You are on page 1of 3

24 Ocak 2011 Pazartesi, 00:30 TEYFUR ERDOĞDU  

AÇIK GÖRÜŞ

  

Resmi dil ne demektir? Bir dil resmiyet sıfatını nasıl ve ne zaman kazanır? Resmi dil ile devlet dili aynı
mıdır? Resmi dil ibaresi Osmanlı anayasasında yazmasına rağmen uygulamaya ne oranda
yansıtılabilmiştir?

Doç. Dr. TEYFUR ERDOĞDU

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi

Son haftalarda Türkçe’nin yanında Kürtçe’nin de eğitim dili olması tartışmaları alevlenince Osmanlı’daki resmi dil
tecrübesine dair ekranlardaki sözlerim üzerine Erhan Afyoncu, Fatih Altaylı ve Taha Akyol gibi yazarlar bu konuya
eğildiler ve mesele hakkında görüş beyan ettiler.

Osmanlı’da resmi dil meselesindeki görüşümün dayanak noktaları kısaca şöyledir (destekleyen görüşler için bkz.
Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi, 02.01.2011): Uzun ömürlü Britanya İmparatorluğu gibi Osmanlı Devleti de
ortaçağ sonunda kurulmuş ve modern öncesi, erken modern ve modern dönemlere yetişmiş bir devlettir. Bu
türden devletler değerlendirilirken şu husus gözönünde bulundurulmalıdır: Vatandaşlık, resmi dil, ulus gibi
kavramlar modern döneme aittirler ve bu kavramlardan yola çıkılarak bir devletin modern dönem öncesi
safhalarını değerlendirmek bizi tarihsellik dışına (ahistorique) iter ve saçma (absurde) konuşmalara sevkeder.
Çünkü modern dönem öncesinde bu kavramların karşılığı bulunmamaktadır. Ayrıca 1876 Osmanlı anayasasında
resmi dil ibaresi vardır diye genelleme yaparak tüm Osmanlı tarihine bu ibareyi taşımak da tarihçilik yöntemi
bakımından sakattır. Bu aynen 75 yaşında evlenmiş biri hakkında değerlendirme yaparken onu doğumundan beri
evliymiş gibi kabul etmeye benzer.

Evet, (23-24 Aralık 1876) Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin 18. maddesine göre resmi dil Türkçe’dir. Ancak bu
anayasa 13 ay gibi çok kısa bir süre sonra II. Abdulhamid tarafından askıya alınır ve 1908’e kadar Türkçe’nin
resmiyetini ilan eden belge olan anayasa sadece devlet salnamelerinin sayfaları arasında yaşar. Anayasa 24
Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe girdiğinde ise devletin ömrü sadece 14 yıl çalkantılı şekilde devam eder.

Pekiyi, resmi dil ne demektir? Bir dil resmiyet sıfatını ne ile veya ne zaman kazanır? Resmi dil ile devlet dili
arasında fark var mıdır? Resmi dil ibaresi Osmanlı anayasasında yazmasına rağmen uygulamaya ne oranda
yansıtılabilmiştir?

Şimdi tek tek bu hususlara bakalım: Resmi dil modern dönemde ortaya çıkmış, o döneme ait ve anayasal bir
kavramdır. Ancak Britanya gibi anayasası olmayan ya da anayasası olup da anayasasında devletin resmi dil(ler)i
şudur diye yazmayan bugün de birçok devlet bulunur. Osmanlı Devleti’nin de 1876’ya kadar anayasası yoktur ve
Türkçe bu yüzden devletin kullandığı dillerden sadece biri olmuştur.
Çok dilli imparatoruk

Anayasası olmayan veya anayasasında resmi dil(ler) şudur diye yazmayan devletler de dış, iç, mali, yargı vs.
işlerinde bir veya birçok dili kullanarak belge üretirler. Devletin ürettiği belgeler, evet resmi belgelerdir. Eğer bu
resmi belgelerde kullanılan dillere sadece bu sebeple resmiyet kazandırır ve resmi dil dersek örneğin Osmanlı
Devleti harici yazışmalarında Fransızca’yı kullandığı için bu dil Osmanlı Devleti’nin resmi dili haline gelir ki bu
tamamen hatalı bir yorumdur. Bu yüzden devlet tarafından kullanılan tüm diller o devletin dillerini oluştururlar.
Ancak modern dönem öncesi için bu dillerin resmi olup olmadığı tartışması abestir.

