You are on page 1of 400

) : .

YARINmR
ADINA BUGÜNLERİN
HARCANDIĞI
BİR EVRENDE/
UMUT EN GÜÇLİV
^ İİLAHIIR

“Muhteşem karakterleri,
büyüleyici mitolojisi ve şaşırtıcı
hikâyesiyle Zodyak mutlaka
okunmalı. Hayran kaldım!”
“Russell'ın ilk romanı bilimin
mutlak doğrularına ve inanç çoksatan y»ız<
özgürlüğüne eşit derecede değer
veren bir toplumu anlatıyor.
Hem fantazya hem de bilimkurgu
tutkunlarına hitap edecek
Zodyak'\n sürükleyici dünyasının
hayranları, bunun serinin ilk kitabı
olmasına çok sevinecek.”
loo klist

www.pegasusyayiniari.com

786052 990285
Pegasus Yayınları: 1506
Gençlik: 282

Zodyak
Romina Russell
Özgün Adı: Zodiac

İngilizceden çeviren:
Berk Göbekcioğlu

Yayın Koordinatörü: Berna Sirman


Editör: İlker Sönmez
Düzelti: Selma Altıntaş Bursalıoğlu
Sayfa Tasarımı: Ezgi Gültekin
Kapak Uygulama: Pınar Yıldız

Baskı-Cilt: Alioalu Matbaacılık


Sertifika No: 11946
Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: 0212 612 95 59

1. Baskı: İstanbul, Kasım 2016


ISBN: 978-605-299-028-5

Türkçe Yayın Hakları © PEGASUS YAYINLARI, 2016


Copyright © Penguin Group (USA) LLC, 2014

Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Haklan Ajansı aracılığıyla


Penguin Random House Company, Penguin Group (USA) LLC'nin bünyesindeki
Penguin Young Readers Group'un alt yayıncısı Razorbill'den alınmıştır.

Tüm hakları saklıdır. Bu kitapta yer alan fotoğraf/resim ve metinler


Pegasus YayıncılıkTic. San. Ltd. Şti.'den izin alınmadan fotokopi dâhil,
optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz,
çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

Pegasus Yayıncılık Tic. San. Ltd. Şti.


Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han
No: 11/9 Taksim/İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.com
Evrenime rehberlik eden yıldızlar
ailem ve kız kardeşime.

Y para mi abuelo Bebo, gracias por compartir


el mâgico mundo de los libros conmigo.
Y e n g e ç 't e n B îr H a l k M a s a l i ,

K Ö K E N İ V E Y A Z A R I B İL İN M İY O R

SAKINMALI OCHUSTAN

Bir zamanlar bir Savunucu Yıldız'da,


Zodyak yeniyken daha,
Bir Yılan yaklaştı uzaklardan,
Ve bela başladı kaynamaya.

On İki Hane darmadağındı,


Yılan dikkatlerini çekinceye dek.
Söz verdi gidermeye kavgalarını,
Söyledi onlara gerçek adını Ochus diyerek.

Haneler inandı ona,


Ancak Yılan atacaktı kazığını.
Ochus en büyük büyülerini sakladı,
Zaman bile iyileştiremedi bu yarayı.

Şimdi nöbet tutarız dönmesin diye.


Çünkü kaçmadan uyarm ıştı bizi,
"Zodyak'ınızın yangınını izleyeceksiniz," diye,
O yüzden Ochus'tan sakınmaya m ecburuz şimdi.
GİRİŞ

Evimi ne zaman düşünsem aklıma mavi gelir. Girdap yapan deniz


suyunun mavisi, gökyüzünün sonsuz mavisi, annemin gözlerinin o
muhteşem mavisi... Bazen annemin gözleri gerçekten de o kadar mavi
miydi, yoksa Yengeç H anesinin mavi sancağı hafızamda annem in
gözlerini mi renklendiriyor diye kendi kendime düşünürdüm. Sanırım
bunu asla bilemeyecektim, zira takım yıldızım ızın en büyük uydusu
olan Elara ya taşınırken yanım a annemin fotoğraflarını almamıştım.
Yanımda getirdiğim tek şey kolyeydi.
Ağabeyim Stanton'ın onuncu doğum gününde, babam bizi Gez-
gin'iyle narstiridyeavına götürm üştü. Uzak mesafeleri alabilsin diye
yapılmış uskunam ızın aksine; yüzdürm e sıraları, narstiridyeler için
istiridye odaları, holografik yön bulma sistemi ve hatta ön taraftan
bir dil gibi uzanan dalış tahtasıyla, Gezgin küçük bir gemiydi ve
istiridye kabuğu şeklindeydi. Teknenin alt yüzü bizi Yengeç De­
nizi nin yüzeyi boyunca hızla ilerleten, silya benzeri milyonlarca
m ikroskobik bacakla kaplıydı.
Başımı kenara yaslayıp zaman zaman oluşan küçük anaforları,
m avinin çeşitli tonlarında akan girdapları izlemeyi her zaman çok
severdim. Sanki okyanus, su yerine boyadan oluşuyor gibiydi.
Daha yedi yaşında olduğum için derin dalış için öngörülen yasal
sınırın altındaydım . Bu yüzden babam ve Stanton narstiridyelere
daldıklarında, ben yukarıda annemle kalırdım . Babamların gani­
metleriyle birlikte yüzeye çıkm alarını beklerken, dalış tahtasının
tepesine tünemiş oturan annem, bir Siren1gibi görünürdü. Uzun, ince
bukleleri sırtından aşağı dökülüyor, güneş fildişi teninde ve küreye
benzeyen gözlerinde parıldıyordu. Esnek sandalyemde geriye doğru
yatm ış, sıcağın ve rüzgârsızlığın tadını çıkarm aya çalışıyordum .
Ancak annemin yanındayken her zaman tetikteydim , her zaman bir
kom utuyla Zodyak'la ilgili bilgilerimi ezberden okumaya hazırdım.
"Rho." Annem platformdan oyulmuş istiridye kabuğu şeklindeki
zemine zarafetle atladı ve yaklaştığı sırada omurgamı doğrulttum .
"Sana bir şey vereceğim."
Çantasından bir kese çıkardı. A nnem hediye alan veya özel
günleri hatırlayan biri değildi, bu tarz sorum luluklar genelde babama
kalırdı. "Ama doğum günü olan ben değilim ki."
Tanıdık, dalgın bir bakış yüz hatlarından dökülünce söyledi­
ğime anında pişman oldum. Keseyi açtım ve her biri farklı renkte,
güm üş renkli bir denizatı kılına geçirilmiş bir düzine narstiridye
incisi çıkardım . Her bir incinin arasındaki boşluk eşitti ve her inci,
annem in kibar kaligrafisiyle işlenmiş, farklı bir Zodyak Hanesi'nin
sembolünü taşıyordu. Kolyeyi takarken, "V ay/' söyleyebildiğim tek
şeydi.
Nadiren yaptığı bir şeyi yapıp bana gülümsedi ve sırada yanıma
oturdu. Her zamanki gibi nilüfer kokuyordu. "Eski günlerde," diye
fısıldadı, heyecan verici bakışı ufkun maviliğinde kaybolmuştu. "İlk
savunucular Zodyak'ı birlikte yönetiyorlardı."
Ö yküleri her zaman beni sakinleştirirdi. Koltuğuma yerleşip
annem in sesinin tınısına odaklanabilm ek için gözlerimi kapadım.
"Ancak On İk i'nin her biri, evrenim izi güvende tutm ak için farklı
bir güce güveniyordu ve bu da aralarında anlaşm azlıklara ve çe­
kişmelere sebep oldu. Bir gün, bir yabancı gelerek dengeyi tekrar
sağlama sözü verdi. Yabancının ismi Ochus tu."

1 Siren: Yunan M itolojisi'n e ait, yaşadıkları adaların yak ın ların d an g eçen d enizcileri
şarkılarıyla b ü y ü le y ip k en d ilerin e çek en iki k u y ru k lu d enizkızlarıdır. (ç.n.)

İO
Yengeçli her çocuk Ochus m asalını bilirdi ancak annem in
öyküsü okulda ezberlemek zorunda kaldığımız şiirle aynı değildi.
Annemin anlatımıyla, öykü bir mit olmaktan ziyade bir tarih dersi
gibiydi. "Ochus her savunucunun karşısına farklı bir kılıkla çıktı.
Her seferinde güçlü bir armağana, olayları o hanenin lehine döndü-
rebilecek gizli bir silaha sahip olduğunu iddia etti. Ochus felsefik
Kova ya, Zodyak'ın en temel sorularının cevaplarını barındıran kadim
bir metin sözü verdi. İkizler'in hayalperest liderlerine, giyen kişiye
inanam ayacakları kadar güçlü sihirler yaratan büyülü bir maske
sözü verdi. En bilge hane olan Oğlak a, Helios üzerinden ulaşılacak,
içinde bizimkinden daha eski dünyalara ait bilgilerin bulunduğu bir
hazine sandığı sözü verdi."
Gözlerimi açtığımda annem in alnından sallanan sarı bir bukle
gördüm. Onu annem için geriye atma arzusu hissettim ancak bunu
yapmamam gerektiğinin farkındaydım . Annem aslında soğuk biri
değildi. Sadece... mesafeliydi.
"Ochus her savunucuya, armağanlarını alacakları sözüyle, kendi­
siyle gizli bir yerde buluşmaları talimatını verdi. Vardıklarında, tüm
savunucular diğerlerinin de çağırılmış olduğuna şaşırdılar. Şaşkınlıkları
birbirlerine kendilerini ziyaret eden Ochus'u tarif ettiklerinde arttı.
Yengeç Ana bir deniz yılanı, Balık Peygamber biçimsiz bir ruh, Yay
Savunucu başlıklı bir gezgin görm üştü ve diğerleri de başka şeyler
görmüştü. Hiç kimse aynı şeyi görmediğinden, savunucular birbirle­
rinin anlattıklarına inanmadılar. Onlar tartışm aya tutuştuğu sırada,
Ochus sessizce sıvıştı ve Zodyak'ın en yüce büyüsünü de yanında
götürdü: Hanelerin birbirine olan güvenini. Geride bıraktığı tek
şey bir uyarıydı: Döndüğümde her şey yanacak, dönüşümü bekleyin
"Güvenimizi çaldı ve asla geri kazanam adık," dedim öğretm en­
lerimin ahlak derslerinde öğrettiklerini alıntılayarak. Okula başlayalı
sadece bir hafta olmuştu ve annemi etkileme isteğiyle, devam ettim.
"Ochus Zodyak'ın ilk yetimiydi. Ait olduğu bir hanesi yoktu ve ga­
laksimizdeki haneleri kıskanıyordu. Bu yüzden Yengeç'te birbirimize
göz kulak oluruz ve herkesin bir evinin olmasını sağlarız."
Annem in yüzü düştü. "Yani, 'Tüm sağlıklı kalpler sağlıklı bir
evle başlar' mı diyorsun? Rho, böyle olmadığını biliyorsun. Ders­
lerimizde, dağılan ailelerden gelen büyük insanları sana öğrettim,
yüzyıllar önce ilk hologramı geliştiren Akrepli Galileo Sprock veya
Terazi H anesinin saygıdeğer savunucusunu, ünlü pasifist Lord Vaz
gibi." İncinm iş gibiydi. "Öğretm enlerinin, beynini yıkam asına izin
vereceksen, belki de okula gitmeye hazır değilsindir."
"Hayır, sadece duyduğum u söyledim," diyerek onu rahatlattım .
Annem her zaman Yengeç eğitim sistem inin beynimi yıkam asından
endişe ederdi. Bu yüzden beş yaşıma geldiğimde, hanemizdeki di­
ğer çocuklar gibi beni okula yazdırmadı. Bana evde, bizzat eğitim
vermeye karar verdi.
Yüz ifadesinin norm alleşm esini bekledim ve lafını bir daha
bölmedim. A nnem in sadece iyiliğimi istediğini biliyordum ancak
yaşıtım çocuklarla oynam ayı, evdeki eğitim e geri dönem eyecek
kadar çok seviyordum.
"İşin özü şu ki," diye devam etti annem. "Kadim savunucula­
rımız aynı canavardan korktuklarını itiraf etm ektense birbirleriyle
savaşmayı tercih ettiler." Bakışlarım onunkiyle buluştuğunda, yüz
ifadesi sertleşti. "H ayatında korkularla yüzleşeceksin ve insanlar
korkularını senden almaya çalışacaklar. Seni korktuğun şeylerin
gerçek olm adığına, k orkularının sadece kafanın içinde olduğuna
ikna etmeye çalışacaklar. Ancak onlara izin veremezsin."
Dalgın gözleri etrafım ızdaki maviyi, gökyüzünden daha parlak
hale gelene dek içine çekti. "Korkularına güven, Rho. Onlara inanm ak
seni güvende tutacak."
Bakışları öyle yoğundu ki gözlerimi kaçırm ak zorunda kaldım.
Annem ne zaman böyle heyecanlansa, kır evim izin çatısında me-
ditasyon yaparken iki gün aşağı inm ediğindeki gibi, tu h a f nöbet­
lerinden birini mi yaşıyor, yoksa yıldızlarda bir şey mi gördü diye
merak ederdim.
Tekrar onunla göz göze gelmektense, suyu inceledim. Bir kö­
pükler sürüsü suyun yüzeyini yardı, babamla Stanton'ı görmek için
boynumu uzattım. Ancak ikisi de çıkmadı.
"Haydi suya g ir d im /' dedi annem birdenbire. Ses tonu tekrar
yum uşam ıştı. Dalış tahtasına sıçradı ve tek bir hareketle, bir sa­
niye sonra suyun içindeydi. Babam her zaman annemin aslında bir
denizkızı olduğunu söylerdi. Babamın yön bulma gözlüğünü takıp
annemin suyun altındaki hareketlerini takip ettim ve Gezgin'in et­
rafında yaptığı zarif dönüşü seyrettim. Annemi yüzerken seyretmek,
bale izlemek gibiydi.
Annemin başı suyun yüzeyini yardığı anda, babamla Stanton'ın
başı da göründü. Babam narstiridyelerle dolu ağını dalış tahtasına
kaldırınca günün avını tekneye çektim. Suyun içinde, babam ve
ağabeyim maskelerini çıkardılar. Çevremde, her yerde, suyun y ü ­
zeyinin köpürdüğünü gördüm.
"Bu şey çok sıkı," diye yakındı Stanton, kollarını serbest bı­
rakm ak için takım ının üstünü çözerken. Islak maskesini tekneye
attığında çömeldim. Maske bir şlap sesiyle düştü. Tam gözlüklerimi
çıkarıp onlara katılacakken, siyah bir kütle denizin yüzeyini yardı.
Yılan bir buçuk metre boyundaydı, pullu derili ve kırm ızı göz­
lüydü. Ancak annem in derslerinden, yılanın esas gücünün zehirli
ısırığında olduğunu öğrenmiştim.
" Yanında bir çene var!" diye çığlık attım, deniz yılanını işaret
ederek. Çene ona doğru atılırken Stanton bir çığlık attı ve annemle
babam ağabeyime ulaşamadan, yılan dişlerini ağabeyimin omzuna
geçirdi.
Stanton acıyla haykırdı ve annem ona doğru daldı, gördüğüm
herkesten daha hızlı yüzüyordu. Bir elini Stanton'ın hasar almayan
koluna doladı ve onu babama doğru çekti. Ben sadece izledim, yardım
etmeyi düşünemeyecek kadar korkm uştum .
Gözlüğün özel merceklerinden, yılanın etrafımızda döndüğünü,
zehrinin yayılıp kurbanını hareketsiz hale getirmesini, dolayısıyla
avını yiyebilmeyi beklediğini gördüm. Parlak kırm ızı gözleri ka­
ranlığı, yani bu canlıların norm alde yaşadığı yeri delip geçerdi.
Çeneler Yarık'ta, yüzlerce metre derinlikte yaşardı. Bu kadar yüzeye
çıkacaklarını hiç düşünmezdim.
Babam Stanton'ı tekneye taşıdığı sırada, annem in parlak mavi
gözleri parladı, dudakları kıvrıldı. Onu hiç bu kadar öfkeli ve vahşi
görmemiştim.
Sonra suyun yüzeyinden kayboldu. "Anne!"
Çaresizlikle babama döndüm ancak Stanton'ın üstüne eğilmiş,
om zundaki yaradan zehri emiyordu. Annemi suyun içinde tekrar
buldum: Çeneyi tekneden uzaklaştırıyordu ancak yılan arayı kapa­
tıyordu. Saldıracaktı.
Hareket edemedim, çığlık bile atamadım. Yapabildiğim tek şey
izlemekti. Ellerim Gezgin'in kenarına kenetlenmişti ve bedenimin
kalbim in atışma daha ne kadar dayanabileceğinden emin değildim.
Sonra annem yüzm eyi bıraktı ve yılanla yüzleşmek için arkasını
döndü.
Elinde güm üş bir şey parladı. Babamın narstiridyeleri açmak
için kullandığı bıçağa benziyordu. Babam bıçağını suyun altında
her zaman yanında taşırdı, annem dalm adan önce bıçağı babamın
kem erinden çekmiş olmalıydı. Çene tüm üyle açılıp annemi ısırmak
için saldırdığında, annem elini kaldırıp yılanı ortadan ikiye böldü.
Nefesimi tuttum .
"Rho!" diye seslendi babam. "Annen nerede?"
"Annem... hayatta," dedim nefes almadan, "geri geliyor." Stanton ın
solgun, baygın bedenini görünce paniğim tekrar belirdi. "Yoksa o..."
"Zehri çıkardım ama onu bir şifacıya götürm em iz gerek," dedi
babam, Gezgin'i çalıştırıp annem e doğru yönlendirirken. Annem
kendini dalış tahtasından yukarı çekip yavaşça tekneye indi. O iner
inmez de babam son hızla ilerlemeye başladı.
Annem Stanton'ın yanına oturup elini ağabeyimin alnına koydu.
Babama çeneyi nasıl ortadan ikiye böldüğünü anlatm asını bekledim
ama o sadece sessizce oturdu. Ne kadar cesur olduğuna inanam ıyor-
dum. Bizi kurtarm ıştı.
"Helios adına, bir çene bu kadar sığ bir yerde ne yapıyordu?"
diye söylenerek derin bir düşünceye daldı babam. Gözleri cam
gibiydi, dalgındı ve hâlâ derin derin nefes alıyordu. Ondan sonra
konuşmadı, o sessiz havasına geri döndü. Narstiridyeleri istiridye
odalarına ayırırken anneme yardım ettim, işimiz bitince Stanton'ın
yanına oturduk.
"Anne, ü zgünüm /7 diye mırıldandım, gözyaşlarım ben durdur­
maya kalm adan düşerken, "Ne yapacağımı bilemedim..."
"Sorun değil, Rho," dedi annem, ellerini inci kolyeye uzatıp
Yengeç işaretini göğsümün tam ortasına getirirken. "Hâlâ çok kü­
çüksün, hayat sana elbette korkutucu görünecek." Sonra bana baktı,
içime baktı ve kurşun geçirmez gözleri, sarsılmaz bakışı dışındaki
her şey bulanık hale geldi.
"Korkularına tu tu n," diye fısıldadı. "Onlar gerçek."
1

On iki holografik sembol Akademi nin koridorunda akıp gidiyor,


insanların içinden rengârenk hayaletler gibi süzülüp geçiyorlardı.
İşaretler Zodyak Güneş Sistemi'nin hanelerini temsil ediyordu. Birlik
fikrini yaygınlaştırm ak için geçit töreni yapıyorlardı. Ancak herkes
bu geceki Ay Dörtlenmesi koşuşturm asıyla öyle meşguldü ki kimse
dönüp sembollere bakmıyordu.
"Bu gece için hazır mısın?" diye sordu en iyi arkadaşım Nishiko.
Yay'dan gelen bir değişim öğrencisiydi. Elini dolabına doğru salladı
ve kapak açılıverdi.
"Evet... Hazır olmadığım şey bu sınav," dedim okulu dolaşan
işaretleri izlemeye devam ederek. Yardımcılar kutlam aya davetli
değildi, biz de kam pusta kendi partim izi düzenliyorduk. Nishi'nin
muhteşem fikriyle yemek salonu personeline rüşvet verip öğle yemeği
müzik listesine kendi şarkımızı ekletm iştik ve gecede çalacak grup
oylamasında bizim grubum uz seçilmişti.
Nishi'nin dolabının kapağını birden kapadığı sırada, bagetlerimin
orada olup olmadığını kontrol etmek için parm aklarım ı m ontumun
cebine daldırdım . "Sınava neden tekrar girmeni istediklerini söy­
lediler mi?"
"M uhtem elen aynı nedenden. İşlem leri gösterm eden sonuç
yazıyorum ."
"'Bilemiyorum../' Nishi Yaylıların o eşsiz 'her şeyi merak ediyo­
rum ' ifadesiyle alnını kırıştırdı. "Yıldızlarda geçen sefer gördüklerin
hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyor olabilirler."
Başımı salladım. "Gördüm çünkü tahminlerimi yaparken astralatör
kullanm ıyorum . Sezgilerin yıldız geçirmez olmadığını herkes bilir."
"Farklı bir yöntem inin olması yanıldığını gösterm ez. Bence
kehanetinle alakalı daha çok şey duym ak istiyorlar." Kehanetim
hakkında konuşmam için bekledi ve konuşmadığımı görünce daha
da bastırdı. "Siyah demiştin, değil mi? Ve... kıvranan bir şey?"
"Yani... Öyle sayılır/' diye m ırıldandım. Nishi o görüyü tartış­
mayı sevmediğimi biliyordu ancak bir Yaylıya merakını bastırmasını
söylemek, bir Yengeçliye yardım a ihtiyacı olan bir dostunu terk
etmesini söylemek gibiydi. Doğamıza aykırıydı.
"O görüyü sınavdan beri bir daha gördün mü?" diye sordu.
Bu kez yanıtlamadım. Semboller köşeyi döndü. Kaybolmalarından
önce sadece Balık'ın sembolünü göz ucuyla görebildim.
"Gitmeliyim," dedim sonunda. Nishi'ye kızgın olmadığımı an­
laması için zoraki gülümsedim. "Sahnede görüşürüz."

♦ ♦ ♦

Salonlar hâlâ huzu rsuz Yardımcılarla dolup taşıyordu, Öğretmen


Tidus'ın boş sınıfına girdiğimi kimse fark etmedi. Işıkları açmadım,
karanlık boşlukta bana yol göstermeleri için içgüdülerime güvendim.
Öğretmen kürsüsüne ulaştığımda, parm aklarım soğuk metali
bulana kadar ellerimi yüzeyinde gezdirdim. Yapmamam gerektiğini
bildiğim halde efemerisi açtım.
Yıldızlar karanlığı delip geçti.
Odanın tam ortasında süzülen, göz kırpan sayısız ışık noktası,
bir düzine takım yıldızı, Zodyak'ın Haneleri'ni oluşturdular. Renkli
ışıktan daha büyük yuvarlaklar, gezegenlerimiz ve aylarımız yıldız­
ların etrafında uçuşuyordu. Hepsinin ortasında, cayır cayır yanan
bir ateş topu, Helios parlıyordu.
Cebimden bir çubuk çıkarıp çevirmeye başladım. Parıldayan
evrenin tüm ışıkları arasında, çalkalanan mavilik kütlesini, Yengeç
şekilli takım yıldızın en parlak noktasını buldum... evimi özlemiştim.
Mavi Gezegen.
Yengeç.
Uzandım ancak elim hologramın içinden geçiverdi. Daha küçük
dört gri küre gezegenimin yanında peş peşe duruyorlardı. Birleş-
tirilseler, düz bir çizgi oluştururlardı. Çünkü Ay Dörtlenmesi, bu
binyılda dört uydularım ızın hizalanacağı tek zamandı.
Okulumuz Yengeç'in en yakın ve en büyük uydusu Elara'daydı.
Bu gri kayayı, galaksimizdeki her hanede eğitim kampusları olan
saygın Zodai Üniversitesiyle paylaşıyorduk.
Okulun efemerisini bir öğretm enin refakati olmadan çalıştırma­
mız yasaktı. Ana gezegenime, birbirine karışan mavi tonlarından
oluşan o fırıl fırıl küreye son bir kaçamak bakış attım ve babamı
havadar kır evimizde, Yengeç Denizi'nin kıyısında narstiridyeleriyle
ilgilenirken hayal ettim. Tuzlu suyun kokusu beni içine çekerken
Helios'un sıcaklığı tenimi ısıttı, sanki gerçekten oradaydım...
Efemeris titredi, en küçük ve en uzak uydumuz birden kayboldu.
Thebe'nin gri ışığının az önce söndüğü siyah noktaya odaklan­
dım. Diğer uydular da birer birer karardı.
Diğer takım yıldızları incelemeye döndüm ve tam o anda tüm
galaksi, kör eden bir ışık patlaması içinde kaybolup gitti.
Oda bütünüyle karanlığa gömüldü, sonra etrafımda, her yerde
görüntüler belirmeye başladı. Duvarlarda, tavanda, sıralarda... Tüm
yüzeyler rengârenk hologramlarla kaplandı. Bazılarını derslerimden
tanıyabiliyordum ancak o kadar fazla sözcük, görüntü, denklem,
şema ve tablo vardı ki hepsini algılamam m üm kün değildi.
"Yardımcı Rho!"
Oda ışıkla doldu. Hologramlar yok oldu ve mekân tekrar sıra­
dan bir sınıf haline geldi. Efemeris öğretm en kürsüsünde masum
masum oturuyordu.
Öğretm en Tidus efem erisin tepesine dikildi. K adının yaşlı,
tombul yüzünde her zaman halinden memnun bir ifade olduğundan
ne zam an ü züldüğünü kestirebilm ek zordu. "Dışarıda beklemen
söylenmişti. Bu sana daha önce de hatırlatıldı: Yardımcıların okul
efemerisini yanlarında öğretm en olm adan kullanm aları yasaktır.
Deneyinde bagetin ne işi var, hayal bile edemiyorum."
"Üzgünüm, efendim." Çubuk elimin içinden sessizce geçip ce­
bimdeki ikizine katıldı.
Kadının arkasında odanın beyaz duvarlarını, beyaz tavanını ve
beyaz zeminini bozan tek şey; mavi mürekkeple, büyük harflerle
yazılmış, malum Zodai sloganı: Sadece Dokunabildiğine Güven.
Dekan Lyll içeri daldı. Sınavımda Akademi başkanını görünce
şaşırmıştım. Omuzlarımı dik tutmaya çalıştım. Sınava tekrar girmek
zorunda bırakılan tek öğrenci olmam yeterince kötüydü. Bunu sıkı
gözetim altında yapm anın katlanılm az bir şey olacağı kesindi.
"Yardımcı, biz devam etmeye hazır olana dek bir yere otur."
Dekan uzun ve zayıf biriydi ve Öğretmen Tidus'ın aksine suratsızın
tekiydi. Nishi nin, öğretm enlerim in görülerim hakkında daha fazla
şey duym ak istemeleriyle alakalı teorisi de buraya kadardı işte.
Sandalyeye otururken, keşke bir pencere olsaydı, diye düşündüm.
Hanemizin Savunucusu Origene Ana, Danışmanlar Konseyi ve Zodai
Kraliyet M uhafızlarıyla birlikte bir saat kadar önce iniş yapmıştı.
Onları bir kez görmeyi çok isterdim.
Arkadaşlarım ve ben o yıl m ezun olacaktık, yani Akademi,
transkriptlerim izi değerlendirme için Zodai Üniversitesi ne çoktan
göndermişti. Sadece sınıfımızdaki en iyi Yardımcılar kabul edilecekti.
Üniversitenin en iyi derece yapan mezunları galaksimizin asayiş
sorum luları olan Zodai T eşkilatına davet edilirdi. En iyilerin en
iyileri S av unucunun Kraliyet M uhafızlarına alınırdı, zaten bu da
en büyük onurdu.
Daha küçükken, bir gün Kraliyet M uhafızlarında olmayı hayal
ederdim. Sonra bunun benim hayalim olmadığını fark ettim.
''Bu geceki kutlamaya bizim ayımız ev sahibi olacağından/' dedi
dekan, "bunu çabuk yapmamız gerekecek."
"Evet, efendim." Ellerim çubukları tekrar tutm ak için sabırsızla­
nıyordu. Dekan efemerisi çalıştırırken odanın ortasına doğru ilerledim.
"Ay Dörtlenmesi'yle alakalı genel bir okuma yap lütfen."
Oda bir kez daha karanlığa gömüldü ve on iki takım yıldız ışık­
lar içinde belirdi. Tüm Zodyak tam am lanana dek bekledim, sonra
yıldızları okumada ilk adım olan, Merkezime erişmeye çalıştım.
Efemeris uzayı gerçek zamanlı olarak yansıtan bir araçtır. Ancak
Merkezlendiğimizde, fiziksel alem tarafından sınırlandırm adığım ız
Psiko-Şebekeye, yani Kolektif Bilinç e erişmek için de kullanılabilir.
Burada yıldızlara yazılan kaderler okunabilir.
Merkezlenmek, gözlerim şaşı olana dek görüşüm ü serbest bı­
rakmam anlam ına geliyordu; bir stenografa bakar gibi. Bu da bana
m üm kün olan en büyük iç huzuru getiren bir şeye sebep olurdu.
Çok küçükken, annem bana ilk Zodailerin kendi Merkezlerine
ulaşmak için kullandıkları kadim sanatı öğretmişti. Çoktan unutul­
muş m edeniyetlerin mirası olan bu sanata Yarrot deniyordu. Yarrot,
Zodyak'ın on iki takım yıldızını taklit etm ek için tasarlanm ış bir
duruşlar serisiydi. Hareketler kişinin aklını ve bedenini yıldızlarla
hizalardı ve söylendiğine göre ne kadar alıştırma yapılırsa, Merkez­
lenmek o kadar kolay hale gelirdi. Ancak annem gittiğinde, yapmayı
bırakm ıştım .
Yengeç'in yanında süzülen dört gri küreye baktım ancak gö­
rüşüm ü bir türlü serbest bırakamadım. Thebe'nin bir daha kaybo­
lacağından çok endişeliydim. Ağabeyim Stanton orada çalışıyordu.
Biz Yengeçliler, korumacı doğamız ve güçlü ailevi değerlerimizle
tanınırız. Sevdiklerimizi kendimizden çok önemsediğimiz düşünülür.
Ancak birbiri ardına annem, ağabeyim ve ben babamı terk etmiştik.
Evimizi terk etm iştik.
"Dört dakika."
Cebimden bagetimi çıkardım ve hareket beni rahatlatana dek,
parm ak uçlarımda çevirdim. Sonra, kafam ın içinde en son bestemi
çalmaya başladım, ritim her vuruşta daha gürültülü hale geldi. So­
nunda başka hiçbir şey duyamaz oldum.
Sonsuza dek sürm üş gibi gelen birkaç dakika sonra, zihnim
aydınlanmaya, Helios a doğru yükselmeye başladı. Yengeç takım yıl­
dızının ışıkları birbirine karıştı, gökyiizündeki yerlerini ayarladılar.
Dört ayımız; Elara, Orion, Galene ve Thebe gelecekteki yerlerine,
birkaç saat içerisinde Ay Dörtlenmesi'nde varacakları yerlere doğru
ilerlediler.
Öğretmenlerim hareketi göremiyorlardı çünkü bu sadece Psi­
ko-Şebeke'de gerçekleşiyordu, yani her şey zihnim e hapsolm uş
durum daydı. Merkezlenen bir Zodai nin neyi veya ne kadarını gör­
düğünü ustalık seviyesi ve kabiliyet belirlerdi, yani geleceğe dair
görüler her birimiz için farklıydı.
H olografik h arita d ak i y ıld ız la r yeniden konum landığında,
gidiş izleri uzayda çabuk kaybolan belli belirsiz kavisler çiziyordu.
Astralatör kullanarak bu hareketleri ölçüp sayıları denklemlere yer-
leştirebiliyorduk ancak eğer x 'i çözmeye çalışmaya başlasaydım, Ay
Dörtlenmesi ben tahm inim i bitiremeden sona ererdi. Ayrıca, Dekan
Lyll'in söylediği gibi, acelemiz vardı...
M üm kün olduğunca odaklandım ve az sonra uzaklardan bana
ulaşan, kulaklarım da zayıfça yankılanan bir ritim yakaladım. Davul
sesini veya nabız atışını andırıyordu. Vuruşları yavaş ve uğursuzdu...
sanki bir şey bize doğru geliyordu.
Sonra görü belirdi, bir haftadır gördüğüm görüntünün aynısı.
Uzayın karanlığında güçlükle fark edilebilen, için için yanan siyah
bir kütle, on ikinci hane olan Balık'ın arkasından atmosferi zorlu­
yordu. Etkisi Yengeç takım yıldızım ızı çarpıtıyor gibi görünüyordu.
A stralatör kullanm adan zihnim in bu kadar derinlerine inmem­
deki problem, hangi uyarıların yıldızlardan geldiğini, hangilerini
zihnim in yarattığını ayırt etm enin m üm kün olmamasıydı.
Thebe yine kayboldu.
"Kötü bir kehanet," diye ağzımdan kaçırıverdim . "Yıldızlarda
tehlikeli bir zıtlaşma var."
Efemeris kapandı, ışıklar açıldı. Dekan Lyll kaşlarını çatmış
bana bakıyordu. "Saçmalık. Çalışmanı göster."
"Ben... astralatörüm ü unuttum ."
"Aritmetiğini bile yapmamışsın!" Öğretmen Tidus a döndü. "Bu
bir şaka mı?"
Öğretmen Tidus bana odanın öbür ucundan seslendi. "Rho,
hep beraber şu anda burada olmamız bile sana bu sınavın ne kadar
önemli olduğunu anlatmalı. En önemli uzun vadeli planlamalarımız
kesin yıldız okum alarına bağlı. Nasıl yatırım yapacağız, nereye bina
yapacağız, çiftliklerimizde ne yetişecek... Bugünü daha çok ciddiye
almanı beklerdim."
"Üzgünüm," dedim. Utanç bedenimde çene zehri kadar hızlı
yayıldı.
"Aykırı yöntemlerin seni başarısızlığa uğratıyor. Şimdi arkadaş­
larının yaptığı gibi matematiği de kullanm anı bekliyorum."
Ayak parmaklarım bile kızarmış olmalıydı. "Gidip astralatörümü
alabilir miyim?"
Dekan Lyll, cevap vermeksizin kapıyı açıp koridora seslendi, "Bu
hazırlıksız Yardımcıya ödünç verecek bir astralatörü olan var mı?"
Eşit, ölçülü adımlar yaklaştı ve bir adam odaya girdi, elleri küçük
bir şeye kenetlenmişti. Şaşkınlıktan soluğumun kesilmesini bastırdım.
"K utupyıldızı M athias Thais!" diye patlayıverdi Dekan Lyll,
geleneksel selam laşm am ız olan y u m ru k d o k u n u şu için uzandı.
"Kutlama için sizi tekrar uydum uzda görmek harika."
Adam başını salladı ama konuşmadı. Hâlâ çok çekingendi. Onu
ilk görüşüm neredeyse beş yıl önceydi, o zam anlar hâlâ Zodai Üni­
versitesinde öğrenciydi. Ben on iki yaşındaydım ve A kadem iye yeni
başlamıştım. O gecelerde Yengeç Denizi nin dalgalarının şarkısını öyle
özlüyordum ki birkaç saatten fazla uyuyamıyordum, ben de zamanın
geri kalanını üniversiteyle paylaştığımız bu şehir büyüklüğündeki
kapalı yerleşkeyi keşfederek geçiriyordum.
S olaryum u2 bu şekilde keşfetm iştim . Yerleşkenin sonunda,
üniversite tarafında, camlı tavanı kavisli cam duvarlar tarafından
oluşturulan geniş bir odaydı. İçeri girip Helios'un görüş alanım a
girdiğini hayret içinde izlediğimi hatırladım. Gözlerimi kapayıp de­
vasa turuncu-kırm ızı huzmelerin tenimi ısıtmasına izin vermiştim,
arkamda bir gürültü duyana dek.
Savunucumuzun, ay taşından yapılmış şık bir heykelinin gölge­
sinde bir adam duruyordu. Yaptığı derin meditasyon nedeniyle gözleri
kapalıydı ve meditasyon duruşunu görür görmez onu tanım ıştım .
Yarrot çalışıyordu.
Ertesi gün okum ak için bir kitapla geldiğimde yine oradaydı.
Sonra, bu bir ritüel haline gelmişti. Bazen yalnız olurduk, bazen
başkaları olurdu. Hiç konuşm adık ancak yanında olmakla alakalı
bir şeyler, belki de sadece Yarrot un yakınında olmakla alakalı bir
şey, beni sakinleştiriyor ve evimden bu kadar uzak olmayı kolay­
laştırıyordu.
"Bu harika bir astralatör," dedi dekan, Kutupyıldızı nin uzattığı
astralatöre bakarken. "Onu Yardımcı Rho ya verin." Yutkundum ,
sertçe yutkundum , zira ilk kez bana bakacaktı.
Çivit rengi gözlerinde şaşkınlık belirdi. Beni tanıyordu. Sıcaklık
tenime yayılıyordu, sanki yine Helios'un ışığı altında güneş banyo-
sundaydım .
Kutupyıldızı yirm i iki yaşında olmalıydı. Büyüm üştü. İnce be­
deni daha iri bir yapıya sahipti. Dalgalı siyah saçları kısa kesilmişti
ve derli topluydu, tıpkı diğer Zodailer gibi. "Lütfen düşürm e," dedi
zarif bariton sesiyle. Sesi öyle hoştu ki kem iklerim titredi.
Sedefli astralatörünü bana verdi, ellerimiz birbirine değdi. Do­
k unuşu kolumu ü rpertti.
"Aile yadigârı," diye ekledi. Sesi öyle alçaktı ki onu yalnızca
ben duyabiliyordum .

2 Buradaki ku llanım ı tüm duvarJarı cam dan olan oda anlam ındadır, (ç.n .)
"Sınavı bittiğinde size geri verecek, tek parça halinde elbette."
Dekan Lyll bana bakmıyordu. "Sınavdan alacağı not astralatörün
size dönüşüne bağlı olacak."
Ben karşısında tek kelime bile edemeden, Kutupyıldızı dönüp
gitti. Harika. Şimdi dilsiz olduğumu düşünüyor olmalıydı.
"Bir daha," dedi dekan geveleyerek. Sabırsızlığı sesinden oku­
nuyordu.
Efemeris odayı ele geçirdi. Merkezlendiğimde ve aylar hizalan-
dığında silindirik aygıtı nazikçe sönen belli belirsiz yaylara doğru
tuttum . Yengeçliler muazzam hafızalara sahipti, benimkiyse bizim
standartlarımıza göre bile iyiydi, yani sayıları yazmama gerek yoktu.
Bu geceyle alakalı bir tahm in yapm ak için yeterli olacak şekilde,
ihtiyacım olan tüm ölçümleri alm am ı bekledikten sonra, Dekan
efemerisi kapadı.
Zamanlayıcı öttüğünde hâlâ hesaplamalar yapıyordum. Bitirdi­
ğimde, dekanın haklı olduğunu fark ettim. Yıldızlarda zıtlaşma yoktu.
"Hesaplamaların iyi görünüyor," dedi sertçe. "Yönergeleri ta­
kip edip doğru ekipm anları kullandığında ne kadar iyi olduğunu
görüyor musun?"
"Evet efendim," dedim bir şeylerin beni hâlâ rahatsız etmesine
rağmen. "Efendim, ya astralatörü kullanm am ız uzağı görmemize
engel oluyorsa? Ya bu kez kehaneti görmememin sebebi rahatsızlı­
ğın hâlâ uzayın daha uzak bir yerinde olması ve aylarımıza henüz
yaklaşmamış olmasıysa? Astralatör öyle büyük bir uzaklıkla sonuç
veremez, değil mi?"
Dekan iç geçirdi. "Bir saçmalık daha. Neyse. En azından geçtin."
Kafasını sallamaya devam ederek kapıyı sertçe açtı ve, "Öğretmen
Tidus, sizinle kutlam ada görüşürüz," dedi.
Yalnız kaldığımızda, öğretmenim bana gülümsedi. "Sana kaç
kez söylememiz lazım, Rho? Parlak teorilerinin ve hayali öykülerinin
astroloji biliminde yeri yok."
"Evet, efendim." Haklı olmasını um arak başımı eğdim.
"Yeteneğin var, Rho, niyetimiz cesaretini kırm ak değil." Ko­
nuşurken bana yaklaştı, şimdi yüz yüzeydik. "Davullarını düşün.
Kendi parçalarını yazabilmek için önce temel bilgilerde uzmanlaşmak
zorundaydın. Aynı ilke burada da geçerli. A ntrenm an efemerisinle
ve astralatörle her gün çalışırsan, eminim ki aritmetiğinde ve tek­
niğinde muazzam ilerleme kaydedeceksin."
Gözlerindeki şefkat, kendimi astralatör kullanım ında geliştir­
meye hiç çabalamadığım için utanmama sebep oldu. Günlük çalışma
konusundaki ısrarı bana annemi çok fazla hatırlattı ve o hatıraların
bir yerlerde kapalı kalmasını seviyordum.
A ncak Öğretm en Tidus'ı hayal kırıklığına uğratm ak, en az
bunları hatırlam ak kadar canımı yakıyordu.

♦ ♦ ♦

Üstüm ü değiştirm ek için yatakhane kapsülüm e koşturdum , Ku-


tupyıldızı'nı bulm ak ve astralatörünü vermek için şim dilik fazla
sıkıntılıydım . Onu, kutlam adan sonra aramam gerekecekti.
Kapıdaki kilit, dokunuşumla açıldı ve mavi Akademi üniformamı,
kendime erken bir doğum günü hediyesi olarak aldığım siyah ve
daracık, yepyeni uzay kıyafetimle değiştirdim. Nishiko beni görünce
aklını kaçıracaktı.
Çıkmadan Dalga ya, midye şeklindeki küçük, altın renkli aygıta
baktım. Yengeçliler bilgeliğin su gibi akışkan ve her saniye değişen
bir şey olduğuna inanırlar, dolayısıyla yanımızda bir Dalga taşırız. Bu
bilgiyi kaydetm enin, gözden geçirm enin ve göndermenin interaktif
bir yöntemidir. Aygıtı açtığım anda holografik veriler dışarıya fışkırdı
ve her yanım da akm aya başladı: haber başlıkları, arkadaşlardan
mesajlar, takvim im e gelen güncellemeler...
Daha önce, Öğretmen Tidus efemerisi kapadığında, odasındaki
hologramlara biraz bakmıştım. Ancak sadece birine, kaydedebilecek
kadar uzun bakmışım.
"Nereden geldik?" diye sordum.
Diğerlerinden çok daha büyük, geniş holografik şema havada
cisimleşti. Bu, Dünya adlı, çok uzaktaki ve zaman içinde kaybedilmiş
bir gezegenden yapılan kadim bir göçün temsiliydi.
Arkeologlar en erken atalarımızın oradan geldiğini düşünüyorlardı.
Çizim, atalarımızın Helios üzerinden buraya varışlarını anlatıyordu.
Fakat kimse buraya gerçekten bu şekilde vardıklarına inanmıyordu.
Dalga tarihim izde ilerlemeye devam ettikçe, on iki takım yüdızın
görüntüsü cisimleşti. Bu hologramın diğerinden tek farkı, Öğretmen
Tidus'ın hologramında on iki takım yıldız olmamasıydı.
On üç tane vardı.
2

"Rho!" N ishi'nin yü zü tüm verilerin içinden fırlayınca bir metre


kadar geriye sıçradım.
"Biliyorum, biliyorum. Geliyorum!" diye seslendim.
Ellerini beni boğm ak ister gibi uzattı. Öyle gerçek gibi gö­
rü n ü y o rd u ki eğilm ek üzereydim . A ncak holografik parm akları
boynum dan geçip gitti.
Zodyak'ın geleneksel dokunm a selamlaşması, hologramı gerçek
insandan ayırm ak zorlaştığında evrilm işti. Öğretm enlerim iz bize
her zaman hologram ların manipüle edilebileceğini ve sahtelerinin
yapılabileceğini, kim lik dolandırıcılığına kurban giden insanların
mallarını, hatta canlarını kaybettiklerini hatırlatırlardı. Ancak bu
artık öyle nadir görülen bir suçtu ki Sadece Dokunabildiğine Güven
sloganı gerçek bir uyarı olmaktan çıkıp bir batıl inanca dönüşmüştü.
Dalga'yı eldivenime soktuktan enstrüm an çantamı alıp başlı­
ğımı taktığım sırada hologramlar kayboldu. Akademiden ayrılırken,
yüzüm sıfırın altındaki bir sıcaklıkta, kristal kubbeli bir sahnenin
etrafında toplanan kalabalığın olduğu kirli gri açıklığa dönüktü.
Kristal kapkaraydı, içeriyi şim dilik kimse göremiyordu.
Gökyüzüne baktım, diğer üç uydum uz bir çizgi halinde sıralan­
mış, yol gösterici bir ışık kadar parlaklardı. Efemeriste gördüklerim
aklım dan çıkmıyordu. Bir an Thebe'nin ışığı titreşti. Silkelenip zih­
nimi berraklaştırdım ve kubbeye doğru yola çıktım.
Uydumuzun zayıf yer çekimiyle; uzun, uçar gibi sıçramalarla
ilerledim. Etrafımdaki kalabalık bir şekiller ve renkler deniziydi,
her yer bir uzay kıyafeti defilesi gibiydi. Değerli taşlarla süslenmiş
tasarımcı kıyafetleri, havaya hologram atm ak gibi şeyler yapan ge­
reksiz özelliklere sahip kıyafetler, karanlıkta parlayan fonksiyonel
kıyafetler ve bir sürü başka şey vardı.
Yerleşkeden uzaklaştıkça karanlık daha da kalınlaşıyor, siyah­
lığı sadece karanlıkta parlayan kum aşın veya holografik başlıkların
ışıltısıyla bölünüyordu. Gözlerimi önümdeki, yarısı gömülü bir elmas
kadar göz kamaştırıcı kristal kubbeye çevirdim. Küçük yan kapıya
ulaştığımda, Dalga'dan Nishi ye beni içeri almasını söyledim.
"Helios adına, onun içinde nefes alabiliyor musun sen?" Hava
kilidinde dönüp içeri girdiğim anda, Nishi kıyafetime bakm ak için
beni bir kol uzaklığında tuttu. "Bedeninin saklandığı yerden çıkıp
biraz canlanm asının zamanı gelmişti."
Başlığımı çıkarıp başımı sallayarak sarı buklelerimi döktüm .
Deke kubbenin öbür tarafından beğeniyle ıslık çaldı. "Zodyak'ın
erkeklerine neler kaçırdığımızı göster, Rho."
Daha şimdiden başlığımı çıkardığıma pişman oldum ve kızardım.
"Ben de erkeklerle randevulaşıyorum ."
Nishi güldü. "Randevudan kastın tıkınırken bir erkeğin yanında
durm aya on beş dakikadan fazla dayanam ayıp Dalga'dan bize gelip
seni kurtarm am ız için yazmaksa..."
"Evet, randevu dediğim o."
"Anladık, Rho. Kimse senin için yeteri kadar iyi değil."
Ağzım öfkeyle yarı açık halde Deke'e bakakaldım ancak o ba­
kışlarım ı görmezden gelip Nishi'ye döndü, elinde uzattığı bir şey
vardı. "Aldım."
"Haydi oradan!" Nishi sıçradı ve Deke'in elinde tuttuğu, köpüren
siyah tonikle dolu, parm ak büyüklüğündeki dört şişeyi incelemeye
başladı. "Nasıl?"
Abyssthe'yi hemen tanıdım. Bu Zodailerin efemeristeki perfor­
m anslarını artırm ak için kullandıkları bir içkiydi.
M erkezlenm ek aşırı odaklanm a ve tonlarca zihinsel enerji
gerektirirdi çünkü kişinin benliğinin en derinine ulaşması ve onu
yıldızlara bağlayan şeyi, ruhunu dinlemesi gerekirdi. Abyssthe bu
hissi uzatırdı, böylece Zodai'ler efemeriste daha uzun bir okuma
yapabilirdi.
Üçümüz bunu daha önce bir kere, Öğretmen Tidus'ın M akro
Okumalar dersi için, onun gözetiminde içmiştik. Abyssthe'nin satışı
sıkı düzenlemelerle yapılırdı, yani edinmesi oldukça zordu. Ukala
bir gülümseme Deke'in yüz hatlarına sindi. "Nish, gerçek bir Zodai
sırlarını asla açıklamaz."
"Kesin üniversitenin laboratuvarından çaldın," dedi Nishi bir
şişeyi tutup çekerken. Abyssthe Yay Hanesinde üretilirdi. Nishi bana
efemeris ortam ının dışında alındığında toniğin ruh halini değiştirme
etkisi olduğunu, içen kişinin kendini kaygısız ve daha az çekingen
hissetmesine sebep olduğunu söylemişti.
Deke, Kai ile bana diğer iki şişeyi verdi. A byssthe'yi derste
içtiğimde nasıl hissettiğim den emin değildim. Beynin ve bedenin
çınlaması güzeldi ancak kafa karışıklığı etkisi o kadar uzun sür­
m üştü ki hiç geçmeyeceğinden korkmaya başlamıştım. Abyssthe'yi
Yengeç'te sadece on yedi yaşındakilere ve üstündekilere satarlardı.
Ben de sadece birkaç haftaya on yedi yaşımı dolduracaktım.
"Bu kez nasıl hissedeceğim?" diye sordum Nishi'ye. Aramızda
Abyssthe'yi eğlencesine içen tek kişi oydu. Yaylılar yaş sınırlam a­
larına inanm azdı.
"Efemeris senmişsin gibi," dedi çoktan açtığı şişesini koklarken.
M eyankökü kokusunu alıyordum. "Zihninin genişlediğini, uzayın
efemeristen kabararak çıktığı gibi, sonsuzluğa doğru açıldığını his­
sediyorsun. Her şey hafifliyor ve rüyada gibi oluyorsun, Merkez-
lendiğindeki gibi. Sanki ağırlıksızm ışsın gibi, adeta yükseliyorsun."
"Bu ayın üstünde de aşağı y ukarı böyle hissediyoruz," diye
belirtti Deke.
Nishi gözlerini devirdi. Çoğu insan kendi gezegeninde eğitim
alırken, gezgin doğalı Yaylar bu konudaki en dağınık hanelerden
biriydi. Yaylılar sonu nereye giderse gitsin, bir bilgelik yolunu takip
eden ve tüm yol boyunca eğlenen, doğruyu arayan insanlardı.
"Etkisi ne kadar sürecek?" diye sordum, şişeyi çalkalarken.
Abyssthe sanki yarı sıvı yarı havaymış gibi köpürüp yükseliyordu.
Zodai Üniversitesi'ndeki öğrencilerin en çok okulu bıraktığı
nokta, efemeristeki Galaktik Okumalar dersine gelindiği ve öğrenci­
lerin bir ay boyunca neredeyse her gün Abyssthe almaları gerektiği
noktaydı. Abyssthe yle daha önce deneyimler yaşayan öğrencilerin
daha dayanıklı olduğunu ve m ezun olma şanslarının daha fazla
olduğunu okum uştum.
"İlk setimizin sonuna dek geçer," diyerek beni rahatlattı Nishi.
"Ve hayır, davul çalmana etki etmeyecek," diye ekledi, bir sonraki
sorumu tahm in ederek. "Sen yine sen olacaksın, sadece daha rahat­
lamış bir sen."
Nishi ve Deke kendi şişelerini bir dikişte bitirdiler ama ben
tereddüt içindeydim. Kai'nin bakışıyla karşılaştım . Gruba katılalı
sadece iki ay olmuştu. Bizden bir yaş küçük olduğu için Abyssthe yi
daha önce hiç denememişti ve gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı.
Dikkati ondan uzaklaştırmak ve korkusunu atlatmasını sağlamak
isteğiyle göz kırpıp kendi şişemi içtim. Kai de kaygılı bir gülüm se­
meyle başıyla salladı ve kendi şişesini içti.
Dördümüz birbirimize bakmaya başladık. O kadar uzun süre
hiçbir şey olmadı ki gülmeye başladık. "Biri seni fena kandırm ış,"
dedi Nishi kahkahalarla gülüp parmağıyla Deke'i işaret ederken.
Sonra, teker teker sessizleştik.
Abyssthe bedenimde, kemiklerimde hissedebildiğim bir çınla­
mayla etkisini göstermeye başladı. Kristal kubbenin ayın yüzeyinden
kopup uzayda sürüklenm eye başladığından şüpheleniyordum. Nishi
haklıydı: Sanki M erkezlenm işim gibi, bilincim karıncalanıyordu
ama içinde yüzdüğüm evren aslında zihnim di. Başım öyle hassastı
ki sanki düşünceler gıdıklıyordu.
Gülmeye başladım.
"Geri sayım: beş dakika!" diye patladı bir ses. Bu Deke'in kapsül
arkadaşı, stüdyosundan seslerimizi ayarlayan Xander'dı.
Hep beraber hareketlendik, davul setimi açtım. Abyssthe fiziksel
alemdeki her şeye odaklanmamı güçleştiriyordu. Dört ince metal çu­
buğu davul matındaki deliklere yerleştirmek için çok deneme yapmam
gerekti. Davul matı ayağımın altında duran, ortasında pelüş, şarap
rengi bir sandalye ve sandalyenin çevresine hilal şeklinde dağılmış
delikler olan şişme bir yataktı.
Tüm parçalar yerine geldiğinde oturdum , mat ışıklandı ve y u ­
varlak metal plakalar yerleştirdiğim çubukların uçlarından açıldı.
Uzun sapları olan nilüfer yapraklarına benziyordu.
"Nilüfer y a p ra k la rı/' dedim y ü ksek sesle ve gülerek. Metal
bana organik hayatı hatırlatabiliyorsa, evimi zannettiğim den daha
çok özlemiş olmalıydım.
"Rho delirdi!" diye bağırdı Nishi, gülme kriziyle yere devrilirken.
İthal levlan kıyafetine zarar verme riskini alabiliyorsa, Nishi de
delirmiş olmalıydı. Ancak ağzımdan çıkan kelimeler: "Hayır, deli
değilim!" Nishi nin üstüne atladım, birbirimizi gıdıklamaya çalışarak
güreşmeye başladık.
"Evet, öylesin!" diye seslendi Deke. İki ayağını da başlığına
sokmuş, kubbenin içinde zıplayıp duruyordu. Her düşüşünde bu
egzersizin "mükemmel bir antrenm an" olduğunu haykırıyordu.
"Delirmiş olamaz!" diye yum urtladı, grupta geçirdiği tüm süre
boyunca birkaç cümleden fazla konuşmamış olan Kai.
Nishi'yle ayrılıp Kai ye baktık. Deke bile zıplamayı kesti. Sonra
Kai haykırdı: "Eğer dokunam ıyorsan, delilik gerçek değildir!"
Hep birlikte ulur gibi kahkaha attık ve Deke, Kai'yi kolunun
altına alıp saçlarını karıştırdı. "Yavrum benim! Adam konuşabiliyor!"
Kai, Deke'in kolundan kurtuldu, Deke de Xander'ın patlayan
sesi tekrar duyulana kadar Kai yi kovaladı: "Bir dakika!"
Çığlık atıp aceleyle enstrüm anlarım ıza atıldık.
Kendimi pelüş sandalyenin üstüne bıraktım ve ayaklarım ı pe­
dallı, metal ayak koyma yerlerine yerleştirdim . Üst üste iki metal
plakadan oluşan -nilü fer yaprakları—hi-hat, sol ayağımın ucundan
filizlendi. Ve en büyük plaka, bas davul, sağ ayağım ın ucunda,
pedallı tokmağın yanında yükseliverdi.
Sesin tam da istediğim gibi çıkm ası için her parçayı akort
ettim. Deke holografik gitarını göğsüne yerleştirirken, bagetlerimi
sabırsızlıkla ellerimde çevirmeye başladım. Renk değiştiren tellerin
üzerinde bir köpek yengeci dişinden ibaret olan şanslı penasını
gezdirdiğinde öfkeli bir ezgi çıktı. Hologram olmasına rağmen gitar,
Deke'in dokunuşuyla ses çıkarabilecek kadar hassas bir teknolojiyle
çalışıyordu. Kai nin bas gitarı da öyleydi.
"Ses kontrol!" diye seslendi Deke.
Bagetlerimi tüm parçalarda gezdirdim ve sonra ayağımın altın­
daki pedallara sertçe bastım. Bas davul kubbede tehditkâr bir sesle
yankılandı. Sonra ritme Nishi katıldı, sesi gırtlaktan ve duyguluydu.
Deke ve Kai de katılınca N ishi'nin şarkısının melodisi ağır ve kar­
maşık bestelerimizin üstünde dalgalanmaya başladı.
Sadece her şeyin yolunda olduğundan emin olmak için birkaç
parça çaldık. Sonra kristalin berraklaşm asını beklerken ölüm ses­
sizliğine göm üldük. Çalma heyecanı A byssthe'nin çınlam asından
daha güçlüydü ve bir süre sonra toniğin etkisini ve kendi huzursuz
beklentilerimi ayırt edememeye başladım.
Xander/ın sesi ağır havayı delip geçti: "Akademi Yardımcıları!
Büyük kutlam anın dışında bırakıldınız ancak yine de iyi bir partiyi
hak ediyorsunuz! Bu yüzden, bayağı zevklerinizi tatm in edecek o
inanılm az grubu sunuyorum : Boğulan Elmaslarl"
Siyahlık k alktı ve kristal pencere öyle berrak hale geldi ki
neredeyse görünm ezdi. Kubbenin ışıkları tüm gücüyle geceyi ay­
d ınlatıyordu. Dışarıda, m üm kün olduğunca yük seğe zıplam aya
çalışan yüzlerce Yardımcı havada sessizce yükseliyor ve düşüyordu.
Bazıları gökyüzüne, hepsi aynı kişiye yönlendirilmiş olan holografik
mesajlar yansıtıyordu.
Evlen benimle Yaylı siren!
Okun beni deldi geçti, Okçu!
Benim yolumdan yürü, Gerçeği Arayan!
Bir Yaylı olarak N ishi'de bizim Yengeçli buklelerim iz veya
parlak gözlerimizden yoktu. Siyah örgüleri düz, teni kremsi tarçın
renginde ve çekik gözleri kehribar rengindeydi. Egzotik güzelliğine
bir de şehvetle şarkı söyleyen bir ses ekleyince Akadem i'deki aşağı
yukarı tüm Yengeçli erkeklerin kalbini nasıl çaldığı ortaya çıkardı.
Yengeç'in galaksideki en geniş ten rengi çeşitliliğini barındırması
hanemin her zaman çok sevdiğim özelliğiydi. Evdeyken tenimde altın
renginde hoş bir bronzluğum vardı ancak Elara'da bu kadar uzun
kaldıktan sonra tenim solmuştu, peynir gibiydim. Yengeçlilerde ortak
olarak bulunan şey, her tonu barındıran ancak çoğunlukla güneşte
çok kaldığımız için rengi açılan kıvırcık saçlarımız ve Yengeç De-
nizi'ni yansıtan gözlerimizdir.
Yengeçlilerin irisleri benim ki gibi en yum uşak deniz yeşille­
rinden, tıpkı Kutupyıldızı M athias Thais'inkiler gibi en derin çivit
mavisine kadar çeşitlenirdi.
Nishi, âşıklarına tatlı tatlı gülümseyerek seksi kırmızı elbisesiyle,
levlanın bedenindeki her kıvrım la nasıl şekillendiğini göstermek
için yavaşça döndü. Elini sallayıp beni yanına çağırınca öfkeyle
başımı salladım.
Spot ışığından nefret ediyordum. Davulcu olarak gruba katılmayı
kabul etmemin tek sebebi en geride duracak olmam, enstrüm anım ın
beni gizleyecek olmasıydı. Bu Yengeçlilere has bir şeydi. Deke ve Kai
de önde ve merkezde olmak için delirmiyorlardı, ikisi de çaldıkları
sırada kubbenin iki ucuna doğru çıkıp gitmek ister gibi uzanıyorlardı.
Kalabalığın ötesinde, uzakta, bir y ü k gemisi yakıt almak için
uzay üssüm üze indi. Şimdi A kadem i/üniversite yerleşkesinin her
girişinde silahlı Zodailer nöbet tutuyordu ve insanlar savunucu­
m uzun konuşmasını dinlem ek için sıra sıra içeri girerken herkesin
k im lik lerin i kontrol ediyorlardı. N eredeyse beş senedir bu ayın
üzerinde olduğuma ve yakında sonsuza dek ayrılabilecek olmama
inanm ak zor geliyordu.
Üniversiteye kabul edilip edilmediğimizin belli olmasına bir ay
daha vardı. Bu, burada verdiğimiz son konser olabilirdi.
Abyssthe'nin etkisi bir an için hafifçe kuvvetlendi ve kendimi
sanki Merkezleniyormuşum gibi yavaşça başımın döndüğünü hissettim.
Tam o anda, Thebe'nin üzerinde oynaşan bir gölge gördüm.
Gözümü kırptığım da gitti.
"Pekâlâ, elmaslar, burayı gürültüye boğma zamanı geldi!" diye
bağırdı Nishi, kubbede artan ve izleyen tüm başlıkların içindeki
hoparlörlerde çalınan sesiyle.
Yeni bir sessiz tezahürat dalgası yayıldı, holografik mesajlar
titreşti, insanlar yerden daha yukarı yükseliyordu, sıkılı yum ruklar
havaya kaldırılıyordu, zamanı gelmişti. Nishi dönüp bana göz kırptı.
Bu girmem için verdiği işaretti.
Bagetlerimle dört vuruş saydım, sonra aynı anda bas pedalını
da bastırarak sertçe tram pet ve zillere giriştim ve...
Beni sandalyem den düşüren görünm ez bir enerji dalgasının
çarpmasıyla geri savruldum . Arkadaşlarım ın da taklalar attıklarını
duydum.
Bedenim yakıcı elektrik enerjisi çarpmasıyla, yerde kontrol edi­
lemez şekilde titriyordu. Titremem geçtiğinde güçlükle ayağa kalktım
'Keşke A byssthe'yi alm asaydım / diye düşündüm . Gözümün
önündeki her şey titriyordu ve güçbela ayakta duruyordum. Görüşüm
berraklaşmaya başladığı sırada, devasa bir ateş topunun, arkasında
yanan bir şerit bırakarak Yengeç takım yıldızını delip geçtiğini gör­
düğümde, sadece bir tele geçirilmiş inciler gibi parlayan üç ayımızın
görüntüsünü zihnim e kaydedebildim.
Çığlık atarken, nereye düşeceğini bildiğimi fark ettim.
3

Gözlerimi açtığımda, kubbe karanlıktı. Hatırladığım tek şey bir ateş


topuydu... sonra her şey beyaza kesmişti.
Ellerimi ileri uzatınca davul setim in zem in boyunca saçılan
parçalarına dokundum . "Nishi? Deke? Kai?" Kalkıp arkadaşlarım a
gitmek için döküntü yığınları arasında yolumu bulmaya çalıştım.
"Ben iyiyim ," dedi Nishi. Sırtı duvara dayalı, başı ellerinin
arasına gömülüydü. "Sadece... sersemledim."
"Hayat... tayım ," diyebildi Deke arkam dan bir yerlerden.
"Kutsal Helios," diye fısıldadım, kristal pencereden dışarıdaki
m anzarayı tararken. G örüntü dehşet vericiydi. Saniyeler önce zıp­
layıp tezahürat yapan Yardımcılar kalabalığı şimdi yerden yüksel­
miş, bilinçsizce süzülüyorlardı. Ya bayılm ışlardı ya da daha kötüsü
olmuştu. Bilemiyordum.
Metal, alçı ve diğer malzemelerden oluşan yığınlar havada dağı­
nık, cansız bedenlerin yanı sıra yüzer gibiydiler. Yıkıntılar tanıdık
görünüyordu.
Yerleşkenin oralarda neler olduğuna bakmaya çalıştım ancak
yapamadım. Pencere hızla buğulanıyordu. Tiz bir ses yükseldi ve
gözlerim kristalin kenarında aşağı doğru sinsice ilerleyen ince bir
çatlak yakaladı. Seyrettiğim esnada, çatlak bir örüm cek ağının
çizgileri gibi yayıldı ve kişnemeyi andıran o tiz ses yeni bir boyut
kazandığında, ne olacağını o anda anladım.
"KAÇIN!"
Başlığıma uzandım ve Nishi'ye kendi başlığını fırlattım. Deke
de başlığını aldı ama Kai nin hiç yanıt verm ediğini fark ederek
bakışlarım ı odada gezdirmeye başladım. Bedeni küçük bir yığın
halindeydi, hâlâ baygındı. Bir kolunu omzuma atarak Deke'in açık
tuttu ğ u kapıdan Kai'yle beraber çıktık.
Deke, tam da kristal pencerenin patladığı sırada, en sonuncumuz
olarak içeriden çıktı.
Nishi çığlık attı, Deke kapıyı itip tam zamanında kapadı. Kristal
zerreleri kapının diğer tarafına saplandı.
Ayın yüzeyine indiğimiz anda, düşük oksijen yüküm ü hafifletti.
Başlığımın iletişim sistemini açmaya çalıştım ancak çalışmıyordu.
Kubbe yerleşkeyi ve kam pusu görmemize engel olduğundan, Deke
ve Nishi'ye etrafından dolaşmamız gerektiği işaretini verdim.
Kalabalığa ulaştığımızda, m anzara öyle içler acısıydı ki sanki
gözlerim daha fazla görmek istemiyormuş gibi buğulandı. Ağladığımı
fark etmem için bir süre geçmesi gerekti.
Bedenler her yerdeydi. Yerden bir metre kadar yukarıda, huzur
içinde yan yana süzülüyorlardı. Hiçbiri uyanm am ıştı.
Kai'den daha büyük olmayan pembe bir uzay kıyafeti başımın
üstünden geçti, içindeki kişi daha yüksekte olduğuna göre daha hafif
olmalıydı. Kızın bacağını tutup kendime çektim. Yüzünün olması
gereken yerde, sadece buz vardı.
Termal kontrolleri durm uştu. Kız donarak ölmüştü.
Titreyerek beni çevreleyen uzay kıyafetlerine baktım.
Hepsi ölüydü.
İçimdeki her şey öyle soğudu ki bir an benim kıyafetim in de
çalışmayı bıraktığını sandım. Ciğerler dolusu hava çektim ama hâlâ
nefes alamıyordum. Çok fazla beden vardı... Yüzden fazla. İki...
Yapamadım.
Sayamıyordum. Bilmek istemiyordum.
Yengeçli çocukların bir nesli bir daha evlerine gidemeyecekti.
Ancak Deke ve Nishi yi etrafımda hareket ederken görünce yu­
karı baktım. İkisi de dönmüş, arkam ızdaki yerleşkede oluşan hasarı
tahm in etmeye çalışıyorlardı. Eldivenli elleri sanki başlarını yerinde
tutm ak için tek çözüm huymuşçasına başlıklarının kenarlarına ke­
netlenmişti. Midem dehşetle kasıldı. Arkamı dönüp bakarsam nasıl
bir felaketle karşılaşacağımı biliyordum.
Havadaki tüm yıkıntıların Elara'nın yüzeyinden gelmediğini
biliyordum.
Kâğıtlar, defterler ve çantalar vardı. Sandalyeler, sıralar ve ki­
taplar. Başka bedenler... Basınç kıyafeti giymeyen bedenler.
Uzaklarda belli belirsiz gölgeler hareket ediyordu.
Gözlerimi kısınca yerleşkenin uzak köşesinden uzaylim anına
doğru zıplayarak ilerleyen küçük bir insan grubu gördüm.
Arkaya bakmamaya karar verdim. Şimdi, dostlarımı ve kendimi
güvenli bir yere götürm em lazımdı. Bunu yapm ak için de acıları
arkamda bırakmalıydım. Acıyla arama bir duvar örmeliydim.
Eğer arkamı dönüp baksaydım, bu duvarı öremeyebilirdim.
Deke'i dirseğimle dürtüp uzaylimanına doğru gideceğimize dair
işaret verdim. Başlığının vizöründen görünen yüzü solgun ve ıslaktı.
Kai'yi om zum dan aldı. Nishi nin de dikkatini çektim ve birlikte,
diğer kurtulanları takip etmeye başladık.
U zaylim anının ışıkları kapalıydı ancak fırlatm a ram pasının
kenarına geldiğimizde, bir lazer meşaleyle bize yol gösteren birini
gördük. Deke in hâlâ baygın Kai yi taşıdığını görünce hangarın önünde
bulunan küçük maden gemisinin içine tırm anm am ızı işaret etti.
Kai yi yukarı çıkarırken Deke e yardım ettim ve hava kilidinden
içeri girdiğim iz anda, Kai yi güverteye yatırıp başlığını çıkardık.
Sonra kendi başlığımı çıkardım ve ciğerlerimi derin derin aldığım
nefeslerle doldurdum.
Elara nin m adenlerinden çıkarılan likit helyum u taşıyan küre
şekilli tu ru n cu tanklarla dolu bir kargo am barında yalnızdık. Ka­
ranlık duvarlar örüm cek ağı gibi buz tutm uş, nefeslerimiz buhar
çıkarıyordu. Diğer k urtulanlar daha geniş bir yolcu gemisi bulmak
için hangarın daha derinlerine gitmiş olmalılardı.
Bize rehberlik eden adam hava kilidinden içeri daldı ve Kai ye
koştu. Basınç kıyafeti Zodai Kraliyet M uhafızlarının armasını taşı­
yordu. Başlığını çıkardığında bir çift çivit mavisi gözle karşılaştım.
Kutupyıldızı Mathias Thais.
Nazikçe Kai nin nefesini dinledi, nabzına baktı ve göz kapakların­
dan birini kaldırdı. "Bayılmış. Biri bana şifa takım ını uzatabilir mi?"
Hava kilidi kapısının yanında asılı duran büyük, sarı çantayı
alıp Kutupyıldızı na uzattım . Gözleri benim kilerle buluştuğunda,
fazlasıyla uzun bir an için bakışlarını çevirmeyerek kendisine baka­
kalmamı sağladı, yıllar gibi gelen bir zaman önce Öğretmen Tidus'ın
odasında yaptığı gibi. Sadece, bu kez yüzündeki şaşkınlık tenimi
ısıtmadı. Bir daha hiç ısınabilecek miydim, emin değildim.
Şişeleri ve cepleri altüst etti, sonra bir çeşit cam ampulü Kai'nin
burnunun altında kırdı. Bu uyandırm a gazı olmalıydı, çünkü Kai
birden sıçrayarak kalktı ve bir yum ruk savurdu.
K utupyıldızı savuşturdu. "Sakin ol. Bilincini kaybettin ama
iyi olacaksın."
"Kutupyıldızı Thais," dedim, sesim sert çıkıyordu. "Neler oldu?"
Kaşları çatıldı ve beklenm edik bir şey söylemişim gibi gözlerini
kırpıştırdı. Belki de gerçekten dilsiz olduğumu düşünm üştü.
"Lütfen, bana Mathias de." Şimdi bile, sesi müzik gibiydi. "Ve
bence bunu tartışm ak için biraz daha beklememiz en iyisi," diye
ekledi, açıkça Kai'ye bakarak.
"M athias," dedim sesimde daha önce var olmayan bir zorlan­
mayla, " lütfen, bilmemiz lazım." Adını söylediğimde, yüzünün rengi
kıvılcımlanaıı bir kibrit gibi değişti. Alınıp alınmadığını düşündüm .
Belki de ilk adını söylememi sadece kibarlıktan istemişti. "Kutupyıl-
dızı Thais," dedim hızlıca, "Thebe'yle bir alakası var mı?"
"Mathias demen yeterli." Dönüp arkadaşlarıma baktı. Bakışlarını
takip ettim. Benim hissettiğim kadar um utsuz görünüyorlardı ancak
yine de K utupyıldızina bakışları bir o kadar inatçıydı.
Gözleri benimkilerle tekrar buluştuğunda, "Demin gördükleri­
mizden sonra her şeyden böyle habersiz bırakılmayı hak etm iyoruz/'
dedim.
Bu onu ikna etmiş gibiydi. "Thebe'de bir patlama oldu."
Başımı öyle hızlı çevirdim ki her şey döndü. Bir şekilde, bunu
ateş topunu gördüğüm an anlamıştım. Ateş topunun Thebe'ye va­
racağını biliyordum.
Stanton.
İçim deniz yılanları gibi bükülüp kasıldı ve Dalga yı sertçe açarak
ağabeyime ulaşmaya çalıştım. Ancak bağlantı yoktu. Haberlere ve
mesajlarıma bakmaya çalıştım ama hiçbir şeye ulaşamadım. Sanki
tüm ağ çevrimdışı olmuştu.
"Rho, ağabeyinin iyi olduğuna em inim ," dedi Nishi sırtım ı
sıvazlayarak. Nishi daha önce Stanton'la tanışan tek arkadaşımdı.
Ağabeyimin benim için ne kadar önemli olduğunu bilen tek kişiydi.
M athias soran gözlerle bana baktı ancak sormadı.
"Elara'daki insanlara ne oldu?" diye fısıldadım. Başını salladı,
cevap vereceğini düşünm üyordum .
"Çarpma, kıyafetlerindeki gücü kesti... dışarıdaki herkes do­
narak öldü." Devam etmeden önce titrek bir nefes aldı. "Thebe nin
parçaları atmosferimize girdi ve yerleşkeye çakıldı. Kaç kişinin...
kurtu ld uğ u n u söylemek güç."
Bir şey gemimizi salladı ve bir helyum tankına çarptım.
Deke kalkmama yardım etti. Geminin metal gövdesi gıcırdarken
ve tu ru n c u tan k lar birbirlerine çarparken, hep birlikte kaygıyla
etrafımıza bakındık. Titreşim ler güçlendi ve gemi bir uçtan diğer
uca sallanmaya başlayana dek artarak dev bir sarsıntı haline geldi.
"Patlamadan gelen şok dalgası!" diye seslendi M athias olanca
g ü rü ltü n ü n üstünden. "Bir şeylere tutunun!"
Nishi çığlık attı ancak Deke onu tuttu. Bir tırabzana tutunup
gözlerimi kapadım. Eğer bizde bile ay depremleri oluyorsa, Thebe'de
kim bilir neler oluyordu? Oradaki ay üssünde üç bine yakın insan
çalışıyordu.
Stanton bana sığınaklarının olduğunu söylemişti, şu anda bir
sığınakta olması için dualar ediyordum... Şu anda bir sığınakta olmak
zorundaydı... Lütfen.
Son bir sallantıyla, sarsıntılar geldikleri kadar ani şekilde sona
erdi. M athias'ın dudaklarını oynatışını, bizim göremediğimiz bi­
riyle sessizce konuşmasını izlemeye başladım. Sadece Zodailer böyle
iletişim kurarlardı. Görünm ez diyaloğu bittiğinde, "Thebe'ye bir
göktaşı çarpmış olabilir. Bu gemi şimdi yola çıkıyor. Eve, Yengeç e
gidiyoruz," dedi.
4

Yolculuk on saat sürecekti.


M athias bizi m ürettebatın yatakhanesine götürdü. O köprüdey­
ken, biz de k ü f kokulu, yağ lekeli ham aklara yatıp kemerlerimizi
bağladık. Yalnız kalıp kemerlerimizi bağladığımızda, arkadaşlarım ın
yüzüne bakamıyordum. Sanki onları görmek Elara'daki bedenleri
daha gerçek kılacaktı.
Her hanenin ölüme bakış açısı farklıdır. Biz Yengeçliler ölülerimizi
uzaya, sonraki yaşam ın kapısı olan Helios'a göndeririz. Sorunlarını
çözmüş ruhlarla ölenlerin huzur bulduğu ve sonsuza dek gittiği,
sorunlarını çözmemiş ruhlarınsa yıldızlarda, yeni bir takım yıldız
olarak yaşadığına inanırız.
Sorunlarını çözmemiş ruhların bir gün dönüp tekrar Yengeç'te
yaşayacağını um ut ederiz.
Pembe uzay kıyafeti içindeki kızı düşündüm . Onun ruhu nereye
gidecekti?
Stantona ve babama Dalga üzerinden ulaşmaya çalışarak bu dü­
şünceyi zihnimden uzaklaştırdım ancak hâlâ bağlantı yoktu. Babamın
olanları öğrenip öğrenmediğini merak ettim. Haberleri izlemezdi ve
kullandığı Dalga öyle eskiydi ki bazen holografik menülerin belirmesi
için iki kez açıp kapam ak zorunda kalırdı.
G-kuvveti Elara'dan kalkış yaparken bizi aşağı bastırdı. Geminin
motorları gürültüyle, gaddarca güm bürdüyordu ancak okyanusun
sona ermeyen nefesini şimdiden duyabiliyordum. Belki de Stanton
Thebe'de değildi. Belki de şimdi evde beni bekliyordu. Son konuş­
tuğum uzda, yakında babamı ziyaret edeceğini söylemişti.
M aden gem isinin gövdesi, biz hayatım ızın son beş senesini
geride bırakıp ayın yüzeyinden yukarı yükselirken ivmelendikçe
inleyip gıcırdıyordu.
"Sorun yok, Nish," dedi Deke, N ishi'nin elini sıkarak. Nishi
zayıf bir gülümsemeyle cevap verdi, gözleri şiş ve kırmızıydı.
Sonunda motorlar, Elara nin yerçekim inden kurtulduğum uzu
anlatır şekilde ayrıldı ve ani gelen sessizlikte, kulaklarım çınlamaya
başladı. Dalgayı kavrayarak kemerimi çözüp ağırlıksız şekilde ha­
m aktan yukarı süzüldüm. Diğerleri de aynısını yaptı.
"O rigene A n a n ın bizi neden uyarm adığını anlam ıyorum ,"
dedi Kai kendine geldikten sonraki ilk sözcüklerini sarf ederek.
Dalga yla ailesine ulaşmaya çalıştı ancak bağlantı yoktu. "Yıldızlar
işaret vermiş olmalılar."
"O kadar büyük bir göktaşını görmek için efemerise ihtiyacın
olup olmadığından bile şüpheliyim," dedi Deke, Dalga'da kayıtlı ki­
şilerine bakıp Yengeç'teki binlerine ulaşmaya çalışırken. "Herhangi
bir teleskop da görmüş olmalıydı."
Aynı şeyi merak ediyordum . S avunucunun iki temel görevi
vardı: Hanesini Galaktik Senato'da temsil etmek ve geleceği okuyarak
halkını korum ak. Peki ne olmuştu?
"Rho."
Nishi'nin fısıltısı öyle zayıftı ki bu gece hakkında gerçek gibi
gelen ilk şey buydu. "Sınavında gördüğün kehanet. Geleceğimi
eğlencesine okuduğunda gördüğün, şu hakkında konuşm adığın,"
hıçkırığını bastırdı. Küçük, ağırlıksız gözyaşları kehribar renkli
gözlerinden süzülüp havaya dağıldı. "Onlar gerçek olabilir mi?"
"H ayır," dedim çabucak. Yüz ifadesi güvensizlikle sertleşti.
Bu canımı daha çok yaktı çünkü Yengeçliler dalavere yapmazdı.
"Olam az/' diye ısrar ettim, ispatlarımı dökmeye başladım: "Siyah
kütleyi bugün gördüğümde, sınav tekrarımda, Dekan Lyll bile bunun
saçmalık olduğunu söyledi. Astralatör kullanm am ı istedi ve bu da
doğruladı ki..."
"Bugün de gördün/' dedi Nishi sanki bu itirafın ötesinde tek
kelime duym am ış gibi. "Bunu g ü n lerd ir görüyordun, bugün de
gördün ve şimdi bu... Rho, efemerise tekrar bak."
"Neden sizden biri bakmıyor? Siz astralatörle daha iyisiniz."
"Çünkü biz okum alarım ızda karanlık bir kütle görmedik."
"Geçemedim ve sınava ikinci kez girmek zorunda kaldım, Nishi,"
diye tartışm aya devam ettim, sesim yükseldi. "Okumam yanlıştı."
"Aha, gerçekten mi? Yani bu gece kötü hiçbir şey olmadı, öyle
mi?" Sesi kırıldı ve daha fazla gözyaşı, m inik elmaslar gibi havaya
salındı.
Dekee, Nishi'yle aynı fikirde olmamasını um arak baktım. So­
nuçta, okum alarım ı aptalca öyküler olarak nitelendirip reddeden ilk
kişi hep Deke olurdu.
Bizimle ilgilenmiyordu. Boş boş Dalgaya bakıyordu.
Kimseye ulaşamamıştı.
"Tamam," diye fısıldadım verdiğim nefesle. "Yapacağım."
Dalga'yı kurcalayarak efemeris kopyamı buldum. Bu sadece bir
alıştırm a versiyonuydu, yani Akademi nin kopyasındaki tüm o de­
taylar bunda yoktu ama yine de işe yarıyordu. Bunu bana on altıncı
yaş günüm için geçen sene Stanton vermişti. Emri fısıldadığımda
yıldız haritası bir balon balığı büyüklüğündeki holografik yansıma
şeklinde şişti. Görüşümü gözlerim şaşı olana dek gevşettim ve sonra
bagetlerimi alm ak için cebime uzandım.
Cebimde değillerdi. Sahip olduğum her şey gibi onları da kay­
betmişim.
Gözlerim yanm aya başladı.
"Üzgünüm, Rho. Bunu istememeliydim," dedi Nishi havada beni
kucaklayarak. "Unut gitsin."
"Hayır, haklısın." Sesim dengeli ve kararlı çıkıyordu. Nishi'yi
kollarımda sıktım, sonra dönüp haritayla tekrar yüzleştim. "Bir şey
yapmalıyım. Yardım etmeliyim, becerebilirsem."
Her zamanki melodilerimden birini kafamdan çalmaya başla­
dım, bagetlerim olmadan. Ancak müzik bana gösterimizi fazlasıyla
hatırlatıyordu. İçimde şimdi odaklanmak için başvurabileceğim başka
bir şey bulamıyordum.
Kamaranın küçük penceresinden mavi parıltılar içeri akıyordu,
haritadan yukarıya, gerçekliğe baktım.
Bu uzaklıktan bile, sadece efemeristen görebildiğim o kadar
süreden sonra, Yengeç nefes kesici görünüyordu. Yüzde doksan sekiz
oranında suyuyla, gezegenimiz m avinin her tonuna boyalıydı. Yer
yer güçlükle görülen yeşil dilimler vardı. Yengeç'in şehirleri deni­
zin yüzeyinde, yarısı suyun içindeki çiçekler gibi, sakince süzülen
devasa yüzeyler üstüne kuruludur. En büyük yapılar; binalar, ticari
merkezler ve okullar çapalarla sabitlenir.
En kalabalık şehirleri tutan yüzeyler öyle geniştir ki ne zaman
birini ziyaret etsem, gezegenin çekirdeğindeki hareketlilikler güçlü
titreşimler yaratana dek karada olmadığımı unuturdum . Gökyüzünde,
hava araçlarıyla ulaşılabilecek güvenlik karakolları ve aşağıda, şimdiye
dek hiç kullanılm ayan bir grup sualtı istasyonu vardı. Bunlar temel
olarak güvenlik için, suyun üstündeki yaşamın tehlikeye girmesi
ihtim aline karşı yapılmıştı.
Evim benim ruhum du: Yengeç benim Merkezimdi.
Denizin üzerinde kısa süreler için oluşan küçük renk girdap­
larına kadar tüm detayları görebilmeme rağmen, yıldız haritasına
dönüp o mavi küreye baktım. Baktıkça, harita daha derin ve daha
geniş hale geliyor gibiydi. Haritayı inceleyişim yıldızların arasında
bir uzay dalışına dönüşene dek böyle devam etti.
Her yanımda milyonlarca gök cismi yükselip alçalıyordu. Rotaları
gama patlam aları ve süpernovalar gibi uzaktaki olaylardan etkile­
nerek değiştikçe, gökyüzünde belli belirsiz kavisler bırakıyorlardı.
Notaya benziyorlardı.
Annem eskilerin buna gecenin müziği dediklerini söylemişti.
Yengeç'in yan tarafına baktım. Thebe artık yoktu. Sonra kalan
aylarımıza baktım ve üçü de yanıp sönmeye başladı.
Sanki bir sonraki hedef, herhangi biri olabilir gibiydi.
Nabzım hızlandı. Hanemizden uzaklaşıp kehanetin göründüğü
yeri, on ikinci takım yıldızın ötesini inceledim. Orada değildi.
Sonunda yok mu olmuştu? Yoksa yaklaşmış mıydı?
Tüm güneş sistemini taradım. Çaresizce o kıvranan siyahlığa
dair bir işaret, yıldızlarım ızda bir zıtlaşma aradım.
Nishiko yanım a süzüldü. "Bir şey görüyorsun. Ne o?"
"Ben... kehaneti artık göremiyorum..."
Merkezimi bıraktığım anda, harita yine küçülüp bir balonbalığı
boyutuna, diğerlerine şimdiye dek göründüğü boyuta geldi.
"Ama sesin neden kehanetin yokluğundan rahatsız gibi?"
"Çünkü tehlike hissi vardı, sadece kaynağını göremedim. Ve
bir de... başka bir şey var." Bunu söylemeye korkuyordum ancak
söylemek zorundaydım. Belki de daha erken konuşsaydı m en azından
bir uyarım ız olacaktı. Öğretmen Tidus'a söylemiş olsaydım...
"Başka ne, Rho? Söylesene!" Nishi ısrarla omzumu sıktı.
"Üzgünüm, sizi heyecanlandırm ak istemedim. Ben sadece... ta­
mam, dinleyin. Bugün, sınavda... Thebe'nin ışığının yanıp söndüğünü
gördüm, sonra kayboldu. Sanki haritadan silindi."
Üç arkadaşım şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Deke arkasını dönen
ilk kişi oldu. "Rho, şimdi her zamanki hikâyelerinin sırası değil."
"Deke, sen benim en iyi dostlarım dan birisin. Gerçekten olan­
lardan sonra sizi kandırm aya çalışır mıyım?"
Bana baktı ancak bir şey söylemedi. Haklı olduğumu biliyordu.
"Peki şimdi ne gördün?" diye fısıldadı Nishi.
"Thebe gitmiş... ve diğer aylarımız da yanıp sönmeye başlamış."
Kimse konuşmadı. Arkadaşlarım hâlâ sözlerimin etkisindeydi
ancak ben Öğretmen Tidus'ı düşünüyordum . Annemden beri bende
bir potansiyel gören ilk yetişkin Öğretmen Tidus'tı.
Patlamadan sağ ku rtulm uş olması için dua ettim.
Kai bizden uzağa, yatakhanenin bir köşesine doğru süzüldü.
"Umarım yanılıyorsundur," dedi Deke, Kai yi takip edip rahatlatan
sözler söyleyerek.
"Belki de yanılm ıyorsundur," diye fısıldadı Nishi. "Kehanet ve
ayların yanıp sönmesi bağlantılı olabilir. Başka bir şey gördün mü?"
"Nish, hiçbir şey bilmiyorum," diye fısıldadım bir anda sinirle­
nerek. "Gördüğüm hiçbir şey gerçek değildi. Astralatör yanıldığımı
ispatladı. Ne yapmamı beklediğine dair de en ufak bir fikrim yok."
Deke odanın öbür ucundan asık yüzünü bize çevirdi. "Şimdi
ne dedikodusu ediyorsunuz Nish?"
"Ciddiyim," dedi. "Nasıl olduğu um urum da değil ancak Rho
bir tehlike gördü ve bunu görmezden gelemeyiz."
"Tehlike yıldızlarda değildi, kafamın içindeydi," dedim sözlerim
kuru olm aktan çok umutla çıkıyordu.
"Haberlerdeki onca trajedi ne olacak peki?" diye sordu. Son
birkaç senedir, Zodyak'ta çok sayıda doğal afet yaşanm ıştı. Boğa
Hanesi'nde toprak kaymaları. Balık gezegenciklerinde toz fırtınaları
ve kuraklık. Aslan uydusunda kontrolden çıkan orm an yangınları.
Sadece geçen sene, milyonlarca can kaybedilmişti.
"Belki de sorun yine Üçlü İttifak'tır," diye fısıladı Kai, düşüncesi
bile tehlikeliymiş gibi.
"Şundan bahsetme," diye atıldı Deke. "Olaylar birbirine benzer
Kai, hepsi bu. Doğa budur."
Sessizleştik ve hepimiz hâlâ Üçlü îttifak'ı mı düşünüyorduk,
merak ettim. Bin yıl önce, ittifak yüz yıl boyunca kontrol altına alı­
namayan vahşi bir galaktik savaş çıkarmıştı. Okulda gördüğümüzde
gerçek dışı gelmişti, Elara'da gördüğümüz bedenler kadar gerçekdışı...
"Koç Hanesi'ndeki terörist saldırılar," dedim "ve İkizlerli yük
gemisindeki intihar bombacıları... Doğa böyle çalışmaz."
"Radikal marjinaller," dedi Deke, Stanton gibi konuşarak. "Her
zaman etrafım ızda yeterince deli oldu."
Nishiko beni yatakhanenin uzak köşesine çekti, Deke ve Kai'ye
dikkatli bir bakış attı ve kulağıma fısıldadı. "Ya bir düşm an varsa?
Patlam anın zamanlamasına baksana."
"Ay Dörtlenmesi'ni mi diyorsun?"
"Neredeyse her Zodai ve hanendeki tüm üst rütbeli hüküm et
yetkilileri Savunucu'nun konuşmasını dinlemek için Elara'daydı..."
"Ve aylarımız en yakın birleşme konum undaydı," dedim dü­
şüncelerini tamamlayarak. Nishi'nin teorisi tüm ağırlığıyla aklıma
yerleşirken alt dudağımı ısırdım. Birileri bunu planladıysa, gerçekten
dikkatli planlam ış olmalıydılar. Doğru konum da gerçekleştirilen,
iyi zam anlanm ış bir patlamayla, aylarım ız bilye gibi birbirlerine
çarpıştırılabilirdi.
Benzimin attığım ı hissettim . Bunu düşünm ek istemiyordum.
Yengeç'in düşm anı yoktu. İnsanlık bin yıldır barış içinde yaşamıştı.
"Bu bir trajediydi. Bunu kimse tezgâhlamış olamaz."
Nishi y ü zünü astı. "Bir kehanet görüyordun."
"Evet ve bu konuda Akadem i'de dersler veren uzm anlar yön­
temlerimi güvenilir bulmuyorlar, sen de bulmamalısın."
Nishi'nin sesi yükseldi ve artık Deke ve Kai de tekrar duya­
biliyordu. "Rho, sadece yöntem lerini anlamıyorlar, hepsi bu! Sana
büyüklerine güvenm en gerektiğinin öğretildiğini biliyorum ancak
Yay'da her şeyi sorgulamamız öğretilir ve bu şekilde yetiştiriliriz,
bu gerçeğe ulaşm anın tek yoludur. Sen ve öğretm enlerin şu anda
önyargılarla körleştiriliyorsunuz. Doğru cevaba nasıl ulaşacağını
düşünürken dikkatin öyle bir dağılmış ki haklı olduğun gerçeğini
göremiyorsun."
O danın diğer tarafında bir alarm kulaklarım ızı yırtarcasına
çalmaya başladı ve gemide otom atik bir ses yank ılandı. "Moloz
yığını yaklaşıyor. T utunun."
Ağır bir cisim gem inin gövdesini salladı ve yavaşlatıcı ön mo­
torlar devreye girip hepimizi tavana savururken Nishi'yle ellerimiz
kenetlendi. Thebe'in enkazının içinden uçuyor olmalıydık. "Bir şeye
tutu n u n !" diye bağırdım, parm aklarım ı bir tırabzana kenetlerken.
M otorlar öyle şiddetli güm bürdüyordu ki dişlerim birbirine
çarpıyordu. Başka uzay taşlarının geminin gövdesine çarpma sesini
duyduk, gemi her tarafa doğru yön değiştirip bedenlerim izi ters
akıntıdaki yosunlar gibi savururken tuttuğum uz tırabzanlara iyice
yapıştık.
Kai hasta gibi görünüyordu, kendimi ona doğru itip bileğine
sarıldım. "Haydi!" Gök gürültüsünü andıran gürültüleri bastırarak
bağırdım. "Kemerlerimizi bağlamamız lazım."
Gemi dönüp yön değiştirirken, ona en yakın hamağa gitmesine
yardım edip yanına sıkıştım , kemeri kaburgalarım ızın üstünden
sıkıca geçirip bağladım. Özellikle büyük bir enkaz parçası geminin
gövdesine çarptı ve Kai elimi öyle bir sıktı ki korktum.
Gemi öngörülemez şekilde sallanmaya devam ediyordu, enkaz
öyle genişti ki sanki saatlerdir içinde ilerliyorduk. Bir süre sonra,
Kai Yengeç kültürüne ait, eski bir denizci şarkısı söylemeye başladı.
"Esiyor rüzgâr kuzeyden doğuya.
En az on düğümle uçuyor uşkuna.
Daima gideceğiz ileri,
Deniz bizi getirene dek geri..."
Ben de katıldım, sesim monoton ve detoneydi. Deke'in sesi de
katıldığında, bakışlarım ız ilk kez buluştu. Gözleri ölen yıldızlar,
ışıkları yavaş yavaş sönen turkuvaz nebulalar gibiydi.
Şimdi ben Kai nin elini kırm ak üzereydim.
Şarkıyı o kadar çok sefer söyledik ki Nishi sözleri ezberledi.
Uzun uzun ağlayıp bağırdıktan sonra, sesi yum uşak bir hırıltıdan
yüksek çıkm ıyordu ancak hâlâ güzeldi. Sonra N ishi'nin kederli ez­
gisini dinleyebilmek için bir bir, sırayla söylemeyi bıraktık.
Geminin rotası düzelmeye başladı. Motorlar sustuğunda Nishi nin
sesi de duyulm az oldu ve gergin bir sessizlikle bekledik.
"Tehlike geçti," diye ilan etti otomatik ses.
Derin bir nefes aldım , parm aklarım ı K ai'nin kavrayışından
k u rtard ım ve kem erim i çözdüm. H avadayken, Nishi n in çoktan
yanım a gelmiş olduğunu fark ettim. "Haydi Yıldızizleyeni bulalım
ve gördüklerini anlatalım ." Yıldızizleyen Yaylılar'ın Zodai yerine
söyledikleri kelimeydi.
"Bize burada kalmamızı söyledi," diye böldü Deke.
"Nishi h a k lı/' dedim N ishi'nin elini tutup diğer elimi Dalga yı
almak için cebime sokarken. "Ayrıca, neler olduğunu bilmek istiyorum."
Nishi ve ben kapağa atıldığım ız sırada Kutupyıldızı M athias
Thais'e çarptık. Asık yüzüyle, yatakhaneye dönmemizi işaret etti.
İçeride, loş ışık yüzüne düşünce elmacık kemikleri gölgelendi. "Rota
değişikliği yapacağız."
"Ya öbür aylar?" diye sordum, derin bir nefes alarak. "Onlara
bir şey mi oldu?"
Bana baktı ve beni ilk kez incelediğini hissettim. O kadar uzun
baktı ki rahatsız olmaya başlasam da yüzüm ü çevirmedim. Yıldızları
okumama yardım eden içgüdü şimdi bana fısıldar gibiydi. Eğer bana
dengi gibi muamele etmesini istiyorsam, dengi gibi davranmam lazımdı.
Dalga yı elimden kapıp açtı. Tepki göstermedim. Etrafını çeviren
hologramları taradı ve efemerisi açtı. Spektral harita bir çiçeğin açması
gibi genişlediğinde sordu. "Yıldızları bununla okuyabiliyor musun?"
Sesi öyle şüpheli çıktı ki yüzüm kızardı. "Pek iyi okuyam ıyo­
rum. Bu sadece bir alıştırm a versiyonu."
Başını bir yana yatırdı, yüzüm ü taradı ve aynı sabit pozisyonda
süzülm eye devam etti. "Okum aların doğru," dedi. Sesi taş gibiydi.
"Dört ayımız çarpıştı ve taş yığınları atmosferimize yağıyor. Önü­
müzdeki birkaç saat içinde okyanusum uza çarpacaklar, gezegenin
her tarafında tsunam i dalgaları olacak. Yengeç'e memeyiz."
Gözlerim karardı. Sanki sözcükleriyle dünyamdaki ışığı emmişti.
Bu gece olan her şey, sadece Yengeç D enizi'ne ayak basma
düşüncesiyle, eski odamda uyum a düşüncesiyle, babama sarılıp hiç
söylemediğim onca şeyi söyleyebilecek olma düşüncesiyle katlanılır
hale gelmişti. Güçlükle bir nefes aldım ve Nishi koluyla beni tuttu.
Babam, Stanton, Akademi, evim, bildiğim her şey yok olup gidiyordu.
Merkezsizdim.
M athias boğazını temizleyince henüz bitirmediğini fark ettim.
Gözlerini indirip fısıldadı. "Savunucum uz Origene öldü."
5

Şokla konuşamaz, düşünemez ve neredeyse nefes alamaz hale geldim.


