Professional Documents
Culture Documents
Editörler:
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
Dr. Öğr. Üyesi Gürol PEHLİVAN
Sanat Danışmanı
Özkan BİRİM
Teknik Sorumlu
Şeymanur YILDIRIM
Yazışma Adresi
5527 sok. No: 41/11 Uncubozköy / MANİSA
Elmek: medar.mevlana@gmail.com
Sûfî Araştırmaları -Sufi Studies MLA (Modern Language Association) EBSCO ve Asos tarafından kaydedilmektedir.
Sûfî Araştırmaları –Sufi Studies is indexed in MLA (Modern Language Association) EBSCO and Asos
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies
Cilt/Volume: 9 Sayı/Issue: 17 Yaz/Summer 2018
ISSN 2146-1449
YAYIN KURULU
Dr. hc. Esin ÇELEBİ BAYRU (Uluslararası Mevlânâ Vakfı II. Başkanı)
Prof. Dr. Chakib BENAFRİ (Université d’Alger 2, Cezayir)
Prof. Dr. Cabbar İŞANKUL (Özbekistan Bilimler Akademisi, Özbekistan)
Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ (Sakarya Üniversitesi)
Prof. Dr. Seyit KASKABASOV (Avrasya Üniversitesi, Kazakistan)
Prof. Dr. Himmet KONUR (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Amin ODEH (University of Al-i Beyt, Ürdün)
Prof. Dr. Cahit TELCİ (İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi)
Prof. Dr. Naseem Ahmad SHAH (University of Kashmir, Hindistan)
Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER (Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araş. Ens. Md.)
BİLİM KURULU
Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ (Muğla Üniversitesi)
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Safi ARPAGUŞ (Marmara Üniversitesi)
Prof. Dr. Ziya AVŞAR (Bozok Üniversitesi)
Prof. Dr. Annagurban AŞIROV (Türkmenistan İlimler Akademisi, Türkmenistan)
Prof. Dr. Rami AYAS (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Chakib BENAFRİ (Université d’Alger 2, Cezayir)
Prof. Dr. Osman BİLEN (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Tahsin CEMİL (Cluj Babeş-Bolyai Üniversitesi, Romanya)
Prof. Dr. Okan DAHER (Helsinki Üniversitesi, Finlandiya)
Prof. Dr. Gülgün ERİŞEN YAZICI (Onsekiz Mart Üniversitesi)
Prof. Dr. İlhan GENÇ (Düzce Üniversitesi)
Prof. Dr. Turan GÖKÇE (Kâtip Çelebi Üniversitesi)
Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Khamessi HAMİDİ (Université d’Alger 2, Cezayir)
Prof. Dr. Ayşe İLKER (Celal Bayar Üniversitesi)
Prof. Dr. Alimcan İNAYET (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Cabbar İŞANKUL (Özbekistan Bilimler Akademisi, Özbekistan)
Prof. Dr. Mustafa KARA (Uludağ Üniversitesi)
Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU (KırıkkaleÜniversitesi)
Prof. Dr. Seyit KASKABASOV (Avrasya Üniversitesi, Kazakistan)
Prof. Dr. Süleyman KAYIPOV (Çüy Üniversitesi, Kırgızistan)
Prof. Dr. Zeki KAYMAZ (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üniversitesi)
Prof. Dr. Yusuf Ziya KESKİN (Harran Üniversitesi)
Prof. Dr. Atabey KILIÇ (Erciyes Üniversitesi)
Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ (Marmara Üniversitesi)
Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği
YURTDIŞI TEMSİLCİLERİ
Prof. Dr. Chakib BENAFRİ (Université d’Alger 2, Cezayir)
Prof. Dr. Amin ODEH (Ürdün)
Prof. Dr. Naseem Ahmad SHAH (Hindistan)
Prof. Dr. Elfine SIBGATULLİNA (Rusya Federasyonu)
Dr. Seema ARİF (Pakistan)
Dr. Güzel TYUMOVA (Tataristan)
EDİTÖRDEN
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN ............................................................................................. IX
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
ALANYA/OBA MEVLEVÎ-HÂNESİ
VE MEVLANA TACEDDİN-İ YEKDEST .................................................... 1
The Mevlevi Lodge of Alanya/Oba and Mevlana Taceddin-i Yekdest
Cahit TELCİ
ÇEVİRİLER
EDİTÖRDEN
SUNUŞ
Bu sayıdaki yazımıza kelâmî bir tespitle başlayalım. Yüce Allah varlık âle-
mini var kılarken varlık kurallarını da onunla birlikte var etti. Bu kurallar ana hatla-
rıyla zaman, mekân ve nedensellik/sebep-sonuç ilişkisidir. İnsanoğluna lutfettiği en
büyük nimet olan aklın, varlığı algılayabilmesini de bu kurallara bağladı. Kendisi ise
bu kurallardan tamamen bağımsız, münezzeh bir varlık olunca aklın O'nu tanıma-
sında ve kavramasında ciddi sorunlar oluştu. Mesela, “O, ezelîdir” dediğimizde, her
şey için bir başlangıç noktası olması gerektiğine programlanmış akıl çıkmaza düştü.
Oysa zamanın da sonradan yaratıldığını, yani onun da bir başlangıç noktası olduğu-
nu dikkate aldığımızda ezelî bir varlığı bir başlangıcı olan zaman kavramıyla değer-
lendirmeye kalkmanın mantıksızlığını yine aklımızla anlamış oluruz. Bu mantık
zincirini diğer mekân ve nedensellik kuralları için de kurabiliriz. Özetle ifade etmek
gerekirse, yaratılmışlar için konan kurallarla Yüce Yaratıcı’nın zatını kavramak
mümkün olamamaktadır.
Sunuş yazımıza böyle bir giriş yapmamızın sebebi, iki değerli hocamızla
yaptığımız meal çalışmasını gözden geçirirken dikkatimizi çeken En'âm 6/103 ve
104. âyetlerdir. Âyetlerin meali şöyledir:
"Hiçbir akıl Allah'ın zatını/O'nun nasıl bir varlık olduğunu kavrayıp kuşatamaz.
Fakat O, bütün varlıkları bilir ve ilmi ile kuşatır. Çünkü O Latîf’tir; zâtı maddî gözle görüle-
mez, mahiyeti kavranamaz, O Habîr’dir; her şeyden haberi vardır. 104. Rabbinizden size
deliller; idrak, sezgi ve kalp gözü gibi yetenekler verilmiştir. Kim bu delillerle hakikati görür
iman ederse kendi lehine bir iş yapmış olur. Kim de hakikate gözlerini kapatırsa zararı kendisi-
nedir…"
Âyetin ilk cümlesinin lafzî manası, "gözler O'nu idrak edemez: fakat O,
gözleri idrak eder" şeklindedir. Âyet Allah'ın "latîf" sıfatıyla bitmektedir. Bu sıfat,
O'nun beden gözüyle görülemeyecek bir varlık olduğunu ifade etmektedir. "Rabbi-
nizden size gelen deliller" diye tercüme ettiğimiz ikinci âyetin başındaki "Besâir"
kelimesi asıl konumuzu teşkil etmektedir. Birinci âyetteki "Ebsâr" kelimesi beden
gözüyle görme anlamındaki "Basar"ın çoğuludur. İkinci âyetteki "Basâir" ise, "İd-
rak, sezgi, gönül gözü" diye adlandırabileceğimiz "Basîret"in çoğulu olup aklın
idraki dışındaki his ve manevî yetenekleri ifade etmektedir. Bu ise tasavvuf alanının
ana konusudur. Aslında Yüce Allah meseleyi gayet açık ortaya koymuş ve sanki
şöyle buyurmuştur:
"Ey kullarım! Ben size zâhirî deliller, aklî istidlallerle Benim var olduğumu
anlayacak güç ve imkânlar lutfettim. Fakat Benim zâtımın mahiyetini, nasıl bir var-
lık olduğumu aynı yöntemlerle, yani aklınızla anlayamazsınız. Ben aklın nitelemele-
rine sığmayacak derecede münezzeh bir varlığım. Beni tanımak, Benimle birlikte
olmak, size verdiğim basiret ile yani gönül gözü ve manevi yeteneklerle gerçekleşir.
Şayet siz günahlardan kaçınır, manevi duygularınızı güçlendirir ve gönlünüzü arın-
dırırsanız Beni içinizde hissetme imkânınız artar. Söze ihtiyaç duymadan Benim
varlığımı ve gücümü bütün ruhunuzda hissedersiniz. Aklınızın dar kalıplarıyla tanı-
maktan mahrum kaldığınız Yüce Yaratıcınızı gönlünüzün sınırsız dünyasında hisse-
debilirsiniz."
İşte, "yere göğe sığmayan Allah bir müminin gönlüne sığar", "gönül Allah-
'ın tecelligâhıdır", "çünkü bildin müminin gönlünde Beytullah var, niçin izzet etme-
din ki, ol evde Allah var" gibi sayısız şiire ve deyime konu olmuş anlayışın temelin-
de bu âyet bulunmaktadır. Tasavvuf bir yönüyle de aklî kurallarla çevrili bir dünya-
da bataklığa saplanmış aklın kalıplarından kurtularak basiret deryasında özgürce
kulaç atmaktır. Yeter ki deryayı temiz tutalım ve atacağımız kulaçlar için manevî
kaslarımız güçlü olsun.
Dergi hizmetinin her zaman birinci safında yer alan Gürol PEHLİVAN
kardeşim teşekkürü hak etmenin ötesinde meleklerin duasını almaktadır. Dergiye
vücut veren ise sevgili araştırmacı, akademisyen kardeşlerimizdir. Bu sebeple Prof.
Dr. Cahit TELCİ'ye, Doç Dr. Aydın IŞIK'a; Dr. Ali ÇOBAN'a, Doç. Dr. Süleynan
GÖKBULUT'a, Dr. Murat AK'a ve Yahya Kemal TAŞTAN'a teşekkür ediyoruz.
Allah kalemlerine güç versin.
Son olarak İslami bilimler alanında büyük katkıları olan Prof. Dr. Fuat
SEZGİN hocaya Allah'tan rahmet diliyorum.
Hayırla kalın.
ALANYA/OBA MEVLEVÎ-HÂNESİ
VE MEVLANA TACEDDİN-İ YEKDEST
The Mevlevi Lodge of Alanya/Oba and Mevlana Taceddin-i Yekdest
Cahit TELCİ
ÖZ
Alanya, 1221 yılında Alaeddin Keykubad tarafından fethedilmesinin ardın-
dan geniş çapta Türkmen akınlarına sahne olmuştur. Alanya, 1293 yılından sonra
Karamanoğulları kontrolüne geçmiştir. 1427 Yılında Karamanoğlu Karaman b.
Savcı tarafından Memlüklere 5.000 altın karşılığında satılan Alanya, bu tarihten
sonra Memlüklere tabi ve Karamanoğlu ailesine mensup beyler tarafından idare
edilmiştir. 1471 yılında Gedik Ahmed Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katıl-
mıştır.
Anlaşıldığı kadarıyla XV. Yüzyılın başlarında, yukarıda ifade edilen Kara-
man b. Savcı vasıtasıyla şehir Mevlevilik ile tanışmış olmalıdır. Zira vaktiyle Alanya
Kalesinin ahmedeğinde bulunan bir kitabede bu bey “el-Mevlevî” sıfatıyla ifade
edilmektedir.
Ayrıntısını tam olarak belli olmakla beraber Alanya/Oba’da bu tarihlerde
bir Mevlevi-hane açılmış olması muhtemeldir. Alanya’da Mevlevi-hanenin bulun-
duğu yer halen aynı isimle anılan Oba’dır. Oba, o dönemlerde daha çok askeri bir
alanı tarif eden Alanya’nın, bağlık bahçelik alanlarıyla dikkat çeken bir mesiresi
konumunda idi. Aynı zamanda Oba, Cami medrese ve hamam ile Alanya’nın bir
Pazar kasabası hüviyetinde idi. Daha XIV. Yüzyılda böylesine mimari unsurlarla
donatılan bir kasabada Mevlevihane bulunması da yadsınamaz.
―――――――――
Makalenin Geliş Tarihi: 26. 01. 2018.
Makalenin Kabul Tarihi: 10.02. 2018.
Prof. Dr., İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü,
Çiğli/ İZMİR, ctelci35@hotmail.com
ABSTRACT
Alanya was subjected to large-scale Turkman raids after its conquest by
Alaaddin Keykubad in 1221. After 1293, the city came under the domination of
Karamanids. Alanya, which was sold to Mamluks for 5000 gold by Karaman b.
Savcı in 1427, was ruled by the members of Karamanid dynasty who were subject
to Mamluks. It was then annexed to Ottoman lands by Gedik Ahmed Pasha in
1471.
Apparently, the city must have met with Mevlevi order thanks to above
mentioned Karaman b. Savcı, at the beginning of the 15th century. Because, this
ruler is called as “al-Mevlevi” in an inscription found formerly in the Ahmedek of
the Alanya castle.
Although the details are not completely obvious, it is probable that a
Mevlevi-hane was opened in Alanya/Oba at these dates. The place where
Mevlevihane is located is still known as Oba. Oba was a prominent recreation area
of Alanya with its vineyards and gardens, which mostly corresponded to a military
area at those times. Oba was also like a bazaar town of Alanya with its mosque,
madrasah and public bath. Of course, it is undeniable that a town, which equipped
with such architectural elements yet in the 14th century, has had a Mevlevihane.
The first information about Mevlevihane is obtained from a detailed waqf
register, which belongs to the era of Bayezid II. It is understood from this record
that Mevlevihane’s important sources of income were extracted from the founda-
tion in the time of Mehmed II; on the other hand it was reinstated by Bayezid II.
Bu yet, it is seen that the foundation has lost the most significant portion of its
incomes again in 1530. Till this date, the historical process of Mevlevihane of Oba
is similar to many other Mevlevihanes in Anatolia. While substantial proportion of
other Mevlevihanes has disappeared because of the same reason, the Mevlevihane
of Alanya has survived and maintained its existence during the second half of the
16th century.
―――――――――
8 Turan Gökçe, XVI ve XVI. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara 2000, s. 127, 129;
Mehmet Yaşar Ertaş, “Denizli’de İlk Mevleviler”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
VIII/1, ss. 83-97.
9 Ahmet Yaşar Ocak, “Türkiye Tarihinde Merkezi İktidar ve Mevlevîler (XIII-XVIII. Yüzyıllar)
Meselesine Kısa Bir Bakış”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi II, Konya 1996, s. 20.
10 Osmanlı coğrafyasında Mevlevi hâneler konusu spesifik olarak çalışılmış değildir. Tarikatın
Balkanlardaki yayılımı konusunda bkz. Serdar Ösen, “Balkanlarda Mevleviliğin Yayılması ve
Kurulan Mevlevihâneler”, Yeni Türkiye 67 (Rumeli Balkanlar Özel Sayısı II), ss. 1799-1814.
11 Mehmet Akif Erdoğru, “Karaman Vilayeti Kanunnameleri”, OTAM/IV, Ankara 1993, s. 479,
505; Bu süreçte vefat eden vârissiz Mevlevi dervişlerinin terekelerine Beytülmal eminlerinin
müdahale etmemesi sağlanmıştı. 28 Ş 1107 (1.04.1696) tarihli derkenarda selatin-i maziye
zamanında bu konuda emir sadır olunmuş iken, mürur-ı eyyâm ile bu emrin zayi olduğu ve
eminlerin terekelere yine müdahale etmeye başladıkları, dervişlerin bu konuyu gündeme
getirmeleri üzerine, terekelerine müdahale edilmemesi konusunda Galata Mevlevi-hânesi
dervişlerine berat verildiği ifade edilmektedir. Bk. BOA. MAD, s. 3137, s. 126. Bu deftere ilk
dikkat çeken Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Bk. Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul: İnkılap, 1983, s.
236.
12 Divane Mehmed Çelebi’nin İstanbul’a gelişinin asıl sebebi konusundaki değerlendirmeleri için.
Bkz. Ekrem Işın, “Galata Mevlevîhanesi” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. IV İstanbul:
Toplumsal Tarih Vakfı, 1994, s. 362.
13 Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 337.
―――――――――
14 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.m., s. 20.
15 Seyyid Sahih Ahmed Dede, Mevlevilerin Tarihi, Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye, Haz. Cem Zorlu, .
İstanbul: İnsan, 2011, s. 276.
16 Çelebiler ile ilgili bütün bu süreç hakkında bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s. 154 vd.; Serdar
Ösen, a.g.m., s. 46-47.
17 Baha Tanman, “Galata Mevlevihanesi” DİA, C. XIII,317
18 Baha Tanman, “Yenikapı Mevlevîhânesi”, DİA, C. XLIII, 463.
19 Sahih Ahmed Dede, a.g.e., s. 299.
edilmiş idi. XVI. yüzyılda ise yine bu mıntıkalarda Burdur20, Eğirdir21 ve Sandık-
lı’nın Mevlevilik ile tanıştığı ifade edilmelidir. Kısaca bu Mevlevi-hânelerin gelişme-
lerine bakarsak:
Burdur Mevlevi-hânesi Divane Mehmed Çelebi’nin himayesinde tesis
edilmiş XV. Yüzyıl sonları ve XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan ve Çelebi’nin
halifelerinden olarak bilinen Fedai’nin tasarrufuna verilmiştir. Belki de Burdur
Mevlevi-hânesi, Divane Mehmed Çelebi’nin himayesinde Fedai tarafından inşa
edilmiştir. Esrar Dede’nin nakline göre bu yapı Şahkulu gailesi sırasında yakılmış-
tır22.
Bilindiği gibi bölgenin en erken Mevlevi-hânelerinden bir tanesi Eğirdir
Mevlevi-hânesidir. Mevlevi-hâne Divane Mehmed Çelebinin himayelerinde tesis
edildikten sonra Nurullah Dede’nin tasarrufuna bırakılmıştır23. Sadi Kucur, Fatih
döneminde yaşanan vakıfların neshi sürecinin Eğirdir Mevlevi-hânesini de etkiledi-
ğini ifade etmektedir24. Fatih, mıntıkanın bu en eski kurumunun gelirlerini bile
timara tahsis etmiş idi. II. Bayezid zamanına ait Hamid Sancağı vakıf defteri burayı
kaydederken “mezkûr Mevlevi-hânenin vakfı nesh olub timara verilmiş imiş şimdiki halde
pâdişahımız eazzallahü ensarehu hazretleri mezbur vakfın vakfiyetin ber karar-ı sâbık mukar-
rer dutup meşihatin Eğirdür hatibi Mevlânâ Sinan’a sadaka edüb hükm-i cihanmüta verildüği
ecilden deftere sebt olundu”25 ifadelerine yer verir.
Sandıklı Mevlevi-hânesi’nin de aynı şekilde Divane Mehmed Çelebi hima-
yesinde tesis edildiği ve şeyhliğine de Ali-i Rumi’nin tayin edildiği bilinmektedir26.
Antalya Mevlevi-hânesi’ne gelince tarihçesi biraz karmaşık gibi görülmek-
tedir. Bir taraftan Mevlevi hâne olarak bilinen bir yapı bulunmaktadır. Ancak anla-
şıldığı kadarıyla yapı, Mevlevi-hâne fonksiyonunu sonradan kazanmıştır. Her halü-
karda XV. Yüzyıl civarında buraya da Konya’dan bir halifenin gönderildiği anlaşıl-
maktadır. Ancak 1530 tarihli muhasebe defterinde bir Mevlevi-hâne yoktur. Kanaa-
timce bu Mevlevi-hâne muhtemelen erken dönemde tesis edilmekle beraber XVI.
Yüzyıla erişmeden ya da XVI. Yüzyıl başlarında isminden dahi eser kalmayacak
şekilde harap hale gelmiştir.
―――――――――
20 Esrar Dede, Tezkire-i Şu’ara-i Mevleviyye, haz. İlhan Genç, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, 2000, s.
413-414; Fedai hakkında bkz. Bilal Çakıcı, Fedaî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanının Tenkitli Metni
Ankara 2005 (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Dr. Tezi). Keza, “Burdur
Mevlevihanesi Şeyhlerinden Fedai Dede”, Mevlana Araştırmaları 3, ed. Adnan Karaismailoğlu,
Ankara: Akçağ, 2009, ss. 189-218; Rıza Oğraş, “16. Yüzyılda Burdurlu Bir Şair: Fedayi”, SDÜ
Burdur Eğitim Fakültesi Dergisi, 3(2002), ss. 67-73.
21 438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri (937-1530), Ankara: Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü, 1993, s. 306
22 Esrar Dede, s. 413-414.
23 Nihat Azamat, “Divane Mehmed Çelebi”, TDV. İA. IX, 436.
24 S. Sadi Kucur, “Eğirdir Mevlevihanesi ve Germiyanoğlu Musa Bey’in Temlîki ile Sultan Veled’in
Vakfı”, Sosyal Kültürel ve Ekonomik Yönleri İle Eğirdir, 1. Eğirdir Sempozyumu, Isparta: Süleyman
Demirel Üniversitesi, 2001, ss. 579-596.
25 BOA. MAD. 3331, s. 116.
26 Nihat Azamat, aynı yer.
―――――――――
27 Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. 9, Haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, Robert Dankoff, İstanbul:
Yapı Kredi, 2005, s. 147.
28 Metin Sözen, “Oba Pazarı Çevresi ve Oba Medresesi”, Sanat Tarihi Yıllığı 1964-65, İstanbul: İÜ
Edebiyat Fakültesi, 1965, s. 143.
29 Metin Sözen, aynı yer.
30 Gülefşan Camii için bkz. Aptullah Kuran Vakıflar Dergisi VIII (1969), s. 214 vd.
31 Metin Sözen, a.g.m., s. 143-145.
32 BOA. TD. 990, s. 3vd.
33 İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya Tarihi (Alâiyye), Yay. Alanyalı M. Ali Kemaloğlu, İstanbul: Ayaydın
Basımevi, 1946, s. 91; Merhum Prof. Dr. Ali Yardım bu kitabeyi, aynı zamanda çok ciddi bir
kültür tarihi dersi ile beraber kitabında yeniden ele almıştır. Bkz. Alanya Kitabeleri (Tesbit, Tescil,
Tasnif ve Değerlendirme), İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti, 2002, ss. 167-169.
34 166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri 937/1530, Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü, 1995, s. 620.
―――――――――
35 166 Numaralı… , s. 620.
36 İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet Yazmaları nr. MC. O76, vr.183b-184a.
―――――――――
37 Mehmet Çayırdağ, “Kayseri Mevlevihanesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi 2/2
(Mayıs 1996) ss.91-92.
38 Antalya’daki bu yok oluşun diğer Mevlevi-hâneler bağlamından biraz farklı olarak 1455 öncesinde
şehirde meydana geldiğini bildiğimiz şehir yangınında da harap olma ihtimali vardır. Belki
yanmasına yanmıştır ancak her nasılsa XVI. yüzyıl kayıtlarında yer bulacak şekilde bir daha ihya ve
inşası söz konusu olmamıştır.
39 BOA: TD 291, s. 70’den naklen Halit Çal, “Çankırı Mevlevihanesi”, Türkiyat Araştırmaları
(Hacettepe Üniversitesi) C. 23/2015, s. 161-162
40 1530 Muhasebe defterinde Niğde kısmında bu Mevlevi hâneye iki atıf vardır. Atıflardan birisi
Niğde vakıfları kısmında ve “Vakf-ı Mevlevi-hâne der nefs-i Niğde” başlığı ile verilmiş olup
toplam 2.075 akça gelir ile kaydedilmiştir. İkinci kayıt ise Mevlevi-hânenin vakıflarından olan
Karye-i Sazala’da su basan yerlerin malikânelerinin Eski Medrese ile Mevlevi-hâneye vakf olduğu,
Mevlevi-hânenin harap olması ile bu hissenin Konya’da türbe-i mutahharaya sarf olunduğu
kaydıdır. Bk. 387 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri (937/1530) C. I, Ankara:
Başbakanlık Dvlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 1990, s. 163, 174.
41 Anadolu’da metruk hale gelen Mevlevi-hâneler sorunu sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir.
Erzincan Mevlevi-hânesi’nin takriben XVIII. Yüzyılın ikinci yarısında metruk hale gelmiş olması
da bu meyanda değerlendirilmelidir. Bkz. Nihat Azamat, “Kemahlı İbrahim Hakkı”, TDV. İA,
C.XXV, 221.
hânenin 1491’de inşa edilmesinden sonra ikincisi için yüz yıl geçmesi gerekecekti.
Yani XVII. yüzyıl ortalarına kadar Mevleviler ile devlet yönetimi arasında adı ko-
nulmayan bir sorunun mevcudiyeti şüphesizdir. Alanya Mevevi-hânesi’nin varlığını
XVI. yüzyılın ikinci yarısında devam ettirmesi/ettirebilmesi bu meyanda önemlidir.
Mevlana Taceddin-i Yekdest
Mevlana Taceddin’in kimliği hakkında maalesef bilgi bulunmamaktadır. İs-
mindeki Mevlana nisbesi kendisinin ilmiye kökenli olduğunu belki de müderris oldu-
ğunu çağrıştırmaktadır. Alanya civarında dört vakfın kendi tasarrufunda olması devlet
ricali üzerinde/arasında etkili ya da hatırı sayılır bir kişi olduğuna işaret edebilir. He-
men yakın tarihlerde Konya/Larende’de bu isimli (Mevlana Taceddin) bir müderris-
ten haberdarız42. Mevlana Taceddin Larende’de Hatun Medresesi müderrisidir. Aynı
zamanda Hatun türbesi vakfının da tevliyeti uhdesinde bulunmaktadır. Yine
Larende’de Vakf-ı Cüzhani-i Panbukçuoğlu43, Şeyh Çelebi veled-i Hacı Alaaddin
Medresesi44 ile aynı kişinin Darülhuffaz vakfı da45 Mevlana Taceddin el-Müderris
olarak ifade edilen kişinin uhdesinde bulunmaktadır. Mevlana Taceddin hakkında bir
başka kayıt daha ilginçtir. “Evkaf-ı vazife-i Emre Beğ ve Mescid-i Kıncı ve Mescid-i Göl der
tasarruf-ı müşarünileyh Mevlâna Taceddin be nişân-ı Sultan Cem ebniye harâb olub yeri muattal
kalduğu sebebden verilmiş ve Mevlana Gök kadısından dahi tapuya alduğuna elinde mektub
var”46 olarak kaydedilmiştir. Başka bir kayıt da, bahsi geçen Mevlana Taceddin’i Ka-
raman Vilayeti Evkaf müfettişi olarak ifade etmektedir47. Eğer Alanya’da Mevlevi-
hâne ile diğer bazı zaviyeler bahsinde gördüğümüz Mevlana Taceddin-i Yekdest,
Karaman’da karşımıza çıkan Mevlana Taceddin el-Müderris aynı kişi ise o esnada
Karaman Valisi olan Şehzade Cem’in çevresinde olduğu varsayılabilir.
Alâiye Mufassal Vakıf Defteri
İstanbul Belediyesi Atatürk kitaplığı Muallim Cevdet yazmaları arasında bulu-
nan ve baş tarafı Rumeli’ye ait kayıtları havi defter içerisinde ciltlenmiş bir parçadan
oluşan bu defter, tespitlerimize nazaran ilk olarak Mehtap Akgül tarafından 1989
yılında tamamladığı doktora çalışmasında kullanmıştır48. Defterin hemen tamamı
tablolar halinde tez içerisinde bulunmakta ve Tapu Kadastro 172 numaralı defter ile
mukayese edilmektedir. Defter, yakın tarihlerde Mehmet Ali Bozkuş tarafından
Karamanoğulları ve Osmanlı vakıf devamlılığı bağlamında kullanılmıştır49. Bahse konu
―――――――――
42 Atatürk Kitaplığı-Muallim Cevdet Yazmaları O.116-1, s. 44b.
43 Aynı Defter, s. 47b.
44 Aynı Defter, s. 50a.
45 Aynı Defter, s. 50a.
46 Aynı Defter, s. 50b.
47 Aynı Defter, s. 49b, 60b.
48 Mehtap Akgül, 16. Yüzyıl Arşiv Kayıtlarına Göre Alâiyenin Sosyal ve Ekonomik Hayatı İle Nüfus ve İdâri
Taksimatı, İstanbul: İÜ. Sosyal bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Dr. Tezi, 1989.
49 Mehmet Ali Bozkuş, “Ala’iyye (Alanya) Sancağı’nda Karamanoğullarından Osmanlı’ya Devreden
Vakıflar”, Uluslararası Orta Anadolu ve Akdeniz Beylikleri Tarihi Kültürü ve Medeniyeti Sempozyumu II,
Karamanoğulları Beyliği, ed. Mehmet Şeker vd. Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, 2016, s.
510, 513.
ettiğimiz Mevlevi-hâne vakfı kaydı da diğer vakıf kayıtları ile beraber çalışmaya dâhil
edilmiştir.
Atatürk Kitaplığı-Muallim Cevdet Yazmaları.
O.76,
vr.183b
Vakf-ı Mevlevi-hâne be hükm-i hümayun der tasarruf-ı Mevlana Taceddin-i Yekdest
‘an icare-i dükkân-ı debbağ ‘an icâre-i turunç der Diraht-ı ceviz der Nağlu
1 kıt’a kenâr-ı ırmak-ı Oba 1 kıt’a
Hâsıl-ı nısf
20 100 15
Hamam der Nağlu ‘an icâre-i zemin-i Göl- Bağçe-i Turunç der piş-i
1 çifte cük der piş-i Kızıl Bağ Tekye
Harâb
30 20
Bağçe-i enâr der civâr-ı Asiyab der pîş-i Mevlevi ‘an icâre-i zemin-i
Seydi Beğ hâne âsiyâb-ı Arab Hoca
50 1 kıt’a 20
Harâb
‘an icâre-i zemin-i Çeldiz? ‘an icâre-i zemin-i Beğ Resm-i Asiyâb
der karye-i Çıpıl- konağı der kenâr-ı Dim 1 kıt’a
lar/Çepeller Hâsıl Harâb
Hâsıl
30 15
‘an icâre-i zemîn der Baba ‘an mukata’a-i Hamam-ı Taş Pazar mezkûr hama-
1 Kıt’a mın vakfın nesh olup timara hükm olunmuş imiş
Hasıl şimdiki halde ber muceb-i hükm-i hümâyun vakf
100 mukarrer
Hisse
750
Cem’an vakf-ı Mevlevi-hâne
920
vr. 184a
Vakf-ı Zaviye-i Gaybi ? der karye-i Çıpıllar/Çepeller der tasarruf-ı Mevlana
Taceddin-i Yekdest ber suret-i hükm-i hümayun
‘an icare-i zemin der karye-i Çıpıllar/Çepeller der pîş-i zâviye-i mezkûre
2 Kıt’a
Hasıl: 20
Vakf-ı Tekye-i Nağlu der tasarruf-ı Taceddin-i mezbûr ber suret-i hükm-i hümâyun
―――――――――
50 TK. 172, s. 129.
51 TK. 172, s. 129.
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
BOA. TD. 166, 387, 438, 990.
