You are on page 1of 38

Tanju Kaya

31 Mayıs 2011 Salı

Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası


Sistem NATO'nun Konumu ve Türkiye
GİRİŞ
Ülkelerin; coğrafyası, sınır sayısı, komşularının gücü, dış politika
oluşturmalarında büyük bir öneme sahiptir. İkinci dünya savaşı sonrası Avrupa
devletleri hırpalanmış ve uluslararası sistemdeki etkinliklerini kaybetmişlerdi.
Dünya iki kutuplu bir hale gelmişti. Bu dönemde doğu bloğu temsilcisi Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’nin sınır komşusu olması Sovyetlerin Türkiye toprakları
üzerindeki tarihi emelleri, sıcak denizlere inme politikası, enerji bölgelerine
yakın olmak istemesi, kendi güvenliği açısından İstanbul ve Çanakkale
boğazlarını kontrol etmek istemesi, doğu sınırı tekrar düzenleyip Kars ve
Ardahan’ı kendisine verilmesi talepleri olmuştu. Doğusunda bu kadar güçlü bir
devletin olması hem yayılmacı hem de ideolojik politikalarla Türkiye’yi etkisi
altına çalışması Davutoğlu’nun deyimiyle Türkiye’nin Kırım Savaşı sonrası
parametrelerine dönüşünü sağlamış ve tekrardan denge politikası izlemeye
itmişti. Bu dönemde Avrupa devletlerinin savaştan güçlerini kaybederek
çıkmaları ve Türkiye’yi ABD ile yakınlaşmaya itmişti.
Türkiye Soğuk Savaş döneminde Osmanlı’nın son yüzyılından beri
izlediği batılı politikalara da uygun olarak ve sınırlarını koruma dürtüsüyle batı
bloğu içerisinde yer almak istemişti. Bu nedenle Sovyetler Birliği’ne karşı
kurulan NATO’ya dâhil olmaya çabalamış ve bu nedenle Kore’ye asker dahi
göndermişti. ABD’nin Sovyetleri sınırlandırmaya çalışması ve çevreleme
politikalarında Türkiye önemli bir stratejik konuma sahip olması Türkiye ABD
arasında yakınlaşmayı ve işbirliğini arttırmıştı.
Soğuk Savaş’ın en çetin yaşandığı 1945- 1960 arası dönemde Türkiye
adeta ABD’nin bir uydusu olarak görülmeye başlamıştı. 1964’deki Johnson
mektubu, 1975’deki ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı askeri ambargo ve 1975
Helsinki bloklar arası yumuşama süreci ile artık Türkiye biraz daha kendi-özerkli
dış politika izleme fırsatı bulmuştu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile iki kutuplu yapının sona ermesi artık
Türkiye’nin doğusunda güçlü bir devletin kalmayışı ortaya çıkan yeni bağımsız
Türk devletleri ile Türkiye etkinlik alanını arttırarak bölgesel bir güç olma
imkânı elde etmiştir. Ancak Soğuk Savaş döneminde ideolojik bölünme ve blok
liderlerinin etkisiyle ortaya çakamayan milliyetçi hareketler sonucu özellikle
Balkanlar bölgesinde trajik olayların yaşamasına neden olmuştu. Oluşan kaos
alanları NATO’ya ihtiyacın kalmadığı düşüncelerini çürütmüş ve bu dönemde
NATO kabuk değiştirerek varlığını devam ettirmiştir. Türkiye de olayların kendi
coğrafyası etrafında şekillenmesiyle NATO ile ilişkilerini devam ettirmiş hatta
Kosova Krizi sırasında ABD ile Türkiye arasında stratejik ortaklık
oluşturulmuştu.
Bu çerçevede çalışmamızın; ilk bölümünde Soğuk Savaşı ortaya çıkaran
nedenlere bakılacaktır. NATO’nun kuruluşu Türkiye’nin NATO’ya dahil olma
süreci ve 1945-1990 arası dönemde Türkiye ABD ilişkileri anlatılacaktır.
İkinci bölümünde iki kutuplu sistemin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan
jeopolitik boşluk alanlarına bakılacak bu kapsamda NATO’nun yeni stratejileri
ve Türkiye’nin karşısına çıkan imkânlar ve dezavantajlara bakılacaktır.
Üçüncü bölümünde ise NATO’nun kriz bölgelerine karşı tutumu ve
Türkiye’nin yaklaşımlarına değinilecektir.
Sonuç olarak da genel bir değerlendirme yapılacaktır.

BİRİNCİ BÖLÜM

1. SOĞUK SAVAŞ’IN BAŞLAMASI

Soğuk Savaş’ın ne zaman başladığına ilişkin bir tarihten


söz etmek gerekirse, Churchill’in Amerika’nın Missouri
Eyaleti’nde 5 Mart 1946’da “Iron Curtain” konuşmasında
yaptığı “Baltık’taki Stetin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar
Avrupa kıtası üzerine boydan boya demir bir perde
inmektedir.” Sözü Soğuk Savaş’ın başlangıç tarihi olarak
belirtilebilir. Stalin’in bu konuşmaya Pravda’da verdiği cevap,
batı dünyasında Soğuk Savaş’ı resmen başlatan olaylar olarak
kabul edilir.[1]

Ağustos 1941’de, Roosevelt ile Churchill arasında savaş sonrası dünya ile
ilgili ortak amaçlarını ortaya koyan Atlantik Beratı imzalanmıştır. Savaşı
kazanacak devletlerin daha sonra bölgesel hâkimiyet kurma çabalarına karşı
çıkılmasının taahhüt edildiği bu beratla, halkların serbest iradesiyle seçilmiş
bağımsız ülke hükümetlerinin, ülkelerinin geleceğini kendilerinin belirlemesi
hakkı teminat altına alınıyor bunlara ek olarak da milli askeri güçlerde
indirimler yaparak kolektif bir güvenlik sisteminin oluşturulması
öngörülüyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin çok çabuk ve trajik bir
biçimde yıkılması ve yeniden bir dünya savaşına yol açan koşulların tekrar
yaşanmaması için yeni düzende kilit rol oynayacak büyük devletlerarasında,
henüz daha savaş bitmeden dikkatli planlamalar, müzakereler ve anlaşmalar
yapılması gerekiyordu.
Bu şuur çerçevesinde ortak bir mutabakat sağlamak üzere ABD Rusya ve
İngiltere tarafından Kasım 1943’te Tahran, Şubat 1945’te Yalta ve Ağustos
1945’te Potsdam’ da olmak üzere üç kez üçlü zirve toplantısı gerçekleştirilmiştir.
Yoğun arayış ve çabaların sonucunda, savaşı kazanan büyük devletlerin veto
yetkilerini barışçı amaçlarla kullanacağı ve illegal kuvvet kullanımından
kaçınacağı Birleşmiş Milletler otoritesi altında, yeni bir uluslararası sistem
üzerinde görüş birliğine varıldı.[2]
Churchill’in girişimleriyle üç büyükler, 1943 Kasım’ında tahran ile
başlayan, savaş sonrası düzenini şekillendirmeye yönelik bir zirveler maratonuna
başlamışlardı. Fakat Tahran Konferansı’nda asıl öncelikli konu, Almanya’nın
yenilmesi olduğu için, savaş sonrası planları yeterince tartışılamamıştır. Bir yıl
sonra Moskova’ya giden Churchill, Stalin’e Avrupa’da “nüfuz sahası” teklifinde
bulunmuştur. Churchill ile Stalin arasında yapılan anlaşmaya göre Romanya
%90’a %10 ve Bulgaristan %75’e %25 oranlarında Sovyetler Birliği lehine
bölünecek; Yunanistan %90’a %10 Batı lehine bölünecek; Yugoslavya ise %50–
%50 paylaşılacaktı.
Şubat 1945’te Churchill savaşın uzun bir süre daha süreceğini düşündüğü
için Polonya’da dâhil olmak üzere, yine Sovyetlerin lehine benzer bir paylaşma
önerisinde bulunmuş ve böylece büyük bir bölümü gizli tutulan Yalta
konferansında Stalin’e daha önce bırakmadığı yerleri de bırakmıştır.
Kasım 1945’te Yugoslavya, 1946’da Bulgaristan ve Romanya, 1947’de
Macaristan ve Polonya, nihayet 1948 yılında Çekoslovakya’nın da Sovyet
tasarımlı bir darbeyle, Yalta Zirvesi’nde varılan antlaşmayı tamamen ihlal
ederek, Komünist hâkimiyetine alınması sonucunda Doğu Avrupa’ya Sovyet
boyunduruğu vurma operasyonu tamamlanacaktı.[3]
ABD 1945- 1947 yılları arasında ittifakı yaralayan ve ittifakı sona
erdirebilecek Sovyet baskı ve hareketlerini önlemeye çalışmıştır. Fakat 1947’de
Stalin, Yunan komünistlerine yönetimi ele geçirmeleri konusunda silahlı
mücadeleye başlayabilmeleri için gizli askeri yardımlarda bulunması, Türkiye
üzerindeki tarihsel isteklerini (Kars, Ardahan ve Boğazlar) yoğunlaştırması
üzerine ABD Başkanı Truman tehdit edilen Yunanistan ve Türkiye’ye savunma
yardımı yapacağını açıkladı.

A. TRUMAN DOKTRİNİ

İkinci Dünya Savaşı’nda çok güçlü çıkan ABD’nin hava ve atom silahı
üstünlüğü bu ülke için “büyük fırsatlar dönemi” oldu.[4] Truman Doktrini,
İkinci Dünya Savaş’ından sonra “Amerika’nın yarattığı söylenceler zincirinin ilk
halkasıdır”, aslında Amerikan yayılmasının yeni ve daha genel bir aracı
olmaktan öteye bir şey değildir.[5]Artık diğer devletlerin davranışlarını kendi
istediği biçimde yönlendirebilirdi. 1947 yılı Amerikan dış ve askeri siyasetinde
yeni bir dönemin açıldığı yıldır. ABD siyasi, ekonomik, ideolojik ve askeri
alanlarda geniş bir yayılmaya geçmiştir.[6]
Bunun ilk işareti, ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de kongrede
yaptığı konuşmadır. Truman kongreye sunduğu raporda, Amerikan dış
politikasının esasının dünya çapında komünizmi durdurmak ve çembere almak
(çevrelemek) olduğunu ilan etti.[7]Bu amaçla ABD, savaşın yıkıntılarını taşıyan
Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlamak ve başka bölgelerde de söz sahibi olmak
istiyordu.
Şubat 1947’de İngiliz hükümetinin içinde bulunduğu ekonomik
güçlüklerden dolayı Türkiye ve Yunanistan’a karşı geleneksel taahhütlerini
yerine getiremeyeceğini belirtiyordu. Yani İngiltere kendi nüfuz bölgesi olan
Türkiye ve Yunanistan’a yardım edemeyeceğini söylüyor ve Amerika lehine
bölgeden elini ayağını çekiyordu. İngilizler ekonomik yönden güçsüz olabilirdi,
ancak bunun yanında İngiliz emperyalistlerinin yüzlerce yıllık deneyimleriyle
edinmiş oldukları gerçekçi yanları vardı. Bu gerçekçilik İngiliz hükümetine şunu
dikte ettirmekteydi: “Asya, Afrika ve Pasifik’teki kolonileri ve dominyonları
kurtarmak için, çaresiz nüfuz bölgelerinden birinden çekilmek gerek.” Zaten
ABD, İngiltere’yi Güneydoğu Avrupa’ya ve Yakın Doğu’ya sokularak bu
bölgelerden çıkarmayı daha önce tasarlamıştı.[8]
Diğer yandan, yüksek seviyedeki Amerikan yetkililerine yakın bir
gazeteye göre; Truman daha Eylül 1945’teki Londra Dışişleri Bakanları
toplantısında Sovyetlerle barış ve güvenliği sağlama umudunu yitirmişti. Uygun
bir fırsatın çıkması ve Kongre ile halkında bunu kabul etmesi durumunda yeni
bir doktrin ilan etmeye karar vermiş ve bu uygun fırsat, İngiltere’nin
Yunanistan’dan çekileceğini belirten Şubat’ta verilen notalarla ortaya çıkmıştı.[9]
Truman, Kongre’de yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan’a toplam
400 milyon dolarlık bir yardım ve bu iki ülkenin askeri ve sivil personelinin
eğitimi için yetki istemiş ve bunun 22 Mayıs’taki kabulüyle “Yardım Tasarısı”
yürürlüğe girmiştir[10] Ancak bu parasal yardımın dörtte biri Türkiye için
öngörülmüştü.
Truman doktrininde Yunanistan’ın Türkiye’ye göre daha önemli olduğu
yardımın paylaştırılmasıyla da anlaşılmaktadır. Yunanistan’ın öneminin daha
fazla olması doğaldır. Çünkü Türkiye ve İran üzerindeki Sovyet baskısı azalmıştı.
(Türkiye savaşa girmediği için ekonomisi Yunanistan’dan daha iyiydi.1946
yılında Sovyetler İran’dan çekilmişti.) Yunanistan’da komünist bir yönetimin
başa geçmesinden korkuluyordu. Böyle bir durum yalnız doğu komşularını
etkilemekte kalmaz, İtalya üzerindeki Komünist baskısının da artmasına neden
olabilirdi. Böylece, İtalya doğusunda Yugoslavya ve Yunanistan, yani iki
komünist devlet tarafından sarılıyordu. Bu, Batı Avrupa’nın güçlü İtalyan
Komünist Partisi’nin etkisini daha da arttırabilirdi. İtalya’nın Kuzeybatısı’ndaki
Fransa’da da Batı’nın ikinci büyük Komünist partisi vardı. Dolayısıyla tüm
Avrupa’nın güvenliği tehdit altına girmiş oluyordu.[11] Özellikle Batı Avrupa’nın
güvenliğini tehdit edecek bir durumun oluşması hem Orta Doğu hem de
Avrupa’daki güç dengelerinin Sovyetler lehine gelişmesini sağlayacaktı.
ABD bu doktrini İngilizler ile birlikte Orta Doğu’da da genişletmek
istemiş, ancak kendilerini doğrudan bir Sovyet tehdidi altında görmeyen Arap
devletlerinin çoğu bunu kabul etmemiştir. ABD “Kuzey Kuşak” ülkelerine
Truman Doktrini kapsamında yapılan yardımların dışında, “1947’de Suudi
Arabistan ile üs ve 1949’da Bahreyn ile liman kolaylığı öngören birer anlaşma”
yapmıştır. Orta Doğu’da ki ABD taahhütleri artmış ve artık bu bölgedeki İngiliz-
Sovyet rekabetinin yerini ABD-Sovyet rekabeti almıştır.[12]

B. MARSHALL PLANI

İkinci Dünya Savaş’ından sonra Avrupa’nın ekonomik durumunun son


derece kötü olması nedeniyle Batı Avrupalıların komünist partilere doğru
kayması ABD’yi tedirgin etmiş ve onlara göre Sovyetlerin ilerlemesini
durdurmak için Avrupa’nın maddi manevi her açıdan kalkındırılması
gerekiyordu. Bunun yanı sıra, Avrupa’nın içinde bulunduğu bu kaostan ABD
ekonomisi de olumsuz etkilenmekteydi, çünkü alım gücü olmayan Avrupa
Amerikan mallarını alamamakla bu ülkenin üretimine zarar veriyordu.[13]
5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Harvard
Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, Avrupa’nın savaştan sonraki kalkınmasının
ABD’nin dış siyasetinin temel kurallarından biri olduğundan söz etmiş, Avrupa
ekonomisini bir bütün olarak değerlendirerek, Avrupa’daki ülkelerin Amerikan
yardımına gereksinimlerinin olduğunu belirtmiştir.[14]
Marshall’a göre ABD, dünyanın iktisadi sağlığına kavuşması için elinden
gelen tüm yardımı yapmalıydı. Aksi takdirde siyasal istikrar ve devamlı bir
barıştan söz etmek mümkün değildi. ABD, herhangi bir ülkeye ya da doktrine
karşı değil, açlığa, yoksulluğa ve kaosa karşı yönelmiş politikalar yürütmekteydi.
[15]
Marshall önerisinde üç nokta göze çarpmaktaydı. Birincisi, Truman
Doktrininden farklı olarak, ekonomik tamir üzerine vurgu yapmaktaydı. Yeni
politika, açlık, yoksulluk ve kaosla mücadeleye yönelmişti. Herhangi bir askeri
yardım söz konusu edilmemekteydi. İkincisi, ulusal düzeyden, bölgesel düzeye
(tüm Avrupa kıtası) çıkılmıştır. Daha önce Türkiye ve Yunanistan örneğinde
görüldüğü gibi tek tek ülkelerle yardım ilişkisine giren ABD, bu politikasını
değiştiriyordu. Üçüncüsü, bu girişimi engellemeye kalkışacak olan hükümetler,
siyasal partiler ya da grupların Amerika’nın direnişiyle karşılaşacağının ifade
edilmesiydi. Bu sözler SSCB’ye ve batı Avrupa’daki komünist partilere yönelik
açık bir ihtar taşımaktaydı.[16]
Marshall planı Amerikan otoritelerinin, diğer ülkelerin plan ve
uygulamalarına denetim kolaylığı getirmiştir. Beğenmedikleri her noktaya
müdahale edip kendi görüşlerini empoze etmişlerdir. Sadece ekonomiyle sınırlı
kalmayan müdahale, yardım alan ülkelerin tüm siyasetlerine de yayılmıştı.
Çünkü konulan şartlar buna olanak veriyordu. “Birleşik Devletlerin ulusal
çıkarıyla uzlaşmaz olduğunda yardımdan vazgeçecekti; bu ise yardım alan
hükümetleri uysallığa çağırıyordu.” Stratejik maddelerin doğu ülkelerine
yollanmasının yasaklanması Doğu ile Batı arasındaki ticaret ilişkilerini en aza
indirmiş ve Batı büyük oranda ABD’ye borçlanarak ekonomik olarak bu ülkeye
bağlanmıştır.[17]

2. SSCB’YE KARŞI NATO’NUN KURULMASI

İkinci Dünya Savaşı sonrası gücü zayıflamış olan Avrupa ülkeleri, Sovyet
tehdidinin arttığı bir ortamda ABD’nin savaş sonrası dönemde yeniden
geleneksel izolasyonist politikasına geri dönmesinden endişe duyuyorlardı. Fakat
bu savaş dünyada çok şeyi değiştirmiş; Amerika’da da, bu ülkenin dış dünyada
liderliğe soyunmasını savunan yeni bir dış politika elit kadrosu yetişmişti. İşte
bunlardan biri olan Sovyet ilişkileri uzmanı George F. Kennan’ın 1946 yılında
Moskova’dan gönderdiği telgraf Washington’da ki karar odaklarının dış
politikada yeni bir çizgiye yönelmelerinde başlangıç hamlesini oluşturacaktı.
Kennan’a göre “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya çok küçülmüş; başta
Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok köşesinde otorite boşluğu doğmuştu. Bu
boşluğu ABD doldurmalıydı; aksi takdirde dünya çapında yükselen komünist
hareket dolduracak ve böylece Sovyetler Birliği ‘nin nispi etkinliği daha da
artacaktır.[18]
İkinci Dünya Savaşı’nda işbirliği yapan ABD ve SSCB’nin savaştan sonra
yolları ayrılmış, çıkar çatışmaları başlamıştı. Gerginliğin çoğaldığı bir zamanda
oluşan 1948 Şubat’ındaki “Prag Darbesi” NATO’nun kilometre taşlarından
biriydi.[19] Daha sonra gözler ikinci potansiyel kurban olan İtalya’ya çevrildi.
İtalya’da 1948 yılının Nisan ayında yapılması planlanmış olan seçimler,
İtalya’daki en büyük ve en iyi organize edilmiş parti olan güçlü komünist bloğuna
Çekoslovakya örneğini tekrarlama fırsatı doğurabilirdi.[20]Sovyet
genişlemesinden zaten tedirgin olan Batı Avrupa ülkeleri 17 Mart’ta Brüksel
Antlaşması’nı imzalamışlardır(İngiltere, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve
Belçika). Bu antlaşma ile imzacı ülkeler, ortak bir savunma sistemi kurmayı
ekonomik ve kültürel ilişkilerini güçlendirmeye karar vermişlerdir.[21] Brüksel
Antlaşmasına taraf olan devletler, Eylül 1948’de de askeri amaçlı Batı Birliği
Savunma Örgütünü (Western Union Defence Organization) kurmuşlardır.
Buradaki amaç yeni bir savunma gücü oluşturmaktan çok ABD’yi bu hareketin
içine çekmekti.[22] Çünkü bu beş devlet biliyorlardı ki, bir Sovyet saldırısı
karşısında ABD olmadan güç dengesini kendi lehlerine çevirmeleri olanaksızdı.
Norveç, Sovyetler Birliği’nin kendisinden bir pakt talebinde bulunmaya
hazırlandığı ve ülkenin Çekoslovakya durumuna düşürüldüğünden endişe
duyduğunu açıklamaktaydı. Bu olay batıda ister istemez, Hitler’i ve onun
sardırmazlık paktlarını çağrıştırmıştı.[23]
Bu gelişmelerin hemen sonrasında Sovyetlerin yeni bir adım daha atarak
Berlin’i blokaj altına alacaklar ve böylece ABD’nin geleneksel izolasyonist
politikasını terk etmesine sebep olacaklardır.
22 Mart - 1 Nisan 1948 tarihleri arasında Pentagon’da İngiltere ve
Kanada temsilcilerinin de katıldığı gizli toplantılar yapıldı. Fransa’daki etkili
komünist kamuoyundan sakınıldığı için Fransız delegasyonu çağrılmamıştır.
[24]Bu gizli toplantılarda, Kuzey Atlantik bölgesinde kolektif bir savunma
anlaşması oluşturmak üzere Kanada, ABD, Avrupa ülkelerinin katılacakları bir
konferans toplanması görüşü benimsendi.
1948 yılı yazında hem Washington’da, hem de Londra’da ön çalışmalar
başladı. ABD’li uzmanlar Avrupa yerine ısrarla “Atlantik” terminolojisini
kullanarak maksatlarını açıkça ortaya koyuyorlardı: Atlantik topluluğu demek
Avrupa içinde Amerika’nın varlığı demekti. Buna karşılık İngiltere ve Fransa
çekirdek olarak Brüksel Paktı’nın alınmasını ve Kuzey Atlantik Paktı’yla bunun
etrafının kuşatılmasını arzu ediyorlardı. Açıkçası ABD’nin Avrupa’ya sokulması
değil; gücünün ödünç verilmesini istiyorlardı.[25]
Senatör Vanderberg’in, Dışişleri Bakanlığına danışarak hazırladığı bir
yasa tasarısında ABD’nin ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bir silahlı saldırı
durumunda, BM antlaşmasının 51. maddesinde ifadesiyle bulan bireysel veya
toplu meşru savunma hakkını kullanması ve barışa katkıda bulunması
öneriliyordu. 11 Haziran 1948’de Amerikan Senatosu’nda onaylanan bu tasarıyla
birlikte ABD’nin Avrupa’yı da kapsayan bir savunma örgütüne katılmasının
önündeki engel kalkmış oluyordu. Bunun üzerine Brüksel Antlaşması’nı
imzalayan (İngiltere, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika) devletlerle ABD,
Kanada, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda 4 Nisan 1949’da
Washington’da NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Antlaşmasını (North Atlantic
Treaty) imzaladılar. Dünyanın en büyük askeri ve siyasi amaçlı olan bu örgütü
kuran antlaşma 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girdi. [26]
Sovyetler Birliği, ordusunu NATO kurulduktan sonra genişletmiştir.
Savaşın yıkımlarını onarmak için insan gücüne gereksinim olduğundan Sovyetler
3-4 yıl içinde iki milyon kişiyi silah altına almıştır. Dolayısıyla bu durumda
Sovyetlerin Batı’yı tehdit etmesi tartışmalı bir konudur. George Kennan 1956’da
BBC radyosunda “Sovyetlerin Batı Avrupa’yı işgal etme olasılığının çok fazla
abartıldığını” açıklamış, Cenevre Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada da
şunları dile getirmiştir:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan siyasetini
düzenleyenler, komünizmi sadece askeri bir tehlike olarak
görüyorlardı. NATO’yu kurmakla kimsenin tasarlamadığı bir
saldırıya karşı Avrupa’nın ortasında zorlama bir çizgi çektiler…
Savaştan sonra Sovyetler Birliği ne başka ülkeleri işgal etmek
istedi, ne de işgal etmeye ihtiyacı vardı… Atlantik Paktı talihsiz
bir girişimdi, çünkü gereksizdi.”[27]

NATO, Marshall Planı’nın ekonomik açıdan yaptığını askeri açıdan


yapmış. Avrupa’nın 1945’te iki kampa bölünmesini derinleştirmiştir. İsviçre,
İsveç gibi tarafsız ülkelerle, Franco İspanyası, Avusturya, Finlandiya ve
Yugoslavya iki kampa da katılmamışlardır. Zamanı geldiğinde, NATO’ya karşı
Varşova Paktı kurularak, Batı’nın bu ittifakına bir karşılık verilecekti.[28]

3. TÜRKİYE’NİN NATO’YA KATILMASI

Truman Doktrini ile başlayan işbirliğinin bir ittifaka dönüştürülmesi için


Türk yöneticilerinin hedefi 1949’da kurulan NATO’ya katılmaktı. Türkiye’nin bu
isteğinin altında yatan nedenleri Çağrı Erhan dörde ayırıyor:
Birincisi, Türkiye 1945’deki Sovyet isteklerinin yarattığı şoku hala
hissediyordu. ABD ile kurulan yakın ilişkiler Sovyet isteklerinden doğan endişeyi
azaltmamıştı. Savaş süresince izlenen realist politika sonucu Türkiye’yi dünyada
yalnız kalma korkusu içine itmişti. Dolayısıyla Türkiye Batı Bloğu’nun
sağlayacağı güvenliğin içinde yer alarak bu korkuyu üzerinden atmak istiyordu.
Böylece ülke topraklarının savunulması kolaylaşacak ve ordu da daha çağdaş
hale getirilecekti.[29]
İkincisi, Türk devlet adamları NATO üyeliğine batı yanlısı dış politikanın
bir gereği olarak görüyorlar ve bu üyeliği verilmesi gereken bir hak olarak
değerlendiriyorlardı.[30]
Üçüncüsü, NATO’nun dışında kalınması durumunda ABD’den alınan
yardımların azalacağı endişesi vardı. Türkiye bu örgüte üye olarak var olan
yardımları korumak ve yeni yardım programlarından yararlanmak istiyordu.[31]
Dördüncüsü, kamuoyu NATO’ya katılmanın gerekliliğine inanmaya
başlamıştı. Bazı Türk aydınları çok partili döneme geçiş sürecinin devam
edebilmesi için, Türkiye’nin demokratik Avrupa ülkeleriyle birlikte NATO içinde
yer alması gerektiğini savunuyorlardı. Aksi takdirde, Türkiye’nin demokrasiyi
denemekten vazgeçmesinden korkuluyordu. “Yalnız milliyetçilikle tatmin
olmayan genç kuşak için liberal Batı geleneği ve zenginliği cazip hale gelmiştir.
Siyasal ve ekonomik liberalizmler Türkiye’de benimsenebilmesi için, ülkenin
Batı’nın tüm kurumlarında yer alması gerekliydi.”[32]
1945– 1946 yıllarında Sovyetlerin bir yandan Türkiye'nin Doğu Anadolu
topraklarını resmen istemesi ve öte yandan da Boğazlara yerleşmek hususundaki
isteklerini resmen açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Milli Mücadeleden beri
en kritik safhaya sokmakta idi. Egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşı yönelen
bu tehlike karşısında Türkiye; Sovyet Rusya karşısında gerçekten bir denge
unsuru olabilecek bir kuvvete dayanmak ve böyle bir kuvvetin ittifakını elde
etmek zorunda bulunuyordu.[33]
1947 Truman Doktrini Sovyet tehlikesi karşısında ABD’nin Türkiye’yi
kendi haline bırakmayacağını göstermiştir. Fakat bu fiili bir garanti değildi. 4
Nisan 1949 yılında NATO’nun kurulması ve bu ittifak sistemi ile birleşik
Amerika’nın kolektif ittifak sistemini benimsemesi, şüphe yok ki Türkiye için
ferahlatıcı olmuştur.[34] Türkiye NATO’nun kurulduğu günden itibaren bu
ittifak içerisinde yer almak istemiştir. Türkiye'nin NATO üyeliğine kabulü hiç de
kolay olmamıştır.
İngiltere ve diğer NATO devletleri de Türkiye'yi NATO da
istememişlerdir. Bu üyeler NATO'ya, Kuzey Atlantik Bölgesinin korunmasını
garanti altına almak için girmiş olduklarından, tehlikeli olan Ortadoğu'da
çıkabilecek bir savaşa bulaşmak istememişlerdir. Türkiye'nin NATO' ya katılması
halinde Sovyetlerin buna sert bir tepki göstererek hemen bir savaş yoluna
gitmesinden korkmuşlardır. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldiğinde
CHP'nin politikalarını büyük ölçüde sürdürdü ve ABD ile yakın ilişkilerini devam
ettirerek, NATO' ya katılma isteğini sürdürdü. İngiltere, halen Orta Doğu’daki
çıkarlarını Türkiye aracılığıyla korumak peşindeydi, dolayısıyla Türk güçleri Orta
Doğu’nun savunması için görevlendirilmeliydi. Bu amaçla İngiltere’nin Orta
Doğu Başkomutanı 22–24 Şubat 1951’de Türkiye’ye gelmiş ve “Türk ordusunun
NATO kapsamında bir Akdeniz Komutanlığı’nın emrine verilmesi yerine,
İngiltere ve Türkiye arasında Orta Doğu’da bir ittifak kurulmasını önermişti.”
Ancak Türkiye bunun yerine doğrudan NATO içinde yer almaya çoktan karar
vermişti. İngiltere’nin tutumunda bir yumuşama oluşmaya başladı. Bunun
nedeni, Türkiye’nin NATO’ya girdikten sonra “İngiltere’nin Orta Doğu’daki
çıkarlarını koruyacak artı bir Orta Doğu Komutanlığı için çalışacağı sözü ve
İngiltere’nin uzlaşma formülünün ABD tarafından benimsenmesidir”.[35]
Öte yandan 25 Haziran 1950 de patlak veren Kore savaşına Türkiye,
Birleşmiş Milletler emrine kuvvet vermek sureti ile en geniş, en aktif bir şekilde
katılan birkaç devletten biri oldu.. Kore’de Türk askeri Türk milletinin savaş
değerini belirgin bir şekilde ispat ettiği için, Türkiye’nin NATO üyeliğine yapılan
itirazlarda bertaraf edilmiş oldu.[36]
ABD, Kore Savaşı’nın ardından Kominform’dan çıkarılan Yugoslavya’nın
Sovyet saldırısına uğramasından korkuyordu. Bu bağlamda NATO Başkomutanı
General Eisenhower, olası bir Sovyet saldırısını durdurabilmek için örgütün
Güneydoğu kanadının güçlendirilmesini istemiştir.[37] Bu da Türkiye ve
Yunanistan’ın üye olması ile mümkün olabilirdi. Diğer yandan Türkiye’nin Orta
Doğu petrollerine yakın oluşu NATO için gerekli bir aktör olarak algılanmasını
sağlıyordu.
Kore Savaşı'nın kazanılması yolunda Türkiye'nin hemen katkıda
bulunması, Menderes hükümetine NATO'ya girme mücadelesinde yeni ve daha
güçlü bir temel kazandırmıştır. 1951 Eylül’ünde Ottowa’da toplanan NATO
Başkanlar konseyi 21 Eylül 1951’de yayınladığı bildiride Türkiye ile Yunanistan’ı
da NATO’ya katılmaya davet etmeye karar verdiğini açıkladı. Fakat burada iki
ülke güçlerinin hangi komutanlığa bağlanacağı sorunu ortaya çıktı. İngiltere,
Orta Doğu’daki çıkarları açışından Türk ve Yunan ordularının İngiliz
komutanına bağlı yeni kurulacak bir komutanlıkta yer almasını istiyordu.
Türkiye ise ordusunu NATO’nun bir parçası olarak Amerikalı bir komutana
bağlamak istiyordu. En sonunda Fransa’nın ortaya attığı öneri kabul edildi.
“Buna göre Türk ve Yunan kara kuvvetleri Güney Avrupa Kuvvetleri
Komutanlığının emri altına konmuş, deniz kuvvetlerinin ise kurulması
düşünülen Orta Doğu Komutanlığına bağlanması kararlaştırılmıştır.”[38]
Başlangıçta 12 devletin iştirakiyle akdedilmiş olan Kuzey Atlantik
Antlaşmasına Londra'da 17 Ekim 1951 tarihinde düzenlenen bir Protokol ile
Türkiye ve Yunanistan'ın da katılımları onaylanmış, Türkiye 18 Şubat 1952'de
yine Fuat Köprülü' nün Dış İşleri Bakanlığı’nı yaptığı Adnan Menderes hükümeti
döneminde NATO'ya resmen üye olmuştur. Türkiye ve Yunanistan'ın üyeliği
sonucunda NATO, Sovyetler Birliğini ve onun denetimindeki sosyalist Doğu
Avrupa'yı, kuzeyde Norveç'ten, güneyde Girit'e ve güneydoğuda Türkiye
sınırındaki Kars'a kadar çevrelenmiş oluyordu.[39]
Türkiye, NATO’ya girerek güvenliğini sağlamıştır, ama sonradan ödediği
bedel ağır olmuştur. Demokrat Parti iktidarı İngiltere’ye Orta Doğu’daki çıkarları
konusunda ilgilenme sözü vermiştir. Türkiye’nin Arap devletleriyle arasının
bozulmasına neden olan Bağdat Paktı’nın altında verilen bu söz vardır.
Demokrat Parti, NATO’ya girebilmek için ABD’nin, topraklarında hava üsleri
kurmasına razı olmuş; Örgüte katıldıktan sonra da “bu üsleri kuruluş ve
kullanışı, üslerde görevli Amerikan askerlerinin ve sivillerin statüleri ile ilgili
gizli, ya da açık” birçok ikili anlaşmalar yapmıştır. Yine bu çerçevede ABD’ye
“adli kapitülasyonlar” tanınmıştır. Türk dış politikası Amerikan ipoteği altına
girmiş ve bağımsızlığını kaybetmiştir.[40]

4. SOĞUK SAVAŞ BOYUNCA TÜRK - AMERİKAN


İLİŞKİLERİ

Türkler ve Amerikalılar arasındaki ilk temaslar 18. yüzyılın sonlarına


doğru ticari ilişkilerle başlamıştır. Ticari ilişkilerin gelişmesine paralel olarak 19.
yüzyılda Osmanlı Devleti ile ABD arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasına
ilişkin girişimler yoğunlaştırılmış ve 1830’da imzalanan Ticaret ve Seyfüsefain
Antlaşması’yla ticari ve siyasal ilişkilerin hukuksal çerçevesi çizilmişti. Bu
antlaşma ile Osmanlı Devleti, ABD’ye “en çok gözetilen ulus statüsü” vermiş,
Amerikan tacirlerinin Avrupalı tacirlere tanınan gümrük ayrıcalıklarından
yararlanmaları sağlanmış, Amerikan ticaret gemilerinin Karadeniz’e
açılabilmelerine imkân verilmiş ve iki ülkenin karşılıklı olarak elçilik ve
konsolosluklar açmaları kabul edilmişti.[41] 1862’de imzalanan bir başka ticaret
antlaşması ile de ABD’ye tanınan ayrıcalıkların kapsamı genişletilmişti. Bu
çerçevede İstanbul’daki ilk ABD diplomatik temsilciliği maslahatgüzar düzeyinde
1831’de açılırken, Washington’daki Osmanlı elçiliği ise 1867’de açılmıştı.
Osmanlı- ABD ilişkileri asıl olarak ticaret etrafında yoğunlaştı. Fakat, özellikle
Amerikan iç savaşını takiben Monroe Doktrini’nin den sapma süreci içine
girmesi ve kendi “yarıküresi” nin çok uzağındaki “Doğu Sorunu”nun bazı
boyutlarıyla ilgilenmeye başlaması ticari alandaki bu yoğunluğun 19. yüzyılın
sonuna doğru siyasal ilişkiler alanında da hissedilmesi sonucunu verdi.
Amerikan misyonerlerinin Osmanlı topraklarında meydana gelen milliyetçi ve
ayrılıkçı kıpırdanmalara destek vermesi ve Girit, Bulgaristan ve Ermeni
bunalımları sırasında ABD kamuoyunda yaratılan “Korkunç Türk” imajının da
etkisiyle ABD yönetiminin Osmanlı Devleti’ne yaklaşımına evvelce gündemde
olmayan konuları ön plana çıkarması olmayan konuları ön plana çıkarması
Osmanlı- Amerikan ilişkilerinin düzeyinde hızlı bir düşüşü de beraberinde
getirdi.[42]
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında oluşan bu soğuk ortam Cumhuriyet’in
ilk yıllarına da damgasını vurdu. 1927’ye kadar ki Türk-Amerikan ilişkileri
geçmiş yıllardan miras kalan sorunların gölgesinde ve diplomatik ilişkilerin
yokluğunda devam etti. 1927’de imzalanan bir anlaşmanın ardından diplomatik
ilişkilerde normalleşme sağlanarak karşılıklı olarak büyükelçilerin atanması
yapıldı.[43]
Türk-Amerikan ilişkilerinin asıl hareketlenmesi, İkinci Dünya Savaşı
sonrası oluşan Soğuk Savaş ortamına paralel olarak gelişmişti. Orta Doğu ve
Balkanlara komşu olan ve Boğazları elinde bulunduran Türkiye’nin SSCB’nin
denetimi altına girmesi ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarları açışından kabul
edilemezdi. Bu nedenle ABD 1946’dan başlayarak SSCB’ye karşı Türkiye’ye açık
destek vermiş ve ilişkileri siyasi, askeri ve ekonomik artırma yoluna gitmiştir.
Bu dönemden itibaren Türkiye ile ABD arasında birçok ikili antlaşma
imzalanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonlarından itibaren Türk Hükümetleri,
Atatürk’ün ve yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda ödünsüz uyguladığı ilkelerden
her imzalanan ikili anlaşmalarla biraz daha uzaklaşmıştır. Başlangıçta çok az
olan bu anlaşmalar, gittikçe çoğalmış, çoğaldıkça da Türkiye’nin bağımsızlığını
tehdit eder duruma gelmiştir.[44]
Bu anlaşmaların alanları ve sayıları konusunda kesin bir rakam yoktur.
Ancak 1966 Nisan’ında Başbakan Demirel’in açıklamasına göre, 1952-1960
dönemindeki anlaşmaların sayısı 54’tür. 1970 Şubat’ındaki açıklamalara göre
91’dir. Sayılarının birbirini tutmamasının nedeni, anlaşmaların birçoğunun
TBMM’ye getirilmemesi ve gizli tutulmasıdır.[45]
Türk dış politikası başlangıcından günümüze üç temel unsur göz önünde
bulundurularak oluşturuldu ve yürütüldü. Bunlar “toprak bütünlüğünü
korumaya yönelik güvenlik endişeleri”; “ülkenin refah düzeyinin yükselmesini
sağlayacak yeterli sermaye birikiminin sağlanması” ve “rejimin ya da
hükümetlerin devamlılığını mümkün kılacak içeriye dönük mesajlar” olarak
sıralanabilir.[46] İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türk-Amerikan ilişkileri bu üç
unsurun birlikte bulunduğu dönemlerde gelişme kaydetmiş, bu unsurlardan biri
ya da birkaçının yokluğunda ilişkilerde gerileme ve gerginlikler yaşanmıştı.
1954’ten sonra ilişkilerde sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Güvenlik
alanındaki iş birliği NATO içinde ve ikili boyutta zenginleşerek sürerken,
Menderes hükümetinin ABD’den daha fazla borç istemesi ABD’nin verdiği borcu
tarım ürünlerine uygulanan desteklemelerin kaldırılması, kredi sisteminin
düzene sokulması ve devalüasyon yapılması gibi bazı şartlara bağlanması
gerginliklere yol açtı. 1958 devalüasyonuyla ABD’nin yeni borçlar vermesine
rağmen ikili ilişkiler eski düzeyine ulaşmadı.[47]
27 Mayıs darbesiyle başlayan yıllarda ilişkilerde yaşanan sorunlarda artış
gözlendi. 1964’te ABD Başkanı Johnson’un Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri
müdahalede bulunmasını önlemek için Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği
mektup, Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüm noktalarından biri oldu. ABD
ekseninde dönen tek yönlü dış politikadan çok yönlülüğe geçişin de başlangıcını
simgeleyen Jhonson Mektubu’ndan sonra Ankara- Washington ilişkileri inişli-
çıkışlı bir seyir izlemeye başladı.[48]
1980’lerde Türk-Amerikan ilişkilerinde gerilemeye neden olan sebepleri
Oral Sander dört başlık altında incelemiştir:
Birincisi, Türkiye, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya ve
Doğu Avrupa’nın geleceği konusundaki görüşlerini tıpkısıyla benimsedi. ABD
için savaş sonrası Avrupa’sında geçerli olan statüko, Birinci Dünya Savaşı barış
antlaşmalarının düzeniydi ya da ona en yakın olanıydı. Bu da temelde Versailles
düzeniydi. Sovyetler ise Birinci Dünya Savaşı’nda Brest- Litovsk ve Riga
antlaşmaları ile Doğu Avrupa ülkelerine bıraktığı toprakları geri almak istiyordu.
Bu iki süper güç devletin zıt tutumları “sıcak savaşın”, “soğuk savaş” biçimine
dönüşmesinde en önemli etken olmuştur.[49]
1975 Helsinki Belgesi ile Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa düzeninde söz
sahibi olduğu üstü kapalı bir biçimde de olda kabul edildi. Dolayısıyla, Türk-
Amerikan ilişkilerinde sürekliliği sağlayan bir öğe ortadan kalkmış ya da en
azından değişikliğe uğramıştı.
İkincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin ikinci genel stratejisi
SSCB’yi çevrelemekti. Truman doktrini, NATO, CENTO ve SEATO bu mantığın
ürünleriydi. Türkiye’nin çevreleme politikasına katkısı, büyük ölçüde ABD’den
aldığı ekonomik ve askeri yardıma bağlı kalmıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinde
sürekliliği sağlayan en önemli öğe olan bu yardım, yeterli düzeyde verildiği
sürece, Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir sorun çıkmamıştır. Ama
Amerikan silah ambargosuyla bu yardım kesilince ve hatta daha önce, 1970’li
yıllarla birlikte Türkiye ABD’den aldığı her silah ve yedek parça için döviz
ödemeye başlayınca, Türkiye’nin ikinci genel stratejik amacı tümüyle
benimseyebilme durumu, öteki etmenleri de hesaba katarak ortadan kalkmıştır.
[50]
Üçüncüsü, Türkiye, ABD’nin bile uzun süre yürütemeyeceği ve
yürütemediği bir komünizme karşı cihat’ın halkası olmuştur. Kore’ye alelacek
asker gönderme, Asya-Afrika devletlerinin Bandung konferansındaki tutum,
Orta Doğu’da Arap ulusçuluğunu anlamayıp, bunu uluslar arası komünizmim bir
halkası olarak görme, 1956-1958 Orta Doğu bunalımlarını sürekli “Batı
penceresinden” bakıp değerlendirme, Arap ülkelerinin Batı üstünlüğüne karşı
yürüttükleri savaşıma karşı tutum takınma, hep Türkiye’nin kendisine böylesine
geniş bir misyon yakıştırmasının ürünleridir. Kore Savaşı’nın aksine, Türk dış
politikası yöneticileri bırakın asker göndermeyi, ABD’nin Vietnam politikasını
desteklemekten dahi kaçınmamışlardır.[51]
Gerek uluslararası komünizmde ortaya çıkan bölünmeler, gerek “yılgı
dengesi”nin yarattığı korkunun süper devletleri edilgenliğe sürüklemesi ve
gerekse şu ya da bu nedenle aralarında işbirliği olanaklarını araştırıp bulmaları,
üçüncü stratejik âmâcıda değişikliğe uğratmıştır.
Dördüncüsü, Yeryüzü ölçüsünde çıkarlar peşinde koşan ve yine yeryüzü
ölçüsünde dış politika izleyen bir büyük devletle, bölgesel çıkarları ağır basan bir
bölge devleti arasındaki ilişkiler, genel stratejik amaçların zayıflaması, bu
konudaki ortak görüşün ortadan kalkması ve ikinci grup devletin bölgesel
çıkarlarının ağır basmaya başlaması ile, eski sıklığını zorunlu olarak yitirir. [52]
1958-1959’da Ankara’yı ve Atina’yı Kıbrıs konusunda birbirlerine karşı
ödüncü davranmaya iten asıl neden, Doğu Akdeniz’de “soğuk savaş”
çatışmasının tehlikeli boyutlara ulaşmasıdır. Ancak yumuşama döneminde her
iki bölge devleti açışından da, bölgesel çıkarları genel olarak Batı bağlaşığının ve
özellikle ABD’nin global çıkarları içinde eritme zorunluluğu ortadan kalkmıştır.
Bölge devletlerinin bölgesel çıkarları daha ağır basmaya başlayınca, uluslar arası
ilişkilerin “kendi-özerkli” ve “bencil” niteliği, böylesine sıkı ilişkilere tam
anlamıyla ters düşmektedir.
1979’da SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile alevlenen Soğuk Savaş ortamı,
İslam Devrimi’nden sonra gerginleşen ABD-İran ilişkileri, ABD’nin “Yeşil
Kuşak” girişimi gibi nedenlerle Türkiye ABD için önemli bir müttefik olmaya
devam etti.[53]

İKİNCİ BÖLÜM

1. SOĞUK SAVAŞ SONRASI JEOPOLİTİK BOŞLUK


ALANLARI

18. ve 19. yüzyıl uluslararası sistemini, Avrupa merkezli klasik güç


dengesi oluşturmuştur. 20. yüzyılın ilk yarısında meydana gelen ve dünya
tarihinin en yıkıcı ve en ölümcül savaşları olan I. Dünya Savaşı (1914–1918) ve II.
Dünya Savaşı (1939–1945); bir yandan uluslararası sistemde bir “geçiş
dönemi”nin yaşanmasına yol açarken, diğer yandan da Avrupa dışı bir güç olan
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) uluslararası sistemde etken konuma
gelmesine neden olmuştur.[54]
1946-1991 arası dönem ise Soğuk Savaş dönemi olarak kabul
edilmektedir. Soğuk Savaş döneminde yeni bir sistem olarak iki kutuplu
uluslararası sistem ortaya çıkmıştır.[55] Osman Metin Öztürk söz konusu
sistemin ortaya çıkışını şöyle açıklamaktadır:
“İngiltere’nin ve ABD’nin yaklaşımı önce Sovyetleri bir kutup olarak
ortaya çıkarmış, Sovyetlerin bir güç ve çekim merkezi olması da arkasından
ABD’yi karşı kutbu oluşturup, kutbun merkezinde yer almaya itmiştir. [Yani]
önce biri “öteki”ni, sonra da bu öteki “diğeri” ni oluşturmuş oluyor... Ancak
dikkat edilmesi gereken nokta, her iki kutbun da, “diğeri” merkezli bir
politikanın ürünü olmalarıdır...”[56]
Bu anlamda birbirlerinin “oluşturucu öteki”leri olan[57] ve Doğu ve Batı
bloklarından oluşan bu iki kutuplu sistemde, ABD Batı kutbunun liderliğini
üstlenirken; SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ise Doğu kutbunun
önderliğini yapmıştır. Blok liderlerinin ve üye devletlerin birbirine göre
oluşturdukları siyasi, askeri, iktisadi, stratejik ve jeopolitik tavır ve uygulamaları,
iki kutuplu sistemin temel parametrelerini ortaya çıkarmıştır. Böylece, iki
kutuplu bu sistemde güç dengesi; iki bloğun -özellikle de blok liderlerinin- ulusal
etki, kapasite ve güçlerini arttırma yolu ile gerçekleşmiştir.[58] Bu amaçla, Doğu
ve Batı blokları birbirine karşı her alanda dengeleme ve çevreleme politikaları
uygulamışlardır.
Soğuk Savaş döneminin bu iki kutuplu yapısı, Morton Kaplan’ın
tipolojisindeki genel iki kutuplu sisteme karşılık gelmektedir. Zira bu sistemde,
bir yandan NATO (Batı bloğu) ve Varşova Paktı (Doğu bloğu) gibi blok örgütleri
yer alırken; diğer yandan da hemen hemen bütün devletlerin üye olabildikleri
Birleşmiş Milletler de evrensel bir aktör olarak sistemde faaliyetlerini
sürdürmektedir. Bunun yanı sıra, Soğuk Savaş döneminin bu iki kutuplu
yapısında Hindistan, Mısır, Endenozya ve Gana gibi iki bloğa da dahil olmayan
devletler de vardır.[59]
Yaklaşık 45 yıl süren Soğuk Savaş dönemi, cephesiz savaşın nasıl
yürütüldüğünü, komünizm ve kapitalizm çatışmasının sonuçlarını küresel
boyutta öğretmiştir. İki kutuplu sistemin sonuna doğru gelindikçe doğu bloğu
dağılırken, batı bloğu daha da güçlenerek yeni sistemin başat gücü olarak ortaya
çıkıyordu. Kimine göre, oluşan yeni sistemin, tek kutuplu bir olgu olacağı iken,
kimine göre de küreselleşmenin etkisiyle, birden çok aktörün yer aldığı çok
kutuplu bir sistemin oluşacağı düşüncesiydi. Bu tartışmalar süredursun, muğlâk
olmayan bir olgu var ki, o da Soğuk Savaş’ın batı bloğu temsilcisi, bu
kutuplaşmanın sona ermesiyle, gücüne güç katarak yeni sistemi etkileyecek güç
potansiyeline sahip bir aktör olarak yenidünya düzeninde ki yerini almasıdır.
Soğuk Savaş, cephe savaşlarından daha çok, sosyo-ekonomik sistemlerin
ve ideolojilerin mücadelesini ifade ediyordu. Bu doğrultuda bakacak olursak,
Soğuk Savaş’ın sona ermesi komünist dünyanın, kapitalist sistem karşısında
kaybettiğini göstermektedir.
Öte yandan, Almanya ve Japonya’nın Soğuk Savaş döneminin asıl
galipleri olduğu söylenebilir. Almanya bu dönemden sadece ekonomik bir güç
olarak değil, aynı zamanda siyasal birleşmesini de gerçekleştirerek çıktı. Alexei
Filitov’un deyimiyle “Almanya soğuk savaş dönemindeki süper güçler
cepheleşmesine rağmen, Alman ruhu sayesinde zaferle ayrıldı.” Şunu da
unutmamak gerekir ki, Soğuk Savaş’ın başlaması birazda Almanya sorunundan
zuhur etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Almanya sorunu, bir
ölçüde neden olduğu Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, iki Almanya’nın yeniden
birleşmesi mümkün oldu; siyasal bütünlüğünü sağlayan Almanya sadece
Avrupa’nın en güçlü ülkesi konumuna gelmedi, ayrıca uluslararası sistemin de
önemli bir aktörü konumuna sahip oldu. Bu başarı birçoklarının ihtimal
vermedikleri bir zaman diliminde ve Soğuk Savaş döneminin olumsuzluklarına
rağmen gerçekleşmiştir. Almanya’nın bu başarısı ise büyük ölçüde Alman
militarizmi tarafından sağlanmıştır.[60]
Soğuk Savaş sonrası yeni uluslararası ortamdaki devletlerarası ilişkilerde
ideolojik faktörlerin öneminde nispi bir azalma, jeopolitik faktörlerin öneminde
ise nispi bir artmanın var olduğunu söylemektedir. Bunun yanında, ülkelerin
maddi kapasitelerini oluşturan gücün ekonomik/teknolojik bileşenlerinin önemi,
gücün askeri/siyasi öğelerinin yanındaki yerini iyice sağlamlaştırmıştır. Öte
yandan oluşmakta olan uluslararası sistemin alt-sistemlerin hâkim olduğu (sub-
system dominant) bir görünüm kazanmakta olduğu söylenebilir. Soğuk Savaş
döneminin yarattığı, aslında bu sistemin son dönemlerinde zaten aşılmış
olan ideolojik şalın kalkması ile bu, kendini özellikle bölgesel politikalar
düzeyinde hissettiren çıkara dayalı güç dengesi anlayışı belirginleşmiştir. Bu defa
da devletlerin dış politikalarında dini ve etnik faktörlerin birincil öneme sahip
olduğuna, olacağına dair değerlendirmeler ortaya çıkmıştır. Samuel P.
Huntington ın ortaya attığı “uygarlıklar çatışması” tezi buna en belirgin
örnektir.[61]
ABD Başkanı Bush’un, 1990 Ağustosu’nda Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle
ortaya çıkan Körfez Krizi sırasında kullandığı “yeni dünya düzeni” kavramı iki
kutuplu yapının bittiğini ve uluslararası sistemde yeni bir düzenin ve/veya
yapının ortaya çıktığını ifade etmiştir.[62] Bu bağlamda, ABD’nin “yeni dünya
düzeni” söylemi hem uluslararası sistemde bir değişim-dönüşüm sürecini
anlatmakta, hem de uluslararası jeopolitik ve jeostratejide yeni açılımların ortaya
çıkışını haber vermekteydi.
SSCB’nin parçalanmasından sonra uluslararası sistemde yerini alan
Rusya, 1991-2000 yılları arasında, daha 1985 yılında Gorbaçov’un
başlattığı glasnost (açıklık, şeffaflık) ve perestroyka (yeniden yapılanma,
yeniden inşa) politikaları doğrultusunda gerek liberal-demokratik siyasi yapıya
geçiş, gerekse de serbest piyasa ekonomisi sistemine entegre olma yolunda hızlı
bir reform sürecine girmiştir. Özellikle de Boris Yeltsin’in ilk döneminde (1991-
1995) uyguladığı Batı yanlısı politikalar ile bütün dikkat ve motivasyonunu iç
politika üzerinde yoğunlaştıran Rusya, böylece ABD’nin uluslararası liderlik
konumuna herhangi bir karşılık verememiştir. Gerçekten de 1991-2000 yılları
arasında, Avrasya kara-kıta gücü olan Rusya Soğuk Savaş dönemi boyunca çekim
alanı altında tuttuğu Avrasya ve diğer jeopolitik bölgelerdeki etkisel gücünü
kaybetmiştir. Rusya’nın jeopolitik ve jeostratejik bu edilgenliği bilhassa Doğu
Avrupa, Balkanlar ve Orta Asya jeopolitik havzalarında güç boşluğu alanlarının
ortaya çıkmasına neden olmuştur.[63]
Avrasya’nın Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’dan oluşan
stratejik geçiş yolları üzerinde görülen bu jeopolitik boşluk alanları, hukukî
sınır, stratejik hat, etkileşim alanları ve havzalarının girift şekilde birbirlerine
geçtiği son derece dinamik bir konjonktür ortaya çıkardı . [64]
Benzer bir durum Kuzey Kafkasya’dan başlayarak Doğu Anadolu,
Kuzey İran ve Irak üzerinden Basra Körfezi’ne inen kuşak üzerinde
görülmüştür. İki önemli olay bu stratejik kuşağı sunî şekilde birbirinden
koparan statik bölünmeyi derinden etkileyen sonuçlar doğurmuştur.
Bunlardan birincisi İran Devrimi’dir, ikincisi SSCB’nin dağılmasıdır. [65]
Boşluk Alanlarının Oluşmasının Sebebi; Kafkas petrolleri, Doğu
Anadolu’nun su ve tarım potansiyeli, Kerkük ve Kuveyt petrol havzalarından
oluşan jeoekonomik hattın stratejik açıdan taşıdığı olağan üstü önem bu
belirsizliklerin ve sınır-hat uyuşmazlıklarının sürmesine zemin
hazırlamaktadır.[66]

A- YENİ DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ

1990’ların başında Soğuk Savaş’ın bariz şekliyle sona ermesinin ardından


dünya yeni bir şekil almaya başlamıştır. Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran
iki kutuplu uluslar arası sistem son bulmuş, “yeni dünya düzeni” Batı dünyası ve
onun lider gücü konumunda bulunan ABD önderliğinde yeniden
yapılanmaya, ya da yapılandırılmaya başlanmıştır. Ancak bu yapılanma düzen
olduğu kadar düzensizliği, istikrar unsurları yanı sıra istikrarsızlık girdilerini de
beraberinde getirmiştir. Bir yandan uluslararası entegrasyon ve karşılıklı işbirliği
trendi artarken, dolayısıyla devletler arası çatışma riski azalırken, diğer yandan
yeni tehdit odakları ortaya çıkmıştır.
Soğuk Savaş sonrası yapılanan yeni dünya düzeninde her şeyden önce
ideolojinin önemi azalmış, Doğu-Batı mücadelesi genel olarak ortadan
kalkmış, buna paralel olarak uluslararası istikrar ve işbirliği potansiyeli
artmıştır. Bugün hala Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Kuzey Kore, Küba,
Moğolistan gibi ülkelerde komünist ya da sosyalist rejimler
bulunmaktadır. Ancak Faruk Sönmezoğlu’ na göre Sovyetlerin dağılmasıyla
birlikte komünizm, en azından şu an itibariyle, bir siyasal sistem olarak model
olma özelliğini yitirmiştir.[67]
Soğuk Savaş sonrası şekillenen yeni uluslararası sistem hem hiyerarşik,
hem de çok merkezli bir yapı arz etmektedir. Askeri- siyasi açıdan bakıldığında,
uluslararası sistemde ABD’nin lider konumunun devam ettiği ve bu yüzden de
hiyerarşik bir yapının hâkim olduğu söylenebilir. Yakın tarihlerde Afganistan ve
Irak örneklerinde olduğu gibi, ABD’nin ülkesinden çok uzaklarda operasyonlar
yürütebilmesi ve genel olarak başarılı olması, bunun en belirgin bir
göstergesidir.[68]
Ancak ekonomik-siyasi açıdan bakıldığında, uluslararası sistem daha
ziyade çok merkezli bir görünüm sergilemektedir. ABD önemli bir ekonomik güç
olmakla birlikte, tek büyük güç değildir. Avrupa Birliği (AB), Asya-Pasifik
Ekonomik İşbirliği Örgütü (APEC) gibi ekonomik güç odakları ile bu
örgütlenmeler bünyesinde, ya da bunlardan bağımsız güç
merkezleri bulunmaktadır. Nitekim 1990 Körfez Krizi ile 11 Eylül 2001
saldırıları sonrası Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonlarda ABD savaşın
maliyetinin tamamını üstlenmemiş, bunu diğer koalisyon ortakları ile
paylaşmaya yönelmiştir. [69]
Bu çerçevede, günümüz uluslararası sistemi kısaca hiyerarşi ile çok
merkezliliğin iç içe geçtiği bir yapı sergilemektedir. Bu yapı bünyesinde
uluslararası sistem, ABD’nin yönlendirici liderliğinde bir güçlü devletler grubu
tarafından belirlenmekte ya da en azından denetlenmektedir. Bu gruba ABD’nin
yanı sıra, güç sahibi Avrupa Birliği ülkeleri (örneğin İngiltere, Fransa, Almanya,
İtalya), APEC ülkeleri (örneğin Çin Halk Cumhuriyeti) ve Rusya Federasyonu
dâhildir.[70]

B- YENİ EĞİLİMLER, YENİ TEHDİTLER

Soğuk Savaş sonrası dönemde güçlü devletler grubunun


genel arzusu, mevcut statükonun devamından yanadır. Çünkü mevcut
statüko, bu gruba giren ülkelerin genel faydasınadır. Bunun yanı sıra ideolojinin
önemindeki azalma, Soğuk Savaş ortamında azalan işbirliğinden kaynaklanan
potansiyel kayıplar, artan karşılıklı bağımlılık ve demokratikleşme eğilimi gibi
etkenler, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte güçlü devletleri belirgin bir biçimde
işbirliğine yönlendirmiştir. Buna paralel olarak, özellikle Soğuk Savaş sonrası
dönemde bölgesel ya da global barışı tehdit eden etnik, dinsel ve diğer
türden “sınır aşan”çatışmalar karşısında güçlü devletlerin işbirliği yaptıkları
gözlenmektedir. Örneğin tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi gündemine taşınan çatışmalar için sadece 13 barış gücü tesis
edilebilmiş iken, bu sayı yalnızca 1988-1993 arası dönemde 20’yi bulmuştur.
[71]
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle barış ve uluslararası işbirliği imkânları
artmakla birlikte, “yeni dünya düzeni” bir takım yeni tehditlerde ortaya
çıkarmıştır. Öncelikle Soğuk Savaş sonrasında dünya devletlerinin kontrol
etmekte zorlandıkları ciddi bir sorun terörizmdir. Terörizmin belli bir vatanının
olmaması, teröristlerin cephe savaşı yürütmemeleri ve terör örgütlerinin illegal
olarak çoğu kez uluslararası düzeyde faaliyet göstermeleri, terörle mücadeleyi
büyük ölçüde güçleştirmektedir. Çünkü şimdiye kadar devletlere gelen tehditler
diğer devleler tarafındandı yani tehditin geldiği yer belliydi ve buna karşı ne
yapacağıda biliniyordu ancak yeni dönemde terör bütün ulusları tehdit ediyor ve
terörün çıkış kaynağı bilinmiyor ve bu bütün devletlerin ortak sorunu ancak
şimdiye kadar kurulan uluslararası örgütler terörle mücadele yönteminde ve
konususunda bilgisiz ve buna göre yapılandırılmamıştır. Yapılandırılmak istense
de bazı devletler bundan yarar sağladığı için etkin çözüm mekanizmaları
oluşturulamamaktadır.
ABD’de Clinton sonrası dönemde iktidara gelen “Yeni Muhafazakarlar”
(George W. Bush ve ekibi) 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında en sorunlu
düşman olarak terörizmi ilan etseler ve önümüzdeki yüzyılın terörle savaş yüzyılı
olacağını vurgulasalar da, bu alandaki yetenekleri sınırlı kalmıştır. ABD
önderliğindeki Batılı hegemon güçlerin tek yapabildikleri, terörizme destek
veren veya verdiği iddia edilen ülkelere yaptırımlar uygulamak, hatta Afganistan
ve Irak örneklerinde olduğu gibi kimi zaman “suçlu” gördükleri
yönetimleri, uluslararası meşruiyeti tartışmalı olmakla birlikte, iş başından
uzaklaştırmaktır. Ancak çok boyutlu, kompleks bir sorun olan terörizmi yalnızca
bu şekilde kontrol etmek pek mümkün gözükmemektedir. Üstelik başta ABD
olmak üzere Batılı güçlerin “terörizmi ezme” politikaları, sorunu daha da
alevlendiren, terör örgütlerinin illegal düzeyde daha da güçlenmelerine yol
açan bir sonuç da doğurabilmektedir. Terörizmin önlenmesi konusunda artan
devletlerarası işbirliğine rağmen, bu sorunun yarattığı ciddi tehdit yakın
gelecekte de devam edecek gözükmektedir. [72]
Soğuk Savaş sonrası döneme damgasını vuran bir diğer tehlikeli gelişme
de, milliyetçilik akımının ortaya çıkardığı ayrılıkçı hareketlenmelerdir.
Milliyetçilik akımları 19. yüzyılın başlarından itibaren yoğunluk kazanmıştır. Bu
dönemde ortaya çıkan milliyetçilik akımı imparatorlukların yıkılmasına ve daha
küçük birimli ulus-devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan dünyanın ideolojik olarak ikiye
bölünmüşlüğünde bu akım zayıflamıştır. Blok liderlerinin yönlendirmesiyle
hareket edildiği bu dönemde milliyetçilik kendisine yeşerecek alan bulamamıştır.
Helsinki barış süreciyle başlayan dönem ve 1980’de ortaya çıkan yumuşama
dönemi ile birlikte uluslar kendi politikalarını izleyebilme şansı bulmuşlardır.
Soğuk Savaş’ın bitişi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ideolojik bölünme
ortadan kalmıştır. Bu dönemde artık uluslar ideolojik değil kendi ulusal
çıkarlarını ön plana koyan bir dış politika izlemişlerdir. SSCB’nin ve
Yugoslavya’nın dağılması ile ortaya çıkan devletler dış politikalarını milliyetçilik
temeliyle oluşturmuşlardır. Bu sayede kendi ulusal birliklerini tamamlamaya
çalışmışlardır. Ancak buradaki önemli sorun ülke sınırlarıyla devlet sınırları
örtüşmemektedir. Yani SSCB ve Yugoslavya içinde aynı statüde olan milletler
şimdi birbiri içerisinde azınlık durumuna düşmüşlerdir. Bu da devletlerarasında
sorunlara yol açmıştır. Devletlerin izlemek istedikleri irredentist politikalar
nedeniyle birbirlerinin içişlerine karışmaları azınlık gruplarının ayrılıkçı
hareketleri ve devletlerin bunları desteklemesi devletlerarasında çatışmalara
neden olmaktadır. Yeni dönemde ortaya çıkan bu durum hem bölgesel hem de
küresel güvenliği tehdit etmektedir.
Milliyetçilik akımının ortaya çıkardığı etno-dinsel çatışmalarla mücadele
konusunda uluslararası toplumun hazır olduğunu söylemek mümkün değildir.
Çünkü başta Birleşmiş Milletler olmak üzere sistemi yönlendirebilen uluslararası
ve bölgesel örgütler barışı tehlikeye sokabilecek uluslararası çatışmaları önlemek
amacı ile kurulmuşlardır. Yani bu örgütler uluslar arası statükonun devamlılığını
sağlamaya yönelik kurulan örgütlerdir.
Bu çatışmaların genellikle devlet sınırları içerisinde meydana gelmeleri
konunu uluslararası değil iç hukuku ilgilendiren bir mesele olarak görülmesini
sağlamıştır. Bu nedenle uluslararası toplum ortaya çıkan çatışmaların devlet içi
sorun olduğunu düşünerek müdahaleden kaçınmışlardır. Olayların tırmanarak
bölgeye yayılması ve çıkarlarının tehlikeye düştüğü noktada büyük devletler
olaylara müdahale etmişlerdir. ABD başta olmak üzere büyük devletler çıkarları
tehlikeye düşmedikçe olaylara müdahale etmeyip askeri ve maddi kayıplardan
kaçınmışlardır.
Ancak tehlike boyutları giderek artan sınır içi etnik çatışmaların
önlenmeleri ve halen devam edenlerin de çözüme kavuşturulmaları, günümüzün
hızla globalleşen dünyasında bir zorunluluk olarak kendini göstermektedir.
Çünkü her ne kadar yerel düzeyde cereyan etseler de, bir yandan artan
uluslararası bağımlılık, diğer yandan değişik dış destekler nedeniyle sınır içi
çatışmalar hızla uluslararası bir düzeye tırmanabilmektedir. Anılan sorunlarla
etkin mücadele ise, her şeyden önce bu çatışmaların doğru analiz edilmelerini ve
bu yönde etkin bir uluslararası işbirliğini gerekli kılmaktadır.[73]
Fakat burada karşılaşılan sorunlarda biri, yeni ortaya çıkan devletlerin
anayasalarında çizmiş oldukları devlet sınırları ile sahip oldukları devlet sınırları
aynı değildir. Yani devletler ulaşmak istedikleri sınırlara anayasalarında yer
vermişlerdir. Burada anayasalarında yer alan topraklar etnik olarak kendileriyle
aynı insanların azınlık olarak yaşadıkları yerlerdir. Bu durum politikanın
uygulanacağı devletleri tedirgin etmektedir. Bu politikalarına ulaşmak isteyen
devletler diğer bölge ülkelerde bulunan azınlıkları ayaklandırmakta ve onlara
yardım etmektedir. Bu bölgede istikrarsızlığa neden olmaktadır. Hemen hemen
bütün etnik çatışmaların ardında doğrudan ya da dolaylı olarak bir devlet desteği
vardır.
Çatışma içerisinde bulunan etnik gruplara verilen dış desteğin değişik
nedenleri vardır. Ayrılıkçı hareketlerde bulanan gruplara verilen dış
desteklerden birinin nedeni bu gruplarla etnik benzerliğin olması yani kan
bağının bulunmasıdır. Örnek vermek gerekirse Kıbrıs olayında Türkiye’nin
Kıbrıs Türklerini desteklemesi Yunanistan’ın Kıbrıs Rumlarını desteklemesi,
başka bir örnek ise Dağlık Karabağ sorununda Ermenistan’ın Ermenileri
Azerbaycan’ın ise Azerileri desteklemesi.
Kimi zaman dış destek, çatışan bir etnik grubun arkasında yer alan devlet
ya da
devletlerle hesaplaşmak ve onları zayıflatmak amacıyla kullanılabilir. Yani perde
arkasında asıl olan, büyük güçlerin çatışması ve bu yönde verilen güç
mücadelelerdir. Gerçekte, çatışma içerisindeki etnik grupların birbirlerine rakip
güçlerce desteklenmeleri, bu tür çatışmalar için genellikle en trajik ve talihsiz
durumdur. Çünkü böylesi bir durumda, dış güçler aralarında bir anlaşmaya
varmadıkları sürece, yerel çatışmaların barışçıl bir sonla bitmesi çok zor, hatta
imkânsızdır. Çatışan taraflar uzlaşmaya varmak isteseler dahi, dış müdahaleler
onları bu yönde engeller ve çatışmayı devam ettirecek yönetimleri işbaşına
getirir. Çoğu zaman süper-
güç mücadelelerinin yansımaları olarak kendini gösteren bu çatışmalar, Soğuk Savaş
döneminde, özellikle Hindiçini bölgesinde yaygın olarak yaşanmıştır. Bugün
de benzer çatışmalar, benzer nedenler temelinde devam etmektedir. Rusya’nın
Soğuk Savaş sonrasında Batı’ya yaklaşan Gürcistan’a karşı
Abhazları, Azerbaycan’a karşı Ermenileri desteklemesi örneklerinde olduğu gibi.
Kimi zaman etnik gruplar, çatışan devletler tarafından rakiplerini zayıflatmak
amacıyla kullanılabilirler. 1980-1988 İran-Irak savaşında ve Soğuk Savaş
sonrasında İran ve Irak’ın rakip tarafın topraklarında yaşayan Kürt azınlığı
merkezi yönetime karşı kışkırtmaları örneğinde olduğu gibi.[74]
Kimi zaman devletler direkt olarak bir fiili çatışma içerisinde
olmayabilirler. Aralarında güvenlik sorunları bulanan, birbirlerini olası bir
düşman olarak gören, aralarında barış hali bulunmayan devletler, potansiyel
tehdit olarak gördüğü devletin ülke içi ve dışı politikalarını takip ederek rakip
devlete karşı bir pozisyon elde etmeye çalışırlar. Böylece tehdit görülen gücü
kontrol altına alıp kendisi aleyhine güç dengesinin bozulmasını engellemeye
çalışır. Bu politikalarını uygularken de ülkelerin zayıf karnı olan azınlıkları
kullanma yoluna da giderler. Böylece rakip gücün güçlenmesini de yavaşlatır.
Güvenlikleri nedeniyle Türkiye’nin büyümesinden çekinen Yunanistan, Suriye,
Irak, İran ve Ermenistan gibi ülkeler Türkiye’de ayrılıkçı eylemlerde bulanan
terör örgütlerine destek vermişlerdir.
Kimi zaman çatışan gruplara verilen dış desteğin bir nedeni de
emperyalist kaygılardır. Azınlık gruplarının yoğun olarak yaşadıkları bölgelerin
doğal kaynaklar bakımından zenginliği, genellikle emperyalist
devletlerin “iştahını kabartır” ve sonunda kendi etki alanlarına girecekleri
beklentisiyle azınlıkları merkezi otoriteye karşı kışkırtabilirler. ABD’nin Irak’ı
işgal sürecince Kürtleri Saddam yönetimine karşı kullanması, ya da
Avustralya’nın Endonezya’dan 2002 yılında bağımsızlığını kazanan Doğu
Timurları bağımsızlık sürecinde desteklemesi örneklerinde olduğu gibi.[75]
Kimi zaman da tüm bu etkenler birbirleriyle sıkı ilişki halinde devletlerin dış
politikalarına entegre olabilir. Nitekim gerçekte siyasal açıdan aktif etnik
gruplara verilen dış destek nadiren tek boyutludur. Bu tür desteklerde genellikle
etkileşim halinde olan birden fazla neden söz konusudur.
Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemi gerçeği şudur ki, artan uluslararası
işbirliğine rağmen, uluslararası anarşik yapı son tahlilde devletleri öz varlıklarını
korumak için bir güç mücadelesi ve rekabet içinde tutmaya devam
etmektedir. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, etnik çatışmalar,
kendi iç dinamikleri de bulunmakla birlikte, çoğu zaman işte bu güç
mücadelesinin bir yansıması olarak ortaya çıkmakta ya da devam etmektedirler.
Bu yüzden devletlerarasında daha sıkı entegrasyonlar ortaya çıkmadıkça, yani
uluslararası sistemin anarşik yapısı Soğuk Savaş sonrası gelişmelerin de ötesinde
azaltılmadıkça, etnik çatışmaların ortaya koyduğu tehdit gelecekte de devam
edecek gözükmektedir.
2. SOĞUK SAVAŞ SONRASI NATO’NUN DURUMU

