You are on page 1of 6

T.

C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
YENİ TÜRK EDEBİYATI ANABİLİM DALI
METİN İNCELEMELERİ: TANZİMAT DÖNEMİ NESRİ

ROMANIN KISA TARİHÇESİ

Hazırlayan: Gökdeniz BAŞ 121319049


Giriş: Bu ödevde Türk ve Batı edebiyatında hikaye ve romanın doğuşunu ve
safhalarını inceleyecek; son bölümde Türk geleneksel öykücülüğünden romana
geçişten bahsedeceğiz.

BAHŞI’DAN MEDDAH’A

Öykü anlatma ve öykü anlatıcıları, bu anlatı gerek sözlü gerekse yazılı olsun, primitif
toplumlar dahil bütün toplumlarda var olan unsurlardır. Okuma-yazma bilmeyen
toplumlarda öyküler sözlü gelenek aracılığıyla aktarılır. Halk öykücüleri Türkiye
sahasında meddah veya âşık; İskandinavya’da “scalds”; İngiltere ve İrlanda’da
“minstrels”; Almanya’da “minnesingers”; Fransa’da “troubadours” olarak
adlandırılmıştır. Halk öykülerinin doğuşundan bahsetmeden önce, halk anlatılarından
“destan” türü hakkında birkaç söz söylemeliyiz.
Destan
Destan (epik/epope) büyük bir olayı veya bir kahramanın maceralarını olağanüstü
motiflerle anlatan, anlatıma dayalı uzun şiirlerdir. Destanın yazarı unutulmuş veya
anonimdir. Çoğu zaman müzik eşliğinde, şiir veya şarkı diliyle terennüm edilir.
Destan “destan devri” olarak adlandırılan bir dönemde ortaya çıkmalıdır. Destana
ilham olması için bir “çekirdek vaka” lazımdır ki bunun yanı sıra güçlü bir sözlü
geleneğin varlığı gereklidir. Şükrü Elçin destanı şu şekilde özetler:
“Sözlü geleneğe bağlı bu anonim mahsuller, zaman ve mekan içinde cemiyetin
iradesini ellerinde tutan “Kahraman-Bilge” şahsiyetlerin menkıbevi ve hakiki hayatları
etrafında teşekkül etmiş uzun, didaktik hikayelerdir. Tarihe bağlı olmakla beraber,
tarih sayılmayan; ozanların kopuzlarla terennüm ettiği, cemiyetin ortak hayat görüşü
ile ülkülerini aksettiren bu eserlerin teşekkülü için bir “yaratma zemini” ile savaş, din
değiştirme, göç, kuraklık vb. gibi büyük hadiselerin millet vicdanında birtakım
sarsıntılara sebep olması lazımdır” (Oğuz, 2008)
Burada “yaratma zemini” ile kasıt yukarda bahsettiğimiz “destan devri”dir. Türkler
içinse bu dönem, mitolojik motiflerin etkisini sürdürdüğü, Bozkır kültürünün
doğurduğu “Alp tipinin” toplumu yönlendirdiği dönemdir. Göçebelikten yerleşik
hayata geçildiğinde, olağanüstülükler haiz olduğu önemi yavaş yavaş kaybeder;
kahramanlığın yerini yerleşik hayatın değer yargıları almaya başlar. Böylece
destanlar yerini “halk hikayelerine” bırakır.
Hikaye
Halk hikayeleri, destanın boş bıraktığı “anlatma ihtiyacını” doldurur. Hikaye, destanın
bazı özelliklerini taşımakla beraber, destan hüviyetinde değildir:
1- Hikaye nazım parçalar içerse de, nesir ön plandadır.
2- Destandaki gibi tarihi bir “çekirdek vakanın” olması şart değildir.
3- Hikayeler destana göre daha realist anlatılardır.
4- Kahramanlıktan çok aşk maceraları anlatılmaktadır.
Tabii ki bu geçiş aniden olmamıştır-ara dönem olarak Dede Korkut hikayeleri
örneklenebilir- hatta bazı Türk bölgelerinde halk hikayecilerinin “destancı” diye
anılması dikkate değerdir. Bu, destandan hikayeye geçişin doğal bir geçiş olduğunu,
hikayeciliğin destan anlatma geleneğinin devamı olduğunu göstermektedir. Bazı
sosyal ve kültürel değişikliklerden ötürü anlatının muhtevası ve şekli değişmiş -ki bu
değişim de tedricen gerçekleşmiştir- sonunda destandan tefrik edilebilecek bir tür
olan “halk hikayeleri” türü ortaya çıkmıştır.
Halk hikayelerinin kaynağı gerçek veya gerçeğe yakındır. Bu nedenle dönemin tarihî
olayları bazan gerçek bazan hikaye gerçekliği içerisinde anlatılabilir. Konu aşk ve
kahramanlık etrafında veya sadece aşk etrafında teşekkül edebilir. Halk
hikayelerinde kahramanlar olağanüstü şekilde dünyaya gelmiş kişilerdir.
Hikayelerdeki bazı belli başlı özellikleri şu şekilde sıralayabiliriz.
-Kahramanlar genellikle dört yolla aşık olurlar a)Bade içerek b)Aynı evde büyüyüp
kardeş olmadıklarını öğrendiklerinde c) Resme bakarak aşık olma ç) İlk görüşte aşk
-Kahramanın Hızırdan sonra en büyük yardımcısı yol arkadaşı olan atıdır
-Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre hariç halk hikayeleri genellikle mutlu sonla biter. Fakat
Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre gibi örneklerde de aşıkların ahirette kavuştukları
sembolize edilir. Aşıklar mutlaka kavuşur.
-Hikaye anlatımında ritüelleşmiş bir girizgah vardır. Bazı manzum parçalar söylenir
dualar edilir, bazı tekerlemeler söylenir...vs.

