You are on page 1of 330

HATAY TARİHİ VE KÜLTÜRÜ ÜZERİNE ARAŞTIRMALAR-1

DR. MEHMET TEKİN


ARMAĞANI

Editörler
Yrd. Doç. Dr. Sacit UĞUZ
Doç. Dr. Bülent ARI

HATAY - 2016
Kitabın Adı
HATAY TARİHİ VE KÜLTÜRÜ ÜZERİNE ARAŞTIRMALAR-1
DR. MEHMET TEKİN ARMAĞANI

Editörler
Yrd. Doç. Dr. Sacit UĞUZ
Doç. Dr. Bülent ARI

Kapak
Murat EREN

Dizgi
Murat EREN

ISBN
978-975-7989-58-5

Baskı Tarihi
Aralık 2016

Temin Adresi
Mustafa Kemal Üniversitesi
İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığı

Basım Yeri
Color Ofset Matbaacılık İskenderun

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığının


14930 Nolu sertifikasına istinaden basılmıştır.

ii
YAZARLAR

Nurgül YILDIRIM Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Haydar ÇORUH Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Sacit UĞUZ Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Aydın EFE Çankırı Karatekin Üniversitesi, Edebiyat


Fakültesi, Tarih Bölümü

Naim ÜRKMEZ Erzurum Teknik Üniversitesi, Edebiyat


Fakültesi, Tarih Bölümü

Süleyman HATİPOĞLU Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Şemsettin ÇELİK Bayburt Üniversitesi, İnsan ve Toplum


Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümü

Olcay ÖZKAYA DUMAN Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

İsa KALAYCI Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü

Jale ÖZTÜRK Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü

Bülent ARI Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen


Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü

Aylin ERASLAN Antropolog

1
2
İÇİNDEKİLER
İçindekiler 3
Kısaltmalar 5
Önsöz 8
Takdim 10
Dr. Mehmet Tekin 11
Giriş 46

Arşivler ve Arkeolojik Bulgular Işığında Antakya ve Yakın Çevresinin Demografik


Yapısı (İ.Ö. 2000-600) 50
Yrd. Doç. Dr. Nurgül YILDIRIM

Antakya Rum Melkit Katolik Patrikliğinin Siyasî Yapısı (1850-1916) 70


Yrd. Doç. Dr. Haydar ÇORUH

Emperyalizm Çağında Akdeniz’den Hindistan’a Alternatif Yol Teşebbüsleri:


Süveydiye (Samandağ) – Fırat Nehri – Basra Körfezi Hattı 108
Yrd. Doç. Dr. Sacit UĞUZ

Yarım Kalan Bir Proje: Amik Gölü’nden Akdeniz’e Vapur İşletilmesi 126
Yrd. Doç. Dr. Aydın EFE

19. Yüzyılın İkinci Yarısında İskenderun Limanı’nda Yapılan Yolsuzluklar 146


Yrd. Doç. Dr. Naim ÜRKMEZ

Milli Mücadele’nin İlk Kurşunu Hatay- Dörtyol’da Atıldı 160


Yrd. Doç. Dr. Süleyman HATİPOĞLU

Hatay Kurtuluş Müzesi 174


Yrd. Doç. Dr. Şemsettin ÇELİK

Kalemden Kelama Sancak’ta Bir Dil Atölyesi ve Anadil Savunması “Yeni Mecmua”
(1928-1930) 204
Yrd. Doç. Dr. Olcay ÖZKAYA DUMAN

Bağımsızlıktan Baas’a Suriyelilerin Hatay’a Göçleri (1946-1970) 222


Yrd. Doç. Dr. İsa KALAYCI

Antakya Köylerinden Lakaplar 260


Prof. Dr. Jale ÖZTÜRK

19. Yüzyıl Hatay Âşıkları 282


Doç. Dr. Bülent ARI

Antakya’da Yaşayan Özbeklerde Sosyal Entegrasyon 300


Dr. Aylin ERASLAN
3
4
KISALTMALAR

∅ : Veri yok
A.DVN.MHM : Sadâret Divan-ı Hümayun Kalemi Mühimme
A.DVN.MKL. : Sadâret Divan-ı Hümayun Kalemi Mukavele
A.MKT. MHM. : Bâb-ı Asâfî Mektûbî Mühimme
A.MKT. NZD. : Sadaret Mektûbî Nezaret ve Devâir Kalemi
A.MKT.MVL. : Sadaret Mektûbî Meclis-i Vâlâ
A.MKT.UM. : Sadaret Mektubî Umum Vilâyât
A.MTZ. : Mümtâze Kalemi Evrâkı
AİİTE : Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
Akk. : Akadca
ARAB : Luckenbill Daniel David, Ancient Royal Inscriptions of
Assyrian and Babylonian, University of Chicago Press,
1927.
AT : Alalah Tabletleri
ATAM : Atatürk Araştırma Merkezi
ATO : Ankara Ticaret Odası
B. : Receb
BCA. : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
BEO. : Bâb-ı Âli Evrak Odası Belgeleri
BİGM : Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü
bkz. : Bakınız
BOA. A.DVN.NMH. : Sadâret Divan-ı Hümayun Kalemi Name-i Hümayun
Kalemi
BOA. : Başbakanlık Osmanlı Arşivi
C. : Cilt
CAD : The Assyrian Dictionary of the University of Chicago
1956vd.
Çev. : Çeviren
DH.EUM.EMN : Dâhiliye Nezâreti Emniyet Şubesi
DH.MKT : Dahiliye Nezareti Mektubî Kalemi
DH.ŞFR. : Dâhiliye Nezareti Şifre Kalemi
DH.TMIK. : Dâhiliye Nezâreti Tesrî-i Muâmelât ve Islahat
Komisyonu
DİA. : Türk Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
DİE : Devlet İstatistik Enstitüsü
E.T. : Erişim Tarihi
GNS : Genel Nüfus Sayımı
GRŞ.T. : Görüşme Tarihi
Haz. : Hazırlayan
HR.MKT. : Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi
HR.TO. : Hariciye Tercüme Odası
HS. : Salnâme-i Vilâyet-i Haleb/Haleb Vilâyet Salnâmesi
5
Hurr. : Hurrice
İ.MMS. : İrade-iMeclis-i Mahsus-ı Vükelâ
İ.MVL. : İrade-i Meclis-i Vâlâ
İ.OM. : İrade-i Orman ve Maadin
İ.RSM. : İrade Rüsûmat Nezâreti
İ.ŞD. : İrade-i Şûrâ-yı Devlet
İA. : Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi
L. : Şevval
M. : Muharrem
MEB. : Millî Eğitim Bakanlığı
MF.MKT. : Maârif Nezâreti Mektûbî Kalemi
MV. : Meclis-i Vükelâ Mazbataları
MVL. : Meclis-i Vâlâ
N. : Ramazan
OTAM. : Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
R. : Rebîülahir
Ra. : Rebîülevvel
RIMA II : Grayson Kirk, The Royal Inscriptions of Mesopotamia
Assyrian Periods/ Volume 2 (1114-859 BC) -Assyrian
Rulers of the Early First Millennium BC I), Toronto 1991.
RIMA III : Grayson Kirk, Assyrian Rulers of the Early First
Millennium BC II (858-745 BC), Toronto 1996.
S. : Safer
s. : Sayfa
Summ. : Sümerce
Ş. : Şaban
ŞD. : Şûra-yı Devlet
TTK. : Türk Tarih Kurumu
TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu
vb. : Ve benzeri
vd. : Ve devamı
vs. : Vesaire
Y.A.HUS. : Yıldız Sadâret Husûsî Marûzât
Y.MTV. : Yıldız Mütenevvî Marûzât
Y.PRK. TŞF. : Yıldız Perakende Teşrifat-ı Umumiye Dairesi Evrakı
Y.PRK.AZJ. : Yıldız Perakende Arzuhal ve Jurnaller
Y.PRK.BŞK. : Yıldız Perakende Mabeyn Başkitabeti
Y.PRK.ML. : Yıldız Perakende Maliye Nezareti Maruzatı
Y.PRK.SGE. : Yıldız Perakende Mabeyn Erkânı ve Saray Görevlileri
Maruzatı
Y.PRK.TNF. : Yıldız Perakende Ticaret ve Nafia Nezareti Maruzatı
Yay. : Yayınları

6
7
ÖNSÖZ
Uygarlığın beşiğinde yer alan ve insanlığın en kadim kentlerinden biri olan
Antakya, eski çağlardan günümüze birçok kavime ev sahipliği yapmış, uğruna
yapılan kanlı savaşlara tanıklık etmiş, yakılmış, yıkılmış depremlerle yerle bir
olmuş, her defasında tekrar ayağa kalkmayı başarmış, ancak insanlar için arz ettiği
öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir. Şüphesiz bu durum Antakya’nın sahip
olduğu jeopolitik ve jeostratejik konumun bir sonucudur. Ortadoğu’yu Anadolu’ya
ve Avrupa’ya bağlayan yollar üzerinde önemli bir durak olması nedeniyle gerek
Antik dönemde gerekse daha sonraki çağlarda geçiş noktası olma özelliğini
sürdürmüştür. Dolayısıyla her dönemde bölgeye hâkim olmak isteyen milletlerin en
önemli hedef noktalarından biri olmuştur. Ayrıca Antakya’nın semavî dinler
açısından taşıdığı ehemmiyet buranın önemini bir kat daha artırırken, şehrin
güzelliği ve Asi Nehri insanları daima cezbetmiştir. Hâl böyle olunca, tarihin birçok
döneminde çeşitli milletlerin istilasına uğrayan ve farklı dinden ve etnik kökenden
kavimlere ev sahipliği yapan Antakya üzerinde, her kavim ve kültür farklı izler
bırakmıştır. Bu durum Antakya’nın günümüze kadar gelen özelliklerinden biridir.
Bütün bu özelliklerin bir neticesi olarak hoşgörü ortamının da en iyi şekilde
geliştiği Antakya’da, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslüman, Hıristiyan ve
Musevi halk birlikte yaşamakta ve hayatı paylaşmaktadır.
1939 yılında Hatay Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne vilayet statüsü ile
iltihakından sonra bu kadim şehir vilâyetin merkez kazası olarak idarî teşkilatta
yerini almıştır. Antakya ile birlikte Hatay Vilayeti’nin diğer yerleşim birimleri de
gerek tarihî gerekse doğal güzellikleri bakımından ön plana çıkan özelliklere
sahiptir. Bu kitapta yer alan çalışmaların ortak noktasını Hatay Vilayeti teşkil
etmektedir. Tarih, antropoloji, dil ve halk bilimi alanında yazılmış olan bilimsel
makalelerin bir araya getirilmesi ile oluşan bu eser Hatay’ın kültürel varlığına
önemli bir katkı sunacağı kanaatindeyiz.
Eski olan şeyler değişmeye ve kendini yenilemeye mahkûmdur. Ama
özellikle mekânsal değişimler, çocukuluğunu, gençliğini, güzel günlerini o mekânda
yaşayan insanlara acı verir. Vermelidir de… İşte o zaman, o güzellikler dergilerle,
kitaplarla, fotoğraflarla ve anılarla gelecek nesillere aktarılabilir. Çünkü bunlar birer
kültür köprüsüdür. Geçmişi arayarak geleceği değerlendirmek isteyen her birey, bu
kültür köprüsünden geçemek zorundadır. İşte elinizdeki kitabın hazırlanmasındaki
amaç, kültür köprüsünden geçmek isteyen insanlara yardımcı olmaktır. Onlara bu
köprüden geçerken, Hatay’ın tarihine, diline ve kültürüne göz gezdirme imkânı
sağlamaktır.
Hatay tarihi ve kültürü ile ilgili yapılmış olan yayınlara bakıldığında, büyük
bir kısmının altında Mehmet TEKİN’in imzası görülür. Yayınlamış olduğu birçok
kitap ve makale ile şehrin hafızasına çok önemli katkılar sunan Mehmet TEKİN,
1989 yılından beri çıkarmakta olduğu Güneyde Kültür dergisiyle de araştırmacılara,
yazarlara ve şairlere, yazılarını yayınlama fırsatı sunmaktadır. Mütevazı kişiliği ve
saygın duruşu ile ön plana çıkan Mehmet TEKİN’e yapmış olduğu çalışmalardan
8
dolayı Mustafa Kemal Üniversitesi Senatosu tarafından 2015 yılında fahri doktor
unvanı verilmiştir. Biz de Hatay tarihi ve kültürüne bir katkı sunmak amacıyla
hazırladığımız bu eseri, Dr. Mehmet TEKİN’e armağan kitabı olarak çıkarmaya
karar verdik.
Bilimsel ve kültürel çalışmaların önemini bilen ve bizleri bu hususta daima
teşvik edip bu eserin kitap olarak ortaya çıkmasına vesile olan Mustafa Kemal
Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Hasan KAYA’ya özellike teşekkür ederiz.
Ayrıca makaleleri ile bu eserin ortaya çıkmasına katkı sağlayan değerli bilim
adamlarına ve eserin basım sürecinde gösterdikleri özverili çalışmalarından dolayı
Mustafa Kemal Üniversitesi rektörlüğü personeline şükranlarımızı sunarız.

Sacit UĞUZ - Bülent ARI


Antakya - 2016

9
TAKDİM
Doç. Dr. Bülent ARI

Ağabeyim, Hocam Mehmet TEKİN’e


Kendi tabiriyle “Hatay Mahkûmu” olmuş bir Mehmet Tekin; bir ile
adanmış bir ömür…
Mehmet Tekin Hocamla Süleyman ağabeyim ve üstadım Hüseyin Güfta
sayesinde tanıştım, sene 1996 idi. Ben o zamanlar henüz 26-27 yaşlarında genç bir
öğretim görevlisi idim. Bir yandan da Adana’da doktora yapıyordum. Mehmet
Tekin Bey, o dönemlerde Hatay Folklor sempozyumu düzenleme hazırlığındaydı.
Beni de bu sempozyumda bir bildiri sunmam için teşvik etti. Kısacası Mehmet
Tekin ile ilk ortak çalışmalarımız bu şekilde başladı. Sonrasında aramızda saygı ve
sevgiye dayanan bir kültür birlikteliği dostluğumuzu güçlendirerek bu günlere
ulaştırdı. Bu dostluk, geçen süre zarfında bana çok şey kazandırdı ve öğretti.
Sonrasında Mehmet Tekin Hocamla birlikte 3 sempozyum daha düzenledik.
Karaköse Beldesi’nde ortak çalışmalar yaptık. Güneyde Kültür dergisi benim için
adeta bir okul oldu ve geçen süre zarfında bu dergide 15 makalem yayımlandı.
Ayrıca derginin 20. Yılını Mehmet Tekin Hocamla birlikte kutlamak mutluluğu-
Metin Tansal’ın mekânında- bana da nasip oldu.
Güneyde Kültür dergisi, geçen 25 yıl içerisinde yeni yazar ve şairlerle
kendisini yenilemiş tüm yurda hitap eden zengin bir içeriğe ulaşmıştır. Hocam,
Güneyde Kültür dergisinde yer verdiği eğitim, sanat, tarih, müzikle ilgili yazılar
yanında fikir yazıları ve şiirlerle dergiyi Hatay kültüründe bir anıt olarak yükseltmiş
ve bu yayın ciddiyetini 25 yıldır sürdüregelmiştir. Kanımca Mehmet Tekin’in
çıkardığı bu derginin değeri gelecek 25 yıllarda daha net bir şekilde idrak
edilecektir.
Kısacası Mehmet Tekin, ömrünün aşağı yukarı yarısını Hatay hakkında
yapılan çalışmaların daha fazlasını ortaya çıkarma gayreti ile geçirmiş Hatay’ın
tarihine, kültürüne dair pek çok çalışmaya imza atmış bir kültür adamıdır. Hâlâ da
bu amaca hizmet etmek azim ve kararlılığı içerisindedir. Ömrünün aşağı yukarı
yarısını Hatay’da geçiren “Hatay mahkûmu” Mehmet Tekin’e Hatay çok şey
borçludur. Hiçbir beklenti ve maddi menfaat peşine düşmeden Hatay kültürüne
hizmet eden Mehmet Tekin’e sahip çıkmak Hatay’ın ve Hataylının boynunun
borcudur.
Nice başarılı çalışmalara birlikte imza atmak temennisiyle, selam saygı ve
hürmetlerimle…

10
DR. MEHMET TEKİN
(Hayatı ve Eserleri)
Hayatı
15 Ocak 1947 tarihinde Isparta’nın Keçiborlu ilçesine bağlı Aydoğmuş
köyünde doğdu. İlkokulu Dinar’da ve Aydoğmuş’ta okudu. 3 yıl babasının yanında
çalıştıktan sonra girdiği Dinar Ortaokulu'nu 1965’te, İmroz (Gökçeada) İlköğretmen
Okulu'nu 1968’de bitirdi. Gökçeada’da ve Afyon'da 3 yıl ilkokul öğretmenliği
yaptı. 1971 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü'ne girdi, bu bölümden
1974 yılında mezun oldu ve ilköğretim müfettişi olarak atandı. Urfa'da (1974-
1977), Afyon'da (1977-1982) ve Hatay'da (1982-1986) ilköğretim müfettişliği
yaptıktan sonra, atandığı İstanbul’a gitmeyerek 1986 yılı sonlarında Kültür ve
Turizm Bakanlığı teşkilatına geçti. Önce Hatay’da, daha sonra Afyon’da çalıştı.
Afyon İli Kültür ve Turizm Müdürü iken 1989 yılının Şubat ayında müdürlükten ve
memurluktan istifa ederek Hatay’a döndü. Antakya’da beş yıl özel bir eğitim
kurumunda yönetici olarak çalıştı. Ekim 1994'te Mustafa Kemal Üniversitesi'ne
uzman olarak atandı, Rektörlük Basın ve Halkla İlişkiler birimini yönetti, Temmuz
1998'de emekliye ayrıldı.
Mehmet Tekin memuriyetten ayrıldıktan sonra Mart 1989 ‘da “Güneyde
Kültür” adlı aylık fikir ve sanat dergisini kurdu. Tarih, edebiyat, basın, eğitim,
halkbilim ve diğer kültür konuları ile ilgili araştırma ve fikir yazılarına yer veren
dergi o günden bu yana yayınını sürdürmektedir. Yazar 1990 yılından itibaren
Antakya’da 7 defa “Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu”, 2 defa "Hatay Mutfağı
Sempozyum" ve bir defa "Hatay Folklor Sempozyumu" düzenlenmesini sağladı,
ayrıca 1990 yılından 2009 yılına kadar Festival bünyesinde düzenlenen şiir
şölenlerini Bülent Nakib’le birlikte yönetti, ulusal ve uluslararası sempozyumlarda
bildiriler sundu, panellere katıldı, çok sayıda konferans verdi, radyo programlarına
katıldı. Antakya’da 1988 ve 1989’da iki defa “Geçmişten Günümüze Hatay
Basını” sergisi, Kasım 1990’da “1914-1990 Yıllarını Kapsayan Dönemin Ders
Kitapları ve Öğrenim Belgeleri Sergisi” ve 1993, 1995 ve 1996 yıllarında üç defa
“Hatay Mutfak Eşyaları Sergisi” düzenledi.
Yazmaya ortaokul sıralarında başlayan, İlköğretmen Okulu’nda “İmroz
İlköğretmen Okulu’nun Sesi” adıyla bir gazete, daha sonra Afyon’da “Dinar
İlköğretim” adlı bir eğitim bülteni ve Antakya’da “Hatay Kültür ve Turizm” adlı bir
gazete yayınlayan yazarın yazıları Urfa, Isparta, Afyon, Hatay gazeteleri ile büyük
çoğunluğu kendi dergisi Güneyde Kültür’de olmak üzere çeşitli dergilerde
yayınlandı. 2013 yılına kadar eğitim, folklor, tarih, edebiyat konularında (üçü
İngilizceden çeviri olan) çok sayıda kitabı, araştırmaları ve makaleleri yayınlandı.
Bunlardan başka yayıncı ve editör olarak çalışma arkadaşlarının eserlerinin de
yayınlanmasını sağladı, kültür dünyamıza yeni eserler kazandırdı.

11
Yazara Antakya Belediye Meclisi tarafından kentin kültür hayatına katkı ve
hizmetlerinden dolayı 16.6.1986 tarihinde "Antakya'nın Fahri Hemşehrisi" beratı
verildi, kentin fahri hemşehrisi oldu.
1997-2003 yılları arasında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Kültür Merkezi Haberleşme Üyeliği yaptı. Halen MKÜ ARSAMER
(Arkeoloji ve Sanat Tarihi Araştırma Merkezi) ile MKÜ Cemil Meriç Düşünce ve
Araştırma Merkezi’nin Danışma Kurulu üyesidir.
Yazar için 13 Mayıs 1999 tarihinde Dinar Kaymakamlığı ve Dinar Lisesi
Müdürlüğü’nün işbirliği ile “Mehmet Tekin'in 35. Sanat Yılını Kutlama Töreni”
adıyla geniş kapsamlı bir kutlama töreni düzenlendi.
Hatay Şairler ve Yazarlar Derneği’nce 22.11.2014 tarihinde Antakya’da
“Mehmet Tekin’inYayıncılık ve Yazarlıkta 50. Yılı” töreni düzenlendi.
Mustafa Kemal Üniversitesi Senatosu tarafından 24.06.2015 tarihli ve 12
sayılı toplantıda kendisine “Fahri Doktor” unvanı verildi
Yazarın hayatı ve çalışmaları hakkında iki lisans tezi hazırlandı:
1- Mehmet Tekin’in Edebiyatımızdaki Yeri ve Eserleri, Hazırlayan:
Behire Kara, Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Zeki Gürel, G.Ü. Kastamonu Eğitim
Fakültesi TDE Eğitimi Bölümü (Lisans Tezi), Kastamonu 1998
2- Araştırmacı-Yazar Mehmet Tekin’in Hayatı, Çalışmaları ve
Bibliyografyası, Hazırlayan: Fatih Öztürk, Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr.
Süleyman Hatipoğlu, Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü (Mezuniyet Tezi), Antakya 2004
Aldığı ödüller:
- 1992 yılında Folklor Araştırmaları Kurumu “İhsan Hınçer Türk Folkloruna
Hizmet Ödülü'92”
- Antakya Rotary Kulübü “1995 Meslek Hizmet Ödülü”
- Antakya-Defne Rotary Kulübü “1997 Meslek Hizmet Ödülü”
- TÜRKSAV “1998 Yılı Türk Dünyası Hizmet Ödülü”
- Egeli Araştırmacı ve Yazarlar Birliği “(EGAY-DER) Türk Kültürüne Hizmet
2003 Ödülü”, (Denizli)
- Dörtyol Anadolu Öğretmen Lisesi, “2010 Ulu Çınar Ödülü” (Mart 2010)
- Mustafa Kemal Üniversitesi Cemil Meriç Düşünce ve Kültürel Çalışmalar
Uygulama ve Araştırma Merkezi “Düşünce ve Kültür Alanında 2014 yılı Cemil
Meriç Ödülü” (21.10.2014)
- KIBATEK Uluslararası Türk Diline Hizmet Ödülü (21.3.2015)

12
Yazar, bilimsel araştırma amacıyla 1990 yılında kurulan Hatay Folklor
Araştırmaları Derneği’nin (Hatay Kültür ve Tarih Araştırmaları Derneği) kurucu
üyesi ve bu dernek bünyesindeki “Hatay Araştırmaları Merkezi”nin kurucusu olup,
kuruluşundan 2011 yılında kapanışına kadar başkanlığını yapmıştır. Ayrıca Antakya
Gazeteciler Cemiyeti’nin, Zihinsel Özürlü Çocukları Yetiştirme ve Koruma
Derneği’nin (ZİREM) ve vakfa dönüştükten sonra vakfın Antakya Şubesinin kurucu
üyesi, Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği’nin (İLESAM)
üyesidir.
Eserleri:
A- Yayımlanmış Kitapları
- Öğrenci Dünyası, Ankara 1973
- Modern Matematik-Anaokulu, (Dr. Lola May'dan çeviri), Urfa 1974. 2.
Baskı: 1976
- Küçük Kızılderilinin Çilesi (C. Robert Bulla'dan çeviri), Dinar 1981. (2.
Baskı: Gurbet Çocuğu, Antakya 1993)
- Bir Türk Köyü (Mary Gough-Victor Ambrus'tan çeviri), Dinar 1982
- Okulda Başarının Yolları, Dinar 1982
- Okuma-Yazma. Kavramlar, Yöntemler, Araçlar. (Nazmi Özdemir’le),
Antakya 1993.
- Hatay'ın Basın Tarihi I, Antakya 1983
- Hatay'da Vakıf Haftası (3-9 Aralık 1984) (Mehmet Tekin-Ali Tunç),
Antakya 1984
- Hatay Basın Tarihi, Antakya 1985
- Hatay Basınında Atatürk 1928-1939, Antakya 1985
- Antakya Belediye Reislerinden Halefzade Süreyya Bey, Antakya 1986
- Tarihte Hatay ve Hatay Devleti, Antakya 1986
- Antakya'da Mevlidle İlgili Adetler ve Kamil Sarıateş'in Yazdığı Mevlid-i
Nebevi, Antakya, 1986.
- Mevlid ve Hatay Mevlidi. Kamil Sarıateş'in Mevlid-i Nebevisi, Antakya
1990
- Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol'lu Kara Hasan Paşa, Antakya
1986
- Kütüphaneler, Kitaplar, Okuyucular, Antakya 1987
- Antakya Kapılarında ve Dr. Edip Kızıldağlı Bibliyografyası, Antakya 1987
- Atatürkçü Düşünceyi Özümseme, Antakya 1987
- Okulda Başarı, Ankara 1988
- Dr. Edip Kızıldağlı'dan Hatay Masalları (Bülent Nakib ile), Antakya 1988
- Dr. Edip Kızıldağlı'nın Derlediği Hatay Masalları, Antakya 1993
13
- Mehmetçik Hatay'da-Basında 5 Temmuz 1938, Antakya 1988
- Harf İnkılâbı, Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay'da Yeni Yazı,
Antakya 1988
- Afyon Basını ve Afyon Basınında Hatay'ın İşgal Yılları, Antakya 1989
- Atatürk ve Hatay, Antakya 1989
- Hatay’ın İşgal Yıllarında Gaziantep Valisinin Antakya Ziyareti, Antakya
1989
- Hıdırellez ve Hatay'da Hızır İnancı, Antakya 1990
- Bekir Sıtkı Kunt, (Hayatı, Sanatı, Hikâye Kitapları, Hatay Sorununda
Çalışmaları, Hikâyeleri Dışında Kalan Yazıları, Hikâyelerinden Örnekler),
(Bülent Nakib'le), Antakya 1990
- Hatay Manileri, Antakya, 1991
- Fecr-i Ati Yazarlarından Cemil Süleyman (Alyanakoğlu), Antakya, 1991
- Hataylı Şairlerden Atatürk Şiirleri. Antakya 1992
- Türkistanlı Evliya-Şair Hoca Ahmet Yesevi, Antakya, 1993
- Cemil Meriç, Şair-Yazar-Filozof, Antakya, 1991
- Dinar'da Hıdırellez, Antakya, 1992
- Antakyalı Din Şehidi Habib Neccar, Antakya 1992
- Hatay Tarihi, Antakya 1993
- Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefzade Süreyya Bey, Antakya, 1993
- Hatay Şiirler-Yazılar Antolojisi, Antakya, 1993
- İkaz-ı Millet, Antakyalı Rüştü, (Yayına Hazırlayan: Mehmet Tekin)
- Hatay Evliyalarından Bayezid-i Bestami, Antakya, 1994
- Kısa Hatay Tarihi. Antakya 1994
- Arap İsyanı ve Suriye'nin İşgali, Antakya, 1995
- Türk Kurtuluş Savaşında Yayladağı, (Abadi) Antakya, 1995
- Hatay'ın Tek Kadın Halk Şairi Âşık Meryem, Antakya, 1997
- Havacılığımız, Hava Şehitlerimiz ve Hatay'dan Hava Şehitlerine Şiirler,
Antakya 1998
- Şiir Şöleni (Antoloji), Antakya, 1991
- Şiir Bahçesi (Antoloji), Antakya, 1993
- Şiir Demeti (Antoloji), Antakya, 1994
- Şiiristan (Antoloji). Antakya, 1995 (
- 13. Antakya Festivali - Şölen'97, (Antoloji), Antakya 1997
- Hatay'da İnanç Turizmi Merkezleri, Antakya 1997 (Kendi yayını)
- Habib Neccar of Antakya, (Çeviren: Nurşin Çinçin), Antakya 1998
- Şölen '98, (Antoloji), (Bülent Nakib’le), Antakya 1998
14
- Komşu Penceresinden Suriye, Antakya 1999
- Âşık Mehmet Sakar, Antakya 2000
- Bakras Karamurt Hanı ve Hasan Paşa Vakfı, Antakya 2000
- Mehmet Güneş Şiir Şöleni, 1999-2000, (Antoloji), (Bülent Nakib’le),
Antakya 2000
- Hatay Tarihi: Osmanlı Dönemi, Ankara 2000
- Hatay’ın Tarihçesi ve Eski Antakya Kütüphaneleri, Antakya 2001
- Tayfur Sökmen ve Hatay, Antakya, 2002
- Hatay Devlet Reisi Tayfur Sökmen, Antakya 2002
- Hatay Halk Şairlerinden Âşık Yusuf Doğruer, Antakya 2002
- Şiir Tutkunları (Antoloji), (Bülent Nakib’le), Antakya 2003
- Şölen 2004 -Antoloji, (Bülent Nakib’le) , Antakya, 2004
- Şiirle Yeniden Buluşmak -Güldeste-, Antakya 2009
- Dinar Yazıları, Antakya 2009
- Atatürk’ün Vazgeçilmez Dâvâsı Hatay, Antakya 2009
- Hatay Devleti Millet Meclisi Zabıtları, Ankara 2009
- Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol Çeteleri, Antakya 2010
- Mehmet Akif Ersoy’un Antakya Seyahati, Antakya 2010
- Hatay’ın İşgal Yılları ve Bağımsız Hatay Devleti Kronolojisi, Ankara 2010)
- Hatay Devleti Millet Meclisi Reisi Abdulgani Türkmen, (M.Mehtap
Tekin’le), Antakya 2011
- Dörtyol Halk Şairlerinden Mustafa Cengiz, (Kadir Aslan’la), Dörtyol 2012
- ve 23 Cilt GÜNEYDE KÜLTÜR

B- Yayına Hazırladığı ve Ortak Yazar Olarak Katıldığı Eserler:


- Hatay'da Eğitim ve Kültür, (Yayına hazırlayan: Mehmet Tekin), Ankara
1983
- Hatay Mutfağı Sempozyumu (Bildiriler) 21-22 Temmuz 1993 (Hazırlayan:
Mehmet Tekin), Antakya 1994
- Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, (Yazan: Nuri Aydın
Konuralp, Düzenleyen: Abdurrahman Konuralp, Ek bölüm: Mehmet Tekin),
İskenderun 1996
- Cumhuriyet’in 75. Yılında Hatay, (Ekonomi bölümü dışındaki tüm
metinler), Ankara 1998
- Koca Reis’in Seyir Defteri, Yusuf Şerifoğlu, (Yayına hazırlayan: Mehmet
Tekin), Antakya
- Hatay 2000- İl Yıllığı- (Hatay Tarihi bölümü), Ankara 2000
- Güz Yağmuru (Şiirler), Osman Dokuzoğuz, (Yayına Hazırlayan: Mehmet
Tekin), Antakya 2002
15
- VI. Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirileri (Yayına hazırlayan:
Mehmet Tekin),
Antakya 2004
- II. Hatay Mutfağı Sempozyumu Bildirileri (Yayına hazırlayan: Mehmet
Tekin) Antakya 2004
- Antakya Türküleri, Sadık Ayhan İpek. (Yayına hazırlayan: Mehmet Tekin),
Antakya 2003
- Antakya Ağzı, Bülent Nakib, (Yayına hazırlayan: Mehmet Tekin), Antakya
2005
- Antakya’da Adetler, Gelenekler, Yemek Kültürü, Şen Doğruer (Kavukçu),
(Yayına Hazırlayan: Mehmet Tekin), Antakya 2007
- Karaköse Beldesi, (Yayına hazırlayan: Mehmet Tekin), Hatay 2009
- VII. Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirileri (Yayına hazırlayan:
Mehmet Tekin), Antakya 2013

C- Makaleler, Araştırma-İnceleme Yazıları, Çeviriler


- “Mevlâna Kimdir?”, Dinar Ortaokulu Haber Bülteni, Sayı 2, Mart 1965, s.1;
(Aynı Yazı) Güneyde Kültür, Sayı 168, Kasım-Aralık 2007, s.1
- “Kaşgarlı Mahmut ve Divan-ü Lügaat-it Türk Hakkında”, İmroz İlköğretmen
Okulu’nun Sesi, Sayı:5, 15 Mart 1967
- “Eğitim ve Öğretmen”, İmroz İlköğretmen Okulu’nun Sesi, Sayı 6, 16 Mart
1967
- “İmroz PTT Müdürü ile Röportaj”, (A. Kadir Yardımcı ve İbrahim Toker ile),
İmroz İlköğretmen Okulu’nun Sesi, Sayı 7, 30 Nisan 1967-Sayı 8, 30 Mayıs 1967
- “Sözde…”, İmroz İlköğretmen Okulu’nun Sesi, Sayı: 9, 5 Mart 1968
- “İlköğretimde Reform mu?”, Isparta, 3-5 Ağustos 1972
- “Kalkınmada Eğitim ve Okul Programları”, Isparta, 17-18 Ağustos 1972
- “Anneler, Babalar. Çocuğunuz Parlak Zekâlı mıdır?” (Çeviren Mehmet Tekin),
Isparta, 5-6 Eylül 1972
- “Uyku ve Dengeli Beslenme”, Isparta, (7 Eylül 1972)
- “Çocukla nasıl konuşulur?” (Yazanlar: Emily ve Arthur Rautman, (Çeviren:
Mehmet Tekin), Isparta, 12- 13 Ocak 1973
- “Bir Yanardağın Doğuşu”, Isparta, (20-21 Şubat 1973)

16
- “İlkokul Programında Toplu Öğretim İlkesi ve Ünite Planları”, (Cevad
Onursal’la birlikte), Eğitim Alanı, (Haziran-Temmuz 1973); l, Dinar İlköğretim,
Sayı: 7-8 (Nisan-Mayıs 1982)
- “Kitap Nasıl İşaretlenir?”, (Yazan: Mortimer J. Adler. Çeviren: Mehmet
Tekin), Eğitim Alanı, Sayı: 68 (Ekim 1973), s.16-17
- “Açık Sınıf. Yazan: Henry E. Resnik”, (Çeviren: Mehmet Tekin), Eğitim
Alanı, Sayı:70, (Aralık 1973), s.26-29
- “Bir Yanardağ Doğuyor”, (Yazan: Louis Mattox Miller, Çeviren: Mehmet
Tekin), Kocatepe, (22- 24 Ekim 1978)
- “Yabancı Gözüyle Bir Türk Köyü”, (Yazan: Mary Gough-Victor Ambrus,
Çeviren: Mehmet Tekin), Kocatepe, 31 Ekim-21 Kasım 1978
- “Okulda Başarı-Başarısızlık”, Kocatepe, (20-21 Kasım 1978)
- “Eğitim Açısından Okuma ve Okuduklarımızdan Yararlanma”, Kocatepe, (22-
30 Kasım 1978)
- “Kadınlarla Konuşamayan Adam”, (Reader's Digest'ten, Çeviren: Mehmet
Tekin, Kocatepe (8-10 Kasım 1979)
- “Okuma Üzerine Araştırmalar”, Kocatepe, (20-23 Kasım 1979)
- “Eğitimde Kavramlar, Kavram Geliştirme ve Anlama Üzerine”. Kocatepe (24
Kasım-7 Aralık 1979)
- “Helen Keller: Sessizliğin ve Karanlığın Yenilişi”, (Çeviri), Kocatepe, 16-19
Ocak 1980
- “Kör müsün be adam? Körlük ve Körler”, Kocatepe, (16-19 Ocak 1980)
- “Öğrencilerimizi Tanıma, Öğrenmeyi, Öğretme ve Beceri Eksikliklerinin
Giderilmesi”, (“İlköğretim” imzasıyla), Dinar İlköğretim
- “Başarısız Öğrencilere Yardım İçin Pekiştirici Çalışmalar”, (Yazanlar: Molly
Brickman-Mollie Harprin, Çeviren: Mehmet Tekin), Dinar İlköğretim, Sayı: 1
(Ekim 1981)
- “Atatürk’ün Eğitimle İlgili Sözleri ve Eğitim Anlayışı” ("İlköğretim"
imzasıyla), Dinar İlköğretim, Sayı 2, ( Kasım 1981)
- “Kitaplar ve Okuyucuları”, Dinar İlköğretim, Sayı: 2, (Kasım 1981)
- “Öğrenme Konusunda Kısa Notlar”, Dinar İlköğretim, Sayı: 2 (Kasım 1981)
- “Yeni Matematik ve Yöntemde Yeni Yaklaşım”, (Yazan: Dr. Lola May.
Çeviren: Mehmet Tekin), Dinar İlköğretim, Sayı: 3 Aralık 1981

17
- “Öğrencilik Yıllarım ve Öğretmenlikte 41 Yılım”, (Anlatan: Hacı Mahmut
Salman (emekli öğretmen) Yazan: Mehmet Tekin), Dinar İlköğretim, Sayı: 4,
(Ocak 1982)
- “Türkçe Öğretiminde Ne Kadar Titiz Olsak Yine de Azdır”, Dinar
İlköğretim, Sayı: 5 -6 (Şubat-Mart 1982)
- “Dinar Hakkında Notlar”, Dinar İlköğretim, Sayı: 5-6 (Şubat 1982)
- “Eğitimde Yaratıcı Çalışma ve Yaratıcı Düşünme” Dinar İlköğretim, Sayı: 5-
6 (Şubat-Mart 1982)
- “Emekli Öğretmen Mustafa Çağlaşan (Menderes Hoca)nın anlattıkları”, Dinar
İlköğretim, Sayı: 5-6 (Şubat-Mart 1982)
- “Dinar Tayyaresi”, Dinar İlköğretim, Sayı: 7-8 (Nisan-Mayıs 1982)
- “Dinar'da 1928 Yılında Okuma-Yazma Kursları”, Dinar İlköğretim, Sayı: 7-8
(Nisan-Mayıs 1982)
- “Dinar'ın Ilıca Efsanesi”, Dinar İlköğretim, Sayı: 7-8 (Nisan-Mayıs 1982)
- “Kurtuluş Savaşında Dinar ve Çevresi”, (Ali Tekin'den dinlediklerim), Dinar
İlköğretim, Sayı: 7-8 (Nisan-Mayıs 1982)
- “Atatürk Dinar'da”, Dinar İlköğretim, Sayı: 9-10-11 (Haziran-Temmuz-
Ağustos 1982)
- “Çocukların Okuma İlgileri ve Kitap Seçiminde Dikkati Çeken Bazı
Faktörlerle Kitap Sağlama Yolları Üzerine Bir Araştırma”, Dinar İlköğretim, Sayı:
9-10-11 (Haziran-Temmuz-Ağustos 1982)
- “Çanakkale Gazilerinden Dinar'lı Bombacı Mehmet Çavuş (İpek)”, Dinar
İlköğretim, Sayı: 9-10-11 (Haziran-Temmuz-Ağustos 1982)
- “Emekli Öğretmen Mehmet Ciritoğlu'nun Anlattıkları”, Dinar İlköğretim,
Sayı: 9-10-11 (Haziran-Temmuz-Ağustos 1982)
- “Eğitimde Kültür Zenginliklerinden Yararlanma”, Hatay'da Eğitim ve
Kültür, Ankara 1983
- “Hatay'da Kişi Adı Verilen Okullar, Bu Okulların Yerleri ve Kişilerin
Kimlikleri”, Hatay'da Eğitim ve Kültür, Ankara 1983 s. 107-112
- “Geçmişte ve Günümüzde Hatay'da Eğitim”, Hatay'da Eğitim ve Kültür,
1983, s. 59-106
- “Hatay Basını”, Hatay'da Eğitim ve Kültür, 1983, s. 158-160
- “Hatay Mücadelesi ve İşgal Döneminde Hatay Mitingleri”, Hatay'da Eğitim
ve Kültür, 1983, 46-54

18
- “Hatay'ın Kültür Hayatında Kütüphaneler”, Hatay'da Eğitim ve Kültür,
1983, s. 154-156
- “Hatay'ın Kültür Hayatında Kütüphaneler”, Atayolu, Sayı: 4-8 (Nisan 1983)
- “Mehmet Akif Antakya'da”, Hatay'da Eğitim ve Kültür, 1983, s. 161-162
- “Tarihten Bir Yaprak: Mehmet Akif Ersoy Antakya'da”, Zaman, (5-11 Ocak
1984)
- “Mehmet Akif'in Gurbet Yılları ve Antakya Seyahati”, Türk Tarih ve
Edebiyatında Hatay, Yıl: 1, Sayı: 3 (Ağustos 1986)
- “Hatay'lı Halk Şairleri Sefil Molla ile Kamil Sarıateş'in Tanışmaları”, Hatay
Kültür ve Turizm Bülteni, Sayı: 5 (Haziran 1983)
- “Okullarda Sınıf Atlama ve Öğretim Programınının Zenginleştirilmesi”,
Hatay, Sayı: 9-17 (Haziran 1983)
- “Okuma Öğretim Metotları, 1. Sınıfta İlkokuma Yazma Öğretimi”, Hatay, (20
Haziran-5 Temmuz 1983)
- “Tarihe Işık Tutan Bir Yazı Dizisi: Hatay Basın Tarihi”, Atayolu, (25
Temmuz-6 Ağustos 1983)
- “Kütüphaneler-Kitaplar ve Eğitim”, Hatay, (30 Marıt-2 Nisan 1984)
-“Köyde Okul, Eğitim-Öğretim ve Okuma Yazma Seferberliği”, Muhtarlar
Semineri (Muhtarın El Kitabı), (3-17 Mayıs 1984)
- “Okullar-Öğrenciler”, Halkın Sesi, (17 Eylül 1984)
- “İbni Sina'nın Bilim Alanında Getirdiği Yenilikler ve Etkileri”, Hatay Kültür
Müdürlüğü Bülteni İbni Sina Özel Sayısı, Sayı: 2-17 Yıl: 2 (Ağustos 1984);
- “İbni Sina'nın Bilim Alanında Getirdiği Yenilikler ve Etkileri”, Hatay,
(22-17 Ağustos 1984)
- “Matematik Öğretiminde Yapılan Yeniliğin Gerekçesi”, Modern Matematiğin
Tarihçesi ve Öğretim Metotları, Hatay, (28 Ağustos-4 Eylül 1984)
- “Hatay'ın İşgal Yılları ve Hatay Devleti”, Halkın Sesi, (10 Eylül 1984) (Dinar)
- “Hatay Yollarında: Samandağ’dan Keldağ'a”, Hatay, (21-27 Eylül 1984)
- “Hatay Yollarında 2: Yayladağı Üzerine Birkaç Söz”, Hatay, Sayı : (5-10
Ekim 1984)
- “Cumhuriyet Bayramını Kutlarken”, Kırıkhan, (29-30 Ekim 1984)
- “Hatay Halk Şairleri: Âşık Gül Ahmet”, Hatay, (20-22 Kasım 1984)
- “Atatürk'te Eğitim ve Öğretmen”, Hatay, (24-28 Kasım 1984)
- “Atatürk'te Eğitim ve Öğretmen”, Hatay, (15-21 Mayıs 1985)
19
- “Atatürk'te Eğitim ve Öğretmen”, Öğretmenler Günü Bülteni, (24 Kasım
1985)
- “Öğretmen ve Toplum”, Kırıkhan, (26-27 Kasım 1984)
- “Üç Kuşaktan Üç Öğretmen”, Atayolu, (27-29 Kasım 1984)
- “Hatay Vakıflarının İşgal Yıllarındaki Durumu ve Bu Konuda Hatay Basınında
Çıkan Yazılar”, Hatay'da Vakıf Haftası, (3-9 Aralık 1984)
- “Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol'lu Kara Hasan Paşa”, Kırıkhan,
(24 Aralık 1984)
- “Hatay'ın İşgal Yılları (1918-1939)”, Kırıkhan, (18-22 Mart 1985)
- “Hatay'ın Kültür Tarihine ve Eski Kütüphanelerine Bir Bakış” Hatay'da
Kütüphane Haftası, Sayı: 1 (25 Mart 1985) Yıl: 1
- “Hatay'ın Kültür Tarihine ve Eski Kütüphanelerine Bir Bakış”, Kırıkhan, (25
Mart - 3 Nisan 1985)
- “Kütüphaneyi Düşünüyorum”, Hatay, (25 Mart 1985)
- “Gaziantep Camileri Tarihi Üzerine”, Kırıkhan, (5-6 Nisan 1985)
- “Müzecilik ve Eğitimde Müzelerden Yararlanma”, Kırıkhan, (23-29 Mayıs
1985)
- “Televizyon'da Hatay'lı Dakikalar”, Hatay, (13 Haziran 1985)
- “Er Meydanı Kırkpınar”, Hatay, 15.7.1985
- “Şu Dağın Ardındaki Antakya’lı: Dr. Edip Kızıldağlı”, Hatay, (17 Temmuz
1985)
- “23 Temmuz ve Hatay”, Hatay, (23 Temmuz 1985)
- “Hatay'ın Kurtuluşunda Türk Devlet Anlayışının ve Bağımsızlık Duygusunun
Rolü”, Atayolu, (24-31 Temmuz 1985)
- “Yenigün'den Hatay'a; İhsan Alibaba ile Sohbet”, Hatay, (15 Kasım 1985),
Güneyde Kültür, Sayı 104-105-106 , (Ekim-Kasım-Aralık 1997), s. 1-3
- “Milli Mücadeleninin İlk Kurşunu ve Kara Hasan Paşa”, Atayolu, (3-19 Şubat
1986)
- “Mehmet Kaplan ve Kitap-Kültür İlişkisi”, Hatay, (27-28 ªubat 1986)
- “Hatay'ın Canına Can Katan Adam: Muammer Ürgen”, Atayolu, (17-20 Mart
1986)
- “10-15 Yaş grubu öğrencilerinin Okuma İlgilerini ve Kitap Seçimini Etkileyen
Faktörler Üzerine Bir Araştırma”, Hatay'da Kütüphane Haftası, Yıl: 2, Sayı: 2
(31 Mart 1986)

20
- “Yeşilkent (Erzin)'in Yeşil Festivali”, Hatay, (8 Mayıs 1986)
- “1. Erzin Turizm Şenliği ve Okullar”, Hatay, (12 Mayıs 1986)
- “Geçmişten Günümüze Müzeciliğimiz ve Müzelerimiz”, Hatay, (20-21 Mayıs
1986)
- “Eğitim Ortamı Olarak Müzeler ve Antakya Müzesi”, Hatay, (24-25 Haziran
1986)
- “Hatay'da Pehlivan Yok mu ?”, Hatay, (14 Temmuz 1986)
- “Diem Perdidi ya da İyilikten Doğan Mutluluk”, Atayolu, 21 Temmuz 1986
- “Çölün Üstündeki Bulut”, Atayolu, (6 Ağustos 1986)
- “Milyonların En Eski Hastalığı: Açlık”, Hatay, (11 Ağustos 1986)
- “Atatürk; Savaşın Kahramanı, Barışın Önderi”, Hatay, (10 Kasım 1986)
- “Atatürk ve Hatay”, Hatay, (10 Kasım 1986)
- “Hatay Meselesi ve Atatürk”, Kırıkhan, (10 Kasım 1986)
- “Hatay'da Atatürk Anıtları ve Kitapları”, Hatay, (15 Kasım 1986)
- “Vay Yaramazlar Vay! (Emekli Öğretmen Mehmet Çağırgan'la sohbet)”,
Öğretmenler Günü Bülteni. (24 Kasım 1986)
- “Atatürkçü Düşünceyi Özümseme”, Hatay, (9-13 Aralık 1986)
- “Harbiye Çağlayanlarından Antakya Çeşmelerine”,Hatay, (17-24 Aralık 1986)
- “Erzin ve Dörtyol'da Kurtuluş Bayramı Hazırlıkları”, Hatay, (8 Ocak 1987)
- “100 Yıl Önce Antakya”, Atayolu, (17-18 Şubat 1987)
- “Hatay'da Türkmen Aşiret ve Oymaklarını Adını Taşıyan Köyler, Mahalleler”,
Türk Tarih Edebiyatında Hatay, Yıl: 2, Sayı: 5 (Mart 1987);
- “Hatay’da Türkmen Aşiret ve Oymaklarının Adını Taşıyan Köyler,
Mahalleler”, Atayolu, (17-24 Mart 1987)
- “Hatay'lı Bir Fikir Adamı ve Kültürden İrfana”, Hatay'da Kütüphane
Haftası, Yıl: 3, (30 Mart 1987)
- “Hatay'lı Bir Fikir Adamı Cemil Meriç ve Kültürden İrfana”, Sesimiz, (31
Mart 1987)
- “Hatay'da Yılın Gazetecisi (Günay Çelenk)”, Sesimiz, (14 Nisan 1987)
- “Işık Doğudan Gelir”, Sesimiz, (28 Nisan 1987)
- “Işık Doğudan Gelir”, Isparta, (13 Mayıs 1987)
- “Antakya ve Anadolu Endüstri Meslek Lisesi”, Hatay, (25 Mayıs 1987)

21
- “ntakya'nın İçme Suyu Vakıfları ve Zugaybe Çeşmeleri”, Atayolu, 25 Mayıs-
5 Haziran 1987)
- “Kütüphaneyi Düşünüyorum”, Kırıkhan, (17-20 Ağustos 1987)
- “Âşık Kamil Sarıateş'ten Bir Hatıra, Bir Şiir”, Zafer, (6-9 Haziran 1987)
- “Antakya Türküleri ve Sıtkı Nakib”, Sesimiz, (9 Haziran 1987)
- “Hatay'lı Bir Fikir Adamı: Cemil Meriç”, Türk Tarih ve Edebiyatında
Hatay, Yıl: 2, Sayı: 6 (Temmuz 1987)
- “Hatay'da Basın Yayın Hareketleri (1985-1987)”, Hedef, (30.6.1987-4.7.1987)
- “Dünden Bugüne Hatay”, Hatay, (24-31 Temmuz 1987)
- “Dünden Bugüne Hatay”, Antakya, (26 Temmuz-1 Ağustos 1987)
- “Kitap Sevgisi”, Kırıkhan, 20-22 Ağustos 1987
- “Hatay'da Kültür Hayatı ve Basın-Yayın Hareketleri (1985-1987)”, Kırıkhan,
(26 Ağustos-2 Eylül 1987)
- “Eğitim 1988 M.E.G.S. Müdürü N. Şimşek'in Eğitim Yaklaşımı ve
Beklentileri”,Hatay Kültür ve Turizm, Yıl: 1, Sayı: 2 (Eylül 1987)
- “Hatay Semasından İki Yıldız Kaydı”, Türk Tarih ve Edebiyatında Hatay,
Yıl: 2 Sayı: 6-7 (Kasım 1987)
- “Kültür ve Sanat Çalışmaları Açısından Okul, Öğretmen, Öğrenci”, Hatay, (2-
4 Aralık 1987)
- “Kültür ve Sanat Çalışmaları Açısından Okul, Öğretmen, Öğrenci”, Ayyıldız,
(8-11 Aralık 1987)
- “Hatay'da Bakras-Kanuni Sultan Süleyman Hanı (Sultanhanı) ve Karamurt-
Hasan Paşa Vakfı”, Hatay, (9-16 Aralık 1987)
- “Hatay Basınında Mutlu Bir Yıldönümü ve Gaziantep Basın Tarihi'ne Dair”,
Hatay, (2 Mart 1988)
- “Özel Eğitim, Zihinsel Yetersiz Çocuklar ve Vakfımızın Amaçları”, Zafer,
(23-25 Mart 1988)
- “Bekir Sıtkı Kunt'un Hatay'la İlgili Çalışmaları ve Hikâyeleri Dışında Kalan
Yazıları”, Hatay'da Kütüphane Haftası, Yıl: 4, Sayı: 4 (28 Mart 1988)
- “Öğretmensiz Okul: Kütüphane”, Hatayda Kütüphane Haftası, Yıl: 4, Sayı:
4 (28 Mart 1988)
- “Tiyatro Sanatçısı Zafer Engin'le Sohbet”, Hatay'da Kütüphane Haftası, Yıl:
4, Sayı: 4 (28 Mart 1988)
- “Kütüphane Haftası ve Hatay”, Atayolu, 31.3.1988

22
- “Hatay Halk Ozanları 4: Yayladağlı Kamil Sarıateş”, Türk Tarih ve
Edebiyatında Hatay, Yıl: 3, Sayı: 8-9-10-11 (Nisan-Mayıs 1988)
- “TV'leşen Dilimiz”, Hatay, (2 Nisan 1988)
- “Hatay Basını Sergisi Dolayısıyla: Gazeteci ve Mahalli Basın”, Hatay, (12
Mayıs 1988)
- “Gazeteci ve Mahalli Basın”, İskenderun, (12 Mayıs 1988)
- “Gazeteci ve Mahalli Basın”, Atayolu, (13-14 Mayıs 1988)
- “Gazeteci ve Mahalli Basın”, Hedef, (14 Mayıs 1988)
- “Kütüphane ve Eğitim: Cehalet Ateşinin Yakmadığı Orman Yoktur”, Hatay,
(5-8 Temmuz 1988)
-“ Kütüphane ve Eğitim: Cehalet Ateşinin Yakmadığı Orman Yoktur”,
Hatay'da Kütüphane Haftası, Yıl: 5, Sayı 5 (27 Mart 1989)
- “Efeler Diyarından Gelen Selam”, Hatay, (10 Eylül 1988)
- “Okullar, Öğretmenler, Kitaplar”, Evren, (15-18 Eylül 1988)
- “Kitabeler, Kitabeler”, Hatay, Yıl: 3 Sayı: 12 Aralık 1988
- “Unutulmayanlar: Hasan Alibaba ve Kubbede Kalan Hoş Sada”, Zafer, (26
Aralık 1988)
- “Dinar'ın Hayal Olan Günleri ve Dinarlı Mehmet Pehlivan”, Cemre, Yıl: 1,
Sayı: 1. Mart 1989
- “Güneyde Kültür”, Güneyde Kültür, Yıl: 1, Sayı: 1 (Mart 1989)
- “Çanakkale Savaşlarında Üç Mehmet”, Güneyde Kültür, Yıl: 1 Sayı: 1 (Mart
1989)
- “Hataylı Bir Yazarın Nadide Eseri: Kültür'den İrfana”, Güneyde Kültür, Yıl:
1 Sayı: 1 (Mart 1989)
- “Bir Meslek, Bir Meslek Adamı: Fırtına Televizyoncu”, Tartarotti ile Söyleşi,
Güneyde Kültür, Yıl: 1, Sayı: 2 (Nisan 1989)
- “Gündemdeki Konu: Kültür’den İrfana”, Gündem, (13 Nisan 1989)
- “Afyonkarahisar Bibliyografya Denemesi ve Gözden Kaçan Bir Yayın”,
Cemre, Yıl: 1, Sayı: 2-3 (Nisan-Mayıs 1989)
- “Antakya ve Eski Antakya Evleri Üzerine Bir Çalışma”, Güneyde Kültür,
Sayı: 3 (Mayıs 1989) s. 3-4
- “1930 Antakya'sında Hava Kirliliği”, Güneyde Kültür, Yıl: 1 Sayı: 3 (Mayıs
1989)

23
- “Işık doğudan Gelir "Ex oriente Lux”, Güneyde Kültür, Yıl: 1, Sayı: 3 (Mayıs
1989)
- “Atatürk ve Hatay”, Gündem, (5 Mayıs-8 Haziran 1989)
- “Cemil Cahit Güzelbey ve Gaziantep Üniversitesi'nin Takdire Şayan Bir Vefa
Jesti”, Güneyde Kültür, Sayı: 4 (Haziran 1989) s. 8-9
- “Refik Halit'in Antakya'lı Bir Hanıma Cevabı”, Güneyde Kültür, Yıl: 1 Sayı:
4 (Haziran 1989)
- “Vay Yaramazlar Vay! Emekli Öğretmen Mehmet Çağırgan'la
Sohbet” Güneyde Kültür, Sayı: 4 (Haziran 1989) s. 15-16
- “Cemil Meriç'in Lise Yıllarında Yazdığı Bir Yazı”, Güneyde Kültür, Sayı: 4
(Haziran 1989) s. 17
- “Gündemdeki Konu: Cemil Meriç'in Lise Yıllarında Yazdığı Bir Yazı”,
Gündem, 2-3Temmuz 1989)
- “İşgal Yıllarında Hatay Cemiyetleri- I: Selamet-i Belde, Elektrik Şirketi, Hilâl-
i Ahmer”, Güneyde Kültür, Sayı: 5 (Temmuz 1989) s. 1-5
- “İşgal Yıllarında Hatay Cemiyetleri-II: Antakya-İskenderun ve Havalisi
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti veya Antakya-İskenderun Yurdu Cemiyeti”, Güneyde
Kültür, Sayı: 6 (Ağustos), s. 3-6
- “Bir Marşın Hikâyesi: Marşını Unutan Belde”, Güneyde Kültür, Sayı 6 (Eylül
1989), s.12
- “Âşık Kamil Sarıateş'in Şiirlerinde Acar Köylüler ve Memilinin Destanı”,
Güneyde Kültür, Sayı: 7 (Eylül 1989) s. 1-4
- “Kültür ve Kültür Değerleri Eğitimi Üzerine”, Güneyde Kültür, Sayı: 8-9
(Ekim-Kasım 1989), s. 2-3
- “Mehmet Akif'in Antakya Seyahati”, Güneyde Kültür, Sayı: 10 (Aralık 1989)
s. 1-5
- “Mahalli Basında Gazeteci”, Anadolu’nun Sesi, Sayı 41 (Aralık 1989)
- “Suriye'nin Sancak (Hatay) Hülyasının Dünü, Bugünü”, Güneyde Kültür,
Sayı: 10 (Aralık 1989) s. 19-23
- “Aydoğmuş'ta Dualar ve İlençler”, Güneyde Kültür, Sayı: 11 (Ocak 1990) s.
1-5
- “Nedret Gürcan”, Güneyde Kültür, Sayı: 11 (Ocak 1990) s. 25-26, Sayı: 12
(Şubat 1990) s. 2-10
- “Hatay Halk Şairleri Âşık Hacı-Âşık Telli Osman ve Âşık Hacı-Âşık Kamil
Sarıateş Dargınlığı”, Güneyde Kültür, Sayı: 13 (Mart 1990) s. 2-5

24
- “Mehmet Kaplan, Kültür ve Kitap”, Güneyde Kültür, Sayı: 14 (Nisan 1990)
s. 40-41
- “Antakya'da Eski Ramazanlar, Eski Bayramlar”, Güneyde Kültür, Sayı: 14
(Nisan 1990) s. 2-3
- “Kıbrıs Gezintinamesi”, Güneyde Kültür, Sayı: 15 (Mayıs 1990) s. 2-6
- “İşgal Yıllarında Hatay Cemiyetleri III, Gençspor Kulübü”, Güneyde Kültür,
Sayı: 16 (Haziran 1990) s. 15-21
- “Bir Gümrük Askerinin Hatay Meselesi ile İlgili Hatıra ve Gözlemleri”,
Güneyde Kültür, Sayı: 17 (Temmuz 1990) s. 2-3
- “Yer Adlarının Önemi ve Aydoğmuş Yer Adları”, Güneyde Kültür, Sayı: 18
(Ağustos 1990) s. 2-16
- “İşgal Yıllarında Hatay Cemiyetleri: Gençspor Kulübü”, Hatay, 6.8.1990-
5.9.1990
- “İşgal Yıllarında Hatay Cemiyetleri IV Cemiyet-i Hayriye-i İslâmiye”,
Güneyde Kültür, Sayı: 19 (Eylül 1990) s. 2-10
- “Prof. Dr. Halil Sahillioğlu, Çalışmaları, Bibliyografyası ve Türkiye İktisat
Tarihi”, Güneyde Kültür, Sayı: 20 (Ekim 1990) s. 2-9
- “Antakya'da Kasaplar Grevi”, Güneyde Kültür, Sayı: 21 (Kasım 1990) s. 3-4
- “Bir Limanın Ölümü: El-Mina-Süveydiye Limanı”, Güneyde Kültür, Sayı: 22
(Aralık 1990) s. 2-5
- “Yunus Emre Sevgi Yılı ve Ahmet Adnan Saygun”, Güneyde Kültür, Sayı:
23 (Ocak 1991) s. 2-4
- “Folklorumuzda, Edebiyatımızda Kar ve Büyük Kar Destanları”, Güneyde
Kültür, Sayı: 24 (Şubat1991), s. 2-8
- “Hatay'da Kitap ve Kütüphanenin Tarihi üzerine Bir İnceleme”, Güneyde
Kültür Sayı: 25 (Mart 1991), s. 3-9
- “Şifalı Sular ve Sandıklı Hüdai Kaplıcası”, Güneyde Kültür, Sayı: 26 (Nisan
1991) s. 2-6
- “Antakya'da Örnek Bir Özel Eğitim Kurumu: Zihinsel Özürlü Çocuklar
Rehabilitasyon Merkezi”, Güneyde Kültür, Sayı: 27 (Mayıs 1991) s. 2-5
- “Dinar’da Hıdırellez”, 2. Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu
Bildirileri (3-4 Mayıs 1991), Afyon Belediyesi Yayınları: 5, s.51-60
- “Tünel Faciası ve Dr. Mehmet Sılay”, Güneyde Kültür, Sayı: 28 (Haziran
1991) s. 2-4
- “Gençspor Kulübü”, Hatay, 12-24/7/ 1991

25
- “Antakya'nın Son Aruz Şairi Nafi Miski (Nabi-i Zaman)”, Güneyde Kültür,
Sayı: 29 (Temmuz 1991) s. 2-9
- “Yurtdışı Gurbetçilerimiz ve Aalen-Antakya Hattı”, Güneyde Kültür, Sayı:
30 (Ağustos 1991) s. 2-5
- “Yalnız Değiliz”, Güneyde Kültür, Sayı: 31 (Eylül 1991) s. 2
- “Dünden Bugüne Dertler, Olaylar, Yorumlar”, Güneyde Kültür, Sayı: 32
(Ekim 1991), s. 2-5
- “Şiire Bir Nefes”, Güneyde Kültür, Sayı: 33 (Kasım 1991) s. 2-4
- “Bir Yıldönümü Daha”, Hatay, 15.11.1991
- “Antakya'da Habib Neccar”, Güneyde Kültür, Sayı: 34 (Aralık 1991) s. 2-8
- “Hatay'da Hristiyan Var Ama Rum ve Yunanlı Yoktur”, Güneyde Kültür,
Sayı: 36 (Şubat 1992) s. 1-2
- “M. Lütfi Rifai ve Savaş Hatıraları”, Güneyde Kültür, Sayı: 37 (Mart 1992) s.
1-14
- “Antakyalı Din Şehidi Habib Neccar”, Hatay, 21.3.1992-22.4.1992 (Tefrika
halinde yayınlanmıştır.)
- “Üniversite Hatay'ın Yitik Malıdır, Hatay Valisi Utku Acun'la Üniversite
Üzerine Sohbet”, Güneyde Kültür, Sayı: 38 (Nisan 1992) s. 2-7
- “Dr. Edip Kızıldağlı’dan Hatay Masalları”, Hatay, 21.5.1992-2.7.1992 (Bülent
Nakib’le birlikte hazırlanmış olan kitap tefrika halinde yayınlanmış, ancak yazar
ismi konulmamıştır)
- “Dinar’da Hıdırellez”, Hatay, 3.7.1992-10.7.1992
- “Halk Hikâyelerimizden Karakoyun ve Bu Hikâyenin Hatay-Belen Anlatımı”,
Güneyde Kültür, Sayı: 41 (Temmuz 1992) s. 2-7
- “Hatay Basın Tarihinden Bir Yaprak”, Güneyde Kültür, Sayı: 42 (Ağustos
1992) s. 2-11
- “Antakya Folklorundan Damlalar”, Güneyde Kültür, Sayı: 43 (Eylül 1992) s.
1-3
- “Şiir, Yine şiir”, Güneyde Kültür, Sayı: 44 (Ekim 1992) s. 2-7
- “Efsanelerin Dilinden Hatay I”, Güneyde Kültür, Sayı: 45 (Kasım 1992) s. 2-
4
- “Hatay Arşivi Olmayan Bir İl” (İdris Aydoğan’ın röportajı), Hedef, Sayı 11
(Kasım 1992), s. 18-19
- “Her şeye rağmen Gazetecilik”, Hatay, 16.11.1992

26
- “Hatay Üniversitesine Kavuştu”, (Mustafa Kemal Üniversitesi Rektörü Sayın
Halûk İpek'le Söyleşi), Güneyde Kültür, Sayı: 46 (Aralık 1992) s. 2-7
- “Şiirle Dolu Bir Gün: Bir şiir şöleni üzerine”, Güneyde Kültür, Sayı: 51-52
(Mayıs-Haziran 1993) s. 2-3.
- “Mutfağımız, Mutfak Eşyalarımız ve Kültürümüz”, Güneyde Kültür, Sayı: 53
(Temmuz 1993) s. 9-10
- “Geçmişte Hatay'da Beslenme: 16. 18. ve 19. Yüzyılda Hatay'da Vakıf
Kervansarayları ile Reyhanlı Aşireti'nde Beslenme”, Güneyde Kültür, Sayı: 53
(Temmuz 1993) s. 11-12
- “Bu "Tarih"ler Değişmeli: Tarih ve İnkılâp Kitaplarında Hatay'a Gereken
Önem Verilmemektedir”, Güneyde Kültür, Sayı: 54 (Ağustos 1993) s. 2
- “Fırat Havzası Efsaneleri (Kitap tanıtımı)”, Güneyde Kültür, Sayı 54
(Ağustos 1993), s.44
- “Rasgele Bir Yazı - Hatay Gazetesinin 39. Yıldönümü”, Hatay, 15.11.1993
- “Hatay Şiirine Can Verenler ve Hatay Şiirinde Kırk Yıl Töreni”, Güneyde
Kültür, Sayı: 58 (Aralık 1993) s. 2
- “Hatay'da Ticaret, sanayi ve El Sanatlarının Gelişmesine Bir Bakış”, Güneyde
Kültür, Sayı: 59 (Ocak 1994) s. 2-3
- “Hüseyin Tansever’in Ardından (Şiir)”, Güneyde Kültür, Sayı 59 (Ocak
1994), sayfa 31
- “Antakya, Belen (Kırıkhan) ve iskenderun Şer'i Mahkeme Sicillerinde Aile-
Sülale İsimleri”, Güneyde Kültür, Sayı: 60 (Şubat 1994) s. 2-6
- “Araç-Gereçleri ve Eşyaları ile Hatay Evi”, Güneyde Kültür, Sayı: 61 s. 2-11
- “Bir Olay Bir Ağıt”, Güneyde Kültür, Sayı: 62 (Nisan 1994) s. 1-2
- “Bir Belge ve Unutulan Bir Kahraman”, Güneyde Kültür, (Nisan 1994), sayfa
42 (Arka kapak)
- “Antakya-Aalen Hattı II. Kardeş Şehir Aalen'in Belediye Başkanı Ulrich
Pfeifle ile Sohbet”, Güneyde Kültür, Sayı: 63 (Mayıs 1994) s. 2-6
- “Hatay Tarih ve Folklor Araştırmaları Derneği Başkanı Mehmet Tekin’in III.
Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu’nu Açış Konuşması”, Güneyde Kültür, Sayı
64-65 (Haziran-Temmuz 1994), s.14-15
- “Mehmet Tekin’in Şiir Şölenini Açış Konuşması”, Güneyde Kültür, Sayı 64-
65 (Haziran-Temmuz 1994), s.18
- “Hataylı Halk Şairi Sefil Molla'nın Divanında Mahalli Kelimeler, Deyimler ve
Yöre Folkloru ile İlgili Bilgiler I”, Güneyde Kültür, Sayı: 64-65 (Haziran-
Temmuz 1994), sayfa 2-7
27
- “Hataylı Halk Şairi Sefil Molla'nın Divanında Mahalli Kelimeler, Deyimler ve
Yöre Folkloru ile İlgili Bilgiler II”, Güneyde Kültür, Sayı: 66 (Ağustos 1994),
sayfa 2-17
- “Devlet Kuran Cemiyet: Antakya-İskenderun ve Havalisi Türkleri Yardım
Birliği Yahut Hatay Erkinlik Cemiyeti”, Güneyde Kültür, Sayı: 67 (Eylül
1994) s. 2-11
- “Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikasında Hatay”, Güneyde Kültür, Sayı:
68 (Ekim 1994) s. 1-5
- “Osmanlı Döneminde Antakya, Şehir Dokusu, Evler ve Yaşayış Üzerine
Notlar”, Güneyde Kültür, Sayı: 69 (Kasım 1994) s. 1-5
- “Hatay Gazetesinin 40. Yılı”, Hatay, 15.11.1994
- “İskenderun Sancağı'nda Siyasi Kuruluşlar ve Türkler Dışındaki Cemaatlerin
Kurduğu Cemiyetler”, Güneyde Kültür, Sayı: 70 (Aralık 1994) s. 5-9
- “Hatay Folklor Araştırmaları Derneği”, Güneyde Kültür, Sayı 71 (Ocak
1995) sayfa 1-2
- “Âşık Hacı ve Âşık Meryem'in Şiirlerinde Mahalli Kelimeler Deyimler, Dualar
ve Beddualar”, Güneyde Kültür, Sayı: 72 (Şubat 1995) s. 2-15
- “Selâm Güneş’e... Kucak Dolusu Selâm”, Güneyde Kültür, Sayı 72 (Şubat
1995), s. 25-26
- “Âşık Kemal Can-Hayatı, Sanatı, Şiirlerinden Örnekler I-II”, Güneyde
Kültür, Sayı: 73 (Mart 1995) s. 7-14, Sayı: 74 (Nisan 1995) s. 2-9
- “Hatay’a Hizmet Ödülü Töreni Açış Konuşması”, Güneyde Kültür, Mayıs
1995, s. 2-4
- “11. Antakya Festivali Mehmet Güneş Şiir Şöleni Açış Konuşması”, Güneyde
Kültür, Sayı: 77 (Temmuz 1995), s. 13
- “Isparta-Aydoğmuş'ta Konar-Göçer Kültürü İzleri”, Güneyde Kültür, Sayı: 78
(Ağustos 1995) s. 1-9
- “Dergiler, Okul Dergileri ve Hatay'da Okul dergiciliğinin Dünü, Bugünü”,
Güneyde Kültür, Sayı: 79 (Eylül 1995) s. 1-3
- “Dinar ve Deprem”, Güneyde Kültür, Sayı: 80 (Ekim 1995) s. 2-3
- “Bir Dokun Bin Ah İşit (Dil Üzerine)”, Güneyde Kültür, Sayı: 81 (Kasım
1995) s. 1-3
- “Vakıflar Toplumun Tümüne Bir Vasiyettir”, Özyurt, 8.12.1995
- “Nasrettin Hoca'nın Mizah Dünyamızdaki Yeri ve İngilizce Ethiopia
Hikâyeleri (ARHA STORIES) Üzerine”, Güneyde Kültür, Sayı: 83 (Ocak 1996)
s. 1-5
28
- “Kütüphane Öğretmensiz Okuldur”, Özyurt, 29.3.1996
- “Hatay Arap Toprağı Değildir”, Antakya Belediyesi Aylık Haber Bülteni,
Sayı 8 (Mayıs 1996)
- “Türkiye ile Güney Komşuları Arasındaki Su Meselesi Üzerine Notlar ve
Görüşler”, Güneyde Kültür, Sayı: 89 (Temmuz 1996) s. 1-13
- “İhmal Girdabında Çırpınan Hatay Mutfağı”, Güneyde Kültür, Sayı: 90-91
(Ağustos-Eylül 1996) s. 1-3
- “Ankara İtilafnamesi ve İskenderun Sancağı (Hatay)”, Güneyde Kültür, Sayı:
92 (Ekim 1996) s. 1-17
- “Son 75 Yılın Gelişmeleri Işığında Hatay: 1921-1996 Dönemine Ait Bir
Kronoloji Denemesi”, Güneyde Kültür, Sayı: 93 (Kasım 1996) s. 1-10
- “Başlangıçtan Günümüze Hatay'da Folklor Çalışmaları”, Güneyde Kültür,
Sayı: 94 (Aralık 1996) s. 1-6
- “18. ve 19. Yüzyıllarda Antakya'nın İdari Bölünüşü ve Yer Adları”, Güneyde
Kültür, Sayı: 97 (Mart 1997) s. 1-17
- “Okumama Konusunda Sağlanan Gelişmeler ve Kütüphanelerin
Çağdaşlaşması”, Güneyde Kültür, Sayı: 98 (Nisan 1997) s. 1-4
- “Hatay Mücadelesinin Harekât Merkezi Olarak Dörtyol”, Güneyde Kültür,
Sayı: 99 (Mayıs 1997) s. 1-6
- “Hataylı Şair ve Yazarların eserleri ile Hatay'la İlgili Yayınlarda Adı Geçen
Hatay Yemekleri ve Hatay Mutfağı Bibliyografya Denemesi”, Güneyde Kültür,
Sayı: 100 (Haziran 1997) s. 1-14
- “Hatay’ın Anavatana Katılışı”, Bizim Dergi, Sayı:8 (Temmuz, Ağustos, Eylül
1997), s. 25
- “Payas Sokollu Külliyesi, Payas Kalesi ve Cin Kulesi”, Gökçekimi (Antakya),
Sayı: 2 (Ocak-Şubat 1998), s. 17-20
- “Ceylanlılı Halk Şairi Hafız Hoca (Mehmet Kel)”, Güneyde Kültür, Sayı: 108
(Şubat 1998),s. 1-7
- “Bilgi Çağı Toplumunda Kültürel Değişim, Kütüphaneler ve Okuma
Alışkanlığı Üzerine Görüşler”, Güneyde Kültür, Sayı: 109 (Mart 1998) s. 8-11
- “Cemil Meriç'in Yetiştiği Ortam Ve İlk Yazısı”, Türk Yurdu, Sayı 130
(Haziran 1998), s.38-43
- “Çekirgenin Tarihte, Folklorumuzda ve Edebiyatımızdaki Yeri”, Güneyde
Kültür, Sayı: 110 (Nisan 1998) s. 11-31
- “Hatay basın Tarininin Altın Sayfalarından Biri: Yeni Mecmua”, Güneyde
Kültür, Sayı 111 (Mayıs 1998), s.1-28
29
- “Hatay'da Turizmin Tarihçesi”, Bilgi Pınarı (Antakya), Sayı: 1, (Mayıs 1998),
s. 7-9
- “Dergiler ve Dergicilik Üzerine Sohbet”, Türk Yurdu, Sayı 132, (Ağustos
1998), s.15-17
- “10-12.Yüzyıllarda Yakındoğu'da Türk Varlığı ve Antakya'nın Haçlılar
Tarafından Zaptının 900. Yılı”, Güneyde Kültür, Sayı 112 (Haziran 1998), s.1-17
- “14. Antakya Festivali Mehmet Güneş Şiir Şöleni Açış Konuşması”, Güneyde
Kültür, Sayı 113- 114 (Temmuz-Ağustos 1998) s.10-11
- “Osmanlı Devleti'nde Arap Ayrılıkçı Hareketlerinin Doğuşu ve 1.Dünya
Savaşı Sonuna Kadar Faaliyet Gösteren Arap Cemiyetleri”, Güneyde Kültür, Sayı
115-116 (Eylül-Ekim 1998),s.1-15
- “Hatay Devleti”, Güneyde Kültür, Sayı 115-116 (Eylül-Ekim 1998) s.16-17
- “Atatürk Dinar'da”, Güneyde Kültür, Sayı 117 (Kasım 1998),s.1-2
- “Hatay'ın Bilinmeyen Şairlerinden Mustafa Konyalı”, Güneyde Kültür, Sayı
118 (Aralık 1998), s. 1-7
- “Bir Yüzelliliğin Mektupları-Ali İlmi Fani'den Rıza Tevfik'e Mektuplar”,
Güneyde Kültür, Sayı 118 (Aralık 1998),s.49-50
- “El Ahram Yazarına Bir Kaç Söz”, Güneyde Kültür, Sayı 118 (Aralık 1998)
s.51-52
- “Antakya'da Türk Ocağı'nın Kuruluşu Ve Etkileri”, Türk Yurdu, Sayı 139-
141 (Mart-Mayıs 1999), s.241-242
- “Tiyatro Salonundaki Çıt ya da Dün Neredeydiniz”, Bilgi Pınarı, Sayı 3
(Mayıs 1999), s.5
- “Osmanlı Döneminde Hatay”, Güneyde Kültür, Sayı 119 (Ocak- Şubat 2000),
s.1- 30
- “Nevruz (Yenigün) İnancının Temelleri, Nevruz Coğrafyası ve Akdeniz
Bölgesinde Nevruz Yansımaları”, Güneyde Kültür, Sayı: 120 (Mart-Nisan 2000),
s. 2-9
- “Mevlana Gülşeni”, Türk Yurdu, Sayı 151 (Mart 2000), s. 60
- “Uzayıp Giden Şu Yunan Dilleri”, Güneyde Kültür, Sayı 121 (Mayıs-
Haziran 2000), s. 1-2
- “Ermeni Meselesi ve Amerika”, Güneyde Kültür, Sayı 122 ( Temmuz-
Ağustos 2000), s.1-7
- “Ortadoğu’da Osmanlı İzleri Uluslararası Bilgi Şöleni ve Hatay Vilayet
Müzesi’nin Açılışı”, Güneyde Kültür, Sayı 123 (Eylül- Ekim 2000, s. 1-2

30
- “Ağaçlarımız ve örnek bir eser: Kütahya’nın Anıt Ağaçları”, Güneyde Kültür,
Sayı 123 (Eylül-Ekim 2000), s. 32-33
- “Nevruz (Yenigün) Coğrafyası ve Nevruz’un Akdeniz Bölgesine
Yansımaları”, Türk Dünyasında Nevruz Üçüncü Uluslararası Bilgi Şöleni
Bildirileri, (18-20 Mart 1999 Elazığ), AKM Yayın No: 207, Ankara 2000, s.331-
342.
- “Hatay Basınının İlk Mizah Gazetesi Karagöz ve Tarık Mümtaz- Ali İlmi Fani
Kavgasından Bir Sayfa”, Güneyde Kültür, Sayı 124 (Kasım- Aralık 2000, s. 1-5
- “Hatay Cumhuriyeti Basınında Tarık Mümtaz ve Ali İlmi Fani Kavgası”
Biyografi Analiz Eylül 2003, Sayı 5, s.13-17
-“Yeni Binyıla Selam-Dilekler, Düşünceler”, Güneyde Kültür, Sayı 125 (Ocak-
Şubat 2001, s.1-2
- “Fransa Ermeni Koruyuculuğu Yaparak Emperyalist ve İşgalci Yüzünü
Maskeleyemez”, Güneyde Kültür, Sayı 125 (Ocak- Şubat 2001, s. 3-9; Hatay
Objektif, Sayı:72 (Mayıs 2002), s. 11-15
- “Ölümünün 30. Yıldönümünde Şair Osman Dokuzoğuz”, Güneyde Kültür,
Sayı 125 (Ocak- Şubat 2001), s. 23
- “Dil, Kültür Erozyonu ve Bunalımlarımız”, Güneyde Kültür, Sayı 126 (Mart-
Nisan 2001, s. 1-4
- “Dil, Kültür Erozyonu ve Bunalımlarımız”, Hatay’da Gazi, Sayı 1-2, Haziran-
Temmuz-Ağustos-Eylül 2004, s.46-49
- “Bunalımdan Kaynaklanan Ekonomik ve Sosyal Sıkıntılar Üzerine
Düşünceler”, Güneyde Kültür, Sayı 127, (Mayıs- Haziran 2001, s. 1-6
- “MKÜ Rektörü Prof. Dr. Haluk İpek’le On Yıl Sonra İkinci Söyleşi”,
Güneyde Kültür, Sayı 128 (Temmuz- Ağustos 2001), s. 1-8
- “Atatürk’le Üç Defa Karşılaştım, Galip Aktuğ”, (Bant Kaydı Keskin Keser
Tarafından Yapılmış, Mehmet Tekin tarafından kaleme alınmıştır), Güneyde
Kültür, Sayı 128 (Temmuz- Ağustos 2001) s. 9-10; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Bülten, Sayı: 44 (Ekim- Aralık 2001), s. 55-57
- “Antakya Üzerine Gözlemler, Görüşler”, Hatay’da Kültür, Kültür ve Sanat
Bülteni. Sayı 3 (Nisan-Mayıs-Haziran 2000), s. 2
- “Ankara İtilafnamesi’nin 80. Yıldönümü, Bitmeyen Sıkıntılarımız ve ABD-
Afganistan Hattı”, Güneyde Kültür, Sayı 129 (Eylül- Ekim 2001, s. 1-2
-“Mehmet Turan Yarar ve Daracık Düşler”, Güneyde Kültür, Sayı 129 (Eylül-
Ekim 2001 s. 23-25
- “Müze Şehir Olamadık, Hiç Olmazsa Bir Şehir Müzesi Kuralım”, Güneyde
Kültür, Sayı: 130 (Kasım- Aralık 2001), s. 1-2
31
- “Geçmişten 2000’li Yıllara Hassa”, Güneyde Kültür, Sayı: 130 (Kasım-
Aralık 2001), s. 28-29
- “Hatay’da Osmanlı Dönemi Eserlerine Bir Bakış”, Ortadoğu’da Osmanlı
Dönemi Kültür İzleri Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, c. 2, s. 549-556
- “Türk Âleminin Ortak Bayramı: Nevruz- Yenigün, Hatay’da Esinti, Sayı: 2
(Nisan-Mayıs- 2002), s. 23
- “Ekonomide ve Dış Politikada da Süper Lige Yükselmeliyiz”, Hatay’da
Esinti, Sayı 3 (Temmuz- Ağustos-Eylül 2002), s.22-23
- “Avrupa Birliği Yolunda Sıkıntılı Adımlar”, Güneyde Kültür, Sayı 131-132
(Ocak-Şubat-Mart-Nisan 2002), s. 1-2
- “Çeyizin Ailevi, Psikolojik, Sosyal Boyutlarıyla İlgili Notlar ve Bazı
Örnekler”, Güneyde Kültür, Sayı 131-132 (Ocak-Şubat-Mart-Nisan 2002), s. 13-
17
- “Hatay Şairlerinden Âşık Yusuf Doğruer ve Şiirlerinden Örnekler”, Güneyde
Kültür, Sayı: 133 (Mayıs-Haziran 2002), s. 1-12
- “Kültür Hayatımızda Yerel Dergiler ve Yerel Dergi Yayımcılığı Bilgi Şöleni
(7-9 Haziran 2002, Bolu), Güneyde Kültür, Sayı: 133 (Mayıs-Haziran 2002), s:31
- VI. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Açış Konuşması (19-20 Nisan 2002),
Güneyde Kültür, Sayı 133 (Mayıs-Haziran 2002), s. 32-34
- “Amik Yöresi (Reyhanlı Aşireti) Dokumaları Üzerine Görüşler ve Bir Amik
Dokumasının Anatomisi” (Mehtap Tekin’le), Güneyde Kültür, Sayı 34 (Temmuz-
Ağustos 2002, s. 7
- “Irak ve Yaklaşan Irak Harekâtı Üzerine Birkaç Not”, Güneyde Kültür, Sayı
136 (Kasım-Aralık 2002), s.1-3
- “Türkülerimiz, Hatay’da Müzik Hayatının Gelişimi ve Antakya Türküleri”,
Güneyde Kültür, Sayı: 135 (Eylül-Ekim 2002), s. 1-10
- “Türk Milli Başkanlık Sistemi” -İnceleme- Güneyde Kültür, Sayı 135 (Eylül-
Ekim 2002), s.30- 32
- “Antakya’da Gündüz Sineması”, Esinti, Sayı 4 (Ekim-Kasım- Aralık 2002), s.
9
- “Türkülerimiz, Hatay’da Müzik Hayatının Gelişimi ve Antakya Türküleri”,
Güneyde Kültür, Sayı: 135 (Eylül-Ekim 2002), s. 1-10; Antakya Türküleri,
(S.Ayhan İpek), s. 13-38
- “Şiiristan’ın Coşkun Şairi Arif Coşkun”, Güneyde Kültür, Sayı 137 (Ocak-
Şubat 2003), s. 1-4

32
- “Kitap” (Şiir), Hatay’da Kütüphane Haftası, (Hatay İl Halk Kütüphanesi
Bülteni), Sayı:6, 24 Mart 2003, s.3
- “Hatay’da Kütüphaneciliğin Gelişimi Üzerine Görüşler”, İl Halk
Kütüphanesi Bülteni, Sayı:6, 24 Mart 2003, s.4
- “Depremler ve Antakya’da Yapılan Uluslararası Deprem Sempozyumu”,
Güneyde Kültür, Sayı 138 (Mart-Nisan 2003), s. 1-3
- “Saklım Gizlim Yok-Anılar, Yorumlar” (İnceleme), Güneyde Kültür, Sayı
138 (Mart-Nisan 2003), s 32-34
- “Antakya’da İki Kültür Etkinliği ve Bazı Notlar”, Güneyde Kültür, Sayı 139
(Mayıs-Haziran 2003), s.1-2
- “Antakya Depremleri ve Bir Deprem Paneli Üzerine Görüşler”, Güneyde
Kültür, Sayı 140 (Temmuz 2003), s.1-2
- “Hatay’ı Kime, Nasıl Tanıtıyoruz, Kimlere Tanıtamıyoruz? Güneyde Kültür,
Sayı 141 (Ağustos 2003), s.1-2
- “Her Pazar Fasılla Uyanan Şehir: Dinar: Eski düğünler ve eğlence hayatı
üzerine Mehmet Arıkan’la sohbet”, Güneyde Kültür, Sayı 141 (Ağustos 2003), s.
4-12
- “Atatürk’ün Barışçı Politikasının Parlak Zaferi: Hatay’ın Anavatana
Katılması”: Türk Yurdu, Sayı 192 (Ağustos 2003), s.38-41
- “Payas’ta Yeni Keşfedilen Sincan-Kocaarı Mağarası”, Güneyde Kültür, Sayı
142 (Eylül-Ekim 2003), s.1-6
- “Ege Bölgesinde bir gezinti, iki yer: Davutlar “Değirmen” ve Ödemiş-Birgi”,
Güneyde Kültür, Sayı 143 Kasım 2003), s.1-3
- “Günümüze ışık tutan bir eser: Musul Meselesi- Askeri yönden çözüm
arayışları (1922-1925)” (İnceleme), Güneyde Kültür, Sayı 143 (Kasım 2003),
s.18-19
- “AB Tek yol oldu, Sykes-Picot hortladı, King-Crane de geri geldi”, Güneyde
Kültür, Sayı 144 (Aralık 2003), s.1
- “Kıbrıs’ta son tango”, Güneyde Kültür, Sayı 145 (Ocak 2004), s.1-3
- “Fikir hayatımızda dergilerin önemi, yerel dergiler ve ‘Güneyde Kültür’
örneği”, Güneyde Kültür, Sayı 146 (Şubat 2004), s.1-6
- “Asrımızın Hayyam’ı, edebiyat ve musiki üstadı Mehmet Turan Yarar”,
Güneyde Kültür, Sayı 147 (Mart 2004), s.1-2
- “Antakya Vakıf içme suları, Zugaybe Suyu ve Zugaybe Çeşmeleri”, Vakıf
(Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğü 21. Vakıf Haftası dergisi ), 10-16 Mayıs 2004,
Sayı: 1, s.23-28

33
- “Onbeş yıl, yüzeli sayı ve kaybettiğimiz dostlar”, Güneyde Kültür, Sayı 150,
Haziran 2004,s. 2-4
- “Nedret Gücan’ın Sevgili Taşrası (Dinar) ve ötekiler”, Güneyde Kültür, Sayı
150, Haziran 2004, s.71-84
- “İşgalden kurtuluşa Hatay: Atatürk’ün Hatay sevdası ve Hatay Devleti”,
Güneyde Kültür, Sayı 151 (Temmuz 2004), s.1-10
- “Kubbede baki kalan hoş sada: Sadık Ayhan İpek”, Güneyde Kültür, Sayı
152, Ağustos 2004, s. 2-6
- “Sıddık Yozgatlı ile Sadık Ayhan İpek’in meşk yılları ve öksüz kalan keman –
Söyleşi-”, Güneyde Kültür, Sayı 152, Ağustos 2004, s. 11-12
- “Hatay, Dünden Bugüne Tarih”, Güncel OLAY (Kırıkhan) 1-26 Temmuz
2004
- “ Hatay fıkraları üzerine notlar ve bazı örnekler”, Güneyde Kültür, Sayı 153-
154, Eylül-Ekim 2004, s.1-3
- “Haçlı Seferleri döneminde Antakya Haçlı Prensliği’ni anlatan bir roman:
Sırların Kavşağında”, (İnceleme-Özet) , Güneyde Kültür, Sayı 153-154, Eylül-
Ekim 2004, s. 36-38
- “Hüsamettin Tacettin’e mektup”, Güneyde Kültür, Sayı 155, Kasım 2004, s.
1-3
- “Yakın tarihimizde Dokuz Subay Olayı ve olmamış ihtilalin alnı ak mağduru
Samet Kuşçu”, Güneyde Kültür, Sayı 156, Aralık 2004, s.1-8
- “Fikir hayatımızda dergilerin önemi, yerel dergiler ve Güneyde Kültür Örneği”
, Hatay’da Esinti, Sayı 12 (Ekim, Kasım, Aralık 2004; Sayı 13 ( Ocak, Şubat, Mart
2005), s. 10-11
- “Uluslarüstü Kurum” kavramı, Ulusal egemenlik ve AB’nin Türkiye
yaklaşımı”, Güneyde Kültür, Sayı 157, Ocak- Şubat 2005, s.1-3
- “Çanakkale savaşlarında üç Mehmet”, Ülkem, Sayı: 3-4, Ocak-Şubat- Mart
2005, s. 7-8
-“ Dr. Muharrem Bayar ve Karakeçililer”, Güneyde Kültür, Sayı 157, Ocak-
Şubat 2005, s.10
- “Yunanistan’ın Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada ile ne ilgisi var?” Güneyde
Kültür, Sayı 158, Mart-Nisan 2005, s. 1-2
- “Avrupa Birliği Gazeteciler Konferansı’ndan notlar”, Güneyde Kültür,
Mayıs-Haziran 2005, s. 1-15 (Yazıda, yazarın konferansta yaptığı konuşmanın
metni de vardır.)
- “Antakya üç dinde de ortak olan kutsal bir motiftir.”, Hatay, 22 Haziran. 2005

34
- “Hangi Avrupa ülkesinin geçmişi temiz?”, Atayurt, 22 Haziran 2005
- “Ortadoğu’da barış ve barış kültürü üzerine düşünceler”, Güneyde Kültür,
Sayı 160, Temmuz- Ağustos 2005, s. 1-3
- “Yeni bir eser: Üç Kardeş – Serhat Kestel’in biyografik romanı”, Güneyde
Kültür, Sayı 160, Temmuz-Ağustos 2005, s. 31-39
- “Dinar Altın Şehir (Sadece altını eksik)”, Dinar Haber, 30.8.2005, 6.9.2005,
13.9.2005
- “12 yıl sonra: Rasgele bir yazı”, Türkmence, Sayı: 1, Eylül-Ekim 2005, s. 16-
17
- “Antakya’da yapılan ‘Medeniyetler Buluşması’ ve ‘Kentsel Arkeoloji- Kentsel
Koruma’ Sempozyumları”, Güneyde Kültür, Sayı 161, Eylül-Ekim 2005, s. 1-3
- “Bir iletişim konusu olarak diyalog süreci ve Antakya tarihine yansımaları”,
Güneyde Kültür, Sayı: 161, Eylül – Ekim 2005, s. 3-6
- “Hatay Tarihi ve Diyalog Süreci, Ülkem, Sayı 6-7-8-9-, Aralık 2005-Ocak-
Şubat 2006, s.6-10
- “I. Uluslararası Antakya Sempozyumu ve Mehmet Tekin’in bu sempozyumun
değerlendirme toplantısında yaptığı konuşma”, Güneyde Kültür, Sayı: 161, Eylül-
Ekim 2005, s. 8-9
- “Hatay ve Antakya isimleri üzerine bir hatırlatma”, Güneyde Kültür, Sayı
161, Eylül-Ekim 2005, s. 6-8
- “Mehmet Akif Ersoy’un Antakya Günleri”, Türkmence, Sayı 2, Kasım-Aralık
2005, s. 16-19
- “Tarih tekerrür eder mi?- Değişime ve gelişmeye ilişkin fikir esintileri”,
Güneyde Kültür, Kasım- Aralık 2005, Sayı 162, s.1-9
- “Lütfi Rıfai’nin anılarında Mustafa Kemal Selanik (Atatürk) ve İsmet Aksaray
(İnönü) hakkında notlar”, Güneyde Kültür, Sayı 162, Kasım-Aralık 2005, s. 66
- “Bayrak şiiri ve Hatay”, Türkmence, Sayı:3, Ocak- Şubat 2006, s. 5
-“Hatay tarihi ve diyalog süreci”, Ülkem, Sayı 6-7-8-9, Ekim, Kasım, Aralık
2005,Ocak-Şubat 2006, s.8-10
-“Dr. Vahid Çabuk İçin Birkaç Söz”, İskenderun, 9.3.2006
- “Haksızlık Düzeltilmeli”, (Tarih kitaplarında Hatay’dan söz edilmemesi
konusu), Atayurt, 24.7.2006
- “Tarih Kitaplarında Hatay Yok !”, Şaşmaz, 25 Temmuz 2006
- “Tarih kitaplarında Hatay Mücadelesinden Söz Edilmiyor”, Hatay, 26
Temmuz 2006

35
- “Musul meselesi - askeri yönden çözüm arayışları” (Eser tanıtımı), Ülkem,
Sayı 14-15, Ağustos-Eylül-Ekim-Kasım-Aralık 2006, s.4-5
- “Hatay’ın sesi kesilemez” (TRT Hatay FM için), Özyurt, 24 Kasım 2006
- “Hatay’ın sesi kesilemez” (TRT Hatay FM için), Ülkem, Sayı 14-15,Ağustos-
Eylül-Ekim Kasım-Aralık 2006, s.44-45
- “Antakya’da tarihe karışan bir sanayi kurumu: Akiş Fabrikası”, Zafer, 19
Ocak 2007
- “Hatay fıkraları üzerine notlar ve örnekler”, Ülkem, Sayı 16-17, Ocak-Şubat-
Mart-Nisan 2007, s.7-9
- “Habib Neccar ve Antakya”,Türkmence, Sayı 10, Mart- Nisan 2007, s.35
- “Selahaddin Eyyubi (1138-1193)”, Güneyde Kültür, Sayı 163, Ocak-Şubat
2007, s.1-11
- “16.-19. Yüzyıllarda Ceyhan-Antakya Yol Güzergâhı ve Yol Güvenliği”,
Güneyde Kültür, Sayı 164, Mart-Nisan 2007, s.1-18
- “Hatay Fıkraları Üzerine Notlar ve Bazı Örnekler”, Ülkem, Sayı 16-17 (Ocak-
Nisan 2007), s.7-9
- “Olimpiyatlar Şehri Antakya”, Zafer, 6.8.2008
- “Antakya ve Kent Kültürü Üzerine Görüşler”, Güneyde Kültür, Sayı 169-
170, (Ocak-Şubat-Mart-Nisan 2009)s.1
- “VII. Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu açılış konuşması, Güneyde Kültür,
Sayı 169-170 (Ocak-Nisan 2009), s.33
- “Erol Sayan’ın geleneksel müziğimiz ve arabesk müzik üzerine görüşleri,
Güneyde Kültür, Sayı 171 (Mayıs-Haziran 2009), s. 36
- “2008 Yılı Mini Şiir Şöleni açılış konuşması”, Güneyde Kültür, Sayı 171
(Mayıs- HaziranEkim 2009), s.34
- “Geçmişte ormanlar nasıl tahrip edildi?-Gemi inşası, deniz savaşları ve
keçiler”, Güneyde Kültür, Sayı 172 (Temmuz- Ağustos 2009, s. 1
- “Anadolu esnafının ruhu Ahilik ve Antakya esnafına dair birkaç söz”,
Güneyde Kültür, Sayı173 (Eylül-Ekim 2009), s.37
- “Batıda evlilik kurumunun çöküşü-Türkiye AB ile bir batağa doğru mu
gidiyor?”, Güneyde Kültür, Sayı 173 (Eylül-Ekim 2009), s.1
- “Antakya Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1. Kültür Seferi Gaziantep’e yapıldı,
Hatay Postası 27.10.2009
- “Memleketin umumi ahvali üzerine düşünceler”, Güneyde Kültür, Sayı 174
(Kasım-Aralık 2009), s.1

36
- “Antakya Ticaret ve Sanayi Odası’nın 1. Kültür Seferi, Güneyde Kültür, Sayı
174 (Kasım- Aralık 2009), s.60
- Mehmet Akif Ersoy ve Antakya”, I.Uluslararası Mehmet Akif Ersoy
Sempozyumu Bildirileri, 19-20-21 Kasım 2008, C.2, Burdur 2009, s. 517-532
- “Uluslararası Dostluk ve İşbirliği Sempozyumu katılımcılarıyla Halep’te bir
gün”, Güneyde Kültür, Sayı 174 (Kasım-Aralık 2009), s. 55
- “Milli Mücadelede bir çete reisi: Kara Hasan Paşa”, Hatay-Aylık kültür ve
keşif dergisi, Nisan 2010, Sayı 34, s.46-47
- “Mehmet Akif Ersoy ve Antakya”, Simurg- Osman Ökten Anadolu Lisesi
Dergisi, Sayı 5-6, (Mayıs-Haziran 2010), s.14-17
- “Antakyalı Şair Sabahattin Yalkın-Hayatı, Amerika İzlenimleri, Şiir ve Sanat
Üzerine Söyleşi”, Güneyde Kültür, Sayı:176, Nisan-Mayıs-Haziran 2010, s. 1-23
- “Hatay Halk Şairlerinden Mustafa Cengiz”, Güneyde Kültür, Sayı 177,
Temmu-Ağustos-Eylül 2010, s.1-16
- “Antakya Kışlası, 23 Temmuz ve Kadınlar”, Güneyde Kültür, Sayı 178,
Ekim-Kasım-Aralık 2010, s.1-3
- “Tizin, Gölbaşı Gölü, Terzihöyük Köyü”, Güneyde Kültür, Sayı 179, Ocak,
Şubat, Mart 2011, s.1-9
- “Efelerin Efesi Yörük Ali Efe ve Antakyalı Şükrü Oğuz Alpkaya”, Güneyde
Kültür, Sayı 180,Nisan-Mayıs-Haziran 2011, s.1-36
- “Dinar Festivali 2011”, Güneyde Kültür, Sayı 180, Nisan-Mayıs-Haziran
2011, s.45
- “Mehmed Akif Ersoy ve Antakya”, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen
Yetiştirme ve Eğitimi Genel Müdürlüğü Dergisi, 2011, Sayı 4, s.21-23
- “Hatay şarkıları, Hatay üzerine bestelenmiş şarkılarla marşların hikâyeleri ve
notaları”, Güneyde Kültür, Sayı 181, Nisan-Mayıs-Haziran 2011, s.1-14
- “Hatay Devleti Millet Meclisi ve Meclis Tutanakları,” Türkiye-Ortadoğu
Uluslar Arası Dostluk ve İşbirliği Sempozyumu Bildirileri, (3-5- Kasım 2009
Antakya), Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 2011
- “Antakya Şairlerinden Reşad Yurtman”, Güneyde Kültür, Sayı 182, Ekim-
Kasım-Aralık 2011, s. 1-10
- “Ankara İtilafnamesinin 90. Yılını Hatırlama”, Güneyde Kültür, Sayı 182,
Ekim-Kasım-Aralık 2011, s.12-23
- “Hatay-Tarihçe, bazı olaylarla ilgili açıklama ve değerlendirmeler,” Türk
Yurdu, Ekim 2011, Sayı 290, s.84-93

37
- “Hatay Satın Alınmamıştır”, Güneyde Kültür, Sayı 182, Ekim-Kasım-Aralık
2011, s.6-62
- “Prof. Dr. Halil Sahillioğlu (1924-15.3.2012), Güneyde Kültür, Sayı 183,
Ocak-Şubat-Mart 2012, s.1
- “Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine bir değerlendirme”, Güneyde Kültür, Sayı
184, Nisan Mayıs-Haziran 2012, s.6
- “Hatay’da efsaneler ve gerçekler” Derin Tarih, Sayı 4, Temmuz 2012, s.62-65
- “Hatay Türkiye’ye 100 yıllığına mı verildi?”, Derin Tarih, Ağustos 2012,
Sayı 5, s.42-45
- “Bir Dinar Romanı: KÖŞKER”, Dinar Haber, Sayı: 873, 9 Ekim 2012
- “Prof.Dr. Halil Sahillioğlu (1924-15.3.2012), Güneyde Kültür, Ocak-Şubat-
Mart 2012, Sayı 183, s.1-6
- “Antakya Olimpiyatları”, Güneyde Kültür, Ocak-Şubat-Mart 2012, Sayı 183,
s.27-28
- “Prof.Dr. Halil Sahillioğlu ve Osmanlı döneminde Aydoğmuş Köyü”,
Güneyde Kültür, Nisan-Mayıs-Haziran 2012, sayı 184, s.1
- “Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine bir değerlendirme”, Güneyde Kültür,
Nisan-Mayıs-Haziran 2012, Sayı 184, s. 6-14
- “Vakıflar sonsuzluğa bırakılmış birer mesajdır”, Özyurt, Mayıs 2012
- “Fikir haklarına saygı”, Güneyde Kültür, Nisan-Mayıs-Haziran 2012, Sayı
184, s. 35-36
- “Belen-Benlidere Köyü ve Sıtkı Özdemir,” Güneyde Kültür, Temmuz-
Ağustos-Eylül 2012, Sayı 185, s.1-10; Hatay Keşif, Ağustos 2013, Sayı 74, s.22-
26
- “Recep Balcı’nın hayatı, müzik çalışmaları ve bibliyografyası”, Güneyde
Kültür, Temmuz Ağustos-Eylül 2012, Sayı 185, s.38-41
- “Saf ve Bakir Anadolu Çocuğu”, Güneyde Kültür, Temmuz-Ağustos-Eylül
2012, Sayı 185, s.21-25
- “Çağına ve bölgesine sığmayan önder Atatürk”, Güneyde Kültür, Ekim-
Kasım-Aralık 2012, Sayı 186, s.1-17
- “Cemil Meriç ve “Bir Facianın Hikâyesi”, Güneyde Kültür, Ekim-Kasım-
Aralık 2012, Sayı 186, s.1-16
- “Jeofizik Dünyasının Efsane adamı Prof. Dr. M.Nafi Toksöz”, Güneyde
Kültür, Ocak-Şubat-Mart 2013, Sayı 187, s.1-9

38
- “Tiyatro Sanatçısı Hüseyin Kâşif’in Sanat Hayatı ve Filmleri”, Güneyde
Kültür, Sayı 188, Nisan-Mayıs-Haziran 2013, s.1-10
- “Dinar Tarihinden ve Kültüründen Birkaç Sayfa”, Güneyde Kültür, Sayı 189,
Temmuz-Ağustos-Eylül 2013, s.1-8
- “Hatay’da Millî Mücadele”, Güneyde Kültür, Sayı 190, Ekim-Kasım-Aralık
2013, s.1-6
- “Antakya Şairleri ve Şiirlerinden Örnekler”, Güneyde Kültür, Sayı 191-192,
Ocak-Haziran 2014, s.1-34
- “Bir Günay Çelenk vardı”, Güneyde Kültür, Sayı 191-192, Ocak-Haziran
2014, s. 71-75
- “Satırların Ötesini Okuma”, Güneyde Kültür, Sayı 193, Temmuz-Ağustos-
Eylül 2014, s.1-5
- “Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu”, Güneyde Kültür, Sayı 193, Temmuz-Ağustos-
Eylül 2014, s.6-10
- “Tiryaki”, Gökekin, Sayı 5, Kasım-Aralık 2014, s.5-6
- “Fikir Haklarına Saygı”, Gökekin, Sayı 5, Kasım-Aralık 2014, s.23-24
- “Mehmet Tekin’in 50.Sanat Yılı Töreni ve Güneyde Kültür’ün 25. Yılı”
Üzerine Hasbıhâl”, Güneyde Kültür, Sayı 194, Ekim-Kasım-Aralık 2015, s.1-5
- “Öğretmen”, Güneyde Kültür, Sayı 194, Ekim-Kasım-Aralık 2015, s. 44
- “Vali Yener Rakıcıoğlu İçin Birkaç Söz”, Özyurt, 15 Ocak 2015
- “İlbeylioğlu Hikâyesi” ve İlk Defa Yayınlanan Bir “İlbeylioğlu” Derlemesi”,
Güneyde Kültür, Sayı 195, Ocak-Şubat 2015, s.1-7
- “Antakya Anılarda Değil, Gerçekte Yaşasın”, Atayurt, 18.4.2015, Özyurt,
18.4.2015

D- Verdiği Konferanslar
- “Kitaplar ve Okuma” (Sandıklı, Kasım 1980)
- “Tarihte Hatay ve Hatay Devleti” (Antakya, 22 Temmuz 1986)
- “Antakya’nın Vakıf İçme Suları ve Zugaybe Çeşmeleri” (Antakya, 6.12. 1986)
- “Karamurt Hanı ve Hasan Paşa Vakfı” (Antakya 1987)
- “Dünden Bugüne Hatay’ın Sosyo-ekonomik ve Kültürel Yapısı”
(Antakya,23.7.1987)
- “Mimar Sinan’ın Hatay’daki Eserleri ve Payas Sokollu Külliyesi” (Antakya,
11.4.1988)
39
- “Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Antaky”a (20.7.1988)
- “Kuruluşunun 50. Yıldönümünde Hatay Devlet”i (Antakya, 2.9.1988)
- “Kitap ve okuma Sevgisi” (Afyon, 11.01. 1989)
- “İskenderun Tarihi” (İskenderun) Nisan 1989
- “Atatürk ve Hatay” (İskenderun, 22.4.1989)
- “Yüzyılın Önderi Atatürk” (İskenderun, 8.11.1989)
- “Atatürk ve Hatay” (İskenderun, 10.11.1989)
- “Vakıf Fikrinin Temelleri, Vakıfların Hizmetleri ve Bu Hizmetlerin
- “Hatay’daki İzleri” . Antakya,(4.12.1989)
- “Hıdırellez ve Hatay’da Hızır İnancı” (Antakya, 6.5.1990)
- “Geçmişten Günümüze Hatay Vakıfları” (Antakya, 5 Aralık 1990)
- “Dörtyol’un Tarihçesi ve Milli Mücadelede Dörtyol” (Dörtyol, 14.1.1991)
- “Hatay’da Turizmin Tarihi Gelişimi” (Antakya, 24.4.1991)
- “Dinar’da Hıdırellez” (Afyonkarahisar Araştırmaları Sempozyumu, Afyon, 3-4
Mayıs 1991)
- “Hatay’ın Mücadelesi ve Hatay Devlet”i (Antakya, Eylül 1991)
- “Hatay’da Sokollu Mehmet Paşa Vakıfları ve Payas Külliyesi”, (İskenderun,
2.12.1991)
- “Antakya Vakıf Eserlerinden Habib Neccar Camii ve Tarihte Habib Neccar
Olayı”, (Antakya 4.12.1991)
- “Habib Neccar”, 9. Vakıf Haftası Konferansı, Hatay Vakıf Öğrenci Yurdu,
Antakya, 8.12.1991
- “İskenderun Tarihine Bakış” (İskenderun-Rotary Kulübü, 4.2.1993)
- “Hatay Mücadelesinin Ana Hatları” (Antakya,28.10.1993)
- “Hoca Ahmet Yesevi ve Vakıf” (Antakya, 9.12.1993)
- “Cumhuriyet Dönemi Türk Dış Politikasında Hatay” (Antakya, Ekim 1994)
- “Basın Tarihi, Hatay Basınının Gelişimi ve Yaşanan Sıkıntılar”, (Antakya,
24.7.1995)
- “Atatürk Döneminde Türkiye’de Çağdaşlaşma ve Hatay Meselesi”
(İskenderun, 9.11.1995)
- “Vakıflar ve Sosyal Hayatımıza Yansımaları” (Antakya, 6.12.1995)

40
- “Eğitimde Kütüphanelerin Yeri ve Önemi, Çağdaş Kütüphane Kavramı”
(İskenderun, 25.3.1996)
- “Kütüphanecilikte Yeni Gelişmeler ve Çağdaş Kütüphane Kavram”ı
(İskenderun, 31.3.1997)
- “Hatay Vakıflarından Örnekler” (Antakya, 7.12.1997)
- “Bilgi Çağı Toplumunda Kütüphaneler ve Okuma Alışkanlığı” (İskenderun,
30.3. 1998)
- “Hatay Vakıflarından Örnekler” (Slayt gösterili konferans) 7.12.1998
- “Kütüphanelerimiz ve İnsan Nitelikleri Üzerine Etkileri” (İskenderun,
27.3.2000)
- “İlimizin Tarihi ve Kültürel Varlıklarının Turizm Açısından
Değerlendirilmesi” (Turizm 2000 Konferansı, Arsuz, 22.4.2000)
- “İskenderun Tarihinden kesitler” (İskenderun, 26.3.2001)
- “I. Dünya Savaşı Yıllarında Antakya’da Açılan Türk Ocağı Şubesinin
Çalışmaları ve Etkileri”, (Dörtyol, 13.2.2002)
- “Kurtuluş Savaşında Hatay’ın mücadelesinde Hassa ilçesi ve
Hassalılar”,(Hassa, 14.11.2003)
- “Kültür, din, laiklik ve siyasi kriterler” Avrupa Birliği/Türkiye Gazeteciler
Konferansı, (Antakya 20-21 Haziran 2005)
- “Su Hayattır-Antakya’da Zugaybe Çeşmeleri ve Vakıfları”, Hatay Vakıflar
Bölge Müdürlüğü 25. Vakıf Haftası Konferansı, (Antakya 5.5.2008)
- “Mehmet Akif’in Antakya Seyahati ve Akif Hakkındaki Değerlendirmeler”,
(Yayladağı Öğretmenevi, 27.12.2012)
- “Mehmet Akif’in Antakya Seyahati ve Akif Hakkındaki Değerlendirmeler”,
(Dörtyol MYO Salonu, 28.12.2012)
- “Mehmet Akif’in Antakya Seyahati ve Akif Hakkındaki Değerlendirmeler”,
(Dörtyol Kaymakamlığı ve Dörtyol Anadolu Öğretmen Lisesi, 28.12.2012)
- “Mehmet Akif’in Hayatı, Sanatı, Antakya Seyahati ve Akif Hakkındaki
Değerlendirmeler”, (Antakya Belediye Meclis Salonu, 06.01.2012)
- “Mehmet Akif, Hayatı, Sanatı, İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Antakya
Seyahatı,” (Altınözü Kaymakamlığı, Atatürk İlkokulu Salonu, Altınözü, 12.3.2013)
- “Sancaktan Devlete, Devletten Vilayete Hatay”, (Hatay Kültür Merkezi, 23
Temmuz 2013)
- “Mehmet Akif Ersoy’un hayatı, sanatı ve kişiliği üzerine notlar”, (Karlısu
Sosyal Bilimler Lisesi, 12.3.2015)

41
E- Katıldığı Panel ve Sempozyumlar
- Deprem ve Tarihte Antakya Depremleri, VI. Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu
Bildirisi, Antakya 2002
- Hatay’ın İşgal Yıllarında Bir Cemiyet: Gençspor Kulübü, 1. Hatay Tarih ve
Folklor Sempozyumu, Antakya, 1990
- Türk Turizmindeki Gelişmeler ve Sorunlar Paneli, Antakya 1991
- Cemil Meriç’in Yetiştiği Ortam, Türk Fikir Hayatında Cemil Meriç’in Yeri Paneli,
Antakya, 13.06.1991
- İskenderun Sancağı İdare Meclisi, II. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu,
Antakya 1992
- Hoca Ahmet Yesevi ve Türk Kültürü, Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, Payas,
8.12.1993
- Hatay’da Sanat Ortamı ve Problemleri Sempozyumu, Hatay Kültür Merkezi,
20.12.1992
- Devlet Kuran Cemiyet: Hatay Erkinlik Cemiyeti, III. Hatay Tarih ve Folklor
Sempozyumu, Antakya, 1994
- İskenderun’un Tarihi, Sosyal, İdari ve Ekonomik Yapısı, Panel, İskenderun
6.7.1995
- Hatay Mutfağından Örnekler-Altınözü’nden Hassa’ya, II. Hatay Mutfağı
Sempozyumu, Antakya, 22.7.1996 (Sadık Ayhan İpek ile)
- Hataylı Şair ve Yazarların Eserlerinde ve Hatay’la İlgili Yayınlarda Adı Geçen
Hatay Yemekleri: Hatay Mutfağı Bibliyografya Denemesi, II. Hatay Mutfağı
Sempozyumu, Antakya, 22.7.1996
- Hatay Kurtuluş Mücadelesinde Dörtyol’un Rolü ve Önemi, Milli Mücadelede
Dörtyol Sempozyumu, Dörtyol 8.1.1997
- Antakya’da Şehir Dokusu, Evler ve Yaşayış, III. Milli Kültür Şurası - Adana
Bölge Toplantısı, 28-29 Haziran 1997
- Sosyal Hayatta Din- Kültür İlişkisi ve Hatay Örneği, III. Milli Kültür Şurası -
Adana Bölge Toplantısı, 28-29 Haziran 1997)
- Halk Şairlerinin Gözüyle Gavurdağlarında Çetecilik ve Çeteler - 1919-1920, İlk
Kurşun ve Dörtyol Sempozyumu, Dörtyol, 18.12.1997
- Hatay’da İnanç Turizmi, Açık Oturum, HRT - TV, Antakya 1997
- Antakya Folklorundan ve Halk İnanışlarından Örnekler, I.Hatay Folkloru
Sempozyumu, Antakya, 20.7.1998
- Antakya Mezar Folkloruna Giriş, I. Hatay Folkloru Sempozyumu, Antakya,
20.7.1998

42
- Musadağı Ermeni İsyanı ve Musadağ’da 40 Gün Romanı, V. Hatay Tarih ve
Folklor Sempozyumu, Antakya, 1998
- Nevruz (Yenigün) Coğrafyası ve ve Nevruz’un Akdeniz Bölgesi’ne Yansımaları,
Uluslararası III. Nevruz Bilgi Şöleni, Elazığ, 18-20 Mart 1999
- Antakya’nın Tarihi Konumu ve Korunması, Çukurova 2. Tarihi Kent Kurultayı,
Antakya, 23-25, Mart 2000
- Hatay’da Osmanlı Dönemi Eserleri, Ortadoğu’da Osmanlı Dönemi Kültür İzleri
Uluslararası Bilgi Şöleni, Antakya-İskenderun 25-27 Ekim 2000
- Vakıfların Sosyal ve Kültürel Yaşantıdaki Yeri, Panel - Antakya Ortodoks Kilisesi,
28.12.2001
- Tarihte Antakya Depremleri, VI. Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu, Antakya,
19-20 Nisan 2002
- Seyahatnamelere ve Anı1ara Göre 19. Yüzyıl Sonları ile 20.Yüzyıl Başlarında
Dörtyol ve Çevresi, Dörtyol’un Kurtuluşu ve İlk Kurşun Paneli, Dörtyol 8.1.2003
- 1915 Hatay’da 1915 Musadağı İsyanı, Kahramanmaraş’ta Ermeni Sorunu
Sempozyumu, Kahramanmaraş-KSÜ, 2 Mayıs 2002
- Kültür Hayatımızda Yerel Dergiler ve Yerel Dergi Yayımcılığı Bilgi Şöleni, Bolu,
7-9 Haziran 2002
- Edebiyat dergilerinin Yayın Dünyasındaki Yeri, Sorunlar, Çözümler, 1. Antakya
Edebiyat Günleri, Panel, Antakya-20 Nisan 2003
- Geçmişten Günümüze Antakya’da Edebiyat, Edebiyatta Antakya, 1. Antakya
Edebiyat Günleri, Konuşma, (S.Yalkın-Hüseyin Ferhad- Mehmet Tekin), Antakya-20
Nisan 2003
- Vakıflar, Problemleri, Çözüm Önerileri, Panel, Antakya Ortodoks Kilisesi,
14.5.2003
- Atatürk’ün Hatay politikası ve Hatay Devleti, Beşinci Uluslararası Atatürk
Kongresi, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Ankara, 8-12 Aralık 2003
- Hatay Fıkraları ve Bu Fıkralara Yansıyan Tipler, Dil ve Yöre Özellikleri, III.
Uluslararası Türk Medeniyetlerinde Sözlü Kültür Geleneği Fıkralar Sempozyumu, 17-
19 Eylül 2004, Denizli
- Hatay’da Ermeniler ve Musadağı Ermeni İsyanı, Panel, MKÜ, Antakya, 10.4.2005
- Doğuşundan günümüze Hristiyanlığın Antakya’da geçirdiği safhalar, 9’uncu
Tarsus ve Antakya Sempozyumu, MKÜ, Antakya, 26-28 Haziran 2005
- Bir iletişim konusu olarak diyalog süreci ve Antakya tarihine yansımaları, I.
Antakya Medeniyetler Buluşması Sempozyumu, MKÜ Atatürk Konferans Salonu,
Antakya, 25-30 Eylül 2005

43
- 18. ve 19. Yüzyıllarda Ceyhan-Antakya Yol Güzergâhı ve Yol Güvenliği Üzerine
Notlar, Ceyhun’dan Ceyhan’a - Ceyhan Belediyesi I. Tarih, Kültür, Ekonomi
Sempozyumu, Ceyhan, 29 Mart - 1 Nisan 2006
- Çağına ve bölgesine sığmayan önder Atatürk, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu ile Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı - Doğumunun 125. Yılında Mustafa
Kemal Atatürk Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 15-18 Mayıs 2006
- I. Uluslararası Antakya Sempozyumu, Kentsel Arkeoloji- Kentsel Koruma,
Antakya, 10-12 Ekim 2005, Değerlendirme toplantısında kent dokusu üzerine sunum
- Şapka ve Laiklik üzerine İki Risale, Atatürk Araştırma Merkezi - Altıncı
Uluslararası Atatürk Kongresi, Ankara 12-16 Kasım 2007
- Antakya Sokaklarında Bir Gezinti, ICOMOS Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi
18 Nisan
- Dünya Anıtlar ve Sitler Günü – Dini Miras ve Kutsal Yerler, Antakya 25.4.2008
- Mehmet Akif Ersoy’un Antakya Seyahati, I. Uluslararası Mehmet Akif
Sempozyumu, Mehmet Akif Üniversitesi, Burdur 19-22 Kasım 2008
- Hatay Devleti Millet Meclisi ve Zabıtları, Atatürk Araştırma Merkezi- Türkiye-
Ortadoğu Uluslararası Dostluk ve İşbirliği Sempozyumu, Antakya 3-5 Kasım 2009
- İhtişam Sarhoşu, Felaketler Mağduru Antakya, I. Milletlerarası Şehir Tarihi
Yazarları Kongresi, Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara,5-7 Kasım 2010
- Tarihsel Süreçte Hatay’da Yaşanan Depremler, Doğal Afetler ve İlk Yardım
Paneli, Mustafa Kemal Üniversitesi Tayfur Sökmen Kampusü, 17 Mart 2011
- Tarih ve Kültür Bağlamında Dinar: Nuh’un Gemisi, Hıdırellez, Dinar Pazarı,
Demiryolu İstasyonu, II. Uluslararası Marsyas Kültür, Sanat ve Müzik Festivali, Dinar
Halk Kültürü Paneli, Dinar 6-9 Mayıs 2011
- Antakya Şairleri ve Şiirleri: Şiire Yansıyan Tarih, Milletlerarası 2. Şehir Tarihi
Yazarları Kongresi, Konya, 5-7 Ekim 2012
- Milli Mücadelede Hatay, Milli Mücadelede Güney Bölgesi Sempozyumu, Atatürk
Araştırma Merkezi ve Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğü, 25-28 Aralık 2013 Gaziantep
- Lozan Konferansında Antakya, İskenderun ve Havalisi (Hatay), Tarafların
Bakışıyla Lozan Konferansı Uluslararası Sempozyumu, İ.Ü.Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi Enstitüsü ve Türk Ocakları İstanbul Şubesi, İstanbul, 8-9 Mayıs 2014

44
45
GİRİŞ
Günümüzde Hatay Vilayeti sınırları içerisinde yer alan Dörtyol’dan, Yayladağı
İlçesine ve Samandağı sahiline kadar uzanan topraklar, Anadolu coğrafyası için oldukça
stratejik bir konuma sahiptir. İskenderun ve Samandağ’dan denize bağlanan, Belen
Geçidi ile de Anadolu’yu Ortadoğu’ya bağlayan bu topraklar, tarihin her döneminde
ehemmiyetini korumuş ve bu özelliğinden günümüzde de bir şey kaybetmemiştir.
Ortadoğu’nun en köklü şehirlerinden biri olan ve bu geçiş güzergâhında önemli bir
durak olan Antakya, en eski zamanlardan bu güne, üzerinde yaşamın kesintisiz olarak
devam ettiği nadir şehirlerdendir. Birçok kavme ve medeniyete ev sahipliği yapmış olan
ve bu gün o medeniyetlerin her birinden izler taşıyan bu kadim şehir, insanlığın bizlere
bıraktığı bir kültür mirasıdır. Doğu ve Batı kültürlerini sentezleyen Akdeniz
medeniyetinin bir parçası olarak görülebilecek olan bu şehir, gerek Osmanlı döneminde
gerekse de Cumhuriyet yıllarında toplumsal hoşgörünün en iyi şekilde ifadesini bulduğu
yerlerdendir.
Medeniyetin doğduğu ve inkışaf ettiği Ortadoğu coğrafyası, özellikle XIX ve
XX. yüzyıllarda Batılılar tarafından her yönüyle incelenmiş ve bölge ile ilgili sayısız
eserler kaleme alınmıştır. Bu süreçte gerek Antakya şehri, gerekse bu günkü Hatay
Vilayeti dâhilindeki birçok yerleşim yeri, sahip olduğu kültürel değerler nedeniyle bu
ilginin en yoğun yaşandığı yerler arasında yer almıştır. Yabancıların klasik oryantalist
bakış açısıyla yaptıkları incelemeler ve yazdıkları eserlerin çokluğuna rağmen,
Anadolu’da İslâm ile müşerref olan ilk şehir olan Antakya ve çevresi ile ilgili yapılmış
olan yerli nitelikte çalışmaların sayısı oldukça yetersizdir. Bu boşluğu doldurmaya
katkıda bulunmak amacıyla hazırlanan bu eserde Hatay ile ilgili çeşitli konularda
kaleme alınmış 12 bilimsel makale bulunmaktadır.
Arşivler ve Arkeolojik Bulgular Işığında Antakya ve Yakın Çevresinin
Demografik Yapısı (İ.Ö. 2000-600) isimli makalede, Antakya ve yakın çevresinin İ.Ö. 2.
ve 1. binyıl nüfus yapısının aydınlatılması amaçlanmaktadır. Amik Ovasını ve Asi
Deltasını da içine alan Antakya ve yakın coğrafyası, günümüz Hatay ili, Eskiçağ tarihi
açısından önemli bir merkez olarak kabul edilmektedir. Bu merkezden ulaşılan filolojik
kaynak ve arkeolojik bulgular, yalnızca Antakya ve yakın çevresini değil, Anadolu ve
Mezopotamya tarihini de aydınlatır nitelikte verilere ulaşılmasını sağlamaktadır.
Özellikle İ.Ö. 2. Binyıl Antakya ve yakın çevresinin demografik yapısı hakkında,
Tabara el-Akrad Höyüğü kazı envanteri, Alalah (Açana Höyük), Mari ve Ugarit
Arşivleri zengin bir bilgi kaynağı sunmaktadır. Bu arşivlerin analizi sonucunda,
incelenen coğrafyanın, Amurru (Batı Sami), Hurri-Mitanni ve Hitit egemenliği altında
kaldığı dönemlerin genel karakteristiği yapılabilmekte, etno-linguistik çalışmalarla bu
coğrafya halkları sınıflandırılabilmektedir. Araştırmanın temel kaynaklarını ise Asur
krallarına ait yıllıklar, Hiyeroglif Luvice ve Aramice yazıtlar ile Kunulua (Tayinat
Höyük) kazı envanteri oluşturmaktadır. Bu çalışmada, yukarıda adı geçen arşivler ve
kazı çalışmaları analiz edilmiş ve sonuca ulaşılmıştır.
Antakya Rum Melkit Katolik Patrikliğinin Siyasî Yapısı (1850-1916) adlı
makalede XIX. yüzyılın başlarında genel olarak Osmanlı coğrafyasında ve özelde de
Antakya ve çevresinde Ortodokların durumu, yine bu dönmede Katolik misyonerlerin
etkisiyle bu mezhebe olan ilginin artması ve devletin Katoliklere karşı tutumu
işlenmiştir. Bu süreçte Katolik cemaat, Ortodoks Rum cemaatin bir parçası olarak
46
ortaya çıkmış olmakla beraber Ortodoks Rum cemaatin özelliklerini de kendi içinde
sürdürmeye devam etmiştir. Öyle ki Ortodoks cemaat arasında baş gösteren tefrika ve
sürtüşmeler, aynı şekilde Katolik Rum cemaat içine de taşınmış görünmektedir. Bu
itibarla Osmanlı Devleti ile olan ilişkileri boyunca Katolik Rum Melkit piskoposlar
uzun süre birbirleriyle olduğu kadar, yerel hâkimlerle de sonu olmayan bir sürtüşme ve
mücadele içerisine girerek, asli işlerini değil, tali meselelerin peşine koşarak Katolik
cemaat arasında huzursuzluğun yayılmasında ön ayak olmuşlardır.
Emperyalizm Çağında Akdeniz’den Hindistan’a Alternatif Yol Teşebbüsleri:
Süveydiye (Samandağ) – Fırat Nehri – Basra Körfezi Hattı başlıklı makalede,
İngilizlerin Hindistan’a alternatif yollardan ulaşma çabalarının bir ürünü olarak
başlayan ve uzun yıllar müteaddit defalar gündeme gelmesine, farklı şirketler tarafından
yeniden projelendirilmesine rağmen bir türlü hayata geçirilemeyen, Süveydiye’den
hareketle Fırat Nehrine kadar bir demiryolu oradan da nehir yolu ile Basra Körfezine
ulaşma projeleri anlatılmaktadır.
Yarım Kalan Bir Proje: Amik Gölü’nden Akdeniz’e Vapur İşletilmesi başlıklı
çalışmada, 1913 yılında imza edilen Amik Gölü’nden Akdeniz’e Vapur İşletilmesi
Projesi incelenmiştir. Bu projede, Amik Gölü etrafındaki bataklıklar kurutulacak, Asi
Nehri ve Amik Gölü temizlenerek vapur işletilmesi faaliyeti gerçekleştirilecekti. Amik
Gölü ve Akdeniz arasında vapurlar işleyecek; yolcu, yük ve eşya taşınacaktı. Proje için
otuz sekiz maddeden oluşan bir sözleşme imzalanmıştır. Devlet bu işin ihalesi için
Mehmed Arif ve Ali Cenani Beyler ile protokol yapmıştır. Sözleşme maddeleri
verilmeden evvel, Amik Gölü ile ilgili olarak tarihi ve coğrafi bilgiler verilmiş, ayrıca
sözleşme maddelerinin kısa bir değerlendirmesi yapılmıştır. Projenin uygulanmama
sebebi ise Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve yeterli sermayenin
oluşturulamamasıdır. Gölün 1975 yılında tamamen kurutulması da böyle bir projenin bir
daha gündeme gelmeyeceği anlamına gelmektedir.
XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında İskenderun Limanı’nda Yapılan Yolsuzluklar
başlıklı makalede, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ticaret hacmi hızla büyüyen
İskenderun Limanında görülen yolsuzluklar üzerinde durulmaktadır. Makalede
öncelikle XVI. yüzyıldan itibaren başlayan bozulmalar ve özellikle XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda adeta bir veba gibi bütün devlet bütokrasisini saran rüşvet ve yolsuzlukların
önlenmesi adına yapılan hukuki düzenlemeler üzerinde durulmuştur. Daha sonra da
İskenderun Limanı’nda görülen zimmette para geçirme, rüşvet alma-verme, malların
tartılması sırasında yapılan usulsüzlükler, vergi ödemeksizin gümrükten mal kaçırma
gibi usulsüzlüklere örnekler verilerek, bunların çözümü ile ilgili alınan tedbirler
belirtilmiştir.
Milli Mücadele’nin İlk Kurşunu Hatay-Dörtyol’da Atıldı başlıklı makalede,
Millî Mücadele’nin fitilini ateşleyen ilk kurşunun nerede atıldığı konusu ele alınmıştır.
30 Ekim 1918 tarihinde Mondros mütarekesinin imzalanmasından sonra Türk toprakları
İtilaf Devletleri tarafından yer yer işgal edilmiştir. Bu işgallere karşı devletten
beklediğini bulamayan Türk halkı Kuva-yı Milliye’yi oluşturarak Milli Mukavemeti
başlatmıştı. Türkiye genelinde başlayan bu milli direnişler, Hatay coğrafyasında da
kendisini göstermiştir. Hatta yurt sathında ilk sivil direniş 19 Aralık 1918 günü
Dörtyol’da gerçekleşmiştir. Böylece Milli mücadelemizin ilk kurşunu Hatay’da
atılmıştır. 19 Aralık 1918 tarihindeki bu ilk kurşun, Dörtyol civarında ve hatta bütün
47
Türkiye’de müstevli düşmanlara karşı ilk Milli Mukavemet ve ilk patlatılan silah
olmuştur. Bu bağlamda Hatay Dörtyol’da başlayan ilk Milli Direnişler gittikçe bütün
kutsal vatan topraklarına yayılmış ayrıca çığ gibi büyüyerek Milli Mücadele şeklini
almıştır. Böylece Milli Mücadelemizin ilk kurşunu, bilindiği gibi İzmir’de değil,
Dörtyol’da atılmıştır. Dolayısıyla yapılacak bu düzeltmeyle tarihimizin bu sayfası
doğruluk kazanmış olacaktır.
Hatay Kurtuluş Müzesi başlıklı çalışmada 23 Temmuz 1949’da açılan Hatay
Kurtuluş Müzesi ve akıbeti araştırılmıştır. Müzenin kurulma girişimleri, müzede
sergilenen eserler, müzenin açılışı ve açılışından iki yıl sonra müzenin kapatılması,
fotoğraflarla ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Makalede müzenin kapanmasından
sonra, müze envanterinin bir kısmının Hatay Arkeoloji müzesine, bir kısmının da Hatay
Valiliği içerisinde yer alan Hatay Devleti Müzesine devredilmesi işlemleri hakıkında
ayrıntılı bilgiler verilmiştir.
Kalemden Kelama Sancak’ta Bir Dil Atölyesi Ve Bir Anadil Savunması; “Yeni
Mecmua” (1928-1930) başlıklı makale, Fransız işgali sonrası Hatay’da özellikle Türk
dilinin korunması için yürütülen mücadelede, kalemleriyle bu mücadelesi veren
entelektüel kadronun çalışmaları Yeni Mecmua üzerinden ele alınmaktadır. Yeni
Mecmua, Hatay’ın Fransız işgalinden Türkiye’ye iltihakına kadar söz konusu siyasal ve
kültürel atmosferde, Hatay’da öz dil savunması olarak tanımlanan, Türk dilinin ve
kültürünün savunulması ve güçlendirilmesini sağlamayı amaçlayan bir yayın organıdır.
“Yeni Mecmua” bu amaçlar doğrultusunda bölgede halk arasında belli ölçüde bilgi,
kültür ve bilincin oluşmasına ortam hazırlayan misyonu ile Hatay basın ve yayın
hayatında da önemli bir yere sahiptir. 15 Mayıs 1928 tarihli ilk sayısı ve 1 Temmuz
1930 tarihli 48. son sayısıyla tarihsel sürece katkı sağlayan Yeni Mecmua, ele aldığı
konular ve sütunlarında geniş yer verdiği yazılarıyla Hatay’ın entelektüel birikimini de
ortaya koymaktadır.
Bağımsızlıktan Baas’a Suriyelilerin Hatay’a Göçleri (1946-1970) başlıklı
makalede; Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Ortadoğu’da yaşanan iç
karışıklıkların nüfus hareketlerine etkisi üzerinde durulmuştur. Küresel güçlerin uzaktan
denetimle yönetmeye çalıştıkları bu ülkelerden biri olan Suriye’nin tarihinde
Fransızların oynadığı rollere yer verilmiştir. Bilhassa Fransızların Suriye’den el
çekmelerinden sonra başlayan ve Hafız Esed dönemine kadar olan süreçte Hatay’a
yapılan göçler irdelenmiştir. Çalışmanın ana temasını; Suriye’den Hatay’a göçün
nedenleri, göçmenlerin yaşadıkları problemler, Hatay’da karşılaştıkları sorunlar ve iskân
merhaleleri oluşturmuştur. Araştırmanın aydınlatılmasında arşiv belgeleri, telif ve tetkik
eserler, gazeteler, hatıralar ve dönemin şahitlerinin ifadelerinden istifade edilmiştir.
Böylece Suriyeli göçmenlerin Hatay iline dair özgün katkılarının veya zararlarının genel
bir envanteri çıkarılmıştır.
Antakya Köylerinden Lakaplar başlıklı çalışma bölgedeki bazı köylerde
kullanılan lakaplarla ilgilidir. Bir milletin maddi ve manevi değerler bütünü olan kültür
kadar onun nesiller boyu aktarımını sağlayan dil de çok önemlidir. Dilin kendisi bizzat
kültürel bir hazine olmak yanında bütün kültürel değerleri taşıyıcılığı ile milleti millet
yapan en değerli varlıktır. Dilin kabuğu, kaymağı da insanlara verilen isimlerdir. O
isimlerde o milletin zevki, inancı, tarihi, sevdiği ve önemsediği unsurlar ilk bakışta
görülür. İnsanlar iki türlü adlanır, ilk olarak anne ve babasının ona verdiği adla adlanır,
48
ikinci olarak da toplumun kendisine verdiği adla adlanır. Toplumun kişiye verdiği ad,
bir tür kazanılmış addır. Türkiye Türkçesinde ‘lakap’ kelimesi ile karşılanan bu adlar
toplumda bazı özellikleri ile ön plana çıkmış insanlara verilir. Lakaplar onu veren
toplumun zekâsını, mizah anlayışını ve kültürünü yansıtmaktadır. Bu çalışmada
Hatay’ın maddî olmayan kültür unsurlarını açığa çıkarmak amacıyla Antakya ilçesine
bağlı Açıkdere, Akçurun, Karaksı, Kisecik, Narlıca, Oğlakören, Tahtaköprü, Uzunalıç,
Üzümdalı köylerinden köy halkından kaynak kişiler yardımıyla derlenen lakaplar veriliş
sebepleri, kökenleri, ağız özellikleri açısından araştırılmıştır.
XIX. Yüzyıl Hatay Âşıkları başlıklı makalede XIX. yüzyılda Hatay’da yaşamış
olan Âşık Meryem, Âşık Hasan, Sefil Molla, Âşık Hacı, Âşık Avcı Osman, Âşık Kul
Mehmet ve Âşık Kul Celal hakkında biyografik bilgiler verildikten sonra şiirlerinden
örnekler sunulmaktadır. Âşık Meryem, şiiri ve şiir geleneğini kendi köyündeki ya da
civar köylerdeki halk şairlerinden öğrenmiş olmalıdır. Şairliğinin oluşmasında yetiştiği
yöre kadınlarının söyledikleri ağıt, türkü ve destanlarının etkili olduğu söylenebilir.
Âşık Hasan, Hatay’ın Kırıkhan ilçesine bağlı Ceylanlı Köyünde doğmuştur. Abisi Sefil
Molla da kendisi gibi âşıktır. Âşık Hacı, şiirleriğnde mahlas kullanmamıştır. O da
Ceylanlı Köyündendir. Âşık Hacı’nın saz çalma niteliği yoktur. Âşık Avcı Osman ise
bâdeli âşıktır. Koşma tarzında yazdığı güzellemeleri ile tanınır. Âşık Kul Mehmet de
sazlı-sözlü ortamlar içerisinde âşıklığını geliştirmiştir. Âşık Kul Celal’in asıl adı
Mursaloğlu Haydar Celal’dir. Aslen Reyhanlı ilçesindendir.
Antakyada Yaşayan Özbeklerde Sosyal Entegrasyon başlıklı makale, 1982
yılında Afganistan’dan Pakistan’a oradan da Türkiye’ye göç eden Özbekler ile ilgili
olarak yapılmış olan sosyal antropoloji çalışmasıdır. Bu çalışmanın amacı, savaş ve iç
karışıklıklar nedeniyle vatanlarını, sevdiklerini, anılarını terk etmek zorunda kalan
Özbeklerin, sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler bağlamında Antakya’nın çokkültürlü
yapısı içerisinde yerel halk ile şekillendirdikleri ortak yaşam alanlarında, yerel gruplarla
bütünleşme eğilimini anlamaya çalışmaktır. Gruplar arası iletişim alanları olarak
gösterebileceğimiz okul, sağlık ocağı, evlilik kurumu, ticaret, komşuluk, tören ve
ritüeller incelenerek, Özbeklerin yerel gruplarla uyumu anlaşılmaya çalışılmıştır.
Ortak noktası Hatay olan bu çalışmalar Antakya gibi önemli bir kültür mirasını
içerisinde barındıran Hatay Vilayeti için oldukça yetersizdir. Ancak yine de önemli bir
boşluğu dolduracağı ve ilgililerine kaynaklık edeceği umut edilmektedir.

