You are on page 1of 5

Öykü çözümleme dersimiz için Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabını seçmiştik.

Şimdi Korkuyu Beklerken kitabının içindeki “Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” isimli


öyküyü çözümlemeye çalışacağız.

“Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünün de bir hikâyesi var. Trajikomik bir hikâyedir bu. Öncelikle
bu hikâyeyi anlatarak başlamak istiyorum. “Demiryolu Hikâyecileri” Oğuz Atay’ın son
öyküsüdür. Korkuyu Beklerken’in ilk baskısını 1975 yılında yapılmıştır. Oysa
Demiryolu Hikâyecileri 1976-1977 yılları arasında yazılmıştır. Oğuz Atay bu öyküyü yazmaya
Türkiye’de başlamış, tümör tedavisi için gittiği Londra’da bitirmiştir. 1977 yılının Ekim ayında,
Türkiye’ye döndükten sonra öyküyü Türk Dili dergisine gönderir. Fakat yayımlandığını
göremeden yaşamını yitirir. Oğuz Atay 1977 yılının aralık ayında (13 Aralık)’ta aramızdan
ayrılır. Öykü de Oğuz Atay’ın ölümünün hemen ardından 1978 Ocak sayısında Türk Dili
dergisinde yayımlanır. Ancak Türk Dili dergisi editörleri öykünün dilini arılaştırmışlardır. Türkçe
kökenli olmayan sözcükler öz Türkçe karşılıklarıyla değiştirilmiştir. Yazarın kelimelerine yapılan
bu müdahale sonucunda öykünün adı “Demiryolu Öykücüleri-Bir Düş” olmuştur.
Öykünün içerisindeki Türkçe kökenli olmayan başka sözcükler de benzer şekilde
değiştirilmiştir. Kurumun, Atay’ın öyküsüne yaptığı bu müdahalenin adeta bir Oğuz Atay
hikâyesidir, tam da Atay öykülerine yakışan bir ironi var aslında bu anlattığım anekdotta.
“Demiryolu Hikâyecileri”ne ilk kez Korkuyu Beklerken’in 1987 tarihli İletişim’den çıkan ikinci
baskısında yer verilir.

Öyküyü çözümlemeye geçmeden önce, öykü çözümlemesiyle ilgili birkaç temel


noktayı hatırlatmak istiyorum. Bir öykünün çözümlemesine öykünün adından başlanır.
Öykünün girişi ve sonucunun önemli olduğunu daha önce de söylemiştim. Öyküde tekrar
eden motiflere dikkat etmek gerekir. Öyküde ayrıntılar çok önemlidir. Ayrıntıları
yakalayabilmek için de çözümlediğimiz öyküyü birkaç kere okumamız gerekir. En iyi öykü
çözümleme yollarından biri de metni cümle cümle analiz etmektir. Metni okurken çeşitli tezler
ortaya koyarız. Bu tezler, metin tarafından desteklenirse kuvvetlenir; çürütülürse rafa kaldırılır.

Başlarken öykünün anlatıcı, mekân, zaman, olay örgüsü gibi unsurlarından kısaca bahsedelim.

Olay örgüsü: Öykünün klişe bir olay örgüsü yoktur. Demiryolu hikâyecilerinin zor
yaşamları, çeşitli kesitler sunularak içlerinden biri tarafından anlatılır. Öykü daha ziyade
öykünün anlatıcısının psikolojik değişimine odaklanır.

Mekân: Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağ başı kasabasındaki demiryolu istasyonu.
Anlatıcı oraya/o kasabaya nasıl geldiklerini bilmediğini söyler.

2/6
Zaman: Savaş zamanında geçmektedir. Bunun hangi savaş olduğu belirtilmemiştir, hangi
savaş olduğu da o kadar önemli değildir belki. Fakat öyküdeki çeşitli veriler, II. Dünya
Savaşı olabileceğini düşündürür. Fakat bu bir iç savaş da olabilir. Savaş zamanı başlayan öykü,
savaş sonrası bir zaman dilimine de sarkar.
Bir Demiryolu Hikâyecileri, “ben anlatıcı”nın kullanıldığı /”birinci tekil kişi” bakış
açısıyla yazılmış bir öyküdür.

Öykü kişileri: Öyküde anlatıcıdan başka, iki seyyar hikâye satıcısı (genç Yahudi ve genç
kadın), istasyon şefi, istasyondaki diğer seyyar satıcılar (elma, ayran, sucuk-ekmek satıcıları) ve
gelip geçen yolcular da öykü kişileri arasındadır.

