You are on page 1of 234

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL ve TARİH YÜKSEK KURUMU

TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI


YENt TÜRK EDEBİYATI KAYNAK METİNLERİ DİZİSİ: 2

AHMET MİDHAT EFENDİ


BÜTÜN ESERLERİ

Romanlar V

KAFKAS

Hazırlayan
Erol Ülgen

ANKARA, 2000
Kırkambar İlâvesi

Hikâye Gözü

KAFKAS

Sahibi : Mehmet Cevdet


Muharriri: Ahmet Midhat

Maarif Nezâret-i Celîlesinin ruhsatıyla


İlk defa olarak

Babıâli civarında Ebussuud Caddesi'nde 8 numaralı Kırkambar


Matbaası'nda basılmıştır.

İstanbul
1294
KAFKAS
Mukaddime

Bu defa şu serlevha altında yazmaya başladığım hikâ­


yeyi Kafkas hürriyetperestanının ahiren Rusya aleyhine vuku
bulan kıyamları ihtar eylemiş olduğunu en evvel itiraf etmeli­
yim. Hatta bu hikâye muhteviyatını gayet mücmel olarak ti­
yatro oyunu suretinde de başkaca kaleme aldım ki inşallah ya­
kında o dahi tiyatro saha-i temaşası üzerinde görülecektir.
Ancak üç perdeden ibaret bulunan bir tiyatro oyununda Kafkas
kıyamının bu defa yüreğimde uyandırmış olduğu hissiyattan ne
kadarını tasvir edebilmek mümkün olur? Ol yürekteki hissiyat­
tan kİ oraya ilk defa olarak kebed-i mâderden vürut etmiş olan
kan, bir Çerkez kam olduğu gibi onu teksir ve vücudumu teşkile
medâr-ı evvel olan süt dahi yine bir Çerkez sütüdür.
Coğrafya ile iştigal etmemiş olanlar miyanında pek çok
adamlar bulunabilir ki şu Kafkas namını bu aralık zuhur eden
vukuat üzerine İşitebilmişlerdir. Fakat ben daha coğrafya ismini
dahi İşitmemiş olduğum zamanda Kafkas namını işitmiştim.
Hem biliyor musunuz kimden işittim? Anamdan! Ol anacığımdan
ki, evvelki muharebede Moskof gelip de Anapa'yı falanı zapt
eylediği zaman dört yaşında bir çocuğu elinde ye diğer bir ciğer­
paresi rahminde olarak ağlaya ağlaya envâ'-ı mihen ü meşâkkla
çıkmış ve Sİnop'a can atmıştır.
Yemin ederim ki daha içinde büyümüş olduğum İstanbul
şehrinin kendi mahallemizden maada hiçbir yerini bilmezken
validemin takrir ve tefhimi üzerine Kafkas'ın Adige kısmından
validemin mensup olduğu mahallerin ahvâl-i coğrafyasına dair
pek çok malûmatı validem bana vatanından bir yadigâr olmak
üzere hediye eylemişti. Harita anlamaya başladığım zaman en
evvel nazarıdikkatimi celp eden yer bu kıt'a-i mübâreke oldu­
ğunu temine bile hacet görmem. Zira bir adam harita anlamaya
muktedir olur da kıt'a-i Kafkas'a bir nazar eder ise vücudunda bir
6 KAFKAS

damla Çerkez kanı bulunmadığı hâlde dahi isti'dâd-ı coğrafîsi


hasebiyle gözlerini oradan ayırmamaya mecbur olur. Göz önüne
alınız ol mübarek memleketi ki, Bahr-ı Siyah ve Azak ile Bahr-
ı Hazar arasında tabiatın tezyîn-i bilâd ve memâlik için en güzel
ziynet olmak üzere meydan-ı vücûda getirdiği cibâl-i lâtifenin en
yüksek ve en lâtifleri ve enhâr-ı letâfet-disârın binlercesi ile
ziynet-yâb olmuş ve gayet lâtif ormanlıklar ve çemenzârlar, ev-
diye ve sahârîsi için en mebzul esbâb-ı tezyiniyyeden ma'dud bu­
lunmuştur. Silsile-i cibâlini teşkil eden şahikalar miyanında ba­
zıları vardır ki üzerinden yaz-kış eksik olmayan karların nazar­
larda bahşeylediği halâvet aksâdeler giymiş levendâne dilber­
leri andırır binlerce metre irtifâ ile küngüresini bulutlara isal
eden yalçın kayaların kulübe verdikleri dehşet, bir dehşet-i mu­
kassiye olmayıp belki yed-İ kudrette olan kuvvet-i kadirâneye
her biri bir başka suretle delâlet eylediğinden erbâb-ı takdir ve
temyize bu da başkaca bir halâvet verir. Nesîm-i lâtif kendi
yaprakları arasından hîn-i mürûrunda sâyesinde yatanları
rahat-hâbla müsterih ve mes'ut etmek için gayet tatlı bir ninni
makamına kaim olabilecek güzel bir hışıltı peyda eden
çamlıkları birkaç günlük mesafelere kadar imtidat ederek bunlar
ol kadar güzel ve makbul hayvanâta mesken ü me'vâ olurlar ki
onlardan birisine bir sayyadın kasteylediğini görseniz sayyada
mutlaka husumet peyda edersiniz.
Kıt'a-i celîle-i mezkûrenin letâfet-i tabiiyyesıni tasvir
babında sözü uzatmaya ne hacet? Efkârı en vâsi olan bir şair bu
mevkiin letâfet-i tabiiyyesi olmak üzere her ne ki tasavvur ve
tahayyül edebilmeye muktedir ise Kafkas bunların kâffesini el­
bette sair her mahalden ziyade mükemmel olarak câmiidir.
Binaenaleyh kıt'a-i mezkûrenin coğrafya-yı tabiîsine dair tatvil
beyhude yollu söyleyeceğimiz sözden bir miktarcığım da
coğrafya-yı siyâsîsi hakkında sarfedelim:
Gözünüzün önüne getiriniz ol mübarek memleketi ki, ne müs­
tebit, ne meşrut, ne âdil, ne zalim, ne müterakki, ne mütedennî
hiçbir devlet ve hükümetin zîr-i idâresinde bulunmamakla
beraber herkes için vücûh-ı emniyyet daima hâsıl olup birbiriyle
kanlı bıçaklı olan iki haşmı, öz kardeş gibi barıştırmak için
yalnız bir ihtiyarın veyahut bir kadının rica ve tavassutu
kifayet eder. Ne cellâdı vardır, ne mahbesi, ne prangası! Bununla

158
KAFKAS 7

beraber milletin hey'et-i umûmiyyesini harp gibi, sulh gibi


eâzım-ı mehâmda cihet-i matlûbeye sevk için yalnız birkaç
beylerin delâlet ve şevkleri kafidir. Evet! Beyleri vardır. Bunlar
inde'n-nisbe Arabistan'ın aşâir-i meşâyihine kıyas edilmek
lâzım gelirse de, ona da tamamıyla kıyas kabul edemez. Zira
bunların ahali-i aşiret üzerine değil, hatta üserası üzerine dahi
hiçbir hareket-i müstebidâneleri görülemez. Halk ve üsera
kendisinden korkmazlar. Belki muhabbet ederler. Üsera dedik!
Of ne acı söz! Fakat Kafkas'ta bulunan üsera nispet edilecek olsa
pek çok mahallerin ahrarından daha hürdür. Esir denilen zat ol
mes'uttur ki karısına koca ve çocuklarına baba ve işine gücüne
sahip olup yalnız ziraat hususunda efendisi ile bir nevi şirketi
vardır. İşte bu münasebet-İ müşterekâneye "esaret" ismi verilmiş.
Keşke verilmeseydi.
Erbâb-ı takdir ve temyizin nazarıdikkatini bu memlekette
celp etmez ise hangi memleket celp eder? Hele hikâyenüvisin
nazarım her yerden ziyade burası celp etse bilvücuh seza vü ah-
râdır. Zira bir şair, bir muharrir, bir hikâyenüvis cihan içinde en
mütenasip endamı, en güzel çehreyi her yerden ziyade burada bu­
lur. Civanlardan kat'-ı nazar edelim. Gözünüz Önüne getiriniz ol
pîr-i şerîfi ki saçı, sakalı pamuk gibi bembeyaz olmuştur. Ancak
sair bilâdm ihtiyarları gibi beli bükülüp, kamburu çıkarak ucûbe-
i zaman olmamıştır. Hâlâ fidan gibidir. Ağzındaki dişleri dökü­
lüp çenesi burnuna değmemiştir. Hâlâ dişleri mermer gibi beyaz
ve kavidir. Çehresi ölü çehresine benzememiş tir. Hâlâ yanağına
fiske vurulmuş olsa kan fırlayacak zannolunur. Tab'ı bile hâlâ
gençtir. Çünkü gençlerden bile şendir, şuhtur. Garibi şunda ki, şen­
liğine, şuhluğuna elbette değeri, hakkı da vardır. Zira hâlâ mü­
kemmelen erkektir. İhtiyarı böyle olan bir memleketin gençleri
ahvalini tasvir için tafsile ihtiyaç mı kalır? Hâlbuki nev-civa-
nân-ı Kafkas bütün âlemin zaten lisanlarında destan olmak mer­
tebesinde iştihar eylemiştir.
Vakıa bir hikâyenüvisin eseri için pek bâlâ-ter, pek mü­
kemmel bir zemin teşkil etmek üzere yalnız bir memleket ahali­
sinin bu kadar mükemmeliyeti de kifayet etmez. Bu mükemmeli­
yet maddî bir şeydir. Husûsât-ı ma'neviyyeye de ihtiyaç vardır.
Fakat Kafkas bundan da mahrum değildir. Şu sureti tahattur
ediniz ki bir komşu çocuğu bir komşu kızını maiyyetine aldığı gibi

159
8 KAFKAS

sekiz saatlik bir köye, düğüne götürür. Haftalarca orada kız ile
güler, oynar. Onun muhafazası yalnız kendi himmet-i merdâne­
sine havale edilmiştir. Ancak ol merd-i cemıl bu himmet-i mer­
dâneyi asla suistimal etmez. Korkusundan değil. Hayasından!
Hem de hayası yine kızdandır. İkisinin dahi yüreklerini birta­
kım hissiyat gıcıklayacak olsa bile tavırlarında bunun alâimi
pek güçlükle görülebilir. Zira humret-i hicâb alâim-i mezkûreyi
setredecek bir perde makamına kaim olur. Böyle bir istidat her­
hangi bir hikâyenüvisin eline geçer ise onun içine ne kadar şa-
irâne ahval sığdırır. Daha doğrusu ondan ne kadar şairâne ahval
çıkarır? Hâlbuki bu kızın fevkalhad serbest bulunması dahi baş­
kaca nazarıdikkate alınacak mevaddandır. Pederi, kızından is-
tihsâl-i ruhsat etmedikçe onu görmek için odasına gelemez.
Neden gelsin? Belki kızı o gün odasında kendisi gibi birkaç kızlar
ile birkaç delikanlılardan mürekkep bir cemiyyet teşkil etmiş de
eğleniyor!
Hangi birisini tadat edelim? Dün gece zifaf olmuş bir yeni
gelinin memesine sarılarak ve emerek "Ben seni valideliğe kabul
ettim. Sen d e, beni evlâtlığa kabul et!" diyen delikanlı
mezburenin öz vâhid evlâdı olması gibi hiçbir millette emsali
müşahede olunamayacak olan safvetiere kadar dermiyan eder
isek söz çok uzanır. Bahusus ki her şeyi şu mukaddimemizde
söyleyip bitirir isek eserimiz için de maksud-ı aslî olarak
söyleyecek bir şey kalmaz. Emelimiz herkesin ve herkes
miyanında bir hikâye-nüvisin celb-i nazar-ı ehemmiyeti için
iktiza eden İstidatların cümlesini Kafkas'ın havi olduğunu ispat
etmek olduğuna göre şu kadarcık bir izah bu emeli hâsıl eder ve
etmiştir itikadındayım.
Hele biz ki Osmanlıyız şu aralık Kafkas bütün âlemin na-
zarıdikkatini celp eylemiş olmaktan ziyade bizim nazarıdikka-
timizi celp etse yeri vardır. Sizin miyanınızda ben ki hikâye-nü-
visim şu aralık hikâyenüvislik nazarım başka hiçbir tarafa at-
fetmeyip Kafkas'a hasretsem sezâ-vârdır. Zira bugün Kafkas is­
tir dâd-ı hürriyyete kıyam ederek kahramanlığın derece-i âlülâ-
line dair bir nümune gösteriyor. Zira bu millet-i kerîme her has-
let-i hamîdenin derece-i âlülâline vasıl olduğu gibi kahramanlı­
ğın da son mertebesine vasıl olmuştur. Bunun nümunesini yalnız
şimdi göstermiyor. Elli sene kadar şimal müstevlisine göğüs ver­

160
KAFKAS 9

miş olduğu müddet içinde hatta mağlup olduğu hâlde bile en bü­
yük kahramanlık nümunelerini göstermiştir ki derecesi muhayyi-
rü'l-ukuldür.
Demincek dedim ki Kafkas ismini şimdi değil, hatta coğ­
rafya ismini bile işitmemiş olduğum bir zamanda Öğrenmiştim.
Şunu da haber vereyim ki hikâyenüvislik fikrini dahi yalnız
şimdi Kafkasya'ya sevk etmiyorum. Bundan beş altı sene mukad­
dem dahi fikrim ol tarafa baş vurmuş ve "Firkat" serlevhasıyla
"Letâif-i Rivâyât" miyanında neşreylediğim bir hikâyeyi
Çerkezlik içinde yazıp o zaman okuyanlara beğendirmiş tim.
Fakat bu defa Kafkas'a atf ve isnatla yazmasını heves eyledi­
ğim şu hikâye, "Firkat" serlev h alı hikâyeye m akis
olmayacaktır.
Esas maksadım hikâyemi o kıt'a-i celîlede bu defa hiss-i
akdes-i hürriyyetperestînin ne suretle uyanmış olması kaziyyesi
üzerine bina ederek bu eser-i âcizâneyi şu vak'a-i fevkalâdeden
bir yadigâr bırakmaktır. Bu emeli sûret-i vücûd ve husule nasıl
getirebileceğimi hiç sormayınız? Zira işte bu sayfadan bed' ile
husule getirmeye başlayacağım. Okur da görürsünüz.
Ahmet Midhat

161
KAFKAS

Birinci Kitap
Birinci Bap

Kafkas kıt'a-i vesi'asından şu hikâyemizde nazarıdikka-


timizi celp eden şey kıt'a-i mezkûrenin kısm-ı garbisinden meşhur
Kuban nehriyle Karadeniz'in arasında bulunan eyaletler olma­
sıyla hikâyemizi bütün bütün bir coğrafya kitabına benzetmemek
için kıt'anın hey'et-i umûmiyyesi hakkında malûmat-ı coğrafiy-
yeden kat'-ı nazarla yalnız şu kısm-ı garbiye hasr-ı iştigâl et­
mekliğimiz lâzım geliyor.
İşbu kısm-ı garbi dahi Abaza ve Adige namıyla başlıca iki
parçaya ayrılmakta olup bunlardan nazar-ı efıemmiy e timizin
inhisar eylediği cihet hasren Abaza kısmı bulunmasıyla Adige
cihetini dahi bahsimizden hariç tutmaya mecburuz.
Abaza memâliki coğrafya-yı tabiî iktizasınca Müngrelli
hududunun müntehâ-yı şimalîsinde vaki Engüri nehrinden bed'
ile şimal-i garbiye doğru Karadeniz sahiliyle Vardak civarına
takarrüp edinceye kadar uzanır gider. Yine cenûb-ı şarkîden şi­
mal-i garbiye doğru teselsül eyleyen cibal-i mürtefia bu vilâyeti
ikiye taksim eyler ki bir kısmı Karadeniz sahilinde olan memâ-
lik ve diğer kısmı dahi silsile-i mezkûrenin semt-i şimâl-i şarkî­
sinde bulunan kuradır. İşbu ikinci kısmın hudud-ı şarkîsini
Kabar tay ve hudud-ı şimalîsini Nogay ve hudud-ı şimâl-i garbi­
sini dahi Çerkez memâliki tahdit ve tayin eyler.
Kafkas memâlikinin her cihetini tezyin eden zümrüt gibi
yeşil dağlar, irili ufaklı gayet berrak dereler ormanlar, çayırlar,
meralar cümleden ziyade işbu Abaza memleketi içinde bulunup
bâhusus ki memâlik-i mezkûre daha içerilerde vaki bazı yerler
gibi ziyadece tenha olmadığından ve ekser yerlerine benî beşerin
dest-i himmeti girip Ietâfet-i tabiiyyesini san'at-ı medeniyetle
bir kat daha mütezayid ve münbasit eylemiş bulunduğundan
Abaza memâliki Kafkas'ın en güzel bir parçası olmak üzere kabul
edilse yeri vardır.
12 KAFKAS

Abaza denilen halkın Şabsıh ve Abzıh ve Ubıh gibi adîa


kısmım teşkil eden akvam ile mezci caiz değildir. Şekil ve si­
ması Abazalarla bunlar arasında pek büyük bir müşabehet gös­
terdiği cihetle hepsinin bir asıldan gelmiş olmaları ihtimalden
ba'id değilse de lisan cihetiyle Abazalar Kafkas içinde başlı
başlarına bir millet olmak üzere taayyün ederler.
Ahlâk ve adat cihetine gelince Kafkas dağları içinde bu­
lunan kabail-i mütenevviadan her birinin adat ve ahlâkı birbi­
rine benzer ise de Abaza memâliki Osmanlı ve Rus medeniyetle­
rine Kafkas'ın cihât-ı sairesinden evvel karargâh olmuş bulundu­
ğundan Abazalar sair ahali-i Kafkas kadar milliyet-i kadîme-
lerinin mukteziyât-ı mahsûsasmı muhafaza edemeyip medeni-
yet-i cedide cihetinel meyletmişler ve o yolda dahi bir hayli me­
safe almışlardır.
Memâlik-İ mezkûrenin en büyük şehirleri Karadeniz cihe­
tindeki büldan olup bunlardan Sohum Kal'a denilen şehir sair
cümle kasabâta faik görülür. Ve Abaza memâlikinin merkezi ad­
dolunur.
Şehr-i mezkûr Çelesor denilen bir küçük nehrin
Karadeniz'e karıştığı mahalde teşekkül eyleyen gayet açık ve
ekser rüzgârlardan barınmaya gayr-i sâlih bir koy üzerinde va-
kidir. Osmanlı binası olan kal'ası metaneti nispetinde zarif ve
güzel bir bina olup şehrin ebniye ve esvakı tarz-ı kadım-i şarkî
üzre tarh edilmiş bulunduğu hâlde Ruslar eline geçtikten sonra
orasının Avrupa tarz-ı cedîdi mucibince tamir ve tanzimine
ziyadece himmet edilmiş olduğundan âdeta içine girenlerin
çıkmak istemeyecekleri mertebede güzel bir şehir olmuştur.
Sohum Kal'a'nın mevkiinde ehemmiyet-İ tıcariyyeden zi­
yade ehemmiyet-i askeriyye aramak becadır. Zira salifü'z-zikr
silsile-i cibalin dahil-i Kafkas'a doğru yol verebilecek olan
Cematan Boğazı'nın mukabilinde bulunmakla Sohum Kal'a elde
oldukça mâverâ-yı silsile-i cibalde bulunan Abazalarla Karaçay
ve Abzıh vesair akvamın sahil-i bahre doğru hareketleri tama­
mıyla men olunmuş olur. Çünkü Karadeniz sevahili boyunca imti-
dat eden silsile-i cebel sanki yekpare bir dağ olup küngüreleri ise
betf-İ daimî irtifalarına kadar vardığından âdeta hiçbir cihet­
ten mürur ü ubur için benî beşere yol veremez.
Moskof ordusu herhangi mahale girerse arkası sıra bir

164
KAFKAS 13

fırka Rus muhacirlerinin dahi oraya girip yerleşmeleri mutat ol­


duğundan Sohum Kal'a'ya dahi Kırım'dan, Hocabey'den,
Azak'tan ve daha içerilerde vaki Novogorod ve Moskova şehir­
lerinden ve hatta Petersburg'tan bile bir hayli familyalar hicret
eylemişler ve zemini karış karış feyizli, bereketli olan o güzel
memleketin vücûh-ı füyûzâtından istifâza suretinden ziyade
kendi hükûmet-i müstebidelerinin ehl-i İslâmî batırıp İslâvları
ihya etmek politikasından bilistifade zengin olmuşlardır. Zira
daha dünkü gün demek olmak üzere bundan on üç on dört sene ka­
dar evvel bütün Çerkezlere bin yıllık vatanlarını terk ettirerek
Memâiik-i Devlet-i Aliyyeye ilticalarını icap eylemiş olan hâl
dahi yine Moskofların bu politikası olduğu hatırımızdan çıkma­
mıştır. Büyük beylerin tasarrufunda olan veya birtakım cevâmİ'-i
şerîfeye mevkuf bulunan araziyi doğrudan doğruya hükümet na­
mına zapt ederek bunları içerilerden gelip oralarda yerleşen
Kazaklara ve Kara Ruslara bahş ve inayet eylediği gibi en sonra
umum ehl-i İslâmın elindeki araziyi nez'a medâr olmak için ev­
velki tapu ve tasarruf usulünü lâğvederek yeniden araziyi bittak-
sim tapu vermeye kalkışmış ve işte bu suretle İslâmın mâ-mele-
kini bütün bütün elinden almak istemesi üzerine zuhur eden kıyam
ve harekette zavallı Kafkaslılar hiçbir taraftan muavenet gö-
remeyerek altı ay kadar Moskof muhacemâtına mukavemetten
sonra hicrete mecburiyet görmüşlerdir. Hükümet nazarında
Moskofların terfîh-i hâli bu kadar mültezim olduktan sonra hiç
taaccüp edilmemelidir ki Batum mukabiline kadar Karadeniz
sevahiline Moskoflar müstevli oldukları zamandan beri
Sohum'da dahi en güzel haneleri bunlar bina eyledikleri gibi en
lâtif bahçeler dahi yine Rus muhacirleri istimlâkine geçip tarh
ve tesviye ve tanzimlerine ziyade ihtimam eylediklerinden
memleketin intizam ve nezafet ve letafetinden en ziyade müstefit
olanlar bunlar olmuşlardır.
Muhacirîn-i merkumenin muamele-i ahz ve itası içeriler­
den ehl-i İslâm ile cereyan eylediğine ve ol taraf ticaretinin
kısm-ı küllisi ise beyler ve reislere münhasır bulunduğuna mebni
Rus muhacirleri daima bunlarla ihtilât ederek yerli lisanına vu­
kuf peyda eyledikleri gibi yerliler dahi Rus lisanını gereği gibi
öğrenmişlerdir. Hatta mekteplerine giren bazı zadegânın İslav
lisanını Moskoflar derecesinde tahsil eyledikleri ekseriya mü­

165
14 KAFKAS

şahede olunur.
Sohum KaKaya hicretle ber-minval-i muharrer nâil-i re­
fah ve saadet olan Moskof muhacirleri içinde Dö Brano familyası
namıyla bir familya vardır ki hikâyemizde bu familyanın
ehemmiyeti ziyadece olmakla âile-i mezkûrenin hususiyet-i ah­
vâline dair bazı mertebe İzahat vermeye lüzum görmekteyiz:
Familyanın babalığı makamında bulunan Gospodin dö
Brano henüz pek genç iken bir tacir maiyetiyle Hocabey'den
Sohum'a gelmişti. Kendisi gayet gözü açık ve cesur bir şey oldu­
ğundan efendisi bulunan tacir kendisini kabilelere ve köylere
gönderip işini gördürmek hususunda istihdam eylerdi. Bu müna­
sebetle Dö Brano pek çok Abaza rüesasıyla münasebet-i kaviyye
peyda eylediğinden efendisi vefat edip de başlı başına iş tut­
maya başladıkta rüesa ile olan münasebeti sayesinde umûr-ı tica-
riyyesine pek çabuk ve pek ziyade vüs'at vermiş ve az vakit zar­
fında oranın en benam tüccarı adedine dahil olmuştur.
Böyle sür'at ve sühuletle nail-i servet ve yesar olanlar
âlemin magbût ve mahsûdu olmamak kabil değildir. Lâkin
Gospodin dö Brano âlemin hasedine duçar olmaya lâyık görülen
erbâb-ı servetten addolunamayıp çünkü kendisi herkesle olan her
nev muamelesini gayet doğrulukla yürüttüğü cihetle kazandığı
servet ü sâmân sadakatinin mükâfat-ı lâzime ve lâyıkası addo­
lunabilirdi. Ol taraflar ahalisinin ahlâk ve etvâr-ı civanmerdâ-
nesini anlayıp öğrendiği cihetle misafirperverlik bu ahali in­
dinde en ziyade câlib-i nazar-ı rağbet ve itibar olduğunu hükme­
derek hanesine ehl-i îslâmdan her kim misafir gelir İse ta'zîmât
ve tekrîmât-ı fâika ile ağırlamayı itiyat eylemiştir. Hatta işbu
misafirperverlik hususunda menfaat-i zâtiyyeyi dahi asla
kaydetmediğinden bilâ-istisna herkese bu yolda me'ser-i mem-
dûha-i insaniyyet göstermesi sît ü şöhretini en ziyade arttıran
binaenaleyh teshîl-i umûruna en çok yardım eden mevad sırasına
girmiştir.
Servet ve yesârı gıbta-fermâ-yı akran ve emsal olacak bir
dereceye vardığı zaman Gospodin dö Brano henüz yirmi beş ile
otuz yaşı arasında genç ve henüz bekârdı. Teehhül için yüreğinde
bir heves hissetmeye başladıkta evvel emirde kendisine bir âşi-
yâne-i mes'ut tedarikine lüzum görerek Çelesor nehrinin sahil-i
yesârında mübâyaa eylediği gayet cesim bir bahçeyi fevkalhad

166
KAFKAS 15

tanzim ve tesviyeden maada derununa tahtanı ve fevkanî on iki


odadan mürettep bir de güzel hane inşa ettirdi ki Sohum içinde en
güzel binalar tadat edilirken bu haneyi birincilerden addetmek
lâzım gelirdi. İşte me'vâsını bu suretle tehiyye eyledikten sonra
Mösyö dö Brano bililtizam Gürcistan'a kadar gitmiş ve güzellikle
şöhret şiar olan Gürcülerin kendi indlerinde dahi şöhret-i hüsn-i
cemâli herkes için medâr-ı medh ve sitayiş olan bir kız ile
bilizdıvaç gelip sâlifü'z-zikr hanesinde safâ-yı hatırla yaşa­
makta bulunmuştu.
Hikâyemiz bu zamana atf ve isnat edildiği cihetle eğer
ahiren Mösyö dö Brano'nun hanesini ziyaret etmiş olsaydınız Dö.
Brano familyasını yalnız kendisiyle bir de zevcesinden ibaret
yani iki nefisten mürettep bulmazdınız. Hane içinde bir genç kıza
tesadüf ederdiniz ki Dö Brano'nun gayet güzel bir Gürcü kızıyla
izdivaç eylediğini pek yakında haber almış olduğunuzdan evvel
emirde bu kızı mumaileyhin zevcesi zanneder İdiyseniz de bizim
pek yakında haber vermiş olduğumuz izdivaç bu zamana nispetle
epeyce eski bir zamanda vuku bularak o müddet zarfında Madam
dö Brano'nun teninde olan gençlik taraveti kartlığa mahsus olan
halâvetsizliği kesp eylemiştir. Bu kadım orada hâlâ mevcut
göreceksiniz. Fazla olarak vücudunu haber verdiğimiz genç kız ise
Katerina dö Branoviç namı ve Gospodİn dö Brano'nun kızı olmak
sıfatıyla âlem-i vücutta sonradan isbat-ı mevcudiyyet
eylemiştir.
Katerina dö Branoviç peder ve maderinin ilk evlâdı olup
kendisinden sonra tevellüt eden sair birkaç hemşire ve biraderleri
muammer olamadığından familyanın merdümek-i çeşm-i iftiharı
kıymetli ve nazlısıydı. Kendisi uzun boylu, iri yapılı ve Gürcü
neslinden bir sûret-i fevkalâdede tevellüt eylemiş gayet açık le­
piska saçlı ve maî gözlü, halâvet-i siması yerinde ve cemaline
mütenasip olmak üzere zekâ ve rüyeti dahi değerinde bir kız olup
talim ve terbiyesine de ziyade ihtimam edildiğinden memlekette
kendisi güzel, ahlâkı güzel, zekâ ve irfanı güzel bir kız sorulduğu
zaman en evvel Katerina do Branoviç namını vermek lâzım ge­
lirdi.
Hane içinde ferman-ferma bu kız olduğu cihetle bir emri iki
defa tekerrür etmediğinden ve kızın zeki ve zarif nevcivanlarda
ekseriyetle müşahede olunmakta bulunan tûl-ı emel ve enva'-ı

167
16 KAFKAS

hevesine dahi nihayet olmadığından her ne istemiş ise yapılmış


ve tedarik edilmiş olmak suretiyle hane içinde kendisine mahsus
olan dairesi ol kadar ziynet bulmuştu ki en muhtasar tarifi için
sahifeler doldurmak iktiza eder. Şu kadarcığım haber verelim ki
îslav lisanıyla tab' ve temsil edilmiş olan kitapların her nevin­
den birer nüshası bu kızın kitaphanesinde bulunur. Ve en meşhur
ressamların asarından birer numunesi dairesinin duvarlarını tez­
yin eder. Ve görüşüp tanıştığı kadın erkek birçok ahibbasının tas­
virleri birkaç cilt albümünü zenginletir. Velhasıl Sohum civa­
rında tesadüf edilen her nev renkli böceklere varıncaya kadar
tam takımı nümunehanesinde celb-i nazar-ı istigrâb eylerdi.
Dairesine ilk defa olmak üzere giren bir adamın tuhaf ve tefârik-
i mevcûdeyi birer birer ziyaret ve temaşa etmeye kalkışması ba­
şına üç günlük bir iş açacağını hükmeylemek mübalâğaya hamlo-
lunamaz.
Katerina dö Branoviç'in Özden namında bir dayesi vardır
ki mezburenin elinde doğmamış ise de elinde büyümüş olduğundan
validesinden sonra kendisine en yakın dostu budur. Hane içinde
özd en in Katerina ile iştigâlden başka hiçbir işi olmayıp kızın
mâbihü'l-iştigâli ise kitapları, resimleri türlü türlü hayvanâtın
kabukları ve nev nev haşerât-ı beriyyenin kuruları ve birçok ah­
babın fotoğrafya tasvirleri ve Avrupa payitahtlarının sûret-i
mahsûsada yapılmış manzaralarla temaşa olunur resimleri ve-
sair bu makule şeyler olmasıyla ve Katerina bir kere bunları ka­
rıştırmaya başladığa zaman ortalığı birbirine katmakta bulun­
masıyla Özden dahi bizzarure bunları yerli yerine yerleştirmek
ile iştigâl eylerdi.
Bu kızın meşâgil-i sâire-i zihniyye ile meşgul olmasından
ziyade bu misillü şeylerle iştigâl etmesi hayırlı mıdır dediniz?
Hâlbuki Katerina dö Branoviç'in işbu meşâgil-i maddiyye-
sinden fazla bir de meşguliyet-i zihniyyesi vardı ki kızın bu meş­
guliyetine kendi mahrem-İ râzlarından başka kimse agâh olma­
dığı gibi Katerina dö Branoviç'in meşguliyet-i zihniyye ve kal-
biyyesine dahi yalnız dadısı Özden agâh idi. Fakat böyle hiçbir
kimsenin agâh olamadığı esrara hikâyenin muharrirliği sıfa­
tıyla bizim vukufumuz olduğundan ol bapta size bazı izahat ve
tafsilât verebiliriz.
Kızın vücûh-ı meşguliyyet-i zihniyyesi hariçte tecessüm

168
KAFKAS 17

eylediği zaman ismine Kaplan Bey denilir bir vücut teşekkül ey­
ler. Ama bu vücudu vücûh-ı meşguliyyet-i zihniyyesinin hariçte
tecessümüyle teşkil etmiş olmaklığımıza bakarak Kaplan Beyi
bir vücûd-ı mevhum addetmeyiz. Bu zat hakikatte mevcuttur.
Hem de mevcudiyeti herkes indinde müştehirdir. Zira kendisi
Abazalar miyanında altı yedi bin haneye hükm-i nâfiz bir ha­
nedana mensup ve bâhusus el-hâletü hazihi o hanedanın makam-
ı riyasetinde kaim bulunduğundan nevâhi-i mezkûrede bunu tanı­
mayan adam yok gibidir.
Kaplan Bey şu son vakitte henüz yirmi iki yaşında, kalıplı
kıyafetli, yani geniş omuzlu, ince belli bir zat olup, beyaz ve ga­
yet lâtif çehresinin nazarlarda tasvir eylediği sûret-i dil-pe-
sendi sırma gibi san ve nazik ve taze ve ter-bıyıklar ve renkçe bi­
raz daha koyu kaşlar ve kirpikler ve irice ve fakat büyüklüğü yüz
için ziynetten addolunabilecek burun ve yekdiğeriyle tenâsüb-i
tâmmı olan ağız ve dudaklar ve çene ile bir kat daha ziynetlen-
mektedir.
Bu zat en genç zamanını Rusya memâlikinde tahsil ile ge­
çirmiş ve memleketine avdet eylediği vakit dahi mütâlâat-ı
mahsûsasını terk etmeyip vukuf ve malûmât-ı ilmiyye ve hike-
miyyesini tevsi' eylemiş mükemmel bir adamdır. Vakıa Sohum
Kal'a'ya on altı saat mesafede vaki ikametgâhında kendi başına
ve prenslere dahi gıbta-bahş olacak surette ettiği maişetin de-
rece-i letâfetini takdir edememek böyle mükemmel adamlara
mahsus ahvalden olmadığı derkâr ise de Kaplan Bey
bedeviyetin letâfet-i uzletkârânesinden yorulmaya başladıkça
Sohum Kal'a'ya gelerek orada medeniyetin terakkiyât-ı dil-
rübâsıyla dahi ağzının tadını tecdit eylemeyi itiyat eylemişti.
Gospodin do Brano'nun zenginliği malûm ya? Kaplan Bey
gibi en büyük bir beyzade Sohum'a geldikçe onu başka mahalde
misafir ettirmeyeceği dahi anlaşılamayacak mevâddan değil­
dir. Hâlbuki Katerina misillü genç, zeki, mütecessis ve mütehas­
sis bir kızın istediği kadar naz ile ferman-ferma olduğu hanede
Kaplan Bey gibi Rusya medeniyetinin gayet zarafetini dahi ikti­
sap eylemiş olan kezalik genç ve heveskâr bir bey sıkça sıkça ge­
lerek günler ve hatta bazı kere haftalarca misafir kalır ise bu
müsaferette nazarıdikkati celp edecek ahval görülmemek müm­
kün olamaz.
Bu mesele bizim nazarıdikkatimizi celp etmeden evvel iki

169
18 KAFKAS

gencin ahvâl-i mahsûsaları yekdiğerinin nazarıdikkatlerini celp


etmiş olur ise istib'âd edilir mi? Hususiyle bunlar birbirinin ya­
nında bulundukça medâr-ı iştigâlleri miyanında şiir ve inşa gibi
edebiyat dahi dahil olduğundan ve edebiyat ile edilen iştigâlin
ise yüreklerde ne gibi hisler uyandıracağı muhtâc-ı tafsil bulun­
madığından bu iki genç daha ilk mülâkatlarından biri yekdiğeri­
nin nazarıdikkatlerini celp eylemişlerdi.
Öyle ise bunlar arasında bir muhabbet küpü kaynıyordu
demek.
Hem nasıl da kaynayış ya? Fıkır fıkır! Bunlar heves-i de-
rûnlarını birbirine açmış ve Katerina dö Branoviç her ne kadar
nev'iyyet-i mahsûsasına lâzım gelen hicap iktizasınca çocuğa
teminât-ı lâzıme vermemiş ise de Kaplan Bey kezalik nev'iyyet-
i mahsûsasına ait olan mecburiyetin şevkiyle işi ol kadar ileriye
götürmüştü ki bir Müslüman için nasara kızını izdivaç etmek
mübah ve helâl olduğunu anlatarak Katerîna'nın visaline bir sû-
ret-i meşrûa ile talepkâr dahi olmuştu. Ancak Rusların hemen
cümlesini istilâ etmekte bulunan taassup Katerina'da dahi hük­
münü ziyadesiyle icra etmekte bulunmasıyla çocuğun bu istidası
is'âf olunamayıp ve şu kadar var ki daima takviyesinden hâli
kalmadığı muhabbet dahi bilkülliye reddedilmeyip idareli bir
yolda icrâ-yı muâmele sureti tercih kılınmıştı.
Kızın meşguliyet-i zihniyyesinden yalnız özden'in haber­
dar olduğunu haber vermiştik. Şu hâlden anlaşılıyor ki valide­
siyle pederi, hatta bu mâcerâ-yı âşıkânenin vücudundan dahi
haberdar olmadıkları cihetle teklif edilen izdivaca gösterilen
mümânaat onlar tarafından ika edilmemiştir. Eğer bu meselede
bir dereceye kadar Özden'i itham eylerseniz hakkınızı reddeme-
yiz. Zira Özden'in taassup pençesinde en ziyade zebun olan din­
darlardan bulunduğu ve hatta efendisinin konağına her ne zaman
bir Müslüman misafir gelse avdet eyledikten sonra oturduğu odayı
buhûr-ı meryemle tütsüleyerek güya Müslümanlık kokusu odaya
sinmiş ise ol suretle izale ettiği cihetle Katerîna'nın Kaplan Bey
ile olan macerasını pek büyük bir nazar-ı teessüfle görür ve kızı bu
hevesten caydırmaya bezl-i mechûd eylerdi.
İşte Katerina dö Branoviç'in meşgûliyet-i zihniyyesi dahi
bundan ibarettir. Bir gün Katerina kitaplarını, resimlerini vesair
tuhaf ü tefârîkini karıştırarak dağıtarak onlarla birçok vakit
geçirdikten sonra biraz da meşgûliyet-i zihniyyesiyle iştigâl et-

170
KAFKAS 19

inek için uzanıp yatmaya mahsus olan uzun kanepelerden birisi­


nin üzerine serilmiş ve zihninden kim bilir neler geçirerek kalben
mütelezziz olmakta bulunmuştu. Bu hâlde gözünü bilâ-ihtiyar şu­
raya buraya gezdirdiği esnada oda kapısı aralanarak içeriye
doğru giren ve gözleri önünde birdenbire sivrilip teşekkül eyleyen
bir Çerkez kalpağı dalgın bir hâldeki kızı ürkütmekle yattığı
yerden fırladı, kalktı. Bereket versin ki kalpağın altında istitar
eden çehreyi derhâl tanımakla ürken yüreğine sükûnet geldi.
Bu zat Saatgiray denilir bir adamdır ki Kaplan Beyin
uşağı ve mahrem-i razıdır. Rusça'yı dahi oldukça fesahatla te­
kellüm eder. Saatgiray'ın vürudu behemehâl Kaplan Beyden bir
haber getirmek için olacağı Katerina'ya malûm bulunduğundan
hemen istizahına müsaraat gösterdi.
Katerina - Sen misin Saatgiray? Hoş geldin. Hayır haber?
Saatgiray - Benim efendim. Şu mektubu getirdim. Kendisi
de bir saate kadar buradadır.
Katerina mektubu açıp okudu ki Rusça olan ibarelerin
Türkçeye tercümesi şundan ibarettir:
"Hayâl-i hüsn-i cemâli gece gündüz mâbihü'l-İştigâlim
olan Katerina dö Branoviç hazretleri!
Müddet-i iştiyâk yirmi güne takarrüp eylediğinden ve
bundan ziyadeye tahammül-i vüs' ü iktidarımın haricine çıktı­
ğından zülâl-i muvânesetinizle teskin-i hararet-i tahassür için
hemen binip yola çıktım. Saatgİray'ı kendimden bir saat evvel şu
mektup ile size gönderdim ise de hâk-i pâyınıza bir an akdem
vusul için birkaç kıymetli atı çatlatmak mertebesinde mecburiye­
tim olduğundan eğer Saatgiray'dan evvel kendim gelir isem
mûcib-i istigrâb olmamalıdır. Pederiniz Gospodin dö Brano'ya
dahi başkaca bir mektubum vardır. Kendisinden her vakit
gördüğüm misafirperverlik beni mahcup eylediği gibi bu kere
dahi o mahcubiyete duçar olacağımı bilirim. Fakat benim en
ziyade matmah-ı nazarım sizin iltifatınız olduğundan elbette
benim bu intizarıma muvafık hareket ve muamelede
bulunacağınızı şîme'-i kerîme ve memduhanızdan beklerim. Eğer
benden evvel şeref-i dest-bûsîye bu mektup nail olur İse gerçekten
haset edeceğimi ketm edemem. Baki....
İmza
Timurtaşzade
Kaplan"

171
20 KAFKAS

Kız bu mektubu okuduktan sonra Saatgiray'dan husûsat-ı


atiyyeyi dahi istizaha müsâraat eyledi.
Katerina - Sen Kaplan Beyden bir saat evvel mi çıktın?
Saatgiray - Evet efendim! Bana dedi ki: "Gayet sür'atli
gitmelisin. Ben de hemen geliyorum. Arkadan yetişirsem sonra
fena ederim". Ben de hayvanı çatlatırcasına sürdüm geldim.
Fakat zannedersem şimdi kendisi de nerede ise gelir.
Katerina - Bu günlerde bu tarafa gezmeye veyahut sayd ü
şikâra gitti mi?
Saatgiray - Hayır! Bir haftadır konakta.
Katerina - Hastalığı falanı, bir şeyi yoktur ya?
Saatgiray - Maşallah turp gibidir.
Katerina ne ile vakit geçiriyordu.
Saatgiray - Onu bilmez misiniz? Daima kitaplarla, silâh­
larla vakit geçirir.
Katerina - Dostlarından kimse misafir gelmiş miydi?
Saatgiray - Misafir eksik değildir ama asıl kendi dostla­
rından bu yakında kimsenin geldiği yoktur.
Katerina - Buraya gelmeye birdenbire mi karar verdi
yoksa birkaç gün evvelinden söyler miydi?
Saatgiray - O zihnindeki şeyleri bize haber verir mi hiç?
Beni çağırdı. Bin git dedi. Bindim geldim. Başka bir şey bilmem.
Katerina - Pekiyi Saatgiray teşekkür ederim. Haydi git
rahatına bak kuzum.
Saatgiray - Vakıa rahata da ihtiyacım vardır. Bu kadar
yolu kuş gibi uçtum geldim.
Katerina - Babama olan mektubu verdin mi?
Saatgiray - Kendisi burada olmadığından bir uşağa verdim
gönderdim.
Katerina - Haydi Öyle ise rahatına bak.
Uşak kızın huzurundan çıktıktan sonra Katerina mektubu
bir daha okudu. Hatta icabına göre böyle mektuplar dört beş defa
bile okunur. Badehu validesinin yanına koşarak Kaplan Beyin
vürut etmek üzere bulunduğunu haber verdi. Mîr-i mumaileyhe
validesinin dahi hürmet ve riayeti ziyade olmasıyla kadıncağız
derhâl kalktı bir büyük ve muhterem misafiri ağırlamak esba-

172
KAFKAS 21

bini tedarike müsaraat eyledi.


Eğer Katerina kendi hissiyat-ı kalbiyyesinin şevkine teba-
iyyet etmiş olsa idi kim bilir ne kadar telâş ile Kaplan Beyi ka­
bul tedârikâtma şitap eylerdi. Ancak bey ile olan macerâ-yı he-
veskârânesinden validesine ve pederine renk vermek istemediği
gibi özden ve hatta Kaplan Bey huzurunda bile derununun sevin­
cini İzhar etmeyerek daima ağır davranmayı itiyat eylemiş bu­
lunduğundan mîr-i mumaileyhin bu defaki vürudu üzerine dahi
çıldırasıya sevinç gibi bir sureti icbar eyleyen sevk-İ derûnuna
mukavemetle tuvaletini tecdit eylemek ve odasını dürüp devşir­
mek misillü harekatını gayet ehemmiyetsiz bir tavr-ı bîkaydî
ile ikmâle başladı.
Aradan yarım saat kadar zaman mürur eyledikten sonra
bahçenin öte başından pederi Mösyö dö Brano'nun sesi İşitilmeye
başladı. Lâkin gelen sesler karısına veyahut kızına veya
uşaklarına hitap tarzında şeyler değildi. "Canım! Artık
yüzünüzü altı ayda bir görmeye başladık. Dostluk böyle mi olur?
Biz bu kadar işi gücü bırakalım da üç günlük yollara kadar sizi
aramaya mı gidelim? Ne ise? Yine hoş geldiniz safa geldiniz
diyelim de zevkimize bakalım" tarzındaki hitabın muhatabı
olsa olsa Kaplan Bey olacağı anlaşılarak ana ile kız misafiri
istikbal için bahçeye kadar indiler. Filhakika Kaplan Beyin
dahi "Ah! A dostum siz bizi bütün bütün işsiz güçsüz mü
zannediyorsunuz? Zannmız gibi olsak gelip mütemadiyen Sohum
Kal'a'da oturur ve sizin gibi ciddî dostların ülfet-i daimeşiyle
mütelezzizen vakit geçirirdik" tarzındaki mukabelesiyle ana ile
kızın istikbale olan müsâraatları beyhude olmadığını ispat
eylemiştir.

İkinci Bap

Kaplan Bey dediğimiz zatın şekil ve siması, ve terbiye ve


zekâsı hakkında yukarıki bapta verdiğimiz malûmat üzerine bu­
rada şunu dahi ilâve edelim ki bu zat medeniyyet-i cedîdenin her
mukteziyatını kendisine pek güzel tatbik ederek yakışık aldır­
dığı gibi alafranga giyinmek ve tuvalet yapmak hususunda dahi
hâlâ Parislilere bile tekaüdüm edebilirdi. Ancak heveskârı ol­
duğu Katerina'nın huzuruna alafranga kıyafetle geldiği zaman­

173
22 KAFKAS

lar mezburenin nazar-ı rağbet ve memnuniyetini ol kadar celp


edememekte bulunması badema oraya hep Abaza kıyafetiyle
gitmek için kendisine lüzum ve mecburiyet göstermiştir.
Mahaza Kaplan Beyin milliyetine mahsus olan kıyafeti
dahi sair hemşehrilere nispetle pek farklı ve pek başka bir suret­
teydi. Başındaki kalpağı sair ehl-i Kafkas'ın kalpakları gibi ne
sipsivri ve ne de yamyassı bir şey olmayıp tepesine nispetle ağzı
biraz daha darca bulunmasıyla bâdi-i nazarda Kafkas kalpak­
larından ziyade Macar kalpaklarını andırabilirdi. Alafranga
gömlek ile gayet süslü boyunbağı üzerine giydiği Kafkaskârî setri
büsbütün ma'mûlât-ı dahiliyyeden olmayıp kısm-ı a'Iâsı aynıyla
alafranga setriler içinde ve etekleri ise uzun ve kırımlı bulun­
maktan naşi Kafkas tarzındaydı. Göğsünde fişeklik bulunmak
bunlarca zaruriyattan madut olmasıyla eğerçi Kaplan Bey dahi
bu âdete riayet eylemiş idiyse de taktığı göğüslükler cidden cep­
hane makamında istimal etmek için takılmayıp bunlar fazlaca
bir süs olmak üzere tertip edilmiş bulunmasıyla gayetle zarif ve
süslü idilen Ayağındaki pantolona gelince bunu görenler Kafkas
çakşırı olmaktan ziyade İngiliz biçimi dar pantolonlara teşbih
ederler ise yeri vardır. Ayağında da sahtiyandan mamul Çerkez
çarığı yerine keçi derisinden mamul bir alafranga potin vardı.
Kalpağa ve setrinin önlerine, yenlerine, eteklerine ve pan­
tolonun yanlarına ve paçalarına ve fişekliklerin etrafına sırma
şeritler gezdirmek Kafkas erbâb-ı servetin âdetleri ise de alaf­
ranganın sadeliğini bu misillü ziynetlere tercih eylemiş bulunan
Kaplan Beyin üstünde bir tel sırma görünmeyip, hatta incecik ka­
yış ile ince belini sıkan kaması bile gümüş ve altın tezyinatından
âri ve kını keçi derisi kaplı ve kabzası fil dişinden mamul pek
sade bir şeydi.
Mösyö dö Brano ile bahçe cihetinden kolkola vererek gelip
konağa takarrüp eylediği ve orada Madam dö Brano ile
Matmazel Katerina'yı gördüğü zaman Dö Brano'dan ayrılıp bir
hıram-ı sanevberâne ile ilerleyerek ve sağ eliyle Madam dö
Brano'nun ve sol eliyle dahi Matmazel Katerina'nın ellerini bir
hamlede tutarak kemâl-i letâfet ve nezaketle kendilerini se­
lâmladı. Kadınların dahi redd-i selâmda pek büyük nezaketler
göstermiş olacakları bedîhıdir. Hele Katerina'nın gözlerinden
dışarıya fırlayacak zannolunan memnuniyet ve sürür Kaplan

174
KAFKAS 23

Beye gösterdiği hürmet-i nazikânenin pek ciddî ve derunî oldu­


ğunu herkese teslim ettirebilirdi.
Gerek misafir ve gerek ashâb-ı hâne yekdiğerinin hâlini
sorarak ve sorulan suallere gayet muvafık cevaplar vererek sa­
lona girdiler. Ve istifsâr-ı hâtır mesailinin bakıyyesini dahi
orada ikmal eyledikten sonra bir aralık sohbetlerini şu cihete
tahvil eylediler.
Mösyö dö Brano - Ey ahvâl-i âleme ne dersiniz bakalım
Kaplan Bey?
Kaplan - Ahvâl-i âlemden bir haberim yok ki hatta bir
şey diyebileyim. Dağda oturan bir adamın neden haberi olur?
Sizde ne haber var bakalım?
Mösyö dö Brano - Vallahi gazetelerin gidişi fena?
Muharebeyi muhakkak gibi gösteriyorlar.
Kaplan - Ne diyorlar? İşin müfredatını anlamayız.
Mösyö dö Brano - Ne dediklerini müfredatıyla anlamak
ister isen bana sorma kızım Katerina'ya sor. Benim işim gazetele­
rin dediklerini ezberlemek değil ki müfredatı hatırımda kalsın.
Katerina - Ya benim işim gazetelerin her satırını ezberle­
mek midir?
Kaplan - Hayır efendim! Öylesi değil! Sizin zekânız hem
genç ve hem de kuvvetli bir zekâ olduğu için bir kere okuduğunuz
şeyi unutmazsınız da ....
Madam dö Brano - Evvelki gün gelen gazetelerin hülâsa-i
miinderecâtını dün gece bana hikâye ediyordun ya?
Katerina - Evet! Avrupa'nın ümidi Londra protokolları
üzerindeydi. Osmanlı devleti bu protokolları kabul edeceğine hiç
şüphe olunmuyordu. Lâkin İstanbul'dan çekilen telgraflar
Babıali'nin işbu protokolları da reddedeceğini haber veriyorlar.
Kaplan - Acayip! Babıali kendi kuvvetine bu kadar itimat
ediyor ha?
Madam dö Brano - Hayır! Tekâlifin kabul edilmemesi hu­
susunda Babıali'yi bu kadar inat ve taassup ve ısrar ile davran­
maya mecbur eden şey Şark Hristiyanlarının mazlûmiyct-i ahvâ­
lini mutlaka bir hâl-i mes'udiyyete tahvil ettirmemek istemesi­
dir.

175
24 KAFKAS

Kaplan - İyi ya? İşte Kanûn-ı Esasî ilân olunmuş diyorlar.


Dö Brano - Darılmazsınız ya Kaplan Bey? Çünkü siz ser­
best bir adamsınız. BabIali'nin ilân eylediği Kanûn-ı Esasî bu
defa da Avrupa'yı aldatmaktan başka bir şey için değildir.
Kaplan - Ben böyle demek istemiyorum. Eğer maksat fil­
hakika Devlet-i Aliyyeyi ıslâhata sevk etmek ise o hâlde
muharebe vuku bulmaz derim.
Katerina - Maksat Balkan şibh-İ ceziresinde bulunan
İslavları Osmanlı hükmünden kurtarmaktır.
Kaplan - öyle ise silâhları doldurmalı. Cenge hazır ol­
malı.
Mösyö dö Brano - Siz bu fikirdesiniz öyle mi?-
Madam dö Brano - Yani muharebe vuku bulacak itikadın-
dasınız ha?
Kaplan - Evet! Çünkü Balkan şibh-i ceziresi dediğiniz yeri
sırf İslav memâlikinden addetmeye iktidarınız yoktur.
İstatistiklerin haber verdiğine göre nüfûs-ı mevcûdenin beşte üçü
Müslümandır.
Dö Brano - Ne zararı var? Varsın olsun. Rusya devletinin
taht-ı tâbiyyetinde bu kadar milyon Müslüman yok mu?
Madam dö Brano - Hem gazetelerin yazdıklarına bakılır
ise Müslümanlar bile Rusya devletinin adaletini memnunen ve
müteşekkiren istikbal ve hüsn-i telâkki edeceklermiş.
Kaplan - Bak ben size fikrimin doğrusunu söyleyeyim. Ben
gazetelerin yazdığı şeylere asla ehemmiyet veremem. Şimdi
Osmanlı gazetelerini okuyacak olsanız onlar dahi Rus gazeteleri
münderecâtının tamamıyla hilâfını haber verirler. Dünyada
hiçbir fikri terviç eden bulunamaz ki muhakemât-ı vâkıasını
kemaliyle bîtarafâne yürütsün. Ben itikat etmem ki Balkan şibh-
i ceziresinde bulunan Müslümanlar Rusya'nın adaletini maal-
memnuniyye istikbal etsinler. Kılıç ile tüfek ile istikbal ederler
diye korkarım.
Dö Brano - Neye korkarsın? O hâlde kendi kendilerini Ka­
zak atlarının tırnaklan altına atmış olurlar.
Şu söz üzerine bir saniye için Kaplan Beyin rengi yemyeşil
olmuş idiyse de bir saniye sonra bu hâl kayıp olarak yine eski
rengini almış ve fakat o aralık yüreği içinden cereyan ediyor zan-

176
KAFKAS 25

neylediği bir kaynar suyun tesiratı henüz zail edilmemişti.


Olanca kuvvetini toplayarak ve bu olanca kuvvetle hiss-i derû-
. nunu men etmeye çalışarak yine sözünde devam eyledi:
Kaplan - Ona ne şüphe? İmparator hazretlerinin kuvvetine
kim karşı koyabilir? Bunu düşünmek bile hatadır. Alemde rahat
ve huzuru ve mes'udiyeti-i sahîhayı cidden arzu edenler Rusya
himayesi altına girmelidirler.
Mösyö dö Brano - Pek doğru söylüyorsunuz Kaplan Bey.
Kafkaslılar mukavemet için bu kadar uğraştılar da ne yapabildi­
ler?
Madam dö Brano - Bîçareler encâm-ı kâr, terk-i dâr ü diyar
etmeye kadar mecbur oldular.
Kaplan - Evet! Vakıa pek akılsızlık ettiler. Anapa ve
Sohum Rusyalı eline geçtikten sonra tekmil Kafkas tamamıyla
Çar hazretlerine itaat etmeliydi. Ondan sonra vuku bulan muha­
rebelerin neticesi Kafkas için felâket-i azîmeden başka bir şeyi
mucip olmadı.
Mösyö dö Brano - Hayır! Kafkas için demeyiniz. Bazı
Kafkaslılar için deyiniz. Zira gerek Kafkas ve gerek memleket­
lerinde kalıp da Çar hazretlerinin adalet ve re'fetinden hissc-
mend olan Kafkaslılar felâket görmediler. Asıl felâketi
Rusya'yı tanıyamadıkları için beyhude yere korkup telâşla va­
tanlarını terk eden kabileler görmüştür.
Kaplan Bey şu surette açılan müşafehenin nicesi meclisi
bihakkın ııeşelendiremeyeceğini hükmederek yavaş yavaş lâkır­
dının mecrasını tahvîl eyledi ve çoktan beri kulağı güzel çalgı ve
güzel sesten mahrum kaldığından ve hâlbuki âlemde en ziyade
mütelezziz olduğu şey güzel çalgı ile güzel seslere münhasır bu­
lunduğundan başlayarak birçok nazikâne mukaddemelerle şu ar­
zusunun husulüne himmet buyurmasını Matmazel Katerina'dan
ricaya başladı. Böyle bir ricanın reddi kızlardan her hâl ü kârda
muntazır bulunan nezakete muvafık düşmeyeceği gibi Kaplan'ın
bu misillü ricalarım is'âf etmek zaten Katerina'nın meyl-i
derûnuna pek muvafık olduğundan pek cüzî bir naz ile kalktı
piyanonun başına geçerek Rus bestekârlarının Kafkas havalarını
taklidcn tanzim eyledikleri gayet güzel birkaç parçayı gayetle
de ustalıkla icra eyledi.

177
26 KAFKAS

O akşam Dö Brano familyasının işbu muhterem misafiri ne


suretle ağırlamış bulunduklarına dair müfredât-ı veçhile
izahata ihtiyacımız yoktur. Bizim intizar eylediğimiz şey
Kaplan Beyin Katerina ile tenhaca kalması sureti olup fakat o
akşam herkes mîr-i mumaileyhe hizmet ve hürmet için bir cehd-i
husûsî ile yanından ayrılmadıkları cihetle iki gencin tenhaca
kalabilecekleri bir vakt-i müsaide aslâ tesadüf olunamamıştır.
Nısfü'l-leyle varıncaya kadar bunlar hep birlikte otura­
rak kâh politikadan, kâh ticaret ve ziraatten ve aralıkta bir
edebiyat ve feylesofîden sözlerle vakit geçirdiler. Ondan sonra
herkes birbirini veda ederek yerlerine çekildiği gibi Kaplan Bey
dahi Özden'in delâletiyle kendisi için tehiyye edilen yatak oda­
sına çekilip yatağına girdi.
Birbiriyle tenhaca kalmaya cidden müştak oldukları sa­
hih ise Kaplan Bey ile Katerina'nın o gece bir zamana kadar göz­
lerine uyku girmemiş olmak lâzım gelir.
Evet! Bunların yekdiğerine olan iştiyakları pek ciddî, pek
sahih idi. Ve filhakika o gece bir zamana kadar ikisinin dahi
gözlerine uyku girmedi. Katerina Özden ile hasbihâle başlayıp
Kaplan Beyin hasenât ve meziyyâtını saymak ve bunlardan her
birine Özden tarafından edilen itirazâtı ret İle müddeâsını ispat
eylemek meşguliyetle hemen sabaha yaklaşmıştı. Kaplan Beye
gelince Katerina hakkında olan heveslerinden ziyade Dö Brano
familyasıyla politikaya dair ettiği bahislerin tesiratıyla uyku­
sunu kaybeylediyse de yanında bir kimse bulunmadığından ve bi­
naenaleyh derunundan geçen şeyleri kaale getirmediğinden işti­
gâli ne suret ve keyfiyette olduğu bizzarure bilinemedi.
Ertesi sabah herkes uykudan kalkarak çay sofrası başında
içtima edildikte Mösyö dö Brano o günkü günü ne gibi eğlencelerle
geçireceğini Kaplan Beyden sual eyledi.
Kaylan - Vallahi henüz hiçbir şeye karar vermedim.
Gidip görecek birkaç dostum var ise de doğrusunu isterseniz ben bu­
raya yalnız sizi görmek için geldiğimden onların ziyareti bence ol
kadar ehemmiyetli değildir.
Dö Brano - Yok! Yok! Her ne kadar birkaç mühimce işlerim
var ise de artık işlerimi sizin için feda edeceğim. Şu aralık Kal'a
ciheti pek şenliklidir. Hasbe'z-zaman yeni asker geldi.
Kazakların kıyafeti pek güzel. Hele piyade musikası ne âlâ ha­

178
KAFKAS 27

valar çalıyor işitseniz. Biraz sonra gider, gezer eğleniriz.


Kaplan - Size bu zahmeti vermeyi asla tecviz eylemem.
Benim için umûr-ı mühimmenizden geri kalır iseniz gayet teessüf
ederim. Ben zaten size bir gün misafir olmak için geldim. Niyetim
bu akşam binip kabileye dönmektir.
Madam dö Brano - Ne dediniz? Ne dediniz? Ne dediğinizi
anlayamadım.
Katerina - Bu akşam avdet eyleyeceklermiş.
Madam dö Brano - Buraya mektup mu getirdiniz a beyim?
Bunca yoldan geldiniz. Yorgunluk çıkartmadan geriye dönmek
olur mu?
Kaplan - İyi ama benim gibi ayda, yirmi günde bir kere ge­
len misafir her gelişinde bir hafta oturur ise sonra hane sahiple­
rini taciz eder.
Mösyö do Brano - Acayip! Bu kinayeler neden neşet ediyor?
Beni hangi misafirim taciz etmiş ki, hatta siz de taciz ede-
bilesiniz? Siz ise en ziyade hürmet ve riayetle sevdiğim bir dos­
tum bulunduğunuzdan eminsiniz zannederim.
Kaplan - Teşekkür ederim Gospodin dö Brano! Filhakika o
itikat ve itimattayım. Lâkin tekrar edeyim ki ben buraya
Sohum'u ve Sohumluları görmeye gelmedim. Sizi görmeye gel­
dim. İstediğim kadar oturup, görüşüp sonra istediğim vakit avdet
etmekte hürüm öyle değil mİ?
Monsieur ve Madam dö Brano - Her hâl ve hareketinizde
hürsünüz.
Kaplan - Öyle ise beni kendi hâlime bırakınız. Ben vak­
timden en ziyade lezzetle edeceğim istifadeyi bilirim.
Madam dö Brano - Yine geçen günkü istifade gibi değil mi?
Katerina'nın midye ve istiridye kabuklarını ve böceklerini asker
gibi dizerek çocuklar gibi istifade etmek öyle değil mi?
Kaplan - O istifade, çocuklar gibi istifade değildir
Madam. Pek akıllılar gibi istifadedir. Siz o kabuklara hiç
ehemmiyet vermiyorsunuz ya? Fakat târih-i tabiî bilenler için o
hayvanların kendi sırtlarına yükletilip, kendi vücutlarına ya­
pıştırılmış olan o kudretten yapılmış haneleri içindeki sûret-i
maişetlerini derhâtır ederek kabukları karıştırmak kadar
âlemde zevk ve lezzet mi olabilir?

179
28 KAFKAS

Katerina - Hem bizim eğlencemiz yalnız kabukları karış­


tırmaya da münhasır değildir. O gün az mı piyano çaldık? Az mı
şarkı çağırdık? Hatta siz bile memnun olmuştunuz.
Madam dö Brano - Bak ona diyeceğim yok. Hem siz eğlen-
diniz, hem beni eğlendirdiniz. Yoksa daha sonra bahçeye çıkıp
da her yabani ota, her vahşi çiçeğe bir isim takmaya çalışmanızı
da ben eğlenceden addedemem. Bu da mı târih-i tabiî tedkikatı?
Katerina - öyle ya!
Mösyö dö Brano - Anlaşıldı efendim anlaşıldı. Kaplan
Beyin ömründen aldığı en büyük lezzet anlaşıldı. Bizi iç sıkıntı­
sından çatlatacak olan şeyler onların eğlencesiym iş!
Serbesttirler. Serbestsiniz efendim. Vaktinizi istediğiniz gibi ge­
çirmekte hürsünüz.
Çay sofrası başında cereyan eden şu sözler Kaplan Bey ile
Katerina'nın birlikte geçirdikleri evkatı nasıl geçirmekte bulun­
duklarına dair bizim için dahi bazı mertebe izahat vermiş ola­
cağı müsellem ise de bunların hayatlarından ve hayatları icra­
sından birlikte geçirdikleri evkattan ettikleri istifadeler yalnız
kabuklarla, böcekler oyununa münhasır kalacağını teslim etmez
isek pek büyük hakkımız vardır. Hele bir kere bunların bugün bir­
likte geçirdikleri vakte dikkat edelim. Zira çaylar içildikten
sonra Mösyö dö Brano kuşluk taamını beklemeyip misafiri veda
ile işine gitmiş ve Madam dö Brano dahi hanesi umuruyla
iştigale başlayarak arada Özden'den başka engel kalmamış bu­
lunduğundan onun mümanaatından hâlî vakit buldukça bunlar
arzu eyledikleri istifadeleri etmeye başlamışlardı.
Vakıa istifadenin mukaddimesi yine resimler temaşası,
kitaplar karıştırılması, böcekleri dizmek, kabukları sınıf sınıf
ayırmak gibi oyuncaklardan başlayıp yekdiğerine teati eyledik­
leri malûmatla birbirini cidden müstefit ederlerdi. Ancak bunları
elden geldiği mertebe yalnız bırakmamaya çalışan Özden'i
Madam dö Brano bir iş için yanına çağırarak birtakım uzun uzun
emirler vermeye başlamasıyla şu hâl kendilerince asıl en büyük
istifadeye meydânı hâlî bıraktı.
Kaplan - Of! Ben güya içimin sıkıntısını ve iştiyakı def
için buraya geldim. Hâlbuki ne zaman buraya gelir isem bin
kadar engeller, manialar içinde içimin sıkıntısı artar. İştiyakım

180
KAFKAS 29

ise daha ziyade şiddet bulur.


Katerina - Vakıa bu defa bizi biraz daha ziyadece sıkış­
tırdılar.
Kaplan - Ey ne yapıyorsunuz bakalım? Beni görmeyeli ne
âlemdesiniz? Zira ben sizinle ilk mülakatımı şimdi icra ediyo­
rum demektir.
Katerina - Sizi görmediğim zamanlar ben ne yaparım? Bir
günde sizi bîzar eden iç sıkıntıları içinde yuvarlanır giderim.
Kaplan - Demek ki ben de gelir size birçok iç sıkıntıları
daha getiririm. Öyle değil mi Matmazel?
Katerina - Estağfurullah! Niçin öyle olsun?
Kaplan - Hayır öyle olduğunu pekâlâ bilirim. Fakat çaresi
yoktur Katerina. Ben size bu sıkletleri vermeye mecburum.
Mecburiyetim tabiî bir mecburiyettir. Cenâb-ı Hakkın kadınlar
ile erkekler arasına koyduğu bir mecburiyet-i tabiiyye yok mu?
İşte ben o mecburiyetle mecburum,
Katerina - Bu lâkırdıyı da ilk defa olarak işitiyorum?
Kaplan - Kadınlar ile erkekler arasındaki mecburiyet-i
tabiiyye bahsini mİ? İlk defa olarak işitmekle beraber sıdkını ve
isabetini inkâr edemezsiniz ya! Erkek ile kadının yekdiğerine
mecburiyeti İnkâr götürür mevaddan değildir. Meselâ benim size
olan mecburiyetim gibi ki âlemde hiçbir mecburiyet ona galebe
edemez. Ama siz bunu inkâr ederseniz mazursunuz. Zira benim size
olan mecburiyetime mukabil sizin bana hiçbir mecburiyetiniz
yoktur.
Katerina - Evet! Çünkü ben hissiyât-ı nisvâniyyeden bütün
bütün malırum bir odunum da onun için.
Kaplan - Estağfurullah! Bana mecburiyetiniz yoktur de­
mek istiyorum. Hatta siz geçen defa bunun vechini de söylemişti­
niz. Arada hangi meselenin mani ve hâil olduğunu...
Katerina - Ha! Aklıma geldi. Öyle ya! Hakkım yok mu­
dur? Yine tekrar edeyim. Hatta bu günkü mecburiyet bahsine tat­
bik ederek söyleyim. Eğer sizin karılara bir mecburiyetiniz ola­
cak ise o mecburiyet benden başka birisine olmalıdır. Zira ara­
mızdaki diyanet meselesi bu bapta manidir. Ama siz her zaman
dediğiniz gibi yine tekrar etmek istersiniz ki İslâmiyet sizin için
bir Hristiyan kızı almayı men etmezmiş. Hâlbuki Nasranıyet bir

181
30 KAFKAS

Müslüman a varmayı benim için men eder.


Kaplan - Ah diyanetin bu mümanaatına ne diyeyim!...
Katerina - Hem efendim Kafkas'ın bu kadar güzelleri var.
Ezcümle geçenlerde hikâye eylediğiniz Hüsn-i Can Hanım mı idi
ne idi?
Kaplan - Galiba yine serzenişlere başlamak istiyorsunuz.
Allah aşkına beni tekdirden, ta'zîrden ne lezzet bulursunuz? Ben
size Esma Can hikâyesini arz eyledim ise mahza doğru özlü bir
adamın asla sır saklamaya ihtiyacı olmadığı kaidesine binaen
arz eylemiştim. Ben Esma Çan'dan soğumamış olsam hâlâ sevmez
miydim?
Katerina - Fakat soğumuş olmanızın da hiçbir vech-i
sahihini göremiyorum.
Kaplan - Vechini değil vücuhunu arz edeyim. Ben bir kere
dünyada hissiyat tercümanı olmak üzere yalnız Rus lisanım tanı­
rım. Şu dünyadaki mevcudiyetim bende nasıl bir his uyandıracak
ise onu mutlaka Rus lisanı ile tercüme edebilirim. Ol bapta ta-
savvurâtım bile hep Rusçadır. Ne yapayım? Tahsilim bu lisan
üzerinedir. Efkârıma inbisat veren Rus lisanıdır. Şimdi benim ya­
nımda Rus lisanı bilmeyen bir kadın dilsizden farklı bir şey ola­
bilir mi?
Katerina - Vakıa pek güzel idare-i efkâr ediyorsunuz. Bu
kadar cerbezenize hayran olmamak mümkün değildir.
Kaplan - Hayır efendim. Cerbeze göstermeye çalışmıyo­
rum. Billahi hakikati arz ediyorum. Rus lisanı bilmeyen bir ka­
dına ben hiçbir söz söylemem. Hiss-i derûnumu vallahi tercüme
edemem. Ondan sonra bilirsiniz ki Kafkas kızlarının nazı, İstiğ­
nası da tahammül olunur derecede değildir. Bu kıt'anın âdât ve
ahlâkı iktizasındandır ki, bir kızın yüzüne bakıldığı zaman ma­
nalıca bir tebessüm etmek bile ayıp sayılır. Artık karşısında el
pençe divan durarak yeni gelin gibi gözlerini tırnakları üzerinden
ayırmamak ve ta zaruret hissetmeyince lâkırdı söylememek sure­
tiyle muaşaka da mümkün olur mu ya?
Katerina - Bunda biraz mübalâğanız olduğunu arz etmekli­
ğime müsaade buyurur musunuz? Vakıa dediğiniz hâl bir dereceye
kadar vaki ise de biraz yüz göz olup açıldıktan sonra Kafkas kız­
larının da mücâmelesine söz yoktur. Biz de Kafkaslıyız demektir.

182
KAFKAS 31

Bahusus bunca romanlarım okuduk. Onların da sûret-i muaşaka­


larım romanlarda gördük.
Kaplan - Biraz yüz göz olarak alışmak alıştırmak muvaf­
fakiyetine mazhar olarüar için vakıa öyledir. Lâkin ben buna
muvaffak olamayacağımı ve olamadığımı bilfiil tecrübe ettim.
Bu tecrübemde o kadar bedbaht çıktım ki tarif edemem.
Binaenaleyh Kafkas kızlarının suretlerini İevha-i kalbimden
bütün bütün sildim. Şimdiki hâlde gönül tahtgâhında bir Rus im-
paratoriçesi vardır ki ismi Katerina'dır.
Katerina - Teşekkür ederim. Pek büyük iltifat buyuruyorsu­
nuz ama bu muamelede yalmz siz değil ikimiz de bedbaht olaca­
ğız. Hiçbir ümîd-i selâmet, hiçbir tarîk-i necat yoktur.
Kaplan - (Meyusiyetle) O yolları hep bütün sen kapamak­
tasın Katerina. Eğer sen istemiş olsan önümüzde bin yol açılırdı.
Ah sana kendimi sevdirebilmek için ne yapmalıyım bilmem ki.
Ayaklarına kapanmamı istiyor isen ayaklarını öpüp yüzüme gö­
züme sürmek zaten benim için pek büyük bir nimet, zaten camma
minnettir.
Diye Kaplan Bey Katerina'nın dizlerine kapanmaya dav­
ranmış ve kız dahi buna müsait görünmüştü. Ama bir tavırla ki
Kaplan bir iştiyâk-ı tâmla kendisine teveccüh eylediği zaman
kızın rengi atarak, gözleri dönerek, dudakları titremeye ve nefesi
darlaşmaya başlamış olduğundan eğer bu hâlini görmüş olsaydı­
nız kızın Kaplan Beye gösterdiği istiğnalar, suubetler hep ca'lî
şeyler olduğuna şüpheniz kalmayarak o da Kaplan’ın bu kadar
mecburî olduğu hâlde niçin bu suubetleri gösterdiğine şaşardımz.
Kaplan gerçekten isti'tâf ve istirham hâlinde bulunan bir
âşık-ı ciddî gibi koşup kendisini Katerina'nın dizleri dibine attı.
Ve tahmin edebileceğiniz veçhile kız dahi asla müdafaa göster­
meyerek hüsn-i telâkkide bulundu. Hatta bir elini Kaplan'ın ar­
kasına atıp onu sanki göğsü üzerine alıp bastırmak ve sıkmak he­
vesinde imişse de ne çare ki bir mani'-i kavi men eylediği için
muvaffak olamıyormuş gibi bir şeyler gösterdi. Kaplan ise isti1-
tâfın yalnız bu derecesiyle de kalmayıp "Ah Katerina! Kedi gibi
gelip eteğine yüzünü gözünü süren bir bîçareye merhametsizlik
göstermek sana yakışır mı? Vallahi yakışmaz. Behemehâl beni
lütfunla ümitvar edeceksin. İhya edeceksin" diye dizleri üzerine
kalkarak göğsüne doğru mütehâlikâne bir hücuma da başlamış ve

183
32 KAFKAS

Katerina ise sırma gibi sarı bıyıkları altında derece-i hırs ve


hevesini saklamakta bulunan dudakların kendi gerdenine doğru
takarrübüne mukabil elleriyle gösterdiği mukabeleyi (bu defa el­
bette tahmininizin haricine olarak) var kuvvetiyle gösterme­
meye başlamıştı.
Ne çare ki tamam galebe Kaplan'ın dudaklarında kala­
cağı esnada Özden enekli kapıyı açmaya başlamasıyla Kaplan
derhâl kendisini toplayıp Katerina’dan ayrıldı. Fakat hiç şüphe
etmeyiniz ki Özden temaşagâh üzerinde icra olunan bu oyunun en
güzel, en âşıkâne olan son perdesini tamamıyla görüp temaşa ey­
ledi.
îşte efendim Kaplan'ın hayatından ettiği istifadeler
içinde bunlar dahi var idi ki bir genç adamın şu yoldaki istifade­
leri dünyanın ve hayatın ve vakit ve zamanın insan evlâdına arz
edebileceği en büyük nimetlerden olması münkir değildir.
Kaplan Bey bu kere Mösyö dö Brano hanesinde üç gün kadar
imrâr-ı evkat ederek badehu oradan ayrılmak istemeye istemeye
müfareketle yine kendi ikametgâhına avdet eyledi. Bu üç gün
müddet zarfında Katerina ile birkaç defa daha hâlî ve tenha
kalabilmişti. Ancak sûret-i güzerânım şimdi görmüş olduğumuz
kadar müsaadeli bir zaman geçmek nasip olamayıp gayeti vuku
bulan fırsatlarda Kaplan Bey ancak kıza olan muhabbetinin şid­
detini ispat edebilmek üzere tehiyye eylemiş bulunduğu iki çift
lâkırdıyı arz etmeye muktedir olabilirlerdi. Kâfir özden'den
rahat var mı ki, iki genç istedikleri gibi hâlleşebİİsinler?
özden Katerina ile Kaplan arasında gördüğü salifü'z-zikr
muamele üzerine acaba hiç ses çıkarmayarak sükut edebildi mi?
Ne mümkün? Kaplan Bey avdet eyledikten sonra lisan-ı
ta'n ü teşnfi bir karış uzatarak bula bula bir Abaza vahşisi bulup
sevdiğinden ve hâlbuki Müslümanlarda muhabbet denilen şey ne
demek olduğu malûm olmadığından ve Müslümanların kârı sekiz
on karıyı cem ederek muhabbetini bunların cümlesine taksim
etmekten ibaret bulunduğundan bahisle o kadar sözler söyledi ki
tarife sığmaz. Katerina ise bunların cümlesine mukabele ve mu­
kavemetten hâlî kalmazdı. Özden’in her itirazına karşı bir ce-
vab-ı mukni' bulup vererek daima karıyı susturabilirdi.
Öyle ise demek olur ki Katerina Kaplan Beyi cidden se-

184
\
KAFKAS 33

verdi.
Cidden sevmemiş olsa Özden ile bu mücadeleye çıkışır mı?
Hatta mücadelenin nihayetinde Özden "Anan baban senin bu
Abaza'ya olan hevesini haber alsalar ne yaparsın?" dediği
zaman Katerina "Benim evlâtlığıma lâyık olan vazife gönlümün
şu mecburiyetini mümkün olduğu kadar anamdan babamdan ketm
ederek onlarla bu bapta yüz göz olmamaktır. Ama orta yerde bir
casus olup da ondan haber alacak ve şu kabahatimi yüzüme
vuracak olurlar ise o hâlde kendileri analık babalık vazifesini
bihakkın ifa etmemiş olurlar" dedi.
Kızın şu son lâkırdısında casustan muradı Özden olacağı
derkâr ise de Özden'e yalnız bu şeyini atf ve isnat etmeye hakkı
yoktur. Zira Özden kızı Kaplan'ın muhabbetinden men için elden
geleni diriğ etmemekle beraber ol bapta peder ve validesine
harf-i vâhid söylememeyi sırdaşlığın akdem-i levâzımından
addeylemekteydi.

Üçüncü Bap

Yukarıki bapta Kaplan Beyin Dö Brano familyası nezdine


sûret-i vuku'unu haber verdiğimiz ziyaret bu defaki ilân-ı harb-
den dört gün mukaddem vuku bulmuştu. Bu dört gün Katerina’nın
eyyâm-ı ömrü miyanında en ziyade ehemmiyetle muayyen olan
günlerden addedilse şayandır. Zira kız zaten Kaplan Bey için de-
rununda bir büyük heves hissetmekteyken şu son mülâkatta
Kaplan'ın muhabbete dair vermiş olduğu te'minât-ı fevkalâde
heveslerine bütün bütün kuvvet vermiş olduğundan, bu meseleye
bir hüsn-i netice verdirmek yani kendi destini Kaplan'ın cidden
dâmen-i sahabetine erdirmek suretlerini dahi düşünmeye başla­
mıştı.
Bu mütâlâa tta bîçare kızcağızın neler düşünmüş olduğunu
bilseniz güleceğiniz gelir. Maksadın tarîk-İ husûlü gerçekten im­
kânsızlığına hükmolunmak lâzım gelecek kadar güç olduğundan,
peri padişahının oğlu veyahut kızı hikâyelerinde vüs'-i beşerin
fevkinde olan bu gibi hâlleri dahi hayalinden geçirerek "Ah! Bir
büyük balon yapsak da Kaplan ile beraber binip ber-hava olsak
ve ta bir beyâbân-ı vahşete kadar uçsak gitsek. Bari orada bir
kimse engel olamazdı" tarzında fikirlerde dahi bulunurdu.