49
ARŞİVLER VE ARKEOLOJİK BULGULAR IŞIĞINDA ANTAKYA VE
YAKIN ÇEVRESİNİN DEMOGRAFİK YAPISI (İ.Ö. 2000-600)

Nurgül YILDIRIM
Giriş
Eskiçağda kültürlerarası etkileşim temel iki olguya dayandırılmaktadır.
Bunlardan ilki ticaret ve ticarete bağlı gelişen kültürel aktarımdır. Eskiçağın güçlü
imparatorlukları tarafından hammadde arayışı ile başlayan ticari faaliyetler, bu
imparatorlukları hammadde açısından zengin bir yapı sergileyen Anadolu ve
Suriye’nin kuzeyindeki yerleşimlerde, mutlak egemenlik kurma ya da en azından
kontrol altında tutma politikalarına zorlamıştır. Bu doğrultuda izlenen siyaset
gereği, Eskiçağın büyük imparatorlukları arasında, Anadolu ve Doğu Akdeniz
denetimi adına büyük seferler düzenlenmiş, savaşlar yaşanmış ve antlaşmalar
yapılmıştır. Anadolu’daki hammaddeyi kullanma amacıyla geliştirilen ticarî
faaliyetler sonucu, Anadolu’da sistemli yazı kullanılarak tarihi devirlere geçiş
sağlanmıştır. Ticaret ve buna bağlı gelişen bilgi akışıyla birlikte, Anadolu ve
Suriye’nin kuzeyinde bulunan yerleşimlerin idari ve sosyo-kültürel yapıları
aydınlatılabilmiştir.
Eskiçağ kültürel yapısını derinden etkileyen diğer bir olgu ise göçtür.
Halkları göçe zorlayan koşulların araştırılması, göç rotası, göçle gelen halk ve yerli
halk arasındaki kültürel farklılıkların belirlenmesi, Eskiçağ halklarının genel
karakteristik özelliklerinin tanımlanmasında önemli bir etkendir. Bu iki olgu ve
bunların sonucunda şekillenen nüfus özellikleri hakkındaki kaynaklar, yapılan
arkeolojik araştırmalarla ulaşılan filolojik ve arkeolojik buluntulardan oluşmaktadır.
Bu buluntular yönünden oldukça zengin bir yapı sergileyen, Amik Ovası ve Asi
Deltasını da içine alan, Antakya ve yakın çevresinin nüfus yapısında da, gelişmiş
kara ve deniz ticaret ağının aktifliği, ulaşım elverişliliği ve göçle gelen halkların
kültürel dokuya kattığı değerler başat bir etkinliğe sahiptir.
1. İ.Ö. 2. Binde Antakya ve Yakın Çevresi
Hatay il sınırları içerisinde değerlendirilen Antakya ve yakın coğrafyası,
günümüzde olduğu gibi Eskiçağda da farklı etnik ve dinsel yapıdaki unsurları
bünyesinde barındırmış, Anadolu ve Mezopotamya arasındaki hem kültürel, hem de
ekonomik iletişimin akışını sağlamış önemli bir merkezdir. Hatay’ın bu özelliğini,
insanoğlunun Afrika’dan dünyaya yayılmaya başladığı en eski dönemlerden
itibaren sürdürdüğü bilinmektedir.1
Antakya ve yakın coğrafyasında, yazının henüz kullanılmadığı dönemlerin
aydınlatılması noktasında, arkeolojik envanter ve bu envanteri destekleyecek diğer


Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü-Eskiçağ Tarihi Anabilim
Dalı nyildirim@mku.edu.tr
1
Ofer Bar-Yosef, “Prehistory of The Levant”, Antropology, Vol. 9, 1980, s. 106-109.
50
buluntu merkezlerinin varlığı, bu merkezlerin sağlıklı bir kronoloji sunması büyük
önem arz etmektedir. Bu doğrultuda değerlendirilmesi gereken ilk devir, yalnızca
Amik Ovası için değil, aynı zamanda tüm Mezopotamya ve Anadolu’nun kültürel
açıdan önemli bir evrim geçirdiği, yaklaşık olarak İ.Ö. 3400-1100 yılları arasında
yaşanmış olan Tunç Çağı’dır. Bu çağla birlikte, insanoğlu kent-devlet idari
biçiminden, daha geniş coğrafyalara hükmedecek merkezi yapılara doğru yol
almaya başlamıştır. Yaklaşık olarak İ.Ö. 3200 yıllarında yazının Sumerler
tarafından icat edildiği ve Sami bir halk olan Akadlar tarafından geliştirildiği bu
süreçte, Antakya ve yakın coğrafyası, Asya kökenli bir kültür olarak tanımlanan
Hurri2 halkına ev sahipliği yapmıştır. Yarı göçebe olduğu bilinen bu halkın,
transkafkasya hattı boyunca varlıklarını sürdürdükleri, arkeolojik araştırmalar
sonucu kanıtlanabilmiştir. Kura-Aras kültürü olarak tanımlanan Hurri kalıntılarına
Antakya yakınlarındaki Tabara el-Akrad (Reyhanlı/Hatay) höyüğünde
rastlanmıştır.3
İ.Ö. 2. Binyıl, Anadolu’da büyük bir ticari organizasyonun varlığı ve bu
ticari aktivitenin geliştirdiği kültürel etkileşim ile sistemli yazının kullanılmaya
başlandığı bir dönemi ifade etmektedir. Bu dönem, genel hatlarıyla, Mısır
İmparatorluğu’nun ve Mezopotamya’nın güneyinde Babilliler’in güçlü olduğu,
kuzey Mezopotamya’da Hurri-Mitanni İmparatorluğu’nun sınırlarını genişletmeye
başladığı, Asurlular’ın ve Anadolu’da büyük bir imparatorluk kuracak olan
Hititler’in varlığının ilk izlerine rastlanıldığı dönemdir. Bugün Hatay il sınırları
içinde kalan bölgede kurulmuş ilk krallık olan Mukiš Krallığı da, bu büyük güçler
arasında varlığını sürdürmeye çalışan küçük bir krallıktır.
Mukiš Krallığı, 18. yüzyıl sonu ile 16. yüzyıl arasına tarihlenen Mari
arşivince varlığı Zagros Dağları ve Suriye’nin kuzey bölgelerinde görülen (Harita
1), Hurri’li ve daha az sayıdaki Sami halktan oluşan bir etnik yapı sergilemiştir.
Burada bahsi geçen Sami kökenli topluluklar Amurrular’dır. Sumerce ve Akadca
metinlerde MARTU/Amorit/Amurrum olarak adlandırılan bu “Batı Sami” halk, İ.Ö.
3. Binyıl sonlarında Suriye’den göç etmeye başlayarak, Mezopotamya topraklarına
ulaşmıştır.4 Amurrular’ın bir kolu ile ilgili olarak Eski Ahit’te geçen, İbrahim
Peygamber önderliğinde Doğu Akdeniz kıyısında yer alan Kenan ülkesine ve

2
Hurriler, Erken Tunç Çağı boyunca, Doğu Anadolu, Orta Fırat Havzası ve güneyde Filistin topraklarına
kadar ulaşan alanda, Erken transkafkasya kültürünü yaşatan göçebe bir halk olarak tanımlanmaktadır. İ.Ö. 2.
Binyılda kuzey Mezopotamya’da küçük krallıklar kurmuş olan bu halkın, Sami ve Hint-Avrupa dil ailesine ait
olmayan, Kuzey Kafkasya dil özellikleri taşıyan, Asya kökenli bir dil kullandığı bilinmektedir. İ.Ö. 1950-
1790 tarihleri arasındaki Orta Anadolu Kültepe metinlerinde Hurri şahıs adlarına rastlanmaktadır. Orta Fırat
bölgesinde Mari arşivinde Hurrice dini metinler bulunmaktadır. Afif Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 1992, s. 20-21. Hurriler ile ilgili olarak bkz. Ignace J. Gelb, Hurrians and Subarians,
Studies in Ancient Oriental Civilization 33, University of Chicago Press-Second Press, London 1973, s. 3-11.;
Kemalettin Köroğlu, Eski Mezopotamya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s. 94-95.
3
Hurrilerle ilişkilendirilen Kura-Aras kültürünün en karakteristik araçlarından biri olan, taşınabilir ocak
Tabara el Akrad kazı çalışmaları ile Hatay il sınırları içerisinde ele geçirilmiştir. Tabara el-Akrad kazıları ile
ilgili olarak detaylı bilgi için bkz. Sinclair Hook, “Excavations at Tabara el Akrad-1948-1949”, Anatolian
Studies 1, 1951, s. 140-147.
4
Robert Whiting, “Amorite Tribes and Nations of Second-Millenium Western Asya”, Civilization of Ancient
Near East 2, New York 1995, s. 1231-1242.;Köroğlu 2013, s. 96-97.
51
buradan Mısır’a gittikleri bilgisi5, Amurrular’ın göçebe bir yaşam tarzını
benimsediklerini ve Suriye kuzeyi ile Filistin bölgesi arasında da izlerine
rastlanıldığını göstermektedir. Amurrular ve İbraniler, hatta I. Binyılda günümüz
Hatay ve çevresindeki illerde etkin rol oynayacak Aramiler’in, aynı köken ve dil
birliğine sahip halklar oldukları bilinmektedir. Bu üç halk da, yukarıda belirtildiği
üzere, Batı Sami topluluklardır. Mukiş Krallığı’nın, dolayısıyla Amik Ovası ve
yakın çevresinin, bu dönemi ve bu coğrafyayı aydınlatan kaynaklarında, Hurri ve
Sami Amurru kökenli halklara ev sahipliği yaptığı bilinmektedir.
İ.Ö. 2. Binyıl boyunca Hurri ve Sami halkı barındıran Antakya coğrafyası
ile ilgili yazılı kaynaklara, Mari (Tell el-Hariri/Suriye) ve Ugarit (Ras
Şamra/Lazkiye) arşivlerinden ulaşılmaktadır.6 Mari kralları ile Mukiş krallarının
diplomatik yazışmaları, iki krallık arasında yapılan ticari faaliyetleri konu alan
tabletler ve antlaşma vesikaları, o dönem Antakya ve yakın çevresini siyasi, iktisadi
ve sosyo-kültürel açıdan aydınlatmaktadır. Ancak bu coğrafya kendi tarihini, kendi
topraklarından ulaşılan bir arşivle de sonsuzlaştırmaktadır. Alalah arşivi olarak
adlandırılan bu arşiv, yalnızca Mukiş Krallığı dönemini ve günümüz Hatay ilini
değil, aynı zamanda Anadolu tarihine dair önemli bilgilere ulaşılmasını da
sağlamaktadır. Alalah (Açana Höyük-Reyhanlı) Mukiş Krallığı’nın ticaretle
güçlenmiş, zengin krali merkezi olarak bilinmektedir.
Açana höyükte Sir Leonar Wooley tarafından gerçekleştirilen kazı
çalışmaları, Mukiş Krallığı hakkında detaylı bilgi verecek tabletlere ulaşılmasını
sağlamaktadır.7 Höyüğün VII. ve IV. kültür katlarından ulaşılan tabletler literatürde
Alalah Tabletleri olarak geçmektedir. Bu tabletlerden VII. tabakada ele geçenler
Yamhad Krallığı’na (yaklaşık olarak İ.Ö. 1750-1700), IV. tabakadaki tabletler
Mitanni egemenliği dönemine (yaklaşık olarak İ.Ö. 1500-1450)
tarihlendirilmektedir.8
Alalah tabletleri bilim dünyasına D.J. Wiseman tarafından tanıtılmıştır.9
VII. ve IV. yapı katlarında toplam 469 adet tablete ulaşılmıştır. Bu tabletlerin
içeriğini, çoğunlukla, ticari ve idari belgeler ile mektuplar oluşturmuştur (Resim 1-
2). Hititler tarafından Alalah yıkılıncaya kadar, Alalah’ın başında Yarim-Lim
soyundan gelen idarecilerin görev yaptıkları ve bariz bir Sami (Amurru) etkisi
olduğu gözlemlenmiştir. Bu etki Alalah tabletlerindeki şu ifadelere açıkça
yansıtılmıştır:(AT 1)

5
Kitab-ı Mukaddes, Tesniye-Bap I, s. 183.
6
Mari arşivi ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Dossin Georges, Correspondance de Samsi-Addu et de ses
fils Archives Royales de Mari 1, Paris Imprimerie Nationale 1950; Ugarit Arşivi ile ilgili bkz. Schaeffer,
Claude F.-A. (Claude Frédéric-Armand), Ugaritica I-IV, Archive of Mesopotamian Archeological Site
Raports 1939-1969.
7
Sir Leonard Wooley, Alalakh an Account of The Excavations at Tell Atchana in The Hatay 1937-1939,
Oxford University, 1955. Leonard Wooley, A Forgotten Kingdom, A Pelican Book, 1953.
8
Jussi Aro, “Remark on the Language of The Alalakh Texts, AfO VII, 1954-56, s. 361.
9
D. John Wiseman, The Alalakh Tablets, London 1953; Edward L. Greenstein- David Marcus, “The
Akkadian Inscription of Idrimi”, Janes 8, Columbia University 1976, s. 64-81.
52
1)
i-nu-ma ah-hu-šu mab-ba-DİNGİR be-el-šu-nu ib-ba-al-ki-tu 2)
m
ab-ba-DİNGİR LU[GAL i]-na ]tu-ku-ul-ti] dIM 3) hé-pát ù
GIŠ.ŠUKUR [ša dİŠTAR] a-na URU ir-ri-deki il-lik-ma… “1-2)
Abba-il’in kardeşleri, beyleri ve kralları Abba-il’e isyan ettikleri
zaman, O Adad, 3) Hepat ve [İştar’ın] mızrağının yardımıyla İrride
kentine gitti…”
VII. kültür katında bulunan bu tablette kaydedilmiş olan Mezopotamya,
özellikle de Sami kültür kaynaklı fırtına tanrısı Adad ve eşi tanrıça Hepat, aşk ve
savaş tanrıçası İştar’ın adları bu coğrafyada yoğun bir Sami etkinliğini
kanıtlamaktadır.
IV. kültür katında bulunan Alalah tabletlerine göre oluşturulan kral
listesinde İlim-İlimma I, Niqmepa, İdrimi ve İlim-İlimma II gibi çoğunluğu Batı
Sami (Amurru) kökenli olduğu düşünülen krallar görev yapmışlardır. Ancak,
özellikle kral İdrimi yazıtının (Resim 3) giriş tümcelerini oluşturan şu ifadeler, halk
ve yönetici sınıf tarafından Hurri panteonunda önemli bir yere sahip fırtına tanrısı
Tešup ve eşi Hepat ile aşk ve savaş tanrıçası olarak bilinen Šaušga’ya tapınım
gösterildiği ile ilgili sağlam bir kanıt sunmaktadır:
1)
a-na-ku lid-ri-mi DUMU lDİNGİR-i-lim-ma 2) ÌR İM Hé-bat ù
İštar NİN URU a-la-la-ah… “1-2) Ben İdrimi İlim-İlimam’nın oğlu
Tešup’un, Hepat’ın ve Alalah tanrıçası sahibem Šaušga’nın sadık
hizmetgarıyım…”
Yukarıdaki kayıtta adı geçen Hurri’li tanrı ve tanrıçalar Hitit inanç
sistemini de önemli ölçüde etkilemiştir.10 Hurri ve Hititler’in uzunca bir süre yakın
bölgelerde yaşadıkları düşünüldüğünde, bu etkileşimin oldukça kolay geliştiği
tahmin edilmektedir.
Önceleri, merkezi Halep olan Yamhad Krallığı’na11 bağlı Mukiš Krallığı,
daha sonra bu bölgeye göç eden Hint-Avrupa (Aryan) kökenli bir halk tarafından
kurulmuş olan Mitanniler’in egemenliği altında kalmıştır. Mitanniler’in kurduğu bu
krallığın sınırları, doğuda Zagros Dağları, batıda Akdeniz kıyıları, güneyde Habur
havzası, kuzeyde ise Toroslar’ı aşan bölgeye kadar ulaşmıştır. Yönetici sınıfın
Aryan, halkın büyük çoğunluğunun Hurri kökenli olduğu Mitanniler’in, egemenlik
sahası içinde yer alan ve batı kanadını oluşturan Alalah12, Halep ve Qatna gibi
bölgelerinde Batı Sami halkın yoğunlukta olduğu kaydedilmiştir. Hitit kralı I.
Hattušili ve onu izleyen I. Muršili’nin Kuzey Suriye’ye düzenledikleri seferler ile
ilgili kayıtlar da, Suriye kuzeyinde yer alan bölgelerde, Hurri ve Sami kökenli kent

10
Hitit inanç sistemi ve Hurri kökenli tanrı adlarının analizi ile ilgili olarak bkz. Stefano de Martino, “Din ve
Mitoloji”, Hititler: Bir Anadolu İmparatorluğu, Yapı Kredi Yayınları 2013, s. 410-412.
11
Füruzan Kınal, “Yamhad Krallığı”, Türk Arkeoloji Dergisi C.5, Sayı.8-9, 1967, s. 196-211.
12
Alalah Hititçe kaynaklarda hem kent belirteci (URU a-la-al-ha KBo X 2 1-15) hem de ülke belirteci (KUR
URU a-la-la-ha KUB XV 34 I-54) ile birlikte kaydedilmiştir. Johann Tischler, RGTC 6, Weisbaden 1978.
53
devletlerinin varlığından söz etmişlerdir.13 Ancak Mitanniler’in bu bölgeye sızarak,
nasıl yönetici sınıf haline geldikleri yeterince aydınlatılamamıştır. Bu bilgiler
doğrultusunda, Hurri ve Batı Sami halkın birlikte yaşadıkları, Antakya ve yakın
coğrafyasının, ayrıca Hint-Avrupalı bir kavme de (Mitanniler) ev sahipliği yaptığı
söylenebilmektedir.
Alalah tabletleri içerisinde nüfus sayımı ve askeri nüfus sayımı konulu iki
vesikaya ulaşılmış olması ve bu vesikalar üzerinden yapılan genel bir nüfus
tahmini14, doğru sonuçlar elde edilmesi açısından yeterince net değildir. Bu
tabletlerde nüfusun hiyerarşik bir bölünmeyle, toplumsal sınıf ayrımı ya da iş
kollarına göre düzenlendiği görülmektedir.15 Nüfus listelerinde iş kollarındaki
devamlılığın ya da kimlik belirlemenin bir yolu olarak, babaya ait meslek adının
altında oğullar, farklı meslekler ve mensup olunan sülale adı sıralanarak
sistemleştirilmiştir. Bu kapsamda incelenmesi gereken bir Alalah tabletinde şu
ifadeler kayıt altına alınmıştır: (AT 132)16
1)
URU [K]al-la-zu ERÍN.MEŠ na-me 2) mMa-zi-ia DUMU Mi-su-ri
şahıs adları, bazı meslekler veya sülale adları… 22) DUMU.MEŠ
3-21)

e-hé-el-e-na 23-26) şahıs adları…27) DUMU.MEŠ ma-ri-ia-né-na 28-30)


bazı şahıs adları… 31) ŠU.NIGIN 20 ERÍN.MEŠ na-me… “4
DUMU.MEŠ e-hé-el-e-na 32) 3 DUMU.MEŠ ma-ri-ia-né-na 33)
ŠU.NIGIN 27 “1) Kallazu Kenti ṣābē namê: 2) Maziya Mishuri’nin
oğlu/çalışanı… 22)ehelena’nın oğulları/çalışanları… maryannena’nın
oğulları/çalışanları… 31) Toplam: 20 ṣābē namê, 4 ehelena, 3
maryannena Toplam: 27”
Bu metinde yer verilmiş ve en fazla kişinin görüldüğü grup ERÍN.MEŠ
ṣābē namê olarak kaydedilmiştir. ERÍN (Summ.)/ṣābu (Akk.) sözcüğü “asker, üye”
olarak tanımlanırken, namê köken olarak namû (Akk.)17 sözcüğünden türetilmiş
“bölge dışından olan, göçmen, ovadan ya da çölden gelen” insanları belirtmek
amacıyla kullanılmıştır. MEŠ (Summ.) çoğul yapma elemanı da kullanılarak
oluşturulan ṣābē nāmê tamlaması, Kallazu kentine “dışardan gelenler/ göçmenler”i
belirlemede kullanılmış olmalıdır. İncelenen bölge olan Amik Deltası ve çevresi,
Eskiçağda da tarımsal faaliyetlerin yoğun olarak gözlemlendiği bir bölgedir.18

13
Amelie Khurt, Eski Çağ’da Yakındoğu (M.Ö. 3000-330), Türkiye İş Bankası yayınları, İstanbul 2009.369-
377.
14
Eva von Dassow, Social Stratification of Alalah under the Mitanni Empire, Ph.D, New York University
1997, s. 61-66.
15
Isaac Mendelsohn, “On Slavery in Alalakh”, IEJ 5,1955, s. 65-72.
16
Jesse Casana, “Alalakh and the Archaeological Landscape of Mukish: The Political Geography and
Population of a Late Bronze Age Kingdom”, BASOR 353, 2009, s. 25-26; Cemil Bülbül, Alalah
Buluntularının M.Ö. II. Binyıl Anadolu Tarihindeki Yeri ve Önemi, Doktora Tezi, Afyon Kocatepe
Üniversitesi 2009, s. 82-88.
17
namû sözcüğü, özellikle, Mari arşivinde yer alan tabletlerde kaydedilmiştir. (ARM 2: 59; ARM 3: 15)
Ayrıntılı bilgi için bkz. CAD N/1, s. 249-250.
18
Erno Gaal, “The Social Structure of Alalah”, Ed. M. Heltzer-E. Lipinski Society and Economy in the
Eastern Mediterranean (c.1500-1000) Proceedings of the International Symposyum held at the University of
Haifa from the 28 th of April to the 2 nd of May 1985 OLA 23, Leuven 1988, s.99-110.
54
Dolayısıyla burada bahsi geçen ṣābē nāmê “mevsimlik işçi” olarak da
değerlendirilebilmektedir.
Nüfus listesindeki mesleklerden/sosyal yapılardan biri olan ehelena
(Akk.)/ehelli (Hurr.) “bir tür sosyal sınıf” olarak tanımlanmış ve nüfus
vesikalarında, genelde, haniahhe’den19 sonra, mariannu’dan önce sıralandığı
gözlemlenmiştir.20 DUMU (Summ.) māru (Akk.) “oğul, vatandaş, çalışan, yerli”
anlamlarına sahip bir sözcüktür.21
İncelenen metinde yer verilen mariannu (Akk.)/marjannu (Hurr.) sözcüğü
ise sözlüklerde, “araba sürücüsü, savaşçı bir sınıf, bir tür askeri birlik” olarak
tanımlanmış, Alalah ve Ugarit arşivlerinde “kralın özel araba sürücüsü” olarak da
kaydedilmiştir.22
İ.Ö. 2. Binyıl Antakya ve yakın çevresi için genel bir değerlendirme
yapıldığında, başlangıçta Asyanik bir kültür olan Hurriler’in, ardından Amurru’lu
(Batı Sami) halkların varlığı gözlemlenmektedir. Bu coğrafya, ayrıca, İ.Ö.
1700’lerde gittikçe güçlenerek Anadolu’nun ilk merkezi yapısını oluşturacak olan
Hitit nüfusunun da etkinlik alanı olarak kullanılmıştır.23 Nüfus kayıtlarının
yeterince açık olmadığı, yalnızca erkek nüfusun listelendiği arşiv kayıtları, kişilerin
mesleklerine ya da bir tür kasta göre tanımlandığını ve kaydedildiğini ortaya
koymaktadır. İ.Ö. 2. Binyılda Antakya ve yakın çevresi farklı etnik unsurları
bünyesinde barındırarak, insanların sınıflandırılmasında ise hiyerarşinin önem
kazandığı bir nüfus belirleme sistematiği kullanmıştır.
2. İ.Ö. 1. Binde Antakya ve Yakın Çevresi
Eskiçağ boyunca iki önemli olgunun (ticari faaliyetler ve göçler) kültürel
etkileşimi ve nüfus yapısını şekillendirdiğinden yukarıda bahsedilmiştir. Ancak, 2.
Binyıl sonlarına doğru bu olgulara bir yenisi eklenmiş ve zorunlu nüfus aktarımı
(deportasyon) uygulaması ile Anadolu, Mezopotamya ve özellikle Suriye
kuzeyindeki genel görünüm, oldukça karmaşık bir yapı sergilemiştir. Asur kralı I.
Tiglat-Pileser (Tukultī-apil-Ešerra İ.Ö. 1115-1076) zamanında sistemli bir biçimde
uygulanmaya başlandığı düşünülen zorunlu nüfus aktarımına24 ek olarak, İ.Ö. 1200
yıllarında gerçekleştiği düşünülen Deniz Kavimleri Göçü ile de, Eskiçağ’ın büyük
uygarlıkları derin yaralar almış ya da yıkılmışlardır. Genel hatlarıyla bu göçün etki
alanı, Balkanlar üzerinden başlayarak, Yunan Adaları, Boğazlar ve Anadolu
üzerinden Mısır topraklarına kadar ulaşmıştır. Geniş bir yayılım alanına sahip olan

19
hanû (Akk.)/haniahhe (Hurr.) “bir tür asker” olarak tanımlanmıştır. CAD H, s. 82.
20
CAD E, s. 51.
21
CAD M/I, s. 308.
22
CAD M/I, s. 281-282; CDA, s. 198.
23
Hitit nüfusunun genel karakteristiğini oluşturan pek çok toplumsal olgu, Alalah geleneklerine yansımıştır.
Hitit toplumunda olduğu gibi, Alalah toplumu da ataerkil özellikler sergilemiştir. Bu özelliklerden biri olan ve
damadın kız tarafına nişan hediyesi sunması geleneği, Alalah tabletlerinde de kayıt altına alınmıştır. Donald J.
Wiseman, ed. D. Winton Thomas, “Alalakh”, Archaeology and Old Testament Study 1967, s.127.
24
Trevor Bryce, The Routledge Handbook of the Peoples and Places of Ancient Western Asia, Taylor and
Francis e-Library, New York 2009, s.563.
55
bu göçle birlikte, Anadolu’nun ilk merkezi yapısı olan Hititler yıkılmış, Mısır ciddi
bir güç kaybına uğramıştır.
Deniz kavimleri göçü ile Anadolu topraklarına gelen halklar, kültürel
açıdan, yerli halktan daha geri olarak kabul edilmektedir. Zira, bu göçlerin başladığı
ve yerleşimlerin sürdüğü dönem, Anadolu’da yazılı kaynakların ciddi boyutta
azalma gösterdiği dönem olarak tanımlanmaktadır. Antakya ve yakın çevresi, Deniz
Kavimleri göçünden, yıkılan Hititler’in Anadolu’nun güneyine kayarak, buralarda
küçük Hitit orjinli krallıklar kurması ve Hitit kültürünün, kısmen, bu coğrafyaya
taşınması noktasında etkilenmiştir. Ancak, özellikle Suriye’nin kuzeyinde varlıkları
gözlemlenen ve bu coğrafyada İ.Ö. 11. ve 9. yüzyıllarda göçle oldukça yoğun bir
nüfusa ulaşan Aramiler, Antakya ve yakın coğrafyası açısından Deniz Kavimleri
Göçü kadar etkilendikleri, önemli bir başka göç dalgasıdır. İ.Ö. 2. Binyılda,
Antakya’da yaşamış olduğu bilinen Amurrular gibi, Aramiler25 de Batı Sami
kökenli bir halktır. Aramiler’in Suriye’nin kuzeyindeki yerleşimlerdeki
mevcudiyetleri ile ilgili ilk bilgilere, Asur kralı I. Tiglat-Pileser’in (Tukultī-apil-
Ešerra/ İ.Ö. 1115-1076) yıllıklarından ulaşılmaktadır. Kral, görev süresi boyunca
Aramiler üzerine 28 kez sefer düzenlediğini belirtmiştir.26 Bu kayıt, Aramiler’in
bulundukları coğrafyada, Asur için önemli bir tehdit unsuru olduklarını ve Asur’un
Anadolu içlerine ulaşmasına engel teşkil ettiklerini göstermektedir.
Deniz Kavimleri ve Arami göçleriyle, oldukça karmaşık bir etnisiteye sahip
olan Anadolu ve Kuzey Suriye bölgesinde Hitit kültürünü yaşatmaya çalışan, Luvi27
ve Hititli küçük krallıkların mevcudiyeti bilinmektedir. Asurca kaynaklarda

25
Arāmî kabilelelerin yerleşik yaşama geçtikleri coğrafya Orta Fırat ve kabaca Hanigalbat bölgesine lokalize
edilmiştir. Nurgül Yıldırım, “Demir Çağında Anadolu’daki Aramiler’in Politik Coğrafyası”, Cappadocia
Journal of History and Social Science, Vol. 6, Ahlen-Germany 2016, s.122-137. Bu bölgeye sırasıyla
Mitanniler, Hititler ve Asurlular egemen olmuşlardır. İ.Ö. 700’lerden sonra Asur egemenliğinde yaşamak
zorunda kalan Aramiler, merkez olarak Suriye bölgesine sıkışmıştır. Mısır hiyeroglif yazıtlarda, III.
Amenhotep (İ.Ö. 1386-1349) dönemine tarihlendirilen ve Anastasi Papirüsü III (İ.Ö. 1210) olarak adlandırılan
kayıtlarda “Aramili halk” ifadesi Suriye’nin kuzeyindeki halkı tanımlamada kullanılmıştır. Doğu Akdeniz
Bölgesi’nden Anadolu’nun güneydoğusu ve Şam’ın kuzeyi arasındaki bölge, Demir Çağı’nda Arami nüfusun
yoğun olduğu bir alan olarak kabul edilmiştir. Edward Lipiński, The Aramaeans: Their Ancient History,
Culture, Religion, Orientalia Analecta, 100; Leuven, Peeters 2000, s. 23. Aramiler tarafından İ.Ö. 800’lerde
kurulan küçük krallıklar, Güneydoğu Anadolu’da Gaziantep Zincirli bölgesinde “Bīt-Gabbari (Sam’al),
Türkiye Suriye sınırında Bīt-Bahiyani ve Diyarbakır bölgesinde Bīt-Zamāni, Nisibis (URU Na-ṣi-bi-na-
Nusaybin); Kuzey Suriye’de ise Bīt-Adini, Bīt-Agusi ve Hamat/Hama krallığıdır. Bradley Parker , “The
Mechanics of Empire. The Northern Frontier of Assyria A case Study in Imperial Dynamics”, Helsinki 2001,
s. 230; Nurgül Yıldırım, “Yeni Asurca Belgelerde Geçen Amēdi Şehri”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 52, Sayı 2, Ankara 2012, s. 98. Arāmi kabileler Anadolu batısına yönelerek,
bugün Tuz Gölünden Gürün’e kadar uzanan, Tabal krallığına ait bazı yerleşimlerde de Bīt-Burutaš beyliğini
kurmuşlardır. Nicholas Postgate, Fifty Neo-Assyrian Legal Documents, BIAA. England 1976, s.22-24. Ayrıca
bkz. Turgut Yiğit, “Tabal”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayı:3-4, Ankara
2000, s. 182.
26
ARAB I, s. 239.
27
Luv/wiler, Tunç Çağı ve Erken Demir çağı (İ.Ö. 1200-1000) boyunca, Anadolu ve kuzey Suriye’de yaşamış
bir halktır. Dilleri Hint-Avrupa dil ailesinin Anadolu grubunda yer almaktadır. Luvice, Hiyeroglif işaretler
kullanılarak sistemleştirilmiştir. Bu dil farklı diyalektlerle Batı ve Güney Anadolu’nun büyük bölümünde
kullanılmıştır. Ilya Yakubovich, Sociolinguistics of the Luvian language. Brill’s studies in Indo-European
languages & linguistics, Brill, Leiden 2010, s. 1-454.
56
Antakya ve yakın çevresinde kurulduğu bilinen krallık ise, önceleri Patina/Pattin28,
daha sonrasında ise Unqi adını almış ve Aramca kaynaklarda, genellikle mq olarak
kaydedilmiştir.29
Krali merkezi Kunulua (Tayinat Höyük)30 olan Patina krallığı da
çevresindeki Que (Adana), Karkamış (Gaziantep) ve Gurgum (Kahramanmaraş)
krallıkları gibi çoğunluğunu Luvi’li halkın ve Luvi’li idareci sınıfın oluşturduğu bir
demografik yapı ortaya koymaktadır. (Harita 2) Hitit kültürünün devamlılığını
sağlamaya çalışan bu krallıklar arasında, dönemin önemli gücü Asur’a karşı
gerçekleştirilen koalisyonların varlığı bilinmektedir. Asur kralı III. Salmanassar’ın
İ.Ö. 858 yılında Doğu Anadolu ve Doğu Akdeniz’e gerçekleştirdiği büyük seferinin
kayıtlarında, kendisine karşı oluşturulan bir koalisyonu konu alan ve Antakya,
özellikle Asi Deltası hakkında bilgi sağlayan şu ifadeler yer almaktadır: (RIMA III,
A.0.102.3-Col I,)
42)
…lúsa-pa-lu-ul-me 43) KUR pa-ti-na-a-a lúa-hu-ni DUMU a-di-ni

sa-an-ga-ra KURgar-ga-mıš-a-a a-na re-šu-ti a-ha-miš i-tak-lu-ma
ik-s/šu-ru…51) …ída-ra-an-tu e-te-bir a-na URUa-li-ṣir 52) URU dan-
nu-ti-šu ša lúsa-pa-lu-ul-me KURpa-ti-na-a-a aq-ti-rib lúsa-pa-lu-ul-
me KURpa-ti-na-a-a a-na šu-zu-ub… “42) Patina yöneticisi Sapalulme,
Adini’nin oğlu Ahuni, ve Karkamış kralı Sangara bana karşı
birleşmiş (ve birbirlerine) yardım etmişlerdir… 51) …(Amanos
dağından ayrıldım.) Asi Nehrini geçtim, Sapalulme’nin kale kenti
olan Ališir’in31 karşısına yaklaştım. Patina’da yaşayan Sapalulme,
Adini’nin oğlu Ahuni’yi, Karkamış kralı Sangara’yı, Sam’al kralı
Hayyanu’yu, Que kralı Kate’yi yardıma çağırmıştı…”
Bu kayıtta Patina kralı olarak adı geçen Sapalulme, Hitit Kralı
Šuppiluliuma’nın adını taşımaktadır. Kendisinden önceki kralın da yine bir Hitit
kral adı/ünvanı olan Lubarna’yı kullandığı Asur kralı II. Asurnasirpal’e ait bir sefer
kaydında şöyle ifade edilmiştir: (RIMA II, iii.70b-77a)

28
Nadav Na’aman, “Aribua and the Patina-Hamath Border”, Orientalia 71-Fasc. 3, 2002, s. 291-295.
29
J. David Hawkins Corpus of Hiyeroglyphic Luwian Inscriptions; Vol. 1, Berlin 2000, s. 361. Umq yazımı
için bkz. André Lemaire, “Recherches de Topographie Historique Sur Le Pays De Que”, Anatolia Antiqua I,
(1991), s. 270-271.
30
Amik Ovasını da içine alan Antakya Bölgesi’nin Orta Demir Çağını (İ.Ö. 900-546) gerek filolojik, gerek
arkeolojik açıdan aydınlatan kazı merkezlerine Tell Tayinat (Antakya-Reyhanlı yolu üzeri), Çatal Höyük
(Antakya’nın kuzeydoğusu, Afrin Çayı’nın güneyi), Jisr al Hadid (Antakya-Demirköprü), Al Mina (Patina’nın
önemli bir liman yerleşimi-günümüz Samandağ), Tell el Cüdeyde (Antakya’nın kuzeydoğusu) örnek olarak
verilebilir. Bu kazı merkezleri ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Timothy Harrison, Tayinat Höyüğü Arkeoloji
Projesi 32, (Çev. Hatice Pamir), 36-37, Hatay 2010; Richard Haines, Excavations in The Plain of Antioch II:
Structural Remains of the Later Phases Çatal Hüyük, Tell al Judaidah and Tell Tayinat, The Oriental Institute
of Publication, Chicago 1971; Hatice Pamir, “Alalakh’dan Antiochei’ya Hatay’da Kentleşme Süreci”,
Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Vol. 6-Sayı 1, Hatay 2009, s. 263-265.
31
Günümüz Hatay sınırları içinde yer aldığı bilinen Alimuš/Aliṣir’in Samandağ yakınlarında olması gerektiği
düşünülmektedir. Albert T. Olmstead, “Shalmaneser III and the Establishment of the Assyrian Power”, JAOS
41, 1921, s. 351.
57
72)
e-te-tiq ídap-re-e at-tu-muš a-na URUKu-nu-lu-a URUMAN-ti ša

lu-bar-na KURPa-ti-na-a-a… ”72) Afrin Çayından ayrıldım, Patina
Kralı Lubarna’nın kralî kenti Kunulua’ya vardım…”
Patina’lı kralların Hitit kral adlarını kullanmaları bu iki kralla sınırlı
kalmamış, Lubarna ve Sapalulme’nin ardından, Qalparunda da Hitit kökenli bir ad
kullanmıştır. Etnik köken olarak Luvi’li olan bu krallar döneminde Patina (Antakya
ve yakın çevresi/Hatay) Hitit kültürünün etkinlik alanında kalabilmiştir. Özellikle,
Qalparunda dönemine tarihlendirilen ve Kunulua (Tayinat Höyük) kazılarından ele
geçirilmiş yerli halka ait, çoğunlukla zarar görmüş, Hiyeroglif Luvice yazıtlarda
(Resim 4) bu kralın adı Halparuntiyas (HALPA-pa-ru-ti-i-ia-sa) olarak
kaydedilmiştir.32
İ.Ö. 1. Binyılın ilk çeyreğinde Hatay genelinde, Hitit kültürünün devamı
olarak nitelendirilen ve dil olarak Luvice kullanan halkın, yönetimde de
üstünlüklerinin var olduğu açıkça gözlemlenmektedir. Hatay’da bulunan Hiyeroglif
Luvice yazıtlı stel ve kabartmalarda (Resim 5-6) geçen şahıs ve yer adlarının bilim
dünyasına kazandırılması, bu coğrafyanın demografik ve coğrafi açıdan daha da
aydınlatılmasına olanak sağlayacaktır.
İ.Ö. 7. yüzyıl başlarından itibaren Asur’un Doğu Akdeniz ve Suriye’nin
kuzey bölgelerinde artan etkinliği ve baskısı sonucu, Patina krallığı yıkılmıştır.
Patina ile ilgili bilgi sahibi olunabilecek son metin Antakya stelidir. Doğu
Akdeniz’in genelinde sürdürülen Asur egemenliğini, literatüre Antakya steli33
olarak geçen ve III. Adad-nerari adına diktirilen bu stelden anlamak mümkündür
(Resim 7). Konusunu, kral Zakur’un yönetimindeki Hamat ve Ataršumki’nin
yönetimindeki Nahlasi34 bölgeleri arasında yaşanan sınır anlaşmazlığı
oluşturmaktadır. Stel incelendiğinde, Asi Nehrinin ortak kullanılması esasına
dayanan bir anlaşmaya varılması söz konusudur. Stel’in son satırları, steli koruma
amacı güden şu yazı ile sonlandırılmıştır: “Asur’un büyük tanrısı Aššur, Adad ve
Ber, Harran’da tapınağı olan Sin, bu stel üzerinde değişiklik yapanın dualarını
duymayacaklardır.” Stelin son satırlarında adı geçen tanrılar Mezopotamya kökenli
tanrı adları taşımaktadır. Dolayısıyla çoğunlukla bağımsız hareket eden Patina
ülkesi, yavaş yavaş yeniden Sami kültür etkisine girmeye başlamıştır. Buradan
hareketle, bünyesinde Aramiler’i, yani Sami bir halkı da barındıran Luvi’li Patina
ülkesinde, yeniden kültürel yoğunluğun Sami halkın lehine dönmesi, Aramiler’in
etkinliklerini arttırdığı yönünde yorumlanmaktadır.

32
Annick Payne, “Hieroglyphic Luwian: An Introduction with Original Texts”, Subsidia et Instrumenta
Linguarum Orientis 2, Wiesbaden 2010; John Hawkins, Corpus of Hiyeroglyphic Luwian Inscriptions; Vol. 1,
Berlin 2000, s. 363.
33
Stel, Samandağ yakınlarında yapılan kazılar sonucunda, sol tarafı ve üst bölümü zarar görmüş halde
bulunmuştur. Veysel Donbaz, “Two Neo-Assyrian Stelae in the Antakya and Kahramanmaraş Museums”,
Royal Inscriptions of Mesopotamia Project-ARRIM 8, 5-20, Toronto 1990, s. 7-9.
34
Nahlasi’nin, Arpad (Bit-Agusi) ve Hamath krallıkları yakınında, Suriye’nin kuzeyinde yer aldığı ve
Antakya’ya çok uzak olmayan bir bölgeye lokalize edildiği bilgisi için bkz. Bryce 2009, s. 494.
58
Asurca kaynaklarda İ.Ö. 745 yılından itibaren, Antakya ve yakın
coğrafyasında kurulmuş olan Patina Krallığı yerini, yöneticilerinin Arami kökenli
olduğu bilinen Unqi Krallığına bırakmıştır.35 Bu krallık, Asur Kralı III. Tiglat-
Pileser (Tukulti-apil-ešerra) tarafından Asur’a karşı oluşabilecek bir ittifak ya da
isyan girişimini engellemek amacıyla, dört politik yapıya bölünmüştür. Merkezî
yapısını yitirmiş, nüfus olarak oldukça karmaşık bir yapı sergileyen Unqi
coğrafyası, İ.Ö. 738’de tamamen Asur egemenliği altına alınmıştır. Asurca
metinlerde, Asur’un Unqi üzerindeki mutlak hakimiyetinin ilk yansıması, eski kralî
kent olan Kunalia/Kunulua’nın (Tayinat Höyük) büyük bir eyalete çevrilmesi ve
buraya Asur tarafından bir idareci atanması olmuştur.
II. Sargon (Šarru-kēn) devrinde gerçekleştirilen ve Unqi coğrafyasını
demografik açıdan etkilediği düşünülen bir deportasyon uygulaması yaşanmış ve
İsrail halkının Babil’e sürgünü gerçekleştirilmiştir. Bu zorunlu nüfus aktarımı
sırasında Unqi’ye yerleştirilmiş bir İbrani halktan söz edilmemiştir. Ancak Unqi’nin
yer aldığı coğrafi konum göz önünde bulundurulduğunda, Doğu Akdeniz
sahillerindeki birçok yerleşim gibi, Unqi de bu halka ev sahipliği yapmış olarak
değerlendirilmektedir.
Asur kralı II. Sargon (Šarru-kēn) dönemine (İ.Ö. 722-705) ait olduğu
bilinen, Hama (Hamat-Suriye) Stelinde kral, Hama’nın yakınında yer alan Bit-
Agusi ve Unqi yerleşimlerini, yazıtın, yarısı kırık olan, son satırlarında şu ifadeler
ile kaydettirmiştir: (B, A-11, 27ff)
17)
UNmeš KURhat-ti ù KURa-ri-me 18) a-ši-bu-tu KUR É a-gu-si 19) ù
KUR un-qi a-na paṭ gim-ri-[ša] 20) […] “17-19) Hatti’li ve Aramlı
insanların oturdukları Bīt-Agusi ve Unqi ülkelerinde bütün toplam…”
II. Sargon, stelinde Arami bir kabile olan Bīt-Agusi ve Unqi ülkelerini,
“Hattili36 ve Arami halkın yaşadıkları coğrafya” olarak tanımlamaktadır. Bu
tanımdan hareketle, Unqi krallığında, nüfuz olarak azınlıkta da olsa, Hatti’li
nüfusun varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Tayinat Höyük/Kunulua kazıları
sonucu ele geçen ve yine aynı krala ait olduğu düşünülen bir diğer yazıtlı stelin37
girişinde kral, Tanrıça İštar’a övgülerini sıralamış ve ardından Unqi’nin
güneyindeki irili ufaklı krallıkların (Arpad, Dımašk (Şam), Ṣimirra, Hama)
kendisine karşı bir koalisyon kurduklarından bahsetmiştir. Ancak Unqi, bu anti
Asur koalisyonunda yer almamış ve Asur’a bağlı bir yapı sergilemiştir. Bu yapı,
Tayinat Höyük/Kunulua kazıları sonucu ele geçirilen ve Asur kralı Asarhaddon’a

35
Asur destekli olan yeni Aram kökenli krallarla ( Surri, Sasi, Tutammu) birlikte Patina Krallığı yerini Asur
egemenliğindeki Arami yöneticilerin etkin olduğu Unqi Krallığı’na bırakmıştır. Lipinski 2000, s. 47-52.
36
Hattiler, Hititliler’in yerleştiği bölgede hüküm süren eski bir halktır. Asurca kaynaklarda Hitit kültürünün
egemen olduğu coğrafyayı ve halkı tanımlamada kullanılmıştır. Hatti Beyliklerinin hüküm sürdüğü dönem
Anadolu’nun protohistorik (öntarih) dönemine tarihlendirilmiştir. Bu dönem adına Hatti Beyliklerinin en
güzel örneği sembolize ettiği ifade edilmiştir. Ekrem Akurgal, Anadolu Kültür Tarihi, Tübitak Yayınları,
Ankara 2002, s. 15-16.
37
Jacop Lauinger-Stephan Batiuk, “A Stele of II. Sargon at Tell Tayinat”, Zeitschrift für Assyrologie, 105(1),
2015, s. 54-68.
59
(Aššur-ahha-iddin) İ.Ö. 680-669) ait olan bir “vasallik/bağlılık antlaşması”38,
Patina/Unqi ya da İ.Ö. 738’den beri adıyla Kinalia/Kunalia’nın üzerindeki Asur
etkinliğinin güçlendirilip, devamlılığının sağlandığını ortaya koymuştur. Ancak,
güçlenen Babil karşısında hızla zayıflamaya başlayan Asur, içinde Kinalia’nın da
yer aldığı, egemenlik sahasını, yak. İ.Ö. 610’da Babil egemenliğine terk etmek
zorunda kalmıştır.
Sonuç
Yaklaşık olarak İ.Ö. I. Binyılın ilk yarısı Antakya ve yakın coğrafyası, Hitit
geleneklerini yaşatmaya çalışan, Luvi dili kullanan halkın ve Batı Sami bir halk
olan Aramiler’in yaşam alanını oluşturmuştur. Bu dönemi sağlıklı biçimde
aydınlatan Asur krallarına ait yıllıklar detaylı incelendiğinde, başlangıçta Luvi’li
halkın idareci ve ileri gelen halk sınıfını oluşturdukları gözlemlenmiştir. İnsanların
geçim kaynaklarını çoğunlukla tarım-hayvancılık, deniz ve kara ticareti ve maden
işlemeciliği ile sağladıkları, bu yıllıklarla geçen kayıtlarla desteklenmiştir. Yine
aynı kaynaklarda, tıpkı İ.Ö. 2. Binde olduğu gibi, Antakya ve yakın yerleşimlerinde,
halkın sınıflara ayrıldığı, köle ticaretinin yanı sıra, özellikle, gemi işçilerinin savaş
ganimeti olarak alındığı ve bu coğrafyanın uzunca bir süre “Hatti’li insanların
yaşadığı bölge” olarak anıldığı gözlemlenmiştir.

KAYNAKLAR
Akurgal, Ekrem, Anadolu Kültür Tarihi, Tübitak Yayınları, Ankara 2002.
Aro, Jussi, “Remark on the Language of The Alalakh Texts”, AfO VII, 1954-56, s.
361-366.
Bar-Yosef Ofer, “Prehistory of The Levant”, Antropology Vol. 9, 1980, s. 101-133.
Bryce, Trevor, The Routledge Handbook of the Peoples and Places of Ancient
Western Asia, Taylor and Francis e-Library, New York 2009.
Bülbül, Cemil, Alalah Buluntularının M.Ö. II. Binyıl Anadolu Tarihindeki Yeri ve
Önemi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yyaımlanmamış Doktora Tezi, 2009.
Dassow, Eva von, Social Stratification of Alalah under the Mitanni Empire, Ph.D,
New York University 1997, s. 61-66.
Donbaz, Veysel, “Two Neo-Assyrian Stelae in the Antakya and Kahramanmaraş
Museums”, Royal Inscriptions of Mesopotamia Project-ARRIM 8, 5-20,
Toronto (1990), s. 7-9.

38
İ.Ö. 660’larda yapıldığı düşünülen antlaşma ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Jacob Lauinger, “Esarhaddon’s
Succession Treaty at Tell Tayinat: Text and Commentary”, Journal of Cuneiform Studies-64, (2012) s. 88-
122.
60
Dossin, Georges, Correspondance de Samsi-Addu et de ses fils Archives Royales de
Mari 1, Paris Imprimerie Nationale 1950.
CAD The Assyrian Dictionary of the University of Chicago 1956vd.
Erzen, Afif, Doğu Anadolu ve Urartular, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1992.
Gaal, Erno, “The Social Structure of Alalah”, Ed. M. Heltzer-E. Lipinski Society
and Economy in the Eastern Mediterranean (c.1500-1000) Proceedings of
the International Symposyum held at the University of Haifa from the 28 th
of April to the 2 nd of May 1985 OLA 23, Leuven 1988, s.99-110.
Gelb, J. Ignace, Hurrians and Subarians, Studies in Ancient Oriental Civilization
33, University of Chicago Press-Second Press, London 1973.
Greenstein, Edward L.- David Marcus, The Akkadian Inscription of Idrimi, Janes 8,
Columbia University 1976, s. 64-81.
Richard, Haines, Excavations in The Plain of Antioch II: Structural Remains of the
Later Phases Çatal Hüyük, Tell al Judaidah and Tell Tayinat, The Oriental
Institute of Publication, Chicago 1971.
Harrison, Timothy, Tayinat Höyüğü Arkeoloji Projesi 32, (Çev. Hatice Pamir), 36-
37, Hatay 2010.
Hawkins, J. David, Corpus of Hiyeroglyphic Luwian Inscriptions; Vol. 1, Berlin
2000.
Hook, Sinclair, “Excavations at Tabara el Akrad-1948-1949”, Anatolian Studies 1,
1951. s. 140-147.
Khurt, Amelie, Eski Çağ’da Yakındoğu (M.Ö. 3000-330), Türkiye İş Bankası
Yayınları, İstanbul 2009.
Kınal, Füruzan, “Yamhad Krallığı”, Türk Arkeoloji Dergisi c.5, S. 8-9, 1967, s.
196-211.
Köroğlu, Kemalettin, Eski Mezopotamya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2013.
Lauinger, Jacop, “Esarhaddon’s Succession Treaty at Tell Tayinat: Text and
Commentary”, Journal of Cuneiform Studies-64, (2012) s. 88-122.
Lauinger, Jacop- Batiuk Stephan, “A Stele of II. Sargon at Tell Tayinat”, Zeitschrift
für Assyrologie, 105(1), (2015), s. 54-68.
Lemaire, André, “Recherches de Topographie Historique Sur Le Pays De Que”,
Anatolia Antiqua I, 1991, s. 270-271.
Lipínski, Edward, The Aramaeans: Their Ancient History, Culture, Religion,
Orientalia Analecta, 100; Leuven, Peeters 2000.

61
Martino, Stefano de, “Din ve Mitoloji”, Hititler: Bir Anadolu İmparatorluğu, Yapı
Kredi Yayınları, 2013, s. 410-429.
Mendelsohn, Isaac, “On Slavery in Alalakh”, IEJ 5,1955, s. 65-72.
Na’aman, Nadav, “Aribua and the Patina-Hamath Border”, Orientalia 71-Fasc. 3,
2002, s. 291-295.
Olmstead, Albert T., “Shalmaneser III and the Establishment of the Assyrian
Power”, JAOS 41, (1921), s. 351-372.
Pamir, Hatice, “Alalakh’dan Antiochei’ya Hatay’da Kentleşme Süreci”, Mustafa
Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 6, S. 1, Hatay 2009, s. 263-
265.
Parker, Bradley, “The Mechanics of Empire. The Northern Frontier of Assyria A
case Study in Imperial Dynamics”, Helsinki 2001, s. 230.
Postgate, Nicholas, Fifty Neo-Assyrian Legal Documents, British Institute
Archeology at Ankara, England 1976.
Schaeffer, Claude F.-A. (Claude Frédéric-Armand), Ugaritica I-IV, Archive of
Mesopotamian Archeological Site Raports 1939-1969.
Tischler, Johann, RGTC 6, Weisbaden 1978.
Yakubovich, Ilya S. (2010): Sociolinguistics of the Luvian language. Brill’s studies
in Indo-European languages & linguistics, Brill, Leiden, 1-454.
Yıldırım, Nurgül, “Yeni Asurca Belgelerde Geçen Amēdi Şehri”, Ankara
Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, c. 52, S. 2, Ankara
2012, s. 93-110.
Yıldırım, Nurgül, “Demir Çağında Anadolu’daki Aramiler’in Politik Coğrafyası”,
Cappadocia Journal of History and Social Science, Vol. 6, Ahlen-Germany
2016, s.122-137.
Yiğit, Turgut, “Tabal”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi
Dergisi, S. 3-4, Ankara (2000), s. 176-189.
Whiting, Robert, “Amorite Tribes and Nations of Second-Millenium Western
Asya”, in Civilization of Ancient Near East 2, New York 1995, s. 1231-
1242.
Wiseman, Donald John, The Alalakh Tablets, London 1953.
Wiseman, Donald John, ed. D. Winton Thomas, “Alalakh”, Archaeology and Old
Testament Study 1967, s.117-135.
Woolley, Sir Leonard, Alalakh an Account of The Excavations at Tell Atchana in
The Hatay 1937-1939, Oxford University, 1955.

62
HARİTA VE RESİMLER
Ek 1: Alalah ve Mukiş Krallıkları (Klengel Horst, Syria 3000-300 BC., Academia
Verlag, Berlin 1992.
Ek 2: Patina/Unqi Krallığı (Parpola Simo - Porter M, The Helsinki Atlas of the Near
East in the Neo- Assyrian Period, The Neo-Assyrian Text Corpus Project,
Helsinki 2001.)
Ek 3: Alalah Tableti (Alalah Kralı Niqmepa’nın mariannu-gemi işçilerini hediye
olarak sunması ile ilgili tablet) British Museum-131453. Alalah Tableti (
Alalah kralı Niqmepa’ya ait tablet) British Museum-1953,0711.4.
Ek 4: Alalah Tableti (Alalah Kralı Niqmepa’nın mariannu-gemi işçilerini hediye
olarak sunması ile ilgili tablet) British Museum-131453.
Ek 5: Alalah Tableti (Alalah Kralı Niqmepa’nın mariannu-gemi işçilerini hediye
olarak sunması ile ilgili tablet) British Museum-131453. Alalah Kralı
İdrimi Yazıtlı Heykel- British Museum- 1939,0613.101.
Ek 6: Hiyeroglif Luvice Yazıt Parçaları (Hawkins J. David, Corpus of
Hiyeroglyphic Luwian Inscriptions; Vol. 1, Berlin 2000.)
Ek 7: Hitit Hiyeroglif Yazıtlı Stel (Peker Hasan, “İskenderun’da Bulunmuş Yeni
Hitit Hiyeroglif Yazıtlı ve Kabartmalı İki Stel ” Türk Eskiçağ Bilimleri
Enstitüsü-Haberler, Sayı 29, İstanbul 2009.
Ek 8: Hiyeroglif Luwice Yazıtlı Stel (Dinçol A- Dinçol B- Hawkins J.D-Peker H.,
“A New Hieroglyphic Luwian Inscription of Hatay”, Anatolica XL, 2014.)
Ek 9: Antakya Steli (Donbaz Veysel, “Two Neo-Assyrian Stelae in the Antakya and
Kahramanmaraş Museums”, Royal Inscriptions of Mesopotamia Project-
ARRIM 8, 5-20, Toronto (1990), s. 7-9.

63
EKLER:

Ek 1: Alalah ve Mukiş Krallıkları (I.Ö. 2. Binyıl)

Ek 2: Alalah Kralı Niqmepa’ya ait Mektup-Açana Höyük (Reyhanlı/Hatay)

64
Ek 3: Alalah Kralı Niqmepa’nın Gemi İşçileri ile ilgili Mektubu
(Açana Höyük-Reyhanlı/Hatay)

Ek 4: Mukiş ve Alalah Kralı İdrimi Yazıtlı Heykel (Açana Höyük-Reyhanlı/Hatay)

65
Ek 5: Patina/Unqi Krallığı

Ek 6: Hiyeroglif Luvice Yazıt Parçaları (Tayinat Höyük Reyhanlı-Hatay)

66
Ek 7: Hitit Hiyeroglif Yazıtlı Stel (Arsuz/Hatay)

Ek 8: Hiyeroglif Luvice Yazıtlı Stel (Cisr el-Hadid Demirköprü/Hatay)

67
Ek 9: Antakya Steli (Samandağ/Hatay)

68
69
ANTAKYA RUM MELKİT KATOLİK PATRİKLİĞİNİN SİYASÎ YAPISI
(1850-1916)
Haydar ÇORUH*
Giriş
XVIII. Yüzyılın başlarından itibaren Frenk dini olarak nitelendirilen
Katolik mezhebi, Ortodoksların yoğun olarak yaşamakta olduğu topraklarda hızla
yayılmaya başlamıştı. Önceleri misyonerler tarafından maddi ve manevi çeşitli
vasıtalar kullanılarak Ortodoks vatandaşların elde edilmesi şeklinde gerçekleşen bu
yayılma, bir süre sonra misyonerlerin elde ettiği pek çok Ortodoks tarafından bir
görev addedilerek, bilerek ve isteyerek yeni bir cemaatin oluşmasını sağlamaktaydı.
Özellikle Kudüs, Halep, Şam, Filistin ve Antakya gibi Ortodoksluğun en güçlü
olduğu yerlerde Katolikliğin yayılması, yeni mezhebin arkasındaki gücün ne
olduğunun ortaya konması açısından çok önemlidir1.
XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Katolik mezhebi bu bölgelerde büyük
kitleleri kendisine bağlayarak Ortodoksluk ile rekabet edebilecek derecede
kuvvetlenmiş görünmektedir. Bu kuvvetin en önemli göstergesi, II. Mahmud
döneminde Katolik Ermeni Cemaate özellikle Fransa ve Vatikan tarafından verilen
destektir. Çok geçmeden bu destek devlet tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır.
Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Katoliklerin geldikleri bölgelere
sürgün edilmesine karar verilmiştir. Ancak bahsi geçen güçlerin baskısı ve Katolik
Ermenilerin Osmanlı Rus Savaşı (1828-1829) sırasında Ruslara karşı Ahılkelek’i
müdafaa etmeleri, hem affedilmelerine hem de bir millet olarak tanınmalarına sebep
olmuştur. Bu hadiseden sonra bir nizamnameye sahip oldukları gibi, İstanbul’da
devlet tarafından tanınan murahhasa bulundurmalarına da müsaade edilmiştir. Bu
durum Katolik mezhebi mensuplarının, Ortodoks Rumlar karşısında önemli bir
mevki kazanmalarını da sağlamıştır2. Osmanlı Devleti’nin Katoliklere sağlamış
olduğu bu imtiyazlı durum, kısa zamanda bütün İmparatorluk çapındaki
Katoliklerin sempati kazanmasına vesile olmuştur. Bu itibarla Antakya ve
çevresinde daha önce Cizvitlerin, İngiliz Kapuçinlerin ve Fransisken rahiplerin
gizlice sürdürdükleri mezhep değiştirmeye yönelik misyoner faaliyetlerin, bu
fırsattan yararlanarak su yüzüne çıktığı görülmektedir3. Hatta sadece faaliyet
aşamasından çıkan bu çalışmalar kısa bir zaman sonra devlet nezdinde de tanınacak
olan yeni bir mezhebin doğmasına ve böylece Osmanlı milletleri arasına Katolik
milletinin de dâhil olması mümkün olmuştur.

*
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,
haydarcoruh@hotmail.com
1
Davut Kılıç, “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş Faaliyetleri”, Yeni Türkiye Dergisi,
S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 731-732.
2
Kılıç, Katolik Kilisesi’nin Kuruluş Faaliyetleri, s. 733.
3
Bu yeni mezhebi yaymak için özellikle Fransa’nın desteğini alan Cizvit misyonerler Osmanlı vatandaşı
Ortodokslar arasında bir taraftan dinî aykırılıkları kışkırtmak, diğer taraftan ırki farklılıkları körükleyen bir yol
seçmişlerdir (Fr. Michel Najim-T.L. Frazier, Antioch: A Brief History of The Patriarchate of Antioch,
(http://najim.net/ANTIOCHhistoryencyclopedia.pdf, Erşm: 30.09.2015), s. 36).
70
1. Antakya’da Katolik Patrikliği’nin Kurulması İçin İmtiyaz Talebi
Suriye ve çevresinde ikamet eden Hıristiyan milletlerin reislerine 23
Ağustos1853 tarihinde Şam’da toplanmak üzere bir davet gönderilmiş idi. Bu
reisler Büyük Meclis4’te toplanarak, padişah tarafından kendilerine verilmiş olan
“imtiyaz-ı mezhebiye”yi elden geçirmek için bir araya gelmişlerdi. Toplantıya
katılanlar kiliselerine ve diğer dinsel alanlarına ait hukuk ve muafiyetlerin padişah
tarafından da kabul edildiğini bir kez daha ifade etmişlerdi. Toplantının en önemli
maddesi olan söz konusu imtiyaz fermanı Rum, Ermeni, Ermeni Katolik
patriklerine, Protestan vekiline ve Yahudi haham başısına hitaben yazılmıştı.
Yazılan Hatt-ı hümâyûna ilaveten gönderilmiş olan emr-i âlî, meclis ileri
gelenlerinin önünde okunmuş ve bu emre aykırı bir hareketin yapılmaması
konusunda meclisin azami dikkat göstermesi istenilmişti. Böylece daha önce
Hıristiyan âlemine bahşedilmiş olan imtiyazların da aynen tatbikine devam edilmesi
bir kez daha dile getirilmiştir. Bu hususları doğrulamak için Şam valisine de bir
emir gönderilmiş ve emir Şam meclisinde bizzat vali tarafından okunmuş idi5.
Bu fermanın bir sureti, İstanbul’a gelmiş olan Ermeni Katolik patriği Rahip
Nikogos’a verilmiş idi. Ferman ile bütün tebaa ve reayaya verilmiş olan hak ve
ihsanlar sebebiyle, patrik Nikogos, minnettarlığını belirtmek üzere Bâb-ı âli’ye de
bir mahzar göndermiş idi6.
Osmanlı Devleti’nde öteden beri bulunan ve bir millet olarak kabul görmüş
olan çeşitli Hıristiyan mezhepleri arasında yeni yeni yerini almaya başlayan, Rum
Katolik milleti de bizzat padişaha başvurarak tıpkı Rum, Ermeni, Ermeni Katolik
patrikleriyle Protestan vekiline ve Yahudi Hahambaşına verilen imtiyazların
kendilerine de bahşedildiğini gösteren bir ferman istemekteydiler. Bu başvuru Rum
Melkit Katolik Patriği Maksimus Mazlum tarafından yapıldı. Amacı Rum Katolik
milletinin diğer milletler karşısındaki ezikliğine ve hakir görülmesine son vermekti.
Bu gerekçe ile Bâb-ı âlî’ye 24 Ağustos 1853 tarihli bir ariza sundu. Bu arızada Rum
Katolik milletinin, İstanbul’da bu0lunan Ermeni Katolik patriğine herhangi bir
tabiiyetlerinin söz konusu olmadığına işaret ederek, elinde bulunan berata göre
Antakya, İskenderiye, Kudüs ve diğer Osmanlı memleketlerinde bulunan bütün Rum
Melkit Katolik taifesinin tek ve müstakil patriğinin kendisi olduğunu ifade
etmekteydi. Maksimus Mazlum, İstanbul’da ikamet ettiği müddet zarfında konuyla
ilgili olarak devlet nazarında bir takım görüşmelerde bulunmuştu. Bu görüşmeler
sırasında Hıristiyanlarla ilgili bazı hususların düzenlenmesine yönelik isteklerini de
dile getirmişti. O bu temaslar sırasında Ortodoks Rum ve Katolik Ermeni

4
“Meclis-i Kebir-i Adli olarak bilinen temyiz mahkemesi, mutasarrıflığın merkezi olan Deyrü’l Kamer’de
kurulmuş olup, her kazanın ikişer üyeyle temsil edileceği 12 kişiden oluşan bir meclis idi. Bu meclisin
azalarından yarısını bütün cemaatler arasından mutasarrıf, diğer yazısını ise bizzat cemaatler seçerdi. Meclis
reisini de mutasarrıf tayin ederdi. Bu meclis Osmanlı hukuk tarihinde yalnız temyiz vazifesi yapmak üzere
kurulmuş ilk kanun yolu mahkemesi sayılması bakımından mühimdir.” (Ekrem Buğra Ekinci, “Lübnan’ın
Esas Teşkilat Tarihçesi”, Amme İdaresi Dergisi, c. 31, S. 3, Eylül 1998, s. 22). Meclis-i Kebir hakkında bk.
Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayet Nizamnamesi”, Memleket-Siyaset-Yönetim, S. 1, 2006, s. 171-181.
5
BOA, İ.HR. 106, lef 3, 24 Ağustos 1853.
6
BOA, İ.HR. 106, lef 3, 24 Ağustos 1853.
71
patriklerine hitaben yazılan fermanlarda, kendi mezheplerine yönelik bir fermanın
verildiğine dair bir ibarenin olduğuna da işaret etmiştir. Bu gerekçeyi dayanak
yapan Patrik Maksimus Mazlum İskenderiye, Antakya ve Kudüs’te bulunan Rum
patriklerin, İstanbul’da bulunan Rum patriği tarafından murahhasa olarak kabul
edildiklerini, aynı şekilde İskenderiye, Antakya ve Kudüs’te bulunan Ermeni ve
Ermeni Katolik murahhasaların da İstanbul’da bulunan bu milletlerin patriklerinin
murahhasaları olarak itibar gördüklerini ifade etmiştir. Bu iki oluşum karşısında
kendisine bağlı Rum Katolik milletlerinden olup diğer memleketlerde bulunan Rum
Katolik murahhasaların ise bizzat kendisi tarafından atanmış olmaları sebebiyle,
bunların kendisine ait murahhasalar olarak tanınmasını ve tasdikini istemiştir.
Murahhasa meselesinde olduğu gibi yukarıda bahsi geçen diğer üç millet tarafından
Bâb-ı âlî’de patrik vekili olarak ve patrik kapukethüdası olarak bulundurulan
adamlar gibi, Rum Katolik patrikliği tarafından da kapukethüdası
bulundurulmasının kulluk haklarından olduğunu ifade etmiştir7.
Maksimus Mazlum, İstanbul’da bulunan diğer patrikler gibi müstakil bir
patrik olduğuna işaret ederek, İstanbul’da bulunan Katolik Ermeni patriği
Nikogos’un gerek kendisine ve gerekse Rum Katolik taifesine hiçbir şekilde
müdahale etme hakkına sahip olmadığını ifade etmiş idi. Bu ifadesini bir kez daha
hatırlatarak, yukarıda bahsi geçen ve diğer patriklere gönderilen fermanların
içeriğine atıfta bulunarak, kendisine de bu şekilde müstakil olma yolunu açacak bir
fermanın verilmesini istemiştir. Maksimus Mazlum açıkça belirtmemekle beraber
Patrik Nikogos’a yönelik ve hitaben gönderilmiş olan emrin kendi taifesini
bağlamayacağını da ima etmiş oluyordu. Maksimus Mazlum, kendilerini
bağlamayan bu fermanın başka bir taife tarafından da kabul edilemeyeceğine işaret
ederek, Ermeni Katolik patriği Nikogos’un Rum Katolik taifesine yönelik elde
etmeye çalıştığı imtiyazın da reddini talep etmiştir. Maksimus Mazlum, kendilerine
verilecek bu ferman ile Rum Melkit Katolik patrikliğinin de diğer patriklikler gibi
devlet nazarında kabul göreceğine ve cemaati nezdinde makbul hale geleceğine
inanmaktaydı8.
Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, Rum Katolik patriği Maksimus
Mazlum’a bütün Hıristiyanlar gibi mezhep imtiyazlarını, kiliseleri ile diğer ibadet
merkezlerine ait hak ve muafiyetleri gösteren bir Hatt-ı Hümâyûn göndermiştir. Bu
emir Rum Katolik cemaatinin mezhep imtiyazını, hukukunu ve sahip oldukları
muafiyetleri göstermekteydi. Haziran 1853’te Maksimus Mazlum’a beş parçadan
oluşan bir emir gönderilmiştir. Bu emir ile Maksimus Mazlum Antakya,
İskenderiye, Kudüs ve bunların tabii olanların Melkit Rum patriği olarak
tanınmıştır. Ayrıca Kudüs ve ona bağlı olan Rum patrikliği, Mısır, İskenderiye ve
bunlara bağlı Rum patrikliği, Antakya, Şam ve bunlara tabi Rum patrikliği ile
Kıbrıs Başpiskoposluğunun da bağımsız kiliselerden olduğu bir kez daha dile
getirilmiştir. Emirde ayrıca bu patrikliklerin idarelerinde olan mahallerde bulunan
metropolitlerin azledilmelerine ve atanmalarına hiç bir kimsenin müdahale hakkı

7
BOA, İ.HR. 106, lef 3, 24 Ağustos 1853.
8
BOA, İ.HR. 106, lef: 3, 24 Ağustos 1853.
72
olmadığı gibi, ibadet merkezleri olan binalarla ilgili başka bir isteklerinin olması
halinde, verilecek emirlerin her patrikliğin kendi takririyle verilmeye devam
edileceği belirtilmiştir. Ayrıca Kudüs, Kamame Ermeni patrikliği ile Baalbek
Süryani patrikliği birbirinden farklı patriklikler olmakla beraber bu iki patrikliğin
aslında İstanbul Ermeni patrikliğine tabi olduğu bildirilmiştir. Aynı şekilde Keldani,
Süryani Katolik patriklerinin de İstanbul Katolik patrikliğine bağlı olduğu
kayıtlardan bir kez daha tetkik ve teyid edilmişti. Bütün bu hususların Maksimus
Mazlum’a ve yukarıda adı geçen diğer patriklere de ayrı ayrı bildirilmesi
emredilmiştir9.
Bunun üzerine 26 Ağustos 1853 tarihinde Maksimus Mazlum Bâb-ı âlî’ye
başka bir arzuhal daha gönderdi. Bu arzuhalde padişahın bir lütuf olarak vermiş
olduğu mezhep imtiyazlarının aslında sadece bir millete ait olmadığı ifade etmişti.
Bu imtiyazın bütün Hıristiyan milletler gibi Musevilere de verildiğini bildirmişti.
Buna delil olarak da diğer Hıristiyan milletlere ait patrikliklerin ellerinde bulunan
beratlar da bu husususun dile getirilmiş olduğuna işaret etmişti. Bu sebeple de
Maksimus Mazlum, diğer patrikler gibi kendisine de bir imtiyaz fermanının
verilmesini istemişti10.
Melkit Rum Katolik Patriği Maksimus Mazlum, Bâb-ı âlî’ye gönderdiği bir
başka arizasında, Mısır dışında bulunan Behzil İskelesi de denilen ve Bulak olarak
da bilinen mahalde ikamet eden Rum Katolik taifesinin rahiplerinin, oturdukları
hanelerde İncil okumakla meşgul olduklarını bildirmişti. Ancak son zamanlarda bu
mahalde bulunan Rum Katoliklere yönelik birtakım baskıların varlığına da dikkat
çekmişti.
Maksimus Mazlum, elinde bulunan berata göre, söz konusu mahallerde
kendisine tabi olan cemaatin ayinlerine hiçbir kimsenin müdahil olamayacağını
ifade ederek, bu berat doğrultusunda kendisine de bir ferman verilmesini istemiştir.
Ona göre ancak bu şekilde hâkimi olduğu cemaatin ayinlerine yapılabilecek her
türlü müdahalenin önü alınabilirdi11.
Bunun üzerine Osmanlı hükümeti, Maksimus Mazlum’un isteğini uygun
olarak Bulak İskelesi civarında ve Varyak kazasına tabi Mesfure karyesinde
bulunan papazhanelerde yapılmakta olan ayine mani olunmasını engellemek için bir
adet emr-i âli gönderilmesinin mümkün olup olamayacağı hususunda eski kayıtlara
müracaat edilmesine karar vermişti. Yapılan inceleme sonucunda, söz konusu
patrikliğin diğer patriklikler gibi gerekli şartları taşıdığı tespit edildiğinden,
emsaline göre Maksimus Mazlum’a da bir emr-i âli verilmesi emredilmiştir12.
Bunun üzerine Mısır valisi Abbas Hilmi Paşa’ya bir hüküm gönderildi. Bu
hükümde Mısır’da bulunan Bulak İskelesi civarındaki Melkit Rum Katolik taifesi
papazlarının İncil okurken bazı kişilerin tacizlerine maruz kaldıkları

9
BOA, İ.HR. 106, lef: 2, 24 Ağustos 1853.
10
BOA, İ.HR. 106, lef: 4, 26 Ağustos 1853.
11
BOA, A.DVN. MHM. 10/86.
12
BOA, A.DVN. MHM. 10/86.
73
bildirilmekteydi. Bu kişilerin “ayin yaparken İncil okuyup kandil asmışsınız,
iskemle ve tasvir koyup perde asmışsınız, buhur yakıp sallarsınız ve elinizde değnek
tutarsınız” diyerek ayin yapılmasına müdahale etmekte oldukları tespit edilmiştir.
Validen bu tür müdahalelerin önünün alınması istendiği gibi, cemaatin ve
papazların hiçbir kimse tarafından rencide edilmesine izin verilmemesi için
Maksimus Mazlum’a verilmek üzere bir emr-i âlinin gönderilmiş olduğu da ifade
edilmiştir13.
Meclis-i Vâlâ imzasıyla gönderilen bu emir “Hıristiyan taifesinin mezhep
imtiyazları maddelerini” de içermekteydi. Bu fermanın bir nüshası Katolik Ermeni
Patriği Nikogos Efendiye de verilmiş olup, bir nüshası da Melkit Katolik Rum
Patriği Maksimus Mazlum’a gönderilmişti.
Maksimus Mazlum, Hariciye Nezareti’ne göndermiş olduğu arzuhalde
kendisine verilen emr-i âli sebebiyle padişaha duyduğu minnettarlığı özellikle ifade
etmekteydi. Maksimus Mazlum arzuhalinde kendisine bağlı tebaanın Katolik
patriğine tabi olmadığını, tam tersine elindeki beratta da belirtildiği üzere kendisinin
Melkit Rum Katolik taifesinin müstakil patriği olduğunu üzerine basarak
vurgulamaktaydı. Kendisine verilen cevapta; Maksimus’un Antakya, İskenderiye,
Kudüs ve tevabii Melkit Rum Katolik patriği olarak tanınmış olduğuna işaret
edilmekteydi. Bunun üzerine konu bir kez de Meclis-i Hass-ı Vükelâ’da ele alındı.
Bu husus Meclis-i Âli’de de müzakere edildikten sonra kararın kesinleşmiş olduğu
görülmektedir14.
Maksimus Mazlum’a gönderilen bu emirden kendisine sadece Rum Katolik
patrikliğinin kabul edildiğine dair bir berat gönderildiği anlaşılmaktadır. Maksimus
beratını aldıktan hemen sonra Hariciye Nezareti’ne Antakya, İskenderun ve Kudüs
ve sair Osmanlı memleketlerinde bulunan Katolik milleti patriği olarak 11 Kasım
1853 tarihli ve Arapça ibareli bir mektup gönderdi.
Bu mektupta Humus, Hama ve bu iki şehre bağlı beldelerde berat sahibi
olan Ermeni Katolik metropolidi Gariforyos Ata’nın Humus beldesinde bulunan
Rum Katolik taifesinin ibadet mekânlarına yönelik taarruzlarda bulunduğunu,
oysaki burada yaşayan Rum Katoliklerinin kendisine bağlı olduğunu iddia etmiştir.
Maksimus bu tür müdahale ve taarruzların ortadan kaldırılması için metropolit
Gariforyos’un sahip olduğu beratın şartlarına uygun olarak bir “müstakil patriklik
imtiyaz” fermanının kendisine de verilmesini istedi15.
Maksimus Mazlum’un bu başvurusu üzerine Humus ve Hama metropolidi
Gariforyos Ata, Hariciye Nezareti’ne bir ariza göndermiştir. Gariforyos arizasında
Humus beldesinde Rum Katolik taifesine ait olan ve bir keşişhaneden ibaret olan

13
BOA, İ.HR. 10/86, 4 Ekim 1853.
14
Buna ilaveten aynı emr-i alinin Kudüs ve tevabii Rum Katolik patriği ile Erzurum ve sair mahallerde
bulunan patriklere de verilmesinin uygun olduğu ifade edilmekteydi (BOA, İ.HR. 106, lef: 1, 28 Kasım 1853).
15
Antakya, İskenderiye ve Kudüs ve sair Osmanlı memleketlerinin Katolik halkı Patriği tarafından Arapça
olarak verilen arizanın 8 Cemaziyelevvel 1270 (13 Şubat 1854) tarihinde gelmiş olup, 15 Cemaziyelevvel
tarihinde ise gereğinin yapılması için Beylikçi kalemine gönderilmiştir (BOA, HR.MKT. 71/8).
74
mabette, hem rahiplerin hem de Hıristiyan ahalinin mezheplerinin gereğini yerine
getirdiğini bildirmekteydi. Buna mukabil bu keşişhanenin metropolitlik için de dini
vecibelerin ifa edildiği bir merkez vazifesi gördüğünü belirtmiştir. Yazının
devamında bir süreden beri bazı çevrelerin bu keşişhaneye tacizde bulunduklarını
ancak elinde bulunan beratın, padişahın cemaatine bahşetmiş olduğu hak ve hukuka
aykırı olarak yapılan bütün bu müdahalenin ortadan kaldırılması için kavi birer
senet olduğunu bildirmekteydi. Gariforyos, bütün bu saldırılara rağmen Humus
bölgesinde bulunan söz konusu hanede keşişler kadar erkek ve kadın bütün
cemaatin hala ayin merasimine katılmaya devam ettiklerini de ifade etmiştir16. Belli
ki Gariforyos, Maksimus Mazlum’u bu saldırılardan mesul tutmakta ve saldırıların
arkasında Melkit Katolik Rum cemaatinin olduğunu ima etmekteydi.
Maksimus Mazlum’un mezhep şartları ve usulleri dikkate alınarak
beratında geçen şekliyle yeni bir emrin tarafına verilmesini istemiş olması,
Gariforyos ile Maksimus Mazlum’un Katolik mezhebi üzerinde hâkimiyet kurma
konusunda yeni bir mücadele alanı açmış olduklarını göstermektedir.
Rum Katolik Patriği Maksimus’a verilecek olan imtiyaz fermanı meselesi 6
Şubat 1854 tarihinde Meclis-i Vâlâ’da ele alınmıştır. Bu konu aynı tarihlerde
toplanan Meclis-i Mahsus’ta da ele alındı. Yazılan emirde; Antakya, İskenderiye,
Kudüs ve tevabii Melkit Rum Katolik patrikliği Maksimus Mazlum’un üzerinde
müstakil bir patriklik olduğuna karar verildi. Toplantıda ayrıca Kudüs ve Kudüs’e
bağlı olan beldelerin Rum patrikliği, Mısır, İskenderiye ve buralara bağlı olan
beldelerin Rum patriklikleri, Antakya, Şam ve bu ikisine bağlı olan yerlerin Rum
patriklikleri, Erzurum ve Kıbrıs Başpiskoposluğu müstakil birer patriklik olarak
düzenlenmişti. Ancak bu patrikliklerin tamamının Rum milletinden ve mezhep
olarak da Katolik olmaları sebebiyle Ermeni Katolik patrikliğine tabi olmalarına
karar verilmişti17.
Oysaki Maksimus Mazlum’un bu patrikliklerle hiçbir alakası yoktu. Devlet
nezdinde itibar görmek için bunların hiçbirine de müracaat yapmadığı tespit
edilmiştir. Bununla beraber bu patriklerden hiçbirine de müstakil olduklarına dair
bir emri ali verilmiş değildi. Çünkü bunların hepsi İstanbul Rum patriğine bağlıydı.
Şayet Maksimus Mazlum’a böyle bir emr-i alinin verilmesi, İstanbul Rum Patriğine
verilen imtiyazlara da aykırı düşeceği aşikârdı. Bu sebeple Maksimus Mazlum’a
başka bir emr-i ali verilmesinde bir beis olmadığı bildirilmiştir. Bu husus Meclis’te
hazır olanlar tarafından tasvip edilmiş olsa da, bu konuda son sözü padişah
söyleyecekti. Ancak padişah bu iradeyi vermekten imtina etmiş görünmektedir.
Muhtemeldir ki bazı konularda tatmin edilmemiş idi. Bu sebeple padişah, söz
konusu mesele ile ilgili mazbata ve evrağı bir kez daha incelenmek üzere meclise
geri gönderilmişti18.

16
BOA, HR.MKT. 94/77, 28 Kasım 1854.
17
BOA, İ.HR. 106, lef: 6, 6 Şubat 1854.
18
BOA, İ.HR. 106, lef: 6, 6 Şubat 1854.
75
Konuyla ilgili yapılan görüşmeler sonucunda 9 Mart 1854 tarihinde yeni
bir karar alınmıştır. Bu kararda Maksimus Mazluma verilmesi gereken fermanın
diğerlerine verildiği gibi verilmediği anlaşılmaktadır. Bu ferman emsalleriyle aynı
içerikte, ancak aşağıda bahsi geçecek olan ve patriğe verilmiş olan fermanın zayi
olduğunu bildiren arizanın üzerine Hatt-ı Hümâyûn yazılmak suretiyle verildiği
görülmektedir19.
Böyle bir yola başvurulmasının teamüllere uygun olmadığı aşikârdır.
Ancak Osmanlı hükümeti daha önce de bahsi geçtiği şekilde “beyaz üzerine” Hatt-ı
Hümâyûn ile müstakil patriklik beratını ve mezhep imtiyazlarını gösteren bir
fermanı Maksimus Mazlum’a göndermişti. Fakat Rum Katolik Patrik vekili
(muhtemeldir ki, kethüdası) Oknadihos Muhori’nin Bâb-ı âlî’ye gönderdiği bir
mazbatada fermanın kaybolduğuna dair bilgi verilmekteydi. Muhori, Hıristiyan
milletleri patriklerine gerek kendileri ve gerek reayalarının rahatlarının ve
refahlarının sağlanması için bir emri ali verildiğini belirtmekteydi. Bu beratların bir
benzerinin de Antakya, İskenderiye, Kudüs ve diğer memleketlerde bulunan Rum
Katolik reayanın patriği olan Maksimus Mazlum’a da verildiğini ve patrik vekili
olarak bu belgeyi iki ay evvel bizzat teslim aldığını bildirmekteydi. Ancak patrik
vekili/kethüdası Oknadihos Muhori Şam’a dönüşünde Cebel-i Dürz denilen
mevkide, bazı Dürzi eşkıyaların saldırısına uğramıştı. Fermanı taşıyan posta,
Dürziler tarafından soyulmuş, bu esnada bahsi geçen Hatt-ı Hümâyûn da zayi
olmuştu. Patrik vekili bu zayiattan dolayı yeni bir Hatt-ı Hümâyûn’un verilmesini
istemekteydi20. Konu Meclis-i Vükelâ’ya taşındı ve alınan kararda, mezhep
imtiyazına dair Antakya, İskenderiye, Kudüs ve tevabii Melkit Katolik patriğine
hitaben iki ay evvel verilmiş olan fermanın zayi olması sebebiyle bir başkasının
verilmesine dair patrik vekili tarafından talepte bulunulduğu belirtilmişti. Konuyla
ilgili olarak padişahın fikri alınmak üzere Divan-ı Hümâyûn kaleminden kaydı
çıkarılan emr-i âlinin yeni bir nüshasının hazırlanarak verilmesi emredilmiştir. 2
Haziran’da çıkan iradede, ikinci nüshanın verilmesinde bir mahzur olmadığı
bildirilmekteydi21.
26 Temmuz 1854 tarihinde Divan-ı Hümâyûn kalemi ikinci nüshayı
hazırlayarak Maksimus Efendi’nin vekiline/kethüdasına teslim etmiştir. Bu “Emr-i
âlî” de yer alan Hatt-ı Hümâyûn; ferman ahkâmına dikkat edilmesi istenilmiştir.
Ferman Antakya, İskenderiye, Kudüs ve bu beldelere bağlı olan yerlerin dini
idaresini elinde bulunduran Melkit Rum Katolik Patriği Maksimus Mazlum’a
gönderilmişti.
Fermanda bazı ihmallerden dolayı yapılmış olan su-i istimallerin bir daha
tekrar edilmemek üzere terk edilmesi istenilmiştir. Bu itibarla kendilerine sunulmuş
olan imtiyazlar sebebiyle hem ruhani makamların hem de Osmanlı
İmparatorluğu’nda bulunan bütün kilise, manastır ve onların sahip oldukları arazi,

19
BOA, İ.HR. 106, lef: 6, 9 Mart 1854.
20
BOA, İ.HR. 110, lef: 2, 1 Haziran 1854.
21
BOA, İ.HR. 110, lef: 2, 2 Haziran 1854.
76
emlak ve diğer akarlar yanında rahiplere mahsus muafiyet ve hukuk gibi hakların da
beratlarında yazılı olduğu ifade edilmiştir. Gönderilen fermanda ayrıca Melkit Rum
Katolik mezhebinde bulunan “teba’a-i sadıka-i şahâne” rahiplerine de verilmiş olan
mezhep imtiyazlarının geçmişte olduğu gibi bundan sonra da aynı şekilde
korunmasına devam edileceği bildirilmekteydi. Diğer taraftan bunun aksine hareket
edenler olursa onların da “gazab-ı mülükâneye mazhar olacaklarını bilmeleri”
istenmekteydi. Yine bu konuda taraflardan birinden aksine bir hareket meydana
gelir ise hiçbir itiraza bakılmaksızın gereğinin yapılması emredilmiştir. Emrin
devamında ferman eline ulaştığı andan itibaren patriğin emrin içeriğine uygun
olarak hareket etmesi, kendisine bu konuda bir engel çıkaran olur ise bunu da derhal
Bâb-ı âlî’ye bildirmesi emredilmiştir22.
Patrik vekilinin/kethüdasının vermiş olduğu bu imtiyaz belgesinin,
“fermanın zayi olduğuna dair” mahzarın üzerine yazılarak verilmiş olması, aslının
patrikliğe daha önce verildiğini teyit etmektedir. Mahzarın devamında imtiyaz
belgesinin verilmesiyle ilgili bir başka not daha dikkat çekmektedir. Bu notta;
Hıristiyan milletlerinin patriklerine verilmiş olan mezhep imtiyazını gösteren emr-i
âlî gibi Antakya, İskenderiye ve Kudüs ve bunlara tabi olan Melkit Rum Katolik
patriklerine hitaben, emsallerine uygun olarak verilen emrin baş tarafına Hatt-ı
Hümâyûn eklendiği görülmektedir. Bu yeni emrin verilme sebebi yukarıda bahsi
geçen patrik vekilinin ifade ettiği “zayi olayı” ile bağlantılı kılınmış olup emr-i
âlînin mazbataya derkenar olarak eklendiği belgede de ifade edilmiştir. Ayrıca bu
yeni emrin verilmesi karşılığında, şayet aslı bulunursa, aslının İstanbul’a
gönderilmesine ve yeniden bir emr-i âlî yazılmasına karar verilmişti23.
2. Maksimus Mazlum’un Vefatı ve Eklimendos’un Patrik Olarak
Tayini
Yukarıda bahsi geçen belgenin sonunda verilen bilgiler, Muhori’nin
kethüda olduğunu doğrulamaktadır. Çünkü bu belge, patrik vekili olarak
Eklimendos adlı bir rahibin varlığına işaret etmektedir24. Öyleki Eklimendos,
kendisini Antakya, İskenderiye, Kudüs ve diğer mahallerde oturan Melkit
Katoliklerinin patrik vekili olarak vasıflandırdığı bir mazbatayı 22 Kasım 1854
tarihinde İstanbul’a göndermişti. Eklimendos’un bu mazbatası onun 1 Haziran 1854
tarihinden biraz önce cemaati tarafından patrik seçildiğini göstermektedir.
Eklimendos mazbatasında cemaatinin çoğunluğunun Arabistan tarafında ikamet
etmekte olduğundan bahsetmektedir. Yeni patrik cemaatinin talebine uygun olarak
İskenderiye civarında yeni bir patrikliğe ihtiyaç duyulduğunu bildirmekte ve

22
BOA, İ.HR. 110, lef: 1, 1 Haziran 1854.
23
BOA, İ.HR. 110, lef: 1, 1 Haziran 1854.
24
Asıl adı Michael Bahouth olan Eklimendos Efendi 1799 yılında Aka yakınlarında doğdu. 1816 Holy
Saviour manastırına kabul edildi. 1824 yılında sıradan bir papaz oldu. 1826’dan biraz önce Romayı ziyaret
etti. 1826’dan 1835’e kadar İtalya’nın Livorno kasabasında Melkit rahip olarak çalıştı. 10 Ağustos 1836’da
Akka piskoposu olarak patrik Maximos III Mazlum tarafından kutsandı ve Clement adını aldı. Maximos III
Mazlum’un ölümünden sonra Melkit Katolik papazlar tarafından kurulan bir sinodda 1 Nisan 1856’da patrik
olarak atandı. 24 Eylül 1864’de kendi isteğiyle patriklikten ayrılarak, makamı halefi Gregory II Youssef’e
bıraktı (https://en.wikipedia.org/wiki/Clement_Bahouth#Life (03.01.2016).
77
patrikliğin kurulması için gerekli iznin verilmesine dair Mısır valisi Said Paşa’ya
hitaben bir emrin gönderilmesini istedi25.
Eklimendos, Rum Katolik cemaatinin matranları26 tarafından Sayda’da
düzenlenen hususi bir mecliste, kendisinin ehliyeti ve âlim olması sebebiyle patrik
olarak tayin edilmiş olduğunu bildirmişti. Bu seçimin akabinde memuriyetini yerine
getirebilmesi için Sayda valisinden gerekli beratın verilmesini istemişti27.
Sayda valisi, İstanbul’a gönderdiği tahriratında Antakya ve İskenderiye
Rum Katolik Patriği Maksimus Mazlum’un vefat ettiğini resmi olarak teyid ederek,
patrik Maksimus Mazlum’un yerine yukarıda bahsi geçen Akka matranı
Eklimendos adlı rahibin seçildiğini haber vermişti. Sayda valisi, Rum Katolik
milleti matranlarının ittifakı ile seçilmiş olan yeni patrik Eklimendos için
İstanbul’dan berat talep etmişti. Bunun üzerine Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye
hazine-i evrakta yaptırdığı inceleme sonucunda, daha önce ölmüş olan Maksimus
Mazlum’un Antakya, İskenderiye ve Kudüs ile sair mahallerin Melkit Rum Katolik
patriği tayin edildiğine dair beratın 19 Aralık 1847 tarihinde verilmiş olduğunu
tespit etmişti28. Bu inceleme sonucunda, Maksimus Mazlum’un, Antakya,
İskenderiye ve Kudüs ile buralara tabi mahallerin Katolik cemaatini oluşturan
Keldani, Süryani ve Maronit (Marunî) milletlerinin murahhasaları, piskoposları,
papazları, keşişleri, büyük ve küçükleri üzerlerine patrik tayin edildiği anlaşılmıştır.
Bu beratın genel kaidelerine bakıldığında; Patriklikle ilgili devlet işlerinde cemaat
üyelerinin, her cemaatin kendi patriğine müracaat etmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Bu husus diğer patrik beratlarında olduğu gibi İstanbul ve tevabii Katolik patriği
elinde olan berat şartlarında da vardı. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye kararıyla
verilen irade gereği Keldani ve Süryani milletleri murahhasalarına verilen beratlar,
bu cemaatlere patrik olarak Maksimus Mazlum’un nezaret edeceğini
doğrulamaktaydı. Bu itibarla Osmanlı Devleti tebaası olan Melkit milletini de
Keldani ve Süryaniler gibi bir kavim olmaları sebebiyle aynı berata tabi kılmıştı.
Ancak Maksimus Mazlum’un henüz beratını almamış olduğu bir sırada, Ermeni
Katolik patriği Gariforyos Efendi yukarıda adı geçen bu kavimlere patrik olmak
isteğiyle Bâb-ı âlî’ye bir arzuhal gönderdiği ve müsaade istemiş olduğu
bilinmekteydi. Bu sebepledir ki şimdi bu kavimlerin patriği olan Maksimus
Mazlum’a da, emsali gibi bir patriklik beratı verilmesi gerekmekteydi. Bu
gerekçeleri dikkate alan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye yapılan bu müracaatı
değerlendirerek, Maksimus Mazlum’a da Antakya, İskenderiye, Kudüs ve sair

25
BOA, İ.HR. 110, lef: 2, 1 Haziran 1854.
26
Patrikhane dışındaki cemaat üyelerinin yaşadıkları yerler, idari anlamda bölgelere ayrılır. Bu bölgelere
matranlık adı verilir. Matran, patrikten sonra gelen, ruhani ve idari yetkileri bulunan makamdır. Matranlık
idaresi, piskoposluk birimlerinden oluşur. Günümüzde matran (mıtran) ifadesi yerine daha çok metropolit
ifadesi kullanılır... İslam kaynaklarında matran kelimesi “Hıristiyanlar arasındaki davalara bakan kadı”
anlamında kullanılır (Levent Öztürk, İslam Dünyasında Hıristiyanlar, İz Yayınları, İstanbul 1988, s. 64’den
naklen Mehmet Şimşek, Süryani Ortodoks Kilisesi Hiyerarşisi,
http://www.deyrulzafaran.org/turkce/detay.asp?id=148&kategori=MAKALELER (03.01.2016).
27
BOA, İ.HR. 133, 12 Haziran 1856.
28
BOA, İ.HR. 133.
78
mahallerde bulunan Melkit Katolik Rumlarının patriği olduğuna dair beratın
verilmesine karar verdiği anlaşılmaktadır29.
Ancak Maksimus Mazlum’un vefatı sebebiyle bu berat vekili olan
Eklimendos’un eline geçmemiş olacak ki, patrik seçilir seçilmez, Eklimendos bu
beratı almak üzere Sayda valisine müracaat etmişti. Ancak vali konuyla ilgili son
kararın padişah tarafından verileceğini bildirmişti30.
Sayda valisi 18 Ağustos 1856 tarihinde Bâb-ı âlî’ye gönderdiği bir
tezkerede, Antakya, İskenderiye ve buralara bağlı olan yerlerdeki Melkit Rum
Katolik Patrikliğinin Akka matranı olan Eklimendos’a tevdi edilmiş olduğunu
belirtmişti. Cemaati tarafından ittifakla seçilmiş olan Eklimendos’a da emsaline
göre yeni bir ferman ve berat verilmesi gerektiğine dair Vali tarafından takdim
edilen takrir, Divân-ı Hümâyûn kaleminde görüşülmüş ve Eklimendos’un
memuriyetini ifa edebilmesi için gerekli olan beratın verilmesi hususunda padişahın
onayı istenmiştir. Bunun üzerine padişah, eskisine (Maksimus Mazlum’un beratına)
benzer bir beratın verilmesini emretmiştir31.
3. Yeni Patrik Eklimendos’un Mecidi Nişanına Layık Görülmesi
Beratını alan Patrik Eklimendos, 27 Mayıs 1861 tarihinde diğer patriklere
verilmekte olan ve bir gelenek halini almış olan Mecidiye nişanı talebiyle ilgili
olarak Bâb-ı âlî’ye müracaatta bulunmuştu. Eklimendos, bu başvuru ile diğer
patriklerle aynı seviyede olduğunu gösteren bir nişan elde etmeyi amaçlamıştır.
Böylece patrikler arasında olduğu kadar Babıali nezdinde de itibar sahibi olacaktı.
Patrik Eklimendos takririnde emsali gibi kendisine de birinci dereceden bir adet
nişan verilmesini istemekteydi32. Nişan verilmesinin uygun olduğuyla ilgili irade 8
Haziran 1861 tarihinde çıkmış ve 6 Temmuz’da Maliye Nezareti’ne bildirilmiştir33.
Maliye Nezareti’nden Şam valisi Mehmed Fuat’a gönderilen mazbatada,
Antakya, İskenderiye Rum Katolik Patriği Eklimendos Efendi’ye birinci rütbeden
Mecidiye nişanı verildiği bildirilmiş ve gönderilen mektuba bir de berat
eklenilmişti. Söz konusu nişan ve berat vali tarafından patriğe 23 Temmuz 1861
tarihinde teslim edilmiştir. Bunun üzerine patrik, teşekkürlerini ifade eden bir
mektubu Şam valisine gönderdi. Patrik mektubunda sadece teşekkür ve minnet
duygularından bahsetmemiş, aynı zamanda kendisine bağlı olan bölgede ve Cebel-i
Lübnan’da bulunan Hıristiyanların nüfus ve kuvvet olarak en kudretlilerinin Marunî
taifesi olduğunu bildirmişti. Patriğin mektubunda ifade etmiş olduğu bu husus Vali
Fuvad Bey tarafından da bizatihi tespit edilmiş olup, Trablusşam’dan Cebel-i
Lübnan’daki Marunîler tarafına gittiği zaman Marunîlerin ziyadesiyle itaatkâr
olduklarını görmüştü. Bu seyahati esnasında patrikleri olan Patris Belos Efendi’nin
dosdoğru bir insan olduğunu, mezhep binalarının güzel ve düzenli olduğunu,

29
BOA, İ.HR. 133, lef: 3.
30
BOA, İ.HR. 133.
31
BOA, İ.HR. 133, lef: 13, 18 Ağustos 1856.
32
BOA, İ.HR. 185, lef: 2, 27 Mayıs 1861.
33
BOA, HR. MKT. 380/67, 6 Temmuz 1861.
79
bunların diğer ruhani reisler gibi olmayıp, doğru hareket etmekte olduklarını,
bunlara ve patriklerine birer kıta nişan-ı ali verilmesi halinde umumi olarak taltif
edilmiş olacaklarını bildirmişti. Vali ayrıca umum Ermeni Katolik milletinin patriği
olan ve Cebel-i Lübnan’da ikamet eden ve İstanbul’daki patrikler gibi olmadığını
bildirdiği Misis patriği Gariforyos Efendi’nin dinî akidelere göre seçilmiş bir patrik
olması hasebiyle ona da emsaline göre birinci rütbeden bir adet Mecidi Nişan
verilmesini talep etmiştir34.
Eklimendos Efendi’ye verilen Mecidi nişan ve berat sebebiyle cemaati
tarafından 24 Ekim 1861 tarihinde Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye’ye bir tezkere
gönderilerek teşekkür edilmişti. Bu mektupta Marunî taifesi patriği Patris Belos
Efendi ve umum Ermeni Katolik patriği olup Cebel-i Lübnan’da ikamet eden Misis
patriği Gariforyos Efendi’nin devlete olan sadakatleri dikkate alınarak, emsaline
göre birinci rütbeden nişan verilmesi hususu Fuat Paşa tarafından İstanbul’a
bildirilmişti. Buna mukabil hem yeni patrik, hem de bahsi geçen bu patrikler
hakkında tahkikat yaptırılmış ve bu tahkikatın sonucunda sadakatleri teyid edilmesi
sebebiyle her patriğe vazifesine uygun birer nişan ve berat verilmesine karar
verilmiştir35.
4. Eklimendos Efendi’nin İstifası ve Akka Matranı Gariforyos’un Patrik
Olarak Seçilmesi
Bu arada Cebel-i Lübnan Mutasarrıfı Rüstem Paşa36’ya Antakya,
İskenderiye, Kudüs Rum Melkit Katolik Patriği Eklimendos Efendi tarafından bir
ariza gönderilmişti. Bu arizada fesat niyetiyle bir takım şahısların milleti devlete
karşı eyleme yöneltme çabası içinde olduklarını bildirilmekteydi. Ayrıca bu
günlerde Cebel-i Lübnan mutasarrıflığı dâhilinde de aynı fesat ehlinin ortaya çıktığı
da yazıda belirtilmişti37.

34
BOA, İ.HR. 189, 20 Ekim 1861.
35
BOA, İ.HR. 189, lef: 5, 24 Ekim 1861.
36
Rüstem Paşa (asıl adı Francesco, d. 1814, Hamburg - 1894, Londra), İtalyan kökenli Osmanlı diplomat ve
yönetici. Trablus'ta Mustafa Necip Paşa'nın tercüman ve kâtibi olarak çalıştı (1854). İstanbul'da bazı paşaların
kâtip ve tercümanlığının yanı sıra pasaport müdürlüğü yaptı. Tahrirat-ı Hariciye müdürü oldu. Floransa
maslahatgüzarlığına, Petersburg büyükelçiliğine atandı. Vezir rütbesiyle Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına
getirildi. 1885'te Londra büyükelçiliğine atandı ve bu görevdeyken öldü. Son görevi olan Londra büyükelçiliği
sırasında, Ermeni propagandacılara karşı verdiği mücadele kadar, akşam partileriyle de tanındı
(https://tr.wikipedia.org/wiki/RustemPacha(1814-1894)). Süleyman Uygun, Beyrut’ta bir dönem (1873-
1882)mutasarrıflık yapmış olduğunu bildirir (Uygun, “Denizaşırı Dilenciliğe Bir Örnek: Marûni Dilenciler”,
OTAM, Sayı: 30, -Güz-, 2011, s. 204). “Fransız Jurnal de Deba gazetesinin 22 Eylül 1882 tarihli nüshasında
yayınlanan bir makale Fransa ve İngiltere’nin Orta Doğu’da çevirdiği oyunları ortaya koyması bakımından
çok önemlidir. Makalede Fransızların Marunîleri, İngilizlerin de Dürzîleri kışkırttığı, İngiliz misyonerlerinin
çok başarılı çalışmalar yapabildiği hâlde Fransız Hükûmeti’nin başarılı olamadığını yazmaktadır. İngilizlerin
bölgeye İtalyan asıllı ve İngiliz dostu Rüstem Paşa’yı vali olarak atattırarak çok isabetli bir çalışma yaptığı,
ancak yeni valinin Fransa taraftarı olması için çalışma yapılması gerektiği istenmektedir” (Hilmi Bayraktar,
“Orta Doğu Topraklarında Osmanlı İdaresi Aleyhine Yapılan Yerli Ve Yabancı Basın Yayın Faaliyetleri Ve
Devlet Adamlarının Tutumu”, http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/BAYRAKTAR-Hilmi
(04.01.2016).
37
BOA, HR.TO. 464/35, 13 Haziran 1862.
80
Eklimendos Efendi, Katolik Rum Melkit olanların çoğunluğunun kendisine
tabi olduğunu ve bu sebeple hakikatin bilinmesini istemekteydi. Eklimendos Efendi,
Rüstem Paşa’nın Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına tayini ile bütün tebaanın kulluk
haklarına ve hakikatlerine son derece riayet edildiğini bildirmiştir. Eklimendos
Efendi bu tayinden büyük memnuniyet duyduklarını belirterek, Cebel-i Lübnan’da
yeni yönetimin hiçbir şekilde kargaşaya izin vermeden hükümet etmekte olduğunun
altını da çizmiştir. Buna rağmen bir takım fesat ehlinin ortalığı karıştırdığı bilgisinin
kendisine de ulaşmış olduğunu belirtmiştir. Eklimendos Efendi, fesada yönelmiş
olanların mutasarrıflığın işlerine müdahale etmek maksadıyla hareket ettiklerini,
ancak mutasarrıfın da bu kişilere fırsat verdiğinin altını çizmiştir. Bununla beraber
mutasarrıfın son derece adil ve iyi bir idare sergilediğini söylemekten geri
durmayan Eklimendos Efendi, kendisinin hiçbir şekilde hak yolundan ayrılmayı
düşünmediğini, gerektiğinde sevabı için şehadet şerbetini içmeye hazır olduğunu da
açıkça ifade etmiştir38.
Eklimendos Efendi yukarıda bahsi geçen fesat ehlinin çıkardığı iftiralara
dayanamayarak istifa etmek zorunda kalmıştır. Bu itibarla Eklimendos Efendi
Hariciye Nezareti’ne 16 Ekim 1864 tarihinde gönderdiği bir arizasında Antakya,
İskenderiye, Kudüs ve tevabii Rum Katolik patrikliğinden istifa etmiştir39.
Bu istifanın ardından Akka Matranı Gariforyos (Yusuf) Efendi yeni patrik
olarak seçilmiştir40. Eklimendos’un istifasının arka planında, yukarıda bizzat
kendisinin işaret etmiş olduğu fesat zümresinin muhtemel bir operasyonunun
olduğundan bahsedilebilir. Gariforyos Efendi’nin yeni patrik olarak seçilmesinde bu
operasyonu yapanların dahlinin olabileceği de akla gelmektedir.
Beyrut mutasarrıfı Fuat Paşa41 16 Ekim’de Hariciye Nezareti’ne gönderdiği
bir yazıyla Gariforyos Efendi’nin patriklik beratının verilmesini istemiştir42. Bab-ı
âli tarafından yaptırılan tetkik sonucunda Eklimendos Efendi’ye 27 Temmuz 1824
tarihinde papazlık beratı verilerek, patriklik beratının ise 1 Nisan 1856 yılında
verildiği tespit edilmiştir. Bu beratın sahip olduğu şartlar dâhilinde Gariforyos

38
BOA, HR.TO. 464/35, 13 Haziran 1862.
39
BOA, İ.HR. 209, lef: 2.
40
Melkit Rum Catolik kilisesi patriği olan ve Osmanlı kaynaklarında Gariforyos Yusuf Efendi olarak geçen
Gregory II Youssef, diğer adıyla Gregory II Hanna Youssef-Sayour 17 Kasım 1823’te doğdu, 13 Temmuz
1897’de öldü. 1864’de başlayan Melkit Rum Katolik Patrikliği, ölümüne kadar devam etmiştir. Gregory
Katolik kilisesini genişlettiği gibi modernize de etmiştir. I. Vatikan Konsili’ne katılarak Doğu Katolik
Kiliselerinin haklarını da savunmuştur. O Melkitlerin geleneklerini ve özerkliklerini korumak için bazı
girişimlere öncülük etti (https://en.wikipedia.org/wiki/Gregory_II_Youssef (04.01.2016).
41
“Lübnan olaylarının İstanbul merkezde duyulması üzerine Osmanlı idaresi "Fevkalade Memuriyet-i
Mahsusa" ile görevlendirilen Hariciye Nazırı Fuad Paşa 'yı bölgede tüm mülki ve askeri memurların üzerinde
yetkin mercii olarak olay mahaline göndermiştir.” (Olcay Özkaya Duman, “Bir Orta - Doğu Buhranı Cebel-İ
Lübnan Olayları (1860-61), Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 3, S. 5, 2006, s.
9).
42
BOA, İ.HR. 209, lef: 2. Eklimendos Efendi’nin istifası ve Gariforyos Efendi’nin tayini ile ilgili Arapça
olarak kaleme alınmış olan mazbata 4 Ekim 1864 tarihli olup, Beka, Rahle, Cübeyl, Havran, Deyru’l-Kamer,
Selevkiye ve Halep, Sur, Kudüs, Antakya, Trablusşam, Baalbek ve Humus ve Hama matranlarının katıldığı
sinodda Gariforyos Yusuf Efendi yeni Rum Katolik patriği olarak seçilmiştir (BOA, İ.HR. 209, lef: 3, 4 Ekim
1864).
81
Efendi’nin de patriklik beratının verilmesi hususunda 27 Ekim 1864 tarihinde
Hariciye Nezareti’ne başvuru yapılmıştır43. 3 Kasım 1864 tarihinde Sayda
valiliğinden sadarete gönderilen bir yazı ile Gariforyos Efendi’nin patrikliğinin
tasdikine işaret edilmekteydi. Gariforyos Efendi’nin patriklik beratını tasdik eden
irade ise 4 Kasım’da çıkmıştır44.
Rum Katolik Patriği Gariforyos Efendi’nin Cebel-i Lübnan’da Şûf
Nahiyesi’ne bağlı Ayne’l-Traz (Ain-Traz) Karyesi’nde 1 Nisan 1866 tarihinde
Arapça olarak irat ettiği nutukta; Cebel-i Lübnan’daki mutluluk ve muzafferiyet
kadar nahiyelerde yaşayan ahalinin huzur ve refahının tamamen padişahın lütuf ve
ihsanlarıyla gerçekleştiğini vurgulamıştır. Bu itibarla Padişahın Cebel-i Lübnan’a
bahşetmiş olduğu mülk ve emval sebebiyle herkesin giderek zenginleştiğini, bu
sebeple devlete ve padişaha minnettar olduklarını arz etmiştir45.
Cebel-i Lübnan ve Kisrevan taraflarında tesis edilen asayiş ve emniyetten
dolayı o havali ahalisi padişaha olan minnet ve teşekkürlerini iletmek için bir ariza
kaleme almışlardı. Bu arizaya ilaveten Antakya, İskenderiye, Kudüs ve bu beldelere
tabi yerlerin Rum patriği olarak Gariforyos Efendi’nin de padişah ve hükümetten
duydukları memnuniyeti ifade eden bir mektup kaleme alması, Bâb-ı âlî’de büyük
memnuniyet uyandırmış idi46.
Bu arada Serkurena-yı Hazret-i Şehriyari47 Hacı Ali Bey tarafından
gönderilen bir raporda Gariforyos Efendi hakkında bazı malumatlar verilmektedir:
Buna göre Gariforyos Efendi’ye ihsan edilen nişandan dolayı İskenderiye Büyük
Kilisesi’nde büyük bir memnuniyet hâsıl olmuştur. Bu sebeple padişaha dua
edildiği bildirilmektedir. Bu dua merasimine dair Yusuf Matran Efendi’nin arz
etmiş olduğu bir tezkere tercümesi, Gariforyos Efendi hakkında bazı bilgilere
ulaşılmasına vesile olmuştur. Bu bilgiler Gariforyos’un İstanbul’da bulunan vekili
Fethullah Efendi’den de teyid olunmuştur48.
Fethullah Efendi, patriklerin en kıdemlisisinin Gariforyos Efendi olduğuna
işaret ederek, kendisinin 26 yıl evvel İstanbul’da misafir edilmiş olduğunu, Sultan
Abdülaziz Han tarafından huzura kabul edildiğini ve çok iltifat gördüğünü
bildirmiştir. Fethullah Efendi, Gariforyos Efendi’ye İskenderiye, Kudüs ve Antakya
(yani Şam)’dan oluşan üç kürsünün tahsis edildiğini bildirmektedir49.

43
BOA, İ.HR. 209, lef: 1, 27 Ekim 1864.
44
BOA, İ.HR. 209, lef: 4, 4 Kasım 1864.
45
BOA, İ.DH. 549, lef: 2, 1 Nisan 1866.
46
BOA, İ.DH. 549, lef: 4, 27 Mayıs 1866.
47
Mabeyn-I Hümâyûn'da Yâverlerden biri olan Ser Kurena-yı Hazret-i Şehriyari II. Abdülhamit’in hal’inden
sonra ortadan kaldırıldı. Bu dönemde Mabeyn'de, Kurenâlık Dairesinde: 1 Serkurena, 1 Kurenâ-yı sâni, 1
Mabeyn-i Humâyûn Müdürü, 1 Kurena-yı sâlis, 1 Mabeyn-i Humâyûn Müdürü, 1 Ceyb-i Humâyûn Kâtibi
bulunmaktaydı (Ali Karaca, “Saray'da / Mabeyn-I Hümâyûn'da Yâverlik Kurumu (1839-1920)”,
https://www.tarihtarih.com/?Syf=39&search=Ali%20Karaca (04.01.2016)
48
BOA, Y.EE. 79.
49
BOA, Y.EE. 79.
82
Gariforyos Efendi, bu iltifata mazhar olduğu tarihte İskenderiye’de idi. Bu
sebeple patriklik atamasıyla ilgili resmi tören de burada yapılmıştı. Bu gerekçe ile
Gariforyos Efendi doğrudan İstanbul’a gitmeyi ve padişaha teşekkürlerini
bildirmeyi en önemli emeli haline getirmişti. Bunun için kendisine müsaade
edilmesini istemekteydi. Vekili Fethullah Efendi’nin ifadesine göre ise Mısır
Matranı’nı da beraberinde götürmek istiyordu50.
Hacı Ali Bey’in raporundan anlaşıldığı kadarıyla Gariforyos Efendi’ye bir
emir gönderilerek Roma’ya gitmekten vazgeçmesi istenilmiştir. Bu emrin detayına
bakıldığında; patrik Gariforyos Efendi’nin Katolik cemaati patrikleri tarafından icra
edilmesi gereken mesleğe uygun olmayan icraatlardan kaçınması emredilmiştir.
Emrin devamında patrik olarak mezheple alakalı yapması gereken işler dışında asla
Roma ile irtibat kurmaması istenilmiştir. Bunun üzerine İstanbul’a gönderdiği
savunmasında; Ermeni Katolik ve Süryani Katolik patrikleri ile birlikte Roma’ya
çağrılacağına dair gazetelerde yazıların çıkmasının hemen akabinde, aynı gazetelere
gönderilen yazılar ile bu haberleri tekzip ettiğini beyan etmiştir. Buna ilave olarak
bu tekzip yazılarında kendisine bir çağrı yapılması halinde Roma’ya gitme
arzusunun olmadığını Vatikan’a ima etmiş görünmektedir51.
Gariforyos Efendi’nin yazılarından anlaşıldığı kadarıyla Roma’dan
gönderilen davet mektubu Ermeni Katolik ve Süryani Katolik patriklerini memnun
etmişti. Bu memnuniyetin arkasında söz konusu patrikliklerin tıpkı Roma gibi
dogma fikirlere sahip olmasının yattığı anlaşılmaktadır. Öyle ki bu patrikliklerde de
bir iki piskopos, rahip ya da cemaat efradının bu fikirleri paylaşıyor olması doğal
bir durumdu. Bu itibarla bu piskopos ve rahiplerin Roma’dan gelen çağrılara
meyilli olabileceğini, ancak kendisinin böyle bir serbestiye sahip olmadığının
bilincinde olduğunu ve bu nedenle Roma’dan gelen çağrılara cevap vermek gibi bir
girişimde bulunamayacağını ifade etmiştir52.
Gariforyos Efendi, padişaha olan sadakatinden başka bir sermayesinin
olmadığını beyan ederek, böyle bir davete ancak padişahın izin vermesi halinde
cevap verebileceğini belirmiştir. Bununla beraber Roma’ya gidip gelebilmek için
lazım gelen meblağa da sahip olmadığını ifade ederek, bunun için borçlanmak
gerektiğini bildirmiştir. Oysaki kış şartlarında İskenderiye’den İtalya sahillerine
deniz yoluyla gitmek için bir hayli paraya ihtiyaç olduğunu, tahammülleri üzerinde
olan bu meblağı bulabilmek için kendisine gerekli yardımın yapılması gerektiğini
ifade etmiştir53.