BOA. MAD. 3137.
TK. TD 172.
Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet Yazmaları, O.76, O116-1.
ÖZ
Sanat ya da estetik bizi insanın etkinlik dünyasından bir estetik coşkunluk
dünyasına taşır. Estetik coşkunlukta ise bir an için insan, nesnel ilgilerden sıyrılarak
kendine özgü bir tavır içine girer. Bu tavır, derin ve özel anlamı olan bir tavırdır.
Kendi içinde amaçlı ve anlamlıdır; yani “authotelos”tur; coşku içinde olan ve bir
sanat eserini izleyen, ya da dinleyen bir kimsede “özel anlam”ı olan bir dünya olu-
şur. Gazzâlî’ye göre sevgide esas olan varlıktır; çünkü varlığın devamı sevildiği gibi
kemali de sevilir. Varlığın yokluğa tercih edilmesinde bir hayır; bir güzellik vardır.
Varlık/Varlıklar kendinde bulunması mümkün olan bütün kemalatı kendisinde
topladığı zaman, güzelliğin zirvesine ulaşmış demektir; zira noksanlıkta kemal yok-
tur. Gazzâlî, sevgi, haz ve hoşlanmanın kısacası estetik tavır alışın doğrudan bilgi,
idrak ve ahlakla alakalı olduğunu düşünmektedir. Ona göre bilme sadece dış dün-
yanın algılanması değildir; bilme bir hissediş ve bir estetik zevk halidir. Bu bağlam-
da zevk ve hoşlanabilme durumu bilginin olmazsa olmaz şartıdır: Bir şeyi hoş ve
güzel bulan kişi aynı zamanda “bilen kişidir”. Gazzâlî’nin burada estetik duyguyu ve
estetik yargıyı bilginin ve insan olmanın temeline yerleştirildiği açıktır: Estetik haz
ve temaşa yaşamayan insan değildir; insan doğulmaz olunur.
Gazzâlî, estetik güzelin, bizzat güzel olduğu için sevildiğini ve bu türden
bir sevginin insanlarda ortak bir özellik olduğunu iddia eder. Doğanın güzelliği
bizatihi kendisi için sevilir ve bizatihi hoştur; burada bir yarar ya da çıkar sevgisi
yoktur. Yeşillik ve su sevgisi başka bir ihtiyaçtan dolayı değil sadece onların doğala-
rının sevilmesi sebebiyledir. Akarsular yeşillikler, mutlak surette yemek, içmek için
―――――――――
Makalenin Geliş Tarihi: 19. 12. 2017
Makalenin Kabul Tarihi: 30. 03. 2018
Doç. Dr., İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler ÜFakültesi Felsefe Bölümü,
Çiğli/ İZMİR, aydin.isik@ikc.edu.tr
değil güzel oldukları için sevilirler. Gazzâlî açısından bir sanat eseri sanatçısının
büyüklüğünü ve ustalığını yansıtır; benzer bir şekilde bu dünyanın güzelliği de Al-
lah’ın yüceliğini ve keremini yansıtır. Gazzâlî’ye göre, insanın iç ve dış yapısına
bakılırsa akıllara durgunluk verecek güzelliklerle ve çok ince bir sanatla karşılaşıla-
caktır. Hiçbir metin bütün hikâyeyi anlatmaz, arada okuyucunun doldurmasını
istediği boşluklar bırakır. Okuyucu bu boşlukları istediği mümkünlüklerle doldura-
bilir; ister buna Tanrı deyin, ister başka bir şey. Sanatçıların insanı insana göstermek
ve böylece dünyayı daha insanlaştırmak gibi bir görevi vardır. İyi sanat ya da gerçek
sanat, insanı insana gösteren ve insanı insan hakkında bilinçli kılan sanattır. Özellik-
le Gazzâlî gibi İslâm mutasavvıflarınca estetik güzel temaşasında (ihsan) detaylı bir
şekilde ele alınan “çoklukta birlik”i ve “birlikte çokluk”u görmek, sûfîlerin hem
kendilerine hem de varlıklara daha hoşgörülü yaklaşmalarının en temel nedenlerin-
den biridir.
Anahtar Kelimeler: Gazzâlî, güzellik, estetik, sanat, varlık.
ABSTRACT
Arts, or aesthetics, moves us away from the world of action to the world
of aesthetic world of enthusiasm. In aesthetic enthusiasm, man gets free of
objective concerns and adopts a particular attitude. This attitude is a deep one with
a peculiar meaning. It is purposeful and meaningful in itself; in other words it is
“autotelos”. In a person who experiences a work of art in enthusiasm emerges a
world with “special meaning”. According to Al-Ghazali, it is Being that which is
essential because man loves not only the lastingness of Being, but also its maturity
(Kemal). There is a benevolence; a beauty in the preference of Being over Nothing.
When Being/beings brings all of the maturity possible to be found in
itself/themselves together, this means an access to the peak point of beauty
because there is no maturity in deficieny. El-Ghazali considers love, pleasure and
liking, in other words, aesthetic attitude as being related directly knowledge,
comprehension and morality. According to him, knowing is not just the perception
of the external World; it is a state of feeling and aesthetic pleasure. In this context,
the state of being able to get pleasure to like is a necessary condition of knowledge:
Someone who finds something pleasurable and beautiful is “a person who knows”.
It is clear that Al-Ghazali situates here aesthetic feeling and aesthetic judgment at
the foundation of knowledge and being human: Someone who does not experience
aesthetic pleasure and contemplation is not a human being. One is not born as a
human being, but one becomes a human being.
Al-Ghazali proclaims that the reason why the aesthetically beautiful is
loved is that it is itself already beautiful and that this kind of love is a common
property among human beings. The beauty of nature is loved for its own sake and
it already beautiful by its own; here there is no love for utility or self-interest.
Rivers, greenery are loved not in order to be consumed, but just because they are
beautiful by themselves. According to Al-Ghazali, a work of art reflects the
18 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 17
Gazzâlî’nin Sûfî Estetiğinin Ve Sanatının Temelleri Üzerine
greatness and mastery of its artist. In a similar way, the beauty of this World
reflects the sublimity and grace of God. According to Al-Ghazali, if one looks at
the inner and outer structure of human being, one encounters a beauty exceeding
one’s limits of reason and very delicate work of art. No text narrates us the whole
story, it leaves some gaps to be filled by the reader. The reader can fill up these
gaps with the possibilities he or she wishes; no matter whether one calls it God or
something else. The task of the artist is to show man to man himself and making
the world more humane through this showing. Good art or real art is the kind of
art which shows man to man himself and that which renders man more conscious
about himself. Seeing “multiplicity in oneness” and “oneness in multiplicity” is the
most basic reason of sufis’ approach to themselves and to beings in a tolerant way;
this is a topic which is handled especially by the Islam sufis like Al-Ghazali in the
contemplation on the aesthetically beautiful.
Keywords: Al-Ghazali, beauty, aesthetics, art, Being
Giriş
Sûfî perspektifte eşyayı hakiki bir şekilde algılamak, yani Allah’ın her nes-
nede varoluş sahnesine koyduğu estetiğin, güzelliğin farkına varmak, eşyadaki
ahenk, zarafet ve inceliği fark ederek tasvir etmek, tıpkı yazılı ilâhî bir metni tefsir
etmek gibidir. Sanat ya da estetik bizi insanın etkinlik dünyasından bir estetik coş-
kunluk dünyasına taşır. Estetik coşkunlukta ise bir an için insan, nesnel ilgilerden
sıyrılarak kendine özgü bir tavır içine girer. Bu tavır, derin ve özel anlamı olan bir
tavırdır. Kendi içinde amaçlı ve anlamlıdır; yani “authotelos”tur; coşku içinde olan
ve bir sanat eserini izleyen, ya da dinleyen bir kimsede “özel anlam”ı olan bir dünya
oluşur. Bu anlam, çoğu zaman yaşamın anlamıyla eşdeğer değildir. Çünkü burada,
artık nesnel dünyayla ilgili duyular ya hiç yoktur, ya da başka bir biçime dönüş-
müşlerdir. Söz konusu dünya artık estetik bir dünya, yani kendine özgü duyguları ve
biçimleri olan bir dünyadır.1 Kendine ve dünyaya “evet” diyebilen insan, yalnız için-
de doğup büyüdüğü ve kendisine hazır olarak verilmiş bir evren içinde yaşamaz;
insan, bu doğa evreni üzerinde hazır olarak bulmadığı, ama kendisinin yarattığı bir
başka evren içinde daha yaşar.2
İşte bu bağlamda kendisini bir sûfî olarak tanımlayan Gazzâlî’nin estetik ve
sanat anlayışının nesnel estetik kuramlarını reddedip reddetmediği ya da aşıp aşma-
dığı; estetik temelli bir ahlaki güzellik tasavvurunu savunup savunmadığı makalenin
temel konularından biri olacaktır. Gazzâlî, nerdeyse bütün eserlerinde güzellik
meselesiyle ilgilenmiş fakat estetikle ilgili ayrı bir eser kaleme almamıştır. O, eserle-
rinde bu meseleleri bütüncül bir tarzda ele almamış olsa da onun sanat ve estetiğe
değer verdiği hatta merkezi öneme sahip konulardan biri haline getirdiği görülmek-
―――――――――
1 Bkz. Kant, Critique of Judgement, çev. James Creed Meredith, London: Clarendon Press, 1980, s. 64;
İhsan Turgut, Sanat Felsefesi, İzmir: Akademi Kitabevi, 1993, s. 102.
2 İsmail Tunalı, Estetik, İstanbul: Remzi Kitapevi, 6. Baskı, 2007, s. 182.
―――――――――
3 Bkz. Gazzâlî, İhyâ IV, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1974, s. 297-299.
4 Bkz. Doris Behrens-Abouseif, Beauty in Arabic Culture, Princeton: Markus Wiener Publishers,
1999, s. 41-44. Bu yüzden bazı tıp kitaplarında hamamların duvarlarına resimler yapıldığından
bahsedilir; hamamda yıkananlar nasıl bedendeki pislerden kurtuluyorlarsa duvardaki resimler de
onları hüzün ve kederlerinden uzaklaştıracaktır.
―――――――――
5 Gazzâlî, Tehâfütü’l felâsife, çev. Bekir Karlığa, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1981, s. 195-197.
6 Doris Behrens-Abouseif, Beauty in Arabic Culture, s. 44.
7 Tolstoy, Sanat nedir?, çev. Baran Dural, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 88.
8 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 299.
9 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 298.
kendisinde toplamış bir atı kastediyoruz. Güzel yazı dediğimizde de, yani tekniğinin
gerektirdiği harf uygunluğu, muvazene, istikamet, tertip, intizam, nokta, cümle ve
satırbaşı gibi vasıfları toplayan yazıyı anlıyoruz.10 Gazzâlî’ye göre bir varlığa güzel
denilebilmesi için varlığın kendisine layık olan her vasfı toplamış olması lazımdır.
Bazen bir varlıkta aranan bir nitelik, diğerinde olmayabilir; kısacası her şeyin güzel-
liği kendisine layık olandadır. Mesela atı güzelleştiren insanı güzelleştirmez; yazıyı
güzelleştiren sesi güzelleştirmez, elbiseyi güzelleştiren evi güzelleştirmez,
herşeyin/herkesin kendine has birtakım özelliği vardır; güzellik bu heyetlerin bü-
tünsel uygunluğudur.11 Ontolojik bir ifadeyle varlığı parçalamaksızın “güzellik bir
bütündür ve onun yarısı olmaz.”
3. Gazzâlî’nin Estetik Epistemolojisi ve “Estetik Amaçsız
Amaçlılık” İlkesi
İlkçağdan günümüze kadar gerek felsefede gerekse gündelik yaşamda güzel
olanla, ahlak ve bilgi arasında doğrudan bir ilişki kurulmuştur. Estetiğin “güzel”
kavramı ahlakın “iyi” ve bilginin “doğru” kavramları yerine kullanılmıştır. Sokrates
ve Platon eserlerinde güzellik ve iyilik kavramlarını birleştirerek yine güzelliği an-
latmak için kalokagathia (güzel-iyi) şeklinde kullanmışlardır. Bu bağlamda Gazzâlî de
sevgi, haz ve hoşlanmanın kısacası estetik tavır alışın doğrudan bilgi, idrak ve ahlak-
la alakalı olduğunu düşünmektedir. Ona göre bilme sadece dış dünyanın algılanması
değildir; bilme bir hissediş ve bir estetik zevk halidir. Bu bağlamda Gazzâlî, zevk ve
hoşlanabilme durumunu bilginin olmazsa olmaz şartına dönüştürür. Gazzâlî’nin
ifadesiyle “Zevk alan (estetik hoşlanma gerçekleştiren) aynı zamanda bilir” (Men
Zaaga arafe)”. Burada estetik duygunun ve estetik yargının bilginin ve insan olma-
nın temeline yerleştirildiği açıktır. Gazzâlî, estetik epistemolojisini temellendirirken
durumunu daha da netleştirir ve lezzet ya da hoşlanmanın “zihnin/bilginin bir
formu olduğunu savunur” (El-lezzete nev’ü idrak). Ona göre estetik hoşlanma ve
estetik objektivasyon bir idrak türü veya bir çeşit bilmedir. Dolayısıyla da hoşlanma
melekesine sahip olmayanlar, bilemeyen ve insan olamayan kişilerdir. Gazzâlî, söz
konusu yaklaşımın tersinin de doğru olduğunu söyler; yani ancak ârifler gerçek
anlamda ihsanı/zevki (estetik temaşayı) yaşayanlardır/bilenlerdir.
Yukarıda da görüldüğü üzere Gazzâlî, sevgiyi idrak ve bilgi şartına bağla-
makta, insanın ancak bilgi sahibi olduğu ya da tanıdığı objeyi sevebileceğini iddia
etmektedir. Buradan hareketle de Gazzâlî, gözün lezzetinin güzel nesneleri, suretleri
görmekte; kulağın lezzetinin hoş ve ölçülü nağmeleri dinlemek olduğunu söylemek-
tedir. Elbette burada etkin olan unsur estetik süjenin/öznenin durumudur: “Zevk
alınan her şey zevk alan için sevimlidir” demek öznenin, estetik objeye yönelmesi
veya meyletmesi demektir. Sonuçta her duyu kendi anlayışına göre zevk alır; kendi-
ne ait, anlaşılabilen şeylerden birini anlayabilir ve anladığı şeyden zevk alır ve fıtra-
ten ona meyleder ve onu sever. Mesela gözün zevki, görüp hoşlandığı şeylerde,
yeşillikleri, akarsuları ve güzel yüzleri görmesinde; kulağın zevki, duyduğu güzel
―――――――――
10 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 299.
11 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 300.
seslerde; burnun zevki aldığı güzel kokularda; dilin zevki yemeklerin tadında, tut-
manın zevki de yumuşaklık zevkini okşayan şeylerdedir.12
Gazzâlî’nin, estetik epistemolojisinin kaynağını Allah’la ya da Allah’ta te-
mellendirdiği açıktır. Ona göre insanların gönlüne “güzelliği” algılama yetisini ko-
yan, onlara varlıklardaki “ilâhî güzelliği” algılama yeteneğini ve potansiyelini fıtri
olarak veren (hatta var kılan) Allah’tır. Sûfîler açısından Allah güzeller güzelidir;
“Allah güzeldir ve güzelliği sever”; gerçek güzellik Allah’ın cemalidir. Elbette sey-
rettiğimiz şeyin gerisinde her zaman daha derinde bir şeyler vardır. Görmek, bir
duygu-düşünce bütününde bir gerçekliği tüm belirleyici özellikleriyle saptamak ya
da “paranteze almak”tır; yani özel olarak görülen biçimde saptamaktır. Biz, bir şey
hakkında estetik yargıda bulunuyorken, aslında ilgili nesneyi paranteze alıyoruz
demektir. Çünkü “gerçeklik”, olan”ın sınırlarında bitmez kendini “olası”ya doğru
taşır; estetik obje yalnızca duyumsal değil, aynı zamanda duygusal ve düşünseldir.
Estetik, duyulur algının üzerinde bir kavrama tarzının daha olduğuna işaret eder.
Duyulur algı bize, var olanı bildirir; fakat başka bir kavrama yoluyla var olanın
arkasına uzanabileceğimizi bize estetik gösterir.
Gazzâlî, İhyâ’sında varlıkların neden sevildiği ya da güzel bulunduğuyla
alakalı bir tartışma açar. Ona göre, varlıklar yok olmaya direnmekte devamlılıklarını
sevmekte ve hoş bulmaktadırlar; kısacası varlığın devamı ve kemali güzeldir. Bir
şeyden hoşlanmanın, güzel bulmanın ya da sevmenin diğer bir sebebi de ihsandır.
İnsan, iyiliğe tabidir; çünkü gönül iyilik yapanları sever, kötülük yapanlardan uzakla-
şır. İyiliğinden dolayı bir adamı seven, onu zatı için değil iyiliğinden dolayı sevmiş-
tir. Burada iyilik kalkınca sevgi de kalkabilir; iyilik azalınca sevgi de azalabilir.
Gazzâlî’ye göre bir başka sevgi türü daha vardır ki biz o şeyleri ne iyiliğinden ne
varlığımızın devamı için severiz. Gazzâlî’ye göre aslında “gerçek sevgi” bir şeyi
zatından ötürü sevmek; zatından ötürü güzel bulmaktır. Yani herhangi bir şeyin
iyiliğinden dolayı değil, zatından hoşlanıldığı için sevilmesidir. Gazzâlî, estetik güze-
lin bizzat güzel olduğu için sevildiğini ve bu türden bir sevginin insanlarda ortak bir
özellik olduğunu söyler. Doğanın güzelliği bizatihi kendisi için sevilir ve kendiliğin-
den hoştur (amaçsız amaçlılık). Yeşillik ve su sevgisi başka bir ihtiyaçtan dolayı
değil sadece onların doğalarının sevilmesi sebebiyledir. Akarsular, yeşillikler, mutlak
surette yemek içmek için değil güzel oldukları için sevilirler. Sırf gözün onları güzel
görmesinden ve temaşasından dolayı hoş bulunurlar. Bu bağlamda Gazzâlî, aksu-
lardan ve yeşilliklerden Hz. Muhammed’in de hoşlandığını ve sevdiğini aktarır.
Gazzâlî, insanların, hiçbir çıkar gözetmeksizin aydınlıklara, yeşilliklere, uçan renkli
kuşlara, güzel nakış ve mütenasip şekillere bakmaktan zevk aldıklarını ve bunların
kederi dağıttığına inandıklarını belirtir. Zevkli olan her şey sevimlidir; temaşa edilen
her güzellikte bir hoşluk vardır ve bu inkâr edilemez bir gerçekliktir.
―――――――――
12 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 296-299.
yazıyı bir yerde görüp de onu yazana hayran olan ve onu kalbinde büyüten bir
insanın, hem kendisinde hem başkalarında gördüğü harikulade güzelliklerden hare-
ketle aynı şeyi âlem hakkında düşünmemesi şaşılacak bir durumdur. İnsandan iste-
nen, yeryüzüne ve göklere bakması, zahirindeki ve kendisindeki hayret verici hallere
dayanarak Allah’ın mârifetini tasdik etmesidir.19
Gazzâlî, Allah’ın insanları mükemmel bir şekilde yaratması ile onlarda-
ki/insanın yaratılışındaki sanatın mükemmelliği arasında bir paralelliğin olduğunu
belirtir. Güzel bir hat ya da güzel duvar resimleri, bakana, artistin, yani onları yapa-
nın yeteneği hakkında bir fikir verir/verecektir. Gazzâlî’ye göre, işte aynı şeyi bütün
güzellikleriyle dünyayı yaratan Allah hakkında neden düşünmüyoruz? Gazzâlî, uzun
bir pasajda inananları evrenin, yani insan vücudunun, doğanın, hayvan toplulukları-
nın güzelliğini temaşa etmeye çağırır ve o, dünyamızın güzelliği karşısında en değer-
li şeylerle süslenmiş bir evin güzelliğinin bile sönük kalacağını belirtir. Kısacası
Gazzâlî’nin güzellik hakkındaki ifadesinin en önemli özelliği; Gazzâlî’nin Allah’ın
yaratması sebebiyle evrenin apriori güzelliğe sahip olduğunu vasıflandırmamasıdır;
onun daha çok temaşa ve tecelli vasıtasıyla bu güzelliği algılayanların sonunda Al-
lah’a varacaklarını beklemesidir. Kısacası güzelliği algılamak Allah’a götürmektedir.
Yukarıda da ifade edildiği üzere Gazzâlî’ye göre bir sanat eseri sanatçısının
büyüklüğünü ve ustalığını; dünyanın güzelliği de Allah’ın yüceliğini ve keremini
yansıtır. Her ne kadar Gazzâlî, iki yaratma biçimi arasında bir benzerlik olduğunu
söylese de hiçbir şekilde sanatçının üretiminin ilâhî kaynaklı olduğunu savunmaz.
Allah insanlara objeleri nasıl süsleyeceğiyle ilgili genel anlamları verir; onlar bu
bağlamda Allah’ın yardımına muhtaçtırlar; fakat insan yapımı güzellikler aslında
dünyevi güzelliklerdir. Gazzâlî’nin burada Eş’ari prensiplerini savunmasına rağmen
İbn Sînâ ve Thomas gibi düşündüğü görülmektedir; yani onun ilâhî yaratmayı insa-
ni eserlerden ayırdığı ve böylece de ona/sanata otonom bir karakter verdiği. Kısa-
cası Gazzâlî’ye göre her şeyin üstünde olan Allah’ın gücü sanatçının eseriyle asla
doldurulamaz ve doldurulamayacaktır.20
“Sana şaşarım ki, bir ressam bir kâğıt parçasına bir insan resmini çizdiği vakit, ona
baktığın zaman resmin sanatına şaşarak hayranlıkla ona bakar ve sanki o canlı insan, bu ne
sanat diye, adamın sanat ve zekâsının hayranı olarak, adamı gönlünde büyütürsün. Hâlbuki
suretin boya, kalem, el, kâğıt, kudret, ilim ve iradeyle meydana geldiğini, bunların hiçbirinin
ressamın kendi yaratmasıyla olmadığını, başkasının yaratmasıyla olduğunu bilirsin. Olsa olsa
onun yaptığı boya ve kâğıdı bir araya getirmekten ibaret iken, ona bu kadar saygı duyarsın.”21
Fakat Gazzâlî'ye göre, asıl sanat ya da gerçek sanat, nutfeyi yoktan yaratan
ve ona güzel şekiller vererek süsleyen Allah’ın sanatıdır. O, insanı kastederek ‘ilâhî
sanatların hepsini bir damla suda bulursun’ demekte ve Allah’ın bir damla nutfede
―――――――――
19 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 446.
20 Gazzâlî, İhyâ I, s. 37.
21 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 576.
―――――――――
22 Gazzâlî, a.g.e., IV, s. 785. “Şâyân-ı hayrettir ki, güzel nakış ve güzel bir yazıyı bir yerde görüp de
onu yazana hayran olan ve onu kalbinde büyüten bir insan nefsinde ve diğerlerinde bütün akıllara
durgunluk veren güzellikleri görüp bildiği halde bunların yapıcısı üzerine düşünmez, O’nun
azâmet ve celâli onu hayret ve dehşet içinde bırakmaz.
23 Gazzâlî, Kitâbü’l-erba’în fi usûli’d-dîn, nşr. Muhammed Muhammed Câbir, Mısır: Mektebetü’l-cendî,
1363, s. 239; Bkz. Naim Şahin, Gazzâlî’ye Göre Allah’ın Varlığının Delilleri ve Estetik Delili, Konya:
Adal Ofset, 2004, s. 53.
24 Doris Behrens-Abouseif, Beauty in Arabic Culture, s. 56.
25 Gazzâlî, el-Hikmetü fî Mahlûkâti’llâhi Azze ve Celle, Mecmûatü’r-Resâili’l-İmam Gazzâlî, Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l İlmiyye, 1996, s. 91.
26 Bkz. Gazzâlî, el-Hikmetü fi Mahlûkâti’llâhi Azze ve Celle, s. 68-71.
sindeki anlamdan çıkarak evrenle analoji kurması da yabana atılır boş bir düşünce
gibi gözükmemektedir. Yani onun evrenin gerisinde bir anlam olduğu düşüncesi
saçmalık içermemektedir; Leibniz’in sorduğu “niçin bir şey yok değildir de var-
dır?”33 sorusu her zaman onda (var olan şeyde) bir anlam araştırmasına neden ola-
caktır. Mesela mehtaplı gece, bir derenin vadide kıvrıla kıvrıla akışı, yıldızlı sema,
bütün ihtişamı ve güzelliğiyle evren bize neyi anlatmaktadır? Yoksa bunların hiçbir
anlamı yok mudur? Bunlar sadece bizim hayallerimiz ve kuruntularımızdan mı
ibarettir? O zaman bu hayallerimizin ve kuruntularımızın sebebi nedir? Kanaati-
mizce bu soruların muhakkak bir yere bağlanması gerekmektedir, kısacası dünyanın
gerisinde bir anlam arama çabası/çabaları gereksiz gibi durmamaktadır. Hiçbir
metin bütün hikâyeyi anlatmaz, arada okuyucunun doldurmasını istediği boşluklar
bırakır. Okuyucu bu boşlukları istediği mümkünlüklerle doldurabilir; ister buna
Tanrı deyin, ister başka bir şey.
6.Gazzâlî’de Estetik Yüce ve Güzelin Hoşgörüsü
Gazzâlî’ye göre estetik yüce ve büyüklük tecrübesi insanda güzellik ve zevk
duygusunu uyandırır. Elbette gerçek kuvvet, kudret, izzet ve azamet Allah’a aittir ve
her türlü kudret ve ululuk tecrübesi O’nun cemal, celal, azamet, ululuk ve yüceliğini
hatırlatır. Ululuk tecrübesi nihai anlamda Allah’ın cemal sıfatının, celal sıfatıyla olan
ilişkisinin estetik düzeyde bir yansımasıdır.34 Çünkü Cemil olan Allah, Celal sıfatıyla
kullarına yüceliğini gösterir. Gazzâlî’nin gökleri temaşa etmenin yararları ile ilgili
olarak söyledikleri işte bu bağlamda düşünülmelidir. Gazzâlî’nin estetik yüceyle
alakalı düşünceleri kendisinden sonra birçok filozof ve mütefekkiri etkilemiş hatta
verdiği örnekler -gökyüzünün estetik yüceliği de dâhil- onların eserlerinde aynıyla
tekrarlanmıştır.
Gazzâlî’ye göre, güzeller güzeli Allah’tır ve idrak edilen her hüsn-i cemal,
O’na dayandığından; O’na yönelişte bir hoşluk ve zevk vardır. İnsanlara göre, ço-
ğunlukla güzellik, gözün güzel gördüğü şeylerdir; onlar gözle görülmeyen, tahayyül
edilmeyen, şekil ve renk almayan şeylerin güzelliğinin düşünülemeyeceğini sanır-
lar.35 Gazzâlî, halk (yaratma ve dışsal yaratılış güzelliği) ile hulk (ahlak) arasındaki
bağıntıyı tahlil ederken; dış dünyayla asla temellendiremeyeceğimiz ve kendimizde
bulduğumuz yüceyi (cemal ve celal) dile getirir. Doğada güzelle alakalı kendimizin
dışında bir zemin aramak zorundayızdır; yüce için yalnızca kendimizde ve yüceliği
doğa tasımına? katan zihin tutumumuzda zemin bulabiliriz. Kısacası yüce doğadaki
şeylerde aranmamalı, zira doğadaki hiçbir şey aslında gerçek anlamda yüce/celal
değildir; o halde doğaya yüklediğimiz böyle bir yüce duygusunun temeli nedir?
Gazzâlî’ye göre bu temeli dışarıda değil içeride, kendimizde buluruz. Gazzâlî, halk
(yaratma, Mahlûk), hulkun (ahlak) bir arada kullanılan iki kelime olduğunu belirtir.
―――――――――
33 Ronald Rutherford, Leibniz and The Rational Order of Nature, Cambridge: Cambridge University
Press, 1998, s. 106-107.
34 Gazzâlî, İhyâ, IV. s. 357-363. (Ali Süleyman Neşri)
35 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 543; Ayrıca geniş bilgi için bkz. Mohammed Ahmed Sherif, Ghazali’s Theory of
Virtue, Albany: State University of New York Press, 1975, s. 127.