185
34 KAFKAS

İşte kızın hayâlâtma bu surette vtis'at vermiş olduğu günle­


rin dördüncüsünü hitama isal eden bir akşam babası Mösyö dö
Brano gayet abus bir çehre ile familyası nezdine gelip Rusya dev­
letinin Devlet-i Aliyyeye ilân-ı harb eylemiş olduğunu tebliğ ey­
ledi.
Şu haber Madam dö Brano üzerinde hemen hiçbir tesir hâ­
sıl etmemişti. Zira mezbure bu makule ahvâl-i düveliyye ve si-
yasiyye hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığından onun zihni
hiçbir vakitte familyası hududunun haricine çıkamazdı.
Katerİna’ya gelince babası "Ey efendim top tüfek zamanına
girdik. Diplomatlar avaze-İ sulh pervanesini işittiremediler.
Şimdi topların velvele-i cihân ber-endâzânesini dinleyeceğiz"
dediği zaman Katerina "ilân-ı harb edildi deseniz a!" diye
tavrında fena hâlde bir bozgunluk gösterip hatta pederi dahi
bunun farkında olmasıyla sebebini istizaha mecbur oldu.
Mösyö dö Brano - İlân-ı harb edildiyse sana ne oldu?
Katerina - Nasıl bana ne oldu? Hiç iki büyük devlet cenge
başlar da insan olan bundan müteessir olmaz mı?
Mösyö dö Brano - Neden dolayı müteessir olduğunu bilsem
izahât-ı lâzımeyi vererek seni irşat eylerdim.
Madam dö Brano - Yani Türkler buraya hücum ederler ise ne
yaparız diye mi korkuyorsun?
Katerina - Ondan da korkmuş olsam yeri yok mudur?
Mösyö dö Brano - Türkler buraya gelemezler. Gelecek ol­
salar denizden gelecek değiller mi?
Katerina - Evet. Denizden gelirler. Osmanlı donanmasını
bütün gazeteler methediyorlardı.
Mösyö dö Brano - Şimdi donanmaların hiç ehemmiyeti
kalmadı. Şimdi hüküm torpillerindir. O cihetle deniz tarafından
hiçbir korkumuz yoktur. Hem zaten neden korkumuz olacak?
Muharebeyi bizim devletimiz ilân eyledi. O hâlde elbette teca­
vüz? hareket edecektir. Muharebe Osmanlı memleketlerinde ola­
cak. Biz burada top, tüfek sesi bile işitmeyiz?
Katerina - Vakıa orası öyle. Bunda pek büyük hakkınız
vardır.'
Mösyö dö Brano - Bizim için yalnız bir düşünecek şey
vardır. O da Kafkasya'nın ayaklanması bahsidir.

186
KAFKAS 35

Katerina - Vay böyle bir muharebede Kafkasya ayaklanır


mı dersiniz?
Mösyö dö Brano - Ona ne şüphe? Sen Kaplan Bey gibi
beylerin bize olan temellûkları mahza Rusya devletine ve
Ruslara muhabbetti sahîhaları olduğundan mıdır zannediyorsun?
Hele biraz ümit peyda etsinler de bak.
Madam dö Brano - Ayaklanırlar ha?
Mösyö dö Brano - Ayaklanmaz iseler ahmaklık etmiş
olacakları gibi, biz de kendilerini ayaklanmaz farzeder isek ah­
maklık etmiş oluruz.
Katerina - Şimdi siz Kaplan Bey ayaklanır da gelir bizi
keser diye mi itikat ediyorsunuz?
Mösyö dö Brano - Bizi kimse kesmez kızım. Kendi nefsi­
mizden korkuyor isek hiç korkma. Ben İşin devletçesini düşünüyo­
rum. Hatta devlet her ne zaman Kafkas'ı emniyet altında zapt
etmek ister ise yine bizim gibi Kafkas beyleriyle hüsn-i muame­
lesi olanlar himmetine müracaat eyler. Biz araya hatır ve dost­
luk gibi vasıtaları koyar isek, Kafkas’ın ayaklanmamasına bile
bir dereceye kadar hizmet edebiliriz.
Katerina - Ben de bu fikirdeydim de şayet efkârım yanlış
çıkacak diye korkuyordum.
Hâlbuki hakikatte Katerİna'nın fikri yalnız bundan da
ibaret değildi.
Muharebe ve Kafkas'ın ayaklanması bahislerini işittiği
zaman bazı efkâr ve amalinin delâleti üzerine kâh Kafkaslıların
İsyan ederek galebe dahi eylemelerini ve kâh aslâ isyan heve­
sinde bulunmamalarını ve onları müteakip dahi isyan zuhuruyla
ortalığın bir zaman için karışmasını arzu etmeye ve fakat hiçbir
arzuda bir saniye kadar devam edememeye kadar zihni karış­
mıştı,
O akşam familya içinde cenk lâkırdılarından başka hiçbir
lâkırdı edilmemiş olduğunu hesap edebilirsiniz. Mösyö dö Brano
Kafkas'ın her hâlde hesap ve tahminden hariç tutulmamak
lâzım gelen isyanı hakkında birçok fikirler, mütâlâalar,
muhakemeler arz.eyledi. Zevcesi muhakemât-ı mezkûreyi hüsn-i
telâkkide her ne kadar âciz idiyse de, Katerİna'nın dahi ol
bapta pederine iştirak ile ortaya dökülen hakikatler Madam dö

187
36 KAFKAS

Brano'yu bile bayağı uyandırmış ve dekayık-ı umûra akıl sevk


edebilecek bir hâle getirmişti.
Söylenilen sözlerin nihayeti şuna müncer oldu ve Mösyö dö
Brano ol netice ve nihayeti şu suretle hülâsa eyledi ki eğer Rusya
devleti bu defa Kafkas içinde bir kızılca kıyamet kopmasını
istemeyerek men etmek arzusunda bulunur ise daha şimdiden her
fedakârlığı göze aldırarak birkaç büyük beyi ele almalıdır.
Hatta bu işte devletimize en büyük iş görebileceklerin birisi de
biz olabiliriz. Zira sair beylerden kat’-ı nazar fakat hemen ev­
lâdımız gibi elimizde büyümüş olan Kaplan Beyi behemehâl
devlet tarafına celp edebiliriz.
"Evlâdımız gibi elimizde büyümüş olan Kaplan" sözüne
dikkat edilir mi? Buna en büyük dikkati Katerina etmişti. Hatta
pederi bu sözü söylerken hemen ağzım Öpeceği gelmişti.
Binaenaleyh kız bu sözün arkasını kestirmeyip biraz daha uzat­
mak meramıyla şu suali irada müsâraat eyledi:
Katerina - Kaplan Beyi devlet tarafına nasıl celp edebi­
lirsiniz babacığım?
Mösyö dö Brano - Orasını ben bilirim kızım.
Katerina - Ben de öğrenmek istiyorum.
Mösyö dö Brano - İş Kaplan Beye taallûk ettiği için mi
öğrenmek istiyorsun?
Katerina - (Pederinin şu manalıca sözünden biraz kızara­
rak) Kaplan Bey sizin evlâdınız gibi elinizde büyümüş olursa be­
nim de kardeşim gibi yanımda büyümüş olmak lâzım gelmez mi?
Mösyö dö Brano - Evet. İşte onun için söylüyorum ya.
Katerina - Öyle ise onu devlet tarafına nasıl celp edebile­
ceğinizi öğrenmekte benim de mazuriyetimi....
Mösyö dö Brano - (Daha açık bir manayı işrap edebilecek
olan tebessüm ile) Evet. Mazursunuz. Madem ki öğrenmek isti­
yorsunuz size söyleyivereyim. Buradan seni Kaplan Beyin yanma
gönderip edeceğim nasihatları senin vasıtanla ettiririm.
Katerina - (Şaşırarak) Ben ona ne nasihat edebilirim? Hiç
o benim sözümle hareket eder mi?
Mösyö dö Brano - İyi ama sen hem iş anlamak istiyorsun,
hem de kendince olan bir işi anlatmamak istiyorsun. Böyle olursa

188
KAFKAS 37

birbirimizi asla anlayamayız.


Madam dö Brano - Ne olmuş Allah'ı severseniz lâkırdıla­
rınızı anlayamadım.
Mösyö dö Brano - Onlar yalnız kızımla benim aramda
anlaşılabilecek şifreli lâkırdılardır. Öyle değil mi Katerina?
Katerina - (Morarıp) Ben de anlayamıyorum babacığım.
Mösyö dö Brano - Öyle ise ben sana anlatayım. Şimdi sen
Kaplan Beyin konağına gitsem onu Rusya devleti tarafına sada­
kate davet eylemiş olsan Kaplan senin bu tavassutunu reddeder
diye mi itikat eylersin?
Katerina - Ne bileyim ben?
Mösyö dö Brano - Yok ama beni Kaplan Bey ile olan kardeş,
kız kardeşçesine muamelenizden bihaber diye belleyerek cevap
verme. Seni ruhu gibi seven bir peder elbette senin her hâline
vâkıftır.
Söz buraya gelince Katerina kaşlarını çatarak bir kere
Özden’in yüzüne baktı ki karıyı gözleriyle yiyecek zannolundu.
Mösyö dö Brano - Yok yok. Günahına girme. Özden’den
hiçbir işittiğim yoktur. Hep kendi keşfimdir.
Katerina - İstihrâcınızda hatanız var babacığım.
Mösyö dö Brano - İstihrâcımda hatam yoktur kızım. Sen
beni reddetmeye çalışma da söyleyeceğim sözleri belle. Sen genç,
zeki, mütehassis ve yürek sahibi bir kızsın. Gönlün seni her cihet­
lere sevk edebilir. Nasıl ki sevk ediyor da. Lâkin şunu düşün ki
Cenâb-ı Hak o senin yüreğin içinde şulelendirmiş olduğu aşk ve
muhabbet nurunu bütün ömrünün zulemâtını tenvir için o fanus içine
koymuştur. Sen bu nûr-ı celîli aslâ iktizası olmayan cihetleri izâe
ile izâa eyler isen sonra bütün ömrünü zulemât içinde bırakmış
olursun. Ne demek istediğimi anlıyorsun ya? Sen zekisin dedim.
Kaplan Beye gelince bu bapta ona hiç diyeceğim yoktur. Onların
gönüllerinde zaten ne nur vardır, ne de ömürlerini ziyalandırabi-
leceklerdir. Kafkaslılarm hâli malûm ya. Şekil ve kıyafetçe in­
sana benzer birtakım behâyimden ibarettirler,
Katerina - En terbiyelileri Kaplan Beydir.
Mösyö dö Brano - Ne kadar terbiyeli olsa Kafkaslıdır,
Müslümandır. Vakıa kendisiyle ahbap olmalı, dost olmalı. Bak
demincek ne dedim? Evlâdım gibi elimde büyümüştür dedim. Ben

189
38 KAFKAS

kendisini cidden evlâdım gibi severim. Ancak senin gibi bir kızın
yüreği başka hislerle meşhun olmalıdır. Efkârımı pek açık söy­
lemeye babalık hâli mani oluyor. Ben senin sırdaşın addolunacak
bir arkadaşın olsaydım daha başka söylerdim. Fakat senin zekâ
ve ferasetin oralara hacet bırakmaz. Bununla beraber sana
Kaplan Beyden yüz çevir demem. Varsın o da ne hülyalarda bulu­
nur ise bulunsun. Erkeğin kadın nezdindeki hülyalarına tayine
kadın vücut vermeyinceye kadar onların derece-İ ehemmiyyeti
hep hülya olmaktan harice çıkmaz. Hep kendisine iltifat etmeli,
nezaket göstermelisin. Yalnız şunu düşünmelisin ki Abazadır. Sen
Rus. O Müslümandır. Sen Hristiyan. Onun ömrü için başka bir yol
açılmıştır. Senin ömrün için başka. Dediklerimi anlıyorsun ya?
Kızın validesi bu yoldaki lâkırdıları ilk defa olarak işit­
mekte bulunduğu cihetle bir türlü hayretini men edemedi.
Katerina ise başını önüne eğerek bir mahcubiyet-i lâtife ile baş­
tan başa pederini dinledi. Hatta pederi sözü bitirdikten sonra
bile daha bir zaman sanki sesinin kulaklarındaki taninlerini din­
liyormuş gibi başını Önünden kaldırmadı. Nihayet sükûtu yine
Mösyö dö Brano ihlâl 'eyledi.
Dö Brano - Şimdi bir daha sual edeyim bakayım. Eğer sen
murat etmiş olsan da Kaplan Beyin kabilesine giderek kendisin­
den Rusya devleti için bir sadakat vaadi istesen alamaz mısın?
Ama artık mahcubiyet lâzım değil. Doğrusunu söyle.
Katerina - Alabilirim babacığım.
Dö Brano - Hah! İşte şu aralık hükümete benim gibi birkaç
Dö Brano ile senin gibi birkaç Katerina lâzımdır. Koca Kafkas’ı
top ile tüfek ile zapt etmek mümkün olamadığı hâl, topsuz tüfek­
siz itaat altında hıfz etmek mümkün olabilir. Ne ise meram lâf
değil mi? İşte biraz da bu lâkırdı ile eğlendik.
Vakıa sözün bu akşamki şu derecesi eğlenceden başka hiçbir -
şey değildi. Ancak Madam do Brano bu eğlenceden hiçbir şey an­
layamadı. Zira kızı hakkında kocasının nasılsa istihrâc ve keşf
suretiyle iktisap eylemiş olduğu malûmat kendisinde mefkûd idi.
Binaenalayh o akşam kocasıyla halvethanelerinde hâli kaldık­
ları zaman kadın tarafından vuku bulan istizahlar üzerine Mösyö
do Brano Katerina hakkındaki malûmâtını karısına nakleyledi
ki, malûmât-ı mezkûre hemen tamamıyla hikâyeden buraya
kadar bizim almış olduğumuz malûmâta muvafıktır. Fazla

190
KAFKAS 39

olarak şunu da ilâve eyledi ki.


''Şimdi anladın ya. Kızın kendi elinde olsa bugün zimam-ı
ihtiyarını Kaplan Beye teslim eder. Bereket versin ki arada ih-
tilâf-ı diyanet vardır. Kaplan Beyin de kıza olan muhabbeti pek
büyük görürüm. Zira böyle iki günlük yolu bir günde alarak her
ayda, yirmi günde bir kere buraya gelişi benim kır bıyıklarıma
âşık olduğundan değildir. Uzaktan uzağa haber aldığıma göre
Kaplan Bey ta Katerina ile izdivaç arzularına varıncaya kadar
hülyalarını büyütmekte imiş. Ama ben bir_Abaza beyine kızımı
verip de hem inde’n-nas hem de ind-Allah rezil olamam. Yok
eğer hidayet-i Rabbani onun yüreğinde Katerina'nın aşkıyla be­
raber Hristiyanlık nurunu dahi uyandırmış ise ona diyeceğim
yoktur. Ne kadar olsa bir prenstir".
Bu defa edilen sözlerin eğlenceden ibaret olduğunu Mösyö
dö Brano beyan eylemişti. Tekrar edelim ki sözün bu derecesi fil­
hakika eğlenceden ibaret kaldı. Lâkin aradan beş on gün mürur
eyledikten sonra bir hâl vuku buldu kİ bu eğlenceye hakikat rengi
vermeye başladı. Şöyle ki:
Harbin ilânı ve hareket-i hasmânenin ihtidası üzerine va­
kıa telgraflar her gün bir muzafferiyet haberiyle ahaliyi müte­
selli etmeye başlamışlar idiyse de, el altından gelen ve kulaktan
kulağa teati edilen havadis-i sahîha-i saire Dö Brano gibi akı-
bet-endîş olanları düşündürebilecek şeylerdi. Ezcümle Sohum
ahalisi Sohum Kal'a'nın Osmanlı donanması taarruzundan masu­
niyeti için denize iika edilen deniz lağımlarına ziyadesiyle iti­
mat ve igtirâr eyledikleri hâlde, denize dalıp yüzmekte yunus
balıklarıyla rekabete çıkan Lazlarm torpil atıldığı tahmin olu­
nan yerlere dalarak ve derununda cehennem felâketleri memlu
olan o tehlikeli aletin telini keserek çıkardıkları veyahut hiçbir
işe yaramamak üzere terk eyledikleri havadis-i sahîhası ukalâ­
yı memleketin deniz cihetinden emniyetini selb eylemişti.
Bundan başka kabail-i müslime tarafından her gün Sohuma atlı­
lar gönderilerek vukuât-ı harbiyyeye dair havadis aranılması
ve bu cüst ü cüda ziyade tehalük gösterilmekte bulunması dahi
Kafkas ahvalini dekayıkına kadar bilenler için pek büyük endi­
şeleri mucip olmaktaydı. Hele Çürüksulu Haşan Beyin mahdumu
Ali Paşamn başına topladığı birkaç bin cengâver ile Batum cihe­
tine tecavüz ve taarruz etmek isteyen Rusya kol ordusunun önüne

191
40 KAFKAS

geçerek birbirini takiben üç dört galebeye nail olması artık Mösyö


dö Brano'nun çend gün evvel eğlence tarzında söylediği sözlere bir
ciddiyet sureti vermiş olduğundan Katerina kendi hayalâtına
bambaşka bir suret vermeye başlamış ve validesi ise korkusundan
ne düşüneceğini ve zihninde neye karar verebileceğini dahi
bilememekte bulunmuştu.
Bir sabah baba ile kız yalnız ikisi çay sofrasının başında
otururlar iken diğer cihette hane umuruyla meşgul bulunan zevcesi
oldukça büyücek bir telâşla yanlarına gelip çavıiş kıyafetli bir
f asker geldiğini ve Mösyö dö Brano'yu görmek istediğini haber
verdi. Rusya içinde bir haneye böyle asker gelmesi epeyce mühim
vukuattan addolunur. Zira bu makule adamların bir yere vürudu
mutlaka tehı olmayacağı derkâr olup Rusya taraflarında ise ek­
seriya insanın hatır ve hayaline bile gelmeyen kabahatlerden
dolayı yine hatır ve hayalinde bile bulunmadığı hâlde
Sibirya'ya kadar edeceği seyahatte kendisine karakoldan kara­
kola refakat etmek için böyle bir çavuş ve onbaşılar gelir.
Vakıa Mösyö dö Brano hükûmet-i metbûasının memduhu
bir adam olduğundan böyle tehlikenin en ilerisini en evvel tah­
min edemez idiyse de, bununla beraber çavuşun vürudu üzerine
yine bir dereceye kadar telâş ederek kalktı, dışarıya çıkıp herifi
gördü.
Meğer Sohum Kal'ası kumandam ve hükûmet-i mülkiyye-
sinin dahi reisi bulunan miralay tarafından mektup getirmiş
imiş. Hemen açtı okudu ki sûret-i mütercimesı şudur:
"Hürmetli Gospodin dö Brano Hazretleri.
Petersburg'dan alınan telgraf emirlerinde Kafkasya'nın
ahvâl-i hâzırası Sohum hükümetinin nazar-ı ehemmiyyetine
tavsiye ediliyor. Bunun için bugün hükümet konağında bazı ha­
vastan mürekkep bir komisyon-ı mahsus akdolunacak. Hem vak­
timizi hoşça geçirmek için eğlenilecek hem de Kafkas hakkında
bazı mertebe idare-i efkâr edilecek. Sizin dahi Kafkas hakkında
mücerreb ve müsellem olan malûmât-ı vefîreniz icabınca eğer teş­
rif buyurulur ise cümlece müşerref olur ve malûmât-ı
mevcudenizden istifade dahi ederdik.
İmza

192
KAFKAS 41

Vakıa bu mektup Dö Brano'nun zihnine gelen şüpheleri


kâmilen izale eylediyse de böyle hem ülfet cemiyeti, hem de
Kafkas meselesi gibi bir mes'ele-i mühimme üzerine bahsedilecek
hususî komisyonun ikisi bir yerde nasıl imtizaç edebileceğine bir
mana veremeyerek çavuşu bir “pekiyi, baş üstüne" cevabıyla
gönderip kendisi, karısıyla kızı yanına geldi.
Madam dö Brano - O asker ne istiyor İmiş?
Mösyö dö Brano - Hiçbir istediği yok. Şu mektubu getirdi.
Madam dö Brano - Mektupta ne diyor?
Katerina - Merak edilecek bir şey değildir ya?
Mösyö dö Brano - Hayır merak edilecek bir şey değil.
(Mektubu okuyarak) İşte hem sohbet, hem müzakere için sûret-i
gayr~i resmiyye-yi câmi bir cemiyete veyahut komisyona davet
olunuyoruz.
Katerina - Yalnız bunun için olsaydı biz de gitmeliydik.
Madam dö Brano - Bizim bir işimiz olabilir mİ ki gidelim?
Mösyö dö Brano - Ya başka med'uvlar familyalarını dahi
götürüyorlar ise?
Katerina - Orası da düşünülecek bir şeydir.
Mösyö dö Brano - Bana kalır ise hep beraber gitmek ev­
lâdır. Eğer kadınlar var ise o hâlde doğru hareket etmiş oluruz.
Yok İse siz kumandanın karısına bir vizite verirsiniz, biz de öte
tarafta işimize bakarız. Bu fena mı?
Katerina ve validesi - Fena olmaz.
DÖ Brano şu sözü söyledikten sonra oda içinde bir aşağıya
beş yukarıya birkaç defa gezindi ve verdiği kararın şâyân-ı iti­
raz olacak cihetlerini aradı ise de bulamadıktan maada bilâkis
oraya karısıyla, kızıyla beraber gitmenin bir de sebeb-i mucibini
buldu: ?
Mösyö dö Brano - Evet. Evet. Birlikte gidelim. Hem gi­
delim hem de eğer hükümet Kafkas'tan emniyetsizlik gösteriyor
da temin cihetini düşünüyor ise biz birtakım beylerden teminat
alabileceğimizi ve ezcümle Kaplan Beye behemehal söz geçire­
ceğimizi anlatalım.
Madam dö Brano - Fena olmaz. Memduh olurduk.
Mösyö dö Brano - İcap eder ise Katerina'yı Kaplan Beyin

193
42 KAFKAS

ikametgâhına kadar gönderir; görülecek işi ona gördürürdük.


Gidersin ya kızım.
Katerina - (Mahcubiyet hâliyle beraber bir cür'et-i mah­
susa ile) Niçin gitmem? Memleketim için büyücek bir iş görmeye
muktedir olur isem elbette giderim.
Mösyö dö Brano - Sen ne dersin zevcem? Kendisine gördü­
rülecek olan işi Katerina görebilir ya?
Madam dö Brano - Ne bileyim ben?
Mösyö dö Brano - Yok ama geçen gece sana verdiğim taf­
silat üzerine bilmen lâzımdır.
Madam dö Brano - Ha! Aklıma geldi. Görebilir ama bu işin
tehlikesini de göze aldırmalı.
Mösyö dö Brano - Vakıa şu aralık böyle bir iş ile bir Abaza
beyinin yanına gitmek tehlikeden hâli değildir ama, Kaplan
Beyin zararı kime dokunmuş olsa bize dokunamaz.
Şu son sözleri söylerken Madam ve Mösyö dö Brano'nun
tavırlarına güzelce dikkat edilmiş olsa idi, bu sözlerle teati et­
mek istedikleri efkârı söyledikleri sözlerden ziyade tavırla­
rıyla tefhim etmeye çalıştıkları anlaşılırdı. Zira Madam dö
Brano'nun telâffuz eylediği "tehlike" lâfzından murat ettiği
mana öyle cana kıymak nevinden bir tehlike olmayıp belki
Katerina uğrunda can fedasını göze aldırtacak tehlikelerden
olduğunu mezbure bir-tebessüm-i manidar ile kocasına anlatmış ve
kocası dahi bu fikri güya kızda hâsıl etmemek için tehlike
lafzına cana kıymaktan ibaret bir mana vererek, böyle bir
muameleyi dahi Kaplan Beyin kendileri hakkında reva
göremeyeceğini kıza te'mîn-i efkârında bulunduğunu kezâlik
gayet manidâr bir tebessüm ile işrap eylemişti. Kız validesinin
meramını ya cidden anlamadı veyahut anlamak tavrında
görünmemek istedi. Zira dedi ki:
Katerina - Babacığım. Eğer beni vatanıma, devletime, di­
nime bir büyük hizmet görmekten men edecek şey Kaplan Beyin
vahşet hâlinden münbais olacak tehlike ise ben bu tehlikeden
korkmam. Zira Abaza olmak Müslüman bulunmak vakıa böyle bir
beyin vahşetini hükme medar olur ise de Kaplan Beyin bütün
Kafkas içinde bir şazz olarak gayet terbiyeli bir adam olduğunu
zannederim ki siz dahi teslim edersiniz. Böyle bir adamdan be­

194
KAFKAS 43

nim gibi aciz ve müdafaasız bir kıza hiçbir tehlike gelmez.


Gayeti ümit eylediğimiz işi göremeksizin avdet edersek bu meyu-
siyetimiz ile baki kalırız.
Mösyö dö Brano - öyledir kızım. Hatta seni muhafaza bile
eder. Her hâlde şakadan başlayarak cidden böyle bir iş görebilir
isek elbette pek ziyade memduh oluruz.
Dö Brano familyası indinde filhakika şaka tarîkiyle baş­
lanmış olan bu iş, ol bapta teati olunan efkâr ve mütalâatın niha­
yetinde bir karar-ı ciddîye müncer olarak eğer Sohum kumanda­
nının dahi tasvibine mazhar olur ise Katerina'yı ta Kaplan Bey
ikametgâhına kadar sefaretle göndermek kararıyla bunlar kalk­
tılar üçü dahi hazırlanarak hükümet konağına gittiler.
Eğer kızını böyle sefaretle göndermek suretine Mösyö dö
Brano mahza devleti için bir hizmet görmek emeliyle karar ver­
miş ise, kendisinin pek hamiyetli bir Moskof olduğuna cidden
inanmak lâzım gelir. Ancak hatırımıza uzaktan uzağa hutur ey­
lediği veçhile mumaileyhin bu kararı içinde bazı incecik emeller
dahi bulunabilir. Ezcümle bir Abaza beyine kızım verip de gerek
inde'n-nas ve gerek ind-Allah rezil olmak istemediğini beyan ey­
lediği zaman meğer ki Katerina'nın aşkıyla beraber Hristiyanlık
nurunun dahi Kaplan Bey kalbine tulu etmiş olması ihtimalini
yâd edişi mumaileyhin âmâl-i baîdesinden birisine vüsul için
fikrimiz delâlet eyler ve bu işte kız şayet muvaffak olur ise
Rusya devleti tarafından kazanılacak mükâfat-ı resmiyye dahi
başkaca bir emel-i baîd olmak üzere gözümüz önüne çıkan hususat-
tan addolunur.
Katerina'ya gelince pederinin kendisine tavsiye etmek is­
tediği memuriyetten ol kadar memnun oldu ki derecesi tayin olu­
namaz. Ama bu memnuniyet kendisinin da'vâ-yı zâhirîsi veçhile
yalnız devlet ve millet ve diyaneti için bir hüsn-i hizmet gör­
meye muvaffakıyyet memnuniyeti değildi. Kaplan Beye vüsul
için yerden, gökten tasavvur ve tahayyülünden hâli olmadığı
nice dolaşık yollar içinde en emini ve en kestirmesi bu yol olabile­
ceğini düşündükçe işte bu hülya üzerine sevincinden havalanacağı
gelirdi.
Validesinin bu karar üzerine sevince, kedere dair bir güne
hissini taharrî etmeye hacet yoktur. Mumaileyha her hâl ü
kârda kocasının re'yinden ayrılmayan kadınlardan olup böyle

195
44 KAFKAS

tebaiyyet için kendisinde bir fikir ve re'y olmayan kadınlarda


ise sevince, kedere dair his dahi gayet kuvvetsiz olur.
İmdi DÖ Brano familyasını Sohum hükümet konağında
görmek için biz zihnimizi daha evvel oraya sevk ederek kendi
vüsullarından evvel görülmesi lâzım gelen birtakım hususât-ı
mütekaddimeyİ dahi görmekliğimiz lâzım gelir.

Dördüncü Bap

Kumandan tarafından Mösyö dö Brano'ya yazılan tezke­


rede "Petersburg'dan alınan telgraf ..." diye yâd olunan emr-i tel­
grafı mumaileyhe o sabah vasıl olup telgrafname-i mezkurda
tavsiye edilen hususata bilmüzakere suret verilmesini kararlaş­
tırdıktan sonra kumandan bir suretini Dö Brano'nun kıraatıyla
görmüş olduğumuz tezkereler gibi lüzumu kadarının yazılmasını
kendisinin ser-kâtibi bulunan Pesimanof'a ve bunların dahi fa­
lanca ve filânca zevata irsalini yaver-i harbî bulunan Selim
Kamaro isminde bir Abaza zabitine sipariş eylemiş ve kendisi ise
yine Petersburg ile bâ-telgraf konuşmak için telgrafhaneye git­
mişti.
Şu fıkra içinde Selim Kamaro isminde bir Abazanın Moskof
zabiti ve Sohum Kal'a hükûmet-i mülkiyye ve askeriyyesi ku­
mandanının yaver-i harbî sıfatında görülmesi erbâb-ı mütâlâaca
nazarıdikkat ve ehemmiyeti celp eylemiş olsa becadır. Zira
Rusya devletinin Kafkaslıları elde etmek için müracaat eylediği
tedbirler içinde böyle yerliden hizmet-İ askeriyyeye adam al­
mak dahi dahil bulunduğunu henüz ihbar ve ihtar etmemişizdir.
Şimdi haber verelim ki Rusya devletinin Kafkas ahalisini hiz-
met-i askeriyyeye idhal edişi iki surette olup bunun birincisi
ümera ve rüesâdan sadakatine en ziyade emniyet edilen zevata
büyük küçük birer rütbe-İ askeriyye tevcih ederek onu yine kendi
ikâmetgâhında ibka eylemektir. Vakt-i hâzır için bu suretle tev­
cih edilen rütbenin âdeta gönül avlamak nevinden bir cemile ol­
maktan başka ehemmiyeti görülemez ise de vakt-i sefer için
Moskofların yerliden "milisya" namıyla tedarik eyleyecekleri
süvari ve piyade asâkir-i gayr-i muntazamayı işbu rüteb-i aske­
riyye erbabına toplatıp onlar vasıtasıyla idare ettirmek kararı
vardır. İkincisi ise henüz genç olan yerliler Moskof mekâtib-i as-

196
KAFKAS 45

keriyyesine alarak orada Moskof lisanıyla fünûn-ı askeriyyeyi


talim eyledikten sonra doğrudan doğruya hidemât-ı askeriyyede
istihdam eylediği adamlardır ki Rusya devleti bunların sadaka­
tinden tamamıyla emin olup, hatta Kazan taraflarına doğru me-
mâlik-i dahiliyyede bazı İsmail bin İbrahimlerİ, İbrahİmof na­
mıyla yâd edebilmek suretine ifrağı dahi bu makule asdikasımn
yardımıyla vücuda gelmiştir. Böyle mektepten yetişen zabitamn
sadakati bazı tecrübeler İle bir kat daha kuvvet bulur ise ona za­
degandan bir kız vermek yahut onun familyasından bir kız almak
gibi rabıta-i ittihadı tamamıyla takviye edecek suretlere dahi
müracaat olunur.
Bu babın ilk fıkrasında Selim Kamaro diye zikreylediği-
miz Abaza zabiti işte bu ikinci kısım zabitandan olup an-asl köle
bulunduğu hâlde on beş, on altı yaşında iken Rusya mekâtib-i as-
keriyyesine girip beş sene sonra bâ-şehadetname çekmiş ve sekiz
seneden beri dahi oldukça sıtk ü istikamla hizmet ederek sağ kol
ağalığı payesine varmış ise de, sadakatine dair edilen tecrübeler
henüz ikmal edilmemiş bulunduğu cihetle, daha tamamı
tamamına bir Moskof zabiti addolunamamakta bulunmuştu.
Selim'in tercüme-i hâline dair burada söylediğimiz üç dört
lâkırdı kendisinin otuzunu mütecaviz bir babayiğit olduğunu bize
tanıtmıştır. Şekil ve siması hakkında dahi şu kadarcık malûma­
tımız olmak kifayet eder:
Bu zat biraz tüysüzce olduğu gibi vücudu dahi gayet iri ve
endamı pek mütenasip ve hele teni pek ter ü teravetli bulundu­
ğundan kendisini görenler ancak yirmi iki, yirmi üç yaşında bir
genç irisi zannederler. Vücudunda olan sıhhat-i tâmmenin alâ-
yim-i lâtife-i hariciyyesinden olmak üzere aslı gayet beyaz olan
tenini pek lâtif bir pembelik bir kat daha tezyin eyler. Böyle gül
renkli bir çehre üzerinde incecik kumral bıyıklar ile yine bu renk­
teki kaşlar ve kirpikler çehreye pek yaraşık alır. Zira ağız, bu­
run ve çene gibi a'zâ-yı sâ iresi dahi vechin aheng-i umumîsine
tamıyla mutabık ve mütenasip olduğundan, bir tenâsüb-i umûmîyi
a'zadan yalnız birisinde noksan bile olsa yine ihlâl edemeyeceği
derkârdır. Selim'in sadasmda olan halâvet öyle her ihtizazlı ve
gevrek olan sadalara mahsus olmayıp hele sûret-i tekellüm ve
şive-i ifadesinde o kadar lezzet duyulurdu ki lâkırdısını dinle­
yenler sabahtan akşama kadar kendisini dinleyip de mukabele-

197
46 KAFKAS

ten harf-i vahid söylemiş olsalar, akşamdan sabaha kadar dahi


yine harf-i vahid mukabele etmeksizin kendisini dinlemeye can
atacak mertebedeki zevklerini muhafaza eylerler ve asla usan­
mazlar.
Bu letafet ve halâvet-i tekellüm o kadar büyük nimetler­
dendir ki buna mazhar olanlar ifa-yı hakk-ı teşekküründe aciz
kalsalar yeri vardır. Bazı adamlar olur ki her telâffuz eylediği
kelime pür-mani ve pür-hükm olduğu hâlde sözünde olan tatsız­
lık münasebetiyle onu dinleyenler can sıkıntısından esneye esneye
ağızları ayrılır. Halâvet-i tekellüm nimetine nail ve mazhar
olanlar ise hezeyan bile söylemiş olsalar ağızlarından cevahir
saçıyorlar zannolunur.
îşte hâl ü şanı hakkında şimdilik bu kadarcık malûmatla
iktifa edeceğimiz Selim Kamaro kumandan tarafından verilen
emr-i mucibince baş kâtip Pesimanofun yazdığı tezkireleri çavuş­
lar vasıtasıyla yerli yerine gönderdikten sonra kumandandan
mukaddem davetliler gelir ise karşılayıp hürmet-i lâzımeyi ifa
etmek için meclis odası ittihaz olunan büyük salon içinde bek­
lerdi.
Bu salonun cesameti sahihan büyük diye vasf edilmeye şa­
yandır. Zira arzı on metreden ziyade ve tulu on sekiz metreye ka-
rib olup tavanın irtifaı dahi altı metreyi tecavüz eylerdi. Bir
divan-ı askerî olması sureti bir hükümeti mülkiye meclisi odası
olmak sıfatına galebe eylemiş bulunduğundan koltuk, kanepe,
perde ve orta masası gibi mefruşattan sonra bu masamn üzerine
konulan kitapların kavanin ve ulûm-ı askeriyyeye dair olması ve
birtakım nev-icad toplar ile torpillerin küçük mikyasta yapılmış
olan modelleri dahi bir sûret-İ hasenede olarak gerek bu masa
üzerinde ve gerek konsollara tertip edilmiş bulunması ve duvar­
lara muharebe resimleri ile gayet muntazam haritalar ve plân­
lar ta'lik olunması, odanın şan-ı askerîsine pek mütenasip düş­
mekteydi.
Selim Kamaro bir saat kadar müddet bir koltuk üzerinde ve
başı koltuğu altında yani gayet durgun ve dalgın ve meşgul ve
yorgun bir hâlde geçirdikten sonra uykudan uyamr gibi bir suretle
başını kaldırdı. Etrafına baktı. Badehu ayağa kalkarak resim­
lere, modellere, kitaplara filânlara göz gezdirdi ise de hiçbirisi
nazarıdikkat ve ehemmiyetini, kendi üzerinde tevkif edemeyip

198
KAFKAS 47

nihayet Kafkas dağlarının mücessem olarak yapılmış bulunan


gayet güzel haritası önünde irkildi, durdu. Sekiz on dakika
kadar bu haritayı hayran hayran muayene eyledikten sonra
gayet derin bir nefes alarak kendi kendisine dedi ki:
Ey babam! Top patladı. Bakalım aks-i sadası nereden işi­
tilecek? Hesabıma kalırsa Hazar denizinden Vidin'e kadar se­
kiz, dokuz yüz saatlik bir cenk hattı teşkil olunacak. Toplar ağ­
zından çıkan alevler, şimşeklere ve gürültüler dahi gök gürültüle­
rine üstün çıkacak krup gülleleri, kuyruktan dolar tüfek kurşun­
ları yıldırım yağmuru gibi yağacak. Bir cenk olacak ki eden kah­
raman da hayran kalacak. Bir adım ileride bulunmak en mühim
bir vak'a addolunacak. Hey koca Kafkas hey! Zirvelerini ke-
mâl-i azametle bulutlara kadar kaldırmışsın ha! Barut dumanı
senin bir âlî şahikaların üzerinde bir korkunç bulut teşkil edecek.
O bulutun yağdıracağı yağmur kan yağmurudur ki senin coşkun de­
relerinin berrak sularını gülgûn edecek. Zira bu vak'ada
Kafkaslıların bâr-ı esarete tahammül ile kuvve-i garîzesi bitmiş
meyyit-i gayr-i müteharrik gibi kalacağını ümit edenlerden
değilim. (Gezinir) Evet. Soğumuş, donmuş kuvve-i garîziyyesi
bitmiş meyyit gibi kalamaz. Kafkas ölmedi. İhtiyar bile ölmedi.
Kafkas gençtir. Henüz bekâm olmak saadetini görmemiş nev
civanlara benzer. Dünya kurulalıdan beri ne bir istiklâl gördü, ne
bir müstakilin hükmü altına girdi. İstiklâl görmedi. Zira
müstakil zannolunduğu zamanlarda birtakım beyler elinde
münkasim ve perakende idi. Bir müstakilin idaresi altına da
girmedi. Çünkü gördüğü idare bir müstebit zalimin esaretinden
ibarettir. Buna tâbiiyyet denemez. Ah! Bir tâbiiyyet görmedi.
Esareti altına girdiği zalim bizim mes'udiyetimize çalışmak
şöyle dursun eski müteferrik hâlde kalmamıza da müsaade
etmiyor. Kafkas ve Kafkaslı olmayı mahvetmek ve unutturmak
istiyor heyhat! Kanları içinde çırpınarak can veren baba, beşiği
içinde kıvranarak ağlayan oğluna son nefesinde intikam vasiyet
etmiş. Bu vasiyeti oğullara, sevgili anaları tebliğ edecek. O oğul
bir küçük fırsat bulur da baba vasiyetini yerine getirmekten
çekinir mi? Ben diyemem. Nefsime kıyasla diyemem. Moskof bizi
memnun etmek için ne yapabilir ise işte bana yapmış. Ben bir aciz
köle idim. Beni kolağası etti. Fakat efendimin konağında köle
olmaktan daha memnunum.

199
48 KAFKAS

Koskocaman bir salonda yalnız başına bulunan bir adamın


şu sözleri tiyatro sahasında icfâ-yı san'at ve ibrâz-ı ma'rifet ey­
leyen aktörler gibi coşarak, kudurarak ağzından ateşler saçarca-
sına söylemeyeceği derkârdır. Zira o hâlde bu adamın cinnetine
hükmedilmek lâzım gelir.
Selim bu manayı kendi hatırından geçirmekle iktifa
ederdi. Nefsine hitap edenler bu mişillü büyük büyük manaları
yalnız yüreğine söyleyip alacağı cevaplan dahi yüreğinden al­
dığı gibi Selim dahi ayniyle bu hâldeydi. Lâkin bu hâl kendisini
o kadar meşgul etmekteydi ve o meşguliyetle Selim o kadar dal­
gındı ki inde'l-hesab şu sözlerin daha yarısına gelmeksizin salo­
nun zaten açık bulunan kapısından içeriye giren gayet süslü bir ka­
rının fistanı hışıltısı dahi Selim'i bîdar edemedi. Bu karı süste
süslü olduğu gibi, boyda da boylu, güzellikte de güzel, letafette
letafetli hâsılı karı olmak üzere her ciheti mükemmel bir şey
olup hele hâl ü şanında ve tavr ü vaz'ında işvebazlığa, cilvekâr-
lığa, aşüfteliğe delâlet eyleyen o kadar emârât-ı alâyim vardı
ki kendisini görüp de bunlardan hâlini istidlal edememek en
gabî, en ebleh olanlar için dahi teslim edemeyecek bir izansızlık
demek olur.
Kapıdan içeriye girerek üç dört de adım attığı hâlde
Selim'in vürudundan haberdar olmadığını görünce karı olduğu
yerde bittevakkuf biraz düşünmeye vardı. Ancak bu tevakkuf iki
dakika kadar da devam etmedi. Zihninden "Yapar mıyım?
Yaparım" suretine karar verenlerin çehrelerinde görülen cür’et-i
mütebessime tavrıyla iki güzel ellerini fistanın hışıltısını men
etmek işinde istihdam eyleyerek ve adımlarını yavaş yavaş ata­
rak Selim'e doğru takarrübe başladı. Tamam gereği gibi takarrüp
ederek iki ellerini kaldırıp Selim'in omuzları üzerine indireceği
ve "poh!3 diye korkutacağı her görenlerce anlaşılabilecek bir vaz
peyda eylemiş olduğu zamandı ki Selim dalgınlıktan bîdar ola­
rak karıyı gördü:
Selim - Vay siz misiniz efendim?
Madam - Kah kah kah! Ürkütecektim Selim!
Selim - Ürktüğümü görmek zevkiniz ise kendi kendime ür-
keyim.
Madam - Zevkimdir ama kendi kendine ürkmekten ne an­

200
KAFKAS 49

larım? Ben ürkütmeliydim. Ey ne yapıyorsun bakayım?


Selim * Harita mütalâa ediyorum.
Madam - Öyle ya. Beni hiç düşünmezsin ki. Beni düşünmüş
olsaydın zihninde harita mütalâa edecek kuvvet kalmazdı.
Selim - Bu tekdir mukaddemleriyle beni yine isti'fâ-yı
cürm için ayaklarınıza kapandırmak mı istiyorsunuz?
Madam - Evet. Çünkü geçen gün sen ağladıkça ben pek zi­
yade mütelezziz oldum.
Selim - Vallahi inanırım. Hakikat bundan ibaret olduğunu
ve mücerret bir lâtife-i cemile olarak bu sözü söylediğinizi bili­
rim ya. Fakat bu lâtİfede o, kadar sebat ediyorsunuz, kaşlarınızı o
kadar kahharâne çatıyorsunuz/ gözlerinizi o kadar cellâtâne fır­
latıyorsunuz ki, âdeta meramınız beni kahretmek olduğuna ina­
nacağım geliyor.
Madam - Demek oluyor ki inanmıyorsun.
Selim - Nasıl inanayım ya? Hiç siz sevgili Selim'inizİ
kahretmek ister misiniz? Hiç buna yüreğiniz razı olur mu?
Madam - Elbette olur. Seni kendi âguş-ı tahassürümde sana
doyamaya doyamaya ezip kalır ve idam eder isem gözüm
doyacak zannediyorum.
Selim - Ah! Ne büyük iltifat! Kedi kendi yavrusunu sev­
mekle doyamadığı ve yiyerek doyduğu gibi. Öyle değil mi?
Madam - Orası da öyle ise de bende başka bir fikir de var!
Haniya bir vakit hüner-verin birisi padişahın birisine kimsenin
aklı sırrı ermeyecek surette bir saat yapmış. Padişah saatten pek
ziyade hoşlanıp küllî ihsan etmiş ise de bu saati şayet başka bir
padişaha da yapmasın diye tutmuş herifin boynunu da vurmuş.
Ben de bu fikirde bulunuyorum. Senin beni sevmiş olmaklığın o
saat kadar büyük saadettir. Lâkin benden başkasını da sevebile­
ceğin ihtimali hatırıma geldikçe seni ....
Selim - Ah! Bu da...
Madam - Ey? Lâkırdını bitirsen a.
Selim - Korkarım darılırsınız.
Madam - Hiç darılmam. Mutlaka söyleyeceksin.
Selim - Bu da Moskofluktan gelir diyeceğim.
Madam - Evet efendim Moskofluktan gelir. Ne yapacaksın

201
50 KAFKAS

bakayım? Moskoflar barbar mı diyeceksin? Barbarız işte. Senin


gibi seve seve doyamadığımız âşıkları öldürüp kanını içerek
onunla hararet-i müştehiyânemizi teskin ederiz. Evet, Moskof
olduğumuz için sizi bu kadar severiz. Moskoftan başka bir karı bul
da kendini bu kadar sevdir bakayım.
Selim - Gördünüz mü bir kere nasıl darıldınız?
Madam - Vallahi hiç darılmadım. Çünkü sen bana Moskof
dediğin zaman içinde aşkta ziyade ifrat, muhabbette şehvetpe-
restlikte ifrat gibi manalar anlarım. Bunların ise lâkırdısı bile
bana keyif verir. Zevk verir. Ey artık bırak şu haritayı da. Hazır
kumandan telgrafhaneye gitti. Biz bizeyiz, haydi seninle bilârdo
salonuna gidelim de birkaç kolpo bilârdo çekelim.
Selim - Aman efendim mazur tutunuz. Buradan ayrılamam.
Bugün mühim bir meclisimiz vardır.
Madam - Bilirim. Cenk meselesi, Kafkas ihtilâli meselesi
değil mi? Şaşarım aklınıza. Keşke Kafkas isyanı çıksa Çerkezler
Sohum'u alsalar da beni de bir Çerkez kapıp kaçırsa. Çerkezin
esiri olsam.
Selim - İstiyor musunuz?
Madam - İsterim zahir. Karılara perestiş eden, tapan bir
Çerkezin âguş-ı tehâlükünde bulunmak az zevk midir?
Selim - Öyle ise sizi ben kapıp kaçırayım.
Madam - Haydi kap da kaçır.
Selim - Nasıl olur ya? Ben askerim.
Madam - Hah işte gördün mü? Asıl Moskof sensin. Çünkü
askersin. Sen var git İmparatoruna sadakada hizmet et. Beni bir
Çerkez beyi kaçırsın da kabilesine götürsün. Karşısında sabaha
kadar el pençe divan durayım.
Gelen madamın kim olduğunu tanımadığımız hâlde sebkat
eden müşafeheden bu karı ile Selim arasındaki münasebetin yal­
nız neden ibaret olduğunu değil, hatta ne kadar kuvvetli olduğunu
dahi öğrendik. Eğer Rusya'nın târih-i hususîsini güzelce ve
dikkatlice mütâlâa etmiş ve bahusus Anna ve Elizabeth ve
Katerina namıyla yalnız Rusya iklimine hâkimelik değil iklim-
i safa ve sefahat-ı aşüftekârâneye dahi ferman-ferma olmuş bu­
lunan bir çok imparatoriçelerin ve bunlara rekabeten imparator­
ları yed-i teshirlerine almaya çalışan birtakım karıların terâ-

202
KAFKAS 51

cim-i ahvalini öğrenmiş iseniz,, gelen madamın Selim Kamaro'ya


söylediği sözler lâtifeden ibaret olmayıp pek ciddî olduğuna ve
hatta derununda hisseylediği şevkin icabât-ı hariciyye ve zahi­
resine tamamıyla mütenasip düşecek derecede olmayıp hissiyât-ı
ınüştehiyânesinden pek azım söylemiş bulunduğuna dahi kail
olursunuz.
Kırkambar serlevhasıyla her şeyden bahsetmek üzere çı­
karmakta olduğumuz mecmualara "Fransa'nın devr-i şehvanîsi"
diye bir uzun makale-i târihiyye dere eylemiştik ki, Fransa'nın
zevk ve safa âlemine en ziyade vüs'at verdiği devirdeki ahva­
lini mübeyyin idi. Vakıa o bentte hikâye eylediğimiz ahval mu-
hayyirü'l-ukuldür. Ancak ne kadar muhayyirü'l-ukul olsa yine
Rusların bu yoldaki ahvali derecesine varamaz. Aralarında şu
fark vardır ki Fransızların sefahati bütün bütün ciddî ve hulkî ve
cibillî olmayıp, bu yoldaki tehalüklerinin yüzde yetmişi zevzek­
çesine bir mübalâğadan ibarettir. Ruslar ise o yolda hangi dere­
ceye varmışlar ise hilkat ve cibilletlerinin müstait olduğu dere­
ceye nispetle derece-i mezkure yine pek aşağıda kalmış ve kendi
İstidatları daima derece-i mezkurenin ma-fevkini hırs ve tahas­
sürle kendilerine özletmiştir.
Ressamların ahval-i dahiliyyeleri üzerine yazılan tiyat­
rolardan, romanlardan, seyahatnamelerden anlaşıldığı üzere
bunlar hâlâ o yoldadırlar. Burada bizim için bir numuneleri ise
Selim Kamaro'yu korkutmak isteyen salifü’z-zikr madam ola­
caktır.
Bu kadın Sohum Kal'ası kumandamnın madamesi olup fa­
kat kendisi Novogorod zadeganından olduğu ve kocası ise kendi­
sine nispetle pek pespaye bir adam olup, hatta miralaylık rütbe­
sine dahi karısının asaleti sayesinde nail olmuş bulunduğu ci­
hetle, işvebazlık yolunda irtikap eylediği rezaletlerin hiçbiri­
sini irtikapta kocasından çekinmez ve ondan maada hiçbir kim­
seden tevakkiye dahi zaten mecburiyet görmezdi. Hatta bugün
Selim ile salifü'z-zikr müşafeheyi ederken kocası bağteten vürut
eyledikte karı asla bozulmayıp ve bir güne telâş dahi gösterme-
yip kocasını güler yüzle İstikbal eylemiştir. Zira karının Selim
ile ve Selim'den mukaddem daha birçok genç zabitler, kâtipler,
bahriyelilerle böyle yalnız lâtifeler, şakalar etmesini görmek
kumandan için ilk defa olmak üzere vaki olmuyordu kİ, hatta ge­

203
52 KAFKAS

rek karı ve gerek herif az çok mahcup olmaya lüzum görsünler.


Kumandan karısının daha başı açık mücamelâtını bile gördüğü
zamanlar hep ibtisam ve İnbisat ile telâkki etmeye gerek
Moskofluk ve gerek medeniyet iktizası ve bilhassa karısına min­
nettar bulunmak sureti ile mecburdu. Hatta zevcesi hanım hazret­
lerinin mücamelesi daha ziyade başı açık olacak olur ise kuman­
danın vazifesi geldiğini asla hissettirmeksizin geriye dönmek
olduğunu da hatırdan çıkarmamalıdır.
Velhasıl kumandan içeriye girdiği zaman karısı için
“Vay! Sen de burada mısın?" sözlerini kâfi görüp tezkireleri yerli
yerine gönderip göndermediği Selim Kamaro'ya sual ve o dâhi
hepsini yerli yerine gönderip şimdi ise med'uvların vürudlarına
muntazır bulunduğunu cevaben irat eyledi. Bundan sonra
kumandan der-dest-i müzakere bulunan Kafkas meselesi
hakkında Selim Kamaro ile sözleşmeye başlamasıyla ve bu
misillü ciddî mesail ise madam cenaplarım sıkmasıyla mezbure
k a lk tı "Bunların politika lâkırdılarından cenk ü cidal
meselelerinden illallah! Bıktık,, usandık! İnsan ahbabıyla dört
lâkırdı etmeye meydan bulamıyor ki. Novogorod gibi, Moskova
gibi, Petersburg gibi cennet misal şehirleri bırak, kalk kocamız
hazretlerinin arkası sıra buralara kadar gel de vaktini nasıl
geçireceğini bilemeyerek çatla" diye hiddetle mırıldanarak
kendi dairesine çekildi, gitti.
O gittikten sonra kumandan bir tavr-ı mağrurâne ile zatına
mahsus olan kanepe kadar büyük bir koltuk üzerine oturup "Ey
Gospodin Selim! Sen Kafkaslıların bu defa isyana olan hevesle­
rine ne dersin?" diye bir söz ser-riştesini ortaya bırakmakla
Selim tarafından mukabeleten verilen cevaplar, ta vürudlarına
intizar edilen misafirler gelinceye kadar uzanıp gitmişti.
Bu müşa/eheyi buraya aynen kaydetmeye ihtiyacımız
yoktur. Zira hikâyemizin tertib-i mahsusunca o kadar ehemmi­
yet götürecek müşafehelerden değildir. Yalnız hülâsasını şu
veçhile haber verelim ki: Selim vatanı hakkında yüreği içinde
ne türlü hisler, emeller saklamakta ise onu hiçbir kimseye ibraz
ve irae edemeyecek surette hıfz etmekte olup, kumandan
huzurunda ise en gayretli, en sadakatli bir Moskof zabiti gibi
davranmış ve eğer Kafkas kıyam eder ise asileri top ve tüfek
taneleriyle mahvetmek değil, belki efvâh-ı nâriyyeden çıkan

204
KAFKAS 53

barut ateşiyle kebap eyleyeceğini kumandanına temin eylemişti;


hatta kumandan bilmünasebe "senin Kafkaslılar" diye isyandan
havf edilen ahaliyi Selim'e nispet etmiş olması üzerine
"Estağfurullah! Benim Kafkaslılar neden olsunlar? Benim
diyanetim İslâm diyaneti olduğundan Kafkaslılar ile yalnız bu
cihetten münasebetim olabilir ise de imparator hazretlerinin
asdika-yı bendegânından bir zabitim. Saye-i imparatorîde
kolağahk rütbesine nail olmuşum. Bunun daha ilerisini de
sadakatimin mükâfatı olarak hüsn-i şahadetinizle yine
imparatorumun lütfundan beklerim" demiş olduğundan, kumandan
bu sözden pek ziyade münbasit olarak "Aferin Gospodin Selim!
İşte böyle imparator hazretlerine sadık olmalısınız. Hele bu
meselede bir yararlık gösterir iseniz, binbaşı olacağınıza
şüpheniz olmasın. Bunu size kaviyyen vaat edebilirim" demiştir.
Vürudlarına intizar olunan med'uvlardan en evvel Sohum
despotu Gospodin Syentiyanos vürut etmekle ol bapta emir çavuş­
ları tarafından verilen haber üzerine kumandan Selim Kamaro
ile olan müşafehesini terk ederek derhâl Syentiyanos'un istikba­
line müsaraat göstermiş ve Rusya'da bazı yortu günlerinde papa­
zın bindiği merkebi bizzat imparator cenaplarının yularından
yedip götürmesi gibi âdât ve usulden anlaşılacağı veçhile memâ-
lik-i mezkurenin her tarafında papazlara edilen hürmet ve ri­
ayeti Sohum kumandam dahi yerine getirmekte kusur eyleme-
miştir. Zira despot efendiyi salonun ta dışarısından istikbal ede­
rek ve koltuğuna girerek muazzezen içeriye getirmişti.

Beşinci Bap

Gospodin Syentiyanos papaz ve despot bulunmak haysiye­


tiyle ne kadar şâyân-ı hürmet ve tazim bir zat idiyse, kendisinin
bazı hususiyet-i ahvali dahi hakkındaki hürmet ve tazimi o
nispette arttırabilecek mevaddan idi. Bir kere bu zat altmış ya­
şım tecavüz eylemiş bir pîr olup şu hâlet-i şeyhûheti lâzımü't-
ta'zim olacağı derkârdır. Ondan sonra ulumda fevkalhad rüsuh
peyda eylemiş olup meziyet-i ilmiyyesini dahi ahlâk-ı hasene-
siyle bir kat daha tezyin eylemişti. Papaz olmakla beraber taas­
sup cihetince sair emsaline makis olmayıp fikr-i diyaneti, fikr-i
hikmetle meze ederek Moskoflar miyanında emsali pek nadir

205
54 KAFKAS

olmak üzere âdeta insan-ı kâmiller mertebesine varmıştı. Çarın


oğullan bulunan grandüklerin fevkalgaye teveccühlerine mazhar
olduğundan şu hâl Moskova ve Petersburg eazımından pek çoğunun
tav'an ve kerhen teveccühlerini celbe medar olmakla Gospodin
Syentİyanos tarafından bu iki payitahta her ne iltimas edilecek
olsa derhâl icra edilmek zarurî idiyse de, mumaileyh asıllı asıl­
sız birçok iltimaslar ile eazımı taciz ve tasdî' edecek adamlar­
dan addolunamaz. Şu hâlde kendisinin büyükler dalkavuğu ol­
duğunu dahi hükmetmemelidir. Zira devlet ve milletini pek
ziyade sevmek ve hükümete son dereceye kadar sadakatte
bulunmakla beraber, gösterdiği sadakatin bir sadakat-i ca'liyye
olmayıp sadakat-i hakikiyye olduğunu kendi vekarmı, izzetini
muhafaza ederek hiçbir hâlde, hiçbir kimseye temellük
göstermemesiyle ispat eyler ve bundan başka suretle kendisini
beğendirmeye lüzum bile görmez. Hatta Rusya devletinin bazı
kendi efkârına muvafık görülmeyen ahvalini muahezeye kadar
bile varır ki bu cür'etin Rusyaca pek az kimselere mahsus
olabileceği derkârdır.
Mumaileyh salondan içeriye girdiği zaman meclis-i hususî
a'zasından kimseyi görmeyince "meclis henüz içtima etmemiş?"
diye sual ederek kumandan dahi meclisin binbaşı Petriç ve Kazak
reisi Hartaba ve kâtip Pesimanof ile bir de kolağası Selim
Kamaro'dan ibaret olacağını haber verdikte, "Asıl mecliste bu­
lunması lâzım gelen bir zat vardı ki onu davet etmemişsiniz. O da
Gospodin dö Brano'dur. Yirmi otuz yıldan beri Kafkas'ın en içeri­
deki mahalleriyle büyük büyük muameleler peyda eylemiş he­
pimizden ziyade yerliler ile ihtilâf etmiş ve malûmat almıştır.
Hatta bir meclis akdinden ise yalnız onunla istişare etmek dahi
kifayet eyler" demiş ve Mösyö dö Brano'nun ahvali kumandanın
dahi malûmu bulunmuş olduğundan işte Dö Brano familyasını çay
sofrası başında epeyce telâşa düşüren tezkere despot efendinin şu
tavsiyesi üzerine yazılmıştır.
Selim, kumandan tarafından aldığı emir üzerine bu tezke­
reyi yazdırıp göndermek için dışarıya çıkıp da kumandan ile
Syentİyanos yalnız kaldıkları zaman Syentİyanos Selim hak­
kında kumandanla şöyle bir söz açtı:
Syentİyanos - Böyle nazik meselelerde Selim Kamaro'yu
da esrarınıza vâkıf ediyor musunuz?

206
KAFKAS 55

Kumandan - Pek emin bir adamdır.


Syentiyanos - Emindir ama MüslCimandır. Hiçbir Müslüman
Rusya’ya dost olur mu?
Kumandan - Bazıları olur.
Syentiyanos - Hayır. Hiçbirisi olamaz. Hepsi bize düş­
mandır.
Kumandan - (Lâtife yollu) Bu fikir papazlıktan neşet eder
bir fikirdir. Türkiye'de bunca Hristiyanlara nasıl emniyet edili­
yor?
Syentiyanos - Madem ki bizbize bulunuyoruz,, bari açıkça ve
doğruca konuşalım. Bu fikir bana papazlıktan gelmiyor dostum.
Papazlar da sizden ziyade hürriyet-i efkâra malik adamlar
vardır. Hem zannetme ki H ristiyanlığım hasebiyle
Müslümanlığa husumetim vardır da onun İçin Selim'in
Müslümanlığını Rusya devletine sadakat için mani görüyorum.
Estağfurullah! Ben Müslümanlığı da Hristiyanlık kadar öğren­
mişim, tanırım. Asla husumet edilecek bir din değildir. Hatta
Müslümanlığın dahi Hristiyanlığa öyle ehemmiyet verilecek
kadar husumeti yoktur. Ben politika cihetini düşünürüm, poli­
tika. Müslümanları Rusya'ya sadakatten men eden şey politika­
dır ki bu suret onların akaid-i diniyyesi içine girmiş imtizaç ey­
lemiş olduğundan ayrılmanın ihtimali yoktur. Türkiye'de
Hristiyanlara edilen emniyet sizin zihninizi şaşırtmasın. Hele
bugün Devlet-i Aliyyenin Hristiyan teb'asına emniyeti hiçbir za­
mana mahsus değildir. Devlet-i Aliyye ülkesinde Hristiyanlar
âdeta Osmanlılar kadar hürdür, serbesttir. Herkesten ziyade
rahattır. Eğer bunların mazlûmiyetine dair yine kendi uydurdu­
ğumuz yalanlara kendimiz inanacak isek o başka. Lâkin biz de
Müslümanlar değil kendi milletimiz bizzat Moskoflar, İslavlar,
Ortodokslar bile Türkiye Hristiyanları kadar hür olmadıklarını
itiraf etmeyecek misiniz?
Kumandan - Şu Osmanlı devletinin bu kere ahalisine ver­
diği Kanûn-ı Esası yok mu? İşte dünyayı bizim başımıza dar ede­
cek bir şey var ise o da budur. Ben bu defaki muharebeyi hesaba
bile koymam. Galebe etmiş olsak bile vallahi memnun olmam.
Bunun asıl belâsı ileride çıkacaktır. Hürriyet bir kere Osmanlı
akvamının zihnine güzelce yerleşsin de bakınız Rusya'da sen bile,
ben bile imparatorun aleyhine kıyam ederek Osmanlılar gibi hür

207
56 KAFKAS

olmaklığımızı isteyeceğiz. Zira yanı başımızda Osmanlıyı mes-


’ut görüp de kendimizi mazlum ve esir görmeye razı olamayaca­
ğız.
Syentiyanos - Hah şöyle! Doğru lâkardıyı serbest söyleyi­
niz. Burada sizden> benden başka kimse yoktur. İkimiz de birbiri­
mizi iyi tanırız. Vakıa çok papazlar, çok kumandanlar vardır ki,
birbirinin casusudur. Birbirini Sibire nefy ettirmeye çalışıyorlar.
Lâkin biz bunlardan değiliz. Şu hâlde güzelce düşünelim ki
Osmanlı devleti Islâm, Hristiyan demeyip her sınıf ahalisine
hürriyet, adalet verdiği hâlde biz burada İslâvlardan başka
halkın dinine, lisanına, milliyetine hâsılı varlığına müsaade
vermeyip hepsini bitirmeye çalışıyoruz. Hatta İslâvlarımız bile
bir alay esirden başka bir şey değildir. Şu hâlde yalnız
Müslümanlar değil İslâvlar da bizim aleyhimize kalkışmış olsa­
lar haklı sayılmazlar mı? Ama vicdanınıza sorarım.
Kumandan - Haklısınız. Hatta daha ziyadesini söyleye­
yim. Geçende Sırbiyye ile Osmanlı arasında bir muharebe oldu.
Zahirde vakıa küçük bir şeydi. Bencesi pek büyüktür. Zira biz bu
muharebeyi Hristiyanlığın Müslümanlık aleyhinde bir muhare­
besi gibi göstermeye pek çok çalışmış isek de nihayet Türkiye'de
Hristiyanları da bu davamıza mukabil karşımızda süngü dav­
ranmış gördük. Düşününüz Gospodin, düşününüz. Ay yıldız ile haç,
kan renkli bir bayrak üstünde cem oldular. Buna Müslümanlar mü­
saade etti. Bunu Hristiyanlar kabul ettiler. Bu ne büyük bir itti­
hattır. Bu ittihat bizim başımıza dünyanın kıyametini kopara­
cağı şimdiden görünüp duruyor.
Syentiyanos - Öyle ise yılanı koynunuzda bulundurur gibi
bu Selim Kamaro'yu niçin kucağınızdan ayırmazsınız?
Kumandan - Ha! Bak Selim'e emniyet ve itimadım vardır.
Onun için ben kefilim.
Syentiyanos - Ben bu kefaletinizi kabul edemem.
Kumandan - Ediniz efendim, kabul ediniz. Selim'i pek çok
defalar tecrübe etmişimdir. Hatta şimdi siz gelmezden evvel yine
imtihan ediyordum. Bu çocuk imparator hazretlerinin en sadık
zabitlerdendir. Eğer Kafkas'ta bir arbede çıkar ise biz kendisin­
den pek büyük hizmetler müşahede edeceğiz. "Asileri yakarım,
kebap ederim" diyor. Hem de bunu yalnız bir lâf olmak üzere söy­
lemiyor. Zira görmeye hazırlandığı hizmetin mükâfatını dahi

208
KAFKAS 57

şimdiden ihtar ediyor. Her kim mükâfat arzusunda ve tarîkince


terakki gayretinde bulunur ise onun sadakatine emniyet
etmelidir. Zira arzu eylediği terakki ve mükâfatı, sadakati
sayesinde kazanacağını elbette o adam dahi bilir.
Syentiyanos - Burası böyle ise de .... Aman susunuz ayak
patırtısı var. Birkaç kişi geliyorlar.
Vakıa bunlar sözü bu dereceye getirdikleri zaman salonun
dışında kal'a binbaşısı Petriç serkâtibi Pesimanof ve Kazak reisi
Hartaba ve Mösyö do Brano gibi meclis-i hususînin vürut eden sair
a’zasından ayak patırtıları işitilmekle bunlar şu patırtıdan
ürkerek derhâl bahislerine hitam vermişlerdir. Zira papazın
dediği gibi Pusya'da böyle pek çok papazlar ile kumandanların
bile yekdiğeri aleyhine bir de casusluk memuriyetleri oldu-
ğundan, orada insan kendi gömleğine bile emniyet edemez.
Binaenaleyh böyle yekdiğerine tecârib-i mütetâbia üzerine em­
niyet gösteren iki adamın bir üçiincüye daha emniyet gösterebil­
meleri muhâl derecesinde müşküldür.
Mcclis-i hususî a'zâ-yı sâiresinin vürutları Syentiyanos ile
kumandan arasında sebkat eden sözlere hatime çektikten başka
hele Madam dö Brano ile Matmazel Katerina dö Branoviç’in
dahi beraber olmaları Madam Kumandan'ı da tekrar meclis sa­
lonuna celp etmiş olması bu meclise bir mühim divan-ı harb ren­
ginden ziyade bir dostâne müsamere rengini yakıştırmıştı.
A’zâ-yı meclisten Kazak reisi Hartaba ve topçu binbaşısı
Petriç ve serkâtib Pesimanof gibi zevat hikâyemizde birinci,
ikinci derecede değil üçüncü, dördüncü derecede ehemmiyeti olan
zevattan bulunmakla bunların ahvâl-i zatiyyelerine dair az çok
malûmata aslâ ihtiyacımız yoktur. Binaenaleyh ol vadide tat-
vîl-i makaldan ise meclisin sûret-i güzarânı ile iştigâl eylemiş
olsak elbette evlâ görülür.
Moskof zabitlerinin ekserisi nezaket-i cibilliyelerine bir
de nezaket-i ca'liyyelerini ilâve ederek biraz hürmet ve riayet
gösterecekleri adamlar yanında ve bilhassa karılar huzurunda o
kadar yılışırlar kalırlar ki, Paris’in şık takımı dahi bunlara
nispetle pek geride kalır ve hele Almanlar gibi vakar-ı askerîle­
rini muhafazaya himmet eden askerler bunları görecek olsalar, o
hâli askerliğe aslâ muvafık bulamazlar. İşte Sohum Karasının
kumandanı bulunan miralay dahi yılışıklıkta akran ve emsaline

209
58 KAFKAS

faik bir zabit olmakla Mösyö dö Brano'nun yanında zevcesiyle


kızını dahi görünce bütün bütün yılışarak yerinden fırladı.
Kumandan - Maşallah, maşallah! Artık Gospodin dö
Brano’ya nasıl teşekkürler edeceğimizi bilemeyeceğiz. Zira hu­
susî meclisimizi bir kat daha revnaklandırmak için Madam ile
Matmazel'i dahi beraber getirmişler.
Mösyö dö Brano - (Familyasını bîlüzum olarak getirmiş
olduğunu anladığı cihetle biraz bozularak) İltifatınıza teşekkür
ederim efendim. Tezkerenizin reviş-i ifadesi familyayı getirip
getirmemekte beni muhtar bırakmaktaydı. Getirmemekten ise ge­
tirmeyi tercih eyledim.
Kumandan - Pek isabet buyurdunuz.
Syentiyanos - Hırmâri ve fıkdandan ise vüsul ve mevcudi­
yet müreccahtır.
Mösyö dö Brano - Bahusus ki der-dest-i müzakere bulunan
işimizi evvelce dahi kendimizce konuşarak kızım Katerİna'yı bu
mecliste iş görecek a'zâ gibi bulundurmaya lüzum-ı sahîh dahi
görmüştüm.
Madam Kumandan - Pek isabet oldu efendim. Müşerref ol­
duk.
Madam dö Brano - Evimizde verdiğimiz karar iktizasıııca
meclis-i hususîde bize dair bir iş olmaz ise zatınıza çoktan beri
arz edememekte bulunduğumuz ubudiyeti......
Madam Kumandan - Estağfurullah! Birlikte vakit geçi­
rirdik.
Şu mukaddime ile kelâm açılarak hâl ve hatır sormak tar­
zındaki nezaketler ifa edildikten sonra herkes yerli yerine otur­
dular. Aradan iki dakika kadar zaman geçti ki hiçbir kimse
şakk-ı şefe etmeyip herkes kelâma kim ibtida edeceğine intizar
ederdi. Bu sükutu Gospodin Syentiyanos bozdu. Dedi ki:
Syentiyanos - Meclisimiz tamam oldu demek. Artık işimize
başlasak.
Kumandan - Yalnız tamam olmak şöyle dursun hatta
Madam dö Brano ve Matmazel dö Branoviç cenaplarının teş­
rifleri ve zevcemin de inzimâmıyla meclisimiz tertib-İ aslîsinden
daha mükemmel bile oldu.
Syentiyanos - Evet. Kadınların dahi re'yinden istifade ey­

210
KAFKAS 59

leriz.
Selim - Ona şüphe yok. Kadınların zekâsı her vakit erkek­
lere galiptir.
Bu sözü söylerken Selim'in göz ucuyla Madam Kumandan'a
bir lâhza-i manidar fırlatmış olmasını ol işvebaz görüp
anlamasıyla yine bir tavr-ı işvebazâne ile mukabelede kusur
etmedi. Aşüftece bir tebessüm ile dedi ki:
- Gerçekten bu itikatta mısınız Gospodin Selim?
Selim - Cidden bu itikattayım efendim. (Yine manalı bir
tebessüm ile.) Hem de tecrübe üzerine söz söylüyorum.
Madam Kumandan - Tecrübe üzerine söz söylüyorsanız, bir
erkek için bu tecrübenin şanlı bir tecrübe olamayacağını bilmeniz
de lâzımdır. Zira bu tecrübe erkeğin tecrübesi sebkat eden kadına
mağlup olmuş bulunduğuna delâlet eder.
Madam'ın bu sözündeki manalara serkâtip Pesimanof dahi
vukufunu bildirmek için söze karışarak "Zarar yok efendim.
Kadınlara ihtiram için varsınlar erkekler mağlup olsunlar"
demesiyle, Selim gerek Madam’a ve gerek Pesimanofa cevap
olmak üzere şu sözü söyledi:
Selim - Öylesi değil. Erkeklerin kadınlar nezdindeki mağ­
lubiyeti yine bir şanlı mağlubiyettir. Zira erkeğin her mes’udi-
yeti kadınlar nezdindeki mağlubiyetiyle hâsıl olacaktır.
Mösyö do Brano ile Pesimanof ve hatta Gospodin
Syentiyanos bile bu lâtif sözlerin dekayıkı üzerine kahkaha­
larla gülmekten kendilerini men edemediler. Vakıa kumandan
karısının böyle iş zamanındaki mücamelelerinden hoşlanamamış
ise de ağzını açıp da harf-i vahid söylemeye muktedir olamadı.
Bu cür'et ancak Kazaklar reisi Hartaba'da görülebildi.
Hartaba - Vallahi efendim bu sohbetler pek güzel, pek
tatlı şeylerdir ama zannıma kalırsa bu günkü müzakeremiz bizi
bu lezzetten men etse daha âlâ olur.
Kumandan - Ona şüphe yok. İşimize bakalım efendim işi­
mize. Bir kere Türklere galebe edelim de ondan sonra böyle şaka­
lar için de vakit bulabiliriz.
Madam Kumandan - Hayır efendim. Hakkınız yoktur.
Petersburg’da en mühim umuru müzakere ederlerken mecliste yine

211
60 KAFKAS

herkes edeceği lâtifeyi eder. Hatta "quadrille" oynandığı dahi


olur.
Pesimanof - Emrederseniz gelen telgrafı okuyayım.
Syentiyanos - Hay hay.
Serkâtib Pesimanof şifreli olmak üzere gelen telgrafın sû-
ret-i hâilini okur ki tercümesi şundan ibarettir: "Sohum Kal'a hü­
kümetli askeriyye ve mülkiyyesine.
Osmanlı ile açtığımız muharebede galebemize şüphe yok
ise de Kafkasya'nın bazı taraflarından gelen haberlere göre,
orası Rusya hükümeti için endişeyi mucip olacak bir hâlde imiş.
Bunun için gayet mütebassırâne hareket ederek tedkikata
girişmeli. Her nerede zerre kadar isyan emaresi görünür ise
erbabını derhâl tutup en eziyetli ölümlerle öldürmeli. Hatta hâl
ü şânından şüphe edilenleri dahi izale için ruhsat verilmiştir. Bu
hususta İslâm a casusluk ve muavenet edecek olanlara zerre kadar
aman vermek caiz değildir. Cümleden ziyade çalışılacak şey
Müslüman beylerini ele almak olup bunun için ne kadar para
lâzımsa vaat etmeli. Hangi rütbe iktiza ederse, vermelidir.
Beyler elde oldukça Kafkasya yerinden kımıldanamaz. Netice-İ
kelâm gerek mücazâtta ve gerek mükâfatta hiçbir şey diriğ
edilmemeli. Ve Kafkasya'nın emniyet-i dahiliyyesini muhafaza
hususunda her şeyi göze aldırmalıdır".
Zikrolunan telgrafname okunup bittikten sonra
Kafkasya'nın cidden karışık olup olmadığına dair sözler söy­
lendi. Selim Kamaro Kafkaslıların asla yerlerinden kımılda-
namayacakları hakkında birçok teminat vererek Kazaklar reisi
Hartaba dahi kendisini tasdik eyledi ise de Syentiyanos ile
Mösyö dö Brano ahali-i merkumenin isyan sevdasında olma­
malarına asla ihtimal veremeyerek, harekat-ı ihtiyatkârânede
bulunmaları lüzumunu dermiyan eylediler.
Dö Brano - Telgrafın sûret-i iş’arı efkârıma tamamıyla
mutabıktır. Bu Kafkas'ta maznun olan isyanı kuvve-i cebriyye ile
men edemeyiz. Vakıa elde bir kuvvetimiz de bulunmalıdır.
Ancak telgrafta denildiği veçhile beylerden birkaçını ele almak
matlubu daha ziyade sühuletle hâsıl eder. Ol kadar sühuletle ki
bu meselede en büyük hizmeti bir âciz kız görebilip o dahi işte kı­

212
KAFKAS 61

zım Katerina'dır.
Bu işin derece-i sühuleti ve hatta en büyük işi Katerina
gibi âciz bir kızın görebileceği hakkında Mösyö dö Brano'nun bast
eylediği mukaddemât mecliste herkesin çeşm-i dikkatini faltaşı
gibi açtı. Kocası tarafından almış olduğu efkâr ve malûmat
üzerine kızının muvaffakiyeti hususunda asla şüphesi olmayan
Madam dö Brano meclisin bu hayretini men için ortaya atıldı.
Madam do Brano - Ne taaccüp ediyorsunuz? Hizmeti yalnız
erkekler mi görür? Bazı kere kadınların gördüğü işi kimse gö­
remez.
Pesimanof - Bazı kere değil ekseriya.
Selim - Ekseriya değil daima.
Hartaba - Muharebe işlerinde de ha?
Madam Kumandan - (İşvebazlık tavrını takınarak ve
kaşlarıyla, gözleriyle ve hafif hafif tebessümleriyle sözlerinin
ma'âni-i mestûresini dahi tefhime çalışarak) Evet muharebe iş­
lerinde de zahir. Tarihte okumadınız mı ki imparatoriçe İkinci
Katerina’nın kocasını sandali-i imparatorîden indirerek yerine
kendisi kaim olmak gibi en büyük ve en tehlikeli İşi gören Daşkov
isminde bir kızdır.
Erbab-ı târihe malûmdur ki Madam Kumandan'ın Daşkov
diye tesmiye eylediği kız, şeytana külâh-ı mel’aneti başına ters
giydirmek şöyle dursun, belki pantolon almak üzere ayağa giydi­
recek mertebede fettan ve gayetle haris-i şân bir aşüfte-ı cihan
olup süvari ve topçu ve piyade asâkir-i ser-âmedanî miyânında
birçok zevatı zincir-bend-i sevda ve hevesi ederek her birine bir
vaad-İ aşüfte-kârâne ile zimâm-ı ihtiyarlarına yed-i istiklâl ve
idaresine almış ve uzmâ-yı mülkiyyeyi dahi böyle birer suretle
kendisine esir etmiş olduğundan filhakika Katerina'nın iclâsı
için hey'et-i askeriyye ve mülkiyyeyi ayaklandırmak emrinde
pek büyük hizmeti sebkat eylemiştir.
Şu kadar var ki Madam Kumandan bu işte Katerina’yı
Daşkov'a teşbih ile hizmet-i millîyede kendisinden memul olan
muvaffakiyeti murat etmeyip belki açıktan açığa yad ü tezkârı
henüz genç ve mahcup olan kızın yüzünü kızartacak diğer entrika­
ları murat etmiş olduğu derkârdır. Mezburenin bu muradı o kadar