50
BOA, Y.EE. 79.
51
BOA, Y.PRK.ŞD. 3/69, lef: 1.
52
BOA, Y.PRK.ŞD. 3/69, lef: 1.
53
BOA, Y.PRK.ŞD. 3/69, lef: 1.
83
5. Rum Katolik Patriği Gariforyos’un Ölümü ve Çeriçeri Efendi’nin
Patrik Seçilmesi
Gariforyos Efendi’nin Roma ile İstanbul arasında tercih aşamasında olduğu
bir dönemde hastalandığı anlaşılmaktadır. 25 Şubat 1899 tarihli bir belgeye göre
Antakya Rum Katolik Patriği Gariforyos Efendi 1897 yılında ölmüştü54. Yerine
patrik seçilmesi için metropolitlerin birkaç güne kadar Suriye’de toplanacakları
haberi verilmişti. Suriye valisi, bu metropolitlerden Merciyun ve Hasbaya
metropolidi Patrisi Çeriçeri Efendi’nin Fransızlarla işbirliği içinde olması sebebiyle
fesat ehlinden olduğunu bildirmiştir. Çeriçeri Efendi’nin patrik olması halinde
huzursuzluk ve müşkülat çıkarmasının mümkün olabileceğini haber vermiştir. Buna
karşılık patrikliğe güzel hizmet edeceğine inanılan ve devlete karşı sadakat
vasıflarıyla donanmış olduklarına kanaat getirilmiş olan Horan metropolidi Katolik
patrikhanesi vekili Nikola ve Baalbek eski metropolidi Cermanos efendilerden
birinin seçilmesi için cemaat ileri gelenlerine gizli bir tebligatın yapılmasına karar
verilmiştir55.
İstanbul’da Katolikler lehine gelişen bu siyasî manzara esnasında,
Antakya’da Rum Patrik İspiredon Efendi’nin istifasıyla boşalan Ortodoks Patrikliği
için de seçim yapılmaktaydı. Bu seçim sebebiyle Ortodoks cemaatin dikkatinin
dağılmasını fırsat bilen Katolikler, bu boşluktan yararlanarak yeni yeni oluşmaya
başlamış olan cemaatleri için lider seçimi meselesini halletmek üzere önemli
adımlar atmaktaydılar56.
Antakya’daki Hıristiyan cemaatin büyük çoğunluğunun Ortodoks olması,
Katolik mezhebiyle ilgili işlerde gizliliği ön plana çıkarmaktaydı. Özellikle patriklik
seçimi meselesinde gizliğe büyük önem verilmekteydi57.
Suriye valisine gönderilen bir istihbarat raporu yukarıda bahsi geçen
Çeriçeri ve patrik seçimi hakkındaki bilgileri teyit etmekteydi. Bu bilgiler arasında
yapılacak toplantıya Patris Çeriçeri Efendi’nin de katılacağı bildirilmiştir. Rapor
Çeriçeri Efendi’nin Fransa yanlısı olmasının Ortodokslar kadar devlet için de
tehlike arz ettiğine işaret etmekteydi58. Bu sebeple Çeriçeri Efendi’nin yerine,
Katolik patrikhanesi vekili Horan metropolidi Nikola’nın veya Baalbek eski
metropolidi Cermanos Efendi’nin atanması bildirilmiştir59. Bu konu Suriye valisi
tarafından hazırlanan bir rapor ile sadarete de gönderilmişti60.
Antakya Melkit Rum patriğinin vefatı sebebiyle yerine Hasbaya ve buraya
bağlı olan yerlerin piskoposu Patris Çeriçeri Efendi ekseriyetle seçilmiş ise de Bâb-ı

54
BOA, ŞD. 2292/33-15, 25 Şubat 1899.
55
BOA, Y.MTV. 163/16, 18 Temmuz 1897.
56
BOA, BEO. 981/73509/2, 18 Temmuz 1897.
57
BOA, BEO. 981/73509/2, 18 Temmuz 1897.
58
Napolyon’un Yedi Adayı işgalinden itibaren, Osmanlı Devleti’ndeki Katolikleri kullanarak bölgeyi bir
ihtilal ve isyan alanına çevirmeyi tasarlayan Fransa’nın emellerine yardım eden pek çok Katolik rahip ve
papaz bulunmaktaydı (Kılıç, “Osmanlı Ermenileri Arasında…”, s. 732).
59
BOA, BEO. 981/73509/2, 18 Temmuz 1897.
60
BOA, BEO. 981/73509, 19 Temmuz 1897.
84
âlî’nin Fransa etkeni sebebiyle bu seçimi tasdik etmesi pek de mümkün
görünmemekteydi. Seçimin iptali için devlet, resmen tanımış olduğu matranları
seçimden çekerek, seçimi boykot etmeyi ve Çeriçeri Efendi’nin seçilmesini
engellemeyi yeni bir politika olarak benimsemişti. Buna mukabil Trablus ve
Baalbek matranlarıyla Sur matranının usule aykırı seçilmesi, seçimin iptaline sebep
olacağı, Suriye vilayetiyle Cebel-i Lübnan mutasarrıflığından gelen telgraflarda
bildirilmiş idi. Bu konuda Adliye ve Mezahip Nezareti de harekete geçerek, seçimin
usul ve kaidelere uygun yapılmadığını bildirmişti. Bu itibarla seçimin geçerli usul
ve kaidelere uygun hale getirilmesi için bazı kararların alınması gerekmişti. Bu
arada Beyrut vilayetinden ve Cebel-i Lübnan mutasarrıflığından gelen yeni
telgraflarda Çeriçeri Efendi’nin ekseriyetin oyunu alarak patrikliğe seçildiği haber
veriliyordu. Bu telgraflar metropolitlerden gelen mazbatalar ile birleştirilerek
mecliste okundu ve mütalaa edildi. Beyrut vilayetinden gelen telgrafta belirtildiğine
göre, o tarihte patrik kaymakamı Beyrut’ta bulunduğu için meclise davet edilmiş ve
gerekli deliller sunulmak suretiyle söz konusu karar Cebel-i Lübnan mutasarrıfı
Naum Paşa61 ile birlikte her ikisine de tebliğ edilmişti. Baalbek ve Trablus
matranlarının memuriyetleri berat ile tasdik edilmemiş ise, mezhep şartları gereği
matran mevkiine yükselen diğer ruhbanın da seçilmesi mümkün idi. Buna karşılık
Sur matranının başka bir vekil göndermesi ve Çeriçeri Efendi aleyhinde bulunan
vekilin de istifa etmesi durumunda, seçimin yeniden yapılması da bir netice
vermeyecekti. Nitekim böyle bir teşebbüsün bir ecnebi müdahalesine de gerekçe
olabilme ihtimali olması geriye tek bir çare bırakmamıştır. Bu durumda Çeriçeri
Efendi’nin bizzat istifa etmesi gerekiyordu62..
Cebel-i Lübnan mutasarrıflığının gönderdiği telgrafta ise daha ziyade
Beyrut vilayeti işlerinden bahsedilmiştir. Bununla beraber telgrafın asıl önemli yanı
Çeriçeri Efendi’nin çoğunluğun oyu ile mezhep usul ve kaidelerine göre seçilmiş
olduğuna vurgu yapması idi. Bu durum Çeriçeri Efendi’nin memuriyetinin tasdikini
gerektirmekteydi. Suriye vilayeti, Çeriçeri Efendi’nin devlet açısından sakıncalı
olan bazı durumlarına rağmen, patrikliğinin tasdik edilmesinin, siyaseten daha
münasip olacağını bildirmiştir63.
Sonuçta devlet Çeriçeri Efendi’nin patrikliğini tanımak zorunda kalmış ve
çıkarılan irade ile usul ve emsaline göre beratının verilmesi hususunda Divan-ı
Hümâyûn kaleminden görüş bildirmesi istenilmişti. Divan-ı Hümâyûn kaleminin
görüşü Adliye ve Mezahip Nezareti’ne tebliğ edilmişti. Ayrıca Suriye ve Beyrut
vilayetlerine ve Cebeli Lübnan mutasarrıflığına malumat verilmesi için Dâhiliye
Nezareti’ne de bir emir gönderilmiş idi64.

61
Cebel-i Lübnan’da Naum Paşa, II. Wilhem’i karşılayan kişidir (Ö. Kürşad Karacagil, “II. Wılhelm’in
Osmanlı İmparatorluğunu Ziyareti Ve Mihmandarı Mehmed Şakir Paşa’nın Günlüğü (1898)”, Türkiyat
Mecmuası, C. 24, Güz, 2014, s. 87).
62
BOA, İ.HUS. 73/119, 27 Mart 1898.
63
BOA, İ.HUS. 73/119, 27 Mart 1898.
64
BOA, İ.HUS. 73/119, 27 Mart 1898.
85
Ortodokslar, Katoliklerin başına kimin gelmesi halinde, bu kişinin devletin
olduğu kadar, milletin de faydasına olacağı üzerinde tartışırken, Katolikler Sarba65
manastırında toplanarak patrik seçme konusunda bir girişimde bulunmuşlardı.
Ancak ortada toplantının kaç gün devam edeceğiyle ilgili bir bilgi yoktu. Bu
toplantıda seçimden evvel ve sonra yapılması adet olan resmi ayin ve dualar
sırasında Papa vekili de kilisede hazır bulunacaktı. Katoliklerin hükümete
duydukları sadakat ve bağlılık sebebiyle seçimlere asla müdahale edilmeyeceği
hususunda patrik kaymakamından da güvence alınmıştı66.
Fransız politikalarına duyduğu sempati ve fesat çıkarmaya meyilli olması
sebebiyle devlet Çeriçeri Efendi’yi seçim listesinden daha önce çıkarmıştı. Bu
konuyla ilgili olarak Adliye ve Mezahip Nezareti de bir tezkere ile uyarılmıştı.
Hükümet Çeriçeri Efendi’nin, seçimlere katılmasının faydadan çok zarar getireceği
hususunda patrik kaymakamı vasıtasıyla bütün metropolitleri de ikaz etmişti.
Devlet nezdinde Çeriçeri hakkında gelişen bu politikaya rağmen, Çeriçeri
Efendi seçim için Beyrut’a gitmekte kararlıydı. Cebel-i Lübnan mutasarrıflığının
bildirdiğine göre; Katolik patrikliği seçimini kiliseye mensup 12 matran yapacaktı.
Seçime katılan bu 12 matranın tamamı Çeriçeri Efendi’yi desteklemekteydi.
Seçimden sonra Beyrut’a gelecek olan Çeriçeri Efendi için büyük bir merasimin
düzenlenmesi de düşünülmekteydi. Ancak kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, bu haber
tamamen bir söylentiden ibaret idi. Bâb-ı âlî Çeriçeri Efendi hakkında ne şekilde bir
muamele yapılması gerektiği hususunda Beyrut vilayetinden bilgi istemişti. Beyrut
vilayeti konuyla ilgili olarak 10 Şubat 1313 (22 Şubat1898) tarihinde İstanbul’a bir
telgraf gönderdi67. Beyrut vilayetinin gönderdiği telgrafta, Çeriçeri Efendi’nin
Fransız düşüncesine ve bilimlerine vakıf ve onlar adına çalışmakta olduğu
bildirilmekteydi. İstanbul’dan gönderilen telgrafta ise, Katolik patrik adayının
Fransızlara hizmet ederken hangi gerekçelerle bu hizmeti yapmakta olduğuna dair
acil bilgi verilmesi hususunda 22 Şubat 1313 (6 Mart 1898) tarihinde Suriye
velayetinden acil cevap istendi68.
Adliye ve Mezahip Nezareti’nden, Suriye vilayetine yöneltilen bu sorulara
henüz bir karşılık verilmemişti. Tam da bu sırada Beyrut ve Cebel-i Lübnan
mutasarrıflığından İstanbul’a gönderilen 24 Şubat 1898 tarihli telgrafta, Çeriçeri
Efendi’nin Antakya Rum Katolik Patrikliği’ne seçildiği haber verilmekteydi69.
Çeriçeri Efendi’nin Rum Katolik Patrikliği’ne seçilmesi hükümetin tepkisine sebep
oldu70. Bunun üzerine Bâb-ı âlî Suriye vilayetine ve dolayısıyla Beyrut ve Cebel-i
Lübnan mutasarrıflıklarına emirler göndererek, Çeriçeri Efendi’nin Antakya Rum
Katolik Patrikliği’ne seçilmemesini, şayet böyle bir seçim yapılmış olsa bile

65
Sarba: Bu gün Lübnan’da sahilde bulunan Kaşlik denilen beldenin hemen yakınında bir yer adı olup, Saint
Esprit de Klasik Universty’in olduğu bölgeye verilen ad (Mahfer-i Sarba) dır
(https://www.google.com/maps/place/Sarba).
66
BOA, BEO. 1093/81954/2, 4 Şubat 1898.
67
BOA, BEO. 1083/81169, 24 Şubat 1898.
68
BOA, BEO. 1093/81954/1, 6 Mart 1898.
69
BOA, BEO. 1083/81168, 25 Şubat 1898.
70
BOA, BEO. 1083/81179, 25 Şubat 1898.
86
seçimin geçersiz sayılarak, patriğin atamasının yapılmayacağının bildirilmesini
istemişti71.
Bununla beraber Çeriçeri Efendi’nin seçilmesi engellenememişti. Daha
önce yapılan patrik seçimlerinde patrikler genel ittifak ile seçilirlerken, Çeriçeri
Efendi’nin seçimi ise azınlığın oyu ile gerçekleşmişti. Oysaki patrik olacak kişi,
mutlaka hükümetin rızasını almış ve bütün cemaatin hatırını, muhabbetini ve
güvenini kazanmış, güzel ahlak sahibi, adaletli ve açık fikirli olmalıydı. Ancak
Çeriçeri Efendi bu sıfatlara sahip biri olmadığını azınlığın oyuyla seçilmiş
olmasıyla kanıtlamıştı. Buna rağmen devlet seçim işinin başka gailelere sebebiyet
vermeden bitirilmesini istemekteydi72. Fakat bu olmadığı gibi, seçim esnasında
Osmanlı Devleti’nin emirlerine karşı gelen bazı kişilerin de bu seçimde yer almış
olması bölgede devlet ile yerel ayan arasındaki ilişkilerin giderek zayıflamasının
önemli gerekçelerinden biri olmuştur.
Bu seçimin hemen akabinde bölgeden İstanbul’a gelen haberlerin bir kısmı
Patris Çeriçeri Efendi’nin lehine iken, büyük bir kısmı ise aleyhine idi. Bunun
üzerine Adliye ve Mezahip Nezareti harekete geçerek, seçim işinin yeniden
yapılması hususunda yeni bazı adımlar attı73.
Seçim işinin yenilenmesiyle ilgili kararda Çeriçeri Efendi’nin
seçilmesinden sonra ortaya çıkan lehte ve aleyhteki iddialar etkili olmuştu. Padişah
konunun incelenerek aydınlatılması için 21 Şevval 1316 (4 Mart 1899) tarihinde
yeni bir emir daha yayınlamış idi. Bu meselenin yeniden ele alınmasıyla ilgili dava
yaklaşık bir buçuk seneden beri bazı muhaberatın ve evrakın elden ele dolaşmasına
sebep olmuştu. Bu fesadın bir bölümüne seçim esnasında Beyrut’ta bulunan Papa
vekilinin ortaya attığı iddiaların sebep olduğu anlaşılmaktadır. Devlet bu meseleye
yapılan müdahalelerin reddini istemek zorunda kalmıştır. Beyrut vilayetiyle Cebel-i
Lübnan mutasarrıflığından gelen bilgilerde seçimin yapılması için 12 matranın
kilisede toplandığı ve matranlardan 6’sının Çeriçeri Efendiye, 4’ünün ise patrik
kaymakamına, 2’sinin de başka bir matrana oy verdikleri tespit edilmişti. Seçim
esnasında matranların aralarında ihtilaf çıktığı ve Çeriçeri Efendi’nin seçilmesinin
reddi hususunda Suriye vilayetinden Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına bir emir
gönderilerek, bu emir kaymakam ve matranlara da tebliğ edilmişti. Buna rağmen
Cebel-i Lübnan matranları Çeriçeri’nin çoğunlukla seçilmiş olduğunu
açıklamışlardı. Çeriçeri’ye oy veren matranlardan 6’sı hükümet tarafından doğrudan
tanınmış olan Trablus ve Baalbek matranları idi. Bunların yanısıra mezhep teamül
ve usullerine aykırı sebeplerle çoğunluğa dâhil edilen Sur matran vekilinin seçim
dışında bırakılması halinde, geride kalan matranların azınlıkta kalacağı
anlaşılmaktaydı. Bu tartışmalar devam ederken, devlet işin içine ecnebi tahrik ve
teşvikinin karışmış olduğunun farkına varınca, meseleyi bir kez daha Meclis-i
Mahsus-ı Vükelâ’ya sevk etmek zorunda kaldı.

71
BOA, BEO. 1093/81956, 26 Şubat 1898.
72
BOA, BEO. 1093/81956, 26 Şubat 1898.
73
BOA, BEO. 1275/95599, 4 Mart 1899.
87
Burada yapılan müzakereler neticesinde Çeriçerinin Fransız taraftarı olması
sebebiyle Katolik patrikliğine seçilmesini tasdik etmenin münasip olmadığına karar
verildi. Ancak Çeriçeri’nin patrikliğinin doğrudan reddinin de siyasi bazı sıkıntılara
sebep olabileceği aşikârdı. Bu sebeple devlet Suriye, Trablus, Baalbek ve Sur
matranlarının seçim işinden el çektirilmesi suretiyle seçimin geçersiz kılınabileceği
hususunu Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına bildirmiş ve seçimin usul ve kaidelerine
uygun olarak yapılmasına dair 27 Şevval 1316 (10 Mart 1899) tarihinde yeni bir
emir göndermişti.
Bu emre Cebel-i Lübnan’dan henüz bir cevap verilmemişti. Ancak
Çeriçeri’nin Merciun’da vermiş olduğu nutuk sebebiyle Şam Katolikleri, onun
patrikliğini tanımayacaklarını ilan etmişlerdi. Çeriçeri de bu protestoyu ortadan
kaldırmak amacıyla kendi ruhani etki alanında bulunan Mısır’a giderek,
memuriyetinin tasdiki için bazı görüşmelerde bulunacağı hususu devlet tarafından
haber alınmıştı. Bunun üzerine Bâb-ı âlî yeni bir açıklama yaparak, Çeriçerinin
buna benzer siyasi manevralarına rağmen patrikliğinin tanınmayacağını ilan etti.
Ancak Çeriçeri hakkındaki iddiaların da etraflı olarak araştırılmasına karar verildi.
Daha öncede ifade edilen ve Çeriçerinin patrikliğinin onaylanmamasına sebep olan
Deba Gazetesi’ndeki nutukla ilgili olarak yeni bir araştırma başlatılmış ve bu
araştırmanın sonucu netleşmeden bu konuda kesin bir tavır takınılmayacağı
bildirilmişti. Seçimin reddi veya kabulü konusunda son sözü Meclis-i Mahsus-ı
Vükelâ’nın vereceği bir kez daha resmen bildirilmişti74.
Çeriçeri’nin patrikliğinin tanınıp tanınmayacağına dair karşılıklı
restleşmeler devam ederken, Mısır Fevkalade komiseri Ahmet Muhtar Paşa
tarafından İstanbul’a gönderilen bir haber Çeriçeri Efendi’nin patrikliği konusunun,
sadece Osmanlı Devleti tarafında değil, aynı zamanda Katolik cemaatler açısından
da problem teşkil ettiği, hatta farklı çözüm arayışlarının olduğunu göstermiştir.
Dolayısıyla Makari-i Beriyyetüşşam’da olan ve Rum Katolik Patriği olarak
tanınmış olan Gariforyos Efendi’nin, 15 Kasım 1897’de Roma’dan İskenderiye’ye
geleceği ve patrik sıfatıyla büyük bir debdebe ile karşılanması için, cemaatı
tarafından hazırlıklar yapılıyordu75. Ancak Griforyos Yusuf Efendi’nin patrikliğinin
Osmanlı Devleti tarafından da tastik edilip edilmediği henüz belli değildi.
Komiserlik ayrıca 20 Kasım 1897’de Antakya Rum Katolik Patrikliğine kaymakam
tayin edilmekle beraber, henüz patrik olarak birinin seçilmemiş olduğunu
bildirmekteydi. Bu durum Çeriçeri Efendi’nin mi yoksa Gariforyos Yusuf
Efendi’nin mi Antakya patriği olacağı hususundaki problemin henüz çözülmemiş
olduğunu göstermekteydi.
Tam da bu sırada Roma’dan İskenderiye’ye hareket eden Gariforyos Yusuf
Efendi’nin ani vefatı, Antakya, İskenderiye ve Kudüs Rum Katolik patrikliği için
Çeriçeri Efendi’nin tek aday olarak kalmasına ve seçilmesinin önünde artık hiçbir

74
BOA, Y.A.HUS. 394/27, 8 Mart 1899.
75
BOA, BEO. 1227/92024/2, 15 Kasım 1898.
88
engel kalmamasına sebep oldu. Fakat devletin bu seçimi henüz tasdik etmek
niyetinde olmadığı anlaşılmaktadır76.
Antakya Rum Melkit Katolik patrikliğine seçilmekle beraber lehinde
olduğu kadar aleyhinde de bir takım şikâyetler olması sebebiyle, Bâb-ı âlî Adliye ve
Mezahip Nezareti Çeriçeri meselesini yeniden ele almaya karar vermişti. Bu arada
Suriye vilayetinden gönderilen bir mazbatada Çerçiri Efendi’nin patrik seçilir
seçilmez, Osmanlı Devleti aleyhinde fesat fikirlerini yaymak üzere bir nutuk vermiş
olduğu ve bu nutuğun Mısır’da basılmış olan Deba Gazetesi adlı bir yayın
organında yayınlanmış olduğu haber verilmekteydi. Devlet bu nutkun aslının
bulunup Adliye ve Mezahip Nezareti tarafından incelenmesini istedi. Ancak söz
konusu nutkun bahsi geçen nüshada bulunması mümkün olmamıştı. Bunun üzerine
Suriye valisinden izahat istenmişti. Bu arada Suriye vilayeti, Beyrut vilayeti ve
Cebel-i Lübnan mutasarrıflığından gönderilen mazbatalarda, ortak bir dil
kullanılmakta ve bahsi geçen seçimlerle alakalı yapılabilecek bir müdahalenin,
Osmanlı Devleti’nin başına yeni gaileler açabileceği, hele hele yeni bir ecnebi
müdahalesine sebep olabileceğine işaret edilmekteydi.
Bu rapor üzerine hükümet meseleyi bir kez daha Meclis-i Mahsus-ı Vükela
gündemine taşıyarak, müzakere etmiş ve Çeriçeri Efendi’nin memuriyetinin
tasdikine karar vermişti. Bu karar üzerine Sadaret, Çeriçeri Efendi’nin patrikliğini
tasdik eden mazbata 16 Mart 1899 tarihinde padişaha sunulmuştur77. Sadaretin bu
mazbatasına 21 Mart 1899 tarihinde cevap verilmiş olup, seçimin tasdik edilmesinin
uygun görüldüğü bildirilmiştir78.
Suriye vilayeti, bir süre sonra Deba Gazetesi’yle ilgili iddiasını içeren bir
başka takrir daha göndermiştir. İstanbul’dan bu takrire cevap olarak ve Çeriçeri
Efendi’nin patrikliğinin tasdikine dair yazılan hususi bir tezkerede seçim hakkında
cereyan eden muamele özetlenmişti. Bu özette patriğin Merciun’da sarfettiği nutkun
Deba Gazetesi’nin 11 Eylül 1315 (23 Eylül 1899) tarihli nüshasında yayınlandığı
bilgisinin alındığını, ancak bu nüsha üzerinde yapılan tetkik sonucunda böyle bir
nutkun olmadığı anlaşılmıştır. Buna mukabil daha önce de Suriye vilayetinden,
Çeriçeri Efendi’nin Fransa taraftarı olduğuna dair bilgilerin verildiği hatırlatılmıştır.
Tezkerenin devamında Suriye vilayetinin bu iddiaları da göz önüne alan devlet,
Çeriçeri Efendi’nin seçiminin gerekli usuller dairesinde gerçekleşmediğine dikkat
çekmekteydi. Bununla beraber seçimin yenilenmesi yönünde alınabilecek yeni bir
karardan da bir netice çıkmayacağının anlaşılması üzerine, Meclis-i Mahsus-ı
Vükela’da Çeriçeri Efendi’nin memuriyetinin tasdiki meselesinin gündeme
alındığına işaret edilmekle beraber, Suriye vilayetinden bu konuda gönderilen
tutarsız bilgilerin gerekçesi de sorulmuştur79.

76
BOA, BEO. 1227/92024/1, 20 Kasım 1898.
77
BOA, Y.PRK.BŞK. 58/118, 21 Mart 1899.
78
BOA, Y.PRK.BŞK. 58/118, 21 Mart 1899.
79
BOA, Y.A.HUS. 394/27, 21 Mart 1899.
89
Diğer taraftan Cebel-i Lübnan mutasarrıflığı ve Beyrut vilayetinden
gönderilen bazı bilgiler, Suriye vilayetinin ortaya attığı iddialara ait çelişkilere
dikkat çekmekteydi. Bu mazbatalarda Çeriçeri Efendi’nin matranların çoğunun oyu
ile ve mezhep usul ve kaidelerine göre patrikliğe seçilmiş olduğu belirtilmekte ve
memuriyetinin tasdikinin gerekliliği üzerinde durulmaktaydı. Bu mazbatalarda
Çeriçeri Efendi’nin patrikliğe münasip olduğu yönündeki bilgiler, İstanbul’un
kafasını karıştırmış olacak ki, Suriye vilayetinin sarfettiği aleyhteki iddialar dikkate
alınmayarak, Çeriçeri Efendi’nin memuriyetinin tasdiki hususunda padişahın fikrine
müracaat edilmiştir. Bunun akabinde patrikliğin tasdikine dair bir iradenin verilmiş
olduğu anlaşılmaktadır. Bu irade de, Çeriçeri Efendi’ye usulüne ve emsaline uygun
olarak patriklik beratının verilmesine dair gerekli emrin acilen Divan-ı Hümâyûn
kalemine gönderilmesi hususunda Adliye ve Mezahip Nezareti’nin gereğini
yapması istenmiştir. Konuyla ilgili olarak alınacak kararın ise acil olarak Beyrut
vilayeti, Cebel-i Lübnan mutasarrıflığına ve Suriye vilayetine bildirilmesi
istenmiştir80.
Mısırda bulunan Antakya Rum Melkit Katolik patriği Çeriçeri Efendi,
patrikliğine yönelik özellikle Suriye vilayetinden yapılan karalamalar karşısında,
kendisine yapılan asılsız tezviratı anlatmak ve dedikodulara bir son vermek
amacıyla, İstanbul’a gitmek ve huzura kabulünü talep etmek için Mısır fevkalade
komiseri Ahmet Muhtar Paşa’dan izin talep edilmiştir. Bu izinle ilgili İstanbul ile
yazışan paşaya, gerekli iznin vermesi emredilmiştir81.
Çeriçeri Efendi’nin İstanbul’a seyahat izni talep ettiği bu günlerde, Suriye
valisi de patriklik seçimiyle ilgili olarak İstanbul’a 26 Nisan 1899 tarihinde acil bir
şifre telgraf göndermiştir. Bu telgrafta Arap kökenli birkaç yüz kişinin matranlarla
birlikte patrikhanede toplanarak kapıları kapattıklarını, gece saat ikiye kadar yapılan
toplantılardan sonra bir açıklama yaptıkları bildirilmekteydi. Bu toplantıda, bir yıl
önce Cebel-i Lübnan’da hükümet aleyhinde yapılan seçim sonrasında Rum Katolik
patriği olarak ilan edilen ve Babıali tarafından da patrik olarak tanınma aşamasına
geldiği anlaşılan Çeriçeri Efendi’nin kendi patrikleri olarak tanımadıklarını ilan
etmişlerdi. Buna karşılık aralarından birini patrik olarak seçtiklerini ve bu patrik
adayını ise Rusya sefareti vasıtasıyla kabul ve tasdik ettireceklerine inandıklarını
bildirmişlerdi. Bu konuda Rusya konsolos tercümanının da kendilerine vaatte
bulunduğunu, hatta Rus Filistin Cemiyeti’nin de bu amaca yönelik büyük paralar
harcamakta olduğu ifade edilmiştir82.
Patrikhanede toplanan bu kişilerin amacının Lazkiye metropolitini patrik
olarak kabul ettirmek istedikleri kısa süre sonra anlaşıldı. Söz konusu kişiler
tarafından kilisede yapılan bir ayin sonrasında patrikhanenin kapıları açılmış ve
Ortodoks ahali yeni patriği tebrike davet edilmişti. Gece saat iki buçukta yapılan bu
törene katılmak için Rusya konsolosu da bizzat patrikhaneye giderek patrik seçilen

80
BOA, Y.A.HUS. 394/27, 2 Mart 1898.
81
BOA, İ.MTZ. (05). 30/1705, 13 Nisan 1899.
82
BOA, Y.A.HUS. 395/73, 28 Nisan 1899.
90
matranı ve bunu seçen metropolitleri tebrik etmiş ve konuyla ilgili olarak Rusya’nın
İstanbul sefaretine de malumat verilmişti83.
Çeriçeri Efendi kendi aleyhinde başlayan faaliyetlerin hız kazandığı bir
sırada, henüz İstanbul’a gidememişken, hastalığını bahane ederek Fransa’ya bir
seyahat düzenlemeye karar vermişti. Çeriçeri Efendi bu sayede Paris ve Marsilya
gibi önemli şehirlerde bulunan cemaat mensuplarını ve kiliselerini de ziyaret etmek
istemiştir. Yazdığı arızada söz konusu ziyareti gerçekleştirmek için 12 Mayıs’ta
yola çıkmak üzere izin istemekteydi. Bu ziyaret esnasında üzerinde bulunan önemli
sayılabilecek bazı neşriyat ve evrakı devlete teslim etmek istiyordu. Bu hususta
gerekirse Roma ve Paris Sefirleri vasıtasıyla da gereğini yerine getirebileceğini
bildirmekteydi. Onun bu bildirimi üzerine Adliye ve Mezahip Nezareti tarafından
yapılan inceleme sonucunda, Çeriçeri Efendi’nin vermiş olduğu arızada ayrılış
tarihi olarak zikredilen güne bakıldığında kendisine verilmesini istediği izni
beklemeden hareket ettiği anlaşılmıştır84.
Yıldız Sarayı’na gönderilen İbrahim imzalı bir Jurnalde, Çeriçeri
Efendi’nin patrik olarak seçilmesinin üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen henüz
memuriyetinin tasdik edilmemiş olmasının arkasında Papa vekilinin seçime
müdahil olmuş olmasının yattığı anlaşılmaktadır. Öyle ki daha önceki seçimlerde bu
duruma emsal teşkil edebilecek bir girişimin olmadığı ifade edilmiştir. Ancak Papa
vekilinin seçim yapılırken sadece dua için bir gün evvel kilisede bulunduğunun ve
seçime iştirak etmediğinin ispat edilmesi halinde Çeriçeri Efendi’nin patrikliğinin
tasdikinde bir engelin kalmayacağı ifade edilmiştir. Bu konuda gerekli irade ortaya
konulur ise Fransa hükümetinin de bu atamadan büyük memnuniyet duyacağı
bildirilmiştir85.
Raporun Fransa Hükümeti ile ilgili ortaya attığı bu memnuniyet iddiası
Suriye valiliğinin Çeriçeri Efendi’nin Fransa yanlısı olduğu iddiasıyla birebir
örtüşmektedir. Diğer taraftan raporun son cümlesinden de anlaşılacağı gibi, Çeriçeri
Efendi, hastalığına rağmen Fransa’ya gidişinin arka perdesinde, Osmanlı Devleti
tarafından bir sebeple açıklanmayan patrikliği meselesinde Fransa’nın desteğini
almak olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Durumun farkında olan devlet, bir dış
müdahalenin olmasını engellemek amacıyla, bu ayak diremeye mesnet olarak Papa
vekilinin işin içine karışmış olmasını bahane etmekte ve Çeriçeri Efendi’nin
memuriyetinin tasdikine yanaşmadığı söylenebilir.
Çeriçeri Efendi’nin memuriyetinin tasdikinin geciktiği bu günlerde Beyrut
Valisi Reşid Paşa tarafından gönderilen bir telgraftan Melkit Katolik Patriği
Çeriçeri Efendi’nin 24 Nisan 1902 tarihinde hayata gözlerini kapadığı
anlaşılmıştır86.

83
BOA, Y.A.HUS. 395/73, 28 Nisan 1899.
84
BOA, Y.MTV. 202/99, lef: 1, 17 Mayıs 1900.
85
BOA, Y.PRK.TŞF. 6/56, lef: 1, 11 Ağustos 1901.
86
BOA, BOE. 1835/137616/2, 25 Nisan 1902.
91
6. Çeriçeri Efendi’nin Ölümü ve Geha Efendi’nin Patrik Seçilmesi
Mısır’da bulunan ve patrikliğini kurtarmak üzere İstanbul’a gitmeye
hazırlanan Çeriçeri Efendi’nin ani ölüm haberi hem İstanbul’da ve hem de
Suriye’de şok etkisi yaratmıştır. Çeriçeri Efendi’nin ölümünün hemen ardından yeni
patrik olarak Geha Efendi seçilmiştir. Osmanlı kaynaklarında adından Ceca Efendi
olarak bahsedilen patriğin Katolik literatüründeki adı Cyrille VIII Géha (1902-
1916)’dır87. Bu sebeple makalede bu patrikten Geha Efendi olarak söz edilecektir.
Geha Efendi’nin ilk görev tarihiyle ilgili olarak bazı kaynaklarda farklı tarihler
verildiği görülmektedir88.
Suriye valiliğinden alınan 6 Ağustos 1902 tarihli bir telgrafta Rum Katolik
Melkit patrikliğine seçilen Halep Metropolidi Geha Kyrillos Efendi’nin
patrikliğinin tasdik edildiğine dair bir iradenin gönderilmiş olduğunu ve aynı gün
itibariyle Beyrut’tan ayrılarak Şam’a gitmiş olduğu haber verilmektedir. Telgrafta
ayrıca 7 Ağustos’ta adet olunan merasimden sonra makamına oturacağı
bildirilmekte olup, ancak henüz kendisine bu konuyla ilgili olarak bir emrin
ulaşmamış olduğu ifade edilmiştir89. Bunun üzerine Suriye Vilayeti’ne Adliye ve
Mezahip Nezareti tarafından bir başka emir gönderilmiş olup, gereğinin yapılması
istenmiştir. Ancak emrin geliş tarihi sebebiyle günün yarısı geçmiş olduğundan
valilik meselenin kuyudat memurlarından tetkikin mümkün olmadığını ileri sürerek,
Geha Efendi’nin makamına iadesi hususunun bir sonraki güne bırakıldığını
bildirmiştir90. Bunun üzerine sadrazam tarafından Adliye ve Mezahip Nezareti’ne
gönderilen bir telgrafta, iradenin çıkmasına rağmen, patriğe tebliğinin neden
geciktiği sorulmakta ve bilgi istenilmektedir91. Bunun üzerine nezaret tarafından
sadarete bir arıza gönderilerek iradenin neden teslim edilemediğiyle ilgili bir
bilgilerinin olmadığını ifade edilmiştir92. Hemen akabinde vilayetten gönderilen
ikinci bir telgrafta meselenin kuyudat memurlarının günün ikinci kısmında
çalışmamaları sebebiyle kaydın tetkikinin yapılamamasından kaynaklandığı
yeniden ifade edilmiştir93. 17 Ağustos 1902 tarihinde Mabeyn Hümâyûn
Başkitabeti’ne Suriye vilayetinden bir telgraf gönderilmiştir. Bu telgrafta Rum
Katolik Melkit Patrikliğine seçilen ve devlet tarafından seçimi tasdik edilmiş olan
Kyrillos Geha Efendi’nin memuriyetine dair beratını almış olduğu ve metropolit
efendiler refakatinde makamına oturmuş olduğu bildirilmiştir. Telgrafta ayrıca
makamına oturan Geha Efendi, atanmış olmasından dolayı padişaha yönelik Arapça
bir dua mektubu kaleme almış ve teşekkür amacıyla doğrudan İstanbul’a gitmek

87
https://en.wikipedia.org/wiki/Melkite_Greek_Catholic_Patriarchate_of_Antioch_and_All_the_East
(14.12.2015).
88
“Geha Efendi’nin 27 Haziran 1903’te seçildiğini bildiren kaynaklar bulunmaktadır. Seçimi Roma’dan
gönderilen bir bildiriyle onaylandı ve 8 Ağustos 1903’te göreve başladığı belirtilmektedir” (A. Fortescue ,
“Batı Süryaniler´den Melkitler Suryaye Malkaye ya da Suryoye Malkoye”, Journal of the Assyrian Academic
Society, (Çev. Meral Ünüvar), c. 10, S. 2, 1996, s. 8. (http://www.acsatv.com/fil/Malkoye.pdf, 14.12.2015)
89
BOA, BOE. 1900/142444, lef: 4, 6 Ağustos 1902.
90
BOA, BOE. 1900/142449, 9 Ağustos 1902.
91
BOA, BOE. 1900/142449, 9 Ağustos 1902 (Belgenin arkası).
92
BOA, BOE. 1900/142444, lef:3,9 Ağustos 1902.
93
BOA, BOE. 1900/142444, lef:2, 10 Ağustos 1902.
92
üzere izin istediği bildirilmekteydi94. Geha Efendi’nin dilekçesi Adliye ve Mezahip
Nezareti tarafından değerlendirilmiş ve sadarete gönderilmiştir. Bildirildiğine göre
Geha Efendi, bu izni istediği günlerde bir başka yöne gitmek üzere hareket
halindedir. Yeni patrik selefleri gibi birkaç gün Cebel-i Lübnan ve Beyrut’ta
kaldıktan sonra kışı Mısır’da geçirmek üzere Şam’dan hareket etmeyi
planlamaktaydı95.
7. Geha Efendi’nin İstanbul’a Giderek Padişah Huzuruna Çıkmak
İsteği
Aynı tarihlerde Adliye ve Mezahip Nezareti sadarete bir takrir
göndermiştir. Bu takrirde patrik Geha Efendi’nin memuriyetinde çok yeni olması
sebebiyle seçeceği mesleğin henüz layıkıyla farkında olmadığından
bahsedilmekteydi. Anlaşıldığı kadarıyla Geha Efendi İstanbul’a gelmek hususunda
izin istemesine rağmen, önce Mısır’a mı yoksa İstanbul’a mı gitmesi gerektiği
hususunda karar vermede pek tecrübesiz olduğu anlaşılmıştır. Hükümet bu konuda
Şam valisinin gerekli bilgi ve belgeleri toplayarak, patriğin niyetini teşhis etmesini
ve uygun bulması halinde patriğe izin vermesi emredilmiştir96.
Patrik Geha Efendi’nin bu tecrübesizliği kendisinin devlet tarafından takibe
alınmasına ve ilişkilerinin sorgulanmasına sebep olmuştur. 17 Aralık 1902 tarihli
bir belge, Geha Efendi’nin tebdili hava için Mısır’a gitmek veya orada ikamet
etmek istediğinde olduğuna dair bilgiler alındığına dikkat çekilmiştir. Bu durumda
devletin patriğin bu isteğinin meni söz konusu olmadığı gibi isteğin dikkate
alınması gerektiği ifade edilmiştir. Ancak buna rağmen Rum Katolik cemaatin Geha
Efendi hakkında bir şikâyetinin var olup olmadığına bakılması dışında, kendisinin
de hükümet aleyhinde bir faaliyet ve hareket içinde olup olmadığının tetkik
edilmesi istenilmiştir. Ayrıca memuriyet mahallinden ayrılırken buradan izin talep
edip etmediğinin tetkiki de istenilerek, elde edilen bulgu ve belgelerin acilen
merkeze gönderilmesi emredilmiştir97.
Geha Efendi’nin, aslında İskenderiye’de bulunan Rum Melkit cemaatinin
eski patrikleri zamanında olduğu gibi İskenderiye Patriği adı altında yeni bir patrik
daha tayin etmek istediklerini haber aldığı ve bu işi teskin etmek için hemen Mısır’a
hareket etmiş olduğu bildirilmiştir. Geha Efendi’nin bu yerinde girişimi sebebiyle
Osmanlı Devleti’nin de İskenderiye’de böyle yeni bir patriklik kurulması taraftarı
olmadığı anlaşılmaktadır98. Devletin takibatına rağmen Geha Efendi’nin yerinden
ayrılması için gerekli mazeretin kendiliğinden oluştuğu anlaşılmaktadır. Öyleki
İskenderiye matranının vefatı bu imkânı sağlamıştır. Beyrut valisinden Adliye
Nezareti’ne gönderilen bir telgrafa göre Geha Efendi, İskenderiye matranının ölümü

94
BOA, Y.MTV. 234/13, lef: 1, 17 Ağustos 1902.
95
BOA, BEO. 1959/146893, lef: 2, 24 Kasım 1902.
96
BOA, BEO. 1964/147297, lef: 2, 11 Aralık 1902.
97
BOA, BEO. 1964/147297, lef: 1, 17 Aralık 1902.
98
BOA, BEO. 1970/147682, lef: 1, 26 Aralık 1902.
93
üzerine oradaki işleri düzenlemek amacıyla hemen Şam’dan Beyrut’a oradan da
İskenderiye’ye hareket etmiştir99.
Geha Efendi hakkında yapılan tahkikat bitirilmiş ve Adliye ve Mezahip
Nazırı tarafından sadarete gönderilmiştir. Buna göre Rum Melkit Katolik Patriği
Kyriliyos Geha Efendi’nin Mısır’a gitmesinin altında yatan sebep araştırıldığında
ortaya ilginç bir gerçek çıkmıştı. Geha Efendi Halep metropolitliğinde bulunduğu
sırada dahi devlete sadık ve iyi niyeti ile bilinen bir matran olmuştur. Mısır’a gitme
arzusunun sadece tebdil-i hava olmadığı bizzat kendi ağzından ifade edilmişti.
Amacı kendi ruhani idaresinde bulunan bu mahaldeki Rum Katolik kiliselerinde
devir ve teftiş yapmaktı. Ancak patrikliğe yeni tayin olduğundan kendinden önceki
patrikler gibi İstanbul’a gelerek padişaha bağlılığını arz etmek de istemekteydi.
Ancak Patrik Efendi’nin çelişkide kaldığı husus, Mısır’dan sonra İstanbul’a mı,
yoksa doğrudan Roma’ya gitmek mi doğru olur hususuydu. Daha önce Papa ile
planlanmamış olsa da bir görüşme yapmak niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu
husus Suriye valiliği tarafından yakinen bilindiği için, 29 Aralık’ta gönderilen bir
tahrir ile patriğin muhtemelen Roma’yı tercih edeceği bildirilmişti. 10 Ocak 1903’te
sadarete gönderilen bir bilgiden, dolaylı da olsa Suriye vilayetinin verdiği bilginin
doğru olduğu ispatlanmıştır. Patrik Geha Efendi Şam’dan önce Beyrut’a gitmişti.
Bu sırada Mısır matranının vefat etmesi sebebiyle buradan da İskenderiye’ye gittiği
anlaşılmaktadır100.
Suriye valiliğinden 12 Temmuz 1904 tarihinde bir başka takrir
gönderilmiştir. Bu takrirde Rum Melkit patriği Geha Efendi’nin Mısır’dan döndüğü
ve İstanbul’a gitme arzusunda olduğu bildirilmekteydi. Ancak daha önce
tecrübesizliği sebebiyle İstanbul’a gitmek konusunda gösterdiği acemiliğin ayağına
dolaştığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple kendisine vali tarafından henüz izin
verilmemiştir. Bu durum patriğin cemaati nezdinde itibarsızlaşmasına ve cemaatinin
yüzüne bakacak halinin kalmamasına sebep olmuştur. Hatta kendisine bağlı olan
Mısır’ın işlerini yürütme konusunda da bazı sıkıntılar yaşadığı anlaşılmaktadır.
Suriye valisi tarafından vilayetten ayrılma izni verilmemesine rağmen Mısır işlerini
bahane edereke Şam’dan ayrıldığı anlaşılmaktadır. Gittiği Mısır’dan da vekili
vasıtasıyla İstanbul’a gitmek hususundaki isteğini birkaç defa bildirdiği ifade
edilmiştir101.
Suriye vilayetinden 28 Temmuz 1904 tarihinde Adliye ve Mezahip
Nezareti’ne yeni bir yazı gönderilmişti. Bu yazıda Rum Melkit Katolik Patriği
Kyrillos Geha Efendi’nin kendinden önceki patrikler gibi İstanbul’a giderek
padişahın huzuruna çıkmak (Rumal-i Ubudiyet) için müsaade istediği
bildirilmekteydi. Bunun üzerine validen, daha önce seleflerine uygulanmış olan usul
ve kaidelerin uygulanması istenilmiştir102. Teşrifat-ı Divan-ı Hümâyûn kalemine
gönderilen bir mazbatadan Patrik Geha Efendi’nin 8 Eylül 1904 tarihi itibariyle

99
BOA, Y.A.HUS. 439/59, lef: 3, 29 Aralık 1902.
100
BOA, Y.A.HUS. 439/59, lef: 2, 8 Ocak 1903.
101
BOA, BEO. 2378/178337, lef: 8, 12 Temmuz 1904.
102
BOA, BEO. 2378/178337, lef: 1, 28 Temmuz 1904.
94
Cuma günü İstanbul’a ulaşacağı anlaşılmaktadır. Bu mazbatada patriği karşılamak
için teşrifat memurlarından birinin tayin edilmesi istenilmişti103. Bunun üzerine
Geha Efendi’ye de bir teşrifatçı tayin edilmesine ve merasim dairesinde
ağırlanmasına karar verilmişti. Patriğin cuma günü gelecek olması sebebiyle
ikametine tahsis olunacak hanenin kira ile masrafları için, Dâhiliye ve Maliye
nezaretlerine gerekli emirler verildi. Patrik teşrifat memurlarından biri tarafından ve
bir istimbot ile karşılanacaktı104. İstanbul’a gelen patriğin kaldığı yerin ve iaşesine
dair masrafların ödenmesi hususunda bazı problemlerin zuhur etmesi üzerine,
masrafların ödenmesine dair 19 Eylül’de Dâhiliye Nezareti’ne bir emir gönderildiği
anlaşılmaktadır105.
Kyrillos Geha Efendi 29 Eylül 1904 tarihinde huzura kabul edilmiştir.
Padişah tarafından murassa nişan-ı ali-i Osmani takdim edilen Geha Efendi’nin
nişanının verilmesi için Maliye Nezareti’ne bir emir gönderildi106. Hemen akabinde
Adliye ve Mezahip Nezareti’ne de bir emir gönderilerek, Rum Melkit Katolik
Patriği Geha Efendi’nin geriye dönüş zamanı geldiğinde, masraflarının karşılanması
için gerekli işlemlerin hızlı bir şekilde yapılması emredildi107. Maliye Nezareti,
Geha Efendi’nin masraflarıyla ilgili gerekli incelemeyi tamamladığında, patriğin
İstanbul’da bulunduğu müddet zarfından 6500 kuruş masrafının olduğu tespit
edilmiştir108. Buna ilaveten padişah tarafından Geha Efendiye 300 lira atiye
verilmiştir. Bu meblağın da Maliye Nezareti’nin 1320 senesi tahsisatından
kesilmesi emredilmiştir109.
Geha Efendi’nin görev süresi içerisinde bir ikinci defa daha İstanbul’a
gelmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu defa beratında kendisine tahsis edilmiş şartlar
dahilinde misafir edilerek otel masrafının tesviyesi emredilmiş olup, bir önceki
gelişinde teşrifat dairesi marifetiyle gerekli merasimin yapılmış olduğu tespit
edilebilmektedir. Bu gelişinde ise patrik için Beyoğlu’nda bir hane kiralanmıştı.
Ayrıca iaşesinin Tokatlıyan Lokantası’ndan karşılandığı anlaşılmaktadır. Burada
bulunduğu 33 gün zarfından hane kirası ve yemek masrafı olarak toplam 18000
kuruş harcamış olduğu anlaşılmıştır. Bu ödemenin de Maliye Nezareti’nden
karşılanmış olduğu bildirilmiştir110. Bu ikinci gelişinde ise Geha Efendi’ye Maliye
Nezareti’den 100 lira harcırah verilmişti111.
8. Patrikhanenin Gelirlerini Artırma Teşebbüsü
Patrikliğinin ilk yılından itibaren Geha Efendi, patrikhanenin gelirlerini
artırmak sevdasına düşmüştür. Bu amaçla kişilerin elinde kalan veya patrikhaneye

103
BOA, BEO. 2406/180431, lef: 1, 8 Eylül 1904.
104
BOA, İ.HUS. 120/75, lef: 1, 8 Eylül 1904.
105
BOA, BEO. 2412/180873, lef: 1, 19 Eylül 1904.
106
BOA, BEO. 2421/181506, lef: 1, 29 Eylül 1904.
107
BOA, BEO. 2427/181979, lef: 1, 10 Ekim 1904.
108
BOA, BEO. 2450/183687, lef: 1, 17 Ekim 1904.
109
BOA, DH.MKT. 906/31, lef: 1, 25 Ekim 1904.
110
BOA, DH.MKT. 916/15, lef: 1, 18 Aralık 1904.
111
BOA, BEO. 2505/187823, lef: 1, 9 Şubat 1905.
95
bağlı olan emlak ve arazileri takibe almıştır. Bu maksatla Defter-i Hakanî
Nezareti’ne bir mazbata göndermiştir. Bu mazbatada kendisine bağlı olan vakıfların
tamamı hakkında bilgi sunmaktadır. Geha Efendi kendisine bağlı vakıfları Beyrut
vilayeti dâhilinde Sayda kazasına tabi ve varidatı Cebel-i Lübnan’da bulunan Ayn-
Traz Katolik mektebine ait Ubra ve Hunusiyat karyesinin dörtte bir arazisi olarak
tarif etmektedir. Bu arazi bir asırdan fazla zamandan beri Geha Efendi ile vakıf
mütevellileri bulunan eski patriklerin elindir. Ancak bahsi geçen karye ile ilgili
ahaliden bazı kişilerin ehemmiyetsiz lakırdılar sarf ederek, Gariforyos Efendi
zamanında ortaya bazı ihtilafların çıktığını belirtmektedir. Bu ihtilaf üzerine
İstanbul’da hâkime başvurulmuş ve hâkim görüşü alınarak ahalinin iddia ve
teşebbüsleri reddolunmuştu. Böylece Gariforyos Efendi’nin söz konusu karye
üzerindeki hak ve tasarrufu da teyid olunmuştu. Daha sonra yeni bir tahkikat daha
yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu tahkikat ise Beyrut Defter-i Hakanî tarafından verilen
bir emir ile Sayda tapu kâtibi tarafından yaptırılmıştır. Tahkikatı yaptıran tapu
kâtibi Ubra karyesinin dörtte bir arazisini boş göstererek araziyi müzayedeye
çıkarmıştır. Bunun üzerine Geha Efendi Beyrut Defter-i Hakani idaresine
başvurarak, müzayedenin durdurulmasını istemiştir. Geha Efendi meseleyi
İstanbul’da bulunan Rum Melkit Katolik patrik vekili vasıtasıyla Bab-ı âli’ye
bildirmiş ve bir inceleme yapılmasını talep etmiştir112.
Yapılan inceleme sonrasında Beyrut’ta bulunan bu emlak arasında cemaate
ait müesseseler ve bunlara ait vakıflarda dâhil muhtelif gayrimenkullerin de
bulunduğu anlaşılmıştır. Bu vakıflar hakkında 11 Kasım 1902 tarihinde Bâb-ı
âlî’den bir karar çıkarılması istenilmiştir. Bunun üzerine Defter-i Hakani konuyla
ilgili olarak Şurâ-yı Devlet’e 20 Ocak 1913 tarihinde bir tezkere göndermiştir. Bu
tezkereye Divân-ı Hümâyûn’dan verilen cevapta, Patrisi Çeriçeri Efendi’ye verilen
26 Nisan 1903 tarihli bir hüccette Şam, Beyrut ve Cebel-i Lübnan’da bahsi geçen
patrikler üzerinde bazı emlâkın varlığına dikkat çekilmekteydi. Bu sebeple bütün bu
emval ve gayrimenkule ait nakit veya senetli/senetsiz olarak şahıslar üzerinde
bulunan zimmetin talep edilebilmesi için doğrudan patriğin müracaatta bulunması
istenilmiştir113.
Divan-ı Hümâyûn’dan 11 Kasım 1902 tarihinde Geha Efendi’ye konuyla
ilgili olarak yeni bir karar gönderildi. Bu kararda Katolik mezhebinin
yapılandırılması amacıyla kurulan vakıflara vakfedilen emlakin sadece mülk olması
halinde bunun hükumetten istenebileceği ve ancak hükümetin vereceği karara göre
üzerinde tasarruf hakkına sahip olunabileceği bildirilmiştir. Şayet bu eski patrikler
üzerinde miri arazi veya vakıf olarak bir zimmet bulunmuyorsa, Gariforyos Efendi
üzerinden düşmüş olması lazım gelen emlake, Çeriçeri Efendi’nin ne şekilde el
koymuş olduğunun, tam olarak izah edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu izahat
yapılırken yukarıda bahsi geçen gayrimenkullerden ölmüş olan patrikler üzerinde
zimmet olarak kalmış olup, ruhbana ait olduğu iddia edilen vakfa ait bina ve
akarlarından elde edilen gelirler ile ruhbanın zimmetinde kalan arazilerin ne tür

112
BOA, BEO. 2560/191985, lef: 1, 25 Nisan 1905.
113
BOA, ŞD. 86/13, 2 Nisan 1913.
96
araziler olduğu belirlenmeliydi. Bütün bunlar yapıldıktan sonra elde edilen bilgiler
dâhilinde Divan-ı Hümâyûn’un varacağı kararın bir tezkere ile Defter-i Hakanî’ye
bildirilmesi emredilmiştir114.
Söz konusu tezkere Şurâ-yı Devlet tarafından 30 Mart 1329 (12 Nisan
1913) tarihinde Defter-i Hakanî’ye yazılmıştır. 10 Temmuz 1329 (23 Temmuz
1913) tarihinde Defter-i Hakani tarafından verilen cevapta, bahsi geçen malların
bulunduğu mahalden defterlerinin getirtilerek, muhteviyatına bakılması ve gereken
izahı vermeye yeterli olup olmadığının incelenmesi istenmiştir. Bu inceleme
sırasında arazinin ne çeşit bir arazi olduğunu ortaya koymaktan uzak bulunması
halinde, bu durumun Mülkiye ve Maarif dairesine de bildirilmesine ve ilgili evrakın
zaman kaybetmeden gönderilmesine karar verilmiştir115.
23 Mart 1915 tarihinde gönderilen bir mazbatada Antakya ve tevabii Rum
Katolik patriği olup daha önce ölmüş olan ve yukarıda bahsi geçen Patrisi Çeriçeri
ve Gariforyos efendilerin Beyrut’ta bulunan patrik Geha Efendi tarafından el
konulmuş olan emlakine dair tezkerenin Defter-i Hakanî’ye gönderildiği
bildirilmiştir116.
12 Mart 1916 tarihinde Adliye ve Mezahip Nezareti’nden bu emlak ve
arazi için yeni bir karar çıkmıştır. Bu kararda, Antakya ve tevabii Rum Katolik
Patriği Patrisi Çeriçeri ve Gariforyos Efendilerin Beyrut’da bulunan ve Patrik Geha
Efendi tarafından el konulmuş olan malları hakkında yapılan muameleyi
göstermekteydi. Bu muamele Maliye Nezareti tarafından Şura-yı Devlete havale
edilmişti. Şura-yı Devlet meseleyi görüşerek, 20 Ocak 1913 tarihli bir tezkere ile
konuyu Mülkiye ve Maarif dairesine havale etti. Burada yapılan görüşmeler
sonucunda, daha önce ölmüş olan iki patriğin üzerinde iken patrik Geha Efendi
tarafından el konulmuş olan malların, varisleri olmadığı anlaşılmıştır. Beyrut’da
bulunan bu emlak Defter-i Hakani müdürlüğünden gönderilen ve Beyrut şeri
mahkemesi tarafından sorgulanmak suretiyle 25 Nisan 1903 tarihinde verilen hüccet
suretinde; emlağa konu olan davanın Patrisi Çeriçeri Efendi’nin varislerini
ilgilendirdiği anlaşılmıştır. Bu davanın Mısır şeri mahkemesinden alınan hüccete
dayanılarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Mahkeme neticesinde Çeriçeri adına
tasarruf olunan emlakten başka tespit edilen bir miktar nakit ve mal yanında, çeşitli
kişilerin üzerinde kalmış olan alacakların da patriklik makamına ait olduğu tespit
edilmiştir. Söz konusu hüccete göre, bu emlak ve akara sadece malların tasarrufunu
elinde bulunduranların varisleri tasarruf edebilecekti117.
Fakat bahsi geçen emlak ve akarın varisi olmadığına dair bazı iddialar
vardı. Şayet bu iddia doğru ise bu mallar bahsi geçen eski patrik üzerinde olmakla
beraber, aslında işgal altında oldukları da tespit edilmişti. Bununla beraber sözü
edilen mallardan ancak hüccette geçen şartlar dâhilinde istifa edilebilecekti. Bu

114
BOA, ŞD. 86/13, 2 Nisan 1913.
115
BOA, ŞD. 86/13, 24 Ağustos 1913.
116
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 1, 23 Mart 1915.
117
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
97
sebeple bu mallardan istifade edenlerin ifadesine başvurulmasına karar verildi.
Yapılan sorgulama sonucunda patrikliğin tasarrufundaki bazı müesseselerin
yönetiminin de başka ellerde olduğu anlaşılmıştır118.
Bunun üzerine Çeriçeri Efendi’nin varisleri, bahsi geçen emlâkın
intikalinin yapılması için bazı teşebbüslerde bulunulmuştur. Fakat devlet bu hususta
yeni bir değerlendirme yoluna gitmeye karar vermişti. Bu kararla ilgili olarak ise
henüz bir açıklama yapılmamıştı. Bu nedenle muhtelif cemaatlerin tasarruf ettikleri
tesisler adına vakfedilecek mahaller ile ilgili verilecek hüccetler, Bab-ı âlî’den
istenilmekteydi. Bununla ilgili hüküm 11 Kasım 1902 tarihinde patrikliğe intikal
etmiş görünmektedir119.
Divan-ı Hümâyûn beylikçi kalemine ait bir derkenarda Katolik mezhebine
ait olan tesislerin mülk ve vakıf haline getirilmeleri için bir müracaat yapıldığı
görülmektedir. Yapılan müracaat sonucunda sadece mülk olanların vakfa
dönüştürülebileceğine ve senedinin de bu şekilde düzenlenmesine karar verilmişti.
Bununla beraber miri araziden olanların üzerinde bir vakıf tesisi mümkün
olamayacağı bildirilmişti. Ancak Şura-yı Devlet tarafından alınan bir karara göre,
sadece mülk olanların vakfa dönüştürülebileceğine dair Bab-ı âli’ye ait bir kararın
olduğu bildirilmiştir120.
Aynı hüküm Maliye Nezareti tarafından da kabul edilmiştir. Bahsi geçen
Patrik Patrisi Çeriçeri Efendi’ye beratı emsaline göre 8 Nisan 1899 tarihinde verildi.
Beratında: “Bahsi geçen cemaatten bazıları ihanet etmek hususunda patriğe,
matranlarına ve papaslarına ve kiliseleri fukarasına bir miktar şey vasiyet edip
öldüklerinde, bu bedellerin kadı marifetiyle geriye bıraktıkları varlıklardan alınması
istenilmekteydi. Varissiz olarak ölen papazların, keşişlerin ve keşişelerin gerek eşya
ve gerek at ve sair her neleri var ise patrik tarafından miri için alınması
emredilmiştir. Beytü’l-mal, kassam, mütevelliler, subaşılar ve adamları tarafından
kendilerine asla müdahale olunmaması istenmiştir. Buna karşılık varisi olanların
gerek nakit ve gerekse başka malları ve eşyalarına el konulmaması
emredilmiştir.”121
Diğer taraftan “Ölen matran, keşişler ve ruhbanların ayinleri gereğince
kiliseleri fukarasına ve patriklerine her ne vasiyet ederlerse makbul olup, ayin
kaidelerine göre kendi cemaatlerinden Katolik şahitler getirerek mahkeme yolu ile
istemeleri emredilmiştir. Kilise ve manastırlarla ilgili bağ, bağçe, çiftlik, tarla, çayır
ve değirmenlerin zapt ve tasarrufların, yukarıda bahsi geçen tasarruf kaidelerine
uygun olarak yapılması, başka bir muamelenin yapılmaması…” karara bağlanmıştı.
Bu maddeler dâhilinde sözü edilen emlak hisselerinin patriklik makamının
yönetimindeki bazı tesislere ait olduğu, ilgili birimler tarafından da teyit edilmiş idi.
Geha Efendi elinde bulunan hüccette bu hususları doğrulamaktaydı. Ancak Maliye

118
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
119
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
120
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
121
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
98
Nezareti patriklikten yapılan müracaatlarda söz konusu emlake ait bilgilerin talep
edildiğini bildirmekteydi122.
Beyrut Defter-i Hakani müdürü 28 Aralık 1912 tarihinde gönderdiği bir
telgrafta, yukarıda bahsi geçen hüccetin ekinde vefat eden patriklerin daha önce
elde edilmiş olan ifadelerinde:
“Bahsi geçen malların tamamı satılmak üzere ismen bildirilmişti. Bu
konuda Suriye ve Beyrut vilayetleri, Cebel-i Lübnan mutasarrıflığı ile Mısır
Eyaleti’nin resmi dairelerindeki defterler ve sicillerde adı yazılı olan ve
alacaklarının durumu ve diğer hususları gösterilen arazinin teferruatı yanında bütün
mal ve gayr-i menkullerden yukarıda bahsedilmiş veya bahsedilmemiş olsun,
bunlara ait nakit para ve tamamından satın alınan malların gerek resmi senetler ve
gerekse adi senetler ile olsun, ya da resmi senetleri eklenmemiş olsun, bunların
tamamı Rum Katolik milletinin patriğine ait idi. Bunlardan temin edilecek menfaat
kadar, idari tasarruflar da dorudan patriklik uhdesinde olduğu bildirilmiştir.”123
Beyrut Defter-i Hakani müdürlüğü tarafından ileri sürülen bu hüküm, vefat
eden patriklerin mal ve gayrimenkulleri yanında nakit ve alacaklarının da patrik
Geha Efendiye ait olduğunu göstermektedir.
Aksi halde yukarıda ortaya atılmış olan iddialara işaret eden 11 Kasım
1902 tarihli tezkereyi haklı gösterecek bir durumun olmadığına işaret edilmekte ve
Çeriçeri Efendi’nin varislerinin bu meselenin dışında kalacağı bildirilmekteydi.
Bununla beraber gayrimenkullerin kime ait olduğu hususunda bir tespit yapılması
gerektiğinde bunların çeşitli vekiller adına intikal ettirilmesine dair bazı maddelerin
varlığına işaret edilmiştir. Bu maddeler Kudüs-i Şerif Rum manastırı ruhbanı
arasında vefat edenlerin üzerlerinde bulunan mal ve mülklerin intikali için Mülkiye
Dairesinin 9 Mayıs 1912 tarihli ve Heyet-i Umumiye’nin 30 Eylül 1912 tarihli
mazbatalarına göre bahsi geçen ruhbandan kalan gayrimenkullerin Kudüs Patriği
namına satış ve intikalinin yapılması kararlaştırılmış idi. Buna binaen söz konusu
satış ile ilgili Patrikhane ve Manastırlar adına senet verilmesi caiz olamayacağı gibi,
gayrimenkullerden miri arazi, vakıf binaları ve bunların akarlarından elde edilen
gelirlerin patrik adına vakıf olarak intikallerinin yapılması da caiz değildi124.
Bu sebeple Antakya ve Antakya’ya bağlı yerler Rum Katolik Patriği ve
daha önce ölmüş olan Patrisi Çeriçeri Efendi’nin üzerinde olan gayrimenkullerden
sadece mülk olanların Patrik Geha Efendi adına intikallerine hüküm verilmesi şeri
olarak mümkündü. Maliye Nezareti daha önce bu konuyla ilgili olarak göndermiş
olduğu yazının başında, ölen patrik Gariforyos Efendi’den boşalarak, varislerine
intikal etmesi lazım gelen emlağa Geha Efendi tarafından el konulmuş olduğu
anlaşılmıştır. Bu itibarla yapılmış olan muhakeme sonucunda Patrisi Çeriçeri
Efendi’nin emlakinin Geha Efendi’nin eline geçmiş olduğu anlaşıldığından, bu

122
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
123
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
124
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
99
intikalin hukuki olup olmadığının Şura-yı Devlet tarafından da tetkik edilmesine
karar verilmişti125.
Bu konuda Çeriçeri Efendi’nin adına kayıtlı olan mallar ile onun uhdesi
dışında kalan mallar hakkında yapılacak bir muhakeme sonucunda “hüccet tarihine
kadar bahsi geçen patrik namına kayıtlı gayrimenkullerden sadece mülk olanlar
hakkında vakıf muamelesi yapılmasının caiz olamayacağı belirtilmişti. Buna
karşılık cemaatlere ait tesislere vakfedilebilecek mallar için yapılacak muamelelerle
ilgili 6 Kasım 1902 tarihinde bir tezkere çıkarıldı. Bu tezkerede söz konusu mal ve
mülkle ilgili olarak, hüccetin mahiyetine göre ve yürürlükte olan kanun hükümleri
dairesinde muamele olunması istenmiştir126.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan ve elde edebildiğimiz belgeler
dairesinde Geha Efendi’nin patrikliği dönemi hakkında söylenebilecek başka bir şey
olmadığı anlaşılmaktadır. Literatür çalışmalarına bakıldığında Geha Efendi’nin iki
dönem patriklik yaptığı görülmektedir. Wikipedia’da verilen listelerde ilk dönemi
1916’da sona ermekte olup kendisinden sonra boşluk (vacant) olduğundan
bahsedilmektedir. Tam da bu tarihte Osmanlı Arşiv belgeleri Antakya Rum Melkit
Katolik Patrikliği’ne bir kaymakam atandığından bahsedilmektedir127.
Bu durum Geha Efendi’den sonra bir müddet patrik seçilemediğini
göstermektedir128. Böyle durumlarda toplanan Sinod üyeleri yeni bir patrik atamak
için önce Sinod’u yönetecek bir kaymakam tayin edilirdi. Bu kaymakam patriği
seçmek için Sinod’u toplar, yapılan oylamada ya kendisi veya bir başka matran
patrik olurdu. Antakya Ortodoks Rum Patrikliğinde adet olduğu üzere 3 aday
belirlenirdi. Daha sonra bunlar patrik tayin edilmek üzere İstanbul Rum
Patrikhanesi tarafından padişaha sunulur, patrik olacak kişi hakkında son sözü ise
Padişah söylerdi. Ancak tarafların uzlaşamaması halinde, kaymakam patriğin tüm
yetkilerini kendisinde toplamak suretiyle onun görevlerini yürütme yetkisine de
sahipti. Bu durumda yeni patrik seçilene kadar İstanbul, kaymakamın vekâletini
onaylamak mecburiyetinde kalabilirdi129. Ancak bu durumun tek istisnası vardı ki,
bu da cemaat üyelerinin de bu duruma rıza göstermiş olması beklenirdi.
9. Kaymakam Tayini İçin Papa’nın Görüşünün Alınması
1916 yılında patriklikten ayrıldığı kayıtlarda yer alan Geha Efendi’nin
ölümü ile ilgili elimizde bir belge bulunmamaktadır. Adliye ve Mezahib
Nezareti’nden 27 Ekim 1915 tarihinde Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya

125
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
126
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
127
BOA, BEO. 4405/330338, lef: 2, 12 Mart 1916.
128
Abdullah Raheb, Antakya Rum Melkit Patrikliği’nin 1947 yılına kadar son 50 yılda gelmiş olan patrikleri
sıralarken, Gregory II Yousof, Maximos IV Sayegh, Peter IV Geraigiri (1898-1902), Cyril VIII Geha (1902
1916) ve Dimitrios I Qadi (1919-1925)’in adlarını zikretmektedir. Burada da görüldüğü üzere Geha Efendi ile
Qadi arasında 3 yıllık bir boşluk söz konusudur (Abdallah Raheb, “Greek Melkıte Catholıc Patrıarchate Of
Antıoch: Bırth, Evolutıon, And Current Orıentatıons”, http://phoenicia.org/pdfs/melkite_greek_catholic.pdf
(07.01.2016).
129
BOA, BEO. 1072/80354/1, 20 Ocak 1898.
100
gönderilen telgrafta Rum Melkit Katolik Patriği’ Geha Efendi’nin savaştan önce
Mısır’a gittiği ve dönmesi için yapılan girişimlere rağmen Mısır’da kalması
sebebiyle azledilerek yerine bir kaymakam tayin edileceği bildirilmekteydi130.
Ancak bu husus bir müddet askıda kalmış görünmektedir. Öyle ki Adliye ve
Mezahip Nezareti’nden 23 Ocak 1916 tarihinde Cemal Paşa’ya yazılan yeni bir
şifre telgrafta, Rum Melkit Katolik patrik kaymakamlığına Sayda metropolidi
Basiliyus Neccar Efendi’nin tayin edildiği bildirilmekteydi131. Bu belge Mısır’dan
dönüşü sağlanamayan Geha Efendi’nin patriklikten el çektirildiğini göstermektedir.
Adliye ve Mezahip Nezareti’nden 1 Şubat 1916’da gönderilen bir başka
belgede Basilius Efendi’nin kaymakamlığı hakkında biraz daha tafsilat bulmak
mümkündür. Cemal Paşa’ya gönderilen şifre telgrafta Katolik ruhani reislerinin
Papa ile yapılan haberleşme ve kurulan münasebetler mezhebi gerekçelerden
kaynaklanmakta, ancak aynı zamanda resmi bir mahiyet de taşıdığı anlaşılmaktaydı.
Belgeden anlaşıldığı kadarıyla, Melkit kaymakamının Roma’ya yaptığı müracaat da
hükümet tarafından bu kabilden değerlendirilmekteydi.
Papa’ya müracaat edilmesi, Osmanlı Devleti’nin siyasi haklarını çiğnemek
anlamına gelmekteydi. Bu sebeple devletten izin alınmaksızın bu tür girişimlerden
külliyen kaçınılması tavsiye edilmiştir. Öyleki Osmanlı hükümeti yapılan bu
yanlışlığın düzeltilmesi hususunda, muhatap kabul edilmemesi sebebiyle, Papa
nezdinde hiçbir teşebbüste bulunmamıştır. Buna rağmen Papa ile başlatılan
münasebet Osmanlı Devleti’nin iç işlerine bir müdahale olarak algılanmıştır. Ancak
Katolik ruhani reislerin girişimi Papa açısından bakıldığında mezhep işlerinden bir
mesele olarak algılanmaktaydı. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’nin meseleyi kulak
arkası yapması da pek mümkün görünmemekteydi. Dolayısıyla Papa tarafından
destek görüyor olsa da memuriyeti padişahın iradesine dayanmayan bir
kaymakamın, Osmanlı kanunlarına göre, işten el çektirilmesi gerekmekteydi. Böyle
durumlarda devlet yeni bir kaymakam seçilmesini isteyebilir ve bu hususta
metropolitlerin Sinod’u yeniden toplamaları da istenebilirdi. Bununla beraber
Osmanlı hükümeti bu meselenin mezhebi açıdan çok da sürüncemede kalması
taraftarı olmadığından kaymakamın tayinine cevaz verilmesinin önünü açmıştır.
Diğer taraftan meselenin mezhep içinde çözülmesi gerektiği bildirilerek, papa gibi
dıştan müdahalelere sebep olabilecek mercilere başvurulmaması gerektiği
hatırlatılmıştır. Aksi halde cemaatin ruhani bir reisten mahrum kalıp kalmaması
ihtimali, devlet hukukunun işlemesine mani olamayacağı da bir kez daha cemaate
bildirilmiştir132.
Osmanlı Devleti hukuki olarak kendi siyasi haklarının çiğnendiği bu
meselede müdahale hakkını kullanmış olmakla beraber, Katolik cemaatinin ruhani
reissiz kalmasına da izin vermemiştir. Bu sebeple Basiliyus Efendi’nin

130
Şaban Ortak, Osmanlı’nın Son Manevralarından Suriye Ve Garbî Arabistan Tehciri, Ankara 2011, s. 125.
131
BOA, DH.ŞFR. 60/98, lef: 1, 23 Ocak 1916.
132
BOA, DH. ŞFR.60/195, lef: 1, 1 Şubat 1916.
101
kaymakamlığını tasdik etmiştir. Bununla beraber Basiliyus Efendi bu makamda çok
fazla kalamamış olup, kaymakamlığının hemen akabinde ölmüştür133.
Cemal Paşa’ya Adliye nazırı tarafından gönderilen bir başka şifrede Melkit
patrik kaymakamı Basiliyus Efendi’nin vefat ettiği bildirilmiştir. Bunun üzerine
kaymakamlık seçiminin yapılmasına ve daha önce Basiliyus Efendi ile kaymakam
adayı olarak gösterilen Zahle metropolidinin tanınmasına karar verilmişti134. Ancak
Zahle metropolidinin kim olduğu hakkında kaynaklar bir bilgi sunmamaktadır. Bu
hususta bir bilgiye tesadüf edilmeyişinin bir sebebi Osmanlı Devleti’nin 1914
yılında I. Cihan Harbi’ne girmiş olması ve o tarihte Halep Vilayeti’ne bağlı olan
Antakya ve çevre vilayetlerle ilişkimizin kesilmiş olması olabilir. Bu itibarla
Antakya Rum Melkit Katolik Patrikliği’nin 1916 sonrası faaliyetleri hakkında
elimizde başka bir belge de bulunmamaktadır.
Sonuç
Osmanlı Devleti, 1724 yılından itibaren kendi topraklarında yabancıları ve
misyonerleri görmeye başlamıştır. 1516 fethi sonrasında özellikle Cizvit ve
Fransisken rahipleri bölgeden uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Ancak özellikle
Fransa’nın Osmanlı Devleti ile başlayan iyi ilişkilerini fırsat bilen Cizvit,
Fransisken ve İngiliz Kapuçin rahipleri, bölgedeki eski varlıklarını yeniden gün
yüzüne çıkarabilmek için yoğun bir çaba içerisine girmişlerdir. Bu süreçte Cyril VI
Tanas (1724-1760), Maximos II Hakim (1760-1761), Theodosius V Dahan (1761-
1788), Athanasius IV Jawhar (1788-1794), Cyril VII Siaj (1794-1796) Agapius II
Matar (1796-1812, Ignatius IV Sarrouf (1812), Athanasius V Matar (1813),
Macarius IV Tawi (1813-1815), Ignatius V Qattan (1816-1833) dönemlerinde 10
patriğin görev yaptığını görüyoruz135.
Yazımızdan da görüleceği üzere bizim konu ettiğimiz dönem Antakya Rum
Melkit Katolik Patrikliğinin imtiyaz talebi ile bir araya gelerek, İstanbul’dan bazı
dileklerde bulundukları 23 Ağustos1853 tarihi ve sonrasına rastlamaktadır. Bu
dönemde ise Maximos III Mazloum (1833-1855), Clement Bahouth (1856-1864),
Gregory II Youssef-Sayur (1864-1897), Peter IV Jaraijiry (1898-1902), Cyril VIII
Geha (1902-1916), arada üç yıllık boşluk olup, sonrasında (Demetrius I Qadi (1919-
1925) olmak üzere toplam 6 patrik bulunmaktadır. Bu patriklerle ilgili en ciddi
mesele isimlerinin tespiti hususudur. Kabul edilecektir ki Osmanlı
literatürüne/arşivlerine yansıyan gayrimüslim isimlerinin okunmasında var olan
problemler yanında, asıl problem bu din adamlarının kilise literatüründe
farklı/Devlet nazarında farklı isimler kullanıyor olmalarıdır. Mesela Clemen
Bahouth’un Osmanlı literatüründeki karşılığı Eklimendos Efendi’dir. Aynı şekilde
Peter IV Jaraijiry’in karşılığı ise Çeriçeri Efendi’dir. Hal böyle olunca okuyucu bu

133
BOA, DH. ŞFR.60/195, lef: 1, 1 Şubat 1916.
134
BOA, DH.ŞFR. 61/73, lef: 1, 22 Şubat 1916.
135
https://en.wikipedia.org/wiki/Melkite_Greek_Catholic_Patriarchate_of_Antioch_and_All_the_East
(07.01.2016)
102
hususu yadırgayabilir. O sebeple yukarıda bu patriklerin kilise literatüründeki
adlarını bir defa daha zikretmeyi önemsedik.
Çalışmanın mahiyeti Katolik mezhebi mensuplarının özellikle Rum
Ortodoks cemaat arasından devşirilmiş olması, çatışmanın diğer bir deyişle
cemaatlere yönelik misyonerlik faaliyetlerinin Müslümanlar veya Yahudiler üzerine
değil, Rum cemaat üzerinde yoğunlaşması, bu iki mezhebi tarih boyunca karşı
karşıya getirmiştir. Dolayısıyla bölgedeki cemaat arasında ortaya çıkan çatışma
durumu da yine bu cemaat devşirme meselesine bağlıdır.
Gerek Katolik ve gerekse Ortodoks patriklerin faaliyetleri Osmanlı
Devleti’ni “zimmi hukuku” çerçevesinde ilgilendirmiş olsa da, bu patrikler kendi
meselelerini hal yoluna sokmak için devletin kapısını çalmaktan hiç geri
kalmamışlardır. Bununla beraber Osmanlı Devleti, özellikle 1821 Rum
bunalımından sonra Ortodokslara karşı biraz mesafeli durması sebebiyle, bütün
sakıncalarına rağmen Katolikleri önemsemiş, özel durumlarda onların korunmasına
özen göstermiştir. Bu sebeple Katolik Patrikler, padişahın huzuruna çıkabildikleri
gibi, teşrifatta da Ortodoks patriklerden daha fazla itibar gördükleri söylenebilir.
Buna rağmen Katolikliğin yayılma sahası olan Antakya ve çevrisinin siyasi
ve stratejik durumu sebebiyle, patriklerin Fransa, Rusya, İngiltere vb. Avrupa
devletlerine meyletme durumlarına karşı, Osmanlı Devleti’nin bazı kısıtlamalarıyla
karşı karşıya kaldıkları görülmüş olduğu gibi, patriklerin siyasi faaliyetlerini
gözlemleyen yerel hakimler, bunları kendi menfaatleri için olduğu kadar, devlete
karşı üstlendikleri vazifeler sebebiyle de daima takip etmişlerdir. Özellikle
Eklimendos (Clement) Efendi’nin patrikliği döneminde Suriye valisi tarafından
takip edildiğine, aynı şekilde Çeriçeri (Jaraijiry) Efendi de Fransa taraftarı
görünmesi sebebiyle yine Suriye valiliği tarafından takip edilerek, hakkında
İstanbul’a raporlar gönderildiği vakidir. Bu sebeple devlet Çeriçeri’nin patrikliğini
uzun bir zaman resmen tanımamıştır.
Bu şekilde takip edilen patrikler yanında devletin beğenisini kazanmış olan
Gariforyos (Gregory) gibi patrikler ise devlet tarafından, patrik-i azam olarak da
nişan verilerek taltif de edilebilmiştir. Bu patrik kendi adamlarını da bizzat padişaha
meth ederek onlara atiyyeler ve nişanlar da verilmesini temin etmişlerdir.
Yine patrik olarak devlet tarafından tanınmış olan bir Çeriçeri Efendiye
yönelik, kendi cemaati arasından karşı duranların da çıktığı görülmektedir. Tabi bu
tür hadiselerde dış destek her zaman mevcuttur. Özellikle Rusya bu konuda öncülük
etmektedir. Rus sefiri Fransız taraftarı olarak bilinen Çeriçeri Efendi’nin tayininden
hoşnut olmadığı için cemaatin bir kısmını ona karşı ayaklandırmış ve
tanımayacaklarını ilan ettirmiştir. Hatta Rus Filistin Cemiyeti vasıtasıyla bu hususta
büyük paralar da sarf edilmiştir.
Bütün bunlara rağmen Geha Efendi gibi bazı patrikler de atanmalarından
dolayı İstanbul’a giderek doğrudan huzura çıkarak, padişaha şükranlarını birinci
elden bildirmek istedikleri görülmektedir. Geha Efendi bu niyetini bildirmekle

103
beraber yerine getirememiştir. Çünkü kendisine tabi olan yerler arasında bulunan
Mısır’a ziyareti esnasında bura ahalisi ondan burada da bir patriklik kurmasını talep
etmişlerdi. Patriklik meselesi bu dönemde her ne kadar Osmanlı Devleti’nin iznine
tabi görünse de özellikle Katolikler için izin alınması gereken diğer bir misyon ise
Papalık idi. Bu sebeple Geha Efendi İstanbul’a gitmek yerine Papa’yı ziyaret
etmeyi tercih etmiştir. Buna rağmen Geha Efendi’nin yinelediği İstanbul seyahati
için kendisine izin verilmesine dair talebi kabul görmüştür.
Son söz ise, patriklerin atamaları önce Sinod tarafından yapılmakta, sonra
padişahın onayı ile yürürlüğe girmekteydi. Bunun için öncelikli olarak ayrılan
patriğin yerine bir kaymakam seçilirdi. Bu kaymakam Sinod’u toplar ve seçim için
gerekli organizasyon yapılırdı. Geha Efendi’den sonra yeni bir patrik seçilmesi
mümkün olmadığından, 3 yıl boyunca kaymakam olarak seçilen Basilius tarafından
mezhep işlerinin yürütüldüğü görülmektedir.

KAYNAKLAR
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
A.DVN.MHM. 10/86.
BEO, 1093/81954, 4405/330338, 1072/80354, 1083/81169, 1227/92024,
1275/95599, 1959/146893, 1964/147297, 1964/147297, 1970/147682,
2378/178337, 2378/178337, 2406/180431, 2412/180873, 2421/181506,
2427/181979, 2505/187823, 2560/191985, 981/73509, 981/73509, 2450/183687,
4405/330338, 1835/137616, 1900/142444, 1900/142444, 1900/142444,
1900/142449.
DH.ŞFR. 60/195, 60/98, 61/73.
DH.MKT. 906/31, 916/15380, 94/77.
HR.MKT. 71/8.
HR.TO. 464/35.
İ. DH. 549.
İ.HR. 10/86,106, 110, 133.
İ.HUS. 120/75, 73/119.
İ.MTZ.(05), 30/1705.
ŞD. 86/13, 86/13, 86/13, 2292/33-15.
Y.A.HUS. 394/27, 394/27, 395/73, 395/73, 439/59, 439/59, 439/59, 394/27.
Y.EE. 79.
Y.MTV. 234/13, 163/16, 202/99.

104
Y.PRK.BŞK. 58/118.
Y.PRK.ŞD. 3/69.
Y.PRK.TŞF. 6/56.
Kitap ve Makaleler
Davut Kılıç, “Osmanlı Ermenileri Arasında Katolik Kilisesi’nin Kuruluş
Faaliyetleri”, Yeni Türkiye Dergisi, S. 38, Mart-Nisan 2001, s. 726-735.
Fr. Michel Najim-T.L. Frazier, Antioch: A Brief History of The Patriarchate of
Antioch, (http://najim.net/ANTIOCHhistoryencyclopedia.pdf, (Erişim:
30.09.2015).
Ekrem Buğra Ekinci, “Lübnan’ın Esas Teşkilat Tarihçesi”, Amme İdaresi Dergisi,
c. 31, S. 3, Eylül 1998, s. 17-35.
Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayet Nizamnamesi”, Memleket-Siyaset-Yönetim,
S. 1, 2006, s. 171-181.
Levent Öztürk, İslam Dünyasında Hıristiyanlar, İz Yayınları, İstanbul 1988.
Mehmet Şimşek, Süryani Ortodoks Kilisesi Hiyerarşisi,
http://www.deyrulzafaran.org/turkce/detay.asp?id=148&kategori=MAKAL
ELER (03.01.2016).
Süleyman Uygun, “Denizaşırı Dilenciliğe Bir Örnek: Marûni Dilenciler”, OTAM, S.
30, -Güz-, 2011, s. 189-212.
Hilmi Bayraktar, “Orta Doğu Topraklarında Osmanlı İdaresi Aleyhine Yapılan
Yerli Ve Yabancı Basın Yayın Faaliyetleri Ve Devlet Adamlarının
Tutumu”, http://www.ayk.gov.tr/wp-
content/uploads/2015/01/BAYRAKTAR-Hilmi (04.01.2016).
Olcay Özkaya Duman, “Bir Orta - Doğu Buhranı Cebel-İ Lübnan Olayları (1860-
61), Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 3, S.
5, 2006, s. 9.
Ali Karaca, “Saray'da/Mabeyn-I Hümâyûn'da Yâverlik Kurumu (1839-1920)”,
https://www.tarihtarih.com/?Syf=39&search=Ali%20Karaca (04.01.2016)
Ö. Kürşad Karacagil, “II. Wılhelm’in Osmanlı İmparatorluğunu Ziyareti Ve
Mihmandarı Mehmed Şakir Paşa’nın Günlüğü (1898)”, Türkiyat
Mecmuası, c. 24, Güz, 2014, s. 73-97.
A. Fortescue , “Batı Süryaniler´den Melkitler Suryaye Malkaye ya da Suryoye
Malkoye”, Journal of the Assyrian Academic Society, (Çvr. Meral Ünüvar),
c. 10, S. 2, 1996, s. 8. (http://www.acsatv.com/fil/Malkoye.pdf,
(14.12.2015)

105
Abdallah Raheb, “Greek Melkıte Catholıc Patrıarchate Of Antıoch: Bırth,
Evolutıon, And Current Orıentatıons”,
http://phoenicia.org/pdfs/melkite_greek_catholic.pdf (07.01.2016).
İnternet Kaynakları
https://www.google.com/maps/place/Sarba (14.12.2015).
https://tr.wikipedia.org/wiki/RustemPacha(1814-1894) (14.12.2015).
https://en.wikipedia.org/wiki/Clement_Bahouth#Life (03.01.2016).
Şaban Ortak, Osmanlı’nın Son Manevralarından Suriye Ve Garbî Arabistan
Tehciri, Ankara 2011.

106
107
EMPERYALİZM ÇAĞINDA AKDENİZ’DEN HİNDİSTAN’A
ALTERNATİF YOL TEŞEBBÜSLERİ: SÜVEYDİYE (SAMANDAĞ) –
FIRAT NEHRİ – BASRA KÖRFEZİ HATTI
Sacit UĞUZ
Giriş
Sanayi İnkılabı ile birlikte buhar gücünün hareket kaynağı olarak
kullanılmaya başlanması Avrupa’da endüstriyel anlamda birçok gelişmeyi de
birlikte getirdi. Özellikle İngiltere ve Fransa kaynaklı teknolojik gelişmeler zamana
diğer Avrupa ülkelerine de yayıldı. Endüstriyel teknolojide görülen bu ilerlemeler
büyük sanayi kuruluşlarını doğurdu ve küresel manada cereyan eden dış ticareti
arttırdı. Bu durum sömürgeciliği ve kapitalist anlayışı da beraberinde getirdi. XIX.
yüzyılın başlarında buharlı lokomotifler ve gemilerin kullanılmaya başlanması ile
uluslararası ulaşım ve taşımacılık çok daha kolay ve düzenli hale gelmiştir. Bu
durum sanayileşmiş ülkelerin ilgisini dünyanın farklı bölgelerindeki yer altı ve yer
üstü kaynakları bakımından zengin ancak siyasî ve askerî olarak zayıf olan ülkelerin
üzerinde daha da yoğunlaştırdı.
Batılı devletlerin, özellikle İngiltere ve Fransa’nın, Ortadoğu’ya olan
ilgisinin de bu dönemde yoğunlaşmaya başladığı görülmektedir. Bu ilginin altında
şüphesiz İngiltere ve Fransa’nın sömürge bağlantıları düşünüldüğünde
Ortadoğu’nun stratejik konumu ve ticarî potansiyelinin yanı sıra sahip olduğu yer
altı ve yer üstü kaynaklarının cazibesi yatmaktaydı. Ayrıca Ortadoğu’ya hâkim olan
Osmanlı Devleti’nin eski gücünden uzak olması ve bölgenin ticarî potansiyelini tek
başına değerlendirecek alt yapıya sahip olmaması Batılı devletleri bu coğrafyaya
çeken bir diğer etken olarak düşünülmelidir.
Buharlı gemilerin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte bir hayli gelişen
deniz ticareti sayesinde Avrupalılar, XIX. yüzyıl başlarından itibaren, doğu
Akdeniz havzasında yer alan Osmanlı liman şehirlerini istila etmeye
başlamışlardır1. Bununla yetinmeyen Avrupalı girişimciler, daha Batı’nın demiryolu
ile tanışmasından kısa bir süre sonra, Osmanlı topraklarında demiryolu yatırımları
yapabilmek için hazırladıkları projelerle imtiyaz elde etme girişimlerine başladılar.
Batı’da ulaşım alanında görülen gelişmeler şüphesiz Osmanlı devlet adamları
tarafından da takip ediliyordu. Dönemin en hızlı ve ekonomik ulaşım aracı olarak
kabul edilen demiryollarının, Osmanlı topraklarında yerli sermaye ile hayata
geçirilmesinin, devletin içinde bulunduğu ekonomik sorunlar ve demiryolu inşa
etmek için gerekli teknolojinin pahalı olması nedeniyle mümkün olmamıştır. Bu
nedenle Osmanlı Devleti demiryollarının inşası için Batı sermayesi kullanmaya
mecbur kalmıştır.


Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
1
Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913), Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul 2005, s. 17.
108
Avrupalı girişimciler için demiryolu işletmeciliği dönemin şartlarında
oldukça kârlı bir yatırım olarak görülmekteydi. Kârlılığından öte imtiyazı alan
şirketlerin bağlı bulundukları devletler için de siyasi açıdan önemli avantajlar
sağlamaktaydı. Osmanlı coğrafyası jeopolitik konumu nedeniyle hem ticarî hem de
siyasî açıdan Batı’nın ilgi alanına giren başlıca yerlerdendi. Osmanlı Devleti
açısından bakıldığında ise; öncelikle oldukça geniş bir coğrafyaya hâkim olmanın
getirdiği ulaşım sorunlarını aşmak ve sahip olduğu toprakları elinde tutabilmek,
bunun yanında iktisadî kalkınmayı temin etmek amacıyla dönemin en modern
ulaşım aracı olan demiryolu elzem görünüyordu. Bu sebepledir ki; Osmanlı
yöneticileri de demiryolu projelerine ılımlı yaklaşmışlardır.
Avrupa’da modern manada demiryollarının kullanılmaya başlandığı 1830
tarihinden hemen sonra, Osmanlı topraklarında da demiryolu inşa edilmesine dair
ilk teklifler gelmeye başlamıştır. Sanayileşmenin etkisiyle ham madde ve pazar
ihtiyacı hızla artan İngiltere, gözünü diktiği Ortadoğu’da bu ihtiyaçlarına karşılık
gelecek yatırımlar için kolları sıvadı. Bu yatırımların en önemli amaçlarından biri,
Ortadoğu üzerinden Hindistan’a bağlantı sağlayabilecek ulaşım projelerinin hayata
geçirilmesi idi. Bu bağlamda Suriye limanlarından birine getirilecek yüklerin
karadan Fırat nehrine ve nehir gemileri ile de Basra körfezi üzerinden Hindistan’ın
Bombay şehrine ulaştıracak rota, üzerinde en çok durulan projelerdendir2. İngilizler
bir taraftan Fırat vadisi üzerinden Basra körfezine ulaşmaya çalışırken diğer taraftan
da 1850 yılında İskenderiye ile Kahire arasında bir demiryolu hattının inşası için ilk
keşif çalışmalarına başladılar. Böylece İngilizler Akdeniz’den Kızıldeniz’e
demiryolu ile ulaşımı sağlayarak Hindistan yolunu kısaltmayı hedeflemekteydiler.
Her ne kadar Osmanlı hükümeti izin vermek istemese de Mısır vasili Abbas
Paşa’nın projeyi desteklemesi nedeniyle ve İngilizlerin yoğun baskısı altında
Osmanlı hükümeti de istenilen imtiyazı 1851 yılında vermek zorunda kaldı. Aynı
yıl inşaatına başlanılan demiryolu hattı 1856 yılında hizmete açıldı. Bu hat Osmanlı
topraklarında hizmete giren ilk demiryolu hattı olarak da tarihe geçti. Bu ilk hattan
sonra Rumeli ve Anadolu topraklarında Köstence-Çernovoda, İzmir-Aydın,
Rusçuk-Varna, İzmir-Kasaba demiryolu hatlarının da imtiyazları verilmiş ve
1860’lı yıllardan itibaren inşaatları tamamlanarak hizmete açılmıştır3.
Osmanlı coğrafyasında bu süreçte projelendirilen ve inşaatları
tamamlanarak hizmete açılan demiryolları, genellikle birbiriyle bağlantısı olmayan
hatlardı ve Batılı devletlerin amaçlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmışlardı.
Osmanlı devletinin menfaatleri doğrultusunda stratejik açıdan önem arz edecek
şekilde planlanmamışlardı4. Osmanlı’dan ilk demiryolu imtiyazlarını alan İngiliz
şirketleriydi. İngilizler bu hatları hem siyasî çıkarlarına uygun olarak inşa etmişler
hem de maksimum düzeyde kâr elde etmeyi düşünmüşlerdi. Ayrıca güzergâhlar

2
Turan Keskin, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret (1838-1914), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2012, s. 24, 25.
3
Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, Eren Yayınları, İstanbul 1994, s. 18-21.
4
Gülpınar Akbulut, “Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne Gerçekleşmeyen Demiryolu Projeleri ve
Etkileri”, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Dergisi, c. 1, S.1, Erzurum
2012, s. 226, 227.
109
belirlenirken nüfus yoğunluğu fazla, toprakları verimli, yer altı kaynakları açısından
zengin ve Avrupa ile bağlantısı kolay olan bölgeler olmasına dikkat edilmişti.
Osmanlı hükümeti ise yapılacak demiryollarının ticarî olduğu kadar askerî ve siyasî
açıdan da kendi kullanımına uygun olmasını amaçlamaktaydı5. Bu hususta
umduğunu bulamayan Osmanlı devleti, bu tür yatırımları kendi imkânları ile hayata
geçiremeyeceğini bildiğinden, Batılı devletlerin imtiyaz taleplerine ılımlı
yaklaşıyordu6.
XIX. yüzyılın ortalarında demiryolu ile tanışan Osmanlı topraklarında
yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı devletler arasında sıkı bir imtiyaz kapma rekabeti
yaşanmaktaydı. İlk demiryolu imtiyazını alan İngiliz firmalarının yanı sıra Fransız
ve Almanlar, daha sonra da Amerikalılar bu rekabete katıldılar7. Ancak bu süreçte
imtiyazı alınan demiryolu projelerinin önemli bir kısmı çeşitli nedenlerle
uygulamaya konulamamış ve kâğıt üzerinde kalmıştır. Gerçekleşmeyen bu
projelerin başında; Chesney’in Akdeniz’i Fırat nehri üzerinden Basra körfezine
bağlamayı amaçlayan projesi, İstanbul’u Basra’ya bağlamayı amaçlayan Presell
projesi, II. Abdülhamd’in Asya’yı Avrupa’ya bağlamayı amaçlayan İstanbul boğazı
üzerindeki Cisr-i Hamidî projesi ve Chester Projesi sayılabilir. Bu çalışmanın
konusu da Süveydiye’den başlayarak Antakya ve Halep üzerinden Basra körfezine
ulaşan ve müteaddit defalar çeşitli müteşebbisler tarafından girişimde
bulunulmasına rağmen bir türlü gerçekleştirilemeyip kâğıt üzerinde kalan,
Akdeniz’i demiryolu ve nehir yolu ile Basra Körfezine bağlama projeleri
oluşturmaktadır.
1. Chesney Projesi
Basra Körfezi ile Anadolu şehirleri ve Akdeniz arasında Fırat Nehri
üzerinden yapılan ticaret eskiden beri bölgenin en önemli ticarî güzergâhlarından
biridir. Bu sayede Hindistan’dan gelen mal ve emtia Anadolu’ya ve Akdeniz
limanlarına ulaşmaktaydı. Bu güzergâhta kervanlarla Birecik’e ulaştırılan mallar
buradan nehir gemileri vasıtasıyla Basra’ya kadar sevk edilebilmekte ve tersi
istikametten gelen mallar da yine Birecik üzerinden dağıtılmaktaydı. Ortaçağ’dan
beri kullanılan bu güzergâh XVI. yüzyılda oldukça canlı bir ticarî aktiviteye
sahipti8.
XIX. yüzyıla gelindiğinde demiryolu teknolojisinin ortaya çıkması ve
buharlı gemilerin kullanılmaya başlanması, bu güzergâhta klasik usullerle yapılan
ticareti bu gelişmelere ayak uydurmaya itti. Ancak bu değişim Osmanlı Devleti’nin
iç dinamikleri ile değil de yabancı sermayenin girişimleri ile gerçekleşti. Bu
manada bölgeye ilgi gösteren ilk devlet de ana politikasını elinde bulundurduğu

5
Gülsoy, Hicaz Demiryolu, s. 22.
6
Musa Gümüş, “1893’ten 1923 Chester Projesi’ne Türk Topraklarında Demiryolu İmtiyaz Mücadeleleri ve
Büyük Güçler”, Tarih Okulu, S. X, Mayıs-Ağustos 2011, s. 153-156.
7
Nuran Kılavuz, “Chester Demiryolu Projesi”, Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, c.1, S. 1, 2012,
s 1036.
8
Cengiz Orhonlu-Turgut Işıksal, “Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında Araştırmalar; Dicle ve Fırat
Nehirlerinde Nakliyat”, Tarih Dergisi, S. 17-18, 1963, s. 78.
110
sömürgelerini koruma üzerine kurgulayan İngiltere olmuştur. Akdeniz’i Basra
Körfezine karadan bağlama düşüncesi İngilizlerin XIX. yüzyıl boyunca
Ortadoğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı en önemli projelerden biridir. Hem
ekonomik hem de siyasî açıdan önem arz eden bu proje, ilk olarak 1830 yılında
İngiliz generali Francis Rawdon Chesney tarafından gündeme getirilmiş ve
projelendirilmiştir. Osmanlı topraklarına ilk olarak 1829 Osmanlı-Rus savaşı
dolayısıyla gelen Chesney, 1830 yılı haziran ayında Fırat vadisinden Bağdat’a
oradan da Basra körfezine kadar ulaşacak bir demiryolunun ön keşfini yapmak
üzere çalışmalarına başladı. Nehir üzerinde yaptığı yolculuklarla Bağdat’a oradan
da Basra’ya kadar ulaşan Chesney, İngiltere’nin bölgedeki çıkarları için Akdeniz’in
Fırat havzası üzerinden demiryolu ve nehir gemileri ile Basra körfezine
bağlanmasını oldukça önemli görüyordu. Bu doğrultuda hazırladığı raporu 1834
yılında parlamentoda kabul ettirdi ve bu projenin hayata geçirilmesi için 20.000
poundluk bir bütçe temin etti9. İngilizler proje ile Akdeniz’den Bağdat’a oradan da
Basra körfezine demiryolu ve nehir yollarını kullanarak ulaşacaklar, böylelikle
bölgedeki önemli şehirleri Akdeniz limanlarına bağlayarak ticarî açıdan önemli
çıkarlar elde edecekler, bir taraftan da Hindistan’a alternatif ve daha avantajlı bir
güzergâhtan ulaşacaklardı. Chesney, bu projenin İngiltere açısından sağlayacağı
yararları şu şekilde sıralamaktadır10:
- Bu proje inşa edildiği takdirde Akdeniz’in Basra körfezi ve oradan
da Bombay ve Karaçi gibi bölgenin en önemli ticaret merkezleri ile
bağlantısı sağlanmış olacaktır. Bu güzergâh üzerinde bulunan toprakları
oldukça verimli, iklimi müsait, ticarî potansiyeli üst düzeyde olan şehirler
İngiliz ticaret ağına entegre edilebilecektir.
- Bu güzergâh Kızıldeniz-Bombay güzergâhından 1.000 mil daha kısa
olacaktır. Bu nedenle yolculuk süresi 20 günden 10 güne inecektir.
Günümüzde Pakistan sınırları içerisinde yer alan Karaçi şehri, Avrupalıların
Hindistan’daki yeni liman şehri olacak ve Bombay’ın yerini alacaktır.
- İngiltere’de çıkan askerî birlikler 14 gün içinden Karaçi’ye
ulaşabileceklerdir. Bu da stratejik açıdan büyük bir avantaj sağlayacaktır.
- Akdeniz’den Basra körfezine kadar olan coğrafî yapı demiryolu
inşaatı için oldukça müsaittir. İskenderun ile Kuveyt arası mesafe 920 mildir.
1 mil için 5.000-6.000 pound masraf edilecek olursa toplamda 5.000.000
pounda bu proje tamamlanabilecektir. Proje tamamlandığında İngiltere,
Kuzey Suriye’de ve Basra körfezinde (hattın başlangıç ve bitiş noktalarında)
iki adet büyük ticaret limanına sahip olacaktır.
Chesney parlamentonun desteğini sağladıktan sonra ilk olarak bölgede
uzunca bir süre keşif çalışmaları yaptı. 1835 yılında geldiği Süveydiye ve

9
Keskin, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret (1838-1914), s. 25.
10
Life of General F. R. Chesney, by his Wife and Daughter, edited by Stanley Lane-Poole, London 1885, p.
428.
111
Antakya’da yaptığı gözlemler neticesinde, Süveydiye körfezini Akdeniz’den çıkış
noktası olarak belirledi. Chesney, Süveydiye sahilinin bu iş için uygunluğunu
belirlerken, hem sahilin uygun ve korunaklı olmasını hem de buradan döşenecek
demiryolu hattının Belen dağları gibi zorlu coğrafi araziden geçmek zorunda
olmamasını dikkate almıştır11. Zira İskenderun körfezi bu iş için belirlenecek olursa
döşenecek demiryolunun Belen geçidi gibi zor bir coğrafyadan geçirilmek zorunda
olduğu aşikârdır. Bu nedenle Süveydiye sahili ön plana çıkmıştır.
Bu arada Chesney, projesini hayata geçirmek amacıyla Osmanlı hükümeti
nezdinde yaptığı girişimlerden istediği sonucu alamamış, sadece Fırat nehri
üzerinde gemi işletme imtiyazı elde etmişti. Projenin tamamının hayata geçmesi de
zaten Fırat nehrinden yapılacak nakliyatın olabilirliğine bağlıydı12. Yani öncelikle
Fırat nehrinin gemi işletilmesi için uygun olup olmadığının belirlenmesi
gerekiyordu.
Bunun üzerine Chesney, Fırat nehrinin tetkiki için görevlendirilen bir ekip
ile birlikte nehir taşımacılığına uygun iki adet çarklı gemiyi parçalar hâlinde
Antakya sahiline getirdi. Gemileri Asi nehri üzerinden götürebildiği kadar iç
kesimlere ulaştırmayı hedefliyordu. Ancak Asi nehrinin akıntısına karşı
gelemeyeceğini anlayan ekip bu iki gemiyi parçalar hâlinde oldukça meşakkatli 225
km’lik bir yolculuktan sonra Birecik’e kadar getirmeyi başardı. Burada “Port
William” adını verdikleri nehir limanında montajını yaparak ve “Fırat” ve “Dicle”
adını verdikleri gemilerle akıntı yönünde sefere başladılar. 1836 yılının nisan ayı
ortalarında başlayan bu seferde 21 Mayısta Dicle gemisi battı. Ancak Chesney diğer
gemi ile haziran ayının ortalarında Basra’ya varmayı başardı. Aynı yıl tekrar sefere
çıkarak bu sefer akıntıya karşı Bağdat’a ulaştı. İlerleyen süreçte konuyu yakından
takip eden parlamento üyesi Sir John Hobhouse, Fırat ve Dicle nehirlerinde
keşiflerin sürdürülmesini istedi ve Basra ile Bağdat arasında posta taşımacılığı için
bir vapur filosu oluşturulması fikrini ortaya attı. Bu iş öncelikle “Fırat” vapuru ile
başlayacak daha sonra da filoya yeni vapurlar eklenecekti. İngiliz hükümeti Doğu
Hindistan Şirketi vasıtasıyla Bağdat-Basra arasındaki nehir ulaşımını ön plana
almış, “Nemrut”, “Nitocris” ve “Asur” isimli 3 vapuru da filoya eklemişti. Böylece
H.B. Lynch komutasında toplam 4 vapurdan oluşan Fırat Vapur Filosu seferlerine
başlamış oldu. İlerleyen yıllarda kendi şirketlerini kuran Lynch ailesi bu nehirlerde
yaklaşık bir asır boyunca gemi işlettiler ve ticaret yaptılar. Nehrin Bağdat’tan
Musul’a kadar olan kısmı arasında gemi işletilmesi çalışmaları kapsamında 1846
yılında yapılan denemelerde, hedef Musul olmasına rağmen ancak Samatra-Tikrit
arasındaki Hamrin tepelerine kadar ulaşılabildi. Nehrin akıntısının güçlü olması ve
nehir tabanının gemi ulaşımına elverişsizliği bu girişimin planlanan şekilde

11
Lieutenant-Colonel Chesney, On the Bay of Antioch, and the Ruins of Seleucia Pierra, Journal of the Royal
Geographical Society of London, Vol. 8, 1838, p. 228.
12
Gülsoy, Hicaz Demiryolu, s. 18.
112
bitirilmesini engellemişti. Bu nedenle Fırat ve Dicle nehirlerinin -Bağdat-Basra
arası hariç- umulduğu gibi gemi işletilmesine uygun olmadığı anlaşılmıştır13.
Chesney’in projesi ilk denemenin çeşitli teknik nedenlerle başarısız
olmasının ardından uzun süre askıda kaldı. Ancak Chesney, fikrinden vazgeçmedi
ve 1856 yılında projeyi hayata geçirmek için girişimlerine tekrar başladı14. Bu
süreçte bölge halkının da yapılması planlanan demiryoluna olan ihtiyacı nedeniyle
bu projeye oldukça itibar ettikleri yetkililer tarafından müşahede edilmekteydi15. Bu
arada demiryolları teknolojisindeki gelişmeler Chesney’i projesinde değişiklik
yapmaya sevk etti. Projenin nehir üzerinden sağlanacak ulaşım kısmını değiştirerek
tamamını demiryolu ulaşımı hâline dönüştürdü. Hint ve Pencap Demiryolu Şirketi
başkanı William Patrick Andrew, John Arthur Moore, Philliphe Austruther, Barrow
Helbert Ellis, John Cadwaleder Erskine, Harry Boradaile ve John Anderdon gibi bir
takım sermayedarları da arkasına alan Chesney, kurmuş olduğu “Euphrates Valley
Railway Company” adlı şirket adına Osmanlı hükümetinden 1856 yılında
demiryolu inşa ve işletme izni almayı başardı. 19 Ocak 1857 yılında da şirket adına
Chesney ile Osmanlı hükümeti arasında demiryolu inşasını havi bir mukavele
imzalandı. Bu mukavelenameye göre16;
“Vadiyü’l Fırat” (Fırat Vadisi) adıyla anılacak olan hat, Süveydiye
sahilinden başlayacak, doğuya doğru ilerleyerek Caber ya da Fumsa’dan geçip
Bağdat’a ve oradan da Kurna üzerinden İran sınırına kadar ulaşacaktı. Hattın
tamamının maliyeti 6 milyon lira olarak tahmin edilmişti. Ancak Osmanlı Devleti
ilk etapta hattın Caber’e kadar olan kısmının inşasını uygun görmüştü. 99 yıllığına
imtiyazı verilecek olan hattın bu kısmının ise 1 milyon 400 bin liralık bir maliyet
tahmin edilmişti. Hattın geri kalan kısmı ise eğer Osmanlı hükümeti lüzumlu
görürse inşa edilecekti.
Hattın ilk aşamasını teşkil eden bölümü, Asi nehrinin denize döküldüğü
mahallin yakınlarından başlayacak, nehir boyunca ilerleyerek birkaç noktadan nehri
geçmek suretiyle Antakya’ya varacaktı. Oradan da Afrinli adı verilen çay boyunca
uzanan ovadan ilerleyerek Halep civarından geçip Caber’e ya da Fumsa’ya
ulaşacaktı. Hattın bu kısmının da Süveydiye-Halep ve Halep-Caber/Fumsa olmak
üzere iki aşamada inşa edilmesi planlanmıştı. Süveydiye-Halep arasının 900 bin,
Halep-Caber/Fumsa arasının ise 500 bin liraya mâl olması öngörülmüştü.
Şirket, hattın Halep’e kadar olan birinci kısmının inşasına fermanın çıktığı
tarihten itibaren bir sene içinde başlayacak ve beş sene zarfında da bitirecekti.
Hattın ikinci aşaması olan Halep’ten Caber/Fumsa’ya kadar olan kısmının inşaatına
ise ilk kısmın bitmesini müteakip altı ay içinde başlanacak ve üç buçuk sene

13
Life of General F. R. Chesney, p. 290-310; Keskin, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret
(1838-1914), s. 26, 27.
14
Life of General F. R. Chesney, p. 422, 423.
15
BOA, A.MKT.UM. 254/80.
16
BOA, DH. ŞFR, 31/14 .
113
zarfında da bitirilecekti. Çift hat olarak planlanan demiryolu ilk etapta tek hat olarak
inşa edilecek ileride lüzum görüldüğü zaman ikinci hat da döşenecekti.
Şirket, demiryolunun her iki tarafında 40 İngiliz mili (64.37 km.) mesafeye
kadar Adana, Kilis ve Halep gibi ticaret merkezlerine doğru tali demiryolu ya da
kara yolu inşa edebilecekti. Gerek ana hattın gerekse bu tali hatların geçtiği
güzergâhlar devlete ait araziler üzerinde ise bedelsiz, eğer şahıslara ait araziler
üzerinde ise şirket bu arazileri bedeli karşılığında satın alacaktı. Ayrıca şirket
demiryolunun her iki tarafından 30’ar mil (48.28 km.) mesafeye kadar olan kamu
arazilerinden ve ormanlardan ilgili nizamnamelere uygun olarak yol inşaatı için
gerekli taş, maden ve kereste ihtiyacını karşılayabilecekti. Şirket isterse inşaat için
muhabereyi sağlamak amacıyla hat boyunca telgraf teli döşeyebilecekti. Döşenen
bu telgraf hattı saltanat-ı seniyyenin ruhsatı olmadan umum işlerde
kullanılmayacaktı.
Yine bu mukavelede geçen önemli bir husus da Süveydiye sahiline bir
liman inşa edilmesi ile alakalıdır. Asi Nehrinin denize döküldüğü yerin sol
cihetinde tahminen iki mil (3.21 km.) mesafede inşa edilecek olan limanın inşasına,
demiryolu inşaatının başlamasından hemen sonra başlanması ve mümkün olan en
kısa sürede bitirilmesi düşünülmüştür.
Aslında Süveydiye sahilinde çok eskiden beri bir iskele bulunmaktaydı.
Her ne kadar bu iskele ticaret gemilerinin yük indirme ve yüklemeleri için uygun
olmasa da özellikle buğday ve arpa ticareti yapan gemilerin uğradığı bir yerdi17.
Ancak yukarıda bahsi geçen mukavelenamede eski iskeleden hiç söz edilmeden
yeni bir liman yapılmasından bahsedilmektedir. Demiryolunun inşası ile birlikte
artacak olan gemi trafiğini eski iskelenin kaldıramayacağı düşüncesi ve gemilerin
Süveydiye kıyılarında bekledikleri zaman zarfında, korunaklı bir limana ihtiyaç
duyacak olmalarından dolayı bir muhafaza limanı inşası elzem olarak görülmüştür.
Bu dönemde Süveydiye çıkışlı olarak yapılması planlanan bütün demiryolu
projeleri, sahilde inşa edilecek bir muhafaza limanı ile birlikte düşünülmüştür. Bu
süreçte mevcut Süveydiye iskelesi de kullanılmaya devam etmiştir18.
Bu projede toplam harcamaların 3 milyon frank tutacağını hesaplayan
Chesney, Osmanlı hükümetinin sağladığı %60 faiz garantisini yeterli bulmamış,
İngiliz hükümeti ve Hindistan kumpanyasından da %2’şerden %4’lük ek bir destek
talep etti. Ancak İngiliz hükümetinden gerekli garanti desteğini sağlayamayan
Chesney, projesini bir türlü uygulama safhasına geçiremedi19.
1857 yılında aldığı imtiyaz gereğince bir sene içinde inşaata başlayamayan
ve bu sebeple de projesi rafa kaldırılan Chesney, 1862 yılında Osmanlı hükümetine
yeniden başvurarak projesini tekrar canlandırmak için imtiyaz süresinin

17
BOA, C.DH. 941.
18
BOA. A.MKY.UM. 530/52.
19
Murat Özyüksel, Osmanlı Alman İlişkilerinin Gelişimi Sürecinde Anadolu ve Bağdat Demiryolları, Arba
Yayınları, İstanbul 1988.
114
uzatılmasını talep etti20. Bunun üzerine, Osmanlı hükümeti ile Chesney’in bu iş için
kurduğu şirketin İstanbul’daki temsilcisi olan Mösyö Stratford ile Süveydiye’den
Halep’e oradan da Bağdat ve Basra’ya kadar uzanacak demiryolu hattının inşasına
dair 75 maddelik şartname ile 11 maddelik mukavelename imzalandı. Şirketin adı
da “Halep Demiryolu Şirket-i Aliye-i Osmaniye” olarak belirlendi. İmtiyazın süresi
yine önceki gibi 99 yıl olacaktı. 15 Şubat 1863 tarihinde yayımlanan ferman-ı âli ile
de bu proje ve imtiyaz resmiyet kazandı21.
1866 yılına gelindiğinde, almış olduğu imtiyazı gerçekleştirmek için
herhangi bir adım atamamış olduğu anlaşılan Chesney, bu tarihte Osmanlı
hükümetinden kendi lehine birtakım iyileştirmeler isteyerek projeyi başlatmak için
yeni bir hamle daha yaptı. Eğer istediği iyileştirmeler yapılırsa en kısa zamanda
projeye başlayabileceğini beyan etti. Projenin bölgenin iktisadî yönden kalkınması
açısından oldukça önemli olduğunu bilen Osmanlı hükümeti, Chesney’in işini ne
kadar kolaylaştırabileceğini ve ne dereceye kadar fedakârlık yapabileceğini tespit
etmek için öncelikle inşa edilecek olan demiryolunun güzergâhında bulunan
bölgelerin şimdiki ticaret potansiyeli ve projenin tamamlanmasından sonraki
beklentilerinin tespit edilmesine ve bu amaçla bir araştırma yapılmasına karar verdi.
Bu araştırma ile mevcut durumda mezkûr güzergâhı ne kadar yolcunun kullanmakta
olduğu, ne kadar eşya ve emtia nakliyatı yapıldığı, bu yolcu ve eşya nakliyatının
tahmini getirisinin ne olduğu, yapılacak olan demiryolunun ne kadarlık bir masrafla
inşa edileceği ve demiryolunun hizmete girmesinden sonra getirisinin ne kadar
olacağı karşılaştırmalı olarak ortaya konacaktı. Ayrıca yukarıda bahsedilen
mukavelename hükümleri ile Süveydiye’de yapılması kararlaştırılan ve
demiryolunun denize açılan kapısı olacağı için “ehemm-i ümurdan” sayılan
muhafaza limanın maliyetinin ne olacağı, bu maliyete karşılık olarak ne kadar vergi
alınacağı, ihricat ve ithalat miktarlarının ne kadar olabileceği ile ilgili hususlar da
araştırılacaktı. Ortaya konacak olan veriler ışığında demiryolu ve liman projesinin
işlerliği ortaya çıkarılacak ve Chesney’in iyileştirme talebi ona göre
değerlendirilecekti22. Bu araştırmayı yerinde yapmak için istatistik memuru olarak
görev yapan ve konuya hâkim olduğu bilinen kaymakam Mesud Bey’in bölgeye
gönderilmesine karar verilmiş ve bu hususta 14 Mart 1866 tarihinde irade-i seniyye
yayımlanmıştır23.
Görevin kendisine tevdi edilmesinden sonra bölgeye intikal eden Mesud
Bey, bir yıldan fazla İskenderun, Antakya, Süveydiye ve Halep’te incelemeler
yapmış ve çalışmalarını 1867 yılı haziran ayında tamamladı24. İstanbul’a döndükten
sonra hazırladığı raporu Ticaret Nezaretine sundu. Mesud Bey raporunda öncelikle
İskenderun’un ve Halep vilayetinin 1863, 1864 ve 1865 yıllarına ait ihracat ve
ithalat istatistiklerini ortaya koymuştur. Bu veriler şüphesiz bölgenin ticarî

20
BOA. HR. ŞFR (3). 65/25.
21
BOA. A.DVN.NMH. 14/11.
22
BOA. İ.DH. 546/38042.
23
BOA. İ.DH. 546/38042; BOA. A.MKT.MHM. 353/42.
24
BOA. A.MKT.MHM. 357/68.
115
potansiyelinin tespiti açısından oldukça önemlidir. Mesud Bey bu tespiti yaptıktan
sonra, Halep ile Akdeniz’in bir demiryolu ile birbirine bağlanmasının bölgenin
ticaretinin ve refahının gelişmesi açısından ne derecede önemli olduğunu
vurgulamıştır. Yapılması düşünülen demiryolu hattı ile ilgili de hattın
Süveydiye’den başlatılması ile İskenderun’dan başlatılmasını mukayese etmiş, her
iki tarafın da müspet ve menfi yönlerini ortaya koymuştur25. Mesud Bey, bu husus
ile ilgili olarak özetle şu değerlendirmelerde bulunmuştur:
Süveydiye sahilinden başlayıp Halep’e ve ötesine devam
etmesi tasavvur olunan demiryolu, bazı yönleri ile oldukça masraflı
bir proje olmasına rağmen Devlet-i Âliye açısından oldukça faydalı
olacaktır. Ancak Süveydiye sahili gibi korunaksız bir kıyıda, yapma
bir liman yapmak oldukça masraflı olacağı gibi yapılacak olan
masrafın ne kadar olacağını da önceden kestirmek mümkün değildir.
Süveydiye limanı yapılsa ve bu proje gerçekleştirilse bile buranın
Bağdat, Basra ve Hindistan’a ulaşım için yapılmış ve yapılacak olan
İzmir, İstanbul ve Avrupa demiryollarına bağlantısı ne derece
mümkün olabilecektir. Bu bağlantıyı sağlamak amacıyla, Hınzır
Burnu delinmek suretiyle (tünel açılarak) Süveydiye’den İskenderun’a
sahilden bir hat döşenmek istenmesi durumunda, aşılması oldukça zor
Amanos Dağları silsilesinden Kezerik Dağı’nı geçmek gerekir ki,
yüksekliği 5 bin kademden fazla olan bu dağ, adeta bir set gibi denize
uzanmaktadır. Bu engeller bir şekilde aşılmış ve İskenderun’a hat
çekilmiş olsa bile buradan Adana ve Anadolu hatlarına ulaşmak için
50 İngiliz mili daha hat döşenmesi gerekmektedir. Ayrıca Antakya’dan
Süveydiye’ye kadar olan mesafe 21 mil kadardır. Güzergâh üzerinde
bulunan Asi Nehri’nin akışı gayet sert ve dolambaçlı olup tesviye
edilmesi ve doldurulması gereken yerleri mevcuttur. Ayrıca
demiryolunun nehir ile kesiştiği 17 yerde köprüler inşa etmek
gerekecektir. Bu nedenle mezkûr 21 milin her bir mili 18 bin İngiliz
lirasına mâl olacaktır. Bütün bu nedenlerden dolayı Nafia
Nezareti’nin İskenderun’dan değil de Süveydiye’den demiryolu hattını
başlatma kararında olması oldukça yanlıştır. Zira Suriye ve
havalisinin limanı yalnızca İskenderun olup havası oldukça kötü
olmasına rağmen çok eski zamanlardan beri Halep’in denize açılan
kapısı konumundadır. 1863 yılı Kasım ayında hazırlanmış olan bir
raporda Halep’in İskenderun’a en az 105 mil, Süveydiye sahiline ise
90 mil uzaklıkta olduğu, bu nedenle Süveydiye’den yapılacak
demiryolu hattının 15 mil daha kısa olması ve de hattın
İskenderun’dan yapılması durumunda Belen dağlarını aşmak
gerekeceği, bunun da oldukça zor ve masraflı bir iş olacağı
belirtilmektedir. Ancak raporda belirtildiği gibi İskenderun güzergâhı
15 mil daha uzun değil bilakis 15 mil daha kısadır. Şöyle ki;

25
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, 21-30, TTK Basımevi, Ankara 1963, s. 228,229.
116
demiryolu hattı Amik Ovası ve gölünün kuzeyinden geçerse Halep ile
İskenderun arası mesafenin 75 mil olduğu görülecektir. Antakya’nın
ticareti zeytinyağı, sabun ve bir miktar ipekten ibarettir. Bu nedenle
Halep-Antakya-Süveydiye güzergâhı yerine Halep-İskenderun
güzergâhının tercih edilmesinde bir sakınca yoktur. Daha sonra
yapılacak bir hat ile Antakya’nın bu hatta bağlanması kolaydır.
İskenderun güzergâhının yapılmasında en önemli engel olan Belen
Dağları meselesine gelince. İskenderun’dan Belen’e kadar 6-7 mil
kadar olan mesafe demiryolu inşası için oldukça zorludur. Ancak
burasının da her mili için 20-22 bin İngiliz lirası harcanarak tesviye
edilebilir. Bu zor kısım atlatıldıktan sonra gerisi oldukça kolaydır.
İskenderun limanı da oldukça emniyetli ve demiryollarına
bağlantısının sağlanması açısından da oldukça uygundur. İskenderun-
Halep demiryolu hattının döşenmesi durumunda yapılası gereken iki
şey; sahile bir rıhtım inşası ve İskenderun’un havasını kötüleştiren
bataklığın kurutulmasıdır. Bu iş için de 35-40 bin İngiliz lirası
kâfidir26.
Mesud Bey yaptığı tedkikler neticesinde ortaya koyduğu raporunda,
İskenderun ve Halep’in istatistikî verileri ışığında Akdeniz’den Halep ve ötesine
döşenecek bir demiryolunun bölgenin ticarî açıdan inkişafına sebep olacağını
belirtmektedir. Dolayısıyla Chesney’in projesini devletin menfaatlerine uygun
bulmaktadır. Ancak hattın başlangıç noktasının Süveydiye olarak belirlenmesine
karşı çıkmakta sebepleriyle birlikte hattın niçin İskenderun’dan başlaması
gerektiğini de açıklamaktadır.
Osmanlı hükümetinin bu projenin hayat geçmesine dair bütün iyi niyetli
yaklaşımlarına rağmen, gerekli malî kaynağı temin hususunda zorlanan Chesney,
bir türlü somut bir adım atamamış, inşaata başlayamamıştır. Yaşının da artık
seksene yaklaşması nedeniyle bundan sonraki süreçte proje ile ilgili doğrudan bir
girişimi olmamıştır. 1868 yılında hayatının büyük bir bölümünü adadığı, resmî
prosedürleri tamamlamasına rağmen, kaynak sıkıntısı nedeniyle bir türlü inşaatına
başlayamadığı projesinin hikâyesini “The Narrative of the Euphrates Expedition”
adıyla yayımlayan Chesney 30 Ocak 1872 tarihinde de 83 yaşında iken Kuzey
İrlanda’da Kilkeel kasabasında hayatını kaybetmiştir27.
2. Diğer Projeler
Daha sonraki yıllarda da Süveydiye çıkışlı olarak Irak’a kadar uzanacak bir
demiryolu inşası müteşebbislerin daima dikkatini çeken konulardan biri olmaya
devam etmiştir. Bu hususta bir sonraki teşebbüs 1881 yılında ortaya gündeme
gelmiştir. Bu tarihte iki yabancı yatırımcının bölgede demiryolu imtiyazı almak için
ortaya koydukları mücadelede Osmanlı hükümetine teklif edilen projelerden birinin
çıkış noktası yine Süveydiye sahilidir. Bu tarihte Mösyö Sola ve ser mimar Serkiz

26
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, 21-30, s. 229-231.
27
Life of General F. R. Chesney, p. 465, 472.
117
Bey tarafından iki ayrı proje teklif edilmiş ve bunların hangisinin kabul edileceği
tartışma konusu olmuştur. Mösyö Sola’nın projesi İskenderun-Halep arasında bir
şose yol inşa edilmesi yönündeydi. Serkiz Bey de Süveydiye’den Halep’e oradan da
Bağdat’a kadar uzanacak bir demiryolunun inşası için proje hazırlamış ve imtiyaz
talep etmişti. Hükümet bu iki proje içerisinden Serkiz Bey’in demiryolu projesine
daha fazla ilgi gösterince Mösyö Sola da kendi projesini değiştirerek şose yolun
yerine hafif bir demiryolu ile İskenderun’u Halep’e bağlamayı teklif etti. Bunun
üzerine projeleri inceleyen hükümet yetkilileri, Süveydiye-Halep arasının
demiryolunun inşası için daha elverişli olmasına rağmen, eğer bu hat yapılacak
olursa Süveydiye’de mutlaka bir liman inşa etmek gerektiği, bu nedenle de
masrafların ziyadeleşeceği, oysa İskenderun’da zaten bir limanın mevcut olması
nedeniyle daha az masrafla bu projenin gerçekleşebileceği kanaatine vardılar.
Ancak Mösyö Sola ve hükümet yetkilileri projenin ayrıntıları üzerinde anlaşmazlığa
düştükleri için ilerleyen süreçte bu projeden de vazgeçildi28.
Mösyö Sola ve Serkiz Bey’in bu projelerinin ardından bir yıl sonra bu sefer
Süveydiye’yi Antakya’ya bağlamayı amaçlayan yeni bir demiryolu ve Süveydiye
sahilinde küçük bir muhafaza limanı projesi ortaya atıldı. Bu projenin mimarları ise
Antakya ahalisinden Halefzade Vahid Efendi29 ile yine Antakya’da ikamet eden ve
İtalya tebaasından olan Mösyö Dözil’dir. Şöyle ki; Antakya ve havalisinin gayet
mümbit ve mahsuldar olmasına rağmen, Antakya ile en yakın limanı konumunda
olan Süveydiye arasında muntazam bir nakliye sistemi bulunmaması nedeniyle
ahali, ürünlerini sağlıklı bir şekilde pazarlayamamaktaydı. Ayrıca Süveydiye
sahilinde özellikle bozuk havalarda gemilerin barınmasını sağlayacak korunaklı bir
limanın bulunmaması da bu durumda etkiliydi. Bölgeye yakın diğer liman olan
İskenderun’a ürünlerin nakliyesi ise uzaklık ve yol şartlarının zorluğu nedeniyle çok
mümkün olmamaktaydı. Antakya ile Süveydiye arasında bir demiryolu inşa
edilmesi ve Süveydiye sahiline de bir liman yapılması durumunda bölgenin ticarî
ürünleri deniz yoluyla ihraç edilebilecek, bu durum da bölgenin mamuriyetini temin
edecekti. Antakya’nın önde gelen tüccarı ve eşrafının bu isteğini ve bu işe talip olan
Halefzâde Vahid Efendi ve Mösyö Dözil’in teklifini görüşen Antakya meclisinin
konu ile ilgili mazbatası, önce Halep vilayetine oradan da Nafia Nezaretine
gönderilmiştir. Bu mazbata ile birlikte liman ve demiryolunun inşası hususunda
müteşebbisler tarafından hazırlanan şartname layihaları da gönderilmiştir. Proje ve

28
BOA. Y.PRK.TNF. 1/21.
29
Halefzadeler Antakya’nın tanınmış ailelerindendir. Aslen Arnavutluk’un Berat Kasabasından olup 19.
yüzyılın başlarında resmi bir görevle önce Halep’e gelen, sonra da Antakya’ya yerleşen Hacı Hüseyin Ağa’nın
torunlarıdır. Aile, Hüseyin Ağa’nın iki oğlundan biri olan Halef Ağa’nın ismi ile anılmıştır. Halef Ağa,
Antakya’da uzun süre mütesellimlik yapmış olup şehrin hatırı sayılır ağalarından biri idi. 1860 yılında oğlu
Bekir Ağa ile birlikte Hac gittikleri Mekke’de oğlu ile birlikte vefat etmiştir. Diğer oğlu Halefzade Vahid
Efendi 1881-1891 ve 1894-1896 yılları arasında iki dönem olarak toplamda 12 yıl belediye reisliği yapmıştır.
Halefzade Vahid Efendi, demiryolu ve liman imtiyazını aldığında belediye reisliği görevini yürütmekteydi.
Halefzadeler ailesi Vahid Efendi’den sonra da şehrin idaresinde önemli görevler üstlenmişlerdir. Halefzade
Süreyya Bey uzun süre belediye reisliği, Antakya ve Kırıkhan kaymakamlıkları, yine Halefzade Hüsnü Ağa
iki yıl Antakya kaymakamlığı yapmıştır. Son dönemlerde ise yine aynı aileden Vahit Halefoğlu çeşitli
ülkelerde büyükelçilik ve 45. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde dışişleri bakanı olarak görev yaptı. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Mehmet Tekin, Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefzade Süreyya Bey, Antakya 1993.
118
şartnamelerin Nafia komisyonunda incelenmesi neticesinde komisyon üyeleri;
Mösyö Dözil’in İtalya Devleti tebaasından olması ve bu projeyi gerçekleştirebilecek
kadar malî gücünün bulunmadığının belirtilmesi, bu nedenle de projeye malî
kaynak sağlamak amacıyla çıkarılacak hisse senetlerinin yabancı şirketler
tarafından satın alınması neticesinde şirketin çoğunluğunun belki de tamamının
yabancı şirketlerin eline geçme ihtimali, Süveydiye sahilinin ise stratejik açıdan
önemli bir mevkîde olmasından dolayı bu kıyılardaki yabancı varlığının
oluşturacağı tehdit üzerinde durmuş ve bu konudaki tereddütlerini belirtmişlerdir.
Ancak yapılan görüşmeler neticesinde şartname maddelerinde bazı değişiklikler
yapılmış ve nihayet 16 Ocak 1883 tarihinde ferman-ı âli yayımlanmıştır30.
Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa ile Halefzade Vahid Efendi ve Mösyö
Dözil arasında imzalanan mukavelenamede, kurulacak olan anonim şirkete
fermanın yayımlanma tarihinden itibaren, 40 yıl müddetle bu imtiyaz verildiği,
şirketin Osmanlı kanunlarına tâbi olduğu, merkezinin Antakya olacağı ve
İstanbul’da bir yetkilisinin bulundurulacağı, demiryolu ve liman inşaatının bütün
masraf, kâr ve zararının şirkete ait olacağı, devletin bu proje için hiç bir masrafta
bulunmayacağı, şirketin 15 ay içinde demiryolu ve liman inşaatına başlayacağı, 3
yıl içinde demiryolunu, 6 yıl içinde de liman inşaatını tamamlayacağı, imtiyazın 20.
senesinden sonra Osmanlı hükümeti eğer isterse tayin olunacak ücret karşılığında
şirketi satın alabileceği, imtiyaz süresinin bitiminde ise şirketin demiryolu, liman ve
bunların müştemilatı üzerindeki her türlü hakkını hükümete devredeceği, şirketin
inşaat için yaptığı masraflar mukabilinde de demiryolu ile nakledilecek yolcu ve
yüklerden, ayrıca limana yanaşacak olan gemilerden muayyen miktarlarda ücret
alacağı gibi hususlar karara bağlanmıştır31.
Demiryolunun inşası hususuna dair 19 Şubat 1883 tarihinde yayımlanan
irade-i seniyye ile geçerlilik kazanan şartnamede ise; demiryolunun Süveydiye
sahilinde uygun bir noktadan başlayıp Asi Nehri vadisi boyunca ilerleyerek
Antakya bahçelerinin nihayetine kadar devam etmesi, demiryolunun tek hat olarak
inşa edilmesi, kullanılacak olan lokomotif ve vagonların en yeni numunelere göre
imal edilmiş olması, inşaatta birinci sınıf malzemenin kullanılması, yapılacak olan
bütün köprülerin kârgir ya da betondan yapılması, yolun güzergâhı üzerinde
kamulaştırılması gereken arazilerin bedellerinin mal sahiplerine şirket tarafından
ödenmesi, devlete ait arazilerden ise şirketin bedelsiz olarak faydalanabileceği gibi
birçok husus karara bağlanmıştır. Ayrıca şartnamede hükümetin isterse
demiryolunun uzatılması için başka şirketlere imtiyaz verebileceği ve uzatılan
demiryolunun işletilmesine şirketin herhangi bir engel çıkaramayacağı ve tazminat
talebinde bulunamayacağı da belirtilmiştir. Yine demiryolunun her iki tarafından 10
km mesafede bulunan madenler, ormanlar ve taş ocaklarının işletilmesi salahiyeti
de bu şartnamede mezkûr şirkete verilmiştir32.

