You are on page 1of 15

EĞİTİM SOSYOLOJİSİNDE DEĞİŞİK YAKLAŞIMLAR: İŞLEVSELCİ PARADİGMA VE ÇATIŞMACI

PARADİGMA

Araştırma Süreçleri

Makro ve mikro yaklaşımlar olarak ikiye ayrılır.

1. Makro yaklaşımlar, gerçekliği bir bütün olarak yukarıdan kuş bakışı görünüm şeklinde ele
alan bir yaklaşımdır. Bunlar:
 İşlevci Paradigma
 Çatışmacı Paradigma
2. Mikro yaklaşımlar ise içeriden, yakından bir fotoğraf çekimi şeklinde daha çok etkileşime
odaklanan bakışlardır.
 Yorumcu Paradigma

NOT: Modern dönemin bilim anlayışı pozitivist bilim anlayışı, post modern bilim anlayışı ise
hermonotik (yorumcu) anlayıştır.

Araştırmanın seyrini etkileyen durumlar

 Toplumsal yapı zamanla değişir, farklılaşır. Yani toplumsal yapılarda zamansal ve mekansal
değişiklikler araştırmanın seyrini etkiler.
 Araştırmacının değerlerinden sıyrılıp sıyrılmayacağı da araştırmanın seyrini etkiler.
 Hawthorne etkisi araştırmanın seyrini etkiler.

Hawthorne Etkisi: Bir araştırmada araştırmacının varlığının, araştırmanın seyrini etkilemesi


durumudur. 1927 ile 1932 yılları arasında, Hawthorne (ABD) bulunan Western Electric Şirketi'nde
yapılan ve grup dinamiklerinde "gözlenmenin", "birey olarak algılanıp, sayılmanın" önemine dikkat
çeken ünlü bir çalışma ile keşfedilen grup psikolojisi kavramıdır. Çalışmanın planlanmasının nedeni
Western Elektrik Şirketi'ndeki aydınlanma düzeyi ile verimlilik ilişkisini araştırmaktı. Deneyler
sırasında, önce, hem aydınlanmanın arttırıldığı alanda çalışan işçi grubunun, hem de aydınlanma
düzeyinin sabit kaldığı alanda çalışan işçi grubunun verimliliğinin arttığı gözlemlenmiş, daha sonra
aydınlanma düzeyinin azaltılmasına karşın hem aydınlanmanın azaltıldığı grupta hem de kontrol
grubunda verimlilik gene artmıştır. Aydınlanma düzeyinin arttırılmasının ve azaltılmasının hem
deney grubunda hem de kontrol grubunda verimliliği arttırmasının nedenini bulmak isteyen
psikologlar, işçilerle görüşmüş ve işçilere durumun nedenini sormuşlar, işçiler de araştırmacılara,
bilim insanlarının kendileriyle ilgilenmesinden memnuniyet duyduklarını anlatmışlardır.
Araştırmacıların, görüşmeler sırasında keşfettikleri bu duruma, iş idaresi psikolojisinin önemli
kavramlarından biri haline gelecek olan "Hawthorne Etkisi" adı verilmiştir. Yani işçilerin,
araştırmacıların kendilerini izlediklerini bilmesi, gözetlendikleri için üretime hız kesmeden devam
etmeleri gerekliliği düşüncesine neden olmuştur.

Pozitivist Bakış (İşlevci Yaklaşım)

Bu yaklaşımları araştırma geleneği açısından ele aldığımızda pozitivist bir bakış olduğunu
söyleyebiliriz. İnsan davranışlarının sistematik olarak gözlenip gözlenemeyeceği bir problemken 18.
yüzyılın sonlarında A. Comte’tan itibaren değişmiştir. Sosyal davranış (insanların başkalarıyla
etkileşimde olduğu yani başkalarının davranışını etkileyen davranış) gözlenebilir olduğu, dolayısıyla
buna dair genel hükümler ve yargılara varılabilir olduğu ortaya konmuştur. O halde pozitivist
sosyoloji geleneği, sosyal davranışı incelemeye odaklanmıştır. Bu nedenle dışarıda bir yerde
gerçeklik objektif biçimde vardır ve bilimin görevi bu olgusal alanı gözlenebilir kanıtlarla ortaya
koymaktır.

Eleştirel Bakış (Çatışmacı Yaklaşım)

Eleştirel sosyoloji geleneğine göre ise toplumdaki bir sosyal davranışın sabit bir düzeni olmadığı,
dolayısıyla sabit bir doğa yaklaşımını kabul etmez. Sosyal değişim üzerine odaklanır. Araştırmacının
objektifliği anlayışını ve değerlerden bağımsız olma anlayışını reddeder. Marksizmden beslen….
Sosyal aktivist olmalıdır. Dolayısıyla değerlerden bağımsızlığı vurgulayan araştırmalar ön yargılıdır.
Dolayısıyla politik olmaması gibi bir seçenek yoktur. Hangi tarafı destekleyeceği seçilebilir. O halde
toplum nasıl işlerden çok, mevcut eşitsizlik durumuyla var olunulmalı mıdır? Temel meselesi budur.
Nitekim sosyolojik araştırmaların amacı dünyayı araştırmak değil, sosyal adalet ve demokrasi
yönünde onu değiştirmek olmalıdır.

Yorumlayıcı(Hermeneotik) Bakış

Yorumcu paradigmaya göre; gerçekliğin sosyal bir olgu, sosyal bir değişme olmasından daha çok
gerçekliği elde etmenin en iyi yolunun bilim olmadığını savunur. Gerçekliği anlamanın tek yolu bilim
değildir. İnsanların doğrudan gözlenen olguları değil, doğrudan gözlenemeyen anlamlarına
odaklanır. Yani yorumcu paradigmaya göre, insanlar sosyal davranışta bulunurken bu sosyal
dünyalara atfettikleri anlam üzerine odaklanır. O halde insan davranışlarını daha çok insanların bu
etkileşim sürecinde çevresiyle etkileşimine ne anlam yüklediğine, ne anladıklarına odaklanmalıdır.
Dolayısıyla dışarıda gerçekliğin nesnel bir biçimde elde edilmesi değil, gerçekliğin öznelliğine
odaklanılmalıdır. Gerçeklik özneldir, o halde günlük yaşam insanlar tarafından yapılandırılır.
Yorumcu anlayışlara, gerçekliğin insanlar tarafından nasıl anlamlandırıldığına odaklanır. Yani
yorumcu anlayışların duygulara odaklandığını söyleyebiliriz. O halde yorumcu paradigma gerçekliğin
öznelliğine yani nitel(kalitatif) olduğuna vurgu yapar.
Yorumcu paradigma özet: Yorumcu paradigma modernizim düşüncesinin tüm kurumlarına,
söylemlerine bir reddiye niteliğindedir. Dolayasıyla modern dönemin sekülerlik, rasyonellik,
bilimsellik, genellenebilirlik ilkelerine karşı çıkar.

