You are on page 1of 7

SEPETÇİOĞLU’NUN HİKÂYECİLİĞİ VE HİKÂYE HAKKINDA

GÖRÜŞLERİ

Tuğçe Kabakcı1
Özet

Romancılığı ile tanıdığımız M. Necati Sepetçioğlu’nun, gençliğindeki ilk şiir denemeleri


haricinde, edebi hayatındaki ilk tecrübelerinin “daha önemli ve ciddi” bulduğu hikaye
türünde olduğunu söylemek mümkündür. Bu tebliğde; Sepetçioğlu’nun iki hikaye kitabı
kısaca tanıtıldıktan sonra yazarın, çoğunluğu yayımlanmış hikayeleri olmakla beraber
yayımlanmamış hikayeleri de göz önünde bulundurularak hikayeciliği hakkında bilgi
verilmeye çalışılacaktır. Genel hatlarıyla ele alınan hikayeler, hepsinde ortak nokta kabul
edebileceğimiz bazı motifler üstünde yoğunlaşarak incelenecektir.
Hikayelerindeki teknik yapı ve dil unsurları; hikaye kitaplarına isimlerini de veren
“Abdürrezzak Efendi” ve “Menevşeler Ölmemeli” hikayelerinin üzerinde diğer hikayelerine
nazaran daha fazla durularak incelenecek ve bu iki hikaye esas alınarak özelden genele doğru
bir sonuca gidilecektir.
Bunun yanı sıra, hikaye türü ve hikayeciler hakkında görüşleri üzerinde de durulmaya
çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler : Sepetçioğlu, hikaye, hikayecilik, insan, eşya.

Giriş
Yazar, her ne kadar romanları ile tanınsa da aslında hikâyeciliği ile de önemli bir
konumdadır. Hikâye alanında fazla yoğunlaşmadan romancı kimliğini kazanmışsa bile bunda
hikâyelerinin büyük bir payı vardır. Zira edebî hayata ilk adımlarını hikâye kitabı ile atmıştır.
1952 yılından 70’li yıllara kadar süren hikâye yolculuğunda kendini adeta daha çok yazmaya
alıştırıp geliştirmesinin ardından uzun soluklu romanlar yazmaya koyulmuştur. Hikâyelerinin
sayısı romanları yanında oldukça az olsa bile hikâyelerinin hepsi kendi içinde derinleştirilmiş
edebî ürünlerdir. İki hikâye kitabı vardır. Bunların içinden bir kısmını çeşitli dergi ve
gazetelerde daha önce yayımlanmış hikâyelerinden seçerek kitap halinde toplamıştır.
İlk kitabı, 1956 tarihli Abdürrezzak Efendi’dir. Sepetçioğlu, Abdürrezzak Efendi’yi kitabın
başında yazdığı notla babası Abdrurrahman Sepetçioğlu’na ithaf etmiştir. Kitabın içinde 9
hikâye vardır. Bunların beşi daha önce edebiyat dergilerinde yayımlandığı tespit edilen
hikâyelerdir. 9 hikayenin biri haricinde ana kahraman Abdürrezzak Efendi’dir. Bu
hikâyelerin adları sırasıyla; Dönüş, Elleri Çamurdu, Bayramda Gelen Mektup, Filiz, Ali Süha
Beyin Şapkası, Merdivenin Birinci Basamağı, Siyah Topraklar, Kriz, Z’den Sonra
şeklindedir.
İkinci hikâye kitabı ise Menevşeler Ölmemeli ismini taşımaktadır. Bu kitap ilk basıldığında
(1972) iki bölümden oluşmuştur. Ancak, Güneyin Dertli Çocukları adını taşıyan ikinci
bölümde yer alan yazılar hikâye değil, röportaj değeri taşımaktadırlar. Hikâyelerin yer aldığı
1 3. Sınıf, Lisans Öğrencisi, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı, Kültür
Ocağı Vakfı, İhtisas II Sınıfı, Mustafa Necati Sepetçioğlu Öğrenci Sempozyumu
tugcekbkci976@gmail.com
ilk bölümde ise 22 hikâye vadır. Bunların da 14’ü daha önce dergilerde yayımlandığı tespit
edilenlerdir. Kitaptaki hikâyelerin adları ise sırasıyla Suçlu, Aldatış, Soba Boruları,
Afiştekiler, Tohum ve Topal Karınca, Yok Oluş, Halil’in Ölümü, Bir Otelde Üç Kişi,
Birdenbire, Deniz Feneri, Afula İstasyonu, Çamlar Hür Yaşar, Tanrılar Arasında, Mavi
Gömlekli Adam, Su Borusu, Oyuncak, Üç Kişiye Bir Şemsiye, Pencerenin Bu Yanı, Diktatör,
Bir Yerlerde Bir Adam,Yenibahçeli Nedim Efendi, Menevşeler Ölmemeli şeklindedir. Bu
hikâyelerin hepsi kısa olmakla beraber yalnızca Yenibahçeli Nedim Efendi diğerlerine
nazaran biraz daha uzundur.
Hikaye kitaplarındakiler haricinde, hala dergilerde kalan birçok hikâyesi de vardır. Vapurda
Bir Adam Vardı, Ay, Bulut ve İnsan, Karaağaçlar Altında bunlardan bazılarıdır. Bu
hikayelerin bazıları yazarın kendi yaşamından kesitler de içermektedir. Mesela “Vapurda Bir
Adam Vardı, Sepetçioğlu’nun üniversite öğrencisi olduğu dönemde yazdığı bir hikâyedir.
Sepetçioğlu, kendi hayatından bir parçayı sanatçı estetiğiyle hikâyeleştirmiştir.” (Tat 2014:
52)
Fakat yazar, yalnızca hikâye yazmakla kalmamış. Bunun yanı sıra Türk hikâyeciliği ve
hikâyecileri üzerinde de düşünmüş ve zaman zaman başta Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri
başlığında olmak üzere bu düşüncelerini çeşitli dergi ve gazetelerde dile getirmiştir.

