You are on page 1of 362

BİLİM ve MİT:

AYNI ve BİR OLABİLİRLER Mİ?

• Adem ilk tüp bebek miydi? Havva ilk organ nak­


li ameliyatından yararlanan kişi miydi?
• Sodom ve Gomorra'yı yıkan nükleer fizyon muy­
du?
• Bilgisayar çıktıları 5000 yıl önce mevcut muydu?
• Bugün ancak derin uzay sondaları ile keşfedebil­
diğimiz güneş sistemimizle ilgili bilgileri, kadim
halklar ayrıntısıyla ve doğru olarak nasıl tarif
edebilmişlerdi?

İnanılmaz cevapların hepsini, en son bilimsel bul­


gularla birlikte tamamen belgelenmiş halde, DÜN­
YA TARİHÇESİ dizisinin saygın yazan Zecharia
Sitchin'in bu yeni, önemli ve şaşırba kitabında bu­
lacaksınız.
Nefilimler hakkında
"konuşmayı bırak da bir şeyler yaz"
diye beni teşvik eden,
evlenmeden önceki soyadı Regenbaurn olan
eşim Frieda (Rina)'ya
Zecharia SITCHIN

İnsanoğlunun uzak geçmişindeki şaşkınlık verici


derecede ileri bilimsel bilgilerin
akıllara durgunluk veren yeni kanıtlan!

KOZMİK TOHUM

MODERN BİLİM,
KADİM BİLGİYE YETİŞİYOR MU?

Çeviren
Yasemin TOKATLI

Ruh ve Madde Yayınlan


Genesis Revisited
Copyright © 1990, Zecharia Sitchin
Tüm hakları saklıdır. Yazarın yazılı izni olmaksızın bu kitabın hiçbir
bölümü, herhangi bir biçim veya yolla tekrar basılamaz ve yayımlanamaz.
İlk kez lngiliue olarak Amerika Birleşik Deuletleri'nde Avım Books
tarafından yayınlanmıştır.
Bu Kitabın Yayın Hakkı
İnsanlığı Birleştiren Bilgiyi Yayma (BİLYAY) Vakfı'nın
bir kuruluşu olan
Ruh ve Madde Yayıncılık ve Sağlık Hizmetleri A.Ş.'ne aittir.
Ruh ve Madde Yayıncılık ve Sağlık Hizmetleri A.Ş.'nden
yazılı izin alınmadan hiçbir alıntı yapılamaz©
1. Baskı: İstanbul, Temmuz 2000
2. Baskı: İstanbul, Eylül 2000
3. Baskı: İstanbul, Ocak 2002

ISBN 975-8007-75 -0

•Baskı
Kurtiş Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Küçük Ayasofya Cad. Akbıyık Değirmeni Sok.
Kapıağası İşhanı 33/6 Sultanahmet /İstanbul
Tel: (0.212) 518 11 28 • Faks: (0.212) 51740 10

•Yayın
Ruh ve Madde Yayıncılık ve Sağlık Hizmetleri A.Ş.
Hasnun Galip Sok. Pembe Çıkmazı No: 4, D: 6
80060 Beyoğlu/İSTANBUL
Tel: (0.212) 243 18 14 - 249 34 45 Faks: (0.212) 2 52 "0718

http: www.bilyay.org.tr
http: www.ruhvemadde.com
e-mail: bilyay@bilyay.org.tr
SUNUŞ
Zecharia Sitchin, bestseller kitabı olan 12. Gezegen' den sonra
yazdığı eserlerinde kadim öğretilerle modem bilimin en son ke­
şiflerini bir potada eritmektedir. Okuyucuya derin ve olması ge­
reken yeni ufuklar açan bu kitap, insan DNA'sından kozmosa
uzanan gizemli bağı tekrar bulduruyor.
Spiritüel hakikatle bilimsel hakikatin ayrılmaz bir bütün
oluşunu, canlılığın meydana gelişini sağlayan kozmik iradelerin,
insanlık kültürünün genel evrimi için nasıl ve ne yollarla çaba
gösterdiğini apaçık okuyucunun gözleri önüne seriyor.
Yeni Çağın bilgisi dört koldan gelişirken ve ilerlerken, bizim
geçmişimizdeki ana bilgilerle tam paralellik göstermesi bizleri
her devrin hakikatlerine, ama en önemlisi hakikatlerin birliğine
götürüyor.
Bilimirı -ve insanlığın, geçmişle geleceği rasyonel bir şekilde
bağlayabilen gerçek bilim adamlarına ihtiyacı gittikçe artmakta­
dır.
Elinizdeki kitap kendi perspektifinden bu vazifeyi yapmaya
çalışıyor. Şüphesiz bilinmeyenler, bilinenlerin yanında çok azdır.
Zecharia Sitchin'in bu ikinci ki�ını da Türkçe'ye akıcı bir
dille kazandıran çevirmen Yasemin Tokatlı'ya teşekkür ederiz.

BİL YAY Vakfı Ruh ve Madde Yayınlan


İÇİNDEKİLER
Önsöz ........................................................................... 9
Göklerdeki Ordu .. . .
.. . .. ...... ................. ................ .. . . .11

Dış Uzaydan Geldi . . .


.... .. .. ............... .... . ...................32

Başlangıçta . .
....... ......... ...................................... ....... . 50
Yaratılış'ın Habercileri .. ............... . ................ ..........72

Gaia: Oyulmuş Gezegen .


.......... ............................ 100
Yarahlış'ın Tanığı . .
..... ..................................... ..... . 120
Yaşam Tohumu . . .
........ .... ......... ............................ . . 146
Ademoğlu: Yarablan Köle .
............... ................... 172
Havva I:>enilen Ana ............................................... 199
Bilgelik Göklerden İndirildiğinde .
.. .................... 219
Mars' ta Bir Uzay Üssü .
... .... .. . . ...................... ........245

Phobos: Bir Arıza mı Yoksa Bir


Yıldız Savaşları Vakası mı? ........................... 287
Olacakları Gizlice Beklerken .
....... ............ ......... . . . 317
İndeks .
.......... ................................................ .......... . 354
ÖN SÖZ
Yirminci yüzyılın son otuz-kırk yılı, insanoğlunun bilgisin­
de akıllara durgunluk veren bir gelişmeye tanıklık etti. Bilim ve
teknolojinin her alanındaki ilerlemeleriıniz, artık yüzyıllar veya
onyıllarla değil, yıllar, hatta aylarla ölçülmeye başladı ve öyle gö­
ıiinüyor ki, insanoğlunun geçmişinde ulaşabildiği herhangi bir
haşan veya faaliyet alanını kat be kat aşmış durumda.
Ama acaba Karanlık Çağ ve Orta Çağdan çıkan, Aydınlanma
Çağına ulaşan, Sanayi Devrimini deneyimleyen, yüksek teknolo­
ji, genetik mühendislik ve uz.ay uçuşlan çağına giren İnsanoğlu­
nun, kadim bilgiye ancak yetişmiş olması mümkün olabilir mi?
Kitabı Mukaddes ve öğretileri birçok nesil boyunca İnsa­
noğlunun arayışı için bir çapa görevi görmüştü ama modem bi­
lim yüzünden hepimiz sularda sürükleniyor gibiyiz, özellikle de
Evrim ve Yarablış arasındaki uyuşmazlıkta. Bu kitapta bu çatış­
manın temelsiz olduğu, Tekvin Kitabı ve kaynaklarının en yük­
sek bilimsel bilgiyi yansıthğı gösterilecektir.
Öyleyse, uygarlığımızın, bugün gezegenimiz Dünya ve ev­
rendeki köşemiz, yani gökler hakkında keşfettiklerinin sadece
''Yarablış'ı Yeniden Ziyaret" denilebilecek bir drama olması,
Dünya'da ve başka bir gezegendeki çok daha eski bir uygarlığın
bildiklerinin yeniden keşfi olması mümkün müdür?
Soru, sadece bilimsel bir merakla sorulmamışbr; İnsanoğlu­
nun varoluşunun merkezine, kökenine ve kaderine kadar gider.
Dünya'run yaşayabilecek bir gezegen olarak geleceğini ilgilendi­
rir çünki Dünya'nın geçmişindeki olaylarla ilgilidir; nereye gitti­
ğimizle ilgilidir çünki nereden geldiğimizi açığa çıkarır. Ve ce­
vaplar, göreceğimiz gibi, bazılan kabul edilemeyecek kadar ina­
nılmaz ve bazılan da yüzleşilemeyecek kadar ürkütücü olan ka­
çınılmaz çıkanmlara yol açmaktadır.

9
GÖKLERDEKİ ORDU
Başlangıçta
Tann gökleri ve yeri yarath.

Her şeyin başlangıcı kavramı, modern gökbilimi ve astrofi­


ziğin temelidir. Düzen olmadan önce bir boşluk ve kaos olduğu
cümlesi, evrende hüküm sürenin kalıcı bir düzenlilik değil de ka­
os olduğuna ilişkin en son teorilere de uymaktadır. Sonra da ya­
ratılış işlemini başlatan yıldırım hakkındaki cümle gelir.
Acaba bu, evrenin ilksel bir patlamadan yarabldığıru; yıl­
dızlan, gezegenleri, kayaları ve insan varlıklarını oluşturan, gök­
lerde ve Dünya'da gördüğümüz harikaları yaratan maddeyi dört
bir yana dağıtan, ışık biçimindeki enerji patlamasını öneren Big
Bang (Büyük Patlama) teorisine bir gönderme miydi? Bize en çok
ilham veren kayrıaktan aldıkları bilgilerle ilhamlanan bazı bilim­
ciler, öyle olduğunu düşünüyorlar. Ama öyleyse, kadim İnsanoğ­
lu bu kadar uzun zaman önce Büyük Patlama teorisini nasıl bili­
yordu? Yoksa bu kutsal kitap hikayesi, küçük gezegenimiz Dün­
ya'nın ve Gökkubbe ya da "dövülmüş bilezik" (asteroit kuşağı)
denilen göksel bölgenin nasıl biçimlendiği meselesini olabildi­
ğince basitçe tarif mi ediyordu?
Gerçekten de, nasıl olmuş da kadim İnsanoğlu bir kozmogo­
niye ("") sahip olabilmişti? Aslında ne kadar biliyordu ve bunu na­
sıl öğrenmişti?
Cevaplan aramaya, olayların açılmaya başladığı yerde baş­
lamak uygun olacakhr: İnsanoğlunun zamanın başlangıcından
bu yana kökeninin, yüksek değerlerin ve Tann'nın bulunduğunu
(•) Kozmogoni: Evrenin gelişimi ve kökeni üzerine çalışma. Evrenin gelişimini ve
kökenini açıklamaya kararlı ilkeler bütünü. (Ç.N.)

11
KOZMİK TOHUM

Şekil 1

hissettiği göklerde. Mikroskopların kullanımı sayesinde yapılan


keşiflerin heyecan vericiliği gibi, teleskopların görmemizi sağla­
dıktan da doğanın ve evrenin muhteşemliğinin farkındalığı ile
dolduruyor içimizi. Yeni ilerlemelerin içinde en etkileyici olanı,
hiç şüphesiz, gezegenimizi çevreleyen göklerdeki keşifler olmuş­
hır. Ne afallahcı gelişmelerdi bunlar! Sadece birkaç on yıl içinde
Dünyalılar gezegenimizin yüzeyinden havalanmış; yüzeyinin
binlerce kilometre üstünde Dünya'nın semalarını arşınlamış; tek
uydusunun, yani Ay'ın üstüne inmiş; ve göksel komşulanınızı
incelemek üzere bir dizi insansız uz.ay aracı yollayarak renkleriy­
le, yüzey özellikleriyle, yapılanyla, uydulanyla, halkalanyla göz
kamaşhncı canlı ve aktif dünyalan keşfetmiştir. Belki de ilk kez,
Mezmur (•) yazarının sözlerinin anlamını kavrayabilir ve kapsa­
mını hissedebiliriz:

Gökler Tann'nın izzetini beyan eder;


Ve gökkubbe Ellerinin işini ilin eyler.

Gezegensel keşif gezilerinin harika çağı, Ağustos 1989' da in­


sansız uz.ay aracı Voyager 2, uzaktaki Neptün'ün yanından geçti-

(•) Mezmur: Eski Ahit'te Mezmurlar başlıklı bölümde yer alan ilihileri ya:zan
kişiler. (Ç.N.)

12
GÔKLERDEKi ORDU
ğinde ve Dünya'ya resimler ve diğer verileri yolladığında muh­
teşem bir zirveye ulaşh. Sadece bir ton ağırlığında olan ancak te­
levizyon kameraları, algılama ve ölçme cihazları, nükleer çözün­
me temelli bir güç kaynağı, aktarıcı antenler ve küçücük bilgisa­
yarlarla (Şekil 1) dahice doldurulmuş olan araç, Dünya'ya var­
ması ışık hızında bile dört saatten fazla süren hsılhya benzer dar­
be sesleri yolladı. Bu darbeler Dünya üzerinde Amerikan Ulusal
Havacılık ve Uzay Dairesi'nin (NASA) Derin Uzay Ağı'ru oluştu­
ran radyoteleskopları dizisi tarafından yakalandı; sonra zayıf sin­
yaller Pasadena/Califomia'da projeyi NASA adına yöneten Jet
itki Uboratuvan'nın (JPL) gelişmiş tesislerinde elektronik sihir-·
bazlık yoluyla fotoğraflara, tablolara ve diğer veri biçimlerine
çevrildi.
Bu son görevin başarılmasından, yani Neptün ziyaretinden
on iki yıl önce Ağustos 1977'de fırlatılan Voyager 2 ve refakatçisi
Voyager l'in aslında sadece Jüpiter ve Satürn'e ulaşması ve daha
önce Pioneer 10 ve Pioneer 11 adlı insansız uzay araçları tarafından
bu iki dev gazımsı gezegen hakkında elde edilen verileri artırma­
sı niyetleniyordu. Ama kayda değer bir deha ve beceri ile JPL bi­
limcileri ve teknisyenleri, dış gezegenlerin nadir bir şekilde hiza-

'
'
'
.....
.......... ,.,..-'
-----

Kaynak: JPL

Şekil 2

13
KOZMİK TOHUM
ya girmesinden faydalanarak ve bu gezegenlerin yerçekimi güç­
lerini "sapan" gibi kullanarak, Voyager 2'yi ilk önce Satüm'den
Uranüs'e ve sonra da Uranüs'ten Neptün'e fırlatmayı başardılar ·

(Şekil 2).
Dolayısıyla Ağustos 1980'nin sonlarında birkaç gün boyun­
ca başka bir dünyayı ilgilendiren manşetler, İnsanoğlunun gün­
lük istihkakını dolduran silahlı çatışmalar, politik hareketler, maç
sonuçlan ve borsa raporlarını bir kenara ihnişti. Birkaç gün için
Dünya dediğimiz dünya, bir başka dünyayı izlemek üzere mola
verdi; televizyonlarımızın başına çakılmış biz Dünyalılar, Nep­
tün dediğimiz bir başka gezegenin yakın plan resimleriyle heye­
cana kapıldık.
Televizyon ekranlarımızda göz kamaşbncı turkuaz bir kü­
renin imgeleri göründüğünde, yorumcular İnsanoğlunun Dünya
üstündeki en iyi teleskoplarla bile bizden yaklaşık beş milyar ki­
lometre uzakta, uzayın karanlığında ancak hafifçe aydınlanmış
bir nokta olarak görülebilen bu gezegeni ilk kez görebildiğini tek­
rar tekrar vurguluyorlardı. İzleyicilere, Neptün'ün ancak
1846'da, nispeten daha yakın olan Uranüs gezegeninin yörünge­
sindeki düzensizliklerin ötesinde bir diğer gök cisminin varlığım
belirtmesinden sonra keşfedildiğini habrlabyorlardı. Bundan ön­
ce hiç kimsenin -ne on yedinci ve on sekizinci yüzyıllar arasında
gök cisimlerinin hareketlerinin kanunlarını keşfeden ve belirle­
yen Sir Isaac Newton ve Johannes Kepler' in, ne on albna yüzyıl­
da gezegensel sistemimizin merkezinde Dünya'nın değil de Gü­
neş'in olduğunu belirleyen Kopemik'in, ne de bir yüzyıl sonra te­
leskop kullanarak Jüpiter'in dört ayı olduğunu ilan eden Gali­
le'nin- on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek hiçbir büyük gökbi­
limcinin ve şüphesiz daha önceleri de hiç kimsenin Neptün'ü bil­
mediğini bize habrlatblar. Ve sadece sıradan TV izleyicileri değil
gökbilimcilerinin ta kendileri de daha önce hiç görülmemiş olanı
görmek üzereydiler; Neptün'ün gerçek tonlarını ve yapısını ilk
kez öğrenecektik.
Ama Ağustos karşılaşmasından iki ay önce, birçok Ameri­
kan, Avrupa ve Güney Amerika aylık dergisi için uzun zamandır
kabul gören fikirlere karşı çıkan bir makale yazmışhm: Neptün

14
GÖKLERDEKİ ORDU
eski çağlarda bilinmekteydi, diye yazmışhm; ve yapılmak üzere
olan keşifler sadece kadim bilgiyi doğrulayacakh. Neptün mavi­
yeşil renkli, sulu ve "bataklık bitkisi" renginde lekeleri olan bir
gezegen olacakhr, diye kehanette bulunmuştum!
Voyager 2'den gelen elektronik sinyaller bunlann hepsini ve
fazlasını doğruladı. Helyum, hidrojen ve metan gazlanndan olu­
şan bir ahnosferin kucakladığı, Dünya'run kasırgalarını küçücük
kılan, burgaçlı, yüksek şiddette rüzgarların süpürdüğü güzel bir
mavi-yeşil renge sahip, turkuaz bir gezegeni açığa çıkardılar. Bu
ahnosferin alhnda, belki de güneş ışığının onlara çarphğı açıya
bağlı olarak rengi bazen daha koyu mavi ve bazen de yeşilimsi
san olan gizemli dev "lekeler" görünmekteydi. Beklendiği gibi,
ahnosfer ve yüzey ısıları donma noktasının alhndaydı ama Nep­
tün'ün, beklenmedik biçimde, gezegen içinden çıkan bir ısı yay­
dığı bulundu. Neptün'ün bir "gaz devi" olduğu yolundaki daha
önceki fikirlerin aksine gezegenin, JPL bilimcilerinin kelimeleriy­
le, üstünde "su buzundan oluşan yan erimiş bir karışım"ın yüz­
düğü kayalık bir çekirdeğe sahip olduğu, Voyager 2 tarafından
belirlendi. Gezegen kendi çevresinde on alb saatte bir döndükçe,
kayalık çekirdeğin çevresinde dolanan bu sulu katman, kayda
değer bir manyetik alan yaratan bir dinamo gibi iş görmekteydi.
Bu güzel gezegenin (bkz. Neptün, s. 17) büyük kayalardan,
taşlardan ve tozlardan oluşan birkaç halka ile çevrili olduğu ve
çevresinde en azından sekiz uydu veya ayın yörüngede olduğu
bulundu. Ayların en büyüğü olan Triton da en az gezegensel
efendisi kadar şahaneydi. Voyager 2, neredeyse Dünya'nın
Ay'ının boyutunda olan bu küçük gök cisminin geriye doğru ha­
reketini doğruladı; Neptün'ün ve Güneş Sistemimizdeki diğer
bütün bilinen gezegenlerin rotasının ters yönünde yörüngedeydi;
onlar gibi saatin aksi yönünde değil, saat yönünde dönmekteydi.
Gökbilimciler onun var olduğundan, yaklaşık ölçülerinden ve
geriye doğru hareketinden başka bir şey bilmiyorlardı. Voyager 2,
Triton'un, ahnosferindeki metandan kaynaklanan görünüm yü­
zünden bir "mavi ay'' olduğunu açığa çıkarmıştı. Triton'un yüze­
yi ince ahnosferin arasından görünmekteydi; bir yanda sarp ka­
yalık dağlardan oluşan pembemsi gri bir yüzey ve öte yanda pü-

15
KOZMiK TOHUM
rüzsüz, neredeyse krater bile olmayan yüzey özellikleri vardı.
Yakın plan resimler yakın zamanda çok garip türden bir volkanik
aktivite olduğunu önermekteydi: Gök cisminin aktif, sıcak iç kıs­
mının dışanya püskürten erimiş lavlar değil, sulu buz fıskiyele­
riydi. Hazırlık aşamasındaki değerlendirmeler Triton'un geçmi­
şinde yüzeyde akan sular olduğunu, hatta jeolojik ölçeğe göre
nispeten yakın zamana kadar yüzeyde göller bile olduğunu be­
lirtmekteydi. Gökbilimciler yüzlerce kilometre boyunca dümdüz
uzanan ve bir veya hatta iki noktada, dik açıya benzeyen bir şey­
le kesintiye uğrayan, dikdörtgen alanlan ima eden "çift hatlı ba­
yır çizgileri" için hemen açıklama yapamadılar (Şekil 3).
Keşifler, tahminimi tam olarak doğrulamaktaydı: Neptün
gerçekten de mavi-yeşil idi, büyük kısmı sudan oluşmaktaydı ve
rengi ''bataklık bitkileri"ni andıran lekeleri vardı. Bu afallahcı
son unsur, eğer Triton hakkındaki keşiflerin ima ettikleri tam ola­
rak dikkate alınırsa, bir renk kodundan çok daha fazlasından söz
etmektedir: ''Daha parlak haleli daha koyu lekeler" NASA bilim­
cilerine "derin organik çamur (•) göletleri"nin mevcudiyetini
önermekteydi. The Wall Street /ournal için Pasadena'dan bildiren
Bob Davis, atmosferi Dünya'nın atmosferi kadar azot (nitrojen)
içeren Triton'un aktif volkanlanndan sadece gaz ve sulu buz de­
ğil, aynı zamanda "organik maddeler, Triton'un bazı kısımlannı
kapladığı anlaşılan karbon bazlı bileşikler" de püskürtebileceğini
söylemekteydi.
Kehanetiınin böylesine tatmin edici ve karşı konulamaz bir
denklikle doğrulanması, sadece şanslı bir tahmin sonucu değildi.
Ta 1976'ya, Dünya Tarihçesi'nin ilk kitabı olan 12. Gezegen adlı ki­
tabımın yayınlandığı tarihe dek gidiyordu. Binlerce yıllık Sümer­
ce metinler hakkındaki çıkarımlarıma dayanarak, biraz da edebi­
yat yaparak sormuştum: "Bir gün Neptün'ü incelediğimizde,
onun ısrarla sularla ilişkilendirilmesinin sebebinin" bir zamanlar
orada görülen "sulak bataklıklar olduğunu keşfeder miyiz?"
Bu sözler, Voyager 2 fırlatılmadan bir yıl önce yazılmış ve ya-
(•) Organik çamur (organik çorba): Chicago Üniversitesinden Harold Urey ve
Stanley Müller'in liboratuvarda ilice) yerküresi koşullanru oluşturmak üzere ha­
zırladık.lan deneyde elde ettikleri içinde amino asitler gibi organik bileşikler taşı­
yan suya verilen ad. (Ç.N.)

16
KOZMiK TOHUM
yınlanmışh ve Neptün karşılaşmasından iki ay önce tarafımdan
bir makalede yeniden belirtilmişti.
Voyager'ın Neptün'le karşılaşmasının arifesinde, 1976 yılın­
daki tahminimin doğrulanacağından nasıl bu kadar emin olabili­
yordum? Makalemin yayınlanmasından sonraki haftalar içinde
tahminlerimin yalanlanabileceği ihtimalini nasıl göze alabilmiş­
tim? Kendime güvenim, Ocak 1986'da Voyager 2, Uranüs gezege­
ninin yanından geçtiğinde olan şeye dayanıyordu.
Uranüs, bize biraz daha yakın -"sadece" 3,2 milyar kilomet­
re uzaklıktadır- olmasına rağmen, Satürn'ün o kadar uzağındadır
ki Dünya'dan çıplak gözle görülemez. 1781'de müzisyenlikten
amatör gökbilimciliğe geçen Frederick Wilhelm Herschel tarafın­
dan, ancak teleskop mükemmelleştirildikten sonra keşfedilebil­
miştir. Keşfedildiğinde ve bugüne dek, Uranüs modern zaman­
larda keşfedilen ve eski çağlarda bilinmeyen ilk gezegen olarak
düşünülmüştür; çünki kadim halkların Güneş, Ay ve Dünya'nın
çevresinde "sema"da döndüğüne inanılan sadece beş gezegeni
(Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) bildikleri ve saygı gös­
terdikleri kabul ediliyordu; Satürn'ün ötesinde hiçbir şey görüle­
miyor veya bilinemiyordu.
Ancak Voyager 2 tarafından Uranüs'te elde edilen kanıtlar
bunun tam tersini kanıtladı: Bir zamanlar kadim halklar Ura­
nüs'ü, Neptün'ü ve hatta daha da uzaktaki Plüton'u biliyorlardı!
Bilimciler Uranüs'ten ve şaşkınlık verici aylarından alınan
fotoğraflan ve verileri hala analiz ediyorlar, birçok soruya cevap
arıyorlar. Uranüs niçin sanki başka bir gök cismiyle çarpışmış gi­
bi bir yana yatmaktadır? Rüzgarlan niçin, Güneş Sisteminde nor­
mal olanın tersi yönde eser? Güneş'ten uzak olan yüzündeki ısı
ile Güneş'e dönük yüzündeki ısı niçin aynıdır? Ve Uranüs aylan-.
nın sıra dışı yüzey özelliklerine ve biçimlerine sebep olan nedir?
Bilhassa merak uyandıran Miranda adlı aydır; NASA gökbilimci­
lerinin sözleriyle "güneş sistemindeki en muamma nesnelerden
biri"; burada yüksek, düzleşmiş bir platoda 160 kilometre uzun­
luğundaki kazıntılar bir dik açı oluşturmaktadır (gökbilimciler
buna Amerikan markalı bir draje sakızı andırdığı için "Chevron"
adını veriyorlar) ve bu platonun her iki yanında sanki ortak mer-

18
GÔKLERDEKi ORDU
çekten de gezegeni çevreleyen bir gazımsı abnosfer vardı ama
onun alhnda muazzam kalınlıkta QPL analizcilerinin sözleriyle
9.600 kilometre kalınlığında!) "4427°C sıcaklığında süper ısınmış
su" kaynar. Bu sıvı sıcak su kabnaru, radyoaktif elementlerin (v�
ya bilinmeyen işlemlerin) muazzam içsel ısı ürettiği, erimiş kaya­
lık bir çekirdeğin çevresini sarmaktadır.
Voyager 2 gezegene yaklaştıkça, Uranüs'ün görüntüleri, tel�
vizyon ekranında gittikçe büyürken Jet İtki Laboratuvarındaki
kontrolör dikkati onun sıra dışı yeşil-mavi rengine çekti. Kendi­
me hakim olamadım, "Aman tanrım, tam olarak Sümerlilerin ta­
rif ettiği gibi!" diye çığlık atbm. Çalışma odama koşturdum, 12.
Gezegen'in bir kopyasını aldım ve titreyen ellerle 289. sayfayı aç­
hm (Türkçe baskısında). Kadim metinlerden alınb yapan satırla­
n tekrar tekrar okudum. Evet, şüphe yoktu: Teleskoplan olma­
masına rağmen, Sümerliler Uranüs'ü MAŞ.SİG diye tarif etmiş­
lerdi; "parlak yeşilimsi" diye tercüme ettiğim terim.
Birkaç gün sonra Voyager 2'nin verilerinin analiz sonuçlan
geldi ve Sümerlilerin Uranüs'teki suya yaptık.lan gönderme de
doğrulandı. Gerçekten de, her yeri suyla kaplı görünüyordu;
NOVA adlı televizyon dizisinin ''Yana Yabnış Gezegen" adlı bir
bölümde bildirildiğine göre Voyager 2, Uranüs'ün tüm aylarının
kayadan ve sıradan su buzundan oluştuğunu bulmuştu. Güneş
Sisteminin dış sınırlarındaki sözde "gaz" gezegenlerindeki su­
yun bu bolluğu, hatta sadece mevcudiyeti bile tamamen beklen­
medikti.
Ama elimizdeki kanıtlar, 12. Gezegen'de sunulan metinler­
den anlaşıldığı gibi, binlerce yıl önce kadim Sümerlilerin sadece
Uranüs'ün var olduğunu bilmekle kalmayıp onu, yeşilimsi mavi
ve sulu diye doğru biçimde tarif ettiklerini de göstermekteydi!
Tüm bunlar ne anlama geliyordu? Şu anlama geliyordu:
1986' da modern bilim bilinmeyeni keşfetmemişti, daha ziyade
kadim bilgiyi yeniden keşfetmiş ve ona yetişmişti. Dolayısıyla,
1976' da yazdıklarımın 1986'da doğrulanması ve Sümer metinl�
rinin gerçekliği nedeniyle, Voyager 2'nin Neptün ile karşılaşması­
nın arifesinde orada ne keşfedeceğini tahmin edecek kadar ken­
dime güvenmiştim.

21
KOZMiK TOHUM
V11,1111xı·r 2'nin Uranüs ve Neptün'ün yanından geçişi böyle­
n· bu iki gt•:t.egt•nin bi:t.:t.at mevcudiyeti hakkındaki değil aynı za­
mnndıı onlitrln ilgili çok öm•mli aynnhlar hakkındaki kadim bil­
gileri de dtı>\rulamış oldu. Neptün yanından 1989 yılında geçişi
İıK" kadim metinler için daha çok doğrulama getirdi. Bu metinler­
de NL·ptün, Uranüs'ten önce sıralanmışh; Güneş Sistemine yak­
laşmakta olan birinden ilk önce Plüton'u, sonra Neptün'ü ve da­
ha sonra Uranüs'ü görmesi bekleneceği gibi. Bu metinlerde veya
gezegen listelerinde Uranüs, Kakkab şanamma, yani Neptün'e
"Çift Olan Gezegen" diye adlandınlmaktaydı. Vayager 2 verileri
bu kadim fikri fazlasıyla doğruladı. Uranüs gerçekten de boyut,
renk ve sulu içerik açısından Neptün'ün benzeriydi; her iki geze­
genin çevresinde de halkalar ve çok sayıda uydular veya aylar
dolaşmaktaydı. İki gezegenin manyetik alanlanyla ilgili beklen­
medik bir benzerlik de bulundu: Her ikisi de gezegenin kendi
çevresinde dönüş eksenine göre sıra dışı biçimde aşın meyil gös­
teriyordu: Uranüs 58 derece yana yabkb, Neptün ise 50 derece.
The New York Times muhabiri John Noble Wilford ''Neptün adeta
Uranüs'ün manyetik ikizi gibi görünüyor'' diye yazmışh. İki ge­
zegen bir günlerinin uzunluğu konusunda da benzerdi; on alh ila
on yedi saat.
Neptün'ün şiddetli rüzgarlan ve yüzeyindeki su buzundan
oluşan erimiş katman, Uranüs gibi ürettiği büyük iç ısıyı tutmak­
taydı. Aslında, JPL'den alınan raporlar ''Neptün'ün ısılanrun,
Güneş'e 1,6 milyar kilometre daha yakın olan Uranüs'ün ısılan­
na benzer olduğunu" belirtmekteydi. Dolayısıyla, bilimciler
"Neptün bir biçimde Uranüs'ten daha fazla iç ısı üretmektedir''
varsayımında bulundular; bir biçimde Uranüs'ün ürettiği enerji­
yi yakalamak üzere Güneş'ten olan büyük uzaklığını böyle karşı­
lamaktaydı; sonuçta benzer ısıda oluyorlardı. Böylece "Uranüs'ü
Neptün'iiİl yaklaşık bir ikizi kılan boyut ve diğer özelliklere" bir
tane daha katilıyordu.
"Çift olan gezegen" demişti Uranüs'ü Neptün'le kıyaslayan
Sümerliler. NASA bilimcileri ''Uranüs'ü Neptün'ün yaklaşık bir
ikizi kılan boyut ve diğer özellikler'' diye ilan etmişlerdi. Sadece
tarif edilen özellikler değil, terminoloji bile benzerdir: "çift olan

22
GÖKLERDEKİ ORDU
gezegen" ve "Neptün'ün yaklaşık ikizi". Ama Sümerlilerin cüm­
lesi M.Ö. 4000 yılı civarında söylenmişti ve diğeri, NASA'nınki
M.S. 1989'da, yaklaşık 6000 yıl sonra...
Bu iki uzak gezegen vakasında olduğu gibi, görünen o ki
modem bilim kadim bilgiye henüz yetişmiştir. Kulağa inanılmaz
geliyor ama veriler ve olgular kendi kendilerini anlahyor. Daha­
sı, bu; 12. Gezegen yayınlandıktan sonraki yıllar içinde kitapta yer
alan bulgulan birer birer doğrulayan bir dizi bilimsel keşfin sade­
ce ilkiydi.

Kitaplannu (12. Gezegen'in ardından sırasıyla yayınlanan


The Stairway to Heaven, The Wars of Gods and Men, The Lost Realms,
When the Time Begun, Divine Encounters, The Cosmic Code) okuyan­
lar bu kitapların her şeyden önce Sümerlilerden bizlere miras ka­
lan bilgiye dayandığını bilirler.
Onlarınki, bilinen ilk uygarlıkh. Yaklaşık 6000 yıl önce bir­
denbire ve hiç yoktan ortaya çıkan bu uygarlık, yüksek bir uygar­
lığın tüm "ilkleri" ile donahlmışb: icatlar ve yenilikler, Bah uy­
garlığınuzın temelini ve aslında Dünya üstündeki diğer tüm uy­
garlık ve kültürlerin temelini oluşturan kavramlar ve inançlar.
Tekerlek ve hayvanlann koşulduğu araçlar, nehirler için kayıklar
ve denizler için gemiler, çömlek ocağı ve tuğla, yüksek binalar,
yazı ve okullar ve kitaplar, yasalar ve yargıçlar ve jüriler, krallık
ve vatandaş konseyleri, müzik ve dans ve resim, bp ve kimya,
dokuma ve tekstiller, din ve ruhbanlık ve tapınaklar; hepsi orada,
bugün Irak'ın güney kesimlerinde, kadim Mezopotamya'da yer­
leşik bir ülkede, Sümer'de başladı. Her şeyden önemlisi matema­
tik ve gökbilim bilgisi de orada başladı.
Gerçekten de, modem gökbilimciliğin tüm temel unsurlan
Sümer kökenlidir: Gökküre, ufuk ve başucu, dairenin 360 derece­
ye bölünmesi, üstünde gezegenlerin Güneş çevresinde döndükle­
ri göksel bant, yıldızlan takımyıldızlar halinde gruplandırma ve
onlara zodyak dediğimiz adlan ve resimli imgeleri atfetme, bu
zodyağa ve zaman bölümlerine 12 sayısını uygulama ve bugüne
dek tüm takvimlerin temeli olan bir takvim tasarlama kavramla­
n. Tüm bunlar ve daha fazlası, Sümer'de başladı.

23
KOZMİK TOHUM

a b

Şekil 5

Sümerliler ticari ve yasal işlemlerini, masallarını ve tarihle­


rini kil tabletler üstüne kaydettiler (Şekil Sa); resimlerini bir nega­
tif gibi, silindir mühürler üstüne tersten kazıdılar, mühür ıslak kil
üstünde yuvarlandığında pozitif resim elde ediliyordu (Şekil Sb).
Geçen bir buçuk asır içinde arkeologlar tarafından kazılıp çıkan­
lan Sümer şehir harabelerinde gökbilim ile ilgili binlerce değilse
de yüzlerce metin ve çizim bulundu. Bunlar arasında yıldızlar ve
takımyıldızlann doğru göksel konumlarını gösteren listeler ve
yıldızlar ve gezegenlerin doğuşlarını ve bahşlarını gözlemlemek
için kitapçıklar vardı. Özellikle Güneş Sistemi ile ilgili metinler
vardı. Gün ışığına çıkartılan tabletler arasında Güneş çevresinde
dönen gezegenleri doğru sırasıyla gösteren metinler vardı; hatta
bir metin gezegenler arasındaki uzaklık.lan bile vermekteydi. Ve
Resim B'de görüldüğü gibi en azından 4500 yıllık silindir mühür­
ler üstünde Güneş Sistemini resmeden betimlemeler vardı ve
şimdi Berlin'de bulunan Devlet Müzesinin Yakın Doğu ' Bölü-
mü'nde, VA/243 no ile korunmaktadır.
Eğer Sümer betimlemesinin (Şekil 6a) sol üst köşesinde yer
alan çizimi incelersek, merkezde (Dünya değil!) Güneş'in, çevre-

24
KOZMİK TOHUM

o
a

Mars o
y
Dünya Q"A

8 Güneş

o
Plüton

b 8 Şekil 6
o Uranüs
oNeplün

26
GÔKLERDEKi ORDU.
Bu durum, kadim betimleme tarafından da doğrulanmakta­
dır ama önemli bir farkla. Sümer betimlemesinde Plüton, Nep­
tün'e yakın değil de Satürn ve Uranüs arasında gösterilmektedir.
Ve uzun uzun inceleyeceğimiz Sümer kozmolojik metinleri, Plü­
ton'dan, Satürn'ün en sonunda kendi "kaderini" yani Güneş çev­
resinde bağımsız yörüngesini elde etmek üzere bırakılan bir uy­
dusu olarak söz ederler.
Plüton'un kökeni ile ilgili kadim açıklama, sadece olaylara
dayanan bilgiyi değil aynı zamanda göksel meselelerle ilgili bü­
yük gelişmişliği de açığa çıkarmaktadır. Bu bilgi, Güneş Sistemi­
ni biçimlendiren karmaşık kuvvetlerle ilgili bir anlayış kadar ay­
ların gezegenler haline gelişi veya oluşmakta olan gezegenlerin
başarısız olup ay olarak kalışları ile ilgili astrofiziksel teorilerin
gelişimini de içermektedir. Sümer kozmogonisine göre Plüton
bunu başamuşh; bağımsız bir gezegen olma yolundaki bizim
Ay'ırnız ise bağımsız statü kazanmaktan göksel olaylar yüzün­
den alı.konmuştu.
Modern gökbilirnciler, Güneş Sistemimizde gerçekten de
böyle bir sürecin yer aldığı konusunda spekülasyon yapmaktan,
Pioneer ve Voyager uzay araçları tarafından yapılan gözlemlerin,
Satürn'ün en büyük ayı olan Titan'ın, Satürn'den kopuşu henüz
tamamlanmamış, oluşmakta olan bir gezegen olduğunu geçen
yıllarda belirlemesiyle, ikna oluş aşamasına geçtiler. Neptün'de­
ki keşifler, çapı Dünya'nın Ay'ından 640 kilometre küçük olan
uydusu Triton ile ilgili karşı spekülasyonları güçlendirdi. Garip
yörüngesi, volkanları ve diğer beklenmedik özellikleri JPL bilim­
cilerine, Voyager projesinin baş bilimcisi Edward Stone'un sözle­
riyle şunu önermekteydi: ''Triton birkaç milyar yıl önce Güneş
Sistemimiz içinden geçen ve Neptün'e çok yaklaşhğında onun
kütle çekimine kapılan ve gezegenin çevresinde yörüngeye otu­
ran bir cisim olabilir."
Bu hipotez, gezegen aylarının gezegen haline gelebileceği,
göksel konumlarını değiştirebileceği veya bağımsız yörüngeler
elde etmede başarısız olabileceği yolundaki Sümer fikrinden ne
kadar uzakbr? Aslında, Sümer kozmogonisini araşbrrnaya de­
vam ettikçe, modem keşiflerin çoğunun sadece kadim bilginin

27
KOZMiK TOHUM
yeniden keşfi olmakla kalmayıp, kadim bilginin modem bilimin
henüz açıklayamadığı birçok fenomen için de açıklamalar sundu­
ğu daha belirgin hale gelecektir.
Bu cümleyi destekleyen kanıtlann geri kalanı sunulmadan
önce, daha ilk başta kaçınılmaz olarak şu soru ortaya çıkar: Nasıl
olur da Sümerliler, daha uygarlığın doğduğu zamanlarda tüm
bunlan bilebilirdi?
, Cevap, Güneş Sistemi betimlemesinin Sümer versiyonu (Şe­
kil 6a) ve bununla ilgili bugünkü bilgimiz (Şekil 6b) arasındaki
ikinci farkta yatmaktadır. Bu, Mars ve Jüpiter arasındaki boş ye­
re büyük bir gezegenin eklenmiş olmasıdır. Biz böyle bir gezege­
nin farkında değiliz; ama Sümer kozmolojisi, gökbilimi ve tarih­
sel metinleri Güneş Sistemimizde gerçekten de bir gezegen daha
olduğu konusunda ısrarcıdırla·r: on ikinci gezegen. Onlar Gü­
neş'i, (metinlerde belirtilen nedenlerle kendi başına bir gök cismi
olarak sayılan) Ay'ı ve dokuz değil, on gezegeni sayıyorlardı. Sü­
mer metinlerinde NİBİRU ("Geçiş Gezegeni") denilen bir gezege­
nin bazı bilginlerin tartışhğı gibi Mars veya Jüpiter olmayıp, on­
lar arasından her 3600 yılda bir geçen başka bir gezegen olduğu­
nu fark edişim, ilk kitabımın adını belirledi: 12. Gezegen, yani Gü­
neş Sisteminin "on ikinci üyesi" olan gezegen (ancak teknik açı­
dan bir gezegen olarak o sadece onuncu gezegendir).
Sümer metinleri Dünya'ya inen ANUNNAKİ'lerin geldikle­
ri gezegenin bu olduğunu tekrar tekrar ve ısrarla belirtiyorlardı.
Terim harfiyen "Gökten Yere İnenler" anlamına gelmektedir. Ki­
tabı Mukaddes'te onlardan Anakim diye söz edilir ve Tekvin Ki­
tabının 6. Babında aynca İbranicede aynı anlama, Göklerden Ye­
re İnenler, Aşağıya İnenler anlamına gelen Nefilimler diye de anı­
lırlar.
Ve Sümerliler, sanki sorumuzu tahmin etmişler gibi açıklar­
lar; tüm bildiklerini Anunnakilerden öğrenmişlerdir. Demek ki,
Sümer metinlerinde bulduğumuz ileri bilgilere Nibiru'dan gelen
Anunnakiler sahipti; ve onlannki çok ileri bir uygarlık olmalıydı,
çünki Sümer metinlerinden çı.karthğım kadanyla Anunnakiler
Dünya'ya yaklaşık 445.000 yıl önce gelmiş olmalıydılar. Daha o
zamanlarda uzayda seyahat edebiliyorlardı. Engin eliptik yörün-

28
GÔKLERDEKi ORDU
geleri tüm diğer dış gezegenlerin çevresinde bir çember -bu, Sü­
merce terimin tam tercümesidir- oluşturuyor ve Anunnakilerin
tüm bu gezegenleri inceleyebileceği hareketli bir gözlemevi ola­
rak iş görüyordu. Şimdilerde keşfediyor olduklarımızın Sümer
zamanında çoktan biliniyor olmasına şaşmamak gerek.
Dünya dediğimiz bu madde noktasına birilerinin kazayla
değil, şans eseri değil, bir kez değil her 3600 yılda bir tekrar tek­
rar gelmeye niçin kalkışmış olabileceği sorusu, Sümer metinlerin­
ce cevaplanıyor. Gezegenleri Nibiru'da Anunnakiler/Nefilimler,
kısa süre içinde bizim de Dünya'da karşılaşacağımız türden bir
durumla karşı karşıyaydılar: Ekolojik bozunma, yaşamı gittikçe
imkansız hale getirmekteydi. İncelen atmosferlerini korumak ih­
tiyacındaydılar ve anlaşılan tek çözüm altın parçaaklarının bir
kalkan gibi atmosferde asılı kalmasını sağlamakb. (Örneğin,
Amerikan uzay aracının camlan astronotları radyasyondan koru­
mak için ince bir albn tabakasıyla kaplanmışh.) Bu az bulunur
metal, Anunnakiler tarafından (dıştan içe doğru sayılınca) Yedin­
ci Gezegen denilen gezegende keşfedilmişti ve bunu elde etmek
için Dünya uçuş programını oluşturdular. İlk başta bunu çaba
göstermeden, Basra Körfezi sularından elde etmeye çalıştılar ama
başarısız olunca, güneydoğu Afrika' da çok zorlu madencilik ope­
rasyonlarına giriştiler.
Yaklaşık 300.000 yıl önce Afrika madenlerine atanan Anun­
nakiler isyan etti. İşte o zaman Anunnakilerin baş bilimcisi ve baş
subay hekimi "ilkel işçiler'' yaratmak için genetik manipülasyon
ve tüpte döllenme tekniklerini kullandı; yani albn madenlerinde­
ki güç işleri üstlenecek ilk Homo sapiensleri.
Tüm bu olanları anlatan Sümer metinleri ve olan bitenin
Tekvin Kitabındaki kısaltılmış versiyonu, 12. Gezegen adlı kita­
bımda bir hayli geniş incelenmiştir. Bu kitabın konusunu ise, bu
gelişmelerin ve Anunnakiler tarafından uygulanan tekniklerin
bilimsel unsurları oluşturacak. Modem bilimin, bilimsel gelişme
yolunda büyük bir hızla yol aldığı ancak geleceğe giden yolun
geçmişten gelen yol işaretleri, bilgi ve ilerlemelerle dolu olduğu
gösterilecektir. Anunnakilerin daha önce burada oldukları; ve
onlar ile yarathklan yarahklar arasındaki ilişkiler değiştikçe, İn-

29
KOZMİK TOHUM
sanoğluna uygarlığı vermeye karar verdikçe, kendi bilimsel iler­
lememizi yapmak için yeteneklerinin ve bilgilerinin bazılarını bi­
ze de açtıkları gösterilecektir.
Önümüzdeki bölümlerde tarbşılacak bilimsel gelişmeler
arasında aynca Nibiru'nun mevcudiyeti ile ilgili gittikçe artan
kanıtlar da olacak. Eğer 12. Gezegen olmasaydı, Nibiru'nun keşfi
gökbilim dalında büyük bir olay olurdu ama günlük yaşanhmız­
da, diyelim ki Plüton'un 1930; daki keşfinden daha önemli olmaz­
dı. Güneş Sistemimizde, "orada" bir gezegen daha olduğunu öğ­
renmek hoş karşılanır, gezegenlerin toplamının dokuz değil de
on olduğunu öğrenmek tatmin hissi yarahr ve bu durum, zod­
yaktaki on iki ev için ellerinde sadece on bir gök cismi bulunan
astrologları özellikle sevindirirdi.
Ama 12. Gezegen'in basımından ve kitaptaki -1976'dan beri
yalanlanmamış- kanıtlardan ve o zamandan bu yana bilimsel
ilerlemeler tarafından sağlanan kanıtlardan sonra, Nibiru'nun
keşfi sadece gökbilim ders kitaplarına ait bir mesele olarak kala­
maz. Eğer yazdı.klanın doğruysa, başka bir deyişle Sümerliler
kaydettikleri şeylerde doğruysalar, Nibiru'nun keşfi sadece ora­
da bir başka gezegen olduğu anlamına gelmekle kalmayıp, aynı
zamanda orada Yaşam olduğu anlamına da gelecektir. Dahası,
orada zeki varlıkların olduğunu da doğrulayacakhr; hem de öylesi­
ne gelişmiş varlıklar ki, yaklaşık yanın milyon yıl önce uzayda
yolculuk edebilen, her 3600 yılda bir kendi gezegenleri ve Dünya
arasında gelip gidebilen bir halk.
Dünya üzerinde var olan siyasi, dinsel, toplumsal, ekono­
mik ve askeri düzeni kökünden sarsacak olan onun mevcudiyeti
değil, Nibiru'da kimlerin olduğudur. Nibiru bulunursa değil, bu­
lunduğunda neler olacakbr?
İster inanın ister inanmayın, bu soru üstünde çoktan beci.
düşünülüyor.

30
GÔKLERDEKi ORDU

ALTIN MADENCİLİGİ NE KADAR ZAMAN ÖNCE?


-

Güney Afrika'da, Eski Taş Devri sırasında madencilik yapıldığı­


na dair kanıtlar var mıdır? Arkeolojik çalışmalar, gerçekten de var di­
yor.
Terk edilmiş kadim maden ocaklarının albnın bulunabileceği ye­
ri işaret ettiğini fark eden Güney Afrika'nın önde gelen maden işletme­
si Anglo-American Corporation 70'li yıllarda böylesi kadim maden sit­
lerini araşhrmaları için arkeologları seferber etti. Şirketin yayın organı
olan Optima'da yayınlanan raporlar, Swaziland ve Güney Afrika'daki
diğer sitlerde şaftlan 18 metre derine inen yaygın maden ocaklarının
keşfedilmesiyle ilgili ayrıntıları vermektedir. Taş nesneler ve kömür
kalınbları, bu sitler için M.Ö. 35.000, 46.000 ve 60.000 tarihlerini belirle­
miştir. Buluntulan tarihlemeye kablan arkeolog ve antropologlar ma­
dencilik teknolojisinin güney Afrika' da ''M.Ö. 100.000 öncesindeki dö­
nem sırasında" kullanıldığına inanıyorlar.
Eylül 1988' de uluslararası bir fizikçiler ekibi, Swaziland ve Zulu­
land'deki insan yerleşimlerinin yaşını saptamak üzere Güney Afri­
ka'ya geldi. En modern teknikler, 80.000 ila 1 15.000 yaşında oldukları­
nı göstermektedir.
Güney Zimbabwe'deki Monotapa'nın en eski albn madenleriyle
ilgili Zulu efsaneleri, bunların "İlk İnsanlar tarafından yapay yolla üre­
tilmiş kanlı canlı köleler" tarafından işletildiğini söylemektedir. Bu kö­
leler, Zulu efsanesine göre, "büyük savaş yıldızı gökyüzünde görün­
düğünde Maymun-İnsan ile savaşa girdi" (Bkz. Zulu şamanı Credo
Vusamazulu Mutwa tarafından yazılan Indaba My Children adlı eser).

31
DIŞ UZAYDAN GELDİ
"Dikkatimizi, çarpışmaların önemine odaklayan Voyager
(projesi) idi" diye bildirmişti Califomia Teknoloji Enstitüsünde
çalışan ve Voyager programının baş bilimcisi Edward Stone.
"Kozmik çarpışmalar, Güneş Sisteminin güçlü heykeltraşlarıdır."
Sümerliler tam olarak aynı şeyi 6000 yıl önce söylemişlerdi.
Onlann kozmogonisinin, dünya görüşünün ve dininin merkezin­
de Gök.sel Savaş dedikleri felaket bir olay bulunur. Bu, çeşitli Sü­
mer metinlerinde, ilahilerinde ve atasözlerinde göndermeler ya­
pılan bir olaydır; hpkı Kitabı Mukaddes'teki Mezmurlar, Süley­
man'ın Meselleri ve Eyüp kitabında bulduklarımız gibi. Ama Sü­
merliler aynı zamanda olayı yedi tablet gerektiren uzun bir me­
tinde aynnhlarıyla, adım adım tarif ehnişlerdir. Bu metnin Sü­
merce orijinalinden ancak parçalar ve alınhlar bulunmuştur; en
tamam olan metin bize Akkad dilinden, Mezopotamya'daki Sü­
merleri izleyen Asurlu ve Babillilerin dilinden ulaşmışhr. Metin,
Göksel Savaş öncesinde Güneş Sisteminin biçimlenişiyle, daha
doğrusu bu büyük çarpışmanın doğası, nedenleri ve sonuçlarıy­
la ilgilidir. Ve tek bir kozmolojik önermeyle, gökbilimcilerimizi
l/e gökfizikçilerimizi hala uğraşhran bulmacaları açıklayıverir.
Daha da önemlisi, modem bilimciler her ne zaman tahnin
edici bir cevap bulsalar, bu Sümerlilerin cevabına uymakta ve
onu doğrulamaktadır!
Voyager keşiflerine kadar, kabul gören bilimsel görüş açısı,
Güneş Sisteminin bugün gördüğümüz halinin, başlangıandan
kısa süre sonra değişmez göksel hareket kanunları ve kütle çekim
gücü ile şekillenen hali olduğunu düşünmekteydi. Şüphesiz ga­
riplikler vardı; bir yerlerden gelen ve Güneş Sisteminin sabit üye­
leri ile çarpışan, onları kraterle delik deşik eden meteoritler (yere

32
DIŞ UZAYDAN GEWi
düşen meteortaşı) ve bir yerlerden ortaya çıkan, büyük ve uzamış
yörüngelerde dolaşan ve yine kayıplara karışan kuyruklu yıldız­
lar. Ama bu kozmik süprüntü örneklerinin, Güneş Sisteminin ta
en başına, yaklaşık 4,5 milyar yıl önceye dayandığı ve gezegenle­
re, halkalanna ve aylanna dahil olamamış gezegensel madde
parçalan olduklan varsayılırdı. Daha akıl karışbncı olan; aster<r
it kuşağı, Mars ve Jüpiter arasında bir yörünge zinciri oluşturan
bir kaya grubu idi. Gezegenlerin niçin bulunduklan yerde oluş­
tuklanru açıklayan deneysel bir kural olan Bode Yasasına göre,
Mars ve Jüpiter arasında en azından Dünya'nın iki kah büyüklü­
ğünde bir gezegen olmalıydı. Acaba yörüngedeki süprüntü böy­
le bir gezegenin kalınhsı olabilir miydi? Onaylayan bir cevap iki
sorunla karşılaşıyordu: Asteroit kuşağındaki toplam madde mil<­
tan böyle bir gezegenin kütlesine denle gelmiyordu ve böylesi bir
varsayıma dayanan gezegenin parçalanmasına neyin sebep ola­
bileceğine dair manhklı bir açıklama yoktu; tabi eğer bu bir gök­
sel çarpışma değilse-ne zaman, neyle ve niçin? Bilimcilerin ce­
vabı yoktu.
Güneş Sisteminin başlangıçtaki biçimini değiştiren bir veya
daha fazla büyük çarpışmanın olması gerektiği düşüncesi, Dr.
Stone'un da kabul ettiği gibi, 1986 yılında Uranüs'ün yanından
geçildiğinde kaçınılmaz Mle geldi. Uranüs'ün yan tarafına yat­
mış olduğu, Voyager karşılaşmasından çok önceleri teleskoplar
ve diğer aygıtlarla yapılan gözlemlerden dolayı zaten bilinmek­
teydi. Ama daha en başından böyle mi biçimlenmişti yoksa bir
tür dış güç, başka bir büyük gök cismi ile kuvvetli bir çarpışma
veya karşılaşma bu yana yatmayı ortaya çıkarmış olabilir miydi?
Cevap, Voyager 2'nin Uranüs aylannı yakın plan incelemesi
ile sağlanabilirdi. Yana yatmış konumdaki Uranüs'ün ekvatoru çev­
resinde hızla dönen ve hep birlikte Güneş'e yüzünü dönmüş bir
tür hedef tahtası (Şekil 7) oluşturan bu aylar, bilimcileri yana yat­
ma olayı sırasında bu aylar orada mıydı yoksa olaydan sonra,
belki de yana yatmış Uranüs'ten çarpışmanın kuvvetiyle fırlamış
maddeden mi oluşmuşlardı, diye meraka sevk etmişti.
Cevap için teorik temel, Uranüs'le karşılaşmanın öncesinde,
Fransız Jeodinamik Araşhrma ve Etüt Merkezinden Dr. Christian

33
Y.OZMİK TOtWM

/- ...... , \
I I �\ \
Tıla nıa \ \
1 1
I I \
1 1 /-, \ \
,ı ı_ ,
1 1 I / ' Arıel
ııt+--''\
\
\�
\
\
\
ı 1 1ı1 Ur��· il�
Umbrıel •
ı 1t
'r
Miranda "t'e9
/
1
1 1
\
'
vo:AGER 2 \ \ \
\
l
\ ' ,....... J I
\ı t
\ '..J I 1
\\ \ 1
1
\ 1
\ \ - I 1
'
\\ \ I I
\ /
I �on
Kaynak: JPL

Şekil 7

Vcillet tarafından söylendi. Eğer aylar Uranüs'le aynı zamanda


oluşmuşlarsa, ortaya çıkmalanru sağlayan göksel "ham madde"
daha ağır maddeyi gezegene daha yakın kısımda odaklamış olur­
du; gezegene yakın aylarda daha ağır kayalık malzeme ve daha
ince buz kabnanı ol.malı ve dış aylarda ise bu malzemelerin (da­
ha çok su buzu, daha az kaya) hafif bir karışımı yer al.malıydı.
Maddenin Güneş Sisteminde dağılımında geçerli olan -Güneş'e
yakın kısımlarda daha büyük oranda ağır madde ve daha uzak­
larda daha hafif ("gazımsı" halde) madde- ilkeye göre, daha
uzakta olan Uranüs'ün aylan, daha yakın olan Satüm'ün aylan­
na kıyasla uygun oranlarda daha hafif olmalıydılar.
Ama bulgular bu beklentilere tamamen ters bir durumu or­
taya çıkardı. Science dergisinde 4 Temmuz 1986'da yayınlanan
Uranüs karşılaşması hakkındaki ayrınhlı özet raporda, kırk bi­
limciden oluşan bir ekip Uranüs aylannın (Miranda dışında) yo­
ğunluğuntın "Satüm'ün buzlu uydulannınkinden belirgin biçim-

34
DIŞ UZAYDAN GEWI
de daha ağır" olduğu sonucuna varmışlardı. Benzer şekilde Vo­
yager 2 verileri de, yine "olması gerekirdi"nin tersine, Uranüs'ün
iki büyük iç ayının, Ariel ve Umbriel'in yapı bakımından (kalın,
buzlu katmanlar; küçük, kayalık çekirdekler) neredeyse tama­
men ağır kayalık malzemeden ve ince buz katmanlarından oluş­
tuğu keşfedilen dış aylan Titania ve Oberon'dan çok daha hafif
olduklarını göstermişti.
Voyager 2'nin bulgulan, Uranüs'ün aylannın gezegenle aynı
zamanda değil de bir hayli zaman sonra, sıra dışı şartlarda oluş­
tuklarını öneren tek ipucu değildi. Bilimcilerin aklını kanşhran
bir diğer keşif de Uranüs'ün halkalannın katran karası olmalany­
dı, "kömür tozundan daha kara", muhtemelen "karbon yüklü
malzemeden, dış uzaydan boşaltılan bir tür ilksel katran" dan oluş­
maktaydılar (vurgulama benim). Bu kara, yana yatmış, meyillen­
miş ve "çok garip şekilde eliptik" halkalar, Satüm'ü çevreleyen
simetrik buz parçacığı bileziklerinden tamamen farklıydı. Yine
katran karası olan, bazılan halkalara "çobanlık yapan" alh yeni
aycık da keşfedilmişti. En bariz çıkanın, halkaların ve aycıkların
"Uranüs'ün geçmişindeki şiddetli bir olay''ın süprüntülerinden
oluşmuş olmasıydı. JPL'deki proje bilim asistanı bunu daha basit
sözlerle belirtti: "Muhtemel bir olasılık, Uranüs sistemi dışından
bir münasebetsizin gelip bir zamanlar büyük olan aya onu çatlat­
maya yetecek hızla çarpmış olmasıdır."
Katastrofik (•) bir göksel çarpışma teorisinin Uranüs, aylan
ve halkalarındaki tüm garip fenomenleri açıklayabilmesi; Uranüs
halkalarını oluşturan büyük kayalar boyutundaki kara süprüntü­
nün gezegen çevresini her sekiz saatte bir döndüğünün keşfedil­
mesiyle daha çok desteklendi; bu, gezegenin kendi ekseni çevre­
sinde dönüş hızının iki kahdır. Bu, halkalardaki süprüntünün bu
kadar yüksek hızı nasıl kazandığı sorusunu ortaya çıkarır.
Önceki verilere dayanarak, göksel bir çarpışma olasılığı en
makul cevap olarak ortaya çıkmaktadır. "Uydu biçimlenme şart­
lannın, Uranüs'ün büyük yana yatıklığını yaratan bir olay tara­
fından etkilendiği yolundaki güçlü olasılığı hesaba kabnalıyız."
diyordu kırk bilimciden oluşan ekip. Daha basit sözlerle, büyük
(•) Katastrofik: FelAket meydana getiren. (Ç.N.)

35
KOZMiK TOHUM
olasılıkla söz konusu aylar, Uranüs'ü yana yahran çarpışmanın
sonucunda yarahlmışhr, anlamına geliyordu. Basın toplanhların­
da NASA bilimcileri daha açıkh. "Dünya boyutunda, saatte
64.000 kilometre hızla giden bir şeyle çarpışmak, bunu yapmış
olabilir." diyorlar, bunun muhtemelen dört milyar yıl önce mey­
dana geldiği hakkında spekülasyon yapıyorlardı.
Londra, Imperial College'dan gökbilimci Garry Hunt, bunu
beş kelimeyle özetlemişti. "Uranüs eskiden sıkı tos yemiş."
Ama sözel özetler de, uzun uzadıya yazılmış raporlar da, bu
''bir şeyin" ne olduğunu, nereden geldiğini, nasıl olup da Ura­
nüs'le çarpışhğını ya da tosladığını açıklama girişimi içermiyor­
du.
Bu cevaplar için, Sümerlilere geri dönmemiz gerekiyor...

70'li yılların sonlarında ve 80'li yıllarda elde edilen bilgiler­


den 6000 yıl önce bilinenlere dönmeden önce, bulmacanın bir un­
suruna daha göz atmalıyız: Neptün'de görülen çarpışmalann ya
da tosların sonucu olan gariplikler, Uranüs' teki garipliklerle ilgi­
siz miydi yoksa bütün hepsi de tüm dış gezegenleri etkileyen tek
bir katastrofik olayın sonucu muydu?
Voyager 2 Neptün'ün yanından geçmeden önce, gezegenin
Nereid ve Triton adında sadece iki uydusu olduğu bilinmektey­
di. Nereid'in garip bir yörüngesi vardı: Gezegenin ekvatoral düz­
lemine oranla sıra dışı biçimde (28 derece kadar) yana yatık ve
çok düzensizdi; gezegenin çevresinde çembere yakın bir yol de­
ğil de, ayı Neptün'den 9,6 milyon kilometre kadar uzağa ve 1,6
milyon kilometre kadar yakına getiren çok uzamış bir yol izliyor­
du. Gezegensel oluşum kurallarına göre küresel olması gereken
bir boyda olan Nereid, bükülmüş şekerli çöreğe benziyordu. Ay­
nca bir yüzü parlak iken diğer yüzü katran karasıydı. Tüm bu ga­
riplikler, Martha W. Schaefer ve Bradley E. Schaefer'i, Nature der­
gisinde 2 Haziran 1987'de yayınlanan büyük bir incelemede şu
çıkanmda bulunmaya yöneltti: "Nereid, Neptün çevresinde bir
aya veya başka bir gezegene yapışıp birleşti ve hem o hem de Tri­
ton bir büyük cisim veya gezegen tarafından bu garip yörüngele­
rine itildiler." Brad Schaefer şunu da ekliyordu: "Hayal edin, bir

36
DIŞ UZAYDAN GEWi
zamanlar Neptün de, Jüpiter veya Satürn gibi sıradan bir uydu
sistemine sahipti; derken iri bir cisim sisteme girdi ve işleri bir
hayli düzensizleştirdi."
Nereid'in bir yüzünde bulunan koyu renkli madde bir veya
iki biçimde açıklanabilir ama her il<lsi de bir çarpışma senaryosu
gerektirmektedir. Ya uydunun bir yanına çarpan bir şey orada es­
kiden de mevcut olan koyu renkli katmanı kazıyıp kaldırmış, yü­
zeyin albndaki daha açık renkli katmanı ortaya çıkarmışb ya da
koyu renkli madde çarpan cisme aitti ve ''Nereid'in bir yüzüne
yapışıp yayılmışb". İkinci olasılık, 29 Ağustos 1989'da JPL ekibi­
nin açıkladığı keşfin önerdiğine göre daha akla yatkındı: Voyager
2 tarafından bulunan yeni uyduların (alb tane daha) hepsi de
"çok koyu" idi ve "hepsi düzensiz şekillere sahipti"; hatta boyu­
tu normalde küre olmasını gerektiren 1989N1 adı verilen ay bile.
Triton ve onun Neptün çevresindeki uzamış ve geriye doğ­
ru (saat yönünde) yörüngesi ile ilgili teoriler de bir çaprışma ola­
yını ele almaktadır.
Voyager 2'nin Neptün'le randevusunun arifesinde, en itibar­
lı dergi olan Science'ta yazan bir Caltech bilim ekibi (P. Goldberg,
N. Murray, P. Y. Longaretti ve O. Banfield), ''Triton güneş etra­
fındaki yörüngesinden, o sıralarda Neptün'ün düzenli uydula­
rından biri ile çarpışması sonucu yakalanmışbr." diyordu. Bu se­
naryoda Neptün'ün ilk baştaki küçük uydusu ''Triton tarafından
yutulmuş olurdu" ama çarpışmanın gücü Triton'un yörüngesel
enerjisini, onu yavaşlatacak ve Nep�'ün kütle çekimi tarafın­
dan yakalanacak kadar dağıtmışb. Triton'un Neptün'ün orijinal
uydusu olduğunu öneren bir başka teori ise bu çalışma tarafın:.
dan hatalı görülmekte ve eleştirel analize değer görülmemektey­
di.
Voyager 2 tarafından, Triton'un yanından geçerken toplanan
veriler; bu teorik çıkanmı destekliyordu. Aynca Triton'un iç ısı­
sının ve yüzey şekillerinin ancak Triton'un Neptün çevresinde
yörüngeye oturacak biçimde yakalandığı bir çarpışma ile açıkla­
nabileceğini gösteren (Caltech'ten David Stevenson'unki gibi)
başka çalışmalar ile de uyumluydu.

37
KOZMİK TOHUM
NOVA televizyon dizisinin bir bölümünde NASA bilimcile­
rinden Gene Shoemakeı "Bu çarpan cisimler nereden gelmişti?"
diye sormuştu. Ama soru cevapsız kaldı. Cevapsız kalan diğer
soru ise Uranüs ve Neptün'deki felaketlerin tek bir olayın mı
yoksa bağlanhsız olaylann mı sonucu 9lduğu idi.
Tüm bu bulmacalann cevaplanrun, kadim Sümer metinle­
rinde verilmiş olması ve Voyager uçuşlan tarafından keşfedilen
ve doğrulanan tüın verilerin, Sümer bilgilerini ve dolayısıyla 12.
Gezegen'de sunduklanmı ve yorumlanrnı destekliyor ve doğrulu­
yor olması komik değil, tatmin edicidir.
Sümer metinleri tek ama kapsamlı bir olaydan söz ederler.
Metinler, modem gökbilimcilerin dış gezegenlerle ilgili olarak
açıklamaya çalışhklanndan çok daha fazlasını içermektedir. Ay­
nca kadim metinler meseleleri daha basit ve kısa anlatırlar; Dün­
ya'nın ve Ay'ın, Asteroit Kuşağının ve kuyruklu yıldızlann köke­
ni gibi. Metinler daha sonra Yarablış yanlılannın inancını Evrim
teorisi ile birleştiren bir hikayeyi, Dünya'da neler olduğuna ve
İnsanoğlunun ve uygarlığının nasıl ortaya çıktığına dair modem
kavramlardan çok daha başanlı bir izahı sunan bir hikayeyi an­
latmaya koyulurlar.

Her şey, der Sümer metinleri, Güneş Sistemi daha henüz


gençken başladı. Güneş (Sümer metinlerinde, "Başlangıçtan Beri
Var olan" anlamında APSU'dur), küçük refakatçisi MUM.MU
("Doğmuş Olan", bizim Merkür) ve daha uzakta Tİ.AMAT ("Ya­
şam Bakiresi") Güneş Sisteminin ilk üyeleriydiler; sistem üç ge­
zegensel çiftin "doğumu" ile yavaş yavaş genişledi: Mummu ve
Tiamat arasında Venüs ve Mars, Tiamat'ın ötesinde Jüpiter ve Sa­
türn (modem isimlerini kullanıyoruz) ve daha da uzakta Uranüs
ve Neptün dediğimiz gezegenler (Şekil 8).
Oluşmasından kısa süre sonra (dört milyar yıl kadar önce
diye tahmin ediyorum) hala düzensiz olan bu ilk Güneş Sistemi­
ne bir İstilacı yaklaştı. Sümerliler ona NİBİRU demiş; Babilliler
ona ulusal tanrılan onuruna Marduk adını vermişler. Dış uzay­
dan, kadim metinlerin sözleriyle "Derin" den ortaya çıkmış. Ama
Güneş Sistemimizin dış gezegenlerine yaklaşhkça, ona doğru çe-

38
J. 8.ış l.ıngı çla:Cliıw:;.,

TIAIMT
.

o
l\krkiir, " /iamat"=l DIŞ UZAYDAN GELDİ

8 MEAKUA(-) o
iL h;kk.ı Gı.'/Cj.\l'llkt� �·,ını · <•rt..ıJ.ıkı t.ınnl.ır' do�ar

TİAMAT MARS (l.abnııı)

o o VlNÜS cuıı-ı
o

ili. Ş:\R.'],ır, y.ını J�v j.\C/l'!;l'llk·r ·'l.'lçılt•n" ık· bırlı�tc �·.ıratılırfar.


8M E AKUR (-
0

TİAIMT MARS (IAlımul

o o YlNÜs (Ulıomu)

JÜl'ITER (K•şar)
o
8 UNEŞIAPlu)
o
MERKUR �
o

SAT\İRl'I
o
(Anşar) O
lV. E:;. ıt, birbirinin ..urditıdl.' l•lan -;on ikı gl' ıq;t•n l'k.lcnir. -

PLÜTON (Glıp) TİAMAT MARS (IAlımul


O vu.:is ıuıı-ı

JÜPİTER (Kışar)
Q
8 o
MEAKUR (�)

O UNEŞ(aııou) 0

. O o _
SA1VRN (Anşar) O o uıı.wJs ı-ı
NlPIUH (hl

PLÜTON (Gıtıll)

Şekil 8

kilmeye başlamış. Beklendiği gibi, kütle çekimi ile Nibiru'yu çe­


ken ilk dış gezegen Neptün idi; Sümerce E.A ("Mekanı Su Olan").
"Onu sahiplenen Ea idi" diye açıklıyor kadim metin.
Nibiru/Marduk zaten başlı başına görülecek bir manzaray­
dı: Göz alıcı, parıltılı, ulu, ilahi gibi kelimeler onu tarif etmek için
kullanılan sıfatlardan bazıları. Neptün ve Uranüs'ün yanından
geçerken onlara kıvılcımlar ve yıldırımlar yolladı. Ya zaten çev­
resinde dönen kendi uyduları ile gelmişti ya da dış gezegenlerin

39
KOZMİK TOHUM

Şekil 9

kütle çekiminin sonucu olarak bazı uydular edinmişti. Kadim


metin onun "algılaması güç... mükemmel uzuvlan"ndan söz
eder: "dördü gözleriydi onun, dördü kulaklan".
Ea/Neptün'ün yakınından geçerken, Nibiru/Marduk'un
bir yanı "sanki ikinci bir başı varmışçasına" dışan doğru şişmeye
başladı. Acaba Neptün'ün ayı Triton olmak üzere kopan şişkinlik
bu muydu? Bunu güçlü biçimde destekleyen bir unsur; Nibi­
ru/Marduk'un Güneş Sistemine, diğer gezegenlerin aksine geri­
ye doğru (saat yönünde) ginniş olmasıdır (Şekil 9). Ancak istila­
cı gezegenin diğer tüm gezegenlerin yörüngesel hareketinin ter­
sine hareket ettiğini söyleyen bu Sümer aynnhsı; Triton'un geri­
ye doğru hareketini, diğer uydu ve kuyruklu yıldızların eliptik
yörüngelerini ve ele alacağımız diğer büyük olaylan açıklayabi­
lir.
Nibiru/Marduk, Anu/Uranüs'ün yanından geçerken daha
fazla uydu oluştu. Uranüs' ten geçişi tarif ederken metin "Anu
dört rüzgar ortaya çıkardı ve dindi" diye belirtir: Uranüs'ü yana
yahran çarpışma sırasında biçimlenmiş olması gereken dört bü­
yük Uranüs ayına açık bir gönderme. Aynı zamanda daha sonra
kadim metinde geçen bir pasajda, bu karşılaşmanın sonucu ola-

40
DIŞ UZAYDAN GEWi
rak Nibiru/Marduk'un da üç uydu daha edindiğini öğreniriz.
Sümer metinleri, güneş sistemimize çekilmesinden sonra
Nibiru/Marduk'un dış gezegenleri nasıl yeniden ziyaret ettiğini
ve en sonunda onlan bugün bildiğimiz gibi biçimlendirdiğini ta­
rif etmesine rağmen, ilk karşılaşma; modem gökbiliminin Nep­
tün, Uranüs, aylan ve halkalan ile ilgili olarak yüz yüze geldiği
ya da hala yüz yüze olduğu çeşitli bulmacalan zaten bizzat açık­
lamaktadır.
Neptün ve Uranüs'ü geçen Nibiru/Marduk, Satüm'ün
(AN.ŞAR, "Göklerin Önde Geleni") ve Jüpiter'in (l<İ.ŞAR, "Sağ­
lam Karalann Önde Geleni") muazzam kütle çekimine yaklaşh­
ğmda, gezegensel sistemin daha da içlerine doğru çekildi. Nibi­
ru/Marduk, Anşar/Satürn yakınma "sanki çahşmadaymış gibi
yaklaşıp durduğunda", iki gezegen "dudaklannı öptüler''. işte,
Nibiru/Marduk'un "kaderi"nin veya yörüngesel yolunun sonsu­
za dek değiştiği an o andı. Aynca Satüm'ün baş uydusu
GA.GA'nm (sonunda Plüton olacakhr), Mars ve Venüs yönüne
çekildiği andır; bu ancak Nibiru/Marduk'un geriye doğru gücü
sayesinde mümkün olabilecek bir yöndür. Geniş eliptik bir yö­
rünge yapan Gaga en sonunda Güneş Sisteminin dış uçlarına ge­
ri döndü. Burada, geriye dönüşü sırasında Neptün ve Uranüs'ün
yörüngelerinden geçerken onlara "hitap etti" (seslendi). Bu, Ga­
ga'nm, eğimli ve garip yörüngesiyle bazen Neptün ve Uranüs
arasına dek giden Plüton'umuz haline gelme sürecinin başlangı­
aydı.
Nibiru/Marduk'un yeni ''kaderi" veya yörüngesi, arhk ge­
riye döndürülmez biçimde eski gezegen Tiamat'a yönelmişti. O
sıralarda, nispeten Güneş Sisteminin biçimlenmesinin ilk zaman­
lannda, sistem (metinden öğreniyoruz ki) özellikle Tiamat bölge­
sinde düzensizdi. Yakındaki diğer gezegenler hala yörüngelerin­
de bir aşağı bir yukan oynayıp dururken, Tiamat hem ötesindeki
iki dev gezegen hem de kendisi ile Güneş arasındaki iki küçük
gezegen tarafından birçok yöne çekilip durmaktaydı. Bunun so­
nucu, ondan kopan ya da çevresinde toplaşan, (bilginler tarafın­
dan Yaratılış Destanı diye adlandırılan) metnin şiirsel diliyle "öf­
keden kuduran" bir uydu "ordusu" idi. Bu uydular, ''kükreyen

41
KOZMİK TOHUM

Kuzey Rüzgarı

( Şekil 10

canavarlar''; "dehşete bürünmüş" v e ''halelerle taçlanmışh", san­


ki "göksel tannlar'' yani gezegenlermişçesine öfkeyle kendi çev­
relerinde ve Tiamat çevresinde dönüyorlardı.
Diğer gezegenlerin düzenliliği veya güvenliği için en tehli­
kelisi, neredeyse bir gezegen boyuna büyümüş ve kendi bağım­
sız "kader''ini, yani Güneş çevresinde kendi yörüngesini elde et­
mek üzere olan büyük bir uydu idi. Tiamat "onun için bir büyü
yaph, göksel tanrılar arasında otursun diye onu yüceltti." Sümer­
ce KİN.GU (''Yüce Elçi") diye adlandırılır.
Artık metin, 12. Gezegen'de adım adım aktardığım, gittikçe
açılan dramanın perdesini kaldırmaktadır. Bir Grek trajedyasın­
da olduğu gibi, meydana çıkan "göksel savaş", kütle çekimi ve

42
DIŞ UZAYDAN GELDi
manyetik güçler ortaya çıktıkça kaçınılmaz hale gelmekte, yedi
uydusuyla (kadim metinde "riizgıirlar") yaklaşmakta olan Nibi­
ru/Marduk ve başını Kingu'nun çektiği on bir uydudan oluşan
"ordu" suyla Tiamat arasındaki çarpışmaya doğru ilerlemektedir.
Bir çarpışma rotasında ilerliyor olmalarına rağmen, Tiamat
saatin ters yönünde ve Nibiru/Marduk da saat yönünde yörün­
gede olduklarından iki gez.egen çarpışmadı; bu, büyük astrono­
mik önem taşıyan bir olgudur. Tiamat'a çarpan ve onun uydula­
nyla çarpışan, Nibiru/Marduk'un uydulan ya da "rüzgarlan" dır
(harfiyen Sümerce anlamı: ''Yanında olanlar'').
Bu ilk karşılaşmada (Şekil 10), Göksel Savaşın ilk safhası
şöyle oldu:

Dört riizgan öyle yerleştirdi ki


hiçbir şeyi kaçamasın elinden;
Güney Rüzgan, Kuzey Rüzgin,
Doğu Rüzgan, Bah Rüzgan.
Ağını hemen yanında tuttu;
Kötü Rüzgar'ı, Hortum'u ve Kasırga'yı ortaya çıkaran
büyükbabası Anu'nun hediyesi.
Yarathğı rüzgarlan ileri sürdü,
yedisini birden, Tiamat'ı içten huzursuz etmek için
ardında yükseldiler.

Nibiru/Marduk'un bu "riizgarlan" veya uydulan, "yedisi


birden"; Göksel Savaşın ilk kısmında Tiamat'a saldırdığı asli "si­
lahlan"ydı (Şekil 10). Ama istilacı gezegenin başka "silahlan" da
vardı:

Önünde yıldırımı çakh,


Gövdesini yalazlı alevle doldurdu;
Sonra Tiamat'ı yakalamak için ağını yaydı...
Başının çevresi korkutucu bir haleye sannmışb,
Ürkütücü dehşete sanki bir örtü gibi bürünmüştü.

İki gezegen ve uydulanndan oluşan ordulan Nibiru/Mar-

43
KOZMiK nmuM
duk'un, Tiamat'm "iç kısmını taraması"na ve "Kingu'nun planı­
nı ıı ııla mıısına"yetecek kadar yaklaşmışh. Nibiru/Marduk
"ağıyla" (manyetik alan mı?) "onu yakalamak" için yaşlı gezege­
lll' muaz:1.am yıldınrnlar ("ilahi şimşekler'') yolluyordu. Tiamat

"parlaklıkla dolmuştu"; yavaşlıyor, ısınıyor, "şişmeye başlıyor­


d u " . Kabuğunda geniş yarıklar oluştu, belki de buhar ve volka­
nik madde püskürtüyordu. Genişlemekte olan yarıklardan birine
Nibiru/Marduk baş uydularından birini, "Kötü Rüzgar'' adında­
kini fırlath. Bu, Tiamat'ın "göbeğini" yardı, "içini parçaladı, kal­
bini ayırdı" .
Tiamat'ı ikiye ayırmanın ve "yaşamını söndürmenin" yanı
sıra, bu ilk karşılaşma onun çevresinde dönen Kingu dışındaki
bütün aycıklann kaderini de belirledi. Nibiru/Marduk'un "ağı­
na", manyetik ve yerçekimi gücüne yakalandılar, "parçalandılar,
kırıldılar'', "Tiamat çetesinin" üyeleri önceki rotalarından kurtul­
du ve ters yönde yeni yörüngelerine girmeye zorlandılar: "Kor­
kudan titreyerek sırtlarını döndüler."
İşte kuyruklu yıldızlar böyle yaratıldı; 6000 yıllık metinden,
kuyruklu yıldızların büyük ölçüde eliptik ve geriye doğru yörün­
gelerini elde ettiklerini böylece öğreniyoruz. Kingu'ya, Tiamat'ın
baş uydusuna gelince, metin, göksel çarpışmanın bu ilk safhasın­
da Kingu'nun elinden neredeyse bağımsız yörüngesinin alındığı­
nı bildiriyor. Nibiru/Marduk, ondan "kaderini" alır. Nibi­
ru/Marduk, Kingu'yu bir DUG.GA.E'ye, atmosferden, sulardan
ve radyoaktif malzemeden mahrum ve boyutları küçülmüş "can­
sız bir kil kütlesi" ne dönüştürdü ve "onu bağlayan bağlarla", ha­
rap olmuş Tiamat çevresinde bir yörüngede kalmasını sağladı.
Tiamat'ı yenen Nibiru/Marduk yeni "kaderi" üstünde yol
almaya başladı. Sümer metni, kadim istilacının Güneş çevresinde
döndüğü yolunda hiçbir şüpheye yer bırakmaz:

Gökleri geçti ve bölgeleri taradı,


ve Apsu'nun bölgesini ölçü;
Efendi, Apsu'nun boyutlarını ölçtü.