Falan adamın yaratılışı ve ahlakı ya da huyu güzeldir denildiği zaman, halk kelime-
siyle dış görünüş, hulk kelimesiyle de batıni suret kastedilir. İnsan iki şeyden mey-
dana gelmiştir; biri göz ile görülen cismani beden; diğeri de basiret gözüyle idrak
edilen ruhtur. Her birinin bir heyeti, şekil ve sureti vardır; bu suretler ya güzeldir ya
da çirkindir. Basiret gözü ile bilinen ruh, göz ile görülen cismani bedenden daha
mühimdir ve daha güzeldir.36 İnsan yok olmaya mahkûm olanın değil daima var
olacak olanın peşinde koşar. Yaptığı her şeyi Allah için yapar; baktığı her şeyde
Allah’ın güzelliklerini görür. O zaman kırmak ve kırılmaktan geçer. İçinde ve dışın-
da temaşa ettiği güzellikler, onun hoşgörülü ve çoğulcu olmasını sağlar.37
Estetik yargı, iç-yapısı gereği çoğulcudur; çünkü güzelin farkına varma, gü-
zeli ayırt edebilme, bir yönüyle sosyal duygu ya da duygulara işaret eder; bu da
öznenin başkasını/diğerini tanıması anlamına gelir. Estetiğin ve sanatların her dö-
nemde kişisel ya da toplumsal değerlerin ve hafızanın taşıyıcılığını üstleniyor olması
yüzünden; tanımanın veya bir başkasını anlamanın mevcut durum kadar geçmişin
de değerlendirilmesini gerektiriyor olması sebebiyle, sanatların çoğulcu yapısının
günümüzle sınırlandırılamayacağı açıktır. Sanatçıların insanı insana göstermek ve
böylece dünyayı daha insanlaştırmak gibi bir görevi vardır. İyi sanat ya da gerçek
sanat, insanı insana gösteren ve insanı insan hakkında bilinçli kılandır.38
Sanatta güzel, her şeye rağmen, yani tüm çeşitliliğine ve karmaşıklığına
rağmen bir birliğe ulaşmak ister.39 Bir sanat eserini meydana getiren kadar bizler de
bir sanat eserini temaşa ettiğimizde, tercihlerimizden, önyargılarımızdan, herhangi
bir konuda tuttuğumuz taraftan vs. kurtulduğumuzu hissederiz. Ama burada bile
çevremizdeki varlıklara ilişkin gerek tecrübî, gerek zihnî bilgimiz ne kadar genişse;
eser karşısındaki temaşamız ve diğergâmlığımız da o kadar geniş olacaktır.
Gazzâlî’nin estetik sistemi de diğer birçok mutasavvıfta olduğu gibi bir
“yükseliş” ve “iniş” estetiğidir. Çünkü en son noktada güzelliği tecrübe eden ya da
O’na yaklaşan/kurbiyyet kişi sonra tekrardan insani gerçeklikler alanına/ahlak dü-
şecektir. Bu ise kişide merhamet duygusunu ve varlıklara hoşgörüyle bakmasını
artıracaktır. Gazzâlî, Eyyühe’l Veled’de oğluna yeryüzündekilere merhametli ve hoş-
görülü olmasını tavsiye ederken, ahlak ve ruhani tecrübe arasında bu yüzden bir
ilişki kurmaktadır.40 Allah’ın Cemal ve Celal sıfatının tecellisini her daim varlıklarda
müşahede etmeye çalışan bazı mutasavvıfların, varlıklara hoşgörüyle bakmalarına
ilaveten, gerek Allah’ın Cemal ve Celal sıfatlarını ibadetlerle ilişkilendirmeleri ge-
rekse Allah için yapılan ibadetleri “birlikte çokluk” meselesi merkezinde değerlen-
―――――――――
36 Gazzâlî, İhyâ III, s. 48-49.
37 Gazzâlî, el-Munkız mine’d-dalâl, Mecmuatu Resail içinde 7, Beyrut: Dâru’l Kütübi’l-İlmiyye, 1988, s.
58-62.
38 Afşar Timuçin, Estetik, 8. Baskı, İstanbul: Bulut Yayınevi, 2008, s. 9.
39 Umbberto Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, çev.: Kemal Atakay, İstanbul: Can Yayınları,
2009, s. 54.
40 Gazzâlî, Eyyühe’l-veled, çev. Muzaffer Ozak, İstanbul: Salah Bilici Yayınevi, 1964, s. 80-81.
dirmeleri, kanaatimizce onlar için hem ilahî kaynaklı bir estetiğin; hem de “tevhit ve
kesret” konusunun ne kadar ehemmiyet taşıdığını göstermektedir.41
Hislerimizi ve tecrübelerimizi birbirinden farklı ifade ya da sembollerle or-
taya koyarız. Mesela bir ulûhiyet tasavvuruna sahip olan bir kişi kendi ulûhiyet
tasavvurunun Kutsal’ını ya da Tanrı’sını âlem veya kendisiyle her ilişkilendirmeye
çalıştığında; bu inancını muhakkak bazı “biçimler” aracılığıyla dışsallaştırmak zo-
runda kalmaktadır. Fakat hiçbir dışsallaştırma Kutsal’ı dile getirmeyi tam anlamıyla
başaramamaktadır ve böyle bir anlayış Kutsal’a ilişkin her dışsallaştırmanın O’nu
yansıtmayacağından hareketle; epistemik düzlemde çoğulcu ve hoşgörülü bir anlayı-
şa zemin teşkil etmektedir. Dolayısıyla da kutsalı ifade etmeye çalışan her türlü
sanat ve estetik yapı bir bakıma eksik olduğundan bizi “çoklukta birlik” ya da “bir-
likte çokluk” sorunuyla karşı karşıya getirmektedir. İslâm teolojisi ve sanatı söz
konusu olduğunda “kesret”te “vahdet”i görmek; ya da “vahdet”ten “kesret”in nasıl
çıktığını temellendirmek varoluşsal bir durum arz etmektedir. Özellikle İslâm muta-
savvıfları tarafından oldukça detaylı bir şekilde ele alınan bu mesele, yani “çoklukta
birlik”i ve “birlikte çokluk”u görmek, sûfîlerin hem kendilerine hem de varlıklara
daha hoşgörülü yaklaşmalarının en temel nedenlerinden birini teşkil etmiştir.
Sonuç
Gazzâlî, birçok İslâm mutasavvıfı gibi Allah’ı, sıfatlarını, göklerin melekû-
tunu, mülkünün sırlarını bilme/âriflik zevkinin ancak mârifet mertebesine, yani
Gerçek Güzelliğe yaklaşanlarca ya da yükselenlerce bilinebileceğine inanmaktadır.
Gazzâlî, bu durumun kalb ve basiret sahibi olmayanlarca anlaşılamayacağını ve
onlara böyle bir şeyi anlatmanın da mümkün olmadığını savunur. Zira arınmamış
bir kalbin bu güzellikleri tatması mümkün değildir.
“Çocuklara, cinsi münasebetin, top oynamaktan daha zevkli olduğunu anlatmak
mümkün olmadığı gibi, bu kalbe sahip olmayanlara da bunu anlatmak mümkün değildir.
Çünkü tatmayan bilmez; bu zevk işidir; zevkine varmak lazımdır; laf ile olmaz.”42
Gazzâlî, estetik arınmanın duyulardan başladığını söylemekte; Gerçek Gü-
zelliğe ancak arınmış kişilerin yaklaşabileceğine inanmakta ve söz konusu
mukarrebûn’un da O’nun sıfatlarıyla sıfatlanarak güzelleştiğini savunmaktadır. Fakat
istendik düzeydeki estetik temaşa, bu düzeyde yani duyusal düzeyde kalmamalı,
erdemle arınmalı, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanarak Gerçek Güzelliğin’in cemalini
yansıtmalıdır. Allah, bütün güzelliklerin ve iyiliklerin yegâne kaynağıdır; iyiyi iyi,
güzeli güzel yapan O’dur. İyiyi ve güzeli çıkarsız (amaçsız amaçlılık) sevmek bizi
O’nu sevmeye götürür ya da götürmesi temenni edilir. Belki de Gazzâlî’ye göre en
yüksek dindarlık ya da en yüce ahlâk Allah’ı iyi ve güzel olduğu için sevmektir.
Gazzâlî için güzellik sadece görsel ya da işitsel bir şey değildir; o başka me-
lekelerce de algılanabilir ve hissedilebilir. Güzellik algısında bir hiyerarşi söz konu-
―――――――――
41 Namazda Cemâl ve Celâl sıfatlarının yorumu için bkz.: Mehmet Demirci, İbadetlerde Manevi Boyut,
İstanbul: Mavi Yayıncılık, 2004, s. 52-53.
42 Gazzâlî, İhyâ IV, s. 559.
sudur; mesela zihinsel güzellikler nesnel güzelliklerden daha yücedir. Zira bilgimizin
konusu ne kadar artarsa ya da ne kadar fazlalaşırsa güzellik temaşası ve zevk de o
kadar artacaktır. Anlaşılır ya da anlama dayalı güzellikler sadece görme, işitmeyle
alakalı dışsal güzellikler değildir ve onlar “içsel bir vukûfiyet”le kavranırlar. Bedeni
gözle görünen dışsal formdaki güzellik hayvanlar ve çocuklar tarafından da tecrübe
edilebilmektedir; fakat bâtinî formdaki güzellik sadece kalp gözüyle ya da kişinin iç
görüsüyle algılanabilir. İçe ait görü kalbin gözden daha hassas olması sebebiyle
dışsal görüden daha güçlüdür; dolayısıyla da Gazzâlî’ye göre kalp tarafından algıla-
nan güzellik de göz tarafından algılanan güzellikten daha güçlüdür. Salt rengin ve
oranın güzelliği göz tarafından algılanır/kavranır; fakat azamet, ululuk, karakter
üstünlüğü, iyilik bütün bunların hepsi kalbi hisle kavranan içsel niteliklerdir. Bilgi ve
ahlaki güzellikler, güzellik algısı ve hoşluk formunun yükselişiyle alakalıdır. Allah’a
ait bilgimiz güzelliğin en mükemmel şekilde kavranışıdır; zira O’nun güzelliği mü-
kemmeldir. Onunla ilgili bilgi zevklerin en üstünüdür; O, bütün duyumlar ve zihni
yeterliliklerin de üstünde olanıdır.
Gazzâlî’nin estetik anlayışını belirleyen en önemli özellik onun varlığın bir-
liğini savunmasıdır. Varlıkların hepsi O’nun yaratmasıyladır ve O, Sani’nin eliyle
yapılmıştır; dolayısıyla da O’nun hikmetini, büyüklüğünü ve güzelliğini yansıtırlar.
Gazzâlî, O’nun birliğine tanıklık etmeyen ya da bilmeyen yerde ve gökte hiçbir
zerre ya da parçanın olmadığına inanır. Dolayısıyla da âlemin güzelliğini reddetmek
mümkün değildir. Bununla birlikte dış gözle gören kişi için ışık ve güneş işte şurada
gördüğümüz ışık ve güneştir. Fakat manevi dünyaya ait olan gözle görülen ışık
nesnel dünyanın ışığından ve güzelliğinden farklıdır. Gazzâlî dış gözle görülen dün-
yanın güzelliğini kabul etmesine rağmen asıl amacın mânevî gözle görülen güzellik-
lere kişinin taşabilmesi İlâhî dünyanın Güzelliklerini görebilmesi ve bu harikulâde-
likleri temâşâ edebilmesi olduğunu düşünür. Gazzâlî, estetikle alakalı olarak eserle-
rinde son noktada varılması ve ulaşılması gereken güzelliğin/güzelliklerin dışsal
mekânın güzelliklerden ziyade kalbin tecrübe ettiği ya da etmesinin temennî edildiği
güzellikler olduğuna inanır.
KAYNAKÇA
ABOUSEİF Doris Behrens, Beauty in Arabic Culture, Princeton, Markus Wiener
Publishers, 1999.
Buhari, et-Târîhu’l-Kebîr, I-VIII, Haydarâbâd, 1362.
DEMİRCİ Mehmet, İbadetlerde Manevi Boyut, İstanbul: Mavi Yayıncılık, 2004.
DÜZGÜN Şaban Ali, Allah, Tabiat ve Tarih: Teolojide Yöntem Sorunu ve Teolojinin
Meta-Paradigmik Temelleri, Ankara: Lotus Yayınevi, 2005.
ECO Umberto, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, çev. Kemal Atakay, İstanbul:
Can Yayınları, 2009.
GAZZÂLİ, el-Hikmetü fî Mahlûkâti’llâhi Azze ve Celle, Mecmûatü’r-Resâili’l İmam
Gazzâlî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1996.
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies SAYI 17 31
Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Aydın IŞIK
Ali ÇOBAN
ÖZ
Bu makalede, günümüz postmodern tüketim kültürü özellikleri, sûfî dü-
şüncesi açısından incelenmeye ve değerlendirilmeye çalışılmıştır. Üretmeden tüket-
me, elde olmasa bile tüketme, ân’ın yaşanması, her türlü isteğin tatmini yoluyla
mutlu olmaya çalışmak ve tükettiği nesne ve onun işaret değeri üzerinden bir kimlik
inşâsı bu sürecin belli başlı özellikleridir. Bunların, genelde dinin özelde ise mistik
yaşamın temel dinamiklerine zıt bir tutum arz ettiği görülmüştür.
Post modern tüketim modelinde, sûn‘î ihtiyaçlar oluşturularak, tüketimin
ihtiyaçtan ziyade arzulara dayalı bir olgu haline getirildiği bilinmektedir. Tasavvufa
göre ise insanın sürekli bir şekilde nefsinin arzuları peşinde gitmesi, emmâre olan
nefsin dürtülerine esir olması anlamına gelmektedir. Bu hususa, zühd, kanâat ve
ibnü’l-vakt gibi kavramları çerçevesinde bakıldığı zaman, Tasavvuf’un bu tür bir
yaşam tarzını tasvip etmeyeceği ortadadır.
Postmodern tüketim, hırslı ve elinde olmasa bile tüketen insan modelini
teşvik etmektedir. Ayrıca tükettiği üzerinden mutluluk vaat ettiği de görülür. Dola-
yısıyla mânevî olan ile alaka kurulmaksızın salt tüketmek üzerinden mutluluk vaadi,
sûfî hayat tarzı açısından tenkide muhataptır.
―――――――――
Makalenin Geliş Tarihi: 05. 03. 2018
Makalenin Kabul Tarihi: 15. 03. 2018
Dr. Öğr. Üyesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi,
acoban@konya.edu.tr
ABSTRACT
In this paper, features of postmodern consumption culture in terms of
Sūfī Thoughts were analyzed and evaluated. Postmodern consumption process
includes consumption without production, consumption even not possessing
enough wealth, be in the moment, to happy through satisfying of all desires and
identity construction with goods and their symbolic value. Some of these features
are opposite to religions in general and oppesite to mystical lifestyle specifically.
The artificial needs are created and the consumption rests on desires rather
than needs is seen in the model of postmodern consumption. But according to
Sūfī Thoughts constantly pursueing the flesh means self abandonment to nafs al-
ammāra. When we consider within the scope of the terms like, piety, austerity,
child of the moment (ibn al-waqt), it can be seen that Sūfism doesn’t accept this
kind of lifestyle.
Postmodern consumption have been promoted the human model that
ambitious and consuming person even not possessing enough wealth. And this
culture promises happiness through consumption. So this is unacceptable by the
Sūfī lifestyle because postmodern consumption does not take seriously spiritual
aspect of the life.
As a result, according to the Sūfī Thoughts postmodern consumption
culture is not acceptable from the point of view that the meaning of being human
and creation purpose of human.
Key Words: Postmodernism, Consumption Culture, Sūfism, Nafs, Happiness
Giriş
Postmodern kişilik:
Dağıtılıp bertaraf edilmiş, ahlâkî özü ve fiziksel içselliği boşaltılmış,
şu veya bu tüketim eyleminin, medya serüveninin, cinsel ilişkinin ve mo-
da trendinin gelip geçici bir işlevi haline getirilmiş libidinal bir bağlaşık-
lık yumağıdır.1
geleneksel değerleri “çürütücü” bir etkiye sahiptir.7 Zira tüketim kültürünün yeşert-
tiği; hedonist tavır, anlık zevk peşinde koşma refleksi, narsist ve bencil kişilik tipleri
din açısından kabul edilebilir tutumlar değildir.8 Tasavvuf’un konuyla ilgisi ise,
Tasavvuf İlmi’nin ilgilendiği konulardan olan insanın mahiyeti, yaratılış gâyesi ve
dünya ile ilişkisi, tüketim kültürü ile birçok noktada kesişmektedir. Genel olarak
mistik hareketlerdeki zâhidâne yaşam ve kanâat ahlâkının, postmodern tüketim
kültürü ile taban tabana zıt yapısı ayrıca gerek tüketim nesnesi/metâı gerekse tüke-
timin arka planındaki arzular/dürtüler yine Tasavvuf İlmi’nin ilgilendiği konular
arasında bulunmaktadır. İşbu nedenle, bu makale günümüz “postmodern tüketim
kültürü”nü, sûfî düşüncesi açısından incelemeyi amaçlamaktadır.
1. Postmodern Tüketim Kültürü’nün Bazı Özellikleri
Günümüz tüketim kültürünün temelinde, sanayileşme devrimi sonrası olu-
şan aşırı üretimin sonucu olarak tüketime duyulan ihtiyaç bulunmaktadır.9 Ameri-
ka’da daha çok Henry Ford’dan hareketle “Fordizm” olarak ifade edilen üretim
süreci, modernizm paradigması çerçevesinde “büyük ölçekte ve standart mal üreti-
mini sağlayan kitlesel seri üretim biçimi”ni geliştirmiştir. Böylece 20. yüzyılın başla-
rında “toplu üretim ve toplu tüketim” yönünde bir hareket meydana gelmesini
sağlamış ve Batı kapitalizminin gelişmesinde önemli bir fonksiyon üstlenmiştir.10
Fordizm sonrası dönemdeki üretim biçimini ifade eden “postfordizm” döneminin
özelliği ise “standart ürünlere” dayalı “kitle için üretim”i değil, tüketici talepleri
doğrultusunda “esnek” bir üretimi amaçlamasıdır. Böylece kitlesel ve standart olan
üretim şekli, daha esnek bir yapıya bürünmüştür.11 Postfordist üretim biçiminin
sosyolojik açıdan önem arz eden yanı; tüketimin sürekli artması temeline dayanan
bir iktisat anlayışını yaşam tarzı haline getirmesi ve bunun için toplumda çeşitli
sosyo-kültürel mekanizmalar oluşturmasıdır. Burada en etkili keşiflerden birisi, kitle
iletişim araçları olup onlar tarafından büyük bir ustalıkla tüketicilerin ayartılması,
ayrıca popüler kültür ve moda yoluyla bireylerin sürekli bir biçimde uyarılması,
duygularının sermayeye dönüşmesi sağlanmıştır.12
Bocock, 1950’lere gelindiğinde Amerika’da artık postmodern dönemin or-
taya çıkmaya başladığını belirtir. ABD’de çoktan yerleşmiş olan “kitlesel tüketim”
―――――――――
7 Best-Kellner, Postmodern Teori, s. 33.
8 Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 197.
9 Baudrillard burada şunu da ekler: Sistem, üretilen ürünlerle birlikte tüketim talebini de etkilemiştir.
Burada, inisiyatifin tüketiciden üreticiye doğru olduğu klasik sıralama tersine dönmüş, ihtiyaçları
yöneten ve modelleyen üretici olmuştur. Bkz. Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu Söylenceleri
Yapıları, terc. Hazal Deliçaylı-Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı yay., 2016, s. 82.
10 Bocock, Tüketim, s. 29; Ayrıca bkz. M. Cem Şahin, “Postmodern Dönemde Tüketim Olgusunun
Sosyo-Kültürel Analizi ve Yabancılaşma”, Dinî Araştırmalar, Mayıs-Ağustos, 2008, cilt: 11, sa.: 31,
s.174.
11 Orkun S. Durmaz, “Post-Modern Paradigmanın Kıskacında Tüketim Toplumu ve Eleştirisi”,
Mülkiye Dergisi, 2015, cilt: 39 sa.: 3, s. 133; Şahin, “Postmodern Dönemde Tüketim Olgusunun
Sosyo-Kültürel Analizi ve Yabancılaşma”, s.176-177.
12 Şahin, “Postmodern Dönemde Tüketim Olgusunun Sosyo-Kültürel Analizi ve Yabancılaşma”,
s.178-179.
önce İngiltere sonrasında ise Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde neredeyse tüm
gruplar arasında yükselme göstermiştir.13 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra üretim
merkezli yapı, tüketim merkezli istek ve ihtiyaçların oluşturulması ve yönetilmesine
dayanan bir toplumsal organizasyona dönüşmüştür.14 Bunun başat faktörlerinden
birisi olarak reklamlarla önceden üretilmiş olan mal için sonradan tüketicide ihtiyaç
duygusu oluşturulmuştur.15
Kitlesel olan üretimler ve tüketimlerin biçimlendirdiği sosyo-ekonomik ya-
pının ifadesi olan modernizmin, postmodernizm denilen sürece evrilerek “hayat
tarzı” diye ifadesini bulacak olan bir tüketim kültürüne dönüştüğü görülür. Fordist
üretim ideolojisinin modernizmin getirdiği kurumsal yapılanmalarla, postfordist
üretim ideolojisinin ise postmodernizmin getirdiği yapılanmalar şeklinde karşılık
bulduğu belirtilmiştir. Buradan hareketle, postfordizm ile postmodernizm arasında-
ki ilişkinin, modern durumun biterek, postmodern süreçlerin yaşandığı kabulüne
dayandırıldığı görülür.16 Neticede, modernizm de postmodernizm de iktisadî temel
olarak kapitalizmin içindeki süreçleri ifade eden kavramlardır. 20. yüzyılın sonuna
gelindiğinde de kapitalizm, dünyanın her yerinde olmasa bile bir çok bölgesinde
tüketim kültürü, ekonomik ve kültürel baskın formasyon haline gelmiştir. Kapitalist
üretim endüstrisine sahip olmayan ülkelerde yaşayan insanların çoğu da kendilerini
kapitalizmin mallarını tüketmeye kaptırmış bulunmaktadırlar.17
Postmodern dönem tüketim alışkanlıkları, insanların yaşam tarzlarını nere-
deyse tamamen değiştirmiş ve burada ve şimdi yani ân’ın hazzının alınması şeklinde
hazcı hayat felsefesi sunmuştur. Featherstone hazcı yaşamı, “şimdi yaşa, sonra öde”
felsefesi olarak nitelemekte ve bunun genelde dinin özelde ise püriten18 ahlak öğre-
tilerinden çilecilik, çalışkanlık, basiret ve tutumluluk gibi hasletlere zıt olduğunu
savunmaktadır.19 Devamla, reklam endüstrisi tarafından 1920’li yılların sonunda
devralınan “yeni tüketim etiği”, ân’ı yaşamayı, hedonizmi, özdışavurumu, beden
güzelliğini, paganizmi, toplumsal yükümlülüklerden bağımsız olmayı, uzak yerlerin
―――――――――
13 Bocock, Tüketim, s. 30, 83.
14 Demirezen, Tüketim Toplumu ve Din, s. 39. Nitekim reklamcılık, halkla ilişkiler, pazarlama gibi
bölümler Amerikan üniversitelerinde geliştirilerek sonra dünyanın kalan kısmına ihraç edilmiştir.
Nazif Gürdoğan, “Bilgi Toplumunun Değer Toplumuna Geçişte Tüketim Kültürü ve
Savurganlık”, IV. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri, 12-16 Ekim 2009, Ankara: D.İ.B., 2009, s. 835.
15 Demirezen, Tüketim Toplumu ve Din, s. 49.
16 Harun Kırılmaz, Fatma Ayparçası, “Modernizm ve Postmodernizm Süreçlerinin Tüketim
Kültürüne Yansımaları”, İnsan ve İnsan Bilim Kültür Sanat ve Düşünce Dergisi, 3/8 (Bahar 2016), s. 44-
45.
17 Bocock, Tüketim, s. 60.
18 Püritenler, Hristiyanlık’ta 16. yüzyılda aşırı İngiliz protestanlarının oluşturduğu dinsel harekettir.
Bunlar kutsal kitaptan kaynaklanmadığını iddia ettikleri şeylere [bidatlara] karşı çıkmışlardır. Bkz.
Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul: Vadi yay., 1998, s. 313.
19 Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 198. İlk püriten kapitalistler çok çalışmışlar ve
çok çalışmaya dayalı ahlâkî sistemleri içerisinde lüks için harcama yapmadıkları gibi bunu şeytan işi
addetmişler, yeni yatırımlar yapmışlardır. Bocock, Tüketim, s. 46.
―――――――――
20 Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 198.
21 İhtiyaç kavramı için bkz. Cemile Zehra Köroğlu, Tüketim Kültürü ve Din, Ankara: Gümüşhane Ün.
Yay., 2012, s. 16-24; Zafer Erginli, “Tüketim Çıkmazındaki İnsan ve Tasavvuf”, Bursa’da Dünden
Bugüne Tasavvuf Kültürü-3, Bursa: Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı, 2004, s. 67.
22 Köroğlu, Tüketim Kültürü ve Din, s. 17; Ayrıca bkz. Şahin, “Postmodern Dönemde Tüketim
Olgusunun Sosyo-Kültürel Analizi ve Yabancılaşma”, s. 183-184, 187-188.
23 Bocock, Tüketim, s. 13.
24 Baudrillard, Tüketim Toplumu, s. 83.
25 Demirezen, Tüketim Toplumu ve Din, s. 35.
26 Illich, Ivan, Tüketim Köleliği, çev. Mesut Karaşahan, İstanbul: Pınar yay., 1990, s. 93.
27 Köroğlu, Tüketim Kültürü Ve Din, s. 19.
28 Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, s. 46.
29 İllich, Tüketim Köleliği, s. 17. Adorno, kültür endüstrisi bir taraftan tüketiciye ihtiyaçlarının kültür
endüstrisi tarafından giderilebileceğini öte yandan da insanın hep bir tüketici, sadece kültür
endüstrisinin bir nesnesi olarak yaşamasını sağlayacak şekilde düzenleyip buna da doyum dediğini
belirtir. Theodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma”, Kültür
Endüstrisi ve Kültür Yönetimi, çev.: Nihat Ülner, vd., İstanbul: İletişim, 2014, s. 75.
çalışmaktadırlar.30 Bazı düşünürlere göre ise yaşanan sürecin doğal sonucu olarak,
postmodern özneden geriye teknolojik endüstrinin bizzat kendi çıkarları için oluş-
turduğu kişilik dışında tabiî olan hiç bir şey kalmamıştır.31 Bococok’un özet ifade-
siyle, modern tüketimde doğal olan hiçbir şey yoktur.32
Arzular tabiî olmayınca bireyin öğrenilmiş arzuları söz konusu olmaktadır.
Bu anlamdaki tüketim kültürü Bocock tarafından, sonradan kazanılan, öğrenilen ve
insanların arzu duymaları için toplumsal olarak eğitildikleri bir olgu olarak nitelen-
miştir.33 Bocock bunu, insanların günümüz tüketim ideolojisinin kışkırttığı sosyal ve
kültürel uygulamalardan etkilenmesi şeklinde ele alır. Böylece insanlar, filmlerde,
yazılı basında ve televizyonda sergilenen malları, “ekonomik güçleri yeterli olmasa
bile” satın almayı istemekte ve arzu etmektedirler, diyerek izah eder. 34 Bu doğrultu-
da, tüketim arzusu olgusuna psikanalitik açıdan bakılacak olursa, önemli olan bilinç-
dışı arzu kavramıdır. Modern tüketimde tüketim malları, arzu yaratacak şekilde
sergilenmekte ve reklamları yapılmaktadır.35 Sonuçta da reklamlar aracılığıyla mü-
kemmel modellere maruz kalan insanlar kendilerini eksik görerek kendilerine su-
nulmuş olan modeller gibi olmak için çaba sarf etmektedirler.36 Dolayısıyla burada
Baudrillard’ın ifadesiyle, ihtiyaçların koşullandırılması konusu gündeme gelmektedir.37
Postmodern tüketim kültürünün zikredilen özelliklerinin, İslam’la ve İslâmî
ilimlerin bâtınî boyutunu temsil eden Tasavvuf’la bağdaşmayacağı evvelemirde
söylenmelidir. Aslî ihtiyaçlarda bile isrâfa kaçmamayı emreden38 bir dinin, oluştu-
rulmuş yapay ihtiyaçları hoş karşılamayacağı malumdur. Ayrıca sûfîlerin, insanın bu
âleme geliş sebebi, âlemle ilişkisi ve ahlâkî yetkinliğinin sebepleri bağlamındaki
görüşlerine bakıldığı zaman bu açık bir şekilde görülür. Burada bazı Tasavvufî
kavramları incelemek konu hakkındaki sûfî yaklaşımını anlamamıza imkân verecek-
tir. Burada sûfî düşünceleri, tüketim kültüründe ister aslî ister yapay olsun tüketilen
şey nesne olduğu için, sûfînin dünya ile irtibatı noktasında merkezi bir terim olan
zühd kavramı bağlamında ele alınacaktır. İnsanın dünyaya yönelik arzularını ifade
eden hevâ kavramı da tüketimin arka planındaki arzularla mukayese edilecek bir
―――――――――
30 Bocock, Tüketim, s. 83.
31 Zerzan, Gelecekteki İlkel, s. 206.
32 Bocock, Tüketim, s. 61.
33 Bocock, Tüketim, s. 61.
34 Bocock, Tüketim, s. 13. Demirezen bu tür tüketimin en önemli göstergelerinden birisi olarak
“kredi kullanımı”nı zikreder. 2002-2011 yılları arasında Türkiye’de kullanılan kredi oranlarına yer
vererek Türkiye’nin üretmediğini tükettiğini belirtir. Demirezen, Tüketim Toplumu ve Din, s. 20-21.
35 Bocock, Tüketim, s. 98.
36 Demirezen, Tüketim Toplumu ve Din, s. 50-51.
37 Baudrillard, Tüketim Toplumu, s. 81.
38 “Yiyiniz, içiniz ama isrâf etmeyiniz.” A‘râf, 31. Kuşeyrî bu âyetin tefsirinde isrâfı, “zaruret sınırını
aşmayın” diye tefsir eder. Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, Tefsîru’l-Kuşeyrî -Letâifü’l-İşârât-, thk.
Saîd, Kuteyfe, byy: el-Mektebetü’t-Tevfîkiyye, ty, mücellet: 1, s. 218. Nahcuvânî ise, açlığı
giderecek bir miktar yiyin ve susuzluğu giderecek bir miktar için. Yeme ve içmede aşırıya
kaçmayın, çünkü bu behîmî duyguların güçlenmesine sebep olur şeklinde izah etmektedir.
Nimetullah b. Mahmûd en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye ve’l-Mefâtihu’l-Gaybiyye, İstanbul:
Matbaa-i Osmâniyye, 1325, c. 1, s. 247.
Hakk’la arasında perde olan atları kesmesi hakkında bir değerlendirme için bkz. Süleyman
Gökbulut, “Sufilerin Gözünde Hz. Süleyman”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2012, cilt: I, sayı: 35, s. 125-126.
tüketim üzerinden kimlik inşası ise sürecin en dikkat çeken özelliklerinden birisidir.
Dolayısıyla bireyin mutluluğa erişmesinde manevî ve ahlâkî dünyayla olan irtibatı
göz önüne alınmaksızın tamamen maddede ve tüketimde mutluluk arandığı dikkat
çekmektedir. Bu noktada ömrünün bir kısmını Anadolu’da geçiren bir sûfînin ifa-
delerine bakılacak olursa geleneksel olan ile günümüzdeki arasındaki ayırım daha
net ortaya çıkacaktır. Necmüddîn-i Daye (v. 654/1256), Mirsâdü’l-İbâd adlı eserinde;
Nefsi terbiye etmek, onu emmârelik sıfatından mutmainne
mertebesine ulaştırmak olup muazzam bir iştir. İnsanın
saâdetinin/mutluluğunun kemâli nefsinin tezkiyesinde,
şekâvetinin/mutsuzluğunun kemâli ise nefsi tabiatının gerekleri ile
baş başa bırakmaktadır.66
demektedir. Hâsılı kelâm, her ne kadar burada sûfî yönüyle kendisine atıfta bulu-
nulmuş olsa da aynı zamanda âlim kimliğine hâiz bir müfessir olan Dâye’nin ifade-
lerinden anlaşılan nefis tezkiye edilmezse bu onun bedbahtlığı ve mutsuzluğu anla-
mına geleceğidir.
Nefsin tezkiyesinin nefse muhalefet etmek anlamına geldiği düşünülürse
bir taraftan nefsin arzularının sürekli temin edilmesi suretiyle bir tatmin ve mutlu-
luk arandığı öte yandan ise sûfîlerce bunun aslında bizatihi mutsuzluk olduğunun
ifade edildiği görülür. İnsanın tabiatından kaynaklanan hissî şehvetlere ve arzulara
meyleden nefis, emmâre olarak adlandırıldığı gibi bu mertebedeki nefsin, kendisinin
kuvvelerinden olan aklıyla değil, diğer iki gücü olan şehvet ve gazabıyla hareket ettiği
anlaşılmaktadır. Bu mertebedeki bir kimse ise sadece hevâsını takip eder bir vaziyet-
tedir.67 Zira emmâre olan nefis, kötü ahlakın kaynağıdır ve kişiyi kalbî saadetinin
kaynağı olan ulvî âleme yöneltmek yerine süflî olana çekmektedir.68 Mutma-
in/sükûna ermiş nefis ise mezmûm olan sıfatlardan soyutlanarak kalbin nuru ile
nurlanmasını tamamlamış olan nefistir. Bu mertebedeki nefsin özelliği ahlâk-ı
hamîde ile ahlaklanmaktır.69 Buradaki tanımlardan şu ortaya çıkmaktadır: Modern
insan, maddî tüketimle veya maddî metânın simgesel anlamı ya da reklamlarla ken-
disine sunulan imajlar ve semboller üzerinden huzur ve mutluluk aramaktadır. Sûfîler
ise ölümle sona erecek olan lezzetlerle mutluluğun elde edilemeyeceğini düşünürler.
―――――――――
66 Necmuddîn-i Dâye, Sûfîlerin Seyri Mirsâdü’l-İbâd, terc.: Hakkı Uygur, İstanbul: İlk Harf yay., 2013,
173. Ayrıca dînî ve ahlâkî terminolojide mutluluk ve mutsuzluk kavramlarının saâdet ve şakâvet ile
ifadesi de dikkat çekicidir. Bir hadiste de geçtiği üzere saîd, ahirette cennetlik; şakî ise ahirette
cehennemlik anlamlarına gelen iki kelimedir. Ayrıca saîd ve şakî kimseye kendisini o sonuca
götürecek olan amellerin kolaylaştırıldığı yine o hadiste ifade edilmiştir. Bu ameller İmam
Gazzâlî’ye göre, Hakk’ın emrine ittibâ ve nehyinden ictinâb ile haram kılınmış şeyler ve hevâ’dan
uzaklaşmak olup saâdete, ya da tersi olan amellerde şakāvete sebep olur. Hal böyle olunca güzel
ahlak ve mutluluk ile cennet ilişkisi; kötü ahlak ve mutsuzlukla da cehennem ilişkisi kurulduğu
göze çarpmaktadır. el- Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî, Fezâihu’l-bâtıniyye, thk. Abdurrahman
Bedevî, Kuveyt, Müessesetü dâri’l-kütübi’s-sekāfiyye, ty, s. 152.
67 Ali b. Muhammed Şerîf Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rîfât, thk. Muhammed Abdurrahmân el-Meraşlî,
Dâru’n-Nefâyis, Beyrut, 1424/2003, s. 334; Tasavvuf Sözlüğü, s. 1238.
68 Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rîfât, s. 334.
69 Cürcânî, Kitâbü’t-Ta‘rîfât, s. 334
Onlara göre mutluluk, ahlâk-ı hamîdeye ermekle mümkün olup bunun yolu da
nefsin arzularını doyurmakla değil terbiye etmektir.70 İmam Gazzâlî, insanın saâdeti
nerede araması gerektiğine dâir şunları söyler:
Eğer sen hayvan tabiatlı isen yeme ve cinsellikte saadet ara,
yırtıcı isen, öldürme ve öfkede, ama yok aslın olan melek sıfat isen
(ferişte gevher) Hakk’ı tanıma ve O’nu müşahede için yol al. Kendi-
ni şehvet ve gazaptan kurtar. Sende bu sıfatlar ne için yaratıldı bunu
bil. Seni esir etmek için mi sana hizmet için mi!71
Ahlak felsefesinin en önemli mesâilinden olan mutluluk konusunu,
sûfîlerin insanın ontolojik yapısını dikkate alarak yorumladıkları görülmektedir.
İmam Gazzâlî’nin bu noktada üzerinde durduğu hususlardan birisi de insânın
saâdetinin ne ile olduğu meselesidir. Bu konuda da sûfîlerin postmodern hayatla
farklılık göstererek, tüketim, imaj vs. üzerinden değil insanın hakikati olan kalbin
ihyâsı ve eşyânın hakikati hakkındaki bilgisiyle mutluluğa erişilebileceği görüşünde
oldukları görülmektedir.
Her şeyin saâdeti, onun lezzet ve haz aldığı şeydedir. Her şe-
yin lezzeti ise tabiatının gerektirdiği şeyde yani muktezâ-yı
tab‘ındadır. Bir şeyin muktezâsı ise kendisi için yaratıldığı şeydedir.
Meselâ şehvet, nefsin isteklerine erişmek, gazap düşmandan korun-
mak için yaratılmıştır. Hal böyle olunca kalbin lezzeti de kendisi için
yaratıldığı şeydedir. Kalbin yaratılış amacı ise eşyânın hakikatini bil-
mektir. Kalbin özelliği budur.72
Şimdi kalbin lezzetinin marifet-i eşyâda olduğunu öğrendin
şunu da bilesin ki, bir şey hakkındaki bilgin ne kadar büyük ve şerefli
olursa, lezzet de o kadar fazla olur. Kâinâtta hiçbir mevcudun ken-
disinden daha şerefli olmadığı eşyanın şerefini kendisiyle kazandığı
ise her iki cihânın Melik’i Allah’tır. Hiçbir marifet O’nu tanımaktan
daha şerefli ve daha lezzetli değildir. İşte insanın kalbinin tabiatının
gereği/muktezâ-yı tab‘-ı dil de budur. Eğer bir kalbde, marifet talebi
yoksa hasta demektir. Mahsûsât âlemine ait olan tüm lezzetler ve
şehvetler ölümle sâkıt olurken kalbin marifeti ölümle yok olmadığı
gibi katlanarak artar.73
Öte yandan mutluluk-haz ilişkisi bağlamında, içinden geçtiğimiz çağda bazı
hususların öne çıkarıldığı görülür. Mutluluğun, yemek-içmek kültürüyle (fast food,
―――――――――
70 Ebû Hâmid Muhammed Gazzâlî, Kîmyâ-yı Saâdet, haz.: Hüseyin Hadivcem, Tahran: İntişârât-ı
İlmî, 1380, c. I, s. 41. İmam Gazzâlî’nin eserine vermiş olduğu Kimyâ-yı Saâdet adlı başlık bile
zamanla ıstılahlaşarak, nefsin tezkiye edilmek suretiyle kötü ahlaktan arınması ve faziletler elde
ederek onlarla süslenmesi şeklinde ifade edilmiştir. Dolayısıyla sâadet ahlâk-ı hamîde ile o da nefsi
terbiyesi ile mümkün olmaktadır. Tanım için bkz. Cürcânî, Ta‘rîfât, s. 269.
71 Gazzâlî, Kîmyâ-yı Saâdet, c. I, s. 13-14.
72 Gazzâlî, Kîmyâ-yı Saâdet, c. I, s. 39.
73 Gazzâlî, Kîmyâ-yı Saâdet, c. I, s. 40-41.
―――――――――
74 Meselâ Attâr Pendnâme’sinde:
خواب و خور جز پیشه أنعام نیست
خفتگانرا بهر زین إنعام نیست
Yemek ve uyumak hayvanların yolundan başka bir şey değildir
Uyuyanlar için bu sebeple nimet yoktur
beyti ile
روز کم خور گرچه صائم نیستی
پر مخور آخر بهائم نیستی
Her ne kadar oruçlu olmasan da gündüz az ye
Tamamen (mideni) doldurma nitekim hayvan değilsin ya
beyti buna örnek olarak verilebilir. Molla, Murad, Kitâbü mâhazar Şerh ‘Alâ Pend-i Attâr, İstanbul:
Uhuvvet mat., 1328, s. 48.
75 Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, Batı’da Tasavvuf çalışmalarına yönelik artan ilginin sebebi, günümüz
insanının manevî ihtiyaçlarıdır. Nasr, “Batılı İnsanın Manevî İhtiyaçları ve Tasavvufun Mesajı”, s.
199. Ayrıca Nasr, insan tabiatında sonsuz olanı arama ve sonlu olanı aşma ihtiyacı olduğunu
belirterek modern hayatın ne kadar rahat olursa olsun, sınırlı psikolojik ve fizikî tecrübelerinin
insanı usandırdığı kanâatindedir. Dolayısıyla insanın dâimî ve değişmeyen ihtiyaçları aslî tarafı olan
ruhu ile alakalı ihtiyaçlarıdır. Seyyid Hüseyin Nasr, “Batılı İnsanın Manevî İhtiyaçları ve
Tasavvufun Mesajı”, Aşk ve Hikmet Yolu Tasavvuf, ed.: Jean-Luis Michon-Roger Gaetani, İstanbul:
İnsan yay., 2012, s. 205-209. Dolayısıyla aslî/rûhî ihtiyacını gideremeyen toplum aradığı mutluluğa
da erişememektedir.
76 Bkz. Amira El-Zein, "Amerika Birleşik Devletlerinde Ruhanî Tüketim: Rumî Fenomeni, terc.:
Mustafa Özbay, Sûfî Araştırmaları, c. I, sa.: I, Kış, 2010, Manisa, s. 107-127; 109-110.
77 Ancak Batı’ya nakledilen doğunun hikmetinin şayet modern insanın ihtiyaçlarına çözüm
sağlayacaksa bütünselliğini ve sahihliğini kaybetmeden nakledilmesi gerektiğini de belirtir. Nasr,
“Batılı İnsanın Manevî İhtiyaçları ve Tasavvufun Mesajı”, s. 223.
―――――――――
85 Abdülkerîm b. Hevâzin Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, thk.Abdülkerîm el-Atâ, Dimeşk: Mektebetü
Ebî Hanîfe, 2000, s. 265.
Kaynakça
Abdülkerîm b. Hevâzin Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, thk.Abdülkerîm el-‘Atâ,
Dimeşk: Mektebetü Ebî Hanîfe, 2000.
………………., Tefsîru’l-Kuşeyrî -Letâifü’l-İşârât-, thk.: Saîd, Kuteyfe, byy: el-
Mektebetü’t-Tevfîkiyye, ty. mücellet. 1.
Adorno, Theodor W., “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak
Aydınlanma”, Kültür Endüstrisi ve Kültür Yönetimi, çev.: Nihat Ülner, vd.,
İstanbul: İletişim, 2014.
Ahmed Bîcan, el-Müntehâ Fusûsu’l-Hikem Üzerine Bir Çalışma, haz. Ayşe Beyazıt,
İstanbul: İnsan yay., 2011.
Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, terc. Orhan
Ençakar, İstanbul: Yasin yay., 2015.
Ali b. Muhammed Şerîf Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rîfât, thk. Muhammed Abdurrahmân
el-Meraşlî, Beyrut: Dâru’n-Nefâyis, 1424/2003.
Baudrillard, Jean, Tüketim Toplumu Söylenceleri Yapıları, terc.: Hazal Deliçaylı-Ferda
Keskin, İstanbul: Ayrıntı yay., 2016.
Best, Steven-Kellner, Douglas, Postmodern Teori, çev.: Mehmet Küçük, İstanbul:
Ayrıntı yay., 2016, s. 33.
Bocock, Robert, Tüketim, çev.: İrem Kutluk, Ankara: Dost kitabevi, 2014.
Demirezen, İsmail, Tüketim Toplumu ve Din, İstanbul: Dem, 2015.
Durmaz, Orkun S., “Post-Modern Paradigmanın Kıskacında Tüketim Toplumu ve
Eleştirisi”, Mülkiye Dergisi, 2015, cilt: 39 sa.: 3.
Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî, Fezâihu’l-bâtıniyye, thk. Abdurrahman Bedevî,
Kuveyt, Müessesetü dâri’l-kütübi’s-sekāfiyye, ty.
………………., İhyâü ‘Ulûmiddîn, thk.: Ali M. Mustafa- Saîd el-Mehâsinî, Dimeşk:
Dâru’l-feyhâ- Dâru’l-menhel nâşirûn, 2010/1431, c. V.
………………., el-Münkız mine’d-dalâl, thk.-trc.: Abdürrezzak Tek, Bursa: Bursa
Akademi yay., 2015.
………………., Kîmyâ-yı Saâdet, haz.: Hüseyin Hadivcem, Tahran: İntişârât-ı İlmî,
1380, c. I.
Ebû Nasr Abdullah Ali es-Serrâc Et-Tûsî, el-Lüma‘ fî Târîhi’t-Tasavvufi’l-İslâmî, thk.:
Imâd Zeki el-Bârûdî, Kahire: el-Mektebetü’t-Tevfîkiyye, ty.
Ebû Talib el-Mekkî, Kalplerin Azığı Kūtu’l-Kulûb, çev.: Dilaver Selvi, İstanbul:
Semerkand, 2004, c. II.
Featherstone, Mike, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, çev.: Mehmet Küçük,
İstanbul: Ayrıntı yay., 2013.
Gökbulut, Süleyman, Necmeddîn-i Kübrâ -Hayatı, Eserleri, Görüşleri-, İstanbul: İnsan
yay., 2010.
Murat AK
ÖZ
Hüsn-i Eser insanın iyi ve kötü hasletlerinden bahseden bir ahlâk manzu-
mesidir. Eser mesnevî nazım biçiminde telif edilmiştir. Didaktik hususiyetleriyle
öne çıkan bir manzume olmasından ötürü Hüsn-i Eser’in sanatsal açıdan iddialı bir
metin olduğu söylenemez. Oldukça sade bir dil ve üslup ile kaleme alınmıştır. Dil
ve üslupta görülen bu sadelik didaktik manzum eserlerin genel tabiatına uygundur.
Hüsn-i Eser hakkında kaynaklarda çok fazla bilgiye rastlanmaz. İbnü’l-Emin
Mahmud Kemal İnal tarafından kaleme alınan Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskıla-
rında Hüsn-i Eser’in Hüsnî mahlaslı iki farklı isim altında zikredildiği görülür. Bu
isimlerden ilki Hüseyin Hüsnî Paşa, diğeri Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Efendi’dir.
İlk elde yer alan bilgilerdeki bu farklılık eserin bahsinin geçtiği modern çalışmalarda
da devam eder. Son Asır Türk Şairleri’nin hazırlanan son baskısında ise önceki baskı-
ların aksine ilgili manzume sadece Hüsnî mahlaslı Hüseyin Paşa ismi altında yer alır.
Ulaşılabilen diğer bilgiler de eserin Hüseyin Hüsnî Paşa’ya ait olduğunu teyit eder
niteliktedir.
Katalog taramalarında Hüsn-i Eser’in iki nüshası tespit edilmiştir. Bir ahlâk
manzumesi olan eserin konu edildiği bu makalede Hüsn-i Eser’in müellifinin kim
―――――――――
Makalenin Geliş Tarihi: 12. 05. 2018.
Makalenin Kabul Tarihi: 01. 06. 2018.
Dr. Öğretim Üyesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi Türk-
İslam Edebiyatı Ana Bilim Dalı, muratak57@hotmail.com
olduğuna ilişkin aktarılan farklı bilgiler değerlendirilmiş, daha sonra eserin şekil
özellikleri ve muhtevası hakkında bilgi verilmiştir. Son olarak da tespit edilen iki
nüsha karşılaştırılarak Hüsn-i Eser tenkitli bir şekilde neşredilmiştir.
Anahtar kelimeler: Türk İslam Edebiyatı, Hüsn-i Eser, ahlâk.
ABSTRACT
Hüsn-i Eser is a text of morality which speaks of man's good and evil. The
work is copyrighted in the form of mesnevî poems. Hüsn-i Eser can not be said to
be an artistic and assertive text because it is a work that stands out with its didactic
characteristics. It is written in a very simple language and style. This simplicity in
language and style is suited to the general nature of didactic poetry.
There is not much information available about Hüsn-i Eser in the sources.
It is seen that in the first editions of Son Asır Türk Şairleri received by Ibn al-Emin
Mahmud Kemal Inal, Hüsn-i Eser is compared to two different names of Hüsnî.
Hüseyin Hüsnî Pasha is the first of these names, and Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin
Efendi is the other. It can be seen that this difference in the information in Son
Asır Türk Şairleri’s first editions is also continuing in the modern studies in which
the work was mentioned. However in the last edition of Son Asır Türk Şairleri, the
poem takes place only under the name of Hüseyin Hüsnî Pasha. Other information
that can be reached confirms that Hüsn-i Eser belongs to Hüseyin Hüsnî Pasha.
Two copies of the work were identified in the catalogs, one of which was a
manuscript, other was a published text in Ottoman Turkish. In this article, firstly
the different information about who the author is is evaluated, then the features
and content of the work are discussed. Finally, Hüsn-i Esser was published critically
by comparing the two copies found.
Keywords: Turkish Islamic Literature, Hüsn-i Eser, morality
Giriş
Hüsn-i Eser mesnevî tarzında kaleme alınmış, insanın iyi ve kötü hasletle-
rinden bahseden bir ahlâk manzumesidir. Bir ahlâk manzumesi olan metin didaktik
hususiyetlerle öne çıkar. Bu sebeple eserin sanatsal açıdan iddialı olduğu söylene-
mez. Eser hakkında kısıtlı da olsa bilgi veren en önemli kaynak olan Son Asır Türk
Şairleri’dir. Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskılarında manzumenin Hüsnî mahlaslı iki
farklı kişiye nispet edildiği görülür. Manzumenin nispet edildiği ilk ismin altında
eserin beyit sayısı 1001, ikinci ismin altında ise beyit sayısı 2052 olarak zikredilmiştir.
Her ikisinde de eserin matbu olduğu bilgisi mevcuttur. Son Asır Türk Şairleri’nin
―――――――――
1 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul: Orhaniye Matbaası, 1930, ss. 665-
666.
2 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 671.
yakın tarihte yeniden hazırlanan son baskısında ise Hüsn-i Eser’e ilişkin bilgilere tek
isim altında ulaşırız.3
Hüsn-i Eser’in tarihsiz bir matbu nüshası mevcuttur.4 İstanbul’da basılmış
12 sayfadan oluşan bu matbuda sadece manzumenin metni mevcut olup müellife
ilişkin hiçbir bilgiye yer verilmemiştir.5 Bu matbu nüsha ile birlikte tarafımızca
eserin bir de yazma nüshası tespit edilmiştir. Son Asır Türk Şairleri’nde ve modern
çalışmalarda verilenlerden farklı olarak, hem matbu hem yazma, her iki nüshada da
manzume 200 beyit olarak karşımıza çıkar.
Hüsn-i Eser hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda ve modern çalışmalarda
manzume hakkında aktarılan bilgilerin farklılığı ve bilhassa manzumenin farklı
müelliflere nispet edilmesi, manzumeye ve müellifine ilişkin belirsizliklere sebep
olur. Bu çalışmada önce eserin müellifinin kim olduğuna ilişkin aktarılan farklı
bilgiler ve farklılıkların sebepleri üzerinde durulacak daha sonra eserin şekil özellik-
leri ve muhtevası konu edilecektir. Son olarak tespit edilen iki nüsha karşılaştırılarak
Hüsn-i Eser neşredilecektir.
Eserin Müellifi
Hüsn-i Eser hakkında bilgi veren en önemli klasik kaynak olan İbnü’l-Emin
Mahmud Kemal İnal’ın telifi Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskılarında6 manzume-
nin Hüsnî mahlaslı iki farklı şaire nispet edilmiştir. Bu isimlerden ilki Hüseyin Hüsnî
Paşa, diğeri Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Efendi’dir. Hüsn-i Eser’i telif eden şairin
Hüsnî mahlaslına sahip olduğunda şüphe yoktur. Zira manzumede üç ayrı yerde7 ve
ayrıca aşağıda aktardığımız manzumenin son beytinde şair mahlasını açıkça zikret-
miştir:
Ḥüsnī bilür ‘aczini noḳsānını
Ḥażret-i Ḥaḳ ‘afv ide ‘iṣyānını
Son Asır Türk Şairleri’nde İbnü’l-Emîn’in Hüsn-i Eser’i ilk nispet ettiği isim
Hüseyin Hüsnî Paşa, Mora muhacirlerinden Abdülkerim Efendi’nin oğludur. Hü-
―――――――――
3 İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ), C. 2, Haz. M. Kayahan
Özgül, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2000, ss. 980-981.
4 Manzûme-i Hüsn-i Eser, İstanbul, trhsz., 12 s.
5 Jale Baysal’ın, Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar 1729-1825 başlıklı çalışmasında Manzûme-i
Hüsn-i Eser’in 1282’de Matbaa-i Amire’de basıldığı bilgisi yer alır. Verilen bu bilgiye göre eser
1865/1866’da basılmıştır. Eserin Görülemeyenler başlığı altında tasnif edilmesi, tasnif edenin bu
bilgiye eseri görme imkânı bulamadan ulaştığını göstermektedir.
6 Tek cilt şeklinde hazırlanan baskı için bk. İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri,
İstanbul: Orhaniye Matbaası, 1930. Cüzlerden oluşan diğer baskıda Hüsnî mahlaslı şairlerin yer
aldığı cüz için bk. İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, C. 4, İstanbul: Devlet
Basımevi, 1937.
7 Bk. beyit 59, beyit 119, beyit 198.
seyin Hüsnî Paşa, Rıfâî tarikatına mensup olup, 1877’de ikinci kez vali olarak görev
yaptığı Yanya’da vefat eder.8
İbnü’l-Emîn, Hüseyin Hüsnî Paşa’nın bir divan-ı eş‘ârı olduğunu ve bunu
divanı gören bir zâttan duyduğunu söylemiş, talik yazı ile levha şeklinde “nefs-i
emmâre” redifli bir kasidesinin olduğunu ve fakat mütareke yıllarında işgal sırasında
zayi olduğunu dile getirmiştir. Son olarak da Manzume-i Hüsn-i Eser isimli 100 beyit-
ten oluşan matbu bir eseri olduğunu, eserin sonunda da 53 beyitlik bir na‘t-ı şerîfin
yer aldığını söylemiştir.9 Hüsn-i Eser’in sonunda yer alan na‘t tespit ettiğimiz nüsha-
larda da mevcut olmakla beraber bu na‘t elimizde bulunan her iki nüshada da İbnü’l
Emîn’in dediği gibi 53 beyit değil 27 beyittir. Yine her iki nüshada da Hüsn-i Eser
200 beyit olarak karşımıza çıkar.
İbnü’l-Emîn, Hüseyin Hüsnî Paşa’nın hayatı ve eserleri hakkında bilgi ver-
dikten sonra müellifin şiirlerinden örnekler verirken Hüsn-i Eser’in başından yedi
beyit, ortasından da dokuz beyit aktarmıştır.10 Bu beyitler elimizdeki Hüsn-i Eser
nüshalarında mevcuttur. Bu durum manzumenin Hüseyin Hüsnî Paşa’ya ait olma
ihtimalini oldukça kuvvetlendirir. Eserin tespit edemediğimiz farklı baskıları yapıl-
madı ve farklı birçok nüshası mevcut değil ise İbnü’l-Emîn’in manzumenin 100
beyit olduğunu, sonunda yer alan na‘tın da 53 beyit olduğunu söylemesi sehven
olmuştur.
Hüsn-i Eser’in müellifine ilişkin verilen bilgiler apaçık gibi görünür iken, Son
Asır Türk Şairleri’nde ilerleyen sayfalarda Hüsnî mahlasını kullanan diğer bir ilim
adamı ve şair Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi hakkında verilen bilgiler
manzumenin aidiyetine ilişkin bir belirsizliğe sebep olur. Birkaç sayfa öncesinde
İbnü’l Emîn tarafından Hüseyin Hüsnî Paşa’ya nispet edilen eser bu sefer Çizmeci-
zâde Trabzonlu İsmail Efendi’nin oğlu Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi’ye nispet edil-
miştir.11
İbnü’l Emîn’in verdiği bilgilerden ilim sahibi bir isim olduğunu öğrendiği-
miz Hüseyin Hüsnî Efendi, 1909’da vefat etmiş, Eyüb Hatuniye Dergâhı haziresin-
de Mesnevîhan Hoca Hüsâmeddin Efendi’nin türbesi yakınına defnolunmuştur.12
―――――――――
8 İbnü’l-Emîn’in verdiği bilgilere göre Hüseyin Hüsnî Paşa, Zabtiye Meclisi Kitabeti’nde memurluk
yapmış, Tırhala kaymakamlığı ve mutasarrıflığı görevlerini üslenmiş, Zaptiye Nezâreti’nde
çalışmış, Yanya, Girid, Selânik ve Bursa valisi olarak görev ifa etmiştir. İbnü’l-Emîn’in Hüseyin
Hüsnî Paşa’nın hayatına ilişkin verdiği diğer bilgiler için bk. İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır
Türk Şairleri, s. 664-665. Hüseyin Hüsnî Paşa’nın hayatı hakkında yine bk. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i
Osmânî, Yay. Haz. Nuri Akbayar, C. 3, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996, s. 711.
9 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 665.
10 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 666.
11 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 671.
12 Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi, Fetvâhâne memuriyetinde, Meşîhat Mektûbî Kaleminde görev
yapmış, Galatasaray Sultânî Mektebi, Dâru’l-muallimîn, Mülkiye Mektebi ve Mercan İdâdîsi’nde
muallimlik görevlerini ifa etmiştir. İbnü’l Emîn’in, Hüseyin Hüsnî Efendi’nin hayatı hakkında
verdiği daha ayrıntılı bilgiler için bk. İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 670-
677.
Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskılarında, Hüseyin Hüsnî Efendi’nin eserle-
ri zikredilirken en başta Hüsn-i Eser’i zikredilmiştir. Hüsn-i Eser hakkında, “Ahlâk-ı
haseneden bâhis, mesnevî tarzında 205 beyitten mürekkeb, matbu‘dur.” ifadeleri
kullanılır.13 Bu manzumenin dışında da bir Kasîde-i Tevhid Şerhi’nden14, Bâğbân isimli
Şeyh Sâdî’nin Gülistân isimli eserine yazmak istediği Türkçe şerhin mukaddimesin-
den, Galatât isimli matbu olmayan hurûf-ı hecâ üzere mürettep Türkçe’de kullanı-
lan muharref kelimelere dair eserinden bahsedilir.15
Manzumenin müellifine ilişkin ilk elde verilen bilgilerdeki bu farklılık ilgili
kaynaktan istifade eden sonraki çalışmaları da etkilemiş, bu çalışmaların bir kısmın-
da manzumenin müellifine ilişkin birbirinden farklı kanaatlerin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Mesela Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde Hüseyin Hüsnî Paşa mad-
desini kaleme alan Prof. Dr. Mehmet Arslan, İbnü’l-Emîn’in Hüseyin Hüsnî Paşa
hakkında serdettiği bilgileri aktarmış ve eseri Hüseyin Hüsnî Paşa’nın bilinen tek
eseri olarak zikretmiştir.16 Yine Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde, Çizmeci-zâde Hoca
Hüseyin Hüsnî Efendi maddesini kaleme alan Prof. Dr. Beyhan Kesik, Hüsn-i Eser’i
Çizmeci-zâde’nin telifi olarak zikretmiştir.17 Kesik’in maddeyi kaleme alırken
İbnü’l-Emîn’in dışında istifade ettiği modern çalışmalarda18 da Hüsn-i Eser’in Çizme-
ci-zâde’ye ait olduğu bilgisi İbnü’l-Emîn’den alınmış olsa gerektir. Zira Hüsn-i Eser
isimli eserden bahseden tespit edebildiğimiz en eski kaynak Son Asır Türk Şairleri
olarak karşımıza çıkar.19
Bununla birlikte Son Asır Türk Şairleri’nin son baskısının M. Kayahan Öz-
gül tarafından hazırlanan ikinci cildinde Hüsn-i Eser hakkındaki bilgilerin sadece
Hüseyin Hüsnî Paşa ismi altında yer aldığı görülür.20 Özgül, Son Asır Türk Şairle-
ri’nin önceki baskılarında esere ilişkin verilen mükerrer kayıtları görmüş ve manzu-
menin Hüseyin Hüsnî Paşa’ya aidiyetini teyit etmiş olacak ki ilgili baskıda Çizmeci-
zâde Hüseyin Hüsnî ismi altında yer alan ve büyük ihtimalle sehven verilen Hüsn-i
Eser’e ilişkin iki satırlık bilgiyi bu baskıda aktarmamıştır.21 Hüsn-i Eser hakkında
kısacık da olsa bilgi veren diğer bir kaynak olan Tuhfe-i Nâilî’de de manzume Hüse-
―――――――――
13 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 671.