Türk Hikâyeciliği ve Hikâyecileri Hakkındaki Görüşleri

Yazar, “Hikâye ne bir açık mektuptur ne de bir ideolojinin vasıtası. Hikâye insandır.
İnsanın, sanat adamının dilince tefsiridir” (Çakır 2007: 355) diyerek aslında hikâye ve
hikâyecinin ne olduğunu ya da olması gerektiğini özetleyerek izah etmiş oluyor.
Sepetçioğlu’na göre hikâye insanı anlatır. Hikayedeki birinci unsur insan olmalıdır. Onun bu
düşüncesini kendi hikâyelerinde de aynen uyguladığı, hikâyenin merkezine insanı koyduğu
görülmektedir. Onun hikâyelerinde insan, bütün iç alemiyle beraber hikâyedeki yerini alır.
İnsanı; hüzünleri, sevinçleri, yalnızlığı ve hasretleriyle merkeze koymaktan şaşmaz.
Hikâyecinin insanı esas alması gerektiğini düşünen yazar, hikâyeci için öncelikle “...kendi
memleketinin insanlarıyla haşır neşir olmalı, onların içine karışmalı, onları duymalı, onlar
gibi hissetmelidir.” (Çakır 2007: 356) demektedir. Memleketinin insanlarını yazmalı derken
bunun için de önce onları tanımak, bilmek gerektiğini belirtmiştir. Anadolu’yu yazan pek çok
yazarın bu noktada Anadolu hakkında doğru bilgi sahibi olmadan veya eksik bilgiyle yazdığı
hikayeleri, gerçekliği yansıtmadığı gerekçesiyle eleştirmektedir. Kötü olanı okuyucuya
sunmamak gerektiğini, sanatın ancak iyiyi ve güzeli anlatabileceğini savunmuştur. Eleştirileri
de göz önüne alındığında onun hikâyecinin gözlemci olması gerektiğini vurguladığı
söylenebilir. Yazar, gözlemlemeyi ihmal etmemiş, Anadolu’yu ve insanını yalnızca “süfli,
pis, iğrenç, bezdirici yüzü” (Çalık 1993: 54) ile tek taraflı olarak ele almamıştır. İlk
hikâyelerini doğup büyüdüğü Zile ve çevresine ait yerlerde ve o yörenin insanlarının
duyguları etrafında şekillendirmiştir. Genç yaşta aile ocağından ayrılmasıyla büyükşehirlere
gelen yazar, tam o yıllarda hikâye yazmaya gayret etmektedir. Bu yüzden hikâyelerinde
doğup büyüdüğü yöreye ve insanlarına dair gurbet, özlem gibi duygular ve şehrin gürültüleri,
güvensizliği ve yalnızlığı hissedilmektedir.
Aynı zamanda hikâyecinin kuvvetli muhayyileye sahip olmasını isteyen yazar, hikâyecilikle
ilgili düşüncelerini dile getirmesinin yanında Türk hikâyesinde önemli gördüğü isimlerden de
örnek veriyor. Sepetçioğlu için özellikle Sait Faik ismi büyük önem taşımaktadır. O’nun için,
“S. F. Abasıyanık son devir türk hikayecileri arasında kendine has bir mevki sahibi, haklı bir
şöhrettir” (Çalık 1993: 56). Hikâyelerinde de bu şöhret ismin etkisi pek yakından hissedilir.
Hikâyelerinin karşılaştırılması durumunda Sepetçioğlu’nun da Sait Faik gibi insanı hikâyenin
merkezine koyması ve insanın iç meselelerine yönelmesi hemen fark edilecektir. Hikâyelerde
insanın, nesneler ile olan ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda bu benzerlik daha çok
kendini gösterecektir. Sepetçioğlu, nesnenin ancak insan ile algılanmasıyla anlam
kazanacağını vurgulamıştır. “... Renk ve eşya bir yanda, insan bir yandadır. Fakat incecik
bağlar ikisini birbirine bağlamıştır. Biz o insanın girift ve karanlık ruhuna renk ve eşyanın
aydınlığı altında girebiliriz. İnsansız bir dünyada renk ve eşyanın hiçliğine inanan Sait Faik,
renksiz ve eşyasız insanın da yaşama saadetinin yarım kalacağını hissetmiştir” (Çalık 1993:
57). Sait Faik’te önemli bulduğu noktaların kendisinde de görüldüğüne bakılacak olursa
diyebiliriz ki Sepetçioğlu, “kendine has bir mevki”de gördüğü hikâyeciyle benzerlik
göstermektedir.
Bunun yanında, Ömer Seyfettin’in de Türk hikâyecileri arasındaki yerinin önemini
vurgulamaktadır. Türk hikayesinin gerçek manada Ömer Seyfettin ile başladığını öne süren
yazar, Türk halkının hikâyeyi “Ömer Seyfettin’de hikmetten ve öğütten arınmış, teknikte
batıya, insanda milliliğe dayanan bir hikâye tarzına rastlanınca benimsedi”ğini (Çalık 1993:
55) söyleyerek bunun gerekçesini de göstermektedir.