Güneş'in (Apsu) çevresinde dönen Nibiru/Marduk uzak

44
DIŞ UZAYDAN GEWI
uzaya doğru yoluna devam etti. Ama artık, sonsuza kadar Güneş
çevresinde bir yörüngeye yakalandığından, geri dönmek zorun­
daydı. Geriye dönüşünde, Ea/Neptün onu selamlamak için ora­
daydı ve Anşar/Satüm zaferini kutladı. Derken bu yeni yörünge
onu Göksel Savaş sahnesine geri getirdi; "bağladığı Tiamat'a ge­
ri döndü".

Efendi onun cansız bedenini seyretmek için durakladı. ·


Canavarı ikiye ayırmayı maharetle planlamışh.
Sonra, bir midye gibi onu iki parçaya ayırdı.

Bu yaratma eylemi ile "gök" son haline ulaşh ve Dünya ile


Ay'ın yarahlması başladı. İlk olarak yeni darbeler Tiamat'ı ikiye
ayırdı. Üst kısmına, "kafatası" na Nibiru/Marduk'un Kuzey Rüz­
garı denilen uydusu çarph; darbe onu ve Kingu'yu "bilinmeyen
yerlere", daha önce hiçbir gezegenin olmadığı yepyeni bir yörün­
geye sürükledi. Dünya ve Ay'ımız yarahlmışb! (Şekil 11)
Tiamat'ın diğer yarısı darbelerle un ufak edildi. Bu alt kıs­
mı, "kuyruğu" göklerde bir "bilezik" olsun diye "birarada dövül­
dü":

Biraraya getirerek,
bekçileri olarak onları yerleştirdi...
Tiamat'ın kuyruğunu Büyük Şerit'i bir bilezik gibi
oluşturmak üzere büktü.

Böylece, "Büyük Şerit'', Asteroit Kuşağı yarahldı. Tiamat ve


Kingu'dan kurtulan Nibiru/Marduk bir kez daha "gökleri geçti
ve bölgeleri taradı". Bu kez dikkati "Ea'nın Mekanı" (Neptün)
üstüne odaklandı ve bu gezegene ve ikiz benzeri Uranüs' e son
şekillerini verdi. Kadim metne göre Nibiru/Marduk aynı zaman­
da Gaga/Plüton'a son ''kaderi"ini verdi, onu "gizli bir yere" ata­
dı, yani göklerin o zamana dek bilinmeyen bir yerine. Bu, Nep­
tün'ün yerinden daha uzaktaydı: "Derin'de" idi, uzayda uzaklar­
da. En dış gezegen olarak yeni konumuna uyacak biçimde, yeni
bir ad almışh: US.Mİ, ''Yolu Gösteren"; yani Güneş Sistemine gi-

45
KOZMİK TOHUM

Şekil 1 1

rerken, dış uzaydan Güneş'e doğru yaklaşırken karşılaşılan ilk


gezegen.
Böylece Plüton yarahldı ve bugün bulunduğu yörüngeye
yerleştirildi.
Gezegenler için "istasyonları inşa eden" Nibiru/Marduk,
kendisi için iki "mekan" yaph. Biri, kadim metinlerde asteroit ku­
şağına verilen isimle "Gökkubbe"de; uzaklarda ''Derin'de" olan
diğeri ise "Büyük/Uzak Mekan" ya da E.ŞARRA ("Hüküm­
dar/Prens'in Mekanı/Evi") adını taşır. Modem gökbilimciler bu
iki gezegensel konuma hadid noktası (yörüngenin Güneş'e en ya­
kın noktası) ve apoje (yörüngenin Güneş' ten en uzak noktası)
olarak adlandırırlar (Şekil 12). Bu, 12. Gezegen' de biraraya getiri-

46
DIŞ UZAYDAN GELDİ
ı 2.Gezegenin Yörüngesi

GOneş'e
En Uzak
Nokta

Şekil 12

/O
,'
/
Güneş (Apsu) Merkür (Mummu)

12

/1
Venus (latıamu) Gezegon (Marouk)

1 (La�muı Mars

_./__,o I
ı< ı/ Ay mgu

�O _.,,, ö"' / _,ı·( .•

"--· ::: /
Dunya (K•)

, ,,o..
. -� ·
' __

...

0•I KuşaO
As!8'
(Dövuımuş Bılezık)

a o/
Satüm (Anşac] / /
Q

/ o
Uranüs (Anu)

/
Nepıun (Ea)

Plü1on (Gaga)

Şekil 13

47
KOZMİK TOHUM
len kanıtlardan çıkardığımız gibi, tamamlanması 3600 Dünya yı­
lı süren bir yörüngedir.
İşte dış uzaydan gelen İstilacı; merkezinde Güneş, eski dos­
tu Merkür, üç yaşlı çift (Venüs ve Mars, Jüpiter ve Satürn, Uranüs
ve Neptün); Dünya ve Ay'dan, büyük Tiamat'ın yeni bir konum­
da bulunan kanıtlarından, bağımsızlığını yeni kazanan Plü­
ton'dan ve hepsini son şekline sokan Nibiru/Marduk gezegenin­
den oluşan Güneş Sisteminin on ikinci üyesi haline geldi (Şekil
13).
Modem gökbilimi ve en son keşifler, binlerce yıllık bu hika­
yeyi destekliyor ve doğruluyor.

48
DIŞ UZAYDAN GEWİ
DUNYA OLUŞMADAN ONCE
1766'da D. Titius ve 1772'de Johann Elert Bode, gezegenler ara­
sındaki uzaklığın, eğer formülü 3'le çarpıp, 4 ekleyip, lO'a bölerseniz,
az ya da çok, O, 2, 4, 8, 1 6 oranını izlediğini gösteren ''Bode Kanunu"nu

popüler hale getirdiler. Dünya'run Güneş'e olan uzaklığım bir astrono­


mik birim (AB) olarak kullanan formül, Mars ve Jüpiter arasında (ora­
da asteroitler bulundu) bir gezegen ve Satürn'ün ötesinde (orada Ura­
nüs keşfedildi) bir gezegen olması gerektiğini işaret eder. Formül, Ura­
nüs'e varana dek kabul edilebilir değişkenlikler gösterirken, Nep­
tün'den sonra yoldan çıkmaktadır.

Gezegen Uzaklık Bode Kanunu


(AB) Uzaklık SaI!ma
Merkür 0,387 0,400 % 3,4
Venüs 0,723 0,700 % 3,2
Dünya 1,000 1,000
Mars 1,524 1,600 % 5,0
Asteroitler 2,794 2,800
Jüpiter 5,203 5,200
Satürn 9,539 1 0,000 % 4,8
Uranüs 19,182 1 9,600 % 2,1
Neptün 30,058 38,800 % 36,3
Plüton 39,400 77,200 % 95,9
Deneysel olarak vanlan Bode Kanunu, böylece arihnetik başlan­
gıç noktası olarak Dünya'yı kullanır. Ama Sümer kozmogonisine göre,
daha Dünya biçimlenmemişken, başlangıçta Mars ve Jüpiter arasında
Tiamat vardı.
Dr. Amnon Sitchin, eğer Bode Kanunu matematikten arındırılır
ve sadece geometrik ilerleme korunursa, formülün, Dünya listeden çı­
lcanldığı takdirde Sümer kozmogonisini doğrulayacak biçimde işledi­
ğini göstermiştir:

Gezegen Güneşten uzaklığı (km) Artış Oranı


Merkür 58.000.000
Venüs 107.520.000 1,85
Mars 226.720.000 2,10
Asteroitler (Ti.Amat) 416.640.000 1,84
Jüpiter 774.400.000 1,86
Satürn 1 .419.360.000 1,83
Uranüs 2.854.240.000 2,01

49
BAŞLANGIÇTA
Başlangıçta
Tanrı gökleri ve yeri yarath.
Ve yer ıssız ve boştu;
ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı,
Ve Tanrı'nın Ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu;
Ve Tanrı dedi: Işık olsun; ve ışık oldu.

Nesiller boyunca, dünyamızın yaratılış tarzının bu muhte­


şem özeti; Yahudiliğin olduğu kadar Hristiyanlığın ve üçüncü
tek tannlı din olan Islamın da merkezini oluşturdu. On yedinci
yüzyılda İrlanda'da Başpiskopos Armagh'lı James Ussher, Tek­
vin Kitabının açılış dizelerinden hesaplayarak dünyanın yarahl­
dığı kesin günü, hatta anı buldu: M.O. 4004 yılı. Kitabı Mukad­
des'in eski baskılarının çoğu hala sayfaları arasında Ussher'in
kronolojisini taşır; birçokları hala Dünya'nın ve bir parçası oldu­
. ğu Güneş Sisteminin aslında bundan daha eski olmadığına inan-
maktadırlar. Ne yazık ki, Yarahlışçılık olarak bilinen bu inanç,
kendine rakip olarak bilimi seçmiş ve Evrim Teorisine sımsıkı ya­
pışmış olan bilim de bu kışkırtmaya yanıt vermiş ve savaşa kahl­
mışhr.
Her iki tarafın da yaklaşık bir asırdan fazladır bilinmekte
olanlara kulak asmıyor olması çok yazık; Tekvin Kitabındaki ya­
rahlış hikayeleri, çok daha aynnhlı olan Mezopotamya metinleri­
nin kısalhlmış ve özetlenmiş versiyonlarıdır, onlar da çok çok da­
ha ayrıntılı olan Sümer metinlerinin. Yaratılışçılar ve Evrimciler
arasındaki savaş -ki birazdan sunacağımız kanıtların göstereceği
gibi tamamen gereksiz bir sınır çekmedir-, şüphesiz Amerika Bir­
leşik Devletler Anayasasında din ve devlet işlerinin aynlrnası il-

50
BAŞLANGIÇTA
kesiyle daha kesin biçimde çizilmiştir. Ama böyle bir aynın,
Dünya ulusları (hatta İngiltere gibi aydın demokrasilerde bile)
arasında da, kutsal metin dizelerinin yazıldığı eski çağlarda da
uygulanmamaktaydı.
Aslında, kadim zamanlarda kral aynı zamanda başrahipti,
devletin ulusal bir dini ve ulusal bir tanrısı vardı, tapınaklar bi­
limsel bilginin merkeziydi ve rahipler bilgindi. Böyleydi çünki
uygarlık başladığında, tapınılan tanrılar -yani "dinsel" olma füli­
nin odağı- Dünya üzerindeki her türden bilginin ya da bilimin
kaynağı olan Anunnakiler/Nefilimlerden başkası değildi.
Devlet, din ve bilimin kaynaşması, en tam haliyle Babil' de
gerçekleşti. Orijinali Sümerce olan Yaratılış Destanı, Babil ulusal
tanrısı Marduk'a göksel bir suret (karşılık) atfedilebilsin diye ora­
da çevrildi ve düzeltildi. Babilliler, yaratılış hikayesinin Babil
versiyonunda Nibiru'yu "Marduk" diye adlandırarak, Marduk
için üstün bir "Gök ve Yer Tannsı"nın niteliklerini gaspettiler.
Bugüne dek bulunabilen bu en hasarsız versiyon, açılış dizesine
göre Enuma eliş (''Yükseklerde") adını alır. Ülkenin en kutsal din­
sel-siyasal-bilimsel belgesi haline geldi; Yeni Yıl törenlerinin bir
parçası olarak okundu; ve hikayeyi büyük bir tutkuyla canlandı­
ran oyuncular, kalabalıklara önemli mesajını aktardılar. Üstüne
yazıldık.lan kil tabletler (Şekil 14) antik çağlarda tapınakların ve
kütüphanelerin en değerli mülkleri arasındaydı.
Kadim Mezopotamya'daki yıkınhlarda bir yüzyıl kadar ön­
ce keşfedilen kil tabletlerin üstündeki yazının deşifre edilmesi;
Eski Ahit biraraya getirilmeden binlerce yıl.önce, kutsal metinde­
ki yarahlış hikayesiyle ilgili metinlerin mevcut olduğunun fark
edilmesine yol açh. Bilhassa önemli olanlar, Asur kralı Asurbani­
pal'in (kutsal metinlerde de geçen bir şehir olan) Ninova'daki kü­
tüphanesinde bulunan metinlerdi; bunlarda, bazı yerlerde keli­
mesi kelimesine Tekvin hikayesine denl< düşen bir yarahlış hika­
yesi kaydedilmişti. British Museum'dan George Smith yarablış
metinlerinin yer aldığı kırık tabletleri biraraya getirdi ve 1876'da
The Chaldean Genesis (Yaratılışın Kaide Yorumu) adlı kitabı yayın­
ladı; bu, kutsal metinde yer alanın en az bin yıl öncesinde, Eski
Babil lehçesinde yazılmış, Akkadça bir Yarahlış hikayesinin mev-

51
KOZMİK TOHUM

Şekil 14

cudiyetini kesinlikle saptamış oldu. 1902 ve 1914 arasında yapı­


lan kazılar, yaratılış destanının Asurca versiyonunu taşıyan tab­
letleri gün ışığına çıkardı; burada Babilli Marduk yerine Asur
ulusal tanrısı Aşur'un adı konmuştu. Ardından gelen keşifler, bu
metnin antik çağlarda sadece kopya edilişindeki ve tercümelerin­
deki yaygınlığını saptamakla kalmadı, hataya yer bırakmayan şe­
kilde kökeninin Sümer olduğunu da belirledi.
Çeşitli parçaların yedi tablet oluşturduğunu; alh tanenin ya­
ratma işlemi ile ilgili olduğunu, yedinci tabletin ise tamamen
"Rab'bin" -yani Babil versiyonunda Marduk'un, Asur versiyo-

52
BAŞLANGIÇTA
nunda ise Aşur'un- yüceltilmesine adandığını gösteren kişi, 1902
yılında yazdığı The Seven Tablets of Creation (Yedi Yarahlış Table­
ti) adlı kitabıyla L. W. King oldu. Bu yedi tablete bölme uygula­
masının; bir biçimde kutsal metindeki hikayeyi, alh parçası ilahi
el işi ile ilgili iken yedinci parçasının, dinlenerek ve tatminle ba­
şarılmış olanlara bir göz atmaya adandığı yedi zaman diliminin
temeli olduğunu tahmin edebiliriz.
İbranice yazılan Tekvin Kitabının, her safha için, normalde
"gün" anlamına gelen ve öyle tercüme edilen yom terimini kul­
landığı doğrudur. Bir keresinde, bir '1ncil Kuşağı" (•) şehrinde
katıldığım bir radyo programında tam da bu noktayı soran bir
kadın telefon etti. "Gün" ile Kitabı Mukaddes'in bizim Dünya üs­
tündeki yirmi dört saatlik süremizi değil, daha ziyade yaratılış
sürecindeki bir safha kavramını kastettiğini söyledim. Hayır, di­
ye ısrar etti. Kitabı Mukaddes'in söylemek istediği tam olarak bu­
dur: yirmi-dört saat. Daha sonra ona, Tekvin Kitabının ilk babı­
nın insani bir zaman tablosu değil Yaradan'a ait bir zamanı içer­
diğini ve Mezmurlar kitabında (90:4) Tann'nın gözünde "Bin yıl
dün gibidir." dendiğini söyledim. En azından yarablışın alb bin
yıl sürmüş olabileceğini kabul edebilir misiniz, diye sordum. Ha­
yal kınklığına uğradım, uzlaşma yoktu. Alb gün, alh gündür, di­
ye ısrar etti.
Kutsal metindeki yaratılış hikayesi dinsel bir belge midir,
yani içeriği sadece iman edilecek veya edilmeyecek bir inanç me­
selesi midir; yoksa bize gökte ve Dünya' da işlerin nasıl başladığı­
na dair temel bilgileri veren bilimsel bir belge midir? Şüphesiz
bu, Yarahlışçılar ve Evrimciler arasında sürüp giden tartışmanın
çekirdeğidir. Tekvin Kitabını derleyenlerin, Babillilerin yaphğın­
-
dan farklı bir şey yapmadıklarını fark etselerdi, her iki taraf da si­
lahlarını çoktan bırakırdı: İbrahim'in torunları -Sümer başkenti
Ur'dan çıkan kraliyet-ruhbanlık ailesinin çocuk.lan-, yani zama­
nın tek bilimsel kaynağını kullanıp, Yaratılış Destanı'nı da alarak,
bunu kısalhp değiştirdiler ve bunu "Gökte ve Yerde olan", Yah­
veh'yi yücelten ulusal bir dinin temeli kıldılar.
(•) ABD'de köktenci dindarlann yoğwı olarak yaşadı.klan ve çok İncil satıldığı
için "Bible Belt" adını alan bölge. (Ç.N.)

53
KOZMİK TOHUM

Şekil 1 5

Babil'de Marduk ikili bir ilahh. Fiziksel olarak, gösterişli ve


değerli giysiler içindeydi (Şekil 15), ona ("tanrı" olarak tercüme
edilen ama harfiyen ''Yüce Olan" anlamına gelen) flu diye tapını­
lıyordu; diğer Anunnaki tanrıları üstünde egemenliği ele geçirme
mücadelesi The Wars of Gods and Men adlı kitabımda aynnhlarıy­
la işlenmiştir. Öte yandan ''Marduk" göksel bir ilahh, Sümerlile­
rin Nibiru'ya atfettikleri ilksel yarahlışla ilgili nitelikleri, rolü ve
itibarı üstlenen bir gezegen tanrıydı; en sık kullanılan sembolik
tasviri kanatlı disk olan gezegendi (Şekil 16). Marduk'un yerine
kendi ulusal tanrıları Aşur'u geçiren Asurlular bu iki unsuru bir­
leştirdi ve Aşur'u kanatlı disk içinde bir tann olarak resmettiler
(Şekil 17).
İbraniler de bunu izledi ama tek tanrıcılığı vaaz ettiklerin­
den ve -Sümer bilimsel bilgisine dayanarak- tanrının evrenselli­
ğini tanıdıklarından, bu ikilik sorununu ve Dünya oluşlarına da­
hil olan Anunnaki ilahlarının çokluğu probl�mini ustalıkla çöz­
düler: Tek ama çoğul bir varlık tertipleyerek; El (Ilu'nun İbranice
dengi) değil, Elohim: Çoğul (harfiyen "Tanrılar'') ama Tek olan

54
BAŞLANGIÇTA

1 ,... 1

Şekil 1 6

Şekil 1 7

55
KOZMİK TOHUM
bir Yaradan. Babil ve Asur dinsel bakış açısından bu uzaklaşma
ancak, İbranilerin şunu fark etmiş olmasıyla açıklanabilir: Hepsi
de evrensel, ebedi ve her yerde mevcut olan bir Tann'run, yani
Elohim'in -ki evren için yaphğı büyük planda her bir gezegenin
rotası önceden belirlenen "kaderi"ndedir ve Anunnakilerin Dün­
ya üzerinde yaptıkları da benzer şekilde önceden belirlenen bir
misyondur- parçası olmasına karşın, İbrahim ve Musa'ya konu­
şabilen ilah ile Sümerlilerin Nibiru dedikleri göksel rab bir ve bi­
limsel açıdan aynı değildir. Böylece, Gökte ve Yerde tezahür
eden evrensel Tann'nın elinin işiydi bunlar.
Yarahlış hikayesinin, Enuma eliş'in kutsal metinlere uyarla­
nışının temelinde yatan bu derin algılayışlara ancak, olayların an­
lahrnını ve sıralanışını bilimsel temele göre korurken, din ve bili­
mi biraraya getirerek varılabilirdi.
Ama Tekvin'in sadece dini değil aynı zamanda bilimi de
temsil ettiğini kabul edebilmek için, kişinin Anunnakilerin rolü­
nü ve Sümer metinlerinin "mit" değil, gerçek bildirimler olduğu­
nu kabul etmesi gerekir. Bilginler bu açıdan çokça ilerleme kay­
detmiştir ama metinlerin gerçek yapısı hakkında tam bir kabule
varamamışlardır. Artık ilahiyatçılar da bilimciler de Tekvin'in
Mezopotamya kökeninin pekala farkındaysalar da, bu kadim
metinlerin bilimsel değerini ortaya çıkarmamakta inatçılık et­
mektedirler. Bu bilim olamaz, diyorlar çünki "bu hikayelerin in­
san hafızasının ürünü olması eşyanın tabiatına aykırıdır" [bu
alınb Understanding Genesis'de (Tekvin'i Anlamak) yayınlanan
Yahudi İlahiyat Seminerinden, N. M. Sama'dan]. Böyle bir cüm­
leye ancak, yazılarımda tekrar tekrar yaptığım gibi, İnsanın yara­
tılışı dahil, işlerin nasıl başladığı hakkındaki bilginin Asurlulann
veya Babillilerin veya Sümerlilerin hafızasından değil, Anunna­
kiler /Nefilimlerin bilgi ve biliminden geldiğini açıklayarak mey­
dan okunabilir. Şüphesiz onlar da Güneş Sisteminin nasıl yarabl­
dığını ya da Nibiru/Marduk'un Güneş Sistemini nasıl istila etti­
ğini "hatırlayamazlardı" çünki henüz onlar da kendi gezegenle­
rinde yaratılmamışlardı. Ama bizim bilimcilerimizin Güneş Sis­
teminin nasıl oluştuğuna ve hatta tilin evrenin (favori teori Bü­
yük Patlama' dır) nasıl ortaya çıktığına dair fikirleri varsa, 450.000

56
BAŞLANGIÇTA
yıl önce uzayda yolculuk yapabilen Anunnakiler/Nefilimler de
şüphesiz yarahlışla ilgili makul senaryolar üretebilmişlerdi; hat­
ta daha fazlasını çünki onların tüın dış gezegenlerin yanından bir
uzay aracı gibi geçen gezegeni, onlara kesinlikle bizim Voya­
ger'la "göz atmalanmız"dan daha yaygın ve geniş olarak yakın­
dan inceleme imkanı vermekteydi.
Enuma eliş'in, Chicago Üniversitesi Doğubilimi Enstitüsün­
den Alexander Heidel'in The BalJylonian Genesis (Yaradılışın Babil
Yorumu) gibi çeşitli güncelleştirilmiş incelemeleri; Mezopotamya
v� kutsal metin anlatımlan arasındaki tema ve yapısal paralellik­
ler üstünde durmaktadır. Gerçekten, her il<isi de okuyucuyu (Ba­
bil'de ise dinleyiciyi) Dünya'nın ve "göklerin" henüz yarablma­
dığı ilksel bir zamana götüren bir ifade ile başlamaktadır. Ama
Sümer kozmogonisi, Güneş Sisteminin yarablışı ile ve ancak on­
dan sonra göksel Rab'bin (Nibiru/Marduk) ortaya çıkış sahnesi
ile ilgilenirken, Kitabı Mukaddes versiyonu tüm bunlan atlıyor
· ve doğrudan Göksel Savaşa ve sonrasına geçiyordu.
Mezopotamya versiyonu, ilksel tabloyu muazzam bir tuval
üstüne çizmeye şöyle başlamaktaydı:

Yükseklerde Gök henüz isimlendirilrnemişken,


Ve aşağıda, Dünya çağırılmamışken;
Boş ama bClşlangıçta mevcut olan APSU, Vücuda Getiren
onlan,
Mummu ve Tiamat, hepsini doğurandı o;
Birbirine karışmışb sulan.
Saz bitmemişti,
bataklıklar ortaya çıkmamıştı.

Geleneksel Kral James versiyonunda bile, Kitabı Mukad­


des'in açılışı daha doğrudandır; ilhamlandırıa dinsel bir kitap
değil de, okuyucu gerçekten de Gök ve Yer'in henüz var olmadı­
ğı bir zamanın olduğu, Gök ve Yer'i bir yıldınm ışığı ile ortaya çı­
karmak için "ruhu" "suların" üstünde hareket eden bir Göksel
Rab'bin fiillinin gerektiği konusunda bilgilendiren, ilksel (başlan­
gıçta var olan) bilim konulu bir ders kitabı gibidir.

57
KOZMİK TOHUM
Kral James zamanından bu yana İncil ve dilbilim konuların­
daki ilerlemeler, hem Katolik Yeni Amerikan İncili'nin hem de
Büyük Britanya kiliselerince çıkarhlan Yeni İngiliz İncili'nin edi­
törlerini, ''Tann'nın Ruhu" yerine "rüzgar" kelimesini koymaya
yöneltti; zaten İbranice ru 'ach da bu anlama gelir, şimdi cümle
"sulann üstünden kudretli bir rüzgar esti" şeklinde okunmakta­
dır. Ancak orijinal İncil' de "derinlik" anlamında kullanılan İbra­
nice Tehom kelimesini koruyorlar; ama arhk ilahiyatçılar bile bu
göndermenin aslında Sümer dilindeki Tiamat'tan başkasına ya­
pılmadığını kabul etmekteler.
Bu anlayışla, Mezopotamya versiyonundaki Tiamat'ın "su­
lannın" karışmasına yapılan gönderme mecazi olmaktan çıkıp,
gerçek bir değerlendirmeyi hak ediyor. Bu, Dünya'nın suyunun
bolluğu sorusuna ve İncil' deki (doğruluğunu birazdan göreceği­
miz) Dünya yarahldığında tamamen sularla kaplıydı, iddiasına
gidiyor. Eğer su, daha Dünya yarahldığında bile bu kadar bol
idiyse, yansından suyu bol bir Dünya yarahlabilmesi için Tiamat
da sulak bir gezegen olmalıydı!
Tehom/Tiamat'ın sulak yapısından, çeşitli kutsal metin
göndermelerinde bahsedilmiştir. Işaya peygamber (51 :10) Rab'­
bin kudretinin ''Mağrur Olanı oyduğu, sulu canavan döndürdü­
ğü, Tehom'un sulannı kuruttuğu" o "ilksel günleri" anar. Mez­
mur yazan "kudretinle sulan böldün, sulu canavarların başını
·

kırdın" diye Başlangıçlar Rab'bini yüceltir.


Tehom/Tiamat'ın "sulan üstünde hareket eden" R�b'bin
"rüzgan" neydi? Tabi ki ilahi "Ruh" değil, Mezopotamya metin­
lerinde Nibiru/Marduk'un bu terimle adlandırılan uydusu idi! O
metinler Nibiru/Marduk, Tiamat'a yaklaşhkça fırlayan şimşekle­
ri ve parlamalan canlı bir biçimde tarif ediyordu. Bu bilgiyi, kut­
sal metne uygulayınca, doğru okunuş ortaya çıkar:

Başlangıçta
Tann Göğü ve Yeri yarath.
Ve Yer, henüz oluşmamışh, boşluktaydı;
ve Tiamat'ın üzerinde karanlık vardı,
Ve Rab'bin Rüzgan onun sulan üzerinde esti;

58
BAŞLANGIÇTA
Ve Rab dedi: ''Yıldınrnlar çaksın!"
ve parlak bir ışık oldu.

Tekvin'in devam eden anlahmı, Mezopotamya metinlerin­


de capcanlı betimlenmiş olan Tiamat'ın ikiye ayrılmasını veya or­
dusunu oluşturan uyduların kınlıp dağılmasını tarif etmez. An­
cak yukarıda sözü edilen İşaya ve Mezmurlar'daki dizelerden ve
Eyüp'ün (26:7-13) anlattıklarından anlaşılmaktadır ki, İbraniler
orijinal hikayenin atlanıp geçilmiş kısımlarından haberdardı.
Eyüp, göksel Rab'bin ''Mağrur Olanın yardımcılarını" nasıl vu­
rup öldürdüğünü hahrlahr ve uzayın derinliklerinden çıkıp ge­
len, Tiama�ı (Tehom) oyan ve Güneş Sistemini değiştiren Rab'bi
şöyle yüceltir:

Dövülmüş gökkubbeyi yayar


Tehom'un yerine,
ve hiçliğin üzerine Dünya'yı asar;
Kalın bulutların içine sulan sarar,
Ve bulut onların alhnda yırtılmaz...

Onun gücüdür sulan tutan,


Onun enerjisidir Mağrur Olanı yaran
Onun Rüzgarıyla Dövme Bilezik ölçüp biçildi;
Onun eliyle kıvranan ejderha söndü bitti.

Mezopotamya metinleri buradan itibaren Nibiru/Mar­


duk'un, Tiamat'ın alt yansından asteroit kuşağını nasıl biçimlen­
dirdiğini tarife devam eder:

Onun diğer yansını


gökler için bir perde olarak kurdu;
Biraraya getirerek .
bekçileri olarak onları yerleştirdi ...
Tiamat'ın kuyruğunu
Büyük Şerit'i bir bilezik gibi oluşturmak üzere büktü.

59
KOZMiK TOHUM
Tekvin Kitabı burada ilksel hikayeyi yakalar ve asteroit ku­
şağının oluşumunu tarif eder:

Ve Elohim dedi:
Suların ortasında kubbe olsun
ve sulan sulardan ayırsın.
Ve Elohim Gökkubbeyi yapb
ve Gökkubbe albnda olan sulan
Gökkubbe üzerinde olanlardan ayırdı;
Ve Elohim Gökkubbeye "Gök" dedi.

İbranice Şama'im kelimesinin Gök' ten ya da genelde gökler­


den söz ettiğini fark eden Tekvin editörleri, Tiamat'ın imhası so­
nucunda yarahlan "Gök" için iki terim kullanmak için bir hayli
uğraşmışhr. "Üstündeki sulan" "alhndaki sular'' dan ayıran şey,
"Gökkubbe" olarak tercüme edilen, harfiyen "Dövülerek-açılmış
Bilezik" anlamına gelen Raki'a olduğunu Tekvin metni vurgular.
Derken Tekvin metni, Elohirn'in sözde "Gökkubbe" olan Ra­
ki'a'ya Şama'im, "Gök" dediğini açıklamaya koyulur; bu, Kitabı
Mukaddes'teki ilk kullanımı harfiyen "suların olduğu yer'' anla­
mına gelen şam ve ma'im kelimelerini içeren bir isimdi. Tek­
vin'deki yarahlış hikayesinde "Gök", bir zamanlar Tiamat ve su­
larının olduğu, asteroit kuşağının dövülüp açıldığı belirli bir gök­
sel yerdi.
Bu, Mezopotamya metinlerine göre Nibiru/Marduk Geçiş
Yeri'ne döndüğünde, Tiamat'la savaşının ikinci safhasında ol­
muştu: Eğer Kitabı Mukaddes'in anlatımını tercih ederseniz,
"İkinci Gün".

Kadim hikaye, her biri kendi başına şaşırhcı olan ayrınhlar­


la doludur. Onlarla ilgili kadim farkındalık öylesine inanılmazdır
ki, akla yatkın tek açıklama bizzat Sümerliler tarafından sunulan­
dır, yani Nibiru'dan Dünya'ya inenler bu bilginin kaynağıydı.
Modem gökbilirni bu aynnhlann birçoğunu çoktan doğrulamış­
tır; böyle yaparken, kadim kozmogoni ve gökbiliminin başlıca id­
dialarını da dolaylı olarak doğrulamışhr: Tiamat'ın ikiye ayni-

60
BAŞLANGIÇTA
ması, Dünya'nın ve asteroit kuşağının yarablması ve Nibi­
ru/Marduk'un Güneşimiz çevresinde kalıcı bir yörüngeye otur­
masıyla sonuçlanan Göksel Savaş.
Kadim hikayenin bir unsuruna bakalım: "göksel tannlar''ın
sahip olduğu uydular veya "rüzgarlar'' "ordusu".
Mars'ın iki ayı, Jüpiter'in on alb ayı ve daha birkaç aycığı,
Satüm'ün yirmi bir veya daha fazla aycığı, Uranüs'ün en az on
beş ayı ve Neptün'ün sekiz ayı olduğunu artık biliyoruz. Galile
1610' da teleskobuyla Jüpiter' in en parlak ve en büyük dört uydu­
sunu keşfedene kadar, bir gök cisminin birden fazla refakatçisi­
nin olduğu düşünülemezdi; kanıt ortada, Dünya ve tek uydusu
Ay.
Ama Sümer metinlerinde okuyoruz ki, Nibiru/Marduk'un
kütle çekimi Uranüs'ünki ile etkileştiğinde, İstilacı üç uydu
("rüzgar'') "meydana getirdi" ve Anu/Uranüs ise bunun gibi
dört ay "meydana getirdi". Nibiru/Marduk Tiamat'a ulaşbğın­
da, Tiamat'a saldırmak için yedi "rüzgar''ı vardı ve Tiamat'ın ise
on bir uyduluk bir "ordu"su; aralarında bağımsızca yörüngesin­
de dolanan bir gezegen olmak üzereyken ama sonunda bizim
Ay'ımız haline gelen "ordunun başı" vardı.
Sümer hikayesinin, kadim gökbilimciler için büyük önem
taşıyan bir başka unsuru; Tiamat'ın alt yarısının süprüntüsünün
bir zamanlar gezegenin bulunduğu yerde uzatılıp açıldığı iddi­
asıydı.
Mezopotamya metinleri ve kutsal metinlerdeki Tekvin ver­
siyonu, asteroit kuşağının oluşumu hakkında vurgulayıcı ve ay­
rınblıdır; Mars ve Jüpiter arasında böyle bir süprüntü ''bilezi­
ği"nin var olduğu ve Güneş etrafında döndüğünde ısrar ederler.
Ama bizim gökbilimcilerimiz on dokuzuncu yüzyıla dek bunun
farkında bile değillerdi. Mars ve Jüpiter arasındaki uzayın sade­
ce karanlık bir boşluk olmadığının ilk fark edilişi; 1 Ocak 1801 'de
Giuseppe Piazzi'nin iki gezegen arasındaki uzayda, Ceres adı ve­
rilen ve bilinen (ve ad verilen) ilk asteroit olmasıyla tanınan kü­
çük bir gök cismini keşfetmesiyle oldu. 1 807'ye dek üç asteroit
(Pallas, Juno ve Vesta), 1845'e dek hiç, ondan sonra yüzlercesi
keşfedildi; arbk yaklaşık 2000 adedi biliniyor. Gökbilimciler çapı

61
KOZMİK TOHUM
en azından 1,6 km olan 50.000 asteroit, aynca sayılan milyonları
bulan ve Dünya'dan görülemeyecek kadar küçük olan süprüntü­
ler olabileceğine inanıyorlar.
Bir başka deyişle, Sümerlilerin 6000 yıl önce bildiklerini bul­
mak modem gökbiliminin neredeyse iki yüzyılını aldı.
Bu bilgiyle bile, "Gökkubbenin alhndaki sulan" "Gökkub­
benin üstündeki sulardan" ayıran "Gök" lakaplı "Dövülmüş Bi­
lezik", Şama'im bir bulmacadır. Kitabı Mukaddes neden söz et­
mektedir Tanrı aşkına?
Şüphesiz, Dünya'nın sulak bir gezegen olduğunu biliyoruz
ama onun bu konuda tek olduğu varsayılmaktaydı. Birçokları
uzaylı yabancıların, nadir ve yaşam veren sıvısını, suyu alıp gö­
türmek için Dünya'ya geldikleri bilim kurgu hikayelerini hahrla­
yacaktır. Öyleyse, kadim metinler Tiamat'ın, dolayısıyla Dün­
ya'nın sularını düşündüyseler ve "Gökkubbenin albndaki sular"
ile kastedilen buysa, "Gökkubbenin üstünde" olduğu söylenen
sular nerededir?
Asteroit kuşağının, kadim metinlerin bildirdiği gibi, geze­
genleri iki gruba ayırdığını biliyoruz (değil mi?). "Aşağıda" kara­
sal ya da iç gezegenler, "yukarıda" ise gazımsı ya da dış gezegen­
ler vardır. Ama Dünya hariç, ilk grubun yüzeyleri çıplakb ve
ikinci grubun da yüzeyleri yoktu ve uzun zamandır kabul gören
görüşe göre (yine Dünya hariç) iki grupta da hiç su yoktu.
Eh, insansız uzay aracı uçuşlarının Plüton dışında tüm geze­
genler uğraması sonucu, arhk daha bilgiliyiz. 1974/75'te Mariner
10 adlı uzay aracı tarafından gözlenen Merkür, suyu olsa bile bu­
nu koruyamayacak kadar küçük ve Güneş'e yakındır. Ama nis­
peten Güneş'e yakınlığı nedeniyle yine susuz olduğuna inanılan
Venüs bilimcileri şaşırth. Hem Amerikan hem de Sovyet insansız
uzay araçları tarafından gezegenin son derece sıcak yüzeyinin
(neredeyse 482°C), gezegenin Güneş'e yakınlığı yüzünden öyle
pek de "sera" etkisine sebep olmadığı keşfedildi: Gezegen kalın
bir karbondioksit atmosferi ve sülfürik asit içeren bulutlarla kap­
lıydı. Bunun sonucunda Güneş'in ısısı yakalanmakta ve gece sı­
rasında uzaya geri dağılmamaktadır. Bu da, Venils'ün sahip ola­
bileceği herhangi bir suyu buharlaşbracak sürekli artan bir sıcak-

62
BAŞLANGIÇTA
lık yarahr. Ama acaba geçmişinde su var mıydı?
İnsansız sonda araçlannın sağladığı sonuçlann dikkatle
analiz edilmesi, bilimcileri bu soruya "evet" demeye yöneltti. Ra­
darla haritalandırma ile ortaya çıkan topoğrafik yüzey şekilleri,
bir zamanlann okyanuslannı ve denizlerini önermektedir. Böyle
su kütlelerinin bir zamanlar gerçekten de Venüs üstünde var ola­
bilmiş olması; bazı bilimcilerin sözleriyle "cehennem benzeri at­
mosferi"nin su buhan izleri içerdiği yolundaki bulgular tarafın­
dan destekleniyor.
Aralık 1978'den sonra Pioneer-Venus 1 ve 2 adlı iki insansız
uzay aracı tarafından Venüs'ün uzun süre incelenmesiyle elde
edilen veriler, bulgulan analiz eden bilimcilerden oluşan ekiple­
ri, Venüs'ün ''bir zamanlar en azından ortalama 10 metre derinli­
ğinde suyla kaplı olabileceği" konusunda ikna etmişti; Venüs: di­
ye sonuca vardılar (Science, 7 Mayıs 1982) ''bugün buhar halinde
sahip olduğu suyun en azından 100 kahna, bir zamanlar su ola­
rak sahipti"_. Ardından gelen çalışmalar bu kadim suyun bir bö­
lümünün sülfürik asit bulutlannı oluşturmakta kullanıldığını, bir
kısmının da gezegenin kayalık yüzeyini okside etmek üzere oksi­
jeninden vazgeçtiğini önermekteydi.
"Venüs'ün kayıp okyanuslan"nın izi kayalannda sürülebi­
lirdi; bu, Science dergisinin Mayıs 1986 sayısında yayınlanan
Amerikan ve Sovyet bilimcilerinin ortak raporunun sonucuydu.
Gerçekten de "Gökkubbenin alhnda", sadece Dünya'da değil, ay­
nı zamanda Venüs'te de su vardı.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Mars'taki muamma "ka­
nallar''ın varlığı, İtalyan gökbilimci Giovanni Schiaparelli ve
Amerikalı Percival Lowell'ın teleskopik gözlemleriyle halka du­
yuruldu. Buna genelde gülünüp geçildi, Mars'ın kuru ve çorak
olduğu kanısı hüküm sürüyordu. 1960'larda insansız araçlarla ilk
incelenmesi Mars' ın "Ay gibi jeolojik açıdan cansız bir gezegen"
olduğu fikrini doğrular gibi görünmekteydi. Ama bu fikir
197�' de Mars çewesinde yörüngeye oturan ve önceki sondaj
araçlan ile incelenebildiği kadanyla sadece yüzde onunu değil
tüm yüzeyi resimleyen Mariner 9'un fırlatılmasıyla tamamen
gözden düştü. Projeyi yöneten gökbilirncilerin sözleriyle, sonuç-

63
BAŞLANGIÇTA
Mars abnosferinde su buhan bulundu; Mariner 9'un mor ö­
tesi ölçümlerinden sorwnlu baş bilimci olan Charles A. Barth, bu­
harlaşmanın günde 100.000 galon suya denk geldiğini hesapladı.
Caltech'ten Norman Horowit:Z "geçmiş çağlar içinde büyük milc­
tarlarda su bir biçimde Mars'ın yüzeyine ve abnosferine dahil ol­
muştur" diye akıl yürüttü çünki Mars abnosferinde bu kadar çok
(% 90) karbondioksit olması için bu gerekliydi. 1977' de Amerilcan
Coğrafya Birliği tarafından Viking projesinin bilimsel sonuçlan
hakkında yayınlanan (30 Eylül 1977, /ournal of Geophysical Rese­
arch) raporda, "uzun zaman önce dev ve ani su baskınlan Mars
yüzeyini birçok yerde yonbnuştur; Erie Gölü'ne eşit miktarda su
hacmi... büyük kanallar kazımışbr'' sonucuna varılmışb.
Viking 2'nin yüzeye konan aracı, durduğu yerdeki zeminde
don olduğunu bildirmişti. Don tabakasının su, su buzu ve don­
muş karbondioksit (kuru buz) içerdiği bulunmuştur. Mars'ın ku­
tuplanndaki buz tabakalannın su buzu ya da kuru buz içerip
içermediği tartışması, JPL bilimcilerinin Pasadena' daki (Caltech)
Califomia Teknoloji Enstitüsünde Ocak 1979'da düzenlenen 2.
Uluslararası Mars Toplanbsında güney kutbu değil ama ''kuzey
kutbu su buzu içermektedir'' diye açıklama yapmalanyla sonuca
bağlandı.
Viking uçuşlan hakkındaki son NASA raporu (Mars: The Vi­
king Discoveries) şu sonuca varmışb: "Mars, bir zamanlar gezege­
nin tüm yüzeyi üstünde birkaç metre derinliğinde bir tabaka
oluşturacak kadar suya sahipti." Artık bunun mümkün olduğu­
na inanılıyor çünki Mars (Dünya gibi) ekseni üstünde dönerken
hafifçe yerinden oynamaktadır. Bu hareket, her 50.000 yılda bir
önemli ilclirnsel değişiklikler halinde sonuçlanmaktadır. Gezegen
daha ılıkken, Kuzey Amerilca'nın Büyük Gölleri kadar büyük ve
en azından beş metre kadar derin göllere sahip olmuş olabilirdi.
ABD Jeolojik Tarama Kurumundan Michael H. Carr ve Jack
McCauley 1985 yılında "Bu neredeyse kaçınılmaz bir çıkanın."
demişlerdi. Walter Sullivan, The New York Times'ta yayınlanan
haberinde, Temmuz 1986'da Mars hakkında Washington D.C.'de
NASA himayesinde düzenlenen iki konferansta, bilimcilerin
"Mars kabuğu altında, teorilc olarak tüm gezegeni ortalama 550

65
KOZMİK TOHUM
metre derinliğinde su tabakasıyla kaplayacak miktarda su gizli"
inancını ifade ettiklerini yazmışh. NASA için çalışan Arizona
Devlet Üniversitesi bilimcileri, ke.ndi ülkelerinin Mars'a inme
projesi üstünde çalışan Sovyet bilimcilerine, bazı derin Mars kan­
yonlannın derinliklerinde ya da en azından kuru nehir yatakları­
nın hemen alhnda hala akar su olabileceği konusunda tavsiyede
bulunmuşlardı.
Kuru ve çorak bir gezegen diye bilinen bir gezegen, son on
yıl içinde, bir zamanlar suyun bol olduğu bir gezegen olarak or­
taya çıkmışh: hem öyle pasifçe duran sular değil, gezegenin yü­
zey şekillerini değiştirerek akan, fışkıran sular. Sümer metinleri­
nin "Gökkubbenin alhndaki", iç gezegenlerdeki sular hakkında­
ki kavramlarını doğrulayan Dünya ve Venüs'e artık Mars da ka­
tılmışh.

Asteroit kuşağının Gökkubbenin alhndaki sulan üstündeki


sulardan ayırdığı yolundaki kadim iddia, daha uzaklarda yerle­
şik gezegenlerde de su olduğunu ima etmektedir. Voyager 2'nin
en son keşiflerinin, Uranüs ve Neptün'ü "sulak" olarak niteleyen
Sümer tasvirini doğruladığını daha önce incelemiştik. Peki ya di­
ğer diş gezegenler ve asteroit kuşağı arasında yörüngede olan iki
gök cismi, yani Satürn ve Jüpiter?
Dünya'runkinden sekiz yüz kez büyük olan hacmiyle bir
gaz devi olan Satüm'ün yüzeyine henüz nüfuz edilemedi; engin
hidrojen ve helyum atmosferinin alhnda bir yerlerde kab ya da
sıvı bir çekirdek olduğu varsayılıyor. Ama nefes kesici halkaları
kadar çeşitli aylannın da (Şekil 18), büyük ölçüde olmasa da, su
buzundan ve hatta belki de sıvı sudan oluştuğu arhk biliniyor.
Başlangıçta, Satüm'ün Dünya üstünden yapılan gözlemleri
sadece yedi halka göstermekteydi; arhk uzay sondalanndan bili­
yoruz ki, yedi büyük halka arasındaki boşlukları dolduran ince
halkalar ve binlerce halkacıklar var; bunlar halkalar ve halkacık­
larla "kazınmış" plak gibi bir disk etkisi yaratmaktadır. İnsansız
uzay aracı Pioneer 1 1 1979'da, halka ve halkacıklann, o sıralarda
çapı birkaç santim veya kar tanesi kadar küçük olan buz parçala­
n olduğuna inanılan buzlu maddelerden oluştuğunu saptadı.

66
KOZMiK TOHUM
bildirdi. 1980'de Voyager 1 bu iç uydular kadar yeni keşfedilen
aycıklann da ''buz küreler" olduklarını doğruladı. Daha yakın­
dan incelenen Enceladus üstündeki pürüzsüz düzlüklerin, yüze­
ye sızan ve donan sıvı suyun eski kraterleri doldurması sonucun­
da oluştuğunun belirtileri vardı.
Voyager 1 aynca Satürn'ün dış aylarının da buzla kaplı oldu­
ğunu açığa çıkardı. Koyu ve parlak ·kısımlar gösterdiği için gök.:.
bilimcileri afallatan Iapetus adlı ayın, parlak kısımlannda "su bu­
zuyla kaplı" olduğu bulundu. Voyager 2, 1981'de Iapetus'un "esa­
sen merkezinde biraz kaya bulunan bir buz topu" olduğunu doğ­
ruladı. Stanford Üniversitesinden Von R. Eshleman, verilerin Ia­
petus'un yüzde 55 su buzu, yüzde 35 kaya ve yüzde 10 donmuş
metandan oluştuğunu gösterdiği sonucuna vardı: Satürn'ün en
büyük ayı Titan'ın (Merkür gezegeninden daha büyüktür) at­
mosfere ve hidrokarbonca zengin bir yüzeye sahip olduğu bu­
lundu. Ama onların alhnda bir donmuş buz katmanı ve onun 95
km kadar aşağıda, gök cisminin iç ısısı artıkça, kalın bir sulu buz
katmanı vardır. Daha da aşağıda, muhtemelen 160 km aşağısın­
da, artık fokurdayan sıcak su tabakasının mevcut olduğuna ina­
nılmaktadır. Toplamda, Voyager'lann verilerinin önerdiğine göre
Titan, yüzde 15 kaya ve yüzde 85 su ve buzdur.
Satürn, en büyük ayı olan Titan'ın daha büyük bir versiyo­
nu mu acaba? Gelecekteki uçuşlar bu cevabı sağlayabilir. Şimdi­
lik, modem aygıtlarımızın erişebildiği her yerde, aylarda, ayak­
larda ve halkalarda su vardı. Satürn de kadim iddialan doğrula­
maktaydı.
Jüpiter Pioneer 10, Pioneer 1 1 ve iki Voyager tarafından ince­
lendi. Sonuçlar, Satüm'dekilerden pek farklı değildi. Gaz devi
gezegenin çok büyük miktarlarda radyasyon ve ısı yaydığı ve
şiddetli fırtınalara tabi olan kalın bir atmosferle sarmalandığı bu­
lundu. Ancak bu nüfuz edilemez örtünün, esasen hidrojen, hel­
yum, metan, amonyak, su buhan ve muhtemelen su damlacıkla­
nndan oluştuğu bulundu; bilimciler, bu kalın atmosferin daha da
aşağılarında bir yerlerde sıvı suyun olduğu sonucuna vardılar.
Satürn'de olduğu gibi, Jüpiter'in aylan da gezegenin kendi­
sinden daha büyüleyici, açıklayıCı ve şaşırtıcı olduklarını kanıtla-

68
KOZMiK TOHUM
San Francisco'daki Aralık 1984 tarihli toplanbsında, NASA'nın
Ames Araşbrma Merkezinden iki bilimci (David Reynolds ve
Steven Squyres) Europa'nın buz tabakası altında, canlı organiz­
malan destekleyebilecek ılık, sıvı su vahalan bulunabileceğini
önerdi. Voyager 2 fotoğraflannın yeniden incelenmesinden sonra,
NASA bilimcileri biraz çekinerek uzay aracının, ayın iç kısmın­
dan dışanya volkanik patlamayla su ve amonyak püskürmesine
tanık olduğu sonucuna vardılar. Artık Europa'nın "radyoaktif
çözünme ve gel git kuvvetlerinin sürtünmesiyle donmaktan ko­
runan, elli metre derinliğindeki bir sıııı su okyanusunun üstün­
de" birkaç kilometre kalınlığında buz örtüsüne sahip olduğuna
inanılmaktadır.
Jüpiter'in aylarının en büyüğü olan Ganymede, donmuş
buz kabuğunu çatlatan depremler geçirdiğini öneren, kaya ile ka­
rışık su buzu ile kaplı gibi görünmektedir. Tamamen su buzun­
dan ve çekirdeğine yakın bir iç sıvı su okyanusundan oluştuğu­
na inanılmaktadır. Dördüncü Galile ayı olan Callisto da (Merkür
gezegeni kadardır) buz açısından zengin bir kabuğa sahiptir; bu­
nun alhnda küçük, kayalık bir çekirdeği çevreleyen lapa ve sıvı
su vardır. Callisto'nun yüzde SO'sinden fazlasının su olduğu tah­
min edilmektedir. Jüpiter çevresinde keşfedilen bir halka da, ta­
mamen olmasa da, çoğunlukla buz parçacıklarından oluşmuştur.
Modem bilim, kadim iddiayı sonuna }<adar doğrulamakta­
dır: Gerçekten de "Gökkubbenin üstünde sular'' vardır.

• • •

Jüpiter, Güneş Sisteminin en büyük gezegenidir: 1300 Dün­


ya kadardır. Güneş'in bütün gezegen sisteminin toplam kütlesi­
nin yüzde 90'ını içermektedir. Daha önce de belirtild�ği gibi, Sü­
merliler ona Kİ.ŞAR, gezegensel cisimler arasında "Sağlam Kara­
ların Önde Geleni" diyorlardı. Satürn, Jüpiter' den daha küçük ol­
masına rağmen, 1 .072.000 km çapında olan "disk"i halkalan ne­
deniyle, göklerde bir hayli yer kaplamaktadır. Sümerliler ona
AN.ŞAR, "Göklerin Önde Geleni" diyorlardı.
Neden söz ettiklerini biliyor olduklan çok açık.

70
BAŞLANGIÇTA

GÜNEŞ'İ GÖRMEK

Gün doğarken ya da batarken, çıplak gözle Güneş'e bakhğımız­


da mükemmel bir yuvarlak görürüz. Ancak Sümerliler onu, VA/243
no.lu silindir mühürde görüldüğü gibi (Resim B ve Şekil 6a) yuvarlak
yüzeyinden üçgen ışınlann çıkhğı bir disk olarak resmetmişlerdir. Ni­
çin?
1980'de Colorado Üniversitesinin Yüksek İrtifa Gözlemevindeki
gökbilimciler, Hindistan'da gözlenen bir tutulma sırasında özel bir ka­
mera ile Güneş'in resimlerini çektiler. Resimlerin ortaya koyduğu şuy­
du: Manyetik tesirler nedeniyle Güneş'in halesi, yüzeyinden üçgen
ışınların çıkhğı bir disk görüntüsü vermekteydi, hpkı binlerce yıl önce
Sümerlilerin betimlediği gibi.
Gökbilimcilerin keşiflerini duyuran dergi olan Scimtific American
editörünün dikkatini, Ocak 1983'te Sümer silindir mührü üstündeki
"muammalı temsile" çektim. Cevap olarak editör Dennis Aanagan 27
Ocak 1983'te şu notu yazdı:
25 Ocak tarihli mektubunuza teşekkür ederiz.
Anlattıklannız ftızlasıyla ilginç ve belki bunu yayınlayabiliriz.
"Bu temsilin ortaya koyduğu birçok bulmacaya ek olarak," diye
yazmışbm mektubumda, "en önemlisi, Sümerlilerin bilgisinin kayna­
ğıdır; görünüşe göre Güneş'in halesinin gerçek biçimine aşinaymışlar."
Scientific American dergisinin "fazlasıyla ilginç" bulduğu ama ha­
la yayınlamadığı, Sümerlilerin bilgisinin kaynağını tanıma ihtiyacı ha­
la doğmamış mıdır?

71
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ
1986'da İnsanoğlu hayatta bir kez görülebilecek bir olay ya­
şadı: Geçmişten gelen bir habercinin, bir Yaratılış Habercisi'nin
ortaya çıkışı. Adı, Halley kuyruklu yıldızı idi.
Göklerde yol alan birçok kuyruklu yıldız ve diğer küçük ci­
simlerden biri olan Halley kuyruklu yıldızı birçok açıdan özgün­
dü; bunlar arasında, onun kaydedilen ortaya çıkışlarının bin yıl
öncesine dek izlenebilen kayıtlarının olması kadar, 1986'da mo­
dern bilimin bir kuyruklu yıldız ve çekirdeğini elinden geldiğin­
ce yakından inceleyebilmesi sayılabilir. İlk olgu, kadim gökbili­
minin mükemmelliğinin alhnı çizmekteyken, ikinci olguyla, elde
edilen veriler, kadim bilgiyi ve Yaratılış hikayesini -bir kez daha­
doğrulamaktaydı.
1 720' de İngiliz Kraliyet Gökbilimcisi olan Edmund Halley'i,
1695-1705 yıllan arasında, 1682'de gözlemlediği ve daha sonra
adını alacak olan kuyruklu yıldızın periyodik bir kuyruklu yıldız
olduğunu, bunun 1531 ve 1607'de gözlemlenenin aynısı olduğu­
nu tespit etmeye yönelten bilimsel gelişmeler zincirine; Sir Isaac
Newton tarafından kütle çekimi ve göksel hareket kanunlarının
ilan edilmesi ve Newton'un bulguları hakkında Halley'e danış­
ması da dahildi. O zamana dek kuyruklu yıldızlarla ilgili teori,
göğü düz bir çizgide boydan boya geçerek, göğün bir ucundan
görünüp, bir daha görülmemek üzere gözden kayboldukları yo­
lundaydı. Ama Newton kanunlarına dayanarak Halley, kuyruk­
lu yıldızlar tarafından çizilen eğrinin eliptik olduğu, bu gök ci­
simlerini en sonunda daha önce gözlemlendikleri yere geri getir­
diği sonucuna vardı. 1531, 1607 ve 1682'deki "üç" kuyruklu yıl­
dız, "ters" yönde yol aldıklarından dolayı sıra dışıydı: Saatin ters
yönünde değil, saat yönünde ilerliyorlardı ve Güneş çevresinde-

72
YARATIUŞ'IN HABERCiLERi
ki gezegenlerin oluşturduğu genel yörünge düzleminden sapma­
ları (17 ila 18 derece kadar eğimliydiler) benzerdi ve görünümle­
ri de benzerdi. Bunların tek ve aynı kuyruklu yıldız oldukları so­
nucuna varan Halley, rotasını belirledi ve periyodunu (ortaya çı­
kışları arasında geçen zaman uzunluğu) yetmiş alh yıl olarak he­
sapladı. Daha sonra 1758 yılında tekrar ortaya çıkacağı tahminin­
de bulundu. Tahmininin doğru çıkhğını görecek kadar uzun ya­
şayamadı ama kuyruklu yıldıza adı verilerek onurlandırıldı.
Tüm gök cisimleri gibi ve özellikle de bir kuyruklu yıldızın
küçük boyutu nedeniyle, yörüngesi, yanından geçtiği gezegenle­
rin (özellikle Jüpiter'in etkisi çoktur) kütle çekim gücüyle kolay­
ca düzensizlikler göstermektedir. Bir kuyruklu yıldız Güneş'e
her yaklaşmasında, donmuş malzemeleri canlanmaya başlar;
kuyruklu yıldız bir baş ve uzun bir kuyruk oluşturur ve malze­
mesinin bir bölümünü buhara ve gaza dönüşürken yitirir. Tüm
bu fenomenler kuyruklu yıldızın yörüngesini etkiler; dolayısıyla,
daha kesin ölçümler kuyruklu yıldızın yörüngesinin Halley'in
hesapladığı yetmiş dört ile yetmiş dokuz yıl aralığından daha dar
olduğunu belirlemiş olmasına karşın, yetmiş alb yıl ortalama de­
ğerdi; gerçek yörünge ve periyodu, kuyruklu yıldızın her ortaya
çıkışında yeniden hesaplanmalıdır.
Modern ekipmanların yardımıyla, her yıl ortalama beş veya
alb kuyruklu yıldız bildirilmektedir; bunların bir veya ilcisi dö­
nüş yolculuğunda iken, diğerleri yeni keşfedilmiştir. Geri dönen
kuyruklu yıldızların çoğu kısa periyotlu olanlardır; en kısa peri­
yotlusu olarak Encke kuyruklu yıldızı bilinir; üç yıldan biraz faz­
la zaman içinde Güneş' e yaklaşır ve sonra asteroit kuşağının bi­
raz ötesindeki bölgeye döner (Şekil 20). Çoğu kısa periyotlu kuy­
ruklu yıldızlar ortalama yedi yıllık yörüngelere sahiptir, bu da
onları Jüpiter civarına taşır. En tipik olanları 6,5 yıllık periyodu
ile Giacobini-Zinner'dir (diğer kuyruklu yıldızlar gibi kaşifleri­
nin adı verilmiştir); Dünya'nın görüş alanından en son geçişi
1985'te idi. öte yandan Mart 1973'te keşfedilen Kohoutek gibi
çok uzun periyotlu olanları da vardır; Aralık 1973 ve Ocak
1974'te tam olarak gözlendi ve gözden kayboldu, belki de 75.000
yıl sonra geri dönecek. Kıyaslarsak, Halley kuyruklu yıldızı için

73
KOZMİK 'f'Olll/M

Şekil 20

76 yıllık bir döngü, yaşayanlann hafızasında kalmaya yetecek ka­


dar kısa ama hayatta bir kez görülecek bir olay olma büyüsünü
koruyacak kadar da uzundur.
Halley kuyruklu yıldızı 1910 yılında Güneş çevresinde, bir
sonrakine kadar sonuncu geçişinde ortaya çıktığında, rotası ve
unsurları önceden çizilmişti (Şekil 21 ). Yine de o zamanlar anıldı­
ğı adıyla 1 910 Büyük Kuyruklu Yıldızı, büyük bir endişeyle bek­
lenmişti. Dünya ya da üstündeki yaşamın, beklenen geçişten sağ
çıkamayacağından korkuluyordu çünki Dünya, kuyruklu yıldı­
zın zehirli gazlardan oluşan kuyruğu ile örtülecekti. Aynca, da­
ha eski çağlarda inanıldığı gibi, kuyruklu yıldızlann ortaya çık­
masının salgın hastalık, savaşlar ve krallann ölümü ile ilgili kötü
işaretler olduğu konusunda bir panik yaşanıyordu. Kuyruklu yıl­
dız Mayıs 1910'da en büyük ve en parlak haline eriştiğinde, kuy­
ruğu göklerin yansını kaplayacak kadar uzamıştı (Şekil 22). Bü­
yük Britanya Kralı 7. Edward öldü. Avrupa kıtasında, 1914'teki 1 .
Dünya Savaşının patlamasına yol açacak bir dizi politik çalkantı
ortaya çıkmaya başladı.

74
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ

1172

Şekil 21

Halley kuyruklu yıldızını savaşlar ve çalkanblarla ilişkilen­


diren inanç veya batıl inanç; onun daha önceki ortaya çıkışlanna
tesadüf gelen olaylarla beslenmekteydi. 183S'te Seminole yerlile­
rinin Florida'daki beyaz göçmenlere karşı ayaklanması, 1755'teki
Büyük Lizbon Depremi, 1618'de Otuz Yıl Savaşlarının patlaması,
1456'da Türklerin Belgrad'ı kuşatması, 1347'de Kara Vebanın (hı­
yarcıklı veba) patlaması; hepsi de, en sonunda Halley kuyruklu
yıldızı olduğu anlaşılan büyük bir kuyruklu yıldızla birlikte veya
ondan sonra görülen olaylar olduğundan, kuyruklu yıldız Tan­
n'nın gazabının habercisi rolünü sağlamlamıştı.
hahi maksatla olsun ya da olmasın, kuyruklu yıldızın orta­
ya çıkışının büyük tarihsel olaylarla çakışması, tarihte geriye git­
tikçe daha da artıyor gibi görünmektedir. Bir kuyruklu yıldızın,
kesinlikle Halley'in, 1066'daki ortaya çıkışıyla, Hastings Savaşı
sırasında Kral Harold'un komutasındaki Saksonlar, Fatih Willi­
am tarafından mağlup edildi. Kuyruklu yıldız, Fatih William'ın
kansı Kraliçe Matilda tarafından, kocasının zaferini sergilemek
üzere yapbnldığı düşünülen ünlü Bayeux duvar halısında (Şekil
23) resmedilmiştir. Kuyruklu yıldızın kuyruğunun hemen yanın­
daki yazı, isti mirant stella, "Yıldıza huşu ile bakarlar" anlamına

75
KOZMİK TOHUM

Şekil 22

gelir ve Kral Harold'un tahbnda sendelediğini resmeder.


M.S. 66 yılı, gökbilimciler tarafından Halley kuyruklu yıldı­
zının ortaya çıkhğı yıllardan biri olarak düşünülmektedir; bu çı­
kanmlannı en azından iki çağdaş Çin gözlemine dayandırırlar.
Bu, Yudea'daki Yahudilerin Roma'ya karşı Büyük İsyanı'nın yılı­
dır. Yahudi tarihçi Josephus [Wars of the /ews (Yahudilerin Savaş­
lan), 6. Kitap] Kudüs'ün düşüşünü ve kutsal tapınağının imha
edilişinin suçunu, isyanın öncesindeki göksel işaretlerin Yahudi­
lerce yanlış yorumlanmasına yükler: "Bir kılıa andıran bir yıldız
şehrin üstünde durdu; tüm yıl devam eden bir kuyruklu yıldız."

76
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ

Şekil 23

Yakın zamana kadar, bir kuyruklu yıldız gözleminin en es­


ki kesin kaydı, M.Ö. 467 yılının Shih-chi Çin Kronolojik Tabletle­
rinde bulunmuştu; ilgili kayıt şöyledir: "Ch'in Lu-kung'un onun­
cu yılında bir süpürge yıldızı görüldü." Bazılan, bir Grek yazısı­
nın da o yıl aynı kuyruklu yıldıza gönderme yaphğına inanmak­
tadır. Modem gökbilimciler M.Ö. 467 Shih-chi kaydının Halley
kuyruklu yıldızı ile ilgili olduğundan pek emin değiller; ancak
M.Ö. 240 yılının Shih-chi kaydından eminler (Şekil 24). Nisan
1985'te F. R. Stephenson, K. K. C. Yau ve H. Hunger, Nature der­
gisinde, bir yüzyıldan fazla zaman önce Mezopotamya'da bulun­
duklanndan bu yana British Museum'un bodrumunda yatmakta
olan Babil astronomi tabletlerinin yeniden incelenmesinin, bu
tabletlerde M.Ö. 164 ve M.Ö. 87 yıllan için sıra dışı gök cisimleri­
nin, muhtemelen kuyruklu yıldızlann ortaya çıkışlannın kayde­
dildiğini gösterdiğini bildirmişlerdir. Yetmiş yedi yıllık periyot,
bu bilginlere.sıra dışı gök cisminin Halley kuyruklu yıldızı oldu­
ğunu önermekteydi.
M.Ö. 1 64 yılı, Halley kuyruklu yıldızı ile meşgul olan bilgin­
lerin hiçbirinin fark edemediği, Yahudi ve Yakın Doğu tarihinde
büyük önem taşıyan bir yıldır. Makkabi önderliğindeki Yudea
Yahudilerinin Grek-Suriye baskısına baş kaldırdığı, Kudüs'ü ye­
niden ele geçirdiği ve lekelenmiş Tapınağı yeniden anndırdığı yı-

77
KOZMİK TOHUM

Şekil 24

im ta kendisidir. Tapınağın yeniden adanış töreni, bugün bile Ya­


hudiler tarafından Hanukkah ("Adanış") bayranu olarak kutlan­
maktadır. British Museum'da WA-41462 sayılı M.Ö. 164 tableti
(Şekil 25), Makkabi Kitaplarının zalim kralı Antiochus olan Silif­
ke (Grek-Suriye) kralı Antiochus Epiphanes'in hükümdarlığın­
daki ilgili yılı kaydettiği açıkhr. Üç bilginin Halley kuyruklu yıl­
dızı olduğunu düşündükleri sıra dışı gök cisminin; Yahudi ayı
Kislev olan ve gerçekten de Hanukkah bayramının kutlandığı Ba­
bil ayı Kislirnu'da görüldüğü bildirilmektedir.

78
Şekil 25

Bir başka örnek de, Josephus'un kuyruklu yıldızı (aynca Ba­


yem: duvar halısında da betimlenmiş görünmektedir) göksel bir
kılıçla kıyaslamasının; bazı bilginleri, Kral Davud'un gördüğü
"yer ve gök arasında ayakta duran, elinde Kudüs üstüne uz.abl­
mış bir kılıç bulunan", Rab tarafından yasaklanmış bir sayım yü­
rüten kralı cezalandırmak üzere gönderilmiş Rab'bin Meleği'nin
gerçekte peka.la Halley kuyruklu yıldızı olabileceğini düşünmeye
sevk etmesidir. M.Ö. 1000 civarındaki bu olayın zamanı, Halley
kuyruklu yıldızının görünmüş olabileceği yılların biriyle çakış­
maktadır.
1986'da yayınlanan bir makalede, ''kuyruklu yıldız" için
kullanılan İbranice kelimenin Kokhav shavit, yani "Asa yıldızı" ol­
duğuna dikkat çekmiştim. Bunun, Kitabı Mukaddes'in kahin Bi-

79
KOZMİK TOHUM
lam hikayesi ile doğrudan ilgili olduğunu yazdım. İsrailoğulları
Mısır'dan Çıkış'tan sonra çölde dolaşmalarını sona erdirip, Ke­
nan ilini fethetmeye başladık.lannda, Moab kralı İsrailoğullanru
lanetlesin diye Bilam'ı çağırhr. Ama İsrailoğullannın ilerlemesi­
nin ilahi murat olduğunu fark eden Bilam, bunun yerine onları
kutsar, çünki (Sayılar 24:17) açıkladığı gibi göksel bir vizyon gör­
müştür:

Onu görüyorum, fakat şimdi değil;


Ona bakıyorum, fakat yakın değil:
Yakup'dan bir yıldız çıkacak,
Ve İsrail'den bir asa kalkacak.

Stairway to Heaven adlı kitabımda, Mısır'dan Çıkış'ın tarihi­


ni M.Ö. 1433'e sabitleyen bir kronoloji sunmuştum; İsrailoğulla­
nnın Kenan iline girişi kırk yıl sonra M.Ö. 1393'te başladı; Halley
kuyruklu fıldızı, 76 veya 77 yıllık bir arayla, M.Ö. 1390'da ortaya
çıkacakh. Acaba Bilam bu olayı İsrailoğullanrun ilerleyişinin dur­
durulmaması gerektiği yolunda ilahi bir işaret olarak mı düşün­
müştü? Eğer, kutsal metinlerin anlathğı zamanlarda Halley kuy­
ruklu yıldızı İsrail'in Asa Yıldızı olarak adlandırılmakta idiyse,
bu durum; M.Ö. 164 ve M.S. 66 Yahudi isyanlarının niçin kuyruk­
lu yıldızın ortaya çıkışına denk getirildiğini açıklayabilir. M.S.
66'daki Yahudi isyanının Romalılar tarafından ' yıkıa biçimde
bashnlmasına rağmen, Yahudilerin yetmiş yıl kadar sonra Ku­
düs'ü kurtarmak ve Tapınağı yeniden inşa etmek için kahraman­
ca bir gayretle yeniden silaha davranmaları önemlidir. Bu başkal­
dırının önderi olan Shiıneon Bar Kosiba, dinsel liderler tarafın­
dan Bar Kokhba, ''Yıldız'ın Oğlu" olarak adlandınlmışb, özellikle
de yukarıdaki şu dizeler yüzünden.
Romalıların ancak üç yıl sonra, M.Ö. 135'te bashrabildikleri
isyanın da, bpkı Makkabi isyanı gibi, Tapınağın yeniden adanışı­
nı Halley kuyruklu yıldızının M.S. 142'deki dönüşüne kadar ba­
şarma niyeti taşıdığını da düşünebiliriz. 1986'da, geçmişte büyük
tarihsel etkilere Sa.hip olan muhteşem bir gök cisminin dönüşünü
görmüş ve deneyimlemiş olduğumuzu fark etmek, aralarında be-

80
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ

Hadid noktası

·.
•.

\ Dünya
\
\

\
Şekil 26

nim de olduğum bazılanmızın huşu içinde titremesine yol açb.


Geçmişin bu habercisi ne kada.r gerilere gitmektedir? Sümer
yarahlış destanlarına göre, Göksel Savaş zamanına dek gitmekte­
dir. Halley kuyruklu yıldızı ve benzerleri, gerçekten de gerçek
Yarablış Habercileridir.

Gökbilimciler ve fizikçiler, Güneş Sisteminin, evrendeki di­


ğer her şey gibi ilksel bir gazımsı buluttan biçimlendiğine inanır­
lar; bu sürekli hareket halindeydi, galaksisi (Samanyolu) etrafın­
da dolanmaktaydı ve kendi yerçekimi merkezi çevresinde de
dönmekteydi. Bulut soğurken yavaşça yayıldı; merkezi yavaşça
bir yıldız (Güneşimiz) haline geldi ve bu dönen gazımsı madde
diskinden biraraya gelip birleşen gezegenler çıkh. Bundan dola­
yı, Güneş Sisteminin her parçasının hareketi, ilksel bulutun saat
yönünün tersine olan orijinal yönünü korudu. Gezegenler Güneş
çevresinde, orijinal nebula ile aynı yönde dönmektedir; onların
uyduları ya da aylan da; dolayısıyla biraraya gelip birleşmeyen
ya da kuyruklu yıldızlar ve asteroitler gibi cisimlerin parçalan­
masından oluşan süprüntüler de. Her şey saat yönünün tersine
gitmeyi sürdürmelidir. Her şey aynı zamanda ekliptik denilen

81
KOZMiK TOHUM
orijinal diskin düzleminde kalmaya da devam ebnelidir.
Nibiru/Marduk bunların hiçbirine uymaz. Daha önce de
belirtildiği gibi yörüngesi geriye doğrudur; ters yönde, saat yö­
nündedir. Sümer metinlerine göre GA.GA olan ve Nibiru tarafın­
dan, ekliptik (•) düzlem içinde olmayıp ona 1 7 derece eğimli olan
şimdiki yörüngesine kaydınlan Plüton üstündeki etkisi, bizzat
Nibiru'nun da eğimli bir yol izlediğini önermektedir. 12. Geze­
gen'de aynnhlanyla incelediğim, bu gezegenin izlenmesiyle ilgi­
li Sümer açıklamaları; ekliptik düzleme göre güneydoğudan, ek­
liptik düzlemin altından geldiğini, ekliptik üstünde bir yay çizdi­
ğini, sonra da gelmiş olduğu yere doğru yolculuğuna devam et­
mek üzere ekliptik düzlem altına daldığını belirbnektedir.
Şaşırtıcı olan, Halley kuyruklu yıldızının yörüngesinin Ni­
biru'nunkinden çok daha küçük olması (Nibiru'nun 3600 Dünya
yılı olan yörüngesine kıyasla yaklaşık 76 yıl) dışında, aynı özel­
liklere sahip olmasıdır; Halley'in yörüngesinin çizimi (Şekil 26)
Nibiru'nun eğimli ve geriye doğru yörüngesi hakkında bize iyi
bir fikir verebilir. Halley kuyruklu yıldızına baktığımızda, min­
yatür bir Nibiru görürüz! Bu yörüngesel benzerlik; bu kuyruklu
yıldızı ve diğerlerini de, sadece tarihsel değil ta Yaratılış zama­
nından beri geçmişin habercileri yapan unsurlardan biridir.
Halley kuyruklu yıldızı, ekliptik düzleme bariz eğimli (ek­
seninin eğim açısı olarak ölçülen özellik) bir yörüngeye ve geriye
doğru bir yöne sahip olma. konusunda yalnız değildir. Yörünge­
leri elipsler değil de paraboller ve hatta hiperboler çizen, çok ge­
niş ve hesaplanamayacak kadar uzak sınırlan olan, kısacası peri­
yodik olmayan kuyruklu yıldızlar belirgin eğime sahip olup,
yaklaşık yarısı geriye doğru yönde hareket ederler. Sınıflanan ve
kataloglanan 600 periyodik kuyruklu yıldızın (adlarının önüne
"P'' harfi konmaktadır) yaklaşık SOO'ünün yörünge periyodu 200
yıldan fazladır; hepsi de, periyodik olmayan kuyruklu yıldızların
daha büyük olan eğimlerinden ziyade Halley'inkine benzer
eğimlere sahiptir ve yarısından fazlası geriye doğru yönde yol al­
maktadır. Orta (200 ile 20 yıl arası) ve kısa (20 yılın alhnda) yö-
(•) Ekliptik, tutulum, bir yıl boyunca Güneş' in gökküre üzerinde çizdiği çemberin
sınırladığı daire. (Ç.N.)

82
YARATIUŞ'IN HABERCiLERl
riinge periyotları olan kuyruklu yıldızların ortalama 18 derece
eğimleri vardır ve bazıları -Halley gibi- Jüpiter'in muazzam küt­
le çekimi etkisine karşın geriye doğru yönde hareket etmeye de­
vam etmektedir. Yakın zamanda keşfedilen kuyruklu yıldızlar­
dan P/Hartley-IRAS (1983v) adı verilenin, 21 yıllık bir yörünge
periyodu olduğunu ve yörüngesinin hem ekliptik düzleme eğim­
li, hem de geriye doğru olması dikkate değer. Kuyruklu yıldızlar
nereden gelmektedir ve gökbilimcilerin gözünde en garip yam
geriye doğru yönü olan garip yörüngelerine sebep olan nedir?
1820'lerde Marquis Pierre-Simon de Laplace kuyruklu yıl­
dızların buzdan yapıldığına, parlayan başlarının ("coma") ve Gü­
neş'e yaklaşhkça biçimlenen kuyruklarının buharlaşmış buzdan
oluştuğuna inanmaktaydı. Asteroit kuşağının genişliği ve yapısı
-keşfedildikten sonra bu düşünce terk edildi ve kuyruklu yıldızla­
rın "uçan kum yığınlan", yani parçalanmış bir gezegenin kalınb- ·

lan olabilecek kaya parçalan olduğu teorileri geliştirildi. Bu dü­


şünce 1950'lerde esasen iki hipotez nedeniyle yeniden değişti:
Fred L. Whipple (o zamanlar Harvard'da idi) kuyruklu yıldızla­
rın kum benzeri koyu renkli malzemeden dolayı lekeli, buzdan
(esasen su buzu) oluşan ''kirli kartoplan" olduklanru önerdi ve
Hollandalı gökbilimci Jan Oort, uzun periyotlu kuyruklu yıldız­
ların Güneş ve daha yakın yıldızlar arasındaki yan yolda yer alan
engin bir hazneden geldiklerini önerdi. Ku}rrukıu yıldızlar her
yönden (doğru yönde ya da saat yönü tersine; geriye doğru; fark­
lı eğimlerde) ortaya çıkhklarından, milyarlarcasından oluşan bu
kuyruklu yıldız haznesi, asteroit kuşağı yeya Satürn'ün halkalan
gibi bir kuşak veya halka değil, Güneş Sistemini çevreleyen bir
küre gibiydi. Bu "Oort Bulutu", bu adla tanınmışb, Oort'un he­
saplamalarına göre Güneş' ten ortalama 100.000 astronomik birim
(AB) uzaklıkta yerleşikti; bir AB, Güneş'in Dünya'dan ortalama
uzaklığıdır (148,8 milyon km). Yörüngelerindeki düzensizlikler
ve kuyruklu yıldızlar arası çarpışmalar nedeniyle bu kuyruklu
yıldız gürühunun bir kısmı Güneş'ten ancak 50.000 AB kadar
uzağa gelebilirler (bu ise yine de Jüpiter'in Güneş'e olan uzaklı­
ğının on bin kahdır). Arada bir geçen yıldızlar bu kuyruklu yıl­
dızlan düzensizleştirirler ve onlan Güneş'e doğru yollarlar. Bazı-

83
KOZMiK TOHUM
lan, gezegenlerin, esasen Jüpiter' in kütle çekim etkisi albnda or­
ta veya kısa periyotlu hale gelirler; bazıları, bilhassa Jüpiter'in
kütlesi tarafından etkilenerek, yönlerini tersine çevirmeye zorla­
nırlar (Şekil 27). İşte bu, Oort Bulutunun kısa bir açıklamasıdır.
1950'lerden bu yana gözlemlenen kuyruklu yıldızların sayı­
sı yüzde 50 artmışhr ve bilgisayar teknolojisi, kuyruklu yıldızla­
rın hareketlerinin, kaynaklarını belirleyebilmek için geriye doğru
izdüşümünü almayı mümkün kılmaktadır. Brian G. Marsden yö­
netiminde Harvard-Smithsonian Gözlemevinde yapılan böyle bir
çalışma, 250 ve daha uzun periyotlu 200 gözlemlenen kuyruklu
yıldızın yüzde 10'unun dış uzaydan Güneş Sistemine girdiğini,
yüzde 90'ının yörüngelerinin odağı olarak dalına Güneş'e bağlı
olduklarını göstermiştir. Kuyruklu yıldızların hızlan ile ilgili ça-

Jüpiler'in Yörüngesi

-- - - -
- - --- - - - ... ... ...

