You are on page 1of 16

OSMANİYE KORKUT ATA ÜNİVERSİTESİ FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ 2022-2023 ÖĞRETİM YILI BAHAR YARIYILI

3. SINIF TDE 374 YENİ TÜRK EDEBİYATI SEÇME METİNLERİ DERSİ ARA SINAV ÖDEVİ
Adı-Soyadı: Nur Selina AYDAR
Okul Numarası: 2020107028
SORULAR

S.1. 19. yüzyıl Türk edebiyatında romanın doğuşu, gelişimi ve yazınsal akımları göz önünde bulundurarak
yazarların roman türüne dair görüşlerinden hareketle aşağıdaki önsözlerin özetlerini çıkartınız:

Ahmet Mithat: Hasan Mellah, Süleyman Muslî, Müşahedât, Ahmet Metin ve Şirzad
Namık Kemal: İntibah
Recaizâde Ekrem: Araba Sevdası
Nabizâde Nazım: Karabibik
Mizancı Murat: Turfanda mı Yoksa Turfa mı?
Samipaşazade Sezai: Sergüzeşt

S.2. 19. Yüzyıl Türk edebiyatında şiir türünün yenileşmesi ve yeni/eski şiir tartışmalarını göz önünde
bulundurarak şairlerin şiir türüne dair görüşlerinden hareketle aşağıdaki önsözlerin özetlerini çıkartınız:

Recaizâde Ekrem: Nağme-i Seher, Zemzeme 3. Kısım.


Abdülhak Hâmit: Sahra, Makber, Ölü, Hacle, Belde yahut Divaneliklerim
Muallim Naci: Şerare, Füruzan
Mehmed Celâl: Adada Söylediklerim
Nurettin Ferruh: Şafak Sadaları

Dr. Öğr. Üyesi Taner TURAN

C.1.

AHMET MİTHAT

HASAN MELLAH

Önsöz
Hasan Mellah, ‘’Monte Cristo Kontu’’nun bir nevi uyarlaması gibi bir metindir. ‘’Monte Cristo Kontu’’na
bir nazire gibi düşünebiliriz.
Önsöz ‘’Memleketimizde bir iki üç seneden beri yeni yayıncılık görülmekte ve bu bir teşekkür gerektirecek
derece varmıştır ve herkes bunu biliyor.’’ diyerek başlar. Ardından Ahmet Mithat, şimdiye kadar ki meydana
konulan eserlerin ufak tefek olduğunu ancak ilerleme için küçükten başlayıp durumun gerektirdiği ve işin el
vermesi derecesinde ilerlenmesi gerektiğini söyler. Yani, ahlaka uygun bir edebiyat ve edebiyatın faydasını
öne çıkarmak ister bu yüzden ufak tefek ilerlense de bununla devam edilmesi gerekir. O dönemin hemen
hemen her metnine bakarsak, pek çok metinde ‘’terakki ve terakkinin önemi ve say’’ kelimelerine sıkça
rastlarız. Sonra, ‘’…İlerleme asrımız olan şu üç sene zarfında Osmanlı düşüncesini kazandığı genişlik yalnız
şimdiye kadar görülen fayda sağlamış nisbette değildir.’’ diyerek yani; bir toplumsal bellek de yaratmaya
çalışır ve edebiyatı bunun için de kullanır. Devamında, eserinin ‘’Monte Cristo Kontu’’yla benzediğini dile
getirerek ve milli düşüncenin bugünkü genişliğinden bir örnek olarak ‘’Hasan Mellah yahut Sır İçinde
Esrar’’ romanını kaleme aldığını söyler. Alexsandre Dumas’ın ‘’Monte Cristo Kontu’’nun Hasan Mellah’ın
alt metni olduğunu belirtir ve Alexsandre Dumas’ın eserine oranla binde bir derecesini bulamadığını kabul
eder. Bununla birlikte : ‘’Üç yüz seneden beri edebiyat ve hikemiyatla uğraşan bir milletin üç bini tecavüz
eden erbab-ı kalemi meyanında teferrüd etmiş olan bir muharrir ile üç seneden beri edebiyat ve hikemiyata
sarf-ı zihn etmeye başlamış olan bir milletin henüz otuza varamayan erbab-ı kalemi gayretten başka, bir
şöhreti olmayan muharririn arasındaki farkı hesaba katarsak, gönlümün bu icbarından dolayı ma’yub
olamam itikadındayım.’’ yani; doğrudan roman yazmak sanat değil, bu yüzden ayıplanıp ayıplanmamak da
umrumda değil ben bunu gerçeğe uygun olarak ve bir eğitim unsuru olarak gördüğüm için bu benim için
önemli değil diyor çünkü ona göre amaçlanan hedefe ulaşılırsa iyi, ulaşılmasa bile amaç yolunda kaybolmak
da hiç yoktan iyidir. Bu eser, kötü olsa dahi okurların hata örten iyiliğine dayanılarak sunulmuştur. Onun
eserini okuyanlar, içerisindeki kusurları ve eksikleri ortaya koymalıdır ve bunun kendisine faydası olacağını
düşünür. Ardından şöyle devam eder: ‘’Bu eserde gösterdiğim cüreti, küstahlık zanneden olursa ileride
cüretimin ancak bir gayretten, bir cesaretten bir fedakarlıktan olduğunu görerek mahcup kalacağını
kendisine şimdiden arz ederim. Bazı muharrirlerimizin lisanında modalaşmış olduğu kalıplaşmış ifade ile
ben ’eserim enzar-ı umumiyyeye arza şayan bir şey değilse de halkın mürüvvet-i hata-puşanesine müsteniden’
arz etmiyorum’’ der. Yani, bu kalıp ifade şuna benzer: ‘’Ben bu eseri yazdım, bir sürü de hatası vardır, benim
gözümde de bir hiç değerindedir, sizin gözünüzde de eminim öyledir, bütün hatalarımı affedin ve bende cüret
ettim yazdım’’ gibi. Ahmet Mithat, bu kalıp ifadeyle de dalga geçmiştir.
Sözlerini bitirmeden önce; roman kurmaca içinde, gerçeğe uygun mekanlarla ilgili de roman yazılabilir
diyor ve arkasından da roman başlıyor.

