Professional Documents
Culture Documents
Özet
Allah-insan münâsebetinin mâhiyetini kapsamlı şekilde izah eden tâbirlerden
biri olan elest mîsâkı, farklı isimlendirmeler eşliğinde varlık, bilgi, tevhid,
semâ gibi tasavvufun pek çok konusu açısından bir hareket noktası olarak
sûfîler aracılığıyla dikkate değer bir literatüre kaynaklık etmiştir. Bu
makalede elest/ mîsâk düşüncesini tasavvuf târihinde ilk defâ kapsamlı ve
sistematik bir şe- kilde ele alan Cüneyd-i Bağdâdî’nin fikirleri temel alınmak
üzere, söz konusu düşünceyi derinleştiren ve yaygınlaştıran sûfîlerin
görüşleri çerçevesinde konu ele alınmıştır. Böylece tasavvuf tarihinin farklı
devirlerinin anahtar bir düşünce üzerinden nasıl birbirine bağlandığı ve
tasavvufun temel meseleleri için elest mîsâkının nasıl bir referans noktası
olduğunun tespitine çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: elest, mîsâk, kālû belâ, tasavvuf.
Abstract
Comments of Eternal Covenant in the History of Sufism
The idea of eternal covenant (al-misaq al-azalî) has been a key concept in
Sufism with regard to God-man relationship in Islam. Accordingly, during
the history of tasawwuf there has been arised a good amount of literature
around this con- cept in connection with wujûd (existence), ma’rifa
(knowledge), tawhid (unity- oneness of God) and samâ (sufi listining). In
this paper, the idea of eternal covenat will be dealth with on the basement
of the great sufi pioner Junayd’s approach and the light of other sufis’
perspectives. Thus it will be shown that the concept of al-misaq al-azali is
the core subject of Tasawwuf and how this concept relates to others and
sometimes originates them.
Keywords: alast, misaq (covenant), qâlû balâ (the Qur’anic motto for the
eter- nal covenat), tasawwuf.
I. Giriş
İslâm düşüncesinde elest mîsâkı mefhûmunun temel referansı A‘râf
sûresinin 172. âyeti ve âyetin içerdiği muhtevâyı yansıtan bâzı
hadislerdir.
* Yrd. Doç. Dr. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
(mcengiz2007@hotmail.com)
Muammer CENGİZ
1 Söz gelişi Mevlânâ ilgili âyeti “rûz-i elest âyeti” olarak niteleyenlerden biridir. Bk. Ahmed
Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi I-XIII (haz. Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın vd.),
İstanbul: Kitabevi Yay., 2008, IV, 345.
2 Diğer bazı âyetlerde de Allah’ın insanlardan mîsâk aldığına dair doğrudan veya dolaylı
ifâdeler bulunmaktadır. İlgili âyetlerden bâzıları için bk. Rûm 30/30, En‘âm 6/161, Yûsuf
12/40. İlgili hadisler için bk. el-Muvatta’, “Kader”, 2; Müsned, I, 272, İbn Ebû Şeybe,
Musannef, Evâil, 1.
ِ ِشىلب او َالقم ُكبِر بِ تُ َسَألم هِِ فس َنأىلعم ه َد هشْأَ و م هتَ ر َّان ُك َّإِانِة مَِايال
3 [خأَ ْذِإ و َي ُذمْ هروهُ ُظ ِمن مَ دآ ِينبَ ِمن َك ر
َ بَُّذ َّّ ُ ْ َ َ ُ ْ َ َ ْ ْ َّ ْ َ ََ ِلوقتَ ن َأ َانْد ه
ُ ي او
َ قَم ْو
َ ْ ]ِاغيَفنلاَذ هَنH. Basri Çantay, Tefsirli Kur’ân Meali, haz. Yekta Saraç, İstanbul: Risâle Yay., 2005,I, 320. Âyetin geniş bir
ع
4 Bu isimlendirmelerden
tefsiri için bk. Elmalılıbazıları
Hamdi şöyledir:
Yazır, Hak“Elest, kālû belâ,
Dîni Kur’an Dili,belâ ahdi, belî
İstanbul: ahdi,
Bedir ahd-i
Yay., elest,
1993, III,
mîsâk-ı
2323-2334. Meselenin kelâmî çerçevede irdelenişine dair müstakil bir okuma içinrûz-i
evvel, yevm-i mîsâk, rûz-i belâ, rûz-ı mîsâk, rûz-i ahz-ı mîsâk, rûz-i ezel, bk.
elest,
Şemsettin rûz-i ahdİlküAhit:
Işık, peymân,Elestürûz-i ser-nüvişt,
Birabbiküm Kalu zamân-ı in‘ikād,
Bela, İstanbul: rûz-iYay.,
Pınar nuhustîn,
2003. bezm-i cân,
bezm-i hâs, bezm-i vuslat, bezm-i muhabbet, bezm-i safâ, bezm-i ezel, bezm-i elest, dem-i
elest, bezmgâh-ı elest, meykede-i elest, bâmdâd-ı elest, bâğ-i elest, iklîm-i elest, bâde-i
elest, mey-i elest, şarâb-ı elest, câm-ı elest, zevk-i elest, nidâ-yı elest, peymân-ı elest,
mîsâk-ı elest, sâkī- yi elest, esrâr-ı elest, bahr-i elest, serây-ı elest, tâc-ı elest, zerrât-ı
elest, vahy-i elest, mest-i elest, mestân-ı elest, şevk-i elest, uşşâk-ı elest, mevc-i elest,
âlem-i elest, kûy-i elest, bang-i elest, kavl-i elest, makālât-ı elest, ikrâr-ı elest, inkâr-ı
elest.” Söz konusu misaller elest mîsâkı fikrinin edebî muhayyiledeki görünümü yahut
meselenin dil düzeyinde karşılık buluşunun bir sunumu olarak da değerlendirilebilir. Bk.
Saîdüddîn el-Fergānî, Meşârikü’d-derârî, tahk. Seyyid Celâleddin Âştiyânî, Tahran:
Encümen-i Felsefe ve İrfân-ı İslâmî, 1398 hş./1978, s. 325; Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Bahrü’l-
kelâm, tahk. Veliyyüddin Muhammed Sâlih Ferfur, Dı- maşk: Mektebetü Dâri’l-Ferfur,
1421/2000, s. 75; Abdülbâkî Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimi- ze Geçen Deyimler ve
Atasözleri, İstanbul: İnkılap Yay., 2004, s. 174; İskender Pala, “Bezm-i Elest”, DİA, VI, 108;
Muallim Nâcî, Lügat-i Nâcî, haz. Ahmet Kartal, Ankara: TDK Yay., 2009,
s. 431; Mustafa Sâminâ, “Rûz-i Elest”, Neşriyye-i Dânişkede-i Edebiyyât ve ‘Ulûm-i İnsânî, sayı:
103, 1974, s. 27-56; Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İs-
tanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1983, I, 227; Nimet Yıldırım, “Elest”,
2 https://nyildirim.word- press.com/elest/ [6 Kasım 2015]; http://rira.ir [8 Kasım 2015].
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
11 Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul: Kabalcı Yay.,
2004, s. 43.
12 Alexander Knysh, Tasavvuf Tarihi, çev. İhsan Durdu, İstanbul: Ufuk Yay., 2011, s. 21. Çalış-
manın ilerleyen aşamalarında ‒ilk dönem de dâhil olmak üzere‒ tespit edilebildiği
kadarıyla tasavvuf târihinden her bir sûfînin meseleye yaklaşımı dikkate sunulacaktır.
13 Cüneyd-i Bağdâdî ilk dönem sûfîleri içinde konuyu mîsâk ayetine dayandırması ile tebârüz
eder. Bu farklılığı metinler eşliğinde görmek için bk. Hamide Ulupınar, “İlk Dönem
Sûfîlerinde Tevhid Anlayışı”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 22, 2008,
s. 225-255.
14 Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yay., 2004, s. 468.
15 Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, İstanbul: Hayy Kitap, 2009, s. 10.
16 Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, s. 52, 66, 83, 94.
4
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
17 Bu noktada Bursevî “ahd-i ezelî dedikleri ikrâr-ı rubûbiyettir” ifadesini kullanır. Bk. Seyyid
Mus- tafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, haz. İhsan Kara, İstanbul: İnsan Yay., 2008,
s. 1219.
18 Bu tartışmaların bir özeti için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Bezm-i Elest”, DİA, VI, 106-108.
19 Fıtratın mîsâkının hakîkî yahut mecâzî olduğu yönündeki tartışmalara dair bk. Sinan Öge,
“Fıtratın Mîsâkı”, Atatürk Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22, 2004, s. 243-263.
20 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, çev. Süleyman Ateş, İstanbul: Sönmez Neşriyat, 1969, s.
147. 21 Abdülkerîm el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. Selçuk Eraydın-
Ekrem De- mirli-Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yay., 2002, s. 194. A. Avni Bey de bu bağlamda
Cîlî tarafından
kullanılan hüccet-i bâliğa terimine vurgu yapar. Bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IX, 70.
22 Her ne kadar tasavvuf târihinde elest mîsâkı etrâfında ortaya konan yorumları bir
bütünlük içinde takdim etmeye çalışsak da meselenin farklı pek çok konu ile aynı anda
irtibatlı olması istenmeyen tedâhüller ve bazı tekrarları zorunlu kılmıştır.
5
Muammer CENGİZ
23 Ahmet Saim Kılavuz, “Ezel”, DİA, XII, 49-50; Cağfer Karadaş, İbn Arabi’nin İtikadî Görüşle-
ri, İstanbul: Beyan, 1997, s. 146-147; a.mlf., “Muhyiddin İbnü’l-Arabî ‒Îtikādî Görüşleri‒”,
DİA, XX, 517; Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 192-195; Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s.
160- 161; Hacı Bayram Başer, Sünni Tasavvufun Teşekkül Sürecinde Şerîat-Hakîkat İlişkisi
Sorunu (Hicrî III. ve IV. Yüzyıllar), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Ü. SBE, İstanbul,
2015, s. 107,109. “Ezelü’l-âzâl” terkîbi tasavvuf metinlerinde görülebildiği kadarıyla ilk
defâ Cüneyd-i Bağdâdî tarafından kullanılır. Bk. Resâilü’l-Cüneyd, s. 44
24 Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 193-194.
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
ervâh, âlem-i hakāyık, âlem-i lâhût gibi isimlerle niteler.25 İsmâil Hakkı
Bursevî’ye (ö.1137/1725) göre ise mîsâk alınışı (ahz-ı mîsâk) insana ruh
nefhedildikten sonra vukū bulmuştur. 26 Misbâhü’l-Hidâye müellifi İzzed-
din el-Kâşî’nin (ö.735/1334) rûhun ma’rifeti ve idrâk seviyesinin
yüksek- liği ile elest hitâbının âlem-i ervâhta vukū bulması arasında ilgi
kurması bu anlamda kayda değerdir.27 Ahmed Avni Bey (ö.1938)
“mertebe-i ervâh”ı açıklarken elest mîsâkı ile bu mertebeyi ilişkilendirir
ve “bu mertebede her bir rûhun kendini, kendi mislini ve kendi mebde’i
olan Hakk’ı müdrik”28 olduğunu ifade eder.
Elest hitâbının zaman, mertebe ve muhâtabının kim olduğu noktasın-
da önemli olan bir diğer husus ise elest mîsâkının tesirini devam ettiren
bir hitab olmasıdır. Zira sûfîlere göre elest ahdi (ahd-i elest), bütün
yaratıl- mışları kapsar. Mevcûdâtın tamâmı bu hitâba muhâtap olmuş ve
Hakk’ın rubûbiyet ve vücûdunu ikrâr etmişlerdir.29 Üstelik bu hitap olmuş
bitmiş bir hitap olmayıp varlık yenilendikçe hitap da yenilenmektedir.
Nitekim Mevlânâ (ö.672/1273) âlemde her şeyin her an elestin muhâtabı
olduğunu şöyle ifâde eder: “Her bir dem ondan “Elestü” [Değil miyim?]
geliyor. Cevher ve arazlar mevcûd oluyorlar. Gerçi onlardan “belî”30
gelmiyor; fakat onların ademden gelmesi “belî” olur.”31 Şu halde
Mevlânâ’ya göre eşyânın her an
25 Mehmet Erdem, Sinan Ümmi ve Kutbü’l-meâni İsimli Risalesi Üzerine Bir İnceleme, (Yayınlan-
mamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Ü., SBE., İzmir, 1997, s. 72.
26 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, haz. Ali Namlı-İmdat Yavaş, İstanbul: İnsan Yay.,
1997, II, 186. Bursevî bu konudaki yaklaşımını başka bir vesileyle şöyle tekrarlar: Kün/ol
hitâbı ile âlem-i ilmden âlem-i ervâha gelinmiş, âlem-i mîsâkda dahi suver-i zerrâta girilmiş
ve “elestü bi-rabbiküm” diye hitâb olunduğunda zerrelerin sûretleri “evet” diye cevap
vermişlerdir. Bk. Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 956.
27 İzzeddin Kâşânî, Misbâhu’l-Hidâye ve Miftâhu’l-Kifâye, tahk. Celâleddin Hümâyî, Tahran:
Müessese-i Neşr-i Humâ, 1388 hş./2009, s. 94.
28 A. Avni Konuk, Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İstan-
bul: İFAV., 1999, I, 24-25.
29 Muhammed b. Yahyâ Lâhîcî, Mefâtîhu’l-İ‘câz fî Şerh-i Gülşen-i Râz, (nşr. Muhammed Rızâ
Berzger Hâlkî-İffet Kerbâsî), İntişârât-ı Züvvâr, Tahran 1381 hş./2003, s. 301-302.
30 “Arapça’daki “belâ”nın mukābili olarak Farsça’da evet anlamına gelen “belî” kelimesi
kullanıl- maktadır.
31 [ تس ال دیآ می ه یو ز ا می د ره/ ]تس ه دندرگیم ضارغ ا و رهوجAvni Bey’in îzahıyla: “Ya’ni her ân-ı gayr-i
münkasimde vücûd-ı mutlak cânibinden “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitâbı gelir ve
bu hitâb nefes-i rahmânî ile vâki’ olup, eşyâyı ol ân içinde ma’dûm ve mevcûd kılmak
sûretiyle terbiye eder ve cevhere ve arazlara vücûd bahş olur. “Cevher”den murâd âlem-i
melekût ve
“a’râz”dan murâd âlem-i taayyünât-ı şehâdiyyedir. Zîrâ âlem-i şehâdetin hey’et-i mecmûası
7
Muammer CENGİZ
ademden vücûda gelmesi elest hitâbına verilen belâ cevâbının bir tefsîri
ola- rak da okunabilir.32
Mîsâk fikri ilk defa sûfîlerce “seyyidü’t-tâife” ve “lisânü’l-kavm” gibi
ifâdelerle nitelenen 33 Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909) tarafından Devâu’l-
Ervâh, Kitâbu’l-Fenâ ve Kitâbü’l-Mîsâk isimli kısa risâlelerinde34 belirgin
bir perspektif dâhilinde ortaya konulmuştur. 35 Söz konusu risâlelerinde
mîsâka dâir görüşlerini elest âyetine dayandıran Cüneyd, bu risâlelerde
bir bakıma ilgili âyeti tefsir eder.36 Nitekim Cüneyd’in tasavvufa dâir gö-
rüşlerinin hareket noktasını ilâhî mîsâk fikrinin oluşturduğu söylenebi-
lir.37 Bununla birlikte o, mîsâk nazariyesini tevhid ve fenâ kavramlarıy-
la irtibatlandırır.38 Cüneyd’de mîsâk, tevhîde varış hâlini yahut tevhidde
ulaşılan son merhaleyi ifâde eden bir kavram olarak ele alınır.39 Genel
olarak dînî düşüncede tevhîd daha çok îtikadî bir içerikte iken, sûfîlerce
tevhîd, müşâdehe ve ma’rifet merkezli olarak ele alınmıştır.40 Bu nokta-
arazlardan ibâret olduğu “teceddüd-i emsâl” ile irtibatlıdır. Vâkıâ onlardan ‘Ben sizin
Rabb’iniz değil miyim?’ hitâbına karşı, harf ve savt ile “belî” (evet) cevâbı gelmiyor; fakat
onların adem-i izâfî âleminden, ya’ni ilm-i ilâhî mertebesinden, mertebe-i ef’âl olan âlem-i
taayyünâta gelmesi fiilen “belî” cevâbı olur.” Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, II, 63.
32 Seyyid Sâdık Gevherîn, Şerh-i Istılâhât-ı Tasavvuf, Tahran: İntişârât-ı Züvvâr, 1383
hş./2004, II, 23.
33 Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 385.
34 Bk. Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 223-227, 229-239, 241-246.
35 Süleyman Ateş, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, VIII, 121. Cüneyd’in başka konularda olduğu gibi
tevhîd ve mîsâk hakkındaki görüşleri sadece kendi Risâleler’inde değil temel tasavvuf
klasik- leri ve tabakāt kitapları gibi onun düşünce ve sözlerinden bahseden başka
eserlerde de yer almaktadır. Çalışma boyunca yeri geldikçe ilgili atıflar eşliğinde onlara da
temas edilecektir.
36 Knysh, Tasavvuf Tarihi, s. 59; Süleyman Uludağ, Cüneyd-i Bağdâdî, Ankara: TDV Yay., 2008,
s.
132. Bu konuda şöyle nakledilir: “Cüneyd, tevhidden söz açtığı her defâsında ayrı bir ifâde
ve üslûpla konuşur ve kimsenin idrâki buna ulaşamazdı.” Bk. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s.
395.
37 Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım Turhan, İstanbul: İklim Yay., 1992, s. 215.
38 Ateş, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, VIII, 121; a. mlf., Cüneyd-i Bağdâdî Hayatı Eserleri ve
Mektup- ları, s. 153; Nasrullah Pûrcevâdî, Can Esintisi: İslam’da Şiir Metafiziği, çev. Hicabi
Kırlangıç, İstanbul: İnsan Yay., 1998, s. 376; a. mlf., “Ahd-i Elest”, Maârif, sayı: 2, s. 12 vd.;
Uludağ, Cüneyd-i Bağdâdî, s. 147; Louis Massignon, Doğuş Devrinde İslam Tasavvufu, çev.
Mehmet Ali Aynî, haz. Osman Türer-Cengiz Gündoğdu, İstanbul: Ataç Yay., 2006, 166-
167. Bu konuda detaylı bir okuma için bk. Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, s. 106-112.
39 Süleyman Gökbulut, “Tasavvuf Târihinde Cüneydî Çizgi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat
8 Fa- kültesi Dergisi, sayı: 36, 2012, s. 194 vd; Cüneyd-i Bağdâdî, Resâil, s. 270.
40 Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslâm’da Mânevî Hayat, çev. Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstan-
bul: İz Yay., 2004, s. 140, 141. “Kelâm’da tevhîd, âleme sürekli müdâhil olmakla birlikte
ta-
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
48 Kuşeyrî Risâlesi, s. 389; er-Risâle, II, 465 [هدوجولن يامبدحيوتالملع، ]مهلعلقرافم هدوجو و.
49 Böylesi bir tevhîd anlayışının sürekli olarak hulûl ve ittihâd olarak nitelemesiyle dışarıda
bırakılmak istenmesine karşılık sûfîlerin geliştirdiği savunmacı bir üslûp birlikteliğinden
söz edilebilir. Bk. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 408. Krş. Kuşeyrî Risâlesi, s. 389; Hücvirî,
Keşfü’l- Mahcûb ‒Hakîkat Bilgisi, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yay., 1996, s.
414.
50 Kuşeyrî Risâlesi, s. 388; er-Risâle, II, 464. Krş. Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 257-
258, 270.
51 Sühreverdî, Avârifü’l-maârif, s. 673; Avârifü’l-maârif, tahk. Muhammed Abzülazîz, Beyrut:
Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1426/2005, s. 319.
52 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 183.
10
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
53 Afîfî, Tasavvuf: İslâm’da Mânevî Hayat, s. 154-156; Abdullah Kartal, “Tasavvufî Tercübe Ak-
tarılabilir mi?”, Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 1, 2007, s. 102-103; Ekrem
Demirli, İbnü’l-Arabî Metafiziği, İstanbul: Sûfî Kitap, 2013, s. 71.
54 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 242-243. Krş. a.g.e, 257-258.
55 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd , 237-238. Krş. a.g.e, 244-246.
56 Bk. Serrâc, el-Luma‘,s. 29. Bu noktada tevhîdin hakîkatine bu dünyada erişmenin
imkânına dair İsmâil Ankaravî’nin (ö.1041/1631) “bu vahdetin müşâhedesi ferdâya
(yarına-geleceğe) havâle olunması mahcûblar (Hakîkatten perdelenmiş olanlar)
hakkındadır” şeklindeki ifa- desi sûfîlere göre tevhîdin kemâline yaşadığımız dünyâda
ermenin gerekliliğine dair yapıl- mış bir atıf sayılabilir. Bk. İsmâil Ankaravî, Minhâcü’l-
Fukarâ, haz. Sâfi Arpaguş, İstanbul: Vefâ Yay., 2008, s. 494. M. Akif Ersoy da “kalmasın
ferdâya dîdârın” diyerek elest âlemindeki mîsâkı dünyâ hayatında yeniden hatırlamanın
önemine dikkat çekmiş olur. Bk. Ekrem De- mirli, “Mehmet Akif’in Şiirinde Tasavvuf”,
Uluslararası Mehmet Akif Sempozyumu, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Yayınları, 2011,s.
151.
57 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 162.
11
Muammer CENGİZ
58 “İnsanın ezelî hakîkati” meselesinin ilk dönem sûfîleri arasında merkezde Cüneyd-i
Bağdâdî olmak üzere Ebû Saîd el-Harrâz ve Hallâc-ı Mansûr’da nasıl bir karşılığının
olduğuna iliş- kin bk. Hacı Bayram Başer, Sünni Tasavvufun Teşekkül Sürecinde Şerîat-
Hakîkat İlişkisi Sorunu (Hicrî III. ve IV. Yüzyıllar), s. 104-112.
59 İbnü’l-Arabî’nin ezelî insan fikrinin yorumlandığı bir çerçeve için bk. Müeyyidüddîn b.
Mahmûd b. Sâid el-Cendî, Şerhu Füsûsu’l-Hikem, tahk. Celâleddîn Aştiyânî, Tahran:
Matbaa-i Müessese-i Bustân-i Kitâb, 1387 hş./2009, s. 173-174.
60 Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 2009, s. 71-72,
159; a.mlf., Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İstanbul: İz Yay., 2005, s. 154-155; a.mlf.,
“Yarat- ma”, DİA, XXXXIII, 329.
61 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 76. Elest hâlinde ervâhın Hak ile âşinâlıklarının
“istiğ- rak” hâli üzere olduğunu söyleyen Ümmî Sinan’ın ifadesi de göstermektedir ki,
elest, sûfîlere göre bir fenâ ve tevhîd durumuna işaret eder. Bk. Erdem, a.g.t., s. 75.
Haydar el-Âmülî de (ö.787/1385) elest bezmindeki söz konusu tevhîdi, vücûdî tevhîd
olarak niteler. Bk. Baha- eddin Haydar b. Ali Haydar el-Âmülî, Câmiü’l-esrâr ve menbaü’l-
envâr, tahk. Osman İsmail Yahyâ-Henry Eugenie Corbin, Tahran: Encümen-i İran-ı Şinâsî-
yi Fransa, 1368 h.ş./1989, s.
101. Bir başka ifadeyle ezelde Allah ile kul arasında gerçekleşmiş olan mîsâk haddi zatında
bir kurbiyet (yakınlık) ifade eder ki; kurb, fenâdan ibârettir. Bk. Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb,
s. 417.
62 Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, s. 109.
12
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
63 Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları, İstanbul: Sûfî Kitap, 2013, s. 32-33; Sachiko
Mura- ta-William Chittick, İslâm’ın Vizyonu, çev. Turan Koç, İstanbul: İnsan Yay., 2008, s.
218-220. Kelâmî algıya göre insan doğuştan aşkın bir yaratıcının varlığını, Rubûbiyet ve
vahdâniyetini tanıma eğilimi taşımaktadır ki bu durum fıtrat kavramı üzerinden
açıklanır. Bk. Rıza Kork- mazgöz, “İslâm Düşüncesinde Allah’ı Bilmenin (Ma’rifetullah)
Yolları”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, sayı: 3, 2014, s. 191.
64Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 865-866.
65 Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, s. 468.
66 Buhârî, “Cenâiz”, 80.
67Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, s. 469.
68 Demirli, İbnü’l-Arabî Metafiziği, s. 181-
182.
69 Tirmizî, “Kader”, 5. Fıtrat hadîsinin elest âyeti ile yorumlandığı bir örnek olarak bk. Ebû
Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, tahk. Ertuğrul Boynukalın, İstanbul: Mîzan Yay., VI,
106-107.
70 İsmâil Hakkı Bursevî, Tuhfe-i Vesîmiyye, haz. Şeyda Öztürk, Üç Tuhfe: Seyr u Sülûk,
İstanbul:
Muammer CENGİZ
İnsan Yay., 2000, 129-130. Krş. Sultan Veled, Aşknâme, Şerh: Hasan Hâlid el-Mevlevî,
haz. Emine Öztürk, İstanbul: Sûfî Kitap, 2015, s. 187-188. Abdülkerim el-Cîlî de şu
ifadeleriyle bütün ervâhın “belâ” cevâbı vermesini insanın ma’rifete olan istidadı ve
kabiliyeti bağlamın- da yorumlar: “Hakk’ın ervâha ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’
buyurması onlara isti‘dâd-ı ilâhî hâsıl etmesinden ibârettir. Ervâhın da “belâ” cevâbı
vermesi mezâhir-i ilâhiyye olmayı kabullerine sebep olan kābiliyet ve isti‘dâdlarına
işârettir. Onlara Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sual buyurması,
onlara ihsân ettiği isti‘dâdın îcâbını ve kendile- rine verdiği kābiliyet-i fıtriyyenin
rubûbiyeti ikrâr ederek inkâr edemeyeceklerini bildiği içindir. Onun için ervâh “belâ”
cevâbını verdi.” Bk. Cîlî, İnsân-ı Kâmil, s. 194.
71 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâil, s. 223.
72 Başer, a.g.t, s. 104.
73 Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 69.
74 İbnü’l-Arabî, Şeceretü’l-kevn: Varlık Ağacı, çev. Hüseyin Şemsi Ergüneş, haz. Ercan Alkan,
Os- man Sacid Arı, M. Nedim Tan, İstanbul: İz Yay., 2010, s. 50. Şeceretü’l-kevn, İbn Gânim
el- Makdisî’ye (ö. 678/120) aittir, fakat İbnü’l-Arabî’ye atfen tanınmıştır.
75 Tirmizî, “Menâkıb”, 1.
14
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
nin ma‘lûma tâbi olması bu yüzdendir. Ma‘lûm ile kastedilen ise a‘yân-ı
sâbitedir.80 Bu durumda şekāvet-i ezeliyyesi sâbit olan bir şahsın saîd ol-
ması mümkün değildir. Bunun aksini iddia etmek hakîkatlerin
değişebile- ceğini (kalb-i hakāyık) kabul etmek anlamına gelir ki bu da
muhaldir.81
İsmâil Ankaravî, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbına veri- len
“evet” şeklindeki bağlayıcı hitabın kul ile Rab arasında yapılan “ülfet
mîsâkı” olarak isimlendirir.82 Sezâî’nin “Âşinâlık tâ ezeldendir Sezâî yâr
ile/Bu taleb nerden gelür rü’yet mukaddem olmasa”83 şeklindeki beytine de
yansıdığı üzere insanın Hak ile olan âşinâlığı ezelden beri gelmektedir.
Sûfîlerce, mukaddem olan bu âşinâlık ve rüyet, içinde bulunduğumuz
âlemdeki talebin esas unsuru olarak öne çıkarılmaktadır.
Halk muhayyilesinde ve şifâhî geleneğimizde “Ne zamandan beri
müs-
80 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, III, 364. Bu noktada Azîz Nesefî’nin (ö.700/1300) elest
hitâbının muhatabının eşyâ-yı sâbite/a’yân-ı sâbite olduğunu belirtmesi büyük bir önem
arzeder. Bk. Azîz Nesefî, İnsân-ı Kâmil, çev. A. Avni Konuk, haz. Sezai Fırat, İstanbul:
Gelenek Yay., 2009, s. 158.
81 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, XII, 251. Mevlânâ, “Her kim ki elest gününden bir rü’yâ
gördü, tâat yolunda sarhoş olur, sarhoş! O kimse ki, “elest”de böyle bir rü’yâ görmedi, bu
dünyâda bende ve mürîd olmadı.” ifâdeleriyle kader ile elest bezmindeki durum arasında
irtibat kurar. Avni Bey, Mesnevî’de yer alan bu ifadelerin şerhinde konuyu şöyle açıklığa
kavuşturur: “Her kim bu dünyâ gecesinde “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitâbı vâki’
olan günden, Yûsuf (a.s.) gibi bir rü’yâ gördü ise hâlen, kālen ve fiilen Hakk’a mutî’ olur.
Hz. Yûsuf, âtîsinden emîn olarak nasıl Hakk’ın kazâsına mutî’ olmuş ise, bu da öylece
münkād olur... Ma’lûm olsun ki Hakk’ın hüküm ve tasarrufu altında bulunan cemî’-i
zerrât-ı kâinâta her an “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitâbı vâki’ olmaktadır. Efrâd-ı
beşerden ârif olanlar fiilen ve idrâken “belâ/evet” cevâbını verirler ve bu cevâbın hükmü
ile âmil olurlar. Âriflerden başka- ları ise fiilen “belâ/evet” cevâbını verirler ise de, idrâken
kendi enâniyetlerinde müstağrak olduklarından, bu cevâbı veremezler. Çünkü bu dünyâ
gecesinde “rûz-ı elest”den bir rü’yâ görmemişler ve bu rü’yâda “Ben sizin Rabb’iniz değil
miyim?” hitâbını işitememişlerdir. Rûz-ı elestden bir rü’yâ görüp, tâat-ı Hak yolunda
sarhoş olan kimsenin, ağzının etrâfından sudûr eden kelimât-ı tasdîkiyye köpükleri, onun
tâat-i Hak’daki sarhoşluğunun ve kalbî ya- nıklığının şâhididir... “Bu dünyâ gecesinde
“Elestü bi-rabbiküm” hitâbı vâki’ olan güne âit böyle bir rü’yâ görmeyen kimse, sâhib-i
hitâb olan Hakk’a kul ve onu isteyici olmadı; “abdul- lah” ve “mürîdullah” olacağı yerde,
“abdü’n-nefs”, “abdü’d-dînâr”, “abdü’l-câh”, “abdü’n-nisâ” ilh... ve mürîd-i mâsivâllah oldu.
Sırr-ı kader mestûrdur. Binâenaleyh bu zulmet-i tabîiyye içinde, elest gününden bir rü’yâ
gören ile görmeyenin halleri; ya’ni görene teklîf-i ilâhî bâr-ı sakîlînin kolay gelmesi ve
görmeyenin kat’iyyen inkârı veyâhud tereddüdü hep bu sırr-ı ka- dere mübtenîdir.”
Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, V, 621-624.
82 İsmâil Ankaravî, Makāsıd-ı Aliyye fî Şerhi’t-Tâiyye, s. 99.
83 Beytin yer aldığı bağlam için bk. Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş-Ali
16 Yıl- maz, İstanbul: Kitabevi, 2006, II, 153.
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
84 Bk. Mehmet Yılmaz, Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler, İstanbul: Enderun Kitabevi,
1992, s. 28, 29, 39, 89, 90.
85 Mehmet Emin Özafşar vd. (Ed.), Hadislerle İslam, Ankara: DİB, 2013, I, 497.
86 Edib Harabi, Dîvân, haz. İzmirli H. Hüsnü B. Erdikut, İzmir: Bilgi Matbaası, 1950, s. 48.
87 İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-ma‘rife, çev. Hüseyin Şemsi Ergüneş, haz. Ercan Alkan-Osman Sacid
Arı, İstanbul: İz Yay., 2009, s. 144. Bir İbnü’l-Arabî şârihi olan Bursevî de ezelde yapılan
ahdin “rubûbiyyetin ikrârı” olduğunu söyler. Bk. Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı
Kâmil, s. 1219. Ahmed Avni Konuk ise şöyle söyler: “Ervâha, “Ben sizin rabbiniz değil
miyim?” hitâbı vâki’ olduğu o günde Cenâb-ı Hak rubûbiyyetin kime âid olduğunu ervâha
sormuş ve on- lar da, “Evet, rubûbiyyet-i mutlaka senindir. Bu husûsta kimsenin iştirâki
yoktur” diyerek Hakk’ı şerîkten tenzîh etmişlerdir.” Bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IV,
345.
88 İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Litera Yay., 2012, XVI, 18; I,
332.