'•
-- - - \
\
\
\

Şekil 27

84
YARATIUŞ'IN HABERCİLERİ
lışrnalar ise, Fred L. Whipple'ın The Mystery of Comets (Kuyruklu
Yıldızların Gizemi) adlı kitabındaki sözleriyle "eğer gerçekten
kuyruklu yıldızların boşluktan gelişlerini görüyorsak, onlann sa­
niyede sadece 0,8 km'den daha hızlı uçmalarını beklememiz" ge­
rektiğini ama onların böyle yapmadıklarını göstermektedir.
Whipple'ın karan "birkaç istisna dışında, kuyruklu yıldızların
Güneş ailesine ait ve kütle çekimsel açıdan ona bağlı oldu.klan"
yolundadır.
Boston Üniversitesinden Andrew Theokas, New Scientist
dergisinde (11 Şubat 1988) yayınlanan makalesinde şöyle diyor:
"Son birkaç yıl içinde gökbilimciler Oort Bulutunun basit manza­
rasını sorgulamaya başladılar; gökbilimciler Oort Bulutunun
mevcut olduğuna Mia inanıyorlar ama yeni sonuçlar bunun bo­
yutunu ve şeklini yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor." Ayn­
ca Oort Bulut;unun kökeni ve yıldızlar arası uzaydan gelen "ye­
ni" kuyruklu yıldızlar içerip içermediği konulan da yeniden açıl­
dı. Theokas, alternatif bir fikir olarak Manchester Üniversitesin­
den Mark Bailey'nin, çoğu kuyruklu yıldızların "nispeten Gü­
neş'e yakın, gezegenlerin yörüngelerinin hemen ötesinde kaldık­
larını" önermesini gösteriyor. Acaba bu, Nibiru/Marduk'un
"uzak mekanı"nın -yörüngesinin Güneş' ten en uzak noktası- bu­
lunduğu yer mi, diye merak ediyor insan.
Oort Bulutu kavramının "yeniden düşünülmesinin" ve irili
ufaklı kuyruklu yıldızların daima Güneş Sisteminin parçası ol­
duklarını, arada bir sistemin içine dalan yabancılar olmadıklarını
öneren yeni verilerin ilginç yanı, bunu bizzat Jan Oort'un söyle­
mesidir. Yıldızlar arası uzayda bir kuyruklu yıldızlar bulutunun
mevcudiyeti, onun geliştirdiği bir teori değil, parabolik ve hiper­
bolik kuyruklu yıldız yörüngeleri problemine bulduğu çözüm­
dü. Onu ve Oort Bulutunu ünlü yapan çalışmada ("Güneş Siste­
mini Saran Kuyruklu Yıldızlar Bulutunun Yapısı ve Kökenine
İlişkin Bir Hipotez", Bulletin of the Astrcmomical lnstitutions of the
Netherlands, cilt 11, 13 Ocak 1950) Oort'un yeni teorisi, kendisi ta­
rafından bir "kuyruklu yıldızlar ve küçüle gezegenlerin (yani as­
teroitler) kökeni hipotezi" olarak tanımlanmaktaydı. Kuyruklu
yıldızlar orada "doğdu.klan" için değil, oraya fırlatıldıklan için

85
KOZMİK TOHUM
oradaydılar, diye önermekteydi. Bunlar gezegenlerin, özellikle
Jüpiter'in oluşturduğu düzensizlikler tarafından "uzağa dağıh­
lan", daha büyük cisimlerin parçalarıydılar; hpkı daha yakın za­
manda Pioneer uzay araanın Jüpiter ve Satüm'ün kütle çekimi­
nin "sapan" (taş atmak için kullanılan alet) etkisi ile uzayın dış kı­
sımlarına fırlahlması gibi.
"Arhk ana süreç," diye yazmışh Oort, "ilk süreci tersine çe­
virmektir; yani kuyruklu yıldızların büyük bir buluttan kısa pe­
riyotlu yörüngelere yavaşça aktarılması. Ama küçük gezegenle­
rin (asteroitlerin) oluştuğu çağda ... eğilim ters yönde olmuş ol­
malıydı; daha çok cisim asteroit bölgesinden kuymklu yıldız bu­
lutuna aktarılmaktaydı... Uzak bölgelerde kökenlenmek yerine,
kuyruklu yıldızların gezegenler arasında doğmuş olması çok da­
ha muhtemel görünmek�edir. İlk başta, küçük gezegenlerle (aste­
roitlerle) bir ilişkiyi düşünmek doğaldır. İki cisim sınıfının yani
kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin aynı 'türe' ait olduğuna dair
belirtiler vardır .. Kuymklu yıldızlann, küçük gezegenlerle birlik­
.

te ortaya çıktıklannı 11arsaymak akla yatkındır." Çalışmasını


özetlerken Oort şöyle demiş:

Büyük kuyruklu yıldızlar bulutunun varlığı; eğer kuyruk­


lu yıldızlar (ve meteoritler) gezegensel sistemin ilk safhala­
rında asteroit kuşağından kaçmışlardır, şeklinde düşünü­
lürse, doğal bir açıklama bulur.

Her şey kulağa Enuma eliş gibi gelmeye başlıyor...

Kuyruklu yıldızların kökenini asteroit kuşağına yerleştirsek


ve hem kuyruklu yıldızlan hem de asteroitleri aynı gök cismi
"türü"ne ait olarak düşünürsek cevaplanmamış sorular kalıyor:
Bu nesneler nasıl yarahldı? Onlan ne "doğurdu"? Kuyruklu yıl­
dızlan "dağıtan" neydi? Kuyruklu yıldızlara eğimlerini ve geriye
doğru hareketlerini veren neydi?
Konu hakkında büyük ve ses getiren bir çalışma, 1978'de
ABD Donanma Gözlemevinden Thomas C. VanFlandem tarafın­
dan halka duyuruldu (Icarus, 36). Çalışmaya ''Kuyruklu Yıldızla-

86
YARATIUŞ'IN HABERCİLERi
rın Kökeni Olarak Eski Bir Asteroidal Gezegen" adını vermişti ve
kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin patlayan eski bir gezegen­
den geldikleri yolundaki on dokuzuncu yüzyıl önermelerine da­
yanmaktaydı. Oort'un çalışmasına yaphğı göndermede, Van
Flandem'in meselenin özünü yakalamış olması kayda değer:
"Modem 'kuyruklu yıldız buluhı' teorisinin babası bile eldeki
kanıtlan temel alarak, bu kuyruklu yıldızlar için belki de 'astero­
it kuşağını doğuran oluş'la bağlanhlı olan, Güneş Sistemi içinde
bir kökenin hala en makul hipotez olduğu yolunda çıkarımda bu­
lunmaktadır." Aynca, ''bir zamanlar Mars ve Jüpiter arasında,
kütlesi Dünya'nınkinin 90 kah olan bir gezegenin var olduğunu
ve bu gezegenin nispeten yakın bir zamanda, 10.000.000 yıl önce
'kaybolduğu' " önermesinin sonucu olan "en az etkileşim hareke­
ti ilkesi" kavramını sunan tanınmış Kanadalı gökbilimci Michael
W. Ovenden'in 1972'de başlayan çalışmalarından da söz eder.
Ovenden, 1975'te ("Bode Kanunu: Gerçek mi Sonuçlar mı?", cilt
18, Vistas in Astronomy) "kozmogonik teorinin direkt olduğu ka­
dar geriye doğru gök hareketleri, üretme kapasitesinde de olma­
sı" gereksinimini karşılamanın tek yolunu açıklamaya devam
eder.
Bulgularını özetleyen Van Flandem, 1978'de şöyle demişti:

Bu makalenin en önemli çıkarımı, kuyruklu yıldızların


Güneş Sisteminin iç kısımlarında bir kırılıp ayrılma olayın­
dan doğmuş olmalarıdır.
Büyük olasılıkla asteroit kuşağını yaratan ve bugün görü­
lebilir olan meteorların çoğunu üreten aynı olaydır.

Aynı "kırılıp ayrılma olayının" aynı zamanda Mars'ın uy­


dularını ve de Jüpiter'in dış uydularını doğurmuş olmasının da­
ha az kesin olduğunu söyler ve "kırılıp ayrılma olayının" beş mil­
yar yıl önce meydana geldiğini tahmin eder. Ancak, "kırılıp ay­
rılma olayının", "asteroit kuşağında" meydana gelmiş olduğun­
dan kuşkusu yoktur. Sonuçta ortaya çıkan gök cisimlerinin fizik­
sel, kimyasal ve dinamik özelliklerinin, bugün asteroit kuşağının
olduğu yerde ''büyük bir gezegenin parçalara ayrılmış olduğu-

87
KOZMiK TOHUM
nu" gösterdiğini bilhassa vurgular.
Ama bu büyük gezegenin parçalara ayrılmasına sebep olan
neydi? "Bu senaryo hakkında en sık sorulan soru,'' diye yazar
Van Flandern, " 'Bir gezegen nasıl havaya uçabilir?' sorusudur...
Şimdilik, bu sorunun tatmin edici bir cevabı yoktur." diye sonu­
ca varır.
Hiçbir tatmin edici cevap yok, tabi Sümerlilerinki hariç: Ti­
amat ve Nibiru/Marduk, Göksel Savaş, Tiamat'ın yarısının kırıl­
ması, aylarının (Kingu dışında) yok edilmesi ve kalınhlarının ge­
riye doğru y.önde bir yörüngeye girmeye zorlanması hikayesi...
Tahrip olan gezegen teorisine yöneltilen ana eleştirilerden
biri, gezegeni oluşturan .maddenin nerelerde olduğu sorunudur;
gökbilimciler bilinen asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların kütlele­
rini topladıklarında, bu ancak parçalanan gezegenin hesaplanan
kütlesinin çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durum, Oven­
den'in hesaplarında kullandığı, Dünya' dan doksan kat büyük bir
gezegen söz konusu olunca daha da belirginleşir. Ovenden'in bu
türden eleştirilere cevabı, kayıp kütlenin muhtemelen Jüpiter ta­
rafından emildiği yolundaydı; hesaplamalarına göre (Monthly
Notes of the Royal Astronomical Society, 1 73, 1 975) Jüpiter'in kütle­
sinde, aralarında Jüpiter'in birkaç geriye doğru yol alan ayı da
olan asteroitleri yakalamasının sonuru olarak 130 Dünya kütlesi­
ne eşdeğer bir artış olması gerekmektedir. Parçalanan gezegenin
kütlesi (Dünya'nın 90 kab) ve Jüpiter' in 130 Dünya kütlesi kadar
kütle kazanması arasındaki hıtarsızlığı açıklamak için Ovenden,
Jüpiter' in kütlesinin geçmişinde bir ara azaldığı sonucuna varan
diğer çalışmalardan alıntılar yapmış.
Jüpiter'in boyutlarını önce şişirip sonra indirmektense, tah­
rip olan gezegenin tahmini boyutunu indirmek daha iyi bir se­
naryo olacakhr. Sümer metinlerinin ileri sürdüğü de budur za­
ten. Eğer Dünya Tiamat'ın kalan yarısı ise, o zaman Tiamat kaba­
ca Dünya'nın iki katı olurdu, doksan katı değil. Asteroit kuşağı­
nın incelenmesi, sadece Jüpiter tarafından yakalanmanın · değil,
aynı zamanda asteroitlerin 2,8 AB'de olduğu varsayılan orijinal
bölgelerinden, 1,8 AB ile 4 AB arasındaki çok geniş bir uzay ala­
nına saçılmanın da söz konusu olduğunu göstermektedir. Jüpiter

88
YARATILIŞ'IN HABERCİLERİ
Yıllık dönemler
J 5 6 7 ' J 1(} ,, i�

Jüpıter

S A.8

Şekil 28

ve Satürn arasında bazı asteroitler bulunmuştur; yakınlarda keş­


fedilen bir tanesi (2060 Chiron) Satürn ve Uranüs arasında 13,6
AB'de yerleşiktir. Dolayısıyla tahrip olan gezegenin parçalanma­
sı, aşın derecede güçlü olmalıdır; hpkı katastrofik (felaket mey­
dana getiren) bir çarpışmadaki gibi.
Asteroit grupları arasındaki boşluklara ek olarak, gökbiliın­
ciler asteroit gruplaşmaları içindeki boşlukları da ayırt edebili­
yorlar (Şekil 28). Son teoriler bu boşluklarda asteroitler olduğu
ama bunların, dış gezegenlerin kütle çekimi tarafından yakala­
nanlar hariç, ta dış uz.aya kadar fırlahldığı; aynca, bir zamanlar
"boşluk"ları dolduran asteroitlerin muhtemelen ''katastrofik çar­
pışmalarla" tahrip olduğu yolundadır! [McGraw-Hill Encyclopedia
of Astronomy (Mc:Graw-Hill Astronomi Ansiklopedisi), 1983).
Böylesi fırlatılmalar ve katastrofik çarpışmalar için geçerli açıkla­
maların yokluğunda, akla yatkın tek teori; Nibiru/Marduk'un
engin, eliptik yörüngesinin, onu periyodik (hesaplamalarıma gö­
re her 3600 Dünya yılında bir) asteroit kuşağına geri getirdiğini
tarif eden Sümer metinleri tarafından sunulan teoridir. Şekil 10
ve 11 'de görüleceği gibi, kadim metinlerden çıkarblan sonuç; Ni­
biru/Marduk'un Tiamat'ın dış yanından ya da Jüpiter tarafında­
ki yanından geçtiği, bu göksel bölgeye tekrar tekrar gelişinin ora­
daki "boşluğu" açıklayabileceği şeklindedir. "Fırlatılmaya" veya

89
KOZMİK TOHUM
"silinip süpürülmeye" neden olan, Nibinı/Marduk'un periyodik
dönüşüdür.
Nibiru'nun ve Savaş Meydanı'na periyodik olarak geri dö­
nüşünün kabul edilmesiyle, ''kayıp madde" meselesi de çözül­
müş olur. Aynca, Jüpiter'in kütlesine, nispeten yakın zamanda
(milyarlarca değil de milyonlarca yıl önce) eklemeler yapan teori­
lere de hitap eder. Nibiru'nun hadid noktasına (yörüngesinin
Güneş'e en yakın noktası) vardığı sıralarda Jüpiter'in nerede ol­
duğuna bağlı olarak, Nibiru'nun çeşitli geçişleri sırasında kütle
eklenmeleri meydana gelmiş olabilir, yani Tiamat'ın ikiye aynl­
ması sırasında tek bir olay sonucu olması şart değildir. Gerçekten
de, asteroitlerin spektrografik incelenmesi, bazılannın onlan eri­
tecek kadar yoğun bir ısıyla "güneş sisteminin oluşmasından bir­
kaç yüz milyon yıl sonra içten ısınmış olduklarını" göstermekte­
dir; öyle ki "demir, merkezlerine doğru batmış, sağlam taş-demir
cevherleri oluşturmuş, bu arada bazalt lavlar yüzeylerine yüksel­
miş ve Vesta gibi küçük gezegenler oluşturmuştur'' (McGraw-Hill
Encyclopedia ofAstronomy). Facianın tahmin edilen zamanı, 12. Ge­
zegen' de belirtilen zamanın aynısıdır: Güneş Sisteminin oluşma­
sından 500 milyon yıl sonra.

Gökbilim ve gökfiziği alanlarında en son kaydedilen ilerle­


meler; kuyruklu yıldızların ve asteroitlerin ortak kökeninin gök­
sel çarpışmalar olduğunu, bu çarpışmanın yerini (asteroit kuşağı
kalınhlarının hala döndüğü yörüngenin yeri) ve hatta bu felake­
tin zamanını (yaklaşık 4 milyar yıl önce) Sümer kozmogonisine
göre doğrulamanın ötesine gitmiştir. Aynı zamanda, kadim me­
tinleri yaşamsal bir mesele olan su konusunda da doğrulamakta­
lar.
Suyun varlığı, sulann karışması, sulann aynlması; hepsi de
Tiamat, Nibinı/Marduk, Göksel Savaş ve sonrası hikayesinde
önemli bir rol oynadılar. Bulmacanın yansını; asteroit kuşağını
"yukandaki" sulan "aşağıdaki" sulardan ayıran bir ayıraç gibi
gören kadim görüşün modem bilim tarafından da doğrulandığı­
nı gösterdiğimizde zaten cevaplamışhk. Ama suyla meşguliyetin
dahası vardı. Tiamat "sulu canavar'' olarak tarif edilirdi ve Me-

90
YARATIUŞ'IN 10BERCİLERi
zopotamya metinleri, onun sulanrun Nibiru/Marduk tarafından
ele alınışını şöyle anlatırlar:

Onun yansını Göğe tavan olsun diye gerdi,


Geçiş Yeri' ne bekçilik etsin diye bir direk gibi dikti;
Sulannın kaçmasına izin verme, idi emri.

Asteroit kuşağının, sadece altında ve üstünde yer alan geze­


genlerin sulan arasına bir ayıraç gibi konmakla kalmayıp aynı za­
manda Tiamat'ın kendi sularına da ''bekçi" olarak konması kav­
ramı; Kitabı Mukaddes'te, "Dövülmüş Bilezik" in (Asteroit Kuşa­
ğı) aynı zamanda Şama'im, yani "suların olduğu yer" olarak ad­
landırıldığı açıklamasının verildiği Tekvin dizelerinde yankıla­
nır. Göksel Savaş'ın ve Dünya ile Şama'im'in yarahlmasının mey­
d.ana geldiği yerde sulara yapılan göndermeler Eski Ahit'te çok
s·ıktır, daha Peygamberler ve Yuda kralları zamanında bile Sümer
kozmogonisine karşı binlerce yıllık aşinalığı belirtmektedir. Bu­
nun bir örneğini, Rab'bi betimleyen Mezmur 104'te buluruz:

Gökleri bir perde gibi geren;


Yukan odalarını sularda çah kuran.

Bu dizeler neredeyse Enuma eliş'teki dizelerin kelimesi keli­


mesine kopyasıdır; her iki durumda da, asteroit kuşağını "suların
olduğu yere" yerleştirmek; Tiamat'ın ikiye ayrılması ve İstilaa­
nın "rüzgan"nın onun bir yansını Dünya olacak şekilde yeni bir
yörüngeye itmesi sahnelerinin ardından gelmektedir. Dünya'nın
sulan, Tiamat'ın sularının birazının ya da çoğunun nerelerde ol­
duğunu açıklayabilir. Ama ya diğer yarısının kalınhlan ve uydu­
ları? Eğer asteroitler ve kuyruklu yıldızlar bu kalınhlar ise, onla­
rın da su içermesi gerekmez miydi?
Bu cisimlerin "moloz yığınları" ve "uçan kum yığınlan" ola­
rak düşünüldüğü zamanlarda akla manhğa sığmayan bir öneri;
son keşiflerin sonucunda anlaşıldı ki hiç de manbğa aykın değil­
miş: Asteroitler, suyun, evet suyun ana bileşik olduğu gök cisim­
leridir.

91
KOZMİK TOHUM
Çoğu asteroitler iki sınıfa aittir. Yaklaşık yüzde lS'i S tipine
aittir; silikatlardan ve metalik demirden oluşan kırmızımbrak yü­
zeyleri vardır. Yaklaşık yüzde 75'i ise karbon içermektedir ve su
içerdiği keşfedilenler bunlardır. Böylesi asteroitlerde (spektrog­
rafik inceleme yoluyla) keşfedilen su, sıvı halde değildir; astero­
itlerin atmosferleri olmadığından, yüzeylerinde bulunan su hızla
dağılırdı. Ama su moleküllerinin yüzey malzemeleri içindeki
mevcudiyeti, asteroiti oluşturan minerallerin suyu yakaladığını
ve onunla birleştiğini göstermektedir. Bu bulgunun doğrudan
onaylanışı, Ağustos 1982'de Dünya'ya çok yaklaşan küçük bir as­
teroitin atmosfere dalıp parçalanmasıyla gözlendi; "gökyüzünü
geçen uzun kuyruklu bir gökkuşağı" gibi görüldü. Gökkuşağı
yağmur, sis veya püskürtülen su gibi su damlacıklannın üstüne
güneş ışığı düştüğünde ortaya çıkar.
Asteroitler, adlannın da ima ettiği gibi "küçük gezegenler"
ise; sıvı haldeki su da mevcut olabilirdi. En büyük ve ilk keşfedi­
len asteroit olan Ceres'in kızıl ötesi spektrumunun incelenmesi;
spektral okumalarda minerallere bağlı olan sudan ziyade serbest
suyun sonucu olan ekstra bir etki göstermektedir. Serbest halde­
ki su Ceres'te bile hızla buharlaşacağından, gökbilimciler Ce­
res'in içinden yüzeye yükselen sürekli bir su kaynağının olması
gerektiğini düşünmekteler. İngiliz gökbilimci Jack Meadows
[Space Garbage-Comets, Meteors and Other Solar-System Debris
(Uzay Çöplüğü-Kuyruklu Yıldızlar, Meteorlar ve Diğer Güneş
Sistemi Molozlan)tşöyle yazar: ''Eğer bu kaynak, Ceres'in varo­
luşundan beri oradaysa, o zaman yaşamına çok ıslak bir kaya
parçası olarak başlamış olması gerekir." Aynca karbon içeren
meteoritlerin "geçmiş zamanlarda sudan yaygın biçimde etkilen­
miş olduklanna dair işaretler gösterdiklerine" dikkati çeker.
Birçok açıdan ilginç .olan 2060 Chiron adlı gök cismi, Göksel
SAvaş'tan arta kalanlarda suyun mevcudiyetini de teyit etmekte­
dir. California' daki Palomar Dağı Hale Gözlemevinden Charles
Kowal, Kasım 1977'de onu keşfettiğinde ne olduğundan emin de­
ğildi. Onu bir gezegencik olarak düşünmüştü, geçici olarak "K-
0", yani "Kowal Objesi" olarak adlandırdı ve bunun ya Sa­
türn' ün ya da Uranüs'ün düzensiz bir uydusu olabileceğini dü-

92
YARATIUŞ'IN HABERciLERİ
şündü. Birkaç haftalık izleme çalışması, gezegen veya gezegen­
ciklerinkinden çok daha eliptik, kuyruklu yıldızlarınkine daha
yakın bir yörüngesi olduğunu ortaya çıkardı. 1 981'de cismin bir
asteroit olduğuna karar verildi, belki de Uranüs, Neptün veya
ötesine kadar ulaştığı bulunacak olanlardan biriydi ve 2060 Chi­
ron adı verildi. Ancak 1989'da Kitt Peak Ulusal Gözlemevindeki
(Arizona) gökbilimcilerin incelemeleri, Chiron çevresinde bir
karbondioksit ve toz atmosferi olduğunu ortaya çıkardı, daha
çok kuyrvldu yıldıza benziyordu. En son gözlemler de Chiron'un
"su, toz ve karbondioksit buzundan oluşan kirli bir kartopu ol-

duğunu" kesinleştirdi.
Eğer Chiron bir asteroitten çok bir kuyruklu yıldız ise, bu
Yaratılış olayının kalıntılarının her iki sınıfının da su içerdiğine
ilişkin ek kanıtlar sağlamaya hizmet edecektir.
Bir kuyruklu yıldız Güneş'ten uzaktayken, karanlık ve g�
rünmez bir cisimdir. Ama Güneş'e yaklaşbkça, Güneş'in radyas­
yonu kuyruklu yıldızın çekirdeğini yaşama döndürür. Gazımsı
bir baş oluşturur (koma) ve sonra başı ısındıkça çekirdekten püs­
küren gazlardan ve tozdan oluşan bir kuyruk. Bu yayınımların
gözlemlenmesi, Whipple'ın kuyruklu yıldızlan ''kirli kartopları"
olarak görüşünü doğrulamıştır; ilk olarak çekirdeğin ısınmaya
başlamasıyla kuyruklu yıldızda oluşan faaliyetin su buzunun ter­
modinamik özellikleri ile tutarlı olduğunu belirleyerek, sonra da
gazımsı yayınımlarda değişmez şekilde H20 (yani su) bileşiğinin
varlığını gösteren spektroskopik analiz yoluyla.
Kuyruklu yıldızlarda suyun varlığı, son yıllarda, yaklaşan
kuyruklu yıldızların daha yakından incelenebilmesi yoluyla ke­
sinkes saptanmıştır. Kohoutek kuyruklu yıldızı (1974) sadece
Dünya'dan değil aynı zamanda roketlerle, yörüngedeki insanlı
uzay aracı (Skylab) ve Venüs ve Merkür'e doğru yol almakta olan
Mariner 10 uzay aracıyla da incelenebilmişti. O sıralarda duyuru­
lan bulgular, bir kuyruklu yıldızda "suyun varlığının doğrudan
ilk kanıtı"nı sağlamıştı. NASA için bilimsel projeyi yöneten Step­
hen P. Moran ''kuyruklu yıldızın kuyruğunda iki kompleks mcr
lekülün keşfedilmesi kadar suyun bulunması da bugüne kadarki
en önemli bulgular" demişti. Ve tüm bilimciler, Münih'teki Max

93
KOZMİK TOHUM

VEGA

Pla.tiorm - a

b
GIOTTO
Manyelomeıre

Yüksek Sınyal
Çanak Anteni

Bilımsel Amaçlı
__, ....,. Alıcılar

Roket
Hücresel
Motoru
Güneş
Panelleri idare Roketı
Yakıtı

--� idare Aokellerı


Kamera

Bilimsel Amaçlı
Alıcılar

.5ekil 29

Planck Fizik ve Gökfizi.k Enstitüsündeki gökfizikçilerin bunu


"Güneş Sisteminin doğumundan beri en eski ve esasen değişme­
miş örnek" olarak değerlendirmelerine kahlınaktaydılar.
Ardından gelen kuyruklu yıldız gözlemleri bu bulgulan
doğruladı. Ancak birçok aygıhn kullanıldığı bu çalışmaların hiç­
biri, Halley kuyruklu yıldızının 1986'daki incelenme yoğunluğu­
na denk olamazdı. Halley bulgulan, kuyruklu yıldızın sulu bir
gök cismi olduğunu karşı konulamaz biçimde kesinleştirdi.

94
KOZMİK TOHUM
done (on dördüncü yüzyıl) onuruna alınışh (Şekil 30).
Halley kuyruklu yıldızı komasını ve kuyruğunu Kasım
1985'te oluşturduğunda yoğun gözlemler yapılmaya başlandı,
Kitt Peak Gözlemevinde teleskoplarıyla kuyruklu yıldızı izleyen
gökbilirnciler "kuyruklu yıldızın baskın bileşeninin su buzu ol­
duğunun ve onu saran 580 km genişliğindeki seyrek bulutun su
buharı olduğunun" kesinliğini ilan ettiler. Arizona Devlet Üni­
versitesinden Susan Wyckoff "Bu, su buzunun yaygın olduğu­
nun ilk sağlam kanıhdır." iddiasında bulundu. Bu teleskobik
gözlemler, Ocak 1986'da yüksek irtifadaki bir hava aracından ya­
pılan kızıl ötesi gözlemlerle de desteklendi; bu arada NASA'dan
bilimciler ve birkaç Amerikan üniversitesinden gökbilimcilerin
oluşturduğu bir ekip "suyun, Halley kuyruklu yıldızının temel
bileşkesi olduğunun doğrudan onaylandığını" ilan etti.
Ocak 1986'da, Halley kuyruklu yıldızı muazzam bir kuyruk
ve genişliği 20 milyon km (Güneş'in çapından on beş kez daha
büyük) olarak ölçülen hidrojen gazından bir hale oluşturdu. O
zaman NASA mühendisleri, (Venüs yörüngesinde olan) Pioneer­
Venüs uzay aracına, aygıtlarını yaklaşan (Halley, hadid noktasın­
da Venüs ve Merkür arasından geçmişti) kuyruklu yıldıza çevir­
mesi talimahnı gönder!liler. Uzay aracının, bakhğı nesnenin
atomlarını "gören" spt:?ktrometresi, "kuyruklu yıldızın saniyede
12 ton su kaybettiğini" açığa çıkardı. 6 Mart 1986'da hadid nok­
tasına yaklaşıyorken, Ames Araşhrma Merkezinde NASA'nın
Halley projesinin müdürü olan lan Stewart, su kaybı hızının, ilk
önce saniyede 30 tona, sonra da saniyede 70 tona "muazzam bi­
çimde yükseldiğini" bildirdi; ancak bu hızda bile Halley kuyruk­
lu yıldızının "binlerce yörünge dolanmasına yetecek kadar su bu­
zuna sahip" olduğu konusunda basını temin etti.
Halley kuyruklu yıldızıyla yakın karşılaşmalar 6 Mart
1986'da Vega 1'in Halley'in parlak atmosferine dalması ve 9500
km'den daha az bir mesafeden buzlu çekirdeğinin o güne dek çe­
kilen ilk fotoğrafını yollamasıyla başladı. Medya organlan göre­
vini bilerek, insanlığın gördüğü şeyin Güneş Sistemi başladığın­
da evrimleşen bir gök cisminin buzlu çekirdeği olduğunu belirt­
ti. 9 Mart 1986'da Vega 2 Halley'in çekirdeğinin 8300 km yakının-

96
KOZMİK TOHUM
Tüm bu yakın plan gözlemlerin sonuçlannın ilk kapsamlı
çalışması, Nature dergisinin 15-21 Mayıs 1 986 tarihli özel ekinde
yayınlandı. Çok ayrıntılı bir dizi raporda Sovyet ekibi suyun
(H20) kuyruklu yıldızın temel maddesi olduğu, bunu karbon ve
hidrojen bileşiklerinin izlediği yolundaki ilk bulguları doğruladı.
Gi<ıtto raporu, tekrar tekrar "H20, Halley'in komasındaki ana
baskın moleküldür" ve "kuyruklu yıldızdan çıkan gazlann yüz­
de 80'ini su buharı oluşturmaktadır'' diye belirtmekteydi. Bu ha­
zırlık aşaması çıkarımları, Ekim 1 986'da Alrnanya/Heidelberg'te
düzenlenen uluslararası bir konferansta doğrulandı. Ve Aralık
1986'da John Hopkins Üniversitesindeki bilimciler Mart 1986'da
Dünya yörüngesindeki küçük uydu IUE (Uluslararası Mor Ötesi
Kaşif) tarafından toplanan verilerin, Halley kuyruklu yıldızında­
ki bir patlamanın kuyruklu yıldızın çekirdeğinden 2,83 ton su fış­
kırttığını açığa çıkardığını ilan ettiler.
Bu Yaratılış Habercileri'nin her yanında su vardı!
Çalışmalar, soğuktan gelen kuyruklu yıldızlann 3 ila 2,5 AB
mesafeye eriştiklerinde "yaşama dönerken", erimeye başlayan
ilk şeyin su olduğunu göstermekteler. Güneş'ten bu uzaklığın,
asteroit kuşağı bölgesi olduğuna pek önem verilmemiştir ama in­
san, kuyruklu yıldızların burada hayata dönmesinin nedeni doğ­
muş oldukları yerin burası olması olabilir mi, diye düşünmeden
edemiyor; su burada hayata dönmektedir çünki üzerinde Tiamat
ve onun sulak ordusunun olduğu yer burasıydı ...
Kuyruklu yıldızlan ve asteroitleri ilgilendiren keşiflerle, bir
?ey daha hayata dönmüştü: Sümer'in kadim bilgisi.

98
YARATIUŞ'IN HABERCİLERİ

GÖKSEL UGÖREN GÖZLER"

Anunnakilerin Dünya Uçuşu tamamlandığında, onlardan alb


yüz kişi Dünya üstündeydi, üç yüzü ise mekik aracı hizmeti vermek
üzere yörüngede kalmıştı. Yörüngede kalanlan tarif etmekte kullanı­
lan Sümerce kelime İGİ.Gİ idi, harfiyen "Gözleyen ve görenler".
Arkeologlar Mezopotamya' da "göz idolleri" (a) dedikleri birçok
nesne kadar, bu "tannlara" adanmış tapınaklar (b) da bulmuşlardır.
Metinler, Anunnakilerin "Dünya'yı baştan sona taramak" için kullan­
dıklan aygıtlara gönderme yapar. Bu metinler ve betimlemeler, Anun­
nakilerin Dünya yörüngesinde "gören gözler", yani "gözleyen ve gö­
ren" uydular kullandıklannı ima etmektedir.
Belki de Intelsat-W ve Intelsat-W-A (c, d) gibi Dünya'yı tarayan,
özellikle de modem çağımızda fırlahlan sabit konumlu haberleşme uy­
dulanndan bazıla nnın, bu binlerce yıllık betimlemelere benzemesi pek
de tesadüf değildir.

a b

INTELSAT rv-A

INTELSAT iV

c d

99
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
Neden gezegenimize "Arz" deriz?
Almancada Erde'dir, Eski Yüksek Almancadaki Erda'dan
gelir; İzlanda dilinde fördh, Dancada ford. Orta İngilizcede Erthe,
Got dilinde (•) Airtha; ve coğrafi açıdan doğuya ve zamanda ge­
riye doğru gidersek, Arami dilinde Ereds veya Aratha, Kürt dilin­
de Erd veya Ertz, İbranicede Eretz. Basra Körfezi ağzında yer alan
,ve günümüzde Umman Denizi dediğimiz deniz, antik çağlarda
Eritre Denizi diye bilinirdi ve ordu kelimesi bugün bile Farsçada
kamp kurma ve yerleşme anlamına gelir. Niçin?
Cevap, ilk Anunnaki/Nefilim grubunun Dünya'ya gelişini
anlatan Sümer metinlerinde yabnaktadır. Onlar, Nibiru'nun hü­
kümdan ANU'nun İlkdoğan oğlu ve büyük bilimci olan E.A'nın
("Evi Su Olan") önderliğinde elli kişiydiler. Umman Denizi'ne in­
diler ve iklim ılıman hale geldikten sonra Basra Körfezi haline ge­
lecek olan bataklıklann kenanna dek geldiler (Şekil 32). Ve batak­
lıklann başında yeni bir gezegendeki ilk yerleşimlerini kurdular;
adına E.Rİ.DU -"Çok Uzaktaki Ev''- dediler. En uygun isimdi.
Ve böylece, zamanla tamamına yerleşilecek gezegen, bu ilk
yerleşimin adıyla bilinir oldu: Erde, Erthe, Earth, Arz. Bugüne
dek, gezegenimizin adını her anışımızda, Dünya üstündeki o ilk
yerleşimin hatırasını canlandırmış oluruz; bilmeden, Eridu'yu ha­
tırlar ve onu kuran ilk Anunnaki grubunu onurlandırırız.
Dünya'run küresi ve sağlam yüzeyi için Sümerlilerin kullan­
dığı bilimsel veya teknik terim Ki idi. Piktografi ile meridyenle­
rin çağdaş resmedilişini (Şekil 33b) andıran dikey çizgiler içeren,
bir biçimde yassılaşhnlmış bir küre (Şekil 33a) olarak gösteril-
(") Got dili: Doğu Germen (Germanic) dil grubundan Piskopos Wulfila tarafından
4. yüzyılda yapılmış bir İncil tercümesiyle tanınan kaybolmuş bir dil. (Ç.N.)

100
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN

I!mmaıı...
De.rıiL
_

_ _

Şekil 32

KUZEY KUTBU

b
GÜNEY KUTBU
MEAIO'ı'ENLEA

Şekil 33

101
KOZMİK TOHUM
mekteydi. Dünya gerçekten de ekvator kısmında bir biçimde dı­
şan şiştiğinden, Sümerlilerin temsili, Dünya'yı mükemmel bir
küre olarak gösteren alışıldık modem temsile kıyasla bilimsel açı­
dan daha doğrudur...
Ea, Anunnakilerin ilk yedi yerleşiminin beşinin kuruluşunu
tamamladıktan sonra, ona EN.Kİ, "Dünya'nın Efendisi" unvanı
verildi. Ama Kİ terimi, bir kök ya da fiil olarak, "Arz" diye adlan­
dınlan gezegene bir nedenden dolayı verilmişti. "Kesip atmak,
koparmak, içini boşaltmak" anlamlanna gelir. Bu kökten türemiş
olanlar kavramı açıklamaktadır: Kİ .LA ''kazı", Kİ .MAH "mezar",
Kİ .İN.DAR "yank, çatlak" anlamına gelir. Sümer astronomi me­
tinlerinde Kİ terimi, belirleyici MUL ("gök cismi") önekiyle bir­
liktedir. Böylece ne zaman mul.Kİ'den söz etseler, "oyulup ayn­
lan gök cismi"nden söz ediyorlar demektir.
Dünya'ya Kİ diyerek Sümerliler kozmogonilerini de hatır­
larlar: Göksel Savaş ve Tiamat'ın oyulması hikayesini.
Kökeninin farkında olmayarak, gezegenimizi bu tanımlayı­
cı unvanla anmaya bugün bile devam ediyoruz. İlginç olan şey,
zaman içinde (Sümer uygarlığı, Babil uygarlığı yükseldiğinde iki
bin yaşındaydı), ki telaffuzunun gi ve bazen de ge haline gelmiş
olmasıydı. Akkad ve onun dilsel dallanna (Babilce, Asurca, İbra­
nice) bu şekilde taşındı ve bir oyuk, bir yar, derin bir vadi gibi
coğrafi veya topoğrafik çağnşımını her zaman korudu. Dolayı­
sıyla Kitabı Mukaddes'in Grekçeye tercümesiyle Gehenna diye
okunan kelime, İbranice Gai-Hinnom'dan çıkmışh; Kudüs dışında
yank gibi dar ve derin bir vadi olup Hinnom'un adıyla anılan,
Hüküm Günü'nde yeraltından çıkan ateşler yoluyla günahkarla­
nn üstüne ilahi cezanın çökeceği yer.
Okulda bizlere geo ekini taşıyan tüm bilimsel terimlerin Arz
bilimleriyle ilgili olduğu öğretilmişti (Türkçe'de bazen geo, bazen
co ve bazen de jeo diye okunan yabancı kelime): Co-ğrafya, geo­
metri, jeo-loji vb. Bu, Greklerin Dünya tannçası için kullandıklan
Gaia (ya da Gaea) kelimesinden gelir. Greklerin bu terimi nereden
bulduklan ya da gerçek anlamının ne olduğu bize öğretilmemiş­
ti. Cevap: Sümerce Kİ veya Gİ 'den.
Bilginler, ilksel olaylar ve tannlarla ilgili Grek kavramlan-

102
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN

İbranice adı Kenanca


Fenıkece
Eski Grekçe Yenı Grekçe Grekçe adı Latince

Ale;;h � .\'. A A P.l p h.ı A


Be t !-1 � ' s � B Be t cl
B
G l rre l
\ 1 ( Gamma
C G
Da l e t h � .... /j, /j, :ıe l t d o
He
�� � E E ( ps i lon ) E.
Vau '( 1 � Vdu
F V
Zay i n & lC I I Zeta
He t h ( l ) J! � 8 e ( H ) e : ,1 H
Teth 8 ® ® The t a

Yad "V � $ lota 1


Khaph
t '/.J> " 1-: Kappa

Larned c f. v -1 1 L. /\ ��dmbda L
Merı;
...., ' -ı !"""' Mu M
Nun
., ., \1 r..ı Su
N
Samekh
f H :E :E x: x
Ay i n 0 0 o o
O( n i c ro;ı ) o
Pe 1J ) 1 r Pi p
Şade U ) 'l. ,... '1... ıv M San

Koph
'f'f Cf qı Q Koppd
Q
Resh
4 � P' Rho
R
� h i :ı w � � S i gm•
5
Tav x T T ldu T

Şekil 34

nın, (bah ucunda Truva gibi ilk Grek yerleşimlerinin olduğu)


Anadolu ve doğu Akdeniz'deki Girit adası yoluyla Yakın Do­
ğu'dan ödünç alındığı konusunda hemfikirler. On iki Olimpiya­
lının baş tanrısı olan Zeus, Grek geleneğine göre, Tire'nin Fenike­
li kralının kızı olan güzel Europa'yı kaçırdıktan sonra kaçhğı yer
olan Girit'ten Grek anakarasına geçer. Afrodit, Kıbrıs adası yo­
luyla Yakın Doğu'dan gelir. Poseidon (RomaWar ona Neptün
derdi) Anadolu üzerinden at sırbnda gelir ve Atena ise Yunanis­
tan'a kutsal topraklardan zeytin getirir. Grek alfabesinin, bir Ya­
kın Doğu alfabesinden geliştiğine hiç şüphe yoktur (Şekil 34).

103
KOZMiK TOHUM
Cyrus H. Gordon [Forgotten Scripts: Evidence for the Minoan Uıngu­
age (Unutulmuş Yazılar: Minos Dilinin Kanıh) ve diğer eserleri]
Lineer A diye bilinen Girit yazısını, bunun bir Sami, Yakın Doğu
dilini temsil ettiğini gösterek çözmüştü. Yakın Doğu tannlan ve
terminolojisi ile, "mitler" ve efsaneler de geldi.
Eski çağlar ve tanrılar ile insanların meseleleriyle ilgili en es­
ki Grek yazılan; Homer'in İlyada'sı, Teb'li Pindar'ın Odeler'i ve
hepsinden de öte Hesiod'un Teogoni'si ("İlılhi Silsile") ve İşler ve
G ünler'idir. M.Ö. 8. yy.da Hesiod, en sonunda Zeus'un üstün ge­
lişine -Dünya Tarihçesi dizisindeki üçüncü kitabım olan The Wars
of Gods and Men' de anlahlan tutkular, düşmanlıklar ve çarpışma­
lar hikayesi- ve göksel tannlann, Gök ve Yer'in Kaos'tan yarahl­
masına yol açan ilahi olayların hikayesine başladı, ki bu Kitabı
Mukaddes' tekinden pek de farklı değildi:

En başta, Kaos ortaya çıkh,


ve sonra geniş göğüslü Gaia­
tüın ölümsüzleri yaratan oydu
karlı Olimpos'un zirvelerini tutan:
Dim Tartarus, derinliklerde geniş yollan olan,
ve Eros, ilahi ölümsüzler arasında en sevimlisi...
Kaos' tan Erebus ve kara Nyx vücut buldu;
Ve Nyx'ten Aether ve Hemera doğdu.

"İlahi ölümsüzler'' in -göksel tannlann- oluşma sürecinin bu


noktasında "Gök" henüz mevcut değildir; hpkı Mezopotamya
kaynaklarının anlathğı gibi. Ve bu dizelerdeki "Gaia", Enuma
eliş'e göre "hepsini doğuran" Tiamat'ı işaret eder. Hesiod "Kaos"
ve "Gaia"yı izleyen göksel tannlan çiftler halinde sıralar (Tarta­
rus ve Eros, Erebus ve Nyx, Aether ve Hemera). Sümer kozmo­
gonisindeki üç çiftin (günümüzde Venüs ve Mars, Satürn ve Jü­
piter, Uranüs ve Neptün adını alırlar) yarahlışı ile parallelik ba­
riz olmalıdır (ancak bu kıyaslanabilirliğe hiç kimse dikkat etme­
miş gibidir).
Hesiod; Ouranos'un, yani "Göğün" yaratılmasından, ancak
-hpkı Mezopotamya ve Kitabı Mukaddes metinlerindeki gibi-

104
GAiA: OYULMUŞ GEZEGEN
Güneş Sistemini oluşturan başlıca gezegenlerin yarahlmasından,
Nibiru'nun onu istila etmek için ortaya çıkmasından sonra söz
eder. Tekvin Kitabında açıklandığı gibi, bu Şama'im; Dövülmüş
Bilezik' tir, asteroit kuşağıdır. Enuma eliş'te anlahldığı gibi, bu; di­
ğer yansı Dünya haline gelen Tiamat'ın un ufak edilen yansıdır.
Ve tüm bunlar Hesiod'un Teogoni'sinin şu dizelerinde yankılanır:

Ve derken Gaia yıldızlı Ouranos'u doğurdu


-kendine eşit-
her yandan onu sanp sarmalasın diye,
tanrılar için ebedi bir mekan olsun diye.
Eşit olarak ikiye aynlan Gaia, artık Tiamat değildir. Gök­
kubbe, yani asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların ebedi mekanı
haline gelen kınlıp dağıhlmış yansından kopartılan zarar görme­
miş yan (başka bir yörüngeye fırlablarak) Gaia, yani Dünya Mli­
ne gelmiştir. Ve böylece bu gezegen, ilk önce Tiamat ve sonra da
Dünya olarak unvanına yaraşır şekilde yaşar: Gaia, Gi, Ki-Oyul­
muş Olan.
Artık Gaia/Dünya olarak yörüngesine dönen Oyulmuş Ge­
zegen, Göksel Savaş'ın sonrasında nasıl görünmektedir? Bir yan­
da Tiamat'ın kabuğunu oluşturmuş sağlam karalar; öte yanda ise
bir zamanlar Tiamat'ın olan sulann içine döküldüğü bir delik,
muazzam bir yank vardır. Hesiod'un sözleriyle Gaia (artık G�
ğün yan dengidir) bir yanda "Nymphlerin, tannçalann zarif me­
kanları olan uzun tepeleri vücuda getirdi"; ve öte yanda ise "öf­
keli kabarmasıyla bereketsiz derini, Pontus'u doğurdu".
Tekvin Kitabı da oyulmuş gezegen için aynı tabloyu çizer:

Ve Elohim dedi:
"Gök alhndaki sular
bir yere biriksin,
ve kuru toprak görünsün."
Ve böyle oldu.
Ve Elohim kuru toprağa "Yer" dedi,
ve sulann birikintisine ''Denizler" dedi.

105
KOZMiK TOHUM
Dünya, yani yeni Gaia, şekillenmekteydi.

Hesiod ile Sümer uygarlığının doğduğu zaman arasında üç


bin yıl vardır; ve bu binlerce yıl boyunca, aralarında Tekvin Kita­
bını derleyenler de olmak üzere kadim halkların Sümer kozmo­
gonisini kabul ettiği açıktır. Bugünlerde "mit", "efsane" veya
"dinsel inanç" denilen şeyler, o çağlarda bilim idi: Sümerlilerin
öne sürdüğüne göre Anunnaki tarafından bahşedilen bilgiydi.
O kadim bilgiye göre, Dünya Güneş Sisteminin orijinal bir
üyesi değildi. O zamanlar Tiamat denilen, "hepsini doğurmuş
olan" bir gezegenin kopartılan yarısıydı. Dünya'nın yaratılması­
na yol açan Göksel Savaş, Güneş Sistemi gezegenleriyle birlikte
yarahldıktan birkaç yüz milyon yıl sonra meydana gelmişti. Ti­
amat'ın bir parçası olan Dünya, "sulu canavar'' diye bilinen ti­
amat'ın suyunun çoğunu koruyabilmişti. Dünya bağımsız bir ge­
zegen halinde evrimleştikçe ve kütle çekim gücü alhnda bir küre
şeklini aldıkça, sular oyulup koparhlmış kısımdan kalan muaz­
zam boşluğa doluştular ve gezegenin diğer yanında kuru karalar
ortaya çıkh.
Kadim halkların sıkıca inandıkları şey, özetle buydu. Peki
modern bilim ne diyor?
Gezegensel şekillenmeyle ilgili teoriler, Güneş'ten yayılan
gazımsı disklerin kahlaşarak biraraya gelmesinden oluşan toplar
olarak başladıklarını kabul eder. Bunlar soğudukça, ağır metaller
(Dünya için demir) merkezlerine doğru batarak, kah bir i.ç çekir­
dek oluşturdu. Daha az kah, plastik veya hatta sıvı dış çekirdek,
bu iç çekirdeği sarar; Dünya söz konusu olunca, bunun erimiş de­
mir içerdiğine inanılmaktadır. İki çekirdek ve hareketleri bir di­
namo gibi iş görür, gezegenin manyetik alanını üretir. Kah ve sı­
vı çekirdeklerin çevresinde kayalar ve minerallerden oluşan ve
manto adı verilen bir katman vardır; Dünya' da bunun kalınlığı­
nın 3000 km civarında olduğu hesaplanmaktadır. Gezegenin çe­
kirdeğinde üretilen ısı (Dünya'nın merkezinde 6649°C) ve sıvılık,
mantoyu ve onun üstünde olanları etkiler; ama mantonun en üs­
tündeki 500 km civarındaki kısım, gezegen üstünde gördüğümüz
şeydir, yani soğumuş kabuğu.

106
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN

Şekil 35

Milyarlarca yıl içinde küresel bir yuvarlak üreten süreçler


-tek tip kütle çekim gücü ve gezegenin kendi ekseni çevresinde
dönüşü-, aynı biçimde düzenli bir katmanlaşma da üretir. Kab iç
çekirdek, esnek ya da sıvı dış çekirdek, sili.katlardan oluşan kah
ara kuşak, kayalardan oluşan üst manto ve en üstteki kabuk; bir­
biri üstünde, bir soğanın zarları gibi sıralanmalıdır. Bu durum,
Dünya adlı küre için de geçerlidir (Şekil 35) ama bir noktaya ka­
dar; başlıca anormallikler Dünya'nın en üst katmanı, kabuğu ile
ilgilidir.
1 960 ve 1970'lerde Ay ve Mars'ın yaygın biçimde sondalar­
la incelenmesinden bu yana, jeofizikçilerin aklı Dünya'nın kabu­
ğunun yetersizliği karşısında karışmışhr. Ay ve Mars'ın kabukla­
n, kütlelerinin yüzde lO'unu oluşturur; ama Dünya'nın kabuğu,
Dünya'nın kara kütlesinin yüzde l'inin yarısı kadardır. 1988'de
Caltech ve Urbana' daki Illinois Üniversitesinden Don Anderson
önderliğindeki jeofizikçiler, Denver/Colorado'daki Amerikan Je­
oloji Derneği toplantısında "kayıp kabuğu" bulduklarını açıkla­
dılar. Depremlerin şok dalgalarını analiz ederek, bir zamanlar ka­
buğa ait olan malzemenin bathğını ve Dünya yüzeyinin 400 km
alhnda yatmakta olduğu sonucuna varmışlardı. Dünya kabuğu-

107
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
Kıtalann olduğu yerdeki Dünya kabuğu ile okyanuslann ol­
duğu yerdeki kabuk arasında başka farklar da vardır. Büyük öl­
çüde graniti andıran kayalar içeren kıta kabuğu, mantonun bile­
şimine kıyasla nispeten hafiftir: Ortalama kıta yoğunluğu santi­
metre küp başına 2,7-2,8 gramdır, halbuki mantonun yoğunluğu
santimetre küp başına 3,3 gramdır. Okyanus kabuğu, kıta kabu­
ğundan daha ağır ve daha yoğundur; ortalama santimetre küp
başına 3,0 ila 3,1 gramdır; dolayısıyla bazalt ve diğer yoğun kaya­
lardan oluşan yapısıyla kıta kabuğundan çok mantoya benzer.
Bilimsel ekibin yukarıda sözü geçen, mantonun içine dalmış "ka­
yıp kabuğunun"; yapısal bakımdan kıta kabuğuna değil de okya­
nus kabuğuna benzer olduğunu belirtmeye değer.
Bu ise bizi, Dünya'nın kıta ve okyanus kabuklan arasındaki
önemli bir başka farklılığa getirir. Kabuğun kıta kısmı, sadece da­
ha hafif ve daha kalın olmakla kalmayıp, aynı zamanda kabuğun
okyanus kısmına göre daha da yaşlıdır. 1970'lerin sonunda bilim­
ciler arasındaki oybirliği, günümüz kıta yüzeyinin yaklaşık 2,8
milyar yıl önce oluştuğu yolundaydı. Tüm kıtalarda bulunan, ne­
redeyse bugünkü kadar kalın olan kıta kabuğunun kanıtlan je­
ologlarca Arkean Kalkanı olarak anılır; ama bu alanlar içinde 3,8
milyar yaşında olduğu ortaya çıkan kabuk kayaları bulunmuş­
tur. Ancak 1983'te Avustralya Ulusal Üniversitesinden jeologlar
bah Avustralya'da, yaşının 4,1 ila 4,2 milyar yıl olduğu tahmin
edilen bir kıta kabuğunun kaya kalınhlannı buldular. 1989'da ye­
ni, gelişmiş metotlarla birkaç yıl önce kuzey Kanada' dan (St. L<r
uis'deki Washington Üniversitesi ve Kanada Jeolojik Tarama Ku­
rumundan araşhrmacılar tarafından) toplanan taş örneklerinden,
kayalann 3,96 milyar yıl olduğu hesaplanmışhr; Washington
Üniversitesinden Samuel Bowering bölgenin yakınındaki kayala­
rın yaklaşık 4,1 milyar yaşında olduğunun kanıtlarını bildirmiş­
tir.
Bilimciler, Dünya'nın yaşı (Arizona'daki Meteor Kraterinde
bulunanlar gibi meteor parçalan 4,6 milyar yaşında olduğunu
göstermektedir) ile bugüne dek bulunan en eski kayalann yaşı
arasındaki 500 milyon yıllık boşluğu açıklamakta hala güçlük çe­
kiyorlar; ancak açıklama ne olursa olsun, Dünya'nın kıta kabuğu-

109
KOZMİK TOHUM
nu en azından 4 milyar yıl önce edinmiş olduğu arhk karşı ko­
nulmaz bir gerçektir. Öte yandan, okyanus kabuğunun hiçbir
parçasının 200 milyon yıldan daha eski olduğu bulunamamışhr.
Bu, yükselen ve batan kıtalarla, oluşan ve yok olan denizler hak­
kında ne kadar spekülasyon yapılırsa yapılsın açıklanamayacak
kadar muazzam bir farkhr. Birisi, Dünya kabuğunu bir elmanın
kabuğuyla kıyaslamış. Okyanusların olduğu yerde "kabuk" taze­
dir; deyim yerindeyse, dün doğmuştur. İlksel zamanlarda okya­
nusların oluşmaya başladığı yerdeki "kabuk" ve "elma"nın bü­
yük bir kısmı, kesilip çıkarhlmış gibi görünmektedir.
Kıta ve okyanus kabuklan arasındaki farklar, daha erken
dönemlerde daha büyük olmalıdır; çünki kıta kabuğu doğa güç­
lerinin etkisiyle sürekli aşınmaktadır ve aşınan toprakların bü­
yük kısmı okyanus çukurlarına taşınmakta, okyanus kabuğunun
kalınlığını artırmaktadır. Dahası, okyanus kabuğu; deniz taba­
nındaki faylardan taşıp çıkan erimiş bazalt kayalar ve silikatların
kabarmasıyla sürekli zenginleşmektedir. Sürekli yeni okyanus
kabuğu katmanları yayan, okyanus kabuğuna bugünkü. şeklini
veren bu süreç 200 milyon yıldan beri sürmektedir. Ondan önce
denizlerin dibinde ne vardı? Yoksa hiçbir kabuk yoktu da, Dün­
ya' nın yüzeyinde açık bir "yara" mı vardı sadece? Ve bu sürgit
okyanus kabuğu oluşumu, derinin delinip yaralandığı yerde, ka­
nın pıhhlaşma sürecine benzetilebilir mi?
Canlı bir gezegen olan Gaia, yaralarını iyileştirmeye mi çalı­
şıyor?
Dünya yüzeyinde böylesine "yaralı" en bariz yer, Pasifik
Okyanusu' dur. Okyanus kısımlarındaki kabuk yüzeyinin ortala­
ma dalışı 4 km civarındayken; Pasifik'te kabuk, bugün bazı nok­
talarda 1 1 km'ye varacak biçimde oyulmuştur. Eğer Pasifik'in ta­
banından son 200 milyon yıl içinde biriken kabuğu kaldırabilsey­
dik, su yüzeyinden 19 km dibe ve kıta yüzeyinden ise 32 ile 96
km derinliğe varırdık. Bu, bir hayli büyük bir oyuktur... Geçen
200 milyon yıl içinde oluşan kabuk birikiminden önce ne kadar
derindi?' 500 milyon yıl önce, bir milyar yıl önce, 4 milyar yıl ön­
ce "yara" ne kadar büyüktü? Daha da derin olduğunu söylemek
dışında, kimse �ahmin bile edemez.

1 10
GAİA: OYUIMUŞ GEZEGEN
Kesinlikle söylenebilecek şey, oyulrnarun daha yaygın oldu­
ğu, gezegenin yüzeyinin daha geniş bir kısmını etkilediğidir. Şu
an Pasifik Okyanusu, Dünya yüzeyinin üçte birini kaplamaktadır
ama (son 200 milyon yıldan anlaşılabildiği kadanyla) büzülmek­
tedir. Büzülmenin nedeni, çevresini saran kıtalann -doğuda
Amerika, bahda ise Asya ve Avustralya·· birbirlerine gittikçe yak­
laşmalan, Pasifik'i yavaşça ama acımasızca sıkışhrmalan, boyut­
lannı her yıl santim santim azaltmalandır.
Bilim ve bu süreçle ilgili açıklamalar, Plaka Tektoniği teori­
si olarak bilinmektedir. Bunun kökeni, Güneş Sisteminin incelen­
mesinde olduğu gibi, gezegenlerin tek tip, düzenli, kalıa şartlar
içerdiği fikrinin; sadece flora ve faunanın ("") değil, aynı zamanda
üstlerinde evrimleştikleri kürelerin de "canlı varlıklar" olarak
büyüyebilip küçülebildikleriyle, bereketlenip kısırlaşabildikle­
riyle, hatta doğup ölebildikleriyle ilgili evrimleşme, felaketler ve
değişim içerdikleri fikri uğruna terk edilmesinde yatar.
Genelde kabul edildiği şekliyle yeni plaka tektoniği bilimi,
başlangıanı Alfred Wegener adlı Alman meteoroloğa ve 1915'te
yayınlanan Die Entstehung der Kontinente und Ozeane (Kıtalar ve
Okyanuslann Oluşumu) adlı kitaba borçludur. Kendisinden ön­
cekiler gibi, onun da başlangıç noktası; güney Atlantik'in her iki
yanında yer alan kıtalann dış hatlan arasındaki bariz "uyum"du.
Ama Wegener'in fikirlerinden önce, Çözüm; kıtalann veya kıta
·
köprülerinin batarak ortadan kaybolduğunu iddia etmekti: kıta­
lann zamanın başlangıcından bu yana olduklan yerde kaldıklan­
na inanılmaktaydı, ama orta kısım deniz dibine batmış ve kıtala­
ra sanki ayrılmış gibi bir görüntü vermişti. Wegener ise Atlan­
tik'in iki yakası arasındaki flora ve fauna verilerinden bir hayli je­
olojik "eşler'' toplayarak Pangaea fikrini ortaya ath: Bir süperkıta,
şu an var olan tüm kıta kütlelerini sanki parçalı bulmacaymışça­
sına biraraya getirebileceği tek, kocaman bir kıta kütlesi. Kürenin
yansını kaplayan Pangaea, ilksel Pasifik Okyanusu ile çevrelen­
mekteydi, diye önerdi Wegener. Sulann ortasında bir buz sahra­
sı gibi yüzen, tek parça kıta kütlesi bir dizi çatlamalardan ve iyi-

(0) Aora: Belli bir bölgede ya da çağda yetişen bitkilerin tümü.


Fauna: Belli bir bölgede yetişen hayvanların tümü. (Ç.N.)

111
KOZMİK TOHUM

c
d

Şekil 37

leşmelerden geçti; sonunda 225 milyon yıl öncesinden 65 milyon


yıl öncesine dek süren jeolojik dönem olan Mezozoik Çağda (•)
kesin ve son kırılmasını yaşadı. Parçalar yavaş yavaş sürüklen­
meye başladılar. Antarktika, Avustralya, Hindistan ve Afrika kı­
rılmaya ve ayrılmaya başladı (Şekil 37a). Ardından Afrika ve Gü­
ney Amerika ayrıldı (Şekil 37b); Kuzey Amerika, Avrupa'dan
uzaklaşmaya başlamış ve Hindistan ise Asya'ya doğru savrul­
muştu (Şekil 37c) ve böylece kıtalar, bugün bildiğimiz biçime yer­
leşene dek sürüklenmeye devam ettiler (Şekil 37d).
Pangaea'run birkaç ayn kıtaya ayrılmasına, kara kütlesinin
ayrılan parçalan arasında su kütlelerinin açılıp kapanması eşlik
ediyordu. Zamanla (eğer bir kelime uydurmama izin verirseniz)
tekil "Panokyanus" da bir dizi birbirine bağlanan okyanus veya
(Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizi gibi) kapalı denizlere ve
(•) İkinci zaman; senozoik ve paleozoik devreler arasında kalan, çiçekli bitkilerin
ve dev memelilerin ortaya çıkışıyla belirlenen devre. (Ç.N.)

112
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
Atlantik ve Hint Okyanuslan şekillenirken büyük su alanlanna
aynldı. Ama tüm bu su alanlan, hal! mevcut olan Pasifik Okya­
nusu'nun, orijinal "Panokyanus"un "parçalan"ydılar.
Wegener'in kıtalan, Dünya'nın kalıcı olmayan yüzeyi üs­
tünde kayan "çatlamış bir buz sahrasının parçalan" olarak görü­
şü, zamanın jeologlan ve paleontologlan tarafından horgörü,
hatta alayla karşılanmışb. Kıtasal Kayma fikrinin bilim çevreleri­
ne kabul edilmesi yanın asır sürdü. Değişen tavrın ortaya çıkma­
sına yardım eden şey, 1960'larda okyanus tabanlannın taranma­
sının Orta Atlantik Sırtı gibi yüzey özelliklerini ortaya çıkarma­
sıydı; bunun, Dünya'nın iç kısımlanndan yükselen erimiş kaya
ya da "magma" tarafından oluşturulduğu varsayılmaktadır. At­
lantik'te olduğu gibi, neredeyse tüm okyanus boyunca uzanan
bir yanktan sızan magma soğumuş ve bir bazalt kaya sırtı oluş­
turmuştur. Ama bir kabarmayı diğeri izledikçe, sırtın eski kıyıla­
n yeni magma akışına yol açmak için bir yana veya diğer yana
doğru itilmiştir. Okyanus tabanlannın incelenmesindeki büyük
bir ilerleme, Haziran 1978'de fırlatılan ve üç ay boyunca Dünya
yörüngesinde kalan oşinografik (,.) uydu Seasat'ın yardımıyla
meydana geldi; verileri deniz tabanı haritalan çıkartmakta kulla­
nıldı ve sırtlan, gedikleri, deniz dağlan, su alh volkanlan ve çat­
lak bölgeleri ile okyanuslanmız hakkında tamamen yeni bir anla­
yış kazanmamızı sağladı. Soğuyan ve kablaşan her bir magma
kabarmasının o sıradaki konumunun manyetik yönünü korudu­
ğunun keşfedilmesini, neredeyse birbirine paralel olan böyle
manyetik çizgilerin belirlenmesi izledi, böylece okyanus tabanı­
nın süregelen genişlemesi için yönlendirici bir harita ve aynı za­
manda bir zaman cetveli elde edilebildi. Deniz tabanının Atlan­
tik'teki bu genişlemesi; Afrika ve Güney Amerika'yı birbirinden
ayıran ve Atlantik Okyanusu'nun (ve devam eden genişlemesi­
nin) yarahlışında büyük bir faktördü.
Ay'ın kütle çekimi, Dünya'nın dönüşü ve hatta altta yatan
mantonun hareketleri gibi diğer kuvvetlerin de, kıta kabuğunun
parçalanıp aynlmasında ve kıtalann kaymasında rol oynadığına

(")Oşinografi, anadenizbilim: Anadeniz ve denizlerin fiziksel, kimyasal ve dirim­


bilimsel özellikleri üzerinde deneysel araşhnnalar yapan bilim kolu. (Ç.N.)

113
KOZMİK TOHUM

Şekil 38

inanılmaktadır. Bu kuvvetler etkilerini, doğal olarak, Pasifik böl­


gesine de yüklemektedirler. Pasifik Okyanusu'nda, Atlantik Ok­
yanusunu genişletmede iş gören okyanus ortası sırtlar, çatlaklar,
su alh volkanları ve diğer yüzey şekillerinin daha fazla sayıda ol­
duğu ortaya çıkh. Öyleyse, tüm kanıtların gösterdiği gibi, Pasi­
fik'i çevreleyen kıta kütleleri (Atlantik'i çevreleyen kıtaların yap­
mış olduğu gibi) niçin birbirinden ayrılmamış, aksine Pasifik Ok­
yanusunun boyutlarını yavaş yavaş ama kesin bir şekilde azalta­
rak birbirlerine yaklaşmaktadır?
·

Açıklamayı, kıtaların sürüklenmesi ile ilgili Plaka Tektoniği


Teorisine eşlik eden bir teoride buluruz. Kıtaların, Dünya kabu­
ğunın dev, hareketli "plaka"ları üstünde durduğu kabul edilir;
okyanuslar da böyledir. Kıtalar sürüklendiğinde okyanuslar ge­
nişler (Atlantik) veya daralır (Pasifik), bunun alhnda yatan neden
üstlerinde durdukları plakaların hareketidir. Günümüzde bilim­
ciler alh büyük plaka (bazıları alt parçalara da ayrılmışhr) oldu­
ğunu kabul etmektedirler: Pasifik, Amerika, Avrasya, Afrika,
Hint-Avustralya ve Antarktik (Şekil 38). Atlantik Okyanusunun
deniz tabanının yayılması, Amerika'yı Avrupa ve Afrika'dan
santim santim uzaklaştırmaya devam etmektedir. Bunun sonu­
cunda Pasifik Okyanusu'nun daralmasının; Pasifik plakasının,
Amerikan plakası alhna dalmasıyla mümkün olduğu arhk kabul

114
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
edilmektedir. Bu, Pasifik kenan boyunca meydana gelen kabuk
kaymalannın ve depremlerin başlıca sebebi olduğu kadar, bu ke­
nar boyunca uzanan büyük dağ sıralarının yükselmesinin de se­
bebidir. Hint plakasının Avrasya plakası ile çarpışması, Himala­
yalan yaratmış ve Hint alt plakasının, Asya plakasına kaynama­
sına sebep olmuştur. 198S'te Comell Üniversitesi bilimcileri, bab
Afrika plakası Amerikan plakasına bağlı olduğu yerden, yaklaşık
elli milyon yıl önce ayrılmaya başladığında, Kuzey Amerika'nın
Florida ve güney Georgia alanlannı "hibe ederek" koptuğunu
kanıtlayan "jeolojik ek yeri"ni keşfettiler.
Bazı değişikliklerle, Wegener'in Dünya'nın başlangıçta çev­
resini tek bir okyanusun sardığı tek bir kara kütlesi içerdiği hipo­
tezini, bugün nerdeyse tüm bilimciler kabul etmektedir. Gerçi şu
anki deniz tabanının (jeolojik açıdan) genç yaşı (200 milyon yıl)
hesaba kahlmıyor ama bilginler, bir zamanlar Dünya'da ilksel bir
okyanus olduğunun izlerinin, okyanuslann yeni örtülen derin­
liklerinde değil de kıtalarda sürülebileceğini kabul etmekteler.
En genç kayalann 2,8 milyar yaşında olduğu Arkean Kalkan böl­
geleri iki tür kuşak içerirler: yeşiltaş ve granit-gnays. Mart
1977'de Scientific American'da yazan Stephen Moorbath ("En Eski
Kayalar ve Kıtalann Büyümesi") jeologlann "yeşiltaş kuşağı ka­
yalannın ilkel okyanus ortamında çökeldiğine ve kadim okya­
nusları temsil ettiğine; ve granit-gnays bölgelerinin kadim okya­
nuslann kalınhlan olabileceğine inandıklanru" bildirmekteydi.
Neredeyse tüm kıtalardaki yaygın kaya kayıtlan, bunlann üç
milyar yıl önce okyanus suyuna bitişik olduklanru göstermekte­
dir; güney Afrika'daki Zimbabwe gibi yerlerde tortul kayalann
yaklaşık 3,5 milyar yıl önce büyük su kütleleri içinde biriktikleri
görülmektedir. Ve bilimsel veri elde etmedeki en son ilerlemeler,
-ilksel okyanuslar içinde çökelmiş kayalan da içeren- Arkean ku­
şaklannın yaşının 3,8 milyar yıl önceye kadar gittiğini ortaya çı­
kardılar (Scientific American, Eylül)983; özel sayı: "Dinamik Dün­
ya").

Kıtasal sürüklenme ne zamandır devam etmektedir? Bir


Pangaea var mıydı?

1 15
KOZMİK TOHUM
Yukarıda sözü edilen çalışmasında Stephen Moorbath, kıta­
sal parçalanma sürecinin yaklaşık 600 milyon yıl önce başladığı
çıkarımını öne sürdü: "Bundan önce Pangaea diye bilinen muaz­
zam bir süperkıta ya da muhtemelen iki süper kıta vardı: Kuzey­
de Laurasia ve güneyde Gondwanaland." Bilgisayar simülasyon­
ları kullanan başka bilimciler, 550 milyon yıl önce Pangaea veya
iki bağlanhlı parçasının bugün olduğundan daha az ayn olma­
dıklarını önerdiler; çünki öyle ya da böyle plaka tektoniği süreci
en azından dört milyar yıldan beri sürüyor olmalıydı. Ama kuru
kara kütlelerinin ilk olarak tek bir süperkıta ya da sonradan bir­
leşen ayn kara kütleleri olup olmadığı, tek bir kara kütlesini çev­
releyen bir süperokyanusun ya da birkaç kuru kara arasında uza­
nan su kitlelerinin olup olmadığı sorusu, Moorbath'ın deyimiyle
"tavuk-yumurta" probleminden pek farklı değildir: "Hangisi ön­
cedir? Kıtalar mı yoksa okyanuslar mı?"
Modem bilim, kadim metinlerde ifade edilen bilimsel fikir­
leri böylece doğrulamaktadır ama kara kütlesi/ okyanus sıralanı­
şını çözebilmek için yeterince geriye bakamıyor. Eğer her modem
bilimsel keşif, kadim bilginin şu ya da bu unsurunu doğruluyor
görünüyorsa, bu durumda niçin kadim cevabı kabul etmeyelim:
Dünya'nın yüzeyini kaplayan sular -"üçüncü gün" ya da safha­
da- kuru toprağı ortaya çıkarmak üzere Dünya'nın bir yanına
doğru toplandılar. Ortaya çıkmayan kuru karalar, birbirinden ay­
n kıtalardan mı yoksa tek bir süperkıtadan, Pangaea' dan mı oluş­
maktaydı? Aslında bu kadim bilginin doğrulanması açısından
pek gerekli olmasa da, Greklerin Dünya fikrini ele almak ilginç­
tir: Dünya'nın küre değil de bir disk olduğu inancına yönelmiş
olsalar da, onu, sularla çevrili, kah temeli olan bir kara kütlesi
olarak düşünmekteydiler. Bu fikir de, Grek biliminin çoğu fikri
gibi, daha eski ve daha doğru kaynaklardan alınmışhr. Eski
Ahit'in tekrar tekrar Dünya'nın "temellerinden" söz ettiğini ve
Dünya'nın ilk zamanlardaki şekli ile ilgili bilgiyi şu dizelerde ifa­
de ettiğini görürüz:

Rab'bindir yeryüzü ve onun doluluğu


Dünya ve onda oturanlar;

116
GAİA: OYULMUŞ GEZEGEN
Çünki onu denizler üstüne kurdu
ve ırmaklar üzerinde onu durdurdu.
(Mezmur 24:1-2)

Hem "Arz" gezegeni hem de "toprak, yer'' anlamına gelen


Eretz kelimesine ek olarak, Tekvin'deki anlahm, sulann Yaba­
şah'ın ortaya çıkmasına izin vermek için ''bir yere biriktiğini" be­
lirtirken Yabaşah -harfiyen "kurutulmuş kara kütlesi" - terimini
kullanır. Ama Eski Ahit boyunca bir başka terim, Tebel, Dün­
ya'nın üstünde yaşanabilir, işlenebilir ve İnsanoğluna yararlı
(cevher kaynağı anlamına da gelir) olan kısmını anlatmak için sık
sık kullanılır. Genellikle "toprak" veya "yerküre" diye tercüme
edilen Tebel terimi, çoğunlukla Dünya'nın sulak kısımlanndan
ayn olan kısımlan için kullanılır; bu Tebel'in "temelleri", deniz
havzalan ile yan yanadır. Bu, Davud'un Şarkısı'nda en iyi biçim­
de ifade edilir (il. Samuel 22:14-16 ve Mezmurlar 18:14-15)

Rab göklerden gürledi,


Ve Yüce Olan ses verdi.
Oklar salınıp onlan dağıtb;
Şimşek salıp onlan bozgun etti.
Denizin derinlikleri görüldü
ve Tebel'in temelleri açıldı.

Bugün "Dünya'nın temelleri" hakkında bildiklerimizle, Te­


bel kelimesi; temelleri -tektonik plakalan- sulann ortasında olan
kıtalar kavramını açıkça aktarmaktadır. En son jeolojik teorilerin,
3000 yıllık bir mezmurda yankılandığını keşfetmek ne heyecan
verici!
Tekvin'deki anlahm, sulann Dünya'nın bir yerine ''biriktiği­
ni" ve böylece kuru karalann ortaya çıkabildiğini açıkça belirtir;
bu ise, sulann içine toplanabileceği bir oyuğun varlığını ima
eder. Neredeyse Dünya yüzeyinin yansını kaplayan böyle bir
oyuk; biraz daralamış ve büzülmüş olarak, Pasifik Okyanusu bi­
çiminde hala mevcuttur.
Niçin, dünya kabuğuyla ilgili olarak bulunan kanıtlar, Dün-

1 17
KOZMiK TOHUM
ya'run ve Güneş Sisteminin tahmini yaşı olan 4,6 milyar yıl yeri­
ne, 4 milyar yıldan daha eski değildir? 1967 yılında Prince­
ton/New Jersey'de, NASA ve Srnithsonian Enstitüsü himayesin­
de düzenlenen ilk Yaşamın Kökeni konferansı, bu soru üstünde
uzun uzadıya durdu. Eğitimli kahlırncılann oluşturabildikleri
tek hipotez, Dünya'nın bir "felakete" maruz kaldığı yolundaydı.
Dünya atmosferinin kökeni hakkındaki tarhşrnalarda, varılan oy­
birliği; bunun volkanik faaliyet sonucu "sürekli gaz çıkartma­
sı"ndan değil (Harvard Üniversitesinden Rayrnond Siever'in
sözleriyle) "nispeten daha erken ve daha büyük bir gaz çıkartma
döneminin... artık Dünya atmosferinin ve çökeltilerinin karakte­
ristiği olan büyük bir gaz geğirrnesi"nin sonucu olduğu şeklin­
deydi. Bu ''büyük geğirrne"nin tarihi de kayalar tarafından kay­
dedilen felaket ile aynı idi.
Dolayısıyla, Dünya kabuğunun kırılması, plaka tektoniği
süreci, kıta ve okyanus kabuklan arasındaki farklar, suların altın­
dan bir Pangaea'nın ortaya çıkışı, onu çevreleyen ilksel okyanus
gibi aynntılanyla modern bilimin bulguları, kadim bilgiyi doğru­
lamaktadır. Bu bulgular, tüm disiplinlerden bilimcilerin şu sonu­
ca varmasına da yol açmıştır: Dünya'nın kara kütlelerinin, okya­
nuslannın ve atmosferinin evrimleşme biçiminin tek açıklaması,
yaklaşık dört milyar yıl önce -Dünya'nın Güneş Sisteminin bir
parçası olarak başlangıçtaki oluşumundan yaklaşık yanın milyar
yıl sonra- bir felaketin meydana geldiğini varsaymaktır.
Bu felaket neydi? İnsanoğlu, altı bin yıldır Sümerlilerin ver­
diği cevaba sahiptir: Nibiru/Marduk ve Tiamat arasındaki Gök­
sel Savaş.
Bu Sümer kozrnogonisinde, Güneş Sisteminin üyeleri; yara­
tılmaları doğumla kıyaslanan, mevcudiyetleri canlı varlıklarrnış­
çasına anlatılan eril ve dişil göksel tanrılar olarak resmedilir. Enu­
ma eliş metninde, bilhassa Tiarnat; başını "yükselttiği" Kingu'nun
çektiği on bir uydudan oluşan bir orduyu, "güruhu"nu doğuran
bir anadır. Nibiru/Marduk ve güruhu ona yaklaştıkça, ''Tiarnat
öfkeyle bir kükredi, ayaklarının kökü ileri geri sallandı ... saldır­
gana karşı sürekli lanetler savurdu." "Efendi onu yakalamak için
ağını yaydığında", "Kötü Rüzgar'ı, en arkadakini, onun yüzüne

118
GAİA: OYU�Ş GEZEGEN
doğru fırla tb, Tiamat ağzını açıp onu yutmaya kalkınca"; ancak
Nibiru/Marduk'un diğer "rüzgarlan", "onun göbeğine saldırdı"
ve ''bedeni ayrıldı". Aslında, istilacıya dış gezegenlerce verilen
emir "git ve onun yaşamına son ver!" idi; o ise bunu "onun içini
parçalayıp, kalbini yararak. .. " başardı: "Onu böyle alt edip, ya­
şam nefesini söndürdü."
Gezegenlerin, özellikle Tiamat'ın doğabilen ve ölebilen can­
lı varlıklar olarak görülmesi, uzun zaman boyunca ilkel paga­
nizm diye bir kenarda bırakılmışb. Ama gezegensel sistemle ilgi­
li son yıllardaki keşifler, dünyalarla ilgili olarak "canlı" sözünün
sık sık tekrarlandığını ortaya çıkarrnışbr. Dünya'nın bizzat canlı
bir gezegen olduğu, 1970'lerde James E. Lovelock tarafından Ga­
ia Hipotezi ile [Gaia-A New Look at Life on Earth (Gaia-Dünya'da
Yaşam'a Yeni Bir Bakış)] güçlü bir biçimde öne sürülmüş ve kısa
süre önce The Ages of Gaia: A Biography of Our Living Earth (Ga­
ia'nın Çağlan: Yaşayan Dünyamızın Biyografisi) ile daha da güç­
lendirilmiştir. Bu, Dünya'yı ve onun üstünde evrimleşen yaşanu
tek bir organizma olarak gören bir hipotezdir; Dünya, üstünde
sadece hayat olan cansız bir küre değildir; kara kütleleri, okya­
nusları ve a tmosferiyle, desteklediği ve desteklendiği flora ve fa­
unasıyla bizzat canlı, tutarlı ve karmaşık bir bedendir. ''Dün­
ya'da yaşayan en büyük yarabk", diye yazar Lovelock, "Dün­
ya'nın kendisidir." Ve "Greklerin uzun zaman önce ona verdik­
leri adla, Gaia, Toprak Ana" kadim kavramını yeniden ele aldığı­
nı kabul eder.
Ama aslında, Sümer zamanına dek, onların oyulan gezegen
hakkındaki kadim bilgisine dek geri gitmiştir.