30
BOA. İ.MMS. 73/3343.
31
BOA. A.DVN.MKL. 24/4.
32
BOA. A.DVN.MKL. 24/4.
119
Liman şartnamesi de demiryolu şartnamesi ile aynı tarih olan 19 Şubat
1883’te çıkan irade-i seniyye ile yürürlüğe girmiştir. Buna göre liman inşaatı üç
aşamadan ibaret olacaktır. İlk olarak Süveydiye sahilinde Asi Nehrinin denize
döküldüğü yerin civarında kıyıdan itibaren 300 m uzunluğunda bir rıhtım inşa
edilecek, bu rıhtım yapılacak olan bir set ile muhafaza altına alınacak, ikinci
aşamada Asi Nehrinin ağzı gemilerin içeriye girebilmesini sağlayacak şekilde
tesviye edilecek, üçüncü aşamada ise gemilerden sahile, sahilden de gemilere emtia
ve eşya taşıyan daha küçük çaptaki gemilerin yanaşması için icabına göre ahşap ya
da kârgir duba, iskele ve rıhtımlar inşa edilecektir. İskeleyi muhafaza edecek olan
set limana yanaşan gemilerin manevra yapmasına mani olan dalgaların yönünü
değiştirmesi amacıyla tabii kayalar kullanılarak yapılacaktır. İnşaatın bittiği şirket
tarafından bildirildikten sonra Nafia Nezareti tarafından kurulacak bir komisyon
eliyle, gemilerin limana emniyetli bir şekilde yanaşıp yanaşmadığı, yükleme ve
boşaltma işlemlerinin kolaylıkla yapılıp yapılamadığı gibi hususlar incelenecek ve
eğer uygun görülürse geçici kabulü yapılacaktır. Geçici kabulden bir yıl sonra da
inşaatın şartnameye uygun olarak yapıldığı kanaatine varılırsa kesin kabulü
yapılacaktır. Şartnameye göre devlet isterse imtiyaz müddetinin 20. senesinin
bitiminden itibaren limanı şirketten satın alabilecektir. Ayrıca gelip giden yolcudan,
taşınan hayvan, eşya, emtia ve limanı kullanan gemilerden alınacak olan vergilerin
miktarları da bu şartnamede belirlenmiştir33.
Hazırlanmış olan bütün bu şartname ve mukavelenamelerin ilgili
mercilerce onaylanmasına ve nihayetinde projenin gerçekleştirilmesine dair ferman-
ı âlinin de çıkmış olmasına rağmen müteşebbisler inşaata bir türlü
başlayamamışlardır. Bunun sebepleri hakkında ise herhangi bir kayıt bulunmamakla
beraber gerçekleşmeyen diğer projelerde olduğu gibi burada da malî problemlerin
aşılamamış olması kuvvetle muhtemeldir. Mukavelenamede belirtilen 15 aylık süre
içerisinde inşaata başlanılamadığı için de proje rafa kaldırılmış olmalıdır.
Bu son girişimden de bir sonuç çıkmaması üzerine Batılı müteşebbisler,
Süveydiye çıkışlı olarak doğuya doğru bir demiryolu döşenmesine dair projelerini,
önceki projelere göre birtakım değişikliklerle sonraki tarihlerde de gündeme
getirmeye devam ettiler. 1887 yılında Londra’da mukim Frederick Richard Farkoha
ve ortakları adına James Alexander adındaki İngiliz, yine Süveydiye’den başlayarak
Halep ve Birecik’ten geçip Urfa ya da Mardin’e kadar ulaşacak olan bir demiryolu
hattı ve Süveydiye sahilinde bir iskele tesis etmek üzere izin talep etti. Nafia
Nezareti bu talep üzerine Seraskerlik makamından bu projenin bir İngiliz şirketi
tarafından gerçekleştirilmesinin hattın geçeceği güzergâh açısından bir güvenlik
zafiyetine neden olup olmayacağı konusundan mütalaa istedi. Seraskerlik
makamından gelen cevabî yazıda imtiyazı talep olunan demiryolu hattının yalnızca
Birecik-Urfa arasındaki kısmının Anadolu’da inşası lazım gelen şimendifer ve şose
yollar hakkında tanzim olunmuş olan mevzuata uygun olduğu, diğer kısımlarının ise
muvafık bulunmadığı belirtilmiştir. Ayrıca Süveydiye’de bir iskele inşa edilmesi
düşüncesinin Erkân-ı Harbiye dairesi tarafından uygun görülmediği de ifade
33
BOA. A.DVN.MKL. 24/4.
120
edilmiştir. Ancak yine de benzer bir hattın Mersin ile Adana arasında inşa edildiği
belirtilerek, ileride inşa edilmesi düşünülen ana demiryolu hatlarına birleştirilmek
kaydıyla, Süveydiye’den başlayarak nerelere kadar bir demiryolu hattı inşa edilirse
herhangi bir mahzura sebebiyet vermeyeceği hususu Seraskerlik makamına tekrar
sorulmuştur34. Bunun üzerine Seraskerlik makamının verdiği cevap ve nihaî karar
hakkında herhangi bir kayıt olmamakla beraber ilerleyen tarihte proje ile ilgili
herhangi bir gelişme olmaması kararın olumsuz olduğunu ve projenin askıda
kaldığını göstermektedir. Bu projenin askeriye açısından sakıncalı bulunmasının
sebebi, o tarihlerde yaşanan Ermeni hadiseleri nedeniyle özellikle bazı kritik
bölgelerde devletin kontrolü elinde tutma ya da daha da sıkılaştırma kaygısı ile
açıklanabilir. Zira Süveydiye sahilleri ve Musadağı çevresi yasadışı Ermeni
komitalarının en önemli giriş-çıkış noktalarından olup bölgede var olan tabanı
nedeniyle devlet bu durumu engellemekte zorlanmaktaydı35. Süveydiye’de
İngilizlerin işlettiği bir liman ve Urfa’ya kadar ulaşan demiryolunun özellikle
Zeytun’da yaşanan Ermeni isyanları süreci içerisinde gündeme gelmiş olması, bu
konuda hassas olan Osmanlı genelkurmayını böyle bir tedbir almaya itmiş olduğu
söylenebilir.
1893 yılında Halepli William Sola tarafından benzer bir proje teklifi
hükümete sunuldu. Bu teklife göre İskenderun veya Süveydiye’den Halep’e oradan
da Meskene’ye36 kadar bir demiryolu hattı inşa edilecek, Meskene’den Basra’ya
kadar da Fırat Nehri üzerinde işletilecek vapurlarla ulaşım sağlanacaktı. Ancak
hükümet imtiyaz talebinde bulunanlara, Fırat Nehri ile ilgili projelerin Osmanlı
sermayesi veya hazine-i hassa tarafından gerçekleştirilmesinin devletin
menfaatlerine daha uygun olacağını bildirdi. Her ne kadar William Sola, şirketin bir
Osmanlı şirketi olacağını ve eğer arzu edilirse hazine-i hassanın şirketin ortağı hatta
yöneticisi olabileceğini teklif etse de hükümetçe bu öneriler kabul görmedi. Ayrıca
o yıllarda hükümetin gündeminde olan ve İstanbul-Bağdat bağlantısını sağlayacak
olan hatt-ı kebir inşa olunmadıkça da bu gibi projelerin gündeme alınmayacağı da
belirtildi37. Nitekim Bağdat demiryolu hattının inşaatı devam ederken 1910 yılında
İskenderun ya da Süveydiye çıkışlı olup Halep’e ve ötesine devam edecek bir proje
tekrar gündeme geldi. Hatta konu ile ilgili hazırlanan raporlarda Süveydiye’nin
coğrafi şartlarının hem liman hem de demiryolu hattının güzergâhı açısından daha
uygun olduğu belirtilerek hattın Süveydiye’den başlaması düşüncesi ön plana
çıktı38. Süveydiye’nin ismi ayrıca 1909 yılında Chester projesi kapsamında
gündeme geldi. Sivas’tan başlayıp Van üzerinden Musul, Kerkük ve
Süleymaniye’ye ulaşması planlanan ana hattın, bir taraftan Samsun üzerinden
Karadeniz’e diğer taraftan da Yumurtalık ya da Süveydiye’de yapılacak limanlar

34
BOA. A.MKT.MHM. 491/11.
35
Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Geçer, “1895 Antakya-Süveydiye Musadağı Olayları”, Yeni Türkiye, S. 60,
2014, ss. 1984-1996; Burhan Çağlar, “1878-1879 Zeytun Ermeni İsyanları ve İngiliz Said Paşa’nın Aldığı
Tedbirler”, Ermeni Araştırmaları, S. 46, 2013, ss. 163-198.
36
Halep’in batısında Fırat Nehri kıyısında bir kasaba.
37
BOA. Y.MTV. 82/118.
38
BOA. BEO. 3733/279910.
121
vasıtasıyla Halep üzerinden Akdeniz’e bağlanması planlanmıştı39. Ancak proje
sahipleri ile hükümetin projenin bir kısım detayları üzerindeki anlaşmazlıkları ve o
sırada yapımı devam eden Bağdat demiryolunu inşa eden Almanların, bölgedeki
Amerikan ve İngiliz yatırımlarını kendileri açısından tehdit olarak görmeleri
nedeniyle, bu proje de öncekiler gibi türlü hayata geçirilemedi.
Sonuç
XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra hızla gelişim gösteren demiryolları,
kısa sürede Batılı devletlerin sömürge piyasasındaki en önemli enstrümanlarından
biri olmuştur. Osmanlı devleti de bu süreçte Batılı yatırımcıların en önemli hedef
alanlarından biri hâline gelmiştir. Çünkü Osmanlı toprakları bir taraftan jeopolitik
konumu nedeniyle, Batılı devletler ile sömürgelerin birbiri ile irtibatının sağlanması
açısından önem arz ederken, diğer taraftan da sahip olduğu ticaret potansiyeli ile
ilgi uyandırmaktaydı. Bu nedenle Osmanlı topraklarında projelendirilen demiryolu
hatları inşa eden devletlerin hem siyasî hem de ticarî çıkarlarına hizmet edecek
şekilde planlanmıştır. Batılı müteşebbisler de siyasi argümanları kullanarak kendi
hükümetlerinden malî destek sağlama yoluna gitmişlerdir. Osmanlı hükümeti ise bu
girişimlere genellikle sıcak bakmış ve bu nedenle müteşebbislerin imtiyaz almaları
zor olmamıştır. Zira Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu malî durum ve
teknolojik altyapı yetersizliği devletin bu gibi yatırımları kendi imkânlarıyla
gerçekleştirmesine engel olmaktaydı. Bu sebeple Osmanlı Devleti dönemin en
önemli ihtiyaçlarından olan demiryolu yatırımlarında yabancı sermayeye mahkûm
olmuştur. Bu süreçte Batılı müteşebbisler, Osmanlı coğrafyasının muhtelif
bölgelerinde demiryolu hattı inşa etmek için projeler hazırlamışlar ve imtiyazlar
almışlardır. Ancak bu teşebbüslerin birçoğu genellikle kaynak sıkıntısı nedeniyle
hayata geçirilememiştir. Proje safhasından öte geçmeyen girişimlerden en eskisi
Chesney’in tasarladığı Akdeniz’i Basra körfezine bağlama amaçlı projedir. En eski
olmasının yanında 1830’lardan 1870’li yıllara kadar aşağı yukarı 40 yıl
sürüncemede kalması nedeniyle en uzun sokulu olanıdır. Bu nedenle Chesney bu
projeye hayatını adamıştır da denilebilir.
Chesney 1829 yılında asker olarak geldiği Osmanlı topraklarında büyük
yatırım fırsatlarını görmüş ve hemen ertesi yıl keşif çalışmalarına başlamıştır.
Burada Chesney’in belirlediği Süveydiye’den başlayarak Basra Körfezine kadar
uzanan güzergâh önemlidir. Çünkü büyük bir sermayedar olmayan Chesney, sadece
kendi imkânları ya da yapacağı ortaklıklar ile böylesine büyük projelerin altından
kalkamayacağını oldukça iyi bilmektedir. Bu nedenle arkasına İngiliz hükümetini
de alıp oradan sağlayacağı malî destekle böyle bir projeyi hayata geçirmek
amacındadır. Nitekim belirlenen güzergâhta böyle bir demiryolu hattının inşa
edilmesi İngilizlerin bölgedeki politikaları açısından oldukça önem arz edecektir.
Nitekim İngiltere, bu sayede hem ticarî açıdan Akdeniz ile Basra Körfezi arasındaki
ticarette tekel konumuna gelecek olan, hem de siyasî açıdan Akdeniz üzerinden

39
Erdal Açıkses, Rahmi Doğanay, Chester Projesi, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
Yayınları, Elazığ 2010, s.57; Kılavuz, “Chester Demiryolu Projesi”, s.1038.
122
Basra Körfezi’ne alternatif ve daha kestirme yolla inerek Hindistan üzerindeki
politikalarını daha etkili kılabilecekti.
1834 yılında sadece Fırat Nehri üzerinde gemi işletme imtiyazı alabilen,
ancak nehrin fizikî şartlarının buna elverişli olmadığını bizzat iki gemiyle çıktığı
seferde müşahede eden Chesney, bu sefer projesini sadece demiryolu üzerine
kurgulamış ve 1857 yılında tekrar imtiyaz almayı başarmıştır. Arkasında önemli
sermayedarlar olmasına rağmen bu sefer de İngiltere hükümetinden istediği malî
yardımı alamayınca bir türlü icraat safhasına geçememiştir. 1862 yılında
Chesney’in Osmanlı hükümetine tekrar müracaatı ile proje yeniden ele alınmış ve
1863 yılında yeni bir şartname ve mukavelename hazırlanarak imtiyaz
tazelenmiştir. 1866 yılına gelindiğinde hâlâ projesine başlayamayan Chesney, bu
sefer proje hakkında birtakım iyileştirmeler talebiyle hükümetin kapısını çalmıştır.
Osmanlı bu iş için görevlendirdiği Mesud Bey’in verdiği rapor doğrultusunda
konuyu tekrar ele almış ancak Chesney, bir türlü yeterli malî kaynağı temin
edemediği için bu projeyi gerçekleştirememiştir. Burada dikkati çeke husus
Chesney’in projesine Osmanlı hükümetinin iyi niyetli yaklaşımlarıdır. Müteaddit
defalar yapılmış olan mukavelelerdeki taahhütlerini yerine getirememesine rağmen,
Chesney’in her imtiyaz talebine olumlu bakan ve projenin gerçekleşmesini en fazla
arzu eden taraf Osmanlı hükümetidir. Hükümetin bu olumlu tavrı Chesney’den
sonra benzer projelerle imtiyaz talebinde bulunan diğer müteşebbisler için de
devam etmiştir. Özellikle 1883 yılında imtiyazı verilen Halefzade Vahid Efendi ile
Mösyö Dözil’in Süveydiye-Antakya arası demiryolu projesinin bütün resmî
prosedürleri tamamlanmış olmasına rağmen yine benzer sebeplerden dolayı bir türlü
inşaata başlanılamaması bölge için büyük bir kayıp olmuştur. Bundan sonra
gündeme gelen projeler ise bölgede gelişen siyasî olayların da etkisiyle ya askerî
güvenlik tedbirlerine takılmış ya da Bağdat demiryolu projesinin gölgesinde kalarak
bu hatta birleştirilecek talî hatlardan biri olarak düşünülmüştür. Nitekim 1903
yılında sözleşmesi imzalanarak inşaatına başlanan ve hatt-ı kebir olarak adlandırılan
Bağdat demiryolu hattı, bölgede yapımı planlanan diğer demiryolu hatlarının
bağlanacağı ana hat olmuştur. Dolayısıyla talî hatların güzergâh planları da hatt-ı
kebire göre yeniden şekillendirilmiştir. Bu nedenle yıllardır gündemde olan ancak
bir türlü gerçekleştirilemeyen Akdeniz’i Basra Körfezine bağlama projesi de artık
yeni duruma göre revize edilmiş ve Bağdat demiryolu hattını en uygun noktadan
Akdeniz’e bağlama düşüncesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda da İskenderun
ile Toprakkale arasında bir hat döşenmesi planlanmıştır. Bu iş de Bağdat demiryolu
şirketine havale edilmiş ve 1911 yılında bu hattın inşasına başlanarak 1913’te
hizmete girmiştir. Böylece İskenderun Doğu Akdeniz’in en önemli limanlarından
biri olarak XX. yüzyılda ön plana çıkmaya başlamıştır. XIX. yüzyıl boyunca
gündeme gelen ulaşım projelerinde ön plana çıkan ve Mezopotamya’yı Halep ve
Antakya üzerinden Akdeniz’e bağlaması düşünülen demiryolu ve Süveydiye limanı
ise artık geri planda kalmıştır. Tabi bu durumun, Süveydiye’nin yani bugünkü
Samandağ ilçesinin ve Antakya’nın ticarî açıdan ilerleyen dönemlerde sağlayacağı
avantajları ve göstereceği gelişimi de engellediği söylenebilir.

123
KAYNAKLAR
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
A.DVN.MKL. 24/4.
A.DVN.NMH. 14/11; 353/42; 357/68; 491/11
A.MKT.UM. 254/80; 530/52
BEO. 3733/279910.
C.DH. 941.
DH. ŞFR. 31/14
HR. ŞFR (3). 65/25.
İ.DH. 546/38042.
İ.MMS. 73/3343.
Y.MTV. 82/118.
Y.PRK.TNF. 1/21.
Kitap ve Makaleler
Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, 21-30, TTK Basımevi, Ankara 1963.
Ahmet Geçer, “1895 Antakya-Süveydiye (Musa Dağı) Olayları”, Yeni Türkiye, 60,
2014, ss. 1984-1996
Burhan Çağlar, “1878-1879 Zeytun Ermeni İsyanları ve İngiliz Said Paşa’nın Aldığı
Tedbirler”, Ermeni Araştırmaları, S. 46, 2013, ss. 163-198.
Cengiz Orhonlu, Turgut Işıksal, “Osmanlı Devrinde Nehir Nakliyatı Hakkında
Araştırmalar; Dicle ve Fırat Nehirlerinde Nakliyat” , Tarih Dergisi, S. 17-18,
1963, s. 77-102.
Gülpınar Akbulut, “Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne
Gerçekleşmeyen Demiryolu Projeleri ve Etkileri”, Atatürk Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Dergisi, c. 1, S. 1,
Erzurum 2012.
Erdal Açıkses, Rahmi Doğanay, Chester Projesi, Fırat Üniversitesi Ortadoğu
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2010.
Lieutenant-Colonel Chesney, On the Bay of Antioch, and the Ruins of Seleucia
Pierra, Journal of the Royal Geographical Society of London, Vol. 8, 1838,
pp. 228-234.
Life of General F. R. Chesney, by his Wife and Daughter, edited by Stanley Lane-
Poole, London 1885.

124
Mehmet Tekin, Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefzade Süreyya Bey, Antakya
1993.
Murat Özyüksel, Osmanlı Alman İlişkilerinin Gelişimi Sürecinde Anadolu ve
Bağdat Demiryolları, Arba Yayınları, İstanbul 1988.
Musa Gümüş, “1893’ten 1923 Chester Projesi’ne Türk Topraklarında Demiryolu
İmtiyaz Mücadeleleri ve Büyük Güçler”, Tarih Okulu, c. X, Mayıs-Ağustos
2011, s. 151-194.
Nuran Kılavuz, “Chester Demiryolu Projesi”, Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri
Dergisi, c. 1, S. 1, 2012, s 1035-1045.
Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme (1820-1913), Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2005.
Turan Keskin, Dicle ve Fırat Nehirleri Üzerinde Yapılan Ticaret (1838-1914),
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul 2012.
Ufuk Gülsoy, Hicaz Demiryolu, Eren Yayınları, İstanbul 1994.

125
YARIM KALAN BİR PROJE: AMİK GÖLÜ’NDEN AKDENİZ’E VAPUR
İŞLETİLMESİ
Aydın EFE
Giriş
“Bütün yollar Roma’ya çıkar” yüzlerce yıldan günümüze kadar anlamını
yitirmeden kullanılmaya devam eden bir ulaşım harikasına işaret eden deyimdir.
Roma burada artık bir metafordur. Bütün yolların merkezden çevreye çevreden
merkeze doğru birbiriyle olan bağlantısı büyük rüyaların yorumudur. Tıpkı Halil
Rifat Paşa’nın “gidemediğin yer senin değildir” ifadesinin Osmanlı bayındırlık
hizmetlerinde özellikle yol çalışmalarına gönderme yapan, anlamı gerçekleşmesi
mümkün rüyaları kapsar. Ziyaret edilmesi gereken kutsal topraklar, asker sevkiyatı
buna bağlı lojistik faaliyetlerin yürütülmesi, vergilerin toplanması, asayişin
kontrolü, ticari faaliyetlere sunulan rahatlık atmosferi vb. yolların ulaşımı
kolaylaştırdığı ölçüde mümkün olabilir. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl dünyası ulaşım
anlamında birçok rüyayı gerçeğe yorumlamıştır. Buharlı geminin ilk nehir
yolculuğundan buharlı trenlerin ilk yolculuğuna çok vakit kaybedilmeyecek suların
ve karaların yolları dev makinelerle geçilmeye başlanacaktır. Şüphesiz insanoğlu
için deniz ve kara yollarının kullanımı yeni değildir, ama bunları ürettiği araçların
taşıma potansiyeline uygun hale getirmesi için yeniden tasarlamak zorunda
kalmıştır.1
Avrupa’da, özellikle İngiltere’de, iç sularda teknolojik gelişmelere bağlı
olarak yapılan taşıma sistemindeki yenilikler 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın
başlarında görülmeye başlamıştır. Bu dönemde ulaşıma elverişli olabilecek
nehirlerde gemiler ve yeni kullanılmaya başlayan buharlı vapurlarla taşımacılığı
kolaylaştıracak düzenlemeler yapılmıştır. Avrupa’da meydana gelen bu gelişmeler,
bir süre sonra, Osmanlı Devleti’nde de 1830 yılından itibaren görülmeye başlandı.
Avrupa’da denizcilik ve denizyollarının gelişmesinden yararlanmak isteyen
Tanzimat devri Osmanlı devlet adamları ve Osmanlı deniz ticaretinde söz sahibi
olmak isteyen Avrupalılar, Osmanlı nehir ve gölleri üzerinde projeler üreterek
ticaretten pay almak istemişlerdir. 1850 yılından sonraya rastlayan dönemde
denizleri ve liman şehirlerini iç kısımlardaki ovalara ve zengin vadilere bağlayan,
önemli kavşak noktalarında bulunan nehirlerin, daha fazla önem kazandıkları
görülmektedir. XIX. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı sınırları içerisinde yer alan
göl ve nehirler üzerinde vapur işletme girişimlerinin arttığı görülmektedir. Bu
dönemde göl ve nehirlerin temizlenerek ulaşımda kullanılması düşünülürken bazı
girişimler uygulanmış ise de bazıları da uygulanma fırsatı bulamamıştır.2


Yrd. Doç. Dr., Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
1
M. Hüdai Şentürk, “Tanzimat Devrine Kadar Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilâtı ve Yol Sistemine Bir
Bakış”, Türkler, c. 10, (Ed.: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002,
s. 904.
2
İlhan Ekinci, “Lut Gölünde Vapur İşletme Teşebbüsleri”, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları
Dergisi, c. II, S. 2, Elazığ 2004, s. 96. Uygulanmayan bir nehir projesi için bkn. Saim Yörük,
126
Bu çalışmada yukarıda belirtilen türden projelerin Hatay bölgesindeki
örneklerinden biri ele alınmıştır. 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu proje;
Amik Gölü’nden Akdeniz’e doğru etraftaki bataklıkların kurutulması, Amik Gölü
ve Asi Nehri’nin yatağının temizlenerek vapur işletilmesi, yolcu, eşya ve yük
taşınmasına ilişkin sonuçsuz kalan bir girişim olmuştur. Projeye göre; Amik
Gölü’nden Asi nehri vasıtasıyla bölgenin tarihi liman kenti olan Süveydiye’ye
kadar vapur işletilecekti. Süveydiye, ilkçağların tarihî Selevcia Piera’sı ve şimdiki
Samandağ limanıdır. Uygulanamayan bu proje Antakya tarihi bakımından olduğu
kadar Osmanlı tarihi ve tarihsel coğrafya açısından da sözleşme metinine yansıyan
bilgiler sunmaktadır. Bir girişim ve sözleşmede verilen tarihsel bilgiler bakımından
dikkat çekicidir. Çalışmada Amik Gölüne dair coğrafi ve tarihi bilginin ardından
proje sahipleri, projenin bölge için önemi ve projenin değerlendirmesinden sonra
transkripsiyon metni verilecektir.
1. Amik Gölü Hakkında Genel Bilgiler
Osmanlı Devleti, Anadolu ve Rumeli’de ulaşım ağını üçe bölmüş sağ, sol
ve orta kol olarak ana güzergâhlar oluşturmuştu. Amik Gölü’nün bulunduğu
Antakya şehri de, Osmanlı ulaşım sistemi içerisinde İstanbul-Üsküdar’dan Şam’a
kadar olan sağ kola dâhil olup ana ve tali güzergâh üzerinde yer almakta idi. 3 Yakın
bir zamana kadar varlığını sürdüren Amik Gölü, bugünkü Hatay dâhilinde bulunan
Amik Ovası’nın en çukur yeri olan güney batısında yer alıyordu. .Bugünkü merkez
ilçe Antakya’ya 18 km uzaklıkta ve 3615- 36 22 doğu meridyenleri ile 36 20-
36 23 kuzey paralelleri arasında bulunuyordu. Gölün alanı, civarında bulunan
bataklıklarla beraber 310 km2idi. Amik Gölü’nün gerçek alanı ise 61 km2, yağış
havzasının alanı ise 6.600 km2civarındadır. Gölün, deniz seviyesinden yüksekliği
ortalama 78-81 m arasında olup, su seviyesi de yaklaşık 80-81 m arasındaydı.4 Gölü
besleyen su kaynakları arasında Karasu, Muratpaşa deresi ile Afrin suyu yer
almaktadır. Kaynağını Suriye sınırlarından alan Asi Nehri de göle ayak hizmeti
görmekteydi.
Tarihsel süreçte Amik Gölü’ne bölgede yaşayan kavimlerin farklı adlar
verdikleri görülmektedir. Mesela Araplar bu göle, “Buhayratu Antakya” (Antakya
Gölü) veya “Al-Buhayra” adını verirken; Türkler ise “Akdeniz” demişlerdir. Gölün
diğer bir adının da Yağra olduğu bilinmektedir. Ortaçağ Arap kaynaklarında

“Gerçekleşmemiş Bir Proje Çalışması: 19. Yüzyıl Sonlarında Seyhan ve Ceyhan Nehirleri Yoluyla
Taşımacılık ve Şirket-i Nehriye Teşekkülü”, Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 2, (Haz. Şakir Batmaz,
Özen Tok), Not Yay., Kayseri 2015, ss. 431-437.
3
Rıza Bozkurt, Osmanlı İmparatorluğunda Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, Ankara 1966, s. 11, 14, 40; Yusuf
Halaçoğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), İlgi Kültür Sanat Yay., İstanbul
2014, s. 62-63, 65; Selahattin Tozlu, Antakya (Hatay) Tarihi Bibliyografyası, Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi Yay., Elazığ 2009, s. 38-39; Naim Ürkmez-Aydın Efe, Hataylı Osmanlılar, Çizgi
Kitabevi, Konya 2015, s. 35.
4
Hüseyin Korkmaz-Mehmet Gürbüz, “Amik Gölü’nün Kültürel Ekolojisi”, Marmara Coğrafya Dergisi 17,
2008, s. 6; Hüseyin Korkmaz, Amik Gölü’nün Kurutulmasının Yöre İklimine Etkileri, Mustafa Kemal
Üniversitesi Yayınları, Antakya 2009, s. 9-10; Necat Ağca, “Amik Gölünün Kurutulmasının Çevresel
Etkileri”, Ulusal Toprak ve Su Sempozyumu, 25-27 Mayıs 2011, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 2011,
s. 148.
127
yukarıda değinilen adlara rastlanmıştır. Yine Arapların, Amik Gölü’ne, Yılan Balığı
Gölü manasında, “Buhayratü’s-sallur” dedikleri kaynaklarda görülmektedir. Bu
durum, gölde yılan balığı yetiştiriciliğinin erken dönemlerde de var olduğunu
göstermesi açısından dikkat çekicidir. Amik Gölü’nün, Antakya Gölü ismiyle
zikredilmesi, ilk olarak MS. 900 tarihlerinde, Malalas’a aittir.5
Bugün Türkiye’nin en verimli ovalarından birisine ve göle ismini veren
Amik kelimesi ise Arapça olup, “çukur, derin, basık” anlamlarında
kullanılmaktadır.6Umar ise Amik kelimesinin, derin anlamındaki Amîk kelimesi ile
aynı olduğunu düşünmemektedir. Hatay sınırları içerisindeki gölün pek sığ ve yazın
kuruduğunu belirterek, Amanos Dağları kesiminin Ama/Ma (Ana Tanrıça)’nın bir
kült merkezi olduğunu açıklayan Umar, Amik kelimesinin Ermenice’den geldiğini
söylemektedir. Amik adının, Ama (Ana Tanrıça) Halkı anlamında olduğunu
belirtmektedir.7 Umar’ın Anadolu coğrafyasındaki hemen bütün yer/yerleşme
adlarına yönelik açıklamaları gibi, bu konudaki izahı da kesinlikle doğru değildir.
Buhayre-i Antakya (Antakya Denizciği/Gölü) şeklinde Halep Vilayet
Salnamelerinde belirtilen Amik Gölü’nün, bu havalideki asayişi temin etmek ve
aşiretleri iskân etmek maksadıyla gönderilen Fırka-i Islahiye’nin 1865 yılında
çizdirdiği haritada da Ağca Deniz adıyla gösterildiği görülmektedir. Göle Türklerin
Akdeniz dediklerini belgelerden öğrendiğimiz gibi, yöre halkının da Ağca Deniz
diye adlandırdıkları bilinmektedir.8
Türklerin Akdeniz veya Ağca Deniz ismini verdikleri Amik Gölü üzerinde
bulunan dalyanlar9, suyun akışına engel olunca; kışın gölün şişerek etrafa
yayılmasına ve bataklıklar oluşmasına, bundan dolayı hastalıkların zuhur etmesine
sebep oldu. İşti bu ve benzeri sebepler ile göl çevresinde bulunan bataklıklar
kurutulmak istenmiştir. 19. yüzyılda da bazı tedbirler alınarak suyun akışına engel
olan göl üzerindeki dalyanların bazılarının kaldırılması ve bazı dalyan bentlerinin
de seviyelerinin indirilmesi düşünülmüştür. 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın
başlarında birtakım girişimlerde de bulunulmuştur. Cumhuriyet Türkiyesi’nde de
önemli bir balık üretim merkezi olarak anılan Amik Gölü, aşamalı olarak
kurutulmaya başlanmıştır. 1975 yılına gelindiğinde göl tam olarak kurutulmuştur.
Gölün kurutulması sonucunda büyük bir tarım arazisi ortaya çıkmıştır. 1913 yılında
imzalanan Amik Gölü’nden Akdeniz’e Vapur İşletilmesi Projesi de bir daha ele
alınmamak üzere tarihe karışmıştır.
2. Antakya İçin Önemli Bir Girişim ve Proje Sahipleri

5
M. Streck, “Amik”, İA, MEB Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 1997, c. 1, s. 398.
6
el-Müncid, el-Eşrefiyye, Beyrut 2007, s. 530; Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul
1989, s. 951.
7
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1993, s. 62.
8
BOA, İ. MVL (İrade Meclis-i Vâlâ), 538/24169; HS (Salname-i Vilayet-i Halep)/1300, s. 48; HS/1302, s.
122; HS/1308, s. 79; HS/1316, s. 182; HS/1321; s. 227; HS/11326, s. 210; Selahattin Tozlu, Antakya (Hatay)
Tarihi Bibliografyası, Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2009, s. 58, 59;
Aydın Efe, “Antakya ve Çevresi Türkmenleri: Küçük Alioğulları ve Reyhanlı Aşireti (XIX. Yüzyıl)”,
(Basılmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2011, s. 2.
9
Amik Gölü ve Dalyanları konusu tarafımızca incelenmiştir.
128
Amik ovası bataklıklarının kurutularak Asi nehrinin ıslah edilmesi ve
gölden, Asi Nehri yoluyla, Antakya’nın tarihi limanı olan Süveydiye’ye kadar
vapur işletilmesi fikri beraberinde proje sahiplerini de getirmiştir. Bölgenin tanınan
isimleri dava vekili Mehmed Ârif Bey ve Halep eski mebusu Ali Cenânî Bey10 bu
işi sahiplenmiştir. Nafia nezaretiyle aralarında yapılan sözleşmeyle Amik Gölünden
Akdeniz’e vapur işletme ihalesi bu iki şahsın uhdesine verilmiştir. Mayıs/Haziran
1913 tarihinde imzalanan sözleşmenin uygulanması hususunda ihaleyi hangi
bakanlığın yapacağı başlangıçta bir takım yazışmalara yol açmıştır.
Telefon imtiyazının Maliye, seyr-i sefâin (gemi işletme) imtiyazının Ticaret
ve Ziraat; demiryolu imtiyazının da Nafia Nezaretlerince verildiği görülmektedir.
Nafia Nezareti, vilayet idare kanununun 78. maddesinin ikinci fıkrasınca gölün
etrafındaki bataklıkların kurutulması ve nehirde gemi işletilmesi konularının
birbirine karıştırıldığı belirterek kendisine aitmiş gibi gösterildiğini, bataklığın
kurutulması hususunun vilayete ait olduğunu vurgulamıştır. Telefon, gemi işletme
ve demir yolu gibi imtiyazlar, adı geçen nezaretler tarafından verilse bile mukavele
ve şartname evraklarının Şura-yı Devletçe tasdik edildiğini belirten komisyon
üyeleri, Amik Ovası imtiyazının Nafia Nezaretince ihaleye verilmeyip vilayetçe
yapılması gerekse bile, Şura-yı Devlet tarafından bunun onaylanması gerektiğini
belirtmişlerdir (21 Ocak 1914). Bunun üzerine Şura-yı Devlet üyeleri, bu durumun
Nafia Nezaretine havale edilmesi yönünde karar almışlardır (14 Şubat 1914).
Maliye Nezareti, Şura-yı Devlet Riyasetine “Amik Gölünden Asi nehrine
akan suların zararlarının defedilmesi için mevcut su bentlerinin yüksekliğinin bir
metreye kadar indirilmesi, Amik Gölü bataklıklarının kurutulması ve Asi nehri
mecrasının seyr-i sefâine uygun hale getirilip vapur işletilmesinin temini ve Hazine-
i Celileye ait su bentlerinin bir metreye indirilmesinden dolayı ortaya çıkacak
hazine zararının mukavelenameye konulması ve tazmin ettirilmesi” hususlarını
içeren bir yazı göndermiştir (14 Mayıs 1914).
Maliye Nezareti, bu konuyla ilgili olarak Sadaret makamına ilki 26 Mayıs
1914 tarihinde olmak üzere bilgilendirme yazıp cevap beklemiştir. Sadaret’ten
cevap gelmeyince yeni bir yazı gönderilmiştir. (27 Kasım 1914).

10
Müteşebbislerden Ali Cenânî Bey, hem Osmanlı Mebusan Meclisinde hem de TBMM’de milletvekili olarak
görev yapmış önemli kişilerdendir.İstanbul’da 1872 tarihinde dünyaya geldi. 15 Temmuz 1923 tarihinde
TBMM’ye milletvekili seçilmesi sebebiyle verdiği tercüme-i halinde ise 1288 doğumlu olduğu görülmektedir.
Bir sonraki seçim sonucunda yine milletvekili seçilince verdiği tercüme-i halinde ise 1289 doğumlu olduğu
görülmektedir. Askeri Rüşdiye Mektebinde ve Antep Amerikan Kolejinde eğitim gördü. Fransızca, Arapça ve
Farsça bilmektedir. Tarım ve çiftçilikle meşgul olmuştur. Bir ara İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya
sürgüne yollanmış ve burada bir yıl kadar kalmıştır. 15 Temmuz 1923 seçimlerinde Ali Cenani Bey,
Gaziantep’te 468 oy alarak mebus seçilmiştir. Bir sonraki seçimlerde ise 474 oy alarak TBMM’de Antep’i
temsil etmeye hak kazanmıştır. TBMM’de I., II. ve III. dönem Antep mebusu olarak bulunmuştur. 05.12.1934
tarihinde vefat etmiştir (TBMM Albümü 1. Cilt 1920-1950 TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 2010, s. 13, 95, 149; Meclise verdiği tercüme-i halleri-I, II; 15 Temmuz 1339 tarihli seçim
mazbatası ve 8 Teşrinievvel 1927 tarihli seçim mazbatası). Ölüm tarihinin 27.12.1934 olduğu konusunda bkn.
(TBMM Albümü, 1. c., s. 64, 124, 176).
129
Nafia Nezareti, aynı konuyla ilgili olarak daha sonra Sadaret makamına
yazı yazmıştır. Yazısında, Osmanlı Anonim Şirketi kurulmalı ve bu husus
mukavelenameye eklenmelidir. Ayrıca “çıkarılacak hisse senetlerinin ada yazılı
olması ve hamallarının Osmanlı olması” düşünülmüştür. Sözü geçen imtiyazın
büyük miktarda sermayeye ihtiyacı olacaktır. Bu sermayenin Osmanlı hissedarları
tarafından karşılanması mümkün olamamış, imtiyazı alan Mehmed Arif ve Ali
Cenani Beyler 500 liralık teminat akçesinin 1500 liraya çıkarılmasını ve yapılacak
teftiş masraflarının harbin sona ermesinden bir sene sonrasına tehir edilmesini teklif
etmişlerdir. Nafia Nezareti, bu durum karşında Sadaret makamından emir
beklemektedir (30 Ocak 1916). Nafia Nezaretinin yazısından anlaşılmaktadır ki,
Osmanlı Anonim Şirketi’nin kurulması ve hamalların Osmanlı vatandaşı olması
hususu, yerli sermaye ve vatandaşının korunmasına yönelik bir milliyetçi anlayış
olarak göze çarpmaktadır.

3. Proje ve Sözleşmeye Dair Kısa Bir Değerlendirme


Sözleşme metni tarihsel bağlamı içerisinde ele alındığında bölgenin sosyo-
ekonomik yapısına göl ve nehrin o coğrafya için sunduğu imkânlara, eşrafa dair
bilgiler vermektedir. Bu bilgiler dönemin bayındırlık hizmetleri ve mühendislik
becerilerinin ülke genelindeki pratiklerinden biri olarak benzer projelerle
mukayeseye de imkân sunmaktadır. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında Osmanlı
Devleti sınırları içerisindeki, birçok nehir ve gölde birtakım projeler üretilerek
taşımacılık yapılması düşünülmüştür. Bu projelerden bazıları uygulanırken bazıları
hayata geçirilememiştir. Ayrıca bazı projelerin büyük devletler tarafından
uygulandığı ve bu açıdan birbiriyle rekabet halinde oldukları görülmektedir.11
Antakya’nın tarihi limanı olan Samandağ’dan girecek olan vapurlar, belli
tonajlardaki, Asi nehri vasıtasıyla Amik Gölü’ne kadar yük, yolcu ve eşya
taşımacılığı yapacaklardı. Çünkü gemi taşımacılığının maliyeti kara, demir ve hava
yollarına göre, daha düşüktür. Düşen maliyetler ticari faaliyete doğrudan
yansıyacak ve Antakya ekonomisine kayda değer katkı sağlayacaktı.
1913 yılında imzalanan, Amik Gölünden Akdeniz’e kadar Asi nehri
üzerinde yapılacak vapur işletmesi konusundaki sözleşme, iki fasıldan ve otuz sekiz
maddeden oluşmaktadır. İmtiyaz hakkı on yıllığına ihaleyi alan, Mehmed Arif ve
Ali Cenani Beylere verilmiştir. Birinci ve ikinci fasıllarda on dokuzar madde
bulunmakta olup toplam otuz sekiz maddeden müteşekkil olan sözleşme, Birinci
Dünya Savaşı’nın çıkması ve yeterli sermayenin oluşturulamaması gibi sebepler ile
uygulanamamıştır. Amik Gölü’nün aşama aşama olarak 1975 yılında tamamen
kurutulmasından ötürü artık vapur işletme hususu bir daha söz konusu
olamayacaktır.

İngilizler, Rusları Hint yollarında engellemek amacıyla Fırat nehri üzerinde taşımacılık faaliyetine girmiştir.
11

Bu konuda bkn. Uğur Akbulut, “Rusların 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşında Doğu Anadolu’yu İşgali ve
Bunun İngiltere’nin Hindistan Yolu Politikasına Etkisi”, Yeni Türkiye, S. 73, 2015, ss. 703-720.
130
Sözleşme metnine göre Amik Gölü etrafındaki bataklıkların ve bataklığa
sebep olan suların akıtılacağı mahaller için haritalar çizilecektir. Bu haritalar
1/10000 ve 1/100000 ölçeklerinde olacaklardır. Ayrıca temizlenecek bataklıklar ve
bu bataklıkların dâhilinde ve civarında bulunan sahipli arazinin hududunu belirten
1/1000 ölçekli haritalarda tanzim edilecektir. İmtiyaz sahipleri şose, yol ve geçitleri
masraflarını kendileri vermek üzere muhafaza edeceklerdir. Hükümet ise suların
serbestçe cereyanı için köprü yapımını üstlenecektir.
Göl sularından yararlanan çiftçi ve arazi sahiplerinin bataklıkların
kurutulması sırasında zarar görmeleri durumunda zararlarını imtiyaz sahipleri
karşılayacaklardır. İmtiyaz sahipleri ihtiyaç duydukları kereste ve kireç yakmak için
kullanılan odunları usûl ve nizamına uygun olarak civarda bulunan ormanlardan
temin edebileceklerdir. Bataklıkları kurutma faaliyetleri için yurt dışından temin
edilecek her türlü alet ve edevatlar ile inşaat malzemeleri için gümrük resmi
uygulanmayacaktır.
Yapılacak olan proje dâhilindeki faaliyetler, mukavelenamenin ceride-i
resmiye ile neşir tarihinden itibaren yirmi dört ay zarfında ikmal ve Nafia
Nezaretince ita olunacaktır. Nezaret projelerin ita tarihinden itibaren üç ay zarfında
yolunda olup olmadığını kontrol edecektir.
İmtiyaz sahipleri projelerin, tasdik tarihinden itibaren bir senede imalata
başlamağı, beş sene zarfında ise ikmal eylemeği taahhüt etmektedir.
Kurutulma işlemleri sonucunda ortaya çıkacak olan arazi, imtiyaz
sahiplerinin ihbar etmesiyle Nafia Nezareti tarafından oluşturulan fen
komisyonunun marifetiyle yapacağı muayene neticesinde vereceği karara göre
evrakın geçici kabulü yapılacaktır. İki sene zarfında tekrar muayene
gerçekleştirilecektir. Bu kabul komisyonlarının harcırah ve sair masrafları imtiyaz
sahipleri tarafından ödenecektir.
Kurutulacak arazi üç sınıfa ayrılarak haritalarda farklı renklerde
gösterilecektir. Üçüncü sınıf arazi sahipleri ise arazilerinin kurutma faaliyetinden
önceki değeri ile sonradan oluşacak değeri arasındaki kıymetin yarısını nakden veya
bu kıymetteki bir araziyi imtiyaz sahiplerine verecektir. Birinci ve ikinci sınıf arazi
sahipleri ise yarı hisse itibariyle mezkûr araziye uygun olan bedeli nakden veya
birinci sınıfa ait arazinin yarısını, ikinci sınıfa ait arazinin ise dörtte birini imtiyaz
sahiplerine vereceklerdir. Arazi sınıflaması yapmak üzere yedi kişilik bir komisyon
oluşturulacaktır.
Kurutulma faaliyetine başlamadan evvel İstanbul ve vilayet merkezinde
çıkan gazetelerden beş muhtelif gazete ile kurutulacak mahale mücavir olan
köylerde tellal ile de haftada bir defa olmak üzere toplam altı defa ilan yapılacaktır.
Bu ilanda kurutulma esnasında zarar göreceğini düşünenlerin hükümete
başvurmaları istenmektedir.
İmtiyaz sahipleri sözleşmenin tasdikini onaylayan iradenin resmi gazetede
neşir tarihinden itibaren Amik Gölü ile Amik Gölü ve Antakya arasında 60 sene
131
müddet ile vapur işletme hakkına sahip olarak yük ve yolcu taşıma yapacaklardı.
Ayrıca imtiyaz sahipleri proje ve planların tasdiki ve kendilerine itası tarihinden
itibaren beş yıl içerisinde kurutma işini bitirmek zorundadırlar.
Amik Gölü ile Antakya arasında vapur işletmek amacıyla kurulacak olan
şirketin ikametgâh adresi Halep’te olacak veya Halep’te yetkili bir vekil
bulunduracaktır. Bu şirket Osmanlı Devletinin kanunlarına tabi olacaktır.
Sözleşme hükümlerinden dolayı hükümet, ahali ve imtiyaz sahipleri
arasında çıkacak olan ihtilaflar, Osmanlı mahkemelerinde çözüme
kavuşturulacaktır.
4. Sözleşme Metni
Bi-ismihi
Haleb vilâyeti dâhilinde kâin ‘Amık Göli etrafındaki bataklıkların
teybîsi hakkında imtiyâz mukavelenâmesidir.
Bir tarafdan Devlet-i Osmaniye nâmına hareket iden Ticâret ve Nâfia nâzırı
(belgede bu kısım boştur) Efendi hazretleriyle diğer tarafından teb‘a-i Osmaniyeden
Cenânî-zâde ‘Ali ve da‘va vekillerinden Mehmed ‘Ârif Begler beyninde mevâdd-ı
âtiye kararlaşdırılmışdır.
Birinci Fasıl
Birinci madde: Hükûmet-i seniyye tarafından Ali Cenânî ve Mehmed
‘Ârif Beglere Haleb vilâyeti dâhilinde kâin ‘Amık Göli etrafındaki bataklığının
teybîsiyle kabil-i zirâat bir hale vaz‘ını ve husûle gelecek arazinin tasarruf ve
firûhtını veyahud zer‘ini ve ‘Amık Göli dâhil olmak üzere göl ile Antakya
arasındaki mecrânın kabil-i seyr-i sefâin bir hale ifrâğını şâmil bulunmak ve ancak
gölden Murad Paşa Köprisine ve oraya cereyân iden Balık Göline ve kezâlik
Antakya şehrinden sâhil-i bahre kadar sefâin işledilmesi işbu mukavelenâmenin
tasdîkini mutazammın irâde-i seniyyenin ceride-i resmiye ile i‘lânı târîhinden
i‘tibâren on sene müddet zarfında imtiyâzı olmak üzere şerâit-i âtiyeye tevfîkan
imtiyâz i‘tâ kılınmış ve mumaileyhimâ dahi işbu imtiyâzı ol-vechle kabûl
eylemişdir.
İkinci madde: ‘Amık Göli etrafındaki bataklıkların teybîsi içün icrâsına
lüzûm görilecek ‘ameliyâtın mufassal harita ve lâyihaları ashâb-ı imtiyâz tarafından
tanzîm ve li-ecli’t-tedkîk Nâfia Nezâretine i‘tâ kılınacakdır. Virilecek harita ve
lâyihalar şunlardan ibaretdir:
Evvelâ teybîs idilecek göl etrafındaki bataklıkların ve bataklık husûle
getiren sularla göl sularının akıdılacağı mahallerin 1/10000 (on binde bir)
mikyâsında muntazam bir harita-i mufassalası yapılacakdır. İşbu harita-i
muntazamadan maksad münâsib fasılalı tesviye münhanîleriyle rakımları ve
topoğrafyada müsta‘mel bi’l-cümle işârât-ı mahsûsayı hâvî ve ale’l-husûs suların
tesviye-i süflâ ve ulyâdaki yataklarını ve sûret-i ‘âdiye veya fevkalâde de tuğyân

132
sularının ihâta itdiği arazinin ve sûret-i dâimi veya muvakkatada su altında kalan
mahallerin hudûdınımübeyyen bir harita tanzîm itmekdir. Bundan başka aynı şerâiti
câmi’ 1/100000 (yüz binde bir) mikyâsında bir de harita-i ‘umûmiye tanzîm
olunacak ve işbu harita-i muntazama ile harita-i ‘umûmiyenin her birinden onar
nüshası Nâfia Nezâretine i‘tâ idilecekdir. Harita-i muntazamanın sıhhat ve ahvâl-i
araziye mutabakatını te’mîn idecek olan bi’l-cümle defâtir ve müsveddât ve
‘ameliyât-ı teybîsiyenin suver-i icrâiyesini mübeyyen erkam ve kuyûdât arzu
idildiği zaman Nâfia Nezâretinden ta‘yîn olunacak me’mûrîn-i fenniye ma‘rifetiyle
ashâb-ı imtiyâzın resmihânesinde tedkîk ve muâyene olunacakdır.
Ashâb-ı imtiyâz gerek haritaların tanzîmi ve gerek işbu haritaların
tanzîminden sonra projelerin zemîne tatbikiyle i‘mâlât-ı sınâînin ta‘yîn-i mevki‘i
içün zemîn üzerinde yapılacak kârgîr ve dökme timurdan ma‘mûl tesviye müş‘irleri
ve ahşab kazıkları sûret-i mükemmele ve metînede vaz‘ ve te‘sîs idecek ve bunların
mevâki‘ni ilerüde kolayca bilmeğe ve kısmen sanayi‘ oldukları takdîrde yeniden
te‘sîsini teshîl itmeğe hâdim bir cedvel ile bir de harita tanzîm idecekdir.
Sâniyen teybîs idilecek bataklıklar ile göl civârında bulunub yağmur
sularını göl ve bataklıklara sevk iden mürtefi’ arazi ve dağ ve tepeler ve suları cem‘
iden dereler ve göl ve bataklıkların sularını alub tahliye idecek olan cedvellerin bu
tahliye sularını akıdacağı mahaller salifü’z-zikr haritalarda irâe idileceği gibi
bunların havzasının mesâhe-i sathiyeleri hesâb ve mevâsim-i muhtelifede dâire-i
imtiyâz dâhilinde âlât-ı mahsûsa vâsıtasıyla irtifâ‘ü’l-mıstar ve havanın derece-i
harâret ve rutûbet ve tebahhuriyesi kayd ve tahrîr olunacak ve ol-babdaki cedâvil
her sene muntazaman Nâfia Nezâretine i‘tâ idilecekdir.
Sâlisen harita-i muntazama ve ‘umûmiyenin birer nüshası üzerine ashâb-ı
imtiyâz ‘ameliyât-ı mutasavvireyi kırmızı hutût ile irâe idecek ve bunların aynen
veya ta‘dilen kabûl olundukdan sonra diğer nüshaları üzerine geçirilecekdir.
Açılacak cedvellerin mukataa-i tûlâniyesi tûllar 1/10000 (on binde bir) ve
irtifâ‘lar 1/50 (ellide bir) mikyâsda olmak üzere tanzîm ve i‘tâ idilecekdir. İ‘mâlât-ı
sınâ‘iyenin plan ve mukataaları ve cedvellerin mukataa arzâniyesi icâbına göre
1/200 (“iki yüzde bir”) yahud 1/50 (“ellide bir”) mikyâsında tersîm ve i‘tâ
olunacakdır. İşbu resimler üzerinde i‘mâlât-ı sınâ‘iye temellerinin sûret-i inşâsını
ta‘yîn itmek içün icrâ idilmiş olan iskandil ‘ameliyâtı mevâki‘i ve netâyici irâe
olunacakdır. Râbian tathîr idilecek bataklıkların ve bu bataklıklar dâhilinde ve
civârındaki sahibli arazinin hudûdını müş‘ir 1/1000 (“binde bir”) mikyâsında bir
harita tanzîm olunacakdır. Ashâb-ı imtiyâz işbu harita ve resimlerle beraber bir de
lâyiha i‘tâ idecekdir.
İşbu lâyihada ittihâz idilen proje ve tertibâtın fenn-i nokta-i nazarından
esbâb-ı mûcibesi beyân ve irâe idilecek ve cedvellerin ve mukataanın ta‘yîn ve
kabûli içün lâzım gelen hesâbât-ı miyâhiye ile i‘mâlât-ı sınâ‘iyenin eb‘âdının sûret-i
ta‘yîni müsbet mukavemet hesâbları gösterilecekdir.

133
Üçünci madde: Dâire-i imtiyâza dâhil olub hudûdı ta‘yîn idilecek olan ve
sûret-i dâimi veya muvakkate de su altında bulunan arazinin tathîr ve ıslâhı içün
cedvel güşâdı ve sed inşâsı ve mevcûd mecrâların tathîri veya ba‘zı mahallerin
imlâsı gibi ne kadar ‘ameliyât icrâsına lüzûm görilir ise bunların kâffesi tanzîm
idilecek resimlere dâhil olacak ve ashâb-ı imtiyâz tarafından icrâ idilecekdir.
Dördünci madde: Ashâb-ı imtiyâz teybîs idilecek mahallerde hükûmete
aid olarak mevcûd cedvel hark ve hendek ve bendler ve süddeler gibi i‘mâlât ve
mevâki‘i bilâ-bedel ve bilâ-tazmînât kaldıracakdır.
Efrâda ‘âid olarak mevcûd bulunan cedvel hark hendek süddeler ve bendler
gibi mevâki’ ve i‘mâlâtından tathîr-i ‘ameliyâtının icrâsı ve hüsn-i neticeye îsâli
içün ta‘dîl ve hedm ve ref‘i muktezî olanlarının ashâbına tazmînât virilmek şartıyla
ref‘ idecek ve kezâlik mevcûd mecrâlarda bulunan atîk köpri ayağı ve kazık enkazı
misillü mevâki‘i de çıkarabilecekdir.
Beşinci madde: Güşâd idilecek cedvel ve mecrâlara müsâdif olan şoseleri
ve memerr-i ‘âmm olan tarîk ve geçidleri ashâb-ı imtiyâz mesârifi kendülerine ‘âid
olmak üzere hüsn-i halde muhâfazaya mecbûrdurlar. Bunlardan ba‘zılarının
‘ameliyât civârında tebdîl-i istikametine lüzûm görilürse tebdîl idilen mahallerdeki
aksâm-ı bâkîyedeki a‘zami meyli tecâvüz itmeyecekdir. Cedveller ve hendekler
üzerinde yapılması icâb iden köprilerin üç metro ile on metro arasında tahavvül
idebilecek olan arzı ve tarz-ı inşası yol ve geçidlerin ehemmiyetine ve ahvâl-i
mevki‘yeye göre ashâb-ı imtiyâz tarafından vuku‘ bulan teklîf üzerine cânib-i
hükûmetden ta‘yîn kılınacakdır.
Hükûmet cedvel ve mecrâ ve hendeklere müsâdif mahallerde suların
serbestce cereyânını te’mîn idecek vüs‘atde köpriler tertîb ve inşâ itmek şartıyla
taraf-ı muhtelife inşâ ve ihdâsında muhtardır.
Altıncı madde: Levâzım-ı inşâiye en iyi cinsden olacak ve ‘ameliyât
kavâid-i fenniyeye tevfîikan icrâ idilecekdir.
Yedinci madde: ‘Amık Göli sularından istifâde itmekde olan zirâ‘ın ve
ashâb-ı arazinin ‘ameliyât dolayısıyla intifâ‘ına halel getürilecek olur ise bunların
sulardan istifâde-i kadîmesi ashâb-ı imtiyâz tarafından te’mîn ve mümkün
olamadığı halde vukû‘a gelecek noksan kıymet tazmîn olunacak ve kezâlik
‘ameliyât-ı vâkıadan dolayı el-yevm suların istîlâsından masûn bulunan ba‘zı arazi
kısmen veya kâmilen su altında kalur ise ashâb-ı imtiyâz bunları kendi hesâbına
teybîs ve zarar vâki‘ olmuş ise tazmîn itmeğe mecbûr olacakdır.
Sekizinci madde: Menâfi‘-i ‘umûmiyeye müteallık husûsâtdan bulunan
işbu ‘ameliyât-ı teybîsiyeye ve aksâm-ı müteferri‘asına muktezî arazi ve ebniye ve
sâireden efrâd ‘uhdesinde bulunan yerlerin teferruâtı husûsunda ashâb-ı imtiyâz ile
arazi ve ebniye sâhibleri arasında i’tilâf hâsıl olamaz ise istimlâk kanununa tevfîk-i
muâmele idilecek ve hîn-i ‘ameliyâtda muvakkaten işgâline lüzûm görilen arazi
ashâb-ı imtiyâz tarafından ashâbına tazmînât virilmek şartıyla hükûmet-i seniyye
ma‘rifetiyle ashâb-ı imtiyâza teslîm olunacakdır. İ‘mâlât ve teferruâtı içün muktezî
134
olan arazi dâhilinde arazi-i emiriye-i haliye bulundığı takdirde sâhib-i imtiyâza
meccânen terk olunacak ve bunlardan muvakkaten isti‘mali lâzım gelen yerlerin
dahi i‘mâlât müddetince bilâ-ücret isti‘mâline müsâade idilecekdir. İstimlâk veya
işgâl-i arazi içün yapılacak haritalar 1/1000 (binde bir) mikyâsında tanzîm idilecek
ise de bu mikyâsın ‘adem-i kifâyeti tebeyyün iden mahallerde ashâb-ı imtiyâz
icâbına göre daha büyük mikyâsda haritalar tanzîm idecekdir.
Dokuzuncı madde: Ashâb-ı imtiyâz ‘ameliyât-ı teybîsiyeye muktezî
kerâsteleri ve kireç yakmak içün icâb iden odunları usûl ve nizâmına tevfîkan
civârda vâki‘ mîrî ormanlarından tedârik idebilecekdir ve inşââtda kullanmak veya
kireç yakmak içün iktizâ iden taşları arazi-i emiriyede güşâd idebileceği taş
ocaklarından kezâlik usûl ve nizâmına tevfîkan ihrâc idebilecekdir. İşbu
mukavelenâme mûcebince mevcûde getirilecek i‘mâlâtın te’sîsât-ı ibtidâiyesine ‘âid
olub kabûl-i muvakkat târîhine kadar memâlik-i ecnebiyeden celb idilecek olan bi’l-
‘umûm âlât ve edâvât ve levâzım-ı inşâiye gümrük resminden muâf tutılacakdır.
Onuncı madde: Sûret-i tertîbi bâlâda beyân ve îzâh olunan projeler işbu
mukavelenâmenin tasdîkini mutazammın irâde-i seniyyenin cerîde-i resmiye ile
neşrî târîhinden i‘tibâren yiğirmi dört ay zarfında ikmâl ve Nâfia Nezâretine i‘tâ
olunacakdır. Nezâret işbu projeleri târîh-i i‘tâsından i‘tibâren üç ay zarfında bi’t-
tedkîk yolında oldığı halde aynen olmadığı takdîrde icâb iden ta‘dîlât ve tazmînâtın
icrâsıyla tasdîk eyleyecekdir. Müddet-i mezkûre zarfında aynen veya ta‘dîlen
tasdîke dâir bir teblîgât vukû‘ bulmadığı takdîrde projeler aynen kabûl ve tasdîk
idilmiş add olunacakdır. Ashâb-ı imtiyâz zikr olunan projeleri Nâfia Nezâretince
şâyân-ı kabûl esbâb-ı mücbireye müstenid olmaksızın müddet-i mezkûre zarfında
i‘tâ itmedikleri takdîrde kendilerine bir güne teblîgât icrâsına hâcet olmamak üzere
yiğirmi altıncı maddede muharrer kefâlet akçesi zabt olunacağı gibi hukûk-i
imtiyâzları da sâkat olacakdır.
On birinci madde: Ashâb-ı imtiyâz masraf ve zarar ve hasarı taraflarına
‘âid olmak üzere teybîs ‘ameliyâtına müteallık projelerin târîh-i tasdîkinden
i‘tibâren bir sene zarfında i‘mâlâta mübâşeret itmeği ve yine ol târîhden i‘tibâren
beş sene zarfında ikmâl eylemeği taahhüd ider. İ‘mâlât-ı kavâid-i fenne ve kabûl ve
tasdîk olunan projelere tatbîkan icrâ kılınacakdır. Fakat esbâb-ı mücbireden
münbais hâlât-ı müstesnâ olub bu misillü ahvâlden dolayı ‘ameliyât ne kadar
müddet ta‘tîl olunursa müddet-i ikmâliye dahi o kadar temdîd idilecek ve şu kadar
ki esbâb-ı mücbirenin vukûunı derhâl hükûmet-i mahalliyeye ve Nâfia Nezâretine
resmen ve tahrîren ihbâr eylemeğe ashâb-ı imtiyâz mecbûr bulunacakdır.
On ikinci madde: Gerek esnâ-yı ‘ameliyâtda musaddak projeler üzerinde
yapılacak ta‘dîlâtı gerek icrâsına lüzûm görinecek i‘mâlât-ı cedide-i munzamayı
mübeyyen tertîbâtı hâvî projeler dahi onuncı madde ahkâmına tevfîkan evvel-be-
evvel Nâfia Nezâretince tasdîk idilecekdir.
On üçünci madde: Ashâb-ı imtiyâz tarafından yapılan ‘ameliyâtın
meydana çıkardığı arazi ashâb-ı imtiyâz tarafından ihbâr olundukda Nâfia Nezâreti
cânibinden ta‘yîn olunacak bir fen komisyonunun icrâ ideceği muâyene neticesinde
135
vireceği karara göre evrâkın kabûl-i muvakkati icrâ idilecek ve kabûl-i muvakkat
târîhinden i‘tibâren nihâyet iki sene zarfında ‘ameliyât-ı vâkıa yine bir fen
komisyonı ma‘rifetiyle tekrâr bi’l-muâyene mukavelenâme ahkâmına ve kavâid-i
fenne tevfîkan itmâm ve ikmâl olındığı ve ashâb-ı imtiyâzın işbu mukavelenâme
ahkâmından münbais bi’l-cümle taahhüdâtını îfâ eylediği tebeyyün itdiği takdîrde
kabûl-i kat‘îsi icrâ olunacakdır.
İşbu kabûl komisyonlarının harcırâh ve mesârif-i sâireleri ashâb-ı imtiyâz
tarafından tesviye olunacakdır. On dördünci maddede beyân olundığı üzere ashâb-ı
imtiyâza ‘âid arazinin ifrâzına ve muâmelat-ı sâirenin icrâsına kabûl-i muvakkat
târîhinden i‘tibâren mübâşeret olunacak ve kabûl-i muvakkat ile kabûl-i kat‘î
arasında bi’l-cümle ‘ameliyâtın hüsn-i halde muhâfazasıve îcâb iden ta‘mîrâtın
icrâsı ve arazi-i mezkûreden istifâde hakkı ashâb-ı imtiyâza ‘âid bulunacakdır.
Şurası mukarrerdir ki ashâb-ı imtiyâz elli bin dönümden dûn olmamak
üzere teybîs idüb kabûl-i kat‘î muâmelesinin icrâsıyla nâmlarına tapu senedi i‘tâsı
taleb olundukda evvel emirde ‘ameliyât-ı mütebâkiyenin icrâsı hakkındaki
taahhüdâtın ‘adem-i îfâsı halinde işbu arazi bedelinin tesviyesi devletce kabûl
olunacak bir banka tarafından te’mîn olundukdan sonra arazi-i mezkûreye ‘âid tapu
senedi i‘tâ olunacaktır.
On dördünci madde: ‘Ameliyâtın icrâsından evvel teybîs idilecek arazi
sûret-i teşekküli on beşinci maddede îzâh idilmiş komisyon ma‘rifetiyle üç sınıfa
tefrîk idilerek bu sınıfların her birine dâhil olanların hudûdı haritalarda muhtelif
renklerle ve zemîn üzerinde sâbit işâretlerle irâe olunacakdır. Birinci sınıf arazi
sûret-i dâimîde su altında ya bataklık halinde bulundığından dolayı hiçbir vechle
zirâat idilemeyen ve ikinci sınıf arazi sûret-i dâimîde su altında bulunmayub yalnız
ba‘zı senelerde ya her sene muntazaman ba‘zı mevâsimde suların istîlâsına ma‘rûz
kaldığından dolayı ancak ara sıra ya muvakkaten zirâat idilebilen ve üçünci sınıf
arazi sûret-i ‘umûmiyede zirâat ve intifâ‘ idilebilmekle berâber ara sıra ya dâima
lüzûmundan ziyâde sulak oldığından dolayı istifâdesi mahdûd kalmış ve kıymetden
düşmüş olan mahallerdir. Ashâb-ı imtiyâz tarafından tathîr ve teybîs idilen işbu üç
sınıf araziden sâhibsiz olanların ‘ameliyâtı ikmâl ile kabûl-i muvakkatını müteakıb
kanunen tasarrufı ashâb-ı imtiyâza ‘âid olacak ve bunlar içün meccânen tapu senedi
virilecekdir. Ashâb-ı imtiyâz tarafından tathîr ve teybîs idilecek işbu üç sınıf
araziden sâhibli olanlara gelince: Bu kabîl arazi mutasarrıfları da ashâb-ı imtiyâz
tarafından vuku‘ bulacak mesârifâtı müşârekete mecbûr olacakladır. Şöyle ki:
Ashâb-ı imtiyâz tarafından on dokuzuncı madde mûcebince tahdîd ve tahrîr masrafı
olarak i‘tâ olunan meblâğ hâric ve şirket teşkîli ve keşfiyât icrâsı içün vuku‘bulan
mesârif dâhil olarak ‘umûm ‘ameliyât-ı teybîsiye ve tathîriye içün cem’an nekadar
masraf-ı ihtiyâr idilmiş ise birinci ve ikinci sınıfa dâhil olan mebâliğ ve sâhibsiz
arazinin ‘umûmî sathına taksîm idilerek dönüm başına kaç guruş isâbet itdiği Nâfia
Nezâretince ta‘yîn idilecek ve böylece bulunan bedel esâs tutılarak birinci sınıf
arazi içün tam ve ikinci sınıf arazi içün nısf hisse i‘tibâriyle arazi-i mezkûrenin
sathıyla tenâsüb bir bedeli birinci ve ikinci sınıf arazi mutasarrıfları ashâb-ı
imtiyâza nakden virecek yahud arazi-i mezkûreden birinci sınıfa dâhil olanların
136
nısfını ve ikinci sınıfa dâhil olanların rub‘unı ashâb-ı imtiyâza terk ve ferâğ
ideceklerdir.
Üçünci sınıf arazi sâhibleri ise işbu arazinin on altıncı madde mûcebince
tahrîr ve tahdîd hey’etleri tarafından takdîr olunacak ‘ameliyâtdan evvelki
kıymetleri ile ‘ameliyâtdan sonraki kıymetleri arasında ta‘yîn idecek ziyâde-i
kıymetin nısfını nakden yahud kıymeti bu mikdara müsâvî araziyi ashâb-ı imtiyâza
i‘tâ ve terk ve ferâğ eyleyeceklerdir. Bu maddedeki hakk-ı hıyârı isti‘mâl içün
ashâb-ı araziye mesârifin taksîmi hitâm buldığı târîhden i‘tibâren iki ay mehl
virilmişdir.
On beşinci madde: On dördünci maddenin fıkra-i ûlâsındaki muâmelâtı
icrâ ve haritayı tanzîm idecek komisyon ikisi ashâb-ı arazi ve ikisi ashâb-ı imtiyâz
tarafından intihâb ve üçi cânib-i hükûmetden ta‘yîn olunmak üzere yedi a‘zâdan
mürekkeb olarak teşkîl idilecekdir.
On altıncı madde: Teybîs ve tathîr idilecek arazi keşfiyât ve ‘ameliyâtdan
evvel tahdîd ve tahrîr-i kanûnî mûcebince hükûmetin sûret-i mahsûsada ta‘yîn
ideceği tahdîd ve tahrîr hey’etleri tarafından kanûn-i mezkûre tevfîkan ve teybîs
sahasına dâhil olmayan araziye takdîmen teybîse tâbi‘ olan mahalleri ta‘yîn ve
tahdîd vakitleri tahmîn ve tahaddüs idecek her nev‘ münâzâat-ı hal ve muâmelât-ı
kaydiye icrâ idileceği gibi on dördünci maddenin birinci ve ikinci fıkrasından mâ‘da
fıkraları ahkâmı da kayda göre zî’l-yedle hakkında hemen tatbîk olunacakdır. Şu
kadar ki on dokuzuncı maddede gösterildiği üzere ashâb-ı imtiyâz hey’et-i tahdîdiye
ve tahrîriye ve i‘lân ve tahkîkat mesârifini müddeti zarfında Nâfia Nezâretine teslîm
ve i‘tâ itdikleri halde işbu mukavelenâmede zikr ve mikdar olunan haritalarla evrâk-
ı sâire-i fenniyenin ihzârıyla hükûmete takdîmine ve şirket teşkîline ‘âid olan
müddetler salifü’z-zikr tahrîr ve tahdîd hey’etleri vezâifinin temâmen ikmâl
idildiğini mübeyyen olarak taraf-ı hükûmetden ashâb-ı imtiyâza tahrîren vukû‘
bulacak teblîğ târîhinden i‘tibâren güzerân başlayacakdır.
On yedinci madde: Teybîs idilecek mahaller dâhilinde tahsîsât kabîlinden
olan evkaf var ise anlar (onlar) hakkında eşhâs ‘uhdesinde bulunan arazi misillü
muâmele olunacak ve evkaf-ı sahîhe hakkında usûl-i şer‘iyesine tedkîk-i muâmele
idilecekdir.
On sekizinci madde: ‘Ameliyâtın icrâsına mübâşeret olunmazdan evvel
İstanbul’da ve vilâyet merkezinde intişâr iden gazetelerden beş muhtelif gazete ile
ve mahal-i ‘ameliyâta mücâvir olan kurâda münâdîlerle haftada bir def‘a olmak
üzere altı def‘a i‘lân-ı keyfiyet idilerek kurıdılacak ve ıslâh idilecek mahallerdeki
arazinin sunûfa taksîminden ve ta‘yîn-i hudûdından veya icrâ idilecek ‘ameliyâtdan
mutazarrır olacaklarını tahmîn idenlerin merkez vilâyetde veya mevki‘-i ‘ameliyâtın
civârındaki livâ veyahud kazalardan birinin merkezinde hükûmete mürâcaat
eylemeleri lüzûmı tefhîm idilecekdir. İşbu i‘lânâta mübâşeret olındığı ashâb-ı
imtiyâz tarafından vali-i vilâyete ihbâr idilüb vilâyetce de sıhhati tebeyyün idince
ilk i‘lânât târîhinden i‘tibâren bir sene zarfında ashâb-ı emlâk ve arazi hükûmet-i
mahalliyeye resmen mürâcaat itmeğe mecbûr olacaklardır. Arazi kanûnnâmesinde
137
münderic a’zâr-ı meşrû‘a ashâbı müstesnâ olmak üzere müddet-i mezbûre zarfında
hükûmete mürâcaat itmemiş olanların iddiâsı keen-lem-yekün tutılacakdır.
Alâkadârânın müddet-i muayyenesi zarfında virecekleri istid‘ânâmeler hükûmet-i
mahalliyece bilâ-te’hîr on beşinci maddede beyân olunan komisyona havale
olunacak ve mukabilinde ashâbına birer ‘ilmuhaber virilecekdir. Hükûmet-i
mahalliyeden başka makamâta virilecek istid‘ânameler mahalline müddet-i
muayyenenin hîtâmından sonra vâsıl oldığı takdîrde bu kabîlden olan ashâb-ı istid‘â
müddet-i muayyenesi zarfında mürâcaat itmemiş add olunacak ve iddiâları mesmû‘
olmayacakdır.
On dokuzuncı madde: Bâlâda beyân olunan komisyonlar ile hey’et-i
tahdîdiye ve tahrîriye ve i‘lân ve tahkîkat mesârifi kâmilen işbu mukavelenâmenin
tasdîkini mutazammın irâde-i seniyyenin cerîde-i resmiye ile neşrî târîhinden
i‘tibâren üç mâh zarfında ashâb-ı imtiyâz tarafından Nâfia Nezâretine virilecek ve
fakat tahdîd ve tahrîr masrafı hükûmetce kanûnuna tevfîkan ahaliden istîfâ
olundukca bilâ-fâiz ashâb-ı imtiyâza i‘tâ idilecekdir.
İkinci Fasıl
Yiğirminci madde: Ashâb-ı imtiyâz işbu mukavelenâmenin tasdîkini
mutazammın irâde-i seniyyenin cerîde-i resmiye ile neşrî târîhinden i‘tibâren ‘Amık
Gölinde ve göl ile ‘Âsi nehri arasındaki mecrâda ‘Âsi nehrinin işbu mecrâdan
Antakya’ya kadar olan kısmında altmış sene müddetle münhasırân vapur işleterek
yolcı ve eşya nakl itmek ve aynı müddet zarfında mevâdd-ı âtiyede mezkûr araziyi
irvâ ve iska itmek hakkına mâlikdir. Şu kadar ki mezkûr göl ile mecrâ ve nehirde
efrâd tarafından kendi işlerinde isti‘mâl itmek üzere işletecekleri vapurlara
ta‘rifesinde gösterilecek ücret mukabilinde müsâade i‘tâsına mecbûr olacaklardır.
Yiğirmi birinci madde: Ashâb-ı imtiyâz işbu seyr-i sefâin imtiyâzını ‘Âsi
nehrinin Antakya ile deniz arasındaki aksâmı tathîr ve tesviye ile aksâma teşmîl
itmek istediği halde işbu mukavelenâmenin tasdîkini mutazammın irâde-i
seniyyenin cerîde-i resmiye ile neşrî târîhinden i‘tibâren on sene zarfında keşfiyâtını
icrâ ile proje ve plânlarını ve seyr-i sefâin ta‘rifesini mutazammın şartnâmeyi Nâfia
Nezâretine takdîm idecekdir. İtmediği takdirde hakk-ı hıyârı sâkat olacakdır.
Yiğirmi ikinci madde: Ashâb-ı imtiyâz madde-i sâbıkanın hükmini îfâ
itdikleri halde nezâretce mezkûr proje ve plânlar hakkında işbu mukavelenâmenin
onuncı maddesinin fıkra-i ahîresi mûcebince muâmele olunacakdır.
Ashâb-ı imtiyâz proje ve plânların tasdîkveyedine i‘tâsı târîhinden i‘tibaren
beş sene zarfında ‘ameliyâtı ikmâl itmeğe mecbûrdur. Esbâb-ı mücbire zuhûrında
on birinci maddenin fıkra-i ahîresi mûcebince muâmele olunacakdır.
Yiğirmi üçünci madde: Mevâdd-ı sâbıka mûcebince nehir ve mecrânın
tathîr ve tesviyesine ‘âid olarak iktizâ iden bi’l-cümle arazi istimlâk kanûnuna
tevfîkan istimlâk idilecektir. Güzergâhda tesâdüf idilecek süddeler ve bendler gibi
i‘mâlât ve mevâni‘ hakkında işbu mukavelenâmenin dördünci maddesi ahkâmı
tatbîk olunacakdır.
138
Yiğirmi dördünci madde: Ashâb-ı imtiyâz seyr-i sefâin muâmelesini
te’mîn itmek ve sefâini barındırmak içün gerek ‘Âsi nehri gerek gölden nehre giden
kanal boyunca münâsib görmeyüb Nâfia Nezâretince tasdîk olunacak bir mevki‘de
ihtiyâcı nisbetinde bir havz (havuz) inşâsına me’zûndur. Bu sûretle inşâ olunacak
havz içün muktezî mahal ya ashâbı ile ittifâk itmek yahud istimlâk-i emlâk kanûnı
ahkâmına mürâcaat eylemek üzere tedârik ider ve yapacakları havz içün eşhâs-ı
sâire tarafından gezilecek merâkib taraflarından tanzîm olunub Nâfia Nezâretince
tasdîk olunacak ta‘rife mûcebince ücret almağa hakları vardır.
Yiğirmi beşinci madde: Müddet-i imtiyâzın hitâmında mezkûr havz ve
seyr-i sefâine ‘âid bi’l-cümle iskele ve müştemilâtıyla emvâl-i gayr-i menkûle-i
sâire bilâ-bedel hükûmete terk idilecekdir.
Yiğirmi altıncı madde: Ashâb-ı imtiyâz taahhüdât-ı vâkıalarını te’mînen
imtiyâzın ihâlesinden evvel i‘tâ idilmiş olan beş yüz Osmanlı liralık te’mînât
akçesini işbu mukavelenâmenin tasdîki mutazammın irâde-i seniyyenin cerîde-i
resmiye ile neşrî târîhinden i‘tibâren iki mâh müddet zarfında Selanik Bankasına
nakden veyahud piyasa fiâtıyla devlet tahvîlâtı olarak bin Osmanlı lirası tevdî‘iyle
bin beş yüz liraya iblâğ ideceklerdir. Şu kadar ki tahvîlât tevdî‘ iderler ise fiâtının
tenezzülinden dolayı terettüb idecek noksanın ikmâli banka tarafından taahhüd
idilecek ve mezkûr kefâlet akçesinin tevdî‘ini müteâkıb fermân-ı ‘âlî kendülerine
teslîm olunacakdır. İşbu kefâlet akçesi kabûl-i kat‘înin icrâsından sonra i‘âde
olunacak ve ashâb-ı imtiyâz zikr olunan iki mâh müddetin inkızâsına değin kefâlet
akçesini tevdî‘ itmedikleri takdîrde kendilerine ihtâra hâcet kalmaksızın hakk-ı
imtiyâzdan sâkat olacak ve evvelce tevdî‘ eyledikleri beş yüz lira zabt olunacakdır.
Yiğirmi yedinci madde: Ashâb-ı imtiyâz taahhüdât-ı vâkıasının icrâsı içün
işbu mukavelenâmenin tasdîkini mutazammın irâde-i seniyyenin cerîde-i resmiye
ile neşrî târîhinden i‘tibâren bir sene zarfında nizâmnâme-i dâhîlisi hükûmetin
tasdîkini iktirân eylemek şartıyla Osmanlı bir anonim şirketi teşkîline ve işbu
imtiyâzı mezkûr şirkete devre mecbûrdur.
Yiğirmi sekizinci madde: Hükûmet-i seniyye dâire-i imtiyâz dâhilinde
tâbya ve istihkâmât inşâ itdiği halde bundan dolayı ashâb-ı imtiyâzın bir güne zarar
ve ziyân talebine hakkı olmayacakdır.
Yiğirmi dokuzuncı madde: Teybîs-i ‘ameliyâtın ikmâliyle kat‘iyen
kabûlünden sonra i‘mâlâtın dâima ma‘mûriyeti ve ta‘mîrâtı te’mîn idilmek üzere
ashâb-ı imtiyâz yerine kaim olacak şirket dahi dâhil oldığı halde alâkadâr olan bi’l-
cümle arazi sâhibleri arasında intihâb olunacak üç ve cânib-i hükûmetden ta‘yîn
olunacak üç ki cem‘an altı a‘zâdan mürekkeb bir komisyon teşkîl idilerek herkesin
arazisinin vüs‘ati ve te’mîn itdiği istifâdenin derecesi nisbetinde ta‘mîrât-ı
mesârifine iştirâk itmesine ve ta‘mîrâtın hüsn-i îfâsına nezâret idecekdir. İşbu
komisyon teşkîl itmek üzere ashâb-ı arazi tarafından intihâb olunacak imza
hükûmetce kabûl ve me’mûriyetleri tasdîk idilmek lâzım geleceği gibi muâmelât-ı
‘umûmiyesine ve istîfâ olunacak mebâliğin mikdârıyla sûret-i sarfına dâir tanzîm
olunacak nizâmnâme dahi hükûmetin nazar-ı tasdîkine arz idilecekdir.
139
Otuzuncı madde: Ashâb-ı imtiyâz esbâb-ı mücribeden ma‘dûd bir mâni‘in
zuhûrı tahakkuk itmeksizin işbu mukavelenâmede ta‘yîn idilen müddet ve şerâit-i
mukarrere dâiresinde projeleri ihzar eylemez veya musaddak projelerde gösterilen
‘ameliyâta evkat-ı muayyenesinde mübâşeret veyahud işbu ‘ameliyâtı yine müddet-
i muayyenesi zarfında ikmâl itmezler ise nezâretce münâsib bir müddet ta‘yîniyle
kendilerine ihtâr-ı keyfiyet idildikden sonra bu müddet zarfında dahi îfâ-yı taahhüd
eylemedikleri takdîrde artık bir güne ihtâra hâcet kalmaksızın kefâlet akçesinin
zabtıyla imtiyâz fesh idilür. İmtiyâzın feshi takdîrinde ‘ameliyâtın devam ve ikmâli
ve ashâb-ı imtiyâzın taahhüdât-ı sâiresinin îfâsı içün projeler ve mevcûd ‘ameliyât
ve inşâat ve âlât ve edâvât ve levâzım ashâb-ı imtiyâzın re’y ve mütâlaası istimâ‘
olundukdan sonra Nâfia Nezâretince takdîr idilecek kıymet ile müzâyedeye vaz‘
olunacakdır. Nezâretce kabûl ve tensîb idilmeyen ve işbu mukavelenâmede
gösterilen mikdârda kefâlet akçesini teslîm itmeyenler müzâyedeye iştirâk
idemeyeceklerdir. Müzâyedenin hitâmında işi iltizâm iden kimse işbu
mukavelenâme ahkâmına tâbi‘ olacak ve imtiyâz sâhiblerinin hukûk ve vezâifi ana
(ona) devr idilerek bedel-i ihâlenin müzâyede masrafı ve mesârif-i sâire tenzîl
idildikden sonra mütebâkîsi ashâb-ı imtiyâza i‘tâ olunacakdır. İşbu müzâyededen
bir netice istihsâl idilemediği takdîrde üç mâh sonra kıymet ve fiât vaz‘
olunmayarak yeniden bir müzâyede i‘lân idilecek ve bu ikinci müzâyede dahi
neticesiz kalur ise ashâb-ı imtiyâzın bi’l-cümle hukûka sâkat olarak i‘mâlât-ı
mevcûde ve âlât ve edevât ve levâzım-ı inşâiye ve proje bilâ-bedel ve tazmînât
devletin malı olacakdır. Ashâb-ı imtiyâz bu müzâyedeye dâhil olmak istedikleri
takdîrde zabt olunmuş olan kefâlet akçesinin iki misline bâliğ olmak üzere yeniden
kefâlet akçesi i‘tâsına mecbûr olacaklardır.
Otuz birinci madde: İşbu mukavelenâme ile tathîr ve teybîs hakkına mâlik
olanlar bâ-tapu kendilerine tefvîz olunacak arazinin iskasıyçün göl veya nehir veya
kanaldan bir güne inhisârı mutazammın olmak üzere su almak hakkını hâizdir. Şu
kadar ki yapılacak irvâ ‘ameliyâtı kavâid-i fenniyeye muvâfık olmak ve gayre
mazarrat îrâs itmemek ve teybîs idilmiş olan arazinin aksâm-ı sâiresi irvâ ve
iskasına mâni‘ olmayacak sûretde tertîb idilmiş bulunmak şart ve şurût-ı mezkûre
dâiresinde tanzîm olunacak projelerin kîlü’l-‘ameliyât Nâfia Nezâretine tasdîk
itdirilmesi mecbûrîdir.
Otuz ikinci madde: ‘Ameliyât-ı iskaiye içün güşâd idilecek cedvellerin sâir
ahali arazisinden geçirilmesi zarûreti tahakkuk eylediği hâlde ahali-i mezkûre iki
sûretden birinin ihtiyârında muhayyerdirler. Sûretlerden biri ‘ameliyât-ı iskaiye içün
vukû‘ bulub iska olunacak arazinin sathına taksîm idemediği halde dönüm başına kaç
guruş isâbet iderse arazilerinin dönümi mikdârında mezkûr mesârife iştirâk iderek
açılacak cedvellerden hakk-ı şirbe mâlik yani nehirde o nisbetde müşterek olmak sûret-i
aheri ‘ameliyât-ı vâkıa sebebiyle gerek arazi ziyâ‘ından gerek cihât-ı sâireden dolayı
haklarında tahakkuk idecek zarar mikdârı tazmînât almakdır. Hakk-ı şirbe iştirâk
sûretini ihtiyâr iden ahali kendi arazileri dâhilinde açacakları husûsî cedvelleri
mesârifini münhasırân kendileri vireceklerdir. Tazmînât ahzı sûretini ihtiyâr iden ahali
tazmînâtın ahzından sonra kendi arazilerini irva itmek istedikleri takdîrde arazileri
dâhilinde açacakları husûsî cedvelleri mesârifi münhasırân taraflarından virilmek üzere
140
bin altı yüz arşun merba‘inden ‘ibâret olan bir dönüm arazinin her def‘a iskası içün
a‘zamî olarak fi hazine hesâbıyla iki mecidiye guruş virmekle mükellef ve tathîr ve
teybîs hakkında mâlik olanlar da bu sûretle su isâlesine mecbûr olacaklardır. Yapılacak
‘ameliyât-i iskaiyenin devâm-ı mevcûdiyeti içün îcâb iden ta‘mîrât-ı mütemâdiye
masrafı teybîs ve tathîr hakkına mâlik olanlarla hakk-ı şirbe iştirâk idenler beyninde
yiğirmi dokuzuncı madde mûcebince teşekkül iden komisyon ma‘rifetiyle tanzîm
olunacak nizâmnâme mûcebince tesviye idilecekdir.
Otuz üçünci madde: Nâfia Nezâreti keşfiyât ve ‘ameliyâtın suver-i icrâiyesini
ve işbu imtiyâza müteallık bil-cümle muâmelât ile ‘ameliyâtın kabûl-i kat‘îye kadar
hüsn-i hâlde muhâfaza olunub olunmadığını mahsûs komiserler vâsıtasıyla teftîş
idebilecekdir. Mesârif-i teftîşiye olmak üzere mukavelenâmenin tasdîkini mutazammın
irâde-i seniyyenin cerîde-i resmiye ile neşrî târîhinden i‘tibâren ‘ameliyâtın kabûl-i
kat‘îsine değin ashâb-ı imtiyâz Nâfia Nezâretine şehrî yiğirmi ve irvâ ‘ameliyâtı
yapılursa bunun keşfiyât ve ‘ameliyâtı içün kezâlik şehrî yiğirmi lira i‘tâ ve ‘ameliyât-ı
iskaiye kendi arazilerinden başka mikdârı yüz bin dönüme bâliğ olan bu kıt‘a-i araziye
dahi teşmîl olunursa işletme içün mâhiye on beş lira tesviye idilecekdir. Fakat
‘ameliyât-ı iskaiye kendi arazilerine münhasır kalur veya aherin yüz bin dönümden dûn
mikdârda arazisi iska olunursa işletme içün komiser maaşı ashâb-ı imtiyâz veya
makamına kaim olan şirket veya eşhâsa ‘âid olmayacakdır.
Otuz dördünci madde: Esnâ-yı ‘ameliyâtda zuhûr idebilecek âsâr-ı ‘atîka ve
sâir hakkında nizâmât-ı mahsûsasına tevfîkan muâmele idilecekdir.
Otuz beşinci madde: Esnâ-yı ‘ameliyâtda hükûmetce mahallinde fen veya
zabıta me’mûrları ikamesine lüzûm görilür ise bunların ikameti içün lâzım gelen
muvakkat-i ebniyeyi ashâb-ı imtiyâz mesârifi kendine ‘âid olmak üzere inşâ itmeğe
mecbûr olacakdır.
Otuz altıncı madde: İşbu mukavelenâmenin tasdîkini mutazammın irâde-i
seniyyenin cerîde-i resmiye ile neşrî târîhinden i‘tibâren kabûl-i kat‘î târîhine kadar
ashâb-ı imtiyâzın yerine kaim olacak şirketin ikametgâhı Haleb’de olacak veya
taraflarından oralara salâhiyet-i kâfiye ya hâiz bir resmî vekil bulundırılacakdır. Aksi
halde Haleb beledî dâiresine vukû‘ bulacak teblîgât-ı mu‘teber tutılacakdır.
Otuz yedinci madde: Ashâb-ı imtiyâz veya makamına kaim olan şirket
Devlet-i Osmaniye’nin kavânîn-i hazıra ve müstakbelesi ahkâmına tâbi‘ olacakdır.
Otuz sekizinci madde: İşbu mukavelenâmenin tatbîk-i ahkâmından dolayı
hükûmet ve ahali ile ashâb-ı imtiyâz arasında zuhûr idecek ihtilâfât ‘âid oldığı
mahâkim-i Osmaniyede hal idilecek ve mukavelenâme mevâddının tefsîri Şûrâ-yı
Devlete ‘âid olacakdır.
Aslına mutabıkdır bendehu … ------------ Mühür (…).
fi Mayıs sene 1329 (Mayıs/Haziran 1913)12

12
BOA, BEO. 4264-319781 28 RA 1332; BOA, ŞD. 510-6 20 C 1332. Sözleşmenin maddelerinden
bahsetmeyen fakat sözleşmenin varlığına dikkat çeken diğer bir vesika için bkz. BOA, ŞD. 473-37, 23 C
1332.
141
Sonuç
Amik gölü ve çevresi üzerinden yapılan plan ve projelerden en azından
birinin uygulanabilmesi 20. yüzyılın son çeyreğini bulmuştu. Bu gölün kurutulması
konusu, Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine miras kalmış bir projedir. Kurutulan
yerler tarım arazisine dönüştürülmüştür. Göl, nehir, toplum ve mühendislik planları
arasındaki ilişkilerin tarihsel süreç içerisindeki manzarasını gösterir verilerin azlığı
yapılabilecek genelleme ve yorumların alanını da sığlaştırmaktadır. Bu projenin
hayata geçirilmesi mümkün olsaydı, gölün kurutulması meselesi gündeme gelir
miydi? Şüphesiz tarihçinin soruları olmamış olan üzerine değil, ama tarihsel olay ve
olguların çokluğuna rağmen aralarında diyalog kurulamaması bölgeyi anlamamızı
zorlaştırıyor. Yapılması gereken benzer projelerle mukayeseleri, eşraf, merkezi
idare, taşra yönetimi, toplum, projelerdeki yabancı katılımı gibi birçok unsurun
değerlendirildiği çalışmalar olmalıdır.

KAYNAKLAR
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
BEO. 4264-319781 28 RA 1332.
İ. MVL. 538/24169.
ŞD. 510-6 20 C 1332.
ŞD. 473-37, 23 C 1332.
Kitap ve Makaleler
Ağca, Necat, “Amik Gölünün Kurutulmasının Çevresel Etkileri”, Ulusal Toprak ve
Su Sempozyumu, 25-27 Mayıs 2011, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara
2011, s. 147-152.
Akbulut, Uğur, “Rusların 1828-1829 Osmanlı Rus Savaşında Doğu Anadolu’yu
İşgali ve Bunun İngiltere’nin Hindistan Yolu Politikasına Etkisi”, Yeni
Türkiye, S. 73, 2015, ss. 703-720.
Bozkurt, Rıza, Osmanlı İmparatorluğunda Kollar, Ulak ve İaşe Menzilleri, Ankara
1966.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara
1993.
Efe, Aydın, Antakya ve Çevresi Türkmenleri: Küçük Alioğulları ve Reyhanlı Aşireti
(XIX. Yüzyıl), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 2011.
Ekinci, İlhan, “Lut Gölünde Vapur İşletme Teşebbüsleri”, Fırat Üniversitesi Orta
Doğu Araştırmaları Dergisi, c. II, S. 2, Elazığ 2004, ss. 95-110.

142
el-Müncid, el-Eşrefiyye, Beyrut 2007, s. 530.
Halaçoğlu, Yusuf,Osmanlı İmparatorluğunda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller),
İlgi Kültür Sanat Yay., İstanbul 2014.
Korkmaz, Hüseyin - Gürbüz, Mehmet, “Amik Gölü’nün Kültürel Ekolojisi”,
Marmara Coğrafya Dergisi, S. 17, 2008, ss. 1-26.
Korkmaz, Hüseyin, Amik Gölü’nün Kurutulmasının Yöre İklimine Etkileri, Mustafa
Kemal Üniversitesi Yayınları, Antakya 2009.
Streck, M.,“Amik”, İA, MEB Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 1997,
c. 1, ss. 398.
Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî, Enderun Kitabevi, İstanbul 1989.
Şentürk, M. Hüdai, “Tanzimat Devrine Kadar Osmanlı Devleti’nin Ulaşım Teşkilâtı
ve Yol Sistemine Bir Bakış”, Türkler, c. 10, (Ed.: Hasan Celal Güzel,
Kemal Çiçek, Salim Koca), Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, ss. 904-912.
TBMM Albümü 1. Cilt 1920-1950 TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Yayınları, Ankara 2010.
Tozlu, Selahattin, Antakya (Hatay) Tarihi Bibliyografyası, Fırat Üniversitesi Orta
Doğu Araştırmaları Merkezi Yay., Elazığ 2009.
Umar, Bilge, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1993.
Ürkmez, Naim - Efe, Aydın, Hataylı Osmanlılar, Çizgi Kitabevi, Konya 2015.
Yörük, Saim, “Gerçekleşmemiş Bir Proje Çalışması: 19. Yüzyıl Sonlarında Seyhan
ve Ceyhan Nehirleri Yoluyla Taşımacılık ve Şirket-i Nehriye Teşekkülü”,
Osmanlı Devleti’nde Nehirler ve Göller 2, (Haz. Şakir Batmaz, Özen Tok),
Not Yay., Kayseri 2015, ss. 431-437.
Diğer Kaynaklar
HS (Salname-i Vilayet-i Halep)/1300; HS/1302; HS/1308; HS/1316; HS/1321;
HS/11326.
8 Teşrinievvel 1927 tarihli seçim mazbatası (Ali Cenânî Bey’e ait).
15 Temmuz 1339 tarihli seçim mazbatası (Ali Cenânî Bey’e ait).
TBMM Tercüme-i Hal Varakası-I, II (Ali Cenânî Bey’e ait).

143
EKLER:

Ek 1: Antakya Ovası ve Amik Gölü Çevresinin Haritası

144
Ek 2: Antakya Ovası ve Amik Gölü Çevresinin Haritası 13

13
Haritanın çizimini yapan Çankırı Karatekin Üniversitesi Coğrafya Bölümü Araştırma Görevlisi İlker
YİĞİT’e teşekkür ederim.
145
19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA İSKENDERUN LİMANI’NDA
YAPILAN YOLSUZLUKLAR
Naim ÜRKMEZ
Giriş
Büyük İskender’e izafe edilerek kurulan İskenderun, stratejik bir yer
olmasına rağmen, tarihi süreç içerisinde Osmanlı Devleti dönemine kadar adından
söz ettirememiştir. Osmanlı Devleti’nde de bu yerin önemini kavrayan ilk yabancı
ülke İngiltere olmuştur. İngilizler Levant Company’i kurduktan sonra, bir konsolos
ve on dört kişiden oluşan bir heyet ile 1597 yılında Halep’in limanı olan
İskenderun’da kârgir bir bina inşa etmeye karar vermişlerdi1.
Bu ticari ehemmiyetin özellikle İngilizler tarafından fark edilmesinden
sonra 17. yüzyılda İskenderun’a, İzmir ve İstanbul Limanlarına uğrayan gemi sayısı
kadar gemi uğrayacaktı. Ancak 18. yüzyılda Halep ticareti gerilemiş, dolayısıyla
İskenderun oldukça güç kaybetmişti. İskenderun, aynı yüzyılda burada neşet eden
tehlikeli hastalıklardan dolayı Avrupalı tüccarlar arasında Frenklerin Felaketi
olarak bilinecekti2.
Yabancı devletlerin temsilcileri dışında çok fazla kişinin yaşamadığı
İskenderun İskelesi’nde, 1831 yılında yaşayan Müslüman erkek nüfusu 17 kişiden
ibaretti. Bunlardan sekizi yetişkin, biri misafir, kalan sekizi ise 6 yaşına kadar olan
çocuklardı3.
İskenderun; Beyrut ve Süveydiye4’ye kıyasla oldukça güvenli bir limandır.
Diğer iki limanda demirli bulunan her hangi bir geminin, olası bir fırtınada batma
ihtimali yüksek iken, İskenderun bu açıdan oldukça emniyetliydi. Hem Sanayi
Devrimi’nin liman şehirlerine olan olumlu tesiri, hem de bahsettiğimiz üzere
limanın güvenli oluşu nedeniyle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Halep’in
İskenderun üzerinden yapılan ticareti tekrar artış göstermişti5.
Bu gelişime paralel olarak şehirdeki bataklıklar kurutulmaya çalışılmış ve
her şeyden önemlisi İskenderun’u Halep’e bağlayacak muntazam bir yol inşasına
başlanmıştır. Ayrıca iskeleden Halep’e sevkiyatı kolaylaştırmak için demiryolu
inşası da düşünülmüşse bu ancak 20. yüzyılın başlarında mümkün olmuştu r.
Bölgenin önemini bilen İngiliz ve Fransız tüccar ve diplomatik temsilcileri
buradaki faaliyetlerini arttırmıştı. Hatta bu temsilciler, Osmanlı Devleti’nin izni


Yrd. Doç. Dr. Erzurum Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü naimurkmez@erzurum.edu.tr
1
Alfred C. Wood, Levant Kumpanyası Tarihi, (Çev: Çiğdem Erkal İpek), Doğu Batı Yayınları, Ankara 2013,
s. 47-48, 169-170.
2
Wood, Levant Kumpanyası Tarihi, s. 169-170.
3
BOA, NFS. d, 3700, s. 9.
4
Bugün Hatay ili Samandağ ilçesi.
5
Naim Ürkmez, Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na İskenderun, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum 2012, s. 411.
146
olmadan 1850 yılında İskenderun’a üç adet iskele inşa ederek gelip geçenlerden
vergi almaya başlamışlardı.
1851 senesinde devletin durumdan haberdar olması üzerine iskeleler
kamulaştırılmak istenmiş ancak bu bir müddet mümkün olmamıştır. Bu iskelelerin
denizin etkisiyle yıkılması üzerine yetkililer yeni iskele inşasına izin vermemiş ve
sorunun bu sayede üstesinden gelinmiştir. Sonraki süreçte, bölgedeki ticarî
hakimiyeti eline almak isteyen hükümet yetkilileri 1853 yılında bir iskele inşa
ederek kullanıma açmıştı. Lakin devlet tarafından inşa edilen bu iskele de kısa
sürede yıkılmıştı. Fırsatı değerlendirmek isteyen yabancılar tekrar iskele inşa etmek
istemişlerse de devlet tarafından bunun mahzurlu görülmesi üzerine İskenderun’a
1859’da yeniden bir iskele inşasına başlanılmıştır. Kısa sürede yıkılan son iskeleden
sonra, Fransız Messageries Maritime Şirketi tarafından işletilen yeni iskele, 1863-
1867 yılları arasında İskenderun’da bulunan yegane iskele olacaktı6.
Ancak bunun daha başka sorunlara yol açtığını fark eden Rüsumat
Nezareti, 1872 yılında yeni bir iskele inşasına başlamıştı. Bu iskele inşa edilince
bölgede ticaret yapan tüccar ve esnaf, ticarî bağlantıları daha rahat kontrol
edebilmek gayesiyle İskenderun’da ikamet etmeye başlamışlardı7. Bunun
neticesinde İskenderun’un nüfusu artmış ve I. Dünya Savaşı’nın sonunda 23.390
kişiye ulaşmıştı8.
1883 senesinde yenilenen iskeleye, hizmetlerin aksamaması maksadıyla;
1886 yılında ambar ve gümrük binaları, 1905 yılında ise inşaatı 1891 yılında
başlayan büyük bir antrepo eklenmiştir. İfade edilen bu hususlar, iskelenin ticaret
hacminin ne derece arttığını göstermesi bakımından mühimdir. 1906 senesinde
İskenderun İskelesi’nin demirden inşasına başlanılmış ancak I. Dünya Savaşı’nın
zuhur etmesi teşebbüsü engellemiştir. 1 Kasım 1913’te de Toprakkale-İskenderun
Demir yolu hizmete açılarak Bağdat Demir yolu İskenderun Limanı ile entegre
edilmiştir9.
I. Dünya Savaşı nihayetinde 9 Kasım 1918’de işgale uğrayan İskenderun,
Fransız himayesindeki Suriye topraklarında kalmıştır10. 7 Eylül 1938’de Hatay
Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bağımsız bir statüye kavuşmuş ve 29 Haziran 1939
tarihinde Hatay Meclisi’nin aldığı kararla da Türkiye Cumhuriyeti topraklarına
dahil olmuştur. İskenderun’un modern, gelişmiş bir limana sahip olması, yaşanan
savaş ve Fransız idaresinden dolayı ancak 1972 yılında gerçekleşmiştir11.

6
Ürkmez, Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na İskenderun, s. 109-120.
7
Ürkmez, Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na İskenderun, s. 121-125.
8
BOA, DH. EUM. 2. Şb, 73-69.
9
Ürkmez, Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na İskenderun, s. 277-284.
10
Naim Ürkmez, “I. Dünya Savaşı’nda İskenderun’un Stratejik Konumu ve İşgali”, Savaş Tarihi
Araştırmaları Uluslararası Kongresi, 100. Yılında I. Dünya Savaşı ve Mirası, c. I, (Ed: Halil Çetin, Lokman
Erdemir), İstanbul 2015, s. 342.
11
Saliha Koday, “İskenderun Limanı”, Türk Coğrafya Dergisi, s. 33, İstanbul 1998, s. 218.
147
1. Rüşvet ve Yolsuzlukları Engellemek İçin Yapılan Düzenlemeler
Osmanlı Devleti’nde yolsuzluk ve rüşvet hususunda erken denilecek
dönemlerde bir takım şikâyetlerin varlığı bilinmekteydi. 16. yüzyıl sonlarında
kişiler, iltizamla herhangi bir göreve tayin edildiklerinde, sadrazama atanma
armağanı vermekteydiler. Başlangıçta sadece bir hediye verme olarak görülen bu
davranış, zamanla rüşvet verme olarak nitelendirilmeye başlanmıştı12. Tarihçi
Gelibolulu Mustafa Ali, bu yüzyılda ve sonrasında, toplumu ahlakî vebaya
bulaştıran şeylerin başında rüşvet ve yolsuzluğun geldiğini ifade etmekteydi13. 18.
yüzyılda memuriyetler genellikle yıllık atama suretiyle sınırlı süreliğine
yapılmaktaydı. Kendini güvende hissetmeyen memur daha fazla kazanmak için
meşru olmayan yöntemlerle ekonomik güç elde etmekteydi. Dolayısıyla rüşvet
bireysel bir hata olmaktan çıkmış, Osmanlının son döneminde idarenin sistematik
bir özelliğine dönüşmüştü14.
19. yüzyıla kadar kul sisteminde yer alan devlet görevlileri hakkında
doğrudan bir yasa bulunmayıp, bu kişiler padişah tarafından siyaseten
cezalandırılmaktaydılar. Özellikle 17. yüzyıldan sonra devletin zayıflamasıyla
birlikte fertlere karşı keyfi işlemler çoğalmış, yolsuzluk ve su-i istimaller ile
yargılama yapılmadan verilen hükümler her kesimden insanda endişe sebebiyet
vermişti. II. Mahmud’un 1838 yılında ulema ve memurlar için iki ceza
kanunnamesi çıkarması keyfi uygulamaları ve siyaseten katli ortadan kaldırmıştı15.
Aynı yıl yapılan düzenlemeyle memurların seçiminde ve terfiinde, yapılacak sınav
sonucunun esas alınması kararlaştırılmıştı16.
Bundan daha da önemlisi II. Mahmud’a kadar devletten maaş almayan
memurlara bu dönemde maaş bağlanmasıydı. Osmanlı Devleti’nde görevli memur
ve adli sorumlulara -bazı saray görevlileri ile kapıkulu askerleri hariç- devlet
tarafından doğrudan bir maaş verilmiyordu. Dolayısıyla memurlar iaşelerini temin
etmek için, yaptıkları iş karşılığında şahıslardan bir takım harç vs. gibi ücret
almaktaydılar. Ancak mezkur hükümdar zamanında yapılan düzenleme neticesinde,
memurlar devlet tarafından verilen maaşla, hizmetlerini yerine getirmeye
başlamışlardı17. Sultan bununla harç/hediye ile rüşvet arasındaki belirsiz çizgiyi
ortadan kaldırmayı amaçlamıştı. Öncesinde şahıslardan aldığı ücret veya hediye
mukabilinde vazife gören memurun, hangi durumda rüşvet aldığını tayin etmek
oldukça güçtü. Bu belirsizlik pek çok usulsüzlüğün yapılmasına sebep olmaktaydı.

12
Cornell Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, (Çev: Ayla Ortaç), Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul 1996, s. 125, 187, 209, 276, ayrıca bkz. 159, 171, 184, 185
13
Fleischer, Tarihçi Mustafa Âli, s. 138-139.
14
Carter V. Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, (Çev: Gül Çağalı
Güven), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996, 86-88.
15
Gülnihal Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, TTK, Ankara 2010, s. 96; Carter V. Findley,
Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform Bâbıâli (1789-1922), (Çev: Latif Boyacı, İzzet Akyol), İz Yayıncılık,
İstanbul 1994, s. 124.
16
Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1836-1856), Eren Yayınları, İstanbul
1993, s. 54.
17
Findley, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform, s. 123-124.
148
Görevli memura ücreti fazla veren şahıs, işini daha çabuk hallederken, düşük veya
kararında ücret veren kişinin işleri aksayabiliyordu18. II. Mahmud’un memurlara
maaş bağlamasındaki maksat sadece rüşveti engellemek değildi, bu sayede merkezi
otoriteyi kuvvetlendirip ve halka daha adil bir şekilde hizmet vermeyi gaye
edinmişti19.
Yolsuzluk ve rüşvet gibi bu nevi hadiselerin tahkikatı ve üst düzey
takibatından da 1838 yılında kurulan Meclis-i Vâlâ sorumlu tutulmuştu. Ancak
zaman içerisinde Meclis-i Vâlânın sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmesi,
beklentileri arttırmış ve yükünün fazlalaşması sebep olmuştur. Bu durum rüşvetle
daha etkin mücadele için yeni bir meclisin kurulmasını gerekli kılmıştı. Netice
itibariyle 1854 yılında kurulan Meclis-i Âli-i Tanzimat, rüşveti ve devlet adamları
arasındaki çekişmeyi engelleyecekti. Gerçekten de Meclis kurulduktan sonra
hazırlanan ilk kanun, rüşvetin engellenmesine dairdi20.
II. Mahmud’un hazırlattığı ceza kanununa rağmen hediye ile rüşvet
arasındaki çizgi tam anlamıyla netleşmemişti. Yine kanun herkesi kapsamamakla
birlikte eşitlik prensibine aykırıydı. Sultan II. Mahmud daha kapsamlı bir ceza
kanunu hazırlatamadan vefat etmiş bu iş halefi Sultan Abdülmecid tarafından
sonuçlandırılmıştı21. Tanzimat Fermanı’nın ilanından yedi ay sonra 3 Mayıs 1840
tarihinde 13 Fasıl ve 41 maddeden oluşan yeni Ceza Kanunu kabul edilmişti. Bu
kanunun 7 maddeden oluşan 5. bölümü rüşvetle ilgiliydi. Kanunda rüşvet kesin bir
şekilde yasaklanmış, memurların hediye kabul etmesi menedilmiştir. Bazı resmi
hediyelerin kabulü de ancak padişah izni ile kabul edilecekti. Düğünlerde ve
dostane surette verilen hediyelerin özellikleri ve miktarıyla ilgili, ayrıca bir kanun
hazırlanması kararlaştırılmıştır. Rüşvet ve hediyeyi alanla veren bir tutulmuştur.
Ancak nefsini müdafaa için rüşvet veren şahıs, suçun ortaya çıkmasından önce
yetkililere haber vermesi koşuluyla cezadan muaf tutulmuştu. Daha sonra 1851
yılında hazırlanan Ceza Kanunu, memurların rüşvet ve yolsuzluğuna dair çok daha
net ifadeler içermekteydi.22 1850 yılından itibaren Meclis-i Vâlâ görüşmeleri öncesi
üyelerin rüşvet almayacağına dair Kur’an-ı Kerim üzerine yemin etmeleri usulü
benimsenmişti. Taşrada da memurların halkın gözü önünde yemin etmesi
kararlaştırılmıştır23.
Bütün bu tedbirlere rağmen yapılan düzenlemeler padişah ve hanedana
mutlak bağlılığı azaltmıştı. Bürokraside bulunanlar sadece kendini düşünen bir
sınıfa dönüşmeye başlamış, rüşvet ve adam kayırma Tanzimat sonrası Osmanlı
yönetiminin hastalığı olmaya devam etmişti. Reformlar neticesinde bürokratik

18
Ahmet Mumcu, Tarih İçindeki Genel Gelişimiyle Birlikte Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adlî
Rüşvet), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1985, s. 295-296.
19
Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ (1838-1868), TTK, Ankara 1999, s. 23.
20
Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ, s. 47-49.
21
Cevdet Paşa, Tezâkir 1-12, (Yay: Cavid Baysun), TTK, Ankara 1991, s. 20.
22
Kanunun tam metni için bakınız, Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK, Ankara 2010, s.
303-313.
23
Erdoğan Keleş, “Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858)”,
Tarih Araştırmaları Dergisi, S. XXXVIII, Ankara, Eylül 2005, s. 270-271.
149
işlemlerin uzaması nedeniyle işini hızlandırmak isteyenler eski usulü yeniye adapte
etmişler, rüşvetin adı bahşiş olmuştu24. Rüşvet ve hediye yoluyla gelen paraya
alışmış olan memurlar alışkanlıklarını bu surette gizli bir şekilde devam
ettirmişlerdir25.
Devlet memurların yolsuzluk ve rüşvet neticesinde zimmetlerine para
geçirmelerini engellemek için eski bir usulü yeniden tatbik etme yoluna gitmişti.
Buna göre memuriyete başlayacak kişi; itibarlı, varlıklı ve güvenilir kişilerden bir
zatı kendisine kefil olarak göstererek işe başlayacaktı26. Memur yolsuzluk
yaptığında zimmete para geçirdiğinde, kendisinden tahsil edilemeyen meblağ bu
sayede kefilinden alınacaktı. Ancak uygulamada aksaklıkların yaşadığı yöntem,
usulsüzlüklerin önüne geçememişti.
2. Yapılan Yolsuzluklar
İskenderun Rüsumat İdaresinde 1868 yılından 1875 yılına kadar eşya-yı
ayniye memuru olan Yusuf Efendi’nin yapılan muhasebesinde 154.207 kuruş beş
para zimmetine geçirdiği anlaşılmıştı27. Yapılan yargılamadan sonra suçlu bulunan
Yusuf Efendi, Belen hapishanesine sevk edilmiştir. 30 Mayıs 1877’de hapishanede
bulunduğu esnada vefat eden Yusuf Efendi, geride miras ve varis bırakmadığından
ondan kalan borcu tahsil için kefili İskenderun ahalisinden Lütfullah Zerik
Efendi’ye müracaat edilmişti. Ancak Lütfullah Zerik Efendi de aynı yıl geride varis
ve miras bırakmadan vefat etmişti. Dolayısıyla zimmete geçirilen 154.200 kuruşun
tahsil edileceği kimse kalmamıştı28. Burada sorunlu bir nokta bulunmaktaydı. Para
ile bu kadar içli dışlı olan bir mevkide bulunan memur için, nasıl olur da kefil
olarak mal varlığı olmayan bir zat kabul edilebilirdi. Bu noktada tahkikat
yapılmışsa da gümrükte çıkan bir yangında konuyla ilgili tüm evrakın yanması,
netice alınmasının önüne geçmiştir. Görevde olduğu süre zarfında, Yusuf
Efendi’nin müdürü olan İshak, Edhem, Ahmed Cavid ve (diğer) Edhem
Efendilerden hangisinin kefalet senedini onayladığı, mezkur senedin yanmasından
dolayı tespit edilememişti. Sonuç olarak mesele çözüme kavuşturulamamış,
zimmete geçirilen ve tahsil edilemeyen paranın kaydı silinmişti29.
1880 yılında İskenderun gümrüğünün üst düzey memurlarının kendi
aralarında anlaşarak büyük yolsuzluklar yaptıkları yönünde, İskenderun gümrük
kapı memuru Cemal Efendi bir rapor sunmuştur. Ayrıca daha sonra İskenderun
Rüsumat Nezaretinin muhasebe başkatibi Tahir Efendi, gümrükte yapılan hırsızlık
ve yolsuzlukları yazı ile ihbar etmiştir. Bunun üzerine bölgede inceleme ve

24
Fidan, Serdal, Kamil Şahin, Fikret Çelik, “Osmanlı Modernleşmesinin Temel Olgularından Biri:
Bürokrasi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. XXIII, Mayıs 2011,
s. 123.
25
Cevdet Paşa, Tezâkir 1-12, s. 20.
26
Keleş, “Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler”, s. 269-270.
27
Cemiyet-i Rüsumiyyenin 3 Ocak 1888 (22 K. Evvel 1303) tarihli mazbata sureti, BOA, ŞD, 576-26.
28
İskenderun İdare Meclisinin 1887 tarihli mazbatası, BOA, ŞD, 576-26.
29
Rüsumat Emaneti tarafından İskenderun Rüsumat Nezatine yazılan 26 Haziran 1887 (14 Haziran 1303)
tarihli tahrirat ve İskenderun Rüsumat Nezaretinden Rüsumat Emanetine gönderilen 12 Eylül 1887 (31
Ağustos 1303) tarihli cevabî tahrirat, BOA, ŞD, 576-26.
150
soruşturma yapması için Müfettiş Hüseyin Efendi memur tayin edilerek 31 Ağustos
1880 tarihli yazı ile İskenderun’a gönderilmiştir.
Kapı memuru Cemal Efendi’nin şikayet ettiği konulardan ilki, Bağdat’tan
nehir ve deniz yoluyla İskenderun’a gelen 120 kese tömbeki tütününün tartımı
sırasında tezkiresinde yazılı miktardan 564 kıyye fazla ortaya çıkması hususudur.
Cemal Efendi, 564 kıyye fazla tömbekinin kaydı tutulup muamelesi yapıldığı halde
daha sonra memurların kendi aralarında anlaşarak rakamlarda tahrifat yaptığını ileri
sürmüştür. Bu tahrifat neticesinde 564 kıyye fazla, 200 kıyyeye düşürülmüştür.
Yani arada kaybolan 364 kıyye tömbekinin, memurlar tarafından zimmetlerine
geçirildiğini iddia etmiştir. İddia üzerine yapılan soruşturmada, müddeiler çeşitli
gerekçeler ileri sürerek kayıtlarda tahrifat yapmadıklarını, tömbekilerin rutubet veya
güneş karşısında fazla kalmaktan dolayı miktar olarak değişime uğradığı
savunmasını yapmışlardır. Ancak onların ileri sürdüğü gerekçelerin tamamı
denenmiş yine de kayda geçen rakamlara ulaşılamamıştır. Netice itibariyle şikayet
haklı bulunmuş ve bu gümrük muamelesinde devleti vergi zararına uğratan
kişilerden verginin tahsil edilmesine karar verilmiştir. Tahsil edilen verginin
yarısının gelir olarak addedilmesi, diğer yarısı ise suçu ihbar edenlere verilmesi
uygun bulunmuştur.
Rüsumat idaresiyle ilgili şikayetlerden ikincisi, İskenderun’da bulunan
tüccar vekillerinden Naum Salim ve ortağı adına, Fransız vapuruyla gelen 36 yük
(denk) ipeğin 26 yük gösterilmesiydi. Yapılan soruşturmada 36 yük ipeğin
tamamının Halep’e, vergi vermeksizin götürüldüğü tespit edilmiştir. Sorumlu tüccar
vekilinin ifadesine başvurulduğunda, tüccar vekili bunu kabul etmiş, ancak yükün
tamamı için para vererek, ipeği Halep’e naklettiğini ifade etmiştir. Kime ne
maksatla para verdiği sorulması üzerine bunu söylemeyeceğini beyan etmiştir.
Soruşturmanın tamamlanması üzerine, 10 balya ipekten dolayı kaçırılan gümrük
vergisi olan 7.781 kuruşun 22 Ekim 1876 tarihinde, yani bu hadise sırasında
manifesto kâtibi olan Nikolaki Efendi’den tanzim edilmesine karar verilmiştir.
Ayrıca Nikolaki Efendi memuriyetten çıkarılmıştır. Ancak bu noktada ikinci bir
şikayet olmuştur. Yasaya göre böyle bir suç işlendiğinde vergi kaçırılmasına göz
yuman sorumlu tutulduğu gibi, kaçıran da sorumlu idi. Oysa burada sade göz
yuman cezalandırılmış, vergi kaçırana ise dokunulmamıştı. Şikayet haklı bulunmuş
ve Naum Salim Efendi’den vergiyi ödemesini aksi takdirde vergisi ödenmemiş
ipeğin müsadere edileceği bildirilmişti.
Bir diğer yolsuzluk iddiası, İskenderiye gümrüğünün tezkiresiyle
İskenderun gümrüğüne gelen 3.882 kıyye ispirtonun 1.382 kıyyesi akmış denilerek
gümrükten düşük vergi ile geçirilmesidir. Anlaşılacağı üzere miktar, tüccarla
anlaşılarak az gösteriliyor, bu sayede kaçırılan verginin bir miktarı bu işi tertipleyen
gümrük memurlarının cebine giriyordu. Ancak mesele, gümrük memurlarının
tüccar ile anlaşmalı olmasından dolayı tam olarak açıklığa kavuşturulamamıştır.
İskenderun’dan İngiltere’ye ithal edilen çivitlerin 1880 yılındaki
muamelesinde, görevli memurların bir kaçının keyifsizliği ve diğerlerinin de

151
meşgul olması nedeniyle lakayıt davranılmış ve vergi denetim işi ithalat tarafındaki
memurlara havale edilmiştir. Bu boşlukta çivitler, ithalat vergisi alınmadan gemiye
yüklenmiştir. Sonradan yapılan tahkikat sırasında gümrük senetleri ile çivitleri
nakleden Massegeries Maritime şirketi tarafından gönderilen kayıtların birbirinden
farklı olduğu anlaşılınca yolsuzluk ve usulsüzlük sabit olmuştur. Bu usulsüzlükten
kaynaklanan vergi kaybı 9.808 kuruş 24 para idi. Zararın maaşları nispetinde,
usulsüzlük sırasında görevli bulunan; eski müdür Galib, Küşşaf-ı Evvel Vahid,
Kantar Katibi Hamid ve Başkatip Süleyman’dan tahsil edilmesine karar verilmiştir.
Ayrıca soruşturmanın tamamlandığı sırada görevde bulunan Başkâtip Süleyman ve
Küşşaf-ı sani Alican Efendilerin azledilerek yerlerine başkalarının tayinine
hükmedilmiştir.
İskenderun gümrüğünde yapılan en yaygın usulsüzlük, eşya miktarının
eksik olarak tartılması ve bu sayede devletten vergi kaçırılmasıydı. Eşya getiren
tüccar, eksik tartılan emtiasına karşılık, bu işi yapan memura bir miktar para
vermekte bu sayede o da vergi kaçakçılığına ortak olmakta idi. Bunu tespit etmek
maksadıyla görevlendirilen müfettiş gümrükteki eşya miktarı ile Fransız
Massegeries Maritime şirketine ait gemilere yüklenen veya bu gemilerden gelen
eşyanın aynı olup olmadığını incelemek istemiştir. İlgili kayıtlar, şirketten talep
edilmiş ancak, şirket eski kayıtların yok edildiğini ifade etmiş, yenilerini ise
vermeye pek sıcak bakmamıştır.
Eksik tartım sonucu vergi hırsızlığı yapıldığı tespit edilen işlemler ise
şunlardır: 25 Ekim 1880’de 16 çuvalda 1.530 kıyyelik mazı, usulsüz bir şekilde
1.059 kıyye olarak gösterilmiş, ödenmesi gereken 32 kuruşluk vergi zimmete
geçirilmiştir. Yine 7 Ekim 1880’de İvazyan Serkiz’in 110 balya kirli yapağısı
11.968 kıyye olduğu halde kayıtlara 9.462 kıyye olarak geçirilmiş ve devlet 67
kuruş 10 para zarara uğratılmıştır. 27 Ekim 1880’de Mıgırdıç Ağa isimli tüccarın üç
takım tiftik ve bir takım haşhaşilerilerin tartımında dört kıyye eksik yazılarak hile
yapılmış ve devlet 99 kuruş vergi zararına uğratılmıştır. Sonradan kılıfına uydurulan
bu usulsüzlükten dolayı yalnızca kantarcı, bir aylık maaşı kesilerek
cezalandırılmıştır.
Tüccar tarafından getirilen kadifenin kontrolü sırasında her yardesi 60
kuruş kıymetinde olduğu halde İkinci İstimator Mehmed Alican Efendi bunun
kıymetini 35 kuruş olarak göstermiştir. Durum anlaşılınca Mehmed Efendi
görevinden uzaklaştırılmıştı. Ancak bir yolunu bulan Mehmed Efendi kısa bir süre
sonra görevinin başına tekrar gelmişti. Görüleceği üzere memurlara uygulanan
yaptırım güçlü olmamakla birlikte bu dahi çok kısa sürede delinebiliyordu. Hakeza
bu işten sorumlu olan Bekir Efendi daha yüksek bir ücretle (2.000 kuruş) Cubul
Tuzlasında görevlendirilmişti.
Yine 15 Mayıs 1295’te Karali Zerik isimli tacirin 4 balya Amerikan bezi 48
parçaya ayrıldığı halde, bu parçaların 8’i eski kantarcı Hıritaki Efendi tarafından
tartılmış, 40 parçası ise tartılmayarak vergi kaçırılmıştır. Buradaki usulsüzlük sabit

152
olup memurlar hakkında işlem yapılması gerekirken gümrük nazırı meselenin
üstünü örterek konuyu kapatmaya çalışmıştır30.
İskenderun gümrüğünün inşası sırasında da sarf edilen 42.714 kuruşun
15.000’inin zimmete geçirildiği yönünde şikayetler olmasına rağmen kağıt üzerinde
bir takım detaylar tam olduğu için mesele aydınlatılamamıştır.
Gümrükteki usulsüzlükler hakkında şikayetler yaşandığı an, ilk olarak
gümrük yöneticilerinin tahkikat yapılması istenmekteydi. Ancak gümrük
yöneticilerinin yaptığı soruşturmaların yüzeysel olması meseleye daha büyük bir
boyut katmaktaydı. Görünüşe göre gümrük üst yönetimi de bu yolsuzluğun içinde
ve pay alan kısmında idi. Bu durum bölgeye Müfettiş Hüseyin Bey’in
gönderilmesinden sonra farklı bir şekilde daha karşımıza çıkmaktaydı. Bir yıl
önceki vergi gelirleri ile müfettişin bulunduğu beş ay zarfındaki toplanan vergi
arasındaki fark 1.096.142 kuruş idi. Bu meblağ yolsuzluğun boyutunun ne kadar
büyük olduğunu gözler önüne seriyordu. Yapılan son tespit üzerine iskelede büyük
yolsuzlukların yapıldığı dolayısıyla burada görev yapan memurların peyderpey azl
edilerek yerlerine yenilerinin gelmesi gerektiği kani olunmuştu31.
Müfettişlerin yolsuzluk raporundan sonra ilk olarak İskenderun Rüsumat
Nazırı Emin Efendi azledilmiş ve yerine Galata Gümrüğü Başkâtibi Celal Bey nazır
olarak 1 Haziran 1881’de tayin edilmiştir32.
İskenderun Rüsumat İdaresi Temmuz 1881 (Temmuz 1297) tarihinde
yanmıştır. Yangından birinci derecede sorumlu tutulan kişi mezkûr rüsumat
idaresinin eşya-yı ayniye memuru Mehmed Efendi’dir33. İskenderun Rüsumat
Dairesinin yanması üzerine görevli memurların tamamının müstantik (savcı)
tarafından ifadesi alınmıştır. Çünkü gümrükte uzun süredir yapılan yolsuzlukların
üstüne gidilmesinden sonra gümrüğün, yolsuzluğu yapanlar tarafından delil
bulunmasın diye kasten yakıldığı düşünülmekteydi34.
Ancak uzun süren tahkikat ve soruşturmalara rağmen sorumlu
bulunmamıştır. Aslında alınan ifadelere göre bütün şüpheler bir kişinin üzerinde
yoğunlaşmaktaydı. Buna rağmen somut delil olmadığı için mesele kapatılmıştı.
Yalnız İskenderun Rüsumat Nezareti eşya-yı ayniyye memuru Mehmed Efendi’nin
zimmetinde bulunan 25.059 kuruş 30 paranın kendisinden tahsiline ve ceza
kanununun 90. maddesine binaen bir yıl süreyle hapsine karar verilmişti. Yine
yangın sırasında rüsumat kasasından çalınan 81.427 kuruş 5 paranın o sırada sandık
emini olan Zerik Ağa oğlu İbrahim Efendi’den tahsil edilmesine ve İbrahim
Efendi’nin yine ceza kanunun 90. maddesine binaen bir sene süreyle hapsine

30
BOA, İ. DH, 828-66704.
31
Mayıs 1881 (C 1298/Mayıs 1297) tarihli Cemiyet-i Rüsumiyye mazbatası, BOA, İ. DH, 828-66704.
32
Rüsumat Emini tarafından Sadarete gönderilen 25 Mayıs 1881 (25 C 1298/12 Mayıs 1297) tarihli tezkire ve
1 Haziran 1881 (3 B 1298/20 Mayıs 1297) tarihli irade-i seniyye, BOA, İ. DH, 828-66704.
33
Rüsumat Emini tarafından Sadarete yazılan 17 Şubat 1892 (18 B 1309/5 Şubat 1307) tarihli tezkire, BOA,
ŞD, 580-12.
34
BOA, ŞD, 2210-30; BOA, ŞD, 2218-29.
153
hükmedilmişti. Ancak idare mahallinde bulunup yangın sırasında kül olan 92.960
kuruş 13 para kıymetindeki eşya-yı ayniyyenin yanmasından kimsenin özellikle de
Mehmed Efendi’nin sorumlu tutulamayacağı için bu eşyaların kaydı
düşürülmüştür35.
Daha önce de ifade edildiği üzere devlet yolsuzluk ve usulsüzlüklerin
engellenmesi için uzun bir süredir, görevlileri kefil göstermeleri koşuluyla
memuriyete başlatıyordu. Ancak bu tedbir de bazı zamanlar işe yaramıyordu.
Trabzon vilayetine tayin edilen, İskenderun Rüsumat İdaresi Başkâtibi Agâh
Efendi’nin, 1282 senesinin Mart, Haziran, Temmuz ve Şubat aylarına ait
hesaplarında 5.403 kuruş 38 para açık verdiği tespit edilmişti. Bu meblağın Agâh
Efendi’den tahsil edilmesi düşünülmüş ve Trabzon vilayetiyle yazışılmıştı. Ancak
Agâh Efendi’nin Trabzon’daki memuriyetinin lağv edildiği kendisinin muhtaç bir
hale düştüğü ve hatta İstanbul’a gidebilmesi için vapur ücreti ve harçlığının mahalli
hükümet tarafından karşılandığı öğrenilince bundan vazgeçilmişti. Agâh Efendi’nin
kefili bulunan ve İstanbul’da ikamet eden Keçeci Şakir Ağa’nın geride hiçbir nesne
bırakmadan vefat etmesi nedeniyle, bahsi geçen açığın tahsil edileceği kimse
kalmamıştı. Bu meblağın yeni senede yapılan muhasebelerde devretmesi ise bir süre
sonra karışıklığa yol açacağı için 5.403 kuruş 38 paralık açığın kaydının
muhasebeden silinmesi uygun bulunmuştu36.
Benzer şekilde İskenderun Rüsumat İdaresi eski Başkâtibi Agâh Efendi’nin
idaresindeyken mevcut bütçede 5.403 kuruş noksan tespit edilmiştir. Ancak sabit
bir sebebin bulunamamasından dolayı bu meblağın ne kendisinden ne de kefilinden
tahsili mümkün olamayacağı anlaşılmış ve noksanın kaydı silinmişti37.
İskenderun Rüsumat Nezareti kontrolleri tam manasıyla yapmadığı için
İskenderun gaz ambarından götürülen yanıcı maddelerin ne miktarda olduğu
bilinememekle birlikte hangi tarafa götürüldüğünden de şüphe edilmekteydi.
Bundan haberdar olan Mabeyn-i Hümayun Kapı Katibi ve Rüsumat Teftiş Heyeti
Üyesi Salih Emin, 1903 yılında Sultan II. Abdülhamid’den İskenderun’a gidip gizli
bir surette teftiş yapmak için izin istemişti38. Ermeni olaylarının arttığı bir dönemde
gümrüğün yanıcı maddeler hususunda bu kadar vurdum duymaz davranması devlet
açısından endişe vericiydi. Bu maddelerin ve Ermeni komitacıların gümrükten
geçici acilen kontrol altına alınmalıydı.
Netice itibariyle Salih Emin’e bu hususta izin verilmiş ve o da
incelemelerini yapmak için İskenderun’a gitmiştir. Diyarbekir, Musul, Halep ve
havalisinin umum gaz ithalatı bölgenin yegâne iskelesi olan İskenderun vasıtasıyla
yapılmaktaydı. İskenderun gümrüğünde rüşvet alan bazı memurların kayıtsız
davranması pek çok yasa dışı silah ve sair eşyanın bahsi geçen vilayetlerdeki

35
6 Mart 1892 (6 Ş 1309/22 Şubat 1307) tarihli Şura-yı Devlet mazbatası ve 14 Mart 1892 (14 Ş 1309/1 Mart
1308) tarihli irade-i seniyye, BOA, İ. ŞD, 116-6990; BOA, ŞD, 580-12.
36
Şura-yı Devletin 25 Haziran 1882 (8 Ş 1299/19 Haziran 1298) tarihli mazbatası ve 22 Temmuz 1882 (6 N
1299/9 Temmuz 1298) tarihli irade-i seniyye, BOA, İ. ŞD, 60-3445.
37
Şura-yı Devlet Dahiliye Dairesinden neşet eden 20 Haziran 1882 (3 Ş 1299) tarihli zeyl, BOA, ŞD, 571-7.
38
BOA, Y. PRK. ML, 23-74.
154
Ermeni çetecilerin eline geçmesine sebep olmaktaydı. Uygunsuz durum asayişi
bozmakta ve ülke güvenliğini tehlikeye atmaktaydı. Gaz sevkiyatı, Rusya ve
Amerika’dan, gümrükte en küçük bir maddi menfaat karşılığında güvenliği feda
edebilecek Ermeni memur ve komisyoncular tarafından yapılmaktaydı.
Vilayetlerdeki dağıtımı da Ermeni komisyoncular tarafından yapıldığı için bu işin
bir an düzeltilmesi yetkililerce talep edilmişti. Ayrıca İskenderun gaz ambarı da
gümrüğün hemen yanında olduğu için iskele ve şehir yangın tehdidine açık bir
vaziyetteydi. Bu ambar, olası bir yangın durumunda bütün gümrük binalarının
yanmasına sebep olabilirdi. Gümrükten uzak bir yerde, ayrı olması gerek bu yapı
uzun bir müddet yerini korumuştu. Gaz ithalatından bir çok aracı farklı bir surette,
fazla para kazanmaktaydı. Gaz tenekeleriyle tabanca ve barut kaçırıldığı takdirde
teneke başına 1,5’tan 20 liraya kadar büyük oranlarda kâr sağlanabiliyordu. Oysa
yasal yollarla sadece gaz işiyle uğraşan kişi, teneke başına ancak 20 para
kazanabiliyordu ki bu yukarıda belirtilen rakama göre çok cüzi idi. İşin içerisindeki
büyük kâr oranları nedeniyle de bir çok şahıs yasa dışı bu ticarete önayak oluyordu.
İskenderun Rüsumat Nezareti de bu konuda sorumsuz davranıyordu. On yıldır ithal
edilen gaz tenekelerinin dolu olanlarının ara ara kontrol edilerek izni verilmesi
gerekirken, alışılmış bir hal olarak gaz tenekeleri içi açılmadan geçirilmekteydi39.
Bu tür şikayetlerin artması ve silah kaçakçılığının ortaya çıkması nedeniyle
bundan sorumlu tutulan İskenderun Ecza-yı Nariye40 Müfettişi Şükrü Efendi
görevinden alınmış ve yerine İskenderun Baş komiseri Mahmud Fehmi Efendi tayin
edilmiştir41.
Limandaki usulsüzlükler bunlarla sınırlı değildi. İskenderun’da simsarlık
yapan bazı kimseler, kiracılık yapan devecilerden 7,5 kuruş katırcılardan ise 5 kuruş
olmak üzere usulsüz para almaktadırlar. Ayrıca kasabaya giren ve kasabadan çıkan
her şahıstan da 1 kuruş para almaktadırlar. Bu suretle hazineyi zarara uğrattığı
düşünülen kişilerin engellenmesi ve cezalandırılması talep edilmişti42.
Genel anlamda Rüsumat Emanetlerinde yapılan yolsuzluklar şunlardı.
Rüsumat idaresine ait olup görevli memur zimmetinde kalmış paralar tahsil
edilememekteydi.
Bazı tüccardan alınan depozito ücreti zimmete geçirilmekte veya nereye
sarf edildiği ibraz edilmemekteydi.
Dışarıdan toplanan kupon bedelleri usulsüz bir şekilde vergi gelirleri ile
ödenmekte ve hazine zarara uğratılmaktadır.