Öyküyü cümle cümle çözümlemeye başlayalım.

“Bir Demiryolu Hikâyecileri” öyküsü şöyle başlar:

Bu sıradışı bir giriştir. Öykünün anlatıcısı “Ülkenin büyük şehirlere uzak bir
dağbaşı kasabasındaki bir demiryolu istasyonunda” çalışan bir hikâyecidir. Anlatıcı “seyyar
hikâye satıcılığı” yapmaktadır. Ancak sizin de hemen dikkatinizi çekeceği gibi “hikâye
seyyar satıcılığı” gerçekte var olmayan bir meslektir. Ancak burada Oğuz Atay’ın o özel
ironisinin üslupta yarattığı fark devreye girer. Anlatıcı, bu absürt meslekten, her gün
karşılaştığımız sıradan bir meslekmiş gibi bahseder. “Seyyar hikâye satıcıları” kimi zaman bir
memur, kimi zaman bir esnaf gibi davranırlar ya da onlardan bir memur ya da esnaftan söz
eder gibi söz edilir.

Anlatıcı, “istasyon şefiyle de aramız iyiydi,” der. Kendisi devlet dairesinde bir memurmuş
da istasyon şefi de onun üstüymüş gibi söz etmiştir. Zaten birkaç satır sonra da yine istasyon
şefini kastederek “aynı işyerinde çalışan memurlar sayılırdık bir bakıma,” der. Üç hikâyeci
de istasyon şefinin köhne daktilosunu sırayla kullanmaktadır. “Hikâyeciliğe ilk ben
başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı bana veriyorlardı arkadaşlarım,” der anlatıcı. Bir
devlet dairesindeki kıdemli memur gibi konuşmaktadır. Yine birkaç satır sonra “evet, bir
bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık,” ifadesi tekrar eder. Yaşadıkları kulübeleri,
istasyon binası için ayrılan alana kurulmuştur, “hepsi birörnektir, istasyon binası ile aynı
mimari özellikleri taşımaktadır.” Bu betimleme bize memurlara tahsis edilen, devlet
lojmanlarını hatırlatır.

3/6
Halbuki demiryolu hikâyecileri memur değillerdir, aslında demiryolları
idaresinden bağımsızdırlar.

Demiryolu hikâyecileri esnaf da değillerdir. Hatta anlatıcı, esnaf ya da memur


olarak nitelendirilmek istemediğini söyler. “Biz sanatçıyız.” Der Bu yüzden de toplumda daha
doğrusu yani oradaki demiryolu istasyonu toplumunda ayrıcalıklı bir konumları olması
gerektiğini savunur. Fakat neticede hikâyelerini satarak yaşamlarını sürdürdükleri için esnaftan
pek bir farkları kalmamaktadır. Dolayısıyla öyküde “hikâye”den yani bir sanat ürününden bir
ticari meta gibi bahsedilir. Şu satırlara bakalım (s.187)

Şu satırlarda adeta bir manav taze malından bahsetmektedir: s. 188.


Sanat /edebiyat ürününün meta olması karşısında okurların da “müşteri” olması
doğaldır. Anlatıcı da hikâyelerini alanlara okur değil, müşteri demektedir. Onlar birer hikâye
okuru değil, hikâye tüketicisidirler. Ve bu tüketiciler /müşteriler arasında da sosyo-ekonomik
farklar vardır. Örneğin yataklı vagon yolcularının maddi durumu daha iyidir. Maslow’un temel
ihtiyaçlar piramidini düşünelim. Yemek, barınma, güvenlik gibi temel yaşamsal ihtiyaçlarını
çözen kişiler entelektüel ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelebilir. Dolayısıyla demiryolu
hikâyecilerinin en iyi müşterileri, yataklı vagon yolcularıdır, yani üst sınıftandırlar.

Öykünün bu kısımlarında sanatçının / sanatın toplumdaki konumu sorgulanmıştır. Bu,


öykünün bir düzeyidir.

Anlatıcı, istasyondaki diğer esnafla da sınırlı da olsa bir ilişki içindedir. Onlara
hikâyelerini okur. (s.189). Anlatıcı, istasyon esnafına yakınlaşmaya çalışsa da bunu başaramaz.
Anlatıcının yazdıkları, sanat ürünleri /yapıtları herhangi bir kültürel sermayesi olmayan esnafın
ilgisini çekmemektedir. İstasyon esnafı, halkı temsil etmektedir. Bu noktada Oğuz Atay
metinlerindeki aydın-halk/toplum kopuşması izleği karşımıza çıkar.