SÜLEYMAN MUSLÎ

Muharririn Bir Muhatab-ı Mefruz İle Muharevesi

Ahmet Mithat, önsözde kurmaca bir diyalog oluşturmuştur ve bu önsözün ayırıcı yönlerinden biri de budur.
Bildiğimiz önsözlerin dışında ve dönem içinde çok yenidir.
Yazar, bir muhatapla edebiyat üzerine konuşur bunu da Ahmet Mithat önsöz olarak koyar. Zaten
‘’Muharririn Bir Muhatab-ı Mefruz ile Muharevesi’’ başlığından da anlaşıldığı üzere, varsayılan ikinci bir
kişi yani; aslında öyle bir kişi yok, Ahmet Mithat önsözü de kurmaca metne çevirmiştir. Önsöz şöyle
başlıyor: Muharrir, muhataba seslenir, ‘’Sizi pek durgun görüyorum, yüzünüzde neşeye benzer hiçbir şey
yok.’’ der. Muhatap da ‘’Alemin renk renk görünen çeşitli zorlukları birazda meraklı zihinleri yordukça
insanda neşe mi kalır?’’ der. Muharrir, ‘’Niye bunları düşünmekle vakit kaybediyorsunuz?’’ diye sorar. Yazar
konuşmanın ilerleyen kısımlarında milletle uğraşmazsa, zihni yoracak başka şeylerle uğraşırsa bundan
kurtulacağını söyler. Burada Ahmet Mithat, boş zamanların nasıl değerlendirilebileceği ile ilgili planlamalar
yapıyor. Muhatap, otura otura yorulacağını ve ayakta da yorulduğunu söyler. Muharrir bunun üzerine, maddi
ve manevi uğraşlar yoruyorsa başka uğraşlarla da kendisini eğlendirebileceğini söyler. Ahmet Mithat’ın
eğitimci kapasitesi önümüze çıkmakta. Konuşmalar ilerler, muhatap kendisini eğlendirecek bir şey
göremediğini söyler ve muharrir, muhatabını çok umursamaz bulur. Muharrir muhataba, geceleri vaktini
okumayla geçirirse, zihninin dinleneceğini, rahatlayacağını ve bilgi edinebileceğini söyler. Muharrir bunun
üzerine, ne okuyacağını sorar. O dönemde, Ahmet Mithat eser sayısının az olmasından dem vurur ve bunun
sayısının artması gerektiğini söyler. Muharrir de ne bulursa okuyabileceğini yeter ki okumasını söyler.
İlerleyen konuşmalarda, dönemin yayıncılık faaliyetleri belirli yönlerden eleştiriliyor. Ahmet Mithat,
yazmadığı zamanlarda kendi varlığının şüpheye düşeceğini, yazmak için var olduğunu söylüyor. Muhatap,
muharririn yeni bir kitap hazırladığını düşünür fakat Hasan Mellah başlıklı hikayesini geçemeyeceğini
söyler. Burada Ahmet Mithat, ilginç bir şekilde kendisini çok beğeniyor. Muhatap, hikâyenin büyüklüğüne
küçüklüğüne önem vermeyeceğini tertip ve tasvirinin şekline baktığını yani hem biçimine hem de anlatım
diline bakacağını söylüyor. Burada, mekanlar ve kişiler nasıl tasvir edileceğine göndermede bulunuluyor.
Muhatap; hikâyede, bir kişi öyle başından geçenleri anlatırsa ona hikâye demekten ziyade ‘’tercüme-i hal’’
yani biyografi demenin doğru olacağını söyler. Hani istiyor ki dolantılar olsun yani mekân değişiklikleri
olsun, belirli bir zaman olsun gibi. Muharrir, muhatabın bu sözünü tamamıyla kabul ettiğini söyler. Muhatap
sözünü bitirmediğini söyler ve devam eder, Hasan Mellah romanını güzel bulduğunu fakat ayrıntılı
bulmadığı söyleyerek eleştirir. Yani, anlatı yerlemlerinden mesela kişilerin derin yapısını, nasıl kişiler
olduğunu, nasıl şekillendiğini ayrıntılı bir şekilde işlenseydi ben onu da beğenirdim diyor. Zaten bu önsözü
Ahmet Mithat kendi kendini eleştirmek için yapıyor ve ardından ‘’Paris’te Bir Türk’’ romanını örnek olarak
muhataba sunuyor. Muhatap, eseri pek mükemmel bulur fakat onun da bir kusuru olduğunu söyler. Muharrir,
bu kusurun ne olduğunu sorar. Muhatap, ‘’Mademki Paris’e bir Türk gönderecektiniz, niçin bundan bir asır
önce göndermediniz de şimdi gönderdiniz? ‘’ der. ’Süleyman Musli’’ tarihi bir romandır. Muharrir de, politika
dalgalanmalarından başka hiçbir şey bulunmadığı için yalnız içsel duygular ile insani duygulardan ibaret bir
olay anlatımını yer ve zamana uygun bulmadığını söyler. Ahmet Mithat, kişilerle özdeşim kurulması
gerektiğini ve bunda bir haz unsuru olduğunu bu yüzden insan hislerinin de aktarılması gerektiğini söyler.
Konuşmaların sonuna gelinir, muhatap; ‘’Süleyman Musli’’ hikayesini okuyacağını fakat tertip ve tasvir
bakımından fikrine uymayan şeyler için eleştireceğini söyler.

