You are on page 1of 191

Doğumunun 100.

Yılında
TANPINAR'IN HUZUR'UNDA
Musikinin Büyülü Dünyası

Yrd.Doç.Dr. Erdoğan ERBAY


Atatürk Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyat Bölümü
Öğretim Üyesi

E rzu ru m , 2001
©Copyright 2001: Bu kitabın bütün telif hakları AKTİF
YAYINEVİ'ne aittir. Yayınevinin yazılı olmaksızın
herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.

ISBN: 975 6755 47-4

Sayfa Tasarım
Suat BİN G Ö L

Kapak Tasarım
Esra BA K IR

Baskı
Bakanlar M atbaacılık Ltd.Şti.
0 442 235 48 35

A K TİF YA YIN EVİ


Ankara Cad. N akipoğlu İşh anı No: 65/15
T lf.: 0 212 511 79 74
T lf.: 0 442 218 82 94
Sirkeci - İSTANBUL
İÇİNDEKİLER

Ö N SÖ Z
G İR İŞ .................................................................................. 1
B İR İN C İ B Ö L Ü M
İH S A N .................................................... , ........................ 5
İK İN C İ B Ö L Ü M
N U R A N ............................................................................ 19
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
S U A T .................................................................................. 63
D Ö RDÜ N CÜ BÖLÜM
M Ü M T A Z ....................................................................... 147
S O N U Ç ............................................................................ 177
K alab alık larla ayn ı h ay atı p ay la şa m a y a n T an p ın ar,
fark lılığ ın ı h a y a ta y an sıtam ad ığ ı için, h a y a tın acım a­
sızlığ ın d an , sa n a tın ku cak lay ıcı d ü n y asın a sığınm ış,
h u zu ru , h u zu rsu zlu k ta arayan , m ü k e m m e liy e t en d i­
şesin in , çerçev eled iğ i kendi d ü n y a sıy la, h e r türlü
ç irk in liğ in serg ilen d iğ i h aricî alem i a y ıra n d ehlizd e
gezin en , zih n i, feret ve cem iy et m ese le le riy le d olu b ir
avared ir.
"D e v a m v e h m i" n e k u rban ed ilm iş b ir h ay atı, doğu
v e b a tı m ed en iy etin i teşkil e d e n u n su rlarm tam am ını
terk ip le d o ld u ran bu terkip ad am ı, a m a n e v î olanla
m o d e m olan ın , birbirin d e n asıl sü re k lilik k azan a­
cak ların ı izah a çalışm ıştır. F e rd î k o p arılm ışlık ları,
aslın d a tam am ıy la m ed en iy etin m ah su lü bir p ro b lem
o la ra k a la n T an p ın ar, y aşan m ışlık la rı da, m u sikin in
ah en g iy le b erab er, k a in a tın e b e t d ilin d e m ü şah h as
b ir hal kazan arak, so n su zlu k g ö ğ ü n d e "b illu r bir
a v iz e " gibi d u ran zam an a k arşı, in san o ğ lu n u n h ü ­
k ü m ran lığ ın ı ilân edip, k en d isin i zam an ın su ltanı
say d ığ ı, m ağ lu b iy et an ların ın tescili olarak kabul
ed er.
V arlığ ı, m u sik in in m ü cerred d eğ irm en in d e öğ ü ten
T a n p ın a r, çev re id rak in in zirv e sin d e, d o k u n d u ğ u her
şeyi sih irli b ir d ü nyaya çe v ire n m u sik iy i, esraren g iz
b ir m alzem e olarak k u llan m ıştır. İşte bu çalışm ad a
g erçe k le ştirm ey e g ay re t g ö sterd iğ im iz şey,
T a n p ın a r'ın H u zu r ro m an ın d a, m u sik in in zam an,
m ek ân v e şah ıslar açısın d an ü stlen d iğ i soru m lu lu ğu
ortay a koy m ak tır. S ö y lem ey e c e sa re t ettiğ im iz şeyler,
d o ğ ru la r değil, aksin e sa n a tın sü b jek tifliğ in e sığ ın ­
m ak tır. K en d i d oğ ru ların ı, m u h tem el d iğer ip u çları­
n ın yak alan m asın ı e n g e lley en b ir p erd e o larak ku l­
lan m ak arzu su n d a çak ılıp k a la n la rd a n değil, bey az
b ir zem in ü zerin d e sim siy ah b ir n o k ta olm ak isted ik .
T a n p ın a r'm m u sikisi, "T u tu n a m a y a n la r" için hü ­
zü n lü se v d a la rın adıdır.
E rd o ğ an E R B A Y
E rzu ru m - 2001
'Tanpınar’ın Pûızur'unda

G İR İŞ

Roman, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başla­


rında klasik tavrını değiştirmeğe başlamış; romanlar,
okuyucunun alıştığı zaman, mekân ve olay örgüsünün
şekillendiği üçlü çatının dışında farklı teknikler kullan­
maya yönelmiştir. Klasik roman toplumda aksayan yön­
leri düzeltmek, insanları iyiye doğru götürmek, ahlâkî bir
yapı oluşturmak gibi, ana çerçevesi belli, geneli alan, fa­
kat ferdin dünyasını yeterince tahlile m eyilli olmayan bir
karakter taşırdı. Bu tarzın dışına çıkmak, romanı, toplu­
mun aynası olm anın yanında, ferdî ıstırap ve ihtirasları
da yoklayan bir tür çerçevesinde düşünmek isteyen
M.Proust, H.Jam es, J.Joyce, F.Kafka, V.W ollf gibi
modernist romancılar, insanın ruhuna ve onun şuur altına
yöneldiler: "Bundan ötürü de özellikle olay örgüsünden
'Erdoğan tEr6ay 2

sıyrılma çarelerini arayan m odem ist roman, şiire ya da


müziğe yaklaşmaya çalışır." 1
Romanın, şiir ve musikîye yaklaşma gayretleri ilk
kez Fransız edebiyatında, 20. yüzyılda Romain Rolland
tarafından denenir. Bir tek olayı değil, duyguyu dikkate
alan müzikal roman, romanda ideal bir tip sunmak ye­
rine, bir insanın günlük hayatı içerisinde takınabileceği en
tabii hali ortaya koyma gayreti içerisindedir. Bu düşünce­
den yola çıkarak, Tanpm ar'ın Huzur'una bir yaklaşım
denemesinde bulunm ak istiyoruz.
Tuna Erdem'in, Romain Rolland'dan naklettiği şu
cümleler, Tanpm ar'ın "H uzur" romanına, müzikal açıdan
bakmada yol gösterici olacaktır: "M üzikal roman ya da
müzikal şiir için ön gördüğüm sanat türünden size daha
önce söz etmiş miydim? Biliyoruz ki geleneksel romanın
malzemesi öncelikle olaydır, ya Fransız sanatında klasik
tragedyadan çağdaş romana uzanan çizgide gördüğümüz
gibi tek bir olay, ya da bir yaşamı veya birbiriyle ilintili
pek çok yaşamı yansıtan olaylar dizisidir. Müzikal roma­
nın malzemesi ise duygu olmalıdır; en genel, en insansı
çizgileriyle ve tüm yoğunluğuyla duyguyu dile getirme-

1 B em a M O R A f^ T ü rk Romanına Eleştirel B ir Bakış 2, İletişim Y ay ., İst., 1990,


s.198.
Tanpınar’ın tHuzıır'ırnda _________ _________________ __ 3

lidir. Bu roman türünün bütün bölümleri güçlü ve genel


bir duygudan doğm alıdır."2
Müzikal rom anla ilgili yukarıda sıraladığımız özel­
likleri dikkate aldığımızda Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
"H uzur" romanı bu özellikleri taşıyan, Türk Edebi­
yatın d a önemli romanlardan biridir. Bu nedenle, romanı,
musikî unsurlarının olay örgüsü, zaman, m ekân ve kah­
ramanlar açısından üstlendiği fonksiyonları dikkatlere
sunmaya çalışacağız. Yapmaya çalışacağımız değerlen­
dirme, Huzur'un üslûbundan kaynaklanan, kelime ve
cümlelere yüklenen müzikalite değil, bizzat musikî un­
surlarının nasıl kullanıldığıdır. O bakımdan, Huzur ro­
manında geçen ve Tanpınar'ın çok müracaat ettiği bazı
Klasik Türk sanat musikîsi makamlarının çok kısa tarifle­
rini vermek yerinde olacaktır. Ayrıca Huzur' daki musikî­
nin halk ve sanat musikîsi olarak ikiye ayrılacağını, bu­
nun da rom andan alınan bazı örneklerle izaha çalışaca­
ğını belirtelim.

2 Tuna E R D E M , (Prof. D r.), “Müzikal Roman vc Proust”, Frankofoni, Ortak Kitap


No: 10, Ankara. 1998, s.21.
Tanpınar’ın Muzur'unda 5

B İR İN C İ B Ö L Ü M

İH S A N

Yaşadığı devrin buhranlarını yakından izleyen ve


bu izleyiş neticesinde, karşı karşıya bulunduğu manza­
raya olur diyemeyişin getirdiği ıstırabı ruhunun derin­
liklerinde hisseden Mümtaz, hali değil maziyi terennüm
eden, kendi zamanını değil de başkalarına ait zamanı id­
râke çalışan, ruhunu değil, başka ruhlara ait serüvenlerin
peşinden koşan bir kahramandır. Ecdadının, maddî ve
manevî açıdan zirveye ulaştığı devirlerin rüyasını görüp,
bu güzel rüyayı bir kez daha hâlde devam ettirme hülya­
sına kapılan Mümtaz, başlangıçta ne kadar idealist taraf­
larıyla ön plâna çıksa da, iç huzurunu engelleyen ve "bir
huzursuzluğun rom anı" m yazan bir insan sıfatıyla karşı­
mızda durmaktadır. Bu iç huzursuzluğun sebebi ya da
sebepleri, harici aleme aittir. Bunlar İhsan'ın hastalığı bir
Erdoğan <Er6ay 6

savaşın başlama ihtimali, Suat'ın intiharı ve son olarak,


N uran'ın M ümtaz'dan ayrılışıdır. Bu olumsuz hadiseler,
M üm taz'ı her zaman kendi dünyası ve harici alemde va­
rolan meselelere karşı lâkayd bırakmıştır adeta.
Yaşadığı ve bizzat gördüğü gündelik hayatta, her
şiir güzel sesli bir bülbülün, insanı kendinden geçiren bir
teferruatın, hülâsa hayata mana veren güzelliklerin kay­
bolduğunu gören insan, bütün olumsuzlukları ve mazinin
hatıralarını, her sesinde binlerce tedâinin feveran ettiği
musikî ile telâfi etmeye çalışır.
Huzur'da musikî, acı-tatlı, güzel-çirkin, bütün
geçmiş hatıraları günümüze taşıyan çok önemli bir un­
surdur.
Musikî, Mümtaz'ı evvela çocukluğuna oradan da
geçmişe, hatıralara götürür. Musikî ile mekân aynileşir.
Bütün bu unsurlar, dış görünüşleri itibariyle perişan, fa­
kat iç alemleri açısından, ihsas ettikleri sesler yönünden,
güzel ve muhteşem bir dünyanın, geçmişin hasreti ile
doluydular ve hasreti terennüm ediyorlardı:
"İki k a tlı, fakat o küçük spor otomobilleri gibi ne­
redeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin pencere­
sinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmış
Tanpınar’ın Muzur'unda 7

kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türkü­


sünü dinledi:

A ç kapıyı bezirganbaşı, bezirganbaşı


Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?

Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri-


başları perişandı. Bir zam anlar Hekimoğlu Ali Paşa'nın
konağı bulunan bir mahallede bu hayat döküntüsü evler,
bu fakir kıyafet, bu türkü ona garip düşünceler veriyordu.
Nuran, çocukluğunda bu oyunu muhakkak oynamıştı.
Ondan evvel annesi, annesinin annesi de aynı türküyü
söylemişler ve ayru oyunu oynamışlardı (s. 20) *
Hangi zaman diliminde yaşarsak yaşayalım, bizzat
sahip olduğumuz değerleri temsil eden, ruhunda o de­
ğerlere yer ayıran insanlar ararız. Mümtaz'a göre musikî
özellikle de türkü, ezelden ebede bitmeyen bir senfonidir.
Aynı türküyü söyleyenler, zaman içerisinde, halef veya
selef olsalar da, fizikî görünüş, ruhî duyuş itibariyle te­
rakki ve tedenni etseler de, aynı kaderi paylaşan insan­
lardır. Asırların eskitemediği türkülerimizde, hem en her

" Alıntıların tamamı, (Ahmet Hamdi T anp ınar, Huzur, Dergah Yay., îst., 2 000,
391 s.) romanından alınmıştır.
‘Erdoğan <
E r6 a y _______ ______________________ _________ ___ 8

devirden bir koku, hemen her fertten bir lezzet vardır.


Her devrin insaru ayru türküye kendi hüznünü, kendi
neşesini katarak, bir milletin hafızası haline getirmiştir.
Hissedip söyleyemediklerini, duyup duyuramadıklarını
türkülere dökmüş olan, aynı türkünün çocuklarıdır.
Mümtaz'a göre gerçek dünya, gerçek hayat, halen yaşa­
nan değil, asırlar ötesinden terennüm edilen, kulaktan
kulağa fısıldaman dünyadır, hayattır: "D evam etmesi lâ­
zım gelen, işte bu türküdür. Çocuklarımızın bu türküyü
söyleyerek, bu oyunu oynayarak büyüm esi; ne
Hekimoğlu Ali Paşa'nın kendisi, ne konağı, hattâ ne de
mahallesi. Her şey değişebilir, hattâ kendi irademizle de­
ğiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bi­
zim damgamızı basan şeylerdir." (s.20-21)
Huzur'da, huzuru sağlamanın yegâne yolu musi­
kîdir. Çerçevesi içine sıkışıp kaldığımız geometrik şekiller
ne olursa olsun, türkünün söylendiği makâm, ne gibi hu­
susiyetlere sahip görünürse görünsün, mesele türkünün
kendine mahsus havasının değişmemesidir.
Huzur romanının ilk bölümünde, Anadolu'dan
büyük kente, büyük adam olmak için gönderilen, ancak
bu yolda önüne çıkabilecek engelleri aşması için, baba ve
anne gibi iki değerli varlığı elinden alınarak, tek başına
1anpınar’ın 9(uzur’unda .. 9

ayakta durmaya zorlanan Mümtaz, annesinin hasta yata­


ğının başında beklerken, dışardan gelen bir çocuk sesi ve
güzel bir türkü, ona hem hüzün, hem neşe getirir. Akşa­
mın kararmaya başlayan yüzü ile annesinin hastalığı ara­
sına bir hançer gibi saplanan türkü: "A kşam oldu mu
pencerenin yanma otururdu. Kaç gündür sokakta küçük
bir çocuk peyda olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe
veya başka bir kap, evlerinin önünden, türkü söyleyerek
geçerdi. Mümtaz, daha sokağm başında iken onun sesini
tanırdı.

Akşam oldu yakamadım gazımı,


Kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı,
Doya doya sevemedim kuzumu
Ben ölürsem yavrum seni döverler.

Mümtaz, annesinin her başını kaldırdıkça, üstüne


dikilmiş bakışlarında bu türkünün güftesine benzer bir
manâ bulunduğunu zannederek içi sızlardı. Bununla be­
raber onu dinlemekten de vazgeçemezdi. Çocuğun sesi
güzel ve gürdü. Fakat henüz çok küçük, onun için tam
nağmenin ortasında ağlayışa benzeyen garip yırtılışları
olurdu." (34)
lErdoğan <Er6ay 10

Küçük çocuğun söylediği türküler, M ümtaz'ın, ru­


hen bunaldığı, şaşırdığı anlarda dile gelmektedir. Çocu­
ğun, mekân değiştikçe değişen melodisi, türkü havası,
M üm taz'ın hâlet-i ruhiyesinde akislerini bulur. Aynı ço­
cuk sesi, bir yerde Mümtaz'ı hüzne boğarken, bir başka
mekânda onu hayatın şevkiyle canlandırır. Mümtaz; mu­
sikî parçalarında İzm ir'in Kordonboyu'nda başlayıp, ba­
basının, nedenini bilmediği öldürülmesi olayına kadar
geçen zamanın, bazan ışıl ışıl yanan gözlerle, yaşadığı
güzel günlerin heyecan ve saadetini yeniden teneffüs
eder; bazan da çocuk muhayyilesinde bir türlü gerçek
m anasını yükleyemediği, hayatın tahammülü güç, hüzün
ve keder dolu bir dünyanın kapısına dayanır: "Evlerinin
biraz ilerisinde, aşağıya doğru giden sokağın tam başında
türkü değişirdi. Ses birdenbire yükselir, aydınlanırdı. O
kadar ki, evlerin duvarlarında, yolun üstünde, hattâ ha­
vaya çarptıkça sanki çok parlak akislerle kırılırdı:

Şu İzmir'in minaresi sedeften, annem sedeften


Sen doldur, ben içeyim kadehten, am ıem kadehten...

Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün he­


nüz manasını dahi kavramadığı kederlerin içinden çıkar,
Tanpmar’ın iHuzur’unda ____ ____ ____________ ___________ 11

birdenbire çok ışıklı, taptaze, fakat bununla beraber yine


hasret ve ıstırap dolu başka bir dünyaya giderdi. Bu, bir
ucu İzm ir'in Kordonboyu'nda başlayan, öbür ucu babası­
nın hiç anlayamadığı ölümünde biten dünya idi." (s.34-
35)
Aynı kişi tarafından söylenen iki ayrı türkü,
M üm taz'a iki ayrı dünya hissettirirken, henüz çok küçük­
ken, bir çok hadiseyi yaşayan çocuğu bir başka hüzünlü
dünyaya taşır: "K im olduğunu bilmediği, fakat annesinin
de işiteceği korkusu ile ürpererek yolunu beklediği çocuk
geçince, Mümtaz için gün denen şey kapağını kapatı­
yordu. Ondan sonra da tâ ertesi akşama kadar yekpare
bir zam an vardı." (s.35) Yani, "Yekpâre bir zaman gün,
saat, m evsim ."
Musikî, aynı zamanda, geçmiş devirlerin hikâyesi­
nin bütün teferruatıyla anlatıldığı eserlerdi. Geçmişle ha­
lin buluştukları ortak nokta, aynı zamanda hatıraların,
unutulmaz terennümlerini sonsuza kadar yaşatan canlı
bir hayat, ama sessiz, fakat her şeyin farkında: "Ö bür
mecmua bir şarkı defteriydi. Şarkıların üstünde makam­
ları, bestekârlarının adları yazılıydı; hepsi meyanları hiç­
bir sadayı ve heceyi unutmadan tekrarlıyorlardı: Pembe,
mavi, beyaz, sarı kağıdarda, satırların tebeşir yeri hâlâ
Erdoğan E r Say 12

görülür şekilde, muntazam, âdeta nar gibi, diş diş yazıyla


yazılmıştı. Sonuna doğru hoşa giden bazı beyitler kayde­
dilm işti." (s.49)
Tanpınar için musikî, bir başka yerde, bir devrin
bütün hususiyetlerini ve geçmişe, kaybedilene hasretin
sazı oluverir: "M üm taz'ın kafasında Abdülmecit devri
bütün sazlarını çaldı. Daha altta çok kalın kalem ve bir
türlü kendini idare edem eyen bir elle yazılmış olan bir
beyit geliyordu:

Gül nerde, bülbül nerde


Gülün yaprağı yerde." (s.50)

Musikî, bir yanıyla da, harici alemde yaşanan teza­


dın aynasıydı. Fiziki görüntüsüyle çaresizlik ve perişanlı­
ğın hüküm sürdüğü sokaktan, alaturka musikî ile alaf­
ranga müziğin, birisinin mana yüklü mütevazı terennü­
müyle, diğerinin insan kulağını tırmalayan gürültüsünün
mücadelesi yankılanıyordu: "Fakat bu küçük sokağın
garip tezatları bir değildi. Biraz ilerde bir dükkanda çalı­
nan Darülelhân plâğmdan bir Nevakâr, hemen karşısın­
daki gramofonun ağız dolusu fışkırdığı bir fokstrotun
arasından, sağanak altında kalmış bir gül bahçesi gibi
Tanpınar’ın 'Huzurunda 13

kendi ledünnl dünyasını açıp kapıyordu. Mümtaz ikindi


güneşinin altında bütün uzunluğunca, âdeta dikilmiş his­
sini veren, "öylece gözlerine batan sokağa baktı. Bir yığın
eski eşya, karyolalar, kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık
paravanalar, m angallar yol boyunca iki tarafta üst üste
yan yana diziliydi." (s.54).
Huzur'da, her ferdin bir musikî dünyasının varlı­
ğına şahit oluruz. Her ferdin, her toplumun, her devrin
birer birer, ya da topluca yaşadıkları hayatların teferrua­
tını bir musikî parçası destanlaştırır. Her musikî parçası,
ortaya çıkışından başlayarak, bugüne gelinceye kadar, her
fert ve her devre ait hayat parçalarını bir araya toplayarak
bir mozaik meydana getirmiş yapının adıdır..
Bugün yaşadığımız hayat, herkesin ve her zamanın
musikî havası içinde değişmez bir yapıya kavuştuğu an­
dır. Eski diye hayatın dışına itilmeye çalışılan şeyler, as­
lında yeniyi yapan temel unsurlardır. Teşekkül etmiş bir
tablonun renklerinde, kokularmda, çerçevesinde asırların
ötesinden akıp gelen hayatların payı vardır. Günlük ha­
yatın kargaşası arasında araya giden detaylar, teker teker
her ferdin, daha sonrada toplum ferdiyetinin aslını mey­
dana getiren unsurlardır. Hayat, gelip gidenlerin, sese
yükledikleri hatıraların bütünüdür. O halde idrak edilen,
‘Erdoğan <ErSay 14

ortak bir hayatın iç içe yaşanmışlığıdır: "E n hazini sadece


oraya düşmeleriyle bir facia teşkil eden yatak ve yastık­
lardı. Yatak ve yastık... Kaç türlü rüya ve kaç cins uyku
vardı burada... Fokstrot boşanmış ve zembereğin bir hırıl­
tısı içinde kayboldu, hem en yerini insanın ancak böyle bir
tesadüfle karşılaşacağı cinsten bir türkü aldı: "Çam lıca
bağları..." Mümtaz M emo'yu tanıdı. Abdülhamid devri­
nin son günlerinin bütün hüznü Haliç'te boğulan bu Har-
biyelinin hatırasında yaşıyordu.
Ses bu hayat artıklarının üstünde geniş, aydınlık
bir çadır gibi açılmıştı. Bu küçük sokağın ne kadar üst
üste, girift bir hayatı vardı. Nasıl bütün İstanbul, her çeşit
ve her türlü modasıyla, en gizli, en umulmadık tarafla­
rıyla buraya akıyordu. Sanki eşyanın, atılmış hayat par­
çalarının yaptığı bir romandı bu. Daha doğrusu, yaşadı­
ğımız hayatın, ferdî hayatımızın altında, herkesin ve her
zamanın hayatı, iç içe, koyun koyuna, güneş altında de­
vamlı hiçbir şey olmayacağını göstermek ister gibi buraya
toplanmıştı." (s.54-55)
Tanpınar için her şeyin bir hikâyesi vardır. Hayat
hikayeler üzerine kurulmuştur. Tabii olarak bütün hikâ­
yeler hüzünlüdür. İstikbâle kalabilenler, mazide yaşam a­
sını bilenlerdir. Mahur Beste'nin 4 e bir hikâyesi vardır.
'Tanpınar’ın ^Huzurunda

Mümtaz ile N uran'ı birbirine yaklaştıran, daha başka bir


ifadeyle, Mümtaz 71 Nuran'a meylettiren sebeplerden biri
ve en önemlisi Mahur Beste'dir. Zira M ahur Beste,
N uran'ın dedesi Talât Bey'in eseridir. Hatıralar zincirinin
ilk halkası Mahur olduğu için, bağlanan zincir halkaları­
nın hepsi de Mahur'dan miras yoluyla aldıkları vebali
taşımaktadırlar. Eserin yazılışı ile, Nurhayat Hanım'ın
vefatının aynı geceye rastlamış olması da hüzünlü neti­
ceyi doğuran önemli nedenlerden birisidir. Güzel ola­
masa da, Mahur Beste'nin hikâyesi şudur: "Ç ünkü Mahur
Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı
çığlıklardan biriydi. Eserin kendi m acerası da garipti.
Talat Beyin karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir binbaşı ile
sevişerek kaçınca , Mevlevi muhibbi olan Talat Bey bu
eseri yazmıştı. Hakikatte tam bir fasıl yapm ak istiyordu.
Fakat tam o esnada M ısır'dan gelen bir dostu Nurhayat
Hanım ın öldüğünü haber vermişti. Daha sonra ise bu
ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenmişti.
M üm taz'a göre Mahur Beste D ede'nin bazı beste ve se­
m aileri gibi, Tab'î Efendinin Bayatı yürük semaisi gibi
hususî yürüyüşü olan, insan, büyük manasında kaderle
karıştıran bir parçaydı. Onu Nuran'dan, büyükannesinin
hikâyesi ile beraber dinlediği zamanı çok iyi hatırlı­
'Erdoğan <Er6ay 16

yordu... Mümtaz uzun zaman etrafa çöken hüznün, o


hatıra renkli ışığın bu akşamdan mı, yoksa besteden mi
geldiğini anlayamamıştı." (s.56)
Mahur Beste, tarih boyunca bir milletin bütün un­
surlarını bir araya getiren, geçmişi, geleceği ve hali bir
hüviyet âbidesi olarak yaşatan , canlı ve ortak bir kaderin
ifadesidir. Mahur Beste; ecdadm hüznü, kederi, sevinci,
saadeti, tarihî, kültürü hülâsa medeniyeti. Bugünün nesli
için, maziye ait değerler zincirinin, yekûn hattına çekilen
bir hasretin ismi olein Mahur Beste, dünle bugünü, yarma
taşıyan hüznün ve heyecanın ortak bir noktada buluş­
tuğu, m illetin ortak kaderidir. Aynı şekilde, beşeri hisleri,
ilk insandan ebediyete kadar en geniş şekilde tegannî
eden, tellendiren musikî, dünkü insanın, hayat ve hadi­
seler karşısındaki tavrının, bugünkü insanda da benzer
şekillerde tezahür edeceğinin belgesidir. Musikî, dünle
bugünün, hatıralarda yaşayanla, şimdiyi idrak edenin
buluştuğu ortak bir kader noktasıdır:
"Şu dakikada iyi bir Bonnard'ırı karşısında bu­
lunsa, yahut Beylerbeyi sarayının üst katından denize
baksa, Tab'î Mustafa Efendi'den bir beste dinlese veya
çok sevdiği Sihirli Flüt'ü çalsalar, yine buna benzer şeyler
duyacaktı." (s.58)
Tanpınar’ın 9~(uzur’unda 17

Zira Mümtaz, çevresinde gördüğü her şeyi, şehir


hayatının bir parçası olarak yorumlar, her şeyi kendi ha­
yat tecrübelerinin penceresinden görür.
Mümtaz'ı huzursuz eden, içini delen hatıralarıdır.
Zira bu huzursuzluk, kendini terk eden kadının çehresine
bürünmüş bir hüviyetle ortaya çıkıyordu. Bütün olaylar,
fon ve renklerini M ümtaz'ın ruhundaki anzalardan alı­
yorlar. Ve bütün olaylar, bir orkestranın unsurları gibi,
her biri kendi havası içindedir:
"Fakat bununla da kalmıyordu. Küçük ve çoğu, asıl
fon ve rengini M ümtaz'm ruhundaki arızalardan alan
hâdiselerin çizgi çizgi yaptığı, adeta etine yapıştırdığı bir
yığm Nuran daha vardı ki, hepsi mahpus olduğu derin­
liklerden kurtulup suyun yüzüne çıkmaya, oradan
M üm taz'm hayatını idare etmeye fırsat arıyorlardı. Bunla­
rın hepsinin ayrı ayrı, bir YVagner operasının şahısları
gibi, hususî havalarla gelişleri, onun içinde uyanışları
vardı. Hepsi uzviyetini, şiirlerini ayrı hadlerde çıldırtarak
zapt ederlerdi." (s.60)
Huzur romanının "İhsan" bölümü, Ihsan'dan çok,
Mümtaz'm, musikî eşliğinde hatıralarına ve başkalarma
ait zamanlara gidiş gelişleriyle sona erer.
‘Erdoğan <Er6ay 18
Tanpınar’ın ^Huzurunda 19

İK İN C İ B Ö L Ü M

NURAN

Bu bölümde musikî, Nuran'ın karakterinin dikkat­


lere sunulması esnasında, M ümtaz'ın Nuran'a neden aşık
olduğunu, onu niçin beğendiğini bütün yönleriyle ortaya
koyan ifadelerde bulur. Çünkü Nuran, Türkçe'yi, sıradan
bir iletişim vasıtası hüviyetiyle telakki etmez. Dil de asır­
ların ötesinden gelen, kendi kaideleri çerçevesinde yaşa­
yan, güzel bir sanat abidesidir: "M üm taz için kadın gü­
zelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri, İstanbullu olmak,
öbürü de Boğaz'da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük
şartının tıpkı tıpkısına Nuran'a benzemek. Türkçe'yi
onun gibi teganni edercesine konuşmak..."(s.75)
Zerafet kadına mahsustur. Hayat da, zarif üslupla­
rın sokak sokak, mahalle mahalle ördüğü dilimin adıdır.
‘Erdoğan ‘ErSay 20

Bu dilimi ayrıcalıklı kılan ise, konuşması da ahenkle şe­


killenen Nuran'm yaşadığını, üslubunca yaşamasını bil­
mesi, yaşamaya yakışmasıdır.
Benliğimizi yapan unsurların başında musikî gelir.
Her nesil, maziden miras olarak aldığı değerler üstüne,
kendi türküsünü de nakşederek, asırlar sonrasına, ne za­
man ve kim tarafından açılacağı bilinmeyen bir devre
postalar. Şartlara bağlı olarak, zevkleri değişen sonraki
nesiller, zevk ve mahrumiyet içinde çevrelerinde bulunan
değerleri gözden kaybedip ruh açlığı ile kıvranırlar.
M ümtaz'm Sabih'le konuşurken söyledikleri, bunu açıkça
ortaya koymaktadır: "Plakları buldun mu ? — Buldum.
Ama biraz eski. Fakat asıl bilmediklerimiz, hiç tanımadı­
ğımız parçalar var; İhsan ki bu işe o kadar meraklıdır, o
halde mevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biri çıksa
da şunları tanıtsa, notaları neşredilse, diskleri yapılsa...
hülâsa,- şu piyasa musikîsinden bir parça kurtulsak! Dü­
şün bir kere, Dede gibi bir adamı yetiştirmişsin, Seyid
Nuh, Ebubekir Ağa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, mu­
azzam eserler vermişler. Benliğimizin bir tarafı yapılmış.
Sen farkında değilsin; ruh açlığı içindesin. Felâket şurada;
bugünkü nesil ortadan çekildi mi, çoğu ezbere olan bu
Tanpınar’ın 9(uzu.r’unda 21

eserler kaybolacak. Meselâ tek başına Münir Nurettin'in


bildirdiklerini düşünün." (s.79)
Usta-çırak ilişkisi içerisinde, sözlü olarak asırlarca
devam eden musikimiz, m edeniyetim izin de bir özelliği
kabul edilerek, kağıda geçirilmediği, yazılmadığı, zabt u
rabt altına alınmadığı için, bugün büyükleri yapan bir çok
teferruatı kaybetmişizdir. Sabrın meyvesini yemek yerine,
hazırın rahatlığıyla sarhoş yeni nesiller ise, yeni bir me­
deniyetin bencillik kusan ağzmdan içtiği küçüklük
kompleksiyle, ananeviliği hor görmüş, yeninin peyinde,
sonunun nereye varacağmı da hesap etmeden, koşup
durmuştur. Kendisinin yaşadıklarını değil, başkalarının
yaşadıklarını, kendisinin de yaşadığım zannederek, ha­
yali veya hakiki hislerini, önüne konulanın işportasmda
tüketmiştir. "İz sürm em iş", kendisine yeni yollar aramış­
tır.
Adile Hanım, musikî ile hiç ilgilenmeyen bir tiptir.
Musikî dahil her şey, onun için zamanı doldurmanın yo­
ludur: "O na göre musikî ve her şey şu zaman dediğimiz
boşluğu doldurmak içindi." (s.80)
Roman kahramanları arasmda, musikiye, özellikle
de alaturka musikiyi, gezmeye alıştığı sularda istediği
serbestlikle dolaşabilen bir aşina gibi değerlendiren Adile
Erdoğan <Er6ay 22

Hanım, aynı zamanda, sonraki bölümlerde karşımıza çı­


kacak, mazi peşindeki insanların zıt, ama silik bir karak­
teri olarak hazırlanmıştır. Onun, musikiye bakışı, dediko­
duya bakışından farksızdır. Zira Adile Hanım 'ın musi­
kiye karşı takındığı bu tavrı, romana şuurlu şekilde ha­
zırlamış, onu, kültür yapısı içerisinde musikiye yabancı
bırakmıştır.
Romanın bu bölümünde, Adile Hanım 'ın İclâl'i ta­
nımaması, onun musikîden fazla anlamamasına bağlıdır.
Zira Huzur romanında insanlar, kahramanlar, hatta mazi,
hal ve istikbal, sahip oldukları musikî hususiyeti ile kıy­
m etlidirler. Kahramanların birbirleriyle ilgileri yahut ilgi­
sizlikleri tamamen musikîye bağlıdır. Nuran'ın İclâl için
söyledikleri bunun ifadesidir: "İclâl başka...dedi. O on
dört sene piyanoya çalıştı. Konservatuara devam etti.
Gerçekten anlar ve sever.
Nuran akrabası için mübalağa etmiyordu. Genç kız
daha şimdiden bir musikişinas sayılabilirdi. Fakültedeki
tahsiline kadar öğrendiği her şeyi unutmuş, yalnız musikî
duruyordu. Âdeta nağmeden bir dünyası vardı." (s.81)
Nuran, ne alaturka, ne de alafranga musikîden an­
lamadığını söylerken, kendisiyle ilgili bir hususu da dik­
katlere sunar. Zira musikî Nuran için, sonradan kazanılan
Tanpmar’ın 9(uzur'unda 23

bir vasıf değil, tarih içinde, nesilden nesile intikalle,


Nuran'a miras kalan bir ruh hali, bir hayat tarzı, bir tec­
rübenin adıdır. Nuran'ın gülüşü dahi, Mümtaz için, her
şeyin içine sinmiş, bütün hadise ve eşyaları bu gülüşün
anaforunda yakalamanın hazzını tatmak gibi bir zevk
getirir: "Bundan sonra ister istemez, evindeki plâkları, o
Ferahfezâları, Acemaşiranları, Nühüftleri, tesadüf ettiği
her şeyi yaldıza, bahar kokusuna boğan, onlara kendi
uyanışındaki sıcaklığı geçiren bu gülüşün arasından ve
onunla dinleyecekti." (s.82)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mümtaz vasıtasıyla doğu
insanının karakterini verirken, doğu insanının en ciddî
meselelere dahi yaklaşım tarzının mistik hususiyetler or­
taya koyduğunu hissettirir. Karşı karşıya kaldığımız bir
hadisenin halledilmesi için, varlığın ve mantığın rehberli­
ğini değil, geçmişin güzel hatıralarını arkadaş kabul ede­
riz. Musikînin, herkesi ve her şeyi taşıyabilen nazik ve
derunî kanatları, bizi de m usikî şelalesi altında teskin
eder: "-Biz, dedi, konuştuk... Bizim memlekette en rahat
yapılan iş de budur, konuşmak. Sonra dostlarına karşı
haksızlık etmemek için ilâve etti: — Ama güzel şeyler ko­
nuştuk. İhsan da gelmişti. Hem en hemen dünya işlerinin
yansını hallettik... Gece de bir âlâ ney dinledik!
Erdoğan Erbay 24

— Kimden. — Ressam Cemil'den...Emin Beyin talebesi!


Bize bir yığın Saz semaisi, eski Mevlevî âyinlerinin teren­
nümlerini çaldı." (s.106-107)
Tevfik Bey Nuran'ın dayısı, Talat Bey de, anne tara­
fından büyük dedesidir. Mümtaz, Tevfik Bey'den Mahur
Beste'yi dinlemiş, onu çok sevmiştir. Birisi, Mahur Beste
ahengine dışardan katılmış olmakla huzurlu, diğeri, bu
havayı teneffüs ederek büyüdüğü halde vurdumduymaz
davranmakta, huzursuzdur. Çünkü hatıralar, birileri için
geçmişten saadet rüzgarları estirirken, diğerleri için ha­
tırlanmak istenm eyen hadiselerin viranesi olurlar. Mahur
Beste, bir neslin, bir sülalenin, dolayısıyla N uran'ın kor­
kularım besleyen kaynak olmuştur. Nuran'ın, M ümtaz'ın
aksine "aklı" ile yaşamak isteyişi buna bağlıdır: "M ahur
Beste'nin benim üzerimde tesiri çok başka türlü oldu.
Beni büyük annemin yaptığı hata korkuttu. Bizim ailede
ihtirasları yüzünden etrafını muzdarip eden çoktur. Ço­
cukluktan beri büyük anneme benzetirler, onun için bü­
yük annemi çok düşündüm. Belki de bu yüzden hisle-
rimden ziyade aklımla yaşamak istedim. Fakat ne çare,
talih istemeyince.... Çocuğum yine bedbaht oldu." (s.109)
M ümtaz'm Nuran'a olan ilgisi tamamen Mahur
Beste'ye bağlıdır. Çünkü Mahur Beste, aşkm ve ölümün,
Tanpınar’tn Muzur'unda 25

unutulmuş hayat şarkılarının terennümü gibi görünür.