A- NATO’NUN DÖNÜŞÜMÜ

1985’te Sovyetler Birliği’nde yaşanan iktidar değişikliği sonrası başa gelen


Mihail Gorbaçov bir dizi reform hareketlerine girişmiştir. Gorbaçov’un
uygulamaya çalıştığı “glasnost” ve “perestrokia” politikaları[76], Sovyetlerin
hem iç hem de dış politikasında önemli değişmelere neden olmuştur. NATO
tarafından çevrelenme politikasına maruz kalan Sovyetler Birliği, çevreleme
politikasından kurtulmak, Orta Asya güvenliği için stratejik bir öneme sahip olan
ayrıca doğal geçiş yollarına sahip Afganistan’ı 1979’da işgal etmiştir. Ancak,
Afganistan’daki başarısızlık sonrası ekonomisi kötü olan Sovyetlerin ekonomisi
iyice bozulmuş, askeri teknolojik açışından ABD ile yarışamayacağı söylenen
SSCB’nin buradaki başarısızlığı ile prestiji zedelenmiştir. Gorbaçov’un uyguladığı
politikalar ile doğu- batı yakınlaşması sağlanmış, bu dönemde başlayan
yumuşama hareketleri ile Sovyetler Birliği içinde yer alan cumhuriyetlerde
ayrılıkçı kıpırdanmalar görülmeye başlanmıştır. Ekonomik alandaki durumun
giderek kötüleşmesi ile SSCB’de iç dağılma başlamıştır.
1990’lı yılların arifesinde tarihsel dönüm noktası olması sebebiyle
hafızalardan silinemeyecek niteliklere sahip bir olay meydana gelmiştir. 1989
yılının Kasım ayında Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki Berlin Duvarı
her iki tarafta yaşayan Almanların da katıldıkları bir törenle yıkılmıştır. Hemen
arkasından, 1990 yılının Ekim ayında iki Almanya birleşmiş ve son olarak da
1991 yılının Aralık ayında SSCB’ye bir son verilmiştir. Başka bir değişle,
NATO’nun kurulmasında çok büyük etkileri olan üç faktör ortadan kaldırılmıştır.
Bu durum beraberinde, ittifakın artık vazifesini tamamladığı ve bundan sonra
faaliyette bulunması için hiçbir nedenin olmadığına dair sunulan iddiaları
gündeme taşımıştır.[77]
Doğu Avrupa ülkelerinde komünist rejimler bir domino taşı edasıyla ardı
ardına devrilmeye başlamıştı. Sovyet tehdidi ortadan kakmıştı. Demir Perdenin
kalkmasıyla artık Doğu ülkeleri Batı’ya açılmaya başlamışlardı. Uluslararası
alanda eski düşmanlar artık el ele görünüyorlardı. Yeni ortaya çıkan sorunlarda
ortak hareket etmeye başlamışlardı.
Bu durum Francis Fukuyama gibi düşünürlerin, “tarihin sona erdiği” gibi
olduğu iyimser bir sonuca varmasına yol açıyordu. Japon kökenli Amerikalı
araştırmacının deyimi ile, liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi artık dünyada
galebe çalmıştı. Marx haksız çıkmıştı.[78]
Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı tartışmalı
eserinde, sofistike bir değerlendirme ile ortaya koyduğu görüşler, aslında Doğu
bloğunun hızlı çöküşünü izleyen günlerde, aralarında politika yapıcılarının da
bulunduğu birçok insan tarafından, aynı coşku ve iyimserlikle paylaşıldı.
[79] Batı Soğuk Savaş’ın galibi olmuştu. Artık bloklar arsında çatışmalar işbirliği
ile çözülecekti.
İki Kutuplu yapının Doğu Bloğu’nda gerçekleşen ani yıkılma ile NATO’nun
varlığı tartışılacaktır. Soğuk Savaş döneminde Varşova Paktı’na ve Doğu Bloğu
ülkelerinden gelebilecek tehditlere karşı oluşturulmuştu. Ancak yeni dönemde
Doğu Bloğu ortadan kalkmış, komünist rejimle yönetilen Doğu Avrupa ülkeleri
Avrupa-Amerika merkezli örgütlere katılmak istemişlerdir. Böylece demokratik
rejimi ve ekonomik dönüşümü gerçekleştirmeye çalışmışlardır.[80] Bu
gelişmeler akabinde artık NATO ülkeleri doğudan bir saldırı
beklememektedirler.
NATO’nun değişim süreci 5-6 Temmuz 1990’da Londra’da yapılan NATO
zirvesi ile başlamıştır. Bu değişimin sürecinin başında güvenlik alanı
gelmektedir. Kırk yıl hakim olan ve NATO-Varşova Paktı dengesine dayanan
dünya güvenlik sisteminin bir ayağı Varşova Paktı çöktü ve öbür ayağı, yani
NATO, boşlukta kaldı. Karşılığı kalmayan ve tarihi misyonunu başarı ile
tamamlayan NATO ne olacak sorgulaması doğal olarak gündeme geldi. Bu
sorgulama ittifaka üye ülkeler tarafından zaman kaybedilmeden yapıldı ve yeni
bir NATO ile devama karar verildi.[81] Bu zirvede stratejik değişikliklere de
gidilmektedir. Ortaya çıkan yeni durma göre NATO’nun uyumlaştırılmasına
çalışılmıştır. Avrupa’daki askeri ve siyasi dönüşüme paralel olarak yeni strateji
oluşturulmuştur. Güvenliğin evrensel niteliği, işbirliğinin güvenlikteki önemi,
nükleer silahların payının azaltılması, orduların modernizasyonu gibi konularda
fikir birliğine varılmıştır. [82]
NATO’nun dönüşüm süreci Avrupa’da meydana gelen değişikliklere göre
oluşturulmuştur. Bu dönemde Doğu Avrupa ülkeleri ve üç Baltık ülkesi
bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Ancak bu dönemde ortaya çıkan etnik milliyetçi
bölünmeler bir takım sorunlara neden olmuştur.
Avrupa’da ortaya çıkan bu gelişmeleri dikkate alan NATO devlet ve
hükümet başkanları, örgütün 8 Kasım 1991 Roma zirvesinde NATO’nun karşı
karşıya bulunduğu güvenlik tehditleri ve riskleri yeniden tanımlayarak NATO
dönüşüm sürecini başlatmış ve örgütün Soğuk Savaş sonrası yeni stratejik
kavramını açıklamışlardır. 1991 Roma Zirvesi’nde kabul edilen NATO’nun yeni
stratejik kavramı Avrupa’nın karşı karşıya bulunduğu yeni tehditleri ortaya
koyarken Orta ve Doğu Avrupa’daki gelişmeleri NATO çıkarlarını doğrudan
tehdit eden unsurlar olarak belirlemiştir. Avrupa’da ortaya çıkan yeni duruma
göre uyarlandırılan NATO’nun yeni stratejik kavramı, ittifakın yeni dönemde de
Avrupa’da sorumluluk alma isteğinin bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir.
Zirve sonuç bildirisine göre yeni dönemde örgütün güvenliğine yönelik tehlike
önceden hesaplanmış ve örgütün toprak bütünlüğüne doğrudan bir saldırı
olmaktan çıkmış, bunun yerine Orta ve Doğu Avrupa’da bir çok ülkenin yüz yüze
bulunduğu etnik çatışma ve toprak anlaşmazlıklarının da içinde
bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi zorlukların sebep olduğu istikrarsızlıklar
NATO üyesi ülkelerce Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlar olarak kabul
edilmiştir. Ayrıca Avrupa’nın güneyinde ve Akdeniz kuşağı içerisinde bulunan
ülkelerdeki barış ve istikrarın Avrupa güvenliği için önemli olduğu vurgulanmış,
1991 yılındaki Körfez Savaşı’nın bunu kanıtladığı belirtilmiştir. Bütün bunlara ek
olarak ittifakın güvenliğinin küresel düzeyde değerlendirildiği belirtilerek kitle
imha silahlarının yaygınlaşması, hayati doğal kaynaklarının dünya üzerinde
akışında meydana gelebilecek aksaklıklar ve terörist faaliyetler NATO’nun yeni
güvenlik çıkarları arasında sayılmıştır. Güvenlik algılamasını daha geniş bir
çerçevede yorumlayan NATO üyeleri Avrupa’da barışı koruma ve savaşları
önleme konusunda ittifak politikalarının başarısında yeni dönemde önleyici
diplomasinin etkin uygulanması ve krizlerin başarılı yönetimlerinin büyük
katkısının olacağı yönünde görüş birliğine varmışlardır.[83]
1997 Madrid zirvesi NATO için bir dönüm noktası olması sebebiyle önem
teşkil eder. Bu zirvede son yıllarda ortaya çıkan sorunlar, sorunların tanımı ve
risk alanlarına yönelik NATO’nun nasıl bir strateji izleyeceği kararlaştırılmıştır.
Bu zirvenin önemi Soğuk Savaş sonrası nasıl bir yapıya bürüneceği merak
konusu olan NATO’nun yeni politikalarının belirlenmesi olmuştur.
1999 Washington Zirvesi NATO’yu milenyuma hazırlayan kararların
verildiği bir zirvedir. Bu zirvenin en önemli özelliği NATO’nun Doğu’ya doğru
genişlemesinin temellerinin atıldığı bir zirve olmasıdır. Bu zirve ile NATO Soğuk
Savaş sonrası ilk genişlemesini yapmıştır.

B- NATO’NUN YENİ STRATEJİSİ

Soğuk Savaş’ın sonuna kadar NATO ittifakının temel stratejisi


caydırılıcılık prensibine dayandırılmıştı. 1949 ile 1950 yılları arasında Kuzey
Atlantik Bölgesinin Savunması İçin Stratejik Kavram olarak ortaya konulan
uygulama toprak savunmasına yönelik geniş çaplı operasyonları öngörmüştür.
Daha sonra 1950’li yılların ortalarına doğru Kitlesel Karşılık Verme stratejisi
geliştirilmiş, bu yıllarda Avrupa’daki kuvvet dengesinde konvansiyonel silahlar
açısından Varşova Paktı’nın oldukça gerisinde kalan NATO kuvvetleri, caydırma
stratejisini nükleer silahlara dayandırmıştır. Söz konusu dönemde Varşova
Paktı’ndan gelebilecek saldırı ne şeklinde olursa olsun buna nükleer silahlarla
karşılık verilmesi öngörülürken bu strateji 1960’larda Esnek Karşılık
Vermeşeklinde yeniden düzenlenmiştir. Bundan böyle Doğu Bloku’ndan
gelebilecek saldırılara karşı saldırının niteliğine göre yanıt verilecekti. Bir
anlamda kontrollü tırmanma stratejisi olarak adlandırılabilecek bu strateji ile
birlikte kabul edilen Hermel Raporu sonucunda NATO’nun stratejisi üç unsuru
içermiştir, yumuşama “detant”, savunma “defense” ve caydırma
“deterrence”[84]
Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan sorunlar NATO’nun izlemiş olduğu
stratejileri tekrar gözden geçirmesine sebep olmuştur. Bu nedenle 1997’de
Madrid zirvesi ile başlayan çalışmalar, Washington zirvesinde tamamlanmış ve
onaylanmıştır. Avrupa- Atlantik merkezli kurulan NATO’nun bu bölgedeki çıkar
ve görevleri devam ettirilirken bunun yanına ek olarak yeni dönemde istikrar ve
barışı bozabilecek ve uluslararası dengeleri değiştirebilecek risk alanları da
eklenmiştir. Yani yeni dönemde NATO sorumluluk alanını genişletmiş dışa
açılmıştır. Soğuk Savaş döneminde tehdit Doğu Bloğu ve SSCB iken yani
uluslararası sorunlar iken yeni sorunlar bölgesel sorunlardır. Bu dönemdeki
sorunlar bazen ülke sınırları içerisinde oluştuğu için devletler tarafından sınır içi
sorunlar olarak ta tanımlanmaktadır. Bu zirvelerde ortaya çıkan yeni sorunlar
yani NATO’nun yeni ilgi alanları; SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması ile ortaya
çıkan otoriter baskıcı rejimler, yeni kurulan ülkelerin ekonomik yetersizlikleri,
devlet sınırlarıyla millet sınırlarının örtüşmemesi ile ortaya çıkan toprak
sorunları, azınlıklar ve etnik sorunlar, bu ülkelerin devletleşme sürecini
tamamlayamamaları, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan kimyasal
silahlar sorunu, bu silahların kimler arasında bölüştürüleceği bu teknolojinin
yayılması ele geçiren ülkenin bu silahları irredentist politikaları için
kullanabilme gerçeği sorunlara neden olmaktadır. NATO’nun genel stratejisi
olan Atlantik- Avrupa ekseninin istikrarı bu risk alanlarının yumuşatılmasına
bağlı olması nedeniyle NATO ülkeleri aralarında danışma ve işbirliği geliştirilmiş
ve bu diğer bölgelere de yaygınlaştırılmıştır.
NATO’nun yeni stratejik kavramında Avrupa - Atlantik bölgesinin
içerisinde ve çevresindeki belirsiz ve istikrarsız ortamın bölgesel krizlerin çok
çabuk büyüyerek daha geniş ölçekli olarak tüm bölgeyi etkileyebileceği bir zemin
oluşturduğuna dikkat çekilmiş, etnik ve dinsel çatışmalar, sınır anlaşmazlıkları,
uygulanan reformların başarısızlığı ya da uygunsuzluğu, insan hakları ihlalleri,
devlet otoritesinin ortadan kalması ve devletlerin çöküşlerinin yerel ve bölgesel
düzeyde istikrarsızlığa neden olduğu vurgulanmıştır. Bütün bu belirtilenlerin
yanında kimyasal nitelikli silahların yayılması ve bunları taşıyan araçların
geliştirilmesi uluslararası terörizm, sabotaj, örgütlü suçlar ve hayati değeri
olan doğal kaynakların dağıtımı NATO’nun güvenlik çıkarları arasında
sayılmıştır.[85]
1999 Washington zirvesinde yeni NATO stratejisi ile açıklanan “Avrupa
Atlantik” sahası kavramı Baltıkları, Balkanları, Karadeniz’i, Ukrayna’yı ve hatta
Rusya’yı içine alan bir tanım getirmiştir. Böylelikle Avrupa kıtasının
bölünmüşlüğü ortadan kaldırılırken, Doğu Avrupa’ya özgürlük ve demokrasinin
yerleştirilmesi hedeflenmiştir. NATO 1949 yılında kurulduğunda ilk genel
sekreteri Lord Ismay NATO’nun görevinin Sovyetleri Avrupa dışında, Amerika’yı
Avrupa içinde ve Almanları da kontrol altında tutmak olarak tanımlarken, 21.
Yüzyıla girerken NATO’nun yeni görevi Rusları kontrol altında, Doğu Avrupa’yı
istikrarlı ve NATO üyelerini aynı düşüncede tutmak olarak tanımlanmıştır.[86].

C- NATO’NUN GENİŞLEMESİ

Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) 4 Nisan 1959’da Washington


Antlaşması’nın imzalanması ile 12 ülke arasında oluşturulan bir savunma ittifakı
olarak ortaya çıktı. Bu ülkeler Belçika, Fransa, Lüksemburg, Hollanda,
Danimarka, İzlanda, İtalya, Norveç ve Portekiz gibi Avrupa ülkeleri ile Amerika
Birleşik Devletleri ve Kanada gibi Kuzey Amerika ülkeleridir. NATO’nun ilk üç
genişleme süreci Soğuk Savaş döneminde gerçekleşti. 1952 yılında Türkiye ve
Yunanistan, 1955’te Federal Almanya ve 1982’de İspanya’nın NATO’ya katılması
ile NATO, tüm soğuk savaş döneminde, 16 üyeli bir ittifak olarak varlığını
sürdürdü.[87]
Türkiye ve Yunanistan komünist ideolojinin Avrupa’nın güney
kanadından batıya sızmasını önlemek amacı ile ittifaka dâhil edildi. Türkiye o
tarihlerde ciddi bir Sovyet baskısı altında idi. Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker
göndermesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu savaşta gösterdiği kahramanlık ve
başarılar, Türkiye’nin sahip olduğu güçlü savunma gücü ile Sovyetlerin ve
komünist ideolojinin Türkiye sınırında tutulma hedefi, Türkiye’nin NATO
ittifakına girmesinde önemli etken olmuştur. Aslında NATO ittifakına dâhil
edilmesi Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun ve Avrupa sınırlarının
Türkiye’nin doğu sınırlarına uzandığının da bir kabulü idi. Federal Almanya
Cumhuriyeti’nin NATO’ya girişi normal bir süreçtir. İspanya ise demokrasiye geç
geçmesi sebebi ile NATO’ya ancak 1982’de dahil olabilmiştir.[88]
Soğuk Savaş sonrası NATO içinde sorulan soru Soğuk Savaş sonrası nasıl
bir askeri doktrin ya da kuvvet yapılanması değil Doğu Avrupa ülkeleri ile ne tür
bir ilişkinin geliştirilebilirliği olmuştur. Bu görüş doğrultusunda Doğu Avrupa
ülkelerinin örgüte katılımı NATO’nun üzerinde durduğu en önemli konuların
başında gelmiştir. Nitekim Ocak 1994 Brüksel zirvesinden sonra, NATO
gelecekte ittifaka yapılacak katılma başvurularının neden ve nasıl
değerlendirilmesi konusunda çalışma yapılmasına karar vermiş ve NATO
Genişlemesi Üzerine Çalışma başlığındaki rapor Eylül 1995 yılında açıklanmıştır.
Raporda, NATO genişlemesinin Avrupa’da istikrar ve güvenliğin artmasına pek
çok yönden katkıda bulunacağı görüşüne yer verilirken, genişlemenin, katılacak
ülkelerdeki demokratik reformları cesaretlendirip destekleyeceği, ayrıca askeri
güçlerin demokratik ve sivil kontrolünün sağlanmasına da yardımcı olacağı
belirtilmiştir.[89]
NATO’nun 50. Kuruluş yıldönümünün kutlandığı 1999 Washington
Zirvesi ittifakı yeni yüzyıla hazırlayan önemli kararların alındığı bir toplantı
olmuştur. Washington Zirvesi’nin en dikkat çekici yönü ise daha önce bahsedilen
NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesinin ilk adımının atılmış olmasıydı. On yıl
öncesine kadar Varşova Paktı’nın üyeleri konumunda olan Çek Cumhuriyeti,
Macaristan ve Polonya bu zirveyle birlikte NATO üyesi olmuşlardır. Bu katılım
NATO için büyük bir anlam taşımış, NATO’nun kuruluşunun temelinde yer alan
Avrupa’daki bölünmüşlüğe son verme görevini başarıyla yerine getirdiği şeklinde
değerlendirilmiştir.[90]
NATO’nun Washington zirvesinde alınan kararlar çerçevesinde, 2002
yılında Prag’da toplanan NATO devlet ve hükümet başkanları Bulgaristan,
Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı üyelik
müzakerelerine başlamaya davet etmişlerdir. NATO tarihindeki bu en büyük
genişleme davetinin ardından yapılan açıklamada NATO’nun kapılarının
Avrupa’nın diğer demokratik ülkelerine de açık olduğu belirtilmiştir[91]
İkinci genişleme kararı ile 21- 22 Kasım 2002 tarihlerinde Prag
Zirvesinde alınmıştır. Bu zirve ile Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya,
Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın NATO’ya tam üye olarak katılmaları kararı
alınmış ve üyelik süreci 2005 yılı başında gerçekleşmiştir.[92] NATO’nun Soğuk
Savaş sonrasında aldığı bu ikinci genişleme kararının ardından Prag Zirvesi’nde
görüşülen diğer önemli bir konu da terörizm olmuştur. 11 Eylül saldırılarının
ardından gerçekleşen bu zirve toplantısında NATO’nun stratejik kavramı temel
alınarak terörizm ve kitle imha silahlarının yayılmasıyla mücadele için
hazırlanan bir önlemler paketi kabul edilmiştir. Bu paket özellikle üyeler
arasında bilgi paylaşımı güçlendirirken krizlere anında yanıt verme konularında
düzenlemeler içermiştir. Prag Zirvesi’nde ayrıca NATO’nun uluslararası
örgütlerle işbirliği içerisinde üstleneceği misyonları daha verimli bir şekilde
yerine getirmesi için askeri alanda NATO Müdahale Gücü oluşturulmasına karar
verilmiştir. İleri teknoloji ile donatılmış esnek, genişletilebilir ve çok taraflı
operasyonlara uygun olan bu gücün kara, deniz ve hava unsurlarından
oluşturulması planlanmıştır.[93]
Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun Avrupa güvenliğinde ortaya
koymak istediği sorumluluk hem siyasi hem de askeri alanda olmuştur. Örgüt
siyasi alanda Doğu Avrupa ülkeleriyle daha yakın bir işbirliği içerisine girmiş, bu
çerçevede Aralık 1991’de oluşturulan Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) 16
NATO üyesi ülke ile Doğu Avrupa’da oluşan yeni hükümetler arasında bir
diyalog ve tartışma forumu olarak oluşturulmuştur. 1994 yılında başlatılan Barış
İçin Ortaklık (BİO) girişimi bu işbirliğini bir adım daha öteye götürerek NATO
ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki siyasi ilişkiyi daha da
derinleştirmiştir. 1997 yılında oluşturulan Avrupa – Atlantik İşbirliği
Konseyi (AAİK), BİO girişiminin yerini alırken daha önce gündeme alınan
NATO’nun doğuya genişlemesinde hazırlayıcı bir forum oluşturmuştur.
NATO’nun genişlemesinin Rusya üzerinde yarattığı tedirginlik yine aynı yıl
NATO ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan NATO – Rusya Kurucu
Anlaşması ile giderilmeye çalışılmıştır.[94]
1999 yılında Soğuk Savaş sonrası Doğuya doğru ilk genişlemesini
gerçekleştiren NATO, 2004 yılında rekor katılımla en büyük genişlemesini
yaparak üye sayısını 26’ya çıkarmıştır. NATO büyüyen üye sayısı ile işlerliğini
yitirmemiş daha çok görüşün daha çok görüş ayrılığı anlamına gelmediğini
ispatlamıştır.[95]

3. SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEME TÜRKİYE’DEN BAKIŞ

Soğuk Savaşın sona ermesi doğu-batı cepheleşmesini sona erdirdi ve


ABD-SSCB mücadelesi tarihe karıştı. Berlin Duvarı’nın çökmesi, Avrupa’nın
bölünmüşlüğünün sona ermesi ve ideolojik mücadelelerin yerini karşılıklı güven
ortamına ve işbirliğine bırakması, Soğuk Savaş sonrası dönemin belirgin bir
özelliği olarak ortaya çıktı. Bu bağlamda Türkiye açısından birçok olumlu
faktörlerin oluşmasının yanı sıra olumsuzlukları da beraberinde getirdi. Soğuk
Savaş döneminin sona ermesi ve Sovyet tehdidinin ortadan kalkması ile
NATO'ya girişimizden bu yana Batı’nın ileri karakolu olarak nitelendirilen
Türkiye'nin önemi azalmamıştır. Tam tersi Türkiye, belki de uzun dönemdir ilk
defa bu denli avantajlı bir tablonun içerisinde kendisini bulmuştur.
Ancak Türkiye'nin bu avantajlı tabloyu gündelik heyecanlarla ve
tepkilerle kullanmaya çalışması, yerleşik kazanımları ve bu avantajlı tablonun
getireceği milli açılımları engelleyici bir sonuç doğurmaktadır. İç siyasi
çekişmeler ve dışa yönelik kararlı ve tutarlı bir politika ortaya konulamaması,
Türkiye'nin sahip olduğu avantajları ikinci plana itmekte ve Türkiye siyasi ve
ekonomik planda dış dünya için yeterli güveni doğurmakta zorlanmaktadır.
Türkiye açısından ortaya çıkan bu olumsuzlukların aşağıdaki gibi
sıralanması mümkündür.
İlk olarak, Soğuk Savaş’ın sona ermesi doğu-batı cepheleşmesini sona
erdirmekle birlikte artık uluslararası sorunların çözüme kavuştuğu ve yeni
sorunların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmemektedir. Özellikle milliyetçilik
duygularının yeniden güçlenmesi, sınır anlaşmazlıkları, azınlıklar sorunu, sosyal
ve ekonomik sorunlar, SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması sonucu yeni devletlerin
henüz devletleşme süreçlerini tamamlayamamaları ve Soğuk Savaş döneminin
durduğu bazı sorunların, gerilim ortamının sona ermesiyle yeniden su yüzüne
çıkması. Soğuk Savaş sonrası nitelikleri belli ölçüde farklı olan yeni bazı
sorunları da beraberinde getirdiği ifade etmektedir. Daha da önemli olarak
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan bu tür sorunların büyük ölçüde
Türkiye’yi kuşatan coğrafya da başta Balkanlar olmak üzere Kafkasya ve
Ortadoğu bölgelerinde ortaya çıkmış olması Türkiye açısından büyük önem arz
etmektedir. Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde alışık olmadığı bu sorunlara
duyarsız kalamayacağı ise son 10 yılda açık bir şekilde anlaşılmış bulunmaktadır.
İkinci olarak, NATO, Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın güvenlik
şemsiyesi olduğu gibi Türkiye’nin en önemli müttefiki olan ABD’nin de Avrupa
da daha etkin olmasında rol oynadı. Türkiye’nin Batılı güçlerin desteğini
almasının en önemli nedeni, küresel tehdit olan Komünizme karşı Batı’nın
güvenliği açısından Türkiye’nin bulunduğu konum itibariyle stratejik öneminden
kaynaklanıyordu. Türkiye’nin NATO’ya alınmasındaki asıl neden de stratejik
konumundan kaynaklanıyordu. Bu bağlamda Türkiye’nin stratejik önemi Sovyet
tehdidinin varlığından kaynaklanıyordu. Sovyet tehdidin ortadan kalkmasıyla
birlikte Türkiye’nin stratejik önemi etkisini kaybetmiş oldu. Bununla birlikte
yeni oluşan sistemde tehdit unsuru ılımlı İslam grupları görüldü ve NATO
misyon değişikliğine gitti. Bu misyon değişikliği Müslüman bir ülke olan
Türkiye’yi İslam dünyası ile NATO arasında kalma gibi bir risk içerisine
soktu[96]. Soğuk Savaş döneminde Batı ile Türkiye’nin çıkarları büyük ölçüde
uyuşmaktaydı, fakat yeni oluşan sistemde Batı ile Türkiye’nin çıkarlarının ne
derece uyuştuğu tartışma konusudur. Bu da Türkiye’nin ne kadar büyük bir risk
altında olduğunun kanıtıdır.
Üçüncü olarak, Soğuk Savaş’ın sona ermesi Türkiye’yi NATO’nun en
önemli aktörü haline getirmiş bulunmaktaydı. Bunun nedeni yeni oluşan tehdit
algılamalarının Balkanlar, Kafkasya, Doğu Avrupa’daki riskler ve
istikrarsızlıklarının Türkiye coğrafi ve tarihsel olarak merkezi bölgesi
konumundadır. Bütün bu gelişmelerle birlikte gelecekte NATO’ya yönelmesi
muhtemel tehditlerin Türkiye’nin çevre bölgelerinden ortaya çıkacağı aşikârdır.
Dördüncü olarak, Soğuk Savaş’ın sona ermesi Türkiye’nin Avrupa Birliği
üyeliğini büyük ölçüde etkilemektedir. AB’ye üyelik, Türkiye için Soğuk Savaş’ın
yarattığı olumsuzlukları dengeleyebilecek bir gelişme olacaktır. Çünkü Türkiye
için oluşan birçok olumsuzluk AB’nin sorunu olarak düşünüldüğünde bu
sorunların çözümüne yönelik oluşabilecek yük büyük oranda AB tarafından
paylaşılacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle SSCB’den ayrılan birçok Doğu
Avrupa ülkesi AB üyeliği bakımından Türkiye’den daha avantajlı bir konuma
sahip oldu. Zira SSCB’nin varisi olan Rusya Federasyonu (RF), SSCB ardılı
ülkeleri Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) aracılığıyla etkisi altında toplamayı
amaçlıyordu. AB, SSCB’den ayrılan Doğu Avrupa ülkelerini entegrasyonuna
dâhil ederek bu ülkelerin hem Rusya etkisinde kalmamasını engelledi hem de
Batı bloğuna kazandırdı.
Beşinci olarak, yeni oluşan düzende belirsizliklerle ve güç boşluklarıyla
karşı karşıya kalan bölgelerin Batı’dan daha çok Türkiye için tehdit unsuru
oluşturdukları aşikârdır. Zira bütün bu gelişmeler Türkiye’nin zaten zor ve pahalı
olan güvenliğini sağlamasını daha da zor ve pahalı hale getirmiştir. Ayrıca
muhtemel Türkiye- Rusya çatışması karşısında Türkiye’nin Soğuk Savaş
dönemindeki gibi Batı’nın desteğini alabileceği net değildir.[97]
Altıncı olarak, yeni dünya düzeninde liberalizmin ve pazar ekonomisinin
genel kabul görünen değerler olduğu bakımından Türkiye açısından baskı
unsuru oluşturmaktadır[98]. Yani Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde
insan hakları ihlalleri, demokratik düzenin kesintiye uğraması gibi durumlar
karşısında Batı’nın baskısını daha da fazla hissedeceği açıktır. Bunun yanında
meydana gelecek bu gelişmelerle Türkiye’nin bu konulardaki olumsuz tutumunu,
baskı unsurunun olumlu hale getirebileceği de düşünülebilir.
Soğuk Savaş’ın sona ermiş olması aynı zamanda sadece Türkiye için
önemli sayılabilecek fırsatları da ortaya çıkardı. Türkiye’nin bölgesel bir güç
olması için belki de bir daha zor yakalayabileceği bir uluslararası ortam yarattı
denilebilir. Özellikle Avrasya kuşağında Türkiye bölgesel bir güç olma fırsatını
yakalamış gibi görünmektedir. Türkiye’nin önüne çıkan bu fırsatın hangi ölçüde
farkında olduğu ve bunu da ne kadar başarılı değerlendirdiği ise soru işaretleri
taşımaktadır. SSCB’nin dağılması altı yeni Türk Devletinin doğmasına ve
bağımsızlıklarını kazanmalarına zemin hazırladı. Bu gelişme Türkiye’nin bölgede
daha büyük ve etkili bir rol oynamasının da önünü açmış bulunmaktadır.
Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde Adriyatik’ten Çin’e kadar uzanan bir
bölgede çok daha önemli bir rol oynama fırsatı elde etmiş bulunmaktadır.
Üstelik bu fırsatın büyük ölçüde Türkiye’nin dışında meydana gelen olayların
sonucu olarak ortaya çıktığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Soğuk Savaş
döneminin sona ermesi ve bunun yarattığı gelişmeler, neticesinde Türkiye
bölgesel bir güç olma, Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu bölgelerinde daha etkili
rol oynama ve Türk Dünyasıyla yakın ilişkiler kurma konusunda önemli
sayılabilecek fırsatlar yakalamış oldu. Ayrıca, Türkiye dünya enerji kaynaklarının
bulunduğu bölgenin ortasında yer aldığı gibi, bu doğal kaynakların dünya
pazarlarına sunulması için de önemli bir geçiş yolunu oluşturmakta ve bu durum
Türkiye’nin stratejik öneminin daha artması sonucunu doğurmaktadır.[99]
Soğuk Savaş sonrası oluşan bu yeni koşullarda, Türk dış politikası hem
yeni olanaklara açılacak, hem de belirsizlikler ve zorluklarla karşılaşacaktır.
Türkiye önemli istikrarsızlık kaynaklarının bulunduğu Balkanlar, Kafkaslar,
Doğu Akdeniz ve Körfez bölgelerindedir. Bunun yanında Doğu Avrupa ile Batı
Asya arasındaki geçiş noktasındadır. Böyle bir jeopolitik konumda Türkiye’ye
yönelik tehditler niteliği itibariyle Soğuk Savaş döneminkinden çok daha değişik
ve niteliği önceden belirlenemeyecek türden olacaktır. İçinde bulunduğumuz alt
sistem ve bölgeler eskisine göre daha oynak ve belirsiz görünüyor. Gelişmeler ve
bu gelişmeleri nasıl değerlendirecekleri eski dönemin aksine “ak ve kara” olarak
kolaylıkla ayrılamayacak, kolay karar verme rahatlığı ortadan kalkacaktır.
[100]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1. TEK KUTUPLU SİSTEMDE NATO ve TÜRKİYE’NİN


ROLÜ

NATO İkinci Dünya Savaşı’nın harabeye çevirdiği bir Avrupa’nın yarısına


hâkim Sovyet gücünün uyandırdığı panik ortamında doğmuştur. 1948’de Batı
Avrupa Birliği’nin temelini atan antlaşma görünürde, o dönemde henüz işgal
altında ki bir ülke olan Almanya’ya karşı Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve
Lüksemburg’u bir araya getiren bir ittifaktı. Fakat 1949’un Nisan ayında, yine
henüz ne Batı ne de Doğu Almanya’nın bir devlet olarak kurulamadığı bir
dönemde, 17 Mart 1948’de Brüksel Antlaşması’nın daha da genişletilerek bütün
Kuzey Atlantik bölgesini kapsayan bir savunma ittifakına dönüşümüne tanık
olunmuştur. Bütün bu girişimlerin salt geleceğinin intikamcı Almanya’sına karşı
olduğunu söylemek mümkün değildir. Esas hedef Avrupa ortasına gelen Sovyet
gücü ve etki alanıydı. NATO’nun kuruluşundan üç yıl sonra 1952’de Türkiye ve
Yunanistan’ın 1954’te Batı Almanya’nın bu ittifak dahil olmaları da
göstermektedir ki NATO ittifakı salt SSCB’ye karşı Kızıl Ordu’nun verdiği panikle
kurulan bir savunma örgütü değil SSCB’yi çevreleme politikasının ilk adımının
oluşturan bir stratejik örgüttür.[101]
Dolayısıyla dönemin sona ermesinin bir sonucu olarak da NATO
ekseninde değişmeler gerçekleşiyordu. NATO’nun hedefi artık küresel tehdidi
engellemek değil, Avrupa-Atlantik bölgesi içerisinde oluşan güvensizlik
ortamında, güvenlik sağlamak amacıyla; bu unsurlar içerisinde NATO misyon
değişikliğine giderken değişimler yaşayacaktır.
Tüm bu oluşan şartlar ve uluslararası sistemde gerçekleşen değişiklikler
doğrultusunda Türkiye, yeni istikrarsızlık bölgelerine yönelik, yeni dış politika
stratejileri benimsemeli ve bu politikaları uluslararası arena da gerçekleştirme
realitesi içerisinde olmalıydı. SSCB’nin ortadan kalkması üzerine sistem göreli
basitliğini yitirmiş ve karmaşıklaşmıştır. Türk dış politikası yeni statükonun
oluşum sancıları içinde kendine yeni ve eskisinden daha zayıf olmayan bir rol
inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmış; batı dünyası dışında yeni
olanakların ortaya çıkması üzerine, eskisine oranla çok aktifleşmiş, manevra
alanını çok genişletmiş; bu arada da iki kutuplu dünyadaki eski istikrarını doğal
olarak yitirmiştir. Bu yeni duruma bakıp ta hemen Türk dış politikasının
Statükoculuk ve Batıcılık’ tan vazgeçtiği yargısına varmak, realiteye son derece
terstir. Eski statükonun yıkıldığı ve yenisinin kurulduğu bir dönemde; Türk dış
politikası gerek tarihsel sürekliliği gerekse jeopolitik konumu aynen devam ettiği
için temel ilkelerinden vazgeçmeden yeni statükoda yerini aramaktadır.[102]
Soğuk Savaş’ın bitimi Türkiye’nin güvenliği ve savunması açısından tam
bir rahatlama sağlayamamış, üzerindeki Sovyet askeri tehdidinin kalkması,
Avrupa’nın aksine Türkiye için fazla bir anlam ifade etmemiştir. Türkiye’nin yer
aldığı coğrafya da Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan krizler, Türkiye’yi
doğrudan ya da dolaylı biçimlerde etkilemiştir. Bu kriz bölgelerinden
Balkanlarda ortaya çıkan istikrarsızlıklar, bölge ile tarihsel ve kültürel açıdan
bağları bulunan Türkiye için endişe kaynağı olmuştur. Türkiye, daha önce Körfez
Krizi sırasında karşılaştığı sorunlarla mücadele ederken başvurduğu NATO’nun
askeri ve siyasi desteğine Balkanlarda yaşanan krizlerde de ihtiyaç duymuş, aynı
şekilde NATO’da Balkanlarda istikrarın yeniden sağlanması konusunda bölgeyle
yakın bağlantısı bulunan Türkiye’nin yardımını istemiştir.
Türkiye’nin coğrafyası, bir ‘Jeostratejik Fantazmagorya’ ile
kuşatılmıştır. Çatışmalar, çekişmeler, etnik karmaşalar, sınır ihtilafları, devlet
sistemi ve hukuk boşluğu yanında, zengin yer altı kaynaklarıyla batılı ve
doğulu gelişmiş ülkelerin bir çıkar çatışması alanı ilân ettikleri bu bölgede,
taşların yerine oturması uzun yıllar alacak gibi görünmektedir.[103]
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte oluşan uluslararası jeostratejik
güç boşluğuna bir düzen getirme çabaları da başlamıştır. Dünyada tek küresel
güç olarak kalan ABD, bütün dünya için yeni bir düzeni sık sık dile getirmeye
başlamıştır: “Yeni Dünya Düzeni“.[104]
Soğuk Savaş sonrası dönemin ardından uluslararası sistem kapsamında
yaşanan bir dizi radikal değişim, dönüşüm ve kriz anları kimi kez bizleri Soğuk
Savaş döneminin en sıcak gelişmelerini dahi özlemle anacak noktaya
sürüklemiştir. 1991 sonrası şahit olunan, kimi devletlerce bizzat yaşanan
gelişmeler, hız, kapsam ve nicelik gibi açılardan o denli yoğun bir görünüm arz
etmişlerdir ki uluslararası sistem bir radikal değişimi tolere edebilmek adına
kendisi için gerekli olan olgunluğa erişemeden bir diğer değişimle yüzleşmek
durumunda kalmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta Doğu ve Doğu
Akdeniz bölgeleri geçmişte olduğundan farklı bir nitelikte, daha geniş kapsamlı
ve kesif kriz noktalarına sahip olurken, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar, Güney
Doğu Asya gibi Soğuk Savaş süresince “zoraki sessizlik” yaşayan bölgeler 1991
sonrasında yeni kriz bölgeleri olarak belirmişlerdir. Bu bölgelerin bizim
açımızdan en önemli özelliği, Türkiye’yi çevreleyen bir alan oluşturmasıdır.
Dolayısıyla Türkiye’nin bu alanların birinde meydana gelebilecek bir değişikliğe
tepkisiz kalması düşünülemez. Türkiye’nin pasif bir konumda olması ve herhangi
bir rol üstlenmemesi; ne bu bölgeler ne de Türkiye açısından mümkün
gözükmektedir.[105]
Soğuk Savaş sonrası ortamda birçok kriz bölgesinde Türkiye ABD
perspektifinde olaylara dâhil olmaya çalışmıştır. Somali, Bosna ve Kosova
müdahalelerinde Türkiye ABD ile birlikte hareket etmiştir. Bu müdahalelerde
Türkiye Soğuk Savaş’tan bu yana süregelen “en güvenilir müttefik” olma
statüsünü devam ettirmiştir. Kriz bölgelerinden Balkanlar’da Türkiye
Yugoslavya’nın dağılmasıyla bölge ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştır.
Etnik yapı, dil, din gibi farklı özellikler barındıran bu coğrafya Yugoslavya’nın
dağılmasıyla çatışmaların merkezi olmuştur. Birçok farklı dil, din, mezhep ve
etnik gruba sahip insanların barındıran bu coğrafya, dağılmayla birlikte tıpkı bir
savaş alanını andırmıştır. Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman
Boşnaklar arasında çıkan savaşta çok ciddi bir etnik temizlik başlamıştır ve bu
olay Avrupa’nın göbeğinde olmasına rağmen Avrupa ve Avrupa Birliği üyesi
ülkeler olaya sadece seyirci kalmıştır.
Türkiye'nin Batı ve ABD için öneminin azaldığı iddiaları ortaya atılırken,
Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda Kosova, Makedonya, Bosna gibi sorunlar,
Kafkasya'da, Osetya, Çeçenistan, Abazya, Karadağ gibi sorunlar, Ortadoğu da
Kuveyt in işgali, Filistin sorunu gibi sorunlar, istikrarsızlıklarla dolu bu
bölgelerin merkezi konumunda olan Türkiye'nin bölgesel ve küresel barış için
yok sayılamayacak bir güç olduğunu ortaya çıkardı. Bu gelişmelerin bir sonucu
olarak, başta ABD olmak üzere dünya ülkeleri Türkiye'ye daha fazla önem
vermeye başladılar. Türk-Amerikan ilişkileri stratejik ortaklık olarak
adlandırılmaya başlandı. Türkiye ise diğer taraftan Soğuk Savaş sonrası
dönemde hala önemli olduğunu ortaya koyabilmek ulusal çıkarlarını
koruyabilmek için KEİB, EKO, Balkan ülkeleri ile işbirliği, Türk Cumhuriyetleri
ve ABD ile daha derin işbirliği gibi arayışlara girmiştir. Realist açıdan
bakıldığında ise, Soğuk Savaş’ın sona ermesi Türk dış politikasını sınırlayan
konjonktürel etkileri ortadan kaldırmış, bağımsız bir Türk dünyası, işbirliğine
açık bir Balkanlar, işbirliğine yatkın bir Ortadoğu ortaya çıkmıştır.
Türkiye içerisinde hem iç politika, hem dış politika anlayışında daha
çoğulcu yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, tek tip insan oluşturma mantığı
yerini daha liberal ve çoğulcu bir mantığa bırakmış, dış politikada ise batının
dışındaki bölgeleri yok sayan anlayış iflas etmiş, dış politikada da daha çoğulcu,
çok boyutlu anlayışlar ortaya atılmaya başlanmıştır.[106]
Sonuç itibari ile NATO’nun risk ve tehdit olarak algıladığı gelişmelerin
hemen tamamı Türkiye’nin sınırlarında veya yakın çevresinde yer almaktadır. 28
üyeli ittifak içinde bütün kararlar oylaşma ile alındığına göre; Türk milli
makamları tarafından da NATO risk ve tehdit değerlendirilmelerinin, bunlara
karşı alınacak önlemlerin paylaşıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda Soğuk Savaş
sonrası yaşanan olaylar ve değişikliklerin ışığında Türkiye açısından NATO’nun
taşıdığı önem ve öncelikte bir değişiklik olmadığı değerlendirilmektedir. Aynı
şekilde NATO yönünden bakıldığında da Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik
öneminde azalma değil aksine artış söz konusudur. Diğer taraftan risk ve
tehditlere, devam eden ve olası kriz bölgelerine komşu veya yakın mesafede
bulunan Türkiye gibi bir ülkenin, ittifakın 59 yıldır sağladığı koruyucu güvenlik
şemsiyesi altından çıkarak bunların üstesinden tek başına gelebileceğini
düşünmek gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

2. KRİZ BÖLGELERİ VE TÜRKİYE’NİN OLAYLARA


KARŞI TUTUMU
Yeni dönemde NATO, Avrupa güvenliği için ilk askeri sorumluluğunu
Balkanlarda ortaya çıkan istikrarsızlıkta almıştır. 1991 yılında Yugoslavya’nın
dağılmasıyla birlikte başlayan Balkanlardaki etnik çatışma sürecinde NATO
istikrarı ve güvenliği sağlama konusunda bir takım eylemlerde bulunurken
Türkiye bölgeye NATO bağlamında müdahalelerde bulunmuştur. NATO
tarafından Yugoslav Federal Cumhuriyeti’ne karşı başlatılan ve müttefik güç
operasyonu adı verilen hava harekâtı Sırp Hava Savunmasını ve askeri yapılarını
hedef almış, Kosovalı Arnavutların güvenliğinin sağlanmasını ön planda
tutulmuştur. Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, İspanya, İngiltere ve
ABD’nin aktif olarak katıldığı hava operasyonlarında Belçika, Danimarka,
Norveç, Portekiz ve Türkiye savaş uçakları hazır bulundurulmuştur. Kosova’ da
ortaya çıkan etnik gerginlik, başlangıcından itibaren Türkiye tarafından
yakından takip edilmiştir. Türkiye, Kosova’da yaşanan sorunun acilen barışçıl
yollarla ve Yugoslav Federal Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünün korunarak
çözüme kavuşturulmasını istemiş, Kosova’nın statüsünün bölgenin etnik
yapısının göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Etnik
gerilimin yükselmeye başladığı 1998 Sonbahar’ında konu Türkiye’nin
gündemine daha ciddi bir şekilde gelmeye başlamıştır. Aynı tarihlerde Suriye ile
terör konusunda yaşanan gerginliğe rağmen TBMM, 8 Ekim 1998 tarihinde
aldığı bir kararla, Kosova Krizi nedeniyle NATO tarafından alınacak önlemler
çerçevesinde oluşturulabilecek çok uluslu güce TSK’nin da katılımını sağlamak
amacıyla Türk hükümetine yurt dışına asker gönderme yetkisi vermiştir.
[107]Türkiye bölgede katliamı kınarken bu tür eylemlerin önlenmesini istemiş,
konunun acilen BM Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi gerektiğini belirtmiştir.
Konuyla ilgili olarak Türk Dış İşleri Bakanı, BM ve NATO Genel Sekreterleri ve
AGİT dönem başkanıyla da görüşerek, Türkiye’nin duyduğu kaygıları iletmiştir.
Türkiye konuyla ilgili diplomatik çabalarını ilerleyen günlerde de sürdürmüştür.
Özellikle Sırpların taahhüt ettiği güvenlik önlemleri konusunda samimi
olmadıklarını düşünen Türk Dışişleri Bakanı; ABD, RF, Almanya, İngiltere,
Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanlarına birer mektup göndererek bu konuda
Yugoslav Federal Cumhuriyet üzerinde baskı kurmalarını istemiştir.[108]
Türkiye Yugoslavya’nın parçalanma süreci boyunca ülkenin toprak
bütünlüğünden yana tavır almıştır. Yugoslavya’yı oluşturan Cumhuriyetler
içerisinde yaşayan Türk azınlık da Türkiye’nin genel politikası ile aynı
eğilimdeydi. Türkiye, Türk kültürel mirasını ve bölgede yaşayan soydaşlarını
korumak adına, bölgede daha fazla öne çıkmak zorundadır.[109]
Türkiye, Yugoslavya'nın toprak bütünlüğü ilkesini savunurken NATO'nun
bir üyesi olarak ittifakın Yugoslavya'ya yönelik hava harekâtında da Türk
birlikleri etkin bir rol oynamıştır. Türkiye, NATO'nun Kosova'ya düzenlediği
müdahaleyi en aktif olarak destekleyen ülkeler arasında yer almıştır. Ankara bu
çerçevede İtalya’daki Ghedi Üssü'nde bulunan 17 F–16 savaş uçağını NATO'nun
kullanımına vermiş, ardından Brüksel'den gelen istek üzerine Çorlu, Bandırma
ve Balıkesir üslerini NATO uçaklarına açmıştır. Bu politikanın gerisinde
Türkiye'nin dış politika hedeflerinin etkili olduğu söylenebilir.[110]
Kosova krizi Türkiye'nin stratejik öneminin ve Avrupa güven ve
istikrarına katkısının daha iyi değerlendirilmesine neden olmuştur. Kosova krizi
karşısında Avrupa'nın gösterdiği çaresizlik, Avrupa Birliği devletlerinin Avrupa
Savunma ve Güvenlik Kimliğini somutlaştırıp, Ani Müdahale Kuvveti oluşturma
yolundaki iradelerini kuvvetlendirmiştir. Fransız, Alman, İngiliz
bakanları "60.000 kişilik bir kuvvet ortaya çıkaracağız, bu bir tür kolordudan
biraz daha büyük olacak" şeklinde ortak açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu
şekildeki açıklamalar, Avrupa Birliği’nin Türkiye'nin katkısı olmadan ciddi bir
Avrupa stratejisine sahip olamayacağı yolundaki tartışmaları yoğunlaştırmıştır.
Kosova krizi, Türkiye'nin Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ile Orta Doğu
üçgenindeki merkezi konumu ve geniş coğrafyasıyla bütün bu bölgeler
arasındaki stratejik bağı oluşturduğunu çarpıcı şekilde gözler önüne sermiştir.
[111]
Türkiye KFOR bünyesinde görev almak üzere, Kosova Türk Tabur Görev
Kuvvetini göndermek suretiyle, bölgedeki barış misyonuna çok önemli katkılarda
bulunmuştur. Türkiye'nin KFOR bünyesindeki askeri katılımı, başta Türk,
Goralı, Boşnak, Arnavut olmak üzere tüm etnik grupların aralarındaki
uyuşmazlıkların giderilmesinde, etnik problemlerin çözülmesinde, bölge
insanının güvenliği başta olmak üzere eğitim, sağlık, kültür alanlarındaki
eksikliklerin tamamlanması yönünde önemli katkılar sağlamıştır.[112]
Türkiye ve ABD arasındaki yoğun ve yakın ilişki Balkanlar’a da
yansımıştır. Balkanlar’da ortaya çıkan yeni devletlerin Türkiye üzerinden ABD’ne
ulaşmak istemeleri, ABD’nin de Türkiye ile Balkanlar arasındaki ortak tarihsel,
kültürel ve dinsel bağlar üzerinden bu coğrafyada öne çıkmak istemesi, Türkiye
ile ABD’ni Balkanlar’da birbirine yakınlaştırmıştır.[113]
Türkiye, 1999’daki NATO müdahalesini takiben, uluslararası topluma
siyasi ve askeri desteğini vermekle birlikte, Kosova’da yaşanan sürece ilişkin
kaygılarını da zaman zaman dile getirmiştir. Türk dış politikası açısından önemli
konulardan bir tanesi, Kosova’da bulunan Türk azınlığın statü meselesidir.
NATO müdahalesini takiben oluşturulan BM protektoratı altında, Türk azınlık
kazanılmış haklarından bazılarını, özellikle kurucu unsur olma niteliğini
korumakta oldukça zorlanmıştır. Çünkü NATO müdahalesi, bölgesel aktörlerin
taleplerinin göz ardı edilmesine ve küresel aktörlerin bölgede daha etkin
olmalarına imkân sağlamıştır.[114]
Türkiye'nin bu bölgedeki sorunlara yaklaşırken elinde önemli bir kozu
vardır. O da şimdiye dek Balkanlardaki gerek Müslüman ya da Türk kökenli
azınlıkları gerekse, Yunanistan'daki Makedonlar gibi, diğer azınlıkları hiçbir
zaman kışkırtmaması, bunları bir baskı unsuru olarak kullanmamış olmasıdır.
[115]
Balkanlardaki durum Almanya'nın yeni politikasıyla yakından ilgilidir.
Almanya, Avrupa Topluluğu’nu arkasından sürükleyerek Yugoslavya'yı Batı-
Doğu Kilisesi çizgisinden böldü. Bosna sorununun çözülememesinin temel
nedeni, Almanya'yı sınırlamak isteyen İngiltere’nin Alman ilerlemesine karşı
kullandığı Sırbistan'ın ezilmesine izin vermeyişi, ABD'nin de İngiltere'yi
kıramayışı. Yunanistan da Türkiye ve Makedonya nedeniyle Bosna'ya ilgi
duyuyor. Türk Yunan ilişkileri böyle gittikçe, Türkiye'nin bölgede sözü dinlenir
bir ülke haline getirdi.
Bulgaristan en sorunlu komşuyken, şimdi en sorunsuz komşu. Ekonomik
bakımdan zayıf. 1980'lerin ikinci yarısında ad değiştirme kampanyasından
yaralı. Romanya'yla da G. Dobruca nedeniyle kavgalı. .Yunanistan kronikleşmiş
bir sorunlu komşu. Hem geleneksel Türk düşmanlığı, hem Türkiye'nin batısında
olduğu için Türkiye muhtaç olmaması, hem de AT üyesi olmaktan gelen bir gücü
söz konusu. Ama kendi başına sardırdığı Makedonya sorununun da çok yıprandı.
Sırbistan'ı açıkça destekleyen tek Batı ülkesi olarak da yara aldı.
Kosova’da durumun ciddileşmesi ve olası bir NATO müdahalesinin
gündeme gelmesi, Türkiye’nin konuyu uluslararası platformlara taşıma
konusunda kararlığını ortaya çıkarmıştır. Nitekim sorunun NATO içerisinde
tartışılmaya başladığı tarihlerde Türkiye hem Mayıs 1998’de Lüksemburg’da
yapılan NATO Dışişleri Bakanları toplantısında hem de Haziran 1998’de
Brüksel’de yapılan NATO Savunma Bakanları toplantısında NATO’nun Kosova
sorunu üzerinde çalışmaya başlamasında önemli rol oynamıştır.[116]Yugoslavya
Temas Grubu’nun taraflara sunduğu planlarla ilgili olarak görüşlerini belirten
Başbakan Bülent Ecevit, bu konu hakkında hem BM Güvenlik Konseyi’ne hem de
NATO’ya başvuruda bulunduklarını açıklamıştı.[117]
Türkiye, Kosova sorunu sırasında iki önemli endişesi olmuştur.
Bunlardan birincisi Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunması diğeri de
Kosova’da yaşayan Arnavutlarla Türk azınlık arasındaki problemlerdir. Ayrıca
Türkiye, Balkanlarda daha fazla bölünmüşlük yaratmamak için özen göstermiş,
özellikle Sırbistan’ın Yunanistan ile birlikte Türkiye’ye karşı cephe oluşturmasını
istememiştir.
Sorunun çözümüne yönelik ortaya konulan planlarda, burada yaşayan
Arnavut asıllı Kosovalılara geniş özerklik verilmesi Türkiye tarafından
desteklenirken, Kosova Kurtuluş Ordusu'nun (UÇK) tam bağımsızlık istekleri
Türkiye tarafından desteklenmemiştir. Bu konuda Türkiye, operasyon sonunda
Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunamayabileceği şeklinde
açıklamalarda bulunan Amerikan yönetimiyle de görüş ayrılığına düşmüştür.

Kosova’da yaşayan az sayıdaki fakat sembolik anlamda Türkiye için önem


taşıyan Türk azınlığın haklarının korunması, Türkiye’nin bölgeye yönelik
endişelerinin içinde ayrı bir önem taşımıştır. Türkiye, Yugoslavya’da 1974 yılında
kabul edilen anayasa ile Türk azınlığın elde etmiş olduğu hakların korunması ve
yeniden düzenlenmek istenen Kosova’nın statüsünde diğer azınlıklar gibi Türk
azınlığında haklarının korunmasını istemiştir.[118] Türkiye’nin bu konu
üzerindeki hassasiyeti bölgede yaşanan krizin bitmesinden sonrada devam etmiş
ve Türkiye’nin yoğun girişimlerinden sonra istenen sonuca ulaşılmıştır.[119]

Kosova’da yaşanan gerginlik esnasında Türkiye’nin bir takım iç


meseleleri konunun yeterince hem siyasilerce hem de kamuoyunda tartışılmasını
engellemiştir. Bu sırada ortaya çıkan Hükümet krizleri ve erken seçim
tartışmaları siyasi gündemi daha fazla meşgul ederken daha sonra PKK sorunu
ile bağlantılı olarak örgüt liderinin Suriye’den çıkartılması ve Türkiye’ye
getirilmesi siyasilerin ve kamuoyunu dikkatlerini bu konuya çevirmelerine neden
olmuştur. Burada dikkat çeken diğer önemli bir nokta da Türkiye’de
azımsanmayacak sayıda bulunan Arnavut asıllı vatandaşların konuya
gösterdikleri zayıf tepkidir. Kamuoyunun Kafkaslarla ilgili konularda gösterdiği
tepki ve eylemler göz önüne alındığında, bu konuda daha sesiz kalındığı
görülmüştür.

Kosova Krizi, Türk-Amerikan ilişkilerinin bu dönem içerisinde karşılıklı


işbirliği içerisinde ne kadar olumlu yönde geliştiğini göstermesi açısından da
önem taşımıştır. Kosova’da gerçekleştirilen NATO hava operasyonu sırasında
Türkiye ve ABD arasında gelişen askeri ve siyasi işbirliğinin, gelecek dönemlerde
de artarak devam edeceği beklentisi güçlenmiş ve bu konuda olumlu gelişmeler
yaşanmıştır. NATO’nun görev alanının genişlemesi ve Türkiye’nin bölgesel
alandan daha aktif bir dış politika izlemeye başlaması bu yöndeki beklentinin
temel noktalarını oluşturmuştur.

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında Kosova Krizi sırasında


gündeme gelen yakın işbirliği her iki ülkenin bölgesel sorunlarda bir birlerine
olan ihtiyaçlarının bir yansıması olmuştur. Avrupa’nın bir parçası olarak
Balkanlarda sağlanacak istikrar ABD için önem taşırken, bunun kolay bir şekilde
sağlanabilmesi de, bölgeyle tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türkiye’nin
işbirliğini gerektirmiştir. Aynı şekilde Türkiye içinde bölgede siyasi etkinliğini
artırmanın yolu ABD ile yakın işbirliği yapmasına bağlı kalmıştır. Bölgede ortaya
çıkan sorunlarda aktif rol alma konusunda istekli görünen Türkiye’nin bunu
gerçekleştirmek için yeterli askeri ve ekonomik kaynağa sahip olmaması ABD
desteğini kendisi için gerekli kılmıştır. Ayrıca Türkiye, tarihsel nedenlerden
dolayı karşılaşacağı itirazlar içinde arkasında güçlü bir siyasi desteğe ihtiyaç
duymuştur. Bu dönem içerisinde Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin bu
konuda Balkanlarda güvenebileceği ve işbirliği yapabileceği tek ülke olarak
gözükmüştür. Bu süreç içerisinde NATO ittifakı da iki ülke ilişkilerinin kurumsal
çatısını oluştururken, bu sırada gündeme gelen ‘stratejik ortaklık’ kavramı
Türkiye ve ABD arasında çıkar birlikteliğinin ulaştığı düzeyi göstermiştir.[120]