119
YARATILIŞ'IN TANIGI
Belki de Yaratılışçılık'a aşın bir tepki olarak, bilimciler Tek­
vin'deki hikayenin gerçek değil bir iman meselesi olduğunu dü­
şünegelmişlerdir. Ancak Apollo astronotlan tarafından Ay'dan
getirilen taşlardan birinin neredeyse 4,1 milyar yaşında olduğu
ortaya çıkınca, taşa "Yaratılış Taşı" adı verildi. Apollo 14 astro­
notlan tarafından toplanan ay toprağı örnekleri içinde kuru fa­
sulye şeklini andıran küçük bir yeşil cam parçası bulununca, bi­
limciler ona "Yaratılış fasulyesi" adını verdiler. Öyle görünüyor
ki, tüm itirazlara ve sakınmalara rağmen, bilimsel çevreler bile
Tekvin Kitabı'nda anlablanlann altında ilksel bir hakikatin oldu­
ğu yolundaki eski inanç ve inanışlardan, sezgilerden veya belki
de insanoğlu denilen türün genetik hafızasından kaçamıyor.
Ay, Dünya'nın sürekli refakatçisi haline gelmesine rağmen
-çeşitli teorileri birazdan inceleyeceğiz- o da, Dünya gibi, aynı
Güneş Sistemine aittir ve her ikisinin tarihçesi, onun yaratılışına
dek gider. Dünya üstündeki aşınmaya, doğa güçleri kadar onun
üstünde evrimleşen ve bu yarablışın kanıtlannın çoğunu ortadan
kaldıran yaşam da neden olur, gezegeni değiştiren ve yüzünü ye­
nileyen afet benzeri olaydan ise hiç söz etmeyelim. Ama Ay'ın şu
bozulmamış haliyle değişmeden kaldığı varsayılır. Ne rüzgar, ne
atmosfer, ne su ne de diğer aşındıncı kuvvetler vardır. Ay'a bir
göz atmak, Yaratılış'a göz atmakla eşdeğerdir.
İnsanoğlu Ay'a ilk önce çıplak gözle, sonra da Dünya üstün­
deki cihazlarla çağlardan beri bakmaktadır. Uzay çağı, Ay'ı daha
yakından incelemeyi mümkün kıldı. 1959 ve 1969 arasında, bir­
çok Sovyet ve Amerikan insansız uzay aracı, ya çevresinde yö­
rüngeye girerek ya da üstüne konarak Ay'ı inceledi ve fotoğraf-.
ladı. Derken İnsanoğlu 20 Temmuz 1969'da Apollo 1 1'in iniş mo-

120
KOZMiK TOHUM
dekleri ve dev kayaları (Resim D) seçmede ve tarif etmedeki uz­
manlığına paha biçilmezdi. Uzun dönemler boyunca fenomenle­
ri ölçmek ve kaydetmek üzere, Ay' da aygıtlar bırakıldı; Ay yüze­
yinin delinmesiyle derin toprak örnekleri alındı; ama bilimsel açı­
dan en değerli ve ödüllendirici olan Ay'dan Dünya'ya geri geti­
rilen 381 kg Ay taşlan ve toprağıydı. İncelenmeleri ve analiz edil­
meleri, Ay'a ilk inişin yirminci yıldönümünün kutlandığı sıralar­
da hala sürmekteydi.
Ay üstünde "Yarahlış kayalarının" bulunacağı fikri NA­
SA'ya Nobel adayı Harold Urey tarafından önerilmişti. Ay üs­
tünden ilk toplanan sözde Yarahlış kayalarından birinin, Apollo
programı ilerledikçe, en eskisi olmadığı ortaya çıktı. "Sadece" 4,1
milyar yaşındaydı, halbuki Ay'da daha sonra bulunan kayalar
3,3 milyar yıllık "yeni yetmelerden", 4,5 milyar yaşındaki "eski
tüfeklere" kadar değişiklik göstermekteydi. Gelecekte daha yaşlı
kayaların bulunabileceğini akıldan çıkarmayarak şöyle diyebili­
riz: Ay' da bulunan en eski kayalar, onun yaşını; o güne dek an­
cak Dünya'ya çarpan meteoritlerin yaşından çıkarhlabilen Güneş
Sisteminin tahmini yaşından -4,6 milyar yıl- 100 milyon yıl eksik
olarak belirlemiştir.
Ay, ay inişlerinin kesinleştirdiği gibi, Yaratılış'ın Tanığıdır.

Ay'ın yaşının, yaratılışının zamanının belirlenmesi; Ay'ın


nasıl yaratıldığı ile ilgili tartışmaları yoğunlaşhrdı.
James Gleick, The New York Times Bilim Servisi için Haziran
1986'da "Ay'ın kökeninin belirlenmesi ümidi; 1 960'lardaki Apol­
lo projesinin insanlı inişleri için, başlıca bilimsel temeldi." diye
yazmıştı. Ancak bu "Apollo'nun cevaplayamadığı büyük soru"
idi.
Nasıl olur da modem bilim, Güneş Sisteminin böylesine ya­
kınında, böylesine incelenmiş, üstüne altı kez inilmiş bu aşınma­
mış ''Rosetta taşını" okur ve bu temel soruya bir cevap bulamaz­
dı? Bu bulmacanın cevabı, görünen o ki, bulguların bir önyargılı
fikirler takımına uygulanmış olmasıdır; bu fikirlerin hiçbiri de
doğru olmadığından, bulgular soruyu cevaplayamamış gibi gö­
rünmektedir.

1 22
YARATIUŞ'IN TANIGI
Ay'ın kökenine ilişkin ilk bilimsel teorilerden biri, Charles
Darwin'in ikinci oğlu olan Sir George H. Darwin tarafından
1879' da yayınlandı. Babası Dünya üstündeki türlerin kökeni hak­
kındaki teoriyi ortaya koyarken, Sir George, matematik analiz ve
jeofiziksel teoriye dayanan Güneş-Dünya-Ay sistemi için bir kö­
ken teorisi geliştiren ilk kişiydi. Uzmanlık dalı gelgitlerdi; dolayı­
sıyla Ay'ı güneşsel gelgitlerle Dünya'dan çekilen maddeden
oluşmuş biçimde düşünmekteydi. Daha sonralan Pasifik Okya­
nusu'nun, Dünya'nın gövdesinden "çekilip koparhlan" ve Ay
haline gelen bu parçadan kalan yara izi olduğu öne sürüldü.
Britannica Ansiklopedisi'nin bir hayli yumuşakça belirttiği gi­
bi, bu "gerçek olması hiç de muhtemel görülemeyen bir hipotez"
olmasına rağmen, bu fikir yirminci yüzyılda, aysal bulgular tara­
fından kanıtlanan ya da kanıtlanamayan üç münakaşadan biri
olarak yeniden ortaya çıkh. Bir yüksek teknoloji adı verilip Fizyon
Teorisi (ortadan ikiye ayrılma teorisi} denerek, bir farklılıkla yeni­
den canlandırıldı. Yeniden inşa edilen teoride, Güneş'in gelgit çe­
kişi ile ilgili safiyane fikir bırakıldı; onun yerine Dünya'nın olu­
şumu sırasında çok hızlı dönerken iki cisim halinde ayrıldığı öne­
rildi. Dönüş öylesine hızlıydı ki,, oluşmakta olan Dünya'dan ko­
pan bir madde parçası, Dünya maddesinin cüssesinin uzağında
katılaşarak birleşti ve en sonunda kalıcı uydusu olarak büyük
ikiz kardeşinin çevresinde yörüngede kaldı (Şekil 39).
"Kopan parça" teorisi, ister ilk halinde ister yenilenmiş ha­
linde olsun, çeşitli disiplinlerden bilimciler tarafından reddedil­
di. Yaşamın Kökeni hakkındaki üçüncü konferansta (1970'te Ca­
lifomia/Pacific Palisades'te yapıldı) sunulan çalışmalar; fizyo­
nun nedeni olarak gelgit gücünün; beş Dünya yapıçapı bir uzak­
lığın ötesinde Ay'ın kökeni için izah olamayacağını kesinleştirdi;
halbuki Ay, yaklaşık 60 Dünya yançapı kadar uzaktadır. Aynca
bilimciler Kurt S. Hansen'in 1982'deki bir çalışmasının [Review of
Geophysics and Space Physics (Jeofizik ve Uzay Fiziği dergisi), cilt
20) Ay'ın Dünya'ya asla 224.000 krn'den fazla yaklaşamayacağı­
nı kesin şekilde gösterdiğini düşünmekteydiler; bu da, Ay'ın bir
zamanlar Dünya'run parçası olabileceğini söyleyen herhangi bir
teoriyi geçersiz kılardı (Ay'ın Dünya'dan ortalama uzaklığı şim-

123
KOZMİK TOHUM

Şekil 39

di 384.000 km'dir ama bu uzaklık sabit değildir).


Fizyon Teorisi'ni önerenler, Roche limiti denilen (gelgit güç­
lerinin kütle çekim güçlerinin üstesinden geldiği mesafe) kavram
tarafından daha da kısıtlanan uzaklık sorununun üstesinden ge­
lebilmek için çeşitli varyantlar önerdiler. Ama fizyon teorisinin
rum varyantlan, enerjinin korunumu kanununu ihlal etmesi ne­
deniyle reddedilmişlerdi. Teori, Dünya ve Ay'ı kendi eksenleri
ve Güneş çevresinde döndürmek için var olan enerjide korun­
muş olandan daha fazla açısal momentum gerektirmekteydi.
Harvard-Smithsonian Gökfizik Merkezinden John A. Wood, Ori­
gin of the Moon (Ay'ın Kökeni) (1986) adlı kitapta yer alan ''Dün­
ya'nın Ay'ının Biçimlenmesi Hipotezlerine Bir Bakış" adlı maka­
lesinde bu kısıtlamayı şöyle özetlemekteydi: ''Fizyon modelinin
çok ciddi dinamik sorunlan var: Fizyonun, yani ikiye aynlmanın
oluşması için Dünya; Dünya-Ay sisteminin şu an sahip olduğun­
d�n dört kat fazla açısal momentuma sahip olmalıydı. Dünya'nın

124
YARATIUŞ'IN TANIGI
ille başta böylesi aşın bir açısal momentuma neden sahip olduğu­
nun ve bu fazla açısal momentumun fizyon gerçekleştikten son­
ra nereye gittiğinin iyi bir açıklaması yoktur."
Apollo programından Ay hakkında öğrenilen bilgiler, fiz­
yon teorisini reddeden bilimciler kuyruğuna jeologları ve kimya­
cıları da ekledi. Ay'ın bileşimi birçok açıdan Dünya'yı andırmak­
tayken, bazı ana noktalarda farklıydı. Çok yakın akraba oldukla­
rını belirtecek kadar "yakınlık" ama ikiz kardeşler olmadıklanru
gösterecek kadar da farklılık vardır. Bu durum, fizyon teorisine
göre Ay'ın ondan oluşmuş olması gereken Dünya kabuğu ve
mantosu açısından bilhassa geçerliydi. Örneğin, Ay "siderofil"
denilen tungsten, fosfor, kobalt, molibendwn ve nikel gibi el�
mentlere, Dünya kabuğunda ve mantosunda bulunana kıyasla
çok az sahipken; alüminyum, kalsiyum, titanyum ve uranyum gi­
bi "yansıhcı" elementlere de çok fazla sahiptir. Çeşitli bulguların
son derece teknik bir özetinde ("Ay'ın Kökeni", American Scienti­
st, Eylül-Ekim 1975) Stuart R. Taylor şöyle diyor: "Tüm bu neden­
lerden dolayı, Ay'ın cüssesinin bileşimini, yeryüzü kabuğunun
bileşimini eşleştirmek güçtür."
Giriş ve (yukarıda sözü edilen J. A. Wood'un makalesi gibi)
özetler dışında, Origins of the Moon; Ekim 1984'te Kona/Hawa­
ii' de düzenlenen Ay'ın Kökeni Konferansında albnış iki bilimci
tarafından sunulan makalelerden derlenmişti; bu, yirmi yıl önce
yapılan ve insanlı ve insansız Ay sondalarının bilimsel amaçları­
nı belirleyen konferanstan bu yana en kapsamlısıydı. Katkıda bu­
lunan bilimciler, soruna çeşitli disiplinlerin bakış açısıyla yakla­
şan makalelerinde, aynı şekilde fizyon teorisine karşı sonuçlar çı­
karmışlardı. Dünya'nın üst kabuğunun bileşimi ile Ay'ınkinin kı­
yaslanması, Arizona Üniversitesinden Michael J. Drake'in de �
lirttiği gibi Rotasyonel Fizyon hipotezini "şiddetle dışlamaktay­
dı".
Açısal momentum kanunlarına ek olarak Ay'a inişlerden
sonra Ay'ın Dünya kabuğunun bileşimi ile kıyaslanması; ikinci
favori teori olan Yakalanma teorisini de dışlamaktaydı. Bu teoriye
göre, Ay; Dünya yakınında değil de dış gezegenler veya hatta on­
ların da ötesinde oluşmuştu. Bir biçimde Güneş çevresinde elip-

125
KOZMiK TOHUM
tik bir yörüngeye fırlatılan Ay, Dünya' ya çok yaklaşhğında, Dün­
ya'run kütle çekimine yakalanmış ve Dünya'nın uydusu haline
gelmişti.
Bu teori, birçok bilgisayar çalışmasından sonra belirtildiği
gibi, Ay'ın Dünya'ya doAru son derece yavaş yaklaşmasını ge­
rektirmekteydi. Mars veya Venüs çevresinde yakalansın ve yö­
rüngede kalsın diye fırlattığımız uydulardan pek de farklı olma­
yan bu yakalanma süreci, Dünya ve Ay'ın göreceli boyutlarını
dikkate almada başarısız olmuştur. Dünya'ya göre .Ay (Dünya
kütlesinin yaklaşık sekizde biridir) çok yavaş hareket ebnedikçe
geniş bir eliptik yörüngeden çekilip alınamayacak kadar büyük­
tür; ama zaten, tüm hesaplamaların da gösterdiği gibi, sonuç ya­
kalanma değil bir çarpışma olurdu. Bu teori, iki gök cisminin bi­
leşimlerinin kıyaslanması ile bir kenara bırakıldı: Ay, Dünya'ya
çok benziyor ama Dünya'dan çok uzakta doğan dıştaki gök ci­
simlerine hiç benzemiyordu.
Yakalanma Teorisi'nin enine boyuna incelenmesi şunu
önermekteydi: Ay, Dünya'ya uzaklardan gelerek değil ancak
Dünya'nın da oluştuğu aynı göksel bölgeden yaklaşırsa tek par­
ça kalabilirdi. Bu çıkanın, -yakalanma teorisini önerenlerden biri
olan- Goerge Mason Üniversitesinden S. Fred Singer tarafından
bile, yukarıda sözü edilen konferans sırasında sunduğu makale­
de ("Ay'ın Yakalanma Yoluyla Kökeni") kabul edilmekteydi.
"Düzensiz, güneş merkezli bir yörüngeden yakalanma; ihtimal
dahilinde olmayıp, şart da değildir" diyordu; Ay'ın bileşiminde­
ki gariplikler "Ay'ın Dünya benzeri bir yörüngede olmasıyla
açıklanabilir"di: Ay, Dünya yakınlarında oluşmaktayken "yaka­
lanmışh".
Fizyon ve yakalanma teorilerini öne sürenlerin söyledikleri,
daha önceleri geçerli olan üçüncü ana teoriye, yani Ortak Doğum
teorisine destek vermişti. Bu teorinin kökeni; Güneş Sisteminin
zaman içinde Güneş ve gezegenleri oluşturacak biçimde katıla­
şan bir gaz nebulasından doğduğunu söyleyen Pierre-Simon de
Laplace'ın on sekizinci yüzyılda önerdiği hipoteze dayanmaktay­
dı; bu, modem bilim tarafından korunan bir hipotezdi. Aysal hız­
lanmaların Dünya'nın yörüngesindeki düzensizliklere bağlı ol-

126
YARATIUŞ'IN TANIGI
duğunu gösteren Laplace iki cismin yan yana, önce Dünya'nın ve
sonra Ay'ın oluştuğu sonucuna varmışh. Dünya ve Ay kız kar­
deştir, ikili veya iki gezegenli sistemde ortakhr, birbirlerinin çev­
resinde "dans ederken" birlikte Güneş çevresinde dönmektedir­
ler, diye önermişti.
Doğal uydulann ya da aylann, ana gezegen ile aynı ilksel
maddenin kalınhlanndan kahlaşarak biçimlendiği; gezegenlerin
aylannı nasıl edindikleriyle ilgili arhk genel olarak kabul edilen
teoridir ve Dünya ve Ay'a da uygulanmalıdır. Pioneer ve Voya­
ger uzay araçları tarafından bulunduğu gibi, dış gezegenlerin
-öyle ya da böyle, kendi "ana" gezegenleriyle aynı ilksel madde­
den biçimlenmiş olması gereken- aylan, ana gezegenlerine yete­
rince behzerdir ve aynı zamanda bpkı "çocuklar" gibi kendileri­
ne has bireysel özelliklere de sahiptirler; bu durum, Dünya ve Ay
arasındaki temel benzerlikler ve yeterli farklılıklar için de geçer­
lidir.
Bilimcilerin, Dünya ve Ay'a uygulandığında bu teoriyi yine
de reddetmelerine yol açan şey; onlann göreceli boyutlandır. Ay,
Dünya için fazla büyüktür; sadece kütlesinin sekizde biri olmak­
la kalmayıp aynca çapının dörtte biridir. Bu ilişki, Güneş Sistemi­
nin diğer yerlerinde bulunanlara göre tamamen kural dışıdır.
Her bir gezegenin tüm aylannın kütlesi (Plüton hariç), gezegenin
kütlesine oranla verildiğinde, sonuçlar şöyledir:

Merkür 0,0 (ay yok)


Venüs 0,0 (ay yok)
DÜNYA 0,0122
Mars 0,00002 000 (2 asteroit)
Jüpiter 0,0002 1
Satürn 0,00025
Uranüs 0,0001 7
Neptün 0,00130

Her bir gezegenin en büyük ayının boyutlannı, Dünya'ya


göre Ay'ın boyutlanyla karşılaşhrmak (Şekil 40) anormalliği
açıkça göstermektedir. Bu oranhsızlığın bir sonucu; bileşik Dün-

127
KOZMİK TOHUM

DUnya·ya oranla Ay

8 JiJpıter'e oranla Gaııymede

• Satürn'e oranla Tilan

e Uranüs'e oranla Tıtania

e Nepıün'e oranla Trııon

Şekil 40

ya-Ay sisteminde İkili Gezegen hipotezini desteklemek için gere­


ğinden fazla açısal momentum olmasıdır.
Üç temel teorinin de gerekli kriterlerin bazılarını karşılaya­
maması karşısında insan düşünmeden edemiyor; nasıl oldu da
Dünya bir uydu sahibi oldu ... Böyle bir çıkarım, aslında bazıları­
nı hiç rahatsız etmemektedir; bir karasal gezegenin (Dünya hariç)
uydusu olmadığı gerçeğini işaret ederler; Mars çevresinde dola­
nan iki küçük cismin yakalanmış asteroitler olduğunu herkes ka­
bul etmektedir. Eğer Güneş Sistemindeki koşullar, Güneş ve
Mars (dahil) arasın<lflki gezegenlerin hiçbirinin ele alınan metot­
lardan -Fizyon, Yakalanma, Ortak Doğum- biriyle uydu elde edi­
nebilecekleri türden değilse; bu aysız bölge içinde olduğuna gö­
re Dünya da aysız olmak zorunda olmaz mıydı? Ama gerçek şu
ki, bildiğimiz ve bildiğimiz yerindeki Dünya bir aya sahiptir ve bu,
(oranlı açısından) tekmeleyip dışarı ahlamayacak kadar büyük­
tür. Öyleyse, açıklaması nedir?
Apollo programının bir başka bulgusu da ortak doğum teori­
sinin önünde dikilmektedir. Ay'ın yüzeyi kadar mineral içeriği de,
Ay'ın iç kısmının kısmen erimesiyle yaratılan bir "magma okya­
nusu"nu önermektedir. Bunun için, magmayı eritecek kadar yük-

128
YARATIUŞ'IN TANIGI
sek bir ısı kaynağı gerekir. Böylesi ısı ancak afet veya katastrofik
olayların sonucudur; ortak doğum senaryosunda ise böyle ısılar
üretilmemiştir. Peki, magma okyanusunu ve Ay üstünde afetsel
bir ısınmanın olduğunu gösteren kanıtlarını nasıl açıklarız?
Ay'ın doğru miktarda açısal momentum ve afetsel ısı üreten
bir olayla doğmuş olması gereği; Büyük Darbe Teorisi adı verilen
Apollo programı sonrası bir teoriye yol açh. Bu teori, Tusc­
on/ Arizona'daki Gezegen Bilimleri Enstitüsünden jeokimyacı
William Hartmann ve meslektaşı Donald R. Davis'in 1975'te,
Ay'ın yarahlmasında çarpışmaların ve darbelerin rol oynadığı
("Uydu Boyutlu Küçük Gezegenler ve Aysal Köken", lcarus, cilt
24) yolundaki önerilerinden geliştirilmişti. Hesaplamalarına gö­
re, gezegenlerin küçük ve büyük asteroitler tarafından bomba­
lanma oranı, gezegen oluşumunun son safhalarında, şimdikin­
den daha büyüktü; asteroitlerin bazıları çarphkları gezegenden
parçalar kopartacak kadar büyüktü; söz konusu Dünya olunca,
parçalanarak kopan kısım Ay haline gelmişti.
Bu fikir Harvard'dan Alastair G. W. Cameron ve Caltech'ten
William R. Ward adlı iki gökfizikçi tarafından ele alındı. "Ay'ın
Kökeni" adlı çalışmaları (Lunar Sdence, cilt 7, 1976) Güneş Siste­
minin dış kısmından gelen, rotası Güneş'e doğru olan, Dünya'ya
saatte 40.000 km hızla yaklaşan gezegen boyutunda -en azından
Mars gezegeni kadar büyük- bir cisim tahayyül eder; ancak, şe­
killenen yörüngesinde olan Dünya, yolun ortasında durmaktay­
dı. Sonuçta "uçuran darbe" (Şekil 41) Dünya'yı hafifçe yana kay-

Şekil 41

1 29
KOZMiK TOHUM
dırdı ve (şu an 23,5 derece olan) ekliptik eğimini verdi; aynca her
· iki cismin de dış katmanlarını eritti, Dünya'run yörüngesi çevre­
sine buharlaşmış kayalar fışkırmasına sebep oldu. Ay'ın oluşma­
sına yetecek olanın iki kah malzeme, süprüntüyü Dünya'dan
uz.aklaşhran yayılan buhann gücüyle fışkırdı. Fışkıran bu malze­
menin bir kısmı Dünya'ya geri düştü ama en sonunda soğuyup
kahlaşarak Ay haline gelecek kadan kaldı.
Bu Çarpışma-Fışkırma teorisinin ortaya çıkardığı çeşitli so­
runlar yaz.arlan tarafından düzeltildi; aynca diğer bilimsel ekip­
ler (önde gelenleri Caltech'ten A. C. Thompson ve D. Stevenson,
Sandia Ulusal Laboratuvarlarından H. J. Melosh ve M. Kipp, Los
Alamos Ulusal Laboratuvarından W. Benz ve W. L. Slattery) bil­
gisayar simülasyonlanyla bunu test ettikçe değişikliğe de uğradı.
Bu senaryoya göre (Şekil 42, toplam 18 dakika süren simü­
lasyonun sıralanışını göstermektedir) darbe, her iki cismin erime­
sine sebep olan muazzam (belki de 6649°C) ısıyla sonuçlanmışh.
Darbecinin cüssesi, eriyen Dünya'nın ortasına batlı; her iki cis­
min bir kısmı buharlaşh ve dışanya fırladı. Soğurken, Dünya dar­
becinin demir açısından zengin cüssesini çekirdeğinde yeniden
biçimlendirdi. Dışan fışkıran malzemenin bir kısmı Dünya'ya ge­
ri düştü;_ çoğu darbecinin olan geri kalanı ise uz.akta soğudu ve
kahlaşh: şimdi Dünya çevresinde dönen Ay haline geldi.
Orijinal Büyük Darbe hipotezinden bir başka büyük sapış;
kimyasal bileşimler baskısını çözmek üzere, darbecinin, Güneş
Sisteminin dış bölgelerinden değil de Dünya ile aynı göks�l böl­
geden gelmesi gerektiğinin farkına varılmasıydı. Ama öyleyse,
buharlaşhncı darbe için ihtiyacı olan muazzam momentumu ne­
rede ve nasıl elde etmişti?
Aynca, Cameron'un bizzat Hawaii konferansındaki sunu­
şunda kabul ettiği gibi, akla yatkınlık sorunu vardı. "Gezegen sis­
temi dışından, yaklaşık Mars boyutunda veya daha büyük boyut­
ta bir cismin, öne sürdüğümüz çarpışmaya kahlabilmek için uy­
gun zamanda iç güneş sisteminde dolanmakta olması akla yatkın
mıdır?" diye sormuştu. Gezegenler oluştuktan 100 milyon yıl
sonra, yeni doğmuş Güneş Sistemi içinde yeterince gezegensel
düzensizlik olduğunu ve büyük bir darbeci ve öne sürülen çar-

130
KOZMiK TOHUM
rak düzeltilmiş versiyonunun akla yatkınlığını destekliyordu
ama sonuçta ortaya çıkan muazzam ısı sorunu kalmışh. Wetherill
"Böylesi bir darbenin ısısı, her iki cismi de eritmeliydi." diye so­
nuca varmışh. Bu ise a) Dünya'nın demir çekirdeğine nasıl sahip
olduğunu, ve b) Ay'ın erimiş magma okyanuslarını nasıl elde et­
tiğini açıklayabilir gibi görünmekteydi.
Bu son versiyon da cevaplanamamış birçok kısıtlama içer­
mesine karşın, 1984 yılı Ay'ın Kökeni konferansının birçok kah­
lımcısı, konferans sona erdiğinde, çarpışma-fışkırma teorisini ba­
şı çeken öneri olarak kabul etmeye hazırdı; doğruluğuna ikna ol­
duklanndan değil, çaresizlikten. Wood, özette şöyle yazar: "Bu­
nun meydana gelmesinin nedeni, birkaç bağımsız araşhrmacının
ay bilimcileri tarafından (en azından şuuralh seviyede) kabul edi­
len ortak doğum modelinin Dünya-Ay sisteminin açısal momen­
tum içeriğini izah etmediğini göstermiş olmasıdır." Aslında, kon­
feranstaki bazı katılımcılar, bizzat Wood da dahil, yeni teoride
var olan zorlayıcı sorunlan görmüşlerdi. Wood'un işaret ettiği gi­
bi "Demir, aslında kolayca buharlaşabilir; sodyum ve su gibi di­
ğer buharlaşıcılarla aynı kaderi paylaşmalıydı."; başka bir deyiş­
le, teorinin öne sürdüğü gibi hiç hasar görmeden Dünya'nın çe­
kirdeğine batmazdı. Eğer Dünya erimiş olsaydı, Dünya kabu­
ğundaki demir bolluğu bir yana, su bolluğundan bile söz edile­
mezdi.
Büyük darbe hipotezinin her bir varyanb, Dünya'nın toptan
erimesini içerdiğinden, böyle bir erimenin başka kanıtlan da ge­
rekliydi. Ama 1988 yılında Berkeley/ Califomia'da düzenlenen
Dünya'nın Kökeni Konferansında yoğun bir şekilde bildirildiği
gibi, böyle kanıtlar mevcut değildir. Eğer Dünya eriyip yeniden
kahlaşhysa, kayalarındaki çeşitli elementler şu an olduklarından
daha farklı biçimde kristalleşmiş olur ve belirli oranlarda yeni­
den ortaya çıkarlardı; ama durum böyle değildir. Bir başka sonuç
ise, en ilkel meteoritlerde de bulunan Dünya' daki en ilksel mad­
de olan kondrit maddesinin tahrif oluşu olurdu ama böyle bir
tahrifat bulunmamışbr. Avustralya Ulusal Üriiversitesinden A. E.
Ringwood bu testleri; bir erime sonrasında Dünya'nın ilk kabu­
ğunda biçimlenmiş olan bir düzine elemente kadcir genişletti ama

132
YARATIUŞ'IN TANICI
önemli derecede böylesi bir değişme bulunamadı. Bu bulguların
Science dergisinde yayınlanan bir gözden geçirilişinde (17 Mart
1989), 1988'deki konferansta jeokimyaaların "dev bir darbe ve
sonucunda Dünya'run kaçınılmaz olarak erimesinin, jeoki.mya­
nın bildikleriyle hiç örtüşmediğinde hemfikir olduktan" belirtil­
mekteydi. "Özellikle de mantonun ilk birkaç yüz kilometresinin
bileşimi, hiçbir zaman tamamen erimediğini ima etmektedir."
Science dergisindeki yazarlar şu sonuca varmışlardı: "Jeokimya,
bu nedenle ayın kökenini dev darbeyle açıklayan teorinin karşı­
sında potansiyel bir engel olarak durmaktadır." "Bilim ve Tekno­
loji" de (The Economist, 22 Temmuz 1989) benzer şekilde çeşitli ça­
lışmaların jeoki.myaalan "darbe hikAyesi konusunda eleştirel ol­
maya" yönelttiği bildirildi.
Önceki teoriler gibi Büyük Darbe teorisi de bazı kısıtları kar­
şılarken bazılannı karşılamakta başansız oldu. Yine de insan sor­
madan edemiyor: Bu darbe-erime teorisi Dünya'ya uygulandı­
ğında sorunlar çıkartıyorsa, en azından Ay'da kanıtlanmış olan
erime sorununu çözmesi gerekmez miydi?
Anlaşıldı ki, çözemiyordu. Termal incelemeler, Ay'ın ger­
çekten de büyük bir erime geçirdiğini belirtmektedir. 1984 yılın­
daki Ay'ın Kökeni konferansında NASA Johnson Uzay Merke­
zinden Alan B. Binder, "Belirtiler, Ay'ın eski tarihinde büyük öl­
çüde ya da tamamen erimiş olduğu yolundadır." demişti. Diğer
bilimciler "eskiden, başlangıçta değil" diye karşı çıkblar. Bu
önemli fark, hem Ay kabuğundaki gerilimlerle ilgili (Massachu­
setts Teknoloji Enstitüsünden Sean C. Solomon'un) çalışmalara,
hem de Comell Üniversitesinden D. L.Turcotte ve L. H. Kellog ta­
rafından izotop oranlannm (aynı elementin atom çekirdekleri,
farklı sayıda nötron içerdiklerinden farklı kütlelere sahip olduğu
durum) incelenmesine dayanmaktadır. Bu çalışmalar, 1984 kon­
feransında denildiğine göre "Ay için nispeten serin (soğuk) bir
kökeni desteklemekteydi."
Peki, o zaman Ay'daki erimenin kanıtlan ne olacak? Bunla­
nn oluştuğu konusunda hiç şüphe yoktur; bazılarının çapı yüz­
lerce mil olan dev kraterler, herkesin görebildiği şeylerin sessiz
tanıklandır. Artık bilinmektedir ki denizler, su kitleleri değil Ay

133
KOZMiK TOHUM
yüzeyinin muazz.am darbelerle düzleşmiş alanlarıdır. Magma
okyanusları vardır. Yüzeyin yüksek hızlı darbelerle (ısınl!llŞ lav
kaynağından farklı olarak) şok erimesinden kaynaklanan Ay yü­
zeyindeki taneciklerde ve kayalarda kaynamış camsı maddeler
ve cam vardır. Yaşamın Kökeni hakkındaki üçüncü konferansta
tam bir gün "Ay'daki Camlar" konusuna aynlmışb, konu bu ka­
dar önemliydi. NASA ve Caltech'ten Eugene Shoemaker, Ay'da
böyle "şok vitrifiye" camlar ve diğer erimiş kaya tipleriyle ilgili
kanıtların bol olduğunu bildirmişti; camsı küreciklerde ve bon­
cuklarda nikelin varlığı, darbecinin Ay' dan daha farklı bileşimde
olduğunu önermekteydi çünki Ay'ın kendi kayalarında nikel bu­
lunmuyordu.
Yüzey erimesine neden olan tüın bu darbeler ne z.aman
meydana gelmişti? Bulguların gösterdiğine göre, Ay oluştuğun­
da değil, 500 milyon sonra. NASA bilimcileri 1972 yılındaki kon­
feransta şöyle bildirmişlerdi: "Ancak o zaman Ay, sarsınblı bir
evrimden geçti. En afet dolu dönem 4 milyar yıl önceydi; büyük
şehirler ve küçük ülkeler boyutlarında gök cisimleri Ay'a çarpb­
lar ve onun büyük havz.alarını ve yüksek dağlarını oluşturdular.
Çarpışmalardan kalan büyük miktarda radyoaktif mineraller yü­
zey alhndaki kayaları ısıtmaya başladılar ve büyük bölümünü
eriterek lav denizlerini yüzeyd�ki çatlaklardan yukarı çıkmaya
zorladılar... Apollo 15, Tsiolovsky kraterinde, Dünya'daki her­
hangi bir toprak kaymasının alb kah büyüklüğünde toprak kay­
maları olduğunu buldu. Apollo 1 6, Nektar Denizini yaratan çar­
pışmanın 1600 km uz.ağa dek süprüntü biriktirdiğini bı,ıldu.
Apollo 17, Dünya'dakinden sekiz kez daha yüksek bir uçurumun
yanına indi.
Ay'daki en yaşlı kayaların 4,25 milyar yaşında olduğu he­
saplandı; toprak parçacıkları 4,6 milyar yaşını göstermekteydi.
Geri getirilen kayaları ve toprağı inceleyen bin beş yüz kadar bi­
limcinin hepsi, Ay'ın yaşının Güneş Sisteminin ilk şeklini aldığı
z.amanlara dek gittiğinde hemfikirdi. Ama derken, 4 milyar yıl
önce bir şey olmuştu. William Hartmann, Scientific American'daki
(Ocak 1977) "Güneş Sisteminde Kraterleşme" adlı makalesinde,
"Çeşitli Apollo analizcileri, ay taşı örneklerinin birçoğunun yaşı-

134
YARATIUŞ'IN TANICI
nın dört milyanncı yılda oldukça kesin bir şekilde kesildiğini bul­
muşlardır; daha yaşlı kayalardan pek azı hayatta kalabilmiştir."
diyordu. Yoğun darbelerle biçimlenen camlan içeren kaya ve
toprak örnekleri 3,9 milyar kadar yaşlıydı. Caltech'ten Gerald J.
Wasserbug, son Apollo uçuşu arifesinde ''Yaygın bir afet döne­
minin yoğun bombardımanının yaşlı kayaları ve gezegenlerin
yüzeyini tahrip ettiğini biliyoruz." demişti; o zaman açıklanma­
dan kalan tek soru şudur: "Ay'ın 4,6 milyar yıl önceki kökeni ile
4 milyar yıl önce felaket meydana geldiği zaman arasında ne ol­
du?"
Demek ki astronot David Scott tarafından bulunan ve ''Ya­
rablış Taşı" denilen taş, Ay oluştuğunda oluşmamışb; aslında
yaklaşık 600 milyon yıl sonraki katastrofik bir olayın sonucunda
oluşmuştu. Yine de adı pek uygundu; çünki Tekvin'deki hikaye
Güneş Sisteminin 4,6 milyar yıl önceki ilksel biçimlenişiyle değil,
yaklaşık 4 milyar yıl önce Nibiru/Marduk ile Tiamat arasındaki
Göksel Savaş'la ilgilidir.

Ay'ın kökenine ilişkin bugüne dek önerilen tüın teorilerden


hoşnut olmayan bazı kişiler, teorileri çeşitli kısıtlar ve kriterlere
göre derecelendirerek en iyisini seçmeye kalkıştılar. Arizona Üni­
versitesi Ay ve Gezegen U.boratuvanndan Michael J. Drake tara­
fından hazırlanan "Hakikat H.blosu", Ortak Doğum teorisini di­
ğerlerinin önüne geçirmişti. John A. Wood'ın analizinde ise bu te­
ori, Dünya-Ay açısal momentumu ve Ay'daki erime dışında tüm
kriterleri karşılamaktaydı; bunun dışında diğerlerinden daha
iyiydi. Oybirliği yine, Dev Darbe ve Fizyon teorilerinden birkaç
şeyi ödünç almış olan Ortak Doğum teorisinde odaklanmışh.
1984 konferansında Camegie Enstitüsünden A. P. Boss ve Cali­
fomia Üniversitesinden S. J. Peale tarafından önerilen teoriye gö­
re, Ay gerçekten de Dünya ile aynı ilksel maddeden ortak do­
ğumla oluşmuş ama ortak doğumun oluştuğu gaz bulutu, bazen
şekillenmiş Ay'dan parçalanan bazen de onun kütlesine yabancı
malzeme ekleyen küçük gezegenlerin bombardımanına maruz
kalmış (Şekil 43). Net sonuç ise, yeryüzünü çevreleyen bu halka
içinde biçimlenen diğer aycıklan çeken ve özümseyen, gittikçe

135
KOZMİK TOHUM

Şekil 43

büyüyen bir Ay idi: Dünya'ya hem yakın hem de ondan bir bakı­
ma farklı olan bir Ay.
Teoriden teoriye savrulan modem bilim arhk Ay'ımızın kö­
keni teorisi olarak, dış gezegenlere kendi çoklu ay sistemlerini
veren işlemin aynısını kucaklamaktadır. Hala üstesinden gelin­
mesi gereken engel ise, fazla küçük bir Dünya'nın daha küçük
birsürü ay yerine, niçin tek ve fazla büyük bir Ay ile ortaya çık­
hğıdır.
Cevap için, Sümer kozmogonisine geri dönmemiz gerekir.
Modem bilime sunduğu ilk yardım, Ay'ın Dünya'nın değil, on­
dan daha büyük olan Tiamat'ın uydusu olarak ortaya çıkhğını
ileri sürmesidir. O zamanlar, yani Bah medeniyeti Jüpiter, Sa­
türn, Uranüs ve Neptün'ü çevreleyen ay sürülerini keşfetmeden
binlerce yıl önce, Sümerliler Tiamat'a ''hepsi on bir tane" olan bir
uydu sürüsü atfetmişlerdi. Tiamat'ı, onu bir dış gezegen olarak
niteleyecek biçimde Mars'ın ötesine yerleştirmişlerdi; onun edin­
diği "göksel güruh" ise diğer dış gezegenlerinkinden pek farklı
olmayan bir yolla edinilmişti.
En son bilimsel teorileri Sümer kozmogonisi ile kıyasladığı­
mızda görüyoruz ki, modem bilimciler Sümer bilgi bütününde bu-

136
YARATIUŞ'IN TANIGI
lunan fikirlerin aynısını kabul etmeye başlamakla kalmayıp Sümer
metinlerini taklit eden bir terminoloji bile kullanmaktadırlar...
Tıpkı en son modem teoriler gibi Sümer kozmogonisi de ge­
zegenciklerin ve ortaya çıkan kütle çekim güçlerinin gezegenler
arası dengeyi bozduğu ve bazen aylann oransız büyümesine yol
açbğı eski, düzensiz bir Güneş Sistemi sahnesini tarif etmektedir.
12. Gezegen'de, göksel şartlan şu şekilde tarif etmiştim: "Geze­
genlerin doğumuyla ilgili muhteşem dramanın sona ermesiyle,
Yaratılış destanının yazarlan fl.rtık ikinci perdeyi, göksel bir kar­
maşa dramını göstermek üzere açarlar. Yeni yaratılan gezegen ai­
leleri, dengeli olmaktan �ok uzakbr. Gezegenler birbirlerini çek­
mekte, Tiamat'ı sıkışhrmakta, ilksel cisimleri rahatsız etmekte ve
tehlikeye sokmaktadırlar." Enuma eliş'in şairane sözleri ile:

İlahi biraderler birleşip gruplaştılar;


İleri geri gidip gelirken Tiamat'ı rahatsız ettiler.
Göklerdeki meskenlerindeki yaramazlıklarıyla
Tiamat'ın göbeğini karışhnyorlardı
Apsu [Güneş] şamatalannı azaltamıyordu;
Tiamat onlann yaphklan karşısında sessizdi,
·

Yaptıl<lan tiksindiriciydi...
Sıkınblı yollanyla zorba tavırlıydılar.

12. Gezegen'de "Burada düzensiz yörüngelere yapılan gön­


dermeler var." diye yazmışım. Yeni gezegenler "ileri geri gidip
gelirler"; birbirlerine çok yaklaşırlar ("birleşip gruplaşırlar"); Ti­
amat'ın yörüngesine müdahale ederler, onun "göbeğine" fazla
yaklaşırlar; "yollan" ortalık karışhncıdır; kütle çekimleri "aşın­
dır'', diğerlerinin yörüngelerine karşı saygısızdırlar.
Yavaşça soğuyan ve sıcak ilksel buluttan tedricen şimdiki
biçimine doğru donan bir Güneş Sistemi kavramını terk eden bi­
limsel fikir, şimdi de tam tersi yöne savrulmuştur. Richard A.
Kerr, Science'ta ("Araşhrma Haberleri", 14 Nisan 1989) şöyle yaz­
mışh: "Daha hızlı bilgisayarlar göksel mekanikçilerin gezegenle­
rin davranışlanna daha uzun süre bakmalannı sağladıkça, her
yerde kaos ortaya çıkıyor." Massachusetts Teknoloji Enstitüsün-

137
KOZMiK TOHUM
den Gerald J. Sussman ve Jack Wisdom'un yaphğı gibi bilgisayar
simülasyonlarıyla geriye gidilen ve "Uranüs ile Neptün arasında
uz.anan birçok yörüngenin kaotik hale geldiğini", "P.üton'un yö­
rüngesel davranışının kaotik ve tahmin edilemez hale geldiğini"
keşfeden birçok çalışmadan da söz ediyordu. Paris Boylam Da­
irt!Sinden J. Laskar tüın Güneş Sistemi boyunca başlangıçta, "ama
özellikle Dünya dahil iç gezegenler arasında" kaos olduğunu
buldu.
Beş yüz kadar küçük gezegenin çoklu çarpışmaları hakkın­
daki hesaplamalarını güncelleştiren George Wetherill (Science, 17
Mayıs 1985), karasal gezegenler bölgesiıtdeki işlemi, "deneme ge­
zegenleri" oluşturmak üzere çarpışan "çokça kız kardeş ve erkek
kardeş" in ortaya çıkışı olarak tarif etmişti. Birbirine çarparak, kı­
rılarak, diğerlerinin maddelerini yakalayarak, ta ki bazıları büyü­
yene ve karasal gezegenler haline gelene dek birleşerek büyüme­
nin, Güneş Sisteminin ilk yüz milyon yılı boyunca süren "kraliyet
savaşı"ndan hiçbir eksiğinin olmadığını söylemişti.
Saygın bilimcirun sözleri, şaşırhcı derecede Enuma eliş'in
sözlerine benziyor. Wetherill etrafta dolanan, birbiri ile çarpışan,
birbirlerinin yörüngelerini ve bizza t mevcudiyetlerini etkileyen
"çokça kız kardeş ve erkek kardeş"ten söz ediyor. Kadim metin
ise bizzat Tiam�t'ın bulunduğu yerdeki göklerde, "göbeğinin"
yakınını "rahatsız eden", "belalı", "ileri geri gidip gelen" "ilahi
kardeşler"den söz eder. Wetherill bu ''kız kardeşler ve erkek kar­
deşler'' arasındaki çalışmayı ''kraliyet savaşı" diye adlandırır. Sü­
mer anlahmı da neler olduğunu anlatmak için aynı kelimeyi, "sa­
vaş" .kelimesini kullanır ve her zaman için Yarahlış'ın olaylarını
Göksel Savaş olarak kaydetmiştir.
Kadim metinlerde okuruz ki, göksel rahatsızlıklar arhkça
Tiamat kendisine doğru gelen göksel "kardeşleri" ile "savaş yap­
maları" için kendi "ordusu"nu vücuda getirir:

Bir Meclis oluşturdu,


ve öfkeden ateş saçıyor...
bir türden on bir tane doğurdu...

138
YARATIUŞ'IN TANIGI
Tiamat'ın yanı sıra yürüdüler;
Öfkeliydiler, gece gündüz demeden plan yaptılar.
Çarı'ışmaya hazırlandılar, öfkeden soluyorlardı;
Biraraya geldiler, çabşmaya hazırdılar.

Modem gökbilimciler Ay'ın oranbsal büyüklüğünden nasıl


rahatsız oluyorlarsa, Enuma eliş'in yazarları da öyleydi. Sözü di­
ğer gezegenlerin ağzından söyletip, baş şikayetleri olarak ''Kin­
gu"nun gittikçe büyüyen boyutlarına ve rahatsız edici cüssesine
işaret ediyorlardı:

Meclisini oluşturan tanrılar arasında,


Kingu'yu yüceltti, ilk doğanı.
Aralarında onu büyüle yaph,
Savaşın baş komutasını
Çatışma için silahlan kaldırmayı
Çarpışma için önde gitmeyi;
Bunlan Kingu'nun ellerine bırakh.
Onu ordusundan kılarken,
"Senin için bir büyü savurdum" dedi ona;
"Seni tanrılar meclisinde büyük kıldım;
tanrılar üstünde hükmü sana verdim.
Gerçekten de, sen en üstünsün!"

Bu kadim kozmogoniye göre, Tiamat'ın on bir ayından biri


yeni oluşan Güneş Sistemi içindeki süregelen düzensizliklerden
ve kaotik şartlardan ötürü sıra dışı bir boyutta büyümüştü. Bu ca­
navar ayın yaratılmasının, bu şartlan nasıl etkilediği ne yazık ki
kadim metinden anlaşılmıyor; orijinal kelimeleri farklı okumala­
ra ve tercümelere maruz kalan muammalı dizeler, sanki Kin­
gu'nun "yüceltilmesi"nin "ateşin hanrun alınmasıyla" (E. A. Spe­
iser'e göre) veya "ateş tannsının sakinleşmesiyle" (A. Heidel'e
göre) ve de "silip süpürüşü öylesine kudretli olan Güç-silahının"
yenilmesi/alçakgönüllü hale getirilmesiyle sonuçlandığını söyler
gibidir; bu sonuncusu, muhtemelen rahatsız edici kütle çekimine
bir göndermedir.

139
KOZMiK TOHUM
"Kingu"nun büyümesinin Tiamat ve ordusu üstünde ne gi­
bi bir sakinleştirici etkisi olduysa, bunun diğer gezegenler üstün­
de artan şekilde rahatsız edici olduğu ortaya çıktı. Özellikle ra­
hatsız edici olan, Kingu'nun tam teşekküllü bir gezegen konumu­
na yükseltilmesi idi:

Ona bir Kaderler Tableti verdi,


göğsüne bağladı onun ...
Kingu yüceltilmişti,
göksel bir rütbe almıştı.

İşte, diğer gezegenleri Tiamat ve yoldan çıkmış eşine bir son


vermesi için Nibiru/Marduk'u '�çağırma" noktasına getiren şey;
Tiamat'ın bu "günahı", Kingu'suna kendi yörüngesel "kaderini"
vermesiydi. Ardından gelen Göksel Savaş'ta, daha önce anlabldı­
ğı gibi, Tiamat ikiye bölündü; bir bölümü parçalandı ve diğer kıs­
mı ise, Kingu'nun eşliğinde, Dünya ve Ay haline gelmek üzere
yeni bir yörüngeye hrlabldı.
Burada, Ay'ın kökeni, evrimi ve son kaderi hakkındaki çe­
şitli modem teorilerin en iyi noktalanyla uyumlu bir sıralanış
var. Kingu'nun oransız büyüinesine neden olan "silip süpürü­
şü... öylesine kudretli güç-silahı"nın ya da "ateş tannsı"nın yapı­
sı açıklanmadan kalsa da, Ay'ın (daha büyük olan Tiamat'a göre
bile) oransız boyutunun tüm rahatsız edici ayrıntılanyla kayde­
dildiği bir gerçektir. Hepsi buradadır; tek istisna: modem bilimi
doğrulayan Sümer kozmogonisi değildir, modem bilim kadim
bilgiye yetişmektedir.
Ay gerçekten de, Sümerlilerin dediği gibi bir gezegen olma
yolunda mıydı? Daha önceki bölümlerde, bunun pekala olabile­
ceğini incelemiştik. Peki, gezegensel unsurlan edinmiş miydi?
Ay'ın her zaman atıl bir cisim olduğu yolundaki uzun süredir ka­
bul edilen görüşün tam aksine, 1970'lerde ve 1 980'lerde onun,
Güneş çevresinde bağımsız bir yörünge dışında, bir gezegenin
her türlü vasfına sahip olduğu bulunmuştur. Yüzeyinde sivri, ka­
yalıklı, karmaşık dağlar vardır; düzlükleri ve suyla değil de muh­
temelen erimiş lavla oluşmuş olsa bile denizleri vardır. Bilimcile-

140
YARATIUŞ'IN TANIGI
rin şaşkınlığına rağmen Ay'ın, hpkı Dünya gibi katmanlar içerdi­
ği bulunmuştur. Daha önce tarhşılan facia tarafından demirinde
eksilme olmasına rağmen, demir çekirdeğini korumuş görün­
mektedir. Bilimciler çekirdeğin hala erimiş halde olup olmadığı­
nı tarhşmaktadır çünki şaşkınlıkla görmüşlerdi ki, bir zamanlar
Ay, Dünya ve diğer gezegenlerde geçerli olduğu gibi, erimiş bir
çekirdeğin dönüşünün neden olduğu bir manyetik alana sahipti.
İngiltere'deki Newcastle-upon-Tyne Üniversitesinden Keith
Runcom'un çalışmalanrun gösterdiği gibi, bu manyetizm "dört
milyar yıl kadar önce azalıp gitmişti", yani Göksel Savaş zama­
nında.
Apollo astronottan tarafından Ay'a yerleştirilen aygıtlar "ay
yüzeyi alhnda beklenmedik yükseklikte sıcak akımların akhğını"
açığa çıkarmışhr; bu, "cansız küre" içinde süregelen faaliyeti gös­
termektedir. "Ay yüzeyindeki çatlaklardan fışkıran su buhan
gayzerlerini ("")" gördüklerini bildiren Rice Üniversitesi bilimcile­
ri tarafından buhar -su buhan- tespit edilmiştir. 1972'de Hous­
ton'da yapılan Üçüncü Ay Bilim Konferansında bildirilen diğer
beklenmedik bulgular, Ay'da sürmekte olan ve "ay yüzeyine ya­
kın, önemli miktarlarda ısı ve suyun eşzamanlı mevcudiyetini
ima eden" volkanik faaliyetleri açığa çıkarmışhr.
1973 yılında Ay'da görülen "parlak ışıklar"ın Ay'ın iç kıs­
mından yükselen gaz yayınımlan olduğu bulundu. The New York
Times bilim editörü Walter Sullivan, Ay'ın "canlı bir gök cismi"
olmasa da "en azından nefes alır'' gibi göründüğü gözlemini yap­
mışh. Böylesi gaz çıkarmalar ve koyu renkli sisler, daha ilk Apol­
lo uçuşlarından başlayarak en azından 1980'lere dek Ay'ın birkaç
derin kraterinde gözlenmişti.
Volkanik faaliyetin hala sürebildiğine dair belirtiler, bilimci­
lerin Ay'ın bir zamanlar buharlaşan elementler ve hidrojen, hel­
yum, argon, sülfür, karbon bileşikleri ve su gibi bileşikler içeren
tam teşekküllü bir atmosferi olduğunu varsaymalarına yol açtı.
Ay yüzeyi albnda hala su olabilmesi ihtimali, bir zamanlar Ay
yüzeyinde çok çabuk buharlaşabilen bir bileşik olan, buharlaşan
(•) Gayzer: Volkan bölgelerinde, belli aralıklarla su ve buhar fışkırtan sıcak kay­
nak. (Ç.N.)

141
KOZMiK TOHUM
ve uzaya dağılan sulann akmış olup olmadığı sorusunu ortaya
çıkardı.
Bütçe kısıntıları olmasaydı, bir bilimciler panelinin Ay'ın .
mineral kaynaklannı çıkartmak üzere Ay'ı incelemek önerisini
NASA kabul etmeye istekliydi. Ağustos 1977'de San Diego'daki
Califomia Üniversitesinde toplanan ohız jeolog, kimyacı ve fizik­
çi, Ay üstünde hem yörüngeden hem de yüzeyden yapılan araş­
tırmalann sadece ekvatoral bölgelerle sınırlı olduğuna dikkat çe­
kerek, bir ay kutup yörünge aracının fırlatılmasının aciliyetini be­
lirttiler. Böyle bir araç tüm Ay'dan veri toplamakla kalmayacak,
aynca şimdi Ay' da su olup olmadığını keşfedebilecek bir görüşe
de sahip olacaktı. Califomia Üniversitesinden James Arnold'a
göre, "Yörünge aracının gözlemlerinin bir hedefi, Güneş'in hiç
vurmadığı her iki kutbun yakınındaki küçük bölgeler olurdu. Bi­
limcilerin teorilerine göre bu yerlerde 100 milyar ton kadar suyun
buz halinde bulunması çok muhtemeldi... Eğer uzayda madenci­
lik ve üretim gibi büyük ölçekli faaliyetlere girişecekseniz, bu işe
çok miktarda su gerekecektir;. Ay'ın kutup bölgeleri ise iyi bir
kaynak olabilir."
Ay'da, geçirdiği onca afet ve faciadan sonra hala su olup ol­
madığı araşhnlacaktır. Ama iç kısmında hala su olabileceğine ve
geçmişte yüzeyde su olduğuna dair artan kanıtlar şaşırhcı olma­
malıdır. Zaten Ay, nam-ı diğer Kingu, "sulu canavar" Tiamat'ın
önder uydusuydu.
Ay'a yapılan son Apollo uçuşu ile ilgili olarak The Economist
(Bilim ve Teknoloji, 1 1 Aralık 1 972) programın keşiflerini şu şe­
kilde özetlemişti: "Belki de en önemlisi, aylann incelenmesi biz­
lere bunlann basit, karmaşık olmayan bir küre yerine gerçek ge- ·

zegensel cisimler olduklannı gösterdi."


"Gerçek gezegensel cisim." Tıpkı binlerce yıl önce Sümerli­
lerin tarif ettiği gibi. Ve onlann binlerce yıl önce belirttiği gibi, ge­
zegen olma yolundaki Ay, Güneş çevresinde yörüngesinde dö­
nen bir gezegen olamamıştı çünki Göksel Savaş'ın bir sonucu ola­
rak bu konumdan mahrum edilmişti. İşte Nibiru/Marduk'un
"Kingu"ya yaptıkları:

142
YARATIUŞ'IN TANIGI
Ve Kingu'yu, aralarında şef olanı,
Küçülttü; onu tanrı DUG.GA.E diye saydı.
Ondan Kaderler Tabletini aldı
zaten hakkı değildi;
üstüne kendi mührünü mühürledi
ve k�ndi göğsü üstüne bağladı.

Yörüngesel momentumdan mahrum kalan Kingu, sadece


bir uydu konumuna indirgenmişti: Ay'ınuz.
Sümerlilerin Nibiru/Marduk'un Kingu'yu "küçültmesi"
gözlemi, hep rütbe ve önemde indirgenmeye gönderme olarak
düşünülmüştür. Ama son bulgular göstermektedir ki, Ay; bir afet
sonucunda demirini kaybetmiş ve yoğunluğunda belirgin bir dü­
şüş olmuştllr. Alastair Cameron, Icarus'taki (cilt 64, 1985) yazısın­
da şöyle der: "Güneş Sistemi içinde, garip yoğunluk ortalamala­
rı, benzersiz ve muhtemelen sıra dışı şartların ürünü olduklarını
ima eden iki gezegensel cisim vardır; bunlar Ay ve Merkür'dür.
Birincisinin düşük bir yoğunluk ortalaması vardır ve demiri bü­
yük ölçüde tükenmiştir." Bir baş� deyişle, Kingu gerçekten de
küçülmüştü!
Ay'ın ağır darbeler sonucu daha yoğun hale geldiğinin baş­
ka kanıtlan da vardır. Dünya'dan görünmeyen yüzünün -arka
yüzü- yüzeyinde yüksek tepeler ve kalın bir kabuk varken, bize
dönük yüzünde büyük, düz ovalar vardır; sanki yüksek yüzey
şekilleri silinmiş gibidir. Ay'ın içinde, kütle çekimindeki varyas­
yonlar birkaç konsantrasyonda daha ağır kütlelerin, özellikle yü­
zeyin düzleşmiş olduğu yerlerdeki varlığını açığa çıkarmaktadır.
Ay dışarıdan (hpkı minimal boyuttan daha büyük olan tüm gök
cisimleri gibi) küre biçimine sahipse de, çekirdeğindeki kütle, bir
bilgisayar çalışmasının da gösterdiği gibi (Şekil 44) su kabağını
andırmaktadır. Bu, Ay'ı bastıran ve onu, bpkı Sümerlilerin anlat­
hğı gibi, göklerdeki yeni yerine fırlatan "büyük darbe"nin izini
taşıyan bir şekildir.
Sümerlilerin Kingu'nun bir DUG.GA.E'ye dönüştürüldüğü­
nü söylemesi de bir o kadar ilginçtir. 12. Gezegen'de de yazdığım
gibi, bu terim harfiyen "kurşun çömlek" anlamına gelir. O sırada

143
YARATIUŞ'IN TANIGI

ASTRONOTLARIN KENDİ SÖZLERİYLE

Neredeyse her Amerikalı astronot, kendileri hakkında, diğer in­


sanlar hakkında ve Dünya'nın ötesinde zeki hayabn mevcudiyeti hak­
kında "neredeyse ruhsal nitelikli" bir görüş değişildiği hissettiklerini
bildirmiştir.
1 963'te Mercury 9'un pilotu ve 1965'te Gemini S'in yardıma pilo­
tu olan Gordon Cooper "zeki, dünya dışı yaşamın geçmiş çağlarda
Dünya'yı ziyaret ettiği" inana ile geri dönmüş ve arekoloji ile ilginlen­
meye başlamıştır. Skylab 3'te (1974) bilimci olan Edward G. Gibson ise
günlerce Dünya yörüngesinde olmanın "sizi evrenin diğer yerlerinde
var olan hayat hakkında biraz daha spekülasyon yapmaya sevk ettiği­
ni" söylemişti.
Ozellikle etkilenenler, Apollo uçuşlarıyla Ay'a giden astronotlar­
dır. Apalla 14 astronotlarından Ed Mitchell "Size orada bir şeyler olu­
yor." demişti. Jim lrwin (Apalla 15) "derinden etkilenmiş... ve Tann'run
varlığını hissetmiş" ti. Uçuş arkadaşı Al Worden, Ay'a ilk inişin yirmin­
ci yıldönümü nedeniyle bir 1V programında (Michael G. Lemle'nin yö­
nettiği "Ay'ın Arka Yüzü") Ay'a konmak ve dikey olarak Ay'dan ha­
valanmak için kullanılan ay modülünü, Hezekiel peygamberin vizyo­
nunda tarif ettiği uzay gemisine benzetmişti.
"Bence," dedi Al Worden "evren dairesel olmalı; bir galakside
yaşanamaz hale gelen bir gezegen vardır ve farklı bir galaksinin başka
bir kısmında yerleşmek için harika olan bir gezegen vardır ve bizim gi­
bi bazı zeki varlıkların gezegenden gezegene sıçrayarak, bplı Güney
Pasifik yerlilerinin adalarda yaptığı gibi, türlerini sürdürürler. Sanının
uzay programının ana amaa da budur... Sanının bizler, geçmişte bir
zamanlar Dünya üstüne yaşayan varlıklar ve evrenin başka bir yerin­
den ziyarete gelmiş varlıklann bir karışımı olabiliriz; ve bu iki tür bira­
raya gelir ve evlatlar edinirler ... Aslında, çok az bir kaşif grubu bir ge­
zegene inebilir ve kendilerinden sonra, evrenin geri kalanında yerleş­
me amacını er geç edinecek torunlar yaratabilirdi."
Ve Buzz Aldrin (Apalla 11) inananı şöyle ifade etmişti: "Bu gün­
lerden birinde, Hubble teleskobu gibi yörüngede dolaşan teleskoplar
veya başka teknik keşifler yoluyla, bu harikulade evrende gerçekten de
yalnız olmadığımızı öğrenebiliriz."

145
YAŞAM TOHUMU
İnsanoğlunun bilgiyi arayışında karşısına çıkan gizemlerin
en büyüğü "yaşam" dır.
Evrim teorisi, ilk baştaki tek hücreli yarahklardan Homo sa­
piens' e kadar Dünya'nın nasıl evrimleştiğini açıklar; Dünya'da
yaşamın nasıl başladığını açıklamaz. Yalnız mıyız, sorusunun da
ötesinde daha temel bir soru uzanır: Dünya'daki yaşam Güneş
Sistemimizde, galaksimizde, bütün evrende tek midir?
Sümerlilere göre, yaşam Güneş Sistemine Nibiru tarafından
getirilmişti; Tiamat'la yapbğı Göksel Savaş sırasında "yaşam to­
humu"nu Dünya'ya veren Nibiru idi. Modem bilim, aynı sonuca
varmak için bir hayli uzun yol aldı.
İlkel Dünya üstünde yaşamın nasıl başlamış olabileceğini
düşünebilmek için bilimcilerin, yeni doğan Dünya üstündeki ko­
şullan belirlemesi veya en azından varsayması gerekir. Su var
mıydı? Bir atmosferi var mıydı? Ya yaşamın yapı taşlan? Yani
hidrojen, karbon, oksijen, azot, sülfür ve fosfor gibi moleküler bi­
leşikler? Canlı organizmaların öncüllerini başlatabilmek için
bunlar genç Dünya üstünde mevcut muydular? Şu an Dünya'nın
kuru havası yüzde 79 azot (N2), yüzde 20 oksijen (02) ve yüzde 1
argon (Ar) arh diğer elementlerin zerrelerinden oluşmaktadır (at­
mosfer, kuru havaya ek olarak su buharı içerir). Bu durum, ev­
rendeki tüm bol bulunan elementlerin yüzde 99'unu oluşturan
hidrojen (yüzde 87) ve helyum'un (yüzde 1 2) bolluğunu yansıt­
mamaktadır. Dolayısıyla (diğer nedenler arasında) şu anki dün­
ya atmosferinin, Dünya'nın ilk atmosferi olmadığına inanılmak­
tadır. Hidrojen de helyum da kolay buharlaşıcıdır ve onların
Dünya atmosferindeki azalmış varlığı kadar atmosferin neon, ar­
gon, kripton ve ksenon gibi "asil" gaz yetmezliği; bilim adamla-

146
YAŞAM TOHUMU
rına Dünya'nın yaklaşık 3,8 milyar yıl önce bir "termal dönem"
yaşadığını önermektedir; okurlarımın artık aşina olduklan bir
olay...
Artık neredeyse tüm bilimciler Dünya atmosferinin başlan­
gıçta, yaralanmış bir Dünya'nın volkanik çırpınmalan tarafından
püskürtülen gazlardan yeniden oluştuğuna inanmaktadırlar. Bu
patlamaların kustuğu bulutlar Dünya'yı kalkan gibi kapladıkça
ve soğudukça, buharlaşan su yoğunlaşh ve sağanak yağmurlar
olarak yere indi. Kayaların ve minerallerin oksidizasyonu, Dün­
ya üstündeki daha yüksek oskijen seviyelerinin ilk rezervini sağ­
ladı; en sonunda, bitkisel yaşam atmosfere hem oksijen hem de
karbondioksit (C0ı) ekledi ve (bakterilerin yardımıyla) azot dön­
güsünü başla th.
Kadim metinlerin bu bakımdan bile modem bilimin tahki_.
kini başanyla atlathğıru kaydetmeye değer. Enuma eliş'in beşinci
tableti, çok kötü hasar görmüş olmasına rağmen, fışkıran lavlan
Tiamat'ın "tükürüğü" olarak tarif eder ve volkanik faaliyetleri at­
mosferin, okyanusların ve kıtaların oluşumundan daha erkene
yerleştirir. Tükürük, metnin belirttiğine göre, saçılmakta, ''kat­
manlar yaymakta"dır. Dünya'nın "temelleri" yükseldikten ve
okyanuslar toplandıktan sonra; "soğuk yapma" ve "su bulutlan­
nın toplanması" tarif edilir; hpkı Tekvin dizelerinde anlabldığı
gibi. Ancak bundan sonradır ki, Dünya üstünde yaşam ortaya çı­
kar: kıtalar üstünde yeşil bitkiler ve sularda "sürüler".
Ama canlı hücreler, en basitleri bile ayn kimyasal element­
lerden değil, çeşitli organik bileşiklerin karmaşık moleküllerin­
den meydana gelir. Bu moleküller nasıl ortaya çıkınışhr? Bu bile­
şiklerin birkaçı Güneş Sisteminin diğer yerlerinde de bulundu­
ğundan, yeterli zaman verilirse, doğal olarak oluşacaklan varsa­
yılmışh. 1953'te Chicago Üniversitesinden Harold Urey ve Stan­
ley Miller, o zamandan beri "en çarpıcı deney'' olarak tanımlanan
şeyi yaphlar. Bir basınçlı tüp içinde metan, amonyak, hidrojen ve
su buhan gibi basit organik molekülleri karışhnp, ilksel sulu
"çorba"ya benzetmek için karışımı su içinde erittiler ve ilksel yıl­
dınrnlara maruz bırakmak için karışımı elektrik kıvılcımlarına ta­
bi tuttular. Deney birkaç amino asit ve hidroksi asit, yani canlı

147
KOZMiK TOHUM
madd.! için elzem olan protein yapı taşlarını üretti. Daha sonra
başka araşhrmacılar da benzer kanşımlan Güneş ışınlan kadar
Dünya'run ilksel atmosferi ve bulanık sulanndaki diğer radyas­
yon tiplerini canlandırabilmek için mor ötesi ışığa, iyonize edici
radyasyona ve ısıya maruz bırakblar. Sonuçlar aynıydı.
Ama bizzat doğanın, belirli şartlar alhnda yaşamın yapı taş­
lannı, -sadece basit değil karmaşık organik bileşikler- oluştura­
bildiğini göstermek başka şeydi; sonuçta ortaya çıkan ama basınç
odalannda cansız ve ahi duran bileşiklere yaşam üfleyebilmek
başka şeydi. "Yaşam" (her türden) besini özümseyebilme ve çer
ğalabilme olarak tanımlanır, sadece var olmak şeklinde değil. Ki­
tabı Mukaddes'in Tekvin hikayesi bile Dünya üstündeki en kar­
maşık varlık, İnsan "kil"den yarahldığında, ona "yaşam üfle­
mek/ ruh üflemek" için ilahi müdahaleye gerek olduğunu kabul
eder. Bu olmaksızın, ne kadar dahice yarahlnuş olursa olsun,
canlı değildi.
1970'lerde ve 1980'lerde gökbilimi göksel alemde araşhrma­
lannı genişletirken, biyokimya da yeryüzü yaşamının birçok gi­
zini açığa çıkarmaktaydı. Canlı hücrelerin en ücra köşeleri açıl­
mış, çoğalmayı yöneten genetik kod anlaşılmış ve en küçük tek
hücreli yaratık.lan oluşturan karmaşık bileşikler ya da en ileri ya­
ratıklann hücreleri sentezlenmişti. Artık San Diego' daki Califor­
nia Üniversitesinde olan Stanley Miller, araşhrmalannı sürdürür­
ken, "İnorganik elementlerden organik bileşikleri nasıl yapacağı­
mızı öğrendik; sonraki adım bunlann kendilerini çoğaltan bir
hücre halinde nasıl organize olabildiklerini öğrenmektir." diye
yorum yapmışh.
Bulanık sular ya da "ilksel çorba", yani Dünya'da yaşamın
kökeni hipotezi; bu ilk organik moleküllerden oluşan çokluğun
okyanus içinde dalgalann, akınhlann ve ısı değişimlerinin sonu­
cu olarak sürekli birbirlerine çarpıp durduklarını ve en sonunda,
polimerler -beden biÇimıenmesinin temelinde yatan uzun mole­
kül zincirleri- oluşuncaya dek hücre gruplaşmalan meydana ge­
tirmek üzere doğal hücre çekimi yoluyla birbirlerine yapışbklan
görüşüne dayanır. Ama bu hücrelerin sadece birleşmekle kalma­
yıp, çoğalmayı, nihai bedenleri büyütmeyi bilmelerine yol açan

148
YAŞAM TOHUMU
genetik habrayı onlara veren neydi? Cansız organik maddeden
canlı hale geçişe genetik kodu dahil etme gereği, ''Kilden Yapıl­
ma" hipotezine yol açmıştır.
Bu teorinin ortaya ablışı, Nisan 1985'te Mountainview/Ca­
lifornia'daki bir NASA tesisi olan Ames Araştırma Merkezi araş­
tırmacılarının bir duyurusuna atfedilir ama aslında, kadim de­
nizlerin kıyılarındaki kilin Dünya'da yaşamın kökeni konusunda
önemli bir rol oynadığı fikri, Ekim 1977'de Pasifik Kimya konfe­
ransında halka duyurulmuştu. NASA'nın Ames Araştırma Mer­
kezindeki araştırmacıların yöneticisi olan James A. Lawless, basit
amino asitlerin (proteinlerin kimyasal yapı taşlarıdırlar) ve nük­
leotitlerin (genlerin kimyasal yapı taşlarıdırlar) -bunların deniz­
lerdeki bulanık "ilksel çorba"da zaten var olduklarını varsaya­
rak- nikel veya çinko gibi metal zerreleri içeren killerde çökelip
kurumalarına izin verildiğinde zincirler oluşturmaya başladıkla­
rını gösteren deneyleri açıkladı.
Araştırmacıların önemli olduğunu düşündükleri şey, nikel
zerrelerinin seçici davranarak Dünya üstündeki tüm canWarda
ortak olan sadece yirmi tür amino asite tutunduğunu bulmalarıy­
dı; kildeki çinko zerreleri ise tüm canlı hücrelerdeki genetik mal­
zemenin parçalarını bağlayan elzem bir enzime (DNA-polimeraz
adını alır) benzer bir bileşik halinde sonuçlanan nükleotitleri bi­
raraya bağlamaya yardım etmektedir.
1985 yılında Ames Araştırma Merkezi araşbrmacıları, kilin
Dünya'da yaşama yol açan süreçlerdeki rolünü anlamak konu­
sunda bir hayli ilerleme kaydedildiğini duyurdular. Kilin, yaşam
için elzem iki özelliğini keşfetmişlerdi: enerjiyi depolama ve ak­
tarma yeteneği. İlksel şartlarda böylesi enerjiler diğer olası kay­
naklar arasında radyoaktif bozurunadan gelebilirdi. Saklanan
enerjiyi kullanan killer, inorganik ham maddelerin daha karma­
şık moleküller halinde işlendiği kimyasal 18.boratuvarlar olarak iş
görmüş olabilirler. Dahası da vardı: Münib Üniversitesinden Ar­
min Weiss, kil kristallerinin kendilerini bir "ana kristal"den ço­
ğaltarak üretmiş gibi göründüğü deneyleri bildirdi; ilkel bir üre­
me fenomeni. Aynca Glasgow Üniversitesinden Graham Cairns­
Smith, kildeki inorganik "ön-organizmalar"ın, en sonunda canlı

149
KOZMiK TOHUM
organizmaların evrimleşeceği "şablon"u "yönettiği" ya da tam
olarak bir şablon işi gördüklerine inanmaktaydı.
Kilin -hatta sıradan kilin- bu şaşkınlık verici özelliklerini in­
celeyen bir araştırma ekibinin başkanı olan Lelia Coyne, kilin
enerjiyi yakalayıp aktarması yeteneğinin kil kristallerinin oluşu­
mundaki ''hatalar"dan kaynaklandığını belirtmişti; kilin mikro­
yapısındaki bu hatalar, enerjinin depolandığı ve ön-organizmala­
nn oluşması için kimyasal talimahn yayınlandığı bölgeler olarak
iş görmekteydi.
The New York Times açıklamalarla ilgili haberinde "Eğer te­
ori doğrulanabilirse," diyordu "Dünya üstünde yaşama, kimya­
sal hataların birikiminin yol açtığı ortaya çıkacak gibi görünü­
yor." Demek ki "kilden gelen yaşam" teorisi, önerdiği ilerlemele­
re karşın, tıpkı "bulanık çorba" teorisi gibi, kimyasal elementler­
den basit organik moleküllere, onlardan da karmaşık organik
moleküllere geçişi ya da cansız maddeden canlı maddeye geçişi
açıklamak için rastgele oluşlara -mikroyapısal hatalar burada,
arada bir yıldınmlar düşer ve moleküllerin çarpışması orada- da­
yanmaktadır.
Ama geliştirilmiş teori, dikkatlerden kaçmayan başka bir şe­
ye yol açmış gibiydi. The New York Times haberi şöyle devam edi­
yordu: ''Teori, kutsal metinlerde anlahlan Yarahlış hikayesini de
çağnşhnyor. Tekvin'de 'Ve Rab Tanrı yerin toprağından adamı
yaptı' diye yazar ve ilksel toprağa kil denir." Bu haber ve kutsal
metinlerle paralelliği ima edişi, bu saygıdeğer gazetenin bir köşe
yazısına taşınmayı hak etti: "Sıra Dışı Kil" başlığı alhndaki yazı­
da şöyle deniyordu:

Sıradan kil, anlaşılan o ki, yaşam için elzem olan iki temel
özellik içermektedir. Enerjiyi depolayabilmekte ve aynca
bunu aktarabilmektedir. Böylece bilimciler kilin inorganik
ham maddeleri daha karmaşık moleküllere dönüştürmek
için bir ''kimyasal fabrika" gibi iş görebilmiş olabileceği yo­
lunda akıl yürüttüler. Bu karmaşık moleküllerden yaşam,
derken bir gün, biz ortaya çıktık.
Kitabı Mukaddes'in başından beri, Tekvin'ln insanın ya-

1 50
YAŞAM TOHUMU
pıldığı "yerin toprağı" derken kili kastettiği açıkbr. Ancak
açık olmayan şey, bunu bilmeden birbirimize ne kadar sık
söylediğimizdir.

Bulanık çorba ve kilden yaşam teorilerinin birleşiminin, ka­


dim anlatılan destekleyecek kadar ileri gittiğini pek az kişi fark
edebildi. Lelia Coyne ile İsrail İbrani Üniversitesinden Noam La­
hab'ın birlikte yaphklan deneyler; kısa amino asit zincirlerinin
oluşmasında bir katalizör olarak iş görebilmeleri için killerin ıs­
lanma ve kuruma döngülerinden geçmesi gerektiğini ortaya çı­
kardı. Bu süreç, ya yağan ve kesilen yağmurlara maruz kalan ku­
ru karalan ya da gelgitler nedeniyle ileri geri giden denizlerin bu­
lunduğu, suyun kurulukla yer değiştirebildiği bir ortamı gerek­
tirmekteydi. Miami Üniversitesi Moleküler ve Hücresel Evrim
Enstitüsünde "önhücreleri" aramayı hedefleyen deneylerce de
desteklenen sonuç, Dünya üstünde ilk canlı tek hücreli yarahklar
olarak ilkel algleri (deniz yosunlan) işaret etmekteydi. Göletlerde
ve rutubetli yerlerde hala bulunan algler, milyarlarca yıl geçme­
sine karşın hiç değişmemiş gibiler.
Birkaç yıl öncesine kadar karada yaşam hakkında 500 mil­
yon yıldan daha eski bir kanıt bulunamadığından, alglerden ev­
rimleşen yaşamın okyanuslarla sınırlı olduğu varsayılmaktaydı.
Ders kitapları, "Okyanuslarda algler vardı ama karalarda henüz
yaşam yoktu." derdi. Ama 1977'de Harvard'tan Elso S. Bargho­
om önderliğindeki bir bilim ekibi Güney Afrika' daki tortul kaya­
larda (Swaziland'ın Figtree denilen bölgesinde) 3,1 (belki de 3,4)
milyar yaşında tek hücreli mikroskobik yarahkların kalıntılarını
buldu; bunlar günümüzdeki mavi-yeşil alglere benziyordu ve
karmaşık yaşam biçimlerinin bu öncülünün Dünya üstünde ev­
rimleşme zamanını neredeyse bir milyar yıl geriye itmişti.
O zaman dek evrimsel ilerlemenin esasen okyanuslarda
meydana geldiğine, yüzer-gezer (amfibik) yaşam biçimlerinin
oluşturduğu ara kısımdan sonra kara yaratıklarının deniz yara­
tıklarından evrirnleştiğine inanılmaktaydı. Ama böylesine yaşlı
tortul kayalarda yeşil alglerin mevcudiyeti, teorilerin gözden ge­
çirilmesini gerektirdi. Alglerin bitki ya da bitki olmayan şekilde

151
KOZMiK TOHUM
sınıflanması konusunda herhangi bir fikir birliği olmamasına
rağmen, geriye doğru bakterilerle yakınlığı ve ileri doğru ilk flo­
rayla olan yakınlığı, ister yeşil ister mavi-yeşil alglerin klorofilik
bitkilerin, yani gün ışığını kullanarak besinlerini organik bileşik­
lere çeviren ve bu işlem sırasında oksijen salan bitkilerin öncülü
olduğu konusunda şüpheye yer bırakmamaktadır: Kökleri, dalla­
n ve yapraklan olmasa da yeşil algler, ardılla n günümüz Dün­
ya'sını örten bitki ailesini başlatmışh.
Kutsal metinlerde anlatılanların doğruluğunu kavrayabil­
mek için Dünya üstünde yaşamın evrimleşmesiyle ilgili bilimsel
teorileri izlemek çok önem taşımaktadır. Çünki daha karmaşık
yaşam biçimleri evrimleşecekse, oksijene ihtiyaç olacakh. Bu ok­
sijen, ancak algler veya ön-algler kuru topraklar üstünde yayıl­
maya başladıktan sonra kullanılabilir hale geldi. Bu yeşil bitki
benzeri biçimlerin oksijeni kullanıp işlemesi için, oksijeni "bağla­
yan" demiri içeren kayalardan oluşan bir ortama ihtiyaçlan var­
dı (aksi takdirde oksidasyon yüzünden tahrip olurlardı; serbest
oksijen bu yaşam biçimleri için hara zehir sayılır). Bilimciler böy­
lesi "gruplaşmış demir oluşumlarının" çökelti olarak okyanus
diplerine battıl<lanna, tek hücreli orgaİlizmaların çok hücreli ha­
le suda evrimleştiklerine inanmaktalar. Başka bir deyişle, karala­
rın yeşil alglerle örtülmesi, deniz yaşamının ortaya çıkmasından
öna gerçekleşmiş olmalıydı.
Kitabı Mukaddes gerçekten de çok şey anlabr: Yeşil bitkile­
rin, Üçüncü Gün yaratıldığını söyler, ama Dördüncü Güne kadar
deniz yaşamı yaratılıruımışhr. Yaratılışın üçüncü "günü" ya da
safhasında Elohim şöyle dedi:

Yer ot, tohum veren sebze,


ve yer üzerinde tohumu kendinde olup
cinslerine göre meyve veren
ağaçlar hasıl etsin.

Otlardan ağaçlara doğru büyüyen yeşilliğin içinde meyvele­


rin ve tohumların varlığı, eşeysiz üremeden eşeyli üremeye doğ­
ru evrimleşmeyi anlatmaktadır. Kitabı Mukaddes evrimi bilimsel

152
YAŞAM TOHUMU
olarak anlahmına, modern bilimin alglerde iki milyar yıl kadar
sürdüğüne inandığı evrim basamağını işte böylece dahil eder.
Bu, "yeşil örtü"nün havadaki oksijeni artırmaya başladığı za­
mandır.

Bu noktada, Tekvin'e göre gezegenimiz üstünde hiçbir "ya­


rahk" yoktur, ne sularda, ne havada ve ne de kuru karada.
Omurgalı (iskeleti içinde olan) "yarahkların" en sonunda ortaya
çıkışını mümkün kılmak için, Dünya; üstünde yaşayan tüm canlı
varlıkların yaşam döngülerinin temelinde yatan biyolojik saatler
modelini kurmak zorundaydı. Dünya yörünge ve rotasyon (ek­
sen üzerinde devretme) modelleri içine yerleşmek, Güneş ve
Ay'ın esasen aydınlık ve karanlık olarak tezahür eden tesirlerine
tabi olmak zorundaydı. Tekvin Kitabı dördüncü "günü" bu dü­
zenlemelere ve sonuçta tekrarlanan periyotlarla ortaya çıkan yıl­
lara, aylara, günlere ve gecelere atfeder. Ancak o zaman; tüm
göksel ilişkiler ve döngüler ve bunların tesirleri sağlam bir şekil­
de belirlendikten sonra deniz, hava ve kara yarabklan ortaya çı­
karlar.
Modern bilim sadece bu kutsal metin senaryosuyla aynı fi­
kirde olmakla kalmaz, aynı zamanda Tekvin adı verilen bu bilim­
sel özeti yazan kadim yazarların, evrimsel tarihin "üçüncü günü"
-yaşam biçimleriJlİn ilk ortaya çıkhklan zaman- ile "yarabkların"
ortaya çıkhğı" "beşinci gün" arasına göksel bir ''bölüm" ("dör­
düncü gün") eklemelerine neden olan şey hakkında bir ipucu da
sağlayabilir. Modern bilimde de jeolojik ve fosil verilerdeki kesil­
me nedeniyle hakkında çok az şey bilinen 1,5 milyar yıllık -yak­
laşık 2 milyar yıl önce ile 570 milyon yıl öncesine dek- doldurul­
mamış bir boşluk vardır. Modern bilim bu çağa ''Kambriyan Ön­
cesi" der; ellerinde veri olmayan kadim alimler ise bu boşluğu
göksel ilişkilerin ve biyolojik döngülerin kurulmasını tarifte kul­
lanmışlar.
Modern bilim bunun ardından gelen Kambriyan (ilgili ilk
jeolojik verinin elde edildiği Galler'de bir bölgenin adı verilmiş­
tir) dönemini Paleozoik ("Eski Yaşam") çağın ilk safhası olarak
düşünmekteyse de, bu henüz omurgahların, yani Kitabı Mukad-

153
YAŞAM TOHUMU
225 milyon ile 65 milyon yıl öncesini kapsar ve sık sık "Dinozor­
lar Çağı" olarak adlandırılır. Bu dönemde, okyanuslardan ve on­
larda kaynaşan deniz canWanndan uzakta evrimleşen yüzer-ge­
zerlerin ve deniz kertenkelelerinin yanı sıra yumurtlayan sürün­
genlerin iki ana kolu ortaya çıkh: Uçmaya başlayıp kuşlar halin­
de evrimleşenler ve büyük çeşitlilik içinde Dünya'da gezinen ve
baskınlaşan dinozorlar ("korkunç kertenkeleler'') (Şekil 46).
Tekvin'deki beşinci "gün"ün yaratılma olaylannın yukanda
sıralanan gelişmeleri tarif ettiğini fark etmeden kutsal metnin di­
zelerini açık fikirlilikle okumak mümkün değil:

Ve Elohim dedi:
"Sular canlı mahlfil<lann sürüleriyle kaynaşsın,
ve yerin üstünde, gök kubbesinin yüzünde kuşlar uçsunlar."