Mahur Beste, asıl sahibinden dinlenmeliydi: "Bana Mahur
Beste'yi bir gün söyler misiniz? Sesinizin güzel olduğunu
biliyorum. Zihni hep Mahur Beste'de, aşkın, ölümün bu
garip ve zalim terkibinde idi. Nuran kısaca "olur" dedi,
"b ir gün söylerim " Sonra ilave etti: — Bilir misiniz, ben
sizi hiç yabancı saymıyorum. O kadar çok müşterek tanı­
dık var ki arada." (s.110)
Huzur'un, Nuran'ı adeta her uzvu ile musikîdir.
Musikî konusunda sahip olduğu güzellikler ya da hatıra­
lar mirastır. Zira o, eski musikîmizi bir zincirin halkaları
gibi, birbirini takip eden zaman bölümleri içerisinde
ecdaddan uzanan bir nağme özelliğiyle uzviyetinde taşı­
maktadır.. Mümtaz'la, musikî sohbeti esnasında söyle­
dikleri bunu açıkça ortaya koyar: "Bizde eski musikî aile
yadigârıdır, dedi. Baba tarafından Mevlevî, anne tarafın­
dan Bektaşiyiz. Hatta annemin dedesini İkinci Mahmut
M anastır'a sürmüş. Eskiden esirmiş de küçükken her ak­
şam fasıllar yapılır, büyük eğlenceler olurdu." (s.118)
Eşya ve olayların geçmişi çok önemlidir. Çünkü
çevremizdeki her şey, bugün bize görünen şekliyle bera­
ber, sahip oldukları hatıraları bir musikî ahengi ile su­
narlar. Mümtaz, çevresindeki her şeyin kendi şarkısını te-
'Erdoğan (Erbay 26

rermüm ettiğini, güzelliklere sahip olduğunu gösterir:


"M üm taz, hiç istemeden girdiği bu karışık bahisten çık­
mak ister gibi etrafına bakındı. Akşam, geniş musikî fas­
lına başlamıştı. Aydınlığın bütün sazları güneşin veda
şarkısını söylemeğe hazırlanıyordu. Ve her şey aydınlığın
sazıydı. Hattâ Nuran'ın yüzü, kahve ve kaşığı ile oynayan
eli bile" (125) M ümtaz'm ruh halinin değişimi dahi, kainat
içindeki her şeyin kendi dilince söylediği m usikînin ara
nağmeleri ve bir sazın perdeleri gibidir.
Mümtaz, Nuran'dari daha önce aldığı sözü yerine
getirmek adına Nuran'ın peşini bırakmaz. Kandilli tepe­
sinde, bir akşamın bütün ışıklarını, musikînin nağmele-
rmde duyarlar: "M üm taz işte orada Nuran'dan, bir daha
ve Dede'nin Sultani Yegâh Bestesi ile Talât Bey'in Mahur
Bestesini dinledi." (s.129)
Bir vapurun kamarasında Mahur Beste'yi okuyan
Nuran, Kandilli tepesinde de Sultanî Yegâh bestesini
Mümtaz'a dinletir. Nuran'ı, M ümtaz'm teklifleri karşı­
sında çaresiz bırakan şüphe yok ki, büyükannesinden
gelen kandır. Zira Nuran'la büyükannesi arasındaki ben­
zerlik, Mahur Beste'nin hatırlanışı açısından son derece
mühim bir noktada buluşur. Çünkü Mahur Beste, bir ta­
rafıyla güzelliğin ifadesi olurken, diğer tarafıyla da kötü
Tanpınar’ın Mazurunda 27

m irasın akışına kapılmaktır. Mahur Beste'ye talip olanlar,


sonunda mutluluğu kaybetmek zorundadırlar. Beste, aile
mirası olarak sevgililerini uçurumlara yuvarlayan bir hu­
susiyete sahiptir: "M ahur Beste, bu aile yadigarı, yer yer
mazlum rızası ve zalim hatırlayışları, bir nevi ilk ve ipti­
dai tabiata dönüşe benzeyen ızdırabı ile bu çift mısraın,
şimdi bir tarafında derinleşen, kendisini davet eden uçu­
rum uydu." (s. 137)
Aşkı yaşamaya aday olanlar, onun kavuran alevleri
arasında dahi şikayet etmemelidirler. Talip olmak, üze­
rine yüklenenleri peşinen kabul etmektir. Mümtaz, Ma-
aur Beste ve Sultanî Yegâh'ı dinledikten sonra, geçmişin
nuhasebesini yapar. Musikîmiz, ortak bir kaderin, aşk
çerçevesinde tecellisidir. Hayatın bütün teferruatını, de­
ğişmezliğini çınlatan musikî, aynı zamanda tarih, kültür
ve mazinin yegâne şahididir: "K im bilir, demişti, belki de
çocukluğumda maziden gelen her şeyi inkar ettiğim için
eskiyi bu kadar seviyorum, yahut da büsbütün başka bir
s.
şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik, intibakımız:
tamamlıyoruz. Annem eski musikîyi severdi. Babam ise
hiç anlamazdı. İhsan için bir nevi musikişinastır, diyebili­
rim. Ben ise onu hayatıma naklettim. Bütün tarih boyunc
böyle olmadı ıru? Evet, belki de kollektif bir kaderi yaşı
1Erdoğan ‘Erbay 28

yorum. Asıl düşüncemi ister misiniz? Bizim musikîmiz


kendi içinde değişene kadar hayat karşısmda vaziyetimiz
değişmez sanıyorum. Çünkü onu unutmamız ihtimali
yok... O değişene kadar aşk tek talihimiz olacak!" (s. 138)
Mahur Beste, N uran'dan önce aile fertlerini de pe­
rişan etmiştir. Nuran'ın iç hayatını idare eden beste, ön­
cekilere hazırladığı kaderi, şimdi de Nuran-Mümtaz iliş­
kisi için hazırlıyordu. Nuran da, diğer aile fertleri gibi,
Mahur Beste'nin sonu hazırlayan kötülüğünden dolayı
aşka ve ruhun seslerine kulak vermek istemiyordu. Uğur­
suzluğuna inandığı bestenin bir mısraını okusa, diğerini
okumuyordu. M üm taz'ı sevdiği ve onun teklifini geri
çeviremediği halde M ahur'un tesirinden kurtulamıyordu.
Buna rağmen, kötü de olsa, Mahur Beste'yi yaşamak
mecburiyetindedir: "D ebussy'yi, VVagner'i sevmek ve
M ahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi." (s. 140)
Mümtaz, Myran'ı tanımakla hayatının zirvesine
ulaşmıştı. Çünkü Nuran, yaptığı herşeyin farkında olan,
seven ve sevilm eyi bilen; özellikle de dâvûdî sesiyle
M üm taz'ı büyüleyen kadındı: "G arip bir anlayışı, güzel
şeyleri bilerek tadışı vardı. Musikîden iyi anlıyordu. Sanki
güneş parçalarıyla dolu, berrak, dâvûdîye yakın bir sesi
vardı." (s. 142)
‘Tanpınar’ın ftfuzur'unda 29

Mümtaz ve Nuran, alaturka musikîyi çok sevmekle


beraber, Ferahfeza, Acemaşiran, Beyatî, Sultanî Yegâh,
Nühüft ve Mahur gibi belirli makamlardan öteye geç­
mezlerdi. Çünkü bu makamlar, ruhların kanat çırpışları
açısından daha güzel iklimlerdi. Alaturka musikîyi seven
bu iki sevgili arasında musikîye bakışta, kadm-erkek fıt­
ratının getirdiği farklılıkla da söz konusu idi.
Mümtaz'a göre alaturka musikî eski şürimize ben­
zerdi. O şiirde de asıl sanat zannedilen ve yapılandan
şüphelenmek gerekirdi. Bugünün belirli seviyedeki zev­
kiyle, batılı terbiyenin zevkiyle seçilen eserler güzel ola­
bilirdi: "Bunların dışında Hüseynî'yi ancak Tabî Mustafa
Efendi'nin bestesi cinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin
bazı eserlerinde, beğenirler. H icaz'dan Hacı Halil
Efendi'nin meşhur semaisini bilirler, Uşakî Hacı Arif
Bey'in meşhur iki şarkisiyle, Suzidilâra'yı Selim-i Sâlis'in
kaderiyle birleşmiş hususî bir zaman addederlerdi.
Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cûşişli birkaç
ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızda klasik zevki en
halis tarafından toprağını sevmiş bir egzotik nebat veya
gecikmiş bir bahar gibi devam ettiren ustaların eserleri,
saz semaileri ve kârınâtıklar bu sevgileri tamamlardı.
(Erdoğan <Er6ay 30

Mümtaz'a göre bunlar eski musikîmizin m odem duygu


ve anlayışla birleştiği taraflardı..." (s. 148)
Nuran, ruhunda taşıdığı miras açısından bir ter­
kiptir. Bu terkibi şekillendiren asıl unsur ise, musikîdir.
Musikî, babaannesinden intikal eden Anadolu ve Ru­
m eli'ye ait, hava ve türküleri sindirmiş, bir tarafıyla Bek­
taşî, diğer tarafıyla Kadiri şiirlerini, kendine has bir eda
ile söylerken, Dede ve Hafız Post'u hatırlatan Nuran'ın
şahsında, kaybolan değerlerin notalara dökülmesiydi
adeta. Nuran Karadeniz'in hareketli figürleriyle bir ta­
raftan havalanırken, Avşar türküleriyle dağlara meydan
okuyan bir yiğidin, vahşî karakterini, şehir hayatının ona
verdiği sükunet havası içinde, kendi benliğini yaşayan bir
sevgili hüviyetindedir.
Mümtaz için, Seyit N uh'un Nühüft bestesi, bize ait
olanı en güzel anlatan, en çok bizim olan tarafıyla kub­
bemizde hoş şadalar bırakan parçalardandı. Çünkü
Nühüft'ü yapan, "iç alem m edeniyetini" kuranların, son­
suzluğa kanat açanların, maddenin içinde yaşadığı halde,
onun maverasına aşabilenlerin, hayatla ölümü kardeş gibi
idrak edebilenlerin ruh imparatorluğu idi.
Dede'nin Acemaşiran Yürük Semaisi ise, on bin­
lerce ölümden kalan hatıraların yığıldığı bir arafın tasviri
Tanpırmr’ın 'Huzur’utıda 31

gibiydi. Sevgilinin bulunduğu her yer, cennettir. Onu


bulmak, ona kavuşmak ise, aşığın vazifesidir: "O bir yığın
ölümden sonra bir hatırlamaya benziyordu. Sanki yüz
binlerce ruh bir arâfta bekleşiyordu. Burada da sır konu­
şuyordu. Burada da insan bir çok taraflarını ilga edi­
yordu. Fakat istenen bir şey vardı. Burada Allah veya
sevgili dışarıdaydı. Biz ona doğru yükselmek istiyoruz,
"nerede olursan ol, bulunduğun yer cennetim izdir" di­
yordu." (s. 150)
Mümtaz, her biri insan ruhunu ayn ayrı taraflarıyla
saran ve hepsi bizim olan parçaları di \, insan ru­
hunun m ed-cezirlerini çözmekle m eşgı . İnsanoğlu­
nun varlık sebebi, daima yükselmektir. M usikînin ahengi,
bu ulvî ruh halini telkin ederken, diğer taraftan da, insa­
nın olmaz tarafını ele veren basitlikleri, küçük hesapları
ve sebepsiz düşmanlıkları, ulviyetin önüne çekilen per­
deler olarak sezdirirdi.
Bütün coğrafyalar, üzerlerinde yaşayan insanlara
farklı tabiatlar, karakterler ve bakış açıları sunarlar. Yüce
dağların sarp kayalıklarında kanat çırpanlar, daha sert ve
kaba bir ruh hali yansıtırken; ovaların, düzlük ve yeşil­
liklerin ördüğü coğrafyada enginlere açılanlar iç hesapla­
Erdoğan <
Er6ay 32

rını daha yumuşak yaparlar ve yapıları daha cana yakın­


dır.
İnsanın varlık nedeni olan yükseliş fikrini engelle­
mek isteyen küçük ve içten hesaplar, Huzur romanında
Adile Hanım 'ın şahsında ortaya konurken, musikî de bir
misyonla devreye girer. Seyit Nuh ve Dede'nin Allah'la
sevgiliyi karıştıran aşklarmm yanında, Rumeli türküleri­
nin insan kaderiyle iç içe geçmiş, kaderin insanoğlunun
önüne koyduğu ölüm ve ayrılık gibi tahammülü güç
duygularla birlikte nasıl ebediliğe yol aldığını Mümtaz
şöyle düşünüyordu: "Rum eli türkülerinin onlardan ayrı
bir ufukta insan kaderiyle, aşka ıstırapla, ölümle, ayrılıkla
o kadar derinden kaynaşmasında hep aynı olarak devam
ediyordu. Bununla beraber Adile Hanım eski musikîmizi
sever ve haz alırdı. Fakat sanat bile bazı tabiatleri yumu-
şatam ıyordu". (s. 151)
Mümtaz için, Nuran'ın yaşadığı ev de musikînin
bir makamına benzerdi. Nuran'm yaşadığı yer Acemaşi­
ran bestenin son beytindeki cennet gibi tasvir edilir:
"M üm taz için Nuran'm yaşadığı ev, tıpkı acemaşiran
bestenin son beytinde anlattığı cennetti. Bu itibarla onu ve
etrafındakileri görmeyi istiyordu." (s. 151)
'Tanpımr’m Mazur unda 33

Ahmet Hamdi Tanpınar, musikîye yüklediği m is­


yonun yanında, musikiyi, musikîye eşlik eden halk
oyunlarını, bölgelerin kültürlerini yansıtması bakımın­
dan, aynı zamanda terkibin oluşmasında oynadıkları rol
açısından da değerlendirmeye tabi tutar.
Zeybek, Tevfik Bey'in şahsında, tabii bir hayatın
içinde yaşayarak öğrenilen oyunlardandır. Tevfik Bey'i
derinleştiren, onu, bugün dahi heyecanlı kılan şey, mazi­
den miras aldıklarını teferruatıyla karakterinde yansıtma­
sıdır. Zeybek de değişmeyen, değişmeyecek olan tarafla-
rımızdandır. Zeybek oyununu herkes oynayamaz, çünkü
onun da bir üslubu, bir tarzı vardır. Tanpınar, Tevfik
Bey'e, durumu şu ifadelerle anlattırır: "Benim oynadığım
zeybeği değme efe oynayamaz. Hele sizin fraklı, silindirli
efeler hiç... Bunu 1926'da Ankara'da bir toplantıda iki ve­
kilin beraberce oynadıkları zeybeği hatırlayarak söylerdi:
Hemen orkestraya işaret ettim, kalktım. Herkes şaşırdı,
zeybek başka türlü oyundur; o etrafta ne varsa hepsini
silmezse bir işe yaram az...." (s.154)
Tanpınar, M ümtaz'a, zeybeği küçükken Antalya'da
bir kere gördüğünü söyletir ve bu ip ucundan yola çıka­
rak, zeybekle beraber yaşanan örf, adet ve gelenekleri de,
oyun çevresinde teşekkül eden zenginlikler olarak telakki
<Erdoğan <Er6ay ............... ............................................. ..... ........... 34

eder. Mümtaz da, Nuran gibi bir mirası, yaşanan şekliyle


alarak, onun mirasçısı olmaya aday bir kahramandır. Mu­
sikinin
Tevfik Bey, Nuran'ın dayısı sıfatıyla, Nuran'ın,
kendisinden miras yoluyla geçmişe dair unsurları aldığı
kişidir. Tevfik Bey, İstanbullu olmasına rağmen, Ana­
dolu'ya ait değerleri ruhuna sindirmiştir. O bir terkiptir.
Dolayısıyla Nuran da Anadolu'nun oyunlarını bilmek
zaruretiyle karşı karşıyadır: "A nlatm adım mı Mümtaz,
ben Anadolu oyunlarının çoğunu bilirim..." (s. 155)
Dikkat edilirse, İstanbul'u Asya ile Avrupa ara­
sında bir köprü olmanın ötesinde önemli kılan şey Orta
Asya, Akdeniz, Balkanlar, Anadolu, Mısır gibi, çeşitli me­
kânlardan en güzel özelliklerin bir üslûba, bir hayat tar­
zına vücut vermek için buluştukları ortak bir nokta olma­
sıdır. Zira İstanbul'a ulaşan her şeyin, tarihî bir geçmişi,
safhaları, özellikle de felsefesi vardır.
Huzur'da, musikî, m ekânın özelliğine göre de ad­
landırmada bir fonksiyon üstlenir. Eski musikîmize ait
mekanların, Nuran'la Mümtaz arasındaki aşk, estetik
zevk ve hatıra bağlantısı içerisinde, tasvirde, hale uygun
şekilde kullanıldığını görüyoruz. Mekanlar, M ümtaz'la
Nuran arasında geçen bir hatıradan dolayı, olaym yaşan­
n'anpınar’ın ^Huzurunda 35

dığı yeri ilk zamanki gibi canlı tutacak, her dinlenildi-


ğinde ilk olanı akla getirecek musikî makamlarının adları
verilmektedir: "Küçük Çam lıca'daki kahve onlar için
Derûnidil idi. Çünkü Mümtaz orada Nuran'dan Tab'î
Mustafa Efendi'nin Bayâtîden Akskk semâisini, o 'Çıkm az
derûn-ı dilden efendim muhabbetin' diye.başlayan, âdetâ
ölümden öteye uzanan hatırlamalarla dolu parçayı din­
lem işti." (s.167)
Bir başka gün, başka bir ruh hali ile ve daha aydın­
lık bir durumdan dolayı, mekânın tasviri daha şen şakrak,
daha ümit kokan bir makamla anlatılır: "Bir başka gece
Çengelköyü'nden Kandilli'ye dönerken, Kuleli'nin önün­
deki ağaçların suda yaptığı o çok değişik gölgeye Nühüft
beste adını verdiler. O kadar içinden aydırdık bir âlem ki,
ancak Nühüft'ün- uzlat yüzlü uyanışların kamaştırdığı
koyu zümrüt aynasında eşi aranabilirdi." (s. 167)
Mekânın musikîyle veya musikînin mekânla bir­
likte düşünülüşü, yıllardır, medeniyetin bütün unsurları
için mekân teşkil etmiş İstanbul'un, muhayyilede yeniden
şekillendirilmesidir. Hakikatin, hayattan kovduğu miras
ile, muhayyilenin doğurduğu unsurlar, İstanbul'a yeni­
den vücut vermektedir. Çünkü Mümtaz-Nuran ilişkisi de,
fiziki değil mazinin kuytularına terkedilmiş, köşelere
‘Erdoğan <Er6ay 36

sinm iş hatıraları İstanbul'la birleştirerek, tekrar hayata


taşıma gayretlerinin konuşulduğu bir ilişkidir: "Böylece
Boğaz'm seçtikleri her yerine bir ad veriyorlar, hayalle­
rinde İstanbul manzaralariyle eski musikîmiz birleşiyor,
sesten, hayalden bir harita gittikçe büyüyordu." (s. 167)
Nuran'la karşılaşıncaya kadar, daha doğrusu
Nuran'a sırtını dayayıncaya kadar, hayatı rüzgarın sü­
rükleyip götürdüğü bir yaprak misali, başıboş ve manasız
yaşayan Mümtaz, o güne kadar kendinde varlığını his­
setmediği şeylerin birden bire canlam verdiğinin farkına
varır. Hayatın dağınık ve bir araya gelmez zannedilen
harabeleri arasında Nuran, Mümtaz için bir aydınlık,
bütün dağınıklıkları bir merkeze cezbeden kurtarıcı bir
terkiptir. Nuran'ın, terkibini yapan önemli unsurlardan
biri de "eski m usikîm iz" di: "Eski musikîmiz bunlardan
biriydi. Nuran'la tanıştıktan sonra bu sanat onun için
bütün kapılarını açmış gibiydi. Şimdi onda insan ruhu­
nun en saf ve diriltici kaynaklarından birini buluyordu."
(s. 168)
M üm taz'la Nuran, Üsküdar'ı gezerken, geçmişe
dair yaşananların, muhayyilede yeniden inşası söz konu­
sudur. İnşası düşünülen ise, şarktır. Şark, aslmda tembel,
değişmeyen, geleneklerinde ısrarı seven bir dünyanın
Tanpmar’ın -Huzur’unda 37

adıdır. Şarkın güzelliği ise, idrak ettiği dünya ile kendisini


tek bir varlık şeklinde görebilme sırrına ermiş olmasıdır.
Bu düşünce Mümtaz'ı bir anda Antalya'daki otelin önün­
deki deve katarlarına götürür. "Kendisini, o mahzun tür­
külerin zamanından bir daha geri dönemiyecek sandı." (s.
170)
Mümtaz, geçmişin m uhasebesini yaparken, Nuran,
M üm taz'daki eskiye bağlılık serüvenin sorar. Niçin es­
kiye bu derece bağlıyız? Çünkü kabul de etsek, redde
kalkışsak da biz m azinin bir parçasıyız. Bizim varlık se­
bebimiz onlardır. Parçası olduğumuz muhteşem maziyi
ayağa kaldırmak için başvurulacak tek çare ise musikî-
mizdir. Bir anahtar olarak musikî, geçmişini kapılarının
açılması, aynı zamanda geçmişin anlaşılabilmesi için,
hatta yegâne anlayabildiğimiz kitap: "Eski musikîmizi
seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz. Elimizde iyi kötü bize ma­
ziyi açacak bir anahtar var... O bize üst üste zamanlarını
veriyor, bütün isimleri giydiriyor, içimizde bir hazine
bulunduğu, ferahfeza yahut sultaniyegâh'ın arasından
etrafımıza baktığımız için." (s. 170)
Mümtaz'a göre, İstanbul peyzajını yapan, medeni­
yetimize renk, koku ve çeşni veren ne varsa hepsi birden,
kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız, özetle bizi biz yapan
1Erdoğan <Erbay 38

kıymetler musikide şekillenmiştir. Ona .göre, Batı'nın, bir


medeniyet olarak doğuyu anlamayışını ve batı'nın ara­
mızda bir yabancı gibi gezmesinin başlıca sebebi,
musikimize mana veremeyişinden ileri gelmektedir.
Herşeyi, musikînin ruh verdiği mücerred bir yapı bütün­
lüğünde, muhayyilesinde canlandıran Mümtaz , bütün
peyzajlarm sesle birlikte kendiliğinden gözünün önüne
geldiğini farkederdi: "Bu o kadar böyleydi ki, bir çok
peyzajlar, kendiliğinden nağme ile beraber gözlerimin
önüne gelirdi." ( s.170)
Sanat, sanat eseri, kendisinde kıymet bulunan her
şey musikînin sesleri arasından göründüğü zaman, bam ­
başka bir anlam ifade eder. Musiki, sanat eserini, mistik
bir havanın mücerred dünyasında yoğurduğu için, görü­
nenden görünmeyene, tutulabilenden sezilebilene doğru
bir değişime uğratır. Sonunda, insan hayatı içerisinde
varlığına şahit olduğumuz her şey kaybolurken ye de
kıyısında yaşarken zaman zaman dokunup hatıraları
hüznün telleri arasmda gererken, şiir ve musikî, bu ay­
mazlığın unutulma çukurundan kendilerini kurtarabilen
unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Dünyanın maddi ve ruhî, birbirinden çok farklı
hazları ve çeşitli düşünceleri barındırması, Mümtaz için
Tanpınar m huzurunda 39

Üsküdar'ın fakir insanlarını, m ahalleleri ruhundaki mu­


sikînin nağmeleri gibi yaşam asına imkân veriyordu: "Ü s­
küdar'ı seviyordu, fakat halkı fakir, kendisi bakımsızdı.
Mümtaz bu biçarelikler arasında acemaşiran, sultani-ye-
gah diye rahatça yaşıyordu." (s. 171)
Musikî ya da daha geniş ifadeyle ses, hayata mağ­
lup olmuş insanların, yaşadıklarını mahzun ruh hali ile
kendilerinden sonra gelecek nesillerin ruhlarını diri tut­
mak için, boşluğa bırakılan üm it bulutları mı? Servet ve
malının hesabını dahi bilemeyen, hayatta iken, herkesin
ve her şeyin çevresinde dönüp durduğu insanlar, fiziki
manada kaybolunca unutulup giderken; görünürde dün­
yanın efendisi karakteri sergileyenlerin hep boş bıraktık­
ları taraflarını doyuran, ruh mimarları, birincilerin aksine,
öldükten sonra hayat kazananlardır. Yaşarken farkına
varılmayanlar hayatı, tezgahlarında ilmek ilmek örenler
değil midir? Tab'i Mustafa Efendi, aksak Sem ai'de din­
lerken yaşadığımız, ondan bize kalan şeydir: "H ayatınızı
başkalarının düşüncesinde yaşamak, sizi istediği yere
götüren zamana, hakimiyet duygusunun bir yansıması
değil midir? "H albu ki biz şimdi Tab'î Mustafa Efendi'y
Aksak Semaî7den dinlerken de düşünüyoruz? Bizim içir
hayatın ve ölümün sahibi oluyor. Onun bir de hayatını
(Erdoğan <Erbay 40

düşün. Üsküdar'da bu tepelerden birinde bir cami vak­


fından kendisine kalan şeylerle, yanındaki paşa konakla­
rının arasında havasızlıktan boğulan ahşap bir evde yaşa­
yan bir biçare. Fazıl Ahmed Paşa'dan Baltacı'ya kadar
hepsinin meclisinde, ayakkabılarını eşikte çıkararak bir
köşecikte dizüstü oturmağa mahkum bir hayat mağ­
lubu.... Belki onların m eclisine bile girememiş daha kü­
çüklerinin arasında yaşamış Sadaka ile, küçük âtıfetle
geçinmiş. Fakat bir bestesini söylerken başka türlü dirili­
yor, Dördüncü M ehm ed'in altın ve mücevher içinde at
koşturduğu, gezdiği Çamlıca yolları, bütün manzara
onun oluyor. Daha bir beceriklisinin, hoca yarın mevlüde
gel! diye kendine beş on kuruş kazandırmak imkânını
vermesini bekleyen adam, birden bire bir sevme ve ta­
nıma tarzının sahibi oluyoruz... Biz, belki de birbirimizi
bu tarzda sevmeyi ondan öğrendik..." (s.172-173)
Mümtaz için, her an değişen Nuran'lar vardır.
Nuranlar'daki bu değişiklik, bu farklılaşma Mümtüz'da
lezzet ve azabın kendisi haline geliyordu. Hazzın, düşün­
cenin, hislerin Mümtaz üzerindeki tesirleri, adeta mermer
bir zemine kazınan şekillerin, kazındığı yere verdikleri
ebedilik hissi durumundadır. Çünkü o, okuduğu her say­
fada, zihninden geçirdiği her düşüncede, ruhunda dal­
Tanpınar’ın Pfuzur'unda ___ 41

galanan her ümitte daima Nuranlar'ı görmektedir. Alınan


bu hazlar ve çekilen azapların, tahammülü güç olanı, in­
sanı farkında olmadan bastıran, musikî parçaları arasında
uyanan Nuranlar'dır. Musikînin perdeleri üzerinde bir
görünüp bir kaybolan, her nağmede oluş sırrına yeniden
eren, yaşanan zamanın üstünde bir zaman penceresinden
bakıp Mümtaz'a gülümseyen ve geçmişimizi yeniden
hatırlatan mistik bir varlık olarak karşımıza çıkan
Nuranlar: "Nağmenin arabeskinde veya musikî cümlesi­
nin altın yağmuru içinde, bir oluşla geldikleri, onun ara­
sında görünüp kayboldukları, yaşadığımızın üstünde bir
zamanın fasılasından ona baktıkları ve güldükleri için
hatırlamanın şekli değişir, âdeta daha evvelki varlıkları­
mızın bizde uyanan akisleri olurdu." (s. 178)
Nuran'la Mümtaz geceye çıktıklarında, geceye mi­
safir olan mehtabı, gökyüzünde peşrev çekerken görüp
seyre dalarlar. Ayın etrafında gökkuşağının bütün renk­
leri iç içe geçmiş ve perde perde açılan öyle mükemmel
bir tabaka meydana getirmiştir ki; renkler ve şekiller ara­
sındaki denklik, görüntüler arasındaki derinlik ancak
musikîde bulunabilecek bir muvazenenin bozulmaz yapı­
sını andırmaktadır.
'Erdoğan Erbay 42

Ahmet Hamdi Tanpınar, bu geceyi Mümtaz'm gö­


züyle mükemmel bir estetik yapının, insanı hayretler
içinde bırakan, görünüşünü anlatırken kainat ve içinde­
kilerin yeniden oluş serüvenini musikîdeki gibi bir son­
suzluk şarkısında varlıklarını yaşadıklarını anlatır. Kai­
nat, musikî misali her an tazelenen, nizamı bozulmayan,
bir devr-i daim çizgisinde, her dem tekrarlanarak daha da
kompleks hale gelen, yapıyı andırıyordu.
Musikînin teşekkülünde rol alan unsurlar, yani
güftesi, bestesi, düzenlemesi v.s. bir araya gelirken, fark­
lılıklarını terk edip, sadece bir nizamın içinde kaybolu­
yorlar, ve en sonunda bütün bu unsurlar yeniden ferdi­
yetlerine kavuşuyorlarsa; kâinat da, rengi, kokusu, şekli,
sesi birbirinden çok farklı unsurlardan, müteşekkilmiş gibi
görünse de, hakikatte hepsinin, vücut verdikleri daimi
inşanın nağmelerinde, kendi gurbetlerinin ötesinde, mü­
kemmelin potasında benliğini tatmine ulaştırmış parça­
lardan oluşmuştur; "Her şey bir sonsuzlukta birbirinin
tekrarıydı. Fakat bu üst üste cevaplar, dikkat edilince bir­
birine öyle kavuşuyordu ki, ayıklamak, çözmek imkan­
sızdı. Altın yosunlar, billur dalga kıvrımları, kenarlarda
büyük ve sırrına erilmez hakikatler gibi külçelenmiş göl­
geler, karanlığın derinleştiği uçurumlar ve aydınlık dere­
'Tanpınar’ın "Huzur'unda 43

leri ile bütün manzara daimî oluş hâlinde idi. Sanki kâi­
nat, Shelley'in dediği gibi akıcı bir ihtişam olmuştu. Yahut
zihnin eşiğinde, çok cömert ve böyle olduğu için henüz
son kıvamını bulamamış bir düşünce gibi, her hususili­
ğini daha cazip yapan bir müphemlik içinde bekliyordu."
(s. 181)
Kâinatı, gecenin karanlığından çıkarıp ruhların ay­
dınlığına taşıyan ayın doğuşu bir musikî faslının giriş
taksiminden hemen sonra çalman "peşrev" misali,
Nuran'la Mümtaz arasındaki ilişkinin de ruhları nasıl
aydınlığa, müşahhastas mücerrede, görünenden görün­
meyene doğru nasıl meylettirdiğinin tasavvuru olarak
ortaya çıkar. Ayın, bir faslm giriş taksiminden sonraki
parçası gibi geceye doğması, gözle görülen ve görünme­
yen şeyleri nasıl değiştiriyorsa, Nuran da Mümtaz'm
dünyasını değiştirmiştir. Kendi içine kapanmış, karanlı­
ğın ruhundan sızan korku ve ürperişleri, zulmetin zifiri
noktasmda toplayan kâinat, aym peşreve başlamasıyla,
biraz sonra seyrine doyamayacakları bir şölenin hazzma
varmak için hazırlanmaktadır. Faslm taksiminden sonra
çalman peşrev, daha sonra yaşanacakların zevkiyle sarhoş
gönüllere, ulvî bir perdeden damla damla dökülen saa­
‘Erdoğan <Er6ay

deti taksim ederken, onları, büyük ses cümbüşünün ha­


vasına da sokmaktadır.
"Bu ayın peşrevi idi. Sayısız dudaklar onu madde-
siz neylerden üflüyorlardı. Burada çok ince kadehler kırı­
lıyor, küçük kamaşmalarda mücevher usaresi iksirler çe­
kiliyor, emsalsiz taşlar, bir nezir yerine getirilir gibi, suya
fırlatılıyordu." (s. 181)
Her şey, görünür halde bulunmak adına geometrik
bir şekle sahip olsa da, görünenler, bu özelliklerinden
dolayı birbirinden tamamen bağımsız bir durumda da
olsalar, terennüm ettikleri nağme, sazları çok derinlerde
çalan, her şeyin asıl kendisini bulduğu dünyanın kendi
musikîsiydi: "Sırçadan, ince ve şeffaf dünya, kendi musi­
kîsine, asıl sazları belki çok derinde çalan o acayip dinle­
yişe kapandı." (s. 182)
Hayran bir ruh hali içinde "Ayın Ferahfezâ Peş­
r e v in i seyreden Mümtaz'la Nuran, koronun çıkardığı tek
sese, oradan da görünenin ötesindeki dünyaya yolculuğa
başladılar. Mümtaz, "ayın Ferah fezâ Peşrev'ini Dede
Efendi'nin Ferahfezâ Peşrev'ine benzeterek görünmeyen
neylerden dökülen bir dünya olarak değerlendirir. Çünkü
Mevlâna'nın dediği gibi "Biz ney gibiyiz. Bizdeki ses,
şendendir. Biz dağ gibiyiz. Bizdeki yankı şendendir." Her
Tanpmar’ın Muzur'unda _ 45

eşya, her mahluk, kainat korosu içinde, sadece kendisine


ait bir sesle, varlığını hissettirir. Tabii oluş sırrına ermiş
her şeyin' sesi, ney sesine benzetilirken, bu ses, yumuşak,
derin ve sırlıydı: "Etrafımızda her şey ney nağmesi gibi
yumuşak, derinden ve erişilmez sırların aynası idi. Sanki
çok Rahmanı bir düşüncenin, her zaafını yenmiş bir aşkın
üst üste kavislerinde dolaşıyorlar, öz halinde bir yığın
baharın arasından geçiyorlardı." (s. 182)
Geceye, her Peşrev'le giren ay, Nuran-Mümtaz İki­
lisi arasındaki ilişkiyi, serinleyen bir zamanın sükutu içe­
risinde, an, kainatın bütün kokularının bir araya toplan­
dığı, özden bir bahar, muhayyel bir bahçe görünümüyle,
dokunulabilir bir halin mestane hülyasında, rüyadan ha­
kikate doğru yol alıyordu. Ayın çamaşırlarını yıkayan
sular, sevgililere masmavi muhayyel bir dünyanın kapı­
sını aralıyordu. Gecenin içine doğan güneş, altın damla­
cıkları olup bu dünyanın üzerine yağıyordu. Duyabilenle-
rin, idrâke hazır ruhların, hüzün perdelerinde rastladık­
ları, görünmeyen ağızlarla üflenen neylerin, uhrevî nağ­
meleri ile başka bir ruh hali ve başka bir dünyayı yaşayış
anı vardır:
"Masmavi bir dünya içinde idiler. Buğulu, şeffaf
bir mavilik, sonra benek benek, yaprak yaprak dağılan
(Er<foğan lEr6ay 46

güneş oluklar hâlinde akan bir altın yağması, yüzlerce


görünmeyen ağzın üflediği ney nağmeleri ve onun etra­
fında bu musikî ile beraber büyüyen, değişen, ilerleyen
sessizlik." (s. 186)
Her şeyin kendi tabii sesiyle orkestraya katılışını
tasvir eden Mümtaz, aynı bölümde insan sesini de bu
anlayış çerçevesinde ele alır. Sesi, daha doğrusu musikiyi,
Macide'nin şahsında somutlaştırırken, insan sesinin de
felsefî izahını ortaya koymaya çalışır. İnsanları birbirin­
den ayıran, onların karakter ve tabiatlarını yansıtan, fi­
zikî ve ruhî değişikliklere göre, yumuşayan ve sertleşen,
incelen ve kalınlaşan derunî bir dünyanın mistik havasına
götüren ya da ürkütücü bir alemin kapılarını açan sesler
değil midir?
Ahmet Hamdi Tanpınar, "Antalyalı Genç Kıza
Mektub" unda sesten bahsederken, insanın biraz da ses­
ten ibaret olduğunu dile getirir: "Bu kaideler ve zarurî
unsurlar (vezin ve kafiye) yavaş yavaş bizde hususî bir
şekil alır, yani bizim kendimize mahsus tekniğimiz olur.
Ve dile bu sayede kendi sesimiz ve o sâyede de kendi
benliğimiz, hayat tecrübemiz girer. Sesten çok bahsettim;
çünkü insan biraz da sestir. Sesimiz nabzımızla beraber
değişir. Alelade konuşma anında bile-eğer çok umumî bir
Tanpınar’ın Muzur’unda 47

şeyden bahsetmiyorsak- sesimiz daima değişir. Hisleri­


miz, heyecanlarımız, bütün iç varlığımız sesimizdedir."l
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, sesin, daha
hususi şekliyle musikînin insan üzerindeki etkisi, izah
edilemez bir metafizik hadisedir. Asırlarca hem bir hasta­
lığı tedavide ilâç, hem bir savaşta galeyana getiren şid­
detli bir teşvik aracı, hem bir hüznün terennüm vasıtası,
hem de bir saadetin depolandığı yerin adı olmuştur. Ha­
kikaten sesin tesiri, kainat içerisinde her şeyin bir ses hü­
viyetiyle yaşıyor olması mı, yoksa yaratılmışlar içerisinde
zaten var olan intizam fikrinin en güzel aksettiği sanat
dalının musikî oluşu mudur? Her iki ihtimal de düşünü­
lebilir, ancak İkincisinin daha yoğun hissedilişi söz konu­
sudur.
Bu noktada, Tanpınar'm, Macide vasıtasıyla aktar­
dığı bölüme göz atalım: "Macide'nin üzerinde insan sesi­
nin garip, âdeta metafizik bir tesiri vardır. Ne elbise, ne
yaş, hattâ bir nisbette kalmak şartıyla ne güzellik, ne iş
ona tesir ederdi.
O insan sesinde yaşardı, orada en toplu şeklinde
mevcuttu. Yeni bir insanla tanışınca bütün dikkatini top-

1 Tanpınar’ ın Mektupları, Haz. Zeynep Kcrman, Dergah Y ay ., İst. 1992, 275 S.


‘Erdoğan <Erbay 48

lar, sesini dinler, bu sesin inhinalarına göre hükmünü


verir, ya sever, ya sadece lakayt kalır, yahut da:
-Sesi insanın içine yılan gibi kayıyor, diye düşman
olurdu.
Onun bu ses miyarı bizim ölçümüzdeki yüksek,
ağır, kısık, yumuşak sesler değildi. Bizim için güzel ses,
çirkin ses vardır. Macide için insan sesi başka ölçülere
göre ayrılırdı. Hattâ dinleyişi bile ayrılırdı. Kulağı bir­
denbire bazı cisimleri bulmak için, yahut sinir cihazları­
nın potansiyelini ölçmek için kullanılan o hususî aletler
gibi, uzviyetten âdeta ayrılırdı. Kedilerin, yahut insan
terbiyesine hiç alışık olmayan bir çöl veya orman hayva­
nının koklama hissi gibi bir his onda gelişmişti ve bu
hayvanlar nasıl eşyada sadece koklamakla bir takım has­
salar keşfederlerse, Macide de dinleyerek insanlarda öyle
manevî hassalar keşfeder, ona göre kıymet biçerdi. "İyi
insan, derdi. Hem çok iyi insan.... Ama bir derdi olacak
galiba, sesi âdeta kanıyor," yahut, "Çok hodbin, kendisine
âşık... Sesi gözlerimi kör ediyor." Bunlar Macide'nin bir
imkânsızlığı tarif için bulduğu sözlerdi. Çünkü karşısında
her konuşan hüviyet, sesinde onun için soyunur, en gizli
taraflarını teşhir eder, yahut tek hâkim vasfiyle kalırdı.
Tanpınarjn Jûızur'unda .. 49

Macide'nin hayatına kulağının yolu ile girilirdi. İh-


san'ı sesi için beğenmiş, Mümtaz'ı, o yoldan kabullen­
mişti. Şimdi de ruhunu büyük bir sedef gibi Nuran'ın
sesine açıyordu. Bu damla damla konuşmalar orada bir
yığın inci olacaktı.
Macide sevdiği insanları gözü kapalı dinlerdi. Kim
bilir belki de onlar konuşurken çok serin, şifalı, bilinmez
yıldız, kök ve maden hassalariyle zengin bir suda yıkan­
manın hazzını duyardı. Bir sesin akışına kendini bıraktığı
zamajılarda, sulara terkedilmiş bir madde gibi uzviyetin­
den bir şeyler kopar, meçhule doğru yüzerdi ve insan
biraz Macide'yi tanıyınca bunun farkına varırdı. Çünkü
bütün hüviyetinde çiçeklerle dolu bir sandal akışı hisse­
dilirdi." (s. 192-193)
Ses, insanın maddî-manevî varlığının bir bütünü­
dür. Beden ve ruh, seste bir olurlar. Her ferdin, şahsiyet
ve karakterini ele veren, onu başkalarından ayıran, sadece
kendine has olan bir sesi vardır. Ses, her zaman dalga
dalga yükselişin ifadesidir. Ses, görülmeyen ve ulaşıla­
mayan yerlere kavuşmanın yegâne yoludur. Zevkin haz-
zma erebilmek, elbiseden, yaştan hatta güzellikten sıyrıl­
mak şartıyla sadece sesle mümkündür.
(Erdoğan lEr6ay 50

Seslerin rengi vardır. İnsanları farklı kılan da, ses


renklerinin farklılığıdır. Sesler vardır, unutulmaz anların
hatırası olarak, hiçbir maddenin giremeyeceği yerlere
sızan. Sesler vardır, ruh ve bedeni prangaları arasına ala­
bilen. Sesler vardır, gök kubbenin altına bırakılmış geçmiş
ve geleceği şimdide terennüm eden.
Macide, günü herkes gibi yaşayanların, musikîyi
ses kalabalığı şeklinde telâkki edenlerin aksine, farklı bir
kavrayışın sahibidir. Ekseriyete göre, güzel ve çirkin ay­
rımıyla karşılanan ses, Macide için, ölçüleri, müşahhastan
mücerrede kayan, insanı görünen alemden görünmeyene
çeken özellikler taşır. Macide'de kulak, bir uhrevî alet
sıfatıyla, sübjektif olmanın ayırıcı bütün unsurlarıyla
Okuyucunun karşısına çıkarılır. Yani kulak, organizmanın
bir parçası olarak, görünürden sıyrılır, sadece kendisinin
duyabileceği, asla yaygınlaştırılamayacak, özel seslerin ve
özel hallerin cihazı haline gelir. Tanpınar, Macide'nin
şahsında, insanoğluna ait bir özelliği, hem de var olan
ama yakalanamayan bir özelliği, insan ruhunun, etten
kemikten ibaret bedenden tecrit edilişi misâli, sesi de in­
sanoğlunun ruh kemâlinin mücerret bir aksi olarak ortaya
Koymaktadır. Mistik alemde ruh serüvenini yaşama başa­
rısı gösterenlerin fizikî kabalık ve kuruluklardan kurtu­
Tanpınar’ın iKuzur'unda 51

luşu, ruhun tek ve kâmil vahidine kavuşması manasına


alınabilirse, ses de, görülebilirin çeşitlendirdiği, ama ma­
nevî havasını kaybettirdiği dünyadan, bütün olarak yan­
sıyabildiği ruh ikliminin zirvesine otağ kurar. Paul
Valery'nin dediği gibi: "Saf bir ses, yani kısmen olağan
dışı bir ses kendisini duyurduğunda hemen özel bir ha-
vanııı doğduğu olur, duyumuz özel bir bekleyiş duru­
muna girer ve bu bekleyiş genel olarak oluşan heyecanla
aynı türden, aynı saflıkta heyecanlar doğurmaya yönelik­
tir neredeyse."2
Devamlılık, güzel olandadır. Hatıraya kazınanlar,
her yaşanan günün, muhayyileye hediye ettiği özün hülâ­
sasıdır.
İnsan, her zaman ve şartta, kendini ifade etmek için
çeşitli vasıtalara başvurmuştur. Musikî, resim, şiir, tiyatro
vesaire gibi güzel sanatlar, insanın, bu kendini ifade etme
düşüncesine hizmetten doğmuş, bu ihtiyacın şekillendir­
diği yapılardır. Tanpınar da hem kendisini, hem de dış
dünyayı ifade, algılayış vasıtası olarak musikîyi kullanır.
Tevfik Bey, yirmi yıl öncesine geri dönerek, kendisi ve
çevresindeki manzarayı, musikînin insan ruhu üzerindeki

2 Hüseyin SA LİH O C LU , 20 Yüzvıl Edebiyat Sanatı, tmge Kit. Ankara, 1995, s.


77
‘Erdoğan ‘Erbay 52

tesirinin perspektifiyle yorumlar. Boğaziçi'ni, renkli bir


muhayyilenin süsleri gibi tasvir eder. Bütün Boğaz, in­
sanlar, renkler ve şekiller, Tevfik Bey'in söylediği şarkıla­
rın, yankılanan seslerin karakteristiğini yansıtırdı. Mekân
ve içinde yaşayanlarm zevkleri, Tevfik Bey'in şarkılarının
şekillendirdiği, huzur sızan kaynaklardır. Yine bütün in­
sanların günlük hayatları Tevfik Bey'in musikîsine ayarlı,
onunla yatıp onunla kalkarlardı. Yüzünü görmüş olma­
salar da, Tevfik Bey'in şarkıları Boğaz'da yaşayan kadın­
lar için, uhrevî bir aşkm, mücerret şahitleri olarak ruhu
dalgalandıran masmavi bir denizin gelgitleri sıfatıyla
ayaktadırlar:
"Tevfik Bey, biraz da Nuran'a bu kolaylığı bahşet­
mek için, gece yarısından sonra Kandilli yokuşunu tır­
manmanın güçlüğünü bahane ederek köşkten Kanlıca'ya
inince, hemen yirmi sene evvelki Tevfik Bey olmuştu. O
kadar ki, önlerinden geçtiği eski yalıların pencerelerine,
"Acaba eski sevdiklerim de benim gibi gençleştiler mi ?"
der gibi bakıyordu. Çünkü yirmi sene evvel Tevfik Bey,
Boğaz'ın Bebek Koyu, Göksu âlemleri gibi devamlı mo­
dalarından biriydi. O, akşamüstü veya gece yarısı sandal­
dan sesini yükselttiği zaman pencereler sessizce açılır,
renkli ve ürkek gölgeler boşluğu uzanır, derinden visal
Tanptnar’tn Pfuzur'unda 53

ürperişli ahlar çekilir, titreyen parmaklardan, yahut dü­


zeltilen saç ve elbiselerden suya çiçekler düşerdi. Hattâ
rivayete göre, bu şarkılar ve bestelerin her biri Tevfik
Bey'le bu pencereleri açar, orada sandalının tam geçeceği
anda saçlarını düzelten, hülâsa, elinde veya üstündeki
çiçeği bu sandala veya yanıbaşına düşürecek kadar
çalpalaşan musikî ile kendinden geçen hanımların ara­
sında sarılı bir parola, tek şifreli bir nevi aşk mektubu
olduğu için, ertesi günü içlerinden biri^behemahal ya ter­
zisine iner, yahut eski bir ahbabı, bir süt nineyi veya
emektarı görmek lüzumunu duyar, yahut da evvelden
kararlaşmış şekilde, yalının bahçe kapılarından biri o ge­
celerden birinde arkasında bekleyen sadık bir hizmetçi
veya halayıkla açık kalırdı." (s. 197-198)
Çevreyi ve yaşanılan anı kavrayışla, Nuran'ı kav­
rayış arasında, bir rüya halinin devam vehmini duyan
Mümtaz, Nuran'ı kavrayışın, aynı zaman ve ölçüde çev­
reyi kavrayışın ifadesi olarak görür. Zira, haricî alemde
her biri ayrı ayrı kendi güzelliğini yansıtan, her kıvrımı
açıkça ortada olan, özellikle de dağınık halde bulunan
eşya ve hadiseler, Nuran'ın şahsında tamamen bir araya
gelmektedir. Sanatın büyüsünü, Nuran'm ruhundan
geçmek olarak telakki eden Mümtaz, ayrı kaidelere bağlı
1Erdoğan ErSay 54

üç güzelliğin yani sanatın, sevilen tabiatın ve cazibesi asla


kaybolmayan kadının, kendi ruhunda karıştığını, büyü ve
rüyaya yakın bir âlemin tek bir realite olarak yaşandığını
fark ederdi. Mazinin, mekânın ve sanatın güzelliğinin bir
araya geldiği, Nuran'ı, bu unsurlardan arî, sadece onu
sevmek adma düşünceler üreten Mümtaz, çılgınlık ve
saadetleri getirenin eski musikî olduğunu düşünür, eski
musikişinasları da, kendilerini ellerinde oynatan sihir­
bazlara benzetir. Nuran'ı, Boğaz, İstanbul, musikî ve ma­
zinin dışmda değerlendirme, sevme gayretinin
beyhudeliğini sezen Mümtaz, Nuran'ın şahsiyet teşek­
külünde bu unsurların vazgeçilmezliğini kabulle,
Nuran'm bir "halita" yapısı içerisinde, her unsuru yansıt­
tığını müşahade eder. Nuran halitasına vücut veren diğer
unsurlar bir yana, musikî, bütün harici unsurların hulâ­
sası vasfıyla, hem Nuran'ı, hem hayatı, hem de ruh serü­
venini kavramak için vazgeçilmez ehemmiyetli bir yan­
dır.
Afşar Timuçin'in dediği gibi; "Yaşam tümüyle rit­
miktir, tepeden tırnağa ritmiktir, onun birbiri içine geçmiş
sayısız ritimleri vardır ve sanatçı bu ritimleri işitebildiği
ya da daha doğrusu tüm bedeninde, tüm varlığında du­
yabildiği ölçüde dünyaya yerleşmiş demektir. Ben'imiz
Tanpınar’m 9{uzurJunda 55

değişik ritm bileşenlerinden değişik ritm bileşenlerine


geçer, buna göre bazan daha devingen bir yaşamda duyar
kendisini, bazan da kendisini belli bir durallığın içinde
algılar. Ancak, salt durallık yoktur, ben'in inişli çıkışlı
akışı, renk renk akışı salt durallığa olanak vermez. Buna
göre bizler yaşamı her şeyden önce iç içe geçmiş ritmler
toplamı olarak algılarız."3
O halde Mümtaz, Nuran'ı yapan farklı ritimleri, bir
bütün olarak idrak etmekte, değerleri, musikînin ritimleri
penceresinden görmeye çalışmaktadır. Eski musikîmiz,
değişmez ve sıkı kaideler içinde varlığını devam ettiren,
ilkbahar ve sonbahar aylarında şarap tanrısı Baküs adına
düzenlenen kutlamalar gibi coşkulu, rengarenk bir cüm­
büşün dünyasını ilham eder. Asıl mühimi eski musikîmiz,
insana bir ömür boyu sadece bir şeyin, bir düşüncenin, bir
ihtirasın avı ya da adağı olmayı telkin eder. Hayatı, sa­
dece bir şey için yaşayabilme, tüketebilme erdemini, hafı­
zalara kazır. Uğruna feda olunan şeyin ocağında yanıp
kül olduktan sonra, kaknüs misali, yeniden başlangıç ya­
pabilmek için bir daha yanmak, bu devr-i daimin, son­
suzluğuna uzanabilmenin hazzını tadabilmek, musikîmi­
zin telkinlerindendir. Musikî parçası gibi, söylendikten

3 A fşar Timuçin, Estetik, İnsancıl Yay., 3. B ask ı, İstanbul, 1998, s. 169.


Erdoğan <Er6ay 56

sonra unutulup, yeniden söylenince dirilen, geniş hayat


çerçevesini doldurmak için, eski ve unutulmuş güzellikler
arasından birbirlerini bulmanın zevkini telkin etmektedir.
Musikîmiz, insanı tüketen, hayranlık duygusuyla yok
eden, yani insanı mistik bir âlemde kendinden geçiren ve
bir daha hayata, realiteye döndürmeyen musikî değildir.
Aksine, onu yapan insanlar ve evliya ruhlu, sanatın zirve­
sinde oturur, bizim gibi hayatın içinde kalıp, hayatı bi­
zimle yaşamaktan hoşlanan insanlardır. "Kaldı ki, eski
musikîmiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygu­
sunda tüketen sanatkardan değildir. Bütün o evliya ruhlu
ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek
olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bi­
zimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı." (s. 207)
Musikînin mistik dünyası içinde Nuran'ı seven
Mümtaz, aynı zamanda Nuran'ın aşkıyla bir kültürün,
musikî kültürünü bütünü hayatın içine sokmak isterdi.
Zira Nuran, geçmişin zevkini ilmek ilmek ören, nakış na­
kış işleyen ecdadın, her türlü varlığı, zevkini ve koku­
sunu, aynı yüce varlığın farklı yönlerini yansıtan billur bir
ayna gibidir. Nuran'm, musikî kültürü açısmdan sahip
olduğu renkliliği fark eden Mümtaz, onun her özelli­
ğinde, mazinin yaşanmış ve yaslanılabilecek kültürel mo­
'Tanpınar’tn Muzur'utıcCa ..... ................ ........... .................. 57

zaiğinin bir cephesini keşfetmektedir. Bununla bağlantılı


olarak, Nuran'ın fani varlığında yeniden doğuşu yaşardı:
"Mümtaz, Nuran'ın aşkıyla bir kültürün mirasını yaşadı­
ğını, Nevakârın nakış ve çizgisi daima değişen arabes­
kinde, Hafız Post'un rast, semai ve bestelerinde,
Dede'nin, uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük
rüzgârında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşün­
cesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği
zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcıla­
rına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fâni varlığı ger­
çekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu." (s. 208)
Tanpınar, klâsik Türk musikîsi ile Türk Halk musi­
kîsini birbirinden ayrı düşünürken, klâsik musikînin pla­
tonik, halk musikîsinin gerçek hayatın, yaşanmışlığına
hallerini ifade ettiği kanaatindedir. Zira klasik musikînin
dili, muhayyilesi ve aşkı, üst perdeden yere doğru süzü­
lürken, ya da metafizik-mistiJk bir alemin fezasında uçar­
ken; halk musikîsinin dili, muhayyilesi, aşkı ve sevgilisi,
günlük yaşanan hayatın, hakiki bir tezahürü olarak kar­
şımıza çıkar. Bütün özelliği, ten'e bağlı bir sevgiliye du­
yulan arzu ve zevki dile getiren türkülerde bile, sevmek,
kainatın bir sevgilide toplanmasını, bütün güzelliklerin
aslında bir kaynaktan geldiğinin farkına varmak gibi te­
'Erdoğan ‘ErSay 58

mel felsefe yapısmı ortaya koyaf. İşte Anadolu ve Rumeli,


Konya, İstanbul, Bursa, Kırşehir, Urfa ve Bingöl türküleri,
aralarında farklılıklar bulunsa da, çıkış noktasında sevme
tarzı itibariyle yukarıda dile getirdiğimiz sevme endişe­
sinde birleşmektedirler:
"Çünkü bize mahsus, tâ cedlerimizden beri gelen
ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa
kanlı bir şehvet rüyası hâlinde tekrarlanan sevme tarzı,
sevgilide bütün kâinatın toplanmasını isterdi. İstanbul'un,
Konya'nın, Bursa'run, Kırşehir'in evliyalarıyla halk tür­
külerinin anlattığı efe, dadaş aşkları, çocukluğuna kulak
verdiği zamanlar unutulmuş senelerin içinden gelen bü­
tün o gür hasretle, arzuyla, kendisini tüketmek ihtiyacıyla
dolu nağmelerin, Bingöl ve Urfa ağızlarının, Trabzon ve
Rumeli türkülerinin kanlı bıçaklı maceraları bu sevme
tarzında birleşiyorlardı." (s. 208)
Yaz mevsiminin bitişiyle başlayan sonbahar, iki
ruhu da mahzunlaştırmış, Mümtaz'la Nuran, hatıraların
derinliklerine doğru yola koyulmuşlardır. Duydukları bir
kuş sesi, büyük orkestranın yani tabiatın, kendi ruhla­
rında solan ya da solacağı korkusu olan duygular misali,
mahzun bir ruh hali ile, teslimiyetin canlı ve diri kalan
yanını terennüm ediyordu: "Tek bir kuş sesi, uzakta tıpkı
’Tanpınar'ın tfuzur'unda ........ ............ .... ......................... 59

bir orkestrada kemanlar ve viyolonseller arasında bir flüt


sesinin birden uyanışı gibi, acayip bir hasreti iki üç defa
tekrarlardı. İkisi de bu hasretin arkasında çalışan, şüphe­
siz onunla müphem surette alâkalı, belki onu besleyen,
böyle keskin yapan, fakat ondan ayrı faciayı düşünüyor­
lardı." (s. 212)
Tanpınar'ın büyük orkestra içerisinde bir kuşun,
varlığını hatırlatan sesini, insanın, artık hatıraları arasına
yazılmış geçmişinin yeniden hatırlatılması, şeklinde al­
mak mümkündür. Kuş sesi, Tanpınar'dan önce, Ahmet
Haşim'in "Bir Günün Sonunda Arzu" şiirinde de karşı­
mıza çıkar. Ahmet Haşim de, hüzün bırakan günün ar­
dından, bir kuşun yaktığı ağıtı dile getirirken şöyle der:

Altın kulelerden yine kuşlar


Tekrarım önırün eder ilân
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler?

Hayatın kalabalığı içerisinde, bir kuş sesinin nağ­


meleri arasınna sıkışıp kalmış ve ancak kalabalıkların sesi
kesilince ya da mevsimi erince vaktine, duyulabilir ve
fark edilebilir hale gelen insan ömrünün bestesini, Yahya
Kemal ise "Gece Bestesi" şiirinde şöyle anlatır:
(Erdoğan ‘Erbay 60

O kuş en kuytu bahçelerde öter;


Sarmaşıklarla yüklü vadide;
Hiçbir el değmemiş ağaçlarda;
Geceden tâ şafak sökünceye dek
Yükselir perde perde içli sesi;

En uzun nağmesiyle, bir müddet,


Gaşyeder yer yüzünde dinliyeni;
Bu zaman gök yüzünde yalnız o ses,
O terennüm kalır;
Gaşyolur dinledikçe yıldızlar.

O kuş ancak bahar olunca gelir;


Nerelerden gelir ?
Kimse bilmez, bu muammadır;
Bahâr erince sona
Kaybolur, başka bir bahâra kadar.

O kuşun ömrü, bir güzel gecede


Bir güzel beste söylemekle geçer.
O kuş en kuytu bahçelerde öter;
Hayâl içinde yaşar,
Hayâl içinde ölür.
(Kendi Gök Kubbemiz, s. 117-118)
Tanpıjıar’ın Jfu zu r’unda ...... ...... .................. .............. ..... 61

Romanın ikinci bölümünün sonuna doğru, Müm-


taz'ın Suat'la karşılaşması, Mümtaz'ın ruh halini bozar. El
attığı her şeyi karıştıran Suat, Mümtaz-Nuran İkilisinin
baharına, bir son bahar, hatta bir kış mevsimi gibi yeni­
den giriyordu. İşte bu sokuluş, Mümtaz'ın psikolojisini,
dolayısıyla çevresine, hüzünlü ve karanlık bir perde vas­
fıyla iniyor, haricî âlemin musikîsi, huzur veren değil,
kasvet getiren nağme hüviyetine bürünüyordu. Suat'la
karşılaşmanın şaşkınlığı ile sokakları adımlayan Mümtaz,
yağmurun her damlasının üzerine damladıklarından çı­
kardığı sesi, büyük orglara, klavsenlere benzetiyordu.
Suat, kışın habercisi sonbahar yağmurlan gibi,
Mümtaz'ın ruhu üzerine yağıyor, ruhun da, hava misali
bozulduğunu, dağıldığını sezdiriyordu. Bahar yağmurla­
rının çıkardığı ses, şevk ve ümitle, yeniden canlanan aşk­
lara kaynaklık ederken, sonbahar yağmurlarının sesi, bu
ruhun bütün dengelerini bozuyor, güzel hatıraları üşüten
damlalarıyla beraber anaforuna çekiyordu:
"Yağmur altında nereye gittiğinin farkında olma­
dan yürüyordu. Ara sıra iki bulut aralanıyor, cadde üs­
tünde, evlerin kiremitlerine varıncaya kadar her şey ay­
dınlanıyor, elektrik tellerinde, tepeleri alagarson, kesilmiş
belediye fidanlarının yapraklarında titreşen damlaların
‘Erdoğan <Er6ay 62

kısacık hayatını sadece aralarından geçtiği için bir inci


rüyası yapıyor; herşey, herkes çocukça bir neşe içinde
yıkanıyordu. Sonra tekrar sağanak başlıyor, çeketlerinı
başlarına örtmüş çocuklar koşuyorlar, daha yaşlılar şu­
raya buraya sığmıyor, cadde, evler, herşey siliniyordu.
Siyah, bulaşık âdeta kül rengi bir çamura benziyen bir
perde herşeyi kapıyor. Herşey yağmurun mahbusu olu­
yordu. O büyük, şakırtılarla herşeyi dövüyor, tramvayla­
rın üstünden, polis kulübelerinin tahtasından, evlerin çatı
ve kiremitlerinden sanki büyük orglar, klavesenler imişler
gibi sesler çıkarıyor, ara sıra bir şimşek parlıyor, bu koyu,
sıvaşık çamur birden, fakat başka türlü aydınlanıyor,
sonra tekrar ince ipliklerin ağı iniyordu." (s. 225)
Hayatının bütün ızdıraplarını, bir anda yaşadığını
hisseden Mümtaz, insan ruhunun, gün içerisinde, ne tür
hallere girebileceğini, yağmurun bütün kainatı mahpus
ettiği gibi, yaşadığı olay da Mümtaz'ın dünyasını karart-
mıştır. Suat'm, kulaklardan gitmeyen sesi ve kiracının
bahane uyduran tavrı, gecenin karanlığında münakaşa
eden çiftlerin sesi, aynı şekilde Mümtaz'ın da ruh halini
yansıtıyordu.
Tanpınar’ın 9-tuzur'unda ..

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

SUAT

Üçüncü bölümün başlığı Suat olsa da, merkezde


İhsan'ın varlığı ve herşeye hâkimiyeti göze çarpar. Bölüm,
Mümtaz'm, İhsan'ın evinde, devrin meşhur sanatkârları­
nın katılacağı bir musikî meclisi tertibiyle başlar. Meclise
katılanlar, bir ömür boyu icra ettikleri sanatlarında ruhla­
rının serüvenini yaşamış, ben'i, ney'de, kudüm'de, re­
sim'de fenaya ulaştırmış, fizikî varlıkları, ellerindeki mu­
sikî aletinin nağmeleri arasında sonsuza ermiş, maddeleri
ile değil, mistik ve deruni taraflarıyla bir arada bulunan
"devr-i kadîm" efendileridir. Ressam Cemil, Ferahfeza
Âyini'ni çalacak, Emin Bey ney'ini üfleyecek, Tevfik Bey
ise kudümünün sesiyle, yıllara meydan okuyuşunu or­
taya koyacaktır.
‘Erdoğan <Er6ay 64

İhsan Bey odasının bahçesinde kurulan musikî


meclisinde, Nuran, Macide ve Suat da vardır. Tevfik
Bey'in, İhsan'm hatta Nuran'ın yaşlılıkla ilgili sözleri ve
yansıttıkları halet-i ruhiye ile, mevsimin sonbahar oluşu
arasında kurulan bağlantının ortasında yine musikî var­
dır. Çünkü sonbahar mevsimiyle beraber, kışın ilk inti­
baları ruhlara hüzün taşırken, musikî üstadları da dehala­
rının son haddinde, meşkin sarhoşluğunu terennüm için
hazırlanmaktadırlar.
Nuran, tasvir edilen bu bahçede, Mümtaz'la tanış­
tıkları ilk zamanlarda, bahçeyi ilk görüşünü, bahçeyi dü­
zenlemek isteyişini, camekândan, Mümtaz'la beraber sey­
rettikleri yağmuru hatırlıyor, Mümtaz'la bahar kasırgasını
yaşadıkları devreyi, Debussy'nin musikîsinde ifadesini
bulduğunu hatırlıyordu: "Bütün yaz bu bahçeyi tanzim
etmek hevesiyle hülyalar kuran Nuran etrafına bakmdı.
Çoktan beri Nuran kendi içinden bu bahçeye ilk geldiği
günü, arıların vızıltısını, camekândan seyrettikleri kısa
yağmuru ve Mümtaz'ı tanımanın verdiği acayip hislere
karışan, onların bahar kasırgası olan "nocturne" u hatır­
ladı. Debussy'nin musikîsinden hatırladığı kadın sesleri
yabani, beyaz güller gibi hafızasında dağılıyordu." (s.
241)
1 anpınar'ın Muzur'unda 65

Bursa'dan Fatih devrinden bahsedilirken, Fatih'in,


biraz daha yaşasaydı, Türk rönesansının gerçekleşeceği
inancından bahseden İhsan, uzun süren saltanatların,
daima faydalı olduğunu, Elizabet ve Viktorya devirlerini
örnek vererek izah eder. Yaşanmayanlara veya yaşana-
mayanlara, yaşanmış ve bi-almenin yolu takip edilerek
varılır. Maziyi yaşayanlar, şu anda fizikî varlıklarıyla
bulunmasalar bile, yaşadıkları ve mezarlarıyla, bir musikî
havasmda devam etmektedirler. Mazi, bütün hüzün, ihti­
ras, ıstırap ve ümitleriyle, şu anda yaşanan ama, müda­
haleden aciz kaldığımız hayatı şekillendirmiştir:
"Fatih ölmeseydi, fakat ölmüş, Cem muvaffak ol­
mamış, o kadar çılgınca hareket, hattâ ihanet, ihtiras,
ümit, ıstırap, hepsi küçük bir mezar olmuş. Annesiyle
beraber alelâde bir kubbe altında ve yığın çini içinde yatı­
yor. Fakat onların ölüsü, yüzlercesi, binlercesi ile beraber
Bursa'yı yapmışlar. Gittiğim zaman Bursa'nın en güzel
mevsimiydi. Vakıa yine çok sıcak vardı. Fakat akşamları
hava serindi. Beni çiçekler çıldırttı. Her tarafta sessiz bir
musikî, bir musikî idesi gibiydiler..." (s. 242)
Neva, Tevfik Bey'in sesinde, İhsan'ı geçmişe taşı­
yor, Tevfik Bey ise, yıllardır terennüm etmediği, musikî­
nin izleri üzerinde yürüyordu. Macide'nin gökyüzünde,
Erdoğan (ErSay __ 66

aydınlığa bakış açısını tasvir eden Tanpınar, sanatkâr bir


şahsiyet olarak, Tevfik Bey'i, yalnız bir çınar gibi, her şeye
hâkim vasfıyla tarif ediyor, hem de Neva'run insan ruhu
üzerindeki tesirlerini dile getiriyor:
"Tevfik Bey eliyle bir işaret yaptı:
-Durun, sesimi tecrübe edeceğim! İhsan'a geçmiş
günlere dön, der gibi tebessüm etti. Ve Nevâkâr'a başladı:

Gülbünî ayş mîdemed sâkî-i gülizâr kû !

Bu Itri'nin dehâsı idi. Nuran, gözleri dayısının


gözlerindeki garip parıltıda eliyle dizinde tempo tutu­
yordu.
İhsan, mütareke senelerinde hapishane-i umumîde
Tevfik Bey'in kendisini ziyarete geldiği günler yaptığı
gibi alçak sesle onun arkasından yürüyordu.
Tevfik Bey asıl nevarun billûrunun tutuştuğu ilk
cümlelerle makam oyunlarını bitirdikten sonra sustu:
-İşte bu kadar... kaç senedir söylememiştim. Adeta
sesimin izinde yürüdüm. Bundan gerisini tamamiyle
unutmuşum" (s. 243)
Tevfik Bey'le İhsan arasında, bugün kurulan bağın,
aslında mazide atılmış tohumların hatıraları olarak ak­
Tanpınar’ın 9ûızur'unda 67

setmesi mühimdir. Zirâ içinde yaşanılan an, insanoğlu­


nun, kıymetinden en az haberi olduğu andır. Hatırası
yazılanlar, yaşanmışlıklardır. Anı inşa eden de, hatıralar­
dır. Yaşamaktan korkanlar, yaşayanları da göremezler.
Tevfik Bey'in dilinden dökülen nağmeler, Mümtaz'la
Nuran'ı, en eski yaşanmışlığa kadar götürmüş, sanki bu
iki aşık, yaşantından yaşanacağa doğru, yani maziden
hale doğru seri adımlarla gelmektedirler. Tevfik Bey'in
Nevâkâr'ı bilinen ve öğrenilenlerden farklı tamamen uy­
gulanmış olanların ifadesidir: "Mümtaz'la, Nuran çok
uzaklardan dönüyorlarmış gibi şaşkındılar.
Tevfik Bey'in sesi Nevâkâr'da o zamana kadar pek
az tanıdıkları bir kudret almıştı. Tanımadıkları bir kuş bir
yerde büyük bir nehrin, bir aydınlık tufanının sarayını
kurmuş gibiydi. Fakat asıl mühim olan etrafındaki şeyle­
rin Itrî' nin elinde birdenbire değişmesiydi." (s. 244)
Tevfik Bey'den Nevâkâr'ı dinleyen aşıklar, bu kez
ondan Mahur Beste'yi istediler. Alaylı ve homurdanarak
Mümtaz'a bakan Tevfik Bey, Mahur Beste'yi söyleyece­
ğini, ancak Itrî7nin söylediği tarzda değil de, yavaş bir
tarzda mırıldanır gibi bir sesle icra edeceğini ifade ile
Mahur Beste'ye başlayan Tevfik Bey, birdenbire yükselen
sesiyle Mahur Beste'nin asıl havasını yakalamıştır.
‘Erdoğan <Er6ay 68

"Gittin amma ki kodun hasret ile cam bile..."