89 Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, s. 468. Ahmed Avni bey Rab-merbûb ilişkisini elest
bez-
Muammer CENGİZ
mi ekseninde şöyle izah eder: Allah elest hitâbı ile ervâha sıfat-ı rubûbiyyetini tasdik
et- tirmiştir (Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, X, 33). Vücûd, gayriyet nisbeti ile mertebe-i
ervâhta zuhûr etmeye başlamıştır. Nitekim “elestü birabbikum” hitâbı mertebe-i ervâhta
meyda- na gelmiş; Rab ile merbûb bu mertebede ayrılmıştır (Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye
Tercüme ve Şerhi, haz.Mustafa Tahralı, İstanbul: İz Yay., 2013, s. 28; Konuk, Mesnevî-i Şerîf
Şerhi, VI, 23). Mertebe-i ervâh vücûd-ı hakîkînin gayriyet libâsıyla mertebe-i zuhûrudur.
Rubûbiyyet, vücûd-ı hakîkînin libâs-ı gayriyetle zuhûruyla merbûbun vücûduna
mevkuftur. Ervâh bunu idrâk ettikleri için vücûd-ı hakîkînin Rab ve kendilerinin merbûb
olduğunu bilip tasdik et- tiler (Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 135).
Bursevî’nin ifâdeleriyle “mîsâk-ı elestü birabbiküm makāmı” kevnî mertebelerin
evvelidir/başlangıcıdır. Bk. Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 168, 414, 1026.
90 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, XII, 311-312.
91 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, X, 33.
18
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
bulur ve bir dahi nidâ-yı Hudâ’yı şevk ile ârzu-mend olur.”100 Çünkü elest
hitabını işiten ve bu hitapla âşık olanlar bu âlemde de yine o taraftan
can kulaklarına bir haber iliştiğinde derhal gönül yüzünü o tarafa
döndürür ve diğer tüm sevdâları bırakırlar.101 Elest âleminde ilâhî
güzellik ve hitabdan hissesine göre zevk alan ruhların Hakk’ın cemâline
ve hitâbına olan düş- künlüklerine dâir emareler dünyâya gelerek
bedene bürünmeleriyle ortaya çıkmaya başlar.102
Tasavvufî düşüncede semâ ve zikrin kaynağının ezelî mîsâka dayandırıl-
ması dolayısıyla, zaman ve mekân içinde yapılan zikrin insanı bezm-i elest-
teki hitap anına geri götürmek gibi bir amacı olduğu kabul edilir. Bu amaç
zâkir ve mezkûrun “rûz-i elest” öncesindeki gibi yeniden bir olduğu
seviyeye ermektir.103 Semâ’nın işlevine dair Ebû Bekir Şiblî’nin (ö.334/946)
şu sözleri de kayda değer:
“Bazen ilâhî kitaptan bir âyet kulağımı çınlatır ve beni bâzı şeyleri terk ve
dünyadan yüz çevirme hususunda uyarır. Sonra ben normal hâlime ve
halkın arasına dönerim, bakarım da kendimi o durumda bulamam. Sonra
atılıp ilk vatanıma (elest bezmine) dönerim.”104
Necmüddîn-i Dâye Râzî (ö.654/1256), elest hitâbının lezzeti ile semâ
arasında ilişkiyi sembolik unsurlar üzerinden izah eder:
“Sâdık müridler ne zaman güzel sözlü, vezinli bir şarkı işitseler bununla
elest hitabının zevkini duyarlar. Bu güzel sesle Hakk’a doğru gitmede
kendilerinde
100 İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Marifetnâme, nşr. Kırîmî Yusuf Ziyâ, İstanbul: Matbaa-i Ahmet
Kâmil-Sultân Bayezıdda Çadırcılar Kapusı, 1330, s. 414. Ahmed Avni Bey aynı fikri
Mesnevî’nin “Fakat onun rebâb sesinden maksûdu, müştâklar gibi o hitâbın hayâlidir”
beyti bağlamında şöyle dile getirir: “Bu âlem-i süflîdeki ehl-i zikir, o hitâbın [elestü
birabbikum hitâbının] hayâlinin müştâkıdır. Nerede bir nağme-i mûsikî işitirlerse,
rûhları o hitâbın lezzet-i hayâliyle mütelezziz olur. İbrâhîm b. Edhem hazretlerinin
rebâb çalgısını dinlemekten maksûdu da bu idi.” Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VII, 220.
101 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e., s. 79.
102 Hüseyin Vassaf, Gülzâr-ı Aşk, s. 295-297. Aynı çizgideki vurgular için bk. Muhammed
Sâdık Erzincânî, Risâle-i Ma’rifetü’n-Nefs, haz. Aytekin Yıldız, İstanbul: Büyüyenay, 2014,
s. 220.
103 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 187. Bu çerçevede Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlâr
(ö.712/1312 [?]) Menâkıb’da şöyle der: “Âvâz-ı gınâ âşıklara ondan dolayı hoş gelir ki,
bezm-i elestte rûhânî olan hoş sadâlar ile ünsiyet etmiş ve onun safâ-yı istimâ’ıyla
perverde olmuş idiler. Bugün ki âlem-i nefs ve küdûret-i vücûdda giriftâr ve o âlem-i
rûhânîden dûr olmuşlardır, o latîf ve hoş sadâlardan bir şemme gûş-i idrâkine vâsıl
olunca dil-i mahzûn gāyet-i şevkden ıztırâb ve cûşa gelir ve cismi bi’l-mütâbaa harekete
getirir.” Menâkıb-ı Sipehsâlâr’dan akt. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, XI, 247.
104 Serrâc, el-Luma‘,s. 274.
21
Muammer CENGİZ
bir gayret bulurlar. Sonuçta bu kimseler güzel bir ses (hudâ sesi) duyduğunda
büyük bir şevkle; bildikleri, tanıdıkları ve sevdikleri “vatan”a doğru hareket
etme konusunda deveden de geri değiller ya! Bu âhenkli ses, rûhâniyet
kuşun- da “aslî vatan”ına ve “gerçek ev”ine gitme konusunda kuvvetli bir
istek meyda- na getirir. Oraya doğru uçmak istediğinde beş his ile kayıtlı
beden kafesi ruh kuşuna zorluk çıkartır. Ruh kuşu, “elest hitâbının lezzeti”ni
duyduğundan do- layı bir türlü sâkinleşemez ve ıztırap içinde kalır. Beden
kafesini kırarak kendi âlemine gitmek ister. Beden kafesi bu ıstırâba uyar.
Raks ve halleri bu ıstırâbın dışa vurulmasından ibarettir.”105
Elest günü yapılan mîsâkı “semâ” imgesiyle niteleyen Mevlânâ106 ise o
hitâba bütün varlığın kulak kesildiğini şöyle tasvir eder:
“Yokluğa ses geliyor da yokluk “Peki!” diyor. “Mâdem ki beni çağırıyorsun,
ben yokluktan varlık yönüne yemyeşil elbiseler giyerek neşeli bir halde ayak
bası- yorum!” Bitkilerin hepsi de elest sesini duydular da koşmaya başladılar;
yara- tanın mesti oldular. Onlar yoktular, yokluktan geldiler! Gül de, lâle de
söğüt de yokluk âleminden varlık âlemine geldiler.”107
105 Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-meâd, çev. Halil Baltacı, İstanbul: İFAV
Yay., 2013, s. 282. Krş. Mirsâdü’l-ibâd, tahk. M. Emîn Riyâhî, Tahran: İntişârât-ı İlmî ve
Ferhengî, 1387 h.ş./2008, s. 364-365.
106 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 199.
107Şefik Can, Dîvân-ı Kebîr: Seçmeler, İstanbul: Ötüken Yay., 2000, II, 387.
108 Süleyman Uludağ, “Bidâyet”, DİA, VI, 132-133.
109 Cüneyd’in sıkça atıf yapılan ifadesi tam olarak şöyledir: “Böylece iş olmazdan önceki hâle
döndü.” Cüneyd-i Bağdâdî, Resâil, s. 230; ‒Metin Kısmı‒ s. 35 [ـمأل ن اك
ـف اـفلزـيم ــلا ــمك ـئهادبإ ـي رـ
] ئـهادتبا ـي ـ.
22
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
aslî vatan fikrinin Yunus Emre110 ve Üftâde111 gibi isimlerde müstakil ola-
rak işlendiği görülür.112 Hayâtın geçiciliği, rûhun bu dünyâda gurbette
olu- şu, asıl vatanın ise insanın kopup geldiği ruhlar âlemi olduğu
fikrini dâimâ vurgulayan sûfîler aslî vatana kavuşmanın özlemi ile elest
vaktine duyulan özlemi aynîleştirmişlerdir.113
Tasavvuf metinlerinde vatan kavramı “vatan-ı rûh” ve “vatan-ı cesed/
vatan-ı kevnî” olmak üzere ikiye ayrılır. Âdem’in cennetten çıkarılarak
gönderildiği vatan, vatan-ı cesed/vatan-ı kevnîdir. Vatan-ı kevnîde/vatan-
ı cesedde olan ise garibtir. Garibin tüm arzusu, asıl vatanı olan vatan-ı
rûha dönmektir.114 Cüneyd-i Bağdâdî’nin de belirttiği gibi cisimler
dünyevî olsa da ruhlar nûrânîdir ve ruhların vatanları gayb
âlemindedir. Rûh beşerî kayıtlar altında kaldığı müddetçe hasret ve
115
110 Yunus Emre, Dîvân, haz. Mustafa Tatçı, İstanbul: H Yay., 2008, s. 182-183, 194,
242. 111 Misâlen bk. Üftâde, Dîvân, haz. Arzu Meral, İstanbul: Revak Kitabevi, 2012,
s. 21.
112 “Vatan-i aslî” fikrinin Farsça tasavvuf şiirindeki tezahürlerinin toplu bir görünümü için
bk. Seyyid Muhammed Râstgû, İrfân der Gazel-i Fârisî, Tahran: İntişârât-ı İlmî ve
Ferhengî, 1383 h.ş./2004, s. 231-246.
113 Mustafa Çağrıcı, “Vatan”, DİA, XLII, 564; Süleyman Uludağ, “Gurbet”, DİA, XIV, 201.
Muhammed Sâdık Erzincânî: “Sâlik kendüyi âlem-i ervâhda zann idüp dünyâ ve ukbâdan
bî-haber ve neş’e-i elestden bir numûne zuhûr itmekle ol makāmda sürûrundan murg-ı ruh
kafes-i tenden per ü bâl açıp uçmak kasdın ider. Ammâ anâsır çâr-mîhlarına bend
olduğundan nâşî kendü murâdıyla vatan-ı asliyyesine seyr ü sefer idemeyüp sîne sûzân u
ciğer büryân u dîde giryân ve âh u efgân ve zâr u hayrân olup...” Risâle-i Ma’rifetü’n-Nefs,
s. 227.
114 Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 1218. Bursevî’nin gurbet kavramı
etrâfındaki tanımları için bk. Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 824-825.
115 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 241-242. -Metin-, s. 43.
116Cüneyd-i Bağdâdî, Resâilü’l-Cüneyd, s. 234.
117 Bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I, 73.
118 Ümmî Sinan kavramı bu şekilde kaydeder.
Bk. Mehmet Erdem, a.g.t., s. 74, 77.
119 Tasavvufta aslî vatan olgusu Türkçe’de ilk defa derli toplu olarak Ekrem Demirli
tarafından irdelenmiştir. Bk. Ekrem Demirli, Aşk Nedir? İslam Düşüncesinde İman ve Amel
İrtibatı Sorunu, İstanbul: Sûfî Kitap (Ön Baskı), 2014, s. 110-160. Yazarın bir diğer
çalışmasında ise “ezelî vatan fikri” Yunus Emre özelinde ele alınır. Bk. a.mlf., “Yunus 23
Emre’de İnsanın Kadimliği Sorunu: ‘Ezeli Vatanda İdik’ “, Doğumunun 770. Yıldönümünde
Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu Bildirileri, (26-27 Kasım 2010), İstanbul, 2010, s.
98-109.
Muammer CENGİZ
120 İnsanın elest meclisine duyduğu şevke dair Bistâmî’nin şu ifadeleri kayda değer:
“Bâyezid-i Bistâmî “Eğer Allah Teâlâ bana yetmiş yılın hesâbını sorarsa ben Ondan
yetmiş bin yılın hesabını sorarım. Zira yetmiş bin yıl var ki ‘Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? demiş ve belâ (evet) demekten cümle halkı kargaşaya düşürmüştür. Yer ve gökte
mevcut bütün hayhuy elest meclisine duyulan şevktendir.” dediğinde ona şöyle bir hitap
gelir: ‘Cevabı dinle: Hesap günü yedi organını zerre zerre ederiz, her zerreye bir rü’yet
(ve temâşâ yeteneği) veririz ve deriz ki: İşte yetmiş bin yıllık hesap! Hâsılayı ve bakiyeyi
de kenara koyuyoruz!’” Bk. Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 192. Bistâmî’ye dair
anlatıda geçen zerre ifadesi tesâdüfî değildir. Çünkü âlem-i ervâhda herkesin rûhu
zerreler hâlinde mütemessil olup “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitâbına muhâtab
olmuşlardır. Ayrıca bu noktada elest âyetinde geçen zürriyet kelimesi ile zerre arasındaki
ilişki de bu bağlamda dikkate alınmış olmalıdır. Bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, VI,
569.
121 Pûrcevâdî, a.g.e, s. 377.
122 Pûrcevâdî, a.g.e, s. 377, 387. Ahmed Gazzâlî Sevânihü’l-Uşşâk’ta (9. fasıl) aşkı ezel kuşu
olarak niteler. Bk. Ahmed Gazzâlî, Sevânihü’l-Uşşâk, s. 31.
123 Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 137.
124 Ebû Saîd Harrâz, “Kitâbü’l-hakāik”, Kalplerin Makamları: Büyük Sûfîlerden Seçme Metinler,
çev. Hacı Bayram Başer, İstanbul: Hayy Kitap, 2015, s. 103.
125 Cüneyd-i Bağdâdî, Resâil, s. 265.
24
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
134 Yedi bölümden oluşan bu mensur eser “insanın âlem-i ervâhtan âlem-i süflîye ne tarîkle
nüzûl edip ne tarîkle urûc edeceğini beyan etmek” üzere kaleme alınmıştır Bk. Mehmet
Erdem, Sinan Ümmi ve Kutbü’l-meâni İsimli Risalesi Üzerine Bir İnceleme, (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Ü. SBE, İzmir, 1997. Bk. A. Azmi Bilgin, “Ümmî Sinan”,
DİA, XXXXII, 310-311.
135 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IX, 217-218.
136 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. A. Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul: İz Yay., 2004, s. 79.
137 Erdem, a.g.t., s. 72, 75. Azîz Mahmûd Hüdâyî, bir şiirinde Hak’tan geliş (nüzûl) ve
Hakk’a
gidişi (urûc) şöyle ifade eder:
“Ezelden aşk ile biz yâne geldik
Hakîkat şem’ine pervâne
geldik Tenezzül eyleyip Vahdet
ilinden Bu kesret âlemin
seyrâna geldik Geçip fermân
ile bunca avâlim Gezerken
âlem-i insâna geldik Fenâ
buldu vücûd-ı fânî mutlak
Bıraktık katreyi ummâna geldik
(...) Geçip âhir bu kesret
âleminden
Hüdâyî halvet-i Sultân’a geldik” (Azîz Mahmud Hüdâyî, Dîvân, haz. Ziver Tezeren, İstanbul,
1985, II, 83.)
138 Schimmel, a.g.e., s. 152. Tasavvuf metinlerinde “belâ” kavramının algılanışına ilişkin bk.
Zafer Erginli (ed.), Metinlerle Tasavvuf Sözlüğü, İstanbul: Kalem Yay., 2006, s. 148-150.
139 Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul: Fatih Yay., 1982, s. 107.
140 Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 296.
26
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
147 Konunun bu yönünün tasavvuf şiirinde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Meselâ
mutasavvıf bir şâir olan Yusûf Hakîkî (ö. 893/1488) Dîvân’ının “Der-vasf-ı hâl-i mest-i
ezel der meclis-i elest” başlıklı kısmında meselenin bu yönü ele alınır. Bk. Dîvân, haz.
Erdoğan Boz, Kültür Bakanlığı, e-kitap, s. 323/187.
148 Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, DİA, XXX, 387. 149
dür ben seni rûz-ı elest”156 diyerek aşkın kadîm bir zaman olan elestte
başladığına dikkat çeker. Mevlânâ elest âleminde/âlem-i ervâhta Hakk’ı
müşâhede eden ve elest hitâbına muhâtab olan kimsenin bu
müşâhedenin verdiği sarhoşluk sebebi ile kendinden geçip (bî-hod)
sarhoş olduğunu ifade eder.157 Üstelik elest nidâsının zevki her bir
mü’minin kalbinde haşre kadar bulunacaktır.158 Bu fikir Cüneyd’le ilgili
bir menkıbede şöyle anlatılmıştır:
“Cüneyd-i Bağdâdî vefât ettikten sonra onu rüyasında gören bir kimse
Cüneyd’e sorar: “Münker ve Nekir’e nasıl cevap verdin?” Cüneyd şöyle cevap
verir: “Allah’a yakın bu iki melek izzet sâhibinin dergâhından heybetli bir
şekil- de geldiklerinde “Rabbin kim?” diye sordular. Kendilerine şöyle bir
bakıp gül- dükten sonra ‘Elest meclisinde ben senin Rabbin değil miyim
diye sorulunca “evet” diye cevap vermiştim, şimdi siz gelip Rabbin kimdir
diye soruyorsunuz. Sultana cevap vermiş bir kimse onun hizmetkârına
cevap vermekten hiç çeki- nir mi? Bugün de yine onun diliyle size ‘Beni
yaratan doğru yola iletir (Şuarâ, 26/78) diyeyim” dedim. Bunun üzerine
saygıyla yanımdan kalkıp giden me- lekler aralarında ‘Adam hâlâ sevgi
sarhoşluğu içinde!’ diye konuşuyorlardı.”159
Ahmedî (ö.815/1412-13) İskendernâme’sinde elest dergâhında mest
olan âşıkların henüz daha üzüm yok iken elest sarhoşluğu nedeniyle
ken- dinden geçtiklerini “Işkunun mestiyidüm anda ki yog-ıdı ineb/Lâ-
cerem böyle olur her ki ola mest-i elest”160 şeklinde nazma dökerek İbnü’l-
Fârız’ın beyit- lerini farklı bir üslûpla dile getirmiş olur. Mevlânâ ise
rûhâniyet âleminde elest kadehinden içen ‒elest hitâbına muhâtab
olan‒ ve sarhoş olan bir kimsenin cismâniyet âleminde de bu
sarhoşluğun izlerini üzerinde taşı- yacağını sarhoşluk sonrası baş ağrısı
anlamına gelen “humâr” kelimesi ile ifade eder: “Her kim geçen sene elest
kadehinden içti, bu yıl onun humâr )ر ا م (خmeşakkatinin âfeti vardır.”161
Arpaemînizâde Mustafa Sâmî, elest meclisi- nin sarhoşu olma ve bu
sarhoşluktan hiç uyanamama motifini şöyle kulla- nır: “Mest-i sahbâ-yi
elestem olmazam hîç hûşyâr/Künc-i deycûr-i tarab-hâne
156 Edirneli Nazmî, Dîvân, haz. Sibel Üst, Kültür Bakanlığı, e-kitap, s.
634. 157 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, III, 460-461.
158 “Âlem-i ervâhda vâki’ olan “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” nidâsının zevki “Belâ!” ya’ni
“Evet yâ Rab!” diyen her bir mü’minin kalbinde, haşre kadar sürer. Zîrâ haşir, hakāyıkın
tecellî ettiği bir mevtındir. Onun için “haşre kadar” buyrulmuştur.” Mesnevî-i Şerîf Şerhi, V,
620.
159 Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 415.
160 Ahmedî, Dîvân, haz. Yaşar Akdoğan, Kültür Bakanlığı, e-kitap, s. 256.
161 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IX, 286; III, 45. Krş. Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a, haz. Tevfik H.
Sübhânî, s. 88, 89. Aynı fikrin farklı bir üslupla ifadesine Necmüddîn-i Dâye’de de
tesadüf edilebilir. Bk. Mirsâdü’l-İbâd, s. 261 vd.
29
Muammer CENGİZ
nişîmendür bana”162 Behiştî ise elest kadehinin verdiği sarhoşluk sebebi ile
haşir sabahına kadar kendine gelemeyeceğini söyler: “Bâmdâd-ı haşre dek
bilmez Behiştî kendüyi/Şol kadar lâ-ya‘kıl itmişdür anı câm-ı elest”163 Bâkî’ye
(ö.1008/1600) intikāl ettiğimizde o, vahdet âlemi olarak nitelediği
elest- te sâkîye teşbih ettiği Hakk’a verilen ikrâr ile mest oluşu şiirin
kalıpla- rına şöyle döker: “Âlem-i vahdetde ey sâkî bizi mest-i Elest/İtdi
ikrâr-ı safâ mey-hânesinde şöyle mest”164 Secîli nesrin en güzel
örneklerinden biri olan Tazarrûnâme’nin müellifi Sinan Paşa
(ö.891/1486) ise, elest şarâbı ve ezel kadehiyle insanın aklını başından
alan şeyin aşk olduğunu dile getirir. Üs- telik bu aşk sadece orada değil
burada da tesirini devam ettirmektedir. 165
Tasavvuf edebiyatında elest meclisinde sunulan bâdeye “bâde-i elest”
denir.166 Bu bâdenin sâkîsi ise Hak’tır.167 Tasavvufta “ezelî mîsâk” anlayışı-
na bağlı olarak gelişen “ezelî aşk” aynı zamanda “elest bâdesi” telakkisini
geliştirmiştir. Sûfîler ilâhî aşk kavramını aşkın ezelîliği kavramı
üzerinden ele almışlar ve elest âyetinin tefsîri bağlamında aşkın
ezelîliği konusu- nu gündeme getirmişlerdir. Sûfîler nezdinde elest ahdi
esâsında bir aşk sözleşmesidir ve onlara göre Allah aslında “ben sizin
mahbûbunuz değil miyim” diye hitâb etmiştir.168 Bu sözleşme ruhların
cisim âlemine ya da beşeriyet âlemine girmelerinden önce yâni ezelde
tahakkuk ettiğinden in- sanın Allah’a olan muhabbeti ezelî ve fıtrî bir
nitelik arzeder. Kulların ve
162 Arpaemînizâde Mustafa Sâmî, Dîvan, haz. Fatma Sabiha Kutlar, Ankara 2004, s.
303. 163 Behiştî, Dîvân, haz. Yaşar Aydemir, Kültür Bakanlığı, e-kitap, s. 204.
164 Bâkî, Dîvân, haz. Sabahattin Küçük, Kültür Bakanlığı, e-kitap, s.
83. 165 Sinan Paşa, Tazarrûnâme, s. 336-337, 351.
166 “Bâde, şarap anlamına gelen Farsça bir kelime olup mecaz olarak “kadeh” anlamında da
kullanılır. Sûfîlere göre ruhların yeryüzüne indirilmeden önce Hakk’ın huzurunda
toplandıkları bezm-i elest kutsal bir işret meclisidir. Ruhlar bu mecliste Allah’ın, “Ben
sizin rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Belâ” (evet) diye cevap vermişler ve bu şekilde
elest bezminde aşk bâdesini içmişlerdir. Bu yüzden ruhlar bedeni ifade eden anâsır
âleminin bağlarından sıyrılarak yeniden ilâhî âleme ve bezm-i elestteki durumlarına
dönmek isterler.” Bk. İrfan Gündüz, “Bâde”, DİA, IV, 418.
167 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IX, 144-145. Bâde-i elestin âşık tarzı şiir geleneğindeki
yerini müstakil olarak ele alan bir yaklaşım için bk. O. Nuri Karadayı, Osmanlı Dönemi
Âşık Tarzı Şiir Geleneğinde Tasavvuf, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Atatürk Ü. SBE,
Erzurum, 2014, s. 237-263.
168 Meselâ, elest ahdini dostluk ve muhabbet ahdi olarak niteleyen Dâvûd el-Kayserî bu
ahdin hem O’ndan başkasına kulluk etmemeyi, hem de sadece O’nu sevmenin ahdini
içerdiğini belirtir. Bk. Dâvûd el-Kayserî, Şerhu’l-Kayseri alâ Tâiyyeti İbni’l-Fârız, haz.
Ahmed Ferid el- Mezîdî, Beyrut: Darül-Kütübi’l-İlmiyye, 2004, 20.
30
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
giden bir varlıktır. Tasavvufta insanın Hak’tan gelişi daha ziyâde ontolo-
jik bir seyir olarak merâtib-i vücûd ya da nüzûl olarak ele alınırken insa-
nın Hakk’a doğru yolculuğu daha çok epistemolojik bir seyir olduğu için
etvâr-ı seb‘a yahut suûd/urûc olarak işlenir. Ervâh âleminde “belâ” diye-
rek içinde yaşadığı âleme nüzûl eden insanın muhtelif tavırlar (etvâr) ile
Hakk’a yönelişinde “vefâ” merkezî bir değere sahip olup etvâr-ı seb‘anın
bir aşaması olan nefs-i râzıyyenin yedi sıfatından biri de vefâdır. Şu
durumda vefâ bir kimsenin âlem-i elestte Allah ile eylediği ahdi yerine
getirmesidir. Zühd, ihlas, vera‘, riyâzet, zikir ve vefâ edâ edildikten
sonra sâlik nefs-i marziyyeye intikāl edebilir.188
Harrâz, tasavvuf ıstılahlarına dair eseri Kitâbü’l-hakāik’te farz terimi-
ni mîsâk gününe atıfla açıklar: Farz, kulun mîsâk günü Rabbine verdiği
sözü sünnetteki ve şerîattaki delillere göre yerine getirmesidir. Buna
göre kul, Allah’ın Kitap ve sünnette emrederek kânun (şerîat) olarak
belirlediği şeyleri yerine getirendir. Bunlar Hakk’ın “Allah’tan başka ilah
yoktur” ve kulun “Evet, buna şâhidiz” sözlerinde mücmel olarak
bulunur. Şöyle ki: Kul, Hakk’a “Belâ” yâni “evet” diyerek verdiği sözü
ancak hem dille hem de kalple [zâhirde ve bâtında] tuttuğu zaman
farzları yerine getirmiş olur. Üstelik “Belâ” kelimesindeki her bir harfin
ne anlama geldiğini bilirse gay- reti daha da artar. “Belâ” (َ ) ى َل بüç
harften müteşekkildir: bâ, lâm, yâ.”
“Bâ”: “Ben inkâr ve azgınlıktan berîyim (uzağım)”; bu, açıkladıklarımda
ve giz- lediklerimde bârizdir; kalbimle ve dilimle [bâtında ve zâhirde] her
türlü isyan- dan baîdim [uzağım]” anlamına gelir.
“Lâm”: “Hizmete, ibâdete, sünnete ve ihsana uygun işler yaptığında
kulun ken- disini levm etmesi yâni kınamasıdır. Çünkü kendini kınama hâli,
Rahmân’a kulluk edip istikāmet üzere olma konusunda kulu korur. Bu
nedenle kul, ken- disini, davranışlarını ve eylemlerini her an kınamalıdır.
“Yâ”: Gönül nûruyla Rabbinden kendisine gelen fazîlet ve nimetleri
görür. Böylece kalbiyle ve diliyle her hâlinde küllî rızâya erişmek için Küll
olan Allah’a yönelir. Bütün vakit ve hareketlerde yardımcı olan Allah’ın
kapısına yardım ve güven talep ederek sığınır.189
Elest bezminde insan Hakk’a onun kulu olduğuna dair bir söz
s. 233.
(ahit)
188 Muhammed Şâkir el-Halvetî, Etvâru’s-Seb‘a, İstanbul Belediyesi Ktp., Osman Ergin
Yazmaları, no: 59/6, vr. 173.
189 Ebû Saîd el-Harrâz, “Kitâbü’l-hakāik”, s. 113-114. Harrâz’ın bu konudaki görüşlerinin
ezelî ahit kavramı etrâfında değerlendirilişine ilişkin bk. Knysh, Tasavvuf Tarihi, s. 63.
34
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
vermiştir.190 Fakat insan daha dün denilen elest ahdinde evet deyip kul-
luk etmeye söz vermesine karşın (‘akd-i ahd) bugün (dünyâda) verdiği
sözü unutmuştur. 191 İnsan elest ahdine evet deyip Hakk’ın Rubûbiyetini
ikrâr etmiş, ancak vücûd-ı ilmî mertebesinde yaptığı bu ahdi, vücûd-ı
‘aynîde (görünür varlık âleminde) zulmânî hicablar, cismânî kusurlar ve
nefsânî arzular gibi sebeplerle unutmuş, bildiğini bilmez bir gaflet
hâline düş- müştür.192 Kur’ân-ı Kerîm söz konusu ilk ahdi (‘ahd-i
evvel/ahd-i kadîm) insana hatırlatmak için inmiştir.’193 Nitekim ilâhî
kelâmdaki âyetlerin çoğunun uyarı (tenbîh) ve hatırlatma (tezkîr) sîgası
ile gelmesi de bun- dandır.194 İbnü’l-Arabî “Sen zorba değilsin
hatırlatansın” (Gāşiye, 88/21-
22) âyetinden hareketle peygamberin öğretmekten daha çok hatırlatan
olduğuna dikkat çeker. Hatırlatma ise unutan kişiye yapılır. Bu durum
peygamberin insanlara elest âleminde Rablerinin üzerlerindeki rabliğini
kabul etmiş olduklarını hatırlattığını gösterir.195 Velîler de kendilerinden
190 Muhammed Rızâ Berzger Hâlkî, Şâh-ı Nebât-ı Hâfız, Tahran: İntişârât-ı Züvvâr, 1382 h.ş./
2003, s. 64-65. Sûfîler iki türlü ahidden söz ederler. Bunlardan ilki hakîkî mahbûb olan
Hak ile ezel âlemindeki ahit diğeri de vücûd âlemine geldikten sonra peygamberler ve
velîler ile olan biatlaşma ve muâhededir. Esâsında ikinci ahit eski ahdi yenilemekten
ibarettir. Bk. İsmâil Ankaravî, Makāsıd-ı Aliyye fî Şerhi’t-Tâiyye, s. 99-100. Seyr ü sülûk
yolunda şeyhe verilen söz de ahd-i elest gibi bir ahitleşme içerir. Bu benzerliğe dair bir
vurgu şöyledir: “Evliyâ-yı kirâma ez-dil ü cân irâdet-i sâdıka ile mübâyaat eden ihvân,
eger kesâfet-i cisimden hicâb ve âfât-ı izdiyâd-ı zünûbdan kesâd vâki’ olmuş ola, bir pîr-i
hakîkî-revân reh- rev-i tarîki her ân iken ıztırâb-ı alâyıkdan ve pîç ü tâb-ı halâyıktan
zâhir u bâtından halâs-ı mecâl emr-i muhâl ola. Bu onun zıllı ve şems-i hakîkatin lem’ası
ve tâbı gibi, ol âlemde dahi kemâ-hüve’l-evvel ahd-i elestle müevvel ola.” Bk. M. Nedim
Tan, Sâfî’nin Kenz-i İhlâs’ının Tahkîk ve Tahlîli, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Marmara Ü. SBE, İstanbul, 2006, s. 319.
191 Mahmûd Şebüsterî, Gülşen-i Râz, nşr. Samed Muvahhid, Mecmûa-i Âsâr-ı Şeyh Mahmûd
Şebüsterî, Tahran: Kitâbhâne-i Tahûrî, 1365 h.ş./1986, s. 84 (b. 420). Aynu’l-Kudat
Hemedânî’nin aynı eksendeki ifâdeleri için bk. Mesut Sandıkçı, Aynülkudât Hemedânî’nin
Hayatı, Eserleri ve Temhîdât Tercümeleri (metin-inceleme), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), Marmara Ü. SBE, İstanbul, 2009, s. 103.
192 Mefâtîhu’l-İ‘câz, s. 303. Bu konuda Avni Bey’in ifâdeleri şöyledir: “Âlem-i ervâhtaki teârüf
ve tenâkür, hazret-i ilmiyyedeki teârüf ve tenâkürün netîcesi olduğu gibi, bu içinde
bulunduğumuz hazret-i şehâdetteki teârüf ve tenâkür dahi, âlem-i ervâhtaki teârüf ve
tenâkürün netîcesidir.” Bk. Konuk, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, II, 59.
193 Gülşen-i Râz, nşr. Samed Muvahhid, s. 84, b. 421.
194 Mefâtîhu’l-İ‘câz, s. 304. “Zikir hatırlamak ve hatırlatmak anlamına gelir. Allah insanlara
elest ahdini hatırlatmak için peygamber gönderir. İnsanlar peygamberlere Allah’ı
hatırlayarak cevap vermek durumundadırlar.” Murata-Chittick, İslâm’ın Vizyonu, s. 231.