14 Feyzî-i Hindî’nin Mülemmâ kasidesinin Türkçe şerhidir.
15 İbnü’l Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, s. 671.
16 Mehmet Arslan, “Hüseyin Hüsnî Paşa”, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü,
http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com/index.php?sayfa=detay&detay=5203, (26.11.2014).
17 Beyhan Kesik, “Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi”, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü,
http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com/index.php?sayfa=detay&detay=2814, (25.05.2014).
18 Bu çalışmalar için bk. Murat Yüksel, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı, Türk Dünyası Edebiyatçıları
Ansiklopedisi, C.5, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2004, s. 100-101; Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi , C. 4, “Hüsnü Hüseyin Efendi (Çizmecizâde)” İstanbul, 1981, ss. 305-306.
19 Hüsn-i Eser’in zikredildiği bir diğer kaynak olan Tuhfe-i Nâilî’de yer alan bilgiler de Son Asır Türk
Şairleri’nden aktarılmıştır.
20 İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ), C. 2, Haz. M. Kayahan
Özgül, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2000, ss. 980-981.
21 İbnü’l-Emîn Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ), C. 2, Haz. M. Kayahan
Özgül, s. 988.
yin Hüsnî Paşa’ya nispet edilmiş, eserden iki de beyit aktarılmıştır.22 Tuhfe-i Nâilî’de
Çizmeci-zâde Hüseyin Hüsnî Efendi hakkında verilen bilgiler arasında ise Hüsn-i
Eser’e ilişkin herhangi bir bahis yer almaz.23
Eserin müellifine ilişkin aktarılan bilgiler sonucunda ortaya çıkan durumu
şu şekilde özetlemek mümkündür. Hüsn-i Eser’e ve müellifine ilişkin aktarılan bilgi-
ler İbnü’l Emîn’e aittir. Son Asır Türk Şairleri isimli eserin ilk baskılarında Hüsn-i
Eser’in hem Hüsnî mahlaslı Hüseyin Hüsnî Paşa’ya hem de Hüsnî mahlaslı bir diğer
şair Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Efendi’ye nispet edildiği görülür. Eğer bu iki eser
birbirinden farklı eserler değil ise -ki böyle olduğunu gösteren bir bilgi mevcut
değildir- esere ve müellifine ilişkin verilen bilgilerde hatalar vardır.24 İbnü’l-
Emin’den istifade eden modern çalışmaların bir kısmında, ilk elde verilen bilgiler-
deki farklılık sebebiyle manzumenin müellifine ilişkin verilen bilgilerdeki uyuşmaz-
lıklar devam etmiştir. Bu çalışmalarda Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskılarında
Hüsn-i Eser’in iki farklı isme nispet edildiği konusuna da değinilmemiştir. Son Asır
Türk Şairleri’nin görece çok yakın tarihte hazırlanan son baskısının ikinci cildinde
ise Hüsn-i Eser, Hüsnî mahlaslı şairlerden sadece Hüseyin Hüsnî Paşa hakkında
verilen bilgiler arasında yer almıştır. Son Asır Türk Şairleri dışında eseri zikreden bir
diğer kaynak olan Tuhfe-i Nâilî’de de manzume Hüseyin Hüsnî Paşa’ya nispet edil-
miştir.
İbnü’l-Emîn tarafından Hüseyin Hüsnî Paşa maddesinin sonunda müellife
ait olarak verilen şiir örneklerinde Hüsn-i Eser’den ilk yedi beytin ve devamında
manzumenin ortasından dokuz beytin aktarılmış olması, aynı durumun İbnü’l-
Emîn’deki bilgileri aktaran Tuhfe-i Nâilî’de de devam etmesi, M. Kayahan Özgül
tarafından hazırlanan Son Asır Türk Şairleri’nin ikinci cildinde eserin sadece Hüseyin
Hüsnî Paşa hakkında verilen bilgiler arasında yer alması manzumenin Hüseyin
Hüsnî Paşa’ya aidiyetini teyit eder niteliktedir.
―――――――――
22 Mehmet Nâilî Tuman, Tuhfe-i Nâilî -Divân Şâirlerinin Muhtasar Biyografileri-, C. 1, Haz. Cemal
Kurnaz - Mustafa Tatçı, Ankara: Bizim Büro Yayınları, 2001, s. 196. Tuhfe-i Nâilî’de yer alan
Hüsn-i Eser’e ilişkin bilgilerin kaynağı olarak da Son Asır Türk Şairleri gösterilmiştir.
23 Mehmet Nâilî Tuman, Tuhfe-i Nâilî -Divân Şâirlerinin Muhtasar Biyografileri-, C.1, s. 197.
24 Eserlerin farklı olabileceği, Hüsnî mahlaslı iki ayrı Hüsn-i Eser isimli eser olabileceği ihtimali
aklımıza gelmiştir. Fakat bu ikisinden bahsedilirken de aynı içerikle bahsedilmesi iki ayrı isme
atfedilen bu eserin aynı eser olduğunu göstermektedir.
Hüsn-i Eser, bir ahlâk metni olmasından ve yer yer nasihatvârî bir üslupla
telif edilmesinden ötürü fazlaca didaktik hususiyetler barındırır. Yazılış gayesine
uygun bir biçimde oldukça sade bir metindir. Bu sebeplerden ötürü eserin sanatsal
yönünün kuvvetli olduğu söylenemez. Bu durum didaktik hususiyetler barındıran
eserlerin genel tabiatına uygundur.
Şairin Hüsn-i Eser’le ahlâka ilişkin bir manzume telif etme gayesi muhtevayı,
dili ve üslûbu kendiliğinden belirlemiştir. Muhteva insanın iyi ve kötü hasletleri ve
bu hasletlere sahip olanların dünya ve ahiretteki ahvalidir.
Hüsn-i Eser’de geleneğe uygun bir girizgâh yoktur. Şair manzumesine ilk
beyitten itibaren kötü hasletleri ve kötü haslet sahiplerinin dünya ve ahiretteki ahva-
lini zikreden aşağıdaki beyitle başlamıştır:
Manzume aktarılan ilk beyitten 60. beyte kadar aynı şekilde kötü hasletlerin
ve kötü eylemlerin dünya ve ahiretteki ahvalinin dile getirilmesiyle devam eder.
Şairin manzumede saydığı kötü hasletler sırasıyla şunlardır: Allah’a isyan etmek,
nefse zulüm etmek, akıl ile gururlanmak, kötü bir iş için çabalamak, eksiğini bilme-
mek, yalan söylemek, doğru yola gitmemek, ikbale aldanmak, şeytana uymak, edep-
sizlik, şöhrete meyletmek, zevke düşkünlük, inat etmek, katı kalplilik, ölümü dü-
şünmemek, aslını unutmak, fıska meyletmek, haset etmek, kavgacılık, bile bile can
yakmak, nifak sebebi olmak, doğruya yardım etmemek, eza etmek, ekşi suratlılık,
hayâsızlık, fesatlık, düşmanlık, nimete şükürsüzlük, ahde vefasızlık, hasislik, harislik,
çok konuşmak, mal biriktirmek, hayırsızlık, cehlini bilmemek, kötü ve ağır sözlü
olmak, büyüklenmek, gönül kırıcılık, hilekârlık, iffetsizlik, gıybet etmek, sır sakla-
mamak, günahkârlık, zevk ve eğlenceye düşkünlük, mezhepsizlik, ilme hürmetsizlik,
şeriat ve dinden bihaber olmak, Hakk’a itaatsizlik.
Manzumeye kötü hasletlerden ve bu hasletlere sahip kişilerin dünya ve
ahiretteki ahvalinden bahsederek başlayan şair, 60. beyitten itibaren de kötü haslet-
lerin tam zıddı olan iyi hasletleri, bu hasletlerin dünya ve ahiretteki sonuçlarını
zikretmiştir. İlgili bahis manzumede aşağıdaki beyitle başlar:
Aktarılan beyitlerin devamında özetle iyi insan olanın iyi hasletlere sahip
kişi olduğu söylenir. İyi ve kötü insanın vasıfları ve ahvali anlatılır. Manzumenin
166. beytinden itibaren şair insan olmak için nihai örnekliğin yaratılmışların en
mükemmeli olan Hz. Peygamber olduğunu dile getirir. Kurtuluşun Hz. Peygam-
ber’e tabi olmakta, Hz. Peygamber’in ümmetinden olabilmekte olduğunu söyler.
İnsan gönlünü ona bağlamalı, Hz. Peygamber’e tam bir sadakat göstermelidir. 182.
beyte kadar metin bu minval üzere devam eder.
Müellif eserinin sonunda geleneğe uygun bir biçimde Hz. Peygamber’e ve
ashabına salât ü selâm getirir ve onları tazim eder. Hz. Peygamber’den istimdatta
bulunur. Eserini okuyan herkesten manzumedeki olası hataları görmezlikten gelme-
lerini ister. Cenâb-ı Hakk’a yakarışla ve O’ndan af ve bağışlanma dileyerek eserine
şu beyitlerle son verir:
Katalog taramalarında Hüsn-i Eser’e ait iki nüsha tespit edilmiştir. Bu nüs-
halardan ilki Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi kataloglarında karşımıza çıkmıştır.25 El
yazması nüsha bir defter hüviyetindedir. Nüshada manzumenin ismini gösterir,
Manzûme-i Hüsn-i Eser şeklinde bir başlık yer alır. Metin içinde yer alan Hüsnî mah-
lası hariç Hüsn-i Eser’in müellifine ya da müstensihe ilişkin bir bilgi kaydı da mevcut
değildir. Müellif hattı olup olmadığı da bilinmeyen nüshada herhangi bir tarih kaydı
da bulunmamaktadır. Nüshada Hüsn-i Eser 200 beyittir. Hüsn-i Eser metninin so-
nunda 27 beyitten oluşan bir na‘t yer alır. Aşağıda nüshanın tavsifi yapılmıştır.
―――――――――
25 Bk. Manzûme-i Hüsn-i Eser, Yusuf Ağa Kütüphanesi, No: 469. Katalog taramalarında bize
yardımcı olan Konya Yazma Eserler Bölge Müdürü Bekir Şahin Beyefendiye teşekkürlerimi
sunarım.
26 Eserin Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi katalog bilgileri şu
şekildedir: 190970 GNL. 16829 T811.31 HÜS.M Manzume-i Hüsn-i Eser / Hüsnü [y.y. t.y.] 12.
s., 23 cm. Seyfettin Özege Koleksiyonu’na Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi’nden ulaşılabilir.
Eserin Atatürk Ünivesitesi Kütüphanesi katalog bilgileri şu şekildedir: 0116547 8530 SÖ
Manzume-i Hüsn-i Eser / Hüsnü. Esere ilgili Kütüphane’nin online hizmetlerinden erişmek de
mümkündür.
―――――――――
27 Bk. Jale Baysal, Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar 1729-1825, Genişletilmiş Gözden Geçirilmiş
2. bs., İstanbul: Hiperlink Yayınları, 2010, s. 225.
―――――――――
28 M ātiye: āti Y
―――――――――
29 M Duzaḫıdır: Duzaḥīden Y
30 M Görme: Görmeden Y
31
55 Bir kişi ki ẕevḳ u ṭarabdır işi
32
Nefs ü hevā ṭolıdır içi ṭışı
―――――――――
31 M ẕevḳ u ṭarabdır: ẕevḳ-i ṭarabdır Y
32 M Nefs ü hevā: Nefs-i hevā Y
―――――――――
33 Beyit yazma nüshada sehven mükerrer yazılmıştır.
―――――――――
36 Mısra her iki nüshada da Ṭālib hem ü rāġıbıdır nefsiniň şeklindedir. Vezni gözeterek tasarrufta
bulunduk.
37 M secdededir: Secdedir Y
―――――――――
38 M yār u ḥabīb: yār-ı ḥabīb Y
39 M idelim: ide Y
Na‘t-ı Şerīf
―――――――――
40 M maḳṣad u dil-ḫˇāhıňı: maḳṣad-ı dil-ḫˇāhıňı Y
―――――――――
41 Y ebḥār: ebḥārı M
42 M bir: - Y
43 M Bā-şiddet-i: bāşeved Y
SONUÇ
Hüsn-i Eser, mesnevî tarzında telif edilmiş 200 beyitlik bir ahlâk manzume-
sidir. Manzumede iyi ve kötü insan, birçok yönüyle tavsif edilir. İyi ve kötü insanın
bu dünyada ve ahiretteki ahvalinden bahsedilir.
Manzum didaktik eserlerde görülen sade dil ve üslup Hüsn-i Eser’de de kar-
şımıza çıkar. Sanatsal açıdan manzumenin iddialı bir eser olduğunu söylemek doğru
olmaz. Dil ve üsluptaki sadelik, sanatsal açıdan herhangi bir iddia taşımama, eğitici
ve öğretici manzum eserlerin genel hususiyetlerindendir.
Hüsn-i Eser hakkında bilgi veren modern kaynakların bir kısmında manzu-
menin hem Hüseyin Hüsnî Paşa’ya hem de Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi’ye
nispet edildiği görülmektedir. Manzumenin iki ayrı müellife nispet edilmesi İbnü’l-
Emin’e ait Son Asır Türk Şairleri’nin ilk baskılarında, Hüsn-i Eser’e her iki ismin
telifleri arasında yer verilmesinden kaynaklanmaktadır.
―――――――――
44 M ṣıyānet: ṣabāyet Y
KAYNAKÇA
ARSLAN, Mehmet, “Hüseyin Hüsnî Paşa”, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü,
http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com/index.php?sayfa=detay&d
etay=5203 (26.11.2014).
BAYSAL, Jale, Osmanlı Türklerinin Bastıkları Kitaplar 1729-1825, Genişletilmiş Göz-
den Geçirilmiş 2. bs., haz. Hasan S. Keseroğlu-İlkim Mengülerek, İstan-
bul: Hiperlink Yayınları, 2010.
İNAL, İbnü’l-Emîn Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul: 1930.
______, Son Asır Türk Şairleri, C. 4, İstanbul: Devlet Basımevi, 1937.
______, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuarâ), C.2, haz. M. Kayahan Özgül, Anka-
ra: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 2000.
KESİK, Beyhan, “Çizmeci-zâde Hoca Hüseyin Hüsnî Efendi”, Türk Edebiyatı
İsimler Sözlüğü,
http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com/index.php?sayfa=detay&d
etay=2814, (25.05.2014).
MANZÛME-İ HÜSN-İ ESER, Yusuf Ağa Kütüphanesi, No: 469.
MANZÛME-İ HÜSN-İ ESER, İstanbul, trhsz., 12 s.
MEHMED SÜREYYÂ, Sicill-i Osmânî, C.3, Yay. haz. Nuri Akbayar, İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996.
TUMAN, Mehmet Nâil, Tuhfe-i Nâilî -Divân Şâirlerinin Muhtasar Biyografileri-, 2 Cilt,
Haz. Cemal Kurnaz - Mustafa Tatçı, Ankara: Bizim Büro Yayınları, 2001.
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ, “Hüsnü Hüseyin Efendi
(Çizmecizâde)”, C. 4, İstanbul: Dergâh Yay., 1981, ss. 305-306.
YÜKSEL, Murat, “Hüsnî”, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı, Türk Dünyası Edebiyatçıları
Ansiklopedisi, C.5, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,
2004, ss. 100-101.
12. ilâ 14. asırlar arasında Orta Asya’da üç büyük tarikat teşekkül etmiştir.
Bunlar; bilâhare Türkistan olarak bilinecek Yesi kasabası doğumlu Hoca
Ahmed’ten müştak Yeseviyye, Harezm’de Necmeddîn-i Kübrâ tarafından kurulan
Kübreviyye ve Buharalı Bahâeddîn Nakşibendî’nin adıyla anılan Nakşibendiyye’dir.
Bu üçlüden Yeseviyye, bilhassa Türk nüfusa hitap eden ve âdeta Orta Asya’ya
münhasır kalan bir tarikat şeklinde varlığını sürdürmüştür. Hâlbuki Nakşibendiyye,
Orta Asya’da muazzam bir kudret ve itibar kazanırken canlı bir şekilde ve ekseriyet-
le de Hindistan ve Osmanlı topraklarına uzanarak Orta Asya sınırlarının çok ötesi-
ne ulaştı ve bu itibarla bütün İslâm dünyasında faaliyet gösteren gerçek manâda
beynelminel bir tarikat oldu. Mâmâfih en büyük inkişâfını Orta Asya hâricinde
gerçekleştiren Kübreviyye ise, bölgede giderek hâkim hâle gelen Nakşibendiyye
tarafından ve 16. asrın sonlarından itibaren gerçekten de neredeyse tamamen yerin-
den edildi.
Kübreviyye’nin Orta Asya’da ufûlü, bu bölgenin tasavvuf hayatını
mevzubahs edinen umumî eserlerde bile kâhir ekseriyet ihmal edilmiştir; 19. ve 20.
―――――――――
Bu tebliğin bazı bölümleri, yazarın [The Kashf al-Hudā of Kamāl ad-Dīn Husayn Khorezmī A
Fifteenth-Century Sufi Commentary on the Qaṣīdat al-Burdah in Khorezmian Turkic (Text
Edition, Translation, and Historical Introduction), PhD dissertation, Indiana University, 1985]
adlı doktora tezinin giriş bölümlerinden uyarlanmıştır. Bu makale, Iranian Studies 21/1-2 (l988) de
yayınlanan özgün makalenin gözden geçirilmiş versiyonudur.
Professor. Department of Central Eurasian Studies, Indiana University, Bloomington.
deweese@indiana.edu
Doç. Dr., Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, İzmir. tarihsinas@gmail.com
(Metinde şahıs ve eser isimlerinin yazımında, Türkçe söz dizim ve yazımı dikkate alınmış;
dipnotlarda ise kaynaklara ulaşmak isteyenler gözetilerek İngilizce metindeki orijinal biçimleri
verilmiştir. Tercümeyi kontrol ve tashih eden İlker Külbilge’ye teşekkür ederim.)
―――――――――
1 Bkz. E. T. Smirnov’un, “Dervishizm v Turkestane”, Sbornik materialov po Musul’manstvu, Cilt I (St
Petersburg, 1899), ss. 57-60, başlıklı makalesinde Kübrevîyye’nin Harezm’de yalnızca son zaman-
larda gerilemiş olduğu söyleniyor; Bartold, Istoriia kul’turnoi zhizni Turkestana (Leningrad, 1927) adlı
eserinde Kübreviliğe günümüz Harezm’inde yaygın bir tarikat olarak atıfta bulunmaktadır (Bkz.
V. V. Bartold, Sochineniia, Cilt II/1, ss. 251-252). Aynı görüş S.M. Demidov tarafından da Sufizm v
Turkmenii başlıklı eserde teyit edilmektedir (Ashkhabad: Ylym, 1978, s. 17). Son zamanlarda Ba-
tı’da kaleme alınan ve Harezm’de sürekli bir Kübrevî varlığına hükmeden eserler arasında şunlar
da zikredilebilir: Chantal Lemercier-Quelquejay, “Sufi Brotherhoods in the USSR: A Historical
Survey”, Central Asian Survey, 2/4 (December 1983 ), s. 190, ve Alexandre Bennigsen and Marie
Broxup, The Islamic Threat to the Soviet State (New York: St Martin’s Press, 1983), s. 76.
2 Kübrâ’nın türbesi etrafındaki şifahî efsaneler için bkz. G.P. Snesarev, Khorezmskie legendy kak
istochnik po istorii religioznykh kul’tov Sredniaia Aziia (Moscow: Nauka, 1983), ss. 142-158, ve
Snesarev’in konuya ilişkin daha erken tarihli çalışması: Relikty domusul’manskikh verovanii i obriadov u
uzbekov Khorezma (Moscow: Nauka. 1969), s. 269 ve 322. Külliyenin fotoğrafları için bkz. G.A.
Pugachenkova, Sredniaia Aziia: Spravochnik-putevoditel’ (Pamiatniki iskusstva Sovetskogo Soiuza)
(Moscow: Iskusstvo, 1983), 114-117. levhalar ve s. 379.
6965 (Sobranie vostochnykh rukopisei, VIII, ss. 441-442, No. 6002), vr. 1b-63b, and Inv. No. 10802
(SVR, X, s. 250, No. 6981 ), vr. lb-27b.
13 Jāmī, Nafahāt al-Uns, ed. Mahdī Tawḥīdīpūr (Tehran, 1336/1947), s. 433.
14 al-Yāfi’ī, Mir’āt al-Jinān (Beirut: al-A’lamī Library, 1390/1970; Haydarabad edisyonunun yeni
baskısı, 1337-1339). IV. s. 41; Jamāl Qarshī, Mulḥaqāt al-Ṣurāḥ, ed. Bartold, Teksty, ss. 151-152.
15 Bartold, Teksty, s. 152.
16 Jevāhir al-Asrār, MS Bodleian Library, Elliot 334, vr. 28a-b.
son mümessilidir. Kendisi daha ziyade eserleri ile tanınmaktadır, fakat hayatına ait
tafsilât ne yazık ki pek bilinmiyor. Harezmî’nin yazdıklarından Deşt-i Kıpçak’ın
konar-göçerleri arasında en az iki kez seyahat ettiğini17 ve Timurluların Harezm
valisi Şah Melik’in (ö. 1426) müşâviri ve sırdaşı olduğunu öğreniyoruz. Onu asıl
meşhur eden ise tarihî kaynaklarda; Harezm’in, konar-göçer Özbek ittifakının yeni
lideri Ebû’l-Hayr Han’ın birlikleri tarafından ve büyük ihtimalle 834/1430’daki
işgali esnasında sahneye çıkmasıdır. Şeyh, el-Bûsîrî’nin Kâside-i Bürde’si hakkında
Keşfü’l-Hüdâ adıyla Türkçe bir şerh yazmış ve bunu genç Özbek başbuğuna ithaf
etmiştir. Mezkûr eser, Kübreviliğin menşe’ine dair Orta Asya Türkçesi ile yazılmış
şimdilik tek eser olarak durmakta ve Kübrevî varlığının İslâm dünyasının sınırların-
daki Türkçe konuşulan muhitlerde 15. asrın başlarına kadar devam edegeldiğini
göstermektedir.
Hüseyin Harezmî’nin vefatıyla birlikte Kübrevî Baba Kemâl Cendî’nin ne-
sebi de görünüşe bakılırsa kesilmektedir; silsilesini devam ettirecek bilinen bir mürîd
bırakmamış; ayrıca hem Timurlular hem de Özbek konar-göçerler arasında temin
ettiği siyasal nüfuz modeli; Kübrevî takipçileri tarafından değil, Yesevî ve Nakşi-
bendî meşayihi tarafından sahiplenilmiştir. Aslında diğer silsileye mensup Kübrevî
meşayihi âhiren 15. asırda ve Harezm’de tekrar ortaya çıktıklarında Cendî’nin silsi-
lesi Orta Asya’da o kadar gözden kaybolmuştu ki, bu meşayih mezkûr Hüseyin
Harezmî zamanına kadar o bölgede mevcut olan Kübrevî varlığından tamamen
habersiz görünüyorlar.
Hemadânî Silsilesi: Orta Asya’ya Avdet ve Kübrevî Hizipleşmesi
Orta Asya’da güçlü bir Kübrevî silsilesinin yeniden tesisi, 14. asrın ikinci
yarısında ve Seyyid Ali Hemedânî’nin kariyeriyle başlamıştır. Firdevsiyye hâricinde,
varlığını sürdüren bütün Kübrevî şubeleri Necmeddîn-i Kübrâ ile olan râbıtalarını
Hemedânî üzerinden sürdürmektedir; Hemedânî’yi Kübrevî silsilelerinde muteber
kılan sebep ise “Kübreviyye”nin 15.asırdan sonra Orta Asya ve Hindistan’da
“Hemedâniyye” ile hemen hemen aynı manâya gelmesiydi. Hemedânî, tarikatın
bânisi ile bizzat, Kübrâ’nın mürîdi Rızâeddîn Ali Lâlâ’dan (ö.642/1244)
Cemâleddîn Ahmed Cürfânî’ye (ö.669/1270), oradan da Nûreddîn Abdurrahman
İsferâyînî’ye (ö.717/1317) ve onun meşhur öğrencisi Alâüddevle Simnânî’ye kadar
uzanan bir silsile vasıtayla irtibatlandırılmıştır. Hemedânî’nin Simnânî’yle silsilevî
münasebeti, Simnânî’nin üç mürîdi, yani Necmeddîn Muhammed Ezkânî İsferâyînî,
Takıyüddîn Ali Dostî ve çok mühim bir nüfuz sahibi olduğu görülen Şerâfeddîn
Ebû’l-Maâli Mahmûd Mezdekânî (ö.761/1359-1360) vasıtasıyla kurulmuştu.
Simnânî’nin zamanına kadar, Rızâeddîn Alî Lâlâ’dan gelen Kübrevî silsilesi,
merkezî-kuzey İran’da ve Horasan’ın garp hudutlarında tekâsüf etmiştir. Hakikatte
İsferâyînî hayatının çoğunu daha garpta, Bağdat’ta geçirmiş ve orada defnedilmiştir.
―――――――――
17 Husayn Khwārazmī, Kunūz al-Ḥaqā’iq, MS British Museum. Or. 12984, vr. 4a: Yanbū’ al-Asrār fi
Naṣā’iḥ al-Abrār, ed. Mahdī Dirakhshān (Tehran: Intishārāt-i Anjuman-i Ustādān-i Zabān va
Adabiyāt-i Fārsī, No. 7, 1360/1981), ss. 158-159, 224-225.
Lâkin Simnânî şarka yani doğduğu topraklara rücû’ etmiştir. Bu dönemde Orta
Asya menşe’li yalnızca bir tek şahsiyet, bu istisnaî Kübrevî silsilesi ile açık bir şekil-
de bağlantılıdır; bu şahıs, nisbesi Semerkand yakınlarındaki bir köye işaret eden
Burhâneddîn Sağarcî’dir. Burhâneddîn, hem İsferâyînî’nin hem de Simnânî’nin
şâkirdi olarak tarif edilmektedir.18 Çokça seyahat eden Burhâneddîn’in İsferâyînî ile
olan münasebeti Bağdat’ta vukû bulmuş gibi görünüyor; İbn Battûta Hindistan’da
onunla karşılaşmıştır 19 ve Sağarcî bilhassa “Hitay”la (ki bu misâlde mezkûr tabirin
“Çin”in hangi bölgesine atıfta bulunduğu sârih değilse de) ilişkilendirilmektedir.
Maalesef hayatı hakkında, Hitay’da vefat etmesi ve oğlu Ebu Said’e na’şını
Semerkand’daki Nûreddîn Basîr’in türbesi yanına defnetmek üzere geri götürmesini
vasiyet etmiş olması dışında başka hiçbir şey bilinmemektedir20; Rûhâbâd adını
taşıyan meşhur türbesi hâlâ ayaktadır.
Câmî’nin Nefahâtü’l-üns’ünden ve 18. asır gibi geç bir devre ait olmakla bir-
likte mühim addedilen ve kendisi de bir Hemedânî-Kübrevî şeyhi olan Ahmed
Keşmîrî’nin tedvin ettiği mücmel sufi silsilelerinden21 edindiğimiz bilgilere göre
Simnânî’nin doğrudan mürîdi olmuş bazı isimler, şarktaki memleketlerle
münâsebetdâr nisbelere (mesela Muhsin Türkistânî ve Abdullah Garcistânî gibi)
sahipti. Fakat ne yazık ki bunların sâdece isimlerini biliyoruz. Aynı durum
Garcistânî ve Mezdakânî’nin terâcim-i ahvâli bilinmeyen birkaç mürîdi için de
vâkidir. Bu mürîdlerin isimleri Kübrevî faaliyetlerinin Horasan’dan Bedahşân,
Garcistan ve Keşmir’e kadar uzanan şark ve cenup bölgelerinde intişârına delâlet
etmektedir. Ulaştığımız ve Kübreviliğin Horasan’dan şark cihetine yayılması hak-
kında net bir fikir veren kaynaklara ise yalnızca Hemedânî’nin kendisi ile ulaşıyoruz.
―――――――――
18 Sâğarcî’nin hem İsfarayinî hem de Simnânî’nin şâkirdi olarak konumu, 16. asrın sonlarında Hüse-
yin Karbelâ’î Tebrizî tarafından Rawżāt al-Jinān va Jannāt al-Janān’da belirtilmiştir. (ed. Ja’far Sulṭan
al-Qurrā’ī, Tehran, 1344/1965; Persian Texts Series, No. 20), I, ss. 68-69; aynı döneme ait
Riyâzü’l-evliyâ’da şeyhi olarak yalnız İsfarâyinî’den bahsedilmektedir (bu eserden aşağıda
sözedilmektedir; MS Calcutta, Asiatic Society of Bengal, Curzon Collection, No. 704, vr. 110a-b).
Bartold (“O pogrebenii Timura,” Sochineniia, II/2, pp. 434-435) Sâğarcî’yi yanlış bir biçimde,
Sâğarcî’nin türbesinin yanına defnedilen Semerkandlı veli Nûreddîn Basîr’in mürîdi olarak adde-
der. Hermann Landolt, Sâğarcî’nin; İsfarâyinî ve Simnânî’nin mektuplaşmalarında tartışılan
“Burhâneddîn Ermâliğî” ile bir münasebeti olabileceğini ileri sürmektedir (bkz. Landolt edisyonu,
Correspondance spirituelle èchangee entre Nuroddin Esfarayeni (ob. 717/1317) et son disciple ‘Alaoddawleh
Semnani (ob. 736/1336) (Tehran: Departement d’Iranologie de l’Institut Franco-Iranien de
Recherche, 1972; Bibliotheque Iranienne, No. 21 ), giriş, ss. 8-9), fakat bu tespit müstakil hiçbir
delile sahip değildir.
