You are on page 1of 53

ÖYKÜ (HİKÂYE)

ÖYKÜ
Yaygın
daması bir tanımlamayla
mümkün olayların öykü, yaşanmış
anlatıldığı kısa
yazılardır.
*Öykü, yaşanmış ya da yaşanması mümkün
olayların anlatıldığı kısa edebî yazılardır.
*Karakterlerin yalnızca bir yüzleri üzerinde
durulması, ayrıntılara çok fazla yer verilmemesi ve
olay kişilerinin yaşamlarının kısa bir döneminin
işlenmesi öyküyü romandan ayırır.
ÖYKÜ TÜRÜ HAKKINDA
• Öykü türünün kurucusu İtalyan
Boccacio’dur. Bu türün ilk
örneklerini 14.yüzyılda
Decameron adlı eseriyle
Boccacio vermiştir.
• Fransa’da Maupassant;
Rusya’da Çehov, İngiltere’de
O’Henry öykü türünün
ustalarıdır.
ÖYKÜNÜN ÖGELERİ
• Öykünün ögeleri; anlatıcı, • Anlatıcı eğer kendisini
olay-durum, kişi-karakter, öyküden çıkarıyor ve bir
yer-zaman’dır. gözlemci gibi davranıyorsa
bu “üçüncü kişili anlatım”dır.
Bir diğer anlatım tarzı da
• *Anlatıcı: Öyküyü anlatan yazarına geniş imkânlar
kişidir. Anlatıcı, olay sunan “her şeyi bilen”, “ilâhi
kahramanlarından biri gibi bakış anlatımı”dır. Bu
davranıyor ve çevredeki anlatımda anlatıcı, Tanrı gibi
kişiler, bu kişilerin duygu ve her şeyi görür, bilir, sezer,
düşünceleri, anlatıcının geçmiş ve gelecekten haber
gözüyle görülüyorsa bu verir.
“birinci kişili anlatım”dır.
ÖYKÜNÜN ÖGELERİ
• *Olay-durum: Yazarın öyküde
anlattıkları olay ya da durumdur.
İnsanı ilgilendiren her şey, her konu
bir olaydır.
• *Kişi-karakter: Öyküde mutlaka kişi
unsuru bulunur. Çünkü sanat
eserinin amacı insanı anlatmaktır.
• *Yer-zaman: Olay veya durum, belli
bir yerde ve belli bir zamanda
karşımıza çıkar.
ÖYKÜ TÜRLERİ
• √ İki öykü tarzı genel olarak
benimsenmiştir: Maupassant (olay)
öyküsü ve Çehov (durum) öyküsü.
• Maupassant Biçimi (Olay Öyküsü) :
Hikâyede asıl olan "olay" dır.
Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da
böyle yorumlamasına imkân verilmez.
Çünkü hikâyedeki olay, mantıklı bir
seyir hâlinde devam eder. Kişilerin
portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak
çizilir.
ÖYKÜ TÜRLERİ
Bu teknik, Fransız sanatçı Guy de
Maupassant tarafından geliştirildiği
için bu tür öykülere ‘Maupassant
tarzı öykü” de denir.
Türk edebiyatında bu tarz
öykücülüğün en büyük temsilcisi
Ömer Seyfettin’dir.
Ayrıca Refik Halit Karay, Reşat
Nuri Güntekin, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu da olay türü
öykücülüğünün temsilcileri
arasındadır.
ÖYKÜ TÜRLERİ
• Çehov Biçimi (Durum
Öyküsü): Hikâyede asıl olan
"olay" değildir. Hikâye, sona
erdiği zaman her şey bitmiş
değildir. Hikâye, asıl bundan
sonra başlıyor demektir. Zira
kişiler tamamıyla tanıtılmadığı,
olaylarda kesinlik hâkim
olmadığı için okuyucunun
hayal kurmasına ve yorum
yapmasına elverişlidir.
ÖYKÜ TÜRLERİ
• Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır:
• "Kaleme alınan konular, "sade" olmalı.
Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile
nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok
psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok
bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti...
Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı
kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri
çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu.
Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu
başarabilirim. "
ÖYKÜ TÜRLERİ
• Olay Öyküsü • Durum Öyküsü:
• Olay örgüsünün kişi, zaman • «Serim-düğüm-çözüm» planına
mekân ögelerine bağlı olarak bağlı kalınmaz. Bir olay akışı
anlatıldığı olay öykülerinde yoktur. Hayattan bir kesit
«serim-düğüm-çözüm» bölümleri sunulmuştur. Öykü sanki ortadan
vardır. Serim bölümünde kişiler başlamış veya bitmemiş izlenimi
tanıtılır, yer bildirilir, olaya girilir. verir.
Düğüm bölümünde olay karmaşık
bir hâl alır. Ortada çözülmesi
gereken bir problem vardır. Çözüm
bölümünde her şey açıklanır,
karmaşa son bulur. Yazar,
okuyucunun merakını giderir.
ÖYKÜ TÜRLERİ
• Olay Öyküsü • Durum Öyküsü
• Gözlem, gerilim ve merak • Ön planda olan duygu ve
unsuru ön plandadır. düşünce, hayal ve yorum ile
gözlemdir. Gerilim ve merak
unsuru ikinci plandadır.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• √ Türk hikâyeleri, şu dört ana
grupta değerlendirilir:
• 1. "Serim, düğüm, çözüm"
bölümlerinin düzenli olduğu
hikâyeler. Ömer Seyfettin,
Samet AĞAOĞLU, Haldun
TANER, Oktay AKBAL,
Mustafa KUTLU' nun
hikâyeleri bu grup içindedir.
(Maupassant Biçimi)
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 2. İstanbul'da yaşayan
insanların özel hayat ve
özelliklerini veren hikâyeler.
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR,
Ahmet Rasim, Osman Cemal
KAYGILI, Sermet Muhtar
ALUS'un hikâyeleri bu grup
içindedir. (Maupassant
Biçimi)
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 3. "Serim, düğüm, çözüm"
bölümlerine önem vermeyen,
olayın herhangi bir yerinden
başlayan hikâyeler. Memduh
Şevket ESENDAL, Sait Faik
ABASIYANIK, Tarık
BUĞRA, Sevinç ÇOKUM
gibi yazarlarımız bu
gruptandır. (Kısmen, Çehov
Biçimi)
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 4. Varoluş çizgisinde oluşturulmuş, aydın
bunalımı ve çaresizliği anlatan soyut hikâyeler.
Bu tür hikâyeler, ülkemizde 1955'ten sonra
görüldü. Hikâyelerde, hiçbir toplum kaygısı
görülmez. Aydın bunalımının nedenleri
yansıtılır. Sanat adı altında çoğu zaman
"müstehcen"e kaçan konulara yer verilir.
Hikâyecilik, sanattan ayrılmış ve ideolojiye
kaydırılmıştır.
• Bu grupta hikâye yazan yazarlarımızın başında
ise; Yusuf ATILGAN, Demirtaş CEYHUN,
Ferit EDGÜ ve Erdal ÖZ gelmektedir.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• Tanzimat ile birlikte Batı’ya açılan
edebiyatımızda Batılı tarzda
yazılmış ilk hikâye örneklerini de
görmeye başlarız. Aziz Efendi’nin
«Muhayyelat»ı (1868), Emin
Nihad’ın «Müsameretnâme»si
(1872), Ahmed Mithat’ın «Kırk
Anbar»ı ile «Letaif-i Rivayat»ı
(1880-1890) ilk örnekler olarak
görülebilir. Hepsinde de amaç
öğütlerde bulunmak, okuyucuyu
telkin etmektir.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• Batılı anlamda ilk öykü
örneği Samipaşazade
Sezai’nin Küçük Şeyler adlı
eseridir.
• Ömer Seyfettin ile ilk çıkışını
yapan Türk öyküsü, Memduh
Şevket Esendal, Sait Faik
Abasıyanık, Tarık Buğra,
Sabahattin Ali, Haldun Taner,
Selim İleri, Aziz Nesin gibi
yazarlarla iyice gelişmiştir.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• Cumhuriyetin ilk yıllarında, Millî
Edebiyat Dönemi’nden tanınan
Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat
Nuri öykü de yazmışlardır. 1930-
1940 yılları arasında sanatın
toplum üzerindeki etkisini savunan
yazarlar, gerçekçi ve gözleme
dayalı öyküler yazarlar. Sait Faik,
öyküde giriş, gelişme, sonuç
bölümlerini kaldırır.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 1940'lı yıllarda Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonra Anadolu'nun durumu, İkinci Dünya
Savaşı sonrasında toplumdaki ahlak
çöküntüsü ağırlık kazanır, toplumsal
konular çeşitlenir. 1950'li yıllarda küçük
memur, işçi, köylü, kasabalı ve şehirlerin
kenar mahallelerindeki insanların sorunları
anlatılır. Birey merkezli psikolojik öyküler
yazılır.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 1960'lı yıllarda yazar sayısı artar ve ona
bağlı olarak konular çeşitlenir. Yine işçi,
köylü, kasabalı ve şehirlerin kenar
mahallelerindeki insanların sorunları ve
cinsellik öyküye girer. 27 Mayıs ve 12
Mart'ı hazırlayan olaylar işlenir.
Varoluşçuluk akımı öyküyü etkiler. Öykü
artık bağımsız bir yazı türü olarak kabul
edilir.
TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ
• 1970'li yıllarda siyasal, toplumsal,
günlük konular ele alınır, 1960'tan
sonra gelişen siyasal olaylar ve
bunlar karşısında halkın durumu
dile getirilir. Küçük insanın yaşam
kavgası, kadının toplumdaki yeri,
çocuklar için yazılan öyküler önem
kazanır. 1980 ve 1990'lı yıllarda
birey merkezli yazılan öyküler ile
Güneydoğu Anadolu ve Doğu
insanın sorunları verilirken,
bunların politikaya malzeme edilişi
eleştirel bir bakışla incelenir.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

MEMDUH ŞEVKET ESENDAL


(1883-1952)
• 1. Edebiyatımızda Çehov tarzı
hikâyenin temsilcilerindendir.
• 2. Hikâyelerine konu olarak halkın
içinde ilgi çekmeyen kişileri ve
onların önemsiz görünen
davranışlarını alır.
• 3. Bunların gülünç, iyi ve kötü
yanlarını sevdirerek tanıtır.
• 4. Hikâyelerdeki kişileri
çevremizde görür gibi, tanır gibi
oluruz.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• 5. Hikâye türüne yalınlık getirir, onu gereksiz


süslemelerden kurtararak halktan kişilere ve basit
görünüşlü gerçek olaylara yöneltir.
• 6. Marifeti, hayata uymayan bir şey olarak kabul
eder.
• 7. Kahramanlarının ruhsal durumlarını basitçe anlatır.
• 8. Eserlerinde konuşma dilini kullanır.
• 9. Hikâyelerinde gözlem gücü son derece kuvvetlidir.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• ROMAN: Ayaşlı ve
Kiracıları, Vassaf
Bey, Miras
• ÖYKÜ: Otlakçı,
Mendil Altında,
Temiz Sevgiler,
Veysel Çavuş, Bir
Küçük Çiçek,
İhtiyar Çilingir…
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’DAN BİR ÖYKÜ
OTLAKÇI
- Efendim, tütün tabakasını ortada unutmağa gelmiyor, insafsız herif, tütünü ne kadar
saçak yeri varsa içti, tozları bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç
rasgelmedimdi. Bizim rahmetli İlhâmi de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği
vardı, adamı eğlendirirdi. Karşınıza oturdu mu, gözleri ile tütün paketini arar,
sokulur, tabakayı, cebime koyarım, sözlerini şaşırır, cebimden çıkarıp masanın
üzerine bırakırım, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir
fırsatını düşürüp bir cıgara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de
eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında
idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır; ama kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu
haram tadı duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardeşim! Bu herif öylesi değil
ki...
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Dün artık dayanamadım, söyledim:
- Ama Mahmut Efendi, dedim, bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse, iç. Ama hiç olmazsa
tozunu da katık et!
O, alışmış, aldırmıyor. Yan gözle bana baktı.
- Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun? Dedi.
- Hangi bir cıgara birader, dedim, ban gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız
tozları kalıyor.
Kayıtsızca:
- Senin tütün de içimli bir şey değil ya! Dedi, bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen bundan
daha iyi!
Kızdım:
- A birâder, dedim, iyiye kötüye baktığımız yok, sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin
içiyorsun?
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
- Ne yapayım, dedi, daha iyisi olsa onu içerim...
- Neden yok, dedim, tütüncü dükkânları dolu!
Yüzüme dik dik baktı:
- Ben dedi, bu zıkkıma para vermem. Mundar şey... Mekruh, kalkıp üste de para
vereceğim! İşim yoktu da...
- Çok iyi buyuruyorsun, dedim, ama biz para veriyoruz!
- Ben de onu söylüyorum ya, dedi, para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun
böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi!
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
- Sen, dedim, kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin?
Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı:
- Benim neme gerek, dedi, ben kimsenin keyfine karışmam. Sen bana karışıyorsun da
ben de söylüyorum.
- Canım, dedi, senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yol
