Professional Documents
Culture Documents
BİRİNCİ BÖLÜM
Ağustos 1941’de, Roosevelt ile Churchill arasında savaş sonrası dünya ile
ilgili ortak amaçlarını ortaya koyan Atlantik Beratı imzalanmıştır. Savaşı
kazanacak devletlerin daha sonra bölgesel hâkimiyet kurma çabalarına karşı
çıkılmasının taahhüt edildiği bu beratla, halkların serbest iradesiyle seçilmiş
bağımsız ülke hükümetlerinin, ülkelerinin geleceğini kendilerinin belirlemesi
hakkı teminat altına alınıyor bunlara ek olarak da milli askeri güçlerde
indirimler yaparak kolektif bir güvenlik sisteminin oluşturulması
öngörülüyordu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin çok çabuk ve trajik bir
biçimde yıkılması ve yeniden bir dünya savaşına yol açan koşulların tekrar
yaşanmaması için yeni düzende kilit rol oynayacak büyük devletlerarasında,
henüz daha savaş bitmeden dikkatli planlamalar, müzakereler ve anlaşmalar
yapılması gerekiyordu.
Bu şuur çerçevesinde ortak bir mutabakat sağlamak üzere ABD Rusya ve
İngiltere tarafından Kasım 1943’te Tahran, Şubat 1945’te Yalta ve Ağustos
1945’te Potsdam’ da olmak üzere üç kez üçlü zirve toplantısı gerçekleştirilmiştir.
Yoğun arayış ve çabaların sonucunda, savaşı kazanan büyük devletlerin veto
yetkilerini barışçı amaçlarla kullanacağı ve illegal kuvvet kullanımından
kaçınacağı Birleşmiş Milletler otoritesi altında, yeni bir uluslararası sistem
üzerinde görüş birliğine varıldı.[2]
Churchill’in girişimleriyle üç büyükler, 1943 Kasım’ında tahran ile
başlayan, savaş sonrası düzenini şekillendirmeye yönelik bir zirveler maratonuna
başlamışlardı. Fakat Tahran Konferansı’nda asıl öncelikli konu, Almanya’nın
yenilmesi olduğu için, savaş sonrası planları yeterince tartışılamamıştır. Bir yıl
sonra Moskova’ya giden Churchill, Stalin’e Avrupa’da “nüfuz sahası” teklifinde
bulunmuştur. Churchill ile Stalin arasında yapılan anlaşmaya göre Romanya
%90’a %10 ve Bulgaristan %75’e %25 oranlarında Sovyetler Birliği lehine
bölünecek; Yunanistan %90’a %10 Batı lehine bölünecek; Yugoslavya ise %50–
%50 paylaşılacaktı.
Şubat 1945’te Churchill savaşın uzun bir süre daha süreceğini düşündüğü
için Polonya’da dâhil olmak üzere, yine Sovyetlerin lehine benzer bir paylaşma
önerisinde bulunmuş ve böylece büyük bir bölümü gizli tutulan Yalta
konferansında Stalin’e daha önce bırakmadığı yerleri de bırakmıştır.
Kasım 1945’te Yugoslavya, 1946’da Bulgaristan ve Romanya, 1947’de
Macaristan ve Polonya, nihayet 1948 yılında Çekoslovakya’nın da Sovyet
tasarımlı bir darbeyle, Yalta Zirvesi’nde varılan antlaşmayı tamamen ihlal
ederek, Komünist hâkimiyetine alınması sonucunda Doğu Avrupa’ya Sovyet
boyunduruğu vurma operasyonu tamamlanacaktı.[3]
ABD 1945- 1947 yılları arasında ittifakı yaralayan ve ittifakı sona
erdirebilecek Sovyet baskı ve hareketlerini önlemeye çalışmıştır. Fakat 1947’de
Stalin, Yunan komünistlerine yönetimi ele geçirmeleri konusunda silahlı
mücadeleye başlayabilmeleri için gizli askeri yardımlarda bulunması, Türkiye
üzerindeki tarihsel isteklerini (Kars, Ardahan ve Boğazlar) yoğunlaştırması
üzerine ABD Başkanı Truman tehdit edilen Yunanistan ve Türkiye’ye savunma
yardımı yapacağını açıkladı.