19 Karşılaştırınız: Voyages d’Ibn Battuta, ed. ve tr. C. Defremery ve B.R. Sanguinetti (Paris, 1854; yeni
baskısı, Paris: Éditions Anthropos Paris, 1969), III, s. 255, IV, ss. 126-127.
20 Karşılaştırınız: Bartol’d, “O pogrebenii,” pp. 434-435; Risālah-yi Ḥażrat Quṭb al-Aqṭāb Nūr al-Dīn
Baṣīr, MS Leningrad Branch of the Institute of Oriental Studies of the Academy of Sciences of
the USSR. No. B4464, vrk. 195b; Abu Tahir Khoja Samarqandi, Samarīyah, ed. Iraj Afshar
(Tehran:Intisharat-i Farhang-i lran-zamin, No. 9, 1343/1964), s. 73.
21 Ahmad Kashmīrī, Shajarah-yi Ṭabaqāt-i Mashā’ikh, MS IVAN UzSSR 1426 (SVR, III, ss. 361-362,
No. 2686).
―――――――――
22 J. K. Teufel, Eine Lebensbeschreibung des Scheichs Alī-i Hamadānī (gestorben 1385): Die Xulāṣat ul-
Manāqib des Maulānā Nūr ud-Dīn Ca’far-i Badaxšī (Leiden: E.J. Brill, 1962). Hemedânî hakkında ay-
rıca bkz. A. A. Hekmat, “Les voyages d’un mystique persan de Hamadān au Kashmir,” Journal
Asiatique, 240 (1952), ss. 53-66; M. Molé, “Les Kubrawiya entre sunnisme et shiisme aux huitième
et neuvième siècles de l’hégire,” Revue des études islamiques, 29 (1961), ss. 61-142 (ss. 110-124);
Molé, “Profession de foi de deux Kubrawīs: ‘Alī-i Hamadānī et Muhammad Nūrbakhsh,” Bulletin
d’Etudes Orientales [Institut français de Damas], 17 (1961-62), ss. 133-204; Molé, “Kubrawiyat II:
Alī b. Şihābeddīn-i Hamadānī’nin Risāla-i futuvvatiyya’si,” Şarkiyat Mecmuası, 4 (1961), ss. 33-72; F.
Meier, “Die Welt der Urbilder bei ‘Alī Hamadānī (d. 1385),” Eranos-Jahrbuch, 18 (1950), ss. 115-
172; M. Sultanov, “Ideinye istochniki formirovaniia mirovozzreniia Ali Khamadani,” Izvestiia AN
TadzhSSR, Otd. Obshch. Nauk, 1982, No. 4, ss. 43-47; Muhammad Riyāz Khān, “Khadamāt-i
Amīr-i Kabīr Mīr Sayyid ‘Alī Hamadānī dar shabh-i qārah-yi Pākistān va Hind (qarn-i hashtum),”
Ma’ārif-i Islāmī (Tehran), No. 6 (1347/1968), ss. 95-99; ve aynı yazar, “Matn-i Maktūbāt-i Mīr
Sayyid ‘Alī Hamadānī,” Majallah-yi Dānishkadah-yi Adabiyāt va ‘Ulūm-i Insānī (Tehran), 21
(1353/1974-75), ss. 33-66.
23 Karşılaştırınız: Rizvi, History of Sufism in India, I, ss. 291-292; Abdul Qaiyum Rafiqi, Sufism in
Kashmir from the Fourteenth to the Sixteenth Century (Varanasi: Bharatiya Publishing House, 1972), ss.
31-85; R. K. Parmu, A History of Muslim Rule in Kashmir 1320-1819 (Delhi: People’s Publishing
House, 1969), ss. 101-114; Prithvi Nath Kaul Bamzai, A History of Kashmir (New Delhi:
Metropolitan Book Company, 2. baskı, 1973), ss. 525-527.
24 Karşılaştırınız: Parmu, History of Muslim Rule, s. 104, ss. 467-475’de metin ve tercümesi verilmiştir;
Rafiqi, Sufism in Kashmir, s. xviii, bu belgenin sahihliği meşkûktur.
25 Karşılaştırınız: Teufel, Lebensbeschreibung, ss. 35-36.
―――――――――
26 Richard Gramlich, Die schiitischen Derwischorden Persiens, erster Teil: Die Affiliationen (Wiesbaden:
Franz Steiner Verlag, 1965; Abhandlungen für die Kunde des Morgenlandes, XXXVI, l), ss. 14-
16.
27 Molé, “Les Kubrawiya”, ss. 125-126.
28 Hamid Algar, “Kubrā”, EI2, V, ss. 300-301; ayrıca karşılaştırınız: Râzi’nin en mühim eserinin
çevirisine Algar tarafından yazılan mukaddime, The Path of God’s Bondsmen from Origin to Return
(Merṣād al- ‘ebād men al-mabdā’ elā’l-ma’ād), A Sufi Compendium by Najm al-Dīn Rāzī known as Dāya
(Delmar, New York: Caravan Books, for Persian Heritage Series, 1982), ss. 2-7.
29 Said Amir Arjomand, The Shadow of God and the Hidden Imam: Religion, Political Order, and Societal
Change in Shi’ite Iran from the Beginning to 1890 (Chicago: University of Chicago Press. 1984), ss. 74-
76, 114-116.
―――――――――
30 Nūrullāh Shushtarī, Majālis al-Mu’minīn (Tehran, 1299/1881-82), II, ss. 144-149; karşılaştırınız:
Ma’ṣūm ‘Alī Shāh, Ṭarā’iq al-Ḥaqā’iq (Tehran, 1339-45/1960-66), II, ss. 338-340.
hem de yalnızca alenî yapılan Şiî dinî-politik faaliyetler hakkında değil aynı zamanda
mutasavvıflar hakkında da korku ve şüphe duyulmasını tahrik eden İslâmî bir
ortodoksi ile de tam manâsıyla mutâbıktır.31 Daha önce yani Şahruh’un babası
Timur döneminde yarı-Şiî tasavvufun, Mâverâünnehr ve Horasan’ın kısmen İslâmî-
leşmiş olan Türk konar-göçerleri üzerindeki tesirinin yarattığı korku, meşhur Şah
Nimetullah Veli Kirmânî’nin (ö. 834/1431) bu bölgelerden sürülmesine yol açmıştı.
Nimutullah’ın kurduğu Şiî tarikatın mensupları tarafından kaleme alınan kaynaklar,
erken dönem Nakşibendî Hacegânî velisi Seyyid Emir Külâl’i, Nimetullâh’ın nüfu-
zunun isyan çıkarmak için kullanılabileceği konusunda Timur’u uyaran ve neticede
bu tahrikleriyle onun sürgün edilmesini sebep olan kişi olarak tasvir etmektedir.32
Nurbahş meselesine ve Hoca İshâk’ın ölümüne oldukça farklı bir şekilde
yer veren ve yukarıda bahsi geçen Zehebî kaynağı, bununla birlikte, Hoca İshâk
Huttalânî’nin hayatı hakkında kıymetli bir rivâyet sunmaktadır. Bu kaynak, Hüseyin
Kerbelâ’î Tebrizî’nin takriben 990/1582’de kaleme aldığı Ravzatü’l-cinân ve Cennâtü’l-
cenân başlıklı eseridir. Kerbelâ’î’nin babası, Seyyid Ahmed Lâlâ’nın (ö.912/1507)
şâkirdiydi. Lâlâ’ya gelince, Nurbahş’ın hasmı olan Abdullah Berzişâbâdî’nin silsile-
sine mensuptu. Tebriz’in mümtaz velilerine ithaf edilen eser, müellifin Necmeddîn-
i Kübrâ’ya kadar uzanan doğrudan manevî atalarının mufassal terâcim-i ahvâlini
ihtiva etmektedir.
Ravzâtü’l-cinân’a göre,33 Seyyid Ali Hemedânî’nin en muteber mürîdi olan
Hoca İshâk Huttalânî, 730 yahut 731 (1330-1331)’de Huttalân’da doğmuştur. Baba-
sı (aynı me’hazda “Emîr Ârâmşâh” olarak da bahsedilen) Emîr Alişah Huttalânî
isminde biridir; üstelik Emir Keyhüsrev Huttalânî diye birinin Timur’a karşı müca-
dele eden Harezm hâkimi Hüseyin Sufi’ye verdiği destek yüzünden ceza olarak
idam edildiğini kaydetmek, Hoca İshâk’ın babasının 773/1372’de Huttalân’ın yerel
hanedanıyla âşikâr münasebeti de göz önüne alındığında, hayli ilginçtir.34 Nitekim
Kerbelâ’î, Hoca İshâk’ın, şeyhi Seyyid Ali Hemadânî’ye sadâkatine delil olmak
―――――――――
31 Sabık Hüseyin Harezmî yaklaşık bu tarihlerde, görünürde tasavvufî bir gazelinden hareketle ortaya
atılan sapkınlık suçlamalarına cevap vermek üzere Şahruh’un Herat’taki sarayına çağrıldı. (karşılaş-
tırınız: Alisher Navoii, Majolisun Nafois: ilmii-tanqidii tekst, ed. Suyima Ghanieva (Tashkent: Fan,
1961), ss. 9-10; Khwāndamīr, Ḥabīb al-Siyar (Tehran, 1339/1960), IV, s. 9). Aynı şekilde sufi şâir
Kâsım-ı Envār da, 830/1426-1427’de Şahruh’a karşı bir komploya karıştığı şüphesiyle Herat’a
çağrıldı. (Arjomand, Shadow, s. 74).
32 Karşılaştırınız: Jean Aubin. ed., Matériaux pour la biographie de Shah Nimatullah Wali Kermani
(Tehran: Département d’Iranologie de l’Institut Franco-Iranien, 1956; Bibliothèque Iranienne,
Cilt VII), Giriş, ss. 13-14.
33 Karbalā’ī (Karşılaştırınız, yukarıdaki 19. dipnot ), II, ss. 243-250.
34 Sharaf al-Dīn ‘Alī Yazdī, Zafarnoma, A. Urunbaev tarafından hazırlanan faksimile neşir (Tashkent:
Fan, 1972), vr. 148b; Yezdî, Keyhüsrev’in kardeşlerinden biri olarak Keykubad’ın adını verir. (vr.
138b-139a); Karşılaştırınız, C.E. Bosworth, “Khuttalān” maddesi, EI2, V, s. 76. Keyhüsrev’in ve-
fatı, 15. asrın ortalarında derlenen Mücmel-i Fasīhī’de de belirtilmiştir.; [bkz. D. Iu. Iusupova, tr.,
Mudzhmal-i Fasikhi (Fasikhov svod) (Tashkent: Fan, 1980), s. 96. Keyhüsrev hakkında ayrıca bkz.
Mīrzā Muḥammad Ḥaydar Dūghlāt, Tārīkh-i Rashīdī, tr., N. Elias and E. Denison Ross, History of
the Moghuls of Central Asia (London: Curzon Press, 2. baskı, 1898), ss. 21, 24, ve Bartold, “Ulugbek
i ego vremia,” Sochineniia, 11/2, ss. 42-43.
üzere kaydettiği iki esrarengiz hadisenin anlatımında Huttalânî ile Timur arasında
mevcut olan bu türden bir “ailevi” husûmeti de zımnen ifade eder. Hoca İshâk;
Hemadânî’nin rakipleri ona iftira atarken ve Timur’un sarayında onun hakkında
şüphe uyandırırken Kerbelâ’î’nin Hemedânî’ye olan desteğini alenen ortaya koydu-
ğunu söyler. Rivâyete göre, Hemadânî’nin Huttalân’daki varlığı öylesine bir heyecan
yaratmıştır ki Seyyid’in aleyhinde konuşanlar, Hemedânî’nin siyasî otorite iddiasında
bulunduğunu ekleyerek onun takipçilerinin kesreti konusunda Timur’u uyardılar.
Seyyid’in muhalifleri; Hemedânî’nin mürîdleri arasında “Emir Ârâmşâh”ın oğlu
Hoca İshâk Huttalânî’nin bulunduğunu söylediler; Timur da, Emir Ârâmşâh’ın
kendi nüfuz sahasına burnunu sokmaya başladığından beri Hoca İshâk’ın,
Hemedânî’nin zemmedicileri tarafından anlatılan huzursuzluğun muhtemel tahrik-
çisi olduğuna hükmetti. Hemedânî’nin kendisi Timur’un huzuruna çağrıldığında
Hoca İshâk, buna rağmen, hemen Timur’un bulunduğu ordu’ya hareket etti ve üsta-
dından evvel oraya ulaştı.
Nakledilen rivâyete göre Hoca İshâk, şeyhin taktığı siyah sarıktan rahatsız
olan Timur’un huzuruna çıktı. Emir Timur, şeyhin siyah sarık giymesini küstahlık
ve muhtemel bir isyan emâresi olarak kabul edip Huttalânî’nin (“bu küçük Mo-
ğol’un”) yakalanmasını ve sarığın başından alınmasını emretti. Hoca, sarıktan ancak
başının kesilmesi kaydıyla vazgeçeceğini söylediğinde Timur’un hâlet-i rûhiyesi de
hiç beklenmedik bir şekilde tahavvül etti ve verdiği ilk emir de bunun sonucu ola-
rak değişti: “Başına bir şey gelmemesi için ona 2.000 tane Kıpçak atı verelim.” Hoca İshâk
1200 ata râzı oldu ve serbest bırakıldı.
Söz konusu uzlaşmadan sonra bu kez de Hemedânî Timur’un huzuruna
getirildi ve şâkirdinkinden bile daha küstahça tavırlarına rağmen bu karşılaşmadan
sağ çıkmayı başardı. Kerbalâ’î, Seyyid’in sırtı kıbleye bakar şekilde asla oturmadığı-
nın çok iyi bilindiğini nakleder. Fakat Timur’la “resmî görüşmesi”nde kendisi için
tahsis edilen yer, onun tam da bunu yapmasını gerektiriyordu. Hemedânî, buna
rağmen, emredilen yere oturdu. Timur da ona, neden sırtını kıbleye dönmeye râzı
olduğunu sordu. “Bir kimse yüzünü sana çevirdiğinde” diye cevap verdi Seyyid, “sırtı
muhakkak kıbleye döndürülecektir.”35 Emir yine sinirlendi, fakat Hemedânî onu, siyasî
iktidar iddiası taşımadığına inandırmak için çabalamaya devam etti. Bir müşâhede
sırasında kendisine yemek takdim edildiğini, fakat topal bir köpeğin onu almak için
ortaya çıktığını gördüğünde “Dünya bir lâşedir, taliplileri de köpektir” ifadesini
doğrulayan hadis gereğince o yemeği reddettiğini anlattı. Bu sözlerden onun aslında
gerçek manâda manevî bir cihângîr olduğuna hükmeden Timur, Hemedânî’yi daha
fazla tahrik etmek şöyle dursun bu sebeple Seyyid’ten özür dahi diledi. Ancak
Hemedânî, Timur’un ricâlarını reddetti ve Allah tarafından kendisine yalnızca
―――――――――
35 Bu hikâyenin, Rafikî’nin (Sufism in Kashmir, s. 33) Keşmir’de kaleme alınmış kaynaklara dayanarak
kaydettiği daha sonraki döneme ait popülerleştirilmiş bir versiyonu, Hemedânî yüzünü kıbleye
dönebilsin diye Timur’un sarayının kendi ekseni etrafında döndüğünü söyler.
[“Ed-dünyâ cifetün ve tâlibühâ kilâbün”. Timur’un bu hadîsi, Ahmed Yesevî türbesinin merkezî
kubbesinin doğu ve batı yüzlerine sülüs harflerle hakkettirdiğini zikretmekte fayda vardır, bkz.
Mehmet Demirci, “Yesevi Türbesi ve Yazıları, Bilig, 1 (Bahar 1996), s. 99 (çev. notu)].
İshâk’ın bütün mürîdleri ona emanet edildi. Nurbahş, mürîdinin gördüğü rüyanın
kendisinin mehdiliğine delâlet ettiğine inandı; ancak bu hususu Berzişâbâdî ile gö-
rüştüğünde, Berzişâbâdî bu tabiri reddetti. Berzişâbâdî’nin bu reddini onun aşağılık
hasedine yoran Nurbahş, mevkiini mehdî olarak teyit etmesini ricâ etmek maksa-
dıyla birkaç taraftarı ile birlikte Hoca İshâk’a gitti. “Meseleler, Hoca’nın [seyyid’in]
mevkiini mehdî olarak kabul etmesine yol açacak bir şekilde gelişti ki bunların anlatımı burada
fazlasıyla uzun kaçar; zira Hoca o sıralarda yaşlı ve eli ayağı tutmaz bir hâldeydi ve kudreti de
azalmıştı. Dervişlerin işlerinden ve sorunlarından bîtap düştüğü için onları Mir Seyyid Abdul-
lah’a havale etti.”
Seyyid Abdullah, Hoca İshâk’ın Nurbahş’ın iddialarına muvâfakat ettiğini
duyunca şeyhine giderek, mezkûr rüyanın atfedilen manâyı taşımadığını ve
Nurbahş’ın tabirinin yanlış olduğunu belirtti. Hoca, bu kez de Seyyid Abdullah ile
mutâbık kaldı ve önceki teyidini feshetti; “ancak bu hadisenin tohumu bu suretle, seyyid’in
kalbine zaptedilemez bir şekilde ekilmiş oldu.” Bu yüzden Hoca, Abdullah Berzişâbâdî’yi
tarikatın meseleleri için Munk şehri yakınlarına gönderdiğinde, Nurbahş’ın taraftar-
ları bu fırsatı kaçırmayıp Huttalân, Bedehşan ve komşu bölgelerde keşmekeşe mün-
cer olacak tahriklere başladılar.
“Hoca İshâk’ın genç bir seyyidin mehdî olduğunu beyân ettiği ve onu hükümdar ola-
rak aday gösterip imâm olduğunu açıkladığı şeklindeki haberler Mirza Şahruh’a ulaştı.” diye
devam eder rivâyet. Şahruh, Hoca’nın üzerine askerî birlikler gönderdi ve ardından
meydana gelen savaşta, Hoca İshâk’ın iki oğlu ve 80’den fazla derviş öldürüldü.
Nurbahş yakalandı ve hapsedildi. Ancak Kerbelâ’î şunları yazıyor: “Hoca İshâk’ın
atalarından dolayı ona uzun zamandır düşmanlık besleyen ve aralarında emirlerin de bulunduğu
Mirza Şahruh’un hizmetindeki bazı görevliler, bu genç seyyidin, “pîr”i “Sen Mehdî’sin” dediği
için suçlanmaması gerektiğini söyleyerek [Şahruh’un] aklını çeldiler ve bu sayede onu serbest
bıraktırdılar.” Buna rağmen Hoca İshâk mahkum oldu ve Ramazan’da 827/Ağustos
1424’te 96 yaşında idam edildi.37 Taraftarlarının Hoca İshâk’ın şehitliği hakkında,
onun “abdâlların kutbu” olduğunu gösteren bir işaret olarak kabul ettikleri ve idam
edildiği gün gökten kan yağdığı şeklinde bir rü’yetleri mevcuttur.
Kerbelâ’î’nin rivâyeti bu suretle Kübrevî hizipleşmesini açıkça Nurbahş’ın
iddiasına bağlıyor. Lâkin Huttalânî’yi de, Nurbahş’ın mehdîlik iddiasını en başta
tasdik etmesi sebebiyle onun resmen suç ortağı olarak kabul ediyor. Rivâyetin bu
Zehebî varyantı, Nurbahşî varyantının aksine daha makul ve mantıklı görünüyor;
Nurbahş’ı yalnızca kötüleyip Hoca İshâk’ın meşrû halefi olarak Berzişâbâdî’nin
nüfuzunu ispatlama niyetindeki bir rivâyet, Hoca’nın Nurbahş’ın iddiasına en başta
rızâ gösterdiğini elbette reddedecek, yahut bu rızâyı en azından etkin bir şekilde
gizleyecekti. Mevcut hâliyle Kerbalâ’î’nin rivâyeti, teknik açıdan Nurbahşîlerin,
―――――――――
37 Riyāż al-Awliyā (vr. 119b), onun vefat tarihi olarak (Şüşterî ile tetâbuken) 826’yı verir; ancak öldü-
ğünde 91 yaşında olduğunu söyler. Rafiqi (Sufism in Kashmir, s. 97), Khuttalânî’nin tevellüdü olarak
735/1334 (Riyâzü’l-evliyâ’da verilen yaşla mutâbık) yılını veren fakat öldüğü tarihi 816/1413 göste-
ren bir Keşmirî kaynağından bahseder; lâkin vefat tarihi olarak 816/1413 alındığında, bu ikincisi
kesinlikle yanlıştır.
―――――――――
41 Kübrevî öğretisinde neredeyse başından beri güçlü bir Şiî unsur gören Molé bile, Hemadanî ve
Huttalânî’nin sünnî olduğunu, yalnız Nurbahş’da gelişmiş bir Şiî itikadına rastlayacağımızı itiraf
etmek zorunda kalır. (“Les Kubrawiya,” ss. 124-126, 137).
42 Karşılaştırınız, Gramlich, Schiitischen, ss. 14-15; Arjomand, Shadow, s. 115.
43 Arjomand, Shadow, s. 115.
44 Elias and Ross, tr., History, ss. 434-435; karşılaştırınız, Rizvi, History of Sufism in India, I, ss. 298-
299, Parmu, History of Muslim Rule, ss. 195-196 ve notlar 88-90.
45 Karşılaştırınız, Parmu, History of Muslim Rule, ss. 195-196 ve notlar 88-90.
46 Arjomand’in Zehebî silsilesiyle alakalı anlatısı (Shadow, ss. 114-115), Kübrevî hizipleşmesinin
Nurbahş ile Habûşânî’nin mürîdleri arasında olduğunu söylemesine ve aslında Habûşânî’nin
Nurbahş’ın muasırı olan Barzişâbâdî’nin üçüncü kuşaktan halefi olduğunu belirtmesine rağmen,
Abdullah Berzişâbâdî’nin kastedildiği yerde yanlışlıkla Hacı Muhammed Habûşânî’ye atıfta bulu-
nur.
“Zehebiyye” tabiri, Berzişâbâdî silsilesinin bilinmeyen bir noktada Şiî olan ve yal-
nızca İranî kolları için kullanılan umumî bir isim gibi görünmekte olup müşterek
hususî bir silsileye atıfta bulunmaz. İzleri Gramlich47 tarafından Mecâlisü’l-mü’minîn
ve Masum Ali Şah’ın Tarâiku’l-hakâyık adlı eserleri yanı sıra sair İran kaynaklarına
dayanılarak günümüze kadar takip edilen Zehebî silsilesi, Berzişâbâdî’nin üçüncü
kuşaktan halefi ve Orta Asyalı silsilelerde çok mühim bir sima olan Hacı Muham-
med Habûşânî’nin (ö. 937/1530-31) mürîdi Gulâm Ali Nîşâbûrî ile başlar. Fakat
Ravzatü’l-cinân müellifi Hüseyin Kerbelâ’î’nin mensubu bulunduğu Zehebî silsilesi,
Berzişâbâdî’nin doğrudan bir mürîdi olan Seyyid Ahmed Lâlâ’ya uzanan silsilelerin
mültesık bir cüz’üdür. Hüseyin Kerbelâ’î’nin büyükbabası olan bu Ahmed Lâlâ48,
Şah İsmail Safevî’nin arkadaşıydı ve torunları, Zehebî meşayihi olarak Tebriz’de
faaldiler. Bu her iki silsilenin de Şiîliği ne zaman kabullendiği bilinmiyor, ancak bu
tahavvül 16. asrın ortalarında vukû bulmuş olmalıdır. Her hâlükârda, Tebriz’deki
Zehebiyye, Kerbelâ’î’nin kendisinden daha uzun yaşamış gibi gözükmüyor ve neti-
cede İran’da yalnızca Gulâm Ali Nîşâbûrî soyunun faaliyetini devam ettirdiği anlaşı-
lıyor.
On Beşinci Asır: Berzişâbâdî’nin Orta Asyalı Halefleri
Hoca İshâk Huttalânî’nin Seyyid Abdullah Berzişâbâdî kanalıyla gelen Orta
Asyalı halefleri konusunda evvelâ bu Orta Asyalı Kübrevî çevrelerden münbâis
kaynaklara güvenmek mecburiyetindeyiz. Kerbelâ’î’nin Ravzatü’l-cinân’ı, Berzişâbâdî
hakkında en mufassal rivâyeti sunar; lâkin bu kaynakta onun mürîdlerinden yalnızca
Seyyid Ahmed Lâlâ uzun uzadıya tartışılmaktadır. Diğer haleflerinden yalnızca laf
arasında ve o da Hacı Muhammed Habûşânî ile mürîdleri sebebiyle bahsedilmekte-
dir. Nûrullah Şüşterî ve Ma’sûm Ali Şah’ın eserleri, Berzişâbâdî’nin haleflerinin
terâcim-i ahvâlini Habûşânî’nin yakın mürîdlerine kadar elbette sunuyor; ancak
rivâyetleri tamamen türetmedir. Câmî’nin Nefahâtü’l-üns’ü, Kübrevî meşayihi hak-
kındaki rivâyetini İshâk Huttalânî’den önce noktaladığı için artık müsmir değildir;
ancak Câmî’nin eserinin Çağatay Türkçesine uyarlaması olan Mir Ali Şîr Nevaî’nin
Nesâyimü’l-mehabbe’si, Berzişâbâdî ile onun ilk iki halefinden bahseden ve maalesef
oldukça muhtasar olmasına rağmen günümüze kadar ulaşmış en eski kaynak olarak
bir hayli kıymeti haizdir.49
Bu sebeple en faydalı rivâyetler, pek çok Kübrevî tarihi araştırmacısının
âşinâ olmadığı Orta Asya’ya özgü bu tür kaynaklardan münbâistir. Mezkûr kaynak-
lar, Habûşânî’nin iki mürîdinin mensup olduğu tasavvuf muhitlerinden gelmektedir.
Bu mürîdlerden biri Harezm ve Semerkand’da faal olup iki terceme-i hâl eserine
konu olan Şeyh Kemâleddîn Hüseyin Harezmî’dir. Aşağıda bahsedilen bu kaynak-
lar, Harezmî’nin manevî nesebini göstermekte, lâkin aslına bakılacak olursa
―――――――――
47 Gramlich, Schiitischen, I, ss. 16-18; Ṭarā’iq, III, s. 345.
48 Karşılaştırınız, Arjomand, Shadow, ss. 14-15 (burada Lâlâ’yı yanlış olarak Habûşânî’nin mürîdi
sayar); Karbalā’ī, II, ss. 109-206.
49 Navā’ī, Nesāyimü’l-mahabbe min şemāyimi’l-fütüvve, ed. Kemal Eraslan (İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları, No. 2654, 1979), ss. 394-395.
Kerbelâ’î54, Berzişâbâdî’’nin bir seyyid olarak bütün şeceresini verir ve aile tarihini
anlatır. Dedesi Nizâmeddîn Ali, İlhanlı hükümdarları Argun, Gazan, Olcaytu ve
Ebu Said’e hizmet etmiştir; üstelik hem Alâüddevle Simnânî hem de onun mürîdi
olan Abdullah Garcistanî’nin şâkirdi olmuştur. Bu Nizâmeddîn, oğlu Abdülhayy (ö.
819/1416) ve torunu Abdullah’ın doğduğu Tûs (Meşhed) yakınlarındaki bir köy
olan Berzişâbâd’a yerleşmiştir. Berzişâbâdî, Şaban 789/Ağustos 1387’de doğmuş ve
Hoca İshâk Huttalânî’nin baş halifesi olmadan önce hayatının mühim bir kısmını
diğer meşayihe hizmetle geçirmiştir. Seyyid Abdullah irfanî tahsilinin çoğunu,
manidâr şekilde, babasının ölümünden kısa süre sonra bir rüyada kendisine tavsiye
ettiği bir şeyhten edindi. Bu şeyh, Buharalı meşhur Nakşibendî şeyhi Hâce Mu-
hammed Pârsâ’dır (ö. 822/1420). Berzişâbâdî 821/1419’da Pârsâ’dan icâzet almış55,
ayrıca birer Nakşibendî şeyhi olan Hasan Attâr’ın (ki kendisi Bahâeddîn
Nakşibend’in önde gelen mürîdi Alâeddîn Attâr’ın şâkirdiydi) ve icazet de aldığı
Yâkûb Çerhî’nin hizmetinde vakit geçirmiştir. Kerbelâ’î ve Riyâzü’l-evliyâ, Yesevî
bağlantılı olanlar da dâhil olmak üzere Berzişâbâdî’nin bir araya gelip sohbet ettiği
diğer birkaç şeyhden de bahsetmektedir. Bu meşayihi arayıp bulmak için yaptığı
yolculuklar onu Tirmiz, Sağaniyan ve Kunduz tarikiyle Huttalân’a, avdet etmeden
önce de Buhara’dan Semerkand’a ve kuzeydeki Çimkent’e kadar götürmüştür.
Kerbelâ’î, Hoca İshâk tarafından Berzişâbâdî’ye verilen 1 Rebîülâhir
825/25 Mart 1422 tarihli icâzetnâme metnini kaydeder; bu kaynağın kronolojisine
göre hadise, Huttalânî’nin şehâdetinden yaklaşık iki yıl önce vukû bulmuştur.