Şekil 46

1 55
KOZMİK TOHUM

Şekil 47

Ve Elohim büyük sürüngenleri


ve sulann kendileriyle kaynaşhğı,
cinslerine göre hareket eden her canlı mahliiku,
ve cinsine göre her kanatlı kuşu yarath.
Ve Elohim onlan mübarek kıldı ve dedi:
"Semereli olun ve çoğalın, deniz1erde sulan doldurun,
ve karada kuşlar çoğalsın."

Tekvin'in bu dizelerinde dinozorlann tanınması olan "bü­


yük sürüngenler" göndermesi çok çarpıcıdır ve göz ardı edile­
mez. Burada kullanılan İbranice terim Taninim (Tanin kelimesinin
çoğulu) "deniz yılanı", "deniz canavarlan" ve "timsah" gibi fark­
lı biçimlerde tercüme edilmiştir. Britannica Ansiklope.disi nden
'

alırih yapalım: "Timsahlar tarih öncesi zamanlann dinozor ben­


zeri sürüngenleri ile son canlı bağlanhdır; aynı zamanda onlar,
kuşlann yaşayan en yakın akrabalandır." Kitabı Mukaddes'in
"büyük Taninim" ile sadece büyük sürüngenleri değil dinozorla­
n kastetmiş olması çıkanını akla yatkındır. Tabi ki Sümerliler di­
nozorlan gördüklerinden değil, ama Anunnaki bilimcileri en
azından yirminci yüzyıl bilimcilerinin yaphğı gibi Dünya üstün­
deki evrimleşmenin rotasını şüphesiz anlayabilmişlerdi.
Kadim metnin üç omurgalı sınıfını sıralama düzeni de bir o
kadar ilginçtir. Bilimciler uzun zamandır kuşlann dinozorlardan
evrimleştiğine inanıyorlardı; bu sürüngenler yiyecek ararken

156
KOZMiK TOHUM
ağaç dallarından zıplamalarını kolaylaşhrmak için bir süzülme
mekanizması geliştirmeye başlamışlar ya da başka bir teoriye gö­
re, yere bağlı ağır dinozorlar boş kemikler geliştirme yoluyla
ağırlıklarını azalhp daha yüksek koşma hızını elde etmişlerdi.
Kuşların kökeninin, iki ayaklı olarak evrimleşerek süzülmek için
daha da hızlanabilen sürüngenlere dayandığını doğrulayan bir
fosil; kuyruk iskeleti bir tüy biçimi edinmiş olan hızlı koşucu De­
inonychus'un ("korkunç pençeli" sürüngen) kalınhlarında bulun­
muşa benzemektedir (Şekil 47). Artık Archaeopteryx ("eski tüy'' -
Şekil 48a) adı verilen bir yarahğın fosilleşmiş kalınhlannın keşfi,
dinozorlar ve kuşlar arasındaki "kayıp halka"yı sağlamış gibidir
ve bu ikisinin, yani dinozorlann ve kuşların Triyas döneminin
başlangıcında karada yaşayan ortak ve eski bir atalan olduğu te­
orisine yol açnuşhr. Ama kuşların ortaya çıkışının bu değişen ta­
rihlemesi bile, Archaeopteryx'in ek fosillerinin Almanya'da keş­
fedilmesinden beri sorgulanmaktadır; fosiller bu yarahğın öyle
ya da böyle tam olarak gelişmiş, dinozorlardan değil de doğru­
dan denizlerden gelen çok daha eski bir atadan evrimleşen bir
kuş olduğunu işaret etmektedir (Şekil 48b).
Kutsal metin kaynaklan bunu başından beri biliyorlardı. Ki­
tabı Mukaddes, dinozorlan kuşlardan önce (bilimcilerin bir süre
yaphğının aksine) sıralamamakla kalmaz, kuşlan dinozorlardan
önce sıralar. Fosil kayıtlan henüz bir hayli eksik olduğundan, pa­
leontologlar ilk kuşların, çöl kertenkelelerinden ziyade deniz ya­
şamıyla daha çok ortak yönünün olduğunu gösteren kanıtlan ha­
la bulabilirler.
Yaklaşık 65 milyon yıl önce dinozorlar çağı aniden sona er­
di; nedenleri ile ilgili teoriler iklimsel değişikliklerden virüs sal­
gınlarına ve hatta bir "Ölüm Yıldızı" tarafından imhalarına dek
uzanmaktadır. Nedeni her ne idiyse, bir evrimsel dönemin hata­
ya yer bırakmayan sonu ve bir diğerinin başlangıcı söz konusu
idi. Tekvin'in sözleriyle, bu; albncı "gün"ün şafağıydı. Modem
bilim bunu, memelilerin Dünya üstünde yayılmaya başladığı son
jeolojik devir ("günümüz yaşamı") olarak adlandınr. Kitabı Mu­
kaddes ise şöyle anlabr:

158
YAŞAM TOHUMU
Ve Elohirn dedi:
"Yer, cinslerine göre canlı mahltlklan,
sığırları ve sürünen şeyleri,
ve cinslerine göre yerin hayvanlarını çıkarsın."
Ve böyle oldu.
·

Ve Elohim yerin hayvanlarını cinslerine göre,


ve sığırları cinslerine göre,
ve toprakta sürünen her şeyi cinsine göre yapb.

Kitabı Mukaddes ve Bilim bu konuda tamamen hemfikir­


dirler. Yarahlışçılar ile Evrimciler arasındaki çahşma, daha sonra
olan şeylerin yorumlanmasından kaynaklanır: İnsanoğlunun
Dünya üstünde ortaya çıkışı. Bu, sonraki bölümde ele almacakhr.
Burada işaret edilmesi gereken şey şudur: İnsanı diğer tüm hay­
vanlardan üstün gören ilkel ve hiçbir şey bilmeyen bir toplumun,
Dünya üstündeki en eski ve dolayısıyla en zeki yarahğm İnsan
olduğunu varsayması beklenebilir. Ama Tekvin Kitabı hiç de
böyle söylememektedir. Tam tersine İnsan'ın Dünya'ya geç gel­
diğini iddia etmektedir. Bizler evrimin en eski hikayesi değil, sa­
dece son birkaç sayfasıyız. Modem bilim de aynı fikirdedir.
Sümerlilerin okullarında öğrettikleri de tam olarak buydu.
Kitabı Mukaddes'te okuduğumuz gibi, ancak yarahlışın "günleri"
tamamlandıktan sonra, "denizin balıklan ve göklerin kuşları, sı­
ğırlar ve yerde sürünen her şey"den sonra "Elohim insanı yaratb".
Yarahlışın albncı "günü", Tann'nın Dünya üstündeki işi bit­
mişti.
Tekvin Kitabı şöyle der: ''Yarahldıklan zaman göklerin ve
yerin asılları bunlardır."

İnsanın yarahlması noktasına kadar, modem bilim ve ka­


dim bilgi birbirlerine paraleldir. Ama modem bilim evrimin rota­
sını çizmekle, yaşamın gelişmesinden ve evriminden farklı olan
yaşamın kökeni hakkındaki ilk soruyu arkada bırakmışhr.
Bulanık çorba ve kilden yaşam teorileri sadece, doğru mal­
zeme ve şartlar olursa, yaşamın doğaçlama ortaya çıkabileceğini
önermektedir. Amonyak ve metan gibi (sırasıyla en basit düzen-

159
KOZMiK TOHUM
li azot ve hidrojen, karbon ve hidrojen bileşikleri) yaşamın temel
yapı taşlarının doğal süreçlerden ayn olarak kendi başlarına olu­
şabilecekleri fikri, bu bileşiklerin diğer gezegenlerde mevcut hat­
ta bol olduğunun keşfedilmesiyle güçlenmiş gibidir. Ama kimya­
sal bileşikler nasıl canlı hale gelmiştir?
Bunun mümkün olduğu açıkhr; kanıh ise yaşamın Dünya
üstünde ortaya çıkmış olmasıdır. Yaşamın şu ya da bu biçimde
Güneş Sistemimizdeki başka yerlerde veya muhtemelen başka
yıldız sistemlerinde var olabileceği spekülasyonu, cansız madde­
den canlı maddeye geçişin olabilirliğini varsaymaktadır. Demek
ki soru şöyledir: Bu olabilir mi, değil, burada yani Dünya'da na­
sıl olmuştur?
Dünya üstünde gördüğümüz yaşamın meydana gelebilme­
si için iki temel molekül şarthr: canlı hücrelerin tüm karmaşık
metabolik işlevlerini yerine getiren proteinler ve de genetik kodu
taşıyan ve hücrenin işlemleri için talimat yayınlayan nükleik asit­
ler. Bu iki tür molekül, tanımlarından da anlaşılacağı gibi, hücre
denilen bir birim içinde iş görmektedirler; hücre kendi başına bir
hayli karmaşık bir organizmadır, sadece kendisinin değil, tek bir
hücrenin küçücük bir unsur olduğu bütün hayvanın da çoğalma­
sını tetikleme yeteneğine sahiptir. Protein haline gelebilmeleri
için amino asitlerin uzun ve karmaşık zincirler oluşturmaları ge­
rekir. Hücrede, bir nükleik asit (ONA - deoksiribonükleik asit)
içinde depolanan ve diğer bir nükleik asitle (RNA - ribonükleik
asit) yayınlanan talimata göre görevleri yerine getirirler. Ilksel
Dünya' da hüküm süren şartlar amino asitlerin zincirler halinde
birleşmelerine neden olmuş olabilir miydi? Çeşitli girişim ve te­
orilere (Illionis Üniversitesinden Clifford Matthews kayda değer
deneyler yapmışh) rağmen, bilimciler tarafından düşülen yolla­
rın hepsi de erişilebilir olandan çok daha fazla "sı.kışhncı enerji"
gerektirmekteydi.
Öy leyse ONA ve RNA Dünya üstündeki amino asitlerden
önce mi gelmekteydi? Genetik dalındaki ilelemeler ve canlı hüc­
renin gizemlerinin açığa çıkarhlması, sorunları azaltacağına artır­
dı. 1 953'te James O. Watson ve Francis H. Crick'in ONA'nın ya­
pısı olan "çift sarmal"ı keşfi, bu iki yaşam kimyasalı ile ilgili mu-

160
YAŞAM TOHUMU
azzam karmaşıklığın kapılannı ardına kadar açb. Nispeten dev
ONA molekülleri, son derece karmaşık dört organik bileşikten
(genetik tablolarda bileşik adlannın baş harfleriyle anılan A-G-C­
T) oluşan "basamaklar''la bağlanan iki uzun, bükülmüş sicim ha­
lindeydi. Bu dört nükleotit sınırsız çeşitlilikteki dizilişlerde çiftler
halinde birleşebilmekte ve fosfatlarla değişen şeker bileşikleri ile
yerlerinde tutulmaktaydılar (Şekil 49). Yine karmaşık ve baş harf­
leri A-G-C-U olan dört nükleotit tarafından oluşturulan nükleik
asit RNA da binlerce kombinasyon içerebilmekteydi.
Dünya üstünde bildiğimiz hayatın onlarsız asla gelişmeye­
cek olduğu bu karmaşık bileşiklerin gelişebilmesi için evrim ne
kadar sürmüştü?

Şekil 49

161
KOZMİK TOHUM

Şekil 50

1977'de Güney Afrika' da bulunan fosilleşmiş alg kalınhlan


3,1 ila 3,4 milyar yıl önceye aitti. Ama bu keşif mikroskobik, tek
hücreli organizmaların keşfi iken, 1980'de bah Avustralya'da ya­
pılan keşifler meraklan iyice derinleştirdi. Los Angeles'taki Cali­
fomia Üniversitesinden J. William Schopf yönetimindeki bir ekip
sadece çok daha yaşlı -3,5 milyar yıl- organizmaların fosilleşmiş
kalınhlannı bulmakla kalmadı; bunlar çok hücreliydi ve mikros­
kop alhnda zincir benzeri liflere benziyorlardı (Şekil 50). Bu orga­
nizmalar hem amino asitleri hem de karmaşık nükleik asitleri,
yani çoğalha genetik bileşikleri daha 3,5 milyar yıl önce edinmiş­
lerdi; dolayısıyla Dünya üstündeki yaşam zincirinin başlangıanı
değil, bunun bir hayli ileri bir safhasını temsil ediyor olmalıydı­
lar.
Bu bulguların harekete geçirdiği şey, ilk geni arayış diye ta­
nımlanabilir. Alglerden önce bakterilerin olduğuna inanan bilim­
cilerin sayısı artıyor. Ekibin Avustralyalı üyesi Malcolm R. Wal­
ter, "Aslında bizzat böceklerin doğrudan morfolojik (şekilbilim­
sel) kalınhlan olan hücrelere bakıyoruz. Modem bakterilere ben-

1 62
YAŞAM TOHUMU
ziyorlar." diyor. Aslında yapılan, şaşırba derecede "günümüz
modem bakterilerinin birkaçına neredeyse tamamen eş olan" beş
farklı bakteri tipine benzemektedir.
Kendi kendine çoğalmanın Dünya üstünde alglerden önce
bakterilerle başladığı fikri, genetik bilimindeki ilerlemelerin
Dünya üstündeki en basitinden en karmaşığına tüm hayatin ay­
nı "malzemeleri" ve aynı yirmi kadar temel amino asidi içerdiği­
ni göstermesinden bu yana anlamlı görünmektedir. Gerçekten de
ilk genetik araşhrmalann çoğu ve genetik mühendislik teknikle­
rinin geliştirilmesi, insanlarda ve davarlarda ishale yol açan Esc­
herichia coli (kolibasili) üstünde yapılmışbr. Ama eşeyli üremeyen
sadece bölünerek çoğalan bu küçücük tek hücreli bakteri bile
yaklaşık 4.000 farklı gene sahiptir!
Bakterilerin evrimsel süreçte bir rol oynamış oldukJaı:ı; sa­
dece bu kadar çok deniz, bitki ve hayvan yüksek organizmasının
birçok yaşamsal işlemler için bakterilere dayanmasından dolayı
değil, aynı zamanda ilk önce Pasifik Okyanusu'nda ve sonra di­
ğer denizlerde, bakterilerin fotosentez yapmayan ama okyanus
derinliklerindeki sülfür bileşiklerini özümseyen yaşam biçimleri­
ni mümkün kılmış ve hala da mümkün kıldığının keşfedilmesiy­
le de açık hale geldi. Bu ilk bakterilere "arkeo-bakteri" adını ve­
ren, Illinois Üniversitesinden Carl R. Woese yönetimindeki bir
ekip onları 3,5 ila 4 milyar yıl öncesine dayandırmaktadır. Böyle
bir yaş, 1984 yılında Bah Almanya'daki Max Planck Enstitüsün­
den Hans Fricke ve Regensburg Üniversitesinden Karl Stetter'in
bir Avusturya gölündeki bulgularıyla da doğrulanmış oldu.
öte yandan Grönland'da bulunan tortullar, 3,8 milyar yıl
kadar erken bir tarihte fotosentezin varlığını işaret eden kimyasal
belirtiler taşımaktadır. Tüm bu bulgular, birkaç yüz milyon yıl
oynama ile 4 milyar yıl limiti içinde, Dünya üstünde belirgin çe­
şitlilikte çoğalabilen bakteri ve arkeo-bakteriler bulunduğunu
göstermektedir. Daha yakın tarihli çalışmalarda (Nature, 9 Kasım
1989), Stanford Üniversitesinden Norman H. Sleep önderliğinde­
ki bir ekip Dünya üstünde yaşamla ilgili "zaman çerçevesi"nin, 4
ile 3,8 milyar yıl önce arasındaki 200 milyon yıl olduğu sonucuna
vardılar. "Bugün yaşayan her şey, bu z.aman Çerçevesi içinde kö-

1 63
KOZMiK TOHUM
ken bulan organizmalardan evrimleşmiştir" diye bildirdiler. Bu­
na rağmen, o zaman yaşamın nasıl köken bulduğunu belirleme­
ye girişmediler.
Çok güvenilir olan izotopik karbon oranı okumaları dahil
çeşitli kanıtlara dayanan bilimciler, Dünya üstünde yaşamın her
nasıl başlamış olursa olsun, 4 milyar yıl kadar önce başladığı so­
nucuna vardılar. Neden o zaman başladı da, daha önce, gezegen­
ler 4,6 milyar yıl kadar önce oluştuğunda başlamadı? Dünya' da
olduğu kadar Ay' da da yürütülen tüın bilimsel araşhrınalar ge­
lip bu 4 milyar yıl tarihinde kalmaktadır ve modem bilimin su­
nabileceği tek izah ''katastrofik bir olay''dır. Daha fazlasını öğ­
renmek için, Sümer metinlerini okuyun...
Fosiller ve diğer veriler (ister bakteri ister arkeo-bakteri ol­
sunlar) hücreli ve çoğalan organizmaların, bu "Zaman Çerçeve­
si" başladıktan sonra sadece 200 milyon yıl içinde zaten mevcut
olduklarını gösterdiğinden, bilimciler sonuçta ortaya çıkan orga­
nizmalardan ziyade yaşam "özü"nü, yani bizzat ONA ve RNA
izlerini aramaya başladılar. Çoğalmak için hücre arayan nükleik
asit parçalan olan virüsler sadece karada değil, aynı zamanda su­
da da mevcuttu ve bu da bazılarını, virüslerin bakterilerden de
önce geldiklerini düşünmeye sevk etti. Ama onlara nükleik asit­
lerini veren neydi?
La Jolla/California'daki Saik Enstitüsünden Leslie Orgel'in
daha basit olan RNA'run çok daha karmaşık olan DNA'run öncü­
lü olabileceğini önermesiyle birlikte birkaç yıl önce bir araştırma
yolu açılmış oldu. RNA sadece ONA şablonunda bulunan gene­
tik mesajları yayınlamasına rağmen, aralarında Colorado Üniver­
sitesinden Thomas R. Cech ve yardımcıları ile Yale Üniversitesin­
den Sidney Altman'ın da bulunduğu diğer araştırmacılar bellrli
bir RNA tipinin belirli şartlar altında kendi kendinin katalizörü
olabildiği sonucuna vardılar. Tüm bunlar transfer-RNA denilen
bir RNA tipinin, Nobel ödüllü Manfred Eigen tarafından, bilgisa­
yarla incelenerek çalışılmasına yol açh. Science dergisinde yayın­
lanan (12 Mayıs 1989) bir makalede o ve Almanya'daki Max
Planck Enstitüsündeki meslektaşları, transfer-RNA'yı Yaşam
Ağacı üstünde geriye doğru sıralayarak, Dünya üstündeki gene-

164
YAŞAM TOHUMU
tik kodun 600 milyon yıl eksiği ya da fazlasıyla 3,8 milyar yıldan
daha eski olamayacağını bildirdiler. Manfred Eigen, o sıralarda
"mesajı kutsal metinlerle ilişkilendirirsek 'Dünya'ya çıkın, seme­
reli olun ve çoğalın.' olan" bir ilksel genin ortaya çıkmış olabile­
ceğini söyledi. Eğer fark arb ise, ki öyle görünüyor, yani 3,8 mil­
yar yıldan yaşlıysa "bu ancak dünya dışı bir köken yoluyla müm­
kün olabilirdi" diye sonuca vanyordu, bu bilgece makalenin ya­
zarlan.
Yaşamın Kökeni konulu dördüncü konferansla ilgili özetin­
de Lynn Margulis bu akıllara durgunluk veren çıkanını önceden
tahmin etmişti. "Eğer bizim kendi kendini çoğaltan sistemimiz
Diinya'nın ilk dönemlerinde meydana geldiyse, bunun çok hızlı,
yani milyarlarca değil milyonlarca yıl içinde meydana gelmiş ol­
ması gerektiğini arbk kabul ediyoruz." demiş ve eklemişti:

''Bu konferanslara ilham veren ana sorun, belki biraz da­


ha iyi tanımlanmış olsa da eskisi gibi çözülmeden kalmışbr.
Organik mtıddemizin kökeni yıldızlar arası uzay mıdır?
Radyoastronomi bilimi henüz çok genç olsa da bazı daha ·
küçük organik moleküllerin orada olduklarının kanıbnı or­
taya çıkardı."

1908'de Svante Arrhenius [ Worlds in the Making (Oluşan


Dünyalar)] yaşam taşıyan sporlann, yaşamın Dünya üstünde ev­
rimleşmesinden çok önce evrimleştiği bir başka gezegen sistemi­
nin yıldızından ışık dalgalarının basıncıyla Diinya'ya yönlendi­
rildiğini yazmışb. "Panspermia teorisi" olarak bilinegelen bu fi­
kir; kabul edilen bilimin sınırlannda dolaşıyordu çünki o sıralar­
da Dünya üstündeki yaşamın kökeni için rakipsiz açıklama olan
evrim teorisini destekler görünen fosil keşifleri art arda gelmek­
teydi.
Ancak bu fosil keşifleri de kendi sorularını ve şüphelerini
beraberlerinde getirdi; öyle ki 1973'te Nobel adayı (artık Sir olan)
Francis Crick ile Leslie Orgel "Yönlendirilmiş Panspermia" baş­
lıklı bir makale yazarak (Icarus, cilt 19) bu fikri yeniden canlandır­
dılar: Dünya, dünya dışı bir kökenden gelen ilk organizmalar ve-

165
KOZMİK TOHUM
ya sporlarla tohumlanmışb ancak bu şans eseri değil "dünya dı­
şı bir toplumun maksatlı faaliyeti" sonucuydu. Güneş Sistemimiz
sadece 4,6 milyar yıl önce oluşmuşken, evrendeki diğer güneş
sistemleri 10 milyar yıl önce biçimlenmiş olabilirlerdi; Dünya'nın
oluşumu ile Dünya üstünde yaşamın ortaya çıkışı arasındaki sü­
re çok kısa olduğundan, diğer gezegen sistemlerinde bu süreç
için alb milyar yıl kadar süre vardı. Crick ve Orgel'e göre "mev­
cut süre, Dünya'nın oluşumundan bile önu galaksinin başka yer­
lerinde teknolojik toplumlann var olmasını mümkün kılmakta­
dır''. Dolayısıyla bilim çevrelerine "yeni bir 'bulaşıcı' teori, yani
ilkel bir yaşam biçiminin Dünya üstüne bir başka gezegendeki
ileri bir toplum tarafından yerleştirildiği teorisi üstünde durma­
lannı" önermekteydiler. Hiçbir canlı sporun uzayın zorluklarını
aşamayacağı yolundaki eleştirileri beklediklerinden -ve de ne
eleştiriler geldi!- mikroorganizmaların uzayda sürüklenmek üze­
re yollanmadığını, korunmalı ve yaşam destekleyici bir ortam
içeren özel olarak tasarlanmış bir uzay gemisi içine yerleştirildi­
ğini önerdiler.
Crick ve Orgel'in sorgulanamayacak bilimsel itibarlarına
rağmen, Yönlendirilmiş Panspermia teorileri inançsızlık ve hatta
alaycılıkla karşılandı. Ancak son bilimsel ilerlemeler, sadece z.a­
man Çerçevesi'ni birkaç yüz milyon yıl daraltbklarından değil,
aynı zamanda elzem genetik maddenin Dünya üstünde evrimle­
şebilme olasılığını da ortadan kaldırdıklarından dolayı, bilim
adamlarının bu alaycı tavırları değiştirdi. Fikirlerdeki değişme­
nin bir nedeni de şu keşifti: Var olan amino asitler arasında sade­
ce aynı yirmi adedi Dünya üstündeki tüm canlılarda, bu organiz­
malar neye ve ne zaman evrimleşmiş olurlarsa olsunlar ortaklı;
ve aynı dört nükleotitten oluşan aynı ONA Dünya üstündeki tüm
canlılarda mevcuttu.
Dolayısıyla 1986 yılında Berkeley/ California'da düzenlenen
sekizinci Yaşamın Kökeni konulu konferansın kahlırncılan, bula­
nık çorba veya kilden yaşam hipotezlerinde var olan yaşamın
rastgele oluşumu kavramını artık kabul edemeyeceklerdi, çünki
bu teorilere göre bir yaşam biçimi ve genetik kod çeşitliliği orta­
ya çıkmış olmalıydı. Bunun yerine, varılan fikir birliği ''Dünya

166
YAŞAM TOHUMU
üstündeki yaşam, bakterilerden sekoya ağaçlanna ve insanlara
kadar tüm yaşam tek bir ata hücreden evrimleşmiştir." biçimin­
deydi.
Ama bu ata hücre nereden gelmişti? 22 ülkeden gelen 285
bilimci, bazılanrun öne sürdüğü gibi, uzaydan gelen tam olarak
oluşmuş hücrelerin Dünya'ya yerleştirildiği tarzındaki temkinli
önerileri uygun bulmadı. Ancak birçoğu "yaşamın organik ön­
cülleri desteğinin uzaydan eklendiğini" düşünmeye istekliydi.
Söylenenler söylendikten ve yapılacaklar yapıldıktan sonra bi­
limciler meclisinin önünde kalan tek yolun Dünya üstünde yaşa­
mın kökenine ilişkin bulmacanın cevabını sağlayabileceği umul­
maktaydı: uzay araşhrmaları. Araşb.rmalar Dünya'dan Mars'a,
Ay'a, Satürn'ün uydusu Titan'a kaymalıydı çünki onlann el değ­
memiş ortamları yaşamın başlangıcının izlerini daha iyi korumuş
olabilir, diye önerilmekteydi.
Böyle bir araşhrma rotasının, yaşamın sadece Dünya'ya öz­
gü olmadığı önermesinin kabulünü gerektirdiği açıktır. Böyle bir
önermenin ilk nedeni, organik bileşiklerin Güneş Sistemi ve dış
uzaya nüfuz ettiklerini gösteren yaygın kanıtlardır. Gezegenler
arası sondalardan alınan verileri daha önceki bölümlerde incele­
miştik; dış uzayda yaşamla ilgili elementler ve bileşikleri işaret
eden veriler o kadar çoktur ki burada sadece bir ikisinden söz et­
memiz yeterli olacaktır. Örneğin 1977'de Max Planck Enstitüsün­
deki bir uluslararası gökbilimci ekibi kendi galaksimizin dışında
su moleküllerini keşfettiler. Su buharının yoğunluğu Dünya'nın
galaksisindekiyle aynıydı; Bonn Radyo Astronomi Enstitüsün­
den Otto Hachenberg bu bulguyu "Dünya' daki gibi, yaşam için
uygun koşullann başka yerlerde de mevcut olduğu" çıkarımına
destek olarak düşünmekteydi. 1984 yılında Goddard Uzay Mer­
kezindeki bilimciler yıldızlar arası uzayda "organik kimyanın
başlangıcını da içeren şaşırtıa bir dizi molekül" buldular. Merke­
zin Uzay Araşhrmaları Enstitüsünden Patrick Thaddeus'a göre
"canlı dokuları oluşturan aynı atomlardan yapılmış karmaşık
moleküller'' keşfetmişlerdi ve "bu bileşiklerin oluşması sırasında
Dünya'ya çökelmiş olduğunu ve yaşamın en sonunda onlardan
geldiğini varsaymak akla yatkındı." Bir örnek daha verecek olur-

167
KOZMiK TOHUM
sak, 1987'de NASA cihazları, patlayan yıldızların (süpemovala­
rın) Dünya'da yaşayan organizmaların içerdiği karbon dahil
doksan küsur elementin çoğunu ürettiklerini saptamıştır.
Dünya üstünde yaşamın çiçeklenmesi için böylesi elzem bi­
leşikler, yakın veya uzak uzaydan Dünya'ya nasıl varmışlardı?
Düşünülen göksel aracılar değişmez biçimde kuyruklu yıldızlar,
meteorlar, meteoritler ve çarpan asteroitlerdir. Bilimciler için bil­
hassa ilginç olan karbon içeren kondritler taşıyan meteoritlerdir;
bunların Güneş Sistemindeki en ilksel gezegensel maddeyi tem­
sil ettiğine inanılır. 1969' da Avustralya'da Victoria/Murchison
yakınlarına düşen bir tanesi, ONA'da yer alan tüm bileşikleri içe­
ren amino asitleri ve azot bazları dahil bir dizi organik bileşiği
açığa çıkartmışhr. Melboume'daki Monash Üniversitesinden
Ron Brown'a göre araştırmacılar "meteoritte çok ilkel bir hücre
yapısını anımsatan oluşumlar'' bile bulmuştur.
İlk olarak 1806'da Fransa'da bulunan karbon içeren kondrit­
li meteoritler, o güne dek, yaşamla ilgili bileşikleri yeryüzüyle te­
masa geçince kirlenmelerinden dolayıdır, diye açıklandığından
güvenilmez kanıtlar olarak bir kenara bırakılmaktaydılar. Ama
1979'da bu tüpten iki meteorit Antartika'nın hiçbir kirlenmenin
mümkün olmadığı buzlu düzlüklerine gömülü olarak keşfedildi.
Bunlar ve Antarktika'nın başka yerlerinden Japon bilimciler tara­
fından toplanan meteorit parçalarının amino asitler açısından
zengin ve de ONA ve/veya RNA'yı oluşturan nükleotitlerden
(genetik "alfabe"nin A, G ve U'su) en azından üçünü içerdiği bu­
lunmuştur. Scientific American dergisinde (Ağustos 1983) yayınla­
nan makalelerinde Roy S. Lewis ve Edward Anders "karbonlu
kondritlerin, en ilkel meteoritlerin, süpernovalar ve diğer yıldız­
lar tarafından fırlatılan maddeler de dahil kökeni Güneş Sistemi
dışında olan maddeler içerdikleri" sonucuna varmışlardı. Bu me­
teoritlerin radyokarbon tarihlemesi, 4,5 ila 4,7 milyar yıl önceyi
göstermekteydi; bu da onları sadece yaşlı değil, Dünya'dan bile
yaşlı kılmakta ve dünya dışı kökenli olduklarını kesinleştirmek­
tedir.
Bir anlamda kuyruklu yıldızların Dünya' da salgınlara ne­
den olduğuna dair eski inançları yeniden canlandıran iki saygın

168
YAŞAM TOHUMU
İngiliz gökbiliınci, Sir Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe
New Scientisf te (17 Kasım 1977) yayınlanan bir çalışmada ''Dün­
ya'da yaşam; yolundan çıkmış, yaşamın yapı taşlarını taşıyan bir
kuyruklu yıldız ilkel Dünya'ya çarphğında başlamışhr." diye
önermişlerdi. Diğer bilimcilerin eleştirilerine rağmen her ilcisi de
bu teoriyi bilimsel konferanslarda, kitaplarda [Lifecloud (Yaşam­
bulutu) ve diğer eserleri] ve bilimsel yayınlarda ısrarla öne sür­
meye devam ettiler ve her defasında "dört milyar yıl kadar önce
yaşam bir kuyruklu yıldızda geldi" yolundaki tezleri için daha
fazla destekleyici tezler sunmaktaydılar.
Son zamanlarda Halley gibi kuyruklu yıldızların yakından
incelenmesi, kuyruklu yıldızların da uzayda uzaklarda olan di­
ğer haberciler gibi, su ve diğer yaşamsal yapı taşlan olan bileşik­
leri içerdiğini göstermektedir. Bu bulgular diğer gökbilimcilerin
ve biyofizikçilerin de Dünya' da yaşamın ortaya çıkmasında kuy­
ruklu yıldız çarpmalarının bir rol oynamış olabileceği olasılığının
üstünde düşünmelerine yol açtı. Toledo Üniversitesinden AI­
mand Delsemme'nin sözleriyle: ''Dünya'ya çarpan büyük sayıda
kuyruklu yıldız, amino asitlerin oluşması için gereken kimyasal­
ları sağlamışhr; bedenlerimizdeki moleküller muhtemelen bir za­
manlar kuyruklu yıldızlardaydılar."
Bilimsel ilerlemeler meteoritlerin, kuyruklu yıldızların ve
diğer gök cisimlerinin daha gelişmiş incelemelerini mümkün kıl-
, dıkça, sonuçlar yaşam için elzem olan daha büyük bileşik grup­
larını içermektedir. Kendilerine "egzobiyolog" adı verilen yeni
bir bilimci türü, bu gök cisimlerinde Güneş Sisteminin oluşu­
mundan da öncesine ait bir kökeni işaret eden izotoplar ve başka
elementler buldular. En sonunda Dünya üstünde evrimleşen ya­
şam için güneş sistemi dışı bir köken, artık daha kabul edilebilir
bir önermedir. Hoyle-Wickramashinge ekibi ve diğerleri arasın­
daki tarhşmanın odağı, artık bu ilcisinin, Dünya'ya kuyruklu yıl­
dız/ meteorit darbeleriyle gelen yaşam oluşturucu bileşiklerin
atalan yerine "sporlan" -gerçek mikroorganizmaları- önermekte
haklı olup olmadıklarına kaymışbr.
"Sporlar" dış uzayın radyasyonunu ve soğuğunu atlabp ha­
yatta kalabilirler miydi? Bu olasılıkla ilgili şüpheler, 1985'te Hol-

169
KOZMİK TOHUM
landa'daki Leiden Üniversitesinde yapılan deneylerle bertaraf
edildi. Nature dergisinde (cilt 316) yazan gökfizikçi J. Mayo Gre­
enberg ve yardımcısı Peter Weber, "sporların" diğer tüm gök ci­
simlerinde z.aten mevcut olan bir su, metan, amonyak ve karbon­
monoksit z.arfı içinde yolculuk etmeleri halinde, bunun mümkün
olabileceğini buldular. Panspermia mümkündür, sonucuna var­
mışlardı.
Peki ya yönlendirilmiş panspermia? Daha önce Crick ve Or­
gel tarafından önerilen, Dünya'nın bir başka uygarlık tarafından
maksatlı olarak tohumlanması? Onların görüşünde, sporlan ko­
ruyan "zarf"; gerekli bileşiklerden oluşmamışh, içinde besinlere
batmış ha.ide mikroorganizmaların bulunduğu bir uzaygemisiy­
di. Önerileri bilim kurgu koksa da, bu ikisi "teorem"lerine sımsı­
kı sarıldılar. Sir Francis Crick The New York Times'ta (26 Ekim
1981), "Kulağa biraz çatlakça gelse de, tezin tüm aşamaları bilim­
sel açıdan makuldur." diye yazmışh. İnsanoğlunun da bir gün
kendi "yaşam tohumu"nu başka dünyalara gönderebileceğini
öngörürsek, niçin başka bir yerdeki gelişmiş bir uygarlık uzak
geçmişte bunu Dünya'da yapmış olmasın?
Yaşamın Kökeni konferanslarının öncülerinden biri ve artık
ABD Ulusal Bilimler Akademisinin bir üyesi olan Lynn Margulis
yazılarında ve söyleşilerinde şu görüşü savunur: Mikroorganiz­
malar zorlu koşullarla yüzleştiklerinde, "genetik materyali daha
uygun çevre koşullarına doğru taşıyacak sert küçük paketler sa­
larlar" (Newsweek, 2 Ekim 1989). Bu, "uz.ay çağı sporlan" için do­
ğal bir "hayatta kalma stratejisi"dir; gelecekte de olacakhr çünki
geçmişte olmuştur.
The New York Times'ta yayınlanan ve tüm bu gelişmeleri ele
alan, "NASA, Dünya'daki Yaşamın Kökeninin İpuçlarını Gökler­
de Arayacak" başlıklı, ayrınblı bir haberde (6 Eylül 1988) Sandra
Blakeslee en son bilimsel düşünüşü şu şekilde özetlemiştir:

Yaşamın başlangıcının ipuçları ile ilgili yeni arayışın ar­


dındaki neden; kuyruklu yıldızların, meteorların ve yıldız­
lar arası tozun canlı hücreler için elzem elementler kadar
karmaşık organik kimyasalları da taşıdıklarının yakın z.a-

1 70
YAŞAM TOHUMU
manlarda keşfedilmiş olmasıdır.
Bilimciler Dünya ve diğer gezegenlerin bu potansiyel ya­
şamsal yapı taşlan ile uzaydan tohumlanmış olduklanna
inanıyorlar.

"Uzaydan tohumlanmış"; binlerce yıl önce Sümerlilerin


yazdığı sözlerin aynısı!
Chandra Wickramasinghe'nin yazılannda M.Ö. 500 civann­
da "yaşam tohurnlanrun" evren boyunca kaynaşhğıru, filizlen­
meye ve uygun bir ortam bulunduğunda yaşamı yaratmaya ha­
zır olduklanna inanan Grekli filozof Anaksagoras'ın yazılann­
dan sık sık söz ettiğini belirtmekte fayda var. O da Anadolu'dan
geldiğinden, erken Grek bilgisinin doğru olduğu kadanyla, kay­
naklan Mezopotamya yazılan ve gelenekleriydi.
6000 yıllık dolambaçlı bir yoldan sonra modern bilim, dış
uzaydan gelen bir istilacının yaşam tohumunu Güneş Sisteminin
içine getirdiği ve Göksel Savaş sırasında bunu "Gaia"ya bırakbğı
yolundaki Sümer senaryosuna geri dönmüştür.
Bizden yaklaşık yanın milyon yıl önce uzay yolculuğu ya­
pabilen Anunnakiler, bu fenomeni bizden çok önce keşfetmişler­
di; bu açıdan bakılırsa, modem bilim kadim bilgiye daha yeni ye­
ni yetişiyor.

171
ADEMOGLU: YARATILAN KÖLE
Yarahlışçılar ile Evrimciler arasındaki -bazen çok tatsızla­
şan- tartışmanın ve bazen mahkeme salonlarında, her zaman da
okul yönetim toplanhlarında süregelen çabşmanın merkezinde,
şüphesiz, İnsanoğlunun kutsal metinlerde anlahlan yaratılışı var­
dır. Daha önce de belirtildiği gibi, her iki taraf da Kitabı Mukad­
des'i (tabi ki İbranice orijinalini) okusalar; Evrimciler Tekvin'in
bilimsel temelini fark eder ve Yarahlışçılar da metnin aslında ne
anlathğını anlar anlamaz çatışma ortadan kalkıvereeektir.
Bazılarının Tekvin Kitabının Yarahlış hikayesindeki "gün­
ler''in çağlar ya da safhalar değil de yirmi dört saatlik süreler ol­
duğu yolundaki safça iddialan bir yana buakılacakolursa, önce­
ki bölümlerden de artık açıkça anlaşıldığı gibi, Evrim' in tarifi mo­
dem bilimin tarifi ile uyumludur. Aşılamaz sorun ise Yaratılışçı­
ların, İnsanoğlunun, Homo sapiens sapiens'in "Tanrı" tarafından
evrimsel öncülleri olmaksızın anında yarablmış olduğunda ısrar
etmeleri ile ortaya çıkar. "Ve Rab Tann yerin toprağından adamı
yaph, ve onun bumuna hayat nefesini üfledi; ve adam yaşayan
can oldu." Tekvin Kitabının 2. Bap, 7. dizesinde anlatılan İnsa­
noğlunun yaratılış hikayesi böyledir ve aşın hevesli Yarahlışçıla­
rın da sımsıkı inandıktan budur.
İbranice metni öğrenmiş olsalardı -zaten orijinali budur- her
şeyden önce yaratma fiilinin belirli Elohim'e atfedildiğini keşfe­
derlerdi; bu, ''Tanrı" değil, en azından "tannlar'' diye tercüme
edilmesi gereken bir terimdir. İkincisi, yukanda alınh yaphğımız
dizede aynı zamanda "adam"ın niçin yarahldığıru da açıkladığı­
nı fark edeceklerdi: ''Ve toprağı işlemek için adam yoktu." Bun­
lar, İnsanoğlunu kimin, niçin yaratmış olduğuna dair iki önemli
ve rahatsız edici ipucudur.

172
Al>EMOGLU: YARATILAN KÔLE
Hem 7.aten, Tekvin'de 1 :26-27'de İnsanoğlunun yarablışı ile
ilgili bir başka sorun daha vardır. İlk olarak, "Ve Tanrı dedi: Su­
retimizde, benzeyişimize göre insan yapalım." ve sonra bu öneri
yürürlüğe konur: "Ve Tanrı insanı kendi suretinde yaratb, onu
Tanrı'nın suretinde yarattı; onları erkek ve dişi olarak yarattı."
Kutsal metindeki anlatım, Bap 2'de "Adem"in, Tanrı ona adamın
kaburga kemiğinden yaratılan bir dişi eş sağlayana kadar yalnız
olduğunu söyleyen hikaye ile iyice düğümlenir.
Yaratılışçılar arasında da birçok farklı Kitabı Mukaddes ver­
siyonu içinde hangisinin doğru olduğuna karar verme sorunu
yaşanmaktaysa da, çoğulluk sorunu her versiyonda geçerlidir.
insanın yaratılması önerisi çoğul dinleyiciye seslenen çoğul bir
varlıktan gelir: "Suretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım."
Kitabı Mukaddes'e inanan kişiler sormalıdır: Neler oluyor?
Artık hem Doğubilimciler hem de Kitabı Mukaddes bilgin­
leri, olanların; Tekvin Kitabını ilk olarak Sümer'de yazılmış olan
daha eski ve muhtemelen daha aynnblı metinlerden özetleyerek
biraraya getiren derlemecilerden kaynaklandığını biliyorlar. 12.
Gezegen'de gözden geçirilen, boka alıntılar yapılaR ve kaynakça­
da sıralananan bu metinler, insanın Anunnakiler tarafından yara­
tılmasını anlatmaktadır. Atra Hasis gibi uzun metinlerden öğren­
dik ki, bu; altın aramak için Dünya'ya inen küçük rütbeli astro­
notların isyan etmesi sonucu meydana gelmişti. Güneydoğu Af­
rika' daki altın madenlerindeki zorlu çalışma artık katlanılamaz
hale gelir. Başkomutanları olan Enlil, Nibiru'nun hükümdarı
olan babası Anu'dan Büyük Anunnaki Meclisi'ni toplamasını ve
bu isyankar mürettebata sert ce7.alar verilmesini ister. Ama Anu
daha anlayışlıdır. İsyancıların şikayetlerini duyduğunda, "Onla­
rı neyle suçlayabiliriz ki?" der. "İşleri ağır, rahatsızlıkları çoktu!"
Yüksek sesle sordu, altın elde etmenin başka bir yolu olamaz
mıydı acaba?
Evet, dedi diğer oğlu Enki (Enlil'in üvey kardeşi ve rakibi);
Anunnakilerin parlak baş bilimcisi. Bu zorlu işi bir başkasına yı­
karak Anunnakileri bu dayanılmaz zorlu çalışmadan kurtarmak
mümkündü: Gelin bir İlkel İşçi yaratalım!
Fikir, Anunnaki meclisine cazip geldi. Tartışbkça, böyle bir

1 73
KOZMİK TOHUM
hkel İşçinin, bir Adamu'nun iş yükünü devralmasına duydukları
heves büyüdü. Ama, diye meraklandılar, araç gereç kullanacak
ve talimat alacak kadar zeki bir varlığı nasıl yaratabilirsiniz? İlkel
İşçiyi yaratma veya "vücuda getirme" işlemi nasıl başarılacakh?
Bu, gerçekten de yapılabilir miydi?
Bir Sümer metni, Adamu'nun yarahlmasını çekilmez, dertle­
rinin çözümü olarak gören, şüphelerle dolu Anunnaki meclisine
Enki'nin verdiği cevabı ölümsüzleştirmiştir:

"Adını söylediğiniz yarahk­


. MEVCUITUR!"

Tüm yapmanız gereken, diye ekledi:

"tanrıların suretini üstüne tutturmakhr."

İşte bu sözler İnsanoğlunun yarahlış bulmacasının anahtarı­


dır, Evrim ve Yaratılış arasındaki çalışmayı ortadan kaldıran si­
hirli değnektir. Anunnakiler, yani kutsal metinlerin Elohim'i, İn­
sanı yoktan var etmemişti. Varlık, zaten Dünya üstünde yaşıyor­
du, eTJrimin bir ürünüydü. Tek yapılması gereken, gereken yete­
nek ve zeka düzeyine terfi ettirmek için ona Elohim'in suretini,
"tanrıların suretini tutturmakh".
Basit ol.şun diye, gelin zaten mevcut olan bu "yarahğa"
maymun adam/maymun kadın diyelim. Enki'nin düşündüğü iş­
lem, zaten mevcut olan yarahğın üstüne Anunnakilerin "sureti­
ni" -içsel, genetik yapısını- tutturmakh; başka bir deyişle zaten
var olan Maymunadam/Maymunkadını genetik manipülasyon
yoluyla yükseltmek ve böylece evrimde sıçrama yaparak, "in­
san"ı -Homo sapiens- ortaya çıkarmakh.
Kutsal metinlerdeki "adam" adına ilham verdiği açık olan
Adamu terimi ve Sümer metinlerinde, kutsal metinlerde de aynen
geçen "suret'' teri.minin kullanılması; Tekvin' deki İnsanın Yarah­
lışı hikayesinin kökeninin Sümer/Mezopotamya olduğunun tek
ipuçları değildir. Oy birliğine varan ve gerekli olanı yapmak için
harekete geçen bir Elohim grubunun kutsal kitaptaki tasviri ve ço-

1 74
MJEMOGLU: YARATILAN KÔLE
ğul zamir kullanımı, Mezopotamya kaynaklan hesaba kablınca,
bilmecemsi görünümlerini kaybederler.
Bu kaynaklarda Anunnaki meclisinin projeye devam etme
kararına vardığını ve Enki'nin önerisini baş hp subayı olan Nin­
ti'ye görev olarak verdiklerini okuruz:

Çağırıp sordular tanrıçaya,


tannlann ebesi, akıllı doğurtucuya,
[dediler:]
"Bir yarahğa hayat ver, işçiler yarat!
Bir İlkel İşçi yarat,
O taksın boyunduruğu!
Enlil tarafından verilen boyunduruğu o taksın,
İşçiler, tannlann yükünü taşısın!"

Tekvin'i derleyenlerin kısalhlmış versiyonlarını, yukandaki ·

dizelerin yer aldığı Atra Hasis metninden mi, yoksa çok daha es­
ki Sümer metinlerinden mi aldıklarını kesin olarak söylemek im­
kansız. Ama elimizde bir İlkel İşçi'ye ihtiyaç duyulmasına yol
açan olayların, tanrılar meclisinin bir tane yaratılması için hare­
kete geçilmesi önerisini onaylayıp karar vermesinin arka pi.anı
mevcut. Ancak kutsal metinlerin kaynaklarının ne olduklannı id­
rak edersek, Kitabı Mukaddes'te anlatılan Elohim'in -Ulu Olanla­
rın, "tannlann" - söylediklerini anlayabiliriz: ''Toprağı işlemek
için adam yoktu" sorununa çözüm olarak "Suretimizde, benzeyi­
şimize göre insan yapalım."
12. Gezegen'de, Kitabı Mukaddes'de Adem'in, yani belirli bir
kişinin silsilesini ve tarihçesini anlatmaya başlayana kadar yeni
yarahlan varlığa "Adam" dendiğini, yani genel bir terimle sesle­
nildiğini vurgulamışhm. Bu, Adam adında bir kişi değildir, har­
fiyen "Arzlı" demektir, çünki "Adam" kelimesi; Adamah, ''Top­
rak" ile aynı kökten geldiğinden bu anlama gelir; yani ''Dünya­
lı". Ama terim bir kelime oyunudur çünki "kan" anlamına gelen
dam, birazdan göreceğimiz gibi, adamın "üretilme" tarzını da
yansıtmaktadır.
"İnsan" anlamına gelen Sümer terimi LU'dur. Ama kökü

175
KOZMİK TOHUM
"insan varlığı" değil; daha ziyade "işçi, hizmetkar" anlamındadır
ve "evcilleştirilmiş" olduğu ima edilen hayvan isimlerinin bir
parçasıdır. Atra Hasis metninin yazıldığı (ve tilin Sami dillerinin
dallandığı) dil olan Akkadca, bu yeni yarahlan varlığa lulu teri­
mini atfeder; Sümercede olduğu gibi "İnsan" anlamına gelir ama
karışım kavramını da aktarmaktadır. Lulu kelimesi daha derin
manada "karışmış olan" anlamına gelir. Bu durum, Adamın -hem
"Dünyalı" hem de ''kandan Olan"- yarahlma tarzını da yansıhr.
Mezopotamya kil tabletleri üstünde korunmuş veya parça­
lanmış olma durumları çeşitlilik arz eden sayısız metinler bulun­
muştur. 12. Gezegen' den sonra yazdığım Dünya Tarihçesi'nin di­
ğer bölümlerinde, Eski ve Yeni Dünyalardan çeşitli halkların ya­
rablış "mitleri"ni gözden geçirmiştim; hepsi de tanrısal bir unsu­
run dünyasal bir unsurla karışhnlmasını içeren bir işlemi kaydet­
mişlerdi. Ve sıklıkla, tanrısal unsur tanrının kanından elde edilen
bir "öz" ve dünyasal unsur da "kil" veya "çamur'' olarak tarif
edilmekteydi. Hepsinin de aynı hikayeyi anlatmaya kalkışbğın-
. dan hiç şüphe yoktur çünki hepsi de İlk Çift' ten söz ederler. Bun­
ların kökeninin de Sümer olduğuna hiç kuşku yoktur; Sümer me­
tinlerinde bu harikulade işin en aynnhlı tariflerini ve çok miktar­
da detayı buluruz: Anunnakilerin "ilahi" genleri ile Maymun­
adamın "dünyasal" genlerini karışhnp, Maymunkadının yumur­
tasını döllemek.
Bu, tüpte döllenmedir; hpkı şu silindir mühür üstündeki be­
timlemedeki gibi (Şekil 51). Ve modem bilim ve bp tüpte döllen-

Şekil 51

1 76
Al>EMOGLU: YARATILAN KÔLE
me becerisini gösterdiğinden bu yana hep söylediğim gibi, Adam
ilk tüp bebekti •..

• • •

Enki, genetik manipülasyon yoluyla bir İlkel İşçi yaratma


önerisinde bulunduğunda, bunun yapılabilirliği sonucuna zaten
vardığına inanmamız için nedenler var. Görev için Ninti'yi çağır­
ma önerisi de o an aklına gelmiş bir fikir değildi.
Devamı gelecek olayların arka planını anlatan Atra Hasis
metni, Dünya üzerindeki İnsanın, önde gelen Anunnakiler ara­
sındaki görevlere atanmasının hikayesiyle başlar. İki üvey kar­
deş, Enlil ve Enki arasındaki düşmanlık tehlikeli düzeylere ulaş­
hğında, Anu aralarında bir çekiliş yapar. Sonuç olarak Enlil'e es­
ki yerleşimlerin ve E.DİN'in (kutsal metinlerdeki Aden) yönetimi
verilir; Enki ise AB.ZU'ya, madenler ülkesine göz kulak olması
için Afrika'ya yollanır. Büyük bir bilimci olan Enki zamanının bir
bölümünü bulunduğu ortamdaki flora ve faunayı, ve yaklaşık
300.000 yıl sonra Leakey'ler ve diğer paleontologların güneydo­
ğu Afrika'da keşfedecekleri fosilleri inceleyerek geçirmeye baş­
lar. Tıpkı bugünün bilimcilerinin yaphğı gibi Enki de Dünya üs­
tündeki evrimin rotası hakkında düşünmüş olmalıdır. Sümer
metinlerinden anlaşıldığına göre, Nibiru'nun göklerdeki bir ön­
ceki mekanından beraberinde getirdiği aynı "yaşam tohu­
mu"nun, çok daha önce Nibiru'da ve daha sonra çarpışma sıra­
sında tohumlanır tohumlanmaz Dünya' da olmak üzere her iki
gezegende de yaşamın ortaya çıkmasını sağladığı sonucuna var­
mışhr.
Onu en çok hayrete düşüren varlık Maymunadamdı; diğer
primatlardan bir adım üstte, çoktan dik yüriimeye başlamış ve
araç olarak sivriltilmiş taşlan kullanan bir insanımsı, bir ön-in­
san; ama henüz tam olarak insan halinde evrimleşmemişti. Ve
Enki "Tanncılık oynamak'' ve genetik manipülasyon içeren de­
neyler yürütmek gibi ilginç ve müeadele gerektiren bir fikri kafa­
sında evirip çevirmeye başlamış olmalıdır.
Deneylerinde yardımcı olması için Ninti'nin Afrika'ya gel-

177
KOZMiK TOHUM
mesini ve yanında kalmasını ister. Resmi neden akla yatkındır.
Ninti baş bp subayıdır; adı "Yaşam veren hanım" (daha sonra
Mammi lakabını alacakhr; tüm dünyada kullanılan Mamma/Ma­
ma/Ümmü (Anne) kelimesinin kaynağıdır) anlamına gelir. Ma­
dencilerin içinde çalışhğı zor koşullar düşünüldüğünde hp hiz­
metlerine kesinlikle ihtiyaç vardır. Ama dahası vardı: daha en ba­
şından beri Enlil ve Enki onu cinsel nedenlerle istemekteydiler;
çünki her ikisi de üvey kız kardeşleri olan Ninti'den bir erkek va­
ris edinmek ihtiyacındaydılar. Üçü de Anu'nun, Nibiru'nun hü­
kümda rının çocuklanydılar ama anneleri farklıydı; ve Anunnaki­
lerin ardıllık kurallanna göre (daha sonralan Sümerliler tarafın­
dan da benimsendi ve kutsal metinlerdeki Atalann hikayelerinde
yankılandı), Yasal Varis, aynı kraliyet sülalesi içinde bir üvey kız
kardeşten doğan oğul olurdu, İlkdoğan erkek evlat olması şart
değildi. Sümer metinleri Enki ve Ninti arasındaki şiddetli cinsel
birleşmeleri tarif eder (ancak sonuçlar başarısızdı; çocuklann
hepsi de kızdı); dolayısıyla Enki'nin Ninti'yi bu görevde kendisi­
ne yardım etmesi için çağırmasında bilimsel nedenlerin yanında
başka nedenler de vardı.
Bunlan bilince, yarahlış metinlerinde Ninti'nin ilk olarak
bunu yalnız başına yapamayacağını, Enki'nin yardımı ve tavsiye­
lerine ihtiyacı olduğunu söylemesini, sonra da doğru malzemele­
rin ve tesislerin yer aldığı Abzu'da bu göreve girişmek zorunda
olduğunu söylemesi karşısında şaşırmamamız gerek. Aslında bu
ikisi, Anunnaki meclisinde "suretimizde bir Adamu yaratalım"
önerisinden çok önce birlikte deneyler yürütüyor olmalıydılar.
Bazı kadim betimlemeler çıplak Maymun-adamlann eşlik ettiği
"Boğa-adam"lan (Şekil 52) ya da "Kuş-adam"lan göstermektedir
(Şekil 53). Birçok tapınağı süsleyen sfenksler (insan kafalı boğalar
veya aslanlar) hayali temsillerden daha fazlası olabilirler ve Sü­
mer kozmogonisini ve yarahlış hikayesini Grekler için yazan Ba­
bil rahibi Berossus, "iki kanatlı insanlann" ya da ''bir beden ve iki
kafanın" veya karışık eril dişil organların veya ''bazıları keçi ba­
caklı ve boynuzlu" birçok insanımsı-hayvan karışımının olduğu
insan öncesi bir dönemi tarif eder.
Bu yarahklann doğanın ucubeleri değil de Enki ve Ninti'nin

1 78
A DEMO GLU.� YARATILAN KÖLE

Şekil 52

maksatlı deneylerinin bir sonucu olduklan Sümer metinlerinde


açıkhr. Metinler bu ikisinin ne erkek ne de dişi organı olan bir
varlık, çişini tutamayan bir erkek, çocuk doğuramayan bir kadın
ve daha birçok kusuru olan yarabklar ortaya çıkardıklanru anla­
hrlar. En sonunda, Ninti'nin biraz da kötülük kokan meydan
okuyan bir tavırla şunlan söylediği kaydedilir:

İnsanın bedeni ne kadar iyi, ne kadar kötü?


Kalbim öyle diyor ki,
onun kaderini iyi veya kötü yapabilirim.

Şekil 53

1 79
KOZMİK TOHUM
Genetik manipülasyonun sonuçta ortaya çıkan bedenin iyi
veya kötü unsurlarını belirlemeyi sağlayacak ölçüde mükemmel­
leşmiş olduğu bu safhada, bu il<lsi en son mücadeleye girişebile­
ceklerini hissettiler: İnsanımsıların, Maymun-adamların genleri­
ni Anunnakilerin genleri ile kanşbrmak. Biraraya getirdikleri
tüm bilgiyi kullanarak, bu il<l Elohim, Evrim sürecine müdahale
etmeye ve hızlandırmaya koyuldular. Her ikisi de aynı "yaşam
tohumu"ndan geldiklerinden, hpkı Nibiru'da olduğu gibi hiç
şüphesiz modern insan Dünya üstünde de en sonunda evrimle­
şecekti. Ama 300.000 yıl önce insanımsıların bulunduğu safha­
dan, o sıralarda Anunnakilerin ulaşmış olduğu gelişim seviyesi­
ne varmaları için daha gidilecek uzun bir yol vardı. Eğer, 4 mil­
yar yıl içinde Nibiru'da daha erken başlayan evrimsel süreç bu
zamanın yüzde l'i bile olsa, Dünya'daki gidişahyla kıyaslandı­
ğında evrim Nibiru'da kırk milyon yıl önde olmuş olurdu. Aca­
ba Anunnakiler gezegenimizde evrimin hızını bir ya da iki mil­
yon yıl hızlandırmışlar mıydı? Hiç kimse Homo sapiens'in Dünya
üstünde doğal olarak evrimleşmesinin ne kadar zaman alacağını
bilemez ama kırk milyon yıl da bir hayli yeterli bir zaman olurdu
şüphesiz.
"Tannlan için hizmetkarlar biçimlendirme", kadim metinle­
rin sözleri ile "büyük bir bilgelik işini ortaya çıkarma" görevini
yerine getirmeye çağrılan Ninti, Enki'ye şu talimah verdi:

Dünya'run Bodrumundan,
Abzu'nun hemen üstünden
kili al bir yumru halinde karıştır,
ve onu bir göbek biçimine sok.
Kili doğru hale getirecek olan
iyi, bilgili, genç Anunnakileri ben sağlanın.

12. Gezegen'de, genellikle "kil" ve "çamur" diye tercüme


edilen Sümerce ve Akkadca terimlerin etimolojisini analiz etmiş
ve bunların "yaşamla olan" anlamına gelen Sümerce Tİ.İT' ten ev­
rimleştiğini göstermiş ve sonra da türetilen anlamlar içinde ''kil"
ve "çamur" kadar "yumurta" olabileceğini de varsaymışhm. De-

180
ADEMOGLU: YARATILAN KÔLE
mek ki, zaten mevcut olan bir varlığın "üstüne tanrıların suretini
tutturma" işlemindeki dünyasal unsur; o varlığın dişisinin, yani
Maymunkadının yumurtasıydı.
Bu olayla ilgili tüm metinler Ninti'nin dünyasal unsuru te­
min etmesi, yani dişi Maymunkadırun yumurtasını Abzu'dan,
güneydoğu Afrika' dan getirmesi için Enki'ye güvendiğini açıkça
göstermektedir. Aslında yukandaki alıntıda belirli bir yer göste­
rilmektedir: Madenlerin olduğu bölge değil (madenlerin yeri 12.
Gezegen'de Güney Rodezya, günümüz Zimbabwe'sindeki bir böl­
ge olarak tanımlanmıştı), "yukanda" daha kuzeyde olan bir yer­
di. Gerçekten de, son bulguların gösterdiğine göre, Homo sapi­
ens'in ortaya çıktığı bölge burasıdır...
"İlahi" unsurlan elde etme işi ise Ninti'nindi. Anunnakiler­
den birinden iki "öz" alınması gerekiyordu ve bu amaç için genç
bir "tanrı" dikkatle seçildi. Enki'nin Ninti'ye talimatı, tanrının ka­
nını ve şiru'sunu elde etmesi ve bunlan bir "saflaşhncı banyo"ya
batınp "özlerini" elde etmesiydi. Kandan elde edilmesi gereken
şey TE.E.MA olarak adlandınlır; en iyi "kişilik" diye tercüme edi­
lir, kelimenin anlamını aktaran bir kelimedir: Bir kişiyi o kişi kı­
lan ve başka bir kişiden farklı yapan şey. Ama "kişilik" olarak
tercümesi kelimenin bilimsel kesinliğini aktarmaz; orijinal Sü­
merce metinde bu "hafız.ayı yerinde tutanı barındıran" anlamına
gelir. Bugünlerde ona "gen" diyoruz.
Genç Anunnaki'den alınan diğer unsur olan şiru g�nellikle
"et" olarak tercüme edilir. Zaman içinde, bu kelime çeşitli çağn­
şunlan arasında "et" anlamını da kazanmışhr. Ama en eski Sü­
mer metinlerinde bu, cinsiyete ya da üreme organlanna bir gön­
dermedir; kökü ise "tutturan", "bağlayan" anlamına gelir. Şi­
ru' dan alınan özden, "tannlann" Anunnaki olmayan evlatlan ile
ilgili diğer metinlerde kişru diye söz edilir; erkeğin organından
gelen anlamında; "semen"dir, erkeğin spermi.
Bu iki ilahi öz arındıncı bir banyo içinde Ninti tarafından
iyice kanşhnlacaktır ve ortaya çıkan İlkel İşçi'nin lakabı olan lu­
lu'nun ("Kanşhnlmış Olan") bu kanşhrma işleminden kaynak­
landığı açıktır. Modem terimleri kullanırsak, ona melez derdik.
Tüm bu işlemler kesinlikle temiz koşullar altında gerçekleş-

181
KOZMiK TOHUM
tirilmdiydi. Metinlerden biri "kil"e dokunmadan önce Ninti'nin
ellerini nasıl yıkadığını bile anlabr. Bu işlemlerin yürütüldüğü
yer, Akkadca Bit Şimti diye adlandınlan özel bir yapıdır; "yaşam
rüzgarının içeri üflendiği yer'' anlamına gelen Sümerce
Şİ.İM.Tİ'den gelmektedir. Hiç şüphesiz, Kitabı Mukaddes'in
Adamı toprağın tozundan yarathktan sonra Elohim'in "onun bur­
nuna hayat nefesini üfledi" yolundaki iddiasının kaynağı da bu­
dur. Kutsal metnin "yaŞam nefesi" yerine bazen "can" diye tercü­
me edilen terimi Nefeş'tir. Akkad metninde, anndırma ve öz alma
işlemleri tamamlandıktan sonra "yaşam rüzgarının içeri üflendi­
ği yer" de meydana geleni anlabrken aynı terim ortaya çıkar:

Napiştu'yu saflaşbran tanrı Enki


konuştu.
Onun [Ninti] önüne ohırdu, onu teşvik ediyordu.
Kendi ilahisini söyledikten sonra,
Elini kile uzath.

Bir silindir mühür üstündeki resim (Şekil 54) pekala kadim


metni betimliyor olabilir. Resim Enki'yi oturmuş, arkasında "test
tüpleri" olan (sembolü olan göbek kordonu kesicisi ile tanımla­
nan) Ninti'yi "teşvik ederken" göstermektedir.
"Kil"in tüm "özler"le kanşhnlması, işlemin sonu anlamına

Şekil 54

182
ADEMOGLU: YARATILAN KÔLE
gelmiyordu. Maymunkadının "arındırıcı banyolarda" genç
Anunnaki "tannsı"nın spermi ve genleri ile döllenen yumurtası,
şimdi de "tutturma"nın tamamlanacağı bir ''kalıp" içine konma­
lıydı. İşlemin bu kısmı daha sonra tasarlanan varlığın cinsiyetinin
belirlenmesi ile ilgili olarak tekrar tarif edileceğinden, şimdilik
bunun "tutturma" safhası olduğunu kabul edebiliriz.
Döllenen yumurtanın ''kalıp"ta kalma süresi belirtilmez,
ama onunla ne yapılacağı açıktır. Döllenen ve "kalıplanan" yu­
murta bir dişinin rahmine yerleştirilecektir, ama ilk baştaki May­
munkadının rahmine değil. Bir "tannça"nınkine, bir Anunnaki
dişisinin rahmine yerleştirilecektir! Başarılması gereken sonucun
bu olduğu açık hale gelir.
Deneyi yapanlar, yani Enki ve Ninti, melezler yaratmak için
o kadar deneme yanılmadan sonra, döllenen ve işlemden geçirilen
yumurtanın kendi dişilerinden birine yerleştirmesiyle mükem­
mel bir lulu elde edebileceklerine emin midirler? Bu dişinin do­
ğuracağı bir canavar olmasın? Dişinin hayah tehlikeye girmesin?
Anlaşılan pek de emin değildirler; ve bir insan gönüllü ge­
rektiren tehlikeli bir ilk deney için kendilerini sık sık kobay ola­
rak kullanan bilimciler gibi, Enki toplanan Anunnakilere kendi
eşinin, Ninki'nin (''Toprağın Hanımı") bu iş için gönüllü olduğu­
nu duyurur. "Ninki, tanrıça-eşim; sancılanacak kişi olacakbr." di­
ye ilan etti; yeni varlığın kaderini belirleyecek kişi o olacakh:

Yeni doğanın kaderi açıklandı;


Ninki onun üstüne tanrıların suretini sabitleyecek;
ve olacak olan '1nsan" olacak.

Deney başarılı olduğu takdirde Doğum Tanrıçaları olarak


görev yapmak üzere seçilen Anunnaki dişileri kalmalı ve olanla­
rı izlemeli, dedi Enki. Metinlerin açıkladığına göre bu basit ve so­

runsuz bir doğum d ildi:

Doğum tanrıçaları biraradaydı,


Ninti aylan sayıyordu.
Beklenen onuncu ay yaklaşıyordu;

1 83
KOZMİK TOHUM
onuncu ay geldi;
Rahmin açılması dönemi geçti.

Anlaşılan insanın yarahlış draması geç doğumla tamamlan­


mışh; hbbi müdahale gerekiyordu. Yapılması gerekeni anlayan
Ninti "başını örttü" ve tarifi kil tablet üstünde hasar görmüş olan
bir aygıtla "bir açıklık yaptı" . Bunu yapınca "rahimde olan fırla­
dı." Yeni doğan bebeği kucaklarken, sevinçten coşmuştu. Herke­
sin görmesi için onu yukan kaldırıp (Şekil 51'de resmedildiği gi­
bi) muzaffer bir edayla bağırdı:

Yarattım!
Onu ellerimle yapbm!

İlk Adam doğmuştu.


Adam'ın -kutsal metinlerde de belirtildiği gibi tek başına­
başanlı doğumu işlemin doğruluğunu onaylamış ve çabaların
sürdürülmesi yolunu açmışh. Artık, bir kerede on dört doğum
tannçasında gebeliği başlatmak için yeterince ''karışmış kil" ha­
zırlanır:

Ninti kilden on dört parça kopardı;


Yedisini sağa koydu,
Yedisini sola koydu.
Aralanna kalıbı koydu.

Artık işlemler, bir kerede yedi erkek ve yedi dişi ortaya çı­
karmak için genetik mühendisliği ile yürütülüyordu. Bir başka
tablette Enki ve Ninti hakkında şunlan okuruz:

Bilge ve bilgili,
Çifte-yedi doğum tannçası toplandı;
Yedisi erkek doğurdu,
Yedisi kız doğurdu.
Doğum Tannçalan
Yaşam Nefesinin Rüzgannı doğurdu.

184
ADEMOGLU: YARATILAN KÔLE

Demek ki İnsanın yarahlışıyla ilgili farklı Kitabı Mukaddes


versiyonları arasında herhangi bir tezat yoktur. hk olarak, adam
tek başına yarahlrnışh; ama sonra, bir sonraki safhada Elohim
gerçekten de ilk insanları "erkek ve dişi" olarak yaratrnışb.
Yarahlış metinlerinde, İlkel İşçilerin "toplu üretimi"nin kaç
kez tekrarlandığı belirtilmiyor. Ama başka yerlerde Anunnakile­
rin daha fazlası için bağrışıp çağrıştıklannı okuyoruz ve en so­
nunda Edin'den, yani Mezopotamya'dan Afrika'daki Abzu'ya
gelen Anunnakiler, Mezopotamya' da bedensel güç gerektiren iş­
leri üstlensinler diye büyük sayıda İlkel İşçiyi kaçırırlar. Aynca
zaman içinde, Doğum Tannçalanna duyulan sürekli ihtiyaçtan
sıkılan Enki'nin bu melez hal.kın kendi aralarında üremelerini
sağlayacak ikinci bir genetik manipülasyona giriştiğini de öğreni­
yoruz ama bu gelişmelerin hikayesi, bir sonraki bölümümüzde
işlenecek.

Bu kadim metinlerin binlerce yıl öncesine uunan bir zaman


köprüsünü aşarak bize ulaştıklarını hahrlarsak, en eski metinleri
kaydeden, kopyalayan ve tercüme eden ve muhtemelen sıklıkla
şu veya bu ifadenin ya da teknik terimin ilk başta ne anlama gel­
diğini aslında bilmeden kopyalanan metinlerin en titiz ve kesin
kopyasının yapılmasını gerektiren geleneklere sabırla uyan ka­
dim katiplere hayran olmamak elde değil.
Neyse ki, "Günümüz Çağı"nın yirminci yüzyılının bu son
on yılına girerken, modem bilimin yararlan bizim tarafımızda.
Hücre çoğaltma ve insan üreme "mekaniği", genlerin işlevi ve
kodu, birçok kalıhmsal kusur ve hastalığın nedenleri; tüın bunlar
ve daha birçoğu arhk, belki tamamen değil ama kadim hikayeyi
ve verilerini değerlendirmemize yetecek kadar anlaşılmış olan bi­
yolojik işlemlerdir.
Elimizin alhndaki tüm bu modem bilgiyle, kadim bilgiler
hakkında vereceğimiz karar ne olmalıdır? Bu imkansız bir fanta­
zi midir yoksa modem bilim tarafından da desteklenen, termino­
lojiye son derece dikkat edilerek tarif edilen işlemler ve prosedür­
ler midir?

1 85
KOZMİK TOHUM
Cevap, evet; tam da bizlerin bugün yaptığı gibidir; aslında
son yıllarda izlediğimiz yol gerçekten de budur.
Bugün, birisini ya da bir şeyi (bir ağaç, bir fare ya da bir in­
san olsun), var olan bir şeyin "suretinde" ve "benzeyişinde" "vü­
cuda getirmek" için, yeni varlığın yaratıcısının genlerine sahip ol­
ması gerektiğini artık biliyoruz; aksi takdirde tamamen farklı bir
varlık ortaya çıkardı. Sadece birkaç on yıl öncesine dek bilimin
tek farkında olduğu şey, her canlı hücrenin içinde saklanan, do­
ğacak olana hem fiziksel hem de zihinsel/ duygusal özellikleri
veren bir kromozom takımı idi. Ama artık biliyoruz ki, kromo­
zomlar, uzun DNA sıralarının konuşlandığı dallardan ibarettir.
Sadece dört nükleotit kullanan DNA, aralarına "dur" veya ''baş­
la" anlamına gelebilecek (veya artık hiçbir şey yapmıyor gibi g�
rünen) kimyasal sinyaller serpiştirilmiş kısa veya uzun mesafe­
lerde sonsuz 'kombinasyonlarda sıralanabilir. Enzimler üretilir ve
kimyasal işgüzarlar gibi hareket ederler; kimyasal işlemleri baş­
labr, RNA'ları işlerini yap1'laya gönderir, bedeni ve kasları oluş­
turmak için proteinleri yarabr, canlı bir varlığın sayısız farklılık­
taki hücrelerini üretir, bağışıklık sistemini tetikler ve şüphesiz,
varlığın kendi suretinde ve benzeyişinde evlatlar edinebilmesi
için üremesine yardım ederler.
Genetik biliminin başlangıcı artık, bitki melezleştirme konu­
sunda deneyler yapan ve 1866'da yayınlanan bir çalışmasında
bahçe bezelyelerinin kalıtsal özelliklerini tarif eden bir Avustur­
yalı keşiş olan Gregor Johann Mendel'e atfedilir. Şüphesiz bu tür
bir genetik mühendislik bahçecilikte (çiçek, sebze ve meyve yetiş­
tiriciliği); bir bitkinin istenilen niteliklerinin bir başka bitkiye ek­
lenmesi için, bu bitkinin bir kısmının alıcı bitkide açılan bir kesi­
ğe eklendiği, aşılama denilen bir işlem yoluyla uygulanmaktay­
dı. Aşılama tekniği son zamanlarda hayvanlar aleminde de de­
nenmiş ama verici ile alıcı arasında, alıcının bağışıklık sisteminin
reddetmesinden dolayı sınırlı bir başarı elde edilmişti.
Bir aralar medya organlarında büyük yankı bulan bir sonra­
ki ilerleme klonlama adı verilen işlemdi. Her bir hücre -diyelim ki
insan hücresi- o insanı üretmek için gerekli tüm genetik bilgiyi
içerdiğinden, bir dişinin yurnurtasırun içinde sahibinin aynısı

186
ADEMOGLU: YARATILAN KÔLE
olan bir varlığın büyümesine yol açma potansiyelini taşır. Teori­
de, klonlama bizlere sonsuz sayıda Einstein'lar ya da Tanrı koru­
sun, sonsuz sayıda Hitler'ler üretme yolunu sunmaktaydı.
Klonlama olasılığı, aşılamanın yerini alacak ileri bir metot
olarak deneysel yöntemle bitkilerde test edilmeye başlandı. As­
lında klonlama terimi "dal" anlamına gelen Grekçe klon kelimesin­
den türetilmişti. İşlem, verici bitkiden alınması istenen bir hücre­
nin alıcı bitkiye yerleştirilmesi fikri ile başladı. Derken teknik,
hiçbir alıcı bitkinin gerekmediği bir safhaya dek ilerledi; tüm ya-
. pılması gereken, istenen hücreyi büyümeye, bölünmeye başlayıp
en sonunda tüm bitkiyi oluşturana dek bir besin eriyiği içinde
tutmakh. 1970'lerde bu işleme bağlanan büyük umutlardan biri
de arzu edilen türden birbirinin eşi ağaçlardan oluşan tam bir or­
manın test tüplerinde yaratılması ve daha sonra ekilip büyüye­
cekleri adrese bir paketle yollanması idi.
Bu tekniğin bitkilerden hayvanlara uyarlanmasının daha
zorlu olduğu ortaya çıkh. İlk olarak, klonlama eşeysiz üremeyi
içermekteydi. Bir yumurtanın bir spermle döllenmesiyle üreyen
hayvanlarda, üreme hücreleri (yumurta ve sperm), genleri dalla­
rında taşıyan çift kromozom takımı değil, sadece tek bir kromo­
zom takımı içermeleriyle diğer tüm hücrelerden farklılık göste­
rirler. Demek ki, döllenmiş bir insan yumurtasında ("ovum") ge­
rekli yirmi üç• çifti oluşturan kırk alh kromozomun yansı anne
(ovum yoluyla) ve diğer yansı da baba (sperm ile) tarafından sağ­
lanır. Klonlamayı başarmak için ovumdaki kromozomlar cerrahi
müdahale ile çıkarblmalı ve erkek sperminden değil de herhangi
bir başka insan hücresinden tam bir kromozom takımı çifti yer­
leştirilmelidir. Eğer her şey başarılı olursa, rahimde korunan yu­
murta önce bir embriyo, sonra bir cenin ve derken bir bebek ha­
line gelir; bebek, hücresinden büyüdüğü kişinin hpabp aynısı
olacakbr.
İşlemde, burada anlablamayacak kadar teknik ayrıntılar içe­
ren diğer başka sorunlar da vardı ama yavaş yavaş deneylerin,
iyileştirilmiş cihazların ve genetiği anlayıştaki ilerlemenin yardı­
mıyla aşıldılar. Deneylere yardımı olan ilginç bir bulgu da yerleş­
tirilen hücre çekirdeğinin kaynağı ne kadar genç olursa, başarı

1 87
KOZMiK TOHUM
şansının o kadar arthğı yolundaydı. 1975'te İngiliz bilimciler iri­
baş hücrelerinden kurbağalan klonlamayı başardılar; işlem, bir
kurbağa yumurtasının çekirdeğini çıkarhp yerine bir iribaşın
hücre çekirdeğini yerleştirmeyi gerektiriyordu. Bu, mikrocerrahi
ile başanlmışh çünki söz konusu hücreler, insan hücrelerinden
bir hayli büyüktü. 1980 ve 1981 'de Çinli ve Amerikalı bilimciler
benzer tekniklerle balıklan klonladıklannı açıkladılar; sinekler
üstünde de deneyler yapılmaktaydı.
Deneyler memelilere kaydınldığında, kısa üreme döngüleri
nedeniyle fareler ve tavşanlar seçildi. Memelilerdeki sorun sade­
ce hücrelerinin ve hücre çekirdeklerinin karmaşıklığı değil, aynı
zamanda döllenmiş yumurtanın bir rahim içinde büyümesi zo­
runluluğuydu. Yumurtanın çekirdeği cerrahi yolla çıkarhlmayıp
radyasyonla hareketsiz hale getirildiğinde daha iyi sonuçlar elde
edildi; bu çekirdek kimyasal yolla "boşalhldığında" ve yeni çe­
kirdek kimyasal yolla yerleştirildiğinde daha da iyi sonuçlar alın­
dı; Oxford Üniversitesinden J. Derek Bromhall'ın tavşan yumur­
talan üstünde yaphğı deneylerle gelişen bu prosedür Kimyasal
Füzyon olarak tanındı.
Farelerin klonlanmasıyla ilgili diğer deneyler; bir memeli­
nin yumurtasının döllenebilmesi, bölünmeye başlaması ve daha
da önemlisi, farklılaşma işlemine {bedenin farklı kısımlan haline
gelecek özelleşmiş hücreler şeklinde) başlayabilırlesi için verici­
nin kromozom takımından daha fazlasının gerektiğini işaret eder
gibiydi. Yale' de deneyler yapan Clement L. Markert, erkek sper­
minde, kromozomların yanı sıra bu işlemleri teşvik eden bir şey­
ler olduğu sonucuna vardı; "Sperm, yumurtanın gelişmesini ha­
rekete geçiren tanımlanamayan bir tahrik mekanizmasına katkı­
da bulunuyor olabilir," diyordu.
Spermdeki eril kromozomların yumurtanın dişil kromo­
zomlanyla kaynaşmasını önlemek üzere (aksi takdirde klonlama
yerine normal döllenme olurdu) kaynaşma başlamadan ve kalan
takım kendini ikiye katlamak için fiziksel veya kimyasal yolla
"uyanlmadan" hemen önce bir takımın cerrahi müdahaleyle çı­
i<arhlması gerekiyordu. Eğer kendini ikiye katlama işlemi için
spermin kromozomlan seçilmişse, embriyo ya dişi ya erkek ola-

188
Al>EMOGLU: YARATILAN KÔLE
bilirdi; eğer yumurtadaki takım seçilir ve ikiye katlanırsa, embri­
yo sadece dişi olabilirdi. Markert hücre çekirdeği transferinde bu
gibi metotlarla deneylerini sürdürürken, diğer iki bilimci (Peter
C. Hoppe ve Kari Illmensee) 1977' de Bar Harbor/Maine'deki
Jackson Llboratuvannda yedi "tek ebeveynli fare"nin başanyla
doğduğunu duyurdular. Ama işlem, klonlamadan ziyade ''baki­
re doğumu", daha doğru adıyla partenogenez idi; çünki deneyci­
lerin yaphğı bir dişi farenin yumurtasındaki kromozomlann iki­
ye katlanmasına izin vermek, bu çift kromozom takımlı yumur­
tayı belirli eriyikler içinde tutmak ve derken, hücre birkaç kez bö­
lündükten sonra, kendi kendine döllenmiş hücreyi bir dişi fare­
nin rahmine yerleştirmekti. Ancak önemli olan, alıcı farenin, yu­
murtası kullanılan fare değil farklı bir dişi olması gerekiyordu.
1 978' de, ölümü takınb haline getiren egzantrik bir Amerika­
lı milyarderin klonlanmayı ayarlayarak ölümsüzlüğü arayışını
konu alan bir kitabın yayınlanması bir hayli gürültü kopardı. Ki­
tabın iddiasına göre, milyarderden alınan bir hücrenin çekirdeği
bir dişi yumurtaya zerk edilmiş ve bir gönüllü dişi tarafından ta­
şınarak başanyla doğurulmuştu; her açıdan sağlam ve sağlıklı
olan oğlanın, kitabın yayınlandığı sırada on dört aylık olduğu
öne sürülmekteydi. Gerçek bir rapor gibi yazılmış olmasına kar­
şın bu hikayeye kimse inanmadı. Bilimsel çevrelerin şüpheciliği,
bu işin imkansızlığından kaynaklanmıyordu; çünki tüm ilgilile­
rin kabul ettiği gibi bu bir gün mümkün olacakh ama bu işin Ka­
rayipler' de bilinmeyen bir grup tarafından, hele de en iyi araşbr­
macılar o sırada ancak farelere bakire doğumu yapbnrken, başa­
nlıp başanlamadığı konusunda şüpheleri vardı. Aynca tüm de­
neyler vericinin hücreleri ne kadar yaşlı ise haşan şansının da o
kadar düşük olacağını işaret ederken, yetişkin bir erkeğin başan­
lı biçimde klonlanması hakkında da şüphe duyuluyordu.
"Üstün ırk" adına Nazi Almanyası'nda İnsanoğluna reva
görülen dehşetlerin hahrası hala taze olduğundan, kötü amaçlar­
la seçilen insanlann klonlanması ihtimali bile [bu, Ira Levin'in
çok satan romanı The Boys from Brazil'in (Brezilya'dan Çocuklar)
temasıydı] genetik manipülasyonun bu türüne duyulan ilginin
azalması için yeterli nedendi. '1nsan Tanncılık Oynamalı mı?"

