You are on page 1of 30

57 LOKMAN SURESİ

GİRİŞ:

Lokman suresi Mekke’de 57. sırada inmiş olup adını 12- 19. ayetlerde geçen
‫ لقمان‬Lokman isminden almıştır. 27- 29. ayetlerinin Medine’de indiğine dair nakiller
vardır (Süyuti; el-İtkan). Necmlerinin birbiriyle olan yakın bağına ve nüzul
sebepleriyle ilgili nakillere göre surenin ayetlerinin yakın aralıklarla indiği
anlaşılmaktadır.
Surede evrendeki ayetlere dikkat çekilerek tevhid, elçilik görevi ve öldükten
sonra dirilme üzerinde durulmaktadır. Ayrıca Lokman’ın oğluna yaptığı öğütler
üzerinden müminlere önemli bazı toplumsal ahlak kuralları öğretilmektedir.

1
MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].


2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak
inananların ta kendileri olan Muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar,
Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta
kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın
ayetleridir.
6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu
eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir
azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış
da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek
bir azabı müjdele.
8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak
kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek
bir vaadidir. Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir.
10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.
Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her
dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada
her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından
olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.
12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi
için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç
değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-
13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum!
Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük
bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi
ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah
onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum!
Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret.
Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme
[suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen
ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz
seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.
14- Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne
zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana
şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
15 - Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman
üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana
yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size
yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.
20 – Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için boyun
eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize

2
yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız
Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
21 - Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin
azabına çağırıyor idiyse!
22 – Ve her kim muhsin olarak [iyilik-güzellik üreterek] yüzünü [kendini]
Allah’a teslim ederse, işte o, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin
akıbeti yalnızca Allah’a aittir.
23 - Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü
yalnızca Bizedir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten
Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24- Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru
zorlarız.
25 – Yine ant olsun ki, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin
“Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu
bilmezler.
26 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah'ındır. Şüphesiz Allah,
Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye
lâyıktır].
27- Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de
arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe
yok ki Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.
28 - Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki
gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.
29 - Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor.
Güneş ve ayı müsahhar kılmıştır [emrine boyun eğdirmiştir]. Hepsi adı belirlenmiş
bir ecele akıp gidiyor. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza hakkıyla haberdardır.
30 - Bu da şundandır ki, şüphesiz Allah hakkın ta kendisidir. Ve onların, O'nun
[Allah’ın] astlarından yakardıkları kesinlikle batıldır. Ve şüphesiz ki, Allah, en
yücenin, en büyüğün ta kendisidir.
31- Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde
kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için
ayetler vardır.
32- Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak
Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı
orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]. Ve bizim ayetlerimizi ancak, tam
hain ve tam nankör bile bile inkâr eder.
33 - Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir
fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden
ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve
sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
34 - Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında
olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne
kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi
bilendir, en iyi haberi olandır.

3
TAHLİL:

1 – Elif [1], Lâm [30], Mîm [40].

Birçok kez ifade ettiğimiz gibi, “Hurûf-ı Mukattaa [Kesik Harfler]” diye
adlandırılan bu harflerin neyi ifade ettiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Bir
uyarı veya gelecek ayetlere dikkat çekme ünlemi olabilecekleri gibi, Kur’an’ın
içyapısına ait önemli bir yapı taşı da olabilirler. Ayrıca Kur’an indiği dönemde henüz
rakamların icat edilmemiş olduğu ve rakam yerine EBCD harflerinin kullanılmakta
olduğu dikkate alındığında, bu harflerin belirli sayıları ifade ediyor olması da
mümkündür. Böyle olduğu takdirde söz konusu sayıların matematiksel olarak neyi
ifade ettikleri de henüz bilinmemektedir. İleriki dönemlerde yapılacak çalışmalar
sonucunda bu harflerin işaret ettiği anlamların doğru şekilde tevil edilebileceği
kanaatindeyiz.
Ebced hesabına göre surenin başındaki harflerin sayı değerleri şöyledir.

‫ ا‬Elif: 1
‫ل‬Lam: 30
‫م‬Mim:40

2- 5 – İşte bunlar, salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak
inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] - Ki işte bunlar,
Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Ve onlar kurtuluşa erecek olanların ta
kendileridir - için bir hidayet ve rahmet olmak üzere yasalar içeren o kitabın
ayetleridir.

Bu ayet gurubunda, Kur’an ile muhsinler [güzellik - iyilik üretenler] bir arada
övülmüştür. Kur’an’ın muhsinler için rahmet, kılavuz olduğu bildirilirken,
muhsinlerin de “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak inananların
ta kendileri” oldukları ifade edilmiştir.

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah’a teslim eden ve
hanifçe, İbrahim'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrahim'i “Halil
[izdaş]” kabul etti. (Nisa/125)

Hatırlanacağı üzere, bir önceki sure olan Saffat/80, 105, 110, 121 ve 131’de
“Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte onun gibi
karşılıklandırırız/ödüllendiririz” denilerek “muhsin”lere vurgu yapılmıştı.
Kur’an herkes için bir kılavuz ve rahmet olduğu halde, bu ayetlerde onun
muhsinler için bir hidayet ve rahmet olmak üzere gönderildiği bildirilmektedir.
Burada işaret edilmekte olan ince nokta, muhsinlerin Kur’an’ın kılavuzluğundan ve
rahmetinden kesinkes yararlanıyor olmaları, müfsitlerin ise Kur’an’dan uzak
durmaları sonucu onun bu özelliklerinden yararlanamamış olmalarıdır.
Lokman suresinin başlangıç bölümü ile Bakara suresinin başlangıç bölümü
arasında büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Lokman Suresi’nin başında geçen “
‫ المحسنين‬muhsinler” ifadesi, Bakara suresinde “ ‫ المّتقين‬müttakiler” olarak verilmiştir.
Bundan her iki sözcüğün de işlevsel olarak yakın anlamda olduğu anlaşılmaktadır.

Elif, Lâm, Mîm.

4
İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybde iman eden, salâtı ikame eden, kendilerini
rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana indirilene ve senden önce indirilene iman eden
müttakiler -ki bunlar, ahirete de kesinlikle inanırlar- için bir kılavuzdur.
İşte bunlar, Rabblerinden bir kılavuz üzerindedirler ve işte bunlar işte felaha erenlerin
[kurtulanların- kazançlı çıkanların] ta kendileridir. (Bakara/1- 5)

Konumuz olan pasajda “salâtı ikame eden, zekâtı veren, âhirete de kesin
olarak inananlar” ifadesiyle tanımlanan “Muhsin”lerin sadece bu üç niteliği taşıyan
kimseler oldukları düşünülmemelidir. Muhsin; Rabbimizin tüm emir ve yasaklarına
duyarlı davranan, sürekli iyilik güzellik üreten, kötüleri iyileştiren, çirkinlikleri
güzelleştiren kimselerdir. Bir bakıma, Rabbimizin emir ve yasaklarının tümünü bu
ayette konu edilen “salâtı ikame etmek”, “zekât vermek” ve “ahirete kesin olarak
inanmak” başlıkları altında toplamak mümkündür.

“‫ المحسسسنين‬Muhsinler” ifadesiyle gerçek müminler bir taraftan övülmekte, bir


taraftan da uyarılmaktadırlar. Kur’an’da muhsinlerin övüldüğü, onlara ödüller ve
Allah’ın sevgisi vaat edildiği birçok ayet vardır:

Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah’a teslim ederse, işte onun Rabbi katında
ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Bakara/112)

Ve Allah yolunda bağış yapın, ellerinizi [kendinizi] tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-


güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri- güzelleştirenleri sever. (Bakara/195)

Artık demiş oldukları şeyler sebebiyle Allah onlara içlerinde sürekli kalmak üzere altlarından
ırmaklar akan cennetler vermiştir. İşte bu, Muhsinlerin [iyilik- güzellik üretenlerin] karşılığıdır.
(Maide/85)

Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini


umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok
yakındır. (A'raf/ 56)

Şüphesiz ki Allah, takvalı davranan kişiler ve kendilerini iyileştiren/güzelleştiren kişiler ile


birliktedir. (Nahl/128)

Onların etleri ve kanları kesinlikle Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizden takva ulaşır. Size
kılavuzluk ettiği üzere Allah’ı büyükleyesiniz diye onları size boyun eğdirdi. Ve Muhsinleri [iyilik-
güzellik üretenleri] müjdele. (Hacc/37)

Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve


şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebut/69)

Şüphesiz takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri almış olarak cennet bahçelerinde
ve pınarlardadırlar. Şüphesiz onlar bundan önce Muhsinler [iyilik güzellik üretenler] idiler.
Onlar geceleyin pek az uyurlardı, seherlerde onlar bağışlanma dilerlerdi ve onların mallarında
isteyen ve mahrumlar için bir hak vardı. (Zâriyat/16- 19)

Konumuz olan pasajda “ ‫ الحكيسسم‬Hakîm” olarak nitelenen “Kitap” Kur’an’dır.


Kur’an’ın “Hakîm” oluşu daha evvel Ya Sin suresinde de yer almıştı:
Babaları uyarılmamış, bu yüzden de kendileri gafil [duyarsız] bir kavmi kendisiyle uyarasın diye
Aziz [çok güçlü], Rahîm’in [çok merhametlinin] indirdiği Hakîm [çok hikmetli] Kur’an’a ant olsun ki,
sen, o gönderilenlerdensin [elçilerdensin], hiç şüphesiz sen dosdoğru bir yol üzerinesin.

5
“Hakîm” sözcüğü, dilbilgisi bakımından mübalâğa kalıbında bir ism-i faildir.
Esas anlamı “çok yasa koyan” demektir. Bu anlamıyla aynı zamanda Rabbimizin de
sıfatlarından biridir.
“Hakîm” sözcüğü burada ism-i mef’ul olarak “yasalaştırılmış, çok yasa
içeren” anlamını ifade etmektedir. Bu anlam “muhkem” sözcüğünün tam
karşılığıdır.
Kur’an’ın ‘Hakîm’ olarak nitelenmesi Ya Sin/2’nin tahlilinde (Tebyînü’l-
Kur’an; c:3, s: 261-264) ele alındığından, ilgili bölümün oradan okunmasını
öneriyoruz.

6 - İnsanlardan kimi de vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu


eğlence edinmek için laf eğlencesi satın alır. İşte onlar, kendileri için aşağılayıcı bir
azap olanlardır.
7 – Ve ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında bir ağırlık varmış
da onları işitmemiş gibi, büyüklük taslayarak sırt çevirir. İşte ona, çok acı verecek
bir azabı müjdele.

Bu ayetlerde “cahil, inatçı ve kibirli müşrik” tipi sergilenmektedir. Türünün bir


örneği olan müşrik kişi, “bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve onu eğlence
edinmek için laf eğlencesi satın almakta”dır. Allah bunların sonunun ne olacağını,
alaylı bir üslup ile “İşte ona çok acı verecek bir azabı müjdele” ifadesiyle
bildirmektedir.
Ayette geçen “bilgisizce” ifadesini basit cehalet olarak anlamak yeterli değildir.
Ayetin devamındaki “boş laf satın alır” ifadesine göre, “bilgisizce” ortaya konan iş,
bilinçli, teşkilatlı ve programlı bir şekilde yapılmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre,
tipi karakterize edilen kişi masallarla, şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı kendisine
bağlayıp oyalayarak ilahî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an davetini
alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın
diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir. Bu taktiğe göre, Rasulüllah Allah'ın
vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, bir tarafta büyüleyici, tatlı sesli bir
genç kız müzik konseriyle marifetini gösterecek, diğer tarafta da tatlı dilli bir
hikâyeci İran hikâyeleri ve masalları anlatarak ilgiyi üzerine toplayacaktır. Böylece
halk “Allah”, “ahlâk” ve “ahiret” hakkında herhangi bir şey dinleyebilecek bir
durumda olmayacaktır.
Nitekim “Esbab-ı Nüzul” nakilleri bunu doğrulamaktadır:

Denildiğine göre, ayet-i kerime Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. Çünkü o Rüstem ve
İsfendiyar gibi kimselere ait Acem [İranlı]ların kitaplarını satın almıştı. Nadr Mekke'de oturur,
Kureyşliler “Muhammed böyle dedi” dediklerinde buna güler ve onlara Pers hükümdarlarının ba-
şından geçen olayları anlatır ve şöyle dermiş: “Benim bu anlattıklarım Muhammed'in sözlerinden daha
güzeldir.”
Bunları el-Ferra, el-Kelbî ve başkaları nakletmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre; Nadr şarkıcı cariyeler satın alır ve müslüman olmak isteyen bir kişiyi
buldu mu mutlaka bu şarkıcı cariye ile birlikte o kimsenin yanına gider ve ona “Yedir, içir ve şarkı
söyle!” derdi. Sonra da şunları söylerdi: “İşte bu, Muhammed'in seni kendisine davet ettiği namazdan,
oruçtan ve onun önünde fedakârlık edip çarpışmandan daha iyidir.” (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-
Kur’an)

7. ayette “kibir” denen illetin insanı ne hale getirdiği anlatılmaktadır. Bu


zihinsel hastalık duyuları devre dışı bıraktırmakta, insana sağduyusunu
kaybettirmektedir. Böyle birisinin de bunca ayetler karşısında aklederek gerçeği
bulması söz konusu olmamaktadır. Kibirlerine mağlup olmuş bu tür kimselerin

6
durumu Mümin suresinde de konu edilmiştir.