A. TRUMAN DOKTRİNİ
İkinci Dünya Savaşı’nda çok güçlü çıkan ABD’nin hava ve atom silahı
üstünlüğü bu ülke için “büyük fırsatlar dönemi” oldu.[4] Truman Doktrini,
İkinci Dünya Savaş’ından sonra “Amerika’nın yarattığı söylenceler zincirinin ilk
halkasıdır”, aslında Amerikan yayılmasının yeni ve daha genel bir aracı
olmaktan öteye bir şey değildir.[5]Artık diğer devletlerin davranışlarını kendi
istediği biçimde yönlendirebilirdi. 1947 yılı Amerikan dış ve askeri siyasetinde
yeni bir dönemin açıldığı yıldır. ABD siyasi, ekonomik, ideolojik ve askeri
alanlarda geniş bir yayılmaya geçmiştir.[6]
Bunun ilk işareti, ABD Başkanı Truman’ın 12 Mart 1947’de kongrede
yaptığı konuşmadır. Truman kongreye sunduğu raporda, Amerikan dış
politikasının esasının dünya çapında komünizmi durdurmak ve çembere almak
(çevrelemek) olduğunu ilan etti.[7]Bu amaçla ABD, savaşın yıkıntılarını taşıyan
Batı Avrupa’nın güvenliğini sağlamak ve başka bölgelerde de söz sahibi olmak
istiyordu.
Şubat 1947’de İngiliz hükümetinin içinde bulunduğu ekonomik
güçlüklerden dolayı Türkiye ve Yunanistan’a karşı geleneksel taahhütlerini
yerine getiremeyeceğini belirtiyordu. Yani İngiltere kendi nüfuz bölgesi olan
Türkiye ve Yunanistan’a yardım edemeyeceğini söylüyor ve Amerika lehine
bölgeden elini ayağını çekiyordu. İngilizler ekonomik yönden güçsüz olabilirdi,
ancak bunun yanında İngiliz emperyalistlerinin yüzlerce yıllık deneyimleriyle
edinmiş oldukları gerçekçi yanları vardı. Bu gerçekçilik İngiliz hükümetine şunu
dikte ettirmekteydi: “Asya, Afrika ve Pasifik’teki kolonileri ve dominyonları
kurtarmak için, çaresiz nüfuz bölgelerinden birinden çekilmek gerek.” Zaten
ABD, İngiltere’yi Güneydoğu Avrupa’ya ve Yakın Doğu’ya sokularak bu
bölgelerden çıkarmayı daha önce tasarlamıştı.[8]
Diğer yandan, yüksek seviyedeki Amerikan yetkililerine yakın bir
gazeteye göre; Truman daha Eylül 1945’teki Londra Dışişleri Bakanları
toplantısında Sovyetlerle barış ve güvenliği sağlama umudunu yitirmişti. Uygun
bir fırsatın çıkması ve Kongre ile halkında bunu kabul etmesi durumunda yeni
bir doktrin ilan etmeye karar vermiş ve bu uygun fırsat, İngiltere’nin
Yunanistan’dan çekileceğini belirten Şubat’ta verilen notalarla ortaya çıkmıştı.[9]
Truman, Kongre’de yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan’a toplam
400 milyon dolarlık bir yardım ve bu iki ülkenin askeri ve sivil personelinin
eğitimi için yetki istemiş ve bunun 22 Mayıs’taki kabulüyle “Yardım Tasarısı”
yürürlüğe girmiştir[10] Ancak bu parasal yardımın dörtte biri Türkiye için
öngörülmüştü.
Truman doktrininde Yunanistan’ın Türkiye’ye göre daha önemli olduğu
yardımın paylaştırılmasıyla da anlaşılmaktadır. Yunanistan’ın öneminin daha
fazla olması doğaldır. Çünkü Türkiye ve İran üzerindeki Sovyet baskısı azalmıştı.
