Professional Documents
Culture Documents
t'TÖ
UMl H O M İ fE
ru!î
IR P fT u â
İi W ^ (
^1! ‘vl(.>RIAı\i=S:
;p N G R E b l i
.MfH! 1GİWİ
IvaİGİTiaİ ^toy ^i m A E T E R t S
MEMORIA lî
iM e m ö r l
)U1S S E R V A R E M E N T E
■.w;:| IG j
AhClUAM MtME/«0
;^ARTIUM - / . ■A M i
j = 1 /*^
3EBEC
û ^ ıtd
Bellek: Öncesiz, Sonrasız
Sayı: 50 Bahar 2007
Yapı Kredi Yayınlan; 2510
Genel Yayın Yönetmem:
R a ş İt Ç a v a ş
Co^to
Üç aylık düşünce dergisi Halkla İlişkiler:
Sayı: 50 Bahar, 2007 A rzu H aksun
ISSN 1300-2880
Reklam:
S erkan K alk and elen
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncdılc A.Ş.
adına sahibi: Yazışma Adresi;
H a U l T a ş d e le n COGİTO
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık A.$.
ASLIHAN DİNÇ İstiklal Caddesi, No: 161 Beyoğlu 34433/lstanbul
Tel.; (0212) 252 47 00 (pbx)
Dergi Editörü: Faks: (0212) 293 07 23
Şe y d a ö z t ü r k
E-posta: ykkultur@ykykultur.com.tr
E-posta: sozturk@ykykultur.com.tr
İnternet adresi: http://www.cogitoyky.com
Yayın Kurulu: http://www.yapikredi.com.tr
N ür I A kbayar , Ş e y i a B en h a b Ib ,
B es Im F. D e u a l o ğ l u , Y ücel D e m İrel , Yaym Türü:
Z e y n e p DIr e k , M ü n Ir G ö le , F erda ÎCesk In , Yerel süreli
M . S abr I K oz , K:a a n H . ö k t e n ,
Z e y n e p S a y in , G ü v e n T u ran Partner of "European Network of Cultural Joumals - Eurozin
Katkıda Bulunanlar: "Avrupa Kültürel Yayınlar Ağı - Eurozine" Üyesi
K o r k ut T a n k u t e r www,eurozine .com
G rafik Tasanın:
F a r u k U lay , A k g ü l Y ild iz Cogito'da yayımlanan tüm yazılann
Y ayın Sekreteri: sorumluluğu yazarına aittir.
G ü l a y K a n d e m İr Dergide yer alan yazılar kaynak gösterilmek
kaydıyla yayımlanabilir.
Renk Aynını / Basla: Yaym Kurutu, dergiye gönderilen yazılan
ALTAN BASIM LTD yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir.
Yüzyıl Matbaacılar Sitesi 222/A Gönderilen yazılar iade edilmez.
Bağcılar /İstanbul
Tel.: (0212) 629 03 74 Sertifika No: 1206-34-003513
Bu Sayıda:
Cogito'dan
5 • Bir okurundan CogıYo ya teşekkürler / Raşit Çavaş
7 • Öncesi ve Sonrasıyla Cogito / Şeyda Öztürk
Geçen Sayıdakiler
268 • Sayı 49: Freud ve Kültür
12 Mart Anıları
27 Mayıs 1960'ta askerler yönetim e el koydular, sivil ve asker karma biı
istem getirdiler. Geçici bir süre, anayasa hazırlanıncaya kadar, yürüttüler
eri ve güzel bir anayasa ile sivil yönetim e döndüler. 12 Mart, 27 Mayı:
biçimi bir 'ihtilal', bir 'devrim' sayılamaz. Politikacılara bir 'ihtar',
bir 'tembih' dem ek daha doğru olur."
2 Mart Anıları
ihat Erim
48 sayfa, 32 YTL
Cumhuriyet tarihinin ikinci askeri müdahalesinin yapıldığı 12 Mart döneminin başbakanı Nihat
Erim, "olağanüstü koşullar"ın hüküm sürdüğü bir dönemi anılarıyla aydınlatıyor:
12 Mart Anıları... Ortanın solunda bir akademisyen, insan hakları savunucusu ve olası T.C.
cumhurbaşkanı adayı olan Erim, bir askeri müdahale sırasında başbakanlık gibi önemli bir
jörevi neden ve nasıl kabul etmişti? 12 Mart Anılan, dönemin olaylarını Erim'in kaleminden,
kişisel savunması olarak anlatıyor, ileride yazılacak tarih bilgisine ışık tutmayı amaçlıyor.
Raşit Çavaş
Şeyda Öztürk
BELLEK:
Ö N C ES İZ
S O N R A S IZ
Belleğin Kaynaklan
JEFFREY ANDREVV BARASH
Notlar
1 Saul Friedlander (ed.), Probing the Limits o f Representations: Nazism and the "Final
Solutîon" (Cambridge, Mass., 1992). B u konuyla ilgili olarak Chılstopher Browning ve Car-
lo Ginzburg'un bu kitapta yer alan Hayden White'ın tarihsel temsil kuramı eleştirisine ve
Hayden White’ın bu eleştiriye verdiği yamta bakımz.
2 Janet Coleman, Ancient and Medieval Memories: Studies in the Reconstruction o f the
Past (Cambridge, 1992); Mary Carruthers, The Book o f Memory: A Study o f Memory in Me
dieval Culture (Cambridge, 1990).
3 Pierre N ora, "Entre m em oire et histoire," Les lieux de memoire, C, I: La Republigue
(Paris, 1984); Patrick H. Hutton, History as an Art o f Memory (Hanover, Vt., 1993); Matt K.
Matsuda, The Memory o f the Modem (Oxford, 1996); Richard Terdiman, Present Past: M o
demity and the Memory Crisis (Ithaca, 1993); aynca, Jacques LeGoEFun bellek ve tarih konulu
çalışması, Histoire et memoire (Paris, 1988); Daniel Gordon'un History and Theory, 34 (1995),
339-54, ve Les Ueux de memoire, Annales: Histoire, Sciences Sociahs, 50 (1995), 1219-36'da
yayımlanan Patrick Hutton'm History as an Art o f Memory ktabı üzerine eleştiri yazılan;
Francois Hartog, "Temps et histoire: Comment ecrire llıistGire de France?” 1271-77; Lucette
Valensi, “Histoire nationale, histoire monumentale: Les lieux de memoire (note critique).’'
4 David Farrell Krell, O f Memory, Reminiscence, and Writîng: On the Verge (Bloomington,
1990). Belleğin felsefi içerimleriyle ilgili olarak aynca bkz.: Edward S, Casey'nin Remembe-
ring (Bloomington, 1987) çalışmasmdak görüngubilimsel bellek incelemesi.
5 Bu konulan şu sıralar üzerinde çahştığım bir yazımda daha aynntılı biçimde ele alıyorum.
6 Böyle bir çözümleme belleğin kapsamına dair yorumlarm tarihselliğini, bir “bellek sanatı”
olarak bellek geliştirme yöntemiyle üişkli olarak ölçümlenen sosyokültürel rolünden ayıra-
bilmelidir. Burada, bu kısa makalede yamtlama girişiminde bulunamayacağım bir soru çı
kar ortaya: bellek sanatı, her şeyden önce modem öncesi veya modem tarihçiliğin alanına
giren bellek görüngüsüne mi tekabül eder yoksa, tam tersine, belleğin tekniğine odaklan
mak sıklıkla belleğin kapsamı üzerine düşünümü muğlaklaştırmış mıdır?
7 Platon, Phaidon, 76^, Collected Dialogues, ed. E. Ham ilton ve H. Cairns (Princeton,
1969), s 60.
8 A.g.e„ 76 e, 60.
Sanşın kadını otobüste gördüğümden bu yana tam bir yıl geçti. O gün
den beri kentte birkaç kez karşı karşıya, göz göze geldik. Sanşın kadının
bende bıraktığı duygu karmaşasım içselleştirirken oldukça kafa patlattım
sanınm. Şimdi de geriye dönüp tam bir yıl önceki olayı ne kadar hatırladığı
mı kavramaya çalışıyorum. Bir yıl önceki imgenin belleğimde ne şekilde yer
ettiğini anlamaya çalışırken, kimi aynntılann yeterince net olmadığının far
kına vanyorum. Sanşm kadınm o gün otobüsteki giysilerini doğru ammsı-
yor mu5üim? Sadece birkaç dakikalığına gördüğüm, mimiklerini, ses tonu
nu, konuşma şeklini bilmediğim c.ehE£._Recmisimd£a.,gelfeaJ>nska cehrelere
karışıyor mu? Ayrıntılara girdiğimde, yüzlerce soru kanncalamyor kafamın
içinde. Kırk yıllık ömürde tek bir yıl sanki kısacık bir süre, oysa şimdiki za
manımdan baktığımda derin bir duygusal yoğunluk içeriyor, belki de geç
miş kırk yılım o tek noktada odaklaşıyor. Esrarengiz bir maddeyle oynuyo
rum dem ek:^elle&in kıvrımları, katlarında bir hayat hikâyesini saklivor.
kimliğimi, varlığımı belirliyor. Buna karşın, bir yıl önce hayatımı altüst etti-
ğini düşündüğüm bir karşılaşmanın aynntılanm bile bana vermekten aciz.
Geleceğe nasıl adım atabileceğimi kestirebilmek için, geçm gelen
mirasa ne kadar güvenebilirim? Şimdi hangi noktadaoIHuğmm
miyim? Belleğin hayatım boyunca tüm öğrendiklerimi, hissettiklerimi, dav-
ramşlanmı, hareketlerimi bugüne getirdiği ve şimdimi şekillendirdiği gerçe-
ğinden yola çıkablliriırL.
1.
Birinin telefon numarasını aklımda tutmak için, numarayı deli gibi tek
rarlayarak telefon ahizesine sarılır ve alelacele numarayı çevirebilirim. Ku
lağıma ‘alo' sesi geldiği anda, kısacık bir süre için ezberlediğim numara kay
bolup gidecektir. Bir daha unutmak istemediğim bir numarayı (örneğin gü
nü geldiğinde sanşın kadımn bana vereceği telefon numarasını) her rakama
farklı bir değer vererek, birbirleri arasında bir bağ kurarak, bunu kendi ya
şantımla ılintilendirerek kafama kazıyabilirim. Bu durumda, sanşın kadın
artık yüzüme bakmaz olduğunda bile telefon numarası uzun süre aklımdan
çıkmayacaktır. Antik Çağ'dan Rönesans'a, hatta bugüne uzanan,, bir söylevi,
bir duayı, bir repliği vs ezberde tutmak için sözcükleri, imgeleri çeşitli
‘yer'lere bırakarak, zamam geldiğinde o yerlerden toplamayı gerektiren Bel-
lek Sanatı da ikinci yöntemin çok daha gelişmiş bir şeklidir.
Rastlantı sonucu hatırlananlara Proust'un madlenlerini örnek gösterebi-
lirim^Prnust. bir anının ancak geçmişle şimdi bir noktada kesiştiğinde duy-
gu uyandırabileceğini sezmişti. Çoktan belleğin alt kıvrımlarında silinmeye
yüz tutmuş bir çocukluk anısının birdenbire bir duyu aracılığıyla yüzeye
^kması ve olanca tazeliğiyle bûjdalmjkaybolmamacasma bilince yerleşmesi,
sadece rastlantımn keyfiyetine_bağımhJbxılgan-biF-a-nımsanm^ Belki
vw'yü de buraya sıkıştırabiIirim.-tlk-olduğu^âşikar bir olavın daha önce de
^şm unış olduğu, bildik geldiği duygusu her seferinde kafa kanştıncı bir de
neyimdir. Bunun bir açıklaması da o anki koşulların ufacık bir parçasımn
geçmişteki bir parçacığm tetiğini çekmesi, âiîhâ’kEfynağmmnaıti
ya da yanlış kaynaklara başvurulmasıdır. Beyin şimdiyle geçmişi kanştır-
mıştır. Geriye tuhaf bir duygu kalır.
2.
Sanşm kadım gördüğüm günü kafamda canlandırdığımda, onu karşımda
otururken görüyorum. Her ne kadar hatırladığım bazı aynntılann doğrulu
ğu tartışılabilirse de, bakış açım tartışma götünnez. Am, sanşın kadııp ba
n a ,_b em m ^ ö z l^ ^ ^ iletmektedir. Buna karşın, ilkokul^ bir tenefihis sa
atini _aıuınsachğımda. kfind1mt_b-gYaz vakalj^siyah önlüğümle bir seyircinin
bakış açısından, bir üçüncü kişi olarak görüyorum. Hatırlarken, hatırladı-
_ ^ * ---------------
ğînrmaJzemeylehıağtâîitilV ojaıg^şaf^de..yerialabiliyon]nrı, ya da.dLşandan,
mesafeli, bir seyirci gibi izleyebiliyorum. Sarışın kadımn yakırt geçmişteki
görüntüsüne karşın, ilkokuldaki halimin uzak görüntüsü buna bir açıklama
3.
Belleğin işleyişi Janet’den W. James'e, Locke'tan Bergson'a birçok araştır
macıyı, düşünürü ilgilendirmiş. Geçen yüzyıl başında Freud, belleğin hiç bir
anıyı kaybetmediğini, silmediğini, her anm/ammn uygun koşullar altında
yüzeye çıkabileceğini ileri sürüyordu. Hatırlayamadıklanmız, asimda sakla
mayı, bastumayı yeğlediğimiz yaşantı parçacıklanydı. Bugünkü kimliğinrıize
uyduramadığımız, kendi algıladığımız imgemize ters düşen kınntılan, çok
daha önemli iri külçeleri belleğin kilitli karanlık odalarma hapsediyor ve bi
linçsiz de olsa, dışan çıkmalarına izin veımiyorduk. Anımsamamak bir sa
vunma mekanizmasıydı kısaca, bastırmaydı, Freud, unutmanm işlevi üze
rinde de durur uzun uzadıya. Kişilerin amlanndan değil, unutmalarmdan
5.
Hepimiz otobiyografilerimizi yazanz bir anlamda. Bir amyı aktarırken
eğlendirmek, bağ kurmak, baştan çıkarmak gibi amaçlar güdüyor olabihriz,
ama bu anlatımn asıl işlevi kendimizi tammlamaya yardımcı olmaktır. Hi
kâyelerimiz dinleyene olduğu kadar, kendimize de kim olduğumuzu anlatır
ve bu yolla hayatımıza tutarlı bir kılıf dikeriz. Ammsanan olgu anlamlı bir
yer tutuyorsa, kişinin kimliğini belirleyen hayat anlatısınm bir parçasına dö
nüşür. D. McAdams, gerçek olgulardan çok, hayatı anlatımn şekillendirdiği
ni öne sürer: Hayat, öznel ve süslenmiş bir anlatı aracılığıyla ‘kurulur'. Ha
yat hikâyem bir anlamda sık tekrarlanmış, edite edilmiş bir hikâyedir, çoğu
kez aslına uymasa da. Hayat hikâyemi bir anlatı olarak kurarken varolan iz-
leklere yeni deneyimleri katabilirim, eskiden anımsadıklarımı unutabilir.
unuttuğum olguları hatırlayabilir, belleğimde kalanları değiştirebilir, asla
yaşanmamışları ekleyebilirim. Yanılsamalarımız, düşlemlerimiz ve imal
edilmiş anılarımız da gerçek, nesnel, ashna uygun anılarımız kadar benliği
mizin bir parçasıdır.
Yine Borges'in sık tekrarladığı bir şey geliyor akhma. ‘Bu öyküyü o kadar
çok anlattım ki. öykünün kendisini mi ammsıyorum, yoksa anlattığım söz-
'^cükleri mi. bilemiyorum' der B orges. Bir olayı ikinci kez anlatırken, ister is-
' temez ilk anlatımızın kimi kalıplarım, kimi biçimlerini de hatırlamak ve
bunlao yeni anlatımıza eklemek zorunda kahnz. Zaman içinde, asıl olaydan
uzaklaşmak ve anlatıyı en yakın geçmişte duran son anlatı üzerine kurmak
6.
Bellek, bugünkü ihtiyaçlarımızın ve arzulanmızın merceğiyle geçmişimi
ze baktığımız ve öznel seçimlerle bir anlatıya dönüştürdüğümüz bir 'kuıgu'
olduğuna göre, mutlak güvenilirliğinde diretmek imkânsız elbette. Freud,
çocukluktan sakladığımız imgelerin ashna uygun olmadıklanm, gerçekle
yüzleşmekten kaçınabilmek için kullandığımız ya da daha derin duygusal
içeriği örten sıradan ‘perde anılar' olduklarını, bu yüzden de doğal olarak
Bunun yanı sıra, anıyı çağırdığım anki algı, düşünce, duygu ve düşlemlerim
de anınm içeriğine etki edecek. İki zaman aralığında kaçınılmaz olarak deği
şime uğradığımı varsayınca, karşımda geri gelen anının iki ruh hali arasına
sıkışmış olma zorunluluğu dikiliyor. Bu nedenle, zaman yolculuklarına çı
kabilmek için Proust’un rastlantılarına bel bağlayamam, geleceğe bırakmak
zorunda olduğum, ileride kendimi tanımlamama yarayacak yaşantı parçala-
nmı şimdiden bir düzene göre belleğime yerleştirmeliyim. Aksi takdirde, ya-
nm yamalak geri gelmelerine boyun eğmek, hatta silinip yok olmalarına
katlanmak zorunda kalınm.
Musalann anası Bellek Tanrıçası Mnemosyne, ele avuca sığmaz bir ha
tundur, bizi birçok oyuna getirebilmek için her köşe başım tutmuştur. Yine
de kötü niyetli değildir. Hayatımızın birçok dönüm noktasım bizden saklasa
da, genelde verdiği bilgi o kadar da çarpık ve yanıltıcı değildir. Zaten bu aşa
mada benim için asıl önemli olan, -D . Schacter'in deyimini kuUamrsam-
'belleğimin kınlgan gücüyle’ sanşm kadım nasıl hatırladığım değil, nasıl ha-
tırlayacağımdır.
însan -tuhaftır- her ânı her an ha vel bir kandil gecesi radyo önünde Sü
tırlayabilir, güç unutur. “Hafiza-i beşer leyman Çelebi’nin mevlid-i şeıîfini gü
nisyân ile m aluldür'’ demişler ya, bu zel bir gırtlaktan, büyük ihtimalle no
herhalde beşerin bönce nev'i için saıfe- taları adeta viyolonsel gibi basan Kâni
diimiş bir kelâm-ı kibar olsa gerek. Baha'dan dinlerken, -herhalde makam
Geçende, bir geceyansmdan sonra yine gerdâniyede karar kılmış olacak
yine tetebbuat ile meşgulken, radyoda k i- yakında vefat eden babaannemle
Safiye’nin -sadece Safiye diyorum, zi- birbirimize kısa bir bakış fırlatıp bera
râ bizim evde Safiye Ayla'ya böyle hi ber Nevres Paşa'mn bestesine girişmiş,
tap edilir, herkes de Safîye denildi mi hem kendimiz gülmüş hem etraftakile-
kim kastediliyor anlardı- bir mayası ri güldümıüştük...
çalmaya başİAdi- BdeBİer .bilir, hani şu îşin tuhafı o diğer her sıradan gün
meşhur mayası, ‘bakına gel yakına... ” gibi farzettiğim günü, masada duran
diye b a şl^ .n n gerdâniye maya! Bir çay bardağından, bardağın yanında
okuyor, bir okuyor ki arnan Allah! M a boylu boyunca yatan siyah 99'luk tes
ya geldi, geldi sonunda Nevres Pa- pihe; saatin akşam dokuzu yirmi geçi
şa'nm "Atım kaçtı, ben vuruldum, düş yor olduğundan havamn soğukluğuna
tüm ardına yoruldum ; kınamayın arka kadar hiçbir aynntısmı unutmamış ol
daşlar, ben o dilbere vu ruld um . A m duğumu ben; Safiye lân tatlı nağmeleri
man şim di yaman şim di, dağlar başı refakatinde 1960'larda kaydedilmiş o
duman şimdi; güzel sevmek hoştur am bandı seyrederken anladım.
ma, ayrılması yaman şim d i..." güfteli A n lad ım da ne m i oldu? Sanki
dîvanına başladı... onun öldüğü gün içimde tuttuğum bü
Safiye henüz mayanın meyânına tün gözyaşını akıttım, sabaha kadar
gelmeden makamın seyrinden dolayı ağladım...
bende şafak zaten atmıştı. Seneler ev MEHMET ÇETİNTAŞ
Giordano Brunol 1548 yılında, Vezüv dağının eteklerinde küçük bir kasa
ba olan Nola'da doğdu. Bu yanardağh ve Napoliten kökleriyle bağım hiçbir
zaman kopamiadıj merhametli gökler altında doğmuş anlamına gelen "No-
lan” adıyla çağnimaktan gurur duyardı. 1563'te Dominiken Tarikatı’na girdi
ve Napoli'de Thomas Aquinas’m mezannm olduğu büyük Dominiken manas
tırına yerleşti. 1576’da aykırı görüşleri nedeniyle başı derde girdi, Dominiken
mezhebinden çıkarak manastırdan aynidı. Avrupa'da gezginlik yaparak geçi
receği günler bundan sonra başladı. Önce Calvin’in Cenevre'sine gitti, burayı
hiç sevmedi, zaten Kalvinistler de ondan hoşlanmamıştı; Toulouse’da yakla
şık İki yıl Sacrobosco’nun De Sphera [Yer Küre] kitabı üzerine konferanslar
verdikten sonra nihayet 1581'de Paris'e geldi. Burada, otuz kutsal öznitelik^
üzerine otuz okuma dersinin de aralannda olduğu halka açık konferanslar
verirken, Kral IH. Henri’nin dikkatini çekti. Bir büyücü olarak tanınmasına
yol açan bellek sanatı üzerine iki kitabmı burada yayımladı.
Önsöz'de açıklandığı gibi, elinizdeki kitap Bruno’yu Rönesans Heımetizmi
ve büyücülüğü tarihi içinde konumlandımiayı amaçlıyor. Elinizdeki kitaba
benzer bir plana sahip ve Bruno'yu klasik bellek sanatı içine yerleştirmeyi
amaçlayan bir başka kitap daha yazmayı umuyorum. Bruno'nun bellek sanatı
hem büyü sanaü hem de Hermetik sanat olduğu için, bu iki farkh dal ortak bir
noktada buluşur. Bu kitapta ele almak istediğim şey de, bellekle ilgili yapıtla
rın bu yönüdür; büyünün bellek geleneği içine nasıl dahil olduğuna dair daha
* Frances A. Yates, Giordano Bruno and the Hermetic Tradition, The University of Chicago
Press, 199rdenahnnuştır.
rinde daha fazla kanıtın sunulduğu Hıristiyan karşıtı bir Hermetizm yoru
mudur*
Her ne kadar Merlin'in uyarısını dikkate alıyor ve bir güneş hayvam ya
da kuşu olduğumuzu ileri süremeyeceğimizin farkında olsak da, o gizemli
îdea Gölgeleri'nin biraz daha içine girmeye çalışalım.
Kitap otuzlu gruplar halinde düzenlenmiştir. îlk sırada, niyetler ya da,
kutsallığın gölgelerine veya yansımalarına yönelik iradi niyet yoluyla kutsal
lık ışığım arama üzerine otuz kısa paragraf veya bölüm vardır.l^ Burada Ka
balistlere ve Hz. Süleyman’ın îlahi’sindeki imgesine bazı göndermeler var
dır. Bu da, merkezinde bir güneşin bulunduğu, üzerinde harfler olan otuz
bölüme aynimış bir tekerle resmedilir. ^4 “Niyetler''in tamamı güneşe dönük
tür - yalnızca gözle görülür güneşe değil, imgesi olduğu kutsal anlığa da.
Harflerle gösterilen tekerlek, kitapta elbette bir lullist elementtir ve bir sana
tı, harflerle temsil edilen kutsal niteliklere dayandıran lullist ilkeyi yansıtır.
Büyük olasılıkla, Bruno'mm Paris'te verdiği, metni elimizde olmayan “otuz
kutsal yetenek” üzerine derslerle de ilişkilendiriİebilir.l^
Daha sonra, “idea kavramlan” üzerine otuz kısa bölüm gelir; bunlar
Plotinus'un adının sık sık geçtiği, belli belirsiz Yeni Platoncu metinlerdir.
Bruno'nun aslen aklında olan eser, doğrudan ahntılamasa da, Ficino'nun De
vita coelitus comparanda'sidir. Burada, kanşık bir biçimde de olsa, Fici
no'nun göksel imajlan “Plotinleştirilmesim" ve bu tür imge listelerinin bü
yülü bellek sistemine temel oluştunnasına yol açışım kasteder.
Bu imge listeleri kitabm önemli bir bölümünü oluşturur. Her biri be-
şerlik alt gruba ayrılmış otuz grupta toplanmış, toplam yüz elli imge.
Önce
Otuz altı vecih'inl^ imgeleri gelir:
Aries’in [K o ç ] ilk yüzünden, dev cüsseli, gözleri çakmak çakmak yanan, kızgın
İlkin Satürn'ün imgesi. B ir ejderhaya binmiş, geyik başlı b ir adam, sağ elinde
yoluyla, ölçülemez bir büyüklüğe erişin; kendinizi zamamn üstüne çıkarın, Son
suzluk olun; o zaman T an n ’yı anlarsımz. Sizin için hiçbir şeyin imkânsız olma-
dığma inanın, ölümsüz olduğunuzu ve her şeyi, bütün sanatlan, bütün büimleri,
seğe çıkın; en dipteki derinlikten daha aşağı inin. H er yerde, karada, denizde,
gökte olduğunuzu, henüz doğmamış olduğunuzu, ana kanomda, genç, yaşlı, ölü,
ölüm ötesinde olduğunuzu hayal ederek, yaratılmış her şeyin, ateşin ve suyun,
tı. A. Dickson, 1583’te L o n d r a 'd a yayım lad ığı^^ bir benzer yazıya, konuşma
cıları "Mercunus" ve “Theut" olan bir diyalogu giriş olarak koymuştu - bun
ların her ikisi de Mısırlı Hermes Trismegustus'un adlandır.
Paris'te yayımlanmış olan büyü belleği üzerine öteki kitabm kahramam.
Güneşin kızı, büyük büyücü Kirke'dir. Bu kitabın başlığı Cantus Circae-
M5'tur3'7 ve Jean Regnault tarafindan "Grand Prieur de France” [Fransa'mn
Büyük Başrahibi] Henri Angoulöme'e adanmıştır; bu kişi, II. Henri’nin evli
lik dışı oğlu olarak yan-kral soyundan olduğu için Fransız sarayında önemli
biriydi. Regnault, Bruno'nun elyazmalanm kendisine verdiğini ve basıma
hazırlamasım istediğini söylüyor. 1582'de, De umbris idearum'la aym yıl ya
yımlanmış olan eser [Cantus Circaeus], önsözünde En Hıristiyan Kral'a ithaf
edildiği zikredilen eserden daha sonra gelir.38
Eser, Kirke'nin39 Güneş'e yaptığı olağanüstü bir büyüyle açıhr; bu büyüde
bütün adlar, sıfatlar, hayvanlar, kuşlar, metaller vs zikredilir. Kirke’nin yar
dımcısı Moeris zaman zaman güneşin ışınlarım gözlemek ve büyünün işe ya
rayıp yaramadığım denetlemek için dışanya bakar. Dünyanm ruhundaki "us
lar” yoluyla "idea"Iardan bize ulaşan gizemli güçlerin taşıyıcısı olan güneşe ve
spiritus'u çekmek için kullanılan otlann, bitkilerin, taşlann vb güçlerine yapı
lan bu büyüde, De vita coelitus comparanda’ya hafifçe çarpıtılmış da olsa açık
bir gönderme vardır.^® Daha sonra Klrke, Ay’a, Satürn'e, Jüpiter’e, Mars'a, Ve
nüs'e ve Merkür’e, aym derecede olağanüstü ama o kadar uzun olmayan bü
yüler yapar, en sonunda da yedi hükümdarın yedisine kendisini dinlemeleri
için ant verdirir.'^l Aym zamanda bitki, taş vb düzenlemeleriyle büyü yapmak
ta ve “kutsal tanniann yazılarım” bir tabakta sunmakta, havaya harfler çiz
mekte, Moeris'e de, üzerinde gizemi bütün ölümlülerden saklanmış olan en
güçlü Moraalerin bulımduğu bir parşömeni açması söylenmektedir.'^^
Bruno'nun bu eserdeki büyüler için ana kaynağı. De umbris'deki göksel
imgelerde olduğu gibi, Comelius Agrippa'mn De occulta philosophia’sidir
Karşılaştırma amacıyla, Venüs'e yapılan büyüden Bruno ve Agrippa'dan
parçalar almtıhyorum:
Bruno.
Venüs alma, formosa, pulcherrima, amica, beneuola, gratiosa, dulcis, amena,
candida, siderea, dionea, olens, iocosa, aphrogenia, foecunda, gratiosa, larga,
beneftca, piacida, deliciosa, ingeniosa, ignita, conciliatrix maxîma, amorum
domina...^^
Agrippa
Venüs, vocatnr dom ina, alm a, form osa, siderea, candida, pulchra, piacida,
hom m um que parens initialis, quae primis rerum exordiis sexuum diversitatem
geminato am ore sociavit, et aetem a sobole hominum, anim alium que genera,
Adesto sacris filiae tuae Circes voptis. Si intento, castoque tibi adsum animo, si
dignis pro facultate ritibus me praesento. E n tibi faciles araş struximus. Ad-
sunt tua tibi redolentia thura, sandalorum que rubentium fumus. E n tertio su-
Kirke’nin büyüsünde bir tür ahlaki yeniden biçimlenme vardır. Kirke, Al
tın Çağ'm^O adaleti Astrae’nin nerede olduğunu sorar, kötülük-işleyenleri
tehdit eder, tannlan, erdemi yeniden kurmaya çağırır.31 Büyüsünün sonucu
olarak, insanlar hayvanlara dönüşür,32 bu da (Kirke öyküsünün genel yoru
munun tam aksine) iyi bir şeydir, çünkü kötü insanlar gerçek hayvan şekil
leri içinde daha az zararlıdır.33 Ama kötülük gecesinden kaçan güzel ve er
demli hayvanlar ve kuşlar da vardır. Horoz en güzelidir bunların, hoş sesli,
asil, cömert, jnice gönüllü, güneşsel, yüce, nerdeyse kutsal bir yaratıktır ve
çatışmada kötü horozlan yenince üstünlüğünü ötüşüyle gösterir. 34 Horoz,
tabii, Fransız Monarşisini temsil eder. F. Tocco’nun işaret ettiği gibi,33 Kir
ke’nin reform hareketinde Spaccio della bestia trionfante'den umutlu beklen
tileri vardır (ama Giordano Bruno'nun on dokuzuncu yüzyıldaki liberal hay
ranlan gibi Tocco da büyüden tamamen habersizdir).
Bruno, içinde bulunduğu ortamın etkilerine duygu bakımından açık bir
büyücüydü. Daha sonra gösterileceği gibi, İngiltere'deyken, Kraliçe I. Eliza-
beth'in saray kültünün daha çetrefil yanlanndan bazılannı alımştı. 1581'de
Paris’e, büyük saray festivalini. Balet comigue de ta reineı göreceği, en azın
dan haberdar olacağı bir zamanda varmış olabilir, Balîet'nin metni 1582’de,
kendisinin Cantus Circaeus'uyla aym yıl basılmıştı. Ballet’de, Kirke, insanlan
hayvanlara dönüştüren Fransız din savaşlanmn kötü büyüsünü temsil eder.
Gösterinin iyi büyüsüne yenilir, sonunda, zafer, onun utkuyla Kral III. Hen-
ri’ye götürülüşüyle simgelenir, büyülü değneği krala sunulur, böylece kötü
Kirke büyüsü iyi Fransız Monarşisi büyüsüne şekil değiştirir. Yani, Bru
no’nun, Fransız monarşisiyle ilişkili bir büyüsel güneş reformu fikrini, Fran
sız sarayında dolaşımda olan kavramlardan almış olması mümkündür.
Son bölümü ve Fransız dinsel Hermetistlerinin, Hıristiyan Hermetizmini
Asclepius büyüsünden ve Ficino'nun tılsımlı büyüsünden ayırmada göster
dikleri dikkati yeniden ammsayalım. Şimdi ise Giordano Bruno, Katolik Hı
ristiyan Hermetizminin, Fransız papaz çevrelerinde, belki de m. Henri çevre
sindeki Capucin hareketinde yeşerdiği bu dünyaya, tamamen büyüsel bir
Hermetizmi överek, Asclepius'nn büyüsüne hayran, Ficioncu büyüyü Fici
no'nun asla düşlemediği boyutlara taşıyarak gürültüyle giriyor. Ama Bruno
ve büyüsü, dinsel Hermetizmin daha büyük sorunlanna da katılmış olacaktı.