Aslında Tevfik Bey'in sergilediği tarzda, Itrî'nin


ihtişamı yoktur. Çünkü Itrî'nin Mahur Beste'si, herkesi bir
araya getirebilen, herkesin aynı havayı teneffüs ettiği,
maşerî vicdanın sesi olabilen bir söyleyiş tarzıdır. Veya
Itrî' de, fert fert, teker teker, birer birer unsurlar, varlıkla­
rını kaybetmeden, müşterek bir nağmeyi fezanın ortasına
bir güneş misali koyabilmek için bir araya toplanmış şah­
siyetlerdir. Ama Tevfik Bey'i dinleyenler, Itrî'nin Mahur
Beste'sindeki tablonun aksine, kendi dünyalarını yaşa­
mak istedikleri halde yaşayamayan, geçmişin havasına
takılıp kalan, ayrı ayrı hücrelerde hüzün yumağı saran
fertlerdir. Geçmişi geri getiremeyen, hali de yaşayamayan
Mümtaz, musikînin sunduğu bu tablo karşısında "biz
neyiz" sorusunu sormaya başlar. Hakikaten biz neyiz?
Geçmişle yaşayan, ama bugüne de mana kazandırmak
arzusuyla dolu olan Mümtaz, bu sorunun cevabını İh-
san'dan alacaktır: "İşte buyuz... Bu Nevâkâr'ız. Bu Mahur
Beste'yiz, bunlara benziyen nice nice şeyleriz! Onlarm
içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleri­
yiz.
Tanpınar’ın Mıızur'unda ____ 69

Yahya Kemal, bizim romanımız şarkılarım ızda di­


yordu, hakkı da var.
-Müphem... hergün birkaç defa onlara koşuyorum.
Hep eli boş dönüyorum.
İhsan -sabır, dedi.
Mümtaz düşünceli düşünceli başını salladı.
-Evet sabır.... Patience dans 1'azurL.
-Tam o... Patience dans l'azur!... Unutma ki daha
kapısındasın. Bu sefer Bursa'da bunu daha yakından gör­
düm. Orada musikî, şiir, tasavvuf hep içiçe konuşuyor!
Taş dua ediyor, ağaç zikrediyor..." (s. 244-245)
Üçüncü bölümün, ikinci alt başlığında, musikî
meclisine katılan yeni isimlerle, yani Selim, Orhan, Nuri
ve Fahri ile İhsan arasında, Tanzimat sonrası insan tipi,
ekonomi ve medeniyet üzerine bir münakaşa gündeme
getirilir. Madde ile ruhun, maddecilik ile ruhçuluğun,
medeniyet ile ekonominin, şehir ile köyün mücadelesi,
insanın tek yönlü bir varlık olmadığı düşüncesi tartışılır­
ken, konuşma, daha çok medeniyet üzerine yoğunlaşır.
Yeni bir medeniyetle karşı karşıya kalmanın, bütünüyle
teslim manasma gelmediğini sezdiren İhsan, yapılması
gerekenin "sentez" yolunu tercih etmek olduğunu söyler.
Mazî, ihmal edilmeyecek bir hakikat olarak, "kendisinden
1'Erdoğan E r6ay 70

gelmemiz lâzım gelen" bir unsurdur. Bugünkü nasıl, dü­


nün devamıdır. İhsan'a göre yapılması gereken, halk ile
yüksek tabaka arasında bağlantıyı kurabilmektir. Yine
İhsan'a göre, kalkmabilmenin yolu, yeni neslin çalışması­
dır.
Mümtaz, İhsan'ın söylediklerini dinledikten sonra,
söylenenlerin imkânsızlığından bahseder. Çünkü Müm­
taz'ın fikrince dizi bir kere kopmuştur. Türkiye'de bu­
günkü nesillerin ortak okuduğu kitap sayısı beşi bulmaz,
aynı zamanda, eskilerden zevk alan, dar bir muhit kal­
mıştır. Mümtaz'a göre, yarın, Nedim ve Nefi okunmaya­
cak, Mümtaz ve nesline son derece zevk veren eski mu­
sikî, ebediyen unutulacaktır. Bunun sebebi de devrin,
aksülâmel devri oluşudur:
"Güçlük var, fakat imkânsız değil. Biz şimdi bir ak-
sülâmel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Ka­
famız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede'yi VVagner ol­
madığı için, Yunus' u Verlaine, Bâkî'yi, Goethe ve Gide
yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız
Asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi gi­
yinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz.
Coğrafya, kültür, herşey bizden bir yeni terkip bekliyor;
Tanpmar'ın y-fuzur’unda .. 71

biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin


tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz." (s. 251-252)
Tanpınar, İhsan vasıtasıyla, halkı, geçmişi, tarihi,
Türkiye'yi değerlendirirken, İhsan'a, bizim gurbet insanı
olduğumuzu, bizi mesafelerin terbiye ettiğini, yaşadığı­
mız aşkların, ızdırapların, hürriyetin, tarihm ve sanatın,
mesafelere ait bulunduğunu, daha da ileri giderek klâsik
musikinin de mesafelerin gurbetini yaşadığını ifade eder :

"Bir mübarek sefer olsa da gitsem


Kâbe yollarında kumlara batsam..." (s. 255)

Romanın bu bölümü, İhsan ve çevresindekiler ara­


sında, eski-yeni, doğu-batı, medeniyet-köy çatışmaları
şekline bürünerek, aslmda bir nesil farklılığının kaynaklık
ettiği münakaşaların gölgesinde devam ederken, olay ve
konuşma, bir musikişinasın, Emin Bey'in gelişiyle yeni­
den musikîye döner.
Anane, devamlılıktır. Hayatı, moda halinde kaide­
ler çerçevesinde değerlendirmek, ananeye, konuşmak ve
devam için yer bırakmaz. İhtiyaç duymak, hayâtın içine
sokmak, unutulmayı engelleyen unsurlar olsa gerektir.
Bir şeyin varlığı veya bekâsı, ona gösterilen iltifatın, ona
1Erdoğan ‘Erbay 72

gösterilen ihtimamın neticesidir. Her şey bir ihtiyaçtan


olduğuna göre, eksikliği hissedilmeyen şeyin, varlığı da
hissedilemez.
İhsan ve çevresindekiler, musikî sayesinde bera­
berdirler. Başka bir ifadeyle, bütün olaylar İhsan'ın çevre­
sinde dönüp durmakta, onun bakış açısıyla aydınlan-
maktadır. İhsan'la Tevfik Bey'in, İlhan'la Tamburi Ce­
mil'in, İhsan'la Ressam Cemil'in ortak tarafları, kendini
ifade edişte, aynı terbiye ve zevk devrini ya yaşayarak, ya
da öğrenerek tatmış olmalarıdır. Madem ki her devrin,
her devir insanının, kendine has bir zevk anlayışı vardır,
o halde İhsan'la yeni neslin aynı noktada durabilmeleri,
eski musikîden aynı zevki almaları mümkün değildir.
Emin Bey'in, İhsan dairesine gelişiyle değişen havayı ve
zevk farklılığını, Huzur'daki bölümü aldıktan sonra yo­
rumlamaya çalışalım: "Ressam Cemil bir elinde kılıfları
üstünden sardığı iki ney, öbür eliyle Emin Bey'in araba­
dan inmesine yardım ediyordu.
Emin Bey, İhsan'a elini uzatırken: Tevfik de geldi
mi ? diye sordu. Her ikisiyle de çok eskiden dosttu. Tevfik
Bey'i ilk gençliğinde Yenikapı Mevlevîhanesi'nde tanı­
mıştı. İhsan'ı ise Harb-i Umumî içinde Tamburi Cemil
kendisine tanıtmıştı. İhsan, Emin Bey'i tarayana kadar
Tanpınar’ın 9ûızur'unda _________________________ 73

neyi sevmemiş, Türk musikîsinin tek âleti olarak tam­


buru, onun getirdiği coşkunluk havasını tercih etmişti.
Fakat bir gece Tamburi Cemil'in kız kardeşinin
Kadıköyü'ndeki evinde onu nasıl kudretli tarafıyla dinle­
dikten sonra fikri değişmişti. Bu Emin Bey'le, Tamburi
Cemil'in Hilal-i Ahmer menfaatine Şehzadebaşı'ndaki
Ferah tiyatrosunda verdikleri konserden sonra olmuştu.
Konser bitince Tamburi Cemil bir türlü Neyzen Dedeyi
bırakmamış ve İhsan'ı da zorla alıp götürmüştü. İki gün
iki gece orada mezesi kıt, fakat içki itibariyle çok zengin
bir rakı masasının başında kalmışlardı. Ihsan bu iki gün
içinde, her iki sanatkârın nasıl seçkin insanlar olduğunu
anlarruştı." (s. 256-257)
İhsan'm zevk teşekkülünde, bir tarafta Emin Bey,
bir tarafta Tamburi Cemil, yer almaktadır. Musikînin sirrî
ta raf ma eremeyeceklerin icra ettiği ile, onu gönülden ya­
şayanların icrası birbirinden tamamen farklıdır. Dünün
insanı, kabuğun içindeki inciyi bulabilmek için, derinli­
ğine doğru sefere çıkarken, bugünün insanı görünende
takılıp kalmaktadır. İhsan, Türk musikîsinin yegâne aleti
olan tamburu, Emin Bey'in zevki sayesinde sevmiş, bun­
dan sonra da Emin Bey'i unutmamış ve fırsat buldukça
ziyaretine gitmiştir. İşte Yahya Kemal'in "Ne harabî ne
‘Erdoğan (Er6ay 74

harabatiyim/Kökü mazide olan atîyim", düşüncesinin


altında yatan hakikî sebep de bu olsa gerektir. Yani mazi
kullanılıp bitirilmiş bir emektar değil, yarmı kurmak için
yaslanılan bir yastıktır.
Tanpmar, bu musikî meclisini bir araya getirirken,
bir taraftan da, İhsan'm şahsiyetini, dolayısıyla maziyi
kuran güzel insan ve sanatlarını, bugüne taşıma gayreti
içerisindedir. Kudüm, senelerdir kınından çıkmamışsa,
bu biraz da sonradan gelen neslin sorumluluğudur.
Çünkü hiçbir medeniyet ve hiçbir insan -ilk insan hariç-
sahip olduklarının hepsini kendisi üretmemiştir. Zevk
oluşumu, süreklilik isteyen bir hadise olarak, bir şeyin
zevk hâline gelebilmesi için asırların imbiğinden süzül-
mesi gerekir.
Bu noktada, bir- meseleye daha temas gerekir. Tam­
bur, ney, kudüm mü, yoksa onlara ruh üfleyen sanatkâr­
lar mı söz konusu edilmelidir? Elbette, neyin, kudümün
ve tamburun çıkardığı ses, feryad, ona üfleyen insanın
feryadıdır, hasret ve gurbetidir. Bu bakımdan Emin Bey,
bir devrin bütün zevklerinin kendisinde teşekkül ettiği
şahıs olarak okuyucunun dikkatine sunulmaktadır.
Bir musikişinas olarak Emin Bey, bir devrin musikî
zevkini temsilen, herkesin musikî zevkini ayarladığı mi­
Tanpınar’ın ^Huzurunda 75

yardır, yani ölçüdür. Çünkü o, bir nefesle, alh asrın kül­


türünü, zevkini, hayat tarzını bugüne taşıyabilen adam­
dır. Yıllarca, hayat verdiği hususiyetleri bir ruhta birleşti­
ren, onu, daha sonra gelecek nesillere, önceki yaşananla­
rın canlı şahidi olarak bırakan medeniyet, kendisini
temsilen Emin Dede'yi seçmiştir.
"Emin Dede bir medeniyetin en yüksek cihaz ola­
rak kendisini seçtiği insanlardandı. Neyinden daha narin
denebilecek bir görünüşü vardı. Kendi gündeliğinden
kopmuş herhangi bir mahluk gibi yavaş yavaş, hatta bu
gündeliğin sıkıntılarını- ufak tefek rahatsızlıklar, endişe­
ler,- beraberinde getirerek bahçeye girmişti. Kadınları,
sultanım! diyerek ellerini sıktı. Mümtaz'ın arkadaşlarına
iltifat etti. Sonra İhsan'ın yarımdaki koltuğa rahat ve sa­
kin oturdu. Ressam Cemil arkasından sakin melek çehre­
sinde her zamanki tebessümü ile görünmüştü. Hâlinde,
içinden o kadar ta'ziz ettiği, her hareketini aradaki yaşa­
yış ve âlem farklarına rağmen büyüttüğü adam için: "İşte
o budur, bu çelimsiz adamdır, bütün mazi hâzinelerimin
son bekçisi, kafası altı asrın altın uğultulu kovanı olan ve
nefesinde bir medeniyet yaşayan insan budur?..." diyen
bir hâli vardı." (s. 257-258)
‘Erdoğan ‘Erbay 76

Aslında Emin Bey, fizikî görünüşü itibariyle musi­


kişinastan çok, hayatın uzağına düşmüş bir bürokratı an­
dırmaktadır. Ancak mevlevî terbiyenin bu fizikî görüntü­
nün içine işlediği öyle bir dünya var ki, güneşin altında
erimiş, maddesinin yarısı kalmış, kalan tarafıyla ferdî,
diğer tarafıyla da maşerî bir anlayışın varlığını taşıyordu.
Asırların, Emin Bey üzerine boşalttığı terbiyevî unsurlar,
onun maddesini, değil, manasını görünür hale getirmiştir.
Bedenin taşınmaz hendesesini aşabilmiş, ruh ikliminde
kanat çırpan, aynaya girip neredeyse bir daha görünmez
hale gelen Emin Bey'i gören Mümtaz, her defasında
Neşâtf nin beytini hatırlar:

Ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşâtî


Âyine-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız!

Ahmed Hamdi Tanpınar, Emin Bey'in şahsında,


musikînin medeniyetini inşaya başlar. Mümtaz'm, Emin
Bey'de gördüğü şeyler, Mümtaz'm da aradığı ama, artık
zamanı ve devri geçtiği için, zevkinin de hatırlanmadığı
demlerdir. Emin Dede, asırlara hükmeden bir medeniye­
tin, maddî değilse de, ruhî melekelerini, her türlü mede­
niyet teferruatının derinleştirdiği, maddenin sonlu yolla­
Tanpınar’ın 9fuzur'unda

rında sağa sola çarparak devam eden bir vasıta değil, ru­
him sonsuz göğünde maveraya kanat açan, melek sıfatlı
özüdür. Mümtaz için Emin Bey, öyle büyük bir musikişi­
nas ki, iç fırtınalarının, kendisine, 'en büyük sanatkâr sen-
sin' telkininde bulunan, sıradan insanların özelliklerini
onda aramak, sonucu hüsranla bitecek bir yolculuğun
başlangıcıdır. O, sahildeki bir çakıl taşı misali, sahile vu­
ran her dalganın, kendisine ait hususiyetleri, sivrilikleri
ve bencillikleri alıp götürdüğü; ve onu tevazuun, herkese
ve her şeye rağmen kainata dost bakabilen bir karakter
abidesidir. Bu mütevazi sanatının ve dehasının her türlü
imtiyazına rağmen evin bahçesinde oturan Emin Dede'yi
seyreden Mümtaz, Emin Dede'nin bile haberdar olmadığı
ruhi iklimlerini dokuyan, öbür âlemin çok sevdiği ustala­
rını düşünür. Emin Bey'in şahsiyetinden ve musikîsinden
yola çıkan Mümtaz, doğu ve batı musikîsini, dolayısıyla
medeniyetini mukayese eder. Metni buraya alalım ve de­
ğerlendirmeyi daha sonraya bırakalım:
"Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz,
bir Borodine bu gördüğü ebediyet yıldızından ne kadar
ayrı insanlardı. Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün
hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden
iştihaları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkân­
1Erdoğan <Er6ay .. 78

sız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa


şahsiyetlerini değişik plânda göz önüne koyan bir yığın
nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklılığı bile etrafındaki
her şeye bir arslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı.
Halbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şah­
sını inkârdan ibaretti. Bu inkârlar, mutlaka karşı beslenen
bir aşkta ve hayatın umumî gürültüsü içinde bu çifte kay­
bolma kararı sadece Nuri Bey'e ait bir şey değildi. Bu
kendi iradesiyle yahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş
çehreyi sonsuz itişlerle geriye doğru götürerek ondan bir
Aziz Dede, bir Zekâî Dede, bir İsmail Dede, bir Hafız
Post, bir Itrî, bir Sadullah Ağa, bir Basmacızâde, bir Kö­
mürcü Hâfız, bir Murad Ağa, hattâ bir Abdülkadir-i
Mürâgî, hülâsa bizim bir tarafımızı, belki en zengin his
tarafımızı yapan insanların hepsini çıkarmak mümkün­
dür. Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarak
yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini
çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki ha­
yatın henüz uyanmış mahmur günlerinden yığın yığın
baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin
behemahal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde
kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşin garibi muasırları
da bunu böyle görmüşlerdi. İçlerinde en fazla şahsî olan,
Tanpmar’ın huzurunda 79

bize bir yığın İlâhi hastalık aşılayan Dede Efendi'den bile,


Abdülhak Molla'nın küçük kardeşi jurnalinde ne kadar
basit bir şekilde, yapılan işin sanki manasını anlamadan,
adeta bedbahtça bir cehalet içinde bahsederdi." (s. 260)
Batı medeniyeti, dolayısıyla müziği, gürültüyü se­
ven, dünyevî olmayı uhreviliğe tercih eden, onlarca sesin
arasından, her şeyin sadece ferdî iştihaları tatmin için
önüne serildiğinin sarhoşluğunu temsil eder. Batı'nın mu­
sikişinasları, hiddet ve kinleriyle hayatın bütün imkânla­
rım kuşatıcı hırslarıyla, çevrelerindeki her şeyi kendi
hizmetkârı gibi gören tavırlarıyla; gururun eşya ve hadi­
selerin hakikatlerini sezemez hale getirişiyle sivrilen bir
mizacın temsilcileridir. Batılı'nın varlık sebebi her an "ben
buradayım" ifadesini, yüksek sesle duyurabilme endişe­
sine dayanır. Batı, kainatı tek başına yüklenebilecek gücü
şahsında canlandıran, sert tabiatın icrasıdır. Aynı za­
manda Batılı musikişinaslar, medeniyetlerinin terbiyesi
gereği, sürekli olanın bir halkası olmak yerine, geçmiş ve
geleceğin ortasında avazının çıktığı kadar, ferdi varlığım
haykıran, monoton, tek yönlü bir dünyanın, yani görüne­
nin temsilcisi durumundadırlar,
Şark'ın, musikîsi ve musikişinasına gelince: Tatmin
olmuş bir iç dünya ile medeniyetinin kemâle erdirdiği,
'Erdoğan <Er6ay .. 80

kendi benini değil, mutlak olana karşı duyduğu sorum­


luluğun zevki ile varlığını hissetmeden, ama terbiye edici
tavrıyla, sanatını icra eden mütevazı bir şahsiyet tezahü­
rüdür. Nuri Bey'de, Emin Bey'de geçmişe dair ne varsa,
bütün hususiyetlerin görülebileceği, bizi biz yapan his
tarafımızı yakalayabiliriz. Şark'm musikîsi, musikişinas­
ları, kalabalıklar içinde kaybolmayı, varlıkta yokluğu,
çoklukta biri bulmak gayretindedirler. İcra ettikleri sanat,
Batılılar gibi, benliklerinin hırslarını dile getirmek için bir
vasıta değil, mükemmel ve büyük yapıda kaybolmanın
yolu olarak dikkate alınmaktadır. Maddî varlığın dar çer­
çevesi arasmda sıkışıp kalmak yerine, mistik dünyanın
önlerine açtığı sonsuzlukta kanat çırpmanın zevkini tat­
mışlardır. Benliğin ve ferdiyetin değil, kalabalık orkestra­
nın fark edilmeyeni olmanın hazzını, musikîlerinin teren­
nümleri haline getirmişlerdir. Görüneni değil, görünme­
yeni, eşyanın ve hadisenin maverasını sezmenin ve bu
sezgi ile ruhî hayatın serüvenini anlatabilmenin peşinde
o lm u ştu r.
Musikî meclisini bir araya getiren sofra zevkini ve
üslubunu ortaya koyan Ahmet Hamdi, Tevfik Bey ile
Nuran arasındaki akrabalık ilişkisine kan bağı yönüyle
değil, bir medeniyetin devam etmesi gereken unsurları
Tanpınar’ın 'Jûızur'unda ... ............... ................................ 81

açısından yaklaşır. Sofraya gelen piliçleri Nuran hazırla­


mıştır. Fakat bu üslubu ve usulü ona öğreten dayısı
Tevfik Bey'dir. Bu sofra zevkinden yola çıkan Tanpınar,
Tevfik Bey'in mazisiyle, insanoğlunun devamlılık veh­
mini izaha çalışır.
Tanpınar, Tevfik Bey'e, "Hünerler el değiştirmez­
lerse devam etmezler" cümlesini ifade ettirdikten sonra,
insanla devri arasındaki bağlantıyı, hatıraların, zaman
ilerledikçe hüzünlere nasıl dönüştüğünün mütalaasını
yapar. Hayat, hiç yaşanmamış, bir zamanlar, zevk ve he­
yecanın büyülediği ruh üzerinde, tahammül edilmez bir
yük olarak yer almaktadır. Tahammülü zor bu yükü bu­
güne taşıyan, bu yükü unutulmaz kılan ise, musikîdir:
"Eski musikî bunun en canlı tarafıydı; her nağmede bir
başka günü, fakat hiç de kendisinin olmayan bir şey gibi,
tıpkı bu başının ucunda parlak, en saf elmastan güneşi, bu
yakut ve akitten sararmış yapraklar, biraz uzakta küçük
bir akşama benzettiği narlar ve Trabzon hurmaları ile,
arılarının vızıltısı ile insanı bütün fâniliğini hatırlatarak
içine alan bu mevsim saati gibi etiyle, kaniyle yaşadığı bir
şey değil, sadece davetlisi olduğu bir nimet gibi hatırlı­
yordu." (s. 262)
‘Erdoğan <Erbay 82

Huzur romanının bu bölümünde Ahmet Hamdi,


vakayı o kadar yavaşlatır ki, vak'a, sadece yemek sofra­
sına bağlı hale gelir. Konuşmalar, hatta hareketler tama­
men, musikînin ahenkli perdeleri arasında gidip gelen
unsurlardır. Mekân itibariyle bir bahçe, bahçede bir sofra
ve daha özelde de Tevfik Bey'in şahsı, rüzgarda kıpırda­
yan yapraklar gibi, olayları, gelişme ve değişmeleri idare
eden yegâne kahraman haline gelir. Tabidir ki, meclisi,
meclistekileri, zaman ve mekânı bir hâle vasfıyla kuşatan
musikî ise, bütün unsurların, penceresinden göründüğü
asıl kahramandır.
Musikî, ahenk denilen büyünün mükemmele ulaş­
tığı bir sanattır. Bu sanatı icra ise, bir hünerdir. Her hüner
de, hüner sahibine kendine has ve özel bir üslup kazandı­
rır. Hüner sahibini diğerlerinden ayıran da, hususi bir
tavır ortaya koymasıdır. Emin Bey'in, bir ney ustası ola­
rak, sofradan kalktıktan sonra, takındığı duruş, neyin,
aleti çalana kazandırdığı hususi halet-i ruhiyedir. Emin
Bey'in, "Mirim Ferah fezâya var mısın?" diye Tevfik
Bey'e sorduktan sonra, Tevfik Bey, bir üstadın nefesleri
arasından dökülen gençlik hatıralarına döner. Sesle bera­
ber, Ferahfeza'yı ilk meşk ettiği zaman dilimine dönen
Tevfik Bey, yıllardır söylemediği bu eseri, hafızasında
'Tanpınar'ın^Huzurunda .. 83

aradı, Emin Dede makamlar arasında kısa bir gezintiye


çıkınca, sofranın başında bulunanlarda hatıralar bir film
şeridi gibi geçmeye başlar.
Emin Dede, nihayet Dede'nin Devrikebir Peş-
revi'ne gelir. Peşrevi dinleyen Mümtaz, daha önce Ce­
mil'den duymuş olduğu bu eserin, çok daha farklı dün­
yalar canlandırdığını hisseder. Ney taksimi, Mümtaz için,
o an yaşanan duyguların değil, daha evvel yaşanmışların
hasretiyle yanıp kavrulma ruhî durumunu ortaya koyar.
Peşrev, Mümtaz'm bütün yaşanmışlara, "hasret" pencere­
sinden bakan tabiatına uygun bir tarzda ortalığa yayılır:
"Mümtaz bu peşrevi Cemil'den birkaç defa dinlemişti.
Fakat şimdi o büsbütün başka bir eser olarak karşısma
çıkıyordu. Daha ilk notalardan itibaren garip bir hasret
duygusu binlerce ölümün arasından güneşe hasrete ben­
zeyen bir özlem içlerini kapladı, sonra bu hasret duygusu
hiç dağılmadan -Mümtaz karşısındaki Nuran'ı hep bu
duygunun arasından görüyordu;- garip ve sonsuz bir
sonbaharda yaprak yaprak dağıldılar.
Altın’ semaların, büyük sararmış yaprakların, aca­
yip nilüferlerin, beraberce yüzdükleri durgun bir havuz,
bilmedikleri bir tarafta, belki -ve hatta şüphesiz,- uzvi­
yetlerinin bir tarafmda genişledi." (s. 264)
Erdoğan <Er6ay 84

Tanpınar, sadece Mümtaz'ı değil, meclisteki her­


kesi ağır bir yükle tesiri altına alan Emin Bey'i ve Emin
Bey'in ney'ini, neyin arkasındaki kültürel alt yapıyı ve
sesin mistik tarafını tahlil eder. Ney, kâmil insanı tasvir
eder. Dünyevî bütün endişelerden uzak, nefsini tatmine
ulaştırmış, ruh serüvenini tamamlamış bir şahsın timsali­
dir. Bu nedenle ney, sesi ve rüzgarıyla, dokunduğu her
eşyayı aslına döndüren, görünenin arkasmdaki görünme­
yeni sezdiren, eşyanın ve hadiselerin hakikatlerini tanı­
mak için yol açan mühim bir vasıtadır. Neyin hüzün
damlayan nağmelerinin açtığı pencereden bakınca, nağ­
menin ahengi bütün kâinatı, kendi düzeni içinde seyretti­
rirken, kâinatı da, sihirli sesiyle tesiri altına alır.
Maddenin, görünen katılığının ve sertliğinin arka­
sında, insanı yormayan mistik bir güzelliğin ve ulvîliğin
varlığını ancak, neyin çıkardığı ve her şeyin maverasına
geçebilen sesin kanat çırpışları arasından seyredebiliriz.
Ney, üflediği her nefes ve çıkardığı her sesle, maddeyi
eriten, her şeyi aslî yapısına döndüren, renkleri, kokuları,
tatları dönüştüren, madde alemine uhrevî bir hüzün ser­
pen, asıl yaşanması gerekenin ruhî kemâlat olduğunu
hissettiren, garip bir ifade vasıtasıdır. Maddenin, insan
ruhunu prangaları arasında boğduğu dar çerçeveye de­
Tanpınar’ın 9iuzur’unda 85

ğen her ney sesi, mekân ve zamanı, akıllara durgunluk


veren bir tarzda genişleten bir sihirbazın adıdır.
"Emin Bey'in neyi, nefes ve rüzgâr mahiyetini hiç
kaybetmeden, madenî yahut daha iyisi garip ve renkli
çoğalışında mücevher parıltılariyle nebat yumuşaklığını
birleştiren bir ses çıkarıyordu. Fakat ne kadar tok, hacimli
ve genişti. Büyük sofa onunla doluyor, pencerelerden
dışarı taşıyor, âdeta bahçe son çiçeklerinin, sararmış yap­
raklarının üzüntüsüyle onda değişiyordu. Bazan her şeyi
kendi cevherine ve oradan da daha derin bir aşıla iade
edilecek gibi eriyor, tavandaki küçük avize bu gül yağ­
muruna benziyen ses çağlayanında acayip kavs-i
kuzahlarla tutuşuyor, sonra cesur bir dirsek büküşüyle
veya ancak hiç rengini kaybetmeden nizamım benimse­
diği sarmaşıklarda, salkımlarda, ince lifî nebatlarda gö­
rülen o acayip ve birbirine yapışık tırmanışla- kendi ken­
disinden biraz evvelki çehresi olarak doğuyordu." (s. 264)
Emin Bey'in ney sesleri arasmda, Cemil'in ney se­
sini arayan Mümtaz, ilk hanenin ne kadar çabuk geçtiği­
nin farkına varmadı. İkinci hane daha sakin bir raksla,
mahzun bir hatırlayıştan fırladılar. Üçüncüsünde, Ferah-
fezâ'nın rüzgarlarıyla savruldular ve ruh fırtınası yaşadı­
lar. Ümitsizlikler içerisinde, yalnızlıklarını seyrettiler. Fe­
Erdoğan <Er6ay 86

rahfeza peşrevi, dördüncü hanesinde, orada bulunan,


ulaşılması imkansız uzak çöllerde yolunu bulmaya çalı­
şan ruhları, mahzun bir hatırlayışla, tekrar akşam dünya­
sına döndürdü.
Tanpınar, Emin Bey'in üflediği neyin sesine, roman
içerisinde öyle bir misyon yüklüyor ki, bütün karanlıklar
onunla aydınlanıyor, yolunu şaşırmışlar o sesle yolunu
buluyor, maddenin dar kalıpları arasında sıkışıp kalmış
ruh, o sesle mistik havayı yakalıyor.
Ney, çıkardığı hüzünlü sesle, sadece sofradakiler
değil, kalabalıklar arasında yaşayan herkesin, aslında ru­
hen yalnız olduklarını haykırır gibidir. Çokluk arasında
tekliğin, tasavvufî tabiriyle kesret içinde vahdetin peşinde
koşan ruhlar, neyin nağmeleri ile yalnızlıklarının ayna­
sında kendilerini seyrederler: "Hemen herkes kendi öm­
rünün rüzgarında dağılmış gibiydi. Yalnız Emin Bey
ayakta, çok temiz ve dürüst kıyafetiyle, yüzü sertleşmiş,
sırrın ve nağmenin mahfazası uzviyetiyle bir sembol gibi
duruyordu. Kendi içinde toplanmanın bütün sırrı bu çeh­
renin içi, ten sertliğindeydi; onun yanı başında biraz ar­
kada ressam Cemil, kumral saksonya fağfuru çehresi bi­
raz daha incelmiş tatlı bir gülümsemede, sanki biraz evvel
geçtikleri yolu seyrediyordu. Tevfik Bey öbür tarafta ku­
Tanpmar’ın ^Huzurunda 87

cağında kudümü, alaturka sazların sandalye oturuşuna


kattığı o daima yadırgatıcı rahatsızlık içinde bekliyordu."
(s. 265).
Bakışı, duruşu, neye üfleyişi ile, bir geleneğin sun­
duğu her türlü özelliği yansıtan Emin Bey'in, bu herkesi
tesiri altına alan renkli dünyasına hayran kalan İhsan,
söze girer. Zira romanın vakası, özellikle bu bölümde,
ancak bu tip konuşmalarla biraz da olsa hareket kazanır.
Konuşmalar da yine mazi ve onun bugüne taşıdığı musikî
mirası üzerinedir. İhsan'ın, Emin Bey'e, "Dedem, senin
muhteşem bir renk dünyan var..." hitabına, Emin Bey,
kendisini yapan, sanatına şekil veren, insan, olay ve
üstadlann hiç birisini unutmadan cevap verir.
İhsan'm "renk dünyası" dediği şey, Emin Bey'e
göre, aşk'tır. Zira Emin Bey, neye üfleyişi üstadlardan
meşk etmiştir. Yazılı olmasa da, şarkın sosyal hayatı, kar­
şılıksız, sırf mutlak rızası için sarf edilmiş ömürler silsile­
sidir. Bu bakımdan Emin Bey'de, mazinin musikîsini ku­
ran musikişinasların mirası olarak, kendi benini değil,
beslendiği musikî medeniyetinin mütevazi bir temsilcisi
sıfatıyla, geçmişi ve geçmiştekileri şu anda yaşıyormuş
gibi anar: "Emin Bey eski musikişinaslardan veya veliler­
den yaşayan insanlar gibi bahsetmekle kalmıyor, ölümle­
'Erdoğan <ErBay 88

rinin uzaklığını, üstadımız, pirimiz, efendimiz gibi şahsını


bir nevi bağışlama vasfında siliyor, böylece kendisi, yaşa­
dığı zaman, bahsettiği insan ve ölümün mücerret zamanı
birleşmiş oluyordu" (s. 265)
Huzur'da, Tanpınar'ın musikîye yüklediği misyon,
insanı mistik dünyalara götüren, ya da o dünyaya yol
açan bir vasıta olarak, gerekli yolu hissettirme kaygısıdır.
Tanpınar, bir mutasavvıf olmadığına göre, musikînin
ahengiyle sarhoş oluşunu, maddenin görünen yüzünün
arkasındaki sırrı çözmek manasına gelen mistisizmle izah
etmek mümkündür. Dede'nin Ferahfeza'sı, bu noktada
bir dua, insan ruhunun Allah'ı bulmak için bir çırpınışı
değil, mistisizmin insanoğlunun önüne açtığı geniş bir
hareketi temsil etmektedir. Zira musikînin, insan ruhunu
sürüklediği genişlik ve mistik tavır, kendini arayan ruh
için, maddenin dışına, ötesine ulaşabilme özelliğidir.
Alaturka musikînin makamları arasında dolaşan Dede,
değişmeler, kararlar sayesinde çeşitli gelişmelerle ayin bir
sembol haline gelmiştir.
Sofradaki meclis, hasretin bir araya getirdiği bir
topluluk olduğuna göre, hasret, söz konusu meclisin üze­
rine abanmışsa, üflenen ney ise, o zaman Mevlâna'dan,
Mesnevi'den de bahsetmek gerekecektir. Tanpınar, neyin,
‘Tanpınar’ın ^Huzurunda 89

kamışlıktan koparıldığı için hasretini duyduğu aslma dö­


nebilmek arzusuyla çıkardığı sesleri, insan oğlunun vata­
nından gurbete gönderilişinin sembolü şeklinde tasavvur
eder. Ferahfezanın başlamasıyla, kozmik alemde ruh yol­
culuğuna çıkan Tanpınar'ın kahramanlan, musikînin,
önce analizci, ardından da terkipçi havasının ebediliği
sayesinde, ney misali ayrılıklarının şarkısını terennüme
başlarlar.
"Ayinin başladığı Mesnevi'nin ilk iki beytinde fe­
rahfeza makamının bütün hususiyetlerini, aynı saraym
birbirinin aynı iki murassa cephesi gibi verdikten sonra,
çok çeşitli, uzun bir seyahati andıran, kavislerle bu ma­
kamı birkaç defa tekrarlıyor, sonra birden bire hep aynı
mimarî motiflerini kullanmak şarbyla elde edilen ayrı
ayrı terkiplere benziyen bir yapışta onu yavaş yavaş
kendi benzerlerinde kaybetmiş görünüyordu. Böylece
bütün ayin ilk cümlelerde, -yahut beyitlerde,- dinlenilen o
berrak ve muhteşem Ferahfeza'nın hasreti içinde bir çeşit
kozmik seyahat oluyor, kulak tattığı hazzı -veya ruh, bir
lâhza kendisini kamaştıran mâvera şevkini- daima hatır­
lıyor, her cümlede ona yaklaştığını sanıyor, seviniyor,
fakat bu sevinci duyar duymaz, ebedî hasret ve yolculuk -
nevanın veya rastın veya acemin daha hafif veya sadece
Erdoğan lEr6ay ............................. ............... ... _...... .................. . 90

değişik bir perdesinde- yeniden başlıyordu. Sanki Dede


bu acayip eserde mistik tecrübenin bütün mukaddes sey­
rini gözle görünür şekilde vermek istemişti. Bir an için
Hak ile Hak olan ruh, kendini ve gayesini geniş zaman ve
mekânda arıyor, eşyanın uykusunu sarsıyor, her şeyin
özüne eğiliyor, büyük uzletlerde kapanıyor, kehkeşanlar
atılıyor, her yerde kendi hasretine benzer hasret, kendi
susuzluğuna benzer susuzluklar buluyordu. Ferahfeza
makamını âdeta bir nevi irşat gibi kendisine sunan acem
perdesinden dügâha, kürdiye, rasta, çargâha, gerdani­
yeye, sabaya, nevâya geçiyor, her şey birbirinde kaybolu­
yor, birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu. Ve Ferahfeza
bütün bu hasret sıtması yolculukta kâh umulmadık dö­
nemeçlerde mücevher kadehini -o tek cümleden, tek sav­
ruluştan kadehini- birden bire uzatıyor, kâh çok değişti­
rici desenlerde seyredilen bir hayal gibi, kendi kendinin
hatırası veya rüyası gibi görünüyordu. Bu arayış, bu kay­
bolma ve kendini idrak bazan son derece beşerî oluyor,
Dede'nin ilhamı, "Görünmezsen ne çıkar, ben seni ken­
dimde taşıyorum!" diyor; bazan de, madde kadar sert bir
ümitsizliğe kapanıyordu." (s.266)
Her dokunduğunu, bir dua tılsımıyla büyüleyen
Dede'nin Ferahfeza ayini Tanpınar, dolayısıyla romanın
Tanpınar’ın tfuzur’unda 91

vakası için neden bu kadar önemlidir? Ferahfezanın diğer


makam ayinlerinden farkı nedir?
Ferahfeza makamı, Tanpınar'ın mistik meşrebine
uygun bir hava ifade eder. Zira Ferahfeza "Lirik bir ihti­
şam telkin eden, hüzün ve dindarlık duygusu ile pek il­
gisi olmayan Acem-Aşirân ile başlar. Sonra Sultânî-Yegâh
makamı ile kalır ki, bu makam tamamen lirik, neş'eli şak­
raktır." 3
Ferahfeza Ayini'ndeki bükülüşler, insan ruhunun
da kozmik alandaki dalgalamşları gibidir. Asıl yurduna
hasret gönüller, perdeden perdeye, makamdan makama
geçildikçe, kendini kaybediyor; kendinde var olan hasret
duygusunun, çevresindeki her şeyde yaşadığının hayran­
lığını duyuyor, her şeyin bir asim parçaları olduğunun
sırrına eriyorlar. Zira bütün alem, varlığının şuurunda
kalarak, her gün O'na doğru yol aldığının farkında olma­
lıdır.
Ferahfeza Ayin'inin her şeyi aslma çağıran efsun­
kar nağmelerini, hüzün dalgaları halinde ortalığa yayan
ney, Ahmet Hamdi için çok farklı bir mana ifade eder.
Ney'den yola çıkan Tanpınar, Mevlânâ'nın, ney'e yükle­
diği misyonun haklı olduğunu belirttikten sonra, ney çer-