(Türkiye savaşa girmediği için ekonomisi Yunanistan’dan daha iyiydi.1946
yılında Sovyetler İran’dan çekilmişti.) Yunanistan’da komünist bir yönetimin
başa geçmesinden korkuluyordu. Böyle bir durum yalnız doğu komşularını
etkilemekte kalmaz, İtalya üzerindeki Komünist baskısının da artmasına neden
olabilirdi. Böylece, İtalya doğusunda Yugoslavya ve Yunanistan, yani iki
komünist devlet tarafından sarılıyordu. Bu, Batı Avrupa’nın güçlü İtalyan
Komünist Partisi’nin etkisini daha da arttırabilirdi. İtalya’nın Kuzeybatısı’ndaki
Fransa’da da Batı’nın ikinci büyük Komünist partisi vardı. Dolayısıyla tüm
Avrupa’nın güvenliği tehdit altına girmiş oluyordu.[11] Özellikle Batı Avrupa’nın
güvenliğini tehdit edecek bir durumun oluşması hem Orta Doğu hem de
Avrupa’daki güç dengelerinin Sovyetler lehine gelişmesini sağlayacaktı.
ABD bu doktrini İngilizler ile birlikte Orta Doğu’da da genişletmek
istemiş, ancak kendilerini doğrudan bir Sovyet tehdidi altında görmeyen Arap
devletlerinin çoğu bunu kabul etmemiştir. ABD “Kuzey Kuşak” ülkelerine
Truman Doktrini kapsamında yapılan yardımların dışında, “1947’de Suudi
Arabistan ile üs ve 1949’da Bahreyn ile liman kolaylığı öngören birer anlaşma”
yapmıştır. Orta Doğu’da ki ABD taahhütleri artmış ve artık bu bölgedeki İngiliz-
Sovyet rekabetinin yerini ABD-Sovyet rekabeti almıştır.[12]
B. MARSHALL PLANI
İkinci Dünya Savaşı sonrası gücü zayıflamış olan Avrupa ülkeleri, Sovyet
tehdidinin arttığı bir ortamda ABD’nin savaş sonrası dönemde yeniden
geleneksel izolasyonist politikasına geri dönmesinden endişe duyuyorlardı. Fakat
bu savaş dünyada çok şeyi değiştirmiş; Amerika’da da, bu ülkenin dış dünyada
liderliğe soyunmasını savunan yeni bir dış politika elit kadrosu yetişmişti. İşte
bunlardan biri olan Sovyet ilişkileri uzmanı George F. Kennan’ın 1946 yılında
Moskova’dan gönderdiği telgraf Washington’da ki karar odaklarının dış
politikada yeni bir çizgiye yönelmelerinde başlangıç hamlesini oluşturacaktı.
Kennan’a göre “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya çok küçülmüş; başta
Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok köşesinde otorite boşluğu doğmuştu. Bu
boşluğu ABD doldurmalıydı; aksi takdirde dünya çapında yükselen komünist
hareket dolduracak ve böylece Sovyetler Birliği ‘nin nispi etkinliği daha da
artacaktır.[18]
İkinci Dünya Savaşı’nda işbirliği yapan ABD ve SSCB’nin savaştan sonra
yolları ayrılmış, çıkar çatışmaları başlamıştı. Gerginliğin çoğaldığı bir zamanda
oluşan 1948 Şubat’ındaki “Prag Darbesi” NATO’nun kilometre taşlarından
biriydi.[19] Daha sonra gözler ikinci potansiyel kurban olan İtalya’ya çevrildi.
İtalya’da 1948 yılının Nisan ayında yapılması planlanmış olan seçimler,
İtalya’daki en büyük ve en iyi organize edilmiş parti olan güçlü komünist bloğuna
Çekoslovakya örneğini tekrarlama fırsatı doğurabilirdi.[20]Sovyet
genişlemesinden zaten tedirgin olan Batı Avrupa ülkeleri 17 Mart’ta Brüksel
Antlaşması’nı imzalamışlardır(İngiltere, Fransa, Lüksemburg, Hollanda ve
Belçika). Bu antlaşma ile imzacı ülkeler, ortak bir savunma sistemi kurmayı
ekonomik ve kültürel ilişkilerini güçlendirmeye karar vermişlerdir.[21] Brüksel
Antlaşmasına taraf olan devletler, Eylül 1948’de de askeri amaçlı Batı Birliği
Savunma Örgütünü (Western Union Defence Organization) kurmuşlardır.