Hikâyeciliği

Yazar, bir hikâyesinde kahramanını şöyle konuşturuyor: “...Zaman ne kötü şey… seni son
gördüğüm günle bugün arasında büzülüp kalmamış sanki. Sen incelmişsin azıcık, zaman
kalınlaşmış. Öyle sandım. Yıpranan bir ayakkabı, yıpranan bir kumaş gibi.. Ne farkımız var
kumaştan, ayakkabıdan?” (Sepetçioğlu 2015: 82-83) Menevşeler Ölmemeli kitabındaki bu
diyalog aslında onun hikâyede benimsediği anlayışı açıkça ortaya koyuyor. Sepetçioğlu’na
göre eşya, insanın dokunuşuyla insanın ona verdiği anlam ile anlam kazanıyor. Buna göre
insanın kendi duyuşu ve algısıyla anlam verdiği eşya ile insan arasında bir fark gözetmiyor.
Eşyalara başlı başına şahsiyet kazandırıyor. Bu yüzden eşyalara, insana dair duygu ve
düşüncelerin yüklendiği teşhis sanatını sıkça kullanmıştır. Eşyanın tasvirini canlı tutmuş,
işlediği muhtevaya uygun biçimde kullanmış, insanın ruh durumununa bağlı olarak değişiklik
yapmıştır. Yani eşyayı da insanı anlatmak için insanın psiklojisiyle yine insana anlatmıştır.
Tasvir ve tahlil bu nedenle hikâyelerinin olmazsa olmazıdır. Soba Boruları hikâyesinde
eşyanın insan üstündeki duygularına iyi bir örnek görülüyor. “Pıtpıt çayı getirdi. Sarı tepsinin
üstünde üç çay bardağı, bir kadın kahkası gibi sıcak ve nemliydi. Kıpkırmızı mangaldaki
ateşler gibi. Cemil, bardağı sağ avucuna aldı. Avucunun içinde bir oda bütün sıcaklığıyla
büyüdü” (Sepetçioğlu 2015: 30). Kahramanlarında eşyalara bakış ile duygu değişikliği
olduğu da görülmektedir. Hikayenin diğer kahramanı İbrahim’in “Sen hasta mısın Cemil?”
diye sormasıyla beraber eşya üzerinden kurduğu hayallarinde değişme baş gösteriyor.
“...İbrahim’in sesi kadını susturdu. Cemil’in avucunun içinde büyüyen odayı yıktı. Cemil
yine sokakta kalmıştı” (Sepetçioğlu 2015: 30-31).
Bu kadar insan merkezli olan bir yazar elbette insanı anlatabilirdi. Sepetçioğlu,
hikâyelerinde romanlarındaki gibi sosyal meselelere yer vermemiş, insanın iç dünyasını
anlatma yoluna girmiştir. Hikâyeleri insanın yalnızlığı, özlemi, acısı ve sevincini barındırır.
“Muhteva açısından baktığımızda Abdürrezzak Efendi’de daha çok toprak adamının hayat
parçaları anlatılırken Menevşeler Ölmemeli’de ise şehirde yaşayan kimisi memur veya işçi
olan insanların hayatından kesitler okuruz. Buradan hareketle Abdürrezzak Efendi’yi yazarın
çocukluk ve ilk gençlik yılların dair gözlemlerinin ürünü sayarsak Menevşeler Ölmemeli’de
anlatılanlar daha çok üniversiteden mezun olduktan sonraki memuriyet ve iş hayatındaki
gözlemlerinin izlerini taşıdığı söylenebilir” (Çakır 2007: 359). İşlediği başlıca temalar; tabiat
sevgisi, yoksulluk, geçim sıkınıtsı, Anadolu’dan büyükşehirlere göç, sıla özlemi,
şehirleşmenin getirdiği tahribat, iletişim sorunu, yalnızlık ve yabancılaşmadır. Ancak bütün