213
62 KAFKAS

bedihî idi ki mecliste Katerina'dan başka bunu fark ve temyiz


etmedik kimse kalmadı. İhtimal ki Katerina dahi anlamıştır.
Fakat Madam Kumandan'ın cevaben söylediği şu söz mezburenin
emelini anlamış bile olsa anlamak istemediğine delâlet eder.
Dedi ki:
Katerina - Ben de vatanım ve milletim için her fedakârlığı
göze aldırdım. Daşkov gibi namımı tarihin en şanlı sahifelerine
altın suyuyla kaydettiririm.
Kızın şu lâkırdısı üzerine Madam Kumandan gayet işve-
bazâne bir kahkaha ile güya fedakârlıktan murat ne demek ol­
duğu mahcup ve acemi kızcağız nazarında anlaşılamadığını ilân
ile yine kaş göz oynatarak ve dudak büzerek hey'et-i meclisin
dikkatini davete başladı. Ancak serbestliğin ve şakanın bu dere­
cesi Madam dö Brano'yu dahi ikaz etmekle dedi ki:
Madam dö Brano - Hayır kızım. Madam cenapları lâtife
ediyorlar. Senden bir hizmet bekleniyorsa da o hizmet meşhure
Daşkov'un gösterdiği fedakârlığa kıyas edilemez. Hiçbir kimse
fedarârlığın o suretini istemez. Zira o misillü fedakârlık erbabı
hizmet ve muvaffakiyet-i vakıalarından dolayı yüz ağartmış
sayılmazlar. Bilâkis yüzleri kızarmış olur.
Mösyö dö Brano - Sen zihninde karar vermiş olduğun
hizmeti Öyle bir fedakârlığa hacet göstermeksizin yine ifa edebi­
lirsin.
Kumandan - (Karısının zemin ve zamana muvafık olmayan
şakalarından sıkılarak) Zannıma kalır ise hududun haricine çı­
kıyoruz. İşimizi düşünelim efendim, işimizi. İşin gidişinden anla­
şıldığına göre, Kafkas'ta bir isyan çıkmamasına çalışacağız öyle
değil mi idi?
Selim - Evet efendim. Hatta bunun için birtakım beyleri de
ele alacağız.
Syentiyanos - Tamam. Fakat bu neticeye nasıl vasıl olaca­
ğız? Beyleri ne suretle ele alacağız?
Selim - Ben bu fikrimi söyleyeyim. Kabâili birer birer do­
laşmak için bana mezuniyet verirseniz giderim. Evvelâ Rusya’ya
muhabbeti bence muhakkak olan bir iki bey ile konuşurum. İsyana
filâna niyeti olup olmadığını anlarım. Başından korkarak ır­

214
KAFKAS 63

zıyla, edebiyle oturacağını anladıktan sonra imparator hazretle­


rinin nihayetsiz mükâfatlarından bahisle kendisini celbe başla­
rım. Bir iki tanesini ele aldım mı? Onlar da diğerlerini teşvik
eder. İş biter gider.
Syentiyanos - Bu sözü o kadar ehemmiyetsizlikle söylüyor­
sunuz ki şaşıyorum. İş bence pek mühimdir, pek.
Mösyö dö Brano - Hâlbuki yanlış görüyorsunuz efendim. Bu
iş o kadar kolaydır ki tarife hacet yoktur. Zihninizde bir Abaza
beyi bulunuz ki gençtir, heveskârdır. Bir kıza da muhabbeti
vardır. Onun hevesiyle çıldırır. Bundan başka bugün kendisine bir
yüzbaşılık üniforması getirip de o rütbeyi tevcih edecek olsalar
sevincinden sıçrar. Hele sevdiği kız yanına gidip de biraz önüne
dökülecek olsa her sözünü kabul ettirebilir. Zira muhabbeti
yolunda dünyasını da, ahiretini de fedaya hazırdır. Böyle bir
beyi ele almakta ne güçlük görürsünüz?
Syentiyanos - Siz kendi hülyanıza muvafık bir Abaza beyi
tasavvur ederseniz, vakıa onu ele almakta o kadar güçlük görü­
lemez.
Madam dö Brano - Hâlbuki biz bu beyi hülya etmiyoruz.
Hakikatte bu bey mevcuttur.
Madam Kumandan - Korkarım Matmazel Katerina
hazretleri vatan ve milleti için edeceği fedakârlığı bu bey nez-
dinde edecektir.
Bir kahkaha-i aşüftekârâne dahi bu sözü takip eylediği
cihetle kumandan bütün bütün küplere binerek ve artık sabır ve
tahammülü de tükenerek "Sevgili zevcem, müsaade ederseniz sizi
bu hoppalıktan men etmek isterim. Zira işimiz pek mühimdir.
Gospodin dö Brano'nun arz eylediği suret dahi maksadımızın sü-
huletle husulünü temin edecek bir maddedir. Böyle mühim şey­
lerle eğlenmek olamaz" deyince karı bu sözden ziyade Mösyö do
Brano ile zevcesinin çehrelerinde peyda olan alâim-i ubûsetten
utanarak "Eğer Gospodin dö Brano cenapları şu lâtifeme darıldı­
lar İse aflarını rica ederim" diye hâlâ tavr-ı iztihzayı terk
etmediği hâlde alafranga bir boyun kesti ve Mösyö dö Brano
"Estağfurullah efendim şu kadar var ki arz eylediğim İş sahihan
mühimdir" sözüyle iktifa edip, Madam dö Brano ise "Evet, çünkü
ciğerparem kızımı bir vahşi Abaza beyinin yanına kadar

215
64 KAFKAS

göndereceğim elbette mühimdir. Elbette lâtifeye mahal yoktur"


diye teessürünü ketme lüzum görmedi.
Şu suretle hâsıl olan mahcubiyet Madam Kumandan'm
epeyce sesini kesmiş fakat güya Matmazel Katerina'yı dahi
taltif için bir kenara çekip Kaplan Bey ile aralarındaki mace­
rayı söyletmek üzere istintaka başlamıştı. Kızcağız evvel emirde
Madam Kumandan'm irat eylediği suallerden gayet mahcup
olarak def-i hicâb için sûret-i inkâr ve ketmde bulunmuş ise de
karı öyle olur olmaz ret ile kanaat hâsıl eder takımdan bulunma­
dığı gibi "Ne utanıyorsun? Ayıp mıdır sanki? Allah erkeklerle
kadınları birbirini sevmek için yaratmıştır. Bu kaide-i
tabiiyyeden yalnız erkekler mi istifade edecekler? Biz de
istifade etmeliyiz. Sanki sen o pederinin beyan eylediği Abaza
beyini seviyorsan ayıp mı sayılır? Sen ki henüz kendi gönlüne
sahip bir kızsın. Ben kocalı bir karı olduğum hâlde yine Selim
Kamaro dedikleri şu yaveri severim. Hatta sevdiğimi bütün âlem
dahi bilir. Bahusus ki Müslümanlar bir karının en ziyade
seveceği adamlardır" yollu mukaddemâta başlayarak o kadar
sözler söyledi ki, Katerina dö Branoviç karının ibliskârâne
istintakları ve dilfirîbâne teşvikleri üzerine bir türlü ketm-i
esrara muktedir otamayarak sırrını açtı ve Kaplan Beyi ne suret
ve derecede sevdiğine dair bir hayli malûmat verdi.
Madam Kumandan'm diğer cihette Katerina ile meşgul
olmasından bilistifade meclis dahi der-dest-i müzakere olan
maşlahata karar verebilmişti. Mösyö dö Brano "Ayıp değil ya
Timurtaşzade Kaplan Bey bizim Katerina'yı sevmiş, hevesiyle
çıldırıyormuş" diye Kaplan ile Katerina arasındaki münasebeti
meclise açarak, şu hâlde Katerina'dan bir hizmet ümit edebile­
ceği dermiyan eyledikte Despot Syentiyanos "İşin içinde aşk ve
muhabbet olduktan sonra bir diyeceğim kalmaz. Çünkü aşk insana
her şeyi yaptırır" mukaddemâtıyla bu işin pek muvafık olduğunu
teslim eyledi. Ve a'za-yı sâirenin dahi inzimam ve tasvibiyle
Katerina dö Branoviç'in Kaplan nezdine bili’zâm kendi hak­
kında olan muhabbeti kuvvetiyle mîr-i mumaileyhi Rusya hü­
kümeti taraftarlığına meylettirmeye karar verildi.
Bu kararın içinde Selim Kamaro'nun dahi Katerina ile bir­
likte Kaplan Beyin nezdine gitmesi mukarrer olduğundan o akşam
Selim Kamaro, Dö Brano familyası nezdinde taama davet oluna-

216
KAFKAS 65

rak sofrada umur-ı müteşebbiseye dair uzun uzadıya sözlerle


Kaplan Beyi İknâ'ın en eşlem yolu tayin edildi ve Özden'in dahi
birlikte gitmesi zaruriyattan olmasıyla o sabah erkenden bir
arabaya binilerek yola çıkıldı.
Şimdi nazandikkatimizi kabile tarafına tahvil edelim.
İntihâ-yı kitâb-ı evvel

217
İkinci Kitap

Birinci Bap

İşbu bin iki yüz doksan dört senesi Rebiülahir’inin evâhi-


rinde idi ki, bir sabah henüz âfitâb-ı âlem-âra ilk hutût-ı zerrîn-
i enveriyle saha-i âlemi tenvir etmemiş olduğu bir zamanda
Sohum Kal'a'sının altmış kilometre kadar şimal-i şarkî cihe­
tinde vaki olan ve oralarca Zogar ormanı diye yad olunan orma­
nın ta kenarında bir Abaza kaimen durmuş ve neyyir-i a'zamdan
evvelce kubbe-i asmânı tezyin etmekte bulunan hilâl-İ sani-i re-
biülahiri dalgın dalgın temaşa ederek vakit geçirmekte bulun­
muştu.
Bu Abaza'nın hâl ü şanı bir lâhzacık nazandikkatimizi
kendi üzerinde tevkif eylese sezadır.
Bu senenin Rebiülahiri bin iki yüz doksan üç sene-İ rûmîsi
Nisan'ınm da evahirine tesadüf edip şu mevsim Kafkasya için
İstanbul'un şubat mevsiminden daha ziyade kışa karib olmasıyla
salifü'z-zikr Abaza gerek mevsimin ve gerek vakt-i seherin
ziyadece serinliğinden kendisini muhafaza için Kafkaslılara
mahsus olan tüylü abasını şinel-vârî omuzuna, omuzları üzerine
alarak göğsündeki fişekliklerden, belindeki kama ve kılıç ve ar­
kasındaki tabancadan maada elindeki tüfeği dahi bayağı yağ­
mur gibi serpeleyen sabah çiğinden bu aba altında muhafaza et­
mekte bulunmuştu. Adamcağızın çehresinde kan kalmayıp sap­
sarı kesilmiş olması ve gözleri dahi kan çanağına benzemiş bu­
lunması bu geceyi uykusuz geçirdiğine delâlet edebilir idiyse de,
siz kendisini görmüş olsa idiniz onun şu hâlinden evvel başındaki
külah börkü ile sırtındaki tüylü abanın her kılı birer pırlanta
ta'lık olunarak tezyin edilmiş bulunmasını hayretle temaşa ey­
lerdiniz. Zira bu kılların her biri üzerinde çiyden toplanan birer
katrecik mâ'-i sâfî sabahın ziyâ-yı lâtifî mukabilinde gerçekten
birer pırlanta gibi parıl parıl parlardı.
Böyle sabah vakti orman kenarında yapyalnız duran insan
yolcu olamaz ki, hatta arkadaşını bekliyor denilebilsin.
Oralarda ormanların korucuları ve koruyucuları da yoktur. Bu
68 KAFKAS

zatta sayd ü şikâra intizar hükmünü verdirecek bir hâl de görü­


lemez. Mah-ı rebiülahirin hilâl-i ahirini temaşa ederken et­
rafta bir yaprak kımıldanacak olsa,, sanki kendisinin can dama­
rına basmışlar veyahut vücudundan bir yere ateş ile dokunmuşlar
gibi bir hareke t-i seri'a ile ol tarafa dönmesi ve o cihetin ağaçla­
rın^ çalılarını hutût-ı enzâr-ı dikkati ile tararcasına muayene
eylediği hâlde, ta bir zamana kadar emniyet hâsıl edip de mâ-
bihü'l-iştigâli olan hilâli tekrar temaşaya başlayamaması bu
adamı görenlerde bir fikr-i diğer ve âdeta suizanlar hâsıl eylese
istib'ad' ve istiğrab olunamaz.
Bu zat öyle bir yaprak pıtırtısı üzerine o kadar kuşku ile
davranır ve o derece ehemmiyetli bir tavır gösterirdi ki, bunu her
kim görse oralarda kendi zatından dahi emniyeti olmadığını
derhâl hükmederdi. Hatta dişleri arasından mırıldandığı bir
şarkının müeddâsı dahi kendisinin nasıl emniyetsiz bir hâlde bu­
lunduğuna delâlet edebilir. Zira şarkının mahiyeti "kahr-ı kah-
ramanânemden dağlar titrediği hâlde, dağların bir çalısından da
benim yüreğim titreyecek kadar ehemmiyetli bir mevkide bulu­
nuyorum" mezâyâsında bir şey idi. Kendisini en ziyade emniyet
içinde gördüğü zamanlarda dahi bu şarkının hükmü yine kendi
yüreğine tesir ederek uykusuzluk hâlinin icabât-ı tabiiyyesinden
olmak üzere gerine gerine davranıp ve esneye esneye bir ah çekip
belindeki kamasını çıkarır ve sağ elinin salâvat parmağı ucunu
kamanın ucuna dokundurarak ne kadar sivri olduğunu yokladık­
tan sonra, alâmet-i itminân olmak üzere dahi başını sallar ve
kaşlarını kaldırırdı.
Bu zat şu hâlde iken arka tarafından tahminen beş yüz
hatve kadar mesafeden dört nala gelen bir süvarinin atı hızıyla
peyda olan gürültü kendisini tekrar ikaz eyledi. Hemen o cihete
tevcih-i nazar etti. Bir de gelen süvarinin bir Moskof süvari kola­
ğası olduğunu görmesin mi?
Evvelce kendisinde görülen alâim-i heyecana nazaran
Abaza'nın bu müşahede üzerine bütün bütün teheyyüc etmesi lâzım
gelirdi. Hâlbuki şu tahmin olunan teheyyüc bilâkis bir metânet-i
fevkalâde olmak üzere görüldü. Tamam ses işitilebilecek kadar
yaklaştıkta abası altından çıkardığı hafif ve zarif Çerkez tüfe­
ğini davranıp kolağasına "Dur! Kımıldanma! Nereye
gidiyorsun?" dedi.

220
KAFKAS 69

Kolağası - Ormana gidiyorum.


Abaza - Ne yapacaksın?
Kolağası - Beyleri göreceğim!
Abaza - Adın ne?
Kolağası - Selim Kamaro.
Abaza - Dost musun? Parolayı biliyor musun?
Selim - Helâl süt
Abaza - Pekâlâ! Fakat bu parola ile ormana girmek ola­
maz.
Selim - Ben girerim.
Abaza - İnat etme. Giremezsin. Sonra beyhude yere harca­
nırsın. Kimi göreceksin? Söyle de haber vereyim.
Selim - Timurtaşzade Kaplan Beyi.
Bu sual ve cevap üzerine Abaza'nın (zo!) lâfzını dört elif
miktarı değil, kırk dört elif miktarı uzatarak haykırmasını mü­
teakip orman içinden kendisi gibi bir Abaza daha çıktı. Ona
"Kaplan Beyi Selim Kamaro isminde bir Moskof kolağası göre-
cekmiş3 dedi. Ormandan çıkan Selim’i yukarıdan aşağıya
süzerek yine ormana dalıp gitti.
Selim - Bu dereceye kadar dikkat ha?
Abaza - Evet.
Selim - Kaç günden beri buradadırlar?
Abaza - Bilmem.
Selim - Beylerden daha kimler var?
Abaza - Bilmem.
Selim - Beylerden başka da kalabalık var mı?
Abaza - Bilmem.
Selim - Acayip! Sen hiçbir şey bilmez misin?
Abaza - Bana verdikleri tembihten başka hiçbir şey bil­
mem.
Selim - Sana verdikleri tembih nedir?
Abaza - Senin kadar hâl ü şâmndan şüphe edilen bir adamı
sormadan, söyletmeden vurup öldürmek.
Şu lâkırdı Selim Kamaro'ya artık sükûtun lüzum ü vücubunu
tefhim eylemişti. Aradan on beş dakika kadar daha zaman mürur

221
70 KAFKAS

eyledikten sonra Timurtaş Beyzade Kaplan Bey ormandan çıktı.


Kaplan'ın bu günkü hâlini, kıyafetini görmüş olsaydınız
kendisi, bir iki hafta mukaddem Sohum'da Dö Brano familyası
nezdinde görülen Kaplan Bey olduğunu vehleten teslim edemez­
diniz. Orada saçları taranmasından bed' ile ayağındaki potin­
lere varıncaya kadar her hâlinde, her tavrında ve kıyafetinde
hep fevkalhad alafrangalık, süslülük görülmüş olduğu hâlde bu­
rada arkasında açık kahverengi abadan âdeta bir abaza setrîsi
ve başında upuzun, koskocaman bir Abaza külahı, göğsünde âdeta
cephane olmak üzere istihdam olunacak fişeklikler ve belinde
kocaman bir kama ve bu kama kayışının arkasında koca bir
Kafkas tabancası ve ayağında Kafkaskârî çarıklar görür idiniz
ki, şu kıyafet üzerine bir de nöbetçi bulunan Abaza neferi gibi
kendisinin dahi uykusuzluktan sapsarı kesilmiş olan yüzü ile kan
çanağına dönmüş olan gözlerinin şekil ve simasına vermiş
oldukları tagayyür kendisini gerçekten tanınmayacak bir hâle
koymuştu. O zamana kadar attan inmemiş bulunan Selim Kamaro
Kaplan Beyin ormandan çıktığını görünce, hemen kendisini attan
aşağıya fırlattı ve Kaplan Beyin boynuna sarılıp elinden ve
gözlerinden öptü.
Selim - Vay kardeşim! Seni arayan buralarda mı bulur?
Kaplan - Evet. Sayd ü şikâra çıkmıştık.
Selim - Nasıl bari sayd ü şikâr işi yolunda gidiyor mu?
Kaplan - Ümidin bile fevkinde.
Selim - Maşallah maşallah! Fakat koyduğunuz nöbetçi pek
sert şey.
Kaplan - Seni de o tembihatla buraya nöbetçi koysunlar,
sen de böyle sert olurdun.
Selim - Hakkın var. Belki de daha ziyade.
Kaplan - Ey! Hayır haber. Asker adamın işi başından
böyle on sekiz saatlik mesafeye kadar ayrılması tehî değildir.
Selim - Katerina dö Branoviç sizin ikâmetgâhınıza geldi­
ler de, ben de kendilerine refakat eyledim.
Kaplan - Sahih mi söylüyorsun Allah'ı seversen?
Matmazel Katerina dö Branoviç'in kendi ikâmetgâhına
gelmesi Kaplan Bey nazarında ne kadar mühim bir madde
olduğunu erbâb-ı mütâlâanın daha şimdiden tahmin edebilmesi

222
KAFKAS 71

lâzım gelir. Bunu tahmin edemeyecek olanlar için dahi biraz


sonra görüleceği veçhile şayet Katerina dö Branoviç burayı teşrif
eder ise kendisini hüsn-i kabul için ona mahsus bir daire inşa
edilmiş bulunması derecesinde tekellüfler ihtiyar edilmesi
medâr-ı muvazene olabilir. Hele Selim Kamaro bu ehemmiyeti
evvelden takdir eylemekte olduğu gibi Kaplan'ın "Sahih mi
söylüyorsun Allah'ı seversen?" sualini bir büyük heyecanın icbar
ve tazyiki ile ta yürekten söyleyip irat etmiş olması üzerine,
nazarıdikkati bir kat daha açıldı ve beyin bu kıza olan
alâkasındaki şu derece-i şiddete şaştı. Binaenaleyh kendisini
derhâl temin ve tesliyete lüzum gördü. Dedi ki:
Selim - Lâtife etmediğime inanınız. Gerçekten geldi.
Kaplan - Katerina dö Branoviç ha? Benim ikâmetgâhıma,
buraya, öyle mİ?
Selim - Evet. Dayesi Özden de beraberdir.
Kaplan - Ey! Onun da bu gelişine tehî midir diyeyim?
Selim - Hiç tehî olur mu? Çoktan beri kendisini görmeye
gidememiş olduğunuzdan ve onun da size olan iştiyakı derece-i
kemâle vardığından def'-i tahassür ve iştiyak için gelmiş olacağı
besbelli bir şeydir.
Kaplan - (Biraz teemmülden sonra) Etme Selim! Etme
Allah'ı seversen! Hiç Katerina beni özlediği anda kalkıp on se­
kiz yirmi saatlik yere gelebilecek bir hâlde midir? Farz edelim
ki beni bir dereceye kadar özlemiş olsun. Ancak onun buraya ka­
dar gelmesi o kadar büyük bir fedakârlık sayılır ki, Katerina'nın
şimdiye kadar bana gösterdiği muhabbetin derecesi bu fedakâr­
lığı göze aldıramaz. Bu gelişte mutlaka bir hikmet vardır. Üzme
Allah'ı seversen. Hem ziyadece merak ettim. Yalnız muhabbet
meselesi için değil. Başladığımız iş için merak ettim.
Selim - Gelişi o işe müteallik bir madde içindir, ama merak
edilecek gibi değil. Haydi gidelim. Yolda söylerim.
Kaplan - Haydi!
Şu müşafehe üzerine Kaplan Bey orada nöbetçi bulunan
Abaza'ya hayvanlarını getirmeleri için bir emir vererek Abaza
orman içine daldı. O tekrar gelinceye kadar Selim ile Kaplan
arasında şu müşafehe dahi cereyan eyledi:
Kaplan - İşte burada kimse yok. Kimse kalmadı. Şu mera­

223
72 KAFKAS

kimi def et Allah'ı seversen.


Selim - Merak edilecek bir şey yok demedim mİ? Şu aralık
sizin Katerina'ya olan muhabbetinizi politikaca sizden bir büyük
hizmet istemeye medar olmak üzere istimal edecekler.
Kaplan - Acayip!
Selim - İşte bu kadar. Eğer muvafakat ederseniz merak edi­
lecek bir şey kalmadıktan maada, hatta mükâfat bile ümit ede­
bilirsiniz.
Kaplan - Anladım. Ey bunun için sen neye geldin?
Selim - Ben zaten şu aralık sizi görebilmek için can atıyor­
dum.
Kaplan - Pekâlâ! (Biraz teemmülden sonra) Benim
Katerina'ya olan muhabbetimden politikaca istifade ha? Demek
oluyor ki benim Katerina'ya olan muhabbetim bu kadar şöhret
bulmuş öyle mi?
Selim - öyle olmak lâzım geliyor.
Kaplan - Ya onun da bana muhabbeti olup olmadığı?
Selim - Buna dair bir bahis yoktur.
Kaplan - Sen bir şey anlayamaduı mı?
Selim - Kimden? Kızdan mı?
Kaplan - Evet. Yolda gelirken kızın hâl ü tavrından beni
cidden sevip sevmediğine dair pek çok şeyler anlayabilirdin.
Selim - Katerina’nın sana olan muhabbetine emniyetin yok
mu ki bu suali soruyorsun.
Kaplan - Efendim bir karı benim huzurumda kendisini be­
nim muhabbetimle çıldırıyor gibi gösterebilir. Bunun eti çoğu ise
nezaketten, riyadan müdaheneden gelir. Lâkin senin gibi bitaraf
bulunan bir adam yanında...
Selim - Anladım. Bu mütâlâada hakkın var İse de haki-
kat-i mes'ele mütâlâan gibi değildir. Benim anladığıma kalır ise
Katerina sizin için sizden beter yanıp, tutuşuyor.
Kaplan - Deme Allah'ı seversen. Nasıl anladın bakalım?
Bana şunu izah et.
Selim - İşte hayvanlar geliyorlar. Yolda arîz Ü âmık an­
latırım. Fakat yanınıza uşak filân bir şey almayacaksınız.

224
KAFKAS 73

Kaplan - Yalnız ikimiz gideriz.


Orman içinden dört beş Abaza üç re's hayvan getirmiş ve
bunlar içinde en müzeyyen olanı bey için olacağı derkâr bulunduğu
gibi, diğer ikisi dahi uşaklar için olduğu anlaşılmış ise de,
Kaplan Bey, Selim Kamaro'nun ifadesi üzerine yanına kimseyi
almak istemediğini beyan etmesiyle diğer iki at ile uşaklar tek­
rar orman içine avdet ederek kendisi hayvanına binip yalnız
Selim ile yola düzülmüştür.
Şimdi fikrimizi şu iki yolcu arkasından göndererek bunla­
rın esnâ-yı râhda söyleşeceği sözleri işitmek sırasında bulundu­
ğumuz derkâr ise de, geriye bir nazar-ı tecessüs fırlatmak kabi­
linden olmak üzere Zogar ormanı içinde sebkat eden ahvale bir
nazar-ı teftiş atf etmekliğimiz dahi zarurîdir. Zira Kaplan ve
Selim Kamaro ile birlikte bu noktadan tebaüde başlayan fikrimiz
İhtimal ki, bir daha zikrolunan ormana avdet etmeyecektir.
Buraya ağyarın duhulünü men için Selim Kamaro'nun tesadüf ey­
lediği nöbetçide görülen dikkat derecesinde bir ehemmiyet veril­
mesi, orman içinde fikr-i tecessüsü gıcıklayacak bir hâl olduğunu
işrap ve ifham edebilir. Vakıa Kaplan Bey oraya sayd ü şikâr
maksadıyla toplanmış olduklarını Selim Kamaro'ya söylemiş ise
de, sayd ü şikâra çıkan beylerin böyle mahall-i ikâmetlerine ağ­
yarı duhulden men için hâl ü şanından şüphe edilen kimseleri
sormadan söyletmeden hemen vurup öldürmeleri tembihatıyla
nöbetçiler bırakmak ve parolalar vaz etmek derecesinde ehem­
miyetli davranmaya lüzum ve mecburiyet görmeyecekleri aşi­
kârdır.
Eğer nöbetçilerin yekdiğeriyle tekatu eden hutût-ı enzâr-ı
dikkatleri arasında bir ferce bulup da şu orman içine girmiş olsa
idiniz, Kaplan Beyden maada ikisi ihtiyar ve birisi babayiğit
olmak üzere üç zatın daha bir büyük seccade üzerinde ve her biri
seccadenin bir zaviyesinde oturup başbaşa vererek sıkı fıkı ko­
nuşmakta ve bunlardan otuz adım kadar uzakta ihtiyar, genç kırk
elli kadar adamların ayak üzeri durmakta bulunduklarını ve on­
ların dahi elli hatve kadar bu'dunda birçok adamların seksen
yüz kadar atları yularlarından tutup zabt eylediklerini görür
idiyseniz de, bunların hiçbirisinde sayd ü şikâra dair bir hareket,
bir hazırlık, bir alâmet bulamazdınız.
Seccade üzerinde oturan dört kişiden en evvel nazarıdikka-

225
74 KAFKAS

tinizi celp edecek olanı hâl ü şânından yetmişini geçip seksenine


takarrüp eylediği defaten hesap edilebilen bir ihtiyardır ki, ba­
şına giydiği külâhın üzerine sardığı beyaz sarıktan ziyade saka­
lının, bıyığının, kaşlarının aklığı, paklığı lekesizdi. Bununla be­
raber ihtiyarın tavrına olan necâbet-i gazanferâne kendisini gö­
renlerin yüreğinde pek büyük bir tesir hâsıl edecek kadar fevka­
lâde olup, hele şekil ve simasında görülen letafet, görenleri te­
maşasıyla doyuramayacak kadar ziyade idi.
Bu zatın ismi Semmûrkaş Beydir ki vaktiyle gerçekten
Semmûrî diye yad edilmeye şayan bulunan iki parmak arzında ve
kulakları hizasına doğru bir tûl-ı fevkalâdede olan kaşlar şim­
diki hâlde Semmûr rengini kaybederek kar gibi bembeyaz bir
renk peyda eylemişler ise de, bu renk çehresinde hâlet-i pırîye
mahsus olan ahval-i sâireye tamamiyle mütenasip düştüğünden,
şu hâldeki halâveti eski letafetine belki de faik olduğunu
mutlaka teslim eylersiniz.
Kendisi o kadar muteber bir familyaya mensup uzmâdan
değil ise de, ta Moskoflar Anapa Kal'asma hücum eyledikleri
zaman yüz kişiye kumanda etmek suretiyle cenge başlayarak, on­
dan sonra, bundan üç sene mukaddem vuku bulan ve neticesi
Çerkezlerin ve Ab az alarm vatanlarından hicret etmelerine mün­
cer olan muharebeye kadar bilcümle muharebatta bulunmuş ve iki
bin beş yüz kişiye kadar kumanda ederek, her girdiği cenkte dahi
yararlığını göstermiş belli başlı namdar bir bahadır olduğundan,
şu aralık en büyük beyler dahi kendisinin hatırına riayetle mu-
azzamât ve mehâm-ı umûra dair verdiği re'yleri ez-cân ü dil is-
tima ederlerdi.
Bu zatın şecaat-ı fevkalâdesinden bir nümunecik irae ede­
lim ki, Kafkaslılar beyninde dahi emsali nâ-mesbuk olan böyle
bir nümûne-i şecaat her yerde ve her millet nezdinde görülür nü-
munelerden değildir.
Şeyh Şamil merhum Kafkas'ı Ruslardan kurtarıp istiklâl
ve hürriyet-i tabiiyyesine nail etmek için seyf-i celâdete el suna­
rak ve Kafkas dağları içinde kükremiş bir kaplan gibi her cihete
saldırarak Moskofları taraf taraf mağlup eylediği esnada,
Semmûrkaş Bey dahi bin nefer dilâver ile bu gaza-yı ekberde mü-
cahede eylerdi.
Çeçen memâliki ile Dağıstan arasında tahaşşüd eyleyen on

226
KAFKAS 75

beş bin kadar Moskof askeri üzerine hücum eylemek lâzım gelip
de asâkir-i merkumeyi cepheden vurmak suretine karar verildiği
zaman, düşmana daha ziyade şaşkınlık vermek için bir miktar
şecaatin dahi arkadan dolaşarak saldırmasını Semmûrkaş Bey
re'y etmesiyle Şeyh Şamil merhum "Vakıa böyle bir hareketin
pek büyük tesiri olacağını inkâr edemez isem de, bu bir re'ydir ki
icrası hemen hemen nâkabildir" demesi üzerine, Semmûrkaş Bey
"Hayır efendim ben icrası nâkabil olan bir şeyi asla re'y etmem.
Her yerdiğim re'yi icrası için kendi cesaretime danışarak
veririm. Emreder isen bu hareketi bizzat kendim icra edeyim"
demiş ve hâsıl olan muvafakat ve verilen karar üzerine bin nefer
asâkir-i mevcûdesi miyânından elli nefer güzidesini bilintihab
yedi sekiz saat mesafeden dolaşarak düşmanın arka tarafını ele
aldıktan sonra, Şeyh Şamil ile beyinlerde mahut ve merhun olan
saat hulûl eyledikte tertibi veçhile düşmanın zahrından hücum
göstermiştir.
Bu hücumda yalnız düşman ateşine değil cephe cihetinden
muharebeyi kızıştıran asâkir-i müslimîn ateşine dahi hedef ola­
cağı ve hele bir kere düşman ordusu ortasına girdikten sonra bir
daha sağ çıkmak mümkün olamayacağı derkâr iken, Semmûrkaş
Bey bu hesapları hayal ve hatırdan bile geçirmeyip ve intihap
ettiği dilâverler ise kendisinden bir hatve ayrılmayıp öyle bir
hücum göstermiştir ki, düşmanın derece-i me'mûleden ziyade şaş­
kınlık ile tarümar olmasını mucip olmuş ve fakat maiyyetindeki
elli nefer cengâverden yalnız üç neferi kendisiyle beraber ordu­
gâha avdet edebilmiştir.
Ordugâha avdet eylediği zaman Şamil merhum kıyam
ederek boynuna sarılıp kendisini kucaklamak ve öpmek istemiş
idiyse de, vücudunun dokuz yerinden yaralanarak hemen her ci­
heti lime lime olmuş bulunan ol eroğlu erin tutacak, sarılacak,
öpecek bir sağlam yerini bulamayınca, iki gözlerinden çeşme gibi
yaş isale eyleyerek gazasını bittebrik "Kardeşim sen uhde-i şeca­
atine isabet eden hizmeti ma'-ziyâdetin ifa eyledin. Şimdi rahat
edecek ve kendine baktıracak bir hâldesin" diye Semmûrkaş Beyi
civarda vaki bir karyeye i'zâm eylemişti.
Mîr-i mumaileyh bu karyede tedavi edilmekteyken bir gün
altmış yetmiş kişiden ibaret bir Kazak fırkası haydutluk sure­
tinde katl-i nüfus ve gasb-ı emvâl için karye-i mezkûreye hücum

227
76 KAFKAS

etmesin mi? "Vücudumun her tarafından akan cerahatlere bakıp


da düşman-ı din karşısında akıtacak kanım kalmamış mı
zannolunuyor? Bu köyde namus-ı merdânesini muhafaza yolunda
benimle beraber olacak yiğit yok mudur?" diye yerinden fırlayıp
kalkmış ve kendi cür'et-i gazanferânesine tebaiyyet eyleyen ve
hatta altısı kan bulunan otuz üç nefer bahadır ile bir fırka
üzerine saldırıp vücudunu yara üstüne yara açmak suretiyle üç
yerinden daha deldirmiş ise de, Kazaklardan yirmi kadarının
lâşesini yere serip bakıyyesıni dahi birkaç saat kovalamış ve
işte evvelki şecaatinin derecesini ayyuka kadar çıkaran şey, işbu
cür'et-i saniyesi olmuştur.
Semmûrkaş Beyin yanında oturan diğer ihtiyar ise Arslan
Koç Bey namıyla şöhret bulmuş başka bir şîr-i jiyân-ı meydan-ı
vegâdır ki, sinn ü s âl cihetiyle Semmûrkaş Beyin varmış olduğu
derece-i kemâlde olmayıp kır sakallı, nahif endamlı bir zat
idiyse de, şöhret-i cengâverânesi emsalinden aşağı kalmayıp her
girdiği cenkte arslanlığı en bahadır cengâverlere teslim ettirmiş
ve bahusus Semmûrkaş Bey elli nefer atlı ile Moskof ordusunu
zahnndan vurduğu zaman, bu dahi beraber bulunarak işin
hitamında hay yen kurtulup mücahidîn-i müslimîn ordusuna vasıl
olan üç neferin birisi olmak üzere hayatta baki kalmıştır.
Kaplan Beyden maada babayiğit diye haber verdiğimiz
zat Canberd Bey namıyla bayağı büyücek bir familyaya mensup
bir bey olup şu kadar vardır ki meziyyet-i kahramanânesini he­
nüz kumandanlık suretiyle ibraz etmemiş ve otuzuna varan sinn ü
şalinin tesadüf eylediği vukuatta mahza silâhşörlük suretiyle
ibraz-ı ehliyet eylemiştir. Kaplan Beye gelince, eğerçi bu zat
müddet-i şebâbım Rusya cihetlerinde tahsilde geçirip bahusus
henüz bir vak'a-i harbiyyeye tesadüf etmediği cihetle, cenkçi-
likte olan yararlığı hâlâ tecrübe edilememiş idiyse de, Timurtaş
Beyin o yoldaki şöhret-i şayiasını kendisine kazandırmış olan
şecaat ve cesaret-i fevkalâdesine oğlunun dahi varis olacağı iti­
kat edilir ve hele bu familyanın Kafkaslılar miyânındaki nü­
fuzundan her zaman için pek büyük tesir ümit olunurdu.
İşbu çehâr yâr-ı şecâat-şiâr müzakere yollu söyleştikleri
sözleri yanı başlarında bulunan kendi sadık adamlarına dahi
işittirmeyecek surette yavaş söylerler idiyse de, aralıkta bir kere
bunlardan birisini çağırıp "Bin git filân beye söyle, bundap bir

228
KAFKAS 77

hafta sonraya kadar altmış kişi ile hazırlansın, daima hazır ve


amade bulunsun, her ne zaman her neresi için kendisine haber
gönderilir ise orada bulunacaktır. Zira bekle dediğimiz gün
geldi" tarzında verdikleri emirler nasıl bir mes'ele-i mühimme
üzerine müzakere eylediklerini o adamlara dahi ifham
edebilirdi.
Orman kenarında Selim Kamaro'nun tesadüf eylemiş ol­
duğu nöbetçi Kaplan Beyin istenildiğini ormandan çıkan diğer bir
adama haber verip de o adam dahi keyfiyeti Kaplan Beye ihbar
eylediği zaman, bu meclis-i meşveret akşamdan sabaha kadar iş­
tigal eylediği müzakerata hitam vermiş ve işini bitirmiş bulun­
duğundan, beyler "Biraz sabır ediniz de hep birlikte gidelim.
Zira işimizi bitirdik" diye Kaplan'ı alıkoymak istemişlerdi.
Ancak kendisini isteyen zatın Selim Kamaro idüği haber
verilmesi üzerine Kaplan Bey zihnince mutasavver olan bazı
hususattan dolayı Selim Kamaro ile yalnız bulunmak isteyerek,
diğer beylere arz-ı ma'zeret eylemiş ve Semmûrkaş Beyden
"Aman oğlum! Sakın ha ismi Selim olduğuna bakarak kimseye
emniyet etme. Vakıa Selim'i hep tanırız. Bir yiğit çocuktur ama
iğfal edilebilmesi de ihtimalden baid değildir. Anana, babana,
kardeşine bile emniyet edip de esrarımızdan bir harf tevdî
etmeyeceksin" tembihatını alarak çıkıp orman kenarına
gelmiştir.
İşte Selim'e Kaplan Beyin sayd ü şikâr cemiyeti olmak
üzere haber verdiği cemiyet, böyle bir cemiyet-i mühimme idi ki
bu vukufunuz üzerine Sohum Kal'a'da Kafkasya ahvaline veri­
len ehemmiyeti şimdi beca göreceğiniz derkârdır.
Şimdiki hâlde biz yalnız iki adam oldukları hâlde or­
mandan hareket eden Kaplan ile Selim Kamaro'nun arkaların­
dan semend-i fikrimizi sevk edip kendilerine mülâki olarak
adım adım bittakib müşâfehelerini istimâ eyleyeceğiz.

İkinci Bap

Bilemeyiz karadan atlar İle bir mahalle seyahatiniz var


mıdır? Eğer var ise böyle sabah vakti gayet âlâ atlara binerek
lâtif bir mevkide at eşdirmenin ne büyük bir safa olduğunu tecrübe
etmişsinizdir. İnsanın kendisi böyle bir seyahatte bulunsa değil,

229
78 KAFKAS

hatta bu seyahati uzaktan temaşa etse bile,, seyyahların sala­


sına iştirak ediyormuşçasına mütelezziz olacağı derkârdır.
Bahusus şunu derhâtır etmelidir ki bu sabah seyahat eden­
lerin ikisi de genç olup bunlardan daha genci bulunan Kaplan’ın
zihni bir Katerina dö Branoviç ile meşgul ve ol bapta daha yaşlı-
cası bulunan Selim Kamaro'dan izahat ve tafsilât ahzine muhtaç
olduğu gibi, diğeri dahi Sohum kumandanının zevcesi misillü bir
işvebaz âfetin meşguliyet-i hevaperestânesiyle elbette iştigal
ederek onunla geçirdiği demleri hikâye etmek üzere ağaçtan bile
bir adam arayacağı derkârdır. Zira adam evlâdının garip garip
cibi İle Herinden birisi dahi nail olmuş bulunduğu mes’udiyetini
kimseye hikâye etmeyip de mahfaza-ı derununda muhafaza ey­
ler ise, bahtiyarlığın tamamlığı lezzetinden mahrum kalacakmış
gibi bir his ve itikatta bulunmasıdır. Cümlenizin başından geçmiş
olduğu üzere insanın kendisini gerek âşıkâne olsun ve gerek başka
bir surette bulunsun hasılı her hangi bir saadet-hâl içinde gör­
düğü müddet ol kadar mütelezziz olamâyıp belki bu bahtiyarlı­
ğını mahrem-i râz ittihaz eylediği adamlara nakl ve hikâye ey­
lediği zaman en ziyade mütelezziz olur. Artık ikisi dahi bu
hâlde bulunan yolcuların yolu bazı yolcularda görüldüğü veçhile
can sıkıntısından naşi bu'd-ı tabiiyyesinden ziyade uzamayarak
bilâkis daha ziyade kısalır. O kadar kısalır ki menzil-i mak­
suda vasıl oldukları hâlde o kadar mesafeyi nasıl kat etmiş ol­
duklarından haberdar olmak şöyle dursun, hatta lâkırdılarını
bitirmemiş olmalarına teessüf bile ederler. Yollarının biraz daha
uzanmasını arzu eylerler. Bu hâlde bulunan yolculara yol kısa ve
zaman serü'l-cereyan göründüğü gibi, bunlara refakat etmiş olsa­
nız kendilerini temaşa etmek ve sözlerini dinlemek ile biliştigâl
o hâl ayniyle size de vaki olur. İnanmaz iseniz bunların nümûne-i
müşâfehâti olarak yazacağımız şu birkaç satır yazıyı okuyunuz
da bakınız bu müşafeheyi dinleyerek gidenler yolun uzaklığından
haberdar olurlar mı? Ona dikkat ettikten sonra bir de o müşafe­
heyi edenlerin derece-i meşguliyetlerini bulursunuz.
Kaplan - Ey Selim! Katerina beni seviyor, benim için çıldı­
rıyor ha? Bunu gerçek mi söyledin? Ol bapta bildiğin, gördüğün
bir şey mi vardır?
Selim - Evet! Gerçek söyledim. Ol bapta bildiğim de var­
dır, gördüğüm de.

230
KAFKAS 79

Kaplan - Canım Selim bildiğin, gördüğün ne ise bana birer


birer ta'dâd et. Zira Katerİna benim de yüzüme karşı pek çok mu­
habbet alâmetleri gösteriyor ise de kendisine ettiğim teklifatı
kat'iyyen kabul ettirememişim. Bu alâmetler üzerine itimat ve
itminandan beni men ediyor.
Selim - Tekliflerine karışmam. Zira onları kabul edip
edememekte kız kendi ihtiyarına tâbi değildir. Geçenlerde sen
kendin diyordun ki kız aranızda olan macerayı anasının, babası­
nın haber almasından ihtiraz eyliyor. Benim bildiğim gördüğüm
şu ki sen kızın gönlünde pek büyük bir yer tutmuşsun.
Kaplan - Bunu nasıl oldu da öğrendin? Onu söyle.
Selim - İşin evveliyatını bizim kumandanın karısından Öğ­
rendim. Nasıl şeytan olduğunu bilirsin ya? Geçen gün Katerina'yı
bir tarafa çekmiş bir güzel istintak etmiş. Yüreğinde ne var ise
hepisini meydana döktürmüş. Kız sana olan muhabbetini yalnız
ikrar değil arîz ü amîk hikâye de etmiş. Hele şu son günlerde
sevdası bir derece şiddetlenmiş ki kendisi ortadaki ihtilâf-ı
mezhebe de bakmayarak hemen buraya kaçıp, senin yed-i mürüv­
vetine zimâm-ı ihtiyarını teslim etmeyi bile göze aldıracak de­
receyi bulmuş. Fakat babasının nüfuz ve iktidarından korkuyor-
muş. "Eğer o hâlde babam beni hükümet kuvvetiyle Kaplan Beyin
elinden kurtarıp alır ise ben de, familyam da, Kaplan Bey de ci­
het cihet perişan oluruz diye korkuyorum" demiş.
Kaplan - Bunların cümlesini kumandanın karısına söylemiş
ha?
Selim - Evet.
Kaplan - İyi ya? O aşüfte karı herkesle eğlenip istihza
etmek için herkesin esrarını tecessüs eyler bir fettan olduğunu
bilmiyor mu imiş? Böyle bir karıya niçin esrarımızı tevdi etmiş?
Selim - Dedim a? Madam Kumandanın önünde değme bir
fatin erkek bile perende atamadığı hâlde, bir acemi kızcağız ne
kadar mukavemet gösterebilir? Mahaza sen buna teessüf etme. Bu
iş senin mazarratına değil menfaatine hizmet eder. Zira
Katerina dö Branoviç'in sana olan şiddet-i alâkası şöhret bulur
ise izdivacı için heveskâr olanlara soğukluk gelerek rakiplerin
kendi kendilerini mağlup ederler.
Kaplan - Orası da vakıa öyledir. Ey! Dahası? Yalnız

231
80 KAFKAS

Madam Kumandan'dan aldığın malûmat üzerine mi Katerina'nın


bana olan muhabbeti pek fevkalâde olduğunu hükmediyorsun?
Selim - Madam Kumandan'ın verdiği haberlere pek de ve
tamamıyla emniyet edemezdim. Zira bu haberleri bir tavr-ı dos­
tâne ile vermedi. Dediğin gibi seni ve Katerina'yı istihza etmek
suretiyle keyfiyeti hikâye eyledi. Fakat ben yolda Katerina'yı
Öyle gördüm ki işin yalnız Madam Kumandan tarafından haber
verilen derecede de olmayıp daha ziyade bir derecede ve âdeta
bir sûret-i fevkalâde de olduğunu ispat eylerdi.
Kaplan - (Bir büyük İntizar tavrıyla) Ne gördün baka-
yım?Katerina’yı ne hâlde buldun? Söyle.
Selim - Kendisinin buraya gönderilişi Kafkasya'ya pek zi­
yade ehemmiyet verilmekte olan şu zamanda senin kendisine
olan muhabbetinden politikaca istifade için değil mi idi ya. Bunu
bir vesile-i istintak ittihaz eyleyerek kızı deşmeye başladım. Bu
hizmete muvaffak olur ise nail olacağı mükâfattan bahsettim.
Dünya gözünde değil. Onun için cihanda bir mükâfat var ise sen
imişsin. Hatta bir lâtife olmak üzere senin o kadar muhabbete
şayan bir adam olmadığını söyleyecek oldum. Çehresini bir
surette astı, ekşitti ki hemen cidden bana darılmasına hiçbir şey
kalmadı. Dünyada sevilmeye şayan adamlar ancak Müslümanlar
olduğunu uzun uzadıya mukaddimelerle bast eyledikten sonra
"Müslümanlar içinde de Kaplan Bey cümlesine faiktir. Gençtir,
güzeldir, beyzadedir, zengindir, fatindir, gayet terbiyelidir,
âlimdir. Böyle bir adam da sevilmez ise dünyada sevilmeye şa­
yan başka kim bulunabilir?" dedi.
Kaplan - (İnbisatla) Allah aşkına Selim bu lâkırdıyı
Katerina mı söyledi?
Selim - Hem de kendi ağzıyla. Bahusus öyle bir tavr-ı itm­
inan ve itimat ile söyledi ki lisanıyla takrir eylediği şu sözleri
kalbiyle dahi tasdik eylediğine hiçbir kimsenin şüphesi kalmaz.
Dahası da var. "Böyle bir mümtaz adamı herkes sevebilir.
İhtimal ki kadınların, kızların kâffesi seviyor da. Ben dikka­
timi buna hasretmem. Benim hasr-ı ehemmiyet ettiğim şey
Kaplan Beyin dahi beni sevmesidir. Kaplan Bey gibi bir adamın
sevgilisi olmak ne büyük şereftir. Kendisine olan muhabbet-i
mahsusam beni bir dereceye kadar onun meftunu, mecburu eder ise
de her kadından beklenilmekte haklı olduğu ta'zîm ve ihtiram

232
KAFKAS 81

dahi beni başka bir cihetten Kaplan Beye hürmet etmeye borçlu
eyler" dedi.
Kaplan - Ne güzel muhakeme. Ne güzel söz. Ah! Bu sözü
bana söylemiş olsaydı cevap ve mukabele olarak neler söylerdim,
neler söylerdim ki!...
Selim - Ben de dilimin döndüğü kadar hüsn-i mukabelede
kusur etmedim. İkinizin arasında olan muhabbet kendisini bu ka­
dar bahtiyar etmekte ise bu bahtiyarlıktan dolayı şâyân-ı tebrik
olduğunu arz eyledim.
Müşafehenin bu noktasında Kaplan Beye bir sükûnet arız
olarak sık sık göğüs geçirmeye başlaması üzerine Selim Kamaro
çocuğu şu mustarip hâlden kurtarmak için İşi biraz da lâtifeye
dökmeye mecbur oldu. Dedi ki:
Selim - Ne o? Çehren değişti. Benzin attı. Korkarım senin
işitemediğin sözleri benim işitmiş olduğuma kıskandın ha?
Kaplan - Neden bildin?
Selim - Vay! Demek oluyor ki sahihen kıskandın. Zati her
biri bir gizli ah! Her biri bir derunî vah! Demek olan göğüs geçi­
rişler işi bana bir dereceye kadar işrap eylemişti.
Kaplan - Vallahi kıskandım. Doğrusunu ister isen gerçek­
ten kıskandım. Siz bu tatlı lâkırdıları arabada ikiniz yalnız ol­
duğunuz hâlde ettiniz öyle değil mi?
Selim - Madem ki kıskanıyorsun bari şunu da söyleyim de
daha ziyade kıskan. Evet bu lâkırdıları arabada yalnız olduğu­
muz hâlde ettik. Hayvan üzerinde yorulmuştum da hayvanı ara­
banın arkasına bağlayarak ben de arabaya binmiştim. Hem işin
letafeti yalnız bunda değildir. Sağ kolumu arkasına doğru uzata­
rak kendisini kolum üzerine yaslandırdım. Bu suretle kendisini
arabanın sarsıntısından ve sadmesinden bilmühafaza rahatı es­
babını ikmal etmiş olduktan sonra ağız ağıza dönerek şu tatlı lâ­
kırdıları ağzından çıkar çıkmaz yakından telâkki ederdim. Ah
ne güzel ağız! Ne güzel dişler! Aman ne kadar da yakın idim.
Dişleri o kadar beyaz ve parlak idi ve ben o kadar yakındım ki,
âdeta kendi aksimi dişleri üzerinde görüyorum zannederdim.
Hele o güzel ve baygın gözlere akseden suretime gözlerin letafe­
tiyle bir letâfet-i fevkalâde arız Olmuş olduğundan kendi ken­
dime de alâka edeceğim geliyordu. Nasıl kıskanacak mısın?

233
82 KAFKAS

Dahasım da söyleyim mi?


Kaplan - Ah Selim! Şu sözleri söyleyen senden başka birisi
olsaydı, billahi şu anda göğsünü kama ile delerdim. Fakat senden
kıskanmam. Sen benim kardeşim gibisin.
Selim - (Kahkahalarla gülerek) Aşk insanı mecnun ve hiç
olmaz ise mülâhazasız eder dedikleri zaman inanmalıdır. Hiç
dayesi Özden yanımızda olduğu hâlde Katerina ile böyle burun
buruna gelmek mümkün olabilir mi?
Kaplan - Vakıa Öyle. Affedersin kardeşim! Bir araba
içinde kolumu arkasından dolaştırıp onu kolum üzerine yaslan­
dırmak bana müyesser olan saadetlerden olmadığı gibi böyle bir
saadetin insana ne kadar safabahş olacağım hülya edince ihti­
yarım elimden gitti de hiçbir şeyi mülâhaza edemez oldum.
Fakat Özden orada iken siz bu lâkırdıları nasıl ettiniz? O gaddar
Özden! O hıyanet karı! Katerina ile olan muamelemizde zerre
kadar müsaade göstermez.
Selim - Evet. Bunu öteden beri söylersin. Lâkin şimdi iş o
dereceleri geçmiş. Katerina da çocuk değil a? Aranızda olan mu­
habbet devletçe bir mesele-i mühimmede medâr-ı istifade itti­
haz olunur ise artık Özden gibi bir daye kadından ihtiraza ma­
hal mi kalır?
Kaplan - Tamam tamam! İşte en ziyade buna memnun ol­
dum. Zira çok defa vaki olmuştur ki üç gün Katerina'nın hane­
sinde misafir kalırım da bu müsaadesiz engelin mümanaatından
dolayı üç dakikacık olsun sevdiğimi yalnız göremem bundan sonra
benim de kendisinden hiçbir ihtirazım kalmadı. Ona rağmen ya­
nında mülâtafalar ederek içinin yağlarını eriteceğim.
İşte yolculara yolu kısa gösteren tatlı müşafehenin Kaplan
ile Katerina'ya ait olan ciheti bu surette olup Selim ile Madam
Kumandan'ın arasında olan münasebete dair edilen sözlere ge­
lince onu burada izaha ihtimal görememekteyiz. Zira Katerina
ile Kaplan'ın arasındaki münasebetin henüz masumâne bir müna­
sebet olması işin en ince perdelerine kadar teşrihine müsait bulu­
nur ise de, Selim Kamaro ile Madam Kumandan arasındaki mü­
nasebet ince perdeleri maverasındaki hafayasını keşf vü izhara
müsait olmayacağını siz de teslim eylersiniz. Şu hâle göre müşa­
fehenin bu ciheti yalnız iki delikanlı arasında teati edilen ol
sözlerden ibaret olduğu anlaşılmalıdır ki, hariçten bir üçüncü ağ­

234
KAFKAS 83

yar kulağı o sözleri işitmeye hak ve salâhiyet bulamaz.


Macera-yı aşk ve havaya dair söylenen sözler miyarımda
Katerina'nın Kaplan Bey ikâmetgâhına sebeb-i vtirûdunu izah ve
tafsil edecek surette olarak birtakım da politikaya dair sözler
söylendi. Ancak bu keyfiyet bizim zaten malûmumuz olduğundan,
burada o sözlerin tafsiline hacet yoktur. Yalnız şu kadarcığım
haber verelim ki Sohum Kal'a'daki mecliste gerek Kaplan Beyi
ve gerek sair rüesayı kandırmak memuriyetiyle kabail nezdine
gitmesi kararlaştırılmış bulunan Selim Kamaro’nun vazifesi ha­
kikaten Rusya hükümetine sadakatten münbais olan bir vazife
olmayıp, bilâkis kendi milletine sadakatten mütevellit diğer bir
vazife olduğu, yani Kafkas rüesa ve efrad-ı ahalisini pek büyük
bir tehlike içinde bırakan evâmir-i vârideyi bittebliğ gayet
basiret üzere davranmalarını etrafıyla ihtar ve ihbar için gelmiş
bulunduğu politikaya dair söylenen sözlerin hülâsa-i
netayicinden meydana çıkmıştır.
İmdi yol daha ziyade uzanmış olsa İdi işbu iki arkadaşın
silsile-i muhavereleri dahi yolun imtidadı nispetiyle uzanıp gi­
deceği derkâr idi. Lâkin Kaplan Bey ikâmetgâhının birdenbire
karşılarında isbat-ı mevcudiyyet etmesi bunların dahi sözlerine
hitam verdi.
Timurtaş Bey gibi o taraflarca pek ziyade nüfuz ve hüküm
sahibi olmuş bir adamın oğlu bulunması nazarıdikkate alınır ise,
böyle mühim bir zatın ikâmetgâhı âdeta büyücek bir saray sure­
tinde olması vehleten insanın hayali önünde tecessüm edebilir.
Ancak bu hayalin önüne perde çekmek için derhâl haber verelim
ki, Kafkasya'da böyle büyük beylerin ikâmetgâhları bir büyük
sarayı, bir büyük konağı andırmaktan ziyade bir büyük köyü an­
dırabilir.
Bu ülkede en ziyade geri kalmış bir şey var ise o da mimar­
lıktır. Sanayi-i mimariyye sair taraflarda olduğu gibi kendi
mamulâtının anasır-ı müterekkibesi olmak üzere mermer ve de­
mir ve pirinç mısillü şeyleri yine sair mahallerdeki mamulât ve
masnuatına ecza ittihaz eylemiş olup buralarda ise ağaç ve top­
rak ile iktifa derecesinde kalmıştır. Binaenaleyh ekser ebniyesi
çit ve çubuk ve sıvadan ibaret olup bunlarla dahi on beş yirmi oda
bir yerde cem ile yekpare bir şey vücuda getiremez.
Bir dam altında iki üç oda pek nadir olarak görülür. Bir

235
84 KAFKAS

hanenin veya konak ve hatta saray itibar edilmek lâzım gelen


bir mahallin kaç odası olacak ise, bunlar her biri ayrı ayrı kulü­
beler gibi bir şey olmak üzere müteferriken inşa edilir.
Fakat bizim Kaplan Beyin ikâmetgâhı bütün bütün Kafkas
modasında dahi değildir. Validesine mahsus olan dairesi birisi
validesi ve diğeri hizmetine müdavim olan cariyeleri için olmak
üzere yan yana iki odadan mürekkep olduğu gibi, kendi dairesi
dahi birisi yatak odası olmak ve diğeri misafir kabul edecek sa­
lon makamına geçmek üzere iki oda ile bir de kütüphane ve yazı­
hane gibi istimal olunur küçürek bir mahalden ve bunların önü
dahi divanhane gibi büyücek bir sofadan ibarettir.
Kafkas'ta kitap denilen şey hemen münhasıran medrese­
lerle, müftülerde bulunarak, sair hanelerde Kur'an-ı azimü'ş-
şandan başka kitap bulunmadığı ve beylerin ikâmetgâhlarında
kütüphaneye ve kitaba bedel silâhhâne ve silâhlar mevcut idüği
malûmunuz ise burada Kaplan Bey ikâmetgâhında bir de kütüp­
hane bulunduğuna dair verdiğimiz malûmat nazar-ı istiğrabmızı
davet edebilir. Vakıa Kafkas'ta her sınıf halk kendi sınıfının
vazife-i muayyenesi olan hususat ile iştigal ederek, meselâ güle­
rek ve bazı fıkra-yı ahrarın kârı çiftçilik ve çobanlığa münhasır
olmasıyla onlar yalnız bu işle iştigal eyledikleri ve ilmen ve za-
degânm bu işlere asla karışmayarak medrese-nişîn olan erbâb-ı
ilm yalnız talim ve taallüm ile biliştigâl beylerin ise işi gücü an­
cak esliha ve umûr-ı harbiyye müzakeratından ibaret bulunduğu
cihetle, Kaplan Bey ikâmetgâhında kütüphane ve yazıhane bu­
lunmak istib'âd olunur ise de mîr-i mumaileyhin Rusya tarafında
tahsil-i fünun etmesi üzerine ahval-i hususiyyesine ârız olan te-
ceddüdât pek çok şeylere kendisini Kafkaslılığın fevkinde gös­
terdiği gibi hanesinde ulûm ve fünun edevatı bulunmak suretiyle
dahi emsalinden tefrik ve temyîz etmekteydi.
Validesiyle kendisinin olduğunu haber verdiğimiz iki da­
ireden sonra Kaplan Beyin ikâmetgâhında bir daire daha vardır
ki büsbütün tarz-ı cedîd-i mimarî üzere yapılmış olduğu cihetle
oralarca câlib-i nazarıdikkat olacak yegâne bir binadır. Mîr-i
mumaileyh bunu Sohum'dan sûret-i mahsusada celp eylediği
ameleye yaptırmıştı. Daire-i mezkûre bir katlı kârgir olmak
üzere bina edilmiş olup kapısından bir medhale girilir. Bu med-
halin sağ ve sol taraflarıyla cephe cihetinde üç kapı daha var­

236
KAFKAS 85

dır. Sağ taraftaki kapıdan bakılır ise bir hizmetçi odası ve onun
daha öte tarafında helâ olduğu görülür. Sol tarafa bakıldığı za­
man orası da alelâde bir oda olduğu müşahede olunur. Cephedeki
kapıdan içeriye girilince bir büyük salona girilmiş olur ki, tama­
mıyla Avrupa usulünde tezyin edilmiş ve eşya-yı mevcûdeye yek
nazarda görülür ki kanepeleri, koltukları, masaları, konsolları,
aynaları, perdeleri, kornişleri hep Petersburg'tan, Viyana'dan ve
İstanbul'dan celp olunmuştur.
Salonun kapısından girildiği zaman tamam-ı cepheye
İsabet eden büyük endam aynasının sağ yanında Katerina'nın
fotoğrafya ile alınmış ve fakat cesâmet-İ tabiiyye mikyasında
büyültülmüş bir resmi olduğu gibi aynanın sol tarafında dahi
Kaplan Beyin kezâlik o büyüklükte fotoğrafya ile böyle bir resmi
muallak görülür.
Ayna ile işbu iki resmin üst tarafında duvar üzerine gayet
güzel ve iri huruf ile (Katerinaskİ Salon) yazılmıştır. Bu terkip
Rusça (Katerina Salonu) demek olup, vech-i tesmiyyesi ise ya;
kında anlaşılacaktır.
Salonun sağ ve sol cihetlerinde de birer kapı görülür. Sağ
taraftaki kapı bir yatak odasına açılır ki alafranga bii^karyola
ve tuvalet takımları vesaire ile mücehhez olup, fakat daha
içinde hiçbir kimsenin yatmamış olduğu eşya ve mefruşat-ı mev-
cûdenin asla kullanılmamış olmalarıyla besbellidir. Sol taraf­
taki kapı dahi yine bunun gibi bir odamn kapısı olup, orası gayet
mükellef döşenmiş ve bir tarafına ufarak bir kütüphane konula­
rak bu kütüphanenin camlan üzerine dahi küçük küçük birçok fo­
toğrafya resimleri sıkıştırılmıştır.
Kaplan Beyin ikâmetgâhınca en ziyade calib-i nazarıdik-
kat olan şu daireden de maada orada daha birçok odalar, kulübe­
ler, ahırlar filânlar görülür ki, hey'et-i umûmiyyesi aynıyle bir
büyücek köyü andırır. İmdi Sohum'dan Selim Kamaro ile beraber
gelerek Kaplan Bey ikâmetgâhında kendisine muntazır bulun­
duğu malûmumuz olan Katerina dö Branoviç'i arar isek evvel
emirde hatıra hutur edeceği veçhile mezbureyi kendi namına
mensup olan işbu salonda bulamayız. Zira oraya kimsenin girmesi
mücâz olmayıp aralıkta bir kere Kaplan Bey birkaç dakikacık
temaşa için girdiği zaman dairenin kapısı açılır, vesair
vakitlerde daima kapı kapalı durur. Mumaİleyha Katerina'yı

237
86 KAFKAS

bulmak için Kaplan Beyin kendi dairesi içindeki salon kılıklı


büyücek odaya baş vurmalıyız. Bu odanın kapısı ekser ebniyede
olduğu gibi bir dıl'ın tamam orta yerinden açılmaz. Bir
köşesinden açılır. Ekser ebniyede olduğu gibi bu mahallin harice
penceresi yoktur. Pencere demekten ziyade delik demeye salih
olan iki ufak penceresi salonun Önünde bulunan divanhaneye
açılır. Binaenaleyh burası oldukça karanlık bir mahaldir.
Minder makamına kaim olan şey duvar hizasına dizilmiş olan
sandıklar ile onların üzerine serilen gayet güzel seccadeler olup
duvarlara dahi gayet nazik Çerkez tüfekleri, tabancaları
kamaları, kılıçları ta'lîk edildikten maada birkaç nevi revolver
ve kuyruktan dolar nev-icat tüfekler ve kâr-ı kadim teberler,
süngüler, baltalar dahi duvarları doldurmuş, tezyin eylemiştir.
İşte Kaplan Bey Selim Kamaro ile beraber hanesine gel­
diği zaman müştak-ı mülakatı olduğu Katerina dö Branoviç'i bu
salonda bulmuştur. Ancak Selim Kamaro Zogar ormamna giderek
Kaplan'ı alıp getirinceye kadar aradan birçok saatler mürur ede­
rek bu müddet-i medîde-i intizarı kolayca geçirmek için Katerina
duvarda muallak bulunan edevât-ı harbiyyeyi birer birer muaye­
neye başladı ve bir iki saat zamanı bu muayenede ve Kaplan'ın
asdika-yi bendegânından olan Saatgiray tarafından takdim edi­
len çay ve kahvaltıyı tenavülde geçirip nihayet Özden ile şöyle
bir muhavere kapısı açtı ki tarafeynden teati edilen sözler hikâ-
yemizce ehemmiyetten hali olmadıkları cihetle ber-vech-i âtî
aynen dere edildi.
Katerina - Demek oluyor sayd ü şikâr mahalli epeyce
uzaktır.
Özden - Öyle anlaşılıyor. Zira Selim Kamaro sabaha karşı
gittiği hâlde hâlâ gelmedi.
Katerina - Ya bu akşam da gelmezler ise? Çünkü bey gideli
üç gün olmuş. Beyler böyledir. Onların sayd ü şikârdan başka bir
işleri yoktur.
Özden - Saatgiray'm dediğine bakılır ise ava da yalnız
gitmemiş, birkaç bey beraber imişler.
Katerina - Bizim Selim Kamaro’nun hakkı vardır.
Sohum'da bizimkiler nafile korkuyorlar. Hiç kabail içinde onla­
rın hesap ettikleri gibi bir büyük isyan hazırlığı olsa böyle büyük

238
KAFKAS 87

beyler avda, kuşta rru gezerlerdi?


Özden - Evet. Bunda hakkınız vardır.
Katerina - Velev ki böyle bir isyan fikrinde bulunsunlar.
Kaplan'ı mutlaka men ederim. Ah Kaplan'ım onların içinde bu­
lunmasın da ne olursa olsun.
Özden - Demek oluyor ki devletinizden ziyade
Kaplan'ınıza hizmet etmek istiyorsunuz. Bu da Kaplan’a olan
muhabbetinizden neşet ediyor.
Katerina - Evet. Kaplan'a olan muhabbetimden neşet edi­
yor İse ne olur? Ah dünyada benim gözüm Kaplan’dan başkasını
görür mü? Kılına hata geldiğini istemem. Devletimize de hizmet
ederim. Fakat hizmetimin bir cihetinden Kaplan’ın da selâmeti
temin edilince daha ziyade memnun olurum.
Özden - Kaplan Beyi pek çok sevdiğinizi bilirdim. Lâkin
muhabbetinizin bu derecede olduğunu hükmedemezdim. Galiba en
sonra geldiği zaman ayaklarınıza yüz sürerek döktüğü göz yaşları
muhabbetinizi birdenbire parlatmış olmalıdır.
Katerina - Ne diyorsun a Özden ne diyorsun. Resmini gözüm
Önünden ayırdığım var mıdır? Mutlaka men ederim. Böyle tehli­
keli bir iş içinde Kaplan’ımın da bulunmasına nasıl tahammül
edebilirim? Bahusus ki Kaplan bu defa ayaklanır ise birleşme­
miz için bütün ümitleri silineli.
Özden - İşi bu kadar etraflı düşündünüz ha?
Katerina - Ah sorar mısın Özden'ciğim sorar mısın?
Hakkım da yok mudur?
Özden - Eğer bu muhabbet aynıyla Kaplan Beyde de var ise
hakkınız yoktur diyemem.
Katerina - Kaplan Bey de var ise mi? Olmamak olur mu?
Bize geldiği vakit ne hâlde bulunduğunu görmez misin? Hatta o
gün habersizce gelmiştin. Dizlerime kapanmış görmedin mi?
Özden - Gördüm efendim gördüm! Fakat her erkek kadının
niyaz ve istirham makamında dizlerine kapanabilir. Ama yal­
nız bu hâl muhabbete delâlet edemez. İhtimal ki erkek yalnız
kendi çıkarı için bu hareket-i muğfilânede bulunur. Bir erkeğin iğ-
falâtına aldanmak bir kız için ne büyük tehlike addolunacağını
da hesap edersiniz ya.
Katerina - Acayip! Bu da muhabbet için senet olamaz ise

239
88 KAFKAS

başka ne olabilir?
özden - Zanneder isem Kaplan Bey sizi ayda, iki ayda bir
kere ancak görebilir. Eğer muhabbeti sizinki derecesinde olsaydı
Sohum'dan ayrılamaması lâzım gelirdi. Nasıl ki sizin elinizden
gelse buradan ayrılmamak istersiniz.
Katerina - (Hiddetlenerek) Amma tuhaf söylüyorsun
Özden. Kaplan beni niçin sevmesin? Yoksa bir bildiğin şey var da
bana söylemiyor musun?
Özden - Kaplandın) sizi niçin sevmeyeceğini bilemem.
Bana kalsa sevmelidir, ölmelidir, bayılmalıdır, çıldırmalıdır.
Sizden ziyade sevmeye lâyık kim vardır? Fakat böyle şeylerde
biraz da insan başını eğmeli de düşünmeli. Size söylemeyecek
hiçbir bildiğim yok. Yalnız şunu tahmin ediyorum ki siz Kaplan'ı
pek ziyade seviyorsunuz. Çılgıncasına seviyorsunuz da Kaplan'ın
da sizi o kadar sevmesi lâzım geleceğini yahut sevdiğini yine siz
kendiniz hülya ediyorsunuz.
Katerina - Estağfurullah! Kaplan'ıma iftira ediyorsun.
Kaplan senin tanıdığın Moskoflara benzemez. Bir haftalık, bir
aylık muhabbet için bir kızı aldatmak bizim Ruslarda görülür
denaetlerdendir. Karısı da öyledir erkeği de. Bir erkek bir hafta­
lık, on beş günlük muhabbet için bir karıyı aldatır ise, o karı ken­
disini aldanmış saymayıp belki o da on beş günlük bir muhabbet
için erkeği aldatmış olmakla iftihar eyler. Bir Çerkez bir kızı
sever ise ölünceye kadar sevmek için sever.
Özden - Evet. Sizden başka daha beş cariye ile beraber
sevmek için sever.
Katerina - (Gazubâne) Sen bu lâkırdıyı bana bir kere daha
söylemiştin Özden. Galiba sen de bir Müslümansın, sevdiğime razı
olmayanlardansın. Evet. Sanki ne demek istersin? Ben de biliyo­
rum ki bir Çerkez, bir kızı sever ise sair dört beş cariye ile beraber
sevmek için sever. Fakat şunu da bil ki o Çerkez beyi beş karının
beşini de ayrı ayrı sevmeye muktedirdir. Sen onları vücudunu,
zihnini, insanlığını işretle berbat etmiş, harap eylemiş olan
Moskoflara, AvrupalIlara mı kıyas ediyorsun? Dikkat etmedin
mi ki böyle harap bir Moskofa bir karı bile çoktur. Çok olduğunu
her yerde her zaman görüyorsun? Fakat şu lâtif dağlarda, lâtif
hava, lâtif sularla serbest büyümüş ahu gibi bir Çerkeze elbette

240
KAFKAS 89

bir karı az gelir.


Kız dayesine mukabeleten şu sözleri söylerken bir aralık
fikrinde olan isabete ol kadar emniyet eylemişti ki bir Çerkezin
müteaddit kızları sevmesi hükm-i tabiata tamamıyla muvafık
olduğuna kendisi inanıp iman getirdikten maada, buna Özden’in
dahi tamamiyle teslimiyet göstereceğine şüphesi kalmayarak,
işbu galibiyet ve muzafferiyeti üzerine sevincinden çıldıracağı
gelmişti. Ancak bu aralık özden'in yüzüne dikkat eyledikte mez-
burenin çehresinde terahhum-ı müstehziyâneye delâlet eder bir
tebessüm-i garîb görmesi ve o anda zihninden geçen bir mülâhaza-
i fecîayı derhâl yenmeye muktedir olamaması üzerine birdenbire
bir ye's-i tamme düşüp içinden yine kendi nefsine hitaben:
"Ah bir dereceye kadar Özden'in hakkı da vardır.
Kaplan'a müstakilen sahip olmak başka bir safadır. Şimdiye
kadar kendimi Kaplan’ın âguşuna arz etmekten beni men eden bir
şey var ise, o da Kaplan'ın benden başka bir veya birkaç karıya
dahi yar olabileceği mütalâasıdır. Kuzu gibi meleyerek dizle­
rime yüzünü sürdüğü zaman omuzlarına koyduğum ellerimle bîça­
reyi korka korka, acıya acıya itip ret ettiğime sebep olan bir şey
var ise o da budur. Bir buse için hevesini yenemeyip de güya
cebren almak kasdıyla boynuma sarıldığı zaman, o kadar şid­
detli müdafaa göstermeyişim muhabbetimden ileri geliyor idiyse
de benim de onun boynuna sarılamayışım hep bu fikirden neşet
ediyordu" diye ye'sinin mağlûbu ve kendi aşkının mahcubu oldu,
kaldı. Fakat bu hâl dahi çok vakit devam etmedi. Şiddet-i aşkı
kâinatın hey'et-i umûmiyyesini gözü Önünde bir habbe kadar te-
cessüm ettiremeyen kızcağız şu hayalât-ı me'yûsâneyi de derhâl
kaybederek gözü önünde yine Kaplan’dan başka bir şey göreme­
meye başladı.
Kızın son hâlinde görülen şu inkılâp Özden’in dahi nazarı-
dikkatini celp etmiş olmasıyla biraz vakit için bîçareyi kendi
hâline terk eylemişti. Katerina aklını başına devşirdikten ve
daha doğrusu istenir ise yine aklını başından dağıtacak kadar
yeniden bir cür'et-i mecnûnâııe peyda eyledikten sonra, Özden'in
sükûnete dikkat eyleyerek sebebini sormaya müsâraat eyledi:
Katerina - Ne sustun Özden? Ne düşünüyorsun? Neye dal­
dın, gittin?
Özden - Dalıp giden ben değilim, sîzsiniz. Siz neye daldı­

241
90 KAFKAS

nız? Galiba başınızdaki sevdanın pek tehlikeli bir şey olduğunu


takdire başladınız da, nedâmeti, tesiratı sizi mağlûp eyledi.
Katerina - Hayır. Hiç nadim olduğum yoktur. Bu işteki
isabetime tamamıyla kaniim. Bana dalgınlık, durgunluk geldiği
de yoktur. Sana bir düşünmek geldi. Elbette bir sebebi olacaktır.
Sebebi de elbette Kaplan'a olan muhabbetimi haklı görmeye baş-
lamaklığındır. Aklına geleni saklamayacaksın, elbette doğru­
sunu söyleyeceksin.
Özden - Doğrusunu mu istiyorsunuz? Doğrusunu istiyor iseniz
inanınız ki yüreğim size acıyor?
Katerina - Acayip! Beni can ve yürekten tebrike seza
görmek lâzım iken yüreğin bana niçin acıyor?
Özden - Şunun için ki zaten Kaplan'a olan muhabbetiniz
hiçbir semere vermeyecek olan akîm muhabbetlerden olup bundan
ümit edebildiğiniz semere ise kendisinden Rusya devleti menfa­
ati için hizmet vaadi alabilmek gibi henüz sırf hülyadan ibaret
bir esastan muntazırdır.
Katerina - Amma yaptın ha? Hülya mı?
Özden - Hülyadır zahir! Ya Kaplan Bey ricanızı kabul et­
mez ise?...
Katerina - Etmez ise mi? Buna asla ihtimal veremem.
Özden - Ben pek ziyade ihtimal verebilirim. Bir Abaza
beyzadesi vatanının istiklâli aleyhine öyle kolay kolay kıyam
edemez.
Katerina - Sen ne diyorsun Özden? Hiç!...
Bu lâkırdıyı şu dereceye getirdikleri zaman Saatgiray ka­
pıdan içeriye başını sokarak beyin geldiğini haber vermesiyle
Katerina'nm yarı lâkırdısı ağzında kalmıştı. Bunlar derhâl
Özden ile beraber beyi istikbale koştular.

Üçüncü Bap

Kapının haricine kadar ancak ayak atmış bulunan


Katerina ile Özden orada pek çok zaman beyi beklemeyip bir da­
kika sonra bey dahi vürut etmesiyle cümlesi birden içeriye girdi­
ler. Kafkas adamları birer cenk arslanı olmakla beraber tabiat­
larında sibâ'-ı vahşî gibi ruûnet ve tündlük olmayıp, cümlesi kuzu

242
KAFKAS 91

gibi halım ve bahusus güvercin gibi lâtif adamlardır. Hele ka­


dınlara mukabil bunların muamelesi ol kadar hoştur, ol kadar lâ­
tiftir ki âdeta Avrupa'da kadınlara yaranmak hususunda en zi­
yade maharetle şöhret bulmuş olan zurafâ dahi bunlara kıyas
kabul edemez.
Kaplan Bey iki eliyle Katerina'nın bir elini yakalamış ol­
duğu hâlde kemâl-i inbisatla odadan içeriye girdiler. Daha gi­
rerlerken şu müşâfeheye başlamışlardı:
Kaplan - Ah benim efendim! Sultanım! İmparatoriçem!
Dünyada en büyük, en aziz, en muhterem tanıdığım bir kadın.
Katerina dö Branoviç dediğim zaman ağzımdan bir Katerina dö
Branoviç daha çıkar. Siz de bizim Abaza vahşilerinin
kulübesine, kümesine teşrif edersiniz ha?
Kaplan’m bu suretle başlamış olduğu söz Özden'i bir hayli
dilgîr ederek kendi kendisine “İşte Katerina'yı deli divane eden
şey bu insan aldatıcı sözlerdir. Zavallı kız! Bunların topuna bir­
den sahih nazarıyla bakar da yüreğini de ona göre aldatır" diye
başlanan sözü bayağı bir teferrütle dinlemeye hazırlanmıştı.
Katerina - Estağfurullah efendim. Niçin kümes olsun? Sizin
gibi bir beyin hanesi....
Kaplan - Kabul etmem. Vallahi kabul etmem. Bey kim?
Biz sizin gibi hüsn ü cemal melekelerinin kuluyuz, kurbanıyız, kö­
lesiyiz.
Selim - Aman Gospodina Katerina! Ormana gidip de bu­
raya teşrifinizi beye haber verdiğim zaman ne kadar memnun ol­
duğunu görmüş olsaydınız çıldırmış zannederdiniz.
Kaplan - Çıldırsam da ayıp değil ya. Bunca senelerden beri
yalnız husulü ihtimaliyle kendimi bahtiyar etmeye çalıştığım
bir nimet böyle beni ormandan istikbal eder ise çıldırmadığıma
taaccüp etmelisiniz. Avı filânı derhâl terk ettim efendim.
Uşakları bile beklemedim. Arkadaşlarım, canım biraz bekle de
hep beraber gidelim dediler. Kim dinler. Katerina dö Branoviç
hazretleri bende-haneyı teşrif etmişler diye hemen bindim gel­
dim. Bu saadet bana ömrüm içinde ilk defa olarak vaki oluyor.
Katerina - Bu derece teveccühünüze teşekkürler ederim
efendim.
Kaplan - Estağfurullah efendim. Teveccüh ne demek?

243
92 KAFKAS

Benimkisi âdeta bir ubudiyettir. Rahatınız esbabına baktılar mı


efendim?
Diye Kaplan Bey uşakları çağırarak birçok emirler ver­
meye başladı. Vakıa Katerina "Bize lüzumundan ziyade bile ik­
ram ettiler. Çay içtik. Kahvaltı ettik. Her şeyi bitirdik.
Teşekkürler ederim" der idiyse de, Kaplan kulak bile vermeyip
emirlerini i'tâda devam eylerdi. Nihayet son emri olarak
"Katerinaski Salonu da aç. Sil süpür. Her şey mükemmel olsun
anladın mı? Her şey mükemmel olsun" deyince kendi ismine
mensup olan şu salon keyfiyeti Katerina’nın nazarıdikkatini açtı..
Ve hemen istîzâh-ı mes'eleye müsâraat gösterdi:
Katerina - Katerinaski Salon dediğiniz şey ne oluyor?
Kaplan - Rusça bilmez değilsiniz ya? Katerina'ya mahsus
salon demek. Eğer hangi Katerina'ya mahsus olduğunu da sorar
iseniz, sonra kendi kendinizi de bilmiyorsunuz derim.
Selim - Orası anlaşılıyor ya. Fakat Katerina dö Branoviç
cenapları bu salonun ol suretle tesmiyesinin vechiııi soruyor
zannederim.
Katerina - Evet. Vech-i tesmiyyesini anlamak isterim.
Kaplan - Ah Selim. Kardeşim Selim. Vech-i tesmiyyesini
anlamak istemiyor. Beni söyletmek istiyor. Ama zararı yok.
Bilâkis faydası var. Ben zaten söylemek İstiyorum. Sen bizimsin
Selim. Senden sıkılmam. (Katerina'ya) Efendim. Ben Katerina dö
Branoviç hazretlerinin buralara malik ve hâkim olarak beni
ihya buyuracağını hülya eylediğim zaman, öyle her türlü esbâb-ı
rahata alışmış olan bir nazik vücudu şimdiye kadar perveriş bul­
duğu ve büyüdüğü yolda muhafaza ettirmek için tamam Rus mo­
dası üzere bir salon, bir daire tanzim etmeye lüzum gördüm ve
tanzim ettirdim. Adını da Katerinaski Salon koydum. Gidip
görseniz hiç şüphe etmem ki beğenirsiniz. Validenizin,
pederinizin Sohum'da tanıdığınız kadınların, erkeklerin
kızların resimleri hep oradadır. Bunlar tıpkı sizin kendi
odanızda tanzim eylediğiniz surette tanzim olunmuştur.
Katerina - Acayip!
Kaplan - Kütüphanenizde mütalâasına alışmış olduğunuz
kitaplar ile daha başka kitapları havi olarak bir de kütüpha­
nesi vardır. Hâsılı burada bulunduğumuz hâlde kendinizi âdeta

244
KAFKAS 93

Sohum'da kıyas edeceksiniz.


Şu haber cidden Katerina'nın nazarıdikkatini celp ederek
bir yandan Kaplan'a "demek oluyor ki Sohum'dakİ esbâb-ı
iştigâlimden hiçbirisini kaybetmemiş olduktan fazla bir de
burada dağların ve lâtif âb-ı havanın halâvetinden edeceğim
istifade başka olacaktır" diye beyân-ı teşekkür etmeye başlamış
ve diğer taraftan dahi özden'in yüzüne manalı bir tebessüm ile
bakarak "gördün mü beni ne kadar seviyormuş?!" müeddâsım
işrâb etmekte bulunmuştu.
Katerina ile olan münasebetine Özden'in nasıl bir nazar-ı
nefretle baktığı Kaplan'ın malûmu olmasıyla bu defa
Katerina'nın Özden'e irae eylediği tebessüm-i manidarın en da­
kik medlullerini dahi Kaplan derhâl anlayarak işin bu cihetini
de tabire başladı, dedi ki:
Kaplan - Galiba haber verdiğim salonun hakikaten vücu­
duna Özden inanmamak İstiyor.
Özden - Niçin inanmamak isteyim? Sizin gibi birine öyle
bir salon yaptırmak pek de o kadar büyük bir iş değildir.
Kaplan - (Sözünde devam ile) Hâlbuki dediğim salon hül­
yada mevcut olmayıp hakikatte mevcuttur. Hatta senin için bile
mahsusan ve müstakilen bir oda ilâve olunmuştur.
özden - Katerina cenaplarıyla beraber bizi de düşündünüz
ha?
Selim - Hiç bir adam Katerina dö Branoviç'i düşünmeyi
müteakip sizi de düşünmemek mümkün olur mu?
Kaplan - İnanmaz iseniz gidiniz de bakınız. Hem mutlaka
gidip bakmalısınız. Selim, Özden inanmıyormuş. Haydi şunu
götür de Katerinaski Salonu'nu gezdir. Hem ne eksiği var ise
hizmetçilere tarif etsin. Katerina'nın âdetini, tabiatını elbette o
benden iyi bilir. Haydi Selim! Haydi götür!
Dikkat buyurulur ise anlaşılır ki şu teati olunan birkaç sö­
zün nihayetinde Kaplan'ın ilk emeli değişmiştir. Özden'i de te­
min için söze başladığı hâlde sözün kendi tabiatıyla peyda eyle­
diği bir inkılâb-ı âhir üzerine orada bir lâhzacık Katerina ile
yalnız kalmak emelini de istihsal için Selim'e, Özden'i alıp
götürüp Katerinaski Salonu gezdirmesini tavsiyeye başlamıştır.
Bu emeli Selim anlayabildi. Binaenaleyh Özden'in kolundan

245
94 KAFKAS

tutarak "Gel gidelim gör de o zaman iman et. Bazıları kalple


iman edermiş, bazıları da göz ile derler. Hristiyanca bir
lâkırdıdır. Anlıyorsun ya?" diye karıyı almış götürmüştür.
Karîn-i kiramın şu hikâyede asıl ehemmiyet vermek iste­
yecekleri zevat Kaplan ile Katerina olacağı ve onlar hakkında
verilen ve verilecek olan malûmatın en ehemmiyetlisi dahi
şimdi şu aralık Selim ile Özden'in çekilip giderek bunların yal­
nız kaldıkları zaman sebkat edecek hususâttan ibaret görüleceği
malûm olduğundan kendi intizarlarına muvafık-ı hizmet etmeyi
biz dahi emel edinmiş isek de, silsile-i suhanın bu halkasından
teferru1eden bir bahsi daha evvel haber vermeyince bunu dermi-
yan eylemek hikâyenüvislik usulüne mugayir düşeceğinden evvel
emirde o bahsi ileriye sürmeye bizim için cidden mecburiyet
görülmekte bulunmuştur.
Takdimen zikr edeceğimiz şey Özden ile Selim ’in
Katerinaski Salonu sûret-i ziyaretleri ve ol esnada vuku bulan
müşâfeheleridir. Şöyle ki:
Kaplan Bey ikâmetgâhında vürut eden her seyyahın naza-
rıdikkatini celp eden şey ebniye-i mevcûde içinde tarz-ı nevînde
olarak temeyyüz etmekte bulunan Katerinaski Salon olduğu
cihetle, bu bina hîn-i vürûdlarında Katerina ile Özden'in dahi
nazarıdikkatlerini celp eylemiş idiyse de bunlar daire-i
mezkûreye hiçbir mana veremedikleri ve bir tevcih
bulamadıkları gibi, Selim Kamaro dahi bu bapta malik olduğu
cüz'î malûmatı nasılsa bunlara i'tâ edememişti. Binaenaleyh
daha dairenin haricinde bulundukları zaman Katerinaski Salon
dedikleri mahallin burası olduğu Özden'e malûm olunca,
çehresinde birtakım alâim-i istiğrâb belirmeye başladı.
Saatgiray nam uşağın açmış olduğu kapıdan içeriye girdik­
leri zaman bunlar doğruca büyük salona girdiler. Orada cepheye
gelen duvar üzerinde Rus yazısıyla yazılmış bulunan
(Katerinaski Salon) kelimâtı Özden'in nazar-ı istiğrabmı bir kat
daha açtı. Hele Kafkas kabaili içinde değil a âdeta Solıum'da
bile emsali nadir bulunan bu müzeyyen salonun esbâb-ı tezyinini
birer birer muayene eyledikçe ve bunların cümlesi Katerina için
celp ve tedarik olduğu Saatgiray tarafından haber verildikçe,
Özden'in çehresinde görülen alâim yavaş yavaş isti'dâd-ı
zahirîni değiştirerek yüzüne dikkatlice bakan adamın âdeta bu

246
KAFKAS 95

hâlden Özden'in pek müteessif olduğuna hükmedeceği bir sureti


buldu.
Salonun sağ tarafındaki yatak odasına girdikleri zaman
Özden eliyle yatağı ve çarşafları yoklayarak (henüz hiç kulla­
nılmamış) sözlerini ağzından bilâ-ihtiyar dökmüştü. Şunu da ih­
tar edelim ki bu sözleri söyleyinceye kadar Özden beyan-ı efkâr
yollu hiçbir söz söylememişti. Bu iki lâkırdı Selim Kamaro ile
şöyle bir söz açılmasına mukaddime oldu.
Selim - Neden bildin?
Özden - Baksanız a. Keten çarşafların ilk sertliği hâlâ
üzerinde.
Selim - Ey! Nasıl bari daireyi beğendin mi?
Özden - Beğenilmeyecek şey değil.
Selim - İşte bu daire yalnız Katerina'nın kendisi için ya­
pılmıştır. Şu kadar var ki yatağın İki adamlık olması câlib-i na-
zandikkat olabilir. Hele şu karşıki odayı da seyredelim.
Özden'in içini yiyip bitiren şey Selim Kamaro indinde
dahi malûm olmuş bulunduğu cihetle yatağın iki adamlık yatak
olduğunu karıya ihtar etmesi nasıl bir emele mübteni bulunduğunu
anlarsınız. Selim bu sözü yalnız ağzıyla söylemedi. Eliyle, kaş­
larıyla, gözleriyle ve tavrındaki tebessümleriyle dahi söyleyip
anlattığı cihetle bu sözden in':izar eylediği tesir ma'a-ziyadetin
hâsıl oldu. Zira o anda Özden'in yüzü sanki ciğerine şiş sokulmuş
gibi bir sûret-i ızdırâb ile tagayyür eylemiş ve ciğerine sokulan
şişten feverân eden kan yüzüne hücum etmiş gibi bütün vechini bir
humret-i müdhişe istilâ eylemişti. Bereket versin ki Selim
karşıdaki odayı dahi seyretmek ihtarıyla hemen karının önüne
düştü, yürüdü ve Özden dahi tebeddül ve tağyirini Selim
Kamaro'ya gösterip anlatmamış olduğu tesellisiyle müteselli
olarak herifin arkasına düştü, gitti.
Salonun sol tarafındaki odaya dahi girdiler. Bu odada
Katerina'yı işgal edecek ve eğlendirebilecek esbabın kâffesi
hatta ma'a-ziyadetin mükemmel olması Özden’in bütün bütün
hayretine çarpmıştı.
Özden - îşte burası elhak hepsinden güzel.
Selim - İşte bunların hepsi kimin için tedarik olduğunu bi­
lirsin ya? Salonun duvarı üzerinde ismi yazılıdır.

247
96 KAFKAS

Özden - Evet anlaşılıyor.


Selim - Herif seviyor. Ne yapsın? Ayıplanmaz ya.
Özden - Sevdiğini bundan mı anlıyorsun?
Selim - Yalnız bundan da değil. Ben kendim de bilirim.
Ancak bu da sevdiğine delâlet edebilir ya.
Özden - Sevdiğine delâlet eden yalnız bu dairenin şu su­
retle tanzimi ise/ o muhabbet pek de muhabbet-i ciddîye ve ka-
viyye olmak üzere hükmolunamaz.
Selim - Neden hükmolunamasın? İnsan sevmediği bir karı
için bu kadar külfet ihtiyar eder mİ?
Özden - Rica ederim Gospodİn Selim. Söyletmeyiniz beni.
Hakkınızı teslim ettim. Seviyor diyelim. Katerina'yı pek zi­
yade hem de cidden, hakikaten seviyor diyelim de dava kısa ke­
silsin.
Selim - İyi ama sen bana merak verdin. Ben şimdi işi kısa
kesemem. .Hem senin çehrene baktıkça ben seni âdeta mustarip gö­
rüyorum. Eğer sen ümidim veçhile Katerina'yı ez-can ü dil sever
bir dost isen, şu ziyaretten fevkalhad memnun ve münbasit olma­
lısın. Zira bana kalır ise bunlar Kaplan’ın Katerina'yı cidden
sevdiğine delâlet eder. Hiç senin hanımın, kızın, dostun olan bir
kızı Kaplan Bey gibi bir adam sever ve onun İçin bu kadar külfet­
ler eder ise, memnun olmamak sana yakışır mı?
Özden - Canım. Fedakârlık dediğiniz ne oluyor? Kaplan
gibi bir Bey faraza yirmi bin karbon sarfedip de böyle bir daire
vücuda getirir ise bu fedakârlık mı addolunur? Öte tarafta bir fa­
kir adam hâline göre bir fedakârlık eder ki binnisbe bundan daha
büyüktür. Ben para ile gösterilecek fedakârlıklara o kadar
ehemmiyet vermem. Bahusus bugün yüz bin karbon sarf etse yı­
kılmayacak olan bir Kaplan Beyin on beş, yirmi bin karbon sarf
etmiş olmasına asla fedakârlık manası veremem. Muhabbeti
para kesesinde aramamalıdır. Yürekte aramalıdır.
Selim - Bunda hakkın yoktur diyemem. Fakat ben Kaplan
Beyin yüreğinde de eser-i muhabbet görüyorum.
özden - Sizin Sohum Kumandanının karısına olan muhab­
betiniz gibi öyle değil mi?
Selim - (İstiğrabla) Vay sen bunu neden biliyorsun?
Özden - Bunu bilmeyen yalnız ben idim. Ben de öğrendim.

248
KAFKAS 97

Ben Öğreninceye kadar emin olunuz bütün âlemde öğrenmişti. Ne


o? Ne bozuldunuz öyle?
Selim - Hiç bozulduğum yoktur. Niçin bozulayım? Sevmek
ayıp mıdır sanki?
Özden - Hayır efendim. Sevmek ayıp değildir. Bilâkis pek
memduh, pek makbul bir şeydir. Lâkin öyle memduh ve makbul
ve mukaddes olacak bir sevgiyi nerede bulalım? Sizin Madam
Kumandan’ı sevmenize sevgi mi derim ki onu ziyade sever bir mu­
habbet olsanız evvelâ kocasını kıskanmanız lâzım gelirdi.
Selim - Kocasının hakkını....
Özden - (Sert bir çehre ile hemen tekdir yollu) Sus! Hiç aşk
denilen şey haklılık, haksızlık tanır mı?
Özden'in şu tekdirâne muamelesi Selim'in âdeta bir müd-
detcik sukûtunu mucip olmuştu. Ve hemen aradı taradı Özden’in
bu sözüne cevab-ı sevap olabilecek bir söz bulamadı. Binaenaleyh
meseleyi yine eski suretine irca eyledi:
Selim - Biz sadedden çıkıyoruz. Ben Madam Kumandan'ı
sevmişim sevmemişim sizin nenize lâzım? Farz ediniz ki benim
Madam Kumandan'a olan muhabbetim onun semere-i visalinden
istifade hevesiyle bir meylden ibarettir. Lâkin Kaplan Beyin
Katerina'ya olan muhabbeli buna makis değildir.
Özden - Bunu da bana söylemeyiniz Gospodin Selim. Bu
lafa ehemmiyet verenlerden değilim. Fiiliyata, maddiyata ba­
karım. Hem teessüf ederim ki Katerina Kaplan'ın tatlı diline
bakıp itimat ederek aldandığı gibi salonu da görünce bütün bütün
rabt-ı kalble aldanacaktır. Zira Kaplan Beyin zekâsı bu daireyi
ilhak ve kadını aldatabilecek zarafet dahilinde tezyin eylemiş­
tir.
Özden'in bu sözleri Selim'in nazar-ı ehemmiyetini açarak
karıyı bir kat daha deşmek ve meseleyi güzelce istizah eylemek
için birçok sualler daha irat eylediyse de Özden sanki bahsin
hîn-i cereyanında daralmış bir bahhâs imiş gibi dargın bir çehre
ile yalnız "kazın ayağı senin anladığın gibi değildir" manasım
işrap yolunda baş sallamakla iktifa eyler ve salonu tezyin eden
eşyayı birer birer muayene ile tavr-ı iştigal gösterirdi.
Selim ile Özden Katerinaski Salonu ziyaret etmek ve
buraya kadar sûret-i cereyanını görmüş olduğumuz muhavereyi

249
98 KAFKAS

yürütmek için dışarıya çıkıp da Kaplan ile Katerina’nın yalnız


kaldıkları zaman bu müddetin birkaç saniyesi ve belki birkaç
dakikası sükûtla geçmişti.
Vakıa bunların şimdiye kadar malûmumuz olan hâline ve
yekdiğeri hakkındaki şiddet-i iştiyakına nazaran böyle sükût
ile geçiştirecek vakitleri olmamak lüzumunu kendileri dahi
teslim ederler. Ancak bu makule heveskârların gayet şiddet-i
iştiyak ile intizar eyledikleri zaman fırsatın vukuu akîbinde
aradan her ağyar ve engelin indifâıyla hâl-i hicrandan hâl-i
visale inkılâbı için müddet-i imtidâdı tayin olunamayacak
kadar bir sükût zamanı geçmek böyle her muvâsalada görülen
ahval-i zaruriyyedendir. Kaplan Bey ise bugün ibtidâ-yı kelâmı
bililtizam Katerina'ya terk ederek güya ol taraftan ne emir
zuhur edeceğine intizar eyliyormuş gibi bir hâlde boynunu bükmüş
durmuştu. Nihayet emeli veçhile sözü kıza başlatıncaya kadar
bu vaz'ını muhafaza eyledi.
Katerina - Selim nereye gitti?
Kaplan - Burada iki dakikacık benimle kalmaktan havf
mı ediyorsunuz efendim?
Katerina - Hayır. Korkmuyorum. Neden korkayım? Fakat
Özden de yok, Selim de.
Kaplan - Bilirsiniz ki Katerinaski Salonu gezmeye
gittiler. Ah Katerina! Onlar gitmeyecek olsalardı bile ya ben
mutlaka onları gönderecektim, veyahut yine onlar yanımızda
oldukları hâlde Katerinaski Salonu gezmeye biz ikimiz yalnızca
gidecektik. Ah! Sizinle iki dakikacık yalnız kalmak benim için
her zaman aranılır, arzu edilir nimetlerden olduğunu bilmez
misiniz? Vakıa Selim benim sırdaşım olup ondan gizli hiçbir işim
yok ise de ....
Katerina - Vakıa sır tevdi edilecek bir çocuktur.
Kaplan - (Sözünde devamla) Sizinle yalnız kalmaya mu­
vaffak olacağım zamanlar için bana gölgem bile ağyar sayılır.
Katerina - Teşekkür ederim Kaplan Bey. Bu teveccühleri
gösterdiğiniz için yüreğimin itminanı bir kat daha artar. Zati ben
de sizinle iki dakikacık yalnız kalmaya muhtaçtım.
Kaplan - Ah benim mültefit efendim. Beni hususi iltifatı­
nız ile ihya etmek için öyle değil mi? Öyledir deyiniz Allah'ı

250
KAFKAS 99

severseniz öyledir deyiniz. Beni yalnız bu söz ihyaya kifayet


eder.
Katerina - Ormandan gelirken yolda size Selim bir şey söy­
ledi mi?
Kaplan - Buraya teşrifinizi haber verdi ki bu beşaret benim
için kâfidir?
Katerina - Niçin gelişimden bir şey açtı mı?
Kaplan - Hayır! Kendisi bazı işler için gelecek olması üze­
rine sizin dahi mahza beni ihya etmek için onunla beraber geldi­
ğinizi söyledi.
Katerina - Kendisi hangi iş için gelmiş?
Kaplan - Canım o size ait olacak bir iş değildir. Kadın işi
değil. Sormayınız Allah'ı severseniz şimdi onları. Yürek işinden
bahs edelim.
Katerina - Yok. Benim asıl işim onları sormaktır.
Birbirimizi yeniden şimdi sevecek değiliz ya. Muhabbet hazır.
Kaplan - Demek oluyor ki beni seveceksiniz. Yahut sevi­
yorsunuz Katerinacığım ha?
Katerina - Yeni baştan te'min-i muhabbete mİ başlayaca-
ğız?
Kaplan - Ah! Hayır! Hiç yeni baştan değil. Siz bana günde
kaç bin kere "ah Kaplanım! Ben seni severim" diyecek olsanız bu
sözü daima ilk defa olarak söylemiş kadar beni mütelezziz etmiş
olursunuz.
Katerina - Bu sözün tekrarı sizi mes'ut etmeye kâfi midir?
Kaplan - Ona şüphe mi edersin a gözüm! İnkâr etmem.
Maatteşekkür itiraf ederim ki siz beni seversiniz diye iman etmi­
şim. Zira aksini itikat eylemiş olsam kendime kıymaklığım lâ­
zım gelir.
Katerina - Sizin mes'udiyetiniz bu kadar kolay ise ben sizi
saatte kırk defa mes'ut edebileceğim demektir. İşte memnun olu­
nuz. Sizi seviyorum. Hem bu lâkırdım hükümsüz bir şey değildir.
Yürekten seviyorum. Sizi sevmeyen, sizin muhabbetinize de iti­
madı olmayan bir kızın buralarda ne işi var?
Kaplan - Yemin ederim ki beni cidden mes'ut eylediniz.
Katerina - Hatta bu defa gelişim de ancak size olan

251
100 KAFKAS

muhabbetimin şevki üzerinedir. Sizi hem pek büyük bir


tehlikeden muhafaza etmek, hem de size pek büyük bir
mes'udiyet kazandırmak için geldim. Bence saadet olan bir şeyin
sizce de saadetten madut olacağını bilemez isem de ....
Kaplan - Etmeyiniz Allah'ı severseniz. İşte yine serzeniş
suretinde lâtifeye başlıyorsunuz ki ben bunları ciddiyete hami ile
üzülüyorum. Bana sorar iseniz hakkımdaki teveccühünüzü kay­
betmekten ziyade kendim için tehlike ve felâket olamaz. Sizinle
bekam olmaktan büyük de kendim için hiçbir mes'udiyet düşüne-
memekteyim.
Kaplan'ın nev'amâ tarz-ı me'yûsânede söz söylemekte
olmasına bakıp da kendisini hakikaten meyus addetmeyiniz.
Söylediği sözlerin ye'sinden naşi istirham fikriyle söylenme-
mekte olduğunu size biz haber verelim. Hicran ve hıramândan
söyleyip söylemediğinden bahsetmek, hatta yâri âguşunda olan
âşıklarda bile görülür. Aşıkası kendisine saatte kırk defa kendi­
sini sevdiğine dair teminat vverse âşık seksen defa daha adem-i
itminan göstererek te'minât-ı cedide ister. Çünkü her defasında
yeniden aldığı teminat âşık için bir başka lezzeti mucip olur ki
buraları cümleden ziyade erbâb-ı heva ve hevese malûmdur.
Söz söylerken Kaplan Beyin tavrına dikkat etmiş olsaydı­
nız, kendisinde nevmîdî ve ye‘sin fıkdânına dair burada bizim
malûmat vermekliğimize ihtiyacınız bile kalmayarak meseleyi
kendi kendinize istihraç eylerdiniz. Haniya bazı muhibler var­
dır ki karşısındaki mahbube kendi malı olduğuna kanaat-ı kâmi-
lesi olur da, ona ettiği niyaza ve onun tarafından gördüğü mu-
amele-i istiğnâ ve naza mahza kendi zevk-i maddî ve manevî ve
telezzüz-i cismanî ve ruhaniyyesi için revaç verir. Böyle olan
muhibler, mahbubelerine ettikleri niyazı güya o bir gonce-i nev-
şüküfte imiş de onu bir koklayışta hırs ve tahassüründen eritip
pejmürde edecekmiş gibi bir sûret-i tahassür ve iştiyakla eder. Ve
onun tarafından gördüğü naz ve istiğnâları dahi meyusâne değil
bilâkis pek münbasitâne ve pek müştehiyâne telâkki eyler.
İşte Kaplan Beyin Katerina nezdindeki hâl ve vaz' ve
tavrı dahi böyleydi. Ama Katerina’nın Kaplan Bey huzurundaki
hâl ve vaz' ve tavrını da buna kıyas etmeyiniz. O bambaşka bir
hâldeydi. Özden ile sebkat eden müşafehesi hatırınızdan
çıkmamış ise Katerina'nın Kaplan Bey karşısında ne hâl ve

252
KAFKAS i 01

vaz'da bulunduğunu nazarıdikkatiniz önünde tayin edebilirsiniz.


Mahaza sizi yormamak için keyfiyeti biz muhtasaran haber
verelim:
Katerina'nın Kaplan Beyi ez-can ü dil sevmekte olduğuna
emniyet ediniz. Hatta mezburenin bilvücuh mahrem-i esrârı ve
vâkıf-ı râz-ı nihânî olması lâzım gelen dayesi Özden'in bu bapta
emniyet kelimesi bulunduğuna mebnidir ki, teessüf ve
telehhüfünde mertebe-i tehalüke varırdı. Bîçare kızcağız
Kaplan'ı hem bu kadar sever ve hem de şu muhabbetinde mes’ut
olamayacağını daima gözü önüne getirerek ve kendisini daima
bedbaht bularak meyus olurdu. Ama bunda bir değil birkaç
dereceye kadar hakkı da vardı. Zira Kaplan'ın dahi kendi
hakkm daki muhabbetine inanacak olsa dahi aradaki
muhalefet-i diniyye kendisini Kaplan'a varmaktan men etmekte
bulunduğu gibi Kaplan’ı dahi kendisini almakta men eder
görürdü. Çünkü Katerina her ne kadar olsa kendisinin Kaplan'a
varmasını behemehal Müslüman olmasına mütevakkıf gördüğü
gibi, Kaplan’ın kendisini alabilmesini dahi Hristİyan olmasına
menût görüp bunun ikisi dahi kendi nazar-ı muhakemesinde
muhâlâttan addolunurdu.
Evet! Biz Katerina'nın yüreği İçinde en gizli katmerlerin
havi olduğu esrarı dahi bildiğimizden hükmederiz ki Katerina
şu gördüğü müşkülâtın tedbir-i ahsenle iktihâmı mümkün olama­
dığını yakinen anladığı zamanlar bunu fedakârlıkla iktihâm
etmeyi göze aldırır ve "Ne olursa olsun kendimi Kaplan’ın
mürüvvet-i merdânesine teslim ederim" der idiyse de dadısı
Özden'in kızı soğutmak için daima ihtardan hâli kalmadığı
taaddüd-i zevcât meselesi derhâl gözleri önünde simsiyah
kararıp "Ah! göze aldırdığım şu büyük fedakârlığın kadrini
takdirde Kaplan aciz değildir. Ama buna mukabil kendisince
hemen hiçbir ehemmiyeti olmayan taaddüd-i zevcât benim için
ne büyük bir felâket olacağını takdire muktedir değildir. Takdir
edebilse onu da asla tecvîz etmeyeceğinden eminim. Ancak bu
suret onlarca suver-i âdiyyedendir. Ben teklif edecek olsam
hiffetime hami İle beni ta'yîb eder" diye yüreği içinde cevelân
eden haset kanı yürek damarlarını sızlatırdı.
İşte şu hâlde bulunan kızcağız bugün Kaplan’ın kendisine
göstermekte bulunduğu çehre-i inbisatı memnuniyetinden çıldıra­

253
102 KAFKAS

cak gibi bir suretle telâkki eder idiyse de, yüreği içindeki meyu-
siyet kanlarının boyasını her hâlde yüzüne vurmaktan dahi hâli
kaldığından zavallı Moskof kızcağızı daima havfla reca ara­
sında gibi bir tavırda idi. Şu kadar var ki, Kaplan'dan gördüğü
muvafakat mukaddimeleri asıl arz ve tavsiye edeceği hususatı
dermiyan için cür'etini kıramadıktan fazla bilâkis zamm bile
etti. Dedi ki:
Katerina - Sizin kendinizce hesap ettiğiniz felâket ve sa­
adet bu mudur? Öyle ise arz edeceğim işin içinde bunlar da vardır.
Ama fikrinizde olan galeyanı yatıştırınız, biraz müsterih olunuz
da Öyle konuşalım.
Kaplan - Bilâkis fikrimde hiçbir şey yoktur. Kemaliyle
müsterihim. Ne söyleyecek iseniz can kulağıyla dinlemeye hazır
ve amadeyim.
Katerina - Şu aralık Türkler ile olan muharebeye
Kafkasya ne nazarla bakıyor?
Kızın bu suali Kaplan'a bir dakika evvelki hâl-i inbisâ-
tını bütün bütün kaybettirir ise ne dersiniz? Haniya başka bir me­
sele üzerine tatlı tatlı konuşup dururken karşınızda bulunan ada­
mın pek büyük bir felâketini veyahut ifşası asla caiz olmayacak
bir kabahatini yüzüne karşı dermiyan edince o adama nasıl bir
beht ve hayret gelir? İşte Kaplan dahi böyle bir hayrete duçar
olmuştu. Elini derhâl eline götürerek ve elinin derisini dilin ve
kemiklerini parmakları arasında tazyik eyleyerek bir iki da­
kika kadar zaman geçtiği hâlde bir türlü Katerina'ya verecek ce­
vap bulamadı. Neden sonra tıkana tıkana şu cevabı verdi:
Kaplan - Ne bileyim ben? Ben Kafkasya nazırı değilim
ya?
Hâlbuki Kaplan'ın bu suretle bozulması Katerina'nın da
levnini tagyîr eylemişti. Hem Katerina'nın tagayyür-i hatırı
içinde pek büyük bir havf ve hirâsa delâlet eder alâmetler de
vardı. Zira karşısında bulunan Kaplan müfterisin bir gazabıyla
pençeleri ve tırnakları arasında vücudu tiftik gibi tel tel olmak
bile Katerina nezdinde ihtimalden baîd görülmemişti.
Binaenaleyh o da titreye fitreye Kaplan'a cevap verdi:
Katerina - Sualim galiba size pek ziyade ıstırap verdi. Bu
kadar ıstırap vereceğini bilseydim Kaplanım billâhi sormaz­

254
KAFKAS 103

dım.
Kaplan - (Biraz kendisine gelerek) Estağfurullah
Katerina! Hiç sen bir sual sorarsın da ben ondan mustarip olur
muyum? Bilâkis daima senin suallerine muhatap olmak isterim.
Sorduğun şey hakkında cidden malûmatım yoktu da şayet sana
cevaben arz etmek üzere hatırıma bir şey gelir mi diye arandım.
Katerina - (Cesaretini toplayarak) Müsaade edersen sana
ben haber vereyim ki Kafkas ahvaline dair sende malûmat var­
dır. Hayır Kaplan'ım! Bu sırrı benden ketm etmeyeceksin. Beni bu
sırra nâ-mahrem addetmeyeceksin. Vakıa her Kafkaslı bu sırrı
her Moskoftan ketm eder. Ancak sen Kafkaslı bunu ben Rustan
ketm etmeyecektir. Nasıl ki bende olan bir sırrı dahi hiçbir Rus,
hiçbir Kafkaslıya tevdî edemez. Lâkin ben seni Kafkaslı değil,
Rus değil hatta kendi canım gibi bildiğimden işte onu sana tevdî
ediyorum.
Kaplan - (Dikkatle) Ne var bakalım?
Katerina - Ben Petersburg'dan gelen emirleri okudum.
Kendi gözümle görüp okudum. Bugünkü günde Rusya devleti
Kafkas'tan emin değildir. Binaenaleyh emirler ol kadar şiddet­
lidir ki insan titrer. Her kimden zerre kadar şüphe edilecek olsa
derhâl mahv edilecek. Ah Kaplan! Kaplan'ım! Canım! Emin ol
ki dünyada senden başka hiçbir şey gözümde yoktur. Ne vatan ta­
nırım, ne devlet, ne de familya. Encâm-ı kâr-ı dinimi de senin yo­
lunda feda ederim. Benim için vatan senin âguşun olacak. Devlet
sana sahabetten ibaret kalacak. Familyam sensin Kaplan, sen.
Kaplan - Bu kadar büyük teminata nasıl teşekkür edece­
ğimi bilemem. Fakat asıl meseleye gelelim.
Katerina - Şimdi ben bu hâlde, bu fikirde, bu histe bulunur­
ken senin olmayacak, sonu çıkmayacak bir dava üzerine beş para­
lık bir ip ile asılmaklığına razı olur muyum?
Kaplan - Neden asılayım?
Katerina - Elbette. Hükümet sizden edna mertebe şüphe
edecek olursa senin de olacağın odur.
Kaplan - Şüphe etmez ise yine olacağım o mudur?
Katerina - Hayır! O zaman bir şey olmadıktan fazla mü­
kâfatını da görürsün. Fakat hükümete bu şüpheyi vermemek için
ne yapmak lâzım olduğunu bilir misin?

255
104 KAFKAS

Kaplan - Muharebenin hatta vukuundan bile haberdar de­


ğilmişim gibi kendi hanemde oturup kendi işimle yani
Katerina'mın hayaliyle meşgul olmak.
Katerina - Hayır! Yalnız bu kifayet etmez. O hâlde
Kafkas'ın senden başka beyleri kıyam ederler ise senin hiçbir
dahlin olmadığı hâlde bile yine ukûbet görürsün. Ah Kaplan!
Seni ne kadar sevdiğimi bilsen! Mutlaka bilmiyorsun. Bilmek is­
temiyorsun diyemem. Zira sen beni sevdiğin için benim de seni
sevdiğimden emin olmayı saadet addedersin. Cidden muhabbe­
timin derecesini bilmiyorsun. Validen olsun, hemşiren olsun
âlemde hiçbir karı seni benim kadar sevemez.
Kaplan - Hemşirem yoktur.
Katerina - (Devamla) İhtimal ki onlar Kafkas'ın selâmeti
filân diye seni feda etmeye de razı olurlar. Ah! Ben ise seni ciha­
nın selâmetine feda etmem. Sana bir hata gelmesin de ister ise ci­
han paldır küldür yıkılıp enkazı göklere kadar yığılsın, gitsin.
Kaplan - Ya nasıl hareket etmekliğimi emr edersin?
Katerina - Emir mi? Hayır estağfurullah sen beni sair Rus
kızları yerine koyma. Ben âşıkına emr eder Rus kızlarından deği­
lim. Sevdiğim Kafkaslı olduğundan ona kendisini cidden sevdir­
mek için Kafkas'ın her âdetine kendimi tatbik etmekteyim. Bir
Kafkas kız sevdiğine emr etmez. Rica eder, yalvarır. Erkeğin mü­
rüvvet ve merhametine, mazhariyetini temin için karşısında
mahzun mahzun boynunu büker durur.
Kaplan - Hayır! Pek iyi öğrenmemişsin. Ne yalvarır, ne
mahzun durur, ne de emr eder. Âdeta doğrudan doğruya ihtar ey­
ler.
Katerina - Öyle ise ben de ihtar edeyim. Yalnız kendi ha­
nende, kendi hâlinle oturmak kifayet etmez. Hükümeti kendi sa­
dakatinden temin etmelisin. Eğer bu temine de muvaffak olur isen,
hiçbir tehlikeye ihtimal kalmadıktan başka mükâfat kapısı
dahi açılır. İstediğin rütbe senin için hazırdır. Hatta sana
kat'iyyen addederim kİ o hâlde Katerina dahi ebediyen
şenindir.
Söz bu dereceye geldikte Kaplan'm tavrı pek ziyade ciddi­
leşip bir dakika kadar pek dalgın bir hâlde bulundu. Badehu
aradığı şeyi zihninde bulmuş olanlarda görülen itminanla başını

256
KAFKAS 105

kaldırıp dedi ki:


Kaplan - Katerina benim midir?
Katerina - (Memnuniyetle) Evet şenindir. Ona hiç şüphe
etme. Hatta gerek sence/ gerek bence hiçbir fedakârlığa ihtiyaç
kalmaksızın şenindir. Sen imparator hazretlerinin hükümeti için
sadakatle hizmet ederek bir kaymakamlık/ bir miralaylık ve
ihtimal ki bir generallik rütbesi alır isen artık anam, babam "Biz
kızımızı bir Abaza beyine vermeyiz" diye ısrar edebilir mi? O
hâlde sen bir Abaza beyi olmaktan çıkarsın, imparator hazretle­
rinin en sadık bendegânı sırasına geçersin.
Kaplan - (Yine teemmülden sonra) Söylediğin sözlerin hep
doğrudur Katerinam. Bu sözleri bana olan muhabbetinden dolayı
söylediğini de bilirim. Senin gayet emelin beni tehlikeden muha­
faza eyledikten fazla içtimaimiz için de bir yol, bir vesile bul­
maktır,
Katerina - Evet. İnkâr etmem ki öyledir. Neye inkâr ede­
yim? Ayıp değil a! Kendimi sana, seni kendime mal etmek istiyo­
rum. Sen bir Abaza beyi kaldıkça ben de bir Rus kızı bulundukça
içtimaımıza hemen hiç ihtimal yoktur. Meğer ki başımızı alıp
bir tarafa kaçalım.
Kaplan - Ah! Benimle kaçmaya da razı oluyorsun ha?
Katerina - Ah zalim! Ne kadar olsa Kafkaslısın! Ne ka­
dar olsa taş yüreklisin! Barbar demeye dilim varmıyor. Yüreğim
razı olmuyor. Sen barbar değilsin, meleksin ama!... Benim gibi
muhabbetinin sadematma bir türlü dayanamayan bir kızın hâlini
anlayacak kadar senin yüreğin rakik değildir. Heveslerinin hu­
sulü, yollarının hep kapandığını gördüğü zaman ta nerelere kadar
düşünüp, neleri göze aldırdığını, ne uzak yollar tasavvur eyledi­
ğini bir türlü hesap edemezsin.
Kaplan - Şimdi bu serzenişlere hacet var mıdır ya?
Verdiğin nasihatteki meramın ne olduğunu anladım dedim. Fakat
ben Rusya hükümetine sadakatimi temin etmiş olsam bile ne iş gö­
rebilirim? Elimden ne gelir?
Kız Kaplan'dan aldığı şu son lâkırdıyı ilk mukaddime-i
muvaffakiyyet addetmekle sevincinden hemen Kaplan'ın boy­
nuna sarılacağı geldi ise de yine kemal-i hazm ve ihtiyatı vacip
gördü. Binaenaleyh sözün arkasını kesmeden şunu da dermiyan

257
106 KAFKAS

eyledi:
Katerina - Ne iş göremezsin? Elinden ne iş gelmez? Bir kere
kendi sözüne tâbi kaç bin adam vardır?
Kaplan - Sekiz dokuz yüz familya vardır ki elli altmış bin
nüfusu havidir?
Katerina - Gördün mü bir kere. Demek oluyor ki Rusya dev­
leti evvelâ bu kadar bin nüfusun itaatinden emin olacak. Saniyen
altmış bin nüfustan elbette beş bin cengâver çıkar. Bunları da sair
asileri terbiye işinde kullanacaktır. Bu az hizmet midir?
Bunlardan başka sen kendinden küçük birtakım beyler üzerine de
sözünü geçiremez misin? Murat etmiş olsan üç beş büyük beylere şu
sana arz eylediğim hakikatleri arz ederek onların da başım be­
lâdan kurtaramaz mısın?
Kaplan İyi ama onlar da öyle isyan gibi filân gibi şeylere
istidat yoktur. Beyhude....
Katerina - Varsın olsun. Biz var itibar edelim. Yok ise bi­
zim için daha büyük kâr yerine geçer. Derler ki Kafkas'ın kâffesi
ayaklanacak idi de Kaplan Beyin himmetiyle filân filân kabile­
ler yerinden bile kımıldanmadıktan fazla Kaplan Bey asileri de
terbiye eyledi. Eğer böyle devletçe büyük görülecek bir işe muvaf­
fak olur İsen bil ki generalsin! (Kaplan düşünür) Ne düşünüyorsun?
Bu hizmet elinden gelmeyecek mi yoksa?
Kaplan - Yapamayacağım, bir iş değildir ama. Buna hacet
yok a canım, hacet yok. Emin olunuz ki Kafkas'ta asayiş ber-ke-
mal kalacaktır.
Katerina - Size meramımı anlatamıyor muyum, neyim?
Kafkas'ta asayiş bozulacak bozulmayacak meselesinde değiliz a
beyim. Hükümet bozulacak itikat ediyor. Eğer filhakika bozul­
mayacak ise biz kazanmak emelinde bulunduğumuz şeyi daha ko­
lay kazanmış olacağız. Kafkas'ta bir fenalık çıkmaz ise bittabi
çıkmamış olmayacak. Senin himmetinle çıkmamış sayılacak. Sen
işin daha ilerisini bana havale et. Şimdiki hâlde yalnız senden
bir vaat isterim. Ben işin ilerisini bilirim.
Kaplan -. Ne vaadi istersin?
Katerina - Kafkas içinde kim kıyam eder ise etsin sen kı­
yam etmeyeceksin.
Kaplan - (Kemâl-i cür'etle) Bunu vaat etmekte tereddüt

258
KAFKAS 107

bile göstermem.
Katerina - Daha sözüm bitmedi. Bir kere sen kıyam etme­
yeceksin. Bir de sair kabileler isyan edecek olurlar ise onları da
men'e çalışacaksın.
Kaplan - (Cebr-i nefs ve cür'etle) Bu da bir şey değil bunu
da vaat ederim. Hem de silâhla men etmeyi ve o yolda fedâ-yı
canı bile vaat ederim.
Katerina - Hayır fedâ-yı can istemem. Ağzımı mı arıyor­
sun yoksa? Sana şimdi ne dedim? Ben seni cihana değişmem. Ben
yalmz kendimizi mes'ut etmenin en emin yolunu bulmakla iktifa
ederim. Şimdi sen bana bu vaadi verdin mi?
Kaplan - Ez-can ü dil!
Katerina - Yemin isterim.
Kaplan - Kimin başına yemin edeyim? Ben yemin edecek
olsam kimin başına ederim?
Katerina - (İnbisat-ı tamla) Benim başıma!
Kaplan - Evet! İşte senin başına yemin ederim ki sana bu
vaadi verdim.
Katerina - Öyle ise ben de sana vaat ederim ki yakın va­
kitte kaymakamlıktan generalliğe kadar bir askerî rütbesiyle
beraber Katerina'ya da sahip ve malik olacaksın.
Kaplan - (Ziyade inbisat gösterip) Deme Allah'ı seversen?
Katerina - Vaat ediyorum.
Kaplan - O hâlde ben seni istediğim gibi saracak mıyım?
Katerina - Zevcen olacak değil miyim?
Kaplan - (Daha ziyade inbisatla) Ah! Ne saadet! Fakat
öyle ise şimdilik ale'l-hesab olarak birkaç buse!....
Diye Kaplan münşerihan, münbasitan kızı der-âguş etmeye
davrandıkta bu defa Katerina döfaât-i sairede gösterdiği gönül­
süz.... Müdafaayı da göstermeyip kendisini Kaplan'ın kollan
arasına attı.
Vay alçak vay! Kafkas'ın koskocaman bir beyi olsun alt­
mış seksen bin nüfusa hükmü geçsin de bir Moskof kızının aşkı onu
vatanperverliğin mukteziyatından çevirebilsin ha? Muharrir
efendi! Sen alçaklıktan bir nümune olmak için mi bu Kaplan dedi­
ğin maymunu tasvir ettin?

259
108 KAFKAS

Efendim! Bu suali etmek ve ihtiyar eylediği hareketten


dolayı Kaplan'a lanet okumak hak ve vazifesi size ait olsa idi,
şu sualinize cevap vermek külfetini ihtiyar eylerdim. Burada
size tavsiye edeceğim şey sükût ve sabırdır.
Eğerçi Katerina bu defa âşık-ı mütehassirîne hiçbir müda­
faada bulunmamış idiyse de bîçare Kaplan'ın talihi şu kadarcık
bir mes'udiyetin müddet-İ devamım dahi pek kısa kesmişti. Zira
tamam sarmaş dolaş oldukları anda özden ile Selim Kamaro
dahi Katerinaski Salon temaşasını bitirip bunların olduğu
mahalle gelmekle onların ayakları patırtısı iki âşıkı
birbirinden derhâl ayrılmaya mecbur eyledi.

Dördüncü Bap
Özden ile Selim Kamaro Katerina ile Kaplan'ın oldukları
mahalle girdikleri zaman Özden Katerina'nın ahvaline dik­
katle çehresinde hem bahiste galebe sevincine ve hem de müba-
reze-i âşıkânede za'f ve mağlubiyete delâlet eder ahval ve
alâim görünce bir lâhza için çehresi kireç kesilerek donmuş kal­
mış idiyse de, Kaplan orada hazır bulunmak mülâbesesiyle yü­
reği içindeki şeylerden zahiren asla renk vermek caiz olmadığını
yakînen görünce yine derhâl kendisini toplayıp kalben hiç iste­
mediği surette ibraz-ı şetarete kendisini mecbur bildi. "Aman
Katerina! Salonu görmelisiniz, salonu! Vakıa isminize nispet
edilmeye pek şayeste ve şayan bir şeydir. İçinde neler yok?
Sohum'da sizin kendi dairenizde neler var ise burada cümlesi
mevcut olduktan maada fazla olarak can sevecek ve inşam eğlen­
direcek bin türlü şeyler daha var" diye Katerinaski Salonu medh
ü sitayişe müsâraat eyledi.
Selim Kamaro dahi içeriye girerken Kaplan'ın tavrına
dikkat ederek mîr-i mumaileyhi pek mutmain ve memnun bir
hâlde bulunca kendisi dahi müsterih olarak ve Kaplan ile söyle­
şeceği sözleri ileride bir vakt-i münâsebe ta'vîk eyleyerek
Katerinaski Salonun senâsında Özden'e peyrev olmaya başladı.
Salonun senâsı epeyce uzandı, gitti. Hatta bazı şeyler tek­
rar tekrar söylendi. Zira bir dakika ol Kaplan ile yalnız bulun­
duğu zaman sebkat eden ahval-i siyasiyye ve bilhassa husûsat-ı
âşıkâneyi bir dakika sonra Özden ile Selim'in vürudu üzerine
def'aten sûret-i uhrâya tebdil etmek artık kâffe-i hissiyâtı gale­

260
KAFKAS 109

yana gelen Katerina'nın iktidarı haricine çıkıp kendisine söyle­


nen sözleri alık alık bir suretle telâkki etmekte bulunmuştu.
Nihayet bu hâl ile o mahfil-i muhavereyi hüsn-i idareye
muktedir olamayacağını kendisi dahi anlayınca hem rahat et­
mek ve hem de bilhassa fikrini müsterih eylemek için
Katerinaski Salonu kendisi dahi ziyaret ve muayene eylemeye
rağbet göstermekle Kaplan'dan bilistizân Özden'i yanına alarak
çıktı, Katerinaski Salona gitti.
Bunlar gittikten sonra Selim ile Kaplan arasında teati olu­
nacak sözler her ne kadar gizli olacaksalar da, biz onları işit-
meksizin hükümlerini istihraç edebiliriz. Bedihîdir ki Selim
Katerina'nın teklif edeceği şeyi ne surette teklif eylemiş olduğunu
ve ona Kaplan tarafından ne cevap verildiğini soracak ve keza-
lik aşikârdır ki Kaplan dahi sûret-i sebkatmı görmüş olduğumuz
hususatı haber verecektir. Hâlbuki Özden'in etvâr-ı mahsusa-
sına nazaran Katerina ile salonda yalnız bulunacakları zaman
dahi aralarında bazı ehemmiyetli sözler teati olunacağından şu
aralık zihnimizi oraya sevk etmek her hâlde müreccah görülür.
Katerina kendi namına mensup olan salona girdiği zaman
vakıa bu mahallin ziynetine Özden kadar hayran kalmamış ve
kibarlığı hasebiyle hayretinin bir büyük kısmını saklamaya
dahi lüzum görmüş ise de cepheye gelen duvar üzerinde gayet mü­
zeyyen Moskof hurufuyla kendi namına mensup salonun ismi mu­
harrer olması fevkalgaye inbisatını müstelzim olarak işte
mahza bu inbisatının şevkine mukavemet gösterememişti.
Demişti ki:
Katerina - Zannederim ki dünyada hiçbir erkek sevdiği kı­
zın namını takdisen böyle bir şey yapmak lüzumunu tahattur bile
etmemiştir. Sen ne dersin Özden?
Özden - Şaşarım!
Katerina - Neye şaşarsın? Kaplan Beyde olan zarafetin bu
derece-i fevkalâdesine mi?
özden - Hayır! Kendisine olan muhabbetiniz sizi ne ince­
den inceye tevillere, teveccühlere kadar sevk eylediğine şaşarım.
Katerina - Ha! Aklıma geldi. Gerçek sen Kaplan Beyin
muhabbetinde olan ciddîliğe inanmazsın. Fakat işte salonu gör­
dün. Zannederim kİ benden ziyade beğendin. Şimdi beni sevmeyen

261
110 KAFKAS

bir adam bu kadar külfeti ihtiyar eder mi? Buna ne dersin?


Özden - Demincek Selim Kamaro'da aynîyle bu mülâha­
zayı beyan eylemişti.
Katerina - Ona ne cevap verdin bakalım?
Özden - Sizin gibi bir dünya güzelini aldatıp ele almak için
Kaplan Bey gibi bir adama bu kadarcık bir külfet çok mudur?
Bence bunun hiçbir ehemmiyeti olamaz.
Katerina - Benim nerem dünya güzeli olduğunu bilemem.
Vakıa Kaplan için böyle bir daire vücuda getirmek de bir külfet
değildir. Murat etse bir saray bile yaptırır. Lâkin sana Kaplan
Beyin beni gerçekten sevdiğini ispat etmek ister isem başka delil­
lerim de vardır ki onlara diyecek hiçbir şey bulamazsın.
Özden - Galiba Kaplan Beye kabul ettirmek istediğiniz
şeyleri kabul ettirdiniz de ona mağruren....
Katerina - Evet! Kabul ettirdim. Benim için her fedakâr­
lığı göze aldıracak. Kendisi isyan etmedikten başka sair beyleri
de isyandan men edecek. Üç dört bin adamı ile bu işte fedâ-yı
cana kadar hazır olduğunu vaat eyledi. Buna da şaşmaz mısın?
Özden - (Biraz teemmül ile) Şaşmam! Zati onlar da İsyana
niyet yok imiş de onun İçin size bu vaadi verdi. Hiç isyam gözle­
rine kestirmiş olsalardı yalnız sizin muhabbetiniz için ondan
vazgeçerler miydi? Bir kere şunu düşünmelisiniz ki Kaplan Bey
hamiyetsiz bir adam değildir. Hem de onu hamiyetsiz görür ise­
niz siz de sevmemelisiniz. Hamiyetli bir Kafkas beyi öyle bir
kıza olan aşkından dolayı vatanına hıyanet eder mi?
Katerina - (Bayağı tehevvürle) Eğer Kaplan benim dizle­
rim dibinde canım feda edecek olsa yine inanmamakta ısrar ede­
cek olduktan sonra bunlara hiç inanamamakta mazursun. Ben de
divane gibi seni iknaa çalışıyorum. Var inanmayı ver. Ben inan­
dım kuzum. Kaplan beni, benim onu sevdiğimden ziyade seviyor.
Ben onun için âlemde her şeyi feda edeceğim gibi o da benim için
memleketini de hatta hamiyetini de her şeyini feda edecek.
Özden - (Hiddetinden kireç kesilerek) Vay! Kaplan Bey
için her şeyi feda edeceksiniz Öyle mi?
Katerina - Her şeyi. Canımı da feda edeceğim. Canımdan
aziz daha nem var ise hep feda edeceğim.
Özden - Familyanızı! Dininizi!

262
KAFKAS 111

Katerina - Benim familyam Kaplan Beyin familyasıdır.


Dinime gelince Kaplan Bey beni bu kadar sevdiği hâlde elbette
dinime taarruz etmez.
Özden - Siz hâlâ etmez itikadında bulununuz. Şimdi kendi­
sini size beğendirmek için gösterdiği güler yüzleri, söylediği tatlı
sözleri ilâ nihaye gösterecek ve söyleyecek diye mi itikat ediyor­
sunuz? Hele bir kere sizinle birkaç zaman Öteki türlü yaşasın he­
vesini alsın da bakınız o zaman nasıl çehresini ve lisanını değiş­
tirir. Hristiyanlığımzın bekası değil a şimdi Müslüman olsanız
bile an-asl Hristiyan ve Moskof kızı olmanız onun nazarında si­
zin için en büyük bir kayıp olur.
Katerina - {Cür'et-i mütehevvirâne ile) Ne olursa olsun.
Âlemde bana hatır ve hayale gelmedik felâketleri hep Kaplan
etsin. Razıyım. Başımı kırsa, canıma kıysa razıyım. Anladın mı
kuzum? Hem ben zaten vücutça da yorgunum, zihince de. Rica ede­
rim beni daha ziyade yorma.
Diye soyunup, dökünüp esbâb-ı istirahatını ikmal etmesi
zımnında özden'e birtakım emirler vermiş ve özden zarurî bu
emirleri icraya dalmış olduğundan müşafeheye bu suretle tabiî
hitam verilmiştir.
Acayip! Bu Özden dediğiniz karı da ne Allah'ın belâsı
imiş. Bu ne kadar engellik?
Âlemde hangi şey vardır ki bir değil birkaç engelin ika
eyledikleri müşkilâttan masun olsun?
Özden ile Katerina şu merkezde olunan muhaverelerini he­
nüz bitirmedikleri gibi öte tarafta Kaplan ile Selim dahi henüz
sözlerinde devam etmekte idiler ki, bir de oda kapısı açılıp
Saatgİray dedikleri uşak gayet telâşla içeriye girdi. Böyle bilâ-
istizan uşağın duhulü Kaplan'ı gazablanmaya takrîb eylemiş
idiyse de Saatgiray'ın tavrında olan telâş ve perişanlık eserleri
beyin nazarıdikkatini açarak "Ne o Saatgİray? Ne var?" sualini
zarurî irat eylemişti.
Saatgİray - Efendim. Valideniz sizi görmek istiyor.
Kaplan - Selim ile biraz lâkırdımız var. Şimdi gelir, görü­
rüm!
Saatgİray - Hayır efendim. O kendisi buraya gelecek.
Gelmek istiyor.

263
112 KAFKAS

Kaplan - Canım buraya selâmlığa nasıl gelir? Bahusus mi­


safir de var. Hem ne zahmete girecek? Ben şimdi gelirim.
Saatgiray - Buralarını ben de anlattım ama "Selâmlık da
benim evim değil mi? Hiç gelmediğim yer de değildir. Mutlaka şu
anda oğlumu göreceğim" diyor. Hâlini görseniz korkarsınız.
Hiddeti pek ziyade. Hatta kapıya kadar çıkmış.
Kaplan - Neye hiddet etmiş? Kendisini kim gücendirmiş?
Saatgiray - Bilmem efendim.
Uşağın.getirdiği haber Kaplan'a da bir telâş vermiş olma­
sıyla ve fakat validesini kendi ayağına getirmek terbiyeye ya­
kışık almayacağını da düşünmesiyle kendisi kalkıp validesi ya­
nma gitmeye davranmış idiyse de, dışarıda zuhur eden bir gürültü
ve şamata ahvali bütün bütün dîğer-gûn eylemişti. Bu gürültüyü
eden Kaplan Beyin kendi validesi Şİrinşah olup oğlundan cevap
vürudunun gecikmesi üzerine zaten de hiddetli bulunduğundan ga­
zabı bir kat daha artıp "Acayip! Selâmlıkta olanlardan ben mi
utanacağım? Onlar benden utanmaya mecburdurlar" diye paldır
küldür gelmişti.
Fakat Şirinşah'ın sûret-i vürûdunu yalnız bir "gelmişti" ile
ifham edebilmek müstebittir. Bu geliş öyle sadece bir geliş de­
ğildi. Kendisi ellisine takarrüp etmiş bir kadın idiyse de,
Kafkas'ta elli yaşındaki kadınların taraveti İstanbul'ca otuz beş
yaşındakiler ile rekabet edebileceği gibi hiddetle galeyan eden
kanı başına sıçrayıp yüzünde humretin artması ve an-asl kara ve
kudretten sürmeli olan gözlerin vaz'-ı gazubânesi ve bir parmak
kalınlığında siyah ve sık kaşların çatınması ve başındaki uzun
ve gümrah saçların karışıp lâtif bir perişanlık suretini alması
Şirinşah'ı en mahir bir ressama (Zühre-i gazabnak) levhasını re­
sim için model ittihazına salih olacak bir hâle getirmişti.
Selim Kamaro ve hanımın vürudu üzerine teeddüben dışa­
rıya çıkmıştı. Şirinşah ise hiçbir kimseden pervası olmayacak
bir hışımla girip oğlunu yiyecek gibi bir suretle tevcîh-i hitâb-ı
pür-itâba müsâraat eyledi.
Şirinşah - Kaplan.
Kaplan - Buyurunuz efendim.
Şirinşah - Kaplan sen benim oğlum değil misin? Sen şu me­
meden süt emmedin mi?

264
KAFKAS 113

Kaplan - Emdim anacığım. Fakat bu telâş ne? Ben buna bir


mana veremiyorum.
Şirinşah - Hayır. Sen bu memeden süt emmemişsin. Kan,
irin emmişsin. Hem emdiğin süt ise bile kan, irin olsun.
Kaplan - (Şaşırıp) Canım ne var anacığım? Ne oldu?
Şirinşah - Bana anacığım deme. Ben senin anan değilim.
Senin gibi bir alçağa ana olmak bana şeref değildir. Ah! Kaplan
Bey isfninde bir oğlum vardı ama ....
Kaplan - Ne oldun canım Allah'ı seversen, ne oldun.
Kaplan hâlâ niçin senin oğlun olmasın?
Şirinşah - Benim oğlum Kaplan anasından emdiği bir katre
sütün hakkını inkâr etmezdi.
Kaplan - Ben inkâr mı ettim?
Şirinşah - Keşke inkâr etmiş olsaydın. Keşke şu anda gebe­
rip gitseydin. Yahut ben geberseydim de oğlum namıyla koy-
numda bir Moskof besleyip büyütmüş olduğumu görmemiş olsay­
dım.
Kaplan - Bu ne acayip lâkırdı? Ben Moskof mu imişim?
Şirinşah - Moskof değildin. Timurtaş Beyin öz vahit oğlu
idin. Ben seni Timurtaş Beyin öz vahit oğlu diye kucağımda
büyüttüm. Sana verdiğim süt şecâat-i hamiyyet kanı olarak
damarlarında cevelân edecek diye verdim. Şimdiye kadar
Kafkas'ın intikamını Ruslardan almaya müheyya bir arslana
malikim diye iftihar ediyordum. Sen karşımda salınıp gezdikçe
o iftiharımla yüreğim kabarıp tatlı tatlı ağlayacağım gelirdi.
Ah bugün (ağlamaya başlar), bugün acı acı ağlıyorum. Zira oğlum
dediğim herif benim oğlum değilmiş. Çünkü Kafkas'ın Müntakimi
addeylediğim beyzade Kafkas'ın bütün bütün felâketi için bugün
söz veriyor. Ah verdiği sözde bir Moskof aşüftesinin başına yemin
ediyor.
Söz bu dereceyi bulduğu zaman Kaplan'ın aklı başından gi­
derek "anacığım..." diye Şirinşah'a meram anlatmaya müsâraat
eylemiş idiyse de kadının ağzı köpürmüş, gözleri dönmüş, kulağı
lâf işitemeyecek bir hâle gelmiş olduğundan oğlunu tahkir sure­
tiyle iskât ederek:
Şirinşah - Yıkıl karşımdan alçak! Yıkıl diyorum! Seni bu­
rada bir daha gözüm görmesin! Burası Moskof hanesi değildir.

265
114 KAFKAS

Burası Gazi Timurtaş Beyin hanesidir. Burada vatan namına,


namus üzerine yemin edilir. Bir Moskof kızının başına yemin
edilmez. Yıkıl git diyorum, git! Kendi milletinin aleyhine cel­
lâtlık et de miralay olasın, kaymakam olasın. Biz burada kalı­
rız. Moskofa karşı istiklâl ve hürriyet davasıyla kıyam ederiz.
Kaplan - Canım ben dururken sana mı?....
Şirinşah - Sen burada yoksun. Ben kıyam ederim ben.
Timurtaş Beyin ayağım bastığı şu yerlerden Moskof ayağının lev-
sini kanımla yıkarım. Ben bir âciz karıyım ama senin gibi kuvve­
tini, kudretini hıyanetle telvis edenlerden daha mukaddes bir
kahramanım. Öldüremez isem ölürüm. Canımı kurban eder isem
vatanım yoluna kurban ederim bir Moskof kızı uğruna değil.
Kaplan - Aman Allah aşkına olsun, şu hakaretler artık el­
verir. İşin aslını faslını bilmediğin hâlde ....
Şirinşah - Ben işin aslını da bilirim faslını da. Kendi emin
cariyem Takü evvelinden sonuna kadar lâkırdılarınızın kâffesini
dinledi. Birer birer tercüme eyledi. Şu hâlde inkâra da mı kalkı­
şacaksın? Öyle ise Moskofsun ama Moskofun da bir namuslusu de­
ğilsin! Yalancı, alçak bir Moskofsun!
Kaplan - Ama nineciğim gözlerim kararmaya başladı.
Beynim dönüyor. Ben bu lâkırdıları ömrümde kimseden işitmemi­
şim. Merhamet et. Anam olduğun hâlde ....
Şirinşah - Evet! Anan olduğum hâlde benden işit. Hakikat
budur. Git diyorum git! Bu ev mukaddestir. Bu ev baban gibi büyük
kardeşin gibi şühedâ-yı hürriyetin ziyaretgâhıdır. Onların ruhu
"Biz bu ocağı muhafaza, müdafaa için kanımızı feda ettik" diye
burasını ziyarete gelirler. Senin gibi bir alçak, namussuz kendi
oğulları, kendi kardeşleri değil a, bayağı yabancı bile olsa onu
burada görmekten istikrâh ederler. Şimdi git! O Moskof
aşüftesini de beraber al götür.
Kaplan - Allah aşkına olsun! Babamın mukaddes kanı
hürmeti için!
Şirinşah - Pek büyük bir yemin etmiş olmuyorsun. Senin in­
dinde Moskof kızının başı babanın, kardeşinin mukaddes kanın­
dan daha mukaddestir.
Kaplan - Anacığım! Dünyada senin benim için en mukaddes
her ne var ise onun hürmeti için sabret diyorum. îş içindeki işi

266
KAFKAS 1X5

bilmiyorsun. Vatanımız İçin böyle cinnet derecesine varan gayre­


tin vatana fayda değil mazarrat hâsıl edecek. Avazeni içerideki
Moskof kızı duyacak.
Şirinşah - Vay ben Moskoflarm umumundan korkmadığım
hâlde bir aşüftesinden mi korkacağım?
Kaplan - Sana korkarsın yahut kork diyen yoktur. Birazcık
müsterih ol canım. Biraz sükûnet göster de sana işi anlatayım.
Bu söz Şirinşah'a bir dakikacık kadar mülâhaza verip ba­
dehu mumaileyha başını kaldırdıkta yüzünde bir dereceye kadar
itminan alâmetleri görülmüş ve Kaplan Bey bu alâmetlerden va­
lidesinin epeyce yumuşamış olduğunu anlamış olduğundan muma-
İleyhayı hemen temine müsâraat eylemişti.
Kaplan - İşi anlayacak olsanız sevgili oğlunuzu beyhude
tekdir etmekte bulunduğunuzu görür vallahi yüreğiniz acırdı.
Şirinşah - Tâ bana istediğim vaadi vermeyince müsterih
olamam.
Kaplan - Ne vaat İstersin? Söyle de vereyim.
Şirinşah - Elimde bir bardak şehadet şerbeti var. İçer mi­
sin?
Kaplan - Billah canıma minnet!
Şirinşah - Ama bu bana verdiğin vaat Moskof kızına verdi­
ğin vaade uymuyor. İkimizden birisine yalancı çıkacaksın. Çünkü
ben kendi oğlumun bir Moskof kızına da yalancı çıktığını iste­
mem.
Kaplan - Ben yapacağım işi bilirim. Sen müsterih ol.
Şirinşah - Ben de bilmeyince müsterih olamam.
Artık validesini bu dereceye kadar teskin etmiş olması
üzerine Kaplan Bey işi tamamıyla bitirmek azminden bir türlü
geri kalmayıp hemen uşağı Saatgiray'ı çağırdı ve Zogar orma­
nında kendisi ile beraber bulunmuş olan Semmûrkaş ve Arslan Koç
ve Canberd Beylerin derhâl gelmeleri için emir gönderdi.
Şirinşah - Sanki o adamları neye çağırıyorsun?
Kaplan - Üç gündür Zogar ormanında ne yaptığımızı sana
anlatmak için.
Şirinşah - Ne yaptınız bakayım?
Kaplan - Hayır! Benim gibi bir Moskofun hem de yalancı

267
116 KAFKAS

ve alçak Moskofun ağzından çıkan lâkırdıya itimat etmezsiniz.


Beyler gelsinler de onlar söylesinler.
Şirinşah - Şimdilik sen de söyle. Sanki üç gündür Zogar or­
manında Moskoflar üzerine cenk tertibi ile mi uğraşıyordunuz?
Kaplan - Ya sen bizi gerçekten vatanını, vatanının istiklâ­
lini düşünür vatan ve istiklâl aşkım bütün bütün zayi etmiş adam­
lar diye mi kıyas ediyorsun?
Şirinşah - Ne bileyim ben? Öte tarafta Çürüksu'lu Ali Paşa
yanına topladığı üç dört bin kişi ile kendisinin üç dört misli düş­
mana, üç dört defa göğüs vererek galebe ediyor. Kama ile kal'a
fetheden babası Haşan Beyin şanlı oğlu olduğunu âleme tasdik
ettiririyor. Sen ise bunun aksine olarak bir Moskof kızına Rusya
için sadakat vaat ediyorsun. Bugün bütün Kafkas esaretten kurtu­
lup hürriyet-i asliyyesine yeniden malik olmak için sizin gibi
beyzadelerin delâletine bakıyor. Sen ise o delâletin aksi için
yemin veriyorsun. Geçen akşam söyleyen sen değil miydin ki
İstanbul'da herkes Kafkas imdadı için kesenin ağzını açmış. Para
ile yardım edemeyenler, kılıç ile yardım için kılıçlarını
kılâğıyla yürürler demiyor mu idin?
Kaplan - Yine derim. Hem de öyledir. Moskof esaretinden
kaçıp Osmanlı hürriyetine iltica etmiş olan bütün Çerkezler,
Abazalar, Çeçenler bizi de şu esaretten kurtarmaya yardım için
takım takım hazırlanmışlar, geliyorlar. Yalnız Kafkaslılar de­
ğil fedakârlığın en büyüğünü Osmanlılar ediyorlar. Bugün
İstanbul'da bir padişah var ki adına Gazi Sultan Hamid derler.
Kendi milletini hür ettikten, mes'ut eyledikten maada bizi de
esaretten kurtarmak için lütfunu dirîg etmediği harekatıyla görü­
lüyor. Yalnız Kafkas değil kendisi o kadar büyük bir padişah, o
kadar gayretli bir hürriyetperver ki bütün kâinat hür olsa, mes'ut
olsa kendisini bahtiyar bilecek. O padişah-ı âlî-câhın bir de­
lâleti, bir işareti üzerine yüz binlerce Türkün bizi kurtarmaya ko­
şacaklarına şüphe bile etme. Yalnız Türkün değil, şimdi Osmanlı
toprağında Türk, Çerkez, Ermeni, Rum lâkırdısı kalktı. O azî-
mü'ş-şan padişah hepsine evlâdım, hepsine Osmanlı dedi. Bütün
Osmanlılar padişahlarının kendilerine ihsan ettiği hürriyeti
öyle bir minnetle telâkki ettiler ki esir-i âtıfet ve ihsanı oldular.
Müdafaa-i vatan için açılan bayraklar altına İslâm, Hristiyan
denilmeyip herkes Osmanlı namıyla koştu. Emin ol ki Osmanlı

268
KAFKAS 117

toprağının bugün her köşesini dolduran gayret bizi de bu hâl-i


esârette bırakmayacaktır. Bugün, yarın zuhurata muntazırız.
Şirinşah - Öyle ise onlar buraya geldikleri zaman kendile­
rini kılıç ile kurşun ile mİ karşılayacaksın? Moskof kızına verdi­
ğin vaat bundan ibarettir.
Kaplan - Ne ile karşılayacağımı şimdi beyler gelsinler de
anlarsın.
Şirinşah - Bir Moskof kızının arzû-yı visâli seni böyle em­
diğin sütün hakkını inkâr ettirecek kadar zayıf düşüreceğini ümit
etmezdim Kaplan.
Kaplan - Yine etmeyeceksin.
Şirinşah - İstediğin o Moskof kızı ise onu namusun bahasına
satın almamalısın. Eğer Timurtaş Beyin oğlu Kaplan Bey isen onu
kahramanlık semeresi olarak almalısın. Özdemir Bey nasıl
yaptı? Saçlarını pençesine doladığı gibi çekti aldı, götürdü. O
Moskof kızında zerre kadar karılık gayreti, karılık hissi var da
seni de filhakika seviyor ise sevdiği adamın vatanına, milletine,
ecdadına hıyanet ettiğini görmeye mütelezziz olmamalıdır.
Vatanına hıyanet eden alçak onun aşkında da sadık kalmaz.
Sebat edemez.
Kaplan - Beyhude yorulursun anacığım. Şimdi beyler gelir­
ler.
Şirinşah - Vah bîçare Esma Can vah! O da başkaca bir yü­
rekler acısı!
Validesi işbu Esma Can ismini kale aldığı zaman
Kaplan'ın hâlinde birdenbire bir durgunluk emareleri görüldü.
Birkaç dakika kendisini kaybetmişçesine bir tavırla validesinin
yüzüne bakakalıp şakk-ı şefeye muktedir olamadı. Rengi soldu,
kül kesildi. Alnından tereşşuh eden buz gibi soğuk terler yanak­
ları üzerinde elmas pareleri gibi tekerlendi. Neden sonra kendi­
sini toplayarak dedi ki:
Kaplan - Esma Çan'a ne olmuş?
Şirinşah - Moskof kızını haber alacak olsa helak olduğu
gündür.
Kaplan - Moskof kızından ona ne?
Şirinşah - O bîçare ise gerek milletinin ve gerek bizzat
kendisinin Moskoflarda olan intikamını almak için senin de sair

269
118 KAFKAS

beylerle gazaya niyet ettiğin günü beyler ve o azametli gün gel­


dikte kılıcım kendi eliyle kuşatmaya hazırlamrdı. Hâlbuki
onun ibraz-ı hamiyyet etmesine intizar ile vakit geçirdiği
Kaplan Bey Moskofiar lehine yine bir Moskof kızma sadakat
vaat ediyor. Onun başına yemin eyliyor.
Kaplan - (Deryâ-yı hayretten çıkar gibi bir tavırla)
Anacığım. Bugün senin ağzından ne ateşler çıkıyor Allah'ı sever­
sen? Ben kendimi kaybedeceğim geliyor.
Şirinşah - Neden kaybediyörmüşsün? Ağzımdan çıkan söz­
ler bir kahraman milletin, bir kahraman validesi ağzından çıkan
sözlerden başka bir şey değildir. Lâkin sen Moskof kızı ile görüşe­
nden beri milletine mahsus olan kahramanlığı ulüvv-i cenabı fi­
lân kaybettiğin için bu sözlere istiğrab ediyorsun.
Kaplan - Bugün şu bahsimiz arasında Esma Can'm hiçbir
münasebetini bulamaz isem ayıp mı? Bilirsiniz ki Esma Can ile şu
anda aramızda hiçbir münasebet yoktur. Böyle bir fıkdânî-i mü­
nasebet üzerine kendisinden kılıcımı kuşatmak gibi bir mühim
hizmeti asla bekleyemem. Bu hizmeti istemem demiyorum.
İstemem demiş olsam hem pek büyük bir edepsizlik etmiş olurum,
hem de yüreğimin hiss-i hilâfını söylemiş sayılırım.
Şirinşah - Anladım anladım. Bu sözdeki muradını da an­
ladım. Fakat bunda da hakkın yoktur. Sen beyzade bir Abaza kı­
zının "Bundan sonra şeninim Kaplanım" diye kendisini senin âgu-
şuna teslim edivermesinİ mi istiyordun? Bir Abaza'nın ar ve na­
musu bir Moskofun arsızlığı ile namussuzluğu ile kıyas mı kabul
eder? Fakat böyle bir büyük günde, böyle bir cenk, gayret, kahra­
manlık, fedakârlık eyyamında Esma Çan'ı çağır "Kılıcımı sen
kuşat" de de bakalım kuşatır mı kuşatmaz mı? Naz bile etmez.
Zerre kadar tereddüt göstermeyeceğinden eminim.
Validesinin şu son lâkırdısı Kaplan'ı daha ziyade hay­
rette bırakmıştı. Bir aralık validesine arkasını dönerek ve vali­
desinin hâlâ mırıldanmakta olduğu sözlere kulak bile vermeye­
rek oda içinde bir aşağı beş yukarı dolaşmaya başladı. Başındaki
kalpağı çıkarıp bıraktı. Eliyle alnını o kadar şiddetli ovuştu-
rurdu ki parmağının gezdiği yerler kıpkırmızı olurdu.
Parmaklarıyla saçlarını o kadar şiddetle tarardı ki, elini her
gezdirdikçe parmakları arasında demet demet yolunmuş saçlar
görülürdü.

270
KAFKAS 119

Çocuğun şu tagayyür-i ahvali validesinin dehşete karîb bir


nazarıdikkati mucip oldu. Hatta bir aralık emrini oğluna behe­
mehal kabul ettirmek için hakaret-âmiz sözlerinde o derece şid­
det göstermiş olduğuna pişman dahi oldu. Ancak kendisinin de
kan başına sıçramış gözleri dönmüş ve hiddeti derece-i kemâle
varmış bulunduğu için oğlunu teskin etmek üzere gösterdiği dere­
ceden tenezzül etmeyerek âkıbet-i emre intizar ile bir kenara çe­
kilerek oğlunun hâline dikkat etmeyi tercih eylemişti.
Kaplan kim bilir ne gibi efkâr ve hayalât ile bir hayli
zamanlar pençe pençeye uğraştıktan ve kül renginden patlıcanîye
ve ondan ayva rengine tahavvül gibi her biri bir inkılâb-ı derûna
delâlet eyleyen renkleri birbirini müteakiben değiştirdikten
sonra, odanın oporta yerinde dimdik durarak şu hâlde dahi bir
iki dakika kadar ihtiraz ve tereddütten sonra "Kuşatır mı dersin
anacığım? Esma Can bana kılıç kuşatır mı dersin?" sözlerini güya
bütün dünyayı bu sualin cevab-ı tasdiki uğrunda feda edecekmiş
gibi bir cür'et-i fedakârâne ile irat eyledi.
Validesinin oğluna galebe-i tâmmesi için şu sözden başka
hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Binaenaleyh Şirinşah'a memnuniyeti,
iftiharı, şükranı vesair bu misillü nice bin havas-ı derûni
toplayıp onlardan hülâsa eylediği bir lıiss-i garîb-i fevkalâde
ile oğluna "Evet, maaliftihar kuşatır" cevabını verdiyse de bu su­
retle mukaddimesi görülmeye başlayan galibiyeti bir kat daha
teyit için evvelki serzenişlerinin dahi arkasını bırakmayarak
"Maaliftihar kuşatır. Fakat Esma Çan'ın sizin nazarınızda
hiçbir kadir ve kıymeti yoktur ki, hatta böyle bir arzu en evvel
sizin tarafınızdan gösterilebilmek mümkün olsun. Zatıâliniz
kendi vatandaşlarınızı kesmek için bir Moskof kızı elinden kılıç
kuşanmak hevesindesiniz" sözlerini de ilâve eyledi.
Kaplan - Of nine çok üstüme varıyorsun. Şimdi gider
Katerina'nın kafasını keser getirir önüne atıveririm ha! Bırak
artık şu kızın lâkırdısını! Bir Moskof kızı için de!....
Şirinşah - Haklıyım oğlum, davamda haklıyım. Moskof
lisanı ile beraber âdetleri, ahlâkı da sana ziyadece tesir etmiş.
Sağlıkla selâmetle sen o lisanı öğrenmemiş olsaydın, hiçbir
Abaza beyi kendisine misafir gelmiş olan insanı kesmek gibi bir
tasavvurda bulunur mu? Misafir değil mi? Velev ki Moskof olsun
böyle melûnâne bir fikir Abazalara değil Ruslara yakışır. Sana

271
120 KAFKAS

bir Rus kızını çok gören yoktur. Bin tanesi sana cariye olsun. Bu
ayıp değildir. Bilâkis kedd-i yeminini Önüne katıp götürmek
kahramanlar için şandır. Lâzım olan şey vatanperverlik hissini
.kaybetmemektir yoksa.
Kaplan - Bir yiğide kılıç kuşatmak demek ne demek oldu­
ğunu biliyorsun ya? Cenkten geldikten sonra?....
Şirinşah - Evet oğlum. Senin zevcen olur. Hâlbuki Esma Can
zevcen de değil, cariyen olur, kulun olur, esirin, memlûkun olur.
Kaplan - İnanamayacağım geliyor anacığım of!
İnanamayacağım geliyor. Ah bu dediğin muhalâttandır. O
kibirli kız bana kılıç kuşatsın.
Şirinşah - Hiç kibri, azameti yoktur. Mahcubiyeti azamete
hamlettiğin için haksızsın. Sana yaranmak için Moskof kızı ka­
dar yüzsüz olmak lâzım ise o yüzsüzlüğü Abazalarda bulamazsın.
Ama mutlaka yüreğin Moskofta olup da Esma Çan'ı sevmiyor isen
ona ....
Kaplan - Hâlbuki her ne üzerine istersen yemin edeyim ki
anacığım ben Katerina'yı yüreğime zor ile sevdirmeye çalışıyo­
rum. Dahasını mı söyleyim? Belki de inadıma sevdirmeye çalı­
şıyorum. Katerina'da bir meziyet var ise o da biraz Esma Çan'a
benzemesidir. O merhametsiz Esma Çan'dan yüreğimi soğuttuktan
maada ona bir de rağm olmak için bu suretle iştigal ediyorum.
Zaten beni Esma Çan'dan caydıran sen değil misin? Ben hep senin
emrinle tavsiye-i külle hareket ederek kendimi ondan soğutmaya
çalıştım. Ne ise. Sakın serzeniş ediyorum zannetme anacığım. Hiç
anasına benim kadar mutî olan bir çocuk öyle bir hadsizlikte bu­
lunabilir mi? Vatanperverliğe gelince yüreğimdeki sevda ile aşk-
ı vatanın hiçbir münasebeti yoktur. Sen var yine beni istediğin
kadar tekdir et. Ben kendimi vatanıma hain görmedikten sonra
yalnız haksız tekdirlerin için teessüfle kalırım. İşte Selim
Kamaro şuradadır. Her sırrımı kendisi bilir. İstersen çağır da sor!
Şirinşah - Demek oluyor ki hâlâ yüreğin Esma Çan'da ol­
duğuna inanayım?
Kaplan - Hiç şüphe bile etme anacığım.
Şirinşah - Oh! Allahım ismin mukaddes ve mübarek olsun!
Sana yüz bin kere şükür! Hem familyamı kurtardım, hem de
kendi oğlumu yine kendi oğlum olarak vatanımın istiklâli yo­

272
KAFKAS 121

lunda kurban edebilmek saadetini de hazırladım. Ey Kaplan?