Şüphesiz ayetlerimiz size okunurdu da, buna karşı siz kibirlenerek ve geceleyin hezeyanlar
savururarak arkanızı dönüp gidiyordunuz. (Mü’minun/66, 67)

Müşriklerin kibirden kaynaklanan durumları başka ayetlere de sergilenmiştir:

Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı kalplerimiz bir örtü/ zırh içindedir,
kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır. Artık sen, [yapabileceğini] yap, biz
de gerçekten yapıyoruz.” (Fussılet/5)

Onlardan sana kulak verenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına; kalpleri üzerine kat
kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, bütün ayetleri görseler de ona inanmazlar. Öyle ki,
o inkâr edenler, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: 'Bu, öncekilerin uydurma
masallarından başka bir şey değildir' derler.” (En'âm/25)

Müminler ise kibirden kaçınıp yapılan davete alçakgönüllülükle uymaktadırlar:


Ve tağuta, kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelen kimseler; kendileri için müjde olanlardır.
Haydi, müjdele, sözü dinleyip de en güzeline uyan kullarımı! İşte onlar, Allah'ın kendilerine hidayet
verdiği kimselerdir. Ve işte onlar kavrama yeteneği [temiz akıl sahibi] olanların ta kendileridir.
(Zümer/17, 18)

Kibirden kaynaklanan bir düşmanlıkla İslam mesajını engellemeye çalışmak


sadece Nadr b. Haris'in değil, tüm İslam düşmanlarının genel stratejisidir.

Ve inkâr eden kimseler: “Bu Kur'ân-ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki üstün
gelirsiniz” dediler. (Fussılet/26)

8, 9 – Şüphesiz şu iman etmiş ve salihatı işlemiş olan kişiler, içinde ebedî olarak
kalıcı oldukları halde, kendileri için nimet cennetleri olanlardır. Bu, Allah'ın gerçek
bir vaadidir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.

6 ve7. ayetlerde kâfirlerin kınanmalarına karşılık, bu ayetlerde de inanıp salihatı


işleyen müminler övülmekte ve onlar için hazırlanan güzel karşılık müjde
edilmektedir.
Ayetlerden anlaşılan bir başka husus da, Kur’an’ın tanımladığı çerçevede iman
etmenin ve salihatı işlemenin birbirine bağlı iki paralel olgu olduğudur. “Salihatı
işlemek” ifadesiyle neyin kast edildiğini, önemine binaen bir kez daha hatırlatmakta
yarar görüyoruz:

SÂLİHÂTI İŞLEMEK: “‫صسسلحات‬ ّ ‫[ – عملواال‬amilu’s-sâlihât] sâlihâtı işleyenler”


olarak çevirdiğimiz ifade kalıbı Kur’ân'da toplam 62 âyette yer almıştır. Bu kalıbın
pek çok meal ve tefsirde olduğu gibi “salih amel işleyenler” şeklinde çevrilmesi
isabetli değildir.
“‫ اصسسسلح‬- Islâh” sözcüğünden türemiş olan “sâlihât” düzeltmek demektir.
“Sâlihâtı işlemek” ise bozuk olan şeyi düzeltmek, düzelticilik yapmak, düzeltmeye
yönelik işler yapmak anlamlarına gelir.
Kur’ân'daki bu hususlar dikkate alınarak “sâlihât” konusunda şunları söylemek
mümkündür: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek sâlihâtı işlemek değildir.
Ama öğüt verme yolu ile namaz kılmayanı namaz kılar hale getirmek, zekât
vermeyeni zekât verir hale getirmek, oruç tutmayanı da oruç tutar hale getirmek,
sâlihâtı işlemektir. Bu kavramı toplumsal boyuta taşıdığımızda, bulunduğumuz

7
zaman ve zeminde adlî, idarî, siyasî, iktisadî ve benzeri alanlarda her türlü
bozukluğun düzeltilmesi için gösterilecek her türlü çaba, yapılacak uygulama
“sâlihâtı işlemek” anlamına gelmektedir.
Bu konunun detayı için Asr Suresi’nin tahlilinin (Tebyînü’l-Kur’an; c:2, s:261,
262) yeniden okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan ayette dikkati çeken bir diğer husus da “cennet nimetleri” yerine
“nimet cennetleri” ifadesinin kullanılmış olmasıdır. Bu ifade ile cennetlerin
müminlerin kendi malları olduğu, nimetleri kendi mülklerinden elde ettikleri,
başkasının mülkündeki nimetlerden istifade etmiş olmadıkları, olmayacakları
açıklanmaktadır.
Ayetteki “Bu, Allah'ın gerçek bir vaadidir” ifadesi vaat edilenlerin mutlaka
gerçekleşeceğini; daha sonra gelen “Ve O, Aziz’dir, Hakîm’dir” ifadesi de bu va’di
gerçekleştirirken hiç kimsenin Allah’a engel olmayacağını bildirmektedir.

Şüphesiz, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlar; onların üzerine, melekler sürekli
iner; “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin
Yakınlarınızız. Cennette, Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak sizin için nefislerinizin arzuladığı
her şey var. Orada istediğiniz şeyler de sizin içindir. (Fussılet/30- 32)

10- O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.


Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve oralarda her
dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada
her kerim çiftten bitki bitirdik.
11 - İşte bu, Allah'ın yaratmasıdır. Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından
olan kimseler ne yaratmıştır? Aslında o zalimler, apaçık bir sapıklık içindedirler.

Rabbimizin “Aziz” ve “Hakim” olduğunun vurgulandığı 9. ayetten sonra bu


ayette de O’nun bu iki sıfatının evrendeki yansımaları, göklerdeki ve yeryüzündeki
sayısız mucizelerini açıklanmıştır: “O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır,
bunu görmektesiniz. Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar
bıraktı ve oralarda her dâbbehden [canlıdan] türetip yayıverdi. Ve Biz gökten su
indirdik, böylelikle orada her kerim çiftten bitki bitirdik.”
11. ayette ise “Haydi, gösterin Bana! O'nun astlarından olan kimseler ne
yaratmıştır?” denilerek müşriklerce olağanüstü güçleri olduğuna inanılan kişi ve
nesnelerin hiçbir şey yaratamadıkları, dolayısıyla onları ilah ve rabb olarak kabul
etmenin çok anlamsız olduğu beyan edilmektedir. Böylece aklın başa toplanarak
sahte ilahların terk edilmesi gerektiği yönünde müşriklere açık ve sert bir uyarı
yapılmaktadır.

De ki: “Allah'ın astlarından yanlış inandığınız kimselere yakarın. Onlar, göklerde ve


yeryüzünde zerre ağırlığına malik olmazlar. Onlar için bu ikisinde [gökler ve yeryüzünde] herhangi
bir ortaklık yoktur. O’nun için onlardan bir yardımcı da yoktur.”
O’nun nezdinde şefaat, sadece O’nun izin verdiği kimseye fayda verir. Nihayet kalplerinden
dehşet giderildiği zaman: "Rabbiniz ne dedi?" derler. Onlar: "Hakkı” derler. Ve O, çok yücedir, çok
büyüktür. (Sebe’/22, 23)

Biz gökleri, yeryüzünü i ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile
yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.
De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi
yaratmışlar bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler
iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.” (Ahkaf/3, 4)

8
Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah’ın astlarından şu
yakardıklarınız bir araya gelseler, bir sineği bile asla yaratamazlar. Ve sinek onlardan bir şey kapsa
onu kurtaramazlar. İsteyen ve istenen güçsüzdür. (Hacc/73):

10. ayetteki “ ‫ترونها‬terevneha” ifadesinin cümledeki öğelik konumunu itibariyle


ayetten iki anlam çıkarmak mümkün olmaktadır:

* O [Allah], gökleri dayanak olmadan yaratmıştır, bunu görmektesiniz.


* O [Allah], gökleri sizin göreceğiniz dayanak olmadan yaratmıştır.

İkinci alternatife göre ifadeyi biraz daha açarsak “Aslında dayanaklar var, ama
siz onları göremiyorsunuz” anlamı takdir edilebilir.
Gerçekten de Dünya, Güneş, Ay ve diğer gezegenler arasında var olan çekim
gücü, evrendeki gök cisimlerinin boşlukta durmasını sağlayan bir dayanak işlevini
görmektedir. Ne var ki, ilk kez Isaac Newton tarafından “Çekim Yasası” olarak
formüle edilen bu çekim gücü gözle görülememekte, ancak teknik gözlemlerle elde
edilen verilerin kullanıldığı teorik hesaplamalardan anlaşılmaktadır.

Allah, gökleri görüp durduğunu direkler olmadan yükselten Zat’dır. Sonra O, arş üzerine istiva
etti. Güneşe ve aya boyun eğdirdi. –Hepsi adı konmuş bie ecele akıp gidiyor. O, işi, Rabbinize
kavuşacağınıuz güne kani olursunuz diye ayetleri detaylandırarak yönetir. (Ra’d/2)

Konuyla ilgili olarak Kur’an Araştırma Gurubu tarafından hazırlanan bir yazıyı
aşağıda naklediyoruz:

DİREKSİZ YÜKSELMİŞ GÖKYÜZÜ

“Allah, şu gördüğünüz gökleri direksiz yükseltendir. …” (Ra’d/2)