195 İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VIII, 357. Krş. İbn Acîbe el-Hasenî, Bahrü’l-Medîd, III,
491.
35
Muammer CENGİZ
(ruhlar âleminde, bezm-i elestte) söz alırken Hakk’ın rablığını kabul etti-
ğini unutanlara (bu sözü) hatırlatanlardır. 196 Bu noktada Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî’nin (ö.283/896) tasavvufî uygulamaların önemli bir
boyutunu teşkil eden zikri, ezelî ahit tecrübesini yeniden yaşamanın bir
aracı olarak görmesi de meselenin bir başka yönüdür.197
Erzurumlu İbrâhim Hakkı, âlem-i ervâhta elest bâdesiyle mest olup o
vuslat âleminden bu mihnet menziline gelerek verdiği sözü unutan
insa- nın durumunu ve ahde vefânın gereğini şu ifâdelerle îzah eder:
“Kalb-i insân olan rûhı âlem-i ervâhda iken kendi Hâlık’ın ve Sâniin bilâ-
hicâb görmüş ve bilmişdi... Ba‘dehû gönül ol âlem-i vuslatdan bu dâr-ı firkate
ve ol meclis-i mahabbetden bu menzil-i mihnete ve ol rûhâniyetden bu
cismâniyyete nüzûl itmekle sırran perde-i havâssa (hislere) duhûl edib beden
kaydıyla mu- kayyed olmuşdur. Ba‘dehû şehevât-ı cismâniyye ana gālib olub
evsâf-ı behîmiyye ile dolmuşdur. Pes kalb-i insân libâs-ı gafletle mestûr
oldığundan ol meclis-i ünsü ferâmûş idüb bu fânî menzili bâkî sanub bu
dârü’l-bevârı cây-ı karâr içün ihtiyâr itmişdir. Meger ki, ol kimseler ki,
anlara inâyet-i ezelî ve hidâyet-i lem-yezelî mu‘în olub basîretlerinden gaflet
hicâbın atmışdır. Pes eğerçi anlar bu âlem-i ecsâma gelib taalluk itmişler ise
de bâzılarından âlem-i ervâh aslâ mestûr olmamışdır.”198
Köstendilli Süleyman Şeyhî, Nakşibendiyye tarîkatında önemli bir
yeri olan “kelimât-ı kudsiyye”den “yâd-kerd”i ahd ü mîsâkı hatırda
tutmak ile ilişkilendirir. Ruhlar âleminde Hak ile olunan ahd ve mîsâkı
bu “âlem-i kevn ve mertebe-i nâsûta nüzûl eden” insan gaflet ve şehvet
sebebiyle unutur. Bu sebeple “yâd-kerd” kelimesi vakt-i elestte yapılan
ahd ü mîsâkı
196 İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VI, 203.
197 Kynsh, Tasavvuf Tarihi, s. 89. Bu bağlamda Sehl et-Tüsterî, münâcâtında şöyle der: “İlâhî!
Ben bir hiçken sen beni zikrettin. Eğer ben seni zikredersem hiç kimse benim gibi
(bahtiyar) olmaz.” Bk. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 303.
198 İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Marifetnâme, (haz. Cafer Durmuş), İstanbul: Erkam, 2011, s.
359-360. Zâtî Süleyman Efendi (ö.1761), ahd-i mîsâkın dâima yâdedilmesinin lüzûmunu
ve bu konuda vefâsızlık gösterilmemesi gerektiğini şöyle ifadeye bürür: “Niceler bu eltâf-
ı Rabbânîyi ve bu en’âm-ı kerîmânî(yi) bi-hasebi’l-fazl unudup vefâ-yı ahd-i mîsâkda
kusûr ve hubb-i vatan-ı aslîde küsûl eylediler. “Vatan sevgisi îmandandır” buyurulmuş
iken vatan-ı aslîyi hiç yâd etmezler.” (Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul:
Kitabevi, 2000, s. 284-
285) Osman Şems (ö.1893) ise “Ahd u peymân ehliyiz bezm-i elest hâtırdadır. Bul
Rabbini bil vahdet-i Mevlâ-yı cihânı/Yâd-âver-i hengâme-i peymân-ı elest ol.” (Yusuf
Yıldırım, Osman Şems Efendi, Hayâtı, Eserleri ve Dîvân’ı (Metin-İnceleme-Tahlil),
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Marmara Ü. SBE, İstanbul, 2013, s. 418, 510) şeklindeki
36 ifâdelerinde bezm-i elesti hatırlamanın verilen söze sadakatin bir netîcesi olduğunu
vurgular.
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
dâimâ hatırda tutmaya işaret eder.199 Sûfîlere göre mesele sadece elest
mîsâkını unutmak değil aynı zamanda bir hakîkatten perdelenmektir.
Bu bakımdan pek çok sûfî gibi İbnü’l-Arabî de elest ahdinden
perdelenmişliğe dikkat çeker.200 Mevlânâ ise bu perdelenme durumunu
şöyle ifadelendirir: “Halkın canları, elden ve ayaktan evvel, vefâdan safâ
içinde uçarlar idi. İhbitû” yâni “ininiz!” emriyle mukayyed oldukları vakit,
gazaba ve hırsa habs oldular.”201 Elest hitâbını hatırlamak ve orada verilen
sözu unutmamak ile verilen söze sadâket-vefâ göstermek ve ahdi
bozmamak fikri elest mîsâkı ile ilgili dü- şüncelerin önemli bir
boyutudur. Zira esas olan bu hitâbın gereğini yerine getirmektir ki o da
elest mîsâkındaki kulluk beyânının hakkını vermektir. Bir sûfînin
hedefi, fiilî yaratılıştan önce nûrânî hüviyette bulunan rûhunu ezelî
saflık ve sadâkate yeniden kavuşturmaktır.202
Buna göre insanın dünyaya gelişinden maksat kavlî olarak verdiği
“Evet sen bizim Rabbimizsin” cevâbını fiilî olarak da tahakkuk
ettirmek- tir. Âlem-i ervâhta hitâb-ı ilâhîye “belâ-evet” diye cevap
veren insanlar kesâfet âlemine geldikten sonra bu âleme ait
hükümlerle kayıtlanmış- lardır. Allah insanlara ezel hâlindeki
ikrarlarını hatırlatmak için peygam- berler göndermiştir. Şu halde
insan hem kavlî hem de fiilî olarak Hakk’ın rubûbiyyetini tasdik ve
ikrâr etmelidir.203 Kenan Rifâî’nin belirttiği üze- re kulun ezelde “evet
sen bizim rabbimizsin” sözüne sadık olduğunu bu dünyada ispat
etmesi iki şahide bağlıdır. Bu iki şâhit ilim (ilm-i tevhîd) ve ameldir
(adâlet ve istikāmet). 204 Çünkü Bursevî’nin üslûbuyla, “ervâh lisanıyla
âlem-i ervâhta söylenen evet cevâbının lisân-ı eşbâh ve lisân-ı ebdân
ile dünyâda da söylenmesi gerekir.”205
İnsanın Hakk’a karşı olan ahdi nefsânî meyiller ve şeytânî iğvâlar ile
pek çok defa bozulur. Bu sebeple Mevlânâ “Bizim ahdimiz yüz ve bin kerre
kırıldı; senin ahdin dağ gibi sâbit ve berkarârdır.” ifâdesiyle Hz.
Peygamber’in, “Emrolunduğun gibi müstakîm ol!” (Hûd,11/112) emrine
uyup, emrolun- duğu şeyde istikāmetinin tamlığına ve ezelde Hakk’a
karşı olan ahid ve
199 Engin Bedir, Köstendilli Süleyman Şeyhî’nin “Lemeât-ı Nakşbend” Adlı Eseri (İnceleme ve
Metin), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Ü. SBE, Konya, 2010, s. 234-236.
200İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I, 334. Krş. Fergānî, Meşârikü’d-derârî, s. 155.
201 Şerhi için bk. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I, 305-306.
202 Knysh, Tasavvuf Tarihi, s. 21.
203 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, IX, 70-71.
204Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2000, s. 297, 438, 538-542.
205 Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 1219.
3
Muammer CENGİZ
IX. Sonuç
Farklı dönem ve coğrafyalarda, değişik tasavvuf üsluplarını
benimseyen sûfî ve şairlerde, muhtelif formlar içerisinde elest
mîsâkının dâima vur- gulanan odak bir konu olduğu anlaşılmaktadır.
Elest mîsâkı tasavvufun ilk devirlerinde Bâyezîd-i Bistâmî, Zünnûn-ı
Mısrî, Ebû Saîd el-Harrâz, Sehl et-Tüsterî ve Amr b. Osman Mekkî gibi
sûfîlerce değişik bakımlardan fragmanlar hâlinde söz konusu edilen bir
husus olsa da Cüneyd-i Bağdâdî tarafından daha kapsamlı ve sistemli
bir düşünce olarak ele alınmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî tarafından tevhid-
fenâ meselesinin bir zemîni olarak ele
39
Muammer CENGİZ
tür. Çünkü sûfîlerin bakış açısına göre “ben sizin Rabbiniz değil miyim”
hitâbı, sürekli yenilenen bir çağrıdır ve bu çağrıya insan bütün varlık
kat- manlarıyla birlikte derûnî bir idrak eşliğinde karşılık vermelidir.
Kaynakça
Afîfî, Ebu’l-alâ, Tasavvuf: İslâm’da Mânevî Hayat, trc. Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İs-
tanbul: İz Yay., 2004.
Ankaravî, İsmâil, Makāsıd-ı Aliyye fî Şerhi’t-Tâiyye, haz. Mehmet Demirci, İstanbul: Vefâ
Yay., 2008.
, Mesnevî’nin Sırrı: Dîbâce ve İlk Onsekiz Beyit Şerhi, haz. Semih Ceyhan-Mustafa To-
patan, İstanbul: Hayy Kitap, 2008.
, Minhâcü’l-Fukarâ, haz. Sâfi Arpaguş, İstanbul: Vefâ Yay., 2008.
Arberry, A. J., Tasavvuf, trc. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul: Gelenek Yay., 2004.
Arpaemînizâde, Mustafa Sâmî, Dîvan, haz. Fatma Sabiha Kutlar, Ankara 2004.
Ateş, Süleyman, “Cüneyd-i Bağdâdî”, DİA, VIII, 121.
, Cüneyd-i Bağdâdî Hayatı Eserleri ve Mektupları, İstanbul: Yeni
Ufuklar, ty.
Attâr, Feridüddîn, Tezkiretü’l-Evliyâ, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul: Kabalcı Yay., 2007. Başer,
Hacı Bayram, Sünni Tasavvufun Teşekkül Sürecinde Şerîat-Hakîkat İlişkisi Sorunu (Hicrî
III. ve IV. Yüzyıllar), (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Ü. SBE, İstanbul, 2015.
Bilgin, Azmi, “Ümmî Sinan”, DİA, XXXXII, 310-311.
Bursevî, İsmail Hakkı, Kitâbü’n-Netîce, I-II, haz. Ali Namlı-İmdat Yavaş, İstanbul: İnsan
Yay., 1997.
, Şerhu Şuabi’l-Îmân, haz. Yakup Çiçek, İstanbul: Dârulhadis Yay., 2000.
, “Tuhfe-i Vesîmiyye”, haz. Şeyda Öztürk, Üç Tuhfe: Seyr u Sülûk, İstanbul: İnsan
Yay., 2000.
Can, Şefik, Dîvân-ı Kebîr: Seçmeler, I-IV, İstanbul: Ötüken Yay., 2000.
Cürcânî, Seyyid Şerîf, Ta‘rîfât, Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, 1983.
Semih Ceyhan, “Semâ”, DİA, XXXVI, 455-457.
Chittick, William, Tasavvuf: Kısa Bir Giriş, trc. Turan Koç, İstanbul: İz Yay.,
2003.
Cîlî, Abdülkerîm, İnsân-ı Kâmil, trc. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. Selçuk Eraydın-Ekrem
De- mirli-Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yay., 2002.
Çağrıcı, Mustafa, “Vatan”, DİA, XXXXII, 564.
Çakmaklıoğlu, Mustafa, “Hâce Muhammed Lütfî’nin (Alvarlı Efe) Şiirlerinde Cemâl
Müşâhedesinin Yansımaları”, (ed.) Cengiz Gündoğdu, Uluslararası Hâce Muhammed
Lutfî (Alvarlı Efe) Sempozyumu, I-II, Erzurum, 2013, II, 494-505.
Çantay, H. Basri, Tefsirli Kur’ân Meali, I-III, haz. Yekta Saraç, İstanbul: Risâle Yay., 2005. Dâye,
Necmeddîn, Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-meâd, trc. Halil Baltacı, İstanbul: İFAV
Yay., 2013.
, Mirsâdü’l-ibâd, tahk. M. Emîn Riyâhî, Tahran: İntişârât-ı İlmî ve
Ferhengî, 1387 h.ş./2008.
40
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
Dede, Aşçı İbrahim, Aşçı Dede’nin Hatıraları, I-IV, haz. Mustafa Koç-Eyyüp Tanrıverdi, İs-
tanbul: Kitabevi, 2006.
Demirli, Ekrem, Aşk Nedir? İslam Düşüncesinde İman ve Amel İrtibatı Sorunu, İstanbul:
Sûfî Kitap (Ön Baskı), 2014.
, İbnü’l-Arabî Metafiziği, İstanbul: Sûfî Kitap, 2013.
, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 2009.
, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İstanbul: İz Yay., 2005.
Derin, Süleyman, “Şamlı Bir Sûfî: Şeyh Arslan Dımaşkî ve Tevhîd Risâlesi”, Tasavvuf: İlmî
ve Akademik Araştırma Dergisi, 2010, sayı: 26, s. 91-124.
Erdem, Mehmet, Sinan Ümmi ve Kutbü’l-meâni İsimli Risalesi Üzerine Bir İnceleme,
(Yayınlan- mamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Ü. SBE, İzmir 1997.
Erzurûmî, İbrâhim Hakkı, Marifetnâme, haz. Cafer Durmuş, İstanbul: Erkam Yay., 2011.
, Marifetnâme, nşr. Kırîmî Yusuf Ziyâ, İstanbul: Matbaa-i Ahmet Kâmil-Sultân Baye-
zıdda Çadırcılar Kapusı, 1330.
Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs, haz. Abdullah Uçman, İstanbul: İnsan Yay., 2007.
Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, trc. Kasım Turhan, İstanbul: İklim Yay., 1992.
Fergānî, Saîdüddîn, Meşâriku’d-derârî, thk. Seyyid Celâleddin Âştiyânî, Tahran: İntişârât-ı
Encümen-i Felsefe ve İrfân-ı İslâmî, 1398 hş./1978.
Gazzâlî, Ahmed, Sevânihü’l-Uşşâk, trc. Turan Koç-M. Çetinkaya, İstanbul: Gelenek Yay.,
2004.
Gazzîzâde, Abdüllatîf, Mergûbü’s-Sâlikîn: Nakşbend Yolunun Esasları, haz. Şaban Karaköse,
İstanbul: İnsan Yay., 2004.
Gevherîn, Seyyid Sâdık, Şerh-i Istılâhât-ı Tasavvuf, I-X, Tahran: İntişârât-ı Züvvâr,
1383hş./2004.
Gökbulut, Süleyman, “Tasavvuf Târihinde Cüneydî Çizgi”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, sayı: 36, 2012, s. 169-200.
Gölpınarlı, Abdülbâkî, Gülşen-i Râz Şerhi, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1972.
, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İstanbul: İnkılap Yay.,
2004. Gürkan, Salime Leyla, “Misak”, DİA, XXX, 172-173.
Hakîm, Suad, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yay., 2004.
Halvetî, Muhammed Şâkir, Etvâru’s-Seb‘a, İstanbul Belediyesi Ktp., Osman Ergin Yazmala-
rı, Numara: 59/6, vr. 176-184.
Harabi, Edib, Dîvân, haz. İzmirli H. Hüsnü B. Erdikut, İzmir: Bilgi Matbaası, 1950.
Hemedânî, Hâce Yusuf, Rutbetü’l-Hayât, trc. Necdet Tosun, İstanbul: İnsan Yay., 2013.
Hemedânî, Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-hakāyık fî Keşfi’d-Dekāyık, tahk. Afîf Useyran, Tahran:
Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî, 1379 h.ş./2000.
Hökelekli, Hayâti, “Fıtrat”, DİA, XIII, 47-48.
Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakîkat Bilgisi, trc. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yay.,
1996. Hüdâyî, Azîz Mahmud, Dîvân, haz. Ziver Tezeren, İstanbul, 1985.
, Dîvân-ı İlâhîyât, haz. Mustafa Tatcı-Musa Yıldız, İstanbul: Üsküdar Belediyesi,
2005.
Işık, Feyza, Köstendilli Süleyman Şeyhî’nin Sübhatü’l-Levâyıh Adlı Eseri (Metin-İnceleme),
(Ya-
Muammer CENGİZ
42
Tasavvuf Tarihinde Elest Mîsâkına Dair Yorumlar
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, trc. A. Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul: İz Yay., 2004.
Mevlevî, Hasan Nazif, Ta‘rîfu’s-Sülûk, haz. Gülbeyaz Karakuş, İstanbul: Revak Yay., 2013.
Murata, Sachiko-Chittick, William C., İslâm’ın Vizyonu, trc. Turan Koç, İstanbul: İnsan
Yay.,
2008.
Mustafa Râsim Efendi, Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, haz. İhsan Kara, İstanbul: İnsan Yay.,
2008. Nâcî, Muallim, Lügat-i Nâcî, haz. Ahmet Kartal, Ankara: TTK Yay., 2009.
Nahcuvânî, Nimetullah b. Mahmûd, el-Fevâtihu’l-ilâhiyye ve’l-mefâtîhu’l-gaybiyye, I-II,
Matbaa-i Osmâniyye, 1325.
Nesefî, Azîz, İnsân-ı Kâmil, trc. A. Avni Konuk, haz. Sezai Fırat, İstanbul: Gelenek Yay.,
2009.
Öge, Sinan, “Fıtratın Mîsâkı”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 22,
2004, s. 243-263.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul: İFAV Yay., 1989.
, Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul: Fatih Yay., 1982.
Pakalın, Mehmed Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1983.
Pala, İskender, “Bezm-i Elest”, DİA, VI, 108.
Paşa, Sinan, Tazarrûnâme, haz. Mertol Tulum, Ankara: TDV, 2011.
Pûrcevâdî, Nasrullah, Can Esintisi: İslam’da Şiir Metafiziği, trc. Hicabi Kırlangıç, İstanbul:
İnsan Yay., 1998.
Râstgû, Seyyid Muhammed, İrfân der Gazel-i Fârisî, Tahran: İntişârât-ı İlmî ve Ferhengî,
1383 h.ş./2004.
Rençber, Meryem Sadat (haz.), Ferheng-i Firûzanfer, Isfahan: Neşr-i Purseş, 1374.
Rifâî, Kenan, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 2000.
Sâminâ, Mustafa, “Rûz-i Elest”, Neşriyye-i Dânişkede-i Edebiyyât ve ‘Ulûm-i İnsânî, sayı:
103, 1974, s. 27-56.
Sandıkçı, Mesut, Aynülkudât Hemedânî’nin Hayatı, Eserleri ve Temhîdât Tercümeleri (metin-
inceleme), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Ü. SBE, İstanbul, 2009.
Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, trc. Ergun Kocabıyık, İstanbul: Kabalcı
Yay., 2004.
Serrâc, el-Luma’: İslam Tasavvufu, trc. H. Kamil Yılmaz, İstanbul: Erkam Yay., 1996.
Sultan Veled, Aşknâme, Şerh: Hasan Halid el-Mevlevî, haz. Emine Öztürk, İstanbul: Sûfî
Kitap, 2015.
Sühreverdî, Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer, Avârifü’l-maârif: Tasavvufun Esasları, trc. H.
Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İstanbul: Vefa Yay., 1990.
Şebüsterî, Mahmûd, Gülşen-i Râz, nşr. Samed Muvahhid, Mecmûa-i Âsâr-ı Şeyh Mahmûd
Şebüsterî, Tahran: Kitâbhâne-i Tahûrî, 1365 hş./1986.
Tan, M. Nedim, Sâfî’nin Kenz-i İhlâs’ının Tahkîk ve Tahlîli, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), Marmara Ü., SBE, İstanbul, 2006.
Tanrıverdi, Fatma, Elest-name: Şeyh Eşref b. Ahmed, (Yayınlanmamış Yüksek lisans Tezi),
Marmara Ü. SBE, İstanbul 1998.
43
Muammer CENGİZ
44
ilmî ve akademik araştırma
dergisi 37 [2016/1], s. 45-71
Abstract
Sayyid Haydar Āmulī and Sūfīsm-Shi’ism Relationship in His Jāmi’ al-asrār
va Manba’ al-anvār
Sayyid Haydar Āmulī is one of the most important scholars and sūfīs raised
by the Twelver Shi’ism. He has lived in a period which sūfīsm was quickly
sprea- ding through the sūfī orders and Shi’ism was relatively gaining
strong. He has dealt with education in his youth and written more than
twenty works in his maturity period. In these works he always argued that
Shi’ism should be un- derstood in the integrity of the exoteric/zāhir and the
esoteric/bātin aspects.
I. Giriş
Şiîlik ile tasavvuf arasındaki ilişkinin karmaşık bir yapı arz ettiği muhak-
kaktır. Ortak şahıslar ve kavramsal dünyalara sahip olmakla birlikte iki
bünyenin farklı bir tarih ve itikad anlayışına dayandıkları açıktır. Esasen
tasavvuf, kendisini Ehl-i Sünnet’in ürettiği bir amel ve düşünce biçimi
olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla daha işin başında, sırf böyle bir pa-
radigmadan hareket etmesinden ötürü Şiîlikle bağdaşması çok mümkün
görünmemektedir. Buna ilaveten pek çok Şiî ulemânın tasavvufa ya da
sûfîlere nefretle baktığı ve mâsum imamlardan sûfîler aleyhine bâzı
sözler de naklederek bu düşmanlığı pekiştirdiği bilinmektedir.
Anlaşıldığı kada- rıyla Moğol istilâsına kadar geçen süreçte bu karşıt
görüşte herhangi bir yumuşama da meydana gelmemiştir.1
Neredeyse bütün tarîkat pîrlerinin Moğol istilâsının hemen öncesin-
de veya istilâ sırasında yaşadıkları bilinmektedir. Bu, tarîkatların İslâm
dünyasının her tarafında kurumsallaşıp yayılmaya başladıkları anlamına
gelmektedir. Elbette İran ve Horasan coğrafyası da bu müesseselerin en
fazla revaç bulduğu bölgeler arasında yer almaktadır. Sıkıntılı
süreçlerden geçen insanların tarîkatların sıcak mânevî atmosferine
alışmaları pek de zor olmamıştır.
Tarîkatların hızla yayıldığı böyle bir dönemde Seyyid Haydar
Âmülî (ö.
1 Konuyla ilgili olarak bk. Nasrullah Purcevâdî, “On İki İmam Şiiliğinde Tasavvufa Muhalefet”,
trc. Abdullah Kartal, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XI, sayı: 1, 2002, s. 233-
46 242.
Seyyid Haydar Âmülî ve Câmi’u’l-esrâr ve Menba’u’l-envâr Adlı Eserinde Tasavvuf-Şiîlik İlişkisi
2 Bu kişilerin Âmülî hakkındaki araştırmaları için bk. Corbin, “Haydar Âmolî (VIIIe/XIVe
siécle) théologien shî’ite du soufisme”, En Islam iranien: Aspects spirituels et philosophiques,
Paris: Gallimard, 1972, III, 149-213; Antes, Zur Theologie der Schi’a: Eine Untersuchung des
Jāmi’ al-asrār wa-manba’ al-anwār von Sayyid Haidar Āmolī, Freiburd im Breisgau, 1971.
3 Bk. Âmülî, Câmi’u’l-esrâr ve menba’u’l-envâr, haz. Henry Corbin-Osman İsmail Yahya, Tah-
ran: Encümen-i İrânşinâsî-yi Fransa ve Şirket-i İntişârât-ı İlmî ve Ferhengî, 1368; Âmülî,
el- Mukaddimât min kitâbi nassi’n-nusûs fî şerhi fusûsi’l-hikem, haz. Henry Corbin-Osman
İsmail Yahya, Tahran: İntişârât-ı Tûs, 1367.
47
Süleyman GÖKBULUT
ğunu kabul etmemizde herhangi bir beis yoktur. Doğum yeri olan Âmül
ise İran’ın kuzeyindeki Mâzenderân düzlüğünün güneybatısında yer
alan bir yerleşim birimidir. Klasik kaynaklarda Taberistan’ın başşehri
olarak geç- mektedir.10 Seyyid Haydar’ın zamanında şehrin neredeyse
tamamı uzun süredir Şiî mezhebine bağlılığını sürdürmekteydi.11 Âmülî
kendisinin Hz. Ali’ye kadar uzanan bir soya sahip olduğunu belirtmekte
ve bunu da şu şekilde zikretmektedir:
“Rükneddîn Haydar b. es-Seyyid Tâceddîn Ali Pâdişâh b. es-Seyyid
Rükneddîn Haydar b. es-Seyyid Tâceddîn Ali Pâdişâh b. es-Seyyid
Muhammed Emîr b. Ali Pâdişâh b. Ebî Ca’fer Muhammed b. Zeyd b. Ebî
Ca’fer Muhammed b. ed-Dâî
b. Ebî Ca’fer Muhammed b. İbrahim b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Kûsec b.
İbrahim Senâullah b. Muhammed el-Harûn b. Hamza b. Ubeydullah el-A’rec
b. el-Hüseyin el-Asğar b. Ali b. el-Hüseyin Zeynelâbidîn b. el-Hüseyin eş-
Şehîd b. Emîrü’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib.”12
Âmülî’nin çocukluk zamanlarından başlayıp otuz yaşına kadar devam
eden bir tahsil süreci vardır. Bu dönemde o, Şiî akâidini, fıkhını ve
mâsum imamlardan intikal eden diğer aklî ve naklî ilimleri zâhirî
bakımdan oku- muştur. Yaklaşık yirmi yıl kadar devam eden bu tahsil
hayatının bir kısmı doğum yeri olan Âmül’de, bir kısmı da Horasan,
Esterâbâd ve Isfahan’da geçmiştir.13 Daha sonra Isfahan’dan tekrar
memleketi Âmül’e dönen Sey- yid Haydar, Taberistan’da hüküm süren ve
Âl-i Bâvend’in üçüncü kuşaktan son emîri olan Melik Fahrüddevle
Hasan b. Keyhüsrev’in14 (hükümdarlık süresi: 734-750) hizmetine
girmiştir. Bu kişinin en yakın ve seçkin dostla- rı arasında yer alabilecek
kadar ilmî seviyeye sahip olan Âmülî’nin hayatın- da yeni bir sayfa
açılmış ve vezirlik makamına kadar yükselmiştir.15 Ken- di ifadesiyle çok
bereketli olan bu dönem hiç de uzun sürmemiştir. Zira bâtınına bâzı
mânâlar gelmeye başlamış ve ona içinde bulunduğu duru-
Hem ayakta durup kendi ölüsüne bakmasını hem de yerde yatmasını bir
türlü anlayamaz ve hayretler içinde kalır. Bu sırada uyanır. Âmülî bu
rüya- yı, Hz. Peygamber’in “Ölmeden önce ölünüz”19 sözüne istinâden
“mevt-i irâdînin ve sülûk-i rûhânînin başlangıcı” olarak yorumlar.20
Âmülî’nin ikinci rüyası da Isfahan’daki bu çarşıda geçmektedir. O,
bura- daki dostlarından birinin dükkânında oturmaktadır. Omzunda
altın süs- lemeli kurşundan bir kap vardır. Bu kap, çarşıda dolaşıp
insanlara su ve- ren sâkilerin kabına benzemektedir. Aynı zamanda bu
kabın garip bir ağzı vardır ve diğer büyük kaplar gibi topraktan
yapılmıştır. Âmülî bu kaptan orada bulunanlara su verir. Bu esnada da
kendi kendine şunu sorar: Ben nasıl hem ayaktayım hem de
oturuyorum? Hem su dağıtıyorum hem de bu sudan içiyorum? Bu hâlin
verdiği şaşkınlık içindeyken uyanır ve rüyasını şöyle yorumlar: “Bu, ilâhî
ma’rifetlerden ve rabbânî hakîkatlerden pek çok ma’rifetin ve yüce
hakîkatin inkişâf ettiğini gösterir.”21
Nispeten kısa olan üçüncü rüyasında Âmülî, oturur bir haldeyken ka-
fasının bedeninden ayrı bir şekilde elinde olduğunu görür. Kafası onun
bilgisi dışında kesilmiştir. O da bu kelleyi elinde çevirip durmakta ve in-
celemektedir. Bir yandan da bu garip duruma gülmektedir. Bu halde uya-
nır. Âmülî’nin bu rüyaya getirdiği açıklama şöyledir: “Bu da aynı şekilde
feyezân ve keşf yoluyla ulvî cevherlerden pek çok hazineye ve gaybî
sofra- lardan pek çok nimete vâsıl olduğumun göstergesidir.”22
Hac niyetiyle yola çıkan Âmülî, bu mânevî hâdiseleri yaşadığı
Isfahan’dan Dehistan’a geçmiştir. Orada ismini vermediği, fakat kâmil ve
ârif bir şahıs diye nitelendirdiği bir kişinin sohbetlerine katılmıştır.
Âmülî buradan Bağdat’a gidecek bir kafileyi beklemiş, fakat bu
gerçekleşmeyince ve bir de sağlık problemleri yaşamaya başlayınca
tekrar Isfahan’a dönmüş- tür. Bir süre sonra da başka bir yoldan
Bağdat’a ulaşmıştır. Burada Şiîlerce kutsal sayılan ziyaret mahallerini
dolaşmış ve tam bir yıl bu mekânlarda mücâvir hayatı yaşamıştır.23
Âmülî daha sonra hac niyetiyle Ka’be’ye yönelmiştir. 751/1351
yılında Mekke’de hac menâsikini yerine getirdikten sonra burada
kalmayı arzula-
mıştır. Fakat sonra içinde Medine’de mücâvir olması yönünde bir iştiyak
belirmiştir. Çünkü o, daha önce Hz. Peygamber’i ve evlâdını hiç ziyaret
etmemiştir. Bunun üzerine Medine’ye gelmiş, ziyaretlerini yerine getir-
miş fakat yine kendisine sûrî bir hastalık ârız olunca alışık olduğu
diyara, yâni Irak’a dönmüştür. 24 Büyük bir ihtimalle o, 752/1352 yılında
tekrar Irak/Necef’e gelmiştir. Bu tarihten itibaren artık kesin olan bir
şey vardır: O da Âmülî’nin zâhirî ilimlerden ziyâde ledünnî ilimlerin
tâlibi olması ve zâhidâne bir hayatı tercih etmesi. Bu durumu kendisi
şöyle anlatmıştır:
“Meşhed-i Mukaddes-i Ğaravî’de riyâzet, halvet, tâat ve ibâdetle uğraştım ve
kesbî, ta’lîmî değil de hakîkî, ledünnî, irsî ilimleri öğrenmeyle meşgul
oldum.”25
Fakat Âmülî bu ilimleri öğrenebileceği zâtların yokluğundan da
şikâyet eder. Bir süre sonra Abdurrahman b. Ahmed el-Kudsî/Makdîsî
(ö. ?) adın- da velî ve ârif bir şahısla tanışır. Ondan, evvela şerhiyle
beraber Hâce Ab- dullah el-Ensârî el-Herevî (ö. 481/1089)’nin
Menâzilü’s-sâirîn’ini, sonra da şerhiyle birlikte İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-
hikem’ini ve başka bâzı risâleleri okur. Âmülî, 753/1353 yılında bu
kişiden aldığı Fusûs ve Menâzil okuma icâzetini tefsirinde
kaydetmektedir.26 Yine meşhur Şiî âlim Allâme Hillî (ö. 726/1326)’nin
oğlu Fahru’l-Muhakkıkîn lâkablı Muhammed b. Ha- san el-Hillî (ö.
771/1370)’den aldığı 761/1360 tarihli icâzet de Âmülî’nin pek çok Şiî
klasiğini okuduğunu göstermektedir. 27 Bir süre böyle bereketli bir zaman
geçirince Âmülî’nin Hakk’a ve imamlara olan teveccühü daha da artar.
Bu sırada tasavvufa dair yazılan kitapları okur ve onlara bazen hâşiyeler
ve yorumlar yazar. Tefsirini bitirinceye kadar geçen yirmi dört yıl içinde
yirminin üzerinde eser kaleme alır.28
Âmülî’nin ölüm tarihi kesin değildir. Risâle fi’l-ulûmi’l-âliye adlı son
eserini 787/1385’te Necef’te tamamladığına göre bu tarihten sonra
vefat etmiş olmalıdır.29 Hayatı hakkında ana hatlarıyla bu bilgileri veren
Seyyid
24 Haydar Âmülî,
Âmülî, Nassu’n-nusûs, s. 536. aynı zamanda Nassu’n-nusûs adlı kitabının
başında,
25 telif ettiği I,eserlerin
Âmülî, el-Muhîtu’l-a’zam, 531. isimlerini, içeriklerini ve hangi sırayla
bunları yazdığını
26 Bk. Âmülî, el-Muhîtu’l-a’zam, I, 535.
27 Metni için bk. Âmülî, el-Muhîtu’l-a’zam, I, 531-534. Ayrıca bk. Muhammed Ali Müderris
Tebrîzî, Reyhânetü’l-edeb, Tahran: İntişârât-ı Hayyâm, 1374, I, 64.
28 Âmülî, el-Muhîtu’l-a’zam, I, 531.
29 Bk. Muhammed Hâcevî, “Der Âmedî ber Esrâru’ş-Şerîa ve Fürû’-ı Se Gâne-i Ân”, İrfân-ı Şîî
içinde, s. 91; Ethem Cebecioğlu, “Haydar el-Âmülî”, DİA, XVII, 26.
52
Seyyid Haydar Âmülî ve Câmi’u’l-esrâr ve Menba’u’l-envâr Adlı Eserinde Tasavvuf-Şiîlik İlişkisi
30 Bahsi geçen eserlerin bir kısmı günümüze ulaşmış, bir kısmı da ulaşmamıştır. Günümüze
kadar gelenlerin bazıları yayınlanmıştır. Bunların kaydını dipnotlarda belirttik. Şu
aşamada Âmülî’nin bütün eserlerini görüp inceleme fırsatı bulamadığımızdan ve daha
ziyade Câmi’u’l- esrâr, Nassu’n-nusûs ve el-Muhîtu’l-a’zam ekseninde onun hayatı, eserleri
ve tasavvuf-Şiîlik münasebetine bakışıyla ilgilendiğimizden dolayı burada mezkûr
kitapların içerikleri hakkın- da büyük oranda müellifin kendi verdiği bilgilerle
yetindiğimizi belirtmek isteriz.
31 Yayınlanmış hali için bk. Âmülî, Câmi’u’l-esrâr ve menba’u’l-envâr, haz. Henry Corbin-Osman
İs-
mail Yahya, Tahran: Encümen-i İrânşinâsî-yi Fransa ve Şirket-i İntişârât-ı İlmî ve Ferhengî,
1368.
Süleyman GÖKBULUT
57
Süleyman GÖKBULUT
50 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 3.
51 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 4-5.
5
9
Süleyman GÖKBULUT
52 İlhanlı dönemi Şiîliği hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Hanifi Şahin, İlhanlılar Döneminde
Şiilik, İstanbul: Ötüken Yay., 2010.
53 Şehrâm Pâzûkî, “Câmi’u’l-Esrâr-ı Seyyid Haydar Âmülî: Câmi’-i Tasavvuf ve Teşeyyu’”, İrfân-
ı Şîî içinde, s. 24.
54 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 4.
55 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 614.
60
Seyyid Haydar Âmülî ve Câmi’u’l-esrâr ve Menba’u’l-envâr Adlı Eserinde Tasavvuf-Şiîlik İlişkisi
savvuf içinde Ebu Zer el-Gıfârî (ö. 32/653), Selmân-ı Fârisî (ö. 36/656)
ve Üveys el-Karanî (ö. 37/657) ve yine imamların öğrencileri
diyebileceğimiz Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848) ve Cüneyd-i Bağdâdî (ö.
297/909) gibileri gerçek sûfîleri teşkil ederler. Aynı şekilde Şiî
mezhebleri arasında da hak ve bâtıl olanlar vardır. İsnâaşeriyye Şiîliği
hakîkati temsil ederken, İsmâiliyye, Gulât ve Zeydiyye gibi fırkalar
gerçek mânâda Şiî olarak kabul edilemez.56
Âmülî’ye göre işte bu anlatılanlar karşılıklı menfî bakışı ve
düşmanlığı arttıran hususlardır. Cehâlet bu kişilerin gözlerini kör etmiş
ve bu yüzden tek tipçi bir bakışa sahip hale gelmişlerdir. Sûfîler
cehâletlerinden ötürü mâsum imamların bâtınî bir boyuta ve bunun
getirdiği faziletlere sahip olmadıklarını düşünmüşler; Şiîler de
imamların üstünlüklerinin sadece zâhirî ilimlerle sınırlı olduğunu
zannetmişlerdir.
“Halbuki durum böyle değildir. Çünkü onlardan her biri kendi
tasavvurunda hata etmekte ve vehminde yanlış yola sapmaktadır. Biz
bunların her ikisinden de tasavvurlarından da Allah’a sığınırız.”57
Âmülî’nin çabası işte böyle bir temele sahiptir. Ortada bir sorun
vardır ve bu, genel olarak bütün Müslümanlar, özel olarak da Şiîler
arasında bü- yük bir kargaşa yaratmaktadır. Seyyid Haydar çözüm
noktasında kendisini yetkin görmektedir. Zira yirmi yıllık tahsil hayatı,
çeşitli şehirleri dolaşıp farklı hocalardan dersler okuması onun, Şiî
ulemânın tasavvufa nasıl yak- laştığı konusunda bir hayli bilgi
edinmesini sağlamıştır. Yine bâzı şeyhler- le vakit geçirmesi de
meşâyihin Şiîler hakkındaki fikirlerini öğrenmesine vesile olmuştur. İşte
bu bilgi birikimi ve tecrübe Âmülî’yi yeni bir senteze götürmüştür.
İleride detaylarını anlatmaya çalışacağımız bu sentez kısaca şudur:
Mâsum imamların akîdelerinin ve yollarının zâhirî tarafı -ki buna şerîat
denilebilir- İmâmiyye Şîasına, bâtınî tarafı -ki buna da hakîkat
denilebilir- ise sûfîler tâifesine mahsustur ve bu iki yön arasında tam
bir muvâfakat vardır.58 Her iki yolu da tahkîk eden ve esaslarına vâkıf
olan Âmülî ömrünü zâhir ile bâtın uyumunu göstermeye ve ulemâ ile
sûfîler arasındaki ihtilâfı ortadan kaldırmaya adamıştır. Çünkü o, her
iki tâifenin hak ve bâtıl ta- raflarını, hangi hususlarda isâbet ettiklerini
ve hangi konularda da yanıl- dıklarını tam bir şekilde müşâhede ettiği
kanaatindedir. Sonuçta bunların
59 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 7.
60 Âmülî’nin Hz. Peygamber’e atfettiği bu söz, başta Necmeddîn Kübrâ olmak üzere çeşitli
sûfîler tarafından dile getirilmiştir. Konuyla ilgili olarak bk. Necmeddin Kübrâ, Tasavvufta
On Esas (Usûlü’l-Aşere Şerhleri), haz. Süleyman Gökbulut, İstanbul: İnsan Yay., 2010.
61 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 8.
62 Âmülî, Câmi’u’l-esrâr, s. 8-9.
62
Seyyid Haydar Âmülî ve Câmi’u’l-esrâr ve Menba’u’l-envâr Adlı Eserinde Tasavvuf-Şiîlik İlişkisi
ka bir grup yüzünden hakîkî sûfîleri suçlarsa, bu, bir başkasının sözleri
ve fiillerinden ötürü diğer bir şahsı suçlamak gibi olur.87 Âmülî, mü’min-i
mümtehanı yüceltirken onlara da diğerlerini zemmetmemeyi öğütler.
Çünkü onlar hakîkatte birdir. Biri yolun zâhir, biri de bâtın tarafını üst-
lenmiştir. Esasen her biri diğerine muhtaçtır. Çünkü bâtına uymayan her
zâhir, küfür; zâhire dayanmayan her bâtın da zındıklıktır.88
Âmülî’nin tasavvuf ile teşeyyu’ arasındaki bağı vurgulamaya çalışırken
takip ettiği yöntemden ve söylediklerinden şöyle bir sonuç çıkarılabilir:
Öncelikle İsnâaşeriyye denilen mezheb, zâhir ve bâtın olmak üzere iki
cep- heye sahiptir. Bu ikisi birleştirildiğinde gerçek bir inanç sistemi
ortaya çık- maktadır. İkinci olarak, bu mezhebin zâhir tarafına Şiîlik,
bâtın tarafına sûfîlik denilebilir. Üçüncü olarak, böyle bir din anlayışı
şerîatın hüküm- lerini yerine getirmeyi, imamlara tâbi bir üstâdın
rehberliğinde yürümeyi ve böylece hakîkati idrâk etmeyi içermektedir.
Bunun dışındaki bir yol ise eksiktir.89
VI. Sonuç
Netice itibariyle Âmülî’nin çabası ve metodu, Sünnî dünyada yaşayan
sûfîlerin zâhir ulemâsına karşı verdikleri mücâdeleyle hayli yakınlık arz
etmektedir. Yine Âmülî ile sûfîler arasında, “din ile tasavvufun aynı
hakîkatin iki yüzü olmaları”, “şerîat-hakîkat”, “zâhir-bâtın” veya “avâm-
havâs” ayırımı gibi söylem itibariyle de çokça benzerlikler vardır. En
büyük fark herhalde Âmülî’nin tasavvufu Şiî düşüncenin, özellikle de
İsnâaşeriyye Şiîliğinin bir parçası olarak görmesi ve ancak bu itikad
dünyası içindeki bir sûfîyi gerçek bir sûfî olarak nitelendirmesidir.
Onun, Hz. Peygamber’e at- fettiği “Allah’a giden yollar yaratılmışların
nefesleri sayısıncadır” sözüyle, Şiîlik içindeki zâhirî kanadın yanında
sûfîliğe de yer açması hem tasavvuf hem de Şiî irfân tarihi açısından
elbette önemlidir. Fakat bu sözün sadece
69
Süleyman GÖKBULUT
Kaynakça
Âmülî, Seyyid Haydar, Câmi’u’l-esrâr ve menba’u’l-envâr, haz. Henry Corbin-Osman İs-
mail Yahya, Tahran: Encümen-i İrânşinâsî-yi Fransa ve Şirket-i İntişârât-ı İlmî ve
Ferhengî, 1368.
Âmülî, Seyyid Haydar, el-Muhîtu’l-a’zam ve’t-tavdü’l-eşem fî te’vîli kitâbillâhi’l-azîzi’l-
muhkem, haz. Muhsin Mûsevî et-Tebrîzî, Kum: Müessese-i Ferheng ve Neşr-i Nûr
Alâ Nûr, 2001.
Âmülî, Seyyid Haydar, el-Mukaddimât min kitâbi nassi’n-nusûs fî şerhi fusûsi’l-hikem, haz.
Henry Corbin-Osman İsmail Yahya, Tahran: İntişârât-ı Tûs, 1367.
Âmülî, Seyyid Haydar, Esrâru’ş-şerîa ve atvâru’t-tarîka ve envâru’l-hakîka, haz. Muhammed
Hâcevî, Tahran: Müessese-i Mütâlaât ve Tahkîkât-ı Ferhengî, 1362.
Bilge, Mustafa L., “Âmül”, DİA, III, 99.
Cebecioğlu, Ethem, “Haydar el-Âmülî”, DİA, XVII, 26-27.
Corbin, Henry, “Seyyid Haydar Âmülî: Müteellih-i Şîî-yi Âlem-i Tasavvuf”, İrfân-ı Şîî
içinde, haz. Muhammed Kerîmî Zencânî-asl, Tahran: İntişârât-ı Ittılâât, 1386.
Corbin, Henry, İslâm Felsefesi Tarihi, trc. Ahmet Arslan, İstanbul: İletişim Yay., 2002.
Çift, Salih, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul: İnsan Yay., 2008.
Dâye, Necmuddîn-i, Mirsâdü’l-ibâd (Sûfîlerin Seyri), trc. Hakkı Uygur, İstanbul: İlk Harf
Yay., 2013.
Emîn, Muhsin, A’yânü’ş-şîa, tahk. Hasan el-Emîn, Beyrut: Dârü’t-Teâruf li’l-Matbuat,
1983. Hâcevî, Muhammed, “Der Âmedî ber Esrâru’ş-Şerîa ve Fürû’-ı Se Gâne-i Ân”,
İrfân-ı Şîî için-
de, haz. Muhammed Kerîmî Zencânî-asl, Tahran: İntişârât-ı Ittılâât, 1386.
Hâcevî, Muhammed, “Şahsiyyethâ-yı Üsveî-yi Seyyid Haydar ve Teslîsât ve Nazariyyâteş”,
Rîşehâ-yı Hüviyyetî-yi Teşeyyu’ ve İrfân içinde, haz. Meryem Bânû Berdbâr, Tahran:
İntişârât-ı Gâm-ı Nov, 1389.
Hânsârî, Muhammed Bâkır Ravzâtü’l-cennât fî ahvâli’l-ulemâ ve’s-sâdât, tahk. Esedullah
İsmâiliyyân, Kum: Mektebetü İsmâiliyyân, 1390.
Hucvirî, Keşfü’l-mahcûb, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yay., 1996.
Isfahânî, Mirzâ Abdullah Efendi, Riyâzü’l-ulemâ ve hiyâzü’l-fuzalâ, tahk. Seyyid Ahmed el-
Hüseynî-Seyyid Mahmud el-Mar’aşî, Kum: Mektebetü Âyetullah el-Mar’aşî, 1403.
Kummî, Abbâs el-Fevâidü’r-razaviyye fî ahvâli ulemâi’l-mezhebi’l-ca’feriyye, tahk. Nâsır
Bâkırî Bîdehendî, Kum: Müessese-i Bûstân-ı Kitâb, 1385.
Kübrâ, Necmeddin, Tasavvufta On Esas (Usûlü’l-Aşere Şerhleri), haz. Süleyman Gökbulut,
İstanbul: İnsan Yay., 2010.
Meclisî, Allâme Muhammed Takî, Teşvîkü’s-sâlikîn, Şemseddîn Pervîzî, Tezkiretü’l-evliyâ ile
birlikte, Tebriz: Çâphâne-i Rızâî, 1332.
Okuyan, Mehmet, Necmuddin Dâye ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul: Rağbet Yay., 2001.
Pâzûkî, Şehrâm, “Câmi’u’l-Esrâr-ı Seyyid Haydar Âmülî: Câmi’-i Tasavvuf ve Teşeyyu’”,
İrfân-ı Şîî içinde, haz. Muhammed Kerîmî Zencânî-asl, Tahran: İntişârât-ı Ittılâât, 1386.
Purcevâdî, Nasrullah, “On İki İmam Şiiliğinde Tasavvufa Muhalefet”, trc. Abdullah Kartal,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XI, sayı: 1, 2002, s. 233-242.
70
Seyyid Haydar Âmülî ve Câmi’u’l-esrâr ve Menba’u’l-envâr Adlı Eserinde Tasavvuf-Şiîlik
İlişkisi
71
ilmî ve akademik araştırma
dergisi 37 [2016/1], s. 73-113
Özet
Maneviyat (spirituality) nedir sorusu aslında mantıklı bir sorudur. Düalist1 ve
hilomorfik insan tabiatı görüşlerinin önemli neticelerini değerlendirirken biz
bu duruşu muhafaza ederiz. Biz, 21. yüzyıl Amerika’sında maneviyatın
dindar- lıktan ayrı düşünülmesi gerektiğini savunuyor, maneviyatın
incelenebilmesi için kavramsal olarak netleştirilmesi gerektiğini ileri
sürüyoruz. Her insanın beden ve ruh şeklinde birbiri ile uyumlu iki
prensipten oluşan bir öz olduğu ve bu özün doğasının da maneviyat olduğu
düşüncesini destekliyoruz. İdrak ve irade maneviyatın işlevleridir ve bu
işlevlerin gerçek neticeleri de hakikat ve iyiliktir. Sağlık disiplinlerindeki
ahlakçı, teorisyen, araştırmacı ve pratisyenle- ri, maneviyatın bu yönleri
arasındaki etkileşime odaklanmaya davet ediyoruz. Maneviyatı, hayata
yönelik bir tutum, hayatı anlamlandırmak, başkalarıyla iliş- ki kurmak ve
aşkın olanla bütünleşmek arayışı şeklinde tanımlıyoruz. DSM’de (Tanı
Ölçütleri Kitabı, 4. Edisyon Amerikan Psikiyatri Derneği, 1994) yer alan
leyici adam daha sonra sırasıyla rahip, aziz ve nihayet ilk dönem
Hıristiyan Kilise babalarından birisi oldu. Adı Hippo’lu Augustinus’dur
(takribi M.S. 354-430). St. Augustinus hala en etkili Hıristiyan
ilahiyatçılarından biri olmayı sürdürür-güçlü düalist Maniheist
görüşlerini dogmatik Hıristiyan teolojisiyle birleştirmiştir.
Augustinus teolojisi dünyadaki ahlaki kötülüğün insanın özgür irade-
sinin neticesi olduğunu ve fertlerin asketizm yoluyla ruhlarını bedensel
şehvetlerinden kurtarabileceklerini ve böylece Tanrı’yla yakınlık kurabi-
leceklerini öğretir. Augustinus’un insan tabiatı görüşü, insanların
bozula- bilir bir bedenden ve Tanrı’yı görmeye/müşahede etmeye
(beatific vision of God) “mukadder” bir ruhtan oluştuğunu varsayar.
Çağdaş bazı Hıristi- yanlara göre tanrılaştırma bütün “iyi” fertlerin
cennete ve bütün “kötü” fertlerin cehenneme gireceği nihai yeniden
dirilme yoluyla başlayacaktır; bu nedenle bedensel şehvetlerimizi
kontrol etmek ve/veya bedenlerimizi arındırmak için ve ruhun
bozulmazlığını muhafaza etmek için asketizm gereklidir. Bu anlamda
Tanrı’nın görülmesi/müşahede edilmesi başlı ba- şına sadece cennete
girenler için söz konusudur. Bununla birlikte Tanrı her yerde hazır ve
nazır olduğu ve cennetin hudutlarıyla da sınırlandırıla- mayacağı için,
cehennemde Tanrı ebedi bir Summum Bonum (en yüce iyi, Tanrı)
yoksunluğu duygusuyla mevcuttur ve ruhun bu yoksunluğun farkı- na
varması cehennemin doğasını teşkil eder.17 En önemlisi Augustinus te-
olojisinin muasır Hıristiyan teolojisini etkilemeye hala devam
etmektedir.
René Descartes (M.S. 1596-1650) 17. Yüzyılın başlarında Avrupa’da
dini ve felsefi düalizmi geliştiren modern Batılı filozofların en önde ge-
leniydi. Bazı yorumcular Descartes’ın kendi felsefesini Augustinus düa-
lizminin üzerine temellendirdiğini öne sürer.18 Kartezyen düalizm insan
ruhunu, maddi olmayan ve fakat akıllı ya da düşünen şey
(rescogitans)
ayrı “özden” oluştuğunu açıklar. Beden (bir makine gibi) işlevlerini yerine
getirebilmek için zorunlu daha pek çok fiziksel parçadan (ikincil
organlar ve iç organlar) oluşur.
Üretken diğer pek çok filozof/yazarda olduğu gibi Descartes’in
eserlerin- de de yorumlama sıkıntısı mevcuttur çünkü eserlerindeki
anahtar kelimeler farklı şekillerde tanımlanır. Örneğin, Descartes’in
insan bütünlere vurgusu Kartezyen düalizm açısından sorun teşkil eder.
Birden fazla parçadan mey- dana geldiğinden insanlar doğal bütünlerdir.
Bununla birlikte gerçek dün- yada her şeyin bütün ya da cevher olduğu;
buna karşın insanların bütün olduklarından cevher olmadıkları
iddiasında bulunulabilir. Ya da tersi düşü- nülecek olursa hiçbir bütün
fiziksel özelliklere sahip değildir ve fakat bütün cevherler yeni fiziksel
özellikler edinirler (uzanım, hareket vs.) bu nedenle hiçbir cevher bir
bütün değildir. Hayvanlar ve bitkiler rasyonel ruhları ol- madığı için düal
değildir. Bu yüzden bir anlamda rasyonel olmayan canlılar
-insan hariç- cevherdirler (St. Augustinus’un açıkça karşı çıktığı gibi).25
“Cogito, ergo sum” (düşünüyorum, o halde varım) önermesinin diğer
bir doğal neticesi kendi kendini hükümsüz kılmasıdır. Çünkü “cogito”
(dü- şünüyorum) ortada olan bir mevcudiyeti var sayar (ilk olarak var
olurum, sonra düşünürüm) ki bu “sum”a (varım) götüren bir çıkarımı
gerektirmez (çünkü zaten mevcudum). Bir başka ifadeyle, ortada olan
mevcudiyet, tıp- kı “dubito”da (şüphe ederim) olduğu gibi “cogito”da da
saklıdır; çünkü her iki eylemde mevcut bir varlığa gereksinim duyar. Bu
nedenle (ergo) çıkarı- mına ve onun neticesi (sum)’a gerek yoktur. Daha
basitleştirmek gerekir- se, Descartes kısa ve öz bir ifade kullanabilirdi:
“ego sum,” “ego existo” ya da sadece “ego” bile yeterli olurdu.26
Düşünen zihnin (res cogitans) bedeninden ayrışması ise insan bütün-
lüğü ile ilgili Kartezyen düalizme daha fazla zarar veren diğer bir zımni
anlamdır. Bu anlam ayırıcı olarak şöyle ifade edilebilir: ya (a) insanlar fi-
ziksel değildir; ya da (b) insanın kendini tecrübe etmesinin kendi
varlığı- nın güvencesi olduğu kabul edilmeyebilir. Eğer durum (b) ise, o
halde (c) insanlar “iç gözleme” dayanarak kendi mevcudiyetlerinden
emin olamaz- lar. (d) Cogito (düşünüyorum) insanın iç gözlemine
dayanan bir eylemdir; o halde ~(c) insanın kendini tecrübesinin kendi
varlığının teminatı oldu- ğunu inkâr etmek mümkün değildir (bunun
hakiki anlamı şudur: insanın
tını insanın durumuna benzer olarak entegre etmek için beş bölümlü bir
bakış açısı tasarlar.32Dahası bazı dini dogmalar bu insan tabiatı
görüşlerini kabul ettikleri için insanın hala bir bütün olarak algılandığı
bir teolojik duruş ortaya çıkarırlar. Bu nedenle “düalist dini maneviyat”
(DDM) bu ıs- rarcı görüşlerin bir yan ürünüdür ve dindarlık ile
maneviyatı tek bir terim olarak birleştirir.
83
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
şeye dönüşme kapasitesine sahiptir. 34 Başka bir ifadeyle temel form, bir
şeyi “başka bir şey değil” de olduğu şey yapan şeydir (biçimsel neden).
Mad- de ise ya da bir şeyin kendisinden yapıldığı özel bir tür malzeme
ise temel formu tamamlayandır (fiziki neden). Madde bireyselleşme
ilkesi iken, form varoluşsal bir ilkedir ve ikisi eksiksiz bir cevheri
oluştururlar. Bu ilkelerin hiçbiri birbirinden ayrı var olamazlar. Örneğin
insan ruhu, insanca şekil- lendirilmiş bedenin temel formudur (insan
bununla insan olur) ve özel tür- deki bu beden insan ruhunun
maddesidir. Bu iki ilke münferit bir insandır, başka bir şey değildir.
İnsan şeklindeki bu beden insanın onsuz asla var olamayacağı bir ilkedir
ve bu bedenin tamamlayıcı ruhu da insanı canlı ya- pan şeydir. Eğer
insan gibi şekillendirilmiş beden, kendisini tamamlayan ruh olmaksızın
herhangi bir yerde bulunsa, bu tam olarak canlı değil sadece insan gibi
şekillendirilmiş bir beden ya da cesettir -eğer kendisini olduğu şey yapan
(yaşayan bir birey) “form” (şekil değil) aynı maddede doğal ola- rak
bulunmuyorsa.35 Bu anlamda fiziki neden (madde) ve formel neden (bir
şeyi ne ise o yapan şey) cevherlerin (insanların) doğasında olan nedenler-
dir. Harici sebepler ise, etkin sebep (bir şeyi meydana getiren fail) ya da
insanın ebeveyni ve bir şeyin var oluşunun nihai sebebi ya da gayesidir.
Aristo mümkün olan her yerde bu dört sebebi gerçek dünyadaki
değişimleri ve oluşumları açıklamanın olmazsa olmaz şartı olarak
kullanır.36
Ruhu, içlerinde hayat potansiyeli taşıyan doğal bedenlerin var oluş il-
kesi olarak gören Aristocu görüş bitkiler, hayvanlar ve insanlara
uygulanır. Bu durumda ruhun üç tezahürü vardır: Bunlar ruhun
bitkilerle alakalı olan istemsiz (bitkisel), hayvanlarla alakalı olan algısal
(hissi) ve insanla alaka- lı olan zihni (rasyonel) tezahürleridir.37Bu
sınıflandırmadan şu tek yönlü anlam doğar: Bütün rasyonel varlıklar algı
sahibidir ve bütün algısal varlık- lar büyümek ve üremek için beslenme
yetisine sahiptir; ancak bunun tersi mümkün değildir. Bu ise, bazı
insanların ruhlarının (doğal ya da doğal ol- mayan yoksunluk; doğuştan
gelen bir sakatlık, zihinsel engellilik; araba ka- zası, koma ya da kasten
zarar verme neticesinde oluşan bir sakatlığı olan) bu niteliklerden
herhangi birini sergileyebileceklerini ve yine kategori ola-
34 F. Aveling, “Form”, The Catholic Encyclopedia, (ed.: K. Knight), 1909, c. 6, Retrieved from
http:// www.newadvent.org/cathen/06137b.htm; F. Aveling, “Matter”, The Catholic
Encyclopedia, (ed.: K. Knight), 1911,c. 10, Retrieved from
http://www.newadvent.org/cathen/10053b.htm
35 J. E. Royce, Man and His Nature: A Philosophical Psychology, McGraw-Hill, New York 1961
36 Connell, a.g.e., 1988
37 Aristotle, Aristotle: Introductory Readings, (çev. T. Irwin & G. Fine), Hackett, Indianapolis
1996
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
nu). O halde insan, yiyecek ve insan cesedine (madde) mahsus ortak bir
ilke ve insanın varoluş evrelerinin her birine mahsus bir başka prensip
olmalıdır (form). Bunun bütünlerle ilişkisini anlatmak için şu örnek
verilebilir: Kum ve ısı tuğlayı oluşturur ancak bir ev inşa etmek için
tuğlalar bir araya geti- rir. Tuğlalar farklı cevherler olmalarına rağmen
yalnızca potansiyel olarak bir evdirler ve bir ev de sadece gerçek
fonksiyonu olan barınmayı sağladığı müddetçe evdir.42 Hatta barınma
sağlamasına rağmen evin önceki örnekteki kalem gibi statik kalması
amaçlanır -bunların hiçbiri cevherlerin asıl form- larından elde ettikleri
gibi kendilerinden kaynaklanan bir harekete sahip değillerdir. Aristo
gerçek dünyadaki cevherlerin ve bütünlerin oluşumunu ve dönüşümünü
açıklamak için dört neden ileri sürmüş olsa da, bütünlerle cevherler
arasındaki temel fark içten kaynaklanan harekettir.
Aristo’ya göre insan ruhu bedeni canlandırır (kendine özgü bir
şekilde ve eşsiz bir şekilde bedeni tamamlar), aynı zamanda insan
ruhunun tabi- atını insan maneviyatı olarak belirler.43 İnsan
maneviyatının gerçek fonk- siyonu insan aklı ve insanın özgür iradesi ya
da seçenekler arasında seçim yapma kapasitesi yani istemidir. Bu
fonksiyonların gerçek hedefleri ya da asıl gayeleri sırasıyla hakikat ve
iyiliktir. Materyalistlerin ve fizikçilerin ak- sine, Aristo insan ruhunun
fiziğe ya da kimyaya göre hareket etmediğini, cisminden ayrılmış olsa
dahi akli ve istemli eylemlerle uğraşabildiğini ileri sürer.44Bu durumu
görmezden gelmek, maddenin bizatihi hayat kapasite- sine sahip
olduğunu iddia etmek demektir. Bu alternatif iddianın yanlışlı- ğını fizik
ve kimya ispatlamıştır.
Bir filozof, ilahiyatçı, rahip, aziz ve ortaçağ Hıristiyan kilisesi
42 Royce, a.g.e., 1961; C. Shields, Aristotle’s Psychology: The Stanford Encyclopedia of Philosophy,
babası
(ed.: E. N. Zalta), 2011, Retrieved from Http://plato.stanford.edu/entries/aristotle-
psychology/index.html
43Aristotle, Aristotle: Introductory Readings, (çev. T Irwin & G. Fine), Hackett, Indianapolis 1996
44 Bu iddianın (insan bedeninden ayrıldığında da ruhun görevini yapmaya devam ettiği)
gizil
argümanları şu soruları da içerir: ruh ölümsüz müdür değil midir? Acaba ruh, öldükten
sonra Plato’nun bütün cevheri gibi bir şey mi olur? Vb. Bu soruların yanıtını bir makalede
ele alamayız. Yine de St. Thomas Aquinas’ın bu sorularla ilgilendiğini ve bunların
Aristo’nun öncüllerinin mantığıyla da açıklanabileceğini belirtmekle yetinelim. Örneğin
ruhun bir başlangıcı olduğu ve cevher kategorisine dahil olduğu için ruh bir ihtimal
ölümsüzdür ve fakat bedeni öldüğü için cevher olarak eksiktir (bu konularda daha fazla
açıklama için bk. K. Knight, “The Summa Theologica of St. Thomas Aquinas”,The Catholic
Encyclopedia, (edt. And çev.: Fathers of the English Dominican Province), Prima pars, Q
86 75, 76, 89, 2008, Retrieved from http://www.newadvent.org/summa/1.htm (Original
work published 1920)
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
45 Bk. J. Bobik, De Ente et Essentia: Aquinas Onbeing and Essence: A translation and
Interpretation, University Press, Notre Dame 1965; M. Garcia-Valdecasas, “Psychology and
Mind in Aquinas”, History of Psychiatry, 2005, sayı 16, s. 291-310
46 J. Coyle, “Nursing Theory and Concept Development or Analysis: Spirituality and Health:
Towards a Framework for Exploring the Relationship Between Spirituality and Health”,
Journal of Advanced Nursing, 2002, sayı: 37, s. 589-597; Garcia-Valdecasas, a.g.e., 2005
47 Royce, a.g.e., 1961
87
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
48 D. F. Lukoff & R. Turner, “Toward a More Culturally Sensitive DSM-IV: Psychoreligious and
Psychospiritual Problems”, The Journalof Nervous and Mental Disease, 1992, sayı 180, s. 673-
682
49 Lukoff ve ark., 1992, s. 676
50 American Psychiatric Association, Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders,
(4th ed.), Washington 1994, c. 62. 89
51 D. Lukoff, F. Lu & R. Turner, “Cultural Considerations in the Assessment and Treatment of
Religious and Spiritual Problems”, The Psychiatric Clinics of North America, 1995, sayı 18, s.
467-485, s. 481; ayrıca bk. Turner ve ark., a.g.e., 1995
52 Lukoff ve ark., a.g.e., 1998
53 Başka yazarlardan aktaran (Lukoff ve ark. 1992, 1995, 1998; Turner ve ark. 1995)
dindarlığın organize bir toplumun inançlarına ve uygulamalarına işaret ettiğini,
maneviyatın ise aşkın olanla şahsi bir ilişkiye işaret ettiğini ve dini bağlılıkla ilişkisinin
olmadığını sürekli belirtirler.
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
and CACREP Curriculum Standards”, Journal of Counseling and Development, 1999,sayı 77,
s.251-257
57 J. Lorber, Paradoxes of Gender, Vail-Ballou Press, Binghampton 1994, s.6
58 D. Berry, “Methodological Pitfalls in the Study of Religiosity and Spirituality”, Western
Journal of Nursing Research, 2005, sayı 27, s. 628 - 647, s. 629
59 N. Egbert, J. Mickley & H. Coeling, “A Review and Application of Social Measures of
Religiosity and Spirituality: Assessing a Missing Component in Health Communication
Research”, Health Communication, 2004, sayı 16, s. 7-27; S. Graham, S. Furr, C. Flowers &
M. T. Burke, “Religion and Spirituality in Coping With Stress”, Counseling and Values, 2001,
c. 46, sayı 1, s. 2-13; P. C. Hill & K. I. Pargament, “Advances in the Conceptualization and
Measurement of Religion and Spirituality: Implications for Physical and Mental Health
Research”, American Psychologist, 2003, sayı 58, s. 64-74; P. C. Hill, K. I. Pargament, R. W.