Bruno'nun İÜ. Henri ile olan ilişkileri, yalmzca Bruno'nun kendisinin Ve
nedikli engizisyonculara anlatüklanna dayanmaktadır. Derslerini işiten Fran
sız Kralınm kendisini çağırdığım ve öğrettiği bellek sanatımn doğal mı yoksa
Notlar
1 Giordano Bruno üzerine literatür çok geniştir (bkz. Bibîiografia). En iyi yaşamöyküsü, V.
Spampanato’nun Vita di Giordano Brano'sudur (Messina, 1921).
2 Documenti, s. 84.
3 Bunun kısa bir anlatımı için, bkz. Benim "The Ciceronian Art o f Memory” başhkh yazım,
Medioevo e Rinascimento, studi in onore di Bruno Nardi, Florence^ 1955, n, s. 871-903; aym
konuda, Bruno üzerine bir bölümü de içeren son bir kitap Paolo Rossi'nin Clavis Universalis
arti mnemoniche e logica combinatoria da Lullo a Leibniz kitabıdır, Milano-NapoU 1960; yi
ne bkz. C. Vasoli, "Umanesimo e simbologia nei primi sritti lulliani e mnemotecnici del
Bruno", Umanesimo e Simbolismo içinde, ed. E. Castelli, Padua, 1958, s. 251-304, ve aym
ciltte P. Rossi’nin yazısı (s. 161-78).
4 Bkz. Yates 1991, s. 75-76.
5 Bkz. a.g.e. 31-32.
6 Bruno, Op. hat., I I (i), s. 1 vd.
7 A.g.e., s. 6.
8 A.g.e., s. 7 vd.
9 A.g.e., s. 8-9.
10 A.g.e., s. 9.
11 A.g.e., s. 14.
12 Bruno'nun kendi sözleriyle şöyle: "Non cessat prouidentia deorum (dixerunt Aegyptü Sacer-
dotes) satutis quibusquam temporibus mittere hominibus Mercurios quesdam...Nec cessat
intellectus, atque sol iste sensibilis semper üluminare, ob eam causam quîa nec semper, nec
omnes animaduertimus)" (A.g.e., s. 9). Mısırhlann dininin yasal hükümlerle yasaklanacağı
kehanetinde buiıman Ağıt pasajım {C.H., II, s.327, bkz. Yates, 1991, s.38) düşünüyor. Au
gustine, Ağıt'ı, sahte M ısır dininin Hıristiyanlık taraftndan bastınlacağı kehaneti olarak yo-
rumluyordu. Bruno bu yorumu kullamyor, ama bunu, Hıristiyan bastıncılar ("Mercurios
quosdqm”) maddesel güneşin ötesinde, kutsal mens'e nüfuz etmiş gerçek Mısırlı güneş dini
ne kaı:şı yasa çıkardı anlamına alıyor. Baskıya karşm bu gerçek din sona ermedi ve Bruno
onu yeniden canlandırıyor.
Yukardaki pasajın grameri pek açık olmasa da, anlamımn bu şekilde yorumlanmasının doğ
ru olduğuna inamyorum. Bruno'nun, geçek dinin öğreticileri olduğımu iddia eden, fakat
gerçekte hakikati baskı alüna alan, kanşıkhk ve anlaşmazlık başlatan sahte "Mercuries”ler-
den söz ettiği öteki pasajlarla kaı:şılaştmlması gerekir (Dial ttal, p.32; Op. Lat., I (iü) p. 4;
krş. aşağıda s. 236-8, 314-5).
13 Op. Lat., n (i), s. 20 vd.
14 A.g.e., s. 54
35 De vita coelitus comparanda'yı tartıştığı yazısında aşağıdaki düşünceleri ileri süren E. Garin
bunu görmüştü: “Che Bruno...si serva nella sua arte della nemoria de\e facies astrologiche di
Teucro babilonese non 6 n6 un caso n6 un capriccio: 6 la continuazione di un discorso molto
preciso intomo agli esemplari della realtâ." (“Le 'Elerioni' e il problema dell'astrologia", in
Umanesimo e esoterismo, ed. E, Castelli, Padua, 1960, s. 36)
36 Alexander Dicson, De umbra rationis & iudicii, siue de memoriae virtute Prosopopaeia, Lon
dra, 1583; Leicester Kontu Robert'e adanmıştır. Bu Dicson ya da Dickson'un İskoç olduğu
Hugh Platt tarafından bildirilmektedir, The Jewell House o f Art and Nature, Londra, 1594,
s. 81. Bruno'mm İtalyanca diyaloglarından bazılannda bir çömez, "Dicsono" olarak geçiyor.
37 Op. Lar., n (i), s. 179 vd.
38 A.g.e., s. 182.
39 A.g.e.., s. 185-8.
40 "Sol qui illustras omnia solus...Culus ministerio viget istius compago vniuersi, iscrutabiles
rerum vires ab ideis per animae mundi rationes ad nos vsque deducens & infra, vnde variae
atque multiplices herbarum, plantarum caeterarum, lapidumque virtutes, quae per stella-
rum radios mundanum ad se trahere spiritum sunt potentes," (A.g.e., s, 185.)
41 A.g.e.,s. 188-92.
42 A.g.e.,s. 193.
43 Krş. Agrippa, De occult. phil, II, 59, "Hermes'in onlara verdiği adlarla dünyamn yedi yöneti
cisini" çağırmakta kullandığı çeşitli adlar ve belgeçler üzerine.
44 Op. Lat., II (i), s. 191.
45 Agrippa, De occult. phil, loc. cit.
46 Op. Lat., II (i), s. 185.
47 Ag.e., s. 211 dvm.
48 Bkz. Yates, 1991, s. 82, ve Walker, s. 33.
49 Op. Lat., II (i), s. 186
50 Ibid., he. cit.
51 A.g.e., s. 186-7.
52 A.g.e,. s. 193 vd.
53 A.g.e., s. 194.
54 Ag.e., s. 209-10.
55 F: Tocco, Le öpere latine di Giordano Bruno, Florence, 1889, p. 56.
56 "...il re Enrico terzo mi fece chiamare un giomo, ricercandomi se la memoria che avevo e
che professava, era naturale o pur per arte magica; al qual diedi sodisfazione; e con quello
che lî dissi e feci provare a lui medesmo, conobbe che non era per arte magica ma per sci-
enzia. E doppo questo feci stampar un lîbro de memoria, sotto titolo De umbris idearum, il
qual dedicai a Sua Maestâ e con questo mi fece lettor straordinario e provisionato...(DocM-
menti, s. 84-5)
57 Bkz. Yates, 1991, s. 51.
58 "...con httere dell'istesso Re andai in Inghilterra a star con rAmbasciator di Sua Maestâ,
che si chiamava il Sr. Della Malviciera, per nome Michel de Castelnovo; in casa del qual non
faceva altro, sen on che stava per suo gentilomo." (Documenti, s. 85.)
59 Calendar o f State Papers, Foreign, January-Jıme 1583, s. 214.
1789 yılının ocak ayında Paris'te rahip Emmanuel Joseph Sieyfes “Üçün
cü Tabaka Nedir?" başlıkh bir kitapçık yayımlar. Kısa sürede büyük ilgi gö
ren bu yapıt, Fransız devriminin ideolojik yapısını çözümlemek açısından
özel bir önem taşımaktadır. İlkbahardan itibaren Versailles'ta toplanmaya
başlayan ve üçüncü tabakanın^ egemenliğinde olan Etats G6neraux (Genel
Tabakalar Meclisi), Haziran ayında kendini Ulusal Meclis ilan edecek ve ge
nel çerçevesini birkaç ay önce SieyĞs’in çizdiği programı uygulamaya koya
caktı. Sieyâs, bu ünlü yapıtında şöyle yazmıştı:
sınıf olmasaydı, üçüncü sınıf ne olurdu? H er şey, fakat özgür ve hayat dolu her
SieyĞs milletin tanımım d a yapar: "ortak bir yasa altında yaşayan ve aynı yasa
Fransa tarihinde yapılmış ilk millet tammlaımdan biri olan Sieyfes'in ta-
mmımn büyük oranda Jean-Jacques Rousseau'nun görüşlerinden etkilendi
ği söylenebilir. Rousseau'nun “genel irade” (fr. v o lo n ti genirale) kavramı,
gruplar yerine tüm toplumun çıkarım ön plana çıkarıyordu. Rousseauya gö
re, ‘genel irade'ye teslim olan bireyler, artık 'yurttaş' olmuşlardır, parçası ol
dukları topluma bağhİrk duyar ve ‘bütün'ün çrkarlanm kendi çıkarlanmn
önüne koyarlar.4 Sieyfes’in millet kavrayışı eşitlik ideali üstüne kuruludur,
ayrıcalıklara dayanan bir düzeni mahkûm eder. “Bireylerin birbirinden
“Fransız Devrimcileri için millet demek, yönetim biçimi konusunda ortak imza at
mış bireyler topluluğu demektir. Bir mîllet,... insan trkmm Tann'mn kendi karakteri
ile donattığa doğal bir parçası haline gelir. Yurttaşlara düşen görev de bu karakterin
doğal akrabalık ve duygusal yakınlık yoluyla bir milletin oluştuğu devlettir. "^2
neldiler. Şairleri ve füozoflan eski geleneklerin örtüsüne sanlmış organik bir halk
0 îarih\ ya-
\ Alman idealizminin hem felsefi hem de siyasal
l^^bir mille- açılardan Fransız Devriminin tüm aşamaların
löneiTiti b'f dan derinden etkilendiğini biliyoruz. On doku
Sişpie tarih
rİŞmeiler ço- zuncu yüzyılın ilk yıllan Avrupa'mn Fransız etki
^ h l î kelidir, alanı ve Rus etki alanı olarak ikiye bölündüğü bir
ırı, ba-
döneme tekabül eder. Alman düşünce dünyası bu
j f a v a ra n ,
tfebaşlangı- dönemde, Eric J. Hobsbawm'ın da belirttiği gibi,
lifet.bareket- saf, basit ve yozlaşmamış köylülüğe yönelik ro
; zam an
leştirilir.
mantik bir tutkuya sahne oldu, "halk"ın bu şekil
İsa'nın bir- de folklorik bir gözle yeniden keşfi ve yerel lehçe
devam
ler önem kazandı.l^ Bu popülist kültürel roman
iîrn ve terö-
tizm üstün bir ahlaksal idea'nm canlanışı olarak
|^:;billurlaş- idealleştirilmiş Hegelci devletin yüceltilmesi ile
fifc^mökemmel
kol kola gitmekteydi^^
jiğerçekleş-
:ından ba- Milleti tanımlama konusunda, çeşitli türevleri
|İOTy,betmİşti. olmakla genel olarak biri Aydınlanma’dan diğeri
?dnü lanetle-
l'bîrkdç eği-
de Romantizmden kaynaklanan iki temel anlayış
in i ve yap- olduğu düşüncesi yaygın kabul görmektedir
%Öİyor...
Romantizmden kaynaklanan millet anlayışım bu
mevcudiyetinin kesintisiz bir yaşama iddiası olması gibi, bir milletin mevcudi
yeti de -b u benzetme için müsaade ediniz- her gün tekrarlanan bir plebisittir.”
Anlaşılacağı üzere, burada önemli olan husus, milletin iradi bir birlik
oluşudur. Renan, milleti oluşturan unsurların ırk, din, dil birliğine, ortak çı
karlara ya da toprak birliğine indirgenemeyeceğlni söyler. Renan'ın bu cüm-
leleıi kaleme aldığı dönem, on yıl kadar önce Fransa'mn Alman İmparator
luğu karşısında savaşı yitirdiği, Alsace ve Lorraine bölgelerini Almanya'ya
bırakmak zorunda kaldığı, imparatorluğun yıkılarak Üçüncü Cumhuriyet'in
kurulduğu bir dönemdir. Renan bu metinde doğrudan göndenne yapmasa
da içten içe Alsace ve Lorraine'in elden çıktığı gibi tekrar kazamlabileceğini
de ima etmektedir!Renan milletin kendince tammım yapmadan önce, çe
şitli siyaset kuramcıiannca geliştirilen bir dizi millet anlajuşını birer birer
çürütür. İlk olarak ele aldığı ve üstünde uzun olarak durduğu anlayış, mil
letlerin kökenini ırka bağlayan yakiaşımdır^O. Bu görüşe göre bir ırktan ge
len insanlar diğer bir ırkın sahibi olduğu topraklan fethederler ve burada
aym soydan gelen bir toplum anlamında milleti oluştururlar. Irk kavramım
tümüyle reddetmeyen Renan bu varsayımın geçersiz olduğunu ilan eder.
Ona göre modem Avrupa milletlerinin birçoğu bugim artık birçok ırkın ka
rışımıdır: Almanya Cermen olduğu kadar, Kelt'tir, aynı zamanda Slav'dır.
Zaten, insamn zoolojik kökenleri ya da ırklann var oluş kronolojisinin kül
tür, uygarlık ve dillerin gelişiminden çok daha önceki zaman dilimlerinde
oluştuğunu ammsamak gerekir. Dün olduğu gibi bugün de saf ırk yoktur.
Milletlerin oluşumımu ırka bağlamak hatahdır, tarih onların çeşitli hatırla
ma ve unutma süreçleriyle oluştuklanna dair örneklerle doludur.
Milletleri dil birliğine bağlayarak açıklayan yaklaşım da hatalıdır. Renan
bu konuda İsviçre'yi örnek verir. Dil insanlan birleştiren, bir arada tutan
faktörlerden biri olabilir, ama dil ile ırk arasmda, dil ile millet arasında bire
bir özdeşlik kurmak tarihsel gerçeklere aykındır. Örnek olarak İsviçreliler
dört farklı dil konuşurlar, ancak bu olgu onlann dört farklı millet olmalan
anlamına gelmez. Tüm İsviçreliler kendilerini iradi olarak tek bir İsviçre
milletinin parçası olarak görürler. Bir îsviçrelilik kültürü oluşmuştur, bu da
İsviçre milletini ayakta tutan temel unsurdur.
Benzer şekilde, dinsel türdeşlik de milletin kökenini oluşturamaz. Fran-
sızlar arasında Katolik, Protestan, Musevi olanlar olduğu gibi herhangi bir
dine ve tannya bağlı olmayanlar da vardır. Din Fransa'da artık büyük oran
da kişisel yaşamın bir parçası olmuştur. Çıkarlar birliği de milleti oluşturan
temel faktör olarak ele alınamaz. Renan milletin "gümrük birliği"ne benze
tilmesine karşı çıkar, vatan kavramım anımsatarak değerlerle ilgili ruhsal
bir birlikteliğe vurgu yapar. Coğrafya da milletin belli bir unsurudur, ama
millet sadece coğrafyaya indirgenemez. Milletlerin "doğal sınırlan" düşün
cesi de sorunludur, bizi insanlann özgür iradeleri üstüne ipotek koyarak
keyfi ve kötü sonuçlar doğurabilecek bir ırkçılığa götürebilir.
Daha önce de belirttiğim gibi, Renan'ın bu konferansta en çok üstünde
durduğu husus, “ırk" ile “millet"in karıştınlmaması gereğidir. Renan bu
yaklaşımıyla kendisinden önce yazan çok sayıda Fransız yazann içinde bu
lunduğu bir tartışmaya da katkıda bulunmaktadır. Rönesans'tan itibaren
BoulainviUiers ve Montesquieu'ye kadar birçok yazar eserlerinde Franldann
Galya'yı fethinin yarattığı bölünme ve çatışmalarla geleneklerdeki dönüşü
mü ele almışlardı^!. Franklar ve Galyalılar arasındaki rekabet üstüne odak
lanan, kısmen Franklan soyluların, Galyahlan serÛerin kökeninde gösteren
La Guerre des Deux Races [îk i Irkın Savaşı] tezi son olarak Fransız devri-
mindeki sımf uzlaşmazhklanyla karışarak yeniden gündeme gelmişti22. Ta
rihçi Augustin Thieıry ilk olarak 1850'de yayımlanan Essai sur VHistoire de
la Formation et des Progres du Tiirs Ûtat [Ü çüncü Tabakanın Oluşum ve Geli
şim Tarihi Üstürîk Deneme] adlı kitabında geçmişten gelen söz konusu düş
manlık ve eşitsizliklerin ajtık eşitliğe dayalı bir hukukla yönetilen özgür ve
egemen bir millete dönüşmüş olan Fransa'da tarihe karıştığım yazmıştı23.
Bu bağlamda Renan'ın yapmaya çahştığı da budur: milleti etnik, ırksal, dil
sel, dinsel, iktisadi ve terrltoıyal unsurlardan bağımsızlaştırarak tümüyle ta
rihsel (ortak geçmişi ön plana çıkaran bir nitelikle) ve liberal bir içerikle ta-
mmlamak... Renan’a göre modem milletin temel özelliği, bireyin millete öz
gür ve iradi katılımıdır. Bu anlayışa göre birey bir millete ait olarak dünyaya
gelmez. Bütünüyle özgür olarak millete katılır ya da dilerse o milletin üyeli
ğinden aynlır. Millet, spesifik olarak bir halkın tarihinde bir ya da birkaç
faktörün kaynaşmasıyla öne çıkmış ya da oluşturulmuş olabilir, ancak bu
bize onu kesin çizgilerle sımrlama imkânı vermez. Bugün itibariyle milletin
sürekliliğini sağlayan unsur “ortak bir ruhun varlığı" ve onu oluşturan birey
lerin sürekli yenilenen onayıdır.
NoÜar
20 Renan'ın burada isim vermeden eleştirdiği Kont Arthur de Gobineau'nun Essai sur l’Jndga-
liti des Races Humaines [İnsan Irklannın Eşitsizliği Üstüne Deneme] adlı yapıtında (1853-
1855) geliştirdiği ve 1880li yıllarda iyice popülerleşen "ırldann eşitsizliği kuramT'ndan kay
naklanan görüşlerdir. Gobineau dört ciltlik bu çalışmasında insan ırkları arasmda tarih, an
tropoloji ve dilbilim aracıhğıyla da kamtlanabüecek bir hiyerarşi olduğunu üeri sürmüştür.
Gobineau'nun düşünceleri daha sonra HiÜer ırkçıhgınm atası sayılacak Houston S. Cham-
berlain, Eugen Dühring, Bruno Hildenbrang ve Kari Knies gibi Alman yazarlar tarafından
pan-cermen ve anti-semit bir içeriğe kavuşturulmuştur. Bkz. Di Scala & Mastellone, 1998,
s, 126-127.
21 Bu görüşlerin bir panoraması için bkz. Dominigue Collas, "Guerre des Deux Races", D.
Colas, Dictionnaire de la Pensâe Politigue, Larousse, Paris, 1997, ss. 128-131,
22 Bkz, Colas, 1997, s. 130.
23 Augustin Tierry, (Euvres Completes, cüt 5, s. 8'den aktaran Colas, 1997.
« -------------------------------------------------------------------
Cogito, sayı: 50, 2007
58 -• Maurice Halbwachs
sıyla başlar ve düz bir ilerleyiş gösterir; kimi zaman da “terhis" sırasına gö
re, terhise ne kadar kaldığına bağlı olarak, tersten sayılır; belki günlerin mo
notonluğu, geçen süreyi homojenleştirmektedir ve bu nedenle ister düzden
ister tersten saymamzı olanaklı kılıyordur. Yani ne kadar çok topluluk varsa
o kadar çok zaman anlayışı vardır. İçlerinden hiçbirinin, kendini diğer bütün
topluluklara dayatması mümkün değildir.
Ama günler için de aym durum söz konusudur. Günlerle gecelerin birbi
rini izleme düzeninin, zamam dilimlere ayırmakta kuUamlan temel bir ölçü
olduğuna, tüm toplumlar için ortak ritim oluşturduğuna inanmaya eğilimli
olabiliriz- Uykuya aynlan gece, sosyal yaşamı kesintiye uğratır. Bu süre için
de insan neredeyse tüm yasalardan, kolektif temsil biçimlerinden bağımsız
ve yalmzdır. Ama toplumlarm yarattığı bu akımların gidişatım geçici olarak
durdurmak sadece fiziksel uykuya mı özgüdür, sadece gecenin barındırdığı
bir ayncalık mıdır? Böyle düşünecek olursak, sadece bir tek toplumun değil
birçok topluluğun bulunduğunu ve bu topluluklar içinde yaşayan insanlar
dan birçoğunun sosyal yaşantısımn gece gelmeden çok önce, farklı zaman
larda kesintiye uğradığını göz ardı etmemiz gerekir. Yani şöyle de söyleyebi
liriz: Bir topluluk, kendi düşüncesini destekleyecek ve sürdürecek insanlar
bulunmadığı zaman uykuya dalar, ama sadece uyur ve üyeleri ona tekrar
yaklaşmaya hazır olduklarında, ayrıldıkları anda bıraktıklaıı noktaya döne
rek topluluğu yeniden kurduklarında bu uykudan uyanır. Asbnda; bilinçli
yaşantısı, insanlann fiziksel uykusu nedeniyle periyodik olarak askıya alı
nan bir tek grup vardır, bu da ailedir çünkü uykuya giderken genellikle aile
den aynlımr ve uyamldığmda da yine aileyle karşılaşılır. Ama ailenin bilin
cinin daha da bulandığı ve sönmeye yüz tuttuğu başka anlar da vardır, fert
ler birbirlerinden uzaklaştıklannda, baba ve kimi zaman da anne işe gitti
ğinde, çocuklar okuldayken ayn geçirilen süreler, geceyle kıyaslandığında
saat hesabına göre çok daha kısadır ama aile fertlerine çok daha uzun gelir
çünkü gece içinde zaman bilinci yoktur; bir insan ister bir saat ister on saat
uyusun, uyandığı zaman, aradan kaç saat geçtiğini bilemez: belki bir dakika
geçmiştir, belki bir ömür! Diğer topluluklann yaşantısı ise gece gelmeden
çok önce kesintiye uğrar genellikle ve gece bittikten uzun süre sonra yeni
den başlar. Bu kesinti, diğerlerine göre daha uzun olsa da, aym toplulukla
nn gün içinde yaşadıklan diğer kesintilerden farklı değildir. Zaten iş günü
de, uyanma ile uyku arasmda birbiri ardı sıra dizilen saatler boyunca kesin
tisiz bir şekilde devam etmez; bu iki sınıra temas etmemektedir ama başka
kent olarak görür. Ama köy köydür ve kendi kendisiyle kıyaslanması gerekir,
başka bir doğaya sahip olan başka bir toplulukla değil. Örneğin kırsal bölge
de zaman, hayvanlann ve bitkilerin doğasındaki akışa bağlı olarak düzenle
nen işlerin kendi içlerinde banndırdıklan düzene göre bölünür. Buğdayın
topraktan çıkmasını, hayvanların yumurtlamasını ya da yavrulamasını,
ineklerin memelerinin dolmasını beklemek gerekir. Bu işlemleri hızlandıra
cak bir mekanizma yoktur. Zaman, topluluğun özellikleriyle uyum içinde
dir. însanlarm düşüncelerinin akışı, gereksinimlerine ve geleneklerine uy
gun bir hızda ilerlemektedir ve zaman da buna uyum sağlamıştır. Olması
gerektiği gibidir. Elbette bazı günlerde acele etmek gerekir buna karşın bazı
günlerde dinlenilir, ama bu düzensizlikler zamamn içeriğiyle ilgilidir, akışı-
m etkilemez. Kişi işine gömüldüğünde, tartışmaya daldığında, derin düşün
celere jkapıldığında, bir amya dahp gittiğinde, yoldan geçenleri izlemeye ko
yulduğunda ya da iskambil oynamaya oturduğunda, tüm bunlar yerleşik bi
rer varoluş biçimi, alışıldık birer davranış olduklan, gelenek görenek tara-
findan düzenlendikleri için ve her birinin kendine göre bir zamam, kendine
göre bir yeri bulunduğu için zaman, yine her zamanki zamandır, ne fazla
hızlıdır ne de fazla yavaş. Buna karşın köylüler kente gittiklerinde, kentteki
zamanın hızı karşısında hayrete düşerler ve içi daha fazla doldurulmuş bir
günün, içinde daha yoğun bir zamam banndırdığmı düşünürler. Bunun ne
deni, kenti, çalışma hastahğına yakalanmış bir köy gibi düşünmeleridir, in
sanlar aşın hareketlidir, düşünceler ve davramşlar baş döndürücü bir hıza
sahiptir. Ama kent kenttir, yani mekanik devreye girmiştir, sadece üretimle
ilgili işlere değil, ulaşıma, eğlencelere ve şakalara bile işlemiştir. Zaman, ge
rektiği gibi bölünmüştür, tam olması gerektiği gibidir, ne çok hızlı ne çok
yavaş, kent yaşantısımn gerekliliklerine göre düzenlenmiştir. İçinde bann-
dırdığı düşünceler sayıca fazladır ama daha kısa sürelidir: zihinlerde derin
kök salmalan mümkün değildir. Oysa bir düşüncenin olgunlaşması için ye
terince uzun bir süreye yayılması gerekir. O halde, bu iki farklı toplulukta,
aym tür düşünceler ve temsiller söz konusu olmadığına göre, her iki farklı
topluluk içinde zamanın akış hızmı ölçmek için, birbirini izleyen bilinç du-
rumlannm sayısını nasıl karşılaştırabiliriz? Asimda zamamn bir topluluk
içinde diğerine oranla daha hızh ya da daha yavaş aktığı söylenemez; hızh-
lık kavramı, zamamn akışına uygulandığı zaman, belirgin bir koşul sunmaz.
Buna karşm, ne ilginçtir ki insan beyni, eskiyi düşünmeye daldığmda, bir
kaç saniye içinde, çok eskilere gidebilir ya da daha yakm zamanlan hatırla
düğüm zaman, bizim için ortak olan ve benim için yaşamaya devam eden
düşünceler akımının içinde bir yer bulurum kendime. Arkadaşımın artık
aramızda bulunmaması ya da gelecekte bir gün yolda karşılaşamayacak ol
mamız, bir zamanlar paylaşmakta olduğumuz düşünce akımı içinde kendi
me bir yer bulmama olanak tamyan koşullar sağlamlığım koruduğu sürece
bir engel oluşturmaz. Bu koşullar da’sağlamlıklarım korumaktadırlar zaten
çünkü bizim için ortak olan uğraşlar, arkadaşlarımız tarafmdan da benim
senmişti ve bugün de arkadaşıma benzeyen birçok insanla karşılaşıyorum
sokakta, daha önce de karşılaştım, daha sonra da karşılaşabilirim, bu kişi
lerde de aym özelliklerin, aym düşüncelerin bulunduğunu görüyorum, sanki
onlar da topluluğumuzun görünmeyen birer üyesi olmuşlar gibi.
îki ya da daha fazla kişi arasında kurulan ilişkilerde, kişilerden bağımsız
bu ortak düşünce unsurunun bulunmadığım varsayalım. Varlıklar birbirleri
ni son derece bencil bir tutkuyla seviyorlar, her birinin aklı fikri diğeri. Şöy
le diyebilirler: "Onu o olduğu için seviyorum.” Burada bir şeyin yerine başka
bir şey koymak kesinlikle mümkün olmaz. Ama tutku kaybolup gidince, on
lan bir araya getiren bağdan da eser kalmaz ve bu durumda ya birbirlerini
ımuturlar ya da geride soluk ve renksiz bir amdan başka şey bırakmazlar.
Her biri diğerim nasıl görüyorsa öyle hatırlaması için ilişkilerini neyin üze
rine kurmalan gerekir? Bununla birlikte kişiler birbirlerinden uzaklaştıklan
halde, birisi öldüğü halde anılar canlı kalabiliyorsa bu demektir ki aralann
da, kişisel bağlılığın ötesinde ortak bir düşünce, zamanm uçup gittiği hissi,
çevredeki nesnelerle, doğayla ilgili ortak bir görüş, beraberce düşünecekleri
ortak konular varmış; Bu değişmez unsur, iki varlık arasmda kurulan duy
gusal bağdan, bir topluluk türetir ve topluluğun ayakta kalan düşüncesi,
geçmişi bugüne yaklaştınr, kişinin imgesinin silinip gitmesini engeller. Au-
guste Comte ve Clotilde de Vaux'nun aşklan ruhsal bir birlikteliğe dönüşme-
seydi ve Auguste Compte, Clotilde de Vaux'yu insanlığın dinine yeruden taşı-
masaydı onu zihninde böyle canlı tutabilir raiydi, tüm bedeniyle gözlerinin
önündeymiş gibi görebilir miydi? Anne babalarımızı da elbette onlan çok
sevdiğimiz için hatırlanz ama öncelikle anne babamız olduklan için hatırla-
nz. îki dost birbirlerini unutmazlar çünkü dostluk, düşüncelerin paylaşıl-
masım ve bazı ortak uğraşlann bulunmasım gerektirir.
Aslında bazı kişilerle kurduğumuz ilişkiler öyle genişler ki topluluğun di
ğer üyelerini aynı somutlukla canlandıramayız aklımızda. Bu tür topluluk
lar, tamdığımız figürlerden öteye geçerler ve neredeyse kişisellikten uzakla-
fir gibidir, daha önceden kurulmuş olan aileye ujoım göstermeyeceği çok iyi
bilinir, buna karşın anne babamn ve hatta yeni gelenden önce doğmuş olan
çocuklann, yeni gelenin dayatacağı zorunluluklara direnseler bile en azın
dan bu yeni üyenin topluluğa katılması sonucunda ortaya çıkan değişiklik
lerden etkilenecekleri, bu yeniliklere uyum sağlamak zorunda kalacakları
kesindir. Henüz çocuk sahibi olmayan ikili, kendi kendilerine yeteceklerini
düşünmüş olabilirler; belki görünürde bir eksiklik hissetmemiş de olabilir
ler; oysa ikili, dışandan gelen müdahalelere açık olmuştur: okumalar, tiyat
rolar, ilişkiler, seyahatler, erkeğin ve belki de kadının mesleki uğraşlan, tüm
bunlar birçok farklı ortamdan geçip biraraya gelerek, çiftin kendine göre
davranmasına, bütünlüğünün bilincine varmasına yardımcı olmuştur. Çift,
iki tehlikeyle karşı karşıyadır. Birincisi, daralmak ve kendi üzerine kapan
maktır, bu durumda kendi dışındaki topluluklarla her türlü bağlantısım ko-
panr, sonuç olarak da çürümeye başlar çünkü toplumsallık sayesinde yaşa
yabilir ancak ve bu nedenle de sürekli kendi üyelerinin oluşturduğu çembe
rin dışına çıkmayı ve genişlemeyi arzular. Diğer bir risk de fazla genişlemek,
çiftin dışmda kalan bir topluluk ya da çiftin uğraşlanmn çok uzağmda kalan
bir uğraş tarafından yutulmaktır. Bunun sonucunda kimi zaman, özellikle
ilk dönemlerde, çiftin yaşantısı ve zaman kuUammı bir gelgite dönüşür. Çift,
dış toplum içindeki yerini bulmaya çalışırken kimi zaman bütünüyle dış
dünyaya kaptırır kendini kimi zaman da uzak durur; bu karşıtlıklar öyle sert
biçimlerde belirir ki bu süreç, çiftin yaşantısı içinde ayn bir yer edinir, daha
sonra gelen süreçlerden aynlır ve bellekten hiçbir zaman silinmez. Bir süre
sonra çift kendi yerini bulur: ilişkiler kurar; çıkarlan, konumu belirlenir; di
ğer topluluklarla ilişkisi yerine oturur; temel uğraşlan daha kararlı bir hal
alır. Bir çift, çocuk sahibi olduğu zaman, çevresindeki toplumsal ortamla
kurduğu ilişkiler genellikle artar ve belirginleşir. Bir topluluğun üye sayısı
artınca, özellikle de bu üyelerin farklı yaşlarda olmalan durumunda, toplu
luk, toplumla çok daha fazla koldan ilişki kurmaya başlar. Diğer aileleri de
banndıran ortama daha sıkı bir şekilde bağlanır, bu ortamın anlayışı ona da
nüfuz eder, kurallara uymaya başlar. Daha geniş bir ailenin kendi kendine
daha iyi yeteceğini, daha kapalı bir ortam oluşturacağım düşünebiliriz. Ama
bu pek doğru değildir. Anne babamn artık yeni ve ortak bir uğraşlan olduğu
ve bu uğraşın diğerlerinden çok daha güçlü olduğu kesindir. Ama genişleyen
aile topluluğu, kendisini maddesel olarak yalıtmakta daha çok zorlamr; di
ğerlerinin bakışlanmn erişebileceği daha geniş bir yüzey sunmaktadır. Aile
hû sadece eski kenti arayan gözlerle, sadece onu düşünerek bakarsınız ken
te. Yine aynı şekilde, dönüşüm geçiren bir toplum, eskiden sahip olduklan-
mn yıkıntılarım içinde barındırmaya devam ettiği sürece, bu toplumu eski
haliyle tamyıp bilenler, kendilerini başka bir zamana ve başka bir geçmişe
taşıyan bu eski izlere yöneltebilirler ilgilerini. İçinde kısa da olsa belirli bir
sübre boyunca yaşadığımız toplumlann hepsi, daha sonralan içine daldığı
mız yeni topluluklann içinde bir şekilde kendini göstermeye devam eder, en
azından bazı izler bırakır. Bu bazı izlerin ayakta kalıyor olması, eski toplu
mun kendine özgü zamanının sürekliliğini ve kalıcüığım açıklamaya ve bi
zim de düşünce yoluyla bu eski toplumun içine yeniden dalma olanağımızın
bulunduğunu göstermeye yeterlidir.
Derin bir evrim sürecinden geçen bir toplumun birbiri ardı sıra büründü
ğü farklı hal ve biçimlere karşılık gelmekle birlikte ayakta kalmayı sürdüren
bütün bu zamanların birbirinin içine geçmesi söz konusu değildir. Yan yana
ama ayn ayn yaşamaya devam ederler. Aslında, düşünceleri birbirinden ay-
n olan topluluklar, uzam içinde maddesel olarak belirli bir şekilde konumla
nırlar ve bu topluluklann üyeleri de ya aym anda ya da birbiri ardı sıra bu
topluluklann birden fazlasına dahil olurlar. Tek ve evrensel bir zaman yok
tur, buna karşm toplum, her biri kendine özgü bir zamana sahip olan farklı
topluluklara aynlır. Bu kolektif zamanlan birbirinden ayıran özellik, bazıla-
rmın daha hızlı, diğerlerinin daha yavaş ilerliyor olması değildir. Hatta bu
zamanlann akıp gittiğini söylemek bile mümkün değildir çünkü her kolektif
bilinç, hatırlama yeteneğine sahiptir ve zamamn kalıcıhğı, bellek için olmaz
sa olmaz bir önkoşul olarak belirir. Olaylar zaman içinde birbirini izler ama
zamamn kendisi hareketsiz bir çerçevedir. Zamanlann arasındaki fark ise
kiminin daha geniş kiminin daha dar olmasıdır, genel bir uzlaşma sonucun
da geçmiş olarak adlandırılan şeyin içinde kimi daha fazla yol alma olanağı
sağlar, kimi daha az. Şimdi de bireylerin gözüyle bakalım. Her biri birçok
topluluğa üyedir, birçok toplumsal düşünceye katılır, bakışı birçok kolektif
zamanm içinde gezinir, birinden çıkar diğerine dalar. Bireyler arasındaki
farklılaşmayı sağlayan bir unsurdur bu: aym dönem içinde, uzamın belirli
bir bölgesinde, farklı insanlann bilinçleri hep aynı kolektif akımlar içinde
gidip gelmez. Ama bununla birlikte, her İnsamn düşüncesi, geçmiş içinde ya
da her topluluğun kendi zamam içinde de aym hareketliliği göstermez: ki
milerinde daha hızlı kimilerinde daha yavaş ilerler, kimlerinde daha uzağa
ulaşır kimilerinde daha yakm bir tarihte kalır. Bilinçlerin, uzunlu kısalı
bir dünya içinde, en azmdan belirli bir süre boyunca bir tür sabitlik, görece
bir denge yaratıldığı ve bu süre içinde hiçbir şeyin değişmediği izlenimi
edinmelerini sağlarlar.
Zaman içinde geriye doğru ne kadar ilerlenebileceği, topluluğa göre deği
şir elbette. Bireysel düşüncelerin, farklı anlarda, şu ya da bu kolektif düşün
ceye katılım derecelerine bağlı olarak, farklı uzaklıklardaki amlara ulaşabili
yor olmalannm nedeni budur. Bu belli belirsiz zaman çizgisinin ötesinde
yani kolektif belleklerin ötesinde hiçbir şey yoktur, çünkü filozoflann zama-
m, boş bir biçimden ibarettir. Zaman, bir içeriğe sahip olduğu ölçüde ger
çektir, yani düşünceye bir olaylar bütünü sunduğu durumlarda. Sınırlı ve
görecelidir, ama tam bir gerçekliğe sahiptir. Bununla birlikte bireysel bilinç
lerin yerleşmelerine ve anılanm yeniden bulmalanna olanak sağlayacak
zenginlikte bir çerçeve sunabilecek kadar da geniştir.
I.
Belleğin nasıl inşa edildiğine dair önemli bir kuram Nietzsche ye aittir.
Nietzsche olağanüstü bir öngörüyle "bellek” ve "acı" arasmda ilişki kurmuştur.
"Kim insan demlen hayvan için bir bellek yaratır? B u biraz körelmiş, biraz da
abuk sabuk, bir anlık anlama yetisinde, bu etli kemikli unutkanlıkta, orada kal
ması için nasıl iz bırakılır?... Bellekte kalan şeyi yakmab: Ancak acı veren kalır
bellekte - işte budur, yeryüzündeki en eski (ne yazık ki, aym zamanda en uzun
canlı bir ev. B ir yok-yer, bir transit geçiş yeri değildir. Asla kaçıp kurtulama
dığım, daimi ikametgâh yerimdir bellek. Çok eskiden beri bilinir, "evet, in
san kendine mahkûmdur".
Bellek zamanın mekânıdır. Zamamn mekânı, benim de evimdir. Sanatçı
Sarkis'in dediği gibi, “belleğim vatammdır”. Vatamm, evim yani, yani doğ
duğum yer, kanla sulanmasmdan övünç duyduğum toprak, kısacası şu acı
larımın izlerinin deposu, sımnn ya da imkânsızın sının, yani sının olmayan
sımr (kim zamana sımr koyabilir ki?)... Bellek rahatsızlığımın yeri değil de
başka nedir! Evimde rahat edemiyorsam başka bir yerde nasıl rahat edebili
rim. Bellek, yine sanatçı Şarkisin dediği gibi aslında sırtımda taşıdığım
evimse^, nerede, ne zaman, nasıl huzur bulabilirim!
Nietzsche'nin tezi özetle şöyledir: "Başlangıçta doğal hukuk vardır. Doğal
hukuk Rousseaucu anlamda adalete değil, ama Hobbesçu anlamda güce da
yanır. Doğamn insana verdiği hak güçten geçer. Güçlü olan hayatta kalır il
kesi gereği, güçler çarpışır. Güçlü olan güçsüz olana galip gelir. Güçlü olan
efendi olur, güçsüz olan köle olur. Fakat köle olmak ağırdır. Köle belleğini
kurar. Sürekli acılarıyla yaşamaktadır. Zaman içinde köle kırbaç darbeleri
ne dayanamaz ve isyan eder. Doğal hukuk güce değil adalete dayandırılır.
Adalet ahlaktır. Herkes doğuştan eşittir. Ahlak, adalet gereği bunu dikte
eder. Yunan toplumunda ahlak Nietzsche ye göre Sokrates'in eseridir. Fakat
Nietzsche anti-christ olarak bu köle ahlakının -kendi deyişiyle- miman ola
rak İsa'yı görür. Hıristiyanlık bütün soylu, üstün değerleri ayaklar altına al
mıştır. Köle'nin eşitlik istemi acıdan kaçmak içindir. Ahlak köleyi kırbaç
darbelerine karşı korur. Tanrının cenneti ezilenler içindir..."
Öyleyse ahlak da tıpkı "emek” gibi ertelenmiş bir ölümdür^.
Fakat unutmamak gerek; bütün bu kavramsal köken takipleri ya da soy-
kütük çalışmalan, içinde yaşadığımız bugünü anlamak için bir çeşit yol ha
ritasıdır. Şimdi, daima kendi gerçeğini kurar.
II.
Bellek beni doğası gereği, imkânsızm sımn, smınn sının olarak yabancı
ile yüzleştiren varlığımdır. Evimde huzur yok. Huzurumu kaçıran: kapımı
çalan (daha önce şiddet uyguladığım, katlettiğim, yerimden atmak istedi
ğim, sürdüğüm) yabancımn varlığından öte, yabancıya yaşatacağım acımn
yaratacağı vicdamn acısıdır. Bellek burada vicdana kapı aralamaktadır. Fa
kat kapıyı çalan yabancıdır, öteki.
m.
içinde yaşadığımız modem toplumlarda ahlak eskisi kadar etkin bir rol
oynamamaktadır. Daha doğrusu ahlak biçim değiştirmiştir. Ahlaki olan bir
eylemin ifadesi bugün anlamım her zamankinden daha iyi bulmuştur (çün
kü küresel toplumda herkes herkese yabancıdır). Bu hemen hemen her top
lumun, ister şimdi olsun ister geçmişte, en iyi bildiği ahlaki önermedir;
“Kendine nasıl davranilmasını istiyorsan başkasına da öyle davran”. Bu öner
me hiçbir topluma ait olmadığı gibi, hiçbir filozofa ya da kanaat önderine
de mal edilemez. Küresel dünyamızda yam başımdaki yabancıya kendime
davranilmasını istediğim gibi davranabilir miyim? Ya da belleğimin şiddeti
ne direnmem mümkün müdür?
Kendine nasıl davranilmasını istiyorsan başkasına da öyle davran; davran
ki açlığın, hastalığın, yalnızlığın şiddetine karşı ve ölüm ün şiddetine karşı etik
bir “iyi yaşam” inşa edebileşin. Vicdanının sesini duymadan, o sana şiddet
uygulamadan öldüğünde, mutlu ölüm yaşadığında, sonsuzda yaşadığında
-evet öyle demiyor muydu Derrida Benjamin’i yardıma çağırarak, yazan öl
müş bir kitabın yaşaması değil de, yaşamda kalmaya (survivre) devam et
mek, kitabını, çocuğunu öksüz bırakmadan yaşamaIrf, ötekiyle değil de bir
likte yaşamak, yaşamda kalabilmek, tutunabilmek, tutunamayan olmamak-,
yaşamayı öğrenmek kadar (savoir-vivre) ölmeyi de öğrenmek (savoir-mou-
rir)6. Yabancıya, başkasına, ötekine “kapılan açmadan” etik iyi yaşam ya da
mutlu ölüm mümkün mü?
IV.
Yukardaki bu olağanüstü şık -estetik-, etik önemıedeki başkası kimdir?
Başka olan; yanımda olan, yani yandaşım, arkadaşım mıdır yoksa öteki mi
dir, yani yammda olan değil de ötede olan mıdır? Bu "başka” fikri, felsefi
düşünceye aşina olanlar için ister istemez Levinas'a çağnşım yaptınyor. Her
şeyden önce Levinas'ın Kartezyen öznenin ben-merkezci yapılanmasına kar
şı bir darbe vurmak isteğiyle başkasına sarıldığını hatırlamak gerek. Levi-
nas'a göre özne, öznenin kendi başına, yapayalmz gerçekleştirmiş olduğu
bir meditasyon sonucunda “düşünüyorum o halde vanm” önermesine ulaş
ması ile kurulmaz. Özne başkasımn bakışında, yüzünde ortaya çıkar. Ve
başkası yüzdür.^ Yani bana bakan, bana duygu geçiren, beıü onaylayan ya
da reddeden, beni varoluşa getiren yüz ya da başkasının yüzü ya da başkası.
Demek ki ister istemez yammda olan değil de karşımda olan, ötede olan bir
V.
Kimdir bu başkası? Başkası, ya bana acıyı yaşatan belleğimin kurulması-
mn bir parçasıdır ya da günün birinde kapımı çalan ve beni zor durumda bı
rakan tann misafiridir. Her iki durumda da yabancının varlığı benim huzuru
mu erteler. Tedirgin olurum. Birinci şıkta bellek sorumluluk almamı engel
ler. Nietzsche: Bellekte kalan şeyi yakmak: Ancak acı veren katır bellek
te...” Bellek ve sorumluluk birbirine karşıttır. Başkasımn sorumluluğunu al
dığım anda, bellek beni ölümle yüz yüze getirir. Hobbes, Freud'dan çok önce
ölüm içgüdüsünün toplumun en önemli kurucu unsuru olduğunu tanımla
mıştı. Hobbes için insanda en temel iki içgüdü arasında çatışmada, açgözlü
lük “şiddete maruz kalarak öldürülme” korkusuna yenik düşer ve insan başka
“Öteki (Vautre) için duyulan kaygı, ötekinin ölümüne duyarsız olmama ve, öyley
se, başkası (autrui) için ölmenin imkânlılığı, azizlik şansı [olarak] etik; iyiliğin,
tarikat, em ir] açarak, olmak (etre) için ayak diremeyi durduran çıkar-gözetmeme,
olacaktır.
VI.
Fakat öyle zor durumda olan/yaşayan insanlar vardır ki, hiçbir düşünce
bu insanlardan etik bir sorumluluk fikri ile, bırakın yaşamasını, bir saniye
oyalanmasını bile talep edemez. Kant'ı takip etmekten bahsetmiyorum.
Kant ahlakı sadece muhtaçlar için değil herkes için ağırdır. Kimse ebedi bir
yasanın gölgesi altında yaşayamaz ve yaşamamıştır da. Fakat bırakın başka
sına kendine davrandığı gibi davranmayı, kendine kendi olarak davranmak
VII.
Jacques Derrida “koşulsuz m isa firp e rv e rlik , !6" "dostluk”, "gelecek ada
let”, “gelecek demokrasi” gibi kavramlar aracılığıyla, her ne kadar doğrudan
ifade etmese de, etik “iyi yaşam” fikrine yaklaşan bir felsefe inşa etmiştir.
Biraz sonra sonlandınlacak olan bu kısa yazıda Derrida'mn etik teorisine
nüfuz etmemizin pek imkânı yok. Üstelik etik “iyi yaşam” fikri Yunan
etik'inden türediği için Aristoteles'e, stoacılara vs gitmek gerek. Yine de Der
rida kavramın sınırlarım belirlemek açısından yardımcı olabilir.
Misafirperverlik evrenseldir. Yabancıyı eve konuk olarak almamn evren
selliğidir bu. Fakat konuğumu eve aldığım zaman ona nasıl davranacağım?
Derrida'ya göre konuk eve adımını atar atmaz bir koşul öne sürmeye başlar
sam ilk şiddet eylemini başlatmış olurum. Bu, yabancıdan benim dilimi ko
nuşmasını talep etmemle başlar. Misafirperverlik sorunu tam da bu noktada
başlar demektedir Derrida. Evime, toprağıma, ülkeme aldığım yabancıya
kendi evimin dilini empoze edersem, ondan beni anlamasını talep edersem
bir misafirperver, bir konuksever olmuş olur muyum? Yabancı benim dilimi
konuşmaya başlarsa hâlâ yabancı olur mu?!^ Ya da daha da ileri giderek
onu istemediği şeyi yapmaya zorlarsam evimin kapılarım ona açmamın bir
anlamı var mıdır? Derrida koşullar öne süren bir misafirperverlik biçimi ile
mutlak misafirperverlik arasında aynmın önemine dikkat çeker. Derrida
için misafirperverlik koşulsuz, mutlak olmalı; yabancıdan kendi dilimi ko
nuşmasını talep etmemeliyim, örneğin şu türden bir evimin kapılarım ya
bancıya açma durumu misafirperverlik kavramımn anlamım hafifletecektir.
Benveniste’in ya&ancı (Yunanların jcenos'u) tammım hatırlatır Derrida;
‘‘Eğer bir yabancı olsaydım, daha fazla hoşgörü ile kabul ederdin beni, [çünkü]
senin gibi konuşmuyorum, kendime ait deyimlerim, kendime has konuşma tar
zım var, ki bu teknik olmaktan, hukuki (juridical) olmaktan çok uzaktadır... ya
bancı, xenos basitçe mutlak anlamda dışlanmış ya da heterojen bir mutlak öteki,
Yani evime konuk ettiğim yabancımn, haklan olduğu gibi uyması gere
ken zorunluluklar, koşullar da vardır. Bu tür bir misafirperverlik hakkı
(right to hospitality) yabancıdan bir aile adı, bir yerlilik-yurtluluk talep eder.
Oysa mutlak ötekinin bir adı yoktur!^, bir bilinmezdir, bir pıçtir;20 ailesi ol
madığı gibi vatam da yoktur. Derrida'mn kendini özetlemesine izin verelim:
“Yabancı ve mutlak öteki arasındaki... fark sonuncunun bir aile adına sahip ol
Notlar
1 Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü, s. 59-60, Çev. Ahmet tnam. Yorum Yayınlan, İstan
bul, 2001.
2 SarkisJe "Sarkis: Bir KilometretaşT' sergisi üzerine söyleşi. Plato güncel sanat dergisi. Sayı
1, 2005.
3 Jean BaudriUard ya göre emek ya da çalışma başlangıçta ölüme mahkûm olan insamn/köle-
nin efendi tarafından (Hegel'in şu meşhur köle-efendi diyalektiği) kendisine hizmet etmesi
isteğinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Efendiler için çalışanlar -önce köleler, sonra serfier
ve modem dönemde işçiler- öldürülme ya da Ölme yerine efendiye hizmet etmeyi tercih et
mek zorunda kalmıştır. Bkz. Simgesel Değiş-tokuş ve ölüm, s.70, Çev. Oğuz Adanır, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi. İstanbul, 2002.
4 J. Derrida, Apprendre â vivre enfîn - entretien avec Jean Bimbaum, s. 26, Gaülöe, Paris, 2005.
5 Derrida bir çocuk gibi yaşamayı öğrenmekten bahsetmektedir. Fakat kendisinin yaşamayı
asla öğrenemedığini, o yüzden ölümü de öğrenemediğini ve dolayısıyla ölümü -hastalığı yü
zünden ölümü yaklaşmasına rağm en- öğrenemediğinl, ona hazır olmadığım söylemektedir.
Kendini tıpkı bir çocuk gibi hisseden Derrida, bize şu çok iyi bildiği ve layıkıyla ömrü bo-
yımca yerine getirdiği felsefi uğraşın Platon'dan beri asimda bir tür ölüme hazırlıktan başka
bir şey olmadığını hatırlatacaktır. Bu çocukluğa geri dönüş, Derrida'mn felsefeye, felsefenin
anlamma olan saygısından, alçakgönüUüğünden başka ne olabilir? Sokrates değil miydi hiç
bir şeyi bümiyorum, sadece bildiğimi biliyorum diyen? Bkz. Derrida, Apprendre â vivre en-
fin, s. 24.
6 Levinas felsefesinin iyi bir özeti için bkz. Aiain Finkielkraut, Sevginin Bilgeliği, Çev. Ayşen
Ekmekçi, Aynntı Yayınlan, İstanbul, 1995.
7 Levinas yüz'de Tannyı görür. Ben burada yüzü tamamen insan sureti olarak, hiçbir aşkın
anlama yer vermeyecek şekilde alınılıyorum. Ona göre etik olanda tannsal bir şey vardır.
Başkasının yüzünden Tann geçtiği için, ki bu Yahudi teolojisidir, başkası benim karşımda
değil, üstümdedir. Levinas'ın etik, Tann ve başka üzerine fikirleri için bkz. Levinas, Sonsuza
Tanıklık, Hazırlayanlar: Zeynep Direk ve Erdem Gökyaran. Metis Yayınlan. İstanbul, 2003.
8 Emmanuel Levinas, Sonsuzu Tanıklık, s. 242.
9 A.g.y, s. 243.
10 Thomas Hobbes, On The Citizen, s. 6, ed. ve Çev. Richard Tuck, Cambridge University Press,
1998.
11 İki tür pragmatizm arasında aynm yapmak gerekir. Etik pragmatizm insanm pratik yaşa
mında başkasına zarar vermeden yol almasını sağlarken, Hobbesvari pragmatizmler hiçbir
şekilde etik sorumluluk fikrini tammaz.
12 Cari Schmitt’e göre politik olam (the political, le politigue) var eden şey yammdaki dostlan
ma karşın, düşmanlanmın varhğıdır. Yani siyaset yapmamı düşmanlanmın varhğma borç-
luyumdur. Dost-düşman ikiliği ve egemenlik paradigması için bkz. Cari Schmitt, Political
Theoîogy, Çev. George Schwab, The M IT Press, 1988.
13 Bu Proust’un belleği değildir; güzel kurabiyelerin kokusundan gelen güzel çocukluk anılan
değil, kan kokusundan gelen/doğan insanlığın belleği. .
14 Bellek ister istemez güncel (ya da geçmiş) bir vahşet olayını şimdinin ebediliğine çağınyon
Gazeteci Hırant Dink'in öldürülmesi olayı. B u olaydaki vahşetten çok daha fazla beni hayre
te düşüren herkesin ağız birliği etmişçesine, Dink'in öldürülmesinden hepimizin sorumlu
olduğunun söylenmesi -O rhan Pamuk bile böyle diyordu-, ve bunun medya tarafından
pompalanması ve hepimizin suçlu ilan edilmesi istemi. Etik "iyi yaşam" açısından bu kabul
edilemezdir. Kendi vicdanımı bir katilin vicdam ile paylaşıyorsam zaten a priori suçluyum-
dur. Şu Hıristiyanca suç, Adem'in ve Havva’nın suçu, hepimiz babadan dolayı suçluyuz...
Bırakalım medyadakiler kendilerini suçlu hissetsinler, bizler bu "iyi insan"ın sadece yasım
tutalım.
15 Emmanuel Levinas, Entre Nous-Essais sur la penser â Vautre, s. 238, Editions Grasset &; Fas-
quelle,
16 Koşulsuz misafirperverlik kavramı Kant'm koşulsuz buyruğunu (kategorik imperatif) hatır
latıyor. Koşulsuz buyruk her eylemde benden kendim için değil insanlık için eylemde bu
lunmamı ister. Koşulsuz Misafirperverlik ise evimin kapılanm zor durumda olana ağzına
kadar açmamı talep eder. Peki, Hobbes'un avukatlığım yaparak, muhtaç durumda olan beni
muhtaç durumda bırakacak olan olursa ne yapmam gerekir. Kant ahlakı "iyi" olan eylemi
gerçekleştirmemi şart koşar. Şu soruyu sormamız gerekmez mi: "İçeri buyur ettiğim/buyur
duğum (o kadar zor durumdaki içeriye giremiyor, ona içeriye girmesini buyuruyorum, ona
emrediyorum aslında) muhtaç, beni muhtaç durumda bırakabilir mi? İnsan yemek yediği
kaba tükürür mü? Başkastna. güvenebilir miyim, güvenliğim başkası tarafindan tehlikeye
atılır mı?
17 J. Derrida, O f Hospitality, s. 15-17. Çev. Rachel Bowlby, Stanford University Press, Callfor-
nia, 2000.
18 A.g.y. s., 21.
19 A.g.y. s., 25.
20 Bir piç; anasız babasız, ne idüğü belirsiz, mutlak anlamda öteki, hiçbir evin sınırına dahil
değü, dahü olmadığı için, evi olmadığı için gerçek öteki. Soykütüğü olmayan, bir soya bağ
lanamayan piç mutlak misafirperverlik hakkım elde etmektedir. Peki kim bir piç’e evini
açar? Bu imkânsızın imkânsızı değil midir? Bol paralı turistlere evimi, reklam yıldızlanm
kullanarak, açıyorsam misafirperver olmakla övünmemin anlamı olsa olsa bir yaralı bilincin
içinde, zavallılığımı gösterir.
21 Derrida, O f Hospitality, s. 25.
22 Bkz. Aristoteles, Politika, s. 85, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004.
* Virtüel; Türkçede gizil, gücül, potansiyel, kuvve, sanal sözcükleriyle karşılanan bu kavram
bir şeyin edimsel hale gelmeden önceki eyleme geçme potansiyeline, kuvvetine sahip olması
halidir. Biz kanşıklıklan önlemek için “virtüel" terimini korumayı tercih ettik, (ç.n.).
yan fiziksel niteliklere sahip olsa da, bunlar onun sahip olduğu her şeydir.
Sinir sistemi hareketi algılayıp engellemeye veya iletmeye yarar. Virtüel,
canh sistemlerin aniden ortaya çıkan bir niteliği olarak başka bir yerde ko
numlandırılmak zorundadır. Bu yere dair bir ipucu, Bergson'un algının
"kendi fizyolojik mukabiliyle ilişkisinin, virtüel bir eylemden başlamış bir
eyleme geçiş ilişkisine benzer olduğu” iddiasında bulunabilir.!3 Virtüelin
kendine has bir belirlenim gerektirmesinin nedeni, ne algı ne de belleğin be
yin kütlesinin hareketlerine (bunlar materyal evrenin bileşenlerine bağlıdır)
indirgenemeyeceği gerçeğidir. Bergson virtüelin ortaya çıkışım şöyle açıklar:
"Bir ışın bir ortamdan diğerine geçtiğinde, geneUiide yolunu yön değiştire
rek kateder. Fakat bu iki ortaımn karşılıkh yoğunlukları, verili bir yansıma
açısı nedeniyle, kınimamn artık mümkün olmamasına yol açabilir. Bu du
rumda bütünsel yansıma meydana gelir. Işının düştüğü noktada, ışmlarm
kendi yollarını izleyemeyecekleri gerçeğini simgeleyen bir virtüel imge
oluşur. Algı da aym türden bir görüngüdür. Verili olan, maddi dünyanm
bütün imgeleri ve onlann kendi içsel öğelerinin bütünlükleridir. Ancak,
gerçek, yani kendiliğinden eylem merkezleri varsayarsak, buraya ulaşan ve
o eylemi ilgilendiren ışınlar, bu merkezin içinden geçmek yerine, kendile
rini yayan nesnenin hatlanm çizmek için merkezde yansıyormuş gibi gö
rünürler. Burada olumlu hiçbir şey yok, imgeye eklenen bir şey, yeni bir
şey yok. Nesneler sadece, canh varhğm kendilerine virtüel etkisini ortaya
çıkarmak için gerçek eylemlerinden bir şeyleri terk ediyorlar...” !8
için virtüel Varlıkm adıdır.27 Yine de, virtüel Deleuze'de gayet eleştirel bir
biçimde ele alımr. Deleuze'deki virtüel üzerine bir araştırma, onun düşün
cesinde yerleştirildiği spesifik çalışmadan bağımsız olarak yürütülemez.
Bu noktayı, Deleuze'ün Proust üzerine kitabında, özellikle genişletilmiş
ikinci basımında, belleğin virtüel gücünü ele alışına bakarak göstermeye
çalışacağım.
Proust’un A la recherche du temps perdu’sünde [Kayıp Zamanın îzinde]
göz kamaştırıcı bir biçimde ortaya çıkan geçmişin yarattığı şokun düşü-
nümsel biçimde ele almışı, anlatıcımn, yamuk kaldırım taşlan, peçetenin
sertliği, madlen çikolatamn tadı vb dujoısal işaretlerin vesile olduğu duygu-
lann, farklılaşmamış bir bellek ve Venedik, Balbec ve Combray gibi, şeylere
iliştirilen figürler yardımıyla anımsamaya çalıştığı şeylerle hiçbir bağlantısı
olmadığını fark etmesi bağlamında gerçekleşir. Yaşamın belirli anlarda ve
tekil durumlarda gözümüze güzel görünmesine rağmen önemsiz bir şey ola
rak değerlendirilmesinin nedenini anlar. Sıradan yargılanmızm nedeni, biz-
lerin yaşamın kendi tanıklığına değil ama yaşamdan hiçbir şey içermeyen
oldukça farklı imgelerin tanıklığına dayanarak yargıda bulunmamızdır ve
bu yüzden yaşamı küçümseyerek değerlendiririz. Anlatıcı kendimizi anlık
eğlencelere ve toplumsal ritüellere ve etkinliklere oldukça kaptırdığımız ge
çip giden yaşam anlarında, yaşamın gerçekten yaşanmadığı gerçeği karşısın
da dehşete düşer. îstemdışı bellek tarafmdan meydana getirilen beklenme
dik deneyimler bencil zevklerin dünyasımn ötesine geçer ve normal kendili
ğimizin varoluşundan ve gerçekliğinden şüphe duymamıza neden olur. Za-
man'dan çekip çıkarılan bu varoluş fragmanları üzerine derin düşünüm, an
latıcıya bildiği ve toplumsal zevklere ve dostluğun zevklerine üstün tuttuğu
gerçek zevkleri geçici de olsa sağlar. Anlatıcı bu “sonsuzluğa” ve “şeylerin
özüne” dair bir kavrayışa sahip olmak için zamam hareketsiz hale getirmek
ten, zamamn parçalarım kesintisiz bir akışa dahil oluşlarından özgürleştir
mekten bahseder.
îstemdışı beHeğin duyumları tarafmdan var edilen imgelerle karşılaşma-
mızm rastlantısalhğı onlann özgünlüklerinin kamtıdır. Yaşama geri getiri
len "geçmişin hakikatliği” ne bilinçli algıyla ne de bilinçli anımsamayla bu
lunabilir. Gerçekliğin kitabı izlenimlerden oluşacaktır ve kendini "materyali
ne kadar önemsiz, izleri ne kadar silik olursa olsun” her bir izlenimin “haki-
kat”ini çekip çıkarma görevine adayacaktır. Zihin bu süreçle "daha büyük
bir mükemmellik durumu’na ulaşacak ve kendisine “saf bir neşe” verilecek
tir. Deney bilim adamı için neyse, izlenim de yazar için o olacaktır. Ancak,
Hlim adamı ve yazar arasmdaki fark şudur: bilim adamı için zeka deneyimi
her zaman öncelerken, yazar için zeka her zaman izlenimin gerisinden gelir.
Anlatıcı için bunun anlamı "saf zeka tarafından biçimlendirilen fikirler bir
mantıktan, bir olası hakikatten daha fazlasına sahip değillerdir, onlar keyfi
seçilirler. Hiyeroglifleri tarafımızdan izi sürülmeyen desenlerden oluşan ki
tap, gerçekten bize ait olan tek kitaptır.”
Romanda, geçmişin bir fragmanın sunumu, romanın son bölümü olan
“Yeniden Kazanılan Zaman”ın neredeyse tam ortasında yapılır. Anlatıcı, bu
geçmiş amn “hem geçmişe hem de şimdiye dair” ve her ikisinden de daha
önemli bir şey olup olmadığını sorarak bu geçmiş amn doğasım araştınr.
Deneyim, içinde, sadece olmayanı hayal edebildiğimiz ve imgelemin bir ba-
şansızlık olarak görüldüğü, gerçeğin "zalim yasa”sımn etkisiz hale getirildi
ği bir şeydir. [Bu katı kural]
"îş’te şim di... ansızın geçersizleşmiş, askıya alınmıştı, çünkü tabiat, harika
bir yöntemle bir izlenimi -örneğin çatal ve çekiç sesini, hattâ bir kitap adı
nı vs.- hem geçmişe yansıtıp hayalgücümün hizmetine sımmuş, hem şim
diki zamana yansıtıp duyulanmm sesle, kumaşın temasıyla vs. gerçekten
sarsılmasım sağlamış, böylece hayalgücümün rüyaları, genellikle yoksun
olduklan varoluş fikriyle birleşmiş ve bu hile sayesinde benliğim, asla kav
rayamadığı şeyi, işlenmemiş, saf haldeki küçük bir zaman dilimini -kısa
cık bir an - yakalayabilmiş, ayırabilmiş, durdurabilmişti.”28
“Ama eskiden işitilmiş bir ses veya eskiden solunmuş bir koku, bir kez da
ha, hem şimdiki anda hem de geçmişte işitildiği veya koklandığı an, fiilî
olmadığı halde gerçek, soyut olmadığı halde zihinsel olan bu algılar
sayesinde nesnelerin kalıcı ve genelde gizli olan özü derhal açığa çıkar ve
bazen çok uzım müddet boyunca ölmüş gibi görünen, ama aslında yaşa
yan gerçek benbğimiz, kendisine sunulan bu ilahi besinle uyanır, canlamr.
Zamamn kurallanndan sıyrılmış olan bir dakika, kendisini hissetsin diye,
"... çünkü yalnızca acı çekmek konusunda değü, acımı olduğu gibi, ansızm, is
temeden maruz kaldığım şekliyle korumak konusunda da ısrarlıydım ve
içimde kesişen varlıkla hiçliğin o garip çelişkisinin her tekrarlaıuşmda, bu acı
yı, onun kuraUanyla, çekmeye devam etmek istiyordum. Bu sancıh ve şimdi
lik anlaşılmaz olan izlenimden, bir gün gelip de küçük bir gerçeklik çıkarıp çı
karamayacağımı bilmiyordum elbette, ama şunu biliyordum ki, bu küçücük
gerçeği eğer çıkarabilirsem, ancak böylesine özel, bu kadar kendÜiğinden, ne
zihnim tarajfmdan çizilmiş, ne de korkakhğım tarafmdan yumuşablmış, ölü
mün kendisinin, aniden ortaya çıkışırım, içimde doğaüstü, insanlık dışı bir
grafiğe göre, yddınm gibi, esrarengiz, çifte bir oyuk halinde bırakhğı bu izle
nimden çıkarabilirdim. (Şu âna kadar İçinde yaşadığım ve büyükannemi
gömmüş olduğum ımutuşa ise, kendisinden bir gerçeklik çıkarmak için bağ
lanmayı düşünemezdim büe; çünkü onun kendisi zaten bir inkârdan ibaretti,
hayatm gerçek bir ânmı yeniden yaratamayan ve omm yerine klasik, kayıtsız
görüntüler koymak zonmda kalan zihnin zayıflam asıydı.)"34
Deleuze'e göre, bu deneyime uygun bir okuma üretmek için, “saf haldeki
küçük bir zaman dilimi" tümcesine dönmek gerekir. Deleuze, ölüm fikrinin
zamanın belirli bir etkisinde ortaya çıktığım gösteımeye çalışır. Ölüm fikri
zamamn açığa vurulan bir hakikatine yönlendirmelidir. Zamanın ölüm fik
rine yol açmasımn nedeni nedir? Deleuze şunu öne sürer: aynı kişinin verili
iki hah -anımsadığımız önceki hali ve yaşadığımız şu anki hali- birinden di
ğerine geçerkenki yaşlanma izlenimi, aradan jeolojik çağlar geçmiş gibi,
“uzaktan da öte, neredeyse gerçekdışı bir geçmişe" itme etkisi doğurur. Za
manm geçmişten şimdiye hareketi, "daha büyük bir enginliğin dayatılmış
hareketiyle iki katma çıkar,” iki anı silip süpürür, aralanndaki mesafeyi or
taya koyar ve geçmişi zaman içinde daha geriye iter.
Madlen deneyiminde üretilen tınlamanın yankısından oldukça farkhdır,
çünkü bu deneyimde tınlama zamanı azami derecede daraltırken, bu hare
ket zamanı sonsuzca genişletir. Bu Deleuze'ün “bir kopuştan çok bir kanşı-
mın ya da kanşıkhgm etkisi” olarak ölüm fikrini öne sürmesine yol açar;
burada “dayatılmış hareketin enginliği canlılarla dolu olduğu kadar ölülerle
Henıi Bergson
ME "Memory of the Present and False Recognîtion,” M in d -E n e rg y içinde. Çev.
H. Wildon Carr. New York: Henry Holt, 1920.
M M M a ttera n d M em ory. Çev. N. M. Paul & W . Scott Palmer. New York: Zone Books,
1991.
O Oeuvres. Paris: PUF, 1959.
Gilles Deleuze
B Le bergsonisme. Paris: PUF, 1966; Bergsonism. Çev. H. Tomlinson ve B. Habber-
jam. New York: Zone Books, 1991. [Bergsonculuk, Çev. Hakan Yücefer, Otonom
Yayınlan, 2006]
CTI Cinema 2: LTmage-Temps. Paris: Les Editions de Minuit, 1985; Cinema 2: The Ti
me Image. Çev. H. Tomlinson & R. Galeta. London; Continuum Press, 1989.
DR Diffârence et rip ititio n . Paris: PUF, 1968; Difference and Repetition. Çev. P. Pat-
ton. London: Continuum Press, 1994.
PS Proust et les slgnes. Paris: PUF, 1998; Prousî and Signs. Trans. R. Howard. Lon
don: Continuum Press, 2000 (PG-/Vowst ve Göstergeler, Çev. Ayşe Meral, Kabalcı
Yaymevi, 2004).
Marcel Proust
RTP A la recherche du temps perdu. Bibliotheque de la Pleiade: GaUimard, 1954.
SLT Remembrance o f Things Past. Çev. C. K. Scott Moncrieff & T. Kilmartin. Lon
don: Penguin, 1983, üç ciltte. Daha edebi olan çeviriyi tercih ediyorum, In Search
o f Lost Time. (Kayıp Zam anın îtin d e, Sodom ve Gomorra, Çev. Roza Hakmen,
YK Y 1997; Kayıp Zam anm îzinde. Yakalanan Zaman, Çev. Roza Hakmen, YK Y
2001).
Badiou, Alain. Deleuze: The Clamour o f Being. Çev. L. Burchill. Minneapolis: U Min
nesota P, 2000.
Deleuze, Gilles & Guattari, Felix. Qu'est-ce gue la philosophie? Paris: Les j^ditions de
Minuit, 1991; What is Philosophy? Çev. G. Burchell & H. Tomlinson. London:
Verso, 1994. (Türkçesi: Felsefe Nedir?, Çev. Turhan Dgaz, YKY, 1993)
Shattuck, Roger. Proust's Way. Middlesex: Penguin, 2000.
Notlar
1 Bergsonculuk, s. 122.
2 0 249;MM , s. 104.
3 O 377: M M 248.
4 O 371: M M 242.
5 O 334; M M 198.
6 O 337; M M 201.
7 Ag.e.
8 O 342; M M 207.
9 O 344; M M 209.
10 O 345; M M 211.
11 O 44-45; M M 210.
12 O 218; M M 71.
13 O 366; M M 235.
14 O 363: M M 232.
15 O 371; M M 241.
16 O 186; M M 36.
17 A,g,y.
18 O 187; M M 37.
19 O 188: M M 38.
20 O 276-77; M M 133-34.
21 O 914; M E 160.
22 O 923-24; M E 175.
23 O 925; M E 177.
24 O 909; M E 151.
25 CTI 79-80.
26 CTI 110; 82-83.
27 Badiou 2000, s. 46.
28 Kayıp Zamamn İzinde, Yakalanan Zaman, Çev. Roza Hakmen, YKY 2001, s. 180.
29 A.g.e., s. 181.
31 C n 108-09; 81.
32 Deleuze'ün olayı için bkz. What is Philosophy?-. '3 ir olay cisimsizdir, tinseldir: saf rezerv
dir... Olay bir ara zamandır [un entretemp]: ara zaman, sonsuzun bir parçası değildir, fakat
zamanm da parçası değüdir - o oluşa aittir. Ara zaman, olay daima ölü bir zamandır; o hiç
bir şeyin olmadığı yerdir, zaten sonsuzcasına geçmiş olan, bekleyen ve rezerv olan bekleyen
bir sonsuzdur" (Deleuze ve Guattari 1991, 148, 149; 1994, 156, 158).
33 PG ,s.63.
34 PG ,s.64.
35 Kayıp Zamanın İzinde, Sodom ve Gomorra, Çev. Roza Hakmen, YKY 1997, s. 167-168.
36 PG. s. 167.
37 Ag.e.
38 Ag.e.
39 Ag.e.
Ali Alkan înal, Beni Ölüm G ibi’de* hatırlama ile unutma, geçmiş ile gele
cek, hayat ile ölüm, akıl ile delilik arasmdaki bütün mesafeleri kaldırarak
tek gerçeğin, var olmaktan hızla uzaklaşan ânın sayfasında kuruyor cümle
lerini.
Hatırlamayı uyku ile ilişkilendiren yazar, hatırlamamn izlediği yolu seçe
rek dili kuruyor. Dolayısıyla zaman çizgisel bir ilerleyiş olarak değil, rastlan
tısal katmanlar halinde ve bir üst üste yığılmadan ziyade iç içe geçiş olarak
ele alınıyor.
Metnin belkemiğini, felsefi arka plamm oluşturan hatırlama, zaman ve
özne algılannın her biri, roman kurgusu içinde katmansal bir oluş olarak iş
leniyor; katmanlar birbirinin yolunu kesiyor, birbirine ekleniyor, birbirin
den kopuyor, birbirini hiçliyor, var ve yok ediyor.
lışmayan ama amsı olduğu için saklanan, durduğu için şükredilen ya da geri
kalmadığı için küfredilen, pencerenin önünde perdeyi aralarken, sen arka
odada uyuyorsan, uykum kaçmışsa, yaşlanınca, artık çok geç diye düşünül
düğünde bakmak istenilmeyen ama düşlere bile giren saatleri var her yerde
farklı hızla geçen zamamn."
Zaman, elmas gibi değerli ve keskin haliyle şimdide parlar; özne, zaman
la bu ilişkisinde kendisinin farklı yaşlarıyla buluşur: "Çamdan gelen koku
beni çocukluğumun boş odalarında dolaştırıyor. Aynalı dolabın kapağını
açınca, içinde kendimi dizlerimi kamıma çekmiş otumrken görüyomm. Se
ni yine ben buldum diyomm. Kollanm uzatmış, kucaklanmayı bekleyen gö
rüntüme bakıyorum. Bir çocuğun ağırlığını taşıyamayacak kadar yorgu
num. Kapağı kapatmasam, bu kez bulunmayı istemeden, unutulmaktan
korkmadan girip yamnda gizleneceğim."
Yazar, geçmiş zamamn bir gerçeğini parçalayarak bölüm bölüm çağınp
geçmişi yeniden kurma çabasından çok, değerleri yıkıp yarattığı gibi kendi
sini de yıkıp yeniden yaratan bir varlık olarak insana, insanlık hallerine ay
na tutar. Üstelik, Beni Ölüm G ibid e bir parçalanmadan söz edilecek olursa
bu da öznenin parçalanmışlığıdır.
Yusuf Ziya adımn kolayca çağnştırabileceği gibi bir bedende yaşayan iki
karşıt karakterin iyi-kötü, olumlu-olumsuz vs olarak çarpıştığı yüzeysel bir
ikilik değildir Ali Alkan Inal'm işaret ettiği. Descartesçı bir beden-ruh ikiliği
benzeri ya da Yunan tragedyalarındaki mutlak iyi ya da mutlak kötü de de
ğildir. Biri diğerinden daha masum ya da günahkâr olmayan bir bölünmedir
Yusuf Ziya'daki.
"Düşlerim Ziya’mn düşleriyle birbirine karışıyor, buna engel olamıyo
rum. Onun düşlerini görüyorum, o da benim düşlerimi görüyor. Onun düş
lerini görürken ayıp bir iş yaptığım duygusuna kapıhyorum, kendi düşlerimi
görürken onun beni gözetlediğini hissediyorum, utanıyorum biraz. Biliyo
rum beni gündüz de gözetliyor. Onu öldüreceğim, yaşamımı yamisamaya
çeviriyor yaptıklarımı bana sözle tekrarlayarak, ne yaptığımı söylüyor, ak
lımdan geçenler onda yankılamp, omm sözcükleriyle geri geliyor bana, ama
bunlar benim sözlerim değil, bu düşünceler benim düşüncelerim değil artık.
Ziya'nm kurmacası gerçeğimle karışıyor, her şey söz oluyor, kısık sesli, ö â s -
li, heceleri yutularak söylenmiş, acıklı, bağırdan, mmldamlan bîr söz ohıyor
sonunda hepsi. Ne yapacağımı söylüyor böylece. Dediğini yapmayac^ım,
olgun insanlar gibi davranmayı öğrenmeli artık, bu başıboşluktan vazgeç
meli, giyeni olmayan bir ceket gibi bir kez bile işe yaramadan eskiyor işte.
Sanki yaşı yok, zamamn boşluğundan böyle geldi, yıllar sonra eskimiş ama
aynı yaşta gidiverecek dünyadan.”
Aynca anlatıcı kahraman Yusuf Ziya'mn yaşadığı bölünmeyle de bitmez
parçalanma: Onlar da kendi içlerinde bölünmeye devam ederler. Oyun, kınk
bir aynada bir suretin pek çok yansımayla çoğalması gibi sürüp gider. Ve
tıpkı Escher in merdivenlerindeki aynı ortamın farklı düzlemlerine basan fi
gürleri gibi, sımrlı biçimde de olsa buluşmalan mümkündür.
Beni Ölüm G ib id e birinci tekil şahıstan konuşan iç ses yalmzca ana kah
ramana değil, yan kahramanlara da aittir. Çoğunlukla da kimin kim olduğu
birbirine kanşır. Yazar, yer yer anlatıcının kim olduğunu biraz kavratır gibi
olduğunda, izleyen cümlede yine bir tuzak bekleyebilmektedir okuru.
Kendinin kendini algıladığı veya var etmeye çalıştığı gibi ya da ötekinin
özne üzerindeki etkileriyle; "...o aklımdan geçen bendi, ben uykulanmı kaçı
ran şenim"; vazgeçme ve kaçış kurulur: “Hayatını başka türlü istemek kişi
nin kendi olmaktan vazgeçişi. Seni böyle istemiştim. Bunu mişli geçmiş za
manla hatırlamak geçmişten de vazgeçmek işte şimdi. Hayatımın en kısa
gününde. Ateşim vardı. Açtığın ateşe rağmen ve belki sadece bunun için çık
tığım kumsalda üstüne kapandım. Beni ölüm gibi içine aldın. Kimi kez ha
yatından vazgeçişi kişinin kendi oluşu demek. Ki."
Tek bir özne üzerinden okunduğu sanılan bölünme, bütün kahramanlara
pay edilerek metin boyunca hem alışılmış anlatım alışkanlıklanndan farklı
bir biçimde aktanlır; hem de yabancılaşma, parçalanma, yalmzhk, korku gi
bi ortak insanlık halleri genel ve kavramsal bir düzleme taşınır.
Fasıl Altı'da "G. Van Haalen, 1932, Georgetown-Evde", “O. Sanconotti,
1899, Jaipur-Gölgede", “A. Bergstein, 1999, Londra-Telefonda”, “W. Spitz-
gell, 2004, Melboume-Açık Tenis Turnuvası", "A. El Tayr, 1638, îstanbul-
Zindanda” gibi uydurma isim, tarih ve yerleri işaret ederek yapılan kurmaca
aimtılar ise bu insanlık halleriıün genelgeçerliğine vurgu yapar.
Her ayrılık ötekinin ölümüdür. Adım adım bile isteye hazırlanan yürekte
işlenen bir cinayetin yani ötekini kendi içinde öldürmenin, dolayısıyla ken
dini kendi içinde öldürmenin, yakıcı bir lezzetle tutulan yası, yakılan ağıtın
sözcükleri okunur. Bu gözle görülür olmayan hayali dönüşüm “canh bir
boşluk rüyası” olan ölüm mitiyle ele alımr yazar tarafından. Kahramanın bu
hayalî ölümü, bu yamitmaca arzusunun çılgınlığı, bu intikam isteği katlana
büyüye kendisine geri dönecektir. "Düşüme girmeden öl sen ya da ben
uyanmayayım” dedirten ikiz yüzlü çifte çember bir cümledir bu dönüş. Her
imha tumturaklı bir oyundur. Hele belleğinki... Bu kansız bir ölümdür. Ya
da buradaki, karbeyaz bir kandır. Ne dökülürken görülür, ne de lekesi kalır.
Sahibi tarafmdan hissedilen bir soğukluktur yalmzca.
“Girdabın ağzından istekle girip, dibinde korkuyla boğulunca anlıyo
rum, ben kendimin ölüşüyüm.” Hatırlamanın doğası da bir girdap, bir tür
hortumdur. Bu döngüsel hareket, kaçınılmaz olarak baş dönmesiyle kardeş
tir. (Latince kaynaklı dillerde girdap ve baş dönmesi sözcükleri aym kökten
türemiştir.Varoluşçuluğun temel metinlerinden biri olan Sartre'm Bulantı
s ı n ı da bunun uzantısı olarak anmak gerek.) Hatırlamanın, dolayısıyla
unutmamn ve geldiği gibi hatırlamanın, dolayısıyla da yalnızca kendine ait
olan zamanm ve bir biçimde ölümün ortaya koyduğu bir varlık anlayışıdır
bu. Açlık içinde. Ölüm ile açhk arasındaki ilişki, Viola Papetti'nin Keats şiiri
üzerine yazdığı yazıda belirttiği gibi "trajik bir kesişme”dir. Beni Ölüm Gibi
de böyle bir kesişmenin, kulak kesmiş bir sessizliğin, zamanın ve düşün ya
rattığı bir geçiş, bir aralık bölgesidir. Doğa, kahramamn içselliğinin doğası
dır, buradaki figür de düştür. Bu bakış açısı sonuç olarak ontolojik göreceli
ğe, yani içinde varoluşun yalmzca her bir modelin içinde tanımlandığı ve
yapılann yalmzca o ortamda anlamı olduğu dünyalann çokluğuna dair bir
kabule götürebilir.
Hatırlama içine yerleştirilen zaman ile zaman içine yerleştirilen hatırla
ma arasındaki keskin ve uzlaşmaz fark Beni Ölüm Gibideki en belirgin ve
çarpıcı yandır. İki zamamn da işleyiş yasalan apayndır. Zamamn bir altbaş-
hğı olarak hatırlama konu edilmez bu kitapta. Zaman, hatırlamanm altbaş-
hğı olarak, psişik ve dolayısıyla da ontolojik boyuüanyla ele alımr ve ister is
temez ölüm bıçak gibi ruhun kemiğine dayanır.
Kahraman, "Ne ben seni bulmak istediğim zamanki benim, ne sen seni
bulmak istediğim zamandasın. Bu yüzden ölmek isteğiyle seni ölduzmek is
teği durmaksızın birbirine dönüşüyor” dese ve bütün kitap boyunca vazar
etti. Öyle ki, 1900'de yayımlayacağı Mantıksal incelemeler: Saf Mantığa Prok-
gomena m n birinci bölümünde Husserl, mantıkta her türlü psikolojizmi artık
açıkça reddedecekti. Husserl'in Mantıksal încelemeler’i, zamanm en büyük
âlimleri tarafindan çok olumlu karşılanmış ve önemli bir filozof olduğunun
karinesini oluşturmuştu. Bu gelişmelerin sonucımda 1901 yılmda Göttingen
Üniversitesi, uzun ve tartışmalı geçen bir karar sürecinden sonra Husserl'i
Felsefe Fakültesi'nde 'Professor Extraordinarius’ [kadrosuz profesör] olması
için davet etti. Husserl bu daveti kabul ederek 1916 yılına kadar Göttingen
Üniversitesi'nde hocalık etti. 1905'te Felsefe Fakültesi, Husserl'in “bilimsel
olarak henüz temayüz etmediği" gerekçesiyle ‘Professor Ordinarius’ [kadrolu
profesör] olarak atanmasmı reddetti. Ancak 1906 yıhnda Prusya Eğitim Ba
kam, Fakülte'nin bu ret kararım iptal ederek Husserl'i resmi profesörlük kad
rosuna tayin etti. Husserl'in Göttingen'deki yıllan yoğun bir çalışma temposu
içinde geçti: Felsefenin geleneksel birikimiyle ilgili bilgisini artırdı, çok yazdı
ve pek çok ders açtı. Halle Üniversitesi’nde vermiş olduğu derslere ek olarak
Locke, Hume, Leibniz, Kant, Fichte, Bolzano, Emst Mach ve başkalanmn
felsefeleri üzerine dersler verdi. Yine Göttingen'deyken Husserl, fenomenolo
ji üzerine dersler vermeye başladı. Bu verimli dönemde Husserl birçok
önemli eseri kaleme aldıysa da bunlann çoğunu yayımlamadı (örneğin za
man ve mekân üzerine yaptığı irdelemeler ya da Fenomenoloji İdesi başhkh
çahşması). Husserl'in bu dönemde yayımladığı sadece iki eseri vardır: Birisi,
yayın hayatına yeni başlayan Logos delgisinde çıkan “Kesin Bir Bilim Olarak
Felsefe” başlıklı önemli makalesi (1911), diğeriyse başyapıt kabul edilen Ide-
e n in [ “Düşünceler"] birinci cildi (1913).
Freiburg Üniversitesi’nde hoca olan Heinrich Rickert 1916'da emekliye
aynhnca Husserl Rickert'in kürsüsünü devralmak üzere Freiburg’a davet
edildi. Bu daveti kabul eden Husserl, 1928 yılında emekli olana dek Frei-
burg'da felsefe profesörü olarak çalıştı. Husserl'in Freiburg'da geçen on iki
yıh, hayatımn belki de en velut ve hoş yıUanydı. Ancak bu dönemde Husserl
özel hayatmda bazı acı olaylar yaşadı: 1916 yılı ilkbahannda Husserl, oğlu
Wolfgang'm 8 Mart'ta Verdun cephesinde şehit düştüğünü öğrendi, nisan
1917'de diğer oğlu Gerhart cephede ağır yaralandı, aynı yılın temmuz ayın
da da annesi vefat etti.
Husserl Freiburg Üniversitesi'ndeki takdim dersini 3 Mayıs 1917'de ver
di. Bu dersin başlığı “Die reine Phanomenologie, ihr Forschungsgebiet und ih-
re Methode” [ “Saf Fenomenoloji, Onun Araştırma Sahası ve Yöntemi"] idi.
Aym yıl, Fichte’de ideal insanlık tasavvuru üzerine üç sunuş yaptı. 1918'de
fenomenolojik yöntem ve fenomenolojik felsefe hakkında Londra'da konfe
ranslar verdi. Yine aym yılın aralık ayında, Aristotelian Society’ye ["Aristote
les Cemiyeti”] muhabir üye seçildi. 1923 ve 1924 yıllarında, Japonya'da ya
yımlanan Kaizo dergisine makaleler yazdı. Öte yandan 1919 ile 1923 yıllan
arasında Heidegger, Husserl'in asistanlığını yaptı. Heidegger, Sein und Zeit’ı
["Varlık ve Zaman”] 1926'da Husserl'e ithaf etti. Husserl ise Heidegger'i,
Encyclopaedia B ritannica’da yayımlanmak üzere yazacağı fenomenoloji
maddesi üzerinde birlikte çalışmaya davet etti. Bu sayede teşriki mesaisini
artıran Husserlle Heidegger, yine de söz konusu makaleyi birlikte tamamla-
yamadılar. Çünkü Heidegger'in fenomenoloji anlayışıyla Husserl'in geliştir
diği fenomenoloji kavramı arasmda ciddi farklar bulunuyordu. 1928'de Hus-
serl'in Vorlesungen zur Phanomenologie des inneren Zeitbewujitseins [“îçsel
Zaman Bilinci Üzerine Dersler”] başhklı eseri yayımlandı. Bu kitabın editö
rü Heidegger idi. Husserl 31 Mart 1928 günü Freiburg Üniversitesi'nden
emekli oldu. Bu sürede Husserl, şaşırtacak derecede yoğun bir çalışma tem
posu içindeydi, örneğin başta ders notu olarak kaleme alınmış olan, ama
daha sonra kitap olarak yayımlanan bir dizi eseri Freiburg'da hazırladı: Bi
rinci Felsefe, Form ol ve Transandantal Mantık ile Fenomenolojik Psikoloji.
Husserl emekli olduktan sonra da felsefe çalışmalarım sürdürdü. 1928'de
Amsterdam'da seri konferanslar verdi. Descartes'ın B irin ci Felsefe Üzerine
Meditasyonlar’m m üç yüzüncü yayım yılı dola5asıyla 1929'da Paris'te feno
menoloji üzerine dersler verdi. Bundan kısa bir süre sonra Husserl, söz ko
nusu dersleri derleyip geliştirerek kitap haline getirdi ve Kartezyen Meditas-
yonlar başlığı altında yayımladı. 1930’da ise Düşüncelere yazdığı bir “Son
Not”la birlikte bu kitabı yeniden yayımladı. Aynca 1931 yılında Kant Cemi
yetin in Frankfurt, Berlin ve Halle'de düzenlediği konferanslarda sunuşlar
yaptı.
Ancak 1933 yılından itibaren Husserl ve eşi için hayat giderek zorlaştı.
Her ne kadar Husserl ve eşi temerküz kampına götürülmemişse de, kendine
ve tamdığı diğer Yahudilere yönelik küçük düşürücü müdahaleler karşında
büyük ıstırap çekiyordu. Aym yıl University of Southern Califomia Felsefe
Fakültesi'ne hoca olması için davet edildiği halde Husserl, Amerika Birleşik
Devletleri'ne geçmenin sonuçlan üzerinde çokça düşündükten sonra Alman
ya'da kalmaya karar verdi. Bu bağlamda 1934'te Prag'da toplanan Felsefeci
ler Kongresi'ne hitaben bir mektup kaleme almış ve çağdaş dünyada felsefe
2. Husserl Arşivi
1938 yılında Herman L. Van Breda, Husserl’in fenomenolojisi üzerine bir
doktora tezi hazırlamak üzere Freiburg'a gitti. Buraya vardığında, Nazilerin
Husserl yazmalarım imha etme planlanndan haberdar oldu. Husserl'in dul
eşiyle görüşüp izin aldıktan sonra Van Breda, olağanüstü değere sahip olan
evrakı metrukeyi himayesine aldı. Van Breda pek çok zorlukla karşılaşarak
ve yolunu Berlin ve Brüksel üzerinden dolambaçlı biçimde gerçekleştirerek
Husserl yazmalanm Belçika'ya, Louvain'e getirdi.
Günümüzde buradaki Husserl Arşivi sadece Husserl'in yazmalarma de
ğil, onım şahsi felsefe kütüphanesine, mektuplaşmalanna ve daha önce ste-
nc^rafiyle yazdığı pek çok metnin normal yazıya dönüştürülmüş yeniden
fcayıtlarma ev sahipliği yapmaktadır.^ Louvain'de muhafaza altına alınnuş
olan sekiz bine yakın yapıt içinde, pek çok düşünürün Husserl'e ithaf ettiği
sayısız kitap ve aynbasım da yer almaktadır. Husserl bu kitap ve makalele
rin çoğuna kendi el yazısıyla haşiye yazmış ve şerhler düşmüştü. Bu felsefi
koleksfyon içinde en dikkat çeken örnekse, kuşkusuz, Heidegger'in Husserl'e
uzun bir ithaf yazarak gönderdiği Varlık ve Zaman’m birinci basımıdır. Hus-
serl'in bu kitaba da pek çok not düştüğü görülmektedir. Bu haşiyelere bakıl
dığında Husserl'in öğrencisi Heidegger'in onun yaklaşımından ne kadar
uzaklaştığının izlerini görmek mümkündür. Husserl kitabı okuyup bitirdik
ten sonra kapak sayfasına şu notu düştü: “Amicus Plato, magis amica veri-
tas” [ “Platon'u çok severim ama hakikati ondan daha çok severim”].
* öte yandan 2005 yılı itibariyle Husserl Arşivleri müdürlerinin adlan şöyledir: Louvain: Ru
dolf Bemet, Köln: Klaus Düsing ile Klaus-Erich Kaehler, Freiburg: Hans-Helmuth Gander. -
khö.
** 2005 yılı itibariyle Husserliana dan otuz sekiz, Pkaenomenologica’dan yüz yetmiş beş kitap
çıkmıştır. - khö.
Her kültür dönemi ve her felsefi 'sistem' söz konusu özsel hedefi kendi
çapında ikmal etmeyi denemişse de Husserl, bu tarihi denemelerin hiçbirisi
nin tamamıyla başarılı olduklarına inanmamıştır. Husserl'e göre modem
felsefenin bahse konu hedefe ulaşma konusundaki başarısızlığının nedeni,
onun temelinde yatan bilimcihktir. Bu anlayış ya Descartes (1596-1650) ve
Kant'taki (1724-1804) gibi bir çeşit doğacılık halini ya da Hume (1711-1776)
ve MiU'deki (1806-1873) gibi bir çeşit psikolojizm halini yahut Dilthey'daki
(1833-1911) gibi bir çeşit tarihselcilik halini almıştı. Oysa Husserl'e göre
kendi geliştirdiği yeni fenomenoloji yöntemi ve bu yöntem sayesinde ortaya
çıkanlabilen muhtelif felsefi disiplinler yardımıyla felsefenin özsel hedefine
nihayet varılabilecek, böylece modem bilimciliğin tuzaklanna bir daha dü-
şülmeyecekti.!ü
4.6 İndirgemeler
Yukarıda ele alındığı haliyle görü, zımnen şıma delalet eder: hem Ö2me
hem de nesne aym düzeyde birbirlerine sunulu haldedir. Dolayısıyla “ilksel
kök ve başlangıçlar”m görüsü bizden, bilen ben'de dolayımsız biçimde verili
olan temellerin bulunduğu “en temel çalışma sahası”na ("Phil. Rig. Sc.”, s.
146 [341]) vaımamızı talep etmektedir. Husserl bıma indirgeme demektedir
ve söz konusu indirgeme kuramımn bizi ilksel sahalara ulaştırabileceğine
inanmaktadır (Düşünceler, C. 1, s, 57-62 [53-57]).
Genelde Husserl indirgemeden söz ettiğinde, yöntemsel bir adımdan söz
ediyor olmaktadır. Üstünkörü gündelik düşünce yordamımız, bilgimizin
menşeinin üzerini örterken, söz konusu yöntemsel adım atılarak bilgimizin
aslına geri dönülebilmek mümkündür. Bu işlem sayesinde kendimizi "mut
lak olarak saydam başlangıç" dairesine yerleştiririz ("Phil. Rig. Sc.”, s. 146
[340]). Artık burada, şeylerin kendisini kendinde olduklan gibi algılamak,
tüm peşin hükümlerden sıyrılmak mümkündür. Başka bir deyişle indirge
me, tutumda değişim demektir. Bu tutum değişimiyle, şeyleri daha asli ve
radikal olarak görmeyi, şeylerin içine nüfuz etmeyi ve ilk başta göze çarpan
anlamların ardındaki daha derin anlam katmanlannı görmeyi öğrenmek
mümkündür (Düşünceler, C. 1, s. 65-66 [59]).
deki apodiktik beyyine sadece düşünme edimi {cogito) için değil, aym za
manda düşünülen {cogitatum ) için de geçerli olur demektir. Bunun böyle
olabilmesi için indirgemeye devam edilmeli ve düşünülen münhasu^an dü
şünme edimi sırasmda doğrudan verili olan bakımından ele alınmalıdır.
tik bakışta, yönelinen şeylerin, her düşünme ediminin teşkil ettiği beyyi
ne üzerine doğrudan temellendiği, yapmamız gereken tek şeyin onu sadece
görümüzde canlandırmak ve kavrayıp yakalamak olduğu zannedilebilir. Fa
kat daha yakından bakıldığında görülmektedir ki, transandantal âlemdeki
muhtelif nesneler düşünceler üzerine temellenmiş değillerdir. Yani onlar,
kibrit kutusundaki çöpler gibi değildir. Aksine onlar, farklı türden sentezler
le teşkil edilmektedir. Bu yüzden fenomenolojinin en önemli görevlerinden
birisi, tam da söz konusu farklı sentez türlerini hem noematik hem de noe
tik bakış açısıyla çözümleyip betimlemektir {Cart. Med., s. 39-46 [77-83]).
Örnek olarak dikdörtgen bir küpü ele alalım. Küp sürekli bir nesnel bir
lik (yani tam da şuradaki küp) olarak algılanmaktadır. Oysa bu küp, görün
me halleri {noema’\av) çokluğu içindedir. Söz konusu haller, çeşitli perspek
tiflerden çıkan muhtelif tikel algı edimleriyle (noesis'lerle) karşılıklı kore
lasyon içindedir. Peki ama, tek tek farklı olan pek çok edimlerle verilen ba
kış açısı çokluklarının tam da şuradaki küpün biricik deneyimi olduğunu
nasıl açıklayıp betimleyeceğiz? Bilinci somut olarak betimlemeye giriştiği
miz andan itibaren, yani onu fenomenolojik olarak betimlemeye başlar
başlamaz, önümüzde sonsuz bir olgular ufku açılır. Bu ufuk içindeki olgu
ların hepsi de sentetik yapılar olarak nitelendirilebilir. Bu sentetik yapılar,
tikel düşüncelere ve onlann içeriklerine {cogitata) noetik-noematik birlik
kazandırırlar. Söz konusu sentezin gerçekleştiği hususi operasyonun (yani
bilinç ediminin) cogito’rmn bir şeyin bilinci olarak açığa çıkışım semereli
kılabilmesi için tam da bu edimi tavzih etmek gerekir. İşte bu tavzih yöne-
lîmsel veya konstitütif analiz denilen çözümlemelerle icra edilmektedir
{Cart. Med., s. 46-53 [83-89]).
Bütün bunlar, fenomenoloji yönteminin doğru biçimde anlaşılabilmesi
bakımından çok önemli olduğundan, burada biraz daha durmakta yarar
vardır. Kendimi daha açık biçimde ifade edebilmek için, bundan böyle, bi
linç edimlerinden genel ve soyut olarak değil, bunun yerine, bilinç ediminin
en asli olamndan, yani algı ediminden söz edeceğim.
konusu ilk algı, muhtemel total sürecin bir evresi olarak görünebilmektedi:
{Cart. Med., s. 39-41 [77-79]). Bu hususu aynntılı biçimde açıklamakta yarar
vardır.
Muhtelif algı edimleri örneğimizdeki binaya dair olduklannda, onlan tek
ve a5mı şeye hamledilmiş olarak denejdmleriz. Bu yüzden birbirinden farklı
olan söz konusu algı edimleri, ahenk ve mutabakat içinde olurlar (oysa so
nuçta algılanan şeyin kendisi, tikel algı edimlerinden farklıdır). Muhtelif
edimlerin çalarlan birbirlerinden farklı da olsa, bahse konu çalarlar şu veya
bu şekilde birbirleriyle uyum göstermedikleri takdirde, edimler de mutaba
kat halinde olamayacaklardır. Sonuç olarak, ajmı ve tek şeye ilişkin muhtelif
algı edimlerinin birbirleriyle kaynaşıp bir total algı süreci oluşturmalan, il
gili çalarlann zorunlu olarak ilintili bir bütün içine oturduklanm varsayar,
ilintili çalarlar kendilerini tek ve ilişkili bir bütün halinde teşkil ettikleri
içindir ki, algı edimi, total bir sürecin evreleri görünümüne sahip olabilmek
tedir {Düşünceler, C. 1, s. 86-89 [73-76], s. 236-243 [201-208]).
Yukandaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, tikel edimlerin birleşti
rilmesi, edimler arasındaki mevcut zamansal ilişkilere bağımlı değildir. Hat
ta algı edimlerinin birbirlerini kesintisiz biçimde takip etmeleri dahi zorun
lu değildir. Başka bir deyişle bahse konu birleştirme, bizatihi edimlere feno-
menal zaman içinde cereyan eden birer psişik vakıa olarak atıfta bulunmaz.
Oysa ki birleştirme, yönelimsel korelasyonlan olarak, yani karşılık gelen
noerna’lav olarak onlara atıfta bulunur. Sonuç olarak her tikel edim algıla
nan şeyin sadece tek bir cephesine atıfta bulunduğundan bu tek cephelilik
aym zamanda hem deneyimlenmekte, hem de aşılmaktadır. Çünkü tek ve
aym maddesel şeyin muhtelif kısmi algısal temsilleri, tek bir noematik siste
mi teşkil eder.
Tek ve aym şeye ilişkin her bir tikel algı ediminin tek cepheliliği total algı
süreci içinde aşılmaktadır. Bunun olabilmesi içinse, noematik sistem içinde
bulunan muhtehf çalarlann, atıfta bulunulan edimler içinde ve onlar aracılı
ğıyla sırayla aktüalize olmalan gerekir. Müteselsilen gerçekleşen bu aktüali-
zasyon, algılanEm şeyin muhtelif ama ahenkli ve sarih veçhe çokluğu içinde
görünmektedir. Çünkü böylece söz konusu şeyin kendini sadece tikel veçhe
leriyle tezahür ettiği her bir tikel algısal edim, bu şeyin kendini sürekU ola
rak farklılaşan ama bir ahenk oluşturan veçhelere tezahür ettiği diğer kısmi
edimlere atıfta bulımur hep. Noematik bakımdan ele alındığında söz konusu
referans veya atıflar, söz konusu algısal noema’m n özsel nitelikleri arasında
yer alır. Noetik bakımdan ele alındığındaysa onlar, mevcut tikel fiili algıyı
tamamlamak üzere icra edilen yeni edimlerin beklentisi olarak görünürler.
Başka bir deyişle, her bir tikel edimin tek cepheliliğini aşan şey, o edimlerin
zamansal müteselsiUiği değü, onlann birbirlerini teyit, tamamlama ve bü
tünleştirme olgusudur. Dolayısıyla noematik bakımdan ele alındığında algı
süreci, ashnda bir ikmal (Erfüllung) sürecidir (Düşünceler, C. 1, s. 326-329
[282-285]).
Yukanda algısal noema da (yani verili bir algı edimiyle kendini bize ne
ise öyle tezahür ettirende), şu anda kendini bize fiüen tezahür ettiren ve öy
lece verili olan ile geri kalan ‘bakiye’ arasmda bir aynma gidümesi gerekti
ğinden bahsetmiştik. Örneğimize geri dönecek olursak: Bir binayı algüadığı-
mızda fiilen onun sadece tek bir cephesini görürüz. Ama yine de gerçekleşen
algımn içeriği, fiilen gördüğümüze kıyasla daha geniştir, çünkü noema da,
fiilen algüanmasalar dahi diğer veçheler önemli bir rol oynarlar. Bu tür et
menler olmasaydı pek de keskin biçimde tanımlanmamış bir yüzey görüyor
olacaktık sadece. Karşımızda bazı renkler duruyor olacaktı, ama bir binamn
cephesi değil. Diğer bir ifadeyle fiüen algılananlar, fiüen algüanmayanlann
verilerinin ışığında görünür hale gelirler. Fiüen algılanan ve fiüen algüan-
mayan veçhelerin meydana getirdiği kompleks, bahsettiğimiz algısal anlamı
teşkü etmektedir.
Bu konuyu daha farklı bir açıdan ele almak gerekirse: Her algısal noema,
katı biçimde tammlanmış bir çekirdeğe sahiptir. Bu çekirdek, deneyim sıra
sında dolayımsız biçimde verilmekte ve dahası, dolayımsız biçimde verili ol
mayan veçhelere de atıfta bulunmaktadır. Husserl dolayımsız biçimde verili
olmayan etmenler bütününe algısal noema’nm. "iç ufku” demektedir. Bıma
üave olarak biz de söz konusu noematik çekirdeğin, iç ufkun yapılanna atıfta
bulunduğunu söyleyebiliriz (algüadığımız nesneye önceden aşina olma dere
cemize bağh olarak). Bu nedenle iç ufuk, şimdi ve burada fiilen algüananm
üzerinde açığa çıkar. Bunun içinse, fiüen algılanamn oluşturduğu sımrlara
katı biçimde bağh kalınma zorunluluğu vardır (Exp. J., 31-39 [26-36]).
Son olarak şunu da akhmızda tutmamız gerekir: Muhtelif algı edimleri
icra eden bir insana görünen her şey, belirli bir bağlam içinde tezahür eder.
Algılanan her şey ya da noema, der Husserl, sadece bir iç ufka sahip olmakla
kalmaz, onun aym zamanda bir de dış ufku vardır, çünkü algüanabüen her
nesne bize, belirli bir arka plan üzerinde beliren bir figür olarak görünür.
Örneğimize dönecek olursak: Adeta sonsuz bir çalarlar dizisinin birliği ola
rak deneyimlediğim söz konusu binanın bana gerçekten de bir bina olarak
görünebilmesi için, bulunduğu sokağın, parkın, meydamn, bahçenin ujBoı
karşısında beliriyor olması gerekir. Parçası olduğu çevreye dahil olmayan
bir bina asla gerçek bir bina olamaz ve bu yüzden de zaten bir bina olarak
algılanamaz. Şu sokaktaki şu binaya dikkatimi yönelttiğimde, o bina, kendi
sini söz konusu anlam arka planından sıyınyor olsa da, bahsettiğimiz ufuk,
algılanan bu gerçek şeyi teşkil etmeye devam eder. Bakışımı başka bir bina
ya ya da binamn önünde duran arabaya çevirdiğimde, önceki bina bir kez
daha söz konusu ufkun içine dahil olur ve imtiyazlı pozisyonunu kaybede
rek buraya diğer bina ya da araba çıkar {Düşünceler, C. 1, s. 51-55 [48-51]).
Bu kısa açıklamalardan sonra yönelimsel analizlerin neden çok önemli
olduğunu anlamak pek zor olmayacaktır. Bu yöntemin asli işlev ve önemi,
bilincimizin fiili hallerindeki zımni veçheleri ortaya çıkarmakta yatar. Genel
bir ifadeyle yönelimsel analiz, fiilen verili olan belirli, anlamlann içinde zım
nen bulunan teşkil edici öğelerin ortaya çıkanlıp açıklanması yöntemidir.
Bu yöntemin algıya tatbiki, şimdi ve burada dolayımsız biçimde verili olup
da somut algıda zımnen var olamn ihtimamlı biçimde çözümlenmesi üzeri
ne dayanır.
O halde eğer bir algımn anlamını açığa çıkarmak istiyorsak, iç ufukla dış
ufku birlikte açıklamamız gerekir. Yani bu sürecin hem bir noetik, hem de
bir noematik veçhesi vardır. Noetik bakımdan ele alındığında söz konusu
yöntem, iç ve dış ufukların, olabilecek yeni ve hâlâ muhtemel algılara dair
beklentilerin deşifre edilmesi olarak tasvir edilmesini talep etmektedir. Bu
yüzden, örneğin şu anki tikel algım, bu somut algımla şu veya bu şekilde
ilintili olan ve onun fiili içeriğini harekete geçirebilecek olan edimler sistemi
bütünüyle ilişki içinde dikkate alınmak zorundadır. Öte yandan noematik
bakımdan ele ahndığında yönelimsel analiz, fiilen verili olan mutanm zım
nen atıfta bulunduğu tüm anlamlan bilincimizde aşikâr kılma girişimidir.
Bu işlevi ikmal ederken, iç ve dış ufuklann icra ettiği bütün özsel etkileri de
mutlaka dikkate almak durumundayız {Cart. Med., s. 46-49 [83-87]).
neyimler. Yani onlar da tek ve bütün bir 'doğa' içinde birlik oluştururlar. Ay
nca ben onlan, onlann beni deneyimlediği gibi deneyimlerim. Öte yandan
ben, dünyayı kendi özel dünyam olarak deneyimlemem. Dünya öznelerarası
bir dünyadır, burada başkaları da vardır. Hatta onlar hem başkalan olarak,
hem de kendi aralannda birer ben olarak vardır {Par. Lect., s. 34 [34-35]).
Başka insanlann birer başka ben olarak teşkil olunmalannm açıklanma
sında empati edimi önemli bir rol oynar. Söz konusu temel edimi fenome
nolojik analizde kullanabilmek içinse, ilk önce yeni türden bir paranteze al
mayı icra etmek gerekecektir. Bu yeni türden paranteze almada, hem bütün
öteki zihinler, hem de başka benlerin varlığına inanmamdan türeyen kendi
dünyamdaki bütün deneyimsel anlam düzlemleri paranteze alınmaktadır.
Bu yolla, kendi transandantal benim ile onda teşkil olunan evren aynmı or
taya çıkar. Buna göre, bir tarafta kendi ben’Iiğimin oluşturduğu âlem ve
ben’liğime dahil olanlara indirgenmiş kendi dünya deneyimimden meydana
gelen tutarlı bir anlam katmam vardır. Diğer taraftaysa *başka’ olan âlem.
Böyle bir aynma gidildiği andan itibaren, 'herkes için geçerli nesnel dün-
ya'nm anlam konstitüsyonunu fenomenolojik bakımdan açıklamak müm
kün olacaktır. Söz konusu konstitüsyon [teşkil olunma], çeşitli evrelere sa
hiptir. Birinci evre, başka benlerin kendi konstitüsyon aşamasıdır. îşte bu
aşamada, empati edimi devreye girer. Başka benlerin konstitüsyonu açıkla
nır açıklanmaz, kendi ilksel benliğimin dünyasına evrensel olarak anlam
yüklemesinin nasıl yapıldığına odaklanmam gerekir. Dünyamn kendini nes
nel bir dünya (yani ben dahil herkes için bire bir aym olan dünya) olarak te
zahür ettirebilmesi ancak bu anlam yüklemesiyle mümkündür. Dolayısıyla
başka ben, kendi benlik âlemim içinde nesnel bir dünya olarak tezahür
eden ‘başkalanmn’ sonsuz yeni âlemini konstitüsyon bakımından olanaklı
kılar. Bahse konu nesnel dünyanm konstitüsyonunda başkalan ve ben yalı
tılmış halde kalmaz. Aksine kendi benlik âlemi içinde monadlar topluluğu
olan bir benler topluluğu teşkil olunur. Ben'liğim topluluklaşmış yönelim-
selliğiyle herkes için bire bir aynı olan dünyayı teşkil eder. Başka bir deyişle,
transandantal öznelliğim tedricen bir transandantal öznelerarasılığa ya da
topluluğa tevsi eder. Öteki taraftanda da bu, genel anlamda doğa ve dünya
nm öznelerarası kıymetinin transandantal temelini oluşturur {Par. Lect.,
s. 35 [35]).
Çeviren: K. H. Ökten
Notlar
Yaş ilerledikçe, anılar üst üste yığılır, bellek zayıflar... Bağışlamak m ı gere
kir? Ammsamak bunca önemli midir? Peki ya tarih nasıl oluşur?... Bellek, Ta
rih, Unutuş yaşlı felsefecinin son kitabı ve aynı zamanda bir yaşam üstüne dü
şünceleri yansıtıyor.
Paul Ricceur hiç kuşkusuz Fransız felsefecilerin en ünlülerinden biri, sade
ce kendi ülkesiyle kısıtlı değil bu ünü, b ir çeyrek yüzyıl boyunca ders verdiği
Amerika başta olmak üzere yabancı ülkelerde de yakından tanınıyor. Fransa’da
ilk kez Husserl felsefesinden yararlanıp, çok kısa sürede isteğin görüngübilimi
ve kötülük üstüne araştırmalara yöneldi. Ama anlamla yorum sorununa ta
kıntılı olması kendisinin psikanaliz ve Kutsal Kitap yorumlarıyla olduğu ka
dar, tarihsel bilgi ve şimdiden bir klasik olarak değerlendirilen Zaman ve Anla
tı'yt (1983-1985) adadığı anlatım konularıyla da ilgilenmesini sağladı. Son ki
tabı Bellek, Tarih, Unutuş (Seuit Yayınlan) zaman ve tarih üstüne düşüncele
rin bir bellek sorgulamasıyla geliştirilmesi ve tamamlanması amacım güdüyor.
“B ir yerde belleğin fazlası, başka yerde unutuşun fazlası” var diye hayıflanan
Paul Ricceur bağışlamayla bellek yitim ini birbirine kanştırmıyor, “bellek göre
v i n i yerine getirmekten vazgeçilmesi gerektiğini de ileri sürmüyor kuşkusuz,
onun üstünde durduğu “doğru belleğin siyaseti” olarak adlandırdığı şey. Sek
sen yedi yaşındaki, canlılığından ve nüktesinden hiçbir şey yitirmemiş olan fel
sefeci bizi Bretagne’da, Saint-Gildas Burnu yakınındaki evinde konukseverce
ağırladı, kendisi orada ailesinin yanında birkaç tatil günü geçiriyordu.
ilgilidir o; Anlatı seçmelidir, aralıklı, artık bir unutuş vardır. Belki de yararlı
bir unutuş da vardır ama o kendiyle uzlaşmış bir belleğin en uç karşılığıdır.
Bu Kierkegaard gibi benim de "kaygısızlık" olarak adlandırdığım şeydir:
Mutluluğa bağh ender rastlanan ve değerli bir durumdur.
J.B.: Kitabınızda unutuş üstüne düşünceleriniz aynı zamanda bağışlama
üstüne düşüncelerle de ilişkili.
P.R.: Kitapta ahlakçı olarak asla kötülükten söz etmiyorum. Onu tarihçi
olarak ele alıyorum. Suçlar işlenmiştir. Tarihçi suçlar üstüne bir şeyler ya
zar, ama ben asla bir suçun ne olduğunu yazmam. Bağışlamayı belleğin ya
tışması sorunu olarak işliyorum. Ama bağışlama cezalandırmama demektir.
Cezalandırma olasılığı olan yerde bağışlanır. Burada bellek, tarih ve unutuş
arasındaki ilişkinin kesinlikle farklı bir sorunsalıyla karşılaşıyomz. Bu artık
bilgi kuramı, siyaset değil, AndrĞ Breton'un Çılgın Aşk’mâa nefis biçimde sö
zünü ettiği ammsama hazzı değil.
J.B.: Kitabınızın son bölümünün adı "Zor Bağışlama.”
P.R.: Bağışlamayı baştan uca kat etmek istedim, tut ki bir bağışlama var
ortada, ben de bu benden daha yükseklerden gelen bir söz, diyorum, daha
farklı şekillerde de yorumlanabilir tabii. Ama ben bımu, Derrida gibi, İbra
him açısından yorumluyorum. Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar bağış
layıcı bir Tann'dan söz ederler. Orada bağışlamayı konu alan bir söz vardır.
Kaldı ki benim derdim onun izlediği yolla, kurumsal açıdan izlediği yolla.
Tarihin sorunlarını bu açıdan, yani kurumlara, mahkemelere bakarak de
ğerlendiriyorum ve burada biraz da sorunun denektaşım oluşturan zamana
şımına uğramazlığm bulunduğunu düşünüyorum. Çok titiz biçimde zama
naşımı kurallanmn neler olduğunu inceledim. Zamanaşımı meşrudur, çün
kü bir toplum sonsuza dek kendine karşı öfke duyamaz. Bir süre geçtikten
sonra bir malı, bir borcu sizden geri isteyemezler, sizi cezalandıramazlar.
Bu tedaviyle ya da toplumsal banşla ilgili bir şeydir. Bu yüzden, zamanaşı
mı kuralım, yani bazı kovuşturmaları askıya alan bir kuralı askıya almak
için gerçekten çok ciddi nedenlere ihtiyaç vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan'
sonra alınmış uluslararası kararlar var. Ama bence mahkemelerin bağışla
mayla ilgili bir sorunlan yok, çünkü sonuçta insan inşam bağışlar. Örneğin
Papa suikastçısım ele alalım. Papa gidip onu tutukevinde bağışladı ama ser
best bırakılmasını istemedi, mahkeme kararına kanşmadı. Asıl sorun bura
da cezamn azaltılıp azaltılamayacağı, tüm bunlann bağışlamayla bir ilgisi
yok. Bağışlama, benim Alman ahlakçı Kodalle'yle birlikte onu nitelediğimiz
şekliyle saygıdır. Her insan, suçlu bile kendisine saygı duyulmasını hak eder
çünkü suçlu bile saygınlığa sahiptir. Kodalle'nin benim de benimsediğim bir
sözü var: "bağışlamanın gizliliğf'nden söz ediyor. Bağışlamanın bir başka
gizliliği daha var: halklar arasındaki yüzyıllık nefretler (Kosova, Çeçenistan,
Afrika vb.). Bu da bağışlamayla ilgili değil, daha çok ilişkiler arasmdaki
uyum sorunundan kaynaklanıyor. Eski düşmanlann kardeş oimasım bekle
miyoruz ama sıradan, doğru dürüst ilişkileri olsa keşke. Bu sıradanlık bağış
lamanın gizliliğinin bir başka yüzü. Bağışlama insanlar arasında gerçekle
şir, kurbânlar af dileyeni bağışlarlar. A f dilenirse, buna olumsuz yanıt verile
ceğine hazır olunmahdır. Tıpkı Jank6l6vitch gibi. Bunun üstüne söyleyecek
bir şey kalmaz, belki zaman geçtikçe işler değişir ama... Ne var ki af dilendi
ğinde, kimse buna olumlu yanıt verilmesini bekleyemez. Bağışlama "Sen
yaptıklarından daha değerlisin" demeye gelir, yani "Sende umut var, yaptı
ğın şeyden başka bir şey de yapabilirdin, tüm olanaklannı yitirmedin" de
mektir. Bunu ben "yetkin insan" olarak adlandırıyorum, gitgide felsefemin
temelini bu oluşturuyor, yani insan iyiliğinin verdiği güven. Aranması gere
ken bir iyilik olduğunu düşünüyorum.
J.B.: Ama sizde aym zamanda Kant'ınkine çok benzeyen, bir kökten kö
tülük düşüncesi de var.
P.R.: Bütünüyle Kantçı bir düşünce bu.
J.B.; Bu ikisirü nasıl bağdaştırıyorsunuz?
P.R.: Kant'ta kötülük ne kadar kökten olursa olsun İ5dlik kadar temel bir
kavram değildir. Onun dine usçu açıdan bakışı insanlardaki iyiliği özgür bı
rakmak istemesinden ileri gelir. Bir dinin gerçek işlevi de budur. O yapmaz
sa, başka şeyler devreye girer: siyaset, şiddet, toplum. Ama din içlerindeki
iyiliği bulmalannda insanlara yardım eder.
J.B.: Kitabınız aynı zamanda tarihçinin işi üstüne yazılmış bir kitap.
Ama bu konuda da tarihi ele alma biçiminiz değişiyor. Anlatım üstüne dü
şüncelerden tarihin eleştirel boyutunu sorgulamaya geçiyorsunuz. Bu deği
şimi nasd açıklıyorsunuz?
P.R.: Zaman ve Anlatı’da şu formülü uygulamıştım; Zaman içindeki yeri
mizi kavramamızı ne sağlıyor? Anlatı. Ama o zaman geriye kalan her şey an
latıya göre konumlanmalıydı, dolayısıyla tarihe anlatımcı bir yaklaşımım
vardı. Kaldı ki soruna belleğin sadakati ve tarihin gerçekliği açdanndan yak
laşırsam, birdenbire kendimi eleştirel bir sorun, bir anlatım sorunu içinde
bulurum, bu da anlatıyı geriye iter. Burada okura belli bir düzen dayatıyo
Fransızların bir hastalığı. Ben Amerika'da asla Hıristiyan bir felsefeci olarak
görülmedim.
J.B.: Felsefecinin yükümlülüğünü ve kent içindeki görevini nasıl değer
lendiriyorsunuz?
P.R.: Adaleti iyileştirerek uygulamak diyebilirim. İşleyen tek sistem kapi
talizmdir, Pazar ekonomisidir ama toplumsal zararlar başarıyla orantılıdır.
Dolayısıyla adalet iyileştirici olmalıdır, paylaşım sağlamalıdır. Sistem payla
şımı sağlamıyor, hatta yoksullan daha da yoksullaştırmaya çalışıyor. Bu ko
nuda Rawls'la aynı fikirdeyim. Üst sınıfların payını arttırırken, sistemin
kendi başansıyla alt sımfa düşmüş olanlara yapılan haksızlığı ortadan kaldı
ran sistem doğrudur. Demokratik ve iyileştirici sosyalizm geleneğine inanı
yorum ben hâlâ.
J.B.: Sizinle birlikteyken, yükümlülüğü örneğin Sartre gibi, Foucault gibi
ya da Pieıre Bourdieu gibi algılamıyor insan.
P.R.: Bugün tüm zorunlulukları ortadan kaldıran bir geçersiz sayma alış
kanlığı var. Bir şeyler geçersiz sayılıyorsa, onlann nasıl yeniden yapılandın-
lacağım bilmek gerekir.
J.B.: Ama siz de bazı şeyleri geçersiz saydınız, hâlâ da sayıyorsunuz.
P.R.: Evet, örneğin müebbet hapse karşıyım, kısa süreli cezalardan yana
yım. Cezalar kısa olursa, çıkacak mahkûmlar için bir şeyler yapma zorunlu
luğunuz doğar. Her şeyin kötü olduğunu ileri sürüp sadece ve bütünüyle tu
tukevi sistemine sırt çevirirseniz -Michel Foucault'yu kastediyorum: onun
için ceza polislere yaraşır, dolayısıyla düzeltilemez bir davranıştır-, her şey
olduğu gibi kalır.
J.B.: Sizin için kötülük figürünü temelde ne oluşturur?
P.R.: Belki melankoli, yani bitmiş olanın üzüntüsünü sevme. Padova'da,
Scrovegni Şapeli'nde birçok kötülük figürü vardır: kösnül istekler elbette,
sonra öfke, kıskançlık ve son olarak da desesperatio biçimi altında melanko
li: yani kimse benim için bir şey yapamaz, ben de kendim için bir şey yapa
mam, diye düşünmek. Belki de insamn asıl kendine karşı iyi niyetli olması
en zoru.
Baharda cıvıl cıvıl güneşli, ayva labı kolisinden bozm a sahne, çocuk
ağacından çiçekli, çimen kokulu, kadi aklımızla yazdığımız Levent Kırca tak
fe gül dokulu, toprak ve çakıl, çakıl ve lidi uydurma sarhoş skeçleri. N ilü fe rin
çocuk dolu bahçe önlerinde musluğa "esmer günler'inin uyarlaması... M a
ağzıyla dayanmış çocukluğumuz... Ha hallenin girilebilir tek havuzunda yüz
nımelinden bal emme hüneri, dalında mek için fırsat kollayan çocuklar ve
yenilen taze cevizin yeşile boyadığı mi daha gururlu olup burnundan kıl al
nik elleri, karadulun kırmızısı, karası, dırmayanlar...
düşüp de parçaladığım dizlerimin kır Sonbaharda Havuzbaşı parkının
mızısı, yarası... dev çmlarlanndan dökülen yapraklar
Yazın Kuleli'ye doğru kayık safa- diz boyu ... San san yapraklann için
sı... Oğlan çocuklar suya girerken sa den çıtır çıtır aldıraıadan yürüyen bes
hilden kızların ağlaması... Bisikletçide lenme çantalı çocukluğum... Yaprakla
bir saati bilmem kaç liraya tur sırası, nn arasında, arkadaşlarımın kaybetti
sert bir şutla dikenliğe kaçıp patlayan ğim bilmem kaçıncı harçhğımı benim
plastik topların sabunlanması... K u m - kadar telaşla arayışı. Minik köpeğimin
fasulye olduğu için yakar topu sabote bahçeyi talan ettiği için işittiği azardan
eden daha da küçük çelimsiz çocuk dolayı korkup okulun ilk gününde yok
lar.. Başa güneş geçmesin diye kuyu luğuma ahşamayarak öğrenciler dağı-
suyunda ıslatılan şapkalar... Mahalle lıyorken Havuzbaşı İlkokuluna kadar
nin bahçıvan dedesinin yaptığı tahta inip beni yolda karşılaması... Çengel
dan "he-man” ve “she-ra" oymalı kılıç köy pasajındaki akvaryumcuya kadar
lar... Erkek Fatma ile Kız Kerem'in ip yaptığımız terlikli yolculuğumuz. Üç
atlaması; plastik hamurdan kolye ya kuruş on paraya kırmızı japon ve mavi
pıp satması. Ve tabii yaz sonu mahalle melek balığı...
müsameresi... A lm ancıla ra güle güle Kendi bahçelerindeki karlar durur
uğurlaması için hazırladığımız buzdo ken bizimkini talan eden, kartoplanmn
içine taş yerleştiren hain yumurcaklar. man bizi, verdik hiç almayı hesap et
Gide gele, düşe kaya buz pateni pistin meden, bekledik bir gün terk edilmeyi
den daha da pürüzsüzleşmiş yokuşta asla düşünmeden... Acıdık herkese ta
kızak yerine naylon poşetlerle hız limi ki acınacak hale düşene değin... Şimdi
tini zorlayanlar. Çakaltepe yokuşundan en ağır acılar en tuzlu yaralar en sev
taa Havuzbaşı camime dek çığlıklar ve diklerimizden yadigâr kaldı bize... Kir
ba ğ n şm ala rla kayarak savrulanlar. lettiler Boğaz’ın mor salkımlarım, tatlı
“Kar tanelerini sayacağım...” diye bü hatıralarım ednâ ruhlar. Yakışıksız in
tün gece pencere önünde dikilip duran sanlar oynadılar hayatımızla... îkiye
lar ve kar sujoıyla iyice kendinden geç ayırıyorum yaşam seni; unutmak iste
miş soba önünde uyuklayanlar. diklerim ve asla unutmak istemedikle
Sonra büyüdüm, sevdim ve yanıl rim. Keşke arkamdan dolaplann dön
dım. Değişti dekoru hayatın, artık an düğünü hiç görmeseydim de hep ço
layamaz oldum halinden sarhoşların.,. cukluğumdaki gibi o dolaplara döne
Kesti içimizi hain k ılıç la r, ırkından döne ben kendim binseydim.
utandıklarım... Kam plara ayırdı za BEHİCE TE2ÇAKAR
, - te
1
' ,
-I-
-n -
11. îbn Arabî, ehl-i vücûd yani "varlık ehli" derken evrenin özündeki akışı
kendi içinde bulanları kasteder. Onlar hakikati "keşf' etmiş ve kendi
varlıklarında oluşu hissetmiş ("vacid" ; "vecd” sahibi) kişilerdir. Tecdh
mazhan olan, daima değişen şeylerin evreninde herhangi bir şeye takıl
mayıp yolculuğa devam edenlerin "vücud”u bulacağını söyler.!
12. Evrenin tümü, tüm yansımalarıyla tannsal bulunuşun ("hazarat") fark
lı renklerinden ibarettir. Ama biz sadece kendi bildiklerimize ısımr, on
lardan memnun oluruz, "başka” diye nitelendirdiklerimizi öteleriz.
Çünkü insamn hamurunda var olan "ünsiyet", bağlılık, alışmak, istikrar
demek iken “nisyan” başka şeyleri bir köşeye atmak ve unutmaktır.
13. însan ünsiyet ile nisyan arasmda gidip gelen bir sarkaçtır. Alıştığımız
şeyleri ben denilen kâğıt kaleye yaklaştırıp içine sokuyoruz. Alışmadığı
mız / kenara attığımız / unutmayı seçtiğimiz şeyleri ise "öteki” deyip
kâğıt kalemizin uzağına fıriatıyoruz.
14. Ben yoktur, sen yoktur, öteki yoktur; gölgeler vardır.
15. Huzur derinlerdeki anlamıyla hatırlayıştır; gönlün uyamşıdır, gaflet si
sinin kayboluşudur. "Ve Tann aşağı yaşamın gelip geçici izleri ariflerin
gönlünü meşgul etmesin diye onlan uyardı ki, can özüne kavuştuğunda
gaflet içinde değil Varoluş' huzuru ile ona çıksınlar. ”2 Gölgelerden ka
çış ve yalnızlık "derin düşünceyi, derin düşünce ise ruhun huzuruna
yol açar.”3 Çünkü oyunu görmek için kenara çekilmek gerekecektir.
16. Ancak varlığın (el-vücûd) özünden kopup oluş (el-kevn, kâinat) ırma
ğındaki damlalara dönüşmek terk ediliş ve yokluk değil rahmettir. Bu
durum, esasmda engellerle, / oyunlarla / gölge bilinçlerle devam eden
bir olgu ise de bu engeller, kapılar ve perdeler "bazen rahmettir; bazen
de acı verir”'! ama ansızın ateşe düşen pervane gibi yanmayı da engel
ler. "Ve Hak Çalab kendini karanlıklara sardı ki bu karanlıklar tabii ci
simler âlemidir. Ve Hak Çalab kendini ışığa sardı ki onun nur giysisi
yüksek latif ruhlardır. Tüm evren kesif ve latif olanlar arasmdaki daimi
oluşlardan ibarettir."^ Giysi burada çeşitli aracılardır. Oluş zincirinde
unutuş ve yabancılaşma süreçlerinden kişiyi kurtaran aracılar, benlik
ve bilinç oyunundan çıkmaktır, ırmağın akışını görmektir, “işaretler ve
uyanlar”a kulak asmaktır.
17. Unutmak da başlı başına kötü değildir. Unutmak yani gaflet, insanoğ
lunun evren içinde ancak bir kıvılcımı andıran kısacık hayatındaki
mutlu anlan arka arkaya getirme isteğine denk düşen bir geçici huzur
dur. Ancak tahammül gücümüzün sınırlı oluşu, unutmamn bizim için
ne denli önemli olduğunu gösterir. Neyi unuturuz? Ya da neyi unutabi
liriz? Unutmak bizim külliyen yönetebildiğimiz bir süreç değildir. İhti
zim varlık mertebemizde ölçülü biçili değil belirsizdir. Suyu akıtan da
hi biz değiliz. Oysa gireceğimiz oyuğu, birikeceğimiz gölü düşleyerek
huzur bulacağımızı samyoruz. Benliğimizin katılaşan kuytu köşelerin
de istiğna içinde kendimizi eskitmek; malikiyet edatlan, fiilleri, bağlaç-
lan ile kurulu bir vadide yaşamak çoğumuza cazip gelir. Ama hiçbiri
bizim değil bunlann. Sadece içimizdeki bağlanma ihtiyacından doğu
yor bu benlik gölgesi ve mülk davası.
-m -
21. Akılcılık ile akilüstülük / akıl dişilik arasmda büyük ayınmlar yapma
nın anlamı yoktur.8 Çünkü akıl bir alettir ve biz onu kuUamnz. Alet as
la hakikati söyleyemez / gösteremez. Etkin akılla edilgin akıl arasında
bir tercih söz konusu ise edilgin aklın evrene sızmak ve onu anlamak
bakımından üstünlüğü vardır. Çünkü etkin akıl anlamak ve anlamlan
dırmak için başka aletlere ihtiyaç duyar; göz, kulak gibi. Hatta ikincil
aletlere ihtiyaç duyar; kâğıt, kalem, dürbün, klavye veya büyüteç gibi.