söylemem. Ziyanın bana dokunuyor.
- Benim sana ne ziyanım dokunuyor? diye sordu, bu sözleri hep bir cıgara için mi
söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış... Ben içmeseydim de sen içseydin, daha
mı kâr edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme seni ayıplarlar.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Tepem attı:
- Neden ayıplıyorlarmış? diye, sordum.
- Neden olacak, dedi, bir cıgaralık tütün için bu kadar lâkırdı ediyorsun.
- Canım birader, dedim, hangi bir cıgara, hangi beş cıgara?...
- Haydi on cıgara olsun, dedi, yirmi cıgara, otuz cıgara olsun... Daha diyeceğin yok
ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış... Bunları söylemek ayıp. Tozu
kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemâli altmış para!
- Bunu ben alacağıma sen alsan ne olur, dedim, şu neden almak bize düşüyor da,
içmek size?
- Ben âdet etmemişim, dedik ya! Böyle zehire para vermem, dedi. Sen âdet etmişsin,
ben içsem de alıyorsun, içmesem de. Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için
alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar
söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı?
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
- Çıldıracağım, dedim, sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin
tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da
kalsın, dedim, bu ayıp öyle mi?
-Bana neden ayıp oluyormuş? dedi, hırsızlık etmiyorum ya, zorla da almıyorum,
tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim...
-Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz? dedim. Doğrusu çok da kızdım. Onun
da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı, ama sözünü kesmedi:
- Sen, dedi, deminden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı?
Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun?
Kahvede olanlara bakarak:
- Yalan mı söylüyorum, efendiler, dedi. Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz
söylenir mi, bu nerede görülmüş şey?
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım:
- Sen, dedim, birâder bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün
öfke ile kafana bir şey vururum, başıma belâ olursun, anladın mı? İşte bu kadar!
İş buraya varınca Esat Bey cebinden tabakasını çıkardı:
- Mahmut Efendi, dedi, gel sen buraya, bak ben sana bir tütün vereyim, nasıl
beğenirsin...
Tabakayı görünce kalktı, karşıya gitti. Bana da:
- Benim kabadayılığım yok, dedi, kimseye de bir fenalık etmedim, yine de etmem.
Bütün suçum nedir: bir cıgara sarmışım! Sanki tufan olmuş...
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Bir yandan söylendi, bir yandan da Esat Beyin tabakasından ne var ne yok içti. Ben
artık cevap vermedim. Ancak Mahmut Efendi bana darıldı, ben de ondan kurtuldum
sanmayız. Ertesi sabah erken çocuk haber verdi ki, bir efendi gelmiş, beni görmek
istiyormuş. Aşağı odaya indim. Baktım, Mahmut Efendi. Beni görünce dedi ki:
- Birader, dün sizin hatırınızı kırdım. Sonradan ben de pişman oldum. Sizden özür
dilemeğe geldim. Kusura bakmayın, insanlık hâli... insan bazan boş bulunuyor...
Siz olsanız ne yapardınız? Özür dileyen bir adam. Kalkıp evinize kadar da gelirse...
Benim yüzüm tutmaz.
"Buyurun" dedik. Kahve de pişirttik. Önüne bir dolu kâse de tütün koyduk.
Kardeşim, emin olun, kalem vaktine kadar kâsenin dibinde yalnız tozlar kaldı, cıgara
tablası da ağzına kadar doldu!
(Memduh Şevket Esendal)
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