Buradaki amaç yeni bir savunma gücü oluşturmaktan çok ABD’yi bu hareketin
içine çekmekti.[22] Çünkü bu beş devlet biliyorlardı ki, bir Sovyet saldırısı
karşısında ABD olmadan güç dengesini kendi lehlerine çevirmeleri olanaksızdı.
Norveç, Sovyetler Birliği’nin kendisinden bir pakt talebinde bulunmaya
hazırlandığı ve ülkenin Çekoslovakya durumuna düşürüldüğünden endişe
duyduğunu açıklamaktaydı. Bu olay batıda ister istemez, Hitler’i ve onun
sardırmazlık paktlarını çağrıştırmıştı.[23]
Bu gelişmelerin hemen sonrasında Sovyetlerin yeni bir adım daha atarak
Berlin’i blokaj altına alacaklar ve böylece ABD’nin geleneksel izolasyonist
politikasını terk etmesine sebep olacaklardır.
22 Mart - 1 Nisan 1948 tarihleri arasında Pentagon’da İngiltere ve
Kanada temsilcilerinin de katıldığı gizli toplantılar yapıldı. Fransa’daki etkili
komünist kamuoyundan sakınıldığı için Fransız delegasyonu çağrılmamıştır.
[24]Bu gizli toplantılarda, Kuzey Atlantik bölgesinde kolektif bir savunma
anlaşması oluşturmak üzere Kanada, ABD, Avrupa ülkelerinin katılacakları bir
konferans toplanması görüşü benimsendi.
1948 yılı yazında hem Washington’da, hem de Londra’da ön çalışmalar
başladı. ABD’li uzmanlar Avrupa yerine ısrarla “Atlantik” terminolojisini
kullanarak maksatlarını açıkça ortaya koyuyorlardı: Atlantik topluluğu demek
Avrupa içinde Amerika’nın varlığı demekti. Buna karşılık İngiltere ve Fransa
çekirdek olarak Brüksel Paktı’nın alınmasını ve Kuzey Atlantik Paktı’yla bunun
etrafının kuşatılmasını arzu ediyorlardı. Açıkçası ABD’nin Avrupa’ya sokulması
değil; gücünün ödünç verilmesini istiyorlardı.[25]
Senatör Vanderberg’in, Dışişleri Bakanlığına danışarak hazırladığı bir
yasa tasarısında ABD’nin ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bir silahlı saldırı
durumunda, BM antlaşmasının 51. maddesinde ifadesiyle bulan bireysel veya
toplu meşru savunma hakkını kullanması ve barışa katkıda bulunması
öneriliyordu. 11 Haziran 1948’de Amerikan Senatosu’nda onaylanan bu tasarıyla
birlikte ABD’nin Avrupa’yı da kapsayan bir savunma örgütüne katılmasının
önündeki engel kalkmış oluyordu. Bunun üzerine Brüksel Antlaşması’nı
imzalayan (İngiltere, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika) devletlerle ABD,
Kanada, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda 4 Nisan 1949’da
Washington’da NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Antlaşmasını (North Atlantic
Treaty) imzaladılar. Dünyanın en büyük askeri ve siyasi amaçlı olan bu örgütü
kuran antlaşma 24 Ağustos 1949’da yürürlüğe girdi. [26]
Sovyetler Birliği, ordusunu NATO kurulduktan sonra genişletmiştir.
