You are on page 1of 84

Bir Kalbiniz Vardır,

Onu Hatırlayınız
Rümeysa OĞUZ

Yayın Koordinatörü
Murat AYDEMİR

Editör
Sıddık YURTSEVER

Tashih
Ayşe ADAN KURT

Kapak Tasarım
Yılmaz Cahit AYDIN

İç Tasarım
R. Ahmet AKAY

ISBN: 978-975-389-819-5

1. Baskı, Temmuz 2023, Ankara, 2.000 Adet

© Bütün Yayın Hakları Türkiye Diyanet Vakfı’na aittir.


Bu Eser Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık Ticaret İşletmesi
Yönetim Kurulu'nun 29.05.2023 tarih ve 178 sayılı kararıyla
uygun görülmüştür.

Yayıncı Sertifika No: 48058

Ostim OSB Mh. 1256. Cd. No: 11


Yenimahalle/ANKARA
Tel: 0312 354 91 31 (pbx)
Faks: 0312 354 91 32
e-posta: bilgi@tdv.com.tr
Rümeysa OĞUZ
23/09/1987 yılında Zonguldak’ta doğdu. 2009 yılında Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Yazı hayatına 2007 yılında öykü yazarak
başladı. Öyküleri Olağan Hikâye, Söğüt Dergi, Mahalle Mektebi Dergisi,
Edebiyat Ortamı Dergisi, Daima Edebiyat, Edebi Fikir, Semerkand Aile
Dergisi ve Öykü Gazetesinde yayımlandı. Hâlen çeşitli mecralarda yazmaya
ve editörlük yapmaya devam ediyor.

Eserleri:
• Akşam Ezanından Önce Evde Olmak (öykü) - 2017
• Herkes Kalsın Sen de Gitme (öykü) - 2021
Saç Ayrımından
Yol Ayrımına

Elinde bir tarak, çocuğunun saçlarını tarıyor. Şöyle bir çeviriyor


kendine çocuğun yüzünü. İki parmağıyla çenesini tutuyor.
Gülümsüyor. O gülümseyiş bir zaman makinası gibi. Bir anda
gözlerinin önünde büyüyor çocuk. Zaman ileriye doğru, süratli bir
ivmeyle akıyor. Çocuk okula gidiyor, işe giriyor, evleniyor hatta
kendi çocukları oluyor. Anne/baba gözlerini kırpıyor heyecanla. Bu
an, bu saniyelik an koca bir ömrü kucaklıyor. Çocuğunun çenesi iki
parmağının arasında. Ona bir hayat yazıyor. Sonra tarağı alıyor
tekrar eline. Saçını ayırıyor çocuğun. Bazısını sağa yatırıyor, bazısını
sola, kimisini de ortadan ikiye ayırıyor saçların. Düşünmüyor.
Düşünse şöyle diyecek muhakkak: Çocuğumun saçlarının ne tarafa
doğru şekil alacağına bile ben karar veriyorum. Saçına bile! Daha
neye? Pek çok şeye.
Anne babalar olarak evlatlarımızı kucağımıza alınca bambaşka bir
hayatın kapısından giriyoruz şüphesiz. Yükü ağır, keyifli,
sorumluluğu çok, sürprizli, bazen meşakkatli ama kıymetli. Kimimiz
daha yolun başından biliyoruz. Bu yolculuk sorumluluk ister.
Kimimiz yola çıkınca öğreniyoruz. Gayret ediyoruz. İncinmesinler
diye uğraşıyoruz. Ellerinden tutup çocuklarımızın, adımlarına ortak
oluyoruz. Evlat, denildiğinde hep ince bir sızı oturuyor kalplerimize.
Evlat bambaşka bir yerde duruyor.
Fakat çocuk büyüdükçe, büyüyüp de o ayakkabıyı giymem, diye
tutturunca misal… Bu elbiseyi sevmedim, şu oyuncağı
beğenmedim. Daha da büyüdükçe hatta. Öyle konuşma,
arkadaşımdan utandım senin yüzünden, dedikçe. Bu kılıkla okula
gelme, diye sinirlenince. Konuşman çok komik, dediğinde bazen.
Bizden bir adım geride ya da ileride yürümeye başlayınca. Sonra
büyümeye devam ederken artık odasına kapandıkça. Sofraya bile
oturmadıkça. Çocukken bayılarak yediği yemeklere burun kıvırınca.
Başka filmleri sevmeye başlayıp da anne babasının sevdiği filmlere
dahi bunu mu izliyorsun, diye küçümseyici bakınca. Evde
anlaşılmayan bir müzik yükselince. Kıs şunun sesini, dediğimizde
daha çok yükselttikçe volümü. Olanlar oluyor.
Olanlar çoktan olmuş oluyor ya da. Şaşırıyoruz hâliyle.
Üzülüyoruz. Daha dün gibi geliyor elimizde o tarakla, çocuğun
saçını taramamız. İki parmağımızla evladımızın çenesini kavrayıp da
ona bir hayat yazışımız. Hiçbirisi olmuyor. Nerede hata yaptım, diye
düşünüp üzülüyoruz önce. Sonra sabah akşam aldığımız bütün
yoklamalarda aklımız, kalbimiz ve vicdanımız “burada” deyince,
devamsızlık edenin kendimiz olmadığını görüyoruz. Yükü
üzerimizden atınca da hiddetleniyoruz evvela. Bir öfke topu
büyüyor evin içinde. Ateşten bir top. Elden ele, anneden çocuğa,
çocuktan babaya, sonra kimden kime belli olmadan duvardan
duvara çarpa çarpa büyüyor. Evler koca bir ateş topu. Herkes kırgın
ve kızgın. Anlaşılmamaktan ve anlatamamaktan şikâyetçi herkes.
Nerede hata yaptık, diye soruyoruz durmadan. Çocuklar
kendinden emin, sorgusuz ve sualsiz bir varoluşun kozasını
parçalama derdinde. Nerede hata yaptık? Saçının yönünü bile tayin
ettiğimiz çocuk, işaret ettiğimiz her yönün aksine gidiyor. Böyle mi
olmalıydı hakikaten. Bir isyan kaplıyor bedenlerimizi. Dillerimizin
ucuna beddualar gelip gidiyor. Şeytana uyma, diyor kalplerimiz. Ve
nihayet kalbimizle iletişime geçtiğimizde bir şey fark ediyoruz
orada.
Bunca zaman aklımızla yönetmeye çalışıp her defasında bir
duvara toslar hissi yaşadığımız evladımıza olanlar bize de olmuştu
zamanında. O koskoca setleri biz de çekmiştik anne babamızla
aramıza. Biz de kapıları çarpmış, öfkelenmiş, bazen küçümsemiştik
hatta. Anne baba olduğumda onlar gibi yapmam asla, diye sözler
bile vermiştik gençken. Anne babamıza benzemekten korkmuştuk.
Sonra nasıl olduğunu anlamadan kaybolmuştu o hissimiz. Öyle ki o
hissin üzerimizden kalktığını fark etmemiştik bile. Derken biz de
ebeveyn olmuştuk.
Kendi evladımızla uğraşmaktan anlayamadığımız çoğu şeyi,
evladımızın ördüğü duvara toslayınca anlıyorduk işte. Benzemekten
korktuğumuz anne babamızın izi olduğumuzu da onlarla
yaşadığımızın bir benzerini yaşadığımızı da. Anlıyorduk. Bugün
çıkmazda hissedip bizi umutsuzluğa sürükleyen hissi,
gençliğimizde anne babamız da yaşamıştı muhakkak. Geçmez
sandıkları geçmişti. Biz büyümüş, anlamış, sevmiş, onların baktığı
yerden bakabilmeyi öğrenmiştik. Kendiliğimizi kaybetmeden
onlardan aldıklarımızla süslediğimiz bir benlik inşa etmiştik. Şimdi
çocuğumuzda gördüğümüz o öfkeler, o beğenmemişlikler, o uzak
duran hâller asilik değildi. Buna büyümek deniyordu.
Bu yolculukta üzerimize düşenler vardı elbette. Parmak sallayıcı
değil, yol arkadaşı olmaktı ilki. Suçlamadan anlamaya çalışmak,
kırıldığı yerden yeşermesine yardımcı olmak. Çünkü bizler, biz
büyükler toplanınca hep eskiye olan özlemimizi dile getiriyorduk.
Ona ulaşmanın imkânsızlığıyla hayıflanıyorduk. Öte yandan
geleceğe taşımaya çalıştığımız yavrumuz eskiden kopmasın
istiyorduk yine de. Öyleyse çabalamamız gerekiyordu. En çok
bizim. Zaten hayat bu değil miydi? Hiç durmadan bir çalışmak hâli.
Zira iki günümüz eşit olursa ziyandaydık. Biliyorduk. Ömrümüz
boyunca okul için, iş için, yuvamız için didinmiştik doğru. İşte şimdi
de evlat vardı karşımızda. En zoru, en güzeli. En can yakanı, en can
saranı. Şimdi en çok çalışmak zamanıydı. Zordu. Fakat kimse bize
kolay olacağını söylememişti. Mademki saçının yönü bile elimizle
tayin ediliyordu. O hâlde bütün adımlarımızı istikamet üzere atmak
boynumuza borçtu. Anne babalık zordu. Borçtu. Borcu ödemek
zamanı, her zamandı. Dinlenmek yoktu. Ama böylesi güzeldi. Bir
insan yetiştirmek kolay değildi. Güzeldi.
Arafta

İnsan günü yaşarken geçmişin izleri arkasında durur hep. Bir


gölge gibi peşinden gelir. Bilinçli bir peşe takılmadır bu. Kişi
istediği için olur. Gerçek bir hafıza kaybı yaşanmadıysa eğer, yönü
hep ileriye dönük de olsa, kafasını hafifçe yana çevirir daima.
Gözünü hep geriye uzatır. Mukayese eder, şükreder, kızar, kırılır,
tartar, ölçer, biçer. Eskiden, der, şöyle olmuştu ama bak şimdi nasıl.
İyi günler yaşıyorsa zorluklarından dem vurur. Sıkıntıya düşünce
refahı hatırlar. Hâl böyle olunca da kimisi az, kimisi çok ama illa
ucundan kıyısından geçmişe bağlı yaşar.
Bu iyidir elbette. Ve elbette kötüdür bu. Bazen geçmişe takılıp
kalmak koca bir dağ gibi biner omuzlara. Öyle olunca yürünmez.
İleriye gidilmez bir türlü. Koşu bandında adımlayan birisi gibi
yerinde sayar insan. Bazen de hiç dönmeyeceğim arkama, der.
Hava gibi bir hafiflik. Ama ibretsiz. Arkaya dönmedikçe ders
almadan. Aynı hataları tekrar yaparak. Bir delikten defaatle
ısırılarak. Ve tekerrür eden kişisel tarihinin makûsluğundan dem
vurarak. Yani yine de kurtulamayarak eskilerden. İkisinin ortasını
bulmaktır bütün mesele. İkisinin ortasında olabilmektir.
İkisinin ortasıysa en zorudur. Hele bu zamanda dijital bir devrimin
tam merkezinde kalmış nesiller olarak. Şairin söylediği gibi ne
içindesindir zamanın ne de büsbütün dışında. Zamanın izafiliğine
hak verirsin. Fizikle alakan olmasa da anlarsın Einstein’i. Çok değil,
birkaç on yıl önce tahayyül dahi edemeyeceğin hızda bilgi dolar
her gün avuçlarına. Alabildiğini alırsın. Alamadığını depolarsın. Bir
süre sonra teknolojin uyarı verir. Hafıza dolu, der. Belleği boşalt,
der. Bu uyarıyı görünce arşive dalarsın ister istemez. Eski resimlere
bakarsın. Bir gün okurum diye kenara attığın e-kitaplara ilişir gözün.
Dosyaları görürsün kenarda köşede gizli kalmış. Çoğunu
hatırlamadığını fark edersin. Oysa onu
telefonuna/tabletine/bilgisayarına indirdiğin gün nasıl da
eminsindir dönüp bakacağından. Ne oldu, diye sorarsın. Neden
bunları unuttum? Sonra fark edersin ki her gün onun gibi
onlarcasıyla meşgulsündür sen. Ekranı her kaydırışında yeni bir
bilgi düşüyordur önüne. Yeni bir haber, yeni bir fotoğraf.
Yetişememişsindir. Ayakların dolanır. Ne ileri gidebilmişsindir ne
geçmişte kalmışsındır büsbütün. Arada. Arafta.
Derken bir fotoğraf ilişir gözüne. Kızın vardır karşıda sözgelimi.
Yeşilliklerin ortasındadır. Elinde bir demet papatya tutuyordur. O
anı hatırlarsın. Hadi, demişsindir, geç de şurada bir resmini
çekeyim. Işık mükemmel, arka plan harika. Hızla toplamışsındır
çiçekleri, dün gibi aklındadır. Kızının minik avuçlarına vermişsindir
buketi. Sonra ışığı en iyi alan yere konuşlandırmışsındır onu.
Konsola bir obje koyar gibi, birkaç adım geriye gidip ona tekrar
yaklaşarak. Başını kaldırıp omzunu dikleştirerek. Gülümse, diyerek
yapmışsındır bunu. Ardından basmışsındır deklanşöre. Tamam,
demişsindir sonra. Tamam. Çocuk elinde çiçekler, yeşilliğin
ortasında, hayatının ortasında, dünyanın ortasında kalakalmıştır.
Öylece. Ama sen çocuğa değil fotoğrafa bakıyorsundur o esnada.
Nasıl da güzel bir çekim olduğuna. İkinizin arasındaki nice çekimi
yok ettiğini fark etmeden. Geleceğe koşayım derken geçmişini de
yok ettiğini fark etmeden.
Dijital devrim nedir? Belki de tam olarak budur. İnsan hafızasını
yormamayı amaçlamaktır. Her şeyi birkaç GB depo alanına sıkıştırıp
bir gün kullanacağım sanrısıyla biriktirmektir. Belki de hayata bir
ekranın ardından bakmaktır. Çocuklarımızın gözlerini fotoğraflarda
görmektir. Kamera ışığıdır, perspektiftir, açıdır. Ve bütün bunlarla
birlikte hayatı kolaylaştıran yadsınamaz onca şeydir. Bir tuşla
kapımıza gelen taksidir. Kaybolunca yol tarifidir. Bozulan bir
eşyanın tamir kılavuzudur kimi zaman. Dijital devrim ifrattır yani. Ve
tefrittir aynı zamanda. İtidal insanın durduğu yerdir. Baktığı yer.
Soluklandığı yer. Geçmişini silmeden geleceğe yürümenin yolunu
bulmaktır itidal.
Gemişimi silmeden geleceğe yürüyorum zaten, diyorsa insan bir
de şunu düşünmelidir. Hafıza kartlarına yığdığım onca resim, yazı;
bir gün ezberlerim diye ekran kaydı aldığım tüm o dörtlükler,
okuma listeme eklediğim onca makale nerede? Oysa
babaannemizden dinlediğimiz Dede Korkut masalları, Keloğlan
hikâyeleri dün gibi daha. Ağızdan kulağa, kulaktan kalbe ve beyne
aktılar. Bulundukları yerde bir iz, bir çentik, bir emare bıraktılar hiç
yoktan. Şimdi yaptığımız şey öğrenmek değil. Dinlemek ya da
okumak da değil. Vakit gelir elbet, diyerek depolamak.
Durmaksızın. Bir belgeselde izlediğim çöp evlere benziyor
belleklerimiz. Bir gün işe yarar diye doldurduğumuz onlarca eşya,
içerisinde gerçekten işe yarayanlar olmasına rağmen unutulmuş,
istiflenmiş, yan yana durmaktan birbirine sirayet edip
değersizleşmiş.
Ne yapmalı diye soruyoruz hâliyle. Ne yapmalı? Yok saymak
çözüm değil, var oluşu sancılı. Mı? Aslında tam olarak öyle de değil.
Tanpınar’ın söylediği gibi. Ne içinde olmak zamanın ne de
büsbütün dışında. Belki de bütün mesele bunca hengâmenin
ortasında, uçlara gitmeden yürümenin yolunu bulmakta.
Bu Kavga
Senin Neyin Olur?