MÜŞAHEDAT
GÖZLEMLER
Okuyucuyla Dertleşme
Ahmet Mithat, 1891’de natüralist bir roman örneği vermek amacıyla ‘’Müşahedat’’ adlı eserini kaleme alır.
Roman adından da anlaşılacağı üzere, yazarın insanlara ve olaylara yönelik gözlemlerinden oluşmaktadır.
Ahmet Mithat, ‘’Kariinle Hasbihal’’ adlı önsözde okuyucuya roman ile ilgili ama daha ziyade Emile
Zola’daki natüralizm anlayışının edebi eserlere ne şekilde yansıdığı konusunda açıklayıcı bilgiler verir.
Yazarın Emile Zola’ya yönelik eleştirilerini dile getirdiği bölümler, aynı zamanda romanın Emile Zola’nın
natüralist anlayışından uzak olduğunu gösteren bir işleve sahiptir. Natüralistlerin iddiası şu; kendi yazdıkları
eserlerden başka hiçbir roman, roman değildir. Önsözde Ahmet Mithat, ‘’Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’’
başlıklı makalesinde; romanın gelişimi hakkında bilgi verdiğini ve bu gibi romanların nasıl gelişim
gösterdiğini incelediğini söyler. Bu dönemdekiler roman ve hikâye arasında tam bir ayrım yapamaz.
‘’Roman’’ kelimesinden haberdarlardır ama nasıl kullanılacağı konusunda bir fikir birliği sağlayamamışlardır.
Ahmet Mithat, ‘’Ünlü Hoe’nin dediği gibi, hikâye ve rivayet denilen şey, ya var olanı tanımlama ya da bir
kurmacayı anlatmak demek olup, var olan şeyi tanımlamaya ‘tarih’, ve kurmaca olan şeyi anlatmaya ‘roman’
yani masal derler’’ der. Natüralist sınıfını teşkil eyleyen romancıların piri Emile Zola, özellikle ‘’Germinal’’
ve ‘’Therese Raquin’’ romanlarında ‘’nehir roman’’ anlayışı vardır, onun romanlarında hepsi evrenin parçası
gibidir yani hepsi birbiriyle bağlantılıdır. O yüzden romanlarına ‘’Bir Familyanın Tarih-i Tabii ve İçtimaisi’’
yani, ‘’bir ailenin sosyal ve doğal tarihi’’ adını vermiştir. Ahmet Mithat’ta bunu, Daniel Hoe’nin hükmüne
uygun bulur. Buraya kadar Zola’yla bir problemi yoktur. Önsözün devamında, ‘’Ya acaba natüralizm, yani
tabii denilen suretle yazılan romanlar böyle ‘tarih’ addolunabilecek kadar sıhhat-ı kat’iyesi müsellem ahbarı
mı cami olurlar? O halde bunlara, ‘roman’ namı kat’iyen gayr-ı caiz olup, tabiisinden, içtimaisinden kat’-ı
nazarla ‘tarih’ demek labüd ve la-cerem hükmünü alır.’’ yani; ‘’Doğal olarak adlandıracağımız romanlar tarih
sayılabilecek haberleri mi kastederler, onların doğallığı burada mı?’’ diyerek doğallığı tartışacağını söyler.
Ardından ‘’Bunlara roman demek uygun olmayıp, onlara şüphesiz tarih denmelidir.’’ der. İlerleyen
cümlelerde roman tanımını şu şekilde yapar: ‘’Bu halde, tabii denilen romanların müşahedat-ı yevmiyeye
muvafakat ve mutabakatı o kadar tamam olması lazım gelir ki, havi olacağı vekayi, katiyen sahih olmayıp
muhayyel ise de, vekayi-i mezkurenin yegan yegan müşahedat-ı adiye-i yevmiyye ile tamamen mutabakatı
derecesinde akla ve ihtimale karib olması lüzumu anlaşılır.’’ yani romanın sıradan gözlemlerle tamamen
uyuşması, akla ve olabilirliğe yakın olabilmesi gerektiğini vurguladı. Bu aslında bizim bildiğimiz, Ahmet
Mithat romanı ve romanının gerçekliğe uygunluğuyla alakalı bir tanımdır. Devam eder ve : ‘’Yani bu tabii
romanlar, öyle bir zamanın sırf hayal üzerine mebni ve cinler, periler, sihirler ve tılsımlarla memlu romanlar,
yine müşabih olmak şöyle dursun, şövalye romanları, aşıkane romanlar, sefihane romanlar, dini ve tarihi ve
fenni romanlar ve politik romanlar filozofik romanlardan bin türlü namlarla, bin sınıfa ayrılan romanlara
kat’a benzemeyerek, cemiyet-i aide-i mütemeddinesinin ahval-i hakikiyyesi ve vukuat-ı sahihiyyesi neden
ibaretse romanların da ondan ibaret bulunması icab eder.’’ der. ‘’cinler, periler, sihirler ve tılsımlarla dolu
romanlar’’ derken bir eleştiri getirir Ahmet Mithat, Giritli Aziz Efendi’nin ‘’Muhayyelat’’ından pek
hoşlanmaz. ‘’Çengi’’yi okursak bunu daha rahat görebiliriz. Bu sözleri önemlidir edebiyat tarihi açısından,
burada pek çok roman türünden bahseder: ‘’şövalye romanları, aşıkane romanlar, sefihane romanlar, dini ve
tarihi fenni romanlar ve politik romanlar’’ bu da Türk edebiyatının bunlardan haberi olduğunu gösterir.
Ayrıca bu sözlerinde, gerçekçiliği esas alır ve bu şekilde de romanların oluşturulması gerektiğini ‘’tabii’
başlığı altında söyler. Önsözün devamında şimdi, Emile Zola kısmına giriş yapıyoruz… ‘’Acaba Emile Zola
ve arkadaşlarının romanları, bu gereğe ve gereksinime tamamıyla uygun mudur?’’ der. Yani; Emile Zola’yla
ve natüralist romandan Ahmet Mithat’ın ne anladığı ve neden eleştirdiğini metnin ilerleyen kısımlarında
anlayacağız. Önsözün devamında ‘’hakikat’’ sözcüğü vurgulanır. ‘’Tanzimat romanı’’ ve ‘’Servetifünun
romanı’’ için geçerli, aslında farklılık şurada olur anlatılan şeyler aşağı yukarı aynı kalmasına rağmen bakış
açıları değişir. ‘’hayal’’ ve ‘’hakikat’’ zıtlığı natüralist romanda ya da romantik romanda farklı şekilde ele
alınır. Mesela roman metinlerini yapısalcı bir bağlamda çözümlersek belirli karşıtlıklarla karşılaşırız; hayal-
hakikat, hareket-durgunluk, ses-sessizlik gibi. Ahmet Mithat’ta burada doğrudan ‘’hakikat’’i tartışır.
‘’Hakikat’’e kendi bakış açısını ve natüralistlerin bakış açısını açıklayacak. ‘’…hakikat’ kelimesinden müştak
birçok sigaları kendilerine isim ve unvan ittihaz edenler bile, eserlerini mübalağat değil, hatta ekazible
doldurmaya kadar varıp o yolda şan kazanmaya gayret mecburiyetinde bulunurlar.’’ der. Yani; gerçek
kelimesinden türetilen pek çok unvan alanlar yani ‘’natüralist’’, ‘’realist’’ gibi, bunların eserlerini abartarak
değil de yalanlarla ve uydurmalarla doldurup ün kazanmaya çalıştıklarını söyler ve devam eder: ‘’Bu
zamanın tabii romancılarına bakılacak olursa, dünyada ve ba-husus, dünyanın Fransa denilen kısmında ve
hele Fransa’nın da Paris denilen yerinde fezail-i beşeriyeden hiçbir eser kalmamış lazım olmak gelir.
Meşgüliyyet-i umumiyye fuhuştan ibaret olarak, emraz-ı şehvaniye a’raz-ı siyasiyyeye karışıp, kabiliyyet-i
cinaiyye dahi bunların rengini kızartmakla Paris’in dünya yüzünden vücudu kaldırılması ehem ve elzem bir
şehir olması lazım gelir.’’ der. Ahmet Mithat romanının biliyoruz ki ahlaka uygunluk derdi vardır ve bunun en
basit ve kolay anlaşılabilir örneği ‘’Felatun Bey ve Rakım Efendi’’dir. O romanda, anlatı yerlemlerinden
kişilerle karşıtlığı oluşturur bir tarafa Felatun Bey’i diğer tarafa da Rakım Efendi’yi koyar. Rakım Efendi’yi
olumlarken Felatun Bey’i daha olumsuzun karşısında gösterir çünkü onu daha olumlu göstermek amaçtır. Bu
yüzden önsözde geçen ‘’fezail-i beşeriye’’den kasıt da yani ahlaka uygunlukla ilgilidir. Önsözdeki eleştirdiği
sözlere dönecek olursak, onların romanlarında insan erdemlerinden bir eser kalmadığını söyler. İnsanların
genel uğraşlarının fuhuş olduğunun, belirli sapkınlıklara teslim olduğunun ya da siyasi aksaklıklarla
uğraştığının ve öldürme inancı içinde bulunan tiplerin anlatıldığını ve bunun için Paris gibi bir şehir mevcut
olmamalıdır der. Ahmet Mithat’ın hedef aldığı şey natüralist romanların iyiyi ve kötü olanı da romanda bir
arada verilebilir olmasıdır. Ahmet Mithat edebiyatı bir eğitim vasıtası haline getirdiği için buna karşı çıkar ve
bu yüzden onun romanı biraz daha ahlak felsefesine yakındır, romanlarının estetik yönü çok kuvvetli değildir.
Çok roman yazmış olabilir hatta kendisine ‘’yazı makinesi’’ de denilebilir ama asla bir Halit Ziya değildir.
Gerçek Türk romanının doğuşu için ‘’Aşk-ı Memnu’’yu beklemek gerekecektir… İşte burada da Ahmet
Mithat’ın eleştirdiği şey de bu; kötü olanın böyle açık açık anlatılmasını doğalcılık değil de olumsuz bir şey
olduğunu ve bunu bilerek yaptığını, doğallıktan çıkardığını düşünür. İlerleyen cümlelerinde romanların içerik
düzlemesine dair bir tespitte bulunur. Emile Zola ve onun izinden gidenlerin romanlarının; kokotlardan ve
bunlara tutkun olan insanlardan, akşama yiyeceği olmadığı halde tembel tembel takılan tiplerden ve sürekli
sefaletten bahsedip bunlardan başka bir şey anlatmadığını söyler. Daha sonra, insanların kötü yönleri
irdelenebilir ve insanlar buradan ders çıkarabilir ancak anlatım güçlerini yalnızca kötülüğün anlatımı ya da
ayıplanacak şeyler için kullanmak yerine güzellik yönünden de biraz önemsemek gerekiyor der. Balzac ve
Victor Hugo gibi romantik yazarlardan da örnek vererek, kötü bir şey anlatılırken de bir ahlaki tavır
benimsendiğine değinir. Yani; kötülüğün süzgeçten geçerek anlatılması gerektiğini savunur. En büyük
hatalarının insani erdemleri, sefillerin ve erdemlilerin kalplerinden silinmiş göstermeleri olduğuna da değinir.
Bu romanı kaleme almasındaki sebep ‘’bakmak’’ ve ‘’ görmek’’ meselesidir. Ardından tamamen Avrupa’nın
güdümüne girmedikleri ve oranın sıkıntılarını benimsemediklerinden bahseder. Yapılan tercümelerin
içeriğinin de Osmanlı’nın yaratılışına göre düzenlenmesi gerektiğini söyler. Bu romanı, natüralist roman
olarak değerlendirip yazdığını belirtir ve güzel olduğunu iddia etmez ama içerisinde bulunan olaylar günlük
gözlemlerden hareketle yazıldığından doğal olduğunu iddia ettiğini açıkça dile getirir.
Belki bazı kişilerin metindeki durumla kendi arasında bir benzerlik bulabileceğini ve bu olaylar onlara
tanıdık geleceğini söyleyerek natüralist romandan anladığının bu olduğunu açıklar. Ahmet Mithat,
romanlarının kişilerinden biridir ve bunun da doğallığının bir parçası olduğunu söyleyerek önsözdeki
sözlerini noktalar.