PEKİ YA AVRUPA?

Eski Roman
Romanın çıkış döneminde yazı dili ve edebî dil Latincedir.“Roman” kelime anlamı
olarak “halk dili”, terim olarak da;“halk dilinde yazılmış şiir veya öykü” anlamını taşır.
Tıpkı Türk edebiyatında olduğu gibi Batı’da da romanın ortaya çıkışı destan iledir.
Halk dilinde söylenen ve yazıya geçirilen destanlar; halk ozanları tarafından
terennüm edilen manzum parçalardı. Bu parçalar, sosyal değişimlerden ötürü,
muhteva bakımından zamanla değişerek, “saray aşkı” kavramı çevresinden
şekillendi. Başlangıçta manzum türde olan romanlar, şekil bakımından da değişerek
mensur hale gelmiştir.
Modernite: Yeni Roman
Roman, o dönemde, hâlâ, günümüzdeki gündelik realiteyi haiz değildir. Roman
bugünkü hüviyetini XVIII. yy’da İngiltere’de kazanmıştır. Tabii ki bu geçiş de ani bir
şekilde olmamış, halk hikayelerinden (romans) romana geçişe “Don Kişot” ve
psikolojik bir roman olan “Prenses de Cleves” gibi romanlar öncülük etmiştir. İngiliz
edebiyatının, modern romanın ilk örneklerini vermesi tesadüfi değildir. Sanayi
devrimi Britanya’da başlamış; 1689 yılında yayımlanan “Bill of Rights” ile Britanya’da
demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkeleri geri alınamaz şekilde kabul edilmiştir.
Sanayi devrimi ile toplum refahı artmış; ticaret gelişerek geniş bir orta sınıf
yaratmıştır. Avrupa modernitesinin aklı ön plana alması, orta sınıfın siyasal haklarını
kazanması, ekonomik ve kültürel gelişimi bugünki romanın ortaya çıkış sebebi olarak
söylenebilir. XVIII. yy’ın ilk yarısında, Henry Fielding’in “Tom Jones” romanı ilk gerçek
roman olarak nitelenir. Yazar, gerçekliği ahlaki bir kaygı olmaksızın aktararak,
kahramanları ahlaki normlara uydurmamıştır. Yazıldığı dönemde büyük tepki çeken
bu eser sonraki yüzyıllarda “ilk gerçek roman” olarak tanımlanır.
Toplumsal gelişmeler, entelektüel gelişim ve hümanizmin etkileri Avrupa’da birey
vurgusunu ön plana çıkarmıştır. Mesela Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım”
savındaki “ben” vurgusu çok açıktır. Birey, romanda, çağa egemen olan pozitivist
düşünce ile, nedensellik ilkesi temelinde ele alınır. XVIII.yy’dan başlayarak XIX. yy’da
roman, içinde bulunduğu toplumla arasındaki uçurumun farkına varan, şehir
hayatının sıradanlaştırdığı ve yalnızlaştırdığı, kendini gerçekleştirme arzusundaki
kahramanı konu alır. Geleneksel romanda olağanüstü varlıklara karşı mücadele
veren kahraman; modern romanda hem kendine, hem de, şehrin karmakarışık
düzeni ve ilişkiler ağı içerisinde kendine bir yer bulmak için, toplumla savaşır. Hem
Batı dünyasında, hem Rusya’da dönem romanlarının merkezinde bu kahraman tipi
vardır. Yazar, okuru hikayenin gerçekliğine inandırmak -dolayısıyla roman ile
özdeşleştirebilmesi için- için romana konu edilen zaman ve mekanın sosyal kültürel
ve siyasi dinamiklerine yer verir. Yazar ayrıntılara da yer vererek okurun kendini
hikaye ile özdeşleştirebilmesine imkan sağlar.
Modern roman genellikle, yine, yüce bir ülkü/amaç uğruna mücadele veren
kahramanı konu edinmiştir. Roman anlatısı, dönemin sosyal ve kültürel şartlarına
göre, hem muhteva hem şekil itibariyle değişmiş, nihayet bugünün romanı ortaya
çıkmıştır Bu da roman geleneğinin sadece farklı koşullara uyum sağladığının
göstergelerinden biridir.Yani tür olarak bugünki roman iyi kötü her millette bulunan
“hikaye anlatma” geleneğinin devamı niteliğindedir.. Romanı üç safha halinde
inceleyebiliriz:
1-Halk hikayecilerince okunan olağanüstülüklerle dolu uzun manzumeler (destan)
2-Halk hikayecilerince okunan olağanüstülüklerin bir önceki döneme nisbetle azaldığı
manzum parçalar içeren nesir hikayeler (halk hikayesi)
3-Yazarların ortaya koyduğu aşırı gerçekçi ve ayrıntılı modern roman

BON POUR L’ORIENT

Divan Edebiyatında Sanat: Şiir ve Hikaye

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, sanat, Doğu’da “hüner göstermek” için yapılan bir
iştir. Dönemin yüksek zümre sanatkarları; divan şairleri için mesela, falanca lirik halk
şiiri -bazı dönemlerde, divan şairleri âşıklara öykünseler de- basit bir şiirdir. İyi şiir, o
dönemin egemen anlayışına göre; ince hayaller, kelime oyunları, akıllıca
benzetmeler; “sanayi’-i şi’riyye” içermelidir. Şiirin dili, şâirin elsine-i selâsedeki
(Arapça, Farsça, Türkçe) yetkinliğini gösterir nitelikte ağır ve ağdalı olmalıdır. Nesirde
, yani inşâda da durum böyledir. Münşî (Yazar) seci’li, sanatlı bir dil kullanmalıdır.
Divan edebiyatçıları hikaye anlatmak için mesnevi nazım türünde hikayeler nazma
alsa da, bu hikayeler, istisnalar hariç, yeni değildi; ya tercüme, ya halihazırda
yazılmış bir hikayeyi kendi üslubunca yazmaktan ibaretti. Yani mesnevide anlatının
içeriğinden çok sunuş tarzı, “tasannu’” ön plandaydı. Ayrıca mesneviler
olağanüstülüklerle dolu destan-vari eserlerdi, bugünkü romanla pek fazla ortak
noktaları yoktu.
Tanzimat: Romana Geçiş
Tanzimat fermanı, İngiltere’deki “Bill of Rights” mahiyetinde, bir “charte”
hükmündedir. Halk, Tanzimat fermanıyla belirli siyasi ve sosyal haklar edinmiş,
padişah, bu fermanla hukukun üstünlüğünü resmen kabul etmiştir. Bununla birlikte
Tanzimat dönemi, cumhuriyete kadar sürecek olan “Batılılaşma”, “demokratikleşme”
sürecinin başıdır. Bu dönemde “gazete” Türk edebiyatına girmiş, yine bu dönem yeni
bir şiir ve edebiyat dili kurulmasına ön ayak olmuştur
Modern roman Türk edebiyatına, tercüme yoluyla girer. İlk hikaye 1862’de Yusuf
Kâmil Paşa’nın “Telemaque” çevirisidir. Bu eser romanın ruhuna ters olarak
sanatkârâne inşa dilinde yazılmıştır. Bu çeviriyi Batılı eğitim almış Türk aydınlarının
çevirileri izler. 1870’de Ahmet Mithat Efendi’nin “Letâif-i rivâyât”ı ve 1871’de
yayımlanmaya başlayan Emin Nihad Bey’in “Müsameretnâme”si yerel roman örneğini
oluştururlar. Her iki yazar da, hikayeleri meddah edâsiyle, mesela bazen hikayeyi
yarıda kesip okuyucuyla konuşarak anlatırlar; fakat modern romandaki iç çatışmalar,
kahramanların karakter derinliği ve psikolojik tahlilleri yoktur. Nitekim ilk psikolojik
roman da 1901 yılında ortaya yayımlanmıştır.
Batı edebiyatında devinip gelişen roman geleneği, Türk edebiyatında münbit bir
zemin bulamamış, meyve verememiştir. Acemice çeviri ve taklitler tanzimat dönemi
boyunca birbirini izlemiş; gelenekten beslenen iki yerli roman da meddah hikayeleri
derekesinde kalarak dönemin Avrupa romanına yaklaşamamıştır. Bu tabii bir şeydir.
Fakat Türk romanı, bu başarısız girişimler, acemi tercümeler sayesinde bugünki
halini almıştır.
Sonuç: Her ulusun ortak bir ihtiyacı olan “hikaye anlatma ihtiyacı” medeniyetin
başlarında benzer şekillerde giderilmiş ise de; değişen sosyal şartlar, bu ihtiyacın
izdüşümlerini farklılaştırmıştır. Nitekim Batı ve Türk edebiyatı ilk iki evrede benzerlik
gösterseler de, sosyal ve kültürel nedenlerden ötürü Türk edebiyatı nesir anlatılarda
geri kalmış, neyse ki Tanzimatla birlikte modern roman geleneğine entegre
olabilmiştir

Kaynakça
Oğuz, M. (2008). Türk Halk Edebiyatı El Kitabı. Ankara: Grafiker Yayıncılık.

You might also like