bunların dışında aşk, ayrılık gibi konuları işlediği hikâyeleri de bulunmaktadır. Bunlar daha
ziyade çeşitli dergilerden kitaplara geçmemiş hikâyelerdir. Mesela; “Vapurda Bir Adam
Vardı adlı hikâyede...Muallim muavini olan bir genç, sevgilisinden “Cuma günü saat beşte
her zamanki...” yerde buluşmak üzere şeklinde bir mektup alır. Ancak o vakitte lisede dersi
olan genç adam işinden olmayı göze alarak sevgilisi ile buluşmaya gider. Aşk, işe galip
gelmiştir” (Çakır 2007: 367). Bir de hikâyelerde ölüm teması karşımıza çıkmaktadır.
Yenibahçeli Nedim Efendi, baştan başa ölü bir adamın vasiyetnamesi üzerinden ilerlerken
eşyalar, sanki ete ekemiğe bürünür ve anlatıcıya Nedim Efendi gibi görünmeye başlar:
“Karşımda küçük bir iskemle, mermeri kırık ve kirli, yarım bir masa ve boş bir kadeh
Yenibahçeli Nedim Efendi’dir artık…” (Sepetçioğlu 2015: 165).
“Hikâyelerin mekanı, Abdürrezzak Efendi’nin anlatıldığı hikâyelerde kasaba ki, bu kuvvetle
muhtemel Tokat’ın Zile ilçesidir…Hikâyelerin çoğunda ise geniş mekan şehir olup o da
İstanbul’dur” (Çakır 2007: 374). Ancak mekanın geniş bir alana yayılmadan bir hikayede
olayın tek merkezde toplandığı da görülür. Mesela Üç Kişiye Bir Şemsiye hikayesinde mekan
yalnızca bir durak ve yakını ile sınırlıdır. Hikâyelerde çoğunlukla net bir mekan ismi
verilmemişse de mekanların tasviri ihmal edilmemiştir. Abdürrezak Efendi’de toprak, bahçe
unsurlarının geçtiği görülmekteyken Afula İstasyonu, Afiştekiler, Deniz Feneri gibi
hikayelerde ise kalabalık yerleşim merkezlerinin tasvirine rastlanır. Bu tasvirler aynı
zamanda hikaye kahramanlarının psikolojileriyle de denk düşer. “Sepetçioğlu, mekan
tasvirlerini kahramanların ruh durumuna uygun olarak yapar. Mesela Z’den Sonra
hikâyesindeki mekan tasviri şöyledir: “Oda duman içindeydi. Odada bir uykusuzluk ve
otuzaltı saatin yorgunluğu vardı. Odanın pencereleri yoktu. Oda simsiyah ve kalın bir
duvardan yapılmış dört duvardan ibaretti. Paltosu divanın üzerinde boylu boyunca belki de
uyuyor. Ceketi iskemlenin üzerine asılmış uyuklar gibi…” ...Bunların hepsi daha sonra
gerçek olan olayların habercisi durumundadır” (Çalık 1993: 67)
Zaman, çoğunlukla yağmurlu akşam vakitleri olarak görülse bile her hikâyede zaman da
değişiklik gösterir. Kimisi geniş bir zaman diliminde geçerken kimi günün kısacık bir anında
takılır. Kiminde geçmişe dönük gidişler bile varken bazısı da zamanı söylemez ancak zamana
dair tahminlerde bulunabileceğimiz birtakım motifler barındırır. Tohum ve Topal Karınca
hikâyesinde “Direğin dibinde sarhoşun çıkardığı meze ve şarap artıkları çoktan sulara karışıp
yok olmuştu.” (Sepetçioğlu 2015: 45) şeklindeki ifade ile zamana dair tahminde
bulunulabiliyor. Ya da asıl zamanı, başka bir zamanın ifadeleriyle tezatlık oluşturacak