189
KOZMiK TOHUM
çığlığının yerine "Bilim Kocaların Yerini Alabilir mi?" diyebilece­
ğimiz diğer bir fikir ise, "tüp bebekler'' fenomenine yol açan iş­
lemdi.
1976 yılında Texas A&M Üniversitesinde yürütülen deney­
ler, ovülasyondan (''") sonraki beş gün içinde bir memeliden (söz
konusu memeli bir şebekti) bir embriyoyu alıp bir başka dişi şe­
beğin rahmine transfer etmenin ve başarılı bir gebelik ve doğuma
yol açabilmenin mümkün olduğunu göstermişti. Diğer araşhr­
macılar ise küçük memelilerden yumurtaları çıkarhp test tüple­
rinde döllendirmenin yollarını bulmuşlardı. Embriyo Transferi
ve Tüpte Döllenme denilen iki işlem; Temmuz 1978'de kuzeyba­
h İ ngiltere' deki Oldham Bölge Hastahanesinde Louise Brown'ın
doğmasıyla hp tarihine geçen bir olayda kullanıldı. Diğer birçok
tüp bebeğin ilki olan Louise, ana babası tarafından değil, Dr. Pat­
rick Steptoe ve Robert Edwards tarafından uygulanan teknikler­
le bir test tübünde "gebe kalınmışh". Dokuz ay önce, Bayan
Brown'un yumurtalığından olgun bir yumurtayı emip çıkarmak
için ucunda ışık olan bir aygıt kullanmışlardı. Yaşam destekleyi­
ci besinler içeren bir kapta yıkanan bu çıkartılmış yumurta, Dr.
Edwards'ın kullandığı deyimle, kocasının spermleriyle ''karışh­
rılınışh". Spermlerden biri yumurtayı döller döllemez, yumurta
başka besinler içeren ve içinde bölünmeye başlayacağı başka bir
kaba aktarılmışh. Elli saat sonra sekiz hücreli bölünme safhasına
varmışh ve bu noktada, yumurta Bayan Brown'un rahmine yer­
leştirilmişti. Dikkat ve özenli bakımla embriyo uygun biçimde
gelişti; ve sezaryenle doğum gerçekleştirildi. Böylece, kadırun
kusurlu yumurta kanalları yüzünden çocuk sahibi olamayan bir
çift normal, sağlıklı bir kız çocuk edinmişti.
Sezaryeni gerçekleştiren jinekolog, bebeği havaya kaldırıp
"Kız oldu ve sapasağlam!" diye bağırmışh.
Yüz binlerce yıl önce, sezaryenle Adamı doğurtan Ninti
''Ya�atbm! Onu ellerimle yaphm!" diye bağırmışb...
Enki ve Ninti'nin deneme ve yanılmalarla dolu uzun bir yol
katettiklerini söyleyen kadim metinleri anımsatan bir başka şey
(") Yumurtlama; yumurtalık içindeki yumurtacıkların oluşumu; yumurtaoklann
yumurtalıktan dışan ahlmalan. (Ç.N.)

190
A DEMO GLU: YARATILAN KÖLE

Şekil 55

de, medyanın çılgına döndüğü (Şekil 55) Bebek Louise ''hamle­


si"nin kusurlu ceninlerin ve hatta bebeklerin ortaya çıkhğı on iki
yıllık bir deneme yanılma sürecinden sonra gerçekleşmiş olma­
sıydı. Şüphesiz, besin ve sperm kanşımına kan serumu ekleme­
nin başarı için elzem olduğunu keşfeden doktorların ve araşbr­
macıların tamamen habersiz oldukları şey, Enki ve Ninti'nin uy­
guladığı işlemlerin aynısını izliyor olmalarıydı...

Bu beceri kısır kadınlara yeni bir umut vermesine (aynca ta­


şıyıcı annelik, embriyo dondurma, sperm bankaları ve yeni yasal
kanşıklıklara yol açmasına) rağmen, Enki ve Ninti tarafından ba­
şarılan beceriRin uzak bir akrabasıydı sadece. Yine de kadim me­
tinlerde okuduğumuz teknikleri kullanmaktaydı; Sümer metinle­
rinin vurguladığı üzere, hücre çekirdeği transferine girişen bilim­
cilerin verici erkeğin genç olması gerektiğini keşfetmeleri gibi.
Tüp bebek varyasyonları ve kadim metinlerin tarif ettiği şey

191
KOZMiK TOHUM
arasındaki en bariz farklılık; ilk işlemde doğal üreme biçimi tak­
lit edilmektedir: insan erkeğinin spermi insan dişisinin yumurta­
sını döller ve bu daha sonra rahimde gelişir. Adamın yaratılma­
sında ise, iki farklı (hiç benzemez değilseler bile) türün genetik
malzemesi, iki "ebeveyn" arasında bir noktada yer alan yeni bir
varlık yaratmak üzere kanştınlmışh.
Modern bilim son yıllarda, genetik manipülasyon alanında
bir hayli ilerleme kaydetti. Gittikçe gelişen cihazlann, bilgisayar­
lann ve gittikçe küçülen aygıtlann yardımıyla bilimciler, İnsa­
noğlununki de dahil canlı organizmalann genetik kodunu "oku­
maya" başladılar. ONA'nın A-G-C-T'si ve genetik "alfabe"nin
"harfleri" olan A-G-C-U'yu okumak mümkün oldu, aynca arbk
genetik kodun üç harfli (AGG, AAT, GCC, CGG ve sonsuz kom­
binasyonda sıralaruşlan) "kelimele"rini de tanıyabiliyoruz; ONA
iplikçiklerinde her biri belirli bir görev edinen, örneğin gözlerin
rengini belirleyen, büyümeyi yöneten veya kalıtsal bir hastalığı
yayan genleri oluşturan dilimler de ayırt edilmeye başlandı. Bi­
limciler aynca bazı kodlann "kelimeleri"nin kopyalama işlemi­
nin nerede başlayıp nerede biteceği talimahnı verme işini gör­
düklerini buldular. Yavaş yavaş bilimciler genetik kodu bilgisa­
yar ekranında yazar ve çıktılarda (Şekil 56) "dur" ve "başla" işa­
retlerini tanır hale geldiler. Bir sonraki adım, kolibasilinde yaklaşık
4.000 adet ve insanlarda 100.000'in üstünde olan her bir kısmın
ya da genin işleviıtj bulmakb. Artık insanın genetik yapısının tam
bir "haritasını" ("Genom") çıkarma planlan yapılıyor; görevin
muazzamlığı ve şu ana dek elde edilen bilgiyi takdir edebilmek
için şunu bilsek yeter: Eğer tüm insan hücrelerindeki ONA'lar çı­
kartılsa ve bir kutuya konsa, kutunun bir buz kübünden büyük
olmasına gerek yoktur; ancak birbirine dolaşık ONA sarmallan
açılıp uzahlırsa, bu 75 milyon kilometre uzunluğunda bir sicim
oluşturacakhr...
Tüm bu karmaşıklıklara rağmen, enzimlerin yardımıyla
ONA'lan istenilen yerden kesmek, bir geni oluşturan "cümleyi"
kesip çıkartmak ve hatta ONA'ya yabancı bir gen eklemek bile
mümkün hale gelmiştir; bu teknikler yoluyla istenmeyen bir
özellik (mesela hastalığa yol açan bir özellik) çıkartılabilir ve iste-

1 92
ADEMO GLU: YARATILAN KÖLE

L•
-
• • • • • • • • • • t • • • • c • :,.

-u:·� ­
• • 1 • • • • • , • , • • • ' • c & • •
.... ..

....acw ...,..:mcs u
ww as •
• , • 1 • � & & • • • • c 1 ,& • • • •
•• ••
&1-DUll V-...WWW
.a&I MCV ......._. -
• • • c • ' 1 & • • 1 ' • • • 1 • c 1 1
... . ..

' •rn � LWWW SU& ..


1 • • • & 1 • 1 • • ' & , c • 1 • • , •
... ..

--. • • ·- FlllC ......


. ..w ..
• • 1 , • 1 s ' & • 1 • • • • • • • • •
... ..

C 1-WWW A 'T C l- W
• • 1 1 • • • • • • • • • • ' 1 ' • • •
... -
...... o -......,., - ... ...
• 1 • • • • 1 ' • 1 1 • • • • • • • • •
... ...

•._ ,. fi .... ._ ...


1 • • 1 1 1 1 • • • • • • • • 1 • • • 1
... ...

:-; • • • ' • 1 ;=;=. 1 • ' ' ' ' ' ' '
...

..

H'i , : • • , , O i i i T " i i i ...


P
Fll!
'l"
!llf
&•9111111Plllllllllıl
l"ll
l i
ll ;•;p,
iil ..,.P'lllı-.iııııi,.U•ııi
. i� ..,
"' ..

fi 1 1 i 11"1 l "P'i 1 1 ,, .,., ; ..


.

.. ...

ı ı •t•, r . : =:·ma-'H' . � -; •ra ·-


,.. ,..

• '
www.... ...
• • • 1 • 1 1 :-· ,
-
• 1 • 1 1 1 .. :.
,_ , , ..

Şekil 56

nilen bir özellik (meselA bir büyüme hormonu) eklenebilir. Bu te­


mel yaşam kimyasının anlaşılması ve manipülasyonu ile ilgili
ilerlemeler, 1980 yılında büyük ONA kısımlarının hızlı okunma­
sı metodunu geliştiren Harvard'dan Walter Gilbert ve Cambrid­
ge Üniversitesinden Frederick Sanger'e ve "gen ayırma"daki ön­
cü çalışmalanndan dolayı Stanford Üniversitesinden Paul Berg'e
kimya dalında Nobel ödülü verilmesiyle tanındı. Prosedürler için
kullanılan bir diğer terim ise "Rekombinant ONA teknolojisi"dir
çünki ayırmadan sonra ONA, ONA'ya yeni eklenen dilimlerle
yeniden birleştirilmektedir.
Bu beceriler gen terapisini, yani kalıtsal hastalıklara ve ku­
surlara yol açan genlerin insan hücreleri içinden alınması ya da

193
KOZMiK TOHUM
düzeltilmesini mümkün kıldı. Aynca Biyogenetik de mümkün
hale geldi, yani genetik manipülasyon yoluyla hbbi tedavi için
bakterilerin veya farelerin gerekli bir kimyasalı (mesela insülin)
üretmeye teşvik edilmesi. Rekombinant teknolojinin böylesi be­
cerileri mümkün olmuştu çünki Dünya üstündeki tüm canlı or­
ganizmalardaki ONA aynı yapıdan oluşmaktaydı; böylece bir
bakterinin ONA sicimi, bir insan ONA'sının bir dilimini kabul
("rekombine") edecekti. (Gerçekten de Temmuz 1984'te Ameri­
kalı ve İsviçreli araşhrmacılar, insanlarda, sineklerde, toprak so­
lucanlannda, tavuklarda ve kurbağalarda ortak olan bir ONA di­
limi keşfettiler; bu da Dünya üstündeki yaşamın tek bir genetik
kökenden geldiğini desteklemektedir.)
Bir eşek ve bir ahn çiftleşmesinin ürünü olan kahr gibi me­
lezler, bu iki hayvanın çiftleşmesinden doğabilirler; çünki benzer
kromozomlara sahiptirler (ancak melezler üreyemezler). Çok
uzak akraba olmasalar da bir koyun ve bir keçi doğal olarak çift­
leşemezler ancak genetik akrabalık.lan nedeniyle, deneyler (1983)
onlan biraraya getirdi ve bir koyunun kıvırcık tüylerine ve bir ke­
çinin boynuzlarına sahip bir "koyçi" oluştu (Şekil 57). Böylesi ka­
rışık ya da "mozaik" yarahklara, Grek mitolojisinde bir aslanın
ön kısmına, bir keçinin orta kısmına ve bir ejderhanın kuyruğuna
sahip canavarın adı verilir: chimera (Şekil 58). Bu haşan "Hücre
Füzyonu" ile elde edilmişti; bir koyun embriyosu ile bir keçi
embriyosu dört hücreye bölündüğü safhadalarken kaynaştınldı

Şekil 57

194
ADEMO GLU: YARATIIAN KÖLE

Şekil 58

ve taşıyıcı annelik yapacak olan bir koyunun rahmine aktarılana


dek besinlerle dolu bir test tübünde bekletildi.
Böylesi hücre kaynaşmalarında, sonuç (yaşayabilen bir be­
bek doğsa bile) tahınin edilemez; genlerin kromozomlar üstünde
nerede yer alacağı ve hangi hücre vericiden hangi özelliklerin
-"suretin" ve "benzeyişin"- alınacağı tamamen şansa bağlıdır.
Grek mitolojisinde yer alan Girit'in Minotaur'u (yan boğa, yan
insan) da dahil tüm canavarların; yararlandığı kaynaklan Enki ve
Ninti'nin her türden chimeralar üreten deneme yanılma sürecini
anlatan Sümer metinleri olan Babil rahibi Berossus'un Greklere
aktardığı hikayelerin hatıraları olabilirler.
Genetikteki ilerlemeler, biyoteknolojiye bu tahmin edilemez
chimera rotasının dışında yeni yollar açh; bunu yaparken mo­
dem bilimin, Enki ve Ninti'nin de üstlendiği (ancak daha zor
olan) diğer seçeneği izlediği açıktır. Genetik iplikçikler üstünden
parçalar kesip parçalar ekleyerek ya da Rekombinant Teknoloji
ile ortadan kaldırılacak, eklenecek ve değiştirilecek özellikler be­
lirlenip, hedeflenebilmektedir. Genetik mühendislikteki bu ilerle­
menin kilometre taşlarından bazıları; bitkilerin çeşitli hastalıkla­
ra karşı dayanıklı olmasını sağlamak için bakteri genlerinin bitki­
lere transferi ve daha sonra (1980) belirli bakterilerin farelere yer-
· leştirilmesiydi. 1982'da bir sıçanın büyüme genleri (Pennsylvania

195
KOZMiK TOHUM
Üniversitesinden Ralph L. Brinster ve Howard Hughes Tıp Ens­
titüsünden Richard D. Palmiter önderliğindeki ekipler tarafın­
dan) bir farenin genetik koduna eklendi ve sonuçta bir farenin iki
kah büyüklüğünde bir "Süper Fare" ortaya çıkh. 1985'te Nature
dergisinde (27 Haziran) çeşitli bilimsel merkezlerdeki deneycile­
rin işlevsel olan insan büyüme genlerini tavşanlara, domuzlara
ve koyunlara eklemeyi başardıklarını bildiren bir rapor yayınlan­
dı; 1987'de (New Scientist, 17 Eylül) İsveçli bilimciler de bir Süper
Somon balığı yarathlar. Şimdiye dek bakteriler, bitkiler ve meme­
liler arasında böyle "trans-genik" rekombinasyonlarda başka
özellikler taşıyan genler kullanıldı. Teknikler, hastalıkların teda­
visi konusunda belirli bir genin belirli işlevlerini mükemmelen
taklit eden bileşiklerin yapay üretimine dek ilerledi.
Memelilerde, üstünde oynama yapılan döllenmiş dişi yu­
murtası en sonunda bir taşıyıa annenin rahmine yerleştirilmeli­
dir; bu, Sümer hikayelerine göre "Doğum Tanrıçalan"na verilen
bir görevdi. Ama bu safhadan önce, erkek vericinin istenen gene­
tik özelliklerini dişi vericinin yumurtası içine eklemenin bir yolu­
nun bulunması gerekiyordu. En bilinen metot mikro-enjeksiyon­
dur; önceden döllenmiş olan dişi yumurtadan genetik malzeme
çıkarhlır ve istenen genetik özelliğin eklendiği genetik malzeme
ile doldurulur; bir cam kapta kısa bir süre bekledikten sonra, yu­
murta bir dişinin rahmine (fareler, domuzlar ve diğer memeliler­
de denendi) yerleştirilir. İşlem zordur, birçok sorunu vardır ve
çok az bir haşan yüzdesine sahiptir ama işe yaramaktadır. Bir
başka teknik ise hücrelere doğal olarak saldıran ve onların gene­
tik çekirdekleri ile kaynaşan virüsleri kullanır; bir hücreye eklen­
mesi istenen yeni genetik özellik çok karmaşık yollarla bir virüse
bağlanır, virüs arhk taşıyıcı hale gelmiştir; buradaki sorun, genin
eklenmesi gereken kromozom dalı üstündeki bölgenin seçiminin
kontrol edilemeyişidir; çoğu kez chimeralar ortaya çıkmaktadır.
Haziran 1989'da Celi dergisinde, Roma'daki Biyomedikal
Teknoloji Enstitüsünden Corrado Spadafora'run önderliğindeki
İtalyan bilimcilerinin yeni gen taşıyıcısı olarak spermleri kullan­
mada başanlı olduklarını açıkladı. Prosedürleri şöyleydi; sperm
yabana genlere doğal dirençlerinin azalhlması için endüklen-

196
ADEMOGLU: YARATILAN KÔLE
mekte ve yeni genetik malzemeyi içeren eriyiklerde ıslatıldıktan
sonra, spermler yeni genetik malzemeyi çekirdekleri içine almak­
taydı. Daha sonra üstünde oynama yapıl<HHpermler dişi fareleri
gebe bırakmakta kullanılmış; doğan bebekler kromowmlannda
yeni geni taşır hilde doğmuşlardı (söz konusu gen, bakteriyal bir
enzimdi).
Genetik malzemeyi dişi yumurtasına taşımak için en doğal
aracı -sperm- kullanmanın basitliği bilimsel çevreleri şaşkına çe­
virmişti ve bu haber The New York Times'ta bile manşet oldu. Sci­
ence dergisinde 1 1 Ağustos 1989'da yayınlanan haber, İtalyan tek­
niğini kullanan diğer bilimcilerin karışık başanlannı anlatmak­
taydı. Ama rekombinant teknolojileri kullanan tüm bilimciler,
bazı düzeltmeler ve iyileştirmeler gerektirse de, yeni bir tekniğin
-en doğal ve en basit tekniğin- geliştirilmiş olduğu sonucuna var­
dılar.
Bazıları spermlerin yabancı DNA'yı benimseme yeteneği­
nin, tavşan spermleri üstünde daha 1971'de yapılan deneylerde
araşbrmacılar tarafından önerildiğine dikkat çekti. Bu tekniğin
çok daha öncelerde, Maymunkadırun yumurtasını genç bir
Anunnaki'nin spermiyle kan serumu içeren bir test tübünde ka­
rıştıran Enki ve Ninti tarafından Adam'm yarablmasmı anlatan
Sümer metiı:iı�de bildirildi_ğini ise çok az kişi fark etti.
1987'de ltalya Floransa Universitesi antropoloji dekanı, sür­
mekte olan deneylerin "annesi şempanze ve babası insan olan bir
antropoidin, yeni bir köle ırkının yarablmasma" yol açabileceği­
ni açıkladığında din adamlan ve hümanistlerin protestolanyla
karşılaşh. Okurlanmdan biri haberi bana şu notla birlikte yolla­
mışb: "Eh, Enki, yine başlıyoruz!"
Bu cümle, modem mikrobiyolojinin başarılarını en iyi şekil­
de özetliyor.

197
KOZMiK TOHUM

YABAN ARILARI, MAYMUNLAR ve


KİTADI MUKADDES'DEKİ ATALAR

Dünya üstünde meydana gelenler ve özellikle de ilk savaşlar; hü­


kümdann üvey kız kardeşinden bir başka oğlu olursa, ilkdoğan oğlu
varislikten mahrum eden Anunna.ki Ardıllık Kanunu'ndan kaynaklan­
maktaydı.
Sümerliler tarafından benimsenen aynı ardıllık kurallan, İbrani
Atalann hikayelerinde yankılanır. Kitabı Mukaddes (Sümer'in baş şeh­
ri Ur'dan gelen) İbrahim'in kansı Sara'ya (''Prenses" anlamına gelen
bir addır) yabancı krallarla tanışhklarında kendisini İbrahim'in karısı
değil kız kardeşi olarak tanıtmasını söyler. Tamamen doğru olmasa da
bu bir yalan değildir; hpkı Tekvin 20:12'de açıklandığı gibi: ''Ve ger­
çekten kız kardeşimdir, kendisi babamın kızıdır, fakat annemin kızı
değildir; ve benim kanın oldu."
İbrahim'in ardılı; hizmetkar Hacer'den doğan ilkdoğan oğlu İs­
mail değil, üvey kız kardeşi Sara' dan doğan İshak olmuştu; çok sonra
doğmuş olmasına rağmen.
Antik çağlarda ister Eski Dünya'da Mısır'da ister Yeni Dünya'da
İnka'da, kısacası tüm kraliyetlerde sıkı sıkıya uyulan bu ardıllık kural­
lanna bağlılık; yakın akrabalarla çiftleşmenin iyi olmadığı inancına ters
ve tezat görünen bir "zürriyet" veya genetik bir çizgiyi öneriyor gibi
görünmektedir.
Acaba Anunnakiler modem bilimin henüz keşfetmediği bir şey­
ler mi biliyorlardı?
1 980'de Washington Üniversitesinden Hannah Wu önderliğinde
bir grup, seçme şansı verildiğinde dişi maymunların üvey erkek kar­
deşleri ile çiftleşmeyi tercih ettiklerini buldu. "Bu deneyde heyecan ve­
rici olan şey" diye belirtilmişti raporda, "tercih edilen üvey erkek kar­
deşlerle aynı babayı paylaşmalan ama annelerinin farklı olmasıydı".
Diı:cover dergisi (Aralık 1988) "erkek yaban anlarının normalde kız kar­
deşleriyle çiftleştiklerini" gösteren çalışmaları yayınlamışh. Tek bir er­
kek yaban ansı birçok dişiyi döllediğinden, tercih edilen çiftleşmelerin
aynı babadan ama farklı annelerden olan üvey kız kardeşlerle gerçek­
leştiği bulunmuştu.
Anunnakilerin ardıllık kurallannda kaprisin ötesinde bir şeyler
var gibi görünüyor.

198
HAVVA DENİLEN ANA
Kitabı Mukaddes'teki İbranice kelimeleri Akkadca dalların­
dan Sümerce kökenlerine doğru izleyerek, kutsal metinlerdeki
hikayelerin gerçek anlamlarını, özellikle de Tekvin Kitabının ger­
çek manasını anlamak mümkün olmuştur. Sümer terimlerinin
çoğunlukla tek bir orijinal piktograftan türetilmiş birden fazla an­
lamı olması, Sümerceyi anlama konusunda büyük bir zorluk
oluşturmakta ve bunları konunun bağlanu.nda dikkatle okutnayı
gerektirmektedir. öte yandan Sümer yazarlarının sık sık bu keli­
me oyunlarını kullanmaları, onların metinlerini zeki okuyucular
için zevke dönüştürmektedir.
Örneğin, The Wars ofGods and Men adlı kitabımda Sodom ve
Gomora'nın "yıkılması" ile ilgili kutsal metin hikayesini ele alır­
ken, Lut'un kansının neler olduğunu görmek için geride kalınca
" tuz sütununa" dönüştüğü fikrine dikkati çekmiştim; aslında ori­
jinal Sümer terminolojisinde bu "buhar sütunu" anlamına geli­
yordu. Tuz, Sümer'de buhar dolu bataklıklardan elde edildiğin­
den, orijinal Sümerce terim olan Nİ.MUR hem tuz hem de ''bu­
" "

har'' anlamına geliyordu. Lut'un zavallı kansı tuza dönüşmemiş,


düzlükteki şehirlerin alt üst olmasına neden olan nükleer patla­
malarla buharlaşmışh.
Havva ile ilgili kutsal metin hikayeleri hakkında, bu adın İb­
ranicede "Yaşama sahip dişi" anlamına geldiğini ve onun
Adem'in kaburgasından yarahlma hikayesinin muhtemelen,
hem "yaşam" hem de "kaburga" anlamına gelen Sümerce Tİ söz­
cüğü ile bir kelime oyunundan dallandığını ilk işaret eden büyük
sümerolog Samuel N. Kramer idi.
Yaratılış hikayelerindeki diğer bazı orijinal veya çifte an­
lamlardan önceki bölümlerde söz etmiştik. Kutsal metinlerle Sü-

199
KOZMiK TOHUM
mer metinlerinin karşılaşbnlmasıyla ve Sümer terminolojisinin
analiziyle "Havva" ve onun kökeni hakkında daha fazlası çıkar­
hlabilir.
Genetik manipülasyonlar, gördüğümüz gibi, Enki ve Ninti
tarafından, Akkadca versiyonlarda Bit Şimti "yaşam rüzgannın
içeri üflendiği yer'' denen özel bir tesiste yürütülüyordu; bu an­
lam, bu özelleşmiş yapının amacının ne olduğuna dair bir hayli
doğru bir fikri aktarmaktadır: laboratuvar. Ama burada Sümer
kelime oyunlannı tartışmaya dahil etmek ve böylece Adem'in ka­
burgası, kilin kullanılması ve yaşam nefesleri hikayesinin kayna­
ğına yeni bir ışık tutmak zamanı geldi.
Daha önce de belirtildiği gibi Akkadca terim, Sümerce
Şİ.İM.Tİ'nin biraz değiştirilmiş haliydi. Bu üç heceli bileşik keli­
me, diğer iki hecenin anlamı ile birleşen, onlan güçlendiren ve
genişleten anlamlar içermekteydi. Şİ; genelde "can" olarak tercü­
me edilen, aslında "yaşam nefesi" anlamında olan, Kitabı Mu­
kaddes' in Nefeş dediğine karşılık gelir. İM, bağlamına göre çeşit­
li anlamlara sahiptir. "Rüzgar'' anlamına gelirdi ama aynca
"yan" anlamına da gelir. Gökbiliın metinlerinde gezegeninin
"yanında" olan bir uyduyu anlatmakta; geometride bir kare veya
üçgenin kenannı işaret etmekte ve anatomide ''kaburga" anlamı­
na gelmektedir. Bugün de paraleli olan İbranice Şela kelimesi
hem geometrik bir şeklin yanı hem de bir kişinin kaburgası anla­
mına gelir. Ve işte! İM tamamen ilgisiz dördüncü bir anlaırı da
içerir: "kil" ...
Sanki İM kelimesinin "rüzgar" /"yan" /"kaburga" /"kil"
çoklu anlamlan yetmiyormuş gibi, Tİ terimi de Sümer dilbiliın
eğlencesine eğlence katar. Daha önce de belirtildiği gibi hem ''ka­
burga" hem de "yaşam" anlamına gelmektedir; bu ikincisi İbra­
nice Şela' nın geldiği Akkadca �ilu'dan gelir. Çift olunca Tİ.Tİ "gö­
bek", cenini tutan anlamına gelir; ve işte! Akkadca titu ''kil" anla­
mını kazanmış ve bundan İbranice Tit oluşmuştur. Demek ki, la­
boratuvann Sümerce adı olan Şİ.İM.Tİ'nin Tİ hecesi de bize "ya­
şam" /"kil" /"göbek" /"kaburga" anlamlannı vermektedir.
Tekvin'i derleyenlerin verilerini toplamış olduğu orijinal
Sümer versiyonlannın yokluğunda, hem İM hem de Tİ tarafın-

200
HAVVA DENiLEN ANA
dan aktarıldığı için mi, yoksa devamındaki dizelerde bir toplum­
sal bildiri yapmalanna fırsat verdiği için mi ''kaburga" yorumu­
nu seçtiklerini söylemek çok zor:

Ve Rab Tann adamın üzerine derin bir uyku getirdi


ve o uyudu,
ve <;lnun kaburga kemiklerinden birini aldı
ve yerini etle kapladı.
Ve Rab Tanrı adamdan aldığı kaburga kemiğinden
bir kadın yapb;
ve onu adama getirdi.
Ve adam dedi:
"Şimdi bu benim kemiklerimden kemik,
ve etimden ettir."

Buna iş-şa (Nisa, "Kadın") denilecek


çünki o iş'ten ('1nsan") alındı.
Bunun için insan anasını ve babasını bırakacak,
ve kansına yapışacakbr
ve bir beden olacaklardır.

İnsanın dişi eşinin yaratılışı hikayesi; bahçelerine baksın ve


korusun diye çoktan E.DİN' e yerleştirilmiş olan Adamın yapa­
yalnız olduğunu anlabr. ''Ve Rab Tann, Adamın yalnız olması iyi
değildir; kendisine uygun bir eş yapacağım." Bunun, İnsanoğlu­
nun erkek ve dişi olarak yaratıldığı hikayesinin devamı değil de,
Adam'ın tek başına yaratıldığı hikayenin bir devamı olduğu
açıkbr.
Görünürdeki bu karmaşayı çözmek üzere, Dünyalıların ya­
ratılış sıralaması akılda tutulmalıdır. İlk önce erkek tulu, "kanşb­
nlmış olan" mükemmelleştirildi; derken Maymunkadırun yıka­
nan ve genç bir Anunnakinin kan serumu ve spermiyle karıştırı­
lan döllenmiş yumurtalan, bölümler halinde ayrıldı ve bir ''kalı­
ba" kondu; burada ya eril ya da dişil özellikler kazandılar. Do­
ğum Tannçalannın rahimlerine yerleştirilen embriyolar her sefe­
rinde yedi dişi, yedi erkek ürettiler. Ama bu ''karışbnlmış olan"lar

201
KOZMiK TOHUM
melezdi; üreyemiyorlardı (hpkı kahrlar gibi). Onlardan daha faz­
lasını elde etmek için, işlemi sürekli tekrarlamak gerekiyordu.
Bir noktada bu hizmetkarları bu şekilde elde etmenin yete­
rince iyi olmadığı ortaya çıkh; dişi Anunnakileri gebe bırakıp do­
ğurtturarak bu insanlardan daha fazlasını elde etmenin başka bir
yolu olmalıydı. Bu da, Enki ve Ninti tarafından yapılan ve
Adam'a kendi başına üreyebilme yeteneğini veren ikinci genetik
manipülasyondu. Evlatlar edinebilmesi için adamın tam olarak
uygun bir dişiyle çiftleşmesi gerekiyordu. Nasıl ve niçin yaratıl­
dığı, Kaburga ve Aden Bahçesi hikayesini oluşturmaktadır.
Kaburga hikayesi neredeyse bir hp dergisinde iki sahrlık bir
rapor özeti okumayı andırır. Hiç de muğlak olmayan sözlerle,
bugünlerde gazetelerde manşet olan türden büyük bir operasyo­
nu tarif eder: Yakın bir akrabanın (örneğin bir baba veya kız kar­
deş) bir organ bağışında bulunması türünden. Modem hp, rahat­
sızlık bir kanserse ya da bağışıklık sistemini etkiliyorsa, gittikçe
artan bir şekilde kemik iliği transplantasyonuna başvurmaktadır.
Kitabı Mukaddes'teki organ bağışlayıcı, Adam idi. Genel
anestezi verilmiş ve uyutulmuştur. Bir kesik açılır ve bir kaburga
çıkarhlır. Daha sonra yarayı kapamak için deri gerilerek dikilir ve
Adamın dinlenmesi ve iyileşmesi sağlanır.
Faaliyet, başka bir yerde devam etmektedir. Elohim şimdi
de kemik parçasını bir kadın yaratmak için değil, bir kadın "oluş­
turmak" için kullanmaktadır. Terminolojideki farklılık önemli­
dir; söz konusu kadının zaten mevcut olduğunu ama Adamın eşi
olabilmesi için oluşturma/inşa tarzında bazı manipülasyonlar
gerektirdiğini işaret etmektedir. Gereken her ne idiyse kaburga­
dan elde edilmişti ve kaburganın sağlamış olduğu şey, İM ve
Tİ'nin diğer anlamlarında yatar: yaşam, göbek, kil. Adamın ke­
mik iliğinden bir özüt, dişi bir İlkel İşçinin göbeği yoluyla ''kili"
içine mi konmuştu acaba? Ne yazık ki Kitabı Mukaddes (Adam
tarafından Havva diye adlandırılan) dişiye neler yapıldığını açık­
lamaz ve şu ana dek, bu noktayla ilgili Sümer metni bulunama­
mışhr. Bu türden bir şeylerin mevcut olduğu, Atra Hasis metninin
en eski Asur (M.Ö. 850 civan) tercümesinde, kutsal metinde bir
adamın babasının evini terk edip, kansı ile yahp bir olmaları hak-

202
HAVVA DENİLEN ANA

·; 'i ·ı 'i ·ı
'� ·; ·� ··� 1"�7 � "i"�
13 � 14� 1•9 1t�
116 208 21� 22� �
y; .ı
Şekil 59

kındaki dizelerine paralel dizeler olmasından anlaşılmaktadır.


Ancak bu metni taşıyan tablet, Sümer orijinal metninin anlathk­
lannı açıkça belirtemeyecek kadar çok hasarlıdır.
Ama modem bilim sayesinde bugün biliyoruz ki cinsellik
ve üreme yeteneği, insan kromozomlarında yatmaktadır; insanın
her bir hücresi yirmi üç çift kromozom içerir: bir kadın ise bir çift
X kromozomu ve bir erkek ise bir X ve bir Y kromozomu (Şekil
59). Ancak üreme hücreleri (dişi yumurta, eril sperm) çift değil,
sadece bir kromozom takımı içerirler. Çiftleşme, yumurta sperm
tarafından döllendiğinde meydana gelir; yani embriyo yine yirmi
üç kromozom çiftine sahiptir ancak bunların yansı anneden, ya­
nsı da babadan gelmiştir. iki X kromozomu olan anne her zaman
bir X verir. Hem X hem de Y kromozomuna sahip olan baba ise
bunlardan birini verecektir; eğer X olursa bebek dişi olacakhr,
eğer Y ise bebek erkek olacaktır.

203
KOZMİK TOHUM
Demek ki üremenin anahtarı iki tekil kromozom setinin
kaynaşmasında yatmaktadır; eğer sayılan ve genetik kodu farklı
ise birleşmeyecekler ve varlıklar üremeyecektir. Hem dişi hem de
erkek İlkel İşçiler zaten mevcut olduğundan, kısırlıkları X veya Y
kromozomu yokluğundan kaynaklanmıyordu. Bir kemiğe duyu­
lan ihtiyaç; -Kitabı Mukaddes Havva'nın, Adem'in ''kemiklerin­
den kemik" olduğunu vurgular- dişi İlkel İşçi'nin erkeğin sperm­
lerini reddetmesiyle ilgili bir bağışıklık sorununun üstesinden
gelme gereğinin olduğunu önermektedir. Elohim tarafından yü­
rütülen operasyonlar bu sorunun üstesinden gelir. Adem ve
Havva cinselliklerini keşfetmiştir; kutsal metinlerde üreme amaç­
lı seksi çağrıştıran bir terim olan ''bilme"yi elde etmişlerdir ("Ve
Adem kansı Havva'yı bildi; ve gebe kalıp Kain'i doğurdu.")
Havva, bu ikisinin Aden Bahçesindeki hikAyesinin aktardığı gibi,
Adem tarafından gebe bırakılabilir hale gelirken, ilihtan da li­
netle kanşık bir kutsama alır: "Ağn ile evlat doğuracaksın."
Böylece, "Adam bizlerden biri gibi oldu." dedi Elohim. Ona
"Bilme" bahşedilmişti. Homo sapiens kendi kendine üremeye ve
çoğalmaya muktedirdi. Ama insanı kendi suretlerinde ve benz�
yişlerinde yapan Anunnakiler kendi genetik yapılarının büyük
kısmını üreme dahil ona aktarırken, bir özelliği aktarmamışlardı.
Bu da Anunnakilerin ömürlerinin uzunluğuydu. İnsanı Anunna­
kiler gibi uzun yaşatacak olan "Yaşam Ağacı"nın meyvesinden
tadamazdı bile. Bu nokta, Enki tarafından yaratılan mükemmel
insan Adapa ile ilgili Sümer hikAyesinde daha açık biçimde anla­
tılmışhr:

Onun için geniş anlayışı mükemmelleştirdi...


Bilgelik (verdi ona) ...
Ona Bilme'yi verdi;
Ebedi hayat vermedi ona.

12. Gezegen'in 1976 y�ında yayınlanmasından bu yana, "tan­


nlann" görünürdeki "ölümsüzlüğünü" açıklamak için hiçbir ça­
ba sarf etmedim. Evimdeki sineklerden örnek verecek olursam,
tabi sinekler konuşabilselerdi, Baba Sinek, Küçük Sineğe şöyle

204
HAVVA DENiLEN ANA .
derdi: "Bak oğlum, şuradaki insan ölümsüzdür; bunca zaman ya­
şadım, o hiç yaşlanmadı; ve babam bana onun babasının, habrla­
yabildiğimiz kadarıyla tüm büyük büyük babalannuzm bu insa­
nı hep böyle gördüğünü anlath: hep yaşar, ölümsüzdür!"
Benim (konuşan sineklerin gözündeki) "ölümsüzlüğüm"
şüphesiz farklı yaşam döngülerinin sonucudur. İnsan onlarca yıl
yaşar; sineklerin yaşamı günlerle sayılıdır. Ama bu terimler nedir
ki? Bir "gün" gezegenimizin kendi ekseni çevresinde tam bir dö­
nüşü tamamlaması için geçen süre; bir "yıl" gezegenimizin Gü­
neş çevresinde tek bir yörünge dönüşü tamamlaması için geçen
süredir. Anunnakilerin Dünya üstündeki faaliyetlerinin uzunlu­
ğunun her biri 3600 yıla denk gelen sar/arla ölçülmekteydi. Bir sar,
önerdiğim gibi, Nibiru "yılı" idi, yani gezegenin Güneş çevresin­
de tek bir yörünge dönüşünü tamamlaması için geçen süre. �
layısıyla Sümer Kral Listeleri, Anunnakilerin bir liderinin şehirle­
rinden birini 36.000 yıl yönettiğini söylediğinde, metin aslında on
sar demek istemektedir. Eğer İnsanoğlu için tek bir nesil yirmi yıl
ise, tek bir Anunnaki "yılı" içinde 1 80 insan nesli geçecek demek­
tir; bu da onlan görünüşte Sonsuza Dek Yaşayan, "ölümsüz" ha­
line getirir.
Kadim metinler bu uzun ömürlülüğün İnsana aktarılmadı­
ğını ama zekanın aktarıldığını açıkça belirtirler. Bu ise, bu iki
özelliğin, yani zeka ve uzun ömrün onu genetik olarak yaratan­
larca insana bahşedilebileceği ya da mahrum edilebileceğine da­
ir bir inanç ya da bilginin çok eski zamanlarda mevcut olduğunu
ima eder. Modem bilim de aynı fikirdedir, buna şaşmamalı. Sci­
entific American dergisi Mart 1989 sayısında "Son 60 yıl içinde bi­
riken deliller bile zeka geninin olduğunu gösteriyor." diyordu.
Yeteneklerini çocuklanna ve torunlanna aktaran çeşitli alanlar­
daki dahilerden örnekler vermenin yanı sıra makale, Boulder'de­
ki Colorado Üniversitesinden ve Pennsylvania Devlet Üniversite­
sinden araşbrmacılann (David W. Fulker, John C. DeFries ve Ro­
bert Plomin) zihinsel yeteneklerde, genetik kalıbına atfedilebile­
cek "yakın biyolojik ilişkiler" saptadıklannı da vurgulamaktaydı.
Dergi, makaleye "Genleri ve Zekayı Birbirine Bağlayan Yeni Ka­
nıtlar" başlığinı vermişti. ''Habralann moleküllerden oluştuğu,.

205
KOZMiK TOHUM
nu" iddia eden başka çalışmalar, eğer bilgisayarlar bir gün insan
zekasına denk hale gelecekse bunların "moleküler bilgisayarlar"
olması gerektiği önerilerine yol açh. Bu yönde yapılan güncelleş­
tirmiş öneriler, 1988'de (Science, cilt 241 ) bir "biyolojik bilgisa­
yar''ın planlarını hazırlayan Washington D.C., Donanma Araşhr­
ma Laborahıvarlarından Forrest Carter, Caltech'ten John Hopfi­
eld ve AT&:T'nin Bell Laborahıvarlarından gelmişti.
Aynca canlı organizmaların yaşam döngülerinin genetik
kaynağı hakkındaki kanıtlar da artmaktadir. Böceklerin yaşamla­
rının çeşitli safhaları ve yaşadıkları sürenin genetik olarak düzen­
lendiği açıkhr. Öyle ki, birçok yaratık -ama memeliler değil- üre­
meden sonra ölmektedirler. Örneğin, ahtapotların üremeden
sonra optik salgı bezlerinde bulunan kimyasallar yoluyla ''kendi
kendini yok etmeye" genetik olarak programlanmış oldukları .
Brandeis Üniversitesinden Jerome Wodinsky tarafından keşfedil­
miştir. Aslında bire bir ahtapotların yaşamları değil, hayvanlarda
yaşlanma araştırmaları sürdüriilmekteydi. Diğer birçok araştır­
ma bazı hayvanların hücrelerindeki hasarlı genleri onarma ve
yaşlanma sürecini durdurma ya da geri döndürme kapasitesine
sahip olduklarını göstermektedir. Her türün, genleri tarafından
belirlenen bir ömre sahip olduğu açıktır: su sineği için bir gün, bir
kurbağa için alh yıl, bir köpek içinse on beş yıl kadar. Bugünler­
de insanın yaşam sının yüz yılı pek geçmemektedir ama eski za­
manlarda insanların ömrü çok daha uzundu.
Kitabı Mukaddes'e göre Adem 930 yıl yaşadı, oğlu Şit 912
yıl ve onun oğlu Enoş 905 yıl. Tekvin Kitabını derleyenlerin Sü­
mer metinlerinde belirtilen çok daha uzun ömür sürelerini 60'a
bölerek azalttıklarına inanmamız için nedenler olmasına rağmen,
Kitabı Mukaddes insanoğlunun Tufan' dan önce çok daha uzun
ömürler sürdüğünü kabul etmektedir. Ataların ömürleri binyıllar
ilerledikçe kısalır. İbrahim'in babası Terah 205 yaşında öldü. İb­
rahim 1 75 yıl yaşadı; oğlu İshak 180 yaşında öldü. İshak'ın oğlu
Yakup 147 yaşına dek yaşadı ama Yakup'un oğlu 110 yaşınday­
ken ötealeme göçtü.
Hücrelerde kendini üretmeye devam eden DNA'da genetik
hataların birikmesinin, yaşlanma sürecine katkıda bulunduğuna

206
HAVVA DENİLEN ANA
inanılırken, bilimsel kanıtlar tüm yarahklarda bir ''biyolojik sa­
at''in, yani her bir türün ömür süresini kontrol eden temel, yapı­
sal bir genetik özelliğin mevcudiyetini işaret etmektedir. Bu ge­
nin veya gen grubunun ne olduğu, onu çalışhranın, kendisini
"ifade" etmesi için onu tetikleyenin ne olduğunu bulmak yoğun
araşhrmalar gerektiriyor. Ama cevabın, genlerde yathğıru sayısız
araşhrmalar göstermektedir. Virüsler üstünde yapılan bazı araş­
hrmalar, bunların kendilerini kelimenin tam anlamıyla "ölüm­
süz" kılan ONA dilimlerine sahip olduklarını göstermektedir.
Enki tüm bunlan biliyor olmalıydı; çünki iş Adam'ı mükem­
melleştirmeye -gerçek, üreyebilen bir Homo sapiens yaratmaya­
geldiğinde Adama zeka ve "Bilme"yi verdi ama Anunnaki gen­
lerinin sahip olduğu uzun ömrü vermedi.
İnsanoğlu bir Lulu, yani hem Yer hem de Gök'ten gelE l e­
netik mirası taşıyan "karışhnlmış" bir varlık olarak yara W ığı
günlerle arasını açtıkça, ortalama yaşam süresinin kısalması da,
bazılarının "ilahi'' unsurlar dediği şeyin nesilden nesile azar azar
azalması ve "içimizdeki hayvan"ın gittikçe baskmlaşmasırun bir
belirtisi olarak görülebilir. Genetik yapunız içinde bazılarının
"saçma" ONA dediği, adeta amaçlarını yitirmiş gibi görünen
ONA dilimlerinin, bu orijinal ''kanşhrma"nın artıklan olduğu
açıkhr. Beynin -biri daha ilkel ve duygusal, diğeri daha yeni ve
daha akılcı olan- iki bağımsız ama bağlanblı kısmı da İnsanoğlu­
nun kanşık genetik kökenini gösteren bir başka işaret.
Kadim yarahlış hikayesini destekleyen kanıtlar, şu ana dek
yığınlar oluşturmasına rağmen, genetik manipülasyonla sona er­
miyor. Daha çok şey var ve hepsi de Havva hakkında!

Paleontologlarca bulunan fosillerin ve diğer bilim alanlann­


daki ilerlemelerin yardımıyla modem antropoloji, İnsanın köke­
nini geriye doğru izlerken büyük sıçramalar yapabildi. Artık
"Nereden geldik?" sorusu net biçimde cevaplandı: İnsanlık gü­
neydoğu Afrika' da ortaya çıkh.
Artık biliyoruz ki, insanın hikayesi insanla başlamadı; "pri­
matlar'' denilen memeliler grubunun hikayesini anlatan "bölüm"
bizi kırk beş veya elli milyon yıl öncesine, maymunların ve insa-

207
KOZMiK TOHUM
nın ortak atasının Afrika' da ortaya çıkhğı zamana götürür. Yirmi
beş veya otuz milyon yıl sonra -evrim tekerlekleri işte böylesine
yavaş dönmektedir- Büyük Maymunların bir öncülü primatlar
dalından aynldı. 1920'lerde bu ilk maymunun, "prokonsül"ün
fosilleri Victoria Gölü'ndeki bir adada şans eseri bulundu ve bu,
en iyi bilinen kan-koca paleontolog ekibi olan Louis S. B. ve Mary
Leakey'yi bu bölgeye çekti. Prokonsül fosillerin yanı sıra bölgede
aynca Ramapithecus, ilk dik duran ya da insan benzeri primahn
kalınblannı da buldular; on dört milyon yıl yaşındaydı, evrim
ağacında prokonsül'den sekiz ile on milyon yıl yukarıdaydı.
Bu keşifler yeni fosillerin bulunmasından daha fazlası anla­
mına geliyordu; bunlar doğanın gizli laborahıvarının kapısını
aralamışh, Doğa Ana'nın memelilerden primatlara, büyük may­
munlardan insanımsılara doğru yapbğı evrimsel yürüyüşün sü­
rüp gittiği gizli köşeydi burası; Etiyopya, Kenya ve Tanzan­
ya'dan geçen bir yarık vadiydi, Ürdün Vadisi ve İsrail' de Ölü De­
niz'den başlayan, Kızıl Denizi geçen ve ta güney Afrika'ya kadar
uzanan yarık sisteminin bir parçasıydı bu yer (harita, Şekil 60).
Bölgede bulunan çeşitli fosiller Leakey'ler ve diğer paleon­
tologlan meşhur etmişti. En zengin bulunhıların olduğu en iyi bi­
linen sitlerden bazıları Tanzanya'da Olduvai Vadisi; Kenya'da
Rudolf Gölü (Turkana Gölü olarak değişti) ve Etiyopya'da Afar
eyaleti idi. Birçok ulustan birçok kaşif vardı ama bulguların ma­
nası ve zaman cetveli açısından alimane tartışmalarda önde ge­
lenlerin bazıları anılmalı: Leakey'lerin oğlu Richard (Kenya Ulu­
sal Müzesinin kurucusu), Donald C. Johanson (keşifleri sırasında
Cleveland Doğa Tarihi Müzesinin kurucusu), Tim White ve J.
Desmond Clark (Berkeley, California Üniversitesi), Alan Walker
(John Hopkins Üniversitesi), Harvard'dan Andrew Hill ve David
Pilbeam ve Güney Afrika' dan Raymond Dart ve Phillip Tobias.
Keşiflerin verdiği gurur, bulguların farklı farklı yorumlan­
maları ve türleri ve takımları daha küçük alt gruplara bölme eği­
limi bir kenara bırakılırsa, dört ayaklı maymunlardan insanlara
giden dalın yaklaşık on dört milyon yıl önce ayrıldığını ve insa­
nunsı özelliklere sahip ilk maymun olan Australopithecus'un, do­
ğanın "insan-yapma" laborahıvan olarak seçtiği bu yerde ortaya

208
HA WA DENİLEN ANA

Şekil 60

çıkmasının ise bir dokuz milyon yıl daha sürdüğünü söyleyebili-


riz.
Aradaki bu on milyon yıllık sürenin fosil kayıtlan neredey­
se boş iken, paleoantropologlar (yeni bir bilimci grubu bu adı al­
mışh) ardından gelen üç milyon yıllık sürenin kayıtlarını birara­
ya getirmede bir hayli deha sergilemişlerdi. Bazen sadece bir çe­
ne kemiği, çatlamış bir kafatası, bir leğen kemiği, bazı parmakla­
rın kalınhlan ya da şanslıysalar kısmen iskeletlerden yola çıkarak
fosillerin temsil ettiği varlıkları yeniden inşa edebilmişlerdi; hay­
van kemikleri veya alet olarak iş gören kabaca şekillenmiş taşlar
gibi diğer bulguların yardımıyla, bu varlıkların gelişim safhasını
ve alışkanlıklarını belirlediler ve fosillerin bulunduğu jeolojik

209
KOZMİK TOHUM
katmanların tarihlendirilmesiyle de bizzat fosilleri tarihlendire­
bildiler.
İskelet parçalan bulguları arasında sıra dışı kilometre taşla­
n olarak "Lucy'' adı verilen (Şekil 61' deki insanımsıya benziyor
olmalıydı) ve 3,5 milyon yıl kadar önce yaşadığına inanılan ileri
bir Australopithecus olduğuna inanılan bir dişinin iskeleti; :'Ka­
fatası 1470" katalog numarasıyla bilinen, belki de 2 milyon yıl ka­
dar önce yaşamış ve buluculan tarafından bir "yakın insan" veya
birçok nesne kullanabildiğini ima eden bir terim olan Homo habi­
lis ("Eli işe yatkın İnsan") diye adlandırılan bir erkek fosili; yak­
laşık 1,5 milyon yıl öncesinden, belki de ilk gerçek insanımsı olan,
WT. 15000 katalog numaralı, bir Homo erectus "iriyan genç erkek"
iskeletinin kalınhlan sayılabilir. Eski Taş Devrine girmişti; taşlan
araç olarak kullanmaktaydı, Afrika ve Asya arasında bir kara
köprüsü gibi iş gören Sina yarımadası üzerinden bir kolu güney­
doğu Asya'ya diğer bir kolu ise güney Avrupa'ya göçmüştü.
Homo takımının izi bundan sonra kaybolmaktadır; 1,5 mil­
yop. yıl önce ile 300.000 yıl kadar öncesi arasındaki ''bölüm", bu
insanımsının göç yollarının yan çevresindeki Homo erectus izleri

Homo c ı·cl·t u s

Lucy ?

Şekil 61

210
HA WA DENiLEN ANA
dışında kayıphr. Derken, 300.000 yıl önce tedrici bir değişimin
hiçbir kanıh olmaksızın, Homo sapiens ortaya çıkar. 35.000 yıl ka­
dar önce karalara hakim olan Cro-Magnonların, Homo sapiens sa­
piens' in atasının, ilk önce, 125.000 yıl önce Avrupa' da ve Asya'nın
bazı kısımlarında baskın hale gelen Neanderthal adamı (Alman­
ya'da ilk keşfedildiği yerin adını aldı), yani Homo sapiens neane­
derthalis olduğu sanılmaktaydı. Derken daha "kaba" ve dolayı­
sıyla daha "ilkel" olan Neanderthe.l'in farklı bir Homo sapiens da­
lından dallandığı, Cro-Magnon'un ise kendi dalı üstünde gelişti­
ği düşüncesi kabul edildi. Artık bu ikinci düşüncenin tamame�
olmasa da daha doğru olduğu biliniyor. Akraba ama birbirinin
dölü olmayan iki Homo sapiens hath 90.000, hatta 100.000 yıl ön­
cesine kadar yan yana yaşamışlardı.
İsrail'de biri Karmel Dağı'nda diğeri Nasıra yakınlarındaki
iki mağarada kanıtlar bulundu; bunlar tarih öncesi insanın ken­
dine yuva yaphğı bölgedeki birçok mağaradan biriydi. 1930'lar­
daki ilk bulgulann 70.000 yıllık ve sadece Neanderthal adamına
ait olduğu düşünülmüştü; bu da o zamanlar kabul gören görüş­
lere uymaktaydı. 1960'larda bir İsrai.1,-Fransız ekibi Nasıra kenti
yakınlarındaki Qafzeh mağarasını yeniden kazdı ve sadece Ne­
anderthal değil Cro-Magnon tiplerinin kalınhlannı da keşfetti.
Aslında, katmanlaşma Cro-Magnonların bu mağarayı Neandert­
hallerden önce kullandıklannı işaret etmekteydi; bu durum, Cro­
Magnonların ortaya çıkbğı sanılan 35.000 yıl önceyi 70.000 yıl ön­
ceye çekmişti.
Buldul<lanna kendileri de inanamayan Kudüs'teki İbrani
Üniversitesindeki bilimciler, doğrulama için aynı katmanlarda
bulunan kemirgen kalınhlanna başvurdular. Bunlann incelen­
mesi de aynı inanılmaz tarihi verdi: 35.000 yıl önce ortaya çıkmış
olması gereken Cro-Magnonlar, Homo sapiens sapiens, 70.000 yıl
önce Yakın Doğu'ya ulaşmış ve günümüzde İsrail olan yerde yer­
leşmişlerdi. Dahası, uzun bir süre bölgeyi Neanderthaller ile pay­
laşmışlardı.
1987'nin sonunda Qafzeh ve Karmel Dağı'ndaki Kebara ma­
ğaralarındaki buluntular; radyokarbon tekniğinin 40.000-50.000
yıllık limitinden daha gerilere doğru, daha güvenilir tarihleme

21 1
KOZMiK TOHUM
yapabilen bir teknik olan Terrnolürninesans gibi yeni metotlarla
tarihlendi. Nature dergisinin (cilt 330 ve 340) iki sayısında Fransız
ekibinin başı olan Gif sur Yvette'teki Ulusal Araşhrma Merkezin­
den Helene Vallades tarafından bildirilen rapordaki sonuçlar,
Neanderthaller ve Cro-Magnonların 90.000 ila 100.000 yıl önce
(bilimciler arhk ortalama 92.000 yıl diyorlar) bölgede yaşadıkları
konusunda hiç şüphe olmadığını gösteriyor. Bu bulgular, Gali­
le'de bulunan bir başka sitteki bulgularla da doğrulandı.
Nature dergisinde bu bulgulara editör sayfasını açan British
Museum'dan Christopher Stringer, Neanderthallerin Cro-Mag­
nonlardan önce geldiği yolundaki geleneksel görüşün artık terk
edilmesi gerektiğini kabul etti. Her iki hat da Homo sapiens'in da­
ha erken bir biçiminden dallanmış gibiydi. "Modem insan için
'Aden' her nerede olursa olsun," deniyordu yazıda, 125.000 yıl
kadar önce bir nedenle kuzeye doğru ilk göç edenlerin Neandert­
haller olduğu anlaşılmaktaydı. Meslektaşları Peter Andrews ve
İbrani Üniversitesinden Ofer Bar-Yosef'e kablarak bu bulguların
"Afrika'nın Dışı" yorumu için tartışmaya başladılar. Bu ilk Homo
sapiens'lerin bir Afrika doğum yerinden kuzeye doğru göçleri,
Mısır' da Nil yakınlarında 80.000 yıllık bir Neanderthal kafatası­
nın (Dallas/Güney Metodist Üniversitesinden Fred Wendorf ta­
rafından) keşfedilmesiyle doğrulandı.
Science dergisinin bir başlığı "Bunlar İnsan için Daha Erken
bir Şafak Anlamına mı Geliyor?" idi. Diğer disiplinlerden bilim­
ciler de arayışa kabldıkça, cevabın evet olduğu ortaya çıkh. Ne­
anderthallerin Yakın Doğu'yu ziyaret etmedikleri, burada uzun
zamandır yerleşik oldukları kesinleşmişti. Ve o ilk fikirlerin aksi­
ne, hiç de ilkel vahşiler değildiler. Ölülerini, dinsel uygulamaları
işaret eden törenlerle gömüyorlardı ve "onları modem insanlarla
müttefik yapan ruhsallığın harekete geçirdiği en azından bir tavır
mevcuttu" (Los Angeles/Califomia Tıp Fakültesinden Jared M.
Diamond). Şanidar mağarasında Neanderthal kalınblan bulan
Columbia Üniversitesinden Ralph S. Solecki gibi bazıları ise Ne­
anderthallerin şifalı bitkileri nasıl kullanacaklarını bildiklerine
inanıyordu. 60.000 yıl önce İsrail mağaralarındaki iskeletler ise
anatomistleri, daha önceki kabulün aksine, Neanderthallerin ko-

212
HAWA DENİLEN ANA
nuşabildiğine ikna etmişti: Albany/New York Devlet Üniversite­
sinden Dean Faik, "Fosilleşmiş beyin kalıplan, iyi gelişmiş bir li­
san bölgesi gösteriyor." diye belirtiyordu. Ve Harvard'lı nöro­
anotomist Terrence Deacon ''Neanderthalin beyni bizimkinden
daha büyük. .. hiç de aptal ve sesi çıkmaz değilmiş." diye yorum
yapıyordu.
Tüm bu en son keşifler Neanderthal adamının kesinlikle bir
Homo sapiens olduğu, Cro-Magnon'un atası olmayıp, aynı insan
türünün daha erken bir tipi olduğu konusunda şüpheye yer bı­
rakmıyordu.
Mart 1987' de British Museum' dan Christopher Stringer
meslektaşı Paul Mellars ile birlikte, ''Modem İnsanın Kökeni ve
Dağılması" ile ilgili yeni bulguları güncelleştirmek ve özetlemek
için bir konferans düzenledi. Antiquity dergisinde (Temmuz
1987) J. A. J. Gowlett tarafından bildirildiği gibi konferans ilk
olarak fosil kanıtlan ele almışh. Şu sonuca varmışlardı: 1,2 na 1 ,5
milyon yıllık bir boşluktan sonra Homo erectus'tan hemen 300.000
yıl sonra Homo sapiens (Etiyopya, Kenya ve Güney Afrika' daki fo­
sillerin gösterdiği gibi) aniden ortaya çıkmışh. Neanderthaller
230.000 yıl kadar önce bu ilk Homo sapiens'lerden ("Akıllı adam")
"farklılaşmışh" ve 100.000 yıl kadar sonra kuzeye doğru göçme­
ye başlamışlar, belki de Homo sapiens sapiens'in ortaya çıkışına
denk gelmişlerdi.
Konferansta aynca biyo�ya alanında elde edilen yepyeni
verileri içeren diğer kanıtlar da ele alınmışb. En heyecan verici
olanları genetikle ilgili olanlardı. Genetikçilerin ONA "cümleleri­
ni" kıyaslama yoluyla ana-babalık izini sürebilme yetenekleri,
vesayet davalarında kanıtlanmışh. Yeni tekniklerin sadece ço­
cuk-ebeveyn ilişkileriyle sınırlı kalmayıp türün tüm silsilesinin
izini sürmeye doğru genişlemesi kaçınılmazdı. İşte bu yeni mole­
killer genetik bilimi, Berkeley' deki California Üniversitesinden
Allan C. Wilson ve Vincent M. Sarich'in tam bir doğrulukla insa­
nımsıların maymunlardan 15 milyon değil 5 milyon yıl önce fark­
lılaşhklanru ve de insanımsıların en yakın "akrabası"nın goriller
değil şempanzeler olduğunu belirlemelerini sağladı.
Bir kişinin DNA'sı nesillerden nesillere babaların genleri ile

213
KOZMİK TOHUM
karışıp durduğundan, hücre çekirdeğindeki (yansı anneden, ya­
nsı babadan gelen) ONA'nın kıyaslanması, birkaç nesil sonra işe
yaramamaktadır. Ancak hücre çekirdeğindeki ONA'ya ek olarak,
annenin hücresinde ama çekirdeğin dışında, "mitokondri" adı
verilen bir cismin içinde (Şekil 62) ONA olduğu keşfedildi. Bu
ONA babanın ONA'sıyla karışmıyordu; "hiç değişikliğe uğrama­
dan" anneden kızına, kızından kız torununa nesiller boyu geçi­
yordu. Emory Üniversitesinden Oouglas Wallace'ın 1980'lerde
yaphğı bu keşif onu 800 kadının bu "mtDNA"sını kıyaslamaya
yöneltti. Temmuz 1986'da bir bilimsel konferansta açıkladığı şaş­
kınlık verici sonuç şuydu: Bu kadınların hepsinde bulunan
mtONA öylesine benzer görünmekteydi ki, tüm bu kadınlar tek
bir dişi atadan gelmiş olmalıydılar.
Araşhrma Michigan Üniversitesinden Wesley Brown tara­
hndan ele alındı; mtONA'nın doğal mutasyon oranını belirleye­
rek bu ortak atanın canlı olduğu günlerden bu zamana ne kadar
zaman geçtiğinin hesaplanabileceğini önermişti. Farklı coğrafi ve
ırksal geçmişe sahip yirmi bir kadının mtONA'lannı kıyaslaya­
rak, bu kadınların kökenlerini 300.000 ila 1 80.000 yıl önce Afri­
ka' da yaşayan "tek bir mitokondriyal Havva' ya" borçlu oldukta­
n sonucuna vardı.
· Bu ilginç bulgular, ''Havva"yı aramaya koyulan diğer araş­
tınnacılar tarafından ele alındı. Aralannda en önde gelen Berke-

Şekil 62

214
HAWA DENİLEN ANA
ley Üniversitesinden (daha sonra Hawaii Üniversitesi) Rebecca
Cann'dır. Farklı ırklardan ve coğrafi geçmişlerden ve San Fran­
cisco Hastanesinde doğum yapan 147 kadının plasentalarından
parçalar alıp mtDNA'larını karşılaşbrdı. Sonuç, bu kadınların
(mutasyon oranının, milyon yıl başına yüzde 2 veya yüzde 4 ol­
masına göre) 300.000 ila 150.000 yıl önce yaşamış ortak bir dişi
ataya sahip olduklarıydı. Cann, "Genelde 250.000 yılı varsay­
mak�yız." diyordu.
Ust sınır olan 300.000 yıl, paleoantropologların da dikkat
çektiği gibi Homo sapiens'in ortaya çıkhğı döneme ait fosil kanıt­
larıyla da denk düşmektedir. Cann ve Allan Wilson, "Bu değişik­
liği ortaya çıkartmak için 300.000 yıl önce ne olmuş olabilir?" di­
ye sordular ama cevap veremediler.
Arhk "Havva Hipotezi" diye bilinmeye başlayan hipotezi
yeni testlere tabi tuhnak üzere Cann ve meslektaşları Wilson ve
Mark Stoneking, atalan Avrupa, Afrika ve Orta Doğu' dan olan,
aynca Avustralya ve. Yeni Gineli toplam 150 kadının plasentala­
rını incelemeye giriştiler. SOnuçlar Afrikalı mtDNA'nın en eskisi
olduğunu ve farklı ırklardan, çok çeşitli coğrafi ve kültürel geç­
mişlerden gelen tüm bu kadınların 290.000 illi 140.000 yıl kadar
önce Afrika'da yaşamış tek ve aynı dişi ataya sahip olduklarını
göstermekteydi.
Science dergisinin (1 1 Eylül 1987) tüm bu bulguların incelen­
diği bir sayısında, baskın kanıtların şunu gösterdiği belirtiliyor­
du: "Afrika, modem insanın beşiği idi. .. Moleküler biyolojinin
anlathkları, modem insanın yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika'da
evrimleştiğini anlahyor."
O zamandan beri başka çalışmaların bulgularıyla da destek­
lenen bu sansasyonel bulgular, dünyanın dört bir yanında man­
şet oldu. ''Nereden geldik, sorusu cevaplandı" diye National Ge­
ographic (Ekim 1988) açıklıyordu: güneydoğu Afrika. San Francis­
co Chronicle'ın başlığı "Hepimizin Anası" şeklindeydi. London Ob­
server "Afrika'nın Dışı: İnsan'ın Dünyaya Hükmetme Rotası" di­
ye ilan ediyordu. Newsweek (11 Ocak 1988) en çok satan sayısının
kapağında bir yılanla birlikte bir "Adem" ve bir "Havva" resmet­
mekteydi, başlık ise "Adem ve Havva'yı Arayış" idi.

215
KOZMİK TOHUM
Başlık uygundu çünki Allan Wilson'un da belirttiği gibi:
"Bir annenin olduğu yerde bir babanın olduğu da açıkbr."

Bu en son keşiflerin hepsi de, ilk Homo sapiens çifti ile ilgili
olarak kutsal metinlerin ileri sürdüğü iddiayı doğrulamakta bir
hayli yol aldılar:

Ve adam kansının adını Chava


(''Yaşamın Dişisi"-Türkçe "Havva") koydu;
çünki bütün yaşayanların anası oldu.

Sümer verilerinde birkaç çıkarım önerilmektedir. Birincisi,


Lulu'nun yarahlması Anunnakilerin 300.000 yıl önceki isyanları­
nın bir sonucudur. Homo sapiens'in ilk ortaya çıkış tarihinin üst sı­
nın olan bu tarih, modem bilim tarafından da desteklenmektedir.
İkincisi, Lulu'nun oluşturulması "Abzu'nun yukansında",
madencilik bölgesinin kuzeyinde meydana gelmişti. Bu da en es­
ki insan yerleşimlerinin Tanzanya, Kenya ve Etiyopya'da, yani
güney Afrika'daki alhn madenleri bölgesinin kuzeyinde bulun-
masır�a desteklenmiştir. ../
Uçüncüsü, ilk Homo sapiens tipi olan Neanderthallerin -yak­
laşık 230.000 yıl önce- ortaya çıkışının, "Havva" için mtDNA ve­
rilerinin önerdiği 250.000 yıl ile uyumlu olmasıdır, bunu Homo sa­
piens sapiens'in, yani "modem insan"ın ortaya çıkışı izler.
Daha sonraki bu tarihler ile isyanın 300 .00 yıl önce olması
arasında hiçbir çelişki yoktur. Bunların Dünya yılı olduğunu, hal­
buki Anunnakiler için 3600 yılın sadece bir yıl ettiğini düşünür­
sek, "Adamı yaratma" kararını, "mükemmel model" elde edilene
dek ilk önce bir deneme yanılma döneminin izlediğini habrlama­
mız gerekir. Sonra, her defasında yedi erkek yedi dişi olarak Do­
ğum Tanrıçalarının gebelikleri yoluyla doğurulan İlkel İşçiler,
kendi aralarında üreyemeyen melezlerdi.
Şüphesiz izi sürülen mtDNA, üreyemeyen bir dişi Lulu için
değil, çocuk doğurabilen bir "Havva" içindir. İnsanoğluna bu ye­
teneğin bahşedilmesi, daha önce de gösterildiği gibi, Enki ve Nin­
ti' nin, Kitabı Mukaddes'te Adem, Havva ve Aden Bahçesindeki

21 6
HAVVA DENİLEN ANA
Yılan hikayesine yansıyan ikinci genetik manipülasyonlannın bir
·
sonucudur.
Acaba bu ikinci genetik manipülasyon Rebecca Cann'ın
"Havva" verilerinin önerdiği gibi 250.000 yıl önce mi meydana
gelmişti, yoksa Science dergisindeki makalede belirtildiği gibi
200.000 yıl önce miydi?
Tekvin Kitabına göre A dem ve Havva ancak "Aden" den ko­
vulmalarından sonra çocuk sahibi olmaya başlamışlardı. Büyük
ağabeyi Kain tarafından öldürülen ikinci oğullan Habil'in evlat­
ları olup olmadığını bilmiyoruz. Ama Kain ve torunlarına uz.ak
ülkelere göç etme emrinin verildiğini biliyoruz. "Kain'in lanetli
zürriyetinin" bu torunları, göçebe Neanderthaller miydi? Bu, bir
spekülasyon olarak kalması gereken ilginç bir olasılıktır.
Kesin gibi görünen şey, Kitabı Mukaddes'in Homo sapiens
sapiens, yani modern insan varlıklannın son ortaya çıkışını tanı­
masıdır. Bizlere A dem ve Havva'nın üçüncü oğlu olan Şit'in
Enoş adında bir oğlu olduğunu ve İ nsanoğlunun zürriyetinin
Enoş'tan başladığını söyler. Şimdi, İ branicede Enoş "insan, insan
varlığı" anlamındadır: sen ve ben gibi. Kitabı Mukaddes aynca
Enoş'un zamanında "Rab'bin ismini o zaman çağınnaya başladı­
lar'' der. Başka bir deyişle, tamamen uygar insanın ve dinsel iba­
detin kurulduğu zamandı.
Bununla birlikte, kadim hikayenin tüm unsurları desteklen­
miş oluyor.

DOLANMIŞ YILANLAR AMBLEMİ


Adem ve Havva'run Aden Bahçesindeki hikayesinde, onlann
"bilmeyi" (üreme yeteneğini) elde etmelerine neden olan ve Rab'bin
muhalifi olan, Yılan' dır; İbranicede Nahaş diye geçer.
Terimin iki başka anlamı daha vardır: "gizleri bilen" ve "bakın
bilen". Bu diğer anlamlar ya da kelime oyunları, Enki için kullanılan
Sümer unvanı BUZUR'da yer alır; "gizleri çözen" ve "metal madenle­
rinden olan" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla daha önceki yazılanm­
da, orijinal Sümerce versiyonda ''Yılan"ın Enki olduğunu önermiştim.

217
KOZMİK TOHUM

Onun amblemi dolanmış yılanlardı; "kült merkezi" Eridu'nun sembo­


lüydü (a), genelde Afrika'daki bölgesinin sembolüydü (b) ve özelde pi­
ramitlerin sembolüydü (c); Sümer silindir mühürlerinde resmediliyor
ve Kitabı Mukaddes'te anlatılan olaylarda geçiyordu.
Bugün bile bp ve şifanın sembolü olan dolanmış yılanlar amble­
mi neyi temsil eder? Modem bilim tarafından DNA'nın çift sarmallı
yapısı (bkz. Şekil 49) cevabı verir: Dolanmış Yılanlar genetik kodun,
Enki'nin Adem'i yaratmasını ve daha sonra Adem ve Havva'ya üreme
yeteneğini vermesini sağlayan gizli bilgiyi temsil eder.
Bir şifa işareti olarak Enki'nin amblemi; Musa tarafından İsrailo­
ğullannı etkileyen bir salgını durdurmak için bir nahaş nehoşeth, yani
bir "bakır yılap" yaphğında anılmıştı. Bakırın, terimin üçlü anlamıyla
işe dahil edilmesi ve Musa'nın bir bakır yılan yapması, bakırın genetik
ve şifadaki bilinmeyen rolünden dolayı olabilir mi?
Minnesota ve St. Louis Üniversitelerinde yürütülen son deneyler,
durumun gerçekten de bu olduğunu işaret ediyor. Radyonükleit bakır-
62'nin kan akışını arbran bir "pozitron yayıcı" olduğunu ve diğer ba­
kır bileşiklerinin beyin hücreleri de dahil canlı hücrelere tedavi edici
kimyasalları taşıdıklarını göstermektedir.

218
BİLGELİK GÖKLERDEN
İNDİRİLDİGİNDE
Sümer Kral Listeleri -yöneticilerin, şehirlerin ve olayların
kronolojik biçimde düzenlenmiş kayıtlan- tarih öncesini ve tarihi
iki belirgin parçaya ayırır: İlk olarak, Tufan'dan önce neler oldu­
ğunun uzun kaydı ve derken, Tufan'dan son�a meydana_ gelen­
ler, Biri Anunnaki "tannlan"nın ve sonra "insan kızlarından"
olan oğullarının, yani sözde yan-tanrıların Dünya üstünde hü­
küm sürdükleri zamandır; diğeri ise insan hükümdarların -Enlil
tarafından seçilen kralların- "tanrılar'' ve insanlaı: arasında iş gör­
dükleri zamandır. Her iki durumda da düzenli bir toplum ve dü­
zenli hükumet, yani "Krallık"; "göklerden indirilmiş" olarak tarif
edilir: Nibiru'daki toplumsal ve hükumet örgütlenmesinin Dün-
, ·

ya üstündeki taklidi.
Sümer Kral Listesi "krallık göklerden indirildiğinde" diye
başlar, "Krallık Eridu'da idi. Eridu'da Alulim kral oldu ve.28.800
yıl hükmetti." Tufan-öncesi diğer kralları ye şehirleri sıralayan
metin, "Derken Tufan Dünya'yı silip süpürdü." der. Ve devam
eder: "Tufan Dünya'yı silip süpürdükten sonra, krallık Kiş'te
idi." Ondan sonra, listeler bizi yazılı tarih zamanına dek getirir.
Bu kitabın konusu bizim deyişimizle Bilim ve kadirnlerin
deyişiyle Bilgelik ise de "Krallık" -işlerin düzeni, örgütli:i. bir top­
lum ve kurumlan- hakkında birkaç söz söylemek hiç de uygun­
°
suz olmayacaktır çünki onlar olmaksızin hiçbir bilimsel ilerleme
veya "Bilgeliğin" yayilması ve korunması söz konusu olamazdı.
"Krallık", Enlil'.in, yani Anunnakilerin Dünya'daki Baş Yönetici­
sinin "portföyü" idi. Birçok bilimsel alanda hala Sümer mirasın­
dan yararlandığımız gibi krallar ve krallıklar kurumu da hala

219
KOZMİK TOHUM
mevcuttur; binlerce yıldan beri İnsanoğluna hizmet etmektedir.
Samuel N. Kramer History Begins at Sumer (Tarih Sümer'de Baş­
lar) adlı kitabında, burada başlayan "ilkler''i sıralar; bunlara se­
çilmiş (veya seçkin) mebusların iki kamaralı meclisi de dahildir.
Örgütlü ve düzenli bir toplumun çeşitli unsurları, krallık
kavramının içindedir; bunların en önde geleni ise adalet ihtiyacı­
dır. "Adil" olması ve kanunlar çıkarması ve uyması için bir kral
gerekliydi çünki Sümer toplumu, kanunlara uygun yaşayan bir
toplumdu. Birçok kişi okul sıralarında M.Ö. ikinci bin yıla daya­
nan Babil kralı Hammurabi ve onun ünlü kanunlarını öğrenmiş­
tir ama ondan en az iki bin yıl önce Sümer kralları çoktan yasalar
ilan etmişlerdi bile. Fark, Hammurabi'nin yasasının bir suç ve ce­
za yasası olmasıdır: şunu yaparsan, cezası şu olur. Öte yanda Sü­
mer yasaları sadece davranış kurallarını tespit ederdi; "bir dulun
eşeğini almamalısın" ya da "gündelikçi işçinin ücretini geciktir­
memelisin" derdi. Kitabı Mukaddes'in On Emir'i de, Sümer yasa­
ları gibi bir cezalar listesi değil neyin doğru, neyin yalnış olduğu­
nu ve neyin yapılmaması gerektiğini bildiren yasalardı.
Yasalar, adli kurum tarafından desteklenirdi. Yargıçlar, jüri­
ler, tanıklar ve mukaveleler gibi kavramları Sümer'den miras al­
dık. Mukaveleli evliliğe dayanan, "aile" dediğimiz en küçük top­
lum birimi Sümer' de kurumlaşmışbr; tabi ki zürriyet, evlat edin­
me, dulların haklan ile ilgili kural ve gelenekler de. Kanunlar ve
kurallar ekonomik faaliyetlere de uygulanıyordu: Mukavelelere
dayanan alışverişler, işe alma kuralları, ücretler ve -başka ne ola-
. bilir ki- vergilendirme. Örneğin Sümer'in dış ticareti hakkında
çok şey biliyoruz çünki Drehem adlı bir şehirde, mallar ve hay­
vanların tüm ticari hareketlerinin titiz kayıtlarının tutulduğu bir
gümrük istasyonu vardı.
Tüm bunlar ve daha pek çok şey "Krallık" şemsiyesi albn­
daydı. Enlil'in oğullan ve torunları, insanoğlu ve onun tannlan
arasındaki ilişkiler safhasına geçtikçe, krallığın işlevleri ve kralla­
rın gözetmenliği de yavaş yavaş onlara devredildi; ve Hep Koru­
yucu olan Enlil saygı duyulan bir hahra olarak kaldı. Ama bugün
"uygar bir toplum" dediğimiz şeyin temellerini "krallığın gökler­
den indirildiği" zamana borçluyuz.