Savaşın yıkımlarını onarmak için insan gücüne gereksinim olduğundan Sovyetler
3-4 yıl içinde iki milyon kişiyi silah altına almıştır. Dolayısıyla bu durumda
Sovyetlerin Batı’yı tehdit etmesi tartışmalı bir konudur. George Kennan 1956’da
BBC radyosunda “Sovyetlerin Batı Avrupa’yı işgal etme olasılığının çok fazla
abartıldığını” açıklamış, Cenevre Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada da
şunları dile getirmiştir:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Amerikan siyasetini
düzenleyenler, komünizmi sadece askeri bir tehlike olarak
görüyorlardı. NATO’yu kurmakla kimsenin tasarlamadığı bir
saldırıya karşı Avrupa’nın ortasında zorlama bir çizgi çektiler…
Savaştan sonra Sovyetler Birliği ne başka ülkeleri işgal etmek
istedi, ne de işgal etmeye ihtiyacı vardı… Atlantik Paktı talihsiz
bir girişimdi, çünkü gereksizdi.”[27]
İKİNCİ BÖLÜM
A- NATO’NUN DÖNÜŞÜMÜ
C- NATO’NUN GENİŞLEMESİ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ
Yeni dünya düzeni lafı batılı liderler, çok uluslu şirketler ve NATO
temsilcileri ağzında dünyaya empoze edilmeye başlanmıştır. Yeni dünya düzeni
taraftarları “kriz, küreselleşme, diyalog, terör, barış ve işbirliği” gibi içi
boşaltılmış kavramlarla beyinlere girme yoluna gitmişlerdir. Kitle iletişim
araçları vasıtasıyla içi boşaltılmış bu kavramlar halka indirilmiştir. Keza barış ve
demokrasi götürmek amacıyla ABD’nin Irak müdahalesi Afganistan işgali bu gibi
kavramlarla meşrulaştırılmak istenmiştir. Kissinger bir konuşmasında krizlerin
olduğunu 1945’de de kriz yaşandığını, bu krizin NATO’yu oluşturduğunu
söylemiştir.
NATO askeri bir örgüttür. Kırk yıl komünizme karşı savaştı ve altmış
yıldır küresel elitin çıkarlarına hizmet etmektedir. Üye devletler de komünizme
karşı örgütlemeler gerçekleştirmiş; Türkiye gibi ülkelerde komünizmi dinsizlik
olarak öğreterek düşman ilan etmiştir. Soğuk Savaş bittikten sonra doğu bloğu
dağıldı. NATO şimdi ne ile savaşıyor sorusuna yanıt aradığımız bu çalışmada şu
cevapları vermekte fayda var:
1. Kendinden başka nükleer güce sahip ülkelere
2. Kendi denetimi dışında kalan ülkelere
3. Küresel finansın önünü tıkayan her türlü sisteme
4. ABD karşıtlarına
5. Enerji sahibi ve enerji güzergâhlarında yer alan ülkelere
karşı savaştığını söylemek zor olamasa gerek. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin
Kore de NATO’ya girmek için ödenen bedel NATO’nun anahtarı olmuştur. BM
komitesindeki Türk askeri Kore’de ABD için ölüyor öldürüyordu. 1952’de
Türkiye NATO’ya üye olmadan bir yıl önce İncirlik üssünün temelleri atılmıştır.
Daha sonra 1980’lere geldiğimizde NATO’nun kullanım alanları olan 12 askeri
üssü ABD’de kullanma hakkına sahip olmuştur. Geçmişteki bu saptamalara
baktığımızda NATO’nun güvenilirliğinin hakkaniyet açısından değerlendirilmesi
pek de olası gözükmemektedir. Kriz bölgelerinin yakınında ve hatta içinde olan
Türkiye’nin fayda görmekten çok zararına sebep olmuştur. Yukarda da
değindiğimiz gibi Soğuk Savaş sonrası yaşanan küresel ölçekli krizler de
NATO’nun şemsiyesinde bulunan Türkiye’nin tüm bunlara rağmen kendine bir
güvenlik şeridi oluşturmasına katkısı vardır.
Türkiye, Bosna konusunda haklının ve mazlumun yanında bulunarak
uluslararası toplumda saygı toplamış, Balkanlarda oluşabilecek çözüm
formüllerinin kendisini dışlayarak yapılamayacağı düşüncesini karşı tarafı telkin
etmiştir. Bununla birlikte Türkiye radikal islam tehlikesine karşı stratejiler
geliştirmelidir. Bosna konusunun ülkedeki radikal İslamcılara yaradığını
unutmamak ve bu yolla yapılabilecek radikal islam "ithalatı"nı önlemek iç politik
bütünleşme açısından çok önemlidir. Bununla birlikte Bosna olayı haksızlığa
uğramış insanlardan yana olan Türkiye’ye kendini bölgesel güç olarak gösterme
olanağı doğurmuştur.