3 Yılm az Öztuna, Dede Efendi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1996, s. 19


1Erdoğan ‘Er6ay 92

çevesinde alaturka ve alafranga musikînin aletlerini,


aletlerin seslerini mukayese eder, neyin hususiyetlerini
ortaya koyar.
Şüphesiz ney, hasretin kavurduğu sırlar hâzinesi
gönlün feryadını sayıklar. Saz da alaturka musikînin en
basit, ancak, hasretle yananların, nağmelerinde, akşamın
ten rengi hasretini bulacakları bir alettir. Ney'i alafranga
müziğin, hayvanı hazları harekete geçiren kan rengi se­
siyle karıştırmamak gerekir. Çünkü Tanpınar'a göre, alaf­
ranga müziğin aletleri, tabiatı, çok çeşitli şekillerde göre­
bilmek adına, sanatın, yegâne malikânesi, sığınağı olan
"hasret" hissinden tamamen uzaktırlar. Ama ney, bu­
lunmayanın yerine geçerek, asıl vatana, hasretin izinden
yürüyerek, ayrılığın acısını dile getirir: "Fakat
Mevlânâ'mn hakkı vardı; ney7in biricik sırrı hasrettir. Bir
gün Rimbaud'nun "Voyelles"ler için yaptığı o cesur tah­
lilin benzerini biri sazlar için yaparsa, şüphesiz alaturka­
nın bu en basit çalgısında bir akşamın ten rengi hasretini
bulacaktır. Onu alafranga musikîden flütlerin, komelerin,
hattâ o acayip ve asırlarca hayvanı bünyeyi yoklamış av
nağmelerinin koyu zümrüt yeşili veya kan rengi sesiyle
karıştırmamalıdır. Onlar tabiatı, başka plânlarda yarat­
mak veya yoklamak ihtiyaçlarında sanatın asıl malikane­
Tanpınar’ın Muzur'unda 93

lerinden biri olması lâzım gelen bu hasreti çok defa kay­


bederler. Çünkü ney, mevcut olmayanın yerine geçerek,
onun izinden yürüyerek konuşur." (s. 267)
Ferahfeza'nin büyüsüyle kendinden geçen ruhlar,
her gönlü yakan hasretin içinde mistik yolculuklarına
devam ederlerken, Tanpmar, ruhumuzun neden bu de­
rece hasretin çizdiği yolda çile çektiğinin felsefî temelle­
rini kurmaya çalışır. Hakikaten, ruh dünyamıza şekil ve­
ren unsurların en büyüğü niçin hasrettir? Koparıldığımız
ya da uzak düştüğümüz ummana, "başını taştan taşa vu­
rup gezen avare sular" gibi, yeniden ve ebediyyen ka­
vuşmak, katılmak; katılmak ama kaybolmadan yaşamayı
öğrenme arzusu mu? Varlığının şuuruyla; insan oğlunun
idrakte zorlandığı, eşyanın ve maddenin sessiz ve süku­
net içindeki duruşunu mu kıskanıyoruz? Hâlâ kâl pence­
resinden bakıp beyhude yere halletme aymazlığına mı
duçarız? İnsan, zamanın çocuğudur. Çünkü her şeyi za­
mandan öğrenir. Zamana hükmedebilmek veya hükmet­
tiğini hissetmek,, zamanı dondurmak isteyen insan, za­
manı kendi içinde, dilimlere ayırmış, hayatını bu dilim­
lere göre ayarlamakta. İşte hakim olduğumuzu zannetti­
ğimiz, bizim olduğuna kalben inandığımız zaman, en
sevdiğimiz şeyleri alıp götürüyor da, giden şeylerin has­
‘Erdoğan ‘ErBay 94

retini mi dokuyoruz, hatıralarımıza? İnsan sıfatıyla hayat


sürdüğümüz sürece, yegâne gayemiz "kâmil" varlık
ahengine erebilmek şuuruna sahip olmanın esrarengiz
hasretini mi çekiyoruz? Yoksa, bütün saydıklarımızdan
farklı olarak, her şeyi ve herkesi kendi nizamı içerisinde
idare eden, eksilten-çoğaltan "zalim zaman" dan mı şika­
yet ediyoruz?
O halde, hasretin kor alevlerini nesilden nesile, bir
zaman diliminden, başka bir zaman dilimine taşıyan mu­
sikînin ve ney'in üstlendiği vazife nedir? Tanpmar'ın
Mümtaz yoluyla konuya yaklaşımına göz atalım: "Her­
halde musikî yaptığını bir anda bozan, hâl dediğimiz o
zaman platformunu, asgarî bir gözle dokunup geçme
anına indiren nizamiyle bizde bu hasreti en çok konuştu­
ran sanattır; ve ney bunun en belâgatli âletidir." (s. 267)
Musikî, hem inşa, hem de imha eden yönleriyle,
'hâl' dediğimiz zaman dilimini, en fazla bir an görülen
noktasına indiren bir düzenin adıdır. Dolayısıyla musikî,
hasretleri her dem taze tutan, geçen her anı hatıra hava­
sına sokan bir sanattır. Geçmesine engel olunmayan her
şey musikînin dalgaları arasında, bir hasret yumağında
canlı ve yaşanır halde mevcuttur. Ney ise, her hatırada
var olan hasretin hüzünlü sesindeki mistik ve maveraî
Tanpınar’ın huzurunda 95

nağmelerle, gökyüzünden sağanak sağanak inen yağ­


murlar gibi, insan oğlunun kalbine, zihnine ve muhayyi­
lesine akıtır. Çıkardığı farklı seslerin hepsi, hasret denen
ırmağın sularında bir sesmiş gibi yankılanır gider.
Bu noktada şu soru sorulabilir: Niçin Mesnevi ve
neden başka makamlar, ayinler değil de, Ferahfeza?
Mevlâna'nın Mesnevi'si, insanın asıl vatanından
çıkarılışına duyulan, hasreti ifade eden bir beyitle başlar.
Ney'le hasreti ya da hasretle ney'i dillendiren Mevlânâ,
kavuşma gecesine de şeb-i arûs (düğün gecesi) diyebilen
bir insan olarak, hasret duygusunu en güzel anlatanlar­
dan birisidir. Bu nedenle Dede de, ruhunda duyduğu
hasreti Mesnevi'nin, aynı hali tasvir eden beyitleriyle
başlar. Çünkü Devrikebir'in havası, insanı, ancak bahset­
tiğimiz alemin kapışma kadar getirir. Çünkü burada mu­
sikî, peşrevde olduğu gibi, insan üzerinde bir takım te­
sirler uyandırmakla kalmıyordu. Zira bu musikî, insanın
prangaları araşma alıyor, onu bulunduğu yerden koparı­
yor, değiştiriyor, ruh ve bedeni, hayatın ötesinde bir
ölümü, fakat her an hatıralarla dolu bir ölümü benimse­
yecek, ihtiva edecek bir kap haline getiriyordu. Bu öyle
bir atmosfer ki, ışık ve renk oyunları sadece görünen ale­
min değil, ölümlerin ötesinden yaşayanlara duyulan has­
‘Erdoğan <Er6ay ........... ........... ............... . ............... ............. 96

retin ifadesi olarak, gök kubbede çınlıyordu. Yani Ferah­


feza geçmişe dair her türlü hatırayı ruhunda taşıyan, ma­
zinin bütün unsurlarını bir araya getiren, mazinin, hal­
deki şahidi vasfıyla, herkesin ve heışeyin hasretini taşı­
maktadır. Asular Ferahfeza'yı öyle şekillendirmiştir ki,
duyanları rahatsız edecek hiçbir fazlalığa sahip değildir.
Çünkü Ferahfeza, ayrı ayrı her ferdin ve neslin musikîsi
olmak yerine, ortak bir şuurun, hâle hediyesi, mistik bir
platformun şeklidir.
"Sanki Nuran, bilinmeyen bir yerde her an yeni
baştan uyanıyor, alevden bir raksın ritminde, bir yığın
şeye birden -fakat neler?- değişiyor, sonra makamların
dönüş yerinde tekrar ağır ve çok yıldızlı bulutlardan bi­
rini üstüne çekiyor, orada çok sihirli bir uykunun içine
gömülüyor, sorira tekrar bu ağır örtünün bir kenarından,
sanki bir akşamın bulutları arasmdan sızan o mercan
rengi, safran rengi ışık damarlarından biri imiş gibi sü­
zülüyor, farkında olmadan başka bir yerde tekrar topla­
nıyor, tekrar acayip raksında sade cevher bir dünya olu­
yor, genişliyor, büyüyor, parçalanıyor, eşyada hiç kendisi
olmadan ve yine kendisi olarak gülüyor, çoğalıyor, im­
kânsızın kapısına kadar gidiyor ve orada dal dal, yaprak
yaprak henüz sararmış bir sonbahar gibi savruluyordu.
‘Tanpınar’ın !Huzur'unda 97

Kudümün ağır ve çok derinden, âdeta toprağın altından,


yüz binlerce ölümün küllerini silerek gelen âhengi olmasa
belki büsbütün uçacak, bütün maddesiyle kaybolacaktı.
Fakat o derin ahenk, artık hiç kendisi olmayan benliğin
her an değiştiği şeylerin arasından, artık bizim olmayan
bir zamanm davetiyle yol gösteriyor,mucizeli işaretleriyle
derinliklerde birtakım perdeler açılıyor ve Nuran, onun
peşinde ikiz bir ruhun parçasıymış gibi, bu sade özlerden
dünyanın değişikliğinde, kendisini, öbür yarımını, kim
bilir belki de bütününü arıyordu." (267-268)
Dikkat edilirse görülecektir ki, Tanpmar, Müm-
taz'la olan ilişkisinde, başlangıçta herşeyi yönlendiren
muhabbetin, yavaş yavaş kaybolduğuna işaret için,
Nuran'm ruhunu Ferahfeza'rnn olağanüstü perdeleri ara­
sında serseri bir tavırla dolaştırmaktadır. Ferahfeza düne
ait olsa da, ruhun, kor alevleri arasmda yandığı hasret,
herkes için aynıdır ve vardır. Dün duyulan hasretle, bu­
gün hissedilen hasret, farkında olunsun olunmasın, aynı
yere dnğru akışın hasretidir. Müşahhas maddelerin şekli
ve onlara yüklenen mana, nesiller arasmda farklılıklar
gösterse de, aranan, yine mücerred ruh serencamıdır.
Hiçbir yarım, tamın yerini tutamayacağına, madde
ile ruhun, ruh ile bedenin, ayrı ayrı varlık iddiası, söz ko­
‘Erdoğan <Er6ay 98

nusu olamayacağına göre birinin görünen alem için, diğe­


rinin de öteler için vazgeçilmezliği münakaşa bile edile­
mez. "Ete kemğe bürünüp Yunus diye görünmek" ya da
"Bir ben vardır bende, benden içeru" İkilisinin, bir bütü­
nün yarıları gibi bir araya gelmesi gerekir.
Olay örgüsünün, musikînin formları arasmda, bir
ahenge doğru gidiyor düşüncesine sahip olan okuyucu,
Nuran'm ruh dalgalanmalarmda, Ferahfeza'nm bütün­
lüğü çerçevesinde tamamlanmaya, bir olmaya akan ır­
maklar olduğunun da farkına varır. Zira Ferahfeza Ayini,
bir çok parça, ses ve makamdan ibaret olsa da, neticede
bu unsurların hepsi, bir bütünü teşkil eden parçalardır.
Dolayısıyla Ayini, teker teker almak yerine, bir tüm şekil
özelliğiyle tasavvur lâzımdır. Çünkü söz konusu, parçalar
değil, tam'm kendisidir.
Bu Ayin'in insan psikolojisi üzerindeki tesirini,
Nuran'm sergilediği mistik yolculuk açısından izaha ge­
çince, musikînin roman içerisinde, özellikle de ruh tahlil­
leri, kendini ifade bakımından çok mühim roller üstlendi­
ğini fark ederiz: Yakan bir raksm ahengi içerisinde, za­
man zaman bir çok ruh haline giriyor, her an yeniden,
yeni bir şeye başlıyor, değişiyor; ardından makamların
değişim yerinde üzerine bir şeyler örter gibi ağırlaşıyor,
‘Tanpınar’ın 9iuzur'unda 99

bazan görünüp bazan kayboluyor, bazan kendisi oluyor,


bazan kendisi olmadan azalıp çoğalıyor, sonbahar mev­
siminin garip hüzünlerini taşıyan yapraklar gibi, bir o
yana bir bu yana sallanıp duruyordu.
Çalan kudümün sesi öyle ağır ve derinden geliyor,
Nuran'ın ruhu üzerinde öyle tesirler meydana getiriyor
ki, toprağın altından yüz binlerce ölümün küllerini silerek
gelen ahengi duyulmasa, Nuran maddeden sıyrılıp, mis­
tik bir yolculuğa çıkacak kadar hafifliyor. Öyle derin bir
ahenk içinde bulunan Nuran'ın benliği, kendisi olmayan
ve her an değişen hallerin arasmdan, başka bir zamana
davet ediliyor, mucizeli işaretlerle derinliklere inen per­
deler bir bir açılıyor, Nuran da bu rehberin yol göstericili­
ğinde ikiye bölünen ruhunun yarısını, hatta bütününü
arıyormuş gibi, gösterilen yolu takip ediyor.
Yaşamayanlar, hatıralara dönemezler. Hâlde mey­
dana gelen, ruhî veya bedenî hadiselerin, bir anlam ifade
edebilmeleri için, mazide izdüşümlerinin bulunması ge­
rekir. Ney sesinin tahammül gösterilemez ağır bir yük
haline gelebilmesi, ancak Nuran misali, Mümtaz'la Fatma
arasında gidip gelen, aynı zamanda miras yoluyla taşı­
mak zorunda kaldığı Mahur Beste felâketinin, ruhu delik
deşik eden dehlizlerinde tek başına yürümüş olmak gere­
Erdoğan ErSay _____ ______ __ _______________________ 100

kir. Çalınan aletin çıkardığı nağmeler, hüznü iliklerine


kadar hissetmiş Nuran için, gittikçe trajik bir hal almaya
başlamaktadır:
"Neyin altın uçurumuna Tevfik Bey'in sesi tanıma­
dığı kelimelerin mücevherlerini, yavaş yavaş bütün ke­
narlarının parıltısını belirterek bırakıyor, şurada bir "yâr,
yâri men!" in ilk "yâr" feryadı deniz ortasında tutuşmuş
bir gemi direği haliyle parlıyor, bestenin üzerine iyice
bastığı "men" hecesi birden bire gümüş ve mercan çerçe­
veli bir eski zaman aynası gibi derinleşiyor, Nuran, orada
dağlar başında büyük rüzgârların didiklediği kendi, ha­
yalini iyice seçmeden, ebediyen kapanmış kapıların arka­
sından kâh Mümtaz'ın süzülmüş yüzünü görüyor, kâh
Fatma'nın "anne" diye yalvaran sesini işitiyordu. Çünkü
bu acayip musikîde herşey hareketsiz, derinden, âdeta
gölge hâlinde bir trajediye değişiyordu." (s. 268)
Tevfik Bey-Emin Dede ortaklığının, Ferahfeza
Ayini'ne yüklediği büyü, dua haline gelen musikî, şahıs­
lar üzerindeki tesirin yanında, mekânı da değiştirmiştir.
Çünkü "Sofa, duanın denizinde çalkalanan büyük bir
gemi olmuştu." Sofada kurulan mecliste, musikî duasında
herkes bir araya gelmiş ve ortak bir şey yapıyor olsalar
da, Ferahfeza bütünün meydana getiren ayrı ayrı unsur­
Tanpınar'ın huzurunda 101

lar misali, cemaat de parça parça olmuş, herkes kendi


ferdi ruh heyecanını yaşamaya, serüvenini takip etmeye,
hatıralarının peşinde kendi derinliğine seyr ü sefere çık­
mıştır. Kalabalıklar arasında yaşayanlar, kendilerine
rastlamamak için, bu usulü tercih ederler. Fakat musikî,
öyle bir kuvvete sahip ki, her ferdi mazide yaşadığı gur­
bete taşımak için, çevresinden ve bulunduğu şartlardan
onu tecrid eder. Bir mekân, musikînin heyecanı sayesinde
onlarca mekân haline gelmiştir. Sofadaki herkes, tanıdığı
sahillerde, batmak üzere bulunan bir güneşin son ışıkla­
rını selâmlar gibiydiler.
Mecliste bulunan Mümtaz da, o güne kadar hiç
karşılaşmadığı bir kendinden geçişle, bu güneşi selâmla­
makta ve çevresine bakınmaktadır. Mümtaz, musikînin
ahengi ve uçurumları vesileyle, Nuran'ı ebediyen kaybe­
decekmiş korkusunu hissediyor, ney'in rüzgarının ken­
dilerini dağıttığı geniş mekân içerisinde, rüyaya benzer
bir halet-i ruhiye ile, dağılan benliği toplamaya uğraşı­
yordu. Eser icra edildikçe, eserin tılsımı ve uyuşturucu
tesiri daha da artıyor, Mümtaz, bu dehanın ne olduğunu
anlamaya başlıyordu.
Tevfik Bey'le Emin Dede'nin, Ferahfeza Âyini, iç­
ten yakalayan ve bir daha vaz geçirmeyen bir ürperişle,
Erdoğan Erbay 102

insanı kolları arasında sıkıyordu. Abdülkadir-i


Merâgî'nin, Itrî'nin, Ahmet Bey'in bestelerinde, üstlerinde
toplanmış ruh kudretiyle, sağlam yapıları içerisinde Al­
lah'ı veya ideal olanı arıyorlar, ruh macerasını nakledi­
yorlar. Aynı zamanda parçalanmaya müsaade etmeden
yukarıya doğru uçuruyorlardı. Ancak Ferahfeza'da du­
rum farklı idi: "Burada ise ameliye iki türlü idi. Ruh ay­
rılmağa çabaladığı âlemini bir türlü bırakmıyordu. Bu
şüphe değildi; aşkın eksikliği de değildi. Sadece iki ayrı
rüzgârda birden çırpınmaktı." (s. 269)
Bu iki rüzgâr, Tevfik Bey'in sesi ile Emin Dede'nin
ney'idir. Tevfik Bey, Emin Dede'nin neyi ile yarışa girmiş
ve bu yarışta rüzgârın birisini tutmaktadır. Çünkü Tevfik
Bey'in okuduğu Ferahfeza, eski bir âyin usûlünü andır­
makta, bu yönüyle de, kendisine sevgi ve ızdırap çekme
üslupları taşıyan öbür ferahfezalardan çok ayrı bir ka­
rakteristik özellik göstermektedir. Tevfik Bey'in söylediği
Ferahfeza, söylendiği mekânın âdeta mimarisini değiş­
tirmiştir. Bu değişiklik metinden mi yoksa ananeden mi?
Aynı şekilde, Mümtaz'ın çok iyi tanıdığı Tevfik Bey'in
sesi de değişmiş, maziye ait değerlerin, çinileri, kandilleri
ve rahle tahtalarını hatırlatan İlahî bir nağme haline gel­
miştir: "Belki Fârisî metin, belki an'ananenin kendisi,
Tanpınar’ın M
‘ uzur'unda 103

Tevfik Bey'in o kadar iyi tanıdığı sesini değiştirmiş, ona


eski Selçuk camilerindeki çinilerin renklerini, içlerinde
yollarını aydınlattıkları dualardan bir şey yanan kandil­
leri, eski rahlelerin zamanla aşınmış tahtalarını andıran
bir tad vermişti." (s. 269)
Tevfik Bey'in sesi, iki rüzgârdan biri olarak, Müm­
taz için mazi kokan, hayal ve hatıralar uyandıran bir un­
sur sıfatıyla dikkatlere sunulurken, diğer rüzgâr yani ney,
Mümtaz'ın ruh dünyasında ney gibi duyguların aynası
oluyordu? Halbuki neyin sesi hiçbir zaman değişmez,
çünkü onun nağmeleri arasından dökülen damlalar, her
zaman hasretin göz yaşlarıdır. Ney için eski ve yeni yok­
tur. Çıkardığı sesin ardında değişmeyen bir üslupla, za­
manı, kaderi ve kâinatın özü insanı arayan hüzün dalga­
larının frekansıdır, ney. Ferahfeza'ya, insan sesi ve neyin
yanında bir can daha katılıyordu ki, neyin sesiyle birlikte,
bambaşka bir alem sezdiriyordu. Bu alet, kudümdür. Ku­
düm, çok derinlerden gelen sesi, unutma ve unutulma
gafletinden uzak, onlarca medeniyetin arasından, ferdi­
yetini ve varlığını duyurma uyanışının yastığında yatı­
yordu. Kudümün sesi,' eski dinlerin sihirli davetini hatır­
latıyor, onun titreyişi, semavi bir yolculuk için, toprağa ait
bir düzen, bir nizam hazırlıyor gibiydi.
‘Erdoğan <Er6ay 104

"Halbuki neyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye


hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher ha­
linde insan ve kaderin peşinde koşuyordu. Bununla da
kalmıyordu. Çünkü zaman zaman neye ve insan sadasma
çok derinlerden, âdeta toprağın derinliğinden gelen ku­
dümün sesi, o unutma ve unutulma dolu uyanış, -bin
uykunun küllerini silkerek, yahut beş on medeniyetin
arasmdan- kendini buluş karışıyordu. Ve bu uyamşlar,
kendisini buluşlar hiç de beyhude olmuyordu. Çünkü
kudüm sesinde daima kadim dinlerin büyülü daveti
vardı; onun ittıradı, bu semavî yolculuğa âdeta toprağa
ait bir oluşun nizamını katıyordu." (s. 269-270)
Ayinin birinci selâmı, son bir çırpınışla, sakatlan­
mış bir kanat gibi, boşlukta sallanan bir nağme ile biter.
Musikînin başlaması ile beraber, kendi cevherlerini ara­
maya çıkan roman kahramanları Nuran'la Mümtaz, mu­
sikînin aradan çekilmesiyle, birbirlerinin maddî varlıkla­
rının farkma vardılar. İki sevgili birbirlerini tarumıyormuş
gibi bakıştılar.
Şurası muhakkaktır ki, Mümtaz'm, Nuran'a olan
ilgi ve yakınlığının kaynağı olan musikî, aynı zamanda
Mümtaz'la Nuran ilişkisini zedeleyen, onları birbirinden
ayıran bir kahraman özelliğindedir. Âyinin henüz başlan­
Tanpınar’ın ^Huzurunda 105

gıcı olmasma rağmen musikî, onları birbiri için, rüyaları­


mızda gördüğümüz ve sadece görenin tanıyabileceği, bir
hayâl haline getirmiştir.
Olanlara ve yaşayanlara bir anlam veremeyen
Mümtaz, garip hisler içerisindedir. Emin Bey, aynı tecrü­
benin yollarında beraber yürüdükleri İhsan'a tebessüm
ederek, bir neslin ızdırabını nasıl yaşadıklarını anlatmak
ister gibidir. Aynı şekilde Tevfik Bey'e de, tatlı bir gülüm­
seme ile hislerini dile getiren Emin Bey, musikînin de­
vamı için, neyini yeniden ağzma götürür.
Romanın bütün kahramanlan, bir ayinin semavi
yolculuğu içerisinde, maziyi, asırlara hükmeden medeni-
‘ yeti, yıkılan ve kaybolana duyulan hasreti yaşarlarken,
vaka da son derece yavaşlar, adeta hareketsiz hale gelir.
Vaka, musikînin formu içerisinde, bir duran, bir yükselen
sesiyle devam etmektedir.
Tevfik Bey; neyin sesiyle yarışa girip, ney sesini
bozmamak adına, sesini o derece yumuşak, o derece hafif
tutar ki, ses, neyin yaranda iyi yontulmuş kıymetli bir
taşın üstündeki yumuşak bir kabartma gibi, sadece gözün
takip edebileceği bir hadise haline gelir. Tanpınar sesi,
mücerred bir varlık olmaktan çıkarıp, müşahhas, ama
mistik bir madde haline sokmaktadır. Bir duaya benzeyen
Erdoğan <Erbay 106

âyin ilerledikçe, ruhlar musikînin tesiri ile derûniliğin


içine kıvrıldıkça, sesler, daha da büyüyor ve genişliyor.
Bu kendinden geçiş esnasında Mümtaz, Nuran'ın, "Yak
beni ey sonsuzluk!" der gibi musikînin uçurumunda bir
adak gibi beklediğini görür: "O kadar mustarip, kendi
içine çekilmiş bir yüzü vardı, fakat omuzları yerindeydi.
Bütün ikrarıyla kendine sahip ve bu ebediyet fırtınasına
ı
bir altın kalyonun sağrısı gibi karşı koyuyordu." (s. 270)
Mümtaz, âyinle beraber geçmiş-şimdi-gelecek üç­
geni arasında gidip gelmekte, özellikle de geçmişi inşa
edenleri, inşa edişleri şimdide yaşamaktadır. Ferahfeza
Âyin, Mümtaz için, yaşananla, yaşanmış olanın yan yana
geldiği bir platformdur. Ayin esnasında maziye dönen
Mümtaz, Yenikapı Mevlevihanesi'ndeki bir Mevlevi ayi­
nini tasavvur eder. Sultan hanımlara ayrılmış bölümde,
kafesler arasında Beyhan Sultan'm, Nuran gibi ve "beş
asırlık bir kudretin ikrarını sadece omuzlarında taşıyarak
Şeyh Galib'i süzmüş olma ihtimalini" düşünen Mümtaz,
bir usulün, bir tarzın ve bir şahsiyetin teşekkülünün,
an'anenin bir tezahürü olduğunu ortaya koyar. Bir tarzın,
bir üslubun, bir dünyanın devamı, sahip çıkanların ve
temsil kabiliyetini olabildiğince geniş tutarak yaklaşımları
sayesinde sağlamak mümkündür. İşte Beyhan Sultan'la
Tanpınar’ın Jûızur'tında 107

Nuran arasındaki ağır, dayanılmaz, ancak herkesin hay­


ran kaldığı benzerlik, miras yoluyla omuzlarına yüklenen
yüktür.
Mümtaz, günlük hesaplardan çok ötede, gelecek
asırların zevki için, gül fidanını, daha o zamandan top­
rağa diken Üçüncü Selim'i hatırlar. Üçüncü Selim'in şah­
sında, maziyi kuranlara, kendileri meyvesini yiyemeseler
dahi, sonra gelecek nesiller için bahçeler yetiştiren bahçı­
van sıfatıyla yaklaşan Mümtaz, Üçüncü Selim'i, parma­
ğında yüzüğü, Horasan erenleri görünüşüyle, altın ve
sırmadan yapılmış bir güzele (sanem) benzetir. Üçüncü
Selim, Dede'ye Ferahfeza Âyini'ni ortaya koymak için
hazırladığı imkanla, musikînin nağmeleri arasmda yaşa­
maktadır. Dede, Üçüncü Selim devrinde bulunmasaydı,
böyle muhteşem bir sanat eserine vücut verebilir miydi?
Ferahfeza, Mümtaz'ı, hâlden alıp maziye veya mazidekini
hâle taşıyan unsur halindedir. Olayların gelişmesi ve de­
ğişmesi tamamen musikînin iniş çıkışlarına göre dalga­
lanmaktadır.
Sadece, yapıldığı devir için değil, her neslin ve her
ferdin hüzünlerini bulacağı, sararmışlığını seyredeceği
Ferahfeza Âyini, Üçüncü Selim'in sağladığı imkanlar,
Beyhan Sultan'ın, ruhî yolculuğu hazırlayan varlığının
Erdoğan <
Er6ay 108

dışında, ne anlama gelir ve Dede nasıl birisidir? İkinci


Mahmud'un veremli haliyle gelip dinlediği bir musikî
dehasının doğuşunu sağlayan ne gibi şartlardı? Hakika­
ten bir ruh macerasını bu kadar ehemmiyetle ele alan,
ruhun bütün düzenlerini, asırlara, hükmedercesine kurun
adam kimdir?
Ferahfeza Ayini, ilk icra edildiği zaman, İkinci
Mahmut da dahil, İstanbul ahalisi, yabancı devlet adam­
ları, saray halkı ve gelecekte büyük olmak arzusuyla tutu­
şanlar, Yenikapı Mevlevihanesi'ne akmıştır. Ser-müezzin-
i Hazret-i Şehriyarî Hamamızâde İsmail Dede Efendi'nin
hazırladığı ayinin arasında, Mümtaz, İkinci Mahmut, şar­
kın karşılama usulünü, Anadolu ve impratorluğun gele­
ceğini görür gibidir. Veya şöyle düşünmek de mümkün­
dür: Ferahfeza Âyin, mazinin, maddi-manevi bütün im­
kanlarının bir araya geldiği, bir şeye vücut vermek için
son hamlesini yaptığı, yarından itibaren, sosyal ve impa­
ratorluk hayatırun inişe geçeceğinin işaretidir. Mümtaz,
Ferahfeza Âyin'in nağmeli penceresinden, Huzur roma­
nını yapan devrin şartlarını, yarının ne getireceği endişe­
sini görmek isteyen bir tavır sergilemektedir.
"Mümtaz, bu acayip kasırganın arasında İkinci
Mahmut'un veremle eski bir muşamba gibi sararmış yü­
‘Tanpınar’ın 9iuzur’unda 109

zünü, ağır püsküllü fesinin altında ve kendi icat ettiği


Avrupa biçimi lacivert sırmalı elbisesinin yakası üstünde
aradı. Bu nağmeleri İkinci Mahmut'la beraber, iyi bes­
lenmiş Arap atları üzerine geçtikleri yolun iki tarafım
saran halkm alkışları arasında ve henüz kaybolmamış
eski şark teşrifatı içinde gelenlerin hepsi dinlemişti. Hepsi
musikînin ocağında bir an için, Anadolu'yu ve bütün im­
paratorluğu saran vakaları, başarının üzerinde bir kılıç
gibi asılan yarının tehdidini unutmuşlar, Allah'ın küçük
yalnız ruhun selametini düşünen bir kulu olmuşlar, kısa
fasılalarla ömürlerinin hesabına dalmışlar, "bu cinsten
eserler yapılırken bu batmaz, daha bahanmızdayız! de­
mişlerdi" (s. 271)
Ferahfeza Âyin'de, bütün bir imparatorluk coğraf­
yasının, kendine has üslubu içerisinde, şekillenişini sey­
reden Mümtaz, musikînin, insanı cezbeden nağmeleri
arasında, hem Anadolu'da, hem de imparatorluğun farklı
bölgelerinde baş gösteren olaylar karşısında, yarın endi­
şesinden uzak, mütevekkil mi yoksa vurdumduymaz bir
aymazlık mı, anlaşılmaz bir tavır sergileyen imparatorluk
ricalinin kayıtsızlığını gözlemektedir. Musikînin kanat­
landırdığı ruhlar, harici şartların bütün felâketine rağmen,
maddi kaygıların her an biraz daha daralttığı dünyaya
'Erdoğan Erbay 1 10

inat, yaşadıkları hayatın hesabına dalmışlar, bu nedenle


de, Anadolu ve imparatorluğun yansını, Ferahfeza'nın
muhteşem atmosferi içerisinde, buğulu bir gözle seyret­
mişlerdir.
Mirası bitmez bir hazine arzusuyla harcayanlar, Fe­
rahfeza'ya hayat veren, asırlara meydan okuyan hazırlık
safhalarını unutup, günlük kaygıların peşine düşmüşler­
dir. Veya on sekizinci asır imparatorluğu, çözülmenin,
önü alınmaz bir hızla devam ettiği hakikatini, kendini
musikî ile sarhoş ederek, hakikatin acımasız yüzünü ayık
bir kafa sınırlarında görmek istememiştir. Aslında Ferah­
feza Âyin, kemal ile zevâlin, aynı platformda buluşmala­
rının bir enstantanesi gibi görünmektedir. Aynı zamanda,
maddenin, mistik bir âleme, ruhen yolculuğa çıkışıdır.
Ferahfeza Âyin ilerledikçe, Mümtaz'm ruh hali de­
ğişiyor, maddeten kavranamayacak bir iklime gitmekle
gitmemek arasmdaki tereddüdü yaşıyordu. Ferahfeza'run
üçüncü selâm'ma gelinmiş ve Yörük'e geçilmiştir.Burada
artan süratle masivâ'dan yani Allah'tan gayrı her şeyden,
tasavvufi manasıyla, kesretten sıyrılıp vahdete adım at­
mak gerekiyordu. Fakat bu geçişi gerçekleştirmek müm­
kün değildi. Çünkü Mümtaz'm iddiasına göre, Müslüman
litürjisinde sembol yoktur. Hatta sadece cemaatle dua ve
Tanpınar’ın huzurunda 111

ibadet vardır. Ona göre tarikatlar da böyledir. Âyini ya­


panların veya dervişlerin âyin ilerledikçe, âyinin havası
gereği adımları çabuklaşır, tennureler (Mevlevi dervişle­
rinin giydikleri elbise) çok daha az ve artık gözle tutula­
maz kavisler yapmaya başlarlar. Fakat bütün bunlara
rağmen yani, şekli görünüşlerin ve görüntülerin ötesinde,
Mevlevi âyinini derûnî ve mistik kılan bir taraf vardır ki,
Mümtaz'ı hayrete düşüren de budur. Mümtaz, Mevlevi
âyinini ruh olarak hangi açıdan farklı görüyor?
"Mevlevi âyini vecde yaklaştıkça mahzun ve yüklü
aristokrat edasını bırakıyor, bir halk neşesi kazanıyordu.
Ritm, hiç dinelemediği cinsten bir pastoral ve halk bay­
ramı olmuştu. Mümtaz nağmenin kıvrak raksında âdeta
halkımızın neşesini, Anadolu'ya bu kadar uzun ıstırap­
larla tahammül kudretini veren o büyük kaynağı bili­
yordu." (s.271)
Üçüncü Selâmla Yörük'e geçen Mevlevi Âyini ken­
dinden geçiş noktasma yaklaştıkça, Mümtaz için, hüzünlü
ve ağırlıklı özelliği gibi görünen soylu tavrını bir tarafa
bırakıyor, sanki âyin bir halk neşesi manzarasını yansıtı­
yordu. Yani klasik musikî, dışarıdan bakanlar için yüksek
zümrenin, seçilmişlerin musikîsi edası taşısa da, içine gi­
rildikçe, zevkine varıldıkça, icra edenlerin hususiyetlerini
<Erdoğan(Erbay _ 112

tanıdıkça, işin aslının öyle olmadığı anlaşılır. Ayru şe­


kilde, âyinin ritmi, Mümtaz'a göre, o güne kadar hiç din­
lemediği türden, pastoral ve halk bayramım andıran bir
manzara teşkil ediyordu.
Mümtaz, dinlediği ayinde, başka bir hadiseye de
işaret eder. Bu hadise, Anadolu coğrafyası ve onu bir ha­
mur gibi işleyen Anadolu insanıdır. Anadolu insanı, ha­
kikati yaşarken bütün zorluklarına rağmen, neşesini kay­
betmeden, hayatına devam eder. Ancak aydın, Ana­
dolu'ya ait sıkıntıları, bir malzeme vasfıyla ve ezbere dile
getirir. Buradaki tavır, halk ile aydın arasındaki, madde
ve ruha yüklenen fonksiyondan, bakış açısmdan kaynak­
lanan farklılıktır. Anadolu, asırlar boyunca yaşadığı
ızdırap dolu zamanlara rağmen ayakta kalabilmiş, üze­
rine yüklenen o kadar acı, göz yaşı ve hüzünlere rağmen,
kendinde böyle bir dayanma gücü bulabilmişse, bu ta­
mamen, saf ve tertemiz bir ruhun hediyesi kabul edilme­
lidir. Adeta toprak, ruh haline girip, üzerinde vuku bulan,
her türlü hadiseye, kendi zevkini, estetiğini, merhametini,
neşesini ve sonsuzluğunu aşılamıştır. Madde harcandıkça
biterken, mana harcandıkça çoğalır. İşte âyin esnasmda
Mümtaz'm, Anadolu gerçeğiyle yüzyüze gelişinin sezdir­
diği tablonun görüntüsü...
‘Tanpmar’ın fHuzur'uncCa 113

Ferahfeza tablosu içerisinde Mümtaz bu duygu­


larla dolu iken, aynı tablodaki Nuran çok daha farklı bir
dünyada kanat çırpmaktadır. Aynı tabloda yan yana olan
t

Mümtaz'la Nuran, ruhen, tahmin dahi edilemeyecek


alemlerde gezmektedirler. Yani musikî, iki aşığı daha da
yakınlaştırması gerekirken, bir mirasın vücut verdiği şah­
siyet ortamında, kendi-ferdiyetlerini arayan, kendi olmayı
kovalayan asıl vakanın peşindedirler.
Zira Nuran'da, Mümtaz'ın yaşadığı ruh hali gibi,
musikîni önüne açlığı pencereden, sorumluluk duyma­
dığı, menfaat savaşçılarının ruh ülkesini istila edemediği,
suçsuz ve günahsız, zevkle içtiği çocukluk demlerine
bakmaktadır. İşte Nuran da, bir çok parçadan müteşekkil,
ama parçalar yerine bütünün göründüğü musikî yapısı
gibi, karakterine tesir eden her türlü unsur içerisinde, var
olmayı ya da varlığını arayan, bedenen, bulunmak fiilinin
çağrıştırdığı manadan çok ötede, mana kazanmanın uçu­
rumunda, uçmak ve kaybolmak halet-i ruhiyesini yaşı­
yordu: "Bir tarafta çok ince bir duvar çatladı. Yeşil bir filiz
bir sabah müjdesi gibi canlandı. Ruh binası birden bire
büyüyen güller altında çöktü... Mor, acayip güller...
Nuran, uçmak, kendi hızı içinde tavam delmek, göklere
yükselmek istiyordu. Beraberinde, bütün dünyası berabe-
'Erdoğan <Er6ay 114

rinde idi. Uçmak ve kaybolmak. Niçin bu musikî birden­


bire kıvrak edasıyla çocukluğunun bayramlarını hatırlat­
mış, onların o gamsız, mesuliyet duygusuz, her zevki bir
vicdan azabı ile beraber duymadan tattığımız zamanların
neşesiyle coşmuştu? Bu kadar ölüyü birden diriltmek
doğru muydu? Bu neşenin sonunda Allah'a mı varılı­
yordu? Yoksa hayata mı? Bunu bilmiyordu. Fakat -tıpkı o
gamsız zamanlarının bayramlarında- çok eğlenmekten,
çok sevinmekten olduğu gibi- yavaş yavaş her şeyden
vazgeçmeye hazırlandığını, hattâ o uçuş arzusunun bile
onu bıraktığını duydu. Garip bir şekilde şimdi kendisini
yalnız görüyordu. İçi kâinat kadar genişti. "Ben bütün bir
dünyayım" diyordu. Fakat bu dünya kadar geniş içine
sahip değildi." (s. 272)
Huzur romanındaki musikî içinde çok mühim yeri
olan ney, üflemeye devam ediyordu. Ney, Ferahfeza'nın
merkezi, musikî nağmelerinin, ruhu havalandıran dalga­
ların anası olmasının yanında, artık maddî bir vasıta ha­
linden çıkmış, âyinde hazır bulunanları müşahhastan
mücerrede, maddeden maveraya taşıyan, görünmez
mücerred bir varlık seviyesine çıkmıştır. Ney, hem olu­
şun, hem de yıkılışın sırrını anlatıyor, kainat adeta bu
sırrın sarhoşluğu içinde her türlü hendesi yapı ve şekil-
'Tanpınar’tn Pûıztır'unda ............. ..... ......... .... ..... .................. ... 115

den uzaklaşıyor, her nefeste farklı bir manzarayı yansıtı­


yordu. Nuran, gözle gördüğü, her farklı şeyin, aslında
aynı sırrın, geniş yelpazesinin mükemmel açılımı oldu­
ğunun harikulade sırrına erdikçe de vecdin zirvesine ula­
şıyor; eşyanın, hadiselerin, hatta Mümtaz'm dahi, fizikî
varlığının hakikatini cezbeyle seyrediyordu.
"Ve ney üflüyordu. Ney yapıcı ve yıkıcı hilkatin
sırrı olmuştu. Her şey bütün kainat onun nefesinde şekil­
siz bir oluş içinde değişiyordu; ve kendisi külçelendiği
yerden bel kemiğinde olan bu ameliyeyi büyük bir te­
vekkülle seyrediyordu. Orada bir umman kabarıyor, bu­
rada bir orman kül oluyor, yıldızlar birbirleriyle öpüşü­
yorlar. Mümtaz'm elleri erimiş baldan imişler gibi dizin­
den aşağı akıyordu." (s. 272)
Âyin, dördüncü selâma gelmiş, cezbe hali en üst
seviyeye varmıştır. Ayinle beraber farklı ruh hallerine
girip çıkan Mümtaz, silkinip zamanın farkına varmak ya
da görünenden görünmeyene’ geçmek durumundadır.
Şeyh Galip'le ilgili bir eser yazmak isteyen Mümtaz'm
karşısına Ferahfeza'nın son selâmında Şeyh Galip çıkmış­
tır. Zira Ferahfeza Âyin'in şekillendiği, gelecek nesillerin
her zaman geriye dönüp yaşamak isteyecekleri ruh hali
imparatorluğunu kuran çok mühim üç ayaktan birisi de
Erdoğan <Er6ay 116