220
BiLGELiK GÔKLERDEN iNDiRlWiGINDE
"Bilgelik" -bilimler ve sanatlar, "know-how'' gerektiren fa­
aliyetler- ilk olarak Enki'nin, Anunnakilerin Baş Bilimcisinin ve
sonra da onun çocuklarının alanı idi.
Bilginlerin "İnanna ve Enki: Uygarlık Sanatlarının Aktarıl­
ması" adını verdikleri bir metinden şunu öğreniriz: Enki, ME de­
nilen, bilimler, zanaat ve sanat için gereken bilgileri içeren bir tür
bilgisayar veya veri disklerine sahipti. Sayılan yüzü aşan bu
• ME'ler yazı, müzik, metal işleme, inşaat, taşımacılık, anatomi,
hbbi tedaviler, su baskınlarını kontrol ve şehirsel bozunma ve
başka metinlerde belirtildiğine göre gökbilim, matematik ve tak­
vim gibi çok farklı konulan içermekteydiler.
Krallık gibi Bilgelik de "göklerden Dünya'ya indirilmişti",
Anunnaki "tannlan" tarafından İnsanlığa bahşedilmişti. Bilimsel
bilginin, Enki'nin daha önce sözünü ettiğimiz Adapa'ya "geniş
anlayış" vermesinde olduğu gibi genellikle seçilmiş bireyler ara­
alığıyla insanlığa aktarılması, onların kararıydı. Ancak, kural
olarak, seçilen kişi ruhban sınıfına ait olurdu; bu da rahiplerin ve
keşişlerin aynı zamanda bilimci olduklan Orta Çağ'a dek binler­
ce yıl boyunca insanoğluyla kalan "ilkler''den biridir.
Sümer metinleri, başrahip olmak üzere tanrılar tarafından
hazırlanan Enmeduranki'yi anlabr:

Ona yağın ve suyun nasıl gözlemleneceğini öğrettiler


Anu, Enlil ve Enki'nin sırlarını
Ona İlahi Tableti verdiler,
üstüne kazılmış Gök ve Yer sırlarını.
Sayılarla hesaplama yapmayı öğrettiler ona.

Bu kısa açıklama, kayda değer miktarda bilgi içeriyor. En­


meduranki'ye öğretilen ilk konu "yağ ve su" bilgisi, yani bpla il­
gili bilgilerdi. Sümer zamanında doktorlar ya A.ZU ya da İA.ZU
diye çağrılırdı, yani "Suyu Bilen" ve ''Yağı Bilen"; farklan ise ilaç­
lan uygulamalannda yatmaktaydı: kanşbrılıp suyla içilen veya
yutulan ya da yağla karışbrılan ve lavmanla uygulanan. Daha
sonra Enmeduranki'ye, üzerine "Gök ve Yer sırlan" -gezegenler,
Güneş Sistemi ve görülebilen takımyıldızlar hakkında bilgi- ve

221
KOZMİK TOHUM
aynı zamanda "Yer Bilimleri" -coğrafya, jeoloji, geometri, (Enuma
eliş Yeni Yıl arifesinde tapınak ayinlerine dahil edildiğinden iti­
baren kozmogoni ve evrim- kazınmış "ilahi" veya göksel bir tab­
let verildi. Ve tüm bunları anlayabilmek için üçüncü konu, yani
matematik: "sayılarla hesaplama".
Tekvin'deki tufan öncesi atalardan Hanok'un hikayesi,
onun ölmediği ama 365 yaşında iken (bir yıldaki gün sayısına
denk bir rakam) Rab tarafından yukarı alındığı cümlesiyle özet- 0

lenir; ama Hanok Kitabı'ndan (birkaç farklı versiyonu bulunmuş­


tur) Hanok hakkında çok daha fazla bilgi elde edilebilir. Bu kitap­
ta melekler tarafından Hanok'a verilen bilgiler aynnhsıyla tarif
edilir; madencilik ve metalütjiyi ve Aşağı Dünya'nın sırlarını,
coğrafya ve Dünya'nın sulanma biçimini, gökbilirni ve göksel ha­
reketleri yöneten yasaları, takvimin nasıl hesaplanacağını, bitki­
ler ve çiçekler ve besinlerin bilgisini içermektedir. Tilin bunlar
Hanok'a özel kitaplarda ve "göksel tabletler'' üstünde gösteril­
miştir.
Kitabı Mukaddes'in Süleyrnan'ın Meselleri kısmının çoğu
İnsanoğlunun Bilgeliğe duyduğu ihtiyaç ve bunun Tanrı tarafın­
dan sadece adil olanlara bahşedilmesine ayrılmıştır "çünki bilge­
liği veren Rab'dir". Bilgeliğin kapsadığı Gök ve Yer'in birçok sır­
rı; Mesellerin 8. Babında yer alan Hikmet' e övgü kısmında açık­
lanmaktadır. Aynı şekilde Eyüp Kitabı da Bilgeliğin erdemlerini
yüceltir ve onunla İnsanoğlunun elde edebileceği bolluğu ulular
ama şöyle sorar: "Ama Hikmet nereden geldi ve anlayışın kayna­
ğı nerededir?" Buna verdiği cevap ''Bundan dolayı anlayan Tan­
rı'dır." şeklindedir; ''Tann" olarak çevrilen İbranice kelime Elo­
him'dir; ilk olarak yaratılış hikayesinde kullanılan çoğul terim.
Kitabı Mukaddes'te yer alan bu iki kitabın gerçek kaynağı olma­
sa da ilhamının, Sümerce ve Akkadca Meseller metinleri ve de
Eyüp Kitabının Sümerce dengi olan ve ilginçtir "Bilgelik Rab'bi­
ni öveceğim" başlığını taşıyan metinler olduğu kesindir.
Kadim zamanlarda bilimsel bilginin, "tanrılardan" -Anun­
nakilerden, Elohim' den- İnsanlığa bir hediye ve bir öğreti olduğu­
na hiç şüphe yok. Gökbilirninin ana konu olduğu tüm anlablarda
açıkça belli olmaktadır; bu kitabın daha ilk bölümünden itibaren

222
BİLGELİK GÔKLERDEN İNDiRiWİGİNDE
netleşmiş olan şudur: Sümerliler zamanında tüm Güneş Sistemi
ve Dünya'nın kökeni, asteroit kuşağı ve Nibiru'nun mevcudiye­
tini açıklayan kozmogoni hakkındaki akıllara durgunluk veren
bilgi ancak Anunnakilerden gelmiş olabilirdi.
Yasalar, hbbi tedavi ve mutfak kültürü kavramlannın baş­
langıana Sümerlilerin katkısı olduğu (bir dereceye kadar, bımda
yazdıklanmın bir etkisinin olduğunu düşünmek hoşuma gidi­
yor), gittikçe artan bir şekilde kabul edilmesine rağmen, gökbili­
mine Sümerlilerin yaphğı muazzam katkının aynı şekilde kabulü
bir türlü oluşmadı; bunun nedeninin bir sonraki kaçınılmaz adı­
mın "yasak eşiğini" geçmedeki tereddüt olduğundan kuşkulanı­
yorum çünki eğer Sümerlilerin göksel meseleler hakkında bildik­
lerini kabul ederseniz, sadece Nibiru'nun değil onun halkı olan
Anunnakilerin de varlığını kabul etmek zorunda kalırsınız ... Yi­
ne de bu "geçiş korkusu" (Nibiru'nun adının "Geçiş Gezegeni"
anlamına geldiğini düşünürsek, bu da hoş bir kelime oyunu olu­
yor... ) hiçbir şekilde modem gökbiliminin tüm teknikleriyle küre­
sel gökbiliminin temelini; Güneş çevresindeki gezegenlerin bir
kuşak gibi olan ekliptik düzlemde yol aldıklan kavramını; yıldız­
lann takımyıldızlar halinde gruplanmasıru; ekliptik düzlemde
görünen takımyıldızlann Zodyak Evleri halinde gruplandınlma­
sını ve 12 sayısının bu takımyıldızlara, yılın aylanna ve diğer
göksel, yani "ilahi'' meselelere uygulanmasını Sümerlilere (ve
onlar aracılığıyla Anunnakilere) borçlu olduğu gerçeğini ortadan
kaldırmaz. 12 sayısı üstündeki bu vurgulama; Güneş Sisteminin
on iki üyesi olduğu ve her bir önde gelen Anunnakiye bir göksel
denk tayin edildiği, her birine aynca birer takımyıldız ve bir ay
tayin edilen on iki "Olimpiyalı"run bir panteon oluşturduğu ol­
gusuna dek izlenebilir. Astrologlann bu göksel bölümlemelere
çok şey borçlu olduklan kesindir; çünki Nibiru gezegeninde ast­
rologlar çok uzun zamandır özledikleri Güneş Sisteminin on
ikinci üyesini bulurlar.
Hanok Kitabı'nın ve Kitabı Mukaddes'in 365 sayısına yap­
tıklan göndermeler; Güneş, Ay ve Dünya'nın ilişkili hareketleri­
nin ve takvimin geliştirilmesi bilgisinin doğrudan sonucudur:
günleri (ve geceleri), aylan ve yılla n saymak. Bugün kullandığı-

223
KOZMİK TOHUM
mız Bah takviminin, Nippur Takvimi diye bilinen İnsanoğlunun
en eski takvimine dayandığı arhk yaygın olarak kabul edilmekte­
dir. Bilginler başlangıcının Boğa burcundaki bahar ekinoksuyla
hizalanmasına dayanarak, bu takvimin M.Ö. dördüncü bin yılın
başlangıcında oluşturulduğu sonucuna varmışlardır. Gerçekten
de ekinokslardaki (Güneş'in ekvatoru geçtiği, gece ve gündüzün
eşit olduğu zaman) Dünya-Güneş oluşumlan ile ya da gündö­
nümleri (Güneş'in kuzey veya güney noktasında en uzak nokta­
sına erişmiş göründüğü zaman) ile koordine edilen bir takvim
kavramı -hem Eski hem de Yeni Dünya'daki tüm takvimlerde
bulunan kavramlar- bizlere Sümer'den gelir.
Yahudi takvimi, kitaplarımda ve makalelerimde tekrar tek­
rar işaret ettiğim gibi, sadece biçim ve yapı olarak değil aynı za­
manda yıllan sayma konusunda da hala Nippur takvimine sa­
dıkhr. M.S. 1990'da Yahudi takvimi 5750 yılını göstermektedir ve
bu açıklanageldiği gibi "dünyanın yarahlışı"ndan değil, M.Ö.
3760'da Nippur takviminin başlangıcından itibaren sayılmışhr.
The Lost Re.alms adlı kitabımda da önerdiğim gibi, bu yıl; Ni­
biru'nun kralı olan Anu'nun resmi bir ziyaret için Dünya'ya gel­
diği yıldı. Sümerce AN ve Akkadca Anu olan adı "gök", "Göksel
Olan" anlamına gelmektedir. Aynca AN.UR ("göksel ufuk") ve
AN.PA ("zirve noktası") gibi birçok astronomi teriminin bir he­
cesi ve "Gökten Dünya'ya Gelenler'' anlamındaki Anunnaki keli­
mesinin de bir hecesidir. Heceleri Sümer kökenli olduklannı açı­
ğa vurur biçimde yazılan ve telaffuz edilen Eski Çince; örneğin,
bir gözlemevi olarak hizmet veren bir tapınağı anlatmak için ku­
an terimini kullandı. Bu terimin Sümerce kaynağı olan KU.AN
"göklere doğru bir açıklık" anlamına gelirdi. (East-West /ounuıl
dergisinin Şubat 1985 sayısında yayınlanan "Astrolojinin Kökle­
ri" adlı makalemde Çin gökbiliminin ve astrolojisinin Sümer kö­
keni hakkında yazmışhm.) Şüphesiz Latince annum ("yıl") keli­
mesinden dallanan Fransızca annee ("yıl") ve İngilizce annual
("yıllık") kelimeleri ve daha birçoğu, AN'ın resmi ziyareti ile baş­
layan takvim ve yıllann sayılmasından kaynaklanmaktaydı.
Tapınaklan gözlemeyleri ile birleştirmeye yönelik Çin gele­
neği, şüphesiz sadece Çin ile sınırlı değildi; ta Sümer ve Babil'de-

224
BİLGELİK GÖKLERDEN İNDİRİLDİGİNDE

- , - - ... ..
1
. ...
1 '

1 ,,
' '

', ,, '
! -��Y-":
-- ......
;- -- , \
' 1 .. .. 1 ,' \ \\
'' ... 1 ,, ' '
� � , 1 ,' ' 1
... .... ' 1 , ' 1
...
1
'i, 1 :
, "' 1 ' '
1 1
, ...
ı J /
_ _ _ _ .... I�
I

Şekil 63

ki ziguratlara (basamaklı piramitlere) dek uz.anır. Gerçekten de,


Anu ve eşi Anhı'nun bu ziyareti ile ilgili uzun bir metin, Nibi­
ru'nun göklerde ortaya çıkışını gözlemlemek üzere, rahiplerin zi­
gurahn en üst kısmına nasıl çıkbklan anlablır. Enki gökbilimi bil­
gisini (ve diğer bilim�ri) ilkdoğan oğlu Marduk'a vermişti ve
Marduk'un Mezopotamya'da üstünlük sağlamasından sonra Ba­
bil'de inşa edilen zigurat bir gökbilimsel gözlemevi olarak hiz­
met vermekteydi (Şekil 63).
Enki takvim, matematik ve yazı "sırlarını" daha küçük olan
ve Mısırlıların Thoth dedikleri oğlu Ningişzidda'ya bahşetmişti.
The Lost Realms adlı kitabımda, onun ve Quetzalcoatl, ''Tüylü Yı­
lan" diye bilinen Mezoamerikan tanrısının aynı kişi olduklarını
gösteren kayda değer kanıtlan sunmuştum. Bu tanrının (Sümer­
ce) ''Yaşam Ağacının Efendisi" anlamına gelen adı, Enki'nin hb­
bi bilgiyi bahşettiği kişinin o olduğu gerçeğini yansıhr. Bir Babil
metni, ölüleri canlandırma sırnnı da öğrenmeyi isteyen Mar­
duk' a, bıkkın Enki'nin kendisine yeterince şey öğrettiğini söyle­
mesini anlahr. Anunnakilerin bu beceriye (en azından kendileri

225
KOZMİK TOHUM

Şekil 64

söz konusu olduğunda) sahip oldukları "İnanna'run Aşağı Dün­


ya'ya İnişi" başlıklı, orada kendi kız kardeşi tarafından öldürülü­
şünü anlatan bir metinden açıkça anlaşılmaktadır. Babası tanrıça­
nın canlandırılması için Enki'ye başvurunca Enki cesede "nabız
gibi atan" ve "ışınlar saçan"ı doğrultmuş ve onu hayata geri dön­
dürmüştür. Bir hastayı hastahane yatağında gösteren bir Mezo­
potamya betimlemesi, onu ışın tedavisi olurken göstermektedir
(Şekil 64).
Ölüleri canlandırma yeteneğini (İncil' de bir olgu olarak sö­
zü edilmiştir) bir kenara bırakırsak, Enmeduranki metninde be­
lirtildiği gibi anatomi ve hp öğretisinin rahiplik eğitiminin parça­
sı olduğu kesindir. Geleneğin sonraki zamanlara taşınnuş olduğu
Musa'run Beş Kitabı'ndan biri olan Levililer'den de anlaşılmakta­
dır; metin, Yehova'run İsrailoğlu rahiplere sağlık, hbbi teşhis, te­
davi ve hijyen konularında verdiği kapsamlı talimatları içermek­
tedir. "Uygun" (kosher) ve uygun olmayan gıdalarla ilgili diyet
emirlerinin dinsel uygulamadan ziyade sağlık ve hijyenik kaygı­
lardan kaynaklandığı kesindir; ve birçok kişi sünnet gereğinin de
hbbi nedenlerden kaynaklandığını düşünmektedir. Bu talimatlar
A.ZU'lar ve İA.ZU'lar için hbbi kitapçıklar biçiminde iş gören
Mezopotamya metinlerinden pek farklı değildi; doktor-rahiplere
ilk olarak belirtileri gözlemlemeleri, daha sonra uygulanacak re-

226
BİLGELİK GÖKLERDEN İNDİRiLDİGİNDE
çeteyi belirtmelerini ve sonra da ilaçlann hazırlanmasında kulla­
nılacak kimyasallar, şifalı bitkiler veya diğer farmakolojik malze­
menin listesini vermelerini söylemekteydi. Enki ve Ninti'nin hb­
bi, anatomik ve genetik becerilerini habrlarsak bu öğretilerin
kaynağının Elohim olması hiç de sürpriz olmamalı.

Gökbilimi ve takvimin işleyişi kadar ticaret ve ekonomik fa­


aliyetin de temeli matematik bilgisi idi; Enmeduranki metninin
sözleriyle "sayılarla hesaplar yapm�".
Sümer sayı sistemi altmışlık'br, yani "60'ı baz alır''. Sayma
l'den 60'a kadardır, hpkı bizim bugün l'den 100'e kadar sayma­
mız gibi. Ama bizim "iki yüz" dediğimiz yerde, Sümerliler "2
geş" derdi ya da yazardı; bu, 120'ye denk gelen 2 x 60 anlamına
geliyordu. Hesaplamalannda metin "yansını al" ya da "üçte biri­
ni al" dediğinde, bunun anlamı 60'ın yansı 30, 60'ın üçte biri
= =

20'dir. Ellerimizin parmaklanru saymaya alışbnlıp ondalık ("10


kez") sistemle yetiştirilen bizler için bu, alışılmadık ve karmaşık
görünebilir ama matematikçiler için altmışlık sistem bir keyiftir.
10 sayısı pek az tam sayıyla (kesin olmak gerekirse 2 ve 5 ile)
bölünebilir. 100 rakamı ise sadece 2, 4, 5, 10, 20, 25 ve SO'ye tam
bölünebilir. Ama 60 sayısı 2, 3, 4, 5, 6, 10, 12, 15, 20 ve 30'a bölü­
nebilir. Gün içindeki saatleri sayışımızda Sümerlilerin 12'sini, za­
manı sayışımızda Sümerlilerin 60'ını (bir dakikada 60 saniye, bir
saatte 60 dakika) ve geometride Sümerlilerin 360'ını (bir dairede
360 derece olması) kullanmamızdan da anlaŞıldığı gibi, altmışlık
sistem göksel bilimlerde, zamanı hesaplamada ve (bir üçgenin
açıla rının toplamının 180 derece ve bir karenin açılarının toplamı­
nın 360 derece olduğu) geometride hala tek mükemmel sistem­
dir. Hem teorik hem de (arzi ölçümleri gibi) uygulamalı geomet­
ride bu sistem, çeşitli ve karmaşık bölgeleri (Şekil 65), (tahıl, yağ
veya şarap) içeren her türden fıçının hacmini, kanallann uzunlu­
ğunu veya gezegenler arasındaki uzaklığı hesaplamayı mümkün
kılmaktadır.
Kayıt tutma başladığında 1, 10, 60, 600 ve 3600 (Şekil 66a) sa­
yılanna karşılık gelen çeşitli sembolleri ıslak kil üstüne basmak
için yuvarlak uçlu bir yazma aleti kullanıldı. Nihai sayı olan 3600

227
KOZMİK TOHUM

r-·---. - · · · -,

: / \ 1
: / \ i

rvı
Şekil 65

a
o o o @ o ©
< �
10 T eo T< �
c l
tOO 3,tOO

b � �
1

1
,.lı!
3

�·,·.
2 1" T
d

Şekil 66

228
BiLGELiK GÔKLERDEN iNDIRiWiGiNDE
büyük bir daire ile gösteriliyordu; Nibiru'nun Güneş çevresinde
bir yörünge tamamlayana dek geçen Dünya yıllarının sayısını
gösteren rakam, "prens gibi" ya da "kraliyet" anlamına gelen
SAR (Akkadca şar) diye adlandınlıyordu.
Katiplerin kama uçlu bir yazma aleti (Şekil 66b) kullandık­
ları çivi yazısının başlamasıyla sayılar da kama biçimli işaretlerle
yazılmaya başlandı (Şekil 66c). Bölmeyi veya çarpmayı gösteren
başka çivi yazısı işaretler (Şekil 66d) başka işaretlerle birleştiğin­
de hesaplayan kişiye ekleme, çıkartma, bölme veya çarpma tali­
matını veriyordu; bugün birçok öğrenciyi zorlayacak aritmetik
ve cebir problemleri doğru olarak çözülüyordu. Bu problemlere
karesini, kübünü alma ya da sayıların kare kökünü alma da da­
hildi. F. Thureau-Dangin'in Textes Mathematiques Babyloniens (Ba­
bil'in Matematik Metinleri) adlı kitabında gösterildiği gibi ka­
dimler bugün bile kullanılan iki ve hatta üç bilinmeyenli formül­
ler kullanıyorlardı.
"Altmışlık" adı verilmiş olmasına rağmen Sümerlilerin sayı
ve matematik sistemi aslında sadece 60 sayısına değil, 6 ve lO'un
birleşimine dayanmaktaydı. Ondalık sistemde her bir üst basa­
mak; bir önceki toplamı 10 ile çarparak elde edilirken (Şekil 67a),
Sümer sisteminde sayılar almaşık çarpımlarla artırılıyordu; bir kez
10 ile, bir kez 6 ile, sonra 10 ile, sonra tekrar 6 ile (Şekil 67b). Bu
metot günümüz bilginlerini pek şaşırtmaktadır. Ondalık sistemin
insanın el parmaklarının sayısına dayandığı açıktır, Sümer siste­
mindeki 10 böyle anlaşılabilir; ama 6 nereden gelmiştir ve niçin?
Başka bulmacalar da vardır. Mezopotamya'da bulunan bin-

a. Ondalık b. SümeT'(A/tmışlık)
1 ı
10 ıo
10 x 1 0 ıo x 6
(ıo x ı o) X ı o (ıo X 6) X ıo
( ıo x ı o x ı o) x ı o (ıo x 6 x ıo) x 6

Şekil 67

229
KOZMiK TOHUM
lerce matematik tableti arasında, birçokları hazır hesaplamalar
taşımaktadır. Ancak ilginçtir (1, 10, 60 vb. gibi) küçük sayılardan
büyüklere doğru gitmemekte; ancak astronomik denilebilecek bir
rakamdan, 1 2.960.000'den başlayarak aşağı doğru azalmaktadır­
lar. Th. G. Pinches [Some Mathematical Tablets of the British Muse­
um (British Museum'dan Bazı Matematik Tabletleri)] tarafından
alınb yapılan bir örnek en üst sabrda şöyle başlar:

1. 12960000 bunun üçte ikisi 8640000


2. bunun yan kısmı 6480000
3. bunun üçüncü kısmı 4320000
4. bunun dördüncü kısmı 3240000

"bunun sekseninci kısmı 18000'0' deyip, 400'üncü kısmı "32400"a


dek devam eder. Başka tabletler bu işlemi 16.000'inci kısma (810'a
eşittir) kadar izler; bu dizinin başlangıç rakanu 12.960.000'in
216.000'nci kısmı olan 60'a dek sürdüğüne hiç şüphe yok.
Nippur ve Sippar'daki tapınak kütüphanelerinden ve Asur
kralı Asurbanipal'in Ninova' daki kütüphanesinden çıkarılan bin­
lerce matematik tabletini inceledikten sonra H. V. Hilprecht [The
Babylonian Expedition of the University of Pennsylvania (Pennsylva­
nia Üniversitesi Babil Keşif Gezisi)] 12.960.000 sayısının gerçek­
ten de astronomik olduğu sonucuna vardı; her 2160 yılda bir Gü­
neş'e karşı doğan burç takımyıldızlarını tam bir Ev kaydıran Pre­
sesyon (•) fenomeninden kaynaklanmaktaydı. On iki Evin daire­
yi tamamlaması, yani Güneş' in başlangıçtaki arka fon konumuna
gelmesi 25.920 yıl sürmektedir; 12.960.000 sayısı tamamlanan
böylesi beş yüz Presesyon dairesini temsil etmektedir.
Hilprecht ve diğerlerinin de düşündüğü gibi, Sümerlilerin
sadece presesyon fenomeninin farkında olmakla kalmayıp, zod­
yakta bir Ev' den diğer Ev'e kayışın 2160 yıl sürdüğünün de far­
kında olduklarını öğrenmek inanılmaz bir şeydi; matematik sis­
temleri için her biri (insanın ömür süresi söz konusu olduğu ka­
darıyla) fantastik bir rakam olan 25.920 yıl gerektiren, beş yüz ta-
(•) Devinme olayı, Yer'in dönme ekseninin, tutulum düzleminin normali çevre­
sinde bir koni çizecek biçimde çok yavaş olarak dönmesi. (Ç.N.)

230
BİLGELiK GÖKLERDEN iNDIRiWIGiNDE
mamlanmış on iki Ev döngüsünü temsil eden bir sayıyı seçmiş ol­
maları ise iyice anlaşılmaz bir şeydi. Aslında modem gökbilimi,
fenomenin varlığını ve Sümer'de hesaplandığı gibi dönemlerini
kabul ediyorken, ne şimdi ne de geçmişte, tek bir Ev'in kayması­
nı bile (artık Kova'ya doğru bir kayış beklenmektedir) şahsen tec­
rübe eden tek bir bilim adamı yoktur ve tüm bilimcileri biraraya
getirsek bile tek bir döngünün tamamlanmasına tanık olmamış­
lardır. Yine de, işte Sümer tabletlerinde mevcut.
Modem bilim Nibiru'nun varlığını ve Anunnakilerinkini bir
olgu olarak kabul edecek olsa, tüın bu bulmacalar çözüme kavu­
şacak gibi geliyor bana. İnsanlığa matematiksel ''bilgeliği" bahşe­
denler onlar olduklarından, astronomik temel sayı ve altmışlık
sistem Anunnaki tarafından kendi kullanımlarına göre ve kendi
bakış açılarına göre geliştirilmiş ve sonra insani ölçülere göre kü­
çültülmüştü.
Hilprecht'in doğru biçimde önerdiği gibi, 12.960.000 sayısı
gerçekten de gökbiliminden kaynaklanmışh; tam bir presesyonel
döngünün tamamlanması için gereken zaman (25.920 yıl). Ama
bu döngü daha insani boyutta oranb.lara indirilebilirdi, yani tek
bir zodyak Ev'inin presesyonuna. Aslında 2160 yıldaki tek bir
kayma bile bir Dünyalının ömrünün çok ötesinde olmasına rağ­
men, her 72 yılda bir, bir derecelik kayma (gökbilimci-rahiplerin
tanıklığı söz konusu olduğunda) gözlenebilir bir fenomendi. For­
müldeki "dünyasal" unsur buydu.
Sonra, Anunnakilerin 3600 Dünya yılı sürdüğünü bildikleri
Nibiru'nun yörüngesi vardı. İşte bu noktada iki temel ve değiş­
mez fenomen, yani Nibiru ve Dünya'run hareketlerini birleştiren
belirli uzunluktaki döngüler 3600: 2160 oranındaydı. Bu oran,
10:6'ya indirgenebilir. Her 21 .600 yılda bir Nibiru, Güneş etrafın­
da alh yörünge tamamlıyor ve Dünya on zodyak evi kayıyordu.
İşte, "albnışlık" denilen 6 x 10 x 6 x 10 almaşık sayma sistemini
yaratanın bu olduğunu öneriyorum.
Altmışlık sistem, daha önce de belirtildiği gibi, hala modem
gökbiliminin ve zamanı saymanın merkezinde yatmaktadır. Tabi
ki Anunnakilerin 10:6'lık oran efsanesi de. Mimariyi ve göze hoş
gelen plastik sanatları mükemmelleştiren Grekler, Alhn Oran de-

231
KOZMiK TOHUM
nilen bir oranhlar yasası tasarladılar. Bir tapınağın ya da büyük
bir odanın kenarlannın mükemmel ve göze hoş gelen oranına,
uzun kenarın kısa kenara göre lOO'e 61,8 (ayak, kübit ya de seçi­
len ölçü her ne ise) oranını veren AB:AP=AP:PB formülü ile ula­
şılabileceğini düşünüyorlardı. Bana öyle geliyor ki mimari, bu
Alhn Oran'ı Greklere değil (Sümerliler üzerinden) Anunnakilere
borçlu çünki aslında bu oran, altmışlık sistemin temeli olan 10:6
oranıdır.
Aynısı Fibonacci Sayılan diye bilinen matematiksel feno­
men için de söylenebilir; bu dizide sayılar her bir ardışık sayının
(mesela 5), kendisinden önceki ilci sayının (2+3) toplamıdır; 8,
3+5'in toplamıdır ve böylece sürüp gider. On beşinci yüzyıl ma­
tematikçisi Lucas Pacioli bu dizi için cebir denklemini oluştur­
muş ve 1,618 olan bölümünü Alhn Sayı ve onun karşılığı olan
0,618'i İlahi Sayı diye adlandırmışhr. Bu da bizi tekrar Anunnaki­
lere getiriyor...
Altmışlık sistemin nasıl tasarlandığını kendi fikrime göre
açıkladıktan sonra gelin, şimdi de Hilprecht tarafından sistemin
üst bazı olduğu sonucuna varılan 12.960.000 sayısına bakalım.
Bu sayının, Nibiru'nun yörüngesinin Dünya yılına göre
uzunluğu olan gerçek temel Anunnaki sayısının (3600) karesi ol­
duğunu göstermek kolaydır. (3600 x 3600 = 12.960.000) 3600'ü
dünyasal lO'a bölerek, bir dairedeki 360 derecenin sayısı olan, da­
ha kolay uğraşılabilir rakam elde edilmiştir. 3600 sayısı da 60 sa­
yısının karesidir; bu ilişki bir saatteki dakikaların ve (modem za­
manlarda) bir dakikadaki saniyelerin sayısını ve şüphesiz temel
altmışlık sistem sayısını sağlamışhr.
12.960.000 gibi astronomik bir sayının zodyaksal kökeni ise
kafa karışhncı bir Kitabı Mukaddes cümlesini açıklar. Mezmur
90'da mekanı sayısız nesillerdir ve "dağlar doğmadan önce, yer
ve dünya yarahlmadan önce"den beri göklerde olan Rab'bin
(gönderme "Göksel Rab'be" yapılır) bin yılı sadece tek bir gün gi­
bi düşündüğü söylenir:

Çünki senin gözünde bin yıl


Geçen dünkü gün ve bir gece nöbeti gibidir.

232
BiLGELiK GÖKLERDEN iNDiRiW/GiNDE
Şimdi 12.960.000 sayısını (bir zodyak Ev'inden bir kayma
gerçekleşmesi için gereken yıl sayısı olan) 2160'a bölersek, sonuç
6000'dir: alh kere bin. "Günlerin" sayısı olarak alb hiç de yaban­
cı değildir; ona Tekvin Kitabının başında ve alb yarablış günü hi­
kayesinde rastlarız. Mezmur yazarları "12.960.000, 2160. kısmı al­
h kere bin" dizesini içeren matematik tabletlerini görmüş olabi­
lirler miydi? Aslında mezmurların, Anunnakilerin oynadığı sayı­
lan yankıladığını görmek çok ilginçtir.
Mezmur 90 ve ilgili diğer mezmurlarda "nesil" olarak tercü­
me edilen İbranice kelime Dor'dur. "Yuvarlak olmak, dönmek"
anlamına gelen dur kökünden dallanmıştır. İnsanlar açısından bu
bir nesil anlamına gelir ama gök cisimleri açısından güneş çevre­
sinde bir tur atmak anlamına gelir: yörünge. Bu anlayışla bakılın­
ca, bir faninin her zaman Daim Olan' a duasını içeren Mezmur
102'nin gerçek anlamı yakalanabilir:

Fakat sen, ya Rab, ebediyen tahtında oturursun,


ve anılman devirden devire sürer.

Çünki Rab tapınağının yüksekliğinden aşağıya baktt,


Ve Rab gökten yere bakh.

"Ey Tanrım, günlerimin ortasında beni alma" dedim;


senin yılların devirler devrinde kadardır.

Fakat sen osun (değişmezsin),


Ve yıllarının sonu yoktur.

Bunların hepsini Nibiru'nun yörüngesiyle, 3600 Dünya yılı


süren döngüsüyle, Dünya'run Güneş çevresindeki kendi yörün­
gesinin presesyonel gerilemesiyle ilişkilendirmek: Anunnakile­
rin, Göklerden Yer' e indirdiği Sayılar Bilgeliğinin sırrı buydu.

İnsan "sayılarla hesaplama" yapabilmezden önce okuma ve


yazmada ustalaşması gerekiyordu. Bizler İnsanın konuşabilmesi­
ni kanıksamışsızdır; hemcinsirnizle (ya da klanımızdan olanlarla)

233
KOZMiK TOHUM
iletişime geçtiğimiz lisanlara sahibizdir. Ama modem bilim böy­
le düşünmüyor; aslında, çok kısa bir süre öncesine kadar, konuş­
ma ve lisanlarla uğraşan bilimciler "Konuşan İnsan"ın bir hayli
geç bir fenomen olduğuna ve konuşabilen, birbirleriyle iletişime
geçebilen Cro-Magnonların konuşmayan Neanderthallere baskın
gelmesinin bir nedeninin de bu olabileceğine inanıyorlardı.
Ancak Kitabı Mukaddes'in görüşü farklıydı. Kitabı Mukad­
des, örneğin, Adam'ın konuşabilip birbirine seslenebilmesinden
çok önce Elohim'in Dünya üstünde olduğunu kanıksamıştır. Bu
durum, Elohim'in "Adam'ı suretimizde ve benzeyişimizde yara­
talım" diye kendi aralarında tartışmalarının sonucunda yaratıldı­
ğını anlatan cümlede açıktır. Bu, sadece konuşma yeteneğini de­
ğil aynı zamanda iletişimi sağlayan bir dilin varlığını da ima
eder.
Şimdi de Adam' a bakalım. Aden Bahçesine yerleştirilmiş ve
kendisine neyi yiyeceği, neden kaçınacağı öğretilmiştir. Ardın­
dan gelen Yılan ve Havva arasındaki konuşmaya bakılırsa, tali­
matlar Adam tarafından anlaşılmıştır. Yılan (kimliğini The Wars
of Gods and Men' de tartışmışhın) "ve kadına dedi: Gerçekten,
Tann, bahçeıµn hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi?" Evet,
der Havva; bir ağacın meyvesi yasakbr, yemenin cezası ise ölüm­
dür. Ama Yılan durumun böyle olmadığına kadını ikna eder; o
ve Adam yasak meyveyi yerler.
Ardından uzun bir diyalog gelir. Adam ve kadın "günün se­
rinliğinde bahçede gezmekte olan" Yehova'nın sesini işittiklerin­
de saklandılar. Yehova Adama seslenir, "Neredesin?" ve aşağı­
daki konuşmalar geçer:

Adam: Senin sesini bahçede işittim ve korktum çünki


çıplakhm ve gizlendim.
Yehova: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Ondan
yeme, diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi?
Adam: Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi
ve yedim.
Yehova: (kadına) Bu yaphğın nedir?
Kadın: Yılan beni aldath ve yedim.

234
BİLGELİK GÖKLERDEN iNDiRiWİGİNDE

Bu tamamen bir karşılıklı konuşmadır. Sadece İlah konuşa­


bilmekle kalmaz, Adam ve kadın da konuşabilmekte ve İlah'ın li­
sanını anlayabilmektedir. Demek ki bir lisan kullandıklarına gö­
re (Kitabı Mukaddes'e göre) bir lisan olmalıdır. Eğer kadın ilk
Ana ise, bir İlk Lisan da olabilir miydi? Bir Ana Dil?
Bilginler yine Kitabı Mukaddes' ten farklılık gösterirler. On­
lar lisanın evrimsel bir özellikten ziyade kültürel bir miras oldu­
ğunu varsaymışlardı. İnsanın homurtulardan (evi görünce veya
tehlike sezdiğinde) anlamlı bağırtılara, buradan da klanlar oluş­
turdukça gelişmemiş bir konuşmaya doğru ilerlediği varsayılır­
dı. Kelimelerden ve hecelerden, lisanlar doğdu; klanlar ve kabile­
ler oluştukça birçok lisan ortaya çıkmışb.
Lisanların kökenine yönelik bu teori; Elohim'in ve Aden
Bahçesi'ndeki olayın kutsal metinlerde hikaye edilmesindeki
önemi ihmal etmekle kalmamış, aynca Kitabı Mukaddes'in Babil
Kulesi olayından önce "ve bütün dünyanın dili bir, ve sözü bir­
di" şeklindeki iddiasını da inkar etmişti; yani İnsanoğlunu dün­
yanın dört bir yanına dağıtmak ve ''birbirinin dilini anlamasınlar
diye" kullandığı dili "karışhrmak" Elohim'in kasıtlı bir hareke­
tiydi.
Son yıllarda modem bilimin gerçekten de bir Ana Dil'in
mevcut olmuş olduğu ve her iki Homo sapiens tipinin, yani hem
Cro-Magnon hem de Neanderthal'in daha en başından beri ko­
nuşabildiği inancına varması iç rahatlabadır.
Birçok lisanın aynı ve benzer anlamlar içeren kelimelere sa­
hip olduklan uzun zamandır kabul görmekte ve belirli lisanlann
böylece dil aileleri biçiminde gruplandınlabileceği yüzyılı aşkın
süredir kabul edilen bir teoridir, böylece Alman bilginler bu dil
ailelerini ''Hint-Avrupa", "Sami'' ve "Hamf' vb. şeklinde adlan­
dırmışlardır. Ama bu gruplandırmanın ta kendisi bir Ana Dil'in
kabul edilmesine engel teşkil etmektedir çünki tamamen farklı ve
alakasız dil gruplarının farklı "çekirdek bölgeler"de birbirinden
bağımsız geliştiği ve buralardan göç edenlerin dillerini başka ül­
kelere taşıdıklan fikrine dayanmaktadır. En uzak gruplar arasın­
da bile bariz kelime ve anlam benzerliklerinin bulunduğunu gös-

235
KOZMiK TOHUM
terme girişimleri, mesela Vaiz Charles Foster'ın [The One Primeval
l.anguage (Tek İlksel Dil) adlı eserinde İbranicenin Mezopotam­
ya' daki öncüllerine işaret ettiği] 19. yy.daki yazılan gibi; bir ilahi­
yatçının Kitabı Mukaddes'in dili olan İbraniceyi yüceltme girişi­
minden başka bir şey değilmiş gibi görülüp, dikkate alınmadı.
Bazılarının "dilsel genetik" dediği çalışmada yeni yollar
açan şey esasen antropoloji, biyogenetik ve Dünya bilimleri gibi
diğer alanlardaki gelişmelerdi. Dillerin, insanın uygarlığa yürü­
yüşünün oldukça geç bir döneminde gelişmiş olduğu, (sadece
konuşmanın değil) dillerin başlangıcının da sadece beş bin yıl ön­
ceye dayandığı fikrinin artık düzeltilmesi gerektiği açık hale gel­
mişti ve arkeolojik bulgular alh bin yıl önce Sümerlilerin yazabil­
diklerini gösterdiğinde ise bu tarih daha gerilere çekildi. On bin
ila on iki bin yıl öncesi düşünülüyorken, bilgisayarların hızlan­
dırdığı benzerlikler taramaları, bilginlerin ön-dilleri ve dolayısıy­
la daha büyük ve daha az bölünmüş gruplaşmaları keşfetmeleri­
ne yol açh.
Slav dillerinin ilk yakınlıklarını araşhran, Vladislav İlliç­
Svityiç ve Aaron Dolgopolski önderliğindeki Sovyet bilimcileri
1960'larda Nostratik (Latince "Bizim Dilimiz" anlamına gelir) adı­
nı verdikleri bir ön-dilin (Slav dilleri de dahil) çoğu Avrupa dili­
nin çekirdeği olduğunu önerdiler. Daha sonralan Dene-Kafkasya
adını verdikleri böyle bir ikinci ön-dilin Uzak Doğu dillerinin çe­
kirdek dili olduğunu önerdiler. Dilsel bozuİunalardan hesaplan­
dığına göre her iki ön-dil de on iki bin yıl kadar önce başlamışb.
Amerika Birleşik Devletleri'nde Stanford Üniversitesinden Jo­
seph Greenberg ve meslektaşı Merritt Ruhlen ise üçüncü bir ön­
dil olan Amerind'i önerdiler.
Olgunun öneminin üstünde durmayalım; ama söylemeden
geçemeyeceğim, yaklaşık on iki bin yıl öncesini gösteren tarihin,
bu ön-dillerin ortaya çıkışını Tufan'ın hemen sonrasına yerleştir­
diğine dikkatini?:i çekerim. 12. Gezegen' de bu olayın yaklaşık on
üç bin yıl kadar önce meydana geldiğini göstermiştik; aynca bu
olgu, Kitabı Mukaddes'in Tufan sonrası İnsanlığın Nuh'un üç oğ­
lundan inen üç dala ayrıldığı yolundaki fikrine de uymaktadır.
Bu arada, arkeolojik bulgular insan göçlerinin zamanını ge-

236
BiLGELlK GÖKLERDEN İNDİRiWİGİNDE
riye itip durmaktaydı ve bu durum, özellikle Amerika'ya göç­
menlerin gelişi açısından önemliydi. Yirmi bin, hatta otuz bin yıl
öncesi gibi tarihler önermekteyken, 1987'de Joseph Greenberg
[Languages in the Americas (Amerika Kıtası Dilleri)], Yeni Dün­
ya' daki yüzlerce dilin Eskimo-Aleut, Na-Dene ve Amerind adını
verdiği üç aile olarak gruplanabileceğini gösterdiğinde büyük
sansasyon yarath. Vardığı sonuçlann daha büyük önem taşıyan
yanı, bu üç grubun Amerika kıtasına Afrika, Avrupa, Asya ve Pa­
sifik' ten getirilmiş olmasıydı; yani bunlar gerçek ön-diller değil,
aslında Eski Dünya ön-dillerinden türemeydiler. "Na-Dene" adı­
nı verdiği ön-dil, Greenberg'in önerdiğine göre Sovyet bilginlerin
Dene-Kafkasya grubu ile ilişkiliydi. Merritt Ruhlen Natural His­
tory dergis�nde (Mart 1987) bu ailenin "artık var olmayan Etrüsk­
çe ve Sümerce"yi içeren diller grubuna "genetik açıdan en yakın"
gibi göründüğünü yazmışh. Eskirno-Aleut, yazdıklarına göre,
Hint-Avrupa dillerine en yakın dil grubu idi. (Amerika kıtasına
en eski göçleri öğrenmek isteyen okuyuculara, Dünya Tarihçesi
dizisinin 4. kitabı olan The Lost Realms'ı okumalan önerilir.)
Ama acaba gerçek diller sadece on iki bin yıl kadar önce, Tu­
fan' dan hemen sonra mı başlamışh? Lisanın Homo sapiens'in
(Adem ve Havva'nın) başlangıcından itibaren mevcut oluşu, sa­
dece kutsal metinlere göre değil, aynı zamanda Sümer metinleri­
nin Tufan öncesine ait yazılı tabletlere tekrar tekrar göndermeler
yapmasına göre de doğrudur. Asur kralı Asurbanipal, Adapa ka­
dar bilgili olmasıyla övünerek "Tufan'dan önceki tabletleri" oku­
yabilmesiyle gururlanırdı. Öyleyse, çok daha eskilerde gerçek bir
dil mevcut olmalıdır.
Paleontologlar ve antropologlar tarafından yapılan keşifler
dilbilimcileri, tahminlerini daha da geriye çekmeye zorladı. Daha
önce de sözü edilen Kebara mağarasındaki keşifler, daha önceki
zaman tablolarının tamamen yeniden elden geçirilmesini gerek­
tirmişti.
Mağaradaki bulgular arasında, şaşırtıcı bir ipucu vardı. Alt­
mış bin yıllık Neanderthal'in iskelet kalıntılan içinde hiç 7.arar
görmemiş bir dil kemiği vardı; bu ilk kez keşfedilmişti. Çene ve
gırtlak (ses telleri) arasında yer alan bu nal biçimli kemik; dili, alt

237
BİLGELİK GÔKLERDEN İNDİRİWİGİNDE
antropoloji, arkeoloji ve genetik alanlarında çalışan kırktan fazla
bilimciyi biraraya getirdi. Oybirliği, insan dillerinin bir "tek-ya­
ratılışı" olduğu yönündeydi; yaklaşık 100.000 yıl kadar önce bir
"ön-ön-ön safhada" bulunan bir Ana Dil.
Yine de, Brown Üniversitesinden Philip Liebennan ve Al­
bany' deki New York Devlet Üniversitesinden Dean Faik gibi ko­
nuşmanın anatomisiyle ilgili başka sahalardaki bilimciler, konuş­
mayı bu "Düşünen/ Akıllı Adam"ın ilk ortaya çıkhğı andan itiba­
ren başlayan bir Homo sapiens yeteneği olarak görmekteydi. Ulu­
sal İletişim Bozukluklan ve Felç Enstitüsünden Ronald E. Myers
gibi beyin uzmanlan, insanlar iki parçalı beyinlerini elde eder et­
mez "insanın konuşma yeteneğinin, diğer primatların kaba sesler
çıkartrnalanyla ilişkili olmaksızın kendiliğinden geliştiğine"
inanmaktaydılar.
Ve "Herkesin-Tek-Anası" çıkanmına yol açan genetik araş­
hrınada yer alan Allan Wilson, sözü "Havva"ya verdi: Ocak
1989'da Amerikan Bilimde İlerleme Birliği'nin (AAAS) toplanh­
sında "İnsanın konuşma yeteneği, 200.000 yıl kadar önce Afri­
ka' da yaşamış bir kadında meydana gelen genetik mutasyondan
kaynaklanmış olabilir." diye açıklamada bulundu.
Bir gazete bu haberi "Konuşma kabiliyeti Havva'ya kadar
uzanıyor" başlığıyla duyurdu. Eh, Kitabı Mukaddes'e göre, Hav­
va'ya ve Adem'e kadar.

Ve şimdi de yazıya geldik.


Arhk Avrupa'daki Buz Çağı mağaralannda bulunan ve yir­
mi bin ila otuz bin yıl önceki dönemde yaşayan Cro-Magnonlara
atfedilen birçok biçim ve sembolün kaba piktcgraflan, yani "re­
sim yazı"yı temsil ettiğine inanılıyor. Şüphesiz, insan konuşmayı
öğrendikten çok sonra yazmayı öğrenmişti. Mezopotamya me­
tinleri Tufan' dan önce yazının olduğu konusunda ısrarlıdırlar ve
buna inanmamak için bir neden yok. Ama modem çağda keşfe­
dilen ilk yazı olan eski Sümer yazısı piktografikti. Bu yazının çi­
vi yazısı biçimine dönüşmesi (Şekil 69) sadece birkaç yüzyıl aldı;
çivi yazısı, binlerce yıl sonra yerini nihayet alfabeye verene dek
Asya'daki tüm kadim dillerde yazı yazma yoluydu.

239
KOZMİK TOHUM

SÜMERCE ÇİVİ YAZ I S I Okunuş Anlam


Orijinal Döndilrülmüşı Arkaik Genel Asurca

� ® • � <tr il
Dünya
Yer

Q
00 00
o p· � � Ilı. Dağ

� � .. h>- Ci= uı Hi�tkAr


Adam

[) � ....
SAL Vulva
� r- aMJZ Kadın

� � 4b:y � * 5.AG Rafa

-
- g ff '
u " su

<i?JI (Jl6 � :ar .tDJ HG içmek

[ � � � � 1111 Gitmek

� 1 -1- � JJ< !." Balık

Öküz
ti :{) � ::t> ::f" - Bolja
Güç lü

• � ... • � - Arpa

Şekil 69

İlk bakışta çivi yazısı uzun, kısa ve eşit ok ucu biçimli işaret­
lerden oluşan anlaşılması imkansız bir kördüğüm gibi görünür
(Şekil 70). Yüzlerce çivi yazısı sembolü vardır ve kadim katiple­
rin bunlann nasıl yazıldıklannı ve ne anlama geldiklerini nasıl
olup da hatırlamış olduğu akıllara durgunluk vermektedir, tıpkı
Çinli olmayanlar için Çin dilindeki işaretlerin kafa kanşhncı ol­
ması gibi. Üç bilgin nesli bu işaretleri manhklı bir sıralamaya
koymayı başardı ve sonuç olarak, çivi yazısı kullanan Sümerce,
Babilce, Asurca, Hititçe, Elamice vb. gibi kadim diller için sözlük­
ler oluşturdular.

240
BİLGELİK GÖKLERDEN İNDİRİLDİGİNDE

Şekil 70

Amcı modern bilim böylesine bir işaretler çeşitliliği yarabna­


run alhnda mantıklı bir düzenden daha fazlasının yathğını açığa
çıkarmıştır·.
Özellikle graf teorisini -çizgilerle birleşen noktalar teorisi­
inceleyen matematikçiler, Ramsey Graf Teorisine.aşinadırlar: Bir
İngiliz matematikçisi olan Frank P. Ramsey, 1928'de Londra Ma­
tematik Derneğinde okunan bir makalede, noktaların birbirine
bağlanabildiği ve sonuçta şekillerin bunlara göre oluştuğu çeşitli
biçimlerin sayısını hesaplamanın metodunu önermişti. Ramsey
tarafından önerilen ve oyunlar ve bulmacalara olduğu kadar bi­
Em ve mimariye de uygulanan teori, örneğin altı kişiyi temsil
eden alh nokta (birbirini tanıyan herhangi iki kişiyi birleştiren)
kırmızı çizgilerle veya (birbirine yabancı �erhangi iki kişiyi bir­
leştiren) mavi çizgilerle birleştirildiğinde, sonucun her zaman ya
kırmızı ya da mavi bir üçgen olduğunu göstermeyi mümkün kıl­
dı. Noktalan birleştirme (ya da birleştirmeme) olasılıklanru he-

241
KOZMİK TOHUM

_(L •
/\!D @
- ----- - - - ...,--- - - L- ----'-- - --

N'D y A
M1 0iX �
...

MI o * *
Şekil 71
Ramsey Çivi Ramsey Çivi
yazısı yazısı yazısı yazısı

,,....._
o o
.,.._
� [Ç
-
- � >::,. »
<l 4 o o
�.'::;-.
lr t>-- I ! 4-t-
� � c�� q-
� � --< -<

·1 y ·-r] 71
,i__\,

Şekil 72

242
BİLGELiK GÔKLERDEN iNDIRiWIGiNDE
saplamanın sonuçlan, en iyi şekilde bazı örneklerle gösterilebilir
(Şekil 71 ). Sonuçta ortaya çıkan graflann (yani şekiller) temeli, bir
dizi noktayı birbirine bağlayan graflara dönüştürülebilen Ram­
sey Sayılarıdır. Bunun, Mezopotamya çivi yazısı işaretlerine ben­
zerliği inkar edilemez olan düzinelerce "graf' ile sonuçlandığını
buldum (Şekil 72).
Burada sadece bir kısmı resmedilen yaklaşık yüz işaret, bir
düzineden fazla olmayan Ramsey Sayılanna dayanan basit graf­
lardır. Demek ki, Enki ya da Sümer "yazı tannçası" olan kızı Ni­
daba, Frank Ramsey kadar biliyor idiyseler, Sümer katipleri için
matematiksel açıdan mükemmel bir çivi yazısı sistemi tasarlama
konusunda bir sorun yaşamamış olmalıydılar.
"Seni mübarek kılacağım ve tohumunu göklerdeki yıldızlar
kadar çoğaltacağım." der Yehova İbrahim'e. Ve bu tek dizeyle,
\
göklerden yere indirilen bilginin unsurlan ifade edilir: konuşma,
astronomi ve "sayılarla sayma".
Modem bilim tüm bunlan doğrulama yolunda bir hayli yol
katetti.

243
KOZMİK TOHUM

ADEN'İN MEYVELERİ

Kitabı Mukaddes'te bitkilerinin çeşitliliği ile ve Adem'e gösteri­


len hfila isimlendirilmemiş hayvanlanyla habrlanan Aden Bahçesi ney-
d.,ı.
Modem bilim İ nsanın en iyi dostunun, yani ürettiğimiz bitki ve
hayvanlann M.Ö. 10.000' den hemen sonra evcilleştirildiğini öğretmek­
tedir. Buğday ve arpa, köpekler ve koyunlar (bazı örneklerdir) evcilleş­
miş ve üretilebilir biçimleriyle iki bin yıllık bir süre içinde ortaya çık­
mışlardır. Bunun, doğal seçilimin gerektirdiği zaman süresi olduğu ka­
bul edilmektedir.
Sümer mefinleri bir açıklama öneriyorlar. Anunnakiler Dünya'ya
indiklerinde böylesi "evcilleşmiş" bitki ve hayvanlann bulunmadığını
belirtirler; onlan "Yarablış Oda"lannda ortaya çıkaran Anunnakiler­
dir. Lahar ("yünlü davar'') ve Anşan ("tahıllar'') ile birlikte aynca "ya­
yılan ve çoğalan bitkileri" de ortaya çıkarmışlardı. Bunlann hepsi
Eılin' de yapılmışb, Adam yarabldıktan sonra bunlann hepsine baksın
diye oraya götürülmüştü.
Demek ki şaşırbcı Aden Bahçesi "evcilleştirilmiş" tahılların, mey­
velerin ve hayvanlann ortaya çıkarbldığı biyo-genetik çiftlik veya ''kö­
şe"ydi.
Tufan'dan sonra (yaklaşık on üç bin yıl kadar önce) Anunnakiler
İ nsanlığa bitki ve hayvan tohumlannı verdiler ve onlar yeniden başla­
mak için bunlan korudular. Ama bu kez üretici, insanın kendisi olmak
zorundaydı. Kitabı Mukaddes bunu doğrular ve ilk üretici olma şere­
fini Nuh'a atfeder. Aynca Tufan'dan sonra yetiştirilen ilk besinin
üzüm olduğunu da belirtir. Modem bilim de üzümün eskiliğini doğru­
lamaktadır; bilim aynca besleyici bir gıda olmasının yanı sıra, üzüm
şarabının güçlü bir mide-bağırsak ilacı olduğunu da keşfetmiştir. De­
mek ki, Nuh şarabı (aşın) içtiğinde, deyim yerindeyse, ilaç içiyordu.

244
MARS'TA BİR UZAY ÜSSÜ
Ay'a giden Dünyahlar Mars'a ayak basmaya heveslenmek­
tedir.
İnsanoğlunun Ay'a ilk kez ayak basışının yirminci yıldönü­
mü nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri başkanı ülkesinin,
Dünya'nın en yakınındaki dış gezegene doğru atlama taşlanrun
neler olduğunu açıkladı. Washington'daki Ulusal Havacılık ve
Uzay Müzesi'nde konuşan ve yanında Apollo 1 1 astronotlan Ne­
il A. Armstrong, Edwin E. Aldrin, Jr. ve Michael Collins de bulu­
nan başkan George Bush, Amerika'nın Mars yolundaki istasyon­
lannı özetlemişti. İlk olarak, mekik programından bir Uzay İstas­
yonunun Dünya yörüngesine kalıcı olarak yerleştirilmesine geçi­
lecek, böylece burada daha ileri uçuşlar için gereken daha büyük
araçlar monte edilebilecektir. Sonra Ay'da uzun uzay yolculukla­
rı için gereken malzemelerin, ekipmanın ve yakıtlann geliştirilip
test edilebileceği ve İnsanoğlunun dış uzayda daha uzun zaman
boyunca yaşaması ve çalışması hakkında deneyimin elde edilece­
ği bir uzay üssünün kurulması geliyordu. Ve en sonunda, Mars'a
gidiş.
Amerika Birleşik Devletleri'ni "uzayda yol alan bir ulus"
yapmaya yemin eden başkan, hedefin "Ay'a geri dönmek, gele­
ceğe dönmek. .. ve sonra yanna bir yolculuğa, başka bir gezegene
doğru yolculuk: Mars'a insanlı uçuş" yapmak olduğunu söyle­
mişti.
"Geleceğe Dönüş". Sözcük seçimi tesadüf olabilir de olma­
yabilir de; geleceğe gidişin geçmişe dönüşü içeriyor olması öner­
mesi konuşma metnini yazan kişinin .slogan seçiminden daha
fazlasını içeriyor olabilir.

245
KOZMİK TOHUM
Bu bölümün başlığındaki gibi "Mars'ta Bir Uzay Üssü"nün
olduğunun kanıh, sadece gelecekteki planlara uygulanmamalıdır
çünki geçmişte çoktan meydana gelmiş şeylerin açığa çıkması ile
ilgilidir: Mars gezegeninde eski çağlarda bir uzay üssünün bulun­
duğunun kanıtı 'De daha da şaşırhcısı, bunun gözlerimizin önün­
de yeniden aktif hale geçirilebilecek olması.
Eğer İnsanoğlu Dünya gezegeninden uzaya açılacaksa, dışa­
n doğru yapılacak bu yolculukta Mars'ın uğranılacak ilk gezegen
olması manhksal ve teknik açıdan doğrudur. Diğer dünyalara gi­
den yolda, göksel hareket yasalan, ağırlık ve enerji kısıtlan, insa­
nın hayatta kalması açısından gereklilikler ve insanın fiziksel ve
zihinsel dayanıklılığındaki sınırlar yüzünden yol istasyonlan ol­
malıdır. Bir astronot ekibini Mars'a götürüp geri getirecek bir
uzay gemisi iki bin ton kadar ağır olabilir. Böylesi büyük kütleli
bir aracı (yakın komşularına göre bir hayli kütle çekimine sahip
olan) Dünya gezegeninin yüzeyinden fırlatmak, doğru orantılı
olarak büyük yakıt yükü, onlan taşıyacak tanklar gerektireceğin­
den ve bunlar da fırlatma ağırlığını daha da arhracağından, fırlat­
mayı hiç de pratik kılmamaktadır (ABD uzay mekiklerinin taşı­
ma yükü artık otuz iki bin kilodur, yani otuz iki ton).
Böylesi fırlatma ve yakıt sorunlan, eğer uzay gemileri Dün­
ya yörüngesi çevresinde, ağırlıksız ortamda monte edilecekse bü­
yük ölçüde azalacakhr. Bu senaryo mekik araçlannın parçalara
aynlmış uzay gemisini getireceği yörüngede dolanan, insanlı bir
uzay istasyonunu gerektirmektedir. Bu arada, Ay'daki kalıcı bir
uzay üssünde yerleşik olan astronotlar İnsanoğlunun uzayda ha­
yatta kalması için gereken teknolojiyi geliştireceklerdir. İnsan ve
araç daha sonra, Mars'a yolculuk için biraraya gelecektir.
Gidiş dönüş yolculuk, Dünya-Mars hizalanışlanna ve rota­
ya göre iki ila üç yıl sürebilir. Mars' ta kalma süresi de tüm bu kı­
sıtlamalara ve dikkate alınması gereken diğer hususlara göre; hiç
kalmama (sadece Mars çevresinde birkaç tur atma) ile başlaya­
rak, uzay gemisi ve astronot vardiyalan ile hizmet alan veya des­
teklenen kalıcı bir kolonide uzun kalışlara dek değişiklik göstere­
cektir. Gerçekten de, konu hakkındaki birkaç konferanstan sonra
"Mars Yakası" diye anılmaya başlayan bu yaklaşımın yandaşla-

246
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
n, ancak orada kalıcı bir üs kurulacaksa Mars'a insanlı uçuşa de­
ğeceğini düşünmektedirler; bu, hem çok daha uzak gezegenlere
yapılacak insanlı uçuşlann öncülü olacak hem de bir öncü koloni
olarak, DünyaWann yeni bir dünyadaki kalıcı yerleşimini oluştu­
racakhr.
Mekik aracından, yörüngedeki bir uzay istasyonuna, Ay'a
inişlerden orada bir uzay üssünün kurulmasına dek Mars'a inişe
doğru giden yoldaki ara istasyonlar veya atlama taşlan, sanki bir
bilim kurgu senaryosu gibi okunmaktadır ama bilimsel bilgi ve
elde edilebilir bilgiye dayanmaktadır. Ay'da ve Mars'ta üs kur­
mak, hatta Mars'ta bir koloni oluşhırmak uzun zamandır plan­
lanmakta ve tamamen yapılabilir görülmektedir. Ay üstünde in­
san yaşamını ve faaliyetini sürdürmek gerçekten de mücadele ge­
rektirmektedir ama çalışmalar bunun başanlabileceğini göster­
mektedir. İşler Mars söz konusu olunca daha çok mücadele ge­
rektirmektedir, çünki Dünya'dan gelen tedarik (Ay projelerinin
de öngördüğü gibi) daha zor ve maliyetlidir. Yine de İnsanoğlu­
nun hayatta kalması ve işlev görmesi için gereken yaşamsal kay­
naklar Mars üstünde erişilebilir durumdadır ve bilimciler İnsa­
noğlunun orada "karadan uzakta" yaşayabileceğine inanıyorlar.
Sonuç olarak Mars'ın yaşanabilir olduğuna karar verildi;
çünki geçmişte de yaşanabilir bir gezegendi.
Mars günümüzde soğuk, yan donmuş, yüzeyinde yaşayabi­
lecek şeyleri hoş karşılamayacak, dondurucu kışlan ve en ılık
mevsiminde bile ısının ancak ekvatorda donma derecesinin üstü­
ne çıkhğı, ya permafrost (•) ya da (gezegene kırmızımsı rengini
veren) paslanmış demir kayalan ve mıarla kaplı geniş alanlany­
la, yaşamı destekleyecek suyu olmayan, solunacak oksijeni olma­
yan bir gezegen gibi görünmektedir. Ama jeolojik açıdan pek de
uzun olmayan bir süre önce nispeten hoş mevsimleri, akan suyu,
okyanuslan ve nehirleri, bulutlu (mavi!) gökleri ve belki de -ama
belki- bir tür basit bitkisel yaşam formu olan bir gezegendi.
Biraraya getirilen farklı çalışmaların hepsi de Mars'ın şimdi­
lerde, i>ünya'nın da dönem dönem yaşadığı buzul çağlarından
pek farklı olmayan biçimde, bir buzul çağından geçtiğini göster-
(•) Arktik bölgesinde don alhnda kalan toprak alt tabakası.

247
KOZMİK TOHUM

·- - - - - - -

·- -- --- -
Şekil 73

mektedir. Birçok etkene atfedilen Dünya'nın buzul çağlanrun ar­


tık Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngesiyle ilgili üç temel fe­
nomenden kaynaklandığına inanılmaktadır. ilki, bizzat yörünge­
nin biçimidir: Yörüngenin yaklaşık yüz bin yıllık dönemlerde da­
in�elden daha eliptik bir hale doğru değiştiği sonucuna vanlmış­
tır; bu, Dünya'yı bazen Güneş' e daha yakınlaştırmakta, bazen de
daha uzaklaşhrmaktadır. Dünya'da mevsimler vardır çünki
Dünya'nın ekseni, yörünge düzlemine (ekliptik düzleme) dik de­
ğil, biraz eğiktir; bu da kuzey yarıküreyi (kuzey) yazı sırasında
ve güney yanküreyi de (güney) kışı sırasında veya tam tersi ge­
çerli olmak üzere Güneş'in daha güçlü etkisi alhna sokar (Şekil
73) ama şimdilerde 23,5 derece olan bu eğiklik sabit değildir;
Dünya, bir o yana bir bu yana yatan bir gemi gibi, bu eğimini, ta­
mamlanması kırk bir bin yıl kadar süren bir döngü içinde 3 dere­
ce ileri geri değiştirir. Eğim daha büyük olduğunda kışlar ve yaz­
lar daha şiddetlidir; hava ve su akımları değişir ve ''buzul çağla­
n" ve "ılıman" dediğimiz ılık dönemleri gibi iklimsel değişimle­
ri şiddetlendirir. Katkıda bulunan üçüncü faktör ise Dünya'nın

248
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
kendi çevresinde dönerken sağa sola yatmasından dolayı, ekseni­
nin göklerde çizdiği hayali dairedir; bu da Ekinoksların Presesyo­
nu fenomenidir ve bu döngünün tamamlanması yaklaşık yirmi
alb bin yıl sürer.
Mars gezegeni de bu üç döngüye tabidir, sadece Güneş çev­
resindeki daha büyük yörüngesi ve daha büyük olan eğim farkı,
daha şiddetli iklimsel değişimlere sebep olmaktadır. Bu döngü­
nün, daha önce de belirtildiği gibi, Mars'ta elli bin yıl kadar sür­
düğüne inanılmaktadır (ancak daha kısa ve daha uzun dönemler
de önerilmektedir).
Bir sonraki Mars ılıman dönemi geldiğinde, gezegen keli­
menin tam anlamıyla akan sularla dolacakhr, mevsimleri bu ka­
dar şiddetli olmayacak, atmosferi ise Dünyalılar için bugünkü
kadar yaban olmayacakhr. Mars üstündeki son "ılıman'; dönem
ne zamandı? Bu zaman çok uzak bir geçmişte olamaz çünki aksi
takdirde Mars üstündeki toz fırbnalan bir zamanlar yüzeyde
akan nehirlerin, okyanus kıyılarının ve göl havzalarının kanıtla­
rının çoğunu olmasa da daha fazlasını örtmüş olur ve Mars at­
mosferinde bugün bulunan kadar su buharı bile bulunmazdı.
ABD Jeolojik Tarama Kurumundan Harold Masursky'ye göre
"Jeolojik açıdan konuşursak, nispeten yakın zamanlarda kızıl ge­
zegen üstünde akan sular mevcuttu." Bazıları son değişimin on
bin yıl kadar önce oluştuğuna inanıyor.
Mars' a inişleri ve uzun süreli kalışları plinlayanlar tabi ki
önümüzdeki yirmi yıl içinde oradaki iklimin ılıman hale dönüşe­
ceğini beklemiyorlar ama Mars üstünde yaşam ve hayatta kalma
için temel gereksinimlerin mevcut olduğuna inanıyorlar. Göste­
rildiği gibi, su geniş alanlarda perınafrost Mlinde mevcuttur ve
uzaydan bakıldığında kuru nehir yatakları olarak görülen ça­
murda bulunabilir. NASA için çalışan Arizona Devlet Üniversite­
sindeki jeologlar Sovyet bilimcilere iniş bölgeleri önerdiklerinde,
bir arazi aracının "eski nehir yataklarını ziyaret edip, havzaya
akan eski bir nehir deltasındaki tortulan kazabileceği" ve sıvı su
bulabileceği Lunae Planum havzasındaki büyük kanyonu işaret
etmişlerdi. Birçok bilimcinin görüşüne göre yeralb su havuzlan
da kesin su kaynaklarından. Uzay araçlarından ve Dünya'da ku-

249
MARS'TA BİR UZAY ÜSSÜ
"yaygın sıvı su" dan oluşan "nemli vahalan" işaret ettiğini bilcfir­
diler. Ve sonra, şüphesiz, kuzey yazı sırasında tam kenarlarında
eriyen ve görünebilir koyu renkli lekeler yaratan kuzey kutbun­
daki buz kütlesindeki sular vardı (Şekil 74). Mars üstünde göz­
lenmiş olan sabah sisleri ve buğular bilimcilere, Dünya üstünde­
ki çorak bölgelerde birçok bitki ve hayvan için de su kaynağı olan
çiğin mevcudiyetini ima etmekteydi.
İlk bakışta insan hayah için yaşanılmaz ve hatta zehirli gibi
görünen Mars atmosferi de aslında yaşamsal kaynaklann kayna­
ğı olabilirdi. Atmosferin, yoğuşturma ile elde edilebilecek biraz
su buharı içerdiği bulundu. Aynca soluma ve yanma için bir ok­
sijen kaynağı da olabilir. Mars'taki atmosfer esasen karbondiok­
sit (C02) ile küçük yüzdelerle azot, argon ve oksijen kalıntıları
içermektedir (Dünya atmosferi esasen· azot ve büyük yüzdeyle
oksijen ve az miktarlarda diğer gazlar içerir). Karbondioksit!
(C02) karbonmonoksite (CO) dönüştürmek ve böylece oksijen
(CO + O) açığa çıkarma işlemi neredeyse en temel iştir, astronot­
lar ve yerleşenler tarafından kolayca yapılabilir. Bu durumda
karbonmonoksit de basit bir roket yakıh olarak iş görebilir.
Gezegenin kızıl-kahve ya da "paslı" rengi de oksijenin erişi­
lebilirliğini gösteren bir ipucudur çünki bu, Mars'taki demir ka­
yaların gerçekten paslanması sonucu oluşmuştur. Çıkan ürün de­
miroksittir: oksijen ile birleşmiş demir. Mars üstünde ise bu limo­
nit denilen bir türdür, demiroksidin (Fe2ÜJ) birkaç su molekülü
(H20) ile birleşimidir; uygun araç gereçle bir hayli oksijen ayrış­
hnlabilir ve çıkartılabilir. Suyu bileşenlerine ayırma yoluyla elde
edilebilen hidrojen ise, birçoğu hidrokarbon (hidrojen-karbon bi­
leşikleri) temelli olan besinlerin ve yararlı malzemenin üretimin­
de kullanılabilir.
Mars toprağının tuz yüzdesi nispeten yüksek olmasına rağ­
men, bilimciler bunun su ile yeterince yıkanabileceğini ve sera­
larda bitki üretimi için uygun olacak alanlar oluşturulabileceğine
inanıyorlar; böylece bilhassa tuza dayanıklı tahıl ve sebze tohum­
larından yerel besinler yetiştirilebilir; insan dışkısı da Dünya üs­
tünde birçok Üçüncü Dünya ülkesinde kullanıldığı gibi gübre
olarak kullanılabilir. Bitkiler ve gübrelerin ihtiyacı olan azot

251
KOZMiK TOHUM
Mars' ta azdır ama yok değildir: Yüzde 95'i karbondioksit olan at­
mosfer neredeyse yüzde üç azot içermektedir. Tüm bu besinlerin
yetiştirileceği seralar şişirilebilir plastik kubbelerden yapılacak,
elektrik ise güneş pillerinden elde edilecek, arazi araçlan da gü­
neş enerjisiyle çalışacaktır.
Mars üstünde suyun dışındaki bir başka kaynak olan ısının
varlığını gösteren, buradaki geçmiş volkanik faaliyetlerdir. Dik­
kate değer volkanlar arasında Grek tanrılanrun dağı Olimpos'un
adı verilen volkanın yanında, Dünya ve hatta Güneş Sisteminde­
ki herhangi bir yükselti cüce kalmaktadır. Dünya'nın en yüksek
volkanı olan Hawaü' deki Mauna Loa 5,7 km yüksekliğindedir;
Mars'taki Olympus Mons ise çevresindeki düzlüğün üstünde 24
km yükselir; zirve kraterinin genişliği 72 km'dir. Mars'taki vol­
kanlar ve gezegendeki volkanik faaliyetle ilgili diğer faaliyetler
sıcak, erimiş bir çekirdeği ve dolayısıyla sıcak yüzey noktalan­
nın, sıcak su pınarlannın ve iç ısı üretiminden kaynaklanan diğer
fenomenlerin olası mevcudiyetini işaret etmektedir.
Neredeyse tam olarak bir Dünya günü uzunluğundaki bir
günü, mevsimleri (ancak bunlar Dünya'dakilerin yaklaşık iki ka­
h uzundur), ekvatoral bölgeleri, buzlu kuzey ve güney kutupla­
n, bir zamanlar denizler, göller vt! nehirler halindeki su kaynak­
lan, dağlık bölgeleri ve ovalan, volkanlan ve kanyonlan ile Mars
birçok açıdan Dünya benzeridir. Gerçekten de bazı bilimciler, di­
ğer gezegenlerle birlikte 4,6 milyar yıl kadar önce yarablınış ol­
masına rağmen Mars'ın şu an, Dünya'nın bitkilerin oksijen yay­
maya ve atmosferi değiştirmeye başlamasından önceki o başlan­
gıç halindeki gibi olduğuna inanmaktalar. Bu fikir, Gaia Teorisi
taraftarlannca İnsanoğlunun bu gezegene hayat getirerek Mars
evriminde nasıl "vaktinden önce çıkış yapabileceği" önerisinin
temelini oluşturmaktadır çünki onlar Dünya'yı yaşama uygun kı­
lanın Yaşam olduğu fikrindeler.
James Lovelock ve Michael Allaby, The Greening of Mars
(Mars'ın Yeşillenmesi) adlı eseri yazarlarken biyolojik zinciri baş­
latmak için mikroorganizmalann ve Mars atmosferinde bir kal­
kan yaratması için "holokarbon gazlan"nin roketlerle nasıl Dün­
ya' dan Mars'a gönderileceğini tarif etmek için bilim kurgudan

252
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
yararlanmışlardı. Bugün soğuk ve çorak olan gezegenin üstünde,
atmosferde asılı duracak böyle bir holokarbon gazlan kalkanı,
Mars'ın Güneş'ten aldığı sıcaklığın ve iç sıcaklığının uzaya dağıl­
masını engelleyecek ve yapay olarak harekete geçirilen bir "sera"
etkisi yaratacaktır. Isınan ve kalınlaşan atmosfer Mars'ın donmuş
sularını eritecek, bitkilerin büyümesini artıracak ve böylece geze­
genin oksijen desteğini artıracaktır. Yapay olarak başlablan bu
evrimdeki her adım süreci daha da güçlendirecektir, böylece
Mars'a Yaşam getirmek onu yaşamaya uygun hale getirecektir.
Gezegenin yayılan ısısını ve su buharını korumak üzere ge­
zegenin atmosferinde uygun bir malzemenin yapay olarak asılı
kalmasını sağlayarak yapay bir kalkan yaratına ile başlaması ge­
reken, Mars'ı yaşanabilir bir gezegen haline dönüştürme önerisi
-onlar buna ''Terra forming'' demektedir- iki bilimci tarafından
1984 yılında yapıldı.
Tesadüf ya da değil, bir kez daha modern bilimin kadim bil­
giye yetişmesi vakası ile karşı karşıyayız. Çünki 12. Gezegen'de,
Anunnakilerin 450.000 yıl kadar önce Dünya'ya albn elde etme­
ye nasıl geldikleri anlatılmaktadır: Anunnakiler kendi gezegenle­
ri Nibiru'daki yaşamı korumak üzere ısı, hava ·ve su kaybı süre­
cini geri çevirmek için incelen atmosfere albn parçaoklarından
bir kalkan germede kullanılacak metali arıyorlardı.

Gaia Hipotezinin avukatları tarafından önerilen plAn bir


tahmine ve bir zanna dayanmaktadır. Birincisi, Mars'ın kendi ya­
şam biçimlerine sahip olmadığı tahmini ve ikincisi, bir gezegen­
den gelen insanların kendi yaşam biçimlerini, başka bir dünyaya
o gezegenin kendi yaşam biçimleri olup olmadığına bakmaksızın
sunma hakkına sahip oldukları zannı.
Ama Mars' ta yaşam var mıydı ya da bazılarının sormayı ter­
cih ettikleri şekliyle soralım, daha az sert dönemlerinde yaşam
var mıydı? Bu soru, Mars'a yapılan çeşitli uçuşl�n planlayan ve
yürütenlerin de zihnini meşgul etmişti ve tüm taramalardan, fo­
toğraflamalardan ve sondaj çalışmalarından sonra, yaşamın
Dünya'da yeşerdiği haliyle -ağaçlar ve ormanlar, çalılar ve otlar,
uçan kuşlar ve koşturan hayvanlar- orada olmadığı açıkb. Peki,

253
KOZMİK TOHUM
,,,.

VIKING 2
YÜZEY ARACI

.;"
s�" J :
��{?

ı � t
,'
. !

1
1
1

l�------+
'10' ,..
------- - _!_
, ..
___

Şekil 75

ya daha aşağı yaşam biçimleri? Likenler ("'), algler veya ikinci de­
rece bakteriler?
Mars, Dünya'dan çok daha küçük (kütlesi Dünya'nınkinin
onda biridir ve çapı yansı kadardır) olmasına rağmen, şimdiler­
de kuru toprak olan yüzeyi, Dünya yüzeyindeki kuru kara kitle­
sinin kapladığı alana yakındır. Dolayısıyla incelenecek alan; tilin
l<.ıtalan, dağlan, vadileri, ekvatoral ve kutup bölgeleri, sıcak ve
soğuk yerleri, nemli bölgeleri ve kuru çöl bölgeleriyle Dünya'da­
ki alan kadardır. ABD'nin bir uçtan diğer uca alanı, Mars yüzeyi­
ne konulduğunda (Şekil 75), araşbnlacak alanın ölçüsü ve arazi
ve iklim çeşitliliği daha iyi takdir edilebilir.
(•) Liken: Bir mantarla bir suyosununun ortak yaşamasıyla ortaya çıkan, genellik­
le gri ya da san renkli, kayalar, ağaçlar vb.de yetişen kimi türleri yenebilen, diğer­
leri de boya, parfüm ve kozmetik yapımında kullanılan bitkilerin genel adı. (Ç.N.)

254
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
İlk başanlı insansız Mars sondalan olan Mariner 4, 6 ve 7
(1965-69) gezegenin yanından geçerken yüzeyin bazı kısımlarını
fotoğrafladıklannda, ağır biçimde kraterlerle delinmiş, tamamen
ıssız, geçmişinde pek az jeolojik faaliyet olan bir gezegeni açığa
çıkardılar. Resimlerin neredeyse hepsi Mars'ın güneyindeki kra­
terlerle delik deşik yükseltiler bölgesinde çekilmişti. Sadece üs­
tünde yaşam olmayan bir gezegen olmakla kalmayıp aynı za­
manda kendisi de cansız ve ölü bir küre olan bu gezegen tablosu;
Mariner 9, 1971 yılında Mars çevresinde yörüngeye oturup nere­
deyse tüm yüzeyini taradığında tamamen değişti. Faaliyetler ve
volkanizm geçmişi, Amerika' daki Büyük Kanyonun hiçbir iz bı­
rakmadan içinde kaybolabileceği kanyonları ve akar su işaretleri
olan canlı bir gezegeni göstermekteydi. Sadece yaşayan bir geze­
gen değil, aynı zamanda üstünde yaşam olabilecek bir gezegen­
di.
Böylece Viking uçuşlanrun asli hedefini, Mars'ta yaşamı
araştırmak oluşturdu. Viking 1 ve Viking 2, Temmuz ve Ağustos
1975'te Cape Canaveral'den fırlabldı. Her biri, gözlemler boyun­
ca gezegenin yöriingesinde kalacak bir Yöriinge aracı ve gezege­
nin yüzeyine inecek bir Yüzey aracı içermekteydi. Güvenli inişle­
ri sağlamak üzere kuzey yanküredeki birbirinden pek de uzak
olmayan, nispeten düzlük alanlar seçilmiş olmasına rağmen,
"uzay aracının ineceği enlemle ilgili kararda baskın olan", "biyo­
lojik kriterler'' (yani yaşam olasılığı) idi. Yörünge araçları Mars
hakkında, hala analiz edilmekte ve incelenmekte olan çok zengin
çeşitlilikte veriler sağladılar; sürekli biçimde yeni aynntılar ve
bilgiler ortaya çıkıyordu; yüzey araçları yakın plandan çekilmiş,
heyecan verici Mars manzaraları yolladılar ve Yaşam arayıŞıyla
ilgili birçok deney dizisi gerçekleştirdiler.
Atmosferi analiz eden aygıtlara ve yüzeye kondukları böl­
geleri fotoğraflamak için kameralara ek olarak, her bir yüzey ara­
cı; topraktaki herhangi bir metabolik faaliyeti saptamak üzere ta­
sarlanmış cihazların yanı sıra, yüzeyi organik maddeler açısın­
dan tarayan bir gaz-kromatograf/kütle-spektrometre (•) bileşimi
(•) Gaz-kromatografi: Bir sıvı ya da gaz kanşımındaki maddeleri ayınnak için ta­
şıyıcı görev yapan gaz kullanarak yapılan yöntem. (Ç.N.)