39
Mabeyn-i Hümayûn Kapı Katibi ve Heyet-i Teftişiyye-i Rüsumiyye Üyesi Salih Emin’in Sultan II.
Abdülhamid’e arzı, BOA, Y. PRK. SGE, 9-124 (30 Z 1320/30 Mart 1903).
40
Ecza-yı Nariye: Yanıcı kimyevi maddeler.
41
BOA, DH. TMIK. M, 143-13 (29 M 1321).
42
Dahiliye Nezareti tarafından Halep vilayetine gönderilen 28 Kasım 1899 (24 B 1317) tarihli tahrirat, BOA,
DH. MKT, 2276-94.
155
Rüsumatça idare edilen kayıkçı, kantarcı ve odacı gibi devlet kadrosunda
olmayan bir kısım geri hizmet gören zatın emeklilik keseneği idare memurları
tarafından zimmete geçirilmekteydi. Bahsi geçen geri hizmet görevlilerin çocukları,
babaları vefat ettiğinde mağdur olmaktaydılar.
Hicaz demiryolu için memur maaşlarından kesilen üç senelik meblağ bazı
rüsumat idaresi yöneticileri tarafından demiryolu komisyonuna gönderilmeyerek
yolsuzluk yapılmıştı.
Vergi memurlarının iffet sahibi, dürüst kimselerden seçilmesine özen
gösterilmesi böyle olmayanların değiştirilmesi emir buyurulduğu halde, bazı
yerlerde yolsuzluk yaptıkları sabit olan görevliler, terfi ettirilerek daha önemli
görevlere getirilmekteydiler. Bu durum memur arasında, yolsuzluğun ve
usulsüzlüğün cezasız kaldığı zannını uyandırmakta ve bu tür hadiselerin
çoğalmasına sebebiyet vermekteydi.
Gümrükten muayenesiz eşya geçirilmesi yasak olduğu halde, yüzlerce yük
ve sandık muayene edilmeksizin geçirilmekte ve bu işi yapan memurlar hakkında
herhangi bir işlem yapılmamaktaydı.
Hırsızlık ve zimmete para geçirmekten ceza almış veya memuriyetten
atılmış kimseler her nasılsa, tekrar aynı görevlerine geri dönmekte ve haklarında
yapılan soruşturma evrakı ortadan kaldırılmakta idi.
Vergi muamelatında yolsuzluk yapıldığı sabit olan eşyaların, nereye
çıkarıldığını tahkik için gönderilen müfettişlerin teşebbüsü sonuçsuz bırakılmıştı.
Rüsumat idarelerinde ele geçirilen evrak, kitap ve sair zararlı tasvir içeren
vesikaların ne yapıldığına dair şayialar ortaya çıkmaktaydı. Ele geçirilen zararlı
vesikalar rüşvet karşılığında tekrar eski sahiplerine mi veriliyordu, yoksa başka
birilerine satıldığı bilinememekteydi.
Çeşitli tarihlerde sahte evrak ile Avrupa’dan Osmanlı limanlarına 70.000
kilo yasa dışı ispirto sevkiyatının yapıldığı ortaya çıkınca Düyun-ı Umumiyye
İdaresi kendi bünyesinde bulunan memurları cezalandırdığı halde Rüsumat Nezareti
bu işe adı karışan memurları cezalandırmamıştı.
Çeşitli gümrüklerde büyük meblağlar çalınıp zimmete geçirildiği halde bu
işe kalkışan kişiler bir türlü yakalanıp kanun karşısına çıkarılamamıştır. Mesela
Basra gümrüğünden yedi sekiz sene zarfında en azından binlerce lira zimmete
geçirildiği halde iki sene zarfında sorumluları bir türlü tespit edilememiştir.
Stratejik nitelikteki Beyrut, İskenderun, İzmir, Selanik ve Edirne sahil ve
hududunda ayrıca özel yetiştirilmiş muhafaza memurlarının görev yapması irade
buyurulmuş iken bu tam olarak hayata geçirilememiştir.
Ticaret eşyasının kontrolü ve işlemlerini yapan mubassır ve muayeneciler,
bulundukları konuma göre rüşvete bulaşmamaları maksadıyla maaş tahsis edilmekte
iken, artık buna dikkat edilmiyordu. Altı kişiye dağıtılması gereken meblağ on

156
kişiye veriliyordu. Tabii olarak düşük ücret alan memurlar, geçim derdinden dolayı
rüşvete ve usulsüzlüğe meyl ediyorlardı43. Mesela İskenderun İskelesi’nde rüsumat
müdüriyetinin piyade kolcusu, 1901 yılında 150 kuruş maaş almaktaydı44. Aynı yıl,
İskenderun’a oldukça yakın olan Belen’in sandık emini, 360 kuruş maaş
almaktaydı45. Oysa 1901 yılında İskenderun’da, bir demir karyola ile yatak 300,
kapaklarıyla birlikte 2 adet tencere takımı 40 kuruştu. 1902 yılında bir hane fiyatı
7.000 ila 1.000 kuruştu. Aynı yıl bir çift altın küpe ise 100 kuruştur46. Anlaşılacağı
üzere 150 kuruş maaş alan bir memur en ufak bir kısmına dokunmamak koşuluyla
düşük fiyattaki evi, dört yıllık maaşıyla alabilirdi. Yine bir çift altın küpe için
maaşının üçte ikisini vermek durumundaydı. Memurların bir diğer sorunu
maaşlarını zamanında alamamalarıydı. Devlet özellikle vergilerin zamanında
toplanamadığı aylarda maaşları ödemekte güçlük çekiyor, dolayısıyla maaşını
alamayan görevliler büyük sıkıntılar yaşayabiliyordu. Ücretlerin ödenmesi
noktasında sürenin uzaması, rüşvet ve yolsuzluk yapılması ihtimalini
kuvvetlendirmekteydi47.
Vergi gelirlerini arttırmak ve denetimleri sıkılaştırmak için padişah emrine
binaen kurulacak komisyonun kurulması sekiz ay kadar geciktirilmiştir.
Komisyonun kurulmasından sonra ise yaptığı ilk iş birkaç muhafaza memurunu
görevden uzaklaştırmak ve dört memuru tahkikat için taşraya göndermek olmuştur.
Anlaşılacağı üzere yüzeysel tedbirden öteye geçilememiştir48.
3. Değerlendirme ve Öneriler
Osmanlı Devleti bürokratik yapı içerisindeki görevlilerinden verim
alabilmek için özellikle 19. yüzyıldan itibaren bir takım reformlara girişmiştir. Bu
reformlarla devlet bünyesine girip, gelenekselleşmiş olan hediye ile rüşvet
arasındaki ayrımı netleştirmeye çalışmıştır. Bunun yanında, merkezi otoritenin
kontrolüne alabilmek gayesiyle memurlara maaş bağlamıştır. Hazırlanan Ceza
Kanunnameleri ile de rüşvet ve yolsuzluğun önünü, yasal yoldan alabilmeye çaba
göstermiştir. Ancak ahlâki bozulmanın yanında, memurlara yeteri derecede maaş
bağlanamaması bu çabaların bir kısmını boşa çıkarmıştır. Memurların düşük maaş
almaları, onların geçim derdine düşmelerine, dolayısıyla rüşvete meyyal olmalarına
neden olmuştu. Buradan yola çıkarak devlet görevlilerini rüşvet ve yolsuzluktan
uzak tutmak için iaşelerini rahatlıkla temin edecek miktarda maaş bağlanmasının
zarurî olduğu ifade edilebilir. Malî hususlarla ilgili yerlerde görevli memurların
maaşlarının ise bulundukları vazifenin hassasiyetinden dolayı yüksek olması
gerekmektedir.

43
BOA, Y. PRK. AZJ, 47-45.
44
BOA, DH. SAİD. d, 166-259.
45
BOA, DH. SAİD. d, 135-229.
46
Elif Ziyanak, 59 Numaralı İskenderun Kadı Sicilinin Transkripsiyonu ve Analizi (H. 1319-1320/M. 1901-
1903), Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Gaziantep
2012, s. 271-276.
47
Findley, Kalemiyeden Mülkiyeye, s. 327-328.
48
BOA, Y. PRK. AZJ, 47-45.
157
Yolsuzluk yaptığı ve rüşvet aldığı tespit edilen memurların cezaları yeterli
değildi. Cezaların yetersizliği yanında, memurlar bir şekilde araya nüfuzlu kimseleri
sokarak verilen cezalardan muaf tutuluyorlardı. Bazen kısa sürede eski görevlerine
dönen bu memurlardan, terfi suretiyle bir üst makamda görevlendirilenlerin de
olması kötü emsal teşkil ediyordu. Hizmetteki memurların zihninde rüşvet alınıp,
yolsuzluk yapılması durumunda ağır ceza alınmadığını düşünen dürüst memur da
rüşvete ve yolsuzluğa meyyal bir hale geliyordu. Ayrıca memurlar arasında rüşvet
ve yolsuzluk hususunda guruplaşmanın olması, yeni memurların çoğu zaman
mecburî olarak bu guruba dahil olmasıyla sonuçlanıyordu. Aksi takdirde guruba
uymayan, yani rüşvet almayı ve yolsuzluk yapmayı reddeden memur, kötü memur
olabilmekte ve gurubun nüfuzlu kimseler nezdindeki baskısıyla başka taraflara
sürülebilmekteydi. Son tahlilde yalnızca görevlilerin ahlâki/manevi eğitimine önem
vererek onlara yüksek maaş tahsis etmek, meseleyi çözüme kavuşturamazdı.
Bunların yanında yasaların hakkaniyetli bir şekilde uygulanması ve yaptırım
gücünün yüksek bir hale getirilmesi de oldukça mühimdi. Rüşvet aldığı, yolsuzluk
yaptığı yeterli delil ile tespit edilen şahsın, gerekli ceza ile görevinden uzaklaştırılıp,
alıkonulması ve zimmetine geçirdiği paranın kendisinden müsadere edilmesi
görevlileri yasa dışı iş yapmaktan caydıracaktır. Aksi halde yasaların kişilere göre
uygulandığı bir düzende bu tür hadiselerin önüne geçmek mümkün değildir.
Yolsuzluğu ihbar eden veya ortaya çıkaran kişilerin de teşvik maksadıyla
ödüllendirilmesi ve terfi ettirilmesi ahlâkî manada bozulmayı bir nebze olsun
durduracaktır.

KAYNAKLAR
Başbakanlık OPsmanlı Arşivi (BOA)
DH. EUM. 2. Şb, 73-69.
DH. MKT, 2276-94.
DH. SAİD. d, 135-229;
DH. SAİD. d, 166-259.
DH. TMIK. M, 143-13.
İ. DH, 828-66704.
İ. ŞD, 60-34445; 116-6990.
NFS. d, 3700.
ŞD, 571-7; 576-26; 580-12; 2210-30; 2218-29; 2218-31.
Y. PRK. AZJ, 47-45.
Y. PRK. ML, 23-74.
Y. PRK. SGE, 9-124.
158
Kitap ve Makaleler
Akyıldız, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilâtında Reform (1836-1856),
Eren Yayınları, İstanbul 1993.
Bozkurt, Gülnihal, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, TTK, Ankara 2010.
Cevdet Paşa, Tezâkir 1-12, Yay: Cavid Baysun, TTK, Ankara 1991.
Fleischer, Cornell, Tarihçi Mustafa Âli Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, (Çev: Ayla
Ortaç), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996.
Fidan, Serdal, Kamil Şahin, Fikret Çelik, “Osmanlı Modernleşmesinin Temel
Olgularından Biri: Bürokrasi”, Süleyman Demirel Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. XXIII, Mayıs 2011, s. 113-128.
Findley, Carter V, Osmanlı Devletinde Bürokratik Reform Bâbıâli (1789-1922),
(Çev: Latif Boyacı), İzzet Akyol, İz Yayıncılık, İstanbul 1994.
Findley, Carter V, Kalemiyeden Mülkiyeye Osmanlı Memurlarının Toplumsal
Tarihi, (Çev: Gül Çağalı Güven), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996.
Kaynar, Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK, Ankara 2010.
Keleş, Erdoğan, “Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan
Düzenlemeler (1839-1858)”, Tarih Araştırmaları Dergisi, S. XXXVIII,
Ankara, Eylül 2005, s. 259-280.
Koday, Saliha, “İskenderun Limanı”, Türk Coğrafya Dergisi, S. 33, İstanbul 1998,
s. 211-235.
Mumcu, Ahmet, Tarih İçindeki Genel Gelişimiyle Birlikte Osmanlı Devletinde
Rüşvet (Özellikle Adlî Rüşvet), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1985.
Seyitdanlıoğlu, Mehmet, Tanzimat Devrinde Meclis-i Vâlâ (1838-1868), TTK,
Ankara 1999.
Ürkmez, Naim, Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na İskenderun, Atatürk Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 2012.
Ürkmez, Naim, “I. Dünya Savaşı’nda İskenderun’un Stratejik Konumu ve İşgali”,
Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslararası Kongresi, 100. Yılında I. Dünya
Savaşı ve Mirası, c. I, (Ed: Halil Çetin, Lokman Erdemir), İstanbul 2015, s.
331-346.
Wood, Alfred C, Levant Kumpanyası Tarihi, (Çev: Çiğdem Erkal İpek), Doğu Batı
Yayınları, Ankara 2013.
Ziyanak, Elif, 59 Numaralı İskenderun Kadı Sicilinin Transkripsiyonu ve Analizi
(H. 1319-1320/M. 1901-1903), Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep 2012.

159
MİLLİ MÜCADELE’NİN İLK KURŞUNU HATAY- DÖRTYOL’DA ATILDI

Süleyman HATİPOĞLU
Giriş
İlk olarak 1815 Viyana Kongresinde ortaya atılan ve ilerleyen süreçte
dönem dönem farklı anlamlar yüklenen “Şark Meselesi” ile temelde Avrupalılar;
Balkanlar, Anadolu ve Ortadoğu üzerindeki Türk hâkimiyetini ortadan kaldırmayı
amaçlamışlardı. Bir bütün olarak Avrupalılar Hıristiyan âlemini; tek başlarına
Türkler ise İslam âlemini temsil etmekteydi.1 Ancak “Hasta Adam” olarak
adlandırılan Osmanlı Devleti’nin bırakacağı muazzam miras aynı zamanda her biri
sömürgeci ve emperyalist amaçlar peşinde koşan Avrupalı devletleri karşı karşıya
getirmekteydi. Bununla birlikte, daha başka sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan
Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ve Avusturya – Macaristan’ın yanında giren
Osmanlı İmparatorluğu savaştan müttefikleriyle birlikte yenik çıkmıştı. Bu ise
batılıların uzun süre bekledikleri “Osmanlı mirasını paylaşma fırsatı” anlamına
geliyordu. Hatta emperyalist ülkelerin hedefinde Trakya ve Anadolu gibi Türk
nüfusunun yoğun yaşadığı toprakları paylaşmak da vardı.2 Nihayet Birinci Dünya
Savaşı’nda mağlup olan Osmanlı İmparatorluğu’nun neticede 30 Ekim 1918
tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalama durumuna gelmesi ile3 İtilaf
Devletleri’ne bu büyük İmparatorluğu ortadan kaldırma, yani Şark Meselesini
istedikleri şekilde nihayete erdirme fırsatını vermiştir.
Mondros Mütarekesi’nden bir gün sonra, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım
Orduları Grubu Komutanlığı’na tayin edilen Mustafa Kemal Paşa, mütareke
hükümlerini de öğrenince; bunun Osmanlı Devleti’nin hayat ve selametini
koruyacak mana ve mahiyette olmadığını anlamıştır. Bunun üzerine Mustafa Kemal
Paşa, mütarekenamede geçen bazı deyimlerin ve coğrafi isimlerin belirsiz
olduğunu, İngilizlerin kendi menfaatleri doğrultusunda diledikleri gibi tefsir
edebilmek için bu belirsizliği kasten bıraktıklarını, bu nedenle de ifadelerdeki
muğlaklıkların giderilmesi gerektiğini Sadrazam ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet
Paşa’ya bir telgrafla bildirmişti.4 Ancak Mustafa Kemal Paşa, İstanbul hükümeti ile
benzeri yazışmalara bir süre daha devam etse de elle tutulur bir netice alamamıştı.5
İstanbul Hükümeti’nin olaylara karşı kayıtsız tutumu ve işleri akışına
bırakması, İngilizlerin bütün arzularına boyun eğilmesi anlamına gelmekteydi. Bu


Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi,
shatip@mku.edu.tr
1
Bayram Kodaman, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdulhamit’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul
1983, s.7 vd.
2
Süleyman Hatipoğlu, Milli Mücadele ve Anavatana Katılım Sürecinde Hatay, Ankara 2012, s. 11.
3
Mondros Mütarekesi için bkz.: Ali Türkgeldi, Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948.
4
Salih Omurtak vd., “Atatürk”, İslam Ansiklopedisi, c. 1, İstanbul 1978, s. 729.
5
Mustafa Kemal Paşa’nın bu yazışmaları için bkz., Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, c.
1, Ankara, 1995.
160
durum ise memlekette yer yer bir takım teşekküllerin oluşmasına yol açmıştı.
Mustafa Kemal Paşa 6 Kasım 1918 günü Adana’da sınıf, silah ve ideal arkadaşı Ali
Fuat Paşa (Cebesoy) ile buluşmuş ve bu görüşmede Ali Fuat Paşa’ya: “Artık
milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi,
bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber
yardım etmemiz lazımdır” 6 demiştir. Ardından onun da aynı fikirde olup olmadığını
sormuş ve “Aramızda tam bir mutabakat var Paşam” cevabını almıştır. Böylece bu
münazaradan “milli mukavemet” fikrinin ilk kez ortaya atıldığı anlaşılmaktadır.7
Gerçekten artık iş Türk Milletine kalmıştı. Zaten Mondros Mütarekesi’nden sonra
Türk Milleti’nin kaderi İtilaf Devletleri’nin insafına bırakılmıştı. İşte bu durum
karşısında halk, devletten beklediğini bulamamış canını, namusunu ve malını
korumak için savunma durumuna geçmiş küçük gruplar halinde milis kuvvetleri
meydana getirerek dağınık bir şekilde Milli Direnişi başlatmıştır.8
Diğer taraftan 1918 yılının Ekim ayı sonunda Halep’i işgal eden İngiliz
kuvvetleri komutanı General Allenby ve Fransız askeri yetkilileri, Mondros
Mütarekesi’nin hemen sonrasında, müşterek bir harekâtla İskenderun Limanı’nın
işgaline karar verdiler. Bu sırada bir İngiliz birliği Halep’ten Antakya’ya gelmiş,
ancak birkaç gün sonra geri çekilmişti. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından 4
gün sonra, yani 3 Kasım 1918 tarihinde İskenderun Limanı açıklarına gelen bir
Fransız mayın tarama gemisi, liman girişindeki mayınları temizleyerek çekilip
gitmişti. Bundan sonra Fransa, İskenderun Limanı’ndan faydalanmak için Osmanlı
Hükümeti’nden izin istedi. İstenilen izin gelmeden 9 Kasım 1918’de İngilizler; 10
Kasım 1918’de de Fransızlar İskenderun’a asker çıkardılar. “Coutelas” adlı Fransız
savaş gemisinden çıkan ilk Fransız garnizonu İskenderun’a girdi.9 Bu olaydan
hemen sonra, Fransız işgal makamları kendilerine mukavemet eden İskenderun
kaymakamını aynı gün Payas’a sürgün ettiler. Bu ilk kuvvetleri, 14 Kasım 1918
tarihinde asıl Fransız işgal kuvvetleri izledi. Fransızlar İskenderun’u işgal ettikten
birkaç gün sonra bir bildiri yayınlayarak; “İskenderun’dan Halep’e uzanan yolun
İtilaf Devletleri’nin işgali altına girdiğini” duyurdular.10 Artık bundan sonra
Fransızlar İskenderun Limanı’ndan devamlı bir şekilde asker çıkararak, Adana ve
Halep dolaylarına sevk etmeye başladılar. Fransızların bu kuvvetleri arkasında,
gönüllü Ermeni birlikleri de bulunmaktaydı.11

6
A. Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, c. 1, Vatan Neşriyat, İstanbul, 1953, s. 29, Nejat Göyünç,
“Milli Mücadele’de Sivil ve Askeri İdare İlişkileri”, İkinci Askeri Tarih Semineri Bildiriler, Ankara 1985, s.
216.
7
Cebesoy Milli Mücadele Hatıraları, s. 29; Süleyman Hatipoğlu, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa
Kemal Paşa, İstanbul 2009, s.7.
8
Süleyman Hatipoğlu, “Milli Mücadele’de Dörtyol ve İlk Kurşun”, Sosyal Bilimlerde Araştırma, c. 1, S. 5,
Mart 1992, Ankara 1992, s. 8.
9
Kadir Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, Hatay 1991, s.19; Erol Seyfeli, “Milli Mücadele’nin İlk Kurşunu”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XII, s. 35, Temmuz 1996, Ankara 1996, s. 399.
10
Anonim, “Hatay”, Yurt Ansiklopedisi, c. 5, İstanbul 1982, s. 3403.
11
Ahmet Cevdet Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, Adana 1969, s. 258; Aslan, Milli
Mücadelede Dörtyol, s.19 vd.
161
1. Dörtyol’un Fransız ve Ermeniler Tarafından İşgal Edilmesi
Adana Vilayeti’ne bağlı bir kaza merkezi olan Dörtyol, Fransız ve
Ermeniler tarafından 11 Aralık 1918 tarihinde işgal edildi. O günlerde Hassa’nın da
işgal edilmesi ile birlikte, Hatay yöresinde Fransızlar tarafından işgal edilmemiş
kasaba kalmamıştı. Ayrıca Fransızlar Dörtyol’u işgal ederken 400 Ermeni’den
oluşan bir Fransız taburundan da faydalanmışlardı.12
Birinci Dünya Savaşı sırasında Tehcir Yasası ile Dörtyol’dan Suriye’ye
çok sayıda Ermeni göç ettirilmişti. Savaşın Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlubiyeti
ile sonuçlanmasından hemen sonra, Fransızlar bu göç ettirilmiş Ermenileri yeniden
Dörtyol’a yerleştirdiler. Kısa bir müddet sonra Dörtyol’daki Ermenilerin nüfusu
12.000 kişiyi aşmıştı. Dörtyol’a yerleşen Ermeniler, Türk nüfusu yıldırmak
amacıyla Fransız işgal kuvvetlerinin de yardımıyla Dörtyol köylerinde yoğun bir
şekilde terör başlattılar.13 İşte bu durum, güneyde Fransız-Ermeni işbirliği neticesi
olarak ortaya çıkmış ve böylece Ermeni mezalimi şiddetini artırarak devam etmiştir.
Bunun sonucunda da yöre ahalisi ile Fransızlar/Ermeniler arasında amansız bir
mücadele başlamıştır.14
Hatay ve Adana’nın Fransızların eline geçmesini müteakip Ermenilerin
buralara hâkim olmak maksadıyla tedhiş faaliyetine başladıkları görülmektedir.
Adana havalisini “Büyük Kilikya”; Hatay mıntıkası da “Küçük Kilikya” addederek
buralara yerleşmek isteyen Ermeniler her şeyden evvel bu iki mıntıka arasındaki
yollar ve geçitler üzerinde bulunan Dörtyol ve Payas kasabalarında vaziyete hâkim
olmak istiyorlardı. Bu amaç doğrultusunda Dörtyol ve Payas’ta Türk-Ermeni
mücadelesi başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda Dörtyol ve Payas’tan epey Ermeni
tehcir edilmişti. Fransız işgalini müteakip Ermeniler eski yerlerine geri
dönmüşlerdi. Böylece Dörtyol sakinlerinin çoğunluğunu Ermeniler oluşturmuştu15.
Türklerle Ermeniler arasındaki münasebetler, Fransızların Ermenileri
müdafaa etmesiyle eski husumetleri depreştirmiş bu ise dostça yaşamayı
imkânsızlaştırmıştı. Öyle ki, henüz Ermenilerin Dörtyol havalisine geldikleri ilk
günden itibaren bazı olaylar meydana gelmişti. Ermeniler şehre inen Türk
köylüsünün hayvanını; “-Bu bizimdir” diyerek gasp etmeye ve bahane olarak da
tehcir esnasında müsadere edilmiş Ermeni malı olduğunu ileri sürmekteydiler. Her
gece sokaklarda olay çıkarıyorlar ve bazı zengin Türk evlerini basıyorlardı. Olaydan
sonra mağdur olan Türklerin, Fransız idarecilerine yapmış oldukları şikâyetlerden
bir sonuç çıkmıyordu. Fransızların Dörtyol’a gönderdikleri işgal kuvvetlerinin
büyük bir kısmı “Ermeni İntikam Müfrezesi”nden ibaretti. Ermenilerin bu

12
Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 158; Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, s. 29 vd.
13
Adana Bölgesi, Dörtyol ve Cebelibereket’in işgali sırasında çıkan olaylarla ilgili olarak bkz. ATASE, Kls.
241, Dos.27-8, F.56-4; Fransa’nın Çukurova’yı işgali sırasında bu bölgeye yerleştirdikleri Ermenilerin sayıları
için bkz. Süleyman Hatipoğlu, Orta Toros Geçitleri’nde Türk-Fransız Mücadelesi (1915-1921), Antakya
1999, s. 53, ayrıca bu hususta bkz., E. Bremond, La Cilicie 1919-1920, Paris 1921, s.11-12.
14
Süleyman Hatipoğlu, “Fransız İşgali sırasında Çukurova’da Ermeni Mezalimi (1918-1922)’-II”, Türk
Yurdu, Ocak-1988, Ankara 1988, s.40.
15
Ahmet Faik Türkmen, Hatay Tarihi, 4, İstanbul 1939, s. 945.
162
tutumundan rahatsız olan Türkler dağlara kaçarak ve bir kısmı da Payas civarındaki
Özerli Köyü’nde toplanarak, Ermenilerle mücadeleye karar verdiler.16
Türk-Ermeni mücadelesinin başlamasından sonra Fransa bölgedeki
politikasını iki temele dayandırmıştı: İşgal sırasında, Ermenilere askeri harekâtta
yer verilmesi ve yörenin idari yönden Ermenileştirilmesi.17 Bunun bir gereği olarak,
bölgede Fransız-Ermeni işbirliği ve bunun tabii neticesi olarak da Ermeni terörünün
ortaya çıktığı görülmektedir.
İtilaf Devletlerinin Ermenilere müstakil bir devlet kurmayı vaad etmeleri
ise başka bir husustu. Fransızlar, Çukurova’da kurulacak tampon bir Ermeni Devleti
ile Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahalesini önleyecek, bu ise Suriye’deki
Fransız hâkimiyetine bir güvence teşkil edecekti.18 Bu konuda Mustafa Kemal Paşa,
Nutuk’ta meseleye şöyle bir açıklık getirmektedir: “… Halen ecnebi taht-ı işgalinde
bulunan manatıktan, Kilikya’yı Arabistan ile Türkiye arasında bir ‘etap tampon’
vücuda getirmek maksadıyla ana vatandan ayırmak arzusunda bulunduğu mevzu
bahis edildi. Anadolu’nun en koyu Türk muhiti ve en mahsuldar ve en zengin
mıntıkası olan bu kıtanın hiç bir suretle ayrılmasına muvafakat edilmeyeceği…”19
Mustafa Kemal Paşa’nın bu açıklaması durumun vahametini ortaya koyuyordu.
Buna göre Fransa, kendi denetiminde bölgede iki Müslüman toplum arasında bir
Hristiyan devlet oluşturmak isteğindeydi. Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasının
özeti denilebilecek bu husus, bölgesel Türk direnişini zorunlu kılmıştır.20 Böylece
Fransızlar Çukurova üzerindeki emellerini gerçekleştirmek üzere daha önce bölgeye
sevk ettikleri Ermeniler vasıtasıyla, bilhassa Dörtyol civarındaki köylere bir dizi
baskınlar yaparak, yağmalamaya başlamışlardı. Bu olayları müteakiben Dörtyol’un
hemen güneyinde bulunan Özerli Köyü’ne Ermeniler ile Fransızlar yeni bir saldırı
yaparak halka zulüm ve işkence yapmaya devam etmişlerdi. Örneğin; Özerli Köyü
İhtiyar Heyeti’nden Muhtar Şeyh Musazâde Mehmet Ağa ile Abdülkadir Ağazâde
Yusuf Ağa’yı ellerini bağlayarak Fransız işgal komutanının kapısı önünde
süngüleyerek şehit etmişlerdi.21 Ermeniler bununla da yetinmeyerek; Özerli
Köyü’nde Türklere ait olan hayvanlara da el koymak istemişlerdi. Bu haksızlıklara
daha fazla tahammül edemeyen Ömer Hoca’nın oğlu Kara Mehmet, Ermenilerle
yaptığı kavgada ikisini vurmuştu. Kara Mehmet bu hadiseden hemen sonra
Karakese Köyü’ne kaçarak kurtulmuştu.22

16
Türkmen, Hatay Tarihi, s. 945-946.
17
Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara 1975, s. 122,123.
18
Süleyman Hatipoğlu, Fransa’nın Çukurova’yı İşgali ve Pozantı Kongresi, Ankara 1989, s. 30.
19
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 1, İstanbul, 1982, s. 244.
20
Süleyman Hatipoğlu, Türk-Fransız Mücadelesi (Orta Toros Geçitleri, 1915-1921), Ankara 2001, s. 41.
21
Kamil Erdeha, Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, İstanbul 1975, s. 305, 306; Çamurdan, Kurtuluş
Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s.158; ATASE, Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, 4, Ankara, 1966, s. 55,
56; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3, İstanbul 1986, s. 1267.
22
Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, s. 24 vd.
163
2. Dörtyol’da İlk Kurşun ve İlk Milli Direniş
Özerli Köyünde cereyan eden hadise üzerine Ermeniler, Fransız askerlerine
bu olayı ihbar etmişlerdi. Bundan sonra kalabalık bir müfreze ile Özerli Köyü’ne
masum ve savunmasız Özerli halkına acımasızca saldırılmıştır. Karakese Köyü’ne
de aynı şekilde ve aynı amaçla bir baskın yapmışlardı. Bu durum karşısında yöre
ahalisi kendilerini müdafaa etmek üzere Dörtyol’a giden bütün yollara taştan
engeller yaparak barikatlar oluşturmuşlar ve Fransızlara karsı koymuşlardır. 19
Aralık 1918 günü meydana gelen bu direnme esnasında ilk kurşunu, Ömer Hocanın
oğlu Kara Mehmet patlatarak, ateş emrini vermiştir.23 Böylece Türk Milli
Mücadelesi’nin ilk kurşunu atılmış oldu. 19 Aralık 1918 tarihinde gerçekleşen bu
çarpışma, Dörtyol civarında ve hatta bütün Türkiye’de müstevli düşmanlara karşı
ilk mukavemet ve ilk patlatılan silah olmuştur.24 Bu tarihi hakikat, Dörtyollulara
tarihleriyle övünme kıvancını bahşetmiştir. Zalim ve kahir düşman karşısında
gösterilen bu hareket, cesaret ve şecaatin ve vatanperverliğin şaheseridir.25 Yapılan
bu çarpışma Türk Milletinin mütecaviz düşmana karşı ilk direnişidir..26
Fransızlar beklenmeyen bu Türk mukavemeti karşısında hayal kırıklığına
uğramışlardı. Bu çarpışmada on beş Fransız askeri öldürülmüştü. Bunun üzerine
Fransız kuvvetleri takviye aldıktan sonra tekrar saldırmak amacıyla Dörtyol’a
dönmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bu çarpışmalardan sonra Dörtyol’a gelen
Fransız askerleri jandarma komutanı Teğmen Hasan’ı da sebepsiz ve suçsuz yere
ağır bir şekilde yaralamışlardı.27 Bundan sonra Dörtyol’un köylerinden çok sayıda
genç dağlara çekilmeye başlamıştı.
Fransız askeri Dörtyol civarında Çaylı Köyü sakinlerinden Osman oğlu
Mustafa adında bir Türk gencini “Kurtkulağı” mevkiinde şehit etmişlerdi.28 Buna
benzer hadiselerin devam etmesi, yöredeki Türk halkını direnişe sevk etmiştir.
Halk, canını ve namusunu korumak için elindeki paraları silaha yatırmaya
başlamıştı. Hatta mallarını dahi satarak silah almaya başlamışlardı.29

23
Kadir Aslan’ın dilekçe ile başvurusu üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın 29 Ocak 1992 tarihli cevabi
yazısında bu durum doğrulanmaktadır. Bu konuda bkz., ekteki belgeye; Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, s.
25; Hatipoğlu, “Milli Mücadele’de Dörtyol ve İlk Kurşun”, s. 9; Kemal Çelik, “Milli Mücadele’de İlk Kurşun
ve Dörtyol’un Düşman İşgalinden Kurtuluşu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XIV/41, Temmuz 1998, s.
48.3
24
Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. 1, Ankara 1977, s. 220’de bu olay, Türk milletinin,
saldıran düşmana karşı ilk direnmesi olarak kaydedilmiştir; Erdeha Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, s.
305,306; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 87-158; ATASE, Türk İstiklal Harbi, 4, s.
55, 56; Göyünç, Atatürk ve Milli Mücadele, s. 39, 40’da “Çukurova’da Fransız işgali 17 Aralık 1918’de
Mersin Limanına Fransız birliklerinin çıkartılarak Tarsus, Adana, Ceyhan, Misis, ve Toprakkale’yi ele
geçirmeleri ile başlar, Fransız birlikleri içerisinde Ermeniler de vardır. İki gün sonra, yani 19 Aralık 1918’de
Dörtyol’da Fransız birlikleri ile milli kuvvetler arasındaki ilk çatışma meydana gelir. 15 Fransız askeri
öldürülür. 21 Aralık 1918’de Yarbay Romieu yönetimindeki bir birliği ikindi vakti Adana’yı işgal eder. Bu
birlik içerisinde de Ermeniler vardır…” diyerek konuya açıklık getirmektedir.
25
Hatipoğlu, “Milli Mücadele’de Dörtyol ve İlk Kurşun”, s. 9.
26
Süleyman Hatipoğlu, Milli Mücadele ve Anavatana Katılım Sürecinde Hatay, Ankara 2012, s. 17, 18.
27
Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s.159; Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye
Cumhuriyeti Tarihi Kronoloji (1918-1938), Ankara 1983, s. 13.
28
Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 159.
29
Hatipoğlu, Fransa’nın Çukurova’yı İşgali ve Pozantı Kongresi, s.18.
164
Kurtkulağı’nda şehit edilen Mustafa’nın kardeşi Kara Hasan adındaki bir Türk
delikanlısı da, Fransızlardan kardeşinin intikamını almak gayesiyle Kuzuculu
Köyü’nde teşkilatlanmaya ve milli direnişe hazırlanmaya başlamıştı. Bu hazırlık
üzerine yöredeki gençler, hayvan ve mallarını satıp, tedarik edebildiği ölçüde para
ile bir mavzer tüfeği satın alarak Kara Hasan’ın kurduğu milli kuvvetlere katılmıştı.
Sonuçta; bu bölgede büyük ve kuvvetli bir milli teşkilat meydana gelmiş ve bu
teşkilata bağlı milli kuvvetlerin mevcudu kısa zamanda 300 kişiye ulaşmıştı.30
Böylece fedakâr Türk gençlerinin meydana getirdiği bu milli kuvvetlere, Dörtyol
halkı kucak açarak, maddi ve manevi her türlü desteği vermişlerdi.31 Dörtyol ve
havalisinde yaşanan bu milli direniş hadiseleri, Yunanlıların İzmir’i işgalinden daha
önce başlamış ve Türklerin emperyalizme karşı başlattıkları Milli Mücadele
hareketinde “ilk kurşun” tanımlamasına mazhar olmuştur.
Kara Hasan kuvvetlerinin direnmesinden rahatsız olan Fransız ve İngiliz
kuvvetleri, bu milli kuvvetleri ortadan kaldırmak amacıyla 5 Eylül 1919’da harekete
geçtiler. Müttefik kuvvetleri iki tabur piyade, bir sahra ve bir dağ bataryasından
meydan gelen kuvvetli bir müfrezeyle Karakese Köyü üzerinden ve Ziyaret
Tepesi’nden başlayarak Nur Dağı’nı tarama hareketine girişmişlerdi. Kara Hasan ve
arkadaşları ise Dörtyol’un güneydoğusunda 1.115 rakımlı “Gürlevik Mevkii”nde
savunma için konuşlanmıştı.32 İngiliz-Fransız birlikleri topçularını mevzilere
sokarak Gürlevik Tepesi’ni ateş altına almış ve piyadeleri de, bu ateşin ve makineli
tüfek ateşlerinin desteği altında ilerlemeye başlamıştı. Müttefik güçleri bu ilerleme
anında milli kuvvetlere 300 metre kadar yaklaştıkları bir sırada ateşle
karşılaşmışlardı. Türk millî kuvvetlerinin başlattıkları bu ateş karşısında;
müttefikler akşama kadar saldırısına devam etmek istemişse de başarılı olamamış
ve oldukça zayiat vererek birliklerini akşama doğru Dörtyol’a çekmek
mecburiyetinde kalmıştı.33 Bundan sonra da Kara Hasan müfrezesi Fransız
kuvvetlerine rast geldiği yerde taarruza ve tecavüze başlamıştı.34 Kara Hasan
müfrezesi sırasıyla; 8 Şubat 1920’de Kırıkhan’dan geçen bir tabura baskın yapmıştı,
6 Mart 1920 tarihinde Akbez’deki Fransız kuvvetlerini püskürtmüştü, 7 Mayıs
1920’de Payas’da bir treni raydan çıkarmıştı, 28 Mayıs 1920’de ise Erzin üzerine
baskın yaparak Fransızları perişan etmişti.35
Bu büyük başarılarında dolayı milis komutanı Kara Hasan’a bölge halkı
“Paşa” unvanını vermişti. Bundan itibaren de bu kahraman Türk gencini bütün

30
Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983, s. 258’de bu sayının 400 kişiye kadar çıktığını
belirtmektedir; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 159; ATASE, Türk İstiklal Harbi, 4,
s. 55, 56; Erdeha, Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, s. 305, 306; Çelik, Milli Mücadele’de İlk
Kurşun…, s. 483
31
Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 159.
32
F. Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 258; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 159;
Hatipoğlu, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, s. 100.
33
ATASE, Türk İstiklal Harbi, 4, s. 148; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 159.
34
Hulki Saral-Tosun Saral, Vatan Nasıl Kurtuldu, Ankara 1970, s. 27; Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 258,
259; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s. 87.
35
Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 258; Hatipoğlu, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, s.
101.
165
bölge halkı “Kara Hasan Paşa” diye anmaya başlamıştı.36 Kara Hasan Paşa az
zamanda artan kuvvetiyle müstevlileri beklemedikleri yerlerinden şiddetli bir
şekilde vurmaya başlamıştı. Bir kurmay zabiti gibi, ölçülü, tedbirli hareketi ile
Fransız kuvvetlerinin en zayıf noktalarına hücum ederek; zamanla ele avuca
sığmayan bir kuvvet haline gelmişti. Böylece bölge halkının hamisi olan Hasan’ın
korkusundan Fransızlar köylere zulüm yapmak şöyle dursun, kendi evlerinde bile
rahat ve huzur içinde duramamışlardı.37
1921 yılına gelindiğinde, Kuva-yı Milliye’nin Doğu Akdeniz
Bölgesi’ndeki kahramanca direnişi Fransızların buradaki ümitlerini bitirmişti.
Bunun sebebini şöyle özetlemek mümkündür:38 Fransızlar verimli Çukurova
topraklarından faydalanmak ve Güney Anadolu’daki madenleri işletmek imkânını
bulamamışlardı. Yöredeki Türk halkı, Fransız işgal yönetimini istemediklerini belli
etmişler, yaptıkları çete savaşlarıyla Fransızları zor durumda bırakmışlardı. Ayrıca
Bölgedeki Fransız ordusunu beslemek, Fransa bütçesine ağır yükler getirmişti.
Bundan dolayı Fransız Parlamentosu’nda şiddetli tenkitler yapılmakta idi. Kısacası,
Fransızların Doğu Akdeniz bölgesinde kalması onlara ekonomik olarak çok
pahalıya mal oluyordu.39 Bu durum üzerine Fransa Hükümeti tarafından Ankara’ya
gönderilen Franklin-Bouillon ile 9 Haziran 1921’de yani Sakarya Meydan
Muharebesinden önce, anlaşmaya varmak için hazırlık konuşmaları yapılmıştı. 13
Haziran’da bu temaslar resmi şekil almıştı. Fakat anlaşmaya ancak Sakarya
Zaferi’nden sonra varılabilmişti. Böylece 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara
İtilafnamesi adıyla bir anlaşma imzalanmıştı.40
Sonuç
Ankara İtilafnamesi’nden hemen sonra, Fransa ile Türkiye’nin anlaştıkları
ve Çukurova’nın Türklerde kalacağı haberi hızlı bir şekilde bölgede yayılmıştı.
Böylelikle, Fransızlarla müşterek hareket eden Ermeniler telaşa kapılmışlardı.
Bunun üzerine Ermenilere, Ankara Hükümeti tarafından garanti verilmesine
rağmen; yaptıklarının hesabı sorulur endişesi ile bölgeyi Fransızlardan önce tahliye
etmişlerdir. İşte bu kaçış esnasında Adana ve Mersin civarında olduğu gibi, Dörtyol
yöresinde de 7.000 kadar Ermeni’nin bölgeyi terk ettiği tespit edilmiştir.41

36
Damar Arıkoğlu, Hatıraları, Milli Mücadele, Çukurova’da Fransız İşgali ve Kanlı Savaşlar, İstanbul 1961,
s. 126-127; Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, s. 258; Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, s.
159; Erdeha, Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, s.305-306; ATASE, Türk İstiklal Harbi, c. 4, s. 55, 56.
37
Arıkoğlu, Hatıraları, Milli Mücadele..., s.126-127’de “Bu sıralar bir ihtiyar halkı başına topluyor ve
Hasan’ı yanına çağırarak; ‘Ey ümmeti Müslüman duydum duymadım demeyin, aslan oğlumuz Hasan’a söz
söylerken ve adını çağırırken bundan sonra paşa diyeceksiniz, ben bu ünvanı Hasan’a veriyorum’ der ve
köylü Hasan’ın adı bundan sonra da paşa olur. Bu kahraman, anlaşma yapılıncaya kadar mücadelesine
devam etmiştir. Anlaşmadan sonra da eski haline dönmüş ve bu hizmetinden dolayı da hiçbir karşılık
beklememiş ve istememiştir. Yani kendini küçültecek şeylerden uzak durmuştur. Bundan dolayı Mustafa Kemal
bu civarda yaptığı bir seyahat esnasında Hasan’a iltifat etmiştir” şeklinde yazarak bu konuya açıklık
getirmiştir.
38
Hatipoğlu, Orta Toros Geçitlerinde Türk-Fransız Mücadelesi, s. 138.
39
Hatipoğlu, Milli Mücadele ve Anavatana Katılım Sürecinde Hatay, s. 49.
40
Hatipoğlu Milli Mücadele ve Anavatana Katılım Sürecinde Hatay, s.165
41
Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, s. 106.
166
Fransız ve Ermenilerin tahliye ettikleri yerleşim merkezlerine, Türk
kuvvetleri büyük sevgi gösterileriyle girmişlerdir. Yani Antep, Mersin, Tarsus ve
Adana dolayları Fransızlar tarafından tahliye edilmişti. Bundan hemen sonra, 8
Ocak 1922 günü Erzin ve 9 Ocak 1922 tarihinde de Dörtyol, Fransız askeri
birliklerinin tahliyesiyle düşman işgalinden kurtulmuştu.42 Ayrıca Ankara
İtilafnamesi’ne göre Türkiye’nin güneydoğu sınırı, Payas’ın hemen güneyinden
başlayarak Meydan-ı Ekbez’e uzanıyor; oradan güneydoğuya yönelerek Kilis’i de
içine alıyor ve Çobanbey İstasyonu’nda demiryoluna ulaşıyordu. Bundan sonra
Bağdat Demiryolunu izleyerek Nusaybin’e kadar Türk topraklarında kalacaktı.
Nusaybin ile Cezire-i İbn Ömer arasındaki eski yol Türklerde kalarak Dicle’ye
varacaktı. Daha güneyde kalan bölgeler ise Fransız mandası altındaki Suriye’ye
bırakılıyordu.43
Eldeki bütün bu veriler ışığında söylenebilir ki; Hatay-Dörtyol yöresinde
düşmana karşı başlayan ilk direniş, gün geçtikçe bütün vatan sathına yayılmış, çığ
gibi büyüyerek Milli Mücadele şeklini almış ve düzenli ordu birliklerine dönüşerek,
9 Eylül 1922 günü düşmanın denize dökülmesiyle büyük bir başarıya ulaşmıştır.
Şurası da bilinmelidir ki; kutsal vatan topraklarının işgali sırasında ilk milli
direnişler Çukurova yöresinde başlamış ve ilk kurşun da bilinenin aksine İzmir’de
değil Dörtyol’da atılmıştır. Bu açıdan, doğruluğu belgelerle ispatlanmış olan bu
bilginin, ilim camiası tarafından da kabul edilerek konunun gelecek nesillere doğru
bir şekilde aktarılması en önemli vazifelerimizdendir.

KAYNAKLAR
Arşivler
ATASE Arşivi: Kls.241, Dos.27-8, F.56-4
Kadir Aslan Özel Arşivi: Kadir Aslan’ın dilekçe ile başvurusu üzerine; T.C
Genelkurmay Başkanlığı 29 Ocak 1992 tarihli Hatay Valiliğine Gönderilen yazılı metin.
Kitap ve Makaleler
Akyüz, Yahya, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara 1975.
Anonim, “Hatay”, Yurt Ansiklopedisi, c. 5, İstanbul 1982.
Arıkoğlu, Damar, Hatıraları, Milli Mücadele, Çukurova’da Fransız İşgali ve Kanlı
Savaşlar, İstanbul 1961.
Aslan, Kadir, Milli Mücadelede Dörtyol, Hatay 1991.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, c. 1, İstanbul 1982.
Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, c. 3, İstanbul 1986.

42
Aslan, Milli Mücadelede Dörtyol, s. 106.
43
Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, c. I, İzmir 1984, s. 21.
167
Aybars, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, c. I, İzmir 1984.
Belen, Fahri, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983.
Bremond, E., La Cilicie 1919-1920, Paris 1921.
Cebesoy, A. Fuat, Milli Mücadele Hatıraları, c. 1, İstanbul 1953,
Çamurdan, Ahmet Cevdet, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, Adana 1969.
Çelik, Kemal, “Milli Mücadele’de İlk Kurşun ve Dörtyol’un Düşman İşgalinden
Kurtuluşu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XIV, S. 41, Temmuz 1998,
Ankara 1998.
Erdeha, Kamil, Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, İstanbul 1975.
Göyünç Nejat, Atatürk ve Milli Mücadele, İstanbul 1984.
_______________, “Milli Mücadele’de Sivil ve Askeri İdare İlişkileri”, İkinci Askeri
Tarih Semineri Bildiriler, Ankara.
Hatipoğlu Süleyman, Fransa’nın Çukurova’yı İşgali ve Pozantı Kongresi, Ankara 1989.
___________, “Fransız İşgali sırasında Çukurova’da Ermeni Mezalimi (1918-1922)”,
Türk Yurdu, Ocak 1988, Ankara 1988.
___________, “Milli Mücadele’de Dörtyol ve İlk Kurşun”, Sosyal Bilimlerde
Araştırma, c. 1, S. 5, Mart 1992, Ankara 1992.
___________, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, İstanbul 2009.
___________, Milli Mücadele ve Anavatana Katılım Sürecinde Hatay, Ankara 2012.
___________, Orta Toros Geçitlerinde Türk-Fransız Mücadelesi (1915-1921), Antakya
1999.
___________, Türk-Fransız Mücadelesi (Orta Toros Geçitleri, 1915-1921), Ankara
2001.
Kocatürk, Utkan, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronoloji (1918-1938), Ankara
1983.
Kodaman, Bayram, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdulhamit’in Doğu Anadolu
Politikası, İstanbul 1983.
Omurtak, Salih, Yücel Hasan Ali, vd., “Atatürk”, İslam Ansiklopedisi, c. 1, İstanbul
1978.
Saral- Hulki, Tosun, Vatan Nasıl Kurtuldu, Ankara 1970.
Seyfeli, Erol, “Milli Mücadele’nin İlk Kurşunu”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.
XII, S. 35, Temmuz 1996, Ankara 1996.
Tansel, Selahattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. 1, Ankara 1977.
Türkgeldi, Ali, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948.
Türkmen, Ahmet Faik, Hatay Tarihi, c. 1, İstanbul 1939.
168
EKLER

Ek-1: Genelkurmay Başkanlığı’ndan Kadir Aslan’a “İlk Kurşunun Dörtyol’da


Atıldığına Dair” Cevabî Yazı (Kaynak: Kadir Aslan Özel Arşivi)

169
170
171
172
Ek-2: Milli Mücadele’nin Dörtyol’da Atıldığına Dair İlhami Bebek’in Bilirkişi
Raporu (Kaynak: Kadir Aslan Özel Arşivi)

173
HATAY KURTULUŞ MÜZESİ
Şemsettin ÇELİK*

Giriş
Müze fikri pek eskilere dayanır. Eski çağlarda insanın din, muhafazakârlık
ve ecdada saygı gibi vasıfları sayesinde nesilden nesile geçen birikmiş eserler,
zaman içerisinde bilinçli olarak korunma ve biriktirilmeyi de beraberinde
getirmiştir. Bugünkü manaya yakın esaslar içinde oluşturulan ilk müzeler “güzel
sanatlar”a ayrılmıştı. Bu anlamda bilinen en eski müze örneği eski Yunanlıların,
Atina Akropolünde yaptıkları Pinacotheque(Resim Müzesi)dir. İkinci örneği M.Ö
üçüncü yüzyılın ortalarına doğru Mısır’da Lagides hanedanı tarafından
İskenderiye’de kurulan müze olup üçüncü örneği de yine aynı tarihlerde
Bergama’da kurulan müze teşkil eder.1 Ülkemizde ise, Osmanlı döneminde ilk
olarak Sultan Abdülmecid zamanında, 1846’da ortaya çıkmış ve Osman Hamdi
Bey’in kişisel çabalarıyla ilerleme kaydetmiş2 ve Atatürk’ün akılcı politikalarıyla
çağdaş bir seviyeye ulaşmıştır.3
Toplumun tarihi ve kültürel geçmişini yansıtan, geleceği şekillendirecek
unsurları araştıran, toplayan, koruyan, sergileyen, belgeleyen, yaşatan ve hatta
yönlendiren fonksiyonuyla müze, geçmişle gelecek arasında bağ kurmamızı
sağlayan bir işlev üstlenmiştir.4 Müzeler, toplumun yetişmesi, insanlığın birbirinden
haber alması için büyük aracı olarak da değer taşımaktadır. Bu bakımdan millet
şuuru oluşturulmasında da müzenin rolü büyüktür. Remzi Oğuz Arık’ın deyimiyle
müze; “kendi kendini bilme”nin hazinesidir.5
İşte bundan dolayı cumhuriyetin ilk yıllarında devlet, gerek Anıtları
Koruma Kurulu ve Türk Tarih Kurumu’nu kurarak gerekse Cumhuriyet Halk
Partisi’nin orijinal kültür kuruluşları olan Halkevleri bünyesinde Müze, Tarih ve
Folklor kolunu meydana getirerek, yukarda bahsi geçen sorumluluğunu yerine
getirmeye çalışmıştır. Bu kolun uğraştığı konular, aslında devletin gerçekleştirmeyi
üzerine aldığı konulardır. O halde devletin yanı sıra Halkevlerinin aynı konuda
çalışmasının sebebi nedir? Bunun sebebi Cumhuriyet Halk Partisi’nin
programlarında şöyle açıklanmıştır:6
“Müzelerimizi zenginleştirecek kıymette tarihi eserlerin
toplanmasına ve bu maksatla kazılar yapılmasına ehemmiyet

*
Yrd. Doç. Dr., Bayburt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
1
Remzi Oğuz Arık, Halkevlerinde Müze, Tarih ve Folklor Çalışmaları Kılavuzu, CHP Halkevleri
Yayımlarından Kılavuz Kitapları XXI, Ankara 1947, s. 57-58.
2
Erdem Yücel, Türkiye’de Müzecilik, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999, s. 7-10.
3
Vedat Keleş, “Modern Müzecilik ve Türk Müzeciliği”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, Erzurum 2003, c. 2, S. 1-2, s. 4-5.
4
Alev Önder, Oya Abacı, Işık Kamaraj, “Müzelerin Eğitim Amaçlı Kullanımı Projesi: İstanbul Arkeoloji
Müzesi’ndeki Marmara Örneklemi”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Denizli 2009, Sayı (1)
25, s. 104.
5
Arık, Halkevlerinde Müze…, s. 60-62.
6
Arık, Halkevlerinde Müze…, s. 112.
174
verilecek, umumiyetle eski eserlerin tasnifine, muhafazalarına itina
olunacaktır.”
“Halkevlerimizin tarih ve müze kolları, milli kültürümüzün ve halk
terbiyesinin çok önemli cephesi üzerinde çalışmaktadırlar.”
“Partimizin programında tarih ve medeniyetimizi öğrenme yolu ile
memleketin kabiliyet ve kudretini, özüne güvenme duygusunu
sağlamaya, bu arada tarihi eserlerin toplanmasına, eski eserlerin
tasnifine ve korunmalarına önem verileceği bildirilmiştir.
Halkevlerimizin tarih ve müze kolları bu maksadın gerçekleştirilmesi
uğrunda çalışmalara, geniş halk topluluklarında bu bilincin
uyandırılması yolu ile katılmaktadırlar.”
Bunun yanı sıra Halkevlerinin bütün yurtta kurulmuş olması ve gittikçe
daha da yayılması, bu görevin milletin varlığına dayanan Halkevlerine de
verilmesine sebep teşkil etmiştir.
Halkevlerinin Tarih ve müze kolları, mahalli ve milli tarihle genel tarih
konuları üzerinde yazılar, konferanslar, sergiler aracılığıyla halk kitlelerine bilgiler
vererek, mahalli tarih hakkında yapılan araştırma ve incelemeleri ve ele geçen
bilgileri yayınlayarak, bölgelerindeki eski eserlerin korunmasına yardım ederek bu
amaca ulaşmaya çalışmışlardır.
Bu çerçevede tarih ve müze kolları, çevrelerinde etnografya bakımından
değeri olan maddi eserleri, halkı teberrulara teşvik ve satın almak yoluyla toplamak,
bunların düzgün kayıtlarını tutmak ve toplanan mahalli özelliklere sahip eşya ile
birçok Halkevinde folklor ve etnografya müzelerinin çekirdekleri oluşturulmuştur.
1944 yılında bütün Türkiye’de faaliyette olan 405 Halkevinin ancak 90
tanesinde tarih ve müze kolu mevcuttu.7 Hatay’da ise 1942 sonu 1943 yılı
başlarında Antakya Halkevinin sahip olduğu 9 şubesi içerisinde Tarih ve Müze kolu
da vardı. 1944 yılı bütçesinden bu kola ayrılan ödenek miktarı 400 liraydı.8 Bu kol
1948 yılında da varlığını sürdürmekte9 ve kol başkanlığını da Ruhi Tekan
yapmaktaydı.10
Hatay’da tarih ve müze kolunun 1940’ların başından itibaren mevcut
olmasına rağmen, yukarıda anlatılan şekilde Halkevi bünyesinde mahalli bir
müzenin kurulması 1940’ların sonunu bulmuştur. Acaba müzenin açılması neden
bu tarihlere kalmış ve bu zamana kadar gündemde olmayan müze kurma fikri
birden bire nereden ortaya çıkmıştır?
Bu konuda, her ne kadar Halkevi İdare Heyeti, halkı bilgilendirmek için
yayınladığı beyannamede müze kurma fikrinin günün endişelerinden veya politik

7
Arık, Halkevlerinde Müze…, s. 111-112.
8
BCA, 490.01.1004.877.2.
9
Atayolu, 10 Mart 1948.
10
Atayolu, 28 Mayıs 1948.
175
kaygılarından kaynaklanmadığını ve bütün Hataylıların ortak fikri olduğunu ifade
etmiş ise de11, yerel matbuattan edinilen izlenim müze kurma fikrinin, o günün
olayları ve politik durumuyla yakından alakalı olduğunu göstermektedir. Aslında
bunda çok partili hayata geçişle birlikte, Demokrat Parti’nin Hatay’da gittikçe güç
kazanmasının etkisi de vardır. İşte bu ortamda Hatay’ın anavatana katılması için
çaba sarf etmiş olan CHP’li yerel yöneticiler, iltihak sürecinde ve daha öncesinde
yaşananların ve özellikle kendi paylarının unutulup gitmesi endişesiyle müze kurma
fikrine sahip çıkarak bu fikri uygulama sahasına koymuşlardır.
1. Hatay Kurtuluş Müzesi’nin Kuruluşu
Bu çerçevede Antakya Halkevi bünyesinde 23 Temmuz 1949’da “Hatay
Kurtuluş Müzesi” adıyla bir müze açılmıştı. Bu müze, Halkevinin bir odasını işgal
etmekteydi. Çepeçevre dekoratif vitrinlerden ibaret olan müzede Hatay Millî
Mücadelesine ait vesikalar eşyalar teşhir olunmaktaydı. Müzede sergilenen
vesikalar için bedel ödenmemesine rağmen, müzenin kuruluş maliyeti o günkü
parayla 3.000 lirayı bulmuştu. Bu meblâğın 1.000 lirası Genel Merkezce, 1.000
lirası Halkevince ve 1.000 lirası da Hatay Belediyelerince yapılan yardımlarla
sağlanmıştı. Bir mask, bir tablo ve bir şükran kitabesinden ibaret olan Atatürk ve
İnönü köşesi de bu müzenin içinde yerini almıştı.12
Söz konusu müzenin kuruluşu şöyle cereyan etmişti. Antakya Halkevi
Başkanlığı, 1948 Aralık ayı başlarında, Halkevinde bir “Hatay Mücadele ve
Kurtuluş Müzesi” açma kararı almış ve bu münasebetle, 1949 bütçe tasarısına ilk
ödenek konmuştu. İlerideki haftalarda salahiyetli kimseler davet edilerek bir
komisyon teşkil olunacak ve gerekli esaslar tespit edilerek faaliyete geçilecekti. Bu
müzede, 1918’den 1938’e kadar geçen safahat ve hâdiseler, grafik, resim ve canlı
eserlerle tespit olunarak teşhir edilecekti. Adı geçen müzenin ilk kısmının açılış
günü olarak da, Hatay’ın Türkiye’ye katıldığı tarih olan 23 Temmuz 1949 tarihi
seçilmişti.13
Kurtuluş Müzesinin açılacağı haberi Hataylıları çok sevindirmiş ve bu
durum yerel basının sayfalarına da yansımıştı. Yerel basından Sabah Gazetesi
yazarı Sebahattin Ezer,14 aynı gazetenin 8 Aralık 1948 tarihli sayısında, açılacak
olan müzeyle ilgili şu değerlendirmeyi yapmıştı.15
“Senelerden beri, dünü çok iyi bilen ve bugün -ömürleri uzun olsun-
hâlâ aramızda yaşamakta bulunan kimselerden kıymetli vesikalar
toplanarak meydana getirilecek olan bir Hatay tarihini sabırsızlıkla
bekledik durduk. Zaman zaman böyle bir tarihin kaleme alınacağına

11
Hataypostası, 24, 25, 28-30 Aralık 1948; Sabah, 24, 25 Aralık 1948; Atayolu, 31 Aralık 1948-3,4 Ocak
1949.
12
BCA, 490.01.845.345.2, s. 77.
13
Sabah, 7 Aralık 1949; İskenderun, 8 Aralık 1949.
14
Mehmet Tekin, Hatay Basın Tarihi, Aydoğmuş Kitapları, No: 6, Antakya 1985, s. 125.
15
Ezer, Sabahattin, “Mücadele ve Kurtuluş Müzesi”, Sabah, 8 Aralık 1948.
176
dair ortaya çıkan birçok söylentilerle de ümitlenip kaldık. Fakat
herhangi bir müspet netice almak imkânını bulamadık.
İşte biz, böyle bir müzenin ayni zamanda bir Hatay tarihinin de
meydana gelmesinde büyük bir adım sayılacağına inanmaktayız.
Meydana getirilecek olan böyle bir tarih, bize yakışmayan esarete
karşı yaptığımız dürüst ve amansız mücadelenin ve hak kazandığımız
bir kurtuluşun ebedîleştirilmesine sebep olacak; zaman zaman
Hatay’ın Türklüğünden şüphe edenlere mükemmel bir cevap teşkil
edecektir. Nihayet bu tarih, yarınki nesillere bir övünme vesilesi,
milli birliklerini kuvvetlendirerek emin bir istikbal hazırlamalarında
büyük bir amil olacaktır.”
Görüldüğü gibi Hatay’ın ve Hataylının kahramanca mücadelesinin
sonucunda hak kazandığı kurtuluşunun canlı timsali olacak müze kurma fikri
Hatay’da geniş bir yankı bulmuş ve yerel basının da dikkatini çekmişti. Halkevinde
kurulmasına karar verilmiş olan “Hatay Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzesi”nin
açılması hakkında, Halkevi idare heyeti 16 Aralık 1948’de bir toplantı yapmış ve
gelecek yılki Kurtuluş Bayramına16 kadar, birinci kısmı tamamlanacak olan
müzenin mahiyetiyle ilgili vatandaşları aydınlatıcı bilgi verilmek üzere bir
beyanname neşrine karar vermişti. Bu beyanname ile ayrıca vatandaşların müzenin
kuruluşuna yardımları da istenecekti.17
Antakya Halkevi İdare Heyeti’nin 24 Aralık 1948 tarihli gazetelerde
yayınlanan söz konusu “Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzesi Hakkında
Yurttaşlarımızla Bir Konuşma” adlı beyannamesi ise şu şekildeydi:18
“Sayın yurttaş:
Antakya Halkevi bir “Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzesi”
kurmak kararını almıştır. Bu karar bu günün olaylarından ve politik
durumundan mülhem değildir. Maksat gelecek nesillere
bırakılabileceğimiz armağanlar arasında bir de bu hakikatin canlı
timsalini bulundurmaktır. Kurmak istediğimiz müzenin muhtevası
şahsiyetten tamamen uzak, yalnız olayların rakam, fotoğraf ve
sembollerle ifadesi olacaktır. Bu sebeple müzemizin kuruluşundan
duyulduğu bize ihsas edilmiş bulunan endişelerin hiç birine mahal
yoktur. Şurasını katiyetle ifade edebiliriz ki bu müzenin bugüne
kadar gecikmiş bulunması mesuliyeti hemen hemen her Hataylının
sırtında bir ağır yük olarak durmaktadır. Bununla demek
istemiyoruz ki bu şeref bu gün müteşebbisi olmak sıfatı ile bize ait
olacaktır. Böyle bir düşüncemiz yoktur. Bütün vatandaşlarımızla
birlikte ve hepimizin birden elbirliğimizle vücut bulmasına

16
Burada Kurtuluş Bayramı’ndan kasıt, Hatay’ın anavatana katıldığı gün olan 23 Temmuz 1939 tarihidir.
17
Atayolu, 17 Aralık 1948.
18
Hataypostası, 24, 25, 28-30 Aralık 1948; Sabah, 24, 25 Aralık 1948; Atayolu, 31 Aralık 1948-3,4 Ocak
1949.
177
çalışacağız “Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzemizi” yukarıda
çizdiğimiz esaslar içinde meydana getirebilirsek bundan doğacak
şereften bizler ancak hissemize düşeni kazanmış olacağız.
Müzemize halkevimizde hususi bir oda tahsis edeceğiz.
Burada evvela bir çatı vücuda getireceğiz. Bu çatının ana hatlarını
tarihi olaylara ait grafikler teşkil edecektir. Müzemiz 1918’de
başlayıp 1939’da sona eren devrenin bütün hatlarını bu grafikler ile
ve araya girecek olan fotoğraf, vesika ve sair eşya ile çizmiş
bulunduracaktır. Bu maksatla bu günden başlayarak bütün
vatandaşlarımızın her türlü yardımlarını kabule müheyya
bulunacağız. Vatandaşlarımız ellerinde bulunan vesikaları
fotoğrafları eşyaları bize vererek çalışmalarımızı takviye edecek ve
dolayısı ile müzemizin kuruluşuna yardımda bulunmuş olacaklardır.
Ellerinde bulunan fotoğrafları ve vesikaları aynen veremeyecek
olanlar bunları birer örneğini alıp aslını kendilerine iade etmek
üzere bize verebileceklerdir. Yalnız bunun için kimseye hiçbir vesika
fotoğraf ve eşya karşılığı bir bedel ödenmeyecek fakat vesika veya
fotoğraflarla eşyanın altına kim tarafından verildiğini gösteren bir
etiket konulacaktır. Tarihi ilgilendiren vesikalar şahısların malı
addolunmazlar. Biz bunları milletimizin malı sayıyoruz. Ve
vatandaşlarımızın da bilaistisna bu telakkimize iştirak etmekte
olduklarında şüphe etmiyoruz.
1 Ocak 1949’dan itibaren tam kadro ile başlayacak olan
çalışmalarımızın birinci merhalesi sonuna 5 Temmuz 1949’dan önce
varabileceğimizi ümit ediyoruz. Bu ümidimiz tahakkuk ederse altı ay
sonra “Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzesi”nin birinci kısmı Halkevi
çatısı altında açılmış bulunacaktır.
Halkevimiz bu maksatla yeni yıl bütçesine bir miktar ödenek
koymuştur. Fakat tam manası ile bir müze kurabilmemiz için daha
bir çok ödeneklere ihtiyacımız olacağı aşikardır. Binaenaleyh, milli
tarihe ve hakikate hizmet arzusunda olan vatandaşlarımızın, ne
miktarda olursa olsun azlığına çokluğuna bakmadan yapabilecekleri
teberruları da kabule amadeyiz ve bu yardımı göreceğimize
şimdiden ümitliyiz.
Bütün hazırlıklarımız bittikten sonra elde edeceğimiz kati
neticeleri de yine böyle bir yazı ile sayın vatandaşlarımıza arz
edeceğiz. İstiyoruz ki vücuda getireceğimiz eser hakikati tam ifade
edebilsin ve olayların sıralanışında bir yanlışlık yapılmışsa bu, daha
önce düzeltilmiş olsun.
Şurasını tekrar arz etmek mecburiyetindeyiz ki müzemiz için
bize lazım olan vesikalar, fotoğraflar ve diğer eşyalar tamamen
şahsiyetten ve hassaten şahıslara aidiyetten uzak bulunacaktır.
178
Çünkü vücuda getireceğimiz müze bize ancak bir tarihi olayı
canlandıracaktır. Bu eser için ve bu itibarla şahısların yeri ve rolü
bulunmamak gerektir. Tarihi olaylar içinde kalmış olan
kahramanlarımız esasen kalplerimizde yaşamaktadır ve nesilden
nesile adları ve eserleri şuurumuza yerleşmiş bir halde intikal edip
gidecektir. Bilerek veya bilmeyerek vatana millete ihanet etmiş
olanlar varsa onları da tarih nasıl olsa muhakeme edecek ve
haklarındaki hükmü verecektir. Biz bu her iki şıkkı bu memleketi
ileride milli mücadele tarihi yazacak olanlara terk etmekle sadece
bir kadirşinaslık göstermiş olmayacak, aynı zamanda tarihe karşı
borçlu olduğumuz saygıyı ifa etmiş bulunacağız.
“Milli Mücadele ve Kurtuluş Müzesi” bu bakımdan da ilerde
tarihi yazacak olanlara küçük bir mehaz hizmeti görecektir. Bu
mehaz bu itibarla da öyle bir süratte hazırlanmalıdır ki, yarının
yazarlarını yanıltmasın. Bir şeyler meydana getirmiş olmak için
acele eder ve hazırlanışımızda etraflıca düşünceyi ve danışmayı
ihmal edersek, ileride bir takım hatalar işlenmesinin günahını
şimdiden boynumuza almış oluruz. İşte bu kanaatle ve bu anlayışla
işe başlamış olmamızın vatandaşlarımıza her bakımdan itimat telkin
edeceğini sanıyoruz.
İşi, önce niçin bir komisyona havale etmediğimiz sorusu da
kulaklarımıza varmış bulunuyor. Şüphesiz böyle düşünenler ve işin
bir tek elden çıkmasında mahzur görenler de bulunabilir. Fakat biz,
bu konuda da komisyon tecrübelerini daha önce yapmış olduğumuzu
düşünerek, aynı çıkmaza bir kere daha girmiş olmaktan çekindiğimiz
içindir ki bu defa işi doğrudan doğruya ele almakta fayda görmüş
bulunuyoruz. Şahsen düşebileceğimiz hataların umum
muvacehesinde arz edeceğimiz malumatın düzeltilmesi ile
giderebileceğine inanıyoruz. Bununla beraber hazırlık işinde tek
başımıza da sayılmayız. Bir müzenin kuruluşunda ne gibi esaslara
riayet edilmesi lazım geleceği hakkında teknik bilgilere de sahip
bulunan şahsiyetlerle işbirliği yapmış haldeyiz. Binnetice müşterek
eserimizin layık olduğu vasıf ve kıymette olmasının bütün bir
dikkatimizle itina edeceğiz.
Sözümüze başlarken arz ettiğimiz gibi “Hatay Milli Mücadele
ve Kurtuluş Müzesi”nin kuruluşu fikri günün endişelerinden veya
politika icaplarından doğmuş değildir. Bu fikir, bu tarihi hep birlikte
yaşamış olan bütün Hataylıların ve Hatay’a zaman zaman gönül
bağlamış bulunanların müşterek fikri olduğuna kaniyiz. Binaenaleyh
aidiyeti bu kadar geniş bir şümul arz eden bir işte şu veya bu şahsın
hususi fikirlerine ve düşüncelerine kapılarak bu tarihi yanıltacak
suçlar işleme cüretini gösterebileceğine akıl erdiremeyiz. Kaldı ki bu
iş bizim için bir şahıs işi de değildir. Bizimle başlayan bu teşebbüsün
179
daha birçok şahısların himmetiyle tekamül edeceğine şüphemiz
yoktur. Böylece elden ele düzenlenecek olan müşterek eserin aynı
mesuliyet hisleri ile yoğrulup zamanla umuma mal olması tabidir.
Sayın hemşerilerimizden, bütün Hataylılardan ve Hatay’a ilgi
göstermiş veya duymuş olan bütün yurttaşlarımızdan yakın alaka ve
yardım bekliyoruz. İrşatları ile ikazları ile yardım ve müzaheretleri
ile bizi başladığımız eseri vücuda getirmekte teşci edecek olanlara
şimdiden minnet ve şükranlarımızı sunmayı bir borç biliriz. Antakya
Halkevi İdare Kurulu”
Yerel basında yayınlanan bu beyannameden sonra, 1949 Ocak ayı
sonlarında, müze faaliyetleri bir hayli ilerlemiş, vatandaşlar gerek fotoğraf ve yazı,
gerekse eşya olarak müzeye birçok vesika bağışlamışlardı. Bu arada İskenderun
Halkevi de Antakya Halkevinin bu girişimini destekleyeceğini vaat etmiş ve halen
Halkevi binasında muhafaza edilmekte olan Hatay topraklarına ilk ayak basan
askerin postalını, ilk giren atın nalını, Hatay ile Anavatan arasında vaktiyle mevcut
olan sınır taşını ve daha bazı tarihi kıymete sahip eşyaları vermeği kararlaştırmıştı.19
İskenderun Halkevi tarafından Kurtuluş Müzesi’ne bağışlanan yukarıdaki
eserlerden Hatay’a ilk giren askerin postalı, ilk giren atın nalları, bugün Hatay
Arkeoloji Müzesi'nde bulunmaktadır. 521 Envanter kayıt numarasında kayıtlı
bulunan asker postalı deri olup taban kısmı delikti. Envantere 522 numarayla kayıtlı
olan at nalları ise, Hatay’a ilk giren Albay Şükrü Kanatlı’nın ve erinin atlarının
nalları olup toplam yedi adetti. Envanter kayıtlarına göre, bu eserler Arkeoloji
Müzesi’ne Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından getirilmiştir.20

Fotograf 1: Hatay’a ilk giren askerin postalı (Env No:521)

19
Sabah, 28 Ocak 1949.
20
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 521, 522.
180
Bu eserlerden başka Hatay Arkeoloji Müzesi’nde, Hatay’ın kurtuluş
dönemiyle ilgili envantere kayıtlı 5 adet pankart, 1 adet albay ceketi ve pantolonu, 1
adet binbaşı ceketi ve şapkası, 1 adet Hatay Cumhurbaşkanı’nın arabasının forsu ve
2 adet Hatay bayrağı olmak üzere 10 parça daha eser bulunmaktadır. İskenderun
Halkevi tarafından Kurtuluş Müzesi’ne verilen Hatay ile Türkiye arasında vaktiyle
mevcut olan sınır taşı hakkında envanter kaydı yoktur.21 Ancak Halkevlerinin yayın
organı Ülkü Dergisi’nde, Hatay Kurtuluş Müzesi’ne ait aşağıda verilen iki resimde
bahsi geçen sınır taşı da bulunmaktadır.22 Bu da bize yukarda adı geçen eserlerin
İskenderun Halkevi tarafından müzeye bağışlandığını göstermektedir.

Fotograf 2: Hatay Kurtuluş Müzesi’nden bir köşe, ortada ayakta duran sınır taşı
(Ülkü Dergisi)

Fotograf 3: Hatay Kurtuluş Müzesi’nden bir köşe, ortada ayakta duran sınır taşı
(Ülkü Dergisi)

21
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 514, 515, 516, 517, 518, 519, 520, 523, 524, 525.
22
Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi, Eylül 1949, Cilt 3, Sayı 33, s. 44.
181
Kurtuluş Müzesi’nin kuruluşu, 1949 yılı başlarında Türkiye genelindeki
Halkevlerinin farklı etkinlikler yaptığı döneme rastlamaktadır. Bu çerçevede,
Antakya Halkevi de Hatay’ın kurtuluşunu anma törenleri düzenlerken aynı zamanda
bir de tarih müzesi açıyordu.23 Antakya Halkevi Başkanı Şükrü Balcı da, 30 Ocak
1949 tarihli bir yazı ile Genel Merkezden, kuracakları kurtuluş müzesi için yardım
istemişti. Buna göre, Antakya Halkevi, Hatay Millî Mücadelesi ve Kurtuluşu Müze-
sini kurmağa karar vermiş ve 23 Temmuz’da Hatay’ın kurtuluşunun 10. yıldönümü
günü açılış törenini yapabilmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Bu maksatla Halkevi,
1949 yılı bütçesine 1.000 lira ödenek koymuştu. Ayrıca Hatay Belediyelerinin de bu
tesise maddî yardımlarını istemeğe ve yapacakları bağışları kabule idare heyetinde
karar alınmış ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin de bu teşebbüsü
desteklemesi rica edilmişti.24
Genel sekreterlik de, CHP Hatay Bölgesi Müfettişi Dr. Aziz Perkün’e 28
Mart 1949 tarihli bir yazı göndererek, bu teşebbüsün mahiyeti ve ciddiyet derecesi
hakkında, Genel Merkezi aydınlatmasını rica etmişti. Bunun üzerine Dr. Aziz Bey,
Antakya Halkevi Başkanlığınca kurulmakta olan Hatay Millî Mücadelesi ve
Kurtuluşu Müzesi hazırlıklarını bizzat gözden geçirerek işin ciddiyet ve ehemmiyeti
hakkında yeterli bilgi edinmiş ve 18 Mayıs 1949 tarihli raporuyla durumu Genel
Merkeze bildirmişti. Aziz Bey, bu raporunda:
“23 Temmuz 1949 tarihinde, Hatay’ın 10. kurtuluş
yıldönümü günü açılmasına çalışılmakta olan müze, esaslı
vesikalara ve hatıralara istinat etmekte ve bu millî hadiseyi
gelecek nesillere, hakikate tamamen mutabık şekilde intikal
ettirebilmek için Halkevi İdare Kurulu üyelerinden Antakya Müzesi
Müdürü Ruhi Tekan ve Lise Resim Öğretmeni Ressam Hayrettin
Çizer başta olmak üzere ehliyetli elemanlar ciddî mesai sarf
eylemektedirler. Ayrıca yine bu müzeye konulmak üzere, Hatay
Millî Mücadelesinde esaslı rol oynamış olanlardan Halkevi
Başkanı ve Yenigün gazetesi sahibi Şükrü Balcı tarafından
Hatay’ın bütün mücadele safhalarını vesikalara istinaden gösterir
takriben 500-600 sahifelik bir eser de vücuda getirilmektedir.
Yazılıp bitmesine az bir şey kalan bu eser, ilk olarak Hatay’a
müteallik bilcümle muahedeleri, itilâfnameleri ve bunların
zeyillerinin suretlerini de aynen ihtiva etmektedir. Bütün bu işlere -
yalnız vitrin, dekor, fotokopi, montaj vs. bedeli karşılığı olarak-
harcanmak üzere Halkevi takriben 4000-4500 liralık tahsisat kabul
etmiş ve bunun 1000 lirasını 1949 yılı bütçesine koyarak 900
lirasını da teberru suretiyle belediyelerden temin edip harcamıştır.
Mütebaki meblâğlar için Parti Genel Merkezimizin yardımı
beklenmektedir. Yukarıda belirttiğim gibi tamamen ciddî ve
göreceği hizmet bakımından da ihmal edilmemesi lazım geldiği

23
Anıl Çeçen, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2000, s. 190.
24
BCA, 490.01.442.1828.1, s. 26.
182
fikrinde olduğum teşebbüsün himaye edilmesinin yerinde
olacağını”25 belirtmişti.
Ancak Aziz Bey’in raporunda, Hatay Halkevi Başkanı Şükrü Balcı
tarafından hazırlanmakta olduğunu ifade ettiği –Hatay’ın bütün mücadele
safhalarını anlatan- 500-600 sayfalık eserin tamamlanıp tamamlanmadığı hakkında
herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bunun yerine 1950 yılında Şükrü Balcı’nın
“Turistik Hatay” isimli bir kitabının yayımlandığı bilinmektedir. Aziz Bey’in
bahsettiği söz konusu eser, işte bu olsa gerektir. Şükrü Bey, bu kitabında Hatay
Kurtuluş Müzesi’ne ait iki fotoğrafa yer vermiştir. Kitapta müzeyle ilgili herhangi
bir bilgi verilmemiş, sadece bu fotoğrafların yanına; “ANTAKYA: Hatay Kurtuluş
Müzesinden iki köşe (Halkevindedir)” açıklamasıyla yetinilmiştir.26
Bu arada müzenin temelini teşkil edecek olan eşya ve vesikaların ilk tasnifi
tamamlandığından, Nisan ayı başlarında, bütün teferruatıyla kurulması işine de
başlanmıştı. Halkevinde, hususî bir salonda kurulmakta olan müzenin montaj
işleriyle Halkevi Ar Kolu Başkanı Ressam Hayrettin Çizer bizzat meşgul
olmaktaydı. Vesikalar ve kitabeler kısmı ile esası teşkil edecek olan bir kitap da
Halkevi Başkanı tarafından hazırlanmaktaydı. Kurtuluş Müzesinin her bakımdan
mükemmel olması için çalışmalara geceli gündüzlü devam olunmaktaydı. Açılışı
Hatay’ın 10. kurtuluş yıldönümü olan 23 Temmuz 1949’da özel bir törenle
yapılacaktı.27
Genel merkezden 18 Haziran 1949 tarihinde, Hatay Milli Mücadelesi ve
Kurutuluşu Köşesi masraflarına karşılık olmak üzere CHP İl Başkanlığı eliyle
halkevi adına 1.000 lira gönderilmişti. Bu paranın alındığının bildirilmesi ve
Halkevleri çalışma talimatnamesinin 113-117. maddelerindeki esaslar dairesinde bu
işin düzenlenmesi istenmişti. Genel Merkez 22 Haziran 1949 tarihli bir başka yazıyı
da CHP İl İdare Kurulu Başkanlığına göndermişti. Bu yazıda, Antakya halkevinde
yapılacak Hatay milli mücadelesi ve kurtuluş köşesi için 1.000 liranın Türkiye İş
Bankası A.Ş. Ankara Merkez Müdürlüğünün 24 Haziran 1949 gün ve 7067 sayılı
havale makbuzu karşılığında il başkanlığı emrine gönderildiği belirtilmişti. Ayrıca
Bu paraya ait emanet kasa makbuzunun gönderilmesi ve paranın makbuz
karşılığında, Antakya Halkevi Başkanlığına verilerek, 1949 yılı bütçelerine gerekli
eklemenin yaptırılması ve sonucunun bildirilmesi istemişti. 11 Temmuz 1949 tarihli
yazı ile Selim Çelenk, bu işe ait emanet kasa makbuzunu göndermişti.28
Hatay’ın milli mücadelesine ve kurtuluşuna ait vesika, resim ve
sembollerin, asılları veya aynen kopyalarından oluşan müzenin tanzimi, Haziran ayı
sonlarına doğru bitmek üzereydi.29 22 Temmuz 1949’da Kurtuluş Müzesi’nin
tanzimi işi tamamlanmıştı. Müzeye bu tarihe kadar toplanan malzemeden başka,
Hatay Devleti Başkanı Antalya Milletvekili Tayfur Sökmen tarafından gönderilen
25
BCA, 490.01.442.1828.1, s. 24-25.
26
Şükrü Balcı, Turistik Hatay, 1950, s. 48.
27
Atayolu, 9 Nisan 1949.
28
BCA, 490.01.442.1828.1.
29
Atayolu, 24 Haziran 1949.
183
Devlet Mührü ve Devlet Başkanlığı Forsu da 22 Temmuz’da postadan alınmış ve
müzedeki yerine konmuştu.30
Eski Hatay Devleti Başkanı Tayfur Sökmen tarafından müzeye bağışlanan
kırmızı zemin üzerine içi dolu beyaz ay ortasında içi boş beyaz yıldız ve köşede
cumhurbaşkanlığını simgeleyen içi boş beyaz yıldızdan ibaret olan bu fors da,
bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Hatay Kurtuluş Müzesi eserlerinden
biridir. Cinsi yün olan 523 envanter numaralı bu eser, Hatay Cumhurbaşkanı’nın
arabasının forsudur.31

Fotograf 4: Hatay Cumhurbaşkanı’nın Arabasının Forsu (Env No: 523)


Ancak bugün Hatay Arkeoloji Müzesi’nde 524 ve 525 envanter kayıt
numarasıyla bayrak olarak kayıtlara geçmiş iki fors daha mevcuttur. Aşağıda resmi
verilen cinsi atlas (ipek) olan birincisi, kayıtlarda Şenköy Bucak Müdürlüğü
binasına çekilen Hatay bayrağı olarak belirtilmiştir. Aslında bayrak olarak nitelenen
bu eser yukarda bahsedilen Hatay Cumhurbaşkanı’nın arabasına çektiği forsun
aynısıdır. İkisi arasındaki tek fark birinin yünden diğerinin ise atlastan yapılmış
olmasıdır.32

30
Atayolu, 23 Temmuz 1949.
31
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 523.
32
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 524.
184
Fotograf 5: Şenköy Bucak Müdürlüğü Binasına Çekilen Hatay Bayrağı
(Env No: 524)
Bazı kısımları tamir edilmiş cinsi yün olan bu eserlerden ikincisi ise, Hatay
Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı Binasına çekilen cumhurbaşkanı forsu olarak
kayıtlara geçmiştir. Hatay Arkeoloji Müzesi envanter kayıtlarındaki 523, 524, 525
numaralı bu eserler, Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından Arkeoloji
Müzesi’ne getirilmiştir.33

Fotograf 6: Hatay Devleti Cumhurbaşkanlığı Forsu (Env No: 525)

33
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 525.
185
Yıllar sonra 1975’te Arı İnan’ın Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen ile
yaptığı söyleşide Tayfur Bey, cumhurbaşkanı olarak özel bir mührünün varlığından
ve mühürle birlikte bir dosyayı İsmet İnönü’ye verdiğinden bahsetmişti. Hatta
hükümet konağına çekilen ilk bayrağı ve anahtarı da 1939’da İsmet İnönü’ye
verdiğini ifade etmişti.34 Bir başka söyleşide; Hatay Devleti ile ilgili belgelerin uzun
süre Hatay vilayetinin mahzeninde bulunduğunu söyleyen Hamdi Selçuk, söz
konusu bayrak ile mührü, Tayfur Bey’in alıp cumhurbaşkanına sunduğunu
anlatmıştı.35 Daha sonra Kurtuluş Müzesi’ne bağışlanan bu mührün bir şekilde
Tayfur Bey’in elinde kaldığı veya müze kurulurken Tayfur Bey tarafından müzeye
konulmak üzere temin edildiği anlaşılmaktadır. Bütün bunlara rağmen Hatay Devlet
Mührünün, 1949 yılında Tayfur Sökmen tarafından Kurtuluş Müzesi’ne verildiği
kesindir.36
Ancak şimdi Hatay Devlet Başkanı Tayfur Bey’in postayla Kurtuluş
Müzesi’ne gönderdiği yukarda bahsi geçen Devlet Mührü’nün akıbeti hakkında
bilgi sahibi değiliz. Bu mührün kayıp olduğu söylenmekle birlikte, şimdi Hatay
Valilik Binası içinde bulunan ve Hatay Devlet Müzesine Murat Sökmenoğlu
tarafından bağışlanan mühürler37 içinde Hatay Devlet Mührü bulunmamaktadır.38
Hatay’ın anavatana katılmasına ilişkin meclis kararının yazıldığı daktilo ile Hatay
Devleti zamanında kullanılan bazı şahsi ve resmi eşyalar, o döneme ait pullar ve
mühürler bu müzede sergilenmektedir. Ayrıca Hatay Devleti Müzesi’nde sergilen
eserlerden biri de Hatay Devleti bayrağıdır.39
Hatay Devleti Bayrağı iltihaktan sonra, Halkevine verilmiş ve daha sonra
müzeye kaldırılmıştı.40 Ancak ilk Hatay Valisi Şükrü Sökmensüer, Hatay’ın
anavatana katılması esnasında kendilerinin eline Hatay bayrağının geçmediğini
söylemektedir.41
2. Müzenin Açılışı
Nihayet Kurtuluş Müzesi, 23 Temmuz Cumartesi günü Valinin, Korgeneral
Şükrü Kanatlı’nın ve seçkin bir davetli kitlesinin katılımıyla açılmıştı. Halkevi
yazlık taraçasında davetlilere limonata ikram edildikten sonra, Halkevi Başkanı
Şükrü Balcı’nın kısa bir konuşmasını müteakip müzenin bulunduğu yere gidilmiş
ve Korgeneral Şükrü Kanatlı kurdeleyi keserek müzeyi açmıştı. Müzenin vücuda

34
Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler: Cumhuriyet’in Kurucu Kuşağıyla Söyleşiler, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul 2011, s. 200-201.
35
İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, s. 253.
36
Atayolu, 23 Temmuz 1949.
37
Mehmet Mursaloğlu ile 06.06.2015 tarihinde yapılan görüşme. Bu görüşmede Mehmet Bey, Hatay Devlet
Mührünün kayıp olmayıp kendi ailelerinde olduğunu ifade etmiştir.
38
Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüsnü Işıkgör ile 01.06.2015 tarihinde yapılan görüşme.
39
TC Hatay Valiliği, Hatay Valilik Binası, 2013, s. 24-25.
40
Nur Düzgün, Güney’in İncisi Hatay, Güney Matbaası, Adana, s. 22.
41
İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, s. 121.
186
getirilmesinde Halkevi Başkanı Şükrü Balcı ile Ressam Hayrettin Çizer’in emekleri
büyük olmuştu.42
Halkevi Başkanı Şükrü Balcı, 22 Ağustos 1949 tarihinde, 23 Temmuz 1949
Hatay’ın Onuncu Kurtuluş yıldönümü günü Halkevinde açılan “Hatay Kurtuluş
Müzesi”ne ait dört fotoğrafla açılış törenini tespit eden resimleri CHP Genel
Merkezi’ne sunmuştu. Muhitte derin bir ilgi ile karşılanan müzenin, her gün
yüzlerce vatandaş tarafından gezildiğini ve tetkik olunduğunu; müzenin açılışından
sonra içeriğinin zenginleştirilmesi bakımından halkın vesika yardımının bilhassa
artmış bulunduğunu; bu suretle kurtuluş müzesinin her bakımdan faydalı olma
vasfını kazandığını belirtmişti. Kuruluşuna Genel Merkezce gösterilen ilgiden ve
vaki yardımlardan dolayı da teşekkürlerini arz etmişti.43

Fotograf 7: Korgeneral Şükrü Kanatlı Kurtuluş Müzesi’nin Açılış Kurdelesini


Keserken

42
Atayolu, 25 Temmuz 1949.
43
BCA, 490.01.442.1828.1.
187
Fotograf 8: Korgeneral Şükrü Kanatlı(ortada), Hatay Valisi Fuat Yurttaş(solda
papyonlu beyaz takım elbiseli) ve Antakya Halkevi Başkanı Şükrü Balcı (sağda
beyaz takım elbiseli)

Fotograf 9: Hatay Kurtuluş Müzesi Açılışından Bir Kesit

188
Anlaşıldığı kadarıyla müzenin somut olarak ortaya konulması Hataylıların
buna sahip çıkmalarını ve müzenin içeriğinin zenginleştirilmesi için vesika
yardımını artırmalarını sağlamıştı. CHP Genel Merkezine gönderilen Kurtuluş
Müzesi ile ilgili fotoğraflar şunlardı:44

Fotograf 10: Hatay Kurtuluş Müzesi’nin İç Görünüşü

Fotograf 11: Hatay Kurtuluş Müzesi’nin İç Görünüşü

44
BCA, 490.01.980.801.8.
189
Açılışından iki ay sonra Hatay Kurtuluş Müzesi’nin kuruluşu ile ilgili
haberlere Ülkü Dergisi’nde de rastlıyoruz. Nitekim derginin Eylül 1949 tarihli
sayısında bu müzenin açılışından bahisle iki de resim verilmiştir. Bu resimlerde
müzenin duvarlarını süsleyen şu yazılar okunuyor:45
“Hayır! Türk Esirler gibi yaşadı. 20 yıl hain bir bıçak bizi
anayurttan ayırdı. 1918.”
“Atatürk müjdeledi: 40 asırlık Türk yurdu ecnebi elinde
kalamaz. 15 Mart 1923 Adana.”
“Vurduk düşmanı şehirde, dağda.”
“Müstakil de olsak ayrı yaşayamazdık. 23 Temmuz 1939’da
Anayurda ebediyyen kavuştuk. 2 Eylül 1938’de müstakil bir devlet
kurduk.”
“8 Temmuz 1938’de Türk Ordusu Hatay’a girdiesir yaşar mı?
Silahsız mücadele başladı.”
Bu resimlerden anlaşıldığı kadarıyla, müze olarak düzenlenen mekanın
duvarları zeminden itibaren yaklaşık bir metre yüksekliğe kadar kurtuluşu ve
bağımsızlığı sembolize eden insan ve hayvan resimleriyle kaplanmış olup,
sözkonusu resimlerin üstünde yani duvarların tam ortasında çeşitli vesikaların
sergilendiği panolar ve bunların üzerinde, panoların bitiminden itibaren tavana
kadar yine resim ve yukarda örneklerini verdiğimiz yazılar yer almaktadır. Ayrıca
aynı resimlerde bir de yaklaşık 90 cm. yüksekliğinde dikdörtgen bir taş müzenin
ortasında ayakta durmaktadır ki, bu taş yukarda bahsi geçen Türkiye ile Hatay
arasındaki sınır taşıdır.46
O zaman Hatay Kurtuluş Müzesi’nin duvarlarını süsleyen bu resim ve
yazıların bir kısmı şimdi Hatay Arkeoloji Müzesi’nde “Hatay’ın Kurtuluş
Dönemine Ait Eserler” olarak envanter kaydı içinde yer almaktadır. Envanter
kayıtlarında “pankart” olarak geçen bu dört adet resim ve yazının içerikleri ve kayıt
numaraları şöyledir:47

45
Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi, Eylül 1949, Cilt 3, Sayı 33, s. 44-45; Bunlar, Halkevi Başkanı
Şükrü Bey’in müzenin açılışıyla ilgili genel merkeze gönderdiği müzenin içini gösteren iki resmin benzeridir.
BCA, 490.01.980.801.8.
46
Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi, Eylül 1949, Cilt 3, Sayı 33, s. 44.
47
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 514, 515, 516, 517, 518.
190
Fotograf 12: Pankart (Env No:514), Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından
müzeye getirilmiştir. Cinsi bez olan eserin yağlı boya zemin üzerine bordo renkli at
figürü yer almaktadır.

Fotograf 13: Pankart (Env No:515), Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından
müzeye getirilmiştir. Cinsi bez olan eserin yağlı boya zemin üzerine bordo renkli
ceylan figürü yer almaktadır.
191
Fotograf 14: Pankart (Env No:516), Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından
müzeye getirilmiştir. Cinsi bez olan eserin yağlı boya zemin üzerine iki adet at şaha
kalkmış vaziyette resmedilmiştir.

Fotograf 15: Pankart (Env No:517), Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından
müzeye getirilmiştir. Cinsi bez olan eserin üzerindeki yazılar; Dağda Hayvan, Türk
esir yaşar mı? Esirler gibi yaşadı, Hatay’da 20 yıl, Hain bir bıçak gibi Anavatandan
ayırdı. Antakya 1918, Yağlı boya figürden ve yazılar
192
Fotograf 16: Pankart (Env No:518), Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından
müzeye getirilmiştir. Cinsi bez olan eserin üzerinde bulunan yazılar: Silahsız
mücadele başladı “Yenigün” “Karagöz” ”Vahdet” Atatürk müjdeledi. 40 asırlık
Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz. 15 Mart 1923 Adana.”
Görüldüğü gibi Ülkü dergisindeki iki fotoğrafta görülen resim ve yazılarla
Hatay Arkeoloji Müzesi envanterinde yer alan vesikalar birbiriyle örtüşmektedir.
Ülkü dergisindeki resimlerde görülen at ve ceylan figürleri, Arkeoloji müzesi
kayıtlarında pankart olarak geçmekte ve 514, 515, 516, 517 ve 518 numaralı
envantere kayıtlı bulunmaktadır. Bu vesikaların hepsinin cinsi bez olup Hatay
Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından müzeye getirilmişlerdir.48
Hatay Kurtuluş Müzesi’nin bir de Hatıra Defteri olduğu bilinmektedir. Zira
26 Temmuz 1950 tarihinde Vali Hikmet Kümbetlioğlu, Cumhuriyet Halk Partisi
binasına giderek parti ileri gelenleriyle tanışmış ve sohbet etmiştir. Konuşmalarda
eski günler yad edilerek mücadele yılları anılarından bahsedilmiş, daha sonra
Halkevini ziyaret eden Vali Bey, Kurtuluş Müzesi’ni gezmiş ve müze hakkında
izahat alarak hatıra defterini imzalamıştır.49 Bu defterin akıbeti hakkında bilgi
sahibi değiliz.
Diğer taraftan Kurtuluş Müzesi, bu dönemde Hatay’a gelen seçkin devlet
adamlarının ziyaret ettikleri yerler arasındaydı. Reyhanlı’da toplanmış olan ikinci

48
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 514, 515, 516, 517, 518.
49
Atayolu, 26 Temmuz 1950, s. 1.
193
derecede Türkiye-Suriye hudut komisyonunun, Harim ve Afrin kaymakamlarıyla
maiyetlerindeki sivil ve askeri memurlardan müteşekkil Suriye heyeti, Reyhanlı
Kaymakamının başkanlığındaki Türk hudut heyeti refakatinde 25 Nisan 1950’de,
Hatay’a gelerek Hatay Arkeoloji ve Kurtuluş müzelerini ziyaret etmişlerdir.50
3. Müzenin Kapatılması
Hatay Kurtuluş Müzesi’nin kapatılması, Halkevlerinin tarihi gelişmesiyle
yakından alakalıdır. Kurtuluş Müzesi’nin kuruluşuna sebep olan Halkevleri, bu
müzenin kapatılmasının da nedenini teşkil etmiştir. Nitekim II. Dünya Savaşı
sonlarında bütün dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başlamış, Türkiye’de bu
gelişmeden nasibini alarak çok partili hayata geçmişti. Bu çerçevede değişik
düşünceye sahip kimseler ve kesimler parti veya dernek kurarak teşkilatlanmışlardı.
Bunun sonucu olarak iktidarın bir başka partinin eline geçebileceği fikri, halkın
önemli bir kısmının halkevlerinden ayrılmalarına neden olmuştu. Halkevlerinin
Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşları olarak görülmesi51 ve gelirlerinin genellikle
devlet tarafından karşılanması eleştiri konusu haline gelmişti. 1946 yılında
Demokrat Parti’nin muhalefet partisi olarak meclise girmesiyle birlikte,
halkevlerinin tartışılmasının yolu açılmış ve 1950 yılında DP’nin iktidara
gelmesiyle bu tartışma yerini halkevlerinin kapatılması konusuna bırakmıştı.52
Bu konu bir yandan da yerel basının sayfalarında gündeme getirilmiş,
halkevlerinin kimin malı olduğundan ve buraları halkın malı yapmak zamanının
geldiğinden bahsedilmişti.53 Sonunda Halkevleri 8 Ağustos 1951 tarih ve 5830
sayılı yasanın 11 Ağustos 1951 tarihinde resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe
girmesiyle kapatıldı.54 Binalarının bir kısmı yeniden açılan Türk Ocaklarına
verilmiş, bir kısmı da hazineye devredilmişti. Ancak Halkevlerine ait taşınır
malların özellikle kütüphane, arşiv, belge, fotoğraf gibi malzemelerin korunması
için hiçbir önlem alınmamış ve bu kültürel birikim sağa sola savrulup gitmiştir.55
İşte 1949 yılında halkevi bünyesinde -Tarih ve Müze Kolunun çalışmaları
çerçevesinde- açılan Hatay Kurtuluş Müzesi de bu akıbetten payına düşeni almış ve
11 Ağustos 1951’de kapatılmıştır. Ancak 1952 tarihli gazete haberlerinden Kurtuluş
Müzesinin hemen dağıtılmadığı ve bir süre atıl halde bekletildiği görülmektedir.56
Söz konusu yasanın uygulanması esnasında Türkiye genelindeki halkevi binalarının
mülkî amirliklerce tahliyesi sağlanmıştır. Bu tahliyelerden önce partililer tarafından
taşınabilecek eşyalar, kira ile tutulmuş yeni parti merkezlerine -daha çok partililerin

50
Atayolu, 26 Nisan 1950, s. 2.
51
Anıl Çeçen, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yayınları, Ankara 1990, s. 220.
52
Müslime Güneş, “Adnan Menderes ve Halkevleri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, c. XII, S.
25 (2012-Güz/Autumn), s. 150-151.
53
Yeniyol, 26 Ağustos 1950, s. 1; Sıtkı Yiğitgil, “Halkevleri”, Yeniyol, 16 Kasım 1950, s. 1.
54
TC Resmi Gazete, 11 Ağustos 1951, Sayı 7882, Kanun No: 5830, s. 1781-1782.
55
Zeki Arıkan, “Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, c.6, S. 23, Mayıs 1999, s. 279.
56
Sabah, 27 Ocak 1952, s. 1.
194
evlerine- götürülmüş, götürülemeyenler ise kısmen bu binaların yeni sahipleri
tarafından korunmuş ya da satılmıştır.57
Bu kanun gereği halkevi binasının bir ay içinde tahliye edilmesi
gerekiyordu. Ancak bir aylık süre geçmesine rağmen 1951 Eylül ayı ortalarında
hala daha Antakya Halkevi binası boşaltılmamıştı. Mesela İskenderun ve Antakya
Halkevlerinin sinemalarını kiralayan işletmeciler, 17 Eylül 1951 tarihinde buraları
sinema olarak kullanmaya devam ediyorlardı. Ayyıldız gazetesi, halkevlerinin
millete iadesi hakkındaki kanunun 10. Maddesi gereği buraların Vali ve Kaymakam
tarafından tahliye ve teslimini istemişti.58 Bu yayın üzerine harekete geçen Hatay
Valisi Rebii Karatekin, defterdar ve diğer ilgililerden oluşan bir komisyonla birlikte
22 Eylül’de İskenderun’a gelmiş, bir süreden beri mühürlü bulunan Halkevinin
kapılarını açtırarak bina içinde tetkiklerde bulunmuş ve gerekli emirleri vermişti.59
Vali ve beraberindeki komisyonun burada yaptığı tetkiklerde halkevi binasının bir
kültür müessesesi haline getirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştı.60
Bir kısmı daha önce tahliye edilen İskenderun Halkevi binasının sinema kısmı da
Eylül ayı sonunda tahliye edilmiş61 ve nihayet bina Ekim ayı başında tamamen
boşaltılarak ilgili komisyona teslim edilmişti.62 Basına yansımamakla birlikte
İskenderun Halkevinin tahliyesi için harekete geçen Valinin Antakya Halkevi
binasının tahliyesi için de harekete geçmiş olması icap eder. Dolayısıyla Antakya
Halkevinin de aynı tarihlerde tahliye edilmiş olması gerekir.
Halkevleri kapatıldıktan sonra binaları valiliklerin emrine verilmiş63 ve bu
suretle Halkevlerine ait binalar ya okul, enstitü, devlet dairesi şeklinde veya Türk
Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu veya Kızılay gibi hayır derneklerinin
faaliyetlerine tahsis edilmiştir.64 1952 yılı başında Hatay Halkevi binasının ne
olarak kullanılacağı hakkında Bakanlar Kurulu’ndan henüz bir karar çıkmamıştı.
Ancak Hatay Valisi Rebii Karatekin, 3 Ocak’ta Sabah gazetesine verdiği demeçte,
buranın muhtemelen doğumevi olarak kullanılacağını ifade etmişti.65 Daha sonra
Şubat ayı ortalarında Halkevi binası, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na
devredilmişti. 16 Şubat 1952 tarihli gazete haberine göre Ankara’dan Hatay
Defterdarlığına, Milli Eğitim Müdürlüğüne ve Belediye Başkanlığına gönderilen bir
yazıda Hatay Halkevi binasının doğumevi olarak kullanılmasına karar verildiği

57
Orhan Özacun, CHP Halkevleri Yayınları Bibliyografyası 1932-1951, 2001, s. 12.
58
Bu kanunla iadeye tabi tutulan gayrimenkulleri kısmen veya tamamen işgal eden siyasi partiler bu kanun
hükümlerine göre yapılacak tescil veya tashihin ihbarından itibaren bir ay zarfında bunları tahliye ve teslime
mecburdur. Bu mecburiyet yerine getirilmediği takdirde mahallin en büyük idare amiri tarafından
gayrimenkul bir hafta zarfında tahliye edilir… Ayyıldız, 17 Eylül 1951, s. 1.
59
Ayyıldız, 17 Eylül 1951, s. 1.
60
Ayyıldız, 25 Eylül 1951, s. 1.
61
Ayyıldız, 28 Eylül 1951, s. 1.
62
Ayyıldız, 3 Ekim 1951, s. 1.
63
Ayyıldız, 16 Kasım 1951, s. 1.
64
Özacun, CHP Halkevleri Yayınları…, s. 16.
65
Sabah, 3 Ocak 1952, s. 3.
195
bildirilmişti.66 Daha sonra bu haber, Yenidevir gazetesi tarafından da teyit
edilmişti.67
Halkevlerinin kapatıldığı tarih olan 11 Ağustos 1951 tarihinden itibaren
Hatay Halkevi gibi içerisindeki Kurtuluş Müzesi de bir süre atıl halde kalmıştı. Bu
arada Antakya Belediyesi’nin Halkevindeki Kurtuluş Müzesi’ne sahip çıktığını
görüyoruz. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz Vali Rebii Bey’in demecinin
devamından anlaşıldığı kadarıyla Antakya Belediyesi, Halkevi içerisindeki Kurtuluş
Müzesi ile bando aletlerinin kendisine devredilmesini talep etmiş, ancak Maliye
Bakanlığı’ndan bir emir gelmediği için buna karşılık herhangi bir cevap
verilememişti.68
Belediyenin, Kurtuluş Müzesi’nin dağılıp yok olmasını önlemek için
başlattığı girişim, yerel basından da gerekli desteği bulmuştu. Sabah gazetesinin bir
sütununda konuya verilen destek “SEZER” mahlasıyla Sabahattin Ezer tarafından
şu ifadelerle dile getirilmişti:69
“İstanbul’da bir hamaset sergisinin açılacağını okur okumaz,
derhal hatırıma bizim “Hatay Mücadele ve Kurtuluş Müzesi” geldi.
Evet; eski Halkevinin bir salonunda, birçok emek ve para sarfıyla
meydana getirilen Mücadele ve Kurtuluş Müzesi.
İyi kötü Hatay’ın kurtuluşunu hazırlayan, Hatay’ın kurtuluşunu
gösteren şahıslara ve hadiselere ait birçok vesikaları ihtiva eden bu
müzenin dağılmasına, yok edilmesine hiçbir suretle müsaade
etmeyelim ve fırsat vermeyelim.
Bugün, içerisinde yer aldığı binanın henüz ne olacağı
bilinememektedir. Bunun bilinip bilinmemesi veya bu binanın daha
uzun müddet metruk bir halde bırakılıp bırakılmaması mezkûr
Müzeye herhangi bir menfi tesir yapamamalıdır. Yani o da hep
kapalı bir halde bırakılmamalı ve bakımsızlık yüzünden eşyalarının
yıpranmasına, eskimesine göz yummamalıdır.
Hatta mümkün olursa derhal, şehrimiz Belediyesinin talebine
uyarak onu, olduğu gibi hiçbir şeyini kaybetmeden, elden
çıkarmadan Belediyenin bir odasına nakletmeli ve halkın
istifadesine sunmalıdır.”
Görüldüğü gibi Hataylı, gerek belediyesi gerekse basınıyla olsun tarihi
geçmişine bir kez daha sahip çıkmıştı. Ancak Bakanlar Kurulu tarafından
Doğumevi olmasına karar verilen Halkevi binası, bu karardan 2 ay geçmesine
rağmen Nisan ayı başlarında bile atıl halde bekletiliyor ve bundan Kurtuluş Müzesi
de payına düşeni alıyordu. Halkevi bahçesini yaz aylarında çınarların gölgesinde bir

66
Atayolu, 16 Şubat 1952, s. 2; Sabah, 16 Şubat 1952, s. 1.
67
Yenidevir, 27 Mayıs 1952, s. 2.
68
Sabah, 3 Ocak 1952, s. 3.
69
Sabah, 27 Ocak 1952, s. 1.
196
serinleme ve eğlence yeri olarak görmeye alışkın olan Hataylılar, buranın
doğumevine dönüştürülene kadar yine eskiden olduğu gibi kahve veya gazino
şeklinde çalıştırılmaya devam edilmesinden yanaydılar. Hatta bu konu dönemin
yerel basınında; bahçenin açılmasına izin verilmesi halinde Halkevinin H’sinin bile
söylenmeyeceği, bunun yerine “14 Mayıs Gazinosu” adını verebilecekleri, ya da
eğer istenirse eski ismi olan “Oruk Pınarı” bile diyebilecekleri şeklinde bir ironi
halinde dile getirilmişti. Yerel basına göre, Halkevi binasının yakın zamanda
hastaneye dönüştürülmesi mümkün görünmüyordu. Bu iş için daha en az beş altı
aya daha ihtiyaç vardı. Dolayısıyla yaz mevsimine rastlayacak olan bu beş altı aylık
süre zarfında Halkevi bahçesinin kahve veya gazino olarak çalıştırılmak suretiyle,
halkın yaz aylarında buradan istifade etmesine devam edilmeliydi.70
Sağlık Bakanı Ekrem Hayri Üstündağ’ın Hatay’ı ziyareti sırasında doğum
ve çocuk hastanesi olmasına karar verilen Halkevinin hastaneye dönüştürülmesi
için, binanın tadilatına 7 ay sonra başlanabilmişti. Güney illerinin en önemli bir
doğum ve çocuk hastanesine kavuşacak olan Hataylılar, hükümetin bu kararından
memnuniyet duymuşlardı.71 Ancak Kurtuluş Müzesi’nin ne olacağı hakkında yine
bir karar söz konusu değildi.
Buraya kadar anlatılanlardan, Halkevi binasının doğumevine
dönüştürülmesi sürecinin 1952 yılının sonlarını bulduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Kurtuluş Müzesi’nin de bu süreç içerisinde Antakya Belediyesi
tarafından kurtarılmaya çalışıldığı, ancak bir sonuç alınamadığı görülmektedir.
Diğer taraftan yukarıdaki bilgilerden Kurtuluş Müzesi’ndeki bazı eserlerin şimdi
Hatay Arkeoloji Müzesi’nde bulunduğu ve bu eserlerin Arkeoloji Müzesi’ne Hatay
Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından getirildiği aşikârdır. O halde Kurtuluş
Müzesi’ndeki eserler Belediyeye devredilmediği açıktır. Devredilmiş olsaydı, bu
müzedeki eserlere talip olan belediye bunları daha iyi bir şekilde korur ve
günümüze ulaşmalarını sağlardı.
Önemli bir sorun, Kurtuluş Müzesi’ndeki eserlere ne olduğudur. Arkeoloji
Müzesi’ndeki Kurtuluş Müzesine ait eserlerin envanter kayıtlarının hepsinde
“Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti tarafından müzeye getirilmiştir” ibaresi vardır.72
Bundan dolayı kanaatimizce, bu eserler ya Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyetine
devredildi ve sonra da bu cemiyet tarafından Arkeoloji müzesine getirildi veya
başka bir yere verildi. Ama bu müzede anıları bulunan Hatay Kuva-yı Milliye
Cemiyeti mensupları, bunların yok olup gitmesine gönülleri razı olmadığı için
bunları ya toptan ya da peyderpey kendileri açısından en güvenilir yer olarak
gördükleri Arkeoloji Müzesine getirip teslim ettiler.

70
Sabah, 8 Nisan 1952, s. 2.
71
Yenidevir, 5 Kasım 1952, s. 2.
72
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 514, 515, 516, 517, 518, 519, 520, 521, 522, 523, 524, 525.
197
4. Hatay Kurtuluş Müzesi’nden Hatay Devlet Müzesine Giden Yol
Elde edilen bilgiler, 1949 yılında kurulan Hatay Kurtuluş Müzesi’ne ait
eserlerin Halkevi kapatıldıktan sonra bir kısmının, Hatay Kuva-yı Milliye Cemiyeti
vasıtasıyla Hatay Arkeoloji Müzesi’ne geçtiğini göstermektedir. Diğer taraftan bazı
eserlerin de yıllar sonra Hatay Valilik binası içerisinde ihdas olunan “Hatay Devleti
Müzesi”ne intikal ettiği aşikârdır. Bu müze, 2000 yılında dönemin Hatay Valisi
Yener Rakıcıoğlu zamanında Prof. Dr. Berna Alpakut, Prof. Dr. Cemal Yükselen,
Mehmet Tekin, Günay Çelenk ve Hatay Esnaf Odaları Birliği Başkanı Mustafa
Bulut’un katkılarıyla kurulmuştur. 2011 yılında, Hatay Valisi Celalettin Lekesiz
döneminde Valilik binası restore edilirken Hatay Devlet Müzesi de yeniden ele
alınarak Hatay Devlet büyüklerinin balmumundan heykelleri yaptırılmış ve müze
bina içerisinde bir köşeden başka bir köşeye taşınmıştır.73 Hatay Devleti var olduğu
sürece, hem Cumhurbaşkanlığı’na, hem Başbakanlığa, hem de Hatay Devleti Millet
Meclisi’ne ev sahipliği yapan Hatay Valilik Binası’nın restorasyon işi İl Özel
İdaresi tarafından ihale edilmiştir. Restorasyonuna Temmuz 2010’da başlanmış, 24
Aralık 2011’de hizmete girmiştir.74

Fotograf 17: Hatay Valilik Binası(www.haberler.com sitesinden alınmıştır.)

73
Mehmet Tekin’le 29 Mayıs 2015’te yapılan söyleşi.
74
http://www.hatay.gov.tr/IcerikDetay.aspx?IcerikId=307; Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından
2011 yılında Hatay ili, Antakya merkez İlçesi, Kışlasaray Mahallesi Fevzi Çakmak Caddesinde, (2. Mıntıka
912 no’lu parselde) bulunan tescilli taşınmazın “Hatay Devleti Müzesi” yapılmak üzere restorasyonunun
yapıldığı belirtilmiştir. http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,108411/restorasyon-faaliyetleri.html.
198
Bu restorasyon esnasında valilik binası eski şekline uygun olarak yani
aslına sadık kalınarak restore edilmiştir. Hatay Valilik Binası’nın kentin tarihi
belleğinde hak ettiği imgesel değeri alması ve yeniden işlevsel hale getirilerek
turizme kazandırılması amacıyla, binanın ikinci katındaki yaklaşık 45 m2’lik bir
mekânın “Hatay Devleti Müzesi” olarak düzenlenmesi çalışmalarına75 ise, 2011
yılında başlanmış ve Şubat 2013’te tamamlanmıştır.76 Bu müze, yukarda
anlattığımız Hatay Kurtuluş Müzesi gibi, 1918-1939 tarihleri arasında Hatay’ın
Fransız işgali altında kaldığı dönemi, 10 ay 21 günlük müstakil devlet olarak kaldığı
dönemi ve anavatana katılma sürecini kapsayacaktı. Müzede, Hatay Devleti
Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’in ve dönemin milletvekillerinin balmumu
heykelleri de yer alacaktı.77
Dönemin Hatay Valisi Celalettin Bey’in talimatıyla harekete geçen bir
heyet, Türkiye’nin birkaç yerine gidip incelemeler yapmıştır. Bu heyet içerisinde
bulunan İskenderun Halk Eğitim Müdürü Mehmet Mursaloğlu, bu incelemeler
sırasında Bursa İnegöl’de karşılaştığı manzaranın kendisini çok duygulandırdığını
ifade etmişti. Mehmet Mursaloğlu, orada 1937 tarihinde ilkokulda düzenlenen bir
yarışmada yapılan “Hatay Devleti bizimdir bizden ayrılamaz” resmini
gösterdiklerinde gerçekten çok heyecanlandığını, bu resmin kendilerine hediye
edildiğini ve bunların hepsinin müzede sergileneceğinden bahsetmiştir.
İskenderun’da ve şehir dışında yaşayan birçok vatandaşa çağrıda bulunan
Mursaloğlu, kimin elinde tarihi resim, bilgi, belge ne varsa, bölgenin tarihinin iyi
anlatılması için, kendileriyle paylaşılmasını istemişti.78
Hatay'ın 63. il olarak Türkiye'ye katılma kararının alındığı tarihi vilayet
binasının ikinci katında oluşturulan Hatay Devleti Müzesi’nde sergilenecek olan
Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen, Başbakanı Abdurrahman Melek ve
milletvekillerine ait balmumu heykeller, ünlü heykeltıraş Adil Çelik’e yaptırılmıştı.
Eserleri Türkiye’nin birçok yerinde sergilenen Adil Çelik, heykelleri kendisine ait
“Max Works” tekniğiyle yapmıştı. Uzun bir çalışma döneminden sonra hazırlanan
balmumu heykeller, her türlü hava şartlarına dayanma özelliğine sahipti.79
Yukarda bahsedildiği gibi Şubat 2013’te tamamlanan Hatay Devleti
Müzesi, 20 Nisan 2013’te Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Yönetim Kurulu
Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu başkanlığındaki Akil Adamlar Akdeniz Bölge Heyeti
tarafından da gezilmişti. Heyet, ilk önce Hatay Valisi M. Celalettin Lekesiz’i
makamında ziyaret etmiş, daha sonra Vali Celalettin Bey, konuklarına Valiliğin
ikinci katında bulunan “Hatay Devleti Müzesi”ni de gezdirmişti.80

75
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=4049371.
76
http://turizmreport.com/?link=haber-detay&haber_id=521; Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüsnü
Işıkgör ile 01.06.2015 tarihinde yapılan görüşme; http://www.haberler.com/tarihi-vilayet-binasi-hatay-devlet-
muzesi-oluyor-2875918-haberi/.
77
http://www.haberler.com/tarihi-vilayet-binasi-hatay-devlet-muzesi-oluyor-2875918-haberi/.
78
http://www.iskenderun.org/haberdetails.isk?ID=18330.
79
http://www.haberexen.com/hatay-devletinin-ileri-gelenlerinin-heykeli-yapildi-38867h.htm.
80
http://www.iskenderun.org/haberdetails.isk?ID=23717.
199
Fotograf 18: Akil Adamlar Akdeniz Bölge Heyeti’nin Hatay Valiliği ve Hatay
Devleti Müzesi Ziyareti (www.iskenderun.org sitesinden alınmıştır.)
Ancak böyle önemli bir müze, öncekinin yarısı kadar bir yere
sıkıştırılmıştır. Vali Celalettin Bey’in, Hatay Devlet Müzesi’ni yeniden
şekillendirirken yıllar önce yani, tam 62 yıl önce zaten böyle bir müzenin
açıldığından ve halkevlerinin kapatılmasıyla sona erdiğinden haberdar olup
olmadığını bilemiyoruz. Ancak bundan haberdar olmadığı kanaatindeyiz. Eğer
haberdar olsaydı, herhalde şimdi Arkeoloji Müzesi’nde bulunan yukarda envanter
kayıtlarını verdiğimiz Kurtuluş Müzesine ait eserleri de burada sergilemek için bir
teşebbüste bulunurdu.
Ancak ilginç olan taraf şu ki, 1949 yılında Hatay Kurtuluş Müzesi’ni
kuranlarla, 2011 yılında Hatay Devlet Müzesi’ni yeniden düzenleyenlerin, müzeleri
oluştururken izlemiş oldukları yolun birbirine benzemesidir. Buna bir örnek vermek
gerekirse, her ikisi de söz konusu müzeleri kurarken bir taraftan da bütün Hatay

200
tarihini ortaya koyacak birer kitap hazırlatmışlardır. Bunlar Şükrü Balcı tarafından
1950’de hazırlanan “Turistik Hatay” ile81 bir komisyon tarafından 2013’te
hazırlanan “Hatay Tarihi” eserleridir.82
Gerek Hatay tarihi açısından gerekse Türk tarihi açısından böyle bir
müzenin önemi elbette inkâr edilemez. Bu bakımdan geçmişte var olan Hatay
Kurtuluş Müzesi ile şimdiki Hatay Valiliği içerisindeki Hatay Devlet Müzesi’nin
birleştirilmesi, Hatay tarihi açısından göz ardı edilemez bir gerçektir. Bunun için ya
Arkeoloji Müzesi’ndeki bahsettiğimiz eserlerin Hatay Devlet Müzesi’ne
nakledilmesi, ya da Arkeoloji Müzesi’nin bir salonunun Hatay Kurtuluş Müzesi
Salonu olarak düzenlenmesi yerinde atılmış bir adım olacaktır. Ancak asıl
gönlümüzden geçen Hatay Kurtuluş Müzesi’ndeki eserlerin tamamının bulunarak
ayrı bir binada, ilk kurulduğu zamanki adıyla, yani “Hatay Kurtuluş Müzesi” adıyla
yeniden ihyasıdır. Hatta yakında açılacağını haber aldığımız Etnografya Müzesi
içerisinde bir salonun “Hatay Kurtuluş Müzesi” şeklinde düzenlenmesine bile
razıyız. İşte bu yapıldığı zaman Hatay tarihine sahip çıkılmış ve Hatay’ın kurtuluşu
için kanlarını akıtmış şehit ve gazilerimizin ruhları muazzez edilmiş olunacaktır.
KAYNAKLAR
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA)
BCA, 490.01.442.1828.1.
BCA, 490.01.1004.877.2.
BCA, 490.01.845.345.2.
BCA, 490.01.980.801.8.
Kitap ve Makaleler
Arık, Remzi Oğuz, Halkevlerinde Müze, Tarih ve Folklor Çalışmaları Kılavuzu,
CHP Halkevleri Yayımlarından Kılavuz Kitapları, c. XXI, Ankara 1947.
Arıkan, Zeki, “Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi”, Ankara Üniversitesi
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, c. 6, S. 23, Mayıs 1999.
Balcı, Şükrü, Turistik Hatay, 1950.
Çeçen, Anıl, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul
2000.
Çeçen, Anıl, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yayınları, Ankara
1990.
Düzgün, Nur, Güney’in İncisi Hatay, Güney Matbaası, Adana.
Ezer, Sabahattin, “Mücadele ve Kurtuluş Müzesi”, Sabah, 8 Aralık 1948.
Güneş, Müslime, “Adnan Menderes ve Halkevleri”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, c. XII, S. 25 (2012-Güz/Autumn).