Balkanlarda gelişen diğer bir sorun ise halen daha devam eden
Yunanistan sorunudur. Her ne kadar Yunanistan sergilediği davranışlarla
kendini zor durumda bıraksa da orta vadede sorunun çözümünün zor olması bu
NATO müttefiki ülkenin atacağı adımların yakından takip edilmesi
zorunluluğunu doğurmaktadır. Türkiye aynı zamanda şuan itibariyle yunan
adalarının çokluğu yüzünden dezavantajlı olduğu Batı Trakya da bu izlemelere
devam edip oldubittilere izin vermemelidir.
Kafkaslarda ise Türkiye yanlış bir algıya kapılarak uyuyan devi
uyandırmıştır. Türkiye SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bölgede tehdit unsurunun
yok olduğunu ve güç boşluğunun oluştuğunu düşünerek dış politika stratejileri
benimsedi. Çabuk heyecanlanan kamuoyu bunun yanında İran kaynaklı siyasal
İslam kaygısına kapılan ABD‘nin yüreklendirmesi hem de AB içerisinde daha
önemli bir yer tutmak arzusu ile yanılgıya kapıldı. Bu yanılgıyla ‘’Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne Türk Dünyası’’ gibi sözler edilerek Rusya uykusundan uyandırıldı.
Nitekim iki yıl gibi bir sürede oluşan koşullar değişip Türkiye’nin yetersizliği
görüldü ve Rusya toparlanıp diş göstermeye başladı. Türkiye’nin bu tutumu
Rusya’nın PKK’ya sınırlarını açmasına neden olmuştur. Bölge ülkelerine çok söz
verip sonradan tutamaması Türkiye’ye itibar kaybettirmiştir. Türk
cumhuriyetlere batıdan kredi alıp kredi vererek kendi ekonomisini belirsizliğe
sürüklemiştir. Kafkaslarda ki etnik kavgaların Türkiye’deki Kafkas diasporasına
yansıması ülkenin nazik etnik yapısı içinde bir tehdit oluşturmaktadır; (Doğu
Anadolu ‘da Abhaz ile Gürcü kahvelerinin ayrılması.)
Körfez krizi sırasında ise; Türkiye altına imzasının attığı belgelere sadık
kaldı. Körfez Savaşı’nda üzerine düşen misyonu yerine getirdi. Daha azını yapan
Mısır’ın dış borçları silinirken, Türkiye 30 milyar dolara yakın bir zararla
kalakaldı. Körfez Krizi bittiğinde Türkiye’yi şart kılan, Türkiye’yi gündemde
tutan bir tehdit de kalmamıştı.
Sonuç olarak Türkiye hem AB üyeliğine giden yolu açmak, hem de tarihe
karşı olan sorumluluğunu göstermek için “Hıristiyan Batı” ile “Müslüman
Doğu” arasında köprü olduğunu ispatlamalı ve Türkiye, asıl önemini
medeniyetler çatışması değil, “medeniyetler köprüsü” üzerinden yürüyerek
kurmalıdır. Türkiye, batı bloğunda yer almasında fayda gözetmeye devam
ederken dikkat etmesi gereken tehlike, Batı’nın Ortadoğu’daki petrol çıkarları
doğrultusunda Türkiye’yi kullanmasıdır. Son yıllarda oluşan aşırı dış borçlanma,
küreselleşme ve insan hakları ihlalleri neticesinde oluşan baskısıyla ABD’ye karşı
oluşan aşırı bağımlılık, AB entegrasyonu ile dengelenebilir.
KAYNAKÇA
KİTAPLAR
MAKALELER
TEZLER
BİLGİN, Tahir Engin,” Soğuk Savaş Sonrası Değişen Kolektif Güvenlik Anlayışı
Çerçevesinde NATO-Türkiye İlişkileri”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006
GÜRSOY, Muharrem, Kosova’nın Balkanlar’daki Jeostratejik Ve Jeopolitik
Konumu Ve Kosova’daki Türk Varlığının İncelenmesi, Harp Akademileri
Komutanlığı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2008
DIŞİŞLERİ GÜNCELERİ
GAZETE KAYNAKLARI
İNTERNET KAYNAKLARI