Kuran'ın Peygamberimiz dönemindeki bilgi seviyesiyle söylenmesi mümkün olmayan bilimsel
gerçekleri söylemesi, onun mucizevî yönlerinden birisidir. Bu kitabımızda bu mucizeleri göstermeye
çalışırken, daha çok son yüzyılda veya son yüzyıllarda anlaşılabilen bilimsel gerçeklerin 1400 küsür
yıl önce söylendiğine yer verdik. Peygamberimiz dönemindeki araştırmalarla, gözlemlerle bilinmesi
imkânsız olan bilgilerden biri de yukarıdaki ayette geçen ifadedir. Fakat bu gerçek diğer
başlıklarımızdaki konular gibi son asırlarda keşfedilen bir olgu değildir. İnsanlar çok uzun zaman önce
gökyüzünün direkler üzerinde yükselmediğini öğrendiler. Fakat Kuran'ın indiği dönemde, toplumun
böyle bir ortak kanaati yoktu. Kuran'ın indiği dönemden sonra bile gökyüzünün Dünya'nın iki
ucundaki dağlara yaslandığı fikrine inananlar vardı.
Örneğin Yeni Amerikan İncili'nin eski baskılarından birinde gökyüzü tersine çevrilmiş bir tasa
benzetilmektedir ve gökyüzü direklerle ayakta durmaktadır (Bakınız: The New American Bible, St
Joseph's Medium Size Edition, sayfa 45). İbni Abbas [ölümü Hicri 68 / Miladi 687], Mücahid [ölümü
Hicri 100 / Miladi 718], İkrime [ölümü Hicri 115 / Miladi 733] gökyüzünü ayakta tutan direklerin
[dağların] varlığına inanıyorlardı. Bu şahıslar, Kuran'ın ayetinin sadece görünen kısmı belirttiğini,
görünmeyen alanda gökleri ayakta tutan direklerin var olduğunu savundular. Gökyüzünün Dünya'nın
ucundaki dağlara yaslandığı fikrini tarihte Babilliler gibi savunan topluluklar oldu. Peygamberimiz'in
yaşadığı dönemde insanlar yeryüzünün küre şeklinde olduğunu ve yeryüzünde her iki yöne gidilince
yine aynı noktaya gelinebileceğini bilmiyorlardı. Bu yüzden gökyüzünün direkler üzerinde yükseldiği
veya yükselmediği iddiası Peygamberimiz'in içinde bulunduğu dönem için belirsiz, bilinemez,
ispatlanamaz bir iddiadır. Kendi döneminde bilinmeyen ve şüpheli bir konuyu doğru olarak açıklaması
Kuran'ın bir mucizesidir. Kuran'ın belirttiği bu gerçek, Peygamberimiz'in zamanında ispatlanamadığı
için, Kuran'daki bu ayetin varlığı Peygamberimiz'e bir avantaj sağlamamaktadır. Hatta bu ayet, o
dönemde ispatlanamaz olduğu için bu ayetin ifadesi yüzünden Kuran'a itirazlar yöneltilmiş olması da
mümkündür. Kuran'ı Peygamberimiz'in yazdığı iddiasını ileri sürenlerin, Peygamberimiz'in
dönemindeki kanaatlere karşın Kuran'da niye böyle bir ifade geçtiğini açıklamaları mümkün
olmayacaktır. Kuran'daki anlatımların değerini daha iyi kavramamız için Peygamberimiz'in dönemine
hayalen gidip o dönemin insanlarının kafa yapısını anlamaya çalışmamızın gerekliliği bu konuyla da
anlaşılmaktadır. Kuran, uçakların, arabaların olmadığı, Dünya'nın ne şeklinin bilindiği, ne de

9
haritasının olduğu, çoğunluğun okuma yazma bilmediği bir ortamda vahyedilmiştir. Kuran'ı
Peygamberimiz'in ya da Peygamberimiz dönemindeki insanların yazdığını söyleyenlerin iddialarına
karşı bu tabloyu hatırlatalım. Eğer, Kuran'ın ifade ettiği bu konuların o dönemde söylendiğini göz
önünde bulundurursak, Kuran'ın mucizelerini daha iyi anlayacağımız kanaatindeyiz.
GÖKYÜZÜ NASIL DURUYOR
Binlerce yıllık Dünya tarihinde insanoğlu Atmosfer'in niteliğinden, faydalarından, yaşamımız
için olmazsa olmaz bir şart olduğundan habersiz olarak yaşadı. Tüm tabakalarıyla Atmosfer denen gaz
topluluğu nasıl olmuştur da bir araya gelmiştir? Nasıl oluyor da sabit kalıyor? Gökyüzünün koruyucu
bir tavan olması, geri döndürücü özellikleri, ayrı tabakalardan oluşması ve her tabakanın kendi
görevlerini yerine getirmesi gibi, gökyüzünün direksiz bir şekilde durması da Allah'ın muhteşem
sanatının bir sonucudur.
Güneş sistemimizin gezegenlerinde yapılan araştırmalar, hiçbir gezegenin çevresinde yaşamı
olanaklı kılacak bir atmosfer olmadığını göstermiştir. Dünya'mızın çevresindeki Atmosfer'in varlığı ve
daha da önemlisi bu Atmosfer'in yaşam için her türlü olanağı sağlayacak, yaşamı koruyacak şekilde
yaratılması; Allah'ın içinde bulunduğumuz Dünya'yı, yaşamı burada yaratmak için seçtiğinin bir
delilidir.
Gezegenin yüzeyinde, yakınlarında ortaya çıkan gaz molekülleri süratli bir şekilde hareket eder.
Eğer gezegenin çekim gücü bu sürate üstün gelirse, gezegen gaz moleküllerini çeker ve gezegenin
yüzeyi gaz moleküllerini emer. Eğer gaz molekülleri süratle hareket ederlerse ve gezegenin çekim
alanından kurtulurlarsa, uzaydaki seyahatlerine devam ederler. Görüldüğü gibi, Atmosfer ve buna
bağlı oluşan dengeler, Dünya'nın oluşumundan sonraki bir aşamada meydana gelmiştir. Bu da
Kuran'ın "Göğü yükseltti ve dengeyi koydu" (Rahman/7) ayetinde belirtilen, göğün sonradan oluşması
ve dengenin kurulması ile ilgili ifadelerle mucizevi bir şekilde uyumludur. Gaz moleküllerinin
Dünya'mızın çevresinde olduğu gibi bir Atmosfer şeklinde oluşması ve durması çok düşük olasılıktaki
bir dengenin sağlanmasıyla mümkündür. Bu denge, yerkürenin çekimiyle gaz moleküllerinin hızının
tam bir dengede durması halidir. Allah gökyüzünü direksiz yükseltirken böyle hassas bir denge
sağlamıştır. Fakat iş bununla bitmemektedir. Bu dengenin sağlanması kadar sürekli devam etmesi de
gereklidir. Allah yeryüzünü ve Atmosfer'i yaratırken bunun devamı için gerekli tüm dengeleri de
kurmuş ve bu dengenin devamını sağlamıştır. Bilimin ilerlemesiyle öğrendiğimiz bu dengenin
sürekliliğinin önemine, Kuran şöyle işaret etmektedir:
“Allah gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutuyor ...” (Fatır/41)
Bu denge için çok fazla verinin ayarlanması zorunludur. Örneğin yerkürenin Güneş'e göre
konumunun ayarı önemlidir; çünkü bu ayar sayesinde yeryüzünün ısı dengesi sağlanacaktır ve de bu
gaz moleküllerinin hareketini etkilemektedir. Yeryüzünün dönüş hızı da yine ısının homojenliği
açısından önemlidir. Bu dönüş hızlanırsa Atmosfer dağılır, yavaşlarsa homojenlik bozulur, çünkü arka
yüzdeki Atmosfer toprak tarafından emilir. Atmosfer'in devamı için ekvator ve kutup bölgeleri
arasındaki ısı farkı da, bu ısı farkından ortaya çıkacak hava akımlarının korkunç sonuçlarını önleyen
Himalayalar'daki, Toroslar'daki, Alpler'deki sıra dağlar da çok önemlidir. Sıradağlar yerküremizin
yüzeyinde rüzgârları bloke ederek, soğuk havayı yüksek kesimlerde toplayarak dengenin korunmasına
katkıda bulunurlar. Ayrıca Atmosfer'imizin bileşimindeki gazlar da Atmosfer'in devamı için
önemlidir. Örneğin Atmosfer'de yüzde olarak çok az miktarda bulunan karbondioksit, toprağı gece
yorgan gibi örterek ısı kaybının olmasını önler. Atmosfer için yüzey ısısının kararlı kalması, gece ısı
kaybının önlenmesi önemlidir. Görüldüğü gibi sıradağların varlığından karbondioksitin yaratılmasına,
Dünya'nın büyüklüğünden Güneş'e olan konumuna, yüzey ısısının dengelenmesinden Atmosfer'deki
gazların hızlarına ve özelliklerine kadar her şey çok ince bir şekilde, birbirleriyle bağlantılı olarak
ayarlanmış ve bu sayede göğün direksiz yükselmesi mümkün olmuştur. Tüm bu yaratılışlar ve buraya
sığdıramadığımız birçok ince oluşum sayesinde Atmosfer, Dünya'nın çekimiyle Dünya'ya
yapışmadan, kendi hızına rağmen Uzay'a dağılmadan, tepemizde durmakta ve bize hizmet
ettirilmektedir.
“... Bunlarda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır.” (Rad/4) (Kur’an
Araştırma Gurubu)

10. ayette “Yeryüzünde de, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı”
buyrulmaktadır. Dağların şekli, yaratılış nedeni ve bir nevi balans görevi yaptıkları
ile ilgili olarak Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Bu konunun detayı daha evvel
Mürselat suresinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 50- 51) verildiğinden, burada sadece
birkaç ayeti örnek vermekle yetiniyoruz:

Sarsıntıya uğratır diye yeryüzünün içinde sabit sağlam dağlar bıraktık. Irmaklar ve yollar da.

10
Umulur ki doğru yolu bulursunuz. (Nahl/15)

Yeryüzünün içinde, onlar sarsılmasın diye sabit dağlar kıldık, rahat gidebilsinler diye dağların
aralarında yol olarak geniş boşluklar kıldık. Belki doğru yolu bulurlar. (Enbiya/31)

Dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir
faydalanma olmak [yararlanmak] üzere. (Naziat/32, 33)

Demek oluyor ki, yeryüzünün sabit durması dağların işlevi sayesindedir. Dağlar
olmasaydı sular ve rüzgârlar sebebiyle yeryüzü erozyona uğrar, çölleşir ve bitki
örtüsü diye bir şey olmazdı. Allah yeryüzünü kum gibi yaratsaydı, ziraata elverişli,
sabit bir halde kalamazdı. Nitekim kumlu arazilerde kumların rüzgârla bir yerden
başka bir yere gittiği görülmektedir.
Yine 10. ayette “Ve Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her kerim [keremli;
yararlı/ ikram eden] çiftten bitki bitirdik” buyrulmaktadır. Burada bitkilerin çift
[eşli] olarak ve sayısız yararları olmak üzere yaratıldığı vurgulanmıştır. Bu, bilimin
yakın dönemlerde bulduğu büyük bir gerçektir. Her bitkinin erkeklik ve dişilik
özellikleri vardır. Bunlar ya tek bir çiçekte bir arada, ya da tek gövdedeki iki ayrı
çiçekte bulunmaktadır. Bazen de iki gövdede veya iki bitkide ayrı ayrı
bulunmaktadır. Her bitkinin meyvesi, bitki çiftleri arasındaki döllenmeyle meydana
gelmektedir.
Gerek insan, hayvan ve bitki gibi biyolojik canlıların, gerekse bilinen ve
bilinmeyen tüm diğer varlıkların erkekli-dişili olarak zıtlı, karşıtlı, çiftler hâlinde
yaratıldığı başka ayetlerde de bildirilmiştir:

Ve Biz her şeyden iki eş yarattık. Umulur ki siz, iyice düşünürsünüz / öğüt alırsınız.
(Zariyat/49)

Bu konu Ya Sin suresinin 36. ayeti tahlil edilirken “Bilinen ve Bilinmeyen


Tüm Varlıkların Çift Yaratılmışlığı” (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 281-285) başlığı
altında detaylı olarak ele alınmış ve Kur’an Araştırmaları Gurubu tarafından
hazırlanan bir yazıyla desteklenmişti. Önemine binaen ilgili bölümün tekrar
okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.

12- Ant olsun ki Biz, Lokman’a “Allah’a şükret!” diye hikmet [zulüm ve fesadı
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] verdik. -Kim şükrederse kendisi
için şükreder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç
değildir, daima övgüye en lâyık olandır.-

Bu ayette Rabbimiz “ ‫لقمان‬Lokman” adında bir kuluna “Allah’a şükretmesi”


amacıyla “hikmet” verdiğini bildirmektedir. Sonra da tüm insanlığa şu gerçeği
açıklamaktadır: Şükredenin şükrü sadece kendi yararınadır. İnsanın ne şükretmesinin
Allah’a bir katkısı, ne de nankörlük etmesinin O’na bir zararı vardır. Nankörlük
edenin elde edeceği zarar da yine kendisine dokunacaktır.
Lokman’dan söz edilmesinin amacı, Rasülullah’ın getirdiği mesajın daha evvel
Lokman tarafından da getirilmiş olduğu, Lokman hakkında duyumları bulunan
Mekkeli müşriklerin tevhid inancının tebliğini yadırgamamaları gerektiği mesajını
vermektir.

“LOKMAN” KİMDİR?