81
Balcı, Turistik Hatay, 1950.
82
TC. Hatay Valiliği, Hatay Tarihi, Hatay 2013.
201
İnan, Arı, Tarihe Tanıklık Edenler: Cumhuriyet’in Kurucu Kuşağıyla Söyleşiler,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2011.
Keleş, Vedat, “Modern Müzecilik ve Türk Müzeciliği”, Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 2, S. 1-2, Erzurum 2003.
Önder, Alev-Abacı, Oya- Kamaraj, Işık, “Müzelerin Eğitim Amaçlı Kullanımı
Projesi: İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki Marmara Örneklemi”, Pamukkale
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, S. (1) 25, Denizli 2009.
Özacun, Orhan, CHP Halkevleri Yayınları Bibliyografyası 1932-1951, 2001.
Tekin, Mehmet, Hatay Basın Tarihi, Aydoğmuş Kitapları, Antakya 1985.
Ülkü Halkevleri ve Halkodaları Dergisi, c. 3, S. 33. Eylül 1949.
Yiğitgil, Sıtkı, “Halkevleri”, Yeniyol, 16 Kasım 1950.
Yücel, Erdem, Türkiye’de Müzecilik, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999.
Gazeteler:
TC Resmi Gazete, 11 Ağustos 1951, Sayı 7882.
Atayolu
Ayyıldız
Hataypostası
İskenderun
Sabah
Yenidevir
Yeniyol
İnternet Adresleri
http://www.haberler.com/tarihi-vilayet-binasi-hatay-devlet-muzesi-oluyor-
2875918-haberi/
http://www.haberexen.com/hatay-devletinin-ileri-gelenlerinin-heykeli-yapildi-
38867h.htm
http://www.hatay.gov.tr/IcerikDetay.aspx?IcerikId=307
http://www.iskenderun.org/haberdetails.isk?ID=18330
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,108411/restorasyon-faaliyetleri.html
http://turizmreport.com/?link=haber-detay&haber_id=521
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=4049371
Diğer Kaynaklar
Hatay Arkeoloji Müzesi Envanter Kayıt No: 514, 515, 516, 517, 518, 519, 520, 523,
524, 525.
Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürü Hüsnü Işıkgör ile 01.06.2015 tarihinde yapılan
görüşme.
Mehmet Mursaloğlu ile 06.06.2015 tarihinde yapılan görüşme
Mehmet Tekin’le 29 Mayıs 2015’te yapılan görüşme.

202
203
KALEMDEN KELAMA SANCAK’TA BİR DİL ATÖLYESİ VE ANADİL
SAVUNMASI “YENİ MECMUA” (1928-1930)

Olcay ÖZKAYA DUMAN


Giriş
I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti’nin yenilgiye uğraması ile
imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması kısa sürede Anadolu’nun birçok yerini
işgale açık hale getirmiştir. Bu dönem söz konusu ateşkes antlaşmasına istinaden
İtilaf devletleri tarafından işgal edilen yerler arasında bulunan Antakya ve civarı
Fransız güçlerinin etkisi altında kalmıştır. Kurtuluş savaşında işgale maruz kalmış
pek çok yer kurtarılabilmiş ancak Antakya ve civarı bunun dışında kalmıştır.
Bölgede işgal faaliyetlerini sistematik bir biçimde genişleten Fransa, kısa sürede
merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız manda bölgesine bağlanacak bir Sancak idaresi
kurarak bölgeyi tamamen kontrolü altına almaya çalışmıştır.1
Genel olarak 1921 yılından itibaren Fransa tarafından İskenderun Sancağı
olarak tanımlanmaya başlanan bölge askeri, idari, siyasal ve kültürel anlamda yeni
sömürge yönetiminin uygulama sahası olmuştur. Fransa’nın özellikle Sancak
yönetimini tesis ederek faaliyetlerini hızlandırması ile bölgede çeşitli siyasal
güçlerin faaliyetlerinde de artış görülmüştür. Sancak genelinde etkili olan siyasal
otorite ve güçlerin gölgesinde yürütülen mücadeleler kültürel sahada belirgin bir
şekilde kendini ortaya koymuştur. Bu rekabet, üç siyasetin etkisinde üç koldan ve
üç dilde basın yayın çalışmalarıyla, kalemlerin yürüteceği entelektüel bir birikime
ortam sağlamıştır. Fransa yönetim kadroları, aldıkları kararlar ile Sancak genelinde
entelektüel bir elit, Fransız kültürüne sempati oluşturacak bir taban yaratmaya
çalışırken bir yönüyle manda idaresinin desteğini alan Suriye yönetimi taraftarı
gruplar ise Arap kültürünün nüfuzunu arttıracak bir başka eliti beslemeye
çalışmışlardır. Bu durum karşısında Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal’in girişim
ve desteği ile Sancak’ta gelişen bu çok yönlü kültür mücadelesinde Türkiye ile
arada oluşturulan kültür koridorunu canlı tutmak ve güçlendirmek hayati bir önem
taşımıştır. Bu amaçla bölgede kısa sürede Türk dili ve kültürü konusunda çeşitli
çalışmalara ağırlık verilmiştir. Yanı sıra Sancağın birlik ve bütünlüğünü sağlamak
amacına yönelik sürdürülen çeşitli çalışmalarda söz konusu tema vurgulanarak
siyasal mücadele kültürel çabalarla desteklenmiştir. Bu amaçlar doğrultusunda
Sancak genelinde yayın faaliyetlerine başlamış bu anlamda ilk ve önemli adım Yeni
Mecmua ve Kadrosu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yayın kadrosu Yenigün
gazetesine dönüşene kadar başlangıçta bir mecmua olarak, ele aldığı konular,


Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Antakya-Türkiye,
oozkayaister@gmail.com.
1
Sancak’ta Fransız manda yönetimi ve faaliyetleri konusunda geniş bilgi için bkz. Adnan Sofuoğlu; Adil
Dağıstan, “Sancak’ta Fransız Mandat Yönetimi ve Türkiye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.XX, S. 60,
Ankara, 2004; Adnan Sofuoğlu, “Arşiv Belgeleri Işığında Sancak (Hatay)’ın Bağımsızlık Sürecinin İlk
Aşaması ve Türkiye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Ankara, 2005.
204
uyguladığı yayın politikası, dil ve üslup gibi karakteristik özellikleri ile önemli bir
yere sahiptir. Çalışmamızın ana hareket noktası özellikle bu başlangıç sürecinin
analitik düşünce gücü ve motivasyonunu sağlamada başarılı olan, bu anlamda
önemli faaliyetler göstermiş Yeni Mecmua ve Kadrosunu çalışmalarıyla kritik
ederek ortaya koymaktır.
1. Hatay Yerel Basınında Yeni Mecmua
Yeni Mecmua 15 Eylül 1928 tarihinde çıkarılmıştır. Antakya’da
yayınlanmıştır.2 Mecmua Antakya’daki Teceddüt matbaasında, ilk baskıları
21x27,5 ebadında çıkarılmıştır. Ancak mecmuanın, yayın süresince farklı ebatlarda
çıkarıldığı dikkat çekmektedir. Bir dönem 19x 27 ebadında ve on iki sayfa on beş
günde bir çıkarılmıştır. 19 Mayıs 1929 tarihinde çıkan 26. Sayısından itibaren ise
25x 3 ebadında sekiz sayfa çıkarılmıştır. Mecmua toplam 48 sayı çıkmış olup son
sayı 01.07.1930 tarihlidir. Mecmuanın yönetim ofisi ve basım evi olarak köprü
çarşısında Balcılar Sabunhanesinde bulunan Yeni Matbaa Antakya adresi
verilmiştir. Ancak mecmuanın ilk yirmi altı sayısı Teceddüt Matbaasında
basılmıştır.
Mecmua, ilk sayfalarında özellikle giriş sütunlarında sürmanşet olarak
kendi yayın politikası ve yazın üslubu hakkında önemli bazı bilgiler vermiştir. Buna
göre mecmua kendini, ilmi, edebi, fikri memleket mecmuası olarak
tanımlamaktadır. Mecmuanın sahibi Hatay düşün dünyasının önemli isimlerinden
Şükrü Fehmi Balcı’dır.3 Zira Balcı mecmuanın pek çok sayısında çeşitli kimi
önemli konularda birçok yazı kaleme almış ayrıca başyazar olarak da mecmuaya
katkı sağlamıştır. Mecmua, on birinci sayıya kadar tamamen Osmanlıca, ancak bu
sayıdan itibaren kısmen Osmanlıca kısmen de Türkçe yazı ile çıkarılmıştır. Bu iki
dilli mücadele özellikle Türkiye’de başlayan yeni alfabe inkılabının Sancak’ta
kabulü ve uygulanabilirliğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Dolayısıyla önce
sadece başlıklar daha sonra kısmen tek satır, satır arası paragraflar ve bir süre sonra
ise kısmen paragrafların yeni alfabe ile basılma girişimleri bu amaca yönelik ortaya
konulmuş çabalardır. Dolayısıyla Anadolu’da olduğu gibi Sancak’ta da basın yayın
yoluyla yeni alfabe ilk olarak özellikle Yeni Mecmua aracılığıyla halka tanıtılmaya,
benimsetilmeye ve hatta öğretilmeye çalışılmıştır. Yeni Mecmua’daki bu çabanın,
Türkiye ve Mustafa Kemal’in İnkılaplarına sahip olmaya hazır bir Sancak algısını
ortaya koymayı amaçlarken Fransız manda idaresine karşı da Türkiye’ye bağlı bir
Sancak gerçeğini gözler önüne sermeyi hedeflediği anlaşılmaktadır.

2
Yeni Mecmua, 15 Eylül 1928.
3
Hatay/Sancak’ta sosyal ve gündelik yaşamda önemli bir yere sahip olan Şükrü Fehmi Balcı, Genç Spor
Kulübü’nün 1926’da kurucusudur. Aktif, azimli, girişken ve başarılı Hataylı gençlerden olan ve Yeni
Mecmua’nın da sahibi Şükrü Balcı, basın konusunda da Hatay/Sancak’ta öncü olmuştur. Şükrü Balcı, 1928
yılında Antakya’da “Yeni Mecmua” adlı haftalık bir dergi çıkarmıştır. Balcı 1928 yılı itibarıyla Hatay’ın
entelektüel Kadro hareketinin de basın üzerinden öncü isimlerinin başında yer almıştır. Pek çok gazete ve
mecmuada yazılar yazmıştır. Hasan Duman, Osmanlı- Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828–1928), c.1 ve
c.II, Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Yayınları, Ankara, 2000, s.128, s.58.
205
Genel anlamda siyasi konulara çok fazla değinmeyen Yeni Mecmua, yayın
yaşamı boyunca daha çok kültürel, sosyal, edebi ve sanat içerikli yazılara yer
vermiştir. Başyazarları arasında başta kurucusu ve sahibi Şükrü Fehmi Balcı olmak
üzere, Vedi Münir Karabay, Nafi Miski bulunmaktadır. Yeni Mecmua geniş bir
yazar kadrosuna sahip olmanın yanı sıra kaleme alınan yazıları ile çok çeşitli
konulara da temas edebilmiştir. Edebiyattan Sanat’a toplumsal kültürel ve siyasal
konular üzerine geniş makalelere yer veren Yeni Mecmua’da siyasal yazılardan çok
edebi ve toplumsal yazılar ağırlıklı olmuştur. Yeni Mecmua’nın yazar kadrosundan
yer alan önemli bazı isimler arasında başta Vedi Münir Karabay, Hikmet Çinçin4,
Dr. Abdurrahman Melek5 gelmektedir. Yanı sıra Şükrü Fehmi Balcı, Mahmut Ali,
Firuz Hanzad, Ömer Hilmi6, Lami Cankad, Nafi Miski, Ahmet Sırrı Hocaoğlu,
Yahyazade Asaf Bey, Emin Asım, Azmiye Asım, Cevri Civelek de mecmuanın
diğer yazarlarıdır. Nuriye Remzi, Bekir Sıtkı Kunt, Aysel (M.Çinçin), A.Mecit,
Cemil Bahadırlı, Karabet İzmirliyan7 ve Türk Edebiyatında Fecri Ati’nin tanınmış
isimlerinden Cemil Süleyman da mecmuanın edebi kalemi kuvvetli
yazarlarındandır. Mecmuanın yazar kadrosu içinde az sayıda kadın yazarlara da

4
Hikmet Çinçin Bey, 1892 tarihinde Antakya’da doğmuş ve iki yaşında iken ana ve babasıyla bir arada AA ve
idadi tahsilini de yine İstanbul’da bir han Türkî mektebinde yapmıştır. Bundan sonra Hukuk Fakültesine
girerek 328 senesinde âli ala (yüksek derece) bir diploma ile çıkmış, 329’dan 330 senesine kadar Antakya
bidayet mahkemesi azalığında bulunmuştur. Bilahare (bunun yanı sıra) istifa ederek Avukatlığa başlamış ve
umumi harbin ilanı üzerine Hazret-i Maksureye tabii olarak askerlik hizmetini İstanbul’da yapmıştır.
Seferberliğin sevk senelerinde Harbiye Nezaretinde ihtiyat dördüncü sınıf askeri kâtipliğini yapmıştır.
Mütarekeden sonra Antakya’ya dönerek tekrar Avukatlığa başlamış ve aynı zamanda Antakya Lise
müdürlüğü yapmış ve 921’de Antakya Sulh hâkimliğine tayin olunmuştur. O tarihten bu güne kadar (1936)
yalnız bir senesi Halep istinaf mahkeme azalığında geçmek üzere tamamen Antakya’da müstenzalık, Sulh
hâkimliği ve bidayet mahkemesi riyaseti vazifelerini yapmış ve en son vazifesi de Antakya meduğ-u
umumiliği olmuştur. Babası Çinçinzade Hakkı Bekir’dir. Anası Büyük müftü Hacı Lebibe Kadın’dır. Tarık
Mümtaz Yazganalp, Çizgiler ve Bilgiler, Halep Maarif Matbaası, Halep, 1936, s.33-34.
5
Hatay Erginlik Cemiyeti Genel Merkezi Başkanı, Hatay Devleti döneminde Başbakan olarak görev yapan
Dr.Abdurrahman Melek, Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye iltihak yıllarında mücadelenin öncü isimlerin
başında yer almıştır.
6
Ömer Hilmi Bey, 308 Rumi senesinde Reyhaniye (Reyhanlı)’de doğmuştur. İlk tahsilini Reyhanîye ve
Halep’te, tali tahsilini Halep idadisinde tamamladıktan sonra İstanbul Dar-el muallimine girerek bu mektebin
âli (yüksek) kısmı edebiyat şubesini ikmal ederek 331’de Halep Dar-el muallimini edebiyat, tarih ve coğrafya
öğretmenliklerine tayin edilmiştir. Umumi harp (Birinci Dünya Savaşı) nihayetine kadar bu vazifede kaldıktan
sonra Hükümet-i Garbiye’nin tesisi üzerine bir müddet açıkta kaldıktan sonra Harim kazası iptidai mektepleri
müfettişliğine ve bu vazifenin lavı üzerine, Slakin iptidai mektebi başmuallimliğine ve sırasıyla Reyhanîye
numune mektebi müdürlüğüne, Antakya lisesi edebiyat profesörlüğüne (Öğretmenliği), Kırıkhan, Ordu
(Yayladağ), Bilan (Belen) başöğretmenliklerine ve tekrar Kırıkhan mektebi müdürlüğüne, İskenderun numune
mektebi öğretmenliğine ve nihayet hale hazırdaki(1936) vazifesi olan Antakya kız lisesi profesörlüğüne
(öğretmenliği) tayin edilmiştir. Başlıca eserleri: Hak ve Kut, Adiğa Alfabesi, Çerkezcenin Zabiti Etrafında Üç
Müşkül. Tarık Mümtaz Yazganalp, Çizgiler ….., Halep, 1936, s.29-30.
7
Karabet İzmirliyan, 12 Mayıs 1892 tarihinde Adana vilayetinin Hasıbya kazasında doğmuştur. İlk tahsilini
Haçin’deki Amerikan yüksekokulunda, tali tahsilini Konya Amerikan kolejinde ve Adana idadisinde
tamamlamıştır. 1915–1914 senesi İstanbul Hukuk mektebinden en yüksek derece ile mezun olmuştur. Hiçbir
hükümet memuriyetine girmemiştir. Önce Adana’da daha sonra da iki sene İskenderun’da ve 1924 tarihinden
beri Antakya’da Sancak Hazine-i Mülk-ü Devlet, Antakya belediyesi ile Suriye Bankasının vekil-i umumiyesi
olarak çalışmıştır. Antakya tarihi yazarıdır. Birinci cildi çıkmıştır. İkinci cildi derdeste tabidir. Antakya
gazetesinde tefrika edilmiştir. Nişanları; İkinci istihkak-ı Suri. Tarık Mümtaz Yazganalp, Çizgiler…, s.43.
206
rastlanmaktadır. Dönemin basın yaşamında sadece Hatay’da değil söz konusu
dönemde Türkiye’de de belli oranda aynılık gösteren kadının erkeğe oranla geride
durması Hatay basınında da görülmektedir. Ancak bu durum, 1937’lerden sonra
basın yaşamının hareketlenmesi ve basın yayın organlarının artmasına neden olan
ve Hatay için farklılaşan siyasal ortam nedeniyle değişmiştir. Kadınların sadece
Yeni Mecmua’nın devamı olarak bilinen Yenigün gazetesi ile değil diğer yerel
gazete ve mecmualarda da yazın dünyası içerisinde yer aldığı görülmüştür.8
Yeni Mecmua’nın çeşitli sayılarında Dert Ortağı, Seyyah, Yıldız, Kuyruklu
Yıldız, Muzaffer, Şakacının Defterinden rumuzlarının kullanıldığı pek çok yazı
bulunmaktadır. Ayrıca başyazarlardan Şükrü Fehmi Balcı ya da Vedi Münir
Karabay yazılarını genellikle takma adlarla ve Yeni Mecmua imzası ile
yayınlamışlardır. Muzaffer Vedi Münir Karabay’ın, Yıldız ve Dert Ortağı Şükrü
Balcı’nın kullandığı rumuzlardandır. Dergi Temmuz 1930 tarihinde kırk sekizinci
sayısı ile basımını durdurmuştur. Bu tarihten itibaren Antakya’da başka dergiler de
yayınlanmıştır ancak hiç biri Yeni Mecmua kadar uzun soluklu olmamıştır.
Şükrü Fehmi Balcı’nın, Yeni Mecmua’nın çıkarılması için Fransız manda
yönetimine müracaatı sürecinde, Hatay davasını sahiplenen Hataylı Türk ileri
gelenleri tarafından destek gördüğü bilinmektedir. Ancak, Fransız manda idaresi
yöneticileri tarafından gerekli açma izni verilmemiştir. Müracaat yazısı bir defa
daha gönderildiğinde, mecmuanın yazı heyeti olarak Abdurrahman Melek, Şükrü
Fehmi Balcı, bir Ermeni vatandaş, bir resmi memur ve bir de hoca gösterilmiştir.
Mecmua’ya, bu müracaat yazısı sonrası Sancak idaresi tarafından Osmanlıca ve
Fransızca yayın yapmak şartı ile izin verilmiştir.9 Mecmua, Osmanlıca basılmışsa
da pek çok sayısında Osmanlıcanın yanı sıra Türkçeye de yer verilmiştir. Bu çaba
Sancak genelinde yayın yapan milli basın organlarının genel tutumu olarak dikkat
çekmektedir.10
2. Yeni Mecmua’nın Yayın Politikası Ve Faaliyetleri
Yeni Mecmua, pek çok konuda araştırma, inceleme, tartışma, deneme,
eleştiri, hikâye, öykü, felsefe, fikir, spor, tiyatro oyunları, şiir, bulmaca ve ayrıca
çevirilere de geniş yer vermiştir. Bu yönü ile Yeni Mecmua, Hatay düşün dünyasını
etrafında toparlayan önemli bir kültür okulu olmuştur. Ayrıca mecmua her haftanın
sosyo-kültürel olayları hakkında da bilgiler vermiştir. Mecmua son sayfada pek çok
konuda halkı ilgilendirecek ilanlara da yer vermiştir. İlanlar kısa cümlelerden
oluşan ve renksiz olup az sayıdadır. Mecmua 15 Nisan 1930 tarihli kırk üçüncü
sayfasından itibaren lise öğrencilerine bir sayfa tahsis ederek onların özellikle yeni
harfli Türkçe çeşitli yazılar göndermelerini istemiş ve bu yazılar düzenli olarak

8
Yenigün gazetesi ile ilgili geniş bilgi için bkz. Olcay Özkaya Duman, “İşgal’den İltihak’a Hatay’da
Entelektüel Bir Kadro Hareketi Yenigün Gazetesi ve Yenigüncüler”, Journal of History School, Yıl 6, S. XVI,
Ankara, 2013.
9
Abdurrahman Melek, Hatay Nasıl Kurtuldu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993, s.65.
10
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: Olcay Özkaya Duman, Sancak’ta Devlet’ Hatay Basını (1921-1939),
SDU Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2013; Ayrıca bkz. Mehmet Tekin, Hatay Basın
Tarihi, Antakya Kültür Basımevi, Antakya, 1985.
207
yayınlanmış. Lise öğrencileri arasında mecmuaya yazı gönderenlerin başında Cemil
Meriç yer almıştır. Cemil Meriç’in bilinen en erken döneme ait ilk edebi yazılarının
bu mecmuaya gönderdiği yazılar olduğu bilinmektedir.11 Bir grup entelektüel fikir
insanının mecmua çevresinde birleşmesi ve ortak amaçlar doğrultusunda bir yazın
mücadelesi başlatma gayreti Hatay’da Lise öğrencileri ve yazmak isteyen gençlere
çeşitli konularda geliştirecekleri duygu ve düşünceleri için bir fikir sahası
oluşmuştur. Mecmuada yazılar çeşitlilik göstermektedir. Genel anlamda sancak
dönemi Türk Halk edebiyatının nazım ve nesir örneklerine geniş yer verildiği
görülmektedir. Bu şekilde Hatay düşün dünyası ve basınında önemli bir yere sahip
olan Yeni Mecmua, Sancak genelinde edebi çalışmaların güçlenmesine katkı
sağladığı gibi gençlerin zamanla rağbet ettiği, kendilerini ifade edebilecekleri edebi
bir yaşam alanı sunma konusunda da başarılı olmuştur. Bu özellik kısa sürede Yeni
Mecmuanın satış rakamlarının artmasını sağlamıştır.
Yeni Mecmua, Hatay’da değişen siyasal ortam ve bu yeni dönemin ortaya
koyduğu kaos üzerine bu anlamda yayın ihtiyacını istenen düzeyde tatmin
edememeye başlamıştır. Bunun nedeni ise bölgede kısa sürede değişen siyasal
dengeler ve bunun Hatay basını üzerinde uyandırdığı beklentidir. Dolayısı ile edebi,
ilmi ve toplumsal meseleler artık mevcut gündemin içerisinde fazlası ile geri planda
kalmıştır. Zira mecmua kısa sürede özellikle Farnsa’nın sömürgelerinden Suriye ve
Lübnan’a bağımsızlıklarını vereceği konusunda beliren tartışmaların hız
kazanmasıyla yayın beklentileri açısından yetersiz kalmıştır. Bu değişen ortamda
daha çok Sancağın statüsü, Fransız Hükümetinin ve Suriye’nin bölge üzerinde
yürüttükleri politikalar, manda idaresinin yürüttüğü uygulamalar, Türkiye’nin bu
konular üzerinde geliştirdiği siyasal tutum gibi çok daha hayati ve güncel konularda
yayınların yapılması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyaç ağırlıklı olarak siyasi
kısmen de ilmi, edebi ve kültürel bir gazete olarak Yenigün gazetesi adı ile yeni bir
gazete ihtiyacı meydana getirmiştir. Bu şekilde Yenigün gazetesi, Yeni
Mecmua’nın bu yönünü tamamlayacak şekilde yayın hayatına başlayacaktır.
Hatay/Sancak’ta günlük çıkarılan daha çok politik yazılarıyla ağırlıklı olarak siyasi
bir nitelik taşıyan Yenigün adlı gazete aynı yayın kadrosu tarafından çıkarılmıştır.12
Bu anlamda Yeni Mecmua, Sancak’ın ilk yıllarından itibaren başlatmış olduğu
kültür mücadelesini siyasal yazı ve haberleri de sütunlarına taşıyarak misyonunu
güçlendirerek devam etmiştir.
Yeni Mecmua’da, pek çok sayısında başlıklarla belirlediği bölümlere
kültürel konularda Türkçe dilde yazılmış yazılar toplamıştır. Örneğin Mektepliler
Sahifesi adı ile açılan bölüme, dönemin en önemli liselerinden biri olan Antakya
Lisesinden yazılar getirilmiştir. Lise öğrencileri, bu bölüme toplumsal ve daha çok
edebi pek çok konuda çeşitli yazılar göndermişlerdir. Bu gençler arasında adları
Altılılar13 olarak geçen ve Hatay davasının önemli genç simalarından olan altı liseli
11
Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim yayınları, İstanbul, 2002,s.28.
12
Selim Çelenk, Hatay’ın Kurtuluş Mücadelesi Anıları, Antakya Gazeteciler Cemiyeti yayınları, Antakya,
1997,s.35.
13
Altılılar grubu (ATL) olarak bilinen isimler şunlardır; Vahit Melih Halef ( Halefoğlu)”1983-1987 T.C.
Dışişleri Bakanlığı yapmıştır”, Sabahattin Tavil, Osman Zekizade (Bilgin), Necmettin Melek, Adil Mehmun
208
yer almıştır. Lise öğrencileri genellikle Osmanlıca ile kaleme aldıkları yazılarını bir
süre sonra Türkçe olarak göndermişlerdir. Zira her defasında mecmua gönderilen
yazıların bir dahaki sefere muhakkak yeni harfli Türkçe gönderilmesi konusunda
uyarıda bulunarak, öğrencilerin Yeni Türk alfabesini öğrenmelerini teşvik etmiştir.
Mecmuanın mevcut sayılarına bakıldığında mecmua idarecilerinin bu tutumunun
başarılı sonuç verdiği anlaşılmaktadır. Nitekim mecmuanın ilerleyen sayılarında,
Türkçe yazıların genişliği ve sayısında gözle görülür bir artış gözlemlenmiştir.
Sancak genelinde genel anlamda halkın yaygın olarak Türkçe
konuşmalarına karşın yeni alfabenin öğrenilmesi Türkiye ile olan kültürel bağları
sağlamlaştıracaktı. Bu nedenle söz konusu mücadele dil meselesinden çok yeni
alfabe meselesine dönüşmüştür. Bu yönde ilkyazı Yeni Mecmuanın 15 Eylül 1928
tarihli dokuzuncu sayısında “Latin Harfleri” başlığı ile çıkarılmıştır.14 Bu yazının
başlığının Türkçe metninin ise Osmanlıca olarak yayınlanmış olduğu dikkat
çekicidir. Bu yöntemin Yeni Mecmuanın pek çok sayısında uygulandığı
görülmektedir. Yazı yeni alfabeyi, Batılılaşma sürecinde Türk inkılabının önemli
bir başarısı olarak değerlendirmiş, Türkiye’nin bir parçası olarak değerlendirdiği
Sancak’ta da hak bu yeni alfabeyi öğrenmeye davet edilmiştir. Mecmua, Yeni
alfabenin öğrenilmesiyle ilgili yazılara dokuzuncu sayısından itibaren sıklıkla yer
vermiştir. Yeni alfabenin öğrenilmesi ve yaygınlaştırılmasının sağlayacak yazıların
yanı sıra haberlere de yer veren mecmua, bu konuda diğer yerel basın yayın
organlarına göre daha etkin ve başarılı görülmektedir.15
Mecmua yeni alfabenin öğrenilmesi ve Sancak yılları Hatay’da
yaygınlaştırılmasına yönelik aslında bir okuma yazma seferberliği başlatmıştır. Bu
yönde sür manşetlerine taşıdığı yazılar ve sayfalarına taşıdığı haberlerle önemli
bilgiler vermektedir. Genel anlamda 1929 yılı itibarı ile Sancak genelinde başlatılan
ve 1931 yılında Fransız manda idaresi tarafından kapatılan okuma yazma kursları
bu yönde milli cephede yayın yapan gazete ve mecmualar tarafından sürdürülmeye
çalışılmıştır. Bu süreçte Yeni Mecmua’nın ardılı olan Yenigün gazetesi önemli bir
görev üstlenerek bu mücadelede etkin bir rol üstlenmiştir. Yeni Mecmua yeni
alfabenin öğrenilmesi ve yeni dil çalışmaları ile ilgili “Türk Yazısı”16, “Yine
Türkçeye Taarruz”17, “Yeni Türk Alfabesine Dair”18, “Yeni Türk Alfabesine Dair

(Giray) ve İrfan Atar (Yener)’dir. 1935–1938 yılları arasında Antakya lisesinde okuyan altı arkadaş, “Antakya
Türk Lisesi” sloganı ile lisede mevcut farklı dillerdeki eğitimi eleştirmiş ve lisede Türk dili ve kültürünün
savunucu neferleri olmuşlardır. Bu yönde yürüyüşler, mitingler, toplantılar düzenleyerek lisede Hataylı
gençler arasında birlik ve beraberliği sağlamayı amaçlamışlardır. Türkiye’de kutlanan tüm milli bayramlar
için çeşitli gösteri ve merasimlerin düzenlemesini sağlamışlar. Tüm postala dahi Altılılar adı ile Liseye
gönderilmeye başlanmış. Kokartlarında ATL simgesi Antakya Türk Lisesi açılımını ifade etmektedir. ATL
kokartlı lacivert kasketler hazırlayarak lise öğrencilerine giydirmeye çalışan Altılılar, çeşitli konularda
öncülük sağlamış. Dönemin Maarif Müdürü öğrenci azlığı gerekçesi ile kız ortaokulunu kapatma kararı alması
üzerine Altılılar okullara gidilmeme grevini başlatarak daha sonra Maarif Müdürü Pierre Bazantay ile pazarlık
yaparak okulun açılmasını sağlamışlardır. İsmet Melek, Hamit Pehlivanlı, Devletten Millete Hatay Devleti,
Hatay Valiliği yayınları, Hatay, 2011, s.81.
14
Mahmud Ali, “Latin Harfleri”, Yeni Mecmua, 15.09.1928. İlgili yazı için bkz.: Ek.5.
15
Yeni alfabe ile ilgili süreli yazılar için bkz.:Ek.7.
16
A.Faik Türkmen, “Türk Yazısı”, Yeni Mecmua, 15.10.1928.
17
Vedi Münir Karabay, “Yine Türkçeye Taarruz”, Yeni Mecmua, 01.07.1929.
209
II”19, “Medeniyet Nasıl Başlar”20 başlıkları altında kritik gücüne sahip eleştirel bir
üslup ile konuyu seslendirmiştir. Ayrıca söz konusu yazıları kaleme alan Yeni
Mecmua kadrosu bu yönde hakkın aydınlatılması ve bilgilenmesini sağlayarak
gerekli siyasi ve mülki otoritelerde de dikkat uyandırmayı amaçlamıştır.
Yeni Mecmua Sancak genelinde Tük inkılaplarının da varlığını
güçlendirmek ve yaygınlaştırılmasını temin etmek için de mücadele vermiştir.
Mecmua sadece yeni harflerin kabulü konusunda değil, Atatürk’ün diğer
inkılâplarının da savunucusu ve Hatay’da sesi olmuştur. Yeni Mecmua, Türkiye’de
Atatürk’ün çabaları ile özellikle toplumsal yaşam sahalarında başlatılan önemli
inkılâpların Hatay’da uygulanmasını sağlamak açısından bu yeniliklerin takipçisi,
savunucusu ve taşıyıcısı olmuştur. Bu amaçla Yeni Mecmua Türkiye’de çıkarılan
önemli gazete ve mecmualardan yeni inkılaplarla ilgili haberlerden kesitlerle halkı
bu konuda aydınlatacak yazılara geniş yer vermiştir. Bunlar arasında ilk sırada yer
alan İstanbul’da çıkarılan Türk Yurdu mecmuasının haberleri gelmektedir. Yeni
Mecmua ayrıca Kurun ve Hayat gibi gazete ve mecmualardan da çok sayıda önemli
makaleler ve çeşitli yazılara yer vermiştir.
1928-29 eğitim-öğretim yılı Türk lisesinin son üç sınıf öğrencileri Sancak
yönetimi altında Hatay’da eğitim dilinin tamamıyla Arapça ve Fransızca yapılması
yönünde yapılan değişikliği protesto ederek bu konuda kaleme aldıkları bir yazıyı
Yeni Mecmua’ya göndermişlerdir.21 Söz konusu lisede yani Antakya Lisesi’nde
öğrenciler uygulamayı protesto etmek için grev ilan etmiş ve okulu terk emişlerdir.
Durum Şükrü Balcı tarafından Yeni Mecmua’da değerlendirilerek öğrencilerin
lehine bir yazı ile desteklenmiştir. Yeni Mecmua, Türklük Cereyanı olarak
nitelendirdiği duruma bir anlam kazandırma amacıyla yazılar yayınlamaya
başlamıştır. Bu öğrencilerden bir kısmının bu olaydan sonra okuldan birer
tasdikname alarak Türkiye’deki okullara geçtikleri de bilinmektedir. Fransız
idarecilerinin öğrencilerin bu şekilde uzaklaşmaları konusunda çocuklara istedikleri
tasdiknamelerin verilmesi için ilgili müdürlüklere tembihte bulunduğu da
belirtilmiştir.22
Özellikle yerel basında Lise Hadisesi olarak da nitelendirilen olaya geniş
yer verilmiştir. Zira söz konusu tepki Antakya Lisesi Türk Talebe Birliği imzası ile
manda idaresinin Türkçenin bölgede kullanımı konusunda yasal yönetmeliğe uygun
olmayan karar ve talimatlarını açığa çıkararak eleştirmiştir. Bu haber Yeni
Mecmua’da baş sütunlarda yer bulmuştur. Söz konusu haber Hulki Öcal’ın anılarını
kaleme aldığı eserinde de aynı şekilde aktarılmıştır. Hulki Öcal, özellikle eskiden
beri Türkçe okutulan birçok dersin yine Türkçe okutulmasını yönünde kendisinin de
aralarında bulunduğu talebe birliğinin yazılı bir protesto hazırladığını aktararak, söz
konusu dilekçenin lise öğrencilerine imzalatma görevinin kendisine verilmiş

18
Ömer Hilmi, “Yeni Türk Alfabesine Dair”, Yeni Mecmua, 15.12.1928.
19
Ömer Hilmi, “Yeni Türk Alfabesine Dair II”, Yeni Mecmua, 01.01.1929.
20
A.Faik Türkmen, “Medeniyet Nasıl Başlar”, Yeni Mecmua, 01.01.1929.
21
Lise Hadisesi yazısı için bkz.: Yeni Mecmua, “Lise Hadisesi”, 15.02.1929. Ek. 6.
22
Mesut Fani Bilgili, Hatay Kültür Hayatı, İktisat basımevi, Antakya, 1939, s. 50.
210
olduğunu da aktarmıştır. “…Ben yakalanınca Arap lise müdürüne götürüldüm.
Arap kısmı lise müdürü beni İskenderun Sancağı Maarif müdürü Bazantay’a
götürdü. Bana uyarı vererek işin büyüyeceğini hesap ederek durumu bertaraf
ettiler. İkinci protesto Türkçe okutulan derslerin Fransızca okutulmasına karşıydı.
Öğrenciler Antakya Türk talebesi namına Bazantay ile konuştu. Konuşma sırasında
kendisinin sadece Fransız menfaatlerini koruduğunu ve bu menfaatlere engel olmak
isteyen her kimse kendisinin düşmanı olacağını belirtti. Türk diline birçok hizmetler
verdiğini anlatan Bazantay, derslerin birkaç ay içinde tekrar Türkçe okutulacağı
sözünü vermişse de buna asla imkân sağlamamıştır.” Şeklinde aktarmıştır. 23
Mecmua, bir müddet sonra sadece edebi değil dönemin önemli siyasal
temalarına da yer vermiştir. Ancak bunlara da değinirken haber yazılarını geniş bir
şekilde Türkçe olarak yayınlamaya gayret göstermiştir. Bu konular arasında
Hatay’ın manda yönetimi altında olması, bir işgale maruz kalıp esaret içerisinde
bulunması, bağımsızlık, dil ve kültürel değerlerin korunabilmesi ve Türkiye
İnkılâpları geniş yer almaktadır. Ayrıca Sancak dilinin Türkçe olmasının önemini
vurgulayan yazılarla da konuyu derinleştirmiş olan Yeni Mecmua, Sancak idare
sisteminin bu yönde aldığı kararların eleştirisi ve yapılması gerekenler hakkında da
bilgi vermiştir. Bu siyasi ve kültürel konuların yanı sıra kadın konusu ve aile içi
eğitim gibi toplumsal konulara da değinilmiştir.
Sancak yılları Hatay’da Türkçe ve Türk dilinde eğitim konusunda ilgili
haberlere gittikçe geniş yer vermeye başlayan Yeni Mecmua bu konuda bir taraftan
Fransız yönetimi diğer taraftan ise Arapça yayın yapan basın yayın organları
karşısında tepkilerle karşı karşıya kalmıştır. Özellikle Türkiye’de Atatürk ile
başlayan Harf inkılabı ve uygulamalarının eş zamanlı bir biçimde Hatay’da
uygulanmasını sağlamak için mecmua tarafından bir seferberlik oluşturulmuştur. Bu
konuda mecmuadan edinilen bilgilere göre gece okuma yazma kursları açılmış,
Halkevinde yeni alfabe dersleri verilmiş, Genç Spor Kulübünde yeni dil
çalışmalarının yürütüldüğüne dair ilanlar bu yöndeki çabayı ortaya koymuştur.
Dönemin milli cephede yayın yapan yayın organları başta Yeni Mecmua olmak
üzere yeni yazıyı uygulamak ve yaygınlaştırmak için önce tek satır daha sonra ise
birkaç paragraf ve birer sayfa bazen de sadece haber başlıklarını yeni alfabe ile
baskıya alarak bu konudaki tutum ve yaklaşımlarını kararlılıkla ortaya koymaktan
çekinmemişlerdir. Bu tutum, Sancak’ın Atatürk ve inkılaplarına dolayısıyla Türk
kültürü ve Türkiye’ye olan isteğini ortaya koymuştur.24
3. Bir Dil Atölyesi Olarak Yeni Mecmua
Yeni Mecmua kalemlerinden Vedi Münir Karabay, bir yazısında dil
üzerinden yürütülen bu kültür mücadelesinde Sancak’da Türkçenin öğrenilme isteği
konusunda önemli bilgiler vermektedir. Yazıya göre Antakya’da yediden yetmişe
herkesin bu yönde bir isteği mevcuttur. Yeni Türk harflerinin öğrenilmesi için de
Antakya’da faaliyetlerin de önemli ölçüde başlatıldığı, yetmişlik ihtiyarlardan

23
Hulki Öcal, Hatay Savaşı, Desen matbaası, Ankara, 1953, s. 109.
24
Hacivat-Karagöz, 10.04.1939; Hatay, 17.08.1938; Yenigün, 16 Kanun-ı Evvel 1930.
211
hanım ninelere kadar kısa sürede Türkçe öğrenip Türkçe gazete okuyor ve mektup
dahi yazıyor olanların da bulunduğu vurgulanmıştır.25 Vedi Münir ayrıca söz
konusu olan bu durumu 1929 yılında Beyrut’ta çıkan El Ahrar gazetesinde “Feta
Defne” rumuzu ile bir imzanın Antakya’da yeni Türk harflerinin öğrenilmesi
konusundaki çabalara karşı Suriye ve Fransa idarelerinin kayıtsız kaldığı yönündeki
uyarılarına da yer vermiştir.26 Ayrıca Yeni Mecmua yazarlarından Selim Çelenk,
yeni alfabenin öğrenilmesi için düzenlenen gece derslerinin akşam saatlerinde
Cumapazarı’nda birer saat verileceğine dair yazdığı yazısında, akşamları iş sonrası
okuma yazma nimetinden mahrum olanlara şeklinde devam eden haberinde Türkçe
derslerinin zorlamadığı kolaylıkla öğrenildiğini de ayrıca vurgulamıştır.27 Bu
örnekler incelendiğinde Sancak genelinde dil üzerinden yürütülen bu mücadelede
basın yayın faaliyetleri çerçevesinde yoğun bir çabanın olduğu, yeni harflerin
öğrenilmesi konusunda bir okuma yazma seferberliği başlatıldığı anlaşılmaktadır.
Bu çabaların daha sonra Yenigün gazetesi tarafından da aynı şekilde devam
ettirildiği de anlaşılmaktadır. Zira daha çok edebi ve kültürel konulara temas eden
Yeni Mecmua yaşanan siyasal olayların Sancak gündemini değiştirmesi ile yerini
siyasi yazılara geniş yer verecek olan Yenigün gazetesine devredecektir. Ancak
Yenigün her ne kadar siyasi konulara ağırlıklı yer verecekse de dil, kültür temalı
meseleler üzerinden de mücadeleyi sürdürmüştür. 28
Yeni Mecmua’nın muhalif yayın yürüten gazetelere karşı yayın yollu
mücadelesini gösteren bir başka yazısı “…Bu Hezeyanlarla Mücadele
Ediyoruz…”29 Başlığını taşımaktadır. Bu yazıda, özellikle Türklük, Sancak idaresi,
kültürel benlik ve dil konuları kaleme alınmıştır. Bu çizgisi sebebiyle de ilk kuruluş
yıllarından itibaren özellikle Antakiyye ve Eco d’Alexandrette gazetelerinin hedefi
haline gelmiştir. Mecmuanın Sancak’ta Türklüğü savunması ve Türkiye’ye karşı
göstermiş olduğu ilgi ve bağlılık, Türkiye’ye iltihak konusundaki yönelimi ve niyeti
bu iki gazetenin dikkatini çekmiştir. Sancakta halkın bağımsızlık bilinci ve ruhunun
beslenmesinde ve bunun geliştirilmesinde oldukça önemli katkıları olan Yeni
Mecmua Hatay’da bağımsızlık mücadelesinin gönüllü sözcülüğünü yaparak önemli
bir motor güç ve birleştirici değer olmuştur. Zira Türk kültürü, benlik, dil ve sancak
idaresinin tavrını ortaya koyan yazılarını Türkçe yayınlamaya dikkat etmiştir.
Dolayısıyla da o dönemde özellikle Antakiyye ve Eco d’Alexandrette gazetelerinin
eleştirisine uğramıştır.
Sancak yılları Hatay’da özellikle orta dereceli okullarda Fransızca eğitim
verildiği ayrıca ikinci dil olarak da Arapçanın yaygınlaştırılmak istendiğine yönelik
çabalar dönem gazetelerine yansımıştır. Bu durum üzerine Türk öğrencilerinin
çoğunlukla bulunduğu Türk okullarında eğitim dilinin Türkçe olmasına rağmen
okul levhalarında, not defterlerinde, okul taksit makbuzlarında ve sınıf

25
Ankara Antlaşması ve Milletler Cemiyeti kararlarının Hatay konferansında değerlendirilmesi için ayrıntılı
bilgi için bkz.:Hatay Hakkında Bir Konferans, Aydın Halkevi Neşriyatı, No:17, Aydın, 1939.
26
Vedi Münir Karabay, “Hakkın Sesi”, Yeni Mecmua, 01.03.1929.
27
Yeni Mecmua, 15.01.1930; Yenigün, “Gece Dersleri Başlıyor…”, 16 Kanun-ı evvel 1930.
28
Yenigün, “Alfabe Kursları”, 27.07.1937; Yenigün, 23.07.1937.
29
Yeni Mecmua, 15.05.1930, s.11.
212
dersliklerinde Türkçenin kullanımının kaldırılmak istenmesi bu durumu Türk
öğrencilerinin boykot etmelerine neden olmuştur. Dönemin basın yayın organları da
bu duruma tepkisiz kalmayarak Maarif Vekâletinin, bu tepkilere karşı Türk
okullarında Türkçenin öğretilmesi kararını almasına karşın uygulamadığı
konusunda gerekli mercilere yönelik eleştirel yazılar kaleme almıştır. Suriye
hükümeti meclisinde Sancak ilk mektep mümessili olan Ömer Hilmi Bey’in verdiği
önergeyi 17 Kasım 1928’de “İskenderun’da Yeni Harfler” başlığı altında
yayınlamıştır. Yazı şöyledir;
“İlk mektepler mümessili tarafından Maarif Riyaseti’ne bir layiha verildi.
Suriye Devleti Maarif Meclisi’nde Sancağın ilk mektepleri mümessili Ömer Hilmi
Bey tarafından, İskenderun Maarif Riyaseti’ne bir layiha takdim edilerek, yeni Türk
harflerinin resmen kabulü talep edilmiştir. Bu layihada az cümle deniliyor ki;
Suriye’de yaşayan Türklerin tercüman-ı efkârı demek olan Vahdet ve Yeni Mecmua
gibi mevkut gazete ve mecmuanın, yeni Türk alfabesinin resmen mekteplerde
kabulüne dair izhar ettiği pek muhik ve musip temenniyata rağmen, hala taraf
riyasetine giden bir emir tebliğ edilmemiştir. Ankara ittifak namesi ve Lozan
muahedesi mucibince idareten salahiyet-i vasiye haiz hem müstakil İskenderun
Sancağı dâhilindeki ilk ve orta mekteplerde Türkçenin, Fransızca ve Arapça gibi
bir lisanı resmi ve tedrisi olarak kabul edilmesine binaen, bu yeni alfabenin
mekteplerde resmi tedrisi kanaatimizce zaruridir.” Ömer Hilmi Bey layihasında pek
mana ishab mucibede sert ve beyan etmektedir.”30
Vahdet gazetesinin söz konusu layihayı yayınlaması Yeni Mecmua
sütunlarında yorumlanarak desteklenmiştir. Yeni Mecmua’nın yayın üslubu ve
yazılarının niteliğine bakıldığında genel olarak kuruluşundan yayın yaşamını
Yenigün gazetesine devredene kadar Sancak yıllarında Hatay’ın özellikle dil
üzerinden yürütülen kültür mücadelesinin savunucusu olduğu anlaşılmaktadır. Yeni
Mecmua, öteden beri Hatay’da yaygın konuşulan ve halkın geneline sirayet eden
Türkçenin kullanımının eskiden olduğu gibi devamlılığının sağlanmasını
destekleyen yazılarını Manda idaresinin yetkili imzalarına da ulaştırmaya
çalışmıştır. Ayrıca hükümet dairelerinde yürütülen resmi yazışmalarda da
Türkçenin kullanılmasına değinen mecmua, aksi takdirde söz konusu durumun halk
üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturduğuna dikkat çekmiştir. Bu yöndeki
yazısını “Ne Vakte Kadar…”bağlığı ile sütunlarına taşıyan mecmua, Sancak yılları
Hatay’da Fransız manda idareci ve yöneticilerinin toplumsal yaşam alanlarında
özellikle dil ve eğitim konusunda uygulamış oldukları sansür ve denetim hakkında
çarpıcı bilgiler vermektedir. 31 Mecmua, sütunlarında geniş yer verdiği bu yöndeki
yazılarıyla Sancak yıllarında Hatay’da önemli bir entelektüel yazın sahası
oluşturmuş ve bağımsızlık mücadelesinin düşün çabalarının öncü kuvveti olmuştur.

30
Vahdet, 17.11.1928. Ayrıca Harf inkılabının Hatay’da yansımaları konusunda ayrıntılı bilgi için bkz.:
Hüseyin Yıldırım, “Vahdet Gazetesinin Harf İnkılabını Hatay Türklerine Yansıtması”, Misak-ı Millinin
80.yıldönümünde İskenderun ve Çevresi, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2002; Volkan Payaslı,
“Hatay’da Harf İnkılabının Kabulü ve Yeni Alfabenin Uygulanması (1928-1938)”, Turkısh Studies, Vol. 6/1,
2011.
31
Yeni Mecmua, “Ne Vakte Kadar…”, 15.04.1930.
213
Yeni Mecmua 19 Ekim 1931 tarihli sayısında sütunlarına taşıdığı bir
yazısında Sancak yılları Hatay’da tüm öneri ve taleplere karşın Sancak idaresinin
Sancak dili konusunda uygulamış olduğu ikircikli durum hakkında önemli bilgiler
vermektedir. Yazı Mecmu’da şu şekilde yer almıştır;
“Dünya’nın herhangi bir köşesinde, İskenderun Sancağı istisna edilirse iki
türlü alfabe ile lisanlarını öğrenen bir millet tanımıyoruz. Yalnız İskenderun
Müstakil Sancağı’nın ilk Türk mekteplerinde Türk çocukları bir taraftan taş
basması alfabelerden a’ları b’leri esleri ile üstünleri ile bir taraftan yeni alfabeden
harfleri heceleyerek dillerini öğreniyorlar. Hâlbuki Ho-Komiserya’nın bir kararı ile
mekteplerimizde, Türkçenin yeni alfabeden öğrenilmesi mukarrerdir. Bu karar
filhakika iki sene evvelinden beri tatbik edilmiş, fakat bu sene hilafına harekete
başlanmıştır. Sebebi nedir? Maarif idaresi bu karara hilafına hareketle nasıl bir
gaye takip ediyor? Burası meçhuldür ve bir muammadır. Biz ister istemez bu sene
mekteplere devam eden Türk çocuklarına ana dillerini iki türlü yazacak ve iki türlü
okuyacaklardır…”32
Yeni Mecmua, Sancak yılları Hatay’da çok dilli yapıyı Sancak politikaları
açısından kullanmak isteyen otoritelerin bölgede barış ve huzuru bozabileceği bu
nedenle daha önceden süre gelen yaşamın kendi düzeni içerisinde devam ettirilmesi
yönündeki ısrarını yazılarına taşımıştır. Mecmua, gerek Fransız manda idaresinin
gerekse Suriye idarecilerinin bu yönde geliştirdikleri uygulamalarıyla bölgede
çatışma ve hoşnutsuzluğa sebep verecek gelişmelere teşvik değil engel olmaları
hususunda eleştirel yazıları da geniş yer vermiştir.33
Yaklaşık iki yıl kadar Hatay basın yaşamında varlık gösteren Yeni
Mecmua, toplumsal yaşamda bir halk mektebi, dil okulu ve bir yaşam okulu olarak
önemli bir görev üstlenmiştir. Yaşamın her alanına temas eden Yeni Mecmua,
okuyucularına öz kültürel değerlere dayalı, özgüvenli ve bilinçli bir yaşam
önerisinde bulunmuştur. Ancak Sancak’ın geleceği ve bağımsızlığı meselelerinin
gündeme gelmesi, Suriye ve Fransa güdümünde Türk varlığı ve bağımsızlığı
konusunda aleyhte faaliyetlerin hız kazanması gündemi ve ilgiyi; edebiyat ve kültür
meselelerinden siyasal alana çekmişti. Dolayısıyla bu değişen siyasal ortam daha
önce de değinildiği gibi Yeni Mecmua’nın, Yenigün gazetesine dönüştürülmesinin
esasını oluşturmuştur. Ancak bu sürece kadar Yeni Mecmuanın Türk dili ve kültürü
konusunda vermiş olduğu mücadele ve göstermiş olduğu çabanın bu yönde
sürdürülen kültür mücadelesine büyük katkı sağladığı anlaşılmaktadır. Zira bu
dönemde Şükrü Balcı, yazın yaşamında çağdaşı ve yakın arkadaşı Selim Çelenk ile
birlikte hareket edecektir. Bu anlamda Selim Çelenk’in Yenigün grubuna katılımı
1930 yılı sonu ve 1931 yılı başlarına denk gelmektedir. Artık bu dönemden sonra
her ikisi zaman zaman gazetenin imtiyaz sahibi kimi zaman ise yazı işleri
müdürlüğü gibi görevleri aralıklarla sürdürmüşlerdir. Tarık Mümtaz’ın da aktardığı
üzere, Adanalı Zarif Tertip tarafından kurulan Yeni Mecmua, iki yıl heyecanlı ve

32
Yeni Mecmua, “Kararın Fevkinde Bir İdare…”, 19.10.1931.
33
Yeni Mecmua, 15.04.1930.
214
aktif bir yayın hayatı geçirdikten sonra zihinlerde hoş bir sada bırakarak 1930’da
Yenigün Gazetesi’ne dönüşmüştür.34
Hatay basınında kısmen de olsa Türkçe basılmış olan ilk yayın organı Yeni
Mecmua, yeni alfabenin dolayısıyla Türkçenin Sancak yıllarında Hatay’da kabul
edilmesi ve canlı tutulmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Yeni Mecmua ile
başlatılan dil ve eğitim seferberliği Hatay halkına olan bitenler hakkında bilgi
vermenin yanı sıra onları kültürün en önemli değerleri arasında sayılan dil
konusunda bilinçlendirmiştir. Bu amaçla ortaya koyduğu çalışmalarıyla Yeni
Mecmua, okuma yazma seferberliğinin yürütücü gücü olarak karşımıza çıkmıştır.
Bu sayede açılan kurslar ve gece derslerine yediden yetmişe herkesin katıldığını
vurgulayan mecmua, okuma yazma seferberliğinin potansiyelini ortaya koyarak bu
konuda önemli bilgiler vermiştir. Açılan kurslarda Türkiye’den Sancak’a gelen
öğretmenlerin yanı sıra özellikle Mihrinnisa Hanım’ın önderliğini ortaya
koymuştur. Mihrinnisa Hanım rehberliğinde açılan gece ve hafta sonu kurslarında
yoğun çalışmaların yürütüldüğünü belirten mecmua, ilerde yeni harfli okuma ve
yazmayı bilen geniş bir entelektüel kadronun oluşabileceğine olan inancını da
paylaşmıştır. Zira bu yönde yazmaya başlayan bir grup genç daha sonra Hatay’da
basın yayın yaşamında önemli roller üstlenmiştir.
Sancak’ta özellikle değişen siyasal ortama kadar yerelde kültür, dil, tarih ve
edebiyat alanında halkın neredeyse genelinde önemli ölçüde etki yaratmış ve
dönemine göre geniş bir okuyucu kitlesine sahip olan Yeni Mecmua, güçlü bir
edebi ve yazın kadrosunun oluşacağı, gelişeceği bir ortam yaratmıştır. Bu sayede
bölgenin entelektüel potansiyelinin güçlenmesine önemli katkılar sağlamış bu
konuda öncülük etmiştir. Kısa sürede, daha çok gençlerin de içinde bulunduğu bir
fikir atölyesi haline gelmiştir. Hatay’da daha sonraki dönemlerde yayın hayatına
başlayacak basın-yayın kollarına bu anlamda zengin bir arşiv ve tecrübe bırakmıştır.
Sonuç
Türkiye’nin uzun bir dönem akraba devletler içerisinde değerlendirdiği,
anavatanın uzantısı olan Hatay, işgalden Türkiye’ye iltihaka kadar uzun soluklu bir
varlık mücadelesi vermiştir. Bu süreçte önce mevcut hak ve hürriyetlerinin
sınırlandırılması ve manda yönetimi uygulamalarına karşı başlatılan siyasal
mücadele entelektüel bir boyut kazanmış daha sonra ise Hatay’da bu amaçla
faaliyet sürdürecek olan isimleri bir araya getiren bir ortam oluşmuştur. Bu
entelektüel kadro hareketi siyasi mücadelenin yanı sıra tarihsel süreci etkileyen
önemli bir kültürel çaba ortaya koymuştur.
Bu entelektüel ekip, söz konusu tarihi süreçte Türkiye ile Hatay arasında
var olan kültür koridorunun taşıyıcı ve koruyucusu olmuşlardır. Bu amaçla kalemle
başlayan entelektüel yazın mücadelesi kendini en etkin ve sesli bir biçimde dil
çalışmalarında ortaya koymuştur. Kültürün en önemli aktarıcılarından biri olan dil,
bir taraftan kuşaklar arasında birliktelik sağlarken diğer taraftan da yaşayan

34
Tarık Mümtaz Yazganalp, Çizgiler…, s.208.
215
kültürün diğer nesillere taşınması ve yaşatılması hususunda son derece önemli bir
role sahiptir. Bu yaklaşımla Sancak’ta Türkçe’nin kullanımı ve özellikle
Türkiye’deki Yeni alfabe inkılabı çalışmalarının yaşatılması ve yaygınlaştırılması
çabaları Türkiye ile arada var olan kültür koridorunu canlı tutmuş ve siyasal
otoritelerin de karşısında önemli bir güç oluşturmuştur.
Bu çerçeveden bakıldığında Hatay’da en erken tarihlerden itibaren Türk
Kültürünün canlı tutulması ve yaygınlaştırılması çabaları ile Hatay’da oluşturulmak
istenen yabancı kültürlere karşı ciddi ve uzun soluklu çalışmalar, özellikle basın
yayın yoluyla başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu çalışmaların neredeyse büyük bir
kısmının 1928 yılı itibarıyla yürütücüsü ve savunucusu Yeni Mecmua ve Kadrosu
olmuştur. Yeni Mecmua bir taraftan Hatay’ın entelektüel birikimini oraya koymuş
diğer taraftan da siyasal mücadelenin önünü açmış ve derinleştirmiştir. Yeni
Mecmua bünyesinde oluşan bu kadro hareketi, tarihi konjektürün siyasallaşması ile
yerini 1930’da ardılı olarak yayın hayatına başlayacak Yenigün Gazetesine
bırakacaktır. Yenigün gazetesi, Yeni Mecmua ile entelektüel bir çerçevede
sürdürülen kültür mücadelesini siyasal içerikli yazı ve yayınlarıyla sürdürmüştür.
KAYNAKÇA
Kitap ve Makaleler
Tekin, Mehmet, Hatay Basın Tarihi, Antakya Kültür Basımevi, Antakya 1985.
Türkmen, A.Faik, “Türk Yazısı”, Yeni Mecmua, 15.10.1928.
Türkmen, A.Faik, “Medeniyet Nasıl Başlar”, Yeni Mecmua, 01.01.1929.
Bilgili, Mesut Fani, Hatay Kültür Hayatı, İktisat basımevi, Antakya 1939.
Çelenk, Selim, Hatay’ın Kurtuluş Mücadelesi Anıları, Antakya Gazeteciler
Cemiyeti Yayınları, Antakya 1997.
Duman, Hasan, Osmanlı- Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828–1928), c. 1 ve
c. II, Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Yayınları, Ankara
2000.
Hilmi, Ömer, “Yeni Türk Alfabesine Dair”, Yeni Mecmua, 15.12.1928.
Ömer Hilmi, “Yeni Türk Alfabesine Dair II”, Yeni Mecmua, 01.01.1929.
Karabay, Vedi Münir, “Hakkın Sesi”, Yeni Mecmua, 01.03.1929.
Karabay, Vedi Münir, “Yine Türkçeye Taarruz”, Yeni Mecmua, 01.07.1929.
Mahmud Ali, “Latin Harfleri”, Yeni Mecmua, 15.09.1928
Melek, Abdurrahman, Hatay Nasıl Kurtuldu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1993.
Meriç, Cemil, Bu Ülke, İletişim yayınları, İstanbul 2002.

216
Melek, İsmet, Hamit Pehlivanlı, Devletten Millete Hatay Devleti, Hatay Valiliği
Yayınları, Hatay, 2011.
Yeni Mecmua, “Ne Vakte Kadar…”, 15.04.1930.
Yeni Mecmua, “Kararın Fevkinde Bir İdare…”, 19.10.1931.
Yenigün, “Gece Dersleri Başlıyor…”, 16 Kanun-ı Evvel 1930.
Yenigün, “Alfabe Kursları”, 27.07.1937.
Öcal, Hulki, Hatay Savaşı, Desen matbaası, Ankara 1953.
Özkaya Duman, Olcay, Sancak’ta Devlet’ Hatay Basını (1921-1939), SDU Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta 2013.
Özkaya Duman, Olcay, “İşgal’den İltihak’a Hatay’da Entelektüel Bir Kadro
Hareketi Yenigün Gazetesi ve Yenigüncüler”, Journal of History School, Yıl
6, S. XVI, Ankara 2013.
Payaslı, Volkan, “Hatay’da Harf İnkılabının Kabulü ve Yeni Alfabenin
Uygulanması (1928-1938)”, Turkısh Studies, Vol. 6, S. 1, 2011.
Sofuoğlu, Adnan; Dağıstan, Adil, “Sancak’ta Fransız Mandat Yönetimi ve
Türkiye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.XX, S.60, Ankara 2004.
Sofuoğlu, Adnan, “Arşiv Belgeleri Işığında Sancak (Hatay)’ın Bağımsızlık
Sürecinin İlk Aşaması ve Türkiye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Ankara 2005.
Yazganalp, Tarık Mümtaz, Çizgiler ve Bilgiler, Halep Maarif Matbaası, Halep
1936.
Yıldırım, Hüseyin, “Vahdet Gazetesinin Harf İnkılabını Hatay Türklerine
Yansıtması”, Misak-ı Millinin 80.yıldönümünde İskenderun ve Çevresi,
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2002.
Hatay Hakkında Bir Konferans, Aydın Halkevi Neşriyatı, No:17, Aydın 1939.
Süreli Yayınlar
Yeni Mecmua, 15.09.1928.
Yeni Mecmua, “Lise Hadisesi”, 15.02.1929.
Yeni Mecmua, 15.01.1930.
Yeni Mecmua, 15.04.1930.
Yeni Mecmua, 15.05.1930.
Yenigün, 16 Kanun-ı Evvel 1930.
Yenigün, 23.07.1937.
Hacivat-Karagöz, 10.04.1939.
Hatay, 17.08.1938.
Vahdet, 17.11.1928

217
EKLER

Ek 1: Yeni Mecmua’nın 10.05.1928 tarihli ilk sayısı.

Ek 2: Yeni Mecmua’nın 01.07.1930 tarihli son sayısı.


218
Ek 3: Yeni Mecmua’nın sahibi ve baş muharriri Fehmi Şükrü BALCI.

Ek 4: Yeni Mecmua’nın 1930 sonrası Yenigün Gazetesine dönüşmesiyle söz


konusu gazetenin aralıklarla mesul müdürlüğünü yapan Selim Çelenk’in basın kartı.

219
Ek 5: Yeni Mecmua (1 İkincikanun 1928)

Ek 6: Yeni Mecmua (15 Birincikanun 1928)

220
Ek 7: Yeni Mecmua (15 Tişrinsani1928)

Ek 8: Yeni Mecmua’da yayımlanan latin harfleri ile ilgili bir makale (15.09.1928).

221
BAĞIMSIZLIKTAN BAAS’A SURİYELİLERİN HATAY’A GÖÇLERİ
(1946-1970)
İsa KALAYCI
Giriş
Anadolu Yarımadası ile Nil Deltası arasındaki geçiş güzergâhında bulunan
Suriye’nin resmi adı “El-Cumhuriyyet-ül Arabiyye Es-Suriye (Suriye Arap
Cumhuriyeti)”dir. İsrail işgalindeki kesimiyle birlikte toplam yüzölçümü 185.180
km2’dir.1 Başka bir ifadeyle; Türkiye’nin yaklaşık % 22,3’ü büyüklünde bir ülkedir.
Tarihte pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Suriye toprakları 1516’dan
1918’e kadar bir fiil Osmanlı idaresinde kalmıştır.2 Suriye adı hususunda çeşitli
görüşler olmakla birlikte, bir devlete resmi ad olması ilk olarak Osmanlılardan
sonra, yani Fransız mandası döneminde gerçekleşmiştir.3
Suriye’nin 2.253 km’lik kara sınırının 605 km’si Irak, 375 km’si Ürdün,
375 km’si Lübnan, 76 km’si İsrail ile olup, en uzun sınırı Türkiye ile 822 km’dir.4
Türkiye-Suriye sınırının uzunluğu, problemlerin çeşitlenmesinde etkili olmuştur.
Türkiye-Suriye sınırında bulunan Şırnak, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis ve
Hatay illeri arasında en uzun kara sınırı 276,9 km (%31,5) ile Hatay’dır.5 Bu durum
Suriye ile olan ilişkilerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Çünkü sınır ötesi
olayların her biri doğrudan veya dolaylı diğer ülkeyi etkilemiştir. Bunun en bariz
örnekleri ise göç hadiselerinde yaşanmıştır. Bilhassa Suriye’de yaşanan ekonomik
ve siyasi problemlerden kaçarak yeni yaşam alanları arayan kişilerin ilk uğrak
noktası Hatay olmuştur.
Bu çalışmada esas itibariyle Suriye’den Hatay’a göçün nedenleri,
göçmenlerin yaşadıkları problemler, Hatay’da karşılaştıkları sorunlar ve iskân
merhaleleri üzerinde durulmuştur. Çalışma sahası olarak Hatay ilinin tamamının
seçilmiş olması, Suriye ile ilgili mekânsal çalışmaların önemini azaltmamıştır.
Araştırmanın aydınlatılmasında arşiv belgeleri, telif ve tetkik eserler, gazeteler,
hatıralar ve dönemin şahitlerinin ifadelerinden istifade edilmiştir. Böylece Suriyeli


Bu makale yazarın Ortadoğu’dan Türkiye’ye Yapılan Göçler 1923-2000 (Irak ve Suriye Göçleri) isimli
doktora tezinden üretilmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, isakalayci@mku.edu.tr
1
Kenan Ziya Taş, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Çakışma ve Çatışma Alanlarının Tarihi Arka Planı”, IV.
Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Tarihten Günümüze Dış Tehditler), 16-17 Ekim 2003-Elazığ, (Ed.:
Orhan Kılıç-Mehmet Çevik), Elazığ 2004, s. 735.
2
Muzaffer Erendil, Çağdaş Ortadoğu Olayları, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1992, s. 21.
3
Ömer Osman Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye 1908-1938, ATAM Yay.,
Ankara 2004, s. 2.
4
Burak Çınar, Körfez Savaşı Sonrası Türkiye Yunanistan ve Suriye’nin Savunma Politikalarının Türk Dış
Politikasına Etkileri, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara 2002, s. 36; Selahattin İbas, “Türkiye Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde Suriye, (Haz:
Türel Yılmaz-Mehmet Şahin), Ankara 2004, s. 33
5
Ahmet Atasoy, Reşat Geçen ve Hüseyin Korkmaz, “Siyasi Coğrafya Açısından Türkiye (Hatay) – Suriye
Sınırı”, Ankara Üniversitesi Türkiye Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, VIII. Coğrafya
Sempozyumu (18-19 Ekim 2012-Ankara), Ankara 2012, s. 108.
222
göçmenlerin Hatay iline dair özgün katkılarının veya zararlarının bir bilançosu
çıkarılmaya çalışılmıştır.
1. Fransız Mandası Döneminde Yapılan Göçler (1919-1946)
I. Dünya Savaşı’yla birlikte diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi, Suriye
de müttefik devletlerce işgal edilmiştir. Suriye’nin işgalini önce İngilizler
gerçekleştirmiş, daha sonra 15 Eylül 1919 tarihli Suriye Antlaşması ile Fransızlara
devretmişlerdir. Fransızlar Suriye’yi işgalden sonra Araplara ve Türklere karşı
Ermenileri desteklemiş, orduya Ermenilerden oluşan çeteler almıştır. Ermeniler de
fırsattan istifade ederek, Suriye’nin kuzeyinde Fransızlarla birlikte Türklere karşı
silah toplama bahanesiyle her türlü işkenceyi yapmıştır. Yani Türkler bir yandan
Fransızların diğer yandan da Ermenilerin baskısı altında kalmışlardır.6
25 Nisan 1920’deki San Remo Konferansı Yüksek İttifak Konseyi, Sykes-
Picot Antlaşması’na uygun olarak Arap topraklarını manda yönetimlerine
bölmüştür.7 Suriye’deki mandayı Fransa’ya vermiştir. Buna dayanarak Lübnan’da
komutayı elinde bulunduran General Gouraad, 14 Temmuz 1920’de Faysal’a bir
ültimatom vermiştir.8 Konferansa ABD’nin katılmamasını fırsat bilen İngiltere ve
Fransa, Ortadoğu’yu aralarında bölüşmüşlerdir.9 Sykes-Picot Antlaşmasına uygun
olarak Fransa Çukurova ve Suriye bölgesini işgale başlamıştır. Fransa İskenderun
Limanı’ndan faydalanmak için Osmanlı Hükümeti’nden izin istemişti. İstenilen izin
henüz gelmeden 9 Kasım 1918’de İngilizler; 10 Kasım 1918’de de Fransızlar
İskenderun’a asker çıkarmıştır. Fransızlar İskenderun’u işgal ettikten birkaç gün
sonra bir bildiri yayınlayarak “İskenderun’dan Halep’e uzanan yolun İtilaf
Devletlerinin işgali altına girdiğini” ilan etmiştir.10 Böylece bu bölge Osmanlı’dan
koparılmıştır.
Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının ardından Fransızlar bölgedeki
husumetleri ateşlemişlerdir. İlk iş olarak da Arapları Türklere karşı kışkırtarak
Türkler üzerinde yoğun bir Araplaştırma politikası uygulatmışlardır. Türkiye’ye
gitmek isteyen Türklere pasaport verilmemiş, gizli gitmek isteyenlerin malları gasp
edilmiş ve vatandaşlıktan çıkarılmışlardır. Araplara aşılanan Türk düşmanlığı
nedeniyle, Türkler Arap çoğunluğu arasında hayatlarını sürdürebilmek için asıllarını
gizlemek zorunda kalmıştır. Günlük hayatın Arapça oluşu, Türk okullarının
bulunmayışı, Türk gazete ve dergilerinin Suriye’ye sokulmaması, Türk radyolarının
yakın yıllara kadar Suriye’den dinlenememesi, spor ve kültürel ilişkilerin olmaması
gibi hususlar, Türkmenlerin bir kısmını ta’rip hareketiyle karşı karşıya bırakmıştır.

6
Ömer Osman Umar, “Suriye Türkleri”, Türkler, (Ed.: Hasan Celal Güzel vd.), C. 20, Yeni Türkiye Yay.,
Ankara 2002, s. 597.
7
Zeine N. Zeine, The Struggle for Arab Independence, Western Diplomacy and The Rise and Fall of Faisal’s
Kingdom in Syria, New York 1977, s. 138.
8
Carl Brockelmann, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, (Çev.: Neşet Çağatay), Ankara 2002, s. 405.
9
Majid Khadduri, Independent Iraq, London 1951, s. 4; Münür Bilgili, Doğu Akdeniz Kıyısında (Suriye,
Lübnan, İsrail) Yaşanan Göçler ve Devlet Oluşum Süreçlerine Etkileri, Marmara Üniversitesi Ortadoğu
Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s. 20.
10
Süleyman Hatipoğlu, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, Yeditepe Yayınları, İstanbul
2009, s. 93-94.
223
Suriye’de Türkmenlerin seçme ve seçilme hakları çeşitli bahanelerle
kısıtlanmıştır. Lazkiye’den başlayarak Bucak-Bayır, Behluliye ve Kesep
Nahiyesi’ne kadar olan bölgede Türkçe olan köy isimleri yavaş yavaş Arapçaya
çevrilmiştir.11 Suriye yönetimi çıkarttığı bir yasa ile ülkede yaşayan bütün Türk
asıllıların soyadlarının değiştirilmesi zorunlu hale getirilmiştir. Türklerin baba veya
dedelerinin isimlerini soyadı olarak kullanmaları zorunluluğu getirilmiştir.12
Türklere karşı yürütülen baskılar, ülkeden göçlere neden olmuştur. Ancak Türklerin
bu ilk dönemdeki Suriye’den göçleri sürekli değil, aileleriyle geçici bir çıkış
şeklinde gerçekleşmiştir.13
Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras bir toplum yapısına sahip olan Suriye,
farklı kültürel özelliklere sahip etnik grupların bir arada yaşadığı bir ülkedir. Din
farklılıkları nedeniyle dikey olarak bölünen Suriye halkı, bu bölümlenme içinde
sosyo-ekonomik katmanlara da ayrılmıştır. Bir grup içerisinde üst seviyede birlik ve
homojenlik olmasına rağmen, grubun içerisinde bireylere atfedilen ayrı bir sosyal
statü de vardır.14 Bu ise Suriye’de toplumlararası sürtüşmeleri hızlandırmış, sonuçta
çatışmalar ve kaoslar göçlerin ana nedenlerini oluşturmuştur.
Fransız mandası döneminde Suriye 5 parçaya bölünmüş ve asabiye sorunu
iyiden iyiye körüklenmiştir. Yani bu dönemde Suriye halkı hem yatay olarak hem
de dikey olarak ayrıştırılmıştır. Bilinçli bir şekilde uygulanan bu politikalar
sonucunda ülkede iç huzur ve güven kalmamıştır. Huzur ve güvenin olmadığı,
herkesin kendi canından endişe ettiği bir ortamda “göç” mefhumunun ortaya
çıkması kaçınılmaz bir sonuçtur. Fransızların 26-27 yıl idare ettikleri Suriye’den
Hatay bölgesine yapılan göçler ferdi bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Hatay
da Fransız idaresinde bulunmaktaydı. Ancak Türk nüfus burada yoğunlaştığı için
Fransız baskılarından bunalanlar kendilerine Sancak bölgesini bir kurtuluş yeri
olarak görmüşlerdir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulması, uluslararası sistemde
yeni bloklaşmaları doğurmuştur. Buhranlar dönemi adı verilen 1930’lu yıllarda,
İngiltere’nin desteğini almayı başaran Türkiye, Hatay Meselesi’ni kendi lehine
çözme girişimlerine başlamıştır. Türkiye’nin Hatay davasına sahip çıkarak kararlı
bir politika izlemesi sonucunda Hatay bölgesi Türkiye’ye katılmıştır. Ancak Bayır,
Bucak ve Hazine Nahiyelerinin kendilerinin de kurtarılması yolunda müracaatları
ile ilgilenen Türkiye, Fransa’nın Avrupa’da “Türkiye Hatay’ın dışında da yayılmak

11
Nadir Gökoğlu, Hatay’ın Anavatana Katılmasının Ardından Suriye’de Kalan Bayır-Bucak Türkmenleri ve
İlhak Sürecine Katkıları, Hacettepe Üniversitesi AİİTE, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2002, s.
99.
12
Mehmet Şandır özellikle Hafız Esed’in ardından doğan otorite boşluğunda otoritenin güç gösterisi
maksadıyla Türklere baskısını arttırdığını işaret etmektedir. Bkz.: Gökoğlu, Hatay’ın Anavatana
Katılmasının…, s. 100.
13
J. S. Birks-C. A. Sinclair, International Migration and Development in the Arab Region, Geneva 1980, s.
50-53.
14
Zafer Sağlam, Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin
İncelenmesi, Genelkurmay Bşk. Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Arş. Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s. 23.
224
istiyor, önemli petrol bölgesi Cezire’yi de ele geçirmek amacındadır”, şeklinde
başlattığı propaganda üzerine, gerek Hatay’ı gerekse Türkiye’yi zor durumda
bırakabileceği için bu tür isteklerden vazgeçmek zorunda kalmıştır.15
Hatay’ın anavatana katılmasının ardından 1941’de Suriye Türkleri Halep
Kalesi’ne Türk bayrağı çekerek Türkiye’ye katılma arzularını göstermişlerdir.
Suriye Türklerinin milli, sosyal ve kültürel hiç bir hakları olmayıp kendi dillerinde
eğitim yapma, gazete ve dergi çıkarma, sosyal amaçlı dernek kurma hakkından da
mahrum olmaları bu tepkiye neden olmuştur.16
Suriye, bağımsızlığını kazandığı günden itibaren Hatay üzerinde hak iddia
etmeye başlamış, Baas partisinin iktidara gelmesiyle, Suriye hükümetlerin Hatay’ın
ilhakını milli bir hedef haline getirmiştir. Suriye idarecileri Hatay’ı koşullar
elverdiğinde geri alınmaya çalışılacak bir toprak parçası olarak gördüğü için
Hatay’da yerleşik Arap kökenli vatandaşların Türkiye halkı ile kaynaşmasını
önlenmeye; arazi alımını sistemli bir şekilde sürdürmeye; aileleri çok çocuk
yapmaya teşvik etmeye ve Suriye’den gizli göç yoluyla bölgeye Arap unsuru
getirmeye çalışmıştır. Bu plan dâhilinde ve nüfus artışına paralel olarak Arap
kökenlilerin mülk edinme faaliyetleri gittikçe artmıştır.17 İskenderun Sancağının
iadesi için 1950 yılından bu yana Suriye tarafından yürütülen kampanya popülerlik
kazanmıştır.18 Ancak 2000 yılında Beşar Esed’in yönetime gelmesiyle Suriye bu
iddiasından peyderpey vaz geçmiştir.
Fransız idaresi döneminde çeşitli baskılara maruz kalan Suriyeliler, Hatay
başta olmak üzere Türkiye’ye göç etmişlerdir. Türkiye, göçmenlere sosyal devlet
anlayışıyla sahip çıkmış ve imkânlar ölçüsünde yardımlarda bulunmuştur. Tablo
1’de Hatay bölgesinde dağıtılan arazi miktarları verilmiştir. Buna göre 5.812 aile
topraklandırılmıştır. Dağıtılan toplam arazi miktarı 142.410 dönümdür. Yani
ortalama olarak aile başına 24-25 dönüm arazi verilmiştir. En çok arazi tevcih
edilen yer, 60.676 dönüm ile Kırıkhan, en az ise 2.910 dönüm ile Samandağ
olmuştur.

15
Yusuf Sarınay, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Hatay”, Anavatana Katılışının 60. Yıldönümünde
Hatay, ATAM Yay., Ankara 2001, s. 38.
16
Ömer Turan, “XX. Yüzyılda Türk Toplulukları”, Türkler, (Ed.: Hasan Celal Güzel vd.), C. 20, Yeni
Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 354.
17
İbas, “Türkiye-Suriye İlişkileri Tarihi”, s. 59-61.
18
Türk-Arap İlişkileri İncelemeleri Vakfı, Studies on Turkish-Arab Relations, Annual 5, 1989, İstanbul 1990,
s. 130-131.
225
İlçesi Dağıtılan Arazi Topraklandırılan Tahsis Olunan
Miktarı Aile Mer’a
Dönüm Adet Dönüm
Merkez 15.512 777 -
Altınözü - - -
Dörtyol 9.718 351 -
Hassa 4.174 256 -
İskenderun - - -
Kırıkhan 60.676 2.708 2.737
Reyhanlı 49.420 1.635 311
Samandağı 2.910 85 800
Yayladağı - - -

Toplam 142.410 5.812 3.848

Tablo 1: Hatay’da göçmenlere dağıtılan arazi miktarları19


Burada vurgulanması gereken iki husus vardır: birincisi; Suriye’den göç
edenler sadece Türkler değil, Araplar, Kürtler ve Dürziler de nüfus devinimine
katılmıştır. İkincisi ise; bu dönemde Hatay, Fransız idaresindedir ve Suriye
toprağıdır. Yani bu dönemde Suriye’nin muhtelif yerlerinden Hatay’a yapılan
göçler yurtdışı değil, yurtiçi göçlerdir. Başka bir ifadeyle; Suriye vatandaşları,
yaşadıkları çeşitli sıkıntılar nedeniyle ülke içerisinde yer değiştirmişlerdir. Ancak
1939 yılında Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıyla göçmenlerin statüsüne dair durum
değişmiştir. Suriye’nin farklı bölgelerinden gelerek Hatay bölgesine geçici olarak
yerleşen ama aslında hala mobilize bir hayat süren göçmenler Türkiye Cumhuriyeti
Hükümeti tarafından iskân edilmiştir.
Harita 1’de Türkiye genelindeki Suriye göçmenleri verilmiştir. Buna göre
Suriye’den gelen göçmenler Hatay, Konya, Kocaeli ve İzmir’e yerleşmişlerdir.
Haritadaki bilgililer sadece iskânlı göçmenlere ait olduğu için sayılar düşüktür.
Kayıtdışı göç denilen nüfus hareketleriyle birlikte bu sayılar binlerle ifade edilebilir.

19 TC. Köyişleri Bakanlığı, Köy Envanter Etüdlerine Göre Hatay, Ankara 1965, s. 57.

226
Harita 1: Suriye, Bulgaristan ve Türkistan’dan gelen göçmenlerin Türkiye’deki
dağılımı20
2. Bayır-Bucak Türklerinin Göçü
Bayır-Bucak Türklerinin sıkıntılı günleri dünya Türklüğünün parça-
lanmasına ve büyük çoğunluğunun esarete düşmesine sebep olan I. Dünya Savaşı
sonunda başlamıştır. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi Osmanlı
Devleti için bir idam fermanı olduğu kadar Suriye Türkleri için de kara günlerin
başlangıcı olmuştur.21
Mondros Mütarekesi’nin Türklük açısından çok ağır şartlar taşıdığını gören
Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin İskenderun’a asker çıkarması halinde
çarpışacağını bildirmiştir. Ayrıca Türklerin sınırdışı bırakılmalarına 3 Kasım
1918’de çektiği telgrafta şöyle itiraz etmiştir: “Lazkiye’nin kuzeyinde Hunseyh’un
güneyinden geçen ve doğuya uzanan hattın Suriye sınırını teşkil etmesi, İskenderun
ile Antakya Cebelsama ve Kilis yöresinin Türklerle dolu bulunması sebebiyle Halep
ahalisinin de % 75’inin Arapça konuşan Türkler olması sebebiyle görüşmelerde bu
gerçeğin esas alınması...”.22 Mustafa Kemal Paşa bu telgrafıyla bölgedeki Türkler
konusuna dikkat çekmiş ve nüfus çoğunluğunun Türklerde olduğunu vurgulamıştır.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre; Türklerin çoğunlukta bulundukları yerlerin
Türkiye sınırlarında kalması ve Hatay mıntıkasının Misak-Milli kapsamında
bulunduğu gerçeği karşısında Bayır-Bucak’ın da Türkiye’ye katılması gerekirdi.
Bilahare, Hatay mıntıkasının Misak-ı Milli kapsamında bulunduğu gerçeği

20 Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü Çalışmaları, Ankara 1955, s. 57.
21
Mehmet Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, Uluslararası Göç Sempozyumu, Bildiriler, 8-11 Aralık
2005-İstanbul, İstanbul 2006, s. 159; Abbas Bilgili, “Bayır-Bucak Türkleri”, Türk Yurdu, C. 9, S. 360, Mart
1988, s. 51; Mehmet Tekin, “Suriye’de Türkmen Bölgesi ve Basında Bayır-Bucak Türkleri”, Güneyde Kültür,
C. V, S. 53, Antakya Temmuz 1993, s. 20.
22
Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, s. 159.
227
karşısında Bayır-Bucak’ın da Türkiye sınırlarına dâhil edilmesi gerekirdi. Çünkü
Bayır-Bucak-Hazne nahiyeleri Antakya ilçesine bağlı olduğundan Misak-ı Millî’ye
dâhildi ve çoğunluğunu da Türkler oluşturuyordu. Bayır-Bucak Hatay’ın bir
uzantısı gibidir ve oradaki Türkler Hatay’ın Yayladağı ilçesi halkıyla akrabadırlar.23
Hatay bölgesinden pek bir farkı olmayan ve bunu hem Fransızlara karşı
verdikleri mücadelelerle hem de sosyal yaşantılarıyla gösteren Bayır-Bucak
Türklerinin Kuvay-ı Milliyecilere verdikleri destekler de manidardır. Hatay ve
civarında Yayladağı ve köylerinde Kuvay-ı Milliye’yi kurmakla görevlendirilen
Nuri Aydın (Korunalp) Bey, askerler için Kirpücük Köyü’nü24 karargâh yaparak
çevre ahalisini teşkilatlandırmıştır. Bayır-Bucak eşrafından Necip Sohta imzasıyla
28 Şubat 1921 tarihli şu mektubu almıştır: “Hâmî-i İslam Nuri Efendiye!
Amcazâdem Nevrez Sohta Fransızlardan 200 mavzer aldı. Milis teşkilatı kuracak.
Şimdi silahlar evindedir. Bize lütfen bir zabit kumandasında bir miktar kuvvet
gönderdiğiniz takdirde bu silahları ondan alır, burada da millî bir teşkilat kurarak
vatanımızın kurtulmasına yardımcı oluruz.” Bu mektup Bayır ve Bucak
bölgesindeki ahalinin Türkiye’ye olan gönül bağlılığının bir nişanesidir.25
20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara İtilafnamesi’nden bir ay
önce Fransızlar, Bayır-Bucak nahiyelerini Antakya’dan ayırmış ve Lazkiye
Sancağı’na bağlamışlardır. Lozan’da Sancak Meselesi ele alınmış, ancak Bayır
Bucak’tan bahsedilmemiştir.26 Hâlbuki bu bölgede yaşayan Türk nüfusu da az
değildir. 1936 yılndaki nüfusu 20.000’dir.27 Bu kalabalık nüfusun geleceği herhangi
bir antlaşmayla güvenceye alınmadığı için, Fransızlar da bu insanları yok sayma ve
yok etme politikası uygulamışlardır.
Hatay’ın anavatana katılmasından sonra Bayır ve Bucak bölgesinde
yaşayan Türklerin göç meselesi gündeme gelmiştir. Suriye’nin diğer bölgelerinden
Türkiye’ye yapılan göçlerin çoğunluğunu ve ilk örneklerini Bayır-Bucaklılar
oluştururlar. Bu nedenle de, Türkiye kamuoyunda Suriye Türkleri denince ilk akla
Bayır-Bucak Türkleri gelir. Hâlbuki Suriye’nin her bölgesinde Türkler
yaşamaktadır. Özellikle Halep, Hama, Humus, İdlip, Şam ve Kuneytra bu
bölgelerin en kesif olanlarıdır.
Hatay’ın anavatana katılmasını müteakip, Bayır-Bucak ve Hazne
Türklerinden 300 kişi imzaladıkları mühürlü mazbatalar ile Lazkiye’den ayrılarak
Hatay’a bağlanmak istediklerini belirtmişlerdir.28 Lazkiye bölgesindeki Türklerin
bu istekleri ve Türkiye özlemleri hiç bitmemiştir. Lazkiye Hükümeti Türkmenlerin
Türkiye sevdasını bildiği için, onları Türkiye’den ve Hatay’dan soğutma çalışmaları

23
Bilgili, “Bayır-Bucak Türkleri”, s. 51-52; Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, s. 160.
24
Yeni adı Olgunlar Köyü’dür.
25
Nuri Aydın Konuralp, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, Hatay Postası Gazete ve Basımevi,
İskenderun 1970, s. 114; Gökoğlu, Hatay’ın Anavatana Katılmasının…, s. 48.
26
Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, s. 160; Tekin, “Suriye’de Türkmen…”, s. 20; Zafer Sarı, “23
Temmuz’da Hasreti Dinmeyen Türk Beldesi ‘Bayır-Bucak’”, 23 Temmuz, 23 Temmuz 2001, s. 3.
27
Açıksöz, 28 Ekim 1936; Tekin, “Suriye’de Türkmen…”, s. 21.
28
Gökoğlu, Hatay’ın Anavatana Katılmasının…, s. 85.
228
yürütmüştür. Bu çalışmalardan biri Türkiye aleyhine yürütülen propagandalardır.
Bu propagandanın amacı bölgede yerleşik Türk Alevileri Türkler aleyhine
kışkırtmak ve Hatay’a karşı cephe aldırmaktır.29 Bu propagandalar zaman zaman
silahlı olarak devam etmiştir. Vatanî Partisi’ne mensup silahlı propagandacılar,
Bayır Bucak bölgesinde Türkiye’ye ve Hatay aleyhinde gösterilerde
bulunmuşlardır. Aynı zamanda bölgeye iki Bedevi aşireti göç ettirilerek Türk
nüfusunun oranı azaltılmaya çalışılmıştır.30
Bayır-Bucak Türkleri Suriye’de yaşayan 3-3.5 milyonluk31 Türkün sadece
bir bölümüdür. Kalafat’a göre ise günümüzde Suriye’de 1.8-2 milyon Türkmen,
Lazkiye’nin Bucak nahiyesi, İsabeyli bölgesi Turunç, Meydancık köylerinde
yaşamaktadır.32 Türkiye sınırına çok yakın köy ve kasabalarda yaşadıkları için
Türkiye ile ilişkileri de bulunmaktadır. Bu Türkler Karakeçili, Elbeyli, Barak,
İsabeyli ve Türkmen aşiretlerine mensup olup; Antakya, Reyhanlı, Kırıkhan,
İskenderun ve Yayladağı’ndakilerle akrabadırlar.33
23 Temmuz 1939’da Hatay Türkiye’ye bağlanmış, ancak Türklerden
meydana gelen Bayır-Bucak Bölgesi Fransız mandasında kalmaya devam etmiştir.
İlhaktan sonra Suriye içinde kalan Türkler sürekli baskı altında tutulmuştur. Buna
ilk tepki, 1941’de Halep Türklerinin Halep Kalesi’ne Türk bayrağını çekmesi
şeklinde tecelli etmiştir. Bayır Bucak Bölgesinde ekonomik ve kültürel açıdan
uygulanan sindirme ve sömürü politikasının artması üzerine önce 1950, daha sonra
1967 yıllarında çok sayıda Türk Hatay sınırını geçerek Türkiye’ye sığınmıştır.34
Bayır-Bucak Türkleri, Suriye’de Fransız Mandası döneminde baskılara
uğramaya başlamış, Suriye’deki Ermeniler, Hristiyanlar ve Nusayrîler Fransızlarla
birlik olarak Türkmenlere karşı çeteler oluşturmuştur. Bayır-Bucaklılarla bu çeteler
arasında 6-7 yıl kadar çatışmalar olmuştur. O dönemi yaşayanlar bu çatışmalara
“Fellah Harbi” demiştir. Milli Mücadele sırasında Atatürk’ün emri ile “Altay
Fırkası”nı kurarak milli mücadeleye destek veren Bayır-Bucak Türkleri daha sonra
da Arap çetelerine karşı mücadele vermiştir. Bu teşkilatın kurucuları arasında olan
Nevraz Sohta bölgede büyük ün kazanmıştır. 1946’da Suriye’de tutunamayarak
Hatay’a göç eden Nevraz Sohta Bayır-Bucak Türkmenlerinin Türkiye’ye göçünde
öncülük etmiştir. Hatay’ın Kırıkhan ilçesine yerleşen ve Amik Ovası’nda geniş bir
arazi alan Nevraz Ağa’nın yanında çalışanlar da göç etmeye başlamışlardır. Ayrıca

29
Cumhuriyet, 13 Mart 1937.
30
Cumhuriyet, 17 Mart 1937.
31
Suriye Türklerinin sayısına dair spekülatif sonuçlar vardır. Suriye konusunda yapılan çalışmalar, buradaki
Türk nüfusunun 2,5 milyondan az olmadığı yönündedir. 2011 yılında başlayan Gazap Günü’nden sonra ise ne
Türklerin ne de diğer unsurların sayısını sağlık bir şekilde tespit etmek mümkün olmamıştır. Ayrıntılı bilgi
için bkz.: Ümit Özdağ, “Suriye Türkleri”, Yeniçağ Gazetesi, 15 Mart 2012, s. 3; Oytun Orhan ve Bilgay
Duman, “Bayır-Bucak Türkleri…”, www.orsam.org.tr/tr/ yazilar_Yazdir.aspx?Tur=2&ID=243, E.T.:
20.05.2011.
32
Yaşar Kalafat, Karşılaştırmalı Bayır-Bucak Türkmen Halk İnançları, Bayır Bucak Türkleri Kültür ve
Dayanışma Derneği, Ankara 1996, s. 14.
33
Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, s. 159; Bilgili, “Bayır-Bucak Türkleri”, s. 52.
34
Mehmet Tekin, Tarihte Hatay ve Hatay Devleti, 2. Basım, Antakya Ticaret ve Sanayi Odası, Antakya 1987,
s. 94.
229
öğrenim için Hatay’a gelen öğrenciler de geri dönmek istememiş ve bu öğrencilerin
aileleri de Türkiye’ye göç etmiştir.35
Bayır-Bucaklıların Türkiye’ye göçlerinde ekonomik durumlarının bilinçli
bir şekilde kötüleştirilmesi de etkili olmuştur. Bu bölgedeki insanlar hayatlarını
tütün ve buğday yetiştirerek, bahçecilik yaparak kazanmaktadırlar. Ancak sınıra
yakın bölgelerde yaşayan Türkmenler, Suriye Hükümeti tarafından iç bölgelere göç
etmek zorunda bırakılmıştır. Suriye yönetimi “burası ormanlık saha”, “burası yol
olacak”, “burası turistik veya sayfiye yeri” diyerek çok verimli olan bahçelerin,
tarlaların içinden yollar açmıştır. Yine “hizmet götürüyorum” bahanesi ile her köye
karakol ve orman muhafaza sahası tesis ettirilerek Bayır-Bucaklının toprakları
heder edilmiştir.36 Kamulaştırılan arazinin bedeli ödenmediği gibi, reform
kapsamına alınmayan 568.508 dönümlük arazi de “Suriye devleti tasarrufuna”
bırakılarak kullanımına izin verilmemiştir. Ayrıca Türklerin Suriye’de 2.179.763
dönümlük ihtilaflı arazisi bulunmaktadır.37 Buralarda oturan insanların bazıları
Türkiye’ye, bazıları da büyük şehirlere göçe icbar edilmiştir. Bu bakımdan Bayır-
Bucaklıların Hatay’a göçlerindeki en önemli faktörlerden biri ekonomik ve siyasi
nedenler olarak kendini göstermiştir.
Suriye’de yaşayan Bayır-Bucaklılar arasında okumuş ve devlet memurluğu
yapmış kişi sayısı oldukça azdır. Özellikle büyük şehirlere gidenler devletin
imkânlarından yararlanabilmek için çareyi Araplarla evlenmekte bulmuşlardır. Bu
ise asimilasyonu hızlandırmıştır. Yetişen yeni nesiller Türkçe’yi, okulu bitirdikten
sonra öğrenebilmiştir. Aileler çocuklarının iyi eğitim görmesi için ilkokulu bitirene
kadar Arapça konuşmalarına özen göstermektedir. İlkokulu 13 yaşında bitirdikten
sonra fırsat bulurlarsa ikinci bir dil olarak Türkçe öğretilmektedir. Türkçe artık
ancak aile arasında çok az kelime dağarcığı ile konuşulur olmuştur.
Liseyi bitiren zeki çocuklar Türkiye’ye bin bir zorlukla kaçak yollardan
gelerek geçici ikamet almışlar ve bu sayede Türkiye’nin yabancı uyruklular
kontenjan sınavına katılmışlardır. Türkiye’de okuyan bu çocukların peşine takılan
Suriye ajanları çocukları fişlemiş, okulu bitirdikten sonra tekrar Suriye’de gelip
çalışmalarına ve iş kurmalarına büyük ölçüde engel olmuşlardır. Türkiye’de
kalmayı tercih eden ve Türkiye vatandaşı olmak isteyen gençler de yıllarca vatandaş
olabilmek için çabalamışlardır. Çünkü Türkiye hükümeti, bu okuyan öğrencilerin
tekrar Suriye’ye dönmelerini istediği, oradaki Türk nüfusun azalmasını istemediği
için, Suriyelilerin Türk vatandaşlığına geçmelerini zorlaştırmıştır.38 Diğer taraftan
Suriye yönetimi de Türklerin Türkiye’ye gitmelerini engellemiştir. Türkiye’ye
gitmek isteyenlere pasaport verilmemiş gizli olarak Türkiye’ye gidenler ise

35
Kaynak Kişi: İsmet Bozoğlan; 1949 Bayır-Bucak doğumlu, okuma-yazma biliyor, Hatay-Kırıkhan’da
ikamet etmekte, yeminli, Grş. T.: 10.11.2010.
36
İsmet Bozoğlan, “Suriye’de Bayır-Bucak Türkleri”, Güneyde Kültür, S. 53, Antakya 1993, s. 30-31;
Kalafat, Karşılaştırmalı Bayır-Bucak…, s. 17; Nazif Öztürk, “Suriye Türkleri”, Yeni Türkiye, S. 16, Ankara
Temmuz-Ağustos 1997”, s. 1680.
37
İbas, “Türkiye-Suriye İlişkileri Tarihi”, s. 83.
38
İ. Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 30-31.
230
vatandaşlıktan çıkarılarak mallarına el konulmuştur. Türkmenlerin en tabii hakkı
olan seçme ve seçilme hakkı kısıtlanmıştır. Türkçe köy isimleri değiştirilerek
Arapçaya çevrilmiş, sınır bölgelerinde Türkmenler geri çekilerek, 10 km’lik bir
kuşak halinde Arap köyleri oluşturulmuştur.39
Bu dönemlerde Suriye’de Türklere uygulanan asimilasyon ve baskı
politikasını Atayolu Gazetesi’nde yayımlanan bir yazı şu şekilde yansıtmıştır;
“Güney, sınırlarımızın dışında 30.000 soydaşımıza karşı yıllardan beri tatbik edilen
terhis ve imha siyaseti, son zamanlarda şimdiye kadar olduğundan daha gayri
insani ve daha tahammül edilemez bir seyir takibine başlamıştır. Ancak takip edilen
bu hedefler istikametin de kendi öz yurtlarında ve kendi ırki hüviyetlerinin icabına
göre çalışmak ve yaşamak imkânlarından başka bir şey aramayan 30.000 soydaşı-
mızın mal ve canlarının haksız tecavüzlere uğratılması hâdisesini ve bilhassa bu
hâdiselerin bir plân gereğine uydurularak tekerrürü bizi asla lakayt bırakamaz.”40
Bu dönemde Türklere yapılan baskılar Hatay basınına da aks etmiştir.
Özellikle Atayolu Gazetesi konuyla ilgili bilgiler aktarmıştır. Örneğin “Bucağın
Gebere Köyü’ne saldıran Arap çeteleri 5 Türk’ü öldürüp çekildiler.” başlıklı yazı,
bölgeden sıcak haberler verildiğini ve bölgeyle ilgilenildiğini göstermektedir.
Haberin devamında; “Suriye’de kargaşalık ve anarşi devam ederken, sınırlarımızın
yakınındaki Türklere karşı da mezalim başlamıştır. Zaten yıllardan beri her türlü
tazyik altında iktisaden ezilen Bayır-Bucak Türklerinin şimdi de seslerinin
çıkarılmaması için yok edilmesine başlandığı anlaşılıyor…”41 denmek suretiyle
durumun vahameti anlatılmıştır.
Hayatın her safhasında çeşitli saldırılara maruz kalmak Suriye Türklerinin
Hatay’a göçlerinde en etkin faktörlerden biri olmuştur. Örneğin 29 Temmuz 1945
tarihinde, Türkiye sınırından 2 km içerdeki Salmir Köyü’ne gelen bir Arap çetesi,
köy halkından son kargaşalıklarda ölen Arapların aileleri için önemli miktarda iane
vermelerini istemişlerdir. Tamamen Türklerle meskûn olan ve zaten çok fakir
bulunan köy halkı, çetenin istediği bu önemli miktardaki ianeyi vermemiştir. Buna
kızan çete, evleri yağmalamak için köye saldırmıştır. Bunun üzerine Türklerle çete
arasında çıkan çatışmanın kurşun sesleri Türkiye’den işitilmiştir. Çatışmada çete
üyeleri köy halkından 5 Türkü öldürmüş ve 4 kişiyi de yaraladıktan sonra çekip
gitmiştir. Benzer bir uygulama da Yamadı Köyü’nde gerçekleşmiştir. 28
Temmuz’da Cisr-i Şuğur pazarına gitmek üzere yola çıkan 4 Türk’ün önü, 5-10
Arap tarafından kesilmiştir. Araplar bunların Türk olduklarını anlayınca hakaret
amacıyla mahrem yerlerini açarak istihza yapmışlardır. Bu manzarayı görmek
istemeyerek başlarını çeviren köylülerin yollarını kesip: “-Yakında idareyi elimize
alacağız, O zaman sizlere yapacağımız şeyleri biz biliriz.” diyerek Fransızlardan

39
Mehmet Fatih Kirişçioğlu, “Suriye Türkleri”, Avrasya Dosyası, C. II, S. 3, Ankara 1995, s. 131; Meşkure
Yılmaz Börklü, “Lozan Sonrası Suriye Türklerinin Durumu ve Genel Problemleri”, Türkiye-Suriye İlişkileri
ve Suriye’nin Etnik Yapısı, (Haz.: Şahin Ceylanlı-Ramazan Kırkık), Aydınlar Ocağı Yay., İstanbul 2000, s.
36-37; Sarı, “23 Temmuz’da Hasreti…”, s. 3.
40
Atayolu, 22 Haziran 1945.
41
Atayolu, 21 Haziran 1945.
231
sonra bölgede yapacakları fenalıklardan kasıtla tehditler savurmuşlardır.”42 Elbette
birkaç kişinin yaptığı yanlış hareketler bir toplumun tamamına teşmil edilemez.
Çünkü Türklere yardımda bulunan Arap ailelerin sayısı da yadsınamayacak
derecede çoktur. Ancak Suriye Türklerinin yaşadığı olumsuzlukların örnekleri de
göçler tarihinin nedenleri arasında yerini almaktadır.
1946’da Suriye bağımsız olduktan sonra da bazı Arap çetelerinin Türklere
saldırıları devam etmiştir. Eylül 1950’de Suriyeli jandarmalar, Bayır-Bucak
halkından 3-5 aileyi Türkçülük propagandası yaptıkları gerekçesiyle evlerinden
atmıştır. Bu insanlar günlerce sokakta yatıp-kalkmışlardır. Buna benzer keyfi ve
dostluğa yakışmayacak hareketler daha da artmıştır.”43
Suriye bağımsız olduktan sonra, Bayır-Bucak’ı Araplaştırmak için yoğun
bir çalışma başlamıştır. Arap milliyetçileri Türk çocuklarına zorla Arapça öğretmek
ve Arap kültürünü aşılamak için zor kullanmıştır.44 Yapılan baskılara daha fazla
dayanamayan Türklerin bazısı Hassa sınırını geçerek Türkiye’ye sığınmıştır. 15
yaşlarındaki Mustafa ve Yusuf Karamuhammet adlı iki Türk Hassa civarından
Türkiye’ye giriş yapmıştır. Aynı günlerde 34 yaşındaki Muhammet Aslan isimli
bir kişi de Yayladağı’ndan Türkiye’ye geçmiştir. 45
Bayır-Bucaklıların sıkıntılarını dile getiren Atayolu Gazetesi’ne, Bayır-
Bucaklılardan Kemal Kaynar, 31 Mayıs 1945 tarihinde “Acıklı Bir Teşekkür”
başlıklı şu yazıyı göndermiştir: “Ben Bayır-Bucak mültecilerindenim. Sayın
gazetemizin son günlerde yabancı ellerde inleyen kara bahtlı yurduma gösterdiği
asil ilgiye bütün kalbim ve varlığımla teşekkür ediyorum. 30.000’den fazla
soydaşımızın kurtuluş gününü tasvir ve tasavvur edilmez bir hasret ve iştiyakla
beklediklerini içim sızlayarak bir daha açıklamayı bir yurt ve ulus borcu biliyorum.
Derin Saygılarımla! Bayır-Bucak Mültecilerinden Kemâl Kaynar”46
Bayır-Bucak Türkmenleri Fransız Manda yönetimi ve sonrasında Suriye
Devletinin yönetimi sırasında uğradıkları baskılar ve zulümlere, asimile
uygulamalarına dayanamayarak Türkiye’ye göç etmiştir. Bu göçler 1946-1950-
1952-1953-1967 yıllarında toplu halde olduğu gibi münferit göçler de olmuştur.
Göç edenlerin çoğu Kırıkhan İlçesinin Karadurmuşlu Köyü, Kırıkhan Merkez Yeni
Mahalle ve İskenderun’a yerleşmiştir. Bunların dışında Türkiye’nin değişik
yerlerinde yerleşenler de olmuştur.47

42
Atayolu, 31 Temmuz 1945.
43
Atayolu, 2 Ekim 1950.
44
Atayolu, 14 Nisan 1955.
45
Tekin, “Suriye’de Türkmen…”, s. 27.
46
Atayolu, 31 Mayıs 1945.
47
Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 30; Ertuğrul Gümüş, 1980 Sonrası Türkiye-Suriye Ekonomik İlişkilerin
Değerlendirilmesi, (Maramara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi), İstanbul 2006, s. 80; Çiftçi, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, s. 160; H. Miray Vurmay, “Suriye
Türkleri”, Cumhuriyet, Strateji, Parasız Özel Ek, 18 Nisan 2005, s. 15; Kalafat, Karşılaştırmalı Bayır-
Bucak…, s. 12-13; Nevzat Özkan, Türk Dünyası: Nüfus, Sosyal Yapı, Dil, Edebiyat, Geçit Yay., Kayseri 1997,
s. 270; “Türkiye’ye Yerleşen Göçmenler”, www.turkform.net, E.T.: 26.02.2011; Kırıkhan Ziraat Odası
Başkanlığı, Bayır-Bucaklıların Mesleklerine Dair 08.10.2004 Tarih ve 37 Sayılı Belge.
232
1952 yılına kadar Bayır-Bucak’tan göçler ara ara devam etmiş, ancak bu
göçler Bayır-Bucak bölgesinde Türkmen nüfusun azalmasına neden olmuştur. Bu
durumu değerlendiren Suriye Hükümeti, Türkmenlere baskıyı daha da arttırmıştır.
Köylere gelen Suriye jandarmaları halkı aşağılamıştır. Zaten toprakları elinden
alınmış olan Türkmenler bu baskılara daha fazla dayanamamıştır. 1952’de
Türkiye’deki Menderes Hükümeti, Bakanlar Kurulu kararı ile Bayır-Bucak
Türkmenlerine sınırları açmıştır. İlk büyük göç de bu tarihte yaşanmıştır. Amik
Gölü’nün kurutulması ile açılan arazilerden her aileye 20’şer dönüm olmak üzere
toprak verilmiş ve Kırıkhan’ın Karadurmuşlu Köyü’ne iskân edilmişlerdir. Bunun
dışında İskenderun, Konya, Adana, Bursa gibi Türkiye’nin değişik bölgelerinde
kendilerine yerler gösterilmiş, bir kısım Bayır-Bucaklı bu bölgelere gitmiştir. Ancak
çoğu Kırıkhan’da kalmıştır. Çünkü Kırıkhan tarım bölgesidir ve Bayır-Bucaklılar
için en önemli kişi olan Nevraz Sohta da buradadır.48
Bayır-Bucaklılara verilen araziler, zamanla miras yoluyla daha küçük
parçalara bölünmüş ya da ekonomik sıkıntılar nedeniyle satılmıştır. Göçmenler
Hatay’da da Bayır-Bucak’taki gibi işçilik, çiftçilik, amele olarak çalışmışlardır. Çok
azı da öğretmen veya polis olmuştur. Kırıkhan’da esnaflık yapan iki aile tuhafiye
dükkânı açmış, 1992’de de bir brikethane faaliyete girmiştir. İlçede bunlardan başka
esnaflık yapan aile de yoktur. 1967’de Türkiye’ye iltica eden 35-40 hanenin
durumu çok daha kötüdür. Bu aileler iskânlı göçmen olarak kabul edilmediği gibi
uzun bir süre kendilerine vatandaşlık dahi verilmemiştir. Bu ailelerin gençlerinden
bazıları ilköğretimi, birkaç kişide liseyi bitirmiştir. Bunların içerisinden 15-20 aile
Adana’ya giderek tütün ekme işlerinde çalışmış, 5 aile de İskenderun’da fabrika
işçiliği yapmıştır.49
Bayır-Bucak’tan gelen misafirlerin bir kısmına arazinin yanısıra ev de
verilmiştir. Göçmenlere verilen evler tek katlı olup, çatılıdır (Bkz: Şekil 1). Bugün
bu evler sağlamlığını muhafaza etmektedir. Evler, klasik afet evi tipinde, ama
bahçelidir.

48
Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 31.
49
Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 31.
233
Şekil 1: Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’ne yerleştirilen göçmenlerin ev planı50
Suriye’den Hatay’a göç eden Türklere bir örnek de İbrahim isimli bir
Türk’tür. İbrahim, ailesiyle birlikte 1950’lerde göç etmiştir. 1952’de Bakanlar
Kurulu, Bayır Bucak Türklerinden Türkiye’ye gelmek isteyenlere vatandaşlık
verileceğine dair bir karar alınca, İbrahim’in ailesi de toplu halde gerçekleşen göç
dalgasıyla gelmiştir. Bu insanlara vatandaşlık verilmiş ve Amik Ovası’na
yerleştirilmişlerdir.51
Bayır-Bucak Türklerinin tanınmış simalarından ve bir dönem Antakya
Kültür Müdürlüğü yapmış olan İsmet Bozoğlan, Suriye’den yapılan göçlerle ilgili
şu değerli bilgileri aktarmıştır: “Anam, babam bizi Suriye’nin Bayır-Bucak
köylerinden, Suriye’nin zulmünden kaçıran, dağ-taş aşırıp, yastığını-yorganını terk
ederek kaçtıkları, sarp engelleri aşıran insanların anlattığı zulüm işkence sonucu
kaçışımız. Zaten o kaçıştan sonra sılayı hiç görmedim. Rahmetli amcamın,
“Arapların Bayır köylerini yakarak ilerleyiş sırasında Nevraz Ağa’nın Bayır-Bucak
köylerinde topladıkları silah, sopa, kazma, küreklerle direnişini hatta bu direniş
içindeki sanki kısa metrajlı filmler gibi Bazit Koca’nın, Çatık Koca’nın Boklu
Gedik’in, Rahmanlı mevkiindeki dar geçitte ellerindeki balta ile yüzlerce yağmacıyı
aktığını, yine evleri yanan Göydağlıların reva görülen çirkin hareketleri bir efsane
bir ayrı mücadelenin o insanları ne hale getirilişinin, hangi halet-i ruhiye içine
düştüklerini, umut olarak, kurtuluş olarak Anavatan Türkiye’ye, gelmelerindeki
sebepleri her olayda emmemek için anlattığı bu öyküleri dinlememek gerekir.

50 Afet İnan, 160 Ailenin Hatay Kırıkhan Acemli Mahallesi’ne İskânı, Köyişleri Bakanlığı Toprak ve İskân
İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 1973, s. 4-5.

51
Esra Demirci Akyol, Sınırdaki Kimlikler Türkiye’ye İlhak Sürecinde Hatay, Libya Kitapçılık ve Yay.,
İstanbul 2010, s. 149.
234
Onun için 1950 yılının sonlarında Rahmetli Adnan Menderes hükümeti
zulmün, işkencenin dayanılmaz boyutları karşısında Bakanlar Kurulu bu bölgedeki
insanların anavatan Türkiye’ye geçmeleri için sınırları açmış, o tarihlerde 150-200
aileye varan büyük bir çoğunluğu da Kırıkhan’ın Karadurmuşlu Köyü’ne iskân
edilen bu insanlar kendilerine verilen hane başına 20’şer dönümlük araziyle
uğraşırlar. Yıllar... bu arazinin ekmek yedirmediğini gören için insanlar
İskenderun’a Adana’ya hatta Bursa’ya, Konya’ya yeniden iş aş için gitmiş oralarda
bağları devam ettirmektedirler.
Bu göçler bitmemiş, 1967 yılında yine toplu göç yaşanmış. Yine
hükümetlerin haberleri, izinleriyle. Niçin? Suriye-İsrail Savaşında Bayır-Bucak
bölgesindeki insanlarımızı savaşın ön saflarına, hedef olarak sürüp göz göre göre
ölmelerini isteyen politikalarına Türkiye Cumhuriyeti izin vermemiş son çare göç
izni çıkarmıştır.”52 İsmet Bozoğlan’ın verdiği bilgileri, Bayır-Bucak Türklerinin
yaşadıkları sıkıntıları ve göç merhalelerini çok iyi özetlemektedir.
1953 yılında da Bayır-Bucaklılardan 80 aileden oluşan 313 kişilik bir grup
“iskânlı” olarak Türkiye’ye yerleştirilmiştir.53 Bunları 366 kişiden oluşan 114
ailenin iskânı takip etmiştir.54 Ayrıca iskân kanununun kapsamına giren hak sahibi
160 ailenin, şehirsel iskânına da karar verilmiştir. Hatay’ın Kırıkhan İlçesi Acemli
Mahallesi bitişiğinde, hak sahibi ailelerce satın alınan 82 dönümlük arsa yerleşim
yeri olarak göçmenlere tahsis edilmiştir.55
1935 yılında Doğu Türkistan milli hareketinin bastırılmasından sonra 1937
yılında bazı Türkler Afganistan pasaportuyla Türkiye’ye gelmiştir. Bunlar
arasındaki Hasan Alatav ve Abdülfettah Giray adlı kişiler sınırdışı edildikleri için
Suriye’ye sığınmışlar ve Suriye vatandaşı olmuşlar. Suriye’deki karışıklıklar ve
Türkiye’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi dolayısıyla bu iki kişi tekrar
Türkiye’ye sığınmışlardır. Akrabalarının yanına yerleşmek isteyen bu iki şahıs 1953
yılında serbest göçmen statüsüyle Türk vatandaşlığına alınmıştır.56
1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ön cephelere sürülen Türkler, bu bilinçli imha
oyununu fark ederek ülkeyi terk etmişlerdir. Türkiye’ye gelen Türkmenlerle ilgili
olarak Hatay Milletvekili Hüsnü Özkan, TBMM Başkanlığına bir önerge vermiştir.
Özkan bu önergesinde; “Arap-İsrail Savaşı sırasında Hükümetimizin
muvafakatıyla Suriye’den, Bayır-Bucak bölgesinde oturmakta olan Türklerden,
Yayladağı ve Altınözü hudut kapıları açılarak 350 aile yurda alınmıştır.
Alınışları sırasında kendilerine Türkiye’de her türlü maddi yardımın yapılacağı
ve hemen Türk vatandaşlığına alınacaklarının teminat olarak verildiğini.
Hatay’da kendileriyle yaptığım temaslarda öğrenmiş bulunuyorum. Haziran-
Ağustos 1967 arasında Amik Ovası’nın çeşitli bölgelerine gelmiş olmalarına

52
İsmet Bozoğlan, “Sılayı Sevmek”, Objektif, 31 Ekim-30 Kasım 1997, s. 28.
53
BİGM, Türkiye Nüfus Hareketleri 1954-1960, DİE Yayın No: 416, Ankara 1961, s. 12.
54
Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü Çalışmaları, Ankara 1955, s. 54.
55
Afet İnan, 160 Ailenin Hatay Kırıkhan Acemli Mahallesi’ne İskânı, Köyişleri Bakanlığı Toprak ve İskân
İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 1973, s. 3.
56
BCA., 30..1.0.0/19.108..21, 17 Mayıs 1955.
235
rağmen bugüne kadar herhangi bir maddî yardım görmedikleri gibi,
vatandaşlığa alınmaları üzerinde de bir işlem yapılmamıştır. Bu durumda; işsiz,
sefil ve yakın zamanda açlığa dahi mahkûm olacak bu mülteciler hakkında
hükümetimiz ne düşünmektedir?” diyerek göçmenlerle ilgilenilmesini talep
etmiştir.
Hatay Milletvekili Hüsnü Özkan devamla; göçmenlerin vatandaşlığa ne
zaman alınmaya başlayacaklarını, İmar ve İskân Bakanlığı tarafından bu
insanlara iskân hakkı tanınması hususunda herhangi bir çalışma yapılıp-
yapılmadığını, aynı şartlara matuf olmalarına rağmen bu göçmenlerden bir
kısmının iskânlı bir kısmının ise serbest olarak yerleştirilmelerinin sebebini
sormuştur.57 Ancak net bir yanıt alamamıştır.
Suriye’nin İsrail ile olan savaşıyla birlikte, Türkiye’ye yapılan göçmen
akınları da devam etmiştir. 25 Haziran 1967’de 31 Bayır-Bucaklı, Türk
makamlarına sığınmıştır. Öncelikle 28 kişilik bir grup Suriye hududunu kaçak
olarak geçerek Dağardı Jandarma Karakolu’na sığınmıştır. Daha önce de 3
kişinin sığınmış olmasıyla bu sayı 31’e çıkmıştır. 58
Bayır-Bucaklıların göçleriyle ilgili haberler Atayolu Gazetesi’nde gün be
gün yer almıştır. Buna göre söz konusu gazetede şu haberlere yer verilmiştir:
“Suriye’deki sosyalist idarenin kendilerine reva gördüğü baskı ve şiddet rejimi
yüzünden soydaşlarımızın komşu Arap ülkesinden topraklarımıza ilticası devam
etmektedir. Kuneytra bombardımanında eşi ile çocuklarını kaybeden 36 yaşındaki
Mehmet Hacı Halil adlı mülteci ile iltica edenlerin sayısı kırkı aşmıştır.”59
“Mültecilerin sayısı devamlı artıyor! Kızılay, sayıları 70’i bulan
mültecilere 25.000 lira gönderdi. Türk uyruğuna girmek için yaptıkları başvurunun
sonucunu bekliyorlar. Irkdaşlarımıza iş bulmak için temaslar yapılıyor.”60
“5 Türk daha iltica etti! Suriye makamları sızmaları önlemek için sıkı
tedbir almaya başladılar.”61
“Mülteci sayısı 500’e yaklaştı! Suriye’den ilticaların ardı arkası hala
kesilmedi. Son defa 46 Bayır-Bucaklı iltica etti. Her gün şiddetini arttıran baskı
rejimi yüzünden kurtuluşu gruplar halinde anayurt topraklarına geçmekte
bulmaktadır. ... Kısa süre önce mülteci sayısı 234 iken, bugün bu rakam 500’e
yaklaşmış bulunmaktadır. 2 ay içinde 500’e yakın insanın sınır boyundan adeta
ellerini kollarını sallaya sallaya büyük rahatlık içinde geçmesi, Suriye makamla-
rının iltica olaylarına göz yumduğunu ve tedbir almak lüzumunu dahi duymadığını

57
Atayolu, 7 Mayıs 1968.
58
Atayolu, 27 Haziran 1967.
59
Atayolu, 30 Haziran 1967.
60
Atayolu, 13 Temmuz 1967.
61
Atayolu, 22 Temmuz 1967.
236
göstermektedir. Son defa Cumartesi günü 46 Bayır-Bucak’lı sınırları aşarak Türk
makamlarına sığınmıştır.”62
30 Ağustos 1967’ye kadar Türkiye’ye sığınanların ilticaları kabul edilmiş,
fakat bu tarihten sonra iltica edenler yurda kaçak girdiği gerekçesiyle geri
gönderilmiştir.63 Kendisi de bir Bayır-Bucak Türk’ü olan İsmet Bozoğlan, Hatay
bölgesinde göçmenler üzerine yaptığı araştırmalarda, gelenlerin bazısının sırf
Türkiye’de yaşayabilmek için geldiklerini belirtmiştir. Bu da Suriye vatandaşlarının
Türkiye algılaması açısından önemli bir bilgidir. Bozoğlan bazı göçmenlerin ise
Suriye’deki evlerini, eşyalarını, arazilerini, bahçelerini bırakarak, Türkiye’de sıkıntı
çekeceklerini bilerek geldiklerini gözlemlemiştir. Ayrıca Bayır-Bucak
göçmenlerinin maddi durumları ne kadar kötü olursa olsun Türk hükümetine hiçbir
sitemlerinin olmadığını ve Türk Bayrağı’nın gölgesinde yaşamanın onlara
yeteceğini müşahede etmiştir.
İsmet Bozoğlan Bayır-Bucaklıların kültürel hayatıyla da ilgili önemli
bilgiler vermiştir. Buna göre; Bayır-Bucak Türkmenlerinde şimdiye kadar kendi
tarihini, araştıran yazan bununla uğraşan olmamış, yalnızca Türk Dünyası
eserlerinde ve Töre Dergisi’nde birkaç yazı çıkmıştır. Bayır-Bucaklılar Türkiye’de
bulunan Bayır-Bucaklılara yardım etmek için yapılacak araştırmalara kaynak
sağlamak ve bu araştırmaları desteklemek, birbirleriyle bağları koparmamak,
dayanışmaları güçlendirmek, kendilerini Türk kamuoyuna tanıtmak gibi amaçlarla
Kırıkhan’da 1977’de “Bayır-Bucak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği”ni
kurmuşlardır. Bu dernek çalışmalarını 12 Eylül 1980’e kadar sürdürmüştür. Bu
tarihte yeni dernekler yasası nedeniyle faaliyetine son verilmiştir. Daha sonra bu
derneğin kurucularından bir kısmı Kırıkhan’ı terk etmiş, yeni dernekler yasasına
göre tüzük düzenlenmediği için kuruluşunu tamamlayamamıştır.64
Suriye’deki Türkler, münferit olarak ve daima Türkiye’ye göç etmiştirler.
Birçoğu bir daha görmemeyi göze alarak çoluk-çocuğundan ayrılmıştır. Ebeveynler
çocuklarının istikbali için çocuklarını Türkiye’ye eğitim görmeye göndermiştir. Bu
geri dönülmez bir yol olmuştur. Çünkü Türkiye’de okuyan Türkmenlere Suriye’de
iş verilmemiştir. Durum böyle olunca da okumak için Türkiye’ye gelenler, aslında
yerleşmek için gelenler pozisyonunda olmuştur.65
3. Darbeler Dönemi’nde Yapılan Göçler
Suriye, ABD ve Rusya tarafından bağımsız bir ülke olarak kabul
edilmesine rağmen gerçekte 1946’ya kadar tam bağımsız olamamıştır. 1945’te
yapılan seçimlerin sonunda Şükrü El-Kuvvetli cumhurbaşkanlığına getirilmiştir.66

62
Atayolu, 21 Ağustos 1967.
63
Sarı, “23 Temmuz’da Hasreti…”, s. 3.
64
Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 31.
65
Bozoğlan, “Suriye’de Bayır…”, s. 32.
66
Ozan Nejat Aslan, Demokratikleş(tir)me Sürecinde Suriye, (Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2006, s. 33; Cevdet Aslan, Beşar Esad Dönemi Türkiye-
Suriye İlişkileri, (Sakarya Üniv. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya 2008, s.15; İbas, “Türkiye-
237
Daha sonra yönetimin devri konusunda ortaya çıkan bunalım, Fransızların Şam’ı
bombalamasına ve İngilizlerin müdahalede bulunmasına neden olmuştur. Bunun
üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) İngiliz ve Fransız
kuvvetlerinin Suriye ve Lübnan’dan aynı anda çekilmesine karar vermiştir. Ancak
bunun üzerine 12 Nisan 1946’da Suriye artık tam bağımsız bir devlet haline
gelebilmiştir.67
Suriye her ne kadar bağımsızlığını kazanmışsa da, ülkede karışıklık ve
istikrarsızlık bir türlü eksik olmamıştır. 1949 yılı askeri darbelerin peş peşe geldiği
bir dönem olmuştur. Bu darbelerin 3’ü, ülkenin içişleri üzerinde egemenlik
sağlamak için Amerikan-İngiliz rekabetinin bir yansıması şeklinde
gerçekleşmiştir.68 30 Mart 1949’da İngiliz ve Fransızlar tarafından desteklenen
General Hüsnü Zaim bir darbe ile Şükrü El-Kuvvetli’yi devirerek tüm partileri
feshetmiştir. Zaim, 1 Nisan 1949’da kurulan Suriye hükümetinde Başbakan,
Savunma Bakanı ve İçişleri Bakanı sıfatlarıyla önemli görevleri uhdesine almıştır.69
Bu olaydan sadece 4 ay sonra Zaim’i bir darbe ile Sami El Hinnavi düşürmüştür.70
Hinnavi, ülkenin idaresini yeni hükümet kuruluncaya kadar ordu konseyine vermiş,
halefi Zaim gibi yayınladığı beyannamelerle gerçekleştirmiş oldukları hükümet
darbesinin gerekçelerini halka duyurmuştur.71 19 Aralık 1949’da da Albay Edip
Çiçekli, Sami Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Ancak onun iktidarı da
fazla uzun sürmemiş, 1954’te yeni bir darbe ile yönetim Albay Faysal Ey-Atani’nin
eline geçmiştir.72
Cumhurbaşkanı Şükrü El-Kuvvetli 1954’te yeniden cumhurbaşkanı
seçilmiştir. Dönemin popüler Arap lideri Mısır Cumhurbaşkanı Cemal
Abdülnasır’ın önerdiği Arap Birliği hareketi çerçevesinde 1 Şubat 1958’de, Mısır
ile Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC)’ni kuran Suriye, 28 Eylül 1961’de, bazı
subayların Şam’da yönetime el koymaları sonucunda bu birlikten ayrılmıştır. 8 Mart
1963’te Arap Sosyalistler Birliği (ASB) bir askeri darbe ile iktidara gelmiş, bundan
sonra ülkede sosyal ve ekonomik alanlarda bir takım reformlar gerçekleştirmiştir.73

Suriye İlişkileri Tarihi”, s. 45; Hekimoğlu İsmail, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, Yeni Asya Yay., İstanbul
1974, s. 6.
67
Erendil, Çağdaş Ortadoğu Olayları, s. 21; Bernand Lewis, Ortadoğu, (Çev.: Mehmet Harmancı), İkinci
Baskı, Sabah Kitapları, İstanbul 1999, s. 279; Aslan, Beşar Esad Dönemi…, s. 15.
68
Ömer Faruk Abdullah, Suriye Dosyası, (Çev.: Hasan Basri), Akabe Yay., İstanbul 1985, s. 51-52.
69
R. Kürşat Rüstemoğlu, 1949-1981 Yılları Arasında Suriye ve Mısır’da Vuku Bulan Hükümet Darbeleri ve
Bunların Türkiye’deki Yankıları, Maramara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008, s. 1; Öztürk, “Suriye Türkleri”, s. 1677; Zişan Şirin Ayrancı, Türkiye-
Suriye İlişkileri, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Eskişehir 2006, s. 25; Hamdi Ertuna, Türk-Arap İlişkileri, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1976, s. 50.
70
İsmail, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, s. 8.
71
Rüstemoğlu, 1949-1981 Yılları Arasında…, s. 5.
72
Erdem Erciyes, Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri, IQ Kültür Sanat Yay., İstanbul 2004, s. 45;
Mustafa Balbay, Suriye Raporu, 2. Baskı, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2007, s. 21; Patrick Seale, The
Struggle for Syria: A study in Post-War Arab Politics, London 1987, p. 58-132.
73
Ertuna, Türk-Arap İlişkileri, s. 50; Erendil, Çağdaş Ortadoğu Olayları, s. 21; Mehmet Saray, Türkiye ve
Yakın Komşuları, ATAM Yay., Ankara 2006, s. 79-80; İbas, “Türkiye-Suriye İlişkileri Tarihi”, s. 49.
238
1963-1970 dönemi aslında Baas Partisi’nin Suriye’de palazlanma sürecini
ifade etmektedir. Çünkü Baas’ın ülkenin kaderine tam olarak hükmetmesi 1970
yılında Hafız Esed’in iktidara gelmesiyle mümkün olmuştur. Baas’ın
yayılmacılığıyla ve yönetim anlayışıyla ilgili olarak Şerif Mardin’in tespiti
düşündürücüdür: “İdeolojinin ideal yayılma ortamı az okumuş insanlardır ve gelir
bakımından da en düşük tabaka değildir”.74 Bu tespit Suriye’de Baas ideolojisi için
çok doğru bir tanımlamadır. Çünkü Baas düşüncesinin kök saldığı iki önemli kesim,
şehirli orta sınıf ve köylüler olmuştur.75 Bu ise yaşanılan göçlerin hem sosyal hem
de ekonomik gerekçelerini oluşturacaktır. Göçlerin siyasi nedenleri ise zaten bilinen
bir olgudur.
Fransızların ülkeden çekilmesinden Hafız Esed’in iktidara gelmesine kadar
geçen zaman diliminde Suriye, erken kalkanın darbe yaptığı bir ülke olmuştur. Bu
ise halkın gerçek refahını sağlayacak olan istikrarın ve ekonominin temelden
sarsılmasına sebep olmuştur. Ayrıca siyasi mücadelelere kimi zaman halk da taraf
olmuş, bu da iç çatışmaları artırmıştır. Ülkedeki genel memnuniyetsizlik sonucunda
bazı insanlar ya yurtdışına sürülmüş veya göç ettirilmiştir.
Ülkede yaşadığı çeşitli sorunlar nedeniyle göç edenlerin bir kısmı
Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’ye göç edenlerin güzergâhındaki ilk durak Hatay
olmuştur. Harita-2’de görüleceği üzere; Türkiye’de yapılan 1955 Genel Nüfus
Sayımı (GNS)’na göre 1.000 kişiden daha fazla Suriyeli göçmen Hatay’a gelmiştir.
Bir o kadarı da İstanbul’a yerleşmiştir. 500-1.000 göçmenin Adana’ya yerleşmesi
anlaşılır bir durumdur, fakat aynı oranda Suriyeli’nin Yozgat’a gitmiş olması sıra
dışıdır. Diğer nüfus sayımlarında Suriyeli sayılarının yüksek çıktığı Bursa, İzmir,
İçel, Gaziantep ve Ankara’da yine yoğun göçmen almış illerdendir. Haritada
görüleceği üzere, Türkiye’nin hemen hemen bütün illerine Suriyeli göçmenler
yerleşmiştir. Bu da Suriye’nin iç durumundaki karışıklığın Türkiye’ye yansıması
olarak değerlendirilebilir.