Zihnim bomboş kaldı.
Sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerim, belki ağabeyim ve babam,
şimdi de Savunucu Origene. Bir gecede çok insanımızı kaybetmiştik.
Sanki çığlıkları hâlâ evren boyunca yankılanıyorm uş gibi, kafamın
kaybettiklerim izin sesleriyle dolduğunu hissediyordum.
Nishiko ve Deke de benim kadar donmuş vaziyetteydi ve üçümüz
birlikte Kai nin sessiz ağlayışını, sanki öğrenmeye yeni başladığımız
bir uzaylı diliymiş gibi dinledik.
Mathias alçak bir bariton tonda devam etti. "Oceon 6 adlı bir
uyduya kenetleneceğiz. Amiral Crius orada hanemizin afet m üda­
hale ekibini organize ediyor. Kendisi Savunucu Origene nin Askeri
Danışmanı ve hayattaki tüm Yengeçli Zodailere rapor verme emri
verdi. Bu siz Yardımcıları da kapsıyor.
"Şimdi savunucum uz kim olacak?" diye sordu Kai.
"Yeni bir tane bulacağız. Önceliğimiz bu." M athias, Nishi'ye
döndü. "Yaylısın, değil mi?" Nishi başını salladı. "Kenetlenmeden
sonra yanım a gel. Evine gönderilmeni sağlamaya çalışacağız."
Bize bir kez daha dikkatle baktı. Sanırım kayıp ru h lar gibi gö­
rünüyorduk çünkü bakışları yum uşadı. "Nerede olursak olalım, ne
olursa olsun, Yengeç bizi dengeler. O bizim Merkezimiz. Onu şimdi
kalbinizde bulun."
"Ya Yengeç'te yaşayan insanlar?" diye sordum güçlükle çıkan
sesimle.
Yanıtladığında, M athias'ın bizi paniğe sevk etmemeye çalıştığı
hissine kapıldım. "Kutupyıldızları tsunamileri tahm in etti ve tahliye
başladı bile. Şu anda bile, dalıcı gemiler adalıları su altı istasyonları­
mıza taşıyor ve istasyonlar stabil kalabilecek kadar derinde."
Koyu çivit rengi gözleri Yengeç Denizi'nin girdapları gibi fırıl
fırıl dönüyordu. "Hanemizin üç bin Zodai'sinden geriye dört yüzden
azı hayatta kaldı. Kalan herkes bizim gibi Oceon 6'ya doğru yolda."
Kai burnunu çekiyordu, Deke kusacak gibi görünüyordu. "Tüm
bunları nasıl biliyorsun?" diye sordu Nishi. "Ne İzci ne de Dalgalarla
da kimseyle bağlantı kuram adık."
İzci, Dalga'nın Yaylı versiyonuydu. Göçmen ruhlu olduklarından,
İzci holografik veri yansıtma özelliğinin yanı sıra bir yer belirleyici
olarak da çalışan bir kol bandıydı. Böylece Yaylı aileler sevdiklerinin
izini tüm Zodyak boyunca sürebilirlerdi.
M athias'ın sesi sakin çıktı. "Dalga kullanm ıyorum . Ayrı bir
iletişim sistemim var."
"Yüzük mü?" diye sordu Nishi, doğuştan gelen m erakını bastı-
ramayarak. Hepimiz kam pustaki Kutupyıldızlarının görünm ez mik­
rofonlara fısıldadığını görm üştük ancak hiçbirimiz nasıl çalıştığını
bilmiyorduk. Bu sadece Zodailere özgü bir teknolojiydi.
"Zodailer olarak bu kadar az kaldığımızdan ve adaylar havuzun­
dan geriye de sadece siz kaldığınızdan, öğrenebileceğiniz kadarını
m üm kün olduğu kadar hızlı öğrenin bari." Sağ elini uzatıp bize
Yüzüğü gösterdi. Sadece çelik, sade bir yüzüktü. Ya da en azından
öyle gözüküyordu. Daha yakından bakınca etrafında gördüğüm üz
belli belirsiz, titrek bir parlaklık vardı.
"Çelik gibi görünüyor ama aslında metalik silikon. Tıpkı bir
efemeris gibi, Yüzük Psinerjiyi yakalam ak için kullanılan olağanüstü
bir alıcı anteni gibi çalışıyor. Sadece, Yüzük Psinerjiyi yıldızları oku­
mak yerine, zihnimi galaksideki diğer tüm Zodailerle bağlantılamak
için, yani Psiko-Şebeke ye bağlanmak için kullanıyor/'
"Bir kişinin Psinerji im zasının Psiko-Şebeke'de görünür hale
geldiğini okum uştum ," dedi Nishiko. "Nasıl görünüyor?" Tıpkı
derslerdeki gibi, geri kalanlar mevcut konuyu bütünüyle kavramaya
çalışırken, sorgulayan doğası hepimizi şimdiden bir sonraki konuya itti.
"Bu her birimiz için farklı. Çalışmalarınızdan da bileceğiniz gibi,
Psinerji yıldızları okum ak ve Kolektif Bilinç'e erişmek gibi şeyleri
yapma kabiliyetinizi belirleyen psişik enerjinizle, astrolojik parm ak
izinizin bir kombinasyonudur. Parmak iziniz doğum sertifıkanızda-
dır ve doğduğunuz andaki uzayın bir fotoğrafı gibidir: yıldızların
konumları, gezegenin ekseni, uyduların çekim gücü ve sonsuz sayıda
faktör... Birbirinin aynı iki parm ak izi olamayacağından, her Psinerji
imzası eşsizdir ancak yine de Psiko-Şebeke'de üstü örtülebilir veya
değiştirilebilir."
"Bu neden önemli ki?" diye sordu Nishi.
Normal şartlar altında olsak şim diye dek, Deke duyulabilir
şekilde sızlanm aya ve öğretm enim ize Nishi'ye dersin geri kalanı
boyunca konuşma yasağı koyması için yalvarmaya başlamış olurdu.
Ancak söylenen hiçbir şeyi anlıyor gibi görünm üyordu. Merkezsiz
olmak nasıl hissettiriyorsa, öyle görünüyordu.
"T ahrif edilmiş hologramlara konuşmak neden önemliyse aynı
sebepten: Kiminle konuştuğundan emin olamazsın. Merkezlenmekte
ne kadar iyiysen, insanların imzalarını ayırt etmek de o kadar kolay
olur, böylece seni kim in dinlediğinden emin olabilirsin. Biz Zodailer
sadece insanız, Kolektif Bilinç ister istemez kusurlarım ızı yansıtıyor."
M athias dikkate değer bir sabır gösteriyordu, hele ki şartlar göz
önüne alındığında.
"Eğer bu efemerisi okum ak gibiyse, bir imzayı nasıl olacak da
göreceğiz?" diye sordu Kai. "Yıldızların hareket ettiğini görmek bile
yeterince zor."
Kai nin ses tonundaki alakayı duym ak beni şaşırttı, zira en az
Deke kadar yıkılm ış görünüyordu. Belki ben de öyle görünüyordum.
Belki hepimiz tıpatıp aynı görünüyorduk, açıklanam ayan şekilde
hâlâ nefes alan cesetler gibi.
"Psiko-Şebeke'de yıldızlar bile yörüngelerinin belli belirsiz
izlerini bırakırlar/' dedi Mathias. "O küçük, sönen çizgiler bir ast­
ralatörü n, bir hareketliliğin eşsiz astrolojik ayak izini ölçmesi için
yeterlidir. Benzer şekilde, bir insanın zihni de kendi işaretini bırakır.
Abyssthe aldığınız dersi geçtiniz mi?"
Bu kelime bir hançerdi. Hepimizi boğazlarımızdan öyle bir vurdu
ki Nishi bile yanıtlayam adı. Sadece başımızı salladık.
"Abyssthe zihninizi bir Psinerji alıcısı gibi kullanır, tıpkı Yüzük
gibi. İkisi de beyninizin normalde faal olmayan parçalarını aktive
eder ve Merkezlenmiş vaziyette kalm anıza yardımcı olur."
Bir hatıra küçüklük yıllarım ı zihnimden uzakta tutan duvardan
kaçıverdi. Merkezlenmenin ötesinde, annemin eğitimi Zodyak'ın her
hanesi hakkında bilinebilecek her şeyi ezberlemeyi de içeriyordu:
özellikler, takım yıldızlar, tarihler. Ancak Psinerji konusu sadece bir
kez geçmişti.
Bana Psinerji'nin yıldızları okumayı m üm kün kılan büyü oldu­
ğunu anlatmıştı. Beynin Psinerji'ye en açık olduğu zamanın çocukluk,
yani beynin hâlâ gelişmekte olduğu dönem olduğunu söylemişti ve
bu yüzden beni becerebildiği kadar sıkı çalıştırm ak zorundaydı.
A nnem , her gün egzersiz yaparsam , bir gün kendim i astral
aleme bütünüyle çıkarabileceğimden ve diğer tüm Zodailerden daha
fazlasını görebileceğimden emindi. Beş yaşıma geldiğimde günlük
ders saatim ona kadar çıkmıştı.
İki sene sonra annem ortadan kayboldu. Bir süre için, hatta
annemle yaptığım dan daha sıkı çalışarak egzersizlere devam ettim.
Onu yeterince etkilersem, bize bir şans daha vereceğini düşünüyor­
dum. Annemi yıldız haritasında bulabileceğimi ve eve dönmesi için
ikna edebileceğimi düşünüyordum .
Hatırayı bilinçaltıma, bana bir daha ulaşamayacağı bir yerlere
tıkarken, dudağım ın içini ısırdım.
M athias gitmek için döndü. "İki güverte yukarıda bir gözlem
kulesi var. Kaptan izin verdi, isterseniz oraya gidebilirsiniz."
Biraz sonra Deke ve ben yüzlerimizi kulenin kalın, çiziklerle
dolu camına yapıştırıp Yengeç'e bakıyorduk. Ay enkazını çoktan
geçm iştik ancak zam an zam an kaya y ığ ın ların ın Yengeç'in at­
mosferinden alevler içinde geçip okyanusa düştüğünü gördük. Bu
uzaklıktan, yaşam alanlarımızı ve adalarım ızdaki hayatı yok eden
tsunamileri görmek zordu. Yengeç her zamanki gibi sonsuz mavilikte
ve değişmez görünüyordu.
"Şu ay enkazı bir halka oluşturacak," dedi Deke. "Halkalı bir
gezegen olacağız."
"Demek sen de kehanet görmeye başladın ha?"
"Kehanet değil. Fizik." Turkuvaz renkli gözleri hüzünle aşağı
baktı. Şişmiş, darmadağın görünüyorlardı. "Gelgitler değişecek."
Gelgitler adalarım ızın etrafındaki kıyıları beslerdi ve her deniz
çiftçisi gezegenimizdeki canlıların dörtte üçünün kıyı şeritlerine
yakın yerlerde yaşadığını bilirdi. Gelgitler değişirse, ekosistemin
geri kalanını besleyen bitkilere ve balıklara ne olacaktı? Babamın
narstiridyeleri nasıl hayatta kalacaktı?
"Nishiko insanların öldükten sonra tanrı olduklarını söylüyor,"
diye fısıldadım. "Yaylılar böyle inanıyor. Ölümü kutluyorlar, sanki
mutlu bir olaymış gibi."
"Kendi sırası gelince sor bakalım, nasıl hissedecekmiş."
Sesi buz gibiydi ancak kendim e bunun aslında acı olduğunu
hatırlatmam gerekiyordu. Deke'in de canı hepimiz kadar yanıyordu.
Biz Yengeçliler huzurlu ruhlarla ölenlerin Em pyrean a, Heli-
os'un içindeki bir portal vasıtasıyla gidilen m utluluk ve huzur dolu
bir cennete gittiğine inanırdık. Bazı haneler Empyrean'ı tamamen
reddederdi, diğerleri onun bir hayattan diğerine giden bir kanal
olduğunu düşünürdü, bir çeşit yeniden doğuş gibi. Nishi nin halkı
Empyrean'ın köşkler ve ziyafetlerle dolu ve sokaklarında dans edilen
gerçek bir gezegen olduğuna inanırlardı.
Bu kendi halkıma ihanet ediyoı muşum gibi hissetmeme sebep
olsa da, gerçek şu ki neye inandığım ı bilmiyordum.
"İşte. Oceon 6 şu." Deke kuzey kutbum uzun üstünde süzülen,
tekerlek biçimindeki bir uyduyu işaret etti. Uydu efemeristeki bir
ışık gibi görünüyordu ancak büyüyordu. "Kutupyıldızı tekerleğin
sürekli dönüşünün yerçekim ini simüle etmek için dış kenarında bir
merkezkaç kuvveti yarattığını söyledi. Aylar çarpıştığında Yengeç'in
öbür tarafındalarm ış, yani etkileri hissetmemişler."
Tüm bunlara ne diyeceğimi bilmiyordum, dolayısıyla hiçbir şey
söylemedim. Biraz sonra fısıldadı, "Vardığımızda, ellerinde k u rtu ­
lanların listesi olacak."
Koluna girdim. "Çarpışma yaşandığında ablaların neredeydi?"
"Fabrikalarda muhtemelen." Deke'in ailesi, en büyük değerin
hayalgücüne verildiği İkizler H anesi'nin sanatçı çevrelerinde çok
pop ü ler olan, balık p u lların d an yapılan sedefli bir boya çeşidi
üretiyordu.
"Adanızda tepeler var," diye hatırlattım . "Eminim ailenin y ük­
sekteki evine ulaşm ışlardır." Ebeveynleri yakın zamanda emekli
olm uştu ve şirketi çocuklarına devretm işti. Deke ikiz ablalarına
şirketi diledikleri gibi yönetmeleri için müsaade ediyordu. Onlara,
ben Stanton'a nasıl saygı duyuyorsam öyle saygı duyuyordu.
"Başka bir savunucu bulamayacaklar," dedi konuyu değiştire­
rek. Huysuz ru h hali bulaşıcı bir hastalığa benzemeye başlamıştı.
"Çok az sayıda Zodai kaldı ve yeterlik sınavları çok zor. Ne olacak?"
"O zaman Origene A n a n ın Danışm anlar K onseyindeki en üst
rütbeli Zodai yeni bir savunucu bulunana kadar görev alır," dedim
bilgiyi bastırılm ış hatıralar denizim den çekerek.
Savunucular Zodyak'ın ruhani liderleriydi ve bu görev ömür
boyu sürerdi. Bazı hanelerde, mesela Başak'ta, savunucu aynı za­
m anda devletti, İm paratoriçe M oria tü m takım yıldızı yönetirdi.
A ncak Yengeç uzlaşmayla yönetilirdi. Bizde Kutsal Ana yönetim
organında bir hakem ve danışm an olarak görev alırdı ve hanenin
temsilcilerinin geri kalanıyla eşit oy hakkına sahipti.
"Bir savunucunun hanemizin en soylu özelliklerini barındır­
m ak zorunda olduğunu söylerler/' dedi Deke. "Şefkat, sadakat,
diğerkâmlık..."
"Tefekkür, kararlılık, çalışkanlık," diye ekledim, havayı y u ­
muşatmaya çalışarak.
"Savunucunun ayrıca yıldızları okum ak konusunda doğal bir
yeteneğe sahip olması lazım. Bizi koruyabilmesi için. Bunun ne kadar
nadir bir şey olduğunu biliyor musun?"
Gözlerimi kapadım. "Haydi ama, Deke. Birini bulacaklar."
Otom atik ses gem inin dâhili konuşm a sistem inden seslendi:
"Tüm yolcular, m ürettebat kamarasına dönün ve inişe hazırlanın."
Dirseğim hâlâ Deke'iııkine bağlıydı, onu görüntüden uzaklaştırdım.
Pis kokulu yatakhaneye döndüğüm üzde, hâlâ h ü zünlü olsa
da, Kai ağlamayı kesmişti. Nishiko yüzünü yıkam ış ve koyu renkli
saçlarını örm üştü. Saçlarım benim aklıma bile gelmemişti.
Büyürken, sarı buklelerini kısacık kesen Stanton'ı hep kıskanır­
dım. Bu yüzden, Akademi ye girdiğimde buklelerimi çene hizamda
kesmiştim. Buklelerim o zamandan beri uzuyordu ve şimdi göğsüme
kadar geliyorlardı. Genelde buklelerimi kabarık bir atkuyruğu olarak
toplar ya da Stanton'ın Elara'ya taşınırken yanıma aldığım ceketinin
gri başlığından çıkarmazdım.
Saçlarım o zamanlar dizlerime kadar geliyordu. Şimdi tam da
doğru uzunluktaydılar, hep bu uzunlukta tutm aya kararlıydım.
On saat önce olduğum kızı güçlükle tanıyarak kendimi yolculuğa
başlarken oturduğum koltuğa bağladım. Hayat korku ve şaşkınlıkla
dolu, karmakarışık bir şeydi ancak kaçtığımız şeyin gözlerinin önünde
olmamıza rağmen, en azından ışığa doğru gidiyorduk, karanlığa
doğru değil. Yengeç'in ışığına doğru.
Evim Kalymnos'ta, Kuzey Y arım küre'deki küçük bir mercan
adasındaydı. Ferah kır evimiz narstiridye yataklarımızı tuttuğum uz
iç lagüne bakıyordu. Geceleri, biyolum inesans3 m ikroplar suyun

3 Canlı organizm aların kim yasal reak siyon la ışık saçm ası, (ç.n.)
içinde, gökyüzündekilere rakip olabilecek takım yıldızlar yaratacak
şekilde soluk yeşil renginde parlarlardı. Stanton'la birlikte mercan
yataklarıyla ilgilenerek büyüdüm. Nöbetleşe olarak aç kanca yengeç­
lerini uzaklaştırırdık ancak genç narstiridyeleri dizip incileri eliyle
çıkarma işini sadece babam yapardı.
Ayrılmayı hiç istememiştim. Bir Yardımcı olmak, şimdiye dek
verdiğim en zor karardı. Babam ve Stanton anlamadı, temiz havayı
ve Yengeç D enizini ne kadar sevdiğimi biliyorlardı. Ancak gidişim
kendim için değildi... Babam için gittim.
Babam her zaman sessiz biri olmuştu ancak annem gittikten sonra
neredeyse hiç konuşmadı. Stanton her zaman babamı konuşturacak
bir konu bulabilirdi ancak babam benim yanım da daha çekingendi.
Bunun nedenini on bir yaşıma gelip de annem in eski bir fotoğrafını
bulduğum da anlamıştım.
Tıpatıp anneme benziyordum.
Böylece Akademi ye başvurdum. Annemi geri getiremesem bile,
babamı en azından annemin hatıralarından azat edebilirdim.
Gemi yere temas ettiği anda sertçe sallandı ve bir şey kalçama
battı. Basınç kıyafetimin bir kısm ını açıp iç ceplerden birini karış­
tırdım . M athias ın astralatörü.
"Tehlike geçti," dedi otom atik ses. Kemerlerimizi çözüp ha­
m aklarım ızdan havalandık, hâlâ ağırlıksızdık. Aktarma merkezinde
dem irlediğim izden, tekerleğin sahte yerçekim inin etkisini kenara
ulaşana dek görmeyecektik.
A ktarm a merkezinde, Yengeçli Kraliyet M uhafızlarinınkiyle
aynı koyu mavi üniform aları giyen bir grup memurla karşılaştık.
Sıfır yerçekim inde bile esas duruştaydılar ve M athias'la y u m ru k
to k u şturduklarında bile nasıl böyle düm düz ve sessiz kalabildikle­
rini merak ettim.
İçlerinden biri Mathias'a, "Amiral Crius sizi ve grubunuzu bir
an önce görmek istiyor.
"Pekâlâ." M athias tavanı saran çelik bir çubuktan sarkan sabit
bir ipi tuttu. İpi yakaladığı anda, ip hızla çekildi ve Mathias'ı berabe­
rinde götürdü. Mathias arkasını dönüp kendisine katılmamız için el
salladı ve hepimiz ayrı ayrı ipleri yakaladık. Zodailer bizi takip etti.
Sıraya dizili olduğumuzdan, arkadaşlarımla bu toplantının ne
için yapılıyor olabileceği hakkındaki teorilerimizi tartışam ıyorduk.
İstasyon amonyak kokuyordu ve düşük vatlı ışıklandırm ada her
şey bej görünüyordu. Çelik çubuk bittiğinde, ipi bırakıp tek raylı
tren vagonuna bindik. Az sonra birden hızlandık. Bu kenara giden
ekspres tren olmalıydı.
Bindiğimiz yerden uzaklaştıkça, merkezkaç kuvvetini daha çok
hissediyordum ve bu kesinlikle yerçekimi gibi değildi. Daha ziyade
bizi trenin sağ tarafına doğru savuran bir lunapark oyuncağında
gibiydik. Varış noktamıza geldiğimizde ayağa kalkmayı denediğimde,
kendimi çok sert bir rüzgâra karşı kapılmış gibi hissediyordum.
Kaydığım sırada M athias beni dirseğim den yakaladı. Alçak
bariton sesiyle, "Alışacaksın," diye fısıldadı.
Yüzüne daha önce hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Kendime gelip
başımı çevirmeden önce çenesinin ve elmacık kemiklerinin pürüzsüz
çizgilerini gözümle takip ettim.
Her birim izi araçtan çıkardı, ilerleyişim ize devam ederken,
ayaklarım ız halıyla kaplı güvertede gerçek ağırlığa benzer bir şe­
kilde güm bürdüyordu. Kristal kubbenin taklit yerçekim inden beri,
bu bedenimin tüm kuvvetini ilk hissedişimdi ve bedenim in varlığı
yabancı geliyordu.
Amiral Crius bizi, bir kriz masasına dönüştürülm üş, okum a
odası gibi görünen bir yerde bekliyordu. Bir düzine mavi üniformalı
Zodai, karm aşık ekranlarda çalışıyordu ve Yengeç'in devasa bir ho­
lografik haritası tavana yakın bir yükseklikte, yanıp sönen kırm ızı
uyarı ışıklarıyla dönüyordu. Crius m asasından kalkıp M athias'ın
yum ruğuna dokundu, sonra suratını asarak geri kalanım ıza baktı.
Crius geniş göğüslü, biber renkli bukleleri olan, gözleri ve ağzının
etrafı kırışık, kırklı yaşlarının ortalarında bir yerlerde bir adamdı.
Yüz ifadesi, diğer herkesinki gibi mutsuzdu.
"Sen Yardımcı Rhoma Grace olmalısın," dedi bana.
Donakaldım . Deke ve Nishiko dönüp bana bakıyorlardı ve
ben o esnada ihlal ettiğim sürüsüyle kuralı düşünüp ne olduklarını
hatırlamaya çalışıyordum. "Evet." Sonra daha net bir sesle, "Adım
Rho Grace," dedim.
"Benimle gel, Yardımcı. Siz de gelin, Kutupyıldızı Thais. Geri
kalanlar, bu memurlar ihtiyaçlarınızla ilgilenecek."
Amiral topuklarının üstünde döndü ve uzaklaştı. M athias ba­
şıyla takip etmemi işaret etti. Soran gözlerle Nishi'ye baktım ancak
o da benim kadar şaşkın görünüyordu.
Bu Akademi'deki sınavla ilgili olamazdı. Bu Stanton'la alakalıydı.
Ya da babamla.
Kemiklerimin ağırlığı taşıyabileceğimden fazlaydı ve gırtlağım,
tadı aside benzeyen bir şeyle doldu. Şimdiye dek evim bildiğim iki
yeri de kaybettim , ailemden geriye kalanları da kaybedemezdim.
Siyah eldivenlerimi ve Dalgayı basınç kıyafetim in bir cebine
tıktım . Başlığım zaten kemerime takılıydı.
Neyse ki çok uzağa gitmedik. Amiral bizi iki kişinin daha olduğu,
Öğretmen Tidus'ın sınıfından daha büyüle olmayan bir alana götürdü.
Yaşlıca, beyaz saçlı kadının ifadesi hem sıcak hem m utsuzdu
ancak iriyarı kel adamın yüzünde uğursuz bir hinlik vardı. Mathias
kapıyı kapadı ve kapının önünde esas duruşta, kolları yanlarda, göz­
lerini düm düz ileri çevirerek dikildi. Yüz ifadesini okuyamıyordum.
Am iral Crius beni tepeden tırnağa süzdü. "Yardımcı Rhoma
Grace. Kutsal Ana Origene'nin Danışm anlar Konseyi nden kalanla­
rın önüne, yargılanm ak üzere getirildin. Bu gece annen, Kassandra
Grace, ihanetini itiraf etti."
6

İhanet.
Bu kelime, kulağıma tuhaf, yabancı ve hayatımla bağlantısız
geliyordu. "Size inanm ıyorum ." Sesim hırlar gibi çıktı. "İhanet biz
Yengeçliler'in doğasında yoktur."
İri yarı adamın çatık kaşlı yüz ifadesi daha da sertleşti ancak
o geveleyen konuşması ve askeri ses tonuyla, "Sevdiklerini bırakıp
gitmek de Yengeç doğasında yoktur ancak o seni bırakıp gitti," diyen
kişi Amiral Crius'tu.
Bu gece yaşadığım her şeyden sonra, kaybedecek bir şeyimin
kalmadığını düşünm üştüm .
Yanılmıştım.
Annem öyle uzun zam andır aklıma gelmemişti ki hayatta ol­
duğunu öğrenirsem ne yapacağımı hiç planlamamıştım. Çaresizlik
damarlarımda yüzüyordu ve dönüp M athias'la göz göze geldim. Çivit
mavisi gözleri hiç bu kadar patlayacak gibi görünmemişti, Elara'dan
kaçarken bile. Ancak, bana ne olacağı gerçekten um urunda mıydı,
yoksa bana en başından acıdığı için kendine mi kızıyordu?
Ümitsizlik kendimden, bu andan, hayatımla ilgili hatıralarımdan
gittikçe uzaklaştığım ı hissetmeme sebep oldu. Sanki bir kara deliğe
doğru çekilip bildiğimi zannettiğim gerçeklikten müm kün olduğunca
yavaş ve acılı şekilde siliniyordum.
"Kassandra Grace infazla cezalandırıldı/' diye devam etti Crius,
iç karartan konuşmasıyla. Her sözcüğü beni düştüğüm uçurum un
daha da derinlerine sürüklüyordu. "Eğer burada kalırsan, senin
adını da kirletecek. Hanen tarafından dışlanacak, arkadaşlarından
ayrılacaksın ve asla bir Zodai olamayacaksın."
O kadar uzaktaydım ki, "Sana bir seçme şansı sunm ak için
toplandık," dediğinde onu güçlükle duydum.
Umut küçücük bir alevle belirip bunca karanlığın karşısında
tüm parlaklığıyla yandı. "Seçme şansı mı?"
Sert bir ifadeyle başını salladı. "Anneni reddet. Seni Gezegenler
M eclisinde bize çalışman için Koç Hanesi'ne göndereceğiz. Orada
yeni bir hayata başlayabilirsin."
Amiral Dalga yı masanın üzerine, önüme koydu, "Aşağıya baş­
parmağını bastır. Gecikmeden gönderileceksin," dedi.
Midye şekilli alete bakakaldım, ağzındaki küçük sensör inci
gibi parlıyordu.
Şok, yıldırım gibi sadece bir an sürdü ancak yerine gelen his
sıcak, iğne gibi batan bir utançtı. Elara'da ölmeyi bu seçme şansına
tercih ederdim. Annem ne yapmış olursa olsun, cevabımı biliyordum.
Burada bir seçim yoktu, en azından benim için.
"Benim yerim Yengeç, ailem in yanı." Sesim güçlü çıkıyordu
ve bu beni de daha güçlü yapıyordu. "Teklifiniz için teşekkürler
ancak reddediyorum ."
A m iralin kaşlarını öyle bir çattı ki gözlerinin arasında adeta
bir duvar oluştu. "Yengeç toplum undan izole olarak yaşamaya zor­
lanacağını, tanıdığın yerlere ve kişilere dönm enin yasak olacağını
anlıyor m usun?"
"Anlıyorum," dedim zihnim i on senedir bloke ettiğim hatıralara
açarak. Hatıralar şaşkınlık verici düzeyde iyi korunm uş ve lekesizdi.
Annemi tekrar bulduğum a inanam ıyordum .
"Lütfen onu görmeme m üsaade eder misiniz? Kanunlarım ıza
göre, ailesi onu son bir kez ziyaret edebilir."
Başını salladı. "Buna gerek olmayacak. Annenle hiç tanışmadık,
nerede olduğunu da bilmiyoruz. Bu bir testti ve testi geçtin."
Şaşkınlık yüz hatlarım dan hızla geçip gitti, sonra rahatladım:
Annem bir hain değil, hayatım tekrar benim oldu.
Sonra öfke geldi.
Bir sınav daha.
Beyaz saçlı kadın tüm ağırlığını bastonuna vererek güçlükle bir
adım attı. "Ben Agatha Cleiss, bu da çalışma arkadaşım Dr. Emory
Eusta." Elini uzattı ancak geleneksel dokunuşu yapmadım.
Dudakları gerginleşip üzgün bir gülümseme haline geldi. "Tatlım,
affet bizi. Seni en acımasız şekilde kandırdık. Bu korkunç trajedi bizi
bu zalim tavırla davranm aya zorladı ve bu yalan, aradığımız cevap­
lara bizi götürecek en etkili yoldu. Eğer oturursan, açıklayacağız."
Dudağımın içini sertçe ısırdım, şimdi özür yüzünden daha da
sinirliydim. Kadın bu kadar samimi olarak üzgün görünm eseydi,
burayı terk edip gitmek çok daha kolay olurdu.
Yanındaki kel adam öyle gerçek görünüyordu ki aslında bir
hologram olduğunu ancak kolu bir raftan geçince fark ettim . Dr.
Eusta bir zaman gecikmesi emaresi göstermediğine göre, hologramı
yakınlardan yansıtıyor olmalıydı.
Üstünde bir tepsi içindeki su ve sandviçlerin bulunduğu kare
şekilli m asanın etrafın d ak i dört m inderli sandalyelerden birine
oturdum . Yemeğin görüntüsü karnım ın guruldam asına sebep oldu.
Crius karşıma oturdu. Solgun teninin yorgun, grimsi bir gö­
rün tü sü vardı. Ağzı şüpheci bir şekilde, keyifsizce büküldü. "Bir
şeyler atıştır."
"H ayır, teşekkürler," dedim m idem den tek ra r tek ra r gelen
şikâyetlere aldırm adan.
Agatha eğri büğrü bedenini yanım daki sandalyeye bıraktı.
"Sence Akademimde sınava neden iki kez girdin?"
"Çünkü ilkinde başarısız oldum."
Tekrar mutsuzca gülümsedi ve yeşile çalan puslu gözleri uzaklaştı.
Karşımda, Amiral Crius cebinden siyah bir taş çıkarıp masaya yerleş­
tirdi. Taşın yüzeyi pürüzsüz, eni boyundan uzun ve ilk bakışta mat
siyah görünse de, ona baktıkça derinliklerindeki muhteşem renkleri
görüyordum. Zümrüt yeşili, ispirto mavisi, çivit, ametist, hatta bir
kızıl serpintisi... Ve kesinlikle mat değildi. Parlak ve pürüzsüzdü.
"Siyah opal," dedi Dr. Eusta. "Savunucu Origene'nin efemerisini
barındırıyor."
"Anlayabildiğimiz kadarıyla," diye ekledi Agatha, "kusursuzca
çalışır durum da. Bu felaketin gelişini göstermek konusunda neden
başarısız olduğunu bilmiyoruz."
Bu odada en azından, astralatörlerin yetersiz olduğu konusun­
daki teorim k o n unun dışındaydı. Savunucu ve Konseyi geleceği
öngörmek konusunda öyle iyiydi ki sadece yıldızların hareketlerini
izleyerek bile ne olacağını yorumlayabilirlerdi. Neyin gerçek, neyin
hayal ü rü n ü olduğunu söyleyebilmeleri için astralatöre ihtiyaç duy­
mazlardı. Böylesi doğal bir Görü nün geliştirilmesi, onyıllar alırdı.
Crius ışıkların kapanması için bir ses komutu verdi ve pamuksu
bir karanlık odayı sardı. Şimdi büsbütün şaşkındım.
"Taşa dokun," dedi Agatha.
Bu tu h af bir istekti ancak yerine getirdim. Opali masaya koy­
dukları andan itibaren, taşı tutm ak istemiştim zaten.
Taşı elime alıp kaldırdığım da, sıcak olduğunu hissettim . Par­
m aklarım ın çevresinde döndürerek pürüzsüz yüzeyindeki m inik
çıkıntıları keşfettim. Kusurları öyle belli belirsizdi ki güçlükle fark
edilebiliyordu. A ncak onları keşfettiğim anda zihnim de gölgeler
içindeki bir kütle oluşmaya başladı. Sanki bir şifreyi çözüyordum.
Parmak ucumu çıkıntılara sürttükçe, gölge zihnimde daha belir­
gin hale geliyordu, ta ki pürüzlerin yerleşim inin bir takım yıldızını
temsil ettiğini fark edene dek.
Yengeç.
İmgeyi adlandırdığım anda, taşın tepesinden, bir çeşmeden
fışk ırır gibi ışık seli aktı ve dağılıp odayı yıldızlarla doldurunca
çığlık attım. Diğerleri şaşkın bir sessizlikle donakaldı ancak onları
şaşırtan şey taşın kudreti değildi, benim kiydi.
Opal evrenin bir hologramını yansıtıyordu. Geniş, oval şekilli
bir hologramdı. Bu şimdiye dek gördüğüm en iyi ve detaylı efeme-
risti. Işık halelerinin içinde durup parmaklarımı açtım ve yıldızların
tenimde parlamalarına izin verdim.
"Taşın anahtarını keşfettin/' dedi Agatha, sesindeki şaşkınlık
pek cesaret verici değildi. "Taştaki çıkıntılar efemerisin her kapa­
nışıyla biçim değiştirir, yani kilit değişir. A nahtar her zaman bütün
olmayan bir haritadır, yani sadece güneş sistemimizi en iyi tanıyan
insanlar boşlukları doldurup onu açmayı hayal edebilir."
"B unun başka bir test olduğunu mu söylüyorsunuz?" diye
sordum tekdüze bir sesle.
Dr. Eusta nin hologramı efemerisin içinden haylaz bir hayalet
gibi geçti. "Evet. Tıpkı bunun gibi."
Agatha ellerini bastonunun tepesinde birleştirdi ve gözlerini
benim kilere dikti. "Kutsal Ana geleceğin bir milyon penceresi olan
bir ev olduğunu söylerdi. Her Zodai yıldızlara farklı bir perspektif­
ten bakar, yani herkesin okuması farklıdır. Bazı okum alar birbiriyle
çatışır. Bazıları bütünüyle yanlıştır. Ve bazıları... kasti olarak yanlış
yönlendirici olabilir."
"Aylarımıza ne olduğuna dair senin yapacağın okumayı duymak
istiyoruz," dedi Dr. Eusta nin yanıp sönen hologramı.
"Kutsal A nanın efemerisini okumamı mı istiyorsunuz?" diye sor­
dum. Agatha'nın sesindeki hayret benimkiyle karşılaştırılamazdı bile.
Benim okumamı istediklerine inanam ıyordum . "Eğitimim ye­
terli değil, astralatör kullanm ıyorum . Bizim dönemde A kadem inin
sınavını geçemeyen tek kişiyim..."
"Acele etme," dedi Agatha, itirazlarımı duymamış gibi. O ile Amiral
Crius arkalarına yaslanıp beklediler, holografik Dr. Eusta'ysa sanki
hayali haritadaki başka bir göksel beden gibi etrafta süzülüyordu.
Sertçe nefesimi verip etrafıma bakındım . Zodyak'ı daha önce
hiç bu kadar detaylı görmemiştim. Hafifçe parlayan ışıklar havada,
A kadem i'deki p lan etaryum un efem erisindekinden bile çok daha
büyük bir çözünürlükle dönüyordu. Kara delikler, beyaz cüceler,
kırmızı devler ve fazlası, hepsi m üthiş netlikte parlıyordu.
Ancak şimdi, galaksimizin bu ışık saçan temsilinin içindeyken
Merkezimi aslında hiç kaybetmediğimi fark ettim. M athias'ın dediği
gibi, Yengeç bizi dengede tutuyordu.
Evim içimdeydi, nereye gidersem gideyim, gezegenimize ve hal­
kımıza ne olursa olsun. Kalbim attığı sürece, Yengeç şarkısı çalacaktı.
Daim a.
Bu düşünce kendimi öyle güçlü hissetmeme sebep oldu ki ken­
dimi devasa ve yenilmez hissettim. Evren, beni m ahrum bıraktığı
her şeye rağmen, zihnim in ve kalbimin içindeki hiçbir şeyi alamazdı.
Onlar sonsuza dek benimdi.
Oda öyle sessizleşti ki nefes verişlerimi duyabiliyordum. Yengeç'in
daha önce bir efemeris vasıtasıyla baktığımda hiç bu kadar mavi
görmediğim küresine bakıyordum ve ruhum un gökyüzüne doğru
çekildiğini hissedene kadar izlemeye devam ettim. Ben izledikçe,
enkaz da titreşmeye başladı.
Yaklaştıkça nabzım hızlanıyordu. Bu harita öyle büyüktü ki
bir ayın ışığı titreştiğinde gerçekten neler olduğunu ilk kez gö­
rebiliyordum . Bu gizli gizli um duğum şekilde, Psiko-Şebeke'deki
dalgalanma değildi.
Aslında, ayların ışığı da titreşm iyordu. Gördüğüm şey ayların
kayboluşu değildi. Onların siyah ve yoğun, uzayın kendisinden bile
daha kalın bir şey tarafından yutulduğunu görüyordum. Katranımsı
madde hâlâ orada, görünm ez ipleri çeken bir kuklacı gibi, enkazın
hareketini kontrol ediyordu.
Bu karanlık maddeydi.
"Bunu yapan bir göktaşı değil," diye fısıldadım.
"Elbette değil. O sadece bir söylentiydi," diye m ırıldandı Dr.
Eusta. "Astronomlarımız aylarımıza hiçbir yabancı cismin çarpm a­
dığını çoktan doğruladı. Hiçbir teleskop ya da uydu, herhangi bir
cisim tanımlamadı. Hiçbir veriye ulaşamıyoruz çünkü patlama olduğu
anda, Thebe'in çevresindeki tüm aygıtlar çalışmayı bıraktı... ki sen
de biliyorsun, zira güç kesintisi Elara'ya bile ulaştı/'
Pembe uzay kıyafeti zihnimde yanıyordu. Oraya sanki bir damga
gibi yerleşmişti.
Acıyı karşılayarak beynimi kavurm asına izin verdim. Bu gece
kaybettiğim iz insanları asla unutm ak istemiyordum. Eğer becerebi­
lirsem, yardımcı olmamın sebebi onlardı. Birkaç adım geri atarak her
seferinde tek bir takım yıldıza odaklanm ak yerine tüm Zodyak a bir
bütün olarak bakmaya çalıştım.
Fark ettiğim ilk şey Aslan H anesindeki titreşmeydi. Sonra Bo­
ğa'da başka bir titreşme fark ettim. Bu titreşimler belli belirsizdi.
Tehdit gibi görünm üyorlardı, daha ziyade geçmişteki titreşim ler
gibiydiler. Psiko-Şebeke bana karanlık m addenin bu hanelere de
dokunduğunu gösterdi.
"Hepsi aynı sebepten," dedim ilerlediğim sırada parçaları sesli
olarak birleştirerek. "Aslan'daki yangınlar, Boğa Hanesi'ndeki çamur
kaymaları... bu trajediler... hepsi bağlantılı."
Bu sözlerim üstüne, sorgulayıcılarım gözlerini indirdiler, birbir-
leriyle sessizce iletişim kurduklarını hissettim. Okumalarımı saçma­
lıkmış gibi reddedeceklerdi, tıpkı dekanın yaptığı gibi. Sadece, bu
kez izin vermeyecektim. Nishi haklıydı: Eğer yardım etme ihtimalim
varsa, gördüklerim i reddetmeyecektim.
"Geçmişi sorm uyoruz/' dedi Amiral Crius, Psiko-Şebeke'deki
görüşmeleri bittiğinde. "Şimdi sorum uzu cevapla: Aylarımızın çarp­
masına ne neden oldu?"
Sesindeki şiddetten etkilenmemek için kendimi zorladım. Sonra,
"Karanlık madde," dedim.
Bana inanmayışlarını gizleyerek kibarlık etme zahmetine girmedi­
ler. Bu kez, düşündüklerini sesli olarak, doğrudan yüzüm e söylediler.
"Karanlık madde!" Dr. Eusta'nm sesi histerik gibi çıkıyordu.
"Bitti mi işimiz?" diye sordu diğer ikisine. "Yeterince zamanımızı
harcadı, katılm ıyor m usunuz?" Amiral Crius kabul etmeye meyilli
görünüyordu.
"K aranlık m addeyi nerede algılıyorsun?" diye sordu Agatha
enkaza bakarken. Gördüğüm yeri işaret ettim ancak o sadece siyah
uzayı görüyordu.
Gözlerini kapayıp Yüzüğüne dokundu. Tekrar açtığında, adamlara
döndü. "Karanlık madde bir gezegendeki yaşam gücünü emebilecek...
ve enerji sistemlerimizi yıkabilecek kadar güçlü olan tek madde. Eğer
efemeriste bile görünm eye başlarsa..."
Amiral Crius başını salladı. "Bu olamaz."
"Ancak eğer oluyorsa," diye ısrar etti Agatha, "bu Psinerji kul-
larak manipüle edildiğini gösterir. Sadece güçlü bir Zodai Psinerji yi
bu şekilde kuşanabilir."
Crius birden eğilip , bile ğim i k a v r a d ı v e g ö z le r im e baktı. Bütün
kolum adamın ezici tutuşu y ü z ü n d e n acıyla h a yk ırdı. Yalan söyleyip
söylemediğimi kontrol ediyordu. Adamdan püskürm esi son derece
yakın olan şiddet damarlarım ı sıkıştırıyor, derimi boğuyordu ancak
göz kırpm ayı bile kırpm adım .
"Yani, doğru," diye fısıldadı Agatha, Amiral yenilgiyle benden
uzaklaşırken.
"Işıklar a ç ı l s ı n dedi Amiral.
Oda aydınlandığında efemeris hâlâ parlıyor, Agatha nin kırışık
suratını renkli noktacıklarla lekeliyordu. D udakları büyük hızla
hareket ediyordu, yüzüğü aracılığıyla konuştuğunu fark ettim. Crius
da kendi Dalga sına aceleyle fısıldıyordu. Birbirlerine gizemli gizemli
baktılar, başlarını hafifçe salladılar. Agatha dikilip bana gülüm sedi
ve "Sanırım devam etmeye hazırız," dedi.
Opali elimden alıp masaya bıraktı. O anda, efemeris kapandı ve
Dr. Eusta nin hologramı hareket etmeyi bıraktı. Holografik ekranlar
Crius'un Dalgasından çıkıp üstüm üzde, havada süzülm eye başladı.
Her dosya, üniform alı bir Zodainin fotoğrafını taşıyordu ancak ke­
limeleri okuyamayacak kadar gergindim.
"Zamanın başlangıcından beri, Kutupyıldızlarım ız her yeni Po-
tansiyel'in doğum unu tahm in ediyorlar," dedi Agatha yum uşak ve
yatıştıran sesiyle, tıpkı arkasına iyice yaslanıp bana hikâye anlatan
annem in sesi gibi.
"Astrolojik parmak izin o uzun listede ve yani, sen de izlediği­
miz pek çok Potansiyel'den birisin. A kadem iye geldiğinde, Zodyak
haneleriyle ilgili öğrenebileceğin her şeyi zaten öğrenmiştin ve ga­
laksimize olan bu aşırı ilgin ve bir Yaylı ya rakip olabilecek öğrenme
açlığın, birkaç öğretmenin tarafından fark edildi. Dalga'nda, kendine
ait zamanlarda arkadaşlarının geleceklerini eğlencesine okuyabilmek
için bir alıştırma efemerisi taşıyordun. Sadece hanemizdeki en ileri
dereceli Zodailere öğretilen bir şey olan Yarrot u bile biliyordun.
"Derslerine çok çalıştın ve yaşadığın tek güçlük astralatör kul­
lanımıydı. Parkında olmadığın şey ise, Merkezlenme tekniğine bu
kadar çabalayıp efemerisi okuyarak bu kadar zaman geçirdiğinde
doğal bir yetenek geliştireceğindi. Bizim gibi, senin de astralatöre
ihtiyacın yok."
Amiral Crius, ben Agatha'nın sözlerini sindirem eden atlayıp
üstüm üzdeki holografik verileri işaret etti. "Bu dosyalar Danış­
m anlar olarak seçtiğimiz adaylara ait. Bunlar Dalga na yansıtılacak,
Kraliyet M uhafızlarının hayatta kalan üyeleriyle birlikte. Listede
yoldaşlarından birini de göreceksin, Kutupyıldızı M athias Thais'i."
M athias'ın da burada olduğunu ancak fark ederek hızla nefes
alıp arkam ı döndüm. M athias'ı görmeden bile, tanıdık bir yüzün
etrafım da olması bir rahatlık dalgası hissetmeme sebep oldu.
Fakat ona baktığımda, M athias bana bakm adı. Dümdüz ileri
bakıyordu, gözleri önünde, sanki konuşm alarım ızı dinlem em eye
kararlı gibiydi. Tavırları öncekinden, sanki her sözcüğümüzü içer
gibi göründüğü zamankinden tamamen farklıydı, sorgulanan sürgün
edilen ben değilmişim de oymuş gibi. Neyin değiştiğini anlamıyordum.
"Kutupyıldızı Thais benden çok daha iyi bir Danışman olur,
eğer düşündüğünüz buysa," diye ağzımdan kaçırdım.
"Pardon?" Amiral Crius öne eğildi, yüz ifadesi içimi titretiyordu.
"Senin Danışman olmanı istediğimizi mi düşünüyorsun?"
"Ah, hayır. Elbette değil.” O anda hayatta en çok istediğim şey
koltuk m inderinin içine eriyip kaybolmaktı.
Crius kalktı, Agatha da. Dr. Eusta süzülerek geldi ve üçü birden
bana baktılar. "Rhoma Grace/' diye başladı Crius, ses tonu sürgün
edilme konusuna geri dönüp dönmediğimizi merak etmeme sebep
oluyordu. "Lütfen zalimce yöntemlerimizi bağışla."
Sonra, beni m üm kün olan en yoğun şekilde şaşırtarak o ve
diğerleri yere kadar eğilerek selam verdiler.
"Yıldızlar bazılarımızın im kânsız bulduğu bir kötülük alameti
gösterdiler ancak görünen o ki kabul etm ek zorundayız. Bugün
itibariyle, seni Dördüncü Hane nin, sevgili Yengeç'in Savunucusu
olarak onurlandırıyoruz."
7

Ben tepki dahi veremeden, siyah opal elime tutuştu ru ldu ve odadan
çıkarılarak kapının önünde bekleyen iki kadının kollarına bırakıldım.
Aktarm a noktasına varışımızda tanıştığım ız memur grubunun
eşliğinde, koridorlarda yarı yönlendirildim, yarı taşındım. Bu kez
Mathias'ın benimle gelmediğini fark ettim.
Oceon 6 koridorlar ve m ühürlü kapılardan oluşan bir labirentti.
Varış noktamıza geldiğimizde, oraya nasıl ulaştığımıza dair hiçbir
fikrim yoktu. Kadınlar beni geniş ve soğuk bir odaya yerleştirirken,
memurlar dışarıda kaldı, muhtemelen nöbet tutuyorlardı.
"Ben Lola, Cüppeler Hanım ınızım ," dedi İkiliden uzun olanı.
Menekşe renkli, Yengeç stili kumaş bir elbise giyiyordu. Bu görüntü
bana acı veren bir şekilde, gardıroplar ve m im arinin kat kat dökül­
düğü ve suya benzer bir akışa sahip olduğu evimi hatırlattı. "Bu da
Leyla... k... küçük kardeşim."
Başımı yukarı kaldırm am ın sebebi sesindeki merhametti. Lola
yirm i yaşlarında görünüyordu, başı, küçük yüzünü gizleyen kalın,
kırm ızı buklelerle kaplıydı. Yanında Leyla çekingen çekingen gü­
lüm süyordu ve benden küçük olduğunu şaşkınlıkla fark ettim. On
dört yaşından büyük olamazdı.
"Origene Ana nin Cüppeler H a n ım in ın çırağıydım ," diyerek
devam etti Lola, "ve eğitimimin ortasındaydım ki o..." Yüzünü keder
kapladı ve gözlerini yere indirdi. Sakinleştiğinde, hafifçe eğilerek
beni selamladı. "Acemiyiz ancak size hizmet etmek için elimizden
geleni yapacağız, Kutsal Ana."
Konuşmak istiyordum ancak gırtlağımda kocaman bir şey vardı
ve onu salıvermekten korkuyordum.
Ablasının aksine, Leyla'nın kırmızı bukleleri yüzünden çekilmiş
ve yuvarlak safir gözlerini ortaya çıkarmıştı. İhtiyacım olanı anladı
ve "Lola, bırakalım da Kutsal Ana dinlensin," dedi.
Eğilip selam verdiler. Onlar giderken, elbiselerinin dalgalanan
k ıv rım la rın d a Yengeç D enizi'nin k o k u su n u d u y ar gibi oldum .
"D ostlarım ı görebilir m iyim ?" diye fısıldadım, sesim boğuk bir
gıcırtı gibi çıktı.
Lola çoktan hole çıkmıştı ancak Leyla eşikteydi, beni duydu.
Safir gözlerini bana çevirip, "Çok üzgünüm, Kutsal Ana. Tehlikenin
ne olduğu tespit edilene dek sizi diğerlerinden ayrı tutm am ız ve
korum am ız için emir aldık."
Bu zaten bildiğim bir şeyi doğruladı.
Yalnızdım.
Kapı kapandığında, odaya bakındım . Oceon 6'da görevli en
y ük sek rütbeli ku tup y ıldızının odasında olmalıydım. Bir köşede
bir yatak, özel bir banyo ve benim için eğreti bir makyaj masasına
dönüştürülm üş bir masa vardı. Bu zamanı duş almak ve temiz kı­
yafetler bulm ak için değerlendirmeliydim. İnsanlarım ızı güvende
tutm ak için siyah opalde yıldızların sırlarını çözmeye çalışmalıydım.
Ancak bu oda fazla boştu.
Bu odada ne diş fırçam ne bagetlerim ne de babamın denize
daldığında getirdiği egzotik kabuklar vardı.
Bomboştum.
Hiçbir şeyim yokken, her şeyi feda etmem isteniyordu.
Yatağın üzerinde tortop oldum. Sonra başımı yastığa gömüp
içimdeki canavarı salıverdim.

♦ ♦ ♦
Ağlamayı kestiğimde gözlerim sadece birer yarıktan ibaretti. Hâlâ
basınç kıyafetimleydim çünkü o kadar dardı ki altına bir gömlek
ve şort sığdıramamıştım.
A tkuyruğum u tekrar bağlayıp saçlarımı başımın üstünde, bir
sıçan yuvası gibi, geniş bir kabarıklık şeklinde topladım. Nasıl gö­
ründüğüm um urum da değildi. Bende Koruyuculuk vasfı olmadığını
göstermek bile um urum da değildi. Bunu ben istememiştim.
Kapım v u ru ld u . "Gel!" diye seslendim hevesle, yatağım dan
fırlayarak. Kurallar varken bile bildiğini okuyabilecek biri varsa, o
da Nishi'ydi.
Onu gördüğüm için öyle heyecanlandım ki kapıdan içeri girer
girmez kollarımı boynuna doladım. "Nish, geleceğini bili... ah!" Sanki
kızgın bir şeye dokunm uşum gibi, hızla geri çekildim.
Dokunduğum şey Kutupyıldızı M athias Thais'ti.
"Çok ü zg ü n ü m ," dedim h er yanım H elios'un sıcaklığında
yanıyordu. "Sadece... Yani... Özür dilerim." Birden dönüp ellerimi
yanaklarıma bastırarak küçük düşüşüm ü gizlemeye ve sakinleşmeye
çalıştım. Zihnimin o anı tekrar tekrar oynatması yardımcı olmuyordu.
Ya da tenim in yakın temasımızla hâlâ ürperiyor olması.
"Özür dilemeyin," dedi yavaşça. Tekrar yüzüm ü döndüğümde,
onun yüzünün de benim ki kadar kırm ızı olduğunu gördüm.
"Bir mesaj iletmek üzere gönderildim. Amiral Crius Danışmanlar
Konseyiniz için adayları Dalga ya aktardı."
Dalga.
Telaşla parm aklarım ı kıyafetim in ceplerine daldırdım ve eldi­
venlerimi, Dalga ve... "Astralatör!"
Sedefli aygıtı Mathias'a verdim, avuçlarında sanki küçük bir
kuş tu tar gibi tu ttu . "Teşekkür ederim."
Dalga yı açıp babamı ve Stanton'ı aradım. Hâlâ bağlantı yoktu.
Sonra N ishi'nin İzcisini denedim ancak sinyal öyle karışık görünü­
yordu ki kimseyle iletişim kurm ak müm kün değildi. Bunun arkasında
Crius'un olduğunu hissettim ve eminim bahanesi güvenliğimdi.
"On iki Danışmanınızı seçtikten sonra/' dedi Mathias sözünü
hiç kesmemişim gibi, "birini kendi..."
"Kılavuzum olarak atayacağım, biliyorum /' dedim. A nnem in
dersleri en azından detaylıydı. "Yirmi iki yaşından daha küçük
bir savunucu seçilirse, kendisine Zodai yöntemlerini öğretecek bir
Kılavuzu olmak zorundadır."
M athias sessizleşti.
Sonra, "Seni istiyorum ," dedim.
Yüzü tekrar kızardı ve söylediğim şeyin kulağa nasıl geldiğinin
farkına vararak çabucak ekledim: "Kılavuzum olarak!"
Bir y ü zü n kırm ızıdan beyaza bu kadar çabuk döndüğünü hiç
görm em iştim . M athias'ın gözünde şaşkınlık ya da daha kötüsü,
itiraz gibi bir şeyler alevlendi. Gözlerimden kaçarak düm düz ileri
baktı ve "Daha deneyimli Danışm anlardan biri daha iyi bir seçenek
olacaktır. Ben Kraliyet M uhafızlarına yeni katıldım , sizi eğitmek
için yeterli değilim," dedi.
"Öyleyse mükemmel bir çift olacağız, zira ben de yönetm ek
için yeterli değilim."
"Danışman olmakla ilgili hâlâ öğreneceğim çok şey var. İkimizin
de kendi hocalarımızı bulmamız en doğrusu olacaktır."
"Mathias." Adını söylediğimde, gözleri benimkilerle buluştu. Bir
an sanki hanem izin yönetimi için değil de müzik grubu hakkında
önemsizce tartıştığım ıza inanacaktım .
Kararsız adımlarla ona yaklaştım . "Tanıdık yüzler tükeniyor.
Ben sadece yardım ını istiyorum. Ve... eğer verebilirsen, dostluğunu."
Eğildi. "Nasıl isterseniz, Kutsal A..."
"İstediğim şey," dedim bitirmesini beklemeden, yüksek sesle.
"İsmimi kullanm an. Rho." Eğer M athias bana bir daha Ana derse
ölecektim.
"Rho?" diye tekrar etti, sanki ayıp bir kelimeymiş gibi.
"Sevmediysen üzgünüm ," dedim kollarımı bağlarken. "Ancak
sen istediğinde ben sana Kutupyıldızı yerine M athias demiştim."
Bir bakışma daha.
"Nasıl isterseniz."
"Teşekkür ederim."
"Bir hafta içinde/' dedi eski konuyu tekrar açıp. "Hanemizin
yeni savunucusu olarak yemin edeceğiniz bir tören ve onurunuza
bir yemek düzenlenecek... Rho. D anışm anlarınızın geri kalanını
törenden önce seçmeniz önemli. Bu hafta süresince ben de sizi eği­
tiyor olacağım."
"Peki ya arkadaşlarım?"
"Alt katta kalacak yer verildi. Hayatta kalan tüm yardım cılar
gibi, onlar da Zodai olarak eğitilecekler."
H ayatta kalan tabiri karnım a inen bir yum ruk gibiydi. "Onları
görmek istiyorum," dedim güçlükle nefes alarak.
"Ayarlamaya çalışacağım." Başka şeyler de söyleyecekmiş gibi
bakıyordu ancak bunun yerine birden bire selam verip kapıya yöneldi.
"M athias?"
Durup arkasını döndü. "Evet?"
"Yapamayacağım."
Bu sözcükleri sesli olarak söylediğimde, göğsümde sert ve ağır
bir şeyler hareketlenerek ciğerlerime daha fazla havanın girmesini
sağladı. Sanki nefes borum u tıkayan bir engeli kaldırm ış gibiydim.
Hâlâ saniyeler öncesinde olduğum kadar yetersizdim ancak bunu
itiraf etmek daha az sahte hissetmemi sağlamıştı.
"Yıldızlar yalan söylemez," dedi. Alçak bariton sesinde yum u­
şaklığından eser yoktu. "Seçilmenizin sebebi var. Kalbinizi araştırın,
bulacaksınız."
Bu yüreklendirici sözleri Yengeçliye yakışır sözlerdi ancak sadece
kendim i daha kötü hissetmeme sebep oldular.
Çünkü bunu ses tonunda duydum, gözlerinde gördüm, tavır­
larında sezdim.
M athias da bana güvenmiyordu.

♦ ♦ ♦

Sonraki gün, savunucu ilan edildiğim odaya geri döndüm ve Crius,


Agatha, Dr. Eusta ve M athias'la otururken, beni sekiz kişiyle tanış­
tırdılar. Danışm anlarımın geri kalanları. Beni prosedürler, gelenek­
ler, beklentiler konusunda bilgilendirdiler. Annem sayesinde, genel
olarak bir fikrim vardı ancak yine de sindirmem gereken çok fazla
yeni bilgi de vardı.
Öğleden sonra, ilk Zodai dersimizi yapmak için Mathias'a ka­
tıldım. Rahat minderler, havlular ve atıştırm alıklarla dolu bir odada
buluştuk. Lola antrenm an seanslarında giymem için bana esnek bir
eşofman ve oldukça büyük gelen bir gömlek buldu.
Mathias minderlerden birinin üstünde sırtüstü yatıyordu, karın
kaslarından bir şerit, gömleğinin etek çizgisinin altından görünüyordu.
Lola benimle eşiğe kadar geldi ve çıkmadan hemen önce bakışlarının
M athias'ın çıplak teninde dolaştığını yakaladım.
"Öncelikle Merkezlenme tekniğini iyileştirmek üzerine odak­
lanacağız," dedi M athias yalnız kalır kalmaz. Sırtını dikleştirerek
oturdu. "Sanırım en iyi yöntem Yarrot kullanm ak."
Yutkundum. Sertçe. "Yarrot bende işe yaramıyor." Donakaldık ve
çenemizi kapayıp birbirimize bakakaldığım ız bir başka anı yaşadık.
Birbirimizi bunca senedir izlememize rağmen, birbirimiz için tamamen
gizemden ibarettik ancak ikimiz de hâlâ o soruları sorm uyorduk.
Gözlerine baktığımda, ne gördüğünü merak ediyordum. Bazen
m avilik öyle yum uşak hale geliyordu ki beni izlediği sırada beni
umursayabileceğini düşünüyordum. Diğer zamanlarda, mesela şimdi,
çivit koyulaşıyor ve gördüğü tek şeyin annesinin ayakkabılarını
giyen küçük bir kız çocuğu olduğunu hissediyordum.
Ayağa kalktı. "Elara'da her gün pratik yapardım ."
"H atırlıyorum ."
Bu kez bakışm a daha tanıdıktı. Sanki savunucu ve kılavuz
olm anın ötesinde, birbirinin büyüm esini uzaktan seyretm iş o iki
insan da olabiliriz gibi geliyordu, sadece şimdi bir araya getirilm iştik
ve daha da hızlı büyüm eye zorlanıyorduk.
"Belki bir iki duruş deneyebiliriz," diyerek bakışmayı kestim
sanki her hareket göğsümü doğrayan bir bıçak gibi acı vermeyecek­
mişçesine omuz silkerek. Sonra diğer mindere oturup ayakkabılarımı
çıkardım.
Odama saat geç olana ve bedenimdeki her kas şiddetle ağrıyana
dek dönmedim. En başta en kolay pozisyonları bile güçlükle bece­
rebilip dengemi kaybedip dursam da sonlara doğru sanki pratik
yapmayı hiç bırakmamışım gibi oldu. Her kemer, gerinme ve hızlı
dönüş zihnim e kazılıydı, bagetlerimin dans edişi gibi ya da Yen­
geç'in efemeristeki girdabı gibi. Her şeyin birbirine bağlı olduğunu
hissettim, sanki hepsi yıldızlarımız tarafından hazırlanan büyük bir
koreografinin parçasıymış gibi.
Her birini alnınıda tek bir ter damlası oluşmadan on beş dakika
sabit tutana kadar, on iki duruşun tamamını çalıştık.
Odama geri döndüğümde, Yarrot'un nasıl bir etkisi olacağını
görmem için siyah opali açıp kendimi Merkezlemem gerekiyordu.
Ancak onun yerine bitkinlikle yatağıma yığıldım ve sabaha kadar
uyanmadım.

♦ ♦ ♦

Üç gün geçmişti ve sanırım gece vaktiydi. Oceon 6'da pencere yoktu


ve yapay ışıklarla belirlenen değişken periyotlar zaman algımı ka­
rıştırıyordu.
Her şey karm akarışıktı. Hâlâ şoktaydım.
Dün sabah derse geç kaldığımı zannederek bir telaşla uyan­
mıştım. Sonra hatırladım. Akademi artık yoktu. Öğretmenlerim ve
arkadaşlarım da. Belki ailem bile. Eski hayatım Yengeç D enizinin
yeni gelgitleriyle yerle bir olan bir kum dan kale gibiydi.
Bu yeni hayatsa gerçeküstü gibiydi. Danışm anların beni savu­
nucu olarak seçmelerinin tek nedeninin genç ve kontrolü kolay biri
olmam olduğunu düşünm eye başlamıştım. Zira sabah toplantıları­
mızı kendi aralarında strateji tartışarak ve tavsiyelerimi görmezden
gelerek geçiriyorlardı. M athias'ın bana bakışları sadece şüphelerimi
güçlendiriyordu. Bana bu rolü oynam anın görevim olduğunu söyle­
yip duruyordu ancak savunuculuğun hak ettiğim unvan olduğunu
söylemiyordu.
Bu üsteki diğer herkes ise bana kurtarıcılarıym ışım gibi bakı­
yordu. Keşke ne yapmam gerektiğini de söyleselerdi.
Bu sabah, Crius bize Thebe'deki patlam anın gerçek sebebini
bulduğunu söyledi: Kuantum füzyon reaktöründeki kritik bir aşırı
yüklenm e. Crius ve Dr. Eusta'nın esas bilmek istediği bunun nasıl
olduğuydu. Onlara bunun nasıl olduğunu zaten bildiğimizi söyleyip
duruyordum; tetikleyen şey karanlık maddeydi. Ancak bana inanan
tek kişi Agatha ydı.
Soru nasıl değil, kim olmasıydı.
Crius daha fazla cevap istiyordu ve toplantının çoğunda bana
efemeris okuttu. M athias öğleden sonra tekrar okuttu. İkisinde de
göremedim.
Yirmi milyon insan kaybettik, nüfusum uzun beşte birini. Bu
benim anlayabileceğimden büyük bir sayıydı.
Anladığım şey ise Deke'in ablalarının boğulduğuydu. Kai ai­
lesini kaybetm işti. Babam ve Stanton bulunam am ışlardı. Geçmişle
öyle doluydum ki geleceği göremiyordum.
Bu gece buraya vardığım ızdan beri ilk kez dostlarımla görüşe­
cektim. Dalga iletişimleri nihayet tekrar çalışmaya başladı ve dün
saatlerce Nishi'yle konuştum , ayrıldığım ızdan beri olup biten her
şeyi anlattım. Konuşmanın büyük kısmını soluksuz dinledi. Yeniden
biriyle gülm ek tu h af geldi. Son üç gündür, yaşadığım her şey Lola,
Leyla, Kutupyıldızlan tarafından önümde eğilinmesi ve "Kutsal Ana,"
denm esinden ve M athias'la danışm anlarım tarafından fırçalanıp
itilip kakılm am dan ibaretti.
Yaylılar savunucularının önünde eğilmezler. Bunu yapm anın
her ru h u n eşit olmadığını ima etmek olduğunu söylerler. Yani He-
lios'a şü k ü r ki Nishi tüm bu olanlarla aklını kaçırmamıştı. Kendi
payına, Nishi bana kendisinin, Deke'in ve K ainin hayatta kalan,
y ani gösterim izi izlemeye gelm eyen diğer yardım cılarla birlikte
olduklarını anlattı.
Bunu söyledikten sonra, suçluluk duygusu ikimizin de ses tel­
lerine bir süre için oturdu. O gece o konseri organize etmeseydik,
efemeristeki işaretlere kulak verseydim, sadece içeride kalsaydık...
Yine de ölürlerdi, diye hatırlattı bana zayıf bir ses. Yerleşkeye
çarpan enkaz parçaları içeride elektrik dalgasının en az dışarıda
öldürdüğü kadar insan öldürdü.
Nishi bana kendisinin ve çocukların her gün, tüm gün Zodai
eğitiminde olduğunu anlattı. Garrison diye bir Kutupyıldızı sabah
eğitimlerini yaptırıyormuş, yani ben Danışmanlar Konseyiyle bir­
likteyken. Öğleden sonraları da Agatha'yla eğitim yapıyorlarmış.
Dün Abyssthe almaları gerekmiş, Kai panikleyip itiraz etmiş.
Deke Kai yi her şeyin iyi olacağına, yine bayılıp hanem izin yok
oluşuna uyanmayacağına ikna edebilen tek kişiymiş.
Dalga7dan Deke'e birkaç sefer ulaşmaya çalıştım ancak cevap
vermedi. Nishi ye Deke'i sorduğum da, bir anda ağzı kenetlendi
ve Deke'in kaybıyla kendi başına mücadele ettiğini söyledi. Keşke
yardım edebilseydim.
Bu sabah, M athias bu gece üçünün benimle birlikte odamda
akşam yemeği yiyeceğini ayarladığını söyledi. Dostlarımı görecek
olmanın heyecanı öyle büyüktü ki başka hiçbir şeye yer bırakmıyordu.
Tüm gün dikkatim dağınıktı ve M athias ile diğer danışm anlarım ın
artık sabırlarını kaybetmeye başladıklarını fark edebiliyordum. Yarın
etkileyici bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Odama girdiği an, Nishi'yle birbirim izin kollarına atıldık. Bir­
birimize sımsıkı sarılarak ağlamaya dönüşene dek kahkaha attık,
sonra ağlamayı bırakıp tekrar kahkahalara boğulduk.
Oceon 6'daki tüm sivil sığınmacılar gibi, bilim insanlarından
ödünç alınan laboratuvar önlüklerinden giymişti. Ancak kollarını
sıvamıştı ve beline bir kemer eklemişti, yani şu anda bile seksi gö­
rünm eyi becerebiliyordu. Birbirimizi bırakınca Dekee sarılm ak için
döndüm ancak orada değildi. Onun yerine, Kai gözlerime bakm adan
yavaşça bana yaklaştı. Eğildi. "Kutsal Ana."
Ona çarparak birden sarıldım ve o da bana sarılana dek bırak­
madım. "Kai, ailen için çok üzgünüm /' diye kulağına fısıldadım.
Kolları daha da sıkılaştı ve nefesi derinleşti. Bir süre daha kenetli
kaldık. Sarılmamız bittiğinde, bana tekrar Rho'ymuşum gibi baktı.
"Deke n..."
"Kutsal Ana." Deke odanın diğer ucundan eğildi. Sırtı duvara
yaslıydı ve gözleri dim dik karşıya bakıyordu. Bu bir Zodai duru­
şuydu, M athias'ın bazen yaptığıyla aynıydı.
"Deke..." Ona doğru ilerledim ancak yavaş yavaş uzaklaştı.
Nishi de Deke'e yaklaştı. "Cidden, böyle mi davranacaksın? O
hâlâ Rho, en iyi dostumuz..."
"Nish, sorun yok," dedim her ne kadar sorun olsa da.
Titreyerek Lola ile Leyla'nın içkiler, m eyveler ve çeşit çeşit
deniz ürünleriyle doldurduğu m asadan bir sandalye çektim. Kai
karşıma oturdu. Az sonra Nishi yanım daki sandalyeye oturdu ve biz
yemeğe başlayınca Deke de gözlerini masa örtüsünden ayırm adan
son sandalyeye sıkıştı. Ablalarını benim Stanton'ı sevdiğim kadar
seviyordu. Onu elbette anlıyordum.
"On sekiz kız ve otuz iki oğlan var ve iki yatakhaneye ayrılmış
durum dayız." Nishi bana dün söylediklerinden bazılarını aynı şe­
kilde, hızlı hızlı anlattı ancak sadece havayı yumuşatmaya çalıştığını
biliyordum. "Diğerlerinin çoğu küçük, on iki-on dört arası."
Muhtemelen bu yüzden partiye gelmemişlerdi. Çatalımı bir parça
meyveye sapladım ve aç olmamama rağmen ağzıma tıktım . "Hepiniz
farklı düzeylerdeyken eğitim nasıl işliyor?" diye sordum ağzımdaki
lokmayla. Daha güvenli konulara geçmeye çalıştım.
"Üçümüz, bir de Freida diye on dört yaşında biri, ileri grupta-
yız," dedi Nishi ağzımdaki m eyvenin çenemden aşağı akan suyunu
silmem için bana m endilini uzatırken. "Kalan herkes daha basit
şeyler öğreten Yıldızizleyen Svvayne'le çalışıyor."
"Eve ne zaman gideceksin?" diye Nishi'ye sordum. Evrende hâlâ
bir yerlerden evlerine dönebilen insanların olduğuna inanm ak güçtü.
"Şu anda fazla gemileri yok. Diğer hanelerden yemin törenine
gelecek temsilciler de olacağından, Yay'dan gelen heyete katılacağım."
Nishi'niıı beni tüm bunlarla başbaşa bırakacağı düşüncesini
kaldıramıyordum. Şimdi yanındayken, bunca zaman o olmadan nasıl
dayanabildiğim i bilemiyordum. Bu geceden sonra, geçen son birkaç
günkü yalnızlığıma geri dönemezdim.
"Yıldızlarda bugün bir şey gördün mü?" diye sordu daha alçak
bir sesle. Kai dinlemeye hevesliydi, masaya doğru eğildi. Deke sabit
duruyor, masayı izliyordu.
Kafamı salladım. "Son zamanlarda pek de... konsantre olamı­
yorum." Sesim kırıldı. Bu noktada, Deke'in başı hafifçe kalktı ve
gözleri neredeyse yukarı baktı.
"Elbette olamıyorsun, Rho," dedi Nishi keskin kehribar renkli
gözleriyle beni süzerek. Elimi sıktı. "Sadece insansın sen, sana ve
hanene olanları görmezden gelemezsin." Sadece benim duyabileceğim
bir fısıltıyla, "Acını bir duvarın ardına saklamadan önce hissetmende
sorun yok," diye ekledi.
Kimse görmeden gözyaşımı sildim.
Üstünden hiç zaman geçmemiş gibi hissettiren bir süre sonra
kapım v u ru ld u ve dışarıdaki memur üssün karartm a zam anının
geldiğini haber verdi. Kai çıkarken bana sarıldı. Konuşmadan ileti­
şim kurduğu zamanlara geri dönmüş gibi görünüyordu, tüm gece
tek kelime etmedi.
Deke yanım dan geçerken, beni reddedişinin bana vereceği acıyı
tekrar hissetm em ek için yere baktım . A ncak önüm de durdu. Bir
bakış atma riskini aldım ve el dokunuşu için yum ruğunu uzattığını
gördüm. Bir sarılma değildi ancak yine de kabul ettim.
En sona kaldığından, Nishi'nin elini tuttum . "Bir saniye dura­
bilir misin?"
Nishi ben bile inanm azken görülerim e inanan ilk kişiydi, yani
şu anda danışabileceğim en iyi kişi oydu. Başını uzatıp memura,
"Kutsal Ana nin bana birkaç dakika daha ihtiyacı varmış. Size ye­
tişeceğim," dedi. A rdından kapıyı kapadığında, gözleri heyecanla
parıldadı. "Ne oldu?"
Doğrudan konuya girdim. "Elara'dayken bir şey gördüm... garipti.
Öğretmen Tidus'ın efemerisini açmıştım ve o gelip kapadığında, bir
hologram sürüsü odayı boğdu. Her Dalga'da olan sıradan şeyler gibi
görünen şemalardı, galaksinin tarihi, yıldızların dağılımı, evrenle
ilgili gerçekler falan. Sadece, Zodyak'ın o versiyonunda isimsiz bir
takım yıldız vardı. Bir On Üçüncü Hane."
N ishi'nin gözleri fal taşı gibi açıldı. Yengeçliler çok şüpheci
olabilirler, zira çoğunlukla öyle hızlı um utlanırız ki ilk içgüdümüz
kendim izi korum ak olur. Ancak Yaylılar kaynağına güvendikleri
sürece, en inanılm az gerçekleri bile kabul ederler.
"Ö ğretm en Tidus gerçek olduğuna inanm asaydı, böyle bir
hologramı Dalga'da tutm azdı," dedi Nishi m antık yürütm esi kısa
zamanda benim kini solda sıfır bırakarak. "Bu da demek oluyor ki
bir yerlerde On Üçüncü Hane ye dair bir kanıt var ve bu kanıtlar
Öğretmen Tidus'ın inanacağı kadar güçlü... Bu kadar büyük bir şey
de m utlaka iz bırakır."
"Takip et onu," diye fısıldadım, kapıya bir bakış atıp kim se­
nin bizi dinlem ediğinden emin olarak. Tüm verileri elde edene dek
kimseyi telaşlandırm ak istemiyordum. "Bulabileceğin her şeyi bul."
"Bu kehanetle ilgili mi?"
Başımı salladım. "Her zaman On İkinci Hane'nin ötesinde. O
ilk gece siyah opali okurken Aslan ve Boğa'da karanlık maddenin
görünm e şeklini düşünüyordum . Yıldızlar bana geleceği göstermedi,
geçmişi gösterdi. Yani, ya bana gösterip durdukları kehanet aslında
bir kehanet değilse, ya sadece sorum luyu işaret ediyorlarsa?"
Nishi teorim le şaşkına dönm üştü. "On Üçüncü H a n e/' diye
fısıldadı.
Başımı salladım. "Emin olmamız lazım."
Kapıya doğru sıçram adan bana çabucak sarıldı, muhtem elen
şimdiden yapacağı araştırm anın yol haritasını kafasında çiziyordu.
"Olacağız."
8

Tören günü, danışmanlarım hazırlık yapmakla meşgul olduklarından


sabah M athias'la eğitim yaptım. En zor derslerimizden biri olacağını
söylediği bir şey öğretti: Psiko-Şebeke aracılığıyla iletişim kurm ak,
Zodai tarzı.
Bana kendi Yüzüğümü verdi ve parmağıma takar takm az yeni
bir enerjinin derimden içeri aktığını hissettim. Sanki metalik silikon,
psişik düzeyde benimle iletişim kuruyordu. O bölgede, içeride uğul­
dayarak dolaşan yoğun bir akım hissediyordum, parmağım devasa
bir Abyssthe yudum u almış gibiydi.
"Psiko-Şebeke'de iletişim kurm ak Merkezlenme gerektirmez,
çünkü Yüzüğün çekirdeği bir Abyssthe havuzudur," diyordu Mathias.
Normal antrenm an odam ızdaydık, bir Yarrot m inderinin üzerinde
dikilmiş, yüz yüze duruyorduk. "Yüzük Psinerji yi size çeker."
Kalın yüzüğü inceledim. Abyssthe'nin Zodailer için bu kadar
önemli bir araç olması, saldırının olduğu gece A byssthe alm am
konusunda daha da suçlu hissetmeme sebep oluyordu. "Yani ağır
yü k ü Yüzük kaldırıyor."
"Deneyin."
"Şimdi mi?" deyiverdim. Kafa salladı, Yüzüğü nasıl aktive ede­
ceğimi düşünerek elimi ileri doğru uzattım.
"İçinize doğru, elinizde hissettiğiniz uğultuya doğru uzanın,"
dedi düşüncemi tahm in ederek. "Oraya vardığınızda, Psiko-Şebeke'ye
erişeceksiniz. Sadece bu kez, enerjiyi sizin için yönlendirecek bir
efemeris yok, yani enerjiyi sizin kontrol etmeniz gerekecek." Yüz
ifademdeki aşikar şaşkınlığı fark ederek ekledi, "Psiko-Şebekeye
nereye gitmek istediğinizi söyleyerek."
"Bu şey gibi mi hissettirecek... efemeris olmadan Abyssthe almak
gibi mi?" Yasadışı davranışlarım ı itiraf etmek muhtemelen Mathias'ı
iyi bir savunucu adayı olduğuma ikna etmenin en iyi yolu değildi.
"Gibi," dedi ilgiyle beni inceleyerek. "Efemeris olmadan Aby­
ssthe içtiğinizde, P sinerjiyi kendinize çekersiniz ama hiçbir yere
kanalize etmezsiniz. Bu Yüzük Abyssthe'ten gelen P sinerjiyi sizi
tüm galaksideki diğer tüm Yüzük sahibi Zodailere bağlamak için
kullanır. Psiko-Şebeke biziz. Zodai Kolektif Bilinci."
Kafa karıştırıcıydı ancak yeni bir şeye dalmak konusunda her
zaman işleyişini anlamakta olduğumdan daha iyi olmuşumdur. "Yani
Psiko-Şebekeye ulaştığım anda, sadece konuşmak istediğim kişiyi
mi düşüneceğim ?"
"Aynen. Ya da tüm şebekeye bir soru sorabilirsiniz ve dinleyen
herkes duyar. Deneyin."
Gözlerimi kapayıp içime, yüzük parmağımdan çağlayan enerji
portalına eriştim. Ulaştığımda, sanki buzlu ve sıvı bir şeye dokun­
m uşum gibi hissettim . Madde içime yayıldı ve ben akıntıyla siyah
uzaya doğru sürüklendiğim i hissedene dek yukarı doğru kabardı.
Sadece bu uzay dans eden ışık küreleriyle değil, daha ziyade kimi
yerinde asılı, kimi mermiler gibi yakınlaşıp uzaklaşan, baktığım her
yerde görünüp kaybolan, dum andan siluetlerle doluydu. Tahminim
bunların şu anda Psiko-Şebeke ye giren ve çıkan Zodailer olduğuydu.
Grup halindeki figürler ise birbirleriyle iletişim kuruyor olmalıydılar.
Gölgelerden birine yaklaştım. Belli belirsiz bir fısıltı duyuyordum
ancak sözcükleri duyamıyordum.
M athias.
İsmi kafam ın içinde söylediğimi duyuyordum , sesli söylemi­
yordum. Sessiz konuşuyor olmalıydım, tıpkı Zodailerin yaptığı gibi.
Fakat hiçbir şey olmadı. M athias'ın sesi yanıt vermedi, etrafım ­
daki duman figürleri tepki vermedi. Gölgeler dünyasında kaldıkça,
her şey daha sersemletici ve baş döndürücü hale geliyordu. Sonra her
şey dönmeye başladı. Nefesim kesildi, gözlerimi açtım ve etrafımda
dönmekte olan ruhların güneş sistemi kayboldu.
Farklı gelen ilk şey odanın yerleşimiydi. Tavana baktım.
"Nasıl hissediyorsunuz?"
Müziği andıran ses normalden yakın geliyordu. Boynumu çe­
virince M athias'ın çivit mavisi gözleriyle karşılaştım. Bir sebepten,
yerde yatıyorduk ve kolları tu h a f açılarla bana uzanıyordu. Biri
başımın altında, öbürü sırtım ın alt kısmında, belime yakındı. Sanki
beni koruyor gibiydi.
"Düştüm mü?" diye fısıldadım.
"Benim hatam," diye m ırıldandı. "Çoğu insanın başı ilk dene­
mede döner. Bundan bahsetmeliydim."
Kalkmamız gerekmesine rağmen ikimiz de hareket etmedik. Ara­
mızdaki mesafe öyle kısaydı ki nefesini hafif bir meltem gibi tenimde
hissediyordum. Üniversitedeki sınav zam anlarında birkaç günlük
sakal bırakışını hatırlayarak çenesinde güçlükle görülen çıkıntıyı
izliyordum. Şimdi yaşı ilerlediğinden, teni her zaman pürüzsüzdü.
Uzanıp ona dokunm ak için çılgınca bir d ü rtü hissediyordum.
Başını ilk çeviren M athias oldu. Ellerini bıraktığım da doğrulup
oturdu. "Ailenizle alakalı bir haber olmadığı için üzgünüm , Rho."
Ben de oturdum . Bana Kutsal Ana dememesini istediğimden
beri adımı kullandığı sayılı zam anlardan biri buydu. O gece, ismimi
sanki alelade bir kelimeymiş gibi söylemişti. Bu kez fısıldadı, sanki
bir sırmış gibi. "Senin ailenden bir haber var mı?"
"Annem Gezegenler M eclisinde çalışıyor. Yani o ve babam bu
yılın çoğunu Koç Hanesi'nde geçiriyorlar. Onlarla evden ayrılm adan
önce konuşm uştum ." Sesi gittikçe alçaldı, cebine uzanarak sedefli
astralatörü çıkardı. "Aylar çarpıştığında, kız kardeşim Galene'de öldü."
Boğazım sanki buruşup soldu, konuşamadım. Birlikte çalıştığımız
bunca zam andır hiç sormamıştım.
"Bu o n u n d u /' dedi aleti kaldırarak.
"Ç... Çok üzgünüm , M athias."
Başını sallayıp aleti cebine koydu, sonra bakışlarını m indere
çevirip benimle göz göze geldi. "Tekrar deneyelim. Bu sefer Psi­
ko-Şebeke ye girdiğinizde Yüzüğe diğer elinizle dokunun. Bir çapa
gibi işleyecek ve dengede durm anıza yardım edecek."
Başımı sallayıp gözlerimi kapadım ve bu denemeye, o tu ru r
vaziyette başladım. Sol elimi sağ elimin üstüne yerleştirdim ve Yü­
züğü parmağımın etrafında, buz gibi enerjinin içine dalıp Kolektif
Bilinç'in içine çekilene dek çevirdim.
Bu kez her şey daha dengeli gibiydi. Sanki uzayda süzülmek
yerine toprağın üstünde duruyordum . En yakın gölgeye yaklaştım,
onunla alakalı bir şey beni daha yakına çekiyordu.
Rho.
Bu M athias'tı.
Seni duyuyorum, diye yanıtladım .
Bu etkileyici. Bazı Zodailerin ilk m esajlarım göndermesi yılla r
alabilir.
Bu dumana benzeyen şeklin sen olacağını nasıl biliyordum ? As­
lında gerçek bir biçimi yokmuşçasına, şekli devamlı değişen ufak
kütleye baktım.
Fiziksel mesafe önemli ancak sebeplerden bir diğeri de aram ızda
bir bağ kurmuş olm am ız. Ben sizin kılavuzunuzum, yani siz benim
Psinerji me çekiliyorsunuz, ben de sizinkine.
Gözlerimi açtım. Gölgeler dünyasını terk ettim ve Yüzüğü tu tar
vaziyette, odada M athias'la birlikteydim . Bana inanam ayarak ba­
kıyordu, dudaklarının ses çıkarm adan hareket ettiğini izliyordum.
Rho, hâlâ Psiko-Şebeke de m isiniz ?
Sözcüklerini zihnim de duyuyordum . Evet.
Fiziksel alemdeyken Psiko-Şebeke üzerinden iletişim kurm ak ileri
bir şeydir. "Çoğu yeni başlayan, Psiko-Şebeke'ye sadece içindeyken
erişebilir/' diyerek düşüncesini söylemeyi sesli olarak bitirdi. Elimi
Yüzükten çektim.
Gizemli bir yüz ifadesiyle beni izliyordu. "Agatha, annenizin
sizi erken bir yaştan beri eğittiğini söyledi. Size tam olarak ne öğ­
retiyordu?"
Kendimi uçarken görünm ez bir duvara çarpan bir kuş gibi
hissediyordum. Bugünkü dersle yükseldikçe yükselmiş, savunucu
yapıldığım zam andan beri ilk kez bir başarı duygusu hissetmeye
başlamıştım. M athias'ın sorusu bana kendimi tekrar on altı yaşında
ve küçük hissettirdi.
Taytım ın belinden Dalga yi çıkardım. Babamı ve Stanton'ı ara­
maya çalıştım.
"Rho, burnum u sokmak istemiyorum. Sadece annenizin yap-
tiği şeyin P sinerjiyi m anipüle etme yeteneğinize bir etkisi olmuş
gibi görünüyor... ve ne olduğunu bilmem size kılavuzluk etmeme
yardımcı olabilir."
Dalgayı kapayıp tekrar belime soktum . Onunla aynı fikirde
olmadığımdan değil, sadece hatırlam aktan nefret ediyordum. Çoğu
insanın hatıralarının nasıl olduğunu bilmiyordum ancak benimkiler
merhametsizdi. Anne yıllarım dan bir ipliği çektiğimde, tüm makara
çözülüyordu. Şimdi annemin dikkatimi dağıtmasına izin veremezdim.
Babam ve Stanton hâlâ kayıpken olmazdı.
Mathias bana uzandı. Sırtımı sıvazlayacağını veya omzumu ok­
şayacağını veya rahatlatıcı olması gereken başka bir şey yapacağını
biliyordum ancak rahatlatıcı olmayacaktı. Bana acımasını istemiyor­
dum. Yüzüğümü çevirdim ve gölgeler dünyasında kayboldum. Bir an
sonra, yeni bir siluet belirdi ve o anda Mathias'ın varlığını hissettim.
Bir şekilde, burada konuşmak daha kolaydı. Burada sözcüklerin
sesini duym uyordum . H atırlam ak istem iyorum . Eğitim travm atik ol­
duğundan değil, tam olarak... Canım çıkıyordu ve eğitimin sonu yoktu
ancak işkence de diyemeyiz. Sadece... Çünkü ben...
Onu özlüyorsunuz.
Haklıydı ancak bunu ona söylemedim. Onun yerine, hatıralar
havuzum un sığ yerinde durm aya çalışarak hiçbir anı enine boyuna
düşünm eden, annemle çalıştığımız bazı şeyleri listelemeye çalıştım.
Böylece dipsiz mavi gözlerini görmek, hikâye anlatma sesini duymak
veya nilüfer kokusunu almak zorunda kalmayacaktım.
Önce ezber ya p tık . Bebekliğimden beri bana Zodyak'la alakalı
şeyler okurdu, ta ki bildiğim tek şey Zodyak olana kadar. H er ta ­
kım yıldızın görünüşü , her y ıld ız ve gezegenin ism i, farklı hanelerin
işleyişleri... Yardımcıların ders kitaplarında olan her şey işte. Sonra
dört yaşım dayken, bana Yarrot öğretmeye başladı.
Belirsiz ve soyut ortamda, hatıralarım ı annem in gerçekten yap-
tiği şeyler yerine, bir zam anlar anlattığı hikâyeler olarak hissetmek
daha kolaydı. Beş y a şım a geldiğimde, kendimi Merkezleyebiliyordum
ve efemeristeki şeyleri görebiliyordum. Dehşete düşmüştüm. Bunu nasıl
yaptığım ı bilmiyordum. Neyin gerçek olduğunu neyin olmadığını bilmi­
yordum . Görülerim yüzünden her gece kâbuslar görürdüm. Uyumamak
için tüm o saatler uyanık kalırdım . Çocuktum ve kendi kafamın içinde
olmaktan korkuyordum.
Çok üzgünüm Rho, diye fısıldadı M athias yavaşça.
Çığlık atarak uyandığım gecelerde, Stanton beni sakinleştirm ek
için odam a gelirdi. T ekrar uykuya dalana dek bana m erkezinde
benim olduğum hikâyeler anlatırdı. Ters köşeleri bitince ben de ka­
tılırdım ve kahram anım ız evlenene veya ölene dek devam ederdik.
Sona geldiğimizi böyle anlardık: Ölümleri trajedi, düğünleri komedi
ilan ederdik.
Gözlerimi açıp elimi Yüzükten çektim. Mathias gerçeklikte bana
tekrar katıldı. "Annemin insanların gençliklerinde, ruhlarının en saf
olduğu zaman daha çok şey görebildiklerine dair bir teorisi vardı.
Gençliğin Psinerji ye en duyarlı olduğum uz çağ olduğunu ve eğer
erken yaştan eğitilmeye başlarsa, kişinin yıldızlarla konuşm ak için
doğal bir yetenek geliştireceğini söylerdi."
Derin bir nefes alıp iç geçirdim . "Sanırım yarıya k adar işe
yaradı, çünkü Merkezlenme konusunda diğer Yardımcılardan daha
hızlıyım ve çoğu zaman okumalarım doğrudur. Ancak annem bana
içgüdülerimi kullanm ayı da öğrettiğinden, astralatörle oldukça ge­
rideyim ve Psiko-Şebeke ile hayal gücümü her zaman birbirinden
ayıramıyorum."
M uhtem elen kız kardeşini düşünerek astralatör sözcüğünü
söylediğimde başını çevirdi. "Neyse, Yüzükte uzmansınız. Yüzüğü
iletişim kurm ak için ne kadar sık kullanırsanız, insanların Psinerji
imzaları size o kadar tanıdık gelecek ve bu da kendini yanlış tanıtan
insanları tanım anıza yardımcı olacak."
Bu kulağa Sadece Dokunabildiğim Güven sloganının başka bir
versiyonu gibi geliyordu. "İnsanlar Psiko-Şebeke'yi neden bu kadar
sık manipüle etmeye çalışıyorlar?"
Kaşları birbirine yaklaştı, bir an için duraksadı. "Şöyle düşünün:
Bu âlemde, bizi bilimin kuralları yönetir. Eğer yerçekimi olan bir
yerde bir top atarsanız, top sekecektir."
Başımı salladım.
"Psiko-Şebeke'deyse kural yoktur. İnsanların zihinlerinde var
olursunuz ve insanların zihinlerinde her şey siyah ve beyaz değildir.
Beyinde, her şey izafidir. Çoğumuz kasti olarak herhangi bir şeyi
yanlış yansıtmaya çalışmayız ancak kendimize söylediğimiz yalanlar,
bastırdığımız doğrular, fiziksel âlemde sakladıklarımız... Bunlar Psi-
ko-Şebeke'deki gerçeği etkiler. Soyut boyutta bile, kusurlu temeller
üzerine kurulu fikirler başarısız olacaktır."
Söylediklerini anlam am ın tek yolunun daha fazla eğitimden
geçtiği hissine kapıldım. "Haydi, tekrar deneyelim..."
M athias başını kaldırdı, sanki çok uzaktaki bir şeyi dinliyor
gibiydi. "Anlaşılıyor ki bu seferkini kısa kesmemiz gerek," dedi
seğiren dudaklarıyla. "Bu geceki törenden önce ilgilenm eniz ge­
reken daha m ühim işleriniz var." Sonra başka bir kelime etmeden
y ü rü y ü p gitti.
"Mathias!" A rdından seslendim. "Ne işi? Kiminle konuşuyor­
dun sen?"
"Merhaba, Kutsal Ana."
Dönünce Lola ile Leyla'yı gördüm, elleri önlerinde kenetli ve
yüzlerinde geniş gülümsemeler vardı.

♦ ♦ ♦

Odama geri döndüğümüzde, Leyla beni makyaj masasının sandalyesine,


yüzüm yuvarlak, tozlu aynaya gelecek şekilde oturttu. "Makyaj mı?"
diye sordum beşinci kez. "Bana gerçekten bunun Psiko-Şebeke'de
nasıl iletişim kuracağımı öğrenmemden daha önemli olduğunu mu
söylüyorsunuz?"
"Bugün öyle, Kutsal A na," dedi buklelerim i sarılı oldukları
taçtan sökerken. "Her haneden temsilciler sizi görmeye geliyor."
"N eden onları yeni üniform am la karşılayam ıyorum ?" diye
sordum, kardeşlerin bana dün takdim ettiği mavi renkli Zodai tarzı
kıyafeti kastederek. Elbiseyi nöbetleşe dikmişlerdi. Kıyafetimin kol­
larında Kraliyet M uhafızlarının üç altın yıldızı yerine, dört güm üş
ay bulunuyordu.
O kadar etkilendim ki karşılığında onlara verebileceğim bir
şey söylemeleri için yalvardım ve bir dizi itirazdan sonra, Leyla en
sonunda, "Kendinize güvenm enizi istiyoruz," dedi. Bu tu h a f bir
istekti ama zaten Leyla'da yaşına göre olgun, tu h af bir hava vardı.
"Kendime güvenm em i istediniz ve benim için diktiğiniz kı­
yafetin ihtiyacım olan şey olduğunu düşünüyorum ." Sözcüklerime
becerebildiğim kadar otorite vurgusu yapıyorum. "Tüm Zodyak'tan
temsilcilerin gelmesinin sebebi hanemizin bir teyakkuz durum unda
olması. Sadece güzel vakit geçirmeye gelmişim gibi giyinirsem, ne
düşünürler?"
Leyla çalışm ayı bıraktı ve safir gözleri aynada benim kilerle
buluştu. "Yengeçli halkın hâlâ burada olduğunu ve ne olursa olsun,
hayatımıza devam edeceğimizi, sizin önderliğinizde yaşayacağımızı
düşünecekler."
Ellerini ellerime aldım ve uzun bir an için genç yüzünden başka
bir yere bakmadım. Kendimi, yönetmek için hiç bu kadar yetersiz
ya da daha sıkı çalışmak için bu kadar kararlı hissetmemiştim.
Yıkandıktan sonra, Leyla beni oturttu, beni aynadan başka tarafa
çevirdi ve örgülerime parlatıcı bir sprey sıkmadan önce birkaç şekil­
lendirme ürünü sürdü. Bir anda uzun, ıslak teller kısalıp bükülmeye
başladılar. Sonra tenime hafif, kadifemsi bir makyaj yaptı. Elmacık
kemiklerim ve gözlerime diğer her yerden daha fazla özen gösterdi.
Sıra ruja geldiğinde, Lola elbiselerimle geldi, ayağa kaldırılıp beyaz
bir elbisenin içine sokuldum.
Beyaz, bir savunucunun ölen savunucuya törende saygı olarak
giydiği geleneksel renktir. Bize buruk bir sevinç anlatır. Beyaz aynı
zamanda gelinlik rengidir ve savunucunun Yengeç Hanesi ne bağ­
lılığını sembolize eder.
Savunucuların aile kurmasına müsaade edilmiştir ancak Origene
Ana bunu yapm am ıştı. H alkın önüne çıktığında, yıldızlarla evli
olduğunu söylerdi.
"Şimdi sıra inci taçta," dedi Lola antik bir mücevher kutusunu
açıp beyaz incilerle süslü, parlak bir başlık çıkarırken. Takımyıldıza
adını veren kabuklu hayvan olan yengeç tam ortaya yerleştirilmişti
ve her biri ışığı kırarak tacın göz alıcı parlaklığını sağlayan, mil­
yonlarca küçük elmastan oluşuyordu. Lola tacı başıma yerleştirdi ve
ancak o zaman arkamı dönmeme müsaade ettiler.
Aynadan yansıyan kızı daha önce hiç görmemiştim.
Saçlarım neredeyse belime kadar sarkıyordu ve her zam anki
hareketli bukleler yerine yum uşak dokunuşlu, parlak, altın dalga­
lardan oluşan bir deniz vardı. Parm aklarımı hiçbir engelle karşılaş­
madan saçımdan sürükleyip çıkarabileceğimi hissediyordum. Kremsi
tenim in üstünde, elmacık kemiklerimi çıkaracak şekilde bronzluk
emareleri vardı ve dudaklarım yoğun, kırm ızım sı bir erik rengine
boyanmıştı. Ancak en şaşırtıcı değişim gözlerimdeydi: Göz kalemi
ve parlak farla, Leyla solgun deniz yeşilini hayata döndürm üştü.
Yüzümdeki en önemli öğe gözlerimdi.
Elbise ipeksi bir kum aştan öyle iyi yapılmıştı ki hareket etti­
ğimde, dikişler sıvı gibi parıldıyordu. Küçük gümüş renkli incilerle
bezeli iki ince şerit omuzlarımdan sarkıyordu, boyun hattı göğsümü
yum uşak bir V şekliyle kesiyordu ve normalde giyeceğimden daha
büyük bir dekolte gösteriyordu. Kumaş rahat ama dardı, yere ka­
dar uzanıyordu ve güm üş renkli küçük incilerden ince bir kemerle
belime sarılıyordu.
"Bunu nasıl yaptınız?" diye sordum aynadaki kızın da aynı
soruyu sorduğunu izlerken. O kız ben olamazdım.
"Kutsal Ana, kendinize en son ne zaman baktınız?" diye sordu
Leyla, gururla gülümserken.
Cevap vermeme kalm adan kapı vuruldu. M athias beni almaya
gelmiş olmalıydı. Lola sessizce kapıya y ü rüdü ve sinirlerim ayağa
kalkarak göğsümü sıkıştırınca masaya sarıldım. Nedense, beni böyle
görmesi düşüncesiyle dehşete düştüm .
"Kutsal A nayla görüşmem gerek. Önemli."
Sesi duyar duym az kapıya koştum. On santim lik topuklar üze­
rinde kolay bir iş değildi. "Nishi? Ne oldu?"
"Kutsal Helios!" Beni görünce nefesi kesildi.
Elini yakalayıp onu içeri çektim. Üssün hem içinde hem dışında
çok trafik olduğundan, kapımın önünde nöbet tutan memurlar yoktu.
Nishi hâlâ aval aval bana bakıyordu. "H arika görünüyorsun!"
"Sağ ol! Bir şey söylemeye mi geldin?"
"Aynen... Şey... Şeyle ilgili... On Üç."
Lola ile Leyla'ya döndüm . "Çok teşek k ü r ederim . Bunu siz
olmadan asla beceremezdim." Abla kardeşe güveniyordum ancak
başlarını belaya sokmak istemiyordum. Bu yüzden Nishi'nin bana
ne söyleyeceğini öğrenmeden onları karıştırm ak istemiyordum.
Gittiklerinde, Nishi bileğindeki çakmaktaşı İzcinin bir düğmesine
bastı ve kırmızı, holografik metin döküldü. "Bu şiiri tanıyor musun?"
M etni gözlerimle taradım. "Elbette. Ochus'tan Sakınmalı... Yen­
geç k ü ltü rü n e ait bir çocuk şiiri. Ochus, ailelerimizin yaram azlık
yaptığımızda bizi tehdit ettikleri bir deniz canavarı."
Kafasını salladı ve şiir şarkı sözlerine dönüştü. "Yay'da, bizi Op-
hius diye bir gezgin hakkında uyaran bir ninnimiz vardır. Başak'ta..."
"Bir bahçede konuşan bir yılanla alakalı bir masalları var,"
dedim annemin derslerine kulak verip Nishi'nin sözünü kesmemden
önceki noktaya dönmesini umut ederek.
"Kova'nın da on iki sayının bir saatin içinde uyum içinde birlikte
yaşadıkları bir menkıbesi var ve her şeyi mahveden kötü karakter..."
"On üç," diye tamamladım, dehşet içindeydim.
Kapı vuruldu ancak cevap vermedim. Siyah opali son iki oku­
yuşum da karanlık madde tekrar görünm üştü, On İkinci H anenin
hemen ötesinde. Bunun ne anlama geldiğini bilmem lazımdı. "Ne
diyorsun, Nishi?"
"Bunların hepsinin aynı varlık olduğunu söylüyorum." Nishi,
kapıdaki her kimse, bizi duyabileceğinden korkarak fısıldıyordu:
"Bence Zodyak'ta bir hane daha vardı ve bir sebepten ortadan kay­
boldu... ve zamanla, tarihten silindi."
Kapı tekrar vuruldu. "Acele et," diye Nishi'yi uyardım.
Sesi öyle alçaldı ki söylediklerini takip edebilmem için dudak­
larını okumam gerekiyordu. "Şimdi elimizdeki tek ispat hikâye ve
mit kılığında, kim senin ciddiye almayacağı şekilde. Biz Yaylılar
bazen komplo delisi olabiliyoruz, biliyorum ama Rho, eğer bunun
arkasındaki, On Üçüncü H ane'den birisiyse ve Aslan'dan, Boğa'dan
sizin aylarınıza kadar uzanan tüm bu trajediler bir merm inin iziyse,
bu aynı zamanda kendi izlerini yok etmek için tarihi de değiştirdik­
lerini gösterir. Ayrıca tüm bunları çok uzun zam andır planladıkları
anlam ına geliyor."
"Bir grup insan mı?" diye tahm in yürüttüm .
Umutsuzca omuz silkti. "Elimdeki tek şey bir isim: Ophiuchus."
9

"Ophiuchus/' diye tekrar ettim sözcüğün bana bir şey hatırlatmasını


um arak.
"On Üçüncü H ane'nin adı. Sence danışm anların, h akkında
herhangi bir şey biliyor m udur?"
Odayı dolduran güzellik ürünlerini dalgın dalgın izliyordum.
İçimden bir ses danışm anlarım ın teorimizi reddedeceklerini söylü­
yordu. Zaten çoğunun liderliğime hiçbir inancı yoktu, masallardaki bir
düşmana olayların sorum luluğunu yüklersem desteklerini tamamen
kaybedebilirdim . M athias'm kini bile.
Ailemle Gezgin'de olduğum uz güneşli bir günü, suyun içinde
iki kez köpükler gördüğümü ve hiçbir şey söylemediğimi hatırladım.
Çeneye, ağabeyime saldırması için zaman veren şey sessizliğimdi.
Sonra Ay Dörtlenmesi nden önce gördüğüm yanıp sönmeyi hatır­
ladım. Kendime, sesimi çıkaracak kadar güvenmemiştim ve Thebe
hiçbir uyarı olmaksızın patlamıştı.
Leyla'nın tavsiyesini anlam ak için ne tu h a f bir andı.
Rho ?
M athias'ın sesi belli belirsiz bana sesleniyordu, san k i çok
uzaklardan gelir gibi. İçgüdüsel olarak Yüzüğüme dokundum ve
ses berraklaştı. Her şey yolunda mı? diye sordu. Bir gecikme mi var?
Her şey yolunda. Seninle orada buluşacağım , dedim dudaklarımı
ses çıkarm aksızın hareket ettirerek.
"Sende de Yüzük var!" diye cıyakladı Nishi, elimi incelemek
için tutup kendine doğru çekerken. "Bize henüz kendim izinkileri
verm ediler ancak birini denem ek için deliriyorum . D uyduğum a
göre çok zor..."
"Nishi, sen buraların yıldızısın. Bu kadar hızlı şekilde bu kadar
bilgiyi ancak sen bulabilirdin. Danışmanlarıma sormak konusunda
haklıydın. Neler bulabileceğime bakacağım ve törenden sonra seni
arayacağım."
"Bir şey daha var," dedi tekrar fısıldayarak. "On Üçüncü Hane
ile Aslan'da ve Boğa'da gördüğün Karanlık madde... Yıldızlar sana
bir örnek gösterm iyorlardı. Bir keresinde karanlık m addenin bir
gezegenin herhangi bir bölümünü tükettiğinde, uzayın o alanında
sonsuza dek kaldığını okum uştum . Yani şimdiye dek var olduğu
her yeri görüyordun."
Yüzümü astım. "O zaman nasıl her seferinde görünm üyor?"
"K aranlık m addeyi norm al uzaydan ay ırt etm esi fevkalade
zordur. En küçük bir parazitte belirsizleşebilir ancak yine de orada
kalır. Sadece onu görm üyordun."
"Teşekkür ederim." Ona sımsıkı sarıldım . Keşke Nishi de bu
gece benimle gelebilseydi. Fakat Amiral Crius sadece hüküm et yet­
kililerine izin olduğunu söylemişti. Hayatımdaki en önemli törene
bir oda dolusu yabancının desteğiyle katlanm am yanlış geliyordu.
En azından bir arkadaşımla birlikte olabilmeliydim.
Nishi parm aklarını üst üste koyup alnına dokunarak Yaylılar'ın
iyi şans selamını yaptı. Sonra çıkm ak için kapıyı açtı ve heyecanlı
seslerin oluşturduğu bir deniz odayı boğdu. Bir an için Oceon 6 nın
salonlarındaki ses kulaklarım a Ay Dörtlenmesi gecesinde Akade-
mi'nin salonlarındaki ses gibi geldi. Sonra kapanan kapı tüm patırtıyı
dışarıda bıraktı.
Yalnız başıma kalınca aynaya bir kez daha baktım. Hâlâ kızın
yüzünü veya kadmın bedenini veya gösterişli kıyafetleri tanıyamıyor-
dum. Gecenin geri kalanında burada kalıp Ophiuchus u araştırmayı
yeğlerdim. Keşke en azından M athias'tan beklemesini isteseydim,
şimdi kendi törenime yalnız gitmek zorundaydım.
"Rho?"
Müziği andıran ses bu sefer kapının dışından geldi. "G... Gel,"
dedim zımpara gibi ağzımla. Kafamda dolaşıp duran tek bir düşünce
vardı: Beni beklemişti.
Kapı açıldığında, kaynayan sesler yine odaya doldu, sonra Mat-
hias'ın gözleri benimkilerle buluştuğunda kesildiler.
Sanki derin bir nefes alıp başımı suyun altına sokmuştum. Ko­
ridordaki yaygara boğuktu, odanın kenarları bulanıktı ve farkında
olduğum tek şey oydu. Siyah saçlar, solgun yüz, gece mavisi gözler.
Çağlar sonra, Dalga aramalarla uğuldamaya başladığında, birbi­
rimizi ne kadar zam andır seyrettiğimizi bilmediğimi fark ettim. Tek
bildiğim her an gitmemiz gerektiğini, geç kaldığımızı, Danışman­
larım ın beklediğini söyleyebileceğiydi. Onun yerine, odaya girdi.
Kollarım daki m inik tüyler titreşerek bana G ezgin'in silyaya
benzeyen bacaklarını hatırlattı. Sonra beş senelik fantezim hayata
gelmişken, neden silyaları düşündüğüm ü merak ettim: Solaryum 'da
izlediğim o güzel oğlan da en sonunda bana bakmıştı.
M athias önüm deyken, kendim i k u rşu n gibi hissediyordum ,
sanki ayaklarım ı yerde tutan merkezkaç kuvveti ikiye katlanm ış
gibiydi. Crius'm bana gönderdiği dosyalar içinden, M athias'ın profi­
lini okum uştum: Yirmi iki yaşındaymış. Ailesi yedi nesildir Kraliyet
M uhafızlarında hizmet veriyormuş. Sekiz yaşından itibaren Kova
Hanesi'ndeki Lykeion'a, yani Zodyak'ın en ünlü hazırlık okuluna ve
Elara'da üniversiteye gitmiş ve sınıfından birincilikle mezun olmuş.
Dalgasının uğuldaması da benim kine katıldı ve Psiko-Şebeke'de
görmezden geldiği kaç araması olduğunu merak ettim.
"Gerçekten o tacın parlam asını sağlıyorsunuz," diye fısıldadı.
Boğazı öyle kuruydu ki yutkunuşunu duyabiliyordum. Bana kolunu
uzattı ve ona dokunduğum anda ayaklarım ın yerden kesileceğini
hissettim .
Elimi M athias'ın koluna doladım ve nefesimi tuttuğum u fark
ettim. Yüzü bana öyle yakındı ki Yengeç'in mavi ışığıyla alev alev
yanan gözlerinden başka bakacak bir yer yoktu. Neden süslendiğimi
veya neden bir yere gittiğimizi hatırlamaya çalıştım.
"Onları daha fazla bekletmemeliyiz/' diye m ırıldandı, sesi her
zam ankinden daha az kendinden emin çıkıyordu. Bana nazikçe reh­
berlik ediyordu ve inanılmazdı ancak bacaklarım hâlâ çalışıyordu.
"Rica..." Boğazımı temizledim, "rica etsem Dalgayı ve siyah opali
kendi cebine koyar mısın?" Onlar olmadan asla bir yere gitmediğim
iki aygıtı uzattım.
M athias aygıtları kıyafetinin içine tıktı ve koridorda ilerlerken
hızlandık. Geçitleri hızla geçerken kaymaması için tacımı tuttum ve
bu geceki törenin yapılması için hazırlanan yemek salonunun ikili
kapısına geldik. "Geç kaldınız!" dedi Amiral Crius çatık kaşlarıyla.
Agatha bastonuyla topallayarak bana yaklaştı, yüzü mutlulukla
aydınlanmıştı. "Güzel görünüyorsunuz, Kutsal Ana." Dr. Eusta sadece
başını salladı. İlk kez, hologramını göndermek yerine kendi gelmişti.
"İçeri girelim artık," diye bağırdı Crius. "Analar burada, Zod­
yak'taki her haneden gelen temsilciler de." Yengeç, Anaerk denen,
on iki kurucu ailenin en yaşlı Anaları tarafından yönetilir. Crius
M athias'a işaret etti. "Bizimle geride dur. S avunucum ız önden,
yalnız yürüsün."
İtiraz etmeye zaman bulamadım. Kapılar müsrifçe hazırlanm ış
masa örtüleri ve gümüş yemek takımlarıyla bezeli, sonsuz çeşitlilikte
insanların oturduğu bir yuvarlak m asalar sü rü sü n e açıldı. Daha
önce Kovalı biriyle tanışmamış olmama rağmen temsilcilerini donuk
gözleri, dar yüzü ve fildişi renkli teninden tanıdım . A krep'ten ge­
len temsilcinin yanında oturuyordu. Akrepli temsilci ise ince, uzun
yüzlü ve kıyafetine muhtemelen kendi icatları olan tu h af parçalar
eklemişti. Bazı temsilciler katılam am ışlardı ve gönderdikleri holog­
rafik hayaletler m asaların üstünde süzülüyordu.
Hayaletler çok uzaklardan yansıtılan hologramlardır. Sinyalleri
ışık hızında yol aldığından, bir zam an gecikmesi vardır. Normal
diyaloglara iştirak edemezler çünkü her zaman bir-iki adım geride­
dirler, onları seyretmek komik olabilir. Bu yüzden, şu anda sadece
gözlemliyorlar ve pek bir şey yapmıyorlardı.
Tavana doğru her yerde her hanenin adı ve Zodyak a getirdik­
leri güç yazılıydı. Efsaneye göre ilk savunucular aslında savunucu
yıldızlardı ve her biri kendi takım yıldızını koruyordu. Zodyak ilk
insanların Helios'tan çıkarak geldiklerini öngördüğünde, her hane
savunucusundan vazgeçti ve on iki yıldız toprağa düşerek ölümlüler
haline geldiler.
Her biri hayati bir özelliğin bilgisine sahipti, yani hanelerimiz
galaksim izin sonsuz varlığını koruyabilm ek için her zaman eşit
yoldaşlar olarak birlikte çalışmak zorunda kalacaklardı. İsimler ve
özellikler baş seviyemizin üstünde süzülüyorlardı:

KOÇ: A S K E R İ Y E

B O GA : Ç A L I Ş K A N L I K

İ Kİ ZLER: H A Y A L G Ü C Ü

YENGEÇ: ANA ÇLIK

ASLAN: T U T K U

BAŞAK: BESLEYİCİLİK

TERAZİ: ADALET

AKREP: YENİLİK

YAY M E R A K L I L I K

O Ğ L A K : BİLGELİK
KOVA: FELSEFE

BALIK: M A N E V İ Y A T

Ophiuchus'un temsil ettiği on üçüncü hayatta kalma yeteneğinin


ne olduğunu düşündüm .
Kalabalık beni görür görmez ayağa kalktı. Hepsinin gözünde
şaşkınlık vardı. Yere konsantre olup bir ayağımı diğerinin önüne
atmaya odaklanarak üstümde kaç tane gözün olduğunu düşünm e-
meye çalıştım. Odanın sonuna vardığımda, kalan sekiz danışmanımın
arkasında oturduğu uzun bir masa gördüm. Amiral Crius elini om­
zuma koyunca durdum . Önümüzde temiz tuzlu suyla dolu kum dan
bir havuz duruyordu.
Crius kristal bir kadehi doldurup havaya kaldırdı. "Rhoma
Grace, hayatını Yengeç Hanesi'ne adamak üzere bir yemin etmek
için buradasın. Eğer bu resmi yemini edersen, Yengeç'in ve Yengeç
halkının hayatlarını kendi hayatının önüne koymaya yemin etmiş
olacaksın. Zodyak'm Yol Gösterici Yıldızlarından biri olmaya, diğer
on bir hanenin savunucularıyla birlikte çalışmaya ve her zaman
Yengeç Hanesi nin koruyucusu olmaya yemin edeceksin. Hepsinden
önemlisi, galaksimizin varlığını sürdürm esi için gereken her şeyi
yapmaya yemin edeceksin."
Savunucu yapıldığım günden beri, bu rolden vazgeçebileceğimi
hiç düşünmemiştim. Her ne kadar bunun baştan beri görevim oldu­
ğuna dair güçlü bir dürtüden kaynaklandığını iddia etmeyi sevsem
de esas sebebi başka bir çarem olmamasından korkmamdı. Belki de
bu beni korkak biri yapardı.
Bir noktada, gizli gizli Crius ve Agatha nin hatalarını fark edip
unvanı benden geri alm alarını ve daha iyi birinin yerime geçmesini
umuyordum. Ancak son birkaç gündür danışm anlarım ın çalışmasını
gördükçe, M athias'la eğitim yaptıkça ve bu gece yapacağım konuş­
mayı yazarken, bir şey fark etmiştim. Benim için savunuculuk bir
birey olarak hayatımı başka insanlara ömür boyu hizmet zorunluluğu
haline getirmem değildi. Benim için bu kişisel bir şeydi.
Elara'da olanlar Yengeç H anesinin başına geldi ancak aynı za­
manda okulum un, benim okulum un, benim arkadaşlarım ın, benim
öğretm enlerim in de başına geldi. Hasar evim in olduğu gezegene
bile ulaştı, belki aileme bile. Bundan daha kişisel bir şey olamazdı.
Farklı olduğum için bu rolde değildim, buradaydım çünkü her yer­
deki tüm Yengeçliler gibiydim. Her şeyi kaybetm enin nasıl bir şey
olduğunu biliyordum.
Ve birey olan Rho da olsam, Savunucu Rho da olsam, beni
yönlendiren şey aynı hedefti: Yengeç'i kurtarm ak ve böyle bir acıyı
bir daha asla çekmeyeceğinden emin olmak istiyordum.
"Yemin ediyorum ," dedim. Oda öyle sessizdi ki sesim bir süre
çınladı.
"Yengeç Denizi'nden içeceğin bir yudum la," dedi Amiral Crius,
"yem inin bağlayıcı olacak."
Kadehi bana uzattı ve büyük bir yudum içtim. Tuzlu su bur­
numu, gırtlağımı yaktı. Öksürmemeye çalıştım.
"Yengeç takım yıldızının yıldızları seni gülümseyerek karşılasın,
Kutsal Ana Rhoma Grace, Dördüncü Hane, Yengeç'in Savunucusu,"
dedi amiral, kalın ve güçlü bir sesle. Sonra ikinci kez, ve muhtemelen
son kez, eğilerek beni selamladı ve belli belirsiz fısıldadı: "Kutsal Ana."
Odanın geri kalanı da aynısını yaptı, fısıldanan selamlama kutsal
bir ilahi gibiydi. Sonraki birkaç saniye boyunca gördüğüm tek şey
kırk kişinin başlarının üstüydü. Ve bir yüz.
Benim yaşlarımda, sarı saçlarında beyaz çizgiler olan bir adam
hâlâ yukarı bakarak beni izliyordu. Kıymetli ceketi Terazi sembo­
lünü, Adalet Terazisi'ni taşıyordu. Gözlerimiz kenetlendiğinde göz
kırptı. Sonra diğer herkesten daha çok eğildi.
"Kutsal Ana şimdi konseyinin yem inlerini alacak," dedi Crius.
Danışmanlarım ilerleyerek Crius'a katılıp sıraya girdiler. Başta amiral
duruyordu.
Ona döndü ve konuştu: "Amiral Axley Crius, savunucusuna
ve Yengeç Hanesi'ne sadakat yemini etmek için buradasın. Eğer bu
resmi yemini edersen, savunucusunu onurlandırm aya, ona yardım
etmeye, onu korumaya ve her zaman Yengeç Hanesi nin menfaatine
hareket etmeye yemin edeceksin."
"Yemin ediyorum."
Sonra Agatha sadakat yemini etti, sonra Dr. Eusta ve diğerleri.
En genç danışm an olduğundan, M athias en son geldi. "Annemin
üstü n e yem in ederim ," dedi mavi gözleri benim kilerden bir an
olsun ayrılmayarak.
Bu bir Yengeçli'nin edebileceği en güçlü yemindi.
Öyle etkilendim ki sırada neyin olduğunu unuttum . "Kutsal Ana
şu anda burada olan herkese seslenmek isterler," dedi Crius masaya
doğru yürürken bana ileri gitmemi işaret ederek. Tüm odanın dikkati
üstüm deydi, yalnız kalmıştım. Eskiden böyle başlayan kâbuslarım
vardı, sonra gerçek kâbusların nasıl şeyler olduklarını öğrendim.
"Yengeç Hanesi'nin yardım ına koştuğunuz için teşekkür ede­
rim," dedim M athias ve Agatha'yla birlikte yazdığımız konuşmayı
zihnim den okurken. "Tsunam ilerin sona erdiğini ve hayatta kalan
daha fazla kişiyi bulmak için kurtarm a çalışmalarımızın devam etti­
ğini sizinle paylaşmaktan m utluluk duyuyorum ." Gözlerimin odada
gülümseyen tek kişi olan Terazili nin üstünde dolaştığını fark ettim.
Her baktığımda, onun bakışlarıyla karşılaşıyordum.
"Şu an k i so ru n u m u z o k y an u su m u zu n yörüngem izdeki ay
enkazı sebebiyle çok fazla yöne çekilmesi ve bunun şiddetli fırtı­
nalara sebep olması. Bunun deniz yaşamı üstünde nasıl bir sonucu
olacağını ise bilmemizin imkânı yok. Şimdilik, insanlar ada evlerine
dönüp yaşamı tekrar kuruyor ve kurtarabildikleri kadar canlı tü rü
kurtarıyorlar. Teknisyenler uydularım ızı ve güç şebekemizi tam ir
etmeye başladılar bile, yani iletişim sistemlerimiz yakında çalışmaya
başlayacak. Halkımız, vahşi hayvanlarım ız ve topraklarım ız adapte
olacak. H ayatta kalacağız
Alçak bir alkış başladı. Bu konuşmamı bastırmaksızın, odadaki
herkesin gösterdiği dayanışmayı işaret eden bir jestti. Terazili ıslık
çaldı. Birkaç kişi dönüp adama ters ters baktı. Terazilinin gülüm ­
sediğimi fark ettim.
"Savunucu olarak ilk resmi emrim şudur: Zodai Muhafızlarımızı
hanemiz ve galaksimizin çevresinde, uzaklara yayılan pozisyonlara
dağıtıyorum, böylece bir daha bir felakete hep birlikte yakalanm a­
yacağız." A lkışlar arttı. Danışmanlarımla birlikte, bunun şimdilik
yapılabilecek en bilgece hamle olduğuna karar verdik, en azından
patlam anın sebepleri hakkında daha fazla bilgi edinene dek. "Bu
gece her birinizle tanışm ayı iple çekiyorum. Teşekkür ederim."
M asanın tam merkezinde, Amiral Crius ve Agatha'nın arasına
oturdum . Mathias masanın ucuna yakın, yani konuşamayacağız. Ya
da ben öyle düşünm üştüm .
Gözlerini k a m aştırdın ız.
M athias'ın mesajını alınca Yüzüğüm ısındı, yüzüm de kızardı.
Teşekkür ederim , diye yanıtladım . Yemininin hakkını verebilmek için
çok çalışacağım.
Çoktan verdiniz, Rho.
"H arikaydınız," dedi Agatha beni zihnim in içinden çıkararak.
Yanaklarımın hâlâ kırm ızı olduğuna emindim.
"Teşekkür ederim, her şey için," dedim elini tutarak.
"V ardığınız g ü n sizi öyle k andırdığım ız için gerçekten çok
üzgünüm ," dedi gri-yeşil gözleri buğulanarak. Gözleri, Agatha ne
zaman derinlerde bir şey hissetse böyle buğulanıyordu, fark etmiştim.
"Kalp, zihin ve ruh. Test ettiğim iz alanlar bunlar."
"Ne demek istiyorsun?"
"Kendin yerine anneni seçtiğinde, bir savunucu kalbine sahip
olduğunu anladık. Siyah opalin kilidini açtığında, evrenim iz hak­
kında daha fazla gerçeği açığa çıkarak bilgi ve arzuya sahip olduğunu
anladık." Yüzümde büyüyen şaşkınlığa gülüm sedi. "Ve karanlık
maddeyi gördüğünde, temiz bir ruh olduğunu anladık."
Sonuncusu tıpkı annem in söylediklerine benziyordu. Annem
de en iyi kâhinlerin en temiz ruhlara sahip olduğunu söylerdi. "Bu
size... Bu size ruhum la ilgili nasıl bir bilgi verdi?"
"Çünkü sadece kendine karşı bu derece dürüst biri efemeriste
öyle berrak bir görüntü yakalayabilirdi. Unutmayın, Merkezlendi­
ğinde, ruhunuza erişirsiniz. Ruhları acı çeken insanlar kendi acı­
larından ötesini güçlükle görürler. Sizin görüşünüz berrak çünkü
dürüstsünüz. Başınıza kötü şeyler geldi ancak harekete geçme zamanı
geldiğinde, test edildiğinizde, affetmeyi seçtiniz. Canınızı en çok
yaJcan insanı bile."
Gözlerim deki yanm ayla savaşm ak için birkaç kez gözlerimi
kırpıştırdım . Burada ağlamak istemiyordum.
"Bunun ne kadar nadir bulunan bir şey olduğunu tahm in bile
edemezsiniz, Rho," diye fısıldadı. "Zodyak karanlık bir zam ana
giriyor ve siz bizim kalanım ızdan çok daha fazla sayıda güçlükle
yüzleşeceksiniz. Umudum, savunuculuk yolculuğunuzda ne tecrübe
ederseniz edin, bu masumiyeti asla kaybetm emenizdir." Gözlerini
kapayıp alnıma dokunarak Yengeç e ait bir kutsam a hareketi yaptı.
Yengeç'te bir annenin, kızının çocukluğunun bittiği gün onu kut­
saması gelenektir.
"İçindeki ışık her zaman parlasın," diye fısıldadı. "Ve bize en
karanlık gecelerimizde yol göstersin."
Mendilimi kullanarak yüzüm deki gözyaşlarımı sildim. "Teşek­
kür ederim."
Bir garson ordusu belirdi ve tabaklarım ız her çeşit egzotik ye­
mekle doldu. Çoğu yemeği misafirlerimiz getirm işti, yani Zodyak'ın
her köşesinden bir şeyler vardı. Yemeğimin tam ortasında, tam da
Terazi'den gelen kızarm ış tarlakuşuna uzanırken Amiral Crius beni
tabağımdan ayırdı. Beni yemek salonunun yarı kapalı köşelerinden
birindeki k ü çü k bir masaya getirdi. Şimdi burada oturm am ve
Zodyak'ın her hanesinden gelen temsilcilerle özel olarak buluşmam
gerekiyordu.
İlk sırada Oğlak H anesinin temsilcisi vardı. Savunucu Ferez
benimle tanışması için Vahşi Yaşam Danışmanını göndermişti. Adam,
hanesinin geleneksel kıyafeti olan siyah bir cüppe içindeydi.
Oğlaklılar evrenin en bilge insanları olarak görülmelerinin yanı
sıra, aynı zamanda en uzun ve en kısa boylu insanlarıydı. Nüfusun
yarısı Danışman Riggs gibi uzun boylu, duygularını yüzüne yansı­
tan, esmer tenli insanlardı. Buna karşın, nüfusun diğer yarısı kısa,
konuşkan ve kanlı canlıdır.
El dokunuşunu yaptıktan sonra, Danışman Riggs bana Oğlak
Hanesi nin denizdeki yaşamı kurtarm a çalışmalarımızda bize yardım
etmeleri için bir gemi ve bir grup biliminsam gönderdiklerini anlattı.
Zahmet edip oturm adı. Tüm konuşma muhtemelen bir dakikadan
kısa sürdü.
Sonra Başak Danışmanıyla görüştüm , o oturdu. Bana Zodyak'ın
en önde gelen Psiko-Şebeke uzm anı olan İmparatoriçe M oira'nın,
on iki gemi dolusu tahıl gönderdiğini haber verdi. Danışman bana
Origene Ana nin yakın arkadaşı olan Moira tarafından bizzat yazıl­
mış bir notu uzatırken, Başak'ın cömertliği karşısında şaşkındım.