255
KOZMiK TOHUM
taşımaktaydı. Toprak, mekanik bir kolla alınıyor, küçük bir oca­
ğa konuluyor, ısıhlıyor, başka türlü muamele ediliyor ve testten
geçiriliyordu. Örneklerde canlı organizmalar yoktu; sadece kar­
bondioksit ve küçük miktarda su buharı bulundu. Yüzeye çarpan
meteoritlerin beraberlerinde getirdikleri organik moleküller bile
yoktu; böyle moleküller Mars'a getirilmiş olsa bile, koruyucu at­
mosferi artık yok ol.muş olan gezegene çarpan morötesi ışınların
yüksek yüzdesi onları çoktan yok etmiş ol.malıdır, diye varsayılı­
yordu.
Mars üstündeki deneylerle geçen uzun günler sırasında,
dram ve heyecan da yok değildi. Geriye dönüp bakıldığında,
NASA ekiplerinin Mars üstündeki ekipmanı Dünya'dan yönlen­
dirme ve yönetme becerileri, sanki bir peri masalını andırıyor;
ama hem planlı rutin işler hem de acil durumlar hünerle y:ürütül­
müştü. Mekanik kollar çalışmadı ama radyo komutları ile tamir
edildi. Diğer başka bozukluklar ve ayarlamalar da vardı. Gaz-de­
ğişimi deneyleri sırasında bir oksijen patlaması saptandığında
uzun süre nefesler tutuldu; Viking 2 aygıtlarının, Viking 1 tarafın­
dan yürütülen deneylerin sonuçlarını, toplanan toprak örnekle­
rindeki değişimlerin organik veya kimyasal, biyolojik ya da can­
sız olup olmadığına ilişkin sorulan doğrulaması veya yalanlama­
sı beklenmek zorundaydı. Viking 2 sonuçlan, Viking 1 deneyleri­
nin tepkilerini doğruladı: Bir "besin çorbasına" gazlar karışbnl­
dığında ya da toprak eklendiğinde karbondioksit düzeyinde be­
lirli değişimler oluyordu ama değişimlerin kimyasal bir tepkimf
mi yoksa biyolojik bir tepkime mi olduğu sorusu cevaplanama­
mışh.
Bilimciler hem Mars üstünde yaşam bulmaya hem de yaşa­
mın Dünya üstünde ilksel bir çorbadan başladığı yolundaki teori­
lerine destek bulmaya hevesli olduklarından, çoğu Mars üstünde
hiçbir yaşam karuh bulunamamasıru üzülerek kabul ettiler. Cal­
tech'ten Norman Horowitz �Scientific American dergisi, Kasım
1977) hüküm süren görüşleri, "En azından Mars' ta iki uzay aracı
tarafından incelenen bu bölgelerde yaşam yok. Belki de aynı so­
nuç tüm gezegene de uygulanabilir ama bu çetrefilli soruna he­
nüz değinilmedi." şeklinde özetliyordu.

256
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
Sonraki yıllarda, Mars'taki toprak ve koşullan, laboratuvar
deneylerinde ellerinden geldiğince oluşturan bilimciler, tepkile­
rin biyolojik cevaplar içerdiğini gördüler. Bilhassa ilginç olan bir
deney, 1980 yılında Moskova Üniversitesi Uzay Biyolojisi Llbo­
ratuvannda gerçekleştirilmişti: Yapay bir Mars ortamına, Dünya­
sal yaşam biçimleri sunulmuştu; kuşlar ve memeliler birkaç sani­
yede öldüler, kaplumbağalar ve kurbağalar birkaç saat yaşadı,
böcekler haftalarca hayatta kaldı ama mantarlar, likenler, algler
ve yosunlar yeni ortama çabucak uyum sağladılar; yulaflar, arpa
ve fasulyeler çimlendi ve büyüdüler ama üreyernediler.
Dernek ki Yaşam Mars üstünde tutunabiliyordu, acaba da­
ha önce tutunmuş muydu? Mars'ın elinin altında 4,6 milyar yıllık
evrim süresi olduğunu düşünürsek, sadece (mevcut olabilecek ya
da olamayacak) bazı mikroorganizmalar değil, daha yüksek ya­
şam biçimleri neredeydi? Yoksa Dünya üstünde yaşamın, geze­
genin oluşmasından hemen sonra başlamış olmasının nedeni
''Yaşam Tohumu"nun bu gezegene Nibiru tarafından getirilmiş
olmasıdır derken, Sümerliler haklı mıydılar?
Mars toprağının testlere verdiği tepkilerin kimyasal ve can­
sız mı yoksa biyolojik ve canlı organizmalar nedeniyle mi oluştu­
ğu konusundaki bulmaca hala çözülmemişken, Mars kayaları da­
ha da muammalı bulmacalar sunuyorlar.
Anlatmaya, Mars'ta değil Dünya'da bulunan Mars kayaları
ile başlayabiliriz. Dünya üstünde bulunan binlerce meteorit ara­
sında Hindistan, Mısır ve Fransa'da 1815-1865 yılla n arasında
bulunanlar (bulundukları bölgelerin 'adlarının baş harfleri ile
SNC grubu diye bilinirler) sadece 1 ,3 milyar yıllık olmaları nede­
niyle özgündürler, meteoritler genellikle 4,5 milyar yıllıkhr.
1979' da Antarktika'da bunlardan daha fazlası keşfedildiğinde
Mars atmosferinin gaz bileşimi artık biliniyordu; karşılaşhrrnalar
SNC rneteoritlerinin Azot-14, Argon-40 ve 36, Neon-20, Kripton-
84 ve Ksenon-13 izotopu izleri içerdiğini gösterdi; bunlar Mars'ta
bulunan nadir gazların mevcudiyetiyle neredeyse aynıydı.
Bu meteoritler ya da kayalar Dünya'ya nasıl ulaşrnışh? Ni­
çin sadece 1,3 milyar yaşındaydılar? Mars'ta afet yaratan bir
çarpma onların yerçekirninden kurtulup Dünya'ya uçmalarına

257
KOZMİK TOHUM

Şekil 76

neden olmuş olabilir miydi?


Antarktika'da keşfedilen kayalar daha da bilmece doluydu.
NASA tarafından dağıtılan ve 1 Eylül 1987'de The New York Ti­
mes'ta yayınlanan ve bu kayalardan birini gösteren bir fotoğraf;
bunun hiç de bu kayalardan söz edilirken kullanıldığı gibi "fut­
bol topu büyüklüğünde" olmadığını, sanki yapay olarak biçim­
lendirilmiş ve birbirine oturtulmuş köşeli taşlara benzeyen dört
tuğla benzeri (Şekil 76) bir bloktan kopmuş bir parçayı andırdığı­
nı göstermektedir: Böyle bir şeyi Peru'daki Kutsal Vadi' de erken­
İnka harabelerinde (Şekil 77) bulmayı bekleyebilirsiniz ama
Mars' ta değil. Yine de kaya (artık ona meteorit denmiyor) üstün­
de yapılan tüm testler, Mars kökenli olduğunu göstermektedir.
Gizemi daha da derinleştiren şey, Mars yüzeyi fotoğrafları­
nı gören astronotların "İnka şehri" adını takmalanna yol açan yü­
zey şekillerini ortaya çıkartmış olmasıydı. Gezegenin güney kıs­
mında yer alan bu şekiller, karemsi veya dikdörtgenimsi parça­
lardan oluşturulmuş bir dizi dik duvarı göstermektedir (Şekil 78,
Mariner 9 tarafından çekilen 4212-15 no.lu fotoğraf karesinden

258
KOZMİK TOHUM

Şekil 79

alınmışhr). Bir NASA jeoloğu olan John McCauley "çıkıntılann",


"sürekli, kınlrna izi göstermeyen ve çevresindeki düzlükler ve
küçük tepeler arasında sanki eski bir kalınhnın duvarları gibi be­
lirgin" olduğu yorumunda bulunmuştu.
Bu muazzam duvar ya da şekillendirilmiş taş bloklar dizisi,
Dünya üstünde yer alan büyük ve muamma dolu yapılarla şaşır­
ha bir benzerlik taşımaktadır: Lübnan' da Ba�lbek'teki muazzam
platformun tabanını oluşturan devasa taş bloklardan oluşan ko-

260
KOZMİK TOHUM
ni elden geçirirken Mars resmiyle yüz yüze geldi. 76-A-593/17384
katalog sayılı Viking resmi, sadece "KAFA" adını taşıyordu. Fo­
toğrafın bilimsel veri merkezinde, varlığı inkar edilen "Kafa" adı
albnda saklanması karan karşısında meraka kapılan DiPietro,
Lockheed firmasında bilgisayar bilimcisi olan Greg Molenaar ile
birlikte orijinal NASA resmini bulmak için bir arama başlatblar.
Bir değil, iki tane buldular; diğeri 070-A-13 (Resim F) sayılı idi.
İzleyen araşbrmalar, Cydonia bölgesine ait farklı Viking yörünge
araçları tarafından çekilen ve yüzey şekillerini hem sağdan hem
de soldan gösteren çok sayıda resim ortaya çıkardı (şimdilik on
bir tane var). Yüz gibi daha piramidimsi ve şaşırtıcı diğer yüzey
şekilleri hepsinde görülebilmekteydi. Gelişmiş bilgisayar çözü­
nürlük artırma ve görüntüleme teknikleri sayesinde DiPietro ve
Molenaar, Yüz'ün yapay olarak biçimlendirilmiş olduğuna ken­
dilerini ikna eden, büyütülmüş ve daha net imgeler elde ettiler.
Bulguları ile 1981 'de düzenlenen Mars Yakası kongresine
kabldılar ama orada toplanan bilimciler onlan kabullenecekleri
yerde varsayımlarına sırt çevirdiler; şüphesiz Yüz'ün zeki varlık­
ların, gezegende yaşamış olan ''Marslılar"ın elişi olduğu sonucu­
na varmak zorunda kalacakları için böyle yapblar çünki bu, ke­
sinlikle kabul edilemez bir öneriydi. Bulgularını özel çabalarıyla
yayınlayan [Unusual Mars Surface Features (Sıra Dışı Mars Yüzey
Şekilleri)] DiPietro ve Molenaar, bu sıra dışı yüzey şekillerini, kö­
kenleri ile ilgili "çılgın spekülasyonlar'' dan uzak hıtmak için çok
özen göstermişlerdi. Tüın iddialan, kitabın girişinde de belirtildi­
ği gibi, "yüzey şekilleri doğal görünmemekte ve daha ileri ince­
lemeyi gerektirmektedir" şeklindeydi. Ancak NASA bilimcileri
gelecekte yapılacak uçuşların Yüz'e yapılacak bir ziyareti içerme­
si önerisine şiddetle karşı çıkblar çünki bu sadece bir insan yüzü­
nü andıracak biçimde doğa güçleri tarafından biçimle�iş bir
kayadan başka bir şey değildi.
O noktadan sonra Mars'taki Yüz davasına, bir bilim yazan
ve bir zamanlar Goddard Uzay Uçuş Merkezinde danışmanlık
yapmış olan Richard C. Hoagland tarafından öncelikle ele alındı.
Bağımsız Mars Araşbrma Ekibi başlığı albnda, yüzey şekillerinin
ve diğer ilgili verilerin bir grup bilimci ve uzman tarafından in-

268
MA.RS'TA BİR UZAY ÜSSÜ
celenmesini sağlamak amacıyla bir bilgisayar konferansı düzen­
ledi; en sonunda gruba bilimci-astronot Brian O'Leary ve ABD
Başkanının Uzay Komisyonunun bir üyesi olan David Webb ka­
tıldı. Vardıkları sonuçlarda "Yüz"ün ve "piramitler''in yapay ya­
pılar olduklarını söylemekle kalmadılar, aynca Mars üstündeki
başka yüzey şekillerinin de bir zamanlar Mars' ta bulunmuş olan
zeki varlıkların elinden çıkhğını öne sürdüler.
Beni bilhassa meraklandıran, raporlarındaki şu önermeydi:
Yüz'ün ve büyük piramidin yönelimi, bunların yarım milyon yıl
kadar önce güneşin Mars'taki gündönünümü ile hizalanarak in­
şa edildiğini göstermektedir. Hoagland ve bir bilgisayar uzmanı
olan meslektaşı Thomas Rautenberg, fotoğraf kanıtlan ile ilgili
olarak tavsiyemi almak istediklerinde, 12. Gezegen'deki çıkarım­
lanma göre Anunnaki/Nefilim'in Dünya'ya 450.000 yıl kadar ön­
ce indiklerine dikkatlerini -çektim; belki de Hoagland ve Rauten­
berg'in Mars'taki anıtları tarihlendirmesiyle, benim zaman cetve­
limin çakışması tesadüf değildi. Hoagland tahminlerini ortaya
sürmekte temkinli olmasına rağmen, The Monuments of Mars
(Mars Anıtları) adlı kitabında yazılarıma ve Anunnakilerle ilgili
Sümer kanıtlarına birçok sayfa ayırmışh.
DiPietro, Molenaar ve Hoagland'ın bulgularının medyada
yer bulması, NASA'nın onların hatalı oldukları konusunda ısrar
etmesine yol açh. Hiç de görülmedik bir tarzda, Greenbelt/Mary­
land' de kurulu olan ve halka NASA verilerinin kopyalarını sağ­
layan Ulusal Uzay Uçuş Merkezi, ''Yüz" fotoğrafının kopyaları­
nın yanına imgelerle ilgili iddiaların çürütülmesi yolundaki hiç
de geleneksel olmayan yorumlan da eklemekteydi. Bu çürütıne­
ler arasında, merkezde çalışan planetolog (•) Paul Butter­
worth'un 6 Haziran 1987 tarihli üç sayfalık bir makalesi de vardı.
Butterworth şöyle diyordu: "...gezegen üstündeki diğer on bin­
lerce dağdan hiçbir farkı olmayan bu özel dağın, Mars üstündeki
tüm yüzey biçimlerini üreten doğal jeolojik süreçlerin sonucu ol­
madığına inanmak için hiçbir neden yok. Mars üstündeki çok bü-

(•) Planetolog: Güneş çevresindeki yörüngelerinde gezegenlerin ve kuyruklu yıl­


dızlar, asteroitler vb. gibi diğer doğal gök cisimlerinin tarih, bileşim ve yapısını
ele alan bilim dalıyla uğraşan kişi, gezegen-bilimci. (Ç.N.)

269
KOZMiK TOHUM
yük sayıdaki dağlar arasında bazılarının bize daha aşi!'a olduğu­
muz nesneleri hatırlatması hiç de şaşırtıcı değildir; bize en aşina
olan da insan yüzüdür. Ben hala 'Mars'taki El'i ve 'Mars'taki Ba­
cak'ı arıyorum!"
Yüzey şeklinin doğal olmak dışında başka bir şey olacağına
"inanmak için hiçbir neden yok" demek, şüphesiz, bu yüzey şe­
killerinin yapay yapılar olduklarına inanmak için nedenleri oldu­
ğuna kani olan karşı tarafın iddiasını çürütmek için gerçek bir
tartışma olamaz. Yine de Dünya üstünde de, tamamen doğanın
işi olmasına rağmen, yontulmuş bir insan veya hayvan kafasını
andıran tepeler veya dağlar olduğu doğrudur. Bunun, Elysium
platosundaki "piramitler" ya da "lnka şehri" için geçerli bir tar­
tışma olabileceğini düşünüyorum. Ama Yüz ve yakınındaki bazı
yüzey şekilleri, özellikle de düz kenarlı olanlar, mücadeleye da­
vet eden bir muamma olarak kalıyorlar.
Bir optik bilimci olan Mark J. Carlotto tarafından yapılan bi­
limsel bir inceleme, saygın dergi Applied Optics' in Mayıs 1988 sa­
yısında yayınlandı. Carlotto, Viking yörünge aracı tarafından
dört farklı yörüngede farklı kameralarla çekilen NASA görüntü­
lerinden dört kareye, Yüz'ün üç boyutlu bir temsilini çıkarmak
için optik bilimlerde geliştirilen bilgisayar çizim tekniklerini uy­
guladı. Çalışma, karmaşık optik işlemler ve üç boyutlu analizin
matematiksel formülleri hakkında ayrınblı açıklamalar içermek­
tedir ve Carlotto'nun vardığı sonuç, gerçekten de "Yüz"ün bir gö­
zü gölgeli kısımda kalan ve "dişleri akla getiren ağzın mükemmel
yapısı" ile simetrik bir insan yüzü olduğu yolundaydı. Carlotto
bunların "yüz hatları olup, geçici bir fenomen olmadığını" ya da
ışık-gölge oyunu olmadığını belirtiyordu. "Viking verileri bu nes­
nelerin kökeni ile ilgili muhtemel mekanizmaların tanımlanması­
na izin verecek yeterli çözünürlükte olmamasına rağmen, şu ana
kadarki veriler bunlann doğal olmayabileuğini önermektedir."
Applied Optics dergisi bu incelemeye, haberini kapaktan gi­
recek kadar önem vermekteydi ve bilim dergisi New Scientist de
yayınlanan bu rapora özel bir haber ayırdı ve yazarıyla görüştü.
Dergi de onun "en sonunda bu muammalı nesneler''in, yani Yüz
ve bazılarının "Şehir" adını taktıkları piramidimsi şekillerin

270
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
" l 988 Sovyet Phobos uçuşu veya ABD Mars Observer gibi gele­
cekteki Mars sondalan tarafından daha sıkı gözden geçirilmeyi
hak ettiği" yolundaki önerisine katılmaktaydı.
Kontrol alhndaki Sovyet basınının, jeoloji ve mineraloji ko­
nusunda saygın bir araşhrmacı olan ve anıtların doğal olmayan
kökeni iddiasını destekleyen Vladirnir Avinski'nin makalelerini
yayınlamış olması gerçeği, Sovyetlerin uzayla ilgili yetkililerinin
konuyla ilgili tavrını belirtmekteydi. Bu konuyu daha sonra ele
alacağız. Ancak Dr. Avinski tarafından belirtilen iki noktadan bu­
rada söz edelim. Avinski (yayınlanan makalelerde ve şahsen
açıkladığı makalelerde) Mars oluşumlarının muazzam ölçülerini
dikkate alırken, Mars üstündeki düşük yerçekimi nedeniyle bir
insanın orada devlere yaraşır işler çıkartabileceği gerçeğinin unu­
tulmaması gerektiğini öne sürmekte ve Yüz ile piramitler arasın­
daki düzlük alanda açıkça görülebilen koyu renkli daireye büyük
önem atfetmektedir. NASA bilimcileri onu "Viking yörünge ara­
cının merceğindeki bir su lekesi" diyerek önemsemezken, Avins­
ki bunun ''Mars tesisleri"nin "tüm kompozisyonunun merkezi"
olduğunu düşünmektedir (Şekil 86).

Şekil 86

271
MARS'TA BİR UZAY ÜSSÜ
ru'dan gelen Anunnakilerdir. Onların neye benzediğini biliyo­
ruz; bize benziyorlardı çünki bizi kendilerine benzer yaratuuşlar­
dı; Tekvin'in sözleriyle, kendi suretlerinde ve kendi benzeyişle­
rinde.
Onların insana benzeyen suretleri, Gize'deki ünlü Sfenks
(Şekil 87) de dahil sayısız kadim betimlerde ortaya çıkar.
Sfenks'in yüzü Mısır yazılarına göre Horem-Akhet'inkiydi, yani
"Ufkun Şahin Tanrısı": Enki'nin ilk doğan ve Göksel Sandalı ile
en uzak göklere uçabilen oğlu Ra'run unvanı idi.
Gize Sfenksi öyle yerleştirilmiştir ki, bakışı; Sina yarımada­
sındaki Anunnaki QZa.Y limanına doğru, otuzuncu paralel boyun­
ca tam olarak doğuya doğru yöneliktir. Kadim metinler iletişim
işlevlerini Sfenks'e (ve alhnda olduğu iddia edilen yeralb odala­
rına) atfederler:

Gökten bir mesaj gönderilir;


Heliapolis'te duyulur ve Güzel Yüz tarafından
Memfis' te tekrarlanır.
Thoth'un yazısıyla yazılmış bir mesajdır
Amen şehriyle ilgili...
Tanrılar emre göre davranıyorlar.

"Güzel Yüz"ün, Gize Sfenksi'nin mesaj aktarmadaki rolüne


yapılan gönderme, Mars'taki Yüz'ün amacının ne olduğu sorusu­
nu ortaya çıkartır, çünki eğer zeki varlıkların elinden çıkmış ise,
o zaman tanım gereği manhksız bir nedenle Yüz'ü ortaya çıkar­
mak için zaman ve çaba harcamazlardı. Acaba amaç, Mısır met­
ninin önerdiği gibi, "gökten bir mesajı" Dünya'daki sfenkse mi
göndermekti? Tanrıların ona göre hareket ettiği bir "emri", bir
Yüz'den diğer bir Güzel Yüz'e mi yollamakh?
Eğer Mars'taki Yüz'ün amaa bu idiyse, o zaman gerçekten
de yakınlarında piramitler olmalıdır, bpkı Gize'de bulduğumuz
biri küçük diğer ikisi devasa olan, birbirlerine ve Sfenks'e göre si­
metri içinde yükselen üç özgün ve sıra dışı piramit gibi. İlginç
olan, Dr. Avinski'nin Mars'taki Yüz yakınındaki bölgede üç ger­
çek piramit ayırt ediyor olmasıdır.

273
KOZMİK TOHUM
"Dünya Tarihçesi" dizisindeki kitaplarımda sunulan bol
miktarda kanıhn da belirttiği gibi, Gize piramitleri firavunların
elinden çıkmamış, Anunnakiler tarafından inşa edilmiştir. Tu­
fan' dan önce uzay limanları Mezopotamya'da, Sippar'da (''Kuş
Şehri") idi. Tufan' dan sonra uzay limanı Sina yarımadasına ku­
ruldu ve Gize'deki iki büyük piramit, iki yapay dağ, uç kısmı Ya­
kın Doğu'nun en gözle görülebilir doğal şekli olan Ağn Dağı ola­
rak saptanan İniş Koridoru için işaret olarak hizmet ettiler. Eğer
Cydonia bölgesindeki piramitlerin işlevi de bu idiyse, o zaman
Mars üstündeki en aşikar doğal şekil olan Olympus Mons ile ba­
zı bağlanhlar da bulunabilir.
Anunnakiler tarafından yapılan alhn üretiminin ana merke­
zi güneydoğu Afrika' dan Andlara kaydığında, metalürji merkez­
leri de günümüzde Tiahuanacu ve Puma-Punku harabeleri olan
Titicaca Gölü'nün kıyılarında kurulmuştu. Tiahuanacu'da kanal-

Batık Avlu

1.
,_ � 1

Şekil 88

274
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
larla göle bağlı olan başlıca yapılar şunlardı: Akapana denilen,
cevherleri işlemek için tasarlanan büyük tepeler olan "piramit­
ler'' ve Kalasasaya denilen, gökbilimle ilgili amaçlara hizmet
eden, yönlenmesi gündönümlerine göre hizalanmış "içi boş" ka­
re bir yapı (Şekil 88). Puma-Punku doğrudan göl kıyısında kurul­
muştu; esas yapılan, zikzak yapan bir dizi iskele boyunca duran
kocaman taş bloklardan inşa edilen "albn depolan" idi (Şekil 89).
Yörüngede dolaşan kameraların Mars yüzeyinde yakaladığı
sıra dışı görüntülerden ikisi bana kesinlikle yapay gibi görünü-

r--- --"11
'
::---..: ... - - ._
- / I

c:.J'llt_
JiiL'fll!iff:Jm
Şekil 89

275
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
kanallan ile çevrelenmiş "adalarda" ürün yetiştirmeye yetecek
yüzey su kaynaklan olan bölgelerde büyük tahıl üretimi yapabi­
len kadim uygarlıklann tanmsal faaliyetlerinin kısa süre önce
keşfedilen kanıtlannı andırmaktaydı. Tüm bu diğer kanıtlar ve
muammalı şekiller olmasaydı; karmaşık doğal süreçler açıklama­
sı kabul edilebilirdi; ancak diğer tüm kanıtlarla, bu fotoğraflarda
Mars üstünde insanınkine benzer faaliyetlerin kanıtlannı görmek
pekala mümkündür.

Anunnakiler gezegenleri dışandan içeriye doğru saydıkla­


nndan, Mars alhncı gezegendi ve Sümerliler onu buna uygun
olarak alh uçlu bir yıldızla (hpkı yedinci gezegen olan Dünya'nın
yedi köşeli bir yıldız veya sadece yedi nokta ile gösterilmesi gibi)
resmederlerdi. Bu sembolleri ipucu olarak kullanarak, artık bir si­
lindir mühür üstündeki şaşırbcı bir Sümer betimlemesini incele­
meye koyulabiliriz (Şekil 91). Bu, güneş panelleri ve antenleri
açılmış, alhncı ve yedinci gezegenler, yani Mars ve Dünya (Dün­
ya'nın yedi noktalı sembolüne Ay'ın hilal sembolü de eşlik et­
mektedir) arasından geçen 'bir uz.ay aracını göstermektedir. Bir
aygıt taşıyan kanatlı bir Anunnaki (Anunnakilerin astronot kuv­
vetlerine üye olanlan göstermek için kullanılan bir yol), anlaşılan
Mars' ta olan ve bir cihazın bağlanmış olduğu bir miğfer giyen ve
bir aygıt tutan diğerini selamlamaktadır. Sanki birbirlerine
"Uzay gemisi artık Mars'tan Dünya'ya geliyor'' der gibidirler.

Şekil 91

283
KOZMİK TOHUM
(Uzay aracının alhndaki çift balık sembolü, Balık Burcu' na karşı­
lık gelmektedir.)
Arkeologlar tarafından kil tabletlere yazılmış gezegensel
adlann listeleri bulunmuştur. O zamanlann geleneği gereği,
isimler, ad verilen kişi ya da nesneyle ilgili bilgileri aktaran an­
lamlar taşıyan unvanlardı. Mars için kullanılan bir unvan Simug
idi, "demirci" anlamına gelir, Sümer zamanında gezegenle ilişki­
lendirilen tann Nergal'i onurlandınr. Enki'nin bir oğlu olan Ner­
gal alhn madenciliğinin yapıldığı bölgeleri de içine alan Afrika
bölgesinin yönetiminden sorumluydu. Mars aynca "suların kapı­
sında kurulmuş ışık" anlamına gelen, ya Aşağı Sulan Yukan Su­
lardan ayıran asteroit kuşağının yanındaki konumu ya da daha
tehlikeli dev gezegenler Satürn ve Jüpiter'in ötesine geçmezden
önce astronotlar için bir su kaynağı oluşu biçiminde yorumlana­
bilecek UTU.KA.GAB.A diye de adlandınlmaktaydı.
Daha da ilginç olan, Dünya'ya yapılan bir uzay yolculuğu
sırasında Anunnakiler yanlanndan geçerken gezegenleri tarif
eden bir Sümer gezegen listesidir. Mars MUL APİN diye adlan­
dırılmıştır: ''Doğru Rotanın Saptandığı Gezegen". Aynca Nibi­
ru'dan Dünya'ya Enlil'in yaphğı bir yolculuğun yol haritasının
kopyasından başka bir şey olmayan, Mars'ta "sağa dön" ibaresi­
nin bulunduğu şaşırhcı bir yuvarlak tablet üstünde de bu adla
anılmaktadır.
Mars'ın rolünün ya da üstündeki uzay tesislerinin, Anunna­
kilerin Dünya'ya yaphğı yolculukta oynadığı rolü daha da aydın­
latan şey, Akitu bayramını ilgilendiren bir Babil metnidir. Kadim
Sümer geleneklerinden ödünç alınan metin, Yeni Yıl törenlerinin
on günü boyunca törenleri ve sembolik işlemleri anlatmaktadır.
Babil' de üstünlüğü diğerlerinden almış olan baş ilah Marduk idi;
üstünlüğün ona aktarılmasının bir kısmı da Tanrılar Gezege­
ni'nin adının Babilliler tarafından Sümerce Nibiru'dan Babilce
Marduk' a çevrilmesi oldu.
Akitu törenleri, Anunnakilerin Nibiru/Marduk'tan Dün­
ya'ya yaphklan yolculuğun Marduk tarafından canlandınlması­
nı içermekteydi. Yol boyunca geçilen her bir gezegen, dinsel ge­
çit alayının yolu üzerindeki istasyonlarla sembolize edilirdi ve

284
MARS'TA BiR UZAY ÜSSÜ
her bir gezegenin -veya istasyonun unvanı onun rolünü, görünü­
şünü veya özel biçimlerini ifade ederdi. Mars istasyonu/ gezege­
ni ''Yolcunun Gemisi" adını almışh ve ben bunun şu anlama gel­
diğini düşünüyorum: Nibiru'dan gelen astronotların ve kargo­
nun, daha küçük uzay araçlarına aktarılıp Dünya'ya gönderildik­
leri (ya da tam tersi) yer Mars idi; böylece Mars ve Dünya arasın­
da her üç bin alb yüz yılda bir kez değil, daha sık geliş gidiş ya­
pılabiliyordu. Dünya'ya yaklaşırken, bu taşıyıcılar İgigi tarafın­
dan idare edilen Dünya yörüngesindeki istasyon(lar)a bağlanı­
yordu; Dünya'ya gerçek iniş ve kalkışlar, doğal "pistlere" süzü­
lerek inen ve güçlerini artırarak yukarı havalanan daha küçük
mekik araçları tarafından gerçekleştiriliyordu.
İnsanoğlunun uzaya atacağı adımlan planlayanlar da Dün­
ya' nın yerçekiminin kısıtlamalarını aşmak, yörüngeye oturmuş
istasyonun ağırsızlığıru ve Mars'ın daha düşük yerçekimini (ve
planlarına göre Ay'ın da) kullanmak için farklı araçlardan oluşan
aynı sıralamayı düşünmektedirler. Bu noktada da, bir kez daha,
modem bilim kadim bilgiye ancak yetişmektedir.
Kadim metinlere ve resiınlemelere ek olarak Mars yüzeyin­
den alınan fotoğrafik kanıtlan ve de Mars yüzeyindeki yapılar ile
Anunnakilerin Dünya üstünde inşa ettikleri yapılar arasındaki
benzerlikleri düşündüğümüzde, varılabilecek tek akla yatkın so­
nuç var:
Mars, geçmişinde bir zamanlar, bir uzay üssüne sahipti.
Ve aynca bu kadim uzay üssünün, tam da günümüzde, dahıı
şu günlerde tekrar faaliyete geçirildiğini öneren kanıtlar da var.

285
KOZMiK TOHUM

DİKKAT ÇEKEN BİR ÇİZİM

Mısır genel valisi Huy öldüğünde, mezarı ünlü firavun Tutanka­


mon'un hükümdarlığı sırasında Nubiya ve Sina valisi olarak geçirdiği
yaşamından ve çalışmalarından sahnelerle süslenmişti. Çizimler ara­
sında, ana gövdesi bir yeralh silosunda ve koni biçimli kumanda mo­
dülü yer üstünde olan, palmiye ağaçlan ve zürafaların arasında bulu­
nan bir roket gemi vardı.
12. Gezegen' de, Anunnakilere atfedilen bir uzay araanın Sümerce
piktograh ile birlikte yayınlanan bu çizim, o sıralarda NASA için bir
araşhrma yürütmekte olan uzay mühendisi Stuart W. Greenwood'un
gözüne çarpb. Kadim Astronot Demeği'nin yayın organı olan Ancient
Skies (Temmuz-Ağustos 1977) için yazdığı makalede, bu kadim çizim­
de, gelişmiş bir teknoloji bilgisini işaret eden unsurlar bulduğunu ya­
zıyor ve bilhassa dört "son derece bariz" özelliğe dikkati çekiyordu: (1)
"itmenin geliştirilmesi için kullanılan bir tübün duvarları" için uygun
gibi görünen ve "roketi saran hava kabarcıklı kısmın kesiti"; (2) yerin
üstünde olan "pencerelerin görünümüne ve (3) kararmış yüzey ve küt­
leşmiş uca kadar Gemini uzay kapsülünü andıran" roket başlığı; (4)
uzay kapsülü üstünde havanın aerodinamik direncini azaltmak için
NASA tarafından test edilen ama başarılı olmayan uzun çubuklan an­
dıran, ancak çizimden anlaşıldığına göre ileri geri hareketli olan ve
böylece NASA'nın çözemediği aşın ısınma sorununun üstesinden ge­
lebilecek sıra dışı uzun çubuk.
Hesaplamalarına göre "eğer çizimde görülen roket başlığı ve ana
gövdesinin birbirlerine göre konumlan, atmosfer içinde iş görürken de
geçerliyse, roket başlığının ucundan tübün 'ucuna' dokunan eğri şok
dalgası Mach-3 (Sesten üç kat hızlı) civarında olurdu."

286
PHOBOS: BİR ARIZA MI YOKSA
BİR YILDIZ SAVAŞLARI VAKASI MI?
4 Ekim 1957'de Sovyetler Birliği, Dünyalıların ilk yapay uydu­
su olan Sputnik 1'i fırlath ve İnsanoğlunu Ay'a ve onun uzay aracı­
m ise Güneş Sisteminin sırurlanna ve ötesine yönelten yola soktu.
1 2 Temmuz 1988'de Sovyetler Birliği, Plwbos 2 adlı insansız
bir uzay aracı fırlath ve insanlığın ilk Yıldız Savaşlan vakasına
bulaşmasına yol açh. Bu, ABD'nin Stratejik Savunma Girişimi
(SDI) projesinin takma adı olan ''Yıldız Savaşlan" değil, başka
bir dünyadan olan bir halkla savaşh.
Phobos 2; Temmuz 1988'de Dünya'dan yola çıkan ve Mars'a
doğru yola koyulan iki insansız uydudan biriydi (diğeri Plwbos 1
adını taşıyordu). Phobos 1, bildirildiğine göre bir radyo komutası
hatası yüzünden iki ay sonra kayboldu. Phobos 2, Ocak 1989'da
sağ salim Mars'a vardı ve nihai hedefine doğru alacağı yolun ilk
adımı olarak Mars çevresinde yörüngeye girdi; sonra neredeyse
Phobos (aracın adı buradan geliyordu) adlı Mars uydusu ile peş
peşe uçacağı bir yörüngeye aktarılacak ve bu aycığı son derece
gelişmiş aygıtlarla inceleyecek ve aycık yüzeyine iki paket aygıt
yerleştirecekti.
Phobos 2, kendini Mars aycığı Phobos ile hizalayana dek her
şey yolunda gitti. Derken 28 Mart 1 989'da Sovyet uçuş kontrol
merkezi, uzay aracı ile "ani iletişim sorunlan" yaşadıklannı be­
lirtti ve Sovyet resmi haber ajansı Tass "Plwbos 2, Mars aycığı
Phobos çevresinde dün tamamladığı bir işlemden sonra, planlan­
dığı üzere Dünya ile iletişim kurma aşamasında başansız oldu.
Uçuş merkezindeki bilimciler düzenli radyo teması kuramamak­
tadırlar." diye bildirdi.
Bu açıklamalar sorunun çözümlenemez olduğu izlenimini

287
KOZMİK TOHUM
veriyordu ama uçuş kontrol bilimcilerinin uzay araa ile yeniden
temas kurabilmek için manevralara giriştiklerine dair teminatlar
da veriliyordu. Sovyet uzay programı görevlileri kadar birçok
Batılı uzman da Phobos uçuşunun mali kaynak, planlama, gayret
ve prestij açısından muazzam bir yahnmı temsil ettiğinin farkın­
daydılar. Sovyetler tarafından fırlahlmış olmasına rağmen, aslın­
da bu uçuş daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte uluslararası
gayreti temsil ediyordu; (Avrupa Uzay Ajansı ve büyük Fransız
ve Bah Alman bilimsel kuruluşlan dahil) on üç Avrupa ülkesi
resmi olarak, İngiliz ve Amerikan bilimcileri ise "şahsen" (hüku­
metlerinin bilgisi ve onayıyla) kahlıyordu. Dolayısıyla "sorun" un
ilk başta, birkaç gün içinde üstesinden gelinebilecek bir mesele
gibi sunulması anlaşılabilir. Sovyet televizyonu ve basını meyda­
na gelen olayın ciddiyetini olduğundan az göstererek, uzay araa
ile yeniden bağlanh kurulması girişimlerini vurguluyordu. As­
lında, programla ilişkili Amerikan bilimcileri sorunun yapısı
hakkında resmen bilgilendirilmemişler ve iletişim sorununun,
daha önce ilk aktana devreden çıkhktan sonra kullanımda olan
daha düşük güçle çalışan yedek aktanm biriminin bozukluğun­
dan kaynaklandığına inanmalan sağlanmışh.
Ama ertesi gün, halk hala uzay aracı ile temasın yeniden ku­
rulacağından eminken, Sovyet uzay ajansı Glavkosmos'taki bir
üst rütbeli subay, aslında hiç ümit olmadığının ipucunu verdi.
Nikolay A. Simyonov "Phobos 2, yüzde 99 tamamen kayboldu."
dedi. O gün kullandığı kelimeler, yani uzay araayla bağlantının
değil, bizzat uzay aracının "tamamen kaybolduğunu" söyleme­
si, belirli bir ilgi uyandırmadı.
30 Mart günü Moskova' dan The New York Times'a geçilen bir
haberde Esther B. Fein, Sovyet televizyonunun ana haber progra­
mı Vremya'nın "Phobos hakkındaki kötü haberleri hızlı hızlı geçti­
ğini" ve bunun yerine uzay aracının aranmasının başanlı biçim­
de sürdürüldüğüne odaklandığını belirtiyordu. Programa çıkan
Sovyet bilimcileri ''bazı uzay görüntüleri gösterdiler ama bunla­
nn Mars, Phobos, Güneş ve gezegenlerarası uzay hakkındaki an­
layışımız için ne gibi ipuçlan sunduklannın henüz açık olmadığı­
nı söylediler''.

288
PHOBOS
Hangi "görüntüler"den, hangi "ipuçlan"ndan söz ediyor­
lardı?
Ertesi gün Avrupa basınında (ama bir nedenle ABD basının­
da değil) çıkan haberlerin "uzay gemisi tarafından çekilen son re­
simlerde", Mars üstünde "açıklanamayan" bir nesne ya da "elips
biçiminde gölge"yi gösteren bir "tanımlanamayan nesne"nin gö­
rüldüğünden söz etmesi üzerine durum açığa 'çıkh.
Moskova'dan çıkan şaşırhcı sözler sağanağı hızlıydı!
Örneğin günlük İspanyol gazetesi l.Jl Epoca (Şekil 92), Avru­
pa haber ajansı EFE'nin Moskova muhabiri tarafından geçilen ha­
beri "Phobos 2, Üsle Bağlantısını Kaybetmeden Önce Mars'tan
Garip Resimler Yolladı" başlığıyla duyurmuştu. Haber şöyleydi:

TV programı Vremya dünkü yayınında, Mars üstünde yö­


rüngede iken Sovyet bilimcilerin Pazartesi günü bağlanbyı
kaybettikleri Phobos 2'nin, bağlanh kopmadan saniyeler ön­
ce Mars yüzeyinde tanımlanamayan bir nesnenin fotoğrafı-

Şekil 92

289
KOZMiK TOHUM
nı çektiğini bildirdi.
TV yayını uzay gemisi tarafından bağlanh kopmadan sa­
niyeler önce çekilen garip fotoğraflara uzun bir bölüm ayır­
dı ve en önemli iki resmi gösterdi; birinde büyük bir gölge
ve diğerinde ise elips şeklinde bir gölge yer almaktaydı.
Uzay gemisi tarafından çekilen ve ince elips şekli gösteren
son resmi inceleyen bilimciler bunu "açıklayamıyoruz" de­
diler.
Belirtildiğine göre olay bir optik yanılma olamaz çünki kı­
zıl ötesi görüntüler çeken kameralar gibi renkli kameralar
tarafından da saptanmışh.
Kayıp uzay sondası ile yeniden bağlanh kurmak için gece
gündüz çalışan Kalıcı Uzay Komisyonunun üyelerinden bi­
ri, Sovyet televizyonunda komisyondaki bilimcilerin görü­
şünün, nesnenin "Mars yüzeyinde bir gölgeye benzediği"
yolunda olduğunu belirtti.
Sovyetler Birliğinden araşhnnacılann hesaplamalarına
göre, Phobos 2 tarafından çekilen son resim, "gölge"nin yak­
laşık yirmi kilometre uzunluğunda olduğunu gösteriyor.
Birkaç gün önce, uzay gemisi aynen böyle bir olayı kay­
detmişti ancak o kez "gölge" yirmi alh na otuz kilometre
·
uzunluğunda idi.
"Vremya"nın sunucusu uzay komisyonu üyelerinden bi­
rine "fenomen"in biçiminin bir uzay roketini anımsahp
anımsatmadığını sorduğunda, bilimci "Bu fantazi olur." di­
ye cevapladı. (Haberin devamında uçuşun orijinal amaçlan
yer almaktadır.)

Herhalde söylemeye gerek yok, bu şaşırtıcı ve kelimenin


tam anlamıyla "dünya dışı" haber, verdiği cevaplardan daha çok
soru yaratmaktadır. Uzay aracı ile bağlanbnın kaybı, açık açık
söylenmese de ima edilerek, "saniyeler önce Mars yüzeyinde ta­
nımlanamayan bir nesne"nin uzay aracı tarafından gözlemlen­
mesi ile ilişkilendirilmektedir. Suçlu "nesne", bir "ince elips" di­
ye tarif edilmekte ve aynca "gölge" ve de "fenomen" diye de ta­
nımlanmaktadır. En azından iki kez gözlenmiştir; -haber bunun

290
PHOBOS
Mars yüzeyinde aynı yer mi olduğunu belirtmiyor- ve boyutları­
nı değiştirebilmektedir; ilk kez otuz kilometre ve öldürücü olan
ikinci kez ise yirmi kilometre uzunluğundadır. Ve "Vremya"nın
sunucusu acaba bu bir uzay roketi olabilir mi, diye sormuş ve bi­
limci "Bu fantazi olur." demiştir. Öyleyse, bu neydi ya da nedir?
Haftalık otorite dergi Aviation Week & Space Technology, 3 Ni­
sa·n 1989 tarihli sayısında Moskova, Washington ve Paris'teki
(Özellikle Fransız yetkililer bu konuyla çok ilgiliydi çünki aygıt­
lardaki bir bozukluk Fransızların bu uçuşa yapbklan katkıya kö­
tü yansıyacakh, ancak bir "ilahi müdahele" Fransız uzay endüst­
risini temize çıkarabilirdi) çeşitli kaynaklara dayanarak olayla il­
gili bir haber yayınladı. A W&ST dergisinde verilen versiyonda,
meydana gelen olay, "yeniden bağlanb kurmak" için bir haftalık
girişimlere rağmen çözülemeyen bir " iletişim sorunu" olarak ele
ahnmışh. Moskova'daki Sovyet Uzay Araşbrma Enstitüsü prog­
ram subaylarının, sorunun ''bir görüntüleme ve veri toplama sü­
recini" takiben Phobos 2'nin anteninin yönünü değiştirmek zo­
runda oluşundan sonra meydana çıkhğını söylediklerine ilişkin
bilgiyi de içermekteydi. "Veri toplama kısmı görünüşe göre plan­
landığı gibi yürütülmüş ama daha sonra Phobos 2 ile güvenilir
bağlanb kurulamamışbr." O sırada, uzay aracı Mars çevresinde
daireye yakın bir yörüngede ve (aycık) "Phobos ile karşılaşmak
için son hazırlıklar" safhasındaydı.
Olayın bu versiyonu olaya bir "iletişim kaybı" sorunu diye
değirunekteyken, birkaç gün sonra (7 Nisan 1989) Science dergi­
sinde yer alan haber "Phobos 2'nin kaybı", yani sadece uyduyla
iletişim bağlanhsının değil, bizzat uzay aracının da kaybından
söz ediyordu. Saygın dergi "27 Mart'ta uz.ay aracı, esas uçuş gö­
revi olan küçük ay Phobos'u görüntülemek üzere Dünya ile nor­
mal hizalanışından ayrıldı. Uzay aracının kendisini ve antenini
Dünya'ya otomatik olarak çevirmesi zamanı geldiğinde, hiçbir
şey duyulmadı." diye belirtiyordu.
Dergi daha sonra tüın olay ve Mars yüzeyindeki "ince elips"
kadar açıklanamaz halde kalan bir cümleyle devam ediyordu:

Birkaç saat sonra, zayıf bir yayın alındı ama kontrol masa-

291
KOZMİK TOHUM
sındakiler sinyale kilitlenemediler. Bir sonraki hafta boyun­
ca hiçbir şey duyulmadı.

Arhk, sanki önceki tüm haberlerin ve beyanahn tekran gibi,


olay "iletişim bağlanhsının" aniden ve tamamen kaybedilmesi
olarak tarif edilmekteydi. Nedeni ise, Phobos'u taramak üzere an­
tenini döndüren uzay aracının bilinmeyen bir nedenle antenini
Dünya'ya döndürmede başansız olmasıydı. Ama eğer anten yü­
zü Dünya' dan uzak bir pozisyonda takılı kaldıysa, "birkaç saat
sonra zayıf bir yayın" nasıl alınabilmişti? Ve eğer anten kendini
uygun biçimde Dünya'ya döndürdü ise, peşi sıra yeri belirlene­
meyecek kadar zayıf bir sinyalin geldiği birkaç saatlik ani sessiz­
liğe sebep olan neydi?
Ortaya çıkan soru aslında basit bir sorudur: Phobos 2 uzay
aracına, onu, saatler sonra zayıf bir sinyal biçimindeki son bir iç
çekişi hariç iletişimden koparan "bir şey" mi çarptı?
10 Nisan 1989 tarihli A W&ST dergisinde, Paris'ten son bir
haber daha vardı. Denilene göre, Sovyet uzay bilimcileri Phobos
2'nin "kendisini yüksek yayın anteni dünyaya doğru olacak bi­
çimde, doğru yönde dengeleyemediğini" önermişlerdi. Bu açık­
lamanın dergi editörlerini şaşırthğı açıkh çünki haberde Phobos 2
uzay aracının, Venüs uçuşlannda mükemmel biçimde iş gören
Sovyet Venera uzay aracı için geliştirilen "üç eksende dengelen­
me" teknolojisine sahip olduğu belirtiliyordu.
Demek ki gizemli olan bir şey vardı: Uzay aracının kendisi­
ni dengeden çıkarmasına neden olan neydi? Bu bir bozukluk
muydu yoksa dışsal bir neden mi vardı, mesela bir çarpma?
Haftalık derginin Fransız kaynaklan şu şaşırtıcı ayrınhyı
vermişlerdi:

Kaliningrad kontrol merkezindeki kontrolörlerden biri, gö­


rüntüleme sürecinin sonuçlanmasından sonra aldığı sınırlı
sinyallerin kendisine ''bir topacı izliyormuş" izlenimini ver­
diğini söyledi.

Phobos 2, diğer bir deyişle, sanki topaç gibi hareket etmişti.

292
PHOBOS
Peki, olay meydana geldiğinde Phobos 2 neyi "görüntüle­
mekte"ydi? "Vremya" ve Avrupa basınında çıkan haberlerden
anlaşıldığı kadarıyla bu konuda zaten bir fikir sahibi olduk. Ama,
A W&STnin Paris'ten geçtiği haberde Sovyet Glavkosmos uzay
dairesinin başkanı olan Alexander Dunayev'in söylediklerine bir
bakalım:

Bir görüntü, uzay aracı ve Mars arasında garip biçimli bir


nesneyi içeriyor gibidir. Bu, Phobos yörüngesindeki bir mo­
loz veya Phobos 2'nin Mars yörüngesine girdikten sonra
araçtan ayrılan otonom itki alt sistemi olabilir. Bilemiyo-
ruz."

Bu ifade, birilerini memnun etme telaşıyla beyan edilmiş ol­


malıydı. Viking yörünge araçları Mars yörüngesinde hiçbir mo­
loz bırakmamışlardı ve Dünya kökenli faaliyetlerden kaynakla­
nan başka bir "moloz" bilmiyoruz. Diğer "olasılık", yani gezegen
ve Phobos 2 uzay aracı arasında Mars yörüngesinde olan nesnenin
uzay aracından ayrılan bir parça olması ise, Phobos 2'nin parçala­
rına ve yapısına göz athğıruzda (Şekil 93) hemen bir kenara bıra­
kılabilir; parçalarından hiçbiri "ince elips" değildir. Dahası,

'-
Güneş panelleri
Toroidal

Yakıt tankı ---- ı ekipman bölümü

Şekil 93

293
PHOBOS
Mars tutulmasını gördüğümü habrlıyordum. Phobos 2 uzay ara­
cının kaybolmasına neden olan olmasa da, en azından "görüngü"
ile ilgili olarak tüm bu karmaşarun nedeni bu olamaz mıydı?
Cevap, üç ay kadar sonra geldi. Phobos uçuşlanyla ilgili ola­
rak uluslararası kablımcılann daha kesin veriler sağlamalan yö­
nündeki baskılan nedeniyle Sovyet yetkililer, Phobos 2'nin son
anlannda, yani uzay aracı sessizleşmeden saniyeler önce gönder­
diği yayının banda kaydedilmiş görüntülerini, son kareler hariç,
açıkladılar. Bu küçük film, Avrupa ve Kanada' da bazı TV kanal­
lan tarafından önemli bir haber olarak değil de ''haftarun ilginç
olaylan"nın özeti içinde sunulup geçildi.
Açıklanan televizyon filmi, iki anormallik üstüne odaklan­
mışh. Birincisi, Mars ekvator bölgesindeki bir düz çizgiler ağı idi;
çizgilerin bazılan kısa, bazılan uzun, bazılan ince, bazıları da
Mars yüzeyine "oyulmuş" dikdörtgen şekilleri andıracak kadar
kalındılar. Birbirine paralel sıralar halinde düzenlenen desen alb
yüz kilometre karelik bir alanı kaplamaktaydı. "Anormallik" do­
ğal bir olay olmanın çok ötesindeydi.
Görün::Here, İngiltere'nin Bilim Müzesinden Dr. John Beck­
lake'in canlı yayındaki yorumlan eşlik ediyordu. Fenomenin çok
şaşırhcı olduğunu açıklamışh çünki Mars yüzeyinde görülen de­
sen, uzay aracının optik kamerasıyla değil kızıl ötesi kamerasıyla
çekilmişti; yani nesnelerin resmini onlann üstündeki ışık ve göl­
ge oyunlarıyla değil, nesnelerin yaydığı ısıyı kullanarak çeken bir
kamerayla. Başka bir deyişle, yaklaşık alb yüz kilometre karelik
bir bölgeyi kaplayan paralel çizgiler ve dikdörtgenlerden oluşan
desen, doğal bir ısı kaynağı idi. Isı yayan doğal bir kaynağın (me­
sela bir gayzer (•) veya yüzey altında radyoaktif minerallerin yo­
ğunlaşması) böylesine mükemmel biı geometrik desen yarabna­
sı hiç de muhtemel değildi. Tekrar tekrar izlendiğinde, desen ke­
sinlikle yapay görünmekteydi ama neydi, işte bilimri buna "Ke­
sinlikle bilmiyorum." diye cevap vermişti.
Bu "anormal yüzey şekli"nin kesin konumunu belirleyen
koordinatlar halka açıklanmadığından, onun, 4209-75 no.lu Mari-

(•) Gayzer: Volkan bölgelerinde, belli aralıklarla su ve buhar fışkırtan sıcak kay­
nak, kaynaç. (Ç.N.)

295
PHOBOS
ğe" geldik. Mars yüzeyinde, "ince bir elips" diye tarif edilebile­
cek, ki Moskova'dan bildirilen ilk haber böyleydi, kesinkes belir­
gin koyu renkli bir şekil görülmekteydi (Resim N, Sovyet televiz­
yon klibinden bir karedir). Bunun, on sekiz yıl önce Mariner 8 ta­
rafından kaydedilen Phobos gölgesinden farklı olduğu kesindi
(Resim 0). Phobos, ayağın girintili çıkınblı yüzeyi nedeniyle yu­
varlak ve kenarları bulanık bir gölge yarabnışb. Phobos 2'nin ya­
yınında görülen "anormallik" yuvarlak uçlu değil de çok keskin
uçlan ve bulanık olmaktan ziyade Mars yüzeyindeki bir tür hale­
yi ardına alarak net bir şekilde görülen ince bir elipsti (mücevher­
cilikte bu taş kesim biçimine "markiz" denir). Dr. Becklake bunu
"uzay araa ve Mars arasındaki bir şey, çünki onun albndaki
Mars yüzeyini görebiliyoruz" diye tarif etti ve nesnenin hem op­
tik hem de kızıl ötesi (ısıya duyarlı) kameralar tarafından görül­
düğünü vurguladı.
Tüm bu nedenler, Sovyetlerin bu koyu renkli "ince elips"in,
ayağın gölgesi olabileceğini niçin önermediklerini açıklamakta­
dır.
Görüntü ekranda gösterilmeye devam ederken, Dr. Beckla­
ke bunun, uzay araa kendisini Phobos (aycık) ile hizaya soktuğu
sırada çekildiğini açıkladı. "Son resim yan yarıya alınmışken, on­
lar (Sovyetler) orada olmaması gereken bir şey gördüler." dedi.
Devamında ise Sovyetlerin "bu son resmi henüz açıklamadıkları­
nı ve ne gösterdiği hakkında spekülasyon bile yapmadıklarını"
açıkladı.
Bu son kare veya kareler olaydan bir yıl geçmiş olmasına
rağmen hala açıklanmadıklarından, elimizden gelen ancak spe­
külasyon yapmak ya da söylentilere inanmakhr; ve bu söylenti­
lere göre, bu son kare, gönderilme işleminin tam ortasında "ora­
da olmaması gereken bir şeyin" Phobos 2'ye doğru hızla yaklaş­
tığını ve ona çarptığını, aktarım işlemini aniden kestiğini göster­
mektedir. Derken, daha önce sözü edilen haberlere göre, birkaç
saat sonra zayıf, anlaşılamayacak kadar karışık bir sinyal alınmış­
h. (Zaten bu rapor, uzay araanın antenlerini Dünya'ya yayın ya­
pacak konuma döndüremediği yolundaki ilk açıklamayı yalanla­
maktadır.)

297
PHOBOS
19 Ekim 1989 tarihli Nature dergisinde Sovyet bilimciler,
Phobos 2'nin yürübneyi becerdiği deneyler hakkında bir dizi tek­
nik rapor yayınladılar; otuz yedi sayfanın ancak üç paragrafı
uz.ay aracının kaybıyla ilgiliydi. Bu rapor da uz.ay aracının ya bil­
gisayar hatasından ya da bilinmeyen bir nesnenin Phobos 2'ye
"çarpmasından" dolayı ("toz parçacı.klan" ile çarpışma teorisi bu
raporda reddedilmekteydi) kendi çevresinde dönmekte olduğu­
nu doğrulamaktaydı.
Peki, Phobos 2'ye çarpan ya da onunla çarpışan, şu "orada
olmaması gereken şey'' neydi? Hata gizli olan son kare ya da ka­
reler neyi göstermekteydi? Sovyetlerin NASA dengi kuruluşu­
nun başkanının A W&ST dergisine verdiği demeçte, bağlanbnın
aniden kopmasını açıklamaya çalışırken bu son kareye gönderme
yapmak için kullandığı dikkatle seçilmiş kelimeler şöyleydi:

"Bir görüntü, uz.ay aracı ve Mars arasında garip biçimli bir


nesneyi içeriyor gibidir."

Eğer "süprüntü", "moloz", "toz" ya da "Phobos 2'nin ana


gövdeden ayrılan parçası" değilse, olayla ilgili tüm haber ve ra­
porlarda uz.ay aracı ile çarpışhğı kabul edilen, uz.ay aracını topaç
gibi dönmeye başlatacak kadar güçlü bir darbeye yol açan, gö­
rüntüsü son karelerde yer alan "nesne" neyin nesiydi?
Sovyet uz.ay programının şefi "Bilmiyoruz." dedi.
Ama Mars üstündeki kadim bir uz.ay üssünün kanıtlan ile
Mars semalarındaki garip biçimli "gölge"yi biraraya getirdiği­
mizde şu çok şaşırhcı sonuca varıyoruz: Fotoğraf karelerinde
saklanan sır, Phobos 2,'nin kaybının bir kaza değil bir vaka olduğu­
nun karuhdır.
Belki de ilk Yıldız Savaştan vakası; başka bir gezegenin
halkı olan yabancılann, Dünya'dan gelen ve Mars'taki üslerini
gözlemeye kalkan bir uzay aracını düşümll!leridir.

Okuyucular, Sovyet uzay programı şefinin "uz.ay aracı ve


Mars arasındaki garip biçimli nesne"nin ne olduğunu "Bilmiyo­
ruz." biçimindeki sözlerinin, buna bir UFO, yani tanımlanamayan

299
KOZMiK TOHUM
uçan nesne demekle aynı kapıya çıkhğıru fark ettiler mi acaba?
İlk başlarda Uçan Fincan Tabaklan daha sonra da UFO'lar
denilen dünya çapındaki muamma başladığından bu yana nere­
deyse elli yılı aşkın süre geçmiş olmasına karşın, kendisine saygı­
sı olan hiçbir bilimci bu konuya parmağının ucunu bile değdir­
memiştir, tabi fenomenle dalga geçmek ya da bu konuyu ciddiye
alanlan aptal yerine koymak dışında.
Bir bilim yazan ve UFO'lar hakkında dünyanın dört bir ya­
nında yaphğı konuşmalarla tanınan Antonio Huneeus'a göre
"modern UFO çağı" 24 Haziran 1947' de, Amerikalı bir iş adamı
ve pilot olan Kenneth Arnold'un, Washington eyaletindeki Cas­
cade Dağlan üstünde uçan dokuz gümüşi diski gözlemlemesiyle
başlamışh. Daha sonra moda terim halinde gelen ''Uçan Fincan
Tabaklan" terimi, Arnold'un bu gizemli nesneleri tarif ederken
kullandığı kelimelere dayanmaktaydı.
"Arnold vakası"nı Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın
diğer bölgelerindeki gözlem iddialan izlerken, en önemli ve ha­
len tartışılan (ve TV dramalarına konu olan) UFO vakası, Amold
gözleminden bir hafta sonra, 2 Temmuz 1947'de Roswell, New
Mexico'da bir çiftliğin yakınlarına düştüğü iddia edilen "yabancı
araç''hr. O akşam bölge semalarında parlak, disk biçimli bir nes­
ne görülmüştü, ertesi sabah William Brazel adlı bir çiftçi Ros­
well' deki arazisinin kuzey hah ucunda etrafa dağılmış enkazı
keşfetti. Enkaz ve enkazın yapıldığı "metal" çok garip görünüm­
lüydü ve bu keşif, (o sıralarda dünyanın tek nükleer silah filosu­
na sahip olan) Roswell'deki Hava Kuvvetleri üssüne bildirildi.
Bir haberalma subayı olan binbaşı }esse Marcel, yanına haberal­
madan bir başka subayı da alarak enkazı ve molozları inceleme­
ye gitti. Çeşitli biçimleri olan parçalar, balsa ('') ağacı tahtasını an­
dırmaktaydı ama tahta değildi; araşhrmacılar ne kadar denediy­
se de ne yanıyor ne de bükülüyordu. Kiriş biçimli parçalardan
bazısının üstünde, daha sonra ''hiyeroglif' diye anılacak olan ge­
ometrik işaretler vardı. Üsse döndüklerinde, görevli subay üssün
halkla ilişkiler subayına hava kuvvetleri personelinin "yere çakı­
lan bir uçan fincan tabağının" parçalarını ele geçirdiği yolundaki
(•) Bir tropikal Amerikan ağacı. (Ç.N.)

300
KOZMİK TOHUM
edilen "uzaylı" cesetlerinin de Ohio'daki Wright-Patterson Hava
Kuvvetleri Üssünde incelemeye alındığı birçok kez rapor edil­
miştir. UFO çevrelerinde M/-12 ya da Majestik-12 diye bilinen (ba­
zılan bu ikisinin aynı olduğunu iddia etmektedir) bir belgeye gö­
re, ABD başkanı Truman, Eylül 1947'de Roswell ve ilgili vakalan
ele almalan için en üst düzeyde ve çok gizli bir komite oluştur­
muştu ancak bu belgenin gerçekliği halen doğrulanamamıştır.
Ancak bilinen bir gerçek var ki, o da ABD Senatosunun Haberal­
ma, Silahlı Hizmetler, Taktik Savaş Silahlan, Bilim, Teknoloji ve
Uzay gibi birçok komitesine başkanlık etmiş ya da görev alnuş
olan senatör Barry Goldwater'ın bu üste yer alan sözüm ona Ma­
vi Oda'ya giriş izni verilmesi talebinin sürekli reddedilmesidir.
1981 yılında bu konuda soru soran bir kişiye, "Ardı ardına birçok
şef tarafından reddedildikten sonra Wright-Patterson'daki sö­
züm ona mavi odaya girme iznini ele geçirmeye çabalamaktan
vazgeçtim." diye yazmıştır. ''Bu şey, öylesine gizliydi ki... hak­
kında herhangi bir şey öğrenmek imkansızdır."
UFO gözlemlerinin sürekli biçimde rapor edilmesi ve aşın
resmi gizlilik karşısında duyulan rahatsızlığa tepki olarak ABD
Hava Kuvvetleri, Sign (İşaret), Grudge (Kin) ve Blue Book (Mavi
Kitap) gibi projeler yoluyla UFO fenomenini incelemek için bir­
kaç araşhrma yürütmüştür. 1947 ile 1969 arasında on üç bin UFO
gözlem raporu incelenmiş ve bunlann büyük bölümü doğal feno­
menler, balonlar, hava araçlan ve sadece hayal ürünü diye açık­
lanıp bir kenara bırakılmışhr. Ancak yedi yüz gözlem açıklana­
mamışhr. 1953'te ABD Merkezi Haberalma Ajansının Bilimsel
Haberalma Bürosu bilimciler ve hükfunet memurlanndan oluşan
bir panel düzenledi. Robertson Paneli diye bilinen grup, tam on
iki saat boyunca UFO filmlerini izlediler, vaka kayıtlanru incele­
diler ve "çoğu gözlemler için makul açıklamalar önerilebileceği­
ni" buldular. Sunulan kanıtlann, muhtemel nedenlerle açıklana­
mayan diğer vakalar için "geriye kalan tek açıklamanın 'dünya
dışı' kaynaklı olduğunu" gösterdiği bildirildi ancak panel "güneş
sistemiyle ilgili mevcut bilgilerin, zeki varlıklann Dünya' dan
başka yerlerde mevcut olmalannı pek muhtemel kılmadığını" da
belirtmişti.

302
PHOBOS

a
b

Şekil 97

UFO raporlarının resmi ağızlarca "yalanlanması" sürüyor­


ken (benzer biçimde ve benzer çıkarımlarla sonuçlanan bir başka
soruşturma ise 19�9 arasında Colorado Üniversitesi tarafın­
dan yürütülen Tanımlanamayan Uçan Nesnelerin Bilimsel İnce­
lenmesi idi), gözlemlerin ve ''karşılaşmalar"ın sayısı arth ve bir­
çok ülkede sivil amatör araşhrma grupları ortaya çıkb. Karşılaş­
malar arbk bu gruplar tarafından sınıflanıyordu; "ikinci türden"
olanlar UFO'lar tarafından geride bırakılan fiziksel kanıtlar (iniş
izleri veya makinelerde parazit) idi; "üçüncü türden" olanlar ise
UFO'lan kullananlarla temasa geçilen olaylardı.
UFO'ların tarifleri bir zamanlar "uçan disklerden" "puro bi­
çimli"lere dek değişiklik göstermekteydi. Arbk çoğu kişi bunlan
yuvarlak yapılı ve yere konduklarında üç ya da dört ayak üstün­
de durur biçimde tarif etmektedir. Araçlan kullananların tarifle­
ri de daha tek tip hale gelmiştir: büyük, saçsız başlı ve çok büyük
gözleri olan, bir na bir buçuk metre boyunda "insanımsı"lar (Şe­
kil 97a, b). "Arizona'daki gizli bir üste", "ele geçirilen UFO'lan ve
uzaylı cesetlerini" gördüğünü iddia eden bir askeri haberalma
subayının bildirdiğine göre, insanımsılar "çok, çok beyazdılar;

303
KOZMiK TOHUM
kulaklan, burun delikleri yoktu. Sadece açıklıklar vardı: çok kü­
çük bir ağız ve gözleri kocamandı. Yüzlerinde, başlannda, apış
aralarında tüy yoktu. Çıplaktılar. Sanının en uzun boylusu bir
buçuk metre ya da biraz daha uzundu." Bu tanık hiç cinsel organ
ya da göğüs görmediğini ancak bazı insarurnsılann erkeğe, bazı­
lannın da dişiye benzediğini eklemişti.
Gözlemler ya da temaslar yaşadıklannı bildiren insanlar,
her coğrafyadan, her meslektendi. Örneğin, ABD başkanı Jimmy
Carter 1976'daki bir seçim kampanyası konuşması sırasında bir
UFO gördüğünü açıkladı. "Bu ülkenin UFO gözlemleri hakkında
sahip olduğu her bilgi parçasının halka ve bilimcilere açıklanaca­
ğı" sözünü verdi ama asla açıklanmayan nedenlerden dolayı, bu
sözünü tutmadı.
UFO raporlannı "yalanlamak" tarzındaki ABD resmi politi­
kasının yanı sıra, ABD' deki UFO taraftarlannı usandıran bir di­
ğer şey ise, hükumet organlannın UFO raporlannı inceleme ko­
nusundaki ilgilerini bile yitirdikleri izlenimini veren resmi eğili­
me karşın, NASA dahil şu veya bu büronun bu konuyu dikkatle
takip ettikleri yolundaki bilgilerin tekrar tekrar gün ışığına çıkı­
yor olmasıdır. öte yandan Sovyetler Birliği'nde 1979'da Uzay
Araşhrma Enstitüsü tarafından "SSCB'deki Anormal Atmosferik
Fenomenler" ("anormal atmosferik fenomen", Ruslann UFO için
kullandıklan terimdir) hakkında bir analiz yayınladı ve 1984'te
Sovyet Bilimler Akademisi fenomenleri incelemek üzere sürekli
bir komisyon oluşturdu. Askeri açıdan ise bu konu GRU'nun
(Sovyet Baş Haberalma Müdürlüğü) alanına girmekteydi; ona
verilen emirler UFO'lann "yabancı güçlerin gizli araçlan" mı, bi­
linmeyen doğal fenomenler mi, yoksa "Dünya'yı inceleyen insan­
lı ya da insansız dünya dışı sondalar" mı olup olmadıklannı or­
taya çıkartmakh.
Sovyetler Birliği'ndeki sayısız gözlem raporu ve iddiası içi­
ne bazı Sovyet kozmonotlannın gözlemleri de giriyordu. Eylül
1989'da Sovyet yetkililer resmi haber ajansı Tass'ın, Voronezh
şehrindeki bir UFO olayını bildirmesini sağlayarak önemli bir
adım attılar; bu, tüm dünyada manşetlere çıkh ve genel inanmaz­
lığa rağmen, Tass hikayesinin doğruluğunda ısrarlı.

304
PHOBOS
Fransız yetkililer de ABD görevlilerine oranla daha az "ya­
lanlayıcı"lar (böylece yeni bir sözcük daha uydurduk). 1977'de
Fransız Ulusal Uzay Ajansı (CNF.5), merkezi Toulouse'da bulu­
nan tanımlanamayan Hava-Uzay Fenomenlerini İnceleme Gru­
bu'nu (GEPAN) kurdu; bu kuruluş kısa bir süre önce, yine UFO
raporlarını takip etmek ve analiz etmek üzere Service d'Expertise
des Phenomenes de Rentree Atmospherique (Atmosfere Giriş Feno­
menlerine İlişkin Bilirkişi Raporu Hizmetleri) adını aldı. Fran­
sa' daki ünlü UFO olaylan arasında, UFO'ların yere konduğu gö­
rülen alanların ve toprakların incelenmesi ve analiz edilmesi var­
dır ve sonuçlar, "tatmin edici bir açıklaması olmayan izlerin mev­
cudiyeti"ni göstermektedir. Çoğu Fransız bilimci de konuyla ilgi­
li olarak diğer ülkelerdeki meslektaşlanrun horgörüsünü paylaş­
maktadırlar ama konuyla ilgili araşhrmalara dahil olup da fikir­
lerini açıklayan bilimciler arasındaki ortak görüş, fenomenleri
"dünya dışı ziyaretçilerin faaliyetlerinin bir te7.ahürü" olarak
görme biçimindedir.
İngiltere'de ise, UFO fenomeni üstüne çekilen sır perdesi,
Lord Clancarty'nin önderliğindeki Lordlar Kamarası UFO Araş­
tırma Grubunun (1980'de kendilerine bir konferans verme ayn­
calığına sahip olmuştum) tüm çabalarına rağmen sımsıkı örtülü­
dür. Diğer birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'de yaşananlar da
Timothy Good'un Above Top Secret (Çok Gizlinin Ustünde, 1987)
adlı kitabında bir hayli aynnhlı olarak ele alınmışhr. Good'un ki­
tabında alınhlar yapılan ya da aynen yayınlanan belgelerin zen­
ginliği, çeşitli hükfunetlerin UFO'larla ilgili bulgularını ilk başlar­
da bunlann bir başka süper gücün ileri teknoloji ürünü araçlan
olduğunu sandıklarından düşmanın üstünlüğünü kabul etmenin
ulusal çıkarlara uygun düşmeyeceği gerekçesiyle "örtbas" ettik­
leri sonucuna varmamıza yol açıyor. Ama UFO'lann dünya dışı
yapısı başlıca tahmin (veya bilgi) haline gelir gelmez, Orson Wel­
les'in "Dünyalar Savaşı" radyo tiyatrosu yayınının sebep olduğu
paniğin hahrası, birçok UFO taraftannın bir örtbas dedikleri şey
için bahane olarak kullanıldı.
UFO'ların birçoğu ile ilgili asıl sorun, onlann kökenini ve
amacını açıklayacak tutarlı ve makul bir teorinin yokluğudur.

305
KOZMİK TOHUM
Nereden geliyorlar? Niçin?
Kaçırılmak ve eliptik başlı, kocaman gözlü, insana benzer
varlıkları tarafından üstümde deneyler yapılması türünden olay­
lar yaşamak ne demek; şahsen ben bir UFO ile hiç karşılaşmadım:
bunlar, eğer bu iddialar gerçek ise, diğer birçok kişi tarafından ta­
nık olunan ve deneyimlenen olaylar. Ama "U'?O'lara inanıp
in, nmadığım" sorulduğunda, bazen bir hikaye anlatarak cevap
veririm. Konuşma yaphğım salonda oturan kişilere şöyle derim:
Diyelim ki, giriş kapısı birden ardına kadar açılsa ve içeri genç bir
adam giriverse, koşmaktan nefes nefese kaldığı ve bir hayli ürk­
tüğü belli olsa ve bizim ne yaphğımız.a aldırmaksızın şöyle bağır­
sa: "Başıma gelenlere inanamazsınız!" Daha sonra başına gelen­
leri anlatsa; kırlarda yürümektedir, hava karanr ve yorulmuştur,
sırt çantasını yashk olarak kullanıp uzanır ve uyuyakalır. Der­
ken, birdenbire uyanır, seslerden değil parlak ışıklardan dolayı
uyanmışhr. Başını kaldırır ve bir merdivenden inen çıkan varlık­
lar görür. Merdiven göğe doğru, havada asılı duran yuvarlak bir
nesneye doğru uzanmaktadır. Nesnenin, içindeki ışığın dışarıya
çıkhğı bir kapısı vardır. Varlı.klann komutanım ışığı arkasına al­
mış, silüet şeklinde görür. Görüntü öylesine ürkütücüdür ki, bi­
zim genç bayıl ıverir. Kendine geldiğinde, ortalıkta kimse yoktur.
Orada olan her neyse, gitmiştir.
Yaşadı.klanndan dolayı hal?. '1eyecanlı olan genç adam hika­
yesini şöyle bitirir: Gördüklerinin gerçek mi yoksa bir vizyon mu
olduğundan emin değildir, belki de bir rüya görümüştür. Ne dü­
şünürdük? Ona inanır mıydık?
Sonra derim ki, eğer Kitabı Mukaddes' e inanıyorsak, bu
genç adama da inanmalıyız çünki şimdi anlathğım şey, Tekvin,
R .., 28'de yer alan ·� akup'un vizyonunun ta kendisidir. Bu, rü­
.

yamsı bir trans halinde görülen bir vizyon olmasına rağmen Ya­
kup gördüklerinin gerçek olduğuna emindi ve şöyle demişti:

Gerçek, Rab bu yerdedir


ve ben onu bilmedim...
Bu başka bir şey değil, ancak Yehova'nın evidir...
ve göklerin kapısıdır.

306
PHOBOS

Bir keresinde, diğer konuşmacıların UFOlar konusuna iyice


daldıkları bir konferansta Tanımlanamayan Uçan Nesne diye bir
şeyin olamayacağını söylemiştim. Bunlar ancak izleyen kişiler
için tanımlanamayan ya da açıklanamayan nesnelerdir ama onla­
rı idare edenler ne olduklanru pekali bilmektedirler. Yakup'un
gördüğü havada asılı duran araan, kendisi tarafından Elohim'e,
çoğul tanrılara ait bir araç olarak tanımlanmış olduğu açıkbr.
Onun bilmediği şey ise, Kitabı Mukaddes'ten anlaşıldığına göre,
uyuyakaldığı yerin, tanrıların iniş kalkış yaptıkları bir alan olma­
sıydı.
Elişa peygamberin göklere yükselişini anlatan kutsal kitap,
aracı Ateşten Araba diye tanımlar. Ve Hezekiel peygamber, iyi
belgelenmiş vizyonunda, bir kasırga gibi işleyen ve dört tekerlek­
li ayak üstüne konabilen göksel ya da havada uçan bir araçtan
söz eder.
Kadim betimlemeler ve terminoloji, daha o zamanda bile
farklı uçan makineler ve pilotları arasında bir ayrımın yapıldığı­
nı göstermektedir. Mekik aracı ve yörünge araçları olarak iş gö­
ren roket gemiler (Şekil 98a) vardı ve daha önceden Anunnaki
astronotları ve yörüngedeki İgigilerin neye benzediğini görmüş­
tük. Şimdi DKİH (Dikine kalkan ve inen hava araçları) dediğimiz
"kasırga kuşlar" ya da "gök odaları" vardı; antik zamanlarda
bunların neye benzediği Ürdün'ün doğusunda bulunan, Elişa
peygamberin göklere taşındığı yere yakın (Şekil 98b) bir sit ala­
nındaki duvar resminde gösterilmiştir. Tanrıça İnanna/İştar ken­
di "gök odası"nı kullanmaktan hoşlandığ;ı zamanlarda 1 , Dünya
Savaşı pilotları gibi giyinmekteydi (Şekil 98c).
Ama başka betimlemeler de bulunmuştur -elipsi andıran
başlan ve kocaman, çekik gözleri olan kil heykelcikler (Şekil 99)-;
sıra dışı özelliklerinden biri bunların iki cinsliliği (ya da cinsellik­
lerinin olmamasıdır): Alt kısımlan bir erkek cinsel organının üs­
tünden geçen ya da onu kesen bir dişi vajina açıklığını göster­
mektedir.
Şimdi, UFO'lan kullananları gördüklerini iddia eden kişi­
lerce çizilen "insanımsı"ların çizimlerine bakhğımızda, bunların

307
KOZMİK TOHUM

• c

Şekil 98

bize benzemedikleri açıkhr, dolayısıyla Anunnakilere de benze­


mezler. Daha ziyade, kadim heykelciklerde betimlenen garip in­
sanımsılan andırmaktadırlar.
Bu benzerlik; yumuşak ciltli, cinsel organlan, saçlan, tüyle­
ri olmayan, elipsi andıran başlan ve garip kocaman gözleri olan
ve sözü edilen UFO'lan çalışhrdı.klan iddia edilen küçük yarahk­
lann kimliğine ilişkin önemli bir ipucunu içermektedir. Eğer an­
latılanlar doğru ise, o zaman "temasa geçilenlerin" gördükleri
bir başka gezegenden gelen zeki 'Darlıklar, insanlar değil, onlann
antropoit (•) robotlandır.
Ve eğer bildirilen gözlemlerin çok küçük bir yüzdesi bile
doğru ise, son zamanlarda Dünya'yı böylesine bol ve sık ziyaret
eden yabana araçlann nispeten büyük sayısı, bunlann muhteme­
len uzak bir gezegenden gelemeyeceklerini önermektedir. Eğer
geliyorlarsa, nispeten daha yakın bir yerden geliyor olmalıdırlar.
Ve tek makul aday Mars'tır ve onun küçük ayı olan Phobos.
'{�jT�·���·t;�
;; �y��;·y:ürii' ·�� yüzünü andıran, insansı. (Ç.N.)
308
PHOBOS

Şekil 99

• • •

Uzay adamlanrun Dünya'yı ziyaretlerinde bir sıçrama nok­


tası olarak Mars'ı kullanma nedenleri artık açık hile gelmiş olma­
lıdır. Mars'ın geçmişte Anunnakiler için bir uzay üssü olarak hiz­
met verdiği yolundaki önerimi destekleyen kanıtlan sundum.
Phobos 2'nin kaybolma koşullan birilerinin Mars'ta olduğunu be­
lirtmektedir; kendilerine göre "yabancı" olan aracı yok etmeye
hazır birileri. Peki ya Phobos, bu öneriye nasıl uyar?
Basitçe söylersek, çok iyi uyar.
Niçin olduğunu anlamak için, geriye dönmeli ve 1989'da
Phobos uçuşuna yol açan nedenleri sıralamalıyız. Mars'ın Pho­
bos ve Deimos adında iki küçük uydusu vardır. Her ikisinin de
Mars'ın orijinal aylan olmayıp Mars yörüngesine yakalanmış as­
teroitler olduklarına inanılmaktadır. Karbon içeren tiptedirler
(''Yaratılış'ın Habercileri" başlıklı bölümdeki asteroitler bahsine
bakınız) ve dolayısıyla kayda değer miktarda, çoğunlukla ayak­
ların yüzeyi alhnda buz halinde bulunan su içermektedirler. Gü-

309
KOZMiK TOHUM
neş pillerinin veya küçük nükleer jenaratörlerin yardımı ile su el­
de etmek için buzun eritilebileceği önerilmiştir. Daha sonra su,
soluma ve yakıt için oksijene ve hidrojene aynşhnlabilirdi. Hid­
rojen de hidrokarbonlar üretmek üzere ayakların karbonuyla
birleştirilebilirdi. Tıpkı diğer asteroitler ve kuyruklu yıldızlar gi­
bi bu küçük gezegencikler de azot, amonyak ve diğer organik
molekülleri içermektedirler. Sonuçta, aycıklar kendi kendilerini
destekleyen uzay üsleri, doğanın hediyeleri haline gelebilirlerdi.
Deimos, böyle bir amaç için daha az uygun olacakb. Boyut­
ları sadece 14,5 km x 13 km x 1 1 km'dir ve Mars'tan 24.000 km
uzaklıkta bir yörüngede seyretmektedir. Daha büyük olan Pho­
bos (27 km x 21 km x 1 8 km) ise Mars' tan sadece 9.300 km uzak­
lıktadır; yani bir mekik araa veya taşıyıa için kısa bir mesafe.
Phobos (Deimos gibi) Mars çevresinde ekvatoral düzlemde do­
landığından, Phobos'un kuzey ve güney otuz beşinci paralelleri
arası, ki burası '1nka Şehri" dışında Mars üstündeki tüm sıra dı­
şı ve yapay görünümlü yüzey şekillerinin bulunduğu banttır,
Mars'tan rahatlıkla gözlemlenebilir (tabi, buradan da Mars'ta
olan bitenler gözlemlenebilir). Dahası, yakınlığı nedeniyle Pho­
bos, Mars çevresinde bir Mars günü boyunca 3,5 tur atar; yani sü­
rekli göz önündedir.
Mars çevresindeki yörünge istasyonu olarak Phobos'un tav­
siye edilmesinin bir nedeni de, Dünya'nınki ve hatta Mars'ırıki ile
kıyaslandığında azıcık kalan yerçekimidir. Phobos'tan havalan­
mak için gereken güç, saatte 25 km'lik bir kaçış hızından fazla de­
ğildir; aynı şekilde, üstüne konarken fren yapmak için de çok az
güç gerekecekti.
İki Sovyet aracının, