You are on page 1of 17

T.

C
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ
YENİ TÜRK EDEBİYATI ANABİLİM DALI
METİN İNCELEMELERİ: TANZİMAT DÖNEMİ ŞİİRİ / TDE 1010.1

Hazırlayan:

Gökdeniz Baş
121319049

ŞERH-İ MUHAMMES-İ ÜSTÂD


EKREM

1
İçindekiler

Giriş..............................................................................................................1

I.BÖLÜM
Şiirin Orijinal Metni.........................................................................................1
Şiirin

2
Giriş: Bu çalışmada Recaizâde Mahmud Ekrem’in “Şevki Yok” adlı şiirini
Yorumsama kuramına göre inceleyerek, şairin şiirde kullandığı imaj ve
imgelemeleri -muteber kaynaklara da müsteniden- açıklamaya çalışacağız. Şiiri üç
katmanda inceleyeceğiz: 1- Arkaik dildeki kelimelerin sözlük anlamları, tamlama ve
terkipler, nesre çeviri 2- Şairin edebî ve şahsî kişiliği, düşünce dünyası, şiirin şekilsel
özellikleri 3- Şiirde bağlı kalınan geleneğin akisleri, imajlar ve edebî sanatlar, bu
göstergelerin ışığında şairin niyeti ve ruh hali. Şiirin iyice anlaşılmasına ilk engel şiirin
yazılmış olduğu arkaik dildir. Bu arkaik dil, kelimeleri, dolayısıyla da imgelemeleri
anlamakta işimizi zorlaştırır. Bu sebeple ilk önce, şiirin orijinal metniyle beraber,
arkaik kelimeleri, terkip ve tamlamaları izah edeceğiz.

I.BÖLÜM

1-Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..


Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

2-Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.


Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

3-Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..


Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!

3
(Pejmürde, Kostantiniye,1895/1311)
(Mehmet KAPLAN, İnci ENGİNÜN, Birol EMİN, Zeynep KERMAN, 1997)

Günümüz Türkçesi

1- Gül üzgün, sümbül perişan, bahçenin sevinci yok. Sürekli şakıyan bülbül
dertlenmiş, kalmamış neşesi. Başka bir şekilde çağlayan akarsunun artık neşesi yok.
Neşesi yok, ah eder inler yerinde duramayan rüzgar . Geldi ama neyleyim sensiz
baharın neşesi yok
2- Yeşillik ve çimendeki çiyin gözyaşıyla farkı yok, lâlenin billur kadehi hasret kanıyla
dolu. Ay bile aylanın kucağında ağlıyor! Gönlüme akıcı ateş (mecaz: şarap) bile etki
etmiyor. Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok
3- Ruha, her bir bulut senin hasret haberini verdikçe, canıma ufku izlemekse sıkıntı
verdikçe, çimenler titreşiyor ve bin ıstırap gösteriyor! Hem tabiat ayrılığınla küskün,
hem de benim gönlüm yıkık! Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok!

Vokabüler

Hazîn (Ar.hzn): Üzgün, hüzünlü, hüzün veren.


Şevk (Ar.şvk): Neşe, sevinç, istek, arzu
Bâğzâr (Far.bâğ-zâr): Bahçe, yeşillik, ağaçlık ve çiçeklik yer, bostan.
Derdnâk (Far derd-nâk): Dertli, sıkıntılı
Hezâr-ı nağme-kâr: Şarkı söyleyen bülbül; Hezâr (Far.): bülbül, Nağme(Ar.) ahenkli
ses ve ezgi, -kâr(Far.): yapan eden edici anlamında ek.
Hâlet: (Ar. Hâl kelimesinin müennes(dişil) hâli): Hâl, durum, nitelik.
Cûybâr: (Far): Nehir, ırmak, akarsu.
Nesîm-i bî-karâr : Aynı hâl üzere devam etmeyen, kararsız rüzgar, nesîm(Ar.): Hafif
hafif esen, hoş ve latif rüzgar, Bî-karâr(bî-Far. olumsuzluk edatı, karâr (Ar.) bir yerde
bir halde durmak devam etmek): kararsız, aynı hâl üzere devam etmeyen.
Girye: (Far.): Gözyaşı.
Rûy-i çemen: (Far.): Yeşilliğin, çimenin yüzeyi, Rû (Far.): yüz, yüzey satıh. Çemen
(Far.): Çimen, yeşillik yer
Jâle (Far.) : Çiy, şebnem.
Hûn-ı hasret: Hasret kanı, Hûn (Far.): Kan, Hasret (Ar.): tekrar görme, kavuşma
arzusu, özleyiş

4
Câm-ı safâ: Berrak kadeh, Câm (Far.): bardak, kadeh, Safâ (Ar.): saf, billur, berrak.
Meh (Far. mâhın muhaffef hâli): 1-Ay, 2-Ay kadar güzel sevgili.
Âgûş (Far.) : Kucak.
Hâle (Ar.): Ayın, bazen de güneş etrafında görülen parlak halka, ay ağılı, ayla
Te’sîr (Ar.) : Etki.
Âteş-i Seyyâle : Akıcı ateş, Seyyâl ( Ar. seyl kökünden mübalağa sigasında) : akıcı,
akan, akışkan
Peyâm-ı hasret : Hasret haberi, Peyâm (Far.) : Haber
Sehâb (Ar.) : Bulut.
Temâşâ-yi ufuk : Ufku izlemek, seyretmek. Temâşâ Far.): (İzlemek, seyretmek.
Pîç ü tâb (Fars.) : İç sıkıntısı, endişe, ıstırap.
İhtizâz (Ar.) : Titremek, titreşim.
İzhâr (Ar.) : Göstermek, açığa çıkarmak.
Izdırab (Ar.) : Acı, azap, eziyet, zahmet, sıkıntı.
Münfail (Ar. İnfiâlden ism-i fâil) : Alınmış, gücenmiş, içerlenmiş.
Hicr (Ar.) : Ayrılık
Harâb (Far.) : Kötü durumda, bitik perişan.

II.BÖLÜM

RECAİZADE MAHMUD EKREM

Şiiri dosdoğru inceleyebilmek ve anlayabilmek için, şâirin hayâtının ve kişiliğinin


incelenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu sebeple öncelikle şâiri tanıma
mecbûriyetindeyiz.

Devrindeki Rolü ve Kişiliği

Recaizade Mahmud Ekrem (1847-1914) 1 Mart 1847’de İstanbul’da Vaniköy’de


doğdu. Babası Tanzimat’tan sonra Takvimhâne nâzırlığı yapan şair, hattat ve
vak‘anüvis Mehmed Şâkir Recâi Efendi, annesi sülâlesi Timurtaş Paşa’ya dayanan
Adviye Hanım’dır (UÇMAN, 2007). Recaizade Mahmud Ekrem küçük yaşta
babasından Arapça ve Farsça öğrenmiş, memurluk yıllarında Encümen-i Şuarâ’dan
Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet ve Namık Kemal’le tanışma fırsatı bulmuştur.
Fransızca öğrenerek Batı kültür ve edebiyatını tanıma imkanı buldu. Nâmık Kemal’in
kendisine devrettiği Tasvîr-i Efkâr’ı bir süreliğine işletti. Hâmid’le ve Nâmık Kemâl’le
yakın arkadaşlıklar kurdu. Fakat akranları gibi siyaset, Ekrem Bey için ana, önemli
nokta olmadı. “Tanzimatın bir ara sadece halka güvenerek ve halka başbaşa kalmak

5
isteyen münevveri onunla tekrar muntazam memur hayatına” döndü (Tanpınar, 1988,
s. 476) Ekrem Bey, şâirliğinden çok bir “edebiyat eleştirmeni ve retorikçi” olarak ön
plandadır. Mekteb-i Mülkiye’de okuttuğu edebiyat derslerini “Ta’lîm-i Edebiyat”
isminde neşrettiği kitabında Batı edebiyatı etkisindeki Türk şiiri de göz önüne almış,
kitap klasik tasnife göre (meani-beyan-bedi’) göre yazılmamıştır. Bu kitap edebiyat
çevrelerinde büyük bir yankı uyandırmış bazı bahisler edebî tartışmalara sebep
olmuştur. Şâir bir rol model olarak gençler tarafından benimsenmiş ve “Servet-i
fünûn” gençlerince “Üstâd Ekrem” olarak anılmıştır. Ali Ekrem (Bolayır) Bey şâir
hakkında şöyle demiştir.

“Ekrem Beyin hayât-ı resmiyesinden maada bir hayat-ı siyasiyesi de var mıydı? Bu
suâle hayır cevabını vereceğiz. Recâizâdenin cihad-ı siyâsîsi “tenvîr-i şebâb
terkibiyle hülâsa edilebilir.” (İnal, 1969, s. 278 1. Cilt)

“İltizâm-ı ciddiyyette ifrâta varan” (İnal, 1969, s. 281 1. Cilt) Recâizâde Mahmud
Ekrem hakkında, Süleyman Nazif, İbnülemîn Mahmud Kemal’e hitaben şöyle
demiştir:

“Üstad, her söze, her şeye, dikkat eder, ilişir, fevkalade alıngan gayet titiz bir zat iken,
siz de andan geri kalmazken hüsn-i imtizacınıza hayret ederdik” (İnal, 1969, s. 281 1.
Cilt)

Hâsılı şâir kişilik bakımından alıngan ve ciddi, belki de yaşadığı kişisel felaketlerin de
etkisiyle, karamsar ve melankoliktir.