Lütfen sevgili Kutsal A n aya saygı dolu vedamı kabul


edin. Origene nin sevecenliği bana dostluğun anla­
m ım öğretmiştir. Onu tanım ak benim için onurdur
ve kaybı Zodyak'ın ruhunda bir boşluk yaratm ıştır.

Notu okuduğum sırada başka bir danışman Başak Danışm anının


yerini aldı. Okumayı bitirene kadar bakmadım ve sonra Terazili elçiyi
gördüm. Yakından, gülümsemesi sahtekâr bir sırıtış gibi duruyordu.
Başka bir sırıtmayla yanıtlamaması zor olanlardan... ve aynı zamanda
bir erkeğin halinden çok m em nun görünm esini sağlayandan.
Nishi görse buna kentaur gülüm sem esi derdi. Bu Y aylıların,
çekiciliği ve yakışıklılığıyla kadınların dikkatini o kadar da çekici
olmayan yönlerinden uzaklaştıran erkekler için kullandıkları bir
ifadedir.
"Gençm işsin/' deyiverdim hırçın bir dürtüye teslim olup ken­
dimi şaşırtarak.
"Şimdiye kadar bu sözü duym aktan sıkılm ışsınızdır diye dü­
şünm üştüm , Leydim." Terazili nin sesi sıcak ve şakacıydı, ciddi
olduğunda da olmadığında da aynı tonda çıkıyordu.
Gülümseme dürtüm güçlendikçe, ifademi daha kasvetli hale
getirdim, yani, "Lord Neith seni, benim yaşlarımda olduğun için mi
gönderdi?" diye sorarken, neredeyse ters ters bakıyordum.
"Beni o göndermedi, leydim." Delici, yaprak yeşili gözleri öyle
canlıydı ki sanki benim gözlerimle kendi aralarında konuşuyor
gibiydiler. "Gönüllü oldum."
Geleneksel dokunuş için bana elini uzatınca parmaklarımı kıvırıp
elimi y um ru k yaparak m asanın karşısına uzandım . Sonra tenime
yum uşacık bir öpücük kondurdu.
Şaşkınlıkla, sertçe nefes alıp bir oohhh nidasına, başka bir şey
olam ayacak k adar çok benzeyen bir h om urtu çıkardım . Kanım
ağzının dokunduğu yerde kaynıyordu, sanki dudakları Abyssthe
kaplıymış gibi.
"îsmim Hysan Dax ve buraya hediye bir yakıt tankeriyle geldim,
Lord Neith ve Terazi Hanesi nden bir armağan."
Gitmek için kalktığında ben de ayaklandım. "Neden gönüllü
oldun?"
Hysan bana baktı, yüz ifadesi ciddileşti, m uhtem elen m üm ­
kün olduğunca ciddileşti. Gösterişli kıyafeti, sarı-beyaz örgüleri ve
sim etrik gamzeleri söndü, gözlerinde başka bir şey görüyordum...
sırlar. Yüzlercesi.
"Zodyak'ta yükselen yeni bir yıldız gördüm, öyle parlaktı ki
siyahlığı bile yakıyordu." Sesini bir fısıltı kadar alçaltıp bunu bile
duyabileceğim bir mesafeye kadar yaklaştı. "Bu alevin gerçek mi...
yoksa bir ışık oyunu mu olduğunu görmek istedim."
Yüzümün kızardığını hissettim ve Hysan'ın tenindeki altın par­
laklığı Helios gibi sıcaklık da yayıyor mu, yoksa sıcaklık yalnızca
sözcüklerinden mi geliyor diye düşündüm . "Vardığın karar nedir?"
diye sordum. Nishi görse, böyle sırıtan bir oğlanla flört etmemem
gerektiğini söylerdi.
"Bir benzerini görmedim."
Dudakları yine o kentaur gülümsemesine dönüştü, bu kez ben
de gülümsemekten kendimi alamadım. "Hizmetinizdeyim, Leydim /'
Yere kadar eğilerek selamladı. "Daima."
Gittiğinde, Boğa'dan bir temsilci onun yerini aldı. Bu temsilci
dikkatim i çekebilmek için kendini iki kez tanıtm ak zorunda kaldı.
Savunucuları suyun üstündeki tabaka şehirlerimizi tekrar kurmamıza
yardım etmek amacıyla bir dizi kredi sözü vermiş.
Tüm temsilciler gittiğinde, geriye sadece A nalar kaldı. Haneler
ayırabildikleri tüm kaynakları bağışlamıştı ve şimdi Konseyle bu
kaynakları A nalar arasında dağıtmak zorundaydık. Her ne kadar
hanemiz uzlaşmayla yönetiliyor olsa da savunucu diğer haneleri de
ilgilendiren tüm konularda üstünlüğe sahiptir ve bu yetki acil durum
yardım laşm a katkılarını da kapsar.
Yemek salonu boşaldı ve Amiral Crius bizi yuvarlak masalardan
birinde topladı. Sadece en üst düzey Danışmanlarım bu toplantıya
katıldı; Crius, Agatha, Dr. Eusta ve Mathias.
On iki Ana nin tamamı toplantıda hazırdı. Yaşanan trajedide
ikisi hayatlarını kaybetti ve ailelerinde kendilerinden bir sonraki
en yaşlı anneler tarafından yerleri çoktan dolduruldu.
Deniz seviyesinin altındaki Çayır Adaları'ndan gelen Lea Ana
gruptaki en açık sözlü kişiydi. Adaları dalgaların altında kalm ıştı
ve deniz yulafı tarlaları aşırı tuza boğulm uştu.
Yengeç'in tek tatlı su kaynakları yağmur sarnıçları ve tuz ayırma
fıçılarıydı. Pek çok insan Çayır A dalarının tarlalarından gelen ta­
hıllara ihtiyaç duyuyordu ancak fazla tuzu yıkam aları gerekiyordu.
Şimdi sarnıçları deniz suyuyla doluydu, ayırm a fıçıları da selde
kaybolm uştu. Lea Ana parm ağını m asaörtüsüne vurdu. "Fıçıları
tekrar yapmaya zam anım ız yok. Eğer bu ay yulafları ekmezsek,
bütün hasadı kaçıracağız. Kutsal Ana, beş tanker gemisi tatlı suya
ihtiyacımız var."
"M athias/' dedim "Kova Hanesi'nin gönderdiği tatlı su stoğu
için plan nedir?"
Konuşmadan önce duraksayıp Psiko-Şebeke'yle birleşti. Son
birkaç gündür, sessiz yüzünün ardında aslında ne kadar çok şeyin
olup bittiğinin farkına varmaya başlamıştım. "Tüm tatlı su stokları
sığınmacı kamplarına yönlendiriliyor."
Söyleyeceğim şeyi hiç sevmeyeceğini bilerek Lea Ana ya bak­
tım. "Deniz yulafları için üzgünüm ancak şimdilik adapte olmamız
gerekiyor. Tuzlu zeminde ne üretebiliriz?"
Kadının yüzü öfkeden patlayacak gibiyken Crius elini masaya
vurup korkuyla bir ayağımı havaya kaldırmama sebep oldu.
"Saygideğer Savunucu," dedi boğuk sesiyle korkusunu tam
olarak maskeleyemeyerek, "ortada acil bir durum var."
M athias ve danışm anlarım kalktı ve onlara katılmak için ayağa
kalktığımda, Lea Ana nin gözlerindeki öfkenin çaresizliğe dönüştü­
ğünü gördüm. Diğerleri uzaklaşırken, ben geride kalıp "Tohumlarınızı
saklayın, Lea Ana. Sonrası için kurutun. Bu mevsimi kaçıracağız
ancak tekrar deniz yulafı ekeceğiz. Umudunuzu yitirm eyin," dedim.
Bunun duym ak istediği şeyler olmadığını biliyordum ancak iyi şans
bugünlerde bulunması güç bir şeydi.
Diğerlerine yetişm ek için salonda k o ştu rd u m , beyaz elbise
arkam dan havalanıyordu. D anışm an toplantılarım ızı yaptığım ız
okuma salonunun kapısına geldiğimde, M athias bekliyordu. "İçeri
girm eden önce," dedi "size bir şey söylemem gerekiyor. Bu gece,
siz hane temsilcileriyle görüşürken bir mesaj aldım. Zamanlamamın
korkunç olduğunu biliyorum ve muhtemelen beklemeliyim ancak
aynı zamanda bu haberi derhal duym ak istediğinizi de biliyorum."
Konuşmak yerine, gözlerini kapadı. Önce dram atik olmak için
yaptığını zannettim ve üstüne gidecek gibi oldum ki Yüzük ısındı,
ben de gözlerimi kapadım. Zihnimde bir resim, Oceon 6'da olmayan
insanlarla ilgili bir görüntü oluştu.
Babam Kalymnos'taki yıkılmış kır evimizin önünde, paramparça
kıyafetleriyle dikiliyordu. Yanındaysa, tüm yıkım a ters düşecek,
muhteşem bir sırıtışla, Stanton duruyordu.
Bu görüntüyü öyle sevdim ki gözlerimi bir daha açmak istemedim.
G örüntüyü o kadar uzun süre izledim ki sanki bir şeyler ters gitti,
dizlerimin bağı çözüldü, zemin sallandı ve her şey dönmeye başladı...
Gerçekliğe döndüğümde, M athias'ın elleri belime dolanmıştı.
"Üzgünüm. Sizi böyle şaşırtmamalıydım."
"M athias," diye fısıldadım, gözyaşlarını şimdi yanaklarım dan
akarak makyajımı ve kaygıyla geçen günlerin, gecelerin kâbuslarını
yıkayarak gidiyordu. "Teşekkür ederim."
Çivit mavisi gözleri öyle koyulaştı ki neredeyse mor oldular.
"Ağabeyiniz Thebe'de değildi. Babanızı ziyaret ediyordu, ikisi de
denizden kurtarıldılar."
Düşünm eksizin ona sarıldım. O da bana sarıldı ve geri çekildi­
ğimde, gülümsüyordu. Şimdiye dek gülümsediğini hiç görmemiştim.
Gülümseyişi yüz hatlarını yum uşatarak konuşm ak için yeterince
cesur olacağım günün hayalini kurduğum , eskiden olduğu o çocuğa
benzemesine sebep oluyordu.
Sadece bir gün bile olsun böyle görüneceğimi hayal etmemiştim.
"Dalga'dan ulaşabilir miyim?" diye sordum.
"Dalgaları hâlâ y anlarında mı, bilem iyorum . Öyle olsa bile,
iletişim ağı henüz tekrar kurulm adı. Ancak bir yol arıyorum."
Okuma salonunun kapısı açıldı ve Amiral Crius, "Girin!" diye
bağırdığında, M athias'la birlikte aynı anda aceleyle girdik.
"Siyah opale danışalım ," dedi Agatha, içeri girdiğim iz anda.
M athias kıyafetinin cebinden opali çıkarıp bana uzattı ve zihnim de
beliren bir Boğa görene, Boğa H anesini fark edene kadar taşın y ü ­
zündeki çıkıntılara dokundum .
Yıldız haritası kademe kademe açılarak odayı ufacık, yanıp
sönen ışıklarla d o ldurdu. H olografik parıltıya adım ım ı attığım
anda gözlerimi Yengeç'e kenetleyerek Merkezime ulaştım. Yüzük,
çekirdeğindeki A byssthe sayesinde bunu kolaylaştırıyordu ve az
sonra güneş sistemimiz müzik notalarıyla doldu. Parlak gazlar, ışık
çıkaran tozlar, asteroidler, kuasarlar, semavi ateş kümeleri. Etrafıma
baktım, On İkinci Hane nin ötesine. Karanlık madde hâlâ oradaydı,
nabız gibi atıyordu.
"Balık H anesinden bir mesaj aldık," dedi Crius. "Yıldızlarda
kötü bir alamet görmüşler. Yengeç'e doğru gelen başka fırtınalarla
alakalı bir uyarı mesajı. Ancak net değil ve doğrulamamızı istiyorlar."
"Elbette mesaj sahte de olabilir," diye belirtti Agatha. "Psiko-Şe-
beke her zaman güvenilir olmayabilir."
"Bize ne gördüğünüzü söyleyin. Zodai eğitim iniz sayesinde,
yeteneklerinizin bilendiğine inanıyoruz," dedi Crius, sesinde çok
inanç duyamasam da.
Nishi'yle konuşmamızı hatırladım. Doğruyu söylemenin bana
neye mal olacağını biliyordum, birkaç saat önce bildiğimden daha iyi
biliyordum ancak Yengeç'in hayatını kendi hayatım ın önüne koya­
cağıma dair bir yemin etmiştim. Sessiz kalm ak korkaklık olacaktı.
Doğruyu bulmam gerekiyordu: Hayatımız buna bağlıydı.
"Ophiuchus," dedim. "Karanlık maddeyi On Üçüncü Hane'de,
Ophiuchus takım yıldızında görüyorum."
ıo

Dört çift göz sanki delirmişim gibi bana bakıyordu.


Önce M athias konuştu. "O bir mit. Kuşaktan kuşağa o kadar
çok anlatıldı ki Yengeç çocuklarının canavarı, Ochus'a kaynak oldu/7
Sesi sanki Psiko-Şebeke'de kendisine söylenenleri tekrarlıyorm uş
gibi çıkıyordu. "Takım yıldızın yılan şeklinde olduğu söyleniyor."
"Diğer isimleri Ophius," dedim "ve Yılan, ve 13..."
"Yani Zodyak'ın öcüsünü suçluyorsunuz, öyle mi?" Dr. Eusta
sabırsızlıkla hom urdandı ve arkasını döndü. "Of, harika, bir de
tutu p savunucu yaptık."
"Bakın," dedim sesimi yükseltip. "Yengeç'i korum aya yemin
ettim ve yapmaya çalıştığım şey de bu, bunun beni nereye götüre­
ceğinin önemi yok. Şu anda, Ophiuchus H anesindeki saldırganlar
ipuçlarımıza uyuyor. Karanlık madde tam da On Üçüncü Hane nin
eskiden olduğu yerde görünüyor. Eğer Aslan ve Boğa sistematik bir
saldırının kurbanıysa, bunun arkasındakilerin işi henüz bitmemiştir."
Hepsi boş boş bana bakıyordu.
Amiral Crius çenesini sıvazladı. "M itleri ben de herkes kadar
biliyorum ancak affınıza sığınarak Kutsal Ana, bunun durumumuzla
nasıl bir ilgisinin olduğunu görem iyorum ." Bana gereken saygıyı
gösterm ek için elinden geleni yapıyordu ancak sanırım sabrının
sınırına gelmişti.
"Belki de astronomlara danışmalıyız," dedi Dr. Eusta. "Teles­
koplarıyla belki bizim kaçırdığımız bir şeyi görebilirler. Affedin,
Kutsal Ana."
"Öfkelenmedim. Aklınıza gelen her şeyi yapın. Haklıysam bile,
saldırıyı nasıl durduracağımızı bilmiyorum. Herkese danışın, ben
de efemerisi okumaya devam edip Balık'tan gelen tehdit belirecek
mi, bakayım."
Herkes bilgi toplamak için farklı bir yöne dağıldı ve ben okuma
salonunda kalarak efemerisi okum aya devam ettim . Hanem için
en faydalı olacağımı hissettiğim yer burasıydı: Yıldızlar arasında
Merkezlenmiştim, kalbim ve zihnim evimden gelen çağrılara açıktı,
Yengec'e bundan daha bağlı hissedezdim ve yönlendirmelerde bu­
lunmaya hazırdım.
Yıldızların sırlarını okumam ne kadar sürerse sürsün burada
kalacaktım.

♦ ♦ ♦

Bir saat sonra, Balık'm gördüğü tehditten hâlâ bir iz yoktu. İhtimaller
hakkında bilgilendirilmeme karşın babamdan veya Stanton'dan bir
not bulma umuduyla, Dalga'daki mesajlarımı kontrol ettim.
Nishi bir şey göndermişti. Mesaja tıkladım ve devasa bir kanatlı
yılan tarafından sımsıkı kavranmış, açlıktan yarı baygın bir adamın
görüntüsü yansıdı. İskeleti andıran bedeninden deri parçaları sar­
kıyordu ve acıyla haykırıyor gibi görünüyordu. Mücadeleyi yılanın
kazandığı açıktı.
Yazdığı mesaj parlak mavi bir metin halinde resmin altındaydı:
Ophiuchus ın sembolü birbirine dolanan iki yılanlı bir asa, caduceus.4
Oğlak'ta, Caduceus adlı , Lord Helios tarafından korkunç bir suçun
cezası olarak sürgün edilen ünlü bir simyacı ve şifacıyla ilgili eski bir
çocuk hikâyesi vardır. Suçu, ölümü yenmenin yolunu keşfetmeye cüret
etmesiydi.

4 Yunan m itolojisin d e tanrı H erm es tarafından ku lla n ıla n altın asa. (ç.n.)
Kutsal Helios.
Nishi, Ophiuchus un On Üçüncü Hane'deki insan grubu oldu­
ğunu düşünm üyordu.
Tek bir adam olduğunu ve o adamın ölümsüz olduğunu düşü­
nüyordu.

♦ ♦ ♦

Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım.


Hâlâ okum a salonundaydım , yere yatm ıştım ve holografik
yıldızları izliyordum. H aritanın sönm ekte olan ışığı küçük odayı
neredeyse dolduruyor, devamlı hareketi beni sakinleştiriyordu.
M athias Psinerji yi d o ğrudan algılayam ayacağım ızı, sadece
uzay-zamanda bıraktığı izi yakalayabileceğimizi söylemişti. Efeme-
risin Psinerji'yi gözle görülebilir ışığa dönüştürdüğünü söylemişti.
M etafizik olanı fiziksele çevirmek kulağa simya gibi geliyordu...
Çıplak ayaklarım la kalktım ve bir milyon yıldız ayak parmak­
larım ı yıkadı. Tacım ve topuklu ayakkabılarım Dalgayla birlikte
yanım da, soğuk zeminde duruyordu.
M athias'ın eğitimi, efemeriste yaptığım okumaları anlamlı kılan
içgüdüm ün aslında beynim in Psiko-Şebeke'de topladığı Psinerji'yi
yorum lam ası olduğunu fark etm em e yardım cı olm uştu. Eskiden
Yarrot yaparken, kendim in en içteki haline odaklanırdım ve öylesi
küçük bir yaşta, ihtiyaçlarım, kaprislerim ve içgüdülerimden ibaret­
tim. Yani aynı metodu efemeriste uyguladığımda, evreni o şekilde,
yani evrenin ru h hallerini içselleştirip okum alarım la uygun olacak
senaryolar hayal ederek bazen yanlış okuyordum .
Kendimi yüzüncü kez M erkezlediğimde, ruhum un Yengeç'in
parlayan ışığına doğru yükseldiğini hissediyordum .
Gözlerim şaşı, zihnim hafifken beynim deki şeyleri yıldızlardan
gelen alametlerden ayırt etmek güçtü. Suyun derinliklerine, güneş
ışınlarının ulaşmadığı yerlere dalıp orada yaşayan tu h af ve fantastik
yaratıkları görmek gibiydi. Her şey yarı gerçek, yarı hayal ürünü
gibi görünüyordu.
Psinerji yi gitmek istediğim yere yönlendirdim, Yengeç e. Evim,
okumamı odakladığım yerdi. Enerjinin gezegenin çevresine kümelen­
diğini, gezegenin uzayın geri kalanından daha parlak hale gelmesini
sağladığını hissettim. M ümkün olduğunca Merkezlendiğimde, zihnimi
Psiko-Şebeke'ye bağlayıp beynim i Psinerji'nin getirdiği mesajlara
açarak Yengeç'in sesini dinledim.
Kolektif Bilinç'te, korku, kaygı, bunalım hissettim. Titredim,
soğuğu hissettim ve gezegenimizin etrafındaki parlaklığın söndüğünü
fark ettim... sanki sağlığını yitiriyordu. Yanımızda, İkizler'in ikiz
gezegenlerinden biri sönmeye başladı, tıpkı Yengeç gibi. Sanırım bu
hastalığın hanemize vardığı anlamına geliyordu... ve yayılacaktı. Dr.
Eusta'yı uyarmalıydım, böylece doğru bir teşhis koyabilir ve aşılar
için Akrep H anesiyle bağlantı kurabilirdi.
Yengeç D enizinin üstünde, deniz canlılarının huzursuzluğunu
hissediyordum, göç rotaları bozulmuş, duyargaları şaşkındı. Derine
inmeye çalıştım, Psiko-Şebeke yi kullanıp esas kayaya ulaşarak ge­
zegenin çekirdeğiyle iletişim kurm aya çalıştım. Ancak elde ettiğim
tek şey baş ağrısı oldu.
Geri çekilip Zodyak a daha geniş bir açıdan bakarak on iki ta­
kımyıldızı bir bütün olarak gördüm. Ateş Haneleri; Koç, Aslan ve Yay
parlıyordu, Psinerji'nin parıltısı gezegenleri yanan ateş gibi sarmıştı.
Savaş geliyordu.
H afif bir rüzgâr yanım dan geçip gitti ve içimden bir ses bunun
başka fırtınaları haber verdiğini söyledi. Sadece Yengeç için değildi.
Yüzüğe dokunup gözlerimi kapadım. Tam da o anda, girdap
halinde dönen ışıkların yerini kasvetli gölgeler aldı ve tüm oda sanki
daha karanlık bir geceye gömüldü.
O rtak zihne daha önce hiç soru sorm am ıştım ancak bu gece
sorabileceğimi hissediyordum. Bu güvenin içime ne zaman yerleş­
tiğinden emin değildim, ya kutsal savunuculuk yem inini ettiğimde
ya babam ın ve Stanton'ın hayatta olduğunu öğrendiğim de ya da
danışmanlarıma Ophiuchus'tan bahsettiğimde gelmişti. Ancak orada,
içimdeydi.
Güven, doğru olanları değiştirmiyordu veya beni daha iyi bir
savunucu yapm ıyordu. Güven, A byssthe'den daha az güçlü bir
uy uşturucu değildi. Kendimi olduğumdan büyük ve olduğumdan
yetenekli hissetmemi sağlıyordu ki bu beklentilerim in bir etkisi de
olabilirdi.
On Üçüncü Hane gerçek m i, uydurma mı? diye sordum Psiko-Şe­
beke ye.
Şebeke uyandı. Binlerce zihin dikkat kesildi ve birleşen fikirler,
derin okyanus dalgaları gibi fısıldayarak köpürdü. Kısa öyküler,
ninniler ve şiirler belirdi, her hanenin çocuklara söylediği... Ekranda
sözcükler belirmedi, yıldızları nasıl okuyorsam onları da öyle oku­
yordum. Zihnimi sözcüklerin özü, anlamları dolduruyordu.
Birleşime başka zihinler de katılıp zihnimdeki resmi hem tamam­
lıyor, hem de karm aşıklaştırıyordu. Kolektif Bilinç gerçek anlamda
sorum un cevabını Psiko-Şebeke'de inşa ediyordu. Süreç herhangi
başka bir şeyin inşası gibiydi; bir ev, bir gemi, bir silah... Tek fark,
bu inşa bir kavram ın inşasıydı.
Psiko-Şebeke ye bağlı kaldığım, Zodailerin yanıtlarına kulak
verdiğim süre boyunca daha fazla çelişki ortaya çıkıyordu, zira
iletişimdeki zihinler anlaşmazlık alanlarına çarpmaya başlıyorlardı.
Merak, gerilim ve tartışma hissediyordum. Sonra başka cevaplar bir
fırtına gibi geldi.
Şimdi beynim deki resim ayrılm aya başladı, sanki artıları ve
eksileri kendi kendime tartışıyorm uşum , sadece işin içinde pek çok
başka zihin de varmış gibi. Bir taraftan, Ophiuchus'un kökeni her
hanenin savunucusu tarafından değiştirilerek kendi halklarına en
güzel hitap edebileceği şekle getirilm iş bir ahlaklılık hikâyesine
dayanıyordu. Öbür taraftan, Zodyak'ın her tarafına yayılmış, ken­
dilerine 13 diyen ve Ophiuchus'un gerçek olduğuna inanan radikal
bir komplo teorisyenleri grubu vardı.
13'ün üyelerine göre Ophiuchus On Üçüncü H ane'nin ilk sa­
vu n u cu su n u n adı çünkü tarih bize ilk savunucuların isim lerinin
hanelerin isimleri olduğunu anlatırdı. Teorisyenlerin iddiasına göre,
insanlar ilk geldiklerinde ve savunucu yıldızlar toprağa düştüğünde,
Ophiuchus bu yeni, alçak yerden şikâyet eden tek yıldızmış. Bu dü­
şüşün savunucuların ölümsüzlüklerine mal olduğunu öğrendiğinde,
kendini ölümsüzlüğünü geri almaya adamış.
Bu süreçte diğer hanelere ihanet etm iş ve yakalandığında,
savunucular onu güneş sisteminin çok uzaklarına sürgün etmişler.
Ne yazık ki onu öldürememişler çünkü o zamana dek kendini
ölümsüz yapmayı becermiş. Peki bu nasıl m üm kün olabilirdi?
Bazı inananlar Ophiuchus un muazzam bir şifacı olarak insa­
noğluna yönelik muhteşem bir merhametle başladığını iddia ediyor­
lardı. İddialarına göre Ophiuchus ölümün tedavisini sadece kendisi
için değil, tüm insanları korum ak için arıyormuş ve savunucular
bunu yanlış yorumlamış. Peki bu doğruysa, şu anda neden herkesi
öldürmeye çalışıyordu?
Yüzüğü bıraktım ve tekrar ışık saçan efemerisin altındaki ze­
mine döndüm. Nishi ye Kolektif Bilinç'te öğrendiklerim i anlatm ak
istiyordum ancak ayrılmadan, hayali bir görüntüye benzer haritaya
bir kez daha danıştım . Işıkların derinliklerine baktıkça, sadece
efemerisin gösterebileceği Psiko-Şebeke görüntüsüne, yıldızlardan
görünen manzaraya dâhil olduğumu hissediyordum.
Merkezlendiğim anda oda karardı, sanki karanlık madde yayılmış
gibiydi. Ayağa fırlayıp sağa sola bakınarak sebebi aradım. Ve buldum.
Karanlık madde Başak H anesini yutm uştu.
İzlediğim sırada, siyahlık bulutu İkizler Hanesi nin ikiz takım ­
yıldızlarına doğru genişledi. Yolda olan iki saldırı vardı.
Astral âlemden çıkmaya başladım, sonra kafamın içinde bir fısıltı
duydum, sanki biri benimle Psiko-Şebeke'de iletişim kurm aya çalı-
şiyor gibiydi. Tek farkı, bu tarz bir iletişim sadece Yüzük sayesinde
olmasına rağmen, metalik silikon sıcak değildi ya da parmağımda
titreyerek bana seslenmedi.
Ses efemeristen geliyordu. Bu imkânsızdı.
Sesi takip ettim, sanki uzayın içinde, boşluğun çekimsel gücüyle
emilen bir cisim gibiydim. Ses Helios'tan geliyordu. Elimi yanan
kütleye uzattım ve parm aklarım ı sarı ışığa daldırdım .
Sonra kayboldum.
n

Gölge dünyasında değildim, efemeriste de değildim. Uzayda bir çeşit


geçidin içindeydim. Cisimler yanım dan geçip gidiyordu; göktaşları,
yıldızlar, enkaz... Her şey çok hızlı ilerliyordu, sanki bir pervane
akım ındaydım .
Kimsin sen?
Emreden ses rüzgâr tünelinde patladı ve korkunç bir soğuk
kalbimi yakaladı.
Rho Grace. Dördüncü Hane, Yengeç'in Savunucusu.
İlk savunucularla ilgili, Psiko-Şebeke'de Yüzük olmadan iletişim
kurduklarını anlatan hikâyeler vardı. Bu öyküler ilk savunucuların
Psinerji'yi yardımcı dış etm enler olmadan da m anipüle edebildikle­
rini iddia eder. Sonuçta, bir zam anlar gece semasının parçasıydılar.
Ophiuchus? diye şansımı denedim.
Bu ismi zikrettiğim anda, bir yüz gördüm. Çocukluk kâbusla­
rım dan gelen bir yüzdü.
Renksizdi, tüysüzdü, gözleri gece kadar siyahtı... On Üçüncü
S av u nucu'nun y ü z h atları buzdan yontulm uş gibiydi. Rüzgârın
içinde canlı bir alev gibi uçuşuyordu. Sen bir çocuksun. Bir kız. Bana
bakm aya nasıl cesaret edersin? Bu boyuta nasıl eriştin?
Bir ses duydum... Helios'tan geldi.
İmkânsız! Karanlıkta bana doğru uzanan bir el gördüm. Sonra
tüm beden bir anda görüşüme girdi, somut ve parlaktı. Basit bir
ölümlüsün. Beni duymuş olamazsın. Şimdi gerçeği öğreneceğim.
Eli bana öyle yakındı ki onu savuşturabilirdim. Sonra hatırladım.
Burada bana dokunamazdı.
Neden bize saldır...
Ancak sorum un devamını getiremedim. Buz gibi parmaklarıyla
başımı tu tu p sıktı.
Buz gibi elleri tenimi yakarken çığlık attım. Bu olamazdı. Bu
gerçek değildi. Bana dokunuyor olamazdı.
Ancak yine de düşüncelerimi kurcaladığını, hatıralarıma göz
attığını hissediyordum. Beni kendine yaklaştırdı. Dilinin ağzının
içinde eriyip tekrar donduğunu görebiliyordum.
Demek benim peşimdesin, öyle mi? Dokunuşu bana kış bulaştırı­
yordu. İçimdeki her bir kas ve organın donduğunu hissediyordum.
Bırak beni!
Şaşırtıcı şekilde, bıraktı.
Sen tehdit değilsin. Sana asla inanmayacaklar. Siyah deliklere
benzeyen gözleriyle bana baktı. Yine de: Benden bir daha bahseder­
sen, öleceksin.
Öyle şiddetle titriyordum ki körlemesine uzanıp siyah opali
tutm aya çalışırken parmaklarımı neredeyse hissedemiyordum. Opali
bulduğumda efemerisi kapattım.
Yıldızlı yansıma söndüğünde hayalet yok oldu. Oda tekrar gri
ve normal haline döndü. Başımı ovdum. Beni tu ttu ğ u yerdeki acı
yok olmuştu.
Tüm bunların nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ancak
m erak edecek zaman da yoktu. Başak ve İkizler'i sırada onların
olduğu konusunda uyarmak zorundaydım .
Benden bir daha bahsedersen, öleceksin. Buz adam ın tehdidi
kafatasımın içinde hâlâ çınlıyordu.
Ancak risk ne olursa olsun, Ophiuchus un onları da bizi yaptığı
gibi pusuya düşürm esine izin veremezdim. Diğer hanelere neyin
geldiğini anlatm ak zorundaydım .
Psiko-Şebeke'yle birleşm ek için zihnim i açtığım da, Yüzüğe
dokunup acil uyarıyı başlattım. Uyanın! Başak ve İkizler tehlikede!
Yengeç e yapılan saldırının ardında Ophiuchus var ve işi bitmedi!
Sert çığlıklar zihnim i karıştırıyordu.
Psiko-Şebeke'de ters giden neydi? Toplu zihni hissedemiyordum.
Sanki artık orada değil gibiydi. Ancak Yüzük ısındı.
Tek bir ses psişik gürültünün yarattığı kaosu aşarak tısladı, tıpkı
rüzgârın pürüzlü nefesi gibiydi. Konuşmaman için seni uyarm ıştım .
Nefesimi tuttum . Ophiuchus Psiko-Şebeke'deydi. Psiko-Şebeke ye
ulaşmak için yaptığım her deneme beni ona karşı savunm asız hale
getirecekti. Yüzük sıkışmıştı, çıkaramıyordum.
Acı bir kahkaha zihnimi köreltiyordu. Kimse sana inanmayacak ,
küçük kız. Ve şim di öleceksin.
Sertçe çekince Yüzük parmağımdan çıktı. Ayaklarım hâlâ çıplaktı,
Dalgayı kapıp yarım düzine Zodainin gece vardiyasında çalıştığı
okuma salonundan kaçtım. Deli gibi görünüyor olmalıydım, çünkü
dönüp bana bakakaldılar.
"M athias'ın odası nerede?"
Bunu söyler söylemez, M athias'ın yanlış kişi olduğunu fark
ettim. Onu ikna etmek kolay olmayacaktı. Desteğe ihtiyacım vardı.
"Nishiko Sai, şu Yaylı kız nerede?"
Bir Zodai kadının peşinden koşmaya başladım. Koştuğumuz sırada
düşüncelerim kördüğüm oldu. Ophiuchus bana burada saldırırsa,
Oceon 6'daki herkesi öldürürdü. Gezegenimize bile saldırabilirdi.
Bunun olmasına izin veremezdim.
Ancak beni susturmasına da izin veremezdim, yoksa başka masum
insanlar da ölecekti. Hanelerin uyarılm ası lazımdı, hem de acilen.
Zodai beni tekerlek şekilli uydunun dış halkasından merkezine
do ğ ru giden d ireklerden birine getirdi. Nishi yatak h an e olarak
düzenlenm iş bir depo odasına yerleştirilm işti. Odaya yirm i kadar
katlanabilen karyola sıkıştırılm ıştı ve ışık kim in kim olduğunun
anlaşılm asına neredeyse müsaade etmeyecek kadar sönüktü.
Şaşkın Zodai kapıda beklerken, parm ak uçlarım da uyuyan
bedenlerin arasında yürüyerek Nishi yi aradım. Sonunda, yastığına
yayılmış siyah saçlarını fark edip sarsarak uyandırdım .
"Hah? Kimsin?"
"Nish, benim. Acele et."
Sesim bir doz uyandırma gazı gibi gelmiş olmalıydı çünkü Nishi
sıçrayıp uyku sersemliğini üstünden attı ve beni takip etti.
"Yaptığın şu araştırma, yanında mı?"
"Her zaman." Bileğindeki ağır İzci'ye dokundu.
"Bana yeni bulduğun her şeyi gönder, tamam mı? İhtiyacım
olacak." Dalgayı açıp İzcisinin yanına koyarak şimdiye dek bul­
duklarını indirdim. "Thebe'deki patlamayı tetikleyen şey kesinlikle
On Üçüncü Hane."
N ishi'nin gözleri açıldı. "Yıldızlarda mı gördün?"
"Sırada Başak ve İkizler var. Onları uyarm ak zorundayım ."
Dalgayı kapayıp şaşkınlıkla bizi izleyen Zodai'ye baktım. Nishi ye
Ophiuchus un beni tehdit ettiğini de söylemeli miydim? Ophiuchus un
nefretinin hatırası bir kez daha içimden geçip gitti ve kusacak gibi
oldum. Bir ateş yağm uru göreceğime dair yarım bir beklentiyle
tavana baktım.
Nishi bakışlarım ı takip ediyordu. "Ne oldu, Rho?"
Zodai bizi dinliyordu ve paniği yaymak istemediğimden yüzüm ü
ona döndüm. "Lütfen bizi hemen Danışman M athias Thais'e götür."
Nishi yüzünü astı. "Benim de mi gelmemi istiyorsun?"
"Lütfen. Yardımına ihtiyacım var."
Koridorda son hızla koşuyorduk. Beynimdeki kaosa düzen ge­
tirm eye çalışıyordum. İki şeyden emindim. Bir, Ophiuchus Başak ve
İkizler e çok yakında saldıracaktı ve onları uyarm ak zorundaydım .
İki, konuşmama mani olmaya kararlıydı, bu da bana burada saldı-
rabileceği anlam ına gelebilirdi.
Diğer hanelere Dalga üzerinden haber veremezdim çünkü holog­
ram ların sahteleri de yapılabilirdi. Psiko-Şebeke'yi kullanam azdım
çünkü Ophiuchus ben söyleyeceğimi söyleyemeden beni öldürürdü.
Tek bir seçenek vardı.
Cevabı zihnim de görüyordum ancak bu gerçekle yüzleşmek
istemiyordum. Yaşanan her şeyden sonra olmak istediğim yer evimdi.
Takımyıldızımızı daha önce hiç terk etmemiştim ve şimdi uzak
durm am gereken tek yer olan Psiko-Şebeke dışında hiçbir özel
yeteneğim yoktu. Uzayda yolculuk etmem için hiçbir sebep yoktu.
Ancak Ophiuchus u uzaklaştırm ak zorundaydım . Evimi ku r­
tarm am ın tek yolu onu terk etmemdi.
12

Mathias kapıyı ilk vuruşum da açtı.


Kapıyı açtığında, koyu renkli saçları karm akarışıktı ve yakası
çözülmüştü, sanki çalışmasının ortasında sızıp kalmış gibiydi. Nishi
ve ben ok gibi içeri daldık.
"İtiraz etmeden önce dinle," diye başladım, yaptığım ız koşu
yüzünden hızlı hızlı nefes alarak. "Efemerisi okuyordum ve Başak
ve İkizlere yönelik bir uyarı gördüm. Sonra, tam çıkarken, bir ses
duydum ve bu tam da Nishi'yle düşündüğüm üz şeydi! Aylarımızın
çarpmasına sebep olan şey On Üçüncü H ane'den birileriydi..."
"Sakin olun," dedi M athias elleri nazikçe omuzlarımı kavrar­
ken. "Ne..."
"Olamam. Sırada Başak ve İkizler var."
"Kim?"
"Ophiuchus."
M athias'ın yüz ifadesi huzursuzca ekşidi ancak bunu görmez­
den geldim.
Efemeriste gördüğüm her şeyi tarif ettim: Başak ve İkizler'in
etrafındaki karanlık madde, Helios'un içindeki ses, buz ve rüzgârdan
oluşan hayalet... Ancak ölüm tehdidini söylemedim. Mathias, yani
Danışm anlarım , birinin beni... öldürm eye çalıştığını öğrenselerdi
beni asla bırakm azlardı.
"Onları uyarm ak zorundayım ," dedim benim için çıkarıp uzat­
tığı sandalyeyi reddederek. Elini omzumda tutuyordu ve eli sanki
beni yerde tutan tek şeymiş gibi hissediyordum. "Bir saniye bile
bekleyemem..."
"Rho, sakin olun."
Mathias'ın sesinin yatıştırıcılığı odasına geldiğimde olduğundan
farklıydı. Ben üzüldükçe o daha da sakinleşiyordu. Her şey tam da
istemediğim gibi gidiyordu.
Birkaç nefes aldım ve sesimin elimden geldiğince sakin ve aklı
başında çıkmasını sağladım. "Lütfen Mathias, bana güvenmeni isti..."
"Ayakkabılarınızı nerede bıraktınız?" Beni dinlemediği soru­
sundan belliydi.
Ayaklarım ın çıplak olmasının beni M athias'ın gözünde daha
az güvenilir yapması öyle saçma bir şeydi ki bir anda öfkelendim.
Duygularım ın akışı ses tellerim in kontrolünü aldı ve hislerimi ge­
ride tutam adım . "Savunucu yapılmamam gerektiğini düşündüğünü
biliyorum."
Yüzü tokat yemiş gibi gevşedi. Nishi bile sanki bu konuşm anın
üstüne sıçramamasını ister gibi duvara yanaştı. Şimdi söyleyeceğim
şey her şeyi sadece daha da kötüye götürecekti ancak bu bana ka­
zanm ak için büyük bir savaş verdiğim bir dostluğa mal olacak olsa
bile, M athias'ın uyarılarım ı dikkate almamasına izin veremezdim.
Daha fazla insanın ölmesi ihtimali varken bunu yapamazdım.
"Savunucu sen olmalıydın, bunu düşünüyorsun."
Yüzü karardı ve elinin om zum dan düşmesine müsaade ederek
geri çekildi. "Hepimizin bir görevi var, Savunucu." Sesi alçak ve
gergindi. "Ben kendi görevimi biliyorum."
Kalbim yaptığım şeyi reddederek güm bürdüyordu. Söylediğim
şeyi geri almak ve beni affetmesi için yalvarm ak istiyordum. Fakat
elimde, şimdi durup kendimi düşünemeyeceğim kadar çok hayat vardı.
"Bu doğruysa, o zaman savunucu olarak rica ediyorum , sana
yalvarıyom m , lütfen bana güven. Nishi, ona dosyalarını gösterir misin?"
Nishi kendini duvardan ayırıp İzci'deki tüm verileri sırayla
gösterdi. Tüm bu süre boyunca Mathias kırm ızı hologramları buz
gibi gözlerle izledi ve bu konuyu yanlış ele aldığımı fark ettim. Öfkeli
Mathias şüpheci M athias'tan daha iyi değildi.
"Eğer Ophiuchus ölümsüzse, ondan neden daha önce haberimiz
olmadı?" diye sordu. "İntikam ını almak için bunca zaman neden
bekledi?" Sertleşen ses tonu onunla konuşurken hiçbir yere hızlıca
varamayacağım anlamına geliyordu.
Ophiuchus'un bizi de patlatıp sessiz uzayda savrulmaya gön­
dermesini kısmen de olsa bekleyerek gözlerimi tavana diktim . Her
dakika bir sonraki saldırısına biraz daha yaklaşıyorduk. B planı
zamanı gelmişti.
"M athias, bana inanm ıyorsan tam am ancak bana bir gemi
bulman lazım. Daha önce hiç uçmamış birinin bile kullanabileceği,
otomatik pilotlu bir şey."
Ne kadar ciddi olduğumu Nishi'nin tepkisine göre ayarlamak için
gözlerini benden ayırıp Nishi'ye baktı. Nishi benimle çelişmeyince
Mathias dönüp yatağının kenarındaki sürahiden bana bir bardak su
doldurdu. "Uykusuz kalmışsınız. Bu duygusal bir gece ve düzgün
düşünem iyorsunuz."
Bana uzattığı bardağı elimle ittim. "Beni dinlemiyorsun! Basınç
kıyafetimi giyeceğim ve döndüğümde bir gemiye ihtiyacım olacak.
Derhal yola çıkıyorum."
"Yavaş olun biraz." M athias suyu kenara koyup bir kutuyu
karıştırm aya koyuldu. Bir çift çorap çıkardı. "O turun."
"Hayır."
Beni omuzlarımdan tutup çevirerek yatağa oturttu.
"Mathias, dur..." İtirazım Mathias önümde dizinin üstüne çöküp
çorapları ayaklarıma geçirmeye başladığında boğazımda düğümlendi.
Elleri ılık ve yum uşaktı. İşini bitirdiğinde gözlerimiz buluştu. Mavi
gözleri yum uşam ıştı ve şimdi benden şüphe eden bir Zodai'ye değil,
bir dostum a baktığımı biliyordum.
"Lütfen bana inandığını söyle, Mathias."
Başını çevirmedi. Gözlerindeki dönüşüm ü tekrar izlerken Mat-
hias'm savaştığı kişinin aslında kendisi olduğunu fark ettim. Tıpkı
benim gibi o da her durum da aynı tarafta olmamızı çok istiyordu.
Ancak değildik.
"Sizin inandığınıza inanıyorum /' diye fısıldadı.
Savunucu yapıldığımdan beri görmezden gelmeye çalıştığım şey
artık görmezden gelinemez haldeydi. M athias'ın bağlılığı ve koru­
masına her zaman sahip olabilirdim ancak güvenine sahip değildim.
"Amiral Crius'a danışalım /' dedi kalkarken.
"Zamanımız y o k /' diye itiraz ettim ben de kalkarken. "Bana
ancak güler."
Mathias dudaklarını oynatmaya, Psiko-Şebeke üzerinden ileti­
şim kurm aya başladı ve panikle eline sarıldım. "Dur! Ochus orada!
Seni duyar!"
"Tamam, sakin olun. Dalgayı kullanırım ." Sabırlı bir iç çekişle
cihazı çıkardı, açtı ve en üst düzey üç danışm anım ı aradı. Bunun
güvenli bir iletişim yolu olacağına inanıyordum .
On dakika sonra Crius, Agatha ve holografik Dr. Eusta okuma
salonunda bizimle buluştu. Dar, siyah basınç kıyafetimi giymiştim,
Dalga ve siyah opal cebimdeydi. Yüzük diğer eşyalarımın yanındaydı.
Saçlarım hâlâ bir denizkızınınki gibi uzun ve dalgalıydı, Ley­
la'nın yaptığı şekilde duruyorlardı. Keşke onlara veda edebilseydim,
diye düşündüm . Bana yaptıkları Zodai kıyafetini, kadifemsi makyaj
takım ları ve parlatıcı saç spreyiyle birlikte paketledim. M athias'ın
bu geceki güvensizliği bir şeyi netleştirdi: İnanılm az olanı satarken,
görüntü önemliydi.
Toplantının ilk beş dakikasını N ishiko'nun da katılmasına izin
verilmesi için ısrar ederek harcadım. Şu ana dek, Nishi bana inanan
tek kişiydi ve bir m üttefike ihtiyacım vardı. Hepimiz oturunca M at­
hias'a söylediklerimi tekrarladım. Nishi'nin araştırm alarını gösterdim
ve planım ı anlattım .
Sadece Dr. Eusta güldü. Crius söylendi ve Agatha efemerise bir kez
daha danışm am ı söyledi... ancak o canavarla tekrar yüzleşemezdim.
"Şu buz hayaleti/' dedi Crius. "Ona dokunduğunuzu mu söy­
lüyorsunuz?"
"Dokundum . Derisini hissettim ." Kafatasımı kırm aya çalıştı­
ğından bahsetmedim.
"Bir insan bir hayalete nasıl dokunur?" diye sordu Dr. Eusta nin
hologramı. "Galiba törende içtiğiniz tuzlu su kafanızı karıştırıyor."
Ellerimi kaldırdım. Eğer öğretmenlerim sınav sonuçlarımı ilk
seferinde ciddiye almış olsalardı, hayatlar kurtarabilirdik. Danış­
manlarımın güvensizliğinin Başak ve İkizler'deki hayatları tehlikeye
atmasına izin veremezdim. A rtık sessiz kalmayacaktım, ses çıkarmak
bir fark yaratabilecekken olmazdı. Şu anda buradaki hiç kimse bana
yardım edemezdi.
Her zamanki güven dolu sesi yerine kaygılı bir sesle Nishi ilk
kez danışmanlarıma hitap etti. "Rho yu dinlemelisiniz. Dinlemezseniz
pişman olabilirsiniz."
Mathias önce Nishi'yi, sonra beni dikkatle inceledi. Ona öyle
öfkeliydim ki titriyordum. Gerçekten, eğer gördüğüm şeyden emin
olmasam tüm bunlara katlanacağımı mı düşünüyordu acaba? Bana
annesinin üzerine bağlılık yemini ederken birkaç saat sonra, ona en
çok ihtiyaç duyduğum zamanda bana nasıl sırtını dönebilirdi?
O da tıpkı Dekan Lyll, Amiral Crius, Dr. Eusta gibiydi... Oku­
malarımı ciddiye almıyorlardı çünkü beni ciddiye almıyorlardı. Bana
saygı duym uyorlardı. M athias bana saygı duym uyordu.
Sanırım M athias gözlerim deki duyguları okudu, çünkü Da­
nışm anlarım a döndü ve beni hem şaşırtıp hem rahatlatarak "Diğer
haneleri uyarmam ızda bir sakınca var mı? Sadece işimizi sağlama
almak için?" diye sordu.
Dr. Eusta uy u z uy u z kafasını salladı. "Bu güvenilirliğim izi
tamamen sarsar."
Bir şeylere vurm am ak için özel bir çaba sarf etmem gerekiyordu.
"Biz Yengeçliler Saygıdeğer insanlarız," diyerek savunm aya geçtim.
"Yirmi m ilyon vatandaşım ız öldü. Önlem alm aları için Başak ve
İkizler'i uyarm azsak daha kaç kişi ölür?"
Crius bacak bacak üstüne attı. "Hanelerin geçmişinde karşılıklı
güven yoktur. Bu abartılı hikâyeyi duyduklarında, ihanet edebile­
ceğimizden şüphelenebilirler."
Ensemdeki küçük tüylerin havaya dikildiğini hissediyordum.
"Bakın, beni savunucu olarak seçtiniz. Benim işim yıldızları okumak
ve okudum. Daha fazla bekleyemeyiz."
Agatha bastonunu dizlerine dayadı. "Kutsal Ana haklı. Onun
sözüne inanmalıyız. Uyarıyı gönderelim."
Agatha nin desteğiyle şaşkına dönerek akıntının ani dönüşüyle
gözlerimi kapadım. Yüzük'le mesaj göndermeye yeltendiği an araya
girdim. "O Psiko-Şebeke'de. Seni duyacak!"
İri iri açtığı gözleriyle bana baktı. "Öyleyse nasıl yapacağız?"
"Şifreli bir Dalga," diye önerdi Mathias. "Ya da hologram gön­
derebiliriz."
"Bir holograma inanmazlar." Bunu söylerken, Nishi doğrudan
Dr. Eusta'ya bakıyordu.
"Aynen," diye katıldım. "Sadece Dokunabildiğim Giiven. Holog­
ram lar sahte olabilir ve şifrelemeler de dört dörtlük değil. Uyarının
gerçek olduğunu ispat edebilmek için bizzat gitmek zorundayım ."
"Bizzat mı gideceksiniz?" Başımı salladığımda, Agatha arkasına
yaslandı. Bana yeni bir ilgiyle bakıyor gibiydi.
"İmkânsız!" diye havladı Crius. "Halkımızın size burada ihtiyacı
var. Başka birini göndereceğiz."
"Kimi?" diye sordum. "Hanginiz söylediklerime inanıyor?"
Bir dakika boyunca kimse konuşmadı. Danışmanlarımın yüz­
lerindeki şüpheyi kim olsa okuyabilirdi.
"Ophiuchus'u gören benim. İnanacakları tek kişi benim." Hâlâ
şüpheyle baktıklarını görünce kalkarak, "Otomatik pilotlu bir gemiye
ihtiyacım var," dedim.
"Söz konusu dahi olamaz!" diye kükredi Dr. Eusta.
"K atılıyorum . Fazlasıyla riskli," dedi Agatha ve akıntı yine
tersine döndü.
"Evimden ayrılmak istediğimi mi zannediyorsunuz?" diye atıldım,
sesim kendime ilk kez böyle yarı-histerik geliyordu. Derin bir nefes
alıp gözlerimi kapadım. "Başak ve İkizler saldırıya uğrarken böylece
oturam ayız." Mathias'a dönüp sesimi daha kalın ve daha dengeli
bir hale getirdim. "Danışman Thais, diğer hanelere giderken yalnız
başım a kullanabileceğim bir gemi bulmanızı emrediyorum. Lütfen
Bana dik dik baktı ve bakışmamız esnasında bizi kimse böl­
medi. Sonra sessizce konuşmaya başladı ve diğerleri de aynı şeyi
yapmaya başlarken, Nishi beni kenara çekti. "Beni arkada bırakma
Rho. Yardım edebileceğimi söylemiştin."
Nishi'yi çekip ona sımsıkı sarıldım. "Nishi, yardımına gerçekten
ihtiyacım var. Haberleri yaymana ihtiyacım var."
Kördüğüm saçlarının altındaki kehribar gözleri genişledi. "Ne
kadar uzağa?"
"Danışmanlarımla başla. Onları ikna etmeye çalışmaya devam et
ancak o kadarla yetinme. Söyleyebildiğin herkese, mümkün olduğunca
fazla haneye anlat çünkü hepimiz tehlike altındayız. 13'ün üyeleriyle
iletişim kurm aya çalış, seni Zodyak'ın geri kalanının gözünde daha
güvenilir yapmazlar ancak bizim bildiklerimizden daha fazla bilgiye
sahipler. Belki de bize yardım edecek bir şey vardır. Bulabildiğin
her şeyi bana gönder."
Gözleri gözyaşlarıyla parladı. "Orada dikkatli ol."
Başımı salladım. "Deke'e iyi bak, Kai'ye de."
Crius parm aklarını masaya vurdu. "Bu çılgınca yolculukta ısrar
ediyorsanız, halka afet yardımları toplamaya gittiğinizi söyleyeceğiz.
Kitlesel panik yaratm ak istemiyoruz."
Agatha'nın yüzünü endişe kapladı. "Bize çabuk dönün, Ana."
"Hepiniz delisiniz." Dr. Eusta'nın hologramı yanıp söndü ve
kayboldu.
M athias kapıya ilerleyip benim için açtı. "Lim andaki en hızlı
gem inin hazırlanm asını em rettim . Ziyaretinize gelen bir m erm i
gemisi. Biz bağlantı noktasına varana dek yakıt ikmali yapılıp ha­
zırlanmış olur."
" Biz mi?"
Öne çıktı ve gölgesi beni kaplayıncaya kadar yaklaştı. "Eğitiminiz
henüz bitmedi. Ayrıca, bir pilota ihtiyacınız olacak."
Bu uçuş intihar olabilirdi. M athias'ın benimle gelmesine izin
veremezdim.
"Üzgünüm ancak bunu yalnız başıma yapmam gerekiyor."
Çivit mavisi gözleri parladı. "İnsansız uçan bir gemi yok. Ya
sizinle geleceğim ya da siz de gitmeyeceksiniz."
Dudağımı ısırdım. Başka yol yoktu.
"Gemiye hoş geldin."
13

Ben sekiz yaşındayken, Stanton beni rüzgâr sörfüne bindirm işti.


Stanton etrafta dans ederek yelkeni kontrol ederken üstünde yat­
tığım, Stanton'ın ayaklarının arasındaki tahtanın göbeğime yaptığı
baskıyı hatırlıyordum.
Bir gün gizlice, rüzgâr sörfü tahtasını kendi başıma çıkardım.
Ağır yelkeni güçlükle kaldırdım ancak rüzgârı tu ttu ru r tutturm az,
denizde ufuklara doğru yolculuğum başladı. Tuz gözlerimi yakı­
yordu, özgür hissediyordum ve kısacık hayatımda ilk kez gençtim.
Dönüp eve ilk bakışım ayağım kaydığında ve yelken dalgaların
arasına düştüğünde oldu. Kalymnos uzak ufuktaki ince, siyah bir
çizgiydi ve karadan gelen rüzgâr beni her saniye daha da uzaklara
sürüklüyordu. Şanslıydım ki geçen bir bottaki insanlar beni gördüler.
O gün suyun içinde hissettiğim korku şimdi bana geri dönüyordu.
Mathias ile ben Yengeç'ten binlerce kilometre uzaktaydık. Öyle uzak­
tık ki Yengeç takım yıldızının tüm şekli görünür vaziyetteydi. Bunu
daha önce hiç görmemiştim. Evden hiç bu kadar uzaklaşmamıştım.
Mermi şekilli aracın burnunda, en yakın komşumuz İkizlere
doğru ilerliyorduk. Sadece oraya zamanında varacağımızı umuyordum.
Şimdi gökyüzünde yalnız olduğum uzdan, siyah opali açmaya
karar verdim. Ophiuchus'un Yengeç'i terk ettiğim i görmesi gereki­
yordu. Bana saldıracaksa, burada saldırması daha iyiydi.
Kaslarım öyle gergindi ki ağrıyorlardı. Mathias'ın hayatta kalaca­
ğını garantilemek için bir kaçış kapsülü programlamam gerekiyordu
ancak tek sorun, daha önce hiçbir şey programlamamış olmamdı.
Ophiuchus geldiğinde yapmam gereken tek şey Mathias'ı kapsüle
itip gerisini halledebileceğine güvenmemdi.
Mermi gemisinin yuvarlak şekilli ön burnu pruvayı bir akvar­
yum a benzeten kalın, elmas kadar sert bir camla kaplıydı, ben de
sonsuzlukla yüzleşen bir papazbalığı gibi o noktada havada süzülerek
uzaya bakıyordum. Mathias arka tarafımdaki dümende, yay şeklinde
dizili kontrol ekranlarını izliyordu. Zaman zaman yukarı bakıyordu
ve gözlerimiz buluşuyordu. Solgun ve yorgun görünüyordu.
Yorgun hissedem eyecek kadar gergindim . Siyah opalim bir
kancaya bağlıydı, böylece uçup gidem iyordu. Yıldız ışık ların ın
yum urta biçimli hologramı, evrenin parlak haritasıyla geminin bur­
nunu dolduruyordu. Camın hemen dışında, gerçek evren gemimizi
kucaklıyordu.
Çoğu uzay aracı gibi, bu gem inin de sıfır yerçekim inde tu tu n u ­
lacak tırabzanları ve güvenlik kemerleri vardı. M athias'ın bacakları
pilot koltuğuna sarılıydı. Bu esnada, ben havada sırtüstü süzülerek
yıldızları izliyordum.
İç gözümü açmaya çalışarak nefesimi kasten yavaşlatıp kaslarımı
gevşettim . Hologram uzay kıyafetim in siyah kum aşının üstünde
dans ediyor, bedenimi yıldızlarla benekliyordu. Son bir saattir, On
Üçüncü H an en in bölgesine odaklanm ış durum daydım .
"Ne görüyorsunuz?" diye sordu Mathias.
Gözlerimi ovuşturdum . "Şimdilik hiçbir şey."
Mathias bizi korumak için geminin kalkanını programladı. Derin
uzayda pek çok tehlike vardı, korsanlar, izleme için kullanılan yabancı
izleme robotları, kozmik radyasyon, başıboş çerçöp ve enkazlar gibi.
M athias eğer tehdit edilirsek, bu gem inin bir Oğlaklı'nın hayal bile
edebileceğinden daha hızlı uçacağını söyledi, gemide bir gizlenme
sistemi bile varmış. Bilgisayar sistem inin karm aşıklığı sebebiyle,
kontrolleri hackleyebildiğini görünce çok şaşırdı.
"İkili ye giriyoruz," dedi Mathias dümenden. "Onlara ne söy­
leyeceğinizi planladınız mı?"
"Hiçbir fikrim yok." Geminin burnundan gerçek uzaya bakarken
kendimi dikey pozisyona getirip omurgamı gerdim. "Bu konuda iyi
olmadığım açık."
"Aslına bakarsanız, bazen oldukça zorlayıcı olabiliyorsunuz."
Ona bakm am aya devam ederek konuştum : "Seni hâlâ ikna
edemedim."
O kadar uzun süre konuşm adı ki onu gücendirdim mi diye
endişelendim. "Rho." Alçak bariton sesi duyunca döndüm ve onu
birkaç adım arkam da süzülürken buldum. "Söylediğiniz her şeyi
dinliyorum ."
"Mesele o değil," dedim başımı sallayarak. Kelimelerle mücadele
ediyordum. Ona sadık olduğunu ve beni her zaman destekleyeceğini
ancak bağlılığının her şeyi kötüye götürdüğünü söylemek istiyordum.
Beni takip etmesinin sebebi bana olan güveni değil görev duygusuysa,
o zaman bu M athias'ın özgür iradesini zorladığım anlam ına gelirdi.
Bu neden daha iyi olsundu?
Ancak bunların hiçbirini söyleyemedim. Mathias bazen beni o
kadar sinirlendiriyordu ki cümle dahi kuram ayan küçük bir çocuğa
dönüyordum. Acaba yıllar boyunca sessiz kaldığımız için şimdi birbi­
rimizle nasıl konuşacağımızı mı bilmiyorduk, diye merak ediyordum.
"Bakmaya devam etmem lazım, çoktan saldırıya geçmiş olabi­
lir," diye m ırıldandım efemerise geri süzülerek. Sessizliğimiz uzadı
ve az sonra M athias dümene, koruma sistemlerini programlamaya
geri döndü. Ben de siyah opalin uzay temsilini taramaya başladım.
Motorlar sessiz bir vızıltı çıkardı ve kontrol ekranları yum uşak,
mavi bir ışıkla yanıp sönmeye başladı. Üstümdeki harita hipnotize
edici bir şekilde döndü ve bir süre sonra vazgeçtim. Ochus gelmedi.
"Leydim."
Başım geriye öyle bir döndü ki neredeyse havada bir salto attım.
Gemimizin cam burnuna yaklaşan, sarı saçlarında beyaz şeritler
olan, iri yeşil gözlü bir adam vardı. Gösterişli kıyafeti Terazi arması
taşıyordu.
"Sen... sen burada ne yapıyorsun?" diye sordum, Hysan Dax a
gerçek olup olmadığını görmek için uzanırken. Elim ona yaklaştığında,
elimi tutup öptü. Abyssthe benzeri bir akım damarlarımda fırladı.
"Yardımcı olduğum için mutluyum."
M athias beni kendi bedeniyle koruyarak önümde yavaş yavaş
ilerledi. Avucunda oval biçimli, parlak güm üş renkli bir şey, bir
aygıt vardı. Bir silah mıydı?
"Gemiyi taram ıştım ," dedi sert bir sesle, elindeki aygıtı Hysan'a
doğrultarak. "Gemiye nasıl girdin?"
"Yanlış anladınız." Hysan'ın yüzü hâlâ mem nundu ancak ba­
kışları Mathias'a dönünce sertleşti. "Siz benim gemimdesiniz."
M athias kendini y u k arı çekti, havada dim dik durdu. "Acil
durum sebebiyle gemiye el koyduk. Gemiyi boşaltman için bilgi­
lendirilm iştin."
Hysan'ın kentaur sırıtışı yayıldı. "Equinox Terazi'ye ait bir elçilik
gemisi. Diplomatik mülke el koyamazsınız."
"G alaktik yasalarla, bu gemi Yengeçli Zodai M uhafızlarının
acil durum emirleri altındadır." M athias sözcüklerini keskin, kesin
hecelerle tükürüyordu. "Lütfen kapsülüne gir. Seni istediğin yere
fırlatacağız."
"Veya belki de ben sizi fırlatmayı tercih ederim." Hysan'ın y ü ­
zündeki memnuniyet tehlikeli biçimde söndü. Çekiciliğini dengeleyen
başka bir ifade su yüzüne çıktı.
M athias'ın kontrolünü kaybettiğini hiç görmemiştim ancak ya­
nağındaki bir kas titriyordu. Tırabzanı kullanarak kendimi aralarına
soktum . "Hysan, gem ini aldığım ız için üzgünüz. Bir acil durum
görevindeyiz ve işimiz bittiğinde gemini geri vereceğiz."
Daha sıkıntılı sonuçları düşünerek yutkundum . "Ya da Yengeç
sana bir borç senedi göndersin."
Hysan kahkahaya boğuldu ve iyi huyuna dönüşü öyle gerçekti
ki sanki sıcaklık yayıyor gibiydi. "Borç senedi," diye tekrarladı, ya­
nakları hâlâ gamzeliydi ve gözleri bana daha önce hiç bakılmadığım
bir şekilde bakıyorlardı. Sanki onu hayrete düşüren biriydim.
Sonra en yakınındaki duvarda bulunan ekrana döndü, birkaç
düğmeye bastı. Bir anda elim yerçekimiyle ağırlaştı ve ayaklarım
yere çarptı, M athias ve botlarımla beraber.
"Yerçekimi simülasyonu," dedi Hysan omuz silkerek. "Hayatımı
kolaylaştırıyor."
Mathias kalktı ve üstünü silkeledi. Asla sesli olarak ifade etme­
yecek olsa da kesinlikle etkilenmiş gözüküyordu.
Kollarımı bağlayıp Hysan'a baktım. "Bunca zam andır neredey­
din? Saatlerdir uçuyoruz."
Ekranda birkaç düğm eyi daha yum rukladı. "U yanıp kişisel
aracımı çaldığınızı görene dek kamaramda uyuyordum ." Mathias'a
döndü. "Şimdi tüm navigasyon kontrollerine erişimin var, bu arada."
M athias holografik kontrol panelinin etrafında döndü ve şim­
diye dek baktığı beş ekranın yanında, her biri binlerce yeni seçenek
barındıran on yeni ekran belirdi. Ekranların tu h af başlıkları vardı,
Nox'un Beyin Güçleri, İnceleme Gerektiren İyileştirm e İşlemleri ve
Gölgelerden Korunma gibi.
Mathias kendinden geçmiş şekilde ayarları gözden geçirirken
sadece Hysan'ın duyabileceği kadar alçak bir sesle fısıldamaya baş­
ladım. "Bu gemi Mathias'ın, güvenliğini kolayca kıramayacağı kadar
gelişmiş görünüyor."
Hysan'ın yeşil gözleri o kadar yum uşadı ki sanki dokunuşlarını
hissedebiliyordum. "Ne demek istiyorsunuz, Leydim?"
Bir saniye önce ilgisini istiyordum. Şimdi, ilgisi bendeydi. Bana
öyle yakındı ki onun haricinde az şeyi görebiliyordum. Keşke başka
bir yere baksaydı. "Ben... Bence gemiye bindiğimizi biliyordun ve
bize izin verdin."
Sağ gözünün irisinin köşesinde, yeşilliğin içinde duran küçük,
yıldız biçimli bir altın parçası görüyordum. Bunu duym uştum . Dal­
ga'nin Terazi versiyonu. Tarayıcı deniyordu. Terazililer bunu yeni
bilgileri tarayıp zihinlerindeki özel bir veri deposuna aktarırlardı.
Yeni bilgiler on iki yaşlarına bastıklarında beyinlerine yerleştirilen
küçük bir yongada tutulurdu. Bunu aynı zamanda birbirlerine me­
sajlar göndermek veya depolanan verileri gözden geçirmek için de
kullanabilirlerdi.
"Size hizmetinizde olacağımı söylemiştim," diye fısıldadı. "Daima."
"Daima uzun bir zamandır."
"Bilgece bir gözlem, Leydim."
Güldüm. "Bence bana Rho demeye başlayabilirsin."
"Argyr gezegenine yaklaşıyoruz," diye duyurdu Mathias, buz
gibi sesiyle. Onaylamayan bakışını gördüğümde yanaklarım ın pem­
beleştiğini hissediyordum.
"Argyr mı?" diye sordu Hysan. "O ahlaksızlık batağı mı? Leydi
Rho yu oraya..."
Hysan'ın cümlesinin kalanı efemerisimden gelen alçak, ince bir
inlemeyle boğuldu. Hızla arkama döndüm, Hysan da aynısını yaptı.
Ateş gibi görünm ez bir titreşim hücrelerim de dolaşıyordu, tıpkı
Elara'daki konserim izde olduğu gibi. Siyah opalin doğal olmayan
ciyaklaması kulak zarlarımı tırm alıyordu.
Ellerimle başımı korumaya çalışıp yere çöktüğüm sırada Mathias
sıçrayıp beni yakaladı. "Rho, ne oluyor?"
"Duymuyor musun?" diye bağırdım. Acı çenemin kilitlenmesine
sebep oldu ve daha fazla konuşamadım. Yanımda, Hysan da başını
tutup yere çömeldi. O da duyuyordu, Mathias neden duyamıyordu ki?
Birdenbire, gemimiz ani bir dönüş yapıp ileri geri zikzaklar
çizmeye, hepimizi duvardan duvara savurmaya başladı. Hızlandırma
motorları uluyordu ve ciyaklama dindiğinde Hysan ve ben başımızı
kaldırdık. Hysan kontrol ekranlarına uçtu. "Equinox, rapor ver!"
G em inin beyni yanıp sönen verileri dökm eye başladığında,
Mathias dümende Hysan'a katıldı ve ben de siyah opali kapıp tahliye
tüpüne ilerledim. Öbür taraftan bana ulaşm ak için zorlayan Psinerji
saldırısıyla, efemeris etimi dağlayan parlak ışınlarla parm aklarım ın
arasında ışıldıyordu. Aniden sıcak siyah opal elimden kaydı ve efe­
meris açılarak yum urta şeklini aldı.
Tam ortasından, Ochus'un kapkara gözleri beni izliyordu.
14

Renksiz, yarı saydam Ochus buzdan yontulm uş bir hayalet gibi ince
ve uzun, titreyerek, paramparça olup aynı hızla tekrar birleşerek bir
grotesk biçimden diğerine geçiyordu.
Benden bahsedersen sana ne olacağım söylemiştim.
Hayalet parmaklar yüzümü kapladı. Ochus u itmeye çalışıyordum
ancak ellerim belli belirsiz biçiminin içinden geçip gidiyordu. Ben
ona dokunam azken o bana nasıl dokunuyordu?
"Rho!" diye bağırdı Mathias. "Ne oluyor?"
Bir noktada, M athias'ın bedenimi yakaladığının farkındaydım.
Sesindeki endişeyi bile duyabiliyordum. M athias'ın arkasında bir
yerlerde, Hysan gemisine bazı kom utlar yağdırıyordu.
Ancak tüm bunlardan koparılmış gibiydim. Ochus tüm dikka­
timi topluyordu. Katil! Uzanıp onu yum ruklam aya çalıştım ancak
ellerim içinden geçip gitti.
Parm akları boynum un etrafına sarıldı. Ah, tutkuya bak. Nefis.
Dokunuşumu hissediyor musun? Ben gerçek miyim?
Bükülüp tekmeledim ancak beni sımsıkı tuttu. Ben debelendikçe,
boğazımdaki parm akları canımı daha çok yakıyordu.
Beni durdurmayacaksın. Zamanın kalmadı. Beni daha sıkı tutup
nefesimi kesti. Siyah benekler gözlerimi doldurm aya başlıyordu.
Çaresizce ellerimi savurarak siyah opali arıyordum.
Hysan düşüncemi tahm in etmiş olacak ki canavarın arkasından
bulanık bedeninin yaklaştığını gördüm ve taşı elime koydu. Gizli
anahtarına dokunduğum anda, efemeris kapandı ve buz adam kayboldu.
Öksürüp öğürdüm ve boğazımı tırmalayan derin ve uzun nefesler
almaya başladım. M athias beni tutup tenime sertçe masaj yaparak
dolaşımımı hızlandırmaya çalışıyordu. Hysan koşup kontrollere döndü.
Gemimiz halâ uzayda savruluyordu. Hâlâ saldırı altındaydık.
"Mathias, ben iyiyim, Hysan a yardım et," dedim nefes nefese.
"Tamam."
Ben siyah opalden kurtulm ak için kendimi tahliye tüpüne doğru
çekerken, Mathias kontrollerin başındaki Hysan a katıldı. Ochus beni
bulm ak için iki kez siyah opali kullandı ve o yüzü bir daha görmek
istemiyordum. Gemi ilerlerken tüpü açtım.
Hysan yanım a koştu. "Ne yapıyorsunuz?"
"Bu opalden kurtulm am lazım."
Bileğimi yakaladı. "Hayır, bunun ne olduğunun farkında de­
ğilsiniz."
Gemi konuşm aya başladı ve Hysan düm ene geri döndü. Bir
diplomatik elçiden ziyade deneyimli bir Zodai M uhafızı gibi, Equi-
nox'\a. kısa komutlarla konuşuyordu. "Nox! Tüm kalkanları çalıştır.
Sistem taram aları başlat. M aksimum güvenliği aktive et ve enerji
tasarrufu moduna geç."
Ben taşı fırlatamadan kalkan jeneratörlerinin çıtırtı ve vızıltı­
larını duydum. Geminin bedenindeki tüm açıklıklar, tahliye tüpü
dâhil, kapandı. Opali sımsıkı tuttum . Gizlendik, gözden saklandık,
gece siyahı boşlukta belli belirsiz bir serap gibiydik... Hiçbir normal
göz bizi göremezdi. Ancak O phiuchus'tan da saklanm ış mıydık?
Gerilim göğsüme bir yum ru k gibi inm işti. Geminin dönmesi
durdu ve bir dakika boyunca dengeli bir şekilde ilerledik. Sanki
Equinox'\ın yapay beyninin tiktaklayarak bir sonraki saldırıya hazır­
landığını duyar gibiydim. Gergin bir beş dakika boyunca beklerken
tırabzana tu tu n an elim uyuştu.
"Yeni rotayı giriyorum," dedi Hysan sessizliği bozarak. Doksan
derecelik ani bir dönüş yaptık ve üçümüz de yana doğru savrulduk.
Gemi son hızıyla öne atılarak ilerlemeye başladı.
Mathias yanıma koştu. Endişesi yüzünden okunuyordu. Onu
hiç bu kadar korkmuş görmemiştim. "Rho, bir nöbet geçirdiğinizi
düşündüm ."
"Ochus beni boğmaya çalıştı." A r tık g e ç m iş olsa ela k en d im i
hâlâ zayıf hissediyordum.
M athias'ın yüzü daha da beyazlaştı. "Ne diyorsunuz?"
"Onu görmedin mi?"
"Kimseyi görmedim." Başparmağını boynuma sürdü ancak tuhaf
şekilde canım artık yanmıyordu. "Morluk yok... Canınız yanıyor mu?"
"Hayır," diye m ırıldandım, kafamdaki düşünceler dokunuşuyla
okuması güç bir hale geldi. Bana daha önce hiç bu kadar açık şekilde
ilgi göstermemişti.
M athias'ı sadece bir haftadır tanım aya çalışıyordum ancak o
etrafım dayken kalbim bir Psiko-Şebeke saldırısı altındaki bir gemi
gibi davranıyordu. Kalp atışlarım tüm göğüs kafesimi titretiyordu
ve bu melodiyi tanımıyordum. Ne zaman duygularım ın ne olduğuna
karar vermeye çalışsam, aynı duvarla karşılaşıyordum: Onu beğeni­
yordum... Onu çekici buluyordum... Ondan hoşlanıyordum... ve dııvar.
Oradan derine inemiyordum.
Siyah opali hâlâ tutarken, "Bu efemerisi bir daha kullanmayalım.
Ophiuchus Oceon 6'dan ayrıldığım ı biliyor. İhtiyacımız olan tek şey
buydu," dedim.
"Üzgünüm," diye fısıldadı Mathias. "Sizi koruyamadığım için
üzgünüm ."
Özrü, Mathias dümene döndükten sonra uzun bir zaman canımı
yaktı. Sebep olmadığı acı için kendisini affetmemi istiyordu ancak
kafam ın içindekileri küçüm serken içi rahattı. Beni korum ak konu­
sunda başarısız olm anın bana güvenm em ekten daha kötü olduğunu
düşünüyordu. Duvarın farkındaydım artık: Mathias beni sağduyusunu
paylaşan biri olarak görmüyordu, beni yalnız bırakılamayacak bir
küçük kardeş gibi görüyordu.
M athias ile Hysan ekranlarla uğraşırken, burnun yakınlarında
oturup dışarıya bakarak daha önemli şeyleri düşünm eye çalıştım.
Daha arkadaşlarım ın güvenlerini kazanamazken, hanelerin güvenini
nasıl kazanacağımı düşünüyordum .
Sürekli olarak rota değiştiriyorduk ancak başka saldırı yaşan­
madı. "Gizlenme sistemin çok iyi işe yaradı/' Sesimin tınısı bu kadar
sessizlikten sonra bana bile tu h af geliyordu.
"Elbette işe yaradı," dedi Hysan daimi ukala sırıtışıyla. Elini
konsol boyunca kaldırıp konsolun ışıklanm asını sağladı. "Bugün
daha da şanslı olabilir m iydik acaba? Nox ve ben önce kalbimizi
güzel bir korsana k aptırdık, hemen sonra görünm ez bom baların
saldırısına uğradık."
"Beni şım artıy o rsu n ," dedi M athias. O phiuchus bu k ad a r
güçlüyken ve onu yenebilmem izin hiçbir yolu yokken nasıl şaka
yapabiliyorlardı?
Hysan yüzüm e okur gibi baktı. "Hangi silah Psiko-Şebeke'den
saldırabilir?"
Sözcükleri irkilmeme sebep oldu. "Onu sen de gördün mü?"
"Kimi?" Hysan siyah opalime uzandı.
Geri çekilip opali sımsıkı tuttum . "Bunu kullanırsak, bizi tekrar
bulunur."
"Kim?" Hysan y ü zü nü astı. "Sanırım bana söyleyeceğiniz bazı
şeyler var."
Opali cebime, Dalgamın yanına sokup fermuarımı çektim. Boğa­
zımı var olmayan çürükleri arayarak tekrar yokladım. "Ophiuchus u
duydun mu?"
Şaşırtıcı şekilde Hysan da On Üçüncü Hane teorisini duym uştu.
Gizli 13 topluluğunun Terazi'de güçlü bir tabanının olduğunu söyledi.
Arkadaşlarımla kıyaslanınca genelde evrenimiz hakkında en çok şeyi
bilen kişi ben olurdum. Ancak annem bana aktardığı onca bilgiye
rağmen, Zodyak'ta on üçüncü bir hane olduğundan hiç bahsetmemişti.
Efemeriste Ochus'u nasıl gördüğümü, galaksimizde yakm zamanda
yaşanan felaketlerden ve aylarımıza yapılan saldırıdan nasıl onun
sorumlu olduğunu anlattığımda, Mathias'ı ikna etmek konusunda
neden sürekli başarısız olduğumu anlamaya başlıyordum. Elimdeki
tek şey kelimelerken, buz adam ın yanında hissettiğim korkuyu
aktarm ak kolay değildi.
Ben konuşurken Mathias kendini ekranlara verdi ancak Hysan
dikkatle beni dinledi. Öykümle alay etmek yerine samimi olarak
düşünüyor gibi görünüyordu. Bitirdiğimde, "Eski astrologlar ilk
savunucuların, bir zam anlar bizzat yıldızların arasında oldukla­
rından, efemeris üzerinden kendi benliklerinin farklı bir biçimini
yansıtabildiklerini söylemişler," dedi.
M athias ekranlara bakarken yüzünü astı. "O sadece bir teori.
Gerçekten bu şekilde konuşup konuşm adıklarını kimse bilmiyor."
Hysan sadece bana bakıyordu. "Öyle bile olsa, anlattığınız şeye
uyuyor."
"Yani o zaman... Bana inanıyor m usun?" Sesim öyle zayıftı ki
muhtemelen sahip olduğum tüm güvenilirliğe zarar veriyordu ancak
bunu um ursam ıyordum . Hysan'ın bana gülmediği veya kaşlarını
çatmadığı gerçeğinin ötesinde hiçbir şeyi algılamadım.
Yüzünde şaşkınlığını ifade eden belli belirsiz çizgiler belirdi.
"Zodyak adına, size neden inanmayayım?"
Konuşma o noktada kaldığı sürece geminin gittikçe küçüldü­
ğünü hissediyordum. Hysan hangi noktayı kaçırdığını düşünürken,
Mathias benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu.
Hysan şüphenin üstüne atlamadı. Benimle daha yeni tanışm ıştı
ancak buna rağmen bana güvenm ek güvenm em ekten daha kolay
gelmişti.
"Bulgularınızı Psiko-Şebeke'de paylaştınız mı?" diye sordu Hysan.
"Yapamam. Ochus orada ve dinliyor."
"M antıksız çıkarım lar yapmayalım, Rho," dedi M athias ve y ü ­
zündeki kırm ızı beneklerden, duygularını kontrol altında tutarken
zorlandığını fark ettim. "Duym ak istediğiniz şeyin bu olmadığını
biliyorum ancak teorinizi kabul etmeyen tek kişi ben değilim. M an­
tıklı insanlar Ochus a inanm azlar/'
Onu tu tu p sarsm ak istiyordum ancak onun yerine kollarımı
bağlayıp dik dik baktım. "Hysan bana inanıyor."
M athias'ın çenesi ürkütücü şekilde titredi ve nihayet patladı.
"Gerçekten mi, Rho? O sadece bir çocuk!"
Cevap vermedim.
Bir çocuk. Hysan eğer benden bir iki yaş büyük değilse, benim
yaşımdaydı. Bir çocuk. Bir çocuk. Bir çocuk. Bu tabiri kafamda öyle
çok tekrar ettim ki bir melodi gibi gelmeye başladı. Bu melodide Mat-
hias'ın beni hangi gözle gördüğü gerçeği de yatıyordu: Bana küçük
kardeşi gibi davranıyordu çünkü onun için ben buydum. Bir çocuk.
Hysan'ın sesi ölüm sessizliğini yarıp geçti. "Belki de Nox ikna
edebilir..." Mathias'a, doğru sözcüğü ararm ış gibi baktı. " Cüppeler
H anım ınızı?"
M athias gözlerini Hysan'a dikti ve Hysan holografik bir gün­
lük çıkardı. "Nox ta psişik bir saldırıyı tespit edebilecek Psinerji
sensörleri var."
M athias sembollerin oluşturduğu sır dolu sütunu incelemeye
koyuldu. Birkaç saniye baktıktan sonra, yüzü asıldı. "Psişik bir
m üdahale olduğunu ya da birilerinin Rho'nun peşinde olduğunu
reddetmiyorum. Sadece doğru kişiyi suçladığımızı düşünm üyorum ."
Mathias'a olan öfkemi bastırıyordum. Beni başka bir şey rahat­
sız ediyordu. Kaçışımız. Efemerisi kapam ak Ochus'un bedeninden
kurtulm am ı sağlamıştı ancak görünm ezlik gemiye yapılan psişik
saldırıyı nasıl durdurm uştu? "Psişik k alk an ın var," deyiverdim ,
onaylaması için Hysan'a bakarak.
Başını salladı. "Nasıl?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Nox ve ben bir şeyler icat etmeyi severiz," diye m ırıldandı,
dikkati ekrandaki bir şeyle dağılırken.
Yeşil-altm gözleri küçülm eye başladı, sank i d ik k ati gerçek
anlam da içinde bulunduğum uz andan kopmuş gibiydi. Ben Hysan'ı
zorlamaya fırsat bulam adan M athias şüpheli bir sesle dâhil oldu:
"Bir diplomatın bu kadar özel bir kalkan taşıması sık görülen bir
şey değil."
"Gizliliğime önem veririm."
Hysan'ın tonundaki kesinlik konuyu kapamama sebep oldu.
Üçümüzün de koruma altında olduğunu bilmek güzeldi ancak Ophi­
uchus her an, her biçimde, her yerden Başak veya İkizler'i vurm ak
için Psişik bir saldırıya geçebilirdi. Bu yolculuk her an daha umutsuz
bir hale geliyordu.
"Bir şekilde haneleri Psiko-Şebeke'den yaptıkları iletişimi kes­
meye ikna etmeliyim," dedim sesli düşünerek.
"Düşm anınız sizi susturm ak istediği için gemimize saldırdı,"
dedi Hysan y ü zünü asıp anlattığım her şeyi becerebildiği kadarıyla
birleştirirken.
"Hâlâ geri dönebiliriz," diye teklif etti Mathias.
"Hayır, dönemeyiz. Haneler tehlike altındayken olmaz." Mathias
bana gerçekten inansaydı, anlardı.
"Ne haneleri?" diye sordu Hysan.
"Hepsi. Sırada Başak ve İkizler var."
Hysan kıpırdam adan dinledi, sonra dönüp gemisine seslendi.
"Nox, derhal Terazi'ye bir rota çiz."
M athias hemen aksini emretti. "Hedefimiz İkizler."
"Görevim bu tehdide karşı kendi hanemi uyarmak," dedi Hysan,
Mathias'a doğru ilerleyerek.
M athias dikleşti. "Ve İkizler'i uyarmayacağız, öyle mi?"
Alçak bir sesle, "Hysan," dedim. Adını duyunca dönüp bana baktı.
"İkizler'i ve Başak'ı uyarmam gerekiyor. Şimdi en büyük tehlikeyle
karşı karşıya olan onlar. Sonra, Terazi'ye gidebiliriz. Tamam mı?"
Çenesi y u k arı kalktı ve g u ru ru n u n itiraz edebileceği kadar
büyük olduğunu fark ettim.
İtiraz etmek yerine, selam vermek için eğildi. "Nasıl isterseniz,
Leydim."
15

İçimi rahatlatm ak için Hysan siyah opalimi ve Yüzüklerimizi alıp


kasasına koydu. İyice güvende olmak için efemerisin alıştırma ver­
siyonunu barındıran Dalgayı bile oraya koyduk.
İm kânsız görünüyordu ancak Ophiuchus P sinerjiyi iradesine
göre nasıl kontrol edeceğini keşfetmişti. Bu yüzden, kendimizi bizi
Psiko-Şebekeye çekebilecek her şeyden uzaklaştırıyorduk. Hysan
ve M athias'a hologram gönderip alm aktan kaçınacaklarına dair söz
bile verdirttim , en azından şimdilik. Yani dış dünyayla iletişimimiz
sıfırdı. Dışarıdan hiçbir haber almadığımız için her düşüncem kaygı
tarafından ele geçiriliyordu.
Saldırı esnasındaki zikzaklı uçuşum uz bizi İkizler'den uzak­
laştırm ıştı ancak hızla geri döndük ve takım yıldız görüşüm üzü
doldurdu. Şimdi bile annem in İkili hakkındaki eğitimini aklım dan
çıkaram ıyordum .
İkizler H anesi'nin iki kolonileştirilm iş gezegeni vardı. Daha
büyük olanı, Hydragyr; atmosfersiz, kraterli bir kayaydı. Ancak
dağlarının içi nadir bulunan m etallerden bir hazine barındırıyordu.
Daha küçük gezegen, Argyr, engin bir ormanı kaldırabilecek şekilde
hayata uygun hale getirilm işti. A nnem in bana zorla öğrettiği en
önemli nokta, İkizler'in bölünm üş bir hane olmasıydı. Zenginler
A rgyr'da görkemli bir hayat sürerken, çoğu İkizlerli H ydragyr'in
derinliklerindeki berilyum madenlerinde çalışırdı.
Mathias kamarasında uyukluyordu, Hysan'la dümenin başında
nöbetleşe duruyorlardı. "Mola vermek ister misin?" diye Hysan'a
sordum.
"H ayır ancak eşlik etseniz iyi olurdu."
Yanına o tu ru p ekranlara bakm aya başladım . Nox'un Beyin
Güçleri geminin yapay beyni için bir ayarlar sürüsü barındırıyordu.
Gölgelerden Korunma ise kullanılabilir görünm ezlik pelerinlerini,
psişik özellikleri olanlar dâhil, listeliyordu.
"Size inanmıyor," dedi Hysan sanki tüm bu zamandır sürdür­
düğüm üz bir konuşmaya devam edermiş gibi.
"M athias mı?" diye sordum. "Evet. Diğer danışm anlarım gibi.
Şimdilik tek destekçilerim en iyi dostum Nishi, bir Yaylı ve sen, bir
Terazili. İkna edemediğim tek insanlar kendi halkım."
"En hayati doğrular kabul edilmeden önce daima reddedilir­
ler," dedi uzaya bakarak. "İnsanın en büyük kusurlarından biri:
kibir. Evren bu kadar bilinemezken kafamızı kaldırıp bildiğimizi
var saymaya cüret ediyoruz." Sözcükler her zamanki yerlerinin çok
daha derinlerinden geliyor gibiydi. "Deneyimlerime göre, zihnim i
açık tutup önyargılar olmadan yargılamak daha iyi... yapabildiğim
kadarıyla elbette."
Hysan'ın sesinde onu daha iyi tanım aya çalışmam için bir da­
vet vardı. Bana baktıkça, onun hakkında daha fazla şey öğrenmek
istiyordum. En azından kendisi hakkında daha fazla şeyi açık edene
dek duvarım ı yüksek tutm am gerektiğini biliyordum ancak bana ne
zaman yaklaşsa, mesafemi korum am güçleşiyordu ve ona yaklaşma
isteğime engel olamıyordum.
"Ne kadar da Terazilisin," dedim bir m onitörün başlığını işa­
ret ederek. "Hanenizin İnceleme Gerektiren İyileştirme yaklaşım ını
seviyorum."
"Bir hayranla tanışm ak her zaman güzeldir."
Teraziler en çok adalet arzularıyla tanınırlar ve eğitimin adalete
ulaşmanın en iyi yolu olduğuna inanırlar. Darbelerden sonra iyileşmek
veya mücadelelerin üstesinden gelmek için elde olan tüm bilgileri
incelemeyi ve tüm seçenekleri, ani yargılar ve tedbirsiz davranışlar
için bir antidot olarak düşünerek değerlendirmeyi önerirler. "Bunu
da biliyor m usunuz?" diye sordu.
Bir hologram H ysan'ın irisindeki altın çiçekten yansıyordu.
Gösterdiği metin Terazi'den bir çocuk masalıydı.

A lfabedeki tüm harfler kaybolm aya b aşladığın da,


aralarında bir katil bulunduğu haberi ya yıldı. Bede­
ninde keskin bir uç olan tüm harflerin şüpheli olduğu
konusunda herkes hemfikir oldu. Bu da yargıç olması
istenen O 'yu akladı. O tüm harfleri tek tek yargıladı
ve sonunda en saldırgan görünümlü ve en kötü mizaçlı
olan X 'i suçlu buldu. Gerçek katil kurtuldu.
Katil silgiydi.