AHMET METİN VE ŞİRZAD


İfadecik
Önsöze ‘’ Bu romanda a’za-yı vak’anın kaffesi sırf hayalidir.’’ yani; romanındaki olayların tamamının
kurmaca olduğunu söyleyerek giriş yapar.
Onun fenni romanları, coğrafyaya dayalı bilim kurgu romanları da vardır. Çünkü zaten o dönemde Jules
Verne çevirileri çok fazladır yani bundan haberdardır hatta çoğunluğunu okuduğunu da düşünüyoruz.
Önsözün devamında, ‘’Monte Cristo’’yu över ve bu övgülerin sebebi ondaki dolantıları çok başarılı
bulmasından kaynaklanır. Tekrar ‘’Ahmet Metin ve Şirzad’’a döner ve bu önsözün en önemli kısmı budur:
‘’Bu hikâye musavver olmayacaktır fakat fevaid ü menafi-i fenniyyesinden istifade ve intifa’ cihetini temine
medar olmak için iktizasına göre şekiller ve planlar ve haritalar ilave olunacaktır. Gayret bizden, Tevfik
Allah’tan!’’ der. Yani; bu hikâye resimli olmayacak fakat bilimsel yararlar ve çıkarlardan faydalanmak için
bir eğitim vasıtası olacak, gereğine göre planlar ve haritaların ekleneceğini söyler. Romanı eğitim vasıtası
olarak görür ve bu yüzden de romanı yapısal olarak böyle kurar: planlar, şekiller, haritalar gibi pek çok yan
metinsel unsuru roman dahilinde kullanır. O dönemin dergi ve gazetelerine baktığımızda genellikle ikiye
ayrılırlar bir edebi kısmı oluyor bir de fenni kısmı oluyor. Fenni kısımda bu gibi yazılar olur. Ahmet
Mithat’ta gazeteci olduğu için, bunları takip eder ve bu gibi romanları oluşturmak onun için çok güç olmaz.
‘’Müşahedat’’la karşılaştırdığımızda orada daha ahlakçı, burada daha eğitimci olduğunu görürüz. ‘’Gayret
bizden, Tevfik Allah’tan’’ der ve sözlerini bitirir.
NAMIK KEMAL
İNTİBAH
SON PİŞMANLIK
Namık Kemal’in öneminin anlaşılması bakımından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’19.Asır Türk Edebiyatı
Tarihi’’nden bir ifadeyle bunu açıklayalım: ‘’Namık kemal 48 yaşında tam olgunluk devresinde belki de yeni
bir çalışma hamlesine gireceği sırada öldü fakat bu erken ölüme ve huzur içinde çalışmaya hiç imkân
bulamamasına rağmen iki büyük iş yapmıştır. O öldüğü zaman memlekette iki şey vardır; biri efkâr-ı
umumiyye biri de edebiyattır. Bunların birincisinde hissesi büyüktür fakat ikincisi sadece onun himmetiyle
olan bir şeydir. O yaşadığı cemiyete kendi meseleleriyle meşgul olmayı öğretmişti.’’ der. Doğu toplumlarında
birey olmaz cemaat olur, cemaat şeklinde yaşanır fakat Batı’da birey vardır. Bir topluma kendi meseleleriyle
uğraşmasını öğretmek demek, modern anlamda bir toplum kastedilir böylece bireyin var olmaya başladığı
anlamına geliyor demektir.
Reşad imzasıyla Hakayık’ta bir belge yayımlandığını söyler ve o belgeyle bu eserin aynı düşüncede
olduğunu söyleyerek sözü fazla uzatmaya gerek duymadan önsöze başlar. O dönemin dergilerinde görülür,
kim olduğu bilinemeyecek isimler olur yazıların altında ve onların bilinme ihtimali düşüktür. Önsözde geçen
‘’asr-ı hikmet’’ kelimesi önemlidir. Sadullah Paşa’nın ‘’19.Asır Manzumesi’’ndeki dizelerde, astronomiye
gönderimde bulunur bu gibi konular kuruntu ve benzetmelerden ibaret olmaktan çıkmıştır çünkü eski
edebiyatta sevgili ile güneş arasında benzetme kuruluyordu yani gök ile benzetme kuruluyordu. Bu şiir
19.yy.ın özeti gibidir. O yüzden 19.yy.daki bu gelişme patlamasına Namık Kemal ‘’asr-ı hikmet’’ der. Daha
sonra tiyatronun bir kesim tarafından anlaşılmadığı, anlamlandırılamadığı ve karıştırıldığı önsözde işlenir.
Osmanlı Türkçesinin eksikleri olduğu ve Arapça ve Farsçanın seçkin bir dil olduğunu söyler. Daha sonra eski
edebiyatı eleştirir ve Osmanlı Türkçesiyle yazılmış nadide eserler olduğundan da bahseder. Ardından Fransız
edebiyatından ya da İngiliz edebiyatından özellikle romantik isimleri sıralar. Özellikle romantik isimleri
sıralamasının sebebi Namık Kemal’in de tarzı toplumcu romantizme bağlıdır.
Avrupa’nın hayal gücü bakımından Doğu’yu taklit ettiklerini ama kopya şeklinde değil de mantıklı kurallar
çerçevesinde taklit etmişlerdir diyor ve bizim de böyle bir şey benimsememiz gerektiğini ekler. Yani Türk
romanını kurma meselesinden bahseder.

RECAİZADE MAHMUT EKREM


ARABA SEVDASI
Görüş Sahiplerine
Önsözde; Recaizade Mahmut Ekrem, okumaktan ve yazmaktan daha iyi bir eğlence olamayacağını ve
‘’Muhsin Bey’’ hikayesi tutunca, ‘’Araba Sevdası’’ adlı romanı yazmaya cesaret bulduğunu söyler.
Önsözün devamında, niyetinin daha büyük eserler yazmak olduğunu belirtir. İnsanlarla alakalı ibret verici
olaylara şiir ve hikmetle karışık bir bakış açısıyla bakılırsa hepsinin az çok hüzünlü göründüğünü söyler. Bir
kısmı göz yaşlarıyla bir kısmı da gülüşlerle kabul edilir. Gerçek ya da olabilirlik arasında inşa edilen bu
hikayeleri ibret verici bir aynaya benzetir. Burada ibret verici aynadan kasıt, Araba Sevdası romanının
içeriğidir. O dönem de çok ciddi bir şekilde alafranga tipler ve yanlış batılılaşma yükseliştedir. Bu Tanzimat
romanının temel izleklerinden biridir. Aslında bu önsözü edebiyatın ne işe yaradığına cevap olarak
düşünebiliriz. Diğer önsözlere nazaran daha geri planda çünkü daha az bilgiye sahiptir. ‘’Araba Sevdası’’
Bihruz Bey’in içerisinde bulunduğu durum ve cahilliği bakımından üzücüdür.
Nabizade Nazım’ın ‘’Zehra’’sı, ‘’İntibah’’ın Ali Bey’i, ‘’Felatun Bey ve Rakım Efendi’’nin Felatun’u,
Hüseyin Rahmi’nin ‘’Şık’’ı gibi böyle tonlarca metin vardır. Şunu da söylemek gerekir ki mirasyedi tipin
anlatıldığı, Araba Sevdası bunların içerisinde en başarılı metindir.

NABİZADE NAZIM
KARABİBİK

Ahmet Mithat’ın ‘’Müşahedat’’ında natüralist romandan bahsetmiştik. ‘’Karabibik’’te biraz buna


odaklanır.
Nabizade Nazım önsözde ‘’hakikiyun’’ diyerek giriş yapar, realizmi kasteder ama onun ayrımına tam
olarak varamamışlardır. Yani, Batı’daki o realist ve natüralist ayrımını tam olarak yapamıyorlar. Bu ayrıma
varabilmek için ‘’Aşk-ı Memnu’’ romanını beklemeleri gerekecektir. Bihter’in, Firdevs Hanım’ın kızı olması
işte o soya çekim ve işin sonunda da natüralizm şartları gereği Firdevs Hanımla aynı kaderi yaşamasıyla
natüralizmi orada görürüz. Karabibik’e dönecek olursak Nabizade Nazım, Emile Zola ve Alphonse Daudet
gibi isimlerin eserlerini ahlaksızlıklarla dolu bulur. Bu gibi romancıların; insani olayları sadece insan
penceresinden inceleyip anlattıklarını, insanlar hangi duygu ve davranışlara sahipse ona o davranışları
yükleyeceklerini söyler. Nabizade Nazım’a göre natüralistler, olaylara renkli gözle bakmazlar kendi
dünyalarından bakarlar ve yargılarda genellikle kişiseldir. Doğallığı aslında bilinmeze odaklamak yani köy
yaşamına çevirmek ister. Karabibik romanında, yöreye dair ağza ve ifadelere ve o yörede yapılan tasvirlere
yer verilir. Ayrıca, olay içerisindeki kişiler hakkında verilen hükümlerin onların kendi malları olduğunu ve
kendisinin kurmacası olmadığını, dili de aynen aktardığını söyler.
Önsözün sonunda da ‘’dil’’ meselesine girer. Onun düşüncesine göre her tarafta halkımızın dilinin
incelenmesi gerektiğini yani, derlemeler yapılması gerektiğini vurgular.

MİZANCI MURAT
TURFANDA MI YOKSA TURFA MI?

ÖNCÜ MÜ TUHAF MI?


Özel İfade
Mizancı Murat’ın bu eserinin, Karabibik gibi, bu dönem içerisinde ayrı bir yeri vardır. Tezli roman olması
ve roman tartışmasına yeni bir soluk getirmesi bakımından da önemlidir. Ayrıca ‘’Mizan’’ gazetesinden
dolayı kendisine Mizancı Murat denilir.
Bu roman seçkisi üzerinden; Tanzimat romanındaki temel eğilimleri, Tanzimat bağlamında romanın ne
olması ya da ne olmaması gerektiği gibi sonuçlara varabiliriz. Mizancı Murat önsözün girişinde, o dönemdeki
dergilerde ve gazetelerde tefrika edilen romanlarla ilgili bir eleştiri getirir. Yani aşk romanlarını ‘’milli
roman’’ olarak bulunmasını eleştirir. Bu gibi roman yazarlarına da ‘’edip’’ denilmeyeceğini söyler bunu
söylemesinin temel sebebi; romanın ahlaki risaleye dönüştürülmesi gerektiğidir. Mizan gazetesinde
‘’Üdebamızın Nümune-i İmtisalleri’’ başlığıyla bir eleştiri konusu açtığını fakat gazeteyle ilgisi olmayan
nedenlerden dolayı bu bahsin devam edemediğini söyler. Bu dönemde romantik edebiyat çok yükseldiği için,
bunların Alexsandre Dumas’tan etkilenmesinin sebepleri bu çünkü hepsi haberdarlardır. ‘’Mizan’’ın son
kapatılmasından sonra bu tezli romanı kaleme aldığını söyler. Tezli roman dediğimiz şey, belirli bir ideoloji
çerçevesinde yazılan ve bir ideolojiye hizmet eden romanlardır. Yani estetik değerlerden ziyade bir görüşe
hizmet eden romanlardır. Bunun en iyi örneği Yaşar Nabi’nin manzum tiyatrolarıdır, o dönem inkılap kanonu
denir, cumhuriyet ideolojisinin yani toplum huzurunda yerleşmesi için iktidar tarafından bu gibi eserlerin
yazılması istenir. İşte tezli roman da buna benzer bir şeydir. ‘’İntibah’’ta yazınsal bir eser yazma yani estetik
kaygı söz konusudur bu eserde onun olmadığını görürüz. O yüzden ‘’ Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı?’’,
dönemi içerisinde ayrı bir yerde durur ve tek örnektir. Önsözde geçen ‘’milli roman’’ ifadesi de önemlidir,
‘’milli roman’’ ifadesinin biz eskiye dayandığını görürüz yani; sadece ‘’milli edebiyat’’ bağlamında gelişen
bir ifade değildir. Bu dönemde kullanılan ‘’milli roman’’ ifadesi yerli anlamındadır. Önsözün devamında
milletin edebi anlayış düzeyini artırmaktan bahseder ve roman türünün bilenen o yazarlarının yazdığı
şekilden farklı bir şekilde eser meydana getirdiğini ve bunu kendine görev edindiğini söyler.
Karabibik ‘’islamcılık’’ anlayışına daha yakındır. Önsözün son cümlelerinde de romanın adının özellikle
seçtiğini, romanın kişilerinin o dönemin yeni ürünleri olduğunu anlatır. Aslında roman içerisinde bir
‘’nesil’’den bahseder, yani romanın oluşturmaya çalıştığı ideolojinin bir temsilcileri midir ya da kimsenin
beğenmeyeceği turfaları mıdır? Romanın ismi buradan gelir.

SAMİPAŞAZADE SEZAİ
SERGÜZEŞT

‘’Serüven’’
‘’Sergüzeşt’’, kölelik izleği üzerine yazılmıştır. Bu konuda yazılan en meşhur örnek metnimiz budur
diyebiliriz.
Samipaşazade Sezai, romandan ziyade daha çok hikayecidir. ‘’Küçük Şeyler’’, ‘’Pandomima’’ vb. gibi.
Sergüzeşt bir vaattir, vaadini neden tutmadığıyla ilgili bir giriş yapar çünkü Samipaşazade Sezai’nin bundan
başka roman metni yoktur. İçerisinde bulunduğu dönem için bir gönül ve fikir karmaşası olduğundan
bahseder çünkü mesele iyice şiddetlenmeye başlar. Bu şiddetlenme de bireylerden topluma, toplumdan tüm
memleketlere ve daha sonra bütün vatana dağılacaktır der. Samipaşazade Sezai’nin kendine has özellikleri
vardır bu bakımdan da özgündür. Ayrıca dönemin kendi üzerindeki baskısını da anlatır. Romanda Dilber
kendini nehre bırakır, ‘’hürriyet’’ ifadesiyle sona erer. Kastetmeye çalıştığı; ‘’hürriyet’’ o dönem de sıkıntılı
bir sözcük haline dönüşmesidir. O dönemin, şiirde de zaman zaman görülmekle birlikte romanında ve
öyküsünde de ‘’esaret’’ ve ‘’kölelik’’ izleği sık görülür. O dönemde bir sahilden diğer bir sahile geçmenin
yasak olduğunu söyler. Samipaşazade, kendisini güzelliğin ve betimlemelerin etkisine bırakır, eserlerinde
bunları görürüz. Mevzuyu bulmak, mevzu çevresinde dolantıyı inşa etmek ve metni meydana getirmek
maksadıyla izleğe odaklanır. Önsözde, ‘’Bir de ben hissetmediğim şeyi yazamam.’’ der. Burada
Samipaşazade Sezai’nin de romantizm anlayışının daha farklı bir noktada olduğunu anlıyoruz. Tanzimat
ikinci nesle yaklaşır ve bu ara nesil şiiri için de çok önemlidir. Yani tamamen his meselesine odaklanır
burada onu görürüz. Önsözün devamında; mimari ve güzel sanatlardan bahsederek ister istemez edebiyat
içerisinde göstergeler arası ilişki kurmuş olur ve bunlar yeni ifadelerdir. Ayrıca Namık Kemal’den de
etkilendiğini söyleyebiliriz. Önsözde ‘’Hürriyet Kasidesi’’ne de göndermede bulunur.
Önsözün sonunda Recaizade Mahmut Ekrem’e üstad der. Recaizade Mahmut Ekrem’in ‘’Zerrattan şumusa
kadar her güzel şey şiirin konusudur.’’ gibi ifadeleri hisse dair yani bireysel romantizmi önceleyen bir yapı
benimsemesi, o dönem yazarları üzerinde etkili olmuştur. Yani Samipaşazade, bu eserin bir meziyeti varsa
onun zemininde kaleme alınmıştır ve bir his meselesidir der.

C.2.
RECAİZADE MAHMUT EKREM
NAĞME-İ SEHER
Önsöz
Recaizade Mahmut Ekrem’in, ‘’Nağme-i Seher’’ adlı eserine eski edebiyat estetiği dahilinde şiirlerini
topladığı bir divançe diyebiliriz.
Recaizade Mahmut Ekrem’in de çoğu zaman eski şiire bağlı kaldığını, yeni bir dil ve şekil arayışında
bocaladığını söyleyebiliriz. Önsözde, bu şiir kitabının eski edebiyat dahilinde yazıldığını yani divan şiirinin
incelimine bağlı kaldığını söyler. Zaten şiirlerinin çoğu da böyledir. Çok da iyi bir şair olduğunu
söyleyemeyiz ama iyi bir teorisyendir. Önsözde de görürüz ki divan şiiri dahilinde kullanılan terkipler burada
da yinelenir. Eseri kötü de olsa, sanatsal değeri olmasa da yine de kendisine hoş geldiğini söyler ve edebiyat
alemine sunacağını söyler. Eserinin aslında bir divan şeklinde tertiplendiğini söyler, tek farkı içinde nesirler
olmasıdır. Eserin içindekilerin yeni bir şey olmadığını da itiraf eder, bu önsözün en önemli yanı da budur.
Önsözde geçen ‘’…edebiyat-ı Osmaniyyenin muhtaç olduğu…’’ ifadesiyle; kendisinin aslında yenilik yanlısı
olduğunu ama bu eserin yenilikten uzak olduğunu anlıyoruz. Modern şiir için Abdülhak Hamit’in
‘’Sahra’’sını beklemek gerekir.
Hülasa, bu önsözün önemi Ekrem’in aslında yenilik yanlısı olması ve eserin tamamen divan şeklinde tertip
edildiği ve bununla birlikte içerisinde birtakım nesir parçalarının bulunmasıdır.