Esma Çan'a haber göndereyim mi?
Kaplan - Kılıç kuşatmak için mi?
Şirinşah - Evet.
Kaplan - Emir şenindir anacığım.
Validesi Kaplan'dan bu cevabı alınca bir cür'et-i muzaffe-
râne ile salonun kapısına doğru giderek orada beklemekte olduğu
kendisine malûm olan cariyesi Takü'ye seslendi. Takü derhâl içe­
riye girdi. Şirinşah kızı "Takü! Git Esma Çan'a benden selâm
söyle! Kaplan Bey de mahsus ellerini öpüyor. Vatanı uğrunda ga­
zaya niyet etmiş. Kılıcımı Esma Can kuşatsın diyor. Mürüvvet et­
sin de gelsin kuşatsın" emriyle gönderdi.
Kaplan - Ey hâlâ oğlun değil miyim? Kusurumu hâlâ af­
fetmeyecek misin? Ver artık elini öpeyim. Ol mukaddes, mübarek
elini kİ şimdiye kadar öpüp yüzüme gözüme sürdükçe gözlerim
nurlanırdı. Beni mahrum etme anacığım.
Bu ricayı etmekle beraber karşısındaki dağ gibi kahrama­
nın kuzu gibi bir hilm-i melekâne ile boynunu büküp durduğunu gö­
rünce Şirinşah'ın burnu sızlayıp gözlerinden tereşşuh eden yaşları
men edemeyerek "Gel öp oğlum. Ben oğlumu böyle görmek isterim"
kelimelerini hıçkıra hıçkıra güç hâl ile telâffuz edebildi. Bunun
üzerine ana oğul sarmaşıp, öpüştüler. Ama bu vaz'larını görmek
lâzımdı. Bir çift âşık ve âşıkanm sarmaşıp, öpüşmeleri böyle bir
ana ile oğulun sarmaşıp, öpüşmelerine asla kıyas kabul edemez.
Bunların o vaz'larıyla teşkil eyledikleri levha şimdiye kadar
hiçbir ressamın hatırına sünuh ederek onu kalem-i maharetle
tasvir etmemiştir. Zira bunları yekdiğerleriyle sarmaşıp
öpüşmeye sevk eden hiss-i celîl her ana oğulda, her zaman vaki
olur hissiyattan değildir. İkisinin dahi yüreğinde o kadar hale-
can vardı. İkisi de birbirini sadrları üzerine öyle bir kuvvet İle
bastırıp sıkıştırmışlardı ki, her biri diğerinin yüreğinde olan ha-
lecanı da kendi derununda zanneylediklerinden kendilerini mu-
habbet-i maderâne ve ferzendâne ve hiss-i vatanperverâne ile
memlu ikişer yüreğe malik zanneylediler. Hoş hissiyât-ı mezkû-
renin şu anda bunlarda görülen derecesini birkaç yüreğe doldurmuş
olsalar yine taşacağı şüpheden varestedir ya....
Kaplan - Ah anacığım! Ben her zaman Gazi Timurtaş

273
122 KAFKAS

Beyin oğluyum. Katerina'nm heveskârı olduğum için beni ayıp­


lama anacığım. Emin ol ki nazarımda Katerina'nm muhabbeti
Esma Çan'ın kudsiyetine nispet bile kabul etmez. Hele vatan mu­
habbetine gelince onun kudsiyetine nispetle Esma Can bile hiç ka­
lır. Anacığım. Doğru özden çıkan doğru söze darılmazsm ya. Sen
benim anamsın. Başımın tacısın. Veliü'n-nimetim, sebeb-i haya-
timsın. Ama vatan benim için senden daha pek çok büyük bir şey­
dir. Sen bana süt verdin. Her katresi için bin teşekküre borçluyum.
Fakat o süt (ayağım bastığı yere vurarak) hakikatte şu hak-i
pâkin mahsulüdür. Senin yüreğin ne diyor? Senin için vatan ben­
den kıymetli bir şey değil midir? Dokuz ay karnında üç sene âguş-
ı şefkatinde beslediğin oğlunu bu vatan için kurban etmek sevda­
sında değil misin?
Şirinşah - Hay hay! Ağzını öpeyim evlâdım.
Kaplan - Bir ana için vatan kendi oğlundan kıymetli olursa
bir oğul için de vatan kendi anasından daha kıymetli niçin olma­
sın? Hakikatte ana için en büyük bir tazim, en büyük bir muhab­
bet, en büyük bir fedakârlık lâzım ise onu sen de, ben de vatammız
hakkında edelim. Zira vatan senin de, benim de anamızdır. Bu
hislere mukabil Esma Can'm kudsiyeti pek küçük kalır anacığım.
Moskof kızının ise esamisi bile okunmaz.
Şirinşah - Öyledir oğ.....
Kaplan - Sözümü bitirmedim. Allah aşkına olsun şu sözümü
dikkatli dinle! Mülâhaza et ki ben senin göğsüne bir, bir düşmanı
elde hançer-i gadr yüklenmiş görüyorum. Mülâhaza et ki ben
Esma Çan'ı düşmanın ayaklan altında telvîs ediliyor görüyorum.
Bunları görür isem ne olurum? Bir kere bunu iyice düşün. Sonra da
şunu derhatır et ki nazenin vatan Esma Çan'dan, senden daha mu­
kaddes idi. İşte ben bugünkü günde kudsiyetini cihanda hiçbir
şeye kıyas edemeyeceğim vatanı Kazakların murdar ayakları
altında telvîs edilir görüyorum. Düşmanı mader-i vatanın göğ­
sünü paralıyor görüyorum. Timurtaş Bey oğlu Kaplan hakikaten
bunu görür de bir Moskof kızına olan hevesi onu bu histen men eder
mi, kıyas edersin?
Şirinşah - Ben de öyle...
Kaplan - (Artık gereği gibi coşmuş bulunduğundan validesi­
nin söz söylemesine asla meydan bırakmayarak) Bitirmedim.
Beni dinle diyorum. Biz Zogar ormanına gidiyor isek zevkimiz

274
KAFKAS 123

için gitmiyoruz anacığım. Şuraları, şu yerleri kendimize mahrem


bilmediğimiz için gidiyoruz. Bir Moskof kızına sadakat ve hiz­
met vaat ediyor isem onu sekiz bin cengaverle yüz elli bin nüfus ço-
luğu çocuğu tedbirsizlik ile kebap ettirmekten muhafaza için ve­
riyorum. Ama bir Abaza beyinden bir Moskof kızına yalancı çık­
maması sence matlûp imiş. Sende gördüğüm mertliğin,, kahraman­
lığın hüsn-i ahlâkın bu derecesini de billahi takdis ederim. Bir
Moskof kızına bile yalancı çıkmayı ben de istemem. Moskofların
hilekârca, alçakça, kancıkça olan hareketleri bize de o yolda
mukabele için hak veriyor ya. Ben bunu da kabul etmem. Nazar-ı
ehemmiyetim önünde bulunan nokta şudur ki vatanın kudsiyeti
mukabilinde benim ulüvv-i cenâbım da hiçbir şey değildir. O
yolda canım feda olduğu gibi varsın ulüvv-i cenabım da feda ol­
sun.
Şirinşah - Aferin oğlum.
Kaplan - Bitmedi. Şimdi oğlunu anladın ya? Öyle ise mer­
hamet et anacığım, itiraf et velinimetim ki demincek ki tekdirle­
rin haksız .... Haşa haksız değil. Anamsın. Her şeyde hakkın
vardır. Dövsen bile ses çıkarmakta benim hakkım yoktur. O tek­
dirleri, o tahkirleri lüzumsuz ettin diyecektim. Senin kahraman
oğluna bu tahkirlerin edilmesini sen de lâyık görmezsin. Kendi
tarafından edilmeye de yüreğin razı olmaz. Öyle değil mi anacı­
ğım? Onları geriye aldın mı? Beni cidden helâl süt emmiş oğlun
nazarıyla görüyor musun?
Şirinşah - Gel evlâdım.
Diye bu defa bir sarmaşış sarmaşmışlardı ki evvelki hâl
buna nispetle âdeta gülünç bir komedya kalırdı.
İkisinin de gözlerinden çağlayan yaşlar birbirini boğacak
dereceye vardı. Birbirini göğüsleri üzerinde sıktıkça İki vücut
yekdiğerine tedahül edecek sureti kesbetmeye başladığından
sanki derunlarında olan emeller, manalar birbirine kendi kendi­
sine intikal etmiş olmasıyla artık ara yerde lâfz ve kavi denilen
şey pek bayağı kalmıştı.

Beşinci Bap

Hamiyetli ana ile oğul her görenlere tesirden hâli kalma­

275
124 KAFKAS

yacak olan şu vaz'-ı müessirde iken Takü nam cariye kapıdan gi­
rip Esma Can dedikleri kızın vürudunu haber verdi. Şirinşah
derhâl oğlunu kolları arasından çıkarıp Esma Çan'ı istikbal için
kapıya doğru yürüdü. Kaplan Bey ise sanki validesinin kıza gön­
derdiği haber üzerine de kızın geleceğini ümit etmiyormuş da asla
intizar etmediği bir büyük vak'a-i nâgehani olarak zuhura gel­
miş gibi âdeta şaşkınlığından kendisini kaybederek odanın içinde
serseri serseri bir aşağıya beş yukarıya birkaç volta eyledikten
sonra tamam Esma Can kapıdan girerken o dahi gerisine geri üç
beş adım daha atarak duvarı buldu ve ona ittikâ ile kendisini
ayakları üzerinde tutabildi. Bu kızın vürudu çocuğa ol kadar tesir
eyledi ki, eğer duvara dayanıp ondan kuvvet almamış olsaydı,
âdeta ayaklarında vücudunu kaldırabilecek kuvvet kalmayıp
hemen olduğu yere yıkılıverecekti.
Esma Can dediğimiz kız ende, boyda, simada filhakika
Kaplan Beyin dediği gibi Katerina dö Branoviç'e benzeyerek ara­
sında bir fark var ise o da Esma Çan'ın biraz daha kara yağız ol­
masıdır. Fakat ibtida Esma Çan'ı Katerina'ya benzer demekle
hata ettik. Sözün doğrusu Kaplan Beyin validesi Şirinşah'a söy­
lemiş olduğu sözdür ki "Katerina'nın bir meziyeti var ise o da
Esma Çan'a benzemesidir" demişti.
Evet, Esma Can Katerina'ya değil, Katerina Esma Çan'a
benzerdi. Zira güzellikte Esma Can mukaddem olup binaenaleyh
müşebbehün biha olmak meziyeti dahi kendisine ait olmak zaru­
rîdir.
Kapıdan içeriye girdiği zaman bu kızın hırâm-ı serbestâ-
nesinde görülen çevikliğe ve nâsiye-i hâlinde müşahede olunan
alâim-i vakara bâdi-i emirde aldananlar elbette kendisini
Kaplan Beyin dahi itham eylemiş olduğu üzere pek mütekebbir,
pek müteazzim bir şey zannederlerdi. Zira odaya girdiği zaman
güya odada hiçbir kimse olmayıp, bir tarafta muallak bulunan
endam aynasının yine kendi nazar-ı imtihanına arz eylediği vaz
ve tavrını yalnız kendisi beğeniyormuş kadar fütursuz ve daha
doğrusu kendi evzâ' ve etvarına yine kendisi hayrandı.
Herhangi bir kızı kendi odasında ve aynası karşısında ve
fakat odada kimse olmayarak yalnız bir hâlde görmemiş İseniz,
yukarıki fıkrada arz eylediğim teşbihi bir türlü takdir edemez­
siniz. Âlemde kendi hüsnüne kendisi de hayran olmayan insan bu­

276
KAFKAS 125

lunamadığı gibi hele kendi vechinde, hırâmında, tebessümünde


hâsılı kelâm her hâlinde pek büyük ziynet ve letafet bulmayan
hiçbir karı olamaz. Kendisinde bulduğu letafetlerin mevki-i im­
tihanı ise derununda hiçbir kimse bulunmayan odada büyücek bir
aynanın karşısıdır. Ben birkaç defa tesadüf eyledim ki aynanın
karşısında bulunan bir kız, evzâ ve etvar talimi ediyordu. Aldığı
vaz'lan yine kendisi fevkalhad beğendiği cihetle ol kadar gurur­
lanırdı ki tarife sığmaz . İşte bizim Esma Can dahi odaya girdiği
zaman güya orada hiçbir kimse yok imiş de peyda eylediği vaz'-
ları, tavırları yalnız kendi kendisine beğendiriyormuş gibi ser­
best ve mağrur bir hâldeydi.
Lâkin hakikatte buna kibir ve gurur denilebilip demleme­
yeceği bundan sonra görülüp hükmedilecek bir şeydir.
Şirinşah - Buyurunuz benim asilzade kızım. Güzel kızım.
Size zahmet verdik ise de artık affınızı dilerim.
Esma Can - Estağfurullah validem. Emrinizi aldığım anda
itaatle gelmek boynunum borcudur.
Şirinşah - Oğlum Kaplan gazaya niyet etmiş. Aba ve ecda­
dının gazalarda şanla kullandığı kılıcı sizin elinizle kuşanmak
arzusundadır. Ne dersiniz?
Validesi bu teklifi ettiği zaman Kaplan Bey "İşte şimdi
yeniden ret edecek de validem değil fakat ben rüsvay olacağım"
diye olduğu yer yarılarak o yere geçmeyi ez-can ü dil arzu edecek
mertebede bir ye'se duçar olmuştu. Fakat Esma Can daha
Şirinşah'ın söylediği sözü kamilen söyleyip bitirmesine hacet
bile bırakmayarak:
Esma Can - Maaliftihar kuşatırım efendim. Düşmandan
cümlemizin intikamını almak için fedâ-yı cana hazırlanan kah­
ramanların da kıhcını kuşatmaz isek kimlerin kılıcını kuşataca­
ğız?
Bu lâkırdı üzerine eğer validesi Şirinşah oğluna teveccüh
ederek "Sen de bir lâkırdı söylemeyecek misin?" manasını
hâliyle, tavrıyla işrâb ve ifham etmemiş olsaydı, Kaplan hâlâ
ağzını açıp da bir lâkırdı söyleyebilm ek iktidarını
bulamayacaktı. Validesinden maada Esma Can dahi söylediği
söze Kaplan Beyin ne cevap vereceğine muntazıran yüzüne
bakmaya başladığını görünce artık olanca kuvvetini derip,

277
126 KAFKAS

toplayarak:
Kaplan - Esma Can. Gideceğim cenkte validemin hayır du­
ası bana kuvvetü'z-zahr olacaktır. Bir de önümde tarîk-i zaferi
tenvir edecek bir şevke muhtaç idim. Onu da siz dirîg etmediğiniz
için minnettarınızım. Teşekkürler ederim.
Esma Can - Gidiniz beyim. Vatanımızın, hürriyetimizin
düşmanıyla cenk ediniz. Şunu da hiçbir dakika hatırınızdan çı­
karmayınız ki burada sizin muzafferiyetiniz için daima dua ede­
cek bir valideniz var ise, o duaya daima amin diyecek bir de
Esma Can vardır.
Kaplan - Ah! Necip Esma Can, bilmiş olunuz ki bizi cidden
ihya buyurdunuz.
Şirinşah - Teşükkür ederim kızım. Gerçekten bizi ihya bu­
yurdunuz. Bu sözler dahi teati edildikten sonra Şirinşah tarafın­
dan edilen işaret üzerine Esma Can duvarda asılı olan ve kabza­
sından çamurluğuna kadar altın ve gümüş ile murassa bulunan bir
âlâ Çenyan kılıcı indirip kayışını Kaplan'ın boynundan aşırdı
ama Öyle bir tavr-ı necibâne ve vaz'-ı kahramanâne ile aşırdı ki
görmüş olsaydınız rûh-ı şecâat ve bahadırı Esma Can suretinde
temessül eylemiş de gelmiş Kaplan Beye kılıç kuşatır zanneyler-
diniz. Kaplan ise kızın buna muâmele-i âlicenabânesi mukabi­
linde bütün vücudunu zangır zangır titremekten men edemedi.
Yekpare bir aşk-ı mücessem demek olan kızın kendisine takarrübü
sademâtını ol kadar bedihî olarak çekti ki, âdeta alâimini Esma
Can dahi gördü. Esma Çan'dan başka bir kız olsaydı ihtimal ki
Kaplan Beyin bu hâli üzerine bir tebessüm-i istihfafı ve hatta bir
dıhk-ı istihzâyı da men edemezdi. Ve mazallah ortada böyle bir
eser-i hiffet görülseydi bu meclisin kudsiyeti berbat olup iş adi
bir oyuncağa benzerdi. Ancak Esma Can sanki çocuğun teessürât-ı
vakıasından kendisi dahi müteessir olmuş gibi bir hâl ve tavra
asla halel vermedi.
Ne bilirsiniz? Belki o da Kaplan Beyi bu kadar sarsan
sadmenin aks-i te'sirâtıyla müteessir olmuştur?....
Kaplan - (Kılıcı kuşattıktan sonra) Anacığım!. Senin hayır
duan bana kuvvetü'z-zahr olup da bu kılıcı kuşatan zatın şevki
dahi yolumun ilerisini açtıkça şunu öyle bir kuvvet-i bazu ile is­
timal edeceğim ki aba ve ecdadımdan hiçbirisinin bu kılıcı Öyle
bir şevk ve kuvvet ve şecaat ve gayretle istimal etmemiş oldukla-

278
KAFKAS 127

rina yine aba ve ecdadımın ervahı şehadet edecektir.


Esma Can - Gazanızı daha şimdiden peşin olarak tebrik
ederim beyim.
Şirinşah - Aferin oğlum! İşte babanın öz vahid oğlu oldu­
ğunu bu sözünle ispat eyledin. Yemin ederim ki babana bu kılıcı
bundan otuz üç sene evvel ben kuşatmış olduğum zaman o da bana
ve validesine ayniyle bu sözü söylemişti. Ah! Şimdi sen bu sözü
harfi harfine tekrar eylediğin zaman zannettim ki yine merhum
baban karşımdadır, yine ben ona bu kılıcı kuşatıyorum da o da
bana otuz üç sene evvel söylemiş olduğu sözü tekrar ediyor.
Ana ile oğul ve bir de Esma Can arasında taklid-i seyf-i
gaza resmi bu suretle icra olunup bitmeyi müteakip uşak
Saatgiray kapıya gelerek Semmûrkaş ve Arslan Koç ve Canberd
beylerin vürudunu haber verdi?
Canberd Bey, Esma Çan'ın biraderi olup hâlbuki hemşire­
sinin bir beye kılıç kuşattığını orada bulunup da görmek
Kafkas'ta âdet olmadıktan fazla, bu muamele âdeta o beyin dest-
i izdivacını kabul etmek demek olduğuna ve bir kıza koca olacak
adam ta o kız İle nikâh ve zifaf olup da peder ve birader gibi ak­
rabasıyla badehu musalaha edinceye kadar âdeta düşman gibi
bir nazarla görüleceğine mebni Esma Can biraderinin vürudu üze­
rine bir hayli telâşa duçar olmuş idiyse de, Şirinşah "Korkma kı­
zım korkma! İşin içinde ben olduğum hâlde sizin için korkacak
hiçbir şey kalmaz. Böyle mukaddes bir vazifeyi ifa ettiğin için
Canberd Bey darılacak ise bana darılsın" diye kızı teskine
muktedir olabilmişti.
Vakıa beyler içeriye girdikleri zaman Semmûrkaş Bey pa­
muk gibi saçları ve sakalı ve kaşları kadar gül gibi pembe olan
yüzünün dahi letafetiyle mütenasip güftar ile "Maşallah!
Maşallah! Asilzade kızımız Esma Can dahi burada. Artık bu ga­
zada kılıcımı ona kuşattıracağım. Cenkten muzafferen avdet ey­
lediğim zaman dahi beni yol başında çiçekler ile istikbal etme­
sini isterim. Zira ben şu ak sakalı kaç defalar kırmızı çiçekler ile
tezyin eyledim ise de kızım Esma Can kadar soyzade ve güzel bir
hanım tarafından olmadığı için hiçbirisini saymam" yollu
şakaya başlamakla beraber Canberd Bey dahi hemşiresini orada
gördüğü ve bu suretle içtimai âdet-i beldeye muvafık bulamadığı
için kaşlarını çatarak suretini ekşitti ise de Şirinşah güya

279
128 KAFKAS

Semmûrkaş Beye cevap olmak ve hâlbuki hakikatte Canberd


Beyi ilzam eylemek üzere "Hayır beyim, siz kendinize kılıç
kuşatacak başka bir kız bulunuz. Yalvardım yakardım güç hâl ile
ricamı kabul ettirerek Esma Çan'ı bu hizmete razı eyledim.
Hatta Canberd Bey tarafından bir itiraz vuku bulur ise ona da
kendim muhatap olacağımı vaat ederek muvaffak olabildim"
demesiyle Canberd dahi lâ-ilâc "Sizin münasip gördüğünüz bir
şeye kimin itiraza hakkı olabilir efendim? Pek isabet
buyurmuşsunuz" dedi.
Bu beylerin oraya davet edilişi Kaplan'ın validesi huzu­
runda tebriye-i zimmet eylemesine medar olmak üzere birkaç
günden beri Zogar ormanında ne ile meşgul bulunduklarını söylet­
mek için olduğu malûmdur. Vakıa Şirinşah'ın oğluna galebesi ve
çocuğu İstediği tarîke sevk edebilmiş olması üzerine artık bu
ispata hacet kalmamış idiyse de dört muazzam beyin oraya
avdet edilişi bütün bütün abes olmamak dahi lâzım geldiğinden
Şirinşah her birine bir başka sûret-i nezaketle hâllerini sorarak
iltifat eyledikten ve herkes kendi hâl ü şânına muvafık olacak
bir yere oturduktan sonra şu suretle beyan-ı hâle başladı.
Şirinşah - Beyler. Sizi bugün buraya kadar gelmek zahme­
tine söküşümün sebebi gerek oğlum Kaplan aleyhinde ve gerek bi­
rer birer cümlenizin hakkında fakat bi-gayr-i hakkın hâsıl eyle­
diğim bir şüpheye mebnidir. Devlet-i Aliyye ile Rusya'nın muha­
rebeye başlaması üzerine Batum tarafından eli silâh tutan cengâ-
verler düşmana mukavemete kıyam eylemiş oldukları ve buradan
bizim dahi düşman-ı hürriyetimiz aleyhine kıyamımız lâzım
geldiği hâlde, hiçbirinizden öyle bir hazırlık göremeyince bit­
tabi şüphelenmiştim. Bunun için oğlumu ziyadece muâheze eyle­
dim. Birkaç günden beri Zogar ormanında bu tedarikâtta bulundu­
ğunu haber alarak müsterih olduğum gibi, nihayet gözümün
Önünde Esma Can vasıtasıyla kılıç kuşanarak bütün bütün emniyet
hâsıl eyledim. Umarım kİ hâlden haberdar olmamak cihetiyle
oğlum aleyhine bence hâsıl olan suizan sizce hâsıl olmamıştır.
Siz teşebbüsâbı harbiyyeniz içinde oğlumu dahi kendinizle
beraber gördüğünüz için, kendisini Timur taş Bey merhumun öz oğlu
ve vâris-i sahîhi olmak üzere telâkki eylemişsinizdir,
Semmûrkaş - Evet efendim. Bunların cümlesi doğrudur. Şu
kadar var ki Kaplan Bey Zogar ormanında olan teşebbüsâtı size

280
KAFKAS 129

haber vermekle eğerçi sizi temin eylemiş ise de, bizim orada
verdiğimiz kararı bozduğu için bizce kusur eylemiştir. Zira biz
teşebbüsâtımızdan hiçbir kimseyi ve hatta analarımızı,
kardeşlerimizi, karılarımızı bile haberdar etmemeye karar
vermiştik.
Kaplan - Hayır efendim. Teşebbüsâtımızdan hiçbir şeyi
yine haber vermedim. Validem beni hiss-i vatanperverîden ve
gayret-i milliyye ve diniyyeden büsbütün beri bir adam olmak
üzere itham eylediği ve şu hâlde şiddet ve hararetini yenebil­
mek bir türlü kabil olmadığı cihetle yalnız Zogar ormanında üç
günden beri ne işle meşgul olduğumuzu haber alacak olur ise, bu
şiddetinin beyhude olduğuna kendisince kanaat hâsıl olacağını
arz eylemiştim.
Semmûrkaş - Muradım lâtifedir beyim. Zaten böyle büyük
işlerde kendi re'ylerine müracaat etmediğimiz için hatayı biz et­
tik. Kendileri Timurtaş Beyin kâffe-i harekat-ı askeriyyesini
bildikleri ve pek çok tecrübelerine dahi varis oldukları için,
böyle bir işte mutlaka mütalâalarına müracaat etmeliydik.
Şirinşah - Estağfurullah beyim! Bizim elimizden duadan
başka hiçbir şey gelmez. Hele şu işte oğlum Kaplan'ı dahi pederi
makamına ikame ederek beraberinizde bulundurmuş olduğunuz
için sûret-i mahsusada teşekkür ederim. Teşebbüsâtınızdan bun­
dan başka hiçbir şeyi Öğrenmek de istemem. Böyle işleri iltizam
eylediğiniz dereceden ziyade mektum tutmakta haklısınız.
Kaplan - İşte anacığım. Uhde-i himmetime terettüp eden
vazifede kusurum olmadığım bizzat temin eyledikten sonra dört
nefer makbulü'ş-şehade muteber beyleri dahi işhâd edebildim.
Artık ......
Şirinşah - Evvelce hâsıl olan suizannım üzerine seni evlât­
lık rütbesinden pek aşağıya indirmiştim, Kaplan sen, hamiyetini
derece derece ispat eyledikçe, ben de nazarımı derece derece tah­
vil eyleyerek şimdi seni öyle bir göz ile görmekteyim ki, bu görüş
dünkü görüşüme dahi kıyas kabul edemez. Dün sen benim ciğerpa­
rem evlâdım idin. Bugün o hâl ile beraber vatanımın kurtarıcıla­
rından ma'dûdsun ki yüreğim hem muhabbet-i maderânemle ve
hem de vatan namına sana olan minnettarlığım hissiyle meşhun-
dur.
Söz yine bu surette olarak biraz daha uzandı, gitti. Zira

281
130 KAFKAS

malûmdur ki bu vadide başlanan söz derhâl kısa kesilivermek


mümkün olam aya tabiatıyla ne kadar uzanacak ise uzanır, gi­
der.
Ondan sonra Semmûrkaş Beyle, Arslan Bey, Şirinşah ile
Kaplan'ı veda ederek gittikleri gibi Canberd Bey dahi hemşiresi
Esma Çan'ın oraca daha başka bir işi olup olmadığını sual ile
Şirinşah tarafından sûret-i teşekkürde söylenen sözleri dinledik­
ten ve bâhusus Şirinşah, Canberd Beyin yanına sokularak kula­
ğına söylediği bir hayli sözlere kemal-i dikkat ve ehemmiyetle
kulak verdikten sonra hemşiresini alıp o da çıktı, gitti.
Acaba Şirinşah'm Canberd Beye gizlice söylediği sözler ne
idi?
Bunu Canberd Beyden başka kimse işitemedi. Fakat tah­
minimize kalır ise bu sözler Esma Çan'ı kardeşinin muahezesin­
den kurtaracak sözler olmalıdır. Zira tertibât-ı vakıanın buraya
kadar sûret-i cereyanında hiçbir terslik ve uygunsuzluk vukua
gelmediği hâlde, Kaplan Bey gibi bir gence ve bahusus vaktiyle
Esma Çan'a İbraz-ı heves etmiş olan bir gence Esma Can kılıç ku­
şatırken kardeşinin bu iş üzerine gelmesi uygunsuzluktan ma'dûd
bulunmuş ve binaenaleyh Şirinşah tarafından te'minât-ı lâzıme
ile tamire ihtiyaç gösterilmiştir.
Beyler orada iken Şirinşah'm Katerina dö Bfanoviç'e dair
söz açmamış olması cây-ı dikkattir. Bu sözü herkes gittikten
sonra açtı. Dedi ki:
Şirinşah - Oğlum Kaplan. Evvelce de söylediğim veçhile
bir Rus kızına heveskâr olmaklığını ta'yîb edemem. Erkeksin,
gençsin fakat o muhabbeti, muhabbet-i diniyye ve milliyyene
karıştırmaklık suretini ben de lâyık göremem. Sen de lâyık
görememelisin. Bununla beraber o zavallı Moskof kızcağızına
hıyanet etmeyi de tecvîz edemem. Bunun için ne çare
bulmaktasın?
Kaplan - Nineciğim. Sen bunu hiç merak etme. Katerina ile
söylediğimiz sözlerin hepsini işitmişsin ya. O bana teklif edeceği
şeyleri teklif edip de ben dahi muvafakat gösterdiğim zaman fi­
iliyat ve icraat emrinde ne yapacak idiysem, hepsini düşünüp ka­
rarlarını dahi vererek öyle muvafakat gösterdim. Muvafakat et­
tiğim şeye Rusya devletinden bir rütbe almak için muvafakat et­

282
KAFKAS 131

memiş olduğuma emin olmalısın.


Şirinşah - Ona ne şüphe. Bedel-i mukabili hıyânet-i vatan
olduktan sonra Moskof İmparatoru sana kendi tahtını verecek
olsa kabul etmezsin diye itikat eylerim.
Kaplan - Katerina'ya vüsul hevesiyle dahi bu muvafakati
etmemiş olduğuma inan. Benim için ona vüsul yolları her zaman
açıktır. Muvafakatim mahza Zogar ormanı müzakeratından renk
vermemek için idi. Akîb-i muvâfakatta dahi ondan akdem sûret-
i hareketime dahi karar verdim diyorum. Ne yapacağımı şimdi
sorma. Yaptığım zaman beğenmez isen o hâlde muaheze hakkını
muhafaza et.
Şirinşah - Bu yürekte olan bir adamın hiçbir vakitte hare­
kat ve sekenâtından dolayı yüzü kızarmayacağından eminim.
Kaplan - Öyle ise haydi anacığım dairene git. Kemal-i
emniyetle müsterih ol. Bana da izin ver ki gideyim, misafire mi­
safirperverlik vazifesini ifa edeyim.
Validesi çocuğunun bu istizanına o kadar safvet-i kalb ile
mukabele-i muvafıkada bulunmuştu ki, görmüş olsaydınız bir kız
ve bahusus kendi ni'met-i visaline müştak olan sevgili bir kız
hakkında misafirperverliğin mukteziyatı ne olabileceğini dü­
şündüğünüz hâlde, hatırınıza huturu hemen zarurî gibi bir şey
olan suizanlara Şîrinşah'm takarrüp bile etmemiş olduğuna ina­
nırdınız. Unutmamalısınız ki hikâyemiz Kafkas kıt'asında geçi­
yor. Ol kıt'ada ki orada bir genç kendi konağına misafir gelen bir
genç kıza misafirperverliğin her suretini ifa eyler de, bu suretle­
rin içinde ne kızın ve ne de erkeğin yüzlerini kızartacak hiçbir
renk bulunamaz.
İşte o günkü ahvale bu suretle nihayet verilip vakit ise ak­
şama takarrüp eylemiş bulunduğundan Şirinşah kendi dairesine
ve Kaplan Bey dahi Katerinaski Salon'da Katerina dö
Branoviç'in nezdine gittiler.
İntihâ-yı kitâb-ı sânî

283
Ü ç üne ü K i t a p

Birinci Bap

Kitâb-ı sâbıkın nihayetinde Kaplan Beye kılıç kuşattığı


manzurumuz olan Esma Can hakkında şimdiye kadar sebkat eden
sözler nazarıdikkate alınır ise, bu kızın hikâyemizce pek büyük
ehemmiyeti olan zevattan olduğu anlaşılır.
Esma Can hikâyemizce haiz olacağı ehemmiyet Kaplan
Beyin bu kız hakkındaki nazarından münbais olacağı derkâr
olup, bu nazarın derecesini tayin lâzım gelir ise mır-i mumailey­
hin .evvelce Rusya hükümetine sadakat edeceğine dair
Katerina'ya vermiş olduğu vaadi muahharen, ortaya Esma
Çan'ın kılıç kuşatması mesele(si) çıkması üzerine hükümden
düşürmüş olduğunu medâr-ı muvâzene ittihaz eylemek lâzım
gelmez. Zira henüz Katerina'ya böyle bir vaat vermiş olduğu
hâlde Zogar ormanında Semmûrkaş ve Arslan Koç ve Çanberd
Beyler ile vuku bulan müşaverelerini görmüş ve eğerçi bu
müşaverenin tafsilâtına dair pek çok malûmat alamamış isek de,
müşavereden maksat elbette Rusya aleyhine bir hareket
tertibinden ibaret bulunduğunu anlamıştık. Şu hâlde Kaplan
Beyin yüreğinde esasen yer tutmuş bulunan şey, hamiyet-i
milliyye ve gayret-i vataniyyesinin icabı olacağı derhâl
hükmedilebilir. Bundan maada kendisi Rus mekteplerinde tahsil
etmiş ve Moskof medeniyetini pek etraflı öğrenmiş olmasından
kat'-ı nazar her hâlde Kafkas evlâdı bulunduğu ve validesi
Şirinşah tarafından hiss-i vatanperverânesini tahrik babında
söylenen sözler bir Kafkas çocuğunu gözü dünyada kandan ve
sevdâ-yı intikamdan başka hiçbir şey görmemek derecesinde
teşvike ma'-ziyadetin kifayet edeceği der-hâtır edilir ise,
Katerina'ya verdiği vaadin zaten ketm-i esrara medar olmak ve
neticesi mutlaka hükümsüz ve eczasız kalmak üzere verilmiş
olduğu teslim olunur. Binaenaleyh Katerina'ya verdiği vaadin
geriye alınışı Kaplan Beyin Esma Çan'a olan nazarının derecesini
ta'yîbe medar olamaz.
Birinci kitabımızın baş taraflarında sebkat eylediği ci­
134 KAFKAS

hetle hatırdan çıkmamış olmak lâzım gelir ki, Esma Can ismi
Kaplan ile Katerina tenhaca hasbihal ettikleri zaman dahi yad
olunmuştu. Bahusus bu ismi Katerina nev'amâ hasudâne bir yolda
yâd ederek Kaplan dahi Kafkas kızlarının ve bunlar miyanında
zımnen Esma Çan'ın çekilmez derecede kibr ü taazzumdan ve
takat getirilemeyecek mertebede istiğnasından bahsederek,
Katerina'nın ol baptaki hasedini men ve ber-taraf edecek surette
lisan kullanmıştı. Şu hâl Kaplan'ın Esma Can hakkında
nefretine delâlet edemez ise bile hiç olmaz ise mezbure aleyhinde
dargınlığına delâlet eyleyeceği ve validesi ile konuştukları za­
man Kaplan'ın Esma Can hakkında söylediği sözler dahi bu de­
lâleti teyit eyleyip, mîr-i mumaileyhin Katerina hakkındaki
muhabbeti pek çok alâim ve ahval ile malûmumuz bulunduğu
hâlde, yine böyle iken Esma Çan'ın ismi validesi tarafından yâd
ve ihtar edilmekle beraber yüreğinde birdenbire uyanan hissiya­
tın o zamana kadar vücut verdiği her nevi hayalâtı derhâl
tağyir etmesi ve Esma Can hakkındaki muhabbet-i sâbıkasının
teceddüdüyle Katerina hakkındaki emellerinin mahvı demek
olmak üzere, Esma Can elinden kılıç kuşanmaya rıza göstermesi
kaziyyeleridir ki, çocuğun Esma Can hakkındaki nazarının
derecesini tayinine medar olabilir. Bu suretle tayin olunacak
nazarın ise pek büyük bir nazar olduğunu ihtara hacet kalmaz.
Vakıa validesiyle teati eylediği sözlerden anlaşıldığına
göre, Kaplan Bey vaktiyle Esma Çan'a arz-ı mâfi'z-zamîr eyle­
diği hâlde meyus olmuştur. Eğerçi bu meyusiyet Esma Can tara­
fından gösterilen ve bir kibr ü azamet-i tâkat-güdâzdan münbais
olan istiğnadan neşet eylediği dahi Beyin validesiyle olan has-
bihali revişinden anlaşılmış ise de, Kafkas kızlarında görülen
naz ve istiğna gerçekten daire-i tahammülün haricine çıkacak bir
tekebbür ve taazzmdan tevellüt eylediği bizce müsellem değildir
ki, hatta bu bapta mîr-i mumaileyhe hak verebilelim.
Bize kalır ise validesi Şirinşah'ın dediği gibi Kafkas kız­
ları arsız ve yüzsüz ve utanmaz olmayıp, karılık ve kızlık şanını
bihakkın muhafaza eyledikleri için bunlar miyanında vakar-ı
nisvâniyyesini sair emsalinden daha başka bir surette muhafaza
eyleyen Esma Can dahi Kaplan Beye müteazzım ve mütekebbir
görünmüştür.
Eğer sevmek sevilmek babında yaşça dahi bir münasebet

286
KAFKAS 135

bulunmak zaruriyattan olsaydı, Kaplan Bey ile Esma Çan'ın mu­


habbetinde görülen meyusiyeti buna hamletmek mümkün olurdu.
Zira şu son zamanlarda Kaplan Bey yirmi iki yaşlarında bir
adam olduğuna göre bu sinn ü salde bulunan adamın seveceği kız
dahi nihayet on yedi, on sekiz yaşlarında bulunmak lâzım gibi
tasavvur edilip, hâlbuki Esma Can dahi Kaplan Bey ile akran
sayılabilmek üzere yirmi, yirmi bir yaşlarına varmaktadır.
Ancak bu hâl sebeb-İ me'yûsiyyet olamaz. Zira kanun-ı tabiatın
sevmek ve sevilmek babında böyle bir kayıt olmadığı gibi,
Kaplan Beyin dahi Esma Çan'ı ifrat derecede sevmiş bulunması
da ol bapta tesâvi-i esnânın hükümsüzlüğünü ispat edebilir. Bir
de aradaki meyusiyet behemehal Esma Can tarafından edilen
inat ve mukavemetten neşet etmiş olacağı derkâr olup, fakat bu
mukavemetin sebebi tesâvi-i sinn ü sâl kaziyyesi olsa idi, Esma
Çan'ın humkunu hükmetmek lâzım gelirdi. Zira bu tesâvî Esma
Çan'ın mazarratını icap etmeyip, olsa olsa menfaatini müstelzem
olabilirdi. Haber verelim ki Esma Can dediğimiz kız menfaat ve
mazarratı birbirinden tefrik edemeyecek olan ahmaklardan da
değildir.
Meselenin bu ciheti başlı başına bir roman teşkil edecek
kadar zengin ve sermayelidir. O roman ise hep bu meyusiyet ka-
ziyyesinin tahtında müstetir olup, fakat burada öyle dört keli-
mecikle izahına mahal yoktur. Lâ-akal bundan dört sene evve­
linden beri bir zamanın vukuatını gözden geçirmek lâzım gelir. O
hâlde dahi gözden geçireceğimiz vukuat için mebde'-i nazarımız
yine işbu Kaplan Bey ikâmetgâhına pek de uzak olmayan bir or­
manın kenarıdır ki orada ilk nazarda Esma Çan'ı müşahede ey­
leyeceğiz. Nasıl? Hesap ediyorsunuz ya! Bundan beş sene evvel
yani henüz on altı, on yedi yaşlarındayken Esma Can gibi bir nev-
civanı tenhaca bir orman kenarında rast getirmek her zaman te­
sadüf eden nimetlerden değildir. Öyle değil mi? Fakat Esma
Çan'ı ormanda yalnız rast getirdik diye hemen çılgıncasına bir
sevinç ve mütehalikâne bir heves ile yanına koşmak icap etmez.
Zira kendisi Kafkas kızıdır. Kafkas kızı benât-ı nev'ine mahsus
olan imtiyazâtı bir orman kenarında tek ü tenha bulunduğu zaman
dahi muhafaza edebilir. Hâlbuki Esma Can orada tek de değil­
dir. Yanında bir de delikanlı vardır. Malûm a! Ormanı kendile­
rine mahrem ittihaz eylemiş olan böyle bir genç kız ile bir de de­

287
136 KAFKAS

likanlının birden yanlarına gidip kendilerini ürkütmek nezakete


sığmayacağından maada/ bunun bir dereceye kadar tehlikesi de
vardır.
Acayip! Bu delikanlı Esma Çan'ı tenhaca bir orman kena­
rına celp edebilecek kadar muvaffakiyete mazhar olmuş ha? Çok
taaccüp edilecek şey.
Vakıa çok taaccüp edilecek şeydir. Zira bu muvaffakiyete
mazhar olmak için pek büyük müşkilâta göğüs vermek lâzım ge­
lir. Hem de nasıl müşkilât? Birtakım sühuletler içinde münderic
müşkilât ki asıl istiğrab olunacak cihet dahi budur.
Kafkas'ta bir kızı kendi hanesinde görebilmek o kadar ko­
laydır ki İstanbul'da akranınız, ahbabınız olan bir adamı kendi
hanesinde görebilmek için belki bir dereceye kadar suubet vardır.
Kafkas'ta ise bir kızı kendi odasında görebilmek için bu suubet
dahi yoktur. Hiçbir vesileniz olmadığı hâlde doğrudan doğruya
gidip ziyaret edebilirsiniz. Mutlaka bir vesileye ihtiyaç gör­
mekte iseniz, göğsünüzdeki fişekliklerin bir tarafını azıcık söker­
seniz bunu diktirmek vesilesiyle gidersiniz. Zira böyle bir hizmet
için kızlara vuku bulacak müracaatı reddetmek yine kızlar için
pek büyük ayıptır. Alafranga salonlarda kendisine dans teklif
eylediğiniz bir kız, sizi ret için başkasına söz vermiş olduğunu
bahane ederek bir erkeği reddetmek ayıbını üzerinden atabilir
ise de, Kafkas kızlarına müracaatla ellerinden gelebilecek olan
hizmeti rica eylediğiniz zaman bulacak, arz edecek hiçbir baha­
nesi yoktur.
Kızlar kendi dairelerinde gayet serbest bulundukları için
sizinle bilâ-tekellüf söyleşirler. Gülüşürler bile. Ancak macerâ-yı
hevâperestîye nakl-İ kelâm edildi mi, o saat tavır değişir. Çehre
asılıverir. Öyle bir vakar peyda ederler ki, karşılarındaki ar­
sıza sükût-ı emr ile emirlerini dahi kabul ettirmeye yalnız bu
vakar kifayet eyler. İşte sair memâlik kızlarıyla Kafkas kızla­
rının arasında bir fark vardır. Yani memâlik-i şâire kızlarının
biraz yüzlerine gülünecek olsa, bu tebessümle kendilerine ifham
edilmek istenilen manadan ziyadesini kız anlayıp yılışıverdiği
hâlde Kafkas kızları bilâkis o zaman kendilerini toplayıp ken­
disinin öyle yılışmak değil, bilâkis vakar ve ismetle muamele
eylemek şanından olan bir vücut olduğunu ispat eyler.
Hanesinde bir delikanlı ile bu kadar serbest görüşen kızın.

288
KAFKAS 137

bir orman kenarında da serbest serbest görüşebilmelerini kim men


eder diye mi sordunuz?
Maddeten hiçbir kimse men edemez. Bir kere mülâhaza bu­
yurulsun. Hiçbir kız ile bir delikanlı, bir ormanda içtima etmeye
karar verirler de onları men'e bir kimse muktedir olabilir mi?
Âlemde âşık ve âşıkanın cür'etlerine mümanaat edebilecek bir
kuvvet tasavvur edilebilir mi? Bir Kafkas kızı ile bir Kafkas de­
likanlısını böyle bir içtimaadan men edebilecek olan şey, kendi­
lerinin kemal-i serbestîleri içinde mündemiç bulunan yine kemal-i
hicâblarıdır.
Bir kız ile mahfice halleşmek teklifi ne demek olacağına
dikkat edilir ya. O teklifi her benim diyen delikanlı, her rast
geldiği kıza etmek Paris'te bile bir dereceye kadar güç ve müşkil
iştir. Ya ret olunur ise? Paris kadar serbestinin derecesini ifrata
vardırmış olan yerlerin delikanlıları bile böyle bir teklifi ettik­
leri kızdan ret muamelesini görürler ise müteessir olurlar. Ya
Kafkaslı olan delikanlı ne kadar müteessir olur? Derecesini bir­
denbire takdir edemiyor iseniz, biz haber verelim ki o hâlde bir
daha kızın yüzüne bakamamak ile iktifa edemez. Bir kere kendi­
sine alenen hakaret eden kızın, başka birisine rağmen iltifat ede­
bilmesi muhal derecesinde müşkil olur. Teessürün derecesine göre
ya kızın iltifat edeceği diğer delikanlı ile belâya girer, veyahut
ihtimal ki nazarında gülden nazik olan kızın kendisini de incit­
meye kadar cesaret alır. Eğer böyle bir ayıptan daha ziyade tees­
sür etmiş ise kendisine kıyması dahi ihtimalât dahilindedir.
Şimdi şu hesapların içine bir de fevkalgaye bir mahcubiyet-i
âşıkâneyi ilâve ederseniz Kafkas'ta o serbest kızların bir or­
manda güzidesi olan delikanlı ile birleşmesi ne kadar müşkil ola­
cağına yakın hâsıl etmiş olursunuz.
Bir kız ile ormanda tenhaca hâlleşebilmek muvaffakiye­
tinin sûret-i husûlüne dair şu malûmatı da verelim ki:
Kendi makbuliyetine itimadı olan delikanlı hangi kıza
nazar-ı hevesinin ucunu İliştirmiş ise, daima bir vesile bularak
kızın önünde arkasında dolaşmaya başlar. Kız kaynak başına çı­
kacak olsa gözü o delikanlıyı görür. Tarlaya, çayıra doğru gez­
meye gidecek olsa, delikanlı kendisini atlı olduğu hâlde ona arz
eder. Odasında hiçbir misafiri olmasa o delikanlının devamı
kendisini yalnız bırakmaz. Kızın elinde hiçbir işi olmasa, o deli­

289
138 KAFKAS

kanlı mutlaka ona bir iş bulup meşgul eder. Zira Kafkas'ta kızla­
rın tembel tembel oturması pek ayıp olup evvelce dahi denildiği
veçhile her kim sırmalı şeridini dokutmak vesair böyle bir hiz­
meti gördürmek için bir kıza müracaat eyler ise ret edilmez.
Elhâsıl o delikanlı o kızı behemehal hep kendisi ve kendi işiyle
meşgul etmeye çalışır.
Tabiîdir ki bu esnada dilinden ne kadar güzel sözler çıkabi­
lir ise söyler. Aralıkta bir yiğitliğinden de bahseder. Zira
Kafkas kızları içinde en büyük medâr-ı makbuliyet erkeğin yiğit­
liği olup kızların delikanlılar hakkındaki şarkılarında kara
kaşlarından, kara gözlerinden ziyade şecaatlerinden bahsolunur.
Kezalik tabiîdir ki kendisini bu suretle bir kıza yarandırmaya
çalışan delikanlı, kız için ika eylediği meşguliyetlerin nasıl te­
lâkki edildiğine ve söylediği güzel sözlerin kızda ne derecelere
kadar inbisatı mucip olduğuna ziyadesiyle dikkat eder. Zira
kendisi o kızı ne kadar işgal etmiş olsa, tâ ondan bir söz alma­
yınca başkalarının dahi işgal edebilmesini men'e hiçbir hakkı
yoktur. Kızın gönlü onun olmadıktan veyahut açıktan açığa ha­
karet görmedikten sonra kıskançlık pek ayıptır.
Edeceği dikkatler üzerine istihraç eyleyeceği hükümler kız
nezdindeki derece-i makbuliyetini kendisine ifham etmekte te­
ehhür eylemez. Meselâ bir kıza yaranmak istiyorsunuz. Sizden
başka birisi de bu hevestedir. Sizin dokutmak istediğiniz şerit,
diğerinin şeridine takdimen daha evvel ve daha güzel dokunur
ise, rüchan sizin hakkınız da olduğuna şüphe kalır mı? Veyahut
kız sizin söylediğiniz güzel sözler ve gösterdiğiniz zarafetler üze­
rine diğerinin sözlerinden ve zarafetlerinden ziyade inbisat gös­
terir ise, bunun anlaşılmayacak neresi kalır?
O hâlde sizinle rekabet mukaddimesini açmış olan zat iş­
ten elini çeker. Meydan size kalır. Bir kere de delikanlılar sizin
münasebetiniz bu dereceye vardığını görünce artık herkes o kızı
sizin yavuklunuz olmak üzere itikat ve itibar ederek bittabi
çeşm-i tama'larım yummaya mecbur olurlar. İşte iş bu dereceye
vardıktan sonra şakayı, lâtifeyi yavaş yavaş ciddiyâta bozarak
mahfice görmek heveslerine düşersiniz. O zamana kadar kızı da­
ima vakitli görmeye mecbur bulunduğunuz hâlde badema vakitsiz
görmeye dahi cesaret almaya başlarsınız. Eğer kız böyle vakitli
vakitsiz arz eylediğiniz ziyaretleri hep bir savt-ı memnuniyyet-

290
KAFKAS 139

ten kabul eder ise/ artık ormanda mahfice halleşmek cür'eti de


size kendi kendisine gelir. İşin ondan sonraki derecesi ise kızı ka­
çırmak mertebesidir ki bunu başkaca haber vermeye lüzum yoktur.
Zira yakında sûret-i icrasını göreceğiz.
■ İşte bir kızı mahfice orman kenarına kadar celp edebilmek
bu derece güç ve müşkül olduğu hâlde, Esma Çan'ı oraya celbe mu­
vaffak olmuş bulunan delikanlıyı pek bahtiyar addetmek dahi
çok olamaz.
İkisini birbirine lâyık göreceğinize hiç şüphemiz olmayan
bu âşık ve âşıka çiftinin ormanda yanlarına gidip de kendilerini
tacize veyahut kızı kendi gözlerinden kıskanacağı derkâr bulu­
nan delikanlıyı agzebe ne hâcet? Öyle ya! Böyle tenhaca içtima
derecesine kadar varmış olan bir delikanlının kızı gözünden kıs­
kanması pek haklı olacağı gibi, ağyarın vüruduyla gazablanma-
sında dahi pek büyük bir mazûriyeti teslim edilmek lâzım gelir.
Bu yolsuzluğu ihtiyar etmekten ise böyle bir sûret-İ lâtifeyi uzak­
tan temaşa etmek evlâdır.
Hem siz orada bunları gördüğünüz zaman kendinizi de on­
lara gösterecek olsanız uzaktan görülen suretlerindeki letafet
dahi kalmaz ki. Kendilerini tenha ve enzâr-ı ağyardan berî ve
masun addettikleri için, delikanlı sağ eliyle kızın sol elini tut­
muş ve kendi sol elini kızın belinden doğru arkasına kadar dolan­
dırmış ve kız dahi kendi sağ kolunu delikanlının göğsü hizasıyla
omuzu üzerine koymuş, yekdiğerinin gözleri içine bakar ve ağızla­
rından çıkan kelimatı harf-be-harf ezberlercesine dinler ve bu­
nunla beraber sanki ikisi dahi birbirinin yürek çarpıntılarını
saymakta imişçesine bir dikkat-i mahsûsada bulunurdu. Böyle bir
vaz'-ı fevkalâde ağyar huzurunda mümkün olur mu?
"Birbirine söyledikleri lâkırdıları da işitmek isteriz" mi
dediniz? Vakıa bu heveste hakkınız pek büyüktür. Tercüme-i his­
siyatları demek olan sözlerini de işitmek lâzımdır. Öyle ise bun­
ları dahi size biz haber verelim. Tek kendilerini tevhîş ve taciz
etmeyiniz de ne söylemişler İse min evvelihi İlâ âhirihi size
hikâye edelim:
Delikanlı - Geçen gün İbrahim Cano ile olan edepsizliğimi
artık affettin ya Esma Can?
Esma Can - Estağfurullah! Hiç sen edepsizlik eder misin?

291
140 KAFKAS

Delikanlı - Seni dilgîr etmemek için zerre kadar kusur ey­


lememeye çalışırım ama Esma Can ne yapayım? Affet! Seni esen
yellerden kıskandığım hâlde İbrahim'in ağzından ateş gibi alev­
lenip çıkmakta olan ahlardan kıskanmamak benim için mümkün
olamaz. Hem sen buna darılmamalısın. Seni sevmesem kimseden
kıskanmazdım.
Esma Can - Benim Özlediğim cihet yalnız şudur ki beni hiç­
bir kimseden kıskanmaya lüzum olmadığı hâlde, hâlâ bana em­
niyet edemeyerek yine kıskançlık ediyorsun.
Delikanlı - Ah! Sen beni yine sevincimden çıldırtmak isti­
yorsun. Bana bu teminatı kaç yerde, kaç kere vermiş isen hepsi bi­
rer birer hatırımdadır. Zira hepsi de beni başka başka ihya et­
miştir. Evet Esma Çan'ım. Sen beni sevdikçe benim seni kıskan­
maklığım icap etmez. Hatta âlem senin için bayılsa, çıldırsa bu
hâlin benim mes'udiyetimi arttırmaktan başka bir şeye tesiri ol­
mamalıdır. Zira güzelsin de Esma Çan'ım seni onun için severler.
Sevdiğim zatın sevmeye lâyık olduğunu bin rakibin tahassürü ile
nazarımda ispat eder isem mes'ut olmalıyım. Buralarını bilmez
değilim. Lâkin şu yüreğe ne yapayım? Bir türlü sükûnet bulamı­
yor. İbrahim gibi rakiplerin hevesini gördükçe yüreğimde bin
şüphe peyda oluyor. Acaba bana gösterdiğin muhabbet cali midir
diye ...
Esma Can - Aman ya Rab! Ne büyük iftira ediyorsun. Yemin
mi edeyim ne yapayım?
Delikanlı - Hayır sevgilim. Beni yemin de temin edemez.
Tâ Allah'ın emriyle sen benim olmadıktan sonra beni hiçbir şey
temin edemez.
Esma Can - Of! Yüreğimden geçen şeyleri söyleyemeyece­
ğim. Emin ol Allah'ı seversen emin ol. Beni söyletme. Zira yüre­
ğimden geçen şeyler zahire çıkmadığı hâlde de hicabımdan yü­
zümün kıpkırmızı olduğunu senin yüzüne akseden rengimden anlı­
yorum.
Delikanlı - Gördün mü? Bir kere işte bu da beni ziyadesiyle
mahzun eder. Demek oluyor ki aramızda olan münasebet o kadar
safi olmayıp senin gibi bir meleğin yüzünü kızartacak olan ah­
valdendir öyle mi?
Esma Can - Hayır. Onu demek istemiyorum.

292
KAFKAS 141

Delikanlı - Ya ne demek istiyorsun? Senin yüreğinden geçen


şeyler niçin yüzünü kızartsın? Öyle ise demek olur ki ben sana o
kadar mahrem değilim. Mahremin olmadığım ve hâlâ senin için
yabancı bir adam olduğum için, yüreğinden geçen şeyleri bana söy­
lemiyorsun.
Esma Can - Aman ya Rab! Çatlayacağım! Of! Bırak elimi.
Üzerime fenalıklar gelecek.
Delikanlı - Mutlaka söylemeyeceksin demek.
Esma Can - (Bir müddet ıstıraptan sonra) Söyleyeceğim
efendim, söyleyeceğim. Artık senin yanında gizli hiçbir düşüncem
kalmadı. Fakat bu kadar serbestlik gösterdiğimi, edepsizliğe
hamletmeyeceksin ya?
Delikanlı - Estağfurullah! Zihnime öyle bir şey gelir ise
kahrolayım. Hakkımda olan lütuflarını mürüvvet ve merhame­
tinden başka hiçbir şeye hamletmem.
Esma Can - Ben seni ne vakit ve nasıl temin edebilirim de­
din? Haniya şu artık yüreğinde hiçbir şüphe kalmayacak surette
cidden temin?
Delikanlı - Allah'ın emri ile ....
Esma Can - Allah'ın emriyle olacak bir işi yine Allah'ın
emrine havale ederim. Benim yüreğimle olacak cihete gelince,
işte ben yürekten....
Delikanlı - (Çıldırmış gibi bir sevinç ile) Allah aşkına
Esmacığım! Sahih mi? Söyle! Utanma Allah'ı seversen utanma!
Biz seninle beraber büyümüş gibi bir şeyiz. Hele bir sene oldu ki
yüreklerimizi birbirimize açabilmeye başladık. Şimdiye kadar
devam ettiğimiz yolun müntehasında olsun b ari...
Esma Can - Sorma dedim ya artık. Her nereye emredersen
gitmeye hazırım.
Delikanlı - Hemen şimdi buradan mı?
Esma Can - Evet. Emredersen hemen şimdi buradan.
Yukarıda demiştik ki ormanda mahfice buluşabilmek mer­
tebesinin üst tarafı artık kızı kaçırmak derecesi olup bu ise ya­
kında manzurumuz olacaktır. İşte görülüyor ki Kafkas'ın bu hâ­
lini dahi bu delikanlının icraatı bize irae edecektir. Zira kızdan
o cevabı aldığı anda bir dakika daha orada tevakkuf etmeyip

293
142 KAFKAS

doğruca köye doğru koşmaya başladı.


Nereye gidecek? Hayvan getirmeye zira bu orman ikâmet­
gâhlarına uzak olmadığından gerek kız ve gerek delikanlı oraya
(fakat her hâlde başka başka yollardan) piyade olarak gelmiş­
lerdi. Bu kere firarları için hayvan tedarikine ihtiyaç görüldü.
Delikanlı var kuvveti bacağa vererek on dakikada köye vardı
ise de topu bir hayvan getirebildi. Zira iki hayvan alıp da biri­
sini yedekte çekecek olur ise, görenlere şüphe vermekten kork­
muştu.
Bindiği hayvan gayet kuvvetli ve genç bir beygir olduğun­
dan, ormana gelip de Esma Çan'ı dahi terkisine aldığı zaman
hayvanda bu iki vücudu istediği yere kadar ferih ve fahur götü­
rebilecek istidat ve kuvvet göründü. Oradan yola revan oldular.
Aman hangi yola? Hiçbir kimsenin kendilerini göremeyecekleri
bir yola revan oldular. Vakıa zaten Kafkas yolları öyle bizim
Rumeli yolları kadar işlek değil iseler de, bunların kendilerini
bir kimseye göstermemeleri mecburî olduğundan, hep orman ke­
narlarını kollayarak ve hatta icabına göre orman içine dalarak
gidecekleri yere kadar ol surette gitmeleri lâzım gelirdi.
Ormanda içtima ve müşafehelerini buraya kadar hikâye
eylediğimiz surette görüp işitmiş olduğumuz âşık ve âşıkanın ne-
tice-i hâllerini görmeyi merak etmeyerek, gözümüz önünden kay­
bolup gitmelerine razı olmayacak mıyız? Olmayacak isek biz de
tîr-i eşi'a-i nazarı arkalarından yetiştirelim. Kendilerini gözü­
müzden kaybetmeyelim.

İkinci Bap

Sevdiği kızı ejder misal bir atın terkisine alıp da kaçıran


mertin yüreğinde duyduğu hissiyât-ı lâtifeye nihayet mi olur?
Vakıa böyle bir lezzeti biz tatmamış olduğumuz gibi karileri­
mizden pek çoğunun da tecrübe etmemiş olduklarını hükmedebili­
riz. Ancak lezzet-i mezkûrenin derecesini tahayyül ve tasavvura
olsun muktedir olabiliriz. Hülya ediniz ki cihan içinde ümidi
sizden ibaret bulunan ve sizin nazarınızda dahi kıymeti cihan
değen bir kız, her ne ciheti murat ederseniz oraya getirmenize
razı olarak ve her hâlde, her umurda re'y ve rızasını sizin yed-i
istiklâlinize teslim ederek at terkisinde iki eliyle belinize

294
KAFKAS 143

sımsıkı sarılmış gidiyor.


Fazail-i merdânenin en ziyade inbisat eylemiş olduğu an bu
an olacağı ve hele bu anda cür'et ve cesaretinizin derece-i kema­
line kadar artmış bulunacağı münasebetiyle vukuu melhûz olan
mevâni ve mehâlikten hiçbirisi sizin cesaretinizi izale etmeye
muktedir değildir. Zira siz her mani ve mühlikeyi göze aldıra­
rak bu yola çıkmış bulunduğunuzdan, herhangi bir mani ve mezâ-
him yolunuzu kesmek isteyecek olur ise sizi evvelce iktihama
hazır ve amede bulacaktır. Âlemde hiçbir kuvvet gözünüzü yıl­
dırmaya muktedir olamadığından siz yalnız terkinizde bulunan
ve şikârınız addolunan kızı temin ile iştigal edersiniz. Zira bir
tarafta yaprak kımıldanacak olsa kızın yüreği dahi beraber kı­
mıldandığı cihetle sizin tarafınızdan her hâlde, her dakikada
bin teminata ihtiyacı vardır ki, melce' ve penahı sizin âguş-ı
merdâneniz olan bir kıza ol suretle teminat vermek dahi her
hâlde başka safadır.
Bizim burada yalnız tasavvur ve tahayyülü ile lezzet bul­
maya çalıştığımız hâl, Esma Çan'ı terkisine alıp götürmekte bu­
lunan meş'utta maddeten ve fiilen vardı. Hatta öyle bir hiss-i
teslimiyyetle beline sarılmış olan kızı yalnız arkasına karpuz
küfesini yüklenmiş gibi bir surette dahi götürmeyip, her lâhzada
bir kere başını arkasına çevirerek sevdiğinin yüzünü görmeye ça­
lışır ve bittabi tamamıyla çeviremediğini ve binaenaleyh kendi
cemalini rahat rahat temaşa edeceğini gören Esma Can dahi, yü­
zünü çocuğun arandığı tarafa götürerek husûl-i emelini teshil
ederdi.
Yâ bu aralık neler konuşurlardı?
Birbirinin muhabbetine emniyet ve adem-i emniyet bahis­
lerine artık hacet kalmamış ve o hâlde mes'udiyet-i atiyyeyi
hülya ederek sevinmekten başka bir meşguliyet bulunamamış ol­
duğundan, sözleri hep bunlardan ibaretti. Derlerdi ki:
Delikanlı - Ah Esma Çan'ım! Öteden beri bana göstermekte
bulunduğun rüchandan ben encâm-ı l$âr bu nimete nail olacağımı
hükmeylerdim. Ancak bu aralık şu nailiyeti der-hâtır edemez­
dim. Zira muhabbetimizin buraya kadar güzaran eden mukaddi­
mesi pek ağır geçmiş olduğundan netice dahi o nispette ağır ola­
rak husule gelmek icap etseydi, ben daha ihtimal ki bir iki se­
neyi tahassürle, iştiyakla geçirirdim.

295
144 KAFKAS

Esma Can - Eğer size gösterdiğim muamelelerde bir güne ku­


surum olmuş ise affınızı dilerim.
Delikanlı - Estağfurullah! Bahusus bugünkü muamelenden
dolayı ben sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bir iki
sene daha devam edecek olan İntizarımın müddetini bu kadar
kısa kesmekten büyük kerem ve inayet mi olabilir?
Esma Can - Daha evvel emretseydin belki daha evvel de
hâsıl olurdu. Lâkin zararı yok. Kısmet bugün imiş. Fakat şimdi bu
haber karındaşım Canberd Beye vasıl olunca acaba ne der?
Delikanlı - Ne diyecek? Kız kardeşi kocasıyla firar eden
sair kardeşlerine ne derler ise Canberd Bey de onu der.
Esma Can - Cam sıkılır mı dersin?
Delikanlı - Elbette bizim sevindiğimiz gibi sevinmez.
Fakat Allah'ın emri mucibince olan şeye de itiraz edemez ya?
Esma Can - Ya maazallah şimdi bize rast gelecek olsa?
Delikanlı - İşte yalnız onu söyleme.
Esma Can - Neden?
Delikanlı - Söyleme dedim a. Çünkü o zaman ya kardeşini
kaybederdin ya beni, ya ikimizi birden.
Esma Can - (Belini heyecan ve halecanla sıkarak) Aman
ya Rab! Ben İkinizden de vazgeçemem.
Delikanlı - Şimdi öyle tehlikeli, müthiş, mahûf şeyleri
hatırına getirme. Nasıl bir beytü's-sürûra gitmekte olduğumuzu
düşün.
Esma Can - Ah efendim seninle beraber olduktan sonra bana
beytü'l-hazanlar dârü's-sürûr olur.
Delikanlı - Buradan doğruca Guşamov'un hanesine gidece­
ğiz.
Esma Can - Haniya küçük kardeşin Said'in validesi olan
Guşamov mu?
Delikanlı - Evet. Şimdi bizim ikimizin de validemiz ola­
cak.
Esma Can - Biz çok vakit Guşamov'da kalacak mıyız?
Delikanlı - Düğünümüz olduktan on beş gün sonra kardeşin
Canberd ile musalâha edebilir isek, daha ziyade oturmayız.
Esma Can - Ah keşke daha evvel mümkün olsa da musa-

296
KAFKAS 145

lâha etsek. O zaman ne kadar mes'ut olurduk.


Delikanlı - En ziyade ben mes'ut olurdum. Zira senin gibi
bir zevce ile Canberd gibi bir biradere malik olmak insan için sa-
hihen pek büyük bir saadettir.
Esma Can - Allah'a çok şükür. Benim mes'udiyetim de se­
ninki kadar olacaktır.
Delikanlı - Ah Esma Can! Düşünüyor musun? Hatırına geti­
riyor musun? O zaman kİ, çocuklarımız dünyaya gelecek, karşı­
mızda koşuşup gezinecekler. Ah bunların temaşası bizi ne kadar
memnun edecek. O ne ya? Sen buna bir cevap vermiyorsun. Dur ba­
kayım. Ay yüzünü niçin benden saklıyorsun? Bu sözümden mahcup
mu oldun? Öyle ise sözümü geriye alayım. Fakat bunda utanacak,
mahcup olacak bir şey yoktur kuzum, Allah'ın emri tabiatın ikti­
zası budur. İnsanın gayet-i mes'udiyeti bundan ibarettir.
Esma Can - Bak şu koruluğun içinde yatan koyunlara. Ne
kadar güzel.
Delikanlı - Evet. Lâkin dikkat ediyor musun kuzuları da
yanlarında.... İşte tabiat şimdi senin mahcup olduğun hükmü bu­
rada da gösteriyor. Ah Esma Çan'ım! Mahcup olacak hâl bu de­
ğildir. Muvafık-ı şer' olan ve insaniyetin iktizası ve tabiatın ha­
ricinde bulunmayan ahvalden dolayı hicap lâzım gelmez.
Yüreğimiz safi birbirimize muhabbetimiz hâlis olmak lâzımdır.
Kalbimizde Allah'ın rızasına insaniyetin iktizasına mugayir bin
şeytanet olur ise, o zaman ve bunlardan mahcup kalalım.
Birbirimize olan muhabbetimizin bürhan-ı a'zamı demek olacak
ahval bizi neden mahcup eylesin?
Delikanlının ale'd-devam bu sözler ile vakit geçirmek is­
temesine mukabil Esma Çan'ın derece-i itidali aşan bu şakaları
kısa kesmek mecburiyet-i mahcubânesi aralıkta bir kere müşafe-
helerine fasıla vererek ve yine tekrar edilerek nihayet Guşamov
dedikleri süt validenin ikâmetgâhına geldiler ki, orası sekiz ha­
neden ibaret bir karyecik olup, fakat hanelerin en mamuru yine bu
Guşamov'un hanesiydi. Zira Esma Çan'a kendisini kabul ettirmiş
bulunan bu zat elbette bayağı bir adam olamayıp, Kafkaslılar
indinde süt validenin ehemmiyeti ise bayağı valide mertebesinde
olduğundan, bu delikanlı kardeşinin süt validesini kendi köyünün
zengini addolunacak mertebede terfih eylemişti.

297
146 KAFKAS

Guşamov tesmiye olunan kadın ellisine takarrüp etmiş ve


eski bir cemalin bakiyye-i harabesini hâlâ vechinde muhafaza
etmekte bulunmuştu.
Delikanlı şikârı terkisinde olarak Guşamov'un avlusuna
girip de ismiyle nida eylediği zaman kadıncağız o kadar telâş ve
tehâlükle kendisini dışarıya fırlattı ve gelenleri istikbal eyledi
ki görmüş olsaydınız mutlaka bu delikanlının kız kaçıracağından
mezburenin evvelce haberi vardı da, vürudlarına muntazır bulu­
nurdu zannederdiniz. Hâlbuki haberi olmadığından emin bulun­
malısınız. Zira kızı o gün kaçırabileceğinden delikanlının ken­
disi dahi haberdar olmayıp, bu keyfiyet Esma Can tarafından
gösterilen teslimiyet ve vuku bulan ihtar üzerine âdeta nagehânî
olarak vukua gelmişti. Hakikat şundan ibarettir ki delikanlı her
zaman bu haneye gelip de nida edecek olsa, Guşamov kendisini
daima bu sûret-i tehâlükle istikbal eder.
Bu defa terkisinde bir de güzel kız ve hatta Esma Can bu­
lunduğunu (Guşamov dahi Esma Çan'ı tanırdı) görünce kadının
telâşı bütün bütün başkalaşıp "Aman ya Rab! Ne şerefli
misafirlere nail oldum. Vay Esma Can! Dünyada en büyük
selâmetin için en emniyetli yer benim hanemi buldun ha?
Teşekkür ederim kızım" diye derhâl Esma Çan'ı kucağına alarak
attan indirmeye davrandı. Esma Can dahi "Seni bana bir sevgili
valide etmek için buraya getirdiler. Dünyada valide denilen
şeyin lezzetini henüz tatmamış bulunan bir öksüz kız, senin
kendisine valide olduğunu gördüğü zaman ne kadar memnun
olacağını takdir etmelisin" diye kendisini Guşamov'un kucağına
teslim eyledi.
Ama Guşamov'un en emniyetli biri olduğunu haber verdiği
bir yere gelmiş olduğu hâlde dahi henüz yüreğine emniyet-i kâ­
mile gelmemiş ve binaenaleyh şiddet-i halecanından nâşi
Guşamov'un kolları arasında balık gibi çırpınmakta veyahut
kendisini avcının pençe-i kahrında gören keklik gibi titremekte
bulunmuştu. Hatta Guşamov delikanlıya göstermeksizin bir ta-
rîk-i lâtife ile kızı temin için yüzüne bir manalı nazarla bakarak
"Ne titriyorsun? Hevesten ise haklısın? Fakat korkudan ise hiç
böyle bir arslanın himayesi altında bulunan kız korkar mı? Sen
şimdi sevinmelisin. Âlemde en mes'ut günün bugünkü gündür"
dediği zaman Guşamov'un ihtar eylediği mes'udiyet bile Esma

298
KAFKAS 147

Çan'ı müsterih edemeyip, o da kadıncağızı bozmamak için vakıa


memnunâne bir tebessüm eylediyse de, bu tebessümün pek zoraki
bir şey olduğunu Guşamov dahi anlamıştı.
Delikanlı dahi atından indi. Üçü birden zaten bir tek oda­
dan ibaret bulunan hane içine girip oturdular. Hoş gelindiği, safa
bulunduğu gibi merasimin icrasına hacet yoktu. Hele "Nasılsınız?
İyi misiniz?" suallerine hiç ihtiyaç görülemezdi. Zira bunların
oraya pek hoş geldikleri ve pek safa buldukları bedihiyât-ı
umûrdan olup, hâl ü şânları neden ibaret bulunduğu dahi yine hâl
ü şânlarıyla malûm olurdu. Bundan başka merâsim-i beyhude ile
zayi edilecek vakitleri dahi olmadığından derhâl kendi işlerini
konuşmaya başladılar.
Delikanlı - Ey Guşamov valide. Biz geldik. İşimizin neden
ibaret bulunduğunu tarife hacet kalmaksızın anlarsın.
Guşamov - (İnbisat ile) Terkisinde bir kız olduğu hâlde ge­
len bir erkek ve bir erkek terkisinde olarak gelen bir kızın işleri
neden ibaret olduğunu kim anlamaz ki, ben de anlayamayayım?
Vaktiyle biz de böyle bir terkiye binmiş veyahut bindirilmiş ve
böyle bir Guşamov ananın evine gelmiş veyahut getirilmiştik. Bu
hâller hangi kadının başından geçmemiş ki, bir kızı at terkisinde
ve bir delikanlının beline sarılmış bir hâlde görenler onun ne emel
üzerine götürüldüğünü anlayamasınlar. Yollar, dağlar, taşlar bile
böyle bir yolcunun hâl ü şânını dünya kurulalıdan beri gördükleri
nice emsal ile öğrenmiş olduklarından, bugün her geçtiğiniz yer­
lerde dağlar, taşlar, ağaçlar dahi "İşte bir çift mes'ut saadet-i
m untazıralarına nail olm aya gid iyorlar" diye sizi
alkışlamışlardır.
Delikanlı - Evet hakkın var. Şimdi biz bu işin en kestirme
yolunu nereden bulup işi bitireceğiz?
Guşamov - Bu kadar acele ha? Ayıplamam. Gençsiniz oğ­
lum ayıplanmazsınız.
Esma Can - Hayır Guşamov valide. Lâtifenİze darılmak
olmaz ama acele edişimiz kardeşim Canberd Bey ile bir an evvel
barış, görüş olup evimize çekilmek içindir.
Guşamov - Sen benim lâtifeme darılmakta haklı olamaz­
sın. Fakat ben senin bu ciddî lâkırdıya darılır İsem haklıyım.
Burası sizin kendi hanenizden başka bir yer midir ki buradan he­

299
148 KAFKAS

men kurtulup diğer kendi hanenize çekilmekte bu kadar acele


ediyorsunuz?
Delikanlı - Evet. Bunda hak Guşamov'undur. Guşamov va­
lide sen yine evvelkLbulduğun Özüre itibar et. Gençliğimize ver.
Haydi bakalım bize şu işi derhâl bitirmek için bir yol bulur isen
/

Guşamov - Derhâl bitirmek için dediğin gibi sana da darı­


lırım oğlum. Allah ne zaman kısmet etmiş ise o zaman olur. Hele
biraz nefes alınız. Hoh deyiniz.
Delikanlı - Ben Esma Can gibi kız değilim ki mahcup ola­
yım. İşte sana serbestçe söylüyorum. Zira sen benim anamdan
daha ileridesin. Anam olsan ihtimal ki bu kadar serbest söyle­
yemezdim. Tâ Esma Can Allah'ın emriyle benim olmadıktan
sonra ben rahat nefes alıp hoh diyemem.
Guşamov - Esma Can yürekten kendisini sana bahşetmiş ise
Allah'ın da emri yerini bulur. Allah herkesin yüreğinde olanı ve­
rir ama, yüreklerde olan şey daima Allah'ın razı olacağı şeyler
olmalıdır.
Esma Can - Biz yüreğimizde olan şeyden dolayı ne ind-
Allah, ne de inde'n-nas asla mahcup olmayız, valideciğim.
Guşamov - Ona kim şüphe eder kızım? (Delikanlıya) Ey
şimdi bu işin tesviyesi bize kaldı öyle mi?
Delikanlı - Evet.
Guşamov - Ben bu işi sizin umduğunuzdan daha çabuk bitirir
isem bana ne var? Hatta Canberd Bey ile Esma Çan'ı da umduğu­
nuzdan daha evvel barıştırır isem?
Esma Can - Ah Guşamov....
Delikanlı - Sana henüz ikinci yavrularında olmak üzere
yüz tane keçi var.
Guşamov - Lâtife ediyorum oğlum. Allah ziyade etsin.
Senin sayende benim hiçbir şeye ihtiyacım yoktur. Yüz değil, beş
yüz tane keçim var.
Delikanlı - Beş yüz mü? Nereden buldun?
Guşamov - Nereden bulacağım? Hiç ben evlât gibi elimle
büyüttüğüm hayvancıkları kesebilir miyim? Satabilir miyim?
Kaç tane doğar İse hepsi büyür. İşte yüz elli keçiden üç sene içinde

300
KAFKAS 149

bu kadar oldu.
Delikanlı - Allah daha ziyade arttırsın. Fakat zamanı­
mızı keçi hesabıyla geçirmeyip de işimizi konuşsak.
Guşamov - Yok ama sizin gibi sabırsız yavukluları biraz da
üzmek âdettir. Hem keçi hesabını ben meydana çıkarmadım ya.
Sen çıkardın.
Delikanlı - Çıkardığıma pişman oldum. Halt ettim. Sen şu
işi umduğumuzdan daha çabuk nasıl tesviye edeceksin bakalım?
Onu söyle.
Guşamov - Durunuz evvelâ akşama size bir âlâ ziyafet
çekmek için genç, körpe, semiz bir keçi kestireyim de ....
Delikanlı - Biz yemekten vazgeçtik Allah aşkına olsun bı­
rak.
Guşamov - Hayır. Bırakamam. Benim yabancım bile gelmiş
olsa riayet boynunum borcudur. Nerede kaldı ki sen! Oğlum!
Velinimetim!
Delikanlı - (Canı sıkılarak) Aman Guşamov! Canımı sıkı­
yorsun. Söyle keçiyi kölelerin, halayıkların kessinler, hazırla­
sınlar. Sen bize şu anda bir akıl öğret, bir yol göster. Bizim için
yemekten içmekten daha hayırlısı budur.
Guşamov - Öyle ise gideyim tembih edeyim.
Guşamov tertibat-ı iâzımeyi tembih etmek üzere dışarıya
üserasının yanına çıkıp birçok emirler vermeye başladı. Mezbure
dışarıda bulunduğu zaman Esma Can ile sabırsız çocuk arasında şu
sözler dahi teati edildi:
Esma Can - Guşamov'un sözü uzatması canını sıktı.
Delikanlı - Ama ne kadar.
Esma Can - Lâkin böyle zevzeklikler âdet imiş. Darılmak
olmaz.
Delikanlı - Evet darılmak olmaz ama can sıkıntısı olur ya.
Bu âdetleri başkalarına etsinler. Ben işimizin bugün bitmesini ez-
can ü dil isterim.
Esma Can - Hiç bugün mümkün olur mu?
Delikanlı - Neden olsun? Bir imam çağırıp dört de şahit
getirildiği gibi oldu, bitti.
Esma Can - Bu kadar kolay ha?