Terazililer için, hikâyenin kötü karakteri O 'd ur çünkü tüm


doğruları bilmeden yargıya varmıştır. Bu öyküyü okuyan öğrencile­
rin, O nun bir yargıç olarak yaptığı tüm yanlışları şeyleri listelemesi
beklenir. Öğrenciler O'nun şüpheliler hakkında her şeyi yeterince
geniş bir bakış açısıyla değerlendirm ediğini, dünya görüşünü tüm
ihtimalleri barındırabilecek şekilde genişletmediğini ya da akla gelen
herhangi başka bir şeyi söylerler.
Bu sorunun amacı cevabın doğruluğu değildir, Terazili çocukların
verilen bir durum la ilgili bakış açılarını genişletmek ve tarafsızlığı
erken k azanılan bir değer olarak aşılam ak um uduyla, m üm kün
olduğunca fazla potansiyel faktörü değerlendirmelerini sağlamaktır.
"O, Ophiuchus'un baş harfi," dedi Hysan hologramı kaparken.
"Bunca zaman neden fırsat kolladığını ve neden şimdi ortaya çıktı­
ğını merak ediyorum ."
Hysan bana güvendiği için rahatlamam gerektiğinin farkındaydım
ve rahatladım da. Ancak diğer herkesin tepkisiyle karşılaştırıldığında,
hikâyemi ne kadar kolay kabul ettiği konusunda bir tuhaflık vardı.
"Bu kadar genç yaşta nasıl bir diplomatik elçi olabildin?" diye sordum.
"Bu komik." Ancak ilk kez, gülümsemiyordu. "Bu soruyu so­
racak biri gibi görünm üyordunuz."
Gözleri, en kendinde olduğu zam anlarda kararıyor gibi gö­
rünüyordu ancak zihni şimdi olduğu gibi, belirli fikirler üstünde
bulutlandığında, gözlerindeki yeşil, hava kad ar görünm ez hale
geliyordu. Yine sustuk ve yaşıyla alakalı benim olduğumdan daha
alıngan olduğunu fark ettim.
"İkizler de daha önce bulundun mu?" diye sordum, konuşmanın
tonunu artık daha düşük tutmaya kararlı olarak. Gemide yeterince
gerginlik vardı.
"Ne yazık ki," dedi gözleri hâlâ uzakları tarayarak.
"Bana savunucularından bahseder misin?"
Başını salladı. "Nox, bize İkizler'i göster." İkili takım yıldızın
küçük bir holo-haritası düm enin üstünde dönmeye başladı. "İkiz­
le rin iki Savunucusu Caaseum adlı bir erkek ve Rubidum adlı bir kız
kardeştir ve en az üç yüz yaşındadırlar. Fakat onları gördüğünüzde,
on iki yaşında çocuklar olduğunu düşünürsünüz. Gençliklerini ko­
rum ak için insanı dehşete düşüren yöntemleri vardır."
"Üç yüz yıl mı? Bir insan nasıl o kadar yaşar?" Annem bana
İkizler'i anlatm ıştı ve A kadem i'de de bahsedilm işti ancak detayla­
rıyla anlatılm am ıştı. Her hane gibi, İkizler de sırlarını kıskançlıkla
saklarlar, yani büyük keşiflerinin detaylarını kimseyle paylaşmazlar.
"Eski günlerde, İkizler bilimsel ve insancıl başarılarıyla tüm
Zodyak a önderlik ederdi," dedi Hysan. "Her sorun için bir çözüm
hayal edebiliyorlardı ve pek çok çözüm ü de hayata geçirdiler.
Sonra haneleri hücresel yenilenmeyi keşfetti ve gençliğe tutunm ak
İkizlerliler'in takıntısı haline geldi. Pek çok aristokrat bunu yapar
ancak pek azı savunucularının aşırılığına kaçar. Bunun bedeli hayal
edilebilecek olm anın ötesindedir, verdiği acı da öyledir."
"Bir insan o şekilde ne kadar yaşayabilir?"
"Herhangi birinin yaşadığı en uzun süre üç yüz elli sene. İkizler
savunucuları muhtemelen hayatlarının sonlarına varm ak üzereler."
Kollarımda tüylerim in diken diken olduğunu hissediyordum.
Ailemin ve dostlarım ın etrafımda öldüklerine şahit olma düşüncesi
bile, başka hiçbir yoldaşlığın tam ir edemeyeceği kadar iç karartıcı
bir yalnızlık düşüncesiydi.
Hysan Gölgelerden Korunma ekranındaki yanıp sönen mesajları
taradı. O girdiler arasında tıklarken, "Psinerji yi savuşturan kalkanı
nasıl dizayn ettin?" diye sordum.
Kontrollere bakmaya devam ediyor, dalgın görünüyordu. Başka
bir ekran yeni veriler yansıttı ve Hysan gemisiyle sessizce konuştu.
Sonra bana döndü ve "İniş yapm ak üzereyiz. Bekçi köpeğinizi
uyarsanız iyi olur," dedi.
"O benim danışm anım ," dedim korumacı bir tavırla.
Bana iki m etalik aygıt uzattı. "Bu tasm aları alın. İkinize de
birer tane."
"Ne işe yarıyor bunlar?"
"Görünm ezlik cihazları. Gemiden indikten sonra güvende ol­
duğum uzdan emin olana dek takm am ız gerek."
Başka soru soramadan dönüp gemisiyle uzun bir diyaloğa girdi.
Ben de ileri doğru yürüyüp geminin burnunun ucuna geldim. Hemen
önümüzde İkizler gezegenlerinin küçüğü Argyr, yeşil bir kavun gibi
parlıyordu. Oraya vardığımızda, O phiuchus'la ilgili teorimi, M athi-
as'ın hâlâ inanm adığı teorimi tekrar anlatm ak zorunda kalacaktım.
Camdan dışarı bakıyordum ve uzayın o soğuk, siyah sonsuzluğu
beni üzüyordu. Mavi Gezegen'i özlüyordum. "Her gezegen uzaktan
güzel görünür," dedi M athias yanım a gelerek.
Onun hakkında artık ne hissettiğimden emin olmamama rağmen,
müziği andıran sesi kalbimi hâlâ harekete geçirebiliyordu. Her zaman
o yum uşak bakışlı adam olabilseydi, her şey farklı olurdu. Ancak
annesinin üstüne bana sadakat yem ini eden ve bu göreve çıkarak
kendi hayatını tehlikeye atan adamı, bana güvenmeyen M athias'la
bağdaştıramıyordum.
"Şunlar ne?" diye sordu, ince metal tasmaları işaret ederek.
Açıklamamdan sonra tasmaları taktık. "Tüm bu gizlenme tekno­
lojisiyle," diye fısıldadı. "Terazili dostunuzun casusluk faaliyetlerine
karışmış olabileceğine dair şüphelerim var."
"Casusluk mu?"
"Her hane yapar bunu," dedi sanki Hysan bizi duyabilecekmiş
gibi hâlâ fısıldayarak. "Yengeç'in bile bir gizli servisi var."
"Öyle mi?" Yengeçli casusları hayal etmek güçtü. Çok iyi ya­
lancılar değilizdir. "Geminin görünmez olmasına sevinmiyor musun
peki?" Sorum bir meydan okuma gibi çıktı ve Hysan'la ilgili de en
az az önce Mathias söz konusu olduğunda olduğum kadar korumacı
olduğumu fark ettim.
"Elbette," dedi sesini alçaltmayı unutarak. "Öyle olmasaydı,
kalkan, Psiko-Şebeke saldırısını savuşturm asaydı..."
Bana yaklaştı ve yüzünde daha önce gördüğüm o toy ifade tekrar
belirdi. Beni ne kadar um ursadığını görmek kalbimin çılgınca bir
hızla atmasına sebep oluyordu. Bana eşit ölçüde güvenebilseydi, her
şey çok farklı olabilirdi.
Güven... bu sözcük Mathias'a henüz anlatmadığım bir şey olduğunu
hatırlatıyordu. Ona tamamen açılm anın zamanı gelmişti. Her şeye
rağmen, bana inanm am asına rağmen, bunca yolu gelmişti sonuçta.
"Mathias, bu yolculukta bana katılmana izin verirken, seni düşü­
nebildiğinin ötesinde bir tehlikenin içine attım." Bir an tereddüt etsem
de itiraf ettim. "Sana daha önce söylemedim ama Ochus, kendisinden
bahsedersem beni öldürmekle tehdit etti. Aslına bakarsan, eğer şu
anda yapm akta olduğum şeyi yapıp diğer savunucuları uyarırsam,
bunu yapacağını bütünüyle garanti etti diyebilirim."
M athias'ın beti benzi attı. "Gemiye yapılacak saldırıyı tahm in
ettiniz mi? Ve buna rağmen bunu yapmayı mı seçtiniz?"
"Diğer haneleri uyarmak için," dedim başımı sallayarak. "Yoksa
onlar da hazırlıksız olacaklar... bizim gibi."
Yüzüne yerleşen gizemli ifade, Yüzük'te uzmanlaştığım zaman
yüzündeki ifadeye benziyordu. "Farkına vardığım dan daha iyi bir
Yengeçliymişsiniz, Rho." Bu bir iltifat olsa da sert ses tonu bunu bir
eleştiriye çeviriyordu.
Crius ve Agatha benimle aynı fikirde olmayabilirlerdi ancak
savunucu olma yeterliliğim i sınavlarını geçtiğim de sorgulam ayı
bırakmışlardı. Bazen M athias'ın hâlâ adaylığımı değerlendirmekte
olduğunu hissediyordum.
"Tehlikeyi sana daha önce anlatmadığım için üzgünüm," dedim.
İç çekti, gece mavisi gözlerinde yum uşaklık su yüzüne çıktı.
"Size inanm ayabilirdim ."
Gemi sola yattı ve birlikte tırabzana uzandık. Atmosferde bir
değişiklik vardı, sanki görünm ez bir bariyeri geçmiş gibiydik.
Gerçek yerçekimi geminin imitasyon yerçekiminden daha ağırdı
ve kaslarım ız ağırlaşıyordu. Bedenimin her bölüm ünü, sanki her
saniye biraz daha hayat buluyormuşum gibi yeniden hissediyordum.
Bu, yabancı bir takım yıldıza ilk gelişimdi.
"Yörüngeye giriyoruz," diye duyurdu Hysan, dümenden. "İniş
yaptığımızda tetikte olun. Burası göründüğü gibi bir yer değil."
16

Gezegenin zeminini inceledikten sonra Hysan başkentin dışındaki


ağaçlık bir parka demir atmaya karar verdi. Görünm ezlik pelerini
sayesinde gemimizi kim senin göremeyeceğini söyledi. A rgyr çok
m iktarda solunabilir havası olan ve norm al atm osferik basınçlı,
yemyeşil bir bahçeyi andıran bir gezegendi, yani basınç kıyafeti
giymemize gerek yoktu. Gezegen aynı zamanda makul bir yerçekimi
düzeyi bulunduracak kadar genişti.
Lola ve Leyla'nın benim için yaptığı, kolunda dört gümüş ayın
olduğu Zodai kıyafetimi giydim. Gemiden ayrılm adan önce Hysan
pelerin tasm alarım ızı çalıştırdı. Tasmalar birbirlerine bağlıydı, böy-
lece birbirimizi görebiliyorduk ancak diğerleri için görünm ezdik.
Dış kapak açıldığında sıcak bir rutubet bulutu tarafından ku­
caklandık. Fark ettiğim ilk şey havanın tatlı kokuşuydu. Bereketli
toprağa bastım, kuşların şarkıları devasa ağaç gövdelerinden oluşan
koruda yankılanıyordu. Yengeç'teki ağaçlar bu devlerle karşılaştırıl­
dığında incecik sazlıklar gibi kalıyordu.
"Hızlı olalım." Hysan hızlı bir y ürüyüş tutturdu. Hysan Mat-
hias'tan daha zayıf ve ince, şık botlarıyla etkileyici bir hızda koşu­
yordu. Orman, başkenti bir kemer gibi çevreleyen yeşil bir çayıra
açılıyordu. Tüy gibi yum uşak, diz hizasındaki çimenler boyunca tek
sıra halinde koştuk ve binaları görebilecek kadar yaklaştığımızda
durup elimi gözlerime siper etmek zorunda kaldım.
Tüm yüzeyler renk renk şeritler halinde dalgalanıyordu. Tu­
runcu, mavi, yeşil, beyaz, mor, kahverengi... renklerden oluşan
çizgiler yuvarlak kubbelerin etrafında dolambaçlı desenler çizerek
dönüyorlardı.
"Sanki gökkuşağından yapılmış gibiler," dedim, annem bana
fotoğrafları gösterdiğinde ona söylediğim gibi.
"Bu akik, diğer gezegende çıkarılıp muazzam ücretlerle buraya
aktarılıyor," dedi Hysan.
M athias küçük bir el dürbünü çıkarıp doğuyu ve batıyı taradı.
Silah olabilecek şu oval, gümüş şeyi tu ttu ve çimenlerin üstündeki
koşumuz tekrar başladığında çok yakınım da kaldı.
Binalar küre şeklindeydi ve her yöne doğru çıkıntı yapan süslü
kubbeleri vardı. Pencereler dışarıya doğru köpük gibi çıkmıştı, güneş
ışığıyla parlıyorlardı. Şehrin bir duvarı ve görünen bir savunması
yoktu. G örünm ez olduğum uzdan y ü rü y e rek girm em iz kolaydı.
Kendi savunmasız adalarımızı düşündüm , acaba Hysan veya onun
gibi diğerleri ne sıklıkla köylerimizi görünm ez olarak dolaşıp bizi
izliyorlardı?
Bir ürpertiyle gökyüzüne baktım. Ochus bizi şimdiden görüyor
muydu?
Hysan bizi, sürekli olarak pateni i ve hava kaykaylı çocuklardan
sakınm ak zorunda kaldığımız, pek çok kıvrım lı sokaktan şehrin
derinliklerine doğru yönlendirdi. Derslerimden, İkizler halk ın ın
kahverengi gözlerinin ve somon renginden koyu turuncuya kadar
çeşitlenen, parlak esmer tenlerinin olduğunu biliyordum. Bilmedi­
ğim şey çocuklar tarafından ele geçirilmiş gibi görünen bir yerde
yürüm enin ne kadar tu h af olacağıymış.
D ü k k â n ve evlerde, y etişk in le rin satıcı ve hizm etçi olarak
çalıştıklarını gördüm ancak sokaklar vücutlarını saran kıyafetleri
pirinç, nikel ve karakehribar parıltılı platinin metalik desenleriyle
parlayan çocuklarla doluydu. Öyle androjen görünüyorlardı ki kızları
erkeklerden ayırm ak zordu.
Az sonra, yüzlerce küçük, şık giyimli İk iz le rin in , kalın güneş
gözlükleriyle görünm eyen insanlarla konuştuğu, insanın aklını ba­
şından alacak düzeyde beyaz, geniş bir plazaya vardık.
"Bu plaza İkizler'in Hayalhanesi." Hysan açıkladıkça, ben de
hatırlıyordum. "İnsanlar buraya hayalleriyle konuşmak için gelirler.
Gözlükleri taktığınızda, gözünüzde canlandırdığınız her şey gerçek
olur ancak sadece sizin için."
Sözcükleri İkizler'le ilgili anılarım ı canlandırıyordu, ta ki bu
canlanma, annemin derslerini çok derinlerden yukarı çekmeye çalı-
şıyormuşum gibi hissettirene kadar. "Dokunabildiğin hologramlar,"
dedim uydurduğum kolay hatırlama tabirini aklıma getirerek.
"Bu teknoloji plazanın yüksekliğini artırıyor ve sadece o kalın
gözlükler takılınca çalışıyor. Gözlüğün ağırlığını burnunuzda hisset­
tiğiniz sürece Hayalhane'de olduğunuzu bilirsiniz. Bu delirmemenin
tek yoludur."
Kulağa Sadece Dokıtnabildiğine Giiven in altbaşlığı gibi duran bir
korunm a yöntemi gibi geliyordu. Çocukları inceledim ve hepsinin
eğleniyor gibi görünm ediğini fark ettim. Bazıları ağlıyordu, diğerleri
bağırıyordu ve birkaçı görünm ez canavarlardan kaçıyordu.
"Hayal gücünün iki tarafı vardır," dedi Hysan bakışlarım ın
nereye kaydığını fark ederek.
"Her şeyin iki tarafı vardır," dedim. Aslında herkesin demek
istemiştim. Belki de M athias'ı kastediyordum .
Veya belki de kendimi. Her şeye rağmen, biri hakkında birbiriyle
rekabet halindeki duygulara kapılabileceğimi hiç düşünm ezdim . Ya
da aynı anda iki insana birden çekilebileceğimi.
Mathias bana çivit mavisi gözlerinde sorularla bakıyordu. Başımı
çevirerek cevaplarımı sakladım.
Hysan bizi ileriye, özellikle diğerlerinden farklı tek bir binaya
doğru götürdü. Bir kubbe yerine, bu gösterişli bina mat siyah ve
sivrilerek yukarı doğru uzayan bir koni şeklindeydi. Gördüğümüz
en yüksek binaydı, yani İkizler Hanesi'nin kraliyet sarayı olmalıydı.
İkizler'in turuncu üniformalı Zodai Muhafızları, tören kılıçlarını
kuşanmış halde girişteydi. Çocuk gibi görünmelerine rağmen, gözleri
bir şekilde hırçın bakmayı başarıyordu. Görünmezlik pelerinlerimizin
içinde fark edilmeden geçip gittik.
İçeride, salon ılık, loş ve sessizdi. M athias dürbününü cebine
koyup güm üş silahı yarı gizlenmiş şekilde avcunda tuttu. Sürekli
dönerek tehlikeleri sezmeye çalışıyordu. Hysan ise ileride, sanki
buranın sahibi kendisiymiş gibi yürüyordu.
Kubbe şeklindeki tavanda ayak seslerimiz yankılanıyordu. Yavaş­
layıp sessizce ilerlemeye başladık. Hareketli bir merdiveni tırm anıp
bir balkon boyunca çeşitli kapıların deliklerinden bakarak hızla
geçtik. Her odanın duvarları ve tavanında her hanenin durum ları
ve karakteristiklerini anlatan resimler vardı. Bu resimler öyle detaylı
çizilmişti ki bütün Zodyak'ın bu binanın içinde olduğuna ve bu ka­
pıların her birinin takım yıldızlarımıza açıldığına ikna edilebilirdim.
Yengeç'i anlatan odaya baktığımda, dudağım ın içini ısırıp ba­
ğırm am ak için kendim i zor tuttum . Yengeç Denizi'nin üstündeki
ufuk çizgisi her zaman göründüğü gibi görünüyordu, aylarımız bir
çizginin üstündeki dört inci gibiydi. Su temiz ve dalgalıydı. Suyun
ü stü n d ek i şehirler parlak, irili ufaklı binaları ve güneş ışığıyla
aydınlanan caddeleriyle ufku aydınlatıyordu. Bu kadar yüksekten,
Yengeç halkını avuçlarında kucaklayan devasa nilüfer yaprakları gibi
görünüyorlardı. İnsanın evine kapı kapaması zor bir şeydi.
"Şimdi neden buradan tiksindiğim i anlıyor m usunuz?" diye
fısıldadı Hysan, oyun o ynar gibi görünen, sarılan veya yaygara
koparan çocuklarla dolu başka odaların önünden geçerken. "Bu
insanlar İkizler'in önde gelen aileleri. Hiçbiri yüz yaşının altında
değil fakat hepsi bebek gibi davranıyor."
"Yaratıcı görünüyorlar," dedim. Her şeye rağmen hayal gücünün
ülkesindeyiz ve daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.
Ağır, hoş ve ayartıcı bir koku yayılıyordu. Sersemleyerek ha­
yallere dalıyordum.
"Çok derin nefes almayın, Leydim," dedi Hysan yüzüm deki
değişikliği fark ederek. "Psikotropik ilaçlar kullanıyorlar."
Nefes alm aktan nasıl sakınabilirdim, bilmiyordum.
"Ve onlar hakkında bahaneler uydurm adan önce," diye ekledi,
"tüm bunların bedelini ödeyen madencileri görm eniz gerekiyor.
Sadece en zengin insanlar gençliği ve hayalleri satın alabiliyorlar.
Nüfusun geri kalanı bizim gibi yaşlanıp ölüyor ve hayatlarını ma­
denlerde geçirip zenginlerin zengin kalmasını sağlayan mineralleri
yerin üstüne çıkarıyorlar. İğrenç."
Hysan haklıydı ancak bir Terazili için yeterince adil davranm ı­
yordu. Annemin derslerinde madenciliğin İkizler'deki en kazançlı
iş olduğunu, madenlerde çalışan çoğu insanın bir gün emekli olup
şehre gelerek tekrar çocuklar gibi yaşamak isteyen insanlar olduğunu
öğrenmiştim. İkizler'in diğer gezegeninin mağaralarında, insana ait
olmayan uzun yaşamı istemeyen insanlarla dolu ayrı bir yerleşim
vardı. Onlar hayal güçlerini kayaların içinde inanılmaz şehirler inşa
etmek için kullanan normal insanlardır.
Davetkâr kokunun her kapının altından yayıldığı başka bir
koridora girdik. Hysan fazlasıyla savurgan şekilde dekore edilmiş,
sürekli kıkırdayan asırlık çocukların doldurduğu bir odanın girişinde
durdu. M inderlere yayılmış, süslü bir biçimde oyulmuş, oyuncak ev
büyüklüğünde bir tiyatroda oynanan kukla gösterisini izliyorlardı.
Odanın ön kısmında, küçük sahnenin yanında, seyircilere baktık.
"İşte," diye fısıldadı Hysan, geri kalanlara göre özellikle iyi
görünen iki genç insanın mavi kadifeden kabarık bir yastığın üs­
tüne yayıldığı yeri işaret ederek. Bir kavunun içi kadar soluk tenleri
ve kıvırcık, bakır rengi saçları vardı. Kolları birbirlerinin etrafına
sarılm ıştı ve yanakları birbirine değiyordu. Tam anlam ıyla aynı
görünmeselerdi, birbirlerine âşık olduklarını söylerdim.
"İkizler bunlar."
17

Kardeş sevgisiyle sarılı vaziyetteki İk izle r'in ikiz savunucuları


meleklere öyle benziyorlardı ki bir duvar süsünde melek resimleri
olabilirlerdi. M eleklere benzem eyen tek yanları tünele benzeyen
gözleriydi. Sonsuzluk kadar derin görünüyorlardı.
Kukla gösterisi ya ara verdi ya da bitti, zira kuklacı hemen
arkam ızdan koşarak çıktı. Herkes alkışlıyordu. "Kendimizi nasıl
göstereceğiz?" diye fısıldadım.
Hysan, "Görüşm e talep eden bir mesaj gönderelim ve kabul
ettiklerinde ortaya çıkalım..." dedi.
"Bu kadar hile hurda yeter." M athias tasmasını tuttu. "Şunu
nasıl çıkarırım ?"
"Avantajımızı kaybederiz," diye fısıldadı Hysan.
Kafamı hayır dercesine salladım. "M athias haklı. Bize güven­
meleri için geldik, onlara kendi güvenimizi vermezsek ne olur?"
Hysan of çekerek sessiz bir komut verdi. Pelerin kalktı ve yirmi
çift geniş, kahverengi İkizlerli göz bize doğru döndü. Bir sessizlik
oldu, sonra bazıları öfkeden deliye dönüp bazıları kaçıp giderken
bir dizi çığlık duyuldu, sanki gerçekten korkan çocuklar gibilerdi.
"Üzgünüm ," dedim tüm odanın önünde, kuvvetsizce. "Ani...
Ani ortaya çıkışımız için üzgünüz ancak dostluk için geldik."
Bir anda, İkizler mavi yastıklarından kalktılar. M etalik kos­
tüm leri pirince benzeyen ışıltılar yayıyordu ve yüzleri Deke'in
ailesinin ürettiği türde, rengârenk parlayan boyalarla ışıldıyordu.
"Hoş geldiniz!"
Birlik içinde, sanki neşeli bir şarkı söyler gibi konuşuyorlardı.
"Kutsal Ana Rhoma, ne büyük şeref. Sizi bekliyorduk."
Donakaldım. "Bekliyor muydunuz?"
Bir işaret verdiler ve kalan küçük İkizlerliler de fısıldama ve
kıkırdam alar eşliğinde koşarak odadan çıktılar. Kol kola, İkizler ze-
rafetle gülümseyerek bize doğru yürdüler. El dokunuşunu yaparken,
kız olan, "Benim adım Rubidum, bu yakışıklı da kardeşim Caaseum."
Caaseum birkaç santim havaya yükselip elimi öptü. Boyunu
uzun göstermek için havalanma çizmeleri kullandığını fark ettim.
"Rhoma Grace, bir Baş Hane ye hüküm dar olmak ne büyük onur
olmalı." Baş haneler mevsimlerin değişimlerini simgeler ve her biri
hayatın dört elementinden birini temsil ederdi: Toprak, Hava, Ateş
ve Su. "Size soracak bir sürü sorum uz var!"
İkizler bizi sahneden indirip az önce oturm akta oldukları yas­
tıklara doğru götürdüler. Birkaç yastık daha çekip oturduk. O tur­
duğum uz anda, "Sizi uyarmaya geldim," dedim.
"Zaman kadar eski bir düşman hakkında," dedi Caaseum halden
anlarcasına başını sallayarak.
Kaşlarım şaşkınlıkla çatılıyor. "Nasıl biliyorsunuz bunu?"
"Sevgili Ana, yıldızlar daha bu sabah bir kehanet gösterdi!
Efemerise danışm ıyor m usunuz?"
Mathias, Hysan ve ben dehşet içinde bakakaldık. Caaseum'un
gözlerinin derinliği beni telaşlandırdı. "Yani onu gördünüz mü?"
Caaseum gözlerini kapadı ve bir elini, panayırdaki bir falcı gibi,
dram atik bir biçimde alnına koydu. "Psiko-Şebeke'de size meydan
okuyan, zam andan m ünezzeh bir silah kullanan birini gördüm .
Gelme nedeniniz bu, haklı mıyım?"
"K aranlık maddeyi kullanarak hanenize saldıracak," dedim
sertçe.
"Fevkalade." Rubidum neşeyle gülümsedi. "Amiral Crius yar­
dım parası toplamaya geldiğinizi söylemişti ancak bu çok daha iyi.
Anlatın. A ksanınıza bayılıyorum."
Caaseum bana doğru eğildi. "Taşınızı da yanınızda getirdiniz mi?"
"Taşım mı?" Konuyu değiştirmesi beni şaşırttı. "Siyah opalimi
mi söylüyorsunuz? Onu gemide bıraktık."
"Siyah opal mi? Şaşırtıcı." Caaseum'un gözleri aydınlanarak
parladı. "Gördüğüm kehanet pek çok yorum a açık. Tasvir ettiğim
şey tek bir görüntü. Efemerisim sizin taşınız kadar kesin olmayabilir.
Karşılaştırmamız lazım."
Sağ elini açtı ve avcundaki çizim parlamaya başladı. Dalganın
İkizlerdeki versiyonu Dövmeydi. Her biri eşsizdir, hem görünüm de
hem işlevde, çünkü her birey kendininkini hem dizayn eder hem de
program lardı. Küçük yıldızlar avcundan fışkırırken, "Hayır! Lütfen
efemerisinizi kullanm ayın!" diye bağırdım.
"Efemerisimi kullanm ayayım mı?" Bana bakakaldı. "Bu bir
mermi gemisine hız yapmamasını söylemek gibi."
"Ya da bir Yaylıya meraklı sorular sormamasını söylemek gibi,"
dedi Rubidum, gülerek. "Elini kapat, kardeşim. Genç dostum uzu
huzursuz ediyorsun."
"Nasıl istersen." Caaseum elini hafifçe salladı ve avcundaki
parıltı yok oldu.
Zihnimi boşaltmak için gözlerimi kırptım. "Dinleyin. Ophiuchus
hanemize psişik bir saldırı yaptı. Aylarımızın çarpışmasına sebep
oldu. Sırada sizin haneniz olabilir."
Korkuyla gerileyip bana bakakaldıklarında, ileri uzanarak karan­
lık maddeyi, yıldızlardaki tesadüfleri ve Ochus'la karşılaşm alarımı
anlattım . A rdından, İkizler ve Başak H aneler'i hakkında gördüğüm
kehanetleri açıkladım. "Sığınaklar yapmalısınız. Bir boşaltma planı.
Ochus size merhamet göstermeyecek."
"Ochus mu? Muhteşem. Bundan güzel bir opera çıkardı." Rubidum
küçük bir enstrüm an alıp hızlıca tellere vurarak odayı bir melodiyle
doldurdu. "Kaynaklarım sizin iyi bir hikâye örücüsü olduğunuzu
söylüyordu, yanılmıyorlarmış."
"Hikâye mi? Halkımdan yirm i milyon kişi öldü!" derken ba­
ğırmamak için kendimi zor tutuyordum .
Rubidum daha hızlı çalmaya başladı. Parm akları tellerin etra­
fında uçuşuyordu. "İntikam istiyorsunuz."
"Kesinlikle. Ancak önce halkınızın güvende olduğundan emin
olmak istiyorum."
"Cinayet ve intikam, klasik. Açılış şarkısını duyar gibiyim."
"Kes şunu, Rubi," dedi kardeşi. "M isafirimiz yas tutuyor."
"Farkındayım ." Rubidum un şarkısı daha karanlık, fırtınalı bir
hal aldı ve gözleri bir çift derin mağara gibi boşaldı. "İntikam asla
sona ermeyen bir hikâyedir. Sonsuza dek sürer de sürer ve kimse
huzur bulamaz." Yumuşak, gittikçe alçalan notalar çalıyordu. "Ay­
larınıza olan şey çok üzücü ancak yıllar geçtikçe bu iniş ve çıkışlar
hakkında perspektif kazanacaksınız. Kimse doğanın aşırılıklarından
kaçamaz."
"Bunun doğayla hiçbir ilgisi yok." Bir ikizden diğerine baktım.
"Ophiuchus hanemi harabeye çevirdi ve sizinkine de aynısını yapacak."
Caaseum bana doğru eğildi. "Siyah opalinize danışalım. Taşın
güçleri hakkında büyüleyici raporlar dinledim."
"Anorm al y ü k sek Psinerji izlerine d ik k at etm elisiniz," diye
bastırdım . "Psişik bir kalkanınız var mı?"
"Öyle bir şeyi hiç duymadım." Caaseum başını kaldırdı. "İlginç
fikir. M etafiziksel bir kalkan."
"Nasıl çalışır ki?" diye sordu Rubidum m eraklı bir şekilde.
Konuşması umuduyla Hysan'a bir bakış attım ancak o da kısık
gözleriyle beni izliyordu. Birden bire neşeyle gülümsedi ve İkizler'e,
"Bu gerçekten güzel bir ziyaret oldu ancak gerçekten yola çıkmamız
gerekiyor," diyerek beni kendime getirdi.
"Ah, gitmeyin." Rubidum fırladı. "Daha yeni geldiniz."
"Ve benim de düşm anınız hakkında size anlatacak çok şeyim
var." Caaseum koşarak yanım a geldi. İnanılm az derecede hızlıydı.
"Lütfen kalın."
Tereddüt ettim. İçgüdülerim beni dinlemeye sevk etti. Belki de
bize yardımcı olabilecek bir şeyler görmüştü. Aynı zamanda, Başak'ı
da m üm kün olduğunca çabuk uyarmam ız gerekiyordu ve burada
şimdiden çok zaman harcam ıştık. Sonunda, "Birkaç dakika daha
kalabiliriz," dedim.
"Ah, bu kehanet birkaç dakika içinde anlatılamayacak kadar
karmaşık." Caaseum bir parmağını çenesine koydu. "Bir fikrim var.
Neden ben de sizinle gelmiyorum? Böylece yolda tartışırız."
Rubidum dudaklarını büzdü. "Gerçekten mi, Caasy? Bedava
gezi, öyle mi?"
"Rho Ana ve benim konuşacak çok şeyimiz var Rubi, tatlım."
Caseum bana döndü ve gözlerimiz buluştuğunda, bu yaşlı çocukla ilgili
ne hissedeceğimi bilemediğimi anladım. Yüzü pürüzsüzdü ve zaman
tarafından bozulmamıştı ancak gözleri ürkütücü biçimde eskiydi.
"Tamam," dedim sonunda. "Bizimle gel."
Hysan ve M athias endişeyle bakışlarını bana çevirdiler ancak
Rubidum'un gözleri parıldadı. "O zaman, iyi yolculuklar kardeşim.
Lütfen tuhaflıklarını kontrol altında tutmaya çalış." İki kardeş sa­
rılıp yanak yanağa vermeden birbirlerini havadan öperken, Hysan
ve M athias beni kenara çekti.
Önce ben konuştum , böylece dinlemek zorunda kaldılar. "Ne
söyleyeceğinizi biliyorum ancak bu en iyi seçeneğimiz. Yola en hızlı bu
şekilde çıkacağız, Caaseumun efemerisinde gördüklerini öğreneceğiz
ve İkizler halkına son bir şans vereceğiz. Uçuş zamanını Caaseum'u
uyarım ı ciddiye almaya ikna etmek için kullanabilirim . Eğer bana
inanırsa, biz Başak a vardığımızda Rubidum'a bir mesaj gönderebilir."
İkisi de kararlılıkları m antık yürütm em in ışığında paramparça
olmuş gibi görünüyordu. "İkizler'in tek şansı bu," diye lüzumsuzca
ekledim. A rtık benimle savaşmıyorlardı.
Kardeşler ayrıldıklarında Rubidum ellerimi tuttu. "Çok canlı
hikâyeler anlatıyorsunuz, Rho Ana, çok özgün. Kalbimi kesinlikle
kazandınız. Umarım tekrar karşılaşırız/' Bu sözcüklerle, telli enstrü­
m anını kaldırıp gürültülü bir vals çalmaya başladı. Görünüşe göre,
Rubidum böyle vedalaşıyordu.
Koridora çıktığımızda, bu kez etrafım ız m eraklı İkizlerlilerle
sarıldı. Kırmızı-kahverengi arası renkte kafaları koridoru kaplıyordu
ve bizi görme isteğiyle yükselip alçalıyorlardı. Kalabalığı yarıp geçer­
ken Caaseum bileğimi tuttu. "Geminiz nerede? Bir yiyecek sandığı
gönderteceğim."
Öbür tarafımda Hysan dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Size
bakışında bir tuhaflık var."
Mathias dönüp Hysan'ın bana fısıldadığını görünce yüzü karardı.
Sevimli küçük İkizlerli çocuklar bana çarpıyordu. Yumuşak,
meraklı parmaklarla tenime dokunuyorlardı. Koridoru kaplıyor, yolu­
muzu kapatıyorlardı ve hava ilaçlı, boğucu parfümleriyle öyle yoğun
şekilde yüklüydü ki sersemledim. M athias beni kaslı kollarına aldı.
"Yolu açın!" diye kükredi ve kalabalık ikiye ayrıldı. İkizlerliler
gerileyip m ırıldanarak bir yandan elleriyle bizi gösterirken, Mathias
beni balkon boyunca merdivenlerden aşağı ve güneşli H ayalhanenin
dışına kadar tüm o yol boyunca taşıdı. Tüm işi yapan kişi Mathias
olmasına rağmen, nefesi kesilen bendim.
Ne yazık ki plazada çok daha büyük bir kalabalık toplandı.
Hysan arkamıza geldi ve "Pelerinleri aktive etmek zorundayız," dedi.
Mathias beni yere bıraktı. "Caaseum nerede?" Döndüğümde Ca­
asy'nin etrafı sadık kullarıyla çevrilmiş vaziyette, bize doğru aheste
aheste geldiğini gördüm. Yeterince yaklaştığında elini tuttum . "Ne
olursa olsun elimi bırakma."
Hysan pelerinlerimizi açtı ve kalabalıktan toplu bir şaşkınlık
ifadesi, C aaseum 'dan, "İşte bu num arayı öğrenm ek istiyorum !"
nidası yükseldi.
M athias korum acı bir tavırla bir kolunu etrafım a sarıp iler­
leyebilmemiz için insanları yanlara iterek ilerliyordu. İtildiklerini
hissedip bizi göremediklerinde, İkizlerliler mızmızlanıp tekme atıyor­
lardı. Tüm bu zaman boyunca Caaseum un bileğini tutuyor, onu bir
oyuncak gibi sürüklüyordum . Neler olduğunun farkına vardığında
keyifle ıslık çaldı.
Gemiye döndüğümüzde, günlerdir uyum am ışım gibi hissedi­
yordum.
18

"Gözlerini size dikmiş, çürüm üş bir ru h sezdim. Bunun pek çok


anlamı olabilir ancak bir şeyden eminim."
"Lütfen beni tahm in yürütm ek zorunda bırakm ayın," dedim
onuncu kez. Caaseum benimle, yemeğiyle oynayan bir çocuk gibi
oynuyordu. Bu çileden çıkarıcı bir şeydi.
"Keşke bana Caasy deseniz."
"Tamam... Caasy. Emin olduğunuz şey nedir?"
İkizlerli Savunucu ve ben Equinox un m utfağındaydık, sıcak
çayla dolu ufak şişelerimizle konuşuyorduk. İkizler'den bir saat
önce ayrılm ıştık. Hysan ile M athias'ın neredeyse dövüş sanatlarına
başvurm alarına ramak kaldığı bir kavgadan sonra Terazi Hanesi ne
doğru tüm hızımızla gidiyorduk.
Bu tavizde anlaşmak zorunda kalm ıştık çünkü sonuçta Hysan'ın
gemisindeydik ve kendi hanesini uyarm ak için acele ediyordu. En
azından uyarıma güveniyordu.
Bu rota sapmasının kısa süreceğine dair söz verdi. Caaseum, Caasy,
nereye gittiğimizi umursamıyor gibi görünüyordu. Yolculuğumuza bir
macera gibi bakıyordu. Mathias meditasyon için kamarasına kapandı
ve Hysan düm endeydi. Bu Caasy'le başbaşa kaldığımız ilk andı.
"Sevgili Ana, bana lütfen neden siyah opalinizi kullanam adığı­
mızı tekrar anlatın. Bence tehlikeyi abartıyorsunuz."
"Sadece güvenin bana. Kuralımız bu."
İnsanların bana böyle şeyler söylemesinden nefret ederdim .
Ancak Caasy neden görünm eden uçtuğum uzu biliyordu. Durum u­
m uzu şimdiden üç kez açıklamıştım ancak yine de bu noktaya geri
dönüp duruyordu. Başta bu anlama güçlüklerinin gerçek olduğunu
düşünm üştüm ancak şimdi benim fark ettiğimden başka yollarla da
benimle oynadığını düşünüyordum .
En azından gemiye binerken Dövmesini kullanmayacağına söz
vermişti ve Hysan Psinerji kalkanını açtığından, denese bile Psiko-Şe-
beke'ye ulaşamayacaktı. Caasy bunu şimdiye dek fark etmemişti.
Umarım böyle devam ederdi.
"Emin olduğunuz şey nedir?" diye tekrar sordum, sabırsızlı­
ğım ın sözcüklerimle birlikte dışarı çıkmamasına gayret ederek. Bir
kurabiyeyi kemire kemire yiyordu. Sarı pelüş başlığımı kulakları­
mın etrafına sardım ve uzanıp o kurabiyeyi suratında parçalamak
istemiyor gibi davranm aya çalıştım.
Bir sonraki durağım ızda temiz ve hazır olmaları için uzay elbi­
semi ve mavi Zodai üniformamı temizleyiciye bırakmıştım. Bu sırada
giymem için Hysan bana başlıklı bir Terazi üniform ası vermişti.
Üniforma bir battaniye kadar yum uşaktı ve akıllı kumaşı gerçekten
vücut sıcaklığımı ölçüp üşümeye başladığımda kalınlaşıyordu. Daha
önce hiç bunun gibi bir şey giymemiştim.
Caasy şişesinden bir yudum aldı ve bu anı geciktirm ek için
başka yolu kalmadığında, "Tek başınıza yakalandınız ancak sizi tek
başınıza yakaladığını düşündüğünüz kişi tarafından değil."
Yüzümü astım. "O Ophiuchus. Güvenin bana. Kim olduğunu
anladım ve beni susturm aya çalışıyor."
"M uhtemelen." Caasy biraz daha çay içti. "Ancak kandırıldığı­
nızı seziyorum. Bu hile başınıza diğer her şeyden daha büyük bir
bela olmuş. Eğer sizi kandıran kişi Ophiuchus değilse, o zaman kim
olduğunu bulm anız gerekiyor. O zamana kadar, bu hile m uhakem e­
nizi gölgesi altında tutacak."
Yapbozun bu yeni parçasını düşündüm ve sanki bildiğim her
şeye uyması için doğru yerleşimi arayarak parçayı kafamda evirip
çevirdim. Kandırılmıştım ama kim tarafından? Bana yakın birileri mi?
Tam da o an Mathias ve Hysan'ın yüzleri aklıma geldi. Birinin
bana karşı olduğuna inanmıyordum. Bunca zamandır hayatımı kur­
tarıp duruyorlardı. Önümdeki bu genç, eski yüze baktım ve birden
başka bir şeyi kavradım. Benim sayemde oldukça fazla eğleniyordu,
her şeyin suyunu çıkaran kişi Caasy olabilir miydi?
"Kandırıldığıma inanm ıyorum ," dedim kararlılıkla.
"Elbette Ana, inanmayacaksınız! En iyi hileler böyle işler za­
ten!" Kendi şakasına güldü. Sonra, belki de oyunlarının tüm neşemi
tükettiğini gördüğünden, bana doğru eğildi: "Hileler hayal ettiğiniz
kadar kötü niyetli olmak zorunda değildir. Şunu düşünün: Belki de
peşinizdekinin Ochus olduğuna inanarak kandırılıyorsunuz... belki
de başka biri Ochus'un iplerini elinde tutuyor."
Bunu söyleyince Caasy ayağa kalktı. Bukleleri bakırdan yaylar
gibi sallanıyordu ve çenesindeki gamzeleri görünüyordu. "Sapan
m anevrasını5 yapm ak üzereyiz. Helios un y ak ın ın d an ne zaman
uçsam, duyularım açılır."
Sözcükleri bana Hysan'ın üçüncü hane olan İkizler'den, yedinci
hane olan uzaklardaki Terazi'ye doğru çizdiği rotayı hatırlattı. Acele­
miz olduğundan galaktik güneşimizin etrafında bir sapan manevrası
yapıp Helios'un yerçekimini kullanarak hızımızı artıracaktık. Hysan
kendimizi yakmadan geçebileceğimiz en yakın mesafeden geçeceğimizi
söylemişti. Bu biraz sinir bozucu ancak heyecan vericiydi. Helios'a
ilk yakından bakışım için sabırsızlanıyordum.
Bir süre daha o tu rarak C aasy'nin söylediklerini düşündüm .
Orada bir yerlerde O phiuchus'tan daha güçlü birilerinin olduğu
düşüncesini sevmemiştim. Belki de hile bu değildi.
H azırlanm am gereken tonlarca şey olm asına rağm en evim i
özlüyordum . Yabancı bir toprağa basm ak bana Yengeç'e en son

5 B ü y ü k g ö k cisim lerin in çek im g ü c ü n d e n yararlanarak hız kazanıp y a k ıt tasarrufu


yapm aya yarayan m anevra, (ç.n .)
ayak basışımı düşündürm üştü. Başka herhangi bir şeye konsantre
olamadığımdan, bu gemide kendimi evime en yakın hissettirecek
şeyi aradım.
Equinox kü çü k bir gemiydi, gideceğim uzak bir yer yoktu.
"Mathias?" Yuvarlak, metal kapısına vurdum . "Konuşabilir miyiz?"
Kapıyı açtığında üstü çıplaktı ve bir germe bandı tutuyordu.
Ter damlaları saç tellerinin ucundan sarkıyordu ve sanki kendini
zorluyormuş gibi göğsü şişip iniyordu. Bedeni öyle pürüzsüz, öyle
mermerden oyulmuş gibiydi ki o anda evime duyduğum özlem yerini
tenine dokunursam hissedeceklerim hakkındaki fantezilere bıraktı.
Yengeç üniform asının mavi tuniğini giydiğinde, yukarı baktım.
"Egzersiz yapmak isterseniz bandı size verebilirim," diye teklif etti.
"Teşekkür ederim, belki daha sonra." Terazi üniformama bakışı,
bunu giydiğime pişman olmama sebep oldu.
En az benim ki kadar dar ve sıkışık kam arasına biraz daha
girdim. Bu oda krom yeşiliydi ve bir uyku kozası, birkaç depolama
kutusu ve menteşelerinden katlanabilen bir masa vardı. Benim ka­
maramın aksine, M athias'ınki derli toplu ve düzenliydi, yerde hiçbir
dağınıklık yoktu. "Caasy yıldızlarda gördüklerini anlattı. Ochus'u
kontrol eden birilerinin olduğunu düşünüyor."
"Ona inanıyor m usunuz?" Germe bandını kaldırdı.
"Bilmiyorum. Bunu söylediğinde yalan söylemediğini düşünü­
yorum ."
"Ben ona güvenmiyorum." Dönüp bana baktı. "Hysan'a da. Yine
de Terazili nin gemisi olmadan hayatta kalamazdık, kabul ediyorum."
"Evet, burası güvenli bir lim an gibi hissettirm eye başladı."
Omzumun üstüne duvara yaslandım. "Keşke şu Psinerji kalkanının
nasıl çalıştığını bilsem. Hysan bilgi vermiyor."
Mathias kemerinden küçük bir aygıt çıkarıp havayı süpürür gibi
bir hareketle, sanki örümcek ağlarını temizler gibi sallamaya başladı.
Bu tu h af davranışa devam edince, "Ne yapıyorsun?" diye sordum.
"Gözler ve kulaklar arıyorum ."
"H ysan'ın bizi izleyebileceğini mi söylüyorsun?" Kameralar
arayarak etrafa baktım ancak elbette kam eralar varsa bile saklanmış
olmalılardı. "Neyse, Yengeçliler olarak saklayacak hiçbir şeyimiz
yok. Değil mi?"
"Evet. Biz korkak değiliz." M athias bunu duvarlara ilan etti,
sanki kamara bizzat dinliyormuş gibi. Gülümsemekten kendimi ala­
madım. Tüm anlaşmazlıklarımıza rağmen Yengeçlilere özgü o doğası
beni rahatlatıyor ve evimdeki insanları hatırlatıyordu.
Geminin burnuna gidince Hysan ve Caasy'i ön uçta dikilmiş,
Helios'a bakarken bulduk. Güneşim izin ışığı camdan sızarak her
yüzeyi parlaklaştırıyordu. Bu mesafede, neredeyse tüm görüşüm üzü
kaplıyordu. Cam otomatik olarak polarize olmasına ve gözlerimizi
korum ak için kararm asına rağmen ışık çok yoğundu. Yüzey mor,
koyu kırmızı, pirinç ve altın tonlarında ve gözlerimi yakan aşırı bir
beyaz parıltıyla, tıpkı sıvı ateş gibi kaynıyordu. Ufku çevresinde,
kızıl bir doruk kutsal bir taç gibi yanıyordu ve her tarafta, aşırı
ısınmış gaz bulutları, ışık saçarak fışkıran kaynaklar gibi yanıyordu.
"Selam sana kudretli Helios, cennetin rahmi." M athias Zodai
ilahisini m ırıldanınca hepimiz ona katıldık. "Yıldız yapan, ısıtan,
ölümden ışığa yol açan. Hanelerimizi koru, şimdi ve çağlar boyu."
Çevremde mest olmuş üç suratı inceledim. Helios'un neden tüm
kutsal m etinlerim izin m erkezinde olduğunu görm ek zor değildi.
Terazi Seddaları, İkizler'in Değişimler Kitabı, elbette bizim Kutsal
Kanon'umuz, hatta Z odyak'taki en seküler ve bilimsel olarak en
gelişmiş hane olan A krep'in sekiz ciltlik m eşhur A krep Sözleşmesi
bile Her Şeye Kadir Helios'tan bahseder. Pek çok insan galaktik gü­
neşimizin cennete giden kapı olduğuna inanır. Güneşimizi görünce
neden böyle olduğunu anlıyordum.
Aramızda en genç görünen ancak açık ara en yaşlımız Caasy,
Helios'u hürm et ve hayranlıkla, asla tutam ayacağını bildiği bir gü­
zelliği uzaktan izleyen biri gibi izliyordu.
Cam burunda toplanışımızın üstünden bir saat geçti. Hiçbirimiz,
güneş hâlâ görebileceğimiz yerdeyken ayrılmak istemiyorduk. Ancak
geçişimiz tamamlandığında ve Equinox Terazi'ye doğru hızlandığında
kendim e geldim. Güneş şimdi arkam ızdaydı, sadece Equinox un
arkasını gösteren kare şeklindeki hüçük ekrandan görünüyordu.
Hysan dümene döndü ve Caasy bir şeyler yemek için mutfağa
gitti. Helios'u görm enin iştahını açtığını söyledi.
M athias yanım a geldi. "Rotam ız kilitlendi. Sabah Terazi'de
olacağız."
"Daha uzakta olduğunu düşünüyordum/' dedim boynumu ovarak.
"Bu mermi gemisinde bir foton pompası var, yani hiperhızda
yol alabiliyoruz. Güneşin etrafındaki dönüşüm üz sayesinde daha da
hızlı gideceğiz." Om zunun üstünden Hysan'a bakıp sesini alçalttı.
"Terazili tamamen güvenilmez. Geminin kontrollerini şifreleyip beni
düm enden uzaklaştırdı."
"Bu biraz paranoyakça."
"O bir casus. Casuslar kimseye güvenmez." M athias'ın çenesi
kasıldı. "Sorun şu ki Başak'a gitmek için ona ihtiyacımız var."
"Bizi götüreceğine söz verdi. Gidip konuşalım."
Ona yaklaştığım ız sırada Hysan başını ekranlarından kaldırdı
ve gözleri keyifle parıldadı. "Sizi duydum."
M athias kapkara bir bakış attı. "Gizli mikrofonlar, değil mi?"
Hysan'ın kentaur gülümsemesi yanaklarında gamzeler oluştu­
ruyordu. "Gerçek, basitliği dolayısıyla çoğu zaman gözden kaçar.
Geminin harika bir akustiği var, benim de harika bir duyma kabi­
liyetim var. M ikrofona ihtiyacım yok."
"Kontrolleri neden şifreledin?" diye sordum.
"Sizi tem in ederim gizli bir şey çevirm iyorum. Bu benim ge­
mim ve burada kaptan benim. Danışm anınıza bilgi vermek zorunda
kalmayı sevmiyorum." M athias'ın unvanını söyleme şekli kafasında
başka bir kelime olup olmadığına dair pek az şüphe bırakıyordu.
Mathias tepki veremeden, "Ancak söz verdiğin gibi, bizi Başak'a
götüreceksin, değil mi?" dedim.
Hysan ekranlarından ayrılıp yanıma geldi. Mathias gerildi ancak
Hysan'ın ifadesinde sadece neşe görüyordum . Bunu M athias'ı rahat­
sız etmek için yapıyordu. "Psişik kalkanım hakkında beni sorguya
çekmeyeceğinize söz verecek misiniz?"
D ürüstlüğünü takdir ediyordum , ben de aynı şekilde cevap
verdim. "Hiç şansın yok."
Hysan güldü ve neşesi öyle samimiydi ki rahatladım. Tenimin
Hysan'ın yanındayken yine ısındığını hissediyordum, sanki güneşli
doğasını fiziksel olarak da yansıtıyor gibiydi. Bunun muhtemelen
Terazililer e özgü o düzgün konuşma olayı olduğunu biliyordum ancak
ne zaman bir etkileşimde bulunsak, bir sonrakini iple çekiyordum.
Erkekler arasındaki bir kavgayı daha ucuz atlattıktan sonra,
bir ultraviyole duş için banyoya gittim ve tekrar pelüş sarı tüniğim i
giydim. O kadar yorgundum ki akşam yemeği saatinde uyudum .
Uyandığımda, M athias dışında herkes uyuyordu. Geminin önünde,
kazara geminin sırlarından birini keşfetmişti.
Görünen o ki Equinox'un dümeni aynı zamanda bir Terazi öğre­
nim sistemiydi. Bunu duym uştum ama daha önce hiç görmemiştim,
bu sistem sadece uzun mesafe yolculukları yapan gemilere yerleşti­
rilirdi. Terazililer bu sistemleri, Tarayıcının gözlerine yerleştirilmiş
olmasıyla aynı sebepten kullanırdı: Evlerini terk ederken, paketleyip
yanlarına alabilecekleri en önemli eşyanın bilgi dağarcıkları oldu­
ğuna inanırlardı.
Mathias bu sisteme külliyat sözcüğünü söyleyerek erişebileceğimizi
bulm uştu. Bu ses tetiğiyle, dümen açık eflatun renginde yatay bir
ışık çemberi yansıttı. Çember baş yüksekliğindeydi ve iki m etrelik
bir çapı vardı, böylece M athias'la beraber içinde durabiliyorduk.
Sisteme Psinerji'yle alakalı bir dizi soru sorduk ancak sistem
çoğunlukla M athias'ın bana öğrettiği şeyleri söylüyordu. Hiçbir ce­
vabı gemiye ve aylarımıza yapılan Psinerji saldırısının nasıl m üm kün
olabildiği hakkında teori üretmemize yardımcı olmadı. Bir süre sonra
başka bir şey denedim.
"Külliyat," dedim sistemin ışık çem berinin içinde, "bir Psinerji
kalkanı nasıl çalışır?"
Bu sistemin cevap vermediği ilk soruydu. Sistemin bedensiz
sesi, "Yetersiz v eri/' diye yanıtladı.
"Hysan Dax bir casus mu?" diye sordu Mathias.
"Yetersiz veri."
"Terazili bize söylediklerini sansürlüyor mu?" diye hırladı.
"Yetersiz veri."
Işık çemberinden ayrıldım. "Mathias, kapa şu şeyi."
"Başka, tarafsız bir soru soralım," dedi. "Külliyat, Psinerji ko­
nusundaki en saygıdeğer uzm anlar kim lerdir?"
"Güzel soru." Geri dönüp açık eflatun çemberin içinde ceva­
bın cisimleştiğini izledim. Külliyat çift sarmal şeklindeki spiral bir
m erdivenin üç boyutlu m inyatür bir g ö rüntüsünü gösteriyordu.
Basamaklarda yedi parlayan figür vardı. Merdiven basamaklarındaki
küçük, kutsal varlıklar gibi görünen figürlerin başlarında isimleri
yazıyordu.
En üst basamakta, elbette ki Başak'm İm paratoriçe Moira'sı,
Zodyakım ız'ın eşsiz Psinerji üstadı duruyordu. Hemen altındaki
basamakta duran figür ise fazlasıyla tanıdıktı. Bu Origene A naydı.
Dudağımı ısırdım. "Bu liste eski."
M athias Origene'yi gördüğünde dişlerinin arasından sertçe so­
ludu. Kraliyet M uhafızları nin bir üyesi olarak muhtemelen Origene
A nay ı çoğu kişiden daha iyi tanıyordu. Ani bir dürtüyle uzanıp
kolunu okşadım. "Evi en az benim kadar özlüyorsun," dedim yarı
soru yarı cevap şeklinde.
Bilgelerin m erdivenine tekrar baktı. "Diğer haneleri uyarm ak
yapılacak en doğru şey... ancak hiperhızla gittiğim iz her saat, Yen­
geç'te iki saat geçiyor."
"Orada neler olduğunu bilmemekten nefret ediyorum ."
"Ben de." Cebinin ferm uarını açıp antika astralatörünü çıkardı.
Sedef ru h an i ışıkta hafifçe parlıyordu. Bir an geçti ve astralatörü
elime tu tuştu rd u . "Bunu almanızı istiyorum."
Bana sanki bir silah veriyormuşçasına gerildim. "Alamam. M at­
hias, bu kız kardeşine aitti. Bunu senden asla alamam."
"Zodailer için hocaların eğitim lerinde ustalaştıklarında öğ­
rencilerine hediye vermesi gelenektir. Ustalaşm ak siz söz konusu
olduğunuzda başarınızı tam olarak ifade edemiyor. Omzunuzda çok
y ük vardı ve... inanılm azdınız." Elimi tu ttu , gözleri açık eflatun
ışıkta parlıyordu. "Bu hediye geleneksel olarak bir efemeristir ancak
bu kez eve dönene dek bekleyecek. Şimdilik, bunu kabul ederseniz
benim için çok anlamlı olur."
"Mathias," diye fısıldadım, göğsümde bir acı vardı, "teşekkür
ederim ama bu çok fazla."
Aleti elime bırakıp parmaklarımı polenlerini koruyan bir çiçeğin
taçyaprakları gibi etrafında kapadı. "Bu astralatör nesillerdir aileme
ait. A rtık bir iyi şans tılsımı haline geldi. Zodai olduğumda, bunu
bana kız kardeşim vermişti."
Kaşlarının ortasında belli belirsiz bir kırışıklık oluştu ve ellerini
çekerek astralatörü bende bıraktı. "Hepimizin düşünmesi gerekenler
var, Rho. Ancak siz ve ben, biz kendi bireysel tasalarım ızın içine
çekilemeyiz."
Ne söylediğini anlayarak astralatörü aldım. "Gerçek bir Zodai
gibi konuştun," diye fısıldadım.
A stralatörü cebime koyunca şim dilik bende kalacağına dair
kendime söz verdim. Mathias bende olduğunu bildiğinde iyi hissede­
cekse, kalsındı. Ancak eve döndüğümüzde Mathias'a geri verecektim.
Uzun parm aklarıyla saçlarını taradı, onu hiç bu kadar sıkıntılı
görmemiştim. "On Üçüncü H ane'den bir düşm an," dedi sözcükle­
rimi ilk kez ciddiye alıp düşünür gibi. "Hâlâ saçma geliyor ancak
gemimize yapılan Psinerji saldırısı gerçekti. Açıklayamadığım bir
şeyler oluyor."
"Yalnız değilsin."
"Kafamda her şeyi birleştirmeye çalışıyorum ancak olmuyor."
Bir dakika için, kendi düşünce zincirlerimize çekildik. Ailem ve
dostlarım için bu kadar endişelenerek acaba yanlış mı yapıyordum,
merak ediyordum . Benim görevim tüm Yengeç halkını korum aktı
ancak beynim, büyük sayılar düşündüğümde iyi çalışmıyordu. Fakat
yüzlerle iyi çalışıyordu. İsimlerle. Hatıralarla.
Hanem hakkında ne zaman endişelensem, milyonlarca yabancı
insan hayal etmiyordum. Annelerin, babaların, ağabeylerin, ablaların,
kardeşlerin, arkadaşların doldurduğu bir hane görüyordum. Babam,
Stanton, Deke, Kai, Leyla, Lola... gördüğüm yüzler bunlardı.
"Külliyat, bize Terazi nin savunucusunu anlat," dedi Mathias.
Öğrenim sisteminin ışığı gök kuşağıyla renklendi ve beyaz saçlı,
soğuk bakışlı bir adamın görüntüleri belirmeye başladı. Arkamda
bir ses duydum ve döndüğümde Hysan'ı gördüm.
"Enselendik," dedim Mathias a.
"Görüyorum ki Külliyat'la tanışmışsınız."
Mathias Hysan'a döndü. "Bir sorun mu var?"
"Sorun olsaydı ona erişemezdiniz bile, emin ol."
İşte, başladık.
"Hysan, benim fikrim di," dedim yeni bir ağız dalaşını en­
gellemeyi umarak. "Sadece savunucunuzla tanışmadan önce biraz
hazırlanmak istemiştim."
"Leydim, Lord Neith memnun olacak. Size Terazi nin görünen
menzile girdiğini söylemeye geldim, yakında iniş yapacağız."
Öne doğru koşturup Adalet Terazisi takımyıldızını görmek için
burna geldim. Hiperhızda yol aldığımızdan, en yakın yıldızlar yanı­
mızdan ışık iplikleri gibi geçip gidiyordu ve sadece uzak olanlar sabit
duruyor gibi görünüyordu. Birkaç dakika boyunca tırabzana tutuna­
rak Terazi Hanesi nin daha da büyüyüp yakınlaşmasını seyrettim.
A z sonra takımyıldızın derinlerindeydik ve Terazi nin yaşanan
tek gezegeni, Kythera, pürüzsüz bir kadife top gibi, en az üstüm­
deki Terazi üniforması kadar limon sarısı gibi parlıyordu. Duman
girdapları ve anaforları topun yüzeyinde gamzeler gibi beliriyordu.
Kythera fiberglass kadar kalın, siyah karbon ve sarı sülfürik
asitten oluşan pis, boğucu bulutlarla sarılıydı. Gezegeni kemik kı­
ran ağırlıklarıyla baskılayıp ısının her julünü içeride tutuyorlardı.
Yüzey sıcaklığı korkunçtu. Asidik fırtınalar dağları bir gecede eritip
bitirebilirdi.
Terazililer bu yüzden uçan şehirlerde yaşarlar. Yerleşimlerin
gümüş baloncuklar gibi bulutların tepesinde süzüldüğünü görecek
kadar yakındaydık. Bu yerleşimlerden yüzlerce olmalıydı. Bazıları
devasa görünüyordu, bazıları çok küçük ve atmosferin en dışında,
acelesiz akıntılarla süzülüyorlardı. Zaman zaman iki tanesi birbirine
çarpıp sonra yavaşça sekiyorlardı. Hareketleri akışkandı, dans gibiydi,
büyüleyiciydi. Efemeristeki ışık toplarmın yörünge hareketleri gibiydi.
Terazi galaksideki en varlıklı hanelerdendi. Kythera'nın sonu
gelmeyen volkanik magma akıntıları Zodyak'taki en saf endüstriyel
değerli taşları barındırıyordu. Bunun yanında, Terazililer atmosferik
gazları toplayıp rafine ederek kıymetli, yüksek kalite yakıtlar ve
pleksinler üretirdi.
Atmosfere girene dek izlemeye devam ettim, sonra bir kez daha
ayağım sanki güverteye gömüldü ve kemiklerim daha fazla et taşı­
maya başladı. Tüm ağırlığımı tekrar hissetmek güzeldi.
Mathias, Lord Neith'in sarayının yüksek kilise olduğunu, son
derece resmi ve törensel olduklarını söyledi, Yengeç Savunucusu nun
bir Terazi üniformasının içinde görülmesi yanlış bir adım olurmuş.
Bunu neden söylediğini biliyordum ve mavi Zodai takımımı giymek
için odama gittim. Tem izleyicinin işi bitmişti, kumaş parlak ve
yumuşaktı. Üniformayı üstüme geçirdim, parmaklarım kolumdaki
nakışlı aylara gitti. Abla kardeşi özlemiştim.
Aynadaki yansımama bakıp Leyla'nın yaptığı gibi bir makyaj
yapmaya çalıştım. Onun yarattığı etkiyi yaratmanın yanından bile
geçemezdim ancak en azından gözümün altındaki mavi-siyah tor­
baları görünmez hale getirebildim. Biraz göz kalemi ve ruj ekledim,
atkuyruğumu açarak buklelerime düzleştirici losyonlardan sıktım.
Saçlarım uzayıp parlaklaştı.
Geminin burnuna döndüğümde, Caasy hâlâ uyuyordu ve şimdi
görünürdeki en büyük baloncuk olan Aeolus şehrine doğru hızla
ilerliyorduk. Küre gezegenin yoğun atmosferinden çok daha hafif
olan solunabilir hava barındırıyordu. Her kürenin altında taş denge­
leyiciler vardı, böylece küreler ters dönmüyordu. Kürelerin içindeki
kat kat yapılar ise gezegenin yüzeyine göre ayarlanmıştı. En üst
katlar en çok güneş ışınını alıyordu, bu yüzden şehrin kurumsal
çiftliklerini barındırıyorlardı. A lt katlar ise havayı, suyu ve atıkları
geri dönüştürüyordu.
"Beğendiniz mi?" diye sordu Hysan. "Uçan başkentimiz, Zod-
yak'ın Dört Harikasından biridir."
"Harika... Camdan mı yapılmış?" dedim.
"Seramik." Bana yavaşça yaklaştı ve ilk kez saçlarındaki dağ
selvisi kokusunu aldım. "Silikayla birleştirilmiş saydam nanokar-
bon, son derece serttir. Sülfürik atmosferimize dayanacak şekilde
yapılmıştır."
Mathias aramıza girdi. "Bir sıcak hava balonu. Oldukça uygun."
Hysan bir şey söyleyecek gibi oldu ancak yüzümdeki huzursuzluğu
görünce sessiz kaldı. E q u in o x un itici motorları çalıştı ve Aeolus un
yüzünde, alçaktan uçmaya başladık. Bu yakınlıkta, koruyucu zar
ayna kadar parlaktı ve her renkten, her boyutta hava araçlarının
iniş ve kalkışlarını yaptığı, binlerce açıklıkla kaplıydı. Hysan bana
eğildi ve "İniş yüzeyi şurada, ve şu da..." dedi.
"Pelerin neden hâlâ açık?" diye atladı Mathias. "Kendi evine
serbestçe giremiyor musun?"
Hysan, Mathias a üstten bir bakış attı. "Kendi haneme bir Psi­
nerji saldırısını çekeceğimi mi zannediyorsun?"
Bana bakıp sonra bakışlarını kaçırdılar ve midem altüst oldu.
"Evet, evet, biliyorum. Yürüyen bir hedefim."
Alçaldıkça, arı sürüsüne benzeyen trafik daha da arttı ve E qui-
nox vibrokopterlerden, hovergemilerden ve pulsejetlerden oluşan bir
karmaşada, çarpmamak için hamle üstüne hamle yaparak ilerledi.
Gemi bir limana yatarak döndü ve durdu. Kendi gözlerimiz dışın­
daki tüm gözlere görünmez durumdaydık. Caasy'i uyandırdım ve
bir kez daha, Hysan inmeden önce tasmalarımızı takmamızı söyledi.
Aeolus un saydam derisinin içinden, küreyi çevreleyen bulutlar
yeşil topaklar halinde görünüyordu. Duvarlar ve tavan cam gibi
pürüzsüz seramikten yapılmıştı ve zemin yumuşak, yastık gibi
pleksiköpük taşlarla kaplıydı. Her yer insana kendini hafif ve rahat
hissettiriyordu, sıkışık mermi gemisinden sonra harika bir değişimdi.
Fakat salonlar tropik kuşların tüyleri gibi rengârenk giyimli Tera­
zililerle doluydu. Büyük bir alışveriş bölgesine yakın bir yere iniş
yapmıştık ve müşteriler file çantaları ve yıldızlı gözleriyle koşturu­
yorlardı. Parlak filmler duvarlarda parlayarak fazlasıyla doldurulmuş
meyve sepetlerini, gurme likörleri ve unlu mamulleri tanıtıyordu.
Işıklı oklar hediyelik eşya satıcılarını, yiyecek satıcılarını, çiçekçileri
ve parti organizatörlerini işaret ediyordu. Holografik reklamlar insan
izdihamının arasından hızla geçip herkesi yeni ürünler hakkında
dakika dakika, bir şölen havasında bilgilendiriyordu.
Hysan'ın koltukları tüm bunları algılarken kabardı. "Bugünün
cuma olduğunu unutmuşum. Herkes hafta sonu yemeklerini planlı­
yor. Misafirperverlik burada milli spordur."
Caasy tüylü şapkaların sergilendiği bir yere baktı. "Birkaç şey
deneyemeyiz sanırım."
"Zaman yok," diye fısıldadım, çoktan yürümeye başlamış olarak.
Caasy kısa bir zaman oyalanarak şapkaları işaret etti, sonra
peşimizden geldi. Taşıma tüplerine giriş yeri düzgün bir sıradan
ziyade yoğun bir beden yığını şeklindeydi ancak görünmez olduğu­
muzdan, Hysan'ın örneğini takip ederek içeri dalıverdik. Hysan'ın
hareket edişini görünce bu şehre görünmeden ilk girişi olmadığından
şüphelenmeye başladım.
Hysan müşterileri dirsekleyerek yol açtı ve her ne kadar kişi­
liğime aykırı olsa da geride kalmamak için ben de aynısını yaptım.
İstediğim son şey bu kalabalıkta Hysan'ı gözden kaybetmekti.
Mathias arkamda bana yakın duruyordu ancak küçük Caasy için,
üç yüz yıldır kendine gayet güzel bakmakta olduğunu hatırlayana
dek endişelendim.
Hysan bizi bir insan kalabalığının dikildiği ve bir Uçurucu'ya
binmeyi bekledikleri Giden Yolcu adlı, kordonla kapatılmış bir yere
getirdi. Aralarına sıkışıp yukarı baktık, her birinde kendi hareketli
böcek kanatları olan bir grup saydam tüp üstümüze doğru alçalıyordu.
Bir Uçurucu yeterince yaklaştığında, Hysan bize uzanıp o pleksin
düğümlerini nasıl tutacağımızı gösterdi. Caasy ninki çok kısa olduğu
için o da Mathias'ın kemerine tutundu.
Bizi kimse göremediğinden, birkaç kişi daha düğümlerimizi
tutmaya çalıştı. İrice bir adam ayak parmaklarımın üstüne basınca
bir çimdik atıp uzaklaştırdım. Hysan fark edince bozuldu. "Şiddetten
çekinmiyorsunuz."
"Evet, aman kendine dikkat et," dedim gülümseyerek.
Tüm Uçurucular aynı anda tekrar yükseldi ve altımızda bir
zeminin olmadığını, havada durduğumuzu görünce bir korku ve
heyecan dalgası hissettim. Tüp şehrin merkezine doğru ilerlerken
ılık bir rüzgârın arkamızdan estiğini hissediyordum. Uçurucu bile
neredeyse görünmezdi, yani sanki hafif bir rüzgâr tarafından uçu-
ruluyor gibi görünüyorduk.
Etrafıma bakınca herkesin, doğal olsa da olmasa da, sarışın
olduğunu fark ettim. Terazililer sarı, platin, altın renkli çizgiler
barındıran gümüş-gri renklerinde sarışın insanlardı. Gözleri yeşil,
gri ve Lord Neith'inki gibi kuvars tonlarında parlıyordu ve tüm sağ
irislerin alt köşesini altın bir yıldız süslüyordu. Çok çeşitli kıyafetler
giyiyorlardı fakat ana renkler; kırmızılar, sarılar ve maviler daha
çok tercih ediliyordu.
Caasy, Hysan'ın kolunu çekiştirip dikkatini çekti. "Lord Neith'in
yıldız okumasını hep görmek istemişimdir. Sonuçta Baş Haneler'in
sıradışı efemerisleri vardır ve Terazi de H avayı simgelediğinden,
onunki kesinlikle olağanüstü olmalı. Yüce yeteneğini sergilemesini
rica eder misin?"
Hysan surat astı. "Buna zamanımız olmayacak."
Caasy gerçekten öfkeli görünüyordu.
Üç kişi düğümlerini bırakıp gökyüzünde dalışa geçti. Çığlık
atıp uzanarak en yakm dakini yakalamaya çalıştım ama Hysan,
"Yapmayın! Bir şey olmayacak Rho!" diye seslendi.
Ona insanların nereye gittiklerini sormaya çalıştım ancak tüpün
içinden geçip giden hava fazlasıyla gürültülü hale gelmişti. Şu anda
Aeolus'a doğru olağanüstü bir hızla gidiyorduk. Bir yerleşim yerinde
düz, dairesel evlerin porselen tabaklar gibi üst üste yığıldığı kule­
leri geçtik. Birdenbire bir köşeyi döndük, sonra tanklar, borular ve
buğulu, beyaz bir buharın kapladığı bir sanayi bölgesinin seramik
zeminine doğru alçaldık. Alçaldıkça yeni tabakalar; fabrikalar, ofis
mahalleleri, tiyatrolar ve su kanalları görüyorduk. Her alan boyunca
saydam tüpler böcek kanatlarını çırpıyordu, hızlı yolculardan oluşan
girdapları varacakları yerlere hızla götürüyorlardı. Tüm bu hızlı
görüntü değişimleri biraz midemi bulandırdı.
"Merkeziniz sizi dengeler," diye fısıldadı Mathias, kulağıma.
Gözlerimi kapayıp Kalymnos'taki babamın ve Stanton'ın kumdan
ve deniz kabuklarından yapılmış evimizi tekrar yaptıklarını düşün­
düm. Güvende ve yan yana olduklarını, Yengeç Denizinin maviliğiyle
sarıldıklarını hayal etmek Mathias'ın dediği gibi işe yarıyordu ancak
aylarımıza yapılan saldırılardan sonra kendimi arkasına yerleştirip
korunduğum duvarda gedikler açıldı ve kötü düşünceler de iyilerin
peşine takılıp içeri girebildiler.
Analar'la toplantımı bölüp acil durumu haber verirken Crius'un
yüzünün nasıl korkuyla dolu olduğunu şimdi tekrar görüyordum.
Sonra Balık Hanesinin acil uyarısını ve efemerise bakıp başka fır­
tınaların ve savaşın geldiğini sezdiğimde hissettiklerimi düşündüm.
"Neredeyse geldik!"diye seslendi Hysan, gözlerimi açtım. A l­
tımızda, Terazi Hanesi'nin kraliyet sarayı, şehrin tam ortasındaki
parlamentolarının hemen yanındaydı. Keskin dişlere benzeyen dikenli
bir kuleler sürüsüydü.
"Bırakın!" diye bağırdı.
" N e ? " diye bağırdım, Hysan'ın pleksin düğümü bıraktığını
korkuyla izleyerek. Mathias da aynısını yapınca ben de bıraktım.
Düşüş midemi boğazıma dayayan bir hızla başladı. Yere beş
metre kala yavaşladık ve gözlerimi açtım. Dördümüz de, bedenlerimiz
tüy gibi sallanarak nazikçe yere vardık. Kordonla kapatılmış, Gelen
Yolcu diye belirlenmiş bir alana ayak bastık.
"Hükümet merkezimiz," dedi Hysan çevremizdeki devasa bi­
naları işaret ederek.
Kendime gelebilmek için duvara yaslanmam gerekti. Tıklım
tıklım tüp yüzünden hâlâ hırpalanmış hissediyordum ve yan ceple­
rimden biri kalabalığın içinde ortasına kadar yırtılmıştı. En azından
bu aktarım merkezinde daha az insan vardı.
Bir meltem eğrelti otlarıyla kaplı pleksin ağaçlarının arasından
hışırdadı ve su, kıvrımlı bir pleksin oluğa damladı. En uzak uçta,
Zodai Muhafızları limon sarısı üniformalarıyla esas duruşta bekli­
yordu ve hükümet binalarından birine açılan oluklu, uzun bir ikili
kapının her iki yanında dikiliyorlardı.
Biz geçerken huzursuzlanıp gözlerini kıstılar ancak parmak
ucunda yürüyüşümüzü göremiyorlardı. Kemerli giriş üç katlı bir bina
yüksekliğinde ve giriş salonu Hysan gibi gösterişli ve şık kıyafetli,
sarı sakallı saray mensuplarıyla doluydu. "Pelerinleri k a p a y ı n diye
mırıldandı Hysan.
Bir büyü gibi beliriverdik ancak bizi fark eden birkaç saray
mensubu bile etkilenmiş gözükmüyordu. Bu gösterişli saray kıya­
fetlerinin içindeki platin sarısı kentlilerle karşılaştırılınca Mathias
ve ben köylü gibi görünüyor olmalıydık. Ancak Hysan, açık ara
en genç saray mensubu olmasına rağmen, kendi sürüsüne dönmüş
bir balık gibi görünüyordu. Bir danışma masasına yönelip akıllı bir
ekranda çalışan kadın bir görevliyle konuşmasını izledim.
A z sonra, gülümseyerek geldi. Görevlinin yüz ifadesi, Hysan'ın
kolumu tuttuğunu görünce ekşidi. "Görüşme hakkı tanındı."
19

Caasy ayağını yere vurdu. "Tanındı mı? Helios, lütfen. İki hanenin
savunucuları aynı gün geliyor, adamınız bizi kapılarda karşılamalıydı."
Diplomat imajını bozmayan Hysan duymamış gibi yaptı. "Bu
taraftan." Kümeler halinde mırıldanan saray mensuplarının arasından
Hysan'ı takip ettik. Görünüşe göre kim olduğumuzu öğrenmişlerdi
ve bizi izliyorlardı. Yırtık cebimi elimle kapıyordum.
Hysan bizi dekoratif porselen ve üflenmiş camların doldurduğu
uzun bir galeriden geçirdi. Yukarıda, mücevherlerle kaplı bir duvar
resmi, Zodyak galaksimizi gösteriyordu ve geriye doğru uzanıp Dör­
düncü Hane yi buldum. Yengeç Gezegeni dört opal ayın çevrelediği,
turmalin ve lapis lazuli kaplı bir mozaik olarak dizayn edilmişti.
Keşke daha uzun kalabilsek , diye düşündüm. Ancak Hysan salonun
öbür tarafına varmıştı bile.
En sonunda, geçitteki son odaya girdik. Oda loş ve sessizdi
ve kırmızı kadife koltuklarında oturan gösterişli kıyafetli protokol
erkânı, büyük beyaz bir küpten başka hiçbir şeyin bulunmadığı
sahneye dönmüşlerdi. Küpün yüksekliği beş metre kadardı, duvarları
pürüzsüz ve camsıydı. Belki de küp aslında çok yüzlü bir ekrandı.
Hysan bizi ön sıraya doğru götürdü ve protokol üyelerinin cüp­
pelerini hışırdatarak toplandıklarını gördük. Küpü izlemeye devam
ettim. Olduğu yerde duruyordu.
Hysan bana doğru eğilip, "Raporumu sunmam gerekiyor. Uzun
sürmez," dedi.
"Yengeç e bir mesaj gönderebilir misin?" diye fısıldadım.
Başını salladı. "Herkesin görebileceği bir mesajın güvenli olma­
yacağını biliyorsunuz."
"En azından en güncel haber özetini almaya çalış," dedim.
"Tamam. Bir dakika sürer." Diğer saray mensuplarını eğilerek
selamladı ve aceleyle çıktı.
On dakika geçti. Bir on daha geçti. Oturduğum yerde kıpırdanıp
etrafıma bakarak bir sonraki saldırının ne zaman geleceğini düşü­
nüyordum. Geç kalamazdık. Başak'ı uyarmamız lazımdı.
"Bu çok ayıp," diye homurdandı Caasy. "Meşhur Terazi misafir­
perverliğine ne oldu? Şarkı söyleyen kuşlar ve dans eden maymunlarla
karşılaşmayı bekliyordum. Hiç değilse bir lokma kızarmış tarlakuşu!"
Kahvaltıyı kaçırdığı için bu kadar üzülen biriyle daha önce
karşılaşmamıştım. Mathias, beklemek zorunda kalmanın karşısında
son derece anlaşılır bir tepki vererek meditasyon yapmak için göz­
lerini kapadı. Keşke ben de o kadar sakin olabilseydim. Beyaz küp
canımı sıkmaya başlıyordu, öyle sıkıldım ki sanki küp hareketlen­
meye başlıyordu.
Evet, gerçekten hareket ediyordu.
Yekpare bir beyaz cam olduğunu zannettiğim şey bir ışık oyu­
nuymuş. Küp silindirleşti ve yanardöner renklere büründü. A z sonra
küp dalgalanan bir sıvı bloğuna benzedi. Protokol üyeleri odadaki
ışıklar kararırken hareketlendi. Küp daha da parlaklaştı ve akışkan
önyüzünden, başlıklı beyaz bir cüppe içinde, hükümdar edalı bir
figür odaya girdi.
Şimdiye dek gördüğüm herkesten daha uzundu. Başlığını geriye
attığında, yüzündeki pürüzsüz altın renkli tenini ve başını saran
kısacık kesilmiş beyaz saçlarını gördüm. Arkasında, küp altından
menekşe moru, koyu kırmızı, kromat sarısı, zümrüt yeşili ve gök
mavisine döndü. Hareketli ışık Lord Neith'in etrafında prizmatik
bir hale oluşturdu.
Ağzımı kapamayı akıl etmem gerekti.
"Aşırı gösteriş/' diye fısıldadı Mathias. Caasy keyifle kıkırdıyordu.
Neith ellerini kaldırarak misafirlerini karşıladı. Yüzü vakurdu
ve solgun gözleri parıldıyordu. "Onur konuklarımız, varlığınızla bize
şeref verdiniz." Sesinin derin, gür bas tonu beni huzursuz ediyordu.
Caasy ayakta, eğilerek selamladı. "Lord Neith, sizi tekrar gör­
mek güzel."
"Sizi de, İkiz Caaseum. Bu büyüleyici ziyaretiniz için hangi
yıldıza teşekkür etmeliyim?"
Caasy, Lord Neith'le sohbet ederken, Mathias dizimi dürttü.
"Bence tüm bunlar numara. Bizi ciddiye almıyorlar."
"Bakalım ona dokunabilecek miyim," diye fısıldadım.
Lord Neith beni gördüğünde kalkıp yaklaşarak selamlaşmak
için elimi uzattım. "Saygıdeğer Savunucu. Ben Yengeçli Rho Grace."
Kısacık bir tereddüt anından sonra elini uzatıp parmak uçlarını
benimkilere dokundurdu. Eli ılıktı, mavi damarları teninin hemen
altından geçiyordu. Dokunduğumuz anda kuvars gözleri belli be­
lirsiz yumuşadı ve bu yabancı savunucuyla daha önce karşılaştık
mı diye düşünmeye başladım. "Ee?" diye fısıldadı Mathias, yerime
oturduğumda.
"Gerçek."
Mathias tatmin olmuşa benzemiyordu.
"Kutsal Ana," diye gürledi Lord Neith, "gezegeninizden gelen
haberleri büyük bir üzüntüyle seyrettik." Duraksadığında, yüzün­
deki samimi şefkatin ölçüsüyle irkildim. Haşin yüz ifadesi aniden
değişmişti. "Terazi halkı sizinle birlikte yas tutuyor."
Kalktım. "Teşekkürler Lord Neith." On Üçüncü Hane nin kadim
lideri hakkındaki uyarı hikâyeme başladım. Karanlık maddenin
Başak ve İkizler'in etrafında nasıl yayıld ığın ı anlattığım sırada
çevremizdeki protokol üyeleri huzursuzlukla kıpırdandılar. "Ayla­
rımızı paramparça etti. Aynı zamanda geçen seneki doğal afetlerin
de arkasında olduğunu düşünüyorum ve yakında tekrar saldıracak.
En kötüsüne hazırlanmalısınız."
Bitirdiğimde Lord Neith bana yaklaştı ve tüm Terazililer'in
sürdüğü parfümlü losyonların güçlü kokusunu aldım. Bu losyon
tene Helios un, gezegenin ağır atmosferik gazları düşünüldüğünde
çok daha güçlü olması muhtemel ışınlarına karşı özel bir koruma
sağlıyordu.
"İlginize minnettarız, Rho Ana ancak Zodailerimiz endişele­
necek bir şeyin olmadığını öngörüyorlar. Şimdi, size sarayımızın
misafirperverliğini gösterebilir miyim?"
Reddedişindeki incelik beni sarstı. "Lütfen bana inanın," diye
ısrar ettim. "Hazırlanmak zorundasınız."
Gülümsedi. "Dostunuz bu hikâyeyi bizimle çoktan paylaştı."
"Hysan mı?"
Lord Neith bir an için durdu. Psiko-Şebeke ye erişmediğini
umuyordum. "Nishiko adlı bir genç, birçok mesaj gönderdi. Onu
vekil olarak atadınız, değil mi?"
Nishi. Bu ismin tınısı bir doz adrenalin gibiydi. Kendimi bir
amaçla hayata dönüyor gibi hissediyordum.
Nishi vazgeçmemişti. Ondan istediğimi yapıyordu. Şimdi kendi
payıma düşeni yapmam gerekiyordu, savunucuların bana inanmala­
rını sağlamak için gereken her şeyi yapmam gerekiyordu.
"İy i niyetinizi takdir ediyoruz ancak Ophiuchus miti güzel bir
sanat eseridir. Ve burada, Terazi'de, biz gerçeklerle hareket ederiz."
Arkamda, protokol üyeleri rahatlayarak ofluyordu. Koltuğumda
dönüp onlara baktım. "Lütfen dinleyin. Psiko-Şebeke silahı gerçek.
Temsilciniz de gerçeği biliyor. Hysan Dax. Ona sorun."
"Hysan Dax," diye tekrar etti Lord Neith, protokol üyeleri
kıkırdadı. "Hysan şaka yapmaya bayılır. Kullanışlı biridir ancak
hâlâ çok acemi."
Kıkırdamaları bittiğinde yan kapılardan iki Zodai Muhafızı
girdi ve Lord Neith kollarını kaldırdı. "Bir kez daha, ziyaretiniz için
teşekkür ederim. Muhafızlarım, sarayımın pek çok mensubunun
sizinle tanışmak için hevesle beklediği ziyafet salonuna dek size
eşlik edecekler."
Yumruklarımı sıktım. Hepsi bu muydu? Bunca yolu gelmiştik
ve görkemli Lord Neith bizi başından mı savıyordu? Bu arada Hysan
neredeydi?
"Katılamayız/' dedim. "Başak'ı uyarmamız gerekiyor."
"Pekâlâ. Lütfen tekrar gelin." Eğilerek selam verdi ve geriye,
küpün içine doğru bir adım attı. Sıvı yüzey bedeninin etrafında
kapandı.
Görgü kuralları için fazlasıyla sinirli olduğumdan, dönüp paldır
küldür çıktım. Muhtemelen bazı devlet protokollerini feci şekilde ihlal
etmiştim ancak umursamıyordum. Mathias ve Caasy yanlarındaki
Zodai muhafızlarıyla birlikte peşimdeydi ve Caasy, "Kızarmış tarla-
kuşunu denesek fena olmazdı. Terazi Hanesi'nin en özel yemeğidir.
Hiç denediniz mi?"
Mathias sırtıma dokundu. "Ziyafete katılalım."
"Ciddi misin sen? Resmi bir yemek için vaktimiz yok."
Başını kimseye belli etmeden sallamasından, bunun protokolle
alakalı olmadığını sezdim. Mathias bir şeylerin peşindeydi.
"Tamam ," dedim muhafızlara. "Sanırım acıkmışız. Ziyafete
gidelim lütfen."
20

Terazili muhafızlar bize pleksiköpük zeminle parlayan başka bir


geniş koridor boyunca eşlik ederken ayak seslerimiz yankılanıyordu.
Ziyafet salonuna gidiyorduk ancak böyle bir şeyi neden yaptığımıza
dair en ufak bir fikrim yoktu. Mathias arkasına baktı. Ben de öyle
yaptım. A z önceki protokol üyeleri peşimizden gelmemişlerdi, Caasy
ve iki muhafızla başbaşaydık.
Mathias'la göz göze geldik ve gümüş silahını sımsıkı tuttu­
ğunu gördüm. Bana gözleriyle işaret etti. Sanırım biraz gerilememi
söylüyordu.
Yavaşladım ve muhafızlarla aramda biraz mesafe açılınca Mathias
bir şimşek gibi hareket etti. Önce muhafızlardan birini vurup sonra
birden dönerek diğerine ateş etti. Silahtan bir elektrik arkı çıkınca
bunun bir şok tabancası olduğunu fark ettim. Muhafızlar bayıldılar
ve Caasy çığlık attı.
"Helios aşkına, ne yaptın?" diye sordu.
"Yaralanmadılar. Yakında ayılacaklar." Mathias etrafına bakı­
nıp dinledi ve başka birinin gelmediğini görünce, "Burada yanlış
giden bir şeyler var ve etrafa bakmak istiyorum. Sen ve Rho yemeğe
gidebilirsiniz," dedi.
Omuzlarımı dikleştirdim. "Boş ver yemeği. Ben de seninle
geliyorum."
Caasy havalanma çizmeleriyle yükselip heyecanla, "Bunun bir
parçası olmayacağım. Bu Hane'nin m isafirperverliğini suistimal
ediyoruz," dedi.
"O zaman size afiyet olsun, Savunucu," dedi Mathias. "Gitme
zamanı geldiğinde sizi buluruz."
Caasy havada, topuğunun üstünde öfleyerek döndü ve küskün
bir çocuk gibi uzaklaştı.
Mathias elimi tuttu, geldiğimiz yoldan geri koştuk. Ayak seslerini
duyduğumuzda, beni dar bir oluğa çekti. "Tasmalarımız," dedim.
"Pelerinlerimizi açsak mı?"
Mathias beni gölgelerin derinliklerine itti. Bedeni bana öyle
yakın ki tüniğinin altında atan kalbini bile hissedebiliyordum. Atan
belki de benim kalbimdi.
"Biz Yengeçliyiz," dedi. "Biz hile kullanmayız." Bir çift hırsız
gibi gizlendiğimiz sırada, bu ironisiyle beni etkilese de itiraz etme­
dim. Mathias'ın bu kadar yakınında olmanın tadını çıkarıyordum.
Birkaç saray mensubu bizi fark etmeden geçip gittiler. Koridoru
gizlice geçip daha önce olduğumuz odaya sessizce girdik. Oda şimdi
yarı karanlık ve boştu. Beyaz küp sahnede, bir tuz bloku gibi ha­
reketsiz duruyordu.
Mathias parmağını dudaklarının üstüne koyup kemerinden
başparmak büyüklüğünde bir lazer meşale çıkardı. Meşalenin ışığı
küpün beyaz yüzeyi boyunca yansıdı. Duvarlar sert cam gibiydi
ancak dokunduğumuzda ellerimiz içinden geçti.
Mathias kaldırdığı kaşlarıyla bana baktı. Sonra duvardan geçti
ve kayboldu. Yüzeyin bir saniyelik dalgalanışını izledim. Sonra onu
takip ettim.
İçeride, küp göründüğünden çok daha büyük ve boştu. Mathias
ışığını camsı duvarlara yansıtarak her tarafa küçük gökkuşakları
saçtı. Parmağını bir yüzeyden geçirince ben de aynısını yaptım.
Yüzey şimdi katıydı ve nasıl dışarı çıkacağımızı merak ediyordum.
Elimin tersiyle hafifçe vurduğumda, yüzey cam gibi çınladı. Mathias
çömelip yeri inceleyince sordum. "N e arıyoruz?"
"Numaralar/' diye fısıldadı parmaklarını bir bağlantı yeri bo­
yunca ilerletmek için öne doğru eğilirken. "A h a ."
Işığını yerdeki bir panele tuttu. O kadar iyi gizlenmişti ki kendi
başıma olsam asla bulamazdım. Mathias kemerinden bir aygıt çıkardı
ve bir tırnağa bastığında, alet bir düzine bıçak çıkardı. Mathias
birini kullanarak paneli açmaya çalıştı. Aşağıdan harika bir ışık
sütunu yükseliyordu.
Bir gürültü duyduk ve ışık kapandı. Mathias paneli genişletip
kendini karanlığa bıraktı. Ben de onun arkasından gittim ve pürüz­
süz, sert bir zemine düştüm. Kalktığımda, Mathias lazer meşalesini
etrafa tutuyordu ve gördüğüm ilk kişi Lord Neith oldu.
Şu anda, bir dizi sönük ışığın altında uyuyordu. Uzun, altın
renkli bedeni bel hizasında bir masanın üstünde uzanmıştı ve bur­
nunda bir terslik vardı. Yaklaştık.
Savunucunun burnu menteşeli bir kapak gibi kalkmıştı ve al­
tında parlayan metal parçalarıyla süslenmiş, temiz bir pleksin üçgen
görünüyordu. "Ne..."
"Şişşt. Bu bir makine." Mathias lazer meşalesini söndürdü.
Atölyeye benzeyen bir yere girmiştik. Bir dizi, kapalı akıllı ekran,
egzotik aygıtlarla dolu raflar ve her yana saçılmış düzinelerce küçük
alet vardı. H afif bir ışık haline gelene dek kısılmış lazer meşale odayı
dolaştı ve bir çift yeşil gözün parıltısını yakaladı.
"U y a n ."
Oda birdenbire hafif bir ışıkla dolarken ekranlar çalıştı ve aletler
vızıldamaya başladı. Hysan ileri çıktı. "Demek sırrımı keşfettiniz."
Saray kıyafetini çıkarmıştı ve ince bedenindeki kasları sergileyen
gri bir iş tulumu giymişti. Elinde kaleme benzeyen bir şey vardı.
Buradaki her şey paslanmaz çeliktendi ve tek bir toz zerreciği bile
bulundurmayacak kadar temizdi, yere saçılmış aletler bile.
Mathias parmak ucuyla Neith'in tenine dokundu ve yüz ifadesi
tiksinmeyle çarpıldı. "Karteks."
Hysan gülümsedi. "Oldukça gerçekçi, sizce de öyle değil mi?"
"Neden bir android Terazi'nin Savunucusunun yerine geçti?"
diye sordu Mathias. "N e saklıyorsunuz?"
"Mathias, kendi hanemde beni sorgulamaya hakkın yok." Hysan,
gözleri otoriter bir parıltıyla daha da yaklaştı. "Ancak Rho burada
olduğundan, sana söyleyeceğim: Sarayda yaşamayı sevmiyorum,
Neith de yerimi dolduruyor."
Mathias öfkeyle baktı. "Terazi'nin Savunucusu olduğunu mu
söylüyorsun?"
Hysan eğilerek selam verdi. "Ta kendisi." Gözleri bana dikildi.
"Bu kez bizzat kendisi."
21

Nasıl tepki vereceğimi bilmeksizin Hysan'a bakakaldım.


Nedense aklımdan geçen ilk şey Tabu oldu. Tabu, Üçlü İtti-
fak'tan beri var olan, savunucuların takip etmesi gereken neredeyse
tek kuraldı: Birbirimizle flört etmemiz, birbirimize âşık olmamız,
evlenmemiz veya öpüşmemiz bile yasaktır.
Başkasının düşüncelerimi okumasından korkar gibi başımı sal­
ladım. Şu anda neden flört etmeyi düşündüğümü bile bilmiyordum.
"N eith 'i kullanıyorum çünkü bir yere bağlanamam," dedi Hy­
san, sanki bu açıklama sadece benim kulaklarım içinmiş gibi bana
bakarak. "Ben doğuştan gezginim. Yaylı bir atam olmalı."
"Doğuştan casus," diye homurdandı Mathias. "Şu android sana
benzemiyor bile."
"Elbette benzemiyor. Beni savunucu yaptıklarında on bir ya­
şındaydım. Bir çocuğun saygı görebileceğini düşünüyor musunuz?"
On bir.
Savunucu olmamın üstünden iki hafta bile geçmemişti ve sanki
hayatımın bir senesi geçmiş gibi hissediyordum. Ancak Hysan bunu
tam altı senedir yapıyordu. Gözlerim onunkilerle buluştu ve Zodyak'ta
başka kimsenin anlayamayacağı bir yalnızlık bakışını paylaştık.
İkimizden başka hiçbir savunucu bizim kadar genç değildi.
"Bu sahtekârlıktan kaç kişinin haberi var?" diye sordu Mathias,
teknik olarak bir savunucuyla makamında görüşüyor olmamıza rağ­
men otoriter ses tonunu kullanmaya devam ederek.
"Beni sorgulamak gerçekten de hoşuna gidiyor, Yengeçli."
Hysan'ın iyi huyunun karşı dengesini, ışığının altındaki karan­
lığını ikinci kez görüyordum.
"Bunu nasıl becerdin?" diye sordum Hysan'ın dikkatini Mathi-
as'la tutuştukları bakışma yarışından uzaklaştırarak.
"Terazi'de, savunucularımız kendi ölümlerini tahmin ederler.
Hayatlarının son yılında, yerlerine geçecek kişiyi bulmak için y ıl­
dızları okurlar. Yeni savunucunun kimliği, mevcut savunucu vefat
edene dek gizli tutulur."
Bunları annemle yaptığımız derslerden hatırlıyordum. İnsanın
öleceği günü bilmesi düşüncesi bana her zaman soğuk ve doğaya
aykırı gelmişti. Şimdi, benim ölümümün de her an gelebileceğini
hissediyordum.
"Selefim, Lord Vaz, yerine geçmem için beni seçtiğinde kimsenin
bir çocuğa güvenmeyeceğini biliyordu. Bu yüzden gizlice Neith'i
yaptık. Yeni savunucuyu açıklama zamanı geldiğinde, Neith'in adını
açıkladı. Devletimizdeki herkes beni Lord Neith'in uzaktan akrabası
olan bir diplomatik elçi olarak tanıyor."
Mathias aşağılayıcı bir yüz ifadesi takındı. "Ahlaksızca. Kendi
halkını kandırıyorsun."
Hysan'ın ifadesi Mathias'a dönünce gerildi. "Halkım varlıklı ve
mutlu. Şikâyet etmiyorlar."
"Android neden bana inanmadığını iddia etti?" diye sordum.
"Bu jürinin iyiliği içindi." Mathias'ın şaşkınlığını görünce Hysan
açıkladı: "En az on iki danışman ve şehir senatöründen oluşan bir jüri,
savunucuyu acele kararlar vermekten korumaları için her toplantıda
bulunmak zorundadırlar." Robotun üstüne eğilip burnunu nazikçe
yerine taktı. "Rıza göstermeyeceklerini biliyordum, bu yüzden Neith'i,
halkımı psişik saldırılara karşı koruması için tekrar programladım.
Sensörlerimiz yüksek Psinerji sezdiği anda hanemizin pelerinlerini
aktive edecek ve şehirlerimizi Psiko-Şebeke'den koruyacak."
"Yani önce Teraziye gelmemiz için bu yüzden ısrar ettin," dedi
Mathias.
"Elbette. Önceliğim halkımdır. Bu konuda şaka yapmam." Hy­
san odanın diğer tarafına geçip gizli bir kapı açtı. "Rho, sana bir
şey göstereceğim."
Mathias aramıza girmişti ancak gizli odaya bakmak için onun
yanından uzaklaştım. Gördüklerim beni hayrete düşürdü.
Altıgen bir odaydı. Altısı da değişken şekiller ve boyutlardaki
duvarların her biri Neith'inki gibi kuvars irisler olan yapay camgöz­
lerle kaplıydı. Sağa sola dönüşlerindeki yoğunluk sanki canlılarmış
gibi görünmelerine sebep oluyordu. Tamamı odanın merkezinde ağır
ağır dönen, büyük bir holografik efemerise bakıyordu. "Kapat onu!"
diye bağırdım, gerilerken.
Hysan bir kod mırıldandı ve efemeris bir anda kapandı. "Bağlı
değil," diye açıkladı.
Tüm gözler bana döndü. Bu şimdiye dek gördüğüm en rahatsız
edici şeylerden biriydi. Mathias yanımda belirdi, en az benim kadar
şaşkın görünüyordu.
"Bu benim okuma odam," dedi Hysan. "Yıldızları okuma yeteneğim
seninki gibi değil, Rho. Ben teknolojinin yardımına güveniyorum."
Beni izleyen tüm gözlerden ziyade, Hysan'ın yeşil gözleri hiç
bu kadar yoğun hissettirmemişti. "Hanemi korumak için her şeyi
yaparım."
Gerçek Hysan'la sonunda tanışabildiğimden, bir an bile ondan
şüphe etmiyordum. Altıgen odaya girdim. Geniş, camsı irisler beni
takip ediyordu. "Bu fena halde acayip," diye itiraf ettim. "Nasıl
çalışıyor?"
Eğri sırıtışı yüzünde parladı, sonra eğilip gözlerden birinde
hassas bir ayarlama yaptı. "Tüm bu gözlerin içinde bir siber-beyin
var. Yıldızlardan veri toplar ve analiz ederler, sonra bilgileri her bir
şehrimize aktarırlar. Aynı zamanda Neith ve N o x un beyinlerine de
bağlılar/' Odanın tümünü işaret etti. "Üç bin altı yüz beyin, gece
gündüz çalışıyor. Devasa bir paralel işlem. Bulguları sübjektif insan
zihninden çok daha objektif ve geniş çaplı."
Sesindeki şevkten, teknolojinin doğal eğilimlerinden biri oldu­
ğunu düşündüm. Terazili olduğu kadar Akrepli gibiydi.
Ayrıca, çocukluğumda her zaman bizi ayıran çizgilerin net ol­
madığını hissetmişimdir. Örneğin, Terazililer adalete önem verirler ve
adaleti eğitim aracılığıyla kovalarlar ki eğitim bilgeliğin yayılımıdır.
Bilgelik bir Oğlak değeridir ancak Terazililer adaletin edinilebilmesi
için bilgeliği de şart koşar. Hysan bilgeliği bir araya toparlamak için
teknolojiyi kullanarak her şeyi bir adım öteye taşıyordu.
"Yapay bir astrolog," dedim bunun ne kadar güzel bir şey ol­
duğunu düşünürken. "Bunu kendin mi icat ettin?"
İlk kez bir iltifatla göklere çıkmadan, omuz silkti. "Genel kon-
septi dokuz yaşındayken düşündüm ve yıllık Adalet Peşindekiler
Sempozyumu'nda sundum. Bu her yaştan tüm Terazi vatandaşlarının,
adalet arayışımızı geliştirecek veya ilerletecek yeni fikirler; sistemler,
icatlar, yöntemler sunmakta serbest oldukları etkinliktir. Lord Vaz
beni bu yüzden seçti."
Yüzü yeni bir gamzeli bir sırıtışla parladı. "Bu yüzden ve elbette,
dört dörtlük Terazili doğamdan dolayı."
"Bu makine hanemizdeki trajediyi de tahmin etti mi?" diye
sordu Mathias. "Gemine yapılan saldırıyı öngördü mü?"
Hysan'ın yüzündeki aydınlık kayboldu. "Hayır... Tahmin etmedi.
Neden olduğundan emin değilim."
"Çok da isabetli değilmiş demek ki." Mathias kaşlarını çatıp
altıgen odadan çıktı.
"Belki de karanlık maddenin ötesini göremiyordur," diye fikir
yürüttüm.
Hysan derin derin düşünür gibi, gözlere bakıyordu. Bedeni
öyle hareketsiz, ifadesi öyle yoğun hale geldi ki zeki beyninin hi­
potezler ve hesaplamalar arasında yaptığı ayıklamakaları neredeyse
hissedebiliyordum. Ona yaklaştım. "Hysan, psişik kalkanını bize
anlatmalısın. Diğer haneleri koruyabilir misin?"
"Gel." Beni atölyeye geri götürdü. Geniş bir şişenin içindeki
mavimsi sıvıyı kaldırdı. Bir maşayla, bardağın dibindeki taneli çö­
keltiden tutam tutam çıkarıp sığ bir tabağa koydu. "Sana bir hediye
yapıyorum Rho. Hâlâ bitiremediğim için üzgünüm."
Bana tabaktakileri gösterdi. Yarım düzine kadar küçük, yuvarlak
boncuk. Tabağı hafifçe salladığında, gökkuşağı ışığıyla parladılar.
"Kristobalit boncuklar. Hâlâ büyüyorlar."
"N edir bunlar?" diye sordum.
"Şimdilik hiçbir şey... ancak yakında, belki bir bilezik veya ne
istersen o olur."
"Ciddi misin sen?" Yüzümü astım. "Zaman makinesi olur mu?"
Başını üzgün üzgün salladı. "Sonra açıklayacağım. Öncelikle
Psiko-Şebeke silahıyla alakalı daha fazla şey öğrenmemiz lazım.
Başak a vardığımızda İmparatoriçe Moira'ya danışacağız ve sonra
kendi payıma düşeni yapacağım, söz veriyorum."
"Tamam. Gidelim öyleyse."
Eğildi. "Nasıl isterseniz, Leydim."

♦ ♦ ♦

Başak a uçuşumuz hiperhızla bir gün sürecekti ve gemideki tansiyon


oldukça yüksekti. Mathias ve Hysan soğuk savaşlarına kilitlenmiş
durumdaydılar. Ayrıca siyah opali bir türlü göstermediğim için canı
sıkılan Caasy İkiliyi dolduruşa getirip duruyordu.
Terazi'deyken, İkizler'e geri dönüp halkını koruması için Ca-
asy'i ikna etmeye çalıştım ancak paniklemek için herhangi bir sebep
olduğuna hâlâ inanmıyordu. Efemerisini gemide kullanamayacağını
anlayınca, öfkeden mosmor oldu. Şimdi tek eğlencesi Mathias ve
Hysan'la uğraşmaktı.
Ve yemek yapmak. Aşçılık yeteneğinin hiç de fena olmadığı
ortaya çıkmıştı. Keşke daha iştahlı olabilseydim ancak kaygılanmayı
bırakamıyordum. Hysan'ın sarayından ayrılmadan önce haber bül­
tenlerini kontrol ettik ancak spikerler sadece uzaydaki bir korsan
saldırısından bahsettiler. Silahlı saldırganlar Boğalı firkateynlerden
oluşan bir filoya el koymuş ve tüm mürettebatı kaçırmıştı. Kimse
niyetlerini bilmiyordu.
Tek iyi haber: Hysan Nishi'nin tüm hanelere gönderdiği holog­
ramı indirmişti. Mutfak masasında yalnız oturuyordum ve Hysan'ın
verdiği küçük bir aygıtla hologram mesajını yansıtıyordum.
Hologram başladığında kulağıma grubumuz Boğulan Elmasların
kampustaki en popüler şarkısı, "Zodyak Boyunca" adlı şarkının kaydı
gibi geldi. Ancak birkaç saniye dinledikten sonra duyduklarımdan
emin olmak için tekrar oynatmam gerekti.
Görseller kesinlikle üniversitede birkaç ay önce verdiğimiz kon­
serdendi. Bu para kazandığımız ilk konserimizdi. İki Zodai eğitmeni
evleniyordu ve düğünde çalmamız için bizi tutmuşlardı. Ancak şarkı
sözleri aynı değildi.

Zodyak yeniyken daha ,


Vardı on üçüncü b ir y ıldız daha,
İlklerin haberi vardı ama
Unuttuk zamanla

Şimdi geri döndü yılan


Onu bertaraf etmek için
Yapmalıyız b ir plan
Yoksa gitmeyecek buradan

Nakarata geldiğinde, Nishi ismimi haykırdı ve yanımda kimse


olmamasına rağmen, ellerimle yüzümü kapadım.

Güvenmeli Savunucu Rho'ya


O galaksimizin en büyük şansı
Ochus uzaklara gidecek
Unutacak planlarım
Nishi'nin yaptığı şeye inanamıyordum.
Her zamanki gibi cesur ve fevkaladeydi. Tek sorun, keşke Zod-
yak'a en büyük şansımızın ben olduğumu söylemeseydi. Yaptığım
tek şey sağa sola koşturup insanları uyarmaya çalışmaktı. Bu Ochus'a
karşı mücadele etmek değildi... patırtı etmekti.
Filmi birkaç kere daha izledim. Yeni şarkı sözleri oldukça
akılda kalıcıydı. Bir süre sonra yeni bir enerji bulmuş gibi hisse­
diyordum ve geminin Külliyat'ına eriştim. Burada Ophiuchus'la
ilgili bir şeyler olmak zorundaydı, belki daha eski şeyler arasında
bir şeyler olabilirdi.
Bir saat sonra bulduğum şeylerin çoğu bildiğim şeylerdi. Ata­
larım ızın güneşin merkezinde Empyrean denen bir ayna evren
olduğuna nasıl inandıkları falan. Yazıtlara göre, Empyrean'a giden
kapı lanetliymiş. Biri geçmeye çalışırsa, iki evren de çökecek ve
birbirlerini yok edeceklermiş.
Bu felaketin önüne geçmek için ilk savunucular Dünya'dan gelen
son insanlar geçtikten sonra geçidi kapamışlar. Atalarımızın diğer
on bir haneye yayılmadan önce ilk olarak Koç'u kolonize ettiklerine
dair kanıtlar vardı. Bin yıl boyunca geçit, efsanelerin sisleri içine
sürüklenmiş ve Yengeç'te insanları güneşe doğru fırlatıp güneşe
gömme seremonimiz de buradan gelir.
On Üçüncü Hanenin bahsi geçmiyordu. Zodyak'taki problem­
lere dair başka bir metne hızla göz attım. Metin çoğunlukla Üçlü
İttifak'la ilgili o eski hikâyeyi anlatıyordu. Bin yıl önce, üç hane bir
komploya giriştiler ve tüm galaksiyi saran, yüz sene süren bir savaşı
tetiklediler. Şiddetli zulümler her yanı kırıp geçirdi, hayal etmesi
bile fazlasıyla korkunçtu.
O zamandan beri Zodyak barış içinde yaşadı ve her hane kendi
sistemlerini ve geleneklerini yarattı. Mitolojik bir geçidin başında
nöbet tutmak yerine savunucularımız hanelerinin yönetimlerini ve
ticareti iyileştirmek için yıldızları okumaya odaklandılar. Mutfağa
dönüp şarkıyı tekrar çaldım.
Caasy bir şeyler yemek için geldiğinde düğmeye, bir su sineğini
öldürmeye çalışır gibi öyle hızlı vurdum ki alet masadan düştü.
Kalkıp gitmek için bir bahane uydurup çıkarken, Caasy nin
anlaşılır şekilde, "Güvenmeli Savunucu Rho'ya... O galaksimizin en
büyük şansı..." diye mırıldandığını duydum.
Şarkıyı bir daha çalmadım.

♦ ♦ ♦

Ertesi sabah, Moira'yla tanışacağım için endişeli uyandım. Zodai


kıyafetim i giyip saçlarımı yaparken, uyarılarımı aktarmak için
daha ikna edici bir yol düşünüyordum. Şimdiye dek pek de başarılı
olamamıştım.
Moira bir savunucu-imparatoriçeydi. Tüm Başak'ı yönetiyordu.
Bu bana garip geliyordu çünkü biz Yengeçliler uzlaşmaya büyük
önem veririz ancak Moira Başak'ta, hatta diğer hanelerde bile çok
sevilirdi. Zodyak'taki en saygıdeğer Zodailerden biriydi.
Moira'nınki aydmlanmacı bir diktatörlüktü. Halkının kendi
kendini yönetmesine izin veren ve sadece davalar önüne getirildi­
ğinde müdâhil olan pasif bir hükümdardı.
Kontrol edici doğaları göz önüne alındığında, Başaklılar bir baş­
kasının emri altına girmeyi imkânsız bulurlardı. Bu yüzden Moira
herkesin yemeğe, suya, barınağa ve eğitime erişiminin olduğundan
emin olurdu ancak halkının, hayatlarında geri kalan tüm yönlerde
kendi kararlarını vermelerine müsaade ederdi. İki konuda hâkimi­
yeti vardı: Herkes kendi kapasitesi dahilinde tahıl yetiştirilmesine
yardım etmek zorundaydı ve hiçbir Başaklı bir diğerinin mutluluk
arayışına karışamazdı.
Aynanın önünde durdum, yırtık cebimi fark edilmeyeceği şekilde
ayarladım. Bu sırada kamaramın kapısı vuruldu.
"Nedim iniz,6 Leydim."

6 Yüksek m akam daki kişileri hoş sözlerle, güzel fıkra ve hikâyelerle eğlendiren
kimse, (ç.n.)
Ağzım ın iki yanı bir sırıtışla yanlara doğru çekildi ve kapıya
yaklaştığım sırada, aynadaki yansımama baktım. Yanaklarımda beliren
kırmızılıklar ve gözlerimdeki parlaklık yüzünden öyle irkildim ki
tereddüte düştüm. Daha yeni tanıştığım birinin benimle ilgili, ruh
halimden fiziksel görüntüme kadar, bu kadar çok şeyi değiştirmesi
korkutucuydu.
Kapıyı açtığımda, Hysan beni baştan aşağı süzdü ve gözündeki
altın renkli parçadan bir ışık parladı.
"Fotoğraf mı çektin sen?"
"Güzelliğini hatırlatacak bir hatıra," dedi kamaraya girerken.
Birbiriyle çelişen duygulara ait köpükler içimde yükseliyordu.
Duygular Terazi şehirleri gibi birbirlerine çarpıyor, bedenimde sağa
sola sekiyor ve yüzümü ona dönerken düşüncelerimi karıştırıyordu.
"Bazen seni kafamda bir savunucu olarak canlandırmamı zorlaştı­
rıyorsun."
Her zamankinden daha yakına geldi ve onu en çok böyle, sade
gri tulumla sevdiğimi fark ettim. Bu kıyafeti onu sarayının diğer
ağır hareketli mensuplarından ayırıyordu.
"Ancak ben mükemmel Teraziliyim," dedi her sözcüğü parmak­
larıyla sayarak. "Candan, zarif, şiddetten uzak ve elbette, devasa bir
şeyle donatılmış... zekâyla
Birlikte utangaç bir kahkahaya tutulduk ve başımızı çevirdik.
Daha önce hiç onun gibi biriyle tanışmamıştım. Belki de bunu söy­
lemek aptalcaydı çünkü başka bir Terazili'yle hiç tanışmamıştım.
Ancak içimde hepsinin Hysan gibi olmadığına dair bir his vardı.
On bir yaşında savunucu yapılması bunu kanıtlıyordu.
"Ailen ne iş yapıyor?" diye sordum.
"Ben bir yetimim. Ailemi hiç tanımadım."
Bu habere tepki verebilmek için bir saniye beklemem gerekti.
Yengeç'te, Analar her çocuğun bir evi olmasını sağlar. Bir aile olmak­
sızın büyümek korkunç olmalıydı ancak on bir yaşında savunucu
olup bir androidin arkasına saklanmak zorunda kalması düşünüldü-
günde, bir ailenin desteği olmadan... Nasıl bir çocukluk geçirdiğini
hayal bile edemiyordum.
"Üzgünüm/' diye mırıldandım, içgüdüsel olarak koluna do­
kunmak için uzanırken. Tenlerimiz temas ettiği anda, bedenim bir
elektrik dalgasıyla sarsıldı ve elimi çektim.
"Çok tatlısınız, Leydim." Hysan birkaç mikron yakınlaştı. "As­
lında kulağa geldiği kadar sıkıntılı değildi. Ev robotumuz, Bayan
Trii tarafından yetiştirildim."
Her zamanki gibi Hysan ciddi mi değil mi bilemiyordum. "Ba­
yan Trii?"
Gözleri odağını kaybetti, sanki anılarında uzaklara bakıyor gi­
biydi. "N e korkunç biriydi... Ta ki nasıl demonte edildiğini keşfedene
dek. Merkezi işlemcisini tersine programladığımda hayat güzelleşti."
Kahkahamı tuttum. "N ox, Neith, Bayan Trii... İnsan arkadaşın
oldu mu hiç?"
Sesini alçaltıp ciddileşti. "Bir tek sen."
Daha güçlü bir dürtü konuşmamızı tesiri altına alırken gülme
isteğim yok oldu. Bakışları yüzümde dolaştı, boğazımı temizledim.
"B... Biz arkadaş mıyız?"
"Öyle umuyorum," dedi alçak sesle dudaklarıma bakarak. "Seni
kendimden soğutacak bir şey yaparsam kendimden nefret ederim."
Öyle yakındı ki... Yaprak yeşili irisleri hava gibi fıldır fıldır dö­
nüp bir anda taş gibi sertleşip durdu. Onu hâlâ ne gözle göreceğimi
bilmiyordum. "Yemin törenime gerçekte neden geldiğini söyle bana."
Bakışları dudaklarımdan gözlerime döndü. "Sanırım bir arkadaş
istedim," dedi yüzüne hiç tanımadığım, başka bir ifade yerleşirken.
"Daha sen kendini tanımlayamadan seni tanımlayan bir role itilmek
zordur. Beni anlayacağını düşündüm."
Onunla yalnız kalmaktan kaçtığımı ancak şimdi fark ediyordum.
Böyle baş başa yaptığımız son konuşma esnasında, şu ankine benzer
apaçık ifadeyi takındığında, İkizlere giden yoldaydık. Bu ifade şimdi
de, o zamanki kadar hoşuma gidiyordu.
"Benden neden kaçıyorsun?" diye sordu.
Terazililer sevilm eyi severler ve yüzleri okumakta iyidirler.
Sonuçta, her sanatçı kendisiyle meşgul olan bir seyirci isterdi.
Ancak Hysan'ın algıları o kadar açıktı ki sanki altıncı hissi vardı.
"Kaçmıyorum. Sadece..."
"Tabu mu?" İlk kez Hysan'ın yüzü tamamen çıplak görünü­
yordu. Arkasına saklanacağı bir kentaur gülümsemesi veya küstahça
ifadesi yoktu. Tamamen... savunmasızdı. Alçak sesle sordu, "Yoksa
Mathias mı?"
Başımı salladım. "Sorun... benim ." Ne demek istediğimi bile
bilmiyordum. Bazı günler, bunu yapabileceğime inanarak uyanıyor­
dum. Diğer günlerdeyse kendimi Solaryum'daki o yalnız kız olarak
görüyordum. Hysan eliyle çenemi tutup yüzümü yukarı kaldırdı.
Göz göze geldik.
Tam da o anda, Mathias kapıma geldi. Hysan'ın bana dokundu­
ğunu gördüğünde, yüzündeki renk çekildi ve dönüp gitti.
Hemen sonra Caasy kafasını içeri uzattı. "Kahvaltı?" Hysan'a
ve bana baktı. Kaba sırıtışı yüzü boyunca yayıldı.
"Mathias, bekle!" Caasy'i koridora iterek çıktım. "Bir şey yap­
mıyorduk."
Mathias arkasını döndü. Yüzü bembeyazdı, vahşi bir maske
gibiydi. Korkuyla bir adım geriledim. "Tabu yu unuttun mu?" diye
gürledi. "Sen bir savunucusun. Savunucular arasında seks yasaktır."
Seks sözcüğünün bu şekilde fırlayıp gitmesini duymak beni
utandırdı. Hayatımın her alanında söz hakkına sahip olduğunu
düşünmesi hoşuma gitmiyordu ve Mathias tarafından sürekli yar­
gılanmaktan nefret ediyordum. "Biz şey yapmıyorduk... yani öyle
bir şey değildi."
Ters ters baktı. "Kim olduğunu unutma."
Kim olduğum. Bir hafta önce bir akademi yardımcısıydım ve
geleceğimdeki tek değişken Zodai Üniversitesi'ndeki kabul kararımdı.
Mathias bunun için yaratılmıştı. Zodai olmak kanında vardı.
Eğitimine öyle çaba sarf etmişti ki üniversitede sınıfını birincilikle
bitirmişti. Yirmi bir yaşında kraliyet Muhafızlarına alınmıştı. Kim
olduğunu biliyordu.
Ama ben Hysan gibi olduğumu hissediyordum. Kendimin ne
olduğunu anlayamadan, yıldızlar benim adıma karar vermişti. Ha­
yatım sürekli yakalamaya çalıştığım, hızla giden bir tren gibiydi.
"Ben kim olduğumdan emin değilim, Mathias," dedim sonunda.
"Öyleyse sana yardım edeyim." Gece mavisi gözleri sertleşip
çeliğe dönüştü. "O yasak, ben de çok büyüğüm."
22

Başak'a yaklaşıyorduk ve utançtan kendimi kamarama kilitlemiştim.


Bir daha Mathias'ın veya Hysan'ın yüzüne nasıl bakarım bilemiyordum.
Ancak halkımın Zodyak tarihindeki en büyük felakete uğradığını
ve başka bir hanenin de saldırı altında olabileceğini hatırladığımda
bu kendine düşkün, kötü ruh halimden kurtulup odamdan çıkabil­
dim. Adil olsun olmasın, canını erkeklerle sıkan kız olamayacaktım.
Geminin ön kısmına yaklaşırken, Mathias ve Hysan burnun iki
tarafından birbirlerine bağırıyorlardı ve Caasy ortada, bir sıkıştırma
tüpünden, üzüm renginde bir atıştırmalığı emiyordu. Tünele benzeyen
gözleri genişlemişti, adeta mest olmuştu. Girdiğimde, sessizleştiler.
"İşte buradasınız, ah kutsal o l a n Caasy beni âşık bir liselinin
abartılı taklidiyle, arzulu bir bakışla süzdü. "Cennete yaraşır gör­
keminiz beni kör ediyor, muhteşem mübarek Ana."
Hysan ve Mathias farklı ekranlarla meşguldüler. Gemiyi Başak'ın
kalabalık uzaylimanının en ucuna indirdiler ve pelerinli olduğumuz­
dan, kimse bizi rahatsız etmedi.
Hysan yumuşak bir siyah tonunda bir saray kıyafeti giymişti.
"Görünmez olma zamanı," diyerek tasmasına dokundu.
Mathias yüzünü astı. "Pelerinlere burada neden ihtiyacımız var?"
"Bizi Psiko-Şebeke'den koruyorlar mı?" diye sordum Hysan'a
umutla.
"N e yazık ki hayır/' Bir omzunu kaldırdı. "Bu tasmalar ışığı
kırıyor. Bizi görünmez kılıyor, fazlasını yapamazlar."
"Öyleyse benim ihtiyacım yok." Mathias tasmasını bir ham­
lede çıkarıp konsola bıraktı. Ben de kendiminkini bıraktım. Hem
gizlilikten hoşlanmadığımdan hem de daha çok Mathias'la aramı
düzeltmek istediğimden. Hysan sadece bir kaşını kaldırdı ve tasmasını
benimkinin yanına koydu.
Caasy mırıldandı, "Döndüğümüzde sayı tahtamı düzeltmeliyim."
Ona ölümcül bir bakış attım, böylece Moira'ya ulaşana dek çenesini
kapatabilirdi. Mesajı almış gibi yaparak pişman bir ifadeyle gülümsedi.
Başak Hanesinin en büyük gezegeni Tethys; devasa, yeşil-kah-
verengi, alışık olduğumdan çok daha fazla yer çekimi olan bir
küredir. İniş zemininde yürümek bile yorucuydu. Sanki sırtımda
başka birini taşıyormuş gibi hissediyordum. Atmosfer bu kadar bol
oksijenli olmasaydı, nefes nefese kalırdım.
Muhafızlara kendimizi tanıtıp Moira'yı haberdar eder etmez
bizi başkente göndermesi için insansız bir hoveraraba gönderdi.
Pürüzsüz, parlak altın rengiyle, Başak Hanesinin yeşil peridot ar­
masını taşıyan insansız araç, Yengeç'te gördüğüm tüm araçlardan
çok daha muhteşemdi.
Araca bindiğimiz esnada Hysan, "Moira tüm küçük gezegenleri
ve ayları tarım yapmak için dönüştürdü. Galaksideki her hane Başak
tahılı satın alır."
"Yiyecek demişken," diye atladı Caasy, "gemideki erzak bitiyor.
Siz devam edin, ben kalıp uzaylimanındaki dükkânlara bakacağım."
"M oira'yı görmek istemiyor musun?" diye sordum, şaşkınlıkla.
"İy i bir aşçı kendi malzemelerini seçmeyi tercih eder." Bana
ketum bir ifadeyle sırıttı. "Lütfen, devam edin. Moira ve ben çok
iyi arkadaş değiliz zaten."
Alaycı bir selam verip dönüp gitti. Çok masum, tıpkı esmer,
bukleleri sallanan bir bebek melek gibiydi. Neyin peşinde olduğunu
merak ediyordum.
Geri kalanımız araca bindi ve Mathias arabanın içini izleme
aygıtlarına karşı taradı. Hysan alaycı bir gülümseme takındı. "Bunu
yapmana gerek yok."
Mathias duymamış gibi yaptı. "Zihnini Merkezle, Rho. Medi-
tasyon şarkını söyle."
"Rahat bırak onu. Kusursuz olacak." Hysan kollarını kavuşturup
gülümsemeye devam etti.
Aracımız uzaylimanından fırlayıp inişli çıkışlı yeşil tarlalara
girdi. Daha önce hiç bu kadar uzun otlar görmemiştim. O kadar
çok toprak vardı ki gerçek gibi gelmiyordu. Hoveraraba yeşilliğin
üstünden geçip giderken dönüp etrafa baktım. Tarlalar ufka kadar
uzanıyordu.
"Şehir nerede?" diye sordum. Mathias da boynunu uzatmış,
şehri arıyordu.
"Uzakta değil," dedi Hysan. "Neredeyse vardık."
İleride, gökyüzünde bir ışık parladı, sonra kayboldu. Tuhaftı.
O yöne doğru baktım ve bir parlama daha gördüm. "Şu bir hava
aracı mıydı?"
Tam önümüzde, gökyüzünün geniş bir dilimi parlamaya ve
yanıp sönmeye başladı, yerden ta bulutlara kadar. Sonra aracımız
doğrudan ona ilerledi.
Bir an için, bir elmasın kalbine doğru gittiğimizi zannettim.
Hysan tepkilerimizi görünce sırıttı. "Şehir duvarı. İlüzyon tek­
nolojisi Moira'nın başkentini davetsiz misafirlerden korur. Uygun
anahtar olmadan delinemez bir şey."
İlüzyon duvarı bana Hysan'ın pelerin tasmalarını hatırlattı ve
bu teknolojiyi Moira'dan alıp almadığını merak ettim.
Öbür tarafa geçtiğimizde, Mathias koltuğunda dönüp duvara
bakmaya devam etti ancak benim gözlerim şehre dönüktü. Şehir
gökyüzüne uzanan bir iğne gibi inşa edilmişti. "Som gümüş gibi,"
dedim.
"Osmiyum-iridyum alaşımı/' dedi Hysan. "Galaksideki en da­
yanıklı metallerden biri. Moira şehirlerini tahıl yetiştirmek için en
geniş alanın ayrılacağı şekilde dizayn eder."
Bir ıslıkla, aracımız iğnenin yüzüne doğru yükselmeye başladı
ve üçümüz de daha iyi bir manzara için sağ tarafa geçtik. İğne öyle
büyüktü ki penceremizi kaplıyordu.
Yapraklar gibi kolonlarla desteklenmiş bir dizi geniş platformu
geçerek yükseliyorduk. Bunlar hoverarabaların park yerleriydi. Ancak
durmadık. Hâlâ yükseliyorduk ve aşağıya baktığımda, yükseklik
beni korkutuyordu. Bu yükseklikte bile iğne tepede bir noktaya
doğru yükseliyordu ve en uçtaki, Başak'ın peridot armasını, Bakire
Üçlüsü'nü sembolize eden birleşik noktalı amblemi taşıyan, parlak
altından tepetaşını görebiliyordum.
Kenarları işaret lambalarıyla süslü dairesel bir kapının açıldığı
en üst kata, tepe taşının hemen altına çıktık. Burada bizi karşılayan
kimse yoktu ancak Hysan arabanın kapısını açtı. "Durağımız burası.
Bu özel kapı doğrudan Moira'nın makamına çıkıyor."
Arabadan iner inmez saçaklardan görüntüleme aygıtları dönerek
bizi taradı. Fazla yerçekimi ikili, kayar metal kapılardan, ultraviyole
spotların bedenimizde gezindiği bir hole girerken adımlarımı ağırlaş­
tırıyordu. "Temizleme," diye açıkladı Hysan. "Moira genetiği değiş­
tirilmiş buğdaylarını korumak için elinden gelen her şeyi yapıyor."
"Bedava duş ve çamaşır yıkaması bir arada," dedim kaygılı bir
gülümsemeyle.
Düzgün şekilde temizlendikten sonra iki tarafı da devasa du-
var-ekranlarla kaplı dar ve uzun bir koridora girdik. Holografik
filmler ekranlarda şişerek koridoru yumuşak, yanıp sönen renklerle
doldurdu ve birbirini bastıran seslendirmeler, şırıldayan su sesini
andırıyordu. Genel etki rahatlatıcıydı.
Kendi ağırlığımın altında ezilerek hareketli ışıkların yarattığı
köpüklerin içinden yürüyor; hava durumu, ekin sigortası, toprak
yasalarındaki değişiklikler ve gezegenin dışındaki böcek akınla-
rıyla ilgili haberleri görüyordum. Hysan bir sonraki kapılara doğru
aceleyle gitti ancak ben durup, şişen bir buğday tomurcuğunun ağır
çekip görüntüsünü izledim. Düzgün, ipeksi iplikçikleri anten gibi
sallanıyordu.
Son devasa ekranı geçtiğim sırada, haberlerde kendi yüzümü
gördüm ve tökezledim. Fotoğrafım Oğlak'ın klasik tasviriyle, bir
yılanın kaim bedeniyle sarılmış, kıvranan Ophiuchus figürünün
yanında duruyordu.
Görüntü ellerinde posterler tutan, yardımcı üniformalarının
içindeki gençlerden oluşan bir grup insanın eylemine döndü. Ne
olup bittiğini anlayamadan, haber bülteni Yay uydusundaki göçmen
Akrepli işçilerin ayaklanmasına geçti.
Mathias ve Hysan ileride bekliyordu, görüntüleri kafamdan
çıkararak onlara yetiştim. Nishi'nin mesajı ciddiye alınmış olsa da
olmasa da en azından dikkatleri davamıza çekmişti. Ophiuchus un
dikkat çekmekten hoşlanmasına imkân yoktu, her ne kadar dikkatler
resmi olarak ona dönmüş olmasa da.
Birlikte, yaldızlı bir giriş salonuna girdik. İçeride yirmi tane gri
saçlı saray mensubu, resmi karşılama sırasına girmiş, duruyorlardı.
"Karşılama komiten," dedi Hysan.
"Seni korkutmalarına izin verme," diye fısıldadı Mathias. "Bu­
nun için doğdun, Rho."
Gözlerimi onunkilere kilitledim. Gözlerinin mavi derinliklerinde
ciddi olduğunu görmek beni şaşırtıyordu. Mathias'ın güveninin des­
teğiyle ileri çıktım. Yakından bakınca asık suratlı saray mensupları
koyu renkli cüppeleri ve püsküllü şapkalarıyla, sıradan yöneticiler
gibi görünüyorlardı. Zeytin yeşili tenli, demir grisi saçlıydılar ve
gözleri yosun rengindeydi. Üç adamın bıyıklarının uçları bal mu­
muyla abartılı kıvrımlar haline getirilmişti ve kadınlardan birinin
açık yeşil çilleri vardı. Parmaklarında, kulaklarında ve kaşlarında
birçok halka takılıydı.
Yaklaştığımız sırada eğilip selamladılar ve Başak'a özgü bir
dostluk jesti yaparak kalplerine dokundular. Dostlarım ve ben aynı
ölçüde eğilmesek de bu seremonik hürmet pek doğal gelmedi. Sadece
ellere dokunup işe koyulmak istiyordum.
"Kutsal Ana Rhoma, yaşadıklarınız için derin üzüntü duyu­
yoruz." Şapkasında diğerlerinden daha büyük püskül bulunan bir
saray mensubu, elini bana uzatmadan önce cüppesinin geniş ko­
lunu açan karmaşık bir jest yaptı. "İmparatoriçe Moira geleceğinizi
öngördü. Lütfen kendileriyle ziyaretinizi kısa tutun. Bugün pek az
zamanları var."
Daha da gerginleşerek başımı salladım. Adamın kaşındaki halka
yeşil yeşil parladı. "İmparatoriçe şimdi sizi kabul edecekler. Heyetiniz
burada bekleyebilir."
"Ama... Onlar danışmanlarım. Onları yanımda istiyorum."
Başnedim tekrar eğildi. "Savunucular iki arkadaş gibi buluş­
tuklarında danışmanlara ihtiyaçları olur mu?"
Hysan kolumu dürtüp fısıldadı. "Burada kuralları Moira koyar."
Mathias ileri çıktı. "Seni bırakmıyorum."
İçeride bir kapı kayarak açıldı ve bir görevli el işaretiyle beni
çağırdı. Dizlerimin titrediğini hissediyordum. Gülümseyen Hysan
ve düşünceli Mathias'a sırayla baktım, sonra Mathias'a gülümsedim.
"Bunun için doğduğumu söylemiştin."
O sessizce surat asıp geriye dönünce ben görevliyi Moira'nın
odasına kadar takip ettim. Başak sarayı beklediğim gösterişli saray
gibi değildi. Daha ziyade, büyük bir şirketin genel merkezi gibi
görünüyordu.
Görevli beni içinde siyah küçük bir masa ve altı yeşil sandalyenin
olduğu bir odaya getirdi. Duvarlardan biri camdı, dışarı baktığımda
Moira'nın topraklarının bir tahıl okyanusu gibi yayılmış olduğunu
gördüm.
"Sanırım manzara için gelmediniz." Dönüp konuşan kişiye baktım.
Arkamdan giren kadın ellerindeki Mükemmeliyet'le meşguldü
ve gözlerime bakmıyordu. Basit gri bir tünik giymişti ve saçlarındaki
zümrüt tokalar dışında bir aksesuarı yoktu. Benden bile daha küçük
ve pörsümüştü. "Siz İmparatoriçe Moira mısınız?"
"Programım oldukça dolu, lütfen ne istediğinizi söyleyin." Hiç
bu kadar kırışık bir ten görmemiştim. Sanki güneşte kurutulmuş
gibiydi.
Dokunması için elimi uzattım ancak Mükemmeliyetinden başını
kaldırmadı. Bu Başak'ın Dalgasıydı. Başaklılar son derece organize,
çalışkan ve detaycıydı. Hepsi yanlarından nadiren ayırdıkları, kitaba
benzeyen Mükemmeliyetti taşırdı ve bu alet planlarını, notlarını,
fotoğraflarını, günlük girdilerini, onlar için değerli her şeyi saklardı.
Hatta bu aletlerin toprak, tohum, gübre vs. analizlerini yapmak için
numunelerin yerleştirilebileceği bir açıklıkları bile vardır.
"Ben Yengeç'ten, Savunucu Rho."
"Evet, öylesiniz." Sözcükleri harcamıyordu. Veya yüz ifadelerini.
"İmparatoriçe Moira, sizi uyarmaya geldim. Aylarımızın çarpış­
ması... Biri bir psişik silahla bunu kasıtlı olarak yaptı. Sırada sizin
haneniz olabilir."
Sonunda yukarı baktı. El dokunuşunu yaptığımız sırada beni
inceledi. Sonra masaya oturup Mükemmeliyet e bakmayı sürdürdü.
"Devam edin."
Ben de oturup son zamanlardaki tüm felaketlerin Ophiuchus'un
yaptığı psişik saldırılarla tetiklendiği konusundaki teorimi anlattım.
Bunun mümkün olabileceğine inanmazdım ancak Moira daha
da duygusuz bir hale geldi. "Mitlerden bahsediyorsunuz. Zodyak'ta
on iki hane vardır."
"Ben de öyle düşünüyordum." Bir kez daha, Ophiuchus'la
karşılaşmamı anlattım ve ispatlarımın ne kadar yavan olduğunun
ben de farkındaydım. Karanlık maddenin Başak'ın çevresinde nasıl
koyulaştığını, hanesinin etrafındaki her yerin nasıl karardığını an­
lattım ancak elimdeki tek şey sözcüklerdi, sıradan sözcükler. Keşke
Moira'ya, Ochus efemerisimde belirdiğinde kemiklerimi titreten
korkuyu hissettirebilseydim.
"Beni öldürmeye çalıştı. Beni susturmaya çalışıyor." Çaresizlikle
ellerimi ovuşturdum.
Moira gözlerini Mükemmeliyetsin üstünde tutuyordu. Öykümü
bitirdiğimde, "Yaylı yoldaşınızın kıyamet uyarılarını haberlerde gör­
dük. Böylesi velveleler gençlere ilginç gelebilir ancak bana gelmiyor.
Ayrıca, Hysan Dax'ın da size buraya kadar eşlik ettiğini öğrendi­
ğimde, öykünüzde belki başka şeylerin olabileceğini düşünmüştüm.
Genelde buna inanmayacak kadar akıllıdır."
Gözlerimi kırpıştırdım. Velvele mi demişti?
Mükemmeliyet'ine vurdu. "On İkinci Hane'nin ötesinde Karanlık
maddenin görüldüğü iddiasını doğrulayan başka bir Zodai var mı?"
Başımı hafifçe eğdim. "Bildiğim kadarıyla yok."
"Peki tarihte herhangi biri tarif ettiğiniz şekilde bir psişik sal­
dırıya şahit olmuş mu? Ya da Ophiuchus'u görmüş mü?"
"E... Emin değilim."
"Görmediler." Bana kısa ve sert bakış atıp başını çevirdi. "Ya­
şınız kaç?"
"Galaktik standarda göre on altı. Birkaç... gün içinde on yedi
olacağım." H aftalar demeye alışmıştım.
"N e kadar zaman eğitim aldınız?"
"Çok değil," diye itiraf ettim.
Moira derin bir nefes vererek bana baktı. "Origene Ana en iyi
dostumdu. Hanenizin çektiği acılar benim de canımı yakıyor. Bu
sebeplerle, Psiko-Şebeke'de bir canavar olmadığını göstermek için
zaman ayıracağım. Sonra da umarım evinize döner ve halkınızı
yönetirsiniz."
Cam duvarı karartıp ışıkları söndürmek için bir dizi hızlı komut
verdi. Küçük bir aygıt tavandan alçaldı. Metal bir örümceğe ben­
ziyordu. Ne olduğunu anladığımda nefesimi tuttum. Bu aygıt tüm
konferans odasını bir efemerise dönüştürüyordu.
"H ayır!" diye bağırdım.
Oda yıldızlara boğulduğu anda, karanlık madde Başak'ın
kalbinden akarak çıktı ve tiz bir ses, sanki siyah opalimden gelen
feryada benzer bir gürültü duydum. Bir an için sadece taş kesilmiş
gibi bakakaldım.
Moira dikilmiş, etrafına bakıyordu, bakışları inişli çıkışlı, sanki
psişik huzursuzluğu hissediyor da bu huzursuzluğun altında benim
ezildiğim gibi ezilmiyor gibiydi. "Psiko-Şebeke Yengeç Hanesindeki
felaketten beri dengesiz," diye mırıldandı kendi kendine.
Bakire Üçlüsü takımyıldızını işaret etti. "Başak'ta, bildiğiniz
üzere, Ophiuchus mitinin bize özgü bir versiyonu vardır. Burada,
Ophiuchus, Aeroth ile Evandria yı, erdemli bir Başaklı çifti kandı­
rarak temiz çiftçilik yolundan saptıran bir yılan olarak tasvir edilir.
Ancak savunucu olduğum bunca yıldır, Ophiuchus'un bir zamanlar
ya da şimdi gerçek olduğuna dair bir ispat emaresi bile görmedim.
Şimdi, eğer becerebilirseniz, bana Ophiuchus'un On Üçüncü Hane­
si ni gösterin."
"Bizi görecek!" diye çığlık attım, sesimi geri kazandığım anda.
"Lütfen, kapayın onu!" Ayak uçlarımda zıplayıp projektöre uzanmaya
çalıştım ancak çok yüksekteydi.
"Saçmalıyorsunuz." Sanki deliliğimle onu da hasta edebilirmişim
gibi çekildi.
"İmparatoriçe Moira, güvenin bana. Dikkatini çekmek istemez­
siniz. O..."
Moira dinlemiyordu. Donakalmıştı, efemerisine bakıyordu.
Bağırmaya başladım, "Kapat şunu!"
Ancak kasırga gibi bir ses çoktan zihnimi yıkmaya başlamıştı.
İşte oradasın, İm paratoriçe M oira. Bu anın tatlı hayalini uzun za­
m andır kuruyordum.
23

Hayalet, insan biçimli o şeytani rüzgâr, sandalyeleri devirip Moi-


ra'nın kıyafetlerini uçuşturarak dalga dalga odaya doldu. Yarı rüzgâr,
yarı buzul, Moira'nın etrafında döndü. Kadının ayaklarını neredeyse
yerden kesiyordu.
Fısıltılar odanın her yanından yankılanıyordu, sözcükler nefes
aldığımız havayla birlikte yüzüyor gibiydi. Bakire im parator içe...
Birinci derece psişik üstadı... her işinde son derece dikkatli.
"Nesin sen?" Moira Ophiuchus u itmeye çalışıyordu ancak o
boğucu gücüyle kadını sıkıştırıyordu.
Size eğlenceler hazırladım, İmparatoriçe. Bugün, hanenizin param ­
parça oluşunu, yok oluşunu izleyeceksiniz... tıpkı benim kendi hanemi
izlediğim gibi.
Moira kıvranıp debeleniyordu, yüzü şaşkınlıkla griye döndü.
Bu kadar mücadele etmeyin, diye alay etti. Küçük gösterimi görecek
kadar hayatta kalmanızı istiyorum.
"Bırak onu!" diye haykırdım.
Ochus'un fırtınalı yüzü bana döndü ve ifadesi parıldayan buz
haline gelene dek sertleşti. Senin sıran değil.
Moira'nın dudakları masmaviydi. "Bırak onu!" diye bağırdım.
İğrenç bir gülümsemeyle Moira'yı bırakıp bana yaklaştı. A ptal
çocuk, kendini cesur zannediyorsun.
Geriledim ama o çok hızlıydı. Buzlu elleri boğazıma uzandı.
"Uzak dur/' diye inliyor, delicesine yumruk atıyordum.
Sadece D okunabildiğine Güven, y a rd ım c ı, diyerek boğazımı
kavradığı esnada beni tahrik etmeye çalıştı. Hissediyor musun beni?
Güvenilir m iyim ?
Nefes borum daralıyor ve oksijensizlik beynime vurarak görü­
şümün bulanıklaşmasına sebep oluyordu. Onunla savaşmak, Başak'ı
savunmak, bu insanları benim halkımın yaşadığı şeyden kurtarmak
istiyordum.
Hanemin düşüncesi beni Psiko-Şebeke ye odakladı, zihnimdeki
kaos duruldu. Fiziksel acım daha hissedilir hale geldi, sanki bu acının
kaynağına yaklaşmıştım. Yeterince denge kazandığımda, adrenalin
ve hayatta kalma içgüdüm beni bir yumruk sallamaya yönlendirdi.
Sonunda yumruğum sert ve yakıcı soğukluktaki bir şeye çarptı.
Bu zemine yüklenmek, zihinsel irademe zarar veriyordu. Dondurucu
derisi parmaklarımı yaktı.
Bu kez daha güçlüsün. Sözcükleri dolu taneleri gibi uçuyordu.
Elim kararmaya başladı ancak bir yumruk daha atmayı başardım
ve buzlu suratında bir kırık oluştu. Hırıltılı kahkahası kulaklarımda
gıcırdıyordu. Daha güçlü, evet ancak hâlâ çiğ. Fakat bugünkü savaş
suyun üstünde değil, karada.
Şekli çözüldü ve küçülüp Balık'm arkasındaki yere varıp kay­
bolana dek efemerise doğru çekildi. Oda sessizleşirken yere düştüm,
tenim hâlâ yanıyordu.
Moira gözleri fal taşı gibi açık, Ochus un az önce durduğu yere
bakıyordu, saçları açılmıştı. Acıyan ellerime baktım ancak hiçbir
hasar yoktu. Acı gerçek değildi. Bir ilüzyondu.
Tekrar Moira ya baktığımda bana uzun, delip geçen bir bakış
attığını gördüm. Tam konuşacak gibi olduğunda, dışarıdan gelen,
sağır edici bir gök gürültüsü dikkatimizi dağıttı. "Pencereler, açı­
lın!" diye emretti ayağa kalkarken. "Bugün fırtına öngörmemiştim."
Cam berraklaştığı anda bir yıldırımın yakındaki bir tarlaya inip
kavurduğunu, sonra tek tek başka yıldırımların indiğini gördük. A z
sonra, yıldırımlar çatallaşıp görünürdeki her gökyüzü parçasından
aşağı yağıyordu.
Korkunç görünümlü parlak bir fırtına bulutu, çirkin mor ve
kırmızı renkleriyle parlayarak hemen üstümüzde köpürdü. Genişledi,
zemini gölgeledi, sonra asidik bir yağmurla toprağı dövmeye, yeşili
ve tahılları ateş gibi yakmaya başladı.
Moira korkuyla bana döndü. "Bir psişik silah mı? Bu benden
nasıl gizlendi?"
"Karanlık madde. Ophiuchus bir şekilde Psinerji kullanarak
Karanlık maddeyi manipüle edi..."
Hemen üstümüzde bir yıldırım patladı ve zemin yamuldu.
Yıldırım tepetaşını vurmuş olmalıydı. Bir duvar lambası düştü ve
bir sandalye devrildi. Bir yerlerden gelen bir çığlık duyduk. Sonra
pencerede bir çatlak ilerledi ve Moira davranıp bütün cam parça­
lanmadan birkaç salise önce beni masanın altına itti.
İnsanın kulaklarını yakan bir kükremeyle, milyonlarca cam
parçası öne atılıp duvarları, masayı, sandalyeleri, kolumdaki deriyi
lime lime etti. Etrafıma bakınca Moira nin sırtüstü yığıldığını, kanlar
içinde olduğunu gördüm.
Aceleyle gidip yaralarına baktım. Kolunu göğsüne sarmış, acıyla
dişlerini sıkıyordu. Diş diş, sivri cam parçaları bedeninin bir yanını
tamamen kaplamıştı. "Yardım edin!" Tüm gücümle bağırıyordum.
"Buraya! Doktor gerekiyor!"
Moira beni uzaklaştırmaya çalışıyordu. Kesik kesik, "Yıldızlara
kördüm. Baktım ancak görmedim..." dedi.
Yıldırımlar binlerce bomba gibi patlıyordu, alarm boruları inli­
yordu. Başnedim içeri daldı ve Moira yı gördüğünde dizinin üstüne
çöküp kalkmasına yardımcı olmaya çalıştı. Moira, "Talein, görev
yerine git," dedi.
Homurdanıp acıyla yüzünü buruşturarak bizi itip yardım almadan
ayağa kalktı. Dikilirken, mağrur duruşu daha önce olduğundan uzun
görünmesine sebep olmuştu. Kalçasından bir cam parçası çıkarıp açık
bir ağız gibi duran pencere çerçevesine doğru sendeledi. Dışarıda,
yıldırımlar yer yer morarmıştı, alevler içindeki gökyüzünde çıtırdı­
yordu, küller aşağı doğru savrulup tarlaları ateşe veriyordu. Oksijeni
zengin atmosferde, alevler hızla yayılıyordu. Moira iki büklüm olup
sanki ruhunun içi dışına çıkıyormuşçasına çığlık attı.
Düşmeden hemen önce çerçeveye tutundu, nedimiyle birlikte onu
tutmak için koştuk. Ters dönmüş bir sandalye alıp Moira'yı oturttuk.
Gözleri sımsıkı kapalıydı, yüzünün bir kısmından kan boşalıyordu.
"Sevgili İmparatoriçe." Gri saçlı nedim ağlıyordu.
"Talein." Adamın elini zayıfça okşadı. "Son yıllarım ı huzur
içinde geçireceğimi düşünüyordum."
Bir yıldırım daha düştü ve iğne bir depremle sallanıp bizi du­
vardan duvara yuvarladı. Bittiğinde, Moira nedimine içimi acıtan bir
üzüntüye baktı. "Talein, bakanlarımın kalanlarını çağır. Donanma­
mızı çağır. Herkesi tahliye etmemiz lazım."
"Evet, Majesteleri." Yaşlı adam kederle selam verip ağır ağır gitti.
Diğer saray mensupları kapıda bekliyorlardı ve içeri girmeye
çalıştıklarında Moira girmemelerini işaret etti. "Yerlerinize dönün.
Acil durum planımızı uygulayın."
"Cerrahınız geliyor, Majesteleri. Size yardım etmemize izin
verin," diye yalvardı kadınlardan biri.
"Halka yardım edin," diye hırıldadı. "Onları güvenli bir yere
götürün. Bu Yengeçli kız, cerrah gelene dek benimle bekleyecek."
Onlar gidince, kıyafetimin koluyla gözünden damlayan kanı
kuruladım. Sandalyeden kaydı, bu yüzden cam kırıklarını tekmeleyip
halının üstüne yatmasına yardımcı oldum. Bedeninin bir yanından
kan sızıyordu. Mathias'ın saha sıhhiye eğitimi vardı. O neredeydi?
Hysan? Yaralandılarsa ne olacaktı?
Şimdi onları düşünemiyordum. İyiydiler. İyi olmak zorunday­
dılar. Ancak Moira ölüyor olabilirdi. Yaralarını temizlerken, bana
öfke dolu bir bakış attı. "Bırak. A z zamanımız var ve konuşmamız
lazım. Ophiuchus'u hissettim."
Sözleri beni rahatlattı. "Yani deli değilim."
"Buna karar... vermemin bir yolu yok." Sesi zayıflıyordu. "An­
cak psişik saldırı konusunda haklıydın. Bu kadar... genç biri için...
güçlü bir yeteneğin var."
Başını kollarımda tuttum. "Tahliyenize yardım etmeme izin
verin. Ne yapmam gerektiğini söyleyin."
"Hayır, senin... çok daha zor bir görevin var. Hemen... gitme­
lisin." Sözcükleri boğuk bir hırıltı gibi çıkıyordu. Camın ciğerini
delip delmediğini düşündüm. "Seni... tanıyamadım. Seni uzun...
zamandır bekliyordum."
"Beni m i? "
"Koç a gidip... Gezegen Meclisi ni... uyarmak zorundasın."
Konuşmak onu yormuştu. Rahat ettirmek için başını bir sandal­
yenin yastığına yavaşça koyup kapıya yöneldim ve gözlerimle doktoru
aradım. Her yer terk edilmiş gibiydi. Duvarlar paramparça olmuştu,
mobilyalar her yana saçılmıştı ve zemin kırık camla kaplıydı. Gü­
rültülü bir çarpma sesi geldi ve seramik taşlar tavandan aşağı yağdı.
"Mathias?" diye seslendim. "Hysan?" Neredeler?
Moira yı bırakamazdım. Camla delik deşik olan kolum çıtırdayan
camların üstünden ilerlerken yanıyordu. Yeni bir yıldırım alt katların
birinden iğneye düşerken, Moira'nın yanına oturdum. Yanan tahıl­
ların dumanları sütunlar halinde yükseliyordu ve hava gerçekten
ısınıyordu. Birazdan atmosfer solunamayacak kadar sıcak olacaktı.
Moira tekrar konuşmaya çalıştı, ona doğru eğildim. "Diğer
savunucularla konuşacağım..."
"Kendinizi yormayın."
O anda, genç bir adam ile bir kadın tekerlekli bir sedyeyle içeri
daldılar. Moira'nın yaralarına bakmaları için kenara çekilip arkadaş­
larımı bulmaya gittim.
Hysan giriş salonunda uyluğunda derin bir yarayla yatıyordu
ve Mathias eğilmiş, kanamayı durdurmak için iki eliyle yaraya
bastırıyordu.
Geldiğimi görünce yüzü aydınlandı. "Rho! Yaralanmadığını ve
Moira'yla ilgilendiğini söylediler. Senin için gelecektim ama Hysan
kan kaybından ölürdü/'
Yaralı kolumu gizledim. "Benim için endişelenme. Hysan'a ne
oldu?"
"Bir metal parçası bacağını kesti. Bir sargı bezi lazım."
Koyu renkli kan, pantolonunun paçasını ıslatıyordu. Çömelip
nemlenmiş alnını okşadım. "E qııin ox 'ta yaşam destek ünitesi var,"
diye inledi.
"Hareketsiz yat. Atardamar kanaman var." Mathias daha sert
bastırdı. "Kanamayı durduramazsak ölürsün."
Hysan dişlerini gıcırdattı, yardım bulmak için ayağa kalktım.
"Kimse yok," diyerek soluklandı Hysan. "Gittiler."
Mathias tüm gücüyle yaraya bastırıyordu. "Bir kablo, kemer,
bacağına sarabileceğimiz herhangi bir şey bul." Kemerimi çözmeye
başladım ki Mathias, "Bizim kemerlerimiz fazla kalın. İnce ve dü­
ğümleyebileceğimiz kadar esnek bir şey lazım," dedi.
Daha iyi bir şey aradım ancak giriş salonu neredeyse bomboştu.
Aklıma sadece tek bir şey geldi. Eğilip Hysan'ın seremonik hançerini
kınından çıkardım. İkisi de fark etmediler.
Hava kavurucu sıcaklıktaydı ve aldığım her nefes boğazımı
yakıyordu. Dönüp üniforma tüniğimi çıkardım. Kumaş kanayan
sağ kolumdan bir meyvenin kabuğundan soyulması gibi ayrıldı.
Belimden üstüm çıplaktı ancak o anda önemli değildi. Üniformamın
hasarlı olmayan sol kolunun bir ucunu dişimle sıkıp kumaşı gergin
tutarak omzundan kestim.
Geri döndüğümde, kanayan kolumla sutyenimi kaparken, ünifor­
mamın kolunu sağlam kolumla Mathias'a uzattım. "Bu işe yarar mı?"
Bedenim acıyla kasıldı ve yaralı kolum düştü. Mathias baktı,
sonra gördüklerini sindirmek için tekrar baktı. Hysan da bakakaldı
ve, "A l şu lanet şeyi," dedim.
Mathias kızararak bakışlarını çevirdi. "Elle... Ellerimi kaldıra­
mam. Sen yapmalısın."
Dönüp tek kollu tüniğimi tekrar giydim, batma hissine aldırmadan
kumaşı yaralı kolumun üstünden zımpara gibi geçirdim. Sutyenimin
bir kısmı hâlâ görünüyordu ancak bunu engelleyemezdim.
Fırın sıcaklığındaki zemine çöktüm ve Mathias bana talimatları
adım adım vermeye başladı. "Bezi bacağının çevresine, yaranın beş
santim kadar yukarısına sar." Kumaşı Hysan ın tenine sarınca Hysan
bana baktı ve yüzünü acıyla buruşturmasına rağmen gülümsemeye
çalıştı.
Tüniğimin eteğinden küçük bir kare kesip dolgu yaptım. Elbise
kolunun iki ucunu kare şeklindeki kumaşın üstünde birleştirip yarım
düğüm attım, sonra Hysan'ın hançerinin mücevherli kabzasını üstüne
koyup düğümü tamamladım. Kumaş turnike Hysan'ın bacağını ka­
nama durana dek sıkana kadar hançeri döndürdüm. Sonunda, kolun
yıpranmış uçlarını sabitledim ki turnike açılmasın.
"Gayet iyi," dedi Mathias. "İy i bir arazi sıhhiyesi olurmuşsun."
Hysan'ın teni kül gibiydi. "Ş... Şifacı Rho."
"Onu taşımalıyız," dedi Mathias. "Ağırlığı kaldırabilir misin?"
"Evet." Bateri çalmak kollarımı güçlendiriyordu, kendi ebatlarımda
biri için kuvvetli sayılırdım. Hysan'ın topuklarını tutup kaldırdım.
Park limanı duman doluydu, nefes alabilmemiz için çömelerek
ilerlememiz gerekiyordu ve ağır yer çekimi yardımcı olmuyordu.
Mucizevi şekilde, hoverarabamız hâlâ bıraktığımız yerde duruyordu.
Birkaç sakarlıktan sonra, Hysan'ı içeri sokup yere yatırabildik.
Her şey dokunamayacağımız kadar sıcaktı ancak kapıyı kilitleyip
arabanın soğutma sistemini açınca biraz daha kolay nefes almaya
başladık. "Bu şeyi uzaylimanına götürmesi için nasıl programlaya­
cağız?" diye sordu Mathias.
Hysan dirseğinin üstüne kalkmaya çalıştı ancak düştü. "Panel."
Duvara gömülü, kare şeklinde küçük bir paneli işaret etti. "Renklerle
kodlanmış. Dokunmatik."
Sıçrayıp kareye bastırdığımda, elim yandı. Bir dizi diyotun ışığı
yanıp düzinelerce farklı renkte parladı. "Sırada ne var?"
Gözlerini kapadı. "Dönüş yolculuğu... Macenta renkli düğmeye
üç kez bas."
Renkli diyotlara kaşlarımı çatarak baktım. "Macenta mor gibi,
değil mi?"
Hysan cevap vermedi, bayılmıştı.
Parmak ucum tüm mor tonlu ışıkların etrafında gezdi. Açık
eflatun, fuşya, şarap rengi... En sonunda bir tane seçtim. Hoveraraba
limandan kalkıp iğne boyunca alçalmaya başladığında, etrafımız
kapkara bir dumanla sarıldı. Mathias dürbününü taktı ve sahneyi
tararken dik omuzları çökmeye başladı. Biraz sonra dürbününü çıkardı.
"Bakabilir miyim?" diye sordum.
"Görmek istemeyebilirsin."
Gözlükleri taktım ve gelişmiş mercekleri alev alev yanan bir
kazana dönüşmüş olan gökyüzünü açığa çıkardı. Moira'nm tahıl
tarlaları kömür olmuştu ve iğne şehir yan yatıyordu. "Düşecek,"
diye fısıldadım.
"Evet," dedi Mathias. "Nasıl oldu bu?"
"Moira efemerisini açtı ve Ophiuchus bizi gördü."
Mathias cevap veremedi.
Tahıl tarlalarının üstünden; yoğun, uçuşan külleri ayırıp ken­
dimize yol açarak uçuyorduk. Görünüşe göre doğru macenta tonunu
seçmiştim, zira geldiğimiz yoldan dönüyorduk. Uzaklarda, uzaylima-
nından gemiler yükseliyordu. Herkes kaçmaya çalışıyordu. Üstümüzde
yanan atmosferden geçmeye çalışırken ne olacağını merak ediyordum.
Caasy.
Dönüp Mathias a Caasy'i soracağım sırada, iğne şehrin çöktüğünü
gördüm. Doğrudan toprağa düştü ve enkaz bulutları bir mantar gibi
yükseldi. Hıçkırıyordum.
Mathias dürbünü alıp baktı. Uzun bir zaman taradı ancak artık
görmek istemiyordum. Tek yapabildiğim ağlamaktı.
"Ochus beni buraya kadar takip etti. Moira onu fırtınadan
hemen önce gördü. Hayal görmedim. Ochus, Psinerji'yle Moira'nın
şehrini yıktı."
"Bunun arkasında kimin olduğunu bilmiyoruz," dedi Mathias.
"Ancak Başak a saldırı konusunda haklıydın. Kehanetinde haklıydın."
Yüzümü ovdum. "Haklı olmak istemiyorum," diye mırıldandım
kararan gökyüzüne bakarak. "Moira bana Meclis e gitmemi söyledi."
Alnını kırıştırdı. "Orada güvende olur musun, emin değilim.
Ailemin anlattığına göre, orası suçlular ve casuslarla doluymuş ve
savunucular oradan uzak durmaya çalışırmış."
Arabamız ağır trafiği savuşturdu. Soğutma sistemi artan sıcak­
lıkla baş edemiyordu. Hysan ın başı bir sağa bir sola yuvarlanıyordu.
"Öyleyse arkamızı kollasak iyi olur."
Mathias başını eğdi. "Bu düşmanın seni tekrar öldürmeye çalı­
şacağını varsaymak zorundayız. Koç'ta daha iyi güvenlik önlemleri
almamız gerekecek, hem fiziksel hem metafiziksel olarak."
Trafik yoğunlaştı ve bir zamanlar tahıl sapları olan kömür
karası küllerin üstünde süzülür halde durduk. Kızgın tavada yavaş
yavaş erir gibiydik.
Hysan a bakamıyordum. Çok fazla kan kaybetmesinden endişe­
leniyordum. Geçen her saniye ondan daha fazla şey çalıyor gibiydi.
Bir nefes daha, bir kalp atışı daha, bir gülümseme daha.
Mathias yarayı kontrol edip duruyordu, her seferinde turnikeyi
biraz gevşetip tekrar sıkıyordu. İleride daha fazla gemi kalkış yapı­
yordu. "Bu insanlara yardım etmeliyiz," dedim.
"Edeceğiz." Yüzündeki teri sildi. "Equinox\dL on kadar daha
yolcuya yetecek hava var."
Uzaylimanına varıp Hysan'ın gemisini bulduğumuzda dışarıdaki
koku mide bulandırıcıydı. Bu tarafta hiç kimse görünmüyordu, yani
diğer on yolcumuzu bulmak için ana terminale gitmemiz gerekiyordu.
İkim izin de sormadığı soru, kurtulamayacak onca insan varken
sadece on kişiye nasıl yardım edeceğimizdi.
Elara'da havada süzülen bedenler gözlerimin önüne geldi. Tek
farkı, saldırıya uğrayanların Başak'ın çocukları olmasıydı.
Ophiuchus bir vebaydı ve yayılmayı bırakmayacaktı. Hayatta
kalmamızın tek yolu Zodyak Haneleri'nin bir araya gelmesiydi.
Meclis'te bu konuyu açmak zorundaydım. Burada olanlardan sonra
diğer savunucular bana inanmak zorundaydı.
Hysan'ın baygın bedenini arabadan gemiye taşırken kalkış
yüzeyi bir ızgara gibi sıcaklık yayıyordu. En azından Equinox 'taki
hava daha serindi.
"Caasy!" diye seslendim, gemiye girerken. Yanıtlamadı.
"Geminin kontrolünü alır almaz Dövme cihazından onu bulmaya
çalışacağım," dedi Mathias.
Hysan'ı güverteye yatırdık ve Mathias geminin ilkyardım takı­
mını almak için mutfağa koştu. Sargılarını kontrol ettim. Hysan'ın
teni altın rengini kaybediyordu. Başını kucağıma çekip yanağını
okşadım. "Lütfen dayan Hysan..."
Mathias döndüğünde sordum, "Yaşam destek kapsülü nerede?"
"Sonra buluruz," dedi takım çantasını karıştırırken. "Öncelikle
onu uyandırıp geminin kilidini açmasını sağlamalıyız."
Mathias, Hysan'ın burun deliklerinin altında bir uyandırma gazı
ampulü kırdı ancak Hysan kalkmadı. Dışarıda, bir gök gürültüsü
daha duyduk ve Hysan'ın başını düzeltip geminin cam burnuna ko­
şarak dışarıda olanlara baktım. "Arabamız yanıyor!" diye bağırdım.
"Kalkış zemini eriyor!"
Mathias ikinci bir ampul patlattı ve Hysan inleyerek gözlerini
açtı. "Geminin kilidini aç," dedi Mathias.
Hysan gözlerini kırpıştırdı. Olup biteni anlayamıyor gibiydi,
yanına çömelip elini tuttum. "Lütfen, Hysan. Lütfen Equinox un
kontrollerini aç."
"Canlan, N o x ."
Geminin navigasyon ekranları parladı. "Şenindir," diyerek ne­
fesini verdi Hysan. "Ona iyi bak... Rho." Gözleri devrilip kapandı.
"H y sa n !" Mathias zıplayarak dümene doğru gidip dumandan

ötesini görebilmemiz için gelişmiş mercekleri aktive ederken Hysan'ı


sarsmaya başladım.
Başımı eğip kulağımı Hysan'ın göğsüne koyarak kalp atışlarını
dinledim. Gözümün ucuyla, küçük bir figürün koşarak geminin
uzak ucundan çıktığını gördüm.
Kafamı kaldırdım. Caasy kaçış kapsüllerinden birini açıyordu.
"Caasy!" diye seslendim.
Döndü ancak yüz ifadesinde bir tuhaflık vardı. Koşup Hysan'la
ilgilenmeme yardım etmedi. Bunun yerine, "Güvenle uçun, Sevgili
Ana! Ben İkizler'e dönüyorum!" diye bağırdı.
A z evvel saldırıya uğramış bir haneden kaçıyorduk, Hysan'ın
hareketsiz bedeni yere seriliydi fakat en gerçeküstü gelen şey yine
de bu andı. Caasy'nin bizi terk edişi.
"Lütfen! Yardım et de Hysan'ı taşıyalım!" diye seslendim.
Caasy kapsülün yanındaki ekranda birkaç düğmeye bastı ve
kapı açıldığı anda içeri girdi. Ellerini ancak o anda fark ettim. Par­
maklarının arasında siyah ve dikdörtgen biçimli bir şey tutuyordu.
"Caasy, yapma!"
Kapı arkasından kapandı. Dişlilerin tıslama sesi geldi ve kapsül
gemiden ayrılıp uzaya fırladı.
Origene Ana nin taşı gitmişti.
24

Mathias geminin önünden bana seslendi. "Terminal çatısında binle­


rini görüyorum! İndiğimiz anda kapağı aç ve on kişinin binmesine
yardım et."
Yardım edebilmek için Caasy ve taşı aklımdan çıkarmalıydım.
Hysan ı da.
Gemi terminal binasına doğru yan yatarak dönüş yapıp kalktı.
"H azır!" diye seslendim, kapağın açma yerini tutmuş, çabuk hareket
etmeye hazırlanmış olarak.
Gürleyen bir çarpma sesi ve takip eden daha küçük patlamalar­
dan oluşan bir bombardıman duyduk. Mathias yavaşlamak yerine
gemiyi yukarı çevirip hızlandı.
"N e yapıyorsun?" diye bağırdım.
Yavaşça bana döndü. Yüzünde olup bitenlere inanamıyormuş
gibi bir ifade vardı. "Yanan bir firkateyn terminal binasına çarptı."
Sesi titriyordu. "Artık yolcu bulamayız."
Gözlerimi kapadım. Olup bitenleri kaldıramıyordum.
Buraya hiç gelmemeliydim.

♦ ♦ ♦
Başak'ı terk ediyorduk.
Kimseyi kurtaramadan gidiyorduk.
Equinox un tarayıcısı yanan bir gezegen gösteriyordu. Kalın,
siyah bulutlar Batı Yarımküre'nin üstünde kaynayarak, görüntüyü
kapatıyor ve turuncu alevler yukarı doğru fışkırıyordu. Tethys
gezegeni kükürt gibi parlıyordu.
Gemimizin kaportası yanan atmosfere dayanıyordu ancak diğer­
leri için durum farklıydı. En az yirmi geminin patlayıp düştüğünü
gördük. İki kez, Mathias yanmakta olan bir gemiye tutunup yolcu­
ları kurtarmayı denedi ancak denemelerimiz başarısız oldu. Yanan
oksijen fazla sıcaktı.
Önce Yengeç. Şimdi Başak. Ophiuchus Zodyak'ı, haneleri tek tek
yıkarak kırıp geçiriyordu. Korku anlaşılabilecek olmanın ötesindeydi
ancak daha kötüsü, içimi aç çeneler gibi kemiren suçluluk duygu­
suydu. Ophiuchus beni takip ediyordu, Moira yı beni takip ederek
bulmuştu. Moira'yı bir şekilde, Ophiuchus un iletişim kurduğu âleme
getirmiş olmalıydım.
İkizler'e saldırana dek ne kadar zamanımız vardı? Caasy Ba­
şak'ta gördüklerinden sonra beni ciddiye alacak mıydı? Bu yüzden
mi kaçmıştı?
Peki, siyah opalimi neden almıştı? Bunca zamandır, başka bir
şeyin peşinde olduğunu, bizi takip etmesinde başka bir niyet oldu­
ğunu biliyordum. Taşı daha iyi korumalıydım.
Hysan'a ne düşündüğünü sormak istiyordum, sonuçta Ochus
gemiye ilk saldırdığında taşı uzay boşluğuna bırakmak istediğimde,
beni o durdurmuştu. Ancak sorularım Hysan uyanana kadar bekle­
yecekti. Hâlâ yaşam destek kapsülünün içinde dinleniyordu, bacağı
iyileştiriliyordu.
Kapsülü bulmak için kamarasını araştırdığımızda, birkaç başka
ilginç şey bulduk: bir silah dolabı, zırh, minik mikrokameralarla dolu
bir kutu, izleme çipleri ve sinyal bozucular ve elbette, eşyalarımızın
içinde durduğu, Psinerji'yle güçlendirilmiş ağzı açık kasa. Çizikler­
den, Caasy nin kasa kilidini kanırttığı açıktı. Tespit edebildiğimiz
kadarıyla sadece siyah opalim kayıptı.
Şimdilik, Mathias'ın endişelerine rağmen, doğrudan Gezegen
Meclisi ne uçuyorduk. Hiperhızda uçuyorduk ve oraya varmadan
yakıtımızın bitmeyeceğini umuyorduk. Mathias uzay-zaman izafiyet
etkisini hesaplamıştı ve her şey yolunda giderse, bu yılın Meclis
oturumunun bitmesine iki gün kala oraya varacağımızı söylüyordu.
Meclis her sene farklı bir hanede yapılırdı ve bu sene sıra hane­
lerin en eskisi ve birincisi olan Koç'taydı. Koç medeniyeti defalarca
yükselmiş ve düşmüştü. Bugünlerde haber bültenleri ana gezegenleri
olan Phaetonis'i diktatörlerin cuntasıyla yönetilen vahşi ve tehlikeli
bir yer olarak gösteriyorlardı. Meclis orada olduğundan, büyükelçileri
Zodailerden değil, askerlerden oluşan Koç ordusu koruyor olmalıydı.
Karaborsa ve bölgelerini geliştirmek için savaşan çeteler orada
yaygındı. Genel yozlaşma ve yüksek suç oranı Koç'un neden en
militarist ve en yoksul hane olduğunu açıklıyordu.
Koç bir Baş Haneydi ve ateşi simgelerdi. Koç takımyıldızında
küçük bir güneş ve kolonize edilmiş üç gezegen vardı ancak sadece
Phaetonis'te solunabilir atmosfer vardı ve oldukça inceydi. Phae-
tonisliler kubbeler altında yaşardı ancak hava maskesi yardımıyla
gezegenin yüzeyinde yürümek de mümkündü. Gezegen gözenek­
liydi, yani yerçekimi zayıftı ancak en azından vücut ağırlıklarımızı
yeniden hissediyorduk.
Mathias'la birlikte M eclis'te yapacağım konuşma üzerinde
çalışıyorduk ki Equinox bize yaşam destek kapsülünün Hysan'ın
bacağını iyileştirm eyi bitirdiğini haber verdi. "Gidip bakayım,"
dedim kalkarken.
Mathias da kalktı. "Birlikte gidelim."
Hysan'ın kamarası bizim daha sade misafir kamaralarımızdan
daha geniş ve rahattı. Tabut şekilli kapsülün kapağı açılmıştı ve
Hysan hâlâ uyur gibiydi. Altın saçları alnına dökülmüştü ve teni
adeta parlıyordu. Bacağı tamamen iyileşmişti.
Mathias Hysan'ın üstüne bir battaniye atıp çenesine kadar örttü.
"Terazili tehlikeyi atlattı. Kolunu iyileştirmek için sen de kapsülü
kullanmalısın."
"Evet, belki daha sonra." Cam kesiklerini temizlemiştim ancak
canım hâlâ yanıyordu. Üstümdeki yumuşak sarı üniforma bile ke­
siklerin üstünde zımpara gibi kayıyordu.
Ancak acıyla oyun oynamak istemiyordum. Hissetmeliydim.
Mecburdum.
Mathias sormak için Hysan'ın silahlarını tuvalet masası boyunca
serdi. Dört pleksin lazer tüfeği, bir parçacık ışın tabancası, yarım
düzine şok tabancası, on ikilik nükleer el bombası paketi. Gezgin
bir savunucu için oldukça büyük bir mühimmattı. Mini kameralar
ve izleme böcekleri de düşünülünce dost canlısı Terazilimizin ca-
susçuluk oynamayı sevdiğine dair şüphem kalmadı.
Hysan gözlerini açtı ve beni görünce tanıdığını yüzüne yerleşen,
ağzının kenarlarını yukarı kaldıran ifadeyi izleyince anladım. Otu­
rup battaniyeyi attı. Mathias sabırsızlıkla yakındaki bir sandalyenin
üstünde duran gri tulumu uzattı.
Hysan kalkıp tulumu giyince silahları gördü. Doğrudan Mat-
hias'a baktı. "Özel eşyalara hiçbir saygın olmadığını görüyorum. Bir
savunucununkine bile."
Mathias dik dik bakıyordu. "En azından hayatını kurtardım."
"Teşekkürler," dedi Hysan sanki dilinden dökülmeyen bir söz­
cüğü zorla çıkarır gibi. "Ancak dediğimi yapıp Rho'yu aramalıydın.
Kolundan yaralanmış ve daha kötüsü de ola..."
"Kapayın çenenizi, ikiniz de." Hysan'a baktım. "Caasy bir kaçış
kapsülüyle kendini fırlattı." Bunu komik bulmuş gibi bir kaşı havaya
kalktı. "Kasanı kırıp siyah opalimi aldıktan sonra."
Şimdi endişeli görünüyordu. Kutuyu bulmak için azimle etrafına
bakındı ve zorlanarak açıldığını gördüğünde tüm tavrı değişti. Sanki
daha... profesyonel olmuştu.
"Rho. Konuşmamız lazım. Baş başa."
"Rüyanda görürsün," dedi Mathias.
"Neler oluyor?" diye sordum.
"Bu bir... savunucu meselesi." Mathias'a baktı. "Ne düşündüğünü
biliyorum ancak haksızsın. Rho selefiyle tanışamadığından bir savu­
nucunun bilmesi gereken bazı şeyleri ona anlatan olmadı. Hepsi bu."
Mathias etkilenmedi. "Ben Origene Ana nin Kraliyet Muhafız­
ları ndaydım. Rho'ya bildiğim her şeyi anlattım."
"Evet, ancak danışmanların bile haberdar olmadığı şeyler vardır."
Hysan'ın gözlerinden bir parıltı geçti, sanki yeni bir düşünce geçip
gitmiş gibiydi. "Hanelerin en büyük sırrı savunucudan savunucuya
geçirilir. Başka kimse bilmez. Bu her hanede sadece bir kişiye emanet
edilebilen bir sırdır."
"Çok saçma. Yengeç savunucuları mevcut savunucunun vefa­
tından önce belirlenmez," diye itiraz etti Mathias.
"Bütün hanelerde herkes öyle zanneder ancak doğru değil."
Hysan sıkıntıyla iç çekti. "Savunucular Psiko-Şebeke'ye öyle uyum
sağlarlar ki ölümlerinin yakın olduğunu sezebilirler ve yerlerine
geçecek kişiyi, olaylar ayyuka çıkmadan önce hazırlarlar. Origene
Ana karanlık maddeyi gördüyse ölümünü de sezmiştir. Yedek plan
olarak aynı zamanda odalarımızda, sadece yeni savunucunun bula­
bileceği gizli mesajlar bırakırız. Rho Origene nin Yengeç'teki evine
erişebilseydi bu bilgiyi bulurdu."
Bir adamdan diğerine baktım. Mathias'ın Hysan'a inanmakta
neden güçlük çektiğini anlayabiliyordum, bu kulağa benimle yalnız
kalmak için oldukça sinsice bir bahane gibi geliyordu.
Sorun şu ki Hysan'la yalnız kalmaya itiraz edeceğimi sanmı­
yordum. İşte bu yüzden Mathias'ın kalması için ısrar etmeliydim.
"Hysan, anlıyorum. Sana inanıyorum ancak şu noktada kimse
güvenebileceğimizi bilmiyoruz. Buna savunucular da dâhil, zira
bir tanesi taşımı çaldı. Emin olabileceğimiz tek insanlar üçümüzüz.
Birbirimize zaten hayatlarımızı emanet ettik, şimdi bunları açıkça
yaşayabiliriz de."
Konuşmayı bitirdiğimde, Hysan bana Mathias'ın gözlerindeki
onaylamanın tam aksi bir ifadeyle bakıyordu. Sonra dikkatle Mat-
hias'ı inceledi. "Bunların bir kelimesini bile kimseye söyleyemezsin.
Kimseye."
"Ben savunucuma karşı görevimi biliyorum, Terazili," diye
hırladı Mathias.
Hysan iç geçirdi. Yatağın kenarına oturdu ve ilk kez teninin
altın renginin tam olarak geri dönmediğini fark ettim. Tamamen
iyileşmemişti. Çok kan kaybetmişti ve hâlâ za y ıf görünüyordu.
Sürekli yukarı bakmak zorunda kalmaması için yanma iliştim.
Mathias duvara yaslandı.
"İlk savunucular ölümlü olduklarında, hepsi yanlarında bir
şey getirdi: Birer tılsım, her biri insanlığın bir özelliğine dair bilgiyi
içeriyor, her biri hanelere farklı bir güç veriyordu."
"Yengeçliler anaçtır," diye destekledim. "Terazililer adildir.
Kovalılar filozoftur. Oğlaklılar bilgedir."
Başını salladı. "H er hane farklı bir alanda öne çıkar çünkü
her savunucu kendine özgü bir evrensel gerçeğin bilgisini korur.
Bu da her zaman eşit olmamızı ve her zaman hayatta kalmak için
birbirimize ihtiyaç duymamızı sağlar. Bu şekilde, hiçbir hane daha
fazla gücün peşine düşemez."
"Sadece, tılsım sembolik," dedim konuşmayı hızlandırarak. Her
hanenin neden farklı değerlerle evrildiğimize dair özgün teorileri
vardı. Ancak sihirli bir objenin varlığı fikri oldukça popülerdi, özel­
likle halkları, inanılmaz olana, kanıtlar uygunsa inanmaya meyilli
olan İkizler ve Yay'da. "Bu sadece farklılıklarımızı anlatmanın bir
yöntemi."
Hysan başını salladı. "Bu gerçek."
Bunları uydurmak için fazla yorgun ve tükenmiş görünüyordu.
"N a s ıl? " diye sordu Mathias. "Bir şey nasıl anaçlık ya da me-
raklılık gibi bir kavramı içerebilir?"
"Tılsım daki sırra Psiko-Şebeke'ye ulaştığım ız gibi ulaşılır.
Tılsım sadece sözcükler veya şemalar veya filmler içermez. Varlığın
bilgisini içerir. Toplu zihnin bir soruyu cevaplarken anlamı inşa
etmesine benzer şekilde."
Hysan şimdi bana bakıyordu ve sanki konuşmamız ilk hız
tümseğimize gelmiş gibi yavaş konuşuyordu. "Psinerji yle yapıldık­
larından, Tılsımlar genelde başka bir aygıt olarak da kullanılırlar."
Ne söyleyeceğini biliyordum. Söylemedi ancak yüzünde sadece
bu yazılıydı.
Kalkıp odanın diğer tarafına, harap olmuş açık kasanın bu­
lunduğu yere yürüdüm. Kasanın boşluğunu umutsuzlukla izledim.
A z önce İkizler Savunucusunun Yengeç Hanesi nin tılsımını
çalmasına müsaade etmiştim.
25

"Kendi tılsımınla nasıl bir bilgiye ulaştın?" Nedense, bir yanıyla


sakıncalı bir şey sorduğumu bilirmiş gibi fısıldadım.
"Söyleyemem."
"Psişik kalkanınla ilgili olmalı."
Başını sallamadan bir saniye önce bana baktı. "Tılsım... cevap
vermez. Sadece kavramları berraklaştırır. Bana Psinerji yle ilgili
gösterdikleriyle, Neith'le birlikte kalkanı inşa edebildik. Terazi'de,
insanları Psiko-Şebeke'den saklayacak kristobalit boncukları sen-
tezlemeyi neredeyse bitirdim. Kişisel kalkanlar."
Bana yaptığı hediyenin bu olduğunu anladım. "Teşekkür ede­
rim," dedim.
Başını salladı. "Lord Vaz ile ben, Terazi tılsımını bu geminin
içine koyduk. Equinox'un beynine güç veriyor ve evimde, okuma
odamdaki efemerisi yansıtıyor."
"Şimdiyse, daha ne yapacağımı öğrenemeden, Yengeç'in tılsımı
gitti." Savunuculuk makamına geldiğimden beri imza attığım tüm
başarısızlıkları hissederek alnımı duvara yasladım. "Hepsi benim
suçum."
"Neden iyileştirme kutusunda biraz dinlenmiyorsun?" dedi
Mathias sesindeki yumuşaklıkla. "Kolunu iyileştir."
"Kapsül sizindir, Leydim/' dedi Hysan ayağa kalkıp Mathias'ı
kapıya doğru takip ederken. "Ve tılsımın için endişelenme. Geri
alacağız. Caaseum'un nerede yaşadığını biliyoruz."

♦ ♦ ♦

Geminin yakıtı neredeyse tükenmişti.


Koç Hanesi'ne yakıtımız bitmeden varabileceğimiz kadar ya­
kındık ancak zamanlama esnek olmayacaktı.
Lola ve Leyla'nın yaptığı Zodai takımı mahvoldu, bu yüzden bir
Terazi üniforması giymeliydim. Mathias'ın deliye dönmeyeceğinden
emin olmak için mavi üniformadan dört gümüş ayı söktüm ve sarı
tüniğin üstündeki Terazi armasının üzerine diktim. Onunla şimdi
konuşsam muhtemelen daha iyi olurdu, böylece indiğimizde fikir
ayrılığı yaşamayacaktık.
Mathias'ın kapısına geldiğimde kapıyı aralık buldum ve Mathias
kamarasında değildi. Hysan oradaydı.
"N e yapıyorsun?"
Başını masanın arkasından bana çevirdi ve Mathias'ın kemerini
kurcalamayı bıraktı. "Kargo denetimi?"
Kollarımı bağladım. Ultraviyole duşun uğultusunun geldiği tu­
valet kapısına doğru baktı. Yanaklarında bir pembelik vardı ancak
yakalanmaya dair başka bir tepkisi yoktu. "Söylemezsin, değil mi?"
"Hysan, bunlar Mathias'ın eşyaları. Aranızdaki bu savaş..."
"Ya onun yaptıkları? Silahlarımı karıştırdı..."
"Evet, o da doğru değildi. Ancak sen de pek çok sır saklıyordun."
Hysan bana yaklaşıp sesini alçalttı. "Aynı zamanda en büyük
sırrımı tamamen yabancı olduğum birine açtım. Şimdi bu kişinin
tam olarak kim olduğunu bilmek istiyorum."
"Aslında iki yabancıya açtın. Ya ben?"
Masaya dönüp Mathias'ın eşyalarını bulduğu yere geri koydu.
"Rho, sen bir savunucusun. Origene'nin sana bazı şeyleri öğrete-
memiş olması senin hatan değil, tıpkı ailemin beni yetiştirememiş
olmasının benim hatam olmayışı gibi. Ancak bilmek hâlâ hakkın."
Tuvalette bir gürültü duyunca ve donakaldık ancak ultraviyole
çalışmaya devam etti.
"Bak, yaptığım yanlıştı. Bunun farkındayım ve bir daha burnumu
sokmayacağım/' dedi Hysan masanın etrafından dolaşırken. "Ancak
lütfen bunlar aramızda kalsın. Gelir gelmez delirmesini istemiyorum."
Sertçe yutkundum . "Sırları sevmem."
"Öyle değil." Gözleri daha yeşil oldu. "Rho, bu sır korumam için
verildi ve bu sırrı bir sonraki Terazi Savunucusundan başka kimseye
vermemek için yemin ettim. Kutsal yeminimi bozdum ve bunu ne
M athias için ne Yengeç Hanesi için yaptım. Bunu senin için yaptım."
Hysan beni sırları ve suçluluk duygumla yalnız bırakıp odadan
çıktı.
Duş sesi kesildiğinde kamaradan koşarak çıkıp kapıyı arkamdan
yavaşça kapattım . M athias'tan sır saklam aktan nefret ediyordum
ancak ona Hysan'ı sevmemesi için başka sebepler vermek istemiyor­
dum. Koç'ta birlikte çalışmamız gerekecekti ve bu Hysan ile Mathias
gırtlak gırtlağayken imkânsız olurdu.
Evimden hiç bu kadar uzak hissetmemiştim.

♦ > ♦

Phaetonis'e ulaştığımızda gece gezegenin üstüne çöküyordu. Günba-


tımı kubbeli başkent Marson'a kehribar renkli bir parıltı veriyordu.
Equinox şeh ir k u b b esin in hem en d ışın d ak i uzay lim an ın ın
üstünde alçalarak dönüyordu. Lazer topları, insansız hoveraraçlar
ve radar gözetim sistemleriyle dolu bu yer bir kale gibiydi. Şehrin
çevresi ayrıca yüksek çitlerle çevrilmişti. "Hoşuma gitmiyor ancak
yakıta ihtiyacımız var," dedi Hysan. "Artık fazla uzağa gidemeyiz."
"Başka bir depo var mı?" diye sordu Mathias.
"Şehrin yakınlarında yok." Hysan tekrar bir daire çizerek ek­
ranlardaki geliştirilmiş optik görüntüyü izledi. "Limanın köşesindeki
yakıt pom palarına yaklaşabildiğim kadar yaklaşıp iniş yapacağım."
Kalkış alanında, pom paların hemen yanında, çevresinde tozlu
başlıklar ve hava maskeleri takan iki silahlı askerin nöbet tuttuğu bir
vibrokopter duruyordu. Equinox 'un cam burnundan onları izlerken
kalkış alanının hemen yanındaki boşluğa, bir nefes gibi sessiz ve
görünm ez şekilde iniş yaptık.
Askerler koşarak yaklaşıp silahlarını bize doğrulttu. "Dışarı
çıkın ve silahlarınızı bırakın," diye emrettiler.
Çığlığımı hapsetmek için ağzımı kapadım. Görünmezsek, bizi
nasıl görebiliyorlardı?
M athias'la birlikte, korkuyla Hysan'a baktık. Ancak o başımıza
do ğ rultulan silahlardan rahatsız olmuşa benzem iyordu. "U yku"
diye fısıldadı ve beyaz sisten bir hale E quinox un kaportasından
sızıp askerlerin etrafını çevirdi. Bir anda bez bebekler gibi düştüler.
Korkuyla irkildim ancak Hysan kıkırdadı. "Sadece kestiriyorlar.
M otorlarım ızın sıcaklığı bizi ele vermiş olmalı."
Bize pelerin tasm alarım ızı uzattığında, M athias, "Bu kadar
üçkâğıtçılık yeter," dedi.
"Sen delisin," dedi Hysan. "Bu haneyi bilmiyorsun. Rho'ya sen
söyledin, burası suçlular ve casuslarla dolup taşıyor."
"M athias'ın dediği gibi yapacağız," dedim içim hâlâ Hysan'ın
sırrını taşım anın getirdiği suçluluk duygusuyla alev alev yanarken.
Hysan tasmaları bıraktı.
Gemiyi terk etmeden önce hafifleştirilm iş hava maskelerimizi
taktık. Ben durm uş dışarı bakarken Hysan ve M athias pompalara
koştu, hortum ları tu ttu ve Equinox un boş midesini ultrasoğuk akış­
kan plazmayla doldurdular. Fiziksel bir iş yaptıklarında erkeklerin
adeta dans partnerleri gibi birlikte çalışabilmeleri komikti.
Hysan pom paların yanına birkaç altın galaktik para bıraktı,
sonra baygın askerlerin birinden kapı anahtarlarını çaldı. A rdından
yolcu gemilerinin altından geçerek küçük bir uydu kadar tekerlekleri
olan kaba yer araçlarının arkasına saklanarak ve bomba atarlar ve
tüfekler taşıyan asker gruplarının etrafından dolaşarak son hızda
ilerlediğimiz, bir koşuya başladık.
Şimdi vakit alacakaranlıktı ve zayıf yerçekim inde hızla ilerli­
yorduk. Ancak uzaylimanı kuşatma altındaym ış gibi görünüyordu.
Lazer y anıkları hangar duvarlarını delik deşik etm işti ve yakın
zamanda açılan ateşlerin kül rengi izleri kalkış alanını lekeliyordu.
Işıldaklar asfalt pistin üstünde geziyordu ve yüksek çit, üstlerindeki
dikenli tellerle tamamlanmıştı.
Mathias, şok tabancası elinde, sürekli dönüp durarak ve dürbü­
nüyle etrafı tarayarak yanımda duruyordu. Hysan çaldığı anahtarları
kullanıp çitle çevrili uzaylim anından çıkm ak için bir personel kapı­
sını açtı. Hızla çıktığımız esnada, çitin öbür tarafındakileri gördüm.
Koç Hanesi nin başkenti devasa bir varoş yerleşimle kaplıydı.
Yardımcılık eğitimim sırasında buranın fotoğraflarını görm üştüm
ancak holografik görüntüler tüm havayı istila eden, insanı çürüten
ölüm hissini aktarm ıyordu.
B arakalar çü rü m ek te olan çöp dağlarına yaslanıp ü stü n d e
yükseliyorlardı ve aradaki vadiler, üstü açık lağımlar gibiydi. Hava
maskesiyle bile, bu pis koku başımı döndürüyordu.
Barakaların açık kapılarının ardında, fener ışıklarında silüetleri
görünen; dikiş diken, bir şeyleri çekiçleyen, elektronik cihazları
monte eden, bıçak bileyen yaşlı insanlar gördük. Yukarıda, modern
hızlı tren ler uzaylim anından şehir m erkezine doğru, varoşlarda
durm ayarak hızla geçiyordu.
"Bir trene yetişmeliyiz," dedi Hysan. "Burayı yaya olarak geç­
memiz karanlıkta uzun sürer."
M athias havadan geçen rayları tutan devasa sütunlardan birini
işaret etti. "Şuna tırm anabiliriz."
Hysan başını salladı ve çam urun içinden sütuna doğru koşmaya
başladık. Sarı pantolonum beneklenip lekelendi. Sütunun kuzeye
bakan yüzünde bir merdiven vardı. Merdiven basamakları mavi-yeşil
yosunla kaplanm ıştı. Önce Hysan çıktı, sonra ben, ardım dan Mat-
hias. Botlarımın tabanları Tethys'teki sıcaklık sebebiyle hâlâ çarpık
durum daydı, tırm anış sırasında ayağım kayıp duruyordu.
Tepeye yaklaştığımızda karın boşluğumda bir sıkışma hissettim.
Hemen üstümde, Hysan'ın Tarayıcısı altın bir ışın gönderdi ve kilitli
erişim paneli açılıverdi.
Tren raylarını taşıyan ağ gibi örülm üş çelik makas noktasına
tırm andık. Burada birikm iş statik elektrik, buklelerimi gerçek an­
lamda ayağa kaldırıyordu.
"En yakın istasyon bu yönde." Hysan bir yeri işaret etti. "Sı­
radan bir hızlı tren. Salınımlı manyetizma akımıyla çalışıyor. Oraya
ulaşm ak için bu destek boyunca sürünm em iz gerekiyor."
Mathias matarasından bana su uzattı ve içmek için hava maskemi
aşağı çektim. "Ne kadar uzakta?" diye sordum.
Hysan gözlerinden terini sildi. "Bir-iki kilometre."
M akasın içinde dikilecek yer yoktu, dolayısıyla perçinli sütun­
ların arasında dörtayak üstünde ilerliyorduk. Her birkaç dakikada
bir, trenler sağır eden bir güm bürtüyle üstüm üzden geçip gidiyordu.
İstasyona vardığımızda, su m ataralarım ız neredeyse boştu, kulak
zarlarım tüm o tren gürültüsünden neredeyse yırtılm ıştı, ellerim
de cıvatalara sürtünm ekten yara bere içindeydi. Çamurla kaplıydık.
Hysan hançerini çıkarıp keskin kısm ını ayna gibi kullanarak
loş ışıklı istasyon platform unun köşesinden baktı. İşaret verdiğinde,
platforma tırm andık. Tekrar ayakta durabilm ek harikaydı.
Hysan k ir içindeki kıyafetine baktı. "Böyle görünen birini o
trene bindirmezler."
M athias bıçağıyla botlarının tabanlarındaki çam uru kazıdı an­
cak her yerim iz öyle çamur içindeydi ki bu çabası boşaydı. Hysan
cebinden pelerin tasmalarımızı çıkardı.
"K arar senin Rho. M eclise ulaşm ak istiyor m usun istemiyor
m usun?"
M athias ile ben birbirimize soru soran bir ifadeyle baktık, sonra
tek kelime etm eden tasmalarım ızı aldık. Bir anda gözden kaybolu­
şum uzu kim se fark etmedi.
Duran ilk trene binip kimseye çarpmamaya çalışarak koltukların
arasındaki boşluğa sıkıştık. Trenin hava deposu vardı, biz de artık
gri ve rutubetli hale gelen maskelerimizi çıkardık. Sadece pelerin­
lerimizin kokum uzu da kapattığını umuyordum.
Koçlu yolculardan bazıları başlıklıydı ve silah olduğu belli
olan bazı şeyler gizliyorlardı. Soyguncu gibi görünüyorlardı ancak
varoşlardan geliyor olamayacak kadar temizlerdi. Ten renkleri koyu
pembeden şarap rengine kadar uzanıyordu ve hepsinin bedeni adeta
birer asker gibiydi. Koçlular fiziksel anlamda galaksimizin en sağlıklı
insanlarıydı.
T rendeki hiç kim se sesli konuşup göz teması kurm uyordu.
Çoğu kişi sağa yaslanmış, Kulaklıklarına; iki sene boyunca orduya
hizmet eden Koçluların on yedi yaşlarını doldurunca kulaklarına
taktırdıkları aygıta esir olmuş vaziyetteydi.
Kulaklık, Dalga gibi çalışırdı, sadece görüntüleri hologramlar
halinde yansıtm azlardı. G örüntüler kişinin zihninde canlanırdı ve
kullanıcıdan başka kimse göremezdi. Koçlular savaş sanatının üs­
tatlarıydı ve birliklerin savaş alanında birbirleriyle gizlice iletişim
kurm aları gerekirdi.
M athias bana küçük bir emme tüpü uzattı, sonra bir tane de
Hysan'a uzattı. "Antiviral," dedi. Kendi tüpünü bir ucundan dik­
katle tutarak diğer ucu dişlerinin arasında ezip kopardı ve tüpün
içindekileri emdi. Hysan'la ben de aynısını yaptık. Ş urubun tadı
deniz kirazı gibiydi.
Şehir merkezine gece geç saatte vardık ancak uykum yoktu.
Biyolojik saatimin ayarı bozulmuş olmalıydı. Devasa tren istasyonu,
tamamı silahlı yolcular ve askerlerle doluydu. Şimdiye dek, evden
haber alabileceğim iz bir duvarekranı görm em iştik. "Uluslararası
Köy'de kalacak yer bulacağız. Orada her hanenin büyükelçiliği vardır."
"Yengeç'inkine gidelim," dedim insanlarım ı görecek olma dü­
şüncesiyle yeniden güç bularak.
M arson şehir merkezi, hava basıncıyla havada duran, yüksek
gerilimli bir kum aş kubbenin altında, devasa bir plaj topu gibiydi.
Binalar yeraltı sığınaklarına benziyordu, özellikle Meclis'in toplandığı
kaba hipodrom. Asker taşıyan zırhlı araçlar dum anlar çıkararak dar
sokaklardan hızla ilerliyorlardı. Askerler durup insanlarla kavga çı­
karmak istermiş gibi rastgele sataşıyordu. Hysan haklıymış. Pelerinli
olduğumuz için memnundum.
Hipodroma yaklaşınca bizi çevreleyen Koçlular kalabalığı azal­
maya başladı. Zodyak'ın her yerinden insanlar Meclis oturum unu
izlemek için gelmişlerdi. Balık'tan gelen örgü gümüş peçeli mistikler
gördüm. Levlan kıyafetlerinin içindeki koyu renk saçlı Yaylılar bana
Nishi yi hatırlatıyordu. Zeytin tenli Başaklılar, sarışın Terazililer ve
İkizlerli m inik çiftler... Her sokak köşesinde, üniformalı Koç askerleri
nöbet tutuyordu.
Hipodrom barikatlarla kapatılmıştı. Etrafımızdaki insanlar bomba
tehdidinden bahsediyordu. Büyükelçiler ve em rindekiler, bomba
imha ekipleri binayı tararken bir yeraltı sığınağına götürülm üştü.
Herkes bu olaya şaşkınlıktan ziyade şüpheyle yaklaşıyordu,
sanki Meclis sık sık böyle saldırılar yaşıyormuş gibi. Sonra bir anda
annemin bu oturum larla ilgili bir şeyler anlattığını hatırladım. Meclis
toplantılarının bir zaman kaybı olduğunu çünkü büyükelçilerin bir­
likte iyi çalışm adıklarını söylemişti. Sistemin yozlaştığını, bölgelerin
elden ele geçtiğini, tarafların kavga edip durduğunu ve rüşvetlerin
ödenm ediğini anlatm ıştı.
Görünüşe göre derslerimizin bittiği on sene içinde her şey daha
da kötüye gitmişti.
"Bir sü rü asker var, Zodai M uhafızları nerede?" diye sordum
Hysan'a.
"C unta gücü ele geçirdiğinde, Koçlu Zodailer ötekileştirildi.
Hatta ev hapsinde yaşayan General Eurek bile bir kukla liderden
başka bir şey değil. Ordu kendi astrologlarını çalıştırıyor. Savaşan
çeteler de öyle yapıyor."
"Savunucu E urek'i ziyaret edebilir miyiz?"
H ysan T arayıcıya fısıldadı ve gözlerinin önünde küçük bir
hologram belirdi. Bu, koyun derisinden kesilmiş gösterişli cüppeler
içindeki tombul bir adamın m inyatür görüntüsüydü. Sanki bir za­
manlar bir vücut geliştiriciymiş de kasları eriyip işe yaramaz deri
yığınına dönmüş gibiydi. Hysan hologramı çevirdi, böylece adamın
yüzünü görebildim.
"Bu Albos Echus, Koç büyükelçisi. Daha ziyade generallerin
sözcüsü gibi. Onunla tanışabilirsin ancak General Eurek kimseyi
kabul etmez."
Bizi terk ettiği sene, Stanton'ın onuncu doğum gününde, annem
bana bir kolye vermişti. Bu bana verdiği, babamın bana vermesi için
alıp anneme vermediği tek hediyeydi. Gümüş renkli bir denizatı
k ılın ın üstüne, her biri Zodyak H aneleri'nin kutsal sembollerini
taşıyan on iki narstiridye incisi geçirmişti.
"Aynı evreni paylaşıyoruz ancak farklı dünyalarda y a şıy o ru z/'
derdi sık sık.
Fakat, her ne kadar hanelerin farklılıkları üstüne ısrar etse de,
Zodyak'ı hiçbir zaman aynı kolyenin eksenine kapılmış çok renkli
inciler olarak görmedim. Hepimizi tek bir kolye olarak gördüm. Her
incinin amacı vardır ve diğer incilerinkinden daha önemli değildi.
Her inci bütünün güzelliğini ve birlikte bir kolye olduğumuz temsil
ediyordu.
Bunun kulağa ne kadar safça geldiğini anlamam için bu yolcuğu
yapmam gerekiyormuş, bunun için utanıyordum. Annem haklıymış:
Ziyaret ettiğim her hane kendi başına ayrı bir yapı olarak hareket
ediyordu, Yengeç bile böyle işliyordu. Sadece daha önce böyle ol­
duğunu bilmiyordum. Genelde kendim izi büyük bir bütünün bir
parçası olarak görmezdik.
Ancak şimdi, tüm hanelere hitap edip onları bütün kolye oldu­
ğum uza ikna etm enin bir yolunu bulm ak zorundaydım . Her inci
önemliydi. Evrenim izdeki bir yıldızın başına gelenler diğerlerini
etkileyebilirdi ve etkiliyordu da.
Bu O phiuchus'un bize karşı elinde tu ttu ğ u kozdu: Biz birbi­
rim ize güvenm ediğim iz sürece, incilerin tek tek koparılm ası çok
daha kolaydı.
26

Köye vardığım ızda tasmalarımızı çıkarm ak zorunda kaldık. Burası


siyah bir duvarla kaplıydı ve muhafızlar tek girişe barikat kurm uştu.
Onlara görünm eden içeri sızamazdık.
Kimliğimizi derhal ispatlamamız istendi. Koçlu bir asker parmak
izlerimizi almak için küçük bir ekran uzattı. Diğer askerler kir pas
içindeki kıyafetlerimize kaşlarını çatarak baktılar.
Hysan başparm ağını ekranın üstünde gezdirdiği anda, yüzünü
gösteren bir hologram yükseldi ve altında Hysan Dax, Terazi Hanesi,
D iplom atik Elçi yazıyordu. Bunun yanı sıra astrolojik parm ak izi,
doğum tarihi, eğitimi ve göremediğim başka bilgiler vardı. Sonra
M athias aynısını yaptı. Kutupyıldızı M athias Thais, Yengeç Hanesi,
Kraliyet D anışm am . Sonra ben. Ana Rhoma Grace, Yengeç Hanesi,
Savunucu.
Askerler merakla bana baktılar.
"Teşekkürler," dedi Hysan her biriyle y u m ru k tokuşturm ak
için uzanırken. Çekildiğinde, askerlerin ellerindeki altın parıltılarını
göz ucuyla yakaladım ve her biri galaktik altınlar gibi görünen bir
şeyleri ceplerine soktular. Sonra Hysan elimi tutup beni aceleyle içeri
çekti, M athias da çok yakından bizi takip ediyordu.
Duvarın diğer tarafındaki Uluslararası Köy güneş sistemimizin
daha küçük bir versiyonuna benziyordu. Köy yuvarlak bir yerdi
ve bir saat gibi on iki büyükelçiliğe ayrılmıştı. Merkezde yiyecek
ve Zodyak'm her yerinden gelen eşyaların satıldığı bir hanelerarası
pazar vardı.
Her hanenin görünüşü, stili ve çalışma şekli öyle çeşitliydi ki
etkisi baş döndürücüydü. Burayı mukayese edebileceğim tek yer her
bölümün farklı bir temasının olduğu bir lunaparktı. Büyükelçilikler
bağımsız toprak statüsündeydi ve Koç yönetimi altında değillerdi.
Terazi bölümüne geçiverdik. Binaları düzgün duvarlı, silahlı bir
kale ve etrafları gözetleme kameraları ve Kraliyet M uhafızları1ndan
Zodailerle çevriliydi. Öbür tarafımızda Başak vardı. Yuvarlak, altın
renkli büyükelçilik binası bir kovana benziyordu ve yuvarlak girişi,
binanın önündeki renkli bir meyve-sebze bahçesine açılıyordu.
Mathias önde ilerliyordu, peşinden koşmaya başladım. İkimiz
de Yengeç Deııizi'nin çağrısını hissediyorduk.
Önünde gerçek aslanların dolaştığı, iki tanesinin iri bir dilim
çiğ et parçası kemirdiği, yüksek bir tiyatro evi şeklinde tasarlanmış
Aslan büyükelçiliğini koşarak geçince Dördüncü Hane yi gördük.
Yengeç büyükelçiliği bir ada malikânesi gibi görünüyordu: Tek bir
bina yerine her biri kum ve deniz kabuklarından inşa edilmiş çok
katlı dört k ır evimiz vardı ve her biri hafif perdelerle süslenmişti.
Kalymnos'taki evim gibi, diye düşündüm. Soluk soluğa kalmıştım.
Dört kır evinin etrafından dolaşıp tüm büyükelçiliğin çevresinde
bir korum a bariyeri oluşturacak şekilde geniş bir su akıntısı, Yengeç
Denizi'nden gelen bir yılan gibi akıyordu. A kıntının üstünde köprü
işlevi gören bir tahta vardı ancak kraliyet muhafızlarımızın iki üyesi
gece sebebiyle tahtayı çekiyordu. Yüzlerini Oceon 6'dan tanıyordum.
Onları buraya savunuculuk yeminimi ettiğim gece göndermiştim.
"VVestky! Bromston!" M athias iki K utupyıldızına seslendi ve
adamlar yapm akta oldukları şeyi bıraktılar.
"Kutupyıldızı Thais!" diye seslendi biri, Mathias'ı tanıyarak.
"Kutsal Ana yanınızda mı?"
M athias'ın peşinden nefes nefese koşarak gelip, "Evet, burada,"
dedim. Yüzüme bir gülüm sem e yayıldı. Sonunda evim deydim ...
yani, öyle sayılırdı.
Kutupyıldızları tahtayı geri koydu ve karşıya geçtik. İlk kır
evinin giriş katı ışıkların yandığı tek yerdi, içeri girdik. Kapı olma­
dığından bu oldukça kolay oldu. Hızlıca baktıktan sonra gördük
ki hiçbir k ır evi ilk katta bir m ahremiyet sağlamıyordu. Kapılar ve
duvarlar üst katlara m ahsustu.
Girdiğimiz lobi bekleme alanı olarak tasarlanmıştı. Odanın yarısı,
her birinin üstünde haberleri kontrol etmek ve mesajlar göndermek
için ayrılm ış büyükelçilik Dalgaları bulunan ham aklar ve sallanan
sandalyelerle doluydu. Diğer yarı ise tuzlu suyla dolu bir yüzm e
havuzuyla kaplanmıştı.
Buradaki tek kişi, çalışma masasına benzeyen bir masada oturan
adamdı. Yaklaştığımızda hologram olduğunu fark ettim.
"Ben Kutupyıldızı Mathias Thais," dedi Mathias yaklaştığımızda.
"Kutsal Ana yanımda. Amanta ve Egon Thais'i arıyoruz."
Holografik adamın gözleri büyüdü. Bedenimde dolaştılar. Sonra
Hysan'a döndüler. "Terazili kim?"
" O ..."
"Diplomatik elçi Hysan Dax," dedi Hysan, M athias'ın cevabını
keserek.
Bu cevap M athias'ı öfkelendirm işti. "Bize yolculuğum uzda
şoförlük yapıyor," diyerek konuya bir açıklama getirdi. "Ailemin
nerede olduklarını biliyor m usun?"
Hologram başını salladı. "Gece kapanışını yapıyordum. Hologramı
üç num aralı evden yansıtıyorum . Aileniz bir kat yukarıda. Onlara
burada olduğunuzu haber vereyim."
Hologram kayboldu. Saniyeler sonra, iki kişi bize doğru koşup
kollarını Mathias'a sardılar.
Hysan ve ben bir adım geri atıp biraz baş başa kalm alarını
sağladık. Ailemin olmayışı birden bire fiziksel acı gibi canımı yaktı.
Tüm bu yolculuk boyunca güçlü olmaya, görevime odaklanm aya,
kendi ihtiyaçlarımı bir kenara koymaya çalışmıştım... Ancak gerçek
şu ki hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Belki babama ve Stanton'a
Dalgayla ulaşmayı deneyebilirdim. Şimdi onlara ulaşmanın bir yolu
olabilirdi.
M athias ailesini getirip benimle tanıştırdı. Gözleri çember ha­
linde kızarm ıştı ancak gülüm süyorlardı ve eğilerek selam verdiler.
"Kutsal Ana."
"Lütfen, eğilmenize gerek yok," dedim ellerine dokunm ak için
uzanırken. "Ve lütfen bana Rho deyin."
M athias'ın yüz hatlarını çoğunlukla uzun, solgun ve sarışın
annesi Amanta'dan aldığı açıktı. Dalgalı siyah saçları babası Egon'dan
gelmiş. Oğullarını gördükleri için kelimelerin ifade edemeyeceği öl­
çüde sevindiler... ancak görmezden gelmenin imkânsız olduğu derin
bir üzüntü de vardı. Saldırıda kızlarını kaybetmişlerdi.
Gözleri H ysana döndüğünde, Hysan, "Ben şoförüm," dedi.
Dönüp konuşan gerçekten o mu, em in olm ak için bir daha
bakmam gerekti. Sesindeki o büyüleme girişimi yoktu, yüzünde her
zaman orada olan o aydınlık da yoktu.
Gözleri benimkilerle buluşunca her zamanki canlılığını tak ın ­
maya çalıştı ancak zorlama olduğu anlaşılıyordu. İlk kez, etkileyici
olamıyordu. "Geç oldu, gidip Terazi büyükelçiliğinde kalacak yer
bulmalıyım. Yarın görüşmek üzere, Leydim."
"Burada kala..."
"Kalmasam daha iyi." Lobiden çıkar çıkmaz, gözden kayboldu.
Tasmasını takm ış olmalıydı.
Mathias'ın ailesi bizi odalarına götürdü. Mathias yolculuğumuzun
başlıklarını anlatırken benim zihnim Hysan'a odaklandı. Çocuklu­
ğunda kâbus gördüğünde ona kim in sarıldığını merak ediyordum.
Seyahatlerinden döndüğünde evde onu kimin beklediğini. İnsanlarını
düşündüğünde kim in y üzünü gördüğünü...
Yengeçliler olarak sevdiklerimizle ilgilenmek en büyük önceli­
ğim izde A nnem in gidişi tüm çevremizde şaşkınlıkla karşılanm ıştı.
Yengeç'te dağılan ailelere nadiren rastlanırdı. Kaçak anneler ise
duyulm am ış şeydi.
Ancak yanım da Stanton ve babam vardı. Yapayalnız kalm anın
nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemiyordum.
"Ailem tekrar yerleşime yardım ediyorlar/' dedi Mathias, ailesi
yattıktan sonra. Ben misafir odasında kalıyordum ve M athias da
çalışma odasında uyuyacaktı ancak şim dilik ikimiz de odam daki
hamağa yatmış, konuşuyorduk.
"Diğer hanelerle geçici konaklama ve gıda için müzakere edi­
yorlar. Babam bir yetim hane kurm aya çalışıyor."
Bir yetimhane. Hysan'ın robot Bayan Trii tarafından yetiştirildiği
yer bir yetim hane miydi? Yengeçli ve Başaklı çocuklardan oluşan
nesiller, Ochus un saldırısından sonra bir yetimhanede mi yetişecekti?
"Rho?"
M athias'ın derin, rahatlatan sesi beni kendime getirdi. "Üzgü­
nüm." Yüzümde küçücük bir gülümseme yarattım . "Hayatım öyle
uzun zam andır tepetaklak ki aile veya bir yatak odasında uyum ak
gibi şeyler çok yabancı geliyor."
"Ne demek istediğini anlıyorum ," dedi siyah bir bukle gözünün
üstüne düşerken. Zodai stili kesilmiş saçı uzamıştı.
Amanta kıyafetlerimizi temizleyiciye koydu ve uyurken giye­
bileceğimiz eşyalar ödünç verdi. Ben Egon'un eski gömleklerinden
birini giyiyordum, dizlerim in biraz üstünde bitiyordu ve yakaları
da omuzlarıma düşüyordu. M athias'ın altında eşofman vardı ve üstü
çıplaktı. Ne zaman hareket etse göğsündeki ve kollarındaki çizgiler
kaybolup tek ra r beliriyordu ve sanki ten in in altındaki kasların
hareket ettiğini görüyordum .
M athias'ın bedenine dokunm a isteğim, düşüncelerim den daha
g ürü ltü lü bir hale geldiğinde, "Dalganı alabilir miyim?" diye sor­
dum. O phiuchus'un alıştırma efemerisime ulaşması ihtim aline karşı
benim ki hâlâ kilitliydi.
M athias'ın Dalgasını kullanarak babama ve Stanton'a ulaşmaya
çalıştım ama ulaşamadım. Muhtemelen Dalgalarını kaybetm işlerdi
ancak yine de onları hattın diğer tarafında görm eyi um m aktan
vazgeçmiyordum. "Yarın büyükelçiliğe sorup yerlerini öğrenmeye
çalışacağım," dedi Mathias sakinleştiren sesiyle.
"Teşekkürler." Sonra Nishi nin İzcisine ulaşmaya çalıştım ancak
cevap vermedi. Beni kimse M athias'la yalnız kalm aktan, M athias'ın
kaslarından ve M athias'ın sessizliğinden kurtarm ıyordu.
Daha önce sırayla duş aldık. Bedenimde ve saçlarımda tekrar
gerçek suyun aktığını hissetmek harikaydı. Buklelerimi kuruttuğum
sırada, çizmelerindeki çamuru temizledi ve şimdi, tüm itirazlarıma
rağmen, benim çizmelerimi temizliyordu. Dikiş yerlerindeki çamuru
kazırken çattığı kaşlarıyla çok ciddi görünüyordu. Ellerinin dikkatli
hareketi suçluluk duygusuyla canım ın yanmasına sebep oluyordu.
Başak a ulaşm adan önce Hysan'la beni bastığında, bana kim
olduğum u hatırlam am ı söylemişti. Hâlâ kim olduğum u çözmeye
çalışıyor olsam da zaten bildiğim şeyler vardı. Mesela yalancı olma­
dığımı biliyordum ve sırları sevmiyordum.
Hysan'ın M athias'ın eşyalarını karıştırdığını M athias'tan sak-
lamamalıydım. Çok önemli bir şey olduğundan değil, zira Hysan'ın
hiçbir şey çalm adığına em indim , ben böyle biri olm adığım dan
saklamamalıydım. M athias yolculuğum uzun başından beri pelerin
tasm alarını reddetm ekte haklıydı. Savaşmak zorunda kalabilirdik
ancak ne uğruna savaştığımızı aklım ızdan çıkaram azdık.
Yengeç değerlerimizi kaybedersek Yengeç için nasıl savaşırdık?
"Rho, Meclis'teki konuşm anda," dedi M athias zaten temiz ol­
masına rağmen çizmemin burnunu silmek için duraklayarak. "Belki
de Ophiuchus'tan bahsetmesen daha iyi olur."
Kafamdaki her şey, düşüncelerim e kadar dondu. "Ne demek
istiyorsun?"
Çizmeyi çevirip topuğa baktı. "Büyükelçileri ikna etmek zor
olacak. Bence şim dilik sadece ispatlayabileceğin şeylere tutunsan
daha iyi olur."
Sanki biri ışıkları söndürm üş gibi oda karardı. "Bana inanm ı­
yorsun. Hâlâ. Başak'tan sonra, tüm o gördüklerinden sonra."
"Psişik saldırı hakkında konuş/' dedi yalvaran bir ses tonuyla.
"Gem inin seyir defteriyle bunu kanıtlayabilirsin, Moira da sana
destek olacak. Neden lüzum yokken bu çocuk hikâyesini devreye
sokasın ki? İnsanların duym azdan geldiğini biliyorsun."
M athias'ın benden yalan söylememi istediğine inanamıyordum.
Hysan hakkında söylediği onca şeyden sonra şimdi onun gibi davran­
mamı söylüyordu. İnsanlarım a onların iyiliği için yalan söylememi
istiyordu.
Yemin töreninin olduğu gün, N ishi'nin Ophiuchus teorisiyle
yanım a geldiğini hatırladım. Bir an için ciddiye alınm ak için Oc-
hus'tan danışm anlarım a bahsetmemeyi düşündüğüm ü hatırladım.
Sonra Leyla'nın söylediklerini, Agatha'nın teşvikini ve Nishi'nin
bağlılığını hatırladım ve neden yalan söyleyemeyeceğimi bir kez
daha anladım: Yalan söylersem yolumu kaybederdim.
"Konuş lütfen," diye fısıldadı Mathias. "Aynı fikirde olmadığında
üzülüp susamazsın."
Konuşmak istiyordum ancak öfke yine göğsümde birikm eye
başlıyordu. M athias bana hâlâ güvenmiyordu. A nlattığım gerçekleri
teyit edemiyordu çünkü benim gördüklerimi görmemişti. Thebe ya da
Başak için uyarıları da görmemişti. İki seferinde de haklı çıktım ancak
Ophiuchus hakkında haklı olduğumu görmeyi hâlâ reddediyordu.
Öfke güçsüz bir hiddet halinde boğazımı tıkıyordu. Mathias'a
haklı olduğumu ispatlamak için şu anda efemerisi açıp Ochus'u bu­
raya çağırmak dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
"Rho." M athias botlarımı bırakıp yere, önüme diz çöktü. "Sana
hizm et etm ek için yaşıyorum. Biliyorsun bunu. Sadece daha güçlü
bir konuşma yapmana yardım etmeye çalışıyorum. Ben de haneleri
yanım ızda görmek istiyorum."
"T eşekkür ederim ," dedim ellerinden tu tu p onu kaldırarak.
"Sadece biraz uyumam gerekiyor."
"Elbette, gideyim," dedi sesi biraz üzgün çıkm asına rağmen.
Ben de bu üzü n tü yü hissettim ve farklı şartlar altında, bu gecenin
çok daha farklı geçebileceğini de fark ettim.
"Bir şeye ihtiyacın olursa, çalışma odasında olacağım."
Mathias gittiğinde, karanlıkta uzun zaman uzandım. Bana inan­
maması onun suçu değildi. İnanmaya çalıştığını biliyordum. Sadece
bu denli tu h af bir şeye, görünüşüne aldanıp inanm ak doğasının her
zerresine aykırıydı. Şimdiye dek, şüpheciliği beni rahatsız ediyordu
ama sadakati yeterli olmuştu.
A rtık yeterli değildi.
Başımıza gelen onca şeyden sonra Ophiuchus'un var olduğuna
haneleri ikna etmek elimdeki tek seçenekti. Eğer iddiamı savuna­
mazsam Zodyak kıyamete sürüklenecekti. M athias'ın bana güven­
mek için sebep bulamadığı gibi, ben de onu affetmek için bir sebep
bulabileceğimden emin değildim.
Çünkü ne kadar önemsersek önemseyelim, ne kadar çalışırsak
çalışalım, karşıt taraflarda yer alıyorduk.

♦ ♦ ♦

Ertesi sabah köyden ayrılıp Meclis'in toplandığı hipodroma gittik.


Şehir büyük, kalabalık ve düzensizdi. Dünkü bomba tehdidi her
şeyi iptal ettirm işti. Büyükelçilerin gece boyunca sığınakta kalm ak
zorunda kalm alarına sebep olmuştu, yani büyükelçilikteki Yengeç
temsilcisiyle görüşememiştik. Onunla şimdi görüşmeye çalışıyorduk.
Vardığımızda, Mathias'ın ailesinin görev yerlerine gitmeleri gere­
kiyordu ancak bir gelişme olur olmaz onları bulacağımız konusunda
anlaştık. Bir saatimizi ön masadaki görevlilerle, Meclis gündem ini
kim in belirlediği hakkında tartışıp onları bugünün program ında
bana da bir yer ayırm aya ikna etm ekle harcadık. Önce ısrarla,
hiçbir şekilde ayarlanamayacağını çünkü program ın tamamen dolu
olduğunu söylediler. İşim izin acil olduğuna ikna ettiğim izde bir
dizi izin almak zorunda olduklarını ve her birini alm anın çok uzun
süreceğini iddia ettiler.
Her yanda askerler kalabalığın içinde yürüyordu, tüm şüpheli
kişi ve eşyaları sorguluyorlardı. Dünkü bomba paniği herkesi ger­
ginleştirmişti.
"Yapabileceğim bir şey var mı, Leydim?"
Hysan'ın sesiyle gülüm seyip birden döndüm. Sadece on yedi
yaşında olmasına rağmen, gedikli bir diplomatın tüm yeteneklerine
sahipti. Görevlilerle tartıştığı sırada, hipodroma göz attım: Hipodrom
tam ortasında hiçbir yere bağlı olmayan devasa bir parlak çelik küre
bulunan bir küp şeklindeydi. Küre beton bir kutuda saklanan küçük
bir metal gezegene benziyordu.
Küpün zemin katındaki kabul salonundaydık ve başımı kaldır­
dığımda devasa kürenin alt yüzünün üstüm üzde şiştiğini gördüm.
Kürenin etrafında, yakut camdan yapılmışa benzeyen yarı saydam
bir boru küreyi sararak görebildiğim en uzak noktaya kadar sürü­
yordu ve hareketli bir merdiven sayesinde insanları kürenin katlarına
götürüyordu.
"Kürenin içinde ne var?" diye sordum M athias a.
"O arena küresi. Meclis burada değilken, yerliler küreyi holog­
rafik güreş maçları için kullanırlar. Bu, burada büyük bir sektör."
Bunu Dalga'da daha önce görm üştüm . Yarışmacılar hologram­
larını hayali y aratık ların görüntüleriyle değiştirip; uçan atların,
gargoylların7 ve üç başlı köpeklerin şeklini alıyorlardı. Teknoloji,
İkizler'in H ayalhanesi'ndekine oldukça benziyordu.
Yakınım ızda holografik bir haber bülteni vardı, M athias'la
birlikte bültene doğru koştuk. Haber görüntüsü Yay uydusunda,
Yaylı işverenlerine karşı ayaklanan ve iş yerlerinde dini ritüellerini
yapabilme haklarını isteyen A krepli göçmenleri gösteriyordu. Yay­
lılar son derece toleranslı bir toplum olduğundan A krepliler ne tarz
ritüeller yapm ak istiyorlar diye merak ediyordum.
Yay pek çok yaşanabilir gezegeni olan büyük bir takım yıldız
olduğundan, Nishi ve ailesinin savaştan uzak olduğunu umuyordum.