Şiiri

Recaizade, yukarda da temas ettiğimiz üzere, devrindeki şairlere kıyasla acemi bir
şâirdir. Aruza ve dile layıkıyla hakim değildir, Tanpınar’ın ifadesiyle “o muhayyilesiz
ve icat kabiliyetinden mahrum doğmuş olanlardandı” (Tanpınar, 1988, s. 478). Şâirin
üzerinde Lamartine’in etkisi büyüktür. Recaizade, yine Tanpınar’ın ifadesiyle
“layıkıyla idare edemediği o hüzünlü edayı” ondan almıştır. Sentimentalizm ve
romantizmin etkisiyle kitap sayfaları arasında bulunan bir çiçek bile, şâir için, şiir
ilhamıdır:

“Size lâyık heman terâvet iken


Ey çiçek sen niçin kadîd oldun
Mevkiin sîne-gâh-ı rağbet iken
Şimdi gözden de mi ba’îd oldun”

6
Tanpınar bu durumu şöyle açıklar; “hakiki ihtirası bulamıyan şâir, etrafındaki küçük
şeyleri bulur” (Tanpınar, 1988, s. 483) fakat bu durum şâirin “minnacık bir dünyaya
hicret” (Tanpınar, 1988, s. 483) etmesine sebep olur. Şâir muhayyilesinin yokluğu
sebebiyle “eşyayı saymakta kalan küçük bir realizme, hiçbir şey canlandırmayan bir
günlük şeyler dünyasına” (Tanpınar, 1988, s. 487) gitmiştir.

Recaizade Ekrem Bey, “hayatında çok, fakat hep ferdî felâket çektiğinden hemen
her şiirinde ölümden, mezarlıktan, mezardan ve yaşayışın hiçliğinden bahseder,
ağlar ve bizi de ağlatmıya çalışır.” (Gölpınarlı, 1945, s. 117). Girye-i Hasret’de;

“Ahvâl-i kalb-i zâra nigâh eyler ağlarım


Cism-i alîli gamla tebâh eyler ağlarım”

Ya da Taşlıcalı Yahyâ’nın bir beytini tesdîsinde:

“Yıkılıp kasr-ı felek hâk ile yeksân olsa,


Mihr ü mâhı ademin ka’rına galtân olsa
Âlemin unsur u eczâsı perîşân olsa
Gark-ı tûfân-ı kazâ, lokma-i nîrân olsa
“Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa” “

Bu tavır apaçık görülür.

Ekrem Bey, melankoliye tutkun bir insandır. Ahmed Hamdi’nin ifadesiyle “ “Melâlin”
bittiği yerde derhal “inkisar” ve “iğbirar” başlar. Denebilir ki hatırlamak ve darılmak için
sever” (Tanpınar, 1988, s. 482). Şâirin üzerindeki sentimentalizm ve romantizm etkisi
de bundandır. Şâir, “ağlamak ihtiyaciyle eski ve yeni hatıraları” (Tanpınar, 1988)
kurcalar. Hülâsa, şâir melankoliye ve nostaljiye meyyal bir insandır. Şiirinin menbaı
olarak gördüğü hisler dünyasını böyle diriltmeye çalışır (bknz. ihyâ-yı hâtırât). Fakat
dil ve vezni kullanımındaki başarısızlığı, muhayyilesinin cılızlığı, daha önce de
bahsettiğimiz gibi, şiirini vasat derecesine çekmiş buna rağmen edebiyatımızı bu yeni
ve samimi duyuşlarla zenginleştirmiştir.

Şâirin en başarılı şiirleri, Tanpınar’a göre, yeni ihtiraslara kapılmadan önce -


Encümen-i Şuara’nın da etkisiyle- yazmış olduğu “Nağme-i seher- adlı divanındadır:

“Meclis-i vaslında giryân olduğum ma’zûr tut


Bir tabîattir ki kalmış gam zamânından bana”

7
ŞİİRİN ŞEKİLSEL ÖZELLİKLERİ

Vezin ve Kafiye

Vezin: “Şevki yok” şiir divan edebiyatı nazım şekillerinden muhammes nazım
şekliyle yazılmıştır. Şiirde aruzun Remel bahrinden “fâilâtün/ fâilâtün/ fâilâtün/ fâilün”
vezni kullanılmıştır.

Geldi ammâ/ n’eyleyim sen/siz bahârın/ şevki yok!


(_.__/_.__/_.__/_._)
(fâilâtün/ fâilâtün/ fâilâtün/ fâilün)

Şiirde toplam 3 yerde med 12 yerde imale vardır. İmaleler kesre-i izafet denilen
Farsça tamlamalardaki “-i “lerde ve Türkçe kelime sonlarında yapılmış böylece
imaleler aruz kusuru olmaktan çıkmıştır.“Hazîn” gibi “nun” harfiyle biten uzun heceli
kelimelerde ise doğal bir zihaf vardır. Med harfi olan “yâ” harfi imla harfi gibi kısa
okunarak med olmaktan çıkarılır. İşte bu işleme “azl” adı verilir. Bu işlemin tersine,
yani imla harfinin med harfi gibi okunmasına da “istihlaf” denilir. Sonu nun ile biten
uzun hecelerde azl yapmamak bir kusur sayılır, bu kusuru işleyen şair eleştirilirdi.
Tâhir’ül Mevlevî, Ziyâ Paşa’dan bir beyit alıntılıyarak konuyu şöyle özetlemiştir:

“Böyle heceleri uzatmak sûretiyle istihlaf yapanlar ayıplanırdı. Nitekim Ziya Paşa
“Harabat”ında:

Med verdi kimi elifle nûna


Verdi hareke kimi sükûna

beytiyle bu gibi harekette bulunanları ta’n etmiştir” (Mevlevî, 1994, s. 21). Nitekim şair
de “hazîn” kelimesini “ma’zûl” olarak doğru şekilde kullanmıştır. Şâir bazen vezne
râm olmuş, mesela “Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb” mısraında za’f-ı
te’lif yapmıştır. Bu ifade ile şâirin kastı “her bir bulut senin hasretinin haberini ruha

8
verdikçe” ise de vezne uydurma kaygısı ile “peyâm-ı hasret” özne gibi görünmüş ve
1
iş içinden çıkılmaz bir hale dönmüştür. Şair zaten vezni emrine râm etme
hususunda zayıf bir şâirdir . Nitekim Abdülbaki Gölpınarlı şâir hakkında:
2

“Şişlide ölüp Göksuya gömülen bu Üstat his ve hayâl şâiri sayarlar. Kendisini üstat
hayâl etmişler, kendisi de kendisini böyle hissetmiş de her halde ondan. Hamit
tesirine kapılan Üstat şiirde pek yayadır. Lisanı daha doğrusu vezni bir türlü emrine
râm edemez. Kelimeleri çeker, ezer, büzer. Sıkıştı mı Farsça fiille yapılmış bir mefulü
alır, söze katıverir” (Gölpınarlı, 1945)

Kâfiye: Şiirin nazım şekli, Klasik Türk Edebiyatı nazım şekillerinden “Muhammes”
nazım şeklidir. Muhammes kelimesi sözlük anlamı olarak “beşli”, “beşlenmiş”, “beş
köşeli” gibi anlamalara gelir. Edebî ıstılahda “beş mısralı bendlerden oluşan nazım
biçimi” (SARAÇ, 2007) olarak tarif edilir. İncelemekte olduğumuz muhammes bir
“muhammes-i mütekerrir”dir. Bu tür bir muhammeste ilk bendin son mısraı diğer
bendlerde de, tekrar edilir. Kafiye şeması ise “aaaaA, bbbbA, ccccA” şeklindedir.

Klasik türden sayılabilecek bir şiirde kafiyeden bahsedeceksek bunun eski usûl ve
terminolojiyle yapılmasının daha isabetli olacağı kanaatindeyiz. Fakat bunu
yapmadan önce kısaca bazı terimleri açıklamak mecbûriyetindeyiz.

Revî: Kafiyenin son aslî veya bu menzilede bulunan harfidir.


Te’sis: Revi ile arasında müteharrik bir harf bulunan elif harfidir. Mesela “kâbil”
(‫ )قابل‬ile “kâtil” (‫ )قاتل‬kelimeleri buna örnektir. Bu iki kelime kafiyelendikleri
zaman bu tür kafiyeye “kafiye-i müessese” ismi verilir.
Ridf: Reviden önce bulunan elif vav ya da yâ harfidir. “Vav” ise öncesi
zammeli, “Yâ” harfi ise kesreli olmalıdır; misaller: “mu’tâd (‫“ – ”) معتاد‬âzâd (
‫”)آزاد‬, “Harûn (‫“ – ”)حرون‬masûn (‫”)مصون‬, “ leîm (‫ – )لءيم‬nesîm (‫”)نسيم‬3. Bu tür
kafiyeye “kafiye-i mürdefe” ismi verilir

Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..


Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
1
Bu aruzda her an karşımıza çıkabilecek bir şeydir. “Cevâz-ı edebî” sayesinde (Başkasına caiz olmayan
şâir için câizdir) şâir bozuk bir sentaks ile, yahut kelimeleri tahfif ve yer değiştirme suretiyle bozarak,
değiştirerek cümle kurabilir. Tabiri câizse aruz oğlu baba- İbn-i Sina Nesîmî’nin bir beytinde vezne
uydurabilmek için Ebû Sînâ olarak geçer- yapmaya dahi muktedirdir.
2
Ahmed Hamdi’nin aynen ifadesiyle: “Ekrem Bey şüphesiz lisan itibariyle devrinin en acemi şâiridir ve
bu acemilik en kusursuz görünen eserlerine kadar devam edecektir.” (19uncu Türk Edebiyatı Tarihi
s.478)
3
Dikkatinizi celbederim misaller leffü neşre göre mürettep olarak verilmiştir :)

9
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

İlk bentteki bütün kafiyeler kafiye-i mürdefdir. Sondaki “ra” harfi revi harfidir önceki
harfi uzatan bir de elif harfi mevcuttur. İyelik eki olan “–ın” ekiyle beraber “şevki yok”
kelime grubu ise rediftir. Yani bu muhammes redifli “müreddef” bir muhammestir.

Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.


Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

Daha önce bahsettiğimiz gibi bu muhammes mütekerrir bir muhammestir. Bu yüzden


son mısra aynı zamanda önceki bendin de son mısraıdır. Altı çizili gösterdiğimiz
kelimelerde ise “kafiye-i müessese vardır”. Revi harfi “e” sesi veren “‫ ”ه‬harfidir. Revi
ile lâlenin ilk hecesini uzatan elif harfi (‫ )ا‬arasında bir harf bulunur

.Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..


Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!

Bu bentte ise yine kafiye-i mürdefe vardır. Revi harfi yani “b” harfinden önce bir elif
harfi vardır.

İ’tilâf İtibarıyla Şiirin İncelenmesi: İ’tilaf, diğer adıyla “muvafekat”, “edânın


müeddâya üslûbun manâya uygun olması demektir” (Mevlevî, 1994, s. 75). İ’tilaf beş
çeşittir: Lafzın mana ile i’tilafı, lafzın vezin ile itilafı, lafzın lafız ile i’tilafı, mananın
vezin ile i’tilafı ma’nânın ma’nâ ile i’tilafı.

Lafzın ma’nâ ile i’tilâfı, kullanılan kelimelerin şiirde bahsedilen mefhuma yahut
muhatabına uygun düşmesi demektir. Belâgatin asıl şartı da budur: muktezâ-yı hâl
ve makâma uygunluk. Eğer şair muhatabını galeyana getirmek isterse tabii ki kulağa

10
çarpan ve coşkunluk veren “elfâz-ı cezle”yi, eğer sevgiliye hitap edecekse onu
yormayan zorlamayan sevgilinin nazik doğasına uygun “elfâz-ı rakîka”yı kullanması
gerektir. Tabii ki bir şiirde bütün lafızların kulağa hafif ya da bütün lafızların kulağa
ağır olması beklenemez. Ama kullanılacak bir lafız bile durumu değiştirebilir. Muallim
Naci durumu şöyle açıklar:

“Zülfüne verdikçe nesîm ihtizâz


Üstüne titrer dil-i nâzikterim

Beytinde (nâzikterim) yerinde (gam-perverim) denilse sözün rikkati münkesir olur”


(Naci, 1891)

İncelemekte olduğumuz şiir bir nevi mersiyedir. Şair sanki muhatabının mezarında,
muhatabına kendi halini anlatır. Şiirin temasının ayrılık, ölüm acısı olduğu aşikar,
şiirden de anlaşılacağı üzere şair yastadır ve buna mukabil de seçilen kelimeler rakik
kelimelerdir.Lafzın vezin ile i’tilafı ise kelimelerin vezne uygunluğu demektir. Yani
şâir, vezne uydurmak için uygun olmayan kelime kullanmamalıdır. Tıpkı Ziyâ
Paşa’nın aşağıdaki beytinde

Yâ Rab nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn


Olmuş belâ-yi akl ile ârâmdan masûn

“Mahrum” yerine mısraı vezne uydurmak için, korunmak anlamındaki “masûn”


kelimesini kullanması gibi. Ârâmdan yani rahattan korunmak, abes bir tabirdir. Şair
vezin gereği bu kelimeyi kullanamamış ve lafız ve vezin arasındaki i’tilafı bozmuştur.
Kemâl-i i’tilaf, şiirin vezinli olduğu anlaşılamayacak şekilde konuşma diline uygun
yazılması demektir. Konuşma diline uygunluktan kastımız kelime seçimindeki
uygunluk değil söyleyişteki rahatlık ve akıcılıktır. Şiirde ilk bendi hariç tutarsak böyle
bir i’tilaf asla sağlanamamıştır. İlk bend ise söyleyiş bakımından rahattır.

Lafzın lafız ile i’tilâfı bu şiirde büyük bir yer tutar. Lafzın lafız ile i’tilafı şiirde birbirine
anlamca yakın kelimelerin kullanılmasıdır. Her bentte seçilen kelimeler birbirleriyle
ilintilidir, “gül, sünbül, cûy-bâr, nesîm, hezâr” kelimeleri klasik retorikte baharın ve
bahar bahçesinin vazgeçilmez unsurlarıdır. İkinci bentte ise kullanılan “lâle, jâle, hâle,
âteş-i seyyâle” kelimeleri ise yine birbirleriyle ilintilidir. Yine seçilen bu kelimeler
baharın ve bahar bahçesinin unsurlarıdır. Hattâ lâle-câm, âteş-i seyyâle-câm- lâle
arasında hem renk hem çağrışım bakımından bir tenasüp vardır.

Mananın mana ile i’tilâfı sentaks kusuru işleyip, şairin yanlış anlaşılmaya mahal
vermemesidir. İncelediğimiz şiirde son bendin birinci mısraında bu türden bir kusur

11
vardır. Şâir yukarda belirttiğimiz üzere za’f-ı telif yaparak anlamı bir faydası
olmaksızın ilk bakışta anlaşılmayacak bir noktaya itmiştir.

ŞİİRİN ŞERHİ

Şiiri şerhe -yorumsamaya- girişmeden önce giriş mahiyetinde birkaç söz


söylemeliyiz.

Eskilerin deyimiyle “El-ma’nâ fî batni’ş-şâir” yani mana şâirin karnındadır. Bunun


anlamı şâirin “gerçek kastı”nın sadece kendi karnında olduğu, şiirde anlatmak
istediğini bir tek şâirin bildiğidir. Bir şiir herkese farklı çağrışımlar yapabilir. Çünkü eğri
büğrü bir aynadan yansıtılan bir şeydir şiir. Bu aynadan şâir istediği herhangi bir şeyi
yansıtır. Fakat hiçbir zaman hesaplanamayacak önemli bir unsur vardır; şâir bu eğri
aynada sadece istediği şekli mi göstermiştir? Çağrışımlarla kendini ifâde eden şâir,
istediği bir şekli kendince gösterir, fakat bu şekli okuyucu -tıpkı bulutlara baktığımızda
herkesin bir bulutu başka bir nesneye benzetebileceği gibi- şâirin kastettiğinden
farklı bir şekilde okuyabilir. Kimse okuduğundan kendi anladığının doğru olduğunu
iddia edemez; karşısındakinin görüşünü yadsıyamaz. Fakat bütün bunların arasında
şâirin birden çok kasdı var mıdır? Hayır.

Şiirin farklı insanlarca farklı dönemlerde farklı şekillerde yorumlanabilmesi


“”anlam”ından çok imlemiyle” (DUMAN, 2007) ilgilidir. Bu yüzden herhangi bir şiir
tahlili veya şerhinde, eğer istenen şâirin karnında olansa, tahlil edenin veya şârihin az
çok şâire, düşünce dünyasına, bağlı olduğu geleneğe, şâirin dönemine âşinâ olması
gerekir. Belirli vesikalarla şâirin kastı hakkındaki düşüncesini güçlendirmelidir. Bu
açıklamalardan sonra, nihayet şerhe geçiş yapabiliriz.

BİRİNCİ BENT

1-Gül hazîn... sünbül perîşan... Bâğzârın şevki yok..


Derdnâk olmuş hezâr-ı nağmekârın şevki yok..
Başka bir hâletle çağlar cûybârın şevki yok..
Âh eder, inler nesîm-i bî-karârın şevki yok..
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

(Gül üzgün, sümbül perişan, bahçenin sevinci yok. Sürekli şakıyan bülbül dertlenmiş,
kalmamış neşesi. Başka bir şekilde çağlayan akarsunun artık neşesi yok. Neşesi yok,

12
ah eder inler yerinde duramayan rüzgar . Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi
yok)

Şâirin gözünde baharın bütün unsurlarının; sevgiliye benzetilen gülün, güzel kokulu
sünbülün, güzel sesli bülbülün, ruha dinginlik veren akarsunun hoş hoş esen latif
bahar rüzgarının, ve “âşıkların bayramı” baharın, hiçbirinin, neşesi yoktur. Peki
neden? Nedenini açıklamaya Muallim Naci’den bir alıntıyla başlamadan
edemeyeceğiz.