Yolda yürürken iki kişinin tartıştığını görürsek ne yaparız? Söz


gelimi ekmek almak için çıktık evden. Öyle pek acelemiz de yok.
Tabiri caizse aylak aylak adımlıyoruz sokağı. Hava mis gibi. Ilık bir
rüzgâr esiyor. Köşe başındaki fırından çıkan taze ekmek kokusu
bütün sokağı kaplamış. Derin bir nefes alıyoruz. Kokunun
yoğunlaştığı yere doğru hızlandırıyoruz adımlarımızı. Keyfimiz
oldukça yerinde. Fırına yaklaştıkça karnımız guruldamaya başlıyor.
Kokunun böyle bir etkisi var çünkü. Az sonra alacağımız ekmeği
hayal ediyoruz. Dışı nar gibi. Elimizi yakacak. Ucunu koparıp
ağzımıza atacağız eve dönerken. Hemen çay suyunu koyacağız
sonra. Şöyle güzel bir mevsim salatası yaparız yanına. Belki iki de
yumurta kırarız hatta. Tam bu esnada rüyadan uyanır gibi
uyanıyoruz. Sokakta iki adam birbirine bağırıyor. Hatta bağırmakla
kalmayıp yakalarını topluyorlar karşılıklı.
Onları ayırmamız bir ihtimaldir. Gücümüz buna yetiyorsa iyi bir
ihtimaldir. Olayın büyüyeceğini öngörürsek polise haber vermek
de seçeneklerimiz arasında. Bunu yapmak da bizi “duyarlı” kılar.
Yaşadığımız hayatta kimsenin etlisine sütlüsüne karışmamak gibi
düsturumuz varsa eğer, yanlarından geçip gidebiliriz de pekâlâ. Bu
bile anlaşılabilir. Peki, ya hiç tanımadığımız bu iki adamdan birinin
yanına geçip karşısındakine biz de saldırmaya başlasak? Yahut ağza
alınmayacak hakaretleri sıralayıp bu ikisinden birini suçlamaya
başlasak?
Komik, değil mi? Hatta saçma. Olaylar durulsa misal, birisi gelip
dese ki “Arkadaş bu kavga senin neyin olur?”, verecek bir cevabımız
yok. Ama yine de kavgaya karıştık. Basit bir kahramanlık
hevesinden mi yaptık bunu? Belki. İyi ama dudağımız patladı,
kaşımız yarıldı hatta karakolluk olduk. Olsun. Olsun mu?
Bu garip hikâyeyi okurken yüzümüze hayretle karışık bir itirazın
izleri düştü. Neredeyse imkânsız bir senaryo öyle değil mi? İki
insanı ayırmak amacıyla aralarına girmekten bahsetmiyorum çünkü.
Bir kavganın ortasına dalıp taraf olmaktan bahsediyorum, tarafları
ve mevzuyu bilmeksizin.
Oysa tam da bunu yapıyoruz her gün farkına varmadan. Belki de
varıyoruz ama bu konudaki duyarımızı yitirdik artık. Biraz amiyane
ifadeyle bu tavrımıza “klavye delikanlılığı” deniyor. Hepimizin
hayatının bir parçası olan teknolojik cihazlar ne yazık ki faydası
kadar zarar da veriyor hayatımıza. Zararın en mühim kısmıysa
normalleştirdiğimiz anormal tavırlarımız ne yazık ki.
Az önce anlattığım trajikomik hikâye pek çoğumuza ütopik gelmiş
olabilir. Fakat sosyal platformlarda gezinirken evrilen dilimizle her
geçen gün çoğumuz dijital kavganın bir parçası oluyor. İnsanları
yaftalamak, hiç tanımadığımız kişilere yorum yazmak, bir duruşa
yahut oluşuma olan öfkemizi yazarak kusmak hepimize sıradan
görünüyor. Hâlbuki çok değil birkaç on yıl önce “ayıp” gelirdi bu
duruş bize.
Evvela, kalp kırmanın Kâbe yıkmaktan kötü olduğunu duyarak
büyümüştük. İnsanlar hakkında hüküm vermekten imtina eder, biz
gibi olmayanı yaftalamaktan uzak dururduk. Fakat sonra “Biz
büyüdük ve değişti dünya.” Özellikle gençlerimiz bu durumu komik
bile buluyor. Gün geçmiyor ki bir medya yüzünün yalan ölüm
haberi çıkmamış olsun misal. Birisi düzgün şekilde bir konu
hakkındaki yorumunu yazsın da altında ona hakaret eden
yorumlarla karşılaşmayalım yahut. Şimdilerde güzel tavırlar abesle
iştigal ediyor.
Geçen gün sosyal medyada gezinirken bir paylaşım gördüm. Bir
arkadaşım yanlış bir bilgi paylaşmış, ötekisi altına doğrusunu
yazmış. Yanlış paylaşım yapan bilmiyordum teşekkürler minvalinde
bir cevap verince doğru yanıtı veren de rica ederim, demiş. Peki, bu
gayet sıradan diyalog nasıl mı benim karşıma çıktı. Bu iki arkadaşı
yanıtlayan bir başkası sayesinde. O “bir başkası” şöyle söylüyordu
bu diyaloğa cevabında: “Hayret, neden birbirinize küfür ya da
hakaret etmediniz?” Ve bu cevap öylesi komik bulunmuştu ki
binlerce beğeni almış, çok beğeni alan cümlelerin paylaşıldığı bir
platforma düşmüştü. Anlayacağımız artık iki kişi birbiriyle dostane
sohbet gerçekleştirdiğinde yadırgıyorduk bunu. Komiklik algımız
bile bambaşka bir boyuttaydı.
Sizler de denk gelmişsinizdir, bu gibi ikili diyalogların altında,
“Yorumları okumaya geldim.” minvalinde cevaplar yazıp bekleyen
insanlar var. “Çayımı çekirdeğimi aldım, kavgayı izleyeceğim.”
yazıyorlar yahut. Evet, tuşlar bizim silahımız artık. Tabancamız,
bıçağımız, hakaret ve küfrümüz. Sokakta gördüğümüz bir kavgadan
imtina ederken sanalda harfleri yan yana getirmeyi bir nevi
kahramanlık sayıp fütursuzca konuşuyoruz. Bunu yaparken yalanı
yayıyoruz kimi zaman, kötülüğü faş ediyor, kalp kırıp üzüntüye
sebebiyet veriyoruz. Ama umurumuzda değil.
Belki diyeceğiz ki sokakla dijital bir değil. Doğrudur. Sokakta bu
gibi hareketler bizi fiziki olarak riske sokuyor bir kere. Üzerine
kolluk kuvvetleriyle muhatap olma kaygımız da var. Dijital başıboş
bulunduğumuz ortam. Peki ama bu ortamın böylesine yaptırımsız
olması bize her hakkı veriyor mu sahiden? Canımızın istediği gibi
kırıp dökme, incitme hakkını. Verdi diyelim, yakıştırıyor muyuz bu
gibi bir duruşu kendimize? Dinî, ahlaki ve örfi değerlerimiz tam
tersini öğretmişken bize, bunu görmezden geldiğimiz her an o
değerlerimizi de yok saymıyor muyuz?
Şunu muhakkak hatırlatmalıyız kendimize; hayatta hiçbir değere
tutunmadan, yalnız kendi nefsimiz için yaşayarak doyumsuzluğa ve
bencilliğe yaklaşmak bizi insan kılmıyor. Yalana ortak olmak,
kafamıza estiği gibi konuşmak, her geçen gün artan bir öfkeyle
sağa sola laf saymak da içimizi rahatlatmıyor. Aksine öfkemiz
katlanıp büyüyor, insani değerlerimizse yok olmaya yüz tutmuş. Bu
kavga bizim hiçbir şeyimiz olmaz. Oturduğumuz yerden ahkâm
kesmekle de duyar kazanılmaz. Bazen susmak konuşmaktan iyidir.
Çoğu zaman susmak, konuşmaktan çok daha iyidir.
Bir Kalbiniz Vardır,
Onu Hatırlayınız

İsmet Özel’in çok sevdiğim bir şiiri şu dizelerle bitiyor: “Herkesin


bir bahanesi var, senin yok / biraz bekleyebilirsin, daha sonra /
burada kalamazsın, başa dönemezsin / ama dön / eve dön! şarkıya
dön! kalbine dön! / şarkıya dön! kalbine dön! eve dön! / kalbine
dön! eve dön! şarkıya dön!”
Ev deyince hepimiz yanından dere akan, yaz kış bacası tüten o tek
katlı yapıyı resmediyoruz hâlâ. Eski şarkılarımız yenileri gibi
sezonluk değil, nesilden nesile dilimizde. Kalbimiz? Ondan da
umudumuzu kesmedik henüz. Bütün çabamız onu diri tutmak için
belki de.
Google’ın eski tasarım etikçisi Tristan Harris, “Sosyal İkilem” isimli
belgeselde ürkütücü itiraflarda bulunuyor. İtiraflarının yanı sıra
uyarılar da yapıyor bize. Harris şöyle söylüyor: “Ürün için ücret
ödemiyorsan ürün sensindir! İnsanların çoğu Google’ın yalnızca bir
arama motoru olduğunu düşünüyor. Fakat farkında olmadığınız şey
dikkatiniz için rekabet ediyor oldukları. Dijital platformdaki
şirketlerin iş modeli insanların ekran başında kalmasını sağlamak.
Yani dikkatinizi olabildiğince çekmenin bir yolunu bulmak.”
Bunun evimizle ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Hemen
açıklıyorum. Eskiden ekran başına geçtiğimizde ailecek izlediğimiz
programlar vardı. Doğrusu sıkılmadan, gülerek, çayımıza
sohbetimizi katık ederek otururduk başına. Film bitince de
televizyonu kapar, odalarımıza çekilirdik. Kendimizden olanı,
kendimiz gibi olanı izlerdik ekranlarda. Fakat bu durum gittikçe
farklı bir hâl almaya başladı. Hangi kanalı çevirsek bambaşka bir
gariplik çıkıyor karşımıza. Ekranlarda küfürler, kavgalar, ahlaka
mugayir tavırlar açıkça sergileniyor. Üstelik bunlar hiçbirimize garip
gelmiyor. Alıştık. Hayâ ettiğimiz her hadise yavaş yavaş sunuldu
önümüze. Bizler de suya atılıp yavaş yavaş kaynamaya bırakılan
kurbağa misali bu olanların farkına varmadık.
Ne zaman birkaç ebeveyn bir araya gelsek çocuklarımızla alakalı
ahlaki kaygılarımız ortak sohbet konumuz oluyor. Bizden onlara
aktarılmayan o “şey” yaralıyor kalbimizi. Hata ve hatalı aramaktan
gözlerimiz kanlandı. Uzaklara bakmaya hiç gerek yok hâlbuki. Arz
talep dengesinde başından ayrılmadığımız her görüntü,
tıkladığımız her içerik biraz daha sömürdü benliğimizi. Artık eski
“ayıp”lara ayıp demek hata oldu. Hatta çağı anlamamakla
suçlanıyoruz. Çağ nedir diye sorsak, sınırsız bir özgürlük dayatması
çıkıyor önümüze. İstiyorlar ki her şey ortada olsun. Herkes istediğini
yapsın. İzleyen yadırgamasın, kınamasın, kızmasın. İstedikleri de
oluyor maalesef.
O hepimizin bir benzerini çizdiği küçük evlerde yaşadık bizler.
Akşam olunca güneşlikleri çekmeden açmazdık lambaları. Evdeki
sorunu dışarı yansıtmaz hatta yediğimiz yemeği dahi kimseye
anlatmazdık. Kokusu gittiyse diye, bir tabak yemek de komşumuza
ayrılırdı her akşam. Annelerimiz üzerine peçete kapattığı tabakları
elimize tutuşturur, şunu falanca teyzene götür evladım, derdi. Yeni
bir eşyamız olduğunda mahcup olurduk biraz. Göz hakkı, derdik.
Evimizin içini dışarıya taşımazdık hiç.
Şimdi yemekler masamızda soğurken en güzel açıyı bulup
fotoğraf çekmekle geçiriyoruz bütün zamanımızı. Yeni giysilerimizi
evvela sosyal platformlarda paylaşıyoruz. Ekrandaki ütopik hayatları
dizi adı altında sunuyorlar da bize, kendi hayatımızı yavan bulup
sudan sebeplerle kavga çıkarıyoruz. Ve her defasında bu olanlara
bir suçlu arıyoruz. Bunu bize biz yaptık.
Harris’in de açıkça ifade ettiği gibi dijital platformlar bir
algoritmayı işletiyor. Tıkladığımız her görüntü, o görüntüyü izleme
süremiz, bir fotoğrafa yaptığımız yorum yahut beğeni, bir haber
sitesinde geçirdiğimiz vakit, bir dizinin tekrarını aratmamız…
Bunların hepsi mekanik kodlar olarak işleniyor makinamızın
beynine. Ardından ilgi alanlarımız doğrultusunda bir algoritma
çalışmaya başlıyor. Bir bakıyoruz ki hayret, nasıl da biliyor
telefonumuz sevdiğimiz eşyaları, yemekleri, ilgilendiğimiz dizileri.
Hep onların reklamı önümüze düşüyor.
Farkına varmadan yaptığımız taleplerin önümüze sunuluşu
hâlbuki hepsi. Saatlerimizi oradan oraya dolanarak geçirdikten
sonraysa pişmanlık ve öfkeyle dolu yorgun bir zihinle hayalet gibi
dolanıyoruz ortada. Çocuğumuzun izlediği dizideki küfürlerle
dehşete kapılıp oynadığı oyunda katil olma hevesinde oluşuna
içerliyoruz. Bize olan ona da oldu. Arz-talep. Ne istediysek onu
aldık, bu kadar basit.
İsmet Özel, “eve dön,” diyor şiirinde. Eve, kalbine ve şarkıya. Evim
neresi? Tek katlı yahut çok katlı olması mühim değil. Akşam ışıkları
yakmadan perdeleri kapadığımız yer bizim evimiz. Televizyon
izlerken başrollerin gözlerini zoom yaptığında kamera, babamızdan
utandığımız yer. Evimiz kötü konuşmaktan hayâ ettiğimiz yer.
Saçma sapan sözlerle, isyan ve hınçlarla dolu sözleri son ses açıp
müzik bu diye kafa sallamadığımız yer belki. Biz olduğumuz.
Utanmayı hatırladığımız yer evimiz. Çünkü onu unuttuğumuzda
başka bir ev resmi çiziliyor derhâl önümüze. Onu unuttuğumuzda
yahu ne olacak, zaman böyle, diye başlayan cümlelerle hayâmızı
rafa kaldırıp bunu çağa ayak uydurmak sanıyoruz. Onu
unuttuğumuzda bir kazanda kaynatıldığımızdan da bihaber
oluyoruz.
İsmet Özel “kalbine dön,” diyor şiirinde. Kalbimiz bizim evimiz. En
güzel şarkılar onun içinde çalıyor hâlâ. Oradan uzatıyor annemiz bir
tabak yemeği bize, komşuya götürelim diye. Yediğimizi, giydiğimizi
paylaşmayı marifet bellemiyoruz orada. Mahcup oluyoruz. İyi
hâlimizi kimsenin gözüne sokup bununla gurur duymuyoruz.
Biz istemezsek bu çarkın dönmeyeceğini açıkça ifade ediyor
dijital uzmanları. Bunu itiraf ederlerken kıs kıs gülüyorlar ama.
Biliyorlar ki istemeye devam edeceğiz. Daha fazlasını talep ettikçe
biz, kendimizden olanlar pul pul dökülecek üzerimizden. Sonunda
aynadaki yüzümüz bile yabancı gelecek gözlerimize. Sonunda hayâ
vardı eskiden, diye başlayan cümleler kuracağız. Bizi biz yapan
değerleri nostaljik objeler gibi vitrine kaldıracağız. Böyle
yapmayalım ama. Çünkü Harris’in ifadesiyle ücretin “biz” olduğu bir
alışveriş var ortada. Göz göre göre kendiliğimizi harcayıp
yakınmayalım bize ne oldu, diye. Bizden olana sahip çıkalım. Bir
kalbimiz vardır. Onu hatırlayalım.
Beş Dakika Daha

Mutfaktan tıkırtılar geliyor. Çayı ocağa koydu anne. Dolabı açıp


kahvaltılıkları çıkartıyor. Tavaya bayat ekmekleri diziyor, kızarsın
diye. Güneş en parlak hâliyle odaya vurmuş. Ama yine de açmıyor
gözünü çocuk. Güzel bir rüya görüyor. Aslında rüyada olduğunu
bilecek kadar uyanık, gözünü kapalı tutarsa rüyayı sürdürecek
kadar uyur hâlde. Odanın kapısı açılıyor az sonra. Hadi, okula geç
kalacaksız, diye sesleniyor anne. Kafasını diğer tarafa çevirip “ya
anne beş dakika daha” diyor çocuk. Evler, odalar, kahvaltılıklar,
sebepler ve sonuçlar değişse de bu cümle değişmiyor hiç. Ya anne
beş dakika daha!

Beş dakika daha uyuyunca, uykumuzu alamayacağımızı biliyoruz
aslında. Fakat yatağımızın konforu, gerçek hayatın keşmekeşinden
önce dinleniyor olmak tatlı geliyor hepimize. Beş dakika daha
uyumamıza müsaade edilse, her birimiz bir beş dakika daha talep
ederiz. Dijital platformların algoritması tam olarak böyle işliyor
artık. Beş dakika daha!
En son ne zaman internete girip tıkladığımız sayfada uzun uzun
kaldığımızı bir düşünelim. Özellikle sosyal medya ağlarının işleyişi
göz önüne getirildiğinde garip bir resim çıkıyor karşımıza. Yalnızca
resmin içinde olduğumuz için anlayamıyoruz. Oradan uzaklaşıp
sosyal medyaya yahut internet sitelerine baktığımızda bir şeyi fark
ediyoruz. Sürekli akan ve yenilenen sayfalar. Her kaydırmada yeni
cümleler düşüyor önümüze. Her seferinde başka bir görüntü yahut
yazı görüyoruz. İnternet sitelerinde ilgimizi çeken haberleri yeni
sekmelerde açıp şöyle bir göz atıyoruz o kadar. Zaten haber dili
neredeyse bitmiş durumda. Başlıkta merakımızı celbeden ifadeye
kanıp siteyi tıkladığımızda çoğu zaman boşuna tıklamışım, diyoruz.
Okumaya niyetlendiğimiz bir yazı olursa sağının, solunun, altının ve
üstünün reklamlarla kuşatıldığını görüyoruz. Peki ama dev
ekonomilerle finanse edilen dijital dünya bu kadar özensiz bir
içeriği neden sunuyor bize?
Bazı insanlar düzensizlikte kurdukları düzenle idame ettirir
hayatlarını. Ezkaza dağınıklığını toplamaya yeltensek teşekkür
yerine sitem duyduğumuz olmuştur. Ben şimdi aradığımı nasıl
bulacağım, diye yakınırken muhatabımız, şaşırırız. O dağınıklıkta
buluyor da bu düzende mi bulamayacak? Özensizliğin özeni!
Dijital dünyanın bu savruk ve karışık düzeni de tam olarak böyle
işte. Buna dikkat ekonomisi (attention economy) deniyor. Eskisi gibi
bir siteyi tıklayıp saatlerce aynı yerde oyalanan kullanıcılar yok artık.
Özellikle gençler oradan oraya koşturup duruyor dijitalde. Onlar
koşturup dururken aldığı “tık” kadar hayatta kalan dijital
algoritmalar, yeni bir formül bulmuş durumda. Bu formül
dikkatlerimizi hedef alıyor. Sözgelimi bir kelime oyunu açıyoruz. İki
dakikada bulabildiğimiz kadar çok kelimeyi bulmamız isteniyor. Ve
o süre zarfında on bir kelime bulduysak, rekora üç kelimemiz
kaldığının haberi geliyor hemen ekranımıza. Ah, diyoruz nasıl da az
kalmış. Hemen tekrar denemeliyim. Bu hemenler bir, iki, üç derken.
İki dakikalık bir oyun iki saatimizi alıp götürmüş oluyor çoktan.
Yahut yanıp sönen ilginç bir haber başlığı çıkıyor karşımıza. Şok,
şok, şok diye âdeta bağırıyor ekran. Hemen tıklıyoruz üstüne. “Şok
olan adamın intikamı” gibi absürt bir haberle karşılaşınca da
öfkelenip kapatıyoruz sekmeyi. Fakat bunun hiçbir önemi yok. O
sayfaya girmiş olmamız yeterli. Dijital dünya “tık”larımızı sayıyor. Ve
muhtaç olduğu tıklar için her türlü hileyi önümüze koyuyor.
Lafa gelince beylik cümleleri art arda sıralayan bizlerse maalesef
icraatta sınıfta kalıyoruz. Müslümanın bir delikten iki defa
ısırılmayacağını söylediğimiz hâlde, hep aynı oyunun kurbanı
oluyoruz. Üstelik işin sıkıntılı yanı şurada: her ne olursa olsun hep
ötekine yükleniyoruz. Gençler, diyoruz; çocuklar, diyoruz; kadınlar,
diyoruz. Dilimiz yalnız ben, demeye varmıyor bir türlü. Ben daha
dün beş dakika internete bakayım ne var ne yok, derken tam bir
saatim oradan oraya gezerek geçti, demiyoruz. Bunun yerine
oğlum kalk o telefonun başından saatlerdir oynuyorsun, diye
söyleniyor; kızımızın boşu boşuna bilgisayarın önünde oturmaktan
kamburu çıktığından yakınıyor, eşimizin televizyonu bir an dahi
kapatmayışına sinirleniyoruz. Peki ya biz? Ben?
İnsan, inşa etme gayretiyle donatılmış bir varlık. Fakat aynı
zamanda nisyan. Unutmaya meyyal. İmar etmeyi çok iyi biliyor da
imar etmesi gerekenin evvela kendisi olduğunu unutuyor nedense.
Ne yapacağım, ne yapmalıyım, diye dört dönerken hayatın
ortasında; düzeltmeye önce kendimden başlamalıyım, demeyi
hatırlayamıyor bir türlü. Önce kendimden. Okları fırlatmadan,
dikenlerimi savurmadan önce karşıma bir ayna alıp kendi içime,
kendiliğime, içimdeki öze bakacağım evvela. Bakmalıyım.
Sorun deyince aklımıza, beş dakika daha, diyen bir gencin
yakınması geliyor hemen. Onlarda kusur addettiklerimiz seriliyor
önümüze boy boy. Oysa biz de onlar gibi savruluyoruz teknolojik
olan bütün aletlerimizin kucağında. Sahi kazak almak için girdiğimiz
siteden banyo paspası beğenip çıktığımız olmadı mı hiç? Gömlek
bakarken iki bin motorlu arabaların mukayesesini izlerken bulmadık
mı kendimizi? Öyleyse en büyük tebrik bize. Biz de beş dakika
daha, diyen algoritmanın girdabına girdik. Kızdıklarımızı
boşverelim. Tıpkı onlar gibi bu savruluşun bir parçası olmayı kabul
ettik.
Tavşan Deliğinden
Harikalar (!) Diyarına

Çocukken turuncu kapaklı mutfak dolapları olan bir evde


yaşadım. Dolabın alt kısmında dört çekmece vardı. En alt
çekmecede daima beyaz mumlar bulunurdu. Şimdiki gibi süslü,
şekilli, simli yahut kokulu değillerdi. Beyaz, dümdüz özelliksiz
mumlardı. En büyük özelliğini suretleri vermiyordu onlara. Ne
zaman elektrik kesilse annem o mumların ikisini yakar, iki çay
tabağına oturtup getirirdi. Ve evet, harikulade mumluklarımız da
olmadı hiç. Mumları oturma odasında uygun şekilde yerleştirir ve
oturup elektriğin gelmesini beklerdik. O bekleyiş esnasında babam
bir sihirbaza dönüşürdü gözümde. Mum alevinin duvara yansıyan
ölgün ışığında parmaklarını birleştirir, büker, açıp kapatır ve
şekilden şekle sokardı.
O bunu yapınca kuşlar kanatlanırdı duvarımızda. Kurtlar ulur,
tavşanlar kaçışırdı. Sevinçten zıplar, yerimde duramazdım. Hadi
baba, derdik ben ve kardeşlerim. Bir şey daha yapalım.
Duvarımızda hayvanlarla dolu bir orman, evin içinde kahkaha
sesleri, elektrikler geldiğinde üzgün, hayıflanırdık hepimiz. Annem
mumları yeniden dolabın en alt çekmecesine kaldırırken hiçbirimiz
bilmezdik. Ben de kardeşlerim de. Bir saat önce mi kesilmişti
elektrikler? Bir dakika mı olmuştu yoksa? Zaman odamızın
duvarında bükülür, katlanır, hızla akar ve bizi hayallerimizden
yakalayıp koca bir mutluluğun ve bizliğin kucağına fırlatırdı. Şimdi
tam otomatik hayatlarımızda, kesilen elektriğin yerini jeneratör
gürültüleri doldururken bizim ve çocuklarımızın kahkahası duvara
hiç düşmeyen mum gölgeleriyle birlikte yok oldu. Mumlarsa afili
şamdanlar üzerinde hiç yanmadan, yalnız bir dekor olarak bekliyor
yemek masalarımızın üzerinde.
Biz yetişkinlerin çoğu cümlesi “eskiden” diye başlıyor artık. Bir
mum alevini bile özlediğimiz günlere geldik. Bununla birlikte
yârdan ve serden geçemeyişimiz hayatın en büyük ironisi.
Eskiden mum ışığında şekiller yapardık parmaklarımızla. Eskiden
sofraya oturunca sohbet ederdik. Eskiden komşularla salça
kaynatan da bizdik, imece usulü yıkılan duvarı onaran da. Fakat
sonra teknoloji girdi evlerimize. Televizyonu açmadan sofraya
oturamaz olduk misal. Her şeyin hazırına rahatlık, dedik. Her
yeniliğe kapımızı açtık sonuna dek. Derken ebeveyn olduk. Çocuk
iki dakika dursun, diyerek çizgi film izlettik sabahları. Yolda
ağlayınca telefonumuzu verdik eline. Hatta gurur vardı hepimizin
yüzünde. Arkadaşlarımızla konuşurken, inanır mısın daha üç buçuk
yaşında, kendisi açıyor arama motorunu. Mikrofona basıp
izleyeceği şeyi söylüyor. Benden akıllı vallahi, dedik. Dedik! Dedik
de işler çığırından çıkmaya başladı bir süre sonra.
İşler çığırından çıktı çünkü çocuğumuz büyüdü. Ve teknoloji
çocuğumuzdan milyon kat hızlı büyüdü. Dahası çocuğumuz
faydasıyla zararını teraziye koymadan alelacele önüne sunduğumuz
bu teknolojiyle büyüdü. Bugün, çocuğumuza ulaşamamaktan
yakınanlar olarak sayımız oldukça fazla. İletişimsizlik en büyük
derdimiz. Yapma, denilenlerin çoğunu yapıyor çocuklarımız. Sosyal
ağlarda ve internette geçirdikleri süreyi biz ebeveynleri değil,
algoritmalar yönetiyor. Bir adı bile var bunun: Tavşan deliği.
Tavşan deliği, her türlü bilgiyi ortaya saçılmayacak kadar değerli
gören ve internet kullanıcılarının ilgi alanlarına göre onlara
alternatif içerikler, beğenebilecekleri gönderiler sunan ve bu
sayede kullanıcıyı beş dakika gezinmek maksadıyla girdiği
internetin derinliklerine götüren kavrama verilen isim. Düşününce,
hakikaten, diyor insan. Geçen bir araba bakacaktım, seveceğim ne
çok araba geldi önüme. Bir kedi videosu izleyeyim dedim, tam üç
saat izlemişim. Tebrikler! Siz de tavşan deliğine girdiniz.
Bu kavram çoğumuza Alice Harikalar Diyarında’yı hatırlatmıştır
şüphesiz. Alice o meşhur hikâyede tazecik bir gençtir henüz.
Bulunduğu ortamdan hoşnut değildir. Yalnız başına çıktığı gezide
bir tavşanın peşine takılır ve tavşanın ardından deliğe girer. Orada
bambaşka bir dünyayla karşılaşır. Büyüklük, küçüklük, zaman
kavramlarının alışılagelmişten çok farklı olduğu bir dünya. Alice
hatırlatmamız burada dursun ve biz tavşan deliğimize dönelim
tekrar. Ne kadar da aynı öyle değil mi?
Her birimiz aslında illüzyon olan, gerçeklik algımızı yitirdiğimiz bir
ortamda; sanal ortamda oradan oraya tıklıyoruz durmaksızın. Sonra
nihayet başımızı kaldırınca dijitalden, nasıl da geçmiş zaman
anlamadım, diyoruz. Her yerimizin tutulmasından şikâyetleniyoruz.
Yarınki sınava çalışamamış oluyor çocuklar. Babalar namazı
kaçırıyor bazen, anneler yemeğin dibini tutturuyor. Elimizde koca
bir hiçle kalakalıyoruz ortada. Zaman ve mekân algımızı yitiriyoruz.
Ve buna harikalar diyarı diyoruz.
Resme uzaktan bakmaya başlamalıyız evvela. Hepimiz birbirimizin
aynı olmuşuz. Anneler, babalar ve çocuklar. Dolaptan mumları
çıkarıp gölgelere kahkahamız çarpsın istiyorsak sormalıyız
kendimize: Dijital ortam, harikalar diyarı mı gerçekten? Ve
cevabımız hayırsa, hatayı durmaksızın başkalarına yüklemeyi
bırakmalı, henüz genç olmuş evlatlarımızdan kendi tecrübe ve
olgunluğumuzu beklemek yerine yol göstermeliyiz onlara. Başka
delikler açmalıyız, en az tavşan deliği kadar ilgilerini çekecek.
Konuşmalı, anlamalı, dinlemeli ve en önemlisi hatırlamalıyız.
Bugünkü aklımıza geçmişteki toyluğumuz sayesinde kavuştuk.
Onlar da bizim gibi. Evlatlarımız. Düşecekler, kalkacaklar, internette
gezecekler, arkadaşlarıyla boş muhabbetler yapacaklar. Sonra her
biri tecrübe olacak. Akıllanacaklar. Bütün bunlar olurken bizim
durduğumuz yer de bizim aklımız ölçüsünde olacak. Ya söylenecek,
üzülecek, eskiyi özleyeceğiz durmadan. Yahut dertlenecek ve
derdimizle çözüm üretecek, anlayacak, anlatacak, gülümseyecek ve
kendi harikalar diyarlarını inşa etmelerine yardım edeceğiz.
Hangisi?
Bir Varmış
Bir Yokmuş

Çok değil, on yıl önce birisi çıkıp da karşımıza yakında hepiniz


kablolara bağlı yaşayacaksınız dese, ne cevap verirdik merak
ediyorum. Ne saçma bir komplo teorisi olurdu, öyle değil mi? Yahu
kardeşim deli misin, git işine derdi muhtemelen en kibar olanımız.
Sonra da akşam çayımızın yanına çekirdekle beraber bu “garip
kişinin” komik teorisi eşlik ederdi. Sohbet halkalarında bir alçalıp
bir yükselen sesimizle anlatır, anlattıkça başka başka duygular
yaşardık. Sahi, akşam çayına eşlik eden sohbet halkalarımız vardı
bizim. Doğru.
Yemeği sofraya koyduğumuz gibi çayın da altını açardık.
Bulaşıklar yıkanırken çay demini almış olurdu çoktan. Evin babası
beklendiği için sofraya, hep birlikte olurduk yemek yerken. Akşam
namazını kıldıysak çayımızı alır çekirdeğimizi, mısırımızı hazırlar
oturup bir “şeylerden” konuşurduk. O şeyin ne olduğu pek mühim
değildi üstelik. O şey bizi aile yapardı. Kâh yüksek perdeden çıkan
sesler, kâh kahkahaya tutulmalar, bazen hüzünlenip ağlamalar
odamızı doldururdu. Öyle bir dolgu malzemesiydi ki üstelik bu
“şey” âdeta bir gaz gibi en ufak boşluğa sızar, şimdi aile olmamıza
engel teşkil ettiğini sandığımız bütün çatlakları görünmez kılardı.
Gece yastığa başımızı koyunca oh be, derdik. Ne güzel bir akşamdı.
Gülümserdik. Bunun adı gülmek değil, huzura doymaktı.
İşte bize o zamanlar kablolara bağlı yaşayacaksınız deseydi birisi,
akşam çayını yudumlarken sözgelimi babamız şöyle anlatırdı bu
durumu: “Bugün iş yerine bir adam geldi. On yıl sonra hepiniz
kablolara bağlı yaşayacaksınız, dedi.” İlk hangimiz basardık
kahkahayı? Küçük kardeşimiz biraz muzır olduğundan kablolu anne
falan, derdi de belki aslında komik olmayan ama o odanın içinde
karnımızı ağrıtacak kadar kahkaha attıran bu sözle nasıl da yaş
gelirdi gözümüzden. Sonra hadi yatın, derdi annemiz. Anneliğin
şanından olsa da hadi, demek o biri on edene dek yatmazdık.
Ertesi gün pazar olurdu. Mızırdanırdık. Babamız, sabah gezmeye
götüreceğim sizi, derdi nihayet. Bu defa da heyecandan
uyuyamazdık. Ve o pazar, kahvaltımızı yapıp, el ele tutuşup hangi
şehirde yaşıyorsak oranın en güzel manzarasına doğru çıkardık
yola. Şu kuşa bak, derdik kardeşlerimizle birbirimizi dirsekleyerek.
Şu binayı gördün mü, şu manzara harika! Bazı ay başlarında yemek
bile yerdik dışarıda. Garson buyur edince bizi lokantaya, cam
kenarı olsun, derdi babamız. Şöyle manzaraya karşı bir yemek
yiyelim. Tabaklar önümüzde, boynumuz cama doğru eğilmiş, camın
yanında yer tutanımız mutlu, ötekiler somurtkan. Bir dahakine ben
oraya oturacağım diye huysuzlanmış, oturmanın sözünü alınca
rahatlamış. Bir varmış bir yokmuş. Bunlar hep geride kalmış…

Artık bir lokantaya gitmek için ay başını beklemeye gerek
kalmadı. Çoğumuz istediğimiz zaman soluğu dışarıda alıyoruz.
Lokanta da kalmadı gerçi. Her şey değişti. Lokantaların adı cafe
oldu. Sofralar beraberliği değil, doymayı sağlıyor. Birlikte olmak
yerini yalnızlığa bıraktı. Akşamları filtre kahve demliyoruz. Çekirdek
sivilce yapıyor diye yemiyoruz. Ve en ilginci o “garip kişi” doğru
söyledi. Çok değil, on yıl önce kahkaha atmamıza sebep olan o
adam haklıydı. Bir yere gittiğimizde manzara talep etmiyor
hiçbirimiz. Pardon, diyoruz, prize yakın boş bir masa var mı?
Cam kenarları terk edildi. Kışın soğuk, yazın sıcak oluyor. Olmasa
da kafamızı çeviriyoruz zaten. Herkesin başı önünde. Herkesin
önünde telefon. Herkesin telefonunda internet. Herkesin şarjı
bitmek üzere. Herkesin şarj kablosu yanında. Kablo prizde. Priz
dibimizde! Artık kablolu yaşıyoruz. Kabloda yaşıyoruz. Sağımızdan,
solumuzdan, çantamızdan, masamızdan kablolar sarkıyor. Yoğun
bakımda değiliz, hayır. Oysa izlediğimiz o güzel filmlerde kabloları
hasta yatağındaki aktörde görmüştük en fazla. Hasta değiliz. Değil
miyiz?
Uzmanlar son yıllarda insanların şarj aletine bağlı yaşamasını
hastalık olarak değerlendiriyor. Kaç günlük ömrümüz var, Allah bilir.
Ama biz hastalandık. Adı bile konulmuş. Öyle esrarlı bir illet değil
tutulduğumuz. Plagomani! Akıllı telefonlarla yaşadığımız
hayatımızda, telefonun şarjı biterse hayattan kopacağımızı
sanmamız. Bu yüzden kendimizi telefona, telefonu kabloya,
kabloyu prize tutturmamız. Tebrikler! Hepimiz bir ipin ucundayız
artık. Üstelik ip elektrikli. Ve sanıyoruz ki o ipe gelen elektrik
kesilirse her şey yok olacak.
Hâlbuki telefonumuz çok yeniyken daha, etrafa nasıl da ahkâm
kesiyorduk. Hatırladınız mı? Ben unutmuyorum hiç. Millet de
telefon delisi olmuş, diyordum misal. İnsan bir saniye bırakmaz mı,
diye soruyordum kardeşime öfkeyle. Yahu çok değil, yakın zamana
kadar cep telefonu mu vardı, diyerek küçümsüyordum muhatabımı.
İnsanlar teknolojinin kölesi olmuş, şeklinde dile getiriyordum
üstenci üzüntümü. Sonra bir baktım. Onlara parmak sallayan elim
ağırlaşmış. İçinde bir telefon duruyor. Kalkıp yanlarına gideyim
dedim. Telefonum şarjda. Bırakıp gitsem olmaz. Hiç olmaz. Eksik
kalırım “gelişmelerden” maazallah! Böyle böyle koptum hayattan
işte. Koptuk. Kablolu bir yaşama geçişimiz bu şekilde başladı.
Dışarıda yağmur hâlâ yağıyor oysa. Güneş doğuyor. Denizin
üzerinde martılar uçuyor hâlâ. Trenler düdüklerini öttürerek rayları
gıcırdatıyor. Ağaçlar yapraklarını döküyor sonbaharda. Kışın kar da
yağıyor, yazın güneş de çıkıyor. Olması gereken olmaya devam
ediyor yani. Yalnız içinde biz yokuz. Gözümüz, kulağımız, burnumuz
ve ellerimiz bunlardan uzakta. Nerede? Gün doğmuş, gün batmış,
ağaçlar çiçek açmış. Yaz bitmiş, kış gelmiş, ufuk kızıla boyanmış,
kuşlar havada pike yapmış. Her yerde kablosuyla dolanan canlılar
varmış. Bir varmış, ama aslında bunca güzelliğin içerisinde hiç
olmuş. Yokmuş.
Anne Ben
Siberhondrik Oldum!

Vücudumuzda normal seyrin dışında bir durum olunca ne


yaparız? Başımız ağrıdığında sözgelimi. Yahut parmağımız kızarıp
zonklamaya başladığında. Midemize bir sancı saplandığında.
Bunun net bir cevabı, kesin bir yolu yoktur esasında. Bazılarımızın
acı eşiği daha yüksek olduğundan umursamaz. Geçer, der; bekler.
Bazılarımız soluğu hastanede alır. Ağrıya dayanamadığı için yapan
da olur bunu, hastalık stresiyle başa çıkamadığı için yapan da.
Hastalık konusunda kaygı sorunu yaşayanlarımız vardır bir de.
Sürekli bedenleriyle meşguldürler. Allah muhafaza azıcık
kanlanıverse gözleri ne yapacaklarını şaşırırlar. Olabilir. Beş
parmağın beşi bir değildir.
Çok sevdiğim bir söz vardır; insan kısım kısım, yer damar damar.
Asgari müşterekte toplanabilmenin büyük başarı addedildiği
günümüzde, bu söz çok daha anlamlı hâle geliyor bana kalırsa.
Bununla birlikte son yirmi yılda hayatımızı kuşatan dijitalleşme
hepimizi ortak bir paydaya dâhil etti. Etti de iyi mi etti kötü mü orası
muamma.
Bu payda takdir edersiniz ki dijitallikle ilgili. Uzun uzun
düşünmeye gerek yok. Büyük bir bilmece de değil bahsettiğimiz.
Evet, bildiniz; internetten araştırma! Dijital dille ifade etmek
gerekirse, googlellama. Hayatımızın yeni ortağı. Bilmediklerimizin
yegâne bileni. Öyle mi?
İnsanlar artık hastalanınca doktora gitmiyorlar hemen. Kaygısı
olan da durumu kabullenen de hastalığı önemseyen de yapmıyor
bunu. Hastanelerin iş yükü azaldı mı tartışılır. Fakat insan beyninin
kıvrımlarına yüklenen kaygının her aramada biraz daha arttığı
tartışılmaz bir gerçek.
Başımız mı ağrıyor? Hemen yazıveriyoruz: “baş ağrısına sebep
olan etmenler” Basit sebepleri es geçip derinlere inmeye
başlıyoruz ardından. Tebrikler! Nur topu gibi bir tümörümüz oldu.
Parmağımızın ucu mu kızarmış azıcık. Durun canım, azıcık diye
Google’a yazmayacak mıyız yani. Elbette yazacağız. İnternet sudan
ucuz. Ve artık uykularımız kaçabilir. Çünkü cilt kanseriyiz. Geçen
gece de mide tümörü çıkmıştı, önceki ay eklem romatizmasına
tutulmuştuk hatta. Komik, değil mi? Hiç değil.
Uzmanlar dijitalleşmeyi her bilgi arayıcısının aynı zamanda bilgi
sağlayıcı olduğu bir süreç olarak tanımlıyor. İnternet bir derya.
İçinde milyonlarca doneyi barındırıyor. Doğru kullanıldığında
hayatımıza pek çok kolaylık katılıyor. Bununla birlikte insanı içine
çeken bir girdap gibi başını döndürüyor, uyuşturuyor ve uyutuyor.
Bir defa derdine oradan derman aramaya başladı mı kişi, bir daha
asla duramıyor. Her sıkıntısında arama motoruna başvuruyor. Her
derdin adını da internetten koyuyor, çareyi de oradan buluyor.
Dahası bulduğu yöntemi, kendinden emin uygulamaya başlıyor.
Eyvah ki ne eyvah!
Bu sürecin insanı daha evhamlı yaptığı görünen bir gerçek.
Normalde umursamayacağımız ufak şikâyetlerimiz bile büyük
büyük isimlerle çıkabiliyor karşımıza. Suçlusu internet değil üstelik.
Bütün suç her hastalığını internete yazan, yazdığına karşılık en
korkunç senaryoyu bulana kadar yeni sekme açan, en kötü sekmeyi
bulduğundan emin olunca oradaki bilgiler ışığında kendini
tedaviye kalkan insanda. Yani bizde. Basbayağı kusurluyuz. Bir adı
bile var bu durumun. Siberhondrik. Modern zamanın bize yeni bir
hediyesi. Nur topu gibi bir rahatsızlık.
Gerçek midir bilinmez fakat ilginç bir olay hikâye edilir. Nick
Sitzman isimli bir demir yolu işçisi vagonların son kontrolünü
yaparken yanlışlıkla bir dondurucuda kilitli kalır. Çalışma
arkadaşlarının sahayı terk ettiğini anlayınca paniğe kapılıp bağırıp
çağırmaya başlar ama kimse onu duymaz. Dondurucuda sıcaklığın
sıfır derece olduğunu ve içeride kalırsa kısa süre içerisinde donarak
öleceğini düşünür. Karısına ve ailesine başına gelenleri
anlatabilmek için içeride bulduğu bıçakla zemine şunları
kazır: “Çok soğuk, vücudum uyuşuyor. Keşke uyuyabilseydim.
Bunlar son sözlerim olabilir.”
Hikâyenin devamında sabah ekip arkadaşları Nick’i donarak
ölmüş bir şekilde bulurlar. Dondurucunun ısı kayıtlarını
incelediklerinde bunun imkânsız olduğunu fark
ederler. Çünkü Nick’in, içinde kilitli kaldığı dondurucu bozuktur
ve o gece de dâhil son bir haftadır hiç çalışmamıştır.
Dondurucunun içindeki sıcaklık 10 santigrat derecenin altına hiç
inmemiştir. Bunun sonucunda şöyle bir düşünceye varırlar: Nick’i
soğuk öldürmedi, Nick düşünce gücüyle kendi kendisini öldürdü.
Olabilir mi? Belki. Fakat bizim mevzumuz Nick’in neden öldüğünü
bulmak değil. Bana kalırsa bu hikâyenin ibreti insan beyninin
gücünü vurgulaması. Zira her sıkıntımızda internete başvurup her
senaryonun en kötü olanına meylettiğimizden koskocaman bir
olumsuzluk toplumuna dönüşmeye başlıyoruz. Her olayda
bardağın boş tarafı görünüyor gözümüze. Hep bir tedirginlik
hâlinde, kalbimiz ağzımızda, aklımızda acabalar, incir çekirdeğini
doldurmayan mevzuların hayatımızı kuşatmasına izin vererek
yaşıyoruz. Beynimizi menfi düşüncelerle dolduruyoruz. Büyüklerin
tabiriyle kötüyü çağırıyoruz.
Dijitali doğru okumayı öğrenene kadar daha kaç anksiyete, kaç
panik atak, kaç kaygı sorunu yaşayacağız bilinmez. Ama derdimize
dermanı internetten aramaya devam edersek, bütün dünyayı
dolduran soru işaretleri olarak yaşayacağımız bir gerçek. Koca bir
acaba topluluğuna dönüşüyoruz her geçen dakika. Acaba kanser
mi oldum? Acaba başım neden ağrıyor? Acaba dizim neden
morarmış? Basitlik çoğu zaman iyidir. İnsan susuz kaldığından başı
ağrıyabilir. Dizini fark etmeden kapıya vurmuştur. Nihayetinde
geçmeyen derdi için, işin ehline görünmeli, doktora gitmelidir.
Bunlar makul çözümlerdir. Bunlar basit çözümlerdir.
Başa dönmek mümkün değil. Kimse interneti bırakamaz. Zaten
geldiğimiz noktada bırakılması söz konusu da olamaz. Ama
internetten hastalık araştırmak bırakılabilir pekâlâ. Her
duyduğumuzu Googlellama dürtümüz baskılanabilir. Ki
baskılanmalıdır. Nereden başlayacağım, diye sormalıyızdır belki de
kendimize. Önce elimizdeki telefonu usulca yanımıza bırakmaktan
başlayabiliriz misal. Ya da durun. Daha iyi bir fikrim var. Önce
hepimiz arama motorunu açmaktan ve Google’a “siberhondrik”
yazmaktan başlamalıyız işe.
Yokluğun Varlığı

Ben yedi yaşına gelene kadar evimize televizyon almadı babam.


Erkek kardeşim ve ben oturma odamızın camının önünde durur,
komşu evlerin televizyonunu izlemeye çalışırdık. Tül perdelerin
ardından yansıyan ışık bile çok heyecanlandırırdı bizi. Ekrandaki
programdan bir şey anlamazdık hâliyle. Ses de işitmezdik. Ama
yine de o renkli kutudan alamazdık kendimizi. Bu en iç ısıtan
anılarımdan biridir. Ama konumuz bu değil. Başka bir şeyi
anlatacağım şimdi.
Ben yedi, kardeşim altı yaşındayken küçük bir çocuk odasını
paylaşıyorduk. Bir ranza, bir çalışma masası ve halıdan ibaretti oda.
Annemden bir çarşaf bir de battaniye ister gemicilik oynardık
kardeşimle. Bugün, otuz yıl öncesine dönüp çocukluk günlerime
baktığımda hâlâ yüzümü güldüren ve kendi hayal gücümüzle
şaşırdığımız ne maceralara atıldık o ranzada. Ah keşke dili olsa da
konuşsa.
Çarşafı üst ranzanın döşeğine sıkıştırıp alt ranzayı tamamen
karanlık ve kapalı bir hâle getirerek kendimize bir gemi inşa
ederdik ilkin. Sonra karanlık gemimize biner kâh fırtınalarla
boğuşur kâh denizaltına çevirdiğimiz gemimizle okyanusların en
derinlerine açılır kâh yeni bir özellik yükleyip uçan gemi icat eder
korsanlarla savaşırdık.
Annemin usanmadan her gece anlattığı masallar hayallerimize
yeni bir boyut katar, oyunumuza her seferinde başka bir karakter
ekler ve yine annemin öğrettiği o kelimeyi asla unutmaz, oyunda
her mücadeleyi “bismillah” diyerek kazanırdık. O besmeleyle
kalbimiz cuşuhuruşa gelir, karşımızda gerçek bir zorluk, dalga yahut
köpek balığı varmışçasına coşar; bir besmeleyle yıktığımız
düşmanın ardından zafer naraları atardık.
Şimdiki çocuklar her şikâyetlenişinde gemicilik oyunumuz geliyor
aklıma. Hep aynı soruyu soruyorum; bizi o oyunun başında
saatlerce tutan, ondan zevk almamızı sağlayan dinamik neydi? Ne
oldu da şimdiki çocuklar bu tada ulaşamıyor bir türlü? Ben böyle
düşünürken içeriden bir çizgi film sesi geliyor kulağıma. Telefonum
çalıyor. Bilgisayarım “şarj zayıf” uyarısı veriyor. Derken içimi bir
sıkıntı kaplıyor. Adını koyuveriyorum bu iç sıkıntısının.
Ben ve kardeşim ve benim akranım herkes aynı lükse sahiptik,
yokluğa! Bu öyle güzel bir varlıktı ki, oyuncak tabağımız olmadığı
için ağaç kabuğunun tabak olduğunu hayal edebilirdik. Çamuru
karıp köfte yapar, bir çarşafla yatağı kapattığımızda Binbir Gece
Masallarının tahayyül edilmesi zor olayları gibi her akşam başka bir
maceraya koşardık. Sonra her şeyimiz oldu. Yokluğun zenginliğini
unuttuğumuzdan, dilimize de bir söz pelesenk oldu, “Ben çok
yokluk yaşadım, çocuğum yaşamasın.” Yaşatmadık. İyi bir şey
yaptığımızı sandık.
Her sabah televizyonu rahatça açmaya başladı evlatlarımız.
Kahvaltıya tabletleri eşlik etti. Yolculukta son model telefonlarımızı
verdik ellerine korkusuzca. Okula yollarken akıllı saatler taktık
kollarına. Tabii çocuğum, dedik. Eksik kalma. Yenisi mi çıkmış o
cihazın, hemen alalım. Oyun mu indireceksin, getir şifre gireyim.
Çizgi film mi izlemek istiyorsun, sen aç ben mısır patlatıp geleyim.
Evlatlarımızın zihinleri makinalar tarafından ele geçirildi böylece.
Yavaş yavaş da değil üstelik, gayet hızlı geçirildi ele.
Hayal kurma yetileri ellerinden gitti önce. Hepsi aynı karakterden,
aynı bebekten, aynı oyundan bahsetmeye başladı. Gözlerini
kapattıklarında dün gece izledikleri çizgi film geldi akıllarına. Hayal
güçlerinin ardından oyun kurma becerileri yok oldu. “Hadi yavrum
azıcık oyna kardeşinle.” diye her seslenişimiz aynı cevapla karşılık
buldu, “Ne oynayacağız anne, aklıma hiç oyun gelmiyor.” Nasıl
gelmiyor yavrum, diyemedik. Bunca oyuncağın arasında nasıl
oynayacak bir oyun bulamıyorsun. Dikiş diken makinan bile var.
Düğmesine basınca yürüyen robotun var. Kumandayla çalışan
araban var. Nasıl gelmiyor aklına bir oyun? Diyemedik. Bunun
yerine iyi o zaman git de televizyon izle azıcık, niye başımda
söyleniyorsun sıkıldım diye, dedik. Aferin bize, bu gurur hepimizin.
Uzmanlar 0-2 yaş arası çocukların ekrandan kesinlikle uzak
tutulması konusunda hemfikir. Önerdikleri ekran süresi 4 yaş için
günde yalnız otuz dakika. 10 yaşında bir çocuğun maksimum iki
saat televizyon izleyebileceğini belirtirken bu sürenin de kesinlikle
aralıklı olması, hiç değilse bir saat izlendikten sonra ekrandan
uzaklaşılıp en az on beş dakika çocuğun aktif ve hareketli olması
gerektiği hususunda ısrarcılar.
Uzmanların bu güzel önerisi kulağımıza küpe değil maalesef. Biz
daha çok, henüz iki yaşındaki çocuğumuzun nasıl da telefonda
arama motorunu kendisinin açtığıyla övünmeyi yeğliyoruz. Bu bize
gurur veriyor. Elinde telefonun ne işi var, demiyoruz hiç.
Sıkıldıklarını her söylediklerinde başka bir elektronik eşyayı
tutuşturuyoruz ellerine. En son modeli alma derdindeyiz. Şimdiki
çocuklar böyle, cümlesiyse en büyük avuntumuz. “Onların
imkânlarının onda biri bizde değildi, yine de mutluyduk.” diye
söylenirken gizli bir gurur yüzümüzü gülümsetiyor aslında, itiraf
edelim. Nasıl da imkânlar sunuyoruz çocuğumuza, aferin hiçbir
şeyden eksik bırakmıyoruz, diyerek övünüyoruz kendimizle.
Biz gurur duyarken hayal güçleri ekrana hapsoluyor
çocuklarımızın. Zihinleri uyuşuyor. Ellerine bir çarşaf verip de hadi
git şununla gemicilik oyna desek, atomu parçalamalarını
istemişizcesine hayretle bakıyorlar yüzümüze. Aman ya anne/baba,
bilgisayarda çok iyi bir korsan oyunu var, onu oynasak olmaz mı,
diyorlar ya da. Olur, diyoruz fütursuzca. Omzumuzu silkip, uzaklara
bakıp -aklımız kardeşimizle oynadığımız gemicilik oyununda-
şimdiki çocuklar da böyle ya, olur diyoruz. Ama olmuyor. Şimdiki
çocuklar bizden fazla görünürken eksiklikleri dökülüyor bütün
uzuvlarından. Hayalleri olmayan çocuklarımız makinaya bağlı
yaşıyor. Ve bu makina hastanelerin aksine, ancak fişi çekildiğinde
insanı hayatın içine katıyor. Şimdi tercih bizim. Ya daha fazla
kabloya bağlayıp evvela hayallerini, ardından üretim ve düşünme
becerilerini nasıl yok ettiklerini izleyeceğiz yahut fişi çekip hayata
karıştıklarını görecek, bir çarşafla onların da gemi maceralarına
atılışına sevineceğiz.
Sensiz Ben
Ne Yaparım?

Algıda seçicilik diye bir kavram duydunuz mu hiç? Sizin için en


basit hâliyle tanımlayayım. Psikolojide yer alan bu kavram; çevrede
bulunan uyarıcılardan, olay yahut nesnelerden bir ya da birkaçına
dikkatini yöneltmek, olarak tarif ediliyor.
İlk kez psikoloji dersi aldığım sene, hocamız bu konuya bozuk
para örneğini vermişti. Doğrusu pek yerinde bir örnekti. “Kalabalık
bir caddede yürürken yere çarpan metalin sesini işittiğimizde
hepimiz sağa sola bakarız. Yere para düştüğüne hükmetmemiz ve
paranın bizden düştüğünü vehmetmemiz sebebiyledir bu bakış.
İşte buna ‘algıda seçicilik ‘denir.” Bu örnekten sonra algıda seçicilik
kavramı zihnimde yerli yerine oturuvermişti.
Bugün ben, kendi öğrencilerime bu kavramı anlatırken başka bir
örnek veriyorum ama. Telefon zil sesi yahut mesaj uyarısı. Hangi
ortamda olursak olalım bir mesaj bildirimi işittiğimizde derhâl
telefonumuzu kontrol ediyoruz. Ki zaten yüksek ihtimalle elimizde
oluyor telefon. Yine de tuşları kilitliyse açıp bakma ihtiyacı
duyuyoruz. Bu mesaj bana gelmiş olabilir mi? Ya da bizimkiyle aynı
melodide bir çalma sesi işitirsek derhâl kendi telefonumuza
sarılıyoruz. Hatta telefon çantadaysa hızla daldırıyoruz elimizi
çantanın içine.
Tarif ettiğim bu ânı bir düşünelim; çoğumuza yabancı gelmediği
muhakkak. Şöyle büyükçe bir çantaysa elimizdeki, içinde de fazla
eşya varsa, çalan bizim telefonumuz olsun ya da olmasın arayış
hâlimizle küçük çaplı bir panik atak resmi çiziyoruz dışarıya.
Telefonu hemen açmazsak büyük haberler kaçacak, geri dönüşü
mümkün olmayan hatalar yapacakmışız gibi. Hatta aramayı hemen
cevaplamazsak arayan kişi küsecek ve bir daha bizi asla
aramayacak sanki.
Bizi telefonumuza bu kadar bağlı kılan ne? Arayana hemen o an
cevap vermezsek hayatımızın sonu gelecek gibi hissettiren? Dürüst
olalım. Evvela kendimize dürüst olalım. Evet, hayat değişti. Evet,
eskisi kadar güvenilir değil çevre. Ve evet, gelişen dünyaya ayak
uydurmak gerekiyor. Bunda sorun yok. Fakat çok değil, yirmi yıl
önce cep telefonları henüz hayatımızda bu kadar yaygın değilken
ne yapıyorduk? Okula gittiğimizde, sokağa çıktığımızda hatta şehir
dışına gitmemiz gerektiğinde haberleşmemiz asgari düzeydeyken
de sürebiliyordu hayatımız. Şimdi vazgeçilmez addettiğimiz bu
iletişim gerçekten olmazsa olmaz bir yerinde mi duruyordu
yaşantımızın? Öyleyse bu hiç yokken ve bundan haberimiz yokken
ne yapıyorduk?
Ben söyleyeyim. Daha az takıntılı, kesinlikle daha fazla teslimiyetçi
ve fark etmesek de az bilmenin konforuyla rahat yaşıyorduk.
İnsanların güncel olan her şeyi takip etme arzusu ve bu arzusunun
neticesi olarak telefonuna bağlı yaşaması çok değil, on beş-yirmi
yıllık bir mevzu. Adına “fomo” denilen bu bağımlılık telefonsuz
hayatı hiç yaşamamışızcasına bir illüzyon oluşturmuş zihinlerimizde.
Sabahları gözümüzü açar açmaz mesajlarımızı kontrol etmezsek,
haberleri okumazsak, insanların neler paylaştığını görmezsek
büyük kaybımız var hissi yaşıyoruz. Bunun bir neticesi olarak da
gözümüz kulağımız sürekli telefonumuzda. Her gelen mesaj
bildiriminde telefona bakıyor, her arama sesinde yerimizden
sıçrıyoruz.
Hâlbuki sürekli ulaşılabilir olmak korkunç bir kontrolcülüğü
getiriyor beraberinde. Bir de yorgunluğu tabii. Sözgelimi
ailemizden birisi aradığında yanıtlayamazsak yahut aramamız
yanıtsız kalır da bir süre dönüş olmazsa bize, en korkunç senaryolar
beliriyor zihnimizde. Yalnızca evlerde telefonların bağlı olduğu,
sokağa çıktığımızda iletişimi kopardığımız o zamanlar bir hayal
sanki. Şimdi diyeceksiniz ki bana, eskiden böyle kötücül değildi
dünya. Eskiden azıcık geç kalsa beklediğimiz, gözümüz sokağa
düşmüyordu hemen. Olabilecek olanın en korkuncu gelmiyordu
aklımıza. Trafiğe takılmıştır, diyerek devam ediyorduk işimize.
Doğru. Haklısınız. Fakat düşündük mü hiç, kötüyü ve kötülüğü bu
kadar hızla yaygınlaştıran ne? Biz aynı bizsek eğer.
Beğeni almak uğruna yaşlılara olmadık şakalar yapan gençlerden
kadın taklidi yapan erkeklere, sözde şaka adı altında birbirini
yumruklayanlardan okulunu tarumar eden öğrencilere kadar her
şey ama her şey. Bugün ülkemin bir ucunda yaşanan “korkunç”
hadise akşamına öteki ucunda “trend” oluyor çoktan. Elimizi ve
gözümüzü ekrandan ayırmadığımız için hızla yayılıyor kötülük.
Sıradanlaşıyor. Normalleşiyor ne yazık ki. Hayıflanıp da eskiye olan
özlemimizi dile getirdiğimizde farkına varamadığımız en önemli
nokta şu belki de: Yeniye dair her şeyi bu kadar hızlı ve
sorgulamadan kabul ederek eskinin mezarına bir kürek toprağı
atanın da biz olduğumuz gerçeği.
Rutinimiz olduğundan anormal saymadığımız ama adı bile
konmuş hastalıklı tavrımız sebebiyle gözümüzü telefonla açıp
telefonla kapıyoruz. Çok değil birkaç on yıl önce bu cihaz olmadan
da hayatımızın aktığını, gayet güzel aktığını hatırlamıyoruz bile.
Büyük bir hafıza kaybının tam ortasında, sensiz ben ne yaparım,
diyen şarkıcı gibi telefonumuza bakıp bakıp iç çekiyoruz: “Sensiz
ben ne yaparım?” Tam da çağımıza uygun, dijital bağımlılığımızı
özetleyen o fıkra geliyor aklıma. Ağlanacak hâlimize güldüğümüz.
Hani adam telefonu arka cebinde sandalyeye oturmuş da bir
kırılma sesi duyunca, “Allah’ım inşallah telefonum değil, belim
kırılmıştır.” demiş ya. Hâlimiz o hesap. Telefonumuza zeval gelir diye
elimiz yüreğimizde, aklımız kaçıracağımız en ufak bir sohbette,
gözümüz ekrana düşecek bildirimde; dışarıya körüz. Güzellikleri
fark etmeden yaşıyoruz. Buna yaşamak denirse. Denir mi?
Masum Değiliz

Sanal mecraların vücudumuzda çıkan siğiller gibi bütün


bedenimizi -ah afedersiniz- hayatımızı nasıl ele geçirdiğini
düşününce hep aynı resim canlanıyor gözümde: Gündelik işlerin,
trafiğin, boğaz derdinin koşturmasından yorgun biri, evine gelip
kendini oturma odasındaki koltuğa bırakmış. Uzatmış ayaklarını,
sırtına koyduğu yastıklarla yarım hilal şeklini almış. Elinde telefonu.
Dört parmağı arkada, baş parmaklar ekranda nasıl da kayıyor, eller
pek mahir doğrusu. Son yıllarda düşünmek, okumak, yazmak,
haberleşmek için bile en çok ellerini kullanıyor ne de olsa.
Telefonun ekranını kaydırıyor. Derken yoruluyor. Ekrana bakan göz
de ekranı kaydıran parmak da yoruluyor. Fakat o elin ve gözün
sahibi kopamıyor ekranından bir türlü. Daha rahat bir hâl alabilmek
maksadıyla sırt üstü uzanıyor. Başının altındaki yastığı dikleştiriyor
biraz. Az sonra kalkarım yerimden, diye geçiriyor içinden.
Uyuyacaksa eğer, birazdan bırakırım telefonu, diye avutuyor
kendini. Ama havada telefonu tutan kol da yoruluyor nihayet. Ve
pat! Telefon düşüveriyor sahibinin yüzüne.
Canlandı mı bu sahne gözünüzde? Benim canlandırmama gerek
yok aslında. Çünkü neredeyse her gün yaşıyorum bu hâli. Peki, sizin
yüzünüze “azıcık daha, azıcık daha bakayım,” derken telefon düştü
mü hiç? Gözlere uyku düşmesi gerekirken telefon düşmesi de bir
garip değil mi yani? Ah modern zamanların her şeyini bilmeye
çabalayan insanları olarak biz!
Peki, ama neden? Neden hiç bırakamıyoruz bu dikdörtgen ekranı
elimizden? Sabah gözümüzü açtığımızda ilk işimiz telefonumuza
uzanmak oluyor. Duyduğumda nasıl da şaşırmıştım, uzmanlar bu
durumu ikiye ayırıyor hatta:
“Uyandığınızda tuvalete gitmeden önce mi bakıyorsunuz
telefona, tuvalete gittikten sonra mı?” diye soruyorlar. Üçüncü bir
seçenek yok. Uyuduğumuz o kısa sürede neler kaçırdık kim bilir
korkusundan, heyecanla kontrol ediyoruz sosyal medyamızı, e-
postalarımızı ve mesajlarımızı. Yatarken de bir türlü telefonu
elinden bırakamayan biz değil miydik?
Bu gece erken yatayım, diyerek girmiştik de yatağa, elimizde
telefon, başımız yastıkta daldan dala konarken bir bakmıştık saat
çoktan üç olmuş. Göz altlarımızda morluklarla kalkıyoruz artık
sabahları, fark ettiniz mi? Yani en azından benim ve çevremdeki
insanlarınki öyle. O hâlde genelleştirmeli miyim bu durumu sizce?
Hepsi bir tarafa ama, bir yer var ki… Tuvalet! Tuvalete ne demeli?
Büyüklerimizin ihtiyaç gidermeyi mahrem addedip de kapıları
kapayıp sessizce süzüldükleri abdesthaneye telefonumuz ve
internetimiz olmadan giremez olduk. Banyoların kapı arkalarından
gelen anlamsız müzik sesleri, diyalog kesitleri ve banyoda kalma
sürelerinin uzaması. Tuvalette bile mi? Evet orada bile.

Meraklıyız. Neden? Düşündüm. Ve günün sonunda herkes için
anlamlı olmasa da kendim için tatmin edici bir cevaba ulaştım
nihayet. Bana kalırsa bir matkaba benziyor merak. Ucu sivri, kıvrımlı,
sağlam bir matkap. İnsan gereksinim duyunca kavrıyor o matkabı.
Duvarları deliyor, vidaları yerine oturtuyor. Uğraşıp didinip güzel bir
iş ortaya koyuyor. Ya da bir tahtayı yontuyor onunla. Öyle mahir
yapıyor ki tahta türlü şekillere girip eşya oluyor. Matkap da
matkapmış ha, diyor sahibi yaptıklarına bakınca gururla. Ama
bazen öyle bir kaptırıyor ki kendini bu oyma, yontma, delme işine.
Hoşuna gidiyor. Bir şeyler başarmak, duvarları delmek, vidalar
takmak. Elinde matkap, bulduğu her yerde basıyor düğmesine. Hiç
kesilmeyen bir motor gürültüsü. Ve delik deşik duvarlar. Hâlbuki
duvara üç beş delik açtığında ve içine vida oturtup çerçeveler
astığında nasıl da güzel görünmüştü gözüne yaptığı iş. Fazlası öyle
güzel durmuyor. Her taraf toz içinde, talaş parçaları, delikler,
gürültü… Demek ki bir işi çok sevsek de arkasını getirmek, dur
demesini bilmek gerekiyor.
Hasılı matkap aynı matkap. Maharet onu tutan elde mi? Eli
yöneten kalpte mi? Maharet hem matkabın kuvvetinde hem tutan
elin ustalığında hem eli yöneten akılla kalbin itidalli ve salim
oluşunda. Merak; kıldan ince, kılıçtan keskin bir şey.
Merakımızla doğuyoruz. Bu ne, bu ne, diye sormaktan usanmayan
çocuk hâlimizle yavaş yavaş belliyoruz dünyayı. Sonra merakımız
katmerlendikçe yeni yeni şeyler öğreniyoruz. Hiç bulunmayanı
bulup insanı kâşif bile yapabiliyor merakı. Fakat öyle bir an geliyor
ki; matkapla delik deşik ettiğimiz duvarlar gibi merakımız da allak
bullak ediyor hayatımızı. Kim kiminle gitmiş, Ayşe ne almış, Hasan
ne satmış, o mu kavga etmiş, bu mu küfür etmiş? Derken uykusuz,
hâlsiz, göz altlarımız mor, kafamızın içi alakamız olmayan onlarca
meseleyle dolu.
Durmadan, durmadan ve yorulmadan başkalarının hayatını izleye
izleye, her yeni ayrıntıyı merak ede ede, zerresini kaçıracağımızı
düşündükçe öfleye püfleye telefona sarılıyoruz. Olanı biteni
kaçırmak, takip edememek, haberdar olamamak korkusu
yapışıyoruz yakamıza. Dijital uzmanları “mono” diyorlar buna.
Gündemi takip edememe korkusu. Hastalık. Telefona yapışmak
yani. Yani yatakta uykuya ayrılan zamanın her geçen gün azalması.
Karanlıkta ekranın ışığının sürekli yanması. Yenilenen sekmeler,
kaydırılan sayfalar yani. Yemek yaparken, otururken, arkadaşlarla bir
aradayken ve hatta tuvaletteyken telefonu bırakamamak. Kim
yapıştırdı onu elimize bu kadar? Bana kalırsa benliğimizi saran
koskoca bir merak. İyi ama ucu sivri matkapla duvarları delik deşik
edene kızıyoruz da akıllı telefonla ömrünü, en güzel zamanını
paramparça edene ne diyoruz? Masum muyuz gerçekten? Bana
kalırsa masum değiliz hiçbirimiz.
İstikbal Köklerdedir

Geçtiğimiz günlerde yurt dışından gelen kalabalık bir toplulukla


söyleşi yapma imkânı buldum. Sohbetimizin sonunda bir anne
bana, “Çocuklarınızı yetiştirirken en çok neye özen
gösteriyorsunuz?” diye sordu. Düşünmeden yanıtladım: “Anneme
benzemeye.” Evet, gerçekten en çok buna özen gösteriyorum. Bu
benim gayretimi özellikle yoğunlaştırdığım bir nokta. Zira ne zaman
geleceğimle alakalı düşünecek olsam üniversiteden çok sevdiğim
bir hocamın o meşhur sözü geliyor aklıma: “İstikbal köklerdedir!”
Modern zamanın en büyük götürüsü bizi köklerimizden
koparmaya, söküp almaya çalışmak olsa da buna karşı dirençli
olmak boynumuzun borcu. Etrafımıza şöyle bir baksak yahut etrafı
boş verelim, aynanın karşısına geçip de kendimize baksak evvela
eskileri beğenmeyişimizi görüyoruz. Onların yaptıklarından
kaçmaya ve kaçınmaya çalışışımızı. Haklı olduğumuz noktalar var
elbette. Fakat haklılıklarımızın ardına sığınarak burnumuzun dikine
gittiğimiz hususlar da yadsınamayacak derecede.
Bizler modern zamanın ebeveynleri olarak modernliğimizin
delilini eskilerden kaçmak sanıyoruz. Onların yaptıklarından uzak
durdukça daha “doğru” anne babalığa ulaşacağımızın vehmi var
akıllarımızda. Elbette her gün karşımıza çıkan onlarca uzman
görüşü, çocuk yetiştirme metodolojisi ve materyalinin buna katkısı
büyük. Öte yandan zihnimizde yerleşik olan algıyı da konuşmamız
gerekiyor: Çocuğum mahrum kalmasın!
Bizler yokluk zamanının çocuklarıydık. Pek azımızın sepetler
dolusu oyuncağı vardı. Her birimiz kendi çocukluğunu düşününce
çamurdan yapılmış eşyalarla kurduğu bir evciliği, deney yapma
sevdasıyla salça tenekesine doldurduğu çer çöpü yahut ele alınan
dal parçalarıyla dünyayı kurtaran büyük bir kahraman oluşunu
hatırlar. Az eşyamız, sınırsız hayal gücümüz ve etraftaki her nesneyi
oyuncağa çevirebilme yetimizle muhteşem çocuklardık. Sonra
büyüdük. Büyürken kızgınlık ve kırgınlıkla durduğumuz noktalar
oldu elbette. Sahip olabilme gücümüz arttıkça eksikliklerimizi fark
ettik. Doğrusu bizde olmayan her şeye “eksiklik” dedik. Şimdi,
durduğum yerde, kendime en çok bunu soruyorum; onlar
eksiklerim miydi gerçekten, yoksa her birinin olmayışı mıydı beni
böyle “tam” yapan?
Hasılı eksik algıladığımız her ne varsa, bunu çocuğumuzda
tamamlama yarışına girdik. Benim hiç oyuncağım olmadı,
çocuğumun çok olsun! Annem babam bana ders çalıştırmadı, ben
çocuğumu çalıştırayım. Biz kardeşlerimle birbirimizin eskisini
giyerek büyüdük, evladım her şeyin en yenisini giysin. Çocuğuma
sesimi asla yükseltmeyeyim psikolojisi bozulmasın. Aman hayır
demeyeyim, negatif algı oluşmasın.
Bütün bunlarda haklılık payımız var elbette. Fakat yine de zaman
zaman kendime şu soruyu yöneltiyorum: Anne babalarımız
çocuklarımıza davrandığımız gibi bize davranmazken, yani bizler
özellikle imtina ettiğimiz o tavırlar içinde büyümüşken kalabalık bir
“deli (!)” ordusuna mı dönüştük? Hayır. Evlatlarımız için en iyisini
bulmaya çabalarken mukayese ettiğimiz onlarca seçeneği
düşünürsek, aksine oldukça aklıselim insanlar olduk. Çünkü
mücadele etmeyi öğrendik. Kanaat etmeyi, çözüm üretmeyi, stresle
başa çıkabilmeyi. Evet, bunların çoğunu o kusur bulduğumuz
çocuklukta öğrendik. Olmayan oyuncaklarımız yerine alternatif
üretme yetimiz, yoklukta harika oyunlar icat eden hayal gücümüz,
kıyafetle değil kişilikle var olunacağının bilincinde bir öz güvenimiz,
bazen azarlandığımızda bunu tolere edecek sabrımız ve hoş
görecek kalbimizle büyüdük.
Böyle büyümemize ve çocukluğumuzu anlatırken hep
gülümsememize rağmen evladımızı özellikle “bizimkisi gibi” bir
çocukluktan uzaklaştırmaya çalışmamız ne garip. Mahalle
maçlarında gol sevinciyle birbirimize sarılıp zıplarken, bir şişe
gazozu sırayla on arkadaş tepemize dikerken yahut evden aldığımız
bir ekmeği kahkahalarla bölüşüp en lüks yemekleri yemişçesine
hazla doyarken bizler; şimdi burnumuzu kıvırıp çocuğum mikroplu
o dokunma, diyecek; gözlerimizle diğerlerini tarayıp şu çocuğa
yaklaşma kesin bitlenirsin uyarısıyla çocuğumuzla ötekiler arasına
setler çekecek kendini beğenmişliğe nasıl eriştik acaba? Öte
yandan, bu bizim kendimizi beğenmemiz mi, yoksa bir çeşit
“kompleksin” öfkesiyle duvarlar mı örmemiz etrafımıza?
Bana kalırsa ikincisi. Hatayı nerede yaptık bilmesem de bir yerde
fena hâlde çuvalladığımıza eminim. Birileri eskiye dair bir utanç
fısıldadı kulaklarımıza. O günden beri ihya olamadık bir türlü.
Geçmiş sırtımızda kambur oldu. Annemizi de babamızı da
komşuluklarımızı da beğenmedik. Küçümser bir tavırla “alaturka”
dedik her birine. Sonra da ne bakışımız ne duruşumuz o
alaturkalığa denk gelmesin diyerek hızla uzaklaştık eskiden. Eskiye
dair her şeyden. Böyle yapınca değerli oluruz sandık. Fakat çok
fena afalladık. Bunu çaresiz bir şekilde evlatlarımıza baktığımızda,
onları her şeye rağmen mutsuz, huzursuz ve yalnız gördüğümüzde
anladık.
Şimdi ebeveynler olarak, ne yapsak olmuyor, çıkmazında
debelenirken “ne yapsak”ın üzerine bir yenisini ekliyoruz her gün.
Sınırsızlıklar içinde mutlu olmayı bilmeyen evlatlarımız bizi derin bir
yeise düşürüyor. Olduramadığımızın adını koymaya çalışıyoruz da o
ismi bulamıyoruz bir türlü. Fakat o ismi koymaya çalışırken bile
alttan ince bir gurur, aman diyoruz öyle geleneksel bir isim olmasın,
farklı ve modern olsun! Geçmişten koparken daha hızlı bir gelecek
zannıyla üzerimizde geçmişe dair ne varsa sıyırıp atıyoruz. O tarafa
döndükçe bir memnuniyetsizlik peyda oluyor yüzümüzde. Bu
noktada yine o güzel söz geliyor aklıma; istikbal köklerdedir!
Kökünden kopmuş hangi ağaç canlı kalabilir, sağlam ve yeşil bir
şekilde gökyüzüne uzatabilir dallarını? Mümkün mü?
Şimdiki Çocuklar

İnsan kelimesi “nisyan” kökünden gelir. Unutmak! Kelimenin


anlamı budur. Bizler yaratılış olarak unutmaya meyyaliz. Ve bu iyi bir
şey muhakkak. Pek çok sıkıntıya, acıya rağmen hayatımıza devam
etmemizi sağlayan formül unutmaktır zira. Fakat bu tamamen
hafızanın silinmesi manasına gelmez. Bazen hayıflanarak kimi
zaman pişmanlıkla kimi zaman da özlemle anarız geçmişimizi.
Bazımız geçmişle yaşar hatta. Unutması kuvvetli değildir yahut
kendine sürekli eskileri hatırlatmayı seçmiştir. Bazımızsa hiç
yaşanmamışçasına yaşananlar; hep önüne bakar. Bir de ortak
paydayla hatırladıklarımız vardır. Bir araya gelince sohbet mevzusu
olanlar, yüzümüzde tebessümle anlattıklarımız.
Eskiden bayram ziyaretlerine gittiğimizde büyüklerin “Nerede o
eski bayramlar?” diye başlayan konuşmalar yaptığını hatırlıyorum
çocukluğuma döndüğümde. Bu şaşmaz bir konuydu. Herkesi
etrafında toplar, anlamsız bir sessizliğe müsaade etmez, ortak bir
payda olarak günü kurtaran mevzu olurdu.
Annem geliyor aklıma. Her çocuk gibi ben de sınırsız eğlenceme
ve ipe sapa gelmez oyun aşkıma rağmen zaman zaman “Sıkıldım!”
diyerek yakındığımda, “Sıkılacak ne var yavrum oyun oynasana.”
derdi. Sonra da arkadaşlarıyla görüştüğünde annem ve her kadın
“şimdiki çocukların” ne çabuk sıkıldığından dem vururdu. Eskiden
kaz çobanlığı yaptıklarından, dantel işlediklerinden, kömürlük
temizlediklerinden, dam yıkadıklarından ve benim o yaşımda
aklımın ermediği daha onlarca işten bahseder, bizim tek
vazifemizin oyun oynamak olmasına rağmen doyumsuz
oluşumuzdan yakınırlardı. Sıkıntımız, ortak paydası olurdu onların.
Büyüdük, anne baba olduk. Geriye eski günlerden ne kaldı, diye
arkama dönüp baktığımda, eteğimi çekiştirip “Sıkıldım!” diyen
çocuğum düşüncemi bölüyor. O zaman gülümseyerek şöyle
diyorum kendime: Eskilerden kalan bu işte, “Şimdiki çocuklar!”
Zaman değişiyor. Hâliyle sorumluluklarımız da değişiyor. Nasıl ki
ben annem kadar zorlu bir çocukluk geçirmedimse, çocuğum da
benim kadar zorlu geçirmiyor çocukluğunu. Bunda sorun yok. Her
düşündüğümde incindiğim nokta çocukken yaşadığımız zorluklar
değil zaten. Beni daha çok “doyum ve mutluluk” hususları
endişelendiriyor.
Annemin bir odası olmamış. Kardeşleriyle ayaklı başlı, oturma
odasına akşamları serilip sabahları toplanan yün döşeklerde
yatmışlar. Hamam yakılınca haftada bir banyo yapar, tuvaleti
bahçede olan bir evde yaşarlarmış. Ben anneme göre imkânları
oldukça geniş bir çocukluk geçirdim bu açıdan. Bir kere çocuk
odamız vardı. Kardeşlerimle paylaşsam da gece yere döşek sermek
zorunda kalmadık hiç. Şofbeni yandığında sıcak suyu akan ve
tuvaleti içinde bir apartman dairesiydi yaşadığım. Çocuklarımınsa
kendilerine ait odaları, oda kapılarında kuralları ve keskin sınırları
var. Bu, zamanın getirdiği imkânlar. Yaşama şartlarımız.
Endişelendiğim noktaya gelince. Annem, kümeslerin ve meyve
ağaçlarının etrafı doldurduğu tek katlı evlerin, bahçelerinde komşu
sohbeti yapılan ve insanların kapısını açık bırakacak kadar birbirine
güvendiği bir zamanın çocuğu. Şimdi bizlerin şehirden kaçarak
sığınmaya çalıştığımız hayatta büyümüş yani. Yokluk ve zorlukla da
olsa bugün “nimet” addettiğimiz bir çocukluk. Bizler çoklukla
apartmanda ama komşularımızın kapısını rahatça çalarak ve gece
yarılarına kadar sokakta oynamaktan mutlu, kimsenin “Nerede
kaldı?” diye endişelenmediği zamanın çocuklarıyız. Ve bizim
çocuklarımız! Bilgisayarın fişini çektiğimizde televizyonu açan, onu
kapatınca tableti yahut telefonu eline alan, arkadaşsız, oyunsuz,
sohbetsiz ve gözleri kanlanmış çocuklarımız! Ve bizler! Tıpkı,
“Nerede o eski bayramlar?” diyen büyüklerimiz gibi ortak paydamız
“eskiler” olan, ne zaman bir araya gelsek çocuklarımızdan ve kendi
çocukluğumuzdan dem vuran bizler... Ortak derdimiz ekran
başından kalkmayan evlatlarımız. Ve ortak sohbetimiz, “Bizim
zamanımızda böyle miydi, çıkar hava alır oyun oynardık. Şimdi
televizyonun başından kaldıramıyoruz çocuğumuzu! Üstelik de
bunca teknolojinin içinde hep mutsuz ve daha fazlasını istiyor.”
Hata nerede? Suçlu kim? Nerede yanlış yaptık? Hepimiz bu
soruları soruyoruz ebeveynler olarak kendimize. Endişeleniyoruz ve
haklıyız. Hatta çocuğumuza söyleniyoruz zaman zaman. Başını
kaldır o ekrandan, diyoruz. Sabrımız taşınca şalteri indirdiğimiz de
oluyor, delirip telefonu/tableti sakladığımız da. Fakat çözüm
bulamıyoruz bir türlü. Çözüm bulmak için sorunun kaynağına
inmeliyiz belki de. Oturduğunda iç geçirip “Nerede o eski
bayramlar!” diyen atalarımız gibi eskileri hatırlamalıyız. Çoğumuz
ekranla hemhâl olan çocuğumuza öfkelenmeden önce onu ekranın
önüne oturttuğumuz ilk günü anımsamalıyız. Bizler televizyonsuz
evlerde büyüyen çocuklarken onlara yemek yedirmek için dahi
açtığımız videoları getirmeliyiz aklımıza.
Bizler ekranla kuşatılmış bir çağın kısır döngüsünde debelenen
bir neslin şahidiyiz. Ve o döngüyü kırmaya çalışırken yerine koyacak
alternatif bulamayan çaresiz ebeveynleriz bana kalırsa. Biz
sokaklarda büyüdük, çocuğumuzu güvenip de yollayamıyoruz
dışarıya. Mahalle aralarında top oynarken şimdi her köşe başından
çıkan araba yüzünden gözümüz yollarda kalıyor. Acıktığımızda
komşunun kapısını çalan bizler, şimdi çocuğumuzu “Kimsenin
verdiğini yeme!” diye tembihliyoruz. Dışarıdan korktukça içeriye
hapsolduk. İçeriye hapsoldukça daha fazla ekranın ışığı yanıyor. Ve
ekrandaki sınırsız kötülük, dışarıyı daha tahayyül edilemez bir
karanlığa sürüklüyor belki de.
Hata nerede, diye baştan soralım öyleyse. Hata hiçbirimizde
değil. Ve hata hepimizde. Zaman değişiyor. İmkânlar artıyor.
İmkânlar dâhilinde yaşamlar da farklılaşıyor. Bizler anne
babamızdan daha konforlu bir hayatın içine doğmuşken
evlatlarımız da bizden daha konforlu yaşıyor elbette. Öte yandan,
her işimizi tuşlarla halleden yetişkinler olarak ekranların başından
kaldıramadığımız gençlerimize öfkelenmeden önce, kendimize bir
çekidüzen vermek gerekiyor belki de. Görgülü kuşlar gördüğünü
işliyor. Teknoloji yalnız hayatı kolaylaştırmıyor. Bizler onu hayatımızı
kolaylaştırmak için kullanıyor olsak dahi bizi izleyen evlatlarımız
yanıp sönen sinyalleri, bildirim ve tuşları görüyor yalnızca.
Bebekken yemek yedirmek için açtığımız videoları, başımızdan
gitsinler diye indirdiğimiz bilgisayar oyunlarını hatırlıyorlar. Bugün
makinaları kendileri kullanabiliyorken onlara “Dur.” demek
istiyorsak, alternatif sunmalıyız önlerine. Ya da en iyisi bütün
bağımlılıkların başlangıcında yapılan o hatayı yapıp “Bir kereden
bir şey olmaz.” diyerek o ilk tuşa basmamalıyız hiç.
Onların hayal dünyasını yöneten algoritmalar düşüncelerini ele
geçirmiş ve evlatlarımızı mutsuzluğa sürüklemişken onlara kalk,
oyna, uzaklaş demenin anlamsız olduğunu fark etmeliyiz bir de.
“Hayal kurmayı biliyorlar mı?” diye sormalıyız kendimize. Onların
hayali yok, ekranı var. Onların sokak oyunu yok, tableti var. Onların
kitabı yok, televizyonu var.
Bu bize üzüntü veriyorsa, ellerini tutup onlarla birlikte kapatacağız
gözlerimizi. Hayal kurmayı en baştan, birlikte öğreneceğiz. En
sevdiğimiz kitabı beraber okuyacağız. Çelik çomak oynamak için
parka gideceğiz bir pazar onlarla. Yeniden komşularımızla
görüşeceğiz. Birbirimize güvenmeyi hatırlayacak, güvenilecek
insanlar olarak inşa edeceğiz kimliğimizi. Hatırladıkça eskiyi mutlu
ve umutlu olacağız. Onları kattıkça geçmişimizin güzelliklerine,
mutlu ve umutlu olacaklar. Onlara ekranı biz sunduk. Ellerinden
çekip almayacağız. Ellerini tutup ekrandan daha canlı ve gerçek bir
hayatın olduğunu beraber hatırlayacağız. Böylece “şimdiki
çocuklar” mutlu olacak. En az bizim kadar. Bizim çocukluğumuz
kadar.
Yedi Fark

Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde şöyle bir kısım geçer: “Halife Leyla’ya


dedi ki: ‘Kays’ı aşık ve perişan eden sen misin? Hâlbuki
başkalarından daha güzel de değilsin.’ Leyla, ‘Sen beni Mecnun’a
sor.’ dedi.”
Zamanla değişen bu kıssa, halk arasında devrin padişahının
Mecnun’u divane eden kadını çok merak edip Leyla’yı saraya
çağırttığı ve onu görünce Mecnun’a dönüp, uğruna deli olduğun
kadın bu muydu, diye sorduğu şeklinde anlatılır. Mecnun’un
cevabıysa bu hikâyenin en etkileyici kısmıdır: Sultanım sen bir de
benim gözümden gör Leyla’yı!
Zamanında bir haber okumuştum. Hz. Yusuf’un yaratılanların en
güzeli olması hasebiyle, merakta kalmış insanlar. Bu nasıl bir
güzellik, diye düşünüp durmuşlar. Sonra da bir formül geliştirmişler
kendilerince. Binlerce ağız, göz, burun, çene, yanak fotoğrafını
koyup önlerine en güzelini seçmişler. En kusursuz olanı. En harika
duranı. Bununla bitmemiş tabii. O en güzel ağzı, burnu, gözü
birbirine iliştirmişler teknoloji yardımıyla. Umuyorlarmış ki en güzel
yaratılanın bir benzerini görecekler fotoğrafta. Fakat olmamış. Hatta
ortaya öyle çirkin bir suret çıkmış ki bakakalmış yapanlar.
Güzellik en kusursuzu bulmak sanmışlar da ondan yanılmışlar
bana kalırsa. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Mecnunluk istidadı olan da
olmayan da etrafta bir Leyla arıyor durmadan. Herkeste bir Leylalık
hevesi var öte taraftan. Artık en güzel ağzı burnu fotoğraflarla
birleştirmeye de gerek kalmadı. Sosyal platformların sunduğu
filtreler sağ olsun. İnsanın, gerçek yüzünü göster, diyesi geliyor.
Ama ı-ıh! Denilmiyor.
Özellikle gençler kendi yüzlerini paylaşmaktan imtina ediyor
nedense. Herkesin burnu, ağzı, gözü aynı şekle girmiş durumda.
Hepsinin yüzünde çiller, herkesin burnu biraz kalkık, yanaklar
kırmızı, gözler iri, ciltlerinde en ufak pürüz yok. Hâlbuki ben şöyle
söylediğimizi hatırlıyorum; burnu biraz kemikli ve bu ona bir
karakter katıyor. Gözlerinde şehlalık var ve onu güzel kılan yön de
bu. Fakat bunlar geride kaldı. Diğer pek çok şey gibi gerilerde
kaldı.
Son yıllarda yapılan araştırmalar korkutucu bir gerçeği önümüze
seriyor. Estetik cerrahiye müracaat edenlerin sayısı hızla yükseliyor.
Kimse gerçek bir noksanlığını gidermek için gitmiyor cerrahlara.
Sosyal platform filtrelerinin sunduğu çehrelere benzemek amaçları.
Korkuncu, şaşırmıyoruz bile buna. Öyle mi, doğrudur, deyip
geçiyoruz. Geçmemeliyiz hâlbuki. Tam da burada durup,
durduğumuz yerde derin bir soluk alıp düşünmeliyiz.
Bizi bu hâle getiren sebep ne? Hemen bir fotoğraf beliriyor
gözümün önünde. O fotoğraf eski ve hoş olmayan bir anıyı hatırlar
gibi canımı acıtıyor. Sıkıyor. Birisi var o fotoğrafta. Oturmuş.
Önünde bilgisayar, elinde telefon, tablet. Ekranı seyrediyor.
Karşısında bir anne var sözgelimi. Bebeği hiç ağlamamış gibi gece
boyu. Bakımlı, alımlı, giyimli kuşamlı. Sevgili hanımlar, günaydın,
diyerek selamlıyor takipçilerini. Hayret evi de hiç dağılmıyor. Bugün
sizlere bir yemek tarifi vereceğim, diyor misal; mutfakta zerre kadar
karışıklık olmuyor. Ekran başındakinin canı sıkılıyor bu izledikleri
karşısında. Canımız sıkılıyor.
Yemek yapmaya geçiyoruz mutfağa. Her yer alt üst oluyor.
Bebeğimiz susmuyor gece boyu. Sabah göz altlarımızdaki
morluklarla selamlıyoruz günü. Üzerimizde çamaşır suyu bulaşmış
bir penye. Bitik durumdayız. Hem aynanın karşısına geçince nasıl
da çirkiniz öyle. Yetersiziz. Hiç onlar gibi değiliz. Onlar; ekranın
ardındaki, öteki taraftakiler.
Her şeyimizle benzemek istiyoruz onlara. Öyle güzel görünmek,
güzel sevilmek, dağılmadan toparlanmak istiyoruz. Ekranın koca bir
illüzyon oluşu aklımızın ucundan bile geçmiyor. Bu kamera
karşısındakiler nasıl da güzeller. Eşleri ne güzel yardımcı oluyor.
Evleri hiç dağılmıyor, çocuklar da hiç ağlamıyor, dedikçe;
kendimize karşı, kendi hayatımıza karşı bir öfke büyüyor içimizde.
Değişmek istiyoruz. Kendimizi değiştirmeye bedenimizden
başlamamız gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü kusursuzluk algısı öyle
işlendi beynimize. Biz güzelleştikçe hayatımız da güzelleşir
sanıyoruz.
Kadim geleneğimizin bugün unuttuğumuz çok önemli bir öğretisi
vardı hâlbuki. Surete değil, sirete bakmak. Nenelerimiz,
dedelerimiz güzellik geçicidir evladım, insanın ahlakı iyi olsun,
demezler miydi hep? Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk
olmasa, diyen Âşık Veysel, koca bir geleneği iki mısrada
anlatmamış mıydı hepimize? Bugün bütün insalığa korkunç
diyebileceğimiz bir güzellik algısı dayatılıyor. Bir fabrikadan
çıkmışçasına ağza, göze sahip olmazsak kendimizi çirkin addediyor,
bundan sebep derin bir üzüntüyle saklıyoruz yüzlerimizi. Leyyin
lisanı, hoşgörüyü, anlayışı, sabrı, merhameti ve en önemlisi
entelektüel donanımı çoktan unuttuk. Güzelsek varız, var olmak için
güzel olmalıyız.
Hâlbuki günümüzde bile devam eden ve insanlara sınıf farkı hissi
yaşatan ten rengi ayrımcılığına en çok karşı çıkan da bizlerdik.
Hâlbuki Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Veda Hutbesi’ndeki “Arap’ın Arap
olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da
beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva
iledir.” buyruğu en büyük sığınağımız, dilimize pelesenk olan en
önemli sözdü. Öte yandan insanları güzelliklerine göre kategorize
eden de bizleriz. Ağza, burna, sivilceye, uçuğa bakıp da
değerlendiren, yargılayan, yorum yapan alışkanlığı kim kazandırdı
dilimize? Gözümüzü insanın ötesini görmekten alıkoyan, yalnız
görünüşlere bakmamıza sebep olan bakış açısını nasıl edindik?
Dahası güzel ne, diye sormak istiyor insan. Kim güzel? Birbirinden
farkı olmadan “aynılaşınca” güzel mi oluyoruz sahiden?
Özellikle bulmaca meraklılarının çok iyi bildiği “Farkı bul!” oyunu
vardır, bilirsiniz. Okul öncesi aktivite kitaplarında bile yer alır. Yaş
gruplarına göre daha komplike hâle gelen bu oyunun temel
mantığı verilen iki görselin arasındaki farkı bulmaktır. Şimdi sağımız
solumuz hep aynı suretlerle dolu. İki insanı birbirinden ayırmak
imkânsız. Farkı bul oynamaya kalksak, hiçbir fark bulamayacağız.
Ne kadar güzel öyle değil mi? Herkes çok güzel! İyi ama bize lazım
olan karbon kağıdıyla kopyalanmışçasına birbirinin aynı çehrelere
sahip olmak mı hakikaten? Birbirinin aynı hayatlara sahip olmak mı?
Leyla nerede? Korkarım artık hiçbir yerde.
Orta Yol

Kadınla adam çok meşguldü. Hayat zordu ve karmaşıktı. Çocukları


olduğunda mutlu fakat endişeliydiler. Çocuk durmadan ağlıyordu.
Biraz büyümüştü ve ek gıda yemesi gerekiyordu. Fakat ağzına
uzattıkları her şeyi geri püskürtüyordu çocuk. Mutfaktalardı. Kadın
bezgindi. Adamın sinirleri gerilmişti iyice. Bir de sen denesene
şunu yedirmeyi, ben de yemeği hazırlayayım, dedi kadın. Adam
yoğurt kâsesine uzanırken eli kumandaya çarptı. Televizyon açıldı.
Reklamlar vardı televizyonda. Çocuk birden sustu. Gelen sesin
kaynağını bulmak için sağa sola bakındı. Sonra kafasını çevirdi,
masanın yanında duvara asılı televizyona. Nasıl da hızlı geçiyordu
rengârenk görüntüler. Henüz yedi aylıktı ve hayatında ilk defa böyle
bir şey görüyordu. Bütün dikkatiyle duvarda yanıp sönen sesli ışığı
anlamaya çalışıyordu çocuk. Bu esnada adam yoğurdu uzattı
çocuğun ağzına. Püskürtmemişti. İlk defa. Karısına fısıldadı tedirgin
bir şekilde. Sanki çocuk hipnotize olmuştu ve adam yüksek sesle
konuşsa uyanacaktı. Haklıydı belki de adam. “Hişt,” dedi adam,
“baksana, yedi.” Kadın utanmasa ağlayacaktı. Sevinçle gülümseyip
“Durma, dalmışken devam et yedirmeye.” diye fısıldadı.
Çocuk o gün ilk defa bir kâse yoğurt yedi. Ama sonraki günler bu
ilkin bir önemi kalmadı. Çünkü reklamları açtıklarında çocuk ilgiyle
ekrana dönüyor ve anne babası ağzına ne verirse versin itiraz
etmeden yutuyordu. Doğrusu kilo bile almış, yüzüne kan gelmişti
çocuğun. Karı koca mutlulardı. Zaman geçiyor, doğan büyüyordu.
Çocuk bir yaşını doldurduğunda başka şehirde yaşayan ailelerini
ziyaret etmeye karar verdiler. Yol yaklaşık altı saat sürüyordu. Bu
bebekleriyle yapacakları ilk uzun yolculuktu. İkisi de heyecanlı ve
biraz gergindi. Çocuğu oto koltuğuna oturtup kemerini bağladılar.
Kadın yanına geçti. Ağlarsa susturmak ve oyalamak onun göreviydi.
Adam da direksiyona geçti ve yola çıktılar. İlk iki saat sorunsuz
geçti. Çocuk biraz oynadı ve uyudu. Fakat uyandığında sıkılmıştı.
Ağlamaya başladı. Kadın onu kucağına aldı, çıngırak salladı, eline
diş kaşıyıcı verdi, fakat nafile. Önce uygun bir yerde mola vermeyi
düşündüler. Bebekli yolculuk kolay değildi. Gidilecek yere geç
varılması normaldi. Çocuk hava alırsa rahatlardı. Sonra birden
telefon geldi akıllarına. Hemen bir video açtılar. Çocuk susmuştu.
Varana kadar çıt çıkarmadı.
Yolculuğun kalanı muhteşem geçmişti. Çocukla yolculuk pek de
zor değildi doğrusu. O kadar mutluydular ki vaktiyle planlayıp
çocukları olduğu için erteledikleri her yeri gezebilirlerdi. Nitekim
öyle de yaptılar. Çocuk büyürken en büyük yardımcılarıydı ekran.
Kadın iş yapacağı zaman misal, yahut yemek pişirmesi gerektiğinde
ayağına dolanmasın diye hemen bir çizgi film açıyordu çocuğa.
Adam da harika bir masal sitesi keşfetmişti üstelik. Akşamları
çocuğu uyuturken yorulmasına hiç gerek kalmıyordu. İnternetten
masalı açıyor, çocuk onu dinlerken uyuyordu. Okula başladığında
derslerine yardımcı olacak uygulamaları da bulmakta gecikmediler.
Şu internet ne büyük nimet, teknoloji ne harika bir yardımcıydı. İkisi
de minnettardı.
Derken çocuk büyüdü. Lise sınavlarına hazırlanıyordu. Doğrusu
hazırlanması gerekiyordu. Fakat bilgisayarın başından
kaldıramıyorlardı bir türlü. Yedinci sınıfı bitirdiği yaz oyun bilgisayarı
da aldırmıştı kendine üstelik. Kendini odasına kapatıyor, okula
gitmediği bütün zamanları bilgisayar oyunuyla geçiriyordu. Çoğu
zaman annesi yahut babası ona kızmak ve fişi çekmek zorunda
kalıyordu uyuması için. Sabahları yataktan zor kalkıyor, kanlanmış
gözlerle yorgun argın gidiyordu okula üstelik. Karı koca
çaresizlerdi. Ne yapacaklarını bilmeden çırpınıyorlardı. Fakat
onların çabasının onda biri yoktu çocukta.
Onu karşılarına almış, defalarca konuşmuşlardı. Teknolojinin iyi bir
şey olduğundan, fakat kontrolsüz kullanımının sakıncalarından
bahsetmişlerdi uzun uzun. Çocuk onları dinlerken başını önüne
eğiyor, konuşmanın bir an evvel bitmesi için kafa sallayıp tamam,
diyerek odasına koşuyordu derhâl. Ve sonuç değişmiyordu bir
türlü. Neden böyle olmuştu anlamıyorlardı hiç. En son ne zaman
böyle çaresiz kaldıklarını düşünürken çocuğa yoğurt yedirmeye
çalıştıkları o gün gelmişti akıllarına. Adam üzüntüyle, “En son ek
gıdaya geçeceği zaman böyle olmuştuk hatırlıyor musun?” diye
sormuştu kadına. Kadın duraksayıp “Evet.” demişti. “Unutur muyum,
bu çocuk hiçbir şey yemeyip açlıktan ölecek herhâlde, diye kaç
gece uykusuz kalmıştım, bir bilsen.” “Sahi,” demişti adam, “sonra
nasıl yemek yemeye alıştırmıştık?” İkisi de duraksamıştı ilkin. Sonra
kadın cevap vermişti “Televizyonu açarak.”
Hikâye hepimize oldukça tanıdık geldi değil mi? Kaçımızın
hayatında böyle bir kesit var bilmiyorum. Fakat bildiğim başka bir
şey var. Özellikle çocuk gelişim uzmanları ve pediatristler hepimizi
ekran konusunda uyarıyor. Israrla ve kaygıyla uyarıyorlar üstelik.
Süre konusunda ufak farklar olmakla birlikte, genel kabul ilk iki
yaşta kesinlikle ekranla vakit geçirilmemesi gerektiği.
Sonrasındaysa üç yaşta yirmi; dört yaşta otuz dakikanın yeterli
olduğu söyleniyor. Sekiz-on yaşlarında bir çocuğun iki saat ekran
süresi olduğunu belirtirken saat başı on beş dakika aktivite
yapılmasını ise kesinlikle tavsiye ediyorlar.
Yaşadığımız çağda ekransız bir hayat tahayyül etmek biraz ütopik.
Hatta ekran olmalı elbette. Çünkü gelişen dünyaya kafa tutarak bir
nevi Don Kişot olmaya soyunmak yanı başımızda akıp giden
hayatın dışına atar bizleri. Artık bankacılık işlerinden güvenlik
sistemlerine kadar her işimizi ekran aracılığıyla hallediyoruz. Bir
tuşla kapılarımızı kilitliyor, dünyanın öteki ucundaki yakınımıza
mektup yolluyor, elektrik su faturalarımızı kolaylıkla yatırıyoruz. Ve
gelişen dünyada bu yaptıklarımıza her gün bir yenisi ekleniyor. Tüm
bunlar olurken “Ekran kötü, yanlış, kesinlikle uzak durmalıyız.”
demek biraz abesle iştigal doğrusu. Fakat kadim geleneğimizi
daima başımızın üstünde taşıyıp kendimize şunu hatırlatmakta
fayda var: İfrat ve tefritten kaçınmalıyım. Biz itidalin övüldüğü ve
tavsiye edildiği bir ümmetin mensubuyuz. Bu yüzden diğer her şey
gibi teknolojiyi de önümüze aldığımızda, onu ne yok saymalı ne de
kucaklayıp baş tacı yapmalıyız. Tam ortasında durup kullanmalı ama
kölesi olmamalıyız.
Özellikle evlatlarımız söz konusu olduğunda hassas ve titiz
ebeveynler olarak onları teknolojiden koparmanın fayda
etmeyeceğini bilmeliyiz evvela. Artık sınavların ve derslerin dahi
bilgisayarlardan yapıldığı, okullarda akıllı tahtaların kullanıldığı bir
çağda çocuğumuza “Asla ekrana yaklaşma!” demek bizi doğru
ebeveyn yapmaz. Onlara bir iyilik yapmak istiyorsak teknolojiyi
doğru kullanmayı, medyayı doğru okumayı öğretmeliyiz. Öte
yandan “hayatın gerçeği teknoloji” diyerek önlerine bütün
elektroniği koyup arkamıza da yaslanmamalıyız elbette. Zira
uzmanlar uzun süreli ekran maruziyetinin çocuklarda sosyal
farkındalık deformasyonundan dikkat dağınıklığına kadar pek çok
patolojiye sebep olduğunun altını ısrarla çiziyor.
Bu bir ip. Ebeveynlik de ip cambazlığı. Kolay değil. Hele de
tuşlarla her türlü kötülüğe ulaşılabilen bir çağda hiç kolay değil.
Bizim çocukluğumuzda kötülükler ve kötüler uzaklardaydı. Bazı
noktalarda kendimizi muhafaza ettik mi yaklaşamazdı hiçbiri bize.
Oysa şimdi onlar tuşlara basmaya başladığı anda, tahayyül
edemeyeceğimiz kadar korkunç içeriğe maruz kalma ihtimalleri var.
Fakat bunu paranoya yaparak ekranı önlerinden tamamen
kaldırmamız da mümkün değil. Öyleyse? Anne babalık burada
başlıyor belki de. Bu ipte düşmeden yürümek sabır istiyor.
Meşakkatli ve yorucu. Ama zaten insan yetiştirmenin kolay
olduğunu kimse söylemedi bize. Şimdi kendimize sormamız
gereken soru şu belki de: “Yalnız yedirip içirip büyütmek mi
istiyoruz, yoksa anlayıp anlatarak inşa etmek mi?”
Gençliğin Lisanı
yahut
SS, TBT ve Öteki “Şeyler”

Geçen hafta kankam DM atmış. “Bugün TBT yapılıyor ya


falancanın storysine baksana.” diye. Bahsettiği kişiyi takip
etmediğimi söyleyince SS aldı da yolladı. OMG! O nasıl fotoğraftı
öyle. Kalakaldım. Kankam da çok şaşırmış zaten. Malum şahsa
mesaj atıp “WTH?” yazmış, fakat cevap gelmemiş.
Durun, şaşırmayın öyle hemen. Yabancı bir dil konuşmuyorum.
Gerçi sözlerimin Türkçe olduğu da söylenemez ya pek! Yine de
kulaklarımız aşina yazdıklarıma. Dilimize eklemlenmeye çalışan bu
garip kısaltmaları en az bir defa duymuşuzdur hepimiz. Okulda,
sokakta, çocuğumuzdan yahut parkta. Zira bir dil geliştirdi yeni
nesil. Bu dile “dijital dil” deniyor ve ekseriyetle İngilizce
kısaltmalardan oluşuyor. Uzun zamandır bu mevzu üzerine
düşünüyorum. Okuyan ve yazan bir insan olarak gündemimi
oldukça meşgul ediyor doğrusu. Ben bir yazarım ve Türkçenin en
saf, güzel hâlini severim. Güzide dilimizde öyle muhteşem
kelimeler vardır ki kimi günler dilime pelesenk olan bir kelimeyi,
yalnızca fonetiği güzel diye tekrarlayıp dururum. Fakat ne yazık ki
çoğumuz o güzel kelimelerle konuşmaya kalksak bizi zor anlayacak
bir gençlik var önümüzde. Hoş, onlar konuşmaya başlayınca da biz
anlamadan bakıyoruz yüzlerine.
Esasen hayatın akışında, değişen pek çok şey gibi dilin değişimi
de yadsınamaz. Zira dilimizin aslında yer alan pek çok Osmanlıca
kelime, atalarımızın günlük konuşmasında yer alırken bizlere
yabancı. Şimdi şair Nâbî’nin bir dörtlüğünü koysalar önümüze
kaçımız anlarız o muhteşem dizeleri? Yahut Sultan Mehmed Han
hazretlerinin bir fermanına denk gelsek fehmedebilir miyiz
söylenenleri? Hatta o kadar uzağa gitmeden düşünelim. Peyami
Safa, Reşat Nuri gibi güzide yazarlarımızın romanlarını
“sadeleştirilmiş” baskısı olmadan okuyabilir miyiz? Sanmam!
Muhtemelen bizden dört-beş kuşak sonrasına da bizim
konuşmamız çok ağdalı gelecek. Fakat bu gerçekliği anlatırken
onayladığımı söylemiyorum asla. Burada bir duralım. Duralım ve
şimdi resme uzaktan bakalım.
Bizler kendi geçmişine, diline yabancı bir nesiliz ne yazık ki.
Kütüphanelerde onlarca rafı kaplayan yüzlerce el yazması kitabımız
var. Atalarımızdan yadigâr. Tıptan astronomiye aklımıza gelecek her
mevzuda kıymetli bilgilerini aktarmış ecdat. Fakat kendi dilimizi
törpüleye törpüleye öyle bir hâle getirdik ki, açıp da okumayı
denesek yazılanların yüzde doksanını anlamıyoruz. Kadim
geleneğimizin kıymetlerine yabancı geçiyor ömrümüz. Bir de yeni
nesle bakalım. Onlar da bizim kelimelerimize yabancı hâliyle.
Çocuklarımız olmasa da muhtemelen torunlarımızın torunları
bugün bizim konuştuklarımızı işitse, anlamadan bakardı yüzümüze.
Zira teknolojinin nimetlerinden faydalanıp geriye bıraktığımız
videolar mevcut. Bazen bir tebessümle alt kuşağımı düşünüyorum.
Biri videoma denk gelse, “Büyük ninem ne anlatıyor yahu?” derdi
muhtemelen. Gerçi “ninem” kelimesinin hâlâ kullanılıyor olacağı da
şüpheli.
Hasılı her şey gibi dil de evriliyor. Keşke olmasa fakat oluyor.
Gayretimiz dilimizi korumak olmalı elbette. Zira dil insanın
geçmişiyle geleceğini bağlıyor. Eskiden haberdar olup tecrübeden
faydalanmayı sağlıyor. Fakat dijital mecraların her alana sızdığı şu
dönemde gençlerimizin evrilen dilinden daha ziyade bir mevzu
endişelendiriyor beni. Suskunlukları! Gençler konuşmuyor. Her
birinin kulağında kulaklık, gözleri ekranda. Dış dünya ile iletişimleri
neredeyse sıfır. Konuşmayla kaybedecek vakitleri olmadığından
belki de kendilerini harflerle ifade ediyorlar. Bu yüzden yeni
ifadelerle karşılaşıyoruz sürekli. Bunlar kelime dahi değil. “LOL,
OMG, WTH, ASAP, ASL, TBT, DM, SS…” Bunlar yeni neslin
geliştirdiği dilden birkaç örnek. Kötüsü bu kadarı kâfi oluyor
anlaşmalarına. Biri diğerine “Nbr knk?” dediğinde yahut “ok, kib,
bye” yazdığında yeterli geliyor onlara.
Fotoğrafa böyle bakınca bir endişe kuşu kanatlarını çırpıyor
kalbimde. Binlerce güzel kelimesiyle her hâli, her duyguyu ustalıkla
resmeden zengin dilimin giderek yok oluşuna mı yanayım evvela,
yoksa birbirinin gözüne baktığında, nasılsın, diye sorduğunda ve
muhatabının nasıllığı ile gerçekten ilgilendiğinde insanlığının daha
da kıymetli olduğunu hiç bilemeyen gençliğe mi? Rû-be-rû bir
sohbetin nasıl lezzetli olduğunu, denginle karşılaştığında saatlerin
nasıl geçtiğini anlamadan en büyük terapiden daha fazla fayda
aldığını hiç deneyimlemeden, ekran başında kısaltmalarla iletişim
kuran bir gençlik. Suçlamak değil benimkisi, asla. Çağın getirdiğine
çaresizce bakıp üzülmek, hayıflanmak. Ve kabullenememek bir
türlü.
Bu yüzden ne yapmalıyım, diye soruyorum kendime sık sık. Ne
yapmalıyız? Yok olan bir dil, kaybolan bir gençlik. Onları nasıl
tutmalıyız?
Yüzlerce gençle kurduğum iletişimin genel bir çıkarımı olarak
rahatlıkla şunu söyleyebilirim; yok saymayacağız evvela! Varlıklarını,
ekranlarını ve dillerini kabulleneceğiz. O garip kısaltmaları öğrenip
zor gelse de cümle içinde kullanacağız hatta. Bizimle
konuşmalarının yolu buysa, “Oğlum/kızım sana DM’den bir şey
attım baksana.” diyeceğiz. SS de alacağız, TBT de yapacağız. Sonra?
Sonra adımımız onlarınkine denk düşsün diye bir adım attıksa, bir
adım da onlardan isteyeceğiz. Yaklaşmak ve yakınlaşmak için.
Leyyin lisanla ve hoşgörüyle. Gözlerine bakıp sohbet edeceğiz.
Ellerini tutup nasılsın, diyeceğiz. Ve o elleri tutmayı bırakmayacağız
hiç. Önce kaybedip sonra aramamak için. Sımsıkı yapışacağız bize
kıymetli olana. Yitip gitmesin diye. Sımsıkı. Dilimize de evladımıza
da geleneğimize de.
Kırılma Noktası

Gençken en çok neye kızdınız? Kanınızın deli aktığı ergenlik


döneminde özellikle. Zaman zaman aklıma geliyor o günler.
Tebessümle ve biraz utanarak anımsıyorum. Pireyi deve yaptığım
hâllerim, dünyaya karşı dinmeyen öfkem, anne babamın beni asla
anlamayacaklarını düşünmem, yalnızlığa olan düşkünlüğüm… En
çok da bana parmak sallanmasına tahammül edemezdim. Belki
fıtrat belki yaşın getirdiği bir özellik. Fakat karşıma geçip de
parmağını sallayarak beni uyaran her kim olsa, çok yüksek
perdeden gelirdi tavrı. Kızar, inatlaşırdım. Hiçbir şey
bilmediklerinden emin, beni anlamadıkları için kızgın daha çok
sarılırdım beni uzaklaştırmaya uğraştıkları her neyse.
Derken büyüdüm. Kızgınlıklarımın azaldığını fark etmedim bile. O
çok sarıldığım tavırlarımın çoğu beni terk etmişti, anlamadım. Kendi
evlatlarım oldu. Tarihin tekerrürü gibi, bir sabah parmağımı tam
burnumun önünde sallarken ve kızım bana öfkeli gözlerle bakarken
buldum kendimi. Durdum. Derin bir nefes alıp çıktım odadan.
Bugün düşününce kızıma neden sinirlendiğimi hatırlamıyorum.
Annemlerin bana ne için parmak salladığını da hatırlamıyorum
üstelik. Geçmişten aklımda kalan yaşadığım olay değil, kızgınlığın
yansıyış şekli. Kızım da büyüdüğünde ona ne için sinirlendiğimi
hatırlamaz muhtemelen. Ama sinirlenen bir annesi olduğunu
unutmayacak ne yazık ki. İşte tam buraya kırılma noktası, diyorum
ben. Fark etmek, fehmetmek ve harekete geçmek için harika bir
“an”.
Geçmişimize ve şimdimize ait bütün fotoğrafların bir bir önümüze
dökülmesi, gençliğimizle evladımızın gençliğinin iç içe geçmesi,
“bizim zamanımızda”larla “şimdiki zaman”ların çarpışıp dökülmesi
ve nihayetinde durmamız, soluklanıp yeni bir başlangıca adım
atmamız için fırsat. Düşünelim, anlayalım ve yaşayalım. Yoksa işimiz
zor. Yoksa kızdıklarımız gibi olacağız. Yoksa kırıldığımız yerden
kıracağız ne yazık ki.
Hepimizin diline pelesenk bazı kalıplar var. Özellikle “şimdiki
gençler” diye başladığımız sohbetlerin katılımcısı oldukça yoğun.
Yakınıyoruz, kızıyor, üzülüyor ve endişeleniyoruz. Haklıyız. Fakat
onlar da haklı. Tam burada Hoca Nasreddin’e ithaf edilen o meşhur
fıkra geliyor aklıma. Hani kadılık yaptığı sırada Nasreddin Hoca’ya
bir adam gelip başından geçen bir olayı anlatmış. Giderken
sormuş, “Haklı değil miyim Hocam?”, “Haklısın.” demiş Hoca. Biraz
sonra başka biri gelmiş, aynı olayı kendi yorumuna göre anlatmış.
Sonra sormuş, “Haklı değil miyim Hocam?” Ona da “Haklısın.”
demiş Hoca. Adam gittikten sonra karısı içerden seslenmiş: “Efendi
ikisine de haklısın dedin, birisi haksız olmalı değil miydi?” Hoca
vermiş hemen cevabı: “Sen de haklısın Hanım!”
İşin özü herkesin kendi durduğu yerde, baktığı pencerede haklılık
payı var. Çuvaldızı hatırlatarak birkaç soru yöneltiyorum:
En çok ne için kızıyorum evlatlarıma?
Günde kaç defa yavrum şu televizyonu kapat artık, yeter,
diyorum?
Telefona yine mi oyun indirdin, bak bu son olsun, azarını kaç defa
işitti benden?
Sınavı yahut notları kötü gelince öfkeden evde dolanıp nasıl da
seslendim odasına doğru -hayır, seslenmek gayet kibar basbayağı
bağırmaktı benimkisi- “Kötü geçecek elbette, yok bir de iyi
geçseydi. O bilgisayarın başında kör olacaksın. Sınavda hocan
akşamki diziyi sorsa tam puan alırdın kesin!”
Tanıdık geldi mi? Hepimizin evinin ortak sesleri bunlar. Haklıyız.
Öyleyse hemen çevirelim çuvaldızı öteki tarafa. Akıllı tahtası
olmayan sınıflara “eski” diyen de biz değil miydik? Pandemide
evlerimize kapanırken online dersler sayesinde okula ve hayata
devam etmedi mi çocuklarımız? Pek çok sınav tabletten yapılmıyor
mu artık? Evladımız iki sefer telefonunu yanıtlamasa anksiyete
geçirip elimiz ayağımız dolaşmıyor mu?
Öyleyse onlar da haklı.
Peki, hata kimde? Hepimizin veryansını aynı değil mi? Şöyle
diyoruz kendimize: İyi de faydalı kullansa kızmayacağım ki ben
çocuğuma. Başına oturunca kalkmasını mı biliyor? Yalnız ders için
mi alıyor eline tableti, telefonu. Dersten başka her şeyden haberi
var maşallah.
Galiba yine haklıyız.
Öyleyse yeni bir soru geliyor tüm bu resmin akabinde; ne
yapacağız? Evvela kendi çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi
hatırlamakla başlayacağız bana kalırsa. Bize sallanan parmaklara
nasıl da öfkelendiğimizi getireceğiz gözümüzün önüne. Sonra
oturup derin bir nefes alırız belki. Ve ardından şöyle fısıldarız kendi
kulağımıza: İtidal!
Yüce dinimiz İslâm’ın da bize defaatle hatırlattığı o gerçeğe, orta
yola sarılmakla yoluna koyabiliriz pek çok aksaklığı. Günümüzde
teknolojiyi ve teknoloji araçlarını yok saymak zamana kafa tutmaya
benziyor. Biz itiraz etsek de yanı başımızda akıyor hayat. Üstelik
dijital kodlarla akıyor, tüm hızıyla. Bunu değiştiremeyiz. Fakat başka
bir şey yapmamız mümkün. Onları çok sevmemiz ve sevgimizi
hissettirmemiz. Bunun teknolojiyle ne alakası var dediğinizi duyar
gibiyim. Fakat uzmanlar sosyal platformlarda çok fazla vakit geçiren
gençlerin yeni bir profil oluşturma, bir sosyal çevreye dâhil olma,
bazı eksikliklerini sanal olarak kapatma eğiliminde olduğunu
söylüyor.
Yani bize şunu söylüyor uzmanlar: Çocuğunla yeteri kadar vakit
geçiriyor musun? Onunla sohbet ediyor musun? En son ne zaman
birlikte yürüyüş yaptınız? Bir yeşilliğe uzanıp da gökyüzünü
seyrettiniz mi söz gelimi? Ona hayallerinizi anlattınız mı? Hayallerini
dinlediniz mi yahut? Anılarınızdan haberdar mı evladınız? Sizin
çocukluk oyunlarınızı biliyor mu? Halıda misket oynadınız mı misal?
Karda poşete oturup kaydınız mı birlikte? Yoksa yalnızca parmak mı
sallıyorsunuz?
Parmak sallıyor ve parmağınızı sihirli bir değnek addedip her
şeyin ânında yoluna girmesini mi umuyorsunuz? Eğer
umduğunuz/umduğumuz buysa haberler kötü. Parmağımız hiçbir
şeyi düzeltmeyecek. Fakat evladımızla el ele, göz göze
sohbetlerimiz, bazen hiç konuşmadan yaptığımız yolculuklar,
birlikte ağlamalarımız ya da gülmelerimiz bir fark oluşturacak. Başta
küçücük olacak bu fark belki. Anlamayacağız. Ama ısrarla çalarsak
onların kapısını, kilidi açacaklar elbet. Ve bizler ebeveynsek, kilitleri
açmaya azmettik evvela. Evlatlarımızın kapılarını aralamak, onların
yüreğine dokunmak, parmak sallamadan doğru yolu buldurup
yanlarında durmak boynumuzun borcu. Borcumuzu ödeyelim.
Köle Hangimiz,
Efendi Kim?