Öykünün bu kısımlarında sanatçının toplumla ilişkisi sorgulanmaktadır. Üstelik öyküde


bu ilişki iyiye gitmediği ya da stabil kalmadığı gibi bir de kötüye gider. Yani aydın ve halk
kesimi arasındaki o bilinen uçurum açılır.

Anlatıcının, istasyon şefiyle ilişkisi zaman içinde değişir. Öykünün başında “aramız iyi”
dediği istasyon şefiyle aralarındaki iyi ilişki zaman zaman gerilimli bir hal alır. İstasyon
şefi, demiryolu hikâyecilerini hafife almaktadır. Onlarla alaylı konuştuğu da olur. S. 189.
Der anlatıcı. Fakat genç yahudinin hastalanmasıyla birlikte ilişkilerinin bozulduğu görülür.
İstasyon şefiyle ilgili satırlar s. 192. İstasyon şefi bu öyküde bir otorite figürüdür. Sanatçının

4/6
iktidarla/devletle ilişkisi anlatıcının istasyon şefiyle ilişkisi üzerinden sorgulanır. Bazı
konuları yazmasına engel olurken bazı hikâyeleri de yazmasını ister. Anlatıcının yazacağı
aşk hikâyelerine karışması ve böyle hikâyeler yazmasına engel olması sansür
mekanizmasını; demiryolu konulu hikâyeler yazmasını isteyerek, anlatıcıya yani yazara belli bir
konu dayatması da baskıcı bir mekanizmayı akla getirir. Atay’ın burada, ideolojik bağlanmayı,
“angaje yani belli bir ideolojinin (burada resmi ideolojinin) hizmetinde” edebiyat anlayışını
eleştirdiğini de düşünebiliriz.

Öte yandan anlatıcının istasyonda tâbi olduğu yasalar, edebiyatın yasası olarak da
görülebilir. Atay’ın yapıtlarını yayımladığı dönemde toplumcu gerçekçi bir edebiyat anlayışı
hâkimdir. Edebiyat, belli bir ideolojinin sözcüsü olarak görülmektedir. Anlatıcının istasyon
şefiyle çatışması gibi, Atay da ortaya koyduğu yapıtlarıyla döneminin edebiyat yasasıyla
çatışmıştır. Atay’ın edebiyatı bu çatışmadan sağ çıkmış hatta edebiyatın yasasını değiştirmeyi
de başarmıştır.

Öyküye geri dönecek olursak. Öykünün anlatıcısı “yazdıklarının değerinin


bilinmemesinden” şikâyetçidir. Ancak içten içe hikâyelerinin ucuz bir duyarlık taşıdığını da
düşünmektedir. (s. 191). Yazar, hikâyelerini gündelik olaylardan çıkarmaktadır, bu hikâyeleri
çok hızlı üretmektedir, hızla tüketilecek hikâyeler üretmektedir. Onun sanatsal üretimi de seri
tüketime dönük bir seri üretimdir aslında. Fakat hep böyle gitmez. Bu öykü düz çizgide
seyreden bir öykü değildir. Bir kırılma, bir dönüşüm, bir evrilme vardır. Daha doğrusu anlatıcı
dönüşecektir. (Hatırlayacak olursanız bir önceki dersimizde öykü kişisinin değişiminden
bahsetmiştik.) 193. Öte yandan bütün bu olumsuzluklara karşın yazar daha iyi yazdığını
düşünmektedir. Bunda koşullarının değişmesinin etkisi vardır. S. 194. Hikâyeleri eskisi gibi açık
ve seçik değildir. Yani artık kolay tüketilecek öyküler yazmamaktadır. Pek alıcı bulmamakla
birlikte daha iyi hikâyeler, “daha büyük değer taşıdığını düşündüğü öyküler yazmaktadır.” Bu
noktada s. 194’teki “her gün yazmak zorunda olduğum…” Cümleleri de anlam kazanır. Artık
yeni bir öykü anlayışı vardır. Bu yeni öykü anlayışı yeni sözcükler, yeni bir sözlükle
yazılabilir. Öykünün sonuna yaklaştığımızda bizim okuduğumuz bu öykünün de anlatıcının
son yazdığı öykülerden biri olduğunu öğreniriz.

Anlatıcı değişmekte, dönüşmekte, dolayısıyla öykü anlayışı da dönüşmektedir. 193.