Şeyh Galip'tir. Mevlevi âyininde, Şems-i Tebrizi, Mevlâna


ve Şeyh Galip, adeta asırların ötesinden gelip, hâle misafir
olmuşlardır. Çünkü bugün yaşananı, bir anane yoluna
koyan üslup, onların mirasıdır. Mevlâna'yı yakan Şems,
Şeyh Galib'i de, 'ebedi aşk ocağında' yakıp kül etmeli
değil midir? İşte bu ruh hali içerisinde Mümtaz'la Nuran,
karşı karşıya gelecek, ayinin son feryatlarında, Nuran,
Mümtaz'la beraber ölmek için yalvaracaktır. Nuran, haki­
katin soğuk çehresiyle yüzleşmemek için, ruh yolculu­
ğuna devam kararındadır.
Ferahfeza, Emin Bey'in neyi ile çaldığı ve ayini biti­
ren iki yörük terennümle sona erdiğinin işaretini ima edi­
yordu. Emin Bey, neyle, bir sema haritasını çizer gibi, çe­
şitli makamların en üst seviyesinde dolaşır tavrıyle bir
taksim geçtikten sonra, yörüklerin çok çeşitli Ferahfeza
ayininden, başlangıca, onun nağmesine, her şeyi kendi
hasretiyle kavuran varolma nağmesine geçer ve orada
susar. Tevfik Bey de kudümünü bıraktıktan sonra herkes
'zaman deviyle' mücadele etmişler gibi yorgun, Müm-
>
taz'a göre, kendi neslinde olmayan bir sevgiyle Emin ve
Tevfik Beyler birbirlerine bakarlar. Ferahfeza sona erer:
"Tevfik Bey kudümünü elinden bıraktı; alnını sildi. Her­
kes bir devle, zaman deviyle güreşmiş gibi yorgundu.
Tanpınar’ın Pûızur'unda .. 117

Emin Bey, Tevfik Bey'e, %Sen ihtiyarlamıyacaksın L.Sana


ihtiyarlık yok!..." diye seslendi. Birdenbire bizim nesille­
rin tatmadığı bir sevgiyle baktılar. İhsan: -ikiniz de muci­
zesiniz... dedi." (s.273)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Ferahfeza Âyini içerisinde
bir araya getirdiği insanların ortak yönlerinin varlığını
dikkatlere sunarken, ayine sonradan dahil olan Suat'ın
farklılığını bu vesile ile sezdirmeye çalışır. Suat için, ney,
Tevfik Bey ve musikî, sonu olmayan bir hayalin, intikam
ve isyan uyandıran unsurları gibidir. Zira Mümtaz ile
Suat'm, Nuran'a duydukları sevda arasındaki fark, ruhen
de aralarındaki farkm ifadesi şeklindedir. Suat'ın Nuran'a
duyduğu aşk, daha çok maddi, Mümtaz'm ise mistik ka­
rakterlidir. Her Ferahfeza'nın her selâmında değişik bir
ruh haline giren Suat, isyan ve nefretin yoğurduğu duy­
gular penceresinden çevresine bakmaktadır. Tanpınar,
Mümtaz'la Suat'ı aynı mekân ve şartlar içerisinde yan
yana getirerek, hem ruhî hem de fiziki zıtlıkları ortaya
koyar.
Ferahfeza Âyini'ne iştirak edenler, musikînin her
selamıyla İlâhi veya mistik bir huzurun memesinden saa­
det şarabını içerlerken, roman kahramanlarından Suat'm
endişe ve korkuları musikî ile beraber, kin ve nefrete dö­
'Erdoğan <Er6ay 118

nüşür. Aynı zamanda Tanpınar, Mümtaz'm hayâlden


hakikate dönebilmesi, yaşanan hayatı görebilmesi için,
Suat kimliğiyle araya bir çatışmanın girmesini Ferah-
feza'nın bitişiyle sağlar. Suat'm, Nur cin 'la olan ilgisini
artık kıskanmayan Mümtaz, düşüncesini Suat'tan ayıra­
mamaktadır. Yolları ayrı olduğu için, ondan her zaman
uzak duran Mümtaz, bu adamın, hayatının ıstıraplı bir
parçası olmasını engelleyememiştir.
"Fakat şimdi musikînin ortasında duyduğuna şahit
olduğu isyan Suat'ı ona büsbütün başka bir aydınlıkta
gösteriyordu. Birkaç defa kendisine "acaba noldu, nesi
var?" diye sordu. Sonra bu sual daha sarih şekil aldı.
"Musikîde ne arıyordu, ki bu kadar keskin bir isyana
gitti?" Bu düşünceler arasmda tekrar Suat'a baktı. Fakat
bu sefer onun yüzünde hiçbir mana ve ifade göremedi.
Suat çok terbiyeli çalman esere ve onu icra için yorulan­
lara son derece hürmet eden; fakat bütün düşünce hürri­
yetini kullandığını iyice gösteren-serbest ve hatta zalim
bir dikkatle yine musikîyi dinliyordu. Bu kayıtsızlık
Mümtaz'ı biraz evvelki isyan kadar rahatsız etti. O kadar
ki, eserin sonlarını âdeta irade cehdiyle kaçırmamıştı."
(s.274)
‘Tanptnar’ın 9{uzur’unda 11 9

Ferahfeza'nın parçaladığı ruhlar, kendi oluşlarının


%

farkına varırlarken, Mümtaz'la Suat, belki de romancının


iki zıt karakterini yansıtmak bakımından ferdiyetin, farklı
iki insanın şahsında canlandırılmasıdır. Çünkü Mümtaz,
çevresini ve Nuran'ı, yaşanmışlıkların hatıraları arasından
mistik bir tavırla, musikînin kendisini sürüklediği alem­
lerden seyreder. Bununla beraber Suat'la Mümtaz ara­
sındaki mücadelenin, okuyucuya görünen tarafı her insa­
nın maddi varlığının, fizikî görüntüsünün, sergilediği
farklı edanın altında hep, bu aleme bakış açısı farklılığı
yatmaktadır. Zira çatışmanın esası da, materyalist mistik
dünyanın karşı karşıya gelmesine dayanmaktadır. Ayîne
katılan herkes, söyleyen, çalan ve dinleyen de dahil, ait
oldukları zaman diliminin terbiyesini, hayat üslubunu,
bakış açısını ruhuna sindirmiş, öncekiler, bir şeyleri yap­
mış olmanın hazzıyla varlıklarını saklarken, sonrakiler
huzursuz, huzursuzluklarının kaynağını bulmada başarı­
sız, buna karşılık öncekilerin, zamanın defterine kaydet­
tikleri mirası aynı hazla teneffüs etme hevesiyle derbe­
derdirler. Bütün bu güzel atmosferi farklı kılan ise Suat'tır
yani maddi varlığın, engel olunmaz isbat arzusudur.
Musikî bütün zamanları "yekpare bir an" yapan ta­
rafıyla, Ahmet Hamdi için, vazgeçilmez bir özellik gös­
'Erdoğan ErSay 1 20

termektedir. Nedenini de bir bakış açısı, bir fikir olarak


şöyle izah mümkündür: Bir kültürün, bir medeniyetin,
bütün fertleri, kesiştikleri ortak noktalarda, ferdiyetlerini
unutmadan, ortak oldukları üslubun genel havası içeri­
sinde, o kültür ve medeniyetin ortak değerlerine bir mi­
mar sıfatıyla eskiyi bozmadan ilaveler yapabildikleri öl­
çüde yaşarlar. Ortak duygu, düşünce, hayat tarzı, ağlayış
ve gülüş şekli, hüzün ve sevinç gösterisi gibi, insana has
tavırların toplamı olan medeniyet, musikiye de kendi
rengini ve kokusunu verir. Dolayısıyla medeniyete ekle­
nen her yeni halka, hem kendi ferdiyetini göstermiş, hem
de miras içerisindeki yerini de belirlemiş olur. İşte Ferah­
feza Âyini de, bir medeniyetin, ananeden devraldığı na­
zik, mutedil, benlik iddiasında bulunmayan, maziyi in­
karla değil, ona yaslanarak ebediliğini sağlamlaştıran,
takip edenlere ayak izlerini bırakan zevk üslubunun
paylaşıldığı, herkesin hem bütün, hem fert özellikleriyle
kendini bir yere koyabildiği anın adıdır. Hatıraları, istik­
bâlin hayaliyle hâl hamuruna öz olarak katan musikî,
aradaki zaman farklılıklarım ortadan kaldırıp, yaşamasını
ve sahip çıkmasını bilenler için önemli bir faktör olarak
hayata devam edecektir.
Tanpırmr’ın Muzur’unda 121

Bu gözle bakıldığı zaman Ferahfeza, taksim ve se­


lâmları arasına sığmış nice fertlerin, zamana karşı zafer­
leri gibidir: "Emin Bey'in taksimi, âyinin birinci sela­
mında bestekarın yedi defa ayn ayrı yollardan, karşıla­
rına -birincisinde çok güzel ve beklenmedik bir şey, kendi
içimizden bir buluş, öbürlerinde iç hayatımıza tasarrufu,
bu yüzden ferdiliği ve kudreti gittikçe artan bir hatıra
gibi,- çıkardığı ferahfezayı onlara, artık kendilerine ait bir
zaman gibi iade ederken, Mümtaz bu düşüncelerin ara­
sında idi. Ve bu yüzden, kendi benliklerinin, bir ucu ölçü­
süz mazi karanlıklarında gömülü gölge varlıkları arasına,
Neyzen'in sakınılmaz bir netice, bir ömrün asıl çehresini
bulduğu son menzil gibi vardığı bu ferahfeza cümlesinin
de katıldığını, onu da öbürleri gibi sık sık yaşıyacağım,
-kendi yıldız uçuşuyla veya pırıltılı nebülöz çöreklenişiyle
aydınlattığı bir meçhulden, sırf Suat'ta gördüğü bu isyan
yüzünden- duygularını idare edeceğini anlamıştı." (s.
274-275)
O halde, bir musikî eseri, neredeyse hayatımızı kö­
künden değiştiren bu tesiri nasıl yapabilmektedir? Bazı
eserler, olaylar ve insanlar, zihin ve hayâl dünyamızda,
hatıra özelliğiyle yazılmak için ne gibi bir karakteristiğe
sahiptirler? Tanpınar; bu meseleyi Mümtaz vasıtasıyla
'Erdoğan <Er6ay 122

tahlile çalışırken, musikînin bize sunduğu imkanları, tek­


nik alanda dikkat ve düşüncelerde kullanmadığımız sü­
rece, musikînin bizdeki tesirleri ya da işlevlerinin "en-
füsi" yani (sübjektif) yani duygu ve heyecanlar çerçeve­
sinde kalacağını vurgular. Hayatımızda hiç unutamadı­
ğımız ve bizi derinden sarsan, her zaman hatırladığımız
eserlerin altında, o eserle karşı karşıya geldiğimiz anın
hususiyetleri, daha doğrusu bu temas anının, musikîyi
hayatımıza sokuşundan ibaret olan bir macerası vardır.
İşte Mümtaz da, Ferahfeza ayini boyunca etrafında, içinde
ve zihni çalışmaları arasında çok çeşitli hayâllere, bahset­
tiğimiz musikîyi beraberinde taşıyarak, bu taşımayı bir
şart sıfatıyla görerek kaçmıştır.
"Hakikatte Nuran'm biraz ötede seyrettiği yüzü et­
rafında toplanan veya oradan Üçüncü Selim devrine,
Şeyh Galib'e, İkinci Mahmud zamanına, kendi yaz hatı­
ralarına, Kanlıca'daki akşam saatlerine, Kandilli yoku­
şuna, Boğaz sabahlarının o acayip ışık oyunlarına dağılan
bu hayaller, İsmail Dede'nin nağmelerinin kendiliğinden
büründükleri renkli, narin ve devamsız şekiller ve çehre­
lerdi. Bu hayaller tek başlarına kalsalardı, tıpkı bir ocağın
alevleri gibi kendilerini doğuran musikînin içinde, çok
kısa hayatlarını yaşayıp kaybolacaklardı. Böyle olmadı.
'Tanpınar’m Muzur'unda 123

Suat'ın çehresinde okuduğunu sandığı isyan, küçük


görme ve hiddet ifadelerinin hakiki manasının, sadece bir
ümitsizlik olduğunu anlıyordu; -bu hayaller manzumesi
birdenbire derine geçtiler. Ve tıpkı sabâdan, nevâdan,
rasttan, çârgâhtan, acemden gelen nağmelerin, asıl ferah­
fezada karar kılmaları ile, o mahzun hatıra yüklü, bütün
ömürlerinin manasını taşımağa, onların yerini almağa
hazır cümlesini meydana getirmeleri gibi, Suat'ın ümit­
sizliği de bütün bu hayelleri benimsemiş, -onları kendi
zalim tecrübesiyle Mümtaz'm içine mal etmişti. Öyle ki,
musikînin etraflarmda kurduğu o çok hayali akşam bir
alâim-i semada yaşıyormuş hissini veren renk perdele­
rinden dünya, -neyin sesi kesilip de bittiği zaman, herkes
için olduğu gibi yavaş yavaş dağılacağı yerde, Mümtaz'm
içine bu tesadüfle, -kudret ve mahiyeti değişmiş ve artmış
olarak,- bir kat daha yerleşti. Ve bütün musikînin devarru
boyunca muhayyilesi hangi merhalelerden geçerse geçsin,
daima Nuran'ın etrafında dolaştığı için Suat'tan kendisine
geçen bu ümitsizlik duygusu onda Nuran'm düşüncesiyle
birleşmiş oldu." (s.275-276)
Musikî, hayatın mukaddimesinde olanlar için, gü­
zel hayallere bir vesile teşkil ettiği halde, hayatın hakiki
yüzünün soğukluğunu tadanlar için bir ızdıraptır. Musi­
Erdoğan (Er6ay 124

kîyi, hayatı ile yapanlar hakikatçi, hayatlarını musikî ile


dolduranlar hayalcidir. Zira yukarıya aldığımız metne
bakıldığında, Mümtaz, musikîyi yanına alarak bir yığın
hayale dalarken, Suat'ın yüzünde gördüğü isyan, küçük
görme ve kızgınlıklarının, hakikatte ne ifade ettiklerinin
de farkındadırlar.
Roman kahraman olarak Nuran, Mümtaz için he­
nüz hayali ve mistik bir sevgili karakteri taşısa da, Suat
hesabına yaşanmışlıkların hatıralar zinciri olmaktan, tec­
rübe edilmişliğin çirkinliği ile Mümtaz'a sunmaktan
başka bir mana taşımaz. Mümtaz'm, musikînin nağmeleri
arasmda seyrettiği Nuran'm çevresinde toplanan, bura­
dan Üçüncü Selim, Şeyh Galib ve kendi hatıralarına da­
ğdan hayaller, İsmail Dede'in neyinde, kendiliklerinden
büründükleri çeşitli şekil ve yüzlerdir. Bu hayaller ise
hiçbir zaman tek başına değildirler. Eğer öyle olsaydı,
kendilerini meydana getiren sesler içerisinde, bir görünüp
hemen kaybolan ocak alevleri gibi olacaklardı. Musikînin,
Mümtaz'ı sürüklediği hayaller, hiçbir zaman zannedildiği
gibi, parlayıp sönen alevler değildir. Suat'm yüzündeki
ümitsizlik tablosu, hakiki manasıyla, hayalleri derinleşti­
ren bir vesile haline gelmiştir. Nasıl ki sabâ, nevâ, rast,
çargâh ve acem nağmeleri Ferahfeza makamında karar
Tanpınar’ın huzurunda 125

kılarken hüzün ve hatıra yüklü bütün ömürlerinin mana­


sını taşımaya, bütün bu makamların yerini almaya hazır
bir takibi meydana getirmeleri gibi; Suat'ın ümitsizliği de,
her türlü hayali kabullenmiş, acımasız duygularla yoğur­
duğu tecrübelerini Mümtaz'ın ruh dünyasına mal etmiş­
tir. Makamlar çok çeşitli ve farklı da olsa, vücut verdikleri
asıl terkip Ferahfeza makamıdır. Hayaller de, musikî ile
beraber ne kadar renkli ve çeşitli olursa olsun, bir hakika­
tin sertliğinde tek bir varlık haline gelirler. Zira musiki­
nin, bina ettiği hayali bir akşamın, gökkuşağı altında ya-
şatıyormuş hissini veren rengarenk dünya, neyin sesi ke­
silince, musikî topluluğunu meydana getiren herkes için
yavaş yavaş dağılırken, Mümtaz için, daha farklı ve daha
kuvveti artmış bir dünya şeklinde içine yerleşir. Musikî­
nin kanatlandırdığı ruh, nağmeler devam ettiği sürece,
muhayyel iklimlerde gezerken, hangi safhalardan geçmiş
olursa olsun, Mümtaz, ne gibi merhalelerden gelirse gel­
sin, daima Nuran'ın çevresinde dolaştığı Suat'tan kendi­
sine geçen ümitsizlik duygusu, Mümtaz'da Nuran'ın dü­
şüncesiyle birleşmiş oluyordu. Mümtaz hayali, Suat haki­
kati temsilen karşı karşıya gelirler ve her zaman olduğu
gibi, hakikat, hayale karşı zafer kazanır:
'Erdoğan tEr6ay 126

"O kadar ki musikî bittikten sonra, tekrar Tevfik


Bey ve Emin Dede, yine aynı makamın etrafında dolaşan
besteleri ve semaileri okurken Mümtaz evvelden tanıdığı
bu eserleri, şimdi aynı ümitsizlik hissi içinde dinledi.
Hattâ, dayısına her zaman olduğu gibi refakat eden
Nuran'm sesini, yine her zaman yaptığı gibi etrafından
ayırmağa çalışınca, bu sesle kendi arasında bir nevi enge­
lin varlığını vehmetti. Sanki genç kadının sesini çok
uzaklardan, sisli bir sabahm arasından dinliyordu. Ala­
turka musikînin teganni edenlerin çehresine getirdiği o
gergin değişikliği, sarfedilen gayretin değil, bir nevi ayrı­
lığın, uzaklığın ifadesi gibi duyuyordu. Sanki genç kadın
çok uzaklardan kendisini imdada çağırıyordu; ve Müm­
taz bir türlü ona gidemiyordu. Sanki Nuran,
Sultaniyegâhın; Mahur'un, Segahm iklimlerinde mah­
pustu." (s.276)
Dikkat edilirse görülür ki, bir şeyleri çok uzakta,
erişilmez yapan Mümtaz'm kendisidir. Çünkü çocuklu­
ğundan beri yaşadıkları ona, sevdiği şeyleri erişilmez
noktalara koymayı ve onun hasretiyle yanmayı öğretmiş­
tir. Mümtaz, çocukluğunda aldığı bu miras yoluyla, erken
yaşta kapılarını şiire açarken, Nuran'a karşı olan aşkmda
da, Nuran'm taşıdığı musikî mirasının payı çok büyüktür.
Tanpınar’ın Muzur'unda 127

Nuran, Mahur Beste'nin irsiyet yoluyla intikali ızdırabını


yaşamış ve hâlâ yaşayan, aşk ve evlenmeye dair tecrübe­
leri, hayallerle değil de, günün getirdikleriyle mesut ol­
maya çalışan, kabullenmeyi, hayat tarzı haline getiren bir
hakikat görüntüsüyle, Mümtaz'm hayallerinin sığmağı, iç
alem nizamını kuran, musikî mirasçısıdır. Mümtaz,
Nuran'ı musikî mirasçısı, bir üslubun ve usulün devamını
sağladığı için sevmektedir.
Ferahfeza'nın sonunda, Mümtaz'ın yaşadığı ruh
hali, onun, Nuran'a musikîye karşı tavrının aslında bir
"telkin" olabileceğini düşündürmektedir. Yaz boyunca
Nuran'la yaşadıkları aşk, daha baştan bir ümitsizlikle
gölgelenmekte, Mümtaz, kendisini zorla telkin altında
bıraktığına inanmaktadır. Hatta yanı başındaki Nuran
bile, ona uzak diyarlardan, hiç tanımadığı bir insan gibi
görünmeye başlamaktadır.
Mümtaz'ı, hayalleri konusunda ümitsizliğe düşü­
ren şey, Suat'm, Dede'yi dinlerken takındığı tavırdır. Ger­
çekten, Suat, niçin ümitsizdi? Neleri düşünüyordu?
Dede'yi inanarak mı dinliyor, bir şeyler bulmak ihtiya­
cıyla mı takip ediyordu? Bütün bu şüphelerin yanında,
hakikaten işe, inkarla mı başladı? Sıralanan benzeri so­
rular Mümtaz'ın düşüncesine akmaya başlayınca, şüphe­
'Erdoğan E r Say 128

ler de ardı ardma gelir. Bu noktada Suat'ı, Mümtaz'ın asıl


çehresi hakikati yaşayan tarafı şeklinde alırsak, Müm­
taz'm maddi dünyadan mistik dünyaya geçemediğini,
daha doğrusu geçmek istemediğini görürüz. Zira Ferah­
feza Âyini, dini karakterli bir özellik arzettiği halde,
Mümtaz'ın bir an olsun mistik bir ürperme duymaması,
düşüncelerinin sadece Nuran ve yazmakta olduğu eser
etrafında dönüp duruşu, onun alaturka musikîye karşı
"müstear" durduğunun ifadesi şeklinde ortaya çıkmakta­
dır. Ancak Mümtaz'daki bu yokluk Dede Efendi'den mi
yoksa kendi yaratılışından mı kaynaklanıyordu? Değilse
eğer, musikîyi de bütün yaşadıkları gibi, bir nizam olarak
mı benimsiyordu.
"Ferahfeza Âyini boyunca düşüncesinin geçtiği
yerleri bir bir hatırladı. Garip şeydi bu, bütün ayin bo­
yunca, bir defa olsun mistik bir ürperme duymamıştı.
Bütün çağrıları, Nuran'ın bir de yazmakta olduğu eserin
etrafında toplanmıştı. Bu yokluk Dede Efendi'nin kaba­
hati iniydi? Yoksa kendi yaratılışı mı? içindeki fakirliğe
şimdi kendisi de şaşırıyordu. Yoksa alaturka musikî kar­
şısındaki vaziyeti tamamiyle müstear bir vaziyet miydi?
Onu da hayatındaki bir çok şey gibi, hattâ o kadar çok
sevdiği Nuran'ın aşkı gibi, sadece bir nizam olarak mı
'Tanpınar’ıtı huzurunda 129

benimsemişti? Sadece zihninden muhayyilesini zorla


kırbaçlıyarak mı bütün bunları yapıyordu? Bu işe de,
eninde sonunda elbette bir sahih ve kendimin olan dibe
varırım ümidiyle mi girmişti? Acaba öbürlerinde ne du­
yuyordu? Bach'ı, Beethoven'i dinlerken de böyle mi ol­
muştu? Huxley, "Allah var ve görünüyor; fakat sade ke­
manlar çalarken..." diyor. Bunu çok sevdiği romancı da
La Mineur kuvarteti için söylemişti. Fakat Mümtazla bu
kuvarteti kitabı okumadan çok daha evvel dinlemişti.
Hislerini kontrol etmek imkânı yoktu." (s. 278)
Bir telkin mi yoksa, zamanla kendine ait bir yere
varır tesellisiyle mi bilinmez, Mümtaz, içinde bulunduğu
ümitsiz ruh haline çareler ararken, defalarca ısrar ettiği
halde, Mahur Beste'yi söyletemediği Nuran'ın sesi,
Dede'nin Yörük Semaisi arasından, onu irkilten bir
nağme ile yükselmeğe başlar. Kendisini hayata bağlayan
ve bütün hayallerinin, hakikat sahnesi sandığı Nuran'ın
sesi, çok uzaklardan kulağına değen bir hal almış, böyle
ümitsiz bir anda, iki aşık araşma varlığın mı yoksa yoklu­
ğun mu girdiğini fark edemeyen Mümtaz, Nuran'ı bir
ümitsizliğin aynasında mı seyretmeye başlamıştır? Yani
aynasmda kaybolan, maveraî veya mistik olanın peşinden
koşmaya devam mı ediyordu? Veya Nuran, müthiş bir
‘Erdoğan TLrbay 13 0

hakikatin fani bir tesellisi olarak, Mümtaz'a yolunu gös­


termek için parlayan kıvılcımın kendisi miydi? Aslında
bu ve benzeri soruların cevabını, bizzat yaşamış Suat,
zatıyla, Mümtaz için cevapların en güzelini teşkil etmek­
tedir. Musikî, bir düzenin hiç nizam olma özelliği ya­
nında, halin dışına çıkan, zaman üstü bir vasıtadır. Bir
ifade vasıta olarak da, insanm mutluluğunu getirecek hali
ortadan kaldırıyor, insanı kendi yaşadığı zamanın dışına
taşımakta, hakikati değil hayaldeki güzelin peşinde koş­
mayı getirmektedir. Ferahfeza taksimlerinin hangisi icra
edilirse edilsin, Mümtaz ruh ifadesi olarak değişmekte,
musikî, zamanla oynarken, insanın bugünden beklediği
saadeti yok etmekte, mesut olamayacağma inanan insan
da sevmekten vazgeçmektedir. Mümtaz, huzursuz bir ruh
özelliğiyle huzuru ararken, Ferahfeza'nın yegane ayakta
kalan ferdi, neyi dinledikçe, onun feryadının aslmda, in­
sanoğlunun kozmik âlemde boş yere saadet aradığının da
farkma varıyordu: "Fakat kim mesuttu? Bu neyin şikâyeti
beyhude bir şey değildi. Bu kozmik seyahat insanoğluna
saadetin beyhude bir gaye olduğunu anlatmıyor muydu ?
Suat buraya mesut olmak için mi gelmişti? Elbette hayır,
elbette şimdi o küçük kadınlariyle beraber olsaydı bin
kere daha mesut olurdu. Fakat o buraya Mümtaz'm aya­
Tanpınar’ın huzurunda 131

ğına basmak için gelmişti. Hem kendisine, hem ona ıstı­


rap çektirecek, birbirini bedbaht edeceklerdi. Bütün in­
sanlığın her gün^ sanki bunun için yaratılmış gibi, yaptığı
şey buydu. Suat, yine alnını, dizine dayadığı sol eline
koymuş neyi dinliyordu. Fakat bütün uzviyetiyle tetikte
olduğu halinden anlaşılıyordu. Neyi dinlemiyordu, sa­
dece canı sıkılıyor, sabırsızlanıyor ve bekliyordu. Ve
Mümtaz da bu sabrın sonundan çıkacak şeyi onunla be­
raber beklemeğe başladı. Öyle ki artık Emin Dede'nin bir
an evvel gitmesini kendisi de istemeğe başlamıştı. Suat'ın
ilk yapacağı şeyi hakikaten merak ediyordu.
Bununla beraber ney kendi kavsikuzah dünyasında
yolculuğuna devam ediyordu." (s.279)
Emin Dede, Mümtaz'm, gitmesini arzu edişini
duymuş gibi, taksimini bitirdikten sonra, Cemil'i bir süre
daha orada kalmak şartıyla bırakarak' evden ayrılır.
Mümtaz'm misafirini uğurlayıp eve dönmesinin ardın­
dan, İhsan, Mümtaz ve Suat, Ferahfeza ayininin muhase­
besini yapmak iç in ayaktaydılar. Zira musikînin bitişi,
aynı zamanda Mümtaz'la Suat'm hesaplaşmasını da be­
raberinde getirmektedir. Mümtaz, Suat'a musikî ayinini
beğenip beğenmediğini sorar, Suat yerine İhsan söze
başlayıp, Suat'm Ferahfeza ayinini beğenmediğini söyler,
‘Erdoğan ErBay 132

İhsan'ın, bu ifadelerine karşılık Suat, beğenmemek gibi


bir düşünce içerisinde olmadığını ancak, aradığını bula­
madığını dile getirir. İhsan buna karşılık, boşluğun etra­
fında dolaşan ve cam sıkılan Suat'a şu cevabı verir: "Sen
musikînin, Allah'ı elinden kolundan kıskıvrak yakalayıp
sana teslim etmesini istiyorsun. Bu imkansız bir şey! Her
yerde, ancak getirdiğim bulabilirsin! Allah ne Dede
Efendi'nin, ne başka birisinin cebinde değildir." (s. 280)
Ferahfeza ayininin ardından başlayan münakaşa,
İhsan'la Suat, Suat'la Mümtaz, Suat'la Nuran arasında
devam eder. Allah, din, inanç, zengin-fakir, hürriyet-
adalet gibi metafizik ve sosyal meseleler üzerine yoğunla­
şan konuşmalar, aslında fertlerin, insanı, kainatın özü
olarak yerli yerine yerleştiremeyişleri üzerine kurulur.
Suat karşı çıkar, diğerleri onu birtakım değerlere inan­
dırmak için iknaya gayret gösterir. Suat'm "Benim için
Allah ölmüştür." ifadesinden sonra münakaşa yersiz ve
anlamsız bir hale gelir. İhsan'm, meselelerinin, ferdin pe­
şinde koşmak değil, cemaatle meşgul olmak gerektiğinin
altım çizer ve mesuliyeti, yapacak işleri bulunanların bu
tarz düşüncelerin esiri olmadıklarım, insanlık görevini
yerine getirdiklerini anlatır. Ferahfezanın bitişinden beri
devam eden tatsız havayı değiştirmek için bir teklifte
'Tanpımr’ın ^Huzurunda 133

bulunur. Bu teklif, Orhan'la Nuri'nin halk musikîsine dair


eserleri seslendirmeleri teklifidir. Bu teklif, gecenin seyir
halini değiştirmiş, gidiş yepyeni bir şekil almıştır.
Tanpınar, bu noktada Klasik Türk Musikîsi ile
folkloru, yani Halk Musikîsini, yapılışları, hayal ve haki­
kate meyilleri, birbirlerini tamamlayan taraflarıyla muka­
yeseye, bir sonuca götürmek düşüncesindedir. Bir binanın
şekillenmesinde görev alan bu unsurlar, hangi özellikleri
ile sivrilmiş, farklı ve benzer tarafları nelerdir? Bir tarafta
Klasik Türk Musikîsi ve onun temsilcileri Emin Dede,
Tevfik Bey ve Cemil; diğer tarafta folklor, temsilcileri Or­
han ve Nuri.
Ahmet Hamdi Tanpınar'm roman kahramanlan,
hemen hemen bütünüyle entelektüel çevredendir. Bulun­
dukları çevre bu kahramanlara, bir üst seviyeden bakma
imkanı tamsa da, İstanbul dışına çıkmaktan, Anadolu'ya
adım atmaktan korkarlar. Buna karşılık Anadolu'nun
asırlarca ve her medeniyet döneminde savaş ve tabii
afetler dahil, başlarına gelen felaketlere, bir sonrakine, bir
öncekinden daha kudretli, kendinden emin bir ruh hali ile
nasıl karşı koyabildiklerini de merak ederler. Aslmda
Anadolu, kendi kendilerine kaldıklarında konuştukları
meselelerden birisidir. Ancak ona el uzatmak söz konusu
'Erdoğan <Er6ay 134

olunca, çökmüş bir ruh hali ile hayâl etmekten bile vazge­
çerler. Anadolu, Rumeli ve İmparatorluğun bütün bölge­
leri, aynı mahzun duygulan, aynı coğrafyalarda yaşayan,
hayal ettiklerini değil, kaybettiklerini, derinden yaşadık­
larını türkülere aktaran ve ardmdan da teslim olmuş bir
ıuhun itminanıyla hayata devam eden insanların coğraf­
yasıdır.
Türküler, yazanı, yaşayanı, söyleyeni belli olmasa
da, temelinde, maddı-manevî her türlü yaşanmışlığın
bulunduğu, yaşanmışlıkları, nesilden nesile aynı ıstırap
ve hüzün havasıyla nakleden, zamanı idrak edenler farklı
da olsa, hüzün ve kederin, saadet ve mutluluğun adem
oğlunda her devirde benzer şekillerde tezahür edeceğini
ilânla, herkesi hakikatin kucağına iten çok mühim bir
:opIum tellalıdır. Türkünün, her dem taze görünüşünün
jaşlıca şebebi de, türküye vücut veren şeylerin, günlük
/aşanan hayatın sokak aralarından ve çıkmazlarından
.oplanrmş olmasıdır. Çünkü türküler, hem yaşayan, hem
de söyleyenlerin feryadına başkalarının müdahalesine
izin vermeyen, başkalarının hayal ikliminde uçarken du­
yamayacakları, sevginin, aşkın, hüznün ve hayatın
topyekun yumağını oluşturan dünyanın adıdır. Bir de
türküler, hayali dünyalar icad ederek, kendi fildişi kulele­
Tanpınar’ın !tfuzur’unda .. 135

rinde, kendi muhayyel sevgililerini ulaşılmaz varlıklar


\

haline getirmek değil, ortak duygularm renk renk, desen


desen kilimler, mendiller ve yazmalar üzerine, sabırla
işlemenin yanık sevdalarıdırlar.
İşte Orhan'la Nuri'nift, Tamburacı Osman
Pelva'nm türküsünü okumaya başlayıncadır ki, Mümtaz,
muhayyel ve mistik dünyadan, hakikatin kendisi olan
hayata döner. Bu bir Rumeli türküsüdür. Kendi bulun­
duğu renk halinden çok farklı, dik ve heybetli bir sesle
karşı karşıya idi:

"Bulut gelir pare pare


Dördü aktır, dördü kâre
Sen açtın kalbime yâre
Yağma yağmur, esme bre deli rüzgâr
Yarim yoldadır!"

Mümtaz, halk havalarının kendine has, elle tutulur


ıstırabını bir devaya kavuşmuş gibi dinledi. Sanki birdpn
bire sert ve diriltici rüzgâra yenilmesi behemahal lâzım
güçlüklere, hayatın kendisine çıkmıştılar." (s. 303)
Ferahfeza Ayinde, başkalarının zamanlarına, ya
şanması ve duyulması gereken bütün his ve hâyâl güzel­
Erdoğan Erbay 136

liklerinin tüketilip harcandığı, bundan böyle o güzellikle­


rin bir daha asla insan hayatına dönmeyeceği hayaliyle,
bulunduğu anların dışma çıkmak isteyen Mümtaz, halk
musikîsinin önüne koyduğu acımasız hayatı, onun getir­
diği problemleri görmekle, kendi ruh hali ile, türkünün
hakikati arasmda uyanır. Bu kez, Mümtaz, türkünün di­
linden dökülen hasretle, kendi halet-i ruhiyesinin farklılı­
ğını, çevresine de yansıtan tavrının çok değişik şeyler ol­
duğunu görür:

"Bulut gelir yer yaş olur


İçer bâde sarhoş olur
Yar kokusu bir hoş olur.