Jr. Hood, M. E. McCullough, J. P. Swyers, D. B. Larson & B. J. Zinnbauer, “Conceptualizing
Religion and Spirituality: Points of Commonality, Points of Departure”, Journal for the
Theory of Social Behavior, 2000, sayı 30, s. 51-77; W. Slater, T. W. Hall & K. J. Edwards,
“Measuring Religion and Spirituality: Where are We and Where are We Going?”, Journal of
Psychology and Theology, 2001, sayı 29, 4-21; K. L. Suyemoto & M. L. MacDonald, “The
Content and Function of Religious and Spiritual Beliefs”, Counseling and Values, 1996, c.
40, sayı 2, s. 143-158; J. W. Traphagan, “Multidimensional Measurement of
Religiousness/Spirituality for Use in Health Research in Cross-Cultural Perspective”,
Research on Aging, 2005, sayı 27, s. 387- 419
60 R. D. Hinselwood, “Form, Space, Body, and Emotions”, Project Muse Philosophy, Psychiatry,
and Psychology, 2005, sayı 12, s. 43- 48. s. 45
61 Bk., D. T. Haynes, “Mormonism”, Spirituality within Religious Traditions in Social Work Practice,
(edt.: M. Van Hook, B. Hugen & M. Aguilar), Brooks/Cole, Pacific Grove 2001, s. 251-272; J.
Hill, “A Rationale for the Integration of Spirituality in Community Psychology”, Journal of
Community Psychology, 2000, sayı 28, s. 139 -149; D. R. Hodge, “Why Conduct a Spiritual
Assessment? A Theoretical Foundation for Assessment”, Advances in Social Work, 2004, sayı 5,
s. 183-196; M. V. Joseph, “Religion and Social Work Practice”, Social Casework: The Journal of
Contemporary Social Work, 1988, sayı 69, s. 443-452; R. L. Piedmont & M. M. Leach,
“Crosscultural Generalizability of the Spiritual Transcendence Scale in India: Spirituality as a
Universal Aspect of Human Experience”, American Behavioral Scientist, 2002, sayı 45, s. 1888
-1901; R. P. Stanard, D. S. Sandhu & L. C. Painter, “Assessment of Spirituality in Counseling”,
90 Journal of Counseling and Development, 2000, sayı 78, s. 204-210; K. Tirri, P. Nokelainen &
M. Ubani, “Conceptual Definition
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
Öte yandan pek çok yazar “maneviyatın “kültürel sınırları” aşan bir
şey” olduğunu ileri sürer.62 Bir başka grup yazar maneviyatın kişisel
gelişim, tekâmül, dönüşüm ve büyümeye benzediğini bildirir; buna göre
manevi- yat zaman zaman gelenekler, ritüeller ve inançların engellediği
bir olgudur. Yine bir başka grup maneviyatın bütün kültürleri aşan ve
tıpkı solunan hava gibi her bir insanı tamamlayıcı63 kişisel bir “insan
fenomeni” oldu- ğunu64 ve maneviyatın her bir insanın doğal yapısında
mevcut olduğunu ileri sürer.65 Başka bir diğer grup yazar ise maneviyatı
“kişinin hayatını anlamlandırma şekli” olarak tanımlar ve bunun
“kişinin tutumlarını insan varoluşunun temel niteliği olarak”
kullanmasını gerektirdiğini savunurlar.66
Sağlık hizmetleri literatüründe hem dindarlığın hem de maneviyatın
te- mel koşullarını tanımlamak için kullanılabilecek binlerce ek kaynak
mevcut- tur. Göz attığımız kaynaklar bu iki yapı arasındaki betimsel bazı
kriterleri ayırt etmemiz için yeterlidir. Dindarlık toplumu, inanç ve ritüel
teamülünü gerektirirken; maneviyat insan bireyselliğini ve kişinin
hayatını anlamlan- dırmasını gerektirir. Yani geleneksel olarak dindarlık,
bireyin belirli bir sos- yal çevrede çeşitli kurumsal inanç sistemlerine
uygun olarak nasıl davranma- sı gerektiğini belirler. Ancak maneviyat
farklı kültür ve kuşaklardan bireyler için geçerlidir. Bu, dindarlık ve
maneviyat kavramsal olarak aynı temel ta- nımsal kriterleri (örn.
koşulları) gerektirmediğinden dolayı (zaruri olarak gerektirmek)
dindarlıkla maneviyatın aynı anlama gelmediklerini gösterir.
Dahası son dönemde yapılan empirik araştırmalar, bu iki yapının
“tek
and Empirical Validation of the Spiritual Sensitivity Scale”, Journal of Empirical Theology,
2006, sayı 19, s.37- 62. Kendilerinden alıntı yapılan bu yazarlar ve daha pek çok başka eser
DSM’in dini problemleri ayıran kodlamasına kavramsal olarak uyarlar: (a) mezhep değişikliği
ya da yeni bir dine ihtida, (b) inanç ve uygulamalara bağlılığın yoğunlaşması, (c) inanç kaybı
ya da inanç sorgulaması, (d) suç ve (e) kültler (Lukoff ve ark., a.g.e., 1995)
62 C. Delgado, “A Discussion on the Concept of Spirituality”, Nursing Science Quarterly, 2005,
sayı 18, s. 157-162, s. 157; ayrıca bk. Burke ve ark., a.g.e., 1999
63 P. Benjamin & J. Loby, “Defining the Nature of Spirituality in the Context of Maslow’s and
Roger’s Theories”, Counseling and Values, 1998, c. 42, sayı 2, s. 92-100, s. 93
64 D. N. Elkins, L. J. Hedstrom, L. L. Hughes, J. A. Leaf, & C. Saunders, “Toward a
Humanistic- Phenomenological Spirituality: Definition, Description, and Measurement”,
Journal of Humanistic Psychology, 1988, sayı 28, s.5-18, s. 6
65 Benjamin & Looby, a.g.e., 1998, s. 93; E. Hinterkopt, “Integrating Spiritual Experiences in
Counseling”, Counseling and Values, 1994, c. 38, sayı 3, s. 98-111
66 R. Van Leeuwen & B. Cusveller, “Nursing Competencies for Spiritual Care”, Journal of
Advanced Nursing, 2004, sayı 48, s. 234-246, s. 235
91
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
95
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
84 L. Burkhart & N. Hogan, “An Experiential Theory of Spiritual Care in Nursing Practice”,
Qualitative Health Research, 2008, sayı 18, s. 928 -938
85 Örneğin “Council for Accreditation of Counseling & Related Educational Programs”,
CACREP Standards, 2009, Retrieved from www.cacrep.org/2009standards .pdf, danışanın
manevi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için müfredat eğitimini şart koşar. Ruh sağlığı
danışmanlığında öteki milli akreditasyon sağlık organizasyonları (Association for
Spiritual, Ethical and Religious Values in Counseling, Competencies for Addressing Spiritual
and Religious Values in Counseling, 2009, Retrieved from
http://www.aservic.org/competencies/html, (Danışmanlıkta Manevi, Ahlaki ve Dini
Değerler Birliği) evlilik ve aile terapisi (T. S. Nelson,
R. J. Chenail, J. F. Alexander, D. R. Crane, S. M. Johnson & L. Schwallie, “The
Development of Core Competencies for the Practice of Marriage and Family Therapy”,
Journal of Maritaland Family Therapy, 2007, sayı 33, s. 417-438), aile hekimliği (G.
Anandarajah & E. Hight, “Spirituality and Medical Practice: Using the HOPE Questions as
a Practical Tool for Spiritual Assessment”, American Family Physician, 2001, sayı 63, s.81-
88), bakıcılık (van Leeuwen ve ark., a.g.e., 2009), dinsel psikolojik danışmanlık (American
Assosiation of Pastoral Counselor, Code of Ethics, 1994, Retrieved from
https://aapc.org/content/ethics), psikoloji (Competency-based Education for Professional
Psychology, (edt.: M. B. Kenkel & R. L. Peterson), American Psychological Association,
Washington 2009), psikiyatri (American Psychiatric Association, Diagnostic and statistical
manual of mental disorders (4th ed.), Washington 1994; Joint Reference Committee,
Religious/Spiritual Commitments and Psychiatric Practice: Resource document, 2006,
Retrieved from http://www.psych.org/Departments/EDU/ Library/APAOfficialDocument
2006; Handbook of Spirituality and Worldview in Clinical Practice, (edt.: A. M. Josephson &
J. R. Peteet), American Psychiatric, Washington 2004) ve sosyal hizmetler (National
Association of Social Workers, Indicators for the Achievement of NASW Standards for
Cultural Competency in Social Work Practice, Washington 2007) akademik müfredata
maneviyatı ilave etmek konusunda benzer gerekliliğe işaret etmişlerdir
86 J. Berthrong, “Love, Lust, and Sex: A Christian Perspective”, Buddhist-Christian Studies,
2004,
98
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
sayı 24, s. 5-22; J. Dyson, M. Cobb & D. Foreman, “The Meaning of Spirituality: A
Literature Review”, Journal of Advanced Nursing, 1997, sayı 26, s. 1183-1188; D. O.
Moberg, “Subjective Measures of Spiritual Well-being”, Review of Religious Research, 1984,
sayı 25, s. 351-364; D.
O. Moberg, “Assessing and Measuring Spirituality: Confronting Dilemmas of Universal
and Particular Evaluative Criteria”, Journal of Adult Development, 2002, sayı 9, s.47-60
87 D. A. Helminiak, “Confounding the Divine and the Spiritual: Challenges to a Psychology of
Spirituality”, Pastoral Psychology, 2008, sayı 57, s. 161-182
88 Lukoff ve ark., a.g.e., 1998
89 Gonsiorek ve ark., a.g.e., 2009
90 Gonsiorek ve ark., a.g.e., 2009
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
Çıkarımlar
Teoriler fikirlerden ya da kurgulardan doğarlar. Teoriler gerçeği
açıklama ya da yordama eğilimindedir. Kanıtlar da genellikle teorileri
ispatlar ya da çürütürler. İşte bu nedenle kuramsal gelişmeler
açısından yapıların kavramsal olarak açıklığı ve kesinliği temel ilkedir.
Bu, kuramsal kavram- ları güvenilirliği ne olursa olsun geçerlilikten
yoksun olmaktan (ontolo- jik teyit) korur.97Buna karşılık teoriler
kavramsal spekülasyonlarını sağ- lamlaştırmak için98 ve teşhis ve
tedavi planlarını uygulamaya geçirmek amacıyla kültürlerarası anlamlı
değerlendirme araçları geliştirmek için99 araştırma uygulamalarına
ihtiyaç duyarlar. Bu eylemler etik olarak danı- şanın esenliğine ve aktif
desteğin tesisine dayanır. Bu nedenle maneviya- tın kavramsal
netliğini hem gerçekleştirmek hem de bunu muhafaza et- mek (örnek
verdiğimiz) sağlık hizmeti disiplinlerinde araştırma soruları
96 Burke & Miranti, a.g.e., 2001; J. Hill, a.g.e., 2000; Lukoff ve ark., a.g.e., 1998; L. A.
Prest,
R. Russel & H. D’Souza, “Spirituality and Religion in Training, Practice and Personal
Development”, Journal of Family Therapy, 1999, sayı 21, s. 60-77; Turner ve ark., a.g.e.,
1995;
B. J. Zinnbauer, K. I. Pargament, B. Cole, M. S. Rye, E. M. Butter, T. G. Belavich, . . . J. L.
Kadar, “Religion and Spirituality: Unfuzzying the Fuzzy”, Journal for the Scientific Study of
Religion, 1997, sayı 36, s. 549-564
97 Örn., P. C. Hill & Pargament, a.g.e., 2000, s. 65. (Birleştirilmiş ilk yapılar (kuram
geliştirmede kullanılan orijinal yapılar) araştırma sonuçlarını güvenilirliğine
bakılmaksızın tartışmaya açık hale getirirler. Örneğin analog ölçeğini ele alalım. Bu ölçek
birer gün arayla iki hafta boyunca aynı ağırlığı ölçerse ölçeğin güvenilirliğine dair bazı
deliller mevcuttur. Ancak eğer ölçeğin iğnesi ölçüm yaptığı her an eğer sıfırı göstermez
ise bu durumda kesin değildir veya ölçümde hata vardır (H. Rosenthal, Encyclopedia of
Counseling: Master Review and Tutorial, Accelerated Development, Bristol 1993).
Maneviyata gelince mevcut anlayışlardan kaynaklanan tanımlar sadece epistemik
birlikte kullanımına katkıda bulunurlar (D. A. MacDonald, “Spirituality: Description,
Measurement, and Relation to the Five Factor Model of Personality”, Journal of
Personality, 2000, sayı 68, s. 153- 197; D. A. MacDonald, L. LeClair, C. J. Holland, A.
Alter & H. L. Friedman, “A Survey of Measures of Transpersonal Constructs”, The
Journal of Transpersonal Psychology, 1995, sayı 27, s. 171-235)
98 A. Ribaudo, a.g.e., 2008
99 Bk., R. L. Piedmont, “Cross-cultural Generalizability of the Spiritual Transcendence Scale
to the Philippines: Spirituality as a Human Universal”, Mental Health, Religion & Culture,
2007, sayı 10, s. 89 -107; R. L. Piedmont, “Does Spirituality Represent the Sixth Factor
102 of Personality? Spiritual Transcendence and the Five-factor Model”, Journal of Personality,
1999, sayı 67, s. 985-1013; R. L. Piedmont, “Spiritual Transcendence and the Scientific
Study of Spirituality”, Journal of Rehabilitation, 2001, sayı 67, s. 4-14
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
Sonuç ve Öneriler
Bu makalede maneviyatın insan olmaları hasebiyle her bir bireye özgü
ol- duğunu ileri sürdük. Maneviyatı bir varoluş ilkesi ve kişinin hayata
karşı tutumu olarak görmek, maneviyatın türlerine göre
sınıflandırılarak değer- lendirilmesine imkân sağlar (maneviyatı klinik
ortamda “yargılayıcı” ya da “indirgemeci” ölçümünü anıştıracak
doğrusal bir sürekliliğe yerleştirmek yerine105 farklı manevi kimlikleri
kabul etmek). Bizim hilomorfik mane- viyat perspektifimiz maneviyatın
müfredata, özellikle de devlet yüksek öğrenim kurumları (ve diğer resmi
kurumlarda) müfredatına alınmasını sağlar ve maneviyatı ayrı olarak
incelemek için teori geliştirme gereksini- mine bir çağrıdır.106 Fertlerin
manevi olmanın ne anlama geldiğini öğren- melerine yardımcı olmak
için benzer sistemler ve tipolojik değerlendirme araçları gereklidir. Bu,
örneğin cinsel bir varlık olmanın ne anlama geldiği- ni anlamaya
başlamaya benzer.107
108 C. M. Del Rio & L. J. White, Hylomorphic Attitudinal Spirituality: Development and
Psychometric Properties of the Spiritual Typology Inventory, Manuscript in Preparation,
Department of
Educational Psychology and Special Education, Southern Illinois University, Carbondale 2011
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
Kaynakça
A. Blanch, “Integrating Religion and Spirituality in Mental Health: The Promise and the
Challenge”, Psychiatric Rehabilitation Journal, 2007, sayı 30, s. 251-260.
A. J. Weaver, K. I. Pargament, K.J. Flannelly & J.E. Oppenheimer, “Trends in The
Scientific Study of Religion, Spirituality, and Health: 1965-2000”, Journal of
Religion and He- alth, 2006, sayı: 45, s. 208-214.
A. Ribaudo & M. Takahashi, “Temporal Trends in Spirituality Research: A Meta-analysis
of Journal Abstracts between 1944 and 2003”, Journal of Religion, Spirituality and
Aging, 2008, sayı: 20, s. 16-28.
A. Semonske & N. Fleming, (Eds.) Metameditations: Studies in Descartes, CA:
Wadsworth, Belmont 1965.
American Assosiation of Pastoral Counselor, Code of Ethics, 1994, Retrieved from https://
aapc.org/content/ethics)
American Psychiatric Association, Diagnostic and statistical manual of mental disorders
(4th ed.), Washington 1994.
American Psychiatric Association, The Principles of Medical Ethics with Annotations Especi-
ally Applicable to Psychiatry, Arlington 2009.
Aristotle, Aristotle: Introductory Readings, (çev. T. Irwin & G. Fine), Hackett, Indianapolis
1996.
Association for Spiritual, Ethical and Religious Values in Counseling, Competencies for
Add- ressing Spiritual and Religious Values in Counseling, 2009, Retrieved from
http://www. aservic.org/competencies/html
B. J. Zinnbauer, K. I. Pargament, B. Cole, M. S. Rye, E. M. Butter, T. G. Belavich, J. L.
Kadar, “Religion and Spirituality: Unfuzzying the Fuzzy”, Journal for the Scientific
Study of Religion, 1997, sayı 36, s. 549-564.
C. Delgado, “A Discussion on the Concept of Spirituality”, Nursing Science Quarterly,
2005, sayı 18, s. 157-162
C. Kourie, “The “Turn” to Spirituality”, Acta Theologica Suplementum, 2006, sayı 8, s.
19 - 40, Retrieved from http://www.ajol.info/index.php/actat/article/viewFi-
le/52310/409352006
C. M. Del Rio & L. J. White, Hylomorphic Attitudinal Spirituality: Development and Psycho-
metric Properties of the Spiritual Typology Inventory, Manuscript in Preparation, De-
partment of Educational Psychology and Special Education, Southern Illinois Uni-
versity Carbondale 2011.
C. M. Del Rio, Psychometric Properties of the Spiritual Typology Inventory, ProQuest
Informa- tion and Learning Company, Ann Arbor 2008.
C. Shields, Aristotle’s Psychology: The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (ed.:E. N. Zalta),
2011, Retrieved from Http://plato.stanford.edu/entries/aristotle-psychology/in-
dex.html
C. Wicker, “Surprising Results from an Exclusive PARADE Poll: How Spiritual are We?”,
The Southern Illinoisan PARADE, 2009, October 4, s. 4-5.
Competency-based Education for Professional Psychology, (edt.: M. B. Kenkel & R. L. Peter-
son), American Psychological Association, Washington 2009.
108
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
109
Carlos DEL M. RIO ve Lyle J. WHITE (trc. Selma BAŞ)
110
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış Açısı
M. V. Joseph, “Religion and Social Work Practice”, Social Casework: The Journal of Contem-
porary Social Work, 1988, sayı 69, s. 443-452.
N. Egbert, J. Mickley & H. Coeling, “A Review and Application of Social Measures of Reli-
giosity and Spirituality: Assessing a Missing Component in Health
Communication Research”, Health Communication, 2004, sayı 16, s. 7-27.
N. Treanor, “The Cogito and The Metaphysics of Mind”, Philosophical Studies, 2006, sayı:
130, s. 247-271.
National Association of Social Workers, Indicators for the Achievement of NASW Standards
for Cultural Competency in Social Work Practice, Washington 2007.
P. Benjamin & J. Loby, “Defining the Nature of Spirituality in the Context of Maslow’s
and Roger’s Theories”, Counseling and Values, 1998, c. 42, sayı 2, s. 92-100.
P. Burnard, “The Spiritual Needs of Atheists and Agnostics”, The Professional Nurse, 1988,
sayı 4, s. 130-132.
P. C. Hill & K. I. Pargament, “Advances in the Conceptualization and Measurement of
Reli- gion and Spirituality: Implications for Physical and Mental Health Research”,
Ameri- can Psychologist, 2003, sayı 58, s. 64-74.
P. C. Hill, K. I. Pargament, R. W. Jr. Hood, M. E. McCullough, J. P. Swyers, D. B. Larson &
B. J. Zinnbauer, “Conceptualizing Religion and Spirituality: Points of Commonality,
Points of Departure”, Journal for the Theory of Social Behavior, 2000, sayı 30, s. 51-
77.
P. H. Van Ness, Spirituality and the Secular Quest, SCM, London 1996.
Plato, “Phaedo”, The dialogues of Plato, (çev. R. S. Bluck), Bantam Books, New York 1986,
s. 63-134.
R. A. Tanyi, “Towards Clarification of the Meaning of Spirituality: Nursing Theory and
Concept Development or Analysis”, Journal of Advanced Nursing, 2002, sayı 39, s.
500-509.
R. D. Hinselwood, “Form, Space, Body, and Emotions”, Project Muse Philosophy, Psychiatry,
and Psychology, 2005, sayı 12, s. 43- 48.
R. J. Connell, Substance and Modern Science, University of Notre Dame Press, Chicago 1988.
R. L. Piedmont & M. M. Leach, “Crosscultural Generalizability of the Spiritual Transcen-
dence Scale in India: Spirituality as a Universal Aspect of Human Experience”,
Ame- rican Behavioral Scientist, 2002, sayı 45, s. 1888 -1901.
R. L. Piedmont, “Cross-cultural Generalizability of the Spiritual Transcendence Scale to
the Philippines: Spirituality as a Human Universal”, Mental Health, Religion &
Culture, 2007, sayı 10, s. 89-107.
R. L. Piedmont, “Does Spirituality Represent the Sixth Factor of Personality? Spiritual
Transcendence and the Five-factor Model”, Journal of Personality, 1999, sayı 67, s.
985-1013
R. L. Piedmont, “Spiritual Transcendence and the Scientific Study of Spirituality”,
Journal of Rehabilitation, 2001, sayı 67, s. 4-14.
R. L. Piedmont, J. W. Ciarrochi, G. S. Dy-Liacco & J. E. G. Williams, “The Empirical and
Con- ceptual Value of the Spiritual Transcendence and Religious Involvement
Scales for Personality Research”, Psychology of Religion and Spirituality, 2009, sayı
1, s. 162-179.
R. P. Stanard, D. S. Sandhu & L. C. Painter, “Assessment of Spirituality in Counseling”,
112
Maneviyatı Dindarlıktan Ayırmak: Hilomorfik Bir Bakış
Açısı
113
Metin Neşri
* Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tasavvuf Bilim Dalı Doktora Öğrencisi
(uzuner89@gmail.com).
1 Nahçıvânî nisbesinin farklı şekillerde yazımı olmakla beraber Orkhan Musakhanov’un
ilgili çalışmasında kullandığı yazımı dikkate aldık. Bk. Ni‘metullah Nahçıvânî, Hidâyetü’l-
İhvân, terc. Orkhan Musakhanov, İlk Harf Yayınları, İstanbul: 2012, s. 11-12 (Mütercimin
girişi).
2 Nahçıvânî, a.g.e., s. 13.
3 Yaşar Kurt, Ni‘metullah Nahcivânî ve Tasavvufî Tefsiri, OMÜSBE, (Basılmamış Doktora Tezi),
Samsun 1998, s. 39-40.
Ömer Sami UZUNER
terkipleri “+”, noksan olanları “‒” ile göstererek, farklı olanları da dipno-
ta ekleyerek belirttik. Ayrıca muhtevanın daha iyi anlaşılması için
gerekli yerlerde metne dair dipnotlara yer vermeye çalıştık.31
Bu çalışma ile tasavvuf literatüründe kendine ayrı bir yer edinmiş el-
Fevâtihu’l-İlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye’nin mukaddimesine dair tercü-
me ve şerhi tasavvuf tarihi çalışmalarına katkı sağlaması amacıyla neşre
uygun hale getirmeye çalıştık. Müellifinin, şahsiyeti ve düşünce yapısı
açı- sından tasavvuf tarihinde önemli bir yerde durması, şerhin ise
Osmanlı dönemi tercüme ve şerh geleneğinin son dönem örneklerinden
biri olması bu eseri seçmemizde belirleyici olmuştur.32
ميحرال منحرال لها مسب
Başlangıç
Bütün maârif ve hakāyıkın, bütün kâmil kimselerin kalblerine vârid
olan mükâşefât ve müşâhedâtın ve mutlakā evâmir ve nevâhînin ve
kütüb-i ilâhiyyede olan bütün tekâlîf ve ahkâmın serâirini ve ale’l-ıtlâk
inzâl ve irsâlin esrârını ve bütün vahy [2a ] ve ilhâmın hükmünü ve
velâyet-i mut- laka ve nübüvvet ve risâletin mesâlihini ve milel ve
edyânın vaz’ını, tâat ve ibâdât-ı dünyeviyyenin sûretlerini, haşr, neşr,
cennet, cehennem, sırât, suâl, hesâb, cezâ gibi mu‘tekadât-ı uhreviyyeyi
ve bunlara müterettib olan lezzât-ı cismâniyye ve rûhâniyyeyi yâhud
derekât-ı nîrâniyyeyi mücmelen mutazammın olmak üzere bir asl-ı
küllî.
Vücûd-ı baht, bir başka ta‘bîr ile [2b ] zât-ı ahadiyye yâhud hakîkat-i
müttehide-i Muhammediyye yâhud bütün mezâhir ve ekvâna sâir olan
hüviyyet-i şahsiyye yâhud bütün esmâ ve evsâfı câmi‘ olan Allah isminin
müsemmâsı 33[3a] gibi ta‘bîrler bütün zâhir, bâtın, gāib, şâhid olan şeyle-
31 Çalışmamızda yer verdiğimiz eser iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım Nahçıvânî tefsi-
rinin mukkadimesinin tercümesi, ikinci kısım ise Fusûsu’l-Hikem’den Muhammed
Fassı’nın tercümesidir. Bu sayıda eserin birinci kısmın çeviri yazı ve incelemesi
bulunurken, ikinci kı- sım bu minval üzere çalışılmaya devam etmektedir.
32 Söz konusu eserden haberdar olmama vesile olan Dr. Hayrettin Nebi Güdekli’ye teşekkürü
bir borç bilirim.
33 [Cenâb-ı Hakk’a nisbetle alem vaz‘ı her ne kadar muhâl ise de gûyâ Allah ismi Cenâb-ı
Hakk’a alemlerin vaz‘ı gibi vaz‘ olunması mülâhazasına mebnî böyle denilir. Çünkü beşer,
melek, cin taraflarından zât-ı bârîye alem vaz‘ı muhâldir. Çünkü alem vaz‘ı mevzûun lehi
olduğu hakîkat üzere bütün levâzım ve avârızıyla bilmekle mesbûkdur ki bu sâyede vâzı‘
mevzûun leh izâlesine bir alâmet vaz‘ edebilir. Hâlbuki Hakk’ın zâtına bu vechile muttali‘
olmak müyesser olmamıştır. Meğer ki Cenâb-ı Hak kendisince ma‘lûm olan Zât-ı pâkine
120 bir ad verip bunu me-
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
leklerine, kullarına ta‘lîm etmiş ola. Bu sûretle olduğuna göre istihâle tasavvur edilmez.]
34 S: +ebedî. (Süleymaniye nüshası “S” harfi ile gösterilmiştir.)
1
2
1
Ömer Sami UZUNER
[ مارَ كْ ْل َاو ِل َل جَ ال وُذAncak azamet ve ikram sahibi Rabb’inin zâtı bâkî kalacaktır.]37 misdâkınca
onun zât-ı pâki bâkî olduğu sence tahakkuk etmiş, bir yakîn-i kâmil, bir
tahakkuk, vücûd, sübût, [8a ] huzûr lezzetinden bir zevk-i tâm
35 Vücûd ve adem bahisleri için ayrıca bk. Nahçıvânî, Hidâyetü’l-İhvân, s. 40-45, 58-59.
36 [Hattâ hakîkat nokta-i nazarından hepsinin niseb ve a‘râzdan ibâret olduğunu bazı ekâbir
şöyle tasvîr etmiştir. Bu âlemde olan her bir şey vehm yâhud hayâl veya âyînelere aks
eden sûretler veya zılâlden ibârettir ki başkasının zıllında şems-i duhâ zâhir olmuş, sen
sakın dalâl sahrâsında hayrân kalma.]
123
Ömer Sami UZUNER
lutf-i [14a ] ilâhî ile anlayabildiğim kadarını anlamaktan hâsıl ettiğim lez-
zet mikdârını yazmak istedim. Vallâhi bu tattığım hakāyıkı takrîr ve
beyân husûsunda dilim tutuldu. Sırrımda, kalbimde o hakāyıka dâir
gûyâ ben- den kuvâ-yı müdrikem tamâmıyla soyulmuş gibi garîb bir
hâlde kaldım. Fakat onu söyleyeyim ki bu garîb hâlde benim sırrımda
sürûr, kalbimde öyle bir [14b ] vecd ve huzûr kaldı ki buna fütûr ve
gaflet gelemeyeceği- ne tamâmıyla mutmain oldum. Ma‘lûm ya vicdânî
ve zevkî olan hakāyıkı olduğu gibi ta‘bîr ve tavsîfin müteazzir olduğu
bütün ukalâ ve ezvâk-ı sahîha erbâbı indinde müsellem bir hakîkattir.
Anınçün vicdâniyyât en büyük, en belli bir bilgi olmakla berâber hasmı
ilzâm edemez. Kendisin- den delîl ve kıyâs terkîb edilmez. Fakat [15a ]
kuvâ-yı müdrike vesâiliyle husûle gelen intibâiyyât böyle değil. Bunu
olduğu gibi ta‘bîr ve tavsîf her- kese müyesserdir. Bunun sır ve hikmeti
Allâhu a‘lem şudur: intibâiyyâtta muntabi‘ olan şeyi muhassıl olan
kuvve-i müdrike münfail ve müteessir olmakla kuvve-i müdrikeyi hâmil
olan kuvve-i âkilede bu sûret muntabi‘ olur. Sonra bunu ta‘bîr ve tavsîf
mümkün olur. Fakat vicdâniyyât [15b ] böyle değil. Vicdâniyyâtta ve
vicdâniyyâttan, âlem-i emr-i ilâhîden olan rûh müteessir oluyor. Nasıl ki
rûhdan ve rûhun kemmiyyet ve keyfiyyetin- den ta‘bîr mümkün
olmadığı gibi vicdâniyyât ve mutlakā ledünniyyât ve huzûriyyâttan da
ta‘bîr mümkün olmaz.
Şimdi dâim, sâbit, hay, kayyûm olan vücûdun vahdâniyyet-i40 sırfası
zâtında, tahakkukunda, vücûdunda istiklâli üzerine olduğu anlattığımız
hakāyıkın [16a ] siyâk ve sibâkdan zâhir olduktan sonra onun eniyye-
tini idrâk, onu olduğu vech üzere keşf ve şühûd onunla vecd ve huzûr,
kezâ evsâf ve esmâ-i zâtiyyesiyle ittisâfını idrâk ve onun fetret ve ta‘tîl,
inkizâ ve tahvîl olmayarak dâimâ tecellîsini idrâk mümkün olur. Fakat
onun kemmiyyetini, keyfiyyetini, hakîkatini idrâk mümkün olmaz. Çün-
kü onu [16b] şerh ve îzâha dalmağa gücümüz yok. Kendi nefsini bilmek-
ten âciz olan beşer künhüyle Rabbini nasıl bilebilir? Bu husûsda acz ve
kusûrumuzu beyân için َ[ هُ بََّر فَ َر عَ ْد قَ فَ هُ سَ فْ نَ فَ رَ عَ نْ مNefsini bilen Rabb’nii bilir.]
buyrulmuştur. Ma‘lûm ya, nefs ile rûhun ikisi de âlem-i emr-i
ilâhîdendir. Bize bu âlem-i emre kemiyyet ve husûl tarîkiyle ıttılâ‘
verilmemiştir, yalnız eniyyet ve huzûr tarîkiyle verilmiştir. Şimdi bu
kadarcık bilgi ile mükâşif [17a ] olan muvahhidler münkeşif olur, muhlis
olan mukarreb kimseler onu şühûd ile mevsûf olur. Onun azametinde
hayrette kalanlar onda fânî,
40 S: +ve ferdâniyyet.
1
2
Ömer Sami UZUNER
vâsıl olanlar onun bekāsıyla bâkî olurlar. İşte kemâliyle insân olmak için
böyle yapmak iktizâ eder. Şimdi bu hakîkat ya‘ni vücûd-ı mutlakın
eniyyeti ma‘lûm, kemiyyeti mechûl olduğu sâbit olduktan sonra onun
[17b] gayben ve şehâdeten, sûreten ve ma‘nen, dünyâ ve âhirette ezel ve
ebedde zuhûru evsâf ve esmâ-i zâtiyye-i ilâhiyye âsârının perdelerinin
arkasından olduğu sâbit olur.