biçimde verdiği görülüyor. Afula İstasyonu bunun için güzel bir örnek olarak karşımıza
çıkıyor. “Hava, ha indim ha iniyorum diyordu. Bulutlar, kül rengi yükleriyle toplanıyorlardı.
Ağaçlarda bir rahatlama vardı. Bir Ağustos sonunun öğle vaktinde, terleyen yer yüzü, sanki
kımıldanıyordu” (Sepetçioğlu 2015: 94). Bunların yanında zamanı ancak kurgunun üzerinden
yakalayabileceğimizde anlam kazanacak dilimler verildiği de olmuştur. “Ben, şef olarak bu
daireye tayin olduğum gün, yazı işlerinin bulunduğu odada dört kadın bir erkek çalışıyordu.
Şimdi de öyle; yine bir erkek dört kadın çalışıyor” (Sepetçioğlu 2015: 7). Suçlu’da ancak
hikayenin kendi içinde anlam verebileceğimiz bir zaman aralığı tayin edilmiştir.
Yazarın hikâyelerinde, romanlarında görmeye alışık olduğumuz alp, gazi, derviş gibi tipler
yer almaz. Burada daha ziyade umutsuz ve umutlu, hasretlik ve gurbette kahramanlar görülür.
Aynı kahramanın bir hikâye ile sınırlı kalmadığı, birden fazla hikâyede yer aldığı da görülür.
Abdürrezzak Efendi kitabındaki hikâyelerin biri haricinde hepsinde başlıca kahramanın
Abdürrezzak Efendi olduğunu daha önce de belirtmiştik.
Yazarın hikâyelerinde zaman zaman birbirini tanımayan insanları da karşı karşıya getirdiğini
görmekteyiz. Birdenbire’de uzun süre konuşan iki insanın çok sonradan birbirini aslında
tanımadıklarına fakat acılarının ortak olduğuna ve bu yüzden konuşurken mutlu olduklarına
şahit oluyoruz. Tanrılar Arasında ise, anlatıcı kahraman ile tanımadığı bir adamın diyaloğuna
tanıklık ediyoruz. “Kalktı. Selam bile vermeğe lüzum görmeden masamdan uzaklaştı. Ben bu
tanımadığım adamı büyük büyük ışıkların bulunduğu caddeye doğru değil de, bir uçurum gibi
derinleşen denize doğru gidiyor sandım. Kör gibi.” (Sepetçioğlu 2015: 113) şeklinde biten
hikaye ile kahramanın, tanımadığı adamın duygularını aslında onunla paylaştığını
hissediyoruz. Bu da sonuçta, bir insanın başka bir insanı tanımasa dahi onu anlamasından,
duygularını paylaşmasından daha tabii bir şey olamayacağı sonucunu çıkarmamızı mümkün
kılıyor.
Hikâyelerdeki kahramanların türlerinde de değişiklik söz konusudur. Sepetçioğlu, “Sait
Faik’te insan dışı varlıkların önemli bir yer tuttuğunu, bunun bir zenginlik sayılması
gerektiğini” (Çalık 1993: 64) söylemiştir. Bu hususta Sait Faik ile benzerliği gözden
kaçmıyor. Zira, kahramanların insan dışında varlıklar olması ender görülen bir durum
değildir. Hikâye kahramanları zaman zaman bir hayvan zaman zaman bir eşya olarak ortaya
çıkabilmektedir. Öyle ki, şahıs kadrosunda insanın hiç görülmediği hikâyeler bile vardır. Bu
türden bir hikâye olan Tohum ve Topal Karınca’nın kahramanları armut ağacı, tohum ve
topal karıncadır. Afiştekiler’de ise hikâyenin başlıca kahramanları birinde erkek, diğerinde kız
resmi olan afişlerdir.