Oysa edilgin akıl kâinata sızmak ister. Edilgin aklın gıdası bakmaktır,
beklemektir ve hâkimiyet kurma tutkusuna kapılmadan akışa katılmak,
“temaşa” eylemektir. îbn Arabî bu manada edilgin aklı etkin akıldan
üstün bulur.^ Bu tavır her ne kadar amaç itibanyla farkh olsa da ifade
ediliş bakımından Heidegger'in vefatından beş yıl sonra yayımlanan
ünlü bir mülakatta dile getirdiği sözlerle uyuşmaktadır. Ona “teknik az
gınlığın çepeçevre sardığı bir dünyada felsefenin nasıl bir rolü olacağı”
sorulduğunda “felsefenin misyonu, artık bir tann bekleyişine hazırlan-
makla sımrlıdır; ancak o kurtarabilir bizi, yaklaşmakta olan derin kor
kudan.”!!! mealinde cevap vermiştir. Buradaki bekleyişi, düpedüz bek
lemek şeklinde yorumlamak yerine “hâkim akıl değil varlığı temaşa
eden ve bütünleşmeye meyyal olan edilgin aklı öne çıkarmanın gerekli
liği” şeklinde yorumlayabiliriz. Bu bağlamda îbn Arabî varlığı anlam
landırmada -kesinlik içermemesine, neticeler ve kurallar doğurmama
sına rağmen- "iç duyuş ve manevi müşahede” yöntemini, deney ve göz
lemlerle sonuca varma yönteminden üstün tutar.
22. îbn Arabi'nin akla yönelttiği bazı eleştiriler birçok bakımdan îbn Rüşd
paradigmasımn da aşılması anlamına gelir. Zaman zaman postmoder-
nizmin modemizme yönelttiği eleştirileri çağrıştırır bu tavır fakat aym-
Notlar
lan içine alan en büyük sınırdır. Güneş, ay ve yıldızlar burada bedensel ve nefsânî güçler
demektir. Allah'ın gölgesi, onun can vermesi ve yaratma gücü demektir. Ondört tabut ara-
smdan on tabut, insanm maddî dünyada kalmasını sağlayan özelliklerdir; çekme, tutma,
sindirme, savunma, beslenme, üreme, büyüme, kurgulama, öfkelenme, arzu. Buna dört ana
unsur ekleniyor; sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk. On kabir ise beş dış duyu ile beş iç du
yudur. Böylece gölgenin güneşe yürümesi gibi yavaş yavaş kutsal âleme doğru çekilme baş
lıyor.
23 Kız kardeş ve aile üveleri. fizikî varlıkları temsil etmektedir; onlar içinde bulunduklan idea-
formdan bir an aynisalar müthiş bir gerilim olurdu; tıpkı sara hastalığına yakalanmak gibi.
Ancak ben bu evrende maddeyle ilişkimi kestiğimden onlan da bu tür bir ayrılık karmaşa-
smdan ve azabmdan kurtardım. Lamba, ay altı evrende yani bizim evrenimizde her varlığa
beUi bir idea-form veren Etkin Akıl’dır. Etkin aklın etkisi onlara ulaştıkça bu varhklarda ay
dınlanma (=yetkinleşme) artıyordu.
Sessizliğin Sesi: Sein und Zeit \ıe
Dil Üzerine Bir Deneme
AYTAÇ DEMİRCİ
Sessizliğin sesi olsa ağzından ilk çıkan söz hangisi olurdu? Muhtemelen
söylediğinden hiçbir şey anlayamayacaktık. Ne ki anlam, Dasein’m. mutlak
hükmünde olmaktan başka? Heidegger, adem-oğlunun kendini konuşan bir
varlık olarak sunduğunu belirttikten sonra, bu vashn onu hitabet yeteneğiy
le donatmadığını ama bu sayede dünyajn ve D aseinm kendisini keşfeder-
bir-halde olduğunu söyler (Heidegger: 165). Öyle ki, eski Yunanlar dil için
herhangi bir sözcük kullanmamakla birlikte bu fenomeni Öncelikle konuş
ma/söz! olarak anlıyorlardı. Ne zaman ki logos felsefe dünyalanmn içine gi
rer, konuşmamn biçim ve yapısına ilişkin temel kaideleri de bu logosun ışığı
altında serpilmeye başlar. Heidegger, Sein und Zeit’vn "Das In-Sein als solc-
hes” [Bizatihi içinde-var-olmak] başhkh bölümünün girişinde şöyle demek
tedir: "... bizatihi içinde-var-olmak hakkında daha önce cihet kabilinden bir
incelemede bulımulmuş ve bu, dünyayı bilme gibisinden somut bir hal üze
rinde tamtılmıştı” (s. 131). Konuşma özelinde dil sorununu ele aldığı bu bö
lümde Heidegger, varlığın 'sükut’undan ‘sukutuna uzanan hallerini irdele
mektedir. Aşağıdaki yazı dünyayı ve kendisini algılamaya yazgıh olan Dase-
in'ın bu çabası zarfında dil ile olan ilişkisini incelemektedir. Konuşma -ve
arz ettiğinden anlama- yazıya konu olmakla birlikte Dasein’ın her günkü
(Heidegger: 164).
(ki onun içindeyken söz kendine has ‘dünyasal' anlam ını bulur), b ir dünya-
olarak dildir, çünkü varolam n açımlanmışlıgım imlem bakım ından dile getirir
ken, bahse konu varolan hem fırlatılmış, hem de ‘dünyaya’ tabi olan dünya-
Bununla birlikte dil, Gadamer'in de özellikle altım çizdiği gibi, bir alettir.
Tıpkı bir çekiç gibi dili de kuUamnz. Otto Pöggeler, bir çekice kendi varlığı
içinde nasıl nüfuz ettiğimiz sorusuna Heidegger’in verdiği yamtı tartışırken,
çekicin önümüzde-bulunan [Vorhanden] bir şey değil, bizim için ve bizimle
birlikte bulunan [Zuhanden] bir şey olduğunu belirtir. Çekiç, bir işe yanyor
oluşuyla - duvara çivi çakan bir alet olarak - bizim için bir anlam taşır.
“Böyle bir alet başka şeylere gönderim yapar ve kendisi de zaten bir gönde
rimler ve işaretler bağlamının bütünü içinde yer alır” (Pöggeler; 51). Dil ise
bir işaretler bağlaım içinde yer almakla kalmaz, işaretler bağlamı üretir de
aynı zamanda. Deleuze, Proust'un eserinde göstergeleri ve çıraklık ilişkisini
analiz ederken, öğrenmenin göstergeler yayan varlığı anlamaya çalışmak ol
duğu tespitinde bulunur: "Odunun göstergelerine duyarlı olunduğunda ma
rangoz ya da hastalığın göstergelerine duyarlı olunduğunda hekim olunur.
Bir işe yatkınlık göstergeler açısından her zaman yazgıdır. Bize bir şeyler
öğreten her şey göstergeler yayar, her öğrenme eylemi göstergelerin ya da
hiyerogliflerin bir yorumudur" (Deleuze, 2004: 12).3 Dasein'ın kendisini ifya
ettiği dış dünya, mütemadiyen göstergeler yaydığı ve aldığı bir çıraklık oku
düşündüğünü ama, meğerse uzunca bir süre sessizlik kipinde kaldıktan son
ra bir başka halete -konuşan bir duruma- geçtiğini kendi tersine dönüşü
(Kehre) içinde benim bu göstergesel çıraklığıma -tüm bu öğrenme süreci
m e- dahil olduğunu belirtecektir. Bir başkasma sessizliğin benimle konuş
tuğunu söylediğimde bu bilgi -sessizliğin konuşması bilgisi- benim içimden
çıkıp karşımdakinin içine girmeyecek, kuracağımız bu iletişim halinde dil
aracılığıyla kendini açmdıracaktır. Öteki ya buna inanacak ya da etrafıma
yaydığım diğer göstergeleri de tartarak benim deli olduğuma kanaat getire
cektir. Her iki durumda da öteki, paylaştığımız bu bilgiden bir şeyler anlar
ve bu anladığı kesinlikle 'sessizliğin konuşması bilgisi' değildir - çünkü ses
sizliği duyan Dasein, onu anlayacaktır.
Kaynakça
Notlar
1 Sein und Zeit’m bu çalışmada kuUamlan ve henüz yayımlanmamış olan Türkçe çevirisinde
Kaan H, ökten discourse [Rede] için söz kelimesini kullanmaktadır. Söz tüm çağnşımlanyla
birlikte tam da aranılan sözcük olmakla birlikte bu yazmm karakterinin -ve daha da çok üs
lubunun- zorlamasıyla konuşma kelimesini tercih edeceğim.
2 Parantez içi [ ] bana aittir.
3 İçinde ve birlikte-var-olan Dasein bu karşılıklı halde anlar ve işitir. S ’entendre â. menuiserie
[marangozluktan çok iyi anlar] türünden bir örneğin de bizi götürebileceği gibi anlamak
doğrudan içinde bulunmak, başkalanyla birlikte dünya-içinde-varolma üe alakalıdır. Dasein
bu birlikte-varolmaya iştirak eder, bu birliktelik içinde anlar/anlaşır ve işitir. Yine Berg
son'un alakasına dönecek olursak; sympathiser fiiline anlamdaşlık eden participer fiili bir şe
ye yönlendirildiğinde o şeye iştirak etmek anlamma gelecektir. Dahüinde bulunan Dasein
kendisini ve çevresini kendisi ve çevresiyle kardeşçe yaşamasıyla anlayabilir ve bunlara kulak
verebüir. Çok şaşırtıcı olmayacak biçimde Tcardeşçe yaşamak’ eyleminin karşılığı olan fraîer-
niser fiili de Bergson'un alakasımn yakm arkadaşlarından biridir.
4 Gadamer, "Hermeneutik ve Logosentrizm" içinde Arslan, Hermeneutik ve Hümaniter Disip
linler. Gadamer'e göre, Almancadan bihaber olan Derrida Heidegger'in Destruktion kavramı-
m yanhş yorumlayıp kendi Dekonstruktion sistemim de bu gafletin üzerine inşa eder. Gada
mer'in ilkin 1986'da bir kolokyumda okunan bu konuşmasında düe getirdiği bu görüşü, 1987
yümda sunulan diğer bildirilerle birlikte yayımlanmıştır. Bundan üç sene sonra, 1990'da Der
rida son derece Fransız bir çahşmasım 'MĞmoirs d'aveugle'ü yajamlayacaktır.
len Kalevala, aslında birbiriyle tamamen alakasız halk şiirlerinin bir araya
getirilmesiyle halkbilimci Elias Lonnrot tarafmdan yaratıiraış ve daha son
raki dönemlerde, akademisyenler tarafindan Finlandiya'mn kadim hâzinesi
olarak özenle işlenmişti. Öyle olmadığım bildikleri halde bu epik şiirin Fin
landiya'nın siyasi bağımsızlık savaşımn bir parçası olduğunu iddia etmişler
di (Wüson, 1976).
Araçsallaştırma her zaman hesaplı olmak zorunda değildir. Fransız fırıncı
lar arasında yapılan bir araştırma, yamaklıktan şefliğe yükselen fınncılarm
çıraklık döneminde maruz kaldıkları küçük düşürücü muameleyi ımutmaya
daha yatkm olduğunu gösterdi, oysa işçi olarak kalanlar çıraklık döneminde
çekmek zorunda kaldıkları sıkmtılan kolaylıkla belleklerinde canlandırabili-
yorlardı (Debouzy, 1990, s. 60). Burada söz konusu olan bilinçU ya da kasıtlı
bir çarpıtma mıdır? Öyle olması şart değil. Ussallaştırma bundan daha kar
maşık bir süreçtir. Bu, Anthony Greenwald'un “beneffectance” adım verdiği
bilişsel yanlılıkla ilgilidir; kişi başanja başarısızlıktan daha kolay hatırlar ya
da başansmı kolayca kabullenip benimserken başansızlıklan için dış etkenle
ri suçlamaya eğimlidir. Bu ve benzeri “ego yanlılıkları’' egoya hizmet ederler
ancak her zaman bilinçli bir biçimde seçilmezler (Greenwald, 1980, 1984).
“Beneffectance’m bir türü, bir topluluğu ya da ulusu da etkisi altina alabilir.
lUinois eyaletinde on dokuzımcu yüzyılda kurulan Jacksonville şehrinin lider
leri JacksonviUe'in parlak geleceğini övmeyi alışkanlık haline getirmişken,
eyalet meclisi Jacksonville sakinlerinin talep ettiği eyalet üniversitesini gele
neksel üniversite bölgesi Champaign-Urbana'ya yerleştirince, yöneticiler bir
anda şehirlerinin şanh geçmişini övmeye başladılar (Doyle, 1987, s. 265).
Araçsallaştırma gibi görünen bazı şeylerin, doğrudan benmerkezci dürtü
lerle bağlantılı olmayan bilişsel yanlılık örnekleri olması da mümkündür.
Michael Ross ve Fiore Sicoly, ortak yazılmış bilimsel makalelerde her yaza
nn içeriğe daha büyük katkıda bulunmuş olduğunu düşünme eğiliminin, ki
şisel çıkarlara hizmet eden bir ideoloji vakası olduğundan emin olmamak
gerektiğini söylüyorlar. Durumun, "bellekteki mevcut bilgilerin benmerkezci
yanlılığıyla" ilgili olduğunu öne sürüyorlar. Makalenin her yazan, diğer ya
zann ya da yazarlann çahşmalanndan çok kendi katkı yaptığı alan hakkın
da daha fazla bilgiye ve eğitime sahip olduğu için bu durum ortaya çıkıyor
(Ross ve Sicoly, 1982, s. 180-189). Benzer biçimde, ev işlerinin organize edil
mesi söz konusu olduğunda kocanın kendi üstüne düşenleri yerine getirdiği
ne dair inancı her zaman patriyarkal inattan kaynaklanmıyor bana kalırsa;
dir fakat Watergate skandalında görevli olan Archibald Cox, temelde Kon
gre ye bağlı kalarak işlev görmüş ve derli toplu güçler aynmı senaryosunu
bulandırmıştır. Watergate skandali, ders kitaplannda anayasal hükümetle
ilgili daha büyük bir anlatıya uyması için yeniden düzenlenmiştir.
Başanlı anlatılar genellikle yapılar, akımlar ya da toplumsal güçlerden
çok özgün kahramanlan ve onlann karşıtlarım ön plana çıkanr. Belirli sa
nat çalışmalan ya da öyküleme çabalanm bellekte yaşatmak için, geçmişi
daha az dramatik, daha az anlaşılır, daha az özetlenmiş, daha az öyküleşti-
rilmiş biçimde sunan anlatılan aşan yöntemler kullanmak gerekebilir. Ju-
dith Miller, altı ulusun Holokost'u ve olaydaki kendi rollerini nasıl ammsa-
dığım incelediği karşılaştırmalı çalışmasında iki örnek veriyor. îlk dönem
lerden beri bütün dünyada Nazilerin ilk "kurbanı” olarak kabul edilen Avus
turya’nın, ashnda pek çok açıdan son derece gönüllü, hatta hevesli bir kur
ban olduğunu öne sürüyor. Örneğin, Nazi kamplarındaki muhahzlann üçte
biri AvusturyalIydı. Ancak Müttefüder'in siyasi çıkarlanmn ve 1965 yılında
çekilen Neşeli Günler {The Sound o f M usic) adı filmin ortak etkisi sayesinde,
AvusturyalIlar Amerikalılann belleğinde Nazilere direnen soylu bir halk ola
rak yer etti (MiUer, 1990, s. 62).
Benzer biçimde, HoUandalılar da on üç yaşında bir kızın kaleminden çı
kan bir kitaba sıkı sıkı sanlarak, Anne Frankın Günlüğünün, Hoilandalı Ya-
hudileri kıyımdan kurtarmak için direndikleri dönemin ve ulusal kahraman-
Iıklanmn kanıtı olduğunu iddia etmektedirler. Oysa gerçekte HoUandalılar
Almanlann en sağlam işbirlikçileri arasındaydı. Hollanda'mn tarih gelene
ğinde antisemitizme Avusturya, Fransa veya başka pek çok Avrupa ülkesin-
dekinden çok daha az yer olsa da, geneUikle kurallara uyan, emirlere itaat
eden, iyi huylu ve terbiyeh yüz binlerce Hollanda vatandaşı, Alman işgali al
tındaki Hollanda'mn belki de Naziler tarafından en kolay yönetilen ülkeler
den biri olmasını sağlamışlardı (MiUer, 1990, s. 95-98).
Öyküleştirme, şimdiye dek anlattığım üzere, geçmişle ilgili bir öykü an
latmak anlamına gelmektedir. Fakat ikinci bir öyküleştirme yöntemi de var
dır; geçmişin bugünle ilişkisi hakkında bir öykü anlatmak. Bu, daha geniş
anlatıda, geçmişi anlamak, sıklıkla kendi zamammızm insanlık tarihi geçidi
ne nasıl uyum sağladığım gösteren baskın bir öykünün hükmü altındadır.
Son iki yüz yılm büyük bölümünde, Batı'daki büyük anlatı, insanhğın kalkı-
mşı ya da "Whig tarzı tarih yorumuyla''^ yakından ilgilidir. Elbette bu her
zaman böyle değildi, bazı alanlarda ve bazı ülkelerde baskın anlatı bir çöküş
Sonuç
Özetle açıklamak gerekirse, kolektif bellek dört ana prensiple özetlenebi
lir. Birincisi; bellek gerçekte toplumsaldır. İnsanlar kolektif, alenen, etkile
şimli olarak hatırlar. Aynısı, yalmzca sosyal etkileşim, tekrarlama, yeniden
gözden geçirme ve -insanlann sosyal varlıklar olmalan nedeniyle sahip ol
duklan- dil aracılığıyla yaşayan bireysel bellek için de geçerlidir.
İkinci olarak, bellek seçicidir. Bir şeyi hatırlamak için bir başka şeyi
unutmak gerekir.
Üçüncüsü, bu seçim aşamasım etkileyen, hem kasıtlı hem bilinçsiz birçok
süreç vardır. Belirli bir kültürel belleğin öğrencileri, sıklıkla belleğin şekiUen-
dirilmesinde etkili olan kendine-dönük yöntemleri ortaya koymayı amaçlar
lar. Kendine-dönüklük bilgeliğin başlangıç noktası olabilir ama vanş noktası
olmamalıdır. Araçsallaştırma da bellek inşasımn dinamiklerinden biridir fa
kat öyküleştimie, uzlaşımsallaştırma ve uzaklaştırma süreçleri gibi bağımsız
biçimde işlemez. Aynca bu güçler birliğinin lideri de değildir. Hangi bellek sü
reçlerinin başat önemde olduğu, eldeki örneğe göre değişkenlik gösterir.
Dördüncüsü, kolektif bellek, en azından liberal çoğulcu toplumlarda nihai
değildir, her zaman tartışmaya açıktır ve gerçekten de sıklıkla tartışılır. Ameri
ka örneğinde, hiçbir ikon, kutsalhğı tartışılamayacak kadar mukaddes değil
dir. Aksine, sembol ne kadar kutsalsa, protestolarm yöneltileceği odak noktası
haline gelmesi olasdığı da o kadar artar. Bu da meşrulaşmış tarihi kilomet-
retaşlanm -okul kitaplanndan amtlara- sembolik siyaset için uygun hedefler
haline getirir. Vietnam Gazileri Anıtı hakkmdaki tartışmalar bu durumım an
lamh bir örneğidir. Yüce Divan yargıcı Thurgood Marshali'm Anayasa’mn 200.
yıldönümünde yapüğı ve pek çok topluluğu, özellikle de Afrikah-Amerikahlan
anayasamn hüküm alanına dahil etmedikleri için Amerika'nın kuruculannı
eleştirdiği konuşma da böyle bir örnektir {New York Times, 1 Mayıs 1987, s.l).
Kaynakça
Appadurai, Aıjun. 1981, "The Past as a Scarce Resource,” Man (N.S.) 16: 201-219.
Apple, R. W . Jr. 1991, "Defining the Issue," New York Times, 7 Ocak, A16.
Apple, R. W. Jr. 1994, "The Longest Day Is Being Marked by Those with Shortened Memories,"
New York Times, 5 Haziran, E4.
Bate, W, Jackson. 1970, The Burden o f the Past and the English Poet, Cambridge, Massachusetts,
Harvard University Press.
Burke, Peter. 1989, "History as Social Memory," ed. Thomes Butler, Memory: History, Culture
and the Mind, Oxford, Basil Biackwell, s. 97-113.
Burke, Peter. 1992, The Fabrication o f Louis XIV, New Haven, Yale University Press, 1992.
Caruth, Cathy. 1991, "Introduction," American Imago, özel sayı: Psychoanalysis, Culture and
Trauma 48.
Chant, Cate. 1994, “UMass Paper Opposes Du Bois Honor," Boston Globe, 8 Mayıs, 29.
Constantine, K. C. 1993, Bottom LinerBIues, N ew York, Mysterious Press.
Debouzy, Marianne. 1990, “In Search of working-Class Memory: Some Ouestions and a Tenta-
tive Assessment," ed. Noelle bourguet, Lucette Valensi ve Nathan Wachtel, Between Memory
and History, Chur, İsviçre, Harwood Academic Publishers, s. 55-76.
Degler, Cari. 1976, "Why Historians Change Their Minds," Pacific Historical Review 45.
Doyle, Don H. 1978, The Social Order o f a Frontier Community, Urbana, University o f Illinois
Press.
Dykstra, Robert R. 1968, The Cattie Towns, N ew York, Alfred A. Knopf.
Friedlander, Saul, ed. 1992, Probing the Limits o f Representation: Nazism and the “Final Soîuti-
on, " Cambridge, Harvard University Press.
Greenwald, Anthony. 1980, "The Totalitarian Ego: Fabrication and Revision of Personal His
tory,'' American Psychologist 35, 603-618.
Greenwald, Anthony. 1984, "The Self," ed. Robert S. Wyer ve Thomas K. SruU, Handbook of
Social Cognition, cilt 3, Hillsdale, N ew Jersey, Lavvrence Erlbaum, s. 129-178.
Irwin-Zarecka, Iwona. 1994, Frames o f Rememberance, New Brunswick, N ew Jersey, Transaction.
Janofsky, Michael. 1994, “Leamed Opposition to N ew Disney Park," New York Times, 12 M a
yıs, A8.
Kamm, Henıy. 1987, "1500 March Freely in budapest for a N ew Democracy," New York Times,
16 Mart, 3.
Bafher, John. 1983, "In Warsaw, Few Flowers at the Ghetto," New York Times, 17 Nisan, 9.
Kîfner, John. 1983, "Some Jews Leave Polish Ceremony,” New York Times, 22 Nisan, A5.
Macedo, Stephen. 1990, Liberal Virtues, Oxford, Clanderon Press.
Madsen, Richard. 1990, "The Politics of Revenge in Rural Chine during the Cultural Revoluti-
on,” ed. Jonathan N. Lipman ve Stevan Harrell, Violence in China: Essays in Culture and Co-
unterculture, Albany, State University o f New York Press, s. 175-201.
Mannheim, Kari. 1970, "The Problem of Generations," PsychoanalyticReview 57, 378-404.
Metron, Robert. 1968, "The Matthew Effect in Science,” Science 159, 5 Ocak, 56-63.
Metron, Robert. 1988, "The Matthew Effect in Science, II," Isis 19, 606-623.
Miller, Judith. 1990, One, by One, by One: Facing the Holocaust, N ew York, Simon and
Schuster.
Neisser, Ulric. 1982, "John Dean's Memory; A Case Study,” ed. Ulric Neisser, Memory Observed,
San Francisco, W, H. Freeman, s. 139-159.
New York Times. 1994, "Remember Stonewall! But How? Groups Ask," 6 Mayıs, A l 3.
Perlez, Jane. 1994, "Decay of a 20th Century Relic: What's the Future o f Auschwitz?" New York
Times, S Ocak, A4,
Peterson, Merili. 1994, Lincoln in American Memory, N ew York, Oxford University Press,
s. 206-217.
Radin, Charles A. 1994, “Japenese Justice Minister Resigns,” Boston Globe, 8 Mayıs, 8.
Rich, Frank. 1994, "Disney's BuU Run,” New York Times, 22 Mayıs, E15.
Ross, Michael ve Fiore Sicoly. 1982, "Egocentric Biases in Availability and Attribuüon," ed. Da
niel Kahneman, Paul Slovic ve Amos Tversky, Judgement Under Uncertainity: Heuristics and
Biases, Cambridge, Cambridge University Press, s. 180-189.
Schachtel, Emest G. 1982 (1947), "On Memory and Childhood Amnesia,” ed. Ulric Neisser, M e
mory Observed, San Francisco, W . H. Freeman. s. 189-200. Hk olarak Psyckiatry lO’da ya
yımlanmıştır, 1-26.
Schudson, Michael. 1992, Watergate in American Memory: How We Remember, Forget, and
Reconstruct the Past, N ew York. Basic Books.
Schudson, Michael. 1994, "Textbook Politics," Journal o f Communicaîion, 44, 43-51.
Schuman, Howard ve Jacqueline scott. 1989, "Generations and CoUective Memories," American
Sociological Review 54, 513-536.
Schv/aıtz, Barry. 1982, "The social Context of commemoration: A Study in CoUective Memory,"
Social Forces 61, 374-402.
Schwartz, Barry, Yael Zerubavel ve Bem ice M. Bamett. 1986, "The Recovery o f Masada:
A Study in CoUective Memory," Sociological Ouarterly 21, 147-164.
Taylor, Stuart. 1987, "Marshall Sounds Critical Note on Bicentennîal,” New York Times, 1 M a
yıs, 1.
Trevor-Roper, Hugh. 1983, "The Invention of Tradition: The Highland Tradition in ScotİEmd,"
ed. Eric Hobsbawm ve Terence Ranger, The Invention o f Tradition, Cambridge, Cambridge
University Pres, s. 15-41.
Tumarkin, Nina. 1987, "Myth and Memory İn Soviet Society," Society 24 (Eylül/Ekim), 69-72.
Tversky, Amos ve Daniel Kahneman. 1974, “Judgement Under Uncertainty: Heuristics and
Biases," Science 185, 1124-1131.
White, Hayden. 1973, Metahîstory, Baltimore, Johns Hopkins University Press.
Wieseltier, Leon. 1993, "After Memory," New Republic, 3 Mayıs, 16-26.
WiUiams, Lena. 1987, "Most of U.S. WiU Honor Dr. King, Bus Some StiU Dispute the Holiday,"
N ew York Times, 18 Ocak, 1.
Wilson, WiUiam A. 1976, Folklore and Nationalism in Modem Finîand, Bloomington, Indiana
University Press.
Zelizer, Barbie. 1990, "Achieving Jouraalistic Authorit Througb Narrative," Critical Studies in
Mass Communicaîion 1, 366-376.
Zelizer, Barbie. 1992, Covering the Body, Chicago, University of Chicago Press.
Notlar
1 Sosyolojide Matthew etkisi, ük olarak Robert K. Merton tarafından, tamnmrş bilim adamlan-
mn benzer çalışmalar yaptıklan zaman tamnmayan büim adamlanndan daha fazla ügi gör
düğünü anlatmak için kullanılmıştır. Matta İncili'ndeki şu cümleye gönderme yapmaktadır
"Çünkü her kimin varsa ona verilecek ve ona artırılacaktır; kimin yoksa, elinde olan bile alı
nacaktır.” (Matta, 25:29)
2 W hig tarzı tarih yorumu, İngiliz tarihçiler tarafmdan kullanılır, geçmiş şimdiki zamana d o ^
ru derleyen erekbilimsel bir süreç olarak ele ahmr.
3 “On Memory and Chüdhood Amnesia".
Şifre icat olduğundan beri şifre kı- caksın. Kapatırken de ayrı bir şifresi
ncılar da mutlaka var. Birileri şifreli var. Sıralamada en ufak bir yanhş ya
yor, kırıcılar kırıyor, diğerleri daha parsan, başına gelebilecek en küçük
fazla şifreliyor onlar yine kırıyorlar ve şey yüzünde ve kafanda bulunan bü
böylelikle daha başka şifre parametre tün kılları kaybetmek olur. Neyse ki
leri ekleniyor. İkinci şifreler, daha ka yakında değiştiriyoruz.
rışık şifreler giriyor işin içine. Gün Bir tanıdığın bilgisayarıysa alemin
geçtikçe aklımızda tutmamız gereken en güvenlikli şifre algotirmasına sahip.
şifreler katlanarak çoğalıyor. Eğer bilgisayan açmaktan başka çaren
Bunlara bir de şifre diye adlandıra yoksa önce klavyeyi çıkaracaksın.
bileceğimiz başka şeyleri ekleyebiliriz. "Klavye takılı değil" diye hata verecek.
Kimlik numarası örneğin, ezberden Klavyeyi takıp F İ tuşuna basacaksın.
bilmek lâzım. Bankalardaki müşteri Açılmaya başlayacak. Bu arada moni
numaralanrmz, SSK numarası... Veri tör kararıyor. Windoıvs’un açıldığına
yorlar bir numara, hadi bir unut da dair sesi duyduktan sonra monitörü
görelim. Bürokrasiyle boğuşur durur kapatıp tekrar açmak ve görüntü gelin
sun. Ama tabii hiç bir işe yaramıyor. ce ilk olarak Not Defterini çahştırmak
Halen diyorlar ki “Tatile mi çıkacaksı gerekiyor. Sonra kapatana kadar istedi
nız, yoksa parmağınızı boyatıp oy mu ğin gibi kullan. İlk önce Not Defteri'ni
atacaksınız?" Devlet bana bunu “Seni açmazsan hiç bir program çalışmıyor.
izliyoruz haberin olsun” demek için mi İnanılmaz ama gerçek bu. O, şifreyi na
verdi? Herkeste eşi olmayan bir numa sıl olduysa çözmüş ve artık bügisayann
ra yok mu zaten? Vereyim numaramı, çıkardığı sorunlardan bıkmış olduğun
nerede istersem oradan kullanayım dan, "Bu şeküde çalışıyor, şimdi değiş
oyumu? Yok. “Bu sadece senin fişlen tirsek başka sorunlar çıkar" diyerekten
diğini belirtiyor, adın gibi ezbere bile böylece kullanıyor. Halbuki bilgisayar
ceksin ve fişlenmiş bir vatandaş oldu bu, hayatı kolaylaştırması gerekirken,
ğunu unutmamanı sağlayacak bu nu çözülmesi imkânsıza yakın bir şifreyle
m a ra la r.” H em m erak ediyorum unutmaman gereken koca bir olaylar
"000000001” numara kimde, bu ülke silsilesi sunarak zindan ediyor...
nin bir numaralı vatandaşı kim, o açık Herkesin böyle şifreyle çalışan alet
lansın. leri vardır ve bir şekilde keşfedilir bun
Neyse... Mesela bazı aletlerin ken lar. Bir misafirliğe gidersin, mutfağın
dilerine has şifreleri vardır. Bilmeyen m usluğunda elini yıkayacaksın, su
çalıştıramaz. Evdeki şofbeni anlata açılmaz. "E su akmıyor" dersin, ev sa^
yım... Önce vanayı açacaksın, sonra hibi “Yok yok onun şeyi var" bât
tüpü, sonra musluğu. Ardından şofbe kaç garip hareket yaparak suyu açm^
nin ayanm ikinci kademeye getirip 10 Hep “onun şeyi" olur ve o şeyim b n -
saniye bekleyeceksin ve şofbeni yaka leri bulur. Birileri ve öğn
C c^öo , sana
202 Umut Taydaş
Tüm bunlann üstüne insanlann bir zelim veya şifresine bir zarar gelme
de şifre diyebileceğimiz özellikleri var, yeceğini bilip açsın kendini konuşsun
zira şifre gibi akılda tutmak gerekiyor herkes birbiriyle güzelce. Kredi kartı
bunlan. Domates sevmeyen arkadaşla- şifresi, internet sitesi şifresi hatırlaya
nmız var mesela, içinde domates olan cağız diye çayı sevmeyen kimdi, hangi
yemeği yemiyorlar veya sebze yeme film ne anlatıyordu, mangaldan, ka
yen, et yemeyenler var. Kendi karde yınçodan dem vuran bir romen şarkı
şim buna bir örnek, sofrada gözünün sı aslında neden bahsediyordu hepsi
önünde zeytin çekirdeği varsa sofra ni unuttuk.
dan kalkar. Ailecek bunu unutmamalı Tarihi, kendi geçmişini, ne zaman
yız ki kahvaltısını yapabilsin. Yürür ne yaşadığını, karşılaştığı güzellikleri,
ken sol tarafta olmak isteyen insanlar yaptığı kötülükleri, sevmeyi, aşık ol
var, bir isme, maddeye alerjisi olanlar, mayı, binleriyle birlikte kurduğu ha
perşembe akşamlan en sevdiği diziyi yalleri unutmaktan hicap duymayan
izlediği için aramamamız gerekenler, insanoğlunun, "ya unutursam” korku
kan gördüğü zaman bayılanlar... în- suyla şifrelere bu kadar sanlması, şif
sanlann da çeşit çeşit şifresi var ve ne relerini adı gibi hatırlaması ve bu ha-
kadar insan tanıyorsak, o kadar şifre bire şifre üretip bir şeyleri saklama,
taşımak zorundayız aklıımzda. engelleme takıntısının sebebi ancak
Artık bu işe bir çözüm bulunmak. başkalanmn içinde de kendi içindeki
Giderek karmaşıklaşan, çoğalan ve gibi bir şeytan olduğuna inanması ola
güven kaybettiren bu şifre üstüne şif bilir.
re üretme dönemi sona ersin. Alalım Olsun, her şeyi unutur da kişi, ama
çayımızı, oturalım bir kenara, insan illa ki hatırlar içindekini.
lann şifreleriyle uğraşalım, onlan çö UMUT TAYDAŞ
I. Giriş
"Haz" kavramını ele alırken halen skolastik düşüncenin kalıplannı kul
lanmamız ilgi çekicidir. Etik açıdan doğru olarak gördüğümüz davranışların
hazdan fedakârlık etmeyi içerdiğini a priori kabul ederiz. "Haz peşinde koş
mak" gündelik dilde ahlâki bir yanlışlığı betimlemek için kullanılır. Ne var
ki, bu yanlışlığın da onun kınanmasının da kavramın yanlış yorumundan
kaynaklanabileceği üzerine düşünme3ûz bile.