Berzişâbâdî, pîrinin vefatını müteakip bölgenin valisi olan Sultan Bâyezîd’in emri
üzerine Huttalân’da dört ay kaldı fakat daha sonra Horasan’daki Tus bölgesine
avdet etti. 872/1467-1468’de öldü ve Berzişâbâd’a defnedildi.56 Kerbelâ’î; Tus,
Habûşân, İsferâyîn, Şikân, Rüstemdâr, Simnân, Mâzenderân, Demâvend, Rûm ve
Azerbaycan’dan gelen dervişlerin onun rahle-i tedrisine diz çökmek istediklerini
söylemektedir. Şâkirdlerinden biri, daha ziyade Nakşibendî şeyhi Hoca Ahrâr’ın
takipçisi olarak bilinen Timurlu sultanı Ebu Said’di (ö. 873/1469). Kerbelâ’î,
Berzişâbâdî’nin 27 halifesini gösteren ve Riyâzü’l-evliyâ’da kaydedilen 19 kişilik halife
listesinden belirgin şekilde farklı olan başka bir liste vermektedir. Bu listelerin her
ikisinde de müşterek olan isimler hesaba katıldığında, Berzişâbâdî’nin mürîdi olarak
tanımlanan en az 40 şahsiyetten bahsediyoruz demektir. Mürîdlerin ekserisi onları
Batı Horasan ile ilişkilendiren nisbeler taşırken birkaçı da Meşhed ve tecrit edilmiş
Bedahşi, Keşmiri ve Hıtai bölgesiyle ilişkili olduklarını gösteren nisbelere sahiptir.
Mevlânâ Muhammed Emîn Semerkandî Harezmî ve Mevlânâ Hüseyin Harezmî,
Orta Asya’ya mahsus nisbeler taşıdığı nakledilen yegâne iki mürîdidir.
Her iki listede de olmayan, fakat muahhar bir kaynakta Berzişâbâdî’nin
şâkirdi olarak tanımlanan tek şahsiyet, 974/1566’da Müzekkir-i Ahbâb’ı telif eden
Abdülvehhab Hâce’dir; bu şahıs Bahâeddîn Nisârî Buhârî’nin de dedesidir.57 Eser,
―――――――――
54 Karbalā’ī, II, ss. 207-243.
55 Metin, Karbalā’ī, II, ss. 218-222’de verilmektedir.
56 Kerbelâ’î’nin yayımcısına göre, mezarı hâlâ bir ziyaretgâhtır. (Karbalā’ī, II, s. 582).
57 Mudhakkir-i-Aḥbāb, ed. Syed Muhammad Fazlullah (Hyderabad: Osmania University, Da’iratu’l-
değiliz. Dahası, her iki rivâyetin doğru olması ve Şeyh Şah’ın na’şının önce Tûs
bölgesinde defnedildikten sonra halefleri tarafından Harezm’e nakledilmiş olması
da tümüyle kâbildir (benzer bir feth-i kabir hadisesi, Harezm’de şehit düştükten
sonra Nişabur’da defnedilen ve na’şı daha sonra halifeleri tarafından İsferâyîn’e
nakledilen Kübrâ’nın mürîdi meşhur Mecdeddîn Bağdâdî için de kaydedilmiştir).64
Şeyh Şah’ın vefat tarihi hakkında bilgi bulunmaması karşısında, hem onun hem de
Habûşânî’nin Harezm’e nakli ve/veya defni ile 10./16. asrın başlarında Horasan’da
mevcut olan keşmekeş arasındaki muhtemel bağlantıya dair ancak spekülasyonda
bulunabiliriz. Aynı tarihlerde defaatla el değiştiren ve geniş çaplı Özbek ve Safevî
akınlarına maruz kalan bilhassa Meşhed de aynı keşmekeşten nasibini almıştı.
Buna mukabil Riyâzü’l-evliyâ’da, Şeyh Şah Ali Bîdâvâzî’nin dokuz halifesinin
adı verilir; bunların hiçbirine başka yerlerde rastlanmamıştır; ayrıca Kerbelâ’î65,
Tebriz yakınlarındaki Bademyar köyünden Mevlânâ İlyâs diye birinden söz eder. Bu
şahsın şeyhi olan Mevlânâ Abdülhayy Gavrûdî, Şeyh Şah’ın bir mürîdiydi. Bununla
birlikte, Bîdâvâzî’nin asıl mühim halefi, Riyâzü’l-evliyâ’nın yazarı ve Hüseyin Harez-
mî’nin terceme-i ahvâllerinin müellifleri tarafından “Mahdûm-ı A’zam” olarak bili-
nen Hacı Muhammed b. Hâce Celâleddîn Yusuf Habûşânî’dir (Bu şahıs, aynı hür-
met ifadesiyle tanınan ve nispeten daha genç olan Nakşibendî şeyhi Ahmed
Hâcegî-yi Kâsânî ile karıştırılmamalıdır). Habûşânî, Kübrevî silsilesinin diğer bir
merkezî şahsiyetidir: İranlı en mühim Zehebî silsilesi ve bilinen Orta Asyalı iki
silsilenin nesebi ondan gelmektedir. Zehebî silsilesindeki yeri sebebiyle hayatı hak-
kında bilinen çok az mâlûmat, daha ulaşılabilir olan İran kaynaklarında bulunmak-
tadır. Kendisinin, Meşhed’in kuzeybatısında bir Horasan şehri olup muahhar za-
manlarda Kuçan olarak bilinen Habuşan’ın yerlisi olduğu âşikârdır; daha sonra
Bîdâvâz’da Şeyh Şah’ın hizmetine girmiş ve zikredildiği gibi, 895/1489-90’da ondan
icâzet almıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bilmediğimiz bir tarihte hac farîzasını ifâ etmiştir.
hayatının büyük bir kısmını Habûşân’da geçirmiş gibi görünse de Mecâlisül’-
mü’minîn66 938/1531-32’de Harezm’de öldüğünü yazar. Hâlbuki Riyâzü’l-evliya’da 67
937/1530-31 senesinde öldüğü ve kabrinin Harezm’de olduğu kayıtlıdır.
Habûşânî’nin Harezm’e ne zaman yerleştiğine dair kaynaklarda herhangi
bir bilgi mevcut değildir; fakat kendisi, mürîdi olan Hüseyin Harezmî’nin
Mâverâünnehr’e gitmek için memleketini terk ettiği 923/1517’den önce kesinlikle
Harezm’de bulunmuyordu. Bununla birlikte, Emîn b. Ahmed Râzî’nin 16. asrın
sonlarında telif ettiği Heft İklîm başlıklı eserde, Habûşânî’nin halifelerinden birinin
öz torunu olan Abdüllatif olduğu, Harezm sultanlarının birçoğunun bu şahsın
mürîdleri arasında bulunduğu zikredilmektedir.68 Habûşânî’nin, bahsi geçen torunu-
nun Harezm’deki faaliyetleri münasebetiyle oraya taşınmış olması muhtemel gibi
görünüyor. Bu torunun, Osmanlı kaptan-ı deryâsı Seydi Ali Reis’in Harezm’in Ve-
―――――――――
64 Jāmī, Nafaḥât, s. 428; Karşılaştırınız: Meier, Fawā’iḥ, s. 40.
65 Karbalā’ī, II. ss. 80-81.
66 Majālis al-Mu’minīn, II., ss. 156-158.
67 Riyāz al-Awliyā, vr. 132b.
68 Haft Iqlīm, ed. Javād Fāẓil (Tehran: Kitābfurūshī-yi Adabīyah, tarihsiz), II, ss. 306-307.
zir şehrinde 963/1556’da ziyaret ettiği mezarın sahibi olan Şeyh Abdüllatif ile mu-
hakkak bir bağlantısı olmalıdır. Seydi Ali Reis’in beyânına göre bu şeyh, tasavvuf’da
onun kendi pîriydi, lâkin bu münasebetin ne zaman ve ne surette kurulduğu belli
değildir. Her hâlükârda, Hüseyin Harezmî’nin terceme-i hâli, Habûşânî’nin Vezir
şehrinde ikametinden bahsetmekte ve bu kayıt da Osmanlı kaptan-ı deryâsının
şeyhi ile Heft İklîm’deki Abdüllatif’in aynı kişiler olduğunu teyit etmektedir.69
Heft İklîm, Abdüllatif de dâhil olmak üzere Habûşânî’nin 37 halifesi olduğu-
nu belirtir ve bunlardan beşinin ismini verir, buna mukabil Riyâzü’l-evliyâ’da 23
mürîdin adı zikredilir. Bu ikinci kaynaktaki en mühim şahsiyet, tabiatiyle, Riyâzü’l-
evliyâ müellifinin mürîdi olan Mevlânâ Muhammed Zâhid el-Câmî el-Belhî’dir. Heft
İklîm’de Mevlânâ Muhammed Zâhid’den ve onun Belh’teki faaliyetlerinden de
bahsedilir; talebesinin beyânına göre 899/1494 doğumluydu, bu da onu hiç şüphe-
siz Habûşânî’nin genç mürîdleri arasına yerleştirir; 10 Rebîülevvel 979/2 Ağustos
1571’de ölmüş ve Belh’e defnedilmiştir.70 Ne yazık ki ne Belhî’nin başka bir halefi-
nin izine rastlanmıştır ve ne de Riyâzü’l-evliya’nın menkıbevî mahiyetteki rivâyetinde
mufassal bir biyografik mâlûmat mevcuttur. Belh’e dair mahallî tarihlerin ve
menâkıbnâmelerin daha dikkatli bir tetkiki, Muhammed Zâhid’ten doğan Kübrevî
silsilesi içindeki ek bağlantıları meydana çıkarabilir, ancak şimdilik bu mahalli Orta
Asya şubesi hakkındaki mâlûmat yetersizdir.
Hacı Muhammed Habûşânî’nin diğer iki mühim mürîdi birbirleriyle yakın-
dan münasebetdârdır. Bunların, daha geniş şöhrete sahip olmakla birlikte tarihî
ehemmiyeti daha az olanı Şeyh İmâdeddîn Fazlullâh Meşhedî’dir. Heft İklîm,
Mecâlisü’l-mü’minîn, Ravzâtü’l-cinân ve Riyâzü’l-evliyâ’da bahsi geçen İmâdeddîn daha
gençken şehit edilmiştir. İmâmeddîn, Kübrevî halefiyetini Habûşânî’den alıp yolda-
şı ve zaman zaman da mürîdi olan Şeyh Hüseyn Harezmî’nin ellerine bırakmıştı.
Şeyh Hüseyn Harezmî’ye hasredilen terâcim-i ahvâlin birinde, Habûşânî’nin, kolla-
rından birinin zayıf ve ince olduğunu, diğerinin ise güçlü ve zinde bir şekilde büyü-
düğünü gördüğü bir rü’yeti tasvir ettiği kaydedilmektedir. Habûşânî zayıf kolu
İmâdeddîn’in alâmeti, buna mukabil güçlü kolu ise Hüseyin Harezmî olarak tabir
etmiştir.71 Mâmâfih Şeyh İmâdeddîn, kendisini pîr-i nazar’ı olarak gören Harez-
mî’nin yetişmesinde mühim bir rol oynamış ve İmâdeddîn’den, bu genç yoldaşına
vakfedilmiş terceme-i ahvâllerde sıkça bahsedilmiştir.
İmâddedîn’in vefatı ile ilgili şartlar yalnız Kerbalâ’î’nin Ravzâtü’l-cinân’ından
bilinmektedir72 ve burada onun şehâdetinden Şah İsmail’in Şeybânî Han’ı (burada
Şeybek Han olarak zikredilmektedir) mağlup etmesi bağlamında bahsedilmektedir.
―――――――――
69 Seydî ‘Alî Re’is, Mir’âtü’l-Memâlik, ed. Ahmed Cevdet (İstanbul, 1313), s. 71; tr. A. Vámbéry, The
Travels and Adventures of the Turkish Admiral Sidi Ali Reis in India, Afghanistan, Central Asia, and Persia
during the Years 1553-1556 (London: Luzac, I 899), s. 79. Jāddat al-‘Āshiqīn (MS, vr. 213a)
Habûşânî’nin Vezîr’e hareketinden bahseder fakat tarih vermez.
70 Riyāz al-Awliyā, vr. 141b.
71 Jāddat, vr. 193b.
72 Karbalā’ī, II, s. 201; Habibü’s-siyer’de, belki de Habuşânî’nin bu şâkirdiyle özdeşleştirilebilecek Şeyh
İmâdeddîn Fazlullâh Ebîverdî adında birinden bahsedilmektedir. Ḥabīb al-Siyar (IV, s. 357).
Safevîlerin hemen hemen hiç tahammül göstermediği Zehebî atalara sahip olan
Kerbelâ’î’ye göre, Özbeklerin hezimetinin sebebi Şah İsmail’in talihi değildi, bir
araya toplanıp Şeybânî Han’a felaket getiren muhtelif sebepler vardı; bunlardan ilki
Şeyh İmâdeddîn Fazlullah Meşhedî’nin katledilmesi, şehidin şeyhi olan
Habûşânî’nin de bu suçtan dolayı Şeybânî Han’ı lanetlemesiydi. Şehidin tam adını
İmâdeddîn Fazlullâh b. Alâeddîn Ali Hoca Kemâleddîn Nimetullah Berzişâbâdî
Tûsî Meşhedî olarak veren Mecâlisü’l-mü’minîn,73 vefatını da 914/1508-09 tarihine
yerleştirir ve Meşhed’e defnedildiğini söyler. Aynı kaynak, İmâdeddîn ile
Mecdeddîn Bağdâdî’nin arasındaki benzerlikler üzerine uzun uzadıya izâhta bulu-
nur: Her ikisi de şeyhinin gözdesiydi, fakat ondan önce öldüler; her ikisi de sultan-
lar ve emirlerle sohbet ederlerdi; ve her ikisi de yine sultanların emriyle genç yaşta
öldürüldüler.
Şeyh İmâdeddîn’in ölümüyle alakalı bundan başka tafsilâtlı bilgiye sahip
değiliz. Onun 1508’de Horasan’a yönelik Özbek seferi sırasında Horasan’da can
verdiği bilgisi makul görünüyor. Bu sefer esnasında, istikbâlin Özbek hanının ko-
muta ettiği birliklerin şiddetli hücumuna uğrayan Meşhed, Sultan Hüseyin’in oğlu
Muhammed tarafından tahkim edilip savunulmuştu.74 Fakat İmâdeddîn’in ölümüyle
ilgili bilgi, Şeybânî Han’ın bu ölümden doğrudan mesul olduğunu imâ eder gibi
görünüyor. Hüseyin Harezmî hakkında Şeybanî hâkimiyetindeki Mâverâünnehr
bölgesinde telif edilen terâcim-i ahvâlde böyle bir mesuliyetten bahsedilmediği gibi
herhangi bir imâda da bulunulmaz. Şeyh İmâdeddîn’e duydukları derin hürmete
rağmen bu kaynaklar yalnızca, onun fâni dünyadan “gençlik çağında” vakitsizce ayrıl-
dığına değinirler.75
Hüseyin Harezmî’nin Kariyeri
Kemâleddîn Hüseyin b. Şehâbeddîn Harezmî ile birlikte Kübrevî tarikatı-
nın Orta Asya’daki nüfuz ve itibarının son ve kısa dönemi de başlamıştır. Nûrullah
Şüşterî, Hemedânî silsilesinden hiç kimsenin Hüseyin Harezmî gibi yüksek bir
mevkie ulaşamadığını76, üstelik Zehebî Kübrevî tarikatında mühim bir şahsiyet
olarak görülen Hüseyin Harezmî’nin, muahhar İranlı Şiî Zehebiyye’ye doğrudan
bağlanamaması hasebiyle bu itibarın daha da etkili olduğunu ileri sürmüştür.77İranlı
Zehebî silsilesiyle hiçbir münasebeti olmayan bir Kübrevî/Hemedânî/“Zehebî”
şeyhi olarak sahip olduğu bu şöhretinden dolayı İran menşe’li menâkıbnâmelerde
―――――――――
73 Majālis al-Mu’minīn, II, ss. 161-162; Karbalā’ī, II, s. 575’de bahsedilmektedir.
74 Bkz. Mikhman-name-ii Bukhārā (Zapiski Bukharskogo gostia), tr. R.P. Dzhalilova (Moscow: Nauka,
Glavnaia redaktsiia vostochnoi literatury, 1976), s. 111; Transoxanien und Turkestan zu Beginn des 16.
Jahrhunderts: Das Mihmān-nāmā-yi Buḫārā des Faḍlallāh b. Rūzbihān Ḫunğī, tr. Ursula Ott (Freiburg im
Breisgau: Klaus Schwarz Verlag, 1974), s. 195.
75 Jāddat, vr. I 93a.
76 Majālis al-Mu’minīn, II, s. 162.
77 Gramlich (Schiitischen, II, s.16), mezkûr Hüseyin Harezmî’yi, yanlışlıkla Zehebî silsilelerinde Gulam
Alî Nîşâbûrî’nin mürîdi olarak görülen Tâceddîn Hüseyin ile özdeşleştirir; ancak bizzat kaynaklar,
Hüseyin Harezmî’nin Gulam Alî ile değil bizatihi Habuşânî’yle ve İmâmeddîn Fazlullâh Meşhedî
ile münasebetinin olduğunu açıkça göstermektedir.
yer almaktadır. Dahası onun, Kübreviyye’nin kendi vatanına rücû’ etmesinde oyna-
dığı mühim rol, bizzat kaleme aldığı ve şeyhi Hacı Muhammed Habûşânî’yi anlattığı
terceme-i hâlde şeyhine isnat ettiği cümlelerle ve henüz hayattayken tasdik edilmiş-
tir. Anlatıldığına göre Habûşânî, rüyasında Şeyh Reşîdeddîn Bîdâvâzî’yi görmüş ve
Şeyh ona hırkasını Harezmli bir dervişe devretmesini söylemişti.78 Habûşânî, genç
Hüseyin Harezmî ile görüştükten sonra, Şeyh Ali Lâlâ’nın Kübrevî icâzetini üç asır
önce Harezm’den Horasan’a götürdüğünü ileri sürmüştür (bu da bu şubenin, Baba
Kemâl Cendî’nin Harezmli haleflerinden bîhaber olduklarını tekrar teyit etmekte-
dir). Şimdi, gerçekten de, “bu nûrun, Harezm ülkesinde tekrar parlayabileceğine” dair bir
umut doğmuştu.79 Bu sebeple, Kübrevî çevrelerinde Hüseyin Harezmî’nin kariyeri,
Necmeddîn-i Kübrâ’nın vefatından beri Kübrevî nüfuzundan yoksun olduğu düşü-
nülen kendi anavatanında tarikatın yeniden can bulması olarak görülmüş olmalıdır.
Bu Hüseyin Harezmî, ikincisi birincisinin yeniden tanzim edilmiş hâli olan
en az iki80 mühim terceme-i hâlin konusunu teşkil etmektedir. İlk eser, 950/1543-
44’de Hüseyin Harezmî’nin mürîdlerinden Cânî Mahmûd b. Şeyh Ali b. İmâdeddîn
Gucdüvânî tarafından telif edilen Miftâhü’t-tâlibîn’dir; bu eserden alınmış seçme
parçalar Barthold tarafından yayımlanmıştır.81 İkincisi, şeyhin ölümünden sonra
oğlu Şerâfeddîn Hüseyin tarafından 966/1573’te yazılan Câddetü’l-‘âşıkîn’dir.82 Bu iki
eser görünüşe göre, Hüseyin Harezmî’nin muahhar menâkıbnâmelerdeki muhtasar
hâl tercümelerine esas teşkil etmiştir; Nûrullah Şüşterî, bilhassa Gucdüvânî’nin
eserinden bahsetmiş ve ondan iktibaslar yapmıştır.83 Mâmâfih bu iki temel eser,
―――――――――
78 Jāddat, vr. 57a-b.
79 Jāddat, vr. 40a; Bu sözler, Muhammed A’zam tarafından 1139/1726’da derlenen Ashjār al-Khuld
(MS IVAN UzSSR, No. 498 [SVR, II, s. 363, No. 2689], v. I 62b) adlı nadir bir silsileler mecmu-
unda da tekrarlanmaktadır.
80 Üçüncüsü, Āṣafiyah kataloğundaki müellifi meçhul Risālah dar Aḥvāl-i Ḥażrat-i Kamāl al-Dīn
Khwārazmī (III, s. 164, No. 168; Storey, Persian Literature, I, s. 974, No. 1287’de bahsedilir), muh-
temelen belirtilen eserlerden biriyle aynıdır.
81 Miftāḥ al-Ṭālibīn: MS IVAN UzSSR, No. 394 (187 vr.; tahminî 18. asır; SVR, III, s. 318, No.
2580); No. 1493 (307 vr.; 1250/1834-35; SVR, III, s. 319, No. 2581); No. 5426 (158 vr.; tarihsiz,
tasnif edilmemiş.); 6920 (155 vr.; tarihsiz, tasnif edilmemiş.); Dushanbe, Firdousi State Library,
No. 479 (178 vr.; tahminî 17.-18. asır; A. Iunusov, Fehrasti dastnavishoi tojiki-forsi, I (Dushanbe,
1971 ), s. 46, No. 16); Leningrad, State Public Library (Saltykov-Shchedrin), PNS 162 (l66 vr.;
1263/1846-47; Kostygova (1973), s. 242, No. 702); Samarkand State University, No. 212803 (187
vr.; tarihsiz; A. Pulatov, Kh.K. Akhrarov, Spisok vostochnykh rukopisei SamGU (1977), s. 44).
Bartold, “Otchet o komandirovke v Turkestan (1902 g.),” Zapiski Vostochnogo otdeleniia Russkago
arkheologicheskago obshchestva, 15 (1904). ss. 205-212 (Sochineniia, VIII, ss. 145-51 ) adlı tetkikinde
Tashkent MS 394’den alıntılar yayımlamıştır. Ayrıca bkz. Demidov, Sufizm v Turkmenii, ss. 57-58.
Eserin Çağatay Türkçesine tercümesi, 19. asrın Hiveli şâir ve tarihçisi Āgahī (MS IVAN UzSSR,
No. 8473; 208 vr., tasnif edilmemiş) tarafından yapılmıştır.
82 Jāddat al-‘Āshiqīn: MS Aligarh (bkz. 61. dipnot); London, India Office, Ethe No. 1877 (119 vr.,
989/1581); IVAN UzSSR, No. 499 (134 vr., 16. asır; SVR, III, s. 318, No. 2579); 3084 (229 vr.,
17. asır; SVR, X, ss. 235-6, No. 6962); Dushanbe, Firdousi State Library, No. 1838 (246 vr.,
973/1566; Iunusov, Fehrast, I, ss. 49-50, No. 19); ikinci yazmadan bahis için, A. Mukhtarov,
“Zhitie sheikha Khuseina - istochnik po istorii kul’turnoi zhizni kontsa XV-nachala XVI v.,”
Material’naia kul’tura Tadzhikistana, 3 ( 1978), ss. 242-246.
83 Majālis al-Mu’minīn, II, ss. 162 ve devamı; bkz. Ghulām Sarvar Lāhurī, Khazīnat al-Aṣfiyā, derlenişi:
yalnız şeyhin hayatı ve Kübrevî tarihi için değil, aynı zamanda Orta Asya’nın siyasî
ve içtimaî tarihi için de hayatî ehemmiyeti hâiz kaynaklardır. Bu ikisinden Miftâh,
daha erken tarihlidir ve dolayısıyla 950/1543-44’den sonraki malzemeden mah-
rumdur. Hâlbuki Câddet, Miftâh’da kaydedilen bölümlere sık sık atıfta bulunmakta-
dır; aynı zamanda Câddet, ilk yıllara ait fakat Miftâh’a dâhil olmayan ilave malzeme
de sunmaktadır ve birçok bakımdan bu iki terceme-i hâl birbirinin mütemmimidir.
Bu nedenle, bu eserlerin her ikisi birlikte mütalaa ve mukayese edilmelidirler. Ancak
pratik kaygılar bu iki eserden Câddetü’l-‘âşıkîn’i şimdilik daha erişilebilir kılmıştır.
Câddet’e84 göre Hüseyin Harezmî’nin tasavvufî hayatı, 18 yaşındayken baş-
ladı. Kendisine Horasan’daki Şeyh İmâdeddîn’den söz edilmiş fakat o önce
Harezm’in dışındaki çölde riyâzat ile meşgul olmuş ve müteakiben de Harezmli bir
âlimin yanında zahirî ilimlerle iştigâl ederek hayli zaman harcamıştır. Kısa süre
sonra, “Hâce Ubeydullah”ın hizmetine girmek niyetiyle Harezm’i terk etti, fakat yol-
dayken şeyhin ölmüş olduğunu öğrendi. Mezkûr şeyhin Mâverâünnehr’deki mühim
Nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah Ahrâr olduğu vâzıhtır. Ahrâr’ın 895/1490’da
vefatı, Hüseyin Harezmî’nin 875/1470 dolaylarında doğduğu tahmininde bulun-
mamıza imkan tanımaktadır. Buhara’da biraz vakit geçiren Hüseyin kısa bir süreli-
ğine Harezm’e döndü, daha sonra Meşhedî olmak maksadıyla Meşhed’i ziyaret etti;
Ebiverd’e revân olmak ve Şeyh İmâdeddîn Fazlullah ile karşılaşmak için yola ko-
yulmadan önce yine memleketine avdet etti. İmâdeddîn çok geçmeden onu kendi
şeyhi olan Hacı Muhammed Habûşânî’ye yönlendirdi. Kendi anlatımına göre Ha-
rezmî, 899/1493-94 ilâ 910/1504-05 yılları arasında 11 yıl Habûşânî ile birlikte kaldı
ve ardından şeyhi onu Harezm’e geri gönderdi.
Görünüşe bakılırsa onun memleketine avdeti, Şeybânî Han’ın Harezm’i
Rebiülevvel 911/Ağustos 1515’de Timurlu valisi Çîn Sufi’den almasından hemen
önce vukû bulmuştur. Câddet bu hadiselerden bahsetmez; yalnız Bartold’un
Miftâh’dan aktardığı pasajlar, muhtemel bir Özbek askerî hareketini bekleyen
Harezm valisinin halka şehirden ayrılmayı yasakladığını kaydeder.85 Durum ne
olursa olsun, her iki eser de Safevilerin Harezm’i işgali veya İlbars ve Balbars dö-
nemindeki Özbek fethi hakkında hiçbir şey söylemez. Eserden daha ziyade Şeyh’in
Harezm ve Mangışlak’a yaptığı seyahatlerini, Harezm’deki türbelere yaptığı ziyaret-
leri ile diğer meşayih ve mürîdlerle olan münasebetlerini öğreniyoruz (bunlardan biri
de, siyasî iktidardan ferâgat etmesi kendisine “Sufi Sultan” unvanını kazandırmış
olan İlbars Han’ın kardeşlerinden biriydi).86
1281/1864-65 (taş baskı, Kanpur), II, s. 331; Dārā Shikūh (d. 1069/1658), Safīnat al-Awliyā (taş
baskı, Kanpur), s. 191.
84 Harezmî’nin ilk yılları hakkında Jāddat, vr. 24a-62a.
85 Bkz. Bartold, “Otchet,” ZVO, 15 (1904), s. 207. Harezm’in zaptı, Muhammed Salih’in Türkçe
Şeybânînâme’sinde anlatılmıştır: Hermann Vambery, ed. and tr., Die Scheïbaniade, ein özbegisches
Heldengedicht in 76 Gesängen von Prinz Mohammed Salih aus Charezm (Leipzig: F. A. Brockhaus, I 885),
s. 442 ve devamı.
86 Karşılaştırınız, Bartold, “Otchet,” ss. 208-211; Jāddat, vr. 62a-79a.
―――――――――
87 MS IVAN UzSSR No. 11159 [tasnif edilmemiş], vr. 34b’deki bu notta Harezmî’’ye ait yazmanın
özelliklerinden bahsedilmektedir, Irshād al-Murīdīn in Verzeichniss der orientalischen Handschriften in
Deutschland, XIV, 2 (Persische Handschriften, described by Soheila Divshali and Paul Luft, 1980),
s. 14.
88 Miftāḥ, Majālis al-Mu’minīn, II, s. 163’de bahseder; Jāddat, vr. 30a.
89 Jāddat, vr. 91b.
90 MS Dushanbe, Firdousi State Library, No. 571, vr. 66a.
―――――――――
91 Mudhakkir, ed. Fazlullah, mukaddime ss. 36-39, metin ss. 81-84.
92 Bartold, “Otchet,” s. 210.
93 Jāddat, vr. 101b.
94 Jāddat, vr. 123b; Bartold, “Otchet,” s. 210.
95 Tsentral’nyi Gosudarstvennyi Istoricheskii Arkhiv UzSSR, fond 1-323, gömlek 1412; Karşılaştırı-
nız: R.G. Mukminova, K istorii agrarnykh otnoshenii v Uzbekistane XVI v. po materialam “Vakf-name”
(Tashkent: Nauka, 1966), s. 34, 54-57, 75. 78, 94; Mukminova, Ocherki po istorii remesla v
Samarkande i Bukhare v XVI veke (Tashkent: Fan. 1976), s. 18, 38, 50, 58, 129, 131. Ayrıca bkz. P.
P. Ivanov, Khoziaistvo Dzhuibarskikh sheikhov: k istorii feodal’nogo zemlevladeniia v Srednei Azii v XVI-
XVII vv. (Moscow/Leningrad: Izd-vo AN SSSR. 1954). s. 98, 104.
96 Jāddat, vr. 119b-182b.
97 Jāddat, vr. 135a.
―――――――――
98 Jāddat, vr. 187a. Seydî Ali Reis’in Harezm’de ziyaret ettiği Hüseyin Harezmî’nin bu kabri erken
dönemdeki Hüseyin Harezmî’ye ait olmalıdır; Osmanlı kaptan-ı deryâsı bu şahsiyeti, Makhdum-ı
azam olarak adlandırmakta ve Harezm’de karısı ve oğluyla görüştüğü geç dönemin Hüseyin Ha-
rezmî’nden açıkça ayırt etmektedir. (bkz. Vambery, ss. 79-80, 84-85, metin ss. 71-72, 75). Jāddat’in
müellifi, Şeyh’in Suriye’de defnedilme arzusuyla ilgili takipçileri arasında çıkan ihtilaftan bahset-
mekle birlikte mürîdlerinin Şeyh’in na’şını Harezm’e geri getirdiklerinden bahseden müellifi meç-
hul tek kaynak muhtemelen dikkate alınmayabilir. Bu kaynak (Habûşânî’nin mürîdi) olan ikinci
Hüseyin Harezmî ile (Cevâhirü’l-esrâr’ın müellifi) olan ilk Hüseyin Harezmî’yi birbirine karıştırmak-
tadır ve Harezm’de defnedilme hikâyesinin, ilk Hüseyin’in Harezm’deki kabriyle ikinci şahsiyetin
hâl tercümesini telif etmeye yönelik bir teşebbüs olduğuna kuşku yoktur; ikisi de yanlışlıkla aynı
kişi olarak kabul edilmiştir. (Karşılaştırınız, MS Bodleian Cat., I, 95-96. sütunlar).