74
Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992, s. 129.
75
Fatih Koraş, Suriye’de Toplumsal Yapının Dönüşümü ve Arap Milliyetçiliğinin Gelişimi 1860-2000,
Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009,
s. 47.
239
Harita 2: Türkiye’deki Suriye doğumluların illere göre dağılımı (1955 GNS)76

1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye, nüfus artış hızı fazla olan genç bir
nüfusa sahiptir. Bu dönemde işsizlik dış göçün en önemli nedenlerinden olmuştur.
Suriye’den yurtdışına yapılan göçler daha çok Ortadoğu, Kuzey Amerika ve Avrupa
ülkelerine gerçekleşmiştir.77
Suriye’de bu dönem Kürtler de bir huzursuzluk içindedirler. Çünkü Suriye
Kürtlerinin hukuki durumu tam bir belirsizlik içinde olup Ağustos 1962’de
yayınlanan bir kararname ile 1945’den beri Suriye’de yaşadığını ispat edemeyen
Kürtler vatandaş kabul edilmemiştir. Bu durumda onlara özel bir kırmızı kimlik
verilmiş ve Suriye vatandaşlarının sahip olduğu birçok haktan mahrum
bırakılmıştır. Bu durumdaki Kürt nüfusunun 250-300.000 olduğu tahmin
edilmektedir. Arapça “Maktoumeen” (Kayıt edilmemiş, kayıtlarda gözükmeyen)
denilen Kürtlerin arasında yabancı veya dışarıdan gelen Kürtler de bulunmaktadır.
Her iki grupta; seçme, seçilme, kamu görevlisi olma, pasaport taşıma, toprak satın
alma, sağlık hizmetleri vb. vatandaşlık haklarından yararlanamamıştır.78
Türkiye ile Suriye arasına çekilen sınır, sınırın geçtiği ve böldüğü
bölgedeki halkları da birbirinden ayırmıştır. Bir kısım Arap nüfus Türkiye’de
kalırken, bir kısım Türk nüfus da Suriye sınırları içinde kalmıştır. Bu bölünmeden
en çok Kürtler olumsuz etkilenmiş ve bu ülkelerde birtakım sorunlar
yaşamışlardır.79 Türkiye-Suriye sınırının ayırdığı ‘akrabalar’ her iki ülkede farklı
uygulamalarla karşı karşıya kalmıştır.

76 BİGM, 23 Ekim 1955 Genel Nüfus Sayımı, İstanbul 1961.


77
Bilgili, Doğu Akdeniz Kıyısında…, s. 70.
78
Balbay, Suriye Raporu, s. 126; “Türkiye-Suriye…”, www.orsam.org.tr/tr/yazilar_Yazdir.aspx?ID=795,
E.T.: 13.05.2011.
79
www.orsam.org.tr/tr/yazilar_Yazdir.aspx?ID=795, E.T.: 13.05.2011.
240
Hatay bölgesinde yaşayan Kürtler, bazen Suriye’ye göç etmiş bazen de
Suriye’den Hatay’a göç etmek durumunda kalmışlardır. Bu topluluğun çektiği en
büyük sıkıntı ise baskı altına alınarak asimile edilmeye çalışılmasıdır.80 Yaşadıkları
sıkıntılar nedeniyle Suriye’nin Bülbüller Kasabası’ndan Türkiye’ye göç eden
Kürtler, Islahiye’nin Yeniceli81 Köyü’ne yerleşerek Türkleşmişlerdir. Suriye’deki
Türkler ve Kürtler birbirleriyle yakın ilişki içerisinde olmuşlar, kız alıp-
vermişlerdir. Fakat bu iki millet Araplara karşı hep mesafeli durmuşlardır.82
Türkiye’deki tanıdıkları, akrabaları arasından sınırı geçip Suriye’ye
yerleşen insanlar, vatandaşı olduğu ya da olması gerektiği ülkede çoğu zaman bir
tehdit olarak algılanmıştır. Kürtlere yönelik uygulamalarının sebeplerinden bir
diğeri de Suriye ve komşu ülkelerin geçmişinde saklıdır.83
4. Baas Partisi, Toplumsal Parçalanma ve Göç
Suriye milliyetçiliği, klasik manada tam bir mikro-milliyetçilik örneği olup,
Arap dünyasında pek yaygın olmamakla birlikte Mısır ve Suriye’de taraftar
bulmuştur. Yerel milliyetçilik, Antun Saadah ve onun tarafından 1932’de kurulmuş
olan Suriye Sosyal Milliyetçi Parti’si tarafından geliştirilmiştir. Saadah, Pan-Arap
milliyetçiliğine karşı, Suriye milliyetçiliğini savunmuştur.84 Bu söylemi toplum
tabanına farklı bir söylemle yayan ise Baas Partisi olmuştur.
Baas Partisi, Mişel Eflak, Salah Bitar, Ali Cıbir Abdullah Abdul Daim,
Vahip Ganim, Cemal Atasi, Musa Rizik, Badi Kasnı, Sami Durabi ve Abdul Birr
İyun El-Sud tarafından kurulmuştur. Partinin kurulmasındaki en önemli rolü Mişel
Eflak ile Salah Bitar oynamıştır.85
Hıristiyan Mişel Eflak, İslamiyet’i yaşamamakla beraber, Müslümanlığı ile
övünen ve Arap ırkçılığını yapan Suriyelilere karşı, ırkçılıkla dini birbirine
karıştırarak takdim etmiştir. “Araplar ruhen Müslümandır, Araplıkla İslamiyet
kaynaşmıştır” gibi ifadelerle İslamiyet’i öğrenip yaşamak yerine: “Arap mısın,
öyleyse Müslümansın, öyleyse yaptığın her hareket İslamidir” gibi halkın hoşuna
gidecek cümlelerle meydana çıkmış, Suriyelilerin hem ırkçılığını, hem de dine
bağlılıklarını anlatıp, kendini sevdirmeye çalışmıştır.86
Baas milliyetçi ideolojinin köklerini Zeki el-Arsuzi87 tarafından kurulan
Milliyetçi Hareketi Birliği takip etmiştir. Arsuzi’nin siyasi faaliyetleri 1930’larda

80
www.orsam.org.tr/tr/yazilar_Yazdir.aspx?ID=795, E.T.: 13.05.2011.
81
Eski ismi Kesten.
82
Kaynak Kişi: Hasan Polat; Abdi oğlu, 1972 Kilis doğumlu, fakülte mezunu, Kilis Kocabeyli Köyü
nüfusuna kayıtlı, yeminli, Grş.T.: 26.07.2012.
83
www.orsam.org.tr/tr/yazilar_Yazdir.aspx?ID=795, E.T.: 13.05.2011.
84
Ahmet Ayhan Koyuncu, Ortadoğu’da Milliyetçilik: Hafız Esad Dönemi Suriye Örneği, (Afyon Kocatepe
Üniv. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyonkarahisar 2008, s. 86.
85
Doğan Şentürk, Ortadoğu’da Arap Birliği Rüyası, Saddam’ın BAAS’ı, İstanbul 2003, s. 47.
86
İsmail, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, s. 9-10.
87
Zeki el-Arsuzi (1908-1968) Antakya’da doğmuştur. Orta halli bir ailenin çocuğudur. Felsefe ile ilgilenmiş
ve burada öğretmenlik yapmıştır. 1930’lardan sonra Arap milliyetçiliği ile ilgilenmeye başlamıştır. 1939’da
241
başlamıştır. 1938’de Hatay Suriye’den ayrıldığı zaman, Milli Blok’taki politik
liderler buna karşı büyük bir kampanya başlatmış, “demir gömlekliler”in yaptıkları
gösteriler kamuoyunun pek fazla dikkatini çekmemiştir.88 Arsuzi Suriye Baas
Partisi’nin selefi olan Ulusal Arap Partisi’ni kurmak için 1939 yılında birliği
bırakmıştır.89 Baas Partisinin temelleri, 24 Temmuz 1943’te küçük bir öğrenci
grubunun örgütlenmesi sonucu atılmıştır. 1946’ya kadar daha çok entelektüel bir
hareket olarak faaliyetlerini sürdürmüştür. Zeki Arsuzi, El-Baas El-Arabi (Arapların
Yeniden Dirilişi) adını ilk kullanan şahıs olmuştur.90
8 Mart 1963’deki darbe ile Baas’ın iktidara gelmesinin ardından Suriye, o
zamana kadar giriştiği ve başarısız olduğu Arap Birliği politikasından Suriye
ulusalcılığı politikasına dönüş yapmıştır.91 Baas Partisi’nin ideolojisi Suriye’nin
yoksul köylüleri ile işçi sınıfının ilgisini çekmiş, Suriye siyasetine egemen
geleneksel elitler ise bu ideolojiye şüpheyle yaklaşmıştır. Parti Tüzüğü’ndeki toprak
reformu, toprak sahibi olmayan köylülere; iş yasası ve işçilerin sendikalar içinde
örgütlenerek yönetime katılmaları fikri de işçilere çekici gelmiştir. Baas ideolojisi
yoksul kesimden gelen azınlıkları cezbettikçe, özellikle Aleviler ve Dürzîler hem
Parti’de hem de orduda önemli görevlere geldikçe, 1960’lardaki iktidar
mücadelesinde bu parti önemli bir rol oynamıştır.92
1956 Suveyş Buhranı ile İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a saldırmaları Baas
Partisi ile Mısır’ı birbirine daha da yaklaştırdığı gibi Arap dünyasındaki Batı
düşmanlığını en üst seviyeye çıkarmıştır. Bunun sonucunda Arap dünyasındaki
radikal partiler giderek güçlenmiştir.93 Bu ise toplumsal parçalanma ve kültürel
çatışma anlamına gelmiştir.
1 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye arasında BAC kurulduğu ilan edildiği
zaman Türkiye bu oluşumu 11 Mart 1958’de tanımıştır. Nasır’ın uzun vadeli
hedefleri hakkında kuşkuları olmasına rağmen Türkiye, Suriye’de Sovyetler
Birliği’nin etkili olmasının yerine Nasır’ın etkili olmasını tercih etmiştir. Eylül
1958’de BAC’ta “Toprak reformu” uygulamasına geçilmiş, bu uygulama Suriye’de
mülkiyet hakkını zedelenmiştir. Devlet, sulu tarım yapılan topraklarda 100, susuz
topraklarda 300 hektar araziyi eski mülkiyet sahiplerine bırakmış, gerisine el
koymuştur. Bu uygulama ile Suriye’de toprakları olan Türk vatandaşları zarara
uğramış, topraklarının bedellerinin ödenmesini isteyen Türklere, BAC’nin Suriye
Eyalet yönetimi nakit ödeme yerine hazine bonosu vereceğini bildirmiştir. Müşteki

Hatay’ın Türkiye’ye geçmesi üzerine Şam’a yerleşmiştir. 1963’te Hava Kuvvetleri Komutanlığına
getirilmiştir. Hafız Esed’ın güvendiği kişilerden biri olan Arsuzi 1968 yılında ölmüştür.
88
Sabit Duman, “Suriye’de Baas Partisi’nin İdeolojik Temelleri”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu
(Tarih’ten Günümüze İç ve Dış Tehditler), (17-19 Ekim 2001-Elazığ), (Ed.: Orhan Kılıç-Mehmet Çevik), FÜ.
Yay., Elazığ 2002, s. 277.
89
Cem Başar, The Terrorism Dossier & Syria, International Affairs Agency, Lefkoşa 1996, s. 19; Duman,
“Suriye’de Baas…”, s. 277.
90
Şentürk, Ortadoğu’da Arap Birliği.., s. 49.
91
Koyuncu, Ortadoğu’da Milliyetçilik…, s. 87.
92
Özge Özkoç, Suriye Baas Partisi, Kökenleri: Dönüşümü, İzlediği İç ve Dış Politika, Anakara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007, s. 55-56.
93
İbas, “Türkiye-Suriye İlişkileri Tarihi”, s. 63; Duman, “Suriye’de Baas…”, s. 281.
242
durumundaki toprak sahibi Türkler de durumu Türkiye’ye bildirmişlerdir. Türkiye
ise ödemelerin nakit yapılmasını istemiştir. Temmuz 1960’da BAC iktidar
partisinin kongresi sırasında Arapların Hatay’daki iddialarından söz edilmiş, bu da
Türkiye tarafından protesto edilmiştir. 28 Eylül 1961’de Suriyeli Hür Subayların
darbe ile Suriye’de yönetimi ele geçirmeleri ve Mısır’la olan ortaklığa son
vermeleriyle birlikte, Suriye’nin bağımsızlığını tanıyan ilk iki ülke Türkiye ve
Ürdün olmuştur. 94
İsrail sınır bölgesi komutanı Albay Ziyat Harrari, Nasırcı diye
mimlendiğinden vazifesinden alınıp Ürdün ataşeliğine tayin edilmiştir. 7 Mart
1963’de adına bir eğlence tertip edilmiş ve geç vakitlere kadar gazinoda içip,
eğlenilmiştir. İyice sarhoş olan subaylar, hükümeti devirmeye karar vermiş ve
hemen kendilerine karşı çıkacak subayları tevkif edip, üzerlerine kilit vurarak zırhlı
ve paraşütçü birliklerle Şam’a yürümüşlerdir. Radyo evini ele geçirdikten sonra
sabahın altı buçuğunda ayağa kalkan halk, ihtilal için “Şimdiye kadar olanlardan
biridir” demiştir. Ancak bu ihtilal Baas Partisi’nin iktidara gelmesiydi.95 Bu iktidar
Arap milliyetçiliğinin en üst düzeyde uygulanmaya başlanacağı bir dönemin
habercisiydi.
Suriye’de 8 Mart 1963’te Baas Partisi’nin iktidara gelmesiyle General
Louai el-Atassi devlet başkanı, Salah Bitar da başbakan olmuştur. Bundan bir ay
önce de Irak’ta Baas Partisi iktidara gelmişti. Bağdat, Şam ve Kahire’deki üç
yönetim de Arap Birliği ve sosyalizm ile yola çıkmış, ancak gelişmeler bu üç ülke
arasında derin çıkar ve fikir ayrılıkları olduğunu göstermiştir.96
Suriye’de Baas’ın iktidara gelmesiyle baskılar da başlamıştır. “Ocak 1965
Kararları” ile Suriye Milli İhtilal Hükümeti, 115 firmayı devletleştirmiştir. Bu
karara karşı çıkanlar dayak, hapis veya ölümle cezalandırılmıştır.97 Aynı yılın Mart
ayında 9 yabancı petrol şirketi de millileştirilmiştir. Millileştirilen kuruluşlardan
ayrılan önemli sayıdaki Suriyeli “beyin” de önce Lübnan’a, oradan da Batı
ülkelerine göç etmiştir.98 Çoğu Suriyeli Lübnan ve Suudi Arabistan gibi yerlerde,
genellikle mevsimlik veya geçici işçi olarak çalışmıştır. Bazısı da Türkiye’ye
gelmiştir. 1974 ve 1980 yılları arasında bu göç, özellikle kalifiye insan gücü
üzerinde önemli bir etki yapmıştır.99
Suriye Anayasasına göre, herkese siyasal haklar verilirken, Türkler bu
haklardan yosun bırakılmıştır. Kimliklerini değiştirmeden herhangi bir partiye bile
kayıt olmaları imkânsızlaştırılmıştır. Hatta Türklerin aday olmaları, aday
göstermeleri ve parlamentoda temsil edilmeleri engellenmiştir. Baas Partisi,

94
Celalettin Yavuz, Geçmişten Geleceğe Suriye-Türkiye İlişkileri, ATO Yay., Ankara 2005, s. 343.
95
İsmail, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, s. 15.
96
Yavuz, Geçmişten Geleceğe Suriye…, s. 346.
97
İsmail, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, s. 20.
98
Yavuz, Geçmişten Geleceğe Suriye, s. 346-347.
99
Soumaya Sadeldine, “Syria: The Demographic and Economic Dimension of Migration”, CARIM
Mediterranean Migration 2006-2007 Report, (Ed.: Philippe Fargues), European University Institute, Badia
Fiesolana 2007, s. 222.
243
Türklerle meskûn yerlerde “Hatay Kurtuluş Mücadele Teşkilatları” kurdurarak
Türk gençlerini zorla buraya üye yapmıştır. Türkler örgütlü bir toplum
olmadıklarından bütün bu faaliyetler karşısında seslerini çıkarmamışlardır. Böylece
halk baskı ve korkuyla sindirilmeye çalışılırken, sıkı bir denetim altında
tutulmuştur. Suriye yönetimi, Hatay’da Nusayrîler aracılığıyla topraklar satın
aldırmış, fırsat buldukça Hataylı lise mezunu olup üniversite imtihanlarında başarılı
olanlara burs vermiş ve onların Boğaziçi, Ortadoğu gibi üniversitelerde eğitim-
öğretim görmelerine yardımcı olmuştur. İleride onların devlet yönetiminde görev
almaları sağlanarak, Suriye yöneticileri için ajan gibi çalışmaları planlanmıştır.100
Türklere karşı Suriye yönetimi yoğun bir Araplaştırma politikası
uygulayarak onları asimile etmeye çalışmıştır. Çünkü Suriyeli yöneticiler ileride bu
konunun Türkiye tarafından masaya getirileceğini düşündüklerinden, Türkmenlerin
eritilmesi politikalarına hız vermişlerdir. Türkçe konuşmalarına ve Türkçe eğitim
veren okulların açılmasına izin verilmemiştir. Türk radyo ve televizyonların
dinlenmesi ve seyredilmesi yasaklanmıştır. Türk isimleri değiştirilmiş, Türklerin
Araplarla evlenmeleri teşvik edilmiş, ticaret yapmaları ve seyahat hürriyetleri
kısıtlanmıştır. Toprak reformu adı altında, Türklere ait topraklara Araplar
yerleştirilmiştir. Asimilasyon politikalarının en açık şekli olan isim değiştirmeyle
Türkçe köy isimleri Arapçaya çevrilmiştir. Türkiye sınırına yakın oturan Türkler
yerlerinden edilerek Suriye içlerine zorunlu iskâna tabi tutulmuşlardır.
Türkmenlerden boşalan bölgelere Araplar yerleştirilerek Türkiye, “Arap Güvenlik
Kuşağı” olarak adlandırılan bir çember içerisine alınmaya çalışılmıştır.101
Baas’ın baskıcı politikaları nedeniyle on binlerce insan ülkesini terk
etmiştir. Suriye’yeki göçlerden daha çok dışarıya olan göçler önem kazanmıştır.
Bugün Avustralya’da 10.000 civarında Suriyeli yaşamaktadır. AB ülkeleri
içerisinde de Suriyeli göçmenler bulunmaktadır. Avrupa ülkelerindeki Suriyeli
göçmen sayısı ise 70.000 civarındadır.102
Türkye’deki Suriyelilerin sayısının gösterildiği Grafik-1’de en çok Suriyeli
1990 yılında tespit edilmiştir. Baas’ın Suriye’de etkili olmaya başladığı ve
darbelerin yaşandığı 1955-1970 yılları arasında 2.932 Suriyeli kayıtlara geçmiştir.
Türkiye’deki Suriyelilerin yarıdan fazlasının erkek olduğu görülmektedir.

100
Ramazan Kırkık, “Türkiye-Suriye İlişkileri ile İlgili Bazı Önemli Tespitler”, Türkiye-Suriye İlişkileri ve
Suriye’nin Etnik Yapısı, (Haz.: Şahin Ceylanlı-Ramazan Kırkık), Aydınlar Ocağı Yay., İstanbul 2000, s. 23-
24.
101
Kirişçioğlu, “Suriye Türkleri”, s.138-140.
102
Bahsedilen göçmen sayılarına 2011 Suriye İç Savaşı’nın mültecileri dâhil değildir. Bilgili, Doğu Akdeniz
Kıyısında…, s. 72.
244
Grafik 1: Nüfus sayımlarına göre Türkiye’deki Suriye tabiiyetliler (1927-2000)103
1969 Şubat ayı sonlarında Esed’in askerleri Şam ve Halep Radyosu
istasyonlarının binalarıyla, Suriye’nin iki büyük gazetesi, el-Baas ve el-Thavrah’ın
bürolarını işgal etmiştir. Salah Cedid’in Baasçı grubu, Suriye’de sözcülüğünü yapan
el-Baas ve el-Thavrah gazeteleri üzerindeki kontrolünü kaybettiği için 20 Mart
1969’da Beyrut’ta el-Rayah adıyla alternatif bir gazete yayınlamaya başlamıştır.104
Esed, 13 Kasım 1970’te partinin sivil birimleri ile Baasçıların
hâkimiyetindeki “Halk Örgütleri”nin bürolarının işgal edilmesi ve Selah Cedid ile
Devlet Başkanı Nur el-Din el-Atasi de dâhil olmak üzere partinin bütün sivil
liderlerinin tutuklanması emrini vermiştir. Salah Cedid, 19 Ağustos 1993’e kadar
Şam’daki el-Mazzah Hapishanesi’nde tutulmuştur. Esed’in diğer asker ve sivil
Baasçı muhalifleri de benzer kaderi paylaşmıştır.105 Böylece ülkenin kontrolü
tamamen Esed’in eline geçmiştir.
Suriye Türkleri, Baas Partisi’nin iktidarı ele geçirmesi ile birlikte ülkede
yükselmeye başlayan Arap milliyetçiliği çerçevesinde nüfus sayımlarında kayıtlara
sadece “Müslüman” olarak geçirilmiştir.106 Toprak reformu bahanesiyle Türklerin
toprakları devletleştirilip, yerlerine Araplar iskân edilmiştir.107 XX. yüzyılın
ortalarında çok sayıda Suriye Türkü Araplaşmış, böylece ülkede uzun süredir
devam eden asimilasyon çalışmaları kısmen amacına ulaşmıştır.108

103
TÜİK, 1927-2000 yılları arasındaki muhtelif nüfus sayımları.
104
Nikolas Van Dam, Suriye’de İktidar Mücadelesi, (Çev.: Semih İdiz ve Aslı Falay Çalkıvık), I. Baskı,
İstanbul 2000, s. 116-117.
105
Dam, Suriye’de İktidar Mücadelesi…, s. 119.
106
Vurmay, “Suriye Türkleri”, s. 14.
107
Turan, “XX. Yüzyılda Türk Toplulukları”, s. 354.
108
Özkan, Türk Dünyası: Nüfus…, s. 267.
245
5. Suriye Uyrukluların Mallarının Tesbiti ve Bu Mallara El Konulması
Hakkında Yönetmelik
Türkiye-Suriye sınırının belirlenmesi sürecinde ve akabinde Türkiye’ye
göç edenlerin Suriye’deki mallarının tespiti konusu ikili ilişkilerdeki en önemli
meselelerden birini oluşturmuştur. Türkiye, Suriye ile yakınlaşmak yolunda küçük
bir adım atmıştır. 18 Kasım 1957 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında, Suriye
uyrukluların Türkiye’de bulunan gayrimenkulleri üzerine inşaat yapmak, ağaç
dikmek, bu malları sahiplenmeleri alıp satmaları yasaklamıştır. Eğer mahkeme
kararıyla bu satışlar ve inşaatlar yapılırsa, emlak meselelerinde Suriye Hükümeti ile
anlaşmaya varılıncaya kadar hazine bunlara emaneten el koyacaktı. 109 Bu karar
üzerine Suriye, Türkiye hakkında BM’ye yaptığı şikâyeti geri çekmiştir. Ancak
ilişkiler arzulanan seviyeye bir türlü ulaşmamıştır. Nitekim 27 Mayıs 1927 tarihli ve
1062 sayılı Mukabele-i Bilmisil tedbiri ittihazı yasası uyarınca çıkarılan 1 Ekim
1966 tarihli kararname ve bunun uygulama şeklini gösteren yönetmelik
hükümlerine göre; Suriye uyruklu kişilere ait taşınmazlara hazinece el konulmuştur.
Bu şahıslar tarafından yapılan her türlü satış ve benzeri işlemler de geçersiz
sayılmıştır.110
Taşınmazın tapuda kayıtlı bulunması ve kararname hükümlerine göre
satışına yasal olanak bulunmaması ve zilyetlik ve benzeri şekilde kazanılması
olanağı olmadığı gibi 1 Ekim 1966 tarihli kararname ile bu gibi taşınmazlar üzerine
bina yapılması da yasaklanmıştır.111
1 Ekim 1966 gün ve 6/7104 sayılı kararname ile yürürlüğe konulan “Suriye
Uyruklu Özel ve Tüzel Kişilerin Hazinece El Konulan Mallarının İdaresi Hakkında
Yönetmelik” gereğince Türkiye’deki Suriye uyruklu özel ve tüzel kişilerin mal, hak
ve menfaatlerine el konulduğu ve Hazinece işletilerek gelirlerinin Saymanlıklarca
“Suriye Uyruklu Özel ve Tüzel Kişilere ait mallar” adı altında açılan emanet
hesabına alındığı bildirilmiştir.112 Bu yönetmeliğe göre;
Madde1; Suriye uyruklu özel ve tüzel kişilere ait olup 28/5/1927 gün ve
1062 sayılı kanun hükümlerine göre Bakanlar Kurulunca müttehaz 1/10/1966 gün
6/7104 sayılı kararla el konulan taşınır ve taşınmaz mallar ev bunlara mütteferi hak
ve menfaatler bu yönetmelik esasları dairesinde idare olunur.113

109
BCA, 030.18/146.41.5 (75-18), 28 Ağustos 1957 (4/9338).
110
TC. Resmi Gazete, 17 Ekim 1966-12428, s. 1-2; Yılmaz Altuğ, Yabancıların Arazi İktisabı Meselesi, 4.
Basım, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul 1976, s. 107.
111
“Suriye Uyrukluların Mallarının Tesbiti ve Bu Mallara El Konulması Hakkında Yönetmelik”, Resmi
Gazete, 7 Kasım 1967; Altuğ, Yabancıların Arazi İktisabı…, s. 107.
112
“Suriye Uyruklu Özel ve Tüzel Kişilerin Hazinece El Konulan Mallarının İdaresi Hakkında Yönetmelik”,
Resmî Gazete, 6 Kasım 1967, s. 1.
113
“Suriye Uyruklu…”, Resmî Gazete, 6 Kasım 1967, s. 3.
246
Madde 2; El koyma, Suriye uyruklu özel ve tüzel kişilerin Türkiye’de
bulunan ve Gümrük yönetmeliğinin 1018, 1031. maddelerinde belirtilen zati ve ev
eşyaları dışında kalan bütün mal, hak ve menfaatlarine şamildir.114
Madde 12; Suriye uyruklu özel ve tüzel kişilere ait olupta kiraya verilmiş
olan taşınmaz malların kiracılarından kira bedellerini peşin olarak ödememiş
olanlarla, ödedikleri kiranın vadeleri bitmiş olanlar, müteakip kira bedellerini o
yerin mal dairesine yatırmaya mecburdurlar.
Madde 13; Türkiye’de taşınır ve taşınmaz malları ve her çeşit hak ve
menfaatleri bulunan Suriye uyruklu özel ve tüzel kişiler Resmi Gazete’de yapılacak
bir ilan ile mal beyanına davet edilirler. Bu ilan tarihinden itibaren en geç üç ay
içinde bir makbuz Karşılığında, mahallin en buyük mülkiye amirine bir beyanname
verdikleri ve bu beyannamede yazılı mal, hak ve menfaatlere Hazinece el konulduğu
anlaşıldığı takdirde, kendilerine bu malların alındığını bildiren bir belge verilir.
Suriye uyruklu özel ve tüzel kişiler Türkiye’de ikamet etmemekte ve
umumi vekilleri de bulunmamaktaysa, bu müracaatlar Türk elçiliği veya
konsolosluklarına da yapabilmektedir.115
Suriye’den göç etmiş Türkiye vatandaşlarının Suriye’deki malları için
verecekleri beyannameler hususnda 17 Ekim 966 gün ve 12428 sayılı resmi
gazetede yayınlanan 1 Ekim 1966 gün ve 6/7104 sayılı kararname ile yürürlüğe
konulan yönetmelik gereğince; Suriye’de malı bulunan Türk vatandaşları,
kararnamenin resmi gazetede yayımlanmasından itibaren 6 ay içerisinde beyanname
vermeye davet olunmuştur.
Suriye göçmeni Türk vatandaşlarının müracaatları için konulan müddet 22
Mayıs 1967 gününde bitmiştir. Ancak, bu müddet, işin çabuklaştırılması gayesine
matuf olup, bir sukut-u hak müddeti bulunmadığından, Suriye’de emlaki bulunan
vatandaşların zamanında beyanname vermemeleri sebebiyle mağdur edilmemesi
uygun görülmüştür.116
25 Eylül 1967 tarih ve 6/8890 sayılı kararnameye göre; Dışişleri Bakanlığı
tarfından hazırlanan ilişik Suriye uyruklu özel ve tüzel kişilerin hazinece el konulan
mallarının idaresi hakkında yönetmeliğin yürürlüğe konulması; adı geçen
Bakanlığın 15 Eylül 1967 tarih ve 440.967-AZEM. 2-445 sayılı yazısı üzerine 28
Mayıs 1927 tarih ve 1062 sayılı kanunun 2. maddesine tevfikan Bakanlar
Kurulunca 25 Eylül 1967 tarihinde kararlaştırılmıştır.117
Türkiye’ye göç etmiş ama henüz vatandaşlık almamış kişilerin gayr-ı
menkul alımları meselesi Tapu Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca iki ilkeye

114
“Suriye Uyruklu…”, Resmî Gazete, 6 Kasım 1967, s. 3; İhsan Özmen ve Selami Asyalı, Hatay İli ve
Suriye Uyruklularla İlgili Mevzuat, Kemal Matbaası, Adana 1972, s. 48; “Suriye Uyrukluların…”, Resmi
Gazete, 7 Kasım 1967.
115
Özmen ve Asyalı, Hatay İli ve Suriye…, s. 43-44.
116
Özmen ve Asyalı, Hatay İli ve Suriye…, s. 47.
117
Özmen ve Asyalı, Hatay İli ve Suriye…, s. 48.
247
dayanılarak gerçekleştirilmiştir. Bunlardan ilki karşılıklılık ilkesi, ikincisi ise kanuni
kısıtlayıcı hükümlere uyulması ilkesidir. Karşılıklılık ilkesine göre, alıcının kendi
ülkesinde de Türkiye vatandaşlarına satış yapılıyor olması gerekmektedir. Bu
manada Suriyeli göçmenler bu ilkeden faydalanamamaktadır. Kısıtlayıcı hükümler
ise, askeri ve güvenlik bölgelerinde mülk edinilememesi ve 30 hektardan fazla
alanın satın alınamamasıdır.
Bugün, Türkiye’de mülk edinmede önde gelen ülkeler sırasıyla;
Yunanistan, Almanya, İngiltere, Suriye ve Hollanda’dır. Yabancıların Türkiye’de
mülk edinmesi konusunda (kişi sayısı, arazi, bağımsız bölüm gibi) çeşitli
değişkenler göz önüne alındığında, ülke genelindeki dağılış bazı özellikler
göstermektedir. Örneğin, yabancılar en çok Türkiye’nin batısındaki kıyılarda mülk
sahibi olmaktadır. Türkiye’nin 70 ilinde yabancılar tarafından mülk edinilmiş, en
çok mülk edinilen iller olan İstanbul, Bursa ve Antalya’yı, İzmir, Aydın ve Muğla
izlemiştir. Hatay, Mersin, Balıkesir ve Manisa da yabancıların çoğunlukla mülk
edindiği diğer önemli şehirler arasında yer almıştır.118 Türkiye’den mülk edinenler
arasında Suriye’nin 4. Sırada yer alması dikkat çekicidir.
Arazi edinmede ise yabancıların ilgisini en çok Doğu Akdeniz ve
Güneydoğu Anadolu çekmiştir. Örneğin Kilis’te edinilmiş arazinin tamamı toplam
54.939.708 m2 ve Hatay’da edinilmiş 118 milyon m2’den fazla arazinin 112 milyon
m2’si, başka bir ifadeyle % 95’i Suriye vatandaşlarına aittir. Adana, Mersin, Hatay,
Kilis, Gaziantep ve Mardin arazi ediniminde en önde gelen illerdir.119
Harita-3’te yabancıların Türkiye’de arazi edinimindeki ilk 15 il verilmiştir.
Buna göre Suriyelilerin en çok tercih ettiği iller arasında Mardin, Gaziantep,
Kahramanmaraş, Kilis, Hatay, Adana ve İçel gelmektedir. Ayrıca bu illerden en çok
arazi alanlar da Suriyelilerdir. Suriyelilerin almış oldukları arazilerin ait olduğu
iller, aynı zamanda bu gün Suriyeli sığınmacıların en çok bulundukları illerdir. Bu
da Suriyelilerin Türkiye’yi yerleşmek ve vatan edinmek için geldiklerini
göstermektedir. Suriyelilerin Türkiye’den toprak almalarında veya bir başkası adına
alarak kendi kullanımına açmalarında çifte vatandaşlığı bulunanların da kullanıldığı
söylenebilir.

118
Südaş, Türkiye’ye Yönelik Göçler…, s. 44-46.
119
Südaş, Türkiye’ye Yönelik Göçler…, s. 47.
248
Harita 3: Türkiye’den arazi ediniminde ilk 15 ilde önde gelen ülkeler120

6. 1967 Arap-İsrail Savaşlarının Göçlere Etkisi


1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile Türklerin Suriye’de bulunan
mallarına tasarruf hakkı tanınmasına rağmen 1958’de yapılan toprak reformuyla
Suriye, Türklere ait birçok tarla, bağ ve bahçeyi kamulaştırmıştır. Alınan bu kararla
Suriye Hükümeti kamulaştırma bedellerinin 40 yıl içinde ödenmesini ve ödemelerin
bono ile sadece Suriye uyruklu vatandaşlara yapılmasını öngörerek, adeta Türk
vatandaşlığına geçenlerin mallarına el koymuştur. Suriye’nin bu politikasının amacı
Türklerin kitlesel olarak Türkiye’ye göçlerine ortam hazırlamıştır. Çünkü arazi ve
mülkler kamulaştırılarak Türkleri bu toprağa bağlayan vatan ve yurt mefhumu
ortadan kaldırılmış olacaktı. Toprakları ellerinden alınan Türkler herhangi bir
zorlama olmadan kendiliğinden Türkiye’ye göç edeceklerdi. Ayrıca devlet tarım
kredisi yardımlarında da Türkmenlere zorluk çıkarmaktaydı. Kuneytra
Bölgesi’ndeki Türkler de 1967 İsrail Savaşı’ndan sonra ev ve topraklarını
kaybederek, Şam ve Halep gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır.121
1967 yılına kadar Bayır-Bucak’tan Türkiye’ye göçler aralıklarla devam
etmiştir. 1967 yılında yaşanan Arap-İsrail Savaşı sırasında Golan Tepeleri’nde ön
saflarda savaştırılan Türklerin çilesi daha da artmıştır. Bu dönemde Türkiye’ye göç
etmek isteyenlerin fazla olması nedeniyle bölgede kalan Türkmenleri tamamen
azınlık durumuna düşmesi ve asimile olmaları daha da kolaylaşacaktı. Türk
hükümeti Şam’ın bu oyununu fark ederek 9 Ağustos 1967’de Türkiye’ye “göç
almama” kararı almıştır. Bu karar 30 Ağustos 1967 tarihinden itibaren

120İlkay Südaş, Türkiye’ye Yönelik Göçler ve Türkiye’de Yaşayan Yabancılar: Alanya Örneği, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2005, s. 50.
121
Kirişçioğlu, “Suriye Türkleri”, s. 139.
249
uygulanmaya konmuş ve bundan sonra gelen Türkmenlere vatandaşlık
verilmemiştir.122
Harita-4’te Türkiye’ye gelen Suriye uyrukluların sayıları verilmiştir. Buna
göre; en çok Suriyeli’nin bulunduğu iller İstanbul ve Hatay’dır. Bunları Ankara ve
Gaziantep izlemiştir. Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye alınmayacağının
duyurulmasına rağmen, Suriye’den Türkiye’ye gelmeler devam etmiştir. Bu
haritadaki veriler hem ziyaret hem de göç ederek gelenleri kapsadığı için iki amaçla
gelenleri ayırt etmek zordur. Ancak 1970 yılındaki GNS’de Suriye doğumlu olarak
tespit edilenler ile Suriye tabiyetlilerin veri değerlerinin örtüştüğü görülmektedir.

Harita 4: Türkiye’deki Suriye tabiiyetlilerin illere göre dağılımı (1970 GNS)123

1967 Arap-İsrail Savaşları, Türklerden kurtulmak isteyen Şam yönetimi


için adeta bir fırsat olmuştur. İsrail’e karşı yapılan savaşta işin yükü Türklerin
omzuna yüklenmiştir. Bu ise Bayır-Bucak bölgesinde oturan Türklerden 350 ailenin
göçüne neden olmuştur. Göçmenler Yayladağı ve Altınözü sınırlarından Türkiye’ye
girmiştir. Bu göçleri münferit göç hadiseleri takip etmiştir. Türklerin ülkeyi terk
etmesi iktidarın işine geldiği için bu geçişlere göz yummuştur.124
Suriye yönetimi her ne kadar Türklere karşı açık bir asimilasyon politikası
gütmemişse de, zaman zaman Suriye’deki Türklerin Türkiye vatandaşlığına geçmek
için yaptıkları başvurulardaki artış Türklerin Suriye’de huzursuz olduklarını
göstermektedir.125
Şam’ın Kadem semtindeki Türkler, Filistinli göçmenler ve Bedevilerle
birlikte yaşamaktadır. Kadem’in kurucularından biri olan Faysal Durmuş, bir işçi

122
Sarı, “23 Temmuz’da Hasreti…”, s. 4.
123 DİE, 25 Ekim 1970 Genel Nüfus Sayımı, Ankara 1977.
124
Tekin, “Suriye’de Türkmen…”, s. 27, 28.
125
Umar, “Suriye Türkleri”, s. 600.
250
gibi duvar örse de üniversitede matematik eğitimi de almıştır. Faysal Durmuş
geçimini sağlamak için evinde özel dersler vermiştir. Eşi ve kızı ise şeker
kamışından sabun bezleri dikerek evini geçindirmeye çalşmıştır. Faysal’ın eşi
Fatma Hatay Türklerinden olup Şapka Devrimi sırasında, “Ben bu şapkayı
giymektense, denizde boğulurum daha iyi” deyip kendini Suriye’ye atan babasıyla
birlikte Şam’daki Kasiun Tepesi’ne yerleşmiştir. Fatma, annesini görmek için gittiği
Hatay’da Türkiye’ye yerleşme kararı almış ama bundan vaz geçmiştir. Bu ailenin
yaşantısı Şam bölgesindeki Türklerin durumunun bir özeti mahiyetindedir.
Türkiye’de üniversite okuyan Türkmenlerin çoğu, Suriye’ye tekrar dönmek
istememektedir. Ankara’da tıp eğitimi alan Muhammed Tab, Türk kökenli olduğuna
bakılmaksızın ‘yabancı’ damgası yemekten yakınarak, okulun ilk gününde
hocasının isteğiyle çizdiği harita yüzünden neredeyse linç ediliyormuş. “Haritayı,
ilkokuldan beri nasıl çiziyorsam öyle çizdim. Hatay, Suriye’de görünüyordu. Herkes
üzerime yürüyünce öğretmen beni dışarı çıkardı.” diyerek Suriye’deki Türklerin
bile Hatay konusunda nasıl yanlış bilgilendirildiğini göstermiştir. Hâlbuki soyadının
anlamı ‘Türkiye Âşıklar Birliği’nin açılımı olan Muhammed Tab, Türkiye’yi çok
sevmektedir.126
Haziran 1967’deki 6 Gün Savaşları sonucunda Suriye’nin güneydeki en
önemli stratejik bölgesi olan Golan Tepelerinin kaybı beraberinde Arap ülkeleriyle
ilişkilerin bozulmasını ve 16 Kasım 1970’te General Hafız el Esed dönemini
başlatmıştır. 127 1967 Suriye-İsrail Savaşı’nda kaybedilen Golan’dan çıkartılan
Türklerin bir kısmı Şam’a, bir kısmı ise Türkiye’ye yerleşmiştir. Büyük çoğunluğu
ise halen Golan’ın Suriye tarafında kalan bölümünde yaşamaktadır.128 Halen
Suriye’de Golan’dan çıkarılan yaklaşık 56.000 civarında Türkmen bulunmakta ve
Türkmenler İsrail sınırında BM kontrolündeki bölgede zor şartlar altında
yaşamlarını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Evlerinden çıkartılan Türkmenler savaşın hemen ardından Şam’a gelmiş,
bir süre çok zor şartlar altında Şam’da yaşamaya başlamıştır. Türkmenler, Türk
Büyükelçiliği’nden yardım istemiştir. Sonunda Şam yönetimi yardımı adı altında
bir avuç çorak ve taşlık arazi vermiştir. Bu arada Türkiye, Golan Türklerine
kapılarını açacağını duyurarak bir ay boyunca isteyen her Türk Türkiye’ye kabul
edilmiştir.129 “Belki bir gün kaybettiğimiz evlerimize geri döneriz!” düşüncesiyle
Türklerin büyük bölümü Suriye’de kalarak ellerindeki fırsatı kaçırmıştır. Ancak
bazısı Türkiye’ye göç etmiştir.
Golan’ın en verimli arazileri üzerinde bulunan 15 civarında Türkmen köyü
İsrail askerlerince boşaltılmıştır. Zamanla, yaşadıkları bölgede tarım ve hayvancılık
yapmak için arazileri bulunmadığından çalışmak için Şam’a veya başka ülkelere
gitmek zorunda kalmışlardır. Arapçayı ilkokula kadar bilmeyen çocuklar okulda

126
Ülkü Özel Akagündüz, “Suriye’de Unutulan Türkler”, Aksiyon, S. 575, Aralık 2005, s. 47.
127
Balbay, Suriye Raporu, s. 23.
128
Cihan Sönmez, “Golan Türkmenleri de Barış Bekliyor”, Aksiyon, S. 271, 12-18 Şubat 2000.
129
Sönmez, “Golan Türkmenleri…”.
251
çok zorlanmaktadır. Hem stratejik bir bölgede bulunmaları hem de Türk olmaları
nedeniyle Şam yönetimi Golan Türklerini hep göz hapsinde tutmuştur.
2000 yılında Suriye yönetimi şimdiye kadar izlediği politikanın tersine,
Türklere karşı oldukça yumuşamış, baskılardan dolayı Türkiye’ye kaçan Türklerin
geri dönmesini istemiştir. Bu uygulamayla Suriye’ye geri dönmek isteyenler hemen
Suriye vatandaşlığına kabul edilmiş ve Suriye’de kalan mal varlıkları iade
olunmuştur.130 Ancak Türkiye’den tekrar Suriye’ye dönüş yapılıp-yapılmadığı
bilinmemektedir. 2011 yılından sonraki yaşananlar ise hafızalardaki ve eldeki
bilgileri karmakarışık etmiştir.
Sonuç
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte, ipi kopmuş tespih taneleri gibi
dağılan Ortadoğu ülkelerinde iç huzur ve toplumlararası barış bir türlü
sağlanamamıştır. Küresel efendilerin uzaktan denetimle yönetmeye çalıştıkları bu
ülkelerden biri de Suriye olmuştur. I. Dünya Savaşı’nın sonundan II. Dünya
Savaşı’nın sonuna kadar bir fiil Suriye’ye hükmeden Fransızlar, buradaki toplumsal
çatlakları derin yarılmalara çevirmişlerdir. Bu ise zaten uzlaşma kültürü tam
oturmamış olan Suriye halkının kavga ve çatışmasına ivme kazandırmıştır. Tüm bu
yaşananlar da Suriye’den göçün ana nedenini oluşturmuştur.
12 Nisan 1946 tarihinde Suriye’nin bağımsızlığını ilan etmesi, ülke
içerisindeki konsensüsü sağlamaya yetmemiştir. Bilakis, ülke yönetimini ele
geçirmek isteyenler darbe konusunda birbiriyle yarışmıştır. Yönetimde meydana
gelen zaafiyetler; siyasal, ekonomik ve sosyal çözülmeleri tetiklemiştir. Böylece
yaşanması güç bir ülke haline gelen Suriye’den yurtdışına yapılan göçler
kaçınılmaz bir son olarak vürut etmiştir. Ülke içerisindeki rahatsızlıkların doğal bir
varyantı olarak yapılan göçlerden etkilenen ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
Türkiye’deki illerin başında da Hatay’ın olması tesadüfi değildir. Zira Hatay,
coğrafi yakınlık, sınır uzunluğu, akraba bağlılığı, sosyal ve ekonomik ilişkiler
bakımından göçmenlerin öncelikli tercihi olmuştur.
1946-1970 döneminde Suriye’den Hatay’a yapılan göçlerin karakteristik
özelliği “münferit” olmasıdır. Ayrıca sayıları binlerle ifade dilecek olan
göçmenlerin etnik ve dini olarak tek tip bir özellik taşımamaları da dikkat çeken
diğer bir husustur. Yani Suriye’den Hatay’a göç edenler sadece Türkler değil,
Araplar, Kürtler, Çerkezler ve hatta Dürzilerdir. Ancak göçmenler arasında Bayır-
Bucak Türklerinin ilk sırada olduğu söylenebilir. Bu bakımdan Türk Hükümeti
göçmenler arasında herhangi bir ayrım yapmadan ve insani saiklerle göçmenlere
sahip çıkmıştır. Göçmenlerin bir kısmı “iskânlı” statüde ülkeye kabul edilerek ev,
arazi, mera veya tohumluk yardımlarıyla desteklenmiştir. Diğer bir kısmı da
“serbest göçmen” statüsüyle kabul edilmiş ve pek fazla yardım yapılmamıştır.
24 Ağustos 1516’daki Mercidabık Muharebesi ile Osmanlı topraklarına
katılan Suriye bölgesi ile Anadolu halkının kader birlikteliği yaklaşık 400 yıl

130
Sönmez, “Golan Türkmenleri…”.
252
sürmüştür. Tarihi, dini, milli ve manevi paydaşların bulunduğu bu iki ülkenin
halkları arasında derin bir bağ olması normal bir olgudur. Bu bakımdan genelde
olağanüstü durumlarda zuhur eden göç hadiselerinin de bu iki ülkeyi etkilemesi
doğal bir sonuçtur. Suriye’den gelerek Hatay’a yerleşmiş olanlar, bu iki ülke
arasında kurulacak olan her türlü ilişkilerde birer köprü vazifesi görebilir. Zira tarihi
olaylar ve son dönem hadiseleri göç ve göçmen meselelerinin önemini çok net bir
şekilde ortaya koymuştur.

KAYNAKLAR
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA)
BCA, 030.18/146.41.5 (75-18), 28 Ağustos 1957 (4/9338).
BCA., 30..1.0.0/19.108..21, 17 Mayıs 1955.
Kitaplar ve Makaleler
Abdullah, Ömer Faruk, Suriye Dosyası, (Çev.: Hasan Basri), Akabe Yay.,
İstanbul 1985.
Açıksöz, 28 Ekim 1936.
Akagündüz, Ülkü Ö., “Suriye’de Unutulan Türkler”, Aksiyon, S. 575,
Aralık 2005, s. 40-49.
Akyol, Esra D., Sınırdaki Kimlikler Türkiye’ye İlhak Sürecinde Hatay,
Libya Kitapçılık ve Yay., İstanbul 2010.
Altuğ, Yılmaz, Yabancıların Arazi İktisabı Meselesi, 4. Basım, Sulhi Garan
Matbaası, İstanbul 1976.
Aslan, Cevdet, Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri, Sakarya
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Sakarya 2008.
Aslan, Ozan Nejat, Demokratikleş(tir)me Sürecinde Suriye, Marmara
Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul 2006.
Atasoy, Ahmet, Reşat Geçen ve Hüseyin Korkmaz, “Siyasi Coğrafya
Açısından Türkiye (Hatay) – Suriye Sınırı”, Ankara Üniversitesi Türkiye
Coğrafyası Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, VIII. Coğrafya Sempozyumu
(18-19 Ekim 2012-Ankara), Ankara 2012, s. 107-119.
Ayrancı, Zişan Ş., Türkiye-Suriye İlişkileri, Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2006.
Balbay, Mustafa, Suriye Raporu, 2. Bsk., Cumhuriyet Kitapları, İstanbul
2007.

253
Başar, Cem, The Terrorism Dossier & Syria, International Affairs Agency,
Lefkoşa 1996.
Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü Çalışmaları, Ankara
1955.
Bırks, J. S. and C. A. Sinclair, International Migration and Development in
the Arab Region, Geneva 1980.
BİGM, 23 Ekim 1955 Genel Nüfus Sayımı, İstanbul 1961.
BİGM, Türkiye Nüfus Hareketleri 1954-1960, DİE Yay.No: 416, Ankara
1961.
Bilgili, Abbas, “Bayır-Bucak Türkleri”, Türk Yurdu, C. 9, S. 360, Mart
1988, s. 51-52.
Bilgili, Münür, Doğu Akdeniz Kıyısında (Suriye, Lübnan, İsrail) Yaşanan
Göçler ve Devlet Oluşum Süreçlerine Etkileri, Marmara Üniversitesi Ortadoğu
Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006.
Bozoğlan, İsmet, “Sılayı Sevmek”, Objektif, 31 Ekim-30 Kasım 1997, s.
28-29.
Bozoğlan, İsmet, “Suriye’de Bayır-Bucak Türkleri”, Güneyde Kültür, S.
53, Antakya 1993, s. 29-32.
Börklü, Meşkure Y., “Lozan Sonrası Suriye Türklerinin Durumu ve Genel
Problemleri”, Türkiye-Suriye İlişkileri ve Suriye’nin Etnik Yapısı, (Haz.: Şahin
Ceylanlı-Ramazan Kırkık), Aydınlar Ocağı Yay., İstanbul 2000, s. 31-40.
Brockelmann, Carl, İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, (Çev.: Neşet
Çağatay), TTK Yay., Ankara 2002.
Çınar, Burak, Körfez Savaşı Sonrası Türkiye Yunanistan ve Suriye’nin
Savunma Politikalarının Türk Dış Politikasına Etkileri, Atılım Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2002.
Çiftçi, Mehmet, “Suriye Bayır Bucak Türkmenleri”, Uluslararası Göç
Sempozyumu, Bildiriler, 8-11 Aralık 2005-İstanbul, İstanbul 2006, s. 159-161.
Dam, Nikolas Van, Suriye’de İktidar Mücadelesi, (Çev.: Semih İdiz ve Aslı
Falay Çalkıvık), I. Baskı, İstanbul 2000.
DİE, 25 Ekim 1970 Genel Nüfus Sayımı, Ankara 1977.
Duman, Sabit, “Suriye’de Baas Partisi’nin İdeolojik Temelleri”,
Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Tarih’ten Günümüze İç ve Dış Tehditler), (17-
19 Ekim 2001-Elazığ), (Ed.: Orhan Kılıç-Mehmet Çevik), FÜ. Yay., Elazığ 2002, s.
273-282.

254
Erciyes, Erdem, Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri, IQ Kültür
Sanat Yay., İstanbul 2004.
Erendil, Muzaffer, Çağdaş Ortadoğu Olayları, Genelkurmay Basımevi,
Ankara 1992.
Ertuna, Hamdi, Türk-Arap İlişkileri, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1976.
Gökoğlu, Nadir, Hatay’ın Anavatana Katılmasının Ardından Suriye’de
Kalan Bayır-Bucak Türkmenleri ve İlhak Sürecine Katkıları, Hacettepe Üniversitesi
AİİTE, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2002.
Gümüş, Ertuğrul, 1980 Sonrası Türkiye-Suriye Ekonomik İlişkilerin
Değerlendirilmesi, Maramara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006.
Hatipoğlu, Süleyman, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal
Paşa, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2009.
İbas, Selahattin “Türkiye Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde
Suriye, (Haz: Türel Yılmaz-Mehmet Şahin), Platin Yay., Ankara 2004, s. 33-94.
İnan, Afet, 160 Ailenin Hatay Kırıkhan Acemli Mahallesi’ne İskânı,
Köyişleri Bakanlığı Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 1973.
İsmail, Hekimoğlu, Suriye Bu Hale Nasıl Düştü?, Yeni Asya Yay., İstanbul
1974.
Kalafat, Yaşar, Karşılaştırmalı Bayır-Bucak Türkmen Halk İnançları,
Bayır Bucak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği, Ankara 1996.
Khaddurı, Majid, Independent Iraq, London 1951.
Kırıkhan Ziraat Odası Başkanlığı, Bayır-Bucaklıların Mesleklerine Dair
08.10.2004 Tarih ve 37 Sayılı Belge.
Kırkık, Ramazan, “Türkiye-Suriye İlişkileri ile İlgili Bazı Önemli
Tespitler”, Türkiye-Suriye İlişkileri ve Suriye’nin Etnik Yapısı, (Haz.: Şahin
Ceylanlı-Ramazan Kırkık), Aydınlar Ocağı Yay., İstanbul 2000, s. 7-26.
Kirişçioğlu, Mehmet Fatih, “Suriye Türkleri”, Avrasya Dosyası, C. II, S. 3,
Ankara 1995, s. 131-143.
Konuralp, Nuri Aydın, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi,
Hatay Postası Gazete ve Basımevi, İskenderun 1970.
Koraş, Fatih, Suriye’de Toplumsal Yapının Dönüşümü ve Arap
Milliyetçiliğinin Gelişimi 1860-2000, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009.

255
Koyuncu, Ahmet Ayhan, Ortadoğu’da Milliyetçilik: Hafız Esad Dönemi
Suriye Örneği, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Afyonkarahisar 2008.
Lewıs, Bernand, Ortadoğu, (Çev.: Mehmet Harmancı), İkinci Baskı, Sabah
Kitapları, İstanbul 1999.
Orhan, Oytun ve Bilgay Duman, “Bayır-Bucak Türkleri…”,
www.orsam.org.tr/tr/ yazilar_Yazdir.aspx?Tur=2&ID=243, E.T.: 20.05.2011.
Özdağ, Ümit, “Suriye Türkleri”, Yeniçağ Gazetesi, 15 Mart 2012, s. 3.
Özkan, Nevzat, Türk Dünyası: Nüfus, Sosyal Yapı, Dil, Edebiyat, Geçit
Yay., Kayseri 1997.
Özkoç, Özge, Suriye Baas Partisi, Kökenleri: Dönüşümü, İzlediği İç ve Dış
Politika, (Ankara Üniversitesi SBE, Basılmış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2007.
Özmen, İhsan ve Selami Asyalı, Hatay İli ve Suriye Uyruklularla İlgili
Mevzuat, Kemal Matbaası, Adana 1972.
Öztürk, Nazif, “Suriye Türkleri”, Yeni Türkiye, S. 16, Ankara Temmuz-
Ağustos 1997”, s. 1686-1693.
Rüstemoğlu, R. Kürşat, 1949-1981 Yılları Arasında Suriye ve Mısır’da
Vuku Bulan Hükümet Darbeleri ve Bunların Türkiye’deki Yankıları, (Maramara
Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul 2008.
SadeldınE, Soumaya, “Syria: The Demographic and Economic Dimension
of Migration”, CARIM Mediterranean Migration 2006-2007 Report, (Ed.: Philippe
Fargues), European University Institute, Badia Fiesolana 2007.
Sağlam, Zafer, Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları
İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Genelkurmay Bşk. Harp
Akademileri Komutanlığı Stratejik Arş. Enst., Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul 2006.
Saray, Mehmet, Türkiye ve Yakın Komşuları, ATAM Yay., Ankara 2006.
Sarı, Zafer, “23 Temmuz’da Hasreti Dinmeyen Türk Beldesi ‘Bayır-
Bucak’”, 23 Temmuz, 23 Temmuz 2001, s. 3-4.
Sarınay, Yusuf, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Hatay”,
Anavatana Katılışının 60. Yıldönümünde Hatay, ATAM Yay., Ankara 2001, s. 23-
39.
Seale, Patrick, The Struggle for Syria: A study in Post-War Arab Politics,
London 1987.
Sönmez, Cihan, “Golan Türkmenleri de Barış Bekliyor”, Aksiyon, S. 271,
12-18 Şubat 2000.
256
Südaş, İlkay, Türkiye’ye Yönelik Göçler ve Türkiye’de Yaşayan
Yabancılar: Alanya Örneği, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2005.
Şentürk, Doğan, Ortadoğu’da Arap Birliği Rüyası, Saddam’ın BAAS’ı,
İstanbul 2003.
Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992.
Taş, Kenan Ziya, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Çakışma ve Çatışma
Alanlarının Tarihi Arka Planı”, IV. Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Tarihten
Günümüze Dış Tehditler), 16-17 Ekim 2003-Elazığ, (Ed.: Orhan Kılıç-Mehmet
Çevik), Elazığ 2004, s. 735-746.
TC. Köyişleri Bakanlığı, Köy Envanter Etüdlerine Göre Hatay, Ankara
1965.
Tekin, Mehmet, “Suriye’de Türkmen Bölgesi ve Basında Bayır-Bucak
Türkleri”, Güneyde Kültür, C. V, S. 53, Antakya Temmuz 1993, s. 20-27.
Tekin, Mehmet, Tarihte Hatay ve Hatay Devleti, 2. Basım, Antakya Ticaret
ve Sanayi Odası, Antakya 1987.
Turan, Ömer, “XX. Yüzyılda Türk Toplulukları”, Türkler, (Ed.: Hasan
Celal Güzel vd.), C. 20, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 331-360.
TÜİK, 1927-2000 yılları arasındaki muhtelif nüfus sayımları.
Türk-Arap İlişkileri İncelemeleri Vakfı, Studies on Turkish-Arab Relations,
Annual 5, 1989, İstanbul 1990.
Umar, Ömer Osman, “Suriye Türkleri”, Türkler, (Ed.: Hasan Celal Güzel
vd.), C. 20, Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002, s. 594-602.
Umar, Ömer Osman, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında
Suriye 1908-1938, ATAM Yay., Ankara 2004.
Vurmay, H. Miray, “Suriye Türkleri”, Cumhuriyet, Strateji, Parasız Özel
Ek, 18 Nisan 2005, s. 15.
Yavuz, Celalettin, Geçmişten Geleceğe Suriye-Türkiye İlişkileri, ATO
Yay., Ankara 2005.
Zeine, N. Zeine, The Struggle for Arab Independence, Western Diplomacy
and The Rise and Fall of Faisal’s Kingdom in Syria, New York 1977.
Süreli Yayınlar
Atayolu, 31 Mayıs 1945; 31 Temmuz 1945; 21 Haziran 1945; 22 Haziran
1945; 2 Ekim 1950; 14 Nisan 1955; 27 Haziran 1967; 30 Haziran 1967; 13
Temmuz 1967; 22 Temmuz 1967; 21 Ağustos 1967; 7 Mayıs 1968.
Cumhuriyet, 13 Mart 1937; 17 Mart 1937.
257
TC. Resmi Gazete, 17 Ekim 1966-12428; 6 Kasım 1967; 7 Kasım 1967.
Sözlü Kaynaklar
Kaynak Kişi: Hasan Polat; Abdi oğlu, 1972 Kilis doğumlu, fakülte
mezunu, Kilis Kocabeyli Köyü nüfusuna kayıtlı, yeminli, Grş.T.: 26.07.2012.
Kaynak Kişi: İsmet Bozoğlan; 1949 Bayır-Bucak doğumlu, okuma-yazma
biliyor, Hatay-Kırıkhan’da ikamet etmekte, yeminli, Grş. T.: 10.11.2010.
İnternet Kaynakları
www.orsam.org.tr/tr/yazilar_Yazdir.aspx?ID=795, (E. T.: 13.05.2011)
www.turkform.net, (E.T.: 26.02.2011)

258
259
ANTAKYA KÖYLERİNDEN LAKAPLAR
Jale ÖZTÜRK
Giriş
Bir milletin kültürel değerleri içerisinde kişi adları çok önemlidir. Bu
önemi Bilge Kağan’ın şu sözlerinde açıkça görmekteyiz: Tabğaç budunka beglik
oğlın kul boldı, isilik kız oğlın kürig boldı. Türk begler Türk atın ıtı. Tabğaçgı
begler Tabğaç atın tutupan Tabğaç kağanka [8] körmiş. Elig yıl işig küçüg birmiş.
[Türk Beyler Türk adını bıraktı. Çinli Beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat
etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş.]1 Türk adını bırakıp Çinli adını alınca Çinlinin kölesi
oldunuz diye dikkat çeken Bilge Kağan’ın dediği gibi adımız benliğimizdir,
bağımsızlığımız, özgürlüğümüzdür. Bu sebeple Türklerde tarih boyunca ad vermek
çok önemli olmuştur. Oğuz Kağan Destanında bir yaşına gelen çocuğa toyla törene
katılan beyler ad koymaktadır. Bundan önce çocuğun adı yoktur. Günümüzde de
Beltir ve Koybal Türklerinde de doğumdan sonra bir şölen verilerek yaşlı ve saygın
bir kişi çocuğa ad oymaktadır Yakutlarda ise çocuğa önce geçici bir ad verilmekte,
çocuk asıl adını bir kahramanlık yaparak kazanmaktadır.2 Altay efsanelerinde ad
almadan önce çocuklara “Adsız” olarak hitap ediliyordu.3 Dede Korkut
Hikâyelerinde de isim hemen konmuyor. Kahramanlık yapan çocuk adlanmayı hak
ediyor ve çocuğa Dede Korkut dualarla çocuğa yaptığı kahramanlıkla ilgili bir ad
veriyor. Buğaçhan ve Bamsı Beyrek’in ad sahibi olması hikâyelerde yer
almaktadır.4 Günümüzde ise kişinin bu şekilde ad kazanması gerekmemektedir,
kişilere konan adlar ailenin, anne-babanın kültürünü, inancını, zevkini
yansıtmaktadır. Özellikle de dini inanış etkisi ile İslam büyüklerinin adları tercih
edildiği için aynı ismi taşıyan insan sayısı arttıkça toplumda çeşitli sorunlar ortaya
çıkmıştır. Bu duruma Ahmet Mithat, Ahmet Faik, Ahmet Celil, Ahmet Muhip,
Ahmet Cevat vb. iki isim koymak çözümlerden biridir. Bir başka çözüm de
özellikle kişinin yaptığı bir hareket, bir davranış veya bir özelliğinden esinlenerek
kişiye toplumun verdiği ad, yani lakap olmuştur. Soyadı kanunundan önce bu
şekilde sorunu çözen toplum, ilginçtir ki soyadı kanunundan sonra da özellikle
küçük yerleşim yerlerinde hâlâ bu geleneği devam ettirmektedir. Köylerde insanlar
birbirini ancak lakapları ile tanımakta, lakabı söylenmezse kim olduğu
bilinmemektedir. Yani günümüzde lakaplar belki de eski Türk ad koyma
geleneğinin devamıdır. Ailenin koyduğu ad, verilmiş bir adken, kişinin lakabı
kazanılmış addır. Yani kişiye verilen adın ad sahibi ile doğrudan bir anlamsal
ilişkisi yokken, lakabın kişiyle anlamsal ilişkisi vardır. Bu sebeple kişiyi çağrıştıran
doğal ismi lakabı olmaktadır.
Lakaplar, o lakabı veren toplumun gözlem gücünü, mizah anlayışını
gösteren adeta değerlerine, dünya görüşlerine ayna olan çok kıymetli kültürel


Prof. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
1
Ergin, Muharrem (2002) Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, s.34
2
Aksan, D. (2000). Her Yönüyle Dil. Ankara. TDK Yayınları, s. 119
3
Kişi adları”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yay., İstanbul 1982, c. V, s. 355.
4
Ergin, M. (1991 ), Dede Korkut Kitabı, Ankara, TDK Yayınları, s.9-96
260
verimlerdir. Lakabın veriliş sebebi adlandırma biçimi/tutumunu belirlemeye,
lakabın kendisi de dil/düşünce ilişkisinin sırlarını çözmeye imkân verir.5 Bu
düşünceyle Hatay ili Antakya ilçesine bağlı Açıkdere, Akçurun, Karaksı, Kisecik,
Narlıca, Oğlakören, Tahtaköprü, Uzunalıç, Üzümdalı köylerindeki lakaplar köy
halkından kaynak kişiler yardımıyla derlenmiş ve derlenen lakapların veriliş
sebepleri araştırılmıştır. Bu çalışmada derlenen bu lakaplar her köy için ayrı ayrı
olacak şekilde veriliş sebeplerine göre sınıflandırılmış ve lakapla ilgili bir açıklama
gerekiyorsa, bu durum dipnot olarak verilmiştir. Ayrıca derlenen lakaplar kökenleri
açısından da incelenmiştir.
1. Açıkdere Köyü Lakapları (Kaynak Kişi: Hasan Doğru)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: Gümbel Ayşe, Pat Ayşe, Çişto Osman, Ciğer Ahmet,
Kuttuz Ali, Batruş Ali
2. Fiziksel Özelliklerine göre:
2.1.Ten rengi özellikleri
2.1.1. Açık tenli olduğu için: Kırmızı Hatice, Kelle Boz Sabit
2.1.2. Esmer olduğu için: Karahel6 Durmuş, Kara İsmail, Kurbat Memet7
2.2. Boyu sebebiyle:
2.2.1. Kısa boylu olduğu için: Tum Bekir8, Şirinler, Yumak Hasan.
2.2.2. Uzun boylu olduğu için: Uzun Hasan, Koca Ali.
2.3.Kilo ile ilgili olarak:
2.3.1. Şişman olduğu için: ∅
2.3.2. Zayıf olduğu için: ∅
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Köse Methi9, Kel Murat,
Şoblu10 Halit, Güzel Ayşe.
2.5. Fiziksel Yetersizlik sebebiyle
2.5.1. Ortopedik Yetersizlik: Çolak Şakir, Çört Yusuf11, Çolak Hasan
2.5.2. İşitme Yetersizliği: ∅
2.5.3. Görme yetersizliği sebebiyle: Kör Dursun.
2.5.4. Konuşma yetersizliği: ∅
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅

5
Coşar. A.M. (1999). Trabzon’da Kullanılan Lakaplar Üzerine Bir Derleme/Değerlendirme.
http://turkoloji.cu.edu.tr/
6
Hel kelimesi yörede “alüminyum folyo” anlamındadır, esmerliğin dikkat çekici olduğu anlatılmak istenmiş.
7
Yörede ‘kurbat’ çingene anlamındadır, çok esmer olduğu için.
8
Yörede ‘tum’ kelimesi, gelişmemiş, küçük incirlere verilen addır.
9
Bıyığı, sakalı çıkmadığı için.
10
Saçları sert ve dik olduğu için.
11
Kolu çolak olduğu için.
261
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Beğenilmeyen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Yalloz
Mehmet12 Turşu Hasan13, Cin Mehmet14, Şeytan Ali, Zindirgen Ahmet15, Şebek
Şerif16, Çekemez Emin17, Tilki Avaz.
3.1. 2. Beğenilen davranışlar sebebiyle: Zorlu Mehmet18, İştahlı Hasan19,
Molla Misto, Sersem Ali20, Hiro Şükrü, Çete Hasan21, Hattap Mustafa22,
Gençoğlan23
3.2. Yapılan tek bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle:
4. Ailevi özellikler: Öksüz Ali24, Kalleş Ali25, Mamo26 Hasan.
5. Askerlikle ilgili: Santral Durmuş27.
6. Meslek ve uğraşı: İmam Ahmet.
7. Benzerlik sebebiyle: ∅
8. İsimden Bozma: ∅
9. Geldiği yerle ilgili olarak: ∅
10. Okul ve öğrenim: ∅
11. Din ve inanış sebebiyle: ∅
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: ∅
13. Tersine adlandırma: ∅
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: ∅

12
Yalloz kelimesi yörede gevşek, geveze anlamına gelmektedir. Bu kişi geveze olduğu için bu lakapla anılır
olmuştur.
13
Sürekli yüzü asık olduğu için.
14
Kurnaz olduğu için.
15
Çok sert biri olduğu için. Zindigen, mazı palamutu cinsinden bir tür yemiş. TDK Ağız Sözlüğü.
16
Döneklik özelliği olduğu için.
17
Kıskanç olduğu için.
18
Tuttuğunu koparan bir kişi olduğu için.
19
İş yapmaya çok hevesli olduğu için.
20
Yiğit olduğu için, Japonca HiroHito’dan aktarma.
21
Cesur olduğu için.
22
Yiğit, güçlü anlamında. Hattab(a.) Oduncu.
23
Genç ve dinamik olduğu için.
24
Annesi olmadığı için.
25
Soyadlarından dolayı.
26
Babasının adı Mamo olduğu için.
27
Askerde santralci imiş.
262
2. Akcurun ( Kaynak Kişi Hasan Doğru)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi Bilinmeyenler: Tıkı Osman, Jet Osman, Trafik Hösün, Kezzek Hösün, Şıh
Hösün, Kova Hösün, Basit Hösün, Kangal Tahir, Kambal Ahmet, Karsız Ahmet,
Kalli Ahmet, Essik Abdurrahman, Hasan Kalesi, Mus Hasan, Hınnıs Hasan,
Henünü Hasan, Enik Murat, Bereket Havva, Hayyik Mustafa, Abbas, Tahtika,
Gavur Haccı, Tita Ömer, Kadife Ömer, Cuker Ömer, Acı Fadıl, Badik İsa, Körez,
Usta Firoz, Fakı Yusuf, Mulla Necim, Misket Musa, Cirtipin Mahmut, Yumurtalı
Şaban, Tabbas Yunus, Küllük Ömer, Dudu Hösne.
2. Fiziksel özelliklerine göre:
2.1. Ten rengi özellikleri
2.1.1.Açık tenli olduğu için: Çil Kadir.
2.1.2. Esmer olduğu için: Kara Memet, Yanık Bekir.
2.2. Boyu sebebiyle:
2.2.1. Kısa boylu olduğu için: Kuttuk Durmuş.
2.2.2. Uzun boylu olduğu için: Dingil Osman, Uzun Emin.
2.3. Kilosu sebebiyle:
2.3.1. Şişman olduğu için: Göbet Süleyman.
2.3.2. Zayıf olduğu için: Kuru Şaban, Soba Borusu.
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Tiktik Memet28, Küreksiz
Memet, Tokmak29,Kör Abo30, Mıhı Düşük31, Galle Fahri32, Kel Sebahat, Keloğlan,
Kel Mustafa, Kel Azzet33, Gözel Emne34, Hıpırhış Ayşe35, Yan Bakan
Abdurrahman, Bıyıklı Zekiye, Kip Kip Fatma36, Hömbük37 Aziz, Kafa Mitat38,
Dabanı Böyyük Hatice, Pissik Memet39
2.5. Fiziksel Yetersizlik sebebiyle
2.5.1. Ortopedik Yetersizlik: Çolak Murat, Çolak Bekir, Topal Hösün, Topal
Hasan, Çört Yusuf40.
2.5.2. İşitme Yetersizliği: ∅
2.5.3. Görme yetersizliği sebebiyle: Kör Memet, Kör ramazan, Kör Oğur.

28
Yamuk yürüdüğü için.
29
Kafası tokmağa benzediği için.
30
Yan baktığı için.
31
Bir dişi düşük olduğu için.
32
Kulağı büyük olduğu için.
33
Azzet: İzzet
34
Emne: Emine.
35
Yorgun ve bezgin göründüğü için [hıpırhış: Ezilmiş, posası çıkmış; perişan olmuş.]
36
Sürekli gözlerini kırptığı için.
37
Hömbük: Kambur.
38
Sürekli kafa salladığı için.
39
Gözleri kedi gibi mavi olduğu için.
40
Çolak olduğu için.
263
2.5.4. Konuşma yetersizliği: Kekeç Memet, Hum Hum Emine.
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Beğenilmeyen davranışlar: Kürt Memet41, Vız Memet42, Kurnaz Ali,
Kabakçı Osman43, Deli Hasan44, Hoh Ramazan45, Kurbat Suphi46, Fırıldak Ömer,
Usta Firoz47, Deli Fişek48, Meraklı Melahat, Yalloz Memet49, Çörçil İsmayil50,
Gazeteci Nezihe51.
3.1.2. Beğenilen davranışlar: Sıklet Memet52, Kaz Memet53, Attik Şükrü54,
Tekkuç Memet55, Kurtlu Hösün56, Melişem57, Tumcu Mıstık58, Disko Ömer59.
3.2. Tek seferlik davranış ve yapılan tek bir hareket ya da yaşanan bir olay
sebebiyle: Doktur Memet60, Dört Metre61, Kazıklı Ali, Tinan Ömer62, Cara63
Kırancı, Semirsekçi64.
4. Ailevi özellikler: Yanık Ayşe65.
5. Askerlikle ilgili: Koreli, Onbaşı.
6. Meslekle ilgili: Hamit çavuş66, Şöför Mustafa, Çerçi Memet, Çöpçü İsa.
7. Benzerlik sebebiyle: Katil İbrahim67.

41
İnsafsız olduğu için.
42
Böceğin ayağına ip bağlayıp uçurduğu için.
43
Kabakları kırdığı için.
44
Dengesiz hareketleri sebebiyle.
45
Devamlı kirli elbise giydiği için.
46
Yörede çingenelere ‘kurbat’ denilmekte, bu kişi de çok cimri olduğu için ona ’çingene’ lik vasfı uygun
görülmüştür.
47
Çıkarlarını iyi bilen, cin.
48
Çok hızlı araba kullandığı için.
49
İnsanları aldattığı için.
50
Acımasız olduğu için.
51
Özellikle laf taşıyan biri olduğu için.
52
Genellikle ağır işler yaptığı için.
53
Kazma kazdığı için.
54
Uyanık bir adam olduğu için.
55
Acele iş yaptığı için.
56
Oynamayı sevdiği için.
57
Yörede bu kelimenin içinde geçtiği Arapça şarkı düğünlerde sık sık çalınır. Bu Arapça şarkı çalınca
oynamadan duramayan kişiye de ‘Melişem’ adı takılmıştır.
58
Ham incirleri topladığı için. Yörede ‘tum’ ham incir anlamındadır.
59
Eğlenceyi, oynamayı sevdiği için.
60
Eşeğini ameliyat ettiği için.
61
İki buçuk metre kumaş alan birine bana dört metreden olmuyor dediği için.
62
Bir tinan ( tencere) aş yediği için.
63
Cara: Toprak su kabı, testi.
64
Bir oturuşta otuz semirsek ( bir tür börek) yediği için.
65
Evlenmek istediği için.
66
Bölgede tarla işçilerini sevk ve idare eden kişiye ‘çavuş’ denmektedir.
67
Kambur olduğu için katil ilgisi kurulmuş.
264
8. İsimden Bozma: ∅
9. Geldiği yerle ilgili olarak: Kürt Kemal.
10. Okul ve öğrenim durumu sebebiyle: Yüz Bir Memet68.
11. Din ve inanç sebebiyle: Şıh Bilal.
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: ∅
13. Tersine adlandırma: Kit Osman69.
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: ∅
3. Karaksı ( Kaynak Kişi Ömer Bilgin)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: ∅
2. Fiziksel özelliklerine göre:
2.1. Ten rengi özellikleri:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: Aşkar, Ak Başak.
2.1.2. Esmer olduğu için: Kara, Karabuzağı, Arap.
2.2. Boyla ilgili olarak:
2.2.1. Boyu uzun olduğu için: Malak, Uzunoğlan.
2.2.2. Boyu kısa olduğu için: Kara Yuvarlak, Güdük.
2.3. Kiloyla ilgili olarak:
2.3.1. Şişman olduğu için: Enni70
2.3.2. Zayıf olduğu için: Turşuluk, Güz Cücüğü, Poyraz Çarpığı.
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Cumbullu71, Değirmendaşı72,
Solak, Zülfo73, Dede74, Atatürk75, Yamuk76, Kulağıkırık, Göv77, Yeşil78.
2 5. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
2.5.1. Ortopedik Yetersizlik: Topal, Çolak Arap.
2.5.2. İşitme Yetersizliği: ∅
2.5.3. Görme yetersizliği sebebiyle: Hafız.
2.5.4. Konuşma yetersizliği: ∅

68
Okul numarası.
69
Murat 124 marka bir arabası olduğu için.
70
Enli >enni , -nl- > -nn-
71
Boynu eğri olduğu için.
72
Çok ağır hareket ettiği için.
73
Saçları çok uzun olduğu için.
74
Yaşından büyük göründüğü için.
75
Dik yürüdüğü için.
76
Kafası yamuk olduğu için.
77
Gözü yeşil olduğu için.
78
Gözü yeşil olduğu için.
265
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: Eserli79, Pullu80, Töhtöh81.
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Beğenilmeyen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Minafık,
Firtik82, Talaş83, Seyip Deve84,Polis 85, Çapullu86,Naylon87,Jet, Dübeş88, Cingaz89,
Çört90,Mennah91, Mıntıklı92.
3.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Tivis93,
Aşık , Tekayak95, Ciğerim96,Peynir97, Karakutu98, Rabbim Bilir99, Mutil100.
94

3. 2. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: ∅


4. Ailevi özellikler: Dayı101.
5. Askerlikle ilgili: Paşa102, Onbaşı, Çavuş, Teymen.
6. Meslek ve uğraşı: Ciziroğlu103, Çilo104, Kolcu.
7. Benzerlik sebebiyle: Kurt105, Kürt, Şampanya106.
8. İsimden Bozma: ∅
9. Geldiği yerle ilgili olarak: ∅

79
Eserli: TTAS’de kelimenin saralı ve bir tarafına inme inmiş anlamları görülmektedir. (www.tdk.gov.tr)
80
Sedef hastalığı sebebiyle.
81
Astım hastası olduğu için.
82
Şımarık olduğu için bu lakap verilmiş, kelimenin bu anlam TTAS’de tespit edilmemiştir.
83
Çok telaşlı olduğu için.
84
Başıboş gezdiği için.
85
Olaylara müdahale ettiği için.
86
Patavatsız olduğu için.[çapul < çap-u-l “yüzmek, vurmak”
87
Fazla kibarlaştığı, inceldiği için. Naylon kelimesi halk
88
Tavlada sürekli dübeş attığı için.
89
Her şeye çok itiraz ettiği için.
90
Sakar olduğu için.
91
Cimri olduğu için.
92
Mantıklı yerine mıntıklı dediği için.
93
Altmışlı yıllarda moda olan bir dans olan twisti oynamayı çok sevdiği için.
94
Sürekli türkü söylediği için.
95
Tek ayak üzerinde oynadığı için.
96
Herkese ‘ciğerim’ dediği için.
97
Çok kırılgan olduğu için.
98
Çok bilgili olduğu için.
99
Bu sözü sürekli söylediği için.
100
Babasına çok bağlı olduğu için.
101
Kendinden büyük yeğeni olduğu için.
102
Kore’de askerlik yaptığı için.
103
TTAS’de kelimenin bekçi anlamı tespit edilmiştir. Köyün bayraktarı, yani bayrağın koruyucusu,
olduğu için.
104
Marangoz olduğu için.
105
Kurnaz olduğu için.
106
Şampanyayı rakıya benzettiği için.
266
10. Okul ve öğrenim durumu sebebiyle: On iki107
11. Din ve inanış sebebiyle: ∅
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Oruk108, Demli109, Sommun,
Keşir110.
13. Tersine adlandırma: Minik111, İslam112.
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: ∅
4. Kisecik Köyü (Kaynak Kişi Ömer Bilgin)
Veriliş Sebepleri:
1. Sebebi bilinmeyenler: Ramo, TC, Acem, Vıcır, Tekeli, Jampit, Nanıç, Kapak,
Bazı, Şeker, Adanalı, Yağın, Tummuş, Konta, NumberOne.
2. Fiziksel özellikleri sebebiyle:
2.1.Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: Aşkar, Sarı, Boz; Çil Abdullah, Çil Fettah, Çil
Mıstık, Kırmızı Mustafa, Keşür113
2.1.2. Esmer olduğu için: Karacık, Kara Kemal, Kara Dursun, Kara
Durmuş, Kara Hasan, Kara Kemal, Murt.114
2.2. Boyla ilgili olarak:
2.2.1. Kısa boylu olduğu için: Uzun Hasan, Uzun Vellüş (Veli), Pala,
Azman.
2.2.2. Uzun boylu ve iri olduğu için: Kısa Vellüş ( Veli), Kısa Durmuş,
Porti.
2.3. Kilo ile ilgili olarak:
2.3.1. Şişman olduğu için: Ayıboğan, Şişko İsmail.
2.3.2. Zayıf olduğu için: Hıra Hayriye115, İskeletor, Kürdon, Hafif.
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Kulağı Kırık, Kel Ali,
Kernep116, Köse, Altındiş, Kıllı Osman, Yamuk, Boncuk, Japon117, Mucuk 118,
Gövüş119, Kobra, Kasap, Zıba, Tavşan Musa.120

107
Okul numarası.
108
Oruk: Yörede yapılan bir tür içli köfte.
109
Çayı demli içmeyi sevdiği için.
110
Keşir: Havuç; siyah havuç.
111
Çok şişman olduğu için.
112
Hiç ibadet etmediği için.
113
Keşir/keşür: Yörede yetişen bordo renkli havuç olup, kızıl saçlı olduğu için.
114
Yörede mersin bitkisinin siyah küçük meyveli olan türüne ‘murt’ denir.
115
Hıra: zayıf.
116
Kafası kel olduğu için. [kernep: Bir kabak cinsi]
117
Gözleri Japonların gözleri gibi yumuk olduğu için.
118
Gözleri çok küçük olduğu için bu lakap verilmiştir. Gözleri küçük olanlara mucuk gözlü derler.
119
Gözü mavi olduğu için.
267
2.5.Fiziksel Yetersizlik sebebiyle:
2.5.1. Ortopedik Yetersizlik: Topal Fahri, Topal Ali, Topal Fettah, Çolak
Nuri.
2.5.2. İşitme Yetersizliği: Sağır Fettah.
2.5.3. Görme yetersizliği sebebiyle: Kör Kemal, Kör Muhtar, Körcük.
2.5.4. Konuşma yetersizliği: Kekeç, Teter Mıstık, Taya Bayık, Çibiko.
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: Deli Zinete, Leleci, Albay121, Leleci122
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: Yedi Aylık, Kısır Kazım, Çukur Ali123,
124
Tuz .
3. Davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Beğenilmeyen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle:
Avukat125, Horuz,126Sümüklü Ali, Selli Şükür, Selli Hökmet, Sidikli İsmail, Eşşek
Fettah, Ağzı Kara, Deli Nadir, Kötü Ömer, Cıngaz Abdulla, Eşki, Kuru, Çepel,
Sefil, Müdü.
3.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Başkan127,
Coşkun , Āşık.129
128

3.2. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: Külot Halil,130 Deli
Muhtar,131 Mahalle Güzeli,132Tirintas,133Pampiŋ,134Aplakçı, Güzel, Köstük.
4. Ailevi özellikler: Dul Fatma, Kürt,135 Beycik,136Arap Kızı.137
5. Askerlikle ilgili: Ali Onbaşı, Koreli, Asker, Çavuş.
6. Meslek ve uğraşı: Gardiyan Kemal, Hızarcı Ali, Değirmenci, Petek138, Tozlu139,
Hākim,140 Doktor,141 Solist,142 Hacı Baba.143

120
Çok hızlı hareket ettiği için.
121
Hâl ve hareketlerinde hafiften özür bulunan bu şahısla dalga geçmek için.
122
Hafiften akıl boşluğu olduğu için bu lakap verilmiştir.
123
Kıl dönmesinden ameliyat olduğu için bu lakap verilmiştir.
124
Küçükken bilmeden çokça tuz yemiş. Boğazı tıkanmış, bir ay Ankara’da tedavi görmüştür. Bundan dolayı
bir lakap verilmiştir.
125
Çok konuştuğu için.
126
Herkese diklendiği için.
127
Öncülük yaptığı için.
128
Atılgan ve uçarı olduğu için.
129
Köyden birine âşık olup, onunla da evlenmiştir.
130
Köyde ilk defa külot giyen olduğu düşünüldüğü için.
131
Kazanamayacağını bildiği halde muhtarlığa adaylığını koyduğu için.
132
Bir ortamda ‘Ben mahallenin en güzel kadınıyım’ dediği için.
133
Kadınlar kirli olduğunu söylediğinde “Ne kirlisi ciğerim, tirintas gibiyim” dediği için.
134
Küçükken şarkıların melodilerini sürekli tekrar edermiş. Söylerken de “papampapampin” şeklinde
söylediği için bu lakap verilmiş.
135
Eşi Kürt olduğu için.
136
Babası çok zengin olan ve babasının lakabı Bey olan Beycik, babasının ölümü üzerine kimsesiz kalır. Yaşı
çok küçük olduğu için büyükleri ona mirastan pay vermezler, köydekiler de onunla dalga geçmek için Beycik
demişler.
137
Annesi rahatsızlandığı için bir Arap kadın tarafından emzirildiği için.
268
7. Benzerlik sebebiyle: Saddam Hüseyin144, Jack145, Arap146
8. İsimden Bozma: Eco147, Ümbülü148.
9. Geldiği yerle ilgili olarak: Arsuzlu, Aydınlı, Şamlı.
10. Okul ve öğrenim durumu sebebiyle: ∅
11. Din ve inanış sebebiyle: ∅
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Sucukçu149, Çökelek150,
Balıkçı, Merrik151, Kıraç152, Tombak153.
13. Tersine adlandırma: ∅
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: ∅
5. Narlıca (Kaynak kişi: Rifat Öztürk)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: Kezzek Hösün, Çekirdek Hasan, Züngül154 Cemil.
2. Fiziksel özellikleri sebebiyle:
2.1. Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: ∅
2.1.2. Esmer olduğu için: Kara Mehamet
2.2. Boyla ilgili olarak
2.2.1. Kısa boylu olanlar için: ∅
2.2.2. Uzun boylu ve iri olanlar için: Eyyüp Hasan, Uzun Ahmet, Uzun
Osman.
2.3. Kilosu sebebiyle:
2.3.1. Şişman olduğu için: ∅

138
Arıcılıkla uğraştığı için.
139
Eskiden değirmen işleten şahsın sürekli kıyafetleri tozlu olduğu için.
140
Adliyede kâtip olduğu için.
141
Hastanede çalıştığı için.
142
Uzun yıllar gazinolarda şarkıcılık yaptığı için.
143
Eskiden köylerde sinemaya gitme modası varmış Sürekli filmlere gittiği için film karakterlerinden biri olan
“Hacı Baba”yı lakap olarak vermişler.
144
Saddam Hüseyin’e çok benzediği için.
145
Yabancı aktör Chuck Norris’e benzetildiği için.
146
Araplara benzediği için.
147
Necati olan isim zamanla Neco’ya daha sonra da Eco’ya dönüşmüştür.
148
Ümmügülsüm ismini söylemede zorlanan köylüler zamanla ‘Ümbülü’ demeye başlamışlardır.
149
Yörede’mumbar dolması’ yemeğine ‘sucuk’ denir. Bu yemeği çok sevdiği için.
150
Sürekli çökelek yediği için.
151
İçinde ‘oy Merrik’ sözleri geçen türküyü çok sevdiği için.
152
Sahibi olduğu kıraç tarlada çalışmayı çok sevdiği için.
153
Köydeki yaygın düşünceye göre ‘tombak’ eski ayakkabı anlamına gelmektedir. Bakkal olan Tombak,
sürekli eski ayakkabı aldığı için bu lakap verilmiştir.
154
Züngül: Yörede kızartılarak yapılan halka şeklindeki tatlıya verilen addır.
269
2.3.2. Zayıf olduğu için: Hıra Kız, Kuru Emne.
3. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Köse Memet.
4. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
4.1. Ortopedik yetersizlik: Topal Ali, Çolak Ali.
4.2. İşitme yetersizliği: ∅
4.3. Görme yetersizliği: ∅
4.4. Konuşma yetersizliği: ∅
4.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
4.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅
5. Davranışları sebebiyle:
5.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
5.1.1. Olumsuz davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Dabanca
Osman,155 Topçu Hikmet,156 Kurnaz İsmail, Berdüş Hikmet, Kart
Şükrü,157.Çorçil.158
5.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: ∅
5.1.3. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: Telefoncu
Ömer159, Abeli,160 Erkek Fatma, Ayici Süleyman,161 Java Ali,162Çete,163Tekeci
Ömer,164 Kebapçı,165 Lap Lap Osman.166
6. Ailevi özellikler: Kürt Kemal,167 Yarım Ağa,168 Afara169.
7. Askerlikle ilgili: Jenderme,170 Koreli Hösün, Çavuş, Onbaşı, Vanlı171.
8. Meslek ve uğraşı: Zeytçi Hikmet,172 Muhtar Hasan, Bayraktar,173 Kalaycı Nuri,
Tüccar Hösün174.

155
Mübalağalı bir şekilde palavra attığı için.
156
Her ortamda gaz çıkardığı için.
157
Kaba konuştuğu için.
158
Merhametsiz ve vicdansız davranışlarda bulunduğu için zalim anlamında bu lakap verilmiş.
159
Telefonun yaygın olarak kullanılmadığı dönemlerde taşları birbirine vurarak kulaklarına dayayarak ve
çöpleri kullanarak telefonla konuşma taklidi yaptığı için.
160
Genellikle aba giydiği için.
161
Köy düğünlerinde ayı kılığına soktuğu insanları def çalarak oynattığı için.
162
Gençliğinde trafik polislerini atlatacak kadar hızlı motosiklet kullandığı için.
163
Amcasının heybesinden badem çaldığı için amcası “çete” demiş ve öyle kalmıştır.
164
Yakalanacaklarını anlayan arkadaşlarının çaldıkları tekeyi kendisine verdikleri için.
165
Çocukken bir köpeği tandıra attığı için.
166
Çocuklarına, ayakkabıları yıpranmasın ve çabuk eskimesin diye, ayağınızı havaya kaldırıp lap lap
basacaksınız, dediği için.
167
Doğudan gelip köye yerleştiği için.
168
Damadı olduğu ağa kendisine aşırı hürmet ettiği için.
169
En son çocuk olduğu için. [afara: Tarladaki ürünün en son kalıntısı.]
170
Ölen ağabeyinin yerine yazıldığı için on yaşına gelince askere adı çıkmış jandarmalar teslim almaya
gelmişler. Bu nedenle kendisine bu lakap verilmiştir.
171
Askerliğini Van’da yaptığı için.
172
Zeytinyağı çıkarılan mengenede çalıştığı için.
173
Köyün bayraktarı olduğu için.
270
9. Benzerlik sebebiyle: ∅
10. İsimden Bozma: ∅
11. Geldiği yerle ilgili olarak: ∅
12. Okul ve öğrenim: ∅
13. Dini özellik: ∅
14. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Öcce Hösün175.
15. Tersine adlandırma: ∅
6. Oğlakören (Sümberi) (Kaynak Kişiler: Tuğba Bozkuş, Ebru
Bayraktar)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: Laylon Bekir, Kaptan, Tokmaklı, Eyibin Çavışı, Berzuk,
Bezzo, Kurduş.
2. Fiziksel özellikleri sebebiyle:
2.1. Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: ∅
2.1.2. Esmer olduğu için: Kara Ali, Karaca.
2.2. Boyla ilgili olarak:
2.2.1. Kısa boylu olanlar için: Buğdabağı176.
2.2.2. Uzun boylu ve iri olanlar için: ∅
2.3. Kilosu sebebiyle:
2.3.1. Şişman olduğu için: ∅
2.3.2. Zayıf olduğu için: Kuru Şükriye.
3. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Kel Ömer,177 Altınbaş.
4. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
4.1. Ortopedik yetersizlik: Çolak Halil.
4.2. İşitme yetersizliği: ∅
4.3. Görme yetersizliği: Kıypık.178
4.4. Konuşma yetersizliği: ∅
4.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
4.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅
5. Davranışları sebebiyle:

174
Koyun tüccarlığı yaptığı için.
175
Öcce yemeyi çok sevdiği için.[öcce: Bir tür mücver]
176
Kısa boylu ve tıknaz olduğu için.
177
Dedesinin başı kelmiş, dedesinden kendisine geçmiş bir lakap.
178
Bir gözü iyi göremediği için.
271
5.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
5.1.1. Olumsuz davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Kirli Ali,
Spiker179, Saddam180, Teknisyen181, Kulüpçü182, Deli Hanifi183, Sahtekâr184,
Bişik185, Turşu Ömer186, Eşti187, Kaptan188, Leyla189, Eyibin Çavuşu190.
5.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Jet Ali191,
Hüsnü Mübarek192, Islıkçı193, Sekreter194.
5.2.3. Yapılan tek bir hareket sebebiyle: Şalvarı düşük195, Efe196.
6. Ailevi özellikler: Torun197.
7. Askerlikle ilgili: Onbaşı, Albay198.
8. Meslek ve uğraşı: Çökelekçi199, Cerrah200, Mezarcı201, Sütaş202, Pilot203, Noter204.
9. Benzerlik sebebiyle: ∅
10. İsimden Bozma: ∅
11. Geldiği yerle ilgili olarak: Belanlı.
12. Okul ve öğrenim: ∅
13. Dini özellik: ∅
14. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Kama205, Trabzon206,
Beşiktaş207.

179
Çok konuştuğu ve sürekli haber yetiştirdiği için.
180
Çok sert olduğu için.
181
Bilmişlik taslıyarak çok konuşup, herkesi kandırdığı için.
182
Sürekli gece kulüplerinde gezdiği için.
183
Biraz garip davranışlar sergilediği ve çok çabuk sinirlendiği için bu ad verilmiş.
184
Çok yalan söylediği için.
185
Çok pişkin bir insan olduğu için.
186
Sürekli suratı asık olduğu için.
187
Çok ekşi suratlı olduğu için.
188
Etrafındaki insanları yönetme özelliği olduğu için.
189
Aklı havada olduğu için bir erkeğe verilen lakaptır.
190
Hiçbir vasfı olmayan bir insan olduğu için. (Lüzumsuz işler müdürü gibi)
191
Çok hızlı hareket ettiği için.
192
Yumuşak başlı olduğu için “mübarak” kelimesi ile ilgi kurulmuş.
193
Islık çalan bir kadın olarak halkın dikkatini çektiği için bu adla çağrılır olmuş.
194
Sürekli muhtarın yanında gezdiği için.
195
Oynarken şalvarı düştüğü için.
196
Sarhoş olduğu bir gün “Ben efeyim” dediği için.
197
Dedesi ve nenesi ile yaşadığı için.
198
Askeriyede çalıştığı için.
199
Dedesinin çökelek dükkânı varmış.
200
Sağlık memuru olarak çalıştığı için.
201
Mezar kazdığı için.
202
Sütaş bayiinde çalıştığı için.
203
İlk pilotlardan olduğu için.
204
Noterde çalıştığı için.
205
Yüzbaşının bir kılıcı ailede hatıra kaldığı için.
206
Trabzonspor takımına duyduğu büyük sevgi ve bağlılık sebebiyle.
272
15. Tersine adlandırma: ∅
7. Tahta Köprü (Kaynak kişi: Bilal Çiftçi)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler:
2. Fiziksel özellikleri sebebiyle:
2.1.Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: ∅
2.1.2. Esmer olduğu için: ∅
2.2. Boyla ilgili olarak
2.2.1. Kısa boylu olanlar için: ∅
2.2.2. Uzun boylu ve iri olanlar için: ∅
2.3. Kilosu sebebiyle:
2.3.1. Şişman olduğu için: ∅
2.3.2. Zayıf olduğu için: Gosgouk Memed.
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Titrek Hasan208.
2.5. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
2.5.1. Ortopedik yetersizlik: Topal Ali.
2.5.2. İşitme yetersizliği: ∅
2.5.3. Görme yetersizliği: ∅
2.5.4. Konuşma yetersizliği: ∅
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Olumsuz davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Buruşuk
Memet209, Ali Gıley.210
3.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Kelle
Bekir211.
3. 2. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: ∅
4. Ailevi özellikler: ∅
5. Askerlikle ilgili: ∅
6. Meslek ve uğraşı: ∅

207
Beşiktaş takımına duyduğu büyük sevgi ve bağlılık sebebiyle.
208
Sürekli titrediği için.
209
İş yaparken tembelliğinden buruştuğu için.
210
Çok kavgacı olduğu için Muhammed Ali Clay’in adı ile anılır olmuş.
211
Eskiden düğünlerde çok söylenen “Amanın kelle” oyununu oynadığı için.
273
7. Benzerlik sebebiyle: ∅
8. İsimden Bozma: ∅
9. Geldiği yerle ilgili olarak:
10. Okul ve öğrenim: ∅
11. Dini özellik: ∅
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Aşdan Yahni Hakkı,212
Alaman Ahmet213.
13. Tersine adlandırma: : Makaryos Memet214.
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: ∅
8. Uzunalıç ( Kaynak kişi: Bilal Çiftçi)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: ∅
2. Fiziksel özellikler sebebiyle:
2.1. Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Esmer olduğu için: Gara Memet.
2.1.2. Açık tenli olduğu için: Çil Mevlit.
2.2. Boyla ilgili olarak:
2.2.1. Kısa boylu olanlar için: Güdük Bostan, Güççük Arif.
2.2.2. Uzun boylu ve iri olanlar için: Tivel215 Mustafa, Goca Nuru, Uzun
Hayri.
2.3. Kilosu sebebiyle:
2.3.1. Şişman olduğu için: ∅
2.3.2. Zayıf olduğu için: ∅
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Gır Durmuş,216 Köse Cemil,
Lav Lav Hösün217.
2.5. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
2.5.1. Ortopetik yetersizlik: ∅
2.5.2. İşitme yetersizliği: ∅
2.5. 3. Görme yetersizliği: Hafız Mustafa.
2.5.4. Konuşma yetersizliği: ∅

212
Kuru fasulye ile bulgur pilavını gece yarısı bile karısına yaptıracak kadar sevdiği için bu lakap verilmiş.
213
Maden aramak, altın aramak, tarihi eser toplamak, cinlerle ilgilenmek gibi köylüye göre ilginç uğraşları
olduğu için.
214
Dindar olduğu için bu ad verilmiş.
215
Tivel ( a.) Uzun
216
Saçı çok erken yaşta beyazladığı için.
217
Çok gür sesle konuştuğu için.
274
2.5.5. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.6. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: ∅
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Olumsuz davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Telsiz
Memet218, Sert Ahmet219: Selli Amet.
3.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Fırfır220,
Çatalgöz İsmail221, Küffar Hösün222, Aşşık Apdılla223.
3. 2. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: ∅
4. Ailevi özellikler: Macir Osman.
5. Askerlikle ilgili: ∅
6. Meslek ve uğraşı: Çerçi Ahmet, Abbas Memet224.
7. Benzerlik sebebiyle: ∅
8. İsimden bozma: ∅
9. Geldiği yerle ilgili: ∅
10. Okul ve öğrenim: Fakı Memet225.
11. Dini özellikler: ∅
12. Çok sevdiği ve bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Taslı Omar226.
13.Tersine adlandırma: ∅
14. Yaşanan önemli olaylar sebebiyle: ∅
9. Üzümdalı (Süpha) (Kaynak kişiler: Sadettin Öztürk, Suzan Öztürk,
Nimet Kesat, Ulus Karaşah)
Veriliş sebeplerine göre:
1. Sebebi bilinmeyenler: Sipahi Dursun, Mıkko, Fellüt, Cıkı, Fino, Kaymak,
Davvılın Nuriyesi, Kıcı Hösin, Karatencere, Salik, Tiktolu Taha, Tiripli, Sefil
Osman, Kuşçu, Çullu Halil.
2. Fiziksel özellikleri sebebiyle:

218
Özellikle laf taşıyan biri olduğu için.
219
Sinirli ve gergin biri olduğu için.
220
Çok hızlı yürüdüğü için.
221
Çok dikkatli baktığı için.
222
Tarlalarını, bahçelerini iyi imar ettiği için .[ Bölgede eskiden Ermeniler hem çalışkanlıkları ve hem de tarla
ve bahçe işlerinde titizlikleri ile bilinirmiş. Ermeniler’e Kâfir, Gâvur ve Küffar denmektedir.]
223
Düğünlerde, özellikle halay sırasında türkü söylediği için. [Aptılla: Abdullah isminin köydeki söylenişi]
224
Köyün ilk ve tek kamyoncusu,” Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz.” Cümlesinin yaptığı çağrışımla.
225
Okumuş biri olduğu için.
226
Suyu hep tasla içtiği için.
275
2.1. Ten rengi sebebiyle:
2.1.1. Açık tenli olduğu için: Sarı Ali
2.1.2. Esmer olduğu için: Kara Kerim, Kara Yüsüf, Kara Ayyüş, Kara
Vehit, Kara Cengiz, Karadayı.
2.2. Boyla ilgili olarak:
2.2.1. Kısa boylu olduğu için: Güdük Salman, Büdü.
2.2.2. Uzun boylu ve iri olduğu için: ∅
2.3. Kilo ile ilgili olarak:
2.3.1. Şişman olduğu için: Papaz Ali.
2.3.2. Zayıf olduğu için: Kuru Ayyüş, Kuru İsa, Pilibitik227.
2.4. Dikkati çeken fiziksel özellikleri sebebiyle: Köse Halil, Taslak,228 Dik
Omar,229 Ayvaz,230 Çapar Muhammet,231 Yandan Çarklı232.
2.5. Fiziksel yetersizliği veya eksikliği sebebiyle:
2.5.1. Ortopedik yetersizlik: Topal Semet.
2.5.2. İşitme yetersizliği: ∅
2.5.3. Görme yetersizliği: Kör Selho, Kör Hösün, Osman Kör Ali, Kör
Abdo.
2.5.4. Konuşma yetersizliği: Saksağan Ali,233 Pepe Fahri.234
2.5.6. Zihinsel yetersizlik sebebiyle: ∅
2.5.7. Çeşitli hastalıklar sebebiyle: Çırkıt235.
3. Davranışları sebebiyle:
3.1. Süreklilik gösteren davranışlar sebebiyle:
3.1.1. Beğenilmeyen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Bırbır
Salamiddin236, Çört Osman237, Ayşe Kadın238, Deli Samet, Deli Meneş239, Koska
Muhammed240, Dilki Ali241, Dul Hösün242, Bırbır Salamiddin243, Çitiris244, Turşu245,

227
Çok zayıf ve güçsüz olduğu için.
228
Şekilsiz bir vücudu olduğu için.
229
Konuşurken başını havaya diktiğinden.
230
Ayvaz: Çok sefil ve acınacak bir görüntüsü olduğu için.
231
Yüzünde çiçek bozuğu veya yara izleri olduğu için.
232
Yan yan yürüdüğü için.
233
Biraz kekeme olduğu için saksağan kuşuna benzetilmiş.
234
Kekeme olduğu için.
235
Takati kalmadığı için çırkıtı çıkmış anlamında.
236
Çok ve boş konuştuğu için.
237
Paldır pandıras bir adam, çörtçört iş yapar.
238
Devamlı kadınlarla bir arada olduğu için ve onlarla kömeç topladığı için.
239
Meneş: Menekşe isminin köydeki söylenişi.
240
Koska, kendini beğenmiş burnu havada.
241
Çok kurnaz olduğu için.
242
Dul hanımlara ilgi gösterdiği için.
243
Çok ve boş konuştuğu için. [Salamiddin: Selamettin isminin köydeki söylenişi]
244
Israrcı ve muhalif yapısıyla cır cır öten bir kuş olan “çitiris” e benzetilmiş.
245
Sürekli asık suratlı olduğu için.
276
Sakar Gündüz246, Höshös Memet247, Küflü Ali248, Tiktik Sebahat249, Küflü Ali250, Killi
Meyli251.
3.1.2. Beğenilen davranışlar ve karakter özellikleri sebebiyle: Baba Hösün 252,
Zehir Uçağı253, Mahsüm İsmayil254.
3. 2. Yapılan bir hareket veya söylenen bir söz sebebiyle: Pissik Hökmet 255, Kasap
Aliye256, Banadura gavurması257, Bargut258 Şıh259, Vakvak260, Taktakı261.
4. Ailevi özellikler: Kürt Fatması262, Kürdoğlu263, Dedo264, Beyin Oğlu265, Afara266,
Jeyar267, Babi268, Kurtçuğun Karısı269, Zennüp İsmayil270.
5. Askerlikle ilgili: Yüsüf Çavuş271,Paşa Ağa272, Subay Ahmet273.
6. Meslek ve uğraşı: Karcı Osman, 274Balyacı Hösin, Balcı Ali, Samancı Selim. Meyrem
Ağa, Davıl Hasan275, Balcı Memet, Sondaç Ali276, Hasip277 Pehlivan278.
7. Benzerlik sebebiyle: Kaddafi Lütfü, Basri Mustafa 279.

246
Sürekli yanlış işler yaptığı için.
247
Her haberi öğrenmek için yanındakini ney ney diye dürten biri olduğu için. [hös: Sus anlamındadır]
248
Kirli olduğu için.
249
Çok gezip çok konuştuğu için.
250
Pasaklı olduğu için.
251
Kirli olduğu için.[Meyli: Yörede kullanılan bir kadın adı.]
252
İnsanların iş bulmasına önayak olduğu için.
253
Çok hızlı koşarmış. Hem zehir hem de uçak hızlı anlamını daha da güçlendirmek için kullanılmış
254
Masum masum yürüdüğü için.
255
Kedi takliti yaptığı için.
256
Dostuyla bir olup kocasını kestiği için.
257
Lokantada yemeğin adını hatırlamayıp “bana banadura gavurması getirin” demiş. O günden sonra adı
banadura gavurması kalmış. [banadura: Domates.]
258
Al sana bir bargut harca diyerek babasının verdiği bargutu ( küçük bir para birimi, bir kuruş gibi)harcadığı
için.
259
Çocukluğunda köye gelip ayin yapan şıhların davranışlarını taklit etmiş.
260
Yolda gördüğü kurbağaları çıkardığı sesin taklidini yaparak köye geldiği için.
261
Bir kuşu anlatırken ağaçkakana benzetildiği için.
262
Doğu kökenli olduğu için.
263
Doğu kökenli olduğu için.
264
İsmini aldığı dedesi öldüğü için dedesine benzeyen bebek “dedo, dedo” diye sevilince adı öyle kalmıştır.
265
Babasına “bey” dendiği için.
266
En son çocuk olduğu için.
267
İki evli olmak, çiftlik sahibi olmak ve kardeşini maddi olarak aldatmak gibi özellikleri ile köy halkının dizi
karakteri Jeyar’la aralarında bağ kurdukları için.
268
Jeyar lakaplı kişinin kardeşi olduğu için.
269
Oğlunun lakabı “Kurtçuk” olan yaşlı kadına verilen lakap.
270
Çok fakir bir ailenin çocuğu olduğu için [ zennup: günahkâr, sefil, acınacak durumda olan]
271
Askerde çavuş olduğu için.
272
Hatay’ın ana vatana katılması sırasında mücadele ettiği için, köyün ağası.
273
Askerde subaylık yaptım diye insanları kandırdığı için.
274
Kar getirip sattığı için.
275
Köyün tellalı olduğu için.
276
Hurdacılık yapıyor sondaj motoru parçalarını da aldığı için.
277
Tombalacılık yapıyormuş. Torbadan çekerken söylediği ‘ya nasip’ ifadesi değiştirilerek ‘hasip’ e dönmüş.
278
Güreşçi olduğu için.
279
Çizgi roman karakterleri “Basri ile Fatoş”’un Basri’si gibi uysal ve uyumlu olduğu için.
277
8. İsimden Bozma: Recco 280, Irkiye Kari281, Abo282 Ağa, Emo283 Kadın, Selho284,
Maso285, Silo286.
9. Geldiği yerle ilgili olarak: ∅
10. Okul ve öğrenim: Mulla Nöriye287.
11. Din ve inanış sebebiyle: Nömen Hoca288, Gavur Ali289,Fakı Sülemen290, Kurtça
Memet291.
12. Çok sevdiği ve çok bağlı olduğu şeyler sebebiyle: Deli Aşir 292.
13. Tersine adlandırma: Ali Haci293, Sofu294.
14. Yaşanan önemli bir olay sebebiyle: Yanık295.
Köyler Türkçe Arapç. Farsça Frans. Almn. İng. İtalyan. Erm. Diğer

Açıkdere 19 11 5 1 - - - - 8

Akcurun 56 18 6 5 1 2 26

Karaksı 47 8 9 4 - - - - 5

Kisecik 29 11 8 7 1 1 1 21

Narlıca 21 7 2 2 1 - - - 9

Oğlakören 26 6 4 6 - 1 1 - 5

Tahta 5 2 2 - - 1 1 - -
Köprü
Uzunalıç 13 7 1
Üzümdalı 64 16 12 2 0 3 2 8

Toplam 280 86 49 27 2 8 5 1 82

Tablo1: Kökenleri Açısında Lakaplar

280
Recep
281
Rukiye
282
Abdullah
283
Emine
284
Selahattin
285
Mustafa
286
Süleyman
287
Bilgi ve eğitimli bir kadın olduğu için.
288
Dindar ve çok güvenilir olduğu için.
289
Dini vecibelerini yerine getirmediği için.
290
Dini bilgisi oldukça derin olduğu için.
291
Doğan çocukları yaşamayan anne, ölmesin diye yeni doğan bebeğini kurt inine götürmüş, bir gece onunla
orada kalmış, bu sebeple adı Mehmet olan çocuğa köy halkı da ‘kurtça’ ismini takmıştır.
292
Yörede ‘aşir’ denilen yemeği aşırı derecede sevdiği için.
293
Hiç haça gitmediği ve dindar olmadığı halde bu lakap verilmiştir.
294
Hiç dindar olmadığı halde bu lakap verilmiştir.
295
Yangında yandığı için.
278
Elde ettiğimiz verilerde kişilere adları dışında takılan lakaplar ve kişilerin
adlarından bozma lakaplardaki kelime sayısı toplam olarak 540 adettir. Bu
kelimelerin % 51’ i Türkçe, % 15’i Arapça, % 0,9’u Farsça, % 0,5’i Fransızcadır.
Tabloda Diğer başlığı altında gösterilenlerin bir kısmını kökeni bilinmeyen
kelimeler oluşturmakta bir kısmı da çete (Bulgarca), Kore (?), Kürt (?), Hiro, Japon
gibi kelimelerdir.
AD A Krk. K N OÖ TK UA ÜD Toplam

SBlm. 6 49 - 15 4 7 - - 17 98

Esm. 3 2 3 7 1 2 - 1 6 25*

Açk.T. 2 1 2 7 - - - 1 1 14*

Uzunbyl. 2 2 2 4 3 - - 3 - 16*

Kısabyl. 3 1 2 3 - 1 - 2 2 14*

Kilolu - 1 1 2 - - - - - 4

Zayıf - 2 3 4 2 1 1 - 3 14*

Dik.Ç.F.Öz. 4 19 10 11 1 2 1 3 6 57*

Ortp..Yetrs. 3 5 2 4 2 1 1 - 1 18*

İşt.Ytrs. - - - 1 - - - - - -

Grm.Ytrs. 1 3 1 3 - - - 1 4 13*

Knş.Ytrs. - 2 - 4 - - - - 2 8

Zhn.Ytrs - - - 4 - - - - - 4

Hst. - - 3 4 - - - - 1 7

Olms. Davr. 8 14 12 15 6 13 2 3 16 89*

Olml. Davr. 8 8 8 3 - 4 1 4 3 38*

Ypt.Hrk. veya - 6 - 4 9 2 - - 7 28
Söyl. Söz

Aile 3 1 1 4 3 1 - 1 9 23*

Askerlik 1 2 4 4 5 2 - - 3 19

Mslk ve Uğrş. 1 4 3 9 5 6 - 2 10 40

Bnz. - 1 3 3 - - - - 1 8

İsm.Bozm. - - - 2 - - - - 7 9

Gld.Yerl. - 1 - 3 - 1 - - - 5

Okl. Öğr. - 1 1 - - - 1 1 4

Din ve inanış Öz. - 1 - - - - - 4 5

Sevd.Bağl. - - 4 6 1 3 2 1 1 17*

Ters. Adl. - 1 2 - - 1 - 2 6

Yşn.oly.ilg. - - - - - - -- 1 1

Toplam 45 127 67 126 42 46 9 23 108

Tablo 2: Veriliş Sebeplerine Göre Lakaplar


279
Tabloya bakılınca lakap vermede beğenilmeyen davranışlar’ın ( 88) en çok
tercih sebebi olduğu görülmektedir. Daha sonra sırasıyla dikkati çeken fiziksel
özellikler (55), meslek ve uğraşlar (39), beğenilen davranışlar (35) lakap verme
sebebi olarak görülmektedir. Tabloda esmerliğin açık tenlilikten; uzun boylu
olmanın kısa boylu olmaktan, beğenilmeyen davranışların beğenilen davranışlardan,
zayıflığın şişmanlıktan, görme yetersizliğinin diğer yetersizliklerden daha çok lakap
verme sebebi olduğu görülmektedir.
Antakya’ya bağlı dokuz köyden elde ettiğimiz verilerde dikkati çeken
özelliklerden biri de verilen lakaplarda görülen ağız özellikleridir. Ağız özellikleri
de şu noktalarda görülmektedir:
1. Ölçünlü dilde kullanılan kelimelerdeki söyleyiş farklılığı: Sondaç Ali( ÜD)<
sondaj, : Gosgouk Memed(TK) < kovuk>gouk>gosgouk, Dabanı Böyyük Hatice
(A) < taban/ böyük> büyük <böyyük, Doktur Memet (A) <doktor, Güççük
Arif(UA) < küçük
2. Ölçünlü dilde kullanılan kelimelerin farklı anlamda kullanılmış olmaları:
‘gurbet296’ Arapça kökenli bu kelime ölçünlü dilde doğup yaşanılmış yerden uzak
olunan yer anlamında iken yörede gurbet > gurbat>kurbat gelişimi ile ‘çingene’
anlamında kullanılmaktadır (A, AD).
3. Ölçünlü dilde kullanılmayan kelimeler: Banadura (ÜD), Höshös (ÜD), öççe,
Zeyt(N), semirsek (A), kernep ( K) gibi yöreye özgü kelimelerin lakap olarak
kullanıldığı görülmektedir.
Sonuç
Antakya köylerinden derlediğimiz lakaplarla ilgili yaptığımız araştırmanın
sonucunda, her ne kadar insanların resmi olarak adı soyadı olsa da içinde bulunduğu
toplumun verdiği adın daha geçerli olduğu, daha net çağrışım yapma özelliğine sahip
olduğu görülmüştür. Dikkati çeken bir durum da bir kişinin aldığı lakap sadece o kişiye
ait olmamakta, çocuğuna, eşine, torununa da küçük ilavelerle lakap olmaktadır. Örnek:
Kurtça-Kurtçanın Karisi (ÜD). Lakap vermede en çok kişinin davranışları, fiziksel
özellikleri, meslek ve uğraşlarının önemli rol oynadığı görülmekle beraber bazen tek bir
defa söylediği bir söz, toplum önünde küçük düştüğü bir olay, okul numarası, benzediği
kişi de lakap verme sebebi olabilmektedir. Köyden köye aynı kelimenin başka sebeple
lakap olarak verildiği de görülmektedir. Mesela yalloz~yelloz kelimesi Açıkdere
köyünde Mehmet isimli bir kişiye geveze olduğu için, Akçurun köyünde insanları
aldattığı için verilmiş. Lakaplarda çok dindar birine Makaryos (TK), dini vecibeleri
yerine getirmede biraz esnek olan kişilere Sofu (ÜD), çok iri yarı birine Minik (Krk.)
gibi tersine adlandırmalar da toplumun ince mizah anlayışını yansıtmaktadır. En
önemlisi de insanlar lakap verirken oldukça özgür oldukları için verdikleri bu lakaplarda
onların yalın zevk ve kültürlerini, mizah anlayışlarını, dil özelliklerini görmek
mümkündür. Lakaplar konusunda yapılacak daha kapsamlı araştırmalar Türk kültürünü
daha net olarak ortaya koyacaktır. .

296
http://www.tdk.gov.tr (Erişim tarihi: 05.11.2015)
280
KAYNAK KİŞİLER
Ömer Bilgin-Türkçe Öğretmeni-32 yaşında
Bilal Çiftçi- Türkçe Öğretmeni- 32 yaşında
Hasan Doğru- Sınıf Öğretmeni- 46 yaşında
Sadettin Öztürk- Öğretim Elemanı- 61 yaşında
Rifat Öztürk- Öğretim Elemanı- 61 yaşında
Suzan Öztürk- Memur- 42 yaşında
Ulus Karaşah- Çiftçi-53 yaşında
Nimet Kesat – Ev hanımı- 73 yaşında
Tuba Bozkuş- Türkçe Öğretmeni- 27 yaşında
Ebru Bayraktar- Öğrenci- 19 yaşında

KAYNAKLAR
Aksan, D. (2000). Her Yönüyle Dil. TDK Yayınları, Ankara 2010, s. 119.
Coşar, A.M. (1999). Trabzon’da Kullanılan Lakaplar Üzerine Bir
Derleme/Değerlendirme. http://turkoloji.cu.edu.tr/Erişim tarihi 18.10.2015,
Ergin, M. (1991).Dede Korkut Kitabı. Ankara. TDK Yayınları, Ankara, s. 9-96.
Ergin, M. (2002). Orhun Abideleri. Boğaziçi Yayınları, İstanbul s.34.
Kişi adları Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi. Dergâh Yay. İstanbul 1982, c. V, s.
355.
http://www.tdk.gov.tr(Erişim tarihi: 05.11.2015)

281
19. YÜZYIL HATAY ÂŞIKLARI

Bülent ARI
Giriş
Türk halk şiiri tarihini Orta Asya Türk edebiyatına dayandırmak bir
gelenek hâlini almıştır. Ozan-baksı tipinin İslamiyet sonrası Anadolu’daki tasavvufî
akımlar ve tekke edebiyatı etkisinde kalarak âşık edebiyatını oluşturduğu kabul
gören bir düşüncedir1. Her ne kadar âşık tipi Orta Asya ozan-baksı geleneğine bağlı
olsa da, Anadolu’da İslamî öze bağlı olarak oluşan yeni bir tiptir2.
Âşığın eğitimi birtakım kurallara bağlıdır. Bir usta yanına kapılanmak,
orada âşık makamlarını öğrenip, sonrasında meydan almak belirli bir süreç
içerisinde gerçekleşir3.
Âşıklık geleneği 14. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bir gelenektir.
Çukurova ve çevresinde ise 17. yüzyıl sonrasında Karacaoğlan ile bu geleneğin
geliştiği ve yayıldığı dikkatimizi çeker. Aşağıda ansiklopedik olarak hakkında bilgi
verdiğimiz âşıklar da bu Karacaoğlan geleneği etkisiyle şiirlerini yazmış ve 19.-20.
yüzyıllarda yaşamışlardır.
1. Âşık Meryem
Âşık Meryem, Hatay’ın Kırıkhan ilçesine bağlı Delibekirli Köyü’nde 1836
yılında doğmuştur4. Âşık Meryem’in Elifoğulları adıyla anılan dedeleri aslen
Darendeli’dir5. Daha sonra oradan Delibekirli Köyün’ne göç etmişlerdir. Delibekirli
Köyü’nden Bekiroğlu adında biriyle evlenmiş ve bir kız çocuğu olmuştur. Fakat
kızı on sekiz – yirmi yaşlarında ölmüştür. Anne ve babasını da kaybeden Âşık
Meryem, Yasemin adında bir kız ile Çapar Âşık adıyla bilinen Mustafa’yı evlat
edinmiştir. Kendi çocuğu olmadığı için soyunu yeğenleri devam ettirmiştir6.
Âşık Meryem’in eğitim hayatıyla ilgili kesin bir bilgiye ulaşılamamakla
birlikte şiirlerinde kullandığı dini kökenli kelime ve kavramların kaynağının
ziyaretteki vaazlar ve sohbetler olduğu bilinmektedir.