Hulâsa-i kelâm, âlem, zât-ı ahadiyyete müstenid olan o esmâ ve sıfât-
ı ilâhiyyeden mün’akis bütün gölgelerden, eserlerden ibârettir. Şimdi
çeşit çeşit bu kadar çok âsârın o evsâf ve esmâ-i zâtiyye-i ilâhiyye
üzerine müte- ferri‘, ondan müstahdes, onun ma‘lûlü olması i‘tibâriyle
buna âlem-i nâsût, âlem-i mülk, âlem-i şehâdet, [18a ] âlem-i his, âlem-i
hayâl, âlem-i misâl, âlem-i nukūş ve eşbâh gibi adlar verilir. Bunların
müessirâtı, mesâdırı, usûlü, müdebbirleri, illetleri, fâilleri erbâbı olması
i‘tibâriyle âlem-i lâhût, âlem-i melekût, âlem-i ceberût, âlem-i gayb,
âlem-i emr, âlem-i esmâ ve sıfât, âlem-i a‘yân-ı sâbite, âlem-i nüfûs ve
ervâh gibi adlar verilir. Bun- ların hepsinin mertebe-i vâhidiyyette
gizlenmesi, hüviyyet-i şahsiyyede toplanması hakîkat-i müttehide-i
Muhammediyyede muhtefî olması [18b ] mertebe-i câmia-i cem‘iyyede
dürülmesi, kesret ve ale’l-ıtlâk müşrik şeyni41 şâibesinden münezzeh
olan hazret-i zât-ı ahadiyette istihlâkı i‘tibâriyle bütün evsâf ve esmâyı
câmi‘ olan Allah ismiyle gayb-ı mutlak, amâ-i zâtî, mutlaka kuyûd ve
hudûddan hâlis vücûd-ı mutlak-ı baht, ezelen ve ebeden mütehakkık-ı
hakk-ı hayy-ı kayyûm-ı muhakkak ve ale’l-ıtlâk [19a ] zâtı müteferrid ve
mütevahhid olan hüviyyet-i müttahide ma‘nâsına “Hû” is- miyle anılır.
Artık bu kadar sözlerden bu kadar işâretlerden sonra sözsüz, işâretsiz
olarak bütün maksadlarının kıblesi, bütün matlablarının kıdve- si ne
olduğuna fetânet ve zekâvetinle erişmelisin. Hattâ havâss-ı zâhire ve
bâtına vesâtatiyle [19b ] tabîatının alıştığı şeylerden ârız olan kötü
i‘tiyâdlardan fıtratında olan fetâneti, fikrinde olan selâmeti ayırmalısın.
Hâsılı, sırrını bir defa büsbütün nâsûtî olan neş’etlerden tasfiye
ederek evhâm ve hayâlât-ı nâsûtiyye şeytanlarının tasarrufu olmayan ve
tebeddül ve tağayyür tareyânından mahfûz olan kazâ-i ezelî ve her şeyi
muhît [20a ] olan ilm-i huzûrîsinde 42 yarattığı isti‘dâdının muktezâsına
göre Sübhânehû ve Teâlâ’dan feyezân eden sıbğ-ı Hak ile munsabiğ-i
lâhûtî ve irâdet-i gay- biyye ile tezyîn etmelisin. Bâ-husûs elfâzın
mantûkāt ve muhtemelâtına
43 Tâhâ 20/12.
Ömer Sami UZUNER
zerrelere sereyânının sırrına îsâl edecek yollar vaz‘ını [23b] iktizâ etti-
ğinden Hak sübhânehû hazretleri hikmetinin muktezâsına göre nübüv-
vet, risâlet, velâyet-i mutlaka mertebelerini vaz‘ buyurdu. Bunun üzeri-
ne kulûb-ı sâfiye erbâbına vârid olan îmân, irfân, keşf ve iyân gibi güzel
hâller, mertebeler, teferru‘ ettiği gibi bu mertebelerin zıtları da zuhûr et-
tiğinden şuûn ve neş’etler çoğalmaya, suver ve âsâr teşa‘uba, ârâ ve
efkâr [24a ] ihtilâfa başladı.44
Hulâsa, dirâyet, şuûr, ma‘rifet, îmân fıtratı üzerine mecbûl olan insân
nev‘i türlü türlü fırkalara ayrıldılar. Bunun üzerine hikmet-i aliyye-i
gālibe-i ilâhiyye neş’et-i ûlâ ve neş’et-i uhrâ vaz‘ını iktizâ etti. Evvelki
neş’et için peygamberlerine gönderdiği kitaplarda emirlerini, nehiyleri-
ni müştemil teklîfler yaptı. Bu neş’ette cereyân eden her şeye karşı suâl
ve hesâb, mükâfât ve mücâzât yeri olan [24b] ikinci neş’et için de adâlet-i
ilâhî muktezâsına göre cenneti ve cehennemi yaptı. Şunu da bil ki,
âlem-i gayb, âlem-i şehâdet, âlem-i mülk, âlem-i melekût, âlem-i ûlâ,
âlem-i uhrâ, âlem-i his, âlem-i hayâl, âlem-i emr, âlem-i misâl, âlem-i
eşbâh, âlem-i ervâh, âlem-i semâvât, âlemi a‘yân-ı sâbite, âlem-i tabâyi‘
gibi ale’l-ıtlâk âlemler ve neş’ât-ı külliyye-i [25a ] ilâhiyyede ba‘zen iki
nazîrin veyâ nakîzin birinde olan şey diğer nazîr veyâ nakîzde olan
sûret ve şekil üzere temessül eder ki bu sûretler zâhirde birbirine
muhâlif ise de hakîkatte mutâbık ve mütevâfıktır. Şu hâlde aralarında
Tanrı’dan başkasının bilmediği rakîk ve dakîk münâsebet ve irtibât
olduğundan iki âlemin birinde olan sûret diğe- rinde müessir [25b ]
olunca diğeri ondan müteessir olur. Rü’yânın sûretleri, ta‘bîrleri de bu
cümledendir. Bu da keşf ve şühûd mertebesine vâsıl olan erbâb-ı
hakāyıka münkeşif olan şeylerin gavâmızındandır.
Vasl-ı diğer: Şimdi kesret ve muhâlefet sonuna eriştikten sonra Hak
sübhânehû hazretleri şuûn ve evsâf ve esmâsına göre kalblerine vahdet-i
[26a ] zâtiyye nûrunu inzâl ve ilkā için nüfûs-ı zekiyye erbâbına
hazırlan- mış olan ilhâmât-ı gaybiyye ve ilkāât-ı keşfiyye ile ba‘zı nüfûs-ı
kudsiyye erbâbını mümtâz kılmakla nübüvvet ve velâyet mertebelerini
izhâr bu- yurdu. Şimdi şuûn ve evsâf ve esmâsına göre vahdet-i zâtiyye
bu nüfûs-ı kudsiyye erbâbının kalbine nâzil olduktan ve temekkün
ettikten ve nüzûl
44 Bu kısımdaki izahat, “kenz-i mahfî” hadisi olarak bilinen “Ben gizli bir hazine idim; bilinip
ta- nınmak istedim ve (bilinmek için) mahlukâtı yarattım” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 121)
sözünün şerhi niteliğinde görülebilir. Mahlukâtın yaratılış hikmeti ve neticeleri bu
kısımda özetle be- yan edilmiştir. Ayrıca bk. Nahçıvânî, Hidâyetü’l-İhvân, s. 66-67.
128
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
45 S:
+temekkün ile. 46
Yûnus 10/62.
47 S: kudret-i
Ömer Sami UZUNER
48 Yûsuf 12/108.
49 el-Müddessir 74/31.
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
[ نِ مِ ؤْ مُْ ال ىدِ بْ عَبُْلقَىنِ عُسَيَ لْ بَ ىئِامَ سَ َوال ىِضرْ َاBen ne yeryüzüne ne gökyüzünesığarım ancak mümin
kulumun kalbine sığarım.]52 hadîs-i kudsîsi Bâyezîd ile Şeyh-i Ekber’in
[31b ] sözlerinden de muğnîdir.
Yine bil ki bütün esmâ-i ilâhiyye ve sıfât-ı zâtiyye ve fi‘liyyenin
miftâhı vücûd-ı mutlakın ezelî ve ebedî olan hayât sıfatıdır. Şimdi ezelî
ve ebedî olan hayâta sermedî bir kayyûmiyyet ve deymûmiyyet-i
mutlaka-i hakîkiyye lâzım gelir. Vahy-i hakîkînin ezelen ve ebeden bütün
evsâf ve esmâ-i kâmile-i şâmile ile muttasıf olduğu hâlde tahakkuku
dâim, vücûdu vâcib olması lâzımdır. Hâsılı vücûd-ı mutlak için lâzım
olan hayât-ı hakîkiyye sıfatı için bunlar iktizâ eder.
Yine bil ki sayılmaz derecede olan evsâf ve esmâ-i ilâhiyye için bir ta-
kım eserler vardır. Ba‘zısı diğer ba‘zısına lâyık olan kemâlâtı kabûle müs-
taid olması için isti‘dâd ve kābiliyetler verir. Hâsılı, ba‘zı evsâf-ı ilâhiyye
ve esmâ-i zâtiyye bir mertebe ve şânda diğer ba‘zı [32a ] esmânın ifâza
ettiği kemâlât-ı lâika ve vücûdiyyeyi kabûle kābiliyetli bir eser îcâd ve
izhâr eder. Bu fâil olan esmâ da kābil olan esmâ gibi diğer bir şânda
kābil olur. Kezâ bu kābil de başka bir maddede kābil-i âhara nisbetle fâil
olur. Hattâ, her bir kābil olan fâil, fâil olan kābil olur. İşte böylece tefâul
ve temâzüc, ezelen ve ebeden esmâ ve evsâf-ı zâtiyye ve fi‘liyye-i
ilâhiyye ile bunlara târî olan suver ve âsâr-ı mertebe arasında cereyân
eder. Hulâsa-i kelâm işte bütün esmâ ve sıfât-ı kesîre-i ilâhiyyenin
umûmuna vahdet-i zâtiyyenin ezelen ve ebeden aslâ münkazî
olmayarak sereyânı bu minvâl üzeredir.
Şimdi ey vüs’atli irfâna mâlik olan kimse, sen inâyet-i bârî ile ale’l-
ıtlâk
[32b] kuvâ-yı müdrike ve âlât-ı tabîiyyenin nefsinde tasarrufâtından
kur-
[ يْ سَ ْو قَ بَ َاقAraları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu]53 -ya‘ni
rubûbiyyet ve ubûdiyyet mertebelerini hıfz eden vücûd ve imkân
kavsları kadar yâhud ale’l-ıtlâk nâsûtiyyet hissesi lâhûtiyyet hissesinde
fânî olarak hazret-i rahamûtun bakāsıyla bâkî kaldığıyçün iki kavsdan
daha yakîn olan- kerâmetiyle [38b] tekerrüm ettikde Hak sübhânehû
hazretleri ona tavr-ı nâsûtiyyesinden, tavk-ı beşerîsinden hâric maârif
ve hakāyık ve müşâhedât-ı ledünniyyesini vahy ve ilhâm buyurur. Artık
bunun yanında evsâf ve esmâ sahîfeleri kal-
53 en-Necm 53/9.
134
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
54 [Bir şey bir ma‘nâ ile veyâ nakîziyle ittisâftan nasıl hâlî olur denilirse cevâbı şöyledir: Her
hâlde ikisinden biriyle ittisâf, ibtidâ sıhhat-i ittisâf ile meşrûttur. Fakat ittisâf mümteni‘
ol- duğu zamânda her hâlde ikisinden biriyle ittisâf lâzım gelmez. Meselâ cemâd hakkında
âlim de değildir, câhil de değildir, kādir de değildir, âciz de değildir, kâtib de değildir,
ümmî de değildir, denilir. “Mütercim”]
55 en-Nûr 24/40.
135
Ömer Sami UZUNER
136
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
56 S: reşâd.
57 Imızgān: Uyuklamak, uyuşmak. Bk. Derleme Sözlüğü, TDK Yayınları, Ankara 1979, VII, s.
2475.
58 Bukağı: Kaçmaması için hayvanların ayağına takılan zincir, demir köstek, pranga. Bk.
Derle- me Sözlüğü, II, s. 662.
1
3
7
Ömer Sami UZUNER
enbiyâ gibi oldular. İşte o Hazret-i hâtemiyyet ekmel ve efdal olduğı için
ondan evvel geçen enbiyâ ve rusül-i kirâm hazerâtı da‘vetlerinde tevhîd-i
zâtîyi ağızlarına almayarak tevhîd-i sıfât ve ef’âl izhârına çalıştılar.
Gerçi bunların hepsinin da‘vetinin iç yüzü tevhîd-i zât idi ise de Hazret-
i hâtem-i enbiyâ Efendimizin mertebesinin zuhûruna intizârdan dolayı
[47b] açık- tan açığa söylemediler. Çünkü Hazret-i Peygamberin bütün
menâkıbı, bü- tün evsâf ve etvârı kezâ dîninin, şerîatının, ümmetinin,
kitâbının, bütün kitâbları, dînleri neshinin hâsılı Peygamber
Efendimizin bütün ahlâk ve etvârı onların kitâblarında vardı. Onlar
Efendimizin zuhûruna intizârda idiler. Hazret-i Nûru’l-vücûd ve
Mustafa’l-kâinât Efendimiz zuhûr ettik- ten, âlemi nûrlandırdıktan
sonra bu nûr her tarafı kaplamaya başladı. Onun merâsim-i şeri bütün
şerîatların ahkâmını ortadan kaldırdı.
Hulâsa, Nûru’l-vûcûd Efendimizin bi‘setinden [48a ] sonra onun
hidâyet ve irşâdından iktibâs-ı feyz isti‘dâdında olan bütün insânların
kezâ evlâd ve ahfâdı olan eimme-i dînin, muhâcirîn ve ensâr ve tâbiîn-i
ahyârın dillerinde tevhîd-i zâtî kelimesi cârî olduğundan hazret-i
hatmiyyet olan Efendimizin bi‘seti ile onun kitâbı olan Kur’ân-ı
mübînin nüzûlüyle teşrî‘ ve tedyîn ve tavzîh ve tebyîn nihâyet buldu.
İnzâl ve irsâl kapısı kapandı. Turuk-i vahy ve âyât-ı irşâddan olan kütüb
ve suhuf ile mülkün kelimesi münsed oldu. Anınçün Peygamber Efendimizِ َلق خاْمَال
[ ر َاكمَ مُ مِّ تَ أُ َانَاBen yüce ahlâkı tamamlıyorum]60 buyurudular. Ve şânındaتَُملكْ أ مَ ْو يَْ ال
مْ ُكنَيدمَْ ُ ْكل
َ
[Bugün size dîninizi ikmâl ettim.]61 nazm-ı şerîfi [48b ] vârid oldu. Hâsılı
mişkât-ı Muhammediyyeden zât-ı ahadiyye şems-i zâhir olduktan,
Kur’ân-ı azîm ile mübeyyen olan tevhîd-i zâtî tarîkı lâyıh olduktan
sonra bütün insan- ların başka bir mübeyyine, başka bir hâdînin
hidâyetine ihtiyâcı kalmadı.
Bundan sonra şunu da bil ki kendisi gibi yaratılmayan, Hazret-i Mu-
hammed Efendimize gelen tevhîd-i zâtî esâsı üzere olup bütün insanlara
İslam dîninin ahkâmını anlatan Kur’ân, kütüb-i ilâhiyyenin sonu oldu-
ğundan menfaati pek büyük, umûma şâmil, şânı pek yüksek, hüccet ve
burhânı çok açık, hikmet ve ahkâmı en câmi‘, [49a ] irfân ve îkān
i‘tibâriyle en kâmil, kütüb-i ilâhiyye ve suhuf-ı semâviyyede vârid olan
umûm-ı teklîflerin mebnâsı olan vahdet-i zâtiyye sebîline ve tarîk-ı
Hakk’a en hâdî bir furkān-ı azîmü’ş-şândır. Hattâ o ale’l-ıtlâk milel ve
edyânın, mezâhib ve
60Hadisin yaygın olan rivayeti امَ نإ ب َ [ِ لَق اخْ َمالر َاكَم َم ِّمBen ancak yüce ahlakı tamamlamak için gönderildim]
ْ ُت ُِألت
ُثِ ع
Ömer Sami UZUNER
62 S: +âlemi.
63 S: hâvî.
140
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
ictinâb, hudûd ve ahkâmını yakînî bir îmân ile muhâfaza etmek lâzımdır
ki onun serâir-i hikemini ve esrâr-ı ahkâmını anlayıp bu mertebeye nâil
olsun.
Hâsılı Kur’ân’ın hikem ve esrârını anlayan onun ibretâmîz kıssaların-
dan ibret alan onun maârif ve hakāyıkına, rumûz ve işârâtına,
mükâşefât ve müşâhedâtına yol bulur. [52a]
Hulâsa, Kur’ân’a yapışan, onda olan hikem ve ahkâma imtisâl eden,
onun ahlâkıyla tahalluk eden, onun âdâbıyla muttasıf olan mir’ât-ı Hak
olan insân-ı kâmil mertebesiyle tahakkuk etmiş olur, ondan Hakk’ın bü-
tün evsâf ve esmâ-i zâtiyyesi görülür. Cenâb-ı Hak cümlemizi insân-ı
kâmil zümresinden eylesin. Âmîn.
Şimdi artık şunu da bil, kendisiyle ya bir şey beyân edilen yâhud hü-
küm îzâh edilen yâhud bidâyeten ona nisbet olunan bir emir için her
hâlde bidâyet ve evveliyet mertebesini hıfz edici fâtiha-i mahsûsa [52b]
ile nihâyet ve âhiriyyet mertebesini hıfz edici hâtime-i mahsûsası
olması, bir de iki hükmün iki tarafın mercii olmak üzere üçüncü bir
emrin bulunması lâzımdır. Şimdi Kur’ân’ın sûrelerinden her bir sûre
hattâ sâir enbiyâ-i izâm hazerâtına nâzil olan kütüb ve suhuf-i
semâviyye hakîkatte ancak Cenâb-ı Hakk’ın vahdet-i zâtiyyesini ve
umûm-ı kâinâta sârî olan hüviyet-i şahsiy- yesini anlatmak için
gönderilmiştir. Peygamberlerin, kitâbların gönderil- mesinin hikmeti
budur. Şu hâlde Kur’ân’ın sûrelerinin her bir sûresinin [53a ] diğerinden
seçilmesi için fâtiha ve hâtimesi olması lâzımdır. Çünkü her bir sûre şu
maslahat-ı aliyyeyi beyân için bir risâlet-i mahsûsa-i müs- takille
demektir. Anınçün bir inâyet-i Hak ile her bir sûrede olan hüküm ve
mesâlihe münâsib bir fâtiha ile bir hâtime yaptık. Serâirine vusûlü
Hak’tan iste.
Sûre-i Fâtiha’nın Fâtihası
[ ميحرال منحرال لها مسب53b ]
Gaflet uykusundan, unutmak ımızgānından Tanrı’nın uyandırdığı
kim- seye bütün âlemler ve âlemlerde olan şeylerin esmâ-i zâtiyye
üzerine mü- terettib olan evsâf-ı ilâhiyye âsârından olduğu
meydândadır. Çünkü vücûd mertebelerinden her bir mertebede zât için
bir ism-i hâs ve sıfat-ı mahsûsa olup onun bir eseri vardır. İşte64 vücûd
mertebelerine nisbetle meselâ bir habbe, bir zerre, bir göz kapağını
kıpırdatmak, bir hâtıra ne olursa olsun
64 S: +bütün.
1
4
1
Ömer Sami UZUNER
zâtı için bir ism-i hâs vardır. Basîret ve akıl erbâbının hasret ve
hayretten başka hazzı olmadığı ahadiyyet-i gayr-ı adediyye ve amâ’ [54a ]
mertebe- si, enbiyânın mahall-i urûcunun gāyeti, evliyânın merâtib-i
sülûkünün nihâyetidir. Bunlar bu mertebe ile değil bu mertebede ve bu
mertebeye istiğrâka kadar seyirde devâm ederler. Bunları hayret
kaplayarak fânî olur- lar. “O’ndan başka Allah yok, O’nun zâtından
başka her şey hâlik”65 sırrı tecellî eder. Şimdi Cenâb-ı Hak kullarını
kesret ve isneyniyyeti müşir olan izâfeti ıskāta müeddî, aşk ve
muhabbet-i hakîkiyye-i hakkıyyeye dayanın- caya kadar bu mertebe-i
ahadiyyete takarrub ve teveccüh etsinler diye irşâdı irâde
buyurduklarından ve böyle yaptıkdan sonra niyetleri hâlis ve bu
mertebede fenâyı talebleri doğru olacağından hazret-i [54b ] Hakk’a duâ
ve onunla münâcât zımnında bu yolu kullarına tenbîh ve nihâyet kesreti
ifnâ eden kemâl-i vahdete tedrîcî vusûlü ta‘lîm buyuruyor.
ِسب ِ
ْ اهلل ِم,ّ Allâh’ın ismiyle teyemmün ve teberrük ettiğim hâlde okurum.
Allah ismi zât-ı ahadiyyenin o mertebe-i amâ’iyyeden tenezzülü
i‘tibâriyle ve erbâb-ı mükâşefe indinde a‘yân-ı sâbite, lisân-ı şer‘de levh-i
mahfûz ve kitâb-ı mübîn denilen bütün mezâhirin müstened-i ilâhî olan
bütün cemî‘-i esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyeyi ihâtası i‘tibâriyle bir ta‘bîrdir.
Çünkü mertebe-i amâ’iyyesi i‘tibâriyle onu ta‘bîr mümkün değildir.ح ْ ِن َم
رال, zât-ı ahadiyyenin safahât-ı ekvânda tecelliyâtı, vücûb ve imkân [55a ]
melâbisinde tatavvurâtı ve mertebe-i ahadiyyeden merâtib-i adediyyeye
tenezzülâtı ve teşahhusât-ı ilmiyye ve ayniyye ile taayyünâtı ve sıbğ-ı
kiyâniyye ve kevniyye ile insıbâğı i‘tibâriyle bir ta‘bîrdir. Rahmân ismi,
Hakk’a mahsûs bir isimdir fakat eseri âmdır. Çünkü Rahmân isminden
feyezân eden rahmet berr ve fâcire vâsıl ve şâmildir. Rahîm ismi, isim
olmakta âmdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın gay- risine de ıtlâk edilir. Fakat
eseri hâstır. Çünkü Rahîm isminden feyezân eden rahmet mü’minlere
muhtastır. مِيحرال, zât-ı ahadiyyenin teksîrden sonra tevhîdi, tefrîkten
sonra cem‘i, neşirden sonra tayyı, [55b] ref‘den sonra hafdı,
takayyüdden sonra tecrîdi i‘tibâriyle bir ta‘bîrdir. حال
َ دُ ْم, eze- len ve ebeden
hâlen ve makālen münimine şükrü mu‘terif, kendi tav‘ ve ihtiyâriyle
mebdei cihetine müteveccih, kâinâttaki zerrrelerin dilinden sâdır olan
bütün senâları, bütün hamdleri şâmil olan hamd ü senâ. عال بّرَنِيمِ
َ هللال ِّ , bütün
âlemleri ve âlemde olan her şeyi terbiye ve izhâr eden Allâh’a, bütün
esmâ ve sıfâtı müstecmi‘ olan zât-ı ecel ve a‘lâya sâbit ve muhtas- tır.
Çünkü O’nun bir lahza bu âleme imdâdı, terbiyesi olmasa o anda âlem
65 el-Kasas 28/88.
Mustafa Behcet Bey’in Nahçıvânî Tefsirinin Mukaddimesi Tercümesi: Behcetü’l-Fevâihi’r-Rahmâniyye
Seninle beraber gayrı yok der. دُ بُ عْ َن, Sana teveccüh ve Senden tezellül ve
hudû‘ tarîkıyle [57a ] isteriz. Çünkü Senden başka bizim ma‘bûdumuz,
Senden başka bizim maksûdumuz yoktur. كايإو
َّ َنِيعتَ سْن, Sana ibâdete kudre- ti
ve yardımı ancak Senden isteriz. Çünkü Senden başka merciimiz yoktur.
َاند ه ا, lütuf ve kereminle bize hâdî ol, bizi matlûbe îsâl buyur. ِميقتسمالط َار ِص ال,
sırât-ı müstakım bizi hâdî ol ki o sırât-ı müstakım bizi zirve-i tevhîdine
îsâl eder.عنأ ن ِيذالط َار ِص
َ مْ يهلعَمت, kendilerine in’âm buyurmuş olduğun peygam-
َ
berlerin, sıddîkların, şehîdlerin, sâlihlerin sırâtı olan sırât-ı müstakımde
bizi sâbit eyle ki bunlar refîk olmak cihetinden güzeldir. مَْ يلهعَ بوضغمال َغري, vehm ile
karışmış [57 b] akla mütâbaat sebebiyle âşikâre olan yoldan sa- pan, şek
َ ِن يل, dünya-yı
ve tereddüd erbâbı olan kakınılmış kimselerden değil. اضال َوال
denînin tağrîrâtıyla, şeytânların tesvîlâtıyla doğru yolu kay- betmiş
olanlardan değil. Âmîn, duâmızı lütuf ve kereminle kabûl eyle yâ
erhame’r-râhimîn.
Sûre-i Fâtiha’nın Hâtimesi
Tevhîd-i zâtî cihetine müteveccih olan ey Muhammedî -Allâhu Teâlâ
işi- ni kolaylaştırsın67- sana Kur’ân-ı Azîm’den yedi sıfât-ı zâtiyye-i
ilâhiyyeye müteferri‘, yedi göğe, yedi yıldıza muvâfık olan şu seb‘-i
Ömer Sami UZUNER
iki defa nâzil [58a ] olan yedi âyetli Fâtiha sûresinin müştemil olduğu
yedi bahrı düşünmen, hakkıyla tedebbür etmen, bu sûrede remz edilen
ahlâk-ı marzıyye ile muttasıf olman lâzımdır ki bütün izâfât ve keserât
kendisin- de müstehlek olan cennet-i zâta vusûlden mâni‘ olan evdiye-i
seb’a-i ce- hennemiyyeden kurtulmuş olasın. Fakat bu teemmül, bu
tedebbür sana ancak zâhirini kelim-i Kur’âniyyeden müstenbat olan
şerâi‘-i nebeviyye, nevâmîs-i Mustafeviyye ile bâtınını Kur’ân’da îdâ‘
buyurulan hikmetlerden muktebes olan sallallâhu aleyhi ve sellem
Efendimizin azâim ve ahlâkıyla tasfiyeden sonra müteyessir olabilir. Şu
hâlde [58b] bu ikisini câmi‘ olan Kur’ân Rabb’inden kendisine mevrûs,
Rabb’ine müstahlef olan sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin zâhiren
ve bâtınen huluk-ı azîmi olmuş olur. Öyleyse Kur’ân, Peygamberine
münzel olan huluk-i ilâhiyyedir ki onunla tahalluk eden fevz ve felâh
ِ َاِهللَق خْا
bulur. Anınçün Peygamberimiz sallallâhu aley- hi ve sellem Efendimiz ب
َ َ“ ُاوقَّلخAllâh’ın ahlâkı olan Kur’ân ile m
ت -eüthallık olunuz”68 buyurmuşlardır.
Fâtiha sûresi de gayet belîğ bir tarzda son derece vâzıh bir beyân ile
bü- tün Kur‘ân’dan müntehabdır. Fâtiha’yı iyi teemmül eden bütün
Kur’ân’dan [59a ] nâil olacağı şeye nâil olur.69 [59b] Anınçün ehl-i îmânın
mi‘râcı de- mek olan ve lisân-ı şer‘de salât denilen zât-ı ahadiyyeye meyl
ve teveccüh zamânında kırâatı ile emir buyurulduk. Namâzın
mü’minlerin mi‘râcı ol- duğunu sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz جار ِعْمةُ َل ِ
َ نِ مؤْ مُ ال
[ ص الNamâz -m
ü minin mi‘râcıdır.]70 kavl-i şerîfiyle bildirdiği gibi Fâtihasız da
namâzın câiz olmadığını [ ب َاتكالةِ حَت َافبِ َّ اال ةَ َل ص الFâtiha’yı okumadan namâz
olmaz.]71 hadîs-i şerîfiyle bildiriyor. Şu hâlde Ka‘be-i hakîkiyye-i
hakkıyyeye, kıble-i aslıyye-i ahadiyye-i samediyyeye müteveccih olan ey
musallî! Ka‘be-i hakîkiyye ve
sun. ن ِيم العَ ال بِّ َرdediğin vakit makām-ı tevhîdde tahakkuk ederek bütün
etmiş olursun. مْ َهيلعَمت عنأ نيذالط َار صdeyince makām-ı cem‘de tahakkuk ederek
ب وضغمالرغي
ع
َ مْ هَيلdeyince sıfât-ı celâlîsinin kahr ve satvetinden tevahhuş etmiş
Ömer Sami UZUNER
146
Metin Neşri
Onun bu makaleye konu olan müsecca na‘tinin tam adı el-Mülemma‘ Şerhu’n-
na‘ti’l-murassa‘ bi’l-cinsi’l-mücennesi’l-müsecca‘’dır. Birçok yazma nüshası olan
bu risâle bir paragraflık müsecca salavât-ı şerîfe metni ve bu metnin
şerhinden oluşmaktadır. Risâle, yazmaların ebadı ve satır sayısına göre 1 ile
5 varak ara- sında değişmektedir. Risâlenin tespit edebildiğimiz yazma
nüshaları şunlardır:
şemâil (Dirâse ve Tahkīk ve Tahrîc), (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Mekke Ümmü’l-
Kurâ Üniversitesi Da‘vâ ve Usûlüddin Fakültesi, Kitâb ve Sünnet Bölümü, Mekke 2008, s.
68-130; Cağfer Karadaş, Ali el-Kārî’nin Akāide Dair Eserleri ve Bazı İtikādî Görüşleri,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul 1991, 111 s.;
a. mlf., “Ali el-Kārî’nin Hayatı, Selef Akîdesine Dönüş Çabası ve Eserleri”, Uludağ
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 5, 1993, s. 287-299; Ahmet Özel, “Ali el-Kārî”,
148 DİA, İstanbul 1989, II, 403-405.
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve Şerhi
belirtilmemiş.11
12. Mekke Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi Kütüphânesi Yazmaları, nr.
21180/15, vr. nr. belirtilmemiş.12
13. Mısır Ezheriyye Kütüphânesi, nr. 305749, vr. nr. yok.
14. Mısır Hidiv Kütüphânesi Türkçe Yazmaları, 9108/11, vr. nr. yok.
15.Saraybosna Gâzî Hüsrev Bey Kütüphânesi, nr. 3296/1, vr. nr. 1b-
3b.13 16.Slovakya Bratislava Üniversitesi Kütüphânesi Yazmaları, 197
TF
103, vr. 83b-86b.14
Risâlenin na‘t kısmı Müstakīmzâde Süleymân Sa‘deddin (ö.
1202/1788) tarafından Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ adıyla şerhedilmiş, bu
şerhe Edirnevî Mehmed Efendizâde Mustafâ (ö. ?) birtakım ilâvelerde
bu- lunmuş, Kemâleddin Harputî (ö. 1354/1936) ise risâleyi tercüme
ederek 1927’de eski harflerle yayımlamıştır. Kemâleddin Efendi’nin
eseri Harf İnkılâbı’ndan önceki son neşirlerden olması bakımından
ayrıca önem- lidir. Kemâleddin Efendi, tercümesinin baş kısmında el-
Mülemma‘’ın sadece salavât-ı şerîfeden ibâret olduğunu “Aliyyü’l-kārî
Hazretleri’nin âsâr-ı nâfi‘asından olan iş bu salavât-ı şerîfe-i belîğa bu
kere el-Mülemma‘ şerhu’n-na‘ti’l-murassa‘ bi’l-mücennesi’l-müsecca‘ ünvânı
altında harekele- nip icmâlen şerh ve îzâh edilmişdir.”15 cümlesiyle ihsâs
ettirip neşrettiği metnin orijinal bir “şerh ve îzâh” olduğunu
vurgulamak istemişse de gerek el-Mülemma‘’dan bahseden kaynaklar,
gerekse eserin incelediğimiz yukarı- daki yazma nüshalarındaki kayıtlar
risâlenin tamamının Aliyyü’l-Kārî’ye âit olduğunu göstermektedir. 16
Nitekim Müstakīmzâde’nin şerhine te-
11 a.g.e., s. 123.
12 https://old.uqu.edu.sa/lib/digital_library/scripts_all/ar/129 (erişim: 19.05.2016).
13 Zejnil Fajić, Katalog Arapskih Turskih i Perzijskih Rukopisa, Sarajevo 1991, III, 204-205.
14 Josef Blaskovics-Safvet-beg Bašagić, Arabské, Turecké a Perzské Rukopisy Univerzitná
Knižnica v Bratislave, Bratislava 1961, s. 453. Ayrıca bk. Brockelman, GAL Supplement,
Leiden 1938, II, 542, nr. 134. Şu nüshalarda risâlenin ise sadece na‘t kısmı vardır:
Süleymâniye Kütüphânesi, Dâmad İbrahim Blm., nr. 297/2, vr. 5a-5b; Lala İsmâil Bölm.,
nr. 3/2, vr. 116a; Nuruosmâniye Kütüphânesi, nr. 4955/2, vr. 46; Dubai Cum‘atü’l-Mâcid
Kütüphânesi Yazmaları, nr. 376864 (vr. nr. belirtilmemiş).
15 Kemâleddin Harputî, el-Mülemma‘ şerhu’n-na‘ti’l-murassa‘ bi’l-mücennesi’l-müsecca‘, İstanbul
1927, s. 1.