Sayfadaki “Düşüncemin bulandığını seziyordum,” cümlesiyle başlayan paragraf, anlatıcıda
/dolayısıyla öyküde bir kırılmanın başladığına işaret eder. Anlatıcının hafızası bulanmakta ve
yavaş yavaş silinmektedir. Anlatıcının hafızasıyla birlikte zaman algısı da bozulmaktadır. S.
194-195 Bu

5/6
satırlarda da görüldüğü gibi Atay, anlatıcının zihnindeki karışıklığı dil düzeyinde çok
ustalıklı bir şekilde yansıtır.

Ancak ilginç olan bu hafızanın silinmesine koşut olarak istasyon da silinmeye başlamıştır.
Tıpkı bir dekorun silinmesi gibidir (s. 194) Hatta bu dekorla birlikte öykü kişileri de
silinmektedir. Genç Yahudi ölür, genç kadın istasyonu terk eder. Onun yerine bir kunduracı
gelir ama o da gider. Geleneksel bir anlatıda bunların hepsi başlı başına bir hikâye
olabilecekken Atay’ın öyküsünde adeta geçiştirilen konular olur. Anlatıcı gittikçe yalnızlaşır.
Hatta öykünün sonunda istasyon şefi de ortalardan yok olur. S. 196. Şöyle geçer öyküde:…
anlatıcının istasyon şefinin yerine geçmesini Murat Gülsoy şöyle yorumlar: s. 359) Murat
Gülsoy bu dönüşümü otorite figürüyle hesaplaşıp onu aşma olarak yorumlar. Murat Gülsoy
bu dönüşümü otorite figürüyle hesaplaşıp onu aşma olarak yorumlar. Fakat yer değiştirme/
değişim bu aşamada da kalmaz. Öykünün sonuna doğru öykünün anlatıcısıyla, yazar Oğuz
Atay birbirine karışmaya başlar. Ve öykünün anlatıcı sesi gittikçe Oğuz Atay’ın sesinde erir.
Tıpkı yeni bir edebiyat anlayışıyla yenilikçi yapıtlar ortaya koyan Oğuz Atay gibi anlatıcı da
okurlarını aramaktadır. Artık müşterileri yoktur, çünkü artık okurları vardır. Ve yazar da bu
okurları aramaktadır.

Son paragrafı okuyalım.

Anlatıcının sonsözü Oğuz Atay’la bütünleşmiştir. Doğrudan Oğuz Atay'ın sözü


gibi alıntılanmaktadır.

….
Demiryolu Hikâyecileri öyküsünün açık seçik bir sonu yoktur. Öykünün sonuna doğru
okurun bastığı zemin iyice kayganlaşır. Gerçi hem öykünün başlığındaki “bir rüya” ibaresi hem
de giriş cümleleri, bir rüya atmosferine, bir fantezi dünyasına girildiği konusunda okuru
uyarmaktadır. Bu öyküye geleneksel okuma alışkanlıklarımızla yaklaşamayız. Öykünün kapalı
sonunda istasyon şefinin dışındaki diğer herkesin silindiğini, anlatıcının da istasyon şefiyle
yer değiştirdiğini ve sesin de yazar Oğuz Atay'ın sesiyle karıştığını söylemiştik. İstasyon
şefiyle beraber istasyon da silinir. İstasyon da dâhil olmak üzere her şey yazarın zihnindedir.
Başta vatanın/ülkenin, bir resmi /yarı resmi dairenin (hatta Murat Gülsoy, akademi olarak
da yorumlar.) metaforu olarak karşımıza çıkan istasyon, bu kez yazının coğrafyasıdır.

Jale Parla s.228.

Anlatıcı tekinsiz bir şekilde dönüşür, okurun ayağının altında zemin sürekli kayar.
Geleneksel bir anlatıcı, geleneksel bir olay örgüsü yani geleneksel bir anlatı yoktur ortada.
Modernist bir

6/6
edebiyat metniyle karşı karşıyayızdır. Dolaysıyla bu öykünün açık bir teması olduğundan
da söz edemeyiz. Fakat öyküde farklı düzeylerde ve genel bir perspektifte sanatın, sanatçının,
sanat ürününün konumunun; sanat/sanatçı-otorite/iktidar/devlet, sanatçı/aydın-halk
ilişkilerinin sorgulandığını söyleyebiliriz. En nihayetinde bütün bu sorgulamaların yönünü
yazar kendi yapıtına ve kendi yazarlık konumuna çevirir.

You might also like