7 M im aride, çatıda biriken suları tahliye etmek için binaların kenarlarına yapılan
grotesk biçimli ö ğ eler (ç.n.)
Yengeç konusunda hiçbir şey duymadık ancak Başak'tan, Tethys'in
kavrulm uş çölü hakkında bir haber vardı. Bir zamanlar iğne şehrin
yükseldiği yerde şimdi bir krater, simsiyah bir yara gibi, dumanı
tüten enkazla doluydu.
Haberden öğrendiğimiz kadarıyla yangın zapt edilmişti ancak
gökyüzü güneş ışığını engelleyen küllerle doluydu ve oksijenin çoğu
yanıp gitmişti. Zodailer gezegenin yüzeyinde sert bir kış öngörüyordu.
Yıllar boyunca m ahsul alınamayacak, tüm evreni kapsayan gıda
kıtlığı yaşanacaktı. Sağ kalanlar Başak'ın daha küçük gezegenlerine
aktarılm ıştı, oralarda da şu andaki en büyük problem aşırı kalaba­
lıktı. İmparatoriçe Moira yoğun bakımda tutuluyordu.
Başak'taki yardım çığlıkları, ön masaya dönüp Hysan'a bakmaya
geldiğimizde hâlâ kafamda yankılanıyordu.
"Sonunda temsilcinizle görüşmeyi kabul ettiler. Büyükelçi Sirna
yolda." Yeşil gözleri benimkilere kilitlenip kısıldı. "Ne oldu?"
"Ne olmadı ki?"
"H âlâ h ay attayız ve d u ru m u m u zd a n şikâyet edebiliyoruz,
Leydim." Dudakları o çarpık sırıtışıyla büküldü. "Bu da bir şey­
dir." Durum ne kadar karanlık olursa olsun, Hysan her zaman ışığı
bulabiliyordu. Bu, en sevdiğim huyuydu.
Yanımıza geldiğinde Sirna'nın Yengeçli yüzü içimi sanki biri
bana sarılmış gibi ısıttı. Sirna otuzlarında, siyah saçlı, abanoz tenli,
deniz mavisi gözlüydü ve Yengeç'in resmi kıyafetini; uzun, dalgalı
bir etek ve etekle tamamen uyum lu, dört kutsal güm üş ayı taşıyan
bir ceket giyiyordu. Yaklaştığımızda, gülümsemediğini fark ettim.
"Saygıdeğer Savunucu, sonunda tanıştık."
Ellerine dokundum ve arkadaşlarımı tanıştırdıktan sonra, "Uzun
sessizliğiniz aklım ızı karıştırıyor. Halkım ız evimizde size böylesine
çaresizce ihtiyaç duyarken, buradaki varlığınızı anlayamıyoruz," dedi.
Ağzımı açtım ancak M athias lafımı kesti. "Büyükelçi, savunu­
cum uzun evimizden daha çok olmak istediği bir yer yok. Buraya
tüm haneler için acil bir mesajla geldi."
"Sınıf arkadaşınızın yaym akta olduğu mesajın aynısı mı?" Sir­
na nin bakışları keskinleşti. "Tüm haber ağlarına gönderdiği videoyu
gördük. Grubunuzun okul kampuslarını dolaşıp konserlerinizi çocuk
hikâyesi Ochus'un hakkında söylentiler yayarak daha fazla takipçi
toplam aya çalışırken kullandığınızı biliyoruz. H isteri yaratm ak
niyetinde misiniz? Hanemizdeki onca acıdan sonra başımıza gelen
trajediyi kendi bireysel tarikatınızı yaratmak için mi kullanacaksınız?"
Bu suçlama karşısında öyle şaşkındım ki bir sonraki nefesimi
güçlükle aldım, cevap veremedim. Hysan atlayıp otoriter bir tavırla
sesini kalınlaştırdı: "Büyükelçi, Savunucu1nuz Meclis'e konuşacak.
Lütfen ayarlayın."
"Evet, lütfen," dedim incecik sesimle. "Hayati önem taşıyor."
Sirna ne kadar istese de, doğrudan bir büyükelçi savunucu­
sundan gelen emri reddedemezdi. Sirna görevlilere y ürüdü ve beni
bugünkü planın bir yerine bir şekilde yerleştirmeyi başardılar. İki
saatten az konuşacaktım. Küçük bir zafer kazanm ış olsak da pek
öyle hissetm iyorduk.
Ayarlamalar yapıldığında Hysan, "Terazi temsilcisiyle buluşmam
gerekiyor. Meclis'te görüşürüz, Leydim," dedi. Beni selamlayıp gitti
ve göz teması kurm ayışının kasıtlı mı yoksa kafasının meşgul olma­
sından mı kaynaklandığını.
Sirna bizi devasa k ü ren in bir alt katındaki ofisine götürdü.
"Burada bekleyebilirsiniz," dedi. "Başka işlerim var."
"Yengeç'ten gelen son haberler nedir?" diye sordum.
"Her gün daha da kötüye gidiyor." Tavırlı bir selamdan sonra
Sirna komite görüşmesine gitti ve ben ofisin ortasında ayakta, ağ­
zım sözleri ve zorlanm adan ortaya koyduğu acımasızlığıyla açık,
kalakaldım .
Bodrum kattaki soğuk ve temiz ofiste pek az mobilya vardı. İki
tane bank, bir masa ve bir tuzlu su akvaryum u vardı. Kapının hemen
dışında iki asker nöbet tutuyordu. M athias odayı izleme cihazlarına
karşı taradı. "Güvenli değil," diye fısıldadı. "Sırf bu odada en az bir
düzine casus aygıt var."
"O zaman konuşmayız." Akvaryum daki m inyatür denizatlarını
izleyip sonra Sirna'nın sert çelik banklarından birine oturdum .
"Meclis'te ne söyleyeceğimi düşüneceğim. Sen de aileni bulup nerede
olduğumuzu söylemelisin."
Yüzünü astı. A rtık hiç gülümsemiyordu. "Seni yalnız bırakm a­
mayı tercih ederim."
"Git," dedim. "Onlara haber vereceğimizi söyledik. Başımı belaya
sokmak için dönmeni bekleyeceğim."
İsteksiz bir hom urtuyla hemen döneceğine söz vererek odadan
çıktı. Az sonra, neredeyse hiç ses çıkarmaksızın, kapı açıldı ve Sirna,
daha ağzımı açamadan susmamı işaret ederek içeri girdi.
Yakasında, boynunun hemen dibinde mavi, midye biçiminde
iğneli bir broş vardı. Broş parladığında, bunun Sirna'nın Dalgası
olduğunu fark ettim. Sonra, kol ağzından gümüş bir küre çıkarıp
havaya attı. Küreden iki kanat çıktı ve odanın içinde, bir kum çe­
kirgesi gibi ses çıkararak uçuşmaya başladı.
"Ofisim her zaman izleniyor," diye fısıldadı. "Ancak bu karıştırıcı
davetsiz gözleri birkaç dakikalığına kör edebilir."
Bir süre küçük karıştırıcının odanın içindeki vızıltısını izledi.
Sonra çevik mavi gözleri bana döndü. "Hanemizi neden terk ettiniz,
Savunucu?"
Sorusu bir tokat gibi patladı ve gaddar bakışı kendimi küçük bir
kız gibi hissetmeme sebep oldu. "Bir cevap hazırlasanız iyi edersiniz,"
dedi. "Çünkü buradaki pek çok insan bunu soracak."
Sesime Hysan'ın daha önce S im ayla konuştuğunda yaptığı gibi
bir otoriterlik aşılamaya çalıştım. "Neden geldiğimi biliyorsun."
"Ay enkazının oluşturduğu halkanın okyanus akıntılarım ızı
değiştirdiğini biliyorum," dedi Sirna her sözcüğü neredeyse suratıma
tıslayarak. "Devasa yer değiştirm eler görüyoruz. Denizdeki besin
zinciri her seviyede çöküntüye uğruyor. Gezegenin çekirdeğine doğru
başka kaym alar da var. Başka tsunam iler. Bir boşaltm a işlemine
başlamak zorunda kaldık... gezegen çapında."
Son sözcükleri beynim deki boşluk denizinin üstüne çıktı.
Gezegen çapında.
Yengeç'ten Zodyak'ı k u rtarm a k için ayrılm ıştım ... ve şimdi
evim ölüyordu.
"Sadece en büyük şehirlerimiz hâlâ suyun üstünde. Adalar ve
deniz seviyesinin altındaki gruplar battı."
"A... Ailem?"
"Aileniz mi? Umarım tüm nüfustan bahsediyorsunuzdur, Kut­
sal Ana. Savunucu olarak siz tüm Yengeçlilerin Anasısınız, yoksa
unu ttu n u z mu?" Gürültüyle nefesini verdi ve dudaklarını büzerek
karıştırıcıya baktı.
Kalbim Sirna nin sessizliği boyunca durup kaldı.
Daha yum uşak bir sesle, "Babanız ve ağabeyiniz kayıplar. Üz­
günüm , Savunucu," dedi.
27

Kayıp m ıydılar ?
Onları daha yeni bulm uştum . B ulunduklarından beri, henüz
gidip onları görmeye fırsatım bile olmamıştı. Nasıl tekrar kaybolmuş
olabilirlerdi?
Kalbimin boyutu sanki iki katına çıkmıştı, kaburgalarım onu
tutm akta zorlanıyor gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapayıp gözyaşlarıma
engel oldum çünkü S im aya beni aşağılaması için başka sebepler
vermek istemiyordum. Ancak yolculuğumu tetikleyen en önemli şey
babam ve Stanton'm hâlâ hayatta olmaları gerçeğiydi. Eğer ailemin
güvende olduğunu kendi gözlerimle görm eseydim ne Yengeç'ten
ayrılır ne de Ochus'u uzaklaştıracak gücü kendim de bulabilirdim.
Evim, onlar olmadan nasıl evim olabilirdi ki?
Oceon 6'da kaldığım ilk gece nasıl hissediyorsam , yine öyle
hissediyordum: Terk edilmiş. Merkezsiz. Yalnız. Sanki bir kez daha,
sahip olduğumdan fazlasını vermem istenmiş gibiydi. Ancak bu kez,
tehlikede olan sadece Yengeç değildi. Tüm Zodyak tehlikedeydi.
"Daha b ü y ü k bir problem im iz var," dedi Sirna sanki ailem
uzun bir listedeki küçük bir maddeymiş gibi. "Crius sizi buradaki
görevlerim hakkında bilgilendirdi mi?"
Birkaç kez gözlerimi kırptım , acının içimi doldurmasına biraz
daha müsaade ettim ve Nishi'nin sözleri bir anda zihnimde canlandı:
Acını bir duvarın ardına saklamadan önce hissetmende sorun yok.
Nishi'yi düşünm ek beni neredeyse gülümsetecekti. Bana hâlâ
vazgeçmediğini hatırlattı. Şimdi Yay'da da sorunlar olmasına rağmen,
o da ailesini görmek için evine dönmemişti. Hâlâ oralarda bir yerler­
deydi, hâlâ benim için savaşıyordu. Davamız için. Galaksimiz için.
Şimdi darmadağın olamazdım.
"Siz büyükelçimizsiniz," dedim koltuğumda doğrularak, sesim
canlı ve dengeliydi. "Meclis'te çıkarlarım ızı temsil ediyorsunuz."
Sirna tekrar konuşmadan önce benim konuşm am daki farklılığı
değerlendirdi. "Demek ki Crius size anlatmamış." Suratını asarak
kollarını bağladı. "Sizi bizzat eğitmek zorunda kalacağım. Ancak
öncelikle, birazdan söyleyeceğim şeyleri hiç kimseye açıklamayaca­
ğınıza dair, annenizin üstüne yemin etmelisiniz."
"Yemin ederim."
Bana doğru eğilip fısıldadı. "Yengeç Gizli S ervisinde bir grup
ajanı yönetiyorum. Ajanlarım Koç'un Phobos gezegeninde toplanan
gizli bir orduyla ilgili bilgileri ele geçirdi."
Yengeçli casuslar düşüncesi hâlâ ilginç olmaktan ziyade komikti.
A klını yok oluşumuza takm ış ölümsüz bir savunucu varken, gizli
gizli konuşan insanlar çetesi hakkında kaygılanmaya vaktim yoktu.
"Ordudan m ordudan haberim yok. Benim görevim Meclis'i Ophiu­
chus hakkında uyarm ak."
"Of, büyüyün artık!" diye bağırıp ayağa kalktı. Ben de sıçra­
dım ve birbirim izin yüzüne baktık. "Bir ordunun bir çocuk masalı
canavarından çok daha fazla yıkıcı olabileceğini göreceksiniz," diye
hırladı.
"O zaman o canavarla hiç yüz yüze karşılaşm am anızı umarım,
Büyükelçi."
Odadan çıkıp kapıyı çarptım.
Denizimiz karm aşa içindeydi. Halkım ız sürgündeydi. Ağabeyim
ve babam bulunam ıyordu. Bir sersemlik halinde, arena küresinin
muazzam çelik bedeninin altında, insanlara ve tezgâhlara çarpa
çarpa ilerliyordum.
Düzinelerce Koçlu yardımcı koşarak yanım dan geçiyordu, Mec-
lis'in acil işlerini yapıyorlardı ancak benim için sadece gölgeydiler.
M athias yanım da olsaydı bireysel kedere teslim olmamamı tavsiye
ederdi ancak oldukça garip şekilde, şu anda annemi düşünüyordum .
Bugün, yıllardır olduğundan daha yakın gibiydi. Sonuçta, bana
korkularım a inanmayı öğreten kişi oydu.
Daha önce kimseye söylemedim ama annem gittiğinde üzgün
değildim. Özgürdüm.
Babam için, değişim bir gece sürm üştü. Önce sessizdi, sonra
konuşmaya başlamıştı. Benim için, üzüntü sonra başlamıştı. Önce
onu hatırlatacak şeyleri reddetm iştim ; Yarrot'u, M erkezlenm eyi,
yıldızları okumayı... Sonra sanki annemi geri getirebilirlermiş gibi
tekrar onlara sarılmıştım.
Annemi en çok Stanton özlemişti. Annem in ona karşı tavırları
farklıydı. Konu ben olduğumda bir anneden ziyade bir öğretmen
gibiydi ancak Stanton'a arkadaş gibi davranıyordu. İşlerini yaparken
Stanton'm da gelmesini ister ya da sanki Stanton hakem lik yapabi­
lecek bir yetişkinmiş gibi, babamla girdiği kavgaların içine onu da
çekerdi. Durum o noktaya geldiğinde, babam çoğunlukla annem in
kazanm asına izin verirdi.
Gidişinden sonra, Stanton bana annemle ilgili daha önce duy­
madığım hikâyeler anlatmaya başlamıştı. En sevdiği hikâye Hebe
Kasırgasıyla ilgili olandı.
Annem kasırganın geldiğini efemerisinde görmüş. Komşularımızı
uyarmış ve fırtına mahzenimizi temiz su, kurutulm uş yosun ve tıbbi
malzemelerle doldurmuş. Ancak Hebe mercan adamıza vurm am ış.
Sadece birkaç ağaç devrilm iş ve narstiridyeler yıkılm ış. Babam tüm
gün aşırı tepki verdiği için annemle dalga geçmiş.
Annem kendini savunmamış. O sırada bana yedi aylık hamiley­
miş ve babam narstiridyelerini kurtarırken annem kenara koyduğu
tüm malzemeyi uskunasına yüklemiş. Deniz hâlâ iki metrelik dalga­
larla doluymuş ve annem küçük Stanton'ı uskunanın ön koltuğuna
koyduğunda, babam anneme sövüp sayarak ağabeyimin gitmesine
engel olmaya çalışmış.
"Stanton gelmek zorunda," demiş. "Kaderinde bu var."
Böylece Naxos a, on sekiz kilometre ötedeki en yakındaki adaya
doğru yola çıkmışlar. Yıldızlar anneme Naxos un doğrudan bir darbe
yiyeceğini göstermiş ve Naxos darbeyi yemiş. Beş gün boyunca an­
nem ve küçük Stanton, Naxos ailelerinin hayatta kalanları bulmak
için enkazları kaldırm alarına yardım etmiş. Beşinci gün, Stanton
küçücük bir delikten, çökmüş bir mahzene girip hâlâ hayatta olan
bir bebek bulmuş.
Eğer bunu yaşayan kişi ağabeyim olmasaydı, buna asla inan­
mazdım.
Eğer başları şimdi de beladaysa, kader Stanton ve babama, onları
kurtarm ası için birini gönderir miydi? Yoksa yapmakta olduğum şeyi
bırakıp onları bulmaya giden kişi ben mi olmalıydım? Keşke tekrar
bir efemeris kullanabilseydim...
Düşüncelerim in sisinin ötesinde, bana doğru gelen tanıdık bir
yüzün netleştiğini görüyordum. Gözlerime inanam ıyordum .
"Dr. Eusta?"
"Saygıdeğer Savunucu. Sizi vaktinde bulduğum için ne kadar
m utluyum , bilemezsiniz." Mutlu görünm üyordu. Boncuk gibi göz­
leriyle beni izliyordu.
"Burada ne yapıyorsunuz?" Eline dokunm ak için uzandığımda
elim içinden geçip gitti. O hâlâ bir hologramdı.
"Büyükelçi Sirna bizi Meclis'te konuşm akla ilgili planınızdan
haberdar etti. Bunu yapmamalısınız. Hanemize utanç getireceksiniz."
"Ama Doktor..."
"Yengeç galaksinin alay konusu olacak. Acılı halkım ız böyle
bir darbeyi hak ediyor mu?"
"Diğer haneler hiçbir şey hak etmiyor mu?" diye sordum, kan
yanaklarım a hücum ederken. "Sessizlik içinde bekleyemem."
Yüzü öfkeyle büküldü. "Haneniz ağır bir biçimde acı çekiyor
ve Amiral Crius geri dönmenizi emretti. Buraya sizi geri götürmeye
geldim."
Crius un yazılı emrini bana gösterdiğinde sanal belgeye şaşkınlıkla,
gözlerimi kısarak baktım. Crius'un bana emir verme yetkisi yoktu.
O benim askeri danışm anım dı, yani sadece savaş zamanlarında ve
danışm anlarım ın çoğu hayatımın tehlikede olduğuna hükm ettiğinde
benden daha yetkili hale geliyordu. Ancak bu pek doğru gelmedi.
Dr. Eusta yan tarafa baktı. "Başka bir acil durum var. Gitme­
liyim. Ancak bana kulak verin, Savunucu. Meclis'te konuşmayın."
D oktorun hologram ı kayboldu ve sanki derin bir uykudan
uyanm ış gibi gözlerim i k ırp ıştırd ım . M athias önüm de durm uş,
kolumu sarsıyordu.
"Rho, her yerde seni arıyordum . O turum başlıyor. Girm ek
zorundayız."
"Evet," dedim hâlâ biraz başım dönüyordu. "Aileni buldun mu?"
"Evet. Sonra konuşuruz. Gidelim."
Yakut renkli merdiven borusuna girdik. T üpün duvarları her
şeyi kan kırm ızısına çeviriyordu. Sim ayla görüşmemden sonra hâlâ
sersemlemiş durum daydım ve doktorun ziyareti de M athias'ın dün
geceki tavsiyesi de özgüvenimi artırm am ıştı. Hâlâ ne söyleyeceğime
dair bir fikrim yoktu ve kendimden her zaman olduğum kadar emin
değildim.
Birinci kata geldiğimizde M athias beni borunun dışına çıkardı
ve önümüzde yuvarlak bir kapı açıldı. Geniş, yankılı arena küresinin
girişi, bir mücevher kutusu gibi siyah, kapitone kumaşla kaplanmıştı.
Kat kat pürüzsüz krom koltuklar eğimli duvarları çevreliyordu ve
sanal ekranlar, yanıp sönen renkli çerçeveler oluşturacak şekilde
havada hareket ediyordu.
Girdiğimizde, küre neredeyse boş ve korkunç derecede havasızdı.
Kürenin üst yarısının tamamı devasa bir hologram tıpa gibiydi. Sadece
birkaç solgun holografik hayalet tavanın hemen altında süzülüyor,
geçip giden bulutlar gibi oturum u izliyordu. Onları izlediğim sırada,
Dr. Eusta'yla alakalı yanlış olan şey dank etti: O bir hayalet değildi.
Hologramını ta Yengeç'ten buraya, zaman gecikmesi olmaksızın
nasıl yansıtmıştı? Benimle, sanki sinyal yakınlardan geliyormuş gibi
konuşuyordu.
M athias elimden çekti ve arena küresinin derinliklerine doğru
inerken ona yetişebilm ek için hızlanm ak zorunda kaldım. Meclis
oturum u için Koçlular kürenin zeminine sahne olarak büyükelçilere
ayrılm ış uzun, süslü koltuklara bakan, yarım ay şeklinde geçici
bir platform yerleştirmişlerdi. Sahneye adımımı attığımda, uçan üç
mikrokamera, etrafım da sivrisinek gibi vızlamaya başladı.
Nishi'nin sahne ışıklarının nesini sevdiğini anlamıyordum. Sah­
neden devasa arenaya baktığımda beni hâlâ kendimde tutan tek şey,
bitiş çizgisine varma um udum du. Hiç değilse birkaç haneyi içinde
bulunduğum uz tehlikeye ikna edersem, m üttefiklerim iz olacaktı.
İşte o zaman bu davada bizden başkaları da olacaktı.
Terli avuçlarım ı, dört güm üş ayın süslediği sarı üniform ama
sürttüm . Ne m anzara olmalıydım: boyu kürsünün üstünden bakar­
ken zorlanacağı kadar kısa, uyum suz kıyafetli bir kız. Sadece yedi
uykulu büyükelçi ve astları, yardım cılar ve yaverlerinden oluşan
heyetlerinden ibaret kısıtlı dinleyici kitlemle yüz yüze olabilmek için
parm ak uçlarımda durm ak zorundaydım. Bugünün son konuşmasını
yapacaktım ve istedikleri son şeyin bir konuşm a daha dinlem ek
olduğu yüzlerinden okunuyordu.
Kiremit renkli Albor Echus, Koç'u temsilen tam ortada oturuyordu.
Gösterişli, kürklü cüppesi gıdısını ve sarkan göbeğini gizlemiyordu.
Onun yanında, bıçak gibi bir yüzü olan, incecik bir adam vardı.
İsimliği A krepli Büyükelçi Charon olduğunu söylüyordu. Başak
büyükelçisinin sandalyesi tıpkı başka birkaç haneninki gibi boştu.
Sirna'yı fark ettim. Kolları göğsünün üstünde bağlıydı arkasına
yaslanmış, somurtuyordu. Savunucu yapıldığımda ona ulaşmalıydım.
Keşke yapsaydım , dediğim çok şey vardı.
Crius eve gelmemi emretmekte haklıydı. Origene Ana halkın
sadakatini yaptıklarıyla kazanmıştı. Ben kaybolmaktan başka hiçbir
şey yapmamıştım.
Mathias ana kapının yakınında, mavi üniformasının içinde hazır
olda duruyordu. Tam başlamak üzereyken Hysan girişini yaptı, in­
sanlarla yum ruk tokuşturup her haneden insanların sırtını sıvazladı.
Kömür grisi saray üniform asının içinde muhteşem görünüyordu.
Bana göz kırpınca midem takla attı.
İsimliğinin adını Büyükelçi Frey olarak verdiği sakallı ve sarışın,
şık Terazi büyükelçisinin arkasına gidip oturdu. Öne doğru eğilip
Frey'in kulağına birkaç sözcük fısıldadı ve sanki özel bir şakayı
paylaşırlarmış gibi sırıttılar.
Derin bir nefes alıp M athias'tan öğrendiğim resmi selamlamayı
kekeledim. "Selamlar, Ekselanslar, En saygıdeğerler. Bugün beni
dinleyeceğiniz için teşekkür ederim."
Sirna'nın, Dr. Eusta nin ve M athias'ın yüzleri kafam ın içinde
yüzüyordu. Sözleri tereddüt etmeme sebep oldu.
O n u ru olm ayan bir düşm anla uğraşırken bu saygıdeğerlik
ısrarımda hatalı mıydım? Ophiuchus insanları manipüle ediyordu,
yokmuş gibi davranıyordu. Ben de m anipüle etsem, dökülen kanlar
için mesela Sirna'nın ordusunu veya başka bir öcüyü suçlasam, çok
mu kötü biri olurdum? Daha büyük kötülük için günah keçisi olmak,
çocuk kitaplarındaki canavarların esas görevi değil miydi zaten?
İhtiyacım olan şey Zodyak'ın birleşmesiydi. Ona ne isim verirsem
vereyim, hâlâ peşimizde olan biri vardı ve geminin seyir defteri psişik
saldırıyı gösterdiğinden, en azından bu kadarını ispatlayabilirdim.
Moira uyandığında o da bunun Ophiuchus olduğunu söyler, ben de
onu desteklerdim.
"Sizi uyarmaya geldim," dedim sesimde belli belirsiz bir titre­
meyle. Boğazımı temizleyip sözcüklerim in arkasına biraz daha güç
koydum. "Zodyak'taki her hane tehlike altında."
Dinleyiciler arasında sinirli bir hareketlilik oldu ve Ochus'un
saldırmasını bekleyerek yukarı baktım. Hiçbir şey olmayınca titreyen
dizlerimi sabitledim, hikâyeme haber bültenlerindeki doğal afetleri
sayarak başladım. Sonra bu afetlerin bağlantılı oldukları teorim i
paylaşıp son olarak Psinerji yi karanlık maddeyi kontrol etmek için
kullanan biri tarafından tetiklendiklerini ısrarla anlattım.
Daha gürültülü bir itiraz hom urtusu başladı. İnsanların yüzle­
rini izlerken, On Üçüncü Hane ye dair tüm sözlerim ağzımın içinde
kuma döndü.
Sonra bir anda Gezgin'i ve denizin yüzeyini lekeleyen balon­
cukları hatırladım . T hebe'nin efem eriste yanıp sönen gri ışığını
gördüm. Şimdi konuşacak kadar cesur olamazsam, annem in Ochus
hikâyesindeki savunuculardan biri gibi, kendi korkularına inanm a­
yacak kadar korkak biri olacaktım.
A gatha'nm kutsam ası aklım a geldi: İçindeki ışık her zam an
parlasın ve bize en karanlık gecelerimizde yol göstersin.
Bence bahsettiği şey tam şimdiki gibi bir andı. Galaksimizi sa­
ran karanlık öyle kalınlaşıyordu ki doğruyu yanlıştan ayırt etmek
zorlaşıyordu, liderlerimiz için bile. Agatha bana Yengeç değerlerime
sadık olmamı tavsiye etmişti, özellikle, kolay olanı yapm anın doğru
olanı yapm aktan daha cezbedici oluşunun en yoğun hissedildiği
zamanlarda.
"Bazılarınız bana inanm ayacak ancak yalvarıyorum zihninizi
açık tutun. Size anlatacağım her şey, iyileşir iyileşmez İmparatoriçe
Moira tarafından da teyit edilebilir. Galaksimizin bizden saklanan bir
bölümü var ve bunun nasıl veya ne kadar zam andır böyle olduğunu
bilmiyorum. On Üçüncü Hane sadece çocuklarımıza anlattığımız bir
masal değil. O gerçek bir hane, Balık'ın hemen ilerisinde. Ophiuchus
adlı bir hane."
T ribünler bir denizörüm ceği yuvası gibi kaynıyordu ve bü­
yükelçiler aralarında fısıldaşıyorlardı. Henüz bitirmem iştim . "İlk
savunucu sürgün edildi, uzayın en karanlık uçlarında ölümsüzlükle
cezalandırıldı. Şimdi, intikam için Zodyak'a geri döndü."
Psiko-Şebeke'de nasıl somut olduğunu anlatm aya başladım ve
sesimi duyurabilm ek için bağırmam gerekti. Elimin tersiyle kürsüye
vurdum ancak kimse duyuyor gibi görünmüyordu. Sonunda Hysan
kalkıp bağırdı, "Sessizlik! Bırakın konuşsun."
Gözlerini yakaladım ve m innetle başımı salladım. Bana gülüm ­
sedi ve bir an için yemin törenimdeki temsilciler denizinin içindeki
aynı genci gördüm. Beni o zaman tanım ıyordu ancak yine de beni
koruyordu.
Dinleyiciler sakinleştiğinde, "Ophiuchus'un durdurulm ası ge­
rekiyor. Bunu sadece aramızdaki çatışmaları aşıp bir araya gelerek
yapabiliriz," dedim.
Arena küresine şimdi Zodyak'ın her köşesinden daha fazla insan
geliyordu. Koltuklar dolmaya başladı ve gürültü seviyesi yükseldi.
Bir düzine daha m inik kamera etrafımda dönmeye başladı. Konuş­
m alarımın içeriği şimdiden yayılmıştı, bu yüzden ciğerlerimin izin
verdiği kadar yüksek sesli şekilde konuşmaya devam ettim.
"Eğer bu düşm an Başak kadar varlıklı ve güçlü bir haneye
zarar verebiliyorsa hiç kimse güvende değildir. Tek şansımız bir
araya gelmektir."
"Rho! Rho! Savunucu Rho'ya güvenin!"
Bir düzine gürültücü insan zorla içeri girdi. Üniversite öğrencisi
gibi görünüyorlardı ve biri davul setim in arkasındayken çekilmiş
bir fotoğrafım ın olduğu holografik bir bayrak sallıyordu. Koridor
boyunca yürüyor, adımı haykırıyorlardı.
Midem ayağa kalktı. Gençlerin desteğinin büyükelçilerin gözünde
bana sadece zarar vereceğini biliyordum.
Albor Echus düzenin sağlanmasını em retti ve bir çift asker,
kavgacı öğrencileri zorla dışarı çıkarmaya koyuldu. Arena küresi ses­
sizleştiğinde kontrolümü sağlamam için bir dakika beklemem gerekti.
Bıçak yüzlü adam, Akrepli Charon, uzun konuşmacı sopasını
kaldırarak kürsüye gelmek istediğini işaret etti. Kalktığında, şiddetli
bir sessizlik oldu. Benim bile hissedebildiğim tu h af bir manyetizma
yayıyordu.
"Sevgili Rhoma." Sesinde kaypak bir tokluk vardı. "Bunca
yolu gelip bize hikâyeler anlatm anız çok tatlı, hele ki halkınızın
size evinizde ihtiyacı varken. Ne kadar zam andır mevkinizdesiniz?
Bir hafta mı?"
"Neredeyse üç, Büyükelçi. Hiperhızla seyahat ettik, dolayısıyla
takvim im biraz karışm ış durum da."
"Peki Zodai eğitiminizi tam olarak ne zaman tam am ladınız?"
"Ophiuchus'un saldırıları sırasında, kılavuzum ve danışmanım
K utupyıldızı M athias T hais'in eğitimiyle." Adama gülüm sedim .
"Başka sorunuz?"
"Evet, genç bayan, bir sorum daha var. Yaşlıyım ve biraz ağır
işitiyorum, affedin beni ancak son yarım saattir hanenizin öcüler
tarafından saldırıya uğradığını mı anlatıyorsunuz?"
İn san lar k ah k ah alara boğuldu ve C haron'un ince dudakları
bükülerek gülümseme halini alırken gözlerinde dostane olmaktan
uzak bir ifade vardı.
"Ophiuchus dediğime eminim."
"Sevgili genç bayan, felakete uğrayan hanenizin karşısında
kedere boyun eğiyoruz. Sizin kadar deneyimsiz biri için ne kadar
kafa karıştırıcı bir durum dur... Neden yatağınızın altında canavarlar
olduğuna inandığınız ortada."
Bir Yardımcıya işaret etti ve genç kalkıp başıma nişan alır gibi
işaretparm ağını bana uzattı. Onun yerine, Boyafırçası'ndan bir film
yansıdı. Boyafırçası A krepliler'in kullandığı, Dalga benzeri bir par­
mak ucu aygıtıydı. Akrepliler bunları en son teknolojik gelişmelerin
holografik tasarım larını yapm ak için kullanırdı.
Film Ay Dörtlenmesi gecesi Yengeç'i gösteriyordu. G örüntüler
uzun m enzilli teleskop m erceğinin pütürlü griliğini gösteriyordu
ancak dört inci beyazı ayımızı görmek içimi acıttı.
"Lütfen dikkat edin." Charon kendi Boyafırçası'ndan bir ışık
yansıtarak en küçük ayım ız Thebe'yi vurguladı. "Korkunç olayın
öncesinde, bu Yengeç ayının üstündeki bilim adamları yeni bir çeşit
kuantum füzyon reaktörü üstünde deney yapıyolarlardı. Videoyu
ileri saralım. Çok dikkatle izleyin."
Kendimi göreceklerime m üm kün olduğunca hazırladım. Önce
büyük bir patlama Thebe'yi savurdu. Sonra Thebe Galene'ye, Ga­
lene Orion a, Orion Elara'ya çarpıp gökyüzünü enkazla doldurdu.
G örüntü daha da hızlı ileri sarılınca enkaz Yengeç'in etrafını sarıp
taşlardan oluşan bir halka oluşturdu. Daha büyük parçalar alevler
içinde atmosferimizden geçip yüzeye yağdı, okyanusum uza düşüp
yıkıcı dalgalar yarattı. Video bittiğinde yanaklarım gözyaşlarımla
sırılsıklamdı.
Charon dinleyicilere döndü. "Şimdi size bunun neden olduğunu
göstereceğim."
Yardımcının yansıttığı bir sonraki görüntü galaksinin kenarında,
Balık'ın çok ötesinde patlayan bir yıldızı gösteriyordu. Yıldız tıpkı
bin güneş gibi parlıyor, sıcak gazlar ve kaya parçalarından oluşan
huzmeler saçıyordu.
"Bu Süfiyanik Bulutlar'daki bir hipernova. Verilerimiz bu ola­
yın sebep olduğu kozmik ışınların Yengeç'in Thebe'deki kuantum
reaktöründe k ritik bir aşırı yüklenm eyi tetiklediğini kanıtlıyor.
Kısacası, bu korkunç olay talihsiz bir kazadan ibaret."
Süfiyanik Bulutlar'dan gelen kozmik ışınlar mı? Bunca zamandır
kehanet bu muydu? Caasy kandırıldığım konusunda haklı mıydı?
Charon ekranı işaret etti. "Akrep Hanesi teleskoplarımızla bu
olayı takip etti. Selefiniz Saygıdeğer Kutsal Ana Origene, bunu gö­
remediğine göre uyuyor olmalıydı."
"Nasıl cü ret edersiniz," diyerek sıkılı dişlerim in arasından
hırladım.
Charon'un gülümsemesi bir jiletin kenarı gibiydi. "Çocuk, kimse
seni canavar hayallerin yüzünden suçlamıyor. Travma sonrası stres
yaşıyorsun. Yaşadığın onca şeyden sonra bunu kim yaşamazdı?"
"Başak'a ne oldu?" diye atladım. "Gezegenin atmosferini kim
yaktı?"
Charon'un ince dudaklarıyla gülümsemesi havayı soğutuyordu.
"Başak da ku an tum füzyon deneyleri yapıyordu. Üzücü şekilde,
hipernova günler boyunca radyasyon yaymaya devam etti.
Dinleyicilerin arasındaki Yardımcı, T ethys'in üstündeki bir
uydunun patladığı ve üst atmosferi tutuşturduğu başka bir video
gösterdi. "Bu uydu Başak'ın kuantum reaktörünü taşıyordu," dedi
Charon. "Sonuç gezegeni yıkayan bir asit yağm uru fırtınası oldu.
İmparatoriçe Moria eğer konuşabilseydi bunu doğrulardı. Ne yazık
ki şimdi komada ancak İmparatoriçe nin bilim insanlarından yeminli
ifadeler aldım."
Bu doküm anları gördükten sonra ne diyeceğimi bilemiyordum.
Eğer Moira Ophiuchus'la karşılaştığında o odada olmasaydım ben
de her şeyden şüphe ederdim.
Moira yakında uyanm az ve büyükelçileri hizaya getirmezse,
bana kim inanırdı ki?
"Yani görüyorsunuz ki," dedi Charon, "tüm bu üzücü olayların
m antıklı açıklamaları var. Devreye sokulmuş büyük bir komplo yok,
sadece doğa ve tesadüf var."
Charon sunum unu bitirdiğinde, Albor Echus kalktı. "Raporları
için Sekizinci Hane ye teşekkür ederiz. Sanırım yeterince dinledik."
28

İtiraz edecek oldum ancak Hysan beklememi işaret etti. Büyükelçi


Frey e fısıldadı ve adam kalkıp konuşmacı asasını aldı. ''Ekselanslar,
bu konu daha fazla tartışm a gerektirir ancak saat oldukça geç. Bu
hususu yarına dek ertelememizi teklif ediyorum."
Bize zaman kazandırdı. Dinleyicilerin arasındaki hom urtu bir
şikâyet güm bürtüsüne dönüştü ve Albor Echus, "Bu ergen safsa­
talarını konuşmaya gerçekten devam etmek zorunda mıyız?" dedi.
S im an ın gözlerini yakalayıp başımı sallayarak kalkıp konuş­
masını işaret ettim. Bana karşı gelir gibi gözlerini kıstı ve âşikar
bir isteksizlikle, "Ekselanslar, Büyükelçi Frey'e katılıyorum . Yarın
tekrar toplanalım ," dedi.
Başka bir büyükelçi bembeyaz, zarif elini kaldırarak dikkat
çekti. Bu Kova Hanesi delegesiydi. Konuşmak için kalktı ancak ko­
nuşmacı asasını almadı.
İsimliğinde Büyükelçi Morscerta yazıyordu. Bu adamı daha önce
fark etmemiştim. Kaymaktaşı beyazı yüz hatları dar ve uzun, uzun
saçları güm üş gibi dalgalardan bulutlar halinde dökülüyor olsa da
gözüme yaşlı bir adam gibi görünm üyordu.
Aslında yaşını kestiremiyordum. Pürüzsüz, geniş bir alnı, çı­
kık bir alt dudağı ve nükleer fizyon gibi yanan küçük gri gözleri
vardı. Çevresinde süzülen, hareketleriyle kaybolup tekrar görünen,
belli belirsiz fark edilebilen bir auraya benzeyen bir gölgesi vardı.
Hologram olabilir miydi?
Adam konuştuğunda, her şeyi yeniden değerlendirmek zorunda
kaldım. İpeksi soprano sesi, erkek sesi olamayacak kadar feminendi.
Efemine değildi, dişil değildi, sadece duyduğum tüm seslerden farklıydı.
"Bu sıradışı hikâyenin daha fazlasını duym ak isterim," diye
m ırladı M orscerta. "Rhoma Ana, hikâyenizin devam ı için yarın
bizimle burada buluşmayı kabul eder misiniz?"
"Kabul ediyorum."

♦ ♦ ♦

Ben, M athias ve ailesiyle tekrar bir araya gelene dek Hysan ortadan
kayboldu. Sirna bizimle daha sonra büyükelçilikte buluşmayı kabul
etti.
Uzun bir gün oldu ama Thaislerle birlikte olduğum ve kaldık­
ları yere döndüğüm için m utluydum . Bir ailenin yanında olmayı
özlemiştim.
Köye doğru şehrin sokaklarında y ü rü rk en , yüksek basınca
dayanıklı kumaşla kaplı gökyüzü, erken çöken akşam karanlığının
k u rşu n grisi rengiyle parlıyordu. M eclis'in çevresindeki mahalle
yeni güvenlik ablukası sayesinde sessizdi. Bu sahne, zırhlı araçlarıyla
devriye gezen askerlere rağmen, neredeyse huzurlu hissettiriyordu.
A m anta o m uzlarını saran hoş, m avi bir pelerin giyiyordu.
Kendisinden daha kısa eşi sıradan bir takım elbise giymiş ve bere
takmıştı. Dışarıdan Amanta ve Egon uyum suz bir çift olarak görünse
de, konuşm alarını dinledikçe tüm Yengeçlilerin kıym et verdiği o
dingin uyarlılık ve hassasiyeti paylaştıklarını fark ediyordum.
"Mathias bana tekrar yerleşime yardım ettiğinizi anlattı," dedim.
"Amiral Crius'la mı çalışıyorsunuz?"
Am anta bana bakıp yüzünü astı. "Crius depremde öldü. Şimdi
Agatha ve A nalar'la çalışıyoruz."
Tökezledim. "Ama... Amiral Crius daha bu sabah eve dönmemi
emretti. Beni çağırması için Dr. Eusta nin hologramını göndermişti."
"Yanılıyor olmalısın," dedi başını sallayarak. "Crius günler önce
öldü. Üzgünüm, Rho."
Neredeyse bir sokak lambasına çarpacaktım. Biri Dr. Eusta'nın
kılığına mı girmişti? Eğer öyleyse, kim ? Mathias soran gözlerle bana
bakıyordu ancak şim di olmaz anlam ında başımı salladım.
Yürüdüğümüz sırada, Mathias zaman zaman yakındaki çatıları ve
ara sokakları dürbünüyle tarıyordu. Egon da sakin, ölçülü ifadelerle
Yengeç göçünü anlatıyordu. "Kurtulanların çoğu en yakın komşumuz
İkizler'in maden gezegenine, H ydragyr e göçtüler."
En azından sığınacak bir yer bulm uşlardı ancak suya âşık hal­
kım ın İkizler Hanesi nin sıcak, ku ru berilyum madenlerine hapsol-
dukları düşüncesi midemin kasılmasına sebep oluyordu. Tam orada
nasıl geçindiklerini soracak oldum ki M athias beni kaldırıma itti.
Elim ve dizim sertçe yere çarptı ve tek hissettiğim M athias'ın
üstümdeki bedeninin ağırlığı oldu, kendi bedenini bana siper etmişti.
Küçücük bir boşluktan, parçacık ışınının hemen üstüm üzdeki du­
varda parlak, cızırdayan bir çizgi yarattığını gördüm.
"Ara sokak!" diye bağırdı ailesine. "Siper alın!"
Kalkmama yardım etti ve dörtlü şekilde iki binanın arasındaki
karanlık, dar boşluğa koştuk. Başka ışınlar bizi sıyırıp geçerken
kalbim göğsümde güm bürdüyordu. M athias silahını çekti.
"Ne oluyor?" diye sordu Egon. "Neden ateş ediyorlar?"
Amanta bir lazer meşale yakıp sokağın derinliklerine bakınca
buranın çıkm az sokak olduğunu gördük. "Başınızı kaldırm ayın,"
dedi ve onun da elinde bir silah tu ttu ğ u n u gördüm.
Sıcak lezyonlar duvarları parçalıyor ve granit parçaları sökü­
yordu. Ateş saçan ışınların hedefi bendim... Ochus, Meclis konuşmamı
görmüş olmalıydı ve şimdi tehdidini yerine getiriyordu.
Mathias yakındaki çatıları tarıyordu. Tuzağa düşm üştük. Hiç
düşünm eksizin caddeye doğru ilerlemeye başladım. Tek bildiğim,
eğer kendimi gösterirsem M athias ve ailesinin kurtulabileceğiydi.
Mathias'ı asla bunun içine çekmemeliydim. Bir intihar görevi olan
bu yolculuğa gelmesine hiç izin vermemeliydim. Onun da ailesinin
de benim yüzüm den ölmesine müsaade etmeyecektim.
"Kıpırdamayın!" M athias beni savurup duvara çarptı. "Keskin
nişancıyı görüyorum."
Parçacık ışınları ıslıklarla ara sokağa girdi, alevlerle kaldırım
taşlarını lekeledi, daha da geriye çekilmek zorunda kaldık. Mathias
caddenin karşısındaki binayı taramaya devam ediyordu ve Amanta
da kendi dürbünüyle aynısını yapıyordu. "En az iki adam var gibi
görünüyor," dedi.
O ve M athias üstteki pencerelerden birine nişan aldılar. Benim
tek görebildiğim karanlık bir camdı. Ochus bu camın ardında, şu
anda beni izliyor olabilir miydi?
Tüm bunlara bir son verebilirdim. Kolay bir çözüm gibi geli­
yordu, M athias beni bıraksaydı elbette.
"Buradan iyi nişan alam ıyorum ," diye fısıldadı Amanta ya ko­
şarak. "Anne, lütfen Rho yu güvende tut."
"Mathias..." Ona uzandım ancak Amanta kolumu sımsıkı tu tu ­
yordu. Kolları demir gibiydi.
"Tutacağım ," dedi. "Ne gerekiyorsa yap."
"Mathias, YAPM A!" diye bağırdım.
Ara sokaktaki duvara tırm anm aya başlamıştı bile. Duvar sert
betondandı ve elleriyle ayaklarını sokarak kendini yukarı çektiği
boşluklar neredeyse görünm ezdi. Öyle hızlı hareket ediyordu ki
adeta yüzüyor gibiydi.
Mathias üç kat yukarıda lazerini ateşledi ve sokağın karşısındaki
pencere param parça oldu. Parçacık ışınları Mathias'a doğru hücum
edip üstüm üzdeki duvarı oydular. Beton çevresinde patlarken, Mat­
hias bir pervazın arkasına saklandı.
Toz bulutu içinde gözlerimi kırpıştırıp nasıl olduğunu görmeye
çalıştım. "M athias!"
Am anta hızla nefes alıp veriyordu. "Egon, Rho yu tut," dedi ve
beni sanki bir narstiridye çuvalıymışım gibi kocasına uzattı.
Sonra caddeye yürüyüp kendi lazerini pencereye doğru ateşledi.
İki yöne doğru bir yaylım ateşi başladı ve yanan beton kokusu havayı
kapladı. Egon başımı göğsüne bastırarak görmeme engel oluyordu.
Korkunç gürültü durana kadar arttı da arttı. Sessizlik gürül­
tüden beterdi.
"Geri çekiliyorlar." M athias'ın tanıdık bariton sesini duyunca
Egon'dan ku rtu lu p Mathias'a koştum. Duvardan yere atlayınca ko­
lundaki berbat yanığı gördüm.
"Yaralanmışsın..."
Beni kendine çekip sarıldı, alnım dan sertçe öptü. "Önemi yok.
Sen iyisin ya."
Hemen üstümüzde bir hareketlilik oldu ve başımı kaldırdığımda
kuşa benzeyen üç büvük yaratığın kumaş gökyüzündeki silüetle-
rini gördüm. M athias lazerini doğrulttu ancak annesi, "Sorun yok,
bunlar dost," dedi.
Kuş şekilli aygıtlar caddenin karşısına süzülüp kırık pencereden
içeri girdi, karanlığa karıştılar. Bu aygıtlar her neyse, her bir ışık
fotonunu emiyor gibilerdi.
"Yengeç Gizli Servisi. Büyükelçi Sirna göndermiş." Amanta pe­
lerinini açınca altında zırh giydiğini gördüm. Yeni bir lazer kartuşu
çıkardı, silahını ortadan kırarak açtı ve doldurdu.
"Kutsal Ana düşm anlar edinm iş," dedi. "Sorun çıkm asından
korkuyorduk."
"O Ophiuchus'tu," dedim.
"Nişancıların izini süreceğiz. Güvenin bana, bunu kim in yap­
tığını bulacağız."
Mathias annesine doğru yürüdü ve sağ ellerinin arka taraflarını
birbirlerine bastırdılar. Bu kadar basit, sıradan bir hareket olmasına
rağmen, dokunuşlarıyla akan tüm o duygu selini neredeyse hisse­
debiliyordum.
"Başka keskin nişancılar da olabilir." Am anta çıkıp caddeyi
kontrol etti, sonra onu takip etmemizi işaret etti. "Gölgelerde kalın.
Kutsal Ana'yı bu gece sığınakta tutm am ız gerekecek."
♦ ♦ ♦

Amanta bizi Sirna'nın sığınağına götürdü.


Yan kapıdan girer girmez, biyometrik güvenlik taramasının solgun
mavi ışınlarından geçtik. Sonra bizi bir dizi m erdivenden indirdi,
çelik bir kapıdan geçirdi ve alt bodrum a inen bir asansöre bindirdi.
Başka bir biyo-taram anın ardından bir çift kalın, ağır kapıyı açtı ve
kasaya benzeyen bir yere girdik. Yengeçlilerin bu kadar gizlenme
teknolojisi kullandıklarını görmek tuhaftı. Bu bizim tarzımız değildi.
O rtak odada bir duvarekranı, bir çift solgun renkli koltuk,
oyuk şeklinde bir mutfak ve arkada bir tuvalet vardı. Odanın iki
tarafındaki kapılar küçük yatakhanelere açılıyordu ve odanın tam
ortasında Sirna bizi bekliyordu.
"Sizi yaralanm am ış olarak görmek güzel, Savunucu."
"Buradaki herkesten efemerislerini uzak tutm alarını istiyorum,"
diye y ü k sek sesle duyurdum . A rtık O chus'un Koç'ta olduğum u
bildiğinden emin olduğuma göre, etrafım da Psiko-Şebeke'ye erişen
insanlar üstünden izimi sürebilirdi.
"M athias girdiğiniz her yerin Psiko-Şebeke'ye bağlı cihazlardan
arındırılm ış olması gerektiğini bize bildirdi," dedi Sirna. "Saldırıla­
rın arkasındakilerin Psinerji'yi size karşı kullandığını, bu yüzden
okum alarınızı yapamadığınızı söyledi."
M athias'a baktım . Babası k o lu n d ak i yarayla ilgileniyordu.
M athias'la ilgili verdiğim kararlara bağlı kalm am çok zordu. Ne
zaman bana inanm adığı için onu affedemeyeceğimi düşünsem, gidip
hayatımı kurtarıyordu.
"Phobos'ta toplanan birliklerle ilgili," dedi Sirna, daha önce ofi­
sinden çıkıp gittiğimde bana vermeye çalıştığı brifingi vererek. Daha
önce kesinlikle dinlemezdim ancak Sirna detayları paylaştıkça, daha
geniş ifadeleri anlamaya başlamıştım. "Ajanlarım yeraltı kam plarına
sızdılar. Kendilerine M arad diyorlar ve çok zengin birileri tarafından
finanse ediliyorlar."
"Yaylıların uydusundaki işçi isyanını çıkaranlar da onlar/' diye
ekledi Amanta, "ve... diğer terörist saldırıların da... arkasında onlar
olabilir." Aylarımıza ve Başak'a olanları söylediği çok açıktı ancak
herkesin içinde benimle ters düşmek istemiyordu.
"Her hanede hücreler inşa ettiklerini düşünüyoruz/' dedi Sirna.
"Kim bunlar?" diye sordu Mathias. "Ne istiyorlar?"
"Amaçlarını henüz bilmiyoruz. Yeni katılımcılarının çoğu ergenler.
Okulu bırakmış işsiz Akrepliler. İkizler madenlerindeki çocuk işçiler.
Phaetonis'ten gelen yoksul varoş sakinleri. Her haneden çıkıntılar."
Sirna mavi broşuna dokundu ve dalgın bir bakış attı, sanki özel bir
mesajı dinliyor gibiydi.
Çıkıntı, yanlış hanede doğanlara verilen addı. Bu kişinin dış
kişiliğinin iç kimliğiyle, başka bir hanenin kişiliğini ve fiziksel
özelliklerini geliştirmeye başlamasına sebep olacak kadar sert bir
çelişkiye düşmesi sonucunda olurdu. Ve her yaşta olabilirdi.
Çoğu insan bununla başa çıkabilir veya evlerinde kalıp hayat­
larını yaşamaya devam eder ya da yükselen kişiliklerini yansıtan
haneye taşınırlardı. N adir vakalarda kişi bununla başa çıkam az
ve çıkıntı eski ve yeni hanesinin kişilik özelliklerini dengesiz bir
oranda barındırırdı. Bazen bu durum onları deforme ederdi. Bazense
çıkıntıları canavara dönüştürürdü.
"Beyinleri mi yıkanıyor?" diye sordum.
Elini broşundan çekip gözlerime baktı. "Besleniyor, giydiriliyor
ve hayatlarında ilk kez bir grupta güzel karşılanıyorlar. Bunu beyin
yıkam a olarak da adlandırabilirsiniz."
Amanta ağır zırhlı yeleğini çıkardı. "Yüz bin kişinin altında
olduklarını tespit ettik ancak her gün yeni katılım cılar geliyor."
"Barındırılıp eğitilmelerinin azımsanamayacak bir masrafı ol­
malı," dedi M athias sesi sanki derin düşünceler içinde kaybolmuş-
çasına uzaktan geliyordu. "Destekçilerinin kim olduğunu bilmiyor
m usunuz?"
Sirna bir an bekleyip konuştu: "Para akışının izini sürmeye ça­
lışıyoruz. Hiç kimse tek başına o kadar masrafın altından kalkamaz.
Daha büyük bir komplodan şüpheleniyoruz."
Egon oğlunun kolunu bandajlamayı bitirdi. Tartışma boyunca
hep sessizdi, şimdi, "Bazı hanelerin ilişki içinde olabileceğini mi
düşünüyorsunuz, eski zamanların Üçlü İttifakı gibi?" diye sordu.
"Bu en çok korktuğum uz şey," diye fısıldadı Sirna.
Herkes sessizleşti. Kimse bunun tekrar olabileceğine inanm ak
istemiyordu.
Am anta devasa kemerini yere bıraktı. "Lütfen bu bilgiyi şim­
dilik kimseyle paylaşmayın. Çalışmaları yürüten gizli ajanlarımızı
ortaya çıkaramayız."
Başımla onaylayıp kafamı çevirdim , O phiuchus'un öykünün
neresine uyduğunu düşündüm. Orduyu finanse eden o olabilir miydi?
Bir süre sonra, Egon duvarekranını açtı ve herkes Yay'ın şid­
detlenmeye devam eden kriziyle ilgili bir haber bültenini izlerken,
Sirna m utfak oyuğuna geçip çay için su ısıtıcısını çalıştırdı. Onu
takip edip soğutucuya yaslandım. "Bana neden inanm ıyorsun?"
Çay yapraklarını kaşıkla dökme demir çaydanlığa döktü. "Ay­
larım ızın çarpışm ası herkesin savunm asız anını yakaladığından,
ajanlarım gece gündüz olayın sebeplerini araştırdılar. Sınıf arkada­
şınızın mesajı bizi Ophiuchus'a yönlendirdi. Hikâyenizi inceledik."
"Ve?"
"Ve hiçbir şey bulamadık. İpucu yok."
Parm aklarım sertçe büküldü. "Yani onu göremiyorsunuz."
"Savunucu, kafanızı kullanın." Sirna kaşığını bırakıp bana
döndü. "Phobos'taki gerçek sorunum uz gizli ordu. O rduyu finanse
eden kişinin bu geceki keskin nişancıları tuttuğu na neredeyse şüp­
hem yok. Sizin düşm anınız onlar, çocuk m asalından fırlayan kötü
kurt değil."
Ayakta durm akta zorlanıyordum. İğnelemeleri, tıpkı M athias'ın
şüphesi gibi, beni cümle kuramayacağım kadar sinirlendiriyordu.
"Affedin beni, Savunucu," dedi bir dizi fincan çıkarırken.
"Görevim size doğruyu söylemek. Görev sert bir efendi olabiliyor."
"Ophiuchus'u aramaya devam et o zaman. Bu bir emirdir."
"Nasıl isterseniz, Kutsal Ana." Dönüp eğilerek kısa ve sert bir
selam verdi. "Tekrar bakacağım."
Gitmeye niyetlendim. Sonra isteksizce döndüm. "Bu gece bize
yardım ettiğin için teşekkürler."
Kaynar suyu dökmeye başladı. "Yengeç e hizmet için yaşıyorum."

♦ ♦ ♦

Sığınak saati, Koç başkentinde sabahın erken saatlerini, Meclis top­


lantısının başlamasına iki saat olduğunu gösteriyordu. Mathias ve
babası keskin nişancılar olup olmadığını kontrol etmek için cadde
katına çıktılar.
Şimdi, haftalardır ilk kez, sadece kadınların arasındayım. Tama­
men testosteronları tarafından kontrol edilen bir çift erkekle bu kadar
uzun yaşadıktan sonra feminen bir atmosferin nasıl hissettirdiğini
neredeyse unutm uştum . Büyükelçi Sirna ve ben aynı narstiridyenin
içindeki iki inci gibi değildik ancak şu anda göründüğü kadarıyla,
sakindik.
Amanta fazlasıyla hırpalanm ış botlarım ı parlatırken alçak sesle
m ırıldanıyordu, bu esnada Sirna tırnaklarım ın aşınmış kenarlarını
kesiyordu. 'Keşke yapmasalar, keşke kendi başımın çaresine bak­
mama izin verseler/ diye düşünüyordum ancak böyle zamanlarda
bile her geleneği hayatta tutm akta ısrar ediyorlardı. Sanırım onlar
için en küçük şeyleri yitirm ek en büyükleri kaybetm iş olmak an­
lamına geliyordu.
Sirna bu sabah bana karşı biraz daha az düşmanca davranıyordu.
Bazı büyükelçilerin Meclis'te beni hazırlıksız yakalama planları yap­
tığına inanıyordu ve kişisel olarak benim hakkım da ne düşünürse
düşünsün, hanemize yönelik bir hakareti tolere etmeyecekti. "Akrepli
Charon işleri karıştırıyor ama o sadece bu işin sesi. Senaryoyu başka
biri yazıyor. Kim olduğunu bilmiyoruz."
"Neden konuşmamı hemen yapamıyorum? Ophiuchus her an
saldırabilir."
"Programı ben yapmıyorum." Sirna tırnak makasını kaldırdı.
Bana gökyüzü mavisi renginde, ısmarlama bir saray takımı ve Yengeç
arm asının gümüşle işlendiği basit bir taç getirmişti. Taç bir gecede
hazırlanm ıştı ancak benim için değildi. Hanemizi onurlandırm ak
içindi. Yengeç Savunucusunun mevkisine uygun görünmesi gerek­
tiğini söyledi.
Birden atılıp ona kıyafetlerin en az önemsediğim şey olduğunu
söylemek istedim, sonra artık sadece kendimi temsil etmediğimi hatır­
ladım. A rtık tüm Yengeçlileri temsil ediyordum. Hareketsiz oturdum
ve beni istedikleri gibi giydirm elerine müsaade ettim.
Sığınak kapıları açıldı ve erkekler asık yüzleriyle içeri girdiler.
"Yerel ordu bölüğüyle konuştuk," dedi Mathias. "Bize bir eskort
gönderecekler."
"Sıradaki konuşm an için notlar hazırladın mı?" diye sordu
Amanta bana. "İstersen bizimle prova edebilirsin."
Başımı salladım . "T eşekkürler ancak bu odadaki kim senin
duym ak istediğini zannetm iyorum ."
Sirna dudaklarını büzdü. "D oğruları söylemeliyim, Savunucu.
M antıksız görünen bazı noktaları geri çekseniz akıllılık edersiniz.
Yanıldığınızı söyleyin. Basit tutun."
"Ochus'u diyorsun."
Abanoz renkli yanakları yum uşadı. "Savunucu, çok gençsiniz.
Eğitiminiz yeterli değil. G ördüklerinizden, Yengeç H anesinin itiba­
rıyla kum ar oynayıp Zodyak'ı birleştirme şansım ızın ellerimizden
kayip gitmesine müsaade edecek kadar emin olduğunuzu söyleyebilir
misiniz?"
Bir sıcaklık dalgası boynum a uzanıp yanaklarım ı, burnum u ve
gözlerimi dağladı. Öfke nöbetini, gözyaşı fırtınasını ve başıma gelen
her şeyin sonu gelmez adaletsizliği karşısında hasretini çektiğim o
sinir krizini hissediyordum.
Benden istediklerini yaptım. Yıldızları okudum ve her zaman
Yengeç'in menfaatine göre davranacağıma yemin ettim. Bu yemin
beni yapmayı tercih edeceğim her şeyden; ailemi aramaktan, evimin
yeniden inşasına yardım etmekten fedakârlık etmeye yönlendirdi
ve beni tüm Zodyak'ın alay konusu haline getiren, delice bir görev
uğruna tüm galaksiye gönderdi.
Ve şimdi kendi halkım , beni olmadığım birine dönüştürm ek
istiyordu.
Savunuculuğu kabul ettiğimde her şeyi geride bıraktığım ı bi­
liyordum. Ancak tutunm am gereken bazı şeyler vardı, sadece bu
rolde bana verilen görevleri en iyi şekilde yapabilmek için. Doğruluk
bunlardan biriydi.
"Eminim, Sirna/'
29

Sirna nin zırhlı arabasını aldık, iki tarafım ız askerler ve hover-sco-


oterlarla çevriliydi. Hysan'ın bizi hipodrom da beklediğini görünce
içine birden dolan rahatlık dalgasını hissettim.
Saçını taram ış ve her zam ankinden daha şık giyinmişti. Saray
takım ı m orun öyle koyu bir tonundaydı ki neredeyse siyahtı. Sa­
çımdaki tacı görünce sırıttı. "Çok tatlı." Sonra bana yakından baktı.
"İyi uyum am ışsın."
"Dün gece keskin nişancıların saldırısına uğradı," dedi Mathias.
Hysan'ın gözleri fal taşı gibi açıldı. "İyi misin? Ne oldu?"
Başımı salladım, M athias saldırıyı anlatmaya başladı. Cümlesi
yarıda kesildi. Salonun diğer ucunda öğrenciler Yengeç bayrakları
sallayıp ismimi haykırıyorlardı. En az elli kişilerdi.
"Rho! Rho! Rho!" Bana doğru koşup Dalgalarıyla fotoğraflarımı
çekiyor, bana dokunm aya çalışıyorlardı. M athias araya girip beni
aceleyle yakıt m erdiven borusuna soktu.
Arena küresinin içinde yüzlerce hologram, bir haylaz renkler
sirki gibi tepede süzülüyordu. Aşağıda, kat kat koltuklar tamamen
doluydu. Düzinelerce m ikrokam era etrafımızı sardı ve dinleyici sü­
rülerinin arasından sahneye doğru gittiğimiz sırada ellerimizle kame­
raları ittik. Her zamanki gibi M athias önden giderek yolu açıyordu.
M athias'ın sırtı dönükken Hysan'ın eli bileğimi tu ttu ve beni
arenanın daha sakin bir köşesine çekti.
Acil durum çıkışının gölgesinde, bizi duyacak kimsenin olmadığı
bir yerde bana döndü. Kalabalığa bir bakış attım, Mathias yanında
olmadığımı fark edince endişelenecekti.
"Rho, çok düşündüm ve bugün Meclis e hitap edeceğim," dedi
aren anın g ü rü ltü sü n ü bastırarak. "Büyükelçim bana bir zaman
boşluğu ayarlıyor. Gerçek kimliğimi açıklayacağım."
Gözlerim sanki suratım ın tam am ını kaplıyormuş gibi hissedi­
yordum. "Ne yapacağım dedin?"
"Herkese gemimize yapılan saldırıyı anlatacağım ve psişik silah
hakkında şüphe olmayacak. Sonra onlara sana inandığımı, Ophiu­
chus'un gerçek olduğunu ve Terazi H anesi'nin Yengeç Hanesi'nin
yanında durduğunu söyleyeceğim."
Havada uçar gibi sıçrayıp ona sarıldım, boğuk gülüşü kulağımı
gıdıkladı. Ayrıldığımızda, "Hysan, bunun çok ciddi sonuçları olacak.
Yani halkın için, gerçeği açıkladığında. O gün kendin söylemiştin,
benim için savunucu yem inini bozdun. Senden daha fazlasını iste-
yemem."
"M erak etme, hepsi bu. Bir şey istemek zorunda değilsin." Yü­
züme düşen bir bukleyi kenara itti ve tenimde sıcak bir çizgi bıraktı.
"Gizliliği sevmediğini biliyorum ancak gizlilik benim bildiğim tek
şey. Bana her şeyin iyisini öğretecek, senin gibi bir rol modelim hiç
olmadı." Yanaklarında derin gamzeler belirdi.
Bunun m üm kün olabileceğine hiç inanm am ış olsam da ben de
gülümsedim. "Sana borçluyum."
"Hayır, Rho, ben sana borçluyum." Yüz ifadesi alışılmadık şekilde
ciddileşti ancak gözleri sıcaklıklarını koruyordu. "Büyükelçi Frey
bana dün gece geç saatlerde uçan şehirlerimizden dördünün büyük
bir Psinerji yoğunluğu altında kaldığını söyledi. Beni uyarmasaydın,
şehirlerimizi kalkanlam ayı akıl edemeyecektim."
Söylediğini sindirm em zam an aldı. "Öyleyse... işe yaradık,"
diyerek heyecanla ürperdim . "Tüm çabalar... her şey boşa gitmedi."
Kafamı toparlayamadan Hysan eğilip iki yanağımı da yavaşça
öperek her şeyi daha da bulandırdı. Tenime sürülen dudakları bey­
nim in uğuldamasına sebep oldu.
"O şehirler on iki milyon insana ev sahipliği yapıyor/' diye fısıl­
dadı, ağzı şimdi kulağım ın dibindeydi. "Tüm galaksiye ne yaptığını
anlatacağım. Terazi Hanesi sana sonsuza dek m innettar."
"Rho!"
M athias'ın y akından gelen seslenişini duydum ancak henüz
bizi bulamamıştı.
"Burada!" diye bağırdı Hysan ve beynim nabzımın hızına ayak
uydurm aya çalışırken beni M athias'ın yanına götürdü. Üçümüz bir
araya geldiğimiz anda, küçük bir kız yaklaşıp koluma bir çimdik
attı. Dönüp baktığımda, başka bir âleme ait gibi gelen çocuksu gü­
zelliğiyle çarpıldım.
Kavuniçi rengi kadar solgun bir teni ve kıvırcık, bakır rengi
saçlarıyla, hırsız erkek kardeşinin neredeyse aynısıydı. "Rubidum?"
"Caasy e ne yaptın?" diye sordu, tünel gibi gözleri genişleyerek.
"Şu siyah opaline kafayı öyle taktı ki çıkıp benimle oynamaya bile
gelmiyor."
"Nerede o?" diye atıldım. "Opal bana lazım!"
"Öyleyse seni karşıma yıldızlar çıkarm ış olmalı." Taşı cebinden
çıkardı.
Nefesimi tuttum . Uzanıp almayalı mıydım, yoksa taştan k u rtu l­
malı mıydım emin değildim. Taşı almam Ochus un işine yarayabilirdi.
Hysan olan biteni gördü ve taşı Rubidum 'un elinden alıverdi.
"Yanımda bir şey getirdim ," dedi kadife bir kese çıkarırken. "Psi-
ko-Şebeke'ye kapalı," diye açıklayıp taşı keseye koydu.
"Teşekkürler," diye m ırıldandım şaşkınca H ysan'dan keseyi
alırken. Sonra Rubidum a baktım . "Neden aldı bunu?"
"Bir intihar görevinde olduğunuzu düşündü," dedi sanki üstle-
nilebilecek en normal görevi üstlenm işiz gibi omuz silkerek. "Taşın
ne olduğunu biliyordu ve senin bilmediğinden endişelendi. Bu y ü z­
den aldı. Yengeç'i korum ak için. Ve onunla kendisi oynam ak için
elbette/' Yüzünü parlak bir gülümseme aldı. "Ancak daha ziyade,
siz öldüğünüzde bedenlerinizle birlikte kaybolmaması için."
Bu sözlerin gerçekliğinden emin olamasam da her şekilde Ru-
bidum'un taşı bana getirecek kadar hassas olması beni mutlu etti.
"Nerede o?" diye hırladım.
Başını devirip som urttu. "Caasy gelmedi. Çağrıya kendim cevap
vermek zorunda kaldım."
Gözlerimi kırptım . "Çağrıya mı?"
"Evet. Çok zahmetli. Günlerdir yoldayım. Karnaval buna değse
iyi olur." Alaycı bir gülümsemeyle beni dirsekledi. "Şarkın îkizler'de
epey takipçi topladı. Davulcu olduğunu bilmiyordum! întergalaktik
bir grup kurm alıyız, Lord N eith'in mükemmel bir ses aralığının
olduğunu duydum!"
Sirna bileğimi tu tu p beni çekerek götürdü. "Zamanı geldi."
M athias da peşimizden geldi.
Büyükelçilerin tahta benzeyen koltuklarının yanından geçer­
ken, M orscerta'nın yaverleriyle fısıldaştığını gördüm ve tekrar bir
hologram olup olmadığını düşündüm . Bu anı değerlendirip omzuna
sürtündüm .
Dokunuş bana hafif bir statik şok verdi, o da hissetmiş olmalıydı,
zira kızgınlıkla yüzünü asıp döndü ve yüzündeki ifade çabucak zarif
bir gülümsemeye dönüştü. "Leydim Rhoma."
"Üzgünüm, efendim. Burası oldukça kalabalık," dedim aceleyle
ilerlerken.
Hologram değildi. Karanlık aurası bir çeşit enerji alanı olmalıydı.
Kişisel koruma veya görüntüsünü maskelemek için. Bilmiyordum.
Dinleyicilere bakarak acaba diğer ziyaretçilerimden kaçı gerçekten
göründükleri kişi , diye merak ediyordum.
Sonra bir kez daha birkaç basamaklık merdiveni tırm anıp yarım
ay şeklindeki sahnede yalnız kaldım, engizitörlerime döndüm. Bu
kez, arena ağzına kadar doluydu. Kalbimin atışı bir hıçkırık gibi
tüm bedenimi sarsıyordu.
Uçan kam eraları elimle itip boğazımı temizlemeye çalıştım.
Ana kattaki büyükelçilere başkaları katılmıştı, yeni süslü koltuklar
eklenmişti. Yeni gelenlerden biri ışık saçan küçük Rubidum'du. Yeni
gelen bir başkasını görünce yıldırım çarpmışa döndüm: Lord Neith.
O tururken bile muhteşem bedeni herkesin kinden daha uzundu.
A ltın renkli bir saray kıyafeti giym işti ve kısa beyaz saçlarının
üstüne, Terazi sembolü Adalet Terazisi'ni taşıyan bir yüksek kilise
tacı kondurm uştu. Kuvars beyazı gözleri keskindi ve şaşırtıcı şekilde
insan gözü gibiydi. Hysan hemen arkasındaydı ve soran gözlerle ona
baktığımda sadece kaşlarını kaldırıp başını salladı.
Büyükelçi Charon, başında neredeyse gerçek gibi görünen, bir
A krep'le süslenmiş devasa bir holografik taç takan yaşlı bir adama
fısıldıyordu. Aslında, altı yeni katılım cının tamamı hanelere özgü
sembolleri taşıyan taçlar giymişlerdi. Yay'ın O kçusunu, Aslan ve
Balık sembollerini görebiliyordum. Bugün Meclis'te neden bu kadar
savunucu vardı?
Bu kadar büyük mesafeleri kat edebilmek için günler öncesinden
yola çıkmış olmalılardı ancak düne kadar benim Meclis'te bugün
konuşacağımı kimse bilmiyordu. Değil mi?
K alabalık sessizleşti ve birisi k onuşm ak için ayağa k alk tı.
Morscerta. Yanında donuk gözlü, beş-altı yaşlarında bir çocuk otu­
ruyordu. Çocuğun başında, başının iki katı büyüklüğündeki Kova
tacı duruyordu. M orscerta çocuk savunucunun sırtını, samimi mi
yoksa gösteriş maksatlı mı olduğunu bilmediğim bir düşkünlükle
okşadı, sonra tuhaf, hareketli bir sesle konuştu.
"Selamlar, Saygıdeğer Rhoma. Genç Yüce Savunucum neden
huzurunuza çağırıldı, sorabilir miyim?"
Berbat bir dehşetle sendeledim... tam da o anda, neden hep
birlikte burada olduğum uzu fark ettim.
K ürsüye sım sıkı tu tu n d u m ve hiç düşünm eksizin, "Bu bir
pusu!" diye bağırdım.
Kalabalık öfkeli haykırışlarıyla patladı ve ilk kez, koltukların
çoğunun koyu renkli gözlükler takan incecik A krepliler tarafından
doldurulduğunu fark ettim. Herkesten daha asık suratlı görünüyor­
lardı ve Yay'la aralarındaki sorunu hatırladım.
Dinleyiciler arasında başka kimler var diye baktım. Öğrencilerin
hiçbiri yoktu ve lobide gördüğüm Yengeçliler'in birini bile göremi-
yordum. Bu birinin işiydi.
Gürültüyü bastırarak konuşmaya çalıştım. "Tek bir yerde toplanan
çok fazla savunucu var. Hareketsiz hedefiz. Ayrılıp dağılmalıyız!"
Yanımda, Charon konuşmacı asasını kaldırıp uzun çubuğu yere
vurdu. Tüm sesler kesildi ve Charon hiçbir şey söylemeyerek gergin­
liğin artm asına izin verdi. Bir kalabalığı nasıl kontrol edeceğini iyi
bildiği açıktı. Böylesi seküler bir hane için, Akrepliler tıpkı yobazlar
gibi hareket ediyor gibi görünüyorlardı.
Bana döndüğünde gülüm süyordu ancak yüzü kılıca her zaman­
kinden daha çok benziyordu. "Savunucu, daha fazla sorgulanmayla
karşılaşmayı kabul ettiniz. Hilelerinizi ortaya çıkaracağımızdan mı
korkuyorsunuz?"
Kürsüye vurdum , başımdaki tacım yamuldu. "Dinlemek zorun­
dasınız. Aynı şey Yengeç'te de oldu. Ophiuchus neredeyse bütün
Zodai M uhafızları aynı yerde bir aradayken saldırdı."
"F an tezilerin y etti artık , çocuk." C haron asasını sav u rd u .
"Şimdi. İlk soru. A nalar haberdar edilmeden, gece yarısı hanenizi
terk ettiğiniz doğru mu?"
Düş kırıklığıyla titredim . "Evet ama..."
"Basit bir evet veya hayır kafi." Charon kaygan sırıtışını yüzüne
takıp izleyicilere baktı, sonra bana döndü. "Siz ve sevgilinizin başka
bir haneye ait bir gemiyi çaldığınız doğru mu?"
Ağzım açık kaldı. Utanarak kalakaldım ancak Hysan ayağa fırlayıp
konuştu: "Leydiye şoförü olmayı ben teklif ettim. O hırsız değil."
Charon birden dönüp asasını Hysan'a doğrulttu. "Muhafızlar,
sözümü kesen şu densizi Meclis'ten çıkarın."
Hysan, "D urun bir dakika," diye itiraz etmeye başladı ancak
kalabalığın arasından dört asker belirip şok tabancalarıyla onu v u r­
dular. Korku içinde attığım çığlık, seyirciler arasındaki Akrepliler'in
yuhalam aları ve alkışları arasında boğulup gitti.
"Duran!" diye bağırdım, askerler Hysan'ın hareketsiz bedenini
çıkışa doğru paldır küldür götürürken. Yardım etmesi için Sim aya
baktım ancak koltuğu boştu. M athias da kaybolmuş gibi görünü­
yordu ve Lord Neith tamamen hareketsizdi, acaba kapalı mı diye
merak ettim. Sirna haklıydı, büyükelçiler bizi hazırlıksız yakaladı.
Hepimizi doğrudan bir tuzağa yönlendirm iştim .
Charon önünde, havada süzülen ekrandan okudu. "Amiral Crius
halk ın ızı afet yardım ları toplam ak için hanenizden ayrıldığınız
şeklinde bilgilendirdi. H anenizin işine yarayacak bir metelik bile
topladınız mı?"
Başımı eğdim. "Hayır."
"Daha yüksek sesle, lütfen."
"Hayır, toplamadım."
"İkizler Hanesi ne bir görünm ezlik peleriniyle gizlenerek/' diye
sordu Charon, "gizlice girdiğiniz doğru mu?"
"Buna şahitlik edebilirim." Rubidum ayağa fırladı. "Rho oyun
odam ızda bir sihirbaz gibi bir anda cisimleşiverdi. Ne teatral bir
giriş... Rho bir melodram kraliçesi."
Kardeşinin ihanetinden sonra rezil edilişime sunduğu katkıya
şaşırmamalıydım. Bana taşı getirdiğinde, Rubidum'un benim hak-
kım daki fikirlerinin değiştiğini düşünm üştüm . Yanılmıştım.
Sandalyesine tırm an ıp y ü z ü n ü seyircilere dönm ek için di­
kildiğinde savunucu tacı altın renkli yansım alar saçıyordu. "Rho
kötü niyetli değil, sevgili Ekselanslar. Sadece dostlarının ölüm ünün
getirdiği öfkeyle kör olmuş. întikam , sonu olmayan bir hikâyedir,
onu uyarm ıştım ."
İzleyiciler, "Sonu olmayan bir hikâyedir," diye yankıladı, sanki
bu cümle her şeyi açıklıyorm uş gibi.
Dönüp koltuğuna oturdu ve Charon eğilerek Rubidum'u selamladı.
"Tanıklığınız için teşekkür ederiz, Saygıdeğer Rubidum." Şimdiyse
az önce Hysan'ın oturduğu sıraya baktı. "Ve, Lord Neith, bu kız
aynı aldatıcı pelerini kullanıp sizin hanenizi de işgal etmedi mi?"
Kısa bir gecikmeden sonra, Neith çenesini kaldırdı. "Yetersiz veri."
Nefesimi tu ttu m ve kalbim N eith'in ilanından sonraki sessizlik
saniyelerini saydı. Bir şey yapmalıydım, Hysan m sırlarının bu şekilde
açığa çıkmasına müsaade edemezdim...
"Terazi Savunucusu kestiriyordu galiba." Charon alaycı bir
sırıtışla izleyicilere döndü.
Kalabalık k ahkahalara boğulana ve tehdit ortadan kalkana
kadar nefesimi bırakmadım.
Charon'un herkesi sakinleştirmesi bir dakika kadar sürdü ve
o esnada tavana bakıp Ochus'un bize saldırabileceği yolları hayal
ettim. Karanlık madde patlamalara sebep oldu, asit yağmurlarıyla
atmosferi yaktı... Ochus Karanlık maddeyle başka ne yapabilirdi?
Gözlerim tekrar Mathias'ı aradı ancak bulamadım.
Charon, "Son soru," diye gürleyince sıçrayarak kendime geldim.
"Yörünge laboratuvarı patladığında İmparatoriçe M oira'yı ziyaret
ettiğinizi, görgü tan ık ları sayesinde biliyoruz. Çalıntı gem inizle
hiçbir erkeği, kadını veya çocuğu gemiye almayı teklif etmeksizin
kaçtığınız doğru mu?"
Ayaklarım uyuştu, sonra bacaklarım, karnım , göğsüm ve tüm
bedenim bir hissedememe durum una geçti. Sanki bedenim bile beni
bırakarak bu gemiyi terk ediyordu. O insanların ölmesine müsaade
etm iştim . O phiuchus'u onlara getirdim , sonra tek bir kişiyi bile
kurtaram adım .
"Doğru."
Kalabalığın sesi bir yaygaraya dönüştü ve gözlerimin dolduğunu
hissettim. Bir kez daha, M orscerta ayağa kalkıp konuşmacı asasını
aldı. Tüm o nazik tavırlarının altında, dikkati emri altına alan bir
otoritesi vardı ve arena küresi bir anda öyle sessizleşiyor ki nefes
alıp verişimi duyabiliyordum.
"Savunucular, Ekselanslar, bu tu h a f otu ru m u n hepim izi et­
kilediği açık." Sonra Kovalının ipeksi sesi beni ü rp ertti. "Ancak
dönem im izin son gününde, kapanıştan önce lütfen o tu ru p daha
ciddi konulara dönelim."
Diğerleri başlarını onaylar gibi sallarken, Morscerta tatlı, nere­
deyse dokunaklı bir tonda bana hitap etti. "Rhoma Grace, büyüleyici
yorum larınız için teşekkür ederiz. Kürsüden inebilirsiniz."
Asayı yere vurdu ve konu kapandı.
30

Arkadaşlarım ; Hysan, Sirna ve üç Thais, sokaktaki bir barikatın


ardında bekliyorlardı. Hysan şok tabancası yüzünden hâlâ biraz
sersem gibiydi ve ayakta durm asına Egon yardım ediyordu. Ona
koştum. "İyi misin?"
"Daha önce hiç kimse bana şok tabancasıyla saldırm am ıştı,"
dedi miskin m iskin sırıtarak. "Şoke ediciydi "
Hepimiz Meclis'ten kovulmuştuk ve askerler içeri girmediğimizden
emin olmak için Meclis'in kapısında nöbet tutuyorlardı. Daha önce
beni karşılayan öğrenciler görünm üyordu. Tacımı çıkarıp Sirna ya
verdim. "Bunu güvende tut."
Ciddi bir ifadeyle başını sallayarak tacı aldı ve M athias dür­
bünüyle çevredeki binaları tararken Sirna da broşuna fısıldayıp
aracını çağırdı.
"Orada olamadığım için üzgünüm , Rho," dedi M athias hemen
arkam dan gelirken. "Agatha'dan gelen acil bir arama yalanıyla beni
kandırdılar, sonra da bir daha içeri sokmadılar."
"Sorun değil." Ochus beni yalnız bırakm ak için elinden gelen
her şeyi yapıyordu.
Seyirciler dışarı çıkmaya başladı. Hepsi Akrepliydi ve az sonra
biri beni fark etti. "İşte o rada"
Hysan bir tabanca çekti ve M athias A krepliler hakaretlerini
haykırırlarken önüme geçti. Bize doğru harekete geçtiklerinde Mat­
hias şok tabancasından mavi-beyaz bir yaya benzeyen bir elektrik
dalgası ateşledi.
Kalabalık birkaç adım geri çekilip silahların menzilinden çıktı
ancak dönüp gitmediler. Hysan tüniğinden pelerin tasmamı çekti,
boynum a geçirdi ve çalıştırdı. Gözden kayboldum.
Akrepliler etrafımızı çevirdi. Mathias ve Hysan kalabalığı geride
tutm ak için bayıltma m odundaki silahlarını sürekli ateşliyorlardı.
Gergin geçen iki dakikanın sonunda Sirna nin arabası geldi ve ara­
baya atladık.
"Savunucu, sığınağımız artık güvenli olmayabilir," dedi Sirna
hepimiz içeri girdikten sonra ben tasmayı çıkarır çıkarmaz. "Size
yeni bir yer bulmalıyız."
"Terazi büyükelçiliğinde kalabilir," diye tek lif etti Hysan.
"Rho'yu orada aram ak akıllarına gelmez."
"Teşekkür ederim," dedim.
M athias birden döndü. "Hayır. Kimin güvenilir olduğunu..."
"Rho Terazi Hanesi ne güvenebilir," dedi Hysan dik dik bakarak.
Sirna, "Savunucu seçimini yaptı. Hepim izin görevleri belli,"
diyerek beni şaşırttı.
S im a n ın anlaşılm az y ü zü n ü okum aya çalışıyordum . Benim
tarafım ı mı tutuyordu? Yoksa sahip olduğu sıkıntılar listesinden
çıkacağımı mı umuyordu?
Köye vardığım ızda Terazi büyükelçiliğinin önünde toplandık.
"Rho yu her zaman ziyaret edebilmeniz için giriş izinlerinizi ayar­
layacağım," dedi Hysan gözlerini M athias a dikerek. "Siz de geceyi
burada geçirebilirsiniz."
M athias Hysan'ın cömertliği karşısında şaşırmış gibiydi. Ancak
ona cevap vermek yerine bana döndü. "Sen yerleşene dek Kraliyet
M uhafızlarına yardım edeceğim. Erkenden sana uğrarım."
Sirna hızlıca selam verdi ancak yüz ifadesini hâlâ okuyamıyor-
dum. "Meclis, hanemize hakaret etti. Gereği yapılacak."
"Öyle um uyorum /' dedim.
O ile Thaisler gitmek için Hysan ile ben Terazi büyükelçiliğine
girene dek beklediler. Yıldızdelendeki izleme teknolojilerinin derece­
sini ve binayı çevreleyen silahlı Zodaileri düşününce içeride bir dizi
metal kapı ve biyometrik beden taramasıyla karşılaşmayı bekledim.
Ancak onun yerine gıcırtılı, ahşap bir mahkeme salonuna girdik.
Beyaz peruklu bir hâkim yüksek bir kürsüde oturuyordu ve
bunun üstünde Adalet Terazisi asılıydı. Yanında eski püskü bir ta­
nık kürsüsü vardı ve sol tarafta gıcırtılı sandalyelerinde kıpırdanıp
duran on iki ergen, başlarını olduğumuz yöne çevirdiler.
Yengeç'te, hanenin tüm ünü ilgilendiren davaların görülmesi için
On İki A naerk'ten birer jüri üyesi gerekir. Zodyak'ta, galaksinin tü­
münü ilgilendiren davaların görülmesi içinse her haneden birer jü ri
üyesi gerekir. Jüri bölümünde oturan gençler, Terazi Akademisinden
gelen yardım cılar benziyordu.
"D urum unuzu bildirin," dedi hâkim , alçak ses tonu ve ağır
sözcükleriyle.
"H ysan Dax, sayın hâkim , diplom atik elçi, D ördüncü Hane
Yengeç'in Savunucusu, Kutsal Ana Rhoma Grace'i temsilen. Kendileri
kimliği bilinmeyen saldırganlar tarafından kovalanıyor ve buraya
sığınmak için geldiler. Kendilerine Terazi sığınağımıza giriş hakkı
tanım ak isterim."
Hysan'a şaşkınlıkla bakakaldı. Sırıttı ve kaşlarını kaldırıp indirdi.
"Bu oldukça akla uygun," dedi hâkim. Jüriye döndü. "Kararınız
nedir?"
Girdiğimden beri bana fal taşı gibi gözleriyle bakan on iki ergen
şimdi birbirlerine dönüp bir daire oluşturdular ve fısıldayarak bir
tartışmaya başladılar. Neredeyse aynı anda holografik bir soru jürinin
durduğu yerden havaya yansıdı: "Saldırganlar Yengeç Savunucusunu
neden kovalıyorlar?"
"Çünkü Zodyak'ın inanm ak istemediği bir canavar hakkında
do ğ ru ları söylüyor," dedi H ysan bana göz k ırp arak . "Onu adil
şekilde yargılayam ıyorlar çünkü hikâyesinin gerçeklik ihtim alini
kabul etmiyorlar. Biz Terazililerdin bildiği gibi, sadece düz çizgiler
halinde düşünenler, döndükleri virajın nereye çıktığını göremezler/'
Bir saniye sonra, jü ri k u rd u k ları daireden ayrılıp yerlerine
oturdu. "Kararınızı belirlediniz mi?" diye sordu hâkim, sıkkın sesiyle.
"Belirledik, sayın hâkim ," dedi yüksek kürsüye en yakın olan
jü ri üyesi. "Yengeç S avunucusunu yargılayacak eşdüzeyleri daha
geniş bir dünya görüşü ihtim alini kucaklayana dek, kendilerine sı­
ğınma hakkı tanınması gerektiğine inanıyoruz. Ancak aynı zamanda
Leydi Rho ya hatırlatm ak isteriz ki zihnimizi fazla açarsak, tamamen
kapatma riskini de alırız."
"Gayet iyi." Hâkim tokmağını vurdu. "Sıradaki!"
Hysan beni küçük bir yan kapıdan geçirdi ve oldukça iyi ay­
dınlatılm ış bir koridora girdik. Tüm bu zaman zarfında, merakla
ona bakıyordum. "Üst düzey güvenliğiniz bu muydu? Genç jüriniz
katillerim in aleyhinde hüküm vereceği için mi güvendeyim?"
"Dışarıdaki güvenliği görsen, sen buraya sızmayı dener misin?"
Yüzümdeki ifadeye güldü. "Eğer daha iyi hissedeceksen, kapıdan
geçtiğin an tarandın. Tüm bilgilerin; ismin, astrolojik parm ak izin,
hanen, kayıtların, her şeyin işlendi. Dışarıdaki Şövalyeler ise ger­
çekten iyi Zodailer."
Şövalye Kutupyıldızı anlamına gelen Terazi terimiydi. "O zaman
mahkeme ne içindi?" diye sordum, koridorun sonundaki çift kapıya
yaklaşırken.
Kapıyı açmaya çekinerek donakaldı ve endişeyle bana baktı.
"Eğlence, leydim fakat Yengeçlilerin bu kavramı bildiğinden gerçekten
şüphe etmeye başlıyorum."
Gözlerimiz buluştuğunda, o kentaur sırıtışının arkasında eğ­
lenceden fazlası olduğunu sezdim. Bakışlarında bir çeşit dinginlik
vardı. Sanki onu sabit tutan, dengeleyen şeyin, M erkez'inin yakı­
nındaym ış gibiydi.
M ahkeme odası Hysan ve halkının kutsal gördüğü bir görevi,
adaletin peşinde koşmayı sembolize ediyordu. Terazililer güçlerini
bu kovalamacadan alırlardı, tıpkı bizim Yengeç Denizinden, gezege­
nimizdeki tüm hayatı besleyen A nne'den güç aldığımız gibi.
Burada onunla birlikteyken, Hysan'ın görevimize olan bağlılığının
neden hiç, hem de bana katılması için hiçbir zorunluluğu olmamasına
rağmen bozulmadığını anlıyordum. Ophiuchus un gerçek olduğuna
inanm anın ötesinde, Hysan benim adalet ihtiyacımı paylaşıyordu.
"Eğlence kulağa eğlenceli geliyor." Bu sözcükleri söylediğim
anda, söylediğim şeyin saçmalığından utandım .
Hafifçe kıkırdadı. Eli kapı topuzundaydı ancak kapıyı hâlâ aç­
mamıştı. îkim iz de hareket etmememize rağmen aram ızdaki boşluk
gittikçe kapanıyor gibiydi.
Yeşil gözlerinin ve altın renkli parlaklığının tenim i ısıttığını
hissettim ve ikili kapıyı açtığı sırada, karanlık ru h halim in kaybol­
duğunu, Hysan'ın parlak ışığında alev alev yandığını fark ettim.
"Terazi sığmağına hoş geldin."
Eşikten içeri girdiğimde Terazi beni yine şaşırttı. Büyükelçilikleri
lüks, iki renkli bir oteldi. M ermer duvarlar beyaz, zemin siyahtı.
Baktığımız her yerde siyahlar içinde belboylar ve beyazlar içinde
valeler vardı. Yüksek rütbeli Terazi yetkilileri sarı giyiyorlardı, bu
yüzden onları ayırt etmek kolaydı. Lobi engin, binanın tüm genişliği
boyutunda dairesel bir odaydı ve üst katlar spiral şeklinde uzanıyordu.
Her yanım ızdaki danışma bankoları odanın sınırlarını çiziyordu.
Burası m uhtem elen köyde, Kova haricindeki en uzun büyü­
kelçilik binasıydı. Üst katlar halka halka uzuyordu. Binanın yirm i
civarında katı vardı. Devasa bir asansöre bindik ve Hysan operatöre,
"Çatı süiti," dedi.
Birdenbire en üst kata fırladık ve sadece tek bir kapı gördüm.
"Bir haritaya ihtiyacım olur mu?"
Hysan'ın gözlerinden bir pırıltı geçti. Bir giriş kartı okuttu ve
kapı kendi kendine, devasa bir... atölyeye açıldı.
Uzun, düz masalar zemini kaplıyordu ve üstleri her türlü alet
ve makineyle kaplıydı. Duvarlar boyunca uzanan dolaplar bir sürü
aygıt ve elektronik eşyayla dolup taşıyordu ve havanın her zerresi
parlak ölçüm hologramları, denklem hologramlarıyla doluydu.
“Sürekli seyahat ettiğimden, her hanede atölyelerimin olması
hoşuma gider... Neith ya da N ox 'un bir ayar değişikliğine ihtiyaç
duym ası ihtim ali yüzünden." Gri tulum unun kapının yakınında
bir çiviye asılı olduğunu gördüm. "Kalkan açık, dolayısıyla burada
kimse Psiko-Şebeke ye erişemez."
"T eşekkürler." Uçuşan sözcük ve sayıların içinden geçtim.
"Nerede uyuyorsun?"
Beni çalışma alanının uzak köşesindeki bir kapıya yönlendirdi.
Kapının diğer tarafında son derece savurgan şekilde dekore edilmiş,
lobinin iki renkli stiline sahip bir süit vardı. Zemin siyah ve beyaz
mermerlerle damalı bir desendeydi, mobilyalar siyah levlandı ve ma­
salar kristaldi. Oldukça lüks bir oturma odası, bir okuma odası, bir
mutfak, bir yemek odası, bir dizi yatak odası ve banyo, son olarak
tüm binayı çevreleyen bir balkon vardı.
"Bir isteğin var mı?" diye sordu Hysan, sanki tüm evren elinin
altındaym ışçasına kollarını açarak.
"Haberler," dedim Ochus'u düşünerek. Tekrar saldırıp saldır­
m adığını bilmeliydim.
Hysan başını sallayıp duvarekranını açtı ve sesi kıstı. O turm a­
sını bekledim, sonra aram ızda bir yastık olmasına dikkat ederek
koltuğun öbür ucuna oturdum .
Bir süre Yay'dan gelen görüntüleri izledik. Sonra Koç'ta, Aslan'da
ve Kova'da çıkıntılara yönelik nefret suçlarındaki artış hakkında
kısa bir haber geçti. Tarihsel olarak çıkıntıların üstünde atam adık­
ları bir leke vardır. Çoğu hanede bu önyargı noktasını benimsemek
pek popüler olmasa da Zodyak'ta hâlâ önyargıyla karşılaşan birkaç
sosyal g ruptan biriydi.
Yengeç hakkında gelişme yoktu. Meclis'te bomba yoktu. İkizlere
saldırı yoktu. Ochus'un bir sonraki hamlesini böylesine kör şekilde
beklemek bütünüyle işkenceydi. "Şimdi ne yapacağız, Hysan?"
"Savaşmaya devam edeceğiz," dedi başını ekrandan bana çevirerek.
"Mathias bana inanmıyor." Hysan'ın Mathias'ı tartışmak için en
uygun insan olmadığını biliyordum ancak biriyle konuşmam lazımdı.
Hiç bu kadar şaşkın... veya yalnız olmamıştım.
"Üzgünüm, Rho."
"Charon'un Meclis'te söylediklerinden ve gösterdiği onca fotoğ­
raf ve belgeden sonra... onu suçlayamam. Sirna'yı ve diğerlerini de.
Keşke ben de kendime inanmasam. Kendime yalan söyleyebilseydim
ya da hafızamı sorgulayabilseydim... ama hafızam unutmama izin
vermiyor." Son bölüm ağzımda acı bir tat bıraktı. Boğazımı temiz­
leyip başımı çevirdim.
"Sana inanıyorum ."
Gözleriyle buluşm ak için döndüğümde, nefes alış sesim fısıl­
danan bir nefes gibi çıkıyordu. Hysan bana, aram ızdaki yastığın
üstüne yaslanarak yaklaşm ıştı ancak oturduğum uz yerleri bölen
çizgiyi geçmiyordu.
Yanımda olan az sayıdaki insandan birine sormak için aptalca
bir soru olsa da, "Neden?" diye sordum.
"Sana güveniyorum ," dedi sadece. Yüzünde hiçbir oyun ema­
resi görmedim. "Yıldızları okumada senin doğal yeteneğine sahip
olmayabilirim ancak insanları okumada doğal bir yeteneğim var."
Elimi aldı ve sıcaklığı tenime işlerken içimde um udun alevlendiğini
hissettim. "Bugün konuşamadığım için üzgünüm. Dün denemeliydim."
"Dinlemezlerdi. Keşke sadece arkadaşlarım ı ikna edebilsem.
Üçüm üzün başına gelen onca şeyden sonra M athias neden bana
güvenemiyor? Neden kanıta ihtiyacı var?"
Hysan'ın gözleri sempatiyle yum uşadı ve sağ irisindeki altın
yıldız her zam ankinden daha parlaktı. "Düz çizgiler halinde düşü­
nen insanlar hakkındaki alıntıyı söyleyeyim mi yoksa sözü çoktan
o yanılm ayan hafızanıza işlediniz mi, Leydim?"
Aynı anda hem gülmek hem de onu öpmek istiyordum. Sonra bu
iki şeyden birini bile yapma düşüncesi kaçmak istememe sebep oldu.
Hayatımda kendimden, evimden, ailemden, tüm bunlar başla­
m adan önce olduğum kişiden hiç bu kadar uzak hissetmemiştim.
Hysan biraz daha yaklaşm aya başlarken hemen yeni bir konuya
geçtim. "Bugünlerde neden ortada yoktun?"
Ne d ü şü n d ü ğ ü n ü tam am en gösteren gözleri k arardı, daha
güncel duygulara döndü, sanki varlığındaki her bir atom kendini
bu anın içine döküyor gibiydi. "Sizi terk etmedim, Leydim." Yüzü,
yüz çizgileri gözlerimin önünde bulanıklaşıncaya dek yaklaşmaya
devam ediyordu. Sözcüklerini şekillendirdiği sırada dudaklarının
dudaklarım a sü rtü n düğ ünü hissediyordum . "Ancak söylememeyi
tercih ederim."
Buruk bir şekilde uzaklaştım. "Başka bir sır daha, hem de bugün
arenada söylediklerinden sonra mı?"
Altın renkli yüzü, söylediklerimi değerlendirir gibi kırıştı. Sonra
yüz ifadesi sakinleşti. "Tamam." Tekrar ağzıma doğru yaklaştı, saç­
larının dağservisi kokusu ve nefesinin tatlılığı beni ona yaklaşm ak
için kışkırtıyordu. "D oğrusunu istersen, rüyalarım daki kızı ailemle
tanıştırm ak nasıl bir şey bilmiyorum... ancak M athias'ın bu teşeb­
büsünü m ahvetmemin adil olmayacağını düşündüm ."
Hysan'a duyduğum ve bastırdığım hisler göğsümde patladı ve
dudaklarım ı onunkine bastırdım. Kalbim öyle güçlü çarpıyordu ki
boğazıma kadar tırmanıp vücudumdan çıkıp gideceğini hissediyordum...
Ve süitin kapısı açıldı.
31

M athias çalışma odasına girerken birbirim izden ayrıldık.


"Dışarıda her şey sessiz/' diye seslendi bizi gördüğünde. "Sa­
nırım bu gece güvendeyiz."
Hysan ve ben koltuğun iki ucunda, haberleri izliyor gibi yapı­
yorduk. Nabzım kafamda öyle gürültülü atıyordu ki Mathias aramız­
daki yastığa oturduğunda beni ele vermesinden korkuyordum. "Ön
kapıda bana anahtar bıraktığın için teşekkür ederim ,"dedi Hysan a.
"Sorun değil."
"Daha erken gelirdim ancak jüriniz bana tüm yolculuğu anlat­
tırdı. Oldukça... ilginçlerdi."
Masaya bir yemek çantası koydu, bileği bileğime sü rttü ancak
onunla göz göze gelemiyordum. "Başak'ta Rho'yu aram ak yerine
senin hayatını kurtarm am ın, sadece dokunabildiğim e güvendiğimi
gösterdiği için girebileceğimi söylediler. Sonra da hayatı bu kadar
harfi harfine yaşamamamı tavsiye ettiler."
Hysan hoşgörüyle gülümsedi. "Ah, iyi çocuklardır," dedi köşe­
deki masadan bir sürahi ve üç bardak getirirken.
Mathias her birimize birer kutu Yengeç suşisi verdi, muhtemelen
köy pazarından almıştı. Ancak ben Hysan'ın bana verdiği uyarıyı
düşünüyordum. "Senin iyi çocuklar Zihnimizi fazla açarsak, tamamen
kapatm a riskini de a lırız, derken ne demek istediler?"
"Ünlü bir Terazi deyişidir/' dedi Hysan içeceklerimizi kristal
masaya koyarken. "Açık fikirli insanların bile başka argüm anları
düşünm eyi reddederek dar fikirlilik edebileceği anlam ına geliyor."
M athias yengeç etiyle dolu suşiye gömüldü. "Sıradaki durağı­
mızı düşünüyorum . Phaetonis'te zaman geçirmemeliyiz." Başımın
yan tarafına dikilen gözlerini hissediyordum. Birden basan sıcağın
etkisiyle sudan bir yudum aldım. "En büyük Yengeç yerleşkesi İkizler
H anesinde, büyükelçilik de ailenin orada olabileceğini düşünüyor."
Duvardaki sesi kısık ekran M eclis'ten görüntüler veriyordu.
Yengeçli destekçilerimin görüntüleri, beni soru yağm uruna tutan
Akreplilerin görüntüleri ve işte ben. Sanki yetişkinleri eğlendirmek
için büyük bir sahnedeye çıkan küçük çocuktum ve izleyiciler hayal
kırıklığına uğramıştı.
Ochus haklıydı. Onun için tehdit değildim, tıpkı ilk karşılaş­
mamızda tahm in ettiği gibi. Sonuçta, kim eski bir yıldızdan daha
iyi yıldız okuması yapabilirdi ki?
M u h ab ir tam adım ı, yaşım ı söyledi ve u n v an ım ı akadem i
yardımcısı olarak verdi. Anlaşılan o ki yüzyıllardır gelen en genç
savunucu bendim. Sadece altı yaşındaki Kova Savunucusu benden
k üçüktü ancak onun da unvanı sembolikti, zira esas işi yapanlar
savu nu cu n u n naipleriydi. Kova'da, savunuculuk doğuştan gelen
bir hakti, yani miras kan bağıyla alınırdı. Çoğunlukla, hanenin en
iyi yıldız okuyucusu aslında savunucu değil, savunucunun kıdemli
danışm anı olurdu. Açık ki m uhabirin H ysan'dan haberi yoktu.
Video askerlerin beni hipodrom dan dışarı atm asını gösteri­
yordu. Ekrana öfkeyle baktım ve yeni bir düşünce kafamı kurca­
ladı. "Rubidum M eclise günler önce çağrıldığını söylemişti, bizim
gelişimizden önce."
"Neith de öyle." Ç ubuklarını bir parça çiğ yengeç etine sapladı.
"Bu çok saçma."
"Androidinin burada olacağını bilmiyor m uydun?" diye sordu
Mathias.
"Tamamen sürpriz. Neith onu çağıran kişinin ben olduğumu
düşünmüş. Oldukça zeki ama bazen saf olabiliyor. Koça doğru yola
çıkmadan önce bana danışm ak aklına gelmemiş."
Mathias boş suşi kutusunu kenara koydu. "Neden M eclise bu
kadar fazla savunucu çağırıldı?"
Bu kulağa Dr. Eusta'nm görüntüsüyle oynayan kişinin yapa­
bileceği bir şey gibi geldi... Ochus un. Başka kim böyle devasa bir
sahtekârlığı becerebilirdi?
"Başta, hepimizi tek bir darbeyle saf dışı bırakabileceği şekilde,
aynı yere toplamak istediğini düşünmüştüm," dedim sesli düşünmeye
devam ederek. "Ama yanılmışım."
"Hayır, öyle olsa şimdiye dek saldırırdı," diye katıldı Hysan.
"Belki de Ochus savunucuların Charon'un sahte kanıtlarını ilk
elden görmelerini istemiştir," diye derinlere daldım, uyarım ı bizzat
dile getirm ek ve bir hologram vasıtasıyla iletmemek konusundaki
kararım ı düşünerek. "Yaptığım şeyle boy ölçüşebilmek için... anlı­
yorsunuz ya, güvenilirliğimi gerçekten zedelemek için."
"Elbette," dedi Hysan kafasını sallayarak. "Yalanlarını daha
inanılabilir hale getiriyor. Sadece Dokunabildiğine Güven.”
Kafamı kaşıdım. "Ochus Meclis e geleceğimi öngörmüş ve beni
gözden düşürm ek istemiş olmalı. İyi tarafı, benden hâlâ korkuyor,
en azından beni yenmek için çaba sarf ediyor. Yani hâlâ yapabile­
ceğimiz bir hamle, kaygılanm asını sağlayacak bir şey olmalı. Sadece
aklımıza gelmedi."
"Bir problem çevresindeki sorgulama m etodun oldukça Yaylı
gibi," dedi Hysan. Akıl yürütm em i öyle yakından takip ediyordu
ki yemeyi bırakm ıştı.
Ona baktım. "En yakın arkadaşım dan geçmiştir." Sonra birden­
bire gün boyunca ilk kez açlığımı hissederek yengeç suşisinden bir
lokma aldım. Taze yengeç etinin tadı ürpererek Yengeç'i hatırlamama
sebep oldu ve ağzımdaki etin yağlı yum uşaklığının tadını çıkardım.
Özellikle de yediğim onca kurutulm uş uzay yemeğinden sonra.
M athias kalktı ve balkonun açık kapısından geçip binayı çev­
releyen köye baktı. "Buradan uzaklaşm alıyız. Evdeki halkım ıza
yardım etmeliyiz."
Y utkundum , yemek birden tatsızlaştı, k u tu n u n kalanını da
bıraktım . "Ev mi?"
Bu sözcüğü söyler söylemez Zodyak'taki hiçbir yerin Ophiuchus'a
karşı bütünüyle korunaklı olmadığını fark ettim. Bugün de yarın
da saldırsa daha fazlamızı katledeceğine şüphe yoktu. "Savunucu­
lar burada oldukları sürece kalıp onları ikna etmek için uğraşmaya
devam edeceğim /' dedim.
M athias bana döndü. "Rho, ciddi olamazsın. Ölmek mi isti­
yorsun?"
"Yengeç'i korumaya yemin ettim /' dedim ben de ayağa kalkarak.
"Yeminime bu şekilde sadık kalacağım; sen anlasan da anlamasan da."
Başını salladı. "Elinden geleni yaptın. Yeterince çaba harcadın."
"Yardım ın için teşek k ü r ederim ancak konuşm alar yapm ak
elimden gelenin en iyisi değil." Yürümeye başlayıp M athias'ın beni
uğrattığı hayal kırıklığını üstüm den atm ak için oturm a odasına git­
tim. "Elimden gelenin en iyisi efemerisi okumak, bunu da yapamam,
çünkü Ophiuchus bunu bana karşı kullanacak. Yani körüm, güçsüzüm
ancak gerçeği bilen tek kişi hâlâ benim. Buna sırtım ı çeviremem."
"Onları nasıl ikna edeceksin Rho?" diye sordu Mathias, önüme
dikilip çıkmama engel olarak. "İki kez denedin, ikisinde de seni
susturdular. Söyleyebileceğin veya yapabileceğin başka bir şey yok
çünkü kanıt yok..."
"O zaman On Üçüncü Hane ye gideceğim." Farkındalık bu sözleri
söylediğim esnada gelmişti. Gözlerine bakm adan, "O phiuchus'un
gerçek olduğuna dair kanıt getirmem gerekiyor," dedim.
"Hayır." M athias kaygılı bir inançsızlıkla bana baktı. "Rho, sen
Yengeç Savunucusu'sun ve halkının sana ihtiyacı var."
Başımı Mathias'tan çevirip kanepede bize bakan Hysana döndüm.
"Büyük bir iyilik daha isteyeceğim." Dikkatli ve sakin duruşu bana
alt kattaki jüriyi hatırlatıyordu. "Beni On Üçüncü Hane ye götürmesi
için Nox'u programlayabilir misin?"
"On Üçüncü Hane diye bir şey y o k /' diye laf arasında atladı
Mathias. "O sadece bir efsane."
"İyi," dedim hâlâ Hysan'a bakıp Mathias'ı görmezden gelerek.
"O zaman, Hysan, gemini beni Süfiyanik Bulutlar a götürmesi için
programlayabilir misin?"
Başını salladı. "Seni bizzat götüreceğim."
"Rho, yorgunsun," dedi Mathias sesini yum uşatıp ikiye bir olan
durum a karşı yeni bir yaklaşım geliştirerek. "Uykuya ihtiyacın var.
Yarın her şey..."
"Mathias, bana çok az güveniyorsun." Etrafından dolaşıp tekrar
yürüm eye başladım, bu kez yavaşlayamayacak kadar sinirliydim.
"Ochus gerçek ve bir yerlerde saklanıyor, belki de bu hanede. Onu
ya da On Üçüncü H an en in var olduğuna dair bir şey bulacağım ya
da hikâyemi güçlendirecek bir şey bulup Yengeç'e itibarını geri ka­
zandıracağım. Tüm galaksiyi Ochus'un peşine takacağım. İnsanların
dokunabileceği bir şey bulacağım."
Hysan kalktı. "Rho haklı. Konu a rtık sadece Yengeç değil.
Zodyak'taki herkes, haneler Ophiuchus'a karşı halklarını korum ayı
reddettikleri sürece hedef olacaklar."
M athias bana uzandı ancak bana dokunm asına izin vermedim.
"Rho, lütfen," dedi beni odanın diğer köşesine kadar takip ederken.
Gece mavisi gözleri parlıyordu. "Sadece bu konuda m antıklı olmanı
istiyorum."
"M an tık tan midem bulanıyor," dedim öfkeyle ona bakarak.
"Canın istiyorsa İkizlere git. Ben Ochus'u bulacağım."
M athias'ın yüzü acıyla kırıştı ve fısıldadı, "Seni asla bırakm a­
yacağımı biliyorsun."
Biri süitin kapısını sertçe vurdu.
M athias yatak odasına girmemi işaret edip silahını çekerken
adrenalin tüm vücudum u saran suçluluk ve öfkeyi boğdu. Mathias
kim in geldiğine bakm ak için Hysan'ı çalışma odasına kadar takip
etti ve saniyeler sonra Büyükelçi Sim ayla birlikte döndüler. "Rho
Ana nerede?"
Yatak odasından çıktım ve beni gördüğü anda, "Ağabeyinizin
hayatta olduğuna dair bir rapor aldık. Yaralı ancak hayatta," dedi.
Stanton hayattaydı. Kan göğsüme toplandı ve yere düşmemek
için kapının çerçevesine yaslandım. Duygular okyanus dalgaları gibi
ruhum a çarpıyordu.
"İletişim şebekesi yine çöktü ama sizi onunla görüştürebilecek
durum da olduğumuzda size haber vereceğim," dedi endişeyle kırışan
karanlık yüzüyle.
Ağabeyim ölmemişti. Buna inanamıyordum. Öyle rahatladım ki
bu gece en sonunda uyuyabilirdim... ancak babamdan bahsetmemişti.
Bu ondan hâlâ bir haber olm adığından mı, yoksa...
"Bir haberim daha var. Charon sizi suçlamak için rüşvet almış
ve bunu kanıtlayabiliyorum ." Broşuna dokundu ve holografik veri
ekranları yansımaya başladı. Hysan perdeleri kapadı, sözcükler ve
figürler karanlıkta daha parlak hale geldi.
"Charon'un sözümona bilimsel kanıtlarını analiz ettik," dedi
başka ekranlar oturm a odasını doldururken. "Thebe'deki patlam a­
nın kuantum reaktöründen kaynaklandığını biliyorduk ancak iddia
ettiği kozmik ışınlar tamamen uydurm a." İlk birkaç hologram şimdi
süitin başka odalarına yayılıyordu.
"O zaman reaktörün patlamasına neden olan neydi?" diye sordu
Mathias. Dört ayım ızın saldırı zam anındaki hallerini gösteren, bo­
yundan daha büyük bir hologramı inceliyordu.
"O geceki raporlara tekrar baktım." Sirna mutfağa doğru ilerlemiş
bir ekranı, rakam larla dolu bir ölçüm tablosunu işaret etti ve bana
dönüp gülüm sedi. "Tekrar bakm am ı em rettiniz. Psişik bir saldırıya
ait olduğuna şüphe olmayan izler buldum."
Hysan Sirna'nm ölçüm tablosuna baktı, sonra bana döndü. "Rho...
bu kanıtla, artı N ox 'un seyir defteriyle, Meclis oralarda bir yerlerde
bir psişik silahın olduğuna inanm ak zorunda kalacak."
Haklıydı... Karanlık maddeyi kullananın Ophiuchus olduğuna
inanm asalar bile, bunu yapanın Psinerji yi kontrol edebilen güçlü
bir Zodai olduğuna inanacaklardı. Bu bir başlangıçtı. "Neden kimse
Charon'un söylediklerini teyit etmedi?" diye sordum Sirna ya. "Daha
fazla veri olmalı."
Başını salladı. "Psinerji dalgalanmaları özellikle onları aram ı­
yorsanız kolaylıkla gözden kaçabilir. İnsan yapımı hiçbir sensör bu
dalgalanmaları kalıcı olarak tespit edemez, zira Psiko-Şebeke'deki
izler çok çabuk kaybolur. Sadece uzay-zaman matrisinde bıraktıkları
belli belirsiz izleri görürüz."
Hysan'a kaçamak bir bakış attım ancak kalkanından bahsetmedi.
Bajıa şimdiye dek güvendi, bu yüzden ben de sessiz kalıp onun
sessizliğine güvendim . M athias hâlâ verileri inceliyordu, dalgalı
saçlarında parm aklarını dolaştırıyordu.
Bunun konuya karşı duruşunu değiştirmeyeceğini biliyordum.
Psişik saldırıya zaten inanıyordu, çünkü geminin seyir defterini gör­
müştü. Onu veya diğerlerini ikna edemediğim şey bu suçun failiydi.
C haron'un yalanlarını ortaya çıkarm ak en azından büyükelçileri
Charon'a güvenm em ek konusunda ikna edecekti. Sonra belki de,
Hysan'ın alt kattaki jüriye söylediği gibi, Meclis'te sonunda adil bir
şekilde dinlenebilirdim.
"Charon'a yalan söylemesi için rüşvet veren kim?" diye sordu
Mathias.
"Hâlâ araştırıyoruz," dedi Sirna birkaç hologramı kapayıp yeni
hologramlara yer açarken. "Phobos'taki birlikleri finanse eden aynı
kom plocular olabileceğine inanıyoruz. Tüm galaksiye yayılan bir
casus ağına sızdık."
Sirna'nın Dalgası yeni bir ekran yansıttı. Bu Charon'un mali
raporlarıydı. Raporlarda tarihleri birkaç hafta öncesine kadar giden
bir dizi isimsiz, toplu para ödemeleri görünüyordu. "Her şey uzun
zaman önce planlanm ış," dedi.
Sezgilerim harekete geçti. "Galaktik takvim i olan var mı?"
Sirna fısıldadı ve tekerlek şekilli holografik takvim , süitin her
yerine yayılmış hologramlara katıldı. Yerel tarihlerin galaktik standart
formatına dönüştürülm esini kafamdan yaparak takvimi parmağımla
çevirdim. "Biliyordum! İlk rüşvetin tarihi Ochus u gördüğüm ilk
gecenin tarihiyle aynı."
M athias tarihlerim i kontrol etti. "Rho doğru söylüyor."
"Ochus Meclis e yapacağım seyahati o gün tahmin etmiş," dedim
bunun anlam ını dehşet içinde fark ederken.
Hysan ıslık çaldı. "Birinci derece bir kahin," diyerek korkum u
dillendirdi. "Öcün epey yetenekli."
"Her şeyin arkasında o var," dedim son zamanlarda haberlerdeki
onca şiddeti düşünerek. "Ordu, toplumsal kargaşa, hepsi!"
Mathias tekerlek şekilli takvim in içinden geçip geldi ve yüzüm e
baktı. "Rho, düşünm eden çıkarım yapıyorsun."
"O zaman kanıt bulacak ve..."
"Birinci önceliğimiz," dedi Hysan bu kez hakemi oynuyordu.
Bize doğru yürüdü. "Charon'un yalanlarını ortaya çıkarm ak." Sir-
na'ya döndü. "Bulgularınızı savunucular hâlâ buradayken sunabilir
misiniz?"
Sirna başını salladı. "Orduyla ilgili detaylar olmaz, ajanlarımız
hâlâ aralarındayken olmaz. Daha fazla bilgi toplamalıyız."
"Katılıyorum," dedi Hysan. "Peki, rüşvetler ve Charon'un hi­
leleri... en azından onu ispatlayabilir misiniz?"
"Evet ama..." Sirna ellerini birleştirip mavi bir hologramdan geçti.
"Bunu yaparsam gizli faaliyetlerimizi Meclis'te ifşa etmiş olurum.
Başka birinin yapması lazım."
H ysan bana baktı. "Lord N e ith 'in bu davayı üstleneceğini
hissediyorum ."

♦ ♦ ♦

Sirna geç saate kadar bizimle kaldı. Siyah çay içip Phobos'taki gizli
orduyu konuştuk. Terazi evinin olmazsa olmazı okum a odasında
toplandık. Holografik kitap isimleri duvarların her santiminde dizi­
liydi. Birbiriyle uyum suz düzinelerce lüks yastık, zeminin ortasına
üst üste yığılmıştı ve her kitap, kurmaca olsun olmasın, adalet tema­
sını işliyordu. Birini okum ak için Hysan Tarayıcı'ya kitap başlığını
gösterdi ve kitabın holografik sayfaları önünde açılıverdi. Biz de
aynısını Dalgalarımızla yapabiliyorduk.
M inderler mermer zemine sabitlenmiş, Sirna'nın çay tepsisi ve
atıştırmalıkları koyduğu kristal bir masanın etrafına yerleştirilmişti.
S im ayla sonunda arkadaş olabildiğimiz için rahatlam ıştım ancak
babam hakkında bir şey bilip bilmediğini merak ettiğim için tüm
geceyi yüzüne bakm akla geçirmiştim.
O da M athias da On Üçüncü Hane ye uçma planımı düşünm ek
için biraz daha zamana ihtiyacım olduğu konusunda ısrar ediyordu.
Sirna beni ikna etmek için, başka gizli belgeler de paylaştı. Görünen
o ki Ophiuchus daha önce araştırılm ıştı, hem de o kadar uzun bir
zaman önce değil.
"Yetmiş yedi sene önce," diye başladı Sirna, bedenine masaj
yapan m inderinin üstünde dik oturarak. "Origene Ana'nın selefi,
Crae Ana, Süfiyanik Bulutlar dolaylarında rahatsız edici bir alamet
gördü. Crae detaylı anlatmamış olsa da folklörün tekrar araştırılması
için önde gelen Zodailerimizden oluşan bir heyet görevlendirdi. Bu
süreçte, Yosme adlı bir biliminsanı Koç Hanesi ne seyahat edip mitin
en eski versiyonu üstünde çalıştı. Yosme'nin çalışmaları eski, daha
ilkel bir dilde yazılmış başka bir metin ortaya çıkardı. Yosme bu
metni Yılan Taşıyıcısı, H ebitsukai-Zanın Günlükleri olarak çevirdi."
"Yani bu... Za ve Ophiuchus'un aynı kişiler olduğu anlam ına
mı geliyor?" diye sordum, kalın ve kabarık, abartılı boyuttaki m in­
derime yerleşerek.
"İki efsane tesadüf olamayacak kadar benziyor. Hebitsukai-Za
m etni büyük bir bilimsel bulgu."
"Hebitsukai-Za'yı daha önce kimse neden duym am ış?" diye
sordu Mathias. Sert mermer zeminde sırtüstü yatıyordu. Zemindeki
sertliğin Yarrot için iyi olduğunu söylemişti.
"Rapor gizlendi/' dedi Sirna çay fincanını ellerinde iyice kavra­
yarak. Odanın köşesinde, holografik kitaplara göz atan Hysan, şimdi
dönüp p ürdikkat Sirna ya bakıyordu.
"Crae Ana Za konusundaki yeni detaylardan bazılarının topluma
açıklanamayacak kadar endişe verici olmasından korkuyordu. Böylece
Yosme nin raporu derin arşive gönderildi ve Crae Ana nin ölümünden
sonra rapor tamamen unutuldu. Raporu ancak tarih dosyalarını ve
ne aradığınızı kesin olarak bilmediğiniz sürece arama sonuçlarında
belirmeyen, ekstra şifreli belgeleri karıştırırken bulduk. Ana listeye
erişmek için kendi güvenlik sistemimizi kırm ak zorunda kaldık,
belgeyi de orada bulduk."
"E ndişe verici detaylar hangileri?" diye sordum , dizlerim e
sarılarak.
"Zamanla ilgili olanlar." Sirna, Yosme'nin Hebitsukai-Za mitiyle
ilgili kitabını Dalga'dan başlarımızın üstünde yansıttı ve dördüm üz
de sırtüstü yatıp yukarı bakarak metni okuyup görüntüleri inceledik.
İlk resim başka bir evrenden gelen yolcuların bir zaman sıçra­
masından geçip galaksimize geldiklerini gösteriyordu. Hebitsukai-Za
zaman sıçramasından geçen son grubun içindeymiş. Zodyak'a var­
dığında, bedeni kendi kuyruğunu ısıran, kendi kendini tüketen ve
aynı zam anda uzamaya devam eden devasa bir solucanın ip gibi
bedenine sarılıymış. Bu solucan Zamanmış.
Zaman sıçramasının içinden geçmek fizik kurallarını değiştir­
miş ve eski evrenle bizim evrenim iz arasında dengesiz bir sızıntı
yaratm ış. İki evren her an yaşanabilecek bir tehlike içindeymiş,
birbirlerine doğru kayıp çarpışabilirlermiş. Korku içindeki yolcular
zaman sıçramasını mühürlem işler ancak Za zaman-solucanını getir­
dikten hemen sonra.
Kitabın resimleri beni büyülemişti. Solucanın başını nasıl hem
ileri hem geri çevirebildiğim, böylece zamanın yönünü nasıl belirleye­
bildiğini gösteriyordu. Bunun sebep olabileceği kaosu bildiklerinden,
yolcular solucanı öldürm eye çalışmış ve kazara Zayi öldürmüşler.
A ncak solucanın bir bedene ihtiyacı varmış, bu yüzden zamanı
geriye almış ve Za yı diriltmiş.
Kitap sona erdiğinde yeni bir görüntü havada dönmeye başladı.
"Bu efsanevi Ophiuchus H anesinin arm ası/' dedi Sirna.
Görünce tanıdığım iki yılanlı asayı, yani Caduceus dediğimiz,
şifacı değneğini inceledim.
"Şimdi şuna b a k ın /' dedi. İkinci bir amblem ilkinin yanında
belirdi. Bu, devasa bir solucan tara fın d an sarılm ış bir adam ın
resmiydi. Sirna iki resmi üst üste koyduğunda, benzerlik göz ardı
edilemeyecek kadar büyüktü.
"Mitler, metaforlar üzerinden bizimle konuşuyor," dedi Hysan.
"Tüm bunların ne anlama geldiğini bilmiyorum," dedi Sirna
hologramları kaparken. "Sadece efsaneler."
"Belki de hiçbir şey," dedi Mathias.
"Veya belki de her şey," diye mırıldandım, aklım ihtimallerle
dolup taşarken.
Birden gelen bir dürtüyle otururarak, "Sirna, Ochus tan Sakını
açar mısın?" dedim. Holografik şiir tepemizde belirdiğinde sesli oku­
yup Zaman bile iyileştiremedi bu y a ra yı, dizesinde kaldım. Zamana
yapılan bunca gönderme... sadece tesadüf müydü, yoksa ipuçları
olabilirler miydi?
Sirna gitmeden önce bir bahane uydurup onu bir yatak odasına
çektim. Girer girmez bakışlarını indirdi ve ne soracağımı bildiğini
fark ettim.
Ve daha ağzını açmadan, cevabını biliyordum.
32

"Kesin olarak bilmiyoruz..."