ZEMZEME-Üçüncü Kısım
Edebiyat ve bilhassa şiir hakkındaki fikr-i mahsusuma dair birkaç lakırdı ki erbab-ı mütalaaya arz
olunur:
Önsözün girişinde düşünce güzelliğinin önemini vurgular. Bir eserin güzel olması için ağlatması gerekli
değildir der. Aslında bir şiir estetiği oluşturmaya çalıştığını görürüz.
Eseri okuduktan sonra ‘’çiçek’’ gibi düşündürmesi gerektiğini yani güzelliğin başka bir şey olduğunu
söyler. Önsözde ‘’hikmet-i bedayi’’ ifadesi yer alır, ‘’estetik’’ demektir. Ardından ‘’mucib-i tefekkür’’ ifadesi
geçer, o dönemde ‘’tefekkür’’(derin düşünme) yani; nesne karşısında duygulanma, haz alma ve bunu sanatsal
bir metne dönüştürmektir. Nesnenin ne olduğunun bir önemi olmaması bundan kaynaklanır. Ekrem, aslında
bir aşkınlıktan bahseder yani romantik estetiğe yakındır, yargı yetisini bu şekilde düşünür. Romantik doğanın
kendine özgü imgelerini kullanarak, romantik doğayı bir evrensel uyumun merkezi haline getirerek aşkın bir
yapı icat ediyor. Ona göre şiiri ya da şarkıyı okumak veya işitmek yetmeyecektir. Sanatçı bir nesneyi ondan
aldığı haz doğrultusunda ‘’estetik nesne’’ haline getirebilir ve bu da şiiri doğuracaktır. Nefi’den örnekler
verir; ‘’ruh-pervane’’, ‘’…düşünürüm!’’ ifadeleri önemlidir. Yani şiirin kendisinin de bir güzellik algısı
yaratabileceğini ve bunları okuyacağını, düşüneceğini söyler. Abdülhak Hamit’in kendisi dağınık olduğu gibi
şiirleri de dağınıktır yani çok fazla işlenmiş değildir, bazen kendisi bile ne demek istediğini bilemez. Hamit’e
karşı bu yönde yapılan eleştirilere katılmadığından bahseder. Metnin dilsel açıdan da uygun olması
gerektiğini de vurgular. Genel olarak ulviye, güzelliğe, hisse ve şiirin konusunun neler olabileceğine değindi
tüm bunlar bu metnin yazıldığı tarih için çok yeni fikirlerdir. Muallim Naci’nin ‘’Şerare’’sine ve
‘’Füruzan’’a göndermede bulunur. Yani, şöhret hevesinde olan şairler yükselişte olsa da genellikle işin
sonucunda unutulacaktır çünkü onlar duyguların gerçekliğinden yoksundur der. Naci’nin şiiri için genellikle
duygusuz olduğunu söyler. Önsözün devamında, Nefi’den sonra kasideci gelmediğini, yani onların şiirlerinin
de eski ve anlamsız olduğunu ifade eder. Aslında eski edebiyatı komple çöpe atmaktan bahsetmezler, o
dönemde yeni bir şey üretilemediği çok açık bir şekilde ortadadır. Yeni bir şey üretilmesi gerektiğinden
bahsederler. Bu önsözde değindiği en önemli bir şey de; edebiyat eserlerinde, özellikle şiirde, üç tür
güzelliğin kabul olunduğundan bahseder ve bunları şöyle açıklar: Birincisi, düşünce güzelliği; ikincisi,
hayal güzelliği; üçüncüsü de kalp güzelliğidir. ‘’Mehasin-i fikriyye’’yi, Tanzimat birinci nesil sanatçıları
gibi, ‘’bedayi-i hayalliye’’yi Tanzimat ikinci nesil sanatçıları gibi, ‘’sünuhat-ı kalbiyye’’yi de ara nesil
sanatçıları gibi düşünebiliriz. Bunların hepsinin bir arada bulunması gerektiğini savunur. Bu metne kadar
estetik bir tanım yoktu, Ekrem burada estetik bir tanım yapar. İşte bu yüzden teorisyen olduğunu söylüyoruz.
Devamında biçim-içerik ilişkisinden de bahseder ve bu yönüyle de yenidir. Biçim ve içerik arasında ilişki
kurmanın gerekli olduğunu söyler. Yani şiir bütüncül olmalıdır.
Bu şiir kitabının önsözünde, şiiri nasıl anladığını anlattığını söyler ve bunu estetik düzlemde yapar.

ABDÜLHAK HAMİT
SAHRA
Kır
Önsözde Hamit, eserinin yalnızca kafiyeli değil hem kafiyeli hem de manzum tarzda yeni bir denemesi
olduğunu söyler.
MAKBER
Birkaç Perişan Söz
‘’Makber’’in önsözünde dikkati çeken şey; dil kullanımlarıdır. Dil kullanımlarının içeriğe etkisi, doğal
olarak bize biçim ve içerik ilişkisinin kurulmaya çalışıldığını gösteriyor.
‘’Birkaç perişan söz’’ derken ‘’perişan’’ burada dağınık anlamındadır. Yani; çiftleme şeklinde kullanılıyor,
hem sözlerin perişanlığına hem de düşüncenin dağınıklığına göndermede bulunur. Bu bağlamda zaten,
önsözün girişinde şiirsel bir dil kullanıldığını görüyoruz. ‘’Makber’’in, mevcut eserlerinin sonuncusu
olduğunu ve ‘’fena’’ olmuş yani ölmüş bir vücudun sonsuzluğu için yapıldığını söyler. Sadece bu ifadeye
bakarak bile klasik mersiye anlayışında yazılmış gibi durur. Diğer ölüm şiirlerinden daha farklı olduğunu da
vurgular. Devamında, ‘’hiçliğe müstenid’’ diyerek şiirin içeriğine göndermede bulunur yani; hiçliğe
dayandığından bahseder.’’…bu kitabı paymal-i mütalaa eden fikir bir kabristanı dolaşmış olur.’’der; yani, bu
kitabı okuyanın ölüleri ziyaret ederek mezarlığı dolaşacağını söyler ve ‘’ölümü ziyaret etme’’ çağrısında
bulunur. Bu şiirle birlikte ‘’ölüm’’ izleği, Türk edebiyatında farklı bir boyuta varır. Burada geliştirilen,
‘’trajik duyuş’’ tur. Trajik duyuş anlam bilimsel açıdan belirli karşıtlıkların kurulmasıyla gerçekleşir. Bu
karşıtlıklar; yaşam-ölüm, yokluk-varlık, ölüm öncesi-ölüm sonrası gibi kavram çiftlerinin, Hamit’in
şiirlerinde görüldüğünü ve dolayısıyla bütün Türk şiirini baştan sona etkilediğini görüyoruz. Önsözde bu
bakımdan önemlidir. Aslında bu mesela Hamit özelinde, ‘’Garam’’da başlar. Önsözün devamında; ‘’Ve
kabristanda vaki olduğu gibi, hiçbir şey anlamayarak, içinden çıkıp gider.’’der, yani mesele ölümün anlaşılıp
anlamlandırılamayacağıdır. Bu da Tanzimat modernleşmesiyle birlikte, Türk şiirinde doğan bilinci bize
gösterir yani bireyci anlamda romantik şiir ve dolayısıyla romantik bilinç Hamit’in şiirleriyle devreye girmiş
oluyor. Amaç aslında görüneni değil, görünmeyeni şiirleştirmektir. Yani mevcut bir töze biçim vermektir.
Hamit, önsözde ölümü sorgular. Ölüm, tamamen yok olmak mı? Yoksa cismen başka bir duruma geçmek
mi? İşte bu, o dönem için çok yenidir. Bu karşıtlıklar bir belirsizlik yaratacak ve klasik mersiye anlayışından
çıkılacak; bu devrimsel bir şeydir. Ayrıca, ‘’Bu kitabın meydana çıkması ölen kişinin sonsuzluğuna mı hizmet
edecek?’’ diye de düşünür ve sonra ‘’O da değil.’’der. Önsözde dikkat çeken bir başka cümle de: ‘’Ben, bu
kitabı kendim okuyayım diye yazdım.’’dır. Aslında ‘’Makber’’ mukaddimesinde oluşturulan ‘’romantik
bilinç’’, doğrudan dilin öznel bir düzlemde kurgulandığını yani sözcelendiğini gösterir. ‘’Makber’’i
okuduğumuzda deneyimleri ifade ettiğini görürüz. Hamit, deneyimlerin varlıkla ilişkisi içerisinde olan
insanın yenilenmesi olduğunu düşünür. Bu bağlamda, görünüşe göre şiir yalnızca bir uygulamadır. Bu
uygulama dahilinde de şair, ölebilmek için yazan kişiye evrilir. Dolayısıyla da ‘’yazmanın uzamı ölüm
uzamıdır’’ diye bir metafor ortaya çıkar. Önsözde aynı ifadeler inatla devam eder ve dil öznel şekilde
kullanılır. Hamit, yas ve melankoli bağlamında aldığı haz doğrultusunda ölümü sorgulama nesnesi haline
getirir. Ayrıca Hamit, estetik olarak özgün bir yapıt meydana getirmiştir ve bu da ‘’Makber’’i neredeyse bir
sanat eseri kılar. Dönemi içerisinde bu gibi örnekler çok azdır. Ona göre şiir; anlamı kendi üstüne kapanmış,
çok sesli, çok anlamlı bir bütündür. Bu yüzden şiir diğer bütün edebi türler içerisinde farklı yerde durur
çünkü çoğu zaman şiirsel göstergeler çok anlamlıdır ve anlamsal yapılar birbirinin içerisinde girdiği için bir
bulanıklık yaratır. Devamında ‘’Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki, manalarını kendim
de anlayamam.’’ der. Yani; yazarın eserine yabancılaşması söz konusudur, tabii burada bir itiraf vardır.
Farklı biçimlerin, şiirde kendine yer bulup özgün bir ses meydana getirmesini söyler. Daha sonra, ‘’Makber,
bir fikri birçok tarz-ı beyanda söylüyor.’’ der. Yani; stilist bir bakış açısı olduğunu görürüz, fikirden kasıt
ölümdür. Burada zaten, biçimsel bir inceleme yapacak olsak kullanılan eklere ya da adıllara baksak, dilin
hangi boyutlarda öznel kullanıldığını açıkça görürüz. Önsözde,‘’Makber’de iniyor, müebbeden iniyor!..’’
cümlesi yer alır. Burada inmesinden kasıt derinliktir, aslında ölü üzerinde ölümü sorgularken bir aşkınlık
yaratmaya çalışıyor. Makber’in okunurken bir ürpertme yaratmasının sebebi; ölümün ve ölüm deneyiminin
kaçınılmazlığı ve ölüm karşısındaki tutumun belirsizliğidir. Hamit, ‘’Benim, eğer varsa, mehasinim dağların,
bayırların, güzel yüzlerin, çiçeklerindir. Seyyiatım benimdir.’’ der. Yani; ölüm düşüncesinden uzaklaşıp, şiire
bir kaynak aradığını görüyoruz. Makber’den önceki yazdıklarını beğenmediğini de, önsözde söyler.
Makber’i bu ifadelerle birlikte, içeriği de önemli kılmasının sebebi; hem dilin yeniden kurgulanması ama
temelde de ölüme karşı bir bilinç geliştirmesidir.
ÖLÜ
Hamit, ‘’Ölü’’ adlı eserinin önsözünde; eserinin, yayın camiasına edebi bir kıyafet ile yani edebi bir süs ile
çıkmadığını söyler. ‘’Ölü’’, aslında ‘’Makber’’in devamı şeklindedir. İçerik anlamında tezatlı ifadelerinde
devam ettiğini görürüz. ‘’Hacle’’ de bunlara dahildir, onunla birlikte üçleme sona erer. Ayrıca ‘’Ölü’’, şiirin
içeriğine göre ‘’Makber’’e göre daha dingindir. Ölüm ve ölüm sonrasını sorguladığı sebebiyle Makber o
dönemde çok eleştiri alır, önsözde de buna bir gönderme vardır. Hamit’in tasavvuftan haberi olduğu
ortadadır. ‘’Ölü’’nün de ‘’Makber’’ gibi bir merhumenin adına yazıldığını da vurgular.
HACLE
İfade-i Mahsusa
İmge, imgelem ve imgeleme yetisi birbirinden farklı kavramlardır. Türkçe çevirilerinde, zamanında bu
ayrım yapılmadığı için ciddi sorunlar olmuştur. İmgeleme yetisi; imge üretmeyi başarabilme gücü
anlamındadır. Bunu hayal gücümüz gibi düşünebiliriz. ‘’Imagınary’’ dediğimiz ‘’imgeler’’i bir havuz gibi
düşünecek olursak o ürettiğimiz imgeler orada toplanır.
‘’Hacle’’, gelin odası demektir. Gılbert Durand şöyle bir saptamada bulunur: ‘’mezarlık’’ kelimesi evlilik
odası anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir. Bu mesela bütün bir dünyanın kültürel belleğiyle ilişkilidir.
Yani, aslında ‘’mezarlık’’ kelimesinin ‘’evlilik odası’’ anlamına gelen bir kelimeden türetilmesiyle, ölüm
düşüncesi evcilleştirilir ve kabul edilebilir bir hale getirilir. Biz buna dil bilimsel açıdan örtmece deriz.
Yeniden doğuş, yeni bir kadınla beraber olmanın ifadesi olarak Abdülhak Hamit’in şiirlerinde kendisine yer
buluyor. Yeni şiirin örnekleri denilince aklımıza gelecek ilk isim Hamit’tir. ‘’Hacle’’nin önsözünde, kimin
neyi beğendiğinin umrunda olmadığını ve herkesin istediğini beğenebileceğini söyler. Bildiğimiz üzere
Ekrem, ‘’Talim-i Edebiyat’’ında Hamit’ten örnekler vermiştir. Önsözde ‘’…Talim-i Edebiyat sahibi üstad-ı
muhterem Ekrem’in takdiri ve yine bazı üdebamızın tanzirleri ile sabit olacağı üzere bunlar dahi ifadece bir
yeniliği müştemil göründüğünden Hacle’de o tarz-ı ifadeyi tercih ettim.’’der. Yani; Ekrem’in takdiriyle,
Hacle’yi de aynı tarzda yazmayı tercih ettiğini söyler. Hamit’in yenilikten yana olduğunu ve biçimsel
anlamda bir arayış içerisinde olduğunu görüyoruz. Makber’in gerçekleşmiş bir musibeti içerdiğini ifade eder.
Hamit önsözün sonunda ‘’Hacle hayali, Makber hakikidir. Hacle bir efsane, Makber tarihtir. Makber’in
dediği olmuş bir şey, Hacle’nin muradı ise ‘’olaydı böyle olurdu’’ demektir.’’der. Yani, Hacle’nin hayali
olduğunu söyler; ölümden uzaklaşması onu tekrar hayale yaklaştırmıştır. Hamit’in serbest yazdığı şiirlerinde
bile bu huzursuzluk ve ürpertiyi görmek mümkündür.