Televizyon izleyen hemen herkes bilir, son yıllarda programlara


akıllı işaret ismi verilen semboller yerleştirildi. 23 Nisan 2006 yılında
izleyicileri yayınların olumsuz etkilerinden korumak amacıyla
geliştirilen bu sistem programları kategorize ederek yaş grubuna
göre sınıflandırmayı ve özellikle küçük yaştaki bireyleri ekranın
zararlarından korumayı amaçlıyor. Ayrıca belirli içeriklerin her
saatte yayımlanmasına müsaade ederken bazılarının yayın saatini
kısıtlıyor. Bu işaretleri okumayı bilirsek faydasının olduğu aşikâr.
Hayatımızın olmazsa olmazı olan televizyon sayesinde bu
durumdan haberdarız. Ben çoğumuzun haberdar olmadığı başka
bir şeyden bahsedeceğim. Her birimizin elinde akıllı telefonlar,
telefonlarımızın uygulama içi satın alma yahut indirme
opsiyonlarından sevdiğimiz uygulamaları, oyunları telefonumuza
indirip duruyoruz. Hatta çocuklarımıza veriyoruz telefonları -giderek
küçülen telefona sahip olma yaşına rağmen hâlâ bir telefonları
yoksa- onlar da durmadan bir şeyler indiriyorlar.
Özellikle kalabalık ortamlarda, arkadaş buluşmalarında annesinin
babasının kolunu paçasını çekiştiren, mızmızlanan çocuklar
görüyorum nice zamandır. Bunda eskisi gibi sokaklarda
oynayamamalarının, bizimle birlikte eve tıkılmalarının payı büyük.
Üç beş arkadaş bir araya geldiğimizde, evlerimiz kimin ne
dediğinin anlaşılmadığı kaos ortamına dönüyor evvela. Sonra, çok
değil belki bir saat sonra direnmeyi bırakan yetişkinler, aman bir
bardak çayı ağız tadıyla içirmedin, diyerek telefonunu uzatıyor
çocuğuna. Ahmet alınca Mehmet’e, Şeyma alınca Zeynep’e
vermemek olmuyor elbet. Sihirli bir değnek gibi, aman Allah’ım! Bir
anda bütün sesler kesiliyor. Sonra içeriden bir çocuk anne ben
oyun indiriyorum, diye bağırıyor. Belki de hiç söylemeden yapıyor
bunu. En akıllısı getirip telefonu uzatıyor. Anne şu oyunu indirsene,
ötekiler de oynuyor, diye. Sohbetten kopmamak, o son cümleyi
kaçırmamak için başımızı sallayıp yapıyoruz söyleneni. Hayır
çocuğum oyun indirme falan yok, diye kestirip atmışsak, hata biraz
da kendimizde. Gururlanmışsak bu tavrımızdan ötürü. Çocuk
boynu bükük o zaman ben de video izlerim, diyor. İyi evladım, izle.
Bu kadarcıktan bir şey olmaz!
Bu kadarcıktan bir şey olmaz dediğimiz o masum tavrımızla
başlıyor aslında tüm olanlar. Bahsettiğim akıllı işaretlerin telefon
uygulamalarında da olduğunu söylemek için kurdum bunca
cümleyi. Telefonununuza indirdiğiniz her programda bu tarz bir
akıllı işaretin olduğunu biliyor muydunuz? Herhangi bir programı
yüklemeden evvel, program adını yazıp karşınıza indirme sekmesi
çıktığında üzerine tıklayıp açıklamasını okudunuz mu hiç? Yoksa siz
de “Hah, işte bunu arıyordum!” diyerek heyecanla indir sekmesine
basanlardan mısınız? Öyleyse kötü bir haberim var. Telefonumuzda
en sık kullandığımız sosyal medya iletişim programlarının tamamı
en iyi ihtimalle +13 yaş için uygun bulunuyor.
Hani şu sürekli video izlediğimiz platform, fotoğraflarımızı
yükleyip birbirimizi beğendiğimiz var ya hani. Karakter
kısıtlamalarıyla belirli sayıdaki cümleyi paylaştığımız o programsa
+18 uyarısı veriyor açıklamasında. Oyunlar için de durum aynı. Pek
çoğumuzun evladının yüksek seviyelere geldiği, altın, bronz, elmas
olduğu o oyunlar yaşından büyük. Yani anlayacağınız çocuklarımız
yaşlarından büyük işlere kalkışıyor da haberimiz yok.
Prof. Dr. Mehmet Görmez bir sohbetinde şöyle ifade ediyor
durumumuzu:
“Yeni bir uygarlık doğdu. Sanal uygarlık. Bu uygarlık bütün
katılımcılarını pasif birer seyirciye dönüştürüyor. Bu uygarlığın en
büyük hareket noktası akıl değil gözdür. En büyük eylemi
düşünmek değil bakmaktır. Müşahede etmek değil seyretmektir.
Göz bu uygarlıkta bir nazar aracı değil bir arzu, istek, şehvet aracına
dönüşüyor. Bu da beraberinde bencilliği, duyarsızlığı,
doyumsuzluğu getiriyor. Şiddeti doğuruyor. Bu sanal ekran
uygarlığında insan hem kendisiyle hem âlemle ilişkisini hakikat
üzerine değil, suret ve görüntü üzerinden kuruyor. Bu uygarlık
insan hayatında görsel idraki egemen kılıyor. Görsel idrakin
egemenliği, aklın idrakini zayıflatıyor. Kalbin idrakini bir çeşit
ölümle karşı karşıya bırakıyor. İnsan idrak sahibi bir varlıktır. İdrak
hem mantık hem felsefe hem psikolojinin kavramıdır. İnsan kendisi
dâhil dışarıdaki âlemi aklıyla ve kalbiyle idrak eder. İnsandan
istenen külli bir idrakle hareket etmesidir. Aklı ve kalbiyle. Yalnız
duyu organlarıyla değil. İnsan ancak böyle bir idrakle iman edebilir.
Ancak böyle külli bir idrakle madde ve manayı, fizik ve metafiziği,
mülk ve melekût âlemini birlikte kavrayabilir.”
Hocanın sözleri iki açıdan ders almamız gereken önemli noktalar
ihtiva ediyor. İlki hep söylediğimiz gibi yeni bir uygarlığımızın
oluşu. Bunu inkâr etmiyoruz. Biz inkâr etsek dahi yanı başımızda
akıp giden sanal âlemin gerçeğini değiştiremiyoruz. Bu sebeple
çabamız akıntıya kürek çekmek değil, akıntıya kapılmadan bilinçle
bu suda yüzmeyi bellemek. İşte ilk sınavımız da burada başlıyor
belki. Bizler sanala, dijitalliğe kızarken -doğrusu bu kavramlardan
çok onlara kendini kaptırıp gerçek hayattan kopan evlatlarımıza
kızıyoruz- onu doğru anlamayı, dijitali doğru okumayı kendimize
dert ediniyor muyuz? Yok sayamayacağımız bir durumda onu
kabullenmek ve bizi çarkın içine alıp öğütmesini beklemek sahici
bir tutum olur mu? Bana kalırsa olmaz. Sizlerin de farklı
düşündüğünü zannetmiyorum. O hâlde ilk ödevimiz hayatımızın
içinde olan bu gerçekliği öğrenmek olmalı. Yapay zekâ kendi
döngüsünde işlerken yine de bir yerlerde insani noktalar
barındırıyor. Barındırmak zorunda. Etik kaygılar ve mecburiyetlerle
bunu üretenler küçücük ipuçlarını yerleştiriyor içinde yapay
zekânın. Tıpkı akıllı işaretler gibi. Bugün bunları doğru okumayı
bilirsek, onların uyarısıyla hareket edersek ve daha fazlasını talep
edersek nispeten koruyabileceğiz ailemizi. Fakat bütün olanlara
kızmakla beraber olanlardan bihaber yaşamaya devam edersek
maalesef yakında bu işaretleri bile bulamayacağız.
Hocanın kıymetli cümleleri ışığında ikinci önemli husus da yeni
uygarlığın suret ve görüntüler üzerine kurulduğu gerçeği. Evet, ne
yazık ki biz kendini cümlelerle, kelimelerle ifade eden bir toplum
olmaktan uzaklaşıyoruz her geçen gün. Resimlerle anlatıyoruz
kendimizi. Hatta akıllı telefonlarınızda mesaj yazarken dikkatinizi
çekmiştir şöyle bir durum hasıl oluyor: “Ben sana çok kızdım.”
yazmak istiyoruz misal. Kızdım kelimesini yazdığımız an klavye
karşımıza yüzü kırmızı, suratı asık bir emoji getiriyor. Bunu da
kullanabilirsin! Yeni nesil neredeyse kelimelere hiç ihtiyaç
duymadan birbiriyle anlaşıyor. Bu da bizleri okumaktan,
cümlelerden, açıklamalardan sıkılır hâle getiriyor.
Bir çarkın içindeyiz, evet. Gözümüz resme alışıyor, okumak
yorgunluğumuzu artırıyor artık. Sonra telefonlarımıza indirdiğimiz
uygulamaların, internetten izlediğimiz videoların, beğendiğimiz
gönderilerin dahi açıklamasını okumaktan imtina ediyoruz.
Üşeniyoruz hatta. Ve gözümüz resme doyarken bilincimiz boş
kalıyor. Sorsan, ben altına yazmıştım, ben onları uyarmıştım, ben
sakıncasını anlatmıştım derler önümüze süslü bir tabak gibi
sakıncalı içerik çıkaranlar. Çok haklılar. Gözümüzün gördüğü
resimden başka hiçbir şey istemeyende suç; bizde. Akşama kadar
elimizden düşürmediğimiz cihazları yönetemiyoruz ne yazık ki.
Onların bize verdiği uyarıları, kodları okumayı bilmiyoruz. Böyle
olunca rahmetli bir büyüğümün sözü geliyor aklıma: “Eşyanın
kölesi olma kurban olduğum, o sana kölelik etsin.” Soralım
kendimize: Köle miyim ben, yoksa efendi mi?
Sen Önemli Birisin

Herbirimiz yaşadığımız hayatta bir iz bırakmak gayesiyle


çalışıyoruz. İşimiz, evimiz, evlatlarımız, öğrenciliğimiz yahut çalışma
hayatımız esasında benliğimizin inşası için kendi parmak izlerimizi
etrafa yayma çabası. Tam da burada kendimize şu soruyu sormak
yerinde olacaktır:
Ben kimim?
Eşref-i mahlukat mı?
Esfel-i safilin mi?
Evvela “görünür olmak” kavramının altını ısrarla çizerken
durduğumuz yerin farkına varmak gerekiyor. Popüler kültürün
özellikle gençlere dayattığı görünür olmak ve önemli olmak
algoritması aslında çark tarafından öğütülmek amacıyla ortaya
atılmış bir done. Çağa ayak uydurmak gerek fakat bunu yaparken
evvela “insan” olduğumuz gerçeğini de unutmamak gerek. Fakat
ne yazık ki bizim için “önemli” sayılan her şey yer değiştirmiş
durumda.
Burada, biz bize konuşuyorken aklıma bir örnek geliyor hemen.
Sosyal platformlarda her dönem bir akım viral oluyor. Bakın “viral”
ve “akım” kelimeleri bile dijitalleşmeyle yerleşti dilimize ve
kanıksadık. O dönemin akımına ayak uyduran kişi de popüler
oluyor. Bu vesileyle bir ara karşıma çokça şöyle bir dakikalık
videolar düşmeye başlamıştı. Telefonumda, haberlerin komik
görüntüler kısmında, bilgisayarlarda, hemen her yerde vardı. Bir
kadın eşi işten gelirken kapıyı açıyor. İşten geliş saatini de nasıl
tutturuyorsa hayret, zira erkekler bu durumdan habersiz (!)
oluyorlar. Sonra eşine serenat edasıyla şarkı söylemeye başlıyor,
“Kimin kocası buuu, bu benim kocaaam.” Hatırlayanlar oldu mu
bilmem, hiç izlemeyenlerse aramızdaki şanslılar.
Sesiniz mi kötü, mükemmel. O garip detone oluş en az birkaç yüz
izlenme daha ekleyecek videonuza. Eşiniz buna mahcup bir
gülümsemeyle karşılık verdiyse, sıradan. Öfkelendi yahut ne
yapıyorsun yahu kapat kamerayı, dediyse; süper. En az bin izlenme
cepte!
Ne garip değil mi? Artık hiç garip değil. Andy Warhol’a atfedilen
o meşhur söz geliyor aklıma bu videoları izlediğimde: “Herkes bir
gün on beş dakikalığına meşhur olacaktır.” Peki ama koca koca
insanlar böylesi videoları neden çekiyor? Çünkü “görünür olmak”
istiyoruz. Bunu istememiz yetmiyor. Görünürken yorulmamak da
istiyoruz. Çünkü illa görünür olacaksak, yani muhakkak böyle bir
arzudaysak bunun iki yolu mevcut. Ya çok çalışıp bizi görünür kılan
bir eser ortaya koyacağız. Ya da durun hemen yeise kapılmayın,
modern akımın önümüze koyduğu hazır içeriklerden birini alıp viral
olacağız.
Hâlbuki böylesi gariplikleri normalleştirmişken bizler, önemli bir
hususu da ıskalıyoruz. Herkesle aynı olduğunda bütünün bir cüzü
olursun, fakat herkesleştiğin kitle senin idealize ettiğin toplum
değilse kolektif bir yok oluşa sürüklenirsin. Yani yok oluyoruz. On
beş dakika popüler olmak için feda ettiğimiz benliğimizle birlikte
unutulup gidiyoruz bir müddet sonra. Öyleyse önce şunu sorarak
başlayabiliriz kendimize: “Görünür olmak, kendini feda etmeye
değer mi?”
Belki aramızda “kendilik” kavramını çok önemsediğimi
düşünenler olabilir. Hatta kendin olmak denilen o şeyin binbir yolu
olduğunu, bunun bir kalıptan çıkmış gibi aynı olmakla mümkün
olmadığını savunanlar da olacaktır. Çok haklılar. Ama başta da
belirttim, bizim için “önemli” sayılan değerlerin yer
değiştirmesinden bahsediyorum ben. Aynılaşmak değil söylemek
istediğim.
İnsana en güzel değerleri biçen yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bize
eşref-i mahlukat diyor. Yaratılanların en kıymetlisiyiz yani. Bir kere
aklımız var. Bu sebeple muhatap alınıyoruz. Öyleyse şapkamızı
yanımıza alıp bir düşünmeliyiz bana kalırsa. Yeni çağın görünür
olmamız maksadıyla bize sunduğu seçenekler kıymetimizi sarsıyor
mu? Sarsmakla da kalmayıp sürekli aynı durumlara maruz
bırakıldığımız için bunu bir kıymetsizlik addetmeyi dahi bıraktık mı?
Misal bundan yirmi yıl önce birimiz çıkıp da “kimin kocası bu” diye
besteli bir video çekse, onu da alıp televizyona verse -malum o
zamanlar bu kadar yaygın değildi sosyal platformlar- tepkimiz ne
olurdu. Utanır mıydık videoyu çeken adına, kızar mıydık, ayıplar
mıydık yoksa? Zaman değişti diyerek, zamana ayak uydurmaya
çabalarken değişenin ne olduğu muamma.
Zamanın bizden götürdüğü, adına da normalleşme, herkesleşme,
çağa ayak uydurma dediği o şey değerlerimizin yekûnu sanki.
Üstelik bu popülarite öyle bir büyüye kaptırıyor ki bizi, onun
modası geçtiğinde unutulacağımızı fark etmiyor, gün gelip olacak
olan başımıza geldiğinde de depresyona giriyoruz. Her birimiz
kıymeti bilinmeyen sanatçılar gibiyiz. Melankolik ve sitemkâr. Dün
benimle konuşmak için kapımda bekleyenler, bugün adımı
anmıyor. Ah yazık, ne yapmıştınız siz. Ben mi, ben şey işte…
Hasılı içinde yaşadığımız zaman, aklımızın almayacağı bir süratle
akıyor. Akarken de bugünün modasına “görünmek” diyor. Ne şartta
olursak olalım ön planda olmak istiyoruz. Biz yetişkinler bile buna
kendimizi kaptırmışken gençler için durum çok daha vahim.
Geçtiğimiz günlerde karşıma çıkan bir haberde dehşete kapılarak
öğretmenlerini ağlatma, okul tuvaletlerinin kapısını kırma, birbirinin
kafasında yumurta kırma videoları çeken gençler gördüm. Kimin
kocası bu, derken görece daha masumdu işler. Nasıl mı çıktı
çığrından? Hızına yetişemediğimiz sanal algoritmaların bu tarz
paylaşımlar viral yapmasıyla elbette. Bunu paylaşan genç hızla
artan beğeni sayısını şaşkınca izlerken “Bu hareket bana yakışıyor
mu?” diye düşünmüyor bile. Çünkü eşref-i mahlukat olmak
umurunda değil. Belki hiç duymamıştır bile bu kelimeyi.
Anlayacağımız farkına varmasak da vahim bir durumun
içerisindeyiz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bizlere İslâm toplumu değil,
Müslüman ümmeti demiştir. Çünkü ümmet olmak demek bireysel
olarak en iyiyi yapma gayretinde olup, iyiler bütünü olarak bir
topluluğu oluşturmak demektir. Kolektif bir dâhillikten çok, bireysel
iyiliğin kolektife dönüşmesi amaçlanır. Tüme vardırır bizi kısacası.
Her birimizi kendi nefsimizden sorumlu kılar. Kimsenin günahını
ötekinin sırtına yüklemez. Ama birlikte en iyisi olmamızı ister.
Bu sebeple belki de özellikle bu çağda dilimize pelesenk etmek
gerekir eşref-i mahlukat olduğumuzu. Ben eşref-i mahlukatım,
demeliyiz. Sonra da şunu eklemeliyiz; kendi üzerime basarak
yürüdüğüm yolda, yalnızca kimliğimi yok edip bütünün bir parçası
olursam yok olurum. Kendi değerlerime sahibim. Önemlerim
bambaşka benim. İlla görünür olmak istiyorsam bir değer
koymalıyım ortaya. Popüler olmak için benliğimden uzaklaşmak
bana yakışmaz. İnsanlığıma, eşref-i mahlukat oluşuma,
ümmetliğime yakışmaz. Hem hiçbir aslan, kuzular ot yiyor diye ot
yemez. Kendime dönmeli ve benden olmayanı reddetmeliyim. Ben
önemli biriyim.

You might also like