Mümtaz, bu derin ve çıldırtıcı hasretin kendi ıstıra­


bından çok ayrı bir şey olduğunu anlıyordu. O bir asab
bozukluğunun değişmiş şekli değil, sıcak ekmek gibi ha­
yatın kendisi ile dolu, onu yapan bir şeydi." (s. 303)
Mümtaz ve Ferahfeza ayinine katılanlar, musikînin
fert fert parçalayan ve her birini kendi mistik dünyasına
gönderen, hakiki hayat unsurlarının maverasma atlamaya
çalışan, şüpheci ve dinmeyen ıstıraplarıyla öteye, ötelere
geçmek arzusuyla kıvranan bir ruh hali ortaya koyarken;
Tanpınar’ın huzurunda 137

türkünün, hisleri ve hayalleri kâinat kubbesinin altında


varlığı gözle görülür maddelerin içine gömerek sese dö­
nüştürdüğüne şahit oluruz. Mümtaz, başkalarına ait za­
manı arzulamakla, biraz da kendi gerçeklerinden kaç­
maktadır.
Türkünün son bölümü ise, yapılması gerekeni
özetler gibidir. Zira İhsan mutlu, sevilmesi gerekenin bu
musikî, yani bu türkü olduğunu söylemektedir. Eğer bir
hakikat varsa, o da türkü denen ummanda saklıdır. Halka
ve hayata yaklaştıkça, insanın aradığı saadet bulunacak
ve mutlu olacaktır. Çünkü ona göre biz, türkülerin inşa
ettiği bir milletiz:

"Bulut gelir seher ile


Çiçek açmış bahar ile
Herkes kavuşmuş yâr ile.

-İşte bunu sevmeliyiz İhsan hakikaten mesuttu.


Bütün hakikatler burada, bu engin ummanda. Halkımıza
ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak, o kadar mesut olaca­
ğız. Biz bu türkülerin milletiyiz." (s.303)
Ardından Yahya Kemal'in, "Duydumsa da zevk
almadım İslav kederinden..." mısraını hatırlayan Müm­
‘Erdoğan ‘ErSay 138

taz, türküde de azabın var olduğunu, hem de tahammülü


daha güç bir azabm varlığından söz eder. Buna karşı İh­
san, aslmda varolanın bir söyleyiş şekli, yani bir üslup
farklılığı olduğundan bahseder. Türkülerin dile getirdiği
üzüntünün arkasında veya altında fert değil, cemiyet
vardır. Tecrübe kişiye ait bir hadise olmak yerine, mede­
niyetin tecrübesi olarak karşımıza çıkar. His ortak, ancak
ifade ediş farklıdır. Türkünün anlattıkları kalabalıkların
hakikati, ferahfezanın terennüm ettikleri ferdi tahassüsün,
mistik ve maverai tezahürüdür.
Orhan'la Nuri, birbiri ardına Rumeli ve Anadolu
türküleri okumaya devam ederken, Cemil de onlara ne­
yiyle arkadaşlıkla yardımda bulunmaktadır. Anadolu ve
Rumeli türküleriyle ney, adeta bir medeniyeti yapan, mu­
sikî medeniyetini kuran parçaların, bir bütünü haline
gelmiş şekliydiler. Musikî devam ederken Tevfik Bey,
Trabzon'da daha çok kadınların söylediği gül ilahisini
okumak istediğini belirtir. Bunu duyan Mümtaz'm mu­
hayyilesi, Fra Flippo Lippi'nin Güller içinde Çocuk İsa
tablosunu hatırlatan bir aleme dalar. Ferahfezanın dağıt­
tığı, ordan oraya savurduğu, hasret kasırgasmda uçur­
duğu bütün güller, bu eski ilahide bir aya gelmiş gibiydi:
'Tanpmar'ın ^Huzur'unda 139

"Gülden kurulmuş bir pazar


Gül alırlar, gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Alanlar gül, satanlar gül...

Hicaz makamı birden bire bütün bir bahar ol­


muştu. Mümtaz'ın bu geceden hatırladığı son hayal,
Nuran'ın bir gül tufanı içinden ve onların üst üste akisle­
rini taşıyan, yorgun, süzülmüş, birkaç türlü düşüncede
parça parça, fakat sâkin tebessümünde birleşen yüzüydü.
Hayır, bütün o şüpheler, azapla birer vehimdi. Nuran'ı
seviyordu." (s. 304)
Tevfik Bey'in okuduğu ilahi ile, Mümtaz, ferahfe­
zamın sağa sola savurduğu ruh halini, hakiki bir sevgili­
nin yüzünde yeniden toplamış, Hicaz makamı ona bir
bahar mevsiminin güzelliğim sunmuştur. Mümtaz'ın ge­
ceden hatırladığı son hayal ise, yorgun ve süzülmüş de
olsa, Nuran'ın sakin ve mütebessim yüzüdür. Bütün şüp­
heler ve azaplar, bir vehimden ibarettir. Aslmda Mümtaz,
Nuran'ı sevmektedir. Görülüyor ki, Ferahfazayı dinler­
ken, mistik dünyanın kapısını aralamak yerine, maddi
varlık alemiyle meşgul bir ruhun hakimiyetinde bulunan
Mümtaz, halktan insanların söylediği bir İlâhi ile, aşık ve
‘Erdoğan <Er6ay ....... ..................................................... .... ........... 140

maşukun aslında insanın kendi içinde saklandığı hakika­


tinin farkına varır.
Nağmelerle beraber mevsimler değişiyor, mev­
simler değiştikçe Mümtaz'm ruh hali de, çevresi de,
Nuran'la olan bağlan da birer birer kopmaktadır. Evlilik
hazırlıklan, taşınmalar gibi konular konuşulurken, Be­
yoğlu muhiti Nuran için yeniden eski arkadaşlarına ve
muhitine girmek anlamını taşıyordu. Çevresi ve şartların,
Nuran'm önüne koyduğu oyunlar, toplantılar, onu
Mümtaz'dan tamamen uzaklaştırıyor, Fatma ve Mümtaz'ı
düşünmedikçe de son aylarda yaşadığı sıkıntıların büyük
bir kısmından kurtulmuş oluyordu.
Mümtaz ise, Nuran'la anlaşmaları gereği, Nuran
gelinceye kadar çalışacaktır. Haftada iki defa buluşmak
sözü, her geçen gün aksıyor, zaman zaman gerçekleşiyor,
bazan Nuran hiç gelmiyor, gelse bile, bu gelişler çok kısa
anlara has kalıyordu. Bu da, Nuran'm her geçen gün
Mümtaz'dan uzaklaşması manasına geliyordu: "Mümtaz
için, Nuran'ı beyhude yere beklediği bu günlerde, saatler,
ümitten ye'se doğru ağır ağır çehresi değişen bir mah­
luktu. Sabahleyin ümidin beşuş çizgileriyle gülümser,
öğleye doğru şüphe ile sevinç arasmda üzülür, ikindide
Tanpınar'ın Huzurunda 141

bütün çizgileri koparır, akşama doğru renksiz, manâsız


bir benzeri olurdu." (s.308-309)
Mümtaz, bu halet-i ruhiye içindeyken, Nuran ve
Suat'ın da bulunduğu, Âdile Hanım takımının İstan­
bul'un kalabalık bir gazinosunda geçirdikleri bir geceyi,
"zavallı bir budala" ona haber verir. "Galiba Suat Bey'in
metresi olacak!" ifadesiyle anlatılan Nuran'ı bulmak ni­
yetiyle Talimhane'ye, Sabih'lerin evine giden Mümtaz,
böyle bir anda Nuran'la karşılaşmak istemediği için evin
kapısından uzaklaşmak üzereyken, ilk katlardan birinde
Mümtaz'm bulunduğu ruh halini, çevreyi, insan talihinin
acılıklarını anlatan, mekânı da farklı olan bir musikî ile
hayrete düşer:
"İlk katlardan birinde, bir radyo açıldı. Ve birden­
bire Mustafa Çavuş'un türküsü bu kış gecesi, sokağı
kapladı: "Şahane gözler şahane..." Mümtaz'ın içi bur­
kuldu. Bu, Nuran'm en sevdiği şarkılardan biriydi. Tekrar
acele ^cele yürümeye başladı. Fakat musikî, zalim bir
melek olmuş, onu peşinden kovalıyor, sarsıyor, altına
alıyordu. "Niçin, niçin böyle olsun?" İkide bir elini alnına
götürüyor, çok kötü bir düşünceyi kendinden uzaklaştır­
mağa çalışıyordu.
Erdoğan Erbay 1 42

Böyle ne kadar yürüdü? Nerelerden geçti? Bunu


kendisi de pek bilmiyordu. Birden kendi kendine: "Bir
şeyler içsem..." dedi. Tünel taraflarında küçük bir mey­
hanenin kapısı önündeydi.
Yanmış zeytinyağı kokusu, Rumca şarkı, garson
bağırışları, havada uçar gibi hazır tebessümler, alkol ve
cıgara dumanı içinde bir köşeye büzüldü. Hiç eski Müm­
taz değildi. Küçük, çok küçük bir şey olmuştu. Etrafın­
daki gürültüye rağmen kendi içindeki sesler devam edi­
yordu. Eviç, elden çıkmış vatan parçalarından topladığı
hava ile hâlâ hayalinde konuşuyor, Nuran'ın güzellikle­
rini, insan talihinin acılıklarını, eski Tuna boyu âyan ko­
naklarının, unutulmuş şehirlerin hâtırasından ona sunu­
yordu: "Eviç, Rumeli'nin hüseynisidir." diye düşündü."
(s. 313)
Ferahfeza, bir terkipti. Üçüncü Selim'in iktidar ve
imkânlarını, Şeyh Galib'in engin iç dünyasını, Dede
Efendi'nin de aşk, kabiliyet ve melânkolisini, zamanm bir
yerinde bir araya getirmiştir. Kendi ferdi varlıklarının çok
ötesinde, terkip olmanın üç unsura da kazandırdığı ebe­
diliğin tadını çıkarıyorlardı. Rüya misali yaşanan bir de­
min, rüyasını yeniden görebilmenin duasma durmuşlardı.
Tanpınar’m tHuzur'unda ______ ___ ______________ ______ 143

Nuran'da bir terkiptir. Rüya hâlinin devamım sağ­


layacak zincirin bir halkası olarak, mirasın büyüttüğü, her
güzel şeyin kendisinde toplandığı, imparatorluk halitası
idi. Nuran da, bu haliyle dağmık bir ruhun, Mümtaz'm
onda durulduğu, his, hayal ve düşünce dünyasıyla terkip
haline geldiği duraktır. Ancak Nuran, bir misyonun in­
sanı olarak, rüya hayatı bir defa yaşamış, bundan sonra
aynı tecrübeyi yeniden denemenin lüzumsuzluğunun ve
zorluğunun farkındadır. Çünkü terkibine katılanlar, yo­
lun çok kötü noktasında, büyümeyi değil, ferdî, ama daha
zayıf bir sesin sahibi olmak isteğiyle birer birer ayrılmış­
lardır. Ortak bir zevk ve üslubun içinden çekilivermişler-
dir.
Ferahfeza'dan sonra özellikle de en son aktardığı­
mız paragrafta, Mümtaz'ın terkibine şekil kazandıran
Nuran'ın parçalanması, çevresindeki her şeyi onun yü­
zünde seyreden kahraman için, maddi ve manevî bir da­
ğılmanın başlangıcını teşkil etmiştir. Özellikle de soğuk
kış gecesinde sokağı kaplayan türkü, zalim bir melek ol­
muş musikî, Mümtaz'ın peşini bırakmamakta, gittiği her
yere bir iç benlik halinde kovalamaktadır. Girdiği mey­
hanedeki karmaşık tablo, Mümtaz'm ruh haliyle büyük
bir benzerliğin ifadesi olarak tasvir edilmektedir. Ferah­
‘Erdoğan ‘ErSay 144

feza'yı şekillendiren unsurlar, kurada birbirlerinden ay­


rılmış, her makam, kaybedilen Tuna boylarından, insan
talihinin acımasızlığından, Nuran'm güzelliğinden, artık
unutulmuş şehirlerin hayallerde kalan hatıralarından
dem vuran, eviç ya da hüseynî, batmak üzere olan güne­
şin, insan üzerine boşalttığı son ışıklarını toplar gibiydi­
ler. Mümtaz, ruhen ve bedenen küçüldüğünü dile getirir­
ken, aynı zamanda musikînin sunduğu rüya halinin de
paramparça olduğunun farkındadır.
Meyhanedeki Yunan operetini hep bir ağızdan
söyleyen, günlük hayatı kendilerince yaşayan insanların
arasından çıkıp eve dönen Mümtaz, evde Nuran'm varlı­
ğıyla, alabora olan ruh halini yeniden toplar. Nuran, söz
verdiği perşembe günü eve gelmiş, fakat Suat'la karşıla­
şıp Sabihler'e oradan Amavutköyü'ne gitmişlerdir.
Mümtaz'a olağanüstü yalanlarla anlatılan gece de budur.
Nuran'm, Mümtaz'm "Kütahyalı bir kadından satrn aldığı
eski zaman elbiselerini" giymiş olması dolayısıyla bir
saadet havası estiriyordu. Bu haliyle Nuran, "eski zaman
masalını yaşıyormuş" havasını veriyor, bir mirasın tem­
silcisi olarak, kendisine, intikal eden ve "annesinden, ni­
nesinden, gezdiği memleketlerden öğrendiği türküleri
söylemek istiyordu." (s. 319)
Tanpınar’ın Muzur’unda 145

Maziye dair süsleme, ziynet eşyası ve bunların ye­


nilerinin yapılmasıyla ilgili, geçmişin rüyasını takip eden
iki aşık, bu gecenin böyle ciddî meselelerle geçirilecek bir
gece olmadığını ifade ile, Sümbül Hanım'ın yemek dave­
tine uyarlar. Gece, Nuran'ın, üstündeki elbiselerin malı
olan türküleri söylemesiyle sona erer: "Yemekten sonra
Nuran, üstündeki elbiselerin malı olan halk türküleri
söyledi. İkisi de Kozanoğlu'nu çok seviyorlardı. Fakat
Nuran asıl Kütahya türkülerini bilmediğine üzülüyordu."
(s. 320)
Bu saadet gecesinin sabahı İhsan'a giden Nuran'la
Mümtaz, dönüşlerinde, hem dış dünyayı, hem de kendi iç
dünyalarmı, yağmaya başlayan karm, sağa sola savruluşu
gibi bir ruh hali ile İhsan adasından İstanbul'a geri dö­
nerler. Geleceğe dair hülyalar kuran Mümtaz, Nuran'ın
herşey olup bitsin ondan sonra bu tip projeleri yapabile­
ceklerine dair itirazıvla sükut eder.
Dış mekânın sükuneti ile ruhları huzur bulan
Nuran-Mümtaz İkilisi, döndükleri mekânın, onları karşı­
layan soluk benziyle ve kapıcının oğlunun söylediği tür­
küyle, yine, hem de ebedî bir ayrılığın maverâî nağmele­
rini duyar gibiydiler:
‘Erdoğan <Er6ay 146

"Her taraf, karlı havaların hemen arkasından gelen


o sefil ışıkla solmuştu. Taşlığın mavi çinileri bu ışıkta sim­
siyah görünüyorlardı. Merdiveni aydınlatan hava kuyu­
suna açılan pencereye bir kedi, yüzünü dayamış,
nerdeyse çatırdayacak kadar kuru saman rengi gözleriyle
onlara bakıyordu. Kapıcının büyük oğlu bahçede sıtmalı
sesiyle her zamanki şarkısını söylüyordu:

Erzincan'ı sel aldı da,


Bir yâr sevdim el aldı..." (s. 329)

Üçüncü bölüm; Suat'ın intiharı, Nuran'm ani ayrı­


lık kararı ve Mümtaz'm, İhsan Bey adasmda, İhsan Bey'le
hayata ve mesuliyetlere dair yaptıkları değerlendirme­
lerle son bulur:
"Hayat ve insan ayrı şeylerdi. Biri ötekini etiyle,
kemiğiyle, alın teriyle, düşüncesiyle yapıyordu. Fakat
aynı şey değildiler. Birinden birini seçmek lâzımdı. Fakat
Mümtaz ikisinin ortasında sonuna kadar sallanacağını
biliyordu. Ne ferdî saadetinden vazgeçebilecek, ne de
etrafındaki hayatın korkunç icabını, bu on yaşında evliya
türbesini bekleyen biçare kızı ve ihtiyar Ermeni karısmı
unutacaktı." (s. 336)
Tanpmar’ın ttfuzur’unda 147

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

MÜMTAZ

Bu bölümde, Mümtaz, "müdafaasız bir adam" ola­


rak, Eminönü civarmda, daha önceki hatıralarının pe­
şinde, yaklaşan savaşın ve doksan üç harbinden bu tarafa
insanımızı felâketlere sürükleyen savaşların analizini
yapmaya çalışmaktadır. "Düşüncesi hep Nuran'm etra­
fında dolanırken" artık onu düşünemez olmuş, artık attığı
her adımda, gördüğü her insanda Suat'ı hatırlar durum­
dadır. Suat'ın dramatik sonu, Mümtaz'ı bir kez daha
Emirgân'daki Ferahfeza ayinine yeniden götürdü: "Emin
Bey yeni gitmişti. Birdenbire etrafı sanki değişti. Bir ses,
kendi içinde bir ses, ona ferahfeza ayininin ilk cümlesini
tekrarlıyordu. Hiç göremeyeceği bir güneşin arkasından
1Erdoğan lEr6ay 148

ağlar gibi içinde hasret kımıldadı. Nuran'ı bir daha


göremiyecekti. Ne de Suat'ı ? Yine mi Suat ?" (s. 341)
Üç gündür Suat'la meşgul olan Mümtaz,son olarak
rüyasında gördüğü Suat'ın baskısı altındadır. Bütün gece
Suat'la uğraştığım, fakat rüyanın kendisini bir türlü bu­
lamadığını fark ediyordu. Büyük bir ev, koridorlar, sofa­
lar ve odalar. Nuran'ı arayan Mümtaz, kapısını açtığı her
odada Suat'ı görüyor, ondan özür diliyor, Suat ise tebes­
sümle başını sallıyor. Mümtaz'a tuhaf gelen ise, hamal
kılığında karşılaştığı adamın tıpkı, Suat'ın rüyadaki gü­
lüşü gibi gülüyor olmasıdır.
Mümtaz, bu ruh dalgalanmaları arasında bir şeyin
farkına varacaktır. O da, Suat'ın her zaman Mümtaz'la
beraber olduğudur. Aslında Suat, Mümtaz'm bu iç beni
sıfatıyla dikkate alınırsa, Mümtaz'm aradığı, mistik dün­
yaya geçiş için kendisine izin vermeyen yönünün, Suat
tarafmdan temsil edildiğini söylemek yanlış olmaz. Suat
gibi bir adamın varlığı konusunda şüpheler taşıyan
Mümtaz, onunla karşı karşıya ya da iç içe bulunduğunu
anlar ve Ferahfeza'yı yeniden hatırlar:
"İşin garibi deminki adam, Suat'm rüyadaki gülüşü
ile gülmüştü. "Evet, tıpkı tıpkısına!" Fakat hakikaten
böyle bir adam var mıydı? Bütün mesele anlaşılmıştı. Suat
Tanptmr’ın ttfuzur’unda 149

beraberindeydi. Belki de o küçük kız da, Nuran da onu


kendisi gibi hatırlıyorlardı. Tekrar Ferahfeza'nin ilk cüm­
lesini zihninden tekrarladı. Garip şey, nağmenin hasret
gülleri içinde Nuran'ı değil, Suat'ı görüyordu." (s. 342)
Artık maşuku Nuran yerine, her adımda Suat'la
beraber olan Mümtaz, onunla yaşadıkları anları, ilişkile­
rini bir bir hatırlıyor, Suat'ın mektupta yazdıklarım yeni­
den okuyor ve kendisinin hayatla henüz temasa geçme­
diğini düşünüyordu. Bu esnada yine Emirgân'daki ge­
ceyi, Suat'tan yokuşun başmda ayrıldığı anı hatırlayan
Mümtaz, Suat'ın mektubunda dile getirdiği musikî ile
alakalı değerlendirmelere döner. Suat'a göre, insanoğlu
sadece hemcinsiyle uğraşır. Bina bütünüyle, içeride ve
dışarıda onun üzerine kurulur, farkmda olunsun ya da
olunmasın, insan insanı, bir malzeme gibi kullanmak-ta-
dır: "Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yük­
lenerek yaşıyor. Hattâ sanatkârlar bile; senin o evliya
ruhlu dediğin insanlar bile. O gece Dede Efendi bize nasıl
yüklenmişti? Şimdi son defa için dinlediğim keman kon­
çertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hattâ onlar,
ötekilerden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının
hastalıklarını bize aşılıyorlar. Sen bile, Mümtaz. Hâline
(Erdoğan <Er6ay 150

bakmadan neler söylüyorsun, hem de o acayip üslu­


bunla?... Bereket versin ki, can sıkıcısın; yoksa..." (s.343)
Hakikaten öyle midir? Musikî de, insanoğlunda var
olan duyguları, menfaati için mi kullanmaktadır? İster
doğulu, ister batılı olsun, musikînin hedefi insan ruhudur.
Herkes ve her şey uyuyan duyguların uyanması için
yüklenir. Doğulu musikişinas ruha yüklenmekle birlikte,
onu bir noktada olsun tatmin edebilirken, batılı musikî ve
musikişinaslar kendi açmazlarını insan ruhu üzerine acı­
masızca boşaltmaktadırlar.
Mümtaz; Orhan, Nuri ve Selim'le, savaşm başlayıp
başlamayacağı, başlansa ne olacağı, 1914-1918 arası tecrü­
benin iflas ettiği, Selim'in askere gideceği, Nuri'nin evle­
neceği gibi hadiseleri konuşurken, hem durumun, hem de
halet-i ruhiyesinin perişanlığının farkındadır. Dünya sa­
vaşa girse ne olur! Avrupa tehlike içindeymiş kime ne?
Çünkü onlar, bizi Balkanlar'dan ot gibi söküp attılar ve
pirinç tarlası eker gibi yerimize başka milletler diktiler.
Orhan, bu tip sıkıcı ortamlarda, alışkanlığı olan şarkı
söyleme geleneğine devam etti. Bazen son çareler, du­
rumu, olması gerekeni lüzumlu kılar. Yeni bir ahlâkm
kurulabilmesi için, ameliyat kötü bir İş olsa da yapılmak
mecburiyeti vardır. Fikirler her zaman vardırlar ve ara­
‘Tanpmar'ın Muzur’utuîa 151

mızda yaşıyorlardır, ama bir işe yaramıyorlar. Konuşma


esnasında Orhan, Mümtaz'a cevap vermek yerine, du­
daklarının arasından bir halk şarkısı dökülmeye başlar:

"Güle gide iki duvar arası,


Kimi kurşun, kimi bıçak yarası...

Mümtaz bu türküyü tanıyordu. Geçen büyük


harpte babasıyla Konya'da iken akşamları uğradıkları
istasyonda, nakliyat katarlarında sevk edilen askerler,
sabaha doğru araba ile şehre sebze taşıyanlar hep bunu
söylerlerdi. Yanık bir bestesi vardı. Ona göre geçen harpte
Anadolu'nun bütün dramı bu türküdeydi.
-Ne garip! Halka sızlanmak ve şikayet etmek yakı­
şıyor ve hattâ affediliyor, dedi. Geçen harbin türkülerine
bakın! Ne muazzam şeylerdir, onlar! Daha eskileri de
öyle. Meselâ Kırım için çıkan türkü gibi. Fakat münev­
verde hoş görülmüyor. Demek ki onun sızlanma hakkı
yok! Demek ki mesulüz." (s. 351)
Nuri ile harp üzerine münakaşaya devam eden
Mümtaz, harbi müdafaa etmediğim, ancak her buhranın
arkasından çok güzel şeylerin olacağım beklemenin de
çok iyimser bir tablo hayal etmek manasım taşıdığım
'Erdoğan ‘ErBay 152

söyler. Bir savaş, beraberinde galip ve mağlup diye birbi­


rinden farklı iki taraf meydana getireceğine göre, bu da
fert ve toplum için tamir edilmez uçurumlara sebep ola­
caktır. Arkadaşlarına, sabahtan beri kendi içinde bir şey­
lerin muhasebesini yaptığını söyleyen Mümtaz, tekrar, bir
buhranın ardından çıkabilecek olumsuzluklara döner.
Arkadaşlarının, o halde neden münakaşa ediyoruz soru­
suna cevap olarak Mümtaz yeniden musikîye, türküye
müracaat eder: "Sabahleyin Hekim Ali Paşa Camii taraf­
larında idim. Kız çocukları türkü ile oyun oynuyorlardı.
Tâ fetihten beri belki bu türküler vardı. Ve kız çocukları
onları söyleyerek oynuyorlardı. İşte bu türkülerin devam
etmesini istiyorum." (s. 352)
Hayallerimiz ne kadar büyükse, hayal kırıklıkları­
mız da o ölçüde büyük olur. Ferahfeza ile İlâhî bir hava
değilse bile, maddî ölçülerden sıyrılmanın gayreti içinde
olan Mümtaz, Hekim Ali Paşa Camii taraflarında oyna­
yan çocukların söylediği türkü sayesinde tarihin ve gü­
nün mukayesesini yapar. O da devam endişesidir.
Nuran'm eski çevresine dönüşüyle başlayan yeni
tarz hayat, Avrupa'dan gelen Avrupai tarz bakış açısının,
Taksim'de, Beyoğlu'nda her şeyi bozan şiddetli rüzgarı,
buna karşılık, Eminönü, Beyazıt ve Üsküdar gibi, Fe­
Tanpınar’ın ^Huzurunda__ 153

tih'ten bu yana mirasın yaşatıldığı mekânlar, mirasın de­


vamlılığı açısından üstlendikleri misyonla dikkatlere su­
nulur. Türküler, söyleyenler farklı da olsalar, her fert ve
nesil, o türkülere kendilerine ait olanı katarak, hakiki bir
sevginin, ızdırabın, hasretin ve sevgilinin herkeste deva­
mını sağlarlar. İlâhi ya da mistik bir sezişle, mazilerini,
türkünün sesleri araşma dahil edenler, musikînin insan
ruhu üzerindeki tesirini en güzel şekliyle değerlendiren­
lerdir. Kız çocuklarının oyunlarına arkadaş ettikleri tür­
küler, tarihî, kültürel ve sosyal bir hadisenin başlangıcını
güne taşıyan, kendi olabilmeyi ve öyle kalabilmeyi sağla­
yan unsurlardır.
Mümtaz'm ve çevresindekilerin taraf veya karşı ol­
dukları savaş da, sosyal, kültürel ve tarihî dönüm nokta­
ları en fazla açan hadiseler sırasında yer almaktadır. İster
hücum, ister müdafaa, harp, her şeyi kökünden değişti­
ren, insanın ve toplumların kaderine tesir noktasında,
bazan olumlu, bazan de olumsuz manzaralar tasvir eden
hareketler topluluğudur. İşte Mümtaz'm devam etmesini
arzuladığı türkülerin, tarihi arka planlarının tahammülü
güç vazifelerini bizzat üstlenen halkm dilinde hangi esrar
perdelerini araladığını, nasıl bir tarihi perspektif açtığını
ortaya koyma endişesi söz konusudur.
‘Erdoğan ‘E r6ay 154

Mümtaz, birden İhsan'ı aradı. İhsan Bey adasında,


değişimler çok yavaş olur, her şeye hürmet edilir, insanla­
rın yaratılış farklılıkları, hareketleri fazla ön plana çık­
mazdı. Genel hava, bütün ayrı sesleri bir arada tutar,
sağlam imparatorluk yapısı içinde, varlığından söz et­
meyi abes karşılardı. Ancak Avrupa'nın şarka yönelik,
sosyal, kültürel ve ekonomik çökertme tavrı, alışılmış
olanı bozmuştur. Bu nedenle, taşların yeniden yerine
oturması için Mümtaz savaşı beklemektedir. Kıymet hü­
kümleri bir kez bozulursa, ardından meydana gelecek
hadiseler artık önüne geçilemez durumda devam edecek­
tir:
"Kendisinde hiç tanımadığı bir katiyetle konuşu­
yordu. Karşı kahvelerden birisinde bir radyo veya gramo­
fon, akşam saatine başka bir sarsıntı getirdi. Eyyûbî Bekir
Ağa'nın Mahur Bestesi akşamın içinde yüzdü. Mümtaz
olduğu yerde sarsıldı. Dinlediği bestenin arasından,
Nuıan'ın dedesinin Mahur Bestesi, aşkın ve ölümün o
muzlim şiiri içine doluyordu. Kendi kendine "Yarın gide­
cek ve benden dargın olarak..." Birden bire içinde garip,
tahammül edilemeyecek kadar büyük bir hiddet kabardı.
"Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyle yükleniyor?
Ilu/.urdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede
Tanpınar’ın huzurunda 155

kaldı? Ben yok muydum? Bu kadar yalnız ne yapaca­


ğım?" Hemen hemen genç kadının kelimeleriyle konuş­
muştu. "Huzur, iç rahatı..." (s. 353)
Huzuru, Nuran'da değil, kendi içinde aramak ge­
rektiğinin farkında olan Mümtaz, huzurun ise fedakârlık
istediğini kabul etmektedir. İhsan'ı merak ettiği için, ma­
zeret belirten Mümtaz, arkadaşlarmdan müsaade alarak
ayrılırken, savaşın çıkıp çıkmayacağı hususunda da had­
dinden fazla konuşmanın lüzumsuz bir hareket olduğunu
da belirtir. Milletçe, çok kan kaybettiğimizi, imkânlar mü­
sait bir yol açarsa, savaşa da girmeyeceğimizi dile getirir.
Hasta hep aynı durumdaydı. Mümtaz'a göre bu
adamdan kalan her şey bir hatıra olmanın ötesinde başka
bir şey değildir. Odada maddenin ızdıraplarından başka
bir şey yoktu. İhsan'ın hastalığı, adeta Mümtaz'ın eve
gelişiyle, onun halet-i ruhiyesiyle yeni bir safhaya girmiş,
savaş endişesiyle, hastalığın seyir hali paralellik gösteri­
yor, halk musikîsinin dile getirdiği, daha önceki savaşın
izlerini taşıyan nağmeleri, Mümtaz'ı hakiki dünyanın
çıkmaz sokaklarına doğru sürüklüyordu. Kader, msa-
noğlunun teslimiyet göstermekten başka bir çare bulama­
dığı hakikatin adıdır. Nuran, yarın İzmit'e gidecek, şu
anda eşyalarını topluyor, ya da Fahir'le geleceğe dair
‘Erdoğan <Erbay 15ı

projeler üzerinde konuşuyorlar diye düşünen Mümtaz,


içinde bulunduğu odadan da benzer bir ümidin sesini
duymak arzusundadır. Ancak Nuran'ın İstanbul'dan ay­
rılma hayallerine karşılık, Mümtaz'm bizzat yaşadığı ha­
kikatin, zıtlığından başka bir ümit yeşermemektedir.
Hastanın iyileşme ihtimali yok. Macide, iğne yap­
mağa uğraşırken, Mümtaz da doktor bulmak için dışarı
çıkarken, Taşlık'ta, İhsan'a ait hatıralarla, psikolojisini
tahlile çalışır. Yakın yerde oturan doktoru evde bulama­
yan Mümtaz, Beyazıt'a çıkmak ve hükümet doktorunu
çağırmak mecburiyetinde kalır. Burada da doktor bula­
mayan Mümtaz, bir polis memurunun tarif ettiği,
Soğanağa'nın biraz ilerisindeki, askerî bir doktorun evine
doğru koşarak giderken, bir taraftan da, Nuran yüzünden
ihmal ettiği İhsan'm, şu anda bulunduğu durumdan,
kendisini sorumlu tutuyor, İhsan konusunda vehim ve
korkuları çoğalıyordu.
Evin kapısını, temiz giyinmiş, İstanbul çocuğu bir
nefer açmış, doktorun evde olduğunu söylemiş ve Müm­
taz'ın yukarı çıkmasını rica etmektedir. Ihsan'ın hastalı­
ğına çare bulmak için geldiği mekân, Mümtaz'ın ruh da­
ğınıklığını ifade eden tarzda tasvir edilmiştir. Dekor,
özellikle de Mümtaz'm psikolojisinin aksettiği şekliyle
Tanpınar'ın 9~(uzur'unda 157

darmadağın, diğer taraftan mekanın tasvirini böyle ağır


kılan da musikidir:
"Burası büyükçe bir oda idi. İki penceresi, denize
bakıyordu. Bir kenarda genişçe bir divan, yanında iki
sandalye üzerine yığılmış bir sürü plak, öbür tarafta da
açık bir gramofon vardı. Mümtaz, doktorun yüzüne bak­
madan evvel çalınan parçayı tanıdı. Viyolon konçerto
sonuna yaklaşıyordu. Doktor yatağının üzerinde aya­
ğında getirler ve külot pantolon, sırtında terden vücuda
yapışmış fanila, hiç istifini bozmadan dinliyordu. Müm­
taz, motifin insana gerçekten bir rüyadaymış hissini veren
acayip bir değişiklik içinde, kendi cevherinde yavaş yavaş
yaklaştığını âdeta gözleriyle gördü. Sanki gözlerinin
önünde henüz toprağa ahlan bir tohum çarçabuk büyü­
yor, dal, yaprak veriyor.
Ne beklenmedik bir hazırlanışı, süzülüşü, kendini
haber verişi, tereddütleri ve nihayet bir hakikat keşfedilir
gibi gelişi, kısa gelişmesini, ince nüans farklarıyle, tıpkı
bir sonbahar bereketi gibi tekrarlayıp sonra yeniden kendi
değişikliğinin mucizesi içinde kayboluşu vardı." (s. 364)
Mümtaz, ne yaparsa yapsın, mukadder olana karşı
koyamayacaktır. Bulunduğu ruh haline sebep teşkil eden,
imparatorluğun tasfiyesi, bununla beraber yamun belir­
'Erdoğan ‘Erbay __________ 158

sizliğidir. Tasfiye çok önceden başlamış, devam ediyor ve


edecektir de. Bu noktada bir fert olarak Mümtaz ne yapa­
bilir ? Son bölümde sağcı ve solcu ayırımı yapması, ken­
disinin sağcı tavır takınması, tarihe açılan pencereden
hadiseleri tahlile çalışma gayretidir. İhsan Bey Adası'nın,
bütün gayretlere rağmen, her gün biraz daha küçülmesi,
bu küçülme karşısında, münevverin üzerine düşeni yap­
maması -kendisi de dahil, çünkü Nuran'la olan ilişkileri
boyunca İhsan'ı ihmal etmiştir-, görünen sonun adım
adım yaklaşması, hçm kendi içinden, hem de kendi dı­
şından tesirlerin hazırlandığı bir manzaradır.
"Beni ve dünyayı anlatmak ya da ben-dünya bütü­
nün anlatmak, bir başka deyişle dünyadaki ben'i ya da
bendeki dünyayı anlatmak onları ritmik ve simgesel bi­
çimlere, özgün biçimlere götürmekle olasıdır. Bu dönüş­
türme herşeyden önce bir dil yaratmaktır, sanatçının
kendi dilini, kendi anlatım olanaklarını yaratmasıdır. Bu
dönüştürme de karmaşık ben ve karmaşık dünya belli bir
fikir çerçevesinde yalın bir biçimde anlatılır duruma girer.
Buna göre en yüksek anlatım düzeyi sanatta gerçekleşir
ve en yüksek anlatımı ritmin belirleyiciliğinde simge
sağlar. Her sanat yapıtı zorunlu olarak simgesel olmasa
Tanpmar’ın !Huzur’unda 159

da zorunlu olarak ritmiktir. Simge, sanatsal anlatımın bir


koşulu, ritim insan yaşamının bir koşuludur."4
İhsan'ın hastalığına çare için başvurduğu en son
kişi bile, yani doktor da, daha önce Suat'ın da ölümüne
neden olan unsurlardan saydığı Viyolon konçertoyu din­
lerken bulması, karşı konulmazın hüznünü, yarın endişe­
sini, hafızasına mekanik bir çivi acımasızlığı ile sapla­
maktadır.
Öyleyse bu musikî motifi, bir bütünü teşkil eden
küçük küçük ve fert fert birimlerin, her an karşısma çıkı­
şını nasıl izah etmek gerekiyordu? Hakikaten Huzur'daki
musikî motifi, Mümtaz'ı, bir rüyalar dünyasında yaşı­
yormuş hissi içerisinde acayip değişikliklere taşıyor, biz­
zat kendi özünde yaklaştığım gözleriyle görür gibi olu­
yordu. Öyleki gözleri önünde toprağa bırakılan tohumla­
rın büyüyüp, dal budak saldıklarına şahit oluyordu. Mu­
sikî, ruhunu alt üst eden tarafıyla, beklenmedik bir anda
hazırlanıyor, süzülüyor, haber veriyor, şüpheleri derin­
leştiriyor, en sonunda, sanki bir hakikat gibi geliyor, kısa
bir an içinde gelişiyor ve farklılıklarıyla yeniden kendi
değişiklikleri içerisinde kaybolup gidiyordu. Doktorun