Sonuç

Sepetçioğlu’nun hikâyelerini incelediğimizde muhteva bakımından sosyal bir endişe


taşımadıklarını görüyoruz. Bu hikâyeler bir mesaj verme amacı gütmezler. Romanlarındaki
gibi Türk tarihini ya da sosyal meseleleri işlememiştir. Hikâyelerinin muhtevası insan
odaklıdır. İnsan ve onun meseleleri ile ilgilenmiştir. Kendisinin tabiriyle hikâye, sanat
adamının dilince insanın tefsiridir. İnsanın eşya ile olan ilişkisi de onun hikâyelerinde önem
arz etmektedir. Bu yüzden eşyaya bir şahsiyet kazandırdığı da hemen fark edilebilmektedir.
Sepetçioğlu’nun üslubu ise duygusaldır. Hikâyeleri, tasvir ve ruh tahlilleri sebebiyle daha
ziyade durum hikâyeleri niteliğindedir. Kitaba adını da veren Menevşeler Ölmemeli, “Kar
uyuşuk, isteksiz ve zevksiz yağıyordu.” şeklinde başlıyor. Bu başlangıç Sepetçioğlu’nun
hikâyeleri için genel bir çıkarım yapabileceğimiz cinstendir. Bu hikâyede yazarın
tasvirlerinin, insana dair tahliller ile paralellik göstererek ilerlediğini net bir şekilde
görebiliyoruz. İnsana dair duyguları, tasvir için böylesine sık kullanan bir yazar olarak
üslubunun da elbette ki duygusal ve şiirsel bir ifade kazandığını söyleyebiliriz. Benzerlik
ilişkilerini sık kullandığından ve zaman zaman da devrik cümleler ile duygusal bir yapıda
ilerlediğinden dili için sade olduğunu söyleyemeyiz. Buna rağmen hikâyeleri akıcı ve
anlaşılırdır. Çoğunlukla gözlemci ve tanrısal bakış açısınının hakim olduğu hikâyeleri
ekseriyetle görülen geçmiş zaman yapısında yazılmıştır.
Edebiyatımıza çeşitli kitaplar ve yazılarıyla birçok zenginlik kazandıran Sepetçioğlu
hikâyelerinin içten, samimi bir biçimde aktarıldığı kanaatine varıyoruz. Bunu da, gerek
anlattığı yaşantılardan resmen haberdar olması ve gerekse olayları algılayış ve duyuşları
bakımından iyi gözlemlemesinin bir sonucu olarak düşünebiliriz.

Kaynaklar

Baş, Selma (2007), “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Öykülerinde Nesne-İnsan İlişkisi”,


Erdem, Sayı: 49, s. 341-351.

Çakır, Ömer (2007), “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Hikâyeleri Üzerine Genel Bir
Değerlendirme”, Erdem, Sayı: 49, s. 353-380.

Çalık, Etem (1993), “Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri”, Doktora Tezi,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum.

Sepetçioğlu, Mustafa Necati (2015), Menevşeler Ölmemeli, 5. baskı, İstanbul: İrfan


Yayıncılık.
Tat, Mehmet (2014), “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Vapurda Bir Adam Vardı” Hikayesi
Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Uluslararası Hakemli İletişim ve Edebiyat Araştırmaları
Dergisi, Sayı: 2, Cilt:2, s. 42-53.

You might also like