“Bil’farz sayesinde perverde olduğu vatanından ayrılarak diyâr-ı dîğere gitmeğe


mecbûr edilmiş bir bî-çâre her adım atışında elem-i derûnîsinin tezâyüd etdiğini hiss
ede ede yolda giderken -mevsim bahâr olduğu hâlde- her hangi cihete atf-ı nazar
eylese o ciheti gönlü gibi hüzne müstağrak bulur semâda evvelce peydâ olmuş olan
bir bulutdan o aralık yağmur dökülmeğe başlar bütün dünyayı mahzûniyet içinde
görmekde olan zavallı yolcu kendisi gibi elem-zede olmayanların inşirâh-ı kalb ile
temâşâ edebilecekleri o latif sehâbeye tevcîh-i nigâh edince der ki:

O da olmuş vatan-cüdâ seyyâr


Ne hazîn ağlıyor şu ebr-i bahâr” (Naci, 1891, s. 12)

Şâir de dünyada tıpkı gurbetteki yolcu gibi kalmıştır. Dostunun ayrılığıyla şâir için
her yer hüzün doludur. Nitekim bir Arap meselinde “El-garîbu men leyse lehu habîb”;
“Gurbette olan, garip olan, seveni/sevdiği olmayan kişidir” denmiştir. Dostunu
kaybeden şâir de böyledir. Süleyman Nazîf’i gurbette “ta’zîb eden tabîatin güzelliği”
şâiri de ta’zib eder. Artık bülbül ötse feryat gibi gelir kulağına, gül açsa, akarsu
çağlasa hoş hoş esse bahar rüzgarı, ne fayda.

‫بهار آمد و یار نیامد چه فایده‬

“Bahâr geldi yâr gelmedi, ne fayda!”

Şâir son bendin dördüncü mısrasına kadar aslında dostunun olmadığı bir baharı
anlatır. Şâir için bahar mevsiminde bile bütün her şey yastadır, her şey şâire acı verir.
İlerde açıklayacağımız üzere, son bentte bütün bu hüznün sebebini açıklar.

Şâir kelimeleri bilinçli olarak seçer, bütün kelimeler “lafzın lafız ile i’tilâfı” bölümünde
de açıkladığımız üzere birbirleriyle alakadardır. Dolayısıyla şâir bu kelimeleri
kullanarak “tenasüp” (müraatü’n-nazîr) sanatı yapmıştır: “hezar, gül, sünbül, cûybâr,

13
nesîm, bahâr” bu unsurların hepsi baharla ve bahar bahçesiyle ilgilidir. Bentte
bahsettiği unsurlarda neşe olmadığını, gülün hazîn sümbülünse perişan olduğunu,
rüzgarın ah edip inlemekte olduğunu ifade etmesi de “teşhîs” (bir bakıma istiâre-i
mekniyye) sanatına örnektir.

Şâirin sünbül için perîşân kelimesini kullanması bilinçli bir seçimdir. “Perîşân”
kelimesinin iki anlamı vardır: “dağınık düzensiz” ve “muztarip, dertli kederli” şâir
perîşân kelimesini kullanarak tevriye sanatı yapmış zaten “perîşân” olan sünbül için
perişân demiştir.

Nesîm kelimesiyle sünbül arasında da bir tenâsüp vardır. Klasik Türk edebiyatında
nesim sevgilinin saçlarının kokusunu taşımaktadır, sünbül ise sevgilinin saçlarına
benzetilir.Şâir hafif hafif esen rüzgârı, yukarda da belirttiğimiz gibi, üzüntüsünden
dolayı huzursuz görür. Çünkü kendisi huzursuzdur.

İKİNCİ BENT

2-Farkı yoktur giryeden rûy-ı çemende jâlenin.


Hûn-ı hasretle dolar câm-ı safâsı lâlenin.
Meh bile gayretle âğûşunda ağlar hâlenin!
Gönlüme te’siri olmaz âteş-i seyyâlenin.
Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!

(Yeşillik ve çimendeki çiyin gözyaşıyla farkı yok, lâlenin billur kadehi hasret kanıyla
dolu. Ay bile aylanın kucağında ağlıyor! Gönlüme akıcı ateş (mecaz: şarap) bile etki
etmiyor. Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok)

Şâirin dostunu kaybetmesinden ötürü gelen delilik hâli bu bentte de devam eder -
ilerde de bahsedeceğimiz üzere şâir üzüntüsünden düzgün düşünemez doğanın bu
halini dostunun ölümüne bağlayarak hüsn-i ta’lil yapar- şâir bütün yeşillikteki çiyi
gözyaşına teşbih eder. Laledeki kızıl rengin hasret kanından geldiğini , ayın
etrafındaki “hale”den, ayladan dolayı ağladığını iddia eder. Şarabın bile gönlüne etki
etmediğinden bahseder.

Bu bentte de tenasüp sanatı bir hayli kullanılmıştır.”cam-ateş-i seyyâle-hûn-ı hasret-


lale” kelimeleri arasında tenasüp vardır. “Şekil yönünden kadehe benzeyen lale,
şarap, kan (...) cam...vs olabilir. Rengi ve şekli yönünden hayli geniş bir kullanıma
sahiptir.” (Pala, 2018). Lalenin kırmızı yaprakları için billur bir kadeh denmek suretiyle
istiare sanatı yapılmış, yine hüsn-i ta’lil yapılarak lalenin rengini hasret kanından

14
aldığını iddia etmiştir. Demin de bahsettiğimiz üzere şâir bir delilik hâlindedir ayı
halenin kucağında ağlıyor olarak görür.