Belde yahut Divaneliklerim


‘’Belde’’ Hamit’in en eğlenceli şiir kitaplarından biridir. Paris’te kaleme alır.
Bu dönemde genellikle Abdülhak Hamit’in Paris’in, özellikle Şanzelize’nin gece hayatına kendini
kaptırdığını görüyoruz. ‘’Belde’’ adlı şiir kitabı için, eğlence ve kadın güzelliği üzerine kurulmuş şiirlerden
ibaret diyebiliriz. Belde’de onun şiirinin farklı bir yönünü görmüş oluruz.

MUALLİM NACİ
ŞERÂRE
Bir İki Söz
‘’Şerare’’, kıvılcım anlamına gelir. Muallim Naci için dağınık biridir diyebiliriz, önsözde ve terkip ettiği şiir
kitaplarında da bunları rahatlıkla görebiliriz.
Önsözün girişinde ‘’Şerare’’de gençlik yıllarından izler olduğunu söyler. Yaklaşık 1880’den sonra, Muallim
Naci bile belirli yönlerden divan tertibinden çıkmış görünür. Mesela yeni şiirin savunucu Ekrem’in Nağme-i
Seher’ini hatırlayalım, divan şeklinde bir tertip vardı fakat ‘’Şerare’’de bunu görmüyoruz. Önsözde geçen
‘’…kıtasını yazdığım zaman hıfz-ı Kur’ana çalışır, her akşam ‘Sure-i Mülk’ tilavetine devam eder bir çocuk
idim.’’ cümlesiyle; kendisi hakkında öznel tanımlamalarda bulunur, farklı bir şiir kitabı yapısı oluşturur.
Devamında ‘’…Şerâre’nin bir dereceye kadar karışık asardan müteşekkil olduğunu arz etmektir.’’ der, yani;
dönem içerisinde, bir karışıklık olduğunu ifade eder.

FÜRÛZAN
Vallâhü Mütimmü Nûrahû
Önsözde geçen ‘’nûr-ı nâ-mütenâhî’’ kelimesi yani ‘’sonsuz ışık’’ anlamındadır. Bir bakımdan bu eleştirilere
de göndermedir. Zaten ‘’Şerâre’’kıvılcım, ‘’Fürûzan’’ parlayan ve ‘’Ateş-pare’’de ateş parçasıydı. Ayrıca o
dönem şiir kitaplarına ‘’mecmua’’ dediklerini de biliyoruz, bu önsözde de yer bulmuştur. ‘’Fürûzan’’da da
yine aynı meselelerle kendi şiirini ‘’parlaklık’’ olarak görmeye devam eder dolayısıyla bütün o eksikliklerini
savunduğunu görüyoruz.