301
150 KAFKAS

Delikanlı - Hayır Esma Can. Bu kadar kolay değil. Yalnız


burası kolay. Evvelâ sana kendimi beğendirmek lâzım idi ki işin
en gücü o idi. O hâsıl olduktan yani seni razı eyledikten sonra,
işin bu ciheti pek kolaydır.
Esma Can - Bu işlere benim aklım ermez ki. Sen her ne der
isen ben ona razıyım. Senin emrinden zerre kadar dışarıya çık­
mam.
Guşamov cariyelerine ve kölelerine vereceği talimatı ver­
dikten sonra tekrar bunların yanlarına gelip söz dahi şu vadide
tekerrür eyledi:
Guşamov - Şimdi siz beni dinlediniz çocuklarım. Bu işte iki
suret vardır. Birisi hemen şuradan imamı çağırıp nikâhı kıyarak
sizi bu akşam zifaf eylemek. Bakınız ne kadar kolay? Lâkin
sonra Canberd Bey ile uzlaşmak hem güç olur, hem de uzun! "Bir
kere bana danışmak yok mu idi" diye ne kadar naz etse haklı
olur. İkinci suret ise nikâhı acele etmeyip buradan Canberd Beye
bir adam göndererek re'yini, rızasını sormak. Sizin nikâhınızın
henüz kıyılmadığını bilir ise şayet çok naz edecek olsa bile sizi
men edemeyeceğini anlayarak nazında inat eylemez. O hâlde
hem nikâh, hem de uzlaşmak bir defada müyesser olur.
Delikanlı - Öyle ama bunun için de daha ne kadar bekle­
mek lâzım gelir?
Guşamov - On gün bekleyebilir misiniz?
Esma Can - On günde hepsi olup bitecek İse ben razıyım.
Delikanlı - On gün de iyi ama on gün daha beklemek pek
uzun olmaz mı?
Guşamov - Senelerce beklediğin zaman uzun gelmedi de
şimdi on gün mü?....
Delikanlı - Ah! Guşamov! O senelerce mürur eden zamanın
ne kadar çabuk mürur eylediğini bilsen. Hele şimdi düşündükçe bir
gün kadar bile gelmiyor.
Guşamov - Bu da o kadar çabuk geçer.
Esma Can - On gün dediğin pek uzun bir zaman değildir
efendim. İş hepimizin rızasıyla olursa daha âlâ olur. Kardeşim
de memnun olarak hiçbir güne müşkülât göstermez.
Delikanlı - Vallahi benim yüreğim bu anda nikâhımızın
kıyılmasını ister. Fakat madem ki Guşamov da, sen de böyle mü­

302
KAFKAS 151

nasip görüyorsunuz artık benim tarafımdan istical biraz manasız


kalır. Her hâlde Guşamov'un re'yinden çıkmayalım.
Bunlar Guşamov'un re'yinden çıkmamaya karar verdiler.
Fakat bu kararı verirlerken delikanlı ile Esma Çan'ın arasında
bir lâhza-i manidar teati edilmişti. Bu lâhza Guşamov'un da na-
zarıdikkatinden kurtulamadı. Gördü. Hatta manasını da anladı.
Zira mananın derkâr olan bedahetine mebni bunu anlayamayacak
kimse olamazdı. Guşamov bu manayı anladıktan maada anladı­
ğım çocuklara dahi anlattı. Şerh ve tefsir eyledi. Dedi ki "Evet
yavrularım. Siz zaten yekdiğerinizinsiniz. Sizi birbirinizden kim
tefrik edebilir? Siz her hâlde rahat olunuz. Emin olunuz. Şu ka­
dar var ki iş usulünden çıkmamak için nikâhınızın ilânını daha
on gün sonraya tehir ediniz".
Karının bu lâkırdısı çocukları memnun etmiştir zannma
düştünüz ise hatanız vardır. Bilâkis Guşamov'un bunlar arasında
sırren teati olunan göz işaretine vâkıf ve muttali olması ikisini
de fena hâlde mahcup eylemişti. Ol kadar ki Guşamov'a verecek
hiçbir cevap bulamadılar. Guşamov dahi bunun farkında oldu­
ğundan çocukları daha ziyade mahcup etmemek için lâtifeyi
daha ziyade uzatmadı ise de, kemâl-i şetaretle başlamış olduğu
bir sözü birdenbire kesip de kendisini de mahcup etmemek için
yukarıda arz olunduğu kadarını ikmal edebilmiş ve ondan sonra
ise dışarıda akşam levazımı için bazı işleri olduğunu bahane ede­
rek çıkıp Yunus ile Esma Çan'ı kendhrahatlarında bırakmıştır.
Kadın çıktıktan sonra bunlar yekdiğerinin hicabını def için
elbette bazı kelimeler teati eylemişlerdir.
Hayır! Buna dahi muktedir olamadılar. Netâyic-i âmâl-i
âşıkanenin birdenbire ortaya atılışı bunları ziyadece mahcup ve
şermsâr eylemişti. O gün akşama kadar birbirini işgal için dere­
den tepeden bulup söyleyecekleri sözleri bile pek güçlükle
bulabildiler. Nihayet akşam olarak ortaya taam meşguliyetinin
çıkışı bunları mahcubiyet hâllerinden bütün bütün kurtardı.
Guşamov'un mûcib-i hicâb olmayacak ve bilâkis gençlerin ciir'e-
tini arttıracak olan birçok tuhaflıkları ikisini dahi neşelendirdi.
Akşamdan sonra gece hulûl edip de yatak vaktinin vüru-
duna mı intizar ediyorsunuz? Buna yekdiğerinin müştak-ı visâli
olan çocuklar dahi intizar etmekteydiler. Ama muhakeme ba­
bında zihniniz dolaşmasın. Yol yorgunluğunun gösterdiği lüzum

303
152 KAFKAS

üzerine intizar ederlerdi. Guşamov delikanlı için ayrıca bir hane


demek olan başka bir odada yatak hazırlayarak Esma Çan'ı ise
kendi odasına aldı. İşte geceyi bu tertip üzere geçirdiler.
İyi ama muharrir efendi, beynehümâda teati olunan li-
hâza-i ma'nidârın neticesi bu olmamalıydı.
Evet olmamalıydı. Lâkin Çerkezistan ahvalinin icabât-ı
asliyyesince böyle bir kız kaçırılıp da bir haneye indirildiği za­
man onu doğruca harem tarafına indirerek delikanlının dahi se­
lâmlıkta misafir edilmesi lâzım gelirken bizim delikanlı ile
Esma Can haklarında bu icaba bihakkın tatbik-i hareket edile­
memiş olması bu hanenin tıpkı kendi haneleri olmasından neşet
eylemiştir. Henüz resm-i nikâh şer'ân İcra olunmaksızın ikisinin
bir odada yatması suretine hiçbir tarafta müsaade olunamaya­
cağı derkârdır. Ama bunlar her müsaade ve mücbirin dairesi ha­
ricine çıkabileceklermiş. Şazz ve müstesna kabilinden olan şey­
lere kim ne diyebilir? Ahvalin siyak ve sibâkına nazaran Esma
Çan'a bu dereceye kadar muvaffak olmuş bulunan zatın bizim
Kaplan Bey olacağı anlaşılır. İş bu dereceye gelmişken acaba
hangi mani zuhur eyledi de Kaplan Beyi meyus etti?
Hayır efendim. Eğer daha orman kenarında ve ilk hasbı­
hallerinde iken bu bir çift âşık ve âşıkanın hâllerine güzelce dik­
kat etmiş olsaydık, bu delikanlının Kaplan Bey olmadığını an­
lardık. Zira bundan dört beş sene evvel Esma Can henüz on altı, on
yedi yaşlarındayken Kaplan Beyin dahi o yaşlarda bulunması
lâzım gelip, hâlbuki orman kenarından kızı terkisine alarak
Guşamov'un hanesine kaçıran delikanlının o zaman yirmi yaşını
tecavüz etmiş olduğu güç hâl ile burabildiği gaytan gibi bıyıkla­
rından anlaşılırdı.
Bu zat Yunus Kesahur isminde ve Kaplan'dan başka bir
adamdır ki eğerçi zadelik cihetiyle Kaplan Bey derecesine var­
mak şöyle dursun, hatta Esma Çan'la bile küfüvv olamaz ise de
koyun ve keçi ve kara sığır ve at gibi hayvanât ve köle ve cariye
ve altın ve gümüşle müzeyyen esliha misillü emvalden ibaret
bulunan ve Kafkasya'da medâr-ı servet ü sâmân addolunan
şeylerin pek çoğuna malik olduğundan ve dünyanın her yerinde
olduğu gibi Kafkas'ta dahi zenginlik insanı pek çok kimselere
küfüvv edip kibarlıkta ve beylik, efendilik, ağalık gibi unvanda
tesavî şöyle dursun, hatta cahil olanı bile erbâb-ı ilm ve irfan ile

304
KAFKAS 153

beraber ve belki onlardan daha bâlâ-ter bir mertebeye bilisal


zengin cahilin sehviyât ve hatiyyatını, fakir âlemin arz
eylediği hakayıktan ziyade tervîc edebildikten sonra Yunus,
Esma Çan'ın soyzadeliğine mal ile tekabül eylediği gibi
meziyyât-ı zatiyye ve zarafet-i cibilliyesini dahi Esma Çan'a
beğendirerek muhabbetini kabul ettirebilmişti.
Vakıa Yunus'un meziyyât-ı zatiyye ve zarafet-i cibilliye-
siyle beraber tabiatın Kafkaslılara ta'mimen ihsan etmiş olduğu
tenâsüb-i endam ve halâvet-i siması dahi kendisini Esma Can
gibi müşkil-pesend olan kızlara varıncaya kadar cümleye
beğendirebilirdi. Hele Esm^ Can indinde dahi nice tecârib ile
mücerreb ve müsellem olan hüsn-i ahlâkı herkesin muhabbetini
celbe medar olacak bir derecedeydi. Binâen-alâ-zâlik Esma Can
indindeki muvaffakiyetlerine nazaran bu zatı Kaplan Bey olmak
üzere telâkki eylemek lâzım gelmeyip, belki Kaplan Beyin
meyusiyetini icap eyleyen şey işte bu Yunus Kesahur olduğunu
tasavvur eylemek daha doğru olur.

Üçüncü Bap
Acele her hususta fena olsa bile umûr-ı hayriyyede pek
müstahsen olmak zarurîdir. Hele efkârımıza kalır ise nikâh ve
iki mütehassirin muvâsalası umûrun en hayırlılarından bulun­
duğu cihetle, bunlarda her şeyden ziyade istical elbette ahsendir.
Teenninin ekser hususatta menâfi-i kesîresi görüldüğü hâlde bu
makûle umûr-ı hayriyyede mazarratı görüldüğü çok olmuştur.
Ah bîçare Yunus! Sanki ahval-i âtiyye vukuundan evvel
kendi yüreğine aksetmiş de onun için işin o gün olup bitmesini arzu
eylemiş. Zira o gün olup bitmemiş olan işin bir daha olup bitme­
mek üzere teehhürü pek de uzakta değilmiş.
Bir vakit yazdığım hikâyelerde erbâb-ı mütâlâanın yü­
reklerini acı acı sızlatarak üzebilirsem kendimi muvaffak adde­
derdim. Şimdi ise yüreğime rikkat-i müstevli olduğundan mıdır,
nedir? Öyle yürekler paralayacak olan faciaların tasavvuruna
bile muktedir olamamaktayım. Binaenaleyh yeni hikâyelerde
en ziyade çalıştığım şey karilerime inbisat vermektir.
Yüreklerini sızlatacak bile olsam tatlı tatlı sızlatmaya gayret
ederim. Ama bıdâanın kılleti münasebetiyle muvaffak olamaya­
cakmışım. Muvaffak olamadığım vakit dahi bâb-ı i'tizâr her

305
154 KAFKAS

zaman için açıktır. Bu hikâyenin şurasında ise erbâb-ı mütâlâaya


inşirah ve inbisat veremeyecek olan bir keyfiyeti arz ve hikâye
etmeye mecbur oluşum, bana şimdiden esef vermeye başladı.
Binaberîn ben de şimdiden i'tizâra müsaraat eylerim.
Efendim Guşamov tarafından verilen karar üzerine uykuya
yattıklarını haber verdiğimiz gecenin sabahısı derhâl bir atlı
bindirip Esma Çan'ın biraderi Canberd Beyin nezdine göndermiş­
lerdi. Aradaki mesafe çend saatten ibaret bulunduğu cihetle, eğer
Canberd Bey hemşiresinin Yunus ile izdivacına hemen rıza ve mü­
saade göstermiş olsaydı, giden adam akşama kadar avdet edebi­
lirdi.
Hatta kendi teşebbüsât-ı meşrûası hususunda hiçbir mani
ve mezâhim tasavvur edememekte ve her hâli Esma Can ile arzu
eylediği muvâsalayı teshil edecek esbabdan olmak üzere telâkki
etmekte bulunan Yunus, Canberd Beyin mutlaka bu işe muvafakat
göstererek giden adamın akşama kadar geleceğine şüphe bile et­
mezdi. Akşam geldi. Fakat giden adam gelemedi. Şu hâlde nikâ­
hın ertesi güne kadar teehhür etmesi Yunus'u {şüphe yok ki Esma
Çan'ı da) ziyade mahzun eyledi. Daha ertesi sabah oldukta ar­
tık giden adamın o gün geleceği söz götürmeyeceğinden, herif gelir
gelmez nikâh dahi akd edilmek üzere imamı daha sabahtan ça­
ğırdılar.
Bu hâlde herkesin gözleri yolda olacağı ihtara muhtaç bir
keyfiyet değildir. Uzaktan bir keçi görünse "Hah! İşte bir atlı ge­
liyor" diye enzâr-ı intizar hep o tarafta cem olurdu. Çok keçiler
göründü. Çok atlılar geldiler, geçtiler. Fakat evvelki gün giden
adamdan o gün dahi hiçbir eser zuhur etmedi.
O akşam esnâ-yı taamda Yunus ve Esma Can ve Guşamov
arasında şöyle bir muhavere güzeraıı eyledi.
Yunus - Bugün dahi haber gelmemesi fena alâmettir.
Esma Can - Vakıa pek hoşa gidecek ahvalden değil.
Guşamov - Hayır. Hiç de fena1alâmet değildir. Hatta
üçüncü günü haber gönderilmek bir dereceye kadar âdettir de.
Birdenbire razı olursa hemşiresinden usanmış da başından def ol­
masını istiyor gibi bir şeyler anlaşılır.
Yunus - Ben o âdetleri filânları bilemem. Şunu bilirim ki
eğer yarın öğle vaktine kadar bir haber gelmez ise ben buradan

306
KAFKAS 155

bindiğim gibi gideceğim.


Esma Can - Nereye?
Yunus - Kardeşinin yamna.
Esma Can - (Heyecanla) Aman ya Rab! O nasıl olur? Sonra
kardeşim sana ne yapar?
Yunus - Ne yapacak? Hiçbir şey yapmaz. Kendisine
Allah'ın emri haricinde bir şey teklif edecek değilim a?
Guşamov - Sana birisi gelse de hemşireni istemiş olsa ne
yapardın?
Yunus - Eğer o adam hemşireme lâyık bir koca ise "mübarek
olsun kardeşim" diye muvafakat ederdim.
Guşamov - Galiba senin hemşiren yok da onun için böyle
söylüyorsun.
Yunus - Vallahi hemşirem olsa böyle yapardım.
Guşamov - Bunu İstanbul'da bile yapamazlar. Nerede
kaldı ki hemşiresini almak canını almak kadar mühim olan
Kafkas'ta. Hiç sen bir kızı kaçırırken kardeşi yetişip de kaçıranı
öldürerek hemşiresini kurtaranların hikâyelerini işitmedin mi?
Yunus - Çok işittim ama Canberd Bey onlardan değildir.
Guşamov - Her kız kardeşi kaçırılan erkek hep böyledir.
Esma Can - Aman Yunus'um! Sen bu fikirden vazgeç.
Guşamov validenin pek büyük hakkı vardır.
Yunus - Biz Canberd Bey ile bu kadar dost olduğumuz hâlde
nasıl olur ki mahza kendisine kardeş olmak istemekliğim üzerine
beni öldürmeye kadar kalkışsın?
Guşamov - Ah! Hiçbir şeyden haberin yok gibi davranıyor­
sun. Canım bir erkeğin kız kardeşini babasından bile doğrudan
doğruya istemek olur mu?
Yunus - (Bir hayli teemmülden sonra) İnşallah yarın bir
haber gelir de benim gitmekliğime hacet kalmaz. Fakat şunu da
biliniz ki eğer yarın da haber gelmez ise, beni Canberd Beye gidip
zaten işte elimde bulunan Esma Çan'ı Allah'ın emriyle istemek­
ten hiçbir şey men edemez.
Yunus'un azm ve niyeti Guşamov ile Esma Çan'ı gerçekten
meyus eylediği cihetle bunların yedikleri yemek göğüslerinde di­
zilmiş kalmıştı. Yemekten sonra bu bahse dair hiçbir söz olmadı.

307
156 KAFKAS

Zira Yunus başını eğerek derunî bin pazarlık ile meşgul olduğu ci­
hetle kadınlara lâf söyleyecek bir hâlde değildi. Guşamov ile
Esma Can ise kâh Yuııus'un yüzüne bakıp hâline acımak ve kâh
birbirine bakışıp bu işteki hayretlerini birer tavr-ı mahzunâne ve
meyusâne ile yekdiğerine işrâb eylemek suretiyle meşgul idiler.
Yemekten sonra bir saat kadar zamanlarını şu sükût-ı fecî
ile bilimrâr Yunus vücuden değil vicdanen kendisini takatsiz
bulup işbu yorgunluğundan dolayı rahata ihtiyaç gördü.
Kadınları veda ederek kendisi için müheyya bulunan odaya çe­
kildi. O gittikten sonra Guşamov ile Esma Can hasbihale başla­
dılar:
Esma Can - Aman Guşamov! Ya Yunus'u kardeşimin yanına
gitmekten men edemezsen?
Guşamov - Ben de bunu düşünmekteyim kızım.
Esma Can - O zaman ne yaparız?
Guşamov - O zaman yapacak bir şey kalmaz. İki arslan bo­
ğaz boğaza gelirler. Ne yapacak isek şimdi yapıp behemehal
gitmekten men etmelidir.
Esma Can - Sen kardeşim bu işe muvafakat etmez diye mi
itikat ediyorsun?
Guşamov - Bunu neden sordun?
Esma Can - Şundan Ötürü sordum ki eğer kardeşim muvafa­
kat etmez diye itikat eyliyor isen, başka çaremizi aramak için
Yunus'u kandıralım. Meselâ başımızı alıp daha uzağa gidelim.
Guşamov - Ya muvafakat edecek diye itikat eylersem?
Esma Can - O zaman ne yapar yaparız, tâ kardeşim muva­
fakat edinceye kadar Yunus'u onun yanına gitmekten men ederiz.
O hâlde iş tabiatıyla hâsıl olmuş olur. Canım Guşamov! Aklın
neye eriyor ise benden saklama. Bana beyhude teselli verme, doğ­
ruyu söyle ki ona göre biz de doğru düşünelim.
Guşamov - Vallahi kızım ömrümde kimseye yalan söyle­
medim. Bu işte de sana düşündüğümden başka hiçbir şey söyleme­
yeceğim. Aklımın erdiğine kalır ise elbette kardeşin birdenbire
muvafakat etmeyecektir. Sen de bilirsin bazı kardeşler vardır ki
kız kardeşini kocasına satmak nevinden verir.
Esam Can - Ama benim kardeşim bu kardeşlerden değildir.

308
KAFKAS 157

Mal âşıklısı değildir. Soyzadedir.


Guşamov - Biliyorum. Bilmez miyim ya. Fakat ne kadar
olsa böyle bir işte bir kardeşi razı etmek, bir babayı razı etmek­
ten daha pek çok ziyade güçtür. Elbette naz edecek.
Esma Can - Öyle ise bari Yunus'un dediği gibi yine nikâhı­
mızı kıysakta bu işi sonra uzun uzadıya görüp bitirsek.
Guşamov - Hayır. Bir kere nazı ne kadar olacağını anla­
mak için ilk cevabı bekleyelim. Bak sana yapacağımı haber ve­
reyim. Eğer inadı pek ziyade değil ise kendim gidip diyeceğim
ki, Esma Can ile Yunus nikâhlarını kıydılar bile. Artık senin
inadın boştur. Onlar mahza senin hatırını saydıkları için senin de
rızanı tahsile çalışıyorlar. Böyle söyleyince onun inadı bir
dereceye kadar kırılır. Vakıa hiddet eder, gazab gösterir ise de,
iş işten geçmiş olması mütalâası daima hükmünü, tesirini
gösterir. Ondan sonra artık ısrar edemez. Ama nikâhı şimdiden
kıyacak olsak şayet nikâhın kıyılmış olmasına daha ziyade
hiddet edip de bir fenalığa kalkışacak olur ise, önünü almaya
muktedir olamayız. Eğer dediğim gibi vereceğim haber inadını
kırmaz da bilâkis arttıracak olur ise o hâlde dahi tertibimiz
muvafık çıkar. Hemen deriz ki, nikâhın kıyıldığı yoktur. Biz işi
teshil için böyle söyledik. Hiç senin rızanı tahsil etmeksizin
nikâh olur mu? Biz buralarını bilmez miyiz? Bu surette
söyleyeceğimiz sözler dahi onun koltuklarını kabartmaya
başlayınca tesirden hâli kalmaz. Hâsılı kızım, bu iş mutlaka
olacaktır. Lâkin zaman ister. Sabır ister.
Esma Can - (Meyusâne) Evet ah öyledir Guşamov valideci-
ğim.
Guşamov - Öyledir. Eğer Yunus da, Canberd Bey kadar soy-
zade bir adam olsaydı belki iş daha kolay olurdu. Lâkin o
Canberd derecesinde değildir. Zengindir, filândır, ama soyzade-
likte onunla beraber olamaması yine bir dereceye kadar mani sa­
yılır. Ya Canberd "Bak şuna! Mal hatırı için hemşiresini tuttu da
kendisinden küçük bir adama verdi diye ta'yîb ederler" mütalâ­
asına düşer ise? Haklı değil midir? Ama doğru sözüme darılma.
Esma Can - Haklıdır Guşamov valide. Sen de haklısın.
Guşamov - İşte bu müşkilâtın hepsini bertaraf ederek işi
becerebilmek için asla acele lâzım değildir. Buralarını Yunus'a

309
158 KAFKAS

söyleyemem ki. Söylemiş olsam daha büyük fenalıklar çıkar.


Esma Can - Öyle öyle.
Guşamov - Sen de Yunus'u temin ve teskin etmelisin. "Artık
birbirimizin olduk demektir. Bundan sonra acelemiz ne?
Kardeşimle de İşi ağız tadıyla bitirelim" diye mutlaka onu
çocukluk etmekten men etmelisin.
Esma Can - Yaparım Guşamov valide yaparım. İşin içinden
bir felâket çıkmasın da varsın biraz da geççe oluversin.
Bunlar şu hasbihali yine bu görülen surette yürütüp götür­
müşler ve âdeta sabahı ele almışlardı ki, dışarıdan ve uzaktan
doğru gelen nara gibi bir avaze uykuda olanları bile uyandırabi­
lecek surette olduğundan bîçarelerin yalnız hasbıhallerini tatil
etmek değil, akıllarını başlarından almasıyla hanesi içinde bir­
denbire yangın zuhur edenlerde dahi ol derecesi görülebilecek
olan bir heyecan ve halecanla yerlerinden fırlayıp kendilerini
kapıdan dışarıya attılar.
Karye ıtlâkına pek de seza-vâr olmayan ve biri diğerine
üçer beşer yüz hatve mesafede bulunan yedi sekiz hanenin her bi­
risinden dahi erkek kadın ahali bu suretle dışarıya fırlamış­
lardı. Hatta Yunus bile bütün geceyi birçok tasavvurât-ı me'yu-
sâne ile geçirip sabaha karşı gözleri güç hâl ile biraz uyku görmüş
olduğu hâlde, ilk uykusundan uyanıp dışarıya çıkmış ve ahali-i
şâire ile beraber o da sadanın geldiği tarafa havale-i sem'-i dik­
kat eylemişti.
Meğer beş on saatlik mesafeden gelerek o köy civarına inip
iki günden beri hayvanlarını ra'y etmekte bulunan bir hergelenin
üç yüz kadar âlâ hayvanları civardaki Kazakların nazar-ı ta­
amlarını celp ederek gece vakti gelip basmışlar ve hayvanât-ı
merkumenin ashab ve çobanlan ile dövüşmeye başlamışlarmış.
Malûmât-ı mahalliyeden olmak üzere haber verelim ki
Kafkasya ciheti Rusların tamâmî-i istilâsı altına girdikten
sonra, asâkir-i müstahfızanın ve bilhassa Kazakların mezali­
mine nihayet olmayıp, bunlar nerede bir zengin haber alırlar ise
bir aralık ikâmetgâhını basarak malını yağma etmeyi vukuât-ı
âdîyeden addetmek derecesini bulmuşlardır. Canından, malından
emin olmak için Rusya hizmet-i askeriyyesine girmek lâzım ge­
lip hizmet-i askeriyyeye girmeyenler ise, mâmelekini ancak

310
KAFKAS 159

Moskof me'mûrîn-i mülkiyye ve askeriyyesini birçok hediyelerle


memnun etmek suretiyle muhafaza edebilir olmuşlardır.
Hergele ashabıyla çobanların ettikleri figan ve feryat
kendilerinden daha kalabalık oldukları cihetle, mukabele ve
mukavemet iktidarlarının haricinde bulunan zalemeye karşı köy
halkından istimdat demek olduğu gürültünün uzanması üzerine,
yavaş yavaş cümlesi bir yere toplanmış olan on, on beş kadar köy
erkeklerinin malûmu oldukta, çünkü meydan-ı merdî ve kahra-
manîye edilen davete icabet göstermemek Kafkasîlik şanından
olmadığı gibi, orada mevcut olarak şefkat-i mahsusaları hase­
biyle mazlumlara acıyarak imdatlarına yetişmelerini rica eyle­
yen kadınların ve kızların redd-İ ricası dahi o kahraman aha­
lice kabil olamadığından, bunların cümlesi derhâl silâhlanıp
mazlumların imdatlarına müsâraat eylediler.
Köyden gidenler on dört kişi olup ashab-ı hayvanâtla ço­
banlar dahi sekiz nefer olduklarından, cem'ân yekûn yirmi iki ki­
şiye baliğ olan şüc'ân-ı ehl-i İslâm mikdar-ı mevcutları altmışı
geçen Moskof Kazaklar ile cenge mübaşeret eylediler. Herkes
nakdîne-i himmetini tamamıyla sarftan çekinmez ve elden gelen
gayreti asla diriğ etmezdi. Hele bizim Yunus bîçaresi yüreğinde
olan saika-i aşk ve sevdanın dahi sevk ve icbarıyla o kadar mer­
dâne kılıç atardı ki, görenler kendisine aferin diyerek onun bu
gayreti diğerlerinin dahi gayretlerini müzdâd eylerdi.
Cenk ü âşûbun tamamıyla kızıştığı hengâmede Yunus ken­
disini bir Kazağın karşısında buldu ki herif kendisini tanırdı.
Hatta "Vay bizim Yunus!" diye ismini dahi telâffuz
eylemiştir. Yunus da bu habîsi tanımakta teehhür etmedi. "Sen
misin oğlan Nİkola?" diye ettiği istizaha cevâb-ı tasdik
almakla beraber o mel'un "Al Yunus vaktiyle bana vurduğun
mızrağın cevabım" diye yıldırım gibi bir sür'atle koşup elindeki
Kazak mızrağını havale eyledi. Yunus ise fart-ı tehevvüründen
nâşi Kazağın mızrağına mukabil sinesini kalkan ederek bununla
beraber elindeki kılıcı da merkumun suretine havale etmekle sağ
çene hizasından sol çene kemiğine kadar çehre-i menhusunu
koparıp yere düşürdü İse de, ok yılanı gibi göğsüne hücum eden
mızrağın ucu da Yunus'un ciğerlerine kadar geçip dokunmakla o
kahraman-ı besâlet-unvan dahi kendisini kaybederek yere
serildi.

311
160 KAFKAS

Nihayet bir saatten ziyade devam eden muharebede


Kazakların yirmi kadarı zemin-i helake serilip İslâmın dahi beş
neferi şehit ve üçü mecruh olmuş ve birisi şüpheli bir hâlde kalıp
şu hâlde galibiyet dahi Kazaklar tarafında görülmekle, bunlar
yüz kadar hayvanları yedeklerine takarak def olup gitmişlerdir.
Şüpheli bir hâlde kaldığını haber verdiğimiz zat bizim
Yunus bîçaresidir ki, mızrağın açtığı yaradan pek ziyade kan
akarak teninin rengi alev rengini aldıktan maada, ağzından, bur­
nundan kan gelmekte bulunması pek fena bir alâmet idi.
Bîçareyi iki köylü omuzlayarak Guşamov'un hanesine ka­
dar getirdiler. Guşamov ile Esma Çan'ın nîm-mürde hâlde bulu­
nan Yunus'u gördükleri zaman kopardıkları vaveylayı tasvire
hangi kalem muktedir olabilir? Bunu istimâa tahammül edebile­
cek kulak bile tasavvur edilemez. İkisi birden kendilerini mecru­
hun üzerine atarak ol kadar feryad ü figan eylediler ki, bütün köy
halkı âciz kalarak gözleri bu hâli görmemek için gözlerini
yumarlar ve kulakları da bu avazeyi işitmemek için kulaklarını
tıkarlardı.
Bu aralık Esma Çan'ın kardeşi Canberd Bey dahi gelip
çatmasın mı? Hem de öyle bir hışımla gelmiş çatmış ki her kim
hâlini görecek olsa bu gelişi hayra yoramazdı. Zavallı Esma
Can. Gözü önünde can verip gitmekte bulunan sevgilisinin iftirâk-
ı ebedîsiyle saçlarını yolmakta ve sinesini paralamakta bulun­
duğu hâlde bir de kardeşinin öyle hışm ü huşûnetle geldiğini gö­
rünce “Eyvah! şimdi ben ne yaparım?" diye olduğu yere yığılıp
bayılmıştı.
Şimdi siz düşünürsünüz ki kızcağızın harekat-ı vâkıası
kardeşinin bu kadar hışmını mucip olacak bir şey olmadığı ci­
hetle Canberd Bey o hışmı pek beyhude göstermiş ve Esma Can
dahi çocukçasına bir mülâhazasızlığın şevkinden kendisini kur-
taramayarak bu hâle duçar olmuştur.
Vakıa böyle bir mülâhazada bâdi-i emirde bir dereceye
kadar hakkınız teslim olunur. Zira henüz ortada namus-şikenâne
bir muamele olmadığından, Esma Can biraderi huzurunda da, nâs
indinde de her zaman berâet-i zimmetini ispat eyleyebilir.
Ancak hakikat-i hâl sizin anladığınız gibi değildir. Esma Can
iki saat evvel Guşamov ile ettiği hasbihal üzerine bu nikâh
işinde kardeşinin adem-i muvafakatini pek tehlikeli görmeye

312
KAFKAS 161

başlamış olduğundan, henüz teessür kendi üzerinde baki olduğu ve


Yunus'un mecruhiyeti ise olanca aklını da perişan eylediği hâlde,
Canberd Beyin cân-sitânâne vürudu üzerine artık pek büyük bir fe­
lâketi kendi boğazına sarılmışçasına yakın görmesiyle bu kadar
sademâta tahammül edememekte bilvücuh ma'zûr idi. Canberd
Beye gelince işte istiğrâb ediniz ki bîçarenin gelişi Yunus ile Esma
Can işini bozmak için olmayıp, belki işe bir suret-i dostânede ka­
rar vermek için olduğundan, onun aleyhine hâsıl olan fikriniz bü­
tün bütün haksızdır.
Acayip! Öyle ise bu hışm ve huşunetle gelmenin manası ne
idi?
Nasıl hışımla gelmez ki "Hemşiremi de, Yunus'u da mes'ut
edeceğim. Onların mes'udiyetiyle ben de mes'ut olacağım" diye
iftiharından uçacağı gelerek kemal-i iştigâl ile takarrüp eyle­
dikte, ashâb-ı hayvanât ile çobanların bakiyyesinden vak'ayı
haber aldığı ve hele hem kendisini, hem de Yunus'u tanımakta
bulunan bir çobandan, hatta makam-ı sitayiş ve tahsinde olarak
"Ah beyim! Yunus'u görmeliydiniz Yunus'u. Arslan gibi
saldırdıkça karşısındaki Kazağın korkusundan canı çıkıyor
zannederdiniz. Lâkin bir dişli köpek mızrağı ucuna doğru kendisi
göğüs vererek şehit olmasın mı? Şehit oldu ama o kadar şanlı, o
kadar merdâne bir surette şehit oldu ki, kıyamete kadar ismi
dillerde destan olacaktır" söylerini işittiği zaman aklı başından
giderek, işte mahza Yunus'un şehadeti üzerine hâsıl olan
teessürât-ı azîmesinden münbais bir hışımla oraya gelmişti.
Şimdi şu hakikati anladınız ya? Bir de Yunus'u kanı içinde
istiğrak eylemiş gördüğü zaman "Ah kardeşim! Pek beyhude yere
harcandın!" diye Yunus üzerine kendisini atıp izhar eylediği
teellümü görünce evvelki su-i fikrinizden hiçbir şey kalmaz.
Bîçare Esma Can dahi kardeşinin Yunus için ibraz eylediği
âlâmı görseydi, o dahi kendisinden geçerek bayılmak derecesinde
bir hâle duçar olmazdı. Ancak bunu görünceye kadar tahammül
edemediğinden o hâle duçar olmuştur.
İşte şu sûret-i haile ve fâciadaki feryad ü figan bir çeyrek
zaman kadar devam edip huzzar cümleden ziyade Esma Çan'ın
tedavisine bezl-i mâ-hasal-ı iktidar ile kızcağızın akimı başına
getirebildiler. Onun bu hâli Canberd'in vürudündan neşet eylediği
çocuğa bildirilmiş olduğundan, kız gözlerini açar açmaz Canberd

313
162 KAFKAS

kızı tesliyete müsâraat eyledi ve "Sana ne oldu hemşirem? Ne


için bu kadar teellüm ediyorsun? Küçücük bir yara dağ gibi bir
kahramanı Öldüremez ya. Hepimizin vücudunda birkaç yara
vardır. Ben sizi birleştirmeye gelmiştim. Bir iki gündür geç
kalışım evimizde olmayıp birkaç saatlik bir köyde olduğumdan
neşet eylemiştir. Hatta senin buraya gelişinden de haberim
yoktu. Sakın kardeşim bana gücendi diye gönlüne bir şey gelmesin.
Bana beyhude yere iftira etmiş olursun. İnşallah Yunus'un yarası
iyi olsun da derhâl nikânızı kıyacağım" yollu bin lâkırdılar ile
kızın heyecanını teskin ederek kendisini kaldırdı Guşamov'un
hanesi içine götürüp, yatırdı.

Dördüncü Bap
Vakıa ufacık yara dağ gibi bir adamı Öldüremez. Hatta
koca bir ayağını kesmiş oldukları hâlde de ölmez. Fakat eyvah
ki kalbgâha isabet eden en küçük bir yaranın bile tehlikesi en bü­
yüktür.
Esma Çan'ı Guşamov'un hanesine götürdükleri sırada Yunus
dahi za'f-ı hâli ber-kemal olduğu hâlde gözlerini açıp "Aman bir
yudum su" diyebilmişti. Bu makûle mecruhların hararet-i mürg
ile istedikleri suyu diriğ etmek hemen her yerde mutat
olduğundan, kimse verilmesini tecviz etmedi. Kız kardeşini
yatırıp dışarıya çıkmış olan Canberd'in dahi inzimâm-ı re'yiyle
mecruhu kaldırıp içeriye götürerek onu da Esma Çan'ın yanına
yatırdılar. Oraca mümkün olabileceği mertebede yarasını silip
ve tiftik koyup sardılar ise de yarayı görenlerin hiçbirisi bundan
felâh bulmaya ihtimal veremezdi.
Yattığı yerden Yunus'u gören Esma Çan'ın hâlini ne siz so­
runuz, ne de biz söyleyelim. Kızın Yunus'tan evvel vefat edeceğine
inansanız yeri vardır. "Ah Yunus'um! Niçin gittin? Seni ben niçin
gönderdim. Ah firakınla kıyamete kadar ağlamak için bu hâl
vaki oldu" müeddalarını yüreğinden geçirdikçe gözlerinden yağ­
mur tanesi gibi yaşlar dökülerek vakıa hastayı bütün bütün ra­
hatsız etmemek için sesini çıkarmaz idiyse de, yattığı yerde ken­
disini eşg-i ızdırabı içinde boğacak gibi bir suret gösteren hâli
takdir olunamayacak ahvalden değildi. Lâkin kızın bu hâlde
kendisine edilecek İmdad yine kendisini bu hâle getiren Yunus'un
imdadına yetişebilmekten ibaret olacağı herkese malûm oldu­

314
KAFKAS 163

ğundan, fazla kalabalığı savdıktan sonra baki kalanlar ellerin­


den gelen himmeti Yunus'a sarf etmeyi vacip gördüler.
İki saat kadar gayet zayıf, baygın bir hâlde kalıp nefesini
pek güçlükle alabilen Yunus, ondan sonra gözlerini bütün bütün
açarak bayağı kuvvetini iade eylemiş görününce Canberd Beyin
sevincine nihayet mi olur? Bu esnada Esma Can dahi uyku gibi bir
şeye dalmış, gitmişti. Zira sademât-ı vakıanın te'sirât-ı azîmesi
olmasa dahi o geceyi sabaha kadar uykusuz geçirmiş olmak ken­
disini bayağı bîtap edebilirdi. Mecruh gözlerini açtığı zaman
"Haniya Esma Can? Esma Can nerede? Acaba Kazaklar onu da
kaptılar kaçtılar mı?" demesi üzerine Canberd "Yok kardeşim.
Hiç öyle şey mi olur? Esma Can buradadır" diye kızı
uyandırmaya mecbur oldu.
Esma Can uyandığı zaman Yunus'u iyi bir hâlde görmüş ol­
masından dolayı sevincinden sevgilisinin boynuna sarılacak bir
hâl ile kardeşiyle sevgilisi bir mahalde iken kendisi dahi orada
hazır bulunduğundan dolayı hicabından yerlere geçecek bir hâl
arasındaydı. Binaenaleyh Yunus'un yanına sokulup elini eline
alarak mahzun mahzun yüzüne bakmak gibi bir hareket için sevk
ve meyl-i derûnîsine bir türlü galebe edemeyip, fakat hicabına
olan mağlubiyetinin tesiratı dahi âşıkına mukabil şakk-ı şefe
edememesi suretinde hükmünü meydana koymuştur.
Yunus - Canberd. Kardeşim. Sana karşı pek büyük bir kusur
ettim ama aff...
Canberd - Estağfurullah kardeşim! Neye kusur olsun?
Benden hiç çekinme.
Yunus - Zaten çekinecek bir şey kalmadı. Bir saat daha ya­
şayamam. Ah ciğerimin şerha şerha yaralı olduğunu ağrısından
hissediyorum.
Guşamov - O ağrılar da geçer efendim. Yara da savuşur.
İnşallah Canberd Beyin müsaadesiyle hepimiz mes'ut oluruz.
Yunus - Ah Canberd! Hicabımdan yüzüne bakamıyorum
kardeşim. Lâkin affet! Bu hareketim sana husumet değildir.
Milletimizin bu fikri yanlıştır. Ben seninle olan kardeşliği ger­
çekten kardeşlik suretine koymak için bu hareketi ihtiyar ettim.
Canberd - Emin ol ki bu hareketten dolayı sana zerre kadar
hatırım kalmadı. Bilâkis memnun oldum. Evvelden haberim ol­

315
164 KAFKAS

saydı buraya gelmek zahmetini de men ederdim. Fakat akacak


kan damarda durmaz derler. Olacak var imiş de buraya kadar
onun arkasından koşarak gelmişsiniz. Sen merak etme on güne
kalmaz bu yataktan kalkarsın. Eniştem olursun. Ben de senin gibi
namuslu, yiğit, mert olan bir adam benim eniştem olduğunu göre­
rek iftihar ederim.
Yunus - Heyhat! Nafile bu sözleri söyleme Canberd. Bana
bu sözler teselli vermez. Ben öleceğim. Bana teselli verecek başka
sözler söyleyiniz.
Guşamov - Düşmanlar gebersin. Sen sağ ol! Sen aramızdan
eksik olacak adam değilsin efendim.
Yunus - (Gayet meyusâne bir tavırla Esma Çan'ın yüzüne
bakarak) Esma Can.....
Esma Can - Efendim. Ne istersiniz?
Yunus - Esma Can. Canberd Beyin sözleri bana teselli vere­
mez. Hasret kıyamete kalır iki gözüm.......
Esma Can - (Gözlerinin yaşını içine akıtıp zahirde sabır ve
sükûnet göstermeye cebr-i nefs eyleyerek) Böyle fena sözleri niçin
söylüyorsun efendim? Hasret niçin kıyamete kalsın? İşte Allah'ın
emriyle Peygamberin kavliyle .....
Yunus - Hasretin kıyamete kalışı da Allah'ın emriyledir a
kuzum! Allah'ın emri olduğu hâlde dünyada ne olabilir? Sen beni
dinle diyorum. Bana teselliyi sen ver. Çürük söz istemem. Hasret
kıyamete kaldı diyorum. Bana bir vaat verir isen ahrete müste­
rih olarak gideceğim.
Canberd - (Ağlayarak) Madem ki böyle istiyorsun her ne
emrin var ise söyle....
Yunus - Senden de ricam başkadır. Esma Can. Asıl ricam sa­
nadır. Vakıa kardeşinin yanında ayıp ediyorum ama artık bu
dünyadan elini çekmekte bulunan bir adamı herkes mazur görür.
Canberd - Yunus şu anda seni ta'yîb eden mel'ûn olsun.
Yunus - Teşekkür ederim kardeşim. Esma Can. Ah! Ne tatlı
isim. Esma Can. Bana bir vaat verir isen ahrete müsterih olarak
gideceğim.
Esma Can - Üzme kendini. Söyle efendim, ne istersen söyle.
Yunus - Üç gün evveli ormanda bana bir söz söylemiştin.

316
KAFKAS 165

Esma Can - Evet.


Yunus - Hatırına gelir ya? Hangi söz? Hanİya o söz ki beni
ihya etmişti. Söyle bakayım o sözü bana bir daha. Bu söz üzerine
Esma Can kıpkırmızı kızarıp neye karar vereceğini bilemediğine
delâlet eder bir tavırla kardeşinin yüzüne bakakalmıştı.
Canberd - Esma Can. Bugünkü gün sair vakitlere benzemez.
Sen de görüyorsun ya. Tahammül lâzım. Bugün güya ben hiç
burada değilmişim gibi davranacaksın. Ormanda Yunus'a ne
söyledin ise sıkılma söyle. İster isen ben dışarıya çıkayım.
Yunus - Hayır. Sen de burada bulunacaksın. Sen mertsin
Canberd. Bu işte senin gibi bir mert şahide ihtiyacım vardır.
Söyle Esma Can. Unuttun ise hatırına ben getireyim.
Esma Can - (Hâlâ kardeşinden mahcubiyetle mosmor ola­
rak) Hiç unutur muyum Yunus'um? Ben o sözü ömrüm âhir oluncaya
kadar unutmamak üzere söyledim.
Yunus - Aferin Esmacığım. Böyle isterim.
Guşamov - Aferin kızım! İşte böyle olmalı. Senin kadar
soyzade, senin kadar ahlâklı bir kıza böyle doğru özlü/ doğru
sözlü olmak yaraşır. Canberd Bey gibi yiğit bir Beye y;ne senin
gibi yiğit bir hemşire yaraşır.
Yunus - Tekrar et o sözü Esma Can.
Esma Can - Dedim ki Allah'ın emriyle olacak bir işe yine
Allah'ın emrine havale ederim. Benim yüreğimle olacak işe ge­
lince işte ben yürekten kendimi sana teslim ettim.
Yunus - (Za'f-ı hâli içinde bir ah-ı cangâh çekti ki işitenle­
rin yüreği sızladı) Kendimi sana teslim ettim sözünü o zaman
söylemeye hacet kalmamıştı. Bunu şimdi itmam ettin. Teşekkür
ederim Esma Can. Asilzadesin, meleksin. Allah'ın emriyle ola­
cak işi yine Allah'a havale ettin değil mi? İşte Allah'ın emri bu
imiş. Ben ölüyorum. Allah'ın emriyle Ölüyorum. Benim için hiç
ağlama. Madem ki sen itikadı bütün bir kızsın Allah'ın emrine
razı ol. Fakat kendi yüreğinle olacak işe gelince ben yüreğin bu
vaadi verdiği zaman safvetinin kefaletine itimat ettim. Madem
ki bu vaadi yürekten verdin ve safvet-i kalbini de kefil gösterdin,
o yürek darabat-ı ma'dûdesini vurup da hayatının suret ve keyfi­
ye t-i bekasını sana haber verdiği müddet sen hep benimsin. Ne
zaman yüreğin hareketten kalır ise verdiğin vaadin hükmü o za­

317
166 KAFKAS

man bitecek Öyle değil mİ?


Za'fımn izdiyâdisinden dolayı bu sözü yavaş yavaş ve
aheste aheste söyleyen Yunus henüz lâkırdısını bitirmemiş ol­
duğu hâlde Esma Can gayet meramını anlamıştı. Bu hâlde kâffe-
i hissiyyâtının birdenbire hücum-ı sademâtını bir türlü yeneme-
yerek kendisini Yunus'un ellerinden kurtarıp ayağa kalktı ve göz­
leri çeşmhaneden fırlamış ve saçları, kaşları dimdik kesilmiş,
rengi sapsan sararmış ve dudakları ve sadası tirtir titremekte
bulunmuş olduğu hâlde olanca cür'et ve kuvvetiyle şu sözleri söy­
ledi:
Esma Can - Verdiğim vaadin hükmü hayatımla mı bitecek
dedin? Sen Ölüm hâlinde bulunuyorsun Yunus'um. İnşallah ifakat
bulursun. Fakat bulamayacak olur isen her ne kadar emr-i ilâhı
bundan ibaret olduğuna kanaat-ı kâmile ile kanaat edersem de,
istediğim kadar ağlamak da yine haram. Beni öyle bir felâket
vuracak olur ise emin ol ki verdiğim vaadin hükmü hayatımla
bitmeyecek. Belki hayatımın bittiği gün vaadim hâsıl olmuş ola­
cak. Cennette sana kavuşmaya gideceğim. Emin ol diyorum, emin
ol. Yüzümün akıyla gelip sana kavuşacağım. Sana verdiğim vaat­
ten beni hiçbir kimse caydırmayacaktır. Allah şahit olsun. Şu
hazır bulunanlar da şahit olsun ki bu sözden müddetü'l-ömr dön­
meyeceğim.
Yunus - (Geniş bir nefes daha alarak ve fakat bu nefesi
alıncaya kadar yaralı ciğerinin ıstırabıyla bir hayli kıvrana­
rak) Oh! İşte şimdi yüreğim rahat etti. Başka şahide de ihtiya­
cım yoktur iki gözüm. Ben senin vicdanına eminim. Oh! İşte şimdi
rahat rahat ruhumu teslim edeceğim. Canberd kardeşim. Sana da
bir ricam var. Benim intikamımı şu Moskoflarda bırakma. Her ne
zaman fırsat bulur isen bir Kazak öldür. Canım için şerbet dağıt­
maktan Kazak kanı dökmek ruhumu daha ziyade ferahlandırır.
Canberd - Emin ol. Bin Kazak kesmek nasip olur ise binbi-
rincisini gördüğüm zaman dahi yine sevdâ-yı intikamın beni çıl­
dırasıya bir iştiyakla onun boğazına sarılmaya sevk edecektir.
Yunus - Aferin Caberd. Bu yüzden de emelim hâsıl oldu.
Artık dünyaca hiçbir emelim kalmadı. Of! Yoruldum. Çokça yo­
ruldum. Yatırınız beni rahat yatırınız.
Filvaki yaralı ciğerlerinin ıstırabıyla söylediği sözleri
pek ziyade zahmetle söylemekte bulunan bîçare Yunus ziyade­

318
KAFKAS 167

siyle yorulup bilkülliye bîtap kaldığından rahat için gösterdiği


ihtiyaç üzerine Canberd ve Esma ve Guşamov kendisini yatağı
içine uzatıp yatırdılar. Eyvah ki bu yatak bîçare için gerçekten
bir rahat döşeği oldu. Zira uzandıktan sonra za'f-ı hâli arttıkça
artıp rengi ise kâğıt gibi ağarmıştı. Vakıa bıyıklarını kımılda-
tamayacak kadar hafif olan teneffüsü henüz bîçarenin hayat-ı
müsteardan bütün bütün tecerrüt etmemiş olduğunu ispat eyler
idiyse de, kendisinde eseri görülen şu bakiyye-i hayat yalnız bir
teneffüs-i hafiften ibaret olup, yoksa baygınlık ve dalgınlık
kendi varlığından kendisini de bîhaber olacak bir hâlde bulundu­
rurdu.
Bir aralık o cüz'î nefes dahi kesilmiş görüldüğünden
Canberd Bey enfâs-ı ahîrenin de tekmil olduğuna zehabla güya
seslenip uyandırmak hareketleri ihyâ-yı emvâtta dahi hükmünü
icra edecekmiş zannına düşerek ve Yunus'u dürterek "Yunus!
Yunus! Kardeşim Yunus" diye bîçareye seslenmişti. Vakıa bu
hareketler üzerine Yunus birkaç defa gözlerini kaldırdı ise de
teslim-i rûh etmiş olduktan sonra iade-i hayat etmek kabilinden
gözlerini açmayıp, henüz dünyaca hesabını bitirmemiş olduğu
için gözlerini açmıştı. Bir saat sonra İse artık gözlerini de açamaz
oldu. Artık vücudunda görülen harekât, sekerât-ı mevtin
icabâtından olan raşe-İ asabiyyeden ibaret olduğu anlaşılarak
Esma Can rafta bulunan Kelâm-ı kadîmi alıp sevgilisinin başı
ucunda hem ağlamaya ve hem de Kelâm-ı kadîm okumağa
başladı.
Kafkas'ta kadınlardan aglebinin Kur'anıkerim'i tecvîd
üzere okuyabilmeye muktedir olmaları dahi memleket-i mübâ-
reke-i mezkûrenin cümle-i hasenâtındandır.
Sevgilisinin enzâr-ı müşfikânesi Önünde onun vaad-i sada­
katini aldıktan sonra bülbül gibi Kur'an okuduğunu dahi kulak­
larda baki kalan son kuvvetiyle dinleye dinleye Ölmek saadetten
addolunur ya. Hele başka bir ihtimal kalmadıktan sonra müte-
hassiren ölmekten ise böyle bezm-i visal içinde ölmek elbette mü­
reccah görülür. İşte encâm-ı kâr bizim bîçare Yunus dünyasında
yalnız böyle bir saadete nail olarak, sair mütehassirân-ı uşşâkın
mahrum kaldıkları bir sûret-i müreccahada teslim-i enfâs etti ve
yüzünün aklığıyla gelip kendisine kavuşacağını kaviyyen vaat
eylediği sevgilisini cennetü'l-adende beklemeye gitti.

319
168 KAFKAS

Bîçâre Yunus'un vefatı tahakkuk eyledikten sonra hane


içinde kopan gürültüyü mü tasavvur eyliyorsunuz? Hane içinde son
defa olarak topu bir gececik misafir kalacak olan mevtanın bu de­
rece faniliğine edilmesi icap eyleyen hürmeti takdire muktedir
bulunan milletler nezdinde ekseriya feryad ü figanla ilân-ı ızdı-
rab etmek âdeti ol kadar mer'î değildir. Kafkas'ta vakıa mevta­
lar için uzun uzadıya ağlarlar. Lâkin ilân edilen ıstırapta ol ka­
dar velvele ve telâş edilip herkes bir nevi bükâ-yı fecî ile ağlar
ki/ ıstırabı yürekler paraladığı hâlde derece-i şiddeti zahiren
bihakkın takdir edilebilmek müşkildir.
Yunus için bir hiss-i karabetle doğrudan doğruya izhar ve
İlân-ı âlâm eyleyecek valide ve birader sair hısım ve akraba ol­
mayıp, âlemde en yakın akrabası, biraderinin süt validesi bulu­
nan Guşamov'dan ibaret idiyse de, Esma Çan'ın kendisinden mü-
farekat-ı ebediyyesi üzerine vuku bulan teessüf ve teellümü en
.şefkatli bir valideden, en merhametli hemşireden ve hatta en
muhabbetli bir zevceden dahi ziyadeydi. Canberd Beye gelince,
vakıa mumaileyh kadınları tesliye için olanca kuvvetini topla­
yarak ızdırâb-ı derûnunu ifşa etmemeye çalışır idiyse de, çehre­
sindeki bin alâmet, bin nişane Yunus hakkında öz biraderini kay­
betmiş olmaktan ziyade bir teessür ve telehhüfe duçar olmuş bu­
lunduğuna şehadet ederlerdi.
Cenazenin derhâl defn edilmemesi ve kalb-i bî-rûh olduğu
hâlde dahi Yunus'un mümkün mertebe uzunca bir müddetle orada
misafir kalması cümlesi için bir emel-i umûmî hükmüne girmiş ise
de, bunların ittifakı şehid-i mumaileyhi gayeti bir gece kadar
misafir etmeye muktedir olabildi. O gün, o gece Canberd ve Esma
Can ve Guşamov arasında ne gibi sözler teati edilmiş olduğunu
sormaya hacet bile yoktur. "Zavallı çocuk!.... ve muradına
eremeden gitti" sözleri üçünün dahi ağzında defaât-ı mükerere ile
deveran eder bir söz olup, bundan başka hemen hiçbir şey
söylenmemiş olduğuna kanaat edilse becadır. Ertesi sabah cenaze
bir hâle girmişti ki ölümün o kıyafette cidden tecessüm eylediğine
kanaat edilmek lâzım gelmişti. Göz hanesinin en derin a'mâkına
doğru çukurlaşıp giden gözün ve ikisini dahil femde yekdiğerine
temas edecek kadar çukurlaşmış olan yanaklar ve binaenaleyh
sivrilip çıkan çene ve yayılıp giden ağız görenlerin dehşetini
arttırmakta bulunduğundan meyyitin bir dakika evvel karargâh­

320
KAFKAS 169

ı ebedîsine götürülüp teslim edilmesini icap etmekle köyce


mümkün olan tedarikât dahilinde bu resm-i mukaddes dahi ifa
olundu, bitti.
Anlıyorsunuz ya? Yunus ismi ondan sonra yalnız bir vesile-i
rahmet olmak üzere anılan esâmî zümresine dahil olup yalnız
Esma Can için bu isim gayet mukaddes bir mukavelenamenin İm­
zası olmak üzere telâkki edilirdi. Hatta Guşamov'un hanesinde
üç dört gün daha ikametle kendi meskenlerine avdet eyledikleri
zaman, Canberd ile Esma Can arasında şöyle bir müşafehe dahi
sebkat eylemiştir:
Canberd - Yunus için ne kadar acıdığımı hesap edebilir mi­
sin Esma Can?
Esma Can - Senin ne kadar acıdığım hesap edemem. Fakat
benim ne kadar acıdığım pek belli bir şeydir.
Canberd - Evet. Onu ben de bilirim. Hem sadık zevci hem
de sevgili biraderi beraber vefat etmiş bir şefkatli zevce ve hem­
şire kadar acırsın.
Esma Can - Lâkin pek mütehassis bir zevce ve bir hemşire
kadar.
Canberd - Ben ise senden daha pek başka bir suretle acırım.
Bana ve sana yar olacak bir enişte, bir Öz kardeş, bir sadık arka­
daş, bir lâtif ahbap hâsılı dünyada en mükemmel tanıdığım bir
insanı kaybeylemiş olduğumdan, ona göre ve o nispette acırım.
Esma Can - Öyle İse intikamı için sana ettiği vasiyetin bir
harfini unutmamalısın?
Canberd - Bu bapta senin tavsiyene hacet yoktur. Her ne
zaman Yunus'a verdiğim vaadin hilâfında bir hareketimi görür
isen, beni Öldür. Kanım, katlim sana helâl olsun..
Canberd - Öyle ise demek oluyor ki biz bundan sonra
Yunus'un ismini yalnız rahmete vesile olmak için kale almayaca­
ğız. Belki her ne zaman bu ismi yâd edersen bize tavsiye eylediği
o mukaddes vazifelerimizi tahatturla beraber yâd edeceğiz.
Esma Can - Evet. Öyledir kardeşim.
Canberd - Evet öyle olmak lâzımdır kardeşim.
Bu müşafehe yalnız bir defaya mahsus olarak sebkat edip
de ondan sonra kardeş, kız kardeş arasında artık bir daha şehit
Yunus'un lâkırdısı açılmamıştır diye itikat etmezsiniz ya?

321
170 KAFKAS

Tabiîdir ki bir hayli zamanlara kadar bunlar arasında Yunusun


lâkırdısından başka lâkırdı edilmemiştir. Hatta ol bapta söyle­
nen sözler iki kardeşi Kafkas ahlâkının birbirine söyleyebilme­
lerini men edeceği derecelere kadar varmıştı. Ezcümle bir numu­
nesini gösterelim:
Bir gün Esma Can her zamanki hüzün ve kederi hilâfına
fevkalâde bir hâl olmak üzere biraz şetaretlice göründüğünden,
hemşiresinin .âlâmından bittabi mtiteellim olan Canberd Bey
dahi bu şetaret-i fevkalâdeden memnun olarak yanına sokuldu.
Ve bu inşirahın sebebini sual eyledi.
Esma Can - Sebebini söylesem şaşarsın, gülersin.
Canberd - Aman ben de şaşmak, gülmek istiyorum. Zira
Yunus'un şehadeti vakasından beri hiç yüzümüzün güldüğü yok­
tur.
Esma Can - İşte ben de bunun için memnun oldum ya.
Canberd - Meramını anlayamadım. Hiç yüzümüz gülmedi­
ğine mi memnun oldun?
Esma Can - Evet! Yunus'a verdiğimiz vaadi bu güne kadar
harfiyen tutmuş olduğumuzu ve bundan sonra dahi tutacağımızı
nazarıdikkate alarak vicdanım bana aferin dediği için memnun
ve münbasit oluyorum.
Canberd - Lâkin sana bir şey söyleyim mi Esma Can? Ben
yavaş yavaş Yunus'a gıbta etmeye başladım.
Esma Can - Neden?
Canberd - Senin kadar güzel yürekli bir kızın yüreğinde bir
muhabbet-i ebediyye bırakarak gittiği için. Vakıa sana kardeş
olmak da benim İçin pek büyük bir şereftir. Ancak senin gibi bir de
yavuklum olsa idi ....
Esma Can - Kafkas'ta senin beğenebileceğin kız yok değil­
dir a? Fakat Yunus kadar olsun zahmetlere katlanıp da kızların
yüreklerine vâkıf olarak o yürek içine kendi hava ve hevesinin
meşguliyetlerini güzelce yerleştirebilmek lâzımdır. Bu ise sence
pek müşkildir, öyle değil mi?
Canberd - Ama ne kadar müşkil ya.
Esma Can - Bilirim. Bunu o kadar müşkil gördüğün İçin hiç­
bir kıza ziyadece iltifat etmezsin. Hâlbuki yürek- işlerini bu ka­

322
KAFKAS 171

dar müşkilâta düşürenler yine sizsiniz.


Canberd - Yine mi biz?
Esma Can - Sizsiniz zahir. Sizin gibi kardeşler, babalar,
amcalar, dayılar. Hatırından çıktı mı? Haniya bir gün Yunus'un
akşam saat yarımda buradan çıktığını görmüştün de neler söyle­
miştin?
Canberd - Teessüf ederim ki hatırımdadır. Ah zavallı ço­
cuğun böyle olacağını bilseydim vallahi hiç ses çıkarmazdım.
Ama a kardeş! Kabahatin en büyüğü yine şendedir. Senin Yunus'u
sevdiğini ben neden bileyim? Belki herif buraya mücerret kendi­
since bir uygunsuz fikir için geliyor? Senin onu o kadar sevdiğini
ve muhabbetinizin bu derece temeyyüz-i sâfi olduğunu bilseydim,
vallahi İstediğiniz zaman, istediğiniz suretle görüşmenize hiç ses
çıkarmazdım.
Esma Can - Bunu Yunus'un âkıbetini görerek acıdığın için
söylüyorsun. Ah Kafkas kardeşleri hemşirelerinin en büyük ha­
sudu olmasa idi, Yunus İle şimdiye kadar müştakâne olarak ge­
çirdiğimiz zamanları birer muhabbetti zevç ve zevce gibi geçirir­
dik.
Canberd - Evet. Fakat bunun için yalnız Kafkas kardeşleri­
nin hemşirelerine hasud olması kifayet etmez. Hemşireler dahi
kardeşlerini kendilerine mahrem ittihaz etmelidirler. Hâlbuki
böyle yürek meselelerinde onlar kardeşlerini en büyük düşmanları
gibi addederler.
Sevdiği adam hakkındaki müsaadesizliğini böyle serzeniş
yollu bir surette olarak biraderinin yüzüne karşı söylemek Kafkas
âdet ve ahlâkına sığar bir şey olmadığı hâlde, Esma Çan'ın
Canberd Beye o yolda sözler söyleyebilmek derecesine kadar
varması mahza Canberd Beyin şehit Yunus'a olan muhabbet-i
fevkalâdesi İktİzasınca daima ondan bahsederek, nihayet sözü
yine kendisinin bu vadilere sevk etmesinden neşet eylemiştir.
Buraya kadar hikâye eylediğimiz ahval Esma Çan'ın yal­
nız kendisince sebkat eden bir mukaddime-i âşıkâneden ibaret
olup, romanın bu kısmına henüz Kaplan Bey girmemiş ise de mu­
maileyhin Esma Çan'la başladığı muamele-i âşıkânesindeki me-
yusiyetinin üssü'l-esası görülmüştür. Kaplan Beye gelince mîr-i
mumaileyh bu hikâyenin içinde Yunus'un şehadeti vak'asından

323
172 KAFKAS

ancak beş altı ay sonra isbat-ı vüçud edebilmiştir ki, mukaddime-


i teşebbüsâtı ber-vech-i âtî hikâye olunur.

Beşinci Bap

Yunus'un vefatı yukanki bapta hikâye edildiği veçhile


vicdanen birtakım taahhüdât vesair tebligatın icrasıyla vuku
bulmayıp da alelade bir surette vuku bulmuş olsaydı bile, bunun
Esma Çan'dan maada sair bitaraf bulunan zevat üzerindeki tesi-
ratı dahi aylarca müddet devam eylerdi. Zira Yunus merhum et­
raf ve civar ahalisinin cümlesi indinde mergup ve mahcup bir ço­
cuk olduğundan, Canberd Beyin dahi demiş olduğu veçhile onun
gaybubetiyle kimisi bir sadık dost, kimisi kıymetli kardeş, ba­
zısı bir lâtif ahbap, hâsılı herkes kıymetli bir şey kaybetmişti.
Esma Can ise Yunus'un herkesten daha başka bir şeyi oldu­
ğundan ve binaenaleyh kızın ol baptaki tesiratı kimseye kıyas
kabul edemediğinden şüphesiz bir altı ay kadar hanesi kapısın­
dan harice çıkmayıp daima Yunus için ağlamak ve onun ruhuna
Kur'anıkerim okumak ile iştigal eylemiş ve yüzü güldüğü bir gün
olmuş ise, o da kardeşine haber verdiği veçhile mahza şehit
Yunus'un matemini bihakkın tutabilmekte olmasından mütevellit
bir memnuniyetten ibaret kalmıştır.
Kapıdan dışarıya çıkmaması yalnız altı aydan ibaret ise
bu suret Yunus'a verdiği vaadin ve ettiği ahdin hilâfındadır.
Zira vaadin müddeti ömrün hitamıyla dahi nihayet bulmaya­
caktı.
Evet öyle idi. Fakat altı ay diye kestiğimiz müddet-i va­
adin hitam-ı müddeti olmayıp kızın hanesi içine kapanarak ka­
pıdan dahi harice bakmamış ve çıkmamış olduğu müddettir.
Ondan sonra ise ilk kapıdan çıkışı biraderinin ruhsatıyla
Guşamov'un ikametgâhına kadar Yunus'un kabri üzerinde Kur'an
okumak için vuku bulmuştur.
Guşamov kızı gördüğü zaman güya Yunus o gün vefat eyle­
miş gibi bir feryat ve vaveyla ile koştu, geldi kızın boynuna sarı­
larak "Ah! Sen geldin haniya Yunus? Yunus nerelerde? Ah Yunus
toprak oldu, gitti!" diye zaten yüreği kabarmış bulunan Esma
Çan'ı dahi hüngür hüngür ağlattı.

324
KAFKAS 173

Bunların Yunus hakkında ettikleri hasbihalleri burada


tafsile ihtiyacımız yoktur. Zira bir gaib-i ebedînin tahassür ile
yadından ibaret bulunan hasbihallerde onun kâffe-i hasenatı
ta'dâd edildikten sonra, muâyıbı bile mehasin suretinde zikredi­
lerek her biri için başka başka teessüfler edileceğini biliriz.
Hatta Guşamov her şeyi yâd ve tezkâr eylemiş olduğu hâlde,
Esma Can'm Yunus'a olan mahut ahdini ihtara hacet görmemişti.
Zira vak'a-i fecfanın vukuu üzerinden altı ay mürur eylediği
hâlde tesirâtını henüz vak'a dünkü gün sebkat etmişçesine muha­
faza eyleyen bir kızın ahdinde sebat edeceği şüphe götürür me-
vaddan değildir.
Esma Çan'ın bu karyeye gelmek için kendi ikametgâhından
hareketi bir perşembe gününe müsadif olup, eğerçi Guşamov'un
ikametgâhına akşam biraz geççe gelmiş idiyse de, cuma gecesinin
füyuzatım kaybetmemek için Guşamov'un hanesine pek de uzak
olmayan mezaristana azimetle sevgilisi müteveffa hakkında
kendisini borçlu addeylediği merâsim-i mahsusanm icrasına
müsâraat eyledi.
Esma Can Guşamov'un karyesine yanında bir köle olduğu
hâlde gelmiş bulunduğundan, mezara gideceği zaman Guşamov bu
köleyi yanma alarak onunla gideceğini hesap eylemiş idiyse de,
kız köleye böyle bir emir vermeksizin kelâm-ı kadimi koltuğu al­
tına alarak Yunus'un medfenine doğru yürümeye başlayınca
Guşamov istîzâh-ı emele mecbur oldu.
Guşamov - Köleyi niçin almıyorsun? Oraya kadar yalnız
mı gideceksin?
Esma Can - Evet. Yalmz gideceğim.
Guşamov - Hiç akşam üzeri oraya kadar yalnız gitmek olur
mu?
Esma Can - Evet olur. Yunusumu ağyar ve engelden hâli ola­
rak göreceğim. Zira kabrini ziyaret benim için Yunus ile görüşmek,
mülâkat etmek demek olur.
Guşamov - Bari ben beraber geleyim1.
Esma Can - Hayır. Hiçbir kimseyi istemem. Yalnız gidece­
ğim.
Hiç şüphe edilemez ki bugün de kızın zihninde olan şey ev­
velce orman kenarında Yunus ile tek ve tenha kalarak eylediği

325
174 KAFKAS

hasbihal kaziyyesi olup, güya yine böyle bir hasbihale gidiyor­


muş gibi yüreğinde gayet mukaddes ve muazzez bir muhabbet
eserleri dolu olduğu hâlde, izzet ve kudsiyeti kezalik muhabbet-i
kalbiyyesi derecesinde bulunan mezara kadar gitti.
Yunus'un mezarı etrafına tahtadan bir güzel parmaklık
çevrilerek, hatta çivit ile boyanmış ve birisi başı ucuna ve diğeri
ayağı hizasına iki fidan ile bir hayli de çiçekler dikilmiş oldu­
ğunu görünce ve Yunus'un âlemde Guşamov'tan başka kimsesi ol­
madığına nazaran bu hizmetin dahi mezbure tarafından ifa edil­
diğini anlayınca, Esma Çan'ın Guşamov hakkındaki muhabbeti
bir kat daha bir ter oldu.
Efkâr-ı şâirânenin bir cihetine kapılarak yârinin mezarını
gördüğü zaman Esma Çan'ın hemen kendisini mezar üzerine atıp
"Aç mezarını, beni de yanına al. Zira sensiz dünya bana pek
tenha görünüyor. Hayatımdan hiçbir lezzet alamamaktayım.
Ruhum sana kavuşmak ve şu çemenzâr-ı lâtif altında seninle
sarmaşıp yatmak istiyor. Aç diyorum mezarım, gireyim.
Muradıma ereyim" gibi sözlerle ibrâz-ı me'ser-i teessür ü
tahassür eylediğini hikâye etmekliğimize muntazır iseniz, bu
intizarınıza muvafık hizmet edemeyeceğimizi arz eyleriz. Zira
Esma Can kabr-i şerîf-i mezkûr yanına huzû' ve huşû' ve gayet
tevkır ve ihtiramla yaklaşıp mezarın baş tarafı hizasından sağ
cihetine oturmuş ve mecrasında hiçbir mania tesadüf etmeyerek
kemâl-i sükûnetle akan nehir gibi gözlerinden sessizce, sadasızca
nehr-i eşk ve ıstırap akmakla beraber elindeki mushaf-ı şerîfden
sûre-i Yasini açıp cehren okumaya başlayarak, bundan maada
hiçbir hareket-i müfrite ile fevkalâdelik göstermemiştir.
Okunan Kur'anıkerim'i dinlemek, ümmet üzerine farz ol­
mamış bulunsa dahi, bu nüsha-i levh-i mahfuzun kıraat edildi­
ğini işitenlerin behemehal onu can kulağıyla dinlemeyi kendile­
rine farz edinecekleri derkârdır. Hele usûl-i tecvîd ve kıraata
dikkat edilerek okunan Kur'an kadar, letâfet-bahş-ı sımâh-ı
ehl-i İslâm olacak hiçbir ses olmadığını dava edebilirim. Ya
Kur'anıkerim'i bir kadının kıraatiyle dinlemek ne kadar lâtif
olduğunu tecrübe eylediğiniz var mıdır? Bir kere hafıza-i Kur'an
ve hâmile-İ furkan bir hanımın mukabelesinde bulunmuştum. Her
hangi suret ve makamla ismâ edilir ise edilsin, güzel sese pek zi­
yade muhabbetim olduğundan daima ses dinlemeye iştiyakım

326
KAFKAS 175

hasebiyle şimdiye kadar pek çok şeyler dinleyerek mütelezziz


olmuşumdur. Ancak hafıza-i mumaileyhanm tilâvet eylediği
Kur'anıkerim kadar, kuvve-i sâmiama safa-bahş olmuş hiçbir ses
işittiğimi tuhattur edemiyorum. İşte bizim Esma Can dahi
Yunus'un kabri üzerinde okuduğu Kur'an'ı böyle letafetle oku­
makta bulunduğu cihetle, akşamın hulûlünden nâşi ortalığı bürü­
müş olan hüzn-i umûmî içinde ağaçların en hafif bir rüzgârdan
dahi yapraklarını kımıldatmaksızın gösterdikleri sükûtu, güya
kemâl-i taazzum ve tevkîr ile bu Kur'an'ı dinlemekte oldukla­
rına hamletmek mümkün idi.
Kızın okuduğu Kur'an'ı yalnız dağlar, ağaçlar ile bunların
içinde sakin tuyur u vuhuş dinleyip de başka hiçbir insanoğlu din­
lemiyordu diye itikat etmeyiniz. Vakıa kız orada iştigâl eyle­
diği müddet yanında hiç kimse bulunmadığından ve cananının ru­
hunu tek başına ziyaret eylediğinden emin idiyse de, orada bir
dikkatli göz etrafı nazar-ı tedkikten geçirmiş olsa idi mezarın
seksen yüz hatve kadar üst cihette ve meyli gayet yatık bir sırt
üzerinde bir müsellesin üç zaviyesini teşkil edebilecek nokta­
larda kâin üç tane ulu çınar ağaçlarının altında on yedi, on sekiz
yaşında bir delikanlının can kulağıyla kızın okuduğu Kur'an'ı
dinlemekte olduğunu görürdü. Fakat bu çocuk kendisinin orada
mevcudiyetini ispat ve ihbar edecek hiçbir harekette bulunma­
dığı gibi kız dahi gözlerini sayfa üzerinden kaldırmamakta bu­
lunduğu cihetle bu delikanlıdan asla haberdar değildi.
Zaten ziyaret-i kabre geç gitmiş olduğu cihetle biraz daha
sonra etrafı akşam karanlığı dahi basmış bulunmasıyla eğerçi bu
hâlde kızın sadası delikanlının kulağına daha sühuletle ve
daha letafetle vasıl olacağı derkâr ise de, mahiyeti biraz daha
sonra anlaşılacak bir emel üzerine mezkûr delikanlı bulunduğu
yerden kalktı, şikârını haberdar etmemek ve ürkütmemek İsteyen
avcı gibi gayet ihtiraz ile yavaş yavaş sokulup kıza gereği gibi
takarrüp eyledi.
Kızın hâlâ haberi yok. Âdeta saat bire doğru geldikte
Esma Can ellerini icabetgâh-ı Cenab-ı Yezdâna kaldırarak oku­
duğu Kuranıkerim'in sevabını rûh-ı canana hediye eyledikten
sonra kalktı köye doğru yola düzüldü. İşte bu zaman delikanlı
kendisini kıza gösterip, hatta durmasını da emreylemiştir.
Esma Can - (Bayağı havf ü haşyetle) Ne istersin benden?

327
176 KAFKAS

Niçin beni yolumdan alıkoyuverirsin?


Delikanlı - Korkma efendim, korkma! (Yanına tamamıyla
yaklaşarak) Beni tamyamadın mı yoksa?
Esma Can - A Kaplan Bey!
Kaplan - Evet Kaplan kölendir.
Esma Can - Benden ne istersin beyim? Niçin yolumdan alı­
koydun?
Kaplan - Eğer bu hareketim seni korkuttu ise affını rica
ederim.
Esma Can - Senin gibi yiğit beylerden benim gibi âciz kız­
lar niçin korksunlar? Bizim muhafazamız, himayemiz size ait
olduğu hâlde ....
Kaplan - Evet. Size öyle bir hüsn-i hizmet edebilir isek
kendimizi müftehir addederiz. Ben buraya mahsusen senin için
geldim. Kabir üzerinde okuduğun Kur'an'ı baştan başa dinledim.
Ah ne de güzel okuyorsun Esma Can.
Esma Can - Buraya kadar mahsusen benim için mi geldin?
Benimle ne münasebetin var k i ...
Kaplan - Ne münâsebetim mi var? Bunu sorduğuna taaccüp
ederim Esma Can. Sen Yunus'a bu kadar sadakat ve ona verdiğin
vaatte bu kadar sebat gösterdiğin hâlde biz senin bu hareketini
takdir etmeyelim mi? O hâlde seni şâyân-ı dikkat bir kız olmak
üzere telâkki eylemeyelim mi?
Esma Can - Böyle bir teveccüh gayeti beni pek büyük müte­
şekkir eder. Fakat Yunus'a olan sadakatimi takdir ediyor isen
hiç arkama düşmemeliydin. Yunus'la benim bu kadarcık hatırımı
sayarak bizi tenhaca bırakmalıydın.
Kaplan - Sen Yunus'la meşgul olduğun müddet sesimi bile
çıkarmadım. Fakat arkana düştüğümden dolayı beni ta'yîb etme
Esma Can. Bundan sonra Kaplan senin arkandan asla ayrılmaya­
caktır. Zira Kaplan senin kadar soyzade, terbiyeli hüsn-i ah­
lâklı, mert ve yiğit bir kızın kuludur, kurbanıdır. Seni esen rüz­
gârlardan muhafazayı kendisine büyük bir borç bilmiştir.
Söz bu surete tahavvül edince Esma Can daha Kaplan'ın
sözlerini tamamıyla dinleyip bitirmeden arkasını döndü, köy
semtine doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Kızda olan şu hare­
ket Kaplan'm sözlerine cevab-ı red demek olduğunu Kaplan tak­

328
KAFKAS 177

dir eylemiş idiyse de/ o hâlde kızın arkasını bırakmak cevab-ı


reddi kabul demek olacağı cihetle bu manayı anlamış gibi dav­
ranmış ve köye doğru yürüyen Esma Çan'ın adımlarını çiğnerce-
sine arkasına düşmüştür.
Kaplan - Vakit geç olduğu için Guşamov'un hanesine vasıl
olmakta istical etmekte haklısın Esma Can. Fakat ben buraday­
ken vaktin gecikmesinden korkma. Kılına hata gelecek olan
yerde canımı feda ederim. Niçin bir cevapla beni memnun etmi­
yorsun? Neye bu kadar acele ile yürüyorsun? Yoksa seni taciz mi
ettim Esma Can? Ettim ise söyle.
Esma Can - (Başını arkasına çevirip) Estağfurullah! Fakat
beni kendi hâlime terk etmiş olsanız daha ziyade memnun olur­
dum.
Kaplan - Demek oluyor ki taciz ettim. Fakat rica ederim
Esma Can beni mazur gör. Şu hareketim sana taarruz değildir.
Senin kadar ahlâk-ı hamîde sahibi müstesna bir kıza hizmetimi
beğendirerek teveccühüne mazhar olur isem, pek büyük iftihar
edeceğim. Yunus'a verdiğin vaad-i sadakati bozdurmak için
benden hiçbir hareket görmeyeceksin. O hâlde zannederim ki
benden böyle kaçmaya da mecbur olmayacaksın.
Esma Can - Pek teşekkür ederim beyim. Lâkin bak işte köy
içine geldik. Guşamov'un seni benim arkama düşmüş görmesini is­
temem.
Kaplan - Acayip! Neden istemezsin? Neden korkuyorsun?
Neden utanıyorsun? Aramızda seni utandıracak bir hâl sebkat
etti mi?
Esma Can - Etmedi ama....
Kaplan - Öyle ise senin kendi kendine de emniyet ve iti­
madın yok demektir. Eğer senin kendinden şüphen olmasaydı,
böyle bir mütâlâada bulunmaya hacet kalmazdı.
Şu lâkırdıları bitirinceye kadar filhakika Guşamov'un
hanesine kadar geldiler. Eğer Kaplan Beye kalmış olsaydı mîr-i
mumaileyh hane içine kadar kız ile beraber girecekti. Bunu Esma
Can dahi anlamış olduğundan kapı Önünde durup "Beyim,
ayaklarını öpeyim. Artık buradan geriye dön. Beni hicabımdan
yere geçirme. Eğer filhakika beni memnun ve müteşekkir edecek
isen bu ricamı kabul et. Bundan sonra da arkama düşme.