99 Karşılaştırınız, The Ā’īn-i Akbarī by Abū’l-Faẓl ‘Allāmī, tr. H. Blochmann, D.C. Phillot tarafından
gözden geçirilmiş 2. baskı, (Calcutta: Royal Asiatic Soclely of Bengal, 1939), I, pt./bölüm 2, ss.
651-652.
100 Shajarah, MS IVAN UzSSR, No. 1426. vr. 134b.
101 MS IVAN UzSSR. No. 545 (SVR. III, s. 391, No. 2749). vr. 121b-123b: Bu, Süleyman b. Abdul-
lah Hatlânî’nin 1003/1594’de Özbek hükümdarı Abdullah Han için yazdığı Baḥr al-Naṣā’iḥ va
Rafiq al-Sālik’in [bu şekilde yazılmış] geç bir kopyasına (1295/1878) eklenen Orta Asya kaynaklı
müellifi meçhul bir Müceddîdî silsilesi’dir. Sirhindî’in iddia ettiği ve aynı kaynakta verilen ikinci
râbıta, Baba Kemâl Cendî’ye dayanır.
luğu artık Nakşibendî olan Orta Asya muhitlerindeki varlıklarını ancak Kübrevî
tarikatının silik ve münferid mümessilleri olarak sürdürmüşlerdir.102
Sâkterî meşayihinin siyasî faaliyetleri yanı sıra diğer tarikatların meşayihiyle
münasebetleri de bilinmemektedir. Lâkin Câddetü’l-‘âşıkîn ve sair muahhar kaynak-
lar,103 Hüseyin Harezmî’nin haleflerinin faaliyetlerine ve Kübrevî olmayan
meşayihle olan rekabetlerine ziyadesiyle işaret etmektedir. Câddet, Orta Asya’nın
muhtelif bölgelerinde o gün de faaliyet gösteren pek çok mürîdin adını zikretmek-
tedir. Bunlara Semerkand’da nüfuz sahibi olan Derviş Abdullah Hîvakî;104 Merv ve
Buhara’da faal olan Şeyh Tengriberdi Hîvakî; Bedahşan’daki Mevlânâ Halîlullah
Bedahşî; Harezm’deki Şeyh Maksûd Hîvakî ile Semerkand ve Buhara’da faaliyet
gösteren Hoca Fahreddîn Ahmed Sebzevârî misâl olarak verilebilir. Mâmâfih dik-
kate değer olan diğer üç mürîdi, Hüseyin Harezmî’nin Orta Asya’daki mirası sebe-
biyle çok kıymetlidir. Bunlardan biri, piriyle105 birlikte Mâverâünnehr’e taşınan fakat
―――――――――
102 Sâkterî meşayihinden, 1251/1835’de istinsah edilen (çoğu isimsiz ve müellifi meçhul) dokuz farklı
eseri muhtevi bir el yazması sayesinde haberdar oluyoruz (IVAN UzSSR, No. 2501). İlk Sâkterî
şehylerinin hâl tercümelerini ve Hüseyin Harezmî’ye dayanan silsilelerini veren Tārīkh-i Valī
(SVR, III, s. 393, No. 2756, vr. 1b-14a), Muhammad Husayn Sâkterî’nin biri akidevî (Maṭla‘ al-
Kabīr, SVR, III, s. 328, No. 2603, vr. 78a-93a) diğeri menakıbnâme (Majma’ al-Fażā’il, SVR, III,
pp. 327-8, No. 2602, vr. 93a-I 58a) olmak üzere iki derlemesi ile Sadreddîn Muhammad b. Ebû’l-
Safâ b. Yûnus el-Hüseynî’ye atfedilen ve hakkında başkaca da bir şey bilinmeyen isimsiz akidevî
eser (SVR, III, pp. 393-4, vr. 158a-19Ib) yayınlanmış katalogta yer alan diğer eserlerdir. Sâkterî
meşayihinden bahseden tek Batılı araştırmacı ise Hamid Algar’dır. (EI2’daki makale, Path başlığını
taşıyan giriş kısmı).
103 Harezmî’nin mürîdlerinden Jaddāt (vr. 119a-221b), Ashjār al-Khuld (MS IVAN UzSSR, No. 498, ff.
163a-b) ve Ahmed Keşmiri’nin eseri sayesinde (MS IVAN UzSSR, No. 1426, vr. 130a-134b) adı
bilinenler yalnızca şunlardır: Mevlânâ Pâyande Kâşgarî, Şeyh Ahmed Çarcûyî, Hâcegi Şeyh
Karakulî, Yusuf Muhammed Bedehşânî, Sultan Alî Harezmî, Şeyh Abdurrahman Akşehrî, Şeyh
Alî Gîlânî, Mevlânâ Halilullah Halebî ve nisbesi olmayan diğerleri. Meşhur diğer mürîdleri arasın-
da Miftâh’ın yazarı Mahmûd Gücdevânî ve Şeyh’in oğulları olan Câddet’in müellifi Şerefeddîn Hü-
seyin, Şihâbeddîn Hüseyin, Necmeddîn Hüseyin (bu son ikisi Sarayçuk’lu bir karısından doğmuş-
tur), Ebû’l-Kâsım ve Şah Mâhdûm’u kapsar. Hüseyin Harezmî ile muhtemelen bağı olan (fakat
kimliği ve silsilesi açık olmayan) bir başka şahsiyet 901/1496’da Fetâvâü’ş-şeybânî adında mühim bir
mahkeme kararları mecmuası derleyen ve 16. asrın ortalarına kadar bu esere ilaveler yapan Alî b.
Muhammed Alî b. Alî b. Mahmud el-Harezmî el-Kübrevî’dir: görünüşe bakılırsa Nevrûz Ahmed
(Barak Han)’in Taşkent’teki sarayında 960/1533’de hâlâ hayattaydı. 930/1523’lerin başında Taş-
kent’eydi ve Semerkand’daki arazilerinden vakıfnâmede (Karşılaştırınız, Mukminova, K istorii
agrarnykh otnoshenii, ss. 238, 290) bahsedilmiştir, ancak hayatıyla ilgili daha fazla mâlûmat yoktur.
Eserlerinden biri yenmesi mubah veya memnu hayvanlar ve kuşlar hakkındaki fetvaların bir tahlili
olan Kitâb-ı Saydîyye’dir. (El yazması eserlerinin tavsifleri için bk.: SVR, VI, pp. 459-460, No. 4845;
VIII, pp. 207-209, No. 5784-5786; ss. 290-317, No. 5858-5872; X, ss. 183-184, No. 6905- 6906).
Her hâlükârda bu Alî Harezmî amme faaliyetlerini, en azından fıkıh sahasına hasretmiş gibi görü-
nüyor ve bu sebeple Kübrevîyye’ye mensub olmanın onun için ne anlam ifade ettiği bizim açı-
mızdan meçhuldür.
104 Bu Derviş Abdullah, Semerkand mezârları hakkındaki son eser olan Samarīyah’ta Hüseyin Harez-
mî’nin ardılı olarak bahsedilen “Derviş Han” olabilir (ed. Afshar, s. 81).
105 18. asra ait olup Harezm Türkçesiyle yazılmış Tezkire-yi Tahir İşân, Buhara’daki Baharzî’nin türbe-
sinde kaldığı süre zarfında Hüseyin Harezmî’ye hizmet eden mürîdler arasında Derviş Artuk adın-
da birinin ismini zikretmektedir (MS IVAN UzSSR, No. 855, vr. 146b); bu şahsın Semerkand’daki
mevcûdiyeti Câddet de de tasdik edilir.
bilâhare memleketine avdet eden Şeyh Artûk Mangışlâkî’dir. Câddet, onun “etrâk-i
Mangışlâk” arasındaki faaliyetlerinden ve “Özbekistan diyarı”na (burada Mangıt ulu-
suna açık şekilde atıfta bulunur) yaptığı seyahatlerden bazılarını nakletmektedir.106
Kübrevî tarihi açısından daha mühim olanı ise, Câddet’tin Hoca Muhammed Hüse-
yin Hîvakî adında birinden bahsetmesidir ve bu şahsın Hüseyin Harezmî’nin eserini
Taşkent, Şahruhiye ve Ahangaran bölgelerine taşıdığı nakledilmektedir. Hâlbuki
Harezmî’nin baş halifesi olarak adlandırılan Hoca Muhammed Hîvakî’nin
Semerkand’ın güneybatısında bulunan Hisâr’da ikâmet ettiği söylenmektedir.
Câddet’in yazıldığı 973/1566 tarihinde, Hoca Muhammed Hîvakî’nin mürîdleri
Hisâr, Huttalân ve Kâbil’de107 faaldiler ve artık “Kübrevî-Hemedânî-Hüseynî” olarak
isimlendirilen bir silsileyi devam ettiriyorlardı.
Bu iki şeyhin kariyerlerinin, Hoca Ahrâr’ın halefleri tarafından sürdürülen
Nakşibendî faaliyetlerinin kesif olduğu sahalarda yoğunlaşması hasebiyle, Kübrevî
ve Nakşibendî tarikatları arasındaki rekabete dair tespit ettiğimiz en sarih deliller
mezkûr meşayihler hakkındadır. Sirâcü’s-sâlikîn adlı muahhar bir sufi tabakât kita-
bında bilhassa Hüseyin Harezmî’nin mürîdlerinden, Ferganalı Nakşibendî Şeyh
Lütfullah Çûstî’nin (ö. 979/1571-72) hasımları olarak bahsedilmektedir.108 Mezkûr
eserin müellifi bir yerde, Şeyh Lütfullah ve takipçilerini taciz eden Hisar’ın yeni
atanmış valisinden şikâyet eder, çünkü müellif bizzat Kübrevî silsilesine mensuptur
ve Şeyh Hüseyin Harezmî’ye medyûndur.109 Yine mezkûr eserde, Taşkent’in
Nevrûz Ahmed olarak da bilinen hâkimi Barak Han’ın, Şeyh Lütfullah’ın tarikatı
lehindeki bir buyruğunu misâl olarak verir. Han şöyle emretmektedir: “Hiç kimse,
bilhassa Şeyh Muhammed Hüseyin-i Kübreviye’nin [bu şekilde yazılmış] haleflerinden
(evlâdlarından), Mübarek Mevlânâ (Lütfullah)’nın mürîdlerine intisap etmeye çalışan herhangi
bir cemaate mani olmayacak ve önüne geçmeyecektir, ayrıca ‘Pîrimizin mürîdleri, arzu eden
herkesi kabul eder’ demeyelim.”110
Şeyh Lütfullah Çûstî, Nakşibendî’nin “Mahdûm-ı A’zam”ı mümtaz Şeyh
Ahmed Hâcegî-yi Kâsânî’nin (ö. 949/1542), o da dolayısıyla Hoca Ahrâr’ın halefi
olan Mevlânâ Muhammed Kâdı’nın mürîdiydi. 16. asırdan itibaren
Nakşibendiyye’nin Orta Asya’da sahip olduğu rakipsiz mevkii kat’î surette muhafa-
za eden de bu Mahdûm-ı A’zam ve halefleriydi. Hüseyin Harezmî ve halefleri, 16.
asrın ortalarına kadar süren “adem-i merkeziyetçi” otorite dönemi zarfında müstakil
Özbek hâkimleri arasındaki nüfuzlarını sürdürmeyi başarabildiler. Nakşibendiyye ile
etkin bir biçimde rekabet edebilecekleri en güçlü merkezler Semerkand ve Taşkent
bölgesi ile Hisâr, Huttalân ve Bedahşan’ın sınır bölgeleriydi (Timurlu emirleri bura-
―――――――――
106 Jāddat, vr. 204a.
107 Jāddat, vr. 199b-201b, 201b-211a.
108 İki yazması mevcut olan bu eserin bir nüshası (Duşanbe’de Semenov kolleksiyonunda) Bartold’un
“Otchet o komandirovke v Turkestan (avgustdekabr’ l 920 g.),’’ Sochineniia, VIIJ, pp. 378-380’da
mütalaa edilmiştir; Bartold, eserin Nakşibendî-Kübrevî rekabetiyle ilgili bilgi verdiğini kaydeder
fakat tafsilâta girmez. Buradaki alıntılar, Tashkent MS, IVAN UzSSR, No. 629’a atıfta bulunmak-
tadır.
109 Sirāj al-Sālikīn, vr. 96a-b.
110 Sirāj al-Sālikīn, vr. 94a.
―――――――――
111 Güyâ Abdullahnâme’ye göre Abdullah Han’a adını veren bu Mahdûm-ı A’zam’ın kendisiydi (Ḥafiẓ
Tanīsh Bukhārī, Sharaf-nama-ii shakhi (Kniga shakhskoi slavy), tr. M.A. Salakhetdinova, ch. I
(Moscow: Nauka, Glavnaia redaktsiia vostochnoi literatury, 1983), s. 124), hâlbuki Han’ın Hâce
İslâm Cüybârî (hem Muhammed Kadı’nın ve hem de Mahdûm-ı A’zam’ın mürîdi) ve oğluyla ya-
kın münasebeti pekâlâ bilinmektedir (bkz. Sharaf-nama, ss. 105-119; Ivanov, Khoziaistvo
Dzhuibarskikh sheikhov, ss. 48 vd).
112 Astarhanlı İmâm Kuli Han (1020-51/1611-42 arasında hüküm sürmüştür) zamanında gerçekten
de Buhara’da Kübrevî şeyhi ve âlimi olarak bilinen Yusuf Karabağî (ö. 1055/1645) adında bir şah-
siyete rastlamaktayız; silsilesi belli değildir, fakat Sâkterî soyuyla münasebeti olması muhtemeldir.
Biri A. A. Semenov tarafından tetkik edilen birkaç akidevî eser bırakmıştır. (bkz. “Zabytyi
sredneaziatskii filosof XVII v. i ego “Traktat o sokrytom”,” Izvestiia Obshchestva dlia izucheniia
Tadzhikistana i iranskikh narodnostei za ego predelami, t. I (Tashkent, 1928), pp. 137-179). Semenov,
Karabağî’nin Heft Behişt’inin Taşkent Devlet Üniversitesi’nde bulunan ve anlaşılan eserin yalnızca
bir parçasını (veya muhtasar bir nüshasını) oluşturan bir el yazması üzerinde çalıştı. (SVR, III, s.
345, No. 2646). Karabağî’nin şâkirdlerinden birine ait olan Riyâzü’l-mütefekkirîn adlı eser
1063/1652’de kaleme alınmış ve Abdülaziz Han’a ithaf edilmiştir. (SVR, III, ss. 345-6. No. 2647-
2648).
113 Her ikisi de Kübrevî menşe’li Şiî Nûrbahşiyye ile Zehebiyye’nin son derece siyasîleşmiş Safeviyye
ile rekabet edemedikleri ve Safevîler’in Nakşibendî meşayihinin hayal ettiklerinden bile çok daha
fazla siyasî güce sahip olmalarının akabinde zulüm gördükleri İran’daki benzer gelişme kayda de-
ğer ilginçliktedir.
ile siyasete dâhil olma arasında temel bir gerginlik görüyoruz. İşte bu gerginlik
Kübrevî meşayihini dünyevî güç ve nüfuz karşısında müşkül durumda bırakmıştır.
Dünyadan elini eteğini çekme temâyülü ile siyasî meselelere müdâhil olma husu-
sundaki tereddüt, hem takipçileri cezbetmesi açısından hem de tarikat adına sağlam
kurumsal ve malî kaynakları muhafaza etmesi bakımından Kübrevî tarikatının
Nakşibendiyye karşısındaki başlıca zaafıdır. Kübreviyye, “eylemci” Nakşibendiyye ile
eşit şartlar altında açıktan rekabet edememiştir; ayrıca siyasî ve iktisadî gücün geliş-
tirilmesine yönelik bu tereddüdün, tarikatın inkırâzı ile fazlasıyla ilgili olması muh-
temel görünüyor.
Kübreviyye, 16. asırda ciddiyet kazanan elverişsiz bir durumun mesuliyeti
altına da girmişti. Şiî İran’ın, Orta Asya’nın Sünnî Özbek Hanlıklarının rakibi olarak
ortaya çıkışı, ehl-i beyt silsilesine dayanan Kübreviyye ile manevî silsilesini Ebû
Bekr’e dayandıran Nakşibendiyye arasındaki rekabete kat’î şeklini vermiş gibi gö-
rünmektedir. Politikaları her ne olursa olsun, Kübrevî tarikatının Ali’nin manevî
üstünlüğü konusundaki ısrarı, tarikatın memnu’ Şiî akideleriyle münasebetine ilişkin
şüpheyi arttırmış olmalıdır. Bu şüphelerin pek çoğu, umumiyetle İran menşe’li
Kübrevî şubelerinin Şiîliğe istihâlesi ve Şiîlik ile tasavvuf arasındaki inkâr edilemez
manevî âhenk üzerine kurulu olan Kübrevî tarikatındaki sözde “Şiî eğilimler”den
üretilmiştir.117 Ne var ki, bilhassa Şiî akidesine yönelik yaygın Kübrevî sempatisini
tasdik edecek veya erken dönem Kübreviyye’sini Safevî hareketinin politize olmuş
Şiîliğinin zuhuru için bir nevi hazırlayıcı olarak addetmeye yetecek miktarda delil
bulunmamaktadır. Binâenaleyh, 16. asır boyunca Orta Asya-İran ilişkilerini karakte-
rize eden Sünnî-Şiî çatışmasının, Mâverâünnehr uleması tarafından 997/1588-
1589’da verilmiş olup Şiîlik ile küfrü bir tutan fetva ile doruğa ulaşan118 o hayli ger-
gin atmosferinde Ali’nin üstünlüğünün mutlak şekilde tasdiki, Kübrevî tarikatının
zaten azalmış olan itibarının daha da azalmasına katkıda bulunmuş olabilir.
Kübreviyye, silsilelerini Ali’ye dayandıran veya Ali’ye tasavvufun timsali olarak rağ-
bet eden diğer tarikatlar söz konusu olduğunda aslında hiç de yalnız değildi (bura-
da, Muhammed ve diğer üç halife’nin tasavvufun bünyesinde ümmetin pratik endişe-
leri sebebiyle daha bütünlüklü bir şekilde dengelendiği unutulmamalıdır). Bununla
birlikte Kübreviyye, hem farklı bir silsileye hem de Ebu Bekir’in emsâl teşkil ettiği
manevî modelin bir yansıması olan içtimaî hayata etkin şekilde katılma hevesine
sahip bu ateşli ve anti-Şiî tarikat ile yani Nakşibendiyye ile kesintisiz bir şekilde
kıyaslanmaya da göğüs germek zorunda kalmıştır.
―――――――――
117 Kübrevî öğretisinin sözde Şiî tonu hakkında bkz. Molé, “Les Kubrawiya”, fikir ilk kez burada ve
Henry Corbin’in eserlerinde tartışılmıştır. Bausani de (“Religion under the Mongols,” s. 547)
Arjomand (Shadow, s. 30) bu fikri tekrarlar; hatta Annemarie Schimmel, Kübrevîyye’nin “zaman
zaman Sünnî ve Şiî İslâm arasında bocaladığını” yazar (“The Ornament of the Saints: The
Religious Situation in Iran in pre-Safavid Times,” Iranian Studies, 7 ( 1977), s. 108).
118 Fetva (ve Şia’nın cevabı ) için bkz. Iskandar Beg Munshi, History of Shah Abbas the Great, tr. Roger
M. Savory (Boulder, Colorado: Westview Press, 1978; Persian Heritage Series, No. 28), II, ss.
561-575.
―――――――――
119 Sirāj al-Sālikīn, vr. 101a-b.
120 Jāddat, vr. 70b-7la.
zurunda hisseden Bektâr; gerçekte samimi bir derviş olmasına rağmen, başındaki
kalpak ile suretâ alelâde bir Özbek olarak görünüyordu. Ancak bu hikâyenin terbi-
yevî gayesi, Kübrevî ıstılahlarla ifade edilmemektedir; aksine bu Özbek amirinin
hâli, Nakşibendiliğin dünyevî hadiselere karışmaya verdiği ehemmiyetin aslî mesne-
dini oluşturan meşhur halvet der encümen (halk içinde Hakk’la olmak) fikrini göster-
mek için kullanılmaktadır.
Böylece Kübrevî etkinliğinin Orta Asya’daki kayda değer bu son merhale-
sini, tasavvufî eserlerin ve Nakşibendî meşayihi ile kurulan şahsî münasebetlerin,
belki daha da mühimi, Orta Asya cemiyetinde hâkim hâle gelen dinî fikirlerin ve
ifade tarzlarının umumî tedâvülü sayesinde revaç bulan Nakşibendî fikirlerinin
giderek artan nüfuzu damgasını vurmuştur. Asrın tasavvufa meyilli en iyi beyinleri
ve en dinamik kişileri, Orta Asya’da gitgide Nakşibendî tarifiyle aynîleşen tasavvufî
ideali geliştirmek için, bu konuda en mükemmel yolu teklif eder gibi gözüken Nak-
şîliğe kapıldılar. Kübreviyye yalnızca politik talihin dönemeçlerinin veya kendi öğre-
tisine ait tercihlerinin değil fakat aynı zamanda, Nakşibendî tarikine karşı cazip bir
tercih sunmasını engelleyen entelektüel durgunluğunun da kurbanı olmuştur.
1. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisi, hakemli bir dergi olup yılda altışar
aylık dönemler hâlinde iki sayı olarak yayımlanır.
2. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisinde, Tasavvuf ile ilgili bilimsel ma-
kaleler, röportajlar, çeviriler, tanıtım yazıları vb. çalışmalara yer verilmektedir.
3. Yazının Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisine gönderilmesi, yayımı için
başvuru olarak kabul edilir. Yazılar için telif ücreti ödenmez.
4. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisinde yayımlanan yazıların içerikleriy-
le ilgili her türlü yasal sorumluluk, yazar ve çevirmenine aittir.
5. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisi, gönderilen yazılarda düzeltme
yapmak, yazıları yayımlamak ya da yayımlamamak hakkına sahiptir.
6. Yayım dili Türkiye Türkçesi olmakla birlikte, gerekli ve uygun görüldüğü
durumlarda, diğer Türk lehçeleri, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça ve
Rusça yazılara da yer verilmesi mümkündür.
7. Makalenin başında en az 200 kelime olan Türkçe öz, 5 kelimelik anahtar
kelimeler; İngilizce başlık, İngilizce özet ve İngilizce anahtar kelimelere yer verilme-
lidir.
8. Yazının başlığının altında yazar adı, unvanı, görev yaptığı kurum ve kendi-
sine ulaşılabilecek e-posta adresi gibi bilgilere yer verilmelidir.
9. Dergiye gönderilen yazıların daha önce başka bir yerde yayımlanmamış
olması gerekmektedir. Kitap hâlinde yayımlanmamış sempozyum bildirilerinin
yayımı ise, bu durumun belirtilmesi şartıyla mümkündür.
10. Yazılar, mutlaka Yazım Kılavuz unda belirtilen formatta gönderilmelidir.
Bu formatta gönderilmeyen yazılar değerlendirmeye alınmayacaktır.
YAZIM KILAVUZU
SAYFA DÜZENİ
Çok yazarlı
Gülbün Mesera vd., A. Süheyl Ünver Bibliyografyası, İstanbul: İşaret Yayınları,
1998, s. 50.
(Kaynakça kısmında hazırlayanların hepsi yazılmalıdır)
Derleme
M. Öcal Oğuz (edit.), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayın-
cılık, 2004.
Çeviri
William C. Chittick, Tasavvuf Kısa Bir Giriş, çev. Turan Koç, İstanbul: İz Ya-
yıncılık, 2006, s. 10.
b. Tez örnek:
Barihuda Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimari Özellikleri, c. 1 -Metin-,
Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi,
2000, s. 51.
c. Yazma eser:
Yazar adı, eser adı (italik), kütüphanesi, varsa kütüphane bölümü, kayıt nu-
marası, varak numarası.
Örnek:
Mehmed Emin Tokadî, Şerh-i Kelimât-ı Hâcegân, Millet Ktp., Ali Emîrî-
Şer’iyye, no: 832, vr. 18a.
d. Hadis kitaplarında, ilgili eserin hadis alanında meshur olan referans yön-
temi kullanılmalıdır.
Örnek:
Buharî, es-Sahîh, İman 1.
e. Makale: Yazar adı soyadı, makale adı (tırnak içinde), dergi veya eser adı
(italik), çeviri ise çevirenin adı, cildi/ sayı numarası (tarihi), sayfası.
Telif makale örnek
Ahmet Yaşar Ocak, “Babaîler İsyanından Kızılbaşlığa: Anadolu’da İslam
Heterodok-sisinin Doğuş ve Gelişim Tarihine Kısa Bir Bakış, Belleten, LXIV/239
(Nisan 2000), s. 147.
Çeviri makale örnek
Wilferd Madelung, “Zeydilik ve Tasavvuf”, çev. Salih Çift, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9/9 (2000), s. 233.
f. Basılmış sempozyum bildirileri: Yazar adı soyadı, bildiri adı (tırnak içinde),
sempozyum kitabının adı (italik), Basım yeri: Yayınevi, basım tarihi, sayfası.
Basılmış bildiri örnek
Ahmet Ögke, “Yiğitbaşı Velî’nin Tasavvuf Anlayışının Temel Özellikleri”,
Manisalı Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Sempozyumu 26 Nisan 2008 Bildi-
riler, haz. Mehmed Veysî Dörtbudak, Gürol Pehlivan, Manisa: Yiğitbaş Vakfı Ya-
yınları, 2009, s. 63.
g. Basılmış ansiklopedi maddeleri: Yazar adı soyadı, madde adı (tırnak için-
de), ansiklopedinin adı veya kısaltması (italik), cilt numarası, basım yeri: Yayınevi,
basım tarihi, sayfası.
Basılmış ansiklopedi maddesi örnek:
Tahsin Yazıcı, “Derviş”, DİA, 9, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994, s.
189.
h. Kitapta bölüm: Yazar adı soyadı, bölüm adı (tırnak içinde), kitabın adı
(italik), editör adı, basım yeri: yayınevi, basım tarihi, sayfası.
Metin Ekici, “Araştırma Yöntemleri”, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, ed. M.
Öcal Oğuz, Ankara: Grafiker Yayınları, 2004, s. 100.
ı. Dipnotlarda kullanılan kaynak ilk geçtigi yerde yukarıdaki şekilde tam kün-
ye ile verilmelidir. İkinci defa gösterilen aynı kaynaklar için; yazarın soyadı veya
meşhur adı, eserin kısa adı, birden çok cilt varsa cildi ve sayfa numarası yazılır.
Örnek:
Kuşeyrî, er-Risale, s. 21.
i. Arapça eser isimlerinde, birinci kelimenin ve özel isimlerin baş harfleri bü-
yük, diğerleri küçük harflerle yazılmalıdır. Farsça, İngilizce, vb. diğer yabancı diller-
deki ve Osmanlı Türkçesi ile yazılan eser adlarının her kelimesinin baş harfleri
büyük olmalıdır.
j. Birden çok yazarı ve hazırlayanı olan eserlerde her şahıs isminden sonra
virgül konmalıdır.
k. Ayetler italik karakterle yazılmalı, referansı (sure adı, sure no/ayet no) sı-
rasına göre verilmelidir.
Örnek:
El-Bakara, 2/10.
l. İnternet kaynaklarında yararlanıldığı tarih belirtilmelidir.
Örnek:
http://www.freeminds.org/ts3/km368.tif (05.05.2008)
ARTICLE SUBMISSON
1. Sufi Studies is a peer-reviewed semi-annual international periodical.
2. The content of Sufi Studies includes academic articles, reviews,
translations, interviews and the like in the field of Islamic mysticism.
3. When sent to Sufi Studies, an article is presumed submitted. There will be
no payment of royalties. Author of a published article bears legal responsibilities.
4. Editors of Sufi Studies have the right to determine whether to publish an
article or to reject it. They also may correct mistakes in an article.
5. The publication is in Turkish, but when it is necessary, articles in Turkic
dialects, English, German, French, Arabic, Persian, and Russian can be published.
6. A 200-word summary and key words should be attached.
7. Author of an article must include his/her title, institute, and contact
information.
8. The article has to be published for the first time. A symposium paper can
be accepted if not published before.
9. Articles must be typed in the format below, otherwise they will be
rejected.
STYLE GUIDELINES
1. Articles must be typed with Microsoft Word in the format below.
Page size A4 Portrait
Margins Top 5.4 cm
Bottom 5.4 cm
Left 4.5 cm
Right 4.5 cm
Font Garamond
Style Normal
Font size Body text 11
Footnotes 9
Space between paragraphs 6 nk
Line Space Single (1)
2. If special characters are used, the fonts must be sent, too.
3. There must be no page numbers, footers, or headers.
4. Headings must be typed in ’Title Case’ with no other formatting.
5. Reference Format and Examples:
a. Book:
Author’s Last Name, First name initial. Title of the book. City of
Publication: Publishing Company, year of publication, pages.
b. Thesis
Author’s Last Name, First name initial. Title of the thesis. City of university:
Institute/University, year, pages.
c. Manuscript
Author’s Name. Title of the book. Library, cataloguing number, pages.
d. Hadith Collections
Sample: al-Bukhari, al-Sahih, Faith 1.
e. Journal
Author’s Last Name, First name initial. “Title of the article.” Title of the
magazine, volume number, (issue number), pages.
f. Published symposium paper
Author’s Last Name, First name initial. “Title of the paper.” Symposium,
City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages.
g. Encyclopedia entry
Author’s Last Name, First name initial. “Title of the entry.” Encyclopedia,
Volume, City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages.
h. Section of a book
Author’s Last Name, First name initial. “Title of the section.” Title of the
book, editor’s name, City of Publication: Publishing Company, year of publication,
pages.