Türkiye, Bosna-Hersek iç savaş sırasında askeri ve siyasi alanda ortaya


aktif politikayı Kosova krizi sırasında da devam ettirmiş, gerek NATO
öncülüğünde Sırplara karşı yürütülen hava operasyonlarında gerekse Kosovalı
mültecilere insani yardım çalışmalarında etkin bir şekilde yer almıştır.
Balkanlar’da yaşanan krizler Türkiye açısından iki noktayı ön plana çıkarmıştır.
İlk olarak, Türkiye’nin Avrupa güvenliğinde oynayacağı yapıcı rol bu krizler
sırasında açık bir biçimde ortaya çıkmış, böylelikle Soğuk Savaş sonrası stratejik
önemindeki azalma konusunda Türkiye’nin taşıdığı endişeler büyük ölçüde
ortadan kalkmıştır. Kosova krizi ve Afganistan’da sürdürülen operasyonlar
sırasında Türkiye’nin yapmış olduğu katkı Batı için büyük önem taşımıştır. Ön
plana çıkan ikinci nokta ise, Türkiye bölgesel çıkarlarının korumasında
kapasitesini aşan durumlarla karşılaştığında NATO ve ABD’nin bu eksiğin
tamamlanmasında oynadığı rol olmuştur.
Bunlara karşılık, Yugoslavya'nın parçalanma süreci Türkiye'nin halen
devam eden bir biçimde büyük enerji harcamasına yol açtı, çünkü Türkiye
Balkanlarda istikrarın ve işbirliğinin zarar görmesini kendi çıkarlarına aykırı
buluyordu.
Nitekim ilk olarak, Türkiye İslam Konferansı Örgütü çerçevesinde bir
Temas Grubu kurulmasına önayak oldu. İkincisi, sürekli talepte bulunarak
sonunda (Haziran 1994) BM Barış Gücü UNPROFOR' a 1400 asker, uçuş
yasağının denetimi için de 18 adet F-16 yolladı. Hatta Türkiye'nin Somali Barış
Gücüne katılmasının tek nedeni, Bosna'da Sırp, Rus ve Yunan baskısı sonucu
kabul edilmeyen katkısını kabul ettirmekti. Üçüncüsü, Mart 94'te ABD
girişimiyle kurulan Boşnak-Hırvat Federasyonunun büyük destekçisi oldu. Türk
Dışişleri Bakanı bu iş için ilk kez bölgeye gitti. Dördüncüsü, Boşnak ve
Hırvatlarla dışişleri bakanları ve devlet başkanları düzeyinde toplantılar yaparak
federasyonu desteklemeye ve ilerideki Balkan işbirliğinin nüvesini oluşturmaya
çalıştı. Beşincisi, Hırvatistan'a sığınan mültecilerin evlerine güvenle dönmeleri
amacıyla oluşturulan "Ortak Polis Gücü"ne 50 polisle katkı yaptı (Aralık 1995).
Altıncısı, Ocak 1996'da NATO'nun "Barışı Uygulama Gücü"ne (İFOR) katkıda
bulundu.[121]
Türkiye Kosova Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden
birisi olmuştur. Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış sorunlar dikkate
alındığında bu kararın ince elenip, sık dokunulması gereken bir karar olduğu
ortadadır. Günümüzde küreselleşme ile birlikte yaygınlaşan mikro etnik
milliyetçilikler Türkiye gibi ulus devletleri tehdit etmektedir. Türkiye
güneydoğu’da artan terör olaylarının giderek siyasi alana da yayılması
sonucunda gelinebilecek durumları iyi düşünmüş olmalıdır. Öte yandan Irak’ın
kuzeyinde oluşturulmuş olan devletsi yapının bağımsızlık ilan etmesi
durumunda dünyadaki büyük güçlerin kaçının bu yapıyı süratle devlet olarak
tanıyacağını ve bu tanımanın Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısı üzerine
etkilerini iyi hesaplamış olması gerekir.
Kafkasya’da ise coğrafi ve ekonomik bakımdan, Kafkasya, Orta Asya ve
Rusya'ya giden ticaret yoludur. Orta Asya'nın siyasal ve diğer bakımlardan
Türkiye için öneminin yanı sıra, Rusya ticareti önemlidir. (1993'te 2 milyar
dolardan fazla, Türk müteahhitlik şirketlerinin yüklenimleri 5 milyar dolar, Türk
Eximbank'ın kredileri 1,4 milyar dolar). Türkiye de büyük ölçüde Rus
doğalgazına bağımlıdır. Bunu azaltmak için Türkmenistan doğalgazının gelmesi
çok önemli olacaktır. Psikolojik açıdan, birdenbire kuzenlerini keşfedin Türkiye
kamuoyu, özellikle arasında dil sorunu bulunmayan Azerbaycan'a ve genellikle
Türk ülkelere büyük ilgi duymuştur. Bu ilgide, Türkiye'nin uluslararası planda
yalnızlığı ve kendisinden zayıf kuzenler bularak psikolojik rahatlaması önemli rol
oynamıştır. İç politika bakımından, bir kere, Türkiye'de önemli sayıda 8 milyon
Kafkas diasporası yaşamaktadır. Azeriler, Gürcüler, Abazalar, Çerkezler, vb.
İkincisi, başta sağcı partiler olmak üzere genellikle Türkiye kamuoyu ve medya
Ermeni-Azeri kavgasında kendini taraf hissetmiş, Elçibey' in panturanist söylemi
özellikle MHP'nin faaliyetini artırmış: bu durumda Dışişleri Bakanlığı
politikacılar tarafından sürekli sıkıştırılmaya başlanmıştır. Stratejik açıdan
düşünülürse, 1918'deki kısa süreli "Kafkas Seddi" Kurtuluş Savaşına Sovyet
yardımının gelmesini önlemek açısından Türkiye için zararlı olmuştur ama
1991'de TC-SSCB ortak; sınırını kaldıran yeni set çok rahatlatıcı bir durum
yaratmıştır.[122]
Eğitim alanında Rusya'ya ve Rus kültürüne bir alternatif yaratabilmek
için Türkiye Türk ülkelere 11.000 eğitim bursu vermiştir. Bunun yanı sıra askeri
öğrencilere ve diplomatlara da Türkiye'de eğitim olanağı sağlanmaktadır.
Azerbaycan Latin alfabesine 1992'de geçmiş olup, Özbekistan ve
Türkmenistan'ın aşamalı olarak geçmeleri planlanmıştır. Bu ülkelere yönelik
yayın yapan Türk kanalı "Avrasya" Mayıs 1992'de yayına başlamıştır. Azerbaycan
TRT-l 'i de alabilmektedir. Bununla birlikte, Türk ülkeler Rusya'dan
çekindiklerinden bu yayınları alıp merkezi biçimde dağıtamamaktadırlar.
Ulaşım alanında eskiden bütün Türk başkentleri birbirine Moskova
üzerinden bağlanırdı. Şimdi Türk Hava Yolları bunların arasında direkt bağlantı
sağlamıştır.
Türk ülkelerde halen 300'ün üzerinde Türk firması faaliyet göstermekte,
Eximbank da kredi sağlamaktadır. Özel sektör Azerbaycan'a 500 milyon dolarlık
yatırım yapmıştır. Ayrıca Gürcistan'a 100 milyon dolarlık kredi açılmış olup yine
krediyle elektrik verilmektedir. Mart 91'de gönderilen 240.000 dolar tutarında
deprem yardımı ve Şubat 92'de yollanan insani yardımın yanı sıra, Ekim 92'den
sonra Ermenistan'a 52.000 ton buğday verilmiş, bu ülkeye insani yardım
uçaklarının ve trenlerinin geçmesi sağlanmıştır. Bu tutum özellikle Kelbacar' ın
bu ülke tarafından işgalinden sonra kamuoyunun baskısı üzerine Nisan 94'te
sona ermiştir.
Türkiye, Türk ülkelerin uluslararası örgütlerde (İslam Konferansı Örgütü,
Birleşmiş Milletler, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, İktisadi İşbirliği örgütü,
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) temsilini sağlamış, onlara bu konuda bilgi
yardımında bulunmuştur. AGİK Minsk Grubundaki dokuz ülkeden biri olan
Türkiye, Gürcistan-Abhazya arasındaki UNİMOG' da da askeri gözlemciler
bulundurmaktadır. Yeni anayasalar, seçimle gelen parlamento, ulusal
ordu, ulusal para, ulusal dil, kadrolarda ulusallaştırma gibi yepyeni deneyimler
yapmakta olan Türk devletlere Türkiye bilgi, tecrübe ve psikolojik destek
alanlarında yardımda bulunmaktadır.[123]
Kafkasya, Rusya için gerçek bir "arka bahçe". Rusya, bölge ülkelerinden
hiçbirinin başka bir ülkenin etki alanına girmesini istemiyor. Çünkü hem burada
petrol var, hem azınlık sorunları yoğun, hem de burası Rusya'nın geleneksel
"yumuşak kısmı”nın kapısı. Bu nedenlerle Rusya Kafkasya'ya bambaşka bir
önem veriyor ve eğer Türk-Rus ilişkileri sağlıksız ise Türkiye'nin Kafkaslarda
kalıcı ilişki kurması mümkün değil. Bir de Batı'nın Rusya'yı buralardaki tek
istikrar sağlayıcı unsur olarak görmesini, bu yüzden desteklemesinin de
anımsarsak, bu daha da doğrulanıyor. Türkiye'nin Kafkaslardaki üç komşusunun
üçü de zayıf ve istikrarsız. Bu niteliklerden zayıflığın, Türkiye'nin yararına
olduğu ilk anda düşünülebilir. Çünkü Türkiye, bunların yerinde daha önce
bulunan SSCB'nin güçlü oluşundan çok çekmiş, yeni durum karşısında rahat bir
nefes almıştır. Şimdi de bu ülkeler Ermenistan dahil, Türkiye'ye sorun
çıkarmaktan çekinmektedirler. Bununla birlikte, bu ülkelerdeki istikrarsızlığın
Rusya'nın bölgeye gelip yerleşmesinde başlıca rolü oynadığı düşünülürse,
durumun hiç de Türkiye lehine olmadığı ortaya çıkacaktır. Türkiye'nin çıkarı,
Kafkaslarda bu üç ülkenin belirli bir iktisadi güce ve özellikle de istikrara
kavuşmasındadır[124]
Soğuk Savaş’tan sonra Türkiye, Balkanlarda ve Kafkaslarda olduğu gibi
Ortadoğu'da da göreli bir rahatlığa kavuşmuştur. Yukarıda da sözü edildiği gibi,
Körfez Savaşı sonucu Irak tamamen devreden çıkmış, İran ABD tarafından
soyutlanmış, Suriye ise SSCB'nin dağılması ve Ortadoğu Barış Süreci sonucu
"ehlileşmeye" başlamıştır. Bununla birlikte, Türkiye'nin bu ülkelerle yine
birtakım sorunları vardır. Suriye'yle Hatay, İran'la da ideoloji anlaşmazlığı gibi
nispeten kronikleşmiş sorunlar sayılmazsa, bölgede Türkiye'nin karşılaştığı
sorunlar su ve terörle ilgilidir. Su konusu, aslında bugünün sorunu olmaktan çok
geleceğin sorunu gibi gözükmektedir. Bu konudaki asıl çatışmayı çıkaran
Suriye'yle 17 Temmuz 1987'de yapılan anlaşma sonucu bu ülkeye saniyede 500
metre küp bırakılmakla birlikte, ileride örneğin bir kuraklık ya da nüfus artışı vb.
gibi durumlar söz konusu olduğunda sorunun ne hal alacağı Suriye yetkililerini
hırçınlığa götürür gözükmektedir. Fırat ve Dicle'nin sularıyla beslenen Irak da
olaya katılarak Türkiye'nin karşısında yer almaktadır. Sınır aşan ırmaklar tek bir
ülkenin malı sayılmazlar. Bununla birlikte, bu konuda uluslararasında kabul
gören tek ve yerleşmiş bir kurallar bütünü bulunmadığı için, Türkiye hem Fırat
ve Dicle'nin kaynağına sahip olarak suları ilk kullanan olmak, hem, de bölgenin
güçlü devlet niteliğini taşımak bakımından avantajlı durumda bulunmaktadır.
[125]
Bu yüzden Türkiye olayı ağırdan almaktadır. Ama Türkiye'nin bölgede
sıkışmasına yol açan bir sorun vardır: Kürt sorunu. Kürt sorunu, Irak'la Türkiye
arasında eskiden beri bir çatışma konusu değil, tersine, birleştirici bir konu
olagelmiştir. Bununla birlikte, Saddam'ın 1990'da Kuveyt'e saldırması, sonuçta
Müttefiklere yenilmesi, bunun arkasından güneyde Şiilerin kuzeyde de. Kürtlerin
ayaklanması, Saddam'ın orduyu kullanarak ikisini de bastırması, Kürtlerin İran
ve Türkiye'ye sığınması gibi bir dizi olayın ardından Temmuz 91'de ABD'nin
liderliğinde bir "Huzur Operasyonu–2" gerçekleştirilmiştir. Bu operasyon
sonucu K.Irak'ta Türkiye sınırına bitişik bölgede kurulan "Güvenli Bölge",
Saddam'dan korkarak Türkiye'ye sığınan Kürtlerin buraya dönmesiyle kısa
sürede bir "Kürt devleti" embriyonu niteliği kazanmıştır. Her ne kadar bu
"devletin organları Kürtler arası (Barzani-Talabani) çatışmalar yüzünden
işleyemez durumdaysa da[126] kendi Kürtleriyle ilgili sorunları hala demokratik
bir çözüme ulaştıramayan Türkiye durumdan ciddi oranda tehdit algılamaktadır.
Çünkü K. Irak'ta bölgenin Kürtleri güçlense bu "devlet" Türkiye Kürtlerine
"örnek" olabilecek, güçlenip de K. Irak'ta iktidar boşluğu doğsa PKK buraya
yerleşerek üs edinecektir. Suriye konusunda fiili durum da ciddidir. Türkiye'yle
olan sorunları, özellikle de su sorunu bakımından elinde başka koz bulunmayan
Suriye PKK’ya hoşgörüyle, hatta yardımcı bir tavırla yanaşmaya devam etmekte,
bu tutumunu sürdüreceği izlenimini vermektedir. Nitekim PKK lideri Abdullah
Öcalan (Apo) Suriye'nin izni ve korumasıyla bu ülkede barınmaktadır.
Göründüğü kadarıyla, Türkiye'nin "terör"le ilgili dış politika sorunu, kendi
içindeki Kürt sorununun sağlam ve kalıcı bir çözüme ulaştırılmasına bağlı
bulunmaktadır.[127]

SONUÇ

Yeni dünya düzeni lafı batılı liderler, çok uluslu şirketler ve NATO
temsilcileri ağzında dünyaya empoze edilmeye başlanmıştır. Yeni dünya düzeni
taraftarları “kriz, küreselleşme, diyalog, terör, barış ve işbirliği” gibi içi
boşaltılmış kavramlarla beyinlere girme yoluna gitmişlerdir. Kitle iletişim
araçları vasıtasıyla içi boşaltılmış bu kavramlar halka indirilmiştir. Keza barış ve
demokrasi götürmek amacıyla ABD’nin Irak müdahalesi Afganistan işgali bu gibi
kavramlarla meşrulaştırılmak istenmiştir. Kissinger bir konuşmasında krizlerin
olduğunu 1945’de de kriz yaşandığını, bu krizin NATO’yu oluşturduğunu
söylemiştir.
NATO askeri bir örgüttür. Kırk yıl komünizme karşı savaştı ve altmış
yıldır küresel elitin çıkarlarına hizmet etmektedir. Üye devletler de komünizme
karşı örgütlemeler gerçekleştirmiş; Türkiye gibi ülkelerde komünizmi dinsizlik
olarak öğreterek düşman ilan etmiştir. Soğuk Savaş bittikten sonra doğu bloğu
dağıldı. NATO şimdi ne ile savaşıyor sorusuna yanıt aradığımız bu çalışmada şu
cevapları vermekte fayda var:
1. Kendinden başka nükleer güce sahip ülkelere
2. Kendi denetimi dışında kalan ülkelere
3. Küresel finansın önünü tıkayan her türlü sisteme
4. ABD karşıtlarına
5. Enerji sahibi ve enerji güzergâhlarında yer alan ülkelere

karşı savaştığını söylemek zor olamasa gerek. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin
Kore de NATO’ya girmek için ödenen bedel NATO’nun anahtarı olmuştur. BM
komitesindeki Türk askeri Kore’de ABD için ölüyor öldürüyordu. 1952’de
Türkiye NATO’ya üye olmadan bir yıl önce İncirlik üssünün temelleri atılmıştır.
Daha sonra 1980’lere geldiğimizde NATO’nun kullanım alanları olan 12 askeri
üssü ABD’de kullanma hakkına sahip olmuştur. Geçmişteki bu saptamalara
baktığımızda NATO’nun güvenilirliğinin hakkaniyet açısından değerlendirilmesi
pek de olası gözükmemektedir. Kriz bölgelerinin yakınında ve hatta içinde olan
Türkiye’nin fayda görmekten çok zararına sebep olmuştur. Yukarda da
değindiğimiz gibi Soğuk Savaş sonrası yaşanan küresel ölçekli krizler de
NATO’nun şemsiyesinde bulunan Türkiye’nin tüm bunlara rağmen kendine bir
güvenlik şeridi oluşturmasına katkısı vardır.
Türkiye, Bosna konusunda haklının ve mazlumun yanında bulunarak
uluslararası toplumda saygı toplamış, Balkanlarda oluşabilecek çözüm
formüllerinin kendisini dışlayarak yapılamayacağı düşüncesini karşı tarafı telkin
etmiştir. Bununla birlikte Türkiye radikal islam tehlikesine karşı stratejiler
geliştirmelidir. Bosna konusunun ülkedeki radikal İslamcılara yaradığını
unutmamak ve bu yolla yapılabilecek radikal islam "ithalatı"nı önlemek iç politik
bütünleşme açısından çok önemlidir. Bununla birlikte Bosna olayı haksızlığa
uğramış insanlardan yana olan Türkiye’ye kendini bölgesel güç olarak gösterme
olanağı doğurmuştur.
Balkanlarda gelişen diğer bir sorun ise halen daha devam eden
Yunanistan sorunudur. Her ne kadar Yunanistan sergilediği davranışlarla
kendini zor durumda bıraksa da orta vadede sorunun çözümünün zor olması bu
NATO müttefiki ülkenin atacağı adımların yakından takip edilmesi
zorunluluğunu doğurmaktadır. Türkiye aynı zamanda şuan itibariyle yunan
adalarının çokluğu yüzünden dezavantajlı olduğu Batı Trakya da bu izlemelere
devam edip oldubittilere izin vermemelidir.
Kafkaslarda ise Türkiye yanlış bir algıya kapılarak uyuyan devi
uyandırmıştır. Türkiye SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bölgede tehdit unsurunun
yok olduğunu ve güç boşluğunun oluştuğunu düşünerek dış politika stratejileri
benimsedi. Çabuk heyecanlanan kamuoyu bunun yanında İran kaynaklı siyasal
İslam kaygısına kapılan ABD‘nin yüreklendirmesi hem de AB içerisinde daha
önemli bir yer tutmak arzusu ile yanılgıya kapıldı. Bu yanılgıyla ‘’Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne Türk Dünyası’’ gibi sözler edilerek Rusya uykusundan uyandırıldı.
Nitekim iki yıl gibi bir sürede oluşan koşullar değişip Türkiye’nin yetersizliği
görüldü ve Rusya toparlanıp diş göstermeye başladı. Türkiye’nin bu tutumu
Rusya’nın PKK’ya sınırlarını açmasına neden olmuştur. Bölge ülkelerine çok söz
verip sonradan tutamaması Türkiye’ye itibar kaybettirmiştir. Türk
cumhuriyetlere batıdan kredi alıp kredi vererek kendi ekonomisini belirsizliğe
sürüklemiştir. Kafkaslarda ki etnik kavgaların Türkiye’deki Kafkas diasporasına
yansıması ülkenin nazik etnik yapısı içinde bir tehdit oluşturmaktadır; (Doğu
Anadolu ‘da Abhaz ile Gürcü kahvelerinin ayrılması.)
Körfez krizi sırasında ise; Türkiye altına imzasının attığı belgelere sadık
kaldı. Körfez Savaşı’nda üzerine düşen misyonu yerine getirdi. Daha azını yapan
Mısır’ın dış borçları silinirken, Türkiye 30 milyar dolara yakın bir zararla
kalakaldı. Körfez Krizi bittiğinde Türkiye’yi şart kılan, Türkiye’yi gündemde
tutan bir tehdit de kalmamıştı.
Sonuç olarak Türkiye hem AB üyeliğine giden yolu açmak, hem de tarihe
karşı olan sorumluluğunu göstermek için “Hıristiyan Batı” ile “Müslüman
Doğu” arasında köprü olduğunu ispatlamalı ve Türkiye, asıl önemini
medeniyetler çatışması değil, “medeniyetler köprüsü” üzerinden yürüyerek
kurmalıdır. Türkiye, batı bloğunda yer almasında fayda gözetmeye devam
ederken dikkat etmesi gereken tehlike, Batı’nın Ortadoğu’daki petrol çıkarları
doğrultusunda Türkiye’yi kullanmasıdır. Son yıllarda oluşan aşırı dış borçlanma,
küreselleşme ve insan hakları ihlalleri neticesinde oluşan baskısıyla ABD’ye karşı
oluşan aşırı bağımlılık, AB entegrasyonu ile dengelenebilir.

KAYNAKÇA

KİTAPLAR

ACAR, Cemal, Süpergüçlerin Hakimiyet Kavgası, Ötüken Yayınları,


İstanbul, 2007
ARI, Tayyar, 2000’li Yıllarda Basra Körfezi’nde Güç Dengesi, Alfa
Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1999
ARI, Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Yayınları,
2004
ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyılın Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 15. Baskı,Cilt 1-
2 (1914-1995),Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005
ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk- Amerikan Münasebetleri, TTK,
Ankara, 1991
ATAÖV, Türkkaya, Amerika, NATO ve Türkiye, İleri Yayınları, İstanbul,
2006
DAVUTOĞLU, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 40. Baskı, İstanbul,
2009
ERHAN, Çağrı, Türk- Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, İmge
Yayınevi, Ankara, 2001
FAHRİ, Macit, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, İstanbul, 1966
GÜMÜŞ, Okan – SEVİ, Aziz, Ansiklopedik Uluslararası İlişkiler Sözlüğü,
Polat Yayınları, Ankara, 1996
İNAÇ, Hüsamettin, AB’ ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik
Problemleri, Adres Yayınları, Ankara, 2005
KENAR, Nesrin, Yugoslavya, Palme Yayıncılık, Ankara, 2005
MERİH, Turgay, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945- 1960, Ebabil Yayıncılık,
Ankara, 2006
MORGENTHAU, Hans J., Uluslararası Politika, Baskın ORAN-Ünsal OSKAY
(Çev), Türk Siyasi İlimler Yayınları, Ankara, 1970
ORAN, Baskın, "Kalkık Horoz", Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Bilgi Yayınevi,
Ankara, 1996
ORAN, Baskın, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan Günümüze,
Olgular- Belgeler- Yorumlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001
ORKUNT, Sezai, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, Milliyet Yayınları, İstanbul,
1978
ÖZTÜRK, Osman Metin, Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Fark
Yayınları, Ankara, 2007
SANDER,Oral, Siyasi 1918 -1994, 5. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 1996
SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara, 2000
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikası, Der Yayınları, İstanbul, 2006
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları, İstanbul,
2005
SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz
Kitabevi, İstanbul, 2005
ŞEN, Sabahattin, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 1992
TANİLLİ, Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Adam Yayınları, İstanbul,
1999
ULUDAĞ, Mehmet Bülent, - HASGÜLER, Mehmet, Devletlerarası ve
Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, 3.Baskı, Nobel Yayları, Ankara
USLU, Nasuh, Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Sorunlar,Yeni İmkanlar ve
Yeni Arayışlar, Anka Yayıncılık, Ankara, 2006
YILMAZ, Muzaffer Ercan, Etnik Çatışmalar, Nobel Yayınları, Ankara, 2007

MAKALELER

BAHARÇİÇEK, Abdulkadir, “Soğuk Savaşın Sona Ermesinin Türk Dış Politikası


Üzerine Etkileri”, İdris BAL (Ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Ankara
Global Araştırmalar Merkezi, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara, 2006
DURU, Naciye, “Türkiye’nin Nato’ya Girişi Tarihin Seyrinde”, Sayı 6, Şubat
2010
ERHAN, Çağrı, “ABD ve NATO ile İlişkiler 1945-1960 ve 1960-1980”, Türk Dış
Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Baskın Oran (ed.), C: 1, İletişim, İstanbul, 2001
ERHAN, Çağrı, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişlemesi” , Türk Dış Politikası
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Baskın Oran
(ed.), C: 1, İletişim, İstanbul, 2001
ERHAN, Çağrı, “Türk Amerikan İlişkilerinin Mantıksal Çerçevesi”, İdris
BAL(ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara
Global Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2006
GÖNLÜBOL, Mehmet ve ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasının Yirminci Yılı
1945- 1965”, AÜSBF Dergisi, C. 16. 1996
İNAN, Karman, “NATO’nun Dünü, Bugünü ve Yarını”, 35. Yılında Türk
Parlamentosunda NATO, Ankara, Türk Atlantik Antlaşması Derneği, 1984
KOCAOĞLU, A. Mehmet, “Küresel Ölçek İçinde ve Bölgesel Sorunlar
Çerçevesinde Türkiye’nin İç ve Dış Güvenliği İçin Birlik ve Bütünlük
Şarttır”, Yeni Türkiye Cumhuriyet Özel Sayısı 2, Cilt 23-24, 1998
KUT, Şule,“Türk Dış Politikasında Ege Sorunu”, Türk Dış Politikasının
Analizi, Faruk SÖNMEZOĞLU (Ed.), 3. Basım, Der Yayınları, İstanbul, 2004
MOLLA, Alptekin “Soğuk Savaş Sonrası NATO Askeri Müdahaleleri ve
Türkiye’nin Rolü: Kosova Krizi ve Müdahale Süreci”, Mevzuat Dergisi, Sayı:
138, Yıl: 11, 2009
ORAN, Baskın, “Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki
Durumu Üzerine Notlar”, AÜSBF Dergisi, Cilt:51, Sayı:1
SANDER, Oral, “Türk - Amerikan İlişkileri (1947- 1964)”, AÜSBF, 1979
TÜRKEŞ, Mustafa, “Türkiye’nin Balkan Politikasında Devamlılık ve
Değişim”, Avrasya Dosyası, ASAM Yayınları, Cilt 14, Sayı 1, Ankara, 2008
ÜLGER, İrfan Kaya, “Balkan Gelişmeleri ve Türkiye: 1990’lı Yıllar”, İdris BAL
(Ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara Global
Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2006
ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-
1968)”, AÜSBF Dergisi, C 13
UZGEL, İlhan, “Kosova Sorunu ve Türkiye”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi,
Ankara, Cilt 22, Sayı 210–212, 1998

YILMAZ, Muzaffer Ercan, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Sınır İçi


Etnik Çatışmalar” , Uluslararası
Hukuk ve Politika, Sayı: 6, 2006
YILMAZ, Muzaffer Ercan, “Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Dünya
Düzeni”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 17
YILMAZ, Muzaffer Ercan, “UN Peacekeeping in the Post-Cold War
Era”, International Journal on World Peace, Vol. 12, No. 2, 2005

TEZLER

BİLGİN, Tahir Engin,” Soğuk Savaş Sonrası Değişen Kolektif Güvenlik Anlayışı
Çerçevesinde NATO-Türkiye İlişkileri”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006
GÜRSOY, Muharrem, Kosova’nın Balkanlar’daki Jeostratejik Ve Jeopolitik
Konumu Ve Kosova’daki Türk Varlığının İncelenmesi, Harp Akademileri
Komutanlığı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2008

DIŞİŞLERİ GÜNCELERİ

“1998 Yılına Toplu Bakış”, Dış İşleri Güncesi, Aralık 1998


“Bölgede yaklaşık olarak 60 bin civarında Türk’ün yaşadığı tahmin
edilmektedir. Kosova’daki Son Duruma İlişkin Açıklama”, Dışişleri Güncesi,
Aralık 1998
“Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem verdiği bir demeçte, Türkiye ve
ABD arasındaki işbirliğinin hiçbir zaman Kosova sorununda olduğu kadar
yakın olmadığını belirtmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Star TV-Kırmızı
Koltuk Programında Yayınlanan Mülakatının Metni”, Dışişleri Güncesi, Ekim
1999
“Kosovalı Türklerin Anayasal Haklarının BM Kosova Misyonu (UNMIK)
tarafından Tanınmasına İlişkin Açıklama”, Dışişleri Güncesi, Eylül 2000
“Türkiye’nin Kosova Sorunu’nun Barışçıl Çözümüne Yönelik Çabalarına İlişkin
Açıklama”, Dış İşleri Güncesi, Ocak 1999

GAZETE KAYNAKLARI

“Kosova için çözüm planı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 1999. Kosovalı Arnavutların


ılımlı lideri İbrahim Rugova sorunun gündeme gelmesinden itibaren Batının
desteğini ararken, sorunun barış yoluyla çözümünün Kosova’ya NATO güçlerinin
konuşlandırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. “Miloseviç: 1999 Kosova’ya
çözüm getirsin”, Cumhuriyet, 1 Ocak 1999

İNTERNET KAYNAKLARI

BAL, İdris, Türk Dış Politikasının 87 Yıllık Analizi


http://www.stratejikboyut.com/haber/turk-dis-politikasinin-87-yillik-analizi-
-31850.html (erişim tarihi: 30.03.2011)
DUMAN, Mehmet, “Soğuk Savaş Dönemi Türk Dış
Politikası”, http://superbilgiler.blogspot.com/2009/12/soguk-savas-donemi-
turk-dis-politikasi.html (erişim tarihi: 06.03.2011)
EMEKLİER, Bilgehan, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin
Analizi”, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?
option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararas-
sistemin-analizi&catid=113:analizler-sosyo-kultur&Itemid=151 (erişim tarihi:
06. 03. 2011)
ERDEM, Vahit, Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Değişim Sürecinde
“Genişleme Politikası”
http://www.euractiv.com.tr/politika-000110/article/vahit-erdem-
soguk-savas-sonrasi-natonun-deigisim-surecinde-genisleme-
politikasi-011490 (erişim tarihi: 12. 02. 2011)
EROL, Hikmet, “Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Yeni Konsept Arayışı ve
Kosova Müdahalesi”, http://tr.caspianweekly.org/ana-
kategoriler/avrupa/2617-souk-sava-sonras-natonun-yeni-konsept-aray-
ve-kosova-muedahalesi.html (erişim tarihi: 02.02.2011)

KONA, Gamze Güngörmüş, “2000-2008 Dönemi Türkiye’nin Güvenlik


Politikası”, http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/trkiyenin-
gvenlik-politikalar-2000-2008.html (erişim tarihi: 03.01.2011)

[1] ACAR, Cemal, Süpergüçlerin Hakimiyet Kavgası, Ötüken Yayınları,


İstanbul, 2007, s. 123.
[2] ACAR, a.g.e. , s. 124.
[3] ACAR, a.g.e. , s. 131.
[4] “ABD savaştan sonra dev bir sanayi gücüne sahipti.1945’teki sanayi üretimi
1939’dakinden iki kat daha fazlaydı.1939’da 9.480.000 olan işiz sayısı 1945’te
670.000’e düşmüştü.Savaştan sonra ,ABD “684 milyon ton kömür
(dünyadakinin yarısı) 244 milyon ton (dünyadakinin 2/3’ü), elektrikte dünya
üretiminin yarıdan fazlasını üretmektedir; sanayi, 95 milyon ton çelik, bir milyon
ton alüminyum, 20 milyon ton gemi, 100.000 uçak, 1.200.00 ton sentetik
kauçuk sağlayacak biçimde donanmıştır.Ülke, dünyanın en büyük ticaret
donanmasına (İngiltere’ninkinden üç defa fazla) sahiptir ve sadece hava uçak
taşımacılığının elide 15.000 uçak bulunmaktadır.” TANİLLİ,
Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Adam Yayınları, İstanbul, 1999, s.
302.
[5] ATAÖV, Türkkaya, Amerika, NATO ve Türkiye, İleri Yayınları, İstanbul,
2006, s. 99.
[6] FAHRİ, Macit, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları,
İstanbul, 1966, s. 44.
[7] MORGENTHAU, Hans J., Uluslararası Politika, Baskın ORAN-Ünsal
OSKAY (Çev), Türk Siyasi İlimler Yayınları, Ankara, 1970, s. 11.
[8] FAHRİ, a.g e 45-46
[9] SANDER, Oral, “Türk - Amerikan İlişkileri (1947- 1964)”, AÜSBF, 1979, s. 15.
[10] MERİH, Turgay, Soğuk Savaş ve Türkiye 1945- 1960, Ebabil Yayıncılık,
Ankara, 2006, s. 47.
[11] SANDER, a.g.m. , s. 15.
[12] ARI, Tayyar, 2000’li Yıllarda Basra Körfezi’nde Güç Dengesi, Alfa
Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1999, ss. 67-68.
[13] ERHAN, Çağrı, “ABD ve NATO ile İlişkiler 1945-1960 ve 1960-1980”, Türk
Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, Baskın Oran (ed.), C: 1, İletişim, İstanbul, 2001, s. 538.
[14] ORKUNT, Sezai, Türkiye-ABD Askeri İlişkileri, Milliyet Yayınları,
İstanbul, 1978, s. 142.
[15] ERHAN, “ABD ve NATO ile İlişkiler…” s. 538.
[16] ERHAN, “ABD ve NATO ile İlişkiler…” s. 539.
[17] TANİLLİ, a.g.e., ss. 305- 306.
[18] ACAR, a.g.e., s. 133.
[19] GÜMÜŞ, Okan – SEVİ, Aziz, Ansiklopedik Uluslararası İlişkiler
Sözlüğü, Polat Yayınları, Ankara, 1996, s. 144.
[20] ACAR, a.g.e., s. 138.
[21] SANDER,Oral, Siyasi 1918 -1994, 5. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 1996, s.
237.
[22] SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası İlişkilere Giriş, Der Yayınları,
İstanbul, 2005 s. 137.
[23] ACAR, a.g.e.,s. 138.
[24] ACAR, a.g.e.,s. 139.
[25] ACAR, a.g.e.,s. 139.
[26] ERHAN, Çağrı, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişlemesi” , Türk Dış Politikası
Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Baskın Oran
(ed.), C: 1, İletişim, İstanbul, 2001, s. 543.
[27] ATAÖV, a.g.e., s. 137.
[28] MERİH, a.g.e., s. 58.
[29] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, s. 543.
[30] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, s. 543.
[31] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, s. 544
[32] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, s. 544.
[33] ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyılın Siyasi Tarihi, Genişletilmiş 15.
Baskı,Cilt 1-2 (1914-1995),Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 517.
[34] ARMAOĞLU, a.g.e., s. 518.
[35] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, ss. 549-550.
[36] ARMAOĞLU, a.g.e., ss. 519-520.
[37] ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-
1968)”, AÜSBF Dergisi, C 13, s. 261.
[38] SANDER, a.g.m., s. 81.
[39] DURU, Naciye, “Türkiye’nin Nato’ya Girişi Tarihin Seyrinde”, Sayı 6, Şubat
2010, s. 15.
[40] GÖNLÜBOL, Mehmet ve ÜLMAN, Haluk, “Türk Dış Politikasının Yirminci
Yılı 1945- 1965”, AÜSBF Dergisi, C. 16. 1996, ss. 159- 160
[41] ERHAN, Çağrı, “Türk Amerikan İlişkilerinin Mantıksal Çerçevesi”, İdris
BAL(ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara
Global Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2006, s. 140.
[42] ERHAN, Çağrı, Türk- Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri,
İmge Yayınevi, Ankara, 2001, s. 180.
[43] ERHAN, “Türk Amerikan İlişkilerinin Mantıksal…”, s. 141.
[44] MERİH, a.g.e., s.241.
[45] ERHAN, “Nato’nun Kuruluşu ve Genişleme...”, s. 556.
[46] ORAN, Baskın, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan
Günümüze, Olgular- Belgeler- Yorumlar, İletişim Yayınları, İstanbul,
2001, s. 99.
[47] ERHAN, “Türk Amerikan İlişkilerinin Mantıksal…”, s.142.
[48] ARMAOĞLU, Fahir, Belgelerle Türk- Amerikan Münasebetleri, TTK,
Ankara, 1991,s. 145.
[49] SANDER, Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi, Ankara, 2000,
s. 110.
[50] SANDER, Türkiye’nin Dış Pol…, s. 112.
[51] SANDER, Türkiye’nin Dış Pol…, s. 113.
[52] SANDER, Türkiye’nin Dış Pol…, s. 115.
[53] ERHAN, “Türk Amerikan İlişkilerinin Mantıksal…”, s. 143
[54] SÖNMEZOĞLU, a.g.e., s. 35.
[55] SÖNMEZOĞLU, a.g.e., s. 42.
[56] ÖZTÜRK, Osman Metin, Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Fark
Yayınları, Ankara, 2007, s. 7.
[57] “Oluşturucu Ötekilik” kavramı için bkz. İNAÇ, Hüsamettin, AB’ ye
Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, Adres
Yayınları, Ankara, 2005, ss. 1-25.
[58] SÖNMEZOĞLU, a.g.e., s. 42.
[59] Morton Kaplan’ın uluslararası sistem modellerinden sıkı iki kutuplu sistem,
pek çok yönüyle gevşek iki kutuplu sisteme benzemektedir. Ancak benzerliklerin
yanında önemli farklılıklar da mevcuttur. Örneğin, sıkı iki kutuplu sistemde
aktör sayısı daha azdır ve bütün aktörler bloklardan birine üye ya da taraftır.
Ayrıca bu tür sistemlerde bloksuz aktör ve evrensel aktörler ya yoktur ya da
önemli bir etkileri gözlemlenmediği için yok sayılmaktadırlar. Dolayısıyla bu
bağlamda, Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısı, gevşek iki kutup sistemin
tam bir yansımasıdır; bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. ARI,
Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, Alfa Yayınları,
2004, ss. 521- 524.
[60] BAHARÇİÇEK, Abdulkadir, “Soğuk Savaşın Sona Ermesinin Türk Dış
Politikası Üzerine Etkileri”, İdris BAL (Ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış
Politikası, Ankara Global Araştırmalar Merkezi, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara,
2006, ss.67-68.
[61] SÖNMEZOĞLU, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi,
Filiz Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 65.
[62] ARI, a.g.e., s. 521.
[63]EMEKLİER, Bilgehan, “Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin
Analizi”, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?
option=com_content&view=article&id=698:souk-sava-sonras-uluslararas-
sistemin-analizi&catid=113:analizler-sosyo-kultur&Itemid=151 (erişim tarihi:
06. 03. 2011)
[64] DAVUTOĞLU, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 40. Baskı,
İstanbul, 2009, s. 110.
[65] DAVUTOĞLU, a.g.e., s. 111.
[66] DAVUTOĞLU, a.g.e., s. 111.
[67] SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türk Dış Politikası, Der Yayınları,
İstanbul, 2006, s. 463.
[68] YILMAZ, Muzaffer Ercan, “Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Dünya
Düzeni”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 17, s. 2.
[69]YILMAZ, a.g.m., s. 2.
[70]YILMAZ, a.g.m., s. 3.
[71] YILMAZ, Muzaffer Ercan, “UN Peacekeeping in the Post-Cold War
Era”, International Journal on World Peace, Vol. 12, No. 2, 2005, ss. 15- 18.
[72] YILMAZ, “Soğuk Savaş Sonrası…” s. 5.
[73] YILMAZ, Muzaffer Ercan, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Sınır İçi Etnik
Çatışmalar” , Uluslararası
Hukuk ve Politika, Sayı: 6, 2006, s. 17-30.
[74] YILMAZ, “Soğuk Savaş Sonrası…” s. 8.
[75] YILMAZ, Muzaffer Ercan, Etnik Çatışmalar, Nobel Yayınları, Ankara,
2007, ss. 37- 40.
[76] ŞEN, Sabahattin, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 1992, s. 41.
[77] BİLGİN, Tahir Engin,” Soğuk Savaş Sonrası Değişen Kolektif Güvenlik
Anlayışı Çerçevesinde NATO-Türkiye İlişkileri”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara,
2006, s. 103.
[78] ŞEN, a.g.e, s. 42.
[79] ŞEN, a.g.e, s. 42.
[80] ÜLGER, İrfan Kaya, “Balkan Gelişmeleri ve Türkiye: 1990’lı Yıllar”, İdris
BAL (Ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara
Global Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2006, s. 266.
[81] ERDEM, Vahit, Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Değişim Sürecinde “Genişleme
Politikası”
http://www.euractiv.com.tr/politika-000110/article/vahit-erdem-soguk-savas-sonrasi-
natonun-deigisim-surecinde-genisleme-politikasi-011490 (erişim tarihi: 12. 02. 2011)
[82] EROL, Hikmet, “Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Yeni Konsept Arayışı ve
Kosova Müdahalesi”, http://tr.caspianweekly.org/ana-kategoriler/avrupa/2617-
souk-sava-sonras-natonun-yeni-konsept-aray-ve-kosova-
muedahalesi.html (erişim tarihi: 02.02.2011)
[83] MOLLA, Alptekin “Soğuk Savaş Sonrası NATO Askeri Müdahaleleri ve
Türkiye’nin Rolü: Kosova Krizi ve Müdahale Süreci”, Mevzuat Dergisi, Sayı: 138,
Yıl: 11, 2009, s. 5.
[84] İNAN, Karman, “NATO’nun Dünü, Bugünü ve Yarını”, 35. Yılında Türk
Parlamentosunda NATO, Ankara, Türk Atlantik Antlaşması Derneği, 1984, s. 46.

[85] MOLLA, a.g.m., s. 6.


[86] MOLLA, a.g.m., s. 7.
[87] ACAR, a.g.e., s 141.
[88] ERDEM, Vahit, Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Değişim Sürecinde
“Genişleme Politikası”, http://www.euractiv.com.tr/politika-
000110/article/vahit-erdem-soguk-savas-sonrasi-natonun-deigisim-surecinde-
genisleme-politikasi-011490 (erişim tarihi: 12. 02. 2011)
[89] MOLLA, a.g.m., s. 7.
[90] MOLLA, a.g.m., s. 8.
[91] EROL, Hikmet, “Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Yeni Konsept Arayışı ve
Kosova Müdahalesi”, http://tr.caspianweekly.org/ana-kategoriler/avrupa/2617-
souk-sava-sonras-natonun-yeni-konsept-aray-ve-kosova-
muedahalesi.html (erişim tarihi: 02.02.2011)
[92] ERDEM, Vahit, Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Değişim Sürecinde
“Genişleme Politikası”, http://www.euractiv.com.tr/politika-
000110/article/vahit-erdem-soguk-savas-sonrasi-natonun-deigisim-surecinde-
genisleme-politikasi-011490 (erişim tarihi: 12. 02. 2011)

[93] MOLLA, a.g.m., s. 8.


[94] MOLLA, a.g.m., s. 9.
[95] EROL, Hikmet, “Soğuk Savaş Sonrası NATO’nun Yeni Konsept Arayışı ve
Kosova Müdahalesi”, http://tr.caspianweekly.org/ana-kategoriler/avrupa/2617-
souk-sava-sonras-natonun-yeni-konsept-aray-ve-kosova-
muedahalesi.html (erişim tarihi: 02.02.2011)
[96]BAHARÇİÇEK, a.g.e., s. 70
[97] KOCAOĞLU, A. Mehmet, “Küresel Ölçek İçinde ve Bölgesel Sorunlar
Çerçevesinde Türkiye’nin İç ve Dış Güvenliği İçin Birlik ve Bütünlük
Şarttır”, Yeni Türkiye Cumhuriyet Özel Sayısı 2, Cilt 23-24, 1998, s. 1502.
[98] BAHARÇİÇEK, a.g.e., s. 71.
[99] BAHARÇİÇEK, a.g.e., ss. 72-74.
[100] ŞEN, a.g.e, s. 48.
[101] ULUDAĞ, Mehmet Bülent, - HASGÜLER, Mehmet, Devletlerarası ve
Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler, 3.Baskı, Nobel Yayları, Ankara, s. 46.
[102] ORAN, Baskın, “Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş
Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar”, AÜSBF Dergisi, Cilt:51, Sayı:1, s. 368.
[103] DUMAN, Mehmet, “Soğuk Savaş Dönemi Türk Dış
Politikası”,http://superbilgiler.blogspot.com/2009/12/soguk-savas-donemi-turk-dis-
politikasi.html (erişim tarihi: 06.03.2011)
[104] DUMAN, Mehmet, “Soğuk Savaş Dönemi Türk Dış
Politikası”,http://superbilgiler.blogspot.com/2009/12/soguk-savas-donemi-turk-dis-
politikasi.html (erişim tarihi: 06.03.2011)
[105]KONA, Gamze Güngörmüş, “2000-2008 Dönemi Türkiye’nin Güvenlik
Politikası”, http://gamzegungormuskona.blogspot.com/2007/08/trkiyenin-
gvenlik-politikalar-2000-2008.html (erişim tarihi: 03.01.2011)
[106] BAL, İdris, Türk Dış Politikasının 87 Yıllık Analizi
http://www.stratejikboyut.com/haber/turk-dis-politikasinin-87-yillik-analizi-
-31850.html (erişim tarihi: 30.03.2011)
[107] MOLLA, a.g.e.,s. 11.
[108] “Türkiye’nin Kosova Sorunu’nun Barışçıl Çözümüne Yönelik Çabalarına
İlişkin Açıklama”, Dış İşleri Güncesi, Ocak 1999, s.101.
[109] KENAR, Nesrin, Yugoslavya, Palme Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 500.
[110] GÜRSOY, Muharrem, Kosova’nın Balkanlar’daki Jeostratejik Ve Jeopolitik
Konumu Ve Kosova’daki Türk Varlığının İncelenmesi, Harp Akademileri Komutanlığı,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2008, s. 47.
[111] GÜRSOY, a.g.e., s. 48.
[112] USLU, Nasuh, Soğuk Savaş Sonrasında Yeni Sorunlar,Yeni
İmkanlar ve Yeni Arayışlar, Anka Yayıncılık, Ankara, 2006, ss. 69- 70
[113] KUT, Şule,“Türk Dış Politikasında Ege Sorunu”, Türk Dış Politikasının
Analizi, Faruk SÖNMEZOĞLU (Ed.), 3. Basım, Der Yayınları, İstanbul, 2004, ss. 586–
590.
[114] TÜRKEŞ, Mustafa, “Türkiye’nin Balkan Politikasında Devamlılık ve
Değişim”, Avrasya Dosyası, ASAM Yayınları, Cilt 14, Sayı 1, Ankara, 2008., ss.
226
[115] UZGEL, İlhan, “Kosova Sorunu ve Türkiye”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Ankara,
Cilt 22, Sayı 210–212, 1998, s. 59.
[116] “1998 Yılına Toplu Bakış”, Dış İşleri Güncesi, Aralık 1998, ss.165-166.
[117]“Kosova için çözüm planı”, Cumhuriyet, 25 Ocak 1999, s.10. Kosovalı Arnavutların
ılımlı lideri İbrahim Rugova sorunun gündeme gelmesinden itibaren Batının desteğini
ararken, sorunun barış yoluyla çözümünün Kosova’ya NATO güçlerinin
konuşlandırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. “Miloseviç: 1999 Kosova’ya çözüm
getirsin”, Cumhuriyet, 1 Ocak 1999, s.10.
[118] “Bölgede yaklaşık olarak 60 bin civarında Türk’ün yaşadığı tahmin
edilmektedir. Kosova’daki Son Duruma İlişkin Açıklama”, Dışişleri Güncesi,
Aralık 1998, s. 155.
[119] “Kosovalı Türklerin Anayasal Haklarının BM Kosova Misyonu (UNMIK)
tarafından Tanınmasına İlişkin Açıklama”, Dışişleri Güncesi, Eylül 2000, ss. 86–
88.
[120] “Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem verdiği bir demeçte, Türkiye
ve ABD arasındaki işbirliğinin hiçbir zaman Kosova sorununda olduğu kadar
yakın olmadığını belirtmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Star TV-Kırmızı
Koltuk Programında Yayınlanan Mülakatının Metni”, Dışişleri Güncesi, Ekim
1999, s. 52.
[121] ORAN, a.g.m. ,s. 362.
[122] ORAN, a.g.m., ss. 363-364.
[123] ORAN, a.g.m., ss. 365- 366.
[124] ORAN, a.g.m., ss. 358-359.
[125] ORAN, a.g.m., s. 360.
[126] ORAN, Baskın, "Kalkık Horoz", Çekiç Güç ve Kürt Devleti, Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1996, s. 96.
[127] ORAN, a.g.m., ss. 367-368.

You might also like