11
Kur’an’da Lokman’ın kimliği hakkında bilgi verilmemekte, sadece “hikmet
verilmiş” bir zat olarak tanıtılmaktadır. Yapmış olduğu görevlerden sadece oğluna
öğütleri nakledilmektedir.
Klasik kaynaklarda ise Lokman’ın kimliğine dair birçok nakil yer almaktadır:

Lukman'ın babasının adı Bâûrâ, onun Nâhûr, onun Tareh'dir ki, bu da İbrahim'in babası Âzer'dir.
Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.
Nesebinin: Lukman, babası Anka, babası Serûr olduğu da söylenmiştir. O, Eyle ahalisinden
Nuyalıdır. Bunu da es-Süheylî zikretmiştir.
Vehb dedi ki: “Lukman, Eyyub'un kızkardeşinin oğlu idi.” Mukatil de şöyle demektedir:
“Lukman'ın Eyyub'un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.”
Zemahşerî de şöyle demiştir: “Lukman'ın babasının adı Bâûrâ olup Eyyub'un kızkardeşinin oğlu
ya da teyzesinin oğludur. Âzer'in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir süre kadar
yaşamış, Dâvûd (a.s) ona yetişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. Dâvûd (a.s)'ın peygamber olarak gönde-
rilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona peygamberlik verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu
husus hatırlatılınca bu sefer ‘Bu konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış
olduğuma göre; ben böyle bir şeyi nasıl kabul etmem!’ demiştir.”
Vakidî der ki: “Lukman, İsrail oğulları arasında hâkimlik yapardı.” Said b. Müseyyeb de şöyle
demiştir: “Lukman, Mısır siyahîlerinden kalın dudaklı, siyahî bir kişi idi. Yüce Allah ona hikmeti
vermiş, ancak peygamberlik vermemişti. Te'vil âlimlerinin çoğunluğu onun Allah'ın veli bir kulu olup
peygamber olmadığı şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.”
İkrime ve Şa'bî onun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada “hikmet”ten
kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun Yüce Allah'ın öğrettiği hikmet dolayısıyla hakîm bir adam
olduğudur.
Hikmet ise itikadî konularda dinde fakihlikte [bilgi sahibi olmakta] ve aklî hususlarda doğruluk
demektir. İsrailoğulları arasında hâkimlik yapardı. Siyah tenli, ayakları çatlak ve kalın dudaklı yani
dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve başkaları yapmışlardır.
İbn Ömer yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel bir yakîn
[kesin inanç] sahibi bir kimse idi. Yüce Allah'ı sevmişti, Allah da onu sevmiş, bu bakımdan ona
hikmeti lütfetmişti. Onu hak ile hükmeden bir halife olmak hususunda da muhayyer bırakmıştı. O da
şöyle demişti: Rabbim, eğer sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve
belayı terk ederim. Eğer benden kat'î olarak halife olmamı istiyor isen, bunu da dinleyip itaat ederim.
Çünkü Sen beni o zaman koruyacaksın." Bunu İbn Atiyye zikretmektedir. (Kurtubi; el-Camiu li
Ahkami’l-Kur’an)
Lokman, Habeş'li marangoz bir köleydi. Efendisi ona: Bize şu koyunu kes, demişti. Lokman o
koyunu [oğlağı] kestiğinde efendisi: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkar, dedi. Lokman dilini ve
kalbini çıkardı. Allah'ın dilediği kadar bir zaman geçtikten sonra efendisi: Bize şu oğlağı kes, diye
emretti. Lokman oğlağı kestiğinde: Ondaki en pis ve murdar iki parçayı çıkar, dedi. Lokman yine
dilini ve kalbini çıkardı. Efendisi ona: Ondaki en temiz ve hoş iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde sen
bu ikisini çıkardın. Ondaki en pis ve iğrenç iki parçayı çıkarmanı emrettiğimde de yine bu ikisini
çıkardın, dedi. Lokman: Temiz ve hoş oldukları zaman bu ikisinden daha temiz; pis oldukları zaman
da bu ikisinden daha pis hiç bir şey yoktur, dedi. (İbn Cerîr)
O, Lokman İbn Anka İbn Sedon'dur. Oğlunun ismi ise Süheylî'nin rivayet ettiği bir görüşe göre
Sârân'dır. (İbn Kesir)

Bu konudaki çağdaş çalışmalardan da iki örnek veriyoruz:

Halk arasında [yeterli kanıtlara dayanmasa da] Aesop [Ezop] ile özdeşleştirilen Lokman, eski
Arap geleneğinde köklü bir yeri olan, dünyevî üstünlüklere ve kazançlara değer vermeyen ve ruh
olgunluğu için çaba gösteren bilge kişilerin bir prototipidir. M.S. 6. yüzyılda yaşamış olan ve daha çok
Nâbiğa ez-Zübyânî müstear adıyla tanınan Ziyâd b. Muâviye'nin bir şiirinde övüldükten sonra
Lokman kişiliği, İslam'ın zuhurundan uzun zaman önce, hikmeti ve ruhî olgunluğu yansıtan sayısız
efsanelerin, kıssaların odak noktası haline geldi. İşte bu sebeple Kur'an, bu efsanevî şahsiyeti -tıpkı 18.
surede kullanılan aynı derecede efsanevî el-Hıdr [Hızır] şahsiyeti gibi- insanın uyması gereken
davranış tarzları konusundaki öğütlerin bir anlatım vasıtası olarak kullanmıştır. (Muhammed Esed;
Kur’an Mesajı)

12
Lokman, Arabistan'da âlim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmru'el-Kays, Lebid, A'aşa,
Tarafa gibi cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da
Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre
Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd b.
Samit idi. Süveyd, Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden
gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu:
"Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın
Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine
şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette
bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti (İbn Hişam cilt: 2, sh:
67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378). Tarihçilere göre bu şahıs [Süveyd b. Sâmit] kabiliyet, şecaat,
asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil [Yetkin] lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.)
karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü.
Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.
Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey
yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar
Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid
Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî
azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi
altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı âlimler ve
tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman,
Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir b.
Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said b. el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî
olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.
Araplar o günlerde genellikle siyahîlere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde,
Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek
kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve
Mes'udi'nin Mürûcu’z-Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudanlı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl
yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle
[şimdiki Akabe] yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a
yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman b. Ad'ın iki ayrı şahıs
olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder (Ravd al-
Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57).
Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un
Emsal: Lokman Hakim [Fables De Loqman Le Sage] adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması,
Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.YY’da yaşamış biri
tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e
izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an
kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat
etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a
yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta
gecikmeyecektir. (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Lokman pasajının ilk ayetinde çok önemli üç noktaya değinilmiştir:

1- Lokmana “hikmet” verilmesinin amacı Allah’a şükür ettirmektir.


2- Şükredenin şükrü kendi yararınadır.
3- Nankörlük edenin Allah’a herhangi bir zararı yoktur.

Bu ayette Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin ana amacı ortaya


konmuştur. Allah’ın elçi göndermesinin, kitap indirmesinin amacı kullarının
kendisine şükretmesini sağlamaktır.
Bilindiği üzere, daha evvel “Hikmet”in “zulüm ve fesadı engellemek için
konulmuş olan; kanun, düstur ve ilkeler”; Şükür’ün de “insanların Allah’ın
kendilerine verdiği nimetlere karşı nimetin karşılığını Allah’a vermeleri” demek
olduğunu detaylıca açıklamıştık. (Tebyinü’l Kur’an; c:2, s:284).

13
Eğer inkâr/nankörlük edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve
O, kulları için küfre/nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir
günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbiniz’edir. Böylece
yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir.
(Zümer/7)

Öyleyse Allah’tan geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir.
O gün onlar, bölük bölük ayrılırlar.
Kim inkâr ederse, artık inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salihi işlerse, artık onlar da kendileri
için döşek [rahat bir yer] hazırlamış olurlar.
(Bu durum,) O’nun [Allah’ın], iman eden ve salihatı işleyen kimselere lütfundan karşılık
vermesi içindir. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez. (Rum/43- 45)

13, 16- 19 - Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek “Yavrucuğum!
Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük
bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi
ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah
onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum!
Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret.
Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlara avurdunu şişirme
[suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen
ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz
seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti.

Bu ayetlerde Lokman’ın Rabbimizin kendisine verdiği hikmetleri oğluna


anlatması, dolayısıyla oğlunu uyararak onu irşat etmesi yer nakledilmektedir.
Pasajda ilk dikkati çeken husus, Lokman’ın kendisine verilen görevi yerine
getirirken önce en yakınından, oğlundan başlamış olmasıdır. Zira uyarının önce en
yakınlara yapılması ilahi bir ilkedir:

Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. (Şuara/ 214)

Ayette, Lokman’ın kendi oğlunu irşad ederken ona “Yavrucuğum!” diye çok
yumuşak bir ifadeyle hitap etmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu hitap tarzı
Müslümanlar için de örnek olması gereken bir irşad ve tebliğ yöntemidir. Daha evvel
Meryem suresinde İbrahim peygamberin de uyarıya en yakınından [babasından]
başladığını ve ona “babacığım!” diye yumuşak ifadeler kullandığını görmüştük:

Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan
şeylere niçin ibadet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O hâlde bana
uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan
Rahman’a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahman’dan bir azap dokunur da şeytan için bir
veliy [yardımcı] olursun diye korkuyorum” demişti. (Meryem/42- 45)

Konumuz olan ayet gurubunda Lokman’ın oğluna öğütlediği ilkeler şunlardır:

a- Şirkten Kaçınılması Gerektiği ve Şirkin En Büyük Zulüm Olduğu:

Şirkin en büyük zararı, mükerrem olan insanın onurunu ayaklar altına almasıdır.
Zira Allah insanı mükerrem [saygın ve onurlu, değerli] kılmıştır.

Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada, denizde taşıtlara yükledik
ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan oldukça
fazlalıklı kıldık. (İsra/70)

14
Değerli bir varlık olan insan sadece Allah’ı Rabb tanımalıdır. Yine o, Allah’ın
astlarından hiçbir kimse ve nesneyi kendisinden üstün görmemelidir. Kendisinden
değersiz veya kendine denk bir varlığı Rabb kabul ettiği takdirde, insanlık onurunu
kendi elleriyle zedelemiş olur.

b- Allah’tan Saklanılamayacağı:

Büyük veya küçük, uzak veya yakın, evrendeki hiçbir şey Allah’a kapalı
değildir. Bu şeyler ister aydınlıkta, ister karanlıkta olsun; ister açıkta, ister perde
arkasında olsun, yine aynıdır. Bu, insanların akıllarından geçen tüm planlar için de
böyledir. Allah kalplerden geçen o tasarıları da noksansız olarak bilir. Öyle ki,
ahirette hepsini getirip kişinin önüne koyacaktır.
Bu konuda yüzlerce ayet vardır. Bunlardan sadece bir kaçını sunuyoruz:

Biz kıyamet günü için adalet terazileri koyarız; hiçbir kimse, hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmaz.
[o şey] bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getiririz. Ve hesap görenler olarak Biz yeteriz.
(Enbiya/47)

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu
görecek. (Zilzal/7, 8)

Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki:
“Evet [Gelecektir]. Gaybı bilen Rabbıma ant olsun ki o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere – ki
işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır- karşılıklarını vermek için size
mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve
daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” (Sebe/3, 4)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve
denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane,
yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize!
Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar,
yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü
açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine
karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)

c- Salâtın İkamesi

İnsanların Allah’a şükretmelerinin en büyük göstergelerinden birisi de “salâtın


ikamesi” yani “sosyal desteklerin ayakta tutulması” olgusudur.

“Salâtın ikamesi” ifadesi şimdiye kadar Kur’an’da birçok kez geçtiği halde bu
ifadeyi henüz tahlil etmiş değiliz. Söz konusu ifade bu surede Lokman’ın kendi
oğluna öğüdü olarak geçtiği gibi, mesela Ta Ha/14’te de Allah’ın Musa peygambere
bir emri olarak geçmişti. (İnşallah bu kavramı Ankebut suresinin 45. ayeti sadedinde
tahlil edip detaylandıracağız.)

d - Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker

15
“Maruf”, binlerce yıl içinde gerek deneysel bilgilerle ve gerekse ilahi bilgiler
marifetiyle toplumlarda kabul görmüş, herkes tarafından makul ve makbul kabul
edilen ilkeler demektir. Münker de bunun tam tersidir.

İman etmiş bir kimse, ilahi ilkelere göre “bana ne!” diyerek, neme lazımcılık
yaparak bencilce çevresine duyarsız kalamaz. Bir mümin hem çevresinde
bulunanlara marufu emretmek, hem de çevresindeki çirkinliklere engel olmak gibi
ahlakî bir sorumlulukla yükümlüdür. Bu ilahi ilke, bir başka ifadeyle “salihatı
işlemek [bozuk, yanlış olan davranışları düzeltmek]” olarak da tanımlanabilir.
“Emri bil’maruf, Nehyi anil’münker” ilkesinin nasıl yerine getirilmesi gerektiği
Kur’an’da birçok yerde beyan edilmiştir. Söz konusu prensip ilk olarak A’raf
suresinde peygamberimizin görevine ilişkin bir nitelik olarak belirtilmişti:

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine
helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki
bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber,
o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun
ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A’raf/
157)

Bundan sonraki surelerde bu ilke hem emredilecek, hem de gerçek müminlerin


(Ehlikitap’tan olanların da) niteliği olarak gösterilecektir.

Ve içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte
onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Al-i İmran/104)

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe
çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların
bazıları mümindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Al-i İmran/110)

Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet [önderi olan topluluk]
vardır ki onlar, gecenin saatlerinde secde ederek Allah’ın ayetlerini okurlar. Allah’a ve ahiret gününe
inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayırlarda da birbirleriyle yarışırlar.
Ve işte onlar iyi insanlardandırlar. (Al-i Imran/114)

İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının velileridirler. Bunlar marufu
emrederler, münkerden vazgeçirirler, salâtı ikame ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O’nun elçisine
itaat ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah, Aziyz’dir, Hakiym’dir.
(Tövbe/71)

İşte o kimseler [Allah’a yardım ettikleri için Allah’ın yardımına mazhar olmuş kimseler], eğer
kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikame etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, marufu
emretmişlerdir ve münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah'a aittir. (Hacc/41)

Yukarıdaki ayetler, bu irşad görevinin Müslümanlar için her şart ve ortamda


zorunlu bir görev olduğunu göstermektedir. Bu görev bilinciyle hareket etmek
Müslümanların olmazsa olmaz bir özelliği, imanlarının dışa vuran bir görünümüdür.
Münafıklar ise bu ilkenin tersine hareket ederek kötülüğü emrederler, marufu da
yasaklarlar.

Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir; kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar


ve ellerini sıkı tutarlar [cimrilik ederler]. Allah’ı terk ederler de, Allah da onları terk ediverir.
Gerçekten de münafıklar fâsık kimselerin ta kendileridir. (Tövbe/67)

16
e- Sabırlı Olmak

Sabır insanın kayıtsız şartsız teslimiyeti, boynunu uzatışı değildir. Kur’ân'ın


yetmişten fazla âyetinde geçen “ ‫ ررر‬- sabr” kelimesi, halk arasındaki kullanımıyla
acıya katlanma, sıkıntı ve zorluklara karşı soğukkanlılıkla direnme anlamlarına
gelmektedir. Ancak Allah'ın Kur’ân'da sabırlı insanları övmesi ve onları hesapsızca
ödüllendireceğini bildirmesi, bu kelimenin daha derinlikli olarak incelenmesini
zorunlu kılmaktadır.
Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmek, kararlı olmak demektir. İnsan
psikolojisi zorluğa değil kolaylığa, acıya değil haz almaya, feragate değil bencilliğe
eğilimlidir. Bu nedenle bazı ibadetler ve ahlâkî davranışlar insana zor gelebilir.
Meselâ insan cebindeki parayla bir yoksula yardım etmektense onu kendine
harcamayı, çalışıp yorulmaktansa eğlenmeyi ve gezip tozmayı daha çok isteyebilir.
Ya da kış günü sabahın erken vaktinde kalkıp soğuk su ile abdest almak ve namaz
kılmak yerine sıcacık yatakta uykusuna devam etmeyi daha cazip bulabilir. Bu gibi
durumlarda insanı erdeme ve iyi olmaya sevk eden, zor şartları kolayca kabul edip
gereğini yapmaya yönelten, soğukta üşenmeden kalkıp namaz kılmasını, uzun yaz
günlerinde bitkinlik duymadan oruç tutmasını, çıkarına olmasa da iyi ve doğru
davranışlarda bulunmasını sağlayan güç, sabırdır.
Sabır, aklın ve dinin gösterdiği yolda, nefsin aşırı istek ve arzularına
direnmektir. Akıl, din ve toplum kuralları doğru bulmasa da, insanlar çoğu zaman
nefislerine hoş gelen arzularını tatmin etmek isterler. Sabır, insan psikolojisinin bu
kuvvetli çekim gücüne rağmen kişinin hiç tereddüt etmeden erdemli davranışları
seçmesini sağlayan güçtür.
Sabır, konumuz olan pasajda Lokman’ın ağzından nakledilen ilahi hikmetlerden
biri olarak geçmekte ve “emri bilma’ruf ve nehyi anilmünker” ilkesinden hemen
sonra zikredilmektedir. Burada, marufu emreden ve münkeri nehyeden müminlerin
bir takım eziyetlere maruz kalacaklarına da bir işaret vardır. Bu görevi yürütenlerin
çok sabırlı olmaları gerekmektedir.
Sabr konusuyla ilgili olarak Müddessir suresinin tahlilinde detaylı açıklama
(Tebyînü’l-Kur’an; c: 1, s: 108, 109) yapıldığından, bu kadarla yetinerek konunun
tamamının oradan okunmasını öneriyoruz.

Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belalanacaksınız [imtihan olunacaksınız].


Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz.
Eğer sabreder ve Allah’a takvalı davranırsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Al-i
Imran/186)

Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rablerine haşyet duyarlar ve


hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı ikame etmişler ve
kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle
ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından,
eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan
yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selam olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”
(Ra’d/21- 24)

f- İnsanlardan Yüz Çevirmeme ve Yeryüzünde Şımarık Yürümeme

İnsanlardan yüz çevirenler, şımarık yürüyenler toplumdan koparlar. Onlar


toplumdan koptuğu gibi, toplum da onları dışlar. Dolayısıyla bu kişilerin toplumla
kaynaşıp onlara yardımcı olması, onları eğitmesi pek mümkün olmaz. Böyle

17
kimseleri ne Allah, ne de kulları sever.

g- Yeryüzünde Ayarlı Olmak, Sesi Yükseltmemek

Lokman’ın ağzından nakledilen ahlakî ilkelerden biri de, beşeri münasebetler


esnasında riayet edilmesi gereken görgü kurallarıyla ilgilidir. Bu görgü kurallarından
birisi, insanlarla konuşurken ayarlı olma, sesi yükseltmeme kuralıdır. Yüksek sesle
konuşmak, dinleyenlere eziyet veren bir durumdur. Bu nedenle müminlere ayette
nerede ve nasıl konuşacaklarıyla ilgili bir adabı muaşeret kuralı öğretilmektedir.
İnsanlarla makul ölçüler içerisinde, bağırıp çağırmadan, ortalığı velveleye vermeden,
edeple ve nezaketle konuşulmalıdır.

Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız


gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir.
(Hucurât/2)

Konumuz olan ayetin sonunda “Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle


eşeklerin sesidir” buyrularak önemli bir noktaya dikkat çekilmiştir. Neden “eşek” ve
“eşek sesi”?

Bu hayvan aslında insanlığa sunulmuş büyük nimetlerden biridir:

Ve kendilerine binesiniz, hem de zinet olsun diye atları, katırları ve eşekleri yarattı. Ve şimdi
bilmediğiniz şeyleri yarattı. (Nahl/8)

Ne var ki, “eşek” sözcüğü insanlar tarafından hakaret için kullanılır olmuştur.
Hatta kimi zaman açıkça “eşek” bile denmeden, “uzun kulak” şeklinde kinayeli
sözler kullanılarak aynı tahkir amacı güdülmektedir. “Eşek” sözcüğü, özellikle
saygın ve kibar şahsiyetler tarafından ağza bile alınmamaktadır. Bu, Arap örfünde de
böyledir.
Her canlının kendine göre bir ses çıkarma tarzı vardır. Acı duyduklarında, ağır
yükle karşılaştıklarında ya da arzu ve isteklerini yansıtmak istediklerinde hayvanların
hepsi de kendilerine özgü sesler çıkarırlar. Eşek ise bundan farklıdır. O, acıdan,
açlıktan ölse de, yükten harap olsa da ses çıkarmaz. Ne var ki, hiç de gerekli olmayan
bir zamanda, kendine özgü o meşhur tarzıyla avazı çıktığı kadar bağırmaya başlar.
İşte, onun bu durumu “münasebetsizliği” temsil etmektedir. Eşeğin bu denli
yadırganması da bu özelliğinden dolayıdır.
16. ayetin sonundaki ifadelere göre Lokman, oğluna “‫ من عزم المور‬min azmi’l-
umûr [Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır]” demektedir. “İşlerin azmi”
ifadesi, “kesin olarak emredilen işler”, “cesaret ve metaneti gerektiren işler”, “yerine
getirilmesi azim ve kararlılık isteyen işler” olarak açıklanabilir.
Lokman’ın oğluna öğrettiği ahlaki ilkeler olarak nakledilen “hikmet”ler ve daha
fazlası, İsra ve Furkan surelerinde topluca verilmişti:

Allah ile birlikte başka bir ilâh kılma [edinme, tanıma]! Yoksa kınanmış ve yalnız başına
bırakılmış olarak oturup kalırsın.
Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına
kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa
ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz
söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim!
Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.”
Sizin Rabbiniz içinizdekileri çok iyi bilir. Eğer salihler olursanız elbette O tam anlamıyla
dönenleri bağışlayıcıdır.

18
Yakınlık sahibine, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver. Ve saçıp savurma. -Şüphesiz saçıp
savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.-
Ve eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak, onlardan [akraba, yoksul ve yolda
kalmıştan] yüz çevirirsen, o vakit de kendilerine yumuşak ve tatlı [onların ağırına gitmeyecek] bir söz
söyle.
Ve elini boynuna bağlanmış kılma [cimri olma], onu büsbütün de saçma [israf etme]. Aksi
hâlde kınanmış ve yaptığına pişman olur kalırsın.
Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediği için rızkı genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki O,
kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.
Ve yoksulluk kaygısıyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızklandırırız/ besleriz.
Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
Zinaya da yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, iğrençliktir ve kötü bir yoldur.
Ve hakk ile olmadıkça, Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. Ve kim zulüm edilerek
öldürülürse, Biz onun velisine bir güç [yetki] vermişizdir. O da öldürmede aşırı gitmesin. Şüphesiz o
[öldürülen/ veli] yardım olunmuştur.
Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması
müstesna... Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır.
Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve tevil
[sonuç, uygulama] olarak daha güzeldir.
Ve hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Şüphesiz kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan
sorumludurlar.
Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca
dağlara erişemezsin.
Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir. (İsra/22- 38)

Ve Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki onlar, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler
kendilerine lâf attığı zaman “Selâm!” derler.
Onlar [Rahman’ın kulları], Rabblerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler.
Ve onlar [Rahman’ın kulları]; “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav! Doğrusu onun azabı daimî
bir helâktir. Orası cidden ne kötü bir karargâh, ne kötü bir ikametgâhtır!” derler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi
arasında bir denge olmuştur.
Ve işte o kişiler [Rahman’ın kulları], Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın
haram kıldığı canı öldürmezler. -Ancak Hakk ile öldürürler.- Zina da etmezler. -Ve kim bunları
yaparsa, günahla karşılaşır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada, alçaltılarak sürekli olarak
kalır. Ancak tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler müstesna. İşte Allah onların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Ve her kim tövbe eder ve salihi
işlerse, kesinlikle o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.-
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman
saygınca geçerler.
Ve o kimseler [Rahman’ın kulları], kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlar
üzerine sağırca ve körce yıkılmazlar [davranmazlar].
Ve o kişiler [Rahman’ın kulları], “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve nesillerimizden göz aydınlığı
olacaklar ihsan et. Ve bizi müttekilere önder kıl!” derler.
İşte onlar [Rahman’ın kulları], sabretmelerine karşılık ğurfede [cennetin en yüksek makamlarında],
orada ebedî kalacaklar olarak mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır
-orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir ikametgâhtır!- (Furkan/63- 76)

14- Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne
zayıflıkla taşıdı. Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir.- “Bana, anana ve babana
şükret [karşılık öde]!” Dönüş, ancak Banadır.
15 - Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman
üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana
yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size
yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.