329
178 KAFKAS

Memleketimiz emin olduğundan muhafazaya hiç ihtiyacım


yoktur. Senin himayen benim üzerimde olacak ise uzaktan uzağa
dahi beni himaye edebilirsin. Yalvarırım beyim! Ayaklarını
Öpeyim. Dön artık buradan geriye" diye rica etmiş ve bu ricanın
da reddi Kaplan Beyin işine gelmemiş olduğundan, mîr-i
mumaileyh kızın ricasını kabul etmeye mecburiyet görmüştür.
Kaplan - Ver öyle ise öpeyim elini. Zira senin elini öpmek
sana hizmetkâr olmak....
Esma Can - Estağfurullah efendim! Ben senin cariyenim.
Kaplan - Ama benden bir el öpmeyi de diriğ edersen sonra
dönmem. Evin içine kadar beraber girerim.
Esma Can - Al öyle ise....
Kaplan - (Manalı bir dıhk ile kızın elini öpmekten vazge­
çerek) Ya Esma Can, demek oluyor ki sen beni başından def için
elini öptürmeye müsaade gösteriyorsun öyle mi? Öyle ise öpmeye­
ceğim. Fakat sen de şunu hatırdan çıkarma ki, sana kendisini kul
olmak üzere arz eden Kaplan sana gerçekten kul olmaya lâyık
olmayacak kadar pespaye değildir. O şerefi ihraz edebilecek
meziyet-i zâtiyyeye de maliktir.
Esma Can - Aman beyim Allah aşkına darılma! Onu sana
can ü dilden takdim ediyorum.
Kaplan - Hayır efendim, hayır. Tamir kabul etmez bu mu­
ameleyi unutma dedim, unutma, işte bu kadar söylerim. Allah'a
ısmarladık fakat şunu da bil ki Kaplan'ın nazar-ı himayesi hiç­
bir vakitte senden ayrılmayacaktır.
Kaplan Beyin şu sözleri Esma Çan'a o kadar tesir eylemişti
ki içeriye girdiği zaman yüzüne dikkatle bakan Guşamov, kızın
çehresini bembeyaz bulmuş olduğundan istîzâh-ı keyfiyyete mü-
sâraat eylemişti:
Guşamov - Ne oldu sana Esma Can? Seni korkmuş gibi bir
hâlde görüyorum.
Esma Can - Evet Guşamov valide. Biraz korktum. Ne kadar
olsa kabristan değil mi?
Guşamov - Hayır. Bu kabristan korkusu değil. Ben demin­
cek pencereden baktığım zaman oralarda bir erkek gezindiğini
görmüştüm. Sakın o erkek seni korkutmuş olmasın.
Esma Can - (Bu defa mosmor morarıp) Yok Guşamov valide.

330
KAFKAS 179

Ben kimseyi görmedim,


Guşamov - Hayır. Çehren seni tekzip ediyor. Senin gibi
beyzade bir kız yalan söylemez. Doğru söyle bakayım.
Esma Can - {Teessüründen dudakları titreyerek) Evet. Bir
erkek vardı.
Guşamov - Kimdi? Sana bir şey söyledi mi?
Esma Can - Kaplan Bey idi. Okuduğum Kur'an'ı dinlemiş
de aferin dedi.
Guşamov - (Nazar-ı ehemmiyetini açarak) Kaplan Bey mi
dedin? İnanamam, başkası olmalıdır. Zira Kaplan Bey olsaydı
buraya da gelirdi.
Esma Can - (Pek büyük halecanla) Evet o idi. Buraya kadar
geldi. İçeriye de girecek idi ama ben rica ettim de girmedi. Döndü,
gitti.
Guşamov - Dönsün diye rica mı ettin? Aman a kız sen her
lâkırdın ile benim istiğrabımı arttırdıkça arttırıyorsun. Hiç
Kaplan Bey buraya kadar gelir de insan onu içeriye girmekten
men edebilir mi?
Esma Can - Korktum da onun için.
Guşamov - Korktun mu? Neden korktun?
Esma Can - Ben dünyasından el çekmiş bir kızım. Benim ar­
kama neden düşüyor? Elbette korkarım. Onu benimle beraber gö­
renler ne derler? Daha Yunus'un kefeni solmadan ....
Guşamov - İyi ama ona geriye dön demekten daha ziyade
korkmalıydın. Kaplan Beyin kim olduğunu bilmiyor musun?
Timurtaş Beyzade Kaplan Beyin?....
Esma Can - Evet biliyorum. Vakıa ondan da korktum
ama......
Guşamov - Doğrusunu ister İsen bunu yolsuz etmişsin.
Esma Can - Vakıa yolsuz ettiğime inanıyorum. Fakat bir iş­
tir oldu. Elbette tamirin çaresini buluruz.
Eğer o anda Guşamov'un aklına gelmiş,olup da dışarıya çı­
karak Kaplan Beyi aramış olsaydı beyi kapının Önündü bularak
filhakika tamirin çaresini de bulabilirlerdi. Zira Kaplan Bey
Esma Çan'dan ayrılır gibi bir hareket gösterdikten sonra yine
derhâl kapıya kadar gelmiş ve kızın Guşamov'a ne diyeceğini

331
180 KAFKAS

dinlemek için kulak vererek söylenen sözlerin de kâffesini dinle­


mişti.
O aralık zaten yemek vakti gecikmiş bile olduğundan, sözü
daha ziyade uzatmayarak kız ile beraber sofraya oturdular.
Taamda yalnız şehit Yunus'un mahamidi ile bir de Canberd
Beyin vak'a-i dil-sûz-ı şehadet akşamı göstermiş olduğu
mürüvvet-i merdâneden söz açıp, ba'de't-taam yatağa girdikleri
zaman ise Guşamov zaten zihninde büyütmekte olduğu Kaplan
Bey vak'asını tekrarladı. Dedi ki:
Guşamov - Ben Kaplan Beyin mezarlıkta seni bulmasına
hiçbir mana veremiyorum Esma Can. Bey oraya mutlaka senin
İçin gelmiş olacaktır. Söylediğin sözlerde yalanı asla kabul et­
meyeceksin değil mi?
Esma Can - Evet kendisi de Öyle söyledi. Beni himaye için
gelmiş.
Guşamov - Seni himayeyi neden kendisine vazife edinmiş?
Esma Can - İşte ben de buna şaşıyorum ya? Korkum da onun
için değil mi idi?
Guşamov - Öyle ama aranızda bir geçmiş, bir söylenmiş ol­
masa, bey hiç bu cesareti bulamazdı. İnkâr etmeyeceksin diyorum.
Çünkü Kaplan Bey başka adamlara benzemez. İhtimal ki kendi
üzerine bir belâ sıçratırsın.
Esma Can - Vallahi aramızda ne bir söz geçmiştir, ne de bir
muamele peyda olmuştur. Hemen diyebilirim ki çocukluğumuz
zamanından sonra Kaplan Beyin bana tevcîh-i hitab etmesi ilk
defa olarak bu akşam vaki olmuştur.
Guşamov - Sana ne dedi? Muhabbet ibraz eyledi mi?
Esma Can - Bir erkek muhabbetini kazanmak istediği kıza
ne diyebilir İse hepsini dedi. Benim kulum olacakmış. Kurbanım
olacakmış.
Guşamov - (Bir hayli teemmülden sonra) Bir kızı ilk defa
olarak rast getiren erkek mümkün değil bu kadar serbestlik göste­
remez. Elbette aranızda beye bu cür'eti verecek bazı hâller geç­
miştir, ama söylemiyorsun.
Esma Can - Şehidin ruhuna yemin ederim kİ bu işte sana
söylemeyecek gibi hiçbir şey yoktur.
Guşamov - Öyle ise bu iş şaşılacak işlerdendir. Sana nasi­

332
KAFKAS 181

hat ederim ki Kaplan Beye karşı ehemmiyetsiz davranma.


Hatta gösterdiği muhabbeti kabul edebilecek olsan yine gayet
ehemmiyetle hareket et. Zira ilk aşkında bu kadar cür'etli bulu­
nan erkeğin muhabbeti pek tehlikeli bir muhabbet sayılır.
Kaplan Beyin Esma Çan'ı mezara kadar takip etmiş ol­
ması, kıza kendisinin dahi itiraf eylediği veçhile filvaki mahza
arz-ı hizmetle kendisini kul etmek için idi. Hatta şu ilk mülâka-
tında arz-ı mâ-fi'z-zamîr yollu kıza söylediği sözler Guşamov'un
dahi mütalâası veçhile böyle ilk mülakatında söylenebilecek söz
derecesini aşmış olduğu hâlde, iştiyakının ziyadeliğiyle beraber
Rusya içinde ve karılar mecâlisinde derece-i serbestısini sair
Abazalardan daha bâlâya çıkarmış olması kendisine bu cür'etİ
vermiştir.
Yakın vakte kadar Kaplan Bey Rusya taraflarında bulun­
duğu cihetle Esma Can hakkındaki muhabbeti o kadar eski bir
şey değil idiyse de, bir hayli zaman sadıkane konuşmuş olduğu
âşıkâne bu'd-ı vefata kendi âhir ömrüne kadar dahi sadık kala­
cağı vaadini vermiş olması ve bu vaadin ilk icabından olmak
üzere altı ay kapıdan dışarıya çıkmamış bulunması, Kaplan
Beyin nazar-ı ehemmiyetine çarpmış ve Esma Çan'ın vefret-i
hüsn ü ânı ise bir anda celb-i kulübe kifayet edecek derecelerde
bulunmuş olduğundan, işte bu ahval Kaplan Beyin Esma Can hak­
kında peyda olan ilk muhabbetini en kuvvetli muhabbetlerden
olmak üzere hâsıl eylemiştir.
Eğer Esma Can Yunus'un kabri ziyaretine daha evvel azi­
met etmiş olsaydı Kaplan Beyin dahi kıza daha evvel keşf-i mâ-
fi'z-zamîr edeceği derkâr idi. Hatta kız ile bir dereceye kadar
küçüklüğünden beri muârefesi olduğu cihetle taziye ve tesliyeti
bahane edinerek ve hanesine kadar gidip bir münasebet düşürerek
beyân-ı hâl etmek istemişti. Ancak tab'ı ne kadar serbest olsa bu
suretin bütün bütün garip görüneceğini düşünemeyecek kadar da
mülâhazasız bulunmadığı için, bundan sarf-ı nazar eylemiş ve ar­
tık kız hangi gün hanesinden çıkar ve ne tarafa gider ise kendi­
sine haber vermeleri için adamlar naspederek vukuata muntazır
kalmıştır.
Eğer Kaplan Bey Rus medeniyeti ile serbestî-i muâmelâtını
biraz tevsî etmeyerek an-asl perveriş bulduğu Kafkas terbiye­
sinde kalmış olsaydı, aylarca ettiği intizar ve kız ile ilk mülâ-

333
182 KAFKAS

katında aldığı cevab-ı red üzerine ümidini keserek teklifât-ı va­


kıasını bir daha tekrara muvaffak olamaması lâzım gelirdi.
Ancak mîr-i mumaileyhin serbestî-i efkârdan neşet eyleyen cür-
'et-i mahsusasını Esma Çan'ın gösterdiği ret muamelesini bir türlü
yenememiş ve mîr-i mumaileyh o vak'adan sonra dahi vukuât-ı
saireye muntazır kalmıştır.
Kaplan Bey asıl Kafkas terbiyesinde kalmış olsaydı kızın
reddi üzerine bir daha muvaffak olamazdı dedik. Fakat asıl
Kafkas terbiyesinde olsaydı bu muâmele-i reddi görmezdi ki.
Çünkü o hâlde kıza ilk hamlede bu kadar ileriye varamazdı.
Kafkas'ta cari olan kanun ve kavaid-i muâşakaya bir dereceye
kadar vukuf peyda eylediğiniz cihetle ihtara hacet kalmaksızın
anlarsınız ki, o gün Kaplan Bey mukaddime-i teşebbüsatını yal­
nız kendisini kıza göstererek ondan başka hiçbir teklifte bulun­
mamak ve tâ Guşamov'un hanesine geldiği zaman yalnız iki çift
lâkırdı ile oraya gelişi mahza kendisi için olduğunu anlatmak
kâfi idi. Kaplan Bey on beşinci, yirminci müiâkatında arzına ce­
saret alınamamak lâzım gelen bir şeyi daha ilk mülâkatta arz
eylemiş ve bundan dolayı cevab-ı red almıştı.

Altıncı Bap
Yunus'un kabri ziyareti meselesinden sonra Esma Can bir ay
kadar zaman daha kendisini kendi hanesi içine ihtiyarıyla hap­
sederek kapıdan dışarıya çıkmamış İdiyse de, bu defaki uzlet
yalnız Yunus'a olan sadakatinden neşet etme bir şey olmayıp, en
çoğu Kaplan Beyin tasallutundan emin olamadığı için çıkma­
mıştı. Şu hâl Kaplan Bey indinde pek büyük bir ehemmiyetten
hâlî kalmadı. Her akşam, her sabah gözcü olarak koyduğu
adamlar Esma Çan'ın pencere önüne bile çıkmadığı haberlerini
getirdikçe Kaplan hiddetini arttırıp kendi kendisine "Acayip!
Bu kız dünyadan el çekecek değil a?" diye yerinden kalkar
davranır hemen doğruca Esma Çan'ın hanesine gidip söylemek
istediği sözleri söylemeye cesaretlenir idiyse de, bu hâl kıza
âdeta cebr demek olup o ise asla caiz olmayacağını der-hâtır
edince yalnız bir şiddetli göğüs geçirmekle iktifa ederek "Bugün
çıkmaz ise yarın çıkar ya" diye müteselli olurdu. Hâlbuki
hanesinde kendisini cebr etmeye hak göremediği bir kıza
dışarıda rast getirdiği zaman ne hakla arzuhal edebileceğini

334
KAFKAS 183

mülâhazada bile bulunmaması istiğrâb edilecek ahvaldendir.


Günlerden bir gün memur olan gözcüler Esma Çan'ın hane­
sinde hayvanlar hazırlandığı ve bir tarafa gidilmek tedariki
olduğu haberini getirdiler. Artık genç âşık bu haberi husûl-ı mat-
lab-ı beşâreti kadar mühim olmak üzere telâkki ederek kendi
hayvanının dahi hazır olması ve her ne zaman ister ise o anda
binebilmesi tembihatıyla kalktı bizzat Esma Çan'ın hanesi sem­
tine giderek uzaktan uzağa gezinmek suretiyle harekât-ı vâkıayı
gözlemeye başladı.
Vakıa biraz sonra Esma Can hanesinden çıkıp hayvana
bindiyse de çi-fâide ki biraderi Canberd Bey dahi beraber oldu­
ğunda^ şu hâlde kızın yanına yaklaşabilmek imkânının fıkdanı
bîçare Kaplan Beyi son dereceye kadar hiddete götürmüştür. "Ben
koca bir Timurtaş Beyzade Kaplan olayım da, bir Esma Çan'a me­
ramımı anlatıp kendisini İrza edemeyeyim. Bu tahammül oluna­
bilecek bir musibet midir?" diye ulüvv-i cenâbı pek fena tahkir
edilmişçesine bir hisle nefsini levm etmeye kadar varmıştır.
İşte zihince böyle ziyadece bir perişanlık içinde iken bir
gün validesi Şirinşah kendisini kendi dairesine çağırıp bazı hu-
susât-ı beytiyyeye dair oğluyla söz söyleşirdi. Derken oturduk­
ları odanın kapısı açılarak Esma Can içeriye girmesin mi?
Kaplan Bey bu hâli görünce gökte aradığını yerde bulmuş
kadar sevindi ve öteden beri kıza söylemek için zihninde tedarik
etmekte bulunduğu sözleri hemen söylemeye davrandı ise de, der­
hâl yine aklını başına alarak validesi yanında ve misafir hâ­
linde bulunan bir kıza borçlu olduğu riayeti nazarıdikkat ve
ehemmiyete aldı. Kendisinin terbiyesine, nezaketine diyecek ol­
madığı malûmdur. Binaenaleyh validesi yanında Esma Çan'a o
kadar nazikâne muamelede bulundu ki, bunun bu derecesini
Kafkas'ta hiçbir erkekte görmemiş oldukları gibi, Şirinşah oğlu­
nun dahi her kıza o surette muâmele-i cemilesini görmemiş bulun­
duğundan validesi de, Esma Can da Kaplan'ın pek büyük bir ter­
biye semeresi olmak lâzım gelen harekatına şaştılar kaldılar.
Esma Çan'a hiçbir hitabı kızın necâbetini, asilzadeliğini ihtar
etmeden geçmezdi. Nefsine ait söylediği sözlerde dahi edna bir
fırsat buldukça kendisi gibi adamların bu kadar âlicenap ve asil­
zade kızlara kul olması mucib-i şeref olacağını hemen dermiyan
etmekte dakika fevt eylemezdi. Yarım saatten ziyade kızı taltif

335
184 KAFKAS

eyledikten sonra artık validesiyle yalnız kalması için kendisi


kalktı. Selâmlık makamında olan dairesine çekilip güya mütâ-
Jâa-i kitab ile meşgul oldu.
Ama hakikatte Kaplan Beyin mütâlâa değil Esma Çan'a o
gün gösterdiği riayet-i mahsûsadan ne yolda istifade edeceğini
mülâhaza ile vakit geçirmekte olduğuna inanmalıdır. Bu mu-
âmele-i fevkalâdeyi mahza ileride bundan istifade için sûret-i
mahsûsada göstermiş olduğundan, bir hayli düşünüp taşındıktan
sonra "Artık validemin yanında görüşüp hürmet ve riayeti husu­
sunda kusur etmemiş olduğum bir kızı hanesindeyken dahi ziya­
rete muktedir olurum. Madem ki ben validemin yamndayken onun
bize gelebilmeye salâhiyeti ve hakkı vardır ve gelmiştir. O
hâlde benim de onun hanesine serbestçe gidebilmekliğim müm­
kündür" diye işe zihninden kat'iyyen karar verip, fakat bunun
için bir iki gün vakit geçirmeye lüzum gördü.
Müddetü'l-ömr Kaplan Beye en uzun gelen günlerin bu gün­
ler olacağını mülâhaza etmelidir. Kızı kendi hanesinde göreceği
gün söylemek üzere zihninde o kadar güzel lâkırdılar ve zarafet­
ler hazırlardı ki, bu uğurda gece uykularım feda ederdi. Nihayet
tesadüfât-ı cemileden olmak üzere bir cuma gününe müsadif olan
yevm-i muayyen hulûl etmekle artık kendisine istediği gibi bir
çeki düzen vererek kalktı, Canberd Beyin hanesine gitti.
Lâkin Canberd Beyin hanesine gidiş Canberd Beyi görmek,
ziyaret etmek için olmayacağı derkârdır. Hatta Canberd Beyin o
gün hanesinde bulunmadığı ve birkaç adamlar ile ava gitmiş ol­
duğu dahi Kaplan'ın malûmu idi. Bu tesadüf kendisini bir kat
daha memnun eylediği hâlde, Esma Çan'ın o gün hanesinde tek
başına yalnız bulunmaması ve dört kadar komşu kızlarıyla bera­
ber olması eğerçi bir dereceye kadar beyin canını sıktı ise de, bu
kadarcık bir müsaadeden dahi istifade mümkün olacağı mütâlâ­
ası genç beye teselli verebildi.
Esma Çan'ın Kaplan Beyi kendi hanesinde gördüğü zaman
hâl ü tavrında müşahede olunan tagayyür pek ziyade câlib-i
nazarıdikkat idi. Genç ve terbiyeli bey olanca zarafetiyle selâm
vererek yanlarına girdikte, kız vakıa oturduğu yerden sanki ya­
pılı bir vücut imiş gibi asla eğilmeksizin, bükülmeksizin bir vaz'-
ı amûdî ile derhâl kıyam eylediyse de, şu hâl-i nâgehânîden do­
layı kendisine arız olan şaşkınlık münasebetiyle bir türlü redd-i

336
KAFKAS 185

selâma muktedir olamadı. Çehresini o kadar lâtif bir pembelik


istilâ eylemişti ki âlemde pembe denilen rengin bu derece letafeti
bir şeyde görülemez. Zira renge gelen letafet zemini demek olan
vechin halâvet-i asliyye ve tabiiyyesiyle bir ter olduğundan,
renkteki güzelliği yine o güzel yüzde görmek lâzım gelir. Ya sa-
dematı haricen ve zahiren dahi hissedilebilecek derecede olan
halecân-ı kalbe ne diyelim? Hatta kalbindeki halecan bir büyük
veca' vü ızdırâb verecek derecede olduğundan elini sadrına koyup
kalbi üzerini sımsıkı bastırmaya mecbur oldu.
Hele tavrında o kadar bedihî ve aşikâr bir alâmet-i nâ-
hoşnudî ki var idi görseydiniz "Buraya ne geldin? Ne istiyorsun?
Benim seninle hiçbir işim yoktur. Buyurunuz dışarıya!" diye he­
men Kaplan Beyi kovacak zannederdiniz.
Yanında bulunan kızlar bile Esma Çan'ın bu tagayyür-i ah­
valine dikkat ederek şaşkın şaşkın birbirinin yüzlerine bakış­
maya başladılar. Kaplan Bey ise kendi vürudu elbette kızda
böyle bir tesir hâsıl edeceğini evvelce hesap eylemiş bulunduğun­
dan, asla fütur ve telâş gösterm eyerek "M aşallah
memleketimizin ne kadar asilzade hanımları var ise buraya
toplanmışlar. Cümlesine birden ubudiyetimi arz edeceğimden
dolayı ne kadar sevinmekte olduğumu tarif edemem"
mukaddematıyla her birini ayrı ayrı taltife müsaraat eyledi ve
misafir bulunan kızlar dahi mîr-i mumaileyhe hüsn-i
mukabelede kusur etmediler ise de Esma Can "Memnun oldum ....
Teşekkür ederim ...."den ibaret bulunan iki çift cevabını dahi
beher kelimeyi üçe, dörde bölerek söyleyebilmiştir.
Kaplan Bey Esma Can'm bu derece teessürü üzerine hiçbir
fütur getirmedikten başka bu hâle derunî olarak memnun dahi
olsa becadır. Zira teessürât-ı mezkûre yalnız kendisinden cidden
teneffiire delâlet edemeyip ekser aşk mukaddimelerinde âşıkını
sevecek olan kızlarda dahi böyle zahirde teneffür ve istikrâha
delâlet edecek zannolunan hâlier görülür. Ancak Kaplan Bey
Rusya'da ve aglebiyetle Rus kızları ve karıları içinde büyümüş
ve onların tavırlarında daima hüsn-i kabul emareleri görmüş ol­
duğundan, muaşakanın bu ince perdesini bilmez ve binaenaleyh
kendisi yalnız fütursuzluktan ibaret bulunan hâl ü vaz'ını değiş­
tiremezdi.
Kızlar içinde bulunan bir delikanlı neden bahseder?

337
186 KAFKAS

Vakıa birçok memleketler vardır ki bu hâlde o delikanlı


kızların hüsnünden, cemalinden sevimli olmalarından filânından
bahsedebilir. Ancak Kafkasya'da bu bahislere mahal yoktur.
Binaenaleyh Kaplan kızların ellerindeki sırma şerit ve dikiş
gibi işleri medâr-ı suhan ittihaz eyleyerek ve fakat her hâlde
serbestî-i mizacının yardımıyla lâkırdıyı bir dereceye kadar ta­
biî olan mecrasından da çıkararak "Elbette böyle güzel ellerin do­
kunduğu şeritlerde güzel olur ve bu şeritlerin parlaklığı yalnız
sırmanın parlaklığından ibaret değildir. Sırmadan nazik olan
parmakların pertevi bunlara dahi intikal eylemiştir" tarzına
dökerek, kızlardan her birini ayrı ayrı senalar ile memnun
eyledi. Bu yoldaki senaların en kuvvetlisi ve en hükümlüsü Esma
Can hakkında söylediği şeyler olacağı kayıt ve izaha muhtaç
değildir ya?
Bir buçuk, iki saat kadar bu suretle zaman geçirdi. Söze re­
vaç geldikten sonra Esma Çan'ın dahi evvelki teessürleri bir de­
receye kadar itidal kesp eylemiş idiyse de, en neşeli göründüğü
zamanlar dahi Kaplan Beyi memnun edemeyip binaenaleyh
mezbureleri veda ile gideceği zaman "Sizi mutlaka rahatsız
etmişimdir. Fakat her ne kadar rahatsız eyledim ise de atfınızı
rica ederim. Ben ise sohbetinizle pek münbasit ve mütelezziz
olduğumdan, size sûret-i mahsusada teşekkürler ederim. Hele
Esma Çan'ın hâl ve tavrı bu yoldaki lâubalîliklerden
hoşlanm ayacağını işrap eylediğinden, bundan dolayı
mahcubiyetimi ketm edemem" diye zımnen Esma Çan'ın hâlini
kendisine ihtar eyledi. Ümit olunurdu ki Esma Can bu söz üzerine
birkaç estağfurullah ile beye teminat versin. Öyle değil mi?
Heyhat! Bey geldiği zaman hâsıl olan teessürü gideceği zaman
dahi hem de ma-ziyadetin kendisini istilâ eylemiş olduğundan,
ağzını açıp da harf-i vahid bile söylemedi. Yalnız bir nazikâne
kıyam ile iktifa ederek, hatta diğer kızlar birkaç adım yürüyüp
beyi teşyî eylemiş oldukları hâl, Esma Can yerinden bile
kımıldanmadı.
Beyin oradan ne hâl ile çıkmış olduğu malûmdur. O gitttik-
ten sonra kızlar miyanında Kaplan'a dair söz açılıp evvelâ birisi
"Şimdiye kadar Kaplan Beyi burada hiç görmemiştik. Seni ziya­
rete yeni başlamış demek" tarzında bir sual ile Esma Çan'dan
"Evet, fakat şimdiye kadar beni nasıl ziyaret edebilirdi ki, ben

338
KAFKAS 187

yasta idim. Ondan evvel ise Yunus merhumun elbette hatırını


sayar gelmezdi. Daha evvelisi de Rusya taraflarında bulunurdu"
cevabını aldıktan sonra diğer bir kız: "Bari şimdi ziyarete
başlamasından hoşnut musun?" Ve bir üçüncüsü dahi: "Bakılsa
hoşnut olmamalıdır. Zira Kaplan Beye öyle bir tavırla muamele
eyledi ki, hemen hemen beyin burayı teşrifinden memnun
olmadığını âdeta açıktan açığa yüzüne vurdu" demesi üzerine
Esma Can, a "Hayır, Öyle değil. Vakıa ben Yunus merhumu
istikbal eylediğim tavr-ı memnûniyyetle şimdiye kadar hiçbir
erkeği istikbal etmemiş olduğum gibi, bundan sonra dahi bir
kimseyi istikbal edebileceğimi ümit eyleyemem. Ancak Kaplan
Bey gibi bir büyük beyin burayı teşrifi elbette benim için pek
büyük bir şeref olur. Elbette beni pek ziyade memnun eyler" demiş
ve refikalarından birisi, "Öyle ise o kadar iç sıkıntısı ile
neşesizliğin neden idi?" istizâhını arzetmesi üzerine dahi Esma
Can "Vallahi neden olduğunu bilemem. Bakılsa ne mahzun idim,
ne memnun. Âdeta hasta gibi bir şey oldum. Eğer ağzımı açıp da
iki lâkırdı ziyade söyler isem, pek büyük bir kabahat etmiş
olacağım gibi bir itikatta bulunuyordum" yollu izahat vermişti.
Kızın hâl ü mevkiini burada kendi tarafımızdan tayine
iktidarımız yoktur. Zira şu aralık Esma Can öyle bir inkılâp
içinde bulunmaktadır ki, evvelki ye's hâlinde tamamıyla dahil
olmadığı gibi henüz ondan kemaliyle çıkıp bir neşeli hâle dahi
girmemiştir. Böyle ikisi arasında bir hâl-i fevkalâdede bulunan­
ların ise filhakika kendi hâllerinden kendilerinin dahi haber­
dar olmayacakları bir perişanlık içinde bulunacakları derkârdır.
Kaplan Bey o gün hanesine avdet eyledikte ahval-i âşıkâ-
nesini gözü önüne alarak düşünmeye başladı. Evvelâ Esma Çan'ın
hüsn ü cazibesi üzerine bir hayli müddet it'âb-ı fikr eyledi. Zira
kendisi Esma Çan'ı her ne kadar görmüş, tanımış pek de beğenmiş
ve böyle çıldırasıya sevmiş idiyse de, ekseriya az çok bir mesafe­
den görülen çehrelerin mahiyet-i hakikiyyesi takdir olunamaya-
rak tamam yakından bakıldığı surette, ya uzaklığındaki letafet­
ten ziyade bir letafet veyahut onu taklîl edecek bir suret mü­
şahede olunacağı mücerreb bulunduğundan ve Esma Can ise en ya­
kından temâşa-yı cemali gözlere en ziyade çarpan güzellerden bu­
lunduğundan, o günkü mülâkat üzerine bîçare çocuğun hevesi beş on
misli artmış ve artık bu hevesi uğrunda her şeyi göze aldırtacak

339
188 KAFKAS

dereceyi bulmuştur. İşte bu heves-i tamla matlûba vüsulun çare­


sini taharri etmeye başladıkta evvel emirde Esma Çan'a gayet
acıklı bir mektup yazmayı ve onda kendi nazar-ı merhametini
celp için her ne söylemek lâzım gelir ise söylemeyi kurdu ise de,
Abaza lisanının hurufu olmaması ve Arabî hurufla yazabilmek
için dahi Kaplan Beyin kendisinde iktidar görememesi derhâl bu
yolu kapadı. "Aman ya Rab! Bir lisana malikiz ki harfi yok.
Başka bir lisanın harfiyle yazmak için de imlâya gelmez. Artık
buna insanlık mı derim? Medeniyet mi derim?" diye Abaza mille­
tinden doğduğuna pişman olacağı geldi. Rusça ve Arapça vesair
lisanda dahi kıza mektup yazmak ihtimalin haricinde bulun­
makla tamam ye's-i küllî elinde mağlup olacak iken, bir de uşağı
mahut Saatgiray içeriye girince sanki her ümidi merkum birlikte
getirmiş gibi kendisini hüsn-i telâkki eyledi.
Kaplan - Gel Saatgiray, gel. Senden bir iş isteyeceğim.
Ama icrasından mutlaka geri kalmayacaksın. Anladın mı?
Saatgiray - Efendim hangi emrinizin icrasından geri kala­
bilirim ki.
Kaplan - Yok yok! Sana tevdî edeceğim sır öyle bir sırdır
ki, âlemde insan bunu kardeşine bile tevdî edemez.
Saatgiray - O hâlde siz efendimize nasıl teşekkür edece­
ğimi bilemem. Emriniz fedâ-yı can derecesinde bir şey bile olsa
maatteşekkür kurban olurum. Zira sizin gibi bir velinimet beni
kardeşinden daha yakın mahrem-i esrâr eder ise ....
Kaplan - Teşekkür ederim Saatgiray. Fakat öyle tehlikeli
işlerden değildir.
Diye Esma Çan'a olan muhabbetini zemin ve zamana mu­
vafık bir suretle herife anlattıktan sonra, kendi tarafından kıza
bazı haberler göndermek ve bu haberleri dahi ancak kendisine
tevdî eylemek kararında bulunduğunu beyan eyledi.
Vakıa bu vesateti icra eylemek Saatgiray için güç değildi.
Ancak merkum "Efendim bir kız yine kendisi gibi bir kızdan,
karıdan emin olabilir. Benim gibi koskocaman bir adamdan emin
olamaz. Binaenaleyh bu haberleri ben götürsem bir şey hâsıl
olmak şöyle dursun, hâsıl olacağı olsa dahi bütün bütün
mümteniüT-husûl olur. Mahaza emreder iseniz gideyim" yollu
beyân-ı mütâlâaya başladıkta hakikaten Kaplan'ın dahi buna

340
KAFKAS 189

aklı ererek "Vakıa öyle. Hakkın var Saatgiray. Eğer Esma Can
bir Rus kızı olsaydı bu mümkün olurdu. Ancak bir Kafkaslı kızın
senin gibi bir erkek vasıta-i lisanından âşıkâne haberleri ahz ü
kabul edebilmesi mümkün değildir. Ah işte Kafkas kızlarının bu
müşkülâtı var" diye fikrini değiştirmeye mecbur oldu.
Ancak fikrince olan bu tebeddülün bir tebeddül-i küllî ol­
mayacağı bedihîdir. Gayeti Esma Çan'a göndermek için
Saatgiray'ın yerine bir kadın aramaya lüzum gördü. Ve onu çok
zaman aramaksızın bulabildi.
Bulduğu kadın Seher isminde bir kız idi ki küçükten beri
validesi Şirinşah'ın yanında büyümüş ve aralıkta Kaplan Bey
ile şakalar dahi ederek binaenaleyh bey ile bir dereceye kadar
yüz göz dahi olmuştu. "Bunu söylesem söylesem Seher'e
söyleyebilirim. Ondan başka bu sözü söyleyebileceğim hiçbir karı
yoktur" dedi. Hemen hareme koşup Seher'i bir kenara çağırdı.
Kaplan - Canım Seher! Kuzum Seher! Sana bir ricam var
ama kabul edeceğine dair söz vermezsen söyleyemem.
Seher - Tuhaf şey! Evvelâ ricanız ne olduğunu, ne olacağını
anlamaz isem, kabul için nasıl söz verebilirim?
Kaplan - Sence hiçbir şey yok. Seni bir komşuya kadar gön­
derip yalnız birkaç söz söyleteceğim?
Seher - Ey bu o kadar büyük bir şey midir sanki?
Kaplan - Ama nereye göndereceğimi bilir misin? Canberd
Beyin hanesine Esma Çan'ın yanma göndereceğim.
Seher - (Biraz rengi atarak) O da bir şey değil. Demek olu­
yor ki Esma Çan'dan bir ricanız var. Ya bir sırma gaytan dokuta­
caksınız, ya şerit, ya başka bir şey!
Kaplan - Yok! Gaytan, şerit filân değil. Bak sana derdimi
söyleyemem. Sen benim hemşirem gibisin. Hemşirem olsan söyle­
yemem ya. Fakat sen hemşiremden daha başka daha ileride ol­
duğun için sana söylemekten çekinmem! Ah Seher! Ben Esma
Çan'ı pek beğeniyorum. Dünyada benim için dahi bir karı almak
müyesser olacak ise, alacağım karı Esma Can olsun diyorum.
Seher - (Daha fena surette bozularak) Sizin için her kim
münasip ise Allah onu versin diye dua ederiz. Lâkin sizin böyle
bir emeliniz var ise ben ona ne yapabilirim? O sizin yapacağınız
bir iş. Esma Çan'a siz gidiniz ....

341
190 KAFKAS

Kaplan - Dinlemiyorsun arkadaş. Ben Esma Çan'a gittim.


Arzuhal ettim. Fakat o Yunus mu idi, ne idi? Hâlâ onun ye'sinden
vakit yok ki. Şimdi sen beni dinle. Sen Esma Çan'a gidersin.
Benim hakkımdaki efkârı ne olduğunu yine benim tarafımdan so­
rarsın. Düzce kestirme bir cevap versin. Beni sevecek mi, sevme­
yecek mi söylesin. Bilirsin ya ben öyle başka Kafkaslılara ben­
zemem. Ben serbest bir memlekette büyümüşüm. Rusya'nın mede-
niyetli terbiyesini almışım. Bir kız tarafından hakaret görmeye
tahammül edemem. Öyle oynak muamelede bulunmak hakaret­
tir. Sevecek ise serbestçe söylesin. Sevmeyecek ise yine söylesin...
Ne o? Ne taaccüp ediyorsun? İşte fikrim bundan ibarettir.
Seher - Vakıa taaccüp ediyorum. Kafkas için de kimsenin
yapmadığı bir işi siz yapmak istiyorsunuz da onun için.
Kaplan - Ben kimseyi filânı da tanımam. Şimdi sen gidip
bunu Esma Çan'a söyleyecek misin?
Seher'in Kaplan Beyi dinlerken tavrında görülen tagay-
yüre dikkat etmiş olsa idiniz, bu kızın yüreğinde bin hissiyât-ı
gûn-a-gûn meşhun olduğunu derhâl anlardınız. Zaten her karı
kendisini en büyük erkeklere bile lâyık gördüğünden, kendisine
böyle bir teklifte bulunan karının ve kızın bu teklifi kendisine bir
hakaret-i azîme olmak üzere kabul etmemesi muhaldir. Eğer
böyle Seher gibi Kaplan ile beraber büyüyerek birçok şakaları
dahi mesbûk olur ve bir dereceye kadar yüreğinde ümitler dahi
peyda olmuş bulunur ise o kızın verilen emirden daha ziyade tees­
sür etmesi hükm-i zarurî sırasına geçer.
Evet! Biz haber verelim ki Seher'in yüreğinde böyle birta­
kım hisler vardı. Ama Kaplan ile küfüvv olmadığı ve gayeti o
hanedanın esiri gibi bir şey olmak üzere bir beslemesi bulunduğu
hâlde bu emele düşememeliymiş! Vakıa düşememelidir. Lâkin
karılığın cümle-i hasâisinden olan hodbinlik bu mütâlâaya ma­
hal bırakır mı? Bahusus karılar bu yoldaki hodbinliklerinde
mazur da görülür. Zira araya aşk ve muhabbet girince başka
küfüvviyyet taharrisine hacet bırakmayarak bilâkis bir
hükümdarı bir kızcağıza yalvartır. Kuzu gibi meletir bile!
Öyle ise demek oluyor ki Kaplan Bey husûl-ı emel için bir
dosta müracaat etmiş olmadı. Bilâkis işi bütün bütün duçâr-ı
ukde-i işkâl etmek için bir rakibe, bir düşmana müracaat eyledi.
Ona hiç şüphe etmeyiniz. Seher her ne kadar zahir hâ­

342
KAFKAS 191

linde Kaplan Beye hiçbir ser-rişte-i iştibâh vermeyerek "Baş üs­


tüne efendim. Ben giderim elden gelen gayreti ederim. Lâkin bu
yol ile husûl-ı emel mümkün olamayacağını size şimdiden temin
edeyim" dedi. Ve bir aralık ol suretle Esma Çan'ın yamna gitti.
Aman Allah'ı severseniz ne haber götürdü?
Götüreceği habere sizin kadar Kaplan Bey dahi kemal-i
isti'câl İle muntazırdı. Ancak daha haber gelmeden hükmedece­
ğiniz veçhile kızın getirdiği haber bir münasip haber değildi.
Dedi ki "Adam siz de a beyim! Buldunuz buldunuz da öyle bir ki­
birli/azametli kızı mı buldunuz? Esma Can hanım öyle Moskof
terbiyesi görmüş olan bir adama varamazmış. İşte verdiği cevap
bundan ibarettir."
Esma Çan'ın filhakika böyle bir cevap vermiş olmasına
inanır mısınız? Bu cevap bir cevâb-ı bî-edebânedir ki bunu
Kafkas'ta hiçbir kız veremeyeceği gibi Esma Can kadar cibillî ve
tabîî nazik olan bir kız hiç veremez. Doğrusunu isterseniz Esma
can ile Seher arasında Kaplan Beye dair hiçbir söz olmamıştı.
Seher bir söz açmamıştı ki olsun. Bunun her harfini Seher ihtirâ
edip o da mahza Kaplan'ı cihandan kıskandıracak olan bir hiss-
i hasûdâne tarafından imlâ edilmişti.
Kaplan Bey Seher'de n bu haberi alınca bir kere kaşlarım
çattı. Deryâ-yı gazabın tâ ka'rına kadar daldı, çıktı. Artık
Seher'deki memnuniyete nihayet olamazdı. Hele Kaplan'dan
"Ben de ben isem bak görürsün Seher ben o mütekebbir kıza ne
yaparım" sözünü aldığı zaman âdeta bir adû-yı candan intikam
ahz edeceği vaadini almış kadar memnun oldu.

Yedinci Bap

Kaplan o mütekebbir kıza ne yapmayı kurmuş idi?


Bey bu sözü söylediği vakit henüz Esma Çan'a yapacağım
zihninden bile geçirmemiş ti. Onu badema düşündü. Hem de öyle
bir gün, beş gün düşünmekle aradığı sureti bulamadı. Bu taharride
haftalar geçirdi. Zihnine neler geldi, neler geldi ki, insan
istiğrâb eder. Hatta bir aralık Esma Çan'ı vurup Öldürmeye
kadar zihni varmıştı.
Bu sureti muhal addetmemelidir. Aşkında bu suretle bed­

343
192 KAFKAS

baht çıkanların ye'si bir dereceye varır ki evvelce gül İle dokun­
maya kıyamadığı mahbubesini, insan bir hançer-i gadr ile sine­
sini delip öldürmeyi göze aldırır. Biz bu muhakemeyi sair birkaç
hikâyelerimizde dahi dermiyan etmiştik. Burada tekrarını
fazla addederiz.
Nihayetü'l-emr bir gece Kaplan Beyin zihnine gelen son
tedbir gayet muvafık görünmekle "dûr ü dırâz mütalâatta bulunur
isem şayet bunun da mahzurlarını bulurum. Hâlbuki artık ta­
hammül de kalmadı. Bari bunu hemen icra edeyim" diye yatağın­
dan kalktı. Alelacele giyinip dışarıya çıktı.
Nereye gidiyor? Korkarız Esma Çan'ın hanesine gidecek­
tir.
Evet. Hem de dosdoğru oraya. Gece ise bir karanlık İdi, bir
karanlık idi ki, göz gözü görmezdi. Bastığı yeri görmeye görmeye
nasılsa Esma Çan'ın hanesine kadar vardı. Avluya girdi.
Canberd Beyin hanesi teferruât-ı sâiresinden kat'-ı nazar
salon gibi bir surette olan bir medhalin iki tarafında birer odadan
İbaret şey olup, bunun birisinde Esma Can ve diğerinde Canberd
Bey yatar ve köleleri ve cariyeleri İse diğer ebniyede beytutet
ederlerdi.
Kaplan Esma Çan'ın yattığı odayı bildiğinden, doğruca
onun penceresi altına vardı. Düşünmeye başladı. Elbette düşün­
meye mecburdur. Zira içeriye dahi girmek emel-i mahsûsu olup,
böyle arslan gibi kardeşi yanı başında yatan bir kızın yanına
Kafkas'ta değil dünyanın hangi tarafında olsa geri vermek müş-
kilât-ı azîmeden sayılır. Kapıyı zorlayıp açarak girmek
Canberd'i uyandıracağı cihetle tehlikeli görüldü. Bir aralık du­
varı delmeyi düşündü. Hatta belinden kamasını çıkarıp birkaç
yere saplayarak tecrübe eyledikte, bu işi kolay dahi buldu ise de
açacağı deliği sonra kapamak müşkül olacağı mütalâası kendi­
sini bundan dahi caydırdı. Artık çaresiz pencerenin câm maka­
mına kaim olan ve üzeri yağlanıp kucaklaştırılmış bulunan kâ­
ğıdını yırtıp, bu kâğıt için çerçeve suretinde haçvari olarak mıh­
lanmış bulunan iki tahta parçasını dahi yavaşça çekti, kopardı.
Bu hâlde başını pencereden içeriye sokarak oda derununu
gözden geçirdiği zaman Esma Çan'ı görmüş olması üzerine nasıl
bir hâle gelmiş bulunduğunu mu hesap ediyorsunuz? Hâlbuki dışa­
rının göz gözü görmez derecesinde olan karanlığı, içeride bir kat

344
KAFKAS 193

daha zifirileşmiş olduğundan, kuvvet-i nazarı burnundan Öteye


kadar bu zulmet-i şedîdeyi delemezdi. Kaplan bu ihtiyatı ev­
velce etmiş bulunduğu cihetle yanma aldığı bir kutu kibritten bir
tanesini çıkarıp yaktı. Fosforun parlayıp söneceği kadar müddet
zarfında odanın içini muayene ederek Esma Çan'ın tâ karşı ta­
rafta yattığını ve yanında kimse olmadığını, oraya kadar yürü­
mek için dahi ortada bir mani bulunmadığını gördü. Keşfin bu de­
recesiyle iktifa edemeyerek ikinci yaktığı zaman ise gözleri her
tarafı yıldırım gibi dolaşıp kandile, muma benzer bir şey ara­
mıştı. Rafın bir cihetinde sakız gibi beyaz balmumundan dökül­
müş birkaç şem'a görerek mutmain ve müsterih oldu.
Artık iki eliyle pencereye abanıp kendisini içeriye atmak­
tan başka yapılacak iş kalmadı. İçeriye girdikte bir dakika ka­
dar tevakkuf ile etrafını dinledi. Hatta Esma Can bile uykusun­
dan uyanıp uyku hâliyle aldığı dikçe nefesleri hâl-i tabiîsiyle
almakta yine devam eylerdi. Şem'aları gördüğü tarafa bittevec-
cüh el yordamıyla araştırarak bir tanesini buldu, aldı. Cebinden
bir kibrit daha alıp şem'ayı yaktı. Ve dikecek başka bir şey bu­
lamadığı cihetle rafın bir tarafına yapıştırdı.
Ondan sonra kızın yanma varıp temaşaya başladı. Ama
Esma Can gerçekten temaşasıyla doy ulamayacak bir hâl ü vaz'da
idi.
Erbâh-ı dikkate malûmdur ki uyanıklık hâlinde iken em-
râz-ı nefsaniyye ve hissiyât-ı kalbiyye her tebeddül ve tahay­
yülünde vech-i insana dahi bir tagayyür verir. Bir çehrede hâl-i
tabiî ile tebessüm hâlinin peyda eylediği suret arasında o kadar
fark vardır ki, hemen insanın bunlara ayrı ayrı iki çehre diye
hüküm vereceği gelir. Uyku hâlinde ise emrâz-ı nefsaniyye ve
hissiyât-ı kalbiyye dahi muvakkaten tatil olunmuş bulunacağın­
dan, bir yüzün sûret-i asliyye ve tabiiyyesi asıl o zaman görülür.
Tuhaftır kİ uyku hâlinin yüze tesiri elbette daima bir hüsn-i te's-
îrdir. Ne kadar çirkin bir karı olur ise olsun, uyurken temaşa edi­
lecek olsa elbette vechinde başka bir letafet bulunur. Ya haddi­
zatında güzel iken bir de uyku hâliyle hüsn-ü letafeti artan karı­
lara ne diyelim?
İşte Esma Can bunlardandı. Derece-i kemâlinde bulunmak­
tan nâşi fazla hiçbir letafete ihtiyacı olmayan çehresi uyku hâ­
liyle öyle bir sûret kesp eylemişti ki, her kim görse dikkatle te­

345
194 KAFKAS

maşasından edeceği teessürün sademâtına mümkün değil taham­


mül edemezdi. Hele Kaplan gibi zaten sevk-i derûnunun mağlubu
olan bir adam.
Bir usta ressam bu nâimeyi tasvir edecek olsaydı, kalemi
için mâbihü'I-iştigâl olmak üzere yalnız yüzünü bulmazdı.
Başından aşırı fırlatıp atmış olduğu billur gibi safi ve mücellâ bir
kol, bir kucak saçlar içine karışıp sarılmıştır kİ, yek nazarda bu
letafetin çeşm-i hayrete sıçramaması muhaldir. Ondan sonra
güya nazar-ı ağyardan memelerini setr ediyormuş gibi bir suretle
diğer kolunu gömleğiyle yarı mestur olan göğsüne götürüp, meme­
lerinden belki daha güzel olan elini memeleri üzerine koymuş ol­
ması ve fakat o küçücük elin bir çift memeyi setr ve ihfaya kifa­
yet edemeyip her tarafından taşırması ehemmiyetsizlikle terk
ediliverecek suretlerden değildir.
Üzerine örtündüğü ihram vücudunun memelerden aşağıya
doğru kısm-ı vasatisini nasılsa setr edebilip, bacakları ise kema­
liyle meydanda idi ki, en güzel kollardan daha güzel olan o ba­
cakları ve en güzel ellerden daha güzel olan ayakları görüp de
hevesinden çıldırmamak en müteabbid zahidlerin dahi kârı ola­
maz.
Şu vücûd-ı letafet-âlud eğer mermerden masnû, cansız bir
şey bile olsa temaşa edenleri gerçekten çıldırmak mertebesine gö­
türeceği derkâr iken, fazla olarak bunda ruh ve kalp dahi bulun­
duğu âsâr-ı bâhiresiyle görülürdü. Nefes aldıkça bir hareket-i
muntazama ile kalkıp inen sadrın ve aheste aheste vurdukça ha­
reket-i sadriyyeye bir başka ihtizar veren kalbin bu vücutta ispat
eyledikleri canlılık elbette başka bir meziyettir. Eğer filhakika
bir mermer parçasından ibaret olur ise, sizin ah ü vahinizi ve is­
ti'tâ f ve istirhamınızı işitmez bile. Mermere ne tesir eder? Zî-rûh
ve zî-kalb olduğu surette ise elbette derd-i dilinizi işitip faraza
merhamet etmeyerek reddeyieyecek olsa bile hiç olmaz İse bir
müştakı reddetmek suretinden elbette ve elbette husulü tabiî ve
cibillî olan bir hüzn ile müteessir olur ki bu da hakkınızda bir
lûtf yerine geçer.
Dillerle vasfı kabil olamayan, şu canlı levhayı bir hayli
müddet temaşa ile vakit geçiren Kaptan'ın hâli kal ü kaleme sı­
ğar mı dersiniz? Kaldırıp kendisini kızıh-yatağı içine atmak ve
derhâl bunda mahzur görmek ve yine o anffâ'hu odaya girmiş ol­

346
KAFKAS 195

duğuna nadim olmak, onu müteakip def-i nedametle şu temaşayı


dahi bir büyük saadet bulmak gibi binlerce inkılâbın her biri, an­
cak sahifeler doldurarak tasvir edilebilir şeylerdir. Yalnız şu
kadarcığını haber verelim ki işbu inkılâbâtın sademâtıyla hay­
retten hayrete düşen Kaplan, tamam uyku arasında uyanmak su­
retiyle gözlerini açarak bir de mum ışığı gözüne ilişince büsbütün
uyanıp kalkarak, yatağı içinde oturan Esma Çan'ın kemal-i ha-
lecan ve heyecanla "Kim o? Senin burada ne işin var?" dediğini
görüp işitince şüphesiz çıldırmışçasına bir tavır ile hemen elini
kamasına götürüp, çekti ve "Ne işim mi var? Onu şimdi konuşuruz.
Fakat sakın ha! Ses çıkarma! Vallahi'l-azîm billâhi'l-kerîm
görmüş gibi göğsünü şu demir ile delerek lâ'l hâline koyarım" söz­
lerini söylemekle beraber, kendisini kaybetmiş gibi sendeleye
sendeleye bir sandığın üzerine kadar varıp oturdu.
Bu hâlde tarafeynden dört beş dakika kadar zaman sü­
kûtla imrar edilmişti. Bu müddet zarfında Kaplan'ın hissiyât-ı
derûnunu yenmek ile meşgul olduğu zahir hâlinden görülür,
anlaşılırdı. Esma Can ise halecan ve heyecanını bâ-teskîn bir
kere Kaplan'ı gözden geçirerek hâl ü şânını ve oraya geldiği
vaktin fevkalâdeliğini mülâhaza ve mütalâa eyleyerek bu
vak'adan korkmaktan ziyade buna karşı cesaretli bulunmaya
lüzum gördü. Binaenaleyh sükutu evvel emirde kendisi ihlâle
cesaret bulabildi:
Esma Can - Böyle gece vakti hırsız gibi bir eve girmek size
yakışır mı Kaplan Bey? Size bu hâller yakışır mı?
Kaplan - Hırsız gibi değil efendim. Âşık gibi. Hem de en
meyus bir âşık gibi. Tekrar edeyim ki lâkırdınızı yavaş söyleyi­
niz. Şayet kardeşinizi uyandıracak olur iseniz, her cihetle bitti­
ğiniz saat o saat olur.
Esma Can - Kardeşimi niçin uyandırayım? Sizden korkar
mıyım sanki? Sizin gibi bir yiğidin şiddetine karşı durmak için
benim gibi bir âciz kızın aczi kâfidir. Dünya bir araya gelse ina-
namam ki siz bana bir fenalık edebilesiniz.
Kaplan - (Yerinden kalkıp) İnanınız Esma Can, inanınız.
Ben şu anda size her fenalığı yapmaya muktedirim. Zira aklım

Esma Can - Öyle ise demek oluyor ki siz buraya dost sure­
tinde mi geldiniz, düşman suretinde mi geldiniz, evvelâ bunu an­

347
196 KAFKAS

lamalıyım. Mahaza yine korkmam. Sanki beni Öldürür iseniz kı­


yamet mi kopar?...
Kaplan - (Kendisini kaybederek) Sus bu lâkırdının arka­
sını söyleme. "Yunus'uma bir gün evvel kavuşurum" mu
diyeceksin? Anma o Yunus'un ismini. Billah hem sana hem
kendime kıyarım.
Esma Can - Sizin gibi bir bey huzurunda Yunus'un ismini te­
lâffuzdan haya etmeyecek kadar edepsiz zannolunduğuma teessüf
ederim beyim. Rica ederim. Bu kadar hiddetli bulunmayınız da,
ne konuşacak isen güzel güzel konuşalım. Yok eğer söyleşecek bir
sözümüz yok da bana bir suikast için geldiniz ise, ölüme bir da­
kika evvel hazır olmaktan başka yapacak bir şeyim yoktur. Siz
de bir âciz kızcağızı öldürmüş olmaktan ibaret olan yiğitliğiniz
ile iftihar eylersiniz.
Aradan bir vakit daha sükûtla geçtikten sonra:
Kaplan - Esma Can. Sen şu benim arz eylediğim muhabbeti
niçin kabul etmiyorsun bakayım? Benim sevilmeyecek nemi görü­
yorsun?
Esma Can - Estağfurullah beyim. Sizin sevilmeyecek hiçbir
şeyiniz yoktur. Ama bu lâkırdıyı sizden korktuğum için söylüyo­
rum zannetmeyiniz. İşte görüyorsunuz ki sizden hiç korkum yoktur.
Korkmuyorum.
Kaplan - Öyle ise niçin benden nefret ediyorsunuz?
Esma Can - Hayır efendim. Bana iftira ediyorsunuz. Benim
sizden asla nefret ettiğim yoktur.
Kaplan - Yalan söyleme Esma Can, yalan söyleme. Allah
senin hilkatinde hiçbir kusur yapmamış. Yalancılıkla sen
Allah'ın bu en mükemmel masnûunu bozma. Sana yalan yakışmaz.
Asilzade bir kızsın. Nefret ediyorum diye dosdoğrusunu söyleyi­
ver.
Esma Can - Dosdoğrusunu söylemek lâzım gelince efendim,
yalnız nefret etmediğimi haber vermekle kalmamalıyım. Bana
gösterdiğiniz teveccüh, beni ihya derecesinde kadrimi i'lâ eyle­
diği için memnun olduğumu da haber vermeliyim.
Kaplan - (Müthiş bir dıhk ile) Hey hey. Elimde ucu sivri
demir olmasa ve ben de buraya tâ senin şu odana girmiş bulunma-
sam, bu lâkırdıyı söylemezsin ya. Moskof terbiyesiyle büyümüş

348
KAFKAS 197

bir adamdan nefretini ikrar edersin.


Esma Can - Size en doğrusunu söylediğim hâlde de inanma­
makta ısrar eder iseniz, ben başka ne yapabilirim?
Kaplan - İnkâr ha? Zararı yok. Senin inkâr edişin de senin
için bir azaptır. Bu azabını teşdit etmek istemem.
Kaplan bu sözü söylerken Seher tarafından aldığı haberi
derhâtır eylediğini anlarsınız. Bîçare Esma Can ise böyle bir
şeyden haberdar bile değil idiyse de, pek ziyade gazap hâlinde
bulunan beyi bütün bütün ağzâb etmemek için sükûtu tercih eyledi.
Binaenaleyh aradan bir hayli zaman daha sükûtla geçip bu müd­
det zarfında ise Kaplan Bey yalnız gazabını yatıştırmak için
cebr-i nefs eyledi. Neden sonra:
Kaplan - Pekâlâ! Sen yalan söylemez bir kızsın değil mi?
Ben de öyle inanmak isterim. Evvelâ sana haber vereyim ki senin
aleyhinde benim hiçbir suikastım yoktur. Olamaz. Ah Esma Can,
ben sana hiçbir suretle kıyamam. Senin lütfundan zerre kadar
ümidim baki kaldıkça sana kıymak değil seni zerre kadar incite­
cek bed muamelede bulunmak benim kârım değildir. Hâlbuki ben
hiçbir vakitte senin lütfundan da ümidimi kesemem. Sen ger­
çekten bir melek olduğun hâlde yüreğinde hiç merhamet bulun­
madığına ve bulunmayacağına kanaat mümkün olur mu? İşte sana
yüreğimi, vücudumu, kendimi, dünyadaki mevcudiyetimi bir
daha arz ediyorum. Eğer benden nefretin olmayıp da sahihen arz
eylediğim ubudiyyeti de kendine şeref addediyor isen, bana bir
küçük vaat verirsin. Ama bu vaadi şu anda benim gazabımdan
korkarak verecek isen kabul etmem. Ez-can ü dil vermeyi isterim.
Bu söz Esma Çan'ı hayli düşündürdü mü kıyas edersiniz?
Asla ve kat'a düşündürmedi. Akıllara hayret verecek bir cür'etle
Kaplan Beye göğsünü arz ederek, "Öldürecek iseniz Öldürünüz be­
yim. ölümden asla ihtirazım yoktur. Size yalan söyleyip de nez-
dinizde yalancı tanınmayı da istemem. En doğru sözü işte söylü­
yorum. Siz sevilmeyecek bir adam değilsiniz. Vallahi ve billâhi
size bir de muhabbet-i mahsusam vardır ki sizi kardeşim gibi se­
verim. Lâkin emel eylediğiniz veçhile sevmeye, mümkün değil
muktedir olamam. Niçin aldanasınız? İşte dosdoğrusunu söyle­
dim. Bu bapta bir büyük mazeretim vardır. Sizi sevemedlğin^ gibi
sizden başka hiçbir kimseyi sevemem. O cihetten de emin olunuz "
dedi ve bunun üzerine beyde ne hareket olacak ise ona intizaren

349
198 KAFKAS

hâlâ göğsü açık olduğu hâlde birkaç dakika bekledi.


Kaplan Beyin sözü Esma Çan'ı düşündürmemiş olmasına
taaccüp etmeyip edeceğiniz bir taaccüp var ise onu Esma Çan'ın bu
sözü Kaplan Beyi düşündürmüş olmasına sarf ediniz. Zira bîçare
bey kızdan aldığı cevab-ı kat'ı üzerine gerçekten düşünmeye baş­
lamıştı. Düşündü. Hem de şüphesiz yarım saat kadar düşündü.
Kız dahi bir tarafa çekilip asla ses çıkarmayarak beyi kendi
hâline terk eyledi. Ondan sonra bey pek büyük bir mahzuniyet
tavrıyla başını kaldırıp "Esma Can. Sen aklınca beni kat'iyyen
ret ettin öyle değil mi? Fakat ben bu reddi asla kabul edemem.
Senden bütün bütün ümidimi keser isem, cihandan ümidimi kesmiş
olacağım. Ben henüz pek gencim. Acıyınız acı, bu yaşta cihandan
ümidini kesmek pek acınacak bir hâldir. İşte ben gidiyorum.
Lâkin aşkım, şiddetim, ümidim hep burada kalıyor. Sana bir
hayli zaman için daha mühlet veriyorum. Elbette senden bir
muvafık cevap alacağım" dedi, kalktı. Yine geldiği pencereden
çıkıp gitmeye davrandı.
Kız bu son lâkırdısına cevaben hiçbir şey söylemeyip şu
kadar var ki beyi pencereden çıkıp gitmekten men'le "Yok beyim
yok. Bir haneye penceresinden girmek pek fena bir şey olduğunu
siz herkesten iyi bilirsiniz. Oradan çıkmak ise fenalığı tekrar ey­
lemek demektir. Bundan sonra bu fenalığı tekrar etmeyeceğinizi
kaviyyen ve kat'iyyen bildiğim için, şimdi de tekrar etmenize
müsaade göstermeyeceğim. Kapı denilen şeyi bir eve girmek ve
çıkmak için yapmışlardır" diye beyi kolundan tutup sokak kapı­
sından çıkmaya sevk eyledi.
Kaplan gitti. Gitti ama ne hâlde gittiğini güzelce mülâ­
haza etmelidir. Eğer Kaplan dediğimiz şey aklıyla, fikriyle,
hissiyle, hevesiyle beraber bir Kaplan idiyse, bu Kaplan git­
medi. Yine odanın içinde kaldı. Yok Kaplan yalnız bir deri İçine
doldurulmuş beş on parça kemik ile beş on parçaca etten İbaret ise
bu Kaplan gitti,
Esma Çan'a gelince: Bu geceki vak'a üzerine asla fütur ge­
tirmedi diyemeyiz. Bilâkis Guşamov'un hanesindeki teessürâtı
bir kat daha artarak Kaplan Beyin şiddetinden pek ziyade ürk­
mekle beraber bey tarafından gelen sademât-ı âşıkaneye taham­
mül edemez de mağlûp olur ise, Yunus'a vermiş olduğu vaad-i sa­
dakadan dolayı ahirette şehid-i müşarünileyh huzuruna nasıl

350
KAFKAS 199

çıkacağını dahi düşünmeye başladı. Kız bu tarafta Kaplan


Beyden nasıl kurtulabileceğini ve Kaplan öte tarafta Esma Çan'ı
nasıl teshir eyleyeceğini düşünmekle imrâr eyledikleri vakitler
yine haftalara baliğ oldu.
Bu sırada bir akşam üzeriydi ki Seher kız Kaplan Beyi
tenhaca bulup Esma Çan'a yapacağı işi yapıp yapmamış oldu-
ğunu sordu.
Kaplan - Sen merak etme Seher. Yapacağım şeyin mukad­
dimesini yaptım. İş yolundadır.
Seher - Ne yaptın bakayım? Bari şu azametli kızın azame­
tini kırabildin mi?
Kaplan - Maksat onun azametini kırmak değil. Kendisini
yola getirmektir. Geçen gece tâ hanesine kadar gittim.
Penceresinden içeriye girdim. Uykuda idi. Aman ne letafet!
Uyandı. Olanca kuvvetimle hâlimi arz ettim. Reddeyledi ama
kuvvetle değil. Nazdan ibaret bir şey. Çünkü kendisine olan te­
veccühümle iftihar ediyormuş.
Seher - Vay yapacağın bundan mı ibaret idi?
Kaplan - Ya ne zannettiydin?
Seher - Ben zanettiydim ki Esma Çan'a haddini bildirecek
bir cezada bulunacaksın.
Kaplan - Ah Seher! Hiç Esma Çan'a ceza edebilir miyim?
Diye o geceki vukuatın tafsilâtını Seher'e hikâye etmeye
başladıkta vakıa Seher zahirde asla renk vermemeye çalıştı ise
de, içinden kanlar gidercesine bir hiss-i hasûdâne ile "Sen bir şey
yapamadın. Bak ben sana bir şey yapayım da sen de gör. Eğer
Esma Çan'ı sana aldırır isem dünyada da bana Seher demesinler.
Sen benim olmadıktan sonra Esma Çan'ın da olmayacağına emin
ol" diye beyin hikâyesini min evvelihi ilâ ahirihi dinledi.
însan üzerinde en ziyade hükmünü yürüten hiss-i hasûdâne
olacağına inanmalıdır. Hiss-i hasûdâne insana ol kadar şeyler
telkin eyler ki havass-ı sâireden hiçbirisi bu dereceye varamaz.
Meselâ hiss-i adavetkârânenin bir mürüvvet-i mahsusa ile tadil
görmesi mümkündür. Hiss-i gazubâne kana serinlik geldiği zaman
kendi kendisine itidal kesp eyler. Hiss-i âşıkâne içinde ise el­
bette bir büyük ulüvv-i cenab dahi bulunacağından, insan bu
uluvv-i cenabın şevkine behemehal tâbi olur. Fakat hiss-i hasû-

351
200 KAFKAS

dâneyi tadil eyleyecek âlemde hiçbir kuvvet yoktur. Müşkülât


gördükçe istediğini yapamadıkça haset daha ziyade artar. Hiss-
i hasûdâneye sükûnet verecek olan şey yalnız mahsûdun makhû-
riyeti olabilir. Bu olmadıktan sonra nâire-i hased dakika-be-
dakika alevlenir, sönmez.
Bu düstûr-ı tabiî kendi hükmünü tamamıyla Seher üzerinde
dahi ispat eyledi "Esma Çan'ın Kaplan Beyi reddetmesi evvelki
sevgilisine bir vaad-i sadakat vermiş diye çıkan söz üzerine
halktan utandığı içindir. Yoksa Esma Can Kaplan Beyi niçin red­
detsin? Ayaklarını Öperek kendisini ona cariye etmelidir.
Mahaza Kaplan Beyin biraz daha ısrarı üzerine işin olacağı yine
budur. Kaplan Bey ise o ısrarı elbette edecektir. Çünkü baksan a
Esma Çan'ı ne kadar seviyor. Âdeta muhabbetinden çıldıracak.
Şimdi bu işi bozmanın en kestirme yolu keyfiyeti validesi
Şirinşah'a bildirmektir. Gece yarısı hırsız gibi bir kızın hanesine
giren oğuldan hiçbir valide memnun olmaz ki hatta Şirinşah
dahi memnun olsun. Bunu haber aldığı anda oğlunu behemehal
men eder" dedi.
Hiç şüphe etmeyiniz ki mucibince hareket dahi eyledi.
Zira o günden iki gün sonra idi ki Şirinşah oğlunu huzuruna celp
ederek aralarında şöyle bir müşafehe vukua geldi:
Şirinşah - Kaplan'im.
Kaplan - Buyur anacığım.
Şirinşah - Uzaktan uzağa bir şey haber alırım. Elbette aslı
da vardır. Elbette aslı neden ibaret ise, sen de İnkâr etmez söyler­
sin. Çünkü yalan söyleme ...
Kaplan - Evet anacığım. Haber aldığınız şey her ne ise söy­
leyiniz de bildiğimi arz edeyim.
Şirinşah - Sen Esma Çan'ı seviyormuşsun öyle mi? Vakıa
analar oğullarının bu misillü esrarına vukuf için çalışmazlar ise
de, ne ben başka analara benzerim, ne de sen başka oğullara ben­
zersin.
Kaplan - Evet anacığım. Huzurunuzda niçin inkâr ile ya­
lancılardan olayım? Zannedersem Esma Çan'ı siz dahi bana lâ­
yık görürsünüz.
Şirinşah - Ona ne şüphe? Güzeldir, terbiyelidir, beyzade­
dir. Ama biraz fakrı var imiş. Ne zararı var? İnsanın iyisi para

352
KAFKAS 201

ile olmaz ya. Şu kadar var ki Esma Can sana bazı mazeretler arz
ediyormuş.
Kaplan - Vakıa henüz rû-yı muvafakat göstermemiştir.
Şirinşah - Sen de onun gönlünü gasben çalmak için pencere­
sini koparıp, tâ odasına girmişsin.
Validesinin bu sözü Kaplan Beyin tavrını değiştirerek bo­
zuldu, kızardı. Hatta inkâr vadisine dahi kaçmak istedi ise de,
validesi yalancılık yollarını derhâl kapayarak oğlunu doğrulu­
ğuna davet etmesiyle Kaplan bunu da inkâr edemeyerek itirafta
bulundu.
Şirinşah - Ey sen bu hareketi kendi hâl ü şânına lâyık bu­
luyor musun?
Kaplan - Bulsam inkâr etmeye çalışır mı idim anacığım?
Elbette muvafık bulmam.
Şirinşah - Öyle ise bu hareketi bir daha tekrar etmeyece­
ğine emin olayım. Öyle değil mi?
Kaplan - .....
Şirinşah - Neye sükût ettin? Sükût lâzım mı ya? Demek
oluyor ki bu fenalığın tekrar etmeyeceği hakkında bana söz ver­
miyorsun. Hâlbuki ben seni yalnız Öyle hırsızlar gibi bir haneye
girmekten men'le kalmayacağım. Bundan sonra Esma Çan'a tasal­
lut etmekten de men edeceğim. Bak oğlum. Eğer memleketin âdet
ve ahlâkını bilmiyor isen sana ben öğreteyim. Bir kızı kendine
celp için, asla acele etmek istemez. İşi hâl-i tabiîsine bırakmalı.
Hele cebrin, şiddetin hiçbir tesiri yoktur. İş kendi hâl-İ tabiîsine
kalır ise kendiliğiyle hâsıl olur. Bu kadar delikanlı arkadaşla­
rın var. Onlara sorsan a, anlasan a ki, yavuklularını nasıl
tedarik etmişler? Sen sevgilini bir gazâl-ı vahşîyi sayd eder gibi
koşarak, zorlayarak, ürküterek ele getirmek istiyor isen o gazâl-ı
vahşî sana yâr olamaz. Ona birtakım ümitler, emeller otunu
uzaktan uzağa gösterip kendine alıştırmalısın. Ondan sonra ne­
reye gitsen o senin arkandan meleyerek gelir. Anladın mı dediğim
lâkırdıyı? Eğer bundan sonra Esma Çan'a bir tasallutun daha ha­
ber verilir ise sana ziyadesiyle gücenirim. Âdeta validen oldu­
ğuma nadim olurum.
Kaplan Bey gibi bir oğlu Şirinşah gibi bir validenin bu ka­
dar tekdir etmesi pek büyük, pek mühim bir şey addolunacağı

353
202 KAFKAS

derkârdır. Bîçare çocuk validesinin yanından çıkınca bu şikâyetin


validesine Esma Can tarafından edildiğine asla şüphe etmeyerek
doğruca Seher kızı buldu ve onunla hasbihale başladı.
Kaplan - Ah Seher! Gördün mü hınzır Esma Çan'ın ettiği
işi? Olanı biteni valideme söylemiş. Şimdi validemden bir tekdir
yedim ki dünya nazarımda zindan kesildi.
Seher - (Tavr-ı galibiyet ve memnuniyetle) Ne olacak idi?
Onun gibi mütekebbir olan kızların hain olması da zarurîdir. Size
yalvarıp yakarıp elinizden kurtulmayı tenezzül addeylediği
için, gitti validenize söyleyip sizi tekdir ettirdi. Zira o bunu
galibiyet addeder. Sizin üzerinize böyle bir galebe çaldığı için de
azameti cihetiyle kim bilir ne kadar memnun olmuştur.
Kaplan - Ey şimdi ben bu kızdan gerçek elimi çekebilir mi­
yim diye itikat edersin?
Seher - Ne bileyim ben?
Kaplan - Ah Seher! Benim için Esma, Çan'dan vazgeçebil­
mek muhal derecesinde müşküldür. Severim kendisini Seher, se­
verim. Mahaza bana bu taazzüm ve tekebbürü gösteren bir kızdan
soğuyabilir isem memnun da olacağım. Fakat bunun çaresini bula­
mıyorum.
Seher - Onun çaresi ne yapar yaparsın başka bir kızı sev­
meye çalışırsın. Hem de ondan intikam almak ister isen, hiç onun
ümit etmeyeceği bir kızı alırsın ki o hâlde gazabından çatlar.
Kızın bu tavsiyeden emeli yongayı kendi tarafına doğru
yontmak olduğu anlaşılmayacak bir şey değildir. Vakıa Kaplan
Bey dahi bu tedbiri beğenip hiç Esma Çan'ın ümit edemeyeceği bir
kızı sevmek için cebr-i nefsi sevap gördü ise de, bu tasvip Seher'in
ümit eylediği veçhile onun için olmadı. Kaplan Bey Seher ile iz­
divacı o zamana kadar hayal ve hatırına getirmemiş olduğu gibi
o zaman dahi getirmedi. Binaenaleyh Esma Çan'ın hiç ümit ede­
meyeceği bir kızı başka cihetlerden arayıp düşünmeye başladı.

Sekizinci Bap

îşte Kaplan Beyin Esma Can yüzünden gördüğü meyusiyet


bu suretle vukua gelmiş olup, şu kadar var ki şiddetli bir aşkın
kâffe-i te'sirât ve ruhaniyyesi insan üzerinde tamamıyla hük­

354
KAFKAS

münü icradayken birdenbire duçâr-ı ye's olması o kadar büyük bir


sadmedir ki, ekser erbâb-ı aşk ve havanın bu sadme tesiratına
mukavemet edememekte olduğu daima görülür. Ye'sin derecesine
ve insanın tahammülü mertebesine göre sadme-i mezkûrenin hari­
cindeki tesiratı az çok bir hastalık veyahut çıldırmak ve hatta
nefsine veya maşukasına veyahut ikisine birden suikast etmek
gibi şeylerdir ki, Kaplan Bey bunlardan en hafifiyle geçiştir­
meye muvaffak olabildiği cihetle kendisini bahtiyar addeyle-
mek lâzım gelir.
Sadme-i ye'sin en hafifi addeylediğimiz şey bir şiddetli
humma olup, bîçare çocuk aylarca esîr-i firâş kalmıştı.
Hummanın tâ dimağına kadar tesirden hâli kalmayan iltihabı
esnasında gözü önündeki hayalât hep Esma Çan'ın hayalâtı olup
binaenaleyh ağzından sayıklamak nevinden çıkan kelimât dahi
daima Esma Çan'ın ismi veyahut ondan istirham yolunda söyle­
nen sözlerdi.
Validesinin bu hâlde ne kadar telâşa düşeceği izaha muh­
taç bir keyfiyet değildir. Zira dâr-ı dünyada bir tanecik evlâdını
böyle bir ye's-i âşıkâneye feda edivermek ve bahusus buna bir de­
receye kadar kendisi sebep olmak her valideyi deli divane ede­
cek kazâyâdandır. Binaenaleyh oğlunun derhâl iade-i sıhhat
edebilmesine medar olacağını hükmeyleseydi, elbette ne yapar
yapar Esma Çan'ı İrza ederdi. Ancak kendisinden bîhaber olan
bir hastaya bu tedbirin hiçbir faydası olmayacağı derkâr bulun­
duğu misillü, hastalıktan iyi olduğu zaman dahi bu ilâcın zaman-
ı lüzûmu geçmiş olacağı aşikârdı.
İşte Kaplan Bey bu yataktan kalktıktan sonra hem Esma
Can zalimini unutmaya medar olmak ve hem de ondan ahz-i inti­
kam etmiş sayılmak için onun asla ümit edemeyeceği bir kızı bu­
lup sevmek hakkında Seher'in kendisine verdiği fikr-i kuvvet
bulmaya başladı. Bunun için dahi zihninde Katerina dö
Branoviç'i bulmuştur.
Birinci kitabımızda zikredildiği veçhile Katerina'nın ba­
bası Dö Brano, Kaplan Beyi kendi elinde büyümüş diye adde­
derdi. Zira mîr-i mumaileyhin Rusya'da tahsilini en evvel teş­
vik eden kendisi olduğu gibi, çocuğu oraya göndermeye tavassut
eden dahi kendisi olup şu suretle Kaplan Bey Öteden beri
Katerina ile münâsebet-i dostâne peyda eylemiş ve Esma Çan'ın

355
204 KAFKAS

imtinâından bîzar kaldığı zaman, bu münasebet-i dostâneye bir


kat daha kuvvet ve şiddet vererek birinci ve ikinci kitaplarda
gördüğümüz dereceye isal eylemiştir.
Ahvalin kesp eylediği işbu suretten şimdiki hâlde kârlı
çıkan zat Katerİna olacağı bedihîdir. Zira mezbure Kaplan
Beyin kendi hakkında peyda eylemiş olduğu muhabbbeti kendi
için pek büyük şeref addedşbilmiştir. Kaplan'ın tasallutundan
kurtulduğu için ikinci mertebede kârlı görünen dahi Esma Can ad­
dolunabilir. Kaplan Beyin kendisine gelince geçirdiği hastalığı
hesaba katılmaz İse ne kârlı, ne zararlı çıkmıştır. Zira Esma
Çan'ı unutup kendisinden bilkülliye vazgeçmek için ne kadar
cebr-i nefs eylemiş ise de, yine aralıkta bir kere Esma Can hatı­
rına gelince yüreği sızlamakta bulunmuş ve hâlbuki Katerina'yı
Esma Çan'a rağmen sevmek için cebr-i nefs ede ede onu dahi ba­
yağı sevip kız ile muhazaradan pek büyük lezzet almaya başla­
mıştır. Ol kadar büyük ki bu muhabbet başka bir adamda buluna­
cak olsa, o adamı bayağı en şiddetli âşıklardan addetmek lâzım
gelir.
Seher'e gelince: Herkesin cezâ-yı amelini bulması kaide-İ
umumiyye gibi bir şey olup hasûdun cezası ise hırmân ve bu hır-
mâmn mucib-i serî'î olmak üzere makhûriyet idüğinden
Kaplan'ın Esma Çan'a bedel Katerina dö Branoviç'i sevmeye baş­
ladığını görünce ve bu muhabbette kemâl-i sür'atle ileriye gide­
rek daima kendisine Katerina'nın evsafını metheylediğini ve
hatta Esma Çan'a rağmen Katerina için kendi ismine mensup olan
salonu yaptırmaya başladığını müşahede edince, Esma Çan'a
rağmen yapılan bu işler ondan evvel tesiratını Seher üzerinde
göstererek bîçare kızcağız ahirü'l-emr verem döşeğine serilmiş ve
birkaç ay zarfında gürleyip gitmiştir.
Kaplan'ın sûret-i müntakimânede yaptığı işlerin acaba
Esma Can üzerinde hiçbir tesiri görülmedi mi?
Hiç görülmemek mümkün müdür? Evvelâ şunu pek kuvvetli
bir suretle bilmelidir kİ, her nasıl olur ise olsun bir erkek bir ka­
rıya "Sen pek güzelsin ah ben seni pek severim" dediği zaman
yalnız bu sözün dahi o karı üzerinde tesiri olmamak mümkün
değildir. Elbette o karı bu sözden teessür eder. Elbette memnun
olur. Binaenaleyh Kaplan'ın Esma Çan'a gösterdiği iştiyak ve
heves-i âşıkânenin ve söylediği zarifâne sözlerin pek büyük bir

356
KAFKAS 205

tesiri olmuş bulunması muhakkaktır. Katerina'yı sevmesi ve onun


için bir daire-i mahsusa inşası gibi gösterişlere kalkışması hep
Esma Çan'a rağmen olduğunu kıza ismâdan dahi Kaplan hâlî
kalmadığı cihetle evvelki tesirât üzerine bu da inzimam edince,
kızı daha başka bir hâle koymaktan hâlî kalmazdı.
Ama Öyle bir hâle koyardı ki şimdi şu anda hatırınıza hu-
tûr eden hüküm ona asla benzemez. Bütün bütün aksinedir. Siz
zannedersiniz ki bu hâllerin kıza sû-i te'sîri olurdu. Öyle değil
mi? Kızın gösterdiği mukavemetten nadim ve pişman olacağı ge­
lir idi gibi kıyas edersiniz. Hatta bundan dolayı hiddetlenir
diye düşünürsünüz.
Hâlbuki Esma Can bilâkis bu hâlleri kemâl-i iftihar ve
memnuniyetle telâkki ederdi. Evvelâ "Ben, fevkalhad sevilecek
bir kız olmasam Kaplan Bey de beni fevkalhad sevmezdi. Beni
fevkalhad sevdiğine delil ise muhabbetimden soğuyabilmek için
bu külfeti ihtiyar edişidir" diye bir hiss-i mağrurâne ile sevi­
nirdi. Saniyen "Yunus'uma verdiğim vaatten beni Kaplan Bey
dahi çeviremedikten sonra âlemde hiçbir kimse çeviremez. Şu
hâlde vaadimde hulfla, ne dünyada, ne de ahirette mahcup
kalmaktan kurtulmuşum demek olur" diye bir de bu yüzden
memnun olurdu..
Muamelenin bu surete inkılâbı Esma Can ile Kaplan Beyin
validesi Şirinşah arasındaki münasebeti asla ihlâl etmemiştir.
Zira bu inkılâbı icap eden esbabın yarıdan ziyadesini Esma Can
ika etmeyip Seher bîçaresi İka eylemiş olduğundan, kız vak'anm
ehemmiyetinden ancak yarı yarıya haberdardı. Haberdar olduğu
derecede ise kendisini Şirinşah nezdinde öyle terk-i münasebet
derecesinde mahcup bırakacak bir şey olmadığından, yine ev­
velki gibi Esma Can aralıkta bir Şirinşah'ı ziyaretle vazife-i ve-
faperverîyi ifada kusur etmezdi. Hatta birkaç kere Kaplan Beye
dahi tesadüf eylemiştir. Bu tesadüflerde kız zerre kadar dargın­
lık yüzü göstermeyerek beye yine her zamanki derecede rû-yı ilti­
fat gösterir ve vakıa Kaplan dahi hiss-i derûnunu anlatmamak
için var kuvvetiyle cebr-i nefs eyler idiyse de, mukaddemen kızı
validesi yanında gördüğü zaman oradan ayrılamadığı hâlde ba­
dema sûret-i iltifatta söyleyeceği sözleri hemen ağzından dökü-
vererek oradan çekilmeye can atardı ki, bu manayı Esma Çan'dan
ziyade Şirinşah tefehhüm etmekle âşık-ı mağlûbun şu hezime­

357
206 KAFKAS

tine mukabil ma'şuka-i galibenin iftiharından ziyade, oğlunu


hissiyât-ı âşıkânesine varıncaya kadar her hususta hükmü al­
tında bulundurabilen validenin tavr-ı itminânı nâsiye-i hâlinde
nümayan olurdu.
İşte bu sureti almış olan ahval birinci kitabımızın haber
verdiği zaman, yani bu defaki mesâil-i diplomatikiyye ve har-
biyyenin meydana çıkışına kadar devam eyledi. Ancak renk ve
suretini asla tahvil etmeksizin devam eyledi. Kaplan'ın Esma
Can hakkındaki hevesi ol kadar tadil gördü ki, hemen mezbureyi
bütün bütün unutmuş olduğu hükmedilse becadır. Buna mukabil
Katerina hakkındaki yeni hevesi başka birisinde olsa bayağı
şiddetli bir muhabbet addolunacağına dair evvelce vermiş oldu­
ğumuz mikyasa dahi sığmayacak dereceyi buldu. Bu dereceyi
takdir edebilmek için Kaplan Beyin gerek Sohum'da Dö Brano
familyası nezdinde ve gerek kabilede kendi ikametgâhında
Katerina'ya nasıl bir âşıkâne-i iştiyakla muamelede bulunmuş
olduğuna tekrar dikkat eylemek lâzımdır.
Katerina'ya verdiği vaatler üzerine validesi oğlunun his-
siyât-ı vatanperverîsini uyandırmak için her şeyi göze aldırarak
elden ve dilden geleni diriğ etmediği sırada, Esma Can hakkın-
daki hevesini dahi tecdit etmemiş olsa idi Kaplan'ın badema
Esma Çan'ı bütün bütün feramuş edeceği dahi derkâr idi. Zira bir
kere bu derece muntafî olmuş bulunan nâire-i aşk ve havayı hariç­
ten bir nesîm-i ümîd tekrar alevlendirmeyecek olur ise, bittabi
derununda istiğrak eylediği göl içinde bütün bütün boğulup gider.
Validesinin o hevesi tecdidi üzerine ahvalin kesp eylediği sûret-
i cedîde ise yakında görülecek bir şeydir.
Şimdi burada bizim için izahı iktiza eden bir şey kaldıysa,
o da Esma Çan'ın Şirinşah tarafından aldığı emir üzerine asla te­
reddüt göstermeksizin hemen fırlayıp gelmiş olmasındaki hik­
mettir.
Bu kız hakkında buraya kadar almış olduğunuz malûmat
üzerine öyle Kaplan'ın her hevesine muvafakat demek olmak
üzere kılıcım kuşatmak İçin vuku bulan bir teklife muvafakat et­
memesi lüzumunu hükmeylersiniz. Hatta validesi bu sureti teklif
eylediği zaman Kaplan Beyin Esma Can tarafından buna muva­
fakat göstereceğini’ümit edememekte haklı olması dahi bu kere
nazarınızda tahakkuk eylemiştir.