SAİT FAİK ABASIYANIK (1906-


1954)
• 1. Türk öykücülüğünde büyük
önemi olan bir isimdir.
• 2. Rus öykücüsü Çehov’un adıyla
anılan öykü tarzının (durum-kesit)
edebiyatımızdaki temsilcisidir.
• 3. Yazmanın kendisi için bir
ihtiyaç olduğuna inanmıştır.
• 4. Gözlemci ve gerçekçi bir
yazardır.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• 5. Toplumu konu alan hikâyelerinde


toplumdaki bazı sorunları işler.
• 6. İnsanlara, doğaya, her şeye sevgiyle
yaklaşmış “Sevgi ile başlar her şey…”
demiştir.
• 7. Sait Faik bir İstanbul öykücüsüdür.
• 8. Öykülerinde çocuk, gençlik,
izlenimlerini, günlük yaşamı şiirsel bir
dille anlatır.
• 9. Kahramanları balıkçılar, yoksullar,
avareler, uzaktan tanıdığı, selamlaştığı
sıradan kişilerdir.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• 10. Kahramanlarını yaşadıkları çevreye ve


karakterlerine uygun olarak ele alır ve
anlatır.
• 11. Arı bir Türkçeyle yazan sanatçının çok
sıcak, içten, canlı, insanı sarıveren bir
anlatımı vardır.
• 12. Öykülerinde olaydan çok durumlar
vardır. En basit konuyu bile öyküleştirebilir.
• 13. Sanat hayatına şiirle başlayan Sait Faik
öyküden başka roman, röportaj türünde de
yazmıştır.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• ROMAN: Kayıp Aranıyor,


Medar-ı Maişet Motoru
• ÖYKÜ: Semaver,
Şahmerdan, Sarnıç,
Havuzbaşı, Kumpanya, Az
Şekerli, Havada Bulut, Son
Kuşlar, Alemdağ’da Var Bir
Yılan, Lüzumsuz Adam,
Mahalle Kahvesi
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
• SAİT FAİK’TEN BİR ÖYKÜ
DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ
Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın
kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler,
zümrütler, şunlar bunlar?
Mümkün olsaydı da balolara canlı balıksırtlarının yanardöner renkleriyle
gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki
soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balıksırtının pırıltıları.
Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanardöner pulları
yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir.
Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır:
Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.
Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Rum balıkçıların hrisopsaros-Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç
bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli
denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı
kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır
atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan,
yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz
kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir
korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca
balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan!
Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk,
açlıktan kırılırız."
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
İsa, yalınayak, başıkabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize
doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki
elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek
uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene,
testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı
adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli
bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır,
bir balık kuyruğunun biçimini alır.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer
kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun
yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur.
Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de
kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı
bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir
dülger balığının.
Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan
akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı.
Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip
duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez
iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiç bir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar
zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir
ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp
gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına.
Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır.
İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu.
Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya
yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu,
harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu
sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları
gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor,
sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır...
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa,
rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana
mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum
kalmadan, yanılmadığımı anladım.
Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balık da, git gide, saniyeden
saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini
dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.
Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı
vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne
sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek,
günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze
doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini
yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava dediğimiz gaz suya
alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.
Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde
çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.
Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize
görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek
hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu
üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün,
anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün
korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey
varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin
ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla
kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı
kaçırmayacağız.
(Sait Faik Abasıyanık)
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI

• REFİK HALİT KARAY


• 1. Anadolu insanını realist bir
bakış açısıyla çok iyi gözlemlerle
eserlerine yansıtmıştır.
• 2. Memleket Hikâyeleri adlı
eserinde Anadolu insanını, küçük
şehir memurlarıyla köylülerin
yaşayışlarını ve problemlerini
esprili bir dille anlatmıştır. Gurbet
Hikâyeleri’nde ise ülke dışında
yaşadıklarını hikâyeleştirmiştir.
• Gurbet duygusu, vatan hasreti
onun eserlerinde çok etkileyici bir
üslupla ortaya konmuştur.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
• REFİK HALİT KARAY VE BİR ÖYKÜSÜ
ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu
geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle,
fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da
ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra
bir kasabasına gönderiliyordu. Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri
yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya
değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin
konuşmalarıyla de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya
uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir
durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul’daki gibi:
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
-Hasan gel! -Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen, diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen… derlerse uzaklaşıyordu. Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da
susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış,
göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima
susuyordu. Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak
bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti. Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın,
çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni
otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne
ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok
uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile…
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır
ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti,
dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi. Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından,
kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı,
kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın, göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen,
tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs…
-Ya habibi! Ya ayni! Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler,
söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine
elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar… Hasan durgun,
tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı,
küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden
korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu,
yine susuyordu. Hep sustu.
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının
ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert,
yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine
dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında
çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık
kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler. Satıcı
iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık
ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki… Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya
benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç
çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan
çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup
ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine
bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu. Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden
unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul’dan geldim.
-Ben de o taraflardan… İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve
suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından
geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün
ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı. Dişsizlikten peltek
çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı. Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu
Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz
boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi
sordu?
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına… ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden,
nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur
sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor,
hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu
söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü
dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri
düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır
tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini
topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı.
Bunları hep aheste aheste yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu:
CUMHURİYET DÖNEMİ ÖYKÜ
YAZARLARI
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye
ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları
dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle,
bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir
daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı
amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan
sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu. (Şişli
1938)
(Refik Halid Karay, Gurbet Hikâyeleri, İstanbul 1965, s. 8 -11)
ÖYKÜ İNCELEME PLANI

• A. ÖYKÜ HAKKINDA BİLGİLER


• 1.   Öykünün adı
• 2.      Öykünün yazarı
• 3.      Öykünün basım yeri ve basım yılı
• 4.      Öykünün sayfa sayısı 
ÖYKÜ İNCELEME PLANI
• B. ÖYKÜDEKİ OLAYIN İNCELENMESİ
• 1.Olayın özeti
• 2.Olaydaki kişiler, kişilerin fiziksel ve ruhsal özellikleri
• a)   Asıl kişiler (kahramanlar)
• b)   Yardımcı kişiler (kahramanlar)
• 3.Olayın geçtiği yer
• 4.Olayın meydana geldiği zaman
• 5.Olayı anlatan kişi (anlatıcı)
• 6. Hikâyenin dil ve anlatım özellikleri
• 7. Hikâyenin ana fikri
• C.  ÖYKÜ YAZARININ HAYATI, SANATI VE ESERLERİ HAKKINDA KISA BİLGİ 
• D.  FAYDALANILAN KAYNAKLAR

You might also like