You are on page 1of 43

1

Çevre sorunu dediğimizde gelip geçici bir sorundan çok daha ötesinden söz etmekteyiz . 1960’ların
sonundan bu yana çevre sosyolojisi ile iligli doğrudan çalışmalar yapıldığını görüyoruz. Çevre sosyolojisi
hem teorik hem ampirik alanda gelişebilmektedir.

İlgilenmiş olduğu alanlardan birisi çevre konularıdır. Burada daha çok çevre problemleri nedir? İnsan
etkisini ne kadardır? gibi bir takım temel tartışma alanlarından yola çıkarak açıklamaya açıklamışlardır.
Bir diğeri toplumsal çevresel sorunlardır Çevrenin bağımsız bir değişken olarak ele alınıp toplum
üzerindeki etkisi araştırılmaya çalışılmıştır. Örneğin hava kirliliğinin sosyoekonomik düzeye göre etkisini
araştırmak bu alanın temel araştırma soruları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu alanın bilimsel bir alan haline gelmesine katkı sağlayan iki kişi bulunur: Dunlop ve Cotton
Bunlar klasik sosyoloji teorilerini ele alırlar ve teorilerden yola çıkarak yeşil bir teori elde etmeye
çalışırlar. Amerikan çevre sosyolojisi klasik teoriler üzerine yükselmiştir.

Avrupa’ya baktığımızda ise eski teorilere dayandırma gibi bir davranışın olmadığını bunun yerine
postmodern bir toplum gibi teorilerden yola çıkarak çalışma yapmaktadırlar. Avrupa’daki çevre
sosyolojisinin temel ilgili odağı sürdürülebilir bir politika nasıl oluşturulabileceğidir.

Cotton ve Dunlop kurumsallaşmaya önemli katkılarda bulunmuştur. Çevre Sosyolojisi Yeni Bir
paradigma atlı makalelerinde bunu ortaya koymışlardr. Çevre sosyolojisin doğrudan ilglili sorunlarını
ortaya koymışlar ve çevre değişkenlerini sosyolojik analiz için uygun bir veri kaynağı olarak
görmüşlerdir. Çevre sosyolojisinin incelemiş olduğu konuları iki temel konu olarak ele almaktadırlar.
Bunlardan birincisi çevre konuları sosyolojisi İkinci ise çevreyi bağımsız değişken olarak ele almaktır.
Hava kirliliği ile sosyoekonmik durumu gözlemek gibi.

ABD’nin çevre sosyolojisine yaklaşımı daha ampiriktir. Avrupadaki risk toplumu gibi teoriler daha çok
kuuramsal bir açıklama getirmeye çalışmıştır.

Çevre sosyolojinde 2 temel bakış açısı vardır

1. İnsan istisnai Paradigma


2. Yeni Ekolojik Paradigma
2

İnsan İstisnai Paradigma

İnsan merkezli bir paradigma olarak ifade edilebilir. Batı kültürünün temel algısı insanı doğadan
soyutlar ve insanı doğadan ayrı bir varlık olarak görmektedir. İnsan söz konusu süreçte doğaya
hükmetmesi doğadan her türlü yararlanabilmesi açısından herhangib bir sakınca yoktur. Batıya
göre doğa üstesinden gelinmesi gereken korkutucu bir varlıktır ve insanın kullanması için
yaratılmıştır. Bu görüşe göre doğa kaynaklarının sınırsız olduğu düşünülmekteydi ve herhangi bir
doğa sorunulyla karşılaşıldığında bilim ve akılla bunun üstesinden gelinebileceğine dair bir inanç
bulunmaktaydı. 1970’lere kadar bu paradigmanın sosyolojik perspektif içinde hakim bir paradigma
olduğunu söylebiliriz. Bu Batı kültürünün dayatmasından , bilim ve akla olan güveninden
kaynaklanmaktadır.

Yeni Ekolojik Paradigma

Çevre sosyologları ise bu paradigmanın hatalı olmasından dolayı yeni bir bakış açısı yaratmaya
çalışmaktadırlar. Bu paradigma en özet haliyle tepede doğayı ele alır ancak insanı ondan ayırt
etmez insanı da doğanın bir parçası olarak ele alır.Bu düşünceye göre sosyal yapılar, teknolojiler
hepsi ekosistemle bağlıdır ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Toplumlarda ekolojik bir temele
bağımlıdır dolayısıyla kaynakların aşırı kullanılması ekosistemi tahrip edeceğinden insanında
geleceği risk altındadır görüşü temel özeti oluşturmaktadır. Söz konusu teorinin yeşillendirilmesi
gibi bir anlayış temel argümanı oluşturmaktadır. Bu paradigmanın hedefi ilkinin yerini alarak insan
merkezli bakış açısının ortaya çıkarmış olduğu problemleri ortaya koyarak yeni ekolojik
paradigmanın temel argümanını da toplumsal yaşamda da harekete geçirebilmektir. Bu nedenle
de çevrenin iyileştirilmesinden ziyade bozulmasının sebepleri üzerine yoğunlaşmışlardır.
İyileştirmeye dair pek bir açıklaması yoktur. Günümüze baktığımıdzda sadece klasik teorilerin değil
çağdaş teorilerin de yeşillendirilmesi devam etmektedir.

Durkheim
Kültür çok önemli bir kurumdur ve diğer kurumlarda kültüre göre şekillenebilmektedir. Toplumsal
bilinç diğer yapıları da yönlendirebilir.

Marx
Ona baktığımızda üretim ilişkileri diğer toplumsal kurumları etkilemektedir.

Weber
Ona baktığımızda bürokrasi diğer toplumsal süreci etkileyebilmektedir.
3

Durkkehim’cı Dunlap ve Cotton

Durkheim’cı paradigmayı kullanırlar. Kültürel kurumların önemli bir rol oynadığını onlar da kabul eder.
Ancak toplumda baskın olan bir şekilde var olan Batılı kültür anlayışının insan istisnai paradigmaya
dayanmış olduğunu belirterek Durkheim’i eleştirirler. Çünkü bu anlayış doğayı bozmakta ve onu tahrip
etmektedir. İnsan istisnai paradigma çeşitli çevresel problemlere yol açabileceğini yeni bir paradigma
gerektiğini düşünmektedirler. Çevresel reformlar ancak ve ancak söz konusu toplıumsal bilincin yeni
paradigmanın temellerine dayandırılarak oluşturulabilir. Böylece ekolojik iyilieşme mümkün
olabilecektir.

Neo Marksistler

Marksist yaklaşımla ekolojik perspektif arasında kurulabilecek bir ilişki, daha başlangıçta sermaye ve
doğa arasında kurulabilecek bir ilişki anlamına gelmektedir. Buna göre sermayenin ekolojiye yönelik
yıkıcı etkileri olduğunu söylemek, doğal dünyanın büyük oran ve hızda tahrip edildiğini kabul etmek
anlamına gelir. 19. yüzyıl sanayi toplumunda ortaya çıkan çevre sorunlarının bugünkü kadar görünür
olmaması ve emek insan sömürüsünün doğanın sömürüsünden çok daha yıkıcı olması gibi gerekçelerle
Marksist yaklaşımın ekolojik bir perspektiften yoksun olduğu iddia edilmektedir. Ancak bilindiği üzere
Marx’ın özellikle de doğa-toplum ilişkisi üzerine oldukça önemli çözümlemeleri bulunmaktadır.
Toplumsal metabolizma” kavramıdır. Marx, bu kavramı esas olarak doğa-toplum ilişkilerini açıklamak
üzere kullanmıştır. Marx’ın ekolojik bir perspektif bağlamında sorunsallaştırdığı ikinci bir kavram da
teknolojidir.

*Koşu Bandı Üretim Teorisi

Bu düşünürler çevre sorunlarını eko-marksist bir bağlamda kapitalist bir üretim tarzı ve kapitalist
birikim üzerinden açıklamaya çalışmışlardır. Tüketim, teknoloji, çevre ve şirketler arasındaki ilişki
sürekli akan bir koşu bandına benzetilmektedir. Bu bağlamda koşu bandı üretim teorisinin “kapitalist
ekonomist sistem ve kapitalist toplumda devletin sermaye ile birleşerek çevresel bir yıkıma doğru bir
eğilim ürettiğini iddia ediyorlar. Bunun temel nedeni de ekonomik büyümeye olan inançtır. Bu büyüme
baskısı politikacıları etkilemekte, bu durum vergi politiklarını etkilemekte bu da insanların daha fazla
tüketmesine neden olmakta gibi bir açıklamaları bulunmaktadır. Çılgınca bir tüketim anlayışı doğayı
tahrip etmekte bu gidişle de ekolojik sistem çöküşe gitmektedir. Şirketler tüketimi sağlamak ve daha
da artırmak için daha verimli teknolojileri hayata geçirirken, bu teknolojiler yine şirketlerin daha fazla
oranda büyüme ve sermaye biriktirmelerine kaynaklık eder. Tüm bu süreçler bir koşu bandı gibi sürekli
bir döngü içerisindeyken, ortaya çıkardığı dinamiklerde doğaya büyük oranda zarar verir.
4

*Kapitalizmin İkinci Çelişki Teorisi

O’Connor kapitalizm ve çevre açısından ortaya çıkan bu çelişkiyi iki ana başlık altında toplar;
“İlk çelişki, sermaye ve emek arasındaki çelişkidir. O’Connor bunun yanına sermaye çevre çelişkisini
ekler. Aslında kapitalizm doğası itibari ile ekoloji karşıtıdır çünkü kar etme amacı üzerinde
yükselmektedir dolayısıyla daha fazla üretmeyi amaçlar bunun içinde maliyetleri azaltma noktasında
hareket etmektedir. Daha fazla kazanç için doğal kaynakları futursuzca sömürebilir. Bu da ikinci
çelişkiyi yani sermaye doğa çelişkisini yaratmaktadır.

WEBER (rasyonalizasyon)

Fiziksel çevre üzerine egemenlik kurma noktasında ahlak sistemi üzerine eleştiriler getirmiş. Siyasal
güçler kendi güçlerini idame ettirebilmek için sürekli olarak ekonomik büyüme poltikları izlerler fakat
bunları izlerlerken çevreyi tahrip ederler bunun önlenmesi içinde herhangi bir adım atmazlar. Çevrenin
bozulması teknolojinin gelmiş olduğu noktada siyasetçiler tarafından doğaya hükmetme biçimi olarak
kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

Avrupa’da Çevre Sosyolojisinde Teorik Gelişmeler

Kuzey Avrupa ülkelerinde gelişen teorilerin çevre-toplum arasındaki karşılıklı ilişkisini incelemek için
çevre sosyolojisine uyarlanmasıyla çevre sosyolojisi dönüşüme uğramaya başlamıştır. Bu teoriler çevre
iyileştirmeleri nasıl olur açıklamasının çevre bozulmalarını açıklama kadar önemli olduğu görüşünü
paylaşırlar. Çevre sosyolojisinde ortaya çıkan bu akımlar, özellikle risk toplumu ve ekolojik
modernleşme teorileri, Kuzey Amerika çevre sosyolojisinin eksikliklerini düzeltmede önemli bir rol
oynarlar. Modernleşme ve teknoloji ile birlikte bir takım iyileştirmeler yapılabilir.

1.Risk Toplumu Teorisi

Beck’in dönüşlü modernleşme kavramı “endüstri toplumu” ndan “risk toplum” una dönüşüm teorisi ile
dönüşümü ele alınmaktadır. Modernliğin rastgele ve bilinçsiz bir biçimde yaşandığı varsayımına
dayanaktadır. Beck, modernleşme sürecinin bireyler ve sistemi harekete geçiren dinamikler tarafından
sorgulanmadan yaşanması sonucunda bir takım sorun ve riskleri de beraberinde getirdiğini
savunmaktadır.

Çevre bozulması kadar çevre iyileştirilmeleri de tartışılmalıdır.Amerikan sosyolojisinde çevre


bozulmasına neden olan bir takım unsurlardan bahsetmiştik. Ekolojik modernleşme mevcut bilim ile
birlikte bir takım iyileştirme yapılabileceğini iddiaa eder. Söz konusu endüstriyel kayge devam ettikçe
mevcut sanayi toplumları çökecek değişirek risk toplumuna dönüşecektir en basit düzeyde böyle
özetlenebilir. Bu risk toplumu tehdidi sadece mevcut neslin hayati yetiyle ilgili değil aynı zamanda
5

gelecek nesillerinde yaşamsal varlığıyla doğrudan orantılıdır. Çevresel bozulmalar kaygı verici düzeye
ulaşmıştır. Risk toplumu sadece çevresel bozulmalarına odaklanmamış mesela hükümet politikalarının
zayıflığından, sınıfın geçerli bir toplumsal unsur olmasından artık mümkün olmadığından veya
politikanın bireysel bir unsur haline geldiğinden kaygı duyarlar. Risk toplumunda mevcut koşulların ,
ortaya çıkan sorunların sorgulanması ve bu noktada insan merkezli olarak yeni kimlikler ve roller inşa
ederek riskler etrafında yeni toplumsal hareketler oluşturmaktır.

Risk toplumu ile ilgili eleştiriler vardır. Halkın kaygısı Beck’in resmettiği bir kaygı türünden değildir.
Halkın çok ilgili olduğunu söyleyemeyiz. Kaygı düşük düzeydedir. Beck söz konusu riskin tüm toplum
için eşitliğinden bahsediyor ancak risk sosyo ekonomik duruma göre değişebilmektedir.

2.Ekolojik Modernleşme Teorisi

Çevresel bozulmanın nedenlerini açıklamaya çalışan Amerikan sosyolojisinin tersine bu kuzey avrupa
sosyolojisi çevre hareketleri ütopik olmayan çevre iyileştirmelerini kendine konu edinir. Çevre
iyileştirmeye yönelik resmi bir politikaları bulunmamaktadır daha çok reformist çalışmalardan
ilerlemek istemektedirler. Bu nedenle çevre reformlarına odaklanmışlardır. Bunlar mevcut
modernleşmeyi kabul ederler bunun temeli de insan aklına ve bilime dayanır dolayısıyla bunlara sonsuz
bir güven vardır bütün çevre problerinin unsurlarının üstesinden gelmek için yine sarılacağımız unsurlar
yine bilim ve teknoloji olacaktır. Çevresel bir bozulmayı telafi edecek bir üretim sistemine sahip
olmalıyız dolayısıyla yeşil bir üretim gerçekleştirmek tahribatın önüne geçmek için önemli bir adım
olarak gözükmektedir. Firmaların , devletin zorlayıcı poltiklarla yeşil bir üretimin önünün açılmasını
sağlaması çözüm noktası olarak görülmektedir. Eko-endüstri veya endüstrinin yeşillenmesi olarakta
ifade edilebilmektedir.

KAVRAMLAR (2.Hafta)

Doğa

Doğa sözcüğü, ekoloji ve çevre ile birlikte çevreye dönük ilginin odağında yer alır. Raymond Williams
sözcüğün üç anlamını birbirinden ayırır. İlk olarak doğa bir şeyin özel niteliğini ve özelliğini anlatır. İkinci
olarak doğa , dünyaya , insanlara ya da her ikisine yön veren dinsel veya gizemli bir güçtür. Üçüncü
olarak da doğa insanları içeren ya da içermeyen biçimde ele alınabilecek maddi dünya anlamına gelir.
6

Çevre

Çevre geniş anlamda doğa ya da insansal olmayan dünya anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, çevre
gerçekte doğa ile özdeş değildir , çünkü yapay çevre , kentsel çevre , toplumsal çevre gibi “ doğal
olmayan” çevre de vardır. Doğal ve yapay öğeleriyle birlikte ele alındığında çevre doğadan daha geniş
bir anlama sahiptir denilebilir.

İkincisinde ise John Barry’nin tanımlamasına göre insansal olmayan doğanın soyut , evrensel , yansız
anlamını öne çıkaran doğa ile insanı içeren ya da içermeyen bir otamın ya da çevreleyenin daha az
soyut olan kısmı çevre olarak ifade ediliyor. Burada doğa denildiğinde herhangi bir belirli organizma ya
da varlıktan söz edilmezken, çevre denildiğinde belirli bir organizma ya da türün çevresi ifade edilmiş
olur. Böyle denildiğinde ise doğa çevreden daha geniş bir anlama sahip olmaktadır.

Ekoloji

Ekoloji sözcüğü ilk kez 1866 yılında Alman biyolog Haeckel tarafından tanımlanmıştır. Canlı varlıkların
çevreleri ile arasındaki karmaşık ilişkileri araştıran bilim olarak ifade edilmektedir.Oikos(yer, yurt ev) ile
logos (bilim ) ile birleşerek üretilmiştir. Bu kavramda zaman içerisinde farklı farklı kullanılmıştır. Bilim
olarak ekolojiden bahsedildiği gibi siyaset , düşünce veya hareket açısından ekoloji gibi çok çeşitli
alanlarda kullanılmıştır.

Ekosistem (Çevre-dizge)

Canlı varlıkları birbirlerine ve bulundukları ortama bağlayan , göreli olarak türdeş ve örgütlenmiş
karşılıklı ilişkilerin tümü olarak tanımlanır. Yüzölçümü ne olursa olsun topografik bir birimdir. Bir göl,
bir bir orman, ekosistem örneği olarak gösterilebilir. Belirli bir alanda yaşayan ve birbirleriyle sürekli
etkileşim halinde olan canlıların kendi aralarındaki ve çevreyle oluşturdukları iletişime ekosistem
diyoruz.Bitkiler , hayvanlar , mikroorganizmalar canlı varlıkları oluştururken ; inorganik maddeler
,organik maddeler ve fiziksel koşullar ise cansız ögeleri oluşturmaktadır. Bunların arasındaki ilişki üç
bakımdan inceleniyor. 1.Enerji Akışı, 2.Kimyasal Madde Döngüler, 3. Popülasyon

Bütüncül Holizm (Yaklaşım)

Bütünü ele aldığımızda parçalardan onların tek tek halinden daha çok anlam ifade ettiği
düşünülmektedir. Bu alanda ilk çalışmalardan birisi 1927 yılında Elton ( Hayvan Ekolojisi ) tarafından
gerçekleştiriliyor. Örneğin canlıları tek tek ele alamayız onları değerlendirmek için besin zincirini de
dikkate almak zorundayız.

Çevrecilik ve Ekolojizm arasındaki Fark nedir***


7

Çevrecilik insan yaşamını doğrudan ilgilendiren sorunların çözümünün kısa vadede yarattığı sorunlarla
ilgilenen, sorunların kaynağına ilişkin çıkarımlarda bulunmayan hareketleri tanımlamak için kullanılır.
Reformist bakış açısına sahip olan , Kuzey Avrupada yaygın olan bir hareket olarak ifade edilmektedir.

Ekolojizm kavramı ise en temelde insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi sorunsallaştıran , çevre sorunlarının
sadece insan üzerine etkisi ile değil aynı zamanda diğer varlıklar üzerindeki etkisini de değerlendirmeye
katan bütüncül bir bakış açısıdır. Sistemin topyekün değişimini ele alır ve işin içinde siyasette
vardır.Amerika’da daha yaygındır.

Çevrecilik ekolojizm ile birbirinden farklıdır. Ekolojizm bir ideolojiyi ifade etmektedir. İdeolojiler
toplumun analitik tanımını yapar ve alternatif bir toplum önerisi vardır. Politik eylem noktasında
hareket eder. Böyle değerlerlendirildiğinde çevrecilik ve ekolojizm bir arada değerlendirilemeyecektir.

Çevrecilik Ekolojizm
İnsan merkezli Doğa Merkezli

Reformist Radikal
Siyasal ekoloji

Yeşil politika Yeşil Politik

İki tane mantık bulunmaktadır saklayım ve korunum açısından farklılık bulunmaktadır.


Saklayım yandaşları insanların bir müdahalesi olmaksızın toplumsal etkinliklerin yol açabileceği
olumsuz etkilere engel olmak için çevre değerlerini olduğu gibi saklamak ve esirgemek ister.
Korunum yandaşları ise insanın bir müdahalesine dahayalı olarak daha dikkatli kullanmak veya
tüketmek üzere çevre değerlerinin daha sonra gerçekleştirilecek amaçlar için koruma altına alınmasını
savunurlar.

Saklayım Korunum
Yeşil Radikalizm Yeşil Reformizm

Derin Ekoloji Sığ Ekoloji


Toplumsal Ekoloji Çevreselcilik

İnsan Merkezci Yaklaşım - Doğa Merkezci Yaklaşım***


8

Üç başlık altında değerlendireceğiz. Düzen, Değer ve teknoloji..

İnsan merkezli bakış açısına göre şöyle bir düzen tasavvuru var. İnsan ve doğa birbirinden iki ayrı gerçek
bu noktada insanın düşüncesi şu olmalıdır: ya insan doğaya hükmedecek ya da doğa insana
hükmedecektir dolayısıyla ikinci süreç istenmeyen bir gerçeklik olduğuna göre insan bu noktada
merkeze konur ve doğa üzerinde egemenlik kurmaya çalışır. Düzenin kurulması için insan doğaya
hükmetmelidir. Bunu ise teknolojik vasıtalar ile gerçekleştirebilecektir. Bu noktada da bilim ve teknoloji
yol gösterici mekanizmalar olarak bulunmaktadır. Teknolojiye olan sonsuz bir güven vardır. Bilim ile
çeşitli çevre problemleri de çözümlenecektir. Burada değerli olan insandır dolayısıyla doğa insan için
yaratılmıştır ve insan istediği gibi kullanmakta özgürdür doğa yalnızca insan için varolan bir kaynak
deposudur. İnsana hizmet ettiği ölçüde doğa yalnızca araçsal bir değere sahiptir dolayısıyla çevrenin
korunması insan ihtiyaçlarının karşılanmasının devam etmesi için olmalıdır.

Çevremerkezcilik ise insanmerkezciliğin eleştirisi olarak ifade edilir. Doğayı merkezi ele alan bir bakış
açısıdır.İnsan doğanın üstünde veya dışında değildir tam olarak doğanın bir parçası olarak ifade
edilebilir böyle düşünüldüğünde insan herhangib bir tür gibi doğanın geri kalanından daha önemli veya
önemsiz olamaz. Doğayı bozan ve kirleten her teknolojik vasıtaya karşı çıkarlar. Doğa diğerinde olduğu
gibi araçsal bir değere değil kendinden içkin bir değere sahiptir. Korunma noktasında ise tepkiler çok
radikal olabilmektedir.

Toplumsal İnşacılık (3.Hafta)


9

Doğanın bir toplumsal ürün olduğu şeklindendir doğa faktöründeki bilgilerimiz doğanın kendisinden
çıkmaz. Yorumlamalardan , öğrenmelerimizden çıkmaktadır. Doğayı doğadan bağımsız ele alabilir
kavrayabiliriz. Örneğin hayvanların nesnel doğası yoktur bizim onlara yüklediğimiz anlamlar
bulunmaktadır bu bakımdan doğa boş bir levha gibidir ve her türlü toplumsal yoruma açıktır. Doğadaki
bir varlığı, o varlığın bilgisinden ayrı düşünmek yanlıştır çünkü her varlık varlığın bilgisi sayesinde
varolmaktadır. Doğa insan merkezci olarak ele alınıyor , doğa toplumsal bir ürün olarak ifade ediliyor.

Gerçekcilik

Doğa ve toplumsa yapı arasındaki ilişkiyi kabul etmektedir ancak doğanın toplumsal yapılardan
bağımsız bir gerçekliğie de sahip olduğunu ifade eder. Doğa nesnel bağımsız bir takım düşlere sahiptir.
İnsanoğlu doğayı kavrarken bu nesnel koşullara bir değerlendirme yapabilir. Gerçeklik doğayı nesnel
bir temele dayandırmaktadır. Örneğin bir balığı düşünecek olursak insan balığı öyle kavradığı için balık
değil insandan bağımsız bir süzgece bir pula yani nesnelliğe sahiptir. Özetle insan olmadan da ağaç
olabilir ancak ağaç kavramı ancak insan olduğunda ortaya konulabilir.

Bir taraf insan merkezci bakış açısıyla kaynaklarla toplumsal refahı arttıracağızi en önemlisi yaşamsal
varlığımızı garanti altına alacağız. Karşı bakış açısında ise doğaya bu tarz bir müdahale bizim yaşamsal
varlığımızı zaten öldürmekte dolayısıyla istenilen bir refah değil bir yaşam alanı demektedir.

Çevre Sorunları

Kısa bir zaman içerisinde dünya iki büyük savaş yaşıyor. Teknolojik ve bilimsel ilerleme ile gerçekleşiyor.
Özellikle 2. Dünya savaşında atılan büyük bombalar teknoloji ve bilime olan güveni sarstı. Frankfurt
okulu çevresindeki düşünürlerin de esas kaygısı bu yani araçsallaştırılan bir aklın eleşitirisini yapıyorlar
ve bunun tehlikeli bir boyutta olduğunu söylüyorlar. Yine de ister insan merkezli bakış açısından olsun
ister başka sebeplerden olsun çevresel problemler günümüzün bir gerçeği durumundadır.

Küresel Isınma (Karbondioksit Salınımı) Biyolojik Çeşitliliğin Azalması


Nükleer Tehdit Kentleşme , Nüfus, Katı atık
Sera Gazları Savaş , Kuraklık
Ormanların Yok Edilmesi Ozon Tabakasının İncelmesi

Çevre Sorunlarını Ortaya Çıkaran Önemli Faktörler

*Nüfus
10

M (300) , 1650 (600 milyon) , 1850 (1.3 milyar) , 1950 (2.5 milyar) , 2015 (7.1 milyar)

18. yy a gelinceye kadar doğal bir nüfus artışı vardır. Salgın hastalıkların, savaşların veya doğal
felaketlerin yaratmış olduğu etkilerde nüfusu kırmaktadır. Modern döneme kadarda insan yaş ömürleri
çok kısa , ölüm oranları ise çok fazladır. Örneğin veba veya savaşlar zamanında Avrupa nüfusunu ciddi
oranda kırmıştır. Nufüs artışı hep stabil olmuş ve Avrupa’nın genel olarak nüfusa ihtiyacı olmıştır. Bunu
göçlerle gidermeye çalışmıştır.Modern dönemde bu durumlar ortadan kalkamya başlayınca çok
hızlanan bir nüfus artışı gerçekleşmekte bu da toplumsal baskıyı arttırmaktadır. Antik Yunandaki
görüşleri incelediğimizde nüfustaki dengesizliğin topluma da yansayacağını dolayısıyla kalabalık
nüfusun karışıklığa yol açacağıdnan nüfusun dengeli büyümesi gerektiğini söylerler. Kutsal kitaplara
baktığımızda ise insanlara nüfus artışını öğütlemektedirler. Merkantalistler ve fizyotrakların görüşleri
de yine aynı şekilde nüfus artışından yanadır. Çünkü tarıma dayalı bir ekonomide iş gücü eksikliği
bulunur bu giderilirse ürün bollanacaktır. Aynı zamanda bu insanlar toprağı işlediği gibi feodal
dönemde savaş gücü olarakta kullanılacaktır bu yüzden nüfus artışını desteklemektedirler. Kapitalizm
açısından baktığımızda ise sömürgecilik faaliyetleri bitince maddi refaha sahip olmalarınının yanında
nüfusun planlanması gerektiği görüşü ortaya çıkmış. Malthus’a göre nüfus artışı geometrik bir artıştır.
İlerleyen zamanlarda nüfusu besleyebilecek besin kalmayacak dolayısıyla da nüfus bilinçli şekilde
azaltılmalıdır. Teknik gelişmelere hiç yer vermediği için yanılsa da uzun süre geçerliliğini koruyan bir
görüş olmuştur. 60’lardan itibaren tekrar gündeme gelmiştir. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları isimli
karamsar bir rapor yayınlıyor nüfusun durmadan büyümesiyle dünyayı bir yıkıma götürdüğü iddia
ediliyor. Tezleri “0 büyüme” olarak belirtiliyor artık bir ekonomik büyüme olmasın diyorlar. Aslında
gelişmiş sömüren ülkelerin çıkarları düşününce bu görüşün ideolojik bir ayağıda bulunmaktadır. 0
büyüme oranı gelişmiş ülkelerin işine gelecektir. Paul Ehrilch 1972 yılında Nüfus Bombası isimli bir
kitap çıkarıyor. Birkaç kitap daha var...

Kentleşme

Başlı başına çevre sorunlarının başında gelmektedir. Kentlerin oluşmaya başladığı anlardan itibaren hep
problematik bir mekan olarak ortaya çıkmıştır. Yeryüzünün sürekli olarak nüfus basksıyla kentleşmeye
gittiğini görmekteyiz. Günümüzde hem oldukça kalabalık , düzensiz ve çarpık hem de inanılmaz
boyutta tahribatın gerçekleştirildiği kentler bulunmaktadır. Nüfusun artması ile konut ve yerleşme
problemleri ortaya çıkarmaktadır. Barınma ,sağlık , eğitim , çalışma , tüketim ulaşım , gdo’lu besinler
gibi tüm bu noktalar bu durumun içinde yer alan başlıklardır. Bu alanlarda kentleşme politik güçlere
baskı yaparak hükümetin bilim , teknik ve tahribata daha çok sarılmasına yol açmaktadır.

Nüfus sürekli artıyor buna bağlı aynı zamanda kentte de herkes üretim yapmıyor . nüfusun gıda ihtiyacı
karşılanmaya çalışılıyor. Bilim bunu bu şekilde karşılayabilirsin diyor ancak süreç içinde gıda türleri
11

değiştiği için bazı türler yok olabiliyor. Yine bu bağlamda önemli problemlerden biri ekonomik değeri
olmayan türlerin kaybı yaşanmaktadır.

Aşırı nüfus yüklenmesi beraberinde doğal kaynakların tükenmesine yol açmakta bu durum bilime
sarılmaya muhtaç bırakmaktadır ancak süreç içinde ortaya konuların çözümler bir başka çevresel
problemin ortaya çıkmasına neden olarak kısır bir döngü yaratmaktadır.

Besin Eşitsizliği

Herkes eşit tüketim gerçekleştirmemektedir. Bu eşitsizliklerin önemli noktalarında biri de besin


eşitsizliğidir. Gelişmiş ülkelerde daha çok şeker,yağlı maddeler ve yüksek oranda hayvansal maddeler
tüketilirken ; orta düzeyde tahıla dayalı bol miktarda hayvansal ürün tüketildiğini gözlemekteyiz. Düşük
düzeyde ise kalorinin hem niteliğinin hem de niceliğinin düştüğünü görmekteyiz. Nüfusla besin
arasında bir dengesizlik bulunmaktadır. Aslında besin yetersizliği yaşayacak ülkelerin en başında Kuzey
Avrupa ülkeleri gelmektedir. Hem tarım hem çeşit nedeniyle sıkıntı yaşayabilecek olmalarına rağmen
sanayileşme ile birlikte bu açığı kapayabilmektedirler. Günde 850 milyon insan aç , 1.6 milyar insan ise
aşırı kiloludur. 600 milyon insan obez iken her gün 25.000 insan açlıktan yaşamını yitirmektedir. Tüm
bu istatistiklerın yanında üretim tüketimden 2 kat fazla yapılmaktadır. Ancak üretilenin dağıtımı
konusunda bir eşitsizlik yaşanmaktadır. Açlıkla kaynaklanan ölümler AIDS ‘ten fazla olarak
saptanmakta ve her 5 dk da bir çocuk açlıktan ölmektedir.

Enerji Kaynakları

Yenilebilir enerji kaynakları ve yenilenemez enerji kaynakları olarak ikiye ayrılır. Fosil kaynaklı yakıtlar
yenilenemeyen enerji kaynakları olarak ifade edilir. Yenilebilir enerji kaynaklarında ise güneş ,su , gübre
, jeotermal kaynaklar bu türde değerlendirilebilir. Enerji kaynakarlı en basitinden çevresel bir
kirlenmeye neden olmaktadır. Bu sorunların üstesinden gelmek istiyorsak fosil kaynakların tüketiminin
en basitinden düzenlenmesi ya da sınırlandırılması gerekmektedir. Bazı düşünürler yenilenebilir
enerjiye dönmemiz gerektiğini ifade ederler. Örneğin su ile çalışan araba gibi. Burada derece farkı
bulunmaktadır. Enerji ihtiyacınızı nükleer santrali ile de karşılayabilirsiniz hidroelektrik santrali de
kurarak üretebilirsiniz. İkiside aslında zararlı ancak arada derece farkı bulunmaktadır. Fosil yakıtların en
büyük problemi hava kirliliğidir.

ÇEVRE POLİTİKALARI (4.Hafta)

Biz politika kavramını kullanırken bir problemin olduğunu bunun çözümü için de belirli planlamaların
gerçekleştirildiğini ifade ediyoruz .Benzer şekilde de çevre problemleri için de bir takım düzenlemeleri
içerebilen çevre politikalarından bahsedebiliyoruz. Yerel , ulusal ve bölgesel bir takım düzenlemeler
12

olabileceği gibi uluslararası bir takım çevre politikaları da yürütülmektedir. Tabi hepsinin taşımış olduğu
ortak noktalar da bulunmaktadır. Örneğin sağlıklı bir çevre , çevre değerlerinin korunması , çözüm
noktasında yüklerin paylaşılması gibi ilkeler ortak noktalar olarak gösterilebilir.

Çevre politikalarının bakış açısını insan merkezli olarak değerlendirebiliriz. İnsan merkezli bir bakış
açısının özelliği çevreyi araçsallaştırmasıdır. Buna göre doğa hem bir kaynak deposudur hem de
çıkabilecek bir atığın da depolama birimidir.

Çevre politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında bir takım aşamalar bulunmaktadır.

1. Tanımlama: Mevcut problemin tespit edilmesi ve bu etmenlerin azaltılması veya bir takım
çözümüne yönelik düşüncedir.
2. Karşılaştırma: Mevcut problemlerin önceki tecrübelerinin incelenmesidir. Önceki
problemlerde neler yaşanmış , nasıl çözümler getirilmiş karşılaştırılır.
3. Denetleme/Gözden Geçirme: İyi niyetli bir politika bile çevreye zarar verebilir bu yüzden
denetlenmelidir. Aynı zamanda politikanın uygulanıp uygulanmadığı denetlenmelidir.

Bir çevre politikası ekonomi çevresi ile işbirliği yapması gerekir. Çünkü bir fabrikanın kurulmasından ,
kentsel dönüşüme kadar bir çok faaliyetin çevresel problemlere kaynaklık edebileceğini belirtebiliriz.
Gerekli işbirliği yapılmazsa yapılaşmalar sonrası ortaya çıkacak çevre problemleri kestirilemez. Bu
yüzden tüm çevre politikalarının ortak özelliği ihtiyatlı davranmaktır.

Çevre politikaların farklı olabileceği noktalar da bulunmaktadır.

1. İçerik Yönünden: -Köktenci Çevre Politikalar - Sorunu Çözme Odaklı Politikalar

Köktenci Politikalar: Mevcut toplumsal düzenin değiştirilmesi ile sorunun çözülebileceğini iddia eder.
Kapitalizmin , üretim sisteminin eleştirisidir dolayısıyla çevre politikalarının reel bir şekilde
uygulanması isteniyorsa üretim tarzının değiştirilmesi ve tüm toplumsal etmenlerle uygun bir hale
getirilmesi gerekmektedir. Çünkü kapitalizm insan merkezli bir bakış açısına sahiptir ve onda doğa
araçsaldır dolayısıyla sorunun çözümüne yönelik politika herhangi bir çözümde yetersiz kalacaktır. Bu
yönleriyle radikal bir bakış açısına sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Sorunu Çözme Odaklı Politikalar: Toplumsal düzende radikal bir dönüşümden bahsedilmez reformist
bir bakış açısı bulunmaktadır. Bir takım reformlarla çevre problemlerinin üstesinden gelinebilir gibi bir
bakış açısı bulunmaktadır. İnsan değerlidir , doğa da insan için bulunmaktadır. Problemler ortaya
13

çıkabilir lakin bilim ve teknoloji ile bunların üstesinden gelebiliriz iddialarını taşımaktadır. Buna bağlı
olarak reform odaklı olarak hukuksal mevzuatlarla da sisteme yama yapılabilmektedir.

2. Yöntem Yönünden: -Onarımcı -Önleyici

Onarımcı: Amaç tedavi edici uygulamalar yapmaya yöneliktir. Çevresel tahribat oluştuktan sonra
onun azaltılması ve yok edilmesi noktasnda uygulamaya konulan politikaları ifade etmek için
kullanılmaktadır. İnsan yaşamsal varlığını , refahını sürdürebilmesi için büyümesi zorunludur. Büyüme
varsa bozulmaların olması doğaldır ancak önemli olan nokta bu bozulmalar geri dönülemez bir
noktaya gelmeden mümkün olduğunca etkisini kaldırmak mümkünse de tamamen ortadan
kaldırmaktır. Bu yönden geçmişe dönük bir politika olarak adlandırılabilir.

Önleyici: Geleceğe dair öngörülerdir. Çevreye henüz bir zarar verilmeden önce uygulamaya sokulan
politikaları ifade etmek için kullanılmaktadır. Çevresel tahribatın önlenebilmesi için sanayi kollarındaki
ilişkileri gerçekleştirmek ve uzman görüşleri almak gerekir. Bunların yapılabilmesi için de bir takım
teknolojik gelişmelerin de toplumda bulunması gerekir. Bunun için de ekonomik bir varlık gerekir
dolayısıyla bu tarz politikalar genellikle gelişmiş ülkelerin uygulayabileceği politikalardır. Mevcut
sistem değiştirilmeden üretim yeşillendirilerekte tahribat ortadan kaldırılmaya çalışılabilir.

Çevre Politikası Yaklaşımları

1.Düzenleme/Yönetsel Yaklaşım

Çevre sorunları yönetilebilir bir temele sahiptir. İnsan merkezli bakış açısına paralel olarak bir takım
sorunların olabileceğini fakat bunların üstesinden gelmek amacıyla önemli olanın yönetsel bir
yaklaşım olduğu üzerinde durulmaktadır. Doğa bu bağlamda iki önemli işleve sahiptir buna göre hem
bir hammadde deposu hem de atıkların bırakılabileceği bir alandır . Uygun politikalar ve ussal bir
yönetim, toplumun doğayla ilişkisini sürdürmesini sağlamaktadır. Çevre problemleri bir takım yasal
düzenlemelerle , mevzuatlarla aşılmaya çalışılır indirgenmeye çalışılır. Herkes mevzuatlara uymak
zorundadır bu hedeflerin benimsenmesi ile mümkün olabilmektedir.

2.Katılımcı Yaklaşım
14

Çevre problemlerinin üstesinden gelme yolunun çoğulcu, katılımcı bir demokrasinin olabilmesi ile
mümkün hale gelebileceğini ifade eder. Herhangi bir çevre problemine yönelik çözümler
kamuoyunda tartışılmalı ve halkın karar verme noktasında etkin bir hale gelmesi gerekmektedir.
Çünkü çıkarlar ve aktörler çoğul olduğu için kamusal yararlar da çoğuldur o halde mevcut kararların
alınmasında da katılımcı demokrasiyi inşa etmemiz gerekmektedir. Bu yaklaşım aktörlerin bir arada
karar alabilmesi bakımından kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır.

3.Piyasa Yaklaşımı

Piyasa yaklaşımı , çevre sorunlarına ekonomik bir mercekten bakar. Katılımcı yaklaşım liberal
demokrasi anlayışı ile etkileşim halindeyken , piyasa yaklaşımı liberal ekonomi felsefesinden beslenir.
Buna bağlı olarak insan merkezci bir bakış açısı gözlemek mümkündür. İnsanı merkeze aldığımızda
doğanın araçsallaştırılması gerçekleşmektedir çünkü insanın refahından daha önemli birşey yoktur
dolayısıyla insanlığın gelişmesi için doğanın kullanılması zaten elzemdir. Bireyin çıkarlarına dayanarak
ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için yalnızca sürdürülebilir temelde olması amaçlanmaktadır. Bu
bağlamda piyasa yaklaşımı insan merkezci yapısından dolayı ekonomik büyüme karşısında durmamış
ancak üretimin yeşillendirilmesinden yana olmuştur. Buradaki yeşillendirmenin amacı yine piyasanın
gelişmesi için olmaktadır.

ÇEVRE HUKUKU – ULUSLARARASI HUKUK MEVZUATLARI

Çevre probleminin büyüklüğü , kapladığı alan, ülkenin ekonomik varlığına bağlı olarak çok farklı
boyutlarda çevre politiklarının belirli noktalarda uygulanmaya çalıştığını ancak yetersiz kaldığını
görüyoruz. İnsan Hakları Evresel Bildirgesi gibi ortak bir çevre sözleşmesi üzerine 60’lardan bu yana
çalışmalar devam etmektedir. 1960’lardan beri yaşanılan gelişmeler çevre porblemleri ile mücadele
etmek istiyorsak ülkeler arası koordinasyonu sağlamamız gerektğini göstermiştir. Çevre probemleri tek
bir ülkenini üstüne yüklenebilecek düzeyde değildir. Uluslararası işbirliği dediğimiz takdirde bütün
ülkeleri kapsayabilecek hukusak mevzuatlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu hukuksal mevzuatların
oluşması için tarihsel süreç içinde çalışmalar yapılmıştır. Bu sürecin aslının 18.yy a kadar dayandığını
görmekteyiz. O zamanki insanlar buhar makinesi keşfedildiği , deniz ticareti gelişmiş olduğu için
ticaretin etkisiyle değerli malların peşinde koşmuşlar ve açık denizlerdeki avcılıklar noktasından
başlamıştır.
15

Günümüzdeki modern anlamda hukuk mevzuatı 20. Yy’ın ortasında görülüyor. Bu anlamada ilk
dönüm noktası Roma Kulübü olarak bilinen 1968 yılında kurulmuş bir topluluktur. Roma kulübü çevre
problemlerine dikkat çekme anlamında çok önemli olmuştur yayınlamış oldukları “Büyümenin sınırları”
adlı rapor ile birlikte ses getirmişlerdir. Raporda en az 10 yıl içinde çözmemiz gereken bir takım çevresel
problemler var . Örneğin silahlanma, nüfus patlaması , çevresel bozulma. Yoksa insalığın gelecek yüzyılı
tam bir çöküş ve kıyametle devam edeceğini belirtiyor. 5 tane küresel ölçekte problemden bahsediliyor
. Hızlı sanayileşme , hızlı nüfus artışı, yaygın beslenme bozukuğu veya yetersizliği , yenilenemez
kaynakların tükenmesi , çevrenin tahribi. Bu rapor ile birlikte yine sürdürülebilirlik önemli bir kavram
haline gelmiştir. En özette büyümünin sınırına geldiğimizi artık büyümememiz gerektiğini
söylemektedir.Mevcut sistem böyle devam ederse 21.yy içinde ekolojik sistem çökecektir.

Stockholm Bildirgesi

Birleşmiş İnsan Çevresi Konferansında alınan kararlar neticesinde oluşturulmuş bir bildirgedir.
Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 113 ülke katılmıştır. Çevre hukuku açısından resmi düzeydeki ilk
icraattir. Bu konferansta bir de “insan çevresi için eylem planı” oluşturulmuştur.. Stockholm bildirgesi
çevre ile toplum arasındaki ilişkiden söz eder ve 26 tane ilkesi vardır. Ekonomik gelişmenin çevre
üzerinde yarattığı baskının önlenebilmesi için işbirliği yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Nasul ki
İnsan Hakları yaşama hakkını garanti altına alıyorsa çevre mevzuatları da her insanın temiz bir çevrede
yaşamasını garanti altına almalıdır. Bunların yanında dünyanın taşıma kapasitesine dikkat
çekmektedirler ve bu bağlamda nüfus artışının karşısında durmaktadırlar. Kuşaklar arası hakkaniyeti
sağlamak istemektedirler çünkü gelecek kuşaklara da yaşanabilir bir doğa bırakma arzusu hakimdir.
Kalkınma noktasında ise kalkınma elbet olacaktır ancak sürdürülebilir olması önemlidir denmektedir.

Ayrıca Stockholm Bildirgesi, pek çok iki taraflı ya da çok taraflı sözleşme ve diğer bağlayıcı
belgelerin ortaya konması biçiminde ortaya çıkan, uluslararası çevre hukukunun sonraki yıllarda
gelişimi için bir temel sağladı. tık olarak Stockholm Bildirgesi'nde dile getirilen çok sayıda ilke ve kavram
yalnızca uluslararası çevre antlaşmalannın girişinde yer almakla kalmadı, başka bağlayıcı hükümlerde,
hatta çeşitli ülkelerin anayasalarında ve iç hukukiannda etkisini gösterdi.
16

Dünya Doga Şartı

Nairobi'de, 1982'de, Stockholm Konferansı'nın ıo. yıldönümünde Birleşmiş Milletler Çevre Programı
(UNEP) Yürütme Kurulu'nun özel statülü toplantısında Zaire Devlet Başkanı Mobutu bir konuşma
yapıyor.

Stockholm Bildirgesi umulanı tam olarak karşılamayınca çevreciler ve bilimadamları yeniden bir
denemede bulunmaya karar verdiler. Stockholm bildirgesinin temel parametrelerini taşımakla birlikte
bir genel anlamda savunmacılık anlayışı temelinde oluşturulmuştur. Amaç biyolojik kaynakları ve
çeşitliliği korumaktır. Her ne kadar uygulanamasa da bu şartları kabul eden devletlerin kendi yerel ve
ulusal mevzuatlarına da girmesi planlanmıştır. BM ‘e bağlı birimlerin çeşitlenmesi ile birlikte çevre
politiklarına yönelik bir takım icraatlerinde başladığını görüyoruz. Bu bağlamda akdeniz eylem planı
örnek gösterilebilir. 80’lerden sonra her ülkenin kendi bakanlıklarını da oluşturduğunu da bu süreçte
gözlemlenebilmektedir.

Brundtland Raporu

1983 yılında BM tarafından oluşturulan “Dünya çevre ve Kalkınma Komisyonu” tarafından


sürdürülebilir kalkınmaya geçme sürecinde devletlerin davranışlarına yol gösterici olmak için konuyla
ilgili hukuksal ilkelerin yeni bir rapor fikri doğuyor ve 1987 yılında “Ortak Geleceğimiz “ adlı bir rapor
yayınlıyorlar. Sürdürülebilir kalkınmanın temel parametrelerinin açık açık yazılmış olduğu bir rapordur.
Daha önceki raporlarda sürdürülebilir bir tema olmasına rağmen onlarda yalnızca ifade olarak
geçmektedir. Eylem planı çerçevesindeki ifadeler bu raporda yer almaktadır. Sürdürülebilir
kalkınmanın artık zorunlu olduğu dile getirilmektedir. Bunun da ancak ortak bir temel de
gerçekleşebileceğini ifade etmektedir.

RİO BİLDİRGESİ-SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA -MONTREAL-KYOTO-KALKINMA PLANLARI-TÜRKİYE’DEKİ


ÇEVRE YASALARI (5.HAFTA)

Stockholm Konferansında sürekli ve dengeli kalkınma ya da sürdürülebilir kalkınma kavramı


ortaya atılmıştır. Bununla beraber 1992 yılında yayımlanan Rio Bildirgesinde de ekosistemdeki asıl
bozulmaların sorumlusu kapitalizmi rehber edinmiş, zengin, sanayileşmiş ve çoğu Batılı olan ülkeler
olarak görülmüştür. Asit yağmurları, ozon tabakasının incelmesi gibi konular görüşülmüştür. Bu
sorumluluğa dikkat çekilerek etik davranışlar gündeme getirilmiş, fakat bu ülkeler bu davranışlardan
kaçınmışlardır. Asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi, radyasyon tehlikesi ve ormansızlaşma
konularını içeren Rio Konferansında “sürdürülebilir kalkınma” anlayışı geliştirilmiştir.
17

Rio Bildirgesinde uluslararası bazı görüşmeler daha dile getirilmiştir:

- Gündem 21: 21. yüzyılda olması muhtemel temel problemlere değinilmiştir. Sürdürülebilir
kalkınma prensibinin hayata geçirilebilmesi için düzenlenen bir eylem planıdır.
- Ormancılık Prensipleri: Ormanların korunmasına yönelik hukuki bağlayıcılığı bulunmayan
sözleşmedir.
- Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS): Sera gazı emisyon
değerlerinin azaltılması ve çeşitli tedbirlerin alınmasına yönelik yapılan sözleşmedir.

Yayımlanan bildirgelerin hukuki bir geçerliliği olmaması nedeniyle hukuksal açıdan uluslararası
geçerliliği olan protokoller imzalanmıştır. BMİDÇS’de kabul edilen yönergeler, Kyoto Protokolüyle
hukuksal boyut kazanmıştır.

- Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (BMBÇS): Rio konferansı çerçevesinde ele
alınan bir sözleşmedir. Burada “Ortak fakat farklılaşmış sorumluluklar” ilkesi benimsenmiş ve
çevrenin, tüm dünyanın ortak malı olduğu vurgulanmıştır. Bu durum gelişmiş ülkeleri bağlayıcı
nitelikte olup, gelişmekte olan ülkelerin de endüstriyel gelişimi için nakdi yardım planını ortaya
koymuştur. Böylelikle maddi denklik sağlanmaya çalışılmıştır.

Konferansın sonunda Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu (BMSKK) kurulmuştur.


Bu komisyon, söz konusu aksaklıkları Birleşmiş Milletlere rapor etmektedir.

Birleşmiş Milletler Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi: 2002 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin
Johannesburg kentinde gerçekleştirilmiştir. Zirvede Rio konferansı değerlendirilmiş, gelinen noktalar
saptanmış ve yapılamayan süreçlerde onarıma gidilmiştir. 21. yüzyılın küresel çaptaki ilk çevre
konferansıdır. Sürdürülebilir kalkınma planı ve uygulama planı olmak üzere iki konu üzerinde
yoğunlaşılmıştır.

Montreal Protokolü (1987): Ozon tabakasının incelmesi konusu ilk defa 1976 yılında Birleşmiş Milletler
Çevre Programı’nda gündeme gelmiştir. Daha sonra Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından bir komite
kurulmuştur. 1981 yılında ozon tabakasını incelten maddelerle (OTİM) mücadele başlamıştır.

KYOTO PROTOKOLÜ: İklim değişiklikleri ve ozon tabakasının delinmesine bağlı olarak küresel ısınma
konuları görüşülmüş, sera gazlarının yayılımının azaltılması adına kararlar alınmıştır. Bu protokolün de
temel ilkesi “ortak fakat farklılaşmış sorumluluklar”dır.

Devletler kafalarına göre çevre ve doğa ile ilgili kararlar alamazlar. Türkiye de BM çerçevesinde
çeşitli adımlar atmıştır. 1955 yılında Türkiye Tabiatını Koruma Derneği kurulmuş ve ilk çevre oluşumu
hareketi başlamıştır. 1972’de Stockholm konferansının yapılması ve ülkemizde 1978 yılında Çevre
18

Müsteşarlığının kurulması uluslararası anlamda çevre bilinci kazanmamızda etkili olmuştur. Akabinde
1984’te Çevre Genel Müdürlüğü kurulmuştur. 1991’de Çevre Bakanlığı, 2003’te Çevre ve Orman
Bakanlığı adıyla bakanlık düzeyine gelinmiş ve günümüzde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak isim
değiştirmiştir.

Üçüncü beş yıllık kalkınma planı (1973-1977): İlk defa çevre ve çevre sorunlarından bahsedilen
beş yıllık kalkınma planıdır. Sorunlar onarımla çözülmeye çalışılmış ve onarımın da toplumsal ve
ekonomik kalkınma ile mümkün olabileceği savunulmuştur.

Dördüncü beş yıllık kalkınma planı (1979-1983): Çevre; sanayileşme, kentleşme ve


modernleşme sürecinde etkili bir öğe olarak ele alınmıştır. Çevre sorunlarının ortaya çıkmadan
önlenmesine öncelik verilmiştir. Çevre politikalarının uygulanması için yerel yönetimlere birtakım
yetkilerin verilmesi gerekmektedir. Keza sivil toplum örgütleri de yine bu politikaların uygulanmasında
rol oynamaktadır.

Beşinci beş yıllık kalkınma planı (1985-1989): Erozyon, önemli bir çevre problemi olarak
görülmüştür. Bu doğrultuda bilinçlilik söz konusu olmuş ve ağaçlandırma çalışmaları gündeme
getirilmiştir. Denetim mekanizması oluşturulması adına da birtakım çalışmalar yapılmıştır.

Altıncı beş yıllık kalkınma planı (1990-1994):İnsan sağlığını ve doğal dengeyi korumaya yönelik
bir kalkınma modeli amaçlanmıştır. Çevre adına “denge-denetim-izleme” yönergeleri izlenmiştir.
Gelecek kuşaklara aktarılabilecek hususlar dikkate alınmıştır. Çevre bilincinin yaygınlaşması, bunların
denetlenmesi, izlenmesi hedeflenmiştir.

Yedinci beş yıllık kalkınma planı (1996-2000): Diğer planlardaki gelişim sürecini
özetlemektedir. Önceleri kirliliği giderici amaç güden çevre politikaları daha sonra önleyici politikalara
ve nihayetinde sürdürülebilir kalkınma anlayışına dönüşmüştür. Böylece çevre-ekonomi entegrasyonu
sağlanmaya çalışılmıştır. Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP) yayımlanmış ve çevre konusunda
uluslararası sorumluluğumuz artmıştır.

Sekizinci beş yıllık kalkınma planı (2001-2005): Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)
Yönetmeliğinin uygulanmasında yetersiz kalınmış, sürdürülebilir kalkınma istendiği gibi başarılı
olmamıştır. Yine aynı şekilde alınan kararların AB’ye ya da uluslararası ölçütlere uymaması da söz
konusu olmuştur. Sekizinci planda amaç; insan sağlığını, ekolojik dengeyi, kültürel, tarihsel ve estetik
değerleri koruyarak sosyoekonomik gelişmeyi sağlamaktır.

Planda beş ana hedef belirlenmiştir:


19

1. Kirliliğin önlenmesi
2. Yurttaşların çevre altyapı hizmetlerinden yararlanabilmesi
3. Yenilenebilir kaynak kullanımının ve sürdürülebilir kalkınmanın teşvik edilmesi
4. Çevre sorunlarının oluşturduğu risk ile baş edilmesi
5. Çevre ve ekonomik kalkınmanın dengeli ve sürdürülebilir özellikte olmasını sağlayacak
stratejilerin geliştirilmesi

Dokuzuncu kalkınma planı (2007-2013): Öncekilerden daha farklıdır. Planda gelişme eksenleri ve
sektörler belirlenmiş, düzenlemeler yapılmış ve bununla ilgili çevre problemleri ele alınmıştır. Hem
politika hem uygulama hem de izleme aşamalarının sosyoekonomik çerçevede değerlendirilmesi
amaçlanmıştır. AB’ye uyum çerçevesinde de birtakım çabalar gerçekleşmiştir.

Türkiye’deki Temel Çevre Yasaları

Çevreyle ilgili doğrudan bir yasa 1982 anayasasında çıkarılmıştır. Yurttaşların sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkının olduğu ifade edilmektedir. Bu hak devletin sorumluluğunda olduğu kadar
bireyin de sorumluluğundadır. 1982 anayasasında sürdürülebilir kalkınmaya dayalı bir ifade yoktur.
İnsan merkezli bir yaklaşım söz konusu olduğu için çevre dolaylı olarak ele alınmıştır. Önleyici politikalar
yerine onarıcı işlemler söz konusu olmuştur. Amaç dengeli sağlıklı bir ortamda yaşayabilmektir. 1983’te
çevre yasası kabul edilmiş, kirletenin ödeme yasası kabul edilmiştir. Sanayi kuruluşları baz alınmıştır.

Ulusal Parklar Yasası: Ulusal ve uluslararası doğal ve kültürel kaynakların korunması, bu alanlarda
turizm faaliyetlerinin belli standartlar ölçüsünde yapılması, yaban hayatının korunmasını amaç
edinmektedir.

Gelişmekte olan ülkeler 1950’lerden sonra sanayileşme yoluna girmiştir. Türkiye için de
1930’larda sanayileşme tecrübeleri gerçekleştirilmeye başlansa da II. Dünya Savaşı buna engel olmuş
ve askeri sanayiye yönelinmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra asıl sanayi adımları atılmış ve bu
doğrultuda çevreye yönelik de atılımlar söz konusu olmuştur. Göç dalgasının yaşanması ve kentleşme
sürecinin sürmesi, çevreye yönelik problemleri en aza indirgemek adına planlar yapılmıştır. “Ortak
geleceğimiz” projeleri üretilmeye başlanmıştır.

DOĞA ALGISINI TARİHSEL DÖNÜŞÜMÜ (6. HAFTA)


20

İnsanlar şeyler ad verirler,ama onları adlandırdıklarında onları var etmiş olmazlar.Ağaç insan olmadan
var olur ancak ağaç kavramı ,insanlar var olmadan olmaz.İnsanın olmadığı bir dünyada kavramın
göndermede bulunduğu bitkisel fiziksel varlık vardır,ama ağaç yoktur.İnsaoğlu ilk çağlarda doğaya
karşu edilgen bir yapının içerisndedir.Doğaya hükmetme gibi bir çabası yoktur.Zamanla insan doğaya
hükmetmeye ve etkinleşmeye başlamıştır.Teknik ilerlemelerbu konuda anlamlı bir adımdır.Bu
gelişmlerle insan doğaya yukardan bakmaya çalışmış doğayı hükmetmeye çalışmıştır.İnsanoğlunun
doğa üzerindeki tasarrufu tarihsel dönmelere göre farklılklar göstermiştir.Tarihin ilk dönemlerinde
insanın doğa üzerindeki tasarrufu iki yönlüdür.Bir yönüyle içselleştirilen bir doğa algısı söz
konusudur.Yani doğa ,insan için yaşam kaynağıdır.Bu çerçevede insan, kendini diğer yaşam
formlarıyla birlikte daha büyük bir bütünün parçası olarak görür. Bu bir organik doğa görüşüdür.insan
kendini farklı görmez.Bir bütünün parçası olarak görür.Doğayı kutsal olarak görür ve bu yüzden
doğaya zarar vermemelidir.Öte yandan dışsallaştırılan bir doğa algısı da vardır.Bu noktada doğa
sadece içerisinde yaşanılan bir nesneler bütünü değildir,aynı zamanda bir “anlam” a da sahip olan
,inancın eşlik ettiği korkuyla karışık saygı duyulan ve kutsallık atfedilen özel bir konuma yükseltilir.

İLKÇAĞ FELSEFESİ

Doğadaki bir nesneden evrenin temelini anlamaya çalışmşılardır.Bu dönemde insanda hem
içselleştirilen hem de dışsalllaştırılan bir bakış açısı vardır.Doğanın nesneleşmesine bir işarettir.Saygı
duyulan , kutsallaştırılan ve inanç merkezli olarak yaklaşılan doğanın ne’liği konusu,felsefi bir çabayla
bütünleşerek doğanın en temel ilkelerini anlama çabasına dönüşmüştür.Bu dönemdeki Antik Yunan
tanrıları bile doğanın birtakım nesnelerinden faydalanmaktadır.Doğnanın incelenmesi gerektiği
düşüncesi ortaya atılmıştır.Modern bilim bu incelemeyi yapar.Bilginin kaynağının doğa olduğu
anlayışından doğanın incelenmesi anlayışına geçilmiştir.Doğanın kanunlarının ortaya koyulması
insanlığın gelişmesine katkı sağlar.Normatif bir bilim yerine inceleyen bilime geçilmiştir.( Franceis
Bacon)

RENE DESCARTES

Tümdengelimi savunarak onun bilimsel yönünü de kullanarak deney ve gözleme dayalı olarak
doğanın incelenebimesini savunur..Bütünün kendisinin parçalara ayrılarak incelenme fikrinin yanında
,Descartes ile birlikte aklın yüceleştirilmesi ve insanın merkezi bir konuma çekilmesi daha sonraki
dönmelerde yeni bir yöntem anlayışına zemin hazırlamıştır.

NEWTON
21

Newton’nun yaklaşımı ise ; organik dünya algısı yerini mekanik bir dünya algısına bırakmıştır.Gözlem
ve deneyle başlayıp matematiksel bir yapıya dönüşen bu yöntem dğişikliği,doğayı kullanma ve ona
hükmetme mantığının gelişmesine de ortam hazırlamıştır.

Doğa inançtan arındırılmış bir duruma indirgendi ve bir incelenme nesnesi haline dönüştü.

AYDINLANMA ÇAĞI FELSEFESİ

Geleneksel kabullerin bir kenara bırakılarak ,aklın temel kriter olarak kabulüne, bilimsel anlamda ise
ampirizmin yüceleştirilerek ,deneye ve gözleme önem verilmesiyle sonuçlanmıştır.Batı’da ortaya
çıkan söz konusu değişmeler “modernleşme” olarak ifade edilen bir süreçle birlikte dünyanın dört bir
tarafına yayılan toplumsal bir gerçekliği de meydan getirilimiştir.Modernleşme sürecinin girdabına
takılan birçok millet ,kaçınılmaz bir son olarak gördükleri bu süreci taklit etmeye
başlamışlardır.Modernleşmenin parametreleri vardır; Ulus-Devlet,Laiklik,Demokrasi,Teknik-Bilim,Kitle
iletişim araçalrı,Kentleşme,Milliyetçilik,Gecekondulaşma .Bozulmuş bir doğal yapı içerisinde
sürdürülebilirliğin imkansızlığının açık hale gelmesinden sonra doğa , modern insanın gözünde
yeniden konumlandırılma ihtiyacını belirginleştirilmiştir. Modern ile modern öncesi dönemler
arasında,doğadan yararlanma ve doğayı kullanma biçimi noktasında da çeşitli farklılıklar
bulunmaktadır.Özetlenen iktisadi gelişmeler, doğanın da metalaşmasına ,yani bir tüketim nesnesi
olarak görülmesine neden olmuştur.Teknoloji vasıtasıyla doğaya hükmetme ve onu insani çıkarlar
doğrultusunda sömürme süreci,modern ekonomik,siyasi,toplumsal ve örgütlenme biçimini kökten
değiştirmiştir.

FRANKFURT OKULU

Temsilcilerine göre aklın araçsallaştırılması veya bilimin insanlğın zaararına da olabilecek şekilde
kullanıyor olması ,amaç ve araç arasındaki nedensel ilişkilerin bozulmasından ve yer değiştirmesinden
kaynaklanmıştır.Aracın amaç karşısında öncelenmesi sorunu başlı başına,doğa üzerindeki sömürüyü
meşrulaştırmıştır.Bu meşrulaştırma sebebiyle doğanın sürekli olarak sömürüye maruz kaldığı
geritildiği,kirletildiği,daraltıldığı,yok edilmeye çalışıldığı ve tükenmeye mahkum bir noktaya geldği
iddia edilmiştir.M.Horkheimer “Akıl Tutulması” adlı eserinde şu ifadeyi kullanıyor.Doğaya egemen
olmak için yetiştirdiğimiz araçlaar arttığı ölçüde bir sağ kalma koşulu olarak bu araçlara hizmet etmek
zorunluğu da artmaktadır.Araçsallaştırılan akıl doğayı bir meta haline getirmiş,sömürülen bir nesne
haline getirmiştir.Dolasıyla Frankfurt okulunun eleştirisi bu sistemin aklı meşru kılan akla yönelik bir
eleştiridir.Burada aklın merkezi konumunun sorgulanması vardır.Sömürülen doğanın bir eleştirisinin
ilk defa sistemli bir şekilde yapılıyor.
22

Karl Marx’a göre kapitalist tarımdaki her türlü ilerleme yalnızca emekten değil, aynı zamanda
topraktan çalma tekniğindeki ilerlemelerden ibarettir.

F.Engels’in bu konudaki tespitleri de yeni ekolojik paradigmaya katkı sağlar niteliktedir.Ona göre
“hayvan,kendi dışındaki doğayı yalnızca kullanmakla yetinir ve yalnızca kendi varlığı aracılığıyla onda
değişiklikler yaratır.Oysa insan,doğayı değiştirmekle ,onu kendi amaçlarına hizmet eder duruma
getirir. Onun efendisi olur.İnsanoğlu doğa üzerinde bir hakimiyet kurma mücadelesine girişken , kendi
geliştirdiği teknolojinin kölesi durumuna düşmüştür.Üstelik bütün bunları doğanın yok olma
tehlikesini göze alarak yapmıştır.

Benzer düşünceleri Heidegger’de de bulmak mümkündür.Ona göre “amaçların izlendiği ve araçların


kullanıldığı her yerde , araçsallığın hüküm sürdüğü her yerde , nedensellik hakimdir.”

Toplumsal eşitsizlikler, doğa algısındaki dönüşüme dayandırıyorlar.Bilime,ilerlemeye,teknolojiye olan


inanç mevcut değildir yani düşünsel alanda da böyle bir durumun savunulması yapılmıyor.Genel
tabloya bakıldığında oldukça rahatsız edici birtakım çevre sorunlarını yorumlaması,sorunun ne
olduğuna dair açıklamalar getiren felsefi anlamda düşünsel anlamda birtakım argümanları öne süren
düşünürler bunun nasıl telafi edileceği noktasındaki açıklamalarını bir kapitalizmin eleştirisi üzerinden
gerçekleştiriyorlar.Doğayla olan mesafemiz gittikçe azalmış.Teknoloji kölesi olduğumuza dair bir
argümanın öylesine çarpıcı olmasının temel nedenlerinden bir tanesi de insanın doğadan
koparılmasıdır.

İnsanın yaratmış olduğu tehdit onu kirletme hızı doğanın kendi kendine dönüştürme hızının çok
önünde . Bu yüzden doğa inanoğlunu bir türlü yakalayamıyor.Bu noktada iki türlü reel sonuç vardır:

1.İNSAN-DOĞA

İnsan-doğa diyalektiğinin bozulması ,başlıca iki temel problematik alan yaratmıştır:Doğal dengenin ve
insani ilişkilerin bozulması. Bunlardan ilki doğanın insan tarafından sömürülmesi sonucunda ortaya
çıkan çevre sorunlarının insanı tehdit eden bir düzeye ulaşması ve bu durumun küresel ölçekte
olmasıdır.İkincisi ise insanoğlunun doğal kaynaklar üzerinden yürütmüş olduğu iktidar
mücadelelerinin , insan üzerinde de sömürü düzenini oluşturmasıdır.

2.İNSAN-İNSAN

İnsanın sömürülmesi soncunda ortaya çıkan toplumsal eşitsizlikler; ayrımcılığı,yoksulluğu ve


güvensizliği de ortaya çıkarmıştır.Doğanın karşı karşıya kaldığı en ciddi tehlike ise ülkelerin sahip
olduğu nükleer , kimyasal ve biyolojik silahlardır. Öyle ki söz konusu silahların varlığı,doğanın ve
insanoğlunun neslini tehlikeye sokmaktadır.Her iki sömürü düzenin de öncelikle insan-doğa ,
23

sonrasında ise insan-insan ilişkilerin büyük ölçüde tahrip etmiş,birlikte yaşama kültürünü
zedelemiştir.Uluslararası politiklarda insan-insan merkezli bir bakış açısı vardır.Uluslararası yapılan
sözleşmeler,prokoller insan merkezli bir bakış açısı sahiptirler.Böyle bir düşücenin olması düşünsel
çabaların grafikten yoksun olması yani herhangi bir uygulama alanı yoktur.Bu yüzden ekolojik
paradigmalar sınıflandırırken,bunlar reel hayattan bağdaşabilir.Birçok düşünür artık ekolojik bir
toplum modelinin ortaya koyulması gerektiğini ifade eder.Bunula ilgili de birçok eser vermektedirler.

Esas kaygı ise şudur;Doğayı esas alan (insan hakları evrensel beyannamesi) gibi doğa noktasında da
böyle evrensel bir metnin ortaya çıkartılıp çıkartılamayacağı yine benzer şekilde bir ahlaki zemine
oturmuş doğa algısını nasıl inşa edilebileceğine dair çeşitli tartışmalarda bulunmaktadır.Öyle
anlaşılıyor ki modernizmin “bolluk ve bereket” algısı, doğanın tahrip ve tükenme noktasına
ulaştığında, onu koruma ve onarma çabasına dönüşmüştür.Bu yüzden de kıt kaynaklar üzerinde
hakimiyet kurma ve dönüştürme arzusu, günümüzde sadece törpülenmiştir.
24

Anti Çevreciler: Bunların görüşüne göre yeşil düşüncenin ortaya koymuş olduğu tablo oldukça kaygı
vericidir ancak sahte bir duruşu temsil etmektedir. Roma Kulubü, Brutland raporu vs. olmak üzere bir
çok söylem insanın yeryüzünde 50 yıl içinde yaşamsal faaliyetini devam ettiremeyeceği öngörmekteydi.
Anti çevreciler bütün bunların gerçek dışı olduğunu düşünmektedirler. Buna göre bu tahminler tutsaydı
insanoğlu bugün tamamen yeryüzünden silinmeliydi.

Temsilcileri: Wallace Kaufmann – Julian Simon – Anthony O’Hear – Robert Bailey

Bu isimler ihtiyatlılık ilkesine karşı çıkmaktadırlar. Bu ilke hem korumayı hem de saklanımı
içermetekdir. ihtiyatlılık konusundaki kaygı yersiz bir kaygıdır çünkü insan aklına , yaratıcılığına ve
ilerleme fikrine sonsuz bir güven vardır. Buna göre çevrecilerin “kaynaklarımız tükeniyor” , “nüfus artışı
kontrol edilmeli” gibi bir çok kaygı yanlıştır. İnsan merkezci bir bakış açısına göre insan tükettiğinden
çok daha fazlasını yaratabilir. Bu doğanın onarımını da mümkün kılabilmektedir. Bu noktada ihtiyatlı
olmak , bilim ve aklı dışarı itmek mantık dışıdır olması gereken bunlara sarılarak doğal düzenin işleyişini
belirli ölçülerde değiştirebilmektir.Onlara göre doğadaki denge söylemi bir safsatadır. Örneğin türü
azalan birçok canlı vardır bu başlı başına dengesiz bir örnektir.

Korumacılar: Bu fikir Roma Kulübü , Brutland Raporu gibi söylemleri ciddiye alır ve ortaya konan
göstergeleri kaygı verici bularak bu noktada ihtiyatlı bir doğa algısının oluşturulması için ulusal ,
uluslararsı bir takım mevzuatların oluşturulmasını talep eder. Dolayısıyla ihtiyatlılık ilkesini kendilerine
temel almaktadırlar.

Çevre yönetilebilir süreçlere göre ele alınır. Bu korumacılık anlayışında ekonomik büyüme beklenen bir
sonuçtur ancak kapitalizmin tüketim kültürü dizginlenerek, sistem sürdürülebilir bir temele
oturtulmalıdır. Bilim ve teknolojide sonsuz bir güvenden şüphe duyulan bir güvene değişim
gösterilmiştir. Doğayı sürdürülebilir kılacak teknolojinin yanındadırlar. Bu anlamda doğaya araçsal bir
değer atfedilmektedir. İnsan yaşamını devam ettirmek için doğayı korumalıdır dolayısıyla insan
merkezli bir bakış açısına sahiptir. Mevzuatlar sayesinde tahribatın önüne geçilebileceğini ,
onarılabileceğini düşünmektedirler.
25

YEŞİL LİBERALİZM

Yeşil liberalizmde Piyasa: Liberalizm iki direk üzerine yükselmektedir biri Newton’un -mekanik dünya
algısı bir diğeri de sürekli büyümeye çalışan ulus devlet yapısıdır. Faydacılık temelinde kişinin çıkarının
maksimize edilerek toplum çıkarlarını maksimize etme anlayışı bulunmaktadır. Maddi büyümeyi
isteyen toplumun kendisidir. İktirdar da kendini devam ettirebilmek için yine maddi büyümenin
yanındadır.

Maddi bir büyüme kaynakların tüketimini, nüfusun artmasını vs birçok problemli alanı ortaya
çıkarmaktadır. Dolayısıyla çevre tahribatı oraya çıkmaktadır. Y. Liberalizm taraftarları YEŞİL BİR PİYASA
oluşturulmasını talep ederler. Doğaya , siyasete , teknolojiye yeşil bir perspektifle bakmaya çalışsalarda
sermayeye ve piyasanın üstünlüğü düşüncesini benimsemeye devam ederler.

Yine doğa bir kaynak deposudur kullanım değeri olan bir metadır. insan sürekli bir yaşamsal mücadele
içerisindedir dolayısıyla bu mücadele esnasında yaşamsal varlık için insanın doğaya hükmetmesinde
herhangi bir sıkıntı yoktur.

Çelişkilerin uzlaştırılabilir bir temelde olması artık çevreninde bir yönetim perspektifi içerisinde ele
alınmasını ama bunu devlet müdahalesi ile mi yoksa özel mi veyahut her ikisinin karışımı bir yapı
tarafından olacağı karmaşık bir durumdur , ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir.

Yeşil Liberalizm çelişikilere çözüm üretmek için iki nokta belirtebilmektedir.

1.Zarar İlkesi 2. Asgari Geçim İlkesi

1. Zarar İlkesi : Kişinin özel mülkiyeti de olsa eğer toplumsal fayda için hizmet edecekse devlet bunun
belli bir kısmını alabilir.

2.Asgari Geçim İlkesi:

3. Hukukun Üstünlüğü: Yeşil liberalizm hukukun üstünlüğüne yaslanmaktadır. Bir ülkede hukuk
üstünlüğü tesis edilmişse o ülkede çevre problemlerinin üzerinden gelinebilir.

4. Serbest Ticaret: Buna göre ülkelerin arasındaki adaleti sağlamak eşitsizlikleri gidermek için bu ilkenin
önemli olduğu vurgulanır.
26

Çözüm Önerileri

Bütün problemlerin üstesinden gelebilmek için çevre yönetimi devreye sokulmalıdır. Fakat bunu
yaparken piyasanın hassasiyeti göz önüne alınmalıdır. Katı atık piyasa mekanizmasına ağır bir yük
getiriyorsa bu kabul edilebilecek bir yönetim biçimi değildir. Onun yerine yükün çeşitli çevrelerce
paylaştırılması gerekmektedir.Sürdürülebilir bir ekonomi için yükün paylaşılması , teknolojinin doğaya
saygılı olması ve tüm bunların piyasaya ekstra bir külfet getirmemesi gerekmektedir. Günümüzdeki en
önemli biri de bu serbest piyasadaki rekabettir. Piyasa mantığına yeşil bir perspektifle bakmaya
çalışırken maliyet artarsa girişimciler için dolayısıyla ekonomi için problemler ortaya çıkacaktır.

Nüfus: Gelişmiş düzeyi arttıkça doğurganlık oranı azalmaktadır. Batıyla doğu arasındaki temel
farklardan birisi de budur. Batının nüfusu sürekli azalırken doğunun nüfusu sürekli artmaktadır.
Buradan hareketle gelişmişlik düzeyi arttıkça doğal olarak nüfusun azalacağını , bir planlamanın
olacağını düşünmektedirler.

Katı Atık: Günümüzün önemli problemlerinden birisi de katı atıktır. Yeşil Liberalizme göre bu sorun
devlet müdahelesiyle değil özel sektöre devredilerek çözülebilir. Örneğin özel firmaların çöpleri
toplayıp kişilere para aktarmasıdır. Veya çöp üretimini vergilendirmek gibi.

Çölleşme: Çölleşmeyi ortaya çıkaran en önemli nedenlerinden biri de bilinçsiz sulamadır. Bu durumun
çözümünü yine özel sektörde görmektedir.
27

Yeşil Muhafazakarlık **( Edmand Burke En önemli ismi )

*Yeşil düşünce ve yeşil muhafazarklık arasındaki görüşler karşılaştırmalı anlatılmaktadır.

1.Muhafaza etme: Her iki düşünce içerisinde de koruma muhafaza etme gibi düşünceler
bulunmaktadır. Muhafazarlıkta yeniliğe karşı çıkma , yeniye şüpheyle yaklaşma gibi bir anlayış
bulunmaktadır. Yeşil düşünce de olduğu gibi muhazakarlar da muhafaza etmeyi ihtiyatlık temelinde ele
almaktadırlar. Yine basiret kavramının da olduğu görülmektedir.Doğanın işleyişine burnumuzu
sokmamamız gerektiğine dair bir açıklama muhafazakarlık içinde bulunmaktadır. Bu ortak paydalar
yeşil düşüncede de bulunmaktadır.

2.Bilim ve İlerleme: Yeşil Düşüncede ilerleme anlayışına karşı oldukça mesafeli bir duruş söz
konusudur. Hatta topyekün reddedilmesi de görülmektedir. Doğayı tahrip etmeyen bir bilim anlayışı
savunusu bulunmaktadır. Bu açıdan yeşil muhafazakarlıkta da benzer temalar bulunmaktadır.

Aralarında şöyle bir farklılık bulunmaktadır. Yeşil Düşünce ne sağa ne sola yaslanarak kendi fikirlerini
ortaya koymaya çalışır. Bilim ve ilerleme şüphe duyulması gereken iki gerçekliktir ancak bu noktada ne
sağa ne sola yaklaşmak gibi bir anlayışları yoktur. Muhafazakarlıktan bahsederken ise sağ tarafa yakın
olduğunu söylemek mümkündür.

Sınırsız bir teknolojik gelişme , bilimsel rasyonalite gibi bir takım göstergeler yeşil düşünce açısından
reddedilmektedir ve belirli sınırlamalar getirilmesi tartışılmaktadır. Yeşil muhafazarlıkta ise bilimin
rasyonalitesinin savunusundan ziyade teknolojinin insan üzerindeki etkisi tartışılır. Bilimin rasyonalitesi
tartışılmaz . Teknolojinin getirdiği sıkıntılar üzerine (makineleşmek ,insansızlaşma) eğilerek , bu
problemlerin eleştirsini yaparlar.

3.Kapitalizm: Kapitalizmin bırakılması söz konusu değildir. Serbest piyasa hakimdir . Yeşil
muhafazakarlık da dizginsiz bir maddi büyümenin önüne geçilmesi ve hatta yerel toplılıklara varıncacya
kadar geleneksel yapının korunması kayguları vardır. Yeşil düşünce ise aynı kaygıları taşımasalar bile
maddi büyümenin getirdiği problemler karşında benzer bir duruşu sergilerler.

Her ikisi de kaynakların sınırlı olduğunu bu nedenle de insanın yaşamsal varlığını sürdüremeyeceğine
dair kaygıyı taşırlar. Her ikisinin temel kaygı noktalarından bir diğeri de kapitalizmin ortaya çıkarmış
olduğu tüketim kültürüdür.

4. Doğa: Her ikisi de kapitalizmin ortaya çıkardığı tüketim kültürünü eleştirmektedir ve insan arzularını
dizginlemek konusunda benzer görüşlere sahiptir ayrıldıkları noktası ise yeşil muhafazakar doğa algısını
, hristiyan ve yahudi geleneğine bağlı olarak oluşturulmasını ister. Yeşil düşüncede ise bunların
ötesinde yeni çağ hareketlerini de kapsayan bir oluşumu desteklemektedirleri. Uzakdoğudaki mistik bir
28

takım hareketlerin yeşil düşünce içinde etkili olabildiğini görebiliriz. Yani her ikisi de ahlaki kaygı
duymakta ancak biri hristiyan düşüncesini birisi ise uzakdoğu inançlarını temel alarak bu ahlaki kaygıyı
oluşturmaktadırlar.

Her ikisinin amacı doğaya karşı bir hassasiyet geliştirmektir ve bunu ahlaki bir temel üzerinden
gerçekleştirmektir. Halbuki yeşil liberalizme baktığımızda bu seküler bir ahlaktır. Örneğin başkasının
hakkına zarar vermeme noktasındadır burada doğaüstü bir varlıkla olan herhangi bir ilişki söz konusu
değildir. Tamamen bu dünyada varolan bir ahlaki kaygının sonucudur. Halbuki yeşil muhafazakarlıkta
veya yeşil düşünce de mistik bir kaygı söz konusudur.

5.Bütünsellik (Gaia Teorisi): Gaia teorisine göre doğa bir bütün olarak görülür. İnsanlardan mercanlara
kadar bütün canlılar aslında daha büyük bir bütünün parçasıdır ve doğa yaşayan bir organizma olarak
korunması gerekmektedir. Bu düşüncelerde yeşil düşünce için geçerlidir. Neredeyse tüm ekolojik
paradigmalarda izleri görülmektedir. Benzer şekilde yeşil muhafazarklıkta bu hipotezi benimser. Onlar
bunları toplum üzerinden temellendirir. Toplumda doğa gibi bütünlükçü bir yapıdır. Benzer şekilde bir
organizmadır.

6. Modellik: Doğal dünyanın sosyal dünyaya model olabileceğine dair bir inanç her iki düşünce içinde
geçerlidir. Edmund Burke’e göre anayasa doğa esas alınarak oluşturulmalıdır.

7.Topluluk: Her ikisi de ütopya olarak değerlendirebilecek yeşil toplululuk benzeri oluşumların olması
gerektiğinden söz ederler. Yerele yönelmek , küçüğe yönelmek çevresel tahribatı azaltacaktır.
Eko-cemaatcilik olarakta geçmektedir.

8.Otorite ve uzaklık: Her iki görüş için de merkezi otoritenin varlığını isteksiz olarak kabul etme durumu
vardır. Bu kadar büyük çevre problemlerinin üstesinden gelebilmek merkezi bir otoritenin varlığıyla
mümkün olabileceği için ister istemez kabul etme durumu söz konusudur.

9.Çoklu Kuşak: Yeşil Düşünce bu ilkeyi bizzat muhafazakarlıktan almıştır. Doğaya olan saygımız yalnızca
yaşamsal varlığımız için önemli değil aynı zamanda ölmüş insanlar, yaşayan insanlar ve doğacaklar
içinde doğaya saygı göstermeliyiz. Çoklu kuşak ilkesinin altında yatan temelde budur. Kuşaklar boyunca
süren ve insanoğlunun bu mekandan başka mekanı olmadığı için onun korunması bir gereklilikten
zorunluluğa dönüşmektedir.

10.Aydınlanlanma Reddi: Muhafazarkılığın çıkış noktası aydınlanma reddidir. Bunun da çıkış noktası bilim ve
akılın ortaya çıktığı ilk andan beri dogmatik olan din kurumu üzerindeki yıkıcı etkileridir. Dolayısıyla
muhafazarklıkta buna tepki olarak çıkmıştır. Aydınlanmaya , bilime , teknolojiye karşı durulmaktadır. Yeşil
Düşünce içinde de aydınlanma felsefesinin bilim ve ilerleme noktasını reddettiğini , şüpheci yaklaşıldığını
söylemek mümkündür.
29

Gaia Hipotezi (Merve Emine Kaba’nın Anlattığı Konu)

Gaia Hipotezi biyosferin ve yerkürenin fiziki bileşenleri sayılan atmosferin, kriyosferin,


hidrosferin ve litosferin, karmaşık bir karşılıklı etkileşim sistemi içinde bir araya gelerek bir bütünlük
oluşturduğunu ileri süren ekolojik bir hipotezdir. Bu hipotezde, yeryüzündeki iklimsel ve
biyojeokimyasal koşulların ve süreçlerin bu karşılıklı etkileşim sistemi çerçevesinde aynı yönde gelişme
ve değişme eğilimi içinde oldukları öngörülmektedir. Hipotez başlarda James Lovelock tarafından
yerküreyi konu alan bir geri besleme hipotezi olarak ortaya atılmıştır. Lovelock'un hipotezi için seçtiği
adlandırma Yunan mitolojisi'nde yeryüzünü simgeleyen tanrıça Gaia'ya dayandırılmaktadır. Hipotez
sıklıkla, yerkürenin tek bir organizma gibi davrandığı olarak anlaşılmaktadır.

Lovelock 1979'da yazdığı " gaia: a new look at life on earth" adlı kitapta, bu hipotezden ilk defa
bahsederek, dünyanın aslında canlı bir organizma gibi olduğunu iddia etmiştir. dünyadaki yaşamın adı
gaia'dır ve buna göre karalar gaia'nın kemikleri, okyanuslar, denizler ve ırmaklar onun dolaşım sistemi,
atmosfer onun solunum sistemi, üzerinde yaşayan canlılar da onun sinir sistemidir.

Gaia teorisinin bilim üzerinde büyük bir etkisi olmuştur ve dünyada kendi konumumuzu görme
biçimimizi değiştirmiştir. Ekosisteme vermekte olduğumuz zarar konusunda bizi daha bilinçli
kıldığından hayatta kalmamıza da yardımcı olabilir.

Green Laviathan

Liberal felsefenin , kapitalist bir toplum sisteminin bakış açısı doğanın kaynaklarının sınırsız , insan
ölçülerini karşılayabilecek şekilde kullanabileceği , insan bilim ve akılla söz konusu süreci kontrol
edebilir olduğu yönündedir. Bizler üretim ve tüketim zincirini geliştirirsek maddi refaha erişiriz.
1950’lerden sonra yapılan çalışmalar kaynakların tükendiğini belirtmektedir. Böylece artık hızlı büyüme
karşıtlığı oluşmaya başlamaktadır. Bu karşıtlıkta bir takım ekolojik paradigmalarla
gerçekleştirimektedir.

Kelime anlamı olarak tek gözlü devdir. Mutlak bir otoriteyi anlatması bakımından önemlidir.
T.Hobbes’un insan ilişkilerini düzenlemek için ortaya atmış olduğu bir önermedir. Hobbes mutlak bir
otoriteyi savunurken ifade etmek istediği insanın insan tarafından sömürülmesini engellemek için bu
tarz bir sürecin gerekliliğidir.

Asıl bu teorinin mimarı Garrett Hardin ve William Ophuls’tur.Bu isimler doğa üzerinde ve insan neslinin
devamı üzerinde bir endişe taşımaktadırlar. Bu noktada Green Laviathan oluşturulması gerektiğini
söylerler. Yine insan merkezli araçsal bir bakış açısı bulunmaktadır.
30

Bununla beraber doğanun fütursuzca tahrip edilmesinin önüne geçilebilecek mutlak bir otoriteye sahip
bir organizsayonun ve sınırları çizecek mevzuatların oluşturulması gerektiğini ifade etmektedirler. Artık
hızlı büyüme noktasında ülkelerin birbirleriyle amansız bir yarışa girdiklerini ve bu yarışın dizginlenmesi
gerektiğni ifade ederler.

Hardin’in 1968 yılındaki “Ortak Malların Trajedisi” adlı makalesi 4 konu üzerine eğilmiştir. Bunlar çevre,
nüfus , kürtaj ve göçtür. Burada mera ve taşıma kapasitesi örneğini kullanmaktadır. Mera örneğinden
çıkan sonuca göre yeryüzündeki ortak kullanım alanları (su , hava bile) sınırlandırılmadığı bir dünyada
çevrenin tahrip olması muhtemeldir. Bir diğer önemli kavramı ise taşıma kapasitesidir. Dünyanın da
bir gemi gibi taşıma kapasitesi bulunmaktadır eğer bunun üzerine çıkılırsa dünya batacaktır. Bu
kavramda dünyanın taşıma noktasında hem bir alt sınırı hem de bir üst sınırı bulunmaktadır. Bu bütün
dünyadaki canlıları içine almaktadır. Bu düşüncelerin altında muhafazakar bir bakış açısı yatmaktadır.

Cankurtaran metaforunu(Lifeboat Ethic) kullanmaktadır. Bu kavramla beraber uluslararası göçün


sınırladırılmasını ifade etmektedir. Buna göre gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkere insan akmaması
gerektiğini ifade etmektedir.

Tüm bunlar dolayısıyla bir nüfus planlamasıni veya kürtaj serbestliğini desteklemiş olmaktadır. Aynı
şekilde göç olgusuna da karşı çıkmaktadır. Temelde ki anlayış herkesin batacağına , bazılarının
kurtulmasıdır. Bunun içinde gelişmiş ülkelerle , gelişmemiş ülkeler arasında bir sınıflandırma
yapmalıyız. Ve gelişmişlerin yapacağı yardımların bilgi , enerji ve madde noktasında sınırlandırılmalıyız.
Yapılacak gıda yardımları nüfus artışı sağlayacağı için önermemektedir.

Green Laviathan açısından tüm bunlar mutlak güç ve otorite kullanımı ile mümkün olacaktır.

Gaia da insan yaşayan bir oganizmanın, bütünün parçası olarak ifade ediliyor ancak bu teoride insanın
diğer canlılardan farkı bulunmaktadır. Buna göre hayvan sadece karnını doyurmakla doğasını
dönüştürme çabasında ve bu çabası sadece varolduğu alanla sınırlıdır. Halbuki insanın amacı sadece
karnını doyurmak değildir. İnsan doğaya tahakküm kurmaya çalışabiliyor , başkasının hakkını da gasp
edebiliyor durumdadır.

Eko-Faşizm
31

1933 yılında sosyalist partisi iktidara geldiğinde 12 yıllık görev süreleri boyunca doğanın korunması için
oldukça ciddi çalışmalar yapmışlardır. Bu süreci madalyonun iki yüzü olarak düşünmek
mümkündür.Aslında bir bakıma o yayılmacı ırkçı bakış açısı doğa algısı ile paralellik arz etmekte her
ikisinde de üstün alman ırkının oluşması amacı güdülmektedir.

İlk olarak bu düşünceye bir pozivitizm eleştirisi olaran romantizm akımı etki etmiştir. 19.yy ‘da
sanayileşmenin , kentleşmenin getirdiği problemlerden oldukça kaygı duyulmaktadır ve bu kaygı
romantizm gibi bir akıma dönüşmüştür. Göçlerle beraber kentlerde ortaya çıkan sefalet dolu yaşamın ve
insanın makineleşmesinin eleştiri romantik akımı beslemiştir. Buna göre bu sorunları ortaya çıkaran bilim ve

akıl mutlak anlamada eleştirilmelidir akabinde söz konusu süreç sadece sezgisel bir akıl ile kavranabilir.
. İnsanoğlu makineleşme sürecinde bu sezgisel aklını bir kenara bırakmıştır. Modern medeniyetin
kurtuluşu bu sezgisel ahlaka dönüş ile gerçekleşecektir. Romantizme bu noktada oldukça önem verilmiş
ve romantizmle modernizm kaba yüzünün aşılabileceğini , sezgici bir ahlaka dayana bir neslin ortaya
çıkabileceğini düşünürler.

Bu romantizm Alman Gençlik Hareketini de oldukça etkilemiş ve böylece alman toplumunu da


yönlendirebilmiştir. Bu hareket ırk temelli olup insanın doğduğu toprağa geri dönmesini ifade
etmektedir.

Ekoloji terimini kullanan Hackel önemli bir temsilcisidir. Ona göre doğa dengeli bir varlıktır. Bu
dengenin bozucusu sanayileşme, kentleşme dolayısıyla insan faaliyetleridir. İkinci olarak Hristiyan
teorisine karşı çıkmaktadır. Buna göre canlılar arasında hiyerarşik bir düzen kurmanın gereksiz ve çarpık
olduğunu ifade eder.İnsan ve hayvanı ayırmak mümkün değildir. Hayvan nasıl yaşamsal varlığını devam
ettirmek için başka canlıları yemekten çekinmiyorsa , insan da yaşamsal varlığını sürdürmesi , ırkını
üstün kılabilmesi için diğerleri ile mücadele etmesi doğaldır.Asıl hakikat doğa ve tabiattır , onun
anlaşılması gerekmektedir. İnsanın yegane kılavuzu doğa olmalıdır.

Bu düşüncelere sosyal darwinizim de oldukça etki yapmaktadır. Buna bağlı olarak doğada sadece güçlü
olanın ayakta kalacağı görüşüyle birleşerek tür kavramının yerine ırk kavramı gelmiştir.

EK BİLGİ: Schonichen ismi ekofaşizm için önemlidir.

Söz konusu sürece bir de kan ve toprak miti eklenmektedir. Buna göre insan doğanın sadece bir
parçasıdır. O da diğer canlı türlerinden sadece bir tanesidir. Tabiatta işleyen bütün kanun insan içinde
geçerlidir. Böylece toprağa atfedilen kutsallık , ulusun niteliğinin arttırılması düşüncesiyle birleşince kan
32

ve toprak miti ortaya çıkmıştır. İnsanın toprağına geri dönmesi , organik tarım yapması, hayvanları,
arazileri ve ağaçları koruması böylece de doğayla barışık bir hayatın tesisi hayal ediliyor. Böylelikle
ancak kan ve toprak birleşip üstün bir alman ırkı ortaya çıkabilecektir. Köycülüğü teşvik etmesinin bir
başka nedeni de kentlerdeki melez yapının arındırılması düşüncesidir.

1928 yılında Doğa Koruma dergisi kır yolunda elinde Nazi bayrağı taşıyan gençleri resmetmiştir. Organik
tarım, sürdürülebilir ormancılık gibi kavramlar üzerinde konuşulmuştur. 1933 yılında iktidara
geldiklerinde Hayvanları Koruma Kanunu, 34’de Av Kanununu , 1935’de ise en uç hamle olarak Doğa
Koruma Kanunu çıkarılmıştır.Bütün bunlar düşünüldüğünde EKO sıfatı hak edilmiştir.

Hem romantizm akımının bu kadar etkili olması hem de kent ve bilim düşmanlığı bulunmasının temel
sebeplerinden birisi de Bismarck Almanyasının ardından iktidara gelmeleridir. Almanya geç
sanayileşme tecrübesine katılmakla beraber coğrafi sınırları ve doğal kaynakları oldukça kısıtlıdır.
Dolayısıyla Bismarck Almanyası bunu Askeri alandaki gelişme ile aşmaya çalışmıştır. Yayılmacı ve ırkçı
politikaların temel nedeni de budur. Naziler de ayni düşünceden yayılmacı politika izlemiştir. İdeolojik
olarakta köycülük fikrinin savunulması aynı zamanda ciddi bir siyasi taban arayışıdır.

Yeşil Düşünce

Yeşil bir tarih anlatısının ortya çıkmasını sağlayan tarihsel koşullar bulunmaktadır bunlardan ikisi;
33

1- İktidar kavramının yeryüzüne gelmesidir.


2- Esas nirengi noktası olarak kapitalizm , kentleşme, modernizm ve humanizmdir.

Yeşil düşünce tarihi başlı başına aydınlanma felsefesini kökten reddetmektedir. Bu anlamda araçsal bir
doğa algısının yerini tamamen içsel bir doğa algısı almaktadır.

Kapitalizm eleştirisi olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm ilk dönemdeki kentleşme krizleri ve bunlara
getirilen çözümlerin sonucunda yeni çelişki ve krizler eklemlenerek tüketim toplumu ortaya çıkmıştır.
Kapitalizmin bir diğer çelişki ve kriz noktası ise ulus devletlerin sömürge yarışına girmesidir. Az gelişmiş
ülkelerin de sömürge yarışında olması doğa tahribatını arttırmıştır. Ekonomik büyünme ve kalkınma
kavramıyla özdeşleştirilip bir ideal olarak sunulduğu andan itibaren niceliksel büyümeye önem
verilmiştir. Kapitalizmin geçirmiş olduğu bu evrim süreci yeşil düşüncenin temel aldığı noktalardan
birisidir.

Bir diğer noktası önemli ise teknolojidir. Teknolojiye koşulsuz şartsız sarılmaının , onun nimetlerinden
yararlanmanın , maddi refahı gözterek toplumsal idea oluşturmak yeşil düşüncenin perstektifinde
bulunmamaktadır. O yerele, küçüğe özgü bütün teknojilere saygı duymakla birlikte bunun dışında kalan
bütün teknolojilere karşı durmaktadır.

Üçüncü alanı ise Nükleer Enerji karşıtlığıdır. Bu türden doğayı tahrip edebilecek, çeşitliliği azaltabilecek
bütün enerji biçimlerine karşı durmaktadır.

Bütün bunlar Yeşil Düşüncenin tarihsel özgül koşullarıdır.

Bu düşünceye etki eden yeni toplumsal hareketlerde bulunmaktadır.

Yeşil Düşüncenin ortaya çıkışı 1960’ları bulmaktadır. 2. Dünya savaşı bittikten sonra kentlerin yeniden
imar edilmesi söz konusuydu. Teknoloji ve bilimin geldiği noktada ne kadar yıkıcı olduğu görüldü.
Devletler de bu süreçten sonra merkezi bir denetim anlayışı içerisinde ülkelerini imar ederken
tabandan gelen bu sesleri görmezden geldi. Kirlilikler gözle görülür hale gelmiştir.Halktan artık maddi
refahtan çok özgürlükçü talepler gelmiştir.

Yeşil düşüncenin gelmiş olduğu nokta ekolojik paradigmalarla da sürdürülebilmektedir. Bu


paradigmalar içinde bir takım kavramlar bulunmakta bunlar da genelde yeşil düşüncenin içinde ele
alınmaktadır.

1-Sürdürülebilirlik: Sürdülebilir bir toplumun inşa edilmesidir. Bu kavram sığ ekolojik diyebileceğimiz
içerisinde de bulunmaktadır. Burada sürdülebilirlik verimliliğin arttırıp devamını sağlamak için doğaya
34

en az tahribat anlamında değil buradaki sürdürlebilirlik tamamen ekolojik bir topluluk içerisinde , daha
doğayla iç içe olan bir ortamda bir kavrama karşılık gelmektedir.

2-Gelecek Kuşaklar: Dünya bize babalarımızdan miras kalmadı biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık
şeklinde bir bakış açısı bulunmaktadır. Kuşakları gözeterek geçmişe ve geleceğe saygı çerçevesinde bir
eklojik toplum yaratma noktasındadırlar. Bu kavram sadece yeşil düşünce içinde değil muhafakazakrlık
içinde de bulunur ve oradan gelir.

3-İnsan Doğanın Bir Parçasıdır: Dünyadaki genel düşünce insan doğanın üstündedir ve doğa insan için
araçsaldır. Yeşil Düşünce de ise bakış tamamen doğa merkezcidir. İnsan doğanın sadece bir parçasıdır.
Doğa karmaşık ve karşılıklı bağlılık ilişkisine sahiptir insanda bunun içinde yer alan türlerden sadece bir
tanesidir.

4-İlerleme ve büyüme karşıtlığı: Yeşil düşünce aydınlanma felsefesinin bu ideasına karşı çıkmaktadır.
Çünkü bu insalığı sürekli nicekliksel bir büyümeye itmektedir. Bu durumda insanın insan ve doğa
üzerindeki sömürüsünü meşru kılmaktadır. Bu yüzden mutlak anlamda toptan karşı çıkılmaktadır.

5-Küçük Güzeldir: Büyüklüğün artışı çeşitli problemleri mümkün kılacaktır. Bütün problemlerin önemli
bir bölümü büyük metropollerden kaynaklanır. Büyüklük arttıkça problemin artacağı düşüncesi yeşil
düşüncenin küçük güzeldir anlayışını esas kılmıştır.

6-Çevresel Adalet: Çevresel bir adalet fikrinin temelinde bütün türlerin eşit olduğu ve içsel bir değere
sahip olduğu ifade edilmekte bunun korunması gerektiği söylenmektedir.

7-Anti Endüstriyalizm: Kapitalizme karşı olmak demek sosyalizme yakın olmak demek değildir Rusyada
ve Çinde yaşanan sosyalizm kapitalizmden farklı olmadığını görülmüştür dolayısıyla esasında onların
karşısında durduğu endüstrileşmedir.

8-Çeşitlilik: Hem ekolojik anlamadaki canlıların çeşitliliğini hem de kültürel çeşitlilği sağlayabilecek bir
model tasavvuru söz konusudur. Bu yüzden çokkültürcülük gibi kavramlar yeşil düşünceye hizmet
etmektedir.

9- Yenilebilir Enerji: Yıkıcı enerjiye dayanmayan yenilebilir bir enerji anlayışı bulunmaktadır ancak
rüzgar veya güneş enerjisinden faydalanıldığında da bir takım çevresel problemler çıkabilmektedir.

10- Yerellik: Küsel düşün, yerel hareket et yeşil düşüncenin önemli bir anlayışlarından bir tanesidir.
35

Tüm bunlarda amaç bir ekolojik toplum inşa edebilmektir ve toplum bu ilkelerin hepsini kapsamalıdır.
Bu toplumda ekonomik büyüme , kalkınma gibi kavramlar yoktur dolayısıyla Niceliksel değil niteliksel
bir gelişme istenmektedir. Ekolojik döngüsel dönüşüm söz konusudur. Büyük devasa ölçekli teknolojiye
ve enerji kaynağına karşı çıkmakta , küçük bir topluluğu beslemeye yetecek kadar enerji kaynağına
ihtiyaç vardır.

Derin Ekoloji - İki önemli ismi bulunmaktadır. Arne Neass ve George Sessions

Sığ ekoloji , derin ekoloji dışındaki tüm düşünceleri içine almaktadır. Derin ekoloji dışındaki tüm
düşünceler doğaya araçsal bir akıl yükler hem de batı ve insan merkezli bir bakış açısına dayanmaktadır.
Dolayısıyla derin ekolojide doğa merkezli bir bakış açısı savunulur. Bu açılardan diğer ekolojk
paradigmalardan kopuşu ifade ediyorlar.

Yeşil düşüncenin bütün kavramlarını derin ekoloji içinde söylebiliriz. Ondan daha sert ifadeleri de
vardır. Bu kavramlardan bir tanesi insanın, doğanın bir parçası olmasıdır. Karşılıklı bağlılık ilişkisine bağlı
olarak kişiler diğer canlı cansız bütün varlıklarla bir arada yaşamak zorundadır dolayısıyla batı
felsefesinin ve hümanizmin tam karşısında yer alan bir bakış açısıdır.

Eko-felsefe, eko-sofi/bilgelik kavramları bizim için önemlidir. Çünkü bilgelik dediğimiz şey bilimselliğin
de ötesin geçmiş olmalıdır. Bu da yeterli değildir aynı zamanda sezgisel ve kavranması gereken bir
doğanın olduğunu bize ifade etmektedir. Buna göre şu savunulur. Doğa sadece bilimsel verilerle
anlaşılmayacak kadar karmaşık bir yapıya sahiptir o yüzden de sezgisel olarakta doğaya yaklaşmalıyız.
Bu şu açıdan da önemlidir. Herhangi bir teknolojinin zararın saptanmasını beklemeye gerek
duyulmamaktadır. Sezgisel olarakta bunu kavrayabiliriz çünkü biz bunun tecrübelerini daha önce
yaşamıştık. Bilimin sığ düşüncelerinden sıyrılıp sezgisel/içsel bir değere ulaşmalıyız. Aynı zamanda
felsefeyi ve pratiği yanyana getirmektir. Teknolojiye doğrudan bir karşı çıkış yoktur ancak batı merkezli
bir teknoloji anlayışının tam karşısındandır.

Uygulama alanında ise derin ekoloji siyasal bir parti zemini ile düşünülen pratiklerin somut yaşama
yansıtılmasını gerektiğini düşünür. Bu hareketin içerisinde herhangi şiddet bulunmamakta uzlaşı
temelindedir. Bütün mücadeleler yasalar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Esas olan da kamuoyu
desteğinin alınmasıdır.
36

Derin Ekolojinin 8 ilkesi bulunmaktadır. (İLKELER EKSİK VE KARIŞIK )!

1.Doğa içsel bir değere sahiptir. Her tür eşit derece öneme sahiptir.
2.Biyolojik ve kültürel çeşitlilik korunmalıdır.
3.Küçük güzeldir anlayışı söz konusudur. Dolayısıyla nüfus artışının karşısındadır.
4.Şiddetsiz bir düzen ve politika değişimini savunurlar.
5.Bu değişimlere kendimizden başlamalıyız.

Bu 8 ilkeye farklı ideolojiler veya felsefelerin eklemlenmesiyle yeni bir düşünce sistemi
oluşturulmasında sakınca görmemektedirler. Ancak bu 8 ilkenin sabit kalması gerekmektedir ve
eklenecek maddeler bunları gözetmelidir.

2 ilkeden bahsedeceğiz bizim için bunlar önemli.


1.Kendini gerçekleştirme 2.Biyosferik Çeşitlilik

1.Kendini Gerçekleştirme: İnsan doğadaki karşılıklı bağlılık içerisindeki canlılardan yalnızca bir
tanesidir. Kendini gerçekleştirme, tüm yaşamın “bir “ olduğunu “bütün” olduğunu anlama
teşebbüsüdür. Yine bu teşebbüs ben merkezli bir bakış açısını reddederek , doğanın kendi işleyiş tarzına
göre ele alınmasını önermektedir. İnsanların da kültürel çeşitliliğine saygı göstermek, çoğulcu, çok
kültürlü bir toplumun inşasını mümkün kılmak kendini gerçekleştirmenin önemli bir noktasıdır.

Bu kavramı daha iyi anlamak için özdeşleşme kavramını anlamalıyız. Özdeşleşme insanı doğanın bir
parçası olduğu doğanın parçası olmasından ziyade ondan ayrılmaz bir bütün olduğunu kabul etmekle
eş anlamlıdır. Dolayısıyla Arne Neass’e göre doğaya yapılacak bir müdahale kişiye yapılmış olan bir
müdaledir

2.Biyosferik Çeşitlilik: Herkes değerli ve eşit bir değere sahiptir. Herhangi bir toplum ,canlı türü, dinin
vs ön plana çıkması söz konusu değildir. Böyle bir topluluk bütün insan yaşam biçimlerini tek bir potada
görmektedir.
37

Toplumsal Ekoloji

Çevrecilik, idari bir takım düzenlemelerle, piyasa yaklaşımıyla bir çevre politikası ile mevcut
çevre problemlerinin üstesinden gelinebileceğini iddia etmektedir. Siyasa, sosyal, ekonomik bir takım
dönüşümlerden söz etmez, söz konusu mevcut sistem üzerinden bir takım düzenlemeler
gerçekleştirerek mevcut sorunların üzerinden gelinebileceğini savunur.

Halbuki ekolojizm, artık yeni bir toplumsal model anlayışından, düşünceden, ideolojiden
bahsetmenin mümkün olduğundan söz etmektedir. Ekolojizmi ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan
birisi “melez” olarak ifade edilebilir. Melez ekolojizmde ekososyalizm, ekoanarşizm ve ekofeminizm
kavramlarından bahsetmek mümkündür. Bunlar, ekolojiye ideolojik bir boyut kazandırmaktadır.
Bunların yanı sıra derin ekoloji, mistik ekoloji, toplumsal ekoloji kavramları ise ekolojizm içerisinde yer
alsa da, ideolojilerden farklı olarak biyomerkezci bir toplumsal model önermektedir.

Derin ekoloji, dünyayı bir bütün, yaşayan bir varlık olarak değerlendirip, insanı da bu yaşayan
varlığın bir parçası olarak kabul etmektedir. Ancak insanı ele alış biçimi, doğayı yüceltmesi, ister istemez
onun da indirgemeci bir bakış açısına sahip olmasına neden olmaktadır. Derin ekoloji eleştirilerinden
biri de herhangi bir siyasal, toplumsal ideoloji önermemesidir. Mülkiyet ilişkilerinin nasıl olacağına dair
bir şey söylememesi en büyük eleştiri sebebidir.

Toplumsal ekoloji ise ekonomik, siyasal, toplumsal modelin dayanaklarının nasıl olacağı
konusunda oldukça net bir dönüşümü isteyen ve dile getiren bir bakış açısına sahiptir. Toplumsal
ekolojiyi inşa eden Murray Bookchin’dir. Onun görüşleri etrafında Marksist-Anarşist etkileri görmek
mümkündür. Söz konusu çalışmayı ekososyalizm ve anarşizme çok benzediği için aynı kategori içinde
değerlendirmiştir ama farklı noktalar da vardır. Murray Bookchin’e göre Marksizmde olduğu gibi
mülkiyet ilişkilerine dayanarak, bir toplumsal modelin eşitliği üzerine söylemler geliştirmek doğru
değildir. Çünkü söz konusu süreç içerisinde mülkiyet eşitsizliği ya da sermaye-emek çatışmasının
ötesinde eşitsizlik durumlarını ortaya çıkaran bir takım gerçeklikler vardır. Bunlar: tahakküm ve
hiyerarşidir.

Murray Bookchin’in amacı, tarihin derinliklerinden günümüze kadar gelen tahakküm ve hiyerarşi
ilişkilerini çözümlemek ve tahakküm ve hiyerarşinin olmadığı bir toplumsal modelin nasıl inşa
edilebileceğini göstermektir. En büyük tahakküm ve hiyerarşi aracı devlettir. Onun devlet anlayışı da
anarşizmden oldukça farklıdır. Toplumsal alanın her alanında tahakküm söz konusudur. O da bu
görüşten hareketle, söz konusu tahakkümü, hiyerarşiyi ortadan kaldırmadan çevre sorunlarının
üstesinden gelinemeyeceğini, doğayı tahakküm altına alma düşüncesinin yenilenemeyeceğini ve
nihayetinde de yeryüzünün yok olacağını ifade etmektedir. Doğayı da toplumu da kendi yaklaşımı
içerisinde bir bütün olarak değerlendiren bir bakış açısına sahiptir. Merkeziyetçi bir bakış açısına,
materyalist düşünceye ve örgütlenme varlığına sahip değildir. Ona göre doğa birinci doğa ve ikinci doğa
olarak ikiye ayrılır. İkisi de bir süreç içerisinde devingen bir yapıya sahip olan canlı-cansız varlıkların
tümüyle insanın oluşturmuş olduğu bir dünyanın, doğanın birlikte ele alınmasıdır. Bu açıdan
bakıldığında bir insan doğası var, bir de canlı-cansız bütün varlıkların olduğu doğa vardır. Bu ikisi
birbirinden ayırt etmek söz konusu değildir ve ikisi bir bütün olarak değerlendirilmektedir. İkinci doğa,
birinci doğanın içinden çıkmakta ancak, birinci doğanın bütün nimetlerinden yararlanmaktadır. Birinci
doğada herhangi bir şekilde tahakküm ve hiyerarşi yoktur. Esas problem ikinci doğanın algılanışında
ortaya çıkmaktadır.
38

Derin ekolojide de biyomerkezci bakış açısında olduğu gibi insanı ayrı bir yere koymak
düşüncesi bulunmamaktadır. İnsan-doğa diyalektiği bir bütündür ve bu şekilde ele alınır. Esas problem,
insanın sosyallik kazandığı, toplumsallaştığı alandır.

Siyaset, devleti idare etmektedir. Siyaset içerisindeki yurttaş seçmendir. Aşağıdan yukarıya
doğru bir yönetim anlayışı söz konusudur. Seçilen, seçeni temsil etmektedir. Ama herhangi bir kanun
çıkarılması söz konusu değildir. Çünkü ona göre, böyle bir hakkı, yetkiyi alan kişi, sürekli iktidarını
garanti altına almaya çalışır ve çıkarlarını maksimize etmek için kanunları kullanabilir. Bu yüzden halk
meclisleri önemlidir. Öz yönetime dayalı bir siyasal mekanizmanın varlığı önemlidir. Mülkiyet
belediyelere aittir, tamamen halka malolmuştur.

Çalışmasında tahakküme ilişki ilk örneği yaşlılar üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Kıtlık öncesi
ve kıtlık dönemlerinde yaşlı-genç ayrımına dair tahakküm ilişkisini ortaya koyan görüşler belirtmiştir.
Bir diğer tahakküm görüşü de kadın-erkek arasındaki avcılık-toplayıcılık süreçlerinin yarattığı
hiyerarşinin varlığıdır. Başka bir düşünce olarak da Kızıldereliler üzerinde kişilerarası bağların kuvvetli
olduğu dile getirilmiştir. Herkes herkese eşit saygı göstermekte ve güven söz konusudur. Eşitsizlikler
Weber’e göre de mümkündür ancak ilkel toplumlarda eşitsizliklerin eşitliği söz konusudur.

Yönetsel açıdan kent odaklı yerinden yönetim anlayışı söz konusudur. Kentlerin birbirleri
arasında eşitsizliklerin eşitliği mümkündür. İnsani ölçekte bir örgütlenme vardır ve halk meclisi söz
konusudur. Herkes bir yurttaş olarak bu halk meclisinde yer almaktadır. Özbiliş ve yaratıcılık
mekanizmasını yansıtabilecek tek meta kentlerdir. Kentlerde eşitsizliklerin eşitliği asgari düzeyde
sağlanmaya çalışılmaktadır.

Tinsel Ekoloji düşüncesinin temsilcileri arasında ortak olan bazı temalar vardır. Bunlardan biri
modernizm eleştirisidir. Kentlerin büyümesi, sanayileşme, üretim ilişkilerinin değişmesi gibi durumların
varlığıdır. Burada iki önemli kavramdan bahsetmek mümkündür. Bunlar: birlik ve bütünlük ve kutsallık.

Birlik ve bütünlükten kasıt, gaia teorisinde olduğu gibi canlı-cansız insan da dahil her şeyi bir
bütün olarak görme durumudur. Bunlarda da derece farkı vardır. Karşılıklı bağlılık, sevgi, saygı, hoşgörü
tinsel ekoloji içerisinde yer alır. Derin ekolojide bilinçlerin dönüşümünden söz etmiştik. Yani söz konusu
olan dönüşümdür.

Kutsallık ise, hangi doğanın kutsal olduğuna işaret etmektedir. Birinci görüş; el değmemiş,
bizzat Tanrı’nın yarattığı şekliyle duran doğanın kutsallaştırılması söz konusudur. İkinci görüşe göre de
insanın yaşamış olduğu mekanı, evi dikkate alan bir kutsallaştırma söz konusudur. En yaygını da üçüncü
görüştür: bütün her yer kutsaldır. Bu açıdan baktığımızda tinsel ekolojinin üçüncü noktaya daha da
ağırlık verdiğini söyleyebiliriz. Her yerin kutsal olduğu düşüncesi, bize doğanın da kutsal olduğu
düşüncesini verir. Sevgi ve saygıyı öne almak, ben merkezci bakış açısının ötesine geçmek, tinsel
ekolojinin doğayı anlatmasında önemlidir.

Eko-Sosyalizm
39

Eko sosyalist paradigmanın temel omurgası kapitalizmin eleştirisidir ve amaçları ekolojik bir
paradigma ortaya koymaktır. 3 isim ön plana çıkmakatadır. 1-Jue Kovel 2-Michael Lövy 3-Jones
O’Conner

1970’lerden sonra çevresel farkındalık artmıştır. Bu tarihsel süreç içerisinde Marksizimin bir kriz
aşamasında olmasıyla beraber yayınlanan rapolar , mevzuatlar Eko-marksizimin gelişmesinin önü
açılmıştır. Onlar, Yeşil Kapitalizm gibi Yeşil Markszimden bahsedilemeyeceğini marksizmin özü
itibariyle kapitalizme karşı olması, doğayla iç içe olması gibi çeşitli bakış açılarını zaten barındırdığını
dolayısıyla marksizmin daha bütünlükçü olduğunu ifade ederler.

Kapitalizmin doğaya bakış açısına eleştiri vardırÖzellile Batı'nın akılcı düşüncesine , bilim ve
teknolojiye olan sonsuz güvene ve ilerlemeci tarih anlayışına ciddi bir eleştiri vardır..Bu anlayışa göre
isanlık tarihi mutlak bir çizgide ilerlecek, mutluluğa refaha erişecekti.Dolayısıyla teknolojiye,akla ve
bilime sonsuz bir güven söz konusudur. İşte bu bakış açısı Marksizmin başlıca eleştiri odaklarından
birisidir.

JAMES O’CONNER: O Connor kapitalizm ve çevre açısından ortaya çıkan bu çelişkiyi iki ana başlık
altında toplar; İlk çelişki, sermaye ve emek arasındaki çelişkidir. ikinci çelişki ise kapitalist ve
biyofiziksel çevre arasında yaşanan çelişkidir.Bu düşünce kapitalizmin doğası gereği ekolojik karşıtı
olduğunu vurgular. Üretim maliyetlerini azaltmak ve daha fazla kazanç elde etmek için kapitalistler
bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde doğayı da sömürür. Kabaca bakıldığında buradaki çözümlemenin
Marx ın kuramına ve hatta yabancılaşma yaklaşımına gönderme yaptığı görülür. İşçinin fabrikada
ürettiği ürüne gerçekte asla sahip olmayacağı meta yabancılaşmasını, insanın yalnızca doğanın bir
parçası olmasına rağmen onun karşısında üstünlük/iktidar kurma çabası ise doğa yabancılaşmasını
doğurur. Bu yaklaşımda O Connorın Marksist kurama katkısı ise kapitalist sistemin bu çevre
duyarsızlığı karşısında günün birinde kendi sonunu da tayin edecek olmasıdır.

DANİEL TANURO Ona göre eko-marksizm içindeki temel parametlerden biri sermaye birikimidir ve
O’Conner’in dediğinden farklı değildir.Büyü ya da yok ol şeklindeki bir ilke sermaye birikimine sonuç
itibariyle doğanın ve insanın sömürülmesine neden olan bir çelişki ortaya çıkarmaktadır. Bu ilkenin
sınırsız bir sermaye birikimi arzusuna ancak doğanın kaynaklarının sınırlı olduğuna bunun da çelişki
yarattığına işaret ediyor.

Yeşil kapitalizmde bu çelişkinin ilerlemeci tarih anlayışı ile çözüleceği düşünülmektedir. Yani yeni
teknolojik gelişmelerle yeni enerji kaynaklarıyla söz konusu problemin üstesinden
gelinebilecektir.Ancak Eko-marksistlere göre bu süreç böyle çözülemez çünkü büyüme problemi
verimlilik probleminin her zaman önünde gitmektedir. Bu da hep çevresel tahribata neden
olacaktır.Çünkü ölçeğin büyümesi beraberinde ekolojik yıkımı getirecektir.Ölçeğin büyümesi nüfusun
artmasına, nüfusun artması doğa üzerindeki baskıcı tahakkümün artmasına neden olacaktır.

Kapitalizm içerisindeki önemli çelişkilerden bir tanesi ve doğa üzerindeki baskıcı gücü arttıran bir
üretim krizidir. Kapitalizm,üretim krizine yol açabilecek bu çelişkiyi telafi etmek için tüketici
kapitalizmini geliştirmiştir.
40

Eko-marksizmin, derin ekoloji içerisindeki mistik ekolojiden,Gaia teorisinden veya derin ekolojiden
ayrılan; Toplumsal ekoloji,eko anarşizm ve eko sosyalizmden birleşen bir tarafı vardır.Bu da topyekün
bir toplumsal dönüşümü benimsemesidir.

Tinsel ekoloji,mistik ekoloji ve gaye ekolojisindeki temel ortak nokta : bilinçlenmektir. Buna göre
Herhangi sistemde değişiklik yapılmasının gerekli olmadığını insanların zihinlerinde süreçlerinde
birtakım değişimlerin gerçekleşmesinin gerektiğini savunurlar.

Yeşil kapitalisler ise doğanın piyasalaştırılması gerektiğini iddia ediyorlardı.Günümüzdeki doğa


felaketerinin, doğa tahribatlarının nedeninin eksik piyasalaşma olduğunu ifade ediyorlardı.Marksizm
kesinlikle bu anlayışa karşı çıkıyordu nedeni ise piyasa tarafından düzenlenen bir doğanın söz konusu
çelişkileri devam ettireceğine dolayısıyla herhangi bir reformize etme, herhangi bir şekilde yeşile
boyama çabalarının beyhude çabalar olduğunu ifade etmeketedir.

Ekolojik krizin yaratmış olduğu birçok çevresel problemin üstesinden gelebilmek için ne piyasa
yaklaşımı ne düzenleme yaklaşımı ne de reformize etme hiçbiri bunlar için geçerli değildir.Radikal bir
dönüşüm için toplumsal ve kültürel alanın ve benzer şekilde ekolojik paradigma içerisinde bulunan
zihinsel dönüşümün gerçekleşmesi gerekmektedir.

Gaia hipotezi veya derin ekoloji yine mistik ekolojiden ayrılmış olduğu noktalardan bir tanesi şudur;Anti
hümanist bir bakış açısına sahip olmalarıdır. İnsanı doğanın bir parçası olarak görürler fakat insanı çok
değersizleştirmişlerdir. İnsan sıradanlaşır diğer canlı türlerinden biri gibidir.Eko-marksist bakış açısına
bakacak olursak ise insan doğanın bir parçası olmakta ancak yaratıcı gücüyle , düşünme kapasitesiyle
doğadan ayrılmaktadır. Bu bakış açısı ne Batı merkezli bir insanı merkez alan bir düşünceye karşılık
gelmektedir ne de derin ekolojistlerin benimsemiş olduğu doğa merkezli bir bakış açısına
benzemektedir. İnsan-doğa diyalektiğini esas almaktadırlar. .

Marksizme göre nüfus önemli bir problem ancak temel problemin yanında küçük bir problem yani
nüfusu azaltmaya yönelik bir görüş benimsemezler esas problemin alanı bozulan yapısıyla üretim
ilişkileri,üretim güçleri ve üretim koşulları arasında bulunduğunu ifade ederler dolayısıyla bu sorunun
üstesinden gelinmedikçe nüfusun azaltılmasını herhangi bir öneminin olmadığını ifade ederler.Eko-
marksizmin önemli bir katkısıdır bu anlayış.Nedeni ise burada herkese eşit sorumluluklar verilerek
doğanın tahrip edilmesini engellemiş oluyorlar çünkü bu tahribi gerçekleştiren insandır.Burada cinsiyet
farkı gözetilmeksizin herkese eşit sorumluluklar verilmiştir.
41

MARX’IN ÇALIŞMALRINDAKİ DOĞA ALGISI

Marksın çalışmalarında bir doğa tasavvuru vardır.Benimsemiş olduğu doğa tasavvuru bugünkü
ekolojik paradigmaların savunmuş olduğu tasavvurdan farklı değildir.Kimi düşünürler Marksizm
içerisinde birtakım kavramsallaştırmaları söz konusu ekolojik paradigmanın içerisine uyarlamaya
çalışmışlardır.Bu kavramların başında “yabancılaşma” kavramı gelmektedir. Emek ve sermaye ilişkisi
arasındaki bir çelişkiden bahsediliyordu.Fakat şimdilerde ise bunu doğayla olan çelişkisini eklenmeye
çalışılmaktadır.

Emeğe karşı bir yabancılaşma söz konusu olduğunda onun diğer tarafınıda doğaya yabancılaşmasını
beraberinde getirmektedir.Sermaye-doğa ilişkisine bakacak olursak emek üzerindeki bir tahakküm
hem insanın insana hem de emeğine yabancılaşmasını berbaerinde getiriyordu.Diğer bir getirisi ise
insanın doğasına yabancılaşmasını dile getiriyordu.

Mülkiyet ilişkisi sadece sermaye sahipiliğiyle ilgili değil hem insanın mülkiyetine hem de doğanın
mülkiyetine dair bir açıklamayı da barındırmaktadır.Marks ve Engels’in görüşlerinin tam anlamıyla
ekolojik bir temaya dayanmamasının temel sebebi de o günlerde söz konusu süreçin bir ekolojik
yıkıma doğru götürebileceği fikrinin oluşmamasıdır.Esas faktör sermaye-emek noktasındaki çelişki
olduğu için doğa ve emek arasındaki bir çelişki göz ardı edilmiştir.

Marksizmin temel argümanlarını alıp bunu yeşil bir perspektife ele alan düşünürler vardır.Marksizm
aydınlanma felsefesinden ve modernizmden bağımsız değildir.Eko-marksizmde ilerlemeci bir tarih
anlayışının yerini döngüsel bir tarih anlayışı almıştır.

Marksizmde toplumsal devrimin nasıl gerçekleşeceği konusundaki düşüncelere bakacak olursak ;


Mücadelinin radikal dönüşümleri gerçekleştirebilecek alanlarda başlaması
gerketiğini,özerkleştirmelere karşı çıkılmalı, nükleer enerjiye karşı çıkılmalı vb. çevre hareketleri
oluşturur. Burada evrimsel bir süreçten bahsediliyor yani kişinin gelişimi olarak bunun farkında
olmalı, buna karşı durmalı ve sonuçları beklenmelidir.Sonuç olarak eko-sosyalist bir toplum ; üretim
araçlarıyla üreticilerin yeniden birleşmemiş olduğu bir toplum,doğrudan bir demokrasinin olduğu
,yukardan aşağıya doğru bir kararların alındığı bir toplum,büyümenin sınırlarını dikkate alan bir
toplum,kullanım değerinin hakim olduğu bir toplum, doğa bir kaynak deposu değil içkin bir değere
sahip ancak içkin değerin de insan-doğa diyalektiğini üzerine temellenmiş bir toplumdur.

Marksizmle birçok ortak noktası vardır: Üretim araçlarının kamusallaştırılması,üretici güçlerin özellikle
ekolojik rasyonalite çerçevesinde ele alındığı bir toplum, üretim koşullarının söz konusu üretici
tarafından denetlenmiş olduğu bir toplumdur.

Ekolojik bir marksizimden bahsedirken marksizmin hakim temalarını günümüzdeki ekolojik


paradigmalardan birtakım ilkelerle birleştirilmiş olduğunu söyleyebiliriz.Büyümenin sınırlarının
olmadığı ilkesi sadece kapitalizm için geçerli değildir.Bu sosyalizm içinde geçerlidir.Bu sosyalist
harekete bir de ekolojist bir hareket eklenmesi tüm bunların topyekün bir toplumsal ve kültürel
değişime neden olmasını beklemek eko-sosyalistlerin bağlanmış oldukları temel bir inançtir.Bazı
düşünürler marksizmin esas itibariyle aydınlanma felsefesinden, modernizmin pratiğinden
kurtulmadıkça herhangi bir ekolojik devrime , toplumsal ve külterel sistemin dönüşümüne neden
olamıyacağını belirtirler.
42

EKO-FEMİNİZM

Femiznizm litaratüründe oldukça fazla yer almış bir ekolojik paradigmadır.1970’lerden sonra önemli
bir alana sahip olmuştur.Oldukça farklı isimler bu paradigmanın içerisnde yer alır.

Ekofemizmde genel olarak doğa ile kadının özdeşleştiriktedir. Buna göre her ikisi de tahakküm altına
alınmakta,sömürülmekte, ikinci bir konuma yerleştirilmektedir.Bu temalardan hareket ederek söz
konusu feminist paradigmaya ekolojik bakış etki etmektedir.

Feminizm içerisinde tek bir bakış açısından söz edilemez.Ancak bu paradigmanın ortak noktaları
vardır: 1-Birincisi doğa üzerindeki tahakkümle kadın üzerindeki tahakküm eşdeğerdir. 2-Kadın ve doğa
üzerindeki tahakkümün doğasını anlamak esastır 3-Feminist teori ekolojik bakış açısını içermek
zorundadır.4-Ekolojik bakış açısı da feminist teoriyi barındırmalıdır.

En somut, en radikal hareketlerin feminist hareketlerin olduğunu söyleyebiliriz.Bu anlamda temel


noktalardan biri: çöküntüyü yaşayanın yine kadın olduğunu düşünülmesidir.

Tahakkümde önemli bir nokta olan hiyerarşinin ortaya çıkış noktalarına bakacak olursak ise; ataerkil
bir toplumsal modelin ortaya çıkması kadının ikinci plana itilmesine neden olmuştur. Aynı durum
doğa içinde geçerlidir.Hiyerarşinin kökeninde iki gelişmenin olduğunu ifade edilmektedir.Birincisi
modern bilim ve akıl, ikincisi ise erkek egemenliğine daylı dinlerin varlığıdı. Bu yüzden bunları sıkı bir
eleştiri bulunmaktadır.

Eleştiri noktaları ise ekolojik paradigmaların ortak noktalarına dayanıyor. Bunlar bilim ve akıl
eleştirisi, aydınlanma eleştirisi ve modernizm eleştirisidir. Eko-feminizmin toplumsal ekolojiyle ortak
noktası hiyerarşiye ve tahakküme dayanması fakat bunda kadının ve doğanın öne çıkarılmasıdır.

Bazı feministler kadınla doğayı özdeşleştirme fikrini reddederler.Ortaya çıkan ikilikte kadını belirli bir
konuma koyup yüceltilmektedir.Bu yine bir ikililiği taşıdığı için özne durumuna erkeği çıkartıp kadını
yerleştirdiği için aydınlanma felsefesine , modernizme dayanmak zorunda kalır.Buradan da hareketle
Eko-feminist düşüncenin birbirinden ayrılmış olduğu noktalar da vardır.Maquet? eko-feminizmi dörde
ayırır.

1-Liberal Ekofeminizm: Yeşil kapitalizmin bir versiyonu olarak görülür.Söz konusu sorunların çözümü
için bir toplumsal ekonomik sistemin,bir kültürel sistemin topyekün değişimini savunmaz.Dolayısıyla
bunun yerine söz konusu süreci çeşitli mevzuatlarla reformize edlimesini sağlamaktadırlar.Doğal
kaynakaların yönetimi ve kamusal alanda kadınların eşit bir şekilde katılmasını ancak sistem
içerisndeki reformist hareketlerle çözümlenebilecek bir durumdur. Yani eşitlik ve özgürlük
temelinden hareket edilmesi kadınlarında bu söz konusu süreç içerisinde yaşam fırsatlarından
yararlanılması benzer bir şekilde doğanında ekolojik problemlerinde düzelmesini mümkün kılacaktır.

2-Toplumsal Ekofeminizm: Booktchin görüşleri “kadın “ öznesiyle genişletilmiştir.Ekolojik sorunların


temelinde tahakküm problemi vardır.Bunların çözümü doğrudan demokrasi,adem-i merkeziyetçi bir
toplumsal yapıyı temel alan görüşleri vardır. Tüm bunların olmuş olduğu,tahakküm ve hiyerarşinin
ortadan kalkmış olduğu bir toplumsal yapıda kadının bedeninin ikincilleşmesi ve değersizleştirilmesi
olmayacakatır.Bütün çözüme kavuşmasıyla beraber kadın üzerindeki tahakkümün ortadan kalkacağı
savunulur.Yani doğa üzerindeki birtakım tahakküm ilişkisi söz konusu Booktchin’nin söylemiş olduğu
pratik çözümler doğrultusunda kadın üzerindeki tahakkümde ortadan kaldırılmış
43

olacaktır.Ekofeministler kadın öznesini esas alarak dönüştürmeye çalışmışlar.Halk meclisleri,kadının


yerel yönetimlerde katılımcı olması, kadınların alehine işlenen özel kamusal alan ayrımının kesinliğini
kaybetmiş olduğu bir toplumsal düzen gibi çeşitli noktalarda benzer vuruguları bulunmaktadır.

3-Sosyalist Ekofeminizm: En temel ilkesi ,üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişki ve bu söz
konusu çelişki de insanın insan üzerindeki bir sömürüsünü ortaya çıkartmaktadır. Bu arada kadın daha
çok sömürülmeye başlanmıştır.Süper sömürüye maruz kalan kadının yeni toplumsal modelde daha
eşitlikçi bir yapıya kavuşacakalrını idda etmektedirler.Özne olarak sadece “kadın” yer almaktadır.

4-Kültürel Ekofeminizm : Feminizm, doğa ve kültür ikililiğini redder.Ekofeminisler içerisinde kültür ve


doğa ilişkisinin ikilik noktasında ele alan görüşler bulunmaktadır.Ama kültürel feminizmin esas kaygısı
doğa ve kültür ikililiğini red etmek tamamen bütüncül bir perspektifle kadını özne konumuna
yerleştirmektir. Toplumsal değer , eğer gündelik hayat söz konusu doğa üzerindeki eğilimleri kabul
edilmeye başlandığından itibaren kadının konumu her zaman için ikinci bir plana itilmiştir. Kültürel
ekofeminizm, Batı kültüründe kadınla doğanın bir tutulması ve ikincil olarak görülmesine tepki olarak
gelişmiş bir fikir ve eylem hareketidir. Kültürel ekofeminizm esas olarak verilmesi gereken alanın
düzgün olduğunu söyler. Kültürel eko-feminist kuramcılara göre, aile ilişkilerine ilişkin konular eril
bakış açısından düzenlenmiştir. Kadının erkek himayesinde insanca gelişmesi engellenmiştir bu
duruma son vermek için ev hayatında radikal değişiklikler gerekmektedir. Ataerkil bakış açısının
baskıcı, yıkıcı ve savaşçı değerleri yerine kadınların olumlu bakış açıları bir kez daha yönetimin
kamusal gücüne ve dine katılmalıdır. Babaların ev hayatına katılımı ile özel alanın zenginleşeceğine ve
kamusal alanın annelerin varlığı ile yükseleceğini öne sürerler. Kültürel eko-feministlerin çoğu,
toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumunun biyolojik farklılıklardan ziyade toplumsal inşa sorunundan
kaynaklandığına inanmaktadırlar. Kültürel ekofeminist yaklaşımda kadın ile erkek arasındaki kimlik
farklılığının ve epistemolojik farklılığın olduğu varsayılmasına rağmen bu durumun kaynağı, kökeni ve
sebepleri üzerine belirsizlik, hatta tartışmalar bulunmaktadır. Söz konusu farklılıklar kültürel olarak mı
kurulmuştur, yoksa biyolojik olarak mı temellenmiştir sorusuna kültürel ekofeminizm farklı ve bazen
de karşıt çözümlemeler getirir.

You might also like