Doç. Dr. Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü
1
Umay Günay, Âşık Tarzında Bade İçme ve Rüya Motifi, Akçağ Yay. Ankara, 1992, s. 8.
2
Erman Artun, Günümüzde Adana Aşıklık Geleneği ve Aşık Feymani (1966-1996), Adana İl Kültür
Müdürlüğü Yay., Adana 1996, s. 14.
3
Pertev Naili Boratav, Aşıklar ve Aşık Edebiyatı, Türk DİA, Türk şiiri Özel Sayısı , Türk Yay., Ankara 1968,
s. 342.
4
Ziya Kılıçözü, Hatay Halk Şairleri, Kader Basımevi, İstanbul, 1948, s. 54.
5
Müslüm Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, Önder Ofset, Hatay 2000, s. 7.
6
Mehmet Tekin, Âşık Meryem, Zirem Basımevi, Antakya 1997, s. 5.
282
20. yüzyıl başlarında Darb-ı Sâk Kalesi harabesi üzerindeki Bayezid-i
Bestami ziyaretini imar eden Mursaloğlu Mustafa Şevki Paşa, yetmiş yıl ömür
süren Âşık Meryem’i son yıllarında himayesine almıştır7.
Bir rivayete göre kırk yaşında geçirdiği çiçek hastalığı neticesinde gözlerini
kaybeden Âşık Meryem 1916 yılında hayata gözlerini yummuştur8.
Âşık Meryem, şiiri ve şiir geleneğini köyündeki ya da civar köylerdeki halk
şairlerinden öğrenmiş olmalıdır. Şairliğinin oluşmasında yetiştiği yöre kadınlarının
söyledikleri ağıt, türkü ve destanların etkili olduğunu söylemek mümkündür.
Âşık Meryem’in şiirlerinde yörede kullanılan dil özelliklerine sıkça
rastlanmaktadır. Yöresel dilin yanı sıra kimi şiirlerinde ölçüyü tamamlamak
amacıyla kelimelerin başına ya da ortasına sesli eklediği de görülmektedir. Genel
olarak şiirlerinde kullandığı dil Türkçe ve anlatım akıcıdır. Şiirlerinde ağırlıklı
olarak övgü ve yergiye yer veren şair, dünyadan şikâyet, ihtiyarlıktan şikâyet, ölüm
ve ahiret konularını işlemiştir. Şiirleri Karacaoğlan tarzının devamı niteliğinde olup
üslup açısından Sefil molla ve Âşık Hacı ile benzerlik göstermektedir. 4+4 veya
4+4+3 duraklı hece ölçüsü ile söylediği şiirlerinde kafiye düzeni aaba ya da accb
şeklindedir.
Âşık Meryem’in şiirlerinin toplanılıp basıldığı bir eserinin bulunmadığı,
günümüze ulaşan şiirlerinin ikinci ağızdan ve yaşlılık dönemine ait olduğu
bilinmektedir.
Şiirlerinden Örnekler
I9
Hotaz başım eğer iken
Zülüf döşe değer iken
Gören boynun eğer iken
O günler geçti niyneyim

Kınalydı ağca elim


Zeykirden geçerdi yelim
Baldan tatlı idi dilim
Ağıdan içdi niyneyim

Okumadan yazar iken


Mürekkepsiz süzer iken
Elden ele gezer iken
Ayağa düşdü niyneyim

Emri hudam karar duttu


Iğraladı halkı yuttu
Güzel idim çirkin etti

7
Tekin, Âşık Meryem, s. 5.
8
Refik Ahmet Sevengil, Çağımızın Halk Şairleri, Baha Matbaası, İstanbul 1967, s. 154.
9
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 10.
283
Çarkıma sıçdı niyneyim

Âşık Meryem der ki n’oldum


Emr-i Hakdan iyi bildim
Fikir deryasına daldım
Akıl da şaşdı niyneyim

II10
Hayır ameli çoğusa
Mevlaya yüzü ağısa
Eğer günahı yoğusa
Yanmaz ateşe kocalık

Kocalığın müşkil işi


Dökülür kirpiği kaşı
Sallanır titrer başı
Döner sehoşa kocalık

Ne yanına gelir kızlar


Ne gelin yarasını tuzlar
Ayağında kısmet gözler
Döner baykuşa kocalık

Kalksa yoluna gidemez


Etrafa seyran edemez
Değirmeni un edemez
Döner körtaşa kocalık

Sabahınan erken kalkar


Sidik bacağından akar
Mucuk gözüne çokar
Çırpınır döşe kocalık

Okuyup karadan seçmez


Kuş olup havada uçmaz
Fes püskül eline geçmez
Börk giyer başa kocalık

Âşık Meryem eder destan


Nakledeyim her nefesten
Yeğiti çok Arabistan
Olasın paşa kocalık

III11
Yürü güzel yürü sen binler yaşa
Hiç baha mı yeter cevahir taşa

10
Kılıçözü, Hatay Halk Şairler, .s. 54-55.
11
Tekin, Âşık Meryem, s. 25.

284
Hemi aya benzer hem de güneşe
Böyle güzel Gürcistan’da olur mu?

Sallanıp karşımda eyleme nazı


Aklımı alıyor sürmeli gözü
Bir aya misaldir güher yıldızı
Acep bu güzellik sana kalır mı?

Yayladayım Kayseri’yi Kaman’ı


Donatayım kaşı gözü kemanı
Çok yalvarsam kız bilir mi âmânı
Aman desem sunam halden bilir mi?

Iras geldim bir sürmeli ceylana


Cennete misal de yüzün görene
Ya ne mutlu nefis seni narana
Seni saran binler yaşar olur mu?

Âşık Meryem söyler sözün sağını


Berk bağladın bentlerini bağını
Telli turna tor şahanın avını
Aplak doğan pençe vurur alır mı?

IV12
Uykum gelip de yatmazdım
Şu âlemi uyutmazdım
Sonunu fikir etmezdim
Kocalık geldi başıma

Sürmeliydi kara gözüm


Bedir benli maya yüzüm
Kutuya benzerdi ağzım
İnci derlerdi dişime

Nece boyun kaşıdırdım


Nece gönül daşıdırdım
Neç’ayazda üşüdürdüm
Zarı dayanmaz kaşıma

Kimi halim yaman derken


Kimi kafam duman derken
Kimi öldüm aman derken
Şimdi vuruyom döşüme

Yel çabala evcik oyna


Gözüm güher yüzün ayna
Ne tatlısın yalan dünya

12
Tekin, Âşık Meryem, s. 32

285
Acaib kaldım işine

Âşık Meryem der ki mertler


Aldı beni türlü dertler
Al mavi giyen yiğitler
Onlar yandı ateşime

2. Âşık Hasan
Âşık Hasan Hatay’ın Kırıkhan İlçesine bağlı Ceylanlı köyünde 1887 tarihinde
doğmuştur. Babası Konyalıoğlu Mustafa diye bilinir13. Abisi Sefil Molla da kendisi
gibi âşıktır. Babaları okuma yazma bildiğinden çocuklarını da okuryazar olarak
yetiştirmiştir. Her iki kardeş de saz çalıp şiirler söylemiştir.
1913 yılında Balkan Savaşı çıkınca Âşık Hasan abisi Sefil Molla’dan izin alarak
savaşa katılmak istemiştir. Belen askerlik şubesine başvurmuş fakat yaşı 25
olduğundan kabul edilmemiş. Ceylanlı’da kalan Âşık Hasan daha sonra kız kaçırma
yüzünden Halep hapishanesine atılmış ve burada genç yaşta ölmüştür. 1913 veya
1914’te öldüğü söylenmektedir14.
Şiirlerinde Örnekler:15
(Âşık Hasan’dan Sefil Molla’ya)
Ricam budur senden kardeşim hacı
Dini bir yoluma gitmek isterim
Derler gurbetliği zehirden acı
Ben dahi bir parmak tatmak isterim

Sana emanet ettim bizim kadını


Mehmed’e de evimizin odunu
Biraz gördüm buraların tadını
Bir parça gurbette kalmak isterim

Ne güzel olurdu Mevlanın işi


Hiç tükenmez olur gurbetin düşü
Dört kâfir bir olmuş kaldırmış başı
Öküzü beygiri satmak isterim

Ermeniden Annik Mannik Samik’i


Hep toplandı Arabistan Amik’i
Loru kuşu evvel ölçer Kemik’i
Ben dahi ölçmedim yutmak isterim

Fakirlere çok sadaka adarım


Şu dünyada malı mülkü niderim
Sen ne dersen ben o yola giderim
Ulunun sözünü tutmak isterim

13
Sevengil, Çağımızın Halk Şairleri, s.40.
14
Kılıçözü, Hatay Halk Şairleri, s. 19.
15
Kılıçözü, Hatay Halk Şairleri, s. 19, 20.
286
(Âşık) der ki alkış eylerim sana
Bu derneği gören kalır mı sona
Mevlayı seversen izin ver bana
Dini bir uğruna gitmek isterim

3. Sefil Molla
Asıl adı Hacı Hakkı’dır. Hacı Hakkı, şiirlerini Sefil Molla olarak
imzalamıştır. Şair Hakkı’ya medresede okuduğu için “molla” denmiştir. Sefil
Molla, 26 Haziran1869 yılında, Pazar günü, Hatay’ın Belen ilçesine bağlı Ceylanlı
Köyü’nde dünyaya gelmiştir16. Konyalıoğlu Mustafa Efendi adında bir hocanın
oğludur. Dedesi Hasan Efendi, Bayburtlu Kara Müftü adıyla şöhret yapmış olan
Bayburt müftüsüdür. Annesi ise Konyalıoğlu Mustafa Efendi’nin Hassa’nın
Eğribucak Köyü’nde ders aldığı Hacı Murtaza Efendi’nin kızıdır17.
Sefil Molla’nın kendisinden on sekiz yaş küçük, Hasan adında bir erkek
kardeşi vardır ve Âşık Hasan mahlasıyla saz çalıp şiir söylemektedir.
Sefil Molla, ilk tahsilini babası Konyalıoğlu Mustafa Efendi’den almıştır.
Ardından dört sene Belen Rüştiyesine devam etmiş ve oradan da Antakya
medreselerine geçmiştir. Antakya’da Hacı Abdussamed Efendi mezunlarından H.
Mahmut Efendi’de beş sene okumuştur. Ardından askerlik için yapılan imtihanda
başarılı olarak askerlikten muaf tutulmuştur.
Köylerde imamlık yaparak geçirdiği sıkıntılarla dolu bir dönemden sonra
Bayezid-i Bestami ziyaretgâh ve makamını yaptırıp mamur eden Rumeli Beylerbeyi
Payelilerinden Karamürselzade Hacı Mustafa Şevki Paşa’nın emriyle ziyaret
camiine imam olarak tayin edilmiştir.
Önce Murseloğlu Mustafa Paşa ve sonra oğulları İnayet, İhsan ve Tayfur
beylerin himayesiyle yaşayan şair, 1937’de vefat etmiştir18.
Sefil Molla adıyla destanlar ve türküler yazan şairin, kendi el yazısıyla
“Sefil Molla” adını verdiği bir kitabı vardır. Bu kitap; manzum, mensur mektuplar,
taşlama ve övgüler yanında öğütler, destanlar, türküler, ağıtlar ve müşaverelerle
doludur. Samimi bir eda ile dile getirilen bu şiirlerde Karac’oğlan’ın lirizmi, Dertli
ve Seyrani’nin seziş ve kavrayışları görülür19. Şiirlerindeki dili “kaba Türkçe”
olarak değerlendirilen şairin zengin bir sözcük dağarcığı bulunmaktadır. Ünü
yöresinin dışına taşan şair, cönkünü çoğaltıp dostlarına armağan etmiştir. Yöresel
deyişle “türkü” ve “destan”ları dilden dile söylenegelmektedir. Âşık Hasan, Telli
Osman ve yaşadığı dönemde tanıştığı birçok halk şairine şiirde ve davranışta örnek
olmuştur.

16
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 15.
17
İsmail Hakkı Konyalı, Sefil Molla Divanı, Konya (Tarihsiz.), s. 3.
18
Sevengil, R. A. (1967). Çağımızın Halk Şairleri. İstanbul: Baha Matbaası, s.41
19
Kılıçözü, Hatay Halk Şairleri, s. 13.
287
Eserlerinden Örnekler
I20
Sabahtan baktım da ben bir güzele
Bakma el malına boşa dediler
Yalnız baktığın kalır yanına
Başına deli taş düşer dediler

Öğmeli güzeli dinde ar olmaz


Bin sene meth etsem daha yarı olmaz
Aklımı yitirdim hemen görünce
Yüzleri güleçtir dili şirince

Hükmeylesen baştanbaşa dediler


Padişah olsan da sana yar olmaz
Ya ayvaya benzer yahut turunca
İki şey saklamış döşe dediler

Âşıklar gördüğü güzeli öğer


Ancak birisini yürekten sever
Gözleri dünyanın malına değer
Hiç baha biçilmez kaşa dediler

Sefil Molla’m der ki gözleri humar


Beline bağlamış yar gümüş kemer
Anası Sultan’dır babası Ömer
Sordum kızın adı Ayşe dediler

II21
Kadir mevlam hikmetinden sorulmaz
Her kulunu bir dert ile gezdirir
Kimin mahrum eder kazançtan kârdan
Şaşkın ördek gibi geri yüzdürür

Kimisi derdinden ağlar gülemez


Kimisi malının hesabını bilemez
Kimisi ilaç için pekmez bulamaz
Kimine şekerle şerbet içtirir

Kimisine yer götürmez mal verir


Kimisine eski mitili çul verir
Kimisinin kısmetini bol verir
Ya kurda kırdırır yahut tezdirir

Kimisine at verir eder suvari


Kimin aç kor dünyasından bezdirir
Bir fakirin olsa birkaç davarı

20
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 15.
21
Kılıçözlü, Z. (1948). Hatay Halk Şairleri. İstanbul: Kader Basımevi. 13 – 14
288
Kimisine kurban eder himari

Molla der sefillik ancak bizedir


Feleğin ettiği kahrı cezedir
Kimisini dal dal eder uzadır
Kimisinin binaların bozdurur

III22
Sana bir nasihat etmek isterim
Belki öğüdümden alasın kardeş
Dinimiz yolunda gitme diyemem
Bir hidayet ola kalasın kardeş

Git der isem anam bana darılır


Gitme dersem belki gönlün kırılır
Gidip gelen üstümüze kurulur
Sağlık ile gidip gelesin kardeş

Bayram olur seni gönlüm arzular


Artar derdim yaralarım sızılar
Döküp gideceğim emlik kuzular
Yanıklı yanıklı melesin kardeş

Aklın dalgın yüreciğin kabarık


Öğütleri sana olsun teberik
Gelirsin ki kardeşciğin geberik
Arayıp mezarın bulasın kardeş

Akıl ermez yaradanın işine


Kimi kaçar kimi düşer peşine
Posta günlerinde hafta başında
Taahütlü mektup salasın kardeş

Görmez misin yoldan geri döneni


Düşünmen mi ağlaşarak yananı
Kırın gelir Bulgar ile Yunan’ı
Yakın Karadağ’ın kalesin kardeş

Sefil Molla’m der ki ben ne yapayım


Gücüm yetmez yollarını kapayım
Gel kardeşim gözlerinden öpeyim
Sağlık ile gide gelesin kardeş

22
Sevengil, R. A. (1967). Çağımızın Halk Şairleri. İstanbul: Baha Matbaası. 41-42
289
IV23
Mest ve medhuşum efendim Kibriyanın aşkına
Zarü giryan olmuşum beyti hüdanın aşkına
Mağrıp ve maşrıkten azmi rahı kab eyleyen
Toprağına yüz süren sol haciyanın aşkına
Halisane niyet ile Hac eden muhlislerin
Affolur cümle günahı ol mekân aşkına
Arzayı mahşer misali baş açık yalın ayak
Vakıf ede “Lebbeyk” deyi kan ağlayan aşkına
Her ne niyetle içersen mutlaka verir Hüda
Abu zemzem misti kevser sakiyanın aşkına
Ayrılırsan Kabetullahtan kan ağlar gözlerin
Erişsin kuvi Resuli muhlekanın aşkına
Esselatü vesselamü Ya Resullah aleyk
Ateşi dizsûz aşkı aşıkanın aşkına
Bu münacaatımı hakkı payina arz eylerim
Sen kabul eyle ricamı Mustafa’nın aşkına
Yakkma beni narl aşkına hızmetına kıl kabul
Ehli Beyti çarl yâri basafanın aşkına
Ravzayı paka varınca arç edem ihsanını
Ceddi paki ol şehidi Kerbelâ’nın aşkına
Adet olmuştur kendimden ben gibi köpekleri
Yurda bırakmaz ağası nanın aşkına
Böyle hayratı hesapsız işlemiş ejdandınız
Ah efendim sen kerem kıl hanedanın aşkına
Bak veli nimetindir Abdulhamit Bey senin
Hakkı’ya canını kurban eyle anın aşkına

4. Âşık Hacı
Âşık Hacı şiirlerinde mahlas kullanmamıştır. Hatay’ın Kırıkhan İlçesi’ne
bağlı Ceylanlı köyünde 1883 tarihinde doğmuştur. Âşık Hacı’nın saz çalma niteliği
yoktur24.
Âşık Hacı da bölgedeki diğer âşıklar gibi usta-çırak içerisinde yetişmemiş;
sazlı-sözlü ortamlara katılarak âşıklığını geliştirmiştir25.
Çanakkale savaşlarına katılır ve o sırada tanıştığı Saadet Hanım’la evlenir
ve sonrasında ondan bir kızı olur ve bir süre sonra ayrılarak köyüne gelir ve
çiftçilikle uğraşmaya başlar.
Âşık Hacı’nın kömür üzerine söylediği türkülü hikâyeleri, onu üne
kavuşturmuştur26. Âşık, şiirlerini 8’li ve 11’li hece ölçüsü ile söylemiştir. Yine
şiirlerine baktığımızda genellikle yarım kafiye ve tam kafiye kullandığı; redif

23
Konyalı, İ. H. (tarih yok). Sefil Molla Divanı. 9-10
24
Mehmet Karaburç, Osmaniye Merkez İlçede Aşıklık Geleneği, Ofad Yay., Osmaniye 2007, s. 59; Ahmet
Kılıç, Gavurdağı Türküleri, Modern Matbaa, Osmaniye 1976, s. 92, 94; Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 29.
25
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 21.
26
Kılıç, Gavurdağı Türküleri, s. 92, 94; Karaburç, Osmaniye Merkez İlçede Âşıklık Geleneği, s. 59.
290
kullanımına önem verdiği görülmektedir. Şiirlerinde koşma nazım şeklini
kullanmıştır. Şiirlerinde yerel halk söyleyişlerine (dad, maraz, yıra-garaz, kalan,
atınan…) deyimlere (şeker şerbet içir-, hesaba gel-, adamlık bil-…) Âşık, şiirlerinde
koşma, semai, destan ve türlü türkü türlerinde dile getirmiştir.
Âşık Hacı’nın işlediği konulara baktığımızda yoksulluk, yalancılık,
felekten şikâyet, geçim sıkıntısı, sıla özlemi gibi konuları işlediği görülmektedir.
Şiirlerinden Örnekler:
I27
Yerden mi ayrıldın ötüp gidersin
Benim de yârimi görün turnalar
Bir arzuhal yazdım sılaya doğru
Götürün dostuma verin turnalar.

Ötüp gider kılavuzlar seçilmiş


Siyah zülfü mah yüzünde saçılmış
Girin dost bağına neler açılmış
Tomurcuk gülünden derin turnalar.

Bilirsiniz yurdumuzun yolunu


Gidin sorun aşiretin halini
Biz vatan eyledik o Rumeli’ni
Siz bizim ellerde durun turnalar.

Âşık Hacı’m der ki sorarsan sılam


Vilayet Halep kazamız Belan
İli irahatlı yaylamız olan
Obamız ceylanlı sorun turnalar.

II28
Durmadan enginde yüce gidersin
Gündüzü de koyup gece gidersin
Şimdi zengin olur hacca gidersin
Bir ocak kömürün parasıynan

Git türkünü söyle eli nedersin


Kısıktın feleğe kahır mı edersin
Ocağı sel basar geri gidersin
Eliyin yüzüyün karasıynan

Âşık Hacı’m hani taştın satırın


Böyle olursa seheni de yitirin
Sırtına yüklenir eve götürün
Hayvan da kulamam kirasıynan

27
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 30.
28
Karaburç, Osmaniye Merkez İlçede Âşıklık Geleneği, s. 61.
291
III29
Nasıl ayrılayım ellerimizden
Besledim büyüttüm nazlı yar kaldı
Esirgesin gayrı bizi yaradan
Kavlimiz bir idi sözlü yar kaldı.

Şahin gibi yar karşımda dönerek


Bülbül gibi daldan dala konarak
O yar benden daha beter yanarak
Ciğeri ateşte közlü yar kaldı

Bize böyle imiş hakkın işleri


Hiç kurumaz gözlerimin yaşları
Hatırdan çıkmıyor hilal kaşları
İspir gibi ela gözlü yar kaldı
Âşık Hacı’m kendim doyuramadım
Nenedip dizimde uyudamadım
Ar ettim ellere duyuramadım
Sırrı yüreğimde gizli kaldı

4.1. Âşık Hacı’nın Kömür Üzerine Söylediği Türkülü Hikâyeleri30


Âşık Hacı, bir sabah erkenden kalkar. Vakit öğleye yaklaşır ama karısı
yemek vermez. Bunun üzerine karısına:
- Hatın gişi, bana bir kahvaltı vermiyecin mi? diye sorar
Karısı kızgın:
- İşe gitmiyorsun, nerden bulayım, çocuklarını besliyom, birde seni mi
besleyim?
- Nasıl doğurduysan öyle besle, diyerek evden çıkar Âşık Hacı. Evden biraz
uzakta cevizlerin dibine yatar. Uyumaya çalışır uyuyamaz, çünkü açtır. Açlık içinde
kıvranırken daha önce kömür yakmaya gittiği arkadaşı gelir.
- Arkadaş niye yatıyorsun diye sorar
Âşık Hacı:
- Hayrola ne var ki? Diye sorar.
Arkadaşı:
- Senin çocuklarda, benim çocuklarda aç. Yine kömür yakmaya gidelim de,
ekmek paramızı çıkaralım der.

29
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 29.
30
Kılıç, Gavurdağı Türküleri, s. 96,
292
Âşık Hacı’nın pek hoşuna gitmez ama arkadaşı biraz ısrardan sonra
gönlünü eder. Hemen eve döner, karısına durumu anlatırlar. Karısı sevinir. Bir azık
çıkınlayarak omzuna bağlar. Baltayı da omzuna verir. Tahrayı da kuşağına sokar.
Tüm hazırlıklardan sonra yola düşerler. Çok geçmeden varacakları yere varırlar.
Âşık Hacı, arkadaşıyla beraber bir kömür ocağı kurarak yakar. Tüm odunlar yanıp
kömür olur. Ocaktaki kömürü orta yere çıkarırlar.
- Arkadaşı Âşık Hacı’ ya:
- Hacı, sen bu kömürün yanında bekle, bir ateş kalırsa tüm kömür yanar
emeğimiz boşa gider. Ben köye gidip, kömürü taşımak için hısım akrabadan birkaç
yardımcı çağırayım.
Âşık Hacı kabul eder, arkadaşı gider. Âşık Hacı yatsı vakti gelince,
kömürün hepsini bir tarafa yığar, bir çıra yakıp yardımı ile kömüre bakar. Sonra
kömürü iki eşit parçaya ayırır. Yarısı kendisinindir yarısı arkadaşınındır. Yığının
birine bakarak “nasıl olsa benim, bütün borçları ödeyip çocuklara giyim de alıyor.
Cebin de bir miktar harçlık kalıyor” kendi payıma düşen kömürü satınca… bu
kömürü kurt yemez, hırsız çalmaz. Aç susuz soğukta ne bekleyim diye düşünerek
köye varır. Sabahleyin arkadaşıyla karşılaşır. Arkadaşı sinirlenir.
- Sen de mi geldin, diye bozuk çalar. Ben sana bir atat kalırsa hepsi, yanar
demedim mi diye konuşmasını sürdürür. Acele git bende yardımcı alıp hemen
geliyorum der.
Âşık Hacı, bu emirden pek hoşnut olmaz ama mecburen kömürü yaktıkları
yere varır. Ocağın yanına vardığında, kömür ocağında ince bir duman tütüyor.
Ocağa biraz daha yaklaştığında ocakta sadece bir kül yığını görür. Kömürden iz bile
yoktur. Hemen oraya ocağın başına düşer. “ortak gelecek, hani kömür derse ben ne
cevap vereyim, bir de ustasıyım diye laf atardım, avrada ne derim” diye düşünmeye
başlar. Bir çözüm bulamaz. Çareyi elini kulağa atmakta bulur ve şu sözleriyle
orman yankılanır:
Gine bir daş vurdun kırdın belimi
Yıkıldım yerimden kalkamaz oldum
İki gün iş tuttuk günah mı oldu
Ellerin yüzüne bakamaz oldum
Bana dert getirin ellere muraz
Kadir Mevla’m ancak bana mı garaz
Ustasıydık diye laf attık bir az
Kimseye bir laf atamaz oldum
Bilmiyon mu kömürün huyu
Yatsana gozların gölgesi goyu
Kurulup yatarken iş tuttuk deyi
Avrada da çalım satamaz oldum
Bu da Hak’tan geldi ellere çatsam
Unutsam acını Paris’e gitsem
Zararın çıkar mı külünü satsam
Borçluların yüzüne bakamaz oldum
Şimdi hesap edek zararı kârı
293
Üstüme borç koydum bir şimbil darı
Çocukların rızgını ver bari
Bir kulun derdini çekemez oldum
Kimseye söyleme bu böyle kalsın
Her gadimi eller bana mı gülsün
Yüzüne bakmaya bin töbe olsun
Bir yeşil yapraklı yıkamaz oldum
Âşık Hacı’m der de ne idi derdin
Ellere öykündün de sen seni yordun
Başına daş düşe bir iş mi gördün
Bir işin altından çıkamaz oldun

Âşık Hacı yine bir arkadaşıyla birlikte odun yakıp kömür elde ederek para
kazanmak için ormana gider 4 gün birlikte çalışırlar 400 yere ocak kurarlar ve 3 gün
odunlar yanar arkadaşı ile birlikte işin sonunda çok kârlı çıkacaklarını düşünürler.
Çünkü 50 batman –bir batman 8 kilo- odun çıkacağını hesaplamışlardır. Kömürün
batmanı 2 gümüş paradır. Fakat işler düşündükleri gibi olmaz; bir yağmur bastırır
ortalığı sel alır ve kömürleri sel götürür. Bu arada sel esnasında götürdükleri yemek
sahanları da selde kaybolur gider. Hanımının: “Senin kömürün batsın, benim
sahanlarımı getir, ben sahanlarımı isterim.” Diye kendisine kızacağını düşünerek
sıkıntıya düşer ve aşağıdaki dörtlükleri sıralar31:
Sen misin erbabı kömür yakmanın
Bunun da bir vaktı var sırasıyınan
Böyle bir sanat daha bulunmaz
Arasan çamlığın sırasıyınan
Durmadın enginde üce gidersin
Gündüzü de koyup gece gidersin
Şimdi zengin olur haça gidersin
Bir ocak kömürün parasıyınan
Get türkünü söyle eli nedersin
Kızıktın feleğe kahır mı edersin
Ocağı sel basar geri gedersin
Eliyin yüzüyün karasıyınan
Âşık Hacı’m der ki hani teştin satırın
Böyle olursa seheni de yitirin
Sırtına yüklenir eve götürün
Hayvan da bulaman kirasıyınan

5. Âşık Avcı Osman


1889’da İskenderun’un Akarca köyünde doğmuştur. Sonrasında
Kırıkhan’ın Hıttışa köyüne göçmüştür. Okur-yazar değildir32.
Badeli bir âşıktır, genç iken gördüğü bir rüyadan sonra şiir söylemeye başladığı
rivayet edilmektedir. Saz çalıp, çalmadığı konusunda bir bilgi mevcut değildir.

31
Kılıç, Gavurdağı Türküleri, s. 98.
32
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 32.
294
Usta-çırak içerisinde yetişmemiştir. Koşma tarzında yazdığı şiirlerinde güzellemeler
ön plandadır33.
Şiirlerinde 8’li ve 11’li ölçü ve yarım kafiye kullandığı ve Karacaoğlan
geleneğinden etkilendiği dikkati çeker. Şiirlerinde yerel halk söyleyişlerine (sızılar,
usul boy, isterkine, zelber, sokan), deyimler sıkça yer verdiği (kara bağır, yürek
yağı erit-, sözden dön-, ateşe yak-…) görülür. Şiirlerinde aşk, zamandan şikâyet,
vefa gibi konuların işlendiği görülür.
Şiirlerinden Örnekler:34
Bu sözüme yalan derler
Ben yaratan yalan mıyım
Ela gözüne akrebim ben
Sokan derler yılan mıyım

Ötesi olamaz yalanın


Yatağı olmaz yılanın
İşi olmazsa bilenin
Bunu bozan filan derler

Gezmezsen dağın başını


Çeken boranı kışını
Tutmazsan elin işini
Ne muhanet filan derler

Osman der ki gidem billah


Yerde gökte birdir Allah
Ol muhammet habibullah
Dört kitapta Kuran derler
Âşık Avcı Osman
Ala gözlerini sevdiğim dilber
Ben gidersem sizin olsun buralar
Ah ettikçe kara ağrım sızılar
Merhem almaz sinemdeki yaralar.

Şahan küçük ele vermez avını


Sen erittin yüreğimin yağını
Sara idim dostun usul boyunu
İsterkine kollarımı kıralar

Geçemiyom o dostumun nazından


Yeğit olan dönmez imiş sözünden
Öpe idim yanağından yüzünden
İsterkine bu ellerden süreler

Âşık Osman der ki halimiz nice


Üstümüz genişçe bir uçtan bir uca

33
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 37.
34
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 37.
295
Alıp dostu sara idim bir gece
İsterkine boynumu da vuralar.

Ala gözlü benli dilber


Kimim kaldı senden başka
Yakma beni ataşına
Neyim kaldı senden başka.

Bağlasan durmaz dilimi


Zelber büktü bu belimi
Kız sen çöz gel şu kolumu
Kime desem senden başka

Kudretten kara kaşın


On üç on dörttür yaşın
Bu dünyada yoktur eşin
Bulamadım senden başka.

Âşık Osman yanıyorum


El sözüne kanıyorum
Dostum diye tanıyorum
İnsafsız yok senden başka.
Âşık Avcı Osman

6. Âşık Kul Mehmet


Asıl adı Mehmet olan âşık, şiirlerinde Kul mahlasını bazen ismi ile, bazen
de soyadı ile birlikte (Kul Mehmet, Kul Çetin) kullanmıştır. Hatay’ın Kırıkhan
İlçesine bağlı Delibekirli köyünde 1878 yılında doğmuştur35.
Okuma-yazma bilmeyen âşığın, çok genç yaşlarda irticalen şiirler
söylemeye başlamıştır. Saz çalıp, çalamadığı konusunda elimizde herhangi bir bilgi
yoktur. Âşık Kul Mehmet de usta-çırak ilişkisine göre âşıklığını geliştiren
geliştirmemiştir; sazlı-sözlü ortamlar sayesinde âşıklığını geliştirmiştir. Âşığın ne
zaman öldüğü konusunda ise elde bir bilgi yoktur.
Âşığın elimizde Hatay’ın anavatana katılması nedeniyle kaleme aldığı iki
destanla, bir koşma örneği mevcuttur. Şiirlerini 8’li ve 11’li ölçü ile yazdığı
genellikle yarım kafiye kullandığı ve sıkça rediflere yer verdiği görülmektedir.
Şiirlerinde halk söyleyişlerine (mahara, has, meneviş, nişe), deyimlere (murada er-,
uzun dil, yüz-sür-,sel gibi ak-) başvurduğu görülmektedir.
Elimizde bulunan üç şiirden ikisi vatan sevgisi, diğer şiiri de dostluk
konusu ele almıştır36.

35
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 26.
36
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 18.
296
Şiirlerinden Örnekler:37
Emir verdi bize ata babamız
Bir gün olur selamettir çabamız
Kendileri şahın düşman abamız
Asıldı dalına söktü Antakya

Şehitlerin kabirlerin kazdılar


Misafirlere nice oda yazdılar
Bu millete makineler dizdiler
Benzinin sel gibi aktı Antakya.

Herkes gelip yerlerini buldular


Ayrı ayrı sırasıyla durdular
Müşahitler Hatay Türk’ün gördüler
Mahşer gibi halkın coştu Antakya.

Mahşeri andırdı bu toplu insan


Ne oteller kaldı ne cami ne han
Verin istiklali dediği zaman
Avazı göklere çıktı Antakya

Dost köyüne mahanasız varılmaz


Bir mahana edip varmalı gönül
Şu ulu tanrının emri olursa
O dostun koynuna girmeli gönül.

Sol dostun elinde var ecel taşı


Sevdiğim cihanda güzeller hası
Kokar menevişi cennet bahçesi
Bu dostun gülünü dermeli gönül.

Yalan dünya acep kime kalıcı


Nice âlem bu mülk benim deyici
Âlemde tükenmez yüze gülücü
Dost ile düşmanı bilmeli gönül

Kul Çetin der ki gümeni


Saklasan her şeyin gelir zamanı
Mevlam cümlemize versin imanı
Dergâha gülerek vurmalı gönül.

7. Âşık Kul Celal


Asıl Adı Mursaloğlu Haydar Celal’dir. 1895’te Reyhanlı’da doğmuştur.
Okur-yazardır. Saz çalma niteliği vardır. Sazlı-sözlü ortamlara katılarak kendini
geliştirdiği söylenmektedir38. Elimizdeki tek şiirinde Dertli Celal, mahlasını
kullandığı görülmektedir.

37
Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s.19.
38
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, .s. 35.
297
Âşık, uzun süre çektiği kemik veremi hastalığı sonucu çok genç bir yaşta
26 yaşındayken, 1921 yılında hayata gözlerini yummuştur.
Âşığın ulaşılabilinen bir şiiri vardır. Bu şiiri de koşma tarzında 11’li hece
ölçüsüyle yarım ve tam kafiye ile ve redifler kullanarak yazılan bir şiirdir. Şiir
âşığın pençesine düştüğü hastalığı ile (kemik veremi) ilgilidir. Şiirde ömür çağı,
dertli baş, kara baht, gün gör-, murad a ermek gibi halk söyleyişleri kullanılmıştır39.
Şiir Örneği:40
Mevlam bir hediye daha gönderdi
Ağıdır dönersem olur mu acep
Yalvarsam söylesem ulu yezdane
Bilmem ki kusra kalır mı acep

Çıkınca baş köyden hızlı bacılar


Okuşur ağlaşır hep duacılar
Yürekten çıkmıyor eski acılar
Anam da görmeye gelir mi acep.

Ali tutar kalkamazsam elimi


Şükür o var belli etmez yerimi
Ölünceye kadar hasta halimi
Dost ahbap sormaya gelir mi acep

Yaralarım sendedir lütfeyle kerem


Vermedin kuluna bir lahza aram
Kafdağı’ndan insem bela-i mübrem
O da gelir bulur mu beni acep

Çiçekler toplanır gonca dermeden


Şu dünyanın hiçbir günü görmeden
Dertli celal muradına ermeden
Terk edip dünyasın gider mi acep.

KAYNAKLAR
Artun, Erman, Günümüzde Adana Âşıklık Geleneği ve Âşık Feymani (1966-1996),
Adana İl Kültür Müdürlüğü. Yay., Adana 1996.
Boratav, Pertev Naili, Aşıklar ve Aşık Edebiyatı, Türk DİA Türk Şiiri Özel Sayısı,
Türk Yay., Ankara 1968.
Günay, Umay, Âşık Tarzında Bade İçme ve Rüya Motifi, Akçağ Yay,. Ankara 1992.
Karaburç, Mehmet, Osmaniye Merkez İlçede Aşıklık Geleneği, Ofad Yay.,
Osmaniye 2007.
Kabadayı, Müslüm, Hatay Halk Şairleri, Önder Ofset, Hatay 2000.

39
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 35; Kabadayı, Hatay Halk Şairleri, s. 39.
40
Kılıçözlü, Hatay Halk Şairleri, s. 36.
298
Kılıçözlü, Ziya, Hatay Halk Şairleri, Kader Basımevi, İstanbul, 1948.
Kılıç, Ahmet, Gavurdağı Türküleri, Modern Matbaa, Osmaniye 1976.
Konyalı, İsmail Hakkı, Sefil Molla Divanı, Konya (Tarihsiz).
Sevengil, Refik Ahmet, Çağımızın Halk Şairleri, Baha Matbaası, İstanbul 1967.
Tekin, Mehmet, Âşık Meryem, Zirem Basımevi, Antakya 1997.

299
ANTAKYA’DA YAŞAYAN ÖZBEKLERDE SOSYAL ENTEGRASYON

Aylin ERASLAN
Giriş
Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Eski çağlarda üretilen ve
insanlık tarihinde devrim yaratan insanlığın alet çantasını1oluşturan yontma
aletlerin birçok coğrafyada tespit edilmesi, bu objelerin difüzyon2yoluyla farklı
kıtalara yayıldığı tezini güçlendirmiştir. Tarihi çağlarda yaşanan kıtlık ve
kuraklıklar insanların, sulak ve bereketli yerlere göç etmeye zorlamış, bu durum
keşif ve icatların toplumdan topluma, bölgeden bölgeye yayılmasına neden
olmuştur. Avcı ve toplayıcı grupların, avlanmak ve belirli zamanlarda yetişen
bitkileri toplamak amacıyla göçebe hayatı sürdürdükleri ve bu besinlerin tükenmesi
sonucunda ise sürekli yer değiştirdikleri bilinmektedir3. Bu noktada göç, insanın
karşılaştığı güçlükler karşısında, hayatta tutunmak için geliştirdiği, eski bir strateji
olarak değerlendirilebilir. Günümüzde ise değişen yaşam koşullarına paralel olarak
göç etme nedenleri çeşitlilik göstermektedir. Daha iyi yaşam, eğitim koşullarına
sahip olma, işsizlik, savaşlar, iç karışıklıklar vb. insanları ve toplumları göçe iten
nedenler arasındadır. Bu nedenle göç, sosyo-kültürel, ekonomik ve psikolojik
sonuçlar doğurması bakımından, birçok disiplinin ilgi odağı olmuştur.
Son zamanlarda artan kitlesel göçler, bilim insanlarının dikkatlerini çekmiş,
içinde bulunduğumuz yüzyıl ise “göçler çağı”4 olarak adlandırılmıştır. Sanayi
devrimi ve kapitalizm, göçün ivme kazanmasına neden olmuş, uluslararası göçler,
devletlerin politikalarla bu konuyu ele alınmasını gerekli kılmıştır. Uluslararası
göçler, yeni yaşam alanlarında, yerelle kurulan ilişkiler çerçevesinde toplumun
yeniden yapılanmasına neden olması açısından önemlidir. Bu nedenle her devlet
toplumsal uyumun sağlanması vb. nedenlerle göç politikaları geliştirmiştir. Türk
devleti de, bu çalışmanın ana konusunu oluşturan ve 1982 yılında Afganistan’dan
Pakistan’a oradan da Türkiye’ye göç eden Özbekleri, 5543 sayılı İskân Kanunu
çerçevesince “Türk soylu” olmaları gerekçesiyle “iskânlı göçmen” olarak
Türkiye’ye kabul etmiştir. Özbekler, Türkiye’de Van, Hatay, Urfa, Tokat illerine,
uzman oldukları iş kolları göz önünde bulundurularak yerleştirilmişlerdir (Bkz.
Harita 1).


Sosyal Antropoloji doktoru. (hatayayel@gmail.com)
1
Taş devrinde, büyük taş parçasının dört, beş standart alet tipine benzeyinceye kadar vurarak parçalar
koparılarak bilenmiş aletler yapılırdı. Arkeolog ve Antropologlar bu aletlere, “alet çantası” ya da “alet takımı”
ifadesini kullanmaktadırlar. Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991, s. 155. ;
Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık, İstanbul 1998, s. 32.
2
Difüzyonizmin diğer adı yayılmacılık, kültürlerin neden farklı olduğunu anlamaya çalışan Antropoloji
disiplininde yer alan bir kuramdır. Detaylı bilgi için bkz. Tezcan, Mahmut, Kültürel Antropoloji, Kültür
Bakanlığı Yayınevi, Ankara 1991, s. 17.
3
Güvenç. Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s.154.
4
Castles, Stephen ve Mark J. Miller, Göçler Çağı Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, Çev.
Bülent Uğur Bal ve İbrahim Akbulut, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s. 7.
300
Harita 1: Özbeklerin göç yolları (Harita: https://maps.google.com, kaynak, A.E.)5
Haritada yer alan mavi oklar 1920-30 yıllarında Özbeklerin Amuderya
nehrini geçerek Özbekistan’dan (genellikle Buhara’dan) Afganistan’ın Mezar-ı
Şerif, Bağlan, Katağan, Kunduz, Fergana vb. şehirlere gerçekleştirdikleri göçleri,
siyah oklar bu bölgeye yaklaşık yüz yıl önce göç etmiş bu Özbeklerin çocuklarının
göç ettikleri Arabistan, İran, Suriye, Pakistan ve Türkiye’yi işaret eder. Kırmızı ok
1982’de gerçekleşen göçü, sarı oklar ise 1982’de Adana’ya uçakla gelen bu
Özbeklerin yerleştirildikleri iller olan Van, Urfa, Tokat, Hatay’ı gösterir.
Antakya’nın Ovakent Mahallesi’nden Türkiye’nin birçok iline (İstanbul, Ankara,
Şerefli Koçhisar, Antep vb.) iç göçler devam etmektedir.
Literatür taramasında, 1982 yılında Türkiye’ye iskânlı göçmen olarak
getirilen Özbeklerle ilgili sınırlı sayıda çalışmaya rastlanmıştır. Bu çalışmalar,
eğitim bilimciler tarafından, öğrenme stilleri, eğitimde başarı ve Afganistan
Özbekçesi gibi dil bilimsel çalışmalarla sınırlıdır. Emrullah Öztürk’ün “Türk Asıllı
Afgan Mültecilerinin 12 Eylül Dönemi’nde İskân ve İstihdamı” adlı yüksek lisans
tezi, 1982 yılında Türkiye’ye iskânlı göçmen olarak kabul edilen göçmenler ile
ilgili kapsamlı bilgiler sunmaktadır. Göçmenlerin, bir süre geçici ve sonradan kalıcı
olarak hangi illere iskân edildiği, iskân süreci ve koşulları, Türk Devleti tarafından
sağlanan olanaklar detaylıca incelenmiştir. Ensar Göçmez’in, “Afganistan’dan
Gelen Göçmen Özbeklerin Sosyo-Kültürel ve Dini Hayatları Üzerine Sosyolojik Bir
Araştırma(Hatay İli Ovakent Beldesi Örneği)”, yüksek lisans tezi ise Antakya’da
yaşayan Özbekler’in sosyo-kültürel yaşamı içerisinde dini hayatlarını irdelemiştir.
Şevket Ökten’in, “ Eski Vatan” ile “Yeni Vatan” Arasında Ya Da Hem “İçeride”
Hem De “Dışarıda” Olmak: Ceylanpınar’daki Afganistan’dan Göç Etmiş
Özbeklerin Sosyal Bütünleşmesi” konulu makalesi, 1982 yılında Afganistan’dan
gelen ve Urfa Ceylanpınar’a yerleştirilen “Afgan/Özbekler” in kimliklerini koruma
ve yeniden inşası ile ilgili bilgiler vermesi ve bu bilgilerin aynı göç dalgası ile gelen

5
Çalışmada yer alan tüm harita ve fotoğraflar, alanda elde edilen bulguları içermektedir. Ayrıca Aylin Eraslan
yerine “A.E.” kısaltmasını kullanılmıştır.
301
Antakya’da yaşayan Özbekler ile karşılaştırılmaya olanak tanıması bakımından
kıymetlidir. Ancak yapılan literatür taramasında 33 yıldır Antakya’da yaşayan
Özbeklerin toplumsal uyumu ile ilgili henüz bir çalışmanın yapılmadığı tespit
edilmiştir. Bu çalışmayla, bu alandaki boşluğun giderilmesine katkı sunabileceği
düşünülmektedir.
Bu çalışmanın konusu, 1982 yılında Afganistan’da çıkan savaş ve iç
karışıklıklar nedeniyle Pakistan üzerinden Türkiye’nin Hatay İli’nin Antakya
merkez ilçesi, Ovakent Mahallesi’ne yerleştirilen ve kendilerini Özbek olarak
adlandıran göçmenlerin entegrasyonudur. Yerelle kurulan sosyo-kültürel ve
ekonomik ilişkiler çerçevesinde şekillenen ortak yaşam alanlarında Özbeklerin
kimliklerini yeniden hangi kategorilere göre yapılandırdığı ve bir arada yaşadıkları
gruplarla bütünleşme eğilimlerini anlamaya çalışmak, araştırmanın amacını
oluşturmaktadır.
1. Yöntem
Bu çalışmada, nitel araştırma yönteminden ve bu yöntemi destekleyen
derinlemesine görüşme, katılımcı gözlem ve sözlü tarih tekniklerinden
faydalanılmıştır. Görüşmelerde yöreyle ilgili etnografik bilgiler için yapılandırılmış,
yerelle olan uyumu anlayabilmek amacıyla ise yarı yapılandırılmış sorular tercih
edilmiştir.
Görüşülecek kişiler alan araştırmasının başlarında kılavuz kişinin
yönlendirmesi ile belirlenmiştir. Daha sonra gelişen ilişkiler çerçevesinde
görüşülecek kişiler araştırmacı tarafından tespit edilmiştir. Ovakent’te Kongrat
(Tölemet, Koçtangali, Kel, Akdana kolları), Kavçun, Mangıt, Mardat, Dörmen
(Tavçu), Çağtay, Çorak, Sarı Katağan, Talkani, Moğol (Özbek olan Moğollar),
Karaca, Cumaali, Parkanaçi (Ferganalı), Seyitler (İşan), Naiman tayfasından;
Boyarap Naiman (Bayra yapan, kamışla kilim dokuyan), Tabanı carık Naiman
(çalışkan), Beyk Naiman (zengin aile) olmak üzere üç kolu, Kuchi (Afganistan’da
göçebe yaşayan Peştu olan Kuchilerden ayırt edilmelidir. Bu tayfa Özbek’tir ve
Ovakent’te iki aile bulunmaktadır), Balıkçı, Bürke, Çolak, Buhara, Katağan
boyunun Bassız kolu, Meymenetçi (Afganistan’da Meymene şehrinden gelenler),
Lakyid, Mardat, Özbek, Karakalpak olarak yaklaşık 26 Özbek boyu (tayfa)
bulunmaktadır. O nedenle, görüşme grubunda her boya mensup bireylerle
görüşülmesine dikkat edilmiştir.
Katılımcı gözlem tekniği ile Özbeklerin gündelik hayatlarına ortak
olunmuş, karşılıklı gelişen ilişkiler, araştırmacının grup tarafından kabul edilmesine
olanak tanımıştır. Karşılıklı kurulan güven ilişkisi, bulguların güvenilirliğini
arttırmıştır. Sahada derinlemesine görüşme ve katılımcı gözlem tekniklerinin yanı
sıra sözlü tarih tekniğinden de faydalanılmıştır. Sözlü tarih tekniği, birinci el kaynak
niteliği taşıması bakımında kıymetlidir. Sözlü tarih anlatıları, tarihin sıradan halkın
gözünden anlatılmasını olanaklı kılar. Bu çalışma, konu edilen ve grup içerisinde
mitleştirilen göç hikâyelerinin hafızalara kazındığı şekliyle nesilden nesle
aktarılmasını sağlar. El kol hareketleri, mimikler, jestler, duraksamalar
302
vb.,söylemek isteyip de söylenemeyenleri, duygulanımları görmemizi mümkün
kılar. Bununla birlikte, toplumsal travmaların, bireyler üzerinde bıraktığı izleri
görmemize ve bu durumun yaratabileceği kültürel değişimleri anlamamıza yardımcı
olur. Yaşadıkları göç hikâyelerini kuşaklar boyunca sözlü olarak nesilden nesle
aktaran Özbekler, mitleşen bu anlatılarla grup kimliğini, birliğini korumayı
hedeflerler. Shils’in, “geçmiş duygusu” (sense of the past) ve Schott’un “tarih
duygusu” olarak adlandırdıkları sözlü tarih anlatılarının, grubun devamlılığını
sağlayan, grubun biricikliğine vurgu yapan olayları anlattıkları görüşü düşüncemizi
doğrular niteliktedir.6
Okuryazar oranının düşük olduğu Özbeklerde, yazılı kaynaklardan bilgiye
ulaşmak oldukça zordur. O nedenle Özbeklerin “musepid” olarak adlandırdıkları,
Türkçeye “aksakallar” ya da “yaşlılar heyeti” olarak çevirebileceğimiz kurum,
tecrübeli, toplum içerisinde saygınlığı olan, sevilen ve ileri yaşta Özbeklerden
oluşur. Bu kurumda yer alan bireyler, kendi boylarını temsil eden bilge kişiler
olarak saygı görürler. Her tayfanın ileri gelenlerinden oluşan bu kurum, grup
belleğinin canlı tuttuğu gibi, Özbek geleneklerinin sürdürülmesinde en önemli
unsurlardan biridir. Atalarla ilgili köken anlatıları ya da göç sürecine dair hikâyeler,
musepid kurumunun içerisinde yer alan yerel tarih anlatıcıları tarafından nesilden
nesle aktarılır. Özbek göçlerinin en çalkantılı dönemlerine tanıklık etmiş ya da bu
süreci ebeveynlerinden dinlemiş olan bu kişiler, grup belleğini canlı tutarlar.
Kuşkusuz yaşayanların canlı hatıralarının tekrar tekrar anlatılması, grup hafızasını
canlı tutmak için etkili bir yoldur. Bu durum, hatırlamayı sağladığı gibi grup
kimliğinin de sürdürülmesine olanak tanır. Gündelik hayatın işleyiş kurallarını
bünyesinde barındıran anlatılar, grup üyeleri için kılavuzluk eder. “Kahramanlık
hikâyeleri, soy ağaçları “biz kimiz” sorusuna cevap verir. Benliğin tanınmasına ve
kimlikle ilgili kesin kanaat oluşmasına yardımcı olur”.7Ancak anlatıların zaman
içerisinde belirsizleşerek, kaybolma tehlikesi de vardır. Üçüncü kuşak D.E.’nin
anlatısı bu konuya örnek teşkil etmesi bakımından önemlidir:
“Büyükler anlatıyor, biz umursamıyoruz. İnsan tanımadığı yerle
ilgili anlatılınca pek dinlemiyor. Bir şey ifade etmiyor. Annelerimiz
konuşuyor biz hiç umursamıyoruz. İnsan tanımadığı yeri anlatılınca
fazla önemsemiyoruz” (D.E.,Özbek, kadın, 30, ev hanımı)8.
D.E.’nin bu anlatımı, atalarının yaşadığı Özbekistan ve Afganistan’a işaret eder.
Ata topraklarda yaşanmışlıkların olmaması, bu anlatıların D.E.’nin belleğinde yer
etmesini güçleştirir. Zaman içerisinde oluşan bu boşluğu, Vansina, “kayan boşluk”
olarak ifade etmektedir”.9O nedenle sözlü tarih tekniği, Özbek tarihindeki göçlerin,
göçü deneyimleyen bireylerden aktarması açısından önemlidir. Ayrıca sözlü tarih

6
Assmann, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin,
Artı Yayınevi, İstanbul 2001, s.69.
7
Assmann, Jan, Kültürel Bellek…, 2001, s. 141.
8
Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbeklerde Kimlik ve Aidiyet, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Yeditepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji Anabilim Dalı, İstanbul 2015,s. 53.
9
Assmann, Jan, Kültürel Bellek…., 2001, s. 73.
303
tekniği, göçün sıradan halkın gözüyle nasıl yaşadığına dair kanıtlar sunması
açısından değerlidir. Yaşı ileri olan Özbeklerle ile gerçekleştirilen görüşmeler,
geçmiş (Afganistan’daki yaşam) ile günümüz (Türkiye’deki yaşam) Özbek
kültürünün karşılaştırılmasına olanak tanımış, böylelikle Özbek kültürüne kabul
edilen yeni öğeleri anlamamız mümkün olmuştur. Ayrıca Heidegger’in “mekânı bir
yerleşim yerinden çok, bir yerin kültürleştirilmesi”10 görüşünden yola çıkarak,
Özbeklerin yaşam alanlarını oluşturan mekân ve mekân içerisindeki geçmişe ait
objelerden yararlanılarak, kişinin hafızasının canlanması sağlanmıştır.
Bu çalışma, 2011 Haziran-Temmuz aylarında ön görüşmeye ve Eylül 2011-
28 Ocak 2012/08 Şubat-Temmuz 2012, Mart-Nisan 2015 yılları arasında
gerçekleştirilen saha araştırmasından, elde edilen bulgulara dayanmaktadır.
Bu çalışmada 33 yıldır Türkiye’de yaşayan Özbeklerin kimlik algısını
anlamak için görüşmecilere ‘Kimsiniz? Kimlerdensiniz?’ 11soruları yöneltilmiştir.
Bu sorulara alınan yanıtlar kuşaklara göre Özbek kimliğinin yeniden nasıl
yapılandığını anlamamıza olanak tanımıştır.
Bu gün yaşları 60 ve üzeri olan, Türkiye Türkçesini iyi anlayıp
konuşamayan Özbekler birinci kuşağı, yaşları 34-60 arası olan ve Türkiye
Türkçesini de anadilleri kadar iyi konuşabilen Özbekler, ikinci kuşak Özbekleri,
yaşları 33 ve altı olanlar ve yine Türkiye Türkçesini ana dilleri kadar iyi
konuşabilen Özbekler, üçüncü kuşak Özbekleri oluşturmaktadır.
2. Kuramsal Ve Kavramsal Çerçeve
2.1.Göç, Kimlik ve Entegrasyon
En basit anlamda göç, çeşitli sebeplerle bireyin ya da toplumların yer
değiştirme hareketidir. Göç, sonuçları bakımından, kapsamlı etkiler bırakması
nedeniyle birçok disiplinin araştırma konusu olmuştur. Bu nedenle literatürde göçle
ilgili birden çok tanımla karşılaşmak mümkündür. Miller’e göre, uluslararası göç ve
yerleşme, göçmenin geriye kalan yaşamını saran ve sonraki kuşakları da etkileyen
uzun soluklu bir süreçtir. Göç, toplumsal değişimin neden olduğu kolektif bir
eylem, toplumsal varoluşun her boyutunu etkileyen ve kendi karmaşık
dinamiklerini geliştiren bir süreçtir12. Diğer bir tanıma göre ise göç; ekonomik,
siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa,
orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafi,
toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir.13 Hall ise göçü, “tek yönlü bir
yolculuktur ve geri dönülecek bir “yuvanın”14 olmayışı olarak tanımlamaktadır.
10
Chambers, Iain, “Göç, Kültür, Kimlik”, Çev: İsmail Türkmen ve Mehmet Beşikçi, Ayrıntı Yayınevi,
İstanbul, 2005, s.75.
11
Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, 2008.s.3.
12
Miller, J.Mark ve Castles, Stephen, Göçler Çağı,(Çev. Bülent Uğur Bal, İbrahim Akbulut), Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008, s.29.
13
Yalçın, Cemal, Göç Sosyolojisi, Ankara, Anı Yayınları, 2004, s. 13.
14
Hall, Stuart, “Minimal Selves”, L. Appignanesi (der.), Identity. The Real Me. Post-Modernism and the
Question of Identity. ICA Documents 6, Londra: ICA, 1987, S.44 : Chambers, Iain, Göç, Kültür, Kimlik…,
2005, s. 19.
304
Göç olgusunu, “Modernleşme” ve gittikçe büyüyen küresel ekonominin cezp edici
yönüne kendini kaptıran bireylerin ya da kitlelerin yer değiştirme hareketi olarak
ifade eden Chambers’e göre göç:
“Modernleşme ve büyüyen küresel ekonomi tarafından trenlere
yüklenen modernite diasporaları ve akıl çelmelerle, hatta çoğunlukla
zalim iteklemelerle birey ve kitlelerin harekete geçirilmesidir. Göç
etmek farklı dünyalar arasında yaşamayı, dilinizi, dininizi,
müziğinizi, giyim kuşamınızı, dış görünüşünüzü ve hayatınızı yatay
olarak delip geçen bir sınır boyunda yaşama alışkanlığını edinmek
demektir. Başka yerlerden gelmek, “buralı” değil de “oralı” olmak
ve dolayısıyla da aynı anda hem “içeride” hem de “dışarıda”
olmak, tarihlerin ve hafızaların kesiştiği yerlerde yaşamaktır; bu
tarih ve hafızaların hem ilk çözülüş ve dağılışını, hem de keşfedilen
yollar boyunca yeni ve daha geniş düzlemlere tercüme edilişini
deneyimlemektir. Bu, aynı anda hem güçsüzlüğün dilleriyle hem de
heterotopik15 geleceklerin potansiyel içerimleriyle karşı karşıya
kalmaktır. Nadiren özgürce seçilen bu dram aynı zamanda
yabancının dramıdır. Geleneğin avantajlarından kopmuş ve sürekli
meydan okunan bir kimliği yaşayan yabancıdan, dört bir yana
saçılmış bir tarihsel miras ile heterojen bir şimdilik zaman
arasındaki sonu gelmeyen bir tartışmada kendisini hep evinde
hissetmesi beklenir”.16
Göç eden grup, her ne kadar vatanını, akrabalarını, anılarını, sevdiklerini,
ölülerini geride bırakmış olsalar da yeni yaşam alanlarına gelenek ve göreneklerini,
doğup büyüdükleri toplum içerisinde şekillenen yaşam anlayışlarını, hayata bakış
açılarını ve değer yargılarını getirirler. Bu sosyo-kültürel yapılar bireyin kimliğini
yapılandıran, bireyi mensubu olduğu topluma ait kılan bağlar olarak
değerlendirilebilir. Ancak yerel toplumla kurulan iletişim ve etkileşim, söz konusu
bu bağların bireyler tarafından yeniden şekillenmesine neden olur. Bu durum göç,
kimlik ve aidiyet olgularının kesiştiği, yeniden gözden geçirildiği durumları işaret
eder.
Kimlik, “en yakın tanımıyla, kişilerin, grupların, toplum ve toplulukların
‘Kimsiniz? Kimlerdensiniz?’ sorularına verdikleri yanıt ya da yanıtlardır”17.
“Kimlik insana özgü bir kavramdır. Tanımlama-tanınma ve aidiyetten oluşur.
Kendini tanımlama ve toplum içinde belli bir sıfatla, toplumsal olarak tanınma hem
insani bir durumdur hem de ihtiyaçtır”.18 Collony ise, kimliğin var olmak için

15
Heterotopik, bir şeyin normalde olması ve yaşaması gereken yerden farklı bir yerde olmasıdır. Geniş bilgi
için bkz. Chambers, Iain, Göç, Kültür, Kimlik, Çev: İsmail Türkmen ve Mehmet Beşikçi, Ayrıntı Yay,
İstanbul, 2005, s. 16.
16
Chambers, Iain, Göç…, 2005, s.16.
17
Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği. İstanbul. Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, s.3.
18
Aydın, Suavi, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003.s. 469.
305
farklılıklara gereksinim duyduğunu ve kendi varlığını güven altına almak için
farklılığı ötekiliğe dönüştürdüğünü belirtir.19
Malinowski’nin“hesap eden insan” yaklaşımını merkeze alan
Transaksiyonalizm kuramının temsilcisi Barth da, “bireyin karşılaştığı güçlükler
karşısında, durumu lehine çevirmek için sahip olduğu kimlikleri manipüle
edebilme yeteneğine sahip olduğunu”20 savunur. Kimliğin bu değişken ve akışkan
yapısı, değişen yaşam koşullarına bağlı olarak bireyler tarafından yeniden
yapılandırılır. Zaman içerisinde şekillenen ortak anlam ağlarının oluşması
toplumsal uyumun sağlanmasına olanak tanır. Bu noktada birey sahip olduğu
kimlikleri, yeni yaşam alanında karşılaştığı birçok kültürel öğeyi stratejik olarak
benimseyip benimsememede karar verir. Bu nedenle kimlik, zamana karşı
devingendir. Aynı zamanda koşullara göre yeniden üretilir. Kimliklerin bu
esnetilebilen yapısı, motivasyonunu gündelik hayatın bireye dayattığı politik,
ekonomik ve sosyal koşullardan alır. Bu unsurlar etrafında şekillenen yaşam alanı
içerisinde birey, uygun olan kimlikleri alma ya da almama imkânına sahiptir. Bu
stratejik vaziyet alış, göçle gelen birey ya da grubun, yerel ile uyumunu ortaya
koyabilecek bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmada kastedilen uyum,
kültürleşme süreci olarak değerlendirilmelidir. “Kültürleşme, iki ya da daha çok
sayıdaki kültür grubunun aşağı yukarı sürekli ilişki ve etkileşim sonucunda,
gruplardan birisinin ötekine ait kültürel öğeleri kabul etmesi, benimsemesi ve
ortaya yeni bir kültür bileşiminin çıkarması sürecidir”.21 Bu noktada Özbekler,
yerel gruplarla beraber yapılandırdıkları ortak yaşam alanlarında, karşılıklı olarak
kendilerine ait kültürel öğelerle iç içe yaşarlar. Bu etkileşim süreci içerisinde
bireyler, benimsedikleri öğeyi kendi kültürel yapılarının içerisine entegre etme
olanağına sahiptirler.
2.2. Zorunlu Göç
Sonuçları bakımından insan yaşamında sosyal, ekonomik, kültürel ve
psikolojik sorunlar ve travmalar doğurması nedeniyle göç, gerçekleşmesi için
önemli bir motivasyona ihtiyaç duyar. Savaşlar, iç karışıklıklar vb. kitleler halindeki
gerçekleşen zorunlu göçlerin nedenleri arasındadır. Zorunlu göç, “sosyal bir zor
kullanma ve zorlama sonucunda bireylerin ya da toplumların ellerindeki karar
mekanizmasını kullanma şansına sahip olmamaları ya da ellerinde bulundurdukları
karar mekanizmasını kullanamamalarıdır”.22Bu göçler, göç fikrinin oluşması ve
olgunlaşması, göç kararının alınması, göç süreci ve göç sonrası yeni yaşam alanı,
yerel gruplarla ilişkiler, adaptasyon vb. bir dizi meşakkatli süreci içinde barındırır.
Bu çalışma araştırma grubumuzu oluşturan Özbeklerde, savaş ve iç
karışıklıklar nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalmış, Türkiye’ye göç edene

19
Collonny, William.E. Kimlik ve Farklılık, (Çev. Ferma Lekesizalın), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995.s. 93.
20
Barth, Fredrik.2001. Etnik Gruplar ve Sınırları. (Çev. Ayhan Kaya ve Seda Gürkan), Bağlam Yayınları,
İstanbul, 2001.
21
Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, 2008, s. 126.
22
Çağlayan, Savaş, “Göç ve Göçmen İlişkisi”, Göç Kuramları, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
(İlke), Sayı 17, Muğla Güz 2006, s. 76
306
kadar, bir dizi olumsuz süreçlerden geçmişlerdir. Bu sürecin etkilerinin, göçü
yaşamış Özbekler üzerinde devam ettiği söylenebilir. Özbekler görüşmelerde,
savaş, ölümler, öldürülmeler, tecavüzler, cinsel ve fiziksel şiddet, bombalanma vb.
tanıklıklar nedeniyle göç kararı aldıklarını şu sözlerle ifade etmişlerdir:
“Büyük teyzem, Rus geldiği zaman savaş oldu. Bir gün yukardan
tayyare, aşağıdan tank geldi. O gün köyden çok kişiyi öldürdü
Ruslar. Bombalar atıldı. Teyzemin evine düştü. Teyzem şehit oldu.
Tüm ailesi de. Evinin arkasında bir dere, o derenin ötesi de
ormandı. Ormanın, tarlanın sahipleri zengindi. Mücahitlere ekmek
veren mücahitlerin kumandanıydı. Onların evine atacağım diye
teyzeme geldi bomba. Bu teyzemi derenin o tarafından aldı derenin
diğer tarafına attı. Büyük dere yani. O zaman teyzemi ormanda
ağaçlar yüksek açlar, teyzemin eşarbı başında, o zaman 40-50
yaşlarındaydı. Sürekli arakçını olurdu başında. Bunu bomba
yukarıya çıkarmış, yukardan derenin öte tarafına atmış. Bu yüksek
ağaçların içerisine düşmüş. Arakçını da eşarbı da ağaca asılı
kalmış. Kendi aşağı derenin üzerine düşmüş. Gece gömüldü. Yarın
Ruslar gelecek diye. 12 yaşındaydım. Annem, anneannem bayılmış.
Teyzem diye ağlıyoruz. Ev yok her şey suyun içinde… Ben 7
yaşındayken Ruslar geldi köyümüze. 7 yaşımda kendimi Rusla
tanımaya başladım. Onların korkusuyla, savaşla büyüdüm. Şimdi 43
yaşındayım. 18 sene oldu Türkiye’deyim. Afganistan’dan bıktık.
Savaştan bıktık. Ölümden bıktık. Her tarafa bakıyoruz şehitler var.
Allah rahmet etsin onlara. Bir adım atsak şehit, mezarlık. Evimizin
her tarafı şehit, mezarlık. Vatanımızı koruduk. Rusla savaştık. Rus
gitti. Sonra kardeş kavgası başladı. İşte ona dayanamadık. Açlık,
sefillik var. Afganistan bunları çekti. Ama hala ayakta. Su her
yerinde var. Afganistan’ın dağlarında buğday bile yetişir.
Afganistan o yüzden savaş olsa da ayakta. Savaştan uzaklaştık…..7
yaşında hocaya gittim. Bir haftada namazı, süreleri öğretti. Çok iyi
hocaydı. Babamız gibiydi. Yeniydi bizim köyde imam olarak.
Cumartesi gene Ruslar geldi. O günü köyden çok kişi şehit oldu. O
hocamız da şehit oldu. Pamuğun altında gizlenmiş imam, oradan
götürmüşler şehit etmişler. Eziyet etmişler, kuyuya atmışlar. O
hocamız için çok dua ettik. Bir hanımı, iki çocuğu vardı. Çok
ağladık. Gözyaşlarım tükenmiş artık içimden ağlamak geliyor ama
artık ağlayamıyorum. Çocuklarıma anlatıyorum. İnanamıyorlar
anlattıklarıma. Hikâye gibi geliyor onlara” (P.M. Özbek, kadın, 43
yaşında, ev hanımı).
P.M.’nin ailesi iç karışıklıklar nedeniyle 1920 yılında Özbekistan’dan
Afganistan’ın Bağlan şehrine göç eder. 1978 yılında ise Rusların bu sefer
Afganistan’ı işgal etmesi sonucu birçok Özbek, Pakistan’a oradan da 1982 yılında

307
Türkiye’ye göç eder. Ancak eşinin “mücahit”23 olması nedeniyle P.M. göç eden
grubun içerisinde yer almaz. Köyünde yaşamaya devam eder. Ancak eşinin çıkan
bir çatışmada yaralanması nedeniyle P.M. 1982 göçünden on sene sonra ailesiyle
Türkiye’ye göç eder. P.M.’nin anlattıkları bu süreç içerisindeki tanıklıklara dayanır.
Bu anlatılar sıradan halkın tarihsel süreci sıradan halkın gözüyle anlatması
açısından önemlidir. Bireylerin belleğinde yer eden travmaları, zaman-mekân
algısını, olayları anlatış tarzını, nelerin altını çizip, neleri sakladığını, kurduğu
bağlantıları anlamamız açısından kıymetlidir. Anlatılar, sıradan halkın tanıklıklarına
yer verme, onların gözünden olanları dinleme, seslerini duyurma olanağı sunar.
P.M.,7 yaşından itibaren Rusların hava saldırılarına maruz kaldıklarını ve bu
korkuyla yıllarca yaşadıklarını belirtmiştir. Yine benzer saldırılar sonucunda
teyzesini ve dini eğitim aldığı cami hocasının ölümüne tanıklık ettiğini söylemiştir.
Bu tanıklıklar görüşmeye katılan birinci ve iki kuşak Özbeklerin neredeyse tamamı
tarafından benzer şekilde dile getirilmiştir. Bu anlatıların bireylerin en yakın
akrabalarının ve komşularının kaybına tanık olmaları ve bu durumun yaşamın bir
parçası haline gelmesi noktasında bireylerde oluşabilecek psikolojik
deformasyonların üzerinde çalışmaların yapılması ayrı bir çalışma konusudur.
T.E., Afganistan’da yaşanan iç karışıklıkları ve içinde bulunduğu
çaresizliği ve arada kalmışlığı şu şekilde anlatmaktadır:
“Afganistan karışınca Pakistan işsiz köydeki kişileri topladı. Bunlar
Pakistan’a gitti. Biri komutan oldu, biri onbaşı oldu. Bunlar
Pakistan’a gittiler, dediler biz Ruslara karşı savaşacağız bize silah
ver. Bunlara roket atar, para, yiyecek verip gönderdi Afganistan’a.
Çünkü asker çağına gelen ve üstündekileri ya siz mücahit
yapacaksınız ya da devlet alıp sizi götürüp mücahitlere karşı
savaştıracak. İkisinden biri. Şimdi herkes tabi zorunlu olarak
gidenler de vardı. Yakalanmış, çaresiz kalmış olanlarda. Mücahitler,
Pakistan’dan silah getirip çatışıyorlardı. Durum böyleydi. Evlerde
erkek diye kimse kalmamıştı. Hep çatışma. Afganistan’da,
Pakistan’da çile. Türkiye de ben Türkleri götüreceğim dediği için
Pakistan bir şey diyemedi”(T.E., Özbek, erkek, 56 yaşında, yelek
satıcısı).
Ordu ya da mücahitler arasında bir seçim yapmaya zorlanan T.E., çareyi
Türkiye’ye gelmekte bulur. Diğer bir anlatıda Özbekler, “kardeş kardeşi
öldürmesin diye” göç etmek zorunda kaldıklarını belirtmişlerdir. Tanıdıkları

23
Özbekler mücahit kavramının tanımını şu şeklide ifade etmişlerdir: Kutsal olarak kabul edilen değerler
uğruna, mücadele eden savaşçılara mücahit denir. Mücahitler bu savaşı Allah adına yaparlar. Rus işgaline
karşı “vatanı”, “namusu” ve “dini” korumak adına savaştıklarını anlatmışlardır. Mücahit kişinin öldüğünde
cennete gideceğine inanılır. Diğer bir deyişle bu uğurda ölen kişi, şehitlik mertebesine ulaşır. Ruslarla
savaşmayı gerektirecek, mücahit olup dağlara çıkmayı kutsal kılacak diğer bir önemli neden “namus”tur. Bir
asır önce atalarını Özbekistan’dan Afganistan’a göç etmeye iten motivasyon da budur.

308
arasında iki kardeşten biri mücahit diğeri orduya katılınca, dağlarda farkında
olmadan karşılıklı çatışıp birbirlerini vurduklarını söylemişlerdir. Aşağıdaki anlatı
bu durumu anlamamız açısından önemlidir:
“Sovyet 1979’da girdi Afganistan’a. Biz de o yıl çıktık
Afganistan’dan. Kalsaydık bir sürü problem. Bir sürü millet boşu
boşuna öldüler. Kardeş kardeşi öldürdü” (H.K.,Özbek, erkek, 68
yaşında, yelek dikimi ve satıcısı).
Genel olarak bakıldığında yaklaşık 33 yıldır Türkiye’de yaşayan
Özbeklerin, savaş ve iç karışıklıkların olumsuz etkilerini Türkiye’de yaşadıkları
güvenli ortamda attıkları söylenebilir. Aşağıdaki anlatı bu husustaki
düşüncelerimizi destekler niteliktedir:
“Burada daha mutluyuz çocuklarımız arasında. Burada kışlada
talim amaçlı atılan topların sesleri savaşı yaşamış kişilere
Afganistan’ı hatırlatıyor. Bazen de bize güven veriyor. Bu ses daha
güvenli geliyor. Orada atıldığında aman üzerimize mi gelir, Rus mu
vurdu? Birisi haber mi verdi? Hep korkuyla ürkerek yaşıyorduk.
Burada bu ses güven veriyor” (M. H.,Özbek, kadın, 45 yaşında, ev
hanımı).
Görüşmelerden derlenen anlatılar, iç karışıklıkların sıradan halkın
üzerlerinde yarattığı travmaları gözler önüne sermektedir. Anlatıların birçoğunda
karşılaşılan ortak tema “yaşamlarının tesadüflere bağlı olması ve her an ölüm
korkusu ile yaşama” ruh hali içerisinde olmalarıdır.Başka bir anlatıda ise F.H.,
hayatta olmalarını, Özbekistan’dan Afganistan’a geçerken Amuderya’ya
kapılmadan geçebilen Özbeklerin sayesinde olduğunu söylemiştir. Kendilerinin,
bu nehri geçebilen Özbeklerin torunları olduklarını söylemişlerdir.
Görüşmeler genel olarak bakıldığında birinci ve ikinci kuşağın anlatıları,
Türkiye’de doğup büyüyen üçüncü kuşak ve onların çocukları için mite
dönüşmüştür. Anlatılar ise bu göçün zorunlu olarak gerçekleştiğini ortaya
koymaktadır.
2.3. İskânlı Göç
Uluslararası göç, birçok ülke tarafından doğurduğu sosyo-kültürel,
ekonomik vb. nedenlerden dolayı başa çıkılması güç bir sorundur. Ayrıca
uluslararası göçün, ulus-devlet yapısının iskeleti olan ve toplumu bir arada tutan
din, dil, köken, millet, gelenek, görenek birliğini etkileyeceği öngörüsü, birçok
ülkenin bu konuda politikalar oluşturmasına neden olmuştur24. 1920 ve 1930
yıllarında Türkiye’ye yapılan Türk ve Müslüman göçlerdeki artış, Türkiye’nin
uluslararası göç konusunda politikalar üretmesini ve yasal düzenlemeler
oluşturmasını gerektirmiştir. Devlet tarafından Türk nüfusunun korunmasını

Castles, Stephen –Mark J. Miller, Göçler Çağı, Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, Çev. Bülent
24

Uğur Bal ve İbrahim Akbulut, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s. 21.
309
hedefleyen “İskân Kanunu” çıkarılmıştır.252006 tarihli 5543 Sayılı İskân Kanunu’na
göre Türkiye, sadece “Türk kökenli” diğer bir anlamda “Türk soylu” olan
göçmenlere iskân ve vatandaşlık hakları tanımaktadır. 26 Bu maddeye göre:
Madde 3. (f) “İskânlı göçmen, Türk soyundan ve Türk kültürüne
bağlı olup, özel kanunlarla yurt dışından getirilen ve bu Kanun
hükümlerine göre taşınmaz mal verilerek iskânları sağlananlardır.
Madde 4 - (1) Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olmayan
yabancılar ile Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı bulunup da
sınır dışı edilenler ve güvenlik bakımından Türkiye'ye gelmeleri
uygun görülmeyenler göçmen olarak kabul edilmezler”27.
Özbekler, ‘Türk soyundan’ kabul edildikleri için Türkiye’ye iskânlı
göçmen olarak getirilmişlerdir. “Türk” tanımında “soy” vurgusunun yanında
inancın da belirleyici bir unsur olduğu söylenebilir.28 Özbekler, “Türk soylu” ve
“İslam” inancına mensup olmaları neticesinde ilkselci (primordialist)29 bir
yaklaşımı benimseyen Türk Devleti’nin otantikleştirdiği Türk kimliğine, “köken”
ve “inanç” bakımından uygun görülür.30
3. Bulgular
Özbeklerin yerelle kurdukları ilişkiler sonucunda gelişen, karşılıklı
etkileşim süreci ile kendi kültürel yapıları içerisine entegre ettikleri kültürel öğeleri
ve bir arada yaşadıkları yerel gruplara yönelik uyum süreçlerini anlamak üzere
görüşmecilere sorular yöneltilmiştir. Bu sorular ile gruplar arası sınırların hangi
kriterlere göre esnetilebildiği ya da daraltıldığı anlaşılmaya çalışılmış, böylelikle
gruplar arası “sosyal mesafe”31nin anlaşılması hedeflenmiştir. Elde edilen bulgular,
Özbeklerin yerelle olan karşılıklı uyumunu anlamamızı olanak tanımıştır. Sorular
genellikle, gündelik hayatın ve ortak paylaşım alanlarında gelişen ilişkilerin
çözümlenmesine yönelik hazırlanmıştır. Ticaret, sosyal yaşam, eğitim, aile kurumu
ve eş seçimi, tören ve kutlamalar v.b. , ilişkilerin kesiştiği ve yoğunlaştığı ortak

25
Çağaptay, Soner. Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir?, İstanbul Üniversitesi Yayınları,
İstanbul 2009, s. 143-144.
26
Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbeklerde…, 2015, s.4.
27
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2006/09/20060926-1.htm, (Erişim Tarihi: 13.05.2015)
28
Gülalp, Haldun, Kimlikler Siyaseti, Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, Metis yayınevi, İstanbul 2003, s.
182.
29
“İlkçi (Primordializm) etnisite ve milliyetçiliğe getirilmiş bir bakış açısındır. İlkçilik, milliyetçilikte üç
şekilde yorumlanır: 1. Eskilci, milletlerin eski çağdan beri var olduğunu ve geçmişten bugüne fazla değişikliğe
uğramadan geldiğini savunur. Milli özün aynı kaldığını savunur. 2. Sosyo-biyolog, etnik bağlılıkları genetik
özelliklerde ve içgüdülerde arar. Bu görüşe göre milletler, geniş ölçekli ailelerdir. 3.Kültürel ilkçi, etnik
bağlılıklarda inancı ön plana çıkarır. Bireyleri, milleti, ‘ötekiden’ ayırdığı düşünülen din, dil, ortak geçmiş gibi
öğelere sımsıkı bağlayan bu öğelerin ilk olma niteliği taşıdığına, her şeyden önce var olduğuna duyulan
inançtır”.Detaylı bilgi için bkz. Özkırımlı, Umut, Milliyetçilik Kuramları Eleştirisel Bir Bakış, Doğubatı
yayınları, İstanbul 2008, s.93-94.
30
Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s.4.
31
Ethington, P.,TheIntellectual Counstuction of “social Distance”: Toward a Recovery of Georg Simmel’s
Social Geometry, www. Cybergeo.presse.fr/essoct/texte/socdis.htm : Doğruel, Fulya, “ İnsaniyetleri Benzer”,
Methis İletişim Yayınlar, İstanbul, 2009, s. 61.
310
yaşam alanları olarak belirlenmiştir. Özbekler ile yerel grupların uyumunu
anlayabilmek için bu ortak yaşam alanları üzerine odaklanılmıştır.
3.1.Yerelle İlişkiler
3.1.1. Ekonomik Yaşam
Ekonomik ilişkiler, gruplar arası sosyal mesafenin gözlemlenebildiği
alanlarından biridir. Bu konuyla ilgili olarak Park, “ekonomik ilişkilerin sosyal
ilişkileri de etkileyeceği görüşüne sahiptir. Ona göre ticaret ve ekonomik temele
dayanan ilişkiler, zamanla sosyo-kültürel ilişkilerin de gelişmesine neden
olacaktır”. 32Ovakent’te Özbekler ile yapılan görüşmelerde elde edilen bulgular bu
görüşü destekler niteliktedir. Özbekler, Ovakent’in yerlisi olan Kömürçukurlularla,
Antakya ve çevresinde yaşayan Türk, Kürt, Ermeni, Arap Hıristiyan, Alevi etnik ve
dini gruplarla ticaret ilişkisi içerisindedir.33 Türkiye’ye göç ettikleri ilk yıllardan bu
yana içerisinde bulundukları tekstil sektörü sayesinde (seyyar yelek satışı)
Türkiye’nin birçok bölgesini tanımış, Anadolu halkıyla iletişim kurma fırsatı
bulmuşlardır.
Özbekler 1993-2000 yılları arası dericilik işleriyle uğraşmışlardır.
Geçimlerini sağlamak üzere İstanbul’un Zeytinburnu ilçesine göç eden bir kısım
Özbek, atık deri parçalarını birbirlerine dikerek elde ettikleri plakalarla yelek
üretimini başlatmışlardır. Deri parçalarını birleştirilmesi ile üretilen yeleklerin
piyasada talep görmesi üzerine, daha fazla iş gücüne ihtiyaç duyulması bu işin
İstanbul’dan Antakya’ya taşınmasına neden olmuştur. Özbekler, atık deri
parçalarını çuvallarla Antakya’ya getirerek tüm aile fertleriyle yelek dikişine
başlamışlardır. Artan talep karşısında Özbekler deri yelek işini, önce Ovakent’te bir
arada yaşadıkları Kömürçukurlularla ve daha sonra civardaki ilçelere ulaştırmış,
geçim sıkıntısı çeken birçok aileye gelir kapısı sağlamışlardır. Bu durum
Özbeklerin, bir arada yaşadıkları gruplarla paylaşıma ve güvene dayalı ilişkilerin
geliştiğini göstermesi açısından önemlidir. Ancak yöredeki deri yelek üretimine
dayalı ekonomi, Çin’in ucuz iş gücü karşısında ayakta kalamamış, bu durum
karşısında Özbekler, deri yerine kumaş malzemeden yelek imalatına başlamışlardır
(Bkz. Fotoğ. 1).

32
Doğruel, Fulya, İnsaniyetleri benzer.., Methis İletişim Yayınlar, İstanbul, 2009, s. 63.; Park, R.E.,Raceand
Culture, Glencoe: FreePress, 1950.
33
Bu kimlik ifadeleri, görüşmede kişilerin kendi kendilerini tanımladıkları şekliyle kullanılmıştır.
311
Fotoğraf 1: Ev atölyelerinde dikilen kumaş yeleklerin satışa sunulduğu ve
toptancılara vermek üzere sergilendiği Özbeklere ait dükkân (A.E.)
Tüm aile fertlerinin emeğiyle üretilen yelekler, Türkiye’nin birçok
bölgesinde satılmaktadır. Bu iş kolu sayesinde Özbekler, Türkiye’nin birçok yerine
gitme ve buralarda yaşayan gruplarla iletişim kurma fırsatı bulmuşlardır. Ayrıca
Ovakent’te ve çevresinde Türklerin işlettiği tekstil atölyelerinde Türk ve Özbek
işçiler bir arada çalışmaktadır (Bkz. Fotoğraf 2). Genel olarak bakıldığında
Özbekler, inşaat işçiliği, pazarcılık, yelek satışı, tekstil atölyelerinde birçok gruptan
bireylerle iletişim halin delerdir.

Fotoğraf 2:Özbeklerin çalıştığı yerli bir tekstil atölyesi (A.E.)


Özbeklerle yapılan yüz yüze görüşmelerde kimlerle ekonomik ilişkiler
kurdukları, kimlerle iş ortaklığına girebilecekleri sorulmuştur. Anlatılara
312
bakıldığında Özbeklerin, her grupla alış-veriş yaptıklarını, ayrım yapmadıkları
görülmüştür. Bununla birlikte, iş arkadaşlığı ve ortaklığı konusunda neleri ön
planda tuttuklarını anlamak amacıyla yöneltilen sorulara görüşmeciler önceliği
sırasıyla akraba, Müslüman ya da Türk kriterlerine uygun gruplara tanıdıklarını
belirtmişlerdir. Bazı görüşmeciler ise iş ortaklığı ya da iş arkadaşlığı yapacak
kişilerin dürüst ve güvenilir olmasının yukarıda bahsi geçen kriterlerden daha
öncelikli olduğunu vurgulamışlardır. Ortaklık ve iş arkadaşlığı konusunda önceliği
kendilerine yakın hissettikleri gruplara verseler de, satış konusunda her grupla iş
ilişkisi içerisinde olduklarını ifade etmişlerdir. T.K.’nın anlatısı bu konuya örnek
teşkil etmektedir:
“Alevi, Hıristiyan, Türk herkesle satış yaparız. Ayrım yapmayız.
Türk insanıyla anlaşıyoruz. Bazıları çok pazarlıkçı. Yelek satıyorum.
Antakya’da karışık insanlar var. Bazıları bizi iyi görür, bazıları
kötü” (T.K.,Özbek, erkek, 55 yaşında, yelek satıcısı)34.
Birlikte yaşama kültürüne sahip bir toplum olan Antakya halkının her
grupla ekonomik ilişkiler içerisinde olduğu söylenebilir. Özbekler de bu grupların
içerisinde yerlerini almışlardır. İnanç ve etnik farklılıkların iş ilişkilerini
etkilemediği görülmüştür. M.Y., iş ilişkilerinde inanç ve etnik farklılıklardan ziyade
kişilik özelliklerinin önemli olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
“İş ortaklığı için, arkadaşlık için dürüst olması yeterli. Halıcı bir
arkadaşım var bir trilyonu bırakın oraya hiç bir şey olmaz. Ben
diyorum, sen ateistsin. Bağırıyoruz çağırıyoruz. Ben ateistim diyor
ama dürüstüm diyor. Ama Müslümanlar da yalan söylüyor diyor.
Yalan söylemek olabilir diyorum. Her insan aynı değil. Her türden
arkadaşımız var. Sözünde duran kişiyle hem iş arkadaşlığı ederim,
ortaklık yaparım, arkadaş olurum. Dürüst olması çok önemli, yoksa
batırır adamı. Kim olursa olsun yeter ki dürüst olsun” (M.
Y.,Özbek, erkek, 44 yaşında, ticaretle uğraşıyor)35.
Ovakent’te bulunan pazar yerinde, çevre semtlerden gelen pazarcılarla,
Özbeklerin bir arada stant açtıkları ve aynı zamanda birbirlerinden alışveriş
yaptıkları görülür. Önceleri Pazar yeri konusunda sorunlar yaşansa da, son yıllarda
bu tür sorunlarla karşılaşılmadığı söylenmiştir.
Özbeklerin, Türkiye’nin her yerinde ticari ilişkiler içerisinde oldukları
görülmüştür. Özbekler, diğer gruplarla sosyo-kültürel bakımdan sınırlı ilişkiler
içerisinde olsalar da, bu durumun ekonomik ilişkiler için aynı değildir.
3.1.2. Eş Tercihi ve Evlilik Kurumu
Evlilikler, gruplar arası iletişimi ortaya koyan en belirgin unsurlardan
biridir. Bir arada yaşayan gruplar arasında evlilik ilişkisi kurulabiliyorsa, toplumsal

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 149.


34

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s.145.


35

313
uyumdan bahsedilebilir. Gerçekleşen evlilikler, gruplar arası sınırları görünmez
kılar. Etkileşim süreci içerisinde, gruplar arası ortak kültürel motiflerin arttığı
gözlemlenebilir.
Özbekler Antakya’da bir arada yaşadıkları Hıristiyan, Alevi, Arap ve
Türklerle evliliği hoş karşılamazlar. Ekonomik, eğitim, arkadaşlık ilişkilerinde
sınırları esnetebilen Özbekler evlilik ilişkilerinde mesafelidir. Bunun nedeni olarak,
“farklı kültürlere sahip olan çiftin geçinemeyeceğine dair inanç” gösterilebilir.
Yaşanan olumsuz tecrübeler, evlilik konusundaki hassasiyeti arttırmıştır. Özellikle
birinci ve ikinci kuşakta bu tutum daha belirgindir. S.K.’nin anlatısı, bu konudaki
tutuma örnek teşkil etmesi bakımından dikkat çekicidir:
“Alevi’ye, Hıristiyan’a nasıl kız verelim. Niye Rusya’dan geldik biz.
Kızını verecek olsaydık gâvurları alırdık, savaşmazdık. Bu duruma
da düşmezdik. Alevi’den almam da vermem de. Kuran’da yazıyor
gâvurdan al Müslüman et. Gâvura vermem. Mecbur kalırsam alırım.
Ama vermem. Dinime girer, Müslüman olur o zaman alırım”
(S.K.,Özbek, erkek, 56 yaşında, serbest meslek)36.
Görüşmelerde Özbekler grup dışı evliliğe sıcak bakmadıklarını, Anadolu
Türklerinin evlilik tutumlarının kendi uygulamalarına göre farklılık gösterdiğini
belirtmişlerdir. Özbekler Türk ailelerinde eşlerin en ufak bir anlaşmazlıkta boşanma
kararı alabildiklerini, bunun yanında Özbek bir erkeğin kolay kolay eşini
boşamayacağını, kuma getirseler dahi ilk eşiyle evliliğini devam ettiğini
söylemişlerdir. Boşanmalar konusunda Türk erkeğine güven duymadıkları, inanç
farklılıkları, ibadet farklılıkları gibi daha birçok nedenden dolayı yerelle “kız alıp-
verme” ilişkisi içerisine girmeyi tercih etmediklerini belirtmişlerdir. Özbekler
arasında grup dışı evlilik yapanların ailelerinin rızasını almadan evlendiklerini,
diğer bir anlamda kaçtıklarını söylemişlerdir. M.T.’nin anlatısı çocukların
sosyalizasyon sürecinde evlilik tercihleri konusunda nasıl eğitildiklerini göstermesi
açısından dikkat çekicidir:
“Farklı inanca sahip bir kişiyle evlenmek binde bir olacak şeydir
bizde. O da Allah korusun size denk gelebilir. Çocuk çocuklukta
aşılanır gibi büyür. Mesela beni zannetmem başka bir dine inanan
biri çeksin” (M., T., Özbek, erkek, 35 yaşında, tekstilci,
dükkânında)37.
Yukarıdaki anlatımdan anlaşılacağı gibi bir Özbek çocuk kimlerle
evlenebileceğini sosyalizasyon süreci içerisinde öğrenir. Bu süreç içerisinde
çevresinde olup biteni anlamaya çalışan birey, çevrelerindeki evlilik ilişkilerinden
ve bu konuda yapılan yorumlardan etkilenir. Grup içerisinde onaylanan ve hoş
karşılanmayan evlilikler hakkındaki yorumlar bireyin dünya görüşünü şekillendiren
bir unsur olarak karşımıza çıkar. Ancak Türkiye’de doğup büyümüş üçüncü

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 150.


36

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s.151.


37

314
kuşağın, birinci ve ikinci kuşaktan farklı olarak, Antakya ve çevresindeki gruplarla
evliliklere sıcak baktıkları söylenebilir. A.K.’nin anlatısı, karşılıklı iletişim ve
etkileşime bağlı olarak yeniden yapılandırılan ortak yaşam alanında evlilik
tercihlerinin ve bu konudaki tutum ve davranışların yeniden kurgulanabileceği
yönündeki düşünceyi destekler niteliktedir:
“İnşallah bundan sonra bizim gençler dışarıdan kız alıp verebiliriz.
Yani biz gençler olarak düşünüyoruz. Bizim yaşlılar öyle
düşünmüyor. Bizim polis arkadaş bizden bir kız istemeye kalktı. Kız
beğenmedi onu. Ben söyledim. Ben onu ne yapayım dedi. Burada
yaşıyorsan buraya uyacaksın. Dışarıdan kız alıp vereceksin. Biz
alıyoruz. Ben istiyorum herkes birbirinden kız alsın” (A.K.,Özbek,
30 yaşında, emniyet müdürlüğünde tercüman)38.
Görüşmelere genel olarak bakıldığında birinci ve kısmen ikinci kuşağın
gurup dışı evliliklere sıcak bakmadığı söylenebilir. Ancak Türkiye’de doğup
büyümüş ve birçok grupla etkileşim içerisinde olan üçüncü kuşak için durum aynı
değildir. Üçüncü kuşağın evlilik tercihleri konusuna bakışları zaman içerisinde
gruplar arası evliliklerin artacağı yönünde izlenim vermektedir.
3.1.3.Sosyal İlişkiler
Özbekler, genel yaşam şekli, dilleri, gelenek ve görenekleri, giyim ve
yaşam tarzları bakımından açıkça gözlenebilen farklı kültürel özellikler
göstermektedir. Bu noktada ilk yıllarda, gruplar arası ilişkiler kolay kurulamamıştır.
Ovakent’te yaşayan Özbekler ve Kömürçukurlular, “kültürlerimiz, gelenek
göreneklerimiz farklı” ifadeleriyle birbirlerine uyum sağlayamama nedenlerini dile
getirmişlerdir. Uyum sorunlarının daha çok birinci ve kısmen ikinci kuşak ile
Kömürçukurlular arasında gerçekleştiği söylenebilir. Evleri yan yana olan ve bir
arada yaşayan Kömürçukurlular ile Özbeklerin ortak yaşam alanı oluşturmalarını
olumsuz yönde etkileyen bazı faktörler bulunmaktadır. Kömürçukurlularla yapılan
görüşmelerde, gerek giyim kuşam gerekse tutum ve davranışlar konusunda
Özbeklerin modern yaşamı görece daha geriden takip ettikleri ve bu yöndeki
farklılıkların her iki grubun arasında bariyer etkisi gösterdiği belirtilmiştir (Bkz.
Fotoğ.3).

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 151.


38

315
Fotoğraf 3: Gündelik hayatta geleneksel (köklek ve iştan) kıyafetler giymeyi tercih eden
birinci kuşak Özbekler (A.E.)
A.F.’nin anlatısı yörede yaşayan Kömürçukurluların Özbekler ile
ilişkilerini açıklaması açısından önemlidir:
“Devrim öncesi kıyafet giyiyorlar. Biz neden geriye gidelim. Onlar
gelecek. Gençler değişiyor. Üniversiteli, okumuşları var arasında
hiç ayırt etmiyorsun. Buraya geldikleri zaman fark ortaya çıkıyor.
Onlarla çok samimiyet yok. Sadece işçi olarak beraber işe giderken
samimiyet kuruluyor. Onlar bizden etkileniyorlar. Yerliler taviz
vermiyor. Onlar bize özensin. Yerlilerden olanlara kız vermiyorlar.
Dışarıdan (Antakya’da yaşayan diğer gruplar) olanlara veriyorlar.
Yoksa kaçıyor kız. Çok fazla bir kaynaşma yok. Yerli ile Özbekler
önceleri çok sorun yaşadılar….Şimdi okullu olunca daha da azaldı.
Eskiden yerli ile Özbekler arasında seçim zamanında kavga oldu.
ANAP (Anavatan Partisi) ile DYP (Doğu Yol Partisi) yüzünden.
Kendi aralarında kavgaları olur. Yerliyle olmaz. Yerliyle bazen
Pazar yeri sırası, patrik avgası olursa olur. Kız kavgası olmaz”
(A.F., Kömürçukurlu, kadın, 36, ev hanımı).
Ancak, kısmen ikinci kuşak ve üçüncü kuşak Özbeklerin, giyim ve kuşam
bakımından Antakya halkıyla uyumlu oldukları, özellikle üniversiteye giden
Özbeklerin, geleneksel kıyafetlerin dışında kıyafetler giymeyi tercih ettiklerinden
bahsetmişlerdir. Bu durumun birinci ve üçüncü kuşak arasında anlaşmazlık yarattığı
ifade edilmiştir (Bkz. Fotoğ. 4).

316
Fotoğraf 4: Üçüncü ve dördüncü kuşak Özbeklerin gündelik hayatta tercih ettiği
kıyafetler (A.E.)
Diğer bir görüşme örneğinde F.E., Afganistan ile Türkiye arasındaki yaşam
farkını şu şekilde ifade etmiştir:
“Biz, 1982’de bir zaman tünelinin içine girdik 5 saatlik bir
yolculuktan sonra tünelin diğer tarafından çıktık ama 100 yıl ileriye
gittik. Mademki 100 yıl bir atlama var. O zaman bu 100 yıl
içerisindeki farklılıkları siz düşünün. Her konuda fark var. Cenaze
olaylarında da fark var. Bütün İslam âlemi cenazelerini kendi
inançlarına göre gömüyorlar. Biz değişik yapmışız, buradakiler
değişik... Toplumlar ayrı ayrı bölgelerde yaşadıkları için böyle.
Onlar o bölgede öyle öğrenmiş, onlar da burada böyle öğrenmiş.
Düğünlerde de fark var. Bizim düğünlerimiz haremlik selamlık.
Kadınlar kendi aralarında düğün yapar; erkekler kendi aralarında”
(F.E., Özbek, erkek, 55, iş eldiveni üreticisi).
F.E.’nin anlatısında aktardığı farklılıklar, gruplar arası iletişim güçlüğünün
nedenlerini açıklamaktadır. Yapılan görüşmelerden de anlaşılacağı gibi her iki
grubun ortak bir yaşam alanı inşa etmesi kolay olmamıştır. Gruplar arası bir
bütünleşmenin olduğu söylenemez. Burada önemli olan, her iki grubun iletişim
kuramama nedenlerinin neler olabileceğinin saptanmasıdır. Farklı coğrafyalarda
yaşayan ve farklı pratikler geliştiren iki grubun ilk yıllarda uyum güçlüğü çekmesi
olağandır. Ancak bu kuşağın torunları ve onlardan sonra gelen nesillerin ortak
aidiyet ve kimlik alanları inşa edecekleri muhtemeldir. Bu durum bugün üçüncü
nesil Özbeklerde gözlenebilmektedir. Birinci kuşak Özbekler ile uyum sorunların
nedenlerine yönelik Kömürçukurlu F.E.’nin, düşünceleri şu şekildedir:
317
“Önceleri, örf-adet farklı olunca kavga çıktı. Bu Özbeklerde yaşlıya,
küçük selam verecek. Şart. Bizde gelip geçen oturana selam verir. 20
kişi oturan da olsa, önlerinden geçen yaşlıysa oturan 20 kişi yoldan
geçen yaşlıya selam verecek. Diğer bir anlaşamadığımız konu; ev
sahibine seslenirken kapının yanında duracaksın. Aşırı bir
muhafazakârlık var. Kadına karşı Osmanlı dönemi belki
Cumhuriyetin ilk aşamaları gibi zamanda yaşıyorlar”
(F.E.,Kömürçukurlu, erkek, 45, serbest meslek).
Otuz yılı aşkın bir süredir Ovakent’te bir arada yaşayan bu iki grup
arasındaki yaşam tarzı farkı, aralarında gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur.
İlk yıllarda Ovakent’in su sorunu iki grup arasında sorunların yaşanmasına neden
olmuştur. Evlere su verilmemesi nedeniyle, yörenin belirli noktalarına yerleştirilmiş
çeşmelerden evlerine su taşımak zorunda olan iki grup arasında anlaşmazlıklar baş
göstermiş, bu durum iki grup arasındaki gerginlikleri arttırmıştır. G.T. anlatısında,
su anlaşmazlığını şu şekilde ifade etmiştir:
“30 yıldır burada Özbeklerle yaşıyoruz. İlk önceleri dışarı
çıkmıyorlardı. Evlerimizde suyumuz yoktu. Köyün içinde 4-5 çeşme
vardı. Özbek erkekleri su taşıyordu bizde de kadınlar su taşırdı.
Suya gittiğimiz zaman biz Özbekçe bilmiyoruz onlar Türkçe. 4-5
erkek oluyor çeşmenin başında oturuyorlar. Çok kavgalar oldu bu
yüzden” (G.T.,Kömürçukurlu, kadın, 67,işçi çavuşu).
Özbekler ise Kömürçukurlularla anlaşamama nedenlerini devletin onlara
tanıdığı imkânlardan kaynaklandığını belirtmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak,
devletin iskânlı göçmen olarak Ovakent’te yerleştirdiği Özbeklere, tarla, ev
vermesinin yanı sıra dönemin valisinin çıkan huzursuzluklar nedeniyle Özbeklere
beş yıl boyunca dokunulmazlık tanıması, Kömürçukurlular dâhil Antakya ve
çevresinde yaşayan gruplarda Özbeklere karşı önyargının oluşmasına neden
olmuştur. Özbeklere tanınan imkânların, yerel halk ile ilişkileri olumsuz yönde
etkilediği söylenebilir. Bu durum her ne kadar birinci ve kısmen ikinci kuşak için
geçerli olsa da üçüncü kuşak bir arada yaşadıkları gruplarla kolaylıkla iletişim
kurabilmektedir.
Özbeklerin yerel halk ile iletişimini olumsuz yönde etkileyen diğer bir
nokta ise sohbetlerin odak noktasını “yaşam tarzlarının” oluşturmasından duyulan
hoşnutsuzluktur. Özbek kadınlar, özellikle hastane gibi kurumlarda tesadüfen
karşılaştıkları kişilerle aralarında gelişen sohbetlerde ne tür yemekler yaptıklarına
yönelik sorulan sorulardan, sürekli kendilerinin yaşam tarzı üzerinden gelişen
sohbetlerden rahatsız olduklarını anlatmışlardır. Bu sohbetlerde kendilerinin toplum
içerisinde “cahil” gibi algılandığı hissine kapıldıklarını ve bu durumdan hoşnut
olmadıklarını söylemişlerdir.
Özbekler, ilk yıllarda Türkçe bilmedikleri için, yerel halk ile aralarında
yanlış anlaşılmaların yaşandığını söylenmişlerdir. “Afgan” ifadesinin üzerlerine
etiketlenmiş olduğunu, Antakya’da Özbeklerin “Afgan” olarak tanındığını ifade
318
etmişlerdir. Özbekler, Türkçe bilmeyen dedelerinin yeterince kendilerini ifade
edememeleri nedeniyle bu durumların yaşandığını belirtmişlerdir. Bu nedenle
dedelerinin izole bir yaşamı tercih ettiklerini vurgulamışlardır. Bugün üçüncü kuşak
bu yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan ifadelere maruz kalmakta ve bu güçlüğü
aşmaya çalışmaktadır. K.Ş. anlatısında, Antakya’da kendilerine “Afgan mısın?”
sorusunun yöneltildiğini, artık bu sorudan kurtulmak istediklerini, Afgan
olmadıklarını, Türk soyundan geldiklerini, Özbek olduklarını, bulundukları
bölgenin aslında Horasan diğer bir değişle Türkistan olduğunu, Özbek göçmeni
olduklarını, Afganistan’ı da tam olarak bilmediklerini, bu konuda sürekli açıklama
yapmaktan sıkıldıklarını ve bu yanlış anlamaların biran önce ortadan kalkmasını
istediklerini belirtmiştir.
Antakya’da yapılan görüşmelerde de Özbeklere yönelik önyargıların
olduğu gözlemlenmiştir. Alanda Antakya halkının kendilerini yanlış tanıdıkları ve
adlandırdıkları yönündeki söylemleri üzerine, Antakya’da da görüşmeler yapılmış,
bu görüşmeler sonucunda ise Özbeklerle, çok fazla temas halinde olmadıkları
görülmüştür. Ovakent’te yaşayan halk kimlerdir? Sorusu hemen herkes tarafından
“Afganlılar”, “Afganistanlılar” şeklinde yanıtlanmıştır.
Özbeklerin yerel halk ile uyumu yakalama güçlüğünü anlayabilmek için
Özbeklerin Afganistan’daki durumuna bakmak da faydalı olacaktır. Görüşmelerde,
Afganistan’da Özbek kadınlarına kimlik verilmediği, sadece askerlik yapan Özbek
erkeklerin kimlik alabildiklerini söylemişlerdir. Bu durumun Özbeklerin başkanı
olan General Dostum’un 1993’te Hükümet’te yer almasına kadar sürdüğü
belirtilmiştir. Bu durum Özbeklerin, içe kapalı homojen bir grup olmasına ve farklı
gruplara ön yargılı yaklaşmalarına neden olduğu söylenebilir. Özbeklerin
Afganistan’daki durumunu anlamamıza yardımcı olan bir anlatıda D.H.,
Afganistan’da“kültürlerini kaybettiklerini”, Peştunların her şeyi yakıp yıktıklarını,
şuanda Afganistan’da hala zor durumda olduklarını vurgulamıştır.Gruplar arasında
dışlanma dinamiklerinin devreye girmesi, uyumu zorlaştırır. Dışlamalar,
farklılıkların altını çizer. Sınırları belirginleştirir.
3.1.3.1. Komşuluk İlişkisi
Özbekler için komşuluk ilişkisi geniş kapsamlıdır. Anadolu toplumunda
olduğu gibi komşuluk, Özbekler için de önemlidir. Tabağı boş vermemek, pişirilen
yemekten komşuya ikram etmek, iyi ve kötü günde komşunun yanında olmak
adettendir. Özbekler, her evin dört yanından on haneye kadar sıralanan komşularına
sorumluluk duyarlar. Çeyiz, düğün ve cenaze vb. kutlama ve törenlerde komşular,
akrabalar yardımlaşırlar. Ancak Özbeklerin daha çok kendi aralarında yardımlaşma
ve dayanışma ilişkileri içerisinde oldukları görülür. Komşu olarak sınıflandırdıkları
Kömürçukurlularla ise mesafelidirler. Gerek sosyo-kültürel nedenler, gerekse
gelenek ve göreneklerdeki farklılıklar yerelle uyumu zorlaştıran unsurlar olarak
karşımıza çıkar. Her ne kadar birinci ve kısmen ikinci kuşağın Kömürçukurlularla
olan ilişkileri mesafeli olsa da ikinci ve üçüncü kuşak için durum farklıdır.
Görüşmelere bakıldığında komşuluk, arkadaşlık ilişkilerinde üçüncü kuşağın daha
esnek olduğu görülmüştür. A.N.’nin anlatımı bu konuya örnek teşkil etmesi
319
bakımından dikkat çekicidir: “Arkadaşlıkta ayrım yapmam. İster Müslüman, ister
Yahudi, ister Hıristiyan olsun onunla arkadaş olurum” (A.N.,Özbek, erkek, 30
yaşında, tekstilci)39.
Birinci ve kısmen ikinci kuşak Özbekler, Müslüman ve Anadolu
Türkleriyle ortak gelenek ve göreneklere sahip olduklarını ve o nedenle diğerlerine
göre bu grupları kendilerine daha yakın hissettiklerini, belirtmişlerdir. Özellikle İç
Anadolu Bölgesi ve Hatay’ın ilçeleri olan Reyhanlı ve Kırıkhanlılar ile yaşam tarzı
(yer sofrasında yemek yemek, yerde yatmak, sofrada maşrapa ile misafirin elini
yıkanması vb. uygulamalar) ve inanç bakımından benzerlikler gösterdiklerini o
nedenle bu bölge insanlarıyla daha çok anlaşabildiklerini belirtmişlerdir. Özbekler,
tüm mezheplerle etkileşim halinde olsalar da Müslüman/Sünni gruplarla daha rahat
iletişim kurabildiklerini belirtmişlerdir.
Başka bir görüşme örneğinde Kömürçukurlu K.Ö., yeni kuşağın eskilere
göre daha yenilikçi, birinci kuşağın ise muhafazakar olduğunu söylemiştir. Ancak
bu kuşağın çocuklarının ve torunlarının daha uyumlu olduğu yönündeki
düşüncelerini şu şekilde belirtmiştir:
“Bence kuşaklar yenilenince daha iyi olur. Bunların yaşlıları sabit
fikirli. Bunların çocukları, torunları belki daha uyumlu olabilir.
Onlar bizim kurallarımıza uyum sağlamalı. Hani Atatürk kılık
kıyafet devrimi yapmış. Bizim ondan önceki kıyafetlerimizi
giyiyorlar. Bizim sanki yüz yıl önce dedelerimizin filan yaşantılarını
sanki yaşıyorlar. Niye biz gidelim o dönemlere değil mi, tabii ki de
onlar gelecek. Onlar değişecek. Gençleri değişiyor. Mesela
üniversiteli var aralarında. Okumuş gitmiş Ankara’dan falan
tanışmış oradan evlenmiş. Orada hiç ayırt edilemiyorlar. İşte buraya
gelip ailesini görünce işte asıl fark o zaman ortaya çıkıyor. Eskiden
laf atan çok olurdu. Artık onlarda medenileşti. Artık o olaylar
yaşanmaz oldu. Şimdi artık sokağa çıkılabiliyor. Büyük bir değişim
var” (M. K.Kömürçukurlu, kadın, 38 yaşında, ev hanımı).
Gruplar arası iletişime bağlı olarak etkileşimin çift yönlü gerçekleştiğini
göstermesi bakımından A.E.’nin anlatısı dikkat çekicidir:
“Benim oğlum çok güzel Özbekçe bilir. Afgan çocuklarıyla beraber
aynı sokakta oyun oynuyorlar. Bir baktık bizimki Özbekçeyi çok
güzel konuşuyor.” (A.E.,Kömürçukurlu, kadın, 39, dönerci dükkânı
işletiyor).
Sokakta bir arada oynayan, aynı okula giden, aynı sınıfı ve sırayı paylaşan
Türk ve Özbek çocukların birbirlerinin anadillerini öğrendikleri görülmüştür.
Ebeveynleri gibi Türk eğitim sisteminde eğitim gören, dünya görüşü Türkiye’de
şekillenen üçüncü kuşağın çocukları, Türkçeyi, Özbekçe kadar iyi konuşa bilmekte,

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 152.


39

320
Türk kimliğini, Özbek kimliği kadar ön planda tuttuğu görülmektedir.40 Okullar,
Türk camileri ve Türklerin dini eğitim verdiği yatılı kurumlar, resmi bayram ve
kutlamalar yeni nesil Özbeklerin dünya görüşünü şekillendiren unsurlardır (Bkz.
Fotoğ. 5-6).

Ovakent’te bulunan okulların okul aile birliği üyeleri Özbek ve


Kömürçukurluların ileri gelenlerinden seçilmekte, bu kişiler halkla okul yönetimi
arasında aktif olarak görev almaktadırlar (Bkz. Fotoğ. 7-8).

40
Özbekler, Ovakent’te ve evlerinde Özbekçe, Ovakent dışında ise Türkçe iletişim kurmayı tercih ettikleri
görülür.

321
Görüşmelere bakıldığında üçüncü kuşağın, diğer gruplarla yoğun
arkadaşlık ilişkisi içerisinde oldukları söylenebilir. Özbekler, Serinyol ve
Maraşboğazı Mahallesinde ikamet eden Alevi grupla bir arada yaşamaktadırlar.
H.T.’nin anlatısı, üçüncü kuşağın Alevi grup ile ilgili arkadaşlık ilişkisine yönelik
düşüncelerini yansıtması bakımından dikkate değerdir:
“Hatay’da yaşayanlara Türk diyoruz. Onların sürekli bayramı
oluyor. Çok kurban kesiyorlar. Orada (Serinyol’da) Alevi var.
Oradaki çok iyi arkadaşlarımız var. Buradakiler çok tepki yaptılar
neden o lise diye. Orada Aleviler var. Size baskı yaparlar oradaki
insanlar... Ama gittik gördük birlikte sınıftayız, kardeş gibiyiz, bizi
kendilerinden ayırt etmiyorlar. Giderken bizleri evlerine
çağırıyorlar. Hiç düşünmüyorum onların Müslüman olmadıklarını.
Hatta buradaki arkadaşlarımızdan çok daha iyiler. Aileleri de çok
iyi” (H.T.,Özbek, kız çocuğu, 16 yaşında, öğrenci)41.
H.T.’nin anlatısı, geleceğe yönelik gruplar arası ilişkilerin yönünü
göstermesi açısından önemlidir. Değişen yaşam tarzları, dünya görüşleri ve ortak
paylaşım alanlarının sıklığı ve yoğunluğu grupların birbirlerini tanıma fırsatı
yaratması bakımından kıymetlidir. Ortak etkileşim alanları, gruplar arası
benzerliklerin altının çizilmesini olanaklı kıldığı gibi, “öteki”nin yeniden
üretilmesini sağlar.
Başka bir görüşme örneğinde ise F.D., yelek satıcılığı nedeniyle Türkiye’yi
gezdiğini, birçok farklı kültürün bir arada kardeş gibi yaşaması nedeniyle Hatay’ın
diğer şehirlere göre örnek olduğunu, Ermenilerin, Alevilerin iyi insanlar olduğunu,
Alevilerin yaşadığı Serinyol’un kendilerine yakın olduğunu ve çok sık gittiklerini
söylemişlerdir. Alevileri, kendilerine inanç bakımından ayrı, ancak “insanlık”
bakımından yakın gördüğünü belirtmiştir. Aynı durum Maraşboğazı’nın Bağlama
Mahallesinde yaşayan Aleviler için de geçerlidir. Bu mahallede yapılan
görüşmelerde okul ve sağlık ocağında Özbeklerle iletişim içerisinde olduklarını
söylemişlerdir. Alevi olduğunu söyleyen G.A. anlatısında, Ovakent’in çevresinde
Alevilerin bulunduğunu ve Özbekler ile bir arada sorunsuz bir şekilde yaşadıklarını,
birbirlerinin düğünlerine gittiklerini söylemiştir. Özbeklerin kendileri ile aralarında
bir sorun çıkmadığını anlatmıştır. Bunun nedenini ise “Bit hıbbines, nes bit hıbbik”
(İnsanı seversen, insan da seni sever) Arapça atasözünün içinde barındırdığı “sevgi”
ve “hoşgörü” kavramlarıyla ilişkilendirmiştir.
Maraşboğazı’nın Bağlama Mahallesi’nde yaşayan Alevi grup çocuklarını,
Ovakent’teki ilköğretim okullarına, Özbekler ise, beldeye daha yakın olması
nedeniyle çocuklarını lise eğitimi için Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Serinyol’a
göndermektedirler. Bu noktada okullar, gerek pazar yerleri, sağlık ocağı bu iki
grubun iletişim kurabildikleri ortak yaşam alanlarını oluşturmaktadır. Bu alanlar,
grupların birbirleriyle sosyalleşme imkânı bulduğu mekânlar olarak karşımıza çıkar.
Gündelik hayatta Alevilerle ortak yaşam alanlarının, bu iki grubun birbirlerini

Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 153.


41

322
tanımasında, karşılıklı önyargıların kalkmasına kısmen de olsa fayda sağladığı
söylenebilir.
Genel olarak bakıldığında, Ovakent’te bir arada yaşayan tüm grupların
birbirleriyle sınırlı ilişkiler kurdukları söylenebilir. Özbekler, her ne kadar devlet
tarafından kabul görseler de yaşadıkları beldede ve şehirde şu ya da bu nedenle
dışlanmaktadırlar. Bu durum Özbeklerin yerel halkla olan uyum sürecini
yavaşlatmaktadır. Barth da (2001:18) bir grubun üyeleri başka grubun üyeleriyle
etkileşim halindeyken söz konusu grup kimliğini koruyabiliyorsa, bu durumda
aidiyet ve dışlanma dinamiklerinin devreye girmiş olduğundan bahseder.
Özbeklerin devlet politikalarıyla diğer gruplardan ayrıcalıklı tutulduğu düşüncesi,
kentte geleneksel kıyafetleriyle dolaşmaları, sakallarını uzatmaları vb. nedenlerden
dolayı, gruplar arasında dışlandıkları görülür. Önceleri çok daha belirgin olduğu
söylenen sorunların, günümüz de azaldığı belirtilmiştir.
3.1.3.2. Törenler
Törenler ve ritüeller, gruplar arası ilişkilerin kurulabildiği iletişim
alanlarındandır. Sosyal yaşamın önemli bir bölümünü oluşturan törenler, gruplar
arası ilişkileri ortaya koyan belirleyici unsurlardandır. Törenler grup kimliğinin
devamını, nesillere aktarılmasını ve bireyler arası dayanışmayı arttırması vb.
işlevlere sahiptir. Düğün ve cenaze törenleri, grupları bir araya getiren yapılardır.
Grupların birbirlerinin gelenek ve göreneklerini daha yakından tanıma imkânı
sağlar.
Ovakent’te yaşayan gruplar birbirlerinin cenaze törenlerine katılmaya özen
gösterirler. Ovakent’te Özbek geleneksel düğün yapısını devam ettirseler de
uygulamalarda değişimlerin olduğu görülmüştür. Eskiden kırmızı kadife gelinlik
giyen kadınların beyaz gelinliği, “köklek ve iştan”42 giyen erkeklerin ise damatlık
giymeyi tercih ettikleri görülmüştür. Eskiden gelin ve damadın bir araya
gelmemeye dikkat ettiği kına merasimine günümüz uygulamalarında değişiklik
olmuştur. Damat ile gelinin açılış dansı yapması, düğün pastasının kesilmesi vb.
yeni adetlerin Özbek kültüründe yeni uygulamalarıdır43 (Bkz. Fotoğ. 9-10).

42
Özbekçede gömleğe köklek ve içlik olarak ifade edilen gömleğe iştan adı verilir. Bu kıyafet Özbeklerin
geleneksel kıyafeti olarak bilinir. Ancak bazı görüşmeciler bu kıyafetin, İngiliz pijaması olduğunu ve kendi
kültürleriyle bağlantısı olmadığını belirtmiştir.
43
Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbekler’de…, 2015, s. 188.
323
Geleneksel çeyiz eşyalarının içerisinde beyaz eşyalara, yatak odası, oturma
grubu takımlarına, teknolojik eşyalara yer vermeleri Özbek geleneklerine yeni
kültürel motiflerin girdiğini göstermektedir (Bkz. Fotoğ. 11-12). Eskiden geline
takılan gümüş takıların yerini, altın takıların aldığı görülmüştür. Evlerin bahçesinde,
yerlere serili halılar üzerine oturan misafirlere yemek ikram edilerek
gerçekleştirilen düğünlerin yerini, düğün salonunda sandalyelere oturarak
ikramların elden ele dolaştırıldığı düğünlerin yapıldığı görülmüştür.

Elde edilen bulgular değerlendirildiğinde geleneksel ile yeni uygulamaların


harmanlandığı bir Özbek kültüründen bahsetmek mümkündür. Bu yeniden
yapılanmanın, karşılıklı bir etkileşim sonucu gerçekleştiği ortadadır.

324
3.1.4. Politik Yaşam
Özbekler, Türk vatandaşına kabul edilmelerinden bu yana seçme ve
seçilme haklarından faydalanmaktadırlar. Türkiye’deki partiler hakkında fikir sahibi
olmanın yan sıra aktif olarak partilere üyedirler. Yörede, kendilerine yakın
hissettikleri partinin temsilciliklerini açarak parti teşkilatı için yörede çalışmalar
yapmaktadırlar. İkinci ve üçüncü kuşak birçok Özbek, Antakya parti teşkilatına
üyedirler. Parti üyeleriyle geliştirilen politik ilişkiler, Özbeklerde Türklük, vatan ve
yurt kavramlarının yeniden yapılandırılmasına, ata vatan, anavatan, ortak dil, ortak
tarih vurgularıyla ise yaşanılan ülkeye ve millete aidiyet geliştirmelerine katkıda
bulunmuştur. D.F.’nin anlatısı bu duruma örnek teşkil etmektedir:
“Tarihimizi bilmemiz lazım. Türkiye içerisindeki Türkler bize bu
duyguyu aşılıyor. Mesela biz geldiğimiz zaman babalarımız bilmezdi
Türk olduklarını. Özbek olduklarını bilirlerdi. Mesela Afganistan’a
gittiklerinde Türk müsün, dediklerinde yok Özbeğiz, derler. Ama
şimdi Afganistan’da tümü Türk kavramını biliyorlar” (D. F., Özbek,
erkek, 30, yelek işi ile uğraşıyor).
Birinci kuşak Özbekler, yerel seçimlerde kendi gruplarından belediye
başkanlığı ve muhtarlık seçimlerinde desteklenmesini isterken, ikinci kuşak ise
daha çok “dürüst” ve “iş yapabilen” özelliklere sahip kişilerin seçilmesinin doğru
olabileceğini görüşündeler44.
C.S. anlatısında, Türkiye’deki siyasi ortamı takip edemeyen kişilerden
oluştuğunu düşündüğü yaşlılar heyetinin parti üyeliği ve başkanlık seçimlerinde
adayın kim olacağına karar vermesini şu şekilde değerlendirmiştir:
“Beldemizin yaşlı kesimi, ileri gelenleri hep okumamışlar, millet
onların sözüne göre hareket ediyor. Biz bu başkana şahıs olarak oy
verdik. Parti olarak değil. Kişilik olarak. İyi bir insan. MHP’den
girdi önce belediye başkanlığına ama baktı işler yürümüyor AKP’ye
geçti. Türkiye’de biliyorsunuz kim iktidarsa, hangi belediye iktidar
partisindeyse ona yardım ediyor. MHP’den girdik belediye başlığına
köyümüzde hiçbir şey olmadı. Zaten belli 3-4 yıldan beri hiçbir şey
yapılmadı. AKP’ye geçildi, şimdi daha kanalizasyonlar yapılmaya
başlandı. Bu belediye başkanlığı 3-4 yıldır AKP den (C.S., Özbek,
erkek, 20 yaşında, inşaat işçisi).
Özbekler, AKP’nin kendilerini ideolojik anlamda temsil ettiklerini ifade
etmişlerdir. Başka bir anlatıda, T.E., kendini Türk vatandaşı olarak seçtiği partinin
kendisini temsil ettiğini, genel seçimlerde Özbeklere ait bir partiye ihtiyaç
duymadıklarını dile getirmiştir. Bu noktada, Özbekler, din ve milliyetçilik
ideolojileri bakımından MHP ve AKP ile benzer dünya görüşüne sahiptirler. O
nedenle Özbekler her iki partiye yakınlık duymaktadırlar. Ancak son on yılda

44
Araştırmanın yapıldığı 2011-2012 yıllarında bu gün mahalle olan Ovakent belediye idi. O nedenle Özbekler
belediye başkanlığı için, yerel gruplarla kendi adaylarının kazanması yönünde çaba sarf etmişlerdir.
325
MHP’nin iktidar olma ihtimallerinin düşük olduğu yönündeki görüşler nedeniyle
MHP seçmenlerinin oylarının AKP’ye kaydığını söylemişlerdir. S.K.’nın anlatısı bu
duruma örnek teşkil etmesi yönünden dikkat çekicidir:
“AKP teşkilatına üyeyiz. İslam’ı savunduğu ve potansiyeli olduğu
için. Oyumuzu bu partiye veriyoruz. Aslında MHP’de aynı.
Çoğunluğun peşine gidiyoruz. Kadınlar da erkeklerin istediği yere
oy veriyor. Mecbur, erkeğin dediği yere oy atacak. Yerel seçimlerde
kişiye bakıyoruz. Özbek olması bizim için daha iyi. Genel seçimde
sağ partiye veririm. Bizim burada eskiden MHP’ye verilirdi. AKP iki
dönemdir alıyor. 2 senedir çok oy alıyor. Bizde diyoruz ki versek de
vermesek de alacak. O nedenle veriyoruz. Sağ olduktan sonra her
partiye oy veririm. Yani Müslüman bir parti olduktan sonra sorun
yok. Mesela CHP Alevilerin partisi. Anlaşamıyoruz onlarla. Sol bir
parti. Bizim buranın toplumuna ters geliyor, örf ve adetlerin yoksa
kötü insanlar değiller” (S.K. Özbek, 48 yaşında, tüccar).
Özbekler oylarını bireysel olarak kullansalar da, kime oy verecekleri
kararını tayfalarını temsil eden musepid üyesi ile ortak alırlar. Belediye başkanının
seçime hangi partiden katılacağına ve kimin belediye başkanı olacağını musepid
heyetinin lideri, yardımcıları ve Özbek erkeklerinin ortak kararıyla belirlenir. Bu
sürece kadar konunun dışında kalan kadın, oyunu kocasının yönlendirmesiyle
grubun ortak aldığı kişiye verir.
Sonuç
Özbekler, iç karışıklıklar nedeniyle Afganistan’ı terk etmek zorunda
kalmışlardır. Aslında bu göç serüveni, atalarının yaklaşık yüz yıl önce Özbekistan’ı
terk edip Afganistan’a yerleşmeleriyle başlamıştır. Bugün bu göçmenlerin torunları,
bizim araştırma gurubumuzu oluşturmaktadır.
Yüzyılı aşkın bir süredir yaşanan göçler, grup kimliğini muhafazası
yönünde içe kapanık, çevreden izole, yeniliklere karşı dirençli bir yapı yaratmıştır.
Bu dirençli yapının dayanağı, sosyalizasyon sürecinde gelenek ve göreneklerine,
atalarına bağlı, köklerini iyi tanıyan nesillerin yetiştirilmesi dünya görüşüdür.
Özbekler’in, Antakya’nın çokkültürlü yapısı içerisinde, grup kimliğini muhafaza
etme amacıyla diğer gruplarla sınırlı iletişim kurdukları gözlemlenmiştir. Özellikle
birinci kuşak Özbekler, bu konudaki hassasiyetlerini diğer kuşaklara aktarmaktadır.
Musepid adı verilen yaşlılar heyeti, Özbek kültürünün muhafazası yönünde grup
üyelerini yönlendirdiği söylenebilir. Ancak tüm dünyayı kasıp kavuran
‘modernleşme’, ‘medenileşme’ ve ‘kentleşme’ süreçleri içerisinde otantik bir
kültürden bahsetmek pek mümkün görülmemektedir. Özellikle ikinci ve üçüncü
kuşak Özbekler, kitle iletişim araçları iletişime açık bir yapı gösterirler.
Özbekler gündelik hayatta birçok grupla temas halindelerdir. Özbeklerin
bir arada yaşadıkları gruplarla, iletişim içerisinde oldukları alanlar göz önünde
bulundurulduğunda, karşılıklı bir etkileşimden bahsedilebilir. İletişimi kolaylaştıran
unsurlar, ortak vatan, ortak ata kavramlarıdır. Ayrıca, Özbeklerin “Türk soylu” ve
326
“Müslüman” olmaları, Özbekçenin Türkçenin bir lehçesi olması, benzer gelenek ve
görenekler vb. ortaklıkların, Özbekler ile Anadolu halkı arasındaki uyumu
kolaylaştırdığı gözlemlenmiştir.
Özbeklerin yerelle geliştirdikleri ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerde
“Türk” ve “Müslüman” kimliklerini ön planda tutsalar da diğer gruplarla da yakın
ilişkiler içerisinde oldukları görülmüştür. Özellikle ekonomik ilişkilerde tüm
gruplara eşit mesafede oldukları, ayrım yapmadıkları anlaşılmıştır. Ancak
Antakya’da yaşayan birçok etnik ve dini grupta olduğu gibi Özbeklerde de, grup
dışına kız alıp-verme dengelerinde tam bir bütünleşmeden söz etmek mümkün
değildir.
Özbek kültürü içerisine entegre edilen yeni kültürel motiflerin varlığı,
yavaş da olsa gruplar arası iletişimin gerçekleştiği yönünde ipuçları vermektedir.
Kısmen ikinci ve üçüncü kuşak Özbekler ile yapılan görüşmelerden elde edinilen
olumlu izlenimler, gruplar arası uyum sürecinin yavaş da olsa zaman içerisinde
gelişebileceği söylenebilir.

KAYNAKLAR
Assmann, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik
Kimlik, (Çev. Ayşe Tekin), Artı Yayınevi, İstanbul, 2001.
Aydın, Suavi, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003.
Barth, Fredrik.2001. Etnik Gruplar ve Sınırları. (Çev. Ayhan Kaya ve Seda
Gürkan), Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001.
Çağaptay, Soner. Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir?, İstanbul
Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009.
Çağlayan, Savaş, “Göç ve Göçmen İlişkisi”, Göç Kuramları, Muğla Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi (İlke), S. 17, Muğla 2006.
Castles, Stephen –Mark J. Miller, Göçler Çağı, Modern Dünyada Uluslararası Göç
Hareketleri, (Çev. Uğur Bal ve İbrahim Akbulut), İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008.
Chambers, Iain, “Göç, Kültür, Kimlik”, (Çev. İsmail Türkmen ve Mehmet Beşikçi),
Ayrıntı Yayınevi, İstanbul 2005.
Childe, Gordon, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık, İstanbul 1998.
Collonny, William. E. Kimlik ve Farklılık, (Çev. Ferma Lekesizalın), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1995.
Doğruel, Fulya, İnsaniyetleri Benzer, Methis İletişim Yayınlar, İstanbul 2009.

327
Eraslan, Aylin, Antakya’da Yaşayan Özbeklerde Kimlik ve Aidiyet, Yeditepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul 2015.
Gülalp, Haldun, Kimlikler Siyaseti, Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, Metis
yayınevi, İstanbul 2003.
Güvenç, Bozkurt, İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul 1991.
Hatunoğlu, Nurettin, “Türkiye’deki Küçük Afganistan Ovakent Beldesi”, Güzel
Türkistan, Adana Türkistanlılar Kültür ve Yardımlaşma Derneği, S. 6,
Adana 2009.
Miller, J.Mark ve Castles, Stephen, Göçler Çağı, (Çev. Bülent Uğur Bal, İbrahim
Akbulut), Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008.
Özkırımlı, Umut, Milliyetçilik Kuramları Eleştirisel Bir Bakış, Doğubatı Yayınları,
İstanbul 2008.
Tezcan, Mahmut, Kültürel Antropoloji, Kültür Bakanlığı Yayınevi, Ankara 1991.
Yalçın, Cemal, Göç Sosyolojisi, Ankara, Anı Yayınları 2004.
Elektronik Kaynaklar
https://maps.google.com/maps?output=classic&dg=brw (Erişim Tarih: 11.10.2012)
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2006/09/20060926-1.htm, (Erişim Tarihi:
13.05.2015)

328

You might also like