1 A fşar Timuçin. Estetik, 3.baskı, İnsancıl Yay., İstanbul 1998, s.166.


Erdoğan <Er6ay 160

yatağına kendisi için hazırlanan yere oturan Mümtaz,


konçertoyu dinlemeye başladı.
Burada Tanpınar, Mümtaz'a, musikînin adeta
epistemolojik temellerine dair bir iç muhasebe yaptırır.
Herşey insanla ilgili, herşey insan merkezli olduğuna
göre, bu musikî neyin ifadesiydi? Tarifi imkânsız bir ruh
halinin, dev dalgalara yakalanan gemi misali, sağa sola
sallanışı, çıkar yol arayışının, meçhul bağlarla kendini
İlahî bir yapıya bağlayışı mı? Musikî, arzu ve istekler zin­
cirinin bir yerinde kırılan ve bir daha yerine getirilemeye­
nin, bütün yolların çıkmaz sokaklarda son bulduğu mu­
hayyel dünyanın, caddelere taşan yağmur sağanağı ıru?
Herşeyin, talihin elinde, sonbahar yapraklarını istediği
yere götüren bir rüzgârın önüne katılmış gibi sürüklen­
diği kaçınılmaz sonun, farkına her zaman varılmayan
remzi veya sembolü müydü? Sazı ve sözü olanların, his­
sedişlerini avaza dönüştüremeyenler adma göğe ağışları,
fezanın boşluğunda zamana kandil oluşları mıydı? Mu­
sikînin anlattığı bir hiçlik miydi? Var olmak ve bilinmek
isteyen insanoğlunun, karşı konulmaz bir süratle, yüksel­
diğini zannettiği yerden, ilk hareket ettiği yere yeniden
çakılışının feryadı mıydı? Bedenen ulaşamayacağını his­
settiği yerlere, şikayetlerin mücerredin kanatlarmda gide­
Tanpmar’ın !Huzur’unda 161

bileceği en son noktaya ulaştırmanın yegâne vasıtası mı­


dır? Veya, oluş sırrının hasretinde alev alev yanan, yan­
dıkça ruh ikliminin sükun taşıyıcı kokularını her gün
daha fazla hisseden, ruh dokuyucusu tevekkülün, teslim
oluşun ifadesi midir? Musikî, yoksa hayal ve hatıraların,
bir an haline gelip, insanın yaşadıklarının sadece bu "an"
dan ibaret olduğunun farkına varması mıdır? Bütün
bunlar değilse eğer, yaşandığı için, hatıralar manzumesi
içinde bir rrusraa vücut veren kader ahengi içerisinde,
hayat manzumesi binasında, bir mısraa vücut veren hatı­
raların, artık bir görünüp, bir kaybolduğu, anların raksın­
dan mı ibaretti?
Musikî, maveraya ait bir ahengin müşahhas nota­
lara dökülmüş kalıbıyla, kimleri, hangi geçmişi, hangi am,
hangi ölüleri geri çağırıyordu? Musikî, zamanın ahenkli
bir bütün sıfatıyla asla parçalandığının, zamanın her an
taze ve diri durduğunun, duyulan şekli miydi?
Mümtaz, doktorla konçertoyu dinlerken o anı şöyle
değerlendiriyor: "Yoksa sadece bir devrin, insan kılı­
ğında, fakat insandan çok başka bir mahlukun içindeki
kuvveti harcamak için hayatın dışmda, kendi kendine
didinerek kurduğu bir başka dünya mıydı? Muhakkak ki,
bu da İhsan'm başı ucunda iyiden iyiye duyduğu o hu­
Erdoğan ErSay 162

susi iklim gibi, kendime mahsus sıcaklık dereceleri, bo­


ğucu yükseklikleri, sert ve diriltici rüzgârları, kahredici
samları olan hususi bir iklimdi. Burada da tıpkı nabız yüz
yirmide ve hareket kırkta iken olduğu gibi, başka türlü ve
çok güç, yahut hiç olmazsa çok derin yaşanıyordu." (s.
364)
Suat da, yazdığı mektupta, ölmeden evvel, hatta
daha evvel, bir gün boyunca ara vermeden konçertoyu
dinlediğini yazıyordu. Mümtaz, Suat'ın bu tercihi niçin
yaptığını bilmediği gibi, konçertonun ağır, ıstıraplı gidi­
şinden bunun sırrmı öğrenmek de mümkün değildi.
Öyleki Suat'ın kendisini dinlediğinden de habersiz, o sa­
dece çevresine alevden cevherini yayıyordu. O halde
Suat'ın sırrı neydi? Mümtüz'a göre, Suat'ın sırrı, mikro­
fonun madeni yuvarlağı ile diskin çok kapalı dünyası
arasmdan bakıyormuş hissini vermesiydi. Mümtaz gra­
mofona bakarken, Suat'a ait bütün mücerret sırların, ma­
deni bir eşya üzerinde müşahhas bir madde haline geldi­
ğini düşünüyordu: "Kaç kere evinde o son gecede bu par­
çayı dinlerken tahayyül etmişti. "Yüzü muhakkak sapsarı
olmalıydı... Kim bilir, belki de bana yazmamı teklif ettiği
hikâyedeki kahramanı gibi bir nevi velilik güzelliği içinde
herşeye gülüyordu." Mektubunda söylediğine göre ilk
‘Tanpınar’m huzurunda 163

önce o küçük kızla bu konçertoyu dinlemişler, o ertesi


sabah gittikten sonra da kendi kendine onu çalmıştı. Ve
gece, mektubunu yazarken yine bunu dinlemişti. "Şüphe­
siz ara sıra başını kaldırıyor, en sonuncu defa olduğunu
bildiği için bütün dikkatiyle bu ıstıraplı yürüyüşe kendini
veriyordu." "Belki de bütün ölecek olanlar gibi dalgın ve
herşeye kayıtsızdı. Belki de korkuyordu. Yapacağı işe
pişmandı. Onu yapmamak için bir çare arıyor, birisi gel­
sin, beni bundan kurtarsın! diye kapılara bakıyordu." (s.
365)
Görülüyor ki, her olumsuz olayın arkasında, musi­
kînin, insanı derinden sarsan bir acılığı vardır. Ancak bu,
musikînin kendisinde değil, belki de dinleyenin ruhun­
daki uçurumların dönülmez gayyalarıdır. Romanın bu
bölümünde, özellikle Suat'ın intihar sahnesini de hayal ve
hafızasından çıkaramayan Mümtaz'ın iç ve dış dünyaya
ait olayları, musikînin perdeleri arasmda gidiş gelişle,
istediği nağmeyi yakalayan bir el misali, tizden peşte
doğru, yukarıdan aşağıya doğru bir inişle çözüme gö­
türme gayretindedir. Öyleyse Suat'ın ölümünde, kendisi­
nin de dinlediği konçertonun bir payı var mıydı? İnsanı,
dönüşü olmayan yollara sürükleyen parçayı, kendisinin
de dinlediğini hatırlayan Mümtaz, hatıranın uyandırdığı
‘Erdoğan Erbay ___ 164

acılık karşısında tekrar maziye, yaşanmışlara döner. Fakat


Mümtaz, konçertoyu ne zaman dinlediğini hatırlamaya
çalışırken, İhsanlara gidişini, çok yorgun olduğu için
uyılyuşunu ve Macide'nin kendisini uyandırışmı göz
önünden geçirir. Konçerto diskinin bir tarafı "hırıltı" da
biter ve doktor, Mümtaz'a bakmadan ikinci yüzünü ko­
yar. Mümtaz ise rüyadan uyanır gibi alnını siler, bu din­
leyişin bir rüya mı, yoksa hakikat mi olduğu tereddü­
dünü yaşar. Fakat Mümtaz bütün parçayı dinleyecek du­
rumda değildir. Çünkü "Taptaze bir hatıra lezzeti, acı­
lık!", Mümtaz'ın ruh halinin tahammül edebileceği du­
rumlardan değildir.
Hiç tanımadığı bir adamın yatağına oturmuş, rüya­
sını hatırlamaya çalışan Mümtaz, aslında konçertoyu
dinlemediğini, Suat'ı gördüğünü hatırlar. Bir sahilde, gü­
neşi asacaklarım, bu güneşin Suat olduğunu, ipler geril­
dikçe kendisinin acı çektiğini ama Suat'ın hâlâ bir veli
güzelliği içinde güldüğünü, dağılan azalarmı sağa sola
fırlattığını, yok olanın maddeden ibaret sahnesini seyret­
tiğini hatırlar. Bu rüyadan, Macide'nin İhsan'in ağırlaştı­
ğım söylediği cümlelerle uyanır. "Oturmuş burada mu­
sikî dinliyorum. Kim bilir ne delice hareketler yapmışım-
dır?" der, Mümtaz ve tekrar rüyasına döner. Plak biter,
Tanpınar'ın Muzur’unda 165

doktor konçertonun kalan parçasına bir göz atar. Fakat


Mümtaz'm üzüntülü yüzünü görünce, "anlatın bakalım!"
diyerek, Mümtaz'dan, İhsan Bey ailesinin macerasını
dinlemeye başlar.
İhsan'ı, Macide'yi, M adde'nin çocuğu ölünce ne
hallere girdiğini, yolda yürürken anlatan Mümtaz, Dok-
tor'un, sözü politikaya getireceğini ânlar, Doktor'un, "Bu
vaziyet bir kere yerleşmesin" hükmünü korkunç bulur­
ken, Doktor da söylediğinin ağırlığından çekinerek, sözü
musikîye getirir ve Mümtaz'la aralarında şöyle bir ko­
nuşma geçer:
"-Galiba musikîyi seviyorsunuz!
-Hem çok.
-Yalnız alafranga mı?
-Hayır alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adam ola­
rak değil. Sen acayip bir mahluka benzersin, der gibi deli­
kanlının yüzüne baktı:
-Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. O kadar
doğru ki, mesele musikîden çok ötede. Şarkla garp birbi­
rinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik. Hattâ bunda
yeni bir fikir bulduğumuzu bile sandık. Halbuki tecrübe
daima yapılmış, daima iki çehre;: insanlar verm işti!
Erdoğan ‘Erbay 166

Mümtaz kendisini bu sabaha yakın saatte, yapışık


kardeşler grubu hâlinde bir yüzü maşrığa, öbürü mağribe
bakar, iki vücudu ve dört ayağıyla yan yan yürür gibi
gördü.
-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilâve etti. İki
başla değil, bir başla düşünüyorum.
Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti;
gülümsiyerek;
-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hattâ daha ga­
ribi, iki türlü duyuyorsun. Ne hazin değil mi?
Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi,
daima şarklı bir tarafımız da kalacak. Güneş vurmuş tara­
fımız. Şu batıcı ve keskin ayna kırıklarını ruhunda duy­
mak.
-Bu tek meselemiz galiba.
-Hem de coğrafyadan gelen, yani tarihin dehasın­
dan, yani bizden evvel ve bizden sonra da mevcut." (s.
368-369)
Yukarıya aldığımız parçada söz, politikadan önce
musikîye dönmüş, Mümtaz'la doktor musikî üzerine ko­
nuşmaktadırlar. Mümtaz'a musikîyi sevip sevmediğini
soran Doktor, hem de çok seviyorum cevabını alır. Sadece
alafranga değil, alaturkayı da seven Mümtaz, iki dünya­
'Tanpınar’ın Vûızur’unda 167

nın, iki medeniyetin musikîsini, aynı adam olarak din­


leme ve sevmenin zorluğunu ortaya koyar. Doktor, ko­
nuyu daha da derinleştirir. Aslında mesele ne şark,ne de
garp musikîsidir. Mesele her iki musikîye vücut veren,
dünyaya bakışları farklı, insana verdikleri değer açısın­
dan farklı, musikînin nağmelerine, temel teşkil eden se­
vinç ve hüzünleri farklı, mistik ve maddeci görüşleri bü­
yük uçurumlarla ayrılmış iki ayrı dünyalarla ayrılmış, iki
ayrı dünyayı terkip haline getirip, bu terkipten yeni fikir-
ler, yeni insan tipleri çıkarmaya çalıştık. Yeni insan tipi,
yeni fikirler bulduğumuza dair inancımız bizi benliği­
mizden geçirmiş, çareyi başka yerlerde aratmıştır.
Halbuki, şu bir hakikattir ki, dünyaya, olaylara
yaklaşım tarzları, mukayese edilemeyecek dereccde zıt iki
medeniyetin ortasında kalanlar, iki yüzlü, iki cepheli, iki
taraflı olmak mecburiyetindedirler. Doğu ile batı arasında
duran insanlar dualizmi yaşayanlar olmuştur. Mümtaz da
kendisini biri doğuya, diğeri batıya bakan, iki vücutlu,
dört ayağıyla yürür gibi bu durumda bulunduğunu zan­
nediyordu. İki dünya arasımdaki kalmışlığın asıl zorluğu
da, şüphe yok ki, musikînin telkinde tereddüt etmediği
ayrı medeniyetler duygusunu, iki kafayla değil, tek bir
kafayla düşünme mecburiyetidir. Doktora göre bu dü­
Erdoğan cEr6ay 168

şünmek değil, iki türlü duymaktır. Mümtaz için zor olan


da, iki ayrı dünyayı aynı kafa ile duymak ya da sezmek­
tir. Çünkü şarklıların her zaman Akdenizli bir tarafları
vardır. Bundan uzak düşünemezler. Hem şarklı, hem de
Akdenizli olmak, gelişme ve değişmelere batılının baktığı
mantık çerçevesinden bakışımızı yasaklamaktadır. Geliş­
meler aleyhimize de olsa, onun içerisine mutlaka bir duy­
gusallık, gereğini yapmak yerine, sorumluluğu başkala­
rına yükleyip kenara çekilmek vardır. Ya da yarını tevek­
külle karşılamak, bugünden atılması gereken adımları
atmamanın ardına sığınmak, şarklılığımızın vaz geçilmez
tarafıdır. Bu da bize coğrafyadan miras kalan, tarihin bir
hediyesidir. Bu Akdenizli ve şarklı tavır, bizden önce de
vardı, bizden sonra da olacaktır.
Konçertonun şekillendirdiği ruh hali içinde yüzen
Doktor'la Mümtaz, savaşın çıkma ihtimaliyle ilgili olarak
münakaşalar eşliğinde yürürler. Doktor, savaşa ihtimal
vermemekle beraber, dünyanın felâketi kabule bu kadar
hazırlandığı bir anda, bazı adımların atılmasının kaçınıl­
mazlığını da, senelerdir müdahaleci bir ruhla yetişen bir
disiplin adamının emniyeti çerçevesinde dile getirir. Zira
bu savaş, tarihte okuduğumuz, şahit olduğumuz türden
değil, aksine dünya bir "iç harbe" hazırlanmaktadır: "İç
'Tanpınar’ın Jûızur'unda 169

harp, yani bir medeniyetin gömlek değiştirme şekillerin­


den biri. Büyük, kendi realitesi içinde kavranması imkan­
sız derecede büyük, âdeta tabiatın bir hezeyanına, bir
kâbusuna benziyen, o kadar büyük bir uzviyetin bir
iştihale noktasını yaşıyoruz. Her şeyin bir içten patlamayı
hazırladığı, zaruri kıldığı, tabir caizse fizyolojik bir nok­
tadayız. Siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki...
Bir dümen kırış, aklı selimin bir saniye için dönüşü her
şeyi halledebilir. Fakat bir medeniyet krizini yenmek,
onun ârızalan içinde şuurunu muhafaza etmek, ona karşı
gelmeğe çalışırken, dümeni ellerinden kaçırmamak, bir
selde sürüklenmemek, bir tayfunla boğulmamak, bir yıl­
dız müsademesinde toz hâline gelmemek kadar güç..." (s.
371)
Doktor'un söylediği bu ifadeler karşısında, ona
"kaderci" yakıştırması yapan Mümtaz'la Doktor,
Hitler'den Lenin'e kadar, o devirde iktidarda bulunan ve
dünyada yaşanan hadiselerin insan halet-i ruhiyesi üze­
rindeki tesirlerinin ortaklan olan bu isimler etrafında,
duruma dair konuşmalarla yol alırken, olaylara taraf
olanların, bir kısmının mistik, bir kısmının tarihî determi­
nizmden hareketle haklı olduklarına kendilerini ikna et­
tikleri yorumları yapılır. Dar bir sokağa girdiklerinde,
'Erdoğan (Erbay ...... ............................................................. ..... . 170

eski bir konağın duvarları üzerinde gecenin kendisini


dinlediği böyle sessiz bir saatte çiçek kokuları, kaybol­
muş, yıllardır ardından koşülmuş hülyaların hâtırasıyla,
bir vicdan azabı ve işlenen bir günah için azap meleği
sıfatıyla insanın peşini bırakmayan şuur gibi, az önce
dinlediği konçertonun, çokluktan sıyrılmak, kendisini
bulan ara nağmeleri gibi öldürücü bir tarzda Mümtaz'm
içinde yer yapıyordu. Yerleşen çiçek kokularıydı: "Demin
dinlediği konçertonun, her süzülüşünde biraz daha ken­
disini bulan, çokluğu içinden yavaş yavaş kendisi olarak
halka halka sıyrılan ve sonunda bir altın ejderha gibi in­
sanda çöreklenen ara nağmesi gibi, keskin, öldürücü bir
hisle içine yerleşti." (s. 372)
Konçerto nağmeleri arasında hatıralara dönen
Mümtaz, hem fert, hem de topluluk olarak, insanların bir
kaderi yaşadıklarını, sahip bulunduklarının, aslmda en
kıymetli şeyler olduğunu itiraf ederken, Nuran'ı, Fahir'i,
İhsan'ı yani herkesi ve her şeyi yeniden gözden geçirir.
Nuran'la dargınlıkları, Nuran'm yanında olduğu zaman
yaşadığı huzur, fert fert Almanlar, daha sonra topluluk
olarak bir sadistin elinde yaşadıklarını vesaire gibi dü­
şüncelerle mahallelerine gelmişlerdir. Mümtaz ve Dok­
Tanpınar'ın Pûızur'unda

tor'u bu düşüncelerden uyandıran bir Bektaşî oldu. Bek­


taşî, Şeyh Galib'in, meşhur beytini okudu:

Hoşça bak zâtına kim ziibde-i âlemsin sen,


Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!

Bektaşi'yi tanıdığını, İhsan'la birlikte oldukları bazı


zamanlarda, Bektaşf yi de' alıp meclisler kurduklarını an­
latan Mümtaz, asıl meselenin, insana ve insanlığa hürmet
olduğunu, şahsî hiçbir menfaat gözetmeyen bu Bek­
taşî' nin de yegâne özelliğinin, insana ve insanlığa göster­
diği hürmet çerçevesinde şekillendiğini anlatır. Önlerine
çıkan zatın Bektaşî mi, Mevlevi mi olduğu münakaşasını,
Mümtaz'm, onu tanıdığına dair sözleriyle bitiren bu iki
şahıs, sözü şarka getirirler. Mümtaz'a göre işte şark:
"-Şark, dedi. Canım şark. Dışarıdan miskin, budala, çare­
siz, fakir... Fakat içinden hiç aldanmamağa karar vermiş...
Bir medeniyet için bundan daha güzel ne olabilir? İnsan­
ları içlerinden tatmin etmeyi ne zaman öğreneceğiz? Ne
zaman bu "hoşça bak zatına"nin manasını anlayacaklar?..
-Şark anlamış mıydı sanki...
-Anlasın, anlamasın... Söylemişti ya." (s. 379)
‘Erdoğan ErSay 172

Mümtaz'la Doktor eve gelmişti artık. Mümtaz, me­


kânı bıraktığı gibi bulmuş, hastaya, Doktor'dan önce mü­
dahale edildiği için daha iyi durumdadır. Ancak Dok­
tor'un, bundan sonra hastada meydana gelebilecek deği­
şikliklere mani olabilecek ilaçlar istemesi üzerine, Müm­
taz'ın tekrar dışarı çıkması gerekir ve Mümtaz yeniden
sokağa, çözüme doğru yönelir.
Huzur romanı, Mümtaz'ın, İhsan için ilâç almak
niyetiyle, sabaha doğru evden sokağa çıkışıyla bitecektir.
İhsan, bütün gayretlere, ilâçlara, iğnelere rağmen "hayatla
ölüm arasındaki dehlize" girmiştir. İhsan konusunda,
mukadder olanı beklemekten başka çare yoktur. Müm­
taz' ı en çok huzursuz eden unsurlardan birisi de
Nuran'dır. Sadece onda huzur bulan Mümtaz, Nuran'ın
gidişiyle herşeyin sona ereceğini biliyordu. Bütün bu ha­
kikatleri bilmesine rağmen, hakikatlere çok uzak bir me-
*
kân ve zamanm arkasından bakıyormuş gibi bir halet-i
ruhiye içindedir. Aslında yapacağı işin, İhsan'a ilâç bul­
mak ûlduğunu biliyor, yürüyeceği yolu tanıyor, ayrıca
zihni, rastladığı her şeyi kendisine de imkânsız görünen
bir açıklıkla görüyordu. Aydınlığa giden zaman, hem
İhsan'ın ölüme doğru gidişini, hem Nuran'ın İstanbul
dışma çıkışını hazırlarken aydınlıkla zıt olan kötü sonun
Tanpınar’ın J-fu.zur'untfa 173

dinarnitini ateşlemektedir. Mümtaz'm, hem kendi için­


den, hem de dışardan gelen tesirle, çaresizlik veya çö­
zümsüzlük ortamı, sabaha doğru olması gerektiği gibi
vuku bulmaktadır: "Bu sabahın sazlaruu denemeğe ha­
zırlandığı saatti. Biraz sonra kâinatın çahsı yeniden ku-
rulacakh. Evlerin taşlıklarında, odalarda sabah ışıkları
ya^nrnışh. Bulanmış havada bu ışıklar bir tiyatro dekoru­
nun yapma havasını yarahyorlardı. Bir kadın pencereyi
açh, yarı çıplak vücudu ile geceye karşı gerindi, çıplak
kollarıyla saçlarını düzeltti. Bir köpek yavaşça yattığı yer­
den kalkh, bu sabah yolcusuna doğru koştu. Fakat tam
yanma yaklaşınca vazgeçti, biraz ileride kapalı penceresi
önünde murnlar yanan bir türbenin d ib i ? kadar koştu.
Bir sütçü, atının iki yanına ashğı güğürnler^inin üstünde
rahatça bağdaş kurmuş dörtnala yanı başından geçti.
. Uzaktan bir korna sesi geldi." (s. 382)
Aslında bunların hepsi, Mümtaz'ın eşyayı kendi­
sinde bulması, her şeyi kendinden bir parça gibi seyret­
mesinden başka bir şey debidir. Gözle görülen ne varsa,
çocuktu^ndan beri, Mümtaz'a, adet ve alışkanlıkları,
ağaç ve kaldırırnlarıyla, içinde yaşanabilecek bir "çevre"
hazırlamak istemiş, ama Mümtaz hiçbir düşüncesinde
"d ev am " yakalayamarnışhr. Yarınlara ait kaygılar,
tErtfoğan tEr6ay .................................. ......................... ................ 174

Mümtaz'ı, kendisine ait olması gereken yerlerde, iğreti bir


asalak halinde bırakmıştır.
Şehzade Camiinin avlusu, Vezneciler ve Bayazıt..
her mekândan geçişte, hava biraz daha aydınlanıyor, ni­
hayet Bayazıt'ta hareketlenmeler başlıyordu. Mümtaz,
Aksaray civarında, sabahın ilk misafirleri simitçi, poğaça
ve gazete sahcılar^ırun, "şehrin sabahıru" kurmaya başla­
dıklarım, kayıtsız ve isteksiz, hatıralar zincirinin devam
etmeyeceği gibi bir endişe ile seyretti. Nöbetçi eczanenin
önüne geldiğinde, kapı kapalı idi. Kapıda, yorgun ve fa­
kir, elinde reçetesi, eczanenin kepenklerini döven bir ka­
dın duruyordu. Nihayet eczacı gelir ve her ikisi reçetele­
rini birden uzatırlar. Mümtaz, ilâçlarım alır. Bütün bu
gelişmeler, Mümtaz'ın, bir saniye bile kaybetmek isteme­
yen bir insanın açık tavrıyla yerine getirdiğini görüyoruz.
Hatta bu vuzuhu kendisi de dile getiriyor.
Hakikat şu ki, Mümtaz, ilâçları yerine ulaştırmak
adına, her türlü imkâna sahip bir ruh hali taşıyordu. An­
cak, bunun dışındaki bütün zihni hayah uykuya dalmakla
dalmamak arasındaki sırurda gezilmektedir. Ne olduğu­
nun farkına varamayan Mümtaz, şimdiye kadar, dünya
ile arasında tanımadığı bir perdenin, aydınlığa giden yolu
kapathğuu düşünüyordu. ancak şeffaf ve vuzuh getirici
tfanpınar'm Jluzur’unaa .............................................. ............... 1 75

bir şeyin kendisini dünyadan ayırıyordu. Fakat, dünya­


dan ayrılmak mümkün müydü? Hayat, bütün kargaşa ve
karmaşasına rağmen çok güzel değil miydi? Karanlığın ve
musikînin, Mümtaz'ın halet-i ^ liy e s i üzerindeki tesir,
sabahın, kâinata, gündüz yaşayacakları güzellik, ahenk ve
senfoniyi ikram eden munis tavrıyla, Mümtaz'ın iç ve dış
tesirli kırgınlıkları, kâinahn korosuna, her mahlukun
kendi nisbetince katılışının şevkiyle, tabii bir musikînin
ummanın da dev dalgalara aldırmadan yoluna devam
eden bir geminin yolcusu oluverdi:
"Hakikaten bu sabah saatinde yaşamak güzel
şeydi. Herşey güzeldi, taze ve ahenkliydi. Bir gülüşün
yumuşak.lığıyla insana geliyordu ve Mümtaz bir akasya
yaprağına, bir küçük hayvan yüzüne, bir insan eline bu
saatte bıkmadan edebiyat boyunca bakabileceğini sanı­
yordu. Çünkü hepsi, herşey güzeldi. Bu belirsiz ışık bir
senfoniydi; işte camiin 'avlusunda ilk huzme bir kadın
gibi soyunmuş oynuyordu. Bu taze sirnit kokusu, yürü­
yen adarnların acelesi, bu düşünceli yüzler hepsi güzeldi.
Fakat hiçbirisinin üzerinde duramıyordu. "Böyle bir sa­
atte? Belki de eşyayı bu kadar güzel bulduğum için ha­
yattan boşanmış olabilirim. Niçin olmasın?" Çünkü bu
güzeUik duygusu ve içinde ona bir orkestra gibi refakat
‘Erdoğan P.rbay 176

eden sevinç alelâde bir duygu değildi. Bu .bir nevi keşfe


benziyordu. Hem o cins keşiflerden idi ki insana en son
dakikada, zihin herşeyle alakasını kesip kendi kendisi
olduğu, en saf şekilde işlediği anda gelebilirdi. Bu uçu­
rumun başında bulunan hakikatlerdendi. İçindeki ber­
raklık ancak böyle bir son an berraklığı olabilirdi." (s. 384­
385)
Bu muhasebeler ve hayata gü2el bakış, herşeyin
yerli yerinde söyledigi âhenkli türkülerle, sabahın süku­
netinde bütün karanlıkların vuzuha kavuştuğu bir anda,
Mümtaz, Suat'la karşılaşır. Onun1a konuşmamak için di­
renir. Fakat Suat, ısrarla üzerine üzerine gelir. Konuşmak
zorunda' kalan Mümtaz, Suat'ın bir ölü olduğunu, -onun
yüzünden bir çok ızdırap çekti^ni, artık yalnız bırakması
gerektiğini söyler. Fakat Suat, hiçbir zaman M^mtaz'dan
ayrılmadığını, her zaman vnmnda bulunduğunu ifade
eder. Mümtaz, Suat'a, Şuat'la ilgili rüyasını anlam, fazla
vakti olmadığını, evdeki hastaya ijaç yetiştirmesi gerekti­
ğini bahane eder. Mümtaz'ın kaçış isteğine rağmen, onu
bırakmayan Suat, Mürntaz'a şiddetli bir tokat atar.
Mümtaz'ın yüzü gözü kan içindedir. İlâç şişeleri param­
parça olmuşUr. Eve geldiği zaman radyo, Hitler'in savaş
emrini verdiğini tekrarlamaktadır. Savaş ilânının radyo­
dan duyulması ile roman bi^tiştir.
lJ'anpınar’ın J-fuzur’u^ru:fa____ 177

SONUÇ

Huzur romam, musikî daha genel bir ifadeyle söy­


lersek ahenk üzerine kurulmuş bir romandır. Musiki par­
çasının iniş çıkışları, tizleri-pestleri gibi, bazan çok hızlı,
bazan çok yavaş ilerleyen zaman' dilimi içerisinde, roma-
ımn olay örgüsü de Mümtaz'ın halet-i ruhiyesine uygun,
zaman zaman hızlı seyrederken, bazan de çok yavaş,
hatta durma noktasına geldiği anların silsilesi olarak kar­
şımıza çıkar. Aslında zaman bir bütündür. Parçalama,
insan ruhunun farklı tezahürlerinin dilidir! İnsan, hangi
ruh hali içinde bulunursa bulunsun, zaman, sürekli bir
devri daimle geçmektedir. Geçmesini istediğimiz anlar,
sosyal ve psikolojik tesirlerin, ruhu imha arzusuyla taar­
ruza geçtiği anlardır. İçimizdeki veya üzerimizdeki sıkıntı
bu anları, yine kendi içimizde uzatır ve anlar, aylara hatta
yıllara tekabül eder hale gelir. Çabuk geçen, ama bitme­
sini istemediğimiz anlar ise, ruhun zevk aldığı bir serü­
'Erdoğan 'Er6ay 178

veni, rüya halinde yaşarkcnki anlardu. Aslında, her iki


durumda da sezilen zaman dilimleri aşağı yukarı aynı
olmasına rağmen, ruhu acıtan an uzun, ruha sükunet ve­
ren çok kısa bir lâhza zannedilir. Bu da, insan ruhunun
hüzünle beslendiğinin, ruhu harekete geçirici şokların
hüzün hücrelerinin varlığından kaynaklandığının ifade­
sidir.
Ritm duygusu, kâinatta varolmanın zaruri bir so­
nucudur. İnsan, zaman içerisinde ritmik bir duygu çerçe­
vesinde varlığının farkına varu. Kâinat, bir bütün halinde,
ritmik bir varoluşun çizgisi üzerinde devam eder. Ritim­
den her uzaklaşma veya ritme her müdahale dengenin
altüst olması manasına gelir.
İşte huzur romanındaki musikinin üstlendiği fonk­
siyon da öyle zannediyorum ki, bir kahraman olarak
Mümtaz'ın ruh dengesinin bozulmuşluğunun, huzursuz
ruh enstantanesinin, uygun bir ruh iklimine kavuşturul­
ması için vasıta vazifesi üstlenmiş olmasıdır. Yeryüzü­
nün, bir takım insanların ihtiasları yüzünden kazan gibi
kaynadığı, savaşın tabii sonucu olarak açlık, sefalet ve
kimsesizliğin yaşandığı, asulara, ahenk içerisinde hük­
metmiş bir imparatorluğun Batılılarca tasfiyesini, çocuk
dünyasında derinden yaşıyan Mümtaz, sosyal şartların,
Tanptmr’tn J-{uzur’unaa

içinden çıkılmaz hale sokhığu ruh dalgalanışırun ahenk­


sizliği ile hayata bakmaktadır. İkinci ve daha önemli bir
neden de şudur : Madem ki Mümtaz, görünen sonlara
engel olamamakta, topyekûn herkesin vebal altında bu­
lunduğu durumlara çare bulamamakta, hiç değilse, yarın
ne olabileceğine dair bir kanaat taşıyabilse ! Bu da müm­
kün değildir. Çünkü maziye dair bunca habraya, yaşan­
mışlığa rağmen, kaderin çizdiği manzaranın resmi alenen
ortada olduğuna göre, bu kargaşanın ardındaki yarını
görebilmek hiç de mümkün olmayacaktır. Başkalarını da
mesele edinen, ataların diliyle söylersek, 'diğer kâm'
olanların ruh hali içerisinde, çözümsüzlüğün girdabında,
ahengin kanatlarıyla, yeniden hülyasını gördüğü geçmiş
güzel günlerin hatıralarına sığınan Mümtaz, romanın
hemen başında, İhsan hasta yatağında yatarken sokaktan
gelen bir türkü sesiyle, ahengin bozulduğunu farkeder.
Aslında bir çocuğun söylediği bu türkü, hem memleketin,
dolayısıyla da Mümtaz'ın halet-i ^ruhiyesinin terennümü­
dür. İnsan ve çevresi, bu çocuğun dudakları arasından
dökülen türküyle harnaların hakikatine ağlar gibidir. Ço­
cuk ve çocuğun söylediği hazin türkü hakikati, İhsan Bey
Adası da hayali ya da hamayı temsil etmektedir. Türkü
ve onu söyleyen, ıiy a halinde, mazi sokaklarında, gül
tErdoğan tE rbay __ 180

alınıp gül satılan anları yaşamak yerine, şu an içinde bu­


lunduğu durumu idrakle, hüzünlü bir tablo çizse de, ya­
şamaya devam etmektedir. Sokağa, mecbur olmadığı sü­
rece çıkmayan Mümtaz ise, İhsan Bey Adası'nda "Küçük
şadırvanda şakırdayan su" yu, "İhtiyar Çınarı", "Çinilere
sinmiş Kur'an sesini" hayâl etmekle meşguldür.
Türkülerin yaşanmışlığından, Ferahfeza'nın mistik.
dünyasına kanat açan Mümtaz^ hı*r zaman takıldığı zihni:
tecessüslerinin kurbanı olarak, bir adım daha atıp, eşya ve
hadiselerin hakikatine ermek yerine, her nağmede dalga­
ların zirvesine süzülüp gerisin geriye bulunduğu handesi
yapının içerisinde, müthiş bir vicdan azabıyla hapis ha­
yatı yaşanuştır. Haricî alemdeki kararsızlık ve kargaşayı,
iç benliğinde, huzursuzluğun kaynağı olarak yaşayan
Mümtaz, ne "buralı" ne de "öteli" damgasına rıza gös­
termemiş, Ferahfeza'^n beslendiği saadet ikliminde,
asırların masalını gelen geçene anlatan çınar misali, "ha­
yali cihan değen" geçmiş zamanların masal anası gibi Kaf
Dağı'na uçmuştur.
İhsan Bey Adası'nda, Nuran'ın da varlığı ve tecrü­
besiyle beslediği, Şeyh Galip- Dede Efendi- III. Selim üç­
geninde bir musikî ahengi içerisinde, koptuğu zincire
yeniden ulanabileceğini inancıyla, hatıraların hüzünlü
Tanpınar'm Jfuzur'uncfa ..

penceresinden, henüz kaybolmayan ümitlerini seyreden


Mümtaz, üçüncü bölümün sonuna doğru, Nuran'ın da
ayrılmasıyla, aradaki Ferahfez.a hiç yaşanmamış gibi, tür­
külerin hüzünlü ama dokunulabilir dünyasına iner. Ana­
dolu'nun, tarihin muhtelif devirlerinde, muhtelif şiddette
aşadığı, savaş ve büyük tabii afetler karşısındaki sabır ve
t ıhammül noktasını teşkil eden halkın ruh kuvveti, tür­
külerin mısra ve kıtalarında, tarihin her devresinde yaşa­
nacak benzer ruh hallerine tercüman olsun diye, bir şahit
sıfahyla sürekliliği muhafaza ettiğini gören Mümtaz., asıl
olanın da türkü medeniyetinin devamlılik göstermesi ha­
kikatini kabul eder.
Son bölümde ise; İhsan Bey'in hastalığının çare
bulunmaz bir safhaya erişi, Suat' ın intiharı, viyolon kon­
çertonun, insanı, istemediği, ama engel de olamadığı bir
sona doğru sürükleyen sesleri arasında Mümtaz, çaresiz­
liğin çare olduğu bir "ana" teslimiyetle, iç ve dış ahengin
boz.ulduğunu kabulle, musikînin güzel dünyasından, iç
hülyasından hakikate uyanır. Ve belki de halen şu beyti
tekrarlamaktadır:

"Gönlüm isterdi ki miizhıi dirilten smı'at,


Sana târihini her lahza hayal ettirsin..”
* I^ ^ m vd ım ı* ne kurban cd ılm iJ bir bayaıı. d ^ ^ «

batı m e d e n iy e tim teşkil eden u m u r la r ı n ta m a m ın ı

te rk ip le d o ld u r a n bu te rk ip o d a m ı, a n a n e vi o la n la

^ ^ f c m ol.ınm . h naı.al söreklılik ı.ık d ^ ı

i:a h a ç a U y m ifttr F e r d i k o p a r ılm ıy lık la r ı, a tlın d a

u n w m ıy b ^ ^ ^ i > « m n u h w lO bir eferak a b n

T a n p ın a r , y a J a n m ıjlık la r ı d a , m u s ik in in « h c n g iy le

b a ra b a r. k a in a tın cbet d ilin d e m û $ a h h a v b ir h al

k » a n a r a k , s o n tu tlu k ^&6f0 n d c "b illu r b ir avize* gibi

duran ıa n a n t insıanotJIunun h üküm ranlığını iLln

e d ip , k e n d h ın i :am .anın lu h a n ı u )'C ! ıjı, m a Jiu b ıy e t

anla nn ın t^c:tci!i o b ra k kıtbul ^fdrT.

You might also like