Osmanlı Devleti’nin hangi dillerde belge ürettiğine ve tebaasının hangi dillerde devlet ile yazışmasına ve
konuşmasına izin verdiğine baktığımızda bugün için alışık olmadığımız bir manzara ile karşılaşırız. Devlet,
ahalisinin büyük çoğunluğunun Türkçe bilmediği vilayetler çin Arapça, Rumca, Farsça gibi dillerde belgeler
üretmiş, halkın memurlarla anlaşabilmesi için tercüman bulundurmuş, Türkçe bilmeyenleri de memur olarak
atamıştır. Mahkeme kayıtlarının, şeriye sicillerinin bir kısmını Arapça tutmuştur. Devletin resmi gazetesi
mesabesinde olan Takvim-i Vekayi’nin Ermenice ve Rumca nüshaları uzun yıllar Türkçe ile birlikte basılmış,
name-i hümayunlar Türkçe yanında farklı dillerde kaleme alınmıştır.

Devlet, dışişlerinde kendi elçileri ile çoğunlukla Fransızca yazışmıştır... Kısaca, Osmanlı Devleti Türkçe’nin
yanında çeşitli sebeplerle Arapça, Rumca, Ermenice, Farsça, Fransızca’yı da kullanmış ve bu diller bu sebeple
devletin dili olmuşlardır. Pekiyi zaten yoğunluklu ve öncelikli dil olarak kullanılan Türkçe’ye niçin resmi dil unvanı
verilme ihtiyacı duyulmuştur?

Bu ihtiyaç, dönemin Avrupai ulusçuluk akımından ilham alan ve II. Mahmud’a kadar izini sürdüğümüz, 1876
Anayasası’nda da dile getirilen (tüm mezhebi ‘millet’leri ortadan kaldırarak) Osmanlı ulusu yaratma süreci ile
ilgilidir. Bu akıma göre bir ülkede aynı anda birçok dil var olsa da hukuki olarak yalnızca tek bir ulus olacağından
bu ulus-devletin (sonraki aşamada ulusun) tek bir (yani resmi) dili olmalıdır. Osmanlı bu akıma uyarak ilk adımı
atmış ve devletin resmi dilini Türkçe koymuştur. Türkçe’yi herkesin tek dili haline getirme adımını ise çok kısa bir
süre İttihatçılar atmayı denemişlerdir. Neden anayasada tüm tebaa Osmanlı olarak anılırken (m. 8) devletin resmi
diline Türkçe yerine Osmanlıca denmemiştir?

1.Osmanlı Devleti’nde, sarayında ve askeriyesinde başından beri her zaman öncelikli ve hâkim olan dile

lisan-i Türkî denirdi. 19. yy’dan sonra bazı belgelerde lisan-ı Osmanî tabirine rastlansa da yine aynı belgelerde
Osmanlıca ile Türkçe’nin yan yana kullanılması lisan-ı Osmanî tabirinin anayasaya girecek kadar yaygınlaşmadığı
ya da insanların zihninde bu ikisinin farklı algılanmadığını gösterir. Ayrıca ‘lisan-ı Osmanî’ tabiri dönem
aydınlarınca da yapay bir adlandırma olarak kabul edilirdi. 18-19. yy. Avrupalı Türkologların eserlerinin tesiri
altında kalan milliyetçilik manasında olmasa da bilinç olarak kültürel Türkçülüğün 19. yy’ın ortasından itibaren
Osmanlı’ya dâhil olduğunu, yıllar geçtikçe güçlendiğini görürüz. Bu kültürel Türkçülük akımı anayasa yazıcılarını
ve yeniden ilan edicilerini ne kadar etkilemiştir sualini yöneltmek hatalı olmayacaktır.

Sıra geldi kanunda yazanın ne oranda uygulamaya yansıtılabildiğine. Geçmiş zaman hadiselerinin etkileri
üzerinde bir hükme varırken esas olarak kâğıt üzerindekinin uygulamaya ne ne oranda yansıdığı ile ilgilenilmelidir.
Kâğıt üzerindeki her şey gerçekleş(tirilebil)miş gibi kabul edilirse hata kaçınılmazdır.

Osmanlı Anayasası’nın 18. maddesinde Türkçe, evet resmi dil olarak yazılmıştır ancak diğer dillerin kamusal
alanda nasıl kullanılacaklarına dair yasal bir düzenlemeye gidilmediği için devletin çok dilliliği devam etmiştir.
Nitekim “...devlet hizmetine girmek için memurların Türkçe bilmeleri gereklidir” şeklindeki 18. maddenin ilan
edilmesindeki esas gaye devlet memuru olanların Türkçe bilmeleridir. Ancak madde memurların dolayısıyla
devletin kullanacağı tek dilin Türkçe olması gerekmediği şeklinde de yorumlanabilir. Nitekim devlet, 1909’dan
sonra da memurunu eğer biliyorsa Arapça, Fransızca gibi diğer dilleri istimal ederken de kullanmaya devam
etmiştir. Tek fark; bu memurlardan aynı zamanda Türkçe bilmelerini de istenmektedir. Buna rağmen vilayetlerde
atanmaya devam eden bazı memurların Türkçe bilmedikleri malumumuz. Devlet bu durum karşısında hiç olmazsa
Türkçe okuyabilir olmalarını istese de bu da tam olarak uygulanamamıştır. Yine Osmanlı anayasasının bizzat
kendisi devlet tarafından aynı anda pek çok dille bastırılıp çeşitli vilayetlere gönderilmiştir. Harici işlerde devlet
kendi elçileriyle bile Fransızca yazışmaya devam etmiş, Arap vilayetlerindeki mahkemelerde Arapça istimal
edilmiştir, devlet yıllıkları Türkçe, Arapça basılmıştır. Vilayet belediye meclisi üyeleri için Türkçe bilme şartının, işe
yarar malumatlı ve dirayetli kimseler önünde engel çıkardığı meselesi ilk mecliste dile getirilince Türklüğün ırki bir
varlık olduğuna inanan Meclis Başkanı Ahmed Vefik Paşa “Dört yıldan sonra aklı olan Türkçe öğrensin” cevabını
verir. Ahmed Vefik Paşa’nın bu tutumu çok açıktır ki bir imparatorluk Osmanlısı tutumu değil dar bir ulusçuluk
anlayışının ürünüdür. Osmanlıca (yazı dili) kullanan aydın ve bürokrat zümresinin de büyük kısmı 1908’den sonra
Türkçülük yapılmasını hoş karşılamazlar ve halk diliyle Türkçe söylemeyi ve yazmayı “gericilik” olarak
addederlerdi.
Kısaca 1+14 yıl boyunca Türkçe’nin anayasal olarak resmi dil şeklinde kayıtlarda kalmasına, İttihatçıların kamusal
alanda farklı diller kullanılmasının devletin bütünlüğünü tehlikeye düşürdüğünü söyleyerek ve anayasanın 18.
maddesini katı biçimde yorumlayarak diğer dillerin kamusal alandaki kullanımlarına yasak koymaya çalışmalarına
rağmen uygulamada Türkçe’nin resmi ve tek dil olma meselesi tutmamıştır. Osmanlı Devleti’nin ömrü yetse idi
tutar mıydı veya devlet tutması için sonraki dönemlerde de siyasalar üretir miydi? Bu sorular, tarih uğraşısı
açısından cevaplanamazdır.

Herkesin tarihçisi başka

Kâğıt üzerinde yazılanın uygulamaya ne kadar geçirilebildiği Osmanlı ulusu yaratma projesi söz konusu
olduğunda da dikkat edilmesi gereken bir sorundur. Anayasal olarak bir Osmanlı ulusu yaratılmak istenmesine
rağmen Osmanlı ulusu da hiçbir zaman varol(a)mamıştır (Bkz. Teyfur Erdoğdu “Osmanlılığın evrimi hakkında bir
deneme: Bir grup (üst düzey yönetici) kimliğinden millet yaratma projesine”, Doğu Batı, 45, 2008: 19-46). Ayrıca
TC’nin bugün anayasal olarak laik olması ile uygulamada ne kadar laik olduğunu kıyaslarken de bu husus
rahatlıkla görülebilir.

Sonuç olarak Osmanlı’da Türkçe’nin devletin diğer dillerine nazaran her zaman öncelikli, hâkim hatta devlet
kademelerinde yükselmek için zımnen de olsa çoğu zaman şart olduğunu ama resmi dil olarak hiçbir zaman tam
anlamıyla istendiği şekilde uygulanamadığını söylemek hatalı değildir. Ayrıca anayasada resmi dil tek olsun, çoklu
olsun veya hiç olmasın bir ülkede yaşayan insanların bir arada bulunmaya devam etme isteklerinin bu etkene de
bağlı olmadığı ortadadır. Türkiye’deki resmiyet hastalığının bu alana da sertlikle taşınması bana biraz da “benim
dilim seninkini döver” diyebilmek içinmiş gibi geliyor.

Son söz: Bana tarihçini ve köşe yazarını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

teyfur@gmail.com

You might also like