"Ancak oldukça em insiniz," diye fısıldadım, kendimi yatağıma
bırakıp göğsüm ü tu tarak. Sirna hiçbir şey söylemiyordu, başımı
kaldırdım . Yüzündeki ifadeden, babamın artık hayatta olmadığını
anladım.
Başımı yere çevirdim ancak yeri görmüyordum.
Acı hissetm iyordum.
Hiçbir şey hissetmiyordum.
Şimdilik.
"Size kaba davrandıysam özür dilerim," dedi Sirna. Sesi sıkkın
çıkıyordu. "Sizi yanlış yargılamışım, Savunucu." Cebinden küçük
ve parlak bir şey çıkardı.
"Bunu bana Origene Ana vermişti... Sizin almanızı istiyorum.
Lütfen bunu sadece hanemizi onurlandırırken takın." Elini açtı ve
ince bir altın zincir sarktı. Zincirin üstünde gül renginde bir nars-
tiridye incisi taşıyan basit bir kolye ucu vardı.
Annemin bana yaptığı kolye gibi... Elara'da kaybettiğim kolye gibi.
O gün, çene Stanton'ı ısırmıştı ve onu şifacılara götürm üştük.
Şifacılar ellerinden geleni yapmışlardı... Ancak kimse bir daha uyanıp
uyanm ayacağını bilmiyordu. Stanton beş saat baygın kalm ıştı ve
annemle birlikte o üç yüz dakikanın her birini Stanton'ın kaderini
öğrenmek için efemeriste geçirmiştik.
Ancak Stanton'ı hayata bağlayan kişi yıldızlar değil babamdı.
S aldırıdan sonra zehri em en kişi babam dı ve annem le birlikte
ağabeyimin bir geleceğinin olup olmayacağını öngörürken, babam
Stanton'la o anda ilgileniyordu. Beş saat boyunca yanında oturup
onun elini tutm uştu.
O günü ne zaman düşünsem , günü ku rtaran kişinin annem
olduğunu sanırdım . Deniz yılanını o öldürm üştü. Neden gerçek
kahram anı şimdi, artık çok geçken görüyordum?
"Lütfen onu hiç çıkarmayacağınıza söz verin," dedi Sirna beni
kayan kum lar gibi içine çeken geçmişimden kurtarıp altın zinciri
boynuma geçirirken. "Yolunuz sizi nereye götürürse götürsün, size
Yengeç'i g etirsin /'

♦ ♦ ♦

Sirna'ya candan bir veda ettim ve o çıktıktan sonra, Mathias Hysan'a


benimle baş başa konuşm ak istediğini söyledi. Güçlükle konuşu­
yordum ancak M athias bunun Meclis'te olanlar ve yarın gitmeyi
planladığım yerle ilgili olduğunu düşünüyordu.
Ona veya Hysan'a babamla ilgili haberi veremezdim. Bu her şeyi
olduğundan daha gerçek hale getirirdi.
"Lütfen, Rho." Şimdi odada benim yanım daki kişi Sirna değil
M athias'tı ancak gözlerim yerdeki aynı noktayı bulm aya devam
ediyordu, sanki babamın ölüm ünü anladığım zamanı tekrar tekrar
yaşam aktan kendimi alamıyordum.
"İtirazlarım ı dillendirm ek benim görevim. Sadece daha berrak
şekilde düşünm ene uğraşıyorum."
"Biliyorum," demeyi başardım. "Sadece yorgunum ."
Bariton sesi yum uşadı. "Bu gece annemle biraz keşif yapacağız,
peşindekiler kimmiş öğrenmek için. Sabah geri döneceğim. Sadece
biraz uyum aya çalış ve... durum u değerlendir."
"Yarın Ophiuchus'u bulmaya gidiyorum," dedim ölü bir sesle.
M athias cevap vermeden gitti.
Yalnız kaldığımda, kıyafetlerimi çıkarıp duşa girdim. Su yakıcı
sıcaklığa gelince seramik zemine oturup duvara yaslandım ve nemli
buharın beni bir şeyle; bu korkunç, şaşkına çeviren, ölümcül yokluk
haricindeki herhangi bir şeyle doldurmasına müsaade ettim.
Sirna'nın gül rengi incisini parm aklarım ın arasında yuvarla­
yarak babamı düşündüm . Birbirimizi son görüşüm üzde, okul yılı
bitmişti ve tatildeydim. Bir buçuk sene önceydi. Stanton da evdeydi,
her şey sanki çocukluğum uzdaki gibi, üçüm üzün birlikte olduğu
yıllardaki gibiydi. A nnem in hayaleti hâlâ kır evinin en karanlık
köşelerinde geziyordu ancak çoğu zaman ortada yoktu ve çok güzel
zaman geçirmiştik.
Tatilin son gü n ü, babam ın eski uskunam ızı tem izlem esine
yardım etm iştim . Ona arkadaşlarım Nishiko ve Deke'le bir grup
kuracağım ızdan bahsetm iştim ve A kadem i'den sonraki planlarım la
ilgili bile konuşm uştuk. Yıllardır gerçek bir sohbete en yakın ko­
nuşmamız buydu.
Keşke ona anlatsaymışım dediğim çok şey vardı. Gözyaşlarım
birden sel oldu, her biri babama çok uzun zaman önce söylemiş
olmam gereken bir söz, anlatm ış olmam gereken bir hikâye, bir his;
kabuğum un içine tıktığım , söylenmeyen her şeydi.
Ona neden evden ayrıldığım ı anlatm alıydım . Ona annem in
gidişinden sonra nasıl hissettiğini sormalıydım. Anneme öfkeli ol­
duğum u itiraf etmeli ancak beni annem in çılgınlığından korumadığı
için kendisine öfkeli olduğumu da itiraf etmeliydim.
Göğsümü sarsıp boğazımı yırtan hıçkırıklarla dökülen hatıralar
ve duygular, pençeleriyle kazarak yüzeye çıkmaya çalışıyor gibiydi.
Musluğu kapadığımda, gözlerim kupkuru ve parmaklarım buruş
buruştu. Beyaz, pam uklu bir bornoz giyip aynanın önünde oturup
ıslak saçlarımı tararken donuk ve uyuşmuş gözlerime baktım. Solgun
yeşil renkleri babamın narstiridye yataklarını tu ttu ğ u iç lagünde
parlayan biyoluminesant m ikropları hatırlatıyordu.
Babamın hayattayken narstiridye yataklarını tuttuğu lagünde.
Verdiğim nefes gırtlağımda kaldı ve dışarı çıkmadı. Tıpkı bu
kâbusu yeni gerçekliğim olarak kabul etmeyen beynim gibi. Babam
ölmüş olamazdı.
Bir anda uzaktan gelen bir davul sesi duydum. Hayır... kapım
vuruldu. Ses belli belirsizdi ve öyle uzaktı ki sanki kafamın içinden
geliyordu.
Sonra kapıda birinin olduğunu fark ettim.
Yüzüm aynada tekrar netleşti. Saçımın kuruyacağı kadar zaman
geçmişti. Durmaksızın saçımı taradığımdan, saçlarım şimdi neredeyse
düm düzdü. Burada ne kadar zam andır oturup babamı, Yengeç'teki
evimizi, daha şim diden kaybettiğim her şeyi düşündüğüm e dair
hiçbir fikrim yoktu.
Bir kum ardan daha, uzaya yapılan son bir yolculuktan daha
ne çıkardı?
"Rho? Her şey yolunda mı?"
Hysan'ın sesi ruh u m un etrafına bir battaniye gibi sarıldı ve
kendim i bu u y u şukluktan çekip çıkardığımı, kabuğum dan dışarı
baktığımı hissettim . Bu soğuk yalnızlık şimdi ihtiyacım olan şey
değildi. Sıcaklığa ihtiyacım vardı.
"Gel," dedim inci kolyeyi bornozun içine atıp kuşağımı sıkarak.
"U yurken giymen için bir şeyler getirdim ," dedi beni görünce
aniden durarak. "Saçın... güzel olmuş."
"Teşekkürler," dedim bana uzattığı tişörtü ve esnek eşofmanı
alırken. Yine gri tulum unu giymişti ve cebinde o kalem gibi cisimden
vardı, çalışıyormuş gibi görünüyordu.
"Oda servisi ihtiyacın olan her şeyi getirecek; diş fırçası, yemek,
kıyafet. Duvarekranına neye ihtiyacın olduğunu söyle, zamanı mühim
değil." Bir an sustu, sonra gitmek için döndü.
"Biraz yanımda kalır mısın? Yoksa olman gereken bir yer var mı?"
Fısıltım loş ışıklı odada kaldı. Sesim öyle kısıktı ki beni duy­
m adığından endişelendim.
"Olmam gereken yer senin yanın, Leydim."
Sesi sarılmak gibiydi, içimde düğüm olan tüm sinirler çözülüp
eriyene dek usulca sırtım dan aşağı indi. Sonunda, bedenimin yap­
mak istediği tek şey kendini bırakm aktı. Her şey yıkıldığında hâlâ
dayanm aktan bıkmıştım.
"Oda servisi bize Abyssthe getirebilir mi?" diye sordum tekrar
önüme geçtiğinde. "Ya da şu İkizler uyuşturucusundan?" Şakayla
karışık olsa da gerçeklik payı da vardı.
Hysan bakışlarım daki ağırlığı fark edince y ü zü n ü astı. "Ne
oldu? Bir şeyler değişmiş."
"Kalbim atmayı bıraktı," diye nefesimi tuttum . Duygusal gel­
gitlerimle iç çekerek, "ve artık hiçbir şey hissetm iyorum," dedim.
Ona artık benim de tıpkı onun gibi bir yetim olduğumu söylemedim.
Şimdilik söylemeyecektim.
Ona yaklaştım. Aram ızdaki tek şey bornozum un önünde, be­
limde hissettiğim yum ru halindeki düğümdü.
"O zaman uyuşturucum sen ol," dedim o yeşil gözlere bakarken.
"Bana bir şeyler hissettir... hâlâ yapabiliyorken."
"Emin misin?" diye fısıldadı, nefesi tüm yumuşaklığıyla tenime
çarparken. Parm aklarıyla saçlarımı taradı. "Korkmuyor m usun?"
"Senden mi?"
"O çizgiyi geçmekten. Pişman olacağın bir şey yapm anı iste­
miyorum ." Bakışları yüzüm ü lazer gibi taradı ve acaba cevabımı
söylemeli miydim yoksa çoktan anlam ış mıydı, merak ediyordum.
"Geçecek fazla çizgim kalmadı," diye fısıldadım. "Bu da en zoru
gibi görünm üyor."
Elara'daki dostlarım ölmüşlerdi. O zamandan beri milyonlarca
Yengeçli ölm üştü. B aşaklılar da. Babam, M athias'ın kız kardeşi,
Deke'in ablaları, K ainin ailesi... Hiçbirini durduram ıştım . Ochus da
saklanm ak ya da yenm ek için fazla güçlüydü ve beni de yok etmeyi
kafasına koym uştu.
Sonuç itibariyle, öldürülecekler listesinde ilk sıradaydım . Za­
m anını bilmesem de kesinlikle diğerleri gibi ölecektim ve neredeyse
doğru düzgün yaşamamıştım bile. Dünyamın ekseni kaym ıştı ve
düzeltemiyordum.
Nishi haricinde, daha önce Yengeçli olmayan birini hiç umursa-
mamıştım. Hysan pek çok sebepten benim için yanlış kişiydi; Tabu,
doğuştan gelen farklılıklarım ız, zamanlama. Ve elbette, Mathias...
Ancak yaptığım şeyin doğruluğunu böyle anlıyordum. Çünkü bu
yapmam gereken bir şey değildi, savunucu olduğumdan beri ilk kez
istediğim bir şeyi yapıyordum.
Parm aklarım titreyerek bornozum daki düğüm ü beceriksizce
çözdüm. Beyaz kemer hareketsizce iki yana düştü. Bornozumun iki
yakası hafifçe açıldı, m üm kün olan en küçük aralığı verdiler.
Hysan ellerini kalçama koydu ancak bornozum u çıkarm adı.
Onun yerine, bana yaklaşıp gözlerini gözlerime dikti ve dudaklarının
benim kilere sü rttü ğ ünü hissettim. "Ne istersen yapacağım," diye
fısıldadı. Sesi boğuktu. "Kuralları sen belirliyorsun."
Kalbim tekrar konuşamaycağım kadar hızlı atıyordu.
Hayatta olduğumu keşfetmek için ne tu h af bir yoldu...
Akademimde erkeklerle çıkmıştım ancak hiç böyle öpülmemiştim.
Hysan'ın dudakları benimkilerle buluştuğunda sanki yeni, yabancı ve
narin bir tat keşfetmiş de tadını çıkarıyor gibiydi. Dudakları nazik
ve m eraklı ancak deneyim liydi ve o beni daha dikkatle öptükçe,
ona olan arzum daha da güçleniyordu.
Elleri bornozum un altına girip kalça kemiklerime dokununca
ürperdim . Parm akları tenimde hafif ve kadifemsiydi. Elleri iki ya­
nım dan yu k arı çıkıp belimin kıvrım ıyla ilerlerken ve göğüslerimin
iki yanında duraksarken nefesimi tuttum . Omuzlarıma vardığında
elleri kollarım boyunca aşağı inerek beyaz bornozu tenimden sıyırdı.
Bornoz y u m u şak bir yığm halinde yere düştü ve S irna'nın
verdiği kolye dışında çırılçıplak kaldım. Hiçbir erkeğin karşısında
böyle dikilmemiştim. Her hücrem in utanç ve korkuyla sıkıştığını,
yüzüm ün bir yengecin kabuğu kadar kırm ızı bir renge, adeta ya­
narak büründüğünü ve bornozu alıp tekrar giymek için birdenbire
gelen o isteği hissediyordum...
"Çok güzelsin, Rho," diye fısıldadı, kolyemdeki inciye dokunup
düşüncelerimi bölerek. Yüzündeki o açıklığı gördüğümde kendime
odaklanm ayı unuttum . O da benim gibi savunmasızdı.
"Senin gibi biriyle hiç tanışmamıştım," diye mırıldandı boynuma
dokunan dudaklarıyla. "Senin için deliriyorum."
Yepyeni bir his kanım da birden yayılıverdi. Şu anda, küçük bir
kız veya bir savunucu veya bir ergen veya bir yardımcı veya daha
önce olduğum hiç kimse gibi hissetmiyordum.
Hayatımda ilk kez, kadın olduğumu hissediyordum.
Arada bir fark olduğunu bilmiyordum.
Hysan gri tulum unu çıkardı, bir cebinden bir paket çıkardı ve
beni yatağa doğru götürdü. Korunmayı görmek bir anda bu olanların
ne kadar gerçek olduğunu gösterdi.
Arkama doğru uzandığımda, elleri bedenimin iki yanına indi ve
kol kasları, bedeni üstüm e çıkarken şişti. Aram ızdaki tek kıyafetin
Hysan'ın boxer'ı olduğunu fark ettim.
"Hysan..."
Bana baktı, darm adağın saçları altın renkli yüzü ne ve sakin
gözlerinin önüne düştü. "Rho, eğer istersen durabiliriz..."
"D urm ak istemiyorum," dedim onu kendim e çekerek. "Sadece
söylemek istedim," nefesimi kulağına verdim, "ben de senden hoş­
lanıyorum ."
Yanağı yanağım ın üstünde bir yay çizdi. Sonra dudaklarım ız
çarpışır gibi buluştu ve Hysan gece boyunca bana göğsümdeki o
yanan deliği u n u tturdu.
33

Ertesi sabah kalktığımda, kendimi farklı hissediyordum. Öncelikle,


hayatımda hiç çıplak uyum am ıştım .
Hayatımda hiç yanımda bir erkeği görmeyi bekleyerek de uyan-
mamıştım. Ancak Hysan'ın tarafına baktığımda yalnız olduğumu
gördüm.
Hava aydınlandığı sırada duygularım karmakarışık bir şaşkınlık
öbeğiydi. Ö rtülerin altından çıkmadım. Nasıl hissettiğimi bilmiyor­
dum. Babam asla iyileşmeyecek bir yaraydı, ölüm ünün bana verdiği
hasar sırtım dan sonsuza dek çözemeyeceğim bir pelerin gibiydi.
Fakat Hysan'ı düşündüğüm de beni dün gece tanıştırdığı yeni
duyguların yankılarını hisseden bedenim hassaslaşıp hafifliyordu.
Kıvrımlarım bana yeni şeylermiş gibi geliyordu. Bedenimi Hysan'ın
elleri ve dudaklarıyla yeniden deneyimlemek, bedenim in her par­
çasını yeniden anlam landırm ıştı ve kendime her zam ankinden çok
daha bağlı olduğumu hissediyordum.
Belki de dün geceden pişman olmalıydım ancak olmadım. Eski
benliğim böyle yapm azdı fakat o kız gitmişti. Tıpkı her gün bir
efemerise danıştığım , yıldızlarla sırdaş olduğum hayat gibi.
Ochus beni o hayattan koparm ıştı. Geleceğimden. Ailemden.
Ve dün gece Hysan tamamen bana ait, kaderimle karşılaştığım da,
Ochus u bulmak için yola çıktığımda yanım da götürebileceğim çok
güzel bir hatıra vermişti.
Şimdilik, bunun ötesini düşünemiyordum. Kullanmadığım ge­
celiğimi giydim ve oturm a odasına gittim.
"Günaydın," dedi Mathias.
Onu görür görmez suçluluk duygusunun iğneleri mideme saplandı.
"İyi uyudun mu?"
Dikkatli bakışı dönüp yüzüm ü gizlememe sebep oldu. "Evet,
teşekkürler. Yeni bir haber var mı?"
"Sana kahvaltı ayırdım ," dedi bana bakmaya devam ederek.
Bir şeylerden mi şüpheleniyordu, yoksa M athiaslık mı yapıyordu?
Gümüş şok tabancasını temizliyordu ve henüz uyum am ış gibi
görünüyordu. Çenesinin çukurunda tıraştan kalan küçük bir çizik
vardı.
"Hysan nerede?"
Mathias bir fincan çay koydu, kendimi hain gibi hissettim. "Ne
giyeceğini seçiyor. Bu sabah androidini ziyaret edecek."
"Ben de gidiyorum ."
"Bu iyi bir fikir değil."
Cevap verm ekten kaçm ak için yanındaki ekm ek sepetinden
küçük bir parça ekmek aldım, tam o sırada M athias cebinden bir
şey çıkarıp masanın üstüne, önüme koydu. "Doğum günün kutlu
olsun, Rho."
Küçük yeşil paketin görüntüsü içimi hatıralarla doldurdu. Şe­
kerli yosun. "Evde babamla hep bunlardan yerdik," diye fısıldadı.
M athias'ın hediyenin sebep olduğu acıyı anlam aması için içimde
ayaklanan ü zü n tü dalgasını bastırdım .
"Bunları gezegen dışında bulm ak neredeyse im kânsız," dedi.
"Yengeç'i hatırlatacak güzel bir hediye olacağını düşündüm ."
"T eşek k ü r ederim ," dedim M athias'ı çekip aslında yüzüm ü
saklam ak için ona sarılırken. Ama suçluluk midemi bulandırdığı
için hemen ondan ayrıldım . Bugünün doğum günüm olduğunu, bu
sabah uyandığım da on yedi yaşında olduğumu fark etmemiştim.
Yosun kutusunu sessizce paylaştık, sonra o haberlere döndü.
Hysan içeri girdiğinde tekrar gri tulum unu giydiğini gördüğüme
sevindim. Birbirimize utangaç bir edayla başımızı salladık ve Mat-
hias'ın kızarmamı göremeyecek kadar dalgın olmasını umdum.
"Günaydın, Leydim." Hysan başka bir şey söyleyemeden süitin
kapısının tıkırdayarak açıldığını duyduk.
M athias silahını alıp çalışma odasına geçti ve az sonra, sert
gözleri Hysan'ı görünce şefkatle yum uşayan Lord Neith'Ie birlikte
geri döndü. "Baba," diyerek kollarını açtı.
Hysan'ın devasa androide sarılmasını kendimden geçerek izle­
dim. Neith cebinden bir akıllı ekran çıkardı ve Hysan'la paylaşmak
için bazı verileri çağırdı. Hologramların yansıyan ışıkları mükemmel
karteks yüzü boyunca parlıyor, beyaz saçlarına ışık saçıyordu.
Onlar çalışırken balkona çıkıp korkuluğun üstünden baktım.
Çok aşağılarda zırhlı araçlar, küçük kumsal böcekleri gibi caddelerde
dolaşıyorlardı. Sönük gün ışığı gezegenin kum aştan gökyüzünden
sızıyordu ve köyü çevreleyen siyah duvarın gri bir gölgesi vardı.
M athias bana katıldı. "Kasvetli, değil mi? Buradan ayrıldığıma
sevineceğim."
"Hâlâ İkizler e gidip bir yeraltı madeninde yaşamayı planlıyor
musun?"
"Halkımız orada." Güzel yüz hatları güneşin zayıf ışınlarını ya­
kaladı ve sessiz duruşu beni tıpkı beş sene önce onu Yarrot yaparken
gördüğümdeki gibi çarptı. "Hâlâ Yengeç'in iyileşeceğine inanıyorum."
Sonra paylaşacağımı hiç düşünm ediğim bir şeyi itiraf ettim:
"Bunca zam andır, senin benden daha iyi bir savunucu olacağını
düşünüyorum ."
Mathias konuşmadan önce bana uzun uzun baktı. "Başta, neden
bu kadar genç ve... eğitilmemiş birini seçtiklerini anlayamıyordum."
Geniş göğsünü korkuluğa doğru eğerken, beni çivit mavisi gözle­
riyle içine çekmeye devam ediyordu. "Ancak bunlar odaklanm ak
için yanlış şeylerdi. Yeteneğin ham ancak tanıdığım herkesten daha
disiplinli ve kararlısın." Müziği andıran sesi alçaldı, sanki bu kadar
açıkça konuştuğu için utanıyordu. "Sen söndürülem eyecek, sonu
gelmez bir alevsin."
Bana baktığında ne gördüğünü merak ederdim; küçük bir kız
mı yoksa yetişkin bir kadın mı? Çok uzun zaman boyunca bana
ilki gibi hissettirm işti. Çok çok, ikisinin ortası. A ncak şimdi ilk
kez, M athias'ın sözcükleri beni küçük hissettirm ek yerine büyük
hissettiriyordu.
"Ayrıca tanıdığım en cesur, en kibar ve en özverili insansın,"
dedi ifadesi aydınlanarak. Yüzündeki çizgiler söndüğünde, sanki
yıllar yüzünden dökülmüş, gençleşmiş gibiydi. "Safkan Yengeçlisin.
Baştan aşağı."
Sözcükleri kalbim in kanat çırpmasına sebep olsa da suçluluk
içimi kem iriyordu. Tam M athias'ın saygısını kazandığım da, artık
saygısına değer değildim. Hysan sır saklayan tek kişi değildi.
"Teşekkürler, M athias." Suçluluk gözlerimi onunkilerle bu-
luşamayacağım kadar ağırlaştırıyordu. "Umarım bu Ochus'u veya
Ochus'un varlığının bir ispatını bulmaya gitmem konusunda benimle
kavga etmeyeceğin anlam ına geliyordur."
Çabucak bir bakış attığımda, yüzündeki çizgilerin tekrar be­
lirdiğini gördüm . "Süfiyanik B ulutlar'dan geri dönen yok, Rho.
Tüm bunların arkasındaki kişi, senin deyim inle Ochus, Psinerji'yi
hiçbir Zodainin hiç yapmadığı, hatta hayal bile edemediği şekillerde
manipüle ediyor. Çoğu kişiden daha az eğitimlisin ve sahip olduğun
tüm gücü henüz bilmiyorsun."
Bu Ochus ism ini sesli olarak söylediği ilk cüm leydi. Bu her
ne kadar bir kabul olmasa da en azından ihtim ali kabul ediyordu.
Denediğini gösteriyordu. Benimle orta yolu bulmaya çalışıyordu.
Ancak orta yoldan yürüyem ezdim . Bu göreve bağlanmıştım,
sonunu getirm em gerekiyordu. "Ben gidiyorum , M athias. Senden
sadece beni durdurm am anı istiyorum."
"Öyleyse en azından Psişik uzm anlarına danışıp bunu her kim
yapıyorsa nasıl yaptığını, harekete geçmeden onunla nasıl savaşaca­
ğımızı m üm kün olduğunca öğrenelim..."
"Bu iyi bir fik ir/' dedim parçalar zihnimde bir araya geldi ve
bir plan oluşturdular. "Hysan ve ben Ochus'un gerçek olduğuna
dair kanıt ararken, sen ve Sirna ve diğerleri onu yenmek için Psi-
ko-Şebeke'yi nasıl kullanabileceğimize dair bilgi toplayın. O zaman
diğer savunuculara konuyu tekrar açabiliriz, bu kez hem kanıtım ız
hem de planım ız olur."
Sabrını sınayan hiperaktif bir çocukmuşum gibi başını sallayıp
gözlerini ovuşturdu. Tekrar küçüldüm. "Rho, daha fazla bilgi sahibi
olmadan oraya gitmemen gerektiğini düşünüyorum . Gitmekte ısrar
ediyorsan, önce diğer danışm anlarına da sormamız gerekiyor."
"Eğer ben sonu gelmez bir alevsem, neden beni küçüm seyip
duruyorsun?"
Hysan arkam ızdan kıs kıs güldü. "Klasik."
"Ne klasik?" diye hırladı Mathias.
"Büyüğün küçüğe önyargısı."
M athias öfkesini sözlü olarak ifade etm ekle y u m ru k la rın ı
ku llanm ak arasında kararsız görünüyordu. Sinirli bir nefes alıp
konuşm adan içeri girdi.
Hysan'la yalnız kaldığımda kendimi Zodyak'a yeni gelen biri
gibi hissettim. Bana yaklaşırken birbirim ize gülüm sedik ve şimdi
yan yana, parm aklarım ız korkuluğun üstünde birbirlerine bağla­
nırken, şehre baktık.
Polis sirenleri uzaklardan yankılanıyordu, daha da uzaklar­
dan ağır silahların ateşlendiğini duyuyorduk. İnce gri ışık, kumaş
gök y ü zü n d en sızıyordu. "D oğum g ü n ü n kutlu olsun, Leydim ,"
diyerek küçük bir kutu uzattı. Kutuyu açınca turkuvaz kristobalit
boncuklardan yapılmış, Yengeç şeklinde bir broş buldum. Yengeç
Denizi'nin rengi.
Bu benim psişik kalkanım dı.
"Teşekkür ederim," dedim broşu tişörtüm e takarken. Yengeç'in
parıltısı evimi hatırlatıyordu. "Doğum günüm ün bugün olduğunu
nereden bildin?"
"Askerler buraya geldiğimizde parm ak izlerimizi aldılar ya, o
zaman." Broşun üstüm de duruşuna baktı, "Neith büyükelçileri otu­
rum u uzatmaya ikna etti, böylece konuşabilecek. Çok ikna edicidir.
Ustasından öğrendi, anlıyorsun ya."
"M ütevazı bir usta."
"M ütevazılık birçok değerli özelliğimden sadece biri." Başpar­
mağını yu k arı kaldırıp küçük parmağımı altına aldı.
"Süfiyanik Bulutlar yolculuğu ne kadar sürecek?" diye sordum.
"Dört gün falan. Tüm yolculuk boyunca görünm ez olmamız
gerekiyor, Ophiuchus'un her yerde gözleri olabilir."
Balkonumuza bakan çok sayıdaki pencereye bakınca ürperdim .
"İçeri girelim."
O turm a odasında, M athias hareketsiz, bem beyaz bir suratla
duvarekranına bakıyordu. Bana döndü, yüzü ifadesizdi.
Bir an için, Hysan'la konuştuklarım ızı duyduğunu veya el ele
tutuştuğum uzu gördüğünü düşündüm . Sonra haberlerdeki katliamı
gördüm.
"İkizler'in başkenti az önce yok edildi."
34

A rgyr gezegeni yerle bir edilmişti. D uvarekranındaki görüntüler


akıl almaz yıkım ı gösteriyordu. Gökkuşağı renkli binalar düm düz
edilmişti. Hayalhane yıkılm ıştı. İkizlerlilerin küçük bedenleri kül
olmuştu.
Caasy Meclis e gelmemişti. Saldırı sırasında onu ilk gördüğümüz
yerde, kraliyet sarayında mıydı? Kurtulmuş muydu?
Kanepede, Mathias ve Hysan'ın arasında, haberler detaylandıkça
tırnaklarım ı kemirerek oturuyordum . G örüntüler öyle tüyler ürper­
ticiydi ki yüzüm ü kapatm ak istiyordum ancak kendimi zorlayarak
izlemeye devam ettim. Arkamızda, Neith bir anıt gibi dikiliyordu.
Ş ehrin tam am en yıkıldığı doğrulanm ıştı. O radan geçmekte
olan bir kruvazör, İkizler başkentinin üstünde yükselen devasa bir
m antar bulutu kaydetmişti ve otoriteler bir nükleer santral kazasın­
dan bahsediyordu. Ancak bu bütün gezegenin neden yörüngesinde
sallandığını açıklamıyordu.
Acaba gezegen komşusu Hydragyr'e, halkım ızdan çok insanın
yerleştiği yere de çarpacak mıydı?
"Ochus," diye tısladım.
"Rho," dedi Mathias. Sesi kör olduğunu fark eden birinin sesi
gibiydi ve bu yüzden, söylenme şekli sözcüğün kendinden daha
önemliydi.
Kapı vuruldu ve Lord Neith bir an için kapıya baktı. "Yengeç
Gizli Servisimden bir ajan bize katılmak istiyor/' diye haber verdi
Hysan'a. "İçeri alayım mı?"
Hysan başını salladı, kapı tıkırdayarak açıldıktan sonra oturm a
odasına gelen kişinin Am anta Thais olduğunu gördük. M athias,
"Anne," diyerek kadına sarıldı. "Haberleri gördün mü?"
"Evet. Beni Sirna gönderdi," dedi hepimize bakıp Terazi Savu-
nucusu'nun yüzünde şaşkınlıkla duraksayarak.
"Charon kozmik ışınlar iddiasında bulunacak." Zodyak'ın den­
gesizliğinin karşısında titrediğimi hissediyordum. Tüm gezegenler
sırada olabilirdi. "Halkımızı tekrar taşımalıyız. Bununla ilgilenen
biri var mı?"
"Danışman Agatha idareyi aldı," dedi Amanta, sessiz bir ive­
dilikle ve başını N eith'den bana çevirerek. "Bir ayda iki savunucu
öldü. Biri komada. İnsanlar paniklemeye başlıyorlar."
"Meclis oturum u uzatıldı," diye duyurdu Neith. "Bir saat içinde
konuşma yapacağım."
"Sirna, Rho'nun da orada olmasını istiyor," dedi Amanta. "Bü­
yükelçilerin bu kez dinleyebileceğini düşünüyor."
"Onlara gizli orduyu anlatm alı mıyım?" diye sordum.
"Henüz değil," dedi Amanta. "Onları kim in topladığını öğre­
nene dek olmaz."
A m anta'nın acilen hipodrom a dönmesi gerekiyordu, bu yüz­
den onunla orada buluşmaya karar verdik. Hysan ile ben giyinince
dördüm üz birden çıktık. Sokakta, Hysan dönüp alçak sesle N eith'le
konuştu. Bir anda, altın renkli android M eclise doğru, o düzeyli ta­
vırları ve krallara asil görüntüsü düşünüldüğünde tahm in ettiğimden
hızlı koşarak yola çıktı.
Hysan gururla gülümsedi. "Tek başına, grup halinde gitmekten
daha hızlı gider. M eclise varınca ne söylemesi gerektiğini biliyor."
P ro testo cu larım ın beni beklem eleri ih tim alin i göz ö n ü n d e
bulundurarak pelerin tasm alarım ızı takıp cadde boyunca N eith'in
arkasından koştuk. Her zamanki gibi hipodrom un çevresindeki alan
her haneden ziyaretçilerle doluydu, bayraklı ve gürültülü öğrenciler
de dâhil. Bu kez sayıları oldukça artm ıştı.
Askerlerin yanından gizlice geçtik ve arena küresine girdiğimizde
büyükelçiler ve ziyaretteki savunucular süslü sandalyelerindeki
yerlerini çoktan almışlardı. Sadece salonun tertibi değişmişti.
Yukarıda, her renkten hologramlar kürenin üst yarısını doldu­
ruyordu, üst üste geldikleri noktalarda piksel piksel parlıyorlardı.
M ikrokam eralar kalabalıkta duman gibi kalın görünüyorlardı. Aşa­
ğıda, esmer İkizlerliler bütün bir bölümdeki koltukları tutm uşlardı
ve daha önce olduğundan daha fazla İkizlerli, artı Boğalı, Aslanlı,
Yaylı ve hatta Yengeçli kalabalıklar gördüm. Tam anlamıyla, tüm
haneler bu kalabalıkta temsil ediliyordu.
Kalabalığın çoğu gençti, öğrenci yaşlarındaydı. Bunun Nishi nin
işi olduğuna emindim. Lord Neith merkez sahnede duruyordu, ko­
nuşmacı asasını tutuyordu ve Sirna'nın bulduğu, kozmik ışın hikâ­
yesinin bilinçli olarak söylenen bir yalan olduğunu hiçbir şüpheye
yer bırakm ayan verileri kürenin her tarafında dolaşan dört geniş
holografik ekranda sergiliyordu. Kameralar kollarına konuyordu
ancak onları um ursam ıyordu.
Henüz pelerinlerimizi kapam am ıştık ancak Neith bizi anında
görüp ileri doğru gelmemizi işaret etti. Hysan önden gitmemi işaret
etti ve bu kez, geride kalıp kapıyı beklem ek yerine, M athias da
benimle birlikte geldi.
Üçümüz sahneye tırm andık ancak Hysan pelerinlerimizi kapat­
mamamızı fısıldadı. "Sana muhtaç olm alarını bekle, Rho."
"M uhtaç olmak mı?"
Haşarı bir edayla seyircilere doğru başını salladı, sonra bana
doğru eğilip fısıldadı. "Biri Büyükelçi Sirna'nın verilerini tüm ga­
laksideki haber merkezlerine göndermiş. Kim bimiyorum. Bu arada,
bu ikinci doğum günü hediyen, Leydim."
Gözlerimi sonuna kadar açıp duyduklarım a inanam ayarak ona
baktım . "Psişik kalkanlarını diğer hanelere anlatm ayı hâlâ düşü­
nüyor m usun?"
Çarpık sırıtışı yüzünde parladı. "Sabır. O üç numara."
Charon ayağa fırlayıp konuşmacı asasmı Neith'ten almaya çalışırken
aklım dan Hysan'a sarılmak geçti. Mücadele ettiklerini izledik ancak
Neith kolayca kazandı. "Kürsüyü size bırakmayacağım efendim."
Öğrenciler Charon'u, adam oturana dek, top yapılmış yemek ve
çöp parçaları yağm uruna tuttular. A krep Kraliyet M uhafızlarının
üyeleri Charon'u oturum dan çıkarınca izleyiciler arasında tezahü­
ratlar patladı.
"Bence bana bırakırsınız, Lord Neith." Küçük vakur Rubidum
ayağa kalktı. "Kardeşim buharlaştırıldı. Bu bana bu kalabalığa hitap
edebilmem için her türlü hakkı tanıyor."
Pelerinlerimizin ardından, hüzünle birbirimize baktık. Caasy
artık yoktu.
K andırıldığım ı söylediği o uyarısını düşün dü m . C haron'un
eylemlerini mi görüyordu? Yoksa sadece eğlencesine, siyah opalimi
çalacağını mı ima ediyordu?
"Rubi, Rubi, Rubi!"
Gözyaşları rengârenk parlayan makyajında çizgiler yaratmasına
rağmen Rubidum gülüm süyordu. "Konuşmasına izin ver," diye fısıl­
dadım. Hysan da Neith'e başını salladı.
Neith eğilerek selam verdi ve Rubidum'a kürsüye geçmesi için
işaret etti. Rubidum sahneye tırm anıp bizi fark etmeden yanım ızdan
geçti. Konuşmacı asası dik tutabilm esi için fazla uzundu, asanın
başını havaya kaldırdı, alt ucunu yerde bıraktı.
"Sevgili savunucular, beni tanıyorsunuz. Üç yüz senedir kar­
deşim ve ben vebalar, seller, kıtlıklar ve her türlü felaketi gördük.
Boğa'daki çamur kaymaları, Balık'taki kuraklık, A slan'daki yangın­
lar... Hepsini sıkıntılı kalplerimizle seyrettik. Ancak bugüne dek,
tüm bu olayların normal, döngüsel, herhangi birinin kontrolünde
olabilecek olmanın ötesinde olduğunu düşündük."
Bir gözyaşını silmek için duraksadı, izleyiciler uğulduyorlardı.
"Ancak şimdi, dostlar, eşi olmayan bir zulüm gördük. Bir ay
içinde üç hane yerle bir oldu. Üç savunucu saldırıya uğradı. Ori-
gene öldü, Moira bitkisel hayatta, kardeşimse..." Burnunu çekip bir
gözyaşını daha sildi.
Sonra kana susamış bir görüntüyle, asayı izleyicilere doğrulttu.
"Doğruyu reddetmeyi bırakmalıyız. Bunun arkasında birileri var.
Sırada kim in hanesi var? Seninki mi? Seninki mi?"
İşaret ettiği koltuklarda oturanlar koltuklarında büzülüyor­
lardı. "Canavar hayatta oldukça hiçbirimiz güvende değiliz. İsmini
biliyoruz. Kim o?"
"Ophiuchus!" diye haykırdı İkizlerli grup. İkizler halkı inanmaya
tam olarak böyle başlamıştı.
"Evet, Ophiuchus!" Rubidum bir trajedide oyuncuym uş gibi
asanın sonunu yerde sürükleyerek sahne boyunca yürüdü. "Kar­
şınızda, yaptıkları."
Kalabalığın önlerine yakın bir yerden, bir İkizlerli dikilip avu­
cundaki Dövme'den sanal ekranlar yansıttı. Ekranlarda A rgyr'in
yanm asından, yaralanan ve can çekişen insanlara uzanan dehşet
verici videolar görülüyordu. G örüntülerdeki in san ların ıstırabı
herkesi susturdu.
Rubidum başını kaldırdı. "Rhoma Grace Ana kardeşimi ve beni
Ophiuchus a karşı uyarmıştı. O zaman dinlemeyecek kadar aptaldım
ancak şimdi söylüyorum ki o caninin öldürülmesi gerek."
"Caniyi öldürün! Caniyi öldürün!"
Sloganlar İkizlerliler arasında yankılandı. Sonra şaşırtıcı şekilde,
tüm kalabalığa bir yangın gibi yayıldı.
Korkunun tüm toplum un fikrinin akıntısını hızla değiştirebil­
diğine inanam ıyordum . Bir anda, öcüye herkes inanır oldu.
"Her yerden, her an saldırabilir!" diye bağırdı Rubidum, kala­
balığın sesini bastırarak. "Harekete geçmezsek bizi de yok edecek.
Hiçbir şey yapmadan duramayız."
Çılgınlık kreşendosuna ulaştığında, Rubidum asayı gürültüyle
yere bırakıp iki elini de gökyüzüne uzattı. "Dostlar, Rho Grace'i bu
Meclis'ten dışarı atmakla hata ettik. Bu düşm anın geldiğini önceden
gören tek kişi oydu. Ona ihtiyacımız var."
Öğrenciler adımı haykırmaya başladılar ve akıl almaz biçimde,
izleyicilerin yarısı buna katıldı. Üstümüzde, hologramlar sloganları
büyük zillerin seslerini andıran bir sesle yankılıyorlardı.
"Rho! Rho! Rho!"
Zodyak'ı Ophiuchus'un varlığına ikna etmek için hayatımı ver­
meye hazırdım. Şimdi inanıyorlardı, heyecanlı olmalıydım... fakat
değildim. Sanki yanlış bir şeyler vardı.
Onları ikna eden şey m antık değildi, odadaki coşkunluktu.
A lbor Echus k ü rk lü cüppesini savurarak düzeni sağlamaya
çalıştı ve Neith yum ruğunu kürsüye vurdu. "Rho Anayı geri çağı­
racak mıyız?"
"Evet!" İnsanlar gürledi. "Geri çağırın onu! Rho A nayı geri
getirin!"
"Şimdi," diye fısıldadı Hysan, "Pelerinleri kapayın."
Üçümüz birlikte tasm alarım ızı kapadık ve bir anda belirdiği­
mizde, izleyicilerin tepkisi beni sersemletti.
Sihir num aram ız herkesi ayağa kaldırdı, canlı ve coşkulu bir
tezah ü rat y ağ m u ru n a tu tu ld u k . A rena k ü re sin in her yerinden
m ikrokam eralar gelip etrafım da toplandı. Renkler, ışıklar, flaşlar ve
sesler... Hepsi çok boğucuydu.
Küçük kollar bedenime sarıldı. Aşağı bakıp Rubidum'u gördüm.
"Sana inanıyoruz, Rho. O canavarı adaletin önüne çıkar."
Ne kadar ölümcül bir hata yaptığımı şim di fark ediyordum.
İnsanların, yanlışları ortaya çıkaran bir ispiyoncudan fazlası
olduğum u düşünm elerine, ciğerlerimizdeki havayı bile bize karşı
kullanabilecek birini yenmek için bir planım olduğuna inanmalarına
izin vermiştim.
Asker değildim. Nitelikli bir Zodai değildim. Bir orduyu yöne­
temezdim. Tezahüratların gürültüsü artarken, Neith bana konuşmacı
asasını uzattı. Ancak ilk kez, ne söyleyeceğime dair bir fikrim yoktu.
Şimdiye dek konuşm alarım haneleri birleştirmek için yakarış­
lardan başka bir şey değildi... şimdi, istediğim olmuştu. Başarmak
için yola çıktığım şeyi başarmıştım, tam da Ochus un yapmamam
için beni tehdit ettiği şeyi yapmıştım, herkesi uyarm ıştım . Diğer
hanelerle kuvvetlerimizi birleştirme isteğimin ardındaki tek sebep
bu adalet arayışımı onlarla paylaşabilmekti, bunu yönetmek değildi.
Sessizliğim karşısında, Rubidum sesini yükseltti. "İkizler Hanesi
caniye indirilecek darbe için kırk savaş gemisi donatacak. Bana kim
katılacak?"
İzleyiciler arasından tezahüratlar, kulak parçalayan bir gürül­
tüyle patladı.
"Biz katılacağız!" diye bağırdı Yay'ın kehribar gözlü Savunucusu.
Kadının yüzünü iki yıl önce, yirm i bir yaşında savunucu yapıldı­
ğında çıkan haberlerden tanıyordum . "Tankerler göndereceğiz."
"O ğlak m a v n a la r g ö n d erecek ," diye ilan e tti b ü y ü k elçileri.
Boğa Savunucusu bağırdı, "Silah desteği vereceğiz!"
Savaş gem ileri mi? Cephane mi? İhtiyacımız olan şeyler bunlar
mıydı?
Şu anda savaş çılgınlığının yayılm asını engellemek m üm kün
değildi. Yıldızlar tarafından seçilene dek, Zodyak sinem asının en
büyük yıldızlarından biri olan Aslan'ın lideri, yum ruğunu havaya
kaldırdı. "Hanemiz bir kruvazör gönderecek!"
Lord Neith asayı tekrar aldığında, "Terazi Hanesi her gemiye
psişik kalkan sağlayacak. Düşman geldiğimizi asla görmeyecek."
Elini geniş bir açıyla savurarak havaya yüzlerce kristobalit
boncuk fırlattı. İzleyiciler boncukları yakalam ak için birbirleriyle
mücadele etmeye başladılar. Savunucuları ve büyükelçileri boncuk
yağm uruna tu ttuğundan emin olarak çok daha fazla boncuk saçtı.
"Kişisel kalkanlar. Daha fazlası için Terazi büyükelçiliğiyle iletişime
geçin," diye gürledi, bir avuç daha fırlatırken.
H ysan'ın sözünü tutm a yöntemi buydu demek. Omzuma bir
boncuk çarptı, yakaladım . Hysan'a bakıp, "M uhteşem ," dedim .
Hysan'ın dudakları havaya kalktı ve uslu bir sırıtışa dönüştü.
Neith kesesini boşalttı ve son boncukları da dağıttı. "Daha fazla
üretiyoruz, her haneye yetecek kadar."
Şimdi tüm savunucular, büyükelçiler ve yaverler hızlı hızlı
dudaklarını oynatarak Psiko-Şebeke üzerinden konuşuyorlardı. Eğer
Ochus şimdiye dek fark etmediyse de bu gürültüyü şimdi kesin du­
yacaktı. Geldiğimizi bilecekti. Planlama aşamamızda gizlenmeliydik.
Ne olduğunu anlayamadan, kendimi kalabalığa hitap ederken
buldum. "Sevgili savunucular, şu anda her hane bir hedef." Tüm
arena küresi sessizleşti.
"Lütfen bu kalkanları alın ve evinize, gezegenlerinizi korumaya
dönün. Zodailerinizi yıldızları izlemeleri için görevlendirin. Halkınızla
acil durum prosedürlerini düzenleyin. Her şeyden önemlisi, diğer
hanelerle iletişim ağını açın."
Herkes yanındaki şimdi fark etmiş gibi etrafına bakındı. İzleyi­
ciler renklerle belirlenmiş bir nüfus haritası gibiydi. Çoğu kişi hane
renklerini giym işti ve kendi hanelerinden insanlarla oturuyorlardı.
"Hepimiz Ophiuchus'a karşı birbirim izin en iyi şansıyız. Ophi-
uchus gizli kalm ak için çok uğraştı ve benim söylediklerime inan­
mamanızı sağlamak için akıl almaz şeyler yaptı. Bölünmüş halde
kalm am ızı istiyor. Bu daha önce işine yaradı. Şimdi, size bir şey
okum ak istiyorum . Yengeç'te bu klasik bir çocuk masalıdır. İsmi
Sakınm alı Ochus'tan."
Kalabalıktaki Yengeçliler'in ezberlerinden yaptıkları eşlikle,
okumaya başladım:

Bir zam anlar bir Savunucu Yıldız da,


Zodyak yeniyken daha,
Bir Yılan ya k la ştı uzaklardan,
Ve bela başladı kaynamaya.

On İki Hane darm adağındı,


Yılan dikkatlerini çekinceye dek.
Söz verdi giderm eye kavgalarım ,
Söyledi onlara gerçek adını Ochus diyerek.
Haneler inandı ona,
Ancak Yılan atacaktı kazığını.
Ochus en büyük büyülerini sakladı,
Zaman bile iyileştiremedi bu yarayı.

Şimdi nöbet tutarız dönmesin diye.


Çünkü kaçmadan uyarm ıştı bizi,
"Zodyak'ınızın yangınını iz le y e c e k s in iz d iy e ,
O yüzden Sakınm alıyız Ochus'tan şim di.

İkinci kıtaya geldiğimde, şiirin holografik g ö rü n tü sü arena


küresini doldurdu ve herkes sesli olarak benimle birlikte okumaya
başladı. Şiirin sonuna geldiğimizde, "Birbirim izi düşm an olarak
görmemiz geçmişte O phiuchusun işine yaradı ancak artık yaram a­
yacak/' dedim.
Onaylayan sesler yankılandı. "Her bir hane evrenim izin k u rtu ­
luşu için gereken bir yetenekte uzman. Geçmişte yapmamız gereken
şey bu yeteneklerimizi birlikte, bir bütün olarak kullanm aktı, bir­
birimize güvenm eyerek sırlar saklam ak değildi. Ophiuchus birlikte
çalıştığımızda ne kadar güçlü olduğum uzu biliyor. Bu yüzden bizi
bölmeye çalışıyor. Ona, birleşen Zodyak'tan korkm akta haklı oldu­
ğunu gösterelim!"
Bir alkış fırtınası yavaş yavaş birikm eye başladı. "Ona, birlik­
teyken yenilmez olduğumuzu gösterelim."
Kalabalık şimdi ayaktaydı ve sakinleştirilmeleri müm kün değildi.
Bu gücün nereden geldiğini bilmiyordum. Bu korumacı içgüdümün,
evimi ve sevdiklerimi koruma arzum un tüm Zodyak'ı kapsayacak
şekilde genişlemesi gibiydi.
Bize baktığımda ne kadar zayıf olduğum uzu, ne kadar kopuk
olduğum uzu ve yaptığım da bu d u rum un giderilm esine yardım cı
olacak bir şeyi görm üş olduğum u fark ediyordum . Yani sadece...
rolümü oynam ıştım .
Savunucu olsam da kendimi asla bir lider olarak görmemiştim.
Yönetmek için önce bir planım ın olması gerektiğini düşünürdüm .
Ancak bazen yönetmek, ortada bir plan olmadığında, sadece yenil­
mez kötülüğün karşısında hayatta kalma iradesi varken insanları
bir arada tutm akla ilgiliymiş.
Hysan beni çekip sımsıkı sarıldı. "Rho Grace, Yengeç'in Savu­
nucusu," dedi gizlice yanağımı öperek. "Sen bir yıldızsın."
Sonra Mathias bana uzandı ancak aynı anda Rubidum elimi tutup
beni döndürerek izleyicilerle yüz yüze gelmemi sağladı. "Savunucu
Rho'ya güvenin!" diye bağırıyorlardı.
Rubidum bir avuç boncuk tuttuğu elini havaya kaldırıp g ü rü l­
tü y ü bastırarak bağırdı. "Rho Grace'i armadam ızı yönetmesi için
aday gösteriyorum!"
İzleyiciler coşkuyla kükrüyordu. Endişeyle elimi çekip itiraz
eder gibi başımı salladım, hatta kollarımı sallamaya başladım.
A ncak bunu kim se görm ek istem iyordu. K ararlarını çoktan
vermişlerdi.
"Rho Anayı oy birliğiyle seçelim!" diyen Neith de onlara katıldı.
Arkam a dönüp M athiasa baktım. "M athias, durdur şunu. Bir
arm ada idare edemem. A rm adanın ne olduğunu bilmiyorum bile!"
Bana kolunu uzattı, ona tutundum . "Paniklediler," dedi. "Dü­
şünm üyorlar." Elimin altındaki kası sertleşti.
"Bu kimin fikriydi?" diye sordum Hysan'a, yanımıza geldiğinde.
"Ne olduğunu görmüyor musun? Herkese um ut verdin Rho,"
dedi yüzü ışıkla parlayarak. "Sadece üç haftadır Yengeç'in Savunu­
cusunun ve kim senin yüzyıllardır yapamadığı şeyi yaptın, Zodyak'ı
bir araya getirdin."
İki eliyle elimi tu ttu ve öbür tarafım daki M athias gerildi. "Seni
yem in töreninde ilk görüşüm den beri biliyordum ve yanında geçir­
diğim birkaç haftadır, her hanenin lideriyle birlikte izleyişimden beri
hissediyordum: Işığın sadece bir takım yıldızın içinde tutulam ayacak
kadar parlak."
Gözleri hiç bu kadar büyük ve yeşil olmamıştı. "Kaderinde
yazan sadece bir hanenin yol gösterici yıldızı olmak değil, hepsinin
yol gösterici yıldızı olmak. Sen olmazsan, kim olacak?"
Albor Echus kalkıp sessizliği sağlamaya çalıştı. Büyükelçiler
tartışm aların ı bitirm iş olm alıydılar. "M eclis oylam asını bitirdi.
Dördüncü H ane'den Kutsal Ana Rhoma Grace'i birleşik filomuzun
başına atıyoruz/'
İzleyicilerin yüzleri yıldızlar gibi parlıyordu. Nefes alış verişlerim
hızlandı ve başım dönmeye başladı. Başımı hafifçe çevirip Mathias a
baktım. İkimiz sahnede gülümsemeyen yegâne kişilerdik.
Tekrar izleyicilere baktım. Ochus'u durdurm ak için hayatımı
vermeye hazırdım. Şimdi geri çekilemezdim.
"Kabul ediyorum /'
35

Öğrendim ki armada bir savaş gemisi filosuna verilen isimmiş.


Bu tarz şeyleri çabucak öğrenmem gerekiyordu çünkü strate­
jinin oluşturulm ası oylamadan hemen sonra, Büyükelçi Morscerta
tarafından sahneden hızla indirilip savunucular ve büyükelçilerin
olduğu bir toplantıya sokulduğum da başladı. On bir saat boyunca
aralıksız tartışarak sorum lulukları haneler arasında böldüler, çeşitli
pozisyonlarda idarecilik yapmaları için Zodaileri aday gösterdiler.
Tıpkı Oceon 6'daki toplantılarım gibi, zamanımı temel olarak din­
leyip soruları cevaplayarak geçirdim.
Sonraki birkaç gün bu toplantılardan oluşan bulanık bir süreçti.
Bazen herkesle birlikte hipodromda toplanıyorduk, bazen Kutupyıl-
dızlarıyla birlikte büyükelçilikte, bazen köydeki başka büyükelçilerle
toplanıyorduk... Sirna beni kır evlerinden birine taşıdı, M athias ve
Hysan'ı çok çok kısıtlı zamanlarda görebiliyordum. Bazen birlikte
hızlıca yemek yiyorduk, bazen toplantılarda karşılaşıyorduk... ancak
çoğunlukla, herkes kendi görevi üstünde çalışıyordu. Hysan Koç'un
kaynaklarını kullanarak Psişik kalkanların üretim i için bir fabrika
ku rd u ve şimdi, tüm güneş sisteminde tanıştığı geniş insan ağını
zorlayarak tüm kaynakları hızlı şekilde toparlamaya çalışıyordu. O
sırada, M athias kutupyıldızlarım ızı savaş için eğitiyordu.
Donanmanın lideri olarak vasfımın bir idareci değil bir mas­
kot rolü olduğu daha olayın en başından netleşti ve bu durum dan
şikâyetçi değildim. Dümende daha uygun insanların olması beni
rahatlatıyordu ancak yine de on iki amiralin operasyon hakkındaki
askeri toplantılara beni de davet etmelerini istiyordum. Katılmayı ne
zaman istesem, benim görevim olan metafiziksel savaşa odaklanmamda
ve fiziksel savaşı kendilerine bırakmamda ısrar ettiler. Muhtemelen
haklı olduklarını biliyordum , sadece hazır olduğum uzdan em in
olmak istiyordum.
Ochus bir planımız olduğunu biliyor olmalıydı ve sıradışı bir
kâhin olduğunu da kanıtlam ıştı. Pelerinlerimizle ondan gizlensek
bile gerçekten her ihtimali düşündüğüm üzü bilmek istiyordum.

♦ ♦ ♦

Saldırıyı başlatm am ızdan bir gece önce büyükelçilerim iz köyde


yapılacak evrensel bir kutlam a planladılar. Bu Helios un Halesi
festivalinin yeni haliydi.
Helios un Halesi, Üçlü İttifak'tan sonra terk edilm iş eski bir
Zodyak geleneğiydi. Haneler her sene, Helios un alevlerinin en parlak
olacağının tahm in edildiği gün bir araya gelir ve Zodyak'ın en büyük
yıldızı Helios adına kutlam a yaparlardı. Kutlama gece vakti, hayalet
gibi bir güneşin ışıkları altında yapılırdı: Gün ışığı günbatım ından
sonra uzun zaman gitmez, güneşin terk ettiği yerde parlayan bir
halka oluştururdu. Bu etkiye de Helios un Halesi adı verilirdi.
Kimse son festivalden bu yana Helios'un H alesini görmemişti.
Savunucuların bu festivali kutlam ayı neden bıraktıkları son derece
açık olsa da kimse neden bu etkinin gerçekleşmeyi durdurduğunu
bilmiyordu, Oğlak'ın bilim insanları bile. Balıklılar H eliosun bölün­
m üşlüğümüz yüzünden bizi cezalandırdığına inanırlardı. Festivale
hazırlandığım sırada, Sirna ya ne düşündüğünü sordum.
Dudaklarım ı boyamayı bıraktı, deniz mavisi gözleri dalıp gitti.
"Sanırım gökyüzüne artık eskisi kadar bakm adığım ızdan/' dedi. O
ve Amanta zevklerine göre beni süsledikleri sırada, bunun ne anlama
geldiğine kafa yoruyordum.
Hazır olduğuma kanaat getirdiklerinde, festivalin başlamasının
üstünden bir saat geçmişti. Dışarı yürüdüm ve köyün sokaklarını
dolduran, her büyükelçiliğin önünde toplanmış, yuvarlak masalarda
oturan, dans eden, konuşan, yemek yiyen, birbirlerine karışan insanlar
ve holografik hayaletler gördüm. Ana meydandaki hanelerarası pazar
bir ziyafet alanına dönüştürülm üştü. İnsanlar tüm köyü dolaşan
kıvrım lı bir sıra halinde buraya girmeyi bekliyorlardı.
Kır evinin gölgesinde kaldım ve gözlerimi siyah duvarlı köy
sınırı boyunca gezdirerek kalabalıkta Hysan veya Mathias'ı bulmaya
çalıştım. Onların beni daha çabuk görüp tanıyacaklarını umuyordum.
Amanta saçlarımı topuz yaptı, sadece yüzümü çevreleyecek birkaç
bukle açıkta kaldı. Sirna da gümüş Yengeç tacını başıma yerleştirdi.
Benim için seçtiği elbise çağlayan su gibi bedenimde kıvrılan safir
mavisi, saten bir elbiseydi. Eteği dizlerim in birkaç santim üstünde
bitiyordu ve sırt dekoltesi belime dek inerek om urgam ın eğimini
ortaya çıkarıyordu.
Boğulan Elmaslar'dan, "Savunucu Rho ya Güvenin" holografik
ekranda güm bürdem eye başladı ve Aslan H a n esin in aslanlarını
sevm ekte olan bazı üniversite öğrencilerinin coşkuyla bağırıp söz­
lere eşlik ettiklerini gördüm. Grubum un kam pusta verdiği konserin
görüntülerini izlemek aklıma Ay Dörtlenm esi'ni getirdi. Abyssthe
alıp davulum u kurduğum u, dostlarımla aylaklık ettiğimi hatırlıyor
gibiydim... ancak hatıralar sanki kaybettiğim her şey gibi suyun
altm dalarm ışçasına bulanıktı.
Daha önceki Rho şu anda bana erişilmez geliyordu.
A rkam dan gelen ayak sesleri duydum ve dönünce M athias'ı
gördüm. Bakışları benim kileri aradı ve sırt dekoltemi incelediğini
fark ettim . Utanç yanaklarını kızarttı, sonra benim yanaklarım a
da sıçradı.
"Tıpkı evimize benziyorsun," dedi bana kolunu uzatarak.
Yaklaştığında, nefesinde hoş bir alkol kokusu aldım. Yeni ta­
ranmış saçları ve mavi resmi kıyafeti beni yemin törenimden önce,
hayatımda hoşlandığım ilk erkeğin beni sonunda fark ettiği o ana geri
götürdü. Hâlâ o insanlar olmadığımızdan, o duygunun masumiyetini
hatırlam ak zordu. "Sen de öyle," dedim kolumu onunkine sararken.
Bu şimdiye dek paylaştığımız, savaşla ilgili olmayan ilk andı ve
bedenim bana Hysan'la yaşadığım şeyi Mathias'a henüz anlatm a­
dığımı hatırlattı. Savaş hakkındaki düşünceler daha önce suçluluk
duygum u geride tutm uştu ancak şimdi midemdeki o eski bükülm e
duygusu tekrar belirmişti.
Tahtayı geçerek festivalin geri kalanına katıld ık ve yüzleri
inceleyerek Hysan'ı bulmaya çalıştım. Kalabalık yüzlerce insandan
oluşuyordu ve her büyükelçilikten yeni bedenler sokağa dökülmeye
devam ediyordu. Yakın tarihte hanelerin böyle bir araya geldiğini
duymamıştım.
"Yıldızlar bana bu anı bir hafta önce göstermiş olsalardı, onlara
inanm azdım ," dedim.
Kalabalığın yörüngesinde dolaşırken M athias kaşlarını kaldırıp
alnını kırıştırdı. "Öte yandan, kafasını Zodyak'ı yok etmekle bozmuş,
ölümsüz, mitolojik bir canavar göstermiş olsalardı..."
Güldüm. Son birkaç günden sonra bu refleks yabancı gelmişti.
"Espri mi yaptın sen?" diye şaşkınlıkla sordum. Tüm yüzünü ışığa
boğan, dişlerinin görüneceği şekilde bir gülümseme yüzüne yayıldı.
Durdum. "Kutupyıldızı Mathias Thais, bu bir gülümseme mi?"
Omuzları hafifçe büküldü, sert duruşu bu gece gözle görülür
şekilde yum uşam ıştı ve hoş kokulu nefesi tenim i süpürüyordu.
"Beni toplu katliama uğram anın eşiğinde olmadığımız bir haftada
yakalarsan seni şaşırtabilirim ."
Çivit mavisi gözleri her zam ankinden daha parlak ve yakındı.
M athias'la yak ın olm ak sakinleştirici olm alıydı, hu zu rsu z edici
değil. Ancak bir şekilde, ona beslediğim hisler kavga ederken daha
net gibiydi.
A rtan kalabalığın içinde sağa sola itiliyorduk. M athias beni
ayağıma basılan ve dirseklerle dürtüldüğüm yerden uzaklaştırdı.
Köy insanlarla dolmaya devam ediyordu ve tıpkı Yengeç D enizinin
dalgaları yükseldiğinde yaptığım ız gibi yüksek bir yere çıkmaya
zorlanıyorduk. Gittiğimiz her yerde Hysan'ı bulmak için çevremdeki
yüzleri tarıyordum .
Balık büyükelçiliği bir tepenin üstündeydi, biz de tırm anıp
binanın ön tarafındaki çimenlikte toplanan seyrek gruplara katıldık.
Kıvrımlı köşeleri olan kristal bir tapınak şeklindeki büyükelçilik
aydınlıktı ve insan kaynıyordu. Yarı saydam duvarların ardındaki
bedenler gölgeler gibi görünüyordu.
Şimdi biraz baş başa kalınca M athias nazikçe kolumu bıraktı
ve dönüp yüzüm e baktı. "Şey... konuşabilir miyiz?"
Sorusunda, kulağa o müziği andıran sesinde detone çıkan bir
notayı andıran bir titreşim vardı. Ses, şarkısını ruhum un derinlikle­
rinde bir şeye söyledi ve M athias'ın sırtındaki yük her neyse, bunu
Hysan'la yaşadığım şeyi itiraf edene dek duymamam gerektiğini fark
ettim. Ona yalan söylemek istemiyordum, özellikle de bu konuda
kesinlikle istemiyordum.
Söyleyeceklerimin üstünde fazla düşünm eden, "Bence konuş­
malıyız," dedim. "Ancak önce sana bir şey söylemeliyim."
Yerleri süpüren güm üş renkli bir pelerin giyen Balıklı bir Yar­
dımcı kız, canlı pembe renkli içkilerin olduğu bir tepsiyle yaklaştı.
Mathias'ı gördükten sonra bana bakmadı bile. "Denizyemişi likörü?"
diye sordu.
M athias başını salladı. Kız gitmek yerine, daha da yakına so­
kulup pelerininin içindeki bir cebi salladı. Cam şişelerin birbirlerine
çarpma sesi gibi bir tıngırtı çıkardı. "Belki biraz Kappa-Opioid tercih
edersiniz...?"
"Kappa ne?" diye sordum, varlığımı vurgulam ak için yüksek
bir sesle.
"Yine mi o çöp, Balıklı!"
Zeytin yeşili Akademi üniform asının içindeki kaba saba bir
Boğalı yardım cı apar topar gelip kızın kolunu çekiştirdi. Pembe
İikör flüt kadehlerin kenarından damladı. "Kime uyuşturucu teklif
ettiğinin farkında mısın, Spacey?"
"Lacey," diye atladı Balıklı kız, kolunu çekip kurtarırken. "On
dakika önce söyledim Boğalı! O uyuşturucu değil, yıldızlara giden
bir yol..."
"Siz ikiniz susacak mısınız artık?" dedi boş bir tepsiyi tutan
Kovalı bir yardımcı kız. Mathias ile bana bakıp arkadaşları adına
özür dilemenin eşiğindeydi... derken ciyakladı.
"Rho Ana!"
Tepki bile veremeden, Felsefe Taşıyla bir fotoğrafımı çekti. "Ben
Mallie. Sizinle tanışm ak bir onur."
"M em nun ol..."
"Ah, Helios!" diye haykırdı Lacey lafımı kesip yüzüm ü in­
celemek için yaklaşarak. "Gerçekten sizsinizl Sizinle tanıştığım a
inanam ıyorum !"
"Size söylemiştim," dedi Boğalı kız, gözlerini devirerek. Bana
döndü ve rekabetle yanan gözlerine uyan resmi bir tonla, "Merhaba
Kutsal Ana, ben Boğa H anesinden Fraxel Finnigan," dedi. Sonra
Mathias'a bir bakış attı. "Ve siz?"
"Kutsal Empyrean, tüm Boğalılar senin kadar kaba mı?" diye
sordu Lacey. Pembe içki tepsisini bırakıp ellerini kalçasına koyarak
Fraxel'a döndü.
"Kaba değiliz, verimliyiz. Belki sizler de kafanızı uzaydan aşağı
indirip çevrenizdeki somut şeylere özen gösterseydiniz..."
"Onunla karşılaşm ak nasıl bir şeydi?"
M allie'nin büyük, donuk gözleri tacım daki Yengeç arm asını
yansıtıyordu. Sesi ne kadar alçak olsa da sorusunu diğer kızları
susturacak kadar yüksek bir sesle sorm uştu. Üç yüz bana döndü.
"Korkutucu," diye itiraf ettim bu hikâyeyi anlatmamı herkesten
fazla dinleyen Mathias'a kaçamak bir bakış atarak. Dikkati dağılmış
gibiydi ve yapacağımız konuşmayı mı düşündüğünü, merak ettim.
"Rüzgârın, buzun ve ateşin güçlerini kuşanan somut bir insanla sa­
vaşmak ve kendinizi savunacak bir şeyinizin olmaması gibi... çünkü
ona dokunam ıyorsunuz."
Mallie elini göğsünde tutup Felsefe Taşını parm aklarının ara­
sında çevirdi. Aygıt kızın boynundaki gümüş bir zincirden sarkan
k urşun bir kolye ucunun içine konm uştu ve kolyenin tasarımı klan­
dan klana değişirdi. Mallie nin kolyesi baykuş şeklindeydi. "Nasıl
hayatta kaldınız?" diye fısıldadı.
"Şans," diye itiraf ettim, Ochus'la her yüzleşmemi düşünerek.
Eğer siyah opali kapatmayı veya Yüzüğü çıkarmayı beceremeseydim
ya da Ochus Başak'ı yok etmek yerine önceliğini beni yok etmek
olarak belirleseydi, şimdi burada olmazdım. Bu bilgi beni bir kıyamet
duygusuyla doldurdu, tıpkı efemeriste yıldızlarda zıtlaşma gördü­
ğüm deki gibi. Nasıl hayatta kalacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.
"Öleceğinizi bilmek... nasıl hissettirdi?"
Kovalı ve Balıklı kızlar Fraxel'a baktılar. Kendisi bile daha ruhani
ve felsefi âlemlere ait olabilecek bu soruyu sorduğuna inanamıyordu.
"Yalnız hissettirdi," diye itiraf ettim. "Onunla yüzleştiğim anda
değil, hayatınız için savaşırken adrenalin o tarz düşüncelerin büyük
kısm ını u y u ştu ru y o r." M athias'ın bakışının tü m yoğunluğuyla
üstüm de olduğunu hissediyordum ancak dönüp ona bakm adım .
"Yalnız hissettiren şey ölüm bile değil... Sanırım hayatta kalmak.
Çünkü ardından, zaten öldüğünüzü, daha önce olduğunuz kişinin
gittiğini hissediyorsunuz ve çevrenizdeki herkes sizi devam etmeye
zorlarken, siz biri olmayı sıfırdan öğreniyorsunuz."
Biri kısa biri uzun, Bir çift sarhoş Oğlaklı Lacey'e çarptı ve
kız uzun pelerinine takılarak bardakları devirdi. "Böyle olacağını
biliyordum !" diye yakın dı Fraxel, çömelip Lacey'nin kalkm asına
yardım ederken. Sonra daha da boğuk bir tonla, "Büyükelçiliğe
gitmem gerekiyor, istersen tepsini de götürebilirim ," dedi.
"Teşekkürler," dedi Lacey. Avcunu Fraxel'ınkine dokunm ak için
kaldırdığı sırada, Boğalı kolunu uzatıp kızın elini yakaladı.
"Boğa'da el sıkışırız/' dedi Fraxel göstermek için Lacey'in elini
sıkarak.
"Biz avuç d o k u n d u ru ru z/' dedi Lacey Fraxel'a gösterek.
Aralarında tu h af bir iletişim yaşandı ve bir dalga halinde, sı­
radan zamanlarda olsa, bu tanışma şansına sahip olamayacaklarını
fark ettim. Bu an için ödediğimiz bedeli, Zodyak'ı bir araya getirmek
için hayatlarını verm ek zorunda kalan Yengeçliler, Başaklılar ve
İkizlerlileri düşünm ek beni üzüyordu.
Fraxel Boğa büyükelçiliğine doğru yola koyulunca kaynayan
kalabalık bizi tepenin daha da yükseklerine çıkardı. Dördüm üz
de kalabalığın kaynağını bulmak için altım ızdaki caddeye baktık:
Koçlular holografik güreş için ring getirmişlerdi.
Bir çift Koçlu savaşçı kırm ızı üniformaları, korucuyucu eşya ve
başlıklarıyla ringe çıktı. İlk adamın bedeni, sanki insandan holograma
dönüşür gibi yanıp sönüyordu ve adamın bedeni değişime uğrayıp
üç metre boyunda, dalgalanan kolları ve devasa dişleriyle yılana
benzer bir yaratığa dönüşürken nefesimi tuttum . İkinci adam ise
pençeli ve kuyruğunda ölümcül bir iğne bulunan kertenkele benzeri
bir canavara dönüştü. İkisi de Ophiuchus'un hayali versiyonlarıydı.
Hakem düdüğünü çaldı ve maç başladı. Holografik bedenler
adam ların başlıklarıyla yansıtılıyordu ve ringin içinde tutuluyordu,
yani biri ringin dışına çıkarsa, otomatik olarak insan görünüm üne
dönüyorlardı. Kertenkele canavar kuyruğundaki iğneyi yılana benzer
yaratığa saplamaya çalışıyordu. Yılan tam zamanında sinsice sokulup
dişlerini kertenkelenin kuyruğuna geçirerek kertenkeleyi şaşırttı.
Tezahürat çığlıkları kertenkelenin ıstıraplı haykırışını bastırdı,
derken kertenkele yılanın kolunu pençeleyerek misilleme yaptığında
yeni bir gürü ltü dalgası yükseldi.
"Yukarı bakın!" diye bağırdı Lacey.
Başımı karanlık gökyüzüne kaldırınca Rubidum ve bir Rüyageti-
ren takım ı, yani İkizlerli Zodailer, Kova büyükelçiliğinin zirvesinde,
köyün çok üstünde dikiliyorlardı. Dövmelerini kullanarak detaylı
tasarım larını yıldızlara özenle çiziyorlardı.
Şimdi tam üstümde, baş döndürücü bir belirginlikte, Yengeç'in
dört ayı duruyordu. M athias'la göz göze geldik ancak konuşmadık.
Sonra, resim Başak'ın iğne şehri haline geldi, sonra İkizler'in baş­
kenti, sonra Helios...
Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim, Zodyak Haneleri birlikte
parti yapıyor, birbirlerini pohpohluyor, num aralarını paylaşıyorlardı.
İlk kez, birleşen bir Zodyak'ın neye benzediğini görüyordum ve ilk
kez ne uğruna savaştığımı en geniş açıdan, bütünüyle anlıyordum.
Konu artık Ophiuchus'u durdurm ak ve onu adaletin karşısına
çıkarm aktan fazlasıydı. Bu evrenimizle, evrenin olmasını istediğimiz
yerle ilgiliydi. Diğer hanelerin etrafındayken kendi kimliğimize daha
güzel bürü n ü y o rd uk . Nishi beni etrafım daki hayatın karşısında
daha sorgulayıcı bir insan yapmıştı ve Hysan kendim e güvenim i
bulmama yardım etmişti. Helios un hanelerimizi bir arada tutm a­
sın ın bir sebebi vardı. B irbirim izden öğrenm em iz gerekiyordu,
birbirim iz hakkında bir şeyler öğrenmemiz değil. Bizler Yengeçliler
ve Terazililer ve Koçlular ve A krepliler ve İkizlerliler ve Balıklılar
ve Oğlaklılar ve Yaylılar ve Başaklılar ve Aslanlılar ve Kovalılar ve
Boğalılar değildik. Biz Zodyak'tık.
Ayakkabılarım ın topukları bileklerimi acıtıyordu, bu yüzden
M athias'ın koluna iyice yaslanıp kolumu onunkine daha sıkı bağ­
ladım. Onun, Lacey nin ve M allie'nin gözleri sırayla üstüm üzdeki
manzaraya ve aşağıdaki savaşa bakıyordu ancak ben kalabalığa, artık
birbirinden ayrı olmayan, bir bütün olan o gökkuşağı renklerine
bakıyordum. Sonra tanıdık bir ses yakınlardan yükseldi ve sonunda,
gözlerim aradıklarını buldu.
H ysan beş m etre k ad ar ötede, çeşitli hanelerden geldikleri
görülen, çoğu ellerinde pembe içkiden tutan gürültücü bir öğrenci
grubuyla konuşuyordu. Grup Hysan'a büyülenm iş gibi bakıyordu.
Hysan'ın onlara ne anlattığını duymaya çalıştım. Ancak sözcükleri
çıkaram adım .
Az sonra, öğrencilerden bir kahkaha tufanı yükseldi ve kızlar­
dan biri, bir Terazili, neşeyle Hysan'ın koluna bir şaplak attı. Hysan
başka bir şey söyleyip kentaur sırıtışını parlatıverdi. Bu uzaklıktan
bile tenimi gıdıklayabiliyordu.
Holografik güreşçiler mola verdiler ve insanlar bağırmayı kesince
Hysan'ın sesini duyabildim. Bir fıkra anlatıyor gibiydi.
"İlk insanı yarattıktan sonra/' dedi Hysan yeşil gözlerini grup­
taki herkesin gözlerinde gezdirerek. "Helios savunuculara insanın
doğasında bir değişiklik yapma hakkı tanımış. Tek bir dilek hakkı,
söylendiği anda gerçek olacakmış. Önce Koç gelmiş. Bize süper bir
güç vermiş." Tenine yapışan kırm ızı bir elbise içindeki Koçlu bir
kız ıslık çaldı. "Boğa uyku ihtiyacımızı kaldırmış. İkizler bizi sihirli
güçlerle donatmış. Yengeç sevginin bizi her zaman yönlendireceğinden
emin olmuş." Bir an durdu ve etrafına bakındı, beni arıyor olabilir
mi diye merak ettim.
Tekrar başladığında, listeyi saym akta hızlandı ve öğrenciler
Hysan saydıkça sevinçle bağırdılar: "Aslan tutukluklarım ızı kaldır­
mış." İki Aslanlı el çırptı. "Başak bizi kusursuz yapmış, Akrep bize
teknoloji üstünde zihinsel kontrol bahşetmiş, Yay insanlara ışınlanma
gücü vermiş, Oğlak beynimizi daha büyük yapmış, Kova ömrümüzü
uzatmış ve Balık herkese tertem iz bir ruh vermiş."
Hysan nihayet nefes almak için durduğunda grup alkışladı. Bazı
kızların yüzündeki o aç ifade midemin kıskançlıkla haykırm asına
sebep oluyordu. Terazili kızı izliyordum. Kolunu Hysan'ın koluna
kasıtsız olamayacak kadar çok sürtüyordu.
"Sadece Terazi'nin Savunucusu kalm ış ve dilek olarak insan
hayatlarının adil olmasını istemiş." Kalabalık bir kahkaha patlattı.
"İşte bu yüzden tanrı olmak yerine, bu fıkrayı anlatışımı dinliyor­
sunuz." Şu anda herkes gülüyordu. Bu Hysan'ı yalnız başınayken
ilk görüşüm dü.
M athias'la konuşm adan önce, onu yıllar boyunca özlemle iz­
lemiştim. Ancak Hysan'ı sadece gördüğüm kadarıyla tanıyordum .
Benimle olmadığında onu hiç görmemiştim.
İpeksi sarı saçlarıyla, yaşı yirm i civarında görünen Terazili kız,
diğerlerini büyükelçiliğe davet etti. "Oda servisi alabiliriz/' dediğini
duydum ve herkese hitap ediyor olsa da sadece Hysan a bakıyordu.
Grup kızın teklifini sarhoşluk heyecanıyla karşıladı ve sanki
içimdeki her organ, geriye sadece kabuğum kalana dek, kuruyup
dökülm eye başladı. Kız güzeldi, benden büyüktü, şüphesiz daha
deneyimliydi. Elbette Hysan da onunla ilgilenecekti.
Hysan bir şey fısıldamak için kızın kulağına eğildiğinde, içim
um utsuzlukla acıdı. Bugün evrenim ize ölüm süz bir yıldıza karşı
verilecek bir savaşta önderlik etmeyi kabul etm iştim ve daha bu
ölümlü kızla bile mücadele edemiyordum.
Ancak sonra Hysan geri çekildi ve kızın gülümsemesi silindi.
İzlemeye devam ettim. Bakışlarını yine etrafa çevirdi. Bu hareketi
o kadar nazikçe yapıyordu ki aslında kalabalığı oldukça sık gözden
geçiriyor olduğunu daha önce fark etmemiştim. Bu kez baktığında
beni gördü.
Gruptan müsaade isteyip dikildiğim yere doğru yöneldi. Terazili
kız Hysan'ın gidişini asık bir suratla izledi.
Mathias, Origene ve Caaseum un gökyüzündeki görüntülerinden
gözlerini ayırdı. Hysan'ın gelişine kaçamak bir bakış attı ve kol kası
elimin altında kasıldı.
Sadece birkaç metre uzaktayken gözlerini benim kilerden hiç
ayırm amasına rağmen Hysan'ın bedenim in her yerine yerleştiğini
hissediyordum . Boştaki elime uzandı ve dudaklarının tenim e do­
kunduğu yerde kanım köpürdü. "Seni özledim /' dedi parm aklarım ı
biraz fazla uzun tutarak.
"Bunlar Mallie ve Lacey," dedi M athias yüksek sesle, Hysan'ı
onlara dönmeye zorlayarak.
Kızlar kendilerini tanıttıktan sonra Mallie, "İçki servisine devam
etmemiz gerekiyor," dedi. Camsı gözleri yine tacımı yansıtıyordu.
"İyi şanslar, Savunucu," dedi eğilerek selam verirken. "Bizi On Üç'ün
karşısında zafere götürün."
"Sizlerle tanışmak harikaydı/' dedi Lacey, o da eğilerek selamladı.
Gitmeden hemen önce M athias'la konuşmak ister gibi görünüyordu
ancak Mallie onu bileğinden çekip, "O Rho'nun erkek a r k a d a ş ı dedi.
Sonra dönüp üçümüze bakarak el salladı ve bir yandan da utanan
Lacey'i çekiştire çekiştire götürdü.
Hysan, Mathias ve ben sessizce durduk ve Mallie'yi düzeltmem
gerektiğini çok geç fark ettim.
"Sana bir şey getireyim mi, Rho?" diye sordu Mathias, ru h hali
bir anda düzelmişti.
Hysan gözlerime bakmıyordu ve o anda hâlâ Mathias'ın kolunda
olduğumu, Hysan geldiğinden beri Mathias'ın kolundan çıkmadığımı
fark ettim.
"Ben de gitsem iyi olur," dedi Hysan ses tonu hâlâ sıcakkan­
lıydı ancak neşeli parlaklığı söndü. "Yarın sabah yola çıkacağımıza
göre, çok..."
"Hayır, gitme," dedim onu kalabalıkta tek rar kaybetm ekten
korkarak. Tüm bu sırlardan ve anlamı oldukça karışık mesajlardan
nefret ediyordum ancak M athias'la baş başa kalma fırsatım çöpe
gittiğine göre yeni bir fırsat bulmalıydım. Şimdi kendimi Hysan'a
açıklamak zorundaydım . "Bir bardak su alabilirim."
M athias bana su almaya gitti ve Hysan'la yalnız kalır kalmaz,
"Üzgünüm, henüz ona söyleme şansım olmadı ve..." dedim.
Hysan başını salladı. "Sana baskı yapmak istemiyorum, Rho.
Sadece bazen nasıl hissettiğini bilm iyorum ve M athias sana öyle
sahiplenici davranıyor ki..."
"Yanındaki Terazili kız gibi mi?" Sesimin ne kadar kıskanç
çıktığını duyunca keşke konuşm asaydım , diye düşündüm . Ancak
konuşm uştum , a rtık duram azdım . "Sadece birbirim iz h ak k ın d a
bilmediğimiz çok şey var. Yani... her hanede bir sevgilin olmadığını
nasıl bilebilirim?"
Gülmeye başladı, irkildim. "Seni m em nun edecekse, beni kendi
m alın olarak dam galayabilirsin." A lnına doku nd u. "Şuraya bir
dövme mesela... Rho Grace'in M alıdır yazısına ne dersin? Çok mu
anlaşılmaz olur?"
Ben de güldüm, sonra duygularım ın akıntısına kapılıp panik­
ledim. P arm aklarını benim kilere kenetledi. "Senin hak k ın d a ne
hissettiğimi zaten bilmiyorsam, bir İletişimci olarak başarısızımdır."
D okunuşunun sıcaklığını hissedip sertçe nefesimi bırakarak
gerginliğimi salıverdim. "Sorun sen değilsin... sorun her şey."
"Ben bir yere gitmiyorum, Rho," dedi sesi şimdi bütünüyle cid­
diydi. "Beni burada istediğin sürece buradayım. Mathias'a söylemek
için sonrayı, bunların bitmesini bekliyorsan, bunu da anlarım."
Keşke onu öpebilseydim ancak M athias dönüyordu. Keşke bir
so n ran ın olduğunu, h er şey bittiğinde hâlâ h ayatta olacağımızı
bilseydim.
Ancak Zodyak'ta ilk kez, kimse yarın ne olacağını bilmiyordu.
36

Festival şafağa yakın, iki gürültücü Aslanlı büyükelçilikteki aslanları


güreş ringine sokup hayvanları holografik dövüşçülere çevirmeye
çalıştıklarında sona erdi.
Birkaç saat sonra Zodyak savaşa girdi.
Hysan, M athias ve ben, amiral gemimiz Ateşkuşıı adlı kruva­
zördeydik. Filo galaksi boyunca daha önce efemeriste görünün bana
belirdiği yere doğru hızlanarak ilerliyordu. Sadece birkaç üst düzey
subayın haberdar olduğu dolambaçlı bir rota izliyorduk ve bütün
donanma kalkanlı, görünmez ve sessizdi. Herkes bunların Ochus'un
bizi bulmasına engel olmasını diliyordu.
Üçümüz de aynı gemide olmamıza rağmen, bunca hazırlığın
arasında birbirim izle konuşm aya neredeyse vaktim iz olmuyordu.
M athias hangar güvertesinde, insanlara sandalları nasıl kullana­
caklarını öğretiyordu ve Hysan da öğrencilerinden biriydi. Dört
gün lü k uçuştan sonra on üçüncü takım yıldıza varm am ıza şimdi
saatler kalmıştı.
İletişim kanalları kapalı halde ilerlediğim izden evden haber
alam ıyorduk ve endişeliydim . Yola çıkm adan önce öğrendiğim iz
son şey İkizler'in yıkılan gezegeninin komşusuyla çarpışmayı teğet
geçtiğiydi, yani sığınmacı kam pım ız şim dilik güvendeydi. Ancak
başka bir hane yıkıldı mı ya da Phobos'ta gizlenen ordu bir hamle
yaptı mı, bilmiyordum.
"Hiç bu kadar heybetli bir gemi gördünüz mü?" Aslanlı Amiral
Horace Ignus kollarını açtı. İkimiz planda benim üstüme düşen kısmı
gözden geçirmeyi az evvel bitirm iştik, böylece zamanı geldiğinde
her şey kusursuz gidecekti.
A m iral A slanlılara özgü geniş bir yü zü ve sık, kahverengi
bir sakalı olan coşkulu, iri yarı bir adamdı. Gemiye ilk binişimde,
orkestrasına bir giriş müziği çaldırmıştı ve beni iki yanağım dan da
öperek karşılam ıştı. "Hoşgeldiniz, küçük L eydi/' demişti. “Ateşku-
şu'nda hiçbir şeyden korkmayın." Sanki bu bir savaş gemisi değilmiş
de, bir gezi gemisiymiş gibi.
"Am iral, savaş stratejisi h ak k ın d a başka detaylar duym ayı
umuyordum..."
"Her şey aşağı yukarı kontrolümüz altında, tatlım. Güven bana,
o katil orospu çocuğunu fena becereceğiz." Her şeyi küçük gören
bir yapısı vardı ancak çoğu Aslanlı gibi iyi bir mizah anlayışı vardı,
yani onu sevmemek çok güçtü. "Metafiziksel ıvır zıvırlarla ilgilen,
fiziksel işi bize bırak."
Savaş planım ız hakkında bildiğim tek şey, Ignus'un planı çalım
olarak adlandırm asıydı. Deniz sporlarında çalım, siz bir tarafa gider
gibi yaptığınızda rakibinizin dikkatinin dağılması ve takım arkada­
şınızın diğer tarafa gitmesiydi. Ancak spor yapmadığım için genelde
nasıl işe yaradığını bilmiyordum. Tek bildiğim, Hysan'ın kalkanları
olmasaydı hiç şansımız olmayacağıydı.
Ateşkuşu uzun, siyah bir silindirdi ve Equinox gibi sahte yerçekimi
vardı. Arkamızda, iki yüz başka gemi gökyüzünü dolduruyordu ve
Ateşkuşu ile Nox'un aksine, pek azı hıza uygun inşa edilmişti. Hantal
yük gemileri, yavaş gitmek için tasarlanm ış yatlar, ağır kalyon ve
mavnalar... Hepsi bir maratonda koşmaya çalışan, sporcu olmayan
insanlar gibi görünüyordu.
Tüm haneler Ophiuchus'la savaşmak için uzay gemileri gönder­
mişti. Yengeç bile bir duba göndermeyi başarmıştı. Akrep, Charon
M eclisle soruşturm a altında olsa da küçük bir şalopa taburu gön­
dermişti. Başak Hanesi tüm gemileri gizlemek için serap pelerinleri
gönderm işti. Sirna hemen sancak tarafım ızda uçan Koç m uhribi
X itium daydı. Lord Neith iskele tarafında, N ox u kullanıyordu.
Rubidum arkamızda bir yerlerde, bir nötron zeplini kullanıyordu.
Phaetonis'te, Koçlu generaller bir kimya tesisini psişik kalkanların
seri üretildiği bir fabrikaya dönüştürm üştü. Şimdi filomuzdaki her
gemide Hysan'ın pelerininin aynısının tam boy, birörnek kopyala­
rından vardı. Sessiz uçtuğum uzdan, gemiden gemiye iletişim biraz
zordu. Bazen gemiden gemiye gidip geliyorduk ancak çoğunlukla
yanıp sönen sinyal lambalarımızı kullanıyorduk. Tüm başarı um u­
dum uz bir sürpriz saldırıya bağlıydı.
"Sadece, eğer daha fazla şey bilirsem /' dedim Ignus'a, onunla
y ü rü rk en , "belki O phiuchus'la daha önceki karşılaşm alarım dan
öğrendiklerimle yardımcı olabilirim."
Bir büyükbabanın sabrıyla başını eğip bana baktı. "Küçük Ana,
çok endişeleniyorsunuz."
Ignus köprüye gittiğinde, ben de ön rasathaneye gidip zih­
nimden plan hakkında bildiklerim in üstünden geçtim. Önce Kyros
Kemerinde, Balık H anesinin takım yıldızındaki geniş buz bandında
zikzaklar yapacaktık. Kyros Kemeri Ichthys gezegeninin yörünge­
sinde dolaşan, Balık a ait bir uzay istasyonunda vereceğimiz molayı
gizleyecekti. Burada yakıt ikmali yapacaktık. On Üçüncü H aneye
varm ak için çok fazla yakıta ihtiyacımız vardı.
Sonra, tamamen görünm ez şekilde, Ochus'un karanlık madde
duvarından geçecektik. Görsel menzile girdiğimizde, psişik kalkan­
larımızı indirecektik ve filodaki her Zodai, Ochus'u bulm ak için
takım yıldızı okuyacaktı. Son derece hızlı olmalıydık, zira kalkan­
ların indirilmesi Ochus un bize saldırabileceği anlam ına geliyordu.
Ochus'un üssünü bulduğum uzda, çalım devreye girecekti.
Çalım bendim .
Ignus bana Yaban Arısı modeli, içinde yüksek çözünürlüklü
bir efemeris olan bir saldırı aracı verdi. Aracı filodan uzakta uçu­
racaktım . Onu bulduğum uzda Psişik kalkanım ı indirecek ve Oc-
hus'un dikkatini çekmek için efemerisi açacaktım. Bana saldırdığı
anda Psişik kalkanım devreye girecek ve beni güvende tutacaktı...
yani öyle umuyordum. Ochus'un dikkati dağınıkken filo Ochus un
karargâhını yok edebilecek kadar yaklaşacaktı. Sonra, Rubidum'un
deyimiyle, caniyi kül edecektik. Ancak aynı zamanda bu süreçte
kül edilebileceğimin de farkındaydım .
Büyükelçilikten ayrılm adan önce Nishi ve Deke e şifreli mesaj­
lar göndermiştim. Nishi ninkinde, hayal edilebilecek en iyi arkadaş
olduğu için ve her şey için milyonlarca kez teşekkür ettikten sonra
Stanton a yazdığım mektubu da koydum. Ağabeyimi arayıp bulmasını
ve dönmezsem m ektubu ona vermesini istedim.
M athias beni ön rasathanede buldu. “Düşman geldiğimizi bi­
liyor/' dedi kötü bir ru h haliyle gürleyerek. “Donanma gizlenmek
için fazla büyük."
A m iral Ignus'un benim kaygılarım ı azaltm ak için söylediği
şeyleri tekrar ettim. "Görünmeziz ve rotamızı her birkaç saatte bir
değiştiriyoruz. Tam yerimizi bilmesine imkân yok."
M athias teleskop merceğini ayarlayıp baktı. Gözünü yasladığı
merceğe adeta yapıştı, y ü z ifadesini okuyam ıyordum . A ralıksız
sessizlikleri, ani taşkınlıklarından daha çıldırtıcıydı.
"Zodailerimiz pusulara karşı dikkatliler," diye ısrar ettim. "Sal­
dırm adan önce pek çok keşif yapacağız."
Sirna hâlâ Phobos'taki gizli ordu hakkında endişeliydi ancak
beni en çok tedirgin eden şey bu değildi. Hanelerin savaş sanatını
unutacağı k ad a r u zu n zam andır barış d u ru m u n d a olm am ızdan
endişe ediyordum.
Beş Koç m uhribi dışında, hiçbir gem im iz silah taşım ak için
dizayn edilmemişti ve Koçlular dışında hiçbir m ürettebatın savaş
deneyim i yoktu. Savaş çoğum uz için tarih dosyalarında kalan bir
sözcüktü. Ignus gibi daha yaşlı adamlar adeta sevinmişti. Bu savaştan
geri dönememe ihtimalimizi göz ardı ediyorlardı.
Kendimi bir tabureye bıraktım . M athias mercek dizilim ini
tekrar ayarladı ve teleskop tekrar odaklanırken kontrol ekranında
boydan boya num aralar uçuştu. Mathias herkesten daha sıkı çalışı­
yordu, yolculuk devam ederken sandal pilotlarını eğitiyordu, gemi
m ürettebatına savunma sanatları eğitimi veriyordu. Her şeye hazır
olmalıydık, Ochus'un karanlık madde duvarının ardında ne oldu­
ğunu kimse bilmiyordu.
Parm aklarımı buklelerimde dolaştırarak hangi önemli faktörü
atladığımı düşündüm . Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, boynum dan
yukarı tırm anan kötü hisle savaşamıyordum. "Ophiuchus sadece
bir hane, biz on iki taneyiz. Sayı üstünlüğüm üz var. Herkes bunu
yapabileceğimize inanıyor/'
"O zaman tamam, madem herkes inanıyor, kesin kazanacağız,"
dedi düm düz bir tonla.
Ona baktım. "Ne oluyor?"
Nihayet y ü zü nü bana döndü, gözleri sesinin ele verdiğinden
daha büyük bir tutkuyla parladı. "Senden çok şey istiyorlar, Rho.
Seni yem gibi kullanıyorlar."
Şimdi başını çeviren bendim. "Mathias, bu yolculuğu ben baş­
lattım. Bu insanlar bana güveniyor. Geri dönmek mi istiyorsun?"
"Elbette hayır. A rtık kendim izi adadık." Başını teleskoptan
kaldırıp bana doğru geldi. "Aracını zırhla kaplatıyorum."
"Teşekkür ederim," dedim her ne kadar fiziksel zırhın bir psişik
saldırıyı tutmayacağını ikimiz de bilsek de.
"Her adımla seninle olacağım," diye m ırıldandı, daha fazlasını
söylemek ister gibi görünerek.
Aracımı uçuracağını düşünüyordu ancak öyle olmayacağına za­
ten karar vermiştim. Benimle birlikte ölmesine izin vermeyecektim.
Riskin boyutunu anlamadan benimle Equmox a binmişti ve çok sefer
ölümü kıl payı atlatm ıştı. Onu Am anta ve Egona geri götürm em
lazımdı. M athias evine gitmeliydi.
Başımı sallayıp gülüm sem eye çalıştım . "Plan işe yarayacak.
Yaramak zorunda."
Alnımı, ağzımı, çenemi inceledi. Yüz ifadesini okuyamıyordum.
"En son ne zaman düzgün bir yemek yedin?"
"Biraz kahvaltı yaptım." Aslında, enerji m acunundan bir tüp
yemiştim, o da yemek sayılırdı. "Psişik uzm anlarıyla yapacağım
toplantıya hazırlanacağım."
Mathias ve ben yolda, filodaki en önde gelen psişik uzmanlarına
danışıp eğer Ochus'la savaşmak zorunda kalırsam kendim i nasıl
savunabileceğim konusunda bana yardım edip edemeyeceklerine
bakmaya karar verdik.
Üç dikkate değer isimden biri Vakanüvis Yuu, bir Oğlaklıydı.
İkincisi Balıklı bir mistik, M ürit Psamathe. Üçüncüsü ise ziyareti­
mizde tanıştığım bir Başaklı. Moira'nın gri saçlı hizm etkârı, Talein.
"Biraz daha ye," diye seslendi Mathias, çıktığım sırada.
37

Az sonra Kyros Kemeri ne girecektik. Taramalarımız buz alanının


uzakta, pürüzsüz bir sis gibi pırıldadığını gösteriyordu.
Yanıp sönen sinyal ışıkları iletişim kurm ak için en hızlı yöntem
değildi, özellikle de sinyallerin filo boyunca gemiden gemiye aktarıl­
ması gerektiğinde. Bu yüzden Yuu, Psamathe ve Talein'i toplantımız
için Ateşkuşu'na getirmek bir galaktik saatten daha uzun sürecekti.
Beklediğimiz süre boyunca Ignus'un Dalga ma yüklediği pilot
eğitim programına göz attım. Dalgamı yanıma almıştım, çünkü psişik
kalkan Ophiuchus'un alıştırma efemerisime ulaşmasını engelleyecekti.
Biraz sonra ara verip Aslanlı tam ircilerin Yaban Arısı modeli
saldırı aracıma zırhı monte edişlerini izlemeye başladım. Yan ve arka
pencereleri kalın tungsten karbürüyle kaplıyorlardı. Bu esnada Pe-
ero adlı bir adam, bekâretini kaybetm ek üstüne kullanım kılavuzu
okuyan bir Oğlaklı'yla ilgili korkunç bir fıkra anlatıyordu. Aslanlar
Oğlaklılara karşı her zaman az sevgi beslemişlerdir.
Geminin görüntüsü klostrofobik hissettirse de eğitim dersi Yaban
Arısı'nı uçurm anın kolay görünm esini sağlıyordu.
“Yardım etm ek ister misiniz?" diye sordu Cendia adlı bir kız.
Geniş, dost canlısı yüzünü görür görmez ısındım. Kalın bir yeleyi
andıran kahverengi saçlarını topuz yapmıştı. Kolları sanatsal dövmelerle
kaplıydı. "Ben şu ek yerini kaynaklarken siz de paneli tutabilirsiniz."
"Tam am dır/' dedim bir şey yapma şansı karşısında mutlulukla.
Tamircilerle takılm ak rahatlamam a yardım ediyordu. Benden
sadece birkaç yaş büyüklerdi ve gürültülü, eğlenceli mizaçları bana
Akadem i'deki yemek salonunu anım satıyordu. Cendia'yla beraber
paneli pencerenin üstündeki yere doğru kaldırırken kaymaması için
bedenimi panele yasladım.
"Siz iyi birisiniz, Leydim," dedi. "Diğer savunucular... biraz
yaşlı gibiler."
"Ek yerini m ahvediyorsun," dedi kısa boylu, düğme burunlu
ve ön dişlerinin arasında boşluk olan bir adam. Bu Foth, tamircilerin
şefiydi. Kaynak makinesini Cendia'nın elinden kapıp ek yerini tekrar
kaynaklam aya başladığında Cendia gözlerini devirdi. "Tungsten
karbürde güvenilir kaynak yapm anın tek doğru yolu vardır," dedi
boynunu uzatıp kısa burnunun altından bizi görmek için elinden
geleni yaparak.
Cendia kaynağa geri döndü ve Foth başka birinin işini düzelt-
meye gittiğinde, ''Em retm eyi seviyor ama nasıl kaynak yapılacağını
da biliyor," diye fısıldadı.
"Senin kaynağın da güzel görünüyor."
"Evet, her zamanki kalitesiz işlerin gibi değil," dedi Peero, bize
katılarak.
"Kapa çeneni." Cendia Peero yu dirsekledi. "Kutsal Ana Rho'nun
önünde bizi küçük düşürüyorsun."
Peero bana sırıttı. Çenesindeki sakallar kırm ızı, sarı ve mavi
çizgiler halinde boyanm ıştı. "Bizi işten atmazsınız, değil mi, Ana?
Seni Ocü'ya karşı kurşungeçirm ez yapıyoruz."
"Çuvallı adam," diye açıkladı Cendia, bilmeme rağmen. "H a­
nemizde ona verdiğim iz isim bu. Kış Gündönüm ü'nde om zundaki
çuvalla gelip kötü çocukları kaçırır."
"Aynen, sonra çocukları yer." Peero dişlerini birbirine çarparak
Cendia'yı ısırır gibi yaptı. Cendia gülüp vurarak Peero y u uzaklaş­
tırdı. Sonra birlikte diğer paneli yerine taktık.
Biri arkam dan yanaşıp ağırlığı ellerimden aldı. "Hysan," dedim
gülümsemem yanaklarım ı yakıyordu.
Sarı saçlarını yeni bir askeri tarzda bağlamıştı ve saray ünifor­
masını en rahat olduğu basit, gri tulumuyla değiştirmişti. “Bekçi
köpeğin bu sabah bana iltifat e tti/' dedi Cendia'ya benim yerime
yardım ettik ten sonra bana kolunu uzatarak. “Pilotluk sınavım ı
geçtiğimi söyledi/'
"Umarım kopya çekmem işsindir/' dedim elimi Hysan'ın koluna
bağlarken.
"Ben mi? Hile yapmak mı?" Numaradan üzülm üş bir bakış attı.
Kahkaha attım. Sonra dönüp Cendia'nın elini öptü ve kibarca diğer
tamircileri selamladı. “Ekselanslar."
Cendia hayranlıkla bakıyordu. "Psişik kalkanınız dâhice. Geri
döndüğüm üzde incelemek için sabırsızlanıyorum."
Hysan fazla memnun olmuş gibi görünmemeye çalışıyordu. "Tüm
başarı bana ait değil elbette. Androidim yardım etti."
Şaşkın Cendia'dan başını çevirip beni koridor boyunca sürükledi.
"Ignus seni köprüye çağırdı. İlk misafirin gelmiş."
"Bu toplantıdan pek emin değilim /' dedim ön kısma y ü rü d ü ­
ğüm üz sırada. "Benimle gelsen?"
Başını eğdi. "Hizmet etmek için yaşıyorum, kraliçem."
Tekrar gülmeye başladım ve Hysan beni bir tuvalet kabinine
çekti. "Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım, Hysan kapıyı kilitlerken.
Kabin o kadar dardı ki bedenlerimiz birbirine yapıştı.
"Hizmet ediyorum," diye fısıldadı beni duvara yaslarken. "Psişik
uzmanlarını çok bekletmeyiz." Dudakları benimkilerle buluştuğunda
geri kalan her şeyi unuttum .
Muhteşem bir hafızayla bile fantezilerim Hysan ı öpmenin gerçek
hissini tekrar yaratam ıyordu. Dudakları kendilerinden öyle emindi
ki kontrolü ona bıraktım ve dudakları daha ısrarcı hale geldiğinde
tüm eklemlerim gevşemeye başladı.
"Bir şey daha var," dedi Hysan çekildikten sonra. Cebinden biraz
donmuş kuru meyve çıkardı. “Ochus'u boş mideyle yenemezsin."
Geminin ön bölümüne y ü rürken meyveleri yedim ve Hysan
uçurmayı öğrendiği sandalla kafamı şişirdi. Onu böyle hayat dolu
görmeyi çok seviyordum.
"Sanki zihnim in bir uzantısı gibi işliyor. Ne yapmasını istesem,
hepsini biliyor. Keşke ben icat etseydim," dedi üzüntüyle ve alnında
belli belirsiz bir kırışıklık oluştu. "Eve döndüğüm üzde kendime bir
tane yapacağım."
"Ev," diyerek bu sözcüğü te k ra r ettim . A n lam ından em in
değildim.
"Galaksi artık senin evin, Rho." Elimi sıktı. "Geri döndüğünde
bütün haneler seni karşılayacak. En başta da Terazi."
Hiçbir yer asla Yengeç'in yerini tutam ayacak olsa da Hysan'ın
iyimserliği en az M athias'ın şüpheciliği kadar bulaşıcıydı. Sadece,
iyimserlik ru h halimi biraz daha iyileştirdi.
Hysan'la harita odasına girdiğim izde yere kadar uzanan gü­
müş renkli bir pelerin giyen, efemeris gibi görünen bir şeye bakan
Balıklı bir kadın gördük. Bunun efemeris değil, galaksimizin basit
bir üç boyutlu atlası olduğunu fark edinceye dek çığlık atm anın
eşiğine geldim. Atlas yalnızca teleskop görüntüleri ve fiziksel veri
aktarıyordu, Psinerji değil.
Yaklaştığımızda, kadın dönüp yere kadar eğildi ve bir dizinin
üstüne çöktü. Sıvı gibi akan güm üş katlar arasındaki zarif hatlarını
belli eden pelerini, bedenini tamamen örtüyordu.
"M ürit Psamathe?" diye sordum, selamını taklit ederek. "Gel­
diğiniz için teşekkür ederim."
Ayağa kalk m ak ta zorluk yaşadı, H ysan kalkm asına yardım
etti. Sesi sanki ciğerleri havayı dışarı çıkarm ak için çaba sarf edi-
yormuşçasına, yaşlı ve zayıf geliyordu. "Kaderin zincirleri hepimizi
bağlar." Pelerinindeki gizli bir açıklıktan elini uzattı ve birbirimize
dokunduk. "Bu toplantıyı çok uzun zaman önce öngörm üştüm ...
Sonuçlarını da."
Hysan da k adının avcuna dokundu. "İnanıyorum ki olumlu
bir sonuç."
Cevap vermedi. Dikkatini tekrar galaktik atlasa çevirdi.
Yüz yüze gelebilmek için harita masasının etrafında döndüm.
"Eğer her şeyin nasıl sona ereceğini biliyorsanız, bize epey zaman
kazandırabilirsiniz hanımefendi."
"Olaylar olması gerektiği gibi açığa çıkacak," dedi gizemli bir sesle.
Hysan ile ben, gözlerimiz faltaşı gibi açık, birbirimize baktık.
Hysan sessizce, "Ürkütücü," dedi.
Amiral Ignus başını içeri soktu ve, "Seansınız için iki misafir
daha geldi," dedi.
Moira'nın başnedimi ayaklarını sürüyerek kapaktan içeri girdi.
Hatırladığımdan daha yaşlı görünüyordu. Saçları yine gri, teni yine
yanıktı. Ancak y üzünde haşat olmuş bir ifade vardı, bedeni bü­
külm üştü. Talein'in arkasından küçük, kanlı canlı bir adam elleri
cebinde içeri girdi. Oğlaklı Vakanüvis Yuu sıradan siyah bir cüppe
giymişti, boynundan büyük bir madalyonu taşıyan ağır bir zincir
sarkıyordu. Birbirine yakın gözleri obsidiyen kadar siyahtı.
"Bakan Talein, Vakanüvis Yuu, hoş geldiniz." Hepimiz resmi
el dokunuşunu yaptık. Hysan çay ikram etti ancak kisme istemedi.
Harita masasında toplanıp parıltılı atlasın içinden birbirimize dönünce
üstüm üze çöken kaygılı havayı sezinledim.
Psamathe pelerinini açtı ve suyun üstünde sürüklenen bir dal
parçası gibi gri ve budaklı yüzü ortaya çıktı. Başını kaldırıp atlasa
baktığında, ben de bakışlarını Balık'ın ötesinde, karanlık maddeyle
sarılı parlak toz bulutunu simgeleyen, küçük ışık beneğine doğru
takip ettim. Süfiyanik Bulutlar.
O kadar uzaktılar ki sık sık her seferinde birkaç dakika sürecek
şekilde sönerler ve Yengeç'teki teleskoplarım ız onları göremezdi.
Balık takım yıldızındaki Balık Hanesi yörüngesinde bulut kütlesine
daha yakın bir yerde dönerdi. Belki Psamathe fazlasını görm üştü.
"Süfiyanik Bulutlar a giden oldu mu?" diye sordum.
Psamathe boğazını temizledi. "Hanem iz üç insanlı uçuş yaptı.
Hiçbiri dönmedi."
Bu tam da duym ak istediğim şeydi.
"Oğlak insansız araçlar gönderdi/' dedi Yuu. "Biz daha pratiğiz."
Psamathe öksürürken sordum, "Ne buldunuz?"
"Kıymetli bir şey bulmadık."
"Gerçekten ihtiyacımız olan şey," dedim gittikçe sinirlenerek.
"Takımyıldızın iyi bir fiziksel krokisi. Yani, boyutu ne? Kaç gezegen
ve uydu var? Böyle bir veriniz var mı?"
M istik sanki hakaret etmişim gibi şahlandı. "Öyle ayrıntıları
astronomlara bırakıyorum ."
Yuu'nun gülümseyişi kısa ve alaylıydı. "Galiba onlar da çuvalladı."
Talein atlasa uzandı ve parmağını Süfiyanik Bulutlar'ın üzerinde,
boydan boya sürükleyerek başımızın üstündeki bütün alanı kap­
layana dek görüntüyü genişletti. M üm kün olan en yüksek oranda
bile daha öncekinden daha belirgin bir şey yoktu.
"Ophiuchus karanlık maddenin ardında saklanıyor," dedim. "Bu
yüzden başka savunucular onu görmüyor. Aranızda karanlık mad­
denin Psinerji'yle nasıl bir bağlantı içinde olduğunu bilen var mı?"
"Psinerji konuştuğum uz dilin esiri olmayacak," dedi Psamathe.
Yuu'nun kahkahası ku ru ve keskindi. "Bilmecelerle konuşan
insanlar çoğunlukla cehaletlerini saklar."
Çığlık atm ak istiyordum ancak bu isteğimi yu ttum . Beni de
şaşırtan bir şekilde Amiral Ignus'un söyleyip durduğu bir şey beni
sakinleştiriyordu. "Bakın, önüm üzde iki savaş var. Biri fiziksel
âlemde ve am iraller icabına bakacak. Diğeri m etafiziksel âlemde,
psişik alemde. İşte orada yardım ınıza ihtiyacım var."
Buz adamla ilgili her detayı kapsayarak hikâyeyi tekrar anlat­
tım. Bu uzm anlardan birinin daha önce düşünem edikleri bir şeyi
düşünm elerini um uyordum . "Psinerji'yi manipüle etmek hakkında
tavsiye istiyorum, böylece Psiko-Şebeke'de onunla savaşabilirim."
Fikirlerini duym ak için bekliyordum. Saniyeler geçiyordu. Gü­
verte boyunca m ekanik titreşimler hom urdanıyordu ve köprüden
boğuk sesler geliyordu. Biri masanın altında ayağını çok hızlı şekilde
yere vuruyordu. Ben.
"Hiçbir şey yok mu?" Yüzlerini inceledim. "Bir sezi bile mi yok?"
Hysan gülünç bir ifadeyle bakıyordu. "Belki de el ele tutuşup
ruhlara dua etmeliyiz?"
Talein başını aşağıda tu ttu ve boncuklu bilekliğiyle oynadı.
"M orphinan kullanabilirsiniz," diye mırıldandı.
Psamathe acıyan bir tonla konuştu. "Başaklılar hâlâ o büyücü
içkisine başvuruyor mu? Balık Hanesi yıldızların iksirini, Kappa-O-
pioid'i tercih ediyor."
Yuu, "Biz otları sarıp içeriz," dedi.
Hysan kalktı. "Tamam, oldu o zaman, çok teşekkürler."
"Hayır, bekleyin," dedim zihnim de köpüren siyah toniğin gö­
rüntüsü canlandı. "Abyssthe gibi bir şey mi diyorsunuz?"
Başak'ta Ochus'la karşılaşm amı düşündüm . Ona dokunm ayı
başarabildiğim ilk karşılaşma oydu. Hatırayı zihnim de tekrar can­
landırarak Ochus'la bir an bile olsa boy ölçüşebilmemi sağlayan bu
yeni keşfedilmiş gücü bana veren değişikliği tespit etmeye çalıştım.
Yengeç.
Evimi düşünm ek Merkezimi bulmama yardımcı olmuştu. Oc­
hus'la Psiko-Şebeke'de savaşabilmek için ihtiyacım olan şey müm­
kün olduğunca yoğun şekilde Merkezlenerek kendimi astral âleme
bütünüyle yansıtıp O chus'un gücüyle boy ölçüşebilecek kadar o
şekilde kalm aktı.
A nahtar Abyssthe'ydi.