İnsanoğlunu bu yanlış yoruma götüren belli başlı" etmenler vardır. Sözge
limi, insan türünün narsisistik büyüklenmeciliği hazdan vazgeçebilmiş ol
makla övünmek ister. Bunun için de kendisinin organizmadan soyutlanmış
tinsel bir varlık olduğunu öne sürer. Bir diğer etmen de, etiğin salt bireyle
sınırlı kalması, toplumsal bir açılıma kavuşamamasıdır. Böylece, başkaları
nı mutlu etme, başkalanmn dünyadan haz almaşım sağlama gibi davramş-
lann yerine bireyin hazdan tamamen kaçışı ön plana çıkar.
Bunlann temelinde insanm eylemlerini sık sık narsisistik ayartmalara
kanarak yanlış yorumlaması bulunur. Bunun dışında, insanoğlu kusurlanm
haklı gösterecek birtakım dayanaklar da arar. Her ne kadar kendi doğasıyla
savaşıyor olsa da Özünde hazza yönelik bir varhk olduğu için hata yapmak
tadır. Oysaki doğa, bir haz alma biçimi olarak üreme etkinliğinde bile, hem
eylemin başlangıcında hem de eylemin sonucunda toplumsal içerikli bir
amaç peşindedir. Bu bağlamda, haz alma, haz vermeyi de koşul olarak öne
sürdüğünden, hazdan kaçınma davranışından çok daha etik bir davranıştır.
araç, elde edilene dek birer ' amaç”tır. Fairbaim, piramidin en tepesine ulaş
madan basamaklardan birine takılıp kalmıştır. Sözgelimi, sebze yetiştirebil-
memiz için öncelikle toprağa, suya ve tohuma gereksinimimiz vardır. Elde
etmek istediğimiz nesne, bize kendisini önceleyen koşullan dayatır. Bundan
nesnelerin birbirlerine bağımlı olması,diğer bir deyişle birbirlerinin koşulu
olmalan sorumludur. Bir nesneye erişmek her durumda bir diğer nesneyle
ilgili eylemleri gerektirir.
Bu bağlamda, nesneler arasmdaki bu bağ, haz ilkesini baştan belirlemiş
tir. Freud’un kurgusu saltık bir biçim olarak haz ilkesini ele alarak onu ya-
lınlaştınr. Kurguda haz ve olgusallık ilkelerinin ardışık olarak ayınlması,
varlığı yönlendiren ilkenin ontolojik anlamımn ortaya çıkışının engellenme
si ve kurgu ile gerçeklik arasında da kesin bir zıtlığın oluşması gibi birbiriy
le örtüşen iki sonuca neden olur. Annenin bebeğe süt vermesi karşılıksız bir
edim olarak algılansa da,bebeğin süt için ağlaması ve her durumda ağzım
kullanması gerekir.Son derece basit olsalar bile bebeğin haz almak için bir
iki koşulu yerine getirmesi zorunludur.
Freud, haz ilkesinin yamna olgusallık ilkesini kojmıasma karşm,bu ardı-
şıkhk, iki ilkenin sentezinden çok bir “yan yanalığın" kabulüyle noktalanır.
Bu yan yanalık iki ilkenin birbirleriyle kaynaşmadan zaman zaman birbirle
rine üstün geldikleri durumlann kurgulanmasına da hizmet eder. İki ilke,
Freud’un kurgusunda birlikte çalışmak yerine birbirleriyle çatışır. Kuşku
suz, ilkelerin birbirleriyle çatıştığı anlarda düştüğümüz psişik çelişkiler ol
gunun kamtıdır. Ne var ki,burada gözden kaçan nokta, çatışmamn "ne-için”
olduğudur. Genel olarak kavramlan, salt tez ve antitez olarak konumlandır-
maya alışkın aylak bilinçlerimiz, varsaydığı bu yalınlıkla rahat eder. Kav
ramlar ise yaşamın içerisinden gelip bilincimizi meşgul eder olmuşlardır ve
yaşam bir “amaç"lar bütünüdür. Bu durumda, iki ilkenin birlikte çalışması
mükemmel bir uyumu çağnştırsa bile felsefi olarak bundan kaçınmak gere
kir. îk i ilkenin amaçlan ortaktır ama hu, araçlannın da ortak olacağı anlamı
na gelmez. Çatışmanın ardında bile bir ortaklık olduğunu göremeyen Fre
ud,ileride de göstereceğimiz gibi, kuramsal rotasını yitirmiştir.
Freud, merkeze koyduğu ve son derece belirsiz bir kavram olarak duran
haz ilkesini sorgulama gereksinimini, travmatik nevroz vakalanyla karşılaş
tığı zaman duymuş ve bu vakaları “yineleme zorlantısı” ile açıklamaya çalış
mıştır: "Yineleme-zorlaması aynca geçmişten öyle yaşantılan da yeniden ge
tirir ki, bunlar hiçbir haz olanağı kapsamazlar ve çoktandır, giderek o gün
Cogito, sam
214 i Ata Devrim
III. Sonuç
Freud'un haz ilkesiyle ilgili hatalı kurgusu, psikanalizin kuramsal gelişi
minde de büyük rol oynamıştır. Haz ilkesinin kurgunun bulanık sularında yi
tip gitmesi sonucu, Freud sonrası psikanalizde id'e ilişkin analizin yolu ka
panmış ve tüm bilimsel ilgi ego'yu hedef almıştır. Ego Psikolojisi ve Heinz
Kohut'un geliştirdiği Kendilik Psikolojisi gibi ekoller Freud'un çatışmaya da
yalı kurgusunun yanlışlığım fark ederek onu terk etmişlerdir. Ne var ki, söz
konusu ekoller bu adımı atarken bile Freud'un etkisindedirler; ego ile id ara
smdaki tek bağ daha çok çatışma temelinde anlaşıldığı için, çatışmamn var
sayımdan çıkarılmasıyla, kuramda ego ile id birbirlerinden ajonılmış, hatta
sonunda id yalmzca bir enerji kütlesine indirgenmiş ve geriye ego kalmıştır.
Kuramdaki bu genel dönüşüm psikanalistlerin vakalan yorumlama bi
çimlerini de değiştirmiştir. Örnek olarak Kohut'un bir yorumunu ele alalım:
"Bay U.'nun annesi ve büyükannesi... kendilerinin bihnçdışı bir fantezilerini
eyleme koyarak çocuğun dürtü-isteklerini kendi amaçlan için tatmin etme
yoluna gitmişlerdi. Çocuğun bütün dürtüsel talepleriyle tam bir uyum içinde
yoluyla gördüğüm şey bana daha çok anlığın belli bir yansızlığımn sonucu
gibi görünür. Ama ne yazık ki insanlar en son şeylerin, bilim ve yaşamdaki
büyük sorunlann söz konusu olduğu yerde seyrek olarak yansızdırlar. Her
birimiz böyle durumlarda kökleri derinde yatan içsel önyargılann egemenli
ği altındayızdır, ve kişi bilincinde olmasa da kurguları onların eline çalı-
şır."2! Kuşkusuz Freud, kurgunun ne denli sakıncalı olduğunu biliyordu. Ne
var ki, kurgusal hatamn tam da kuramın kurucu unsurlan ile ilgili olması
Kohut gibi onu miras alanlann, tüm eleştirel çabalanna karşın, hatalan da
yeniden üretmelerine neden oldu.
Notlar
1 Sigmund Freud, "Ruhsal Olaylann tkî İlkesi Üzerine Formülasyonlar", Metapsikoloji, Çev,
Aziz Yardımlı, İstanbul; Îdea Yayınevi, 2000, s. 9, not.
2 W.R.D. Fairbaim, Psychoanalytic Studies o f the Personality, N ew York: Routledge & Kegan
Paul Limited, 2002, s. 33.
3 Sigmund Freud, "Haz İlkesinin Ötesinde", Metapsikoloji, Çev, Aziz Yardımlı, İstanbul: îdea
Yayınevi, 2000, s. 208.
4 A.g.e., s. 210.
5 Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, Çev. Banu Büyükkai, İstanbul: Metis
Yayınlan, 2006, s. 72.
6 Freud, a.g.e., s. 220.
7 A g .e ., s. 221.
8 Lear, a.g.e., s. 73.
9 Freud, a.g.e., s. 222.
10 Lear, a.g.e., s. 68-9
11 Sandor Ferenczi, Psikanaliz Açısından Cinsel Yaşamın Kökenleri, 2. basım, Çev, Hüsen Por
takal, İstanbul: Cem Yaymevi, 2000, s. 33.
12 Bkz. Wilhelm Reich, Bedensel Boşalmanın İşlevi, 3. basım, Çev. Bertan Onaran, İstanbul: Pa-
yel Yayınevi, 1994.
13 Lear, a.g.e., s. 80.
14 A g .e ., s. 74.
15 Reich, a.g.e., s. 227,
16 Freud, a.g.e., s. 199.
17 Sigmund Freud, "Ego ve İd", Metapsikoloji, Çev. Aziz Yardımlı, İstanbul: îdea Yayınevi,
2000, s. 270.
18 Lear aynca Aristoteles'in mutluluğu sürekli olarak koşullara bağlamasının ardında yatan
ontolojik anlamı da kavramamıştir. Aristoteles'in de tam olarak farkmda olmadığı şey, te
fekkürle gelen mutluluğun gündelik yaşamdaki gerginliğin boşalımıyla özdeş olmasıdır.
19 Heinz Kohut, Kendiliğin Yeniden Yapılanması, Çev. Oğuz Cebeci, İstanbul: Metis Yayınlan,
1998,5.77.
20 Ag.e., s. 239.
21 Sigmund Freud, "Haz İlkesinin Ötesinde", Metapsikoloji, Çev. Aziz Yardımb, İstanbul; îdea
Yaymevi, 2000, s. 240.
nuçlar oluşturur. Bir başka deyişle, Aristoteles’e göre, algılamak için önce
likle bir nesneye ihtiyacımız vardır. Geçmişte kalan bir nesne ya da şey algı
mızın kaynağındaki şeydir. Şeyleri eikon (imaj, görüntü) formunda da hatır
lasak, bir nedensellik mantığı içinde o şeye gönderme yaparız. Bu eikon, ya
da anımsanan şeyin görüntüsü, sadece bir suret değildir, aym zamanda o şe
yi düşünmemizi kolaylaştıran bir araçtır. Platon un diyalektik düşüncesi gö
rüntüleri zorunlu kabul etmezken Aristoteles’te tüm düşünce biçimleri zo
runlu olarak görüntü kuUamrlar. Platon’da düşünce nesneleri bellek içinde
bulunmuyorlar, formlar maddi ve duyusal dünyamn dışında ondan bağım
sız olarak var oluyorlardı. Ancak, Aristoteles duyularla algılanabilen fiziksel
dünyanm dışında gerçekte pek az şeyin var olduğunu düşünür. Aristoteles’e
göre düşünce, duyularla algılanabilecek nesnelere ihtiyaç duyar. Algı gerçek
leştiğinde ammsamaya ve düşünmeye yönelik görüntü üreten bir mekaniz
ma devreye girmiş olur. Aristoteles'te zaman nicelikle bağlantılıdır, nicelleş
tirilebilir bir şeydir. Fizik’le zamam, tammlanması zor ama ölçülebilir bir
şey olarak gösterir Şöyle yazar Aristoteles:
"...devinim deki 'önce’ ile 'sonra' kimi kez devinimin kendisi, devinimle aym
şey: oysa onun varlığı değişik ve devinim değil. Devinimi 'önce' île 'sonra' açı
sağlayan şey, onlan başka başka şeyler olarak kabul etmemiz ve arada onlar
dan farklı b ir şey olduğuna inanmamız. Çünkü uçlan ortadan değişik şeyler di
ye düşündüğüm üzde, düşüncemizde iki 'an' var; h iri önce, öteki sonra’ dediği
m izde işte bunun zaman olduğunu ileri sürüyoruz: nitekim zam anm 'an' ile be
nimdeki önce üe sonra olarak ya da öncenin sonu sonranm başı olan şey ola
rak değil de, 'tek şey’ olarak algüadığım ızda hiçbir zaman geçmemiş görünü
diyoruz. Aslında zam an şu: önce ile sonraya göre devinim sayısı.”!^
o anda nasıî algıladığımızla o an'ı “şu anda” algıladığımız şeklin bir şekilde
kaynaşmasıdır. Aristoteles'in kendi ifadesiyle,
"Bellekten söz ederken, sadece geçmişte olanlarla ilgili olarak söz edilebilir.
Şimdikinden söz eden b ir kimse (yani mesela belirli b ir beyaz nesne gördüğü
somut nesneler olmaksızm bügi ve algı varsa, o takdirde bellekten söz edilir:
Şim di’den söz ederken öğrendiği ya da incelemeye aldığı şey hakkında konuşa
cak, diğerinde ise işitilmiş, görülm üş vb. şeyler hakkında. Bellek etkinleştiğin
de insan kendi kendine her zaman der ya: 'Bunu daha önce işittim, gördüm,
Aristoteles bellek ve imgelemin ruhun alçak bir kısmımn içinde yer aldı
ğını düşünür. Bellekteki görüntüleri de ruhun yüzejdnde bırakılmış fiziksel
birer iz (işaret) olarak tammlar. Ama hiçbir şekilde belleği sadece bir süreç
olarak görmez. Aristoteles’e göre insanlann az ya da çok değişken bir psişik
durumlan, iyi ya da daha az iyi, ya da kötü bir bellekleri vardır. Bu durum
da ammsama ne tek başına algılamadır, ne de tek başına kavramlaştırma-
dır, ancak zamamn akışı içinde bu iki süreçle de bağlantılı bir ruh halidir.
Şu anda gerçekleşen olaylar için algılama terimi kuUamhr. Şimdiki zamamn
belleği yoktur. Öngörülen şey gelecektir, geçmiş bellektir. Bellek algı gibi de
ğildir, akan zamanla ilgili bir tür bilinç gerektirir. Aristoteles hem hayvanda
hem de insanda bulunan bu yetiye algılama kapasitesi adım verir. !^ Bellek,
ruhun algılamayla ilgili ilk kısmına ait bir yetidir; bir anı, dolaylı bir çağrı
şım söz konusuysa düşünce alamna ait de olabilir.^ü
Aristoteles belleği ve rüya görme gibi duygulanımları algı yetisi kapsa-
mmda sımflandınr. Bunlar hem bedene hem de ruha özgü niteliklerdir. Algı
nesnelerim ammsanz, çünkü bu nesneler görüntü olarak temsil edilebilen
nesnelerdir. Onlan algı aracılığıyla, düşünce aracılığıyla olacağından daha
kolayca kabul ederiz. De Anima’da dış dünyadaki gerçekliklerin insana nasıl
temas ettiğinin ayrmtıh bir tasvirini buluruz. Dış dünyanm nasıl algılandığı-
m, duyulanınızın oluşturduğu görüntüler aracılığıyla ve zekâ aracılığıyla al-
gılamamn nasıl gerçekleştiğini görürüz. Genel olarak hakikatin tüm sağlıklı
“Şim di bana açık gelen şu: N e gelecek var ne geçmiş. Kesinlikle 'geçmiş, şimdi
ki, gelecek zam an diye üç zam an var’ demek de yerinde olmaz. Belki de 'üç za
Geçmişteki şimdiki zam an bellek, şimdiki şimdiki zaman doğrudan sezgi; gele
"Toplum sal olguyu kendisini bireye kabul ettirmesiyle tanırız. Durkheim basla
m en olursa, ya da gülme gibi b ir tepki herkese yayılırsa baskı vardır. Böyle bir
olgu çok belirgin biçim de toplumsaldır, çünkü dayanağı ve öznesi özel olarak
Herkes belirli b ir yılda belirli b ir biçim de giyinir, çünkü başkalan da aym şe
kilde davramr. M odam n kökeninde olan birey değil, üstü kapah ve yaygın zo
Durkheim, toplumu basit bir bireyler toplamı olarak görmez, onlann bir
likte oluşları dolayısıyla vücut bulan, kendine özgü özellikleri olan bir ger
çeklik olarak düşünür.42 Buradan da şu sosyolojik kurah çıkartır: “bir top
lumsal olgunun belirleyici nedeni, kişilerin bireysel bilinç durumlarında değil,
daha önceki toplumsal olgular arasmda aranmalıdır. "'!3 Durkheim, Aristote
les'ten ödünç aldığı “zaman” ve "alan” gibi bir dizi temel kavramı kullamr,
onun bilişsel kategorilerinden yararlamr:
"O nlar düşünceyi sıkıca saran sert çerçeveler gibidir, kırılm adan açüm az gibi
canlandm r. (...) Çok uzun süredir aklımızdan geçmeyen anılar sürekli olarak
niden ortaya çıkmasını beklemek yerine, onu uslam lam a yoluyla yeniden üret
tiğimizde, onu bozm aya başlanz, çünkü ona gerçekte sahip olduğundan daha
fazla tutarlılık atfederiz. (...) Şunu söyleyeceğiz, eğer am lar yeniden canlanı
yorsa, bu, toplum her an onlan yeniden üretecek araçlara sahip olduğundan
dır. V e belki de toplumsal düşünce alam nda iki tür etkinliği ayırt edebileceğiz;
b ir tarafta sürekli olarak sadece geçmişe gönderme yapan ve bize nirengi nok
talan sağlayan kavramlardan oluşan b ir bellek, diğer tarafta ise hareket nofcta-
sım toplumun güncel olarak içinde bulunduğu koşullarda, yani bugünde bulan
rasyonel faaliyet.”49
Notlar
16 Zamanla doğrudan ilgili bölümler için bkz. Aristoteles, Fizik, Çev. S. Babür, ikinci baskı.
Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul, 2001, ss. 181-215, 217b-224a.
17 Aristoteles, 2001, s. 191, 219a22-219b.
18 Aristoteles, 2004, s. 73, 449bl8-31.
19 "Sürekli bir şey üe meşguliyet belleği tekrar tekrar bir hatırlama eylemine yol açmak sure
tiyle çabştınr. Burada söz konusu olan şey, sıklıkla bir tasvir resmine kendisi olarak değü
de, bir resim olarak bakılmasından başka bir şey değüdir. Böylece bellek ve beUeğe sahip ol
manın ne demek olduğu söylenmiştir: Bir tasvir resmi vardır ve buna tasvir resmi olarak or
taya çıktığı şeyin bir resmi olarak bakılır. Bellek, zaman kavramımızdan da sorumlu olan
merkezi algı organında ortaya çıkar.” Bkz. Aristoteles, 2004, s. 76-77, 451a.
20 Aristoteles, 2004, s. 73-74, 449b30-450all ve Coleman, 1992, s. 19.
21 Aristotle, 1995, s. 199, 429a29-429b4.
22 Aristoteles, 2004, ss. 81-83, 453a4-453al3.
23 Coleman, 1992, s. 25.
24 "...zevk, bir tür coşku duygulan yoluyla büinçlüiktir; fakat imgelem [zihinde canlandırma,
hayal, izlenim] zayıf türden bir duyumdur, bir şey ammsayan ya da bekleyen bir insamn ka
fasında, her zaman, anımsadığı ya da beklediği şeyin bir imgesi ya da resmi vardır. Eğer
böyle ise, belleğin ve umudun da, duyumun eşliğinde olduğu için, zevkle birlikte olacağı
açıktır. Bundan, hoş bir şeyin ya şimdi ve algüanan, ya geçmiş ve ammsanan, ya da gelecek
ve umudedilen bir şey olacağı sonucu çıkar, çünkü biz şimdiki zamana ait zevkleri algüar,
geçmiş olanlan ammsar, gelecekteküeri umudederiz”. Bkz. Aristoteles, Retorik, Çev. M. H,
Doğan, dördüncü baskı. Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul, 2000, s. 74, 1370a28-37.
25 Aristoteles, 2000, s, 33, 1354a,
26 Aristoteles, 2000, s. 46, 1359b6-12.
27 Coleman, 1992, s. 39.
28 Coleman, 1992, ss. 39-41.
29 Cicero, De Inventione, trans. H. M. Hubbel, Loeb Classical Library, London, 1949, book II,
s. 53, 159-60'dan aktaran Coleman, 1992, s. 41-42.
30 Coleman, 1992, s. 47,
31 Janet Coleman, “The Voice of Greeks in the Conversation of Mankind", Dario Castiglione &
lain Hampsher-Monk (eds.), The History o f Political Thought in National Context, Cambrid
ge, 2001, ss. 10-39, s. 34.
32 R. G. Collingwood, Speculum Mentis or the Map o f Knowledge, Oxford, 1924, s.l3’ten alıntı
layan Coleman, 1992, s. xiv.
33 Coleman, 1992, s. XV.
34 Coleman, 1992, s. 3.
35 Bkz. Augustinus, itiraflar, Çev. D. Pamir, Kaknüs Yayınlan, İstanbul, 1999, 10. bölüm, s.
224-225.
36 “Tannm, belleğimin alanlannda seni arayarak dolaştım ve seni onun sınırlanmn dışında
bulamadım. Seni tanımayı öğrendiğimden beri bir am olarak senden hiçbir şey bulamadım.
Aynea seni tanıdığımdan beri seni unutmadım. Gerçeği bulduğum yerde gerçeğin kendisi
olan Tanrımı buldum; gerçeği tanımayı öğrendiğimden beri de onu hiç unutmadım. İşte bu
nedenledir ki seni tanıdığımdan beri, sen belleğimdesin. Seni anımsamak istediğimde ve
sende mutlu olduğumda seni orada buluyorum.(...) Sen ne maddi bir hayal, ne de yaşamı
mızdaki üzüntü, arzu, korku, anı, unutma ya da bunun gibi bir tutkusun. Aynı şeküde aklın
kendisi de değilsin, zira sen aklın Tanrısı ve Rabbisin. Bütün bunlann hepsi değişkendir,
oysa sen değişmeyen varlıksın, bütün bu şeylerin üstündesin ve sen seni tanıdığımdan beri
belleğimde oturmak lütfunda bulundun.” Bkz. Augustinus, 1999, s. 241-242.
37 Augustinus, 1999, 11. bölüm, s, 279.
unutturulan her şey bir bir hatırlanır, şanmış her acı neden bir defa daha
bu defa gönüllü hatırlanır. resm-i geçit yapar teslim-i ruh etmede
Hayat boyu beynin bir köşesinde olan biçarenin önünde?
sandıklar içerisinde saklanan, gizlenen Belki de âdemoğlunun kaderinde,
bütün fenalıklar bu defa gönüllü çıkar yazısında da bu vardır; dünya gözüyle
günyüzüne, hatırlanır. olup bitenle son bir defa daha, her tür
Fakat insan âcizdir. lü telaşa rağmen yüzleşmek, hemhal
Hatırlanan; hesaba çekilenin vicda olmak...
nını titretmekten, belki bir nebze de Sonra?
muhataba “A m an sen b u hatalara düş Dünyanm en ibretli şu sahnesi sey
m e ...” tavsiye ve telkininde bulunmak redenlerde ibretten çok hüzün, ayrılık
tan başkaca bir işe yaramaz. Halbuki, hissi uyandırır yazık ki. O ân anlaşıl
ah keşke zaman, imkân olaydı denir; maz, idrak edilemez, heder olur gider.
denir mi acaba? Bir sonraki ölümün çook sonra gel
Belki hatamn telafisi dahi düşünüle mesi temennileri dudaklarda - “Acaba
mez, ama yapılan hatalar mutlak kalan sıradaki ben m iyim ? ” sorusu hatıra gel
Tiyatrosuna pek çok farkh ad vermiş; bazen onun inşa veya imal edilmiş
zihin ve ruh olduğunu söylüyor, bazen de pencereli bir zihin ve ruh. în
san aklının tasavvur edebileceği ve cismi gözümüzle göremeyeceğimiz her
şeyin, üzerinde özenle düşünüldükten ve b ir araya toplandıktan sonra be
lirli cismani işaretlerle ifade edilebileceğini iddia ediyor. Öyle ki, bakan ki
şi gözleri aracılığıyla aksi takdirde insan zihninin derinliklerinde gizli
olan her şeyi hemen kavrayabilirmiş. Ona tiyatro adım vermesinin sebebi
de, işte bu cismani bakış.
1480Tİ yıllarda doğan Giulio Camillo bugün büyük ölçüde unutulmuş ol
sa da kendi döneminin en ünlü isimlerinden biriydi. Şöhretinin temelinde
kendi okült ve büyülü Bellek Tiyatrosu yatmaktaydı. 1559'da yayımlanan ve
Milan yakmlanndaki villaları tanıtan bir rehber kitapta mükemmel “manza
rada" “muhteşem Giulio Camillo'nun” yukanda tarif edilen “harikulade ti
yatrosunun yüksek ve benzersiz yapısı” da kısaca anlatılmaktadır.!
On altıncı yüzyılın başlarmda, bellek sanatımn karakteristik özellikleri de
ğişmeye başlamıştı. Geçmişte bellek mekânlan ve imgeleri soyuttu ve ancak
hayal gücünde yer buluyordu. Şimdi bu mekânlar ve imgeler maddi biçimle
re bürünmeye ve gerçek dünyada yerlerini almaya başlamıştı. Bilişsel bir
araç görevini üstlenen somut bir “bellek tiyatrosu" ortaya çıkmıştı. “Bellek ti
yatrosu” evrenin sımnı bir bakışta gözler önüne serebilir, bu sır kavranabilir,
anlaşılabilir, sentezlenebilir ve ezberlenebiUr, belleğe kaydedilebilirdi. Kendi
lerine özgü nitelikleri aracılığıyla bilginin belirli bölümlerini gösteren ve
uzaydaki konumlan aracılığıyla bilginin belirli bölümlerinin karşılıklı ilişki
lerini ortaya koyan gerçek şeyler, öğrenmejd ve bilmeyi kolaylaştıracaktı.
“Tiyatro" terimi, dönemin yazılı belgelerinde sık sık belirli bir temamn
eksiksiz biçimde ele alınışım ya da derlenişini belirtmek için kullanılmakta
dır. Genel anlamıyla, bu "tiyatrolar" soyut kavramlan işaret etmekteydi. Ca
millo nun Tiyatrosu gerçekten var olduğu için eşsizdi; I. Francis döneminde
Fransa'da inşa edilmişti.^ İlginçtir, Rönesans döneminde "tiyatro" terimi ge
nellikle bir “derleme” ya da “Özetleme” anlamında kullanılsa da, aym sözcük
Ortaçağ'da toplanma yeri, ticari ürünlerin sergilendiği pazar yeri veya rütbe
ye göre sıralanma anlamını karşılıyordu. “Tbeatruni” sözcüğünün eski dö
nemde yapılmış alternatif bir açıklaması da şudur: belirli bir örneğin ya da
numunenin eksiksiz biçimde sergilenmesi. 3 Görünen o ki, bellek tiyatrosu,
terimin bem çağdaş bem de eski anlamlanm içinde banndınyordu.
"Bellek tiyatrosu" bir çağdaşı tarafından şu sözcüklerle tarif edilmişti:
ahşaptan yapılmış, pek çok resimle işaretlenmiş ve küçük kutularla doldu
rulmuş, en az iki kişiyi alabilecek büyüklükte bir mekân.4 Ancak bellek ti
yatrosu, mimari ölçütlere göre tarif edilenden daha büyük olmalı, çünkü sa
dece bakmak için değil, içine girip dolaşmak için tasarlandığı anlaşılıyor.^
Büyük olasılıkla yanm daire biçiminde inşa edilen Tiyatro yedi katlıydı
veya yedi gezegeni temsil eden yedi geçitle bölünmüş yedi tane geniş mer
diven basamağından oluşuyordu. Bu yedi katın her birine, yedi kapının bi
rinden ulaşılabiliyordu. Yedi rakamımn mistik önemi, İsa'mn duasındaki*
yedi sözcüğün yedi kere tekrar edilişinden kaynaklanmaktadır. Bu bölüm
lerin her birine, süslenmiş imgelerle bütün bir kozmoloji kaydedilmiş, im
geler bölmelere yerleştirilen çok sayıda kutu ve sandık aracılığıyla zengin
leştirilmişti. Duvarlara açıklayıcı metinler yazılmış kâğıtlar asılmıştı. Tiyat
roya dünyayı tüm açılardan inceleyen elyazmalarmın yerleştirildiği de olu
yordu. Bu açıdan bakınca, tiyatronun Ortaçağ S^mma'larmm [külliyat]
özelliklerini taşıdığım söylemek de m ü m k ü n .6 İlginç olan, sözcükler ve nes
nelerin her ikisinin de dikkatle incelenmesi, okunması ve yorumlanması
* Hıristiyanların en bilmen duası, îsa tarafmdan havarilerine öğretildiği için İsa'mn duası ola
rak bilinir. (Matta 6:5-6, 9-13) (Luka 11:2-4) (ç.n,).
* Lat. Zihin, akıl. Roma mitolojisinde düşüncenin, zihnin ve vicdanın kişileştirilmiş hali, (ç.n.)
kendinde varlığın bağlantılı olduğu, öznenin özü olan mens’in büyülü biçim
de sentezleyen kudreti aracılığıyla temsil etmek mümkün hale gelmişti.
Erasmus ve çevresindeki hümanistlere göre, bellek sanatı artık ilgi çekici
bir konu değildi, basılı yayınlar sayesinde hem geçmişte kalmış hem de işe
yaramaz bir hal almıştı. Üstelik hem Ortaçağ skolastiklerinin uygulamaları
na, hem de örtülü ve kuşkulu bilgilere çok yakın görünüyordu. Hiç şüphe yok
ki, hem açığa vumia hem gizleme yeterliği yüzünden özellikle okült eğilimli
Rönesans felsefecileri bellek sanatımn peşine düşmüşlerdir. On altıncı yüzyı
lın sonlarında, dünya hakkmda birbiriyle yanşan yorumlar yapılmış ve bun
lar arasında çeşitli okült yorumlar da yer almıştır. Foucault'nun Rönesans
episteme’si, yorumlama ve benzerliği temel alan bir bilme yapısında büyülü
açıklamalann yer bulmasının olabilirliğini ve hatta gerekliliğini bütünüyle
teslim eder. Hem on altıncı yüzyılda hem onu takip eden yüzyıllarda olayla
nn hümanist bakış açısıyla açıklanması, okült açıklamalann hem varlığım
hem de gücünü hafifsemiş, önemsizleştinniş ya da inkâr etmiştir.!^ Bellek
sanatı ve onun ökült çağnşımlan görmezden gelinmiş, ihmal edilmiştir.