Gerçeklik nedir sorusuna yukarıda bahsedilen üç gelenek şöyle cevap verir:

 İşlevci, pozitivist gelenek gerçekliği, objektif biçimde ele alır. Araştırmacı gerçekliği, bilimsel
yöntemleri kullanarak dikkatli bir biçimde gözler, sayısallaştırılabilir, ölçülebilir veriler
üzerinden niceliksel sonuçlara ulaşır.
 Çatışmacı, Eleştirel geleneğe göre toplum sabit değil, değişen bir yapıya sahiptir. Yani toplum
denilen gerçeklik bir eşitsizlik örüntüsüdür. Araştırmacıyı siyaset yönlendirir. O halde
araştırma istenen sosyal değişikliği gerçekleştirmeye yönelik olmalıdır. Bu yüzden araştırmacı
aktivist olmalıdır, sosyal değişime odaklanmalıdır, eşitliğe odaklanmalıdır. Kendisine,
“toplum bu halde devam edebilir mi?” sorusunu sormalıdır.
 Yorumcu paradigmacı ( Hermeneotik) geleneğe göre gerçeklik süreğen etkileşim biçimidir.
İnsanlar günlük yaşamda birbirlerine yükledikleri anlam çerçevesinde davranışta bulunurlar.
O halde toplum sabit, durağan bir gerçeklikten daha çok süreğen etkileşim biçimidir. Oluş
halinde olana karşılık gelir. Araştırmacıda dışarıdaki gerçekliği değil, içerdeki öznel anlama
odaklanmalıdır. Yani söyleme, anlama odaklanmalıdır.

İŞLEVCİ PARADİGMA

(Liberal anlayışın izlerini taşır)

İŞLEVCİLER: T. Parsons, P.Turner, P.M. Blau, O.D. Duncan, R.K. Merton

İşlev kavramı belli bir sistemin dengesi ya da varlığı için bir gereksinim gerekliliğin ya da
zorunluluğun yerine getirilmesi anlamına gelir. Sistem ise parçaların birbirine bağımlılığını ve bütüne
katkısını anlatmakta kullanılır.
İşlevci kurama göre kurumların kendi içindeki en küçük birimleri rol adını alır ve tıpkı insan
bedenindeki hücreler gibi bu rollerde tüm sistemin çalışmasına önemli katkıda bulunurlar.

Durkheim gibi işlevciler organik bir yaklaşımla toplumu insan bedenine benzetirler. İnsan bedeninde
nasıl belli organlar belli işlevleri görürler ve karşılıklı bağımlı olarak çalışırlarsa toplumun çeşitli
kurumları da başka kurumlarla öyle ilişkiler içindedirler. Örneğin eğitim; ekonomi, aile, siyaset, din
gibi kurumlarla ilişki içindedir. Kurumların kendi içindeki en küçük birimleri rol adını alır ve tıpkı
insan bedenindeki hücreler gibi bu roller de tüm sistemin çalışmasına önemli katkıda bulunurlar.
Toplumsal rollerin yerine getirilmesi için insanların güdülendirilmeleri ya da zorlanmaları gerekir.
İşlevcilere göre insanlar toplumsallaşma süreci sırasında kültürel norm ve değerleri, içselleştirdikleri
için rol beklentilerini yerine getirirler. Bu yüzden de rollerin bağlandığı kurumlar düzenli olarak
çalışır. Böylece toplumsallaşma toplum düzenini sağlamış olur.

İşlevci paradigma çağdaş toplumda eğitimin daha önceki toplumlara kıyasla çok büyük önem
kazanmasını iki temel işleviyle açıklar. Bunlar:

1. Bir kez eğitim, yetenekli kişileri ayırıp seçmekte ve böylece en yetkin ve azimli olanların en
yüksek konumlara gelmesini sağlamak da kullanılan etkin ve akılcı bir araç olmuştur. Başka
bir deyişle okullar kişinin statüsünü aile kökeninden ziyade çabayla yeteneğin belirlediği bir
fırsat eşitliği toplumunun yaratılmasına yardımcı olurlar.

2. Okullar ekonomik gelişme için giderek bilgiye daha bağımlı hale gelen bir toplumda, yetişkin
rollerini gerçekleştirilmesi için gereken bilişsel beceri ve normları öğretirler.

İşlevcilerini ortak paydaları toplumu dengeye yönelen bir sistem olarak ele alışlarıdır.

Emile durkheim’in eğitimle ilgilen işi başlıca şu amaçlara yönelir:

 Toplum bilimi akademik bir disiplin olarak benimsetmek,


 Doğa biliminin yöntemlerini toplumsal araştırmalara uygulamak,
 Karmaşık çağdaş toplumda düzeni sağlamak.

Durkheim, eğitimi “yetişkin kuşakların henüz toplumsal yaşama hazır olmayanlara uyguladığı
etkiler“ olarak tanımlamaktadır.
Durkheim’a göre eğitimin içeriği zamana ve topluma göre değişir, bu da onun toplumsal bir olgu
olduğunu ve belli bir amaca yöneldiğini gösterir. Eğitimin öncül amacı bireysel yetenek ve gizliliğin
toplumun gereksinimleri doğrultusunda geliştirilmesidir. Böylece toplumun varlığını sürdürmesi,
bireylerin de muhtaç oldukları normatif ve bilişsel çerçeveler aracılığıyla toplumsallaşması ve
insanlaşması gerçekleşecektir. Her toplumun varlığını sürdürebilmek için üyelerinin temel düşünce,
değer ve normlar da benzeşmesine ve işbölümü için uzmanlaşmasına gerek duyar.

Toplumsallaştırma aracılığıyla bu benzerlikleri ve uzmanlaşmayı gerçekleştirecek olan eğitimdir.


Durkheim’a göre her ne kadar toplumsallaşma toplumun bir gereği ise de birey açısından da
gereklidir. Çünkü toplumsallaşmamanın sonucu anomiedir.

Anomie: Bir toplumda var olan kuralların etkisiz hâle gelmesi, çöküntü, çatışma ya da karışıklığın
meydana gelmesi durumunu belirten bir terimdir.

Toplumun istekleri doğrultusunda bireyi toplumsallaştıran eğitim, ona istediklerini sınırlamak


doyum verici bir yaşamı gerçekleştirebilecek çerçevenin norm ve değerleri sağlamak hizmetini
görür.
Eğitim çocuğa dünyayı anlamaya ve bilgi edinmeye yönelik bilişsel çerçeveyi de sağlar. Bu da ahlaki
değerlerin açıkça tanımlandığı ve uyum esasına dayalı dengeli ve yapısallaşmış bir eğitim sisteminin
yaratılmasını gerektirir.

Durkheim, disiplinin önemini vurgulamaktadır. Buna göre, dinsel ahlakiyatın çözülmekte olduğu
yeni, çağdaş toplumlarda çocuklara toplumun ahlakiyatına özgürce, isteyerek uyumayı öğretmek
ancak bilimsel, özellikle toplumubilimsel öğreti ile sağlanabilecektir. Çocuklar bu yoldan toplumun
nedenli önemli ve kendilerinin de topluma nasıl bağımlı olduklarını öğrendiklerinde uyum için dışsal
baskıya da gerek kalmayacaktır. Demekki Durkheim, bilimsel öğretiye ahlaki bir önem tanımakta,
bilimi yalnız ekonomiye sağlayacağı yarar dolayısıyla değil, insanın kendi toplumunu anlamasına ve
ona isteyerek boyun eğmesine yardım ettiği için öğretmek gerektiğini savunmaktadır.

İşlevci paradigmaya göre çağdaş toplumun kendisine özgü bazı özellikleri vardır. Bunlar;

1) Yetenek ve çabanın ayrıcalıktan ve kalıtsal statüden daha fazla önem taşıdığı (meritokratik
liyakata dayalı) bir toplum oluşudur. Merikotratik liyakat, yönetimin gücünün, yetenek ve
kişilerin bireysel üstünlüğüne yani liyakata dayandığı yönetim biçimini tarif eden bir
kavramdır.
2) Böylesi toplumlarda ekonomik gelişmenin öncelikle akılcı bilgiye dayanması, meslek
konumlarının doldurulmasında yüksek uzmanlık eğitimi gören kişilere gereksinim
duymasıdır.
3) Toplumsal adalete, farklılaşmaya, tüm üyeleri için doyum veren bir yaşama yönelik
demokratik toplum niteliğidir.

Tüm gelişmenin özünde ise eğitim düzeyinin artışı yer almaktadır. Çünkü eğitilmiş yurttaş
topluluğunun sorumlusu ve bilgili siyasal kararlar alma ve siyasete etkin katılma olasılığı yüksektir.
Ayrıca eğitim ön yargı ve hoşgörüsüzlüğü azaltır, özgürlük ve adalete yönelen bir toplumun temel
dayanaklarından biridir. Bu açıdan bakılınca okullaşmanın artışıyla yüksek konumlara ulaşan yoksun
ama yetenekli öğrencileri sayıları artmakta, böylece fırsat eşitliğine dayalı bir topluma doğru
yaklaşılmaktadır. İşlevci paradigma bazı eleştirmenleri savunduğunun aksine eğitimsel uygulamalar
açısından tutucu değildir. Çünkü çağdaş ekonominin gereksinimleri doğrultusunda ezbercilik ve
ahlaki terkinden bilişsel gelişim ve düşünsel esnekliğe dönüşme eğilimi gösterir. Buna karşın
çağdaş toplumun çeşitli boyutlarına aşırı iyimser bir yorumla yaklaştığı yadsınamaz. Örneğin,
Eşitsizliğin yetenekli kişilerin yüksek konumlara ulaşmasını güdülediğini savunur, bundan dolayı da
toplumsal açıdan gerekli görür.

İşlevci Paradigmanın Eleştirileri

Eleştirmenler işlevcilerin temel varsayımlarının da gerçeği yansıtmadığını ortaya çıkarmıştır. Bir kez,
okul başarısı ile meslek konumu ya da gelir arasında tutarlı ilişki bulunmadığı kanıtlanmıştır. Okul
başarısıyla iş başarısı arasında da önemli bağlantılar kurulamamaktadır. Eğitsel belge ve diplomalar
daha çok yüksek konumdaki meslekler için adam seçimine yarayan araçlar haline gelmiştir. Onun
içinde yüksek düzeyde eğitim görmüş kişilerin daha yüksek düzeydeki mesleklere girmeleri her
zaman daha fazla bilgi ve becerileri sahip olduklarının kanıtı değildir. Eğitimle meslek arasındaki ilişki
işlevci paradigmanın savunduğundan çok daha karmaşık ve belki çok daha az akılcıdır.
İşlevci paradigmanın en çok eleştirilen yönlerinden biri de eğitimde fırsat eşitliği arasında kurduğu
bağlantıdır. Buna göre meslek statüsü eğitsel başarıya dayandırmak toplumun en yetenekli
bireylerin seçmek şansını artıracaktır. Oysa araştırmacılar bireyin ekonomik kazancını belirleyen
etmenler arasında anne babanın toplumsal konumunun, eğitim ya da zeka faktöründen önce
geldiğini göstermiştir. Yani okul niteliği ile fırsat eşitliği arasındaki pozitif korelasyon çürütülmüştür.
Nihayet eğitilmiş yurttaş toplumlarının sorumlu ve bilgili kararlar alma, hoşgörüsüzlüğü yırtma,
özgürlük ve demokrasi geliştirme şanslarının sanıldığı kadar yüksek olmadığı özellikle tüketici kitle
toplumlarının deneyimleri ile ortaya konulmuştur.

1970’lerin ikinci yarısında liberal, işlevci yaklaşımların yarattığı düş kırıklığı eğitimciler ve düşünürler
arasında yayılmaya başladı. Eğitim reformlarına yapılan onca harcamadan sonra ırk, toplumsal sınıf
ve cinsiyet farklarından doğan başarı farkları hala devam ediyordu. Öte yandan yüksek düzeyde
eğitim görmüş kişilerin de niteliklerine uygun iş bulamadıkları gerçeği gün yüzüne çıkmıştı. Kısacası,
sistem hiç de işlevci paradigmanın beklediği gibi çalışmıyordu.
Eleştirileri özetlemek gerekirse;

 Okul başarısı ile meslek konumu ya da gelir arasında tutarlı ilişki bulunmadığı kanıtlanmıştır.
 Okul başarısı ile iş başarısı arasında bağlantı kurulamamaktadır.
 Eğitsel belge ve diplomalar daha çok yüksek konumdaki meslekler için adam seçimine
yarayan araçlar haline gelmiştir.
 Eğitim ve fırsat eşitliği arasında kurduğu bağlantılar yapılan araştırmalarla çürütülmüştür. Bu
araştırmalar anne babanın toplumsal konumunun eğitim ya da zeka faktöründen önde
geldiğini göstermiştir.

İşlevselci Paradigma Özet

 İlk kez Amerika’daki Dawes ve More kullanmıştır. İşlevselci yaklaşım emile durkheim
eğitim anlayışından yola çıkarak oluşturulmuştur.
 İşlevselci paradigmanın temelinde kazanılmış statü anlayışı yer alır. İyi bir statü kazanmak
için bireyin eğitim alması şarttır. Bunun için her bireye eşit fırsatlar sunulmalıdır.
 İşlevselci paradigmanın en önemli ilkesi fırsat eşitliğidir.
 İşlevselci paradigmaya göre bireyin toplumsal statüsünü elde etmek için fırsat eşitliğinin
yanı sıra elde etmiş olduğu diploma ve belgeler çok önemlidir.
 Her birey eğer isterse fırsat eşitliği sayesinde iyi bir eğitim alabilir. Bunun sonucunda da
diploma ve belge edinir. Birey elde etmek istediği statü ye kazanmış olduğu belge ve
diplomalarla ulaşır.

Kar Melton toplumun belli bir düzen içerisinde yaşayabilmesi için bazı kurumların açığa çıkması
lazım der. Bu kurumlar arasında eşgüdüm olursa toplum bir düzen içerisinde olur. Merton toplumu
insan vücuduna benzetir. İnsanda organlar vardır, organlar işbirliği içinde kendine ait görevi yerine
getirdiğinde vücudun sağlık düzeni bozulmaz. İşte toplumda insan vücudundaki organlara benzeyen
bir düzen içerisindedir. Yani toplumdaki din, siyaset, eğitim, hukuk gibi kurumlar kendilerine ait
işlevleri yerine getirdiğinde toplumda herhangi bir problem yaşanmaz. Bu düzenin sağlanması için
iki temel unsur vardır:
Fırsat eşitliği sonucunda bireyler istedikleri alanda uzmanlaşırlar ve uzmanlık alanlarını diploma ve
belgelerle kanıtlarlar. Sonrasında liyakata dayalı olarak kazandıkları statüler doğrultusunda toplumu
oluşturan kurum ve kuruluşlar da görev alırlar. Bu sürecin işletilmesi toplumda düzen ve huzuru
sağlar.

ÇATIŞMACI PARADİGMA

Çatışma kuramı, sistemin karşıtlıklarını ve denge bozucu odaklarını bulmayı amaçlar. Fırsat eşitliği
aldatmacası ayrıcalıklı kesimlerin üstünlüklerini gizlemeye yarar. Eğitimin temel amacı uygun
değerlerin benimsetilmesi yoluyla mevcut düzenin desteklenmesidir.

Kendi içinde değişik görüşlerden oluşmakla birlikte temelde bazı ortak varsayımlara dayanmaktadır.
Bu varsayımlar şunlardır:

1. Toplumu oluşturan kesimler arasında karşı çıkarlara dayalı temel bir çatışma vardır bu
çatışma toplumsal değişimin motorunu oluşturur çatışma kuramı sistemin karşıtlıklarını ve
denge bozucu odaklarını bulmayı amaçlar.
2. Gruplar kendi aralarında eğitimi egemenlikleri altına almak için de mücadele ederler. Bu
mücadelede taraflar eşit değildir. Fırsat eşitliği aldatmacası ayrıcalıklı kesimlerin
üstünlüklerini gizleme yarar.
3. Eğitimin temel amacı mesleğe yönelik bilişsel becerilerin öğretilmesi değil, uygun değerlerin
benimsetilmesi yoluyla mevcut düzenin desteklenmesidir.

Çatışmacı paradigma kendi içinde iki görüş açısı geliştirmiştir.

1. Yeni Marxçı Görüşe Göre Çatışmacı Kuram


A. ABD’de S. Bowles ve H. Gintis
B. Fransa’da L. Althusser

Yukarıdaki sosyal bilimciler, okulun baskıcı kapitalist düzenin çıkarlarına hizmet ettiğini ve sınıf
eşitsizlikleri pekiştirediğini savunur.

A. Bowles & Gintis

Bowles ve Gintis’e göre tüm okul sistemi öğrencileri uyumlu ve etkin işgücü oluşturacak biçimde
baskı altına alır ama değişik okullar bu görevi değişik biçimlerde gerçekleştirirler. Çalışan bir fabrika
işçisi ile bir şirket yöneticisinde aranan nitelikler farklı farklıdır. Kol işçisine dakiklik, itaat, kurallara
uyum gibi özellikler kazandırılmaya çalışılırken, yönetici de esneklik, bağımsızlık, hoşgörü ve yeni
yetilerin geliştirilmesi gerekir. Bu yüzden de değişik iş ve meslekleri eleman yetiştiren eğitim
kurumlarının program ve işleyişi hem farklı sınıf değerlerini hem de alt ve üst düzey mesleklerin
gerektirdiği kişilik farklarını yansıtır.
Onlara göre eğitim sisteminde yapılacak reformların tek başına farklı sınıfların yaşam eşitsizliklerini
azaltacağı beklentisi yani fırsat eşitliği hayali gerçeklere uymamaktadır. Zaten okulların demokrasiyi,
işbirliğini, katılımı gerçekleştirecek biçimde yapılanabilmesi için kapitalist ekonominin tümüyle
dönüştürülmesi gerekir.

Bowles ve Gintis, zorunlu eğitimin bir toplumsal kontrol aracı olarak kullanıldığını, çünkü fabrika
sisteminin gereksinim duyduğu itaatkar ve sadık bir iş gücünü yetiştirmeye yaradığını savunurlar.
Hatta 20. yüzyılın başında okullardaki barbarca uygulanan disiplin yöntemlerinin de insancıl
ideallerle değil, daha yumuşak ve etkin güdüleme mekanizmalarına gerek duyan toplumsal düzenin
gereksinimleri doğrultusunda gevşetilmiştir derler. Yani buradaki gevşetmenin amacı insancıl
idealleri gerçekleştirmek değil, modern köleler yetiştirmek için daha yumuşak ve etkin güdüleme
oluşturmak için yapılmıştır.

Bowles ve Gintis’e Yönelik Eleştiriler

Kapitalist eğitim sistemine yönelik yaptıkları eleştirilerin Küba ve Çin gibi sosyalist toplumlar içinde
geçerli olduğunu gözardı etmelerinden eleştirilere maruz kalmışlardır. Çünkü sosyalist ülkeler,
kapitalist toplumlardan çok daha baskıcı ve bürokratiktir. Bireyler küçük bir azınlık tarafından
uygulanan katı toplumsal kontrolün kıskacındadır.

B. Althusser

Althusser ise üretimin gerçekleştirilebilmesi için üretim araçlarının ve üretim ilişkilerini yeniden
üretilmesi gereğinden yola çıkmıştır. Kapitalist ekonomik sistemde işgücüne belli bir ücret verilmek
suretiyle kendi gücünü yenilemesi ve çocuk yetiştirmesi sağlanır. İşgücünün karmaşık toplumsal
teknik koşulların gerektirdiği yeterliliği ise üretimin dışında kapitalist eğitim sistemi aracılığıyla
gerçekleştirilir.

Althusser, Bowles ve Gintis’den farklı olarak eğitimi kapitalist devlet aygıtlarından biri olarak
tanımlar. Ona göre toplumun üst yapı kurumlarının tümü devlet aygıtının parçalarıdır.
Kapitalist toplumun devlet aygıtını ikiye ayırır:

a) Baskıcı devlet aygıtları


b) İdeolojik devlet aygıtları

Baskıcı devlet aygıtları (BDA): Yargı, yaşama, yürütme, polis ve ordudan oluşur.
Görevi sınıf mücadelesine zor kullanarak egemen sınıf adına müdahale etmektir. Ancak bu üretim
ilişkilerinin yeniden üretilmesi yalnız baskıyla değil aynı zamanda egemen ideolojiyi yayan ideolojik
devlet aygıtları sayesinde olur.

İdeolojik devlet aygıtları (İDA): Din, aile, eğitim, siyaset, hukuk ve vb. oluşur.
Gelişmiş kapitalist sistemlerde, temel ideolojik devlet aygıtı eğitimdir. Çünkü eğitim çocuğu en zayıf
çağında ve zorunlu olarak yakalar ve çok yönlü olarak etkiler.

İdeolojik devlet aygıtı çocukları geleceğin modern köleleri yapmak için şunları uygular:

 Çocuğa gelecekteki işi için gerekli beceri ve teknikler öğretir.


 Gelecekteki ekonomik rolüne uyan iyi davranış kurallarını aktarır. Bu davranış kuralları
işçilere tevazu, boyune mi, haline razı olma, baskı ve sömürünün ajanı rolünü üstleneceklere
ise kuşkuculuk, yaratıcılık, kin, öz önem ve hileyi öğretir.
 Okul çocuklara dolaylı ve dolaysız yoldan kapitalist toplumun egemen ideolojisine aşılar.

Böylelikle bu ideoloji ile donatılmış çocukların büyük bir kısmı 15-16 yaşlarında fabrikalarda itaatkar
işçiler olarak çalışır.
Bir kısmı da orta düzeydeki teknik ve beyaz yaka işçiler olurlar.
Küçük bir azınlık ise eğitimin doruğuna tırmanır, sömürü baskı ajanı ve uzman İdeolog konumuna
erişirler.

Böyle bir eğitimden geçen çocukların yaratıcılık, bağımsız tepki ya da farklılaşma olasılığı yoktur.
Devletin eğitim aracılığıyla uyguladığı baskı sonucunda çocukların aynı tornadan çıkmış kalıp
adamlara dönüşmekten başka seçeneğe yoktur. Sonuç olarak eğitim, din, aile, hukuk devlete hizmet
eden kurumlardır.

Altusser’e yöneltilen eleştiriler

Kapitalist toplumlarda kurumlar arasındaki bağlantının çok daha esnek olduğu, oysa sosyalist
toplumlarda sanat, spor, kitle iletişimi, hukuk, sendikalar devletin daha çok yakından denetlediği
üzerinedir.

2. Randall Collins’in Çatışmacı Kuramı

ABD’de R. Collins
İngiltere’de M. Archer

İşe girişin eğitimle sağlanan belge ve diplomalara bağlanması doğru değildir. Bu sistemle eğitim
düzeyinin yükselip durması bir ölçüde işverenlerle eğitim kurumlarının çıkarlarına hizmet
etmektedir. Bu durumda eğitimin niceliği niteliğinden öne geçtikçe insanlar onun kendi başına bir
değer olmaktan çıktığını, belli bir amaç için araç olmaktan öte gidemediğini görecek ve toplumun
eğitimle flörtü son bulacaktır.
Randall Colins’in çatışmacı kuramı gruplar arası çatışma da ekonominin dışındaki etmenlere yani
kültürel etmenlere daha çok önem vermiştir. Randall Colins’in çatışmacı kuramı M. Weber’den
esinlenmiştir.

Collins, Weber’in şu görüşlerinden yola çıkar:

 Çağdaş dünyada eğitsel belgeler, toplumsal ekonomik üstünlük taşıyan konumlara aday
arzını kısıtlamak ve bu konumları diploma sahiplerinin tekelinde tutmak için
kullanılmaktadır.

Colins’e göre meslek grupları yüksek gelir ve saygınlık getiren mesleklere girişi kısıtlamakta eğitim
sertifikası ve diplomalardan yararlanmaktadır. Oysa işe girişin eğitim de sağlanan belge ve
diplomalara bağlanması akıl dışıdır. Çünkü insanlar yapabilecekleri işlere girmekten sırf gerekli
eğitsel belgelere sahip olmadıkları için yoksun bırakılırlar. Birçok insan fazla karmaşık olmayan işlere
girebilme umuduyla eğitim kurumlarında dirsek çürütürler. Eğitim düzeyinin yükselip durması
işveren ve eğitim kurumlarının çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu Colinsin Teknokrasi MİTİ dediği
aldatmacanın bir sonucudur. Örnek: alaylı olan Kameraman Bülent Akdeniz Star TV’ye kameraman
olarak giremedi.

Teknokrasi Miti: çağdaş toplumdaki işler öylesine karmaşık olmuştur ki ancak yüksek düzeyde
bilişsel becerileri sahip olan kişiler tarafından görülebilir inancıdır.

Collins Teknokrasi mitini şöyle eleştirmiştir:


1. Eğitimdeki büyüme mesleksel büyümeyi kat kat aşmış bulunmaktadır.
2. Çağdaş meslekler bazı istisnalar dışında sanıldığı kadar karmaşık değildir.
3. Mac tepkilerin aynı işlevi gören olaylardan daha verimli çalıştığı konusunda pek az kanıt
vardır.
4. Okullar bilişsel, işe yarar becerilerin kazandırılmasında daha fazla başarılı olamazlar çünkü
büyük çapta geleneksel toplumsallaştırma işiyle uğraşırlar. Tarih boyunca iyi eğitim pratik
becerileri değil, egemen grupların statü kültürünü veren eğitim olmuştur.

Colins’e göre diplomacılık yarışı, ABD’de etnik Çoğulculuğun yarattığı çatışma sonucu doğmuştur.
Kitle eğitim sisteminin kuruluşu burjuvazinin kendi kültürünü ve toplumsal ekonomik konumunu
göçmen akımların yarattığı ayrışma ve yarışmaya karşı kurmak amacı taşımaktadır. Bu nedenle
eğitimde içeriğin ihmali pahasına diploma yarışı başına alıp gitmiştir. Bu durumda kişinin ne
öğrendiği değil, diploma, belge ya da derecelerin simgelediği kadarıyla ne kadar süre okula gittiği
önemli sayılmaya başlanmıştır. böylece eğitim tıpkı para gibi bir kültürel alışveriş aracı haline gelmiş,
istenilen mal ve hizmetler ve özellikle de meslek karşılığı değiş tokuş edilebilir olmuştur. Bu süreç
statüsü yüksek görülen ve fazla talep gören meslekleri elde etmeye yönelik bir diploma savaşına
dönüşmüştür. eğitimin niceliği niteliğinden öne çıktıkça insanlar eğitimin kendi başına bir diğer
olmaktan çıktığını, belli bir amaç için araç olmaktan öte gidemediğini görecektir. Bu da toplumun
eğitimli olma isteğini yok edecektir.

Çatışmacı Paradigma Özet


Çatışmaca paradigma, işlevci paradigmanın tam tersini savunur. Çatışmacı paradigmaya göre
toplumu oluşturan kurumlar arasında çatışma varsa toplum ancak o zaman iyi olur. Örneğin;
ekonomi ve eğitim arasındaki çatışma birbirini besler. Böylece her ikisi de daha iyi hale gelir. Yani
eğitim sistemi iyi değilse ekonomi sistemi eğitimi zorlayacak ki eğitim böylelikle daha iyi hale gelsin.

Çatışmacı paradigmanın içerisinde iki temel yaklaşım vardır.


a. Weberci yaklaşım
b. Marksçı yaklaşım

Weberci yaklaşım çatışmacı paradigmayı liberal yaklaşımla ele alır. Marcı yaklaşım ise çatışmacı
paradigmayı ekonomik temeller doğrultusunda ele alır.
Çatışmacı yaklaşıma göre bireyin kazanımı statüsünün bir önemi yoktur. Bireysel statü tamamen
doğuştan elde eder. Eğitim bireye statü kazandırmaz. Çünkü birey doğduğunda statüsü bellidir. Yani
fırsat eşitliği diye bir şey yok. Hatta fırsat eşitliği kavramı eşitsizliği doğurur. Şöyle örnek vermek
gerekirse; her bireyin eşit eğitim alma hakkı vardır. Fakat bunun yanı sıra özel okul, sınavlara
hazırlanmak için ek kaynak gibi herkesin ekonomik olarak ulaşamadığı durumlar söz konusu dur. İşte
tam olarak bu noktada eşitlik eşitsizliği doğurur.

Çatışmacı Paradigmanın Eleştirileri

 Bowles ve Gintis’in sosyalist ülkelerin kapitalist Batı toplumlarından çok daha baskıcı ve
bürokratik olduğu, bireyin küçük bir azınlık tarafından uygulanan katı toplumsal kontrolün
kıskacında kaldığı gerçeğini göz ardı etmişlerdir.

 Althusser’in dikkat odağını oluşturan kapitalist toplumlarda kurumlar arasındaki bağlantının


çok daha esnek olduğu, sosyalist toplumlarda sanat, spor, kitle iletişimi, hukuk ve sendikaları
devletin çok daha yakından denetlediği belirtilmiştir.

 Collins’in teknokratik mitine yönelik okulların bilişsel, işe yarar becerilerin kazandırılmasında
fazla başarılı olmadıkları, çünkü büyük çapta geleneksel toplumsallaştırma işiyle uğraştıkları
dile getirilmiştir.

Sonuç

 İşlevcilere göre eğitimin böylesine önem kazanması, çağdaş toplumun gereksinimlerini akılcı
bir çözüm sağlamasından kaynaklanır. Çatışmacılar ise okulların, toplumun değil, egemen
seçkinlerin kitleler üzerindeki denetimini gerçekleştirmeye yaradığını düşünürler.

 İşlevci paradigmaya göre insanların doğumla değil, kendi çaba ve yetenekleri sayesinde bir
yerlere gelmeleri söz konusudur. Çatışmacılar ise fırsat eşitliğini ayrıcalıklı grupların kendi
konumlarını korumak için uydurdukları bir göz boyayıcı olarak görürler.
 İşlevcilere göre toplumsal sınıf ve etnik gruplar arasındaki eğitsel başarı farkları büyük çapta
okulun dışındaki etmenlerden, örneğin sınıf kültürü, ilk çocukluk çevresi ya da zekadan
kaynaklanır. Çatışma kuramcılarına göre okul içi süreçler bu durumdan sorumludur. Örneğin
yetenek testleri zekanın göstergesi değildir. Öğretim program ve yöntemleri ise alt toplumsal
ekonomik sınıf çocuklarının aleyhine olacak şekilde kurgulanmıştır.

YORUMCU PARADİGMA

P. Berger, T. Luckman, A. Dawe, A. Cicourel temsicileridir.

Makro sosyolojik yaklaşımlara yöneltilen eleştiriler neticesinde mikro sosyolojik yaklaşımlar


doğmuştur. Fakat öncelikle makro sosyolojik yaklaşımlara yöneltilen eleştirilerin neler olduğuna
bakalım:
1. İnsanları tümüyle toplumsallaşmanın bir ürünü olarak görürler. Böyle olunca insan
yaratıcılığı ihmal edilmek de, insanın özgürlüğü yok sayılmaktadır.
2. İnsan yaşamının, zenginliğini ve karmaşıklığını yansıtamamıştır.
3. Okuldaki yaşam gerçekliğini, öğretmenlerle öğrenciler arasındaki ince, karmaşık, çok boyutlu
örüntüleri değerlendirebilme olanağı yoktur.

Yorumcu paradigma toplumu mikro yaklaşımlar kapsamında ele alır. Dolayısıyla eğitimi ele alırken
tüm eğitim sisteminin sorunlarını değil, belli bir yerde, okulda, sınıftaki hatta öğretmen öğrenci
arasındaki eğitim ilişkilerini ele alacak kadar mikro düzeyde çalışır. Yani bu yaklaşım ayrıntıya ve
özele iner.

Bu yaklaşım kişilerin eylemlerinde saklı anlamları ortaya çıkarmaya yönelmiştir çünkü toplumsal
gerçekliğin dokusunu sıradan insanların etkileşimlerinden oluştuğu temeline dayanır. Bu nedenle
dikkat odaklarında okul içi, derslik içi etkileşim, öğretmenlerin ve öğrencilerin durum tanımlamaları,
öğretim programlarındaki bilgilerin düzenlenişi ve dil gibi mikro toplumsal konular vardır.

 Kurumların toplumsal rolleri


 60’lar Öğrenci hareketleri
 Yönetime ve öğretime katılma arzusu
 Akademik hiyerarşi, hocaların öğrenciler üzerindeki baskılarını sorgulanması
 Öğretim üyelerinin öğretilecek bilgiyi saptama işleminin aslında ne tür bilgileri üniversitenin
dışında tutmaya yaradığı konusunun sorgulanması vb.

Yorumcu sosyolojide bilinç merkezi konumdadır. Yorumcular toplumdaki kişilere şeylerin nasıl
görüldüğüne yani birey bilinçlerindeki yansımalara, toplumsal gerçekliğin öznel niteliğine
odaklanırlar. Dolayısıyla belli bir toplumsal çevreyi, toplumun nesnel borcunu vurgulayan
yaklaşımlardan ayrılırlar. Görüşlerinde hümanizme ve yüz yüze etkileşime önem verirler. Yorumcu
yaklaşım insanların “anlama” yoluyla incelenebileceğini savunmuştur. Anlama yönteminin temel
aracı değildir. Toplum bilincinin görevi davranışları yorumlamak yani hermeneotik yapmaktır.
Yorumcu anlayışlar da kendi içlerinde;

 Etnometodoloji
 Fenomenoloji (Görüngübilim)
 Simgesel – sembolik etkileşimcilik

ayrılır.

a. Simgesel etkileşimcilik

Etkileşimciler ortak simgelerin özellikle dilin ve durum tanımlamalarının insan etkileşimindeki aracı
etkisini öne çıkarırlar. Toplumsal etkileşim akla, iletişim yeteneğine sahip varlıklar arasında
gerçekleşir. Bu etkileşimin hemen hemen tümü de simgelerin alınıp verilmesini kapsar. İnsanlarla
etkileşimde bulunurken onların niyetlerini nasıl yorumlayacağımızı, nasıl bir tepkimizin uygun
düşeceğini gösterecek sözlü ya da sözsüz ipuçları ararız. etkileşim kuramı, etkileşimin ayrıntılarına
odaklanarak bu ayrıntıların söz ve davranışları anlamlandırmakta nasıl kullanıldığını göstermeye
amaçlar. Ussal olmayan, özel ve çok kez düzensiz davranış biçimlerini odaklanırlar.

b. Fenomenoloji (Görüngübilim)

Fenomenoloji, öznel deneyimlere odaklanan ve bu deneyimlerin analizini yapmayı amaçlayan bir


felsefi ve bilimsel yaklaşımdır.
Fenomenolojinin temel amacı, nesnelerin öznel deneyimini tanımlamak ve anlamak için doğrudan
deneyime dayanmaktır. Geleneksel bilimsel yöntemlerden farklı olarak, fenomenoloji nesnelerin
öznel deneyimini ve bunların nasıl anlamlı hale geldiğini anlamak için öncelikle bireylerin doğrudan
deneyimlerine yönelir.

Fenomenolojik araştırmalar, araştırmacının önyargılarından ve önceden kabul edilmiş


varsayımlardan etkilenmeden, yani “paranteze alma” yöntemini kullanarak katılımcıların
deneyimlerini derinlemesine anlamaya çalışır. Araştırmacı, araştırma sürecinde katılımcılarla
etkileşime girer, onların deneyimlerini doğrudan ifade etmelerine izin verir ve bu deneyimleri
açıklamalarını ister.
Fenomenoloji, nesneleri sadece dışarıdan gözlemleyen ve ölçen bir yaklaşım yerine, bireylerin
deneyimlerine odaklanarak daha derin bir anlayış sağlamayı hedefler. Bu yaklaşım, öznel
deneyimlerin ve anlamların bilimsel araştırmalarda da önemli bir rol oynayabileceğini vurgular.

c. Etnometodoloji
Etnometodologlar, insanların olağan günlük etkinliklerini inceleyerek toplumsal düzenin nasıl
sağlandığını açığa çıkarmaya çalışırlar. İnsanların toplumsal etkileşimleri, belirli normlar ve kurallar
çerçevesinde gerçekleşir ve etnometodologlar bu normları ve kuralları araştırarak toplumsal
eylemlerin anlamını ve temellerini anlamaya çalışırlar. İnsan davranışlarının nedenlerini
anlayabilmek için kafaların içinde olup bitenleri bulup çıkarmak gerektiğini savunurlar.
Etnometodoloji, toplumun kurallarını ve anlam sistemlerini keşfetmek için gözlem ve analitik
yöntemler kullanır. Araştırmacılar, insanların günlük yaşamlarında nasıl davrandıklarını
gözlemleyerek, toplumsal düzenin nasıl sürdürüldüğünü anlamaya çalışırlar. Bu, toplumsal
etkileşimlerin mikro düzeyde nasıl işlediğini ve insanların birlikte yaşadıkları anlam dünyasını nasıl
oluşturduklarını anlamak için önemli bir yaklaşımdır.

Yorumcu Paradigmanın Eğitim Sosyolojisindeki Yansımaları

Etnometodolojik Umursamazlık: günlük yaşamın temelinde saklı anlamları, günlük yaşam


ritüellerini araştırır. Buna karşılık mevcut toplumsal ve Siyasal kurumları ve statükoyu hedef almaz.

Yorumcu paradigmacılar; yaratıcı, özgür, etkin insanla işe başladılar. Yapısal sorunları geriye etkiler,
mikro düzey sorunları eğitim sosyolojisinin odana koydular. Dışsal, nesnel etmenler yerine anlam
uzlaşmalarını incelediler. Eğitimle toplumun sınıfsal, teknolojik, aile yapıları arasındaki ilişkiyi
araştıran işlevselcilere ve çatışmacılara karşılık derslikdeki eğitim süreçleri ve içeriklerini gözlemeye
ve betimleme çalıştılar.

Eğitim anlamak için öğretmen, öğrenci, yönetici gibi insanların günlük etkinlikleri incelemek gerekir.
Günlük yaşamın kavrayabilmek için insanların davranışlarına nasıl bir anlam verdiklerini bilmek
gerekir. Yorumculara göre anlam kişiye özeldir, kültür ya da toplumun belirlemesi değildir.
Öğretmenin derste ne yapmayı amaçladı, öğrencilerin niyetleri ne olduğu, öğretmen ya da
öğrencilerin derste neyi önemsedikleri ya da etkinlikleri niçin gösterdikleri nedenler
araştırılmalıdır. Gündelik etkinlikler, insanlar arası etkileşimlerden oluşur. Bu etkileşimde kendi
eylemlerimize de başkalarını eylemlerine de anlam veririz. Yani etkileştiğimiz kişilerin eylemlerini
yorumlarız.
Örneğin; diyelim ki öğretmen bir soru sordu ve öğrenciler parmak kaldırdı. Öğretmen parmak
kaldırmayı yorumlamak zorundadır. Acaba bu, öğrencinin yanıtı bildiği anlamına mı geliyor? Yoksa
gösteriş yapmak istediğinden mi kaynaklanıyor? Yoksa özellikle tahta kalkmaktan kurtulmak için mi
parmak kaldırıyor? Öğretmenin bundan sonraki davranışı yaptığı yoruma göre belirlenecektir.

Karşımızdakinin etkinliğini yorumlayışımız, onun hakkında ne bildiğimizi (yaş, cinsiyet, zeka gibi)
bağlıdır. Yani insanların davranışlarını yorumlarken, tipleştirmelerden yararlanabiliriz.

Yorumcu eğitim sosyolojisi nesnel pozitivist yöntemleri karşıdır, öznel yaklaşıma benimser. Çünkü
insanların neye nasıl anlam verdiklerini anlayabilmek için onların durumu nasıl tanımadıklarına,
yani kafaların içinde olup bitenlere bakmak gerektiğini savunur. Bunun içinde araştırmacının
örneğin yetenek, güdü, başarı gibi ön kavram ve kategorilerini parantezi almasını önerir. İnsanların
yorum ve anlayışlarına olabildiğince saf olarak elde etmenin başka yolu yoktur.

Yorumcu Eğitim Sosyolojisinin Katkısı

Sıradan bir okul gününde, bir ders saatinde, bir teneffüs sırasında olup bitenlerin kavranması, bu
kavrayışına eğitim gerçeğini anlamada ne denli önem taşıdığı, eğitimde yer alan bireylerin öğrenci,
öğretmen, yönetici, müfettiş gibi okul süreçleri konusundaki yorumlarını, değişik öğretim ve
yönetim biçimlerini nasıl ve neden tepki verdiklerini anlamadan eğitim hayatına çözümleme
olanağının olmadığını ortaya koymuştur.

Öğrencilerin okul hakkındaki değerlendirmelerin çevresel değişkenliği, okul anlayış biçimleri ve


öğretmen davranışlarını yorumlayışları yorumcuların özel ilgi konuları arasındadır. Bu bağlamda
öğrencilerin derslik içi kurallar da ve ödev konusunda öğretmen de pazarlık süreçleri üzerinde
durmuştur. Yorumcu eğitim sosyolojisi, öğrencilerin kendi aralarındaki ilişkileri araştırmaktadır.

You might also like