MEHMET CELÂL
ADA’DA SÖYLEDİKLERİM
Önsöz
Mehmet Celal, şahsına münhasır biridir.
Önsözün girişinde, bildiğimiz romantik şiir anlayışından, doğayla bağ kurmak gerektiğinden bahseder.
Şiirin yazılacak zamanı zihinde bulunan fikrin dönüşmesi için, doğada yani içinde bulunan ândan
kaynaklandığını düşünür. Devamında, ‘’O halde kışta söyleyeceği bahariyenin pek tabîî olacağı iddia
olunmamalıdır.’’ der. Yani; doğallıkla ilişkilendirir. Sonra, ‘’Tabîî şiir ne zaman söylenir?’’ diye sorarak
devam eder. Resmin şiire yansıması, resme gönderme yapan birtakım şiirler bulunur. Aslında bu dediğiyle,
farklı imgelerin dahil olması ve yeni bir imgelemin inşa edilmesi böylece de bildiğimiz mazmunlardan
uzaklaşılmasından bahseder. ‘’Ara Nesil’’ dönemi şiirinde benzetmenin repertuvarının değiştiğine rastlarız.
Rafael’in ‘’Venüs’ü bu dönemde öne çıkar. Mehmet Celal’in ‘’Ada’da Söylediklerim’’ adlı önsözünde de
Rafael’in Venüs’üne göndermede bulunur. Bildiğimiz üzere Roma mitolojisinde ‘’Venüs’’ bir güzellik
tanrıçasıdır, bunlardan esinlenmeye başladıklarını görüyoruz. Mesela, Mehmet Celal’de ‘’Ada’da
Söylediklerim’’de ‘’Kalypso’’dan bahseder, bu da şiirde içeriğin değiştiğini anlarız. Bundan dolayı ‘’Venüs’’
levhası önemlidir ve yazar, buna bakılarak yazılan şiirin doğal olabileceğini söyler. Mehmet Celal’in
tanımladığı doğal şiir temelde tek boyutludur. Ona göre, bazen feryat bile tabîî şiir sayılmalıdır. Feryadın şiir
sayılması, Mehmet Celal’e Hamit’ten gelen bir tesirdir diyebiliriz. Doğallık, hüzün ve içinde bulunulan anın
şiirde olmasını, doğal ve kendine göre gerçek şiir olarak tanımlar. Mehmet Celal önsözde: ‘’Şair dilberinde
eser-i infiâl hisseyler. Parlaklıkta mehtaba, pembelikte şafağa benzeyen bir çehrenin çiy taneleri gibi
gözyaşları içinde kaldığını, güller gibi kızardığını görür görmez ‘’Ağlama!’’ der. O zaman söyleyeceği şiir
zoraki değil, tabîî olur.’’ der. Yani, yine mevcut fikirlerde, o fikirlerin bir âna odaklanmasında ve belirli bir
biçimde söylenmesini şiir olarak tanımlıyor, bunda da doğallığı ön plana çıkarıyor. Zorlama ve doğallık
arasında yaptığı ayrım budur. Önsözün devamında; tasvir, doğaya dönüş ve doğa içerisindeki insanların
tasvirinden bahseder burada tabiatı da geniş anlamda kullanmış oldu yani; insan tabiatından, şiirin öznesinin
tabiatından, bahsetti. Ayrıca Büyükada’da oturduğu sırada gördüğü manzaraların etkisiyle gönlünde uyanan
duyguların beraberinde bu eseri ortaya koyduğunu da söyler. Burada modern şiir kitabı konusundan da
bahseder. Ayrıca, Mehmet Celal’e göre hakikî şiir, güzel hayallerden, ince hislerden, düzgün ve pürüzsüz bir
dil ve üsluptan, sarsıcı tasavvurlardan ve gerçeğe benzerlik ve uygunluktan bir araya gelmiş manzum
eserlerdir.
‘’Şiirimi bu kadarcık olsun bulup da neşreylediğimden dolayı cenab-ı Hakk’a şükretmeliyim!’’ diyerek
önsözdeki cümlelerini tamamlar.

NURETTİN FERRUH
ŞAFAK SADÂLARI
Nurettin Ferruh ‘’Şafak Sadâları’’nın önsözünde, önsözün edebi bir değerlendirmeden ibaret olduğunu
söyleyerek giriş yapar.

‘’Şafak Sadâları’’nın ön sözünde yazar, serbest şiirden bahseder. Önsözde ‘’Edebiyatta usûl-i cedîdeye
ziyadesiyle taraftar olduğumu ve bu usulün haysiyetini mingayrı haddin müdafaaya çalıştığımı mütalîin
anlamakta güçlük çekmeyeceklerdir.’’ diyerek, yenilik taraftarı olduğunu ve yeni şiir arayışının bulunduğunu
söyler. Devamında Mehmet Celal’e yaklaştığını görürüz ve ’sünuhat-ı kalbiyye’ dediğimiz, işin his
boyutunda şiirlere yönelir. ‘’Şafak Sadâları’’nın bir aşk şiiri olduğundan bahseder ve bunuda son derece
sanatlı şiirsel ifadelerle aktarır. Mehmet Celal’le de benzerlikleri genellikle bundan kaynaklanır. Bunu şu
şekilde cümlelere döker: ‘’Şafak Sadâları bir sevdâ-zedenin, bed-bahtî-i aşkını hikâye eder…’’ yani; burada
şiirin içeriğiyle ilgili bir mesele meydana getirdiğini gözlemliyoruz. Ardından ‘sevdâ-zede’’leri tanımlamaya
girişir: ‘’Sevdâ-zedeler bî-karardır; bazen derdin eseriyle cem’iyyet-i beşeriyyeden uzaklaşırlar, kimselerin
bulunmadığı ıssız cihetlerde, karanlık yerlerde yalnız kendi kalplerinin harekâtlarından husûle gelen zayıf
bir âhengi dinlemeği severler…’’der. Yani, sevdazedelerin kararsız olduğu, bazen insanlardan uzaklaştığı ve
kimselerin olmadığı ıssız ve karanlık yerlerde kendi kalp çarpıntılarından çıkan ahengi dinlemeyi sevdiklerini
söyler. Gördüğümüz gibi Nurettin Ferruh, hisse odaklanmıştır. ‘’sevdâ-zede’’leri şiirin öznesi olarak
düşünürsek, yapının böyle meydana geldiğini ifade eder. Daha sonra ‘’…Efkâr-ı i’tilâ eder. Bu hal
kendilerini bir müddet düşündürür.’’ der ve devamında bu hal üzerinde düşünmeye geçer. Önsözdeki
cümleler: ‘’…bir taş parçası, bir avuç toprak, masum bir nazar, eski veya yeni bir esvab, bir heykel, bir ayna,
bir yaprak, bir resim levhası, bir yazı, bir insan saçı, bir hayvan sesi, bir çalgı sadâsı, bir harabe…’’gibi
estetik tamlamalardır. Aslında önsözde aşk hikayesi anlatmaz, şiirdeki içeriğin nasıl olması gerektiğini
cümlelerine döker. Önsözün devamında şiirin hem içerik hem de biçim açısından diğer yazınsal türlerden
daha farklı bir yapıda olduğunu şu cümlelerde belirtir: ‘’Şiir elmas kanadlı, sarı saçlı, mâî gözlü, penbe
beyaz, mağrur halli, şirin tavırlı, tatlı bakışlı, muğber bir peri, bir melektir ki, insan temâşâsıyla doyamaz, ol
kadar güzeldir, hayalini hatırında tutamaz; o kadar sevimlidir, her zaman görmek ister, görür, göremez,
uzaklaşır, mecburu olur.’’der. Mesela anlatı bilimciler de bu noktada şiiri hep ayırırlar, yani sinemayı,
tiyatroyu hepsini bir araya toplayabilirler ama şiiri hep ayrı bir yere koyarlar. Daha sonra ‘’Zemzeme’’deki
meselelere döner: ‘’Onun her nazarı insanı düşündürür, fikrini i’tilâ ettirir, asabını ra’şe-dâr eder, ağlatır,
mahzunniyyet bahş eder, sersemleştirir ve bazen bir yorgunluk hissettirir.’’
Önsözün sonlarında şiirin ‘’sanâyi’-i nefîse’’den yani güzel sanatlardan bir dal olduğunu söyler. Mehmet
Celal’in de bundan bahsettiğini görmüştük. ‘’sanâyi’i- nefîse’’den kasıt şiirin bir türlü
sınıflandırılamamasıdır. Aslında şiirin farklı gösterge alanlarıyla ilişki kurmasından bahseder. Devamında,
‘’…zâtında tabîî olan letâfeti, vezin ve kafiye gibi birtakım tezyinât lüzumuna müftekır değil!’’ der. Yani; şiir
kendinde güzeldir der ve kendinde güzel olmasını da yine üzerinde durduğumuz yeni bir şemaya bağlar.
Vezin, kafiye ya da başka bir şey, bunların güzelliği şiir için gerekmez yani vezin ve kafiye zorunlu değildir,
şiir kendinden güzeldir der. İşte bu da serbest şiir demektir, şiiri içeriğine göre yorumluyor farklı bir dil farklı
bir şemadan bahsediyor. Nurettin Ferruh’un erken bir örnek olması ve önsözüyle birlikte ‘’Şafak
Sadâları’’nın önemi bundan kaynaklanır. Biçimci şiire karşı olduğunu da ifade eder.

KAYNAKLAR:

1)Sazyek,H.Sazyek,E. ‘’YENİ TÜRK EDEBİYATINDA ÖNSÖZLER’’. Akçağ Yayınları(2021). ss.429

You might also like