Notlar
1 Yates, F.A., The Art o f Memory, Routledge & Kegan Paul, London, 1996, s. 134.
2 Bemheimer, R., "Theatrum mundi". Art Bulletin, 38,1956, s. 225.
3 A.g.e., s. 230.
4 Yates, 1966, s. 132.
5 Bemheimer, s. 227.
6 Bemheimer, s. 231.
7 Yates, s. 139.
8 Bemheimer, s. 227.
9 Yates, s. 145.
10 A.g.e., s. 141.
11 Bemheimer, s. 227.
12 Bemheimer, s. 228.
13 Yates, s. 147.
14 Ag.e., s. 155.
15 Ag.e., s. 157.
16 Ag.e., s. 172.
17 Foucault, Michel, The Order o f Things, Tavistock Publications, London, 1970, s. 22.
18 Yates, F.A., "The hermetic tradition in Renaissance Science”, Singleton, C.S. (ed.) Art, Scien
ce and History in the Renaissance, Johns Hopkins University Press, 1967.
M ich el Foucault Kelimeler ve Şeylerde on altıncı yüzyılın sonunda ortaya çıkmış bir ansiklo
pedik projeden bahseder; bu projenin am acı dünyanın düzenini kelimelerin ve mekâna yerleştiriliş
biçim lerinin zincirlenm eleri aracılığ ıy la yeniden kurmaktır.
Dilin formunun ve yapısının, temsil ettiği dünyanın formuna ve yapısına benzer olduğu düşü
nülüyordu, ancak bu benzerlik her bir sözcük için değil, dilin bütünü için geçerliydi. Böylece, dün
yanın bütün dilleri, birleştirilerek mekânda düzenlenince dünyanın hakikatini yansıtacaklardı. Aynı
anda hem ansiklopedi hem kütüphane işlevi görecek ve ya zılı metinlerin komşuluk, akrabalık, kı
yas ve tabiyete göre düzenlenebileceği bir mekân tasarlayan La C roix du M a in de, Foucault'ya
göre benzer bir proje tasarlamıştır.
"Dünya O d a s ı" da bu ansiklopedik projenin bir başka örneğidir - hem kütüphanenin hem de
tiyatronun uzamını içerir. "Dünya O d a sı" Cam illo'nun Bellek Tiyatrosunun cisimleşmiş haliydi; ö z
deşlikleri, bağları ve bağlantıları görünen yüzeylerinin üzerindeki işaretlerle (bu ba zı durumlarda
tılsımlı bir işaret olurdu) ifade edilip yorum lanacak olan ve bütünlüklerinde onları izleyecek olan
öznenin konumunu da içeren bir dünya görüşü, bir kozm olojik açıklam a sunacak olan cismi şey
lerden oluşuyordu. Cismen var olan bellek tiyatrosunun ("dünya odasT'nın) içindeki şeyler conveni-
entia, aemulafio, kıyas ve sempati (şeylerin birbirlerine benzeyebilmeleri için kendi üstüne kapan
mak, ikizini oluşturmak, kendini yansıtmak veya zincirlemek) uyarınca düzenlenip anlam landırıla-
caktı.
Rus Çan Büyük Peter'in inşa ettirdiği Kunstkammerm dış planı. 1724 yılında St. Petersburg'da
açılan müze Büyük Peter'in İnsan ve hayvan fetüsleri, I. Katerina'mn sevgilisinin alkol dolu bir
kap içinde muhafaza edilen kafası vb garip objelerden oluşan koleksiyonunu içeriyordu.
için sonsuzluk duygusunu yeniden bulup geri getirirler. Onlar, amnezi ulaMa-
n gibi, görünmez olmuş şeylerin raelankobsiyle ve neşesiyle titreşirler.
Sanat dallan, amnezi farkındalığı edinmeden eksiksiz bir vizyona sahip
olamazlar. Biz, bü5âik ölçüde, kaybettiğimiz ve bir daha asla hatırlayamaya
cağımız veya elde edemeyeceğimiz şeylerizdir.
Amnezi tarihçesi teması zamanda muazzam bir yank oluşturur. Yaratı-
lanmn, genişleyen belleklerinin, kısacası tarihlerinin mevcudiyetini savun
mak için mücadele veren kadmlann ve erkeklerin düşüncelerini sessizce ve
amansızca kaplar.
Doğumumuzdan önce var olan bir dünyaya inananlann büyük bir bölü
mü bir amnezi A raf ma da inanmışlardır - bu, doğum amnda içinden geçtiği
miz bir durum veya aşamadır. Antik Çinliler için bu Cehennemin Kapılan-
mn arasından geçişti. Lady MSng orada, tenasüh çarkına tekrar giren ruhlan
M in-hun-t’ang’ı, önceki hayatlara ve bilgilere dair her şeyi silecek olan Unu
tuş Suyunu içmeye zorlar.
Platon Î.Ö. 4. yüzyılda bu inanışı hayranlık uyandıracak bir biçimde
kendi anamnesis kavramıyla bağdaştırmıştır. Platon'a göre amnezi epistemo
lojik bir açıklama sunar: yaşarken öğrendiklerimiz, bizi doğumumuzda ele
geçiren unutkanlığın üzerimizden atılışıdır. Bütün bilgi, ruhumuzun bu dün
yaya gelmeden önce tanık olduğu ideal âlemin hatırlanışıdır.
Başka bir yazar (veya am bekçisi) olan Plutarkhos birinci yüzyılda, unu-
tuşumuzun bütün oluşları olmayışa dönüştürdüğünü söyleyerek üzülür. 16.
yüzyılda Michel de Montaigne belleğin unutkanlık yüzünden bozulmasından
yakmmıştır. 1726'da Jonathan Swift Güliver'in Maceralan’uda bellekleri bir
metnin her yeni satırında silinen bir grup çökmüş adam tasvir etmiştir. Bu
adamlar okuma zevkinden mahrum kalmakla lanetlenmişlerdir. Bundan altı
yıl sonra nükteli Dr. Thomas Fueller herkesin bildiği veya doğru olduğundan
şüphelendiği bir gerçeği tek bir cümleyle ifade etmiştir: “Hepimiz ammsadı-
ğımızdan daha fazlasmı unutuyoruz” {GnomoUa, 1732).
On dokuzuncu yüzyılda William Wordsworth unutulmaz bir dizeyle Pla-
ton'ım amnezi mefhumuna yeniden.can vermiştir. "Doğumumuz bir uyku ve
unutuş halidir.” (“Ölümsüzlük” Kasidesi). Birkaç yıl sonra Charles Baudelaire,
uzun bir mistik geleneğin izinden giderek, fiziksel dünyayı anlamlanm unuttu
ğumuz ve şairin imgelemi yoluyla tekrar keşfedebileceği bir “semboUer ormam"
olarak tammlayacaktır. Yirminci yüzyılda, James Joyce Uiysses’in dünyasmdan
şöyle seslenir bize: "Şairin kendine özgü halleri amnezinin yan ürünleridir.”
Son kırk yılda çok sayıda yazar amnezi temasını ele almıştır. Kısa öyküsü
“Ölümsüz”de ölümsüzlükle, köhnelikle ve nihayetinde düi unutuşla lanetlen
miş insanlan tasvir eden Jorge Luis Borges; Yüz Yıllık Yalnızlık’ta (1967) düin
içinden çıktığı ve tekrar geri döndüğü bir bellek yanğı sunan Gabriel Garcia
Marquez; Gülüşün ve Unutuşun Kitabında (1978) temayı yaralayıcı bir siyasal
protesto aracına dönüştüren Milan Kundera: unutmuşuzdur çünkü iktidarda
kiler kayıtb tarihi değiştirerek, izleri silerek unutmamızı istemişlerdir.
Şiirde ağıt geleneği genelde unutkanlık teması etrafında örülür. Kolop-
hon'lu Mimnermos (Î.Ö. yedinci yüzyıl), Sextus Propertius (İ.Ö. birinci yüz
yıl) Cbang Chi (İ.Ö. sekizinci yüzyıl) gibi antik şairlerin yam sıra, modem
dönemde John Milton (on dokuzuncu yüzyıl), Johann Wolfgang von Goethe
(on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl) ve yirminci yüzyıl şairleri Rainer Ma-
ria Riîke ve Pedro Salinas'ta da görürüz bu temayı.
Anlaşılan, bu tema bütün çağlarda hâkimdir ve modem dönemde edebi
yattan filme de bulaşmıştır; filmde öncelikle konunun olanaklarını çoğalt
mak ve gizem ve merak duygusu yaratmak veya yoğunlaştırmak için bir
araç olarak kullanılır. Tema her yerdedir ama sanat eserlerinin yapısı olarak
kullanımına sadece Amnezi Hareketinde rastlanır.
Amnezi tarihi sadece yazılmış veya üretilmiş olanlarla sınırlı değildir,
her an içimizde varolan da bu tarihe dahildir. Amneziyle karşı karşıya kalan
zihin, elinde bir senaryo olmayan bir aktör gibi emprovizasyon yapmaya,
varlığırmzın devamlılığım beslemeye mecbur kalır.
Ammsayamayız, işte bu yüzden yaratırız. Başlangıçlarımızı ammsaya-
madığımız için onlan imgelerle ve teorilerle süsleriz: Ruhtan çıkan madde,
ana kuvvet, Big Bang. Robert Jastrow un da söylediği gibi, kozmolog hınçla
fark eder evrenin başlangıcı ve erken gelişimi üzerine bir perde çekilmiş ol
duğunu. Teolog, bu gerçeği ebedi ve ilahi olamn usla anlaşılamayacağımn
kanıtı olarak görür ve memnuniyetle gülümser.
Hayatımızın her dönemecinde belleğimizde bir çatlak oluşur:
Geçen cuma dolunay vardı. Yoksa perşembe miydi? Parlak san bir ma
deni paraya benziyordu. Yoksa yeşilimsi bir pus mu vardı üzerinde? Ya da
turuncu bir parlaklık? Ertesi gün yağmur yağacağını söylemiştin çünkü;
anımsayamıyorum.
O am parlak siyah bir gökyüzünün üzerinde, kıkırdak ve camla, tel ve
kartonpiyerle, bir madeni parayla, beyaz bir gölgeyle, belki devedikenlerinin
san ve kül rengiyle tekrar kurmak zorunda kalacağız. Ve işte orada bir yânk
dan her şeyi ima eden bir durum veya bir boşluk durumu olarak görülebilir.
Amnezi fiziksel bir fenomendir ve metafizik bir varhğı ima eder. Unutkanlıkta
bizi özgür kdan, tannsal bir şey vardır. Eksiksiz bir belleğimiz olsaydı, varlığı
mız dayanılmaz olurdu. Öte yandan, bir amneziğin iç dünyasında, kargaşa,
şaşkınlık ve korku hüküm sürer - eksiksiz bir biçimde gözümüzde canlandıra-
mayacağımız ama gündelik hayatlanmızda sezinleyebileceğimiz bir dünya.
Amnezi katiyettir: kişisel ve kolektif dünyalanmızın yadsmamaz varhğı
ve esasıdır. Özellikle günümüzde, insanm hiç olmadığı kadar yüzeysel ve is
tikrarsız olan durumunu andınr. Amnezi sanatlan, yazıtlann da dediği gibi,
“bir amnezi denizi üzerinde sürüklenen bir yaprak olarak" var olan insan
hayatının mucizelerinin yarattığı coşkudur. Bu yaprağı canlı bir biçimde gö
zümüzün önünde canlandırabilmek için unutkanlığın sulanna bakmalıyız.
Böylece, bizi kendimizi evrenin bütün bağlamında algılamaktan alıkoyabile
cek olan teknolojik üst-doğanın, mevcudiyetlerin ve amlann, olgulann ve
belgelerin kalın perdesinin kör edici kubbesinde bir delik açabiliriz.
Plutarkhos'un da dediği gibi, amnezi her şeyi silebilir ve her şeyi içerebi
lir. Creatio ex nibilo’nnn temel boşluğunu ammsatır; kimileri için Nirvana'mn
boşluğunu akla getirir ancak bu tür mefhumlar temelde insani olmayan veya
insanüstü varsayımlarla renklendirilmiştir. Amnezi her şeydir ve hiçbir şey
dir; tannsal özelliklere sahiptir. Ancak bu tannsallık Mallarm6'nin mistik ses
sizliğinden farklı olarak uzak ve müphem bir gökyüzünde değil, içimizde ika
met eder. O bizim hayatlanmızdaki bir boşluk ve bolluktur. Bellek bizim
farklılıklanmıza vurgu yapar, amnezi ise benzerliklerimize ışık tutar. Amnezi
belleğin olumsuzlamasını değil, biÜncimizin genişlemesini ifade eder.
İnsanlığın yazılı tarihi belleğin olduğu kadar amnezinin de eseridir. Ke
limelerden, imgelerden ve izlerden, tamklıklardan ve öykülerden dokunmuş
bir tarih. Amnezi her zaman kaderimiz için önem teşkil etmiştir. Tarih psi
kolojik, sosyal ve kültürel amneziye atıfları kaydeder.
Belleğin ağlan arasından amnezi pınarlannın hikâyelerini görebiliriz,
temiz ve yüce, mizahi ve neşeli, geleneksel ve yeni - yeni bir sanat, dil ve
gerçeklik yaklaşımı.
Kaybettiğimiz ve asla geri kazanamayacağımız veya ammsayamayacağı-
mız her şeyi işaret ederek yazmak, resim yapmak, müzik yapmak, rol yap
mak, dans etmek veya film yapmak isteyen bizler, içimizde kaybolmuş olan
her şeyin tamğı olarak atanz imzamızı.
.
mez, bu güç aracılığıyla kadim kültü
1 rümüzle aramızdaki bağın en güçlü zi
Kaplan bitti. Kaplanın bittiği bu hinsel halkasıdır o aym zamanda.
.
gün her yerde söyleniyor. En azından
imgelemimizde bunun böyle olduğu 2
nu, yani kaplamn bizim somut yaşan Hıristiyan kültüründe olduğu gibi,
tımızdan epeydir çıktığım kabul etme Anadolu'daki İslam'ın kadim yaşayı-
liyiz. Belki böylece onunla, ya da onun şmda da kimi keramet sahibi din ulu
imgesiyle aramıza bir mesafe koymuş lan aslanın üzerinde seyahat ederler.
olacağız. Bu da onunla ilgili düşler Aslan, birbirine yakın bu iki hayvan
kurmamıza olanak tanır. dan belirli bir geçerlilik kazanmış ola
Günlük yaşantımızdan çıkan bir nıdır, meşru olmuştur. Kaplanın göz
hayvan, dilimizden de zamanla uzakla den uzak ama hep zihinlerde oluşuna
şır. Bu bakımdan kaplansız yaşam, bi iyi bir örnektir bu. Böylelikle kaplanlar
zim dilsel yoksulluğumuz anlamına da karakterimizin iki temel göstergesin
gelir. Kuşkusuz bu yoksulluğu besle den biri haline gelir. Bir yammızda ge
yen başka örnekler de var. Anadolu'da yik, bir yanımızda kaplan bulunur. Ge
konuşulan dil zamanla nasıl geyik ef yik zayıf, zarif yanımızı resmeder; bu
sanelerinden kopmuşsa, ceylan gözle aynı zamanda peşine düşenin bir daha
rinden, neredeyse dile gelecek atlardan iflah olmayacağı bir giz kuyusudur.
nasıl uzaklaşmışsa, işte kaplandan da Gerçekten de Anadolu, geyik motifinin
öyle kopmuştur. Ama geçmişle hay doğudaki art alanını genişletmiş, geyi
vanlar aracılığıyla -daha doğrusu hay ği yalmzca kutsal değil, aym zamanda
gizemli ve acımasız bir güç haline ge Kaplan üzerine düşünmeye geçme
tirmiştir. Geyik kendi içinde bir yalvar den önce ünlü kaplan araştırmacısı Ul-
ma ve hükmetme kişisidir; bu bölün las Karanth'ın bir cümlesini ara başlık
müş kişilik onu kendi kendinin peşine yapayım: Eğer bir kaplan görürseniz, bu
düşmüş bir derviş yapmaya yeter. Bu her zaman bir düş gibidir.
kaynağı ne olursa olsun, önce elbette bütüne varmaya çalışan biri olduğu
sporcu avcılar için belli davranışlar ve açıktır. Zaten "av arayışı" ritüelinin
hazırlıklar isteyen bir ritüeldir bu. Av, bizi böyle bir sonuca götürmesi gere
bir davranış biçimi, temelde ölümü, öl kir ki bu da avcıyı bir metinçözümcü
dürmeyi hedef alan bir içgüdüsel et yapar. Ama bunu daha sonra, Borges
kinliktir. Yalnızca öldürmeyi hedef üzerine değerlendirmeler yaptığımız
alan -yani vurulacak hayvandan bir sırada açacağız. Kuşkusuz, avcı ile
besin olarak yararlanmayı gözetme kaplanın ilişkisini anlamada metinbi-
yen- avm bugün belki daha yaygm ol lim de bize olanaklar tanır. Çünkü
duğunu düşünebiliriz: Domuz, ekinle kaplan bir metafor üreticisidir ve bu
re zarar verir. Domuz avı ekinler yara nu onun çoğu zaman kendini belki de
rına bir eylem olarak başlar ama te en iyi gizleyen hayvanlardan biri ol
melde aym av geleneğine bağlamr. Ya masına borçluyuz. Başta da söyledi
ni temel unsurlar yerli yerindedir; hay ğim gibi kaplan hep yapraklann arka
van orada, çıplak doğanın içindedir. sındadır ve gözlerden uzak olması do
Ona ulaşabilmek için bir yolculuğun layısıyla bir çözümleme nesnesi duru
göze alınması, bu nedenle bir hazırlı- mundadır.
ğm yerine getirilmesi gerekmiştir. Ama Kaplan, bizi kendisini bulmaya ve
bunda gelenekle, deneyimlerle örtüşen anlamaya zorlar. Kimi türlerinin gece
bir sorun da bulunur; av uzaktadır, yi daha iyi gördüklerini biliyoruz; bu
ama nerede olduğu bilinmemektedir. bakımdan zaten belirgin fotoğrafları
Bu bakımdan avın gerektirdiği yolcu da yüzlerce yıl çekilememiştir.
luğun, bizim bugün bildiğimiz anlam
daki yolculukla -bunu en iyi gezgin ve 7.
sürgün yazarlar bilirler- bir benzerliği Anadolu'da hâlâ "canavar" adıyla
vardır; Arayış, avcının temel uğraşla anılan hayvanlardan biridir kaplan. Bi
rından biri haline gelir böylece. lindiği gibi "canavar" tammlanamaz ve
Öyleyse tannsal gücün öncelikle bir gerçek bir varlıktan çok bir tasanmdır.
arayış olduğunu söylememiz gerekir. Canavar tasarımı yalmzca hayvanın fi
Bizim tarihimize bakıldıkta bu böyle ziksel varlığından, gücünden ve yırtıcı
dir. Yolculuk arzumuzla güç istemimiz lığından yola çıkmaz. Böyle kültürel
birbirine benzer ve kaynaklannm bir bir tasarımın gerçekleşebilmesi için in
birine yakın olduğunu görüyoruz. sana özgü korkulann hayvanın davra
nışıyla yönlendirilmiş olması gerekir.
6. Burada en önemli nokta hayvanın ko
Avcının, kaplanın peşinde oldukta lay kolay görülem em esi ve bundan
bir problem çözücü, ipuçlannı belirle ötürü zamanla gerçeküstü bir varlık
yen ve sonra bu uçlan birleştirerek bir konumuna yükselmesidir; kaplam gö
.
kaplan için uzak söz konusu değildi;
8 çünkü hız uzaklık dediğimiz şeyi orta
Anadolu'nun son parsı (Panthera dan kaldınr -am a elbette uzayda değil;
pardus tulliana) 40'lı yıllarda vuruldu. hız nesnesi tek yöne gider ve sözgelimi
Soyunun tükendiğini, ama jâne de bir hızlı trenle Ankara'dan İstanbul'a gidi
kaç üyesinin hayatta olabileceğini öğ yorsak, yolculuğumuz boyunca Antal
reniyoruz. Pars, kendisini vuran köylü ya ya da Samsun bizim için gerçekten
lerle jandarm aların zafer işaretleri de uzak olacaktır. Ama artık post için
içinde yerde yatmaktadır. Bu görüntü, böyle bir hız düşünülemez bile. Böyle
canavarın ele geçirilmesi görüntüsü, ce post şu dünyadaki yaşamımız için
dinsel bir ayin katindadır, ama ölü son derece değerli bir nesne, simgeler
pars artık h içbir biçim de canavarı le yüklü bir obje olmuştur. Fiziksel gü
temsil etmez; çünkü canavarın cisimde cün ruhunu taşıyan bir hareketli nesne
değil, okuduğum uz metnin, postun idi; şimdi artık onun bir iktidar sem
içinde yer aldığını anlıyoruz. Böylece bolü de olabileceğini görüyoruz.
.
aslında kaplan ölmekle itibarım kay
betmez. Post bir simgeye dönüşür ve 10
postun üzerinde, bilindiği gibi, tam bir Değinmeden olmaz: tonga unvanı
uzlaşma söz konusudur. bütün bu nedenlerle korunmuş olma-,
hdır. Kaplanın orada, kendi doğasında
9. kabul edildiğini düşünmeliyiz. Kapla
Heidegger’in dediği gibi, gene de ne na ilişkin anlam ele geçirilmiş ve post
kadar görünüş, o kadar varlık. Kaplamn bir simge olarak objeleşmiştir. Bu ba
görülebildiği kadar tanımlandığını, bu kımdan çıplak doğanın rahat bırakıl
tanımlama çabasımn onu kendi gerçek ması gerekmiştir. Unvan elde edildik
görünüşünden uzak, ama bir mitsel var te, iktidarın hayvanın bedeniyle bir so
sonra kaplan avı, değindiğimiz gibi, mrdım: Parana Adaları ve Amazon kar-
Böylece hükümdarlar postu tahtları ca bir filin üstüne dikilmiş tabyanın te
tahtta görürüz. B ir iktidar olarak çizgili, Asya şah kaplanma. Sık sık Hay
onun orada yalnızca bir simge olmadı vanat BahçesVndeki kafeslerden birinin
ğını, hükümdarla birlikte tahtta bu önünde saatlerce oyalanırdım; koca an
yok edilmiş kaplan tahta çıkmış, ya nndırdıklan kaplanların görkemi uğruna
rattığı gerilim in ve güçlü kim liğin beğeniyle karıştırırdım (bir kadının çeh
vanım vermez. Ona adını verir ve bu kaldı, kaplanlar da, onlara olan tutkum
dan başka bir şey kalmamıştır. makarışık bir düzlemde üste çıkmayı
Av, bir belirtiler sanatıdır. Avcının bunun bir düş olduğunun farkına varı
yüzden, asıl nesnenin, yani anlamın Bu gördüğüm, bir düş, istemimin saf bir
ğunu belirlemeliyiz. Anlam hep çalılık sahip olduğuma göre, bir kaplan çağıra
ğım olumsuzlayan bir şeydi. Ama bu Kaplan belirir, bu kesin, ama ya parça
ve bambaşka bir düşsel yaratık çıkar değişimlerle veya kabul edilmez bir bo
mıştı. Hayvanın varlığında peşine düş yutta veya son derece kısa ömürlü veya
Bölünmüş Batı
“Avrupa vatandaşları için, acılarına birlikte katlanılan, ortaklaşa
biçimlendirilecek siyasi bir kader bilinci yaratan tarihsel olaylar, gelenekler
ve basanlar var mı? Geleceğin Avrupa'sına dair büyüleyici, hatta bulaşıcı
bir 'vizyon' gökten inmeyecek. Bugün bu vizyon ancak endişe verici bir
çaresizlik duygusundan doğabilir."
Bölünmüş Batı
Jürgen Habermas
Çeviren: Düman Muradoğfu
184 sayfa, 9 YTL
omo
Yapı Kredi Yayınları
YAPI KREDt YAYINIAKI KİMBEVtjal • tSTAeUL-21Z 293 Oe 24 / 502 • IZMS; £32 463 S2 90 •
ANKARA 312 435 S5 94 EMCTA • ylyfcıAuAylıykıAırjaııatr WEB StnSl • www.yK/Kuhur.com.tr
İNTERNET SATIJ • y*yjaKrej3imJr - wwM.jepiiiKll.com.tr
YAPI KR60lKÖUteXMIArYATMaUKTİC. VE SML A f . 212 293 0624-252 47 00
€îJS>VipıKreıli
Kültür Sanat Yayıncılık
Yazarlar Hakkında
A. Sait Aykut: 1969, Tokat doğumlu. Felsefe, siyaset düşüncesi, seyahat, Arap edebi
yatı ve tasavvuf alanlannda çok sayıda çeviri ve incelemesi yayımlandı. Başlıca çevi
rileri arasmda Turtûşî'den Sirâcü'l-M ülûk, Seâlibî’den Adâbü’l-M üîûk, İbnü'l-Cev-
zî’den Sıfatü's-Safve, Necip Mahfuz’dan Binbirinci Geceden Sonra, Câbirî'den Felsefî
Mirasımız ve Biz sajalabüir.
Cengiz Çağla: Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bö
lümü öğretim üyesi. Siyaset bilimi, siyasal düşünce tarihi ve siyaset teorisi alanlann
da çalışıyor. Azerbaycan'da Milliyetçilik ve Politika (Bağlam Yayınlan, 2002), Tocgu-
eville ve Özgürlük (Belge Yayınlan, 2007) başlıkh iki kitabı ve M ili (Say Yayınlan,
2007) başlıklı bir derlemesi var.
Aytaç Demirci: 1983'te İstanbul'da doğdu. İzmir Atatürk Lisesi mezunu. Halen İs
tanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans öğrencisi.
Ata Devrim: 1979'da İzmir'de doğdu. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti
tüsü'nde iktisat teorisi üzerine yüksek lisans yapmaktadır.
Münir Göle: 1961’de İstanbul’da doğan Münir Göle, Boğaziçi Üniversitesini bitir
miş, önce Floransa, ardmdan Lozan, Yens ve Cenevre’de yaşamıştır. Halen Como ya
kınlarında fotoğraf ve yazı çalışmalarım sürdüren Göle'nin kitaplanndan bazıları:
Yansılar Kitabı, Uzak B ir Göle, Surat Buruşturmalık 52 Metin ve Fısıltılar.
Joseph J. Kockelmans: New School'da felsefe profesörü olarak ders veren Kockel-
mans fenomenoloji, fenomenolojik psikoloji, fenomenoloji ve varoluşçuluk, Husserl
ve Heidegger üzerine çok sayıda kitap ve makale yayımladı. Kitaplanndan bazılan:
On Heidegger and Language (1980), Contemporary European Ethics (1972), Edmund
HusserVs Phenomenological Psychology (1978).
Filiz Özdem: 1965 İstanbul doğumlu. İtalyan Lisesi'ni bitirdi. İÜ Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü’nden mezun oldu, aynı bölümde yüksek lisansa devam etti. Şiirleri,
çevirileri, sanat yazılan çeşitli gazete, dergi, antoloji ve kataloglarda yayımlandı. Pier
Paolo Pasolini {Fildişi Kulenin Dışından) ve Luıgi Malerba’dan {İçimdeki Şahmaran)
çeviriler yaptı. Şiirleri Saydam ve Seyirci 1999 yılında yayımlandı. 2002 yılından beri
YKY'de editörlük yapıyor.
Keith Ansell Pearson: Kant sonrası Avrupa felsefesi, Nietzsche, Bergson ve Bergso-
nizm üzerine çalışan Keith-Ansell Pearson Palgrave MacmiUan tarafından 2007 yı
lında yayımlanacak olan Bergson Dizisi'nin editörü. Wanvick Üniversitesi Felsefe
Departmanında çalışmalanm sürdüren Pearson'ın kitaplanndan bazdan: Nietzsche
Contra Rousseau (CUP, 1991), An Introduction to Nietzsche as Political Thinker: The
Perfect Nihilist (CUP, 1994), Viroid Life: Perspectives on Nietzsche and the Transhu-
man Condition (Routledge, 1997), Germinal Life: The Difference and Repetition o f De
leuze (Routledge, 1999), Philosophy and the Adventure o f the Virtual: Bergson and the
Time o f Life (Routledge, 2002).
Nusret Polat: 1977 doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde dok
tora yapıyor. Plato Güncel Sanat DergisTrnn editörü. Yapı Kredi Yayınları için çeviri
yapıyor.
Nicomedez Suârez-Araûz: 1946 yılında Bohvya’da doğdu. Şiir, kurmaca, makale ya
zan ve görsel sanatçı. Karşdaştırmalı edebiyat dahnda doktora derecesi olan Suarez-
Arauz, Smith CoUege'daki Amazon Edebiyatı ve Kültürü Merkezi'nin kurucusudur.
Frances A. Yates: (1899-1981) Ünlü İngiliz tarihçi. Londra Üniversitesi Warburg Ens-
titüsü'nde uzun yıllar ders verdi. Rönesans dönemindeki okült ve Yeni Platoncu dü
şünce akımlan üzerine çok sayıda kitap yazdı. Giordano Bruno and the Hermetic Tradi
tion (1964), The Art o f Memory (1966) ve The Rosicrucian Enlightenment (1971) kitapla
rıyla erken modem dönemde büyünün felsefe ve bilim üzerindeki etkilerini ele aldı.
Batı Medeniyetinin
Doğulu Kökenleri
Jo h n M. Hobson
Çeviren: Esra Ermert
316 sayfa, 19 YTL
B H H YAPI K R ED İTATIN lAKIKtrAB EVtERl-SrANSUL 212 293 oa 24/S02 -IZ M ^ 232 463 82 90*
O —
I
—
Y a p ı K r e d i Y a y ın t a n
AA lK4RA 312 4 3 5 â 9 9 4 E 4 > O S Y A * y l (y (ııl tU f 9 y k ¥ k u l U jr .c ıım .tr W E B S fT E S l -v ın » v .y t^ lt u r W l r
' E D U (Ö
Y A F II«
^^ ^ra«N ET M T lî• yte•estD ^ acM ^ .tr• v™ w .y^ )lkre< ^.aım ,v
^^^EI«NETMTlî•yte■estD^e.cM^.t^•v™w.ys)l»red[.aım.V
I.-riİR S A I* W y A V IN C IU K -rtc V E S A N .A 4 .2 )2 2 9 3 0 e 2 4 -2 5 Z 4 7 0 0 ^
I d i P I
..../T. c* ' i v - tt
K U l l U r o. S n a t Y a y t n C t t l K
Bütün eserleriyle Ziya Gökalp
Yeniden okumak ve yeniden tartışmak için...
lî Ü r fj N K s K K I, E R 1 B İ K
Ziya Gökalp
Kitaplar
Bütün Eserleri
Rus^Vdaki Türkler \aj>mah? • Türkleşmek,
İslâmlaşmak, Muasırlaşmak ■ Türk Töresi ■ Kitaplar 1
Doğru Yol. Hakımıyct-ı M illiye vc Umdelerin
Tasnif, Tahlil ve Tefsiri ■ Türkçülüğün Esâsları ■ Ziya Gökalp
Türk Medeniyeti Tarihi ■ Kurt Aşiretleri
Hakkında Sost'olojik Tetkiklcra Malta Konferansları Yayına Hazırlayan:
OQO M. Sabri Koz
696 sayfa, 32 YTL
Ziya Gökalp'in "Bütün Eserleri" başlığı altında yayım lanacak olan eserlerinin ilki.
K it a p la r 1 adıyla raflardaki yerini aldı. Şevket Beysanoğlu, Yusuf Çotuksöken,
M. Fahrettin Kırzıoğlu, Mustafa Koç ve M. Sabri Koz tarafından, metinlerin özgün
hali korunarak yayına hazırlanan K ita p la r 1, Türk düşünce hayatında önemli bir yeri
bulunan Ziya Gökalp'i yeniden okumak ve yeniden tartışmak için önemli bir fırsat...
omo
Yapı K re d i Yay ın la rı
YAPI KREDİ YAYINLARI KİTABEVLERİ • İSTANBUL 212 293 08 24 / 302 ■ IZW1R: 232 463 82 90 •
ANKARA; 312 435 85 94 E4K2STA • ykykBltijreyKytejltur.coni.tr WEB SFtesİ • \.vww ykykultur com.tr
INTERNET SATI5 • yky.estore.com.tr • wvıvyapatreöi.cctrı tr
YAPI KREDİ KÜLTÜR SANAT YAYINCIUK TİC. VE SAN. A.?. 212 293 08 24 - 252 47 00
(S^YapıKredi
Kültür Sanat Yayıncılık
coe^ıto
C ogito'da n • Bir okurundan Cogito'ya teşekkürler
Öncesi ve Sonrasıyla Cogito
Nusret Polat • Bellek ve Yabana /pr) Sorumluluk: Etik "iyi yaşam" Fikri için Kısa Bir Giriş
Aytaç Demirci • Sessizliğin Sesi: Sein undZeitve Dil Üzerine Bir Deneme
Ata Devrim • Haz İlkesi'ni Doğru Kavrayabilmek Açısından "Zaman" Kavramının Önemi
ISSN 1300-2880-50
Fiyatı: lo YTL