Âteş-i seyyâle kelime anlamıyla, akıcı ateş demektir. Mecazen ise benzerlik
alakasıyla şaraptır. Renk konusunda şarap akıcı bir ateşe benzer. Şair ateş-i
seyyalenin şarabın bile kendine tesir etmeyeceğini söylüyor. Bu ifade bize Fuzulî’nin
şu feryadını anımsattı:

Dediler gam giderür bâde çok içdüm sensüz


Gam-ı hicrâna müfîd olmadı ol kan olmuş

ÜÇÜNCÜ BENT

3-Rûha verdikçe peyâm-ı hasretin her bir sehâb..


Câna geldikçe temâşâ-yı ufuktan pîç ü tâb..
İhtizâz eyler çemen.. izhâr eder bin ızdırâb..
Hem tabîat münfail hicrinle.. hem gönlüm harâb…
Geldi ammâ n’eyleyim, sensiz bahârın şevki yok!

(Ruha, her bir bulut senin hasret haberini verdikçe, canıma ufku izlemek sıkıntı
verdikçe, çimenler titreşiyor ve bin ıstırap gösteriyor! Hem tabiat ayrılığınla küskün,
hem de benim gönlüm yıkık! Geldi ama neyleyim sensiz baharın neşesi yok!)

Şâir her yerde, nereye baksa kaybettiği dostunun acısını hisseder. Bulutlar onun
ruhuna hasret haberini verir, ufuktan cana sıkıntı gelir, çimen titreşir ve bin ızdırap
gösterir ve nihayet şiirin üstteki iki bendi de “Hem tabîat münfail hicrinle hem gönlüm
harab” mısraına bağlanarak şiirin her mısraında geçerli bir hüsn-i ta’lil sanatı yapılır.
Yani güya gülün hazin sünbülün perişan olmasının rüzgarın ah edip inlemesinin,
çimendeki çiyin göz yaşıyla fark edilememesinin, lalenin kan renginde olmasının ayın
ağlamasının, sebebi budur.

Sonuç: Şair, bütün bir dünyayı kaybı dolayısıyla ağlarken görmüştür. Bu durumu
Naci’den yaptığımız alıntıda anlatmıştık (bknz.s.12). Hüsn-i ta’lil gibi heyecanın
ürünü olan bir edebî sanatin bütün şiire teşmili, şiire lirizm katmıştır. His ve hayâl
şâiri Üstâd Ekrem’e de bu yaraşır. Kelime seçiminde i’tilafa uymuş, bir çok Klasik
edebiyat retoriğinden aşina olduğumuz edebi sanatları kullanmış, ve yine Klasik

15
edebiyattan alışkın olduğumuz kelime oyunları yapmıştır. Sürekli yapılan tenasüp
sanatıyla okuyucu için şiirdeki atmosferin tasavvuru kolaylaşmıştır Melankoli ve
nostaljiden zevk alan, darılmak veya üzülmek için seven, kendi kudreti miktarınca
hisli şiirler yazan, Ekrem Bey’in tam da kendi doğasına uygun olarak bu şiirinde
döneminin izin verdiği ölçüde nısbî bir lirizim hakimdir. Hep yaptığı gibi ölümün
acısını hisseder ve bize hissettirmeye çabalar

Kaynakça
DUMAN, H. H. (2007). Edebiyat Bilimi Açısından Yorumsama Kuramı. İstanbul: Civilacademy.

Gölpınarlı, A. (1945). DİVAN EDEBİYATI BEYANINDADIR. İstanbul: Marmara Kitabevi.

İnal, İ. M. (1969). Son Asır Türk Şâirleri. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Mehmet KAPLAN, İnci ENGİNÜN, Birol EMİN, Zeynep KERMAN. (1997). Yeni Türk Edebiyatı
Antolojisi IV. İstanbul: Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi.

Mevlevî, T. (1994). EDEBİYAT LUGATİ. İstanbul: Enderun Kitabevi.

Naci, M. (1891). Istılâhât-ı Edebiyye. İstanbul: Şirket-i Mürettebiye Matbaası.

Pala, İ. (2018). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: KAPI YAYINLARI.

SARAÇ, M. Y. (2007). KLASİK EDEBİYAT BİLGİSİ BİÇİM-ÖLÇÜ-KAFİYE. İstanbul: Bilimevi Basın


Yayın A.Ş.

Tanpınar, A. H. (1988). 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan Kitabevi.

UÇMAN, A. (2007). TDV İslam Ansiklopedisi. İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi.

16
17

You might also like