16 Kemâleddin Efendi’nin hayatını ve eserlerini ele aldığımız makalede gerek onun
yukarıdaki cümlesi gerekse onunla ilgili bilgi veren İshak Sunguroğlu’nun söz konusu
cümleyi takrîr
eden ifadeleri (a.mlf., Harput Yollarında, İstanbul 1959, II, 173) sebebiyle el-
Mülemma‘
Ahmet KARATAŞ
155
Ahmet KARATAŞ
Mülemma‘ risâlesinin Na‘t-ı Şerîf kısmı (İÜ Nâdir Eserler Ktp., nr.
847, vr. 10b-11a)
Mülemma‘ Risâlesinin Aslı 24
[63b] el-Mülemma‘ Şerhu Na‘ti’l-murassa‘ 25
Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdülillâhi’l-mübdi‘u’l-hakîm. Ve’s-salâtu ve’t-teslîmu ‘alâ
nebiyyihi’l-kerîm. Ve ‘alâ âlihi ve sahbihi’l-müstehıkkīne gâyete’t-ta‘zîm. Ve
nihâyete’t-tekrîm. Ve ba‘d fehâzâ Mülemma‘un li-tebyîni müşkilâti
kelimâti salavâtin müsemmâtin bi’n-na‘ti’l-murassa‘ bi’l-mücennesi’l-
müsecca‘. Sadarat ‘an sadri’l-müftekıri ilâ birri Rabbihi’l-Bârî, ‘Aliyyü’bnü
Sultân Muhammedini’l-Kārî. Ğufire zünûbuhumâ ve sütire ‘uyûbuhumâ.
‘Alâ vechi’l-îcâz ve tarîki’l-elğâz.26 Ellezî kâde en yekûne min bâbi’l-i‘câz. Ve
zâlike bi-bereketi sâhibi’l-mu‘cizât. el-Câmi‘i li-envâ‘i havârikı’l-‘âdât.
Elletî me’c-teme‘at li-ehadin kablehu mine’s-sâdât. Allâhümme salli ve
sellim ‘alâ nûrike bi’z-zammi. el-A‘lâ bi’l-mühmele. Ve nevrike bi’l-fethi.
el-Eğlâ bi’l-mu‘cemeti ve hüsnü’t-tertîb. Fî zımni’t-terkîb. Mimmâ lâ
yahfâ. Li-enne nûrahû sebaka zuhûrahû. Li-hadîsi 27{} ى ِر وُنهلل ا َقَخَلامَُ َّولَا. Ve hüve’l-mülâyimü bi-
kevnihî a‘lâ. Ve emme’n-nevru fe-ma‘nâhü’z-zehrü. Feyünâsibu en
yekûne mebdeü’z-zuhûri ve’l-vürûd. Fî ağsâni şecereti’l-vücûd. Fî ‘âlemi’l-
hissi ve makāmi’l-üns. Ve lâ miryete hîneizin ennehû yekûnu eğlâ.28 Li-
mertebeti’l-cem‘i beyne’r-rûhi ve’l-cesed. Ellezî bihî yasilü’s-sâlikü ilâ
makāmi cem‘i’l-cem‘i. el-Mâni‘u min en yahcüzehü’l-vâhidu ‘ani’l-kesreti.
ٍدَِيُب: َ}خل َ امَ ءٍ يْشَ ُّلكُ الأ. Ve iyyâke en tezhebe ilâ mezhebi’l-
ةلمَ لِكَ رُ عِ َّاشالاهَََاقةٍل مَ لِكَ قُ دَ صْ ألُ ََطاَّبا
selâm 31{هلل
ماقُم
َ َي غ حأَ سَيَْ لشِرْ ْعَال ِنِمييَ ْن عَ ُم ُأ ِ 35 مِ ام ي َِئاول
َ تَحْتَ َّإِال هَاوِسْن َّمِم َو ُم دآ ذٍ ِئ َم ْو يَ } { َكذَلمُ ُوقيَ قِِئلَ ْخَال نَِم ٌد
ْ وقي ِر
} ال. Ve senedi’l-‘âlimîn. Ey, müstenidi’l-‘ulemâi ve’l-evliyâi ve’l- asfiyâi ve
sâiri’l-etkıyâ’. Ve beyânü’t-tertîbi beyne’l-firkateyni lâ yeftekiru ilâ imlâi’l-
ebnâi.36 Rûhi’l-‘ibâd. Li-ennehüm hulikū min envâri rûhihî ve âsâri
fütûhihî ve li-ennehû yuhyîhim bi’t-tevhîdi ve envâ‘i’l-ulûmi fî makāmi’t-
tefrîdi kemâ yüşîru ileyhi kavluhû. Ve revhi’l-‘ubbâd. Bi-fethi’r-
ba‘zu’l-‘ârifîne fî kavlihî Te‘âlâ 38{بِرَ مَ َاقمَ فَاخَ نِْمََول ِ } ِ َاننCennetün mu‘acceletün fi’d-dünyâ
ّتجَهَّ
bi’l-murâkabeti ma‘a’l-Mevlâ. Ve cennetün müecce- letün fi’l-‘ukbâ bi’l-
müşâhedeti fi’l-makāmi’l-evlâ. Ve hüve’z-ziyâdetü li’llezîne ahsenü’l-
hüsnâ. Mürîdi külli mezîd. Ey, ellezî lehü’l-irâdetü fî cemî‘i makāmâti’z-
ziyâdeti’l-hâsılati li-erbâbi’s-sa‘âdeti ve ashâbi’s-siyâdeti. Ve mezîdi külli
mürîd. ‘Aksü tilke’l-kadıyyeti fe-hüve sebebü’z-ziyâdeti li- ehli’l-irâdeti
kemâ yüşîru ileyhi kavluhû Te‘âlâ 39{وبتُ ْم ت نُكن ِإ لْ ق
وعبِ ت َاف َهللّ ا ن ُِّح
ُي ن
ي
ُ ْ}ُ ّهللا مُ ُك بْ بِ ح. Fe-mahabbetullâhi Sübhânehû li’l-‘abdi fî hâze’l-makāmi
nâşietün ‘alâ kadri mütâba‘atihî lehû ‘aleyhi’s-selâm. Fehüve’l-mürîdü ve’l-
murâdu min beyni’l-‘ibâdi. Hayri’l-ahyâr. Bi’l-hâi’l-mu‘cemeti ve’l-yâi’t-
tahtiyyeti fîhimâ. Ey, efdalü’l-enbiyâi ve’l-asfiyâ’. Ve hıbri’l-ahbâr. Bi’l-
mühmeleti ve’l-muvahhadeti fîhimâ. Ey, a‘lemi’l-‘ulemâi ve efdali’l-fudalâi
ve ekmeli’l- evliyâ’. Ve yümkinu en yukrae hayre’l-ahbâr. Ey,
efdalü’l-‘ulemâi. Ve hıbri’l- ahyâr. Ey, a‘lemi’l-etkıyâi mine’l-enbiyâi ve’l-
evliyâ’. Men ‘azume [64b] Bi- fethin ve zammin. Halkuhu. Bi’l-fethi. Ey,
şürrife ve kürrime ‘inde vücûdihî ve hasüne şemâyiluhû hâle şühûdihî. Ve
‘uzzime. Bi-sîgati’l-meçhûli mine’t- ta‘zîmi. Hulukuhû. Bi’z-zammi. Ey,
‘azzemellâhu hulukahu’l-kerîm. Haysü
medahahû bi-kavlihî 40{} ِميظعَقٍلُ خُىلعَلَ كَ ِإَّن َو. Ve kuddime’l-halku ‘ael-h’uulk.iHaysü kıyâmuhû bihî
ve ve zuhûrihî bi-sebebihî. ‘Aynu külli ‘abîd. Ey, nûri ‘uyûni’l-‘ibâd ve
sürûri fuâdi’l-‘ubbâd. Ve ğayni külli ‘anîd. Bi’l-ğayni’l- mu‘cemeti. Ey,
ğubâru ‘uyûni’l-ağyâri min ehli’l-‘inâd. Ve hicâbihim ‘ani’l- vüsûli ilâ
envâri’l-esrâri’l-mûsıleti ile’l-murâd. Kemâ veka‘a li-Ebî ‘Alî Sînâ’e ve
emsâlihî mine’l-hukemâ’. Mazharı tecelliyâti’l-cenâni’l-‘abdiyye. Ey,
mahalli zuhûri’t-tecelliyâti’l-vârideti ‘ale’l-kulûbi’l-muhtassati bi’l-izâfeti’l-
‘abdiyye.
37 el-Müşîrü
“Fakat (ölen ileyhâyakın
kişi) Allah’a kavluhû Te‘âlâ 41{ُسise,
kılınmışlardan ْ بona
َيذـال ن اح ى ٰر سَْاgüzel
rahatlık, ِ عَبrızık
ْهِ دِ بve}.hûenaîm
-ehâzihi’n-
lF cenneti
vardır.” (el-Vâkı‘a 56/88-89) Metinde ilk âyetin başı “fe” yerine sehven “ve” ile yazılmıştır.
nisbeta asâleten asliyyeten ve li-ğayrihî ‘alâ vechi’t-tebe‘iyyeti’n- nâşieti
38“Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır.” (er-Rahmân 55/46)
‘ani’l-mütâba‘ati li’s-sünneti’s-seniyyeti’d-dâlli ‘aleyhâ kavluhû {اي
39 “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân
3/31) 40 “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sâhipsin.” (el-Kalem 68/4)
41 “… kulunu (bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya) götüren Allah’ın şânı yücedir.”
(el-İsrâ 17/1)
158
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve
Şerhi
َي َلع
ْ ي ْلا ُم ُك
َ اينَونُ زَ حْتَ ْم تُ َنأ َالَو َم ْو } Ve muzhiri tehalliyâti’l-
cinâni’l-‘indiyye. Ey, ellezî ezhara tezeyyünâti’l-cinâni mine’l-lezzâti
ve’l-müşteheyâti’lletî min ‘indillâhi ve fazlihî ve keremihî lâ ‘alâ kadri
kesbi’l-‘abdi min ‘ilmihî ve ‘amelihî kemâ yüşîru ileyhi kavluhû
Sübhânehû 43{ت َام ايهفو
َ ْت وَ سُفُ نَْالا يهتَ ش
َ ُّذَل
ط الو
خ
َ ََعر ََِب ْب
َقلىل َش ْ َت ْئِ ْنشإ اوءُ ر
َ ٍق ا ر َ ت َل
ُ ْف « م َ عل ْ ٌامَ س
ْ َُف َنم
»ي َ ْ نول مَ ع ُ }. ‘Ikdi’l-esrâr. Bi-kesri’l-‘ayni ve fethi’l-hemzeti. Ey, vâsıtati
silsileti’l-esrâri’l-İlâhiyyeti ve’l-envâri’l-behiyyeti’l-mudıyyeti. Ve
‘akdi’l-
isrâr. Bi-‘aksi’d-dabti’s-sâbık. Ey, ve râbıtati rabti makāmi’l-ihfâi fîmâ
lem
yü’zen lehû mine’l-inbâi “sudûrü’l-ahrâri kubûru’l-esrâr.” Va‘îdi külli ta-
kıyy. [65a ] Ey, muhavvifi külli takıyyin li-yezîde takvâhu fî tâ‘ati
Mevlâhu
ِ َّ ُ} ِ تهَاقت. Ve hüve en yutâ‘a ve
َقَحَّهللا ُاواقتُاونمآ نيذالاهَ َأ
kemâ yüşîru ileyhi kavluhû Sübhânehû 45{يُّاي
lâ yu‘sâ ve yüzkere ve lâ yünsâ. Va‘îdi külli nakiyy. Ey, ve mübeşşiri külli
tâibin mine’z-zünûbi ev tâhirin mine’l-‘uyûbi kemâ kāle Te‘âlâ 46{تـيُ ٰسَّ اهلل ِ ٍَ
َِّتانسَحَمْ هِ َٔا
تمَ َّالِا
ْصلً مَ عَلَ ِم عَ َو نَ مَ اٰ َو بَان َهُ لبَنْذََالنْ مَ كَبِنْ َّذ النَِم بُِئ َّال
َ} لُ ِّد بَ يُ كَ ِئلٰ واُ فَ اًِ احل. Ve verade {ات
47
َ }. Ve
ahmedi men hamid. Bi-sîğati’l-fâ‘ili. Ey,
42 “Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız.” (Zuhruf 43/68)
43 “Orada onların canlarının çektiği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır. Ve siz, orada
ebedî
kalacaksınız.” (Zuhruf 43/71)
44 “(Allah Teâlâ) ‘Ben sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir insanın gönlünden geçirmediği şeyleri hazırladım.’ (buyurdu). İsterseniz şu âyeti
okuyun: ‘Hiç kimse, yaptıklarına karşılık olarak onlar için saklanan göz aydınlığı
(nimetleri) bilmez (Secde 32/17).’” Buhârî, el-Câmiu’s-sahîh, IX, 604 (hadîs nr. 4780);
Müslim, el-Câmi‘u’s-sahîh, II, 1298 (hadîs nr. 2824); Tirmizî, el-Câmi‘u’s-sahîh, III, 373
(hadîs nr. 3075); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IX, 470 (hadîs nr. 10373); İbn Mâce, es-
Sünen, II, 435 (hadîs nr. 4328).
45 “Ey îmân edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun!” (Âl-i İmrân 3/102)
46 “Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah onların kötülüklerini
iyiliklere çevirir.” (el-Furkān 25/70)
47 Hadîs olarak kaydedilen bu rivâyet “Günâha tevbe eden onu hiç işlememiş gibidir.”
Ahmet KARATAŞ
59 {ابعاي
َ َِيَ لعَفٌ ْو خَالد
ْ } ن ُون َز حْتَ ْم ت ََنأالَو مَ ْو يَ ال ُم ُك
61
[لفَاطيُ ْن َا
عيُ َ ع
ْ ىص
ٰ ي َو
ُ الو َر َكْذ
َ ُ] ى ٰس ْني
[s. 4]
62 {} َهُ لبَ ْن َذَالْن َم َكبِ ْنذال نَِمبُئ َتاال
Ve ahmedi men humid. Hâtemi’l-muhlasîn ve hâtimi’l-muhlisîn.
36
{ُوبتُ مْ ت نُك ن ِإ لْ ق
وعبِ ت َاف َهللّ ا ن ُِّح
ُي ي ن
ُ ح
ْ ب
ِ ْهللُ ا ُم ُكب
ّ }
64 {ُي َو ْم ُه ِبُّح ي
ُح
نوِب
ُّ ُ} ه
Min salâtike ecellehâ ve min sılâtike esallahâ
65
{َّخ ُم الَاندَابعِ ْن مِ هُ اِن َِ } ن
ْيصل
57 “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sâhipsin.” (el-Kalem 68/4)
Rezakanallâhu
58 “… (kulunu sübhânehû
bir gece Mescid-i Harâm’dan min erzâki’l-evliyâi
Mescid-i Aksâ’ya) götüren ve ahlâki’l-
Allah’ın şânı yücedir.”
(el-İsrâ 17/1)
asfiyâ’. [s. 5]
66
59“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız.” (Zuhruf 43/68)
60 “Ey el-Mülemma‘ Şerhu’n-na‘ti’l-murassa‘
îmân edenler! Allah’tan bi’l-mücennesi’l-müsecca‘
O’na yaraşır şekilde korkun!” (Âl-i İmrân 3/102)
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allâhümme salli ve sellim ‘alâ nûrike’l-a‘lâ ve nevrike’l-ağlâ. 67
nûrike: Nûnun zammıyladır. el-a‘lâ: ‘Ayn-ı mühmele iledir. ve nevrike:
Nûnun fethiyledir. el-eğlâ: Ğayn-ı mu‘ceme iledir.
Nevr-ieğlâ,enkıymetliçiçekdemekdir.Murâd,Hazret-
iRisâletpenâhî’nin zehre-i vücûd-ı nebevî ve zühd-i kavî-i ‘âlîleridir.
Fıkra-i ûlâ 86{رون
ُ } هلل ُ ا قََلخَ امَ ُل َّو ا ىhadîs-i şerîfi muktezâsı üzerine nûr-ı
nebevîlerinin zuhûr-ı peygam- berlerine sâbık olduğuna ve fıkra-i sâniye
dahi cesed-i [s. 6] mübârek-i ‘âlîlerinin ‘âlem-i hissî ve makām-ı insde
ağsân-ı şecere-i vücûdda zuhûra mebde’ bulunduğuna işâret olduğu içün
bir nûr-ı mahsûs-ı İlâhî olan nûr-ı zuhûr-ı nebevînin a‘lâ ve beyne’r-rûh
ve’l-cesed mertebe-i cem‘i bildiren mebde’-i vücûd ve bürûz-ı Hazret-i
Risâletpenâhî’nin dahi en kıymetdâr ve bütün hilkat-ı kâinâta bâ‘is-i
müstakil ve medâr olması hasebiyle eğlâ diye tavsîf buyurulması pek
münâsib olduğu şüphesiz ve âşikârdır. Çün- ki sâlikin vahdet ve kesretin
yekdîgerine hacb u hacz etmesine mâni‘ olan makām-ı cem‘ü’l-cem‘e vâsıl
olması ancak mezkûr mertebe-i cem‘e vusûl ile elde edilebilir. Ma‘a hâzâ ehl-i
ٍ ِ
ُّ اهلءي
Hak nazarında bütün halk 69{شَكل ْ َ ٌك
} هُهَجْ َو َّاِالkavl-i münîfinin ve 70{ص أ
ْ كُق َد
َ ِكرُ عِاشَّالاهََلاقَةٍ َم ل
َ ِ دٍيبِ َلةُ َم ل: لكُالَأ
ُّ َخل َام ٍء يْش
َ
}لُ َاَّطبَاهللhadîs-i şerîfinin işâret ve delâletiyle havadaki hebâ ve sahrâdaki serâb-âsâ bir
hayâl-i bâtıl ve zıll-ı zâildir. Fakat ehl-i Hak ve hakīkatin keş- fen ve
hâlen müşâhede ve şer‘-i şerîfe nefsü’l-emre muvâfık bir sûretde
mütenevvi‘ temsîlât ile kālen beyân ve ifâde ettikleri bu vahdet-i vücûd
[s. 7] mes’elesini ğulât-ı sûfiyyenin ittihâd ve hulûlü kā’il ve binâen‘aleyh
küfr-i sarîh ve bâtıl olan Vücûdiyye mezhebine intisâb eden
vahdetçilerin sözlerinden fark ve temyîz etmelidir. Zîrâ fırka-i
mezbûrenin ğâliye kısmı “Cenâb-ı Allah ‘avâlimin mecmû‘udur.”
diyenlerdir ki o i‘tibâra göre Cenâb-ı Allah bir emr-i i‘tibârî, ‘âlem emr-i
hakīkī olur. Şu hâlde vahdet-i vücûd ashâbı diye ma‘rûf olan bu tâife
‘indinde hâşâ Cenâb-ı Hak yok demekdir. Zâten vahdet-i vücûd vahdet-i
şuhûdun ğayr-ı mantıkī bir netîcesi olmakla bir nevi felsefedir.
Binâen‘aleyh felâsife-i cedîde meyânında vücûdiyye var-
74
ِ ٍّتحْتَ َّإِالهَاوِسنْ َّمِم َو ُم دآ ٍذ ِئ َم ْو يَ ي
{ب َن ْنِم َام َ } ي َِئاو ل
َ عِناليميَ ْن
{[َع موُقأ َ ْيشِلر َ ئ َل خَالَن مِ دٌ حََأ
َْ س ِ } ي ِر ْي غ[ مَاقمُ َالكِلذَ موُقَي
ِ ق
75
خىلعََل
ُ } ميظِعَقٍُلdiye Cenâb-ı Allah tarafından medh u sitâyiş
buyurulduğuna
Ahmet KARATAŞ
işâret edilmişdir.
Ayni külli ‘abîd: Ey, nûr-ı ‘ayni’l-‘ibâd ve sürûr-ı fevâdi’l-‘ibâdi ve’z-
zühhâd.
Ğayni külli ‘anîd: “el-Ğaynü” ğayn-ı mu‘ceme iledir. Ya‘nî ehl-i inâdın
gubâr-ı ‘uyûnudur.80
Mazharı tecelliyâti’l-cenâni’l-‘abdiyye: Mîm’in ve hâ’nın fethiyle
maz- har, zuhûr yeri demek olup cîm’in fethiyle “el-cenân” kalp
ma‘nâsınadır. Ya‘nî 81{ُ } ى ٰر سَْا يذـال ن احَ بْ سkavl-i şerîfiyle işâret buyurulduğu üzere
ابعاي
َ خدَِال
ََ يَ لعَفٌ ْو
ْ } الُم ُك
Muzhiri tehalliyâti’l-cinâni’l-‘indiyye: Mîm’in zammı ve hâ’nın kes-
riyle. el-Muzhiru ism-i fâ‘ildir. Hâ-i mühmele ile “et-tehalliyât” tezyîn
ma‘nâsına olan tehallînin; ve cîm’in kesriyle el-cinân cennetin cem‘idir.
Ya‘nî ‘abdin ‘ilm ü ‘ameli mikdârınca değil belki Cenâb-ı Allah’ın fazl u
ke- remi hasebiyle ‘ind-i İlâhîlerindeki cennât-ı müştehiyyât ve
müşâhedâtın teheyyüât ve tezyînâtını ızhâr ve meselâ ümmet-i
merhûmelerine 83{تُ ْد َد عْأ
ابِِعل َِ قىلعَر َطخَالو تْعِم س ٌن ُذ أُ الو تَْأ ر ٌني عَال ام َنِيِحلاصال
َ يد َّ َ ْ َ َ َ َ َ َ َ َ ب بِْل
َ َ } رٍ شhadîs-i kudsî ve
kelâm-ı ünsîsini teblîğ ve ihbâr eden demekdir.
‘Ikdi’l-esrâr ve ‘akdi’l-isrâr. Va‘îdi külli takıyy, va‘îdi külli nakıyy. Ve
ahmedi menEfendi
80 Kemâleddin hamid.
metnin aslında bulunan “Ve hicâbihim ‘ani’l-vüsûli ilâ envâri’l-esrâri’l-
mûsıleti
[s. 13]ile’l-murâd. Kemâ veka‘a
‘Ikdi’l-esrâr: li-Ebî
‘Ayn’ın ‘Alî Sînâ’e
kesri ve emsâlihifethiyledir.
ve hemzenin mine’l-hukemâ’: İbn Sînâ ve
Ya‘nî
emsâli hukemâda olduğu gibi onları murâdlarına nâil edecek esrârın nûrlarına mâni olan
silsile-i esrâr-ı İlâhiyye ve envâr-ı ma‘niyye-i ulûhiyyenin vâsıtasıdır.
bir perdedir.” kısmını tercüme etmemiştir. Mevzûun izâhı için aş. bk. 171. dipnot.
‘akdi’l-isrâr:
81 “… (kulunu ‘Ayn’ınHarâm’dan
bir gece Mescid-i fethi ve Mescid-i
hemzenin kesriyledir.
Aksâ’ya) Ya‘nî şânı
götüren Allah’ın “sudûrü’l-
yücedir.”
(el-İsrâ 17/1)
82“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz mahzun da olmayacaksınız.” (Zuhruf 43/68)
83 “(Allah Teâlâ) ‘Ben sâlih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir
insanın gönlünden geçirmediği şeyleri hazırladım.’ (buyurdu).” Hadîsin kaynakları için yk.
166 bk. 42. dipnot.
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve Şerhi
ُك ن إِ لْ ق
ُ } مْ تنkavl-i şerîfinden müstefâd olan münezzele-i matlûbenin ve
84 “Ey îmân edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun!” (Âl-i İmrân 3/102)
س ْن م
َ نام زأ هـتْءاسَ نٌ َم َز هُ َّر
َ
111
حتَ ال
ْ َادً بأ ًام ئادَارورسُ َّنبَ س
[252a S] Beyt:
Geldi vakt-i şürû‘umuz
şerhe Rabbi yessir li-
sadrinâ şerhe
[11b İÜ] Şerh-i Ma‘nâ-yı Fıkra-i Ûlâ112
Allâhümme salli ve sellim ‘alâ nûrike’l-
a‘lâ.
106 Allâhümme,
AE nüshasında bu “yâ Allâh”
kelime yok.demek olup
107 emmâret-i cem‘iyyet
Milâdi: 10 Haziran 1764. olan mîm
“Şerhi’s-salâti’l-bedî‘” ( )عيدبالةلصال حرشibâresi Müstakīmzâde’nin
şerhinin yazıldığı tarihin ebced değeridir. Döneminde düşürdüğü tarihlerle adından söz
ettiren Müstakīmzâde kendi eserlerinin de çoğunun telif tarihlerini ebced ile vermiştir.
(bk. Ahmet Yılmaz, “Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin”, DİA, XXXII, 114.)
108kılınmışdı: kılınmışdır (T2, T3)
109 sâik: sâbık (AE)
110 Ebü’l-feth: li-Ebi’l-feth (AE)
111 Bu beyit Gazneliler döneminin
edîplerinden olan Ebü’l-Feth
Ali b. Muhammed (/Ahmed)
b. el-Hüseyn el-Büstî’nin (ö. 403/1013) bazı kataloglarda Unvânü’l-Hikem ve Unvânü’l-
Hilm olarak kayıtlı olan meşhûr Kasîde-i Nûniyye’sinde bulunmaktadır. 63 beyitlik bu
hikemî kaside birçok âlim ve edîp tarafından Arapça, Farsça, Türkçe olarak tercüme ve
şerh edilmiştir. (Geniş bilgi için bk. M. Sadi Çöğenli, “Ebü’l-Feth el-Büstî ve Unvânü’l-
Hikem Tercümesi”, Akademik Araştırmalar Dergisi, I/2, 1999, s.121-131; Mehmet Atalay,
“Ebü’l- Feth el-Büstî’nin Kasîde-i Nûniyye’sinin Diyarbakırlı Saîd Paşa Tarafından Yapılan
Türkçe Manzûm Tercümesi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı: 27, 2005,
s. 145-
154. Saîd Paşa manzûmenin sadece ilk 45 beytini tercüme etmiştir.) Kasîdenin 53. beyti
olan yukarıdaki beyit “Sevincin dâimî ve ebedî olacağını zannetme. Çünkü kimi biraz
sevindirse de çoğu zaman onu üzer.” mânâsına gelmektedir.
112 Bu başlıklandırmalar sadece İÜ’de bulunmaktadır..
171
Ahmet KARATAŞ
müstecmi‘-i cemî‘-i sıfât olan ism-i Celâl’de113 nüh ü neved (99) nâmehâ-yı
Rabb-ı Kerîm’in cem‘iyyet-i meâllerine dâll olması Seyyid Yahyâ Vird-i
Şerîfi Şerhi’nde114 bast u terkīm olunmuşdu.115 Salli, feth ve kesr ile emr
olup116 du‘â mevki‘inde vâki‘ cevâb meczûm münâdâdır. ‘Alâ nûrike,
nûn’un zam- mıyle ve cerr ile kâf-ı hitâba muttasıl. el-A‘lâ, feth-i hemze
ve sükûn-ı müh- mele ile ‘âlî117 [50a T1] lafzının tafdîlidir ki fâdılda efdal
ta‘bîri gibidir. Cerr takdîri118 ile nûrun sıfatıdır ki nûr-ı a‘lâ ve eşref ve
erfa‘ u efdal demek olur.119 Mefhûm-ı fıkra-i latîfe:120 “Yâ Rabbi! Senin
sûrî121 ve ma‘nevî erfa‘ ve ek- rem ve mahz-ı nûr-ı a‘zam olan Habîbin122
üzerine [12a İÜ] salât ü ta‘zîm eyle!” demekdir ki Sultân-ı Selâtîn-i
Mürselîn hakkında salât husûsan min tarafi’l-Mevlâ ola. Ta‘zîm ü şânına
elyak ve sezâ tekrîm ma‘nâsına olur. Sâir ma‘nâlar taksîri îhâmdan hâlî
olmaz dediler. İntehâ kelâmü’ş-şârih.
Makām-ı salâtda nûnun zammıyle kâf-ı hitâba muttasıl nûr cümle
envâra şâmil nûr-ı mutlakdır. Lâkin mâ-kablinde salâta müte‘allik “‘alâ”
ke- limesinin medhûlü olup ve Zât-ı Bârî Te‘âlâ’dan ‘ibâret kâf-ı hitâba
teşrîf-i izâfet karînesiyle dahi {َاـم لُ َّو ا
123
َ َل خ
َ } ىروـُن للها قـhadîs-i şerîfi te’yîdiyle
ma‘nâ-yı murâd nûr-ı Muhammedî’dir. Zikr-i mutlak irâde-i mukayyed
tarîkiyle irâde olunur. el-A‘lâ, vasf-ı mülâyim olmağla nûr-ı Muhammedî
tavsîf olundu.
Şerh-i Ma‘nâ-yı Fıkra-i
Sânî [12b İÜ] Ve nevrike’l-
eğlâ.
Ve nevrike, nûnun fethi ve bi’t-tab‘ yine icrâ-yı cerr124 ile kâf’a muzâf,
şükûfe ma‘nâsınadır. el-Eğlâ, feth-i hemze ve sükûn-ı mu‘ceme ile
i‘râben mevzûn, sâbıkına mümâsil olup ma‘nâsı ziyâde refî‘ü’l-kıyme ve
bahâlı de-
İntehâ kelâmü’ş-şârih.
Nûnun fethiyle nevr şükûfe ma‘nâsında mevrid-i salât olan nûr-ı
Muhammedî üzerine ‘atf olundukda mutlak şükûfe ma‘nâsını irâdeden
makām-ı salât ü selâm sârif olmağla zikr-i mutlak irâde-i mukayyed
kā‘idesiyle mutlak şükûfeye dâl olan nûr-ı mezkûrdan mebde-i [13a İÜ]
esmâr olan nûr-ı mukayyed murâddır. Ve bu ma‘nâ-yı mecâzî irâdesiyle
ma‘nâ-yı murâd istîfâ olunmadığından ‘alâka-i teşbîh ile isti‘âre tarîki
irâdesi-çün mebde-i mahlûk olan nûr-ı Muhammedî mebde-i esmâr olan
ezhâra teşbîh olundu. Müşebbe- hün bih olan nûr-ı mukayyed zikriyle nûr-
ı Muhammedî murâddır. Bu takrîr-i meşrûh üzere tasvîr-i ma‘nâ ‘âlem-i
hisde şecere-i vücûd ağsânında mebde-i vürûd olan nûr-ı Muhammedî
tekevvün-i mükevvenât mazharı ve menşei ol- mağla 127{لفأل تُقْلَخَامَ لَ ك ْالو َل
} كَ ا
َ } ـميعنnazm-ı kerîmine işâret olunur. Belki ba‘zı ‘ârifîn tevcîhi üzere 139 {ْن
ـ َـم لِو
َ } ن ـاـتَ َّنجَ ـهـبِّ َر ماــقَ مَ فاــخnazm-ı şerîfine dahi işâret olunur ki lezzet-i murâkabe
ma‘a’l-Mevlâ cennet-i mu‘accele fi’d-dünyâdır. Dahi makām-ı ûlâda [16a
İÜ] lezzet-i müşâhede cennet-i müeccele fi’l-‘ukbâdır deyu tevcîh etdiler.
Ya‘nî ehl-i cennet ni‘metlerine müşâbih ni‘met yokdur. İllâ halâvet-i tâ‘at
ve
142“Güzel davrananlara dâimâ daha iyisi ve üstünü verilir.” (Yûnus 10/26) {يذل
} ن ـ َِّ لibâresi T1 ve İÜ dışındaki
} ن ـ َّ َاşeklinde yazılmıştır.
nüshalarda {يذل
143 mecrûrdur: mecrûrlardır (T2, T3)
144 siyâdete: siyâdet (AE)
145 “Rabbin sana verecek ve sen râzı olacaksın.” (Duhâ
93/5) 146 recâyı: ricâli (AE)
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve Şerhi
envâ‘-ı ta‘zîm-i dünyevî ve uhrevî ile yâ Rabbi sen ta‘zîm eyle!” demekdir.
Ve bu fıkranın medlûlüne 941{نكن ِإ ل ـُـق نوعِبت َاف ّهلل َ ا ن ـوُّـب
ُ حِتُ مـت ُ يـحْ ي ِ ُ } هللُّ ا م ـnazm-ı
ُ ـكبْ ب
şerîfiyle işâret olunur ki Hak Te‘âlâ Hazretleri’nin ‘abdine muhabbeti
‘Aleyhisselâm Hazretleri’ne mütâba‘ati mikdârı üzredir.