358
KAFKAS 207

Eğer iş evvelden Şirinşah ile Esma Can arasında tertip edi­


lip hazırlanmış olmasa idi, Esma Can filhakika bu muvafakati
etmezdi. Ancak Şirinşah Kaplan Beyde olan Rus terbiyesinden
naşİ ekser hususatta mîr-i mumaileyhin Abazalara ve Abazalığa
benzememesine öteden beri üzüldüğü gibi, en sonra bir de Rus kızı
sevdiğini görünce ve bahusus bu kıza olan hevesi onun için bir da-
ire-i mahsûsa inşasını emr edebilecek dereceye vardığını müşa­
hede edince, üzüntüsü bir meyusiyet rengini almıştı. Kafkas'ta
Rusya tarafına celp edilmesi ve hatta ma'âzallahu teâlâ
dininden bile çıkarılması lâzım gelen zadeganın evvel emirde
Rus m ekteplerinde, terbiye edilmesinden ve bir rütbe
verilmesinden başlayarak, badehu yavaş yavaş bir Rus kızıyla
tezvîci suretleriyle yoldan çıkarılmakta bulunduğuna dair
bundan mukaddem vermiş olduğumuz malûmat hatırda ise
Şirinşah'ın oğlu hakkındaki bu fikr-i tasallutkârânesinde dahi
mazuriyetini teslim edersiniz.
Âlemde hemen hiçbir kimsede ol derecesi görülmemiş olan
bir hamiyyete bir hiss-i vatanperverîye malik olan Şirinşah, oğ­
lunun şu tehlikeden kurtarılması tarîkini zaten aramakta bulun­
duğu hâlde bir de muharebe-i hâzıra kendisini göstermeye başla­
yınca ve Kafkas beyleri miyanında "Şayet Devlet-i Aliyye
Rusya ile muharebe eder ise bizim için dahi ahz-i intikam edecek
bir zaman gelmiş olur. Zira biz Ruslarla musalâha içinde biraz
daha yaşayacak ve hoşgüzârânîye biraz daha kuvvet verecek
olur isek, genç takımından gayret-i milliyyenin bilkülliye
kalktığını göreceğiz. Hiçbir şeye muvaffak olmayacak bile olsak
yine bir muharebe etmeliyiz ki, bari husûınet-i kadîme teceddüt
etmiş olsun" gibi sözlerle hasbihal edilmeye başladığını
müşahede edince, Rus cihetine en ziyade münhemik bulunan
beylerin birincisi kendi oğlu olduğunu görüp hiddetinden helâk
derecesine varmıştı.
Kafkaslıların ya kendilerini kurtarmak veyahut hiç ol­
maz ise Ruslara olan husûmet-i kadîmesini tecdit etmek için ede­
cekleri kıyamda oğlunu dahi müşterek eylemek, Esma Çan'a olan
hevesini tecdidden başka ne ile mümkün olabilir?
Zira bu işte evvel emirde Kaplan için Ruslara medâr-ı irti­
bat demek olan Katerina muhabbetini bozmak ve saniyen muha­
rebe için kendisine başkaca bir şevk vermek lâzım gelir idi ki, bu

359
208 KAFKAS

iki suretin ikisine dahi vücut vermeyi Esma Çan'a olan hevesinin
tecdidi meselesi temin edebilirdi.
Binâen-alâ-zâlik daha Kaplan Bey son defa olarak
Sohum'a gittiği zaman, Şirinşah Esma Çan'ı sûret-i mahsûsada
davet eyleyerek ve oğlunun ahvalini uzun uzadıya anlattıktan ve
kızın kendi hamiyet-i vatanperverânesini tahrik edecek yolda
da birçok teşvikatta bulunduktan sonra, şayet aba ve ecdadından
irsen intikal etmiş olması lâzım gelen gayret-i milliyyeyi kay­
betmeye yaklaşmış bulunan oğlunu ıslah için, kendisini kılıç ku­
şatmaya davet eder ise, dirîg-i himmet etmemesini kızdan sûret-
i mahsûsada rica eylemiş ve işte bu suretle evvelce aldığı
muvafakat üzerine tamam ikinci kitapta görmüş olduğumuz
veçhile demir tavına geldiği zaman Esma Çan'ı bir kuvvet-i
kalble davet ederek mezbure dahi yine evvelce verilmiş olan
karar üzerine bilâ-tereddüt kalkıp gelmiştir.
Validesinin, oğlu hakkında olan şüphesi pek beyhude ve
bu şüphe üzerine güya oğlunu ıslah için gösterdiği şiddet dahi pek
haksız olduğunu Kaplan Beyin hiçbir taraftan hiçbir cebr-i taz­
yik görmeksizin mücerret tıynetinde ve cibilletinde meknûz olan
cevher-i gayret muktezasıııca Zogar ormanındaki dört beyler me-
yanında bulunmuş olması ispat eylemiştir. Binaenaleyh
Kaplan'ın kuşandığı kılıç ne validesinin icbarı ve ne de Esma
Çan'ın hevesi ile kuşanılmamış olmasına şüphe yoktur. Fakat
Esma Can Şirinşah'ın teklifini ne fikir ve mütalâa ile kabul ede­
rek Kaplan Beye kılıç kuşatmıştır? Acaba şehit Yunus'a verdiği
vaat sadakatten ibaret olup ve binaenaleyh beyhude yere ısrar
etmekte olduğu vehmi artık bertaraf etti mi?
O vehmi kat'iyyen bertaraf edip etmemiş olduğunu şimdi­
den kestiremeyiz. Onu bize hikâyemizin neticesi irae edecektir.
Şimdiki hâlde bildiğimiz şu ki Esma Çan'ı dahi bu teklifi kabule
mecbur eden şey, bir değil birkaç sebep tahtındadır. Birincisi
Ruslardan hem vatanının ve hem de mağdur Yunus'un İntikamını
almak için Kaplan Bey gibi vücûh-ı iktidarı müsellem bulunan
bir zatı harbe teşvik eylemek bu kabule mütevakkıf kalmak ka-
ziyyesidir ki, böyle bir hâlde o kadarcık bir fedakârlığı göze al­
dırmak için İcap eden hamiyyet Esma Çan'ın yüreğinde ma-ziya-
detin vardır. İkincisi Kaplan Bey kendi eliyle kılıç kuşanmaya
razı olur ise, artık kendisine rağmen muhabbetini derece-i ifrata

360
KAFKAS 209

vardırdığı Moskof kızı üzerine yine Esma Çan'ın galibiyetini tes­


lim etmiş olacağı kaziyyesidir ki, bu suret hem Moskof kızından,
hem de Kaplan Beyden intikam demek olacaktır. Bu dakikayı
takdir edebilmek fetaııeti dahi Esma Çan'da vardır. Üçüncüsü ise
cenge giden bir adamın talihi iki suretten halt kalmayıp onun bi­
risi fedâ-yı can etmek olmasıyla, eğer Kaplan Bey böyle rütbe-i
âlü'l-al-i şehâdete vasıl olur ise kuşandığı kılıcın neticesi kendi
kendisine akım kalacağı ve şehit olmayıp da avdet eyleyecek
olur ise, elbette başka bir çaresi dahi bulunabileceği
kaziyyesidir. İşte bu kadar esbâb bilictimâ' Esma Çan'ı dahi
kılıç kuşatmaktan ibaret olarak teklif edilen hizmeti kabule
sevk edebilmiştir.
Şimdi validesi yanından çıkarak misafirperverlik vazife­
sini ifa için Katerina'nın bulunduğu yeni salona giden Kaplan
Beyin orada Katerina ile olan muamelâtından bed' ile Esma
Çan'a kılıç kuşatmak suretiyle vermiş olduğu vaatten muharebe­
nin netayiciyle tayin edecek olan sureti görmek için hemen dör­
düncü kitabımızı küşada müsâraat etmeliyiz.
İntihâ-yı kitâb-ı sâlis

361
DördüncüKitap

Birinci Bap

Validesiyle olan macerasını bitirdikten sonra misafiri


hakkında levâzım-ı mihman-nevâzîyi ifa için Katerinaski
Salon'da Katerİna dö Branoviç'in nezdine giden Kaplan Beyin
pek ziyade perişan bir hatırla gitmiş olduğunu elbette tahattur
eylersiniz.
Oraya vardıkta Katerina'yı ağır elbisesini çıkarmış ve yol
çantası içinde birlikte getirdiği açık mâî renkli bir hafif fistanı
giyerek, kütüphaneli odada üzerine uzanıp kitap mütâlâasına
mahsus olan bir kanepeye serilmiş buldu. Bey içeriye girdiği
zaman kendisini toplayıp doğrulmak isteyen Katerina'yı
"Allah'ı severseniz rahatınızı bozmayınız. Eğer sizi rahatsız
edecek isem şimdi döner giderim" diye men'e çalıştı ise de,
Katerina "Hayır, asla rahatsız olmam. Böyle de rahat ederim"
diye yine o kanape üzerinde oturup elindeki kitabı dahi
kütüphanenin Önünde raf gibi bir surette teşekkül eden tahta
üzerine koydu.
Kaplan - Ne okur idiniz?
Katerina - Kafkas Esirleri diye bir hikâye tercümesi.
Kaplan - Ha! Şu Çeçenler eline esir düşen iki Rusyalının
hikâyesi değil mi?
Katerina - Evet. Zavallılar ne kadar zahmet çekmişler.
Kaplan - Hikâye pek lâtiftir ama sizin esaretinizi bir hi­
kâye suretinde yazsalar daha lâtif olurdu. .
Katerina - Vay! Benim hangi esaretimi yazacaklar?
Kaplan - Siz şimdiki hâlde bir Kafkaslı elinde esir değil
misiniz ya? İşte bu. esareti yazsalar.
Katerina - O! Bu esareti yazsalar sahihen pek güzel
olurdu. Öyle bir esaret ki ihtiyarımla vuku buluyor. Şimdi bizim
Özden bu esâret-i ihtiyariyyeye de itiraz eder.
212 KAFKAS

Bey ile Katerİna bu sözde iken Özden dahi diğer tarafta


hem Katerina'nm şapkasını mukavvadan mamul mahfazası içine
koyar, hem de söylenen sözlere cidden kulak verirdi.
Katerina'nm kendisine tevcîh-i hitâb etmesi üzerine dedi
ki:
Özden - Hayır, ne itiraz edeyim? Şu kadar var ki bu esareti
pek tersine mütâlâa ediyorsunuz.
Katerina - Neden?
Özden - Sizin esâret-i ihtiyâriyyenizi yazmamalı. Bana
kalsa Kaplan Beyin esâret-i ihtiyâriyyesini yazmalı.
Kaplan - (Neş'e-i tâm ile) Vallahi pek doğru söyledin
Özden. Evet. Esir olan Katerina döğildir. Benim. Ben onun esiri,
kurbamyım. Öyle değil mi özden?
Özden - Görünüşte Öyledir.
Katerina - İşte gördün mü bir kere. Şimdi söylediğin lâkır­
dının hükmünü yine geriye aldın. Demek oluyor ki, yalnız görü­
nüşte öyledir de hakikatte öyle değildir.
Özden - Bir adamın yüreği içinde olanı kim bilir? Biz da­
ima zahirde olanı görürüz.
Kaplan - Zahir dahi hep bâtının aynıdır Özden. Yine
hakkın var. Yine doğrusun.
Katerina - Hayır. Öylesi değil. Özden sizin bana olan mu­
habbetinizin derecesini lâyıkıyla bilmediği için, fart-ı muhabbe­
tinize inanmamak ister de onun için söyledi.
Kaplan - Eğer Özden benim fart-ı muhabbetime inanır ise,
onun bu imanından biz daha ziyade mes'ut olacak mıyız?
Katerina - Hayır ama ....
Kaplan - Öyle ise işe ehemmiyet vermenin hiç manası yok­
tur. Bahusus özden'in buna inanmakta ol kadar suubet gösterme­
sine memnun olmalıyız. Zira mücerrebdir ki, bir adam bir şeye
pek kolay inanır ise ondan yine pek kolay vaz geçer. Şimdi Özden
bizim muhabbette sebat ve devamımızı tamamıyla görüp de bir
kere inanacak olur ise, artık muhabbetimizin en büyük hâmisi
kendisi olur.
Özden - İşte en doğru bir lâkırdı olabilirse, o da budur.
Özden bu sözleri söylediği zaman Öyle bir sûret-i mütenef-

364
KAFKAS 213

fire ile söylemişti ki, mezburenin gerek Katerina Kaplarca ve ge­


rek Kaplan Katerina'ya esir olsun bunların her ikisinden dahi
memnun olamayacağını Kaplan da, Katerina da anlamıştı.
Muhabbet-i esirâneden açılmaya başlayan söz âşıkane fe­
dakârlıklar vadisini dolaşarak ve bu vadide Kaplan hamiyyet-i
milliyye ve gayret-i vataniyye gibi en mukaddes şeyleri bile
sevdiği için feda edeceğini ve fakat bu fedakârlığı dahi az göre­
ceğinden onlarla sevdiği üzerine minnet koyamayacağını temin
eylediği gibi Katerina dahi Kaplan için familyasını, vatanım
her şeyini feda edip, hâlbuki bu fedakârlık hakikatte yine ken­
disini mes'ut eyleyeceği cihetle bundan dolayı âşıkane asla min­
net ettirmeyeceğini temin eyleyerek nihayet silsile-i suhanı tâ
politika vadilerine kadar uzatıp götürmüşlerdir.
Âşık ve âşıkanın işbu fedakârlık bahisleri üzerine
mutaassıp Özden'in çehresinde görülmesi zarurî bulunan
tagayyürleri burada biz tafsil ve izah etmeyeceğiz. O misillü
dekayıkı erbâb-ı mütâlâanın kendi tasavvurlarına havale
eyleriz.
Söz politika vadisine isal edildikte Katerina dö Branoviç
cenapları bir saat kadar evvel Kaplan Beyden almış olduğu va­
adi takviye için pek güzel bir münasebet düşmüş olduğunu görerek,
hemen takviyeye müsâraat eyledi:
Katerina - Bak sevdiğim şu bizim muhabbetimiz ne mu­
kaddes bir şeydir ki, yalnız bizim ikimizi mes'ut etmekle kalma­
yacak. Bundan Rusya devleti ve Kafkas ahalisi dahi müstefit
olacaklar. Öyle ya Kafkas kıyam etmez ise bu hudut üzerinden
memâlik-i Devlet-i Aliyyeye mürur eden orduların arkası emin
olacak ve Rusya devleti Kafkas'ın teskini külfetinden kurtulacak
ki bunlar devlet için az faide değildir. Buna mukabil Kafkas
dahi Rusya'ya karşı isyan edip de bunca kanlar dökmeyecek ve
Rusya'nın şiddetini kendi aleyhine davet etmeyecek. İşte bunlar
hep bizim muhabbetimizin semerât-ı mukaddesesİ olacak. Öyle
değil mi?
Kaplan - (Bir sert nefes alarak) Ona şüphe mi edersiniz
efendim. Elbette Öyledir.
Katerina - Hem ben zannetmem ki siz bu hizmeti yalnız
Rusya ve Kafkasya'nın istifadeleri için deruhte etmiş olasınız.
Hayır. Sizi bu taahhüde cümleden ziyade sevk eden şey, mücerret

365
214 KAFKAS

bizim birbirimize malik olabilmekliğimiz yolunu o surette temin


edebilmek fikridir. Öyle değil mi sevdiğim?
Kaplan - Evet. Burası da böyledir. Ben size ne dedim?
Dünyada sizden başka benim için mukaddes hiçbir şey yoktur de­
medim mİ? Benim için sizin ni'met-i visâlinizden büyük hiçbir
menfaat, hiçbir saadet olamaz. Her şeyi size ve sizin yüzünüzden
hâsıl olacak saadetime feda ederim.
Katerina - Şimdi siz içinizden dersiniz ki bu kız mutlaka
verdiğim vaade emniyet edemediği için onu takviyeye medar ol­
mak üzere bu sözleri tekrar ediyor.
Kaplan - Hayır. Orası aklıma gelmez ya. Fakat böyle de­
miş olsam bile ne zararı vardır? Zararı değil bilâkis faydası pek
çoktur. Zira siz bu işi takviye için ne kadar çalışmış olsanız benim
mes'udiyetim esbabını takviye etmiş olacağınız için ben yine o
nispette memnun olmalıyım.
Katerina - Hah! İşte ben de bunu söyleyecektim. Vaadinize
emniyet edemeyişim sizin şâyân-ı itimad bir adam olmadığınız
için değildir. Belki bu işi yürekten hem de pek ziyade iltizam
edişimdendir. Ben bu bapta ne kadar emniyetsizlik gösterir ve
sizi ne kadar mecbur eylersem, ikimizin de mes'udiyetimizi o ka­
dar temin etmiş olacağım için yine bizim kendimize hizmet etmiş
olurum.
Kız bu sözleri söylerken gözlerinin kuyruğuyla daima
Özden'i gözetip gözü onun gözüne iliştikçe göz kuyruklarının tas­
vir edebildikleri sûret-i tebessüm ile "görüyor musun iş ne kadar
ciddi, ne kadar kuvvetlidir? Sen yine inanma" mealini karıya iş-
rap eder ve o dahi başım sallayarak gözlerini havaya kaldıra­
rak "aklına şaşarım senin" cevabını hâl ü tavrıyla anlatırdı.
Kaplan Beye gelince kıza bu teminatı nasıl bir cebr-i nefs ile ver­
diğini bizim tasrîh ve tefhim etmekliğimize hacet görmezsiniz
zannederim. Zaten siz Kaplan Beyin vuku bulan teşebbüsât-ı va-
tanperverîsini görüp anladıktan sonra hikâyem izden
Katerina'nın ilk teklifi eylediği ve Kaplan'ın dahi sûret-i muva­
fakat gösterdiği parçayı tekrar okuyacak olsanız anlarsınız ki, o
zaman dahi Kaplan Katerina'ya vermiş olduğu teminatı pek bü­
yük bir cebr-i nefs ile vermiştir.
Vakit gurûb-ı şemsi bir saat kadar mürur eylediği cihetle
taam zamanı hulûl etmiş bulunduğundan, cevizli tavuk, pasta,

366
KAFKAS 215

ocak bacasında islettirmiş et ve yumurta ve âlâ Çerkez peyniri ve


gözleme ve puf böreği gibi Kafkas et'imesinden mürettep olan ak­
şam taamım tehiyye eylediler. Bunun üzerine Kaplan Bey Selim
Kamaro'yu dahi davetle Özden de birlikte olduğu hâlde dört kişi
sofraya oturdular. Sofrada ne âşıkâne, ne de siyaşetkârâne
olarak hiçbir lâkırdı teati edilmeyip, yalnız Kafkas et'imesi
üzerine bahsedilir ve bunlar kadar hazmı batî yemekleri olduğu
hâlde ancak Kafkas'ın o lâtif ab ü havası hazm ettirebilip,
başka yerde olsa bunların mümkün değil yenilemeyeceği hükmo-
lunurdu.
Ba'de't-taam Selim Kamaro ertesi sabah için Sohum'a av­
deti Katerina'ya teklif eylediyse de, bu teklif derhâl Kaplan
Bey tarafından reddedildiği gibi bizzat Katerina dahi bu kadar
sür'atle avdete razı olmayıp bilâkis ertesi sabah etraf ve ci­
varda gezilecek ve görülecek olan yerlerin gezilip görülmesine
karar verildi. Özden'e kalmış olsa idi mezbure bir gece için olsun
oraya hiç de gelinmemek cihetini tercih eylemekte bulunduğun­
dan ertesi sabah avdeti ez-can ü dil tasvip eylediyse de Kaplan
ile Katerina'nın itirazlarını redde muvaffak olamadı.
Selim Kamaro Sohum'dan kabileye kadar olan mesafeden
maada bir de Zogar ormanına dolu dizgin gidip Kaplan ile bera­
ber gelmiş bulunduğundan pek ziyade yorgun düşmüş ve binaena­
leyh istirahata arz-ı ihtiyaçla Kaplan'ı ve Katerina'yı veda
ederek kendisi için tedarik edilen yatak mahalline çekilmişti.
Özden Katerina'nın dahi istirahata ihtiyacını yine kendisine
ihtar ile yatmayı teklif eylemiş ise de, Katerina için Kaplan ile
iki dakika ziyade oturmak iki saat uyuyup rahat etmekten daha
tatlı olduğu cihetle, kız bir türlü Kaplan'dan ayrılamadığı gibi
Kaplan dahi (kimsenin ketm ve inkârına muktedir olamayacağı
veçhile) Katerina'yı kendisi için sûret-i mahsûsa da yaptırmış ve
her taşını nice bin tatlı hülyalar ile vaz ettirmiş olduğu daire
içinde salınıp geziyor görmeye bir veçhile doyamadığı cihetle
ikisi dahi Özden'in vuku bulan ihtarı üzerine çehreyi eğdiler ve
bu ihtara tebaiyyet etmeyeceklerini hâlleriyle, şanlarıyla an­
la ttıla r.
Bu hâlde Özden'in ne kadar dilgîr olduğunu güzelce mülâ­
haza etmelidir. Karının aklına neler geldi, neler geldi ki,
bilseniz dilgîrliğini siz bile mazur görürsünüz. Herif ne kadar Rus

367
216 KAFKAS

terbiyesi görmüş olsa her hâlde Kafkaslıdır. Katerina'ya dahi


Piyade heveskârdır. Ya o akşam Katerina'dan hiç ayrılmayaca­
ğını dermiyan ederek kızı koluna taktığı gibi yatak odasına gö­
türür ve Özden'e "Sen de şurada kendi odanda yatıver" der ise
Özden buna ne ile mukabele eder? Bahusus ki böyle bir teklif
Kaplan Bey tarafından vukua gelecek olsa Katerina'nın itirazı
ve adem-i kabulde me'mûl değildir. Zira kız Kaplan Bey için her
şeyi feda etmek davasındadır. Beyden aldığı vaat üzerine
Kafkas'ı isyandan men gibi Rusya devleti için pek büyük bir hiz­
met görüp, onun mükâfatı olarak dahi elbette Kaplan'a bir rütbe-
i askeriyye ile beraber kendi zevciyetini de kazandıracağını
bilâ-şüphe ve lâ-tereddüt ümit eylemekte bulunduğundan
Kaplan'ın edeceği böyle bir teklifi hemen ez-can ü dil kabul edi-
vermesine de şüphe olunamaz. O hâlde Özden'e bir "Sen halt
etme. Haddini bil" düşer.
İşte Özden bu hâli nazarıdikkati önüne alınca âşık ile âşı-
kanın yekdiğerinden ayrılmak istememelerine pek ziyade
ehemmiyet vererek artık bir dakika bile başlarından ayrılma­
maya karar verdi.
Vakıa Katerina'nın kendi emeline kalmış olsa idi
Özden'in korktukları hep başına geleceğine şüphe bile edile­
mezdi. Zira Selim Kamaro gidip de kendisi dahi galebe-i nevmle
esnemeye başladığı zaman iki gözlerini Kaplan Beyin iki gözleri
bebeklerine tatbik ederek, o manalı bakışlarıyla emel-i derûnun-
dan beyi dahi ihtar eylerdi. Bereket versin ki beyin havsala-i
tahammülüne artık sığmayacak kadar dolmuş olan hissiyâtı mi-
yanında validesinin tevbihleri ve Esma Çan'ın tenezzülü keyfi­
yetlerinden münbais olan hisler dahi çocuğu perhize davet eyle­
miştir. Binaenaleyh gurub-ı şemsi üç saat geçerek kızın gecesi ha­
yır olması temennisiyle Kaplan Bey dahi Katerinaski Salon'dan
çıktı, kendi dairesine geldi. Ama hep gözleri, aklı fikri salondan
çıkmak istemeye istemeye geldi. Katerina dahi beyi hiç iste­
meye istemeye gönderebildi.
Ertesi sabah Kaplan Beyin Katerina'yı gezdirmek için ter­
tip eylediği sahra cemiyyeti gerçekten pek safalı bir şey idi.
İkametgâhına en yakın mahallerde bulunan yirmi kadar mahir
atlılara haber gönderip, bunları celp eyledi ki her birinin başla­
rındaki külâhlardan ayaklarındaki çarıklara varıncaya kadar

368
KAFKAS 217

gerek elbisesi, gerek eslihası som sırma içindeydi. Yine bu derece


müzeyyen bulunan otuz kadar piyadeyi dahi başkaca tertip eyle­
yerek bunlardan maada (her hâlde Esma Çan'ın tenezzülünü tak­
viye emel-i intikam-cûyânesinden hâlâ vaz geçemeyerek) ke-
mençe ve düdük ve saıreden miirettep birtakım Çerkez çalgısıyla
on beş, yirmi kadar kızlar için dahi civarın en lâtif bir mevkiine
ziyafet tertip eyledi.
Katerina için hazırlanan hayvan ol kadar müzeyyen idi ki
bizzat Rusya imparatoru ömründe bu kadar müzeyyen bir hay­
vana binmemiş olduğunu hükmeyler isek mübalâğaya hamlolu-
namaz. Matmazel cenapları dahi Selim Kamaro ve Kaplan tara­
fından vuku bulan ihtar üzerine imkânın müsaadesi dahilinde
kendisine pek güzel çeki düzen vermiş olduğundan, hayvana bin­
diği zaman letâfet-i mahsûsasıyla âdeta bütün Abazaları meftun
eylemişti. Yirmi nefer süvariden on tanesi Önde ve on tanesi ar­
kada ve Katerina ve Özden ve Selim Kamaro ve Kaplan ile bir de
uşağı Saatgiray ortada olarak yola revan oldular.
Çerkezlerİn ata ne güzel bindikleri, ne mahir süvari olduk­
ları el-hâletü hâzihi gözümüzün önünde bulunmakla cümlemizin
malûmu ise de, şayet içimizden bir süvarinin letafet ve mahareti
hangi cihetlerde ve ne suretlerde olabileceğini tecrübe etmemiş
adamlar var ise, onları dahi haberdar etmek için ol bapta çend
kelimeciği diriğ etmeliyim.
Bu keyfiyeti güzelce anlayabilmek için evvelâ aks-i hâle
bir nazar edelim;
Bazı adamlar görürsünüz ki, binmiş olduğu hayvanı eşdir-
dıği zaman üzerine güya bir cenaze yükletmişler gibi durur. Bu ce­
naze soğumuş ve donmuş bir vücut olsa elbette hayvan üzerinde
daha dirice durarak, binaenaleyh daha ziyade bir yakışık alır.
O adam ise güya taze bir naaş imiş gibi başı ve kolları ve vücudu
ve ayakları başka başka sallanarak hayvanın harekât-ı muvâ­
zenesine mukabil, bunun hareket-i gayr-i mevzuna ve müşevveşesi
nazarlarda o kadar çirkin görünür ki, insanın yüzünü öte tarafa çe­
virerek bu süvariyi temaşa etmemeye çalışması zarurîdir. Böyle
bir süvari eğer hayvanı tırıs dedikleri yürüyüşe kaldıracak olsa,
üzerinde ölü gibi çalkanmak hareketi baki kalmakla beraber bir
de doğru durabilmek için asla kendisinde kuvvet ve muvazenet
bulamayacağından, hayvanın ön tarafına doğru bir eğiliş eğilir

369
218 KAFKAS

ki mazallah o hâlde hayvan biraz aksayacak olsa tepe aşağıya


gelmesinden kat'-i nazar onun bu vaz'ı haricinden kendisini te­
maşa edenlerin gözlerine batar. Hayvanı tırıs sevk etmekte
AvrupalIların usûl-i rükubları dahi gayet çirkindir. Ahvalini
tasvir eylediğimiz işbu süvari mazallah hayvanı dört nala ve­
yahut dolu dizgine kaldıracak olur ise artık temâşa-yı nefret-ef-
zâsı bütün bütün tahammül edilemeyecek dereceye varır.
Bacakları kartal kanadı gibi açılıp vücudunda ol kadar temev-
vüçler, sallantılar peyda olur ki, bir mahir biniciyi kahkalarla
güldürür. Bu adamın olanca kuvvet ve dikkati yalnız şu hâlde
kendisini hayvan üzerinde tutabilmeye münhasır kaldığından,
hayvan üzerinde silâh kullanmak gibi harekata değil, hatta
eline bir deste gül verseler bunu bile tutabilmeye muktedir ola­
maz.
Bir de o zarif Çerkez süvarisine dikkat ediniz. Hayvanı
eşgin yürüttüğü zaman üzerinde o kadar doğru durur ki, insan yaya
yürüdüğü zaman bile bu kadar doğru durarak, bu derece lâtif bir
hırâma muktedir olamaz. Vücudundan hiçbir uzvu sallanmaz.
Güya ata değil bir nehir üzerinde at şekline konulmuş bir sala
binmiş de su ile beraber akıp gidiyormuş zannolunur. Hatta
Çerkezlerin mihmîz kullanmamaları ayaklarındaki çarık yumu­
şak olup da mihmîz takmak mümkün olamamasından neşet eyle­
diğine biz kail değiliz. Bunlar gerek mihmîzli ve gerek mihmîz-
siz ökçeleriyle hayvanın karnına dokunmak, vücutlarına bir ha-
reket-i gayr-i muntazama vereceği için tecvîz etmiyorlar da
kamçı kullanıyorlar diye itikat etmek isteriz. Zira hayvan üze­
rinde duruşları o kadar güzeldir ki, insan bu vaziyette olan leta­
feti muhafaza için her fedakârlığı göze aldırmak lâzımdır.
Çerkez süvarisi tırıs yürümeye o kadar itibar etmez. Ancak hay­
vanını tırısa kaldırdığı zaman dahi yine eşgin hâlindeki vaz'ını
asla değiştirmediği görülür. Nasıl değiştirsin ki, insan bir Çerkez
süvarisini gözü önünde tecessüm ettirecek olur ise süvari başka,
hayvan başka bir vücuttur diye hükmedemeyerek, bunu yarısı in­
san, yarısı at olmak üzere mahsus bir vücut zannedeceği geliyor.
Hele Çerkezler dolu dizgin gittikleri zaman hariçten bunları te­
maşa eden bir mahir binici şu temaşayı, âlemde her temaşaya el­
bette tercih eyler. Ama ya Rab! O ceylan gibi süzülüp akış veya­
hut güvercin gibi kanat açıp gidiş az talim ile mi hâsıl olur?

370
KAFKAS 219

Bu hâlde Çerkez bindiği hayvan üzerinde o kadar rahat


oturur ki iktiza edip de arka tarafına dönerek bakacağı zaman
âdeta piyade olarak yürüyen adamdan daha ziyade bir kolay­
lıkla dönebilir. Pek çok adamlar var ki alabildiğine at koştur­
dukları zaman başlarındaki fesi atın hızıyla yere düşürürler. Ya
bunların başlarında bir Çerkez külahı olsa acaba hayvanı tırısa
olsun kaldırabilir mi idi?
İşte bu sülün gibi süvarilerden yirmi tanesi Katerina'nın
önünde ve arkasında bulunduğu hâlde yola revan olup yürümeye
başladılar. Arızalı yerlerden kurtulup da at koşturmaya az çok
salih olan çayırlara, meralara vardıklarında arkada on nefer
süvari atlara hay hay ederek öndekileri dahi geçip gitmeleri ve
şu hâlde onlara meydan okumaları cündılik ve silâhşörlük için
imtihan meydanının açılmasına bir mukaddime olurdu.
Kafkaslıların bu yoldaki imtihanları gerçekten görülmeye şa­
yandır. Yere bir kalpak bırakarak ve birkaç yüz adım birden atı
doldurarak tamam elli adım kadar takarrüp eyledikten sonra, şu
bakıyye-i cüz'iyye-i mesâfenin kat olunacağı yarım dakikacık
zarfında o kalpağa bir tüfek ve bir de tabanca kurşunu
yapıştırdıktan maada fazla olarak ya bir hamle kılıç çalmak
veyahut eğer boşaltarak kalpağı kapıp kaçmak gibi harikulâde
hünerler bu misillü imtihanlarda görülür.
Katerina dö Branoviç İşbu silâhşörlerde gördüğü hünerlerin
her birine başka başka şaşarak ol kadar inbisat gösterirdi ki,
Kafkasya'da geçirilecek ömür bu kadar lâtif olduktan sonra ha­
zır bir politika vesilesinden dolayı oraya gelmiş iken hemen bir
daha avdet etmeyeceği gelirdi. Nihayet aheste revişle bir saat
kadar gittikten sonra gayet güzel bir mevkie vardılar ki piyade­
lerle med'uv olan kızlar ve çalgıcılar orada idiler.
Bu mevkiin derece-i letâfetini tarif hususunda uzun uza­
dıya tafsilâta ihtiyacımız yoktur. Dokuz yüz metreden ziyade
mürtefi bir tepenin, aşağıya doğru indikçe meyli artan ve nihaye­
tinde âdeta düzleşen dameninde, turna gözü gibi bir kaynağın ne-
beân lâfzıyla tabiri yakışık almayan ve feverân lâfzıyla tavsifi
lâzım gelen kaynayışı ve on beş yirmi kadar gayet cesim çınar
ağaçlarının işbu saha üzerine saye salışı ve ipek gibi ince ve lâtif
bir çemenin kaliçe-i zümridîn-âsâ oraları keçeleyişi tasavvur
olunur ise, letâfet-i mevkiiye kendiliğiyle nazarlarda tecessüm

371
220 KAFKAS

edebilir.
Oraya vasıl olundukta evvel emirde bir çalgı ve raks faslı
icra olundu. Camiü'I-hasenât demeye vücuhla şayan bulunan
Kafkasya'da en ziyade geri kalmış bir şey var İse o da musiki ol­
duğuna asla söz yoktur. İcra edilen ahenkleri işitecek olsanız
frenklerin ıstılahat-ı musikiyyesinden olduğu üzere monotonlu­
ğuna yani hep bir sadanın tekerrürde devamına asla tahammül
edemezdiniz. Lâkin musikiyi başka kulakla dinlemeye alışmış
olan bizim gibi halkın Kafkas musikisini asla beğenmeyişi,
Kafkaslıların bundan aldıkları lezzeti taklîl eyleyemez. Zira
herkesin küçüklüğünden beri kulağında yer tutan müzikadan mü-
telezziz olması tabiîdir. Afrika'da ve Cezayir Bahr-i
Okyanus'ta birtakım ahali vardır ki çalgılarında düdük ve ke-
mençe gibi ince sazlar bulunmayarak, yalnız bir tahta üzerine
trampet deynekleri gibi deynekleri vurup takırdatmaktan ibaret
bulunan çalgılarından fevkalhad lezzet alırlar. Ol suretteki ba­
zıları en yanık olan makamların tesiratına takat getiremeyerek
hüngür hüngür ağlarlar.
İşte şu kaideye binaen Kafkas'ın yerli çalgısı yine yerli
kızlar ile erkeklerinin aşklarını tahrike kifayet eylediğinden,
evvel emirde bir kız, bir erkek el ele veyahut bel kayışlarından
tutuşarak hora oynamak suretiyle başlayan oyun, nihayet iki kı­
zın ve bilmünâvebe iki erkek karşılıklı oynamaları derecesine
vardı ki, Kafkas raksının bu sureti âdeta Avrupalı dansözlerin
icra eyledikleri raks kadar ince hünerlerden addolunur. Zira bu
rakslar ayakların tabanı veyahut tarağı üzerinde değil, cidden
baş parmaklarının üzerinde icra edilir.
Çalgıdan, şarkıdan ve rakstan sonra süvari ve piyade cen-
gâverlerine silâhşörlük maharetini göstermek için silâh atmaya
ve manevralar icra eylemeye başladılar. Uzaktan kendilerine
doğru piyade avcısı harekatıyla sokulmak için yere yüzü üzeri
yatıp vücudunu dirsekleriyle sürükleyen yiğitlerin yalnız başla­
rındaki kalpaktan başka bir tarafını görememesi Katerina'nın
cidden hayretini mucip olurdu. Hâlbuki o hâlde dahi mezkûr pi­
yade silâh istimaline muktedir olduğunu kuru sıkı olarak attığı
tabanca ve tüfeklerle gösterirdi. Süvariler ise bayır yukarı ve
bayır aşağı ettikleri harekatı âdeta düz yerlerde icra ediyorlar
gibi bir maharetle icra ederek hele altlarındaki at alabildiğine

372
KAFKAS 221

giderken bunlar tüfeklerini doldurmaya dahi muktedir olurlardı


ki, burası el-hakk şâyân-ı hayrettir.
Mevki'-i mezkûrde akşama kadar kalınıp yenildi, içildi.
Birkaç defa çalgı ve raks ve silâhşörlük fasılları tekerrür eyle­
yerek eğlenildi. Akşam üzeri yine Kaplan Bey ikametgâhına av­
det olundukta Katerina dö Branoviç o günkü gördüğü şeyler üze­
rine beyan-ı hayretten başka söyleyecek söz bulamazdı. Güya
oraya yalnız kendisi gitmiş de Kaplan Bey birlikte gitmemiş ve­
yahut gitmişse bile sebkat eden şeyleri görmemiş ve bunlar hiç
kendisinin malûmu bulunmamış da Katerina bunları tarif ve tef­
him ediyormuş gibi bir surette olarak, kız gördüğü şeylerin hep­
sini birer birer Kaplan Beye hikâye ve tarif eylerdi. Temaşa edi­
len ahvale pek ziyade hayran kalanlarda bu hâl her zaman mü­
şahede olunan acayipdendir.
Daha ertesi günü Kaplan Bey Katerina'yı avdetten men
eylediği gibi kız dahi avdeti istemediğinden o günü de bir sayd ü
şikâr tertibiyle imrar eylediler. Fakat vakit hiçbir saydın
mevsimi olmadığı cihetle bundan ziyadesiyle mütelezziz olama­
dılar. Birkaç kumru ve güvercin ve zayıf üveyik ve hatta karga
ve bir iki tavşan vurmaktan ibaret muvaffakiyât-ı cüz'îye
Katerina'yı eğlendiremedi ise de Abazaların tüfeğini doğrulttuğu
noktaya saçmaları behemehal sarıvermeleri şâyân-ı dikkat ve
ehemmiyet idi.
Moskof kızı hakkında bu kadar riayetkârlıkta bulunması­
nın bir vechi Esma Çan'a rağmen olduğunu haber vermiştik.
Vakıa Esma Can velvelesi bütün etraf ve civarı tutan Katerina dö
Branoviç'e edilen riayetten dolayı asla renk vermediyse de, sa­
bahleyin sahraya gider akşam üzeri Kaplan Beyin hanesine av­
det ederken şu meşhur Moskof kızını behemehal görmek arzusunu
ve gördüğü zaman dahi derin derin göğüs geçirmesini bir türlü men
edemezdi. Şirinşah ise oğlunu vazife-i vatanperverîye celp ey­
lemiş bulunmakla mutmain olduğundan ve bir muteber Moskof kı­
zına oğlunun ol suretle riayet etmesi şöhret, nezaket ve terbiye-
tini arttıracağı malûm ve müsellemi bulunduğundan, ol bapta oğ­
luna asla itiraz etmeyip bilâkis ettiği riayetten dolayı beyân-ı
memnûniyyet dahi eylerdi. Hatta Kaplan Bey validesinden gör­
düğü rû-yı memnûniyyet üzerine eğer müsaade eyler ise
Katerina'yı kendi yanına getirip görüştürmeyi dahi validesine

373
222 KAFKAS

teklif eylediyse de, Şirinşah yalnız bu teklifi kabul edemeyerek


"Sen ne kadar hürmet ve riayet eder isen et. Lâkin misafir kızca­
ğızı nafile benim yanıma getirme. Zira ihtimal ki Moskoflar
hakkında olan şiddet-i efkârım birdenbire hükmünü gösterir ve
derhâl tamiri için bende iktidar bırakmaz da bir hata ederim"
diye oğlunu bu mülâkattan men eylemiştir.
İşte Katerİna üç gün misafirlik müddetini böyle eğlenceli
bir surette geçirip, dördüncü günü daha akşamdan verilen karar
üzerine ale's-sabah arabasına binerek avdete yüz gösterdi. Hîn-i
müfârekatta Kaplan'dan aldığı vaadleri ve teminleri bir kat
daha takviye etmeye müsâraat eylemiş olduğu bedaheten malû-
mumuzdur. Kaplan o teminatı dahi vermekten geri durmadı.
Hatta bunların en son lâkırdıları şu sözler olmuştur:
Katerina - O gördüğümüz silâhşörler gibi üç bin beş yüz kişi
çıkarabilirsiniz ha?
Kaplan - Evet ama hepsi burada hazır ve amede değildir.
Şimdi derhâl tedarik edebileceğim ancak bin beş yüz kişiye va­
rabilir.
Katerina - O kadar olsun ey, biz sizin Sohum'a vürudunuzu
kaç güne kadar bekleyelim.
Kaplan - Hesaplarımızı bozacak bir şey çıkmaz ise zan-
nıma göre bundan bir hafta sonra oradayız.

İkinci Bap

Vakıa bunların hesaplarım bozacak hiçbir şey çıkmamıştı.


Vakıa bir hafta sonra bunlar Sohum'da bulundular. Ama bakınız
nasıl:
Koca Semmûrkaş Bey Zogar ormanında kendi tedarikâtını
tertip etmekle beraber sadakatine emniyet ve itimat eylediği beş
altı nefer muteber ihtiyarları dahi Batum cihetine sevk ederek,
orada gerek kuvve-i berriyenin ve gerek kuvve-i bahriyyenin en
büyük kumandanı kim ise onunla görüşerek, Sohum üzerine birkaç
gemi gönderildiği surette karadan bunların ve denizden dahi
Abazaların hücumuyla kal'a-i mezkûrenin fethi müyesser olaca­
ğını haber vermeye ve bu bapta daha söylenecek ne kadar sözler
lâzım ise hepsini söyleyip ümerâ-yı Osmaniyyeyi behemehal

374
KAFKAS 223

kandırmaya memur eylemişti.


Bu zatların hareketleri gününden bed' ile tayy edecekleri
mesafe bu badehu donanma-yı hümâyunun hazırlanacağı ve
Batum'dan Sohum'a kadar gelmek için sarf eyleyeceği evkat he-
sab-ı ferah ile hesap edildikte Kaplan Beyin Katerİna dö
Branoviç'e vaat eylediği üzere o günden bir hafta sonraya kadar
donanmanın Sohum civarına gelebileceği anlaşılarak işbu vürut
haberini getirmek için dahi sahil tarafına lüzumu kadar gözcü
atlılar gönderilmişti. Abazalar tarafından edilecek olan böyle
bir davete icabet eylememek Osmanlılık şanından olmadığım ve
davet kabul olunduktan sonra ise bililtizam vakit kaybedileme-
yeceğini Semmûrkaş Bey ile rüfekası yakînen bildikleri cihetle,
biraz ferahça yürüttükleri hesap yanlış çıkmadı. Zira Katerina
dö Branoviç'in Kaplan Bey ikametgâhından hareketinin üçüncü
günü sahil tarafında bulunan gözcülerin birdenbire gelerek
Osmanlı donanmasının vürüt eylediğini ve hatta bunlar
derûnunda bulunan Abaza ve Gürcü ve Çerkezlerle görüştüklerini
beyan etmekle beraber, Sohum'a hangi gün hücum edeceklerini ve
karadan Abazaların ne suretle yürümeleri lâzım geleceği
haberini dahi getirdiler.
Bu haber üzerine Semmûrkaş Bey diğer üç nefer rüfekasını
da cem ederek akd eylediği meclis-i meşverette Zogar ormanı
müzakerâtını mevki'-i fiil ü icraya çıkarmaya başladılar.
Herbiri malûmü'l-mikdar süvari veya piyade ile hazır ve amade
bulunmak emirlerini daha evvelden almış bulunan sair beylere ve
muteberâna birer haber daha gönderilerek ertesi sabah için birer
nokta-i muayyenede kendilerini beklemeleri dahi emr olundu. Bu
noktalar öyle bir surette tayin edilmişti ki, daha içerilerden ge­
lecek olan asker Kaplan Bey ikametgâhında kendilerini bulup
birleştikten sonra, oradan Sohum civarına kadar mevâkide top­
lanacak olanları dahi cemiyet esnâ-yı râhda birer birer alıp
fırka ilerledikçe büyüyecekti.
Tertibat-ı mezkûre o kadar ustalıkla, o derece sakitâne
icra olundu ki, hatta orada birkaç Moskof casusu bulunsaydı bile
Abazaların teşebbüsât-ı vâkıası üzerine şüphelenmeye medar
olacak hiçbir telâş, hiçbir ehemmiyet göremezdi.
Mahaza Kafkaslıların muharebeye azimetleri dahi ha­
kikaten görülmekle şayan bir şeydir. Yalnız Kafkaslılara mah­

375
224 KAFKAS

sus değil her milletin harbe gidişleri görülmeye şayan bir şeydir.
Bir maksad-ı millî için cenge giden kahramanın hiss-i fedakârâ-
nesi, hissiyât-ı sâiresinin kâffesine tefevvuk ve galebe eylemiş
olduğundan böyle bir hiss-i âlü'l-al ile anasından, babasından,
hemşiresinden, kardeşinden, sevgilisinden hâsılı akraba vü
havîşânından ayrılan arslanzade arslanın tavrından, vaz'ından
ziyade görmeye şayan ne olabilir? O kahramanın müfareket
eylediği vücutlardan her biri kendisi için o kadar aziz, kıymetli,
tatlıdır kİ dört ay onları göremeyecek olsa iştiyakına tahammül
edemeyerek her birini başka başka sorar, arar, bulur görür. Bu
kere muharebeye azimeti üzerine ise bir daha ebediyen yüzlerini
görememek ve onları dahi kendi iştiyakıyla ilâ-nihaye hasret
bırakmak ihtimali dahi yüzde hiç olmaz ise elli nispetinde
vardır. Ama diyeceksiniz ki müfarekat bu kadar acı olduktan
sonra gitmeyiversin. İşte yalnız bu olamaz. İkinci kitabımızda
Kaplan Beyin validesine söylediği sözleri derhâtır etmeliyiz.
Vakıa âdi bir ahbaba varıncaya kadar taallûkatın cümlesi insan
İçin pek aziz, pek kıymetli, pek tatlıdır. Ancak vatan bunların
cümlesinden daha aziz, daha kıymetli, daha tatlıdır. Nazenin
vatan ol kahramanın bazu-yı gazanferânesinden istimdat eyledi
mi, artık o yolda nakdine-i hayatı da diriğ etmek olamaz. Şaİr-i
âşık "Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil" demiş. Siz bu
âşıkm cananını görmüş olsanız ihtimal ki can değil beş para
verilse istiksâr edilecek bir musibet olmak üzere telâkki
eylersiniz. Onun nazarında ise o cananın kıymeti candan
ziyadedir ki, onu da fedayı göze aldırıyor. Hâlbuki ma'şûka-i
vatanın kıymeti herkes indinde müsellemdir. Onun için her ne
feda edilse istiksâr edecek kimse bulunamaz.
Medeniyet medeniyet olalı, bunu istiksâr edecek hiçbir
âkil görülmemiştir. Kendisini her kayıttan azade eden pek büyük
ukalânın bile vatan borcu kaydıyla mukayyet olduğuna ve o
yolda feda-yı can eylediğine dair misaller vardır. Ne hacet
cenkte bir tehlikeli yara yemiş olduğu halde iltiyam bulur
bulmaz bir dahasını yemek ve hatta kaderde var ise feda-yı can
etmek gayretiyle tekrar harbe can atan kahramanlar her muha­
rebede görülür. Bunlar budala değildirler ya. İşte onlara bu gay­
reti veren şey sevda-yı vatandır ki o sevdayı, o aşkı takdis et­
memek mel'anettir. Hatta bu hiss-i celîl yalnız cenge giden feda-

376
KAFKAS 225

kârda değil, onu cenge gönderen taallûkatında dahi vardır.


Herbiri müfârekât-ı vakıa üzerine canları tenden ayrılırcasına
müteessir oldukları hâlde, her birinin yüreklerinde kudsiyet-i
vatan namına kurban olmak için cenge bir arslan gönderdiklerin­
den dolayı bir büyük sevinç, bir büyük iftihar lezzeti de vardır.
İşte gerek gidenlerin ve gerek gönderenlerin işbu teessürât-ı kal-
biyyeleri her millet nezdinde birçok âdetler tevlit eylemiş oldu­
ğundan, her milletin dahi cenge adam gönderişi, resmi elbette rü-
sûm-ı sâireden ziyade şâyân-ı temaşa olacak bir sureti bulmuştur.
Milel-i malûme miyanında Kafkaslılarm âdetleri binnisbe
biraz sadece ise de sadeliği kadar da mütehassisâne ve şa­
hanedir. Kahramanın elbise ve esliha ve cephane gibi levazı­
mını elbette kadınlar ve kızlar tehiyye eyler. Bunların her birini
ele aldıkça cengâverâne beyitlerle alkışlar. Eş'ar-ı mezkûreden
en çoğu kadim şeyler olup, hatta elbette birkaç tanesi dahi yine o
kahramanın babası veyahut ecdadı hakkında söylenmiştir. Zira
Kafkaslılar gibi kitabet ve kıraattan bî-behre olan milletler
miyanında eâzım-ı selefin yadigârım hıfz için bir terâcim-i ah­
val kütüphanesi bulunamayacağından, eâzım-i müşarünileyhi­
min yadigârım çend beytten ibaret bir şiir suretine koyup, onu da
yüreklerinde ezber etmek suretiyle hıfz etmek âdeti hem kadim
ve hem de umumî bir âdettir. Tedârikât-ı lâzımesi ikmal edilip,
kahraman atına bineceği zaıru n validesinin ve pederinin vesair
kendisinden büyük olanların ellerini öpmeye davrandıkta, Öyle
ağlamak, feryat etmek gibi hâller asla vukua gelmeyip, hatta
çehrelerinde hüzne, kedere dair bir emare göstermemeye ve müm­
kün olduğu kadar.... (Evet. Mümkün olduğu kadar zira böyle aza­
metli dakikalarda insan hissiyât-ı derûnunu ancak mümkün ol­
duğu kadar zapt edebilir) Lâkin mümkün olduğu kadar o fedakârı
güler yüzle göndermeye cebr-i nefs ederler. Kendisinden küçük
olanlar dahi kendi elini Öpüp resm-i vedâ'ı icraya geldikleri
zaman ise bunlara güler yüz göstermek cengâverin vazifesidir.
İcabına göre "Bakınız size seferden ne güzel hediyeler
getireceğim" diye bunları semere-i galibiyyetini peşin olarak
vaat ile taltif dahi eder. Hele o kahramanın biî de yavuklusu
var ise, atına binip de tamam yola çıkacağı zaman yavuklusunun
kapısı önünde bir iki dakikacık tevakkufla yekdiğerine iki çift
lâkırdı söylemeye ikisinin de hakkı vardır ki, muâmele-i

377
226 KAFKAS

âşıkâne babında ol kadar şiddetli bulunan Kafkaslıların yalnız


bu hakkı iptale hadleri yoktur. Nişanlısının kapısı Önünde duran
kahraman attan inerek veyahut hayvanı tâ kapıya kadar
sokarak kapının iç tarafında kendisini karşılayan cananı ile
istediği yolda iki çift lâkırdısını ettikten sonra, eğer atta ise
kaltak boşaltmak hareketiyle ve yerde ise alelâde bir
davranışla başını kapıdan içeriye sokmaya kadar mütecasir olur.
Bu hâlde başını nereye kadar uzatıp sokar? İşte bunu kimse
göremez. Hatta bunlara uzaktan bile bakmak gayet ayıptır. Şu
kadar var ki o zamana kadar burnu sızlayıp gözü sulanmamış
olan merdin, kapıdan içeriye sokmuş olduğu başını geriye aldığı
zaman burnunun ucu kızarmış ve göz pınarları dahi ayrıca iki
damla göz yaşı elmasıyla ziynetlemiş olduğu görülür.
Herbiri bu suretle hanelerinden çıkan cengâverler dünyanın
hemen her tarafında, her köyde vücudu eksik olmayan ya bir ay­
rılık ağacı veya ayrılık çeşmesi, ayrılık kaynağı, ayrılık deresi,
ayrılık kayası hâsılı bir ayrılık alâmeti altında toplanarak arş
kumandası verilinceye kadar bunları bir müessir sükût-ı umûmî
istilâ ederek, herkesin gözleri mutlaka köy semtinde olur. Arş
kumandası verildiği zaman dahi eğerçi bunların hatveleri ile­
riye doğru atılır ise de, yüzleri mutlaka geriye müteveccihtir. Bu
hâl tâ zeminin ârızalan artık o mukaddes maskat-ı re'sİ görmeye
mani oluncaya kadar devam eder. Bu sebebe mebnidir ki hemen
her milletin lisanında (bir giderim beş ardıma bakarım) müedda-
sında beyitler vardır. Böyle olmamış olsa o azametli anın hiçbir
zevki alınamadığına hükmedilmek lâzım gelir. Bu kadar hissiz­
lik insanda değil a, ekser hayvanlarda bile bulunamaz.
Kafkas'ta eğerçi muntazam asker yok ise de, salifü'z-zikr
suretle hazırlanıp meydana çıkan cengâverler icabına göre ya
koy içinde ve fakat ekseriya herkesin hiss-i derûnuyla meşgul ol­
dukları bir zamanda kendilerini işgal etmemek için köyden ay­
rıldıktan sonra bir münasip yerde akd-i cemiyyetle sekiz on ki­
şiye kumanda edecek onbaşı mertebesindeki küçük zabitleri ve
kırk elli kişiye kumanda edecek olan yüzbaşı mertebesindeki bö-
lükbaşıyı intihap ederler. Bu intihap kendileri için asla müşkül
bir iş değildir. Zira hakk-ı intihaba nail olmak, şecaat-ı zâtiyye
ve maharet-i askeriyye ve tecârib-i harbiyyeye münhasır oldu­
ğundan ve bunların erbabı ise zaten herkes indinde malûm bulun­

378
KAFKAS 227

duğundan, zabitlerin intihab ve tayini bir iki dakikalık bir iştir.


Hem bunda ne müşkül olabilir ki, mücahidîn-i merkume meya-
nında neferlik payesiyle seraskerlik payesinde kahramanlıkça
hiçbir fark yoktur. Nefer de seraskerini bir kahraman gibi görür,
serasker de, neferini bir kahraman gibi görür. Bunlar miyanında
baş kumandan her hâlde birçok ihtiyarlardan ve tecrübekârlar­
dan ibaret bulunan erkân-ı hârbiyye heyetinin re'y ve tedbirini
tebliğ edecek olan zat demek olup, küçük kumandanlar dahi ârâ
ve tedâbir-i mezkûreyi kâffe-i efrada neşr ve tebliğ eyleyecek
olan memurlar demektir. Bunların cemiyet-i asker iyyelerinde yü­
rekler hep birdir. Yürekler mütesavî olduktan sonra rütbelerin ih­
tilafı hep birer ihtilaf-ı zahirîden ibaret kalır.
Semmûrkaş Beyin bu defaki tertibatını usul ve âdet-i kadî-
meden farklı gösterebilecek bir hâl olduysa, o dahi yalnız
Şirinşah'ın bir sancak getirmesi sureti oldu. Şöyle ki:
Ertesi sabah diye tayin olunan ferdâ-yı azimet hulûl edip
de hemen o civardan toplanan otuz kadar süvari ve seksenden mü­
tecaviz piyade dilâverler köy kenarında sessizce ve sadasızca iç­
tima eyledikleri zaman, bunlar şimal-i şarkî cihetinden gelen ve
kendi beyinlerinde "Şabsıh Yolu" diye yâd olunan yol üzerinde
sair refiklerinin dahi vüruduna muntazır bulunurlardı. Tulû'-i
şemsden yarım saat sonra yani henüz nûr-ı şemsin zerrin yaldızı
solmak suretini almamış olduğu bir zamanda, bu yolun üç bin
hatve kadar bu'dundan bir karaltı peyda olup dikkat edildikte,
iki yüz kadar süvari ile altı yüz kadar piyadeden ibaret Abaza
şeciânı fırkası olduğunu anladılar. Aradan beş dakika daha mü­
rurunda asâkir-i vâride tarafından dolu dizgin gelip çatan birkaç
nefer, süvari, gelenlerin hangi beyler olduğunu ale'l-esâmi haber
vermişlerdi. Semmûrkaş Bey şamatayı mucip olmamak için
asâkir-i merkumenin oraya uğramaksızın köyün üst tarafından
geçip ilerlemesi emrini verdiği gibi, orada mütehaşşid olan kendi
fırkasına dahi (hazır ol) kumandasını ita eyledi.
İşte bu esnadaydı ki Şirinşah, tepesinden topuklarına ka­
dar yalnız bir beyaz tülbent sarkıtmış olduğu ve elinde bir de an-
asl yeşil iken rengi solup ağarmış ve an-asl sırma işli iken sırma­
ları kararmış bir bayrak bulunduğu hâlde meydana çıktı.
Bu bayrak herkesin ve hatta Kaplan Beyin dahi tanıdığı
bir şey olmadığından, bunu herkes tahayyürle telâkki eylemiş­

379
228 KAFKAS

lerdi. Fakat Semmûrkaş Bey ile Arslan Koç Bey bayrağı görür
görmez hemen Şirinşah tarafına koşup ol alâmet-İ mukaddesenin
birer ucunu ikişer elleriyle yakalayarak ve derûnlarında
alevlenen hissiyât-ı kahramanânenin alevleri gözlerinden
çıkıyormuşçasma parıl parıl parlayan gözlerinden akıttıkları
dolu taneleri gibi yaşları ak sakalları üzerinden tekerliyerek,
hararet-i garîziyyelerinin fevkalhad iltihabından dolayı ateş
gibi yanan dudaklarıyla öpüp yüzlerine, gözlerine sürdüler. Bunu
görünce cemaate daha ziyade bir hayret geldi.
Semmûrkaş Bey bayrağı öptükten sonra Şirinşah'a
"Kardeşim! Şirinşah! Beni bugün iftiharın derece-i gayesine isal
için mi bu kadim ve mukaddes yadigârı getirdin?" diye bayrağa
el uzatmak istemişti. Fakat Şirinşah bayrağı yakalamış olduğu
sağ elini geriye çekerek a'râz sureti gösterip "Hayır beyim. Bu
mübarek sancak oğlum Kaplan'a altıncı ceddinden miras ve
yadigâr kalmıştır. Babası Timurtaş Bey merhum henüz on yedi
yaşında iken bunu Anapa muharebesine götürmüştü. Ondan beri bu
bayrak sapı üzerine sarılmış ve gılâfı içine konulmuş olduğu
hâlde benim odamın musandırası üzerinde mahfuzdur. Hatta on
iki sene evvelki muharebede bunu ele almayı istemiştiniz de ben
mani olmuştum. Aklınızdadır ya? Çünkü bu sancak İstanbul'dan
gelmiş bir yadigâr olup ancak Devlet:i Aliyye-i Osmaniyyenin
açtığı muharebelerde açılır. Bunu vâris-i hakikîsi olan ve geçen
günkü imtihanında vâris-i hakikîsi olduğunu bana verdiği
teminat ile ispat eyleyen oğlum Kaplan'm eline vereceğim. Yok
eğer onu münasip görmez iseniz artık bizzat kendi elime alıp
kahramanlık meydanında size bununla delâlet edeceğim. Zira
hatırınız kalm asın necâbet-i kadîmeyi takdis hissiyle
söylüyorum ki şu civarda hiçbir familyanın necâbeti bu bayrağı
eline almak için kendisine salahiyet veremez" demişti.
Şirinşah bu lâkırdıyı bir tavır ile söyledi ve bunu Kaplan
Bey bir tavırla dinledi ki, o anda nasiyelerinde güneş gibi parla­
makta bulunan âsâr ve alâim-i necâbet gerçekten bu sancak-ı mü­
bareğin varisleri kendileri olduğunu herkese tanıttırmıştı.
Semmûrkaş Bey şu haklı sözü işitince ez-can ü dil teslimiyet
gösterip "Hakkın var hemşirem. Bizim için de bu sancağın
altında kurban olmak şerefi yetişir" diye kemal-i ta'zîm ve
tekrîm ile boyun eğerek iki adım geriye atıp takarrüp meydanını

380
KAFKAS 229

Kaplan Beye terk eyledi.


Evet. Bu meydanın sahibi Kaplan Bey idi. Binaenaleyh o
sancağa sahibâne ve malikâne bir cür'et-i mahsûsa ile İleriye çı­
kıp, sancağı validesinin elinden gasp edercesine aldıktan ve
öpüp başına ve gözüne sürdükten sonra dedi ki:
Kaplan - Beni buna münasip mi görmeyecekler anacağım.
Beni buna münasip görmeyecek olanlar kimler ise meydana çık­
malıdırlar. Ben bu sancağa varis olduğumu cümlesine ispat edebi­
lirim. Ver şunu, ver. Yemin ederim ki, ecdadım miyanında hiçbi­
risi bu sancağı benim kadar kuvvet-i kalble bâzu-yı merdîye al­
mamıştır. Emin ol ki anacığım bu yeminimde yalancı çıkmamak
için vücudum zemin-i şehadete tekerleninceye kadar bunu elden
düşürmeyeceğim gibi, son nefesimi verdikten sonra dahi hep şu
kolumu havada tutacak o hâlde donup kalacak olan kuvvetim
yine bu sancağın şanını i'lâ edecektir.
Şirinşah - Ben bundan eminim oğlum.
Huzzarın cümlesi - Hepimiz eminiz. Hepimiz eminiz.
İşte bu sûret-i lâyıka ile Şirinşah sancak-ı mübareği oğlu­
nun keff-i kifâyesine teslim eyledikten sonra bir kere de alnından
öperek "Bence yapılacak başka bir iş kalmadı. Bundan sonra
haydi Hakk tevfîk ve selâmet versin" demesiyle Semmûrkaş Bey
dahi hareket işaretini vermiş olduğundan asker yola düzüldü.
Askerin azimetinden sonra köyün içi ne hâlde kaldığı bizce
aranacak bir şey değildir. Zira biz dahi fikrimizi bu askere
terfîken sevk ediyoruz.

Üçüncü Bap
Kaplan Beyin ikametgâhından hareket eden İşbu asker bir
saat sonra mukaddemen geçen cemiyet-i küllîyeye iltihak eyledi.
Hâlbuki ondan Öteye her bir saat üç çeyrek mesafelerde kırkar,
ellişer, yetmişer, seksener neferden ibaret fırkalara dahi tesadüf
edilerek cemiyet gittikçe büyür idi. Bunlar kateyledikleri mesa­
feyi o kadar şenlikle, şetâretle katederlerdi ki, Kafkas'ın ah­
valini bilmeyenlerden birisi bu cemiyete tesadüf edecek olsa, bun­
ların muharebeye değil mutlaka gelin almaya gittikleri zannına
düşerdi. Yolda delikanlıların birbirini noksânî-i şecaatle itham
ederek gülüşmeleri, bu cemiyete en ziyade şetaret veren hu-

381
230 KAFKAS

susâttan ise de en ziyade câlib-i nazarıdikkat olan mevaddan bi­


risi dahi budur. Zira noksânî-i şecaatine hükmolunan dilâverler
ol arslan yavrularıdır ki, meselâ "Bir mecliste bulunsan, oraya
seksen Moskof gelse, muharebeye tek başına başlasan, cephanen
tükense, kılıcın kırılsa, Moskoflarda sana teslim olmanı teklif
etseler teslim olur mu idin? Olmaz mı idin?" diye sorulan bir
suale "Beyhude feda olacağıma teslim olurdum" cevabım vermiş
de "Vay, şuna bakınız şuna bakınız. Bir can için Moskofa
yalvaracakmış. Kuzum, sen bu akılda gezer isen köydeki
yavuklun seni çiçeklerle değil ocak kurumu ile karşılar" diye
eğlenmeye başlamışlar. Noksânî-i şecaati bu suretle istihza
edilen kahraman, şâyân-ı ehemmiyyet değil midir? Arkadaşlar
miyanında bazı güzel seslilik ile müştehir olanların eski
kahramanlar hakkında inşad edilmiş bulunan eş'ârı kendilerine
mahsus olan usûl-i musikî ile okumaları, ağır başlı olanlar için
sükûtla istimal vacip avazelerden addolunurdu. Hele birbirini
kovalamak, yekdiğerinin başından külâhmı kapıp kaçmak ve
biraz dalgınca gidenlerin arka taraftan bel kayışına taktıkları
bir tek tabancasını çalmaya çalışmak gibi hâller ihtiyarları ve
beyleri dahi güldürürdü.
Semmûrkaş Beyin en ziyade iltizam eylediği şey, Ruslara
asla renk vermeksizin Sohum'a kadar sokulmak sureti olmakla
gayet mahir deliller delâletiyle dağlar içinde öyle yollar bulup
geçerlerdi ki, oralardan senede bir kere bir yolcu geçemezdi. Bu
suret ise her hâlde sür'ati menle biraz ziyadece dolaşmayı icap
eylediğinden, üç gün kadar yolda devam ettikten sonra nihayet
Sohum'un şimal tarafında vaki Bogri nam karyeye kadar sokul­
dular.
Vakıa buraya gelinceye kadar sûret-i hareketlerinden
Rusya hükümetine asla renk vermemişlerdi. Karye-i mezkûrede
rast getirdikleri on neferden ibaret bir Kazak postasının ikamet­
gâhını birdenbire bastırıp, bunlar tarafından Sohum'a bir haber
uçurulabilmek ihtimalini dahi ortadan kaldırmışlar ise de,
orada bulunan bir arazi messâhı keyfiyete muttali olur olmaz,
hemen hayvanına binip Sohum'a doğru kaçtığı haber
alındığından ve şu hâlde artık Sohum'un keyfiyetten bîhaber
kalmasına ihtimal kalmadığı gibi donanma-yı hümâyunun oraya
vusulü için tayin olunan gün ve saat dahi takarrüp eylediğinden
icab-ı keyfiyyet ümera miyanında lede'l-müzâkere yolun ondan

382
KAFKAS 231

ilerisini kemal-i sür'atle kat' etmeye ve Sohum'dan kendilerine


mukabil asker çıkarılacak ise bari asâkir-i merkumeyi kal'aya
mümkün mertebe daha yakın bir mevkide karşılayıp
binaenaleyh donanma-yı hümâyuna dahi yakın bulunrpaya karar
verildi.
Bu karar üzerine gerek süvariler, gerek piyadeler imkân
müsaade eylediği kadar sür'atle yürümeye başladılar. Vakıa sa-
lifÜ'z-zikr Boğri karyesi artık silsile-i azîmenin etekleri addo­
lunmakla zeminin arızası o kadar sa'bü'l-mürûr değil ise de, bin
beş yüz, iki bin kişilik gayr-i muntazam bir fırka-i askeriyyenin
ziyade sür'atle yürüyebilmesini bir dereceye kadar tas'îb edebi­
lir. Bununla beraber Abazaların gayret-i mahsusaları olur olmaz
mevâni'i hiçe saydığından yolda devam ile o gün akşam üzeriydi
ki Sohum Kal'a'ya yarım saat mesafeye kadar sokulabildiler.
Fakat orada kendilerini tamam bir alay Kazak süvarisi karşı­
ladı.
Birinci kitabımızda Sohum Kal'a'da in'ikadını haber ver­
diğimiz meclis-i hususîyi derhâtır eder, Kazaklar reisi Hartaba
dahi aklınıza gelir. İşte Abazaları istikbal eden süvari alayı
reis-i merkumun kumandası altında bulunan alay olup, salifü'z-
zikr messâh at çatlatırcasına bir sür'atle Sohum'a yetiştiği ve bir
cemm-i gafîr Abazaların ayaklanarak ve silâhlanarak Boğri
karyesine hücumla orada bulunan Kazak postasını istisâl
eyledikleri haberini getirdiği zaman, Sohum kumandanı müza­
kere ve mütâlâaya asla vakit bulamayarak hemen Hartaba'ya
"bin" emrini vermiş ve o dahi derhâl alayını bindirip koşmuş
imiş.
Gecenin hululü her ne kadar muharebeyi mani idiyse de
Hartaba gayet cesur ve muannit bir adam olup ateş-i ihtilâli
daha parlar parlamaz insan kanıyla söndürmeye gayet haris ol­
duğundan gelip çatar çatmaz avcı suretiyle dağıttığı bir bölüğü
derhâl hücuma dahi kaldırdı. Nagehânî gibi bir surette demek
olan şu vukuât, Semmûrkaş gibi umûr-dîde bir pîr-i kâmili ve yine
tecrübekâr bulunan rüfekasını asla telâşa düşürmeyip, fakat her
neferi yıldırım gibi hücum eden Kazaklara karşı yine süvari şev­
kinden ise piyade ile mukabeleyi müreccah gördüğünden ve bu­
nunla beraber beş altı yüz hatve geride vaki gayet taşlık ve arı­
zalı bir mahalli tahassuna elverişli gördüğünden hemen mahall-
i mezkûre çekilip ve süvarisini daha geriye alıp piyadesine ateş

383
232 KAFKAS

ettirmeye başladı.
Vakıa piyadenin işbu ateşi ol kadar şiddetli değildi.
Ancak tüfek-endâz neferat ol kadar dürüst nişan alırlardı kİ,
âdeta patlayan tüfek sadası bir Kazağın ya kati, ya cerh edildi­
ğini haber verirdi. Aradan biraz zaman mürurundan sonra karan­
lığın gereği gibi her tarafı istilâ etmesi hem tüfek atanlar ve
hem de hücum edenler için mani'-i azîm olmakla gerek ateş ve ge­
rek hücum kesildi ise de Kazaklar ric'at denilebilecek bir suretle
ric'at etmeyip ertesi sabaha muntazıran hep o hücum eyledikleri
mahallerde geziniyorlardı. Biraz ziyadece sokulup da hayalini
önde bulunan ve taş arkasında mütehassin olan Abaza tüfekçisine
sezdiren Kazağın behemehal bir kurşun yediği sûret-i mahsûsada
kayda şayan olan vukuâttandır.
Burada Semmûrkaş Beyin bir tedbiri oldu ki ertesi sabah
vuku bulan muharebe için ondan pek büyük istifade edildi. O ted­
bir ise düşmana karşı pek büyük bir fütursuzlukla askerinden yal­
nız karakol hatt-ı müdafaasını teşkil eden iki yüz elli neferden
maadasını kâmilen uykuya mezun etmesinden ibaretti.
Rüfekasından bazıları bu tedbire itiraz eylediler. Kazaklar yal­
nız at üzerinde muharebe etmeyip iktizasına göre attan inerek
piyade suretiyle dahi hücum eyledikleri cihetle, şayet bu gece
dahi öyle bir hareket ederler ise kendilerini gafil ve zayıf bula­
caklarını ihtar eylediler. Ancak Semmûrkaş Bey "Baskın edecek
olan düşman, basılacak olan askerden ziyade ihtiyatlı davranır.
Hİç Kazaklar daha bu akşam mukabelemize çıkarak bizim kuv­
vetimizin, istidadımızın derecesini tecrübe etmemiş oldukları
hâlde baskın edip de başlarını belâya sokmaya mütecasir olabi­
lirler mi? Bizim asker onlardan ziyade yorgundur. Bu geçe rahat
ettirmez isen, yarın sabah kimsede muharebeye takat kalmaz"
diye bunların itirazım men ederek en ziyade yorulmuş ve bina­
enaleyh uykuya, rahata ihtiyaç görmekte bulunmuş olanları ra-
hatlandırıp, karakol hizmetini dahi uykusu olmadığından ve
yorgun bulunmadığından bahisle bu hizmete izhar-ı şevk ve hâ-
hiş edenlere havale eyledi.
Vakıa rahata mezun olanlar güya düşman karşısında de­
ğillermiş de bir lâtif seyre de eğlenmeye gelmişler gibi kemal-i
itmînân ile uykuya varıp rahatlandılar. Zira efradın cümlesi
Semmûrkaş Beyin re'y ve tedbirinden kemaliyle emin olup mîr-i
mumaileyh bu tertibi icra eyledikten sonra her neferi bizzat ken-

384
KAFKAS 233

dişi ayrı ayrı bekleyecek ve her kaza ve felâketten muhafazaya


muktedir olacak imişçesine herkeste bir emniyet-i kâmile ve bir
itimad-ı tâm vardı. Bundan maada asâkir-i merkumenin cesaret-
i müfriteleri dahi itmînân-ı bâl ile uykuya varmalarına yardım
eyledi. Ve illâ düşmanın kemâl-i huşunet ve hiddet ile aldığı ne­
fesler veya ta'bîr-i âhirle korkusundan dolayı kalbinin hale-
canla vurduğu darbeler işitilecek kadar yakınında bulunan bir
adamın gözüne uyku girmemek dahi hesap içinde dahil olur.
Vakta ki sabah takarrüp ederek sabahın ziyası zulmet-i
leyle galebe etmeye başladı. Karakolda bulunan Abazaların na-
zarıdikkatleri dahi yakında gezen Kazakları fark etmesiyle
öteden beriden tek tük patlayan tüfeklerin kurşunlan dahi muha­
rebe başlayıncaya kadar bunların hangi mesafede bulunmaları
lâzım geleceğini tayin eyledi. O aralık dahi uykuda ve rahatta
bulunan Kafkaslılar uyandılar ve bunların dürbün gözleri
Kazakları uzaktan dikkatle bilmuayene o gece hiçbirisinin uyu­
mamış olduklarını, uykusuz kalanlara mahsus olan etvar ve alâ-
imden anladılar.
Kazaklar reisi Hartaba güya işi bir suver-i muslihânede
nasihatla tesviye etmek ihtimali var ise o ihtimalden* istifade
için iki eline bir beyaz bayrak alarak ilerlemiş ve bu alâmet gö­
rülünce ve bahusus kendisi bu alayın kumandam olduğu üzerinde
bulunan Kazak miralayı üniformasından anlaşılınca, Semmûrkaş
Bey dahi iki deynek ucuna birer beyaz mendil bağlayarak ileriye
varmıştı. İkisi birbirine mülâki olduklarında Hartaba
"Hemşehriler! Niçin bu hareketi ediyorsunuz? İmparator
hazretlerinin derece-i kuvvet ve şiddetini bilmiyor musunuz?
Geliniz bu çocukluktan vaz geçiniz" diye nasihata başlamış
idiyse de, Semmûrkaş Bey "Senin çocuk dediğin kim oluyor? Hem
karşındaki ak sakallı kim olduğunu tanıyarak mı bu sözü
söylüyorsun?" deyince ve bilhassa Hartaba Semmûrkaş'ın İsmini
sorup da beyden "ihtiyar Semmûrkaş" cevabını (Roman
tamamlanmamıştır* .)

Hazırlayanın notu.

385

You might also like