♦ ♦ ♦

Hysan filomuzdaki diğer gemilerden birindeki bir yolcudan biraz


Abyssthe almayı başardı. Abyssthe en çok ilk alınışında güçlüdür,
bu yüzden Ochus'u sezer sezmez içecektim.
H ysan toniği alm ak için gemi değiştirirken ön rasathanede
teleskoptan dışarı bakıyordum. M athias daha iyi görebilmem için
merceklere ince ayar yapıyordu. Yakıt ikmali yapacağımız Balık'ın
uzay istasyonuna yaklaşıyorduk. İstasyon Ichthys gezegeninin üs­
tünde süzülen, danteli andıran, altıgen biçimli bir kar tanesi gibiydi.
Sis kadar kalın bir dum an örtüsünün altında gezegen cilalı cam gibi
parlıyordu.
Ichthys soğuk bir gezegendi. Donmuş amonyak ve metan buzulla­
rıyla kaplıydı. Yengeç'ten on yedi kat daha büyüktü, yani yüzeydeki
yerçekimi bir insanı düzleştirip kıtırdayan bir buz tabakası haline
getirebilirdi. Balık halkı gezegenin kısıtlı k aynaklarını insansız
araçlarla çıkarır ve beş küçük gezegencikte, ruhani teslimiyet ve
huzur arayışı içinde yaşardı.
M ercekten başımı kaldırıp ağrıyan sırtım ı düzleştirdiğim de,
Mathias omuzlarıma masaj yapmaya başladı. "Her tarafın ağrıyor,
Rho. Biraz ara verip Yarrot yapm ak ister misin?"
Bana bedenim i bütünüyle güçlendirecek şekilde antrenörlük
yapıyordu. Dediğine göre karın kasları bedeni sağlam tutarm ış,
böylece ru h yükselip özgürce dolaşabilirmiş. M athias biraz Kovalı
olabilirdi, verdiği savunm a sanatları derslerine girmeye başlayana
kadar içinde nasıl bir filozofun saklı olduğunu fark etmemiştim.
"Pekâlâ, duruşların üstünden geçelim," dedim.
Rasathanenin içinde, yan yana, sırtüstü yattık. Kollarımızı ba­
şımızın üstüne doğru kaldırırken, teleskopun çerçevesine tutunarak
kendimizi hazırladık. Sonra bükülerek on iki pozun da hareketlerini
ara verm eden birbirine bağlayarak M athias'ın savunm a sanatları
dersleri öncesinde bir ısınma seti olarak öğrettiği bütüncül koreog-
rafi şeklinde yaptık. Bütün hareketi üç sefer, m üm kün olduğunca
yavaş ve acı verici şekilde yaptıktan sonra kendimizi yere bırakıp
hızlı nefesler alarak sırtüstü yattık.
"M athias," dedim bir süre sonra, "o Yaban Arısı'nı uçuracağım
zaman geldiğinde, benimle kavga etmeyeceksin, değil mi?"
Dudakları gerildi. "Hemen yanında olacağım."
Çenemin titrediğini hissediyordum. "İleride bunu yapamayacak
gibi görünebilirim ancak şu anda yapabileceğimi biliyorum."
Yan dönüp üstüm e eğildi. Pürüzsüz, solgun yüzüne baktım ve
Oceon 6'daki son dersimizi, bana Yüzüğü kullanm ayı öğrettiği günü
hatırladım . Gözüm kararm ıştı ve düşerken beni M athias tutm uştu.
Gözlerimi kapadım. D okunuşunu hissedince ürperdim . Elleri
kaşımdaki çizgiye masaj yapıyor, birkaç gündür orda olan kırışıklığı
düzleştiriyordu. Sonra parmağı burnuma, sonra ağzımın üstüne kaydı.
Alt dudağımda yavaşladı, sonra çeneme, dudağıma ve göğsü­
mün tam ortasında bir çizgi halinde ilerlemeye devam etti ve tam
karnım da durdu. Dokunuşuyla sinirlerim sanki alev aldı.
"Çok büyük olduğumu söylememeliydim," diye fısıldadı. Gözle­
rimi gece mavisi gözlerine açtım. "Bunca zamandır, sana hak ettiğini
gayet iyi bildiğim o güveni vermek için fazlasıyla dar görüşlüydüm.
Bahaneler üretmek, sebepler ve kusurlar aramak, basit gerçeği kabul
etm ekten daha kolaydı."
Doğrulup oturdum , o da aynısını yaptı. Nabzım tüm hızıyla
atıyordu ve devamında söyleyeceği şeyleri duym ak istiyor muydum
yoksa şimdi onu susturm alı mıydım, bilmiyordum. Ancak yüz yüze
geldiğimiz anda bana, "Sana âşığım," dedi.
Sonra yapmasını hiç beklemediğim bir şey yaptı.
Beni öptü.
Elim onu durdurm ak için fırladı ancak dudaklarım ız birleşti­
ğinde bunu ne kadar zam andır ne kadar çok istediğimi fark ettim.
D udaklarım ızın dokunduğu an, sanki bir patlama oldu. Hysan'ın
dudaklarının ileri doğru bir gelişimi vardı ancak M athias beni tut­
kulu bir çaresizlikle öpüyordu ve bu, M athias'ın içinde öyle derin
bir yerden geliyordu ki nefesim kesiliyordu.
Onu itmek yerine, ellerimi sert göğsüne bastırdım , bunca za­
m andır dokunm ayı beklediğim o gücü hissettim.
D udaklarım ız ayrıldığında hızlı hızlı ve kısa nefesler alıyordu.
Kalbim sakinleşirken zihnim kaosa döndü. Her şey öyle üzerim e
geldi ki ne Hysan'ı ne geleceği ne de şu anda söylemem gereken
şeyleri düşünebiliyordum .
"Buna cüret ettiğim için üzgünüm ," dedi. "Solaryum 'dan beri
bunu yapm ak istiyordum."
"Ben de," diye itiraf ettim kendime engel olamayarak. Kalbim
sanki her atışını iyi değerlendirmek ister gibi gümbürdüyordu. Mathias
ve Hysan gece ve gündüz gibiydi... fakat ben ikisine birden âşıktım.
Şimdi yapabileceğim tek şey dürüst olmaktı. M athias'ın eline
uzandım ve parm aklan benim parm aklarım ın etrafında kapandı.
"Mathias..."
"Seni üzdüğüm ü biliyorum, Rho ancak lütfen sana olan inan­
cımdan şüphe etme. Sen doğal bir lidersin. Bunu sana uzun zaman
önce söylemeliydim." Sesi çok tatlıydı ve beni sakinleştiriyordu,
gözlerinin mavisi ise yum uşak bir dokunuş gibiydi. "Son birkaç
haftadır pek çok hata yaptım ama inan bana, tek yapm ak istediğim
sana yardım etmekti." Sonra arzulu bir gülümsemeyle, "Fakat, iste­
diğim tek şey değildi," dedi.
Milyonlarca farklı duygu içimde dolaşıyordu. M athias'la veya
Hysan'la ilgili ne hissettiğimi bilmiyordum. Tek bildiğim ikisine de
her şeyi dürüstçe anlatm aktı. "Sana bir şey söylemem gerekiyor..."
Bir patlama gem inin yan tarafını vurunca güverteden fırlayıp
teleskopun çerçevesine çarptık. Yerçekimimizi kaybetm iştik.
Çığlıklar havayı deliyordu. Gemi saldırı altında şiddetle salla­
nırken her şey ve herkes havalanıyordu.
Mathias bana uzandı ancak çok uzaktık. Tırnaklarını duvarlara
geçirip bana yaklaştı. Teleskopun çerçevesine tutu n u p boştaki elimi
m üm kün olduğunca uzağa uzattım.
Ellerimiz kenetlendiği anda ışıklar söndü ve zifiri karanlığın
içinde kaldık.
38
Ateşkuşu'nun yedek bataryaları devreye girene dek on saniye için kör
kaldık. Acil durum ışığı donuk yeşil renkli titrek bir ışıkla yanıyordu.
"Köprüye ulaşm alıyız/' dedi M athias beni de yanında çekiş­
tirirken. Başka bir patlama gemiyi sarstığında güverte bize doğru
yükseldi ve çarpmayı hafifletmeleri için öne doğru uzattığım ellerimle
güverteye çarptım . M athias beni yakaladı ve kendim izi köprüye
doğru, tutuna tutuna çekmeye başladık.
Köprü karm aşa içindeydi. Ekranlar, haritalar, boş bardaklar,
açık renkli çay artıkları havada füzeler gibi uçuşuyordu. Ateşkuşu
sıfır yerçekimi için donanımlı değildi. Ellerimiz veya ayaklarımızla
tutabileceğimiz tırabzanlar yoktu. M ürettebat bulabildiği her şeye
tutunuyordu.
"Amiral, ne oluyor?" diye tüm o kaosun içinden bağırdım.
Ignus, bacakları havalanıp kontrolünden çıkarken iki koluyla
koltuğuna tu tu n d u . "Antim adde m otorum uz bozuldu. Nasıl diye
sorma."
En b ü y ü k g ö rü n tü ek ran ın d a Lord Neith belirdi. "Psinerji
saldırısı," diye rapor verdi. Telsiz sessizliğini bozarak Equinox tan
arıyordu. Ancak şimdi bir önemi var mıydı? Ochus bizi bulm uştu.
"Kalkanlara ne oldu?" diye sordum ama hemen sonra sorum un
tartışm aya açık olduğunu fark ettim . Yabanarımı alıp canavarın
dikkatini filodan uzağa çekmem gerekiyordu. Geç kalmış olabilirdim
ancak denemek zorundaydım .
M athias da aynı şeyi düşünüyor olmalıydı çünkü beni belim­
den tutup hangara giden tüpe doğru ilerledi. Bir yüzeyden diğerine
zıplarken duvarları tekmeleyerek beni de yanında götürdü. Gemi
mide bulandırıcı bir spiral şeklinde döndü ve az sonra, Hysan'ın
bana verdiği meyveyi kusacağımı biliyordum. Keşke iyi olduğun­
dan emin olmak için onu bulabilseydim. Ona veda etmeden gitmek
istemiyordum.
Tüm sandallar ve silahlı uçaklar hangarda bağlıydı. El aletleri
etrafım ızdan rüzgâr gibi geçiyordu, metal duvarlara sertçe çarpıyor,
bağlı araçların ön camlarını kırıyor hatta insanlara çarpıyorlardı.
Bu kargaşanın içinde kendim izi sakınarak yön değiştirm ek için
bulabildiğimiz tüm yüzeyleri tekmeleyerek yüzdük.
Devasa bir kablo bir yılan gibi bize doğru ilerliyordu ve M at­
hias hızlı davranıp beni arkasına aldı. Kablo yolum uzdan çekilince
Yabanarısına ulaştık. Uçak, gem inin kıç tarafındaki hava kilidinin
yakınlarındaydı ve sağlam görünüyordu. M athias beni hafifçe itti.
“ Bin. Kıyafetini de giy."
Seke seke Yabanarısı'na bindim ve konsola çarptım. Burada bir
basınç kıyafetine ihtiyacım yoktu, çünkü fırlatm adan sonra kabin
basınçlanacaktı. M athias fazla dikkatli davranıyordu. Yine de bana
söyleneni yaparak M athias hava kilidini açmaya giderken daracık
kıyafeti zorlayarak giydim.
Sonunda, Ateşkuşu takla atmayı bıraktı ve dengelendik. Ancak
güç hâlâ kapalıydı ve hâlâ ağırlıksızdık. M athias hava kilidini elle
zorlayarak açmak zorundaydı. Üniformasının önünün yırtık olduğunu
fark ettim. Kablo göğsüne çarpm ış olmalıydı.
Kendimi dışarı çekip iyi olup olmadığına baktım ve o anda tüm
hareket edebilir cisimler tavana doğru uçarken birdenbire kendim i
baş aşağı, halata tu tu n u r vaziyette buldum.
Gemimiz serbest düşüşteydi.
Tüm gücümle tutunuyordum , Mathias da aynısını yapıyordu.
Ichthys gezegeninin yerçekimi kuvvetine yakalanm ış olmalıydık.
Aletler, kırık camlar ve bedenler hangar tavanına sıvanmıştı ve çığlı­
ğımı tutabilmek için çenemi sıkıyordum. Cendia oradaydı, parçaların
arasında çarpık şekilde yatıyordu. Peero da oradaydı. Bilinçleri ya
kapalıydı ya da daha kötüsü olmuştu.
Gemi dönerek pike pozisyonuna geldi ve aletler gem inin kı­
çına doğru büyük bir gürültüyle fırladılar. Hava kilidi şimdi tam
üstüm deydi ve M athias'ın kas gücüyle bile Yabanarısını o yüksek­
liğe itecek kadar güçlü değildik. Halatı da çözemezdim yoksa uçak
devrilip çakılırdı.
"Rho Ana! Vinci kullan. Sana gösterebilirim."
Bu tam irci şefi F oth'tu. Yüzündeki ve kollarındaki kesikler
kanıyordu. Kemerine bağlı ağır bir şeylerle kendini dik güverte
boyunca çekmeye çalışıyordu. Kayışlar ve kasnaklar... bir palanga
takımı. Foth hava kilidine tırm andı ve kasnaklardan birini bir çı­
kıntıya kancaladı, sonra bir kayışı bana fırlattı ve Mathias'la birlikte
kayışı Yabanarısı'na taktık.
A teşkuşu güm bürdeyerek ileri geri sallanm aya başladı. Tüm
gevşek vidalar titriyor ve dişlerim birbirlerine çarpıyordu. "Balık'ın
atmosferine giriyor olmalıyız," diye bağırdı Mathias. "İçeri gir ve
orada kal." Beni Yabanarısı'nm içine yerleştirdi ve ilk kez, emirlerine
uym ak konusunda hiçbir sıkıntım yoktu.
Yabanarısının açık kapağından, Foth'un hava kilidinden indiğini
ve iki yanında birer manivela olan büyük bir çelik makaraya doğru
ilerlediğini gördüm. Bu vinç olmalıydı. Aygıtın boyu en az Foth kadar
uzundu. Foth kasnaktan gelen kayışı vincin miline takabilm ek için
aygıtın içine sıkışm ak zorunda kaldı.
M anivelayı çevirm eye çalıştığında, gem inin hareketi Foth'u
savurdu. Foth tek rar denedi ve M athias aceleyle yardım a koştu.
Gemi d aha düzensiz sarsılm aya başladı ancak başka tam irciler
gölgelerden sürünerek çıktılar. Kendilerini m anivelaların etrafına
sabitleyip çevirm ek için uğraştılar. Bir saniye sonra gem inin itici
motorları çalışmaya başladı ve yukarı doğru döndük. Ignus dümenin
kontrolünü tekrar almış olmalıydı.
Havadaki tüm cisimler güverteye düştü. En kötüsünden korkarak
Cendia ve Peero'nun bedenlerine bakamıyordum.
Dengemiz sağlandığında, M athias saydı ve ekip hep birlikte
çekerek Yaban Arısını bir metre kadar yukarı kaldırdı. Ritmik sal­
lantılarla Yabanarısı, ben içindeyken titreyerek hava kilidine girdi.
Şimdi ne yapmam gerektiğini biliyordum. Bu benim görevim,
benim riskimdi. M athias'ın benimle ölmesine izin vermeyecektim.
Hava kilidini önceden incelemiş, zihnim de tüm adımları plan­
lamıştım. Ancak bunu güç olmadan yapacağımı düşünm em iştim .
Hızlı davranm am gerekiyordu.
Diğerleri vinci kilitlerken, kendimi Yabanarısından dışarı atıp tüm
ağırlığımı hava kilidinin iç kapısına fırlatarak kapının kapanmasını
sağlamaya çalıştım. M athias ne yaptığımı gördüğünde durm am için
delice bağırmaya başladı.
"Seninle geliyorum, Rho!" Bana doğru koşuyor, uluyarak adımı
haykırıyordu. "Yapma bunu! Sana yalvarıyorum !"
"Sandalını uçur!" diye geri bağırdım. "Bu benim işim."
M athias telaşla alev alev gözleriyle bana doğru sıçrarken hava
k ilidin i te k ra r kapatm aya çalıştım . Bir ip y u m ağının üstü n d en
atladı. Bana bir şey anlatmaya çalışıyor gibi görünüyordu ancak o
gürültüde anlam ıyordum .
Sonunda hava kilidi kapısı kayarak kapandı ve hızla el kilidini
de kapadım. M athias'ın yum rukları kapıda patlarken kendimi çok
sefil hissediyordum . Tekrar Yabanarısı'na tırm anırken sesleri duy­
mamaya çalışıyordum.
T itreyerek devasa basınç eldivenlerini çıkardım , ateşlemeyi
başlattım ve frenleri kapadım. Kontrolleri doğru sırayla kullanırken
buna bugün bir kez daha çalışmış olduğum için mutluydum. Sonra
M athias'ın sesi telsizden bana ulaştı.
"Bensiz gitme. Lütfen."
"Üzgünüm, Mathias. Ben de hatalar yaptım, büyük hatalar...
Ancak seni yanıma alırsam bu şimdiye kadar yaptığım en büyük
hata olacak." Titrek bir nefes aldım. "Ophiuchus'la savaşmak benim
seçimimdi, senin değil. Moira'yla tanışmaya giderken bana söyle­
diklerini hatırlam aya çalış... ve bana duyduğun o güveni tekrar
hissetmeye çalış. Sana geri döneceğim."
Sonra lazer silahımı ateşleyip dış kapıyı patlatarak havayı dışarı
salarken Yabanarısı'nı yıldızlara doğru kontrolsüzce fırlattım.
39
Yabanarısı dengeye kavuştuğunda Ateşkuşu'nun gövdesindeki hasarı
görmek kolay oldu.
Gemi Ichthys'i çevreleyen küle benzer bulutların üst tabakasında
yükseliyordu. Alt kısm ındaki üç bölüm de patlamıştı. Bağırsakları
çıkarılm ış bir balinaya benziyordu. Hâlâ uçabilmesine şaşırmıştım.
Ignus gemiyi gezegenin ufkunda henüz yükselm ekte olan uzay
istasyonuna yönlendirdi. Geminin sürekli dönen altıgeni kar beyaz
parıldıyordu. Demirleyene dek havada kalması yeterliydi.
Koç muhribi Xitium yakında, Ateşkuşunu uzay istasyonuna doğru
eşlik ederek uçuyordu. Ateşkuşu'nun m ürettebatının yardıma ihtiyacı
olmalıydı, hemen yanlarında dostlarının olması beni sevindirdi.
Equirıox iki daha büyük geminin arasında bir sivrisinek gibi zik
zaklar çizerek ilerliyor ve çevik m anevraları bana hâlâ Psinerji'yi
savuşturm aya çalıştığını anlatıyordu. Saldırı henüz sona ermemişti.
Sandalları bekliyordum. Az sonra fırlatılacak olmalılardı. Filomuz
gökyüzünde on binlerce kilometreye uzanıyordu, bu yüzden diğer
gemileri bulmak için Yaban A rısının optik tarayıcısını kullanıyordum.
Başta, ekrandaki gö rüntüyü anlayam ıyordum. Sanki yüzlerce
yeni gemi bize katılmış gibi görünüyordu. Bu doğru olamazdı.
Sıcak, terli saçlar gözlerime düştü. Başımı sallayarak düzelttim.
Titreyen ellerimle kontrolleri kurcaladım. Net bir görüntü aldığımda
yanıp sönen ışıkların gemiler olm adığını anladım. Bunlar enkaz
parçalarıydı.
Olup biteni anladığım anda şok tabancasıyla vurulmuşa döndüm:
Tüm filomuz gitmişti. Ochus hepsini karanlık maddeyle yok etmişti.
A teşkuşu nun köprüsüne ulaşmaya çalıştım. Cevap yoktu. Optik,
kızılötesi, mikrodalga iletişimi denedim. Yüzüğümün nerede olduğunu
bilmiyordum bile. Yani Psiko-Şebeke ye erişemiyordum. Sonunda,
Equinox'a ulaştım. Lord Neith telsize cevap verdi. "Yabanarısı Y4A,
pilotunuzu tanıtın."
Bir ışık parıltısıyla, Yabanarısı retinam ı taradı, sonra otomatik
olarak yanıt verdi. "Rhoma Grace, Dördüncü H anenin Savunucusu."
Ochus'un şimdi beni görebildiğinden emindim. Dirsekliklere
tutunuyor, kendimi kaybetmemeye çalışıyordum. "Lord Neith, Psişik
kalkanlarına ne oldu?"
Tanıdık bir ses konuşmaya katıldı. "Büyükelçi Sirna bağlanıyor.
X itiu m \m kristobalit boncuğu içinden kırıldı. Sabotajdan şüpheleni­
yoruz." Sesi sanki m erdivenlerden yukarı koşmuş gibi nefes nefese
geliyordu.
Ancak... sabotaj mı demişti? Tüm kalkanlarım ız mı sabote edil­
mişti? Böyle bir şey nasıl olmuştu?
"Benim kalkanım çalışıyor," diye bildirdi Neith. "Xitium , göl­
gemde kalın."
Ateşkıışunun iskele tarafından bir şeyin dışarı çıktığını gördüm.
Enkaz mıydı? Bedenler miydi?
Tarayıcıyı hedef alınca bir düzine sandalın bana doğru yaklaştı­
ğını görüp rahatladım. Hysan ve M athias gemiyi terk edebilmişlerdi.
Onlara bir şey olmayacaktı. Benim yola çıkma zamanım gelmişti.
Doğrudan Süfiyanik Bulutlar'a giden bir rota çizdim.
"Rho, yavaşla. Sana eşlik edeceğim." Hysan. Sandalların birin­
den arıyordu.
"Burada kal ve filoyu koru, Hysan. Lütfen plana bağlı kal. Bana
güven." M athias da aram adan telsizi kapadım.
Yabanarısının hidrojen iticileri hız için tasarlanmıştı, yani hiç­
bir sandal bana yetişemezdi. Tek yapmam gereken filoyla aramı bir
m iktar açmaktı. Hiper hızla on dakika yeterli olmalıydı.
Galaksinin kenarına doğru hızla yol alırken içimde bir adrenalin
akışı hissediyordum. Bu benim kaderimdi. Ben savaşçı değildim ve
bir şeyler icat edemezdim. Ancak efemeristeyken daha güçlü olurdum.
Bu Ochus'la karşılaşm ak anlam ına gelse de bir tarafım Zodyak'ın
ru h u n a en yakın hissettiğim yere, astral âleme dönecek olm anın
karşısında heyecanlanıyordu.
Yaban Arısı yıldırım hızıyla ilerliyordu ve parm aklarım ener­
jiyle titriyordu. On dakika sonra kalkanım ı indirip Yabanarısının
efemerisini açtım. Bakalım Ochus beni umduğum kadar çekici bir
hedef olarak görecek miydi?
Yerleşik efemeris konsolun bir parçasına monte edilmiş kristal
bir küre olarak dizayn edilmişti. Ancak ters giden bir şeyler vardı.
Efemeris açılmıyordu.
Dijital düğmeyi açıp kapadım. Hiçbir şey olmuyordu. Yabana-
rısına efemerisi açma kom utu verdim. Konsol cevap verdi. "Lütfen
şifreleme anahtarını girin."
A m iral Ignus'un efemerisi açmaya zam anı olm am ıştı. Şimdi
Ochus'un dikkatini nasıl dağıtacaktım?
Optik tarayıcım ı filoya çevirdim. A teşkuşu uzay istasyonuna
yaklaşıyordu ancak gezegenin üst bulutlarında ilerliyordu ve hızla
irtifa kaybediyordu. Xitium hemen yanındaydı ve Equinox iki geminin
etrafındaki bir sivrisinek gibi, atmosfere sürekli girip çıkarak ilerliyor
ve gemileri koruyordu. Daha uzakta, sandallar basamak dizilişinde,
eğer ihtiyaç olursa kaçış kapsüllerini yakalam ak için bekliyorlardı.
Telsizi tekrar açıp Ignus'a ulaşmaya çalıştım, işe yaramayınca,
sandalları selamladım. "Efemerisim kilitli. A nahtarı bilen var mı?"
Hysan yanıtladı. "Üzgünüm, Rho. Ignus bana sırlarını vermedi."
"Ya M athias? Sandallardan birini o kullanıyor, değil mi?"
"Hayır, o bizimle değil. Ondan ya da Ateşkuşu ndaki diğerle­
rinden haber almadım. Telsizleri bozuk olmalı."
M athias hâlâ gemide m iydi?
“Hysan, seyir fenerinle onlara sinyal verebilir misin?"
“Denerim /'
Tarayıcımdan sandallardan birinin dizilişten ayrılıp karnı ya­
rılmış amiral gemisine doğru alçaldığını gördüm. Kendini köprünün
hemen karşısında, Ignus'un sinyal lambalarını kesinlikle göreceği bir
yerde sabitleyecekti. Koltuğumda öne doğru eğilip amiral gemisinden
ayrılan başka sandallar görme umuduyla tarayıcı ekranım izledim.
Sirna tekrar telsizden konuştu. “Rho Ana, Yüzüğünüz nerede?
Mathias Psiko-Şebeke'den sizinle konuşmaya çalışıyor."
Yüzüksüz parmaklarım ı büktüm . "Bende değil. Kasadan alma­
dım. Ne diyor?"
Ateşkuşu'nun yarık karnı kıvılcımlar saçmaya başladığında Hy­
san gemiden yirmi kilometre kadar uzaktaydı. Gemi gezegenin daha
yoğun metan bulutlarına çarparak sürtünüyordu. Neler olduğunu
anladığımda elimle ağzımı kapadım. Kruvazör ikiye ayrılıyordu.
Telsizden Sirna'nın sesi geldi. "Diyor ki... Bunun için doğdun.
Bunu sana her gün söylemeliydim
Bakışlarımı alevlenen gemiden uzaklaştırm ak istiyordum ancak
yapamıyordum. Geminin burnu havaya kalktı, birden aşağı eğildi,
döndü ve alevlendi. Ateş neredeyse bir an içinde sönüverdi ancak
enkaz parçaları Xitium a doğru gidip gemiyi rotasından uzaklaştırdı.
Kruvazörün kıç yarısı kopup dönmeye başlayarak yanan yakıt çizgi­
leri saçmaya başladığı sırada Equinox da Hysan'ın sandalı da açıklığa
çıktı. Geminin kıçını alevler sardı. Mathias, onu bıraktığım da kıça
yakındı.
Titreyerek telsiz mikrofonunu yakaladım. "Hysan, başka sandal
görüyor musun? Veya kaçış kapsülü?"
"Görmüyorum, Rho." Sesi alçaldı. "Üzgünüm."
Geminin kıçı bin parçaya ayrıldı ve yanan parçalar bulutlara
doğru indi. Saniyeler içinde ateş söndü. Balık atmosferinde ateşi canlı
tutam ayacak kadar az oksijen vardı.
"Tekrar bak Hysan!" diye telsiz m ikrofonuna haykırdım .
M athias ölmüş olamazdı.
Önce kimse cevap vermedi. Tek duyabildiğim ritm ik bir g ü rü l­
tüydü... sonra hızlı hızlı nefes aldığımı fark ettim.
"Birileri bir şey yapsın!" diye bağırdım.
Lord Neith yanıtladı: "Taramalar kurtulan olmadığını gösteriyor."
Sirna hüzünlü bir fısıltıyla ekledi: "Psiko-Şebeke'deki sesleri
sustu."
40

M athias.
G örüntü ekranını öyle güçlü tutuyordum ki pleksin kaplama
çatırdıyordu.
Bir an için, Yabanarısı nı çevirip o m etan bulutlarına dalıp
M athias'ı bulmayı düşündüm . Neredeyse yapacaktım.
Elim dümen yekesinde, dönüşü yapmaya hazırdım. "M athias,"
diye fısıldadım gözlerimi kaparken. Ben de korkm uştum . Aramızda
duran şeylere; şüphesine, anlaşmazlıklarımıza, yaş farkına odaklanmak,
onun hakkında aslında nasıl hissettiğimi keşfetmekten daha kolaydı.
Tüm ergenliğim boyunca sevmiştim onu.
Onu hâlâ seviyordum.
Sirna Koçlu m uhripten beni selamladı. "Savunucu, rotanızda
kalın. İhtiyacınız olan şifreleme anahtarını bulmaya çalışıyorum."
Rotam da mı?
Ne rotası?
Elim yekeden düştü ve bedenim in, em niyet kem erinin altında
serbestçe ve ağırlıksız çökmesine izin verdim. Renkler griye döndü.
Bilincimi kaybetm ek beni çok rahatlatırdı.
"Alarm," diye duyurdu Lord Neith. "Psinerji saldırısı geliyor.
Xitium, hedef sensin."
Hayır.
Sirna yı da kaybedemezdim.
Koç gem isini tarayıcım da bulduğum da gem inin gövdesinde
dizili silahların yerleştirildiği yerden yükselen bir enkaz patlaması
gördüm. M uhribin motorları çalışıyordu.
Xitium kaçınma manevrası yaptı ve Equirıox şişman bir böceği
ipeğiyle kaplayan küçük bir kum örümceği gibi geminin etrafında
dönüyordu. Muhtemelen biraz daha hız kazanm ak için yörüngeye
giriyorlardı. Gezegenin arkasına dalarlarken onları gözden kaybettim.
Keskin ve derin bir nefes aldım. "Hysan, onlarla kal," diye
fısıldadım.
"Kalacağım," dedi sesi alçak ve ciddiydi. "Sen iyi misin?"
Ben iyi m iyim ?
M athias'ın bariton sesi hatıralarım da nefes alıyordu. Sözcükleri
beni dikkatli olmam için, planlarım ı dikkatli düşünmem için, ilerle­
meden önce bilgi toplamam için uyarıyordu. "O kadar kördüm ki..."
Bunu söylediğim anda bunların Ochus saldırdığında M oira'nın
söylediği sözler olduğunu fark ettim. Sadece, benim yanlış okuduğum
şey yıldızlar değil, kalplerdi. Benim kalbim ve M athias'ın kalbiydi.
Birbirimize bir şans verem eyecek kadar inatçıydık ve şimdi
o öpüşm enin ikim iz için de tam olarak ne anlam a geldiğini asla
öğrenemeyecektim.
Yabanarısının konsolunu yum rukladım . "Beni Süfiyanik Bu­
lutlara götür. M aksimum hız."
İvme beni koltuğumda geri itti ve Kyros Kemeri nden çıkıp On
Üçüncü Hane ye doğru hızlandım . Şimdi planım neydi? Ochus'u
lazerimle vu rm ak mı? Bir intihar pilotu gibi pike bom bardım anı
yapm ak mı?
Şu anda beni besleyen şey m antık değildi, ölçüsüz adrenalindi,
ta ki başka bir hatıra başımı ters çevirene dek.
Dalgam.
Basınç kıyafetimin ferm uarını açıp Dalgayı cebimden çıkardım.
Alıştırma efemerisimi çağırdım. Küçük ve düşük çözünürlüklü yıldız
haritası avcum kadar ekrandan dışarı taştı.
“Yüzleş benimle, seni korkak!" diye haykırdım , yanıp sönen
yıldızışığı topuna. "Haydi!"
Tek gördüğüm elimdeki midye, dönen harita ve karanlık mad­
denin içine yarım yam alak gizlenmiş üst üste binmiş biçimlerin
yarattığı kaostu. Bir öfke patlamasıyla, Dalga'yı Yaban Arısı'nın yan
tarafına doğru atarak altın kabuğunu çatlattım.
Zaten şansım yoktu. Abyssthe'yi H ysan'dan almamıştım.
Kafatasımın arkasından bir batma hissi yayıldı. Sesini duymadan
ne olduğunu anladım. Ochus beni çağırıyordu.
Dalga yı almak için arkaya uzandım. Kırık ekrandan yükselen
küçük holografik harita asimetrik bir saat gibi tekliyordu. Onu öfke
krizim kırmıştı.
Şiddetli bir kahkaha kulaklarımı yırttı. Ne saçma. Mücadeleni en
basit yeteneklerle veriyorsun. Merak ediyorum, acaba kendi yeteneğini
hiç anlayacak m ısın ?
İşte buradaydı, kırık efemeristen dışarı çıkıyordu. Farklı gö­
rünüyordu, sanki birden bastıran soğuk bir karla karışık yağm ur
gibi, birkaç parça şeklinde görünüyordu. Sorularını sor, küçük kız.
Sormak için öldüğünü biliyorum. Karanlık madde Psinerji yle nasıl
yönetiliyor? Sor.
Gözlerine doğru bir yum ruk savurdum . Bu M athias için!
Kolaylıkla sıyrıldı. Denemeye devam et. Her şey Psinerji. Bu evren
bir hayal. Ben de en büyük ilüzyonistim.
Eğer onunla onun aleminde karşılaşacaksam, kendimi Merkez-
lemem gerekiyordu. Efemerisin belli belirsiz ışıklarına baktım ve
aradığım ışığı, bana huzur ve güç veren yeri, sonsuza dek ruhum
olacak evimi anında buldum.
Kendim i Yengeç'ten gelen Psinerji'ye açtım . A ncak bu kez
bu gücü yıldızlarını okum ak için değil, astral âlemdeki varlığımı
beslemek için çekiyordum . Yıldız haritası büyüdükçe büyürken
çevrem deki cisim lerin değiştiğini hissediyordum , ta ki Yabanarı-
sındaki bedenim de tutsak olm aktan çıkana dek. Şimdi, OchusTa
onunla tanıştığım rüzgâr tünelinde, uzayın geride bıraktığı pervane
akım ının ortasında yüzleştim.
Aynen öyle, küçük yengeç... Kabuğundan dışarı çık, diye dalga
geçti. Bakalım içindeki ateş ne kadar güçlüymüş.
M erkezimdeki köklerimi daha derinlere uzattım . Daha derin
nefes aldım, Yengeç'i hissettim, en derinlerimdeki sese kulak verdim.
Ochus'un buzlu bedeni önümde büyüyordu ve Psinerji kaynağıma
ulaştım. Bu kez saldırdığımda ellerim somut bir şeye değecekti.
Teni donmuş kemik gibiydi ve derimi donduruyordu. Avuçlarım
su toplayıp karardı ancak acının gerçek olmadığını biliyordum. Oc-
hus uzaklaşmaya çalışıyordu, dişlerimi gıcırdatıp daha sıkı tuttum .
Onu yakalamıştım.
Kemikleri ellerimde eridi. Kollarım boş kaldı.
A rkandayım , dedi beni kışkırtarak. A m a vazgeçme. Son derece
iyi gidiyorsun. Ancak bundan daha güçlü olmak zorundasın .
Kendimi bu kadar derin şekilde Merkezlemek için harcadığım
gayret beni eskisinden daha zayıf bir hale getiriyordu. Dehşet verici
buzdan cesedin üstüm de yükseldiğini görünce sordum, Bunu neden
yapıyorsun?
Bir zam anlar bir ş if acıydım. Bu ellerle hayat verirdim. Yumrukları
küçük ayların boyutuna gelene dek büyüdü. Seviliyordum... Sonra
bunun için cezalandırıldım.
Soğuk yum ruklarından birini bana savurdu ve gözlerimi kapa­
yıp varlığımı saran Psinerjinin kontrolünü hissedene dek kendimi
M erkezimde dengeledim. Tekrar baktığım da aram ızdaki zamanın
uzam ış olduğunu, hareketinin gecikm iş olduğunu ve yum ru ğ u n
benden hâlâ santim etrelerce uzak olduğunu gördüm.
Yum ruktan kendimi korurken, Yani sen de bunun karşılığında
masum insanları cezalandırıyorsun, dedim.
Yumruğu bir şeye çarpm ayınca tökezledi ve sonra yum rukları
küçülürken öfkeyle bana baktı. Beni olduğum şeye siz dönüştürdünüz.
Sen ve tüm savunucular. Mucizemi sonsuz bir tutsaklığa dönüştürdünüz.
Kadim gözleri buzun ardından alev alev yanıyordu. Çektiğim eziyeti,
sürgünlüğün dayanılm az yaln ızlığın ı, sonu olmayan kim sesizliğim i
hayal bile edemezsiniz.
Bedeni büküldü ve hareket ettikçe bozuldu. Şaşırtıcı şekilde,
gerçekten ciddi bir dertten mustarip gibi görünüyordu. On ikinin en
güçlüsü sensin ancak sen bile beni öldiiremezsin. Her karşılaştığım ızda
aksini umuyorum.
Umuyor musun? diye sordum. Seni öldürmemi mi?
Acım ı dindirmeni, evet. Konuşurken yok oldu ve buzlu bedeni
buharlaştı. Bir an için ona neredeyse acıyacak oldum. Sonra tekrar
belirdi ve alaycı bir sesle tısladı. Sana meydan okuyorum.
Gözlerinin alevi saf uzayda daha siyahtı, sanki bizzat karanlık
madde gibiydi. Devasa bir buz hayaletine dönüştü ve camsı gözle­
rinde, kurbanlarının yüzleri yansıdı. M athias. Babam. Dostlarım.
Kendimi sakin kalmaya zorluyordum.
Savaş benimle! diye kükredi.
Tek isteğim bedenimdeki her kasla, kurum uş bedenine darbe
üstüne darbe indirmekti. Ancak içgüdülerim beni bunun işe yarama­
yacağına dair uyarıyordu. Psiko-Şebeke'de gücümü tekrar toplamam
gerekiyordu, bu yüzden psikolojik oyununu oynadım.
Ayrıca, benimle olduğu sürece donanm anın geri kalanına Psi­
nerji saldırıları göndermiyordu. Buradan kurtulam ayacaktım ama
belki de Hysan ve Sirna ya kaçmaları için bir şans tanıyabilirdim.
Ophiuchus, seni özgür bırakm ak istiyorum.
Öyle mi? Ne incesin. İğne kadar sivri bir tipiye dönüşüp yüzüm ü
kesti. Yan döndüm, kırmızı damlalar yüzüm den fışkırdı. Batma hissi
büyük bir ıstıraptı ancak kaslarım ı sıktım ve aklım ı kaçırm adan
acımı unutm aya çalıştım.
Sonra öksürdüğünü duydum. Ona baktım. Şimdi kambur, zayıf,
bedeninin yarısı zaman tarafından kemirilmiş, güçsüz ve yaşlı bir
adamdı.
Ondan nefret etsem de katliama duyduğu bu açlık beni tiksin-
dirse de o öksürüğün ıslaklığı ve o yam uk om urganın kam burluğu
içimdeki merhameti dürtüyordu. Çok kısa süren bir an için Ochus un
hayatı boyunca hissettiği sonu gelmez ölüm ünün bedensel acısını
gerçekten hissettim.
Kaç yaşındasın?
A h, anlamaya başladın. Gözleri donuklaştı ve uzun, bir deri
bir kem ik kolu Helios'u işaret ederek uzandı. Işığın Lorduna sor ne
çağlara dayandığımı.
Yüzümdeki kesikler nabız gibi atıyordu ve kanlı bir zar başımın
etrafındaki alana yayılıyordu. Ochus yok olup tekrar belirdi. Ben
genç bir adamken , senin şim di olduğun kadar deneyimsiz ve idealist­
tim. H astaları iyileştirip ölüme bir tedavi bulmak için çabalayan bir
simyacıydım. İnsanoğlunun erişebileceği en büyük başarı olarak ebedi
bir galaksi hayal ederdim. Sanki zayıf bedeni ortadan ikiye kırıla­
cakmış gibi yüzünü ekşiterek yeni bir duruşa geçti. A rtık biliyorum.
Ölümsüzlük cehennemdir.
Öyleyse bırak ölmene yardım edeyim, diye teklif ettim fazlasıyla
hevesli bir tavırla.
Dur. H areket edemiyordum. Beni bir buz örtüsünün içine hap­
setmişti. Kahkahası donmuş kemiklerimi titretiyordu. Bunun gerçek
olduğunu mu düşünüyorsun? Hilelerime ne de kolay inanıyorsun . Ölmeye
dair bir isteğim yo k , ölümlü! dedi.
Tekrar insan formuna geldiğinde kabaran buzun altında daha
büyük, daha güçlü, daha kaslı bir bedeni vardı. Ona yardım etmeye
çalıştığıma inanam ıyordum .
Felç olmuş bedenimde nefretim geri dönüyordu. Serbest kalıp
ona saldırm ak için çırpınıyordum ancak Psinerji'den yarattığı buz
dağı hareket etmemi engelliyordu.
Rahat mısın , küçük kız? Yeni parlak derinle büyüleyici görünüyor­
sun. Patlayan kahkahası kulaklarım ı titretiyordu. Hanemin görkemini
geri kazanm am a az kalmışken neden ölümü isteyeyim? Yıldızlardaki
kehanetleri okudun. Bana vadedilenleri alm ak için tüm işkencelere
katlanacağım .
K ıvranıp kurtulm aya çalışıyordum ancak kaçamıyordum. Ko-
nuşam ıyordum bile.
Beni yeterince eğlendirdin , çocuk. Bu savaşı bitirelim artık.
Beni öldürecekti. Son darbe için elini kaldırdığında, donmuş
parlak kanım ın arkasından ona bakıyordum. Gözlerinde katliamı
görebiliyordum.
"Yengeç seni dengeler." Mathias'ın sözcükleri zihnimde yankılandı
ve Merkezime battım. Orada, zaman tekrar uzayana dek Yengeç'in
Psinerjisi'ni tüm benliğimle çektim. Bu kez zaman o kadar yavaş
akıyordu ki neredeyse tamamen durm uştu.
Işık dalgaları kırıldı ve uzay kendi içine doğru büküldü. Mili­
saniyeler sonsuzluğa uzadı ve nefes alıp verişim yavaşladı. Kaslarım
gevşedi. Hayatı daha önce hiç böyle deneyimlememiştim. Sanki za­
man dayanabileceği son noktaya kadar uzatılan bir paket lastiğiydi
ve varlığımızın her anını bir araya getiren parçacıkların tamamını
görebiliyordum.
Bir şekilde, bu görüntü benim zaman çizgime dönüştü ve hayatı­
mın ne kadar garip olduğunu düşündüm . Büyüdüğüm süre boyunca
emin olduğum tek şey Yengeç'i sevdiğim ve onu terk ettiğim di.
Benzemek istemediğim tek insan da annemdi ve onun izlerini takip
ederek babamı ve Stanton'ı terk etmiştim. Aşık olduğum ilk adam
yıllarca sessizce izlediğim, haftalarca sessizce sevdiğim bir üniversite
öğrencisiydi ve sonra ikimize de veda etme şansını tanım adan, ses­
sizlik içinde ölmesine izin vermiştim. Çünkü kendi ölümüme gitmek
için fazlasıyla acele ediyordum.
Her şey etrafım daki boşlukta birleşmeye başladı, sanki yeni bir
efemeris büyüyordu ancak bu efemeris değil, hayatımın haritasıydı ve
her şeyin beni şu ana, yani ölümüme nasıl getirdiğini gösteriyordu.
Zaman üç boyutluydu. Kendi galaksisini ışıklar ve bağlantılarla
yaratıyordu. Yıldızların müziği gibi değil, daha ziyade bir beynin
nöron şebekesi gibiydi. Tek farkı, sonu yoktu ve genişlemesi durm u­
yordu, tıpkı evrenim iz gibi. Dönmeye devam ettikçe aklıma kendi
kendini yiyen bir kurtçuk imgesi geliyordu.
Her şey bağlantılı, döngüsel ve sonsuzdu. Zaman, uzay, Ophiu-
chus. O anda, On Üçüncü H anenin Zodyak a hangi önemli elementi
getirdiğini anladım. Galaksimizde şu anda neyin eksik olduğunu.
Bütünlük.
Helios un H alesinde, havada elektrik gibi, daha önce hissetme­
diğim bir şey hissetmiştim. Ophiuchus'un bizden çaldığı şey sadece
güvenimiz değildi. Çaldığı daha güçlü, o gece bir araya geldiğimizde
bir dakika için gördüğüm üz bir şey vardı.
Umudumuz.
İnsanların yarınlarını bulm ak için bugünlerini harcadıkları bir
evrende, umut sahip olabileceğiniz en güçlü silahtır.
Ophiuchus güneş sistemimizi bir arada tutmakla görevliydi. İhaneti
hepim izin dengesini bozm uştu ve bizi yıkm ıştı. Onunla savaşmak
için Yengeç H anesinden daha büyük bir ruhlar gücü gerekecekti.
Tüm Zodyak'tan Psinerji çekmem gerekecekti.
41

Bir şekilde, Ochus'un kolu hâlâ sallanıyordu. On iki takım yıldızın


yanıp sönen ışıklarını izleyerek tüm güneş sistem inden akarak
gelen Psinerji'yle dolmaya başlayana dek Merkezimde daha derine
inmeye çalıştım.
Ochus'un yaptığı gibi her yerdeki insanlardan psişik güç alı­
yordum . Yani benim aldığım güç Ochus'un Psinerji deposunu da
boşaltıyordu. Böylece yum ruğu düştü.
Ne oluyor ? diye sordu. Bunu ya pam azsın !
Güç için boğuşuyorduk, ikimiz de fiziksel güç kazanıyor ve kay­
bediyorduk. Ochus bu boyutta daha sağlam durabiliyordu. Benimse
yanım da bana yardım edebilecek ne Abyssthe ne de Yüzük vardı.
Elimdeki tek şey bedenimdi, yani iyi ki sonu gelmez bir alevdim.
Ochus'un aşamalı değişimine, zam anın yüküne, yenilip yaşlan­
masının an meselesi olduğunu bilerek dayanmaya devam ediyordum.
Sonra birden k am b u r form una girince kendini bıraktı. Beni bu
şekilde yenemezdi.
Evet. Bir raundu kazandın. Belki de zam an içinde saygıdeğer bir
rakip bile olabilirsin. Bedeni her an daha az görünür hale gelse de
siyah delikler içindeki gözleri renklerini koruyarak oldukları yerde
köpürüyorlardı.
Bu oyun asla bitm ez am a zam an kazandın. Yengeç Hanesi'nin
artık benden korkmasına gerek yok.
Ona öfkeyle baktım. Hanemi zaten yok ettin. Ya diğer haneler ?
Beni iyi dinle, çocuk. Bu oyun asla bitmez. Ben daha birçok sürp­
rizi olan bir efendiye hizmet ediyorum.
Sönük bir kahkahayla hırıldadı. Sonra bana bir öpücük attı.
Keskin, akkor gibi yanan, saf Psinerji'den oluşan bir öpücük.
Savuşturdum ancak zehirli ok gelip derimi asit gibi kazıyarak
boynum u boydan boya yaktı.
Beni unutma, dedi kaybolurken.
Yanan gazlar ve tozun içinden, kollarımı sallayarak hızla aşağı
düştüğüm ü hissettim . Bu his hemen sonra fiziksel acıya dönüştü.
Başımı Yabanarısı'nın güvertesine çarptım, boynum daki zonklayan
yaraya dokundum .
Başımı kaldırdığım anda, Yabanarısı'nın mekanik sesi cıvıldadı.
"Uyarı. Hidrojen sızıntısı."
Etrafıma baktım . Uzayda yalnızdım .
"Yolcuyu fırlatın," dedi ses. "Derhal fırlatın."
Konsol acil durum mesajlarıyla titreşiyordu. Yabanarısının itiş
motorları parçalanm ak üzereydi.
Otomatik pilotta, bir taraftan elimdeki acıyla kıvranarak kı­
yafetim in ferm uarını y u karı kadar çekip başlığımı taktım . Sonra
kemerimi sıkıca takıp son komutu verdim.
Patlama sesine benzeyen bir yarılmayla kabin kapsülü motor
m ontajından ayrılıp fırladı. Parçalanan itici motorların turuncu pa­
rıltısı penceremin önünde öfkeli bir güneş gibi dönüyordu. Kapsülün
yön değiştirm e sistemi yoktu, yani onu yönetem iyordum . Sürekli
dönüp duruyordum , ta ki...
Güm.
Bir anda ortaya çıkan bir yakalayıcının pençeleri arasındaydım.
A rtık dönm üyordum , beni kim in yakaladığını bilmediğimden nefe­
simi tutarak kolun beni çevirmesini izledim.
Bir anda pencerede daha küçük bir gemi belirdi. Işıkları yanıp
sönen bir sandaldı.
Gözlerim doldu. Bu Hysan'dı.

♦ ♦ ♦

Kapsülüm Xitium'un deposuna girer girmez Hysan'ın sandalı içeri


süzülüp indi ve Sirna kapsülüm ün kapağını açmaya çalıştı. Yüzümü
gördüğünde başlığını benimkine yasladı ve sesini duydum. "Helios'a
şükürler olsun, hayattasınız."
Hysan sandalından çıktı, beni kapsülüm den çıkarıp kollarına
aldı. Dış depo kapıları kapalıydı ve üçüm üz bir hava kilidinden
geçerek gem inin içine girdik. Başlıklarımızı çıkardık. "Beni nasıl
buldunuz?"
Sirna göğsümün ortasındaki bir noktayı işaret etti. "Tüm ha­
reketlerinizi takip ettim. Size verdiğim inci bir takip cihazıydı."
Bir casus ya zılım mı? Bana yalan mı söylemişti? Göğsümde bü­
yüyen öfkeyle başımı kaldırıp ona baktım ve yüzündeki bitkinlikle
karışık kararlılık ifadesini gördüğümde, m innettar olmam gerektiğini
fark ettim. Hayatımı kurtarm ıştı. "Teşekkür ederim."
Tamir atölyesi gibi görünen bir yere girdik. Makaslar, silindirler,
zımbalar ve m atkaplar duvarlara tu ttu ru lm u ştu ve iki üniformalı
asker bir plazm a kesiciyi bir çelik dilim ine doğru tutuyorlardı.
Hava ozon gibi kokuyordu. "Gemiye tam irat yapıyorlar," dedi Sirna.
"Onlara mani olmayalım."
Acıyla baş ederek dar eldivenlerimi çıkardım.
"Rho, ellerin," dedi Hysan bileklerimi dikkatle tutup daha fazla
canımı yakm adan hasarı anlamaya çalışırken. Sonra geri kalanım a
baktı. "Boynun da."
"Soğuk yanığı," dedim. "Ophiuchus. Beni Psinerji yle yaraladı."
"Bu nasıl m üm kün olabilir?" diye sordu Sirna.
Hysan beni tek rar kollarına aldı. "İyi olduğun için o kadar
m utluyum ki," dedi boğuk sesiyle. "Seni bir yaşam destek kapsülüne
koymamız ve ellerini iyileştirmemiz lazım."
Yemek, su ve eşya sandıklarının duvarlara bağlandığı dar bir
koridoru geçtik. Xitium büyük bir gemiydi ancak nötron motorları
ve silahlar yerin çoğunu kaplıyordu. İnsanlara ayrılan yerler ise
sıkışık ve karanlıktı.
Köprüde esmer, suratı kösele, bedeni kaya gibi bir adam olan
Koçlu Kaptan Marq'ı selamladım. Bu göreve başlarken Marq oldukça
hevesli görünüyordu ancak şimdi ona beni kurtardığı için teşekkür
ettiğimde, kan çanağına dönmüş gözleriyle bana baktı.
"Savunucu," diye hırladı, unvanım ı bir hakaretm iş gibi söyle­
yerek. "Arkadaşınızın verdiği kalkanlar işe yaramadı. Gemilerimiz
içeriden dışarıya doğru yarıldı. Reaktör erimeleri, levazım depola­
rında yangınlar, açıklanam ayan güverte gedikleri. Topyekün geri
çekilmedeyiz."
"Kalkanlar net olarak sabote edildi," dedi Hysan buz gibi bir
sesle. Kaptana ters ters bakıyordu. "Bunun Rho'yla alakası yok."
M arq'ın kestanerengi yanakları daha da koyu bir tona döndü.
"Büyükelçinizle gidin, Savunucu. Yeterince işimiz var."
Sirna beni Kaptan M arq'ın gözlerinden hızla uzaklaştırdı. "Koç-
lular çok fazla yoldaşlarını kaybettiler," diye fısıldadı.
"Beni gemide istemiyorlar, değil mi?"
Sirna iç geçirdi. "M arq bana özel bir kam ara verdi. Benimle
kalabilirsiniz." Köprüden gizlice uzaklaştık ve askerler koridorda
bizi görünce öfkeyle dönüp bize baktılar.
"Rubi nerede?"
S im a n ın yüzü asıldı. "Bağlantıyı yitirdik."
"Rho, gidip Neith e bakacağım, sonra gelip seni bulacağım," dedi
Hysan. Koridorda hızla yürüm eye başlamadan önce yanağımdan öptü.
Sirna'nın kamarası dar ve boştu. Bana bir tüp somon yum urtası
verdi. "Protein," dedi. "Yiyebildiğin kadar ye. Gücüne ihtiyacın var."
Dalgasını açıp filonun tarama görüntüsünü çağırdı, sonra görün­
tüyü sahte renklendirm eyle boyayıp gemileri daha kolay görünür
hale getirdi. Gemilerimizin yarısından fazlası yok edilmişti. Sirna
hurdaya dönmüş bir yatın görüntüsünü büyüttü ve ağzıma metal
tadı yayılana dek dudağımı ısırdım. "Şu dağılan parçalar, onlar...
bedenler mi?"
Sirna başıyla onaylayıp gözlerini kapadı. "Dümenleri bozuldu­
ğunda Oğlaklılar devre dışı kalan bir yük gemisine yardım ediyor­
lardı. Kafa kafaya çarpıştılar."
Bana gemilerimizin her tarafa dağıldığını ve hâlâ çalışan tüm
gemilerin kendi ana gezegenlerine doğru ağır ağır dönmekte olduk­
larını anlattı. Beş Koç m uhribinden sadece iki tane kalmıştı. Sirna
bana en güncel zaiyat tahm inlerini gösterdiğinde, ciğerlerimdeki
hava adeta kuma dönüştü.
Gözlerimi sım sıkı kapayıp öksürm eye başladım ve M athias
önümde, koyu mavi üniforması içinde, güçlü ve sakin, hazır olda
duruyordu. Sadece yirm i iki yaşındaydı.
Hâlâ hayatta olmam nasıl m üm kün olabilirdi? Bu böyle bitme-
meliydi.
"Rho." Sirna yaralı ellerimi tuttu. Yüz ifadesi ciddi ve yorgundu.
"Bilmeniz gereken bir şey daha var. Marad saklandığı yerden çıktı.
Biz uzaktayken Yay'ın uydusundaki karmaşaya dâhil oldular. Asileri
silahlandırıyorlar ve altlarındaki gezegeni işgal etmekle tehdit edi­
yorlar. Hadron bombaları olduğunu düşünüyoruz. Galiba ordunun
beklediği şey... galiba gitmemizi bekliyorlarmış."
"Yani... bu bir oyalama mıydı?" dedim birden. "Ochus hile mi
yaptı?"
Sirna ofladı. "H epim iz k aranlıktayız, Rho. A ncak şu anda,
Phaetonis'e dönüyoruz. Çağırıldmız."
Şu anda uzay yolculuğu söz konusu olduğunda göreceli bir terimdi.
Işık hızı ve görelilik, zaman sıçramaları, solucan delikleri... Ochus'un
oyunu düşündüğüm den çok daha karm aşıktı. Sadece Psinerji'yi
m anipüle etmemişti, bizi de manipüle etmişti.
Kendi taktiğimizi bize karşı kullanm ıştı.
Caasy'nin uyarısı zihnim de yankılanıyordu. Haklıydı: Kandı­
rılmıştım. Belki de hâlâ kandırılıyordum .
Zaman artık düşm anım dı. Phaetonis'e varmam ız dört galaktik
gün sürecekti ve beklemek işkence gibiydi. İlk on sekiz saati zorla,
ellerimin iyileşmesi için bir yaşam destek kapsülünün içinde geçir­
dim. Görünen o ki Psinerji yaraları normal yaralanm alardan daha
uzun zamanda iyileşiyordu.
Ancak zaman bir m üttefik de olabilirdi. İyileşme kapsülünde
geçen uzun ve yalnız saatlerim bana her şeyi iyice düşünm e şansı
verdi. Özellikle, O chus'un söylediği bir şeyi: Hanemin görkemim
geri kazanm am a az kalmışken neden ölümü isteyeyim ? Yıldızlardaki
kehanetleri okudun.
Başından beri efemeriste, On İkinci Hane nin ötesinde gördüğüm
görüntüyü, eskiden Ophiuchus takım yıldızının olduğu yerdeki o
için için yanan kütleyi düşündüm .
Yalnızca görünm üyordu, bir şey daha yapıyordu: Diğer takım ­
yıldızların şeklini bozuyordu; takım yıldızları iterek bir şeye yer
açmaya çalışır gibi.
On Üçüncü Hane geri dönüyordu.

♦ ♦ ♦

Kapsülden çıktığımda vakit geç olmuştu. Geminin zili az önce on


iki kez çaldı ve iç ışıklar kısıldı. Sirna bir vardiya fazla çalışıyordu.
Sirna'nın odasında gem inin ekranlarından birinin araştırm a
notlarını bulup k aranlık maddeyle ilgili ipuçları aradım. Ophiuc-
hus'un gezegenlerimizi Psinerji'yle nasıl yıkabildiğim veya filomuzun
çoğunu nasıl yok edebildiğini hâlâ anlam ıyordum .
Görülüyordu ki Kutsal Ana Origene, metafiziksel zaman hak­
kında, metafiziksel zamanın tersine çevrilebilir olduğunu tahm in
eden, zamanın insanlar tarafından fiziksel alemi anlayabilmek için
yaratılan bir zihinsel yapı olmak dışında bir şey olmadığı iddiasında
bulunan bir ders vermişti. Teorik olarak zamanda tüm yönlerde,
hatta paralele doğru bile yolculuk yapabilmemiz gerekir. Ölmeden
önce bu teoriyi doğrulamaya çalışan testler yapıyormuş.
Hâlâ komada olan İmparatoriçe Moira da metafiziksel zaman
üstünde çalışma yapıyormuş. Zamanın bir başı veya sonu olmadı­
ğından, zam anın pürüzsüz ve sonu gelmeyen bir halka şeklinde
bağlanan bir şey olduğuna inanıyormuş. Bu durum da, muhtemelen
zamanda aynı noktalardan tekrar tekrar geçiyorduk.
Efemeriste gördüğüm zaman görüsünü düşündüm . İki teoriye
de uyuyordu.
Origene de Moira da metafiziksel zaman üstüne aktif deneyler
yaptıysa... ikisinin de kuantum füzyon reaktörleri yaptırma sebepleri
bu olmalıydı. Birlikte çalışıyorlardı. Zaman kurtçuğ un un peşinde
miydiler? Ochus'un uyanm asının sebebi bu olabilir miydi?
Kapı vuruldu. "Leydim?"
"Gel."
Hysan içeri girdiğinde istediğim ilk şey kollarını etrafım da,
dudaklarını dudaklarım ın üstünde hissetm ek, sıcaklığına ve ışı­
ğına sarılm aktı. Ancak bu arzu belirir belirmez bunun tam aksi
yönünde bir istek de doğdu. Bir muhalefet... Mathias'ı düşünm eyi
bırakm ayan tarafım.
Hysan'ın keskin insan okuma yetenekleri sağ olsun, onu gafil
avlamak zordu. "Ne oldu?" diye sordu, oturduğum kozanın ayak
ucunda dikilerek.
Dizimdeki ekrana bakıp kapadım. "Yapamam."
Hysan yatağın köşesine, aram ızda mesafe bırakacak şekilde
tünedi. "Üzgünüm, Rho. Daha iyi bir sonu hak ediyordu."
Gözyaşlarını yanaklarım dan akmaya başladı ve durdurm ak için
bir şey yapamıyordum. "Ben... Ben hava kilidi kapısını M athias'ın
yüzüne kapadım /' dedim kaburgalarım ı titreten, kemiklerimi kıran
ve ruhum a saplayan hıçkırıkların arasından. "Benimle gelmesine izin
vermedim... Onu orada bırak... Ben... Onu ben öldürdüm."
Hysan beni göğsüne bastırdı. Paramparça oluyor, titriyor, çığlık
atıyor, Hysan'ın göğsünü ıslatıyordum. Duramıyordum. Sonra asla
duramayacağımdan korkmaya başladım.
Gözyaşlarını sona ermeyecekti. Babam ve M athias artık yoktu.
Yengeç güçbela hayata tutunuyordu ve nedense ben hâlâ buradaydım.
"Sen onu koruyordun." Hysan saçlarımı öpüp sırtım ı okşadı.
"Çıkış yolu vardı, Rho. Bir sandalı vardı ve o aram ızdaki en iyi pi­
lottu. Eğer gemiyi terk etmediyse, diğerlerine yardım ettiği içindir,
onları terk etmek istemediği içindir. Senin gibi, o da saygıdeğer olan
şeyi yapmayı seçti. Bunu onun elinden alma."
Terazili bakış açısının adaletini gerçekten seviyordum. Belki de
kendi bakış açısıydı. Evreni görmekte o kendine has yöntemi, hayatı
Hysan'ın gözlerinden görmek istememe sebep oluyordu.
Geçmişimiz ve kişiliklerim iz daha farklı olamazdı ancak buna
rağmen onunla ilgili her şey bende, ruhum kadar derinlerde bir
seviyede yankı uyandırıyordu. M athias'ı on iki yaşım dan beri be­
ğendiğimden emindim... Ancak Hysan tamamen bir sürprizdi. Bana
olan yakınlığının her zaman yarattığı o aynı elektrikli kimyayı şimdi
bile hissedebiliyordum. Ne zaman aynı odada olsak, aramızda mık­
natıs gibi bir çekim vardı ve kanım dokunuşunun Abyssthe etkisine
benzer titreşimleri için deliriyordu. U yuşturucu gibiydi.
"Başka bir şey var," dedim kollarından uzaklaşıp aramıza biraz
mesafe koymaya kendim i zorlayarak. "Saldırıdan önce. M athias ve
ben... öpüştük."
Hysan tepki vermedi. Uzaklaşmadı veya sinirlenmedi, sadece
sessizce bana baktı.
"Ve ikinize karşı da duygularım olduğunu fark ettim. Her zaman
vardı. Oysa şimdi... bunu yapamam. Yani seninle."
Başını salladı. Duygusallaşmasa da canının yandığını biliyordum,
çünkü geri çekildi. Gözleri söndü, hava kadar hafiflediler, ta ki sağ
gözünde sadece altın bir yıldız kalana dek bu andan uzaklaştılar.
Elimi alıp dudaklarına götürdü. Dudaklarını tenime bastırdı ve
fısıldadı, "Hizmetinizdeyim, Leydim."
Kapının ağzına geldiğinde "Sandalım tam ir edildi. Gidip ku r­
tarm alara yardım edeceğim. Kendine dikkat et Rho," dedi.
Cevap beklemeden odadan çıktı.
42

Phaetonis'e vard ığım ızda tam teçhizatlı bir askeri konvoy bizi
uzaylim anından alıp şehrin içine dek bize eşlik etti. Kaptan M arq
da onlara katıldı.
Hipodroma götürüleceğimi zannediyordum , bu yüzden ulus­
lararası köye girdiğimizde şaşırdım. Bugün, köyde hiç insan yoktu
ve festivalden kalan bardaklar ile diğer eşyalar hâlâ yerleri kirleti­
yordu. Helios un Haresi gecesini, savaşacak bir yarınım ızın olduğu
zam anlan, hanelerin dost olduğu, M athias'ın gülümsediği zamanları
düşününce göğsüm acıyordu.
Yaban Arısında olanlar hakkındaki raporum un dinlenmesi için
özel bir otu ru m daveti yapılınca söyleyeceklerimi ezberlemiştim.
Tıpkı Caasy'nin tahm in ettiği gibi, Ophiuchus'un bir efendisi oldu­
ğunu paylaşacak, O phiuchus'un On Üçüncü Hane yi geri getirm e
planlarını anlatacaktım .
Sirna nın peşinden Yengeç büyükelçiliğine giden kalası geçtim.
Bu raporu arena küresinde, M eclis'in önünde sunm ayacak olmak
beni rahatlatıyordu. Başımıza gelen her şeyden sonra evim, olmak
istediğim tek yerdi.
Sirna önden y ü rü y üp beni ikinci kır evine, büyükelçilikte daha
önce gitmediğim tek yere götürdü. Lobi açık bir kum havuzuydu,
her yanda ham aklar ve m isafirler için büyükelçiliğe ait Dalgalar
vardı. Çatı ise çeşitli türlerde balıklara, denizatlarına, yengeçlere,
deniz yılanlarına ve hatta köpekbalıklarına ev sahipliği yapan bir
akvaryum du. S im ayla birlikte en üst kata, devasa bir açık hava
salonuna çıktık.
Altımızdaki zemin akvaryum un tavanıydı ve akvaryum un tüm
binanın genişliği boyunca yayıldığını fark ettim. Sirna önümdeki
masanın diğer tarafında, kendisine ayrılan koltuğa giderken, Pha-
etonis'in kum aş gökyüzü üstüm üzde ağırlaşıyordu. Sonra on iki
haneden savunucular ve büyükelçilerin karşısında yalnız kaldım.
Bugün izleyiciler yoktu. Askerler, kameralar, holografik haya­
letler yoktu. Sadece hayatta kalan temsilciler vardı.
Herkes bana öfkeyle bakıyordu. Bakışlarım yerinden kalkan
bıçak suratlı Charon'u buldu. Görevden alındığını zannediyordum.
Sirna ya soru sorar şekilde başımı salladım ama gözlerini kaçırdı.
Neler oluyordu?
"Rhoma Grace." Charon'un sesi sessizlik içinde gök gürültüsü
gibi patladı ve irkildim. "Korkaklıkla suçlanıyorsunuz. Savunmanız
nedir?"
Korkaklık. Bu sözcük kulaklarım da tıpkı Amiral Crius un an­
nemi suçladığında kullandığı ihanet sözcüğü gibi kışkırtıcı şekilde
yankılandı. Hiçbir şey m antıklı gelmiyordu. Mahkemede m iydim ?
Buraya Ophiuchus hakkında rapor sunmaya geldiğimi zannediyordum.
Sirna'nın beni izlediğini görünce vakur bir tavır takınmaya karar
verip çenemi kaldırdım . "Ophiuchus bizi köşeye sıkıştırdı ama..."
Charon yum ruğunu masaya vurdu. Bunu takip eden sessizlik
adeta yankılandı. "Suçlu m usunuz... değil misiniz?"
A ğzım ı açtım ancak nasıl cevap vereceğim i bilm iyordum .
Uyarılarım bir donanm anın yola çıkm asına sebep olm uştu. Bana
güvenmişlerdi. Onları ben yönetmiştim.
Ancak kıyım ı yapan kişi Ochus'tu.
Ochus.
Ben cevap verem eyince Charon y u m ru ğ u n u te k ra r vu rd u .
"Psişik k alk an ların gem ilerim izi öcünüzden koruyacağını iddia
etm ediniz mi?"
"Kalkanlar işe yaradı ancak sabot..."
"Evet ya da hayır!" diye bağırdı Charon. "Filomuzu Zodyak Uza­
yı nın en tehlikeli yerine, gemilerimizin çoğunu alacağını bildiğiniz bir
buz alanı olan Kyros Kemeri'ne bilinçli olarak yönlendirmediniz mi?"
"Hayır! Öyle bir şey olmadı. Amiral Ignus filoyu buzların için­
den geçirmekte mükemmel bir iş çıkardı."
Öfkeli diyaloglar masa boyunca yankılandı ve Charon, "Belki de
amiral şahitlik eder," dedi. Bütün ukalalığı ve özgüveniyle, gözlerini
odada gezdirdi. Ignus'a ne olduğunu bildiğinden emindim. Sirna bana
Ignus'un gemisiyle birlikte düştüğünü söylemişti.
"Amiral Ignus bir kahram an olarak öldü," dedim. "O ve diğer
herkes. Biri bize ihanet etti."
"Evet, biri ihanet etti. Sen." Charon parm ağını göğsüme doğ­
rulttu. "Güvenimizi sen kırdın, Rhoma. Lider olmaya hazır değildin,
sadece ün peşinde bir çocuktun. Bu yüzden yemin ettikten hemen
sonra yaptığın ilk şey kaçmak oldu. Bu tamamen senin suçun değil,
Yengeçli annen de önündeki en güzel örnek değil. Sonra grup arkada­
şına, em rin altında olmayan bir Yaylıya söylentilerini yayma ve sana
başka hayranlar kazandırm a emri verdin. Bu esnada, yine Yengeç
Savunucusu yetkilerini aşarak âşığınla birlikte Terazi H anesinden
bir gemi çaldın ve kısa zaman sonra karşımıza çıkıp Meclis'i tehlikeli
ve kaderinde başarısızlık yatan bir görevde seni takip etmesi için
manipüle ettin. Bu görevden yalnız başına sağ çıkmayı planlıyordun.
Hepimiz sadece Zodyak çapındaki ününe giden yolun parçalarıydık
ve kim in canını yaktığını hiç um ursam adın, değil mi? Kılavuzun,
Kutupyıldızı M athias Thais'i bile."
M athias'ın adını duyunca donakaldım. Charon'un suçlamalarını
takip eden ölümcül, adeta patlayan bir sessizlik vardı ve sanki bu
sessizlik bedenim den yayılıyordu. Kalp atışlarım ı veya nefeslerimi
bile duymuyordum. Hayatımın olduğu yerde şimdi sadece bir va­
kum vardı.
"Ben bir Yengeçliyim/' dedim alçak ve titreyen sesimle, "anaç
ruhluyum . Söylediğiniz şey ruhum da yok."
"İlk planın Yaban Arısı'm M athias'm uçurması olduğu doğru
değil mi?" diye sordu Charon ve nefesimi tuttum . "Ancak yine de
Mathias'a haber vermeden Amiral Ignus'la görüşüp Yaban Arısı'nı
tek başına uçurm ak için bir tanıtım programı almadın mı? Onu terk
etmeyi başından beri planlıyordun." Sesi artık ne yüksek ne de
coşkundu. Sadece iddialarını sıralıyordu. Kazandığının farkındaydı.
"M athias'ı neden... incitmek isteyeyim?" diye sordum, sesim
tükenm ek üzereydi.
"Çünkü seninle gelseydi, gerçeği, Ophiuchus diye bir şeyin var
olmadığını öğrenecekti. İhanetini itiraf et , çocuk.”
"İtiraz ediyorum." Sirna ayaktaydı. "Bu kız korkaklıkla suçlan­
dığı için burada, ihanetle suçlandığı için değil." Beni savunm asına
rağmen bana bakmıyordu.
"İyi," dedi Charon. "Yeterince dinledik. Davalı suçunu itiraf
etti. Ekselanslar, kararınız nedir?"
"Hayır, ben..."
"Biz Koçlular sanığı suçlu buluyoruz."
"İkinci H an en in kararı nedir?"
"Suçlu," diye gürlüyor Boğalı.
"Üçüncü Hane nin kararı nedir?"
İkizler'in m inicik büyükelçisi sandalyesine sıçradığında zavallı,
kayıp Rubidum'u hatırladım. "Üçüncü Hane suçlu diyor."
Charon oy verm ek için D ördüncü Hane ye seslendi ve şimdi
Sirna nin sırasıydı. En azından Sirna bana sadık kalacaktı. Kalktı,
sesi alçak ancak net çıkıyordu. "Yengeç H anesi'nin oyu sanığı suçlu
buluyor."
Diğer haneler oylamaya devam ederken ben donakaldım, adeta
felç oldum. Oybirliği çıktı. Albor Echus cezamı okumaya başladı.
"Rhoma Grace, suçlu bulundunuz. Bu Meclis e girm eniz sonsuza
dek yasaklandı."
Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. Benden donanmayı yönetmemi
istediler, strateji toplantılarına girmeme izin bile yoktu. Şimdi suç­
lanacak kişi ben miydim?
Altımdaki cama baktım ve bir an için camın kırılmasını, böylece
D enize dönüp nefes almayı bırakabilm eyi diledim. Sonra aklıma
Mathias geldi ve bu dileği bir kenara ittim.
Sirna kalktı ve ciddiyetle bana doğru yürüdü. Sonunda neler
olduğunu açıklayacağını düşündüm ancak bunun yerine daha bu
sabah başıma bizzat yerleştirdiği Yengeç tacını başımdan aldı. Sirna yı
korkunç bir kafa karışıklığıyla izledim ve beynim tekrar devreye
girdiğinde ne yaptıklarını anladım.
Bir savunucu sadece kendi hanesinin toprağında yemin edebi­
lir. Bu yüzden törenim de tuzlu su içmiştik. Aynı şekilde, savunucu
görevinden yine kendi toprağında alınabilirdi. Bunu hipodrom da
yapamazlardı... Büyükelçilikte yapılması gerekiyordu.
Sirna boğazını temizledi ve yüksek, net sesiyle tavansız odaya
seslendi. "D ördüncü H a n e n in S avunucusu u n v an ın ız elinizden
alınm ıştır."
43

Buraya bizzat gönderdiğim Kutupyıldızları şimdi beni yalnız başıma


büyükelçilikten çıkardılar ve kalasın öbür tarafına kadar bana eşlik
ettiler. Sonra beni köyün sokaklarına bıraktılar.
Nereye gideceğimi bilm iyordum . H ayatım da ilk kez yalnız
başımaydım. Sadık bir koruyucum , sığınağım, kaçacak bir büyü­
kelçiliğim yoktu. Bu gezegenden nasıl gideceğimi bile bilmiyordum.
Sanki sarhoşm uşum gibi şaşkın şaşkın dolaşmaya başladım.
Haftalarca son sürat koşturduktan sonra işim bitmişti. Hizmetlerime
artık ihtiyaç duyulm uyordu.
Çevremdeki dünyayı sanki onun bir parçası değilmişim gibi
izliyordum. A rtık hiçbir şeyin parçası olduğumu hissetmiyordum.
Gerçekten kandırılm ıştım . M athias yavaşlayıp her şeyi etraflıca
düşünm em için uyarmıştı ancak kendi takıntılarım ın ötesini göre­
memiştim. Şimdi, hem Mathias'ı hem Hysan'ı hem de bütün güneş
sistemimizin saygısını kaybetmiştim.
Bir anda büyükelçiliklerden insanların dışarı çıkmaya başlamış
olduklarını fark ettim. Çoğu donanmayla yola çıkmayan yardımcılar
ve üniversite öğrencileriydi. Beni gördüklerinde elleriyle işaret edip
yaklaştılar.
Küflü bir şey başımda patladı ve bir anda başka sebzeler de
bana doğru uçm aya başladı. Kalabalık etrafım da toplandı, bana
birbirine karışan kirli sözcüklerle hakaret etmeye başladılar. Hain!
Katil! Korkak!
Ölülerini de üstüme saldılar. Eşim , babam , kardeşim , arkadaşım ,
kızım ... herkes birilerini kaybetm işti. Ve tıpkı Meclis gibi, onların
da suçlayacak birine ihtiyaçları vardı. Savaş geride pek çok enkaz
bırakıyordu.
A ralarındaki yüzlerden birini tanıyordum . Lacey, Helios'un
Halesi'ndeki Balıklı. Yüzü lekeli ve gözyaşlarıyla ıslanmıştı. "Bizi
k u rtaraca k tın /' dedi hıçkırıklarının arasından.
Fırlatılan bir şampanya kadehi kırılıp yanağımı kesti. Gözyaşlarımı
tutmaya çalışıp yüzüm ü saklayarak çevremdeki çember kapanırken
dizlerimin üstüne çöktüm. Daha birkaç gün önce kendilerini yönet­
mem için bana tezahürat yapan insanlar beni paramparça edecekler
miydi, m erak ediyordum.
Birden bir alarm sesi duyuldu. "Kenara çekilin," dedi bir erkek
sesi. "Alanı boşaltın."
Başımı kaldırdım . Saldırganlarım geri çekildi ancak görünürde
askerler yoktu.
İnsanlar tökezleyerek geriledi, yüzlerini koruyorlardı. Birkaç
tanesi yere düştü. Tokat ve yum ru k sesleri duydum ancak olan bi­
teni anlayam ıyordum. Görünmez bir el kolum un üst kısm ını tu ttu
ve beni ayağa kaldırdı.
"Pelerininiz, Leydim."
Bir tasm a boğazım a sarıldı ve altın renkli bir figür hem en
önüm de belirdi.
Hysan geri dönmüştü.
"Şu anda görünmeziz. Gidelim buradan."
Elimi tu tu p insanları iterek beni kalabalığın içinden hızla ge­
çirdi. Köyden çıkar çıkmaz tren istasyonuna doğru yola koyulduk.
Etrafım daki şehir enerjiyle dolup taşıyordu ancak ona ulaşamı-
yordum . Her şeyi cam bir duvarın arkasından izliyor ve duyuyor
gibiydim, camı aşıp gerçekliğe kanlam ıyordum . Ancak bir tren va­
gonuna yerleşip oturana dek sakinleşemedim. "Teşekkür ederim /'
dedim daha fazlasını söylemek için fazlasıyla kırılgan hissederek.
Yüzünü asıp yanağıma dokundu. "Yaralanmışsın."
Kesik zonkluyordu canım yanmıyordu. "Neden buradasın, Hysan?"
Gamzeleri yanaklarında her zamankinin yansı kadar belirdi, sanki
gülümseyişi yarım gibiydi. "Sen unutm ası kolay bir kız değilsin."
Elimi avcuna aldı. "Artı, benim tek gerçek insan dostum sensin."
Bazen her şeyi bırakıp onu öpmemeyi çok zorlaştırıyordu. "Bu­
raya nasıl bu kadar hızlı geldin?"
"Equinox." Gözleri parladı. "Büyükelçi Frey bizimle bağlantı
kurduğundan beri hiperhızla seyahat ediyoruz."
"Frey kovulmam için oy verdi."
"Başka seçeneği yoktu. Frey ve Sirna hapse girmemen için bir
anlaşma yaptılar."
Gizlice uzaylimanına girdik ve her zamanki gibi, Equinox vibro-
kopter pistinin en uzak kenarında görünm ez şekilde duruyordu.
Hysan beni Equinox un psişik kalkanının Tılsım'ı sayesinde sağlam
olduğuna ikna etti.
Gemiye tırm andığım ızda iki kişi bizi bekliyordu. Bir insan ve
bir android.
Lord Neith düm ende oturm uş, N ox 'la birlikte dijital domino
oynuyordu. Küçük bir kız ise izliyor ve hamle tavsiyeleri veriyordu.
Bu Rubidum'du.
"Rubi! Kurtulm uşsun!"
Sıçrayıp onu sarılmaya koştum , Rubidum beni uzaklaştırdı.
"Iyy. Kıyafetlerindeki bu pislik de ne?"
Ç am urun R ubi'nin ü stü n e dam lam am ası için geri çekildim .
"Zeplinin sağ çıkabildi mi?"
Kokunun karşısında b u rn u n u k ırıştırdı. "Hayır, yakıt tank­
larımız patladı. Ancak saygıdeğer Lord Neith beni kurtardı. Kaçış
kapsülüm ü kim dizayn ettiyse sağlam bir beyin nakline ihtiyacı
var." Tüniğinden birkaç kristobalit boncuğu söküp duvara attı. "En
kötüsü de kendi kazdığım ız kuyuya düştük."
"On yedi yaşında birine güvendiniz/' dedim.
Hysan yanaklarını şişirip üfledi. "Psişik kalkanlarım kusur­
suzdu. Onları bizzat test ettim."
"Hysan, seni söylemiyorum. Ochus onu ilk görüşüm de insan­
ların bana asla inanm ayacaklarına dair beni uyarmıştı. Onu haksız
çıkarm ak için yaptığım her şey sadece onun işine yaradı. Şimdi tüm
Zodyak korkağın teki olduğumu düşünüyor. Gerçekten her şeyin
böyle sonuçlanmasını istediğimi düşünüyorlar."
"Tüm suçu sen üstlenemezsin, Rho." Rubidum bir başka boncuk
söktü. "Hepimiz öfkenin bizi körleştirmesine izin verdik."
"Sanırım geleceğim için politikanın üstünü çizebilirim."
Rubidum ve ben alçak sesle güldük ancak Hysan bana dikkatle
bakıyordu, neşeli gözleri beni hapsediyordu. "Yıldızlar seni seçti,
Rho. İnsanlar içinde bulundukları sonsuz adaletsizlikleriyle sana
karşı hata yaptılar ancak hak ettiğin yeri tekrar bulacaksın. Işığın
öyle parlak ki başka insanlara yol göstermeme ihtim alin yok."

♦ ♦ ♦

Yıkanmak için her zamanki kamarama gittim. Hysan etrafımdayken,


her şeyi atlatacağımı hissediyordum... ancak suçluluk duygum Hy-
san'm etrafında fazla zaman geçirmemi zorlaştırıyordu.
Yalnız kaldığım anda, Charon'un büyükelçilikte bana sarf ettiği
tüm o sözler odayı doldurdu ve bu sözcüklerden kaçma isteğiyle
odanın bir köşesine kıvrıldım . Belki de gerçekten korkaktım .
Oceon 6'yı terk etmeden önce Mathias'a Ochus'un ölüm tehditini
söylememiştim. Ona Hysan'la ilişkimizi anlatm am ıştım . Ne kendi
duygularım ı ifade edebilmiş ne de onunkileri dinleyebilmiştim.
Sadece kapıyı suratına kapamıştım. Mathias'ı terk ettim. Babamı
ve Stanton'ı terk ettiğim gibi. Ve Başak halkını. İnsanlara getirdiğimi
gördüğüm tek şey karanlıkken, Hysan ve A gatha'nın bende nasıl
bir ışık gördüklerini bilmiyordum.
Sonunda kalkıp kıyafetlerimi temizleyiciye koyarken,ceplerimi
salladım. M athias'ın astralatörü düştü.
Astralatörü aldım, parmaklarım ı kaygan sedef boyunca gezdir­
dim. Bu M athias'ın ailesine aitti, bana değil.
Zavallı Amanta ve Egon. Hysan ve benim gibi, onlar da yetim
kalmıştı. Ancak daha farklı, çok daha kötü bir şekilde.
Ultraviyole duşta u zun zam an geçirerek ışığın tüm toprak
lekelerini temizlemesine izin verdim. Yanağımdaki yara acıyordu
ve m ikropların ölmesi için yüzüm ü ultraviyole bataryasına yakın
tuttum . Kabinden çıktığımda, bekleyen Sirna'yı buldum.
"Rho, keşke büyükelçilikte senin yerinde ben olabilseydim."
Bedenime göre dikilm iş yepyeni bir Yengeç üniforması uzattı. "Seni
uyarmadığım için beni affet. Charon'la anlaşmamızın bir parçasıydı."
Uzanmış ellerini tuttum . "Görev sert bir efendidir," dedim Sir-
na'nın sözcüklerini tekrar ederek. "Ama ben Kutupyıldızı değilim.
Bunu giymeye hakkım yok."
"Şimdilik işini görür." Giyinmeme yardım etti. "Olayların bu
şekilde gelişmesi gerekiyordu. Daha ısrarcı olsaydık Charon ihraç
cezasından çok daha kötü bir şey bulabilirdi. Anlamaya çalış."
Cebimin üstündeki Kraliyet M uhafızları armasına, altın renkli
üç yıldıza dokundum . M athias'ın üniform asındakiler gibiydi.
"Ben vazgeçmiyorum, Sirna. Sadece... düşünüp hazırlanm ak
için zamana ihtiyacım var."
"Rho, zaten çok şey yaptın."
S im an ın deniz mavisi gözlerine baktım. "Yeni savunucu seçi­
lene dek Agatha geçici savunucu olacak. En yaşlı danışm an o. Ona
iyi bakın."
Sirna ciddiyetle başını salladı. "Elbette bakacağız. Büyükelçiliğe
dönmem lazım ancak önce sana veda etmek istedim. Kendine iyi bak."
"Sen de." Sarıldık gitmek için döndü. O anda astralatörü ha­
tırladım. "Bekle, Sirna. Thais ailesine bir şey götürebilir misin?"
A stralatörü uzattığımda yüz ifadesi üzüntüyle düştü. "Bu Mat-
hias'ındı... ondan önce de kız kardeşininm iş."
Sirna astralatöre baktı ancak uzanıp almadı. "Artık bizimle ol­
mayanların isteklerine itiraz edemeyiz. Mathias bunu almanı istemiş.
Ailesinin onu hatırlayacak çok şeyi var. Bu sana ait."

* ♦ ♦

Sirna Meclis'teki görevinin başına dönmek için ayrılırken Rubidum un


gitmek istememesine sevinmiştim. Benden iki yüz seksen yaş daha
büyük olabilirdi ancak onu küçük kardeşim gibi görüyordum ve şu
anda ikimiz de evsizdik.
Neith ve Hysan düm eni idare ediyorlardı ve Equinox kalkış
yapıp Koç H anesinden havalanırken Phaetonis gezegeninin gözden
kayboluşunu üzüntü duymaksızın izliyordum. Uzaklarda, galaksimizi
çevreleyen bilinmeyen yıldızlar sonsuzluğa uzanıyorlardı.
Sonsuzluğu aklıma sığdıramıyordum. Teleskoplar bir yere kadar
görüyorlardı. Efemerisler bile görünen evrenim izin dışını gösterm i­
yorlardı. Hiçbir gemi uzayın sonuna varabilecek kadar hızlı değildi.
Orada her şey olabilirdi. Her şey m üm kündü.
Empyrean bile.
Rubidum yanım a geldi. "Bir şey mi gördün?"
"Sadece düşünüyorum ."
Alnını cama yasladı. "Biliminsanları evrende bir yerlerde, güneşin
göründüğü her yerde yaşanan her olayın kendilerini, tüm m üm kün
varyasyonlar şeklinde, sonsuz defa tekrar ettiğini söylüyorlar."
"Bunu sevdim." Bizim göremediğimiz bir yerlerde M athias'ın
hâlâ yaşadığı ve başka, çok daha iyi bir Rho G race'in hâlâ safir
renkli bir denizde yüzdüğü bir yer olabilir miydi?
Rubidum kolumu d ü rttü . "H ayranların seni bir şehit gibi göre­
cekler. Her zam ankinden daha ünlü olacaksın. Bu da benim görüm."
"Bunu yıldızlarda mı gördün?"
"Evet. Beni boş yere savunucu yapmadılar. Hysan haklı, sen
de biliyorsun. Sen Yengeç'in gerçek anasısın. Yıldızlar bir başkasını
işaret etmedi."
Yüzümü astım. "Ne demek bu?"
"K utupyıldızlarınız yerine geçebilecek Potansiyellerden hiçbi­
rinin astrolojik parm ak izine rastlamadı."
Çok daha korkunç bir teori zihnimde canlandı: Belki de Yen-
geç'in yeni bir savunucuya ihtiyacı yoktu çünkü Yengeç sonsuza
dek yok olmuştu.
Ancak bu şekilde düşünemezdim.
"Daha fazla eğitim görmeliyim, Rubi." Dizlerimi göğsüme çek­
tim. "Öğrenmem gereken tonlarca şey var." Konuştuğum sırada bile,
M athias'ın tavsiyesine dair hatıra gözlerimi acıtıyordu.
Hysan arkam ızda belirdi. "Nereye gidiyoruz?"
"K ovanın aylarında muhteşem kayak-spa merkezleri var," dedi
Rubidum. "Veya Aslan gezegeninde güneşlenmeye gidebiliriz."
"Ağabeyimi bulmak istiyorum," dedim bunun bencilce olduğunu
bilmeme rağmen. "Muhtemelen H ydragyr'daki mülteci kampında."
"İkizler Hanesi." Rubidum cama dönüp kendi hanesine doğru
gözlerini kıstı. Kırmızı kenarlı gözleri bana İkizler sarayındaki o
hayat dolu ve yaratıcı insanların şimdi yanıp kül olduğunu hatır­
latıyordu. "Bunu görm ekten çekiniyordum ama... evet, bence de
dönme zamanı geldi."
"İkizler mi?" Hysan sanki sirke tatm ış gibi dudaklarını büktü.
"Neith, efendim, hanım lar kararlarını verdi. Üçüncü Hane ye doğru
rota çizin."
İkizler Hanesi Helios un ekseninde Koç'tan çok uzaklardaydı. Bu
yüzden Equinox hızını artırm ak için bir sapan manevrası daha ya­
pacaktı. Yoldaydık ve kamaramda M athias'ı düşünüyordum .
"Rho? Uyanık mısın?" Rubidum un sesi kapının diğer tarafından
geliyordu. "Hysan bunu görmek isteyeceğini düşündü."
Ben girdiğimde Equinox un burnu çoktan kararıp polarize olmuştu.
Dostlarım eğimli camın yakınında güneşim izi izliyorlardı. Gelip
aralarında durdum . Hysan'ın om zuna dokunduğum da gülümsedi.
"Güneşin ışığı seninle olsun," dedi modası nedense geçmiş bir
selamlamayı tekrar ederek.
"Seninle de olsun," diye cevapladım, aynı şekilde.
M enzilim izden çıkm ak üzere olan altın renkli ateşe döndük.
"Şimdi sağa bak." Hysan boşluktaki mavi bir mücevheri işaret etti.
Gözlerimi iyice açtım. Bu Yengeç'ti.
Her zamanki gibi mavi renkle parlıyordu, şimdi ay taşlarından
oluşan, kolye gibi bir halkası vardı. Bana annem in verdiği, her
hanenin kutsal sembollerini birleştiren inci kolyeyi hatırlatıyordu.
Birleşmek. Ophiuchus. İroniye b ak .
Şimdi, her şeyi ve neredeyse herkesi kaybetmişliğimle, kendimi
ilk kez gerçekten çıplak hissediyordum . Galakside yerim yoktu ve
galaksinin bana sunabileceği bir yer de yoktu. Özgürdüm... ve sa­
dece kendimdim.
Sadece, bu kendimi tanımıyordum. Daha önce hiç bu kişi ol­
mamıştım. Bir açıdan, bu kişi yeni bir şans olabilirdi. Crius'un bana
çok hayatlar önce sahip olduğumu söylediği o seçim. Bu yeni benle
alakalı bildiğim tek şey, damarlarında Yengeç Denizi nin dolaştığı
ve kalp atışlarının bir Yengeç şarkısı çaldığıydı.
Elimde tuttuğum tek gerçek, en kötüsünü yaşarken bile bana
tutunan ve asla sönmeyen tarafım, Yengeçli kimliğimdi. Charon Yen­
geç Denizi nin üstünde durup beni korkaklıkla suçlarken ruhum a
meydan okum uştu. Ancak beni anlam ıyordu çünkü ardından beni
izlediği mercek dardı.
Hysan'ın jürisini, beni Ochus'u yenm eyi fazla inatla kafaya
koymama karşı uyarışlarını düşündüm . Diğer insanları On Üçüncü
Savunucu'ya karşı davama yönlendirmeye o kadar odaklanmıştım ki
ordunun oluşturduğu tehdidi görmeyi veya başka insanların bakış
açılarını aklımda bulundurmayı reddetmişim. Charon da aynı şekilde.
Beni sadece dışarıdan, Akrepli gözleriyle görüyordu.
Kendimizi diğer hanelere kapadıkça, dünyalarımız küçülüyordu.
Dünya görüşlerimiz bile daralıyordu. Bu yüzden hanemi kurtarm ak
zorundaydım . İnsanlar ölse bile Yengeç ölemezdi. Leyla ve Sirna'nın
dediği gibi, Yengeç yaşamaya devam etmeliydi.
Hysan yıldızların beni hanemizi koruyacak kişi olarak seçtiğini
söylemişti, ben de bunu yapacaktım , becerebildiğim her şekilde.
Benim evim artık sadece Yengeç değildi. Tüm Zodyak'tı.
Güneş sistemimizi Hysan'ın gördüğü gibi, evim in bir uzantısı,
ilginç şeylerle, maceralarla ve ilginç insanlarla dolu bir yer olarak
görebilmeye çalışıyordum. Onun gibi, ben de tek bir gezegenin değil,
tüm galaksinin vatandaşı olmak istiyordum. Ancak şimdilik, toprak
ve oksijen iyi olurdu. Ve tanıdık yüzler.
Yeni ben için yeni bir ev. Son nefesime kadar koruyacağım bir
ev. Ç ünkü tehlike hâlâ oradaydı. Efendisi, Ochus ve ordu.
S avunucu oldum, yani en tepede işlerin nasıl y ü rü d ü ğ ü n ü
gördüm. Ve değişimi sağlamanın her zaman zor olacağının farkına
vardım , güçlü mevki birden alınsa da, tırnaklarla inşa edilse de.
İki şekilde de insan hem başkalarının muhalefetiyle hem de kendi
mücadelesiyle karşılaşıyordu. İnsan her zaman elinden gelenin en
iyisini yapmalıydı.
Ben de en iyi yaptığım şeyi yapmaya devam edecektim: Yıl­
dızları okuyacaktım. Yardıma ihtiyaç duyulan her yere gidecektim.
Her boş dakikam ı bu durum dan sorumlu olanların izini sürmekle
geçirecektim.
Evimi, babamı ve M athias'ı benden çalanların izini.
Yengeç menzilimizden çıkarken, dostlarıma döndüm. "Kalkanı
indirip Yengeç'e sinyal gönderelim. Orada hâlâ birileri olabilir."
Yüzüğümü tekrar takmaya başlamıştım. Artık saklanmıyordum.
Ochus bir savaş daha isterse, artık ona dokunabilirdim . O nunla
sonsuza kadar savaşabilirdim.
Yengeç'in güç şebekesi hâlâ bozuktu, bu yüzden gezegenime
Psiko-Şebeke'nin toplu zihni üzerinden ulaştık. Dostlarım düm enin
çevresinde süzülüyorlardı ve sessizce, bekleyerek odaklandılar.
Psiko-Şebeke'de pek çok zihin fısıldıyordu ancak Yengeç'ten hiçbir
ses yükselm iyordu. Yirmi dakika boyunca hiçbir yanıt gelmeyince
başımı eğdim.
Sonra İkizler gezegeni H ydragyr'in yüzeyinin derinliklerindeki
sığınmacı kam pına Dalgayla ulaşmaya çalıştık. Hologramların ışık
hızıyla ilerlediği düşünüldüğünde sekiz dakikalık bir zaman gecik­
mesi vardı. Cevaplayan ilk kişi Nishiko'ydu.
Dalgam hasar gördüğü, darbe aldığı ve köşelerinden biri eridiği
için Hysan görüntüyü ekrana yansıttı ve Nishi nin o tanıdık, tar-
çm-kahverengi yüzünün görüntüsü, yüzüm e ilk gerçek gülümsemeyi
getirdi, sıktığım ın farkında olmadığım kasları gevşetti.
"Seni izliyordum, Rho. Bizi bulacağını biliyorduk."
Holografik hayaletler gibi uzun ve bıkkınlık verici gecikmelerle
birbirimizle konuşuyorduk. "Nishi, hâlâ sığınmacılarla mısın? Evine
dönm üşsündür diye düşünüyordum ."
Çenesini kaldırıp gülümsedi. "Kalmak için sebeplerim vardı."
Leydi Agatha konuşmaya katıldı. "Kutsanmış Ana," dedi. İtiraz
etmeye başladım ancak beni henüz duyamıyordu. "İnsanlar bana sa­
vunucu diyor ancak biz Yengeçliler gerçek koruyucumuzu tanıyoruz."
Uzun zaman sonra cevabımı verdim. "Kutsaman için teşekkür
ederim, Agatha. Sağlam durm am ı sağladı."
Sekiz dakika sonra ekranda yeni bir yüz belirdi ve gülüyordu.
"Dine döndüğünü söyleme, Rho."
"Deke! Seni görmek çok güzel."
Bir bekleme daha. Sonra, "M antar yetiştiriciliği yaptığıma inanır
mısın? M antar suşime bayılacaksın," dedi.
Ekranda Nishiko Deke'e sokuldu. Kolunu Deke'in beline dola­
dığında, Deke Nishi yi itmedi. "H alkın burada yeni bir ev kuruyor,
Rho. Senin haneni tekrar kuruyorlar. Buraya bayılacaksın."
Atmosferi olmayan bir gezegenin derinliklerindeki karanlık,
k u ru bir berilyum madenine mi bayılacaktım?
Evet, halkım oradaysa, elbette bayılacaktım.
Hysan ve Rubidum'u tanıştırdım ve yavaş, duraklayan zaman
gecikmeleriyle birlikte bir saat boyunca konuştuk. Yengeçli arkadaş­
larım ın düzinelerce sorusu vardı çünkü Phaetonis'ten gelen haber
bültenlerine inanmamışlardı. Bazı gizemleri açıklamaya çalışsam da,
öyküm ün çoğu oraya varmamı bekleyecekti.
Kapatmadan önce, "Ağabeyimin nerede olduğunu biliyor m u­
sunuz?" diye sordum.
Yüz ifadeleri karardı. Agatha, "Ailenizden haber almadık, Ana.
Denizde kaybolduklarına inanıyoruz."
"Ama ben..." Sesim sönüp gitti. Zihnim çöktü.
Rubidum gelip bana sarıldı. "Erkek kardeşini kaybetm ek kor­
kunç bir şey. Bilirim."
Hysan beni göğsüne çekti ve yüzüm ü tu lum unda saklayıp
dağservisi kokusunu içime çekerken bu acının bitmesini diledim.
Her gün yeni bir bıçak yarası gibiydi.
Tüm kayıpları kaldırabilirdim... bir tek Stanton'ı kaldıramazdım.
Bir hiç uğruna savaşıp hayatta kalmıştım.
"Ailen Yengeç D enizinde/' dedi Deke sekiz dakika sonra. "Onlar
da böyle isterlerdi."
Konuşamıyordum.
Hysan Agatha'ya ne zam an varacağım ızı söyledi, Agatha da
iniş koordinatlarını verdi. Nishiko ve Deke büyük bir eve dönüş
kutlam ası ve bol bol m antar suşisi yapacaklarının sözünü verdiler.
Konuşmayı sonlandırdık.
Ekran kapandığında hep birlikte sessizce durduk. Tepki ver­
memi bekliyorlardı ama ben güçlükle nefes alıyordum. Konuşmam
m üm kün değildi.
Dalgam bir daha hom urdandı. Galiba koordinatları k arıştır­
mışlardı ve düzeltmek için arıyorlardı. Uzanıp Dalgayı almadığımı
görünce midye kabuğunu Hysan açtı.
Bir ses çıktı ancak görüntü yoktu. "Rho, beni... duyuyor musun?"
Ses öyle tanıdıktı ki uyuşukluğum u delip geçti.
"Stanton?" Çaresizce etrafıma bakıp diğerlerinin de bunu duyup
duym adığını düşündüm , yoksa gerçekten aklım ı mı kaçırmıştım?
"Bu bir o ptik sinyal," dedi Hysan Dalga yı bana uzatırken.
"Aygıtı m üm kün olduğunca ağzına yakın tutarak konuş."
Dalgayı ağzıma tuttum . "Stanton, ben Rho. Neredesin?"
Cevap gelmeyince Hysan a döndüm. "Bu şeyin çalıştığına emin
misin?"
"Sinyal optik ışınla ilerliyor. Biraz zaman tanı."
Sonraki sinyal gelene dek heyecanla dört dakika bekledik. Bir
hışırtı patlam ası duyduk, ardından bir ses geldi. "...Stanton Gr...
Rho Ana yı arıyorum. Pellanesus Dağındaki rasathane... deyiz. Gemi
gö... Siz m isiniz?"
"Evet, benim! Stanton, hayattasın. Geliyoruz!"
Sonra tekrar bekledik, bu kez tek fark kalbim umutla atıyordu,
korkuyla değil. Hysan Dalga yı Equinox un ekranına bağlayıp bazı
düğmelere dokundu. Sinyal tekrar geldiğinde Stanton'ın yüzünü
gördük.
“...Dört hafta kadar... Belger ailesi yanımda... iki yüz kişi daha var.
Rasatha... girdik... bir bağlantı kurduk... ağlar... onlar... ve babam...
narstiridyeleriyle... Sevdiği yaratıklarla... öldü... geliyor musunuz?"
Stanton bir dağ yamacında dikiliyor, şiddetli rüzgârla mücadele
ediyordu. Yapraklar ve başka küçük cisimler uçup gidiyordu ve arka­
sında, uydu çanağı şekilli optik bağlantı cihazı ileri geri sallandıkça
görüntü gidip geliyordu.
Hysan'a döndüm. "Oraya inebilir miyiz?"
Equinox 'la konuştu, sonra başını sallandı. "Şiddetli fırtına var
ama geçeriz. Yüzey uygun değilse de havada asılı kalır, hallederiz."
Uzun zam andır içimde beliren ilk iyi his adeta başımdan aşağı
döküldü. Bu öyle yeni bir histi ki sanki canım yanıyordu. Bencillikse
bile, um urum da değildi. Ben artık savunucu değildim. Kendimi ve
ailemi düşünebilirdim .
Ochus babamı, evimi ve M athias'ı benden almıştı. Savunucu
olarak onunla savaşmak için halkım ın desteğine ihtiyacım vardı.
Bir birey olarak istediğimi yapabilirdim.
Ağabeyimle bir araya geldikten sonra On Üçüncü Savunucu su
bulmaya gidecektim.
Ochus yaptıklarının bedelini ödeyecekti.
A nnem in üstüne yemin ettim.

♦ ♦ ♦

BİRİNCİ KİTABIN SONU

♦ ♦ ♦
TEŞEKKÜRLER

Tıpkı Zodyak Evreni gibi benim hayatım da bazen bilmeyerek yap­


salar da çoğu zaman en çok ihtiyaç duyduğum da bana güçlerinden
bir parça veren yetenekli insanlarla dolu. Bana göz kulak olan bu
Kutupyıldızları hayatımda olduğu için çok, çok şanslıyım.
Teşekkürler:
Liz Tingue e, muhteşem bir editör ve aynı ölçüde muhteşem bir
dost olduğun için.
Ben Shrank, Casey Intyre, Lura Arnold, Marissa Grossman ve
Razorbill tak ım ın ın geri kalanına, hayal edebileceğim en harika
basım deneyimini bana yaşattığınız için. Dokuz yaşımdan beri bunu
hayal ediyordum.
Venessa Han ve Kristin Smith'e, gelmiş geçmiş en havalı kapak
için.
Jay Asher'a, bu dünyadan olamayacak kadar güzel dostluğun
ve cömertliğin, ayrıca beni Laura'yla tanıştırdığın için.
Laura R ennert a, bana inandığın, harikulade rehberliğin ve
önüm üzdeki tüm maceralarımız için.
Will Frank'e, her zaman, her zam an yanım da olduğun ve vaz­
geçmeme asla, asla izin vermediğin için.
Nicole Maggi, Lizzie Andrevvs, A nne Van ve Yazarlara ; dost­
luğunuz, bana ö ğ rettik lerin iz ve bu yolculuğu benim le birlikte
yaptığınız için... Nicole, ikiz beyinlerim izin ikiz iki kitap yazmaları
yıldızlarda yazılmış olmalı.
Bu mavi gezegenin her yerindeki dostlarım ve aileme, her dü­
şüşümde kalkmama yardım ettiğiniz, dünyamı mucizeler ve sevgiyle
doldurduğunuz için.
Okuyucularım a, Rho'ya bir şans verip bu uzay yolculuğuna
onunla birlikte çıktığınız için.
A los Bebos— por ser los mejores abuelos y seres humanos del
mundo, los extrano con locura
Russell Chadvvick, mükemmel Terazili ye, her zaman ilham verdiği
için, en iyi dostum, düzeltmenim ve her günüm ün Işık'ı olduğu için.
Meli'ye, bir kardeşten daha öte olduğu için... benim en iyi dos­
tum , rol modelim ve hayatım ın aşkısın.
A Papa— por siempre apoyarm e y nunca dudarme y sobre todo
por enseharme a sonar
Ve anneme, ilk okuyucum ve hayranım olduğu, galaksideki en
iyi anne olduğu ve hanemizin savunucusu olduğu için... sos la mejor
m am a del universo.

You might also like