Şerh-i Elfâz-ı Fıkra-i Tâsi‘
Hayri’l-ahyâr. Feth-i mü‘ceme ile hayr şerrin zıddıdır. Ma‘nâ-yı tafdîl
murâd olunmağla havâss-ı lâzıme-i selâsesinden izâfet ile isti‘mâl olun-
du. Ve ahyâr, evvelinin150 fethi ile cem‘dir. Müfredi heyyin vezninde olan
hayyirdir ki kesr-i tahtiyye-i müşeddede iledir ve mecrûrlardır.151 Hulâsa-
i sühan: Evleviyyet tarîkiyle hayrü’l-beriyye demek olur. Ya‘nî hayrda
[17b İÜ] eh-i kemâl olanların akdemi olan kimesne sâir mâ-dûn üzere
mufaddal olmakbi’t-tarîki’l-evlâdır.152
Şerh-i Elfâz-ı Fıkra-i
‘Âşir Ve hıbri’l-ahbâr.
Kesr-i mühmele veyâhûd fethle ve sükûn-ı muvahhide ile ‘âlim
ma‘nâsınadır. Ehl-i luğat kesri tercîh edip153 ehl-i hadîs fethi [335a T2]
fasîhdür demişlerdir ki Mecelletü’n-nisâb’da154 tenkīh olunmuşdur.155
Ba‘zılar dediler ki maklûbı olduğu156 bahr ma‘nâsınadır ki mütebahhir de-
mekdir. Cem‘i kendi muzâf olduğu ahbâr kelimesidir. Feth-i hemze
iledir.
Netîce-i meâl: Efdalü’l-fudalâ demek olur. Fıkra-i mütekaddime-i157
mücânisesiyle tebdîl ü kalb158 veyâ tashîf ile hayri’l-ahbâr ve hıbri’l-
ahyâr
149 “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân
3/31) 150 evvelinin: evvelin (İÜ)
151 mecrûrlardır: mecrûrlar (T2, T3)
152bi’t-tarîk: bi-tarîk (T2, T3, AE) Bu cümle İÜ dışındaki nüshalarda derkenâr olarak
mevcuttur. 153 tercîh edip: tercîh ve (T1, T2, T3, S, AE)
154 Müstakīmzâde’nin bazı Türk-İslâm meşhurlarınının kısa hâl tercümelerine dair yazdığı
Arapça biyografi eseridir. (Eser hakkında teferruatlı bilgi için bk. Ahmet Yılmaz,
Müstakīmzâde Süleyman Sa‘deddin: Hayatı, Eserleri ve Mecelletü’n-nisâb’ı, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1991, s. 170-252.
155 Müstakīmzâde’nin işâret ettiği yer için bk. a.mlf., Mecelletü’n-nisâb fi’n-nisebi ve’l-künâ
ve’l- elkāb, Süleymâniye Kütüphânesi, Hâlet Efendi Blm., no: 628, vr. 180a.
156 olduğu: olan (İÜ); “maklûbı olduğu” ibâresi T2 ve T3 nüshalarında, “maklûbı olduğu bahr
ma‘nâsınadır ki mütebahhir demekdir.” kısmı AE nüshasında yok.
157mütekaddime-i: mukaddime-i (AE)
158 tebdîl ü kalb: tebdîl ü yâ kalb (İÜ)
177
Ahmet KARATAŞ
َ } ل َلخكال{وـ َـل
vâsıta-i etemmiyet-i ‘uzmâ olduğu bî-merâdır ki Mısrâ‘: َ ـاـْـقَـمemsâli
ـفأل ت
كَلـ ا
174
kazıyyât ‘illet-i ğâiyye-i kevn ü mükevvenât olduğun isbât eder. Li’ş-Şeyh
eş-Şemsü’l-Bekrî: [4a AE]
İntehâ kelâmü’ş-şârih.
İmdî, rivâyet olunan vâkı‘ada def‘ ve hacbin vukū‘ı her ‘inâd-kârın
Nebî ‘aleyhi’s-selâm mâni‘-i vuslat-ı Rabbü’l-erbâbı olduğu ğayni külli
‘anîd ‘ibâresinden isti‘âre tarîkiyle istihrâc olunur ki Nebî ‘aleyhi’s-selâmı
vâsıta kılmayup mütâba‘atdan ibâ eden ehl-i ‘inâdın Hakk’a vusûlüne
Nebî ‘aleyhi’s-selâm mâni‘ olmağla mâni‘iyyetde Nebî ‘aleyhi’s-selâm
ziyâ-yı şems zuhûrına mâni‘ olan sehâba teşbîh olundu. Müşebbehün
bihe dâl olan [21a İÜ] ğayn zikriyle her ‘inâd-kârın Hakk’a vusûlüne
mâni‘ olan Nebî ‘aleyhi’s-selâm murâd olundu ki mebde-i mahlûkdur.
“Ol mebde-i mahlûk nûr-ı Muhammedî üzerine yâ Rabbi salât ü ta‘zîm
eyle!” demekdir.
Fıkra-i Hâmis ‘Aşer Şerhi
[51a T1, 253 b S] Mazharı tecelliyâti’l-cenâni’l-‘abdiyye.
Mazharı, feth ile mahall-i zuhûr; tecelliyât, cîm ile cem‘dir. Müfredi
olan tecellî zuhûr ve bürûz ma‘nâsına muzâfun ileyhdir. el-Cenân, feth-i
cîm ile kalb ma‘nâsınadır ki mestûriyyeti176 sebeb-i tesmiyedir. Bu dahi
muzâfun ileyhdir.177 el-‘Abdiyye, feth ile ‘abd-i bende demekdir. Cerr ile
tecelliyâta sıfat-ı nisbiyyedir. Hulâsa-i kelâm, ashâb-ı kulûb olan ‘ibâdın
fuâdına178 lâyıha olan zuhûrât-ı ğaybiyye-i Rabbâniyye’nin mir’âtı ve
mahall-i bürûzâtıdır ki vâsıta-i Rahmâniyye ve mazhar-ı tâm olmağla
vâridât-ı İlâhiyye evvelâ mir’ât-ı Zât-ı Habîb’de cilveger ü nümâyân
olup179 sâir lâyık [21b İÜ] u şâyân olan ehl-i dilânın sîneleri bi’t-tab‘ bi-
tarîki’l- in‘ikâs mevrid ü mazhar olur.180 İşte bendegânın bu kerâmâtına
vâsıta-i husûl demekdir. Her biri meksûrlardır. İntehâ kelâmü’ş-şârih.
Şeyh-i Câmi‘ “mazharı tecelliyâti’l-cenâni’l-‘abdiyye” ‘ibâresini “Ey,
mahalli zuhûri’t-tecelliyâti’l-vârideti ‘ale’l-kulûbi’l-muhtassati bi’l-
Anadolu başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine yayılan bu büyük mutasavvıfın
Tercümânü’l-esrâr adlı bir dîvânı ve tasavvufî risâleleri bulunmaktadır. Hayatı hakkında
bilgi için bk. Yakup Çiçek, “Bekrî, Ebü’l-Mekârim”, DİA, İstanbul 1992, V, 366-367. Beyit
için bk. Muhammed Bekrî, Tercümânü’l-esrâr, Leipzig Üniversitesi Kütüphanesi (Almanya)
Yazmaları, no: 573, vr. 139b; Muhammed Emîn b. Fazlullah b. Muhibbillah ed-Dımaşkī
Muhibbî, Hulâsatü’l-Eser fî a‘yâni’l-karni’l-hâdî ‘aşer, Beyrut ts., II, 410.
176 mestûriyyeti: mestûriyyetini
(T2) 177 Bu cümle İÜ nüshasında
yok.
178 ‘ibâdın fuâdına: ‘ibâdına (T1)
179 T1 nüshasında “olup” kelimesi
yok. 181
180 “olur” kelimesi İÜ nüshası
hâricindeki nüshalarda “olup”
şeklinde.
Ahmet KARATAŞ
ً ”} ـل ْـي َلile tefsîr eyledi. Ya‘nî ‘abdiyyet izâfetine tahsîs-i kesb eyleyen ‘ibâdın kulûbuna
zuhûreden tecelliyât-ı İlâhiyye’ninzuhûruna mahall olan Fahrü’l-
mürselîn ki mebde-i mahlûkdur. “Yâ Rabbi ol nûr-ı Muhammedî üzerine
salât ü ta‘zîm eyle!” demekdir. Lâkin bu makāmda ‘abdiyyet izâfetiyle
murâd-ı Hazret-i Bârî Te‘âlâ “‘abdim” deyu kendi zât-ı ‘aliyyesinden
kinâye olan zamîre teşrîf-i izâfet ile nisbet buyurduğu kavldir ki {َى ـرـسْ ا
س
ناحـ ـب
َ يذ ــال
ًَ } ـل ْـي لَ ـهدـبْ ِعnazm-ı kerîminde [22 İÜ] zât-ı ‘aliyyesinden kinâye zamrîe izâfet eyleyüp
ب a
ُ عاَ ِة َّر
ق
ُ ٍ
ْ ي } نkelâm-ı nefîsi medlulleri olan ni‘am-ı cinândır.
“ } ِىذ الİnsanı korumakla vazifeli meleklerin (hafaza) duymadığı [ka- dar gizli yapılan] zikir onların
duyduğu zikirden yetmiş kat daha fazîletlidir.” (bk. Süyûtî, el-Câmi‘u’s-sağîr, AÜİF
Kütüphânesi, Yazmalar Bölümü, no: 36447, vr. no. yok. Bu nüsha Kemâleddin Efendi’nin
Ahmet KARATAŞ
Nefehât’da dahi 204{َ[ } ء َايفِ خْالا ء َايقِ اتألللاه ى َ اِلء َايلِوألا بُّحَا26a İÜ] vârid oldu. Ya‘n5î0“Hak
2
Te‘âlâ’ya mahabbetli olan veliyy-i ehl-i takvâdan hafî ve mestûr olan- dır
ki bir yere gelse kimse onu206 bilmez. Ve eğer ğâib olsa kimse onu sor-
maz.” demekdir.207 İntehâ kelâmü’ş-şârih.
İmdî, eserde vârid olduğu üzere Kirâm-ı Kâtibîn sâmi‘ olmadıkla- rı
ezkâr-ı cenâniyyede onların vâkıf olup tahrîr-kerdeleri olan vezâif-i
lisâniyye üzerine yetmiş kat fazîlet-i bâhire-i zâidenin râbıtı Fahrü’l-
mürselîn gâr-ı ma‘rûfa teşrîflerinde yâr-ı gâr Sıddîk-i Ekber radıyallâhu
Te‘âlâ ‘anh’ın makām-ı ihfâ olan mübârek kalb-i münîrlerine zikr-i hafîyi
rabt ü ta‘lîm ile kubûr-ı esrâr olan sudûr-ı ebrârı ol nûr-ı zikr-i hafî ile
tenvîr buyurdular.
Mefhûm-ı fıkra: “Ehl-i ihfâ olan erbâb-ı kulûbun müstehak oldukla-
rı eltâf-ı hafiyye ve a‘tâf-ı behiyyenin râbıtı ki mebde-i mahlûkundur. Yâ
Rabbi! Ol mebde-i mahlûk nûr-ı Muhammedî üzerine salât ü ta‘zîm
eyle!” demekdir.
[26b İÜ] Fıkra-i Tâsi‘ ‘Aşer
Şerhi Va‘îdi külli takıyy.
Va‘îd, sa‘îd vezninde bi-ma‘nâ fâ‘ildir. Külli takıyy, üçü dahi cerr ile
bir- birine muzâfun ileyhdir. Takıyy, va‘îd vezninde müttakī demekdir.
Ehl-i takvâya va‘d ta‘bîri iktizâ ederken nakīzında müsta‘mel olan
va‘îd208 lafzı ihtiyâr olunması takvâda sebeb-i terakkī olması
mülâhazasıyladır ki tâ‘at-i
Mevlâ Te‘âlâ’da her müttakīnin havfı ziyâde [51b T1] olmağla tevakkīde
terakkī ve tekarrubda terakkub [5a AE] eylemelerine tâziyâne-i teşvîk
olan mî‘âdı tezkîr ile tahvîf sâhibi demek olur. İntehâ kelâmü’ş-şârih.
Müttakī hakkında vârid 209{ } ـهَتاقتُ ق ـ َـح ّهلل َ ا ا ـوُـقتااوـُنمآ ن ـ ِـيذ الاــهَ َأيُّ اـَـيnazmı- celîlinde hakk-ı
209 “Ey îmân edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun!” (Âl-i İmrân 3/102)
213 Tam adı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd b. Abdillâh el-Absî el-Ferrâ’ [v. 207/822] olan bu
büyük Arap dil âlimi hakkında teferruatlı bilgi için bk. Zülfikar Tüccar, el-Ferrâ: Hayatı,
Eserleri ve Arap Dili ve Edebiyatındaki Mevkii, (Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul 1987; a.mlf., “Ferrâ,
Yahyâ b. Ziyâd”, DİA, İstanbul 1995, XII, 406-408.
214 bk. İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh: Tâcü’l-luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye (tahk. Ahmed
Abdülğafûr Attâr), Beyrut: Dârü’l-İlm li’l-Melayin, 1990, II, 551.
215 “(Biz seni şâhit) müjdeleyici ve uyarıcı (olarak gönderdik.)” (el-Feth 48/8)
216 S nüshasında “Ahmed” yok.
217 İÜ nüshasında “dahi” kelimesi yok.
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve Şerhi
müstefâdu min kavlihi Te‘âlâ 12{نكن ِإ ل ـُـق ـنوعِبت َاف ّهلل َ ا ن ـوُّـب
ُ حِتُ متـ ُ يـ حْ ي ِ ُ } هللّ ُ ا م ـ.” Ya‘nî
ُ ـكبْ ب
hâlet-i mahmûdiyyet üzerine delâlet eden mertebe-i mahbûbiyyet sebkına
nazar ile ki 222{َ } ـه ُّنوبحُِي َوم ــهُ بُّحُِيمٍ ـوَـقِب ّهلل ُ ا ي ـِ أْـتيَ فَ ـو َـسفkavl-i kerîmi delâletiyle
237
فاف
خ يبينقال
َ فونادُـيَْم َولقُـلخُي َوقْفـل
ِم ر َـكي َوفمْـ ِـلع يه
İntehâ kelâmü’ş-şârih.
Bu fıkrada 238{اخ
َ ـي ِبنالمـتoن
ّ } kavl-i kerîmine îmâ vardır. Ve bu âyet-i kerîme
kesr-i tâ ile ve fethle okunur. Kesr-i tâ ile okunduğunun vechi sebkat
eyledi. Fethle okunduğu fıkra-i ûlâda beyân olunan vechle müveccehdir.
Kezâlik 239 {يص لَخْمُ الاـَـندَابعِن ـ ِـم ـَّهاِـن
ِ } ن ـnazm-ı kerîmi kesr-i lâm ile ve feth ile okunur.
Kesr ile okunursa enbiyâ-yı kirâm murâddır. Lâkin feth ile okunmak
kesr-i lâm ile okunduğundan eblağdur ki ‘inde’l-‘ârifîn ‘urefâ billâh
murâddur. Hâtim kelimesinde tâ’nın feth u kesri muhlısîn kelimesinde
dahi lâmın feth u kesri zikr olunan {َ} نـ ّي ِبنالمـت اخ, dahi {َِّيصلَخْمُ الاَـندَابعِنـ ِم هـنا
ِ } نـ
âyetlerinden müstanbıtdur.
[32b İÜ] Fıkra-i Bist ü Pencümün
Şerhi Min salâtike eclâhâ.
Min salâtike, kesr-i mîm240 ve feth-i sâd ile mecrûr241 muzâfdır. Eclâhâ,
cîm ile ziyâde celî ve ezhar ve enver ma‘nâsına olup salavât ve ta‘zîmâtın242
ziyâde mücellâ ve muzahher ü münevveri243 demekdir ki zamîr salâta
‘âiddir.
Ve min sılâtike mîm ve sâd’ın kesrleriyle244 cem‘dir, mecrûrdur.
Müfre- di olan sıla, hediyye ve ‘atıyye demekdir. Ahlâhâ, hulüvden olup
‘atâyânın ziyâde lezîzi ve eltafı demekdir. Veyâhûd huly ve hilyeden olup
[52a T1] ziyâde245 müzeyyen ve etyabı demek olur dediler.246 Zarfların247
salli ke- limesine ta‘allukda bâb-ı tenâzu‘ları sedd olunmak248 mir’ât-ı
tasavvurda vücûh ile enseb göründü. Maksûd-ı fıkrateyn, “Ekmel-i
salavât ve eczel-i ‘atıyyât ile sen yâ Rabbi şefî‘u’l-ümem sultân-ı erîke-i
ni‘am olan Habîb-i
no: 37220, vr. 195b. Bu yazma da dahil olmak üzere baktığımız 30 kadar yazma ve
matbu nüshada ikinci mısradaki { } مِ ـر َـك يــفَوyerine {الو
َ } مِ ـر َـكibaresi bulunmakta. T2 ve T3’de kinicimısrâdaki
“ ” ي ـ َـفوyok.
238 “Peygamberlerin sonuncusu.” (el-Ahzâb
33/40) 239 “Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.”
(Yûsuf 12/24) 240 mîm: mîm ile (AE)
241 mecrûr: ve mecrûr (AE)
242 salavât ve ta‘zîmâtın: salât-ı ta‘zîmâtın (T2)
243 mücellâ ve muzahher ü münevveri: meclâ ve mazharı (İÜ); mücellâ ve mutahharı (T1,
T3,); mücellâ ve muzahheri: (T2); mücellâ ve mutahhar ü münevveri (S, AE)
244 “kesrleriyle” kelimesi İÜ hâricindeki nüshalarda “kesriyle” şeklinde.
245 ziyâde: ve ziyâde (T1)
246 S ve AE’de “dediler” kelimesi yok.
247 Bu kelime T2 ve T3 nüshalarında yok.
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve Şerhi
Kaynakça
Abdurrahmân b. Muhammed el-Huzeyfî- Muhammed b. Abdillah Mu‘allimî, Fihrisü’l-
Mecâmî‘i’l-Asliyye li-Mektebeti’l-Haremi’l-Mekkiyyi’ş-Şerîf, Kahire: Darü’l-Kahire,
2007.
Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-libâs ammâ iştehera mine’l-ehâdîs ‘alâ
elsineti’n-nâs, I-II, Beyrut 1351.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned (thk. Ahmed Muhammed Şâkir- Hamza Ahmed ez-Zeyn), I-
XX, Kahire: Dârü’l-Hadis, 1995.
Ali el-Hakānî, Mahtûtâti’l-Mektebeti’l-‘Abbâsiyye fi’l-Basra, I-II, Bağdat 1962.
Aliyyü’l-Kārî, Mirkātü’l-mefâtîh Şerhi Mişkâti’l-Mesâbîh (thk. Cemâl ‘Îtânî), I-XI, Beyrut
2001.
Atalay, Mehmet, “Ebü’l-Feth el-Büstî’nin Kasîde-i Nûniyye’sinin Diyarbakırlı Saîd Paşa Ta-
rafından Yapılan Türkçe Manzûm Tercümesi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, sayı: 27, 2005, s. 145-154.
Beyhakî, es-Sünenü’l-kebir (thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî), I-XXIV, Kâhire: Merke-
zu Hecr li’l-Buhus ve’d-Dirasati’l-Arabiyye ve’l-İslamiyye, 2011.
Beyhakî, Kitâbu Zühdü’l-kebîr (thk. Âmir Ahmed Haydar), Beyrut: Dârü’l-Cinan, 1987.
Blaskovics, Josef - Bašagić, Safvet-beg, Arabské, Turecké a Perzské Rukopisy Univerzitná
Knižnica v Bratislave, Bratislava 1961.
Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu‘fî, el-Câmiu’s-sahîh (thk.
Takıyyüddîn en-Nedvî), I-XV, Beyrut: Darü’l-Beşairi’l-İslamiyye, 2011.
Çiçek, Yakup, “Bekrî, Ebü’l-Mekârim”, DİA, İstanbul 1992, V, 366-367.
Çöğenli, Sadi, “Ebü’l-Feth el-Büstî ve Unvânü’l-Hikem Tercümesi”, Akademik Araştırmalar
Dergisi, I/2, Erzurum 1999, 121-131.
Dârimî, Sünen (thk. Mustafâ Dîb el-Buğa), I-II, Dımaşk: Darü’l-Mustafa, 2007.
Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ ve tabakātü’l-asfiyâ, I-X, Kahire: Matbaatü’s-Saade, 1974-
1979. Edirneli Kâmî Efendi Çelebî, Dîvân (haz. Gülgün Erişen Yazıcı), Ankara ts.
Fajić, Zejnil, Katalog Arapskih Turskih i Perzijskih Rukopisa, I-XVIII, Sarajevo 1991-2014.
Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ (nşr. Mîrzâ Muhammed Hân Kazvînî), I-II, Tahran:
Çaphane-i Merkezi, ts.
Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ (nşr. Reynold A. Nicholson), I-II, Leiden 1905.
Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, I-XI, Riyad: Darü’l-Meyman, 2014.
Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu Muvazzahu evhâmi’l-cem‘ ve’t-tefrîk, I-II, Haydarâbâd 1959.
Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid (thk. Hüseyin Selîm Esed ed-Dârânî), I-XXIII, Cidde: Darü’l-
Minhac, 2015.
Hitti, Philip K. -Nabih Amin Faris-Butrus Abd-al-Malik, Descriptive Catalog of the Garrett
Collection of Arabic Manuscripts, Princeton University: New Jersey, 1938.
http://www.almajidcenter.org/material_details.php?bId=223869 (erişim: 19.05.2016).
https://old.uqu.edu.sa/lib/digital_library/scripts_all/ar/129 (erişim: 19.05.2016).
Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), I-V, İstanbul: Kitabevi,
2006.
19
5
Ahmet KARATAŞ
196
Aliyyü’l-Kārî’nin el-Mülemma‘ Şerhu’n-Na‘ti’l-Murassa‘ Adlı Arapça Risâlesinin Tercüme ve
Şerhi
197
Kitap Değerlendirmeleri
mahabbe gibi muteber kaynaklarda Zengi Ata ile ilgili bilgilere rastlana-
bilir. Bunlardan birinde rivayet edildiğine göre, Nakşibendî şeyhi Hoca
Ubeydullâh Ahrâr, her zaman Zengi Ata’nın mezarını ziyaret eder, onun
maneviyatından feyiz alırmış.
Geçtiğimiz sene Özbekistan İnsan Hakları Milli Merkezi Müdürü,
dün- yaca ünlü hukuk Profesörü Akmal Saidov’un Hazret Zengi Ata adlı
kitabı yayınlanmıştır 3 (Prof. Dr. Akmal Saidov, Hazret Zengi Ata, Taşkent:
Şark Neşriyat-Matbaa, 2015). Esere Özbekistan Müslümanlar İdaresi
Reisi, müftü Usmanhan Alimov bir önsöz yazmıştır. Ayrıca Özbekistan
Müslü- manlar İdaresi Reis yardımcısı, Ulemalar Fetvâ heyeti başkanı
Şeyh Ab- dulaziz Mansur, tasavvuf araştırmacısı Doç. Dr. Seyfeddin
Seyfullah vd. uzmanlar takriz yazmışladır.
Giriş, dört bölüm ve sonuç kısımlarından oluşan bu kitapta Zengi
Ata’nın hayatı, eserleri ve düşünceleri ele alınmıştır. Eserde Zengi
Ata’nın tercüme-i hâli, nesli, ailesi, hoca ve talebeleri, makamları,
sözleri ve türbe- si hakkında geniş bilgiler yer almış, Zengi Ata’nın
Yesevîlik yolundaki hiz- metlerine ağırlık verilmiştir. Zengi Ata türbesi
bugün sadece Özbekistan değil, tüm Orta Asya bölgesinde halkın akın
akın ziyaret ettiği bir kutsal mekandır. Orta Asya’nın tarihî, kültürel ve
mimarî açılarından çekici ol- ması da ilgileri buraya çekmektedir. Eserde
Emir Timur tarafından Zengi Ata türbesinin yapımı, külliyat olarak
inşası, Mirza Uluğbey tarafından ta- mir edilmesi (1420), sonraki
dönemlerde, özellikle bağımsızlık yıllarında yapılan onarım
çalışmalarıyla ilgili geniş bilgiye de yer verilmiştir. Nite- kim eserde
yazıldığına göre, XVII. yüzyılda mezar yanına medrese ve cami
yaptırılmış, XIX. yüzyılın sonunda da Mirzâ Rüstem isimli kişi
tarafından mizane kurulmuştur.
Zengi Ata’nın mezarı onu sevenler tarafından ziyaret yeri olmuştur.
Hâcegân-Nakşibendî büyüklerinden Hoca Ubeydullâh Ahrâr hazretleri
“Zengi Ata türbesine her sefer gittiğimde o zatın kabrinden ‘Allah,
Allah!’ zikrini duyarım” demişti. Zengi Ata’nın yaşadığı dönem Moğol
istilacıları Mâverâünnehir’i istila etmiş, şehir ve köyleri yerle bir
etmişlerdi. Böyle bir durumda Zengi Ata ve onun talebeleri halka Hak
ve hakikat, şefkat ve
3 Akmal Saidov’un Burhaneddin Merginânî’nin Hidâye adlı eserini Rusçaya çevirisi onun dün-
ya hukuk bilim dalındaki önemli çalışmasıdır. Ayrıca Saidov, Feridüddin Attâr’ın hayatı,
eser- leri ve onunla ilgili çalışmaları bir araya getiren Attarşinaslık (Taşkent, 2012) adlı
eseriyle de Attâr araştırmaları alanına önemli katkıda bulunmuştur.
201
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
Zengi Ata’nın mezarından göğe yükselen Allah nidası her sabah ve akşam
ku- lağıma geliyor, derdi.”6
Ünlü mutasavvıf şair Mahtumkulu Firagî bir şiirinde Hacegan
büyükle- rini tarif ederken yazdığı:
Dahistanın bağrında bad-ı sebanı
görsem, Bahaeddin, Mir Külal, Zengi
babayı görsem. Hızır gibi çöllerde, gavvas
gibi göllerde,
İlyas gibi dağlarda yahşi yamanı
görsem7
parçaları yakın yıllara kadar Türkistan dervişleri tarafından bir nevi
zikir olarak söylenirdi. Cedid edebiyatının temsilcilerinden şair Kemî
Taşkendî Zengi Ata’yı şöyle tarif etmiştir:
Dergah-ı Hak pasbanı hazreti Zengi
Ata, Sırr-ı gayb-ı râzdân-ı hazreti Zengi
Ata. Erdiler zâhir siyah-fâm ve lâkin
bâtınen, Buldular nûr u ziyâyı hazreti
Zengi Ata.
Türfe bir keşf-i kerâmet körgüzüb dehr
ehline, Aldılar Anber Anayı hazreti Zengi
Ata.
Eylegeyler tâ memâtından beri der her
zaman, Allah, Allah, Rabbanâyı hazreti
Zengi Ata.
Yesevî ekolünden gelen Şems adlı sûfî şâir Zengi Ata’ya olan sevgi ve
saygısını şöyle açıklamıştır:
Ol Seyyid-i adem hakkı ya Zengi Baba Himmetî,
Ol mafhar-ı âdem hakkı ya Zengi Baba Himmetî.8
“Sâlih zatların isimleri anılan yere Allah’ın rahmeti iner” hadîs-i
şerîfinden ve ecdâdının hayat yolunu bugünkü nesle armağan etmek
fikriyle yola çıkarak eserini kaleme alan Akmal Saidov, kitabında Zengi
Ata’nın mânevî yönleri, tasavvufî şahsiyeti ve faaliyetiyle bağlantılı
olarak tasavvufla ilgili düşüncelere de yer vermiştir. Eserde yer alan
Zengi Ata’nın keşf ü kerâmetleri, hârikulâde davranışları, onunla ilgili
şiir ve rivâyetler dikkat çekicidir. Bununla birlikte, Zengi Ata hayatı ve
çalışmalarıyla ilgili doğu ve batı ülkelerinde yapılan araştırmalara
değinilmiş, bazıları tahlil ve tenkit edilmiştir. Kitap ilmî-edebî ve
popüler üslupta kaleme alınmış
olup uzmanlar ve tasavvuf tarihine ilgi duyanlar için önemli bir kaynak-
tır. Bu çerçevede eser Zengi Ata gibi Orta Asya topraklarında yetişen ve
mâneviyât tarihinde önem tutan bir zat hakkında geniş bilgi veren
önemli kaynaktır. Eserde Zengi Ata ile ilgili Türkî cumhuriyetlerde hem
de diğer ülkelerde gerçekleştirilen birçok bilimsel çalışmalar tanıtılmış,
incelen- miştir. Bugüne kadar Zengi Ata hakkında bildiklerimiz oldukça
azdı. Bu eser sayesinde artık daha çok bilgiye ulaşma imkanı doğmuştur.
Ayrıca bu çalışma ile Zengi Ata’nın Türk-İslam dünyasının önemli
şahsiyetlerinden biri olduğu, onun adının sadece Mâveraünnehir’de
değil Horasan bölgesin- de de bilindiği bir kez daha gün yüzüne
çıkmıştır.9
9 Bu vesileyle Zengi Ata ile ilgili şu kaynakları anabiliriz: Rahimcan Feyzullayev, “Kadriyat-
larmizni Unutmaylik: Zengi Ata Bayrami”, Gülistan, sayı:2, Taşkent 1994; G.
Galiahmetova, Sufizm v Zolotoy Orde/Sufizm v İrane i Sentralnoy Azii, Moskova, 2006;
Hakîm Ata Kitabı, haz. Münevver Tekcan, İstanbul: Beşir Kitabevi, 2007; Aynur Koçak,
“Zengî Ata’nın Menkabele- ri, Türbesi ve Bayramı Üzerine”, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş
Velî Araştırma Dergisi, sayı: 25, 2003, s. 105-114; Necdet Tosun,. “Zengi Ata”, DİA, XLIV,
204 261-262.
Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
Yayın ve Yazım İlkeleri
Yayın İlkeleri
1. Tasavvuf dergisine telif, hazırlama metin (edisyon kritik), çeviri, kitap tanıtım ve
değer- lendirme, toplantı notları şeklinde gönderilen yazılar değerlendirmeye alınır.
2. Dergimize yazı gönderimi editor@tasavvufdergisi.net mail adresinden yapılmaktadır.
3. Mail adresine gönderilen yazılar öncelikle editörlük tarafından Dergi Yayım ve Yazım
İlkeleri bağlamında incelenir. Yazar tarafından düzeltilmesi gereken kısımlar varsa yazı
yazara iade edilerek düzenleme istenir.
4. Dergi Yayım ve Yazım İlkelerine uygun olmayan yazılar hakeme gönderilmez ve yayım-
lanmaz.
5. Editörlük tarafından onaylanan yazılar aynı sistem üzerinden en az iki hakeme
gönderilir.
6. Hakem raporlarının olumlu olması halinde yazının yayımına karar verilir. Hakemlerin
önerileri editörlük tarafından titizlikle takip edilir.
7. Hakemler düzeltilmesini istedikleri yazının yayımlanmadan önceki halini görmek iste-
yebilirler.
8. Hakemlerin raporlarını belirlenen sürede göndermeleri editörlük tarafından takip edi-
lir. Belirlenen sürede raporların gelmemesi durumunda yazıya editörlük tarafından
yeni hakem ataması yapılır.
9. Yayımına karar verilen yazılar hakkında yazara/yazarlara bilgi verilir.
Yazım İlkeleri
10.Dergimize gönderilen yazılar, PC Microsoft Office Word programında yazılmalı veya
bu programa uyarlanarak gönderilmelidir. Gönderilen yazılar bütün ekleriyle birlikte
dergi formatında toplam 34 sayfayı aşmamalıdır. Aşan yazıların yayımına yayın
kurulu karar verir.
11.Çeviri, sadeleştirme ve transkripsiyon yazılarına orijinal metinler pdf olarak, kitap
tanı- tım ve değerlendirmelerine kitap kapağı resmi jpeg formatında eklenmelidir.
12.Yazıların ana başlıktan sonraki kısmına İngilizce başlık, her biri 500-1000 arasında
karak- ter (boşluklarla) Türkçe-İngilizce özet, en fazla beşer kelime olmak üzere Türkçe-
İngilizce anahtar kelimeler ve makale sonuna yararlanılan eserleri gösteren kaynakça
eklenmelidir.
13.Sayfa düzeni: A4 boyutunda, kenar boşlukları soldan 2,5 cm, sağdan 2,5 cm, üstten
2,5 cm ve alttan 2,5 cm şeklinde ayarlanmalıdır.
14.Yazı biçimi: Metin kısmı Times New Roman yazı tipi, 12 nk ve başlıklar bold olarak
yazıl- malıdır. Ana metin kısmı tam 18 nk satır aralıkla, dipnotlar ise tam 15 nk satır
aralıkla ve metinle aynı yazı tipinde 10 nk ile yazılmalıdır. Arapça metinlerde
Traditional Naskh yazı tipi kullanılmalıdır.
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
206
Yayın ve Yazım İlkeleri
207
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
208