Bu ayetler, Lokman’ın oğluna öğütler verdiği pasaja ait değildir. Mushafı tertip
edenler tarafından Lokman pasajının içerisinde tertip edilmiştir. Lokman ile ilgili

19
pasajın daha iyi anlaşılması için bu iki ayeti Lokman pasajının tahlilinden sonra,
şimdi ele alıyoruz.
Bu ayetler Rabbimizin kendi açıklamalarıdır. Lokman’ın oğluna söyledikleriyle
ilgili değildir. Rabbimizin ana-babaya iyilik edilmesi buyruğu, yalnız Allah’a kul
olmak, Allah’ı tek rabb kabul etmek; O’nun astlarından hiçbir şeye ve kişiye kulluk
etmemek şeklinde özetlenen tevhit inancından sonra bütün vahiylerin ikinci ilkesidir.
Kur’an’dan anlaşıldığına göre bu ilke insanlığa gönderilen ilk vahiylerde de vardı.
Bu ayetlerde beyan edilen ilkeler, Ankebut suresinde tek ayet olarak teyit
edilmiştir.

Ve Biz insana, ana -babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin
olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse, artık o ikisine itaat etme. Dönüşünüz ancak
Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim. (Ankebut/8)

Bu ayetlerde Rabbimiz anaya banaya nasıl davranılması gerektiği üzerinde


durmuştur:

Ve hani bir vakitler İsrailoğulları’ndan mîsak [kesin bir söz] almıştık: “Allah’tan başkasına
kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik
yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyinz salâtı ikame ediniz ve zekatı veriniz. Sonra çok azınız
müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)

De ki: “Geliniz, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana babaya iyilik edin, imlak haşyetiyle [fakirlik endişesiyle/ fakirleştirirliriz korkusuyla]
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi ve onları Biz rızıklandırıyoruz. Ve kötülüklerin açığına ve gizlisine
yaklaşmayın. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmeyin. İşte bunlar, aklınızı kullanasınız
diye O’nun size vasiyet ettikleridir. (En’am/151)

Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına
kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa ererse,
sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz söyle. Ve
merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim! Onların beni
küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsrâ/23, 24)

Ve Biz insana ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/ güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası
onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır. Nihayet
insan olgunluk çağına ulaşıp, kırk seneye geldiğinde der ki: “Rabbim! Bana ve ana babama ihsan
ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için soyumdan
salih kimseler kıl. Şüphesiz ben sana yöneldim. Ve ben şüphesiz teslim olanlardanım.” (Ahkâf/15)

Bu ayetlerde, gerek çocuğun doğumu ve büyütülmesi sürecinde, gerekse daha


sonraki eğitim dönemlerinde annenin rolü babanınkinden fazla olduğu için anne ön
plana çıkarılmıştır.

6- Anne-Babaya İtaatin Sozkonusu Olmayacağı Yerler

Rabbimiz 15. ayette “Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana
ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi
geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut” buyurarak ana-babaya, öğretmene
hangi şartlarda itaat edilmesi lazım geldiğini bildirmektedir.

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında (Vahıdi; Esbabü’n-Nüzul, s.198) her iki ayetin de


Sa'd b. Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği zikredilmiştir. Merhum İzzet Derveze

20
söz konusu olay hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Sa'd, Kureyş gençlerinden iman edenlerle birlikte gençliğinde iman eder. Annesi onu İslam'dan
döndürmek için uğraşmaya başlar. Onu açlık grevi yapmakla tehdid eder. Bu durum onda piskolojik
bir krize dönüşmeye başlar. Allah bu iki ayeti indirerek anne babaya itaati ve onlara ihsanı, O'na şirk
koşmama ve ihlâslı olma sınırları içerisinde farz olduğunu emreder. Her iki ayetin içeriği ve siyakın
münasebeti, rivayeti doğrulamaktadır. Ya da her ikisinin içeriği hatırlatma ve açıklama yoluyla,
müşriklerden bir anne ya da baba ile mü'min çocuğu arasında geçen çekişmeye örnek bir tutum olarak
işaret eder. Bu tutum Ankebut Suresi’nde şu ayetle tekrarlanmaktadır. "Biz insana, ana babasına iyilik
etmeyi tavsiye ettik. Eğer onlar seni, [gerçekliği] hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi hana ortak
koşman için zorlarlarsa [hu hususta] onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. O zaman size
yaptıklarınızı haber veririm" (Ankebut/8). Bu ayet bizi, problemin sadece Sa’d'ın hiddeti ile şahsından
üreyen bir problem olmadığını, birçok şahsın aynı probleme maruz kaldığını söylemeye
götürmektedir. Siyer rivayetleri bunu açıklığa kavuşturmaktadır. Bu rivayetler, babalarının küfür ve
şirk üzere kalmalarına rağmen Muhammedî risalete inanan birçok Kureyşli genci zikretmektedir. Bu
kimseler babalarının işkence ve baskılarına maruz kaldılar. Bunun sonucu olarak Habeşistan'a hicret
ettiler. Bunlara Halid b. Said b. As ve hanımı Emine bintu Halef, onun kardeşi ve hanımı Fatma bintu
Safvan, Esved b. Nevfcl b. Huveylid, Amir b. Ebi Vakkas, Matlab b. Avl ve hamını Remle bintu Ebi
Avf, Ubeydullah b. Cahş ve hanımı Remle bintu Ebi Süfyan, Osman b. Rebia, Muamer b. Abdullah,
Malik b. Rabia, İbn Kays b. Abduşems ve hanımı Amrah, Yezid b. Zumah b. Esved ve diğer bazı
isimler -Allah onlardan razı olsun- örnek olarak verilebilir.

Sa'd hakkında şu rivayet edilir: "Annesi oğluna dininden dönmesi için ısrarını artırınca ona şöyle
der: 'Yemek yemeyeceğim, ta ki helâk oluncaya kadar... İnsanlar da seni kınasın'.
O da annesine şöyle karşılık verir. ‘Ey Anacığım, Allah'a yemin ederim ki, yüz canım olsa ve
bunlar teker teker bedenimden çıksa, ben dinimi terk etmeyeceğim.’ Bu konu ile ilgili nebevi siret
sayfalarında güzel tablolar vardır.
İman eden gençler ilk anda kendilerini zor durumda buldular. Çünkü İsra ve En'am surelerindeki
ayetler, anne ve babalarına kesin iyilik ve ihsanda bulunmalarını emretmekteydi. Bu zor durumlarını
Allah Rasulü'ne açıkladılar. Kur'an'ın hikmeti gereği, bu ayetler zorluğu kaldırmak için indirilmiştir.
(Derveze; Tefsirü’l-Hadis)

“Anaya babaya iyi davranmak” konusu daha evvel İsra Suresinin tahlilinde de
ele alınmıştı. Önemine binaen konunun oradan (Tebyînü’l_Kur’an; c:4 s:323, 324)
tekrar okunmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.

20 – Allah’ın, göklerde ve yeryüzünde de ne varsa hepsini sizin için boyun


eğdirdiğini görmediniz mi? Ve O [Allah], gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize
yaymıştır. İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız
Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor].
21 - Ve onlara: “Allah'ın indirdiğine tabi olun!”dendiği zaman: “Aksine, biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytan onları cehennemin
azabına çağırıyor idiyse!

14 ve 15. ayetlerde (Bize göre 18 ve 19. ayetlerde) “Ve Biz insana, anası ve
babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı. Onun sütten
ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!”
Dönüş, ancak Banadır. Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak
koşman üzerinde seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve
bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben
size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim” denilerek evlat ile ana-baba
arasındaki ilişkinin oturacağı temel inşa edilmiş, 20 ve 21. ayetlerin oluşturduğu bu
pasajda ise bir genelleme yapılarak tüm insanlardan Allah’ın ayet ve ibretlerine göz
atmaları, bu lütuf ve nimetlerden ibret almaları istenmiştir.

21
Pasajın ilk ayetinden anlaşıldığına göre, Allah göklerde ve yeryüzünde cereyan
eden bütün oluşumları ve bu oluşumların bağlı olduğu yasaları insanların emrine
vermiştir. Bu hatırlatmadan alınması gereken temel mesaj, insanın gördüğü,
görmediği veya göremediği nice nimetlerin Allah tarafından kendisi için önceden
hazırlandığını ve nimetler içinde yaşayabileceği bir maddî çevrenin cömertçe önüne
serildiğini ibret nazarlarıyla tefekkür etmesi, tabiatı araştırarak bilimsel bilgi
üretmesi, evrenle ilgili verileri doğru değerlendirerek Allah’ın varlığı ve birliği
hakkında doğru bir inanca ulaşması gerektiğidir.
“İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitapsız Allah
hakkında mücadele ediyor [tartışıyor]. Ve onlara: ‘Allah'ın indirdiğine tabi olun!’
dendiği zaman: ‘Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler.
Ya şeytan onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse!”
Pasajdaki bu ifadelerde ise elinde bilgi, belge, kitap olmadan körü körüne
atalarını taklit eden müşrikler kınanarak insanlar düşünmeye davet edilmektedir. Her
iki ayetin de müşriklerin liderlerinden Haris b. Nadir ve başkaları hakkında
indirildiği rivayet edilmektedir (Mukatil). Bu kişi veya kişiler, Allah'ın sıfatları,
meleklerin şefaati, o anki Allah inançları, kendilerinin ve babalarının takip ettikleri
yolun uyulmaya en uygun yol olduğu konularında peygamberimizle tartışıyorlardı.
Atalarının gidişatına sığınarak ilahi uyarıya karşı çıkanlar başka ayetlerde de
kınanmıştır:

Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde
bulduysak ona uyarız.” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi?
(Bakara/170)

Ve onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Elçi’ye gelin” dendiği zaman: “Atalarımızı üzerinde


bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da
mı? (Maide/104)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık
varlıklı kimseleri: “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de
kesinlikle onların izlerine uyanlarız.” demişlerdi.
O [Gönderilen uyarıcı]; “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu
getirmişsem de mi?" dedi. Onlar: “Şüphesiz biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz”
dediler. (Zuhruf/23, 24)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle tartışır. Ve tüm azılı şeytanı izlerler.
(Hacc/3)

İnsanlardan bazıları da Allah hakkında bilgiden başka şeyle; kılavuz olmadan, aydınlatıcı bir
kitap olmadan tartışırlar. (Hacc/8)

22 – Ve her kim muhsin olarak [iyilik-güzellik üreterek] yüzünü [kendini]


Allah’a teslim ederse, işte o, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin
akıbeti yalnızca Allah’a aittir.
23 - Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların dönüşü
yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz. Gerçekten
Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir.
24- Biz onları biraz yararlandırırız. Sonra kendilerini yoğun bir azaba doğru
zorlarız.

Bir önceki pasajda “İnsanlardan kimi de var ki, bilgisiz, kılavuzsuz ve


aydınlatıcı bir kitapsız Allah hakkında mücadele ediyor [tartışıyor]. Ve onlara:

22
‘Allah'ın indirdiğine tabi olun!’ dendiği zaman: ‘Aksine, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız’ dediler” denilerek cahil insan inanç konusundaki temelsiz
yaklaşımından dolayı eleştirilerek kınanmıştı.
22. ayette de, yukarıda söz konusu edilen nimetler karşısında kendilerini Allah’a
teslim edenlerin, O’nun koyduğu ilkeleri benimseyip hayatlarını ona göre düzene
koyanların sağlam bir kulpa yapıştıkları, böylece kendilerini kötü akıbetten
kurtardıkları mesajı verilmektedir.
23 ve 24. ayetlerde ise aksi davranışta bulunanların durumu ele alınmakta ve
nankörlük eden kimselerin az bir kazanıma sahip olsalar bile mutlaka kötülüklerinin
karşılıklarını bulacakları bildirilmektedir. Ayrıca Resulullah’ın bu cahillerin
davranışlarından üzülmemesi istenmektedir.
Dünyada suçluların, kâfir ve müşriklerin bir müddet faydalandırılması da
Allah’ın kurallarından birisidir:

De ki: “Şu, Allah’a yalan uyduran kimseler kesinlikle kurtulamazlar.


(O şeyler) dünyada bir kazanımdır. Sonra dönüşleri yalnızca Biz’edir. Daha sonra da inkâr
ettikleri şeyler nedeniyle kendilerine o çetin azabı tattıracağız. (Yunus/69, 70)

Dinde zorlama yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk
sapıklıktan] iyice ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Bakara256)

Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben kendimi Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar
da.” Kitap verilenlere ve ümmilere/Anakentliler’e: “Siz de teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim
olurlarsa doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir/mesajı
iletmektir. Allah, kullarını en iyi şekilde görendir. (Al-i Imran/20)

Hayır, aksine kim iyi davranan olarak yüzünü Allah’a teslim ederse, işte onun Rabbi katında
ecri vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de. (Bakara/112)

Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden
korkmaz. (Ta-Ha/112)

Ve siz salâtı ikame edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah
katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)

23. ayetteki “Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı seni üzmesin. Onların
dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri haber vereceğiz”
ifadesiyle peygamberimiz teselli edilmekte ve bir bakıma “Kendisine acımayana sen
niye acıyorsun! Sen onları cezalandıramazsın da” denilmektedir.
Daha önce detaylı olarak da ortaya koyduğumuz gibi, Rasülüllah birçok ayette
teselli edilmiştir.
Al-i Imran/176, En'am/33, Yunus/65, Kehf/5- 6, Şuara/3 ve Ya Sin/76
bunlardan bazılarıdır.
“Onların dönüşü yalnızca Biz’edir. O zaman Biz onlara yaptıkları şeyleri
haber vereceğiz” ifadesiyle, herkesin Allah’a döneceği, yaptıklarının ya da
planladıklarının hesabını vereceği, Allah’tan saklamanın ve saklanmanın mümkün
olmadığı belirtilerek Resulullah’a işi Allah’a bırakması gerektiği mesajı
verilmektedir.

25 – Yine ant olsun ki, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin
“Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah'a hamd olsun!” Aslında onların çoğu
bilmezler.

23
26 - Göklerde ve yerde olan şeyler sadece Allah'ındır. Şüphesiz Allah,
Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye
lâyıktır].

21. ayette Rabbimiz, müşriklerin “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz


şeye uyarız” dediklerini naklederek onları “Ya şeytan onları cehennemin azabına
çağırıyor idiyse!” diyerek kınamıştı. 25 ve 26. ayetlerde ise müşriklerin
tutarsızlıklarını yüzlerine vurarak bir bakıma “Mademki yerin, göklerin yaratıcısı
Allah’tır, bunu biliyor ve kabul ediyorsunuz, öyleyse niye sadece ona kulluk etmiyor
da bir takım nesnelere yöneliyorsunuz. Göklerdeki ve yerdeki her şey sadece O’nun
değil mi? Unutmayın, şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye muhtaç
değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır]” demektedir.

Yine ant olsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim kontrol altına aldı?"
diye sorsan kesinlikle, "Allah" derler. O halde nasıl çevriliyorlar? (Ankebut/61)

Ve Ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden
sonra diriltti?” Mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür”. Bilakis onların çoğu
akıllarını kullanmazlar. (Ankebut/63)

21. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, Ğaniyy’dir [zengindir, hiçbir şeye


muhtaç değildir], Hamîd’dir [daima övülmeye lâyıktır]” ifadesi ile “Allah’ı Rabb
olarak tanımasanız da, hamd etmeyip nankörlük etseniz de Allah size muhtaç
değildir. Eğer tevhide yönelip şükür ve hamd ederseniz, kendi kazancınızadır.
Allah’a herhangi bir zarar veremezsiniz. Tüm sonuçlar size yöneliktir” mesajı
vermektedir.
Ayetlerden anlaşıldığına göre, mesele Allah'ın kâinatın yaratıcısı olduğunu
kabul edip etmeme meselesi değildir. Müşrikler bunu kabul etmekte ve herhangi bir
itirazda bulunmamaktadırlar. Problem, Allah’ı yerin ve göğün [evrenin] Rabbi olarak
kabul etmemeleridir. Onlara göre, Allah evreni yarattıktan sonra evren ile alakasını
kesmiştir. Ne evrene, ne de insanların hayatına karışmaktadır.
Hâlbuki Allah yarattığı varlıklarla ilişkisini kesmemiştir. Rablik yetkilerini
herhangi bir varlığa, kişiye ve nesneye devretmemiştir. Evreni bir plân ve program
çerçevesinde terbiye etmeye devam etmektedir. Tasarruflarında herhangi bir ortağı
yoktur. Aklı olan herkes bunu idrak etmelidir.

27- Ve eğer, şüphesiz yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de


arkasından yedi deniz katılarak onun mürekkebi, Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe
yok ki Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.

Önceki ayetlerde Allah’ın sonsuz kudretine değinildikten sonra bu ayette de


kudretinin sınırsızlığı ve azameti açıklanmaktadır. Birçok yerde ifade ettiğimiz gibi,
klâsik Arapçada “yedi” sayısı çokluktan kinaye olarak kullanılır. “yedi sülâle”,
“yediden yetmişe” gibi... “Yedi deniz” ifadesi de aynı mahiyette olup binlerce, on
binlerce demektir. Bu bir abartı değil, Rabbimizin gerçek ilâhlığının, sonsuz ilim ve
kudretinin vurgulanmasıdır. Bu mesaj Kehf suresinde şu şekilde verilmiştir:

“De ki: Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz
tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile...” (Kehf/109)
“Esbab-ı Nüzul” nakillerine göre bu ayetin inişi ile ilgili şu nakiller söz
konusudur:

24
İbn Abbas’tan bir rivayete göre, Yahudi hahamları Medine'de Allah Rasûlü’ne “Ey Muhanımed!
‘Size ilimden ancak çok az bir şey verilmiştir’ sözünle sen bizi mi, yoksa kavmini mi kast ediyorsun?”
demişlerdi. Allah Resulü “Asla!” buyurdu. Onlar “Sana gelenler içinde bize her bir şeyin açıklamasını
ihtiva eden Tevrat'ın verildiğini okumuyor musun?” deyince Allah Resulü de: “Şüphesiz bu, Allah'ın
ilmine göre azdır. Sizin sahip olduğunuz ilim size yetecek miktardadır” buyurdu. Allah Teâlâ da
peygamberine onların sordukları konuda ‘Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa...’ ayetini indirdi.
(İbn İshâk)

Ancak söz konusu naklin doğru olması halinde bu ayetin Mekke'de değil,
Medine'de nazil olduğunun kabul edilmesi gerekir.
Bir topluluk da şöyle demiştir: Kureyş “Muhammed'in bu sözleri bitecek ve sonu gelecektir”
deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. es-Süddî de şöyle demiştir: Kureyş, “Muhammed'in sözleri
ne kadar da çoktur!” deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-
Kur’an)

28 - Sizin yaratılmanız ve ölümden sonra diriltilmeniz ancak bir tek kişininki


gibidir. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir.

Bu ayette, yerin ve göklerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettikleri halde


öldükten sonra diriltilmeyi kabul etmeyenlere hitap edilmektedir. Rabbimiz tüm
insanların yaratılmasının ve yeniden diriltilmesinin tek kişininki kadar basit
olduğunu vurgulayarak buna inanmayan müşriklere yeniden yaratılıp hesaba
çekilecekleri mesajını vermektedir.

İşte o, bir tek haykırıştır.


Bir de bakmışsın onlar meydandadır. (Naziat/13, 14)

Ve buyruğumuz, ancak, göz kırpması gibi bir tekdir. (Kamer/50)

Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen
oluverir. (Ya Sin/82)

Konumuz olan ayetin inişi ile ilgili olarak şu olay nakledilmiştir:

Âyet-i Kerîme Ubeyy b. Halef, Ebu'l-Esedeyn ile el-Haccac b. es-Sebbak'ın oğulları Münebbih
ile Nubeyh hakkında inmiştir. Bunlar Peygamber [sav]'a şöyle demişlerdi: “Yüce Allah bizleri halden
hale geçirerek yarattı. Önce bir nutfe, sonra sülük gibi bir kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et, sonra bir
kemik olduk. Bu sefer sen kalkmış, hep birlikte ve bir anda yeniden diriltilip yaratılacağımızı
söylüyorsun.” Bunun üzerine Yüce Allah: "Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak
bir can gibidir" buyruğunu indirdi. Çünkü kullar için zor gelen herhangi bir şey, Yüce Allah'a zor
gelmez. Onun bütün kâinatı yaratması tıpkı bir tek canı yaratması gibidir. Muhakkak Allah
söyledikleri her şeyi İşiten’dir, yaptıkları her şeyi Gören’dir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

29 - Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor.


Güneş ve ayı müsahhar kılmıştır [emrine boyun eğdirmiştir]. Hepsi adı belirlenmiş
bir ecele akıp gidiyor. Ve şüphesiz Allah, yaptıklarınıza hakkıyla haberdardır.
30 - Bu da şundandır ki, şüphesiz Allah hakkın ta kendisidir. Ve onların, O'nun
[Allah’ın] astlarından yakardıkları kesinlikle batıldır. Ve şüphesiz ki Allah, en
yücenin, en büyüğün ta kendisidir.

Bu ayetler ile bundan önceki ayetler arasında kopmaz bir bağlantı vardır.
Bundan önceki ayetlerin içerdiği mânâlar bu ayetlerde ispatlanmaya, pekiştirilmeye
devam edilir. Gece ve gündüzün oluşumu, güneş ve ayın O’nun kontrolü altında

25
olması, her şeyi noksansız bilip görmesi hep Allah’ın gerçek güç oluşundan
kaynaklanmaktadır.
Ayetteki “Hepsi adı belirlenmiş bir ecele akıp gidiyor” ifadesi, gökteki
varlıkların da insanlar tarafından uzaya fırlatılmış yapay uydular gibi süreli
olduklarına, süreleri bitenin yok olup gideceğine işaret etmektedir.
Allah tek gerçek varlıktır. O’nun dışındakiler batıldır; hepsi de güçsüz, yok
olmaya mahkûm, ebedi olmayan varlıklardır.

Gökte ve yerde olan şeyleri Allah’ın kesinlikle bildiğini bilmez misin?. Şüphesiz bu bir
kitaptadır. Şüphesiz bu Allah’a çok kolaydır. (Hacc/70)

Allah, yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yaratandır Allah’ın her şeye kâdir olduğunu ve
Allah’ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz diye buyruk bunlar arasında iner durur. (Talak/12)

Ayette Güneş ve Ay özellikle bir arada zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün
önde gelen cisimleridir. O kadar ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu her ikisine de
tapmaya kalkışmıştır. Ne yazık ki, bugün bile birçok kimse için durum böyledir.

29. ayette ayrıca gece ile gündüz arasındaki ilişkiden söz edilerek bunun insanı
Allah’ı tanımaya sevk eden bir ayet olduğuna işaret edilmektedir. Bu mesajın daha
açık olarak verildiği ayetler Kasas suresindedir:

De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde geceyi ta kıyamet gününe
kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size ışık getirecek ilâh kimdir? Hâlâ kulak vermeyecek
misiniz?”
De ki: “Gördünüz mü [Düşündünüz mü hiç], eğer Allah üzerinizde gündüzü ta kıyamet gününe
kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka, istirahat edeceğiniz geceyi size getirecek ilâh kimdir?
Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Kasas/71, 72)

31- Ayetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah’ın nimetiyle geminin denizde
kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için,
ayetler vardır.
32- Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O’nun için dini arındırarak
Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı
orta yolu tutar [iman ile küfür arasında bir yol tutar]. Ve bizim ayetlerimizi ancak,
tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder.

Bu ayetlerde Rabbimiz sonsuz gücünü sergilemeye devam etmektedir. Gökteki


güneş ve ay gibi, denizdeki gemi de Allah’ın kudretiyle akıp gitmektedir. Hepsi de
O’nun koyduğu yasalara göre hareket etmektedir. Allah’ın güç ve kudretini gösteren
bu ayetlerde insanlar için nice ibretler vardır.
32. ayette geçen “bir kısmı orta yolu tutar [iman küfür arasında bir yol tutar]”
şeklindeki ifadenin bel kemiği “muktesıt” sözcüğüdür. Bu sözcük daha evvel Fatır
suresinde yer almış ve meseleyi orada (Tebyinü’l-Kur’an; c:3, s:444)
detaylandırmıştık. Ancak önemine binaen kısaca tekrar ediyoruz:
32. ayette bildirilen “muktesit”ler, orta yolu tutanlar; iman ile küfür arasında
bir yol tutanlar; hem inanmış hem inanmamış olanlardır.

Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rabblerinden indirileni [Kur’an’ı]
ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan
bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Onlardan
çoğunun yapmakta oldukları da ne kötüdür! (Maide/66)

26
“Muktesit”lerin kimler oldukları ise Nisa suresinde açıklanmıştır:

Allah’ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, “Biz, bir kısmına inanırız bir kısmına
inanmayız” diyerek Allah ve elçisinin arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir
yol tutmaya çalışan kimseler var ya, işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı
bir azap hazırlamışızdır. (Nisa/150–151)

Görüldüğü gibi, Nisa/150-151’deki sınıflamada kâfirler “zalim” ve “muktesit”


olarak iki grupta toplanmış, müminler ise “hayırlarda önde giden” nitelemesi ile tek
grup olarak gösterilmiştir. Bu sınıflamaya göre iman konusunda orta yol, ılımlılık
yoktur; iman uç noktadır ve sentez kabul etmez.
İnsanın ikiyüzlülüğü ile ilgili Kur’an’da onlarca ayet vardır. Bu konuya ait
birkaç tanesini hatırlatmakla yetiniyoruz:

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna
[kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür!
(İsrâ/67)

İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki
onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebût/65)

O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler


içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar [yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip
çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için
arındıranlar olarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden
[karşılığını ödeyenlerden] oluruz.”
Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere
taşkınlıklar yaparlar. —Ey insanlar, taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi
zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.-
(Yûnus/22- 23)

33 - Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir


fayda vermediği, çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden
ürperin. Şüphesiz Allah'ın vaadi gerçektir. O halde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve
sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın.
34 - Şüphesiz ki Allah, saatin [kıyametin kopuş zamanının] bilgisi yanında
olandır. Ve yağmuru O yağdırır, rahimlerde olan şeyleri O bilir. Ve kimse yarın ne
kazanacağını bilmez. Kimse hangi yerde öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah en iyi
bilendir, en iyi haberi olandır.

Surenin bu son ayetleri tüm insanlara hitap etmektedir. İnsanlar takvaya,


kendilerini koruma altına almaya davet edilerek kimseye yardım edilmeyecek olan o
güne haşyet duymaya çağırılmaktadır. Allah’ın vaadinin gerçek olduğu bildirilmekte,
kimsenin dünya hayatına aldanmaması, özellikle de hiçbir aldatıcının Allah ile
aldatmasına kanılmaması istenmektedir.
Kıyametin bilgisi sadece Allah’ın nezdindedir. O her şeyi noksansız
bilmektedir. Yağmuru O yağdırmaktadır, rahimlerdekini de O bilmektedir. İnsanlar
ise gelecekte kendilerini nelerin beklediğini, ne yapacaklarını ve nerede öleceklerini
kesinlikle bilememektedirler. Bu yönde mesajlar veren sure, Allah’ın insanların her
yaptığından haberdar olduğunu vurgulayarak sona ermektedir.
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu nedenle de, ana-baba, kardeşler, evlâtlar,
arkadaşlar, öğretmen, öğrenci ve komşulardan oluşan sosyal bir çevreye sahiptir.
Karşılıksız sevgi ve saygı ile en sıkı bağlar ana-baba ve çocukları arasındadır.

27
Ayetten anlaşıldığına göre, diriliş günü baba ile oğul bile birbirine yardım
edemeyecektir. Durum böyle olunca el ele nasıl yardım edecektir?
33. ayette müminler aldatılmaya karşı iki kez peş peşe uyarılmaktadır. Bu
aldatmalardan ilki, insanı geçici dünya çıkarlarının aldatmasıdır. İkincisi ise herhangi
bir “Aldatıcı”nın insanı Allah’ı malzeme yaparak aldatmaya kalkışmasıdır. İnsan ne
dünyevi menfaatlerin kendisini aldatmasına müsaade etmeli, ne de Allah’ın rızasını
gözetiyormuş havasını veren aldatıcılara aldanma durumuna düşmelidir. Mümin her
iki durumda da aldatılmaya karşı uyanık olmalıdır. Ayette konu edilen “Aldatıcı”
varlık, “kötü birisi [şeytan]” olabileceği gibi, insanın nefsi [ham düşüncesi, İblis]
veya bu özellikteki bir birey veya grup da olabilir.
Bu ayetin bir benzeri de Fatır suresindedir:

Ey insanlar! Hiç şüphesiz, Allah’ın vaadi gerçektir. Onun için bu basit yaşam sizi aldatmasın!
Ve sakın o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın! (Fatır/5)

Rabbimiz, çeldiricilerden biri olan “basit yaşam” konusunda birçok ayetiyle


uyarıda bulunmuş ve bu dünyadaki yaşam uğruna ebedî olan ahiret yurdunun feda
edilmemesini istemiştir.
“Aldatıcı”nın insanları “Allah ile aldatması” ise Allah’ın emretmediği veya
yasaklamadığı herhangi bir hususu bilgisiz ve bilinçsiz kimselere Allah adına
emretme veya yasaklama girişimidir. Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafur ve Vekil gibi
sıfatlarını çarpıtarak insanların Allah’ın bu sıfatlarının çarpıtılmış hâline
güvenmelerini sağlamak ve böylece günaha ve şirke girmelerine yol açmak da yine
“Allah ile aldatma” kapsamındadır. Herkesin bu konuda çok dikkatli ve uyanık
olması gerekir. Çünkü bu tip aldatmalar genellikle “din adamı” kisveli kişilerce
yapılmaktadır. Rabbimiz Kur’an’da bu konu üzerinde çokça durmuştur:

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak
için “Bu Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun, o
kazandıkları şeyler yüzünden yazıklar olsun onlara! (Bakara/79)

Ve onlardan [Kitap ehlinden], o kitaptan olmamasına rağmen, siz onu kitaptan sanasınız diye,
dillerini kitaba doğru eğip büken bir güruh vardır. O, Allah katından olmadığı hâlde; “Bu, Allah
katındandır” derler. Kendileri bilip dururken, Allah’a karşı yalan söylerler. (Âl-i Imran/78)

Ayetteki “ ‫رررررر‬ğarur [aldatan]” sözcüğünün sadece İblis’i işaret ettiğini


düşünmek isabetli değildir. Aldatıcının Kur’an’daki ilk örneği şüphesiz İblis’tir. O,
Âdem ve eşine “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer
melek / melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti”
demek suretiyle Allah adına vesvese vermiş ve uydurduğu yalanla her ikisini de
aldatmıştır. Ancak Kur’an’da şeytanların da aldatıcı olduğu bildirilmektedir.
Dolayısıyla buradaki “ğarur [aldatan]” sözcüğü hem İblis’i hem de tüm insan
şeytanları ifade etmektedir:

O [Şeytan] onlara vaat eder ve onları kuruntulandırır. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir
şey vaat etmez. (Nisa/120)

“Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars! Atlıların ve yayalarınla onların üzerine yaygara
kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun!” Ve şeytan onlara
aldatmadan başka bir şey vaat etmez. (İsra/64)

28
O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar o iman edenlere: “Bize bakın da sizin nurunuzdan
alalım” derler. Denildi ki; “Arkanıza dönün de nur arayın!” sonra da aralarına içinde rahmet, dışında
da azap olan kapılı bir sur vurulur [çekilir].
Onlara; “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar [Müminler]: “Evet ama siz
kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Nihayet
Allah’ın emri gelip çattı. O çok aldatan da sizi Allah ile aldattı. (Hadid/13, 14)

34. ayetle ilgili olarak “beş bilinmeyen” diye bir kavram icat edilmiştir. Hâlbuki
ayette “beş bilinmeyen” diye bir kategoriden bahsedilmez. Bu yanlış anlayış
kapsamında şöyle bir nakil vardır:

“Haris bin Amr adında bir bedevi, Hz. Peygamber'e gelir ve şu soruları sorar: "Kıyamet ne
zaman kopacak? Ülkemiz kuraktır, yağmur ne zaman yağacak? Karım gebedir, erkek mi kız mı
doğuracak? Nerede doğduğumu bilmiyorum, acaba nerede öleceğim?" Bu sorular üzerine bu ayet
indirilmiştir.” (Mukatil; Vahıdi, Esbabu’n-Nüzul, s.199)

Bu ayette üzerinde durulan konular şunlardır.

1- Kıyametin Kopacağı Anı Sadece Allah Bilir.

Bunun böyle olduğuna dair Kur’an’da onlarca ayet mevcuttur. Biz sadece bir
tanesini vermekle yetiniyoruz:

Sana Saat'ten soruyorlar: “Ne zaman gelip çatacak?” De ki: “Onun bilgisi yalnızca Rabbimin
katındadır. Onun vaktini Kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır. O size
ansızın gelir.” Sanki sen onu çok iyi biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi
Allah katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’raf/187)

Ayrıca Ahzab/63, Naziat/42 ve Ta Ha/15’e bakılabilir.

2- Yağmuru Allah Yağdırır

33. ayette yağmurun ne zaman yağacağından ve kulların yağmurun ne zaman


yağacağını bilmediklerinden, bilemeyeceklerinden bahsedilmez. Bildirilen sadece
yağmuru yağdıranın Allah olduğudur. Bununla yeryüzünü canlandıranın Allah
olduğu; O’nun insanları da ahirette aynen bu şekilde canlandıracağı mesajı verilir.

Halbu ki onlar, önceden; daha önce üzerlerine indirilmeden evvel kesinlikle ümit kesenlerdiler.
Öyleyse Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?
Şüphe yok ki O, mutlaka ölüleri diriltir ve O her şeye gücü yetendir. (Rum/49, 50)

O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir.
Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. (Rum/19)

Ve O, yaratmayı başlatan, sonra onu çevirip yeniden yapandır. Ve bu O'na çok kolaydır. Ve
göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. O çok güçlüdür, hikmet sahibidir. (Rum/27)

De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın. Sonra Allah,
son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Ankebut/20)

3- Rahimlerde Olan Şeyleri Allah Bilir

Burada konu edilen şey de çocuğun cinsiyeti veya ileride iyi veya kötü insan
olup olmayacağı değildir. Bilindiği gibi, modern cihazlar sayesinde rahimlerdeki

29
bebeğin cinsiyeti bilinebilmektedir. Bebekte ise iyilik-kötülük olmaz. İnsan sonradan
iyi ya da kötü olur. Zaten “ ‫مسسسا‬ma” edatı kullanılarak insanların bilmediği,
bilemeyeceği şeyin bebeğin dışındaki bir şey olduğu anlatılmaktadır. Bu da rahimde
cereyan eden sistemin hakikati, yani projenin mahiyetidir.

Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki,) ne olduğunuzu size
açıklamak için şüphesiz biz sizi topraktan, sonra nutfeden sonra bir alekadan [embriyondan] sonra
yapısı belli belirsiz bir et parçasından yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde
tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkartırız, sonra sizi, olgunluk çağına erişmeniz için bırakırız.
Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere,
ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki, sönmüştür; fakat biz onun
üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. (Hacc/5)

4- Kişi Yarın [Gelecekte]Ne Kazanacağını Bilmez

Bu, herkesin bildiği ve kabullendiği bir hayat gerçeğidir. “Evdeki hesap çarşıya
uymaz” atasözü de bu gerçeğe işaret etmektedir.

5- Kişi Hangi Yerde Öleceğini Bilmez

İnsanlardan hiç kimse ölüp defnedileceği yerin deniz de mi, karada mı, yoksa
bir ovada veya bir dağda mı olacağını bilemez. Bu ancak ölüm anında meydana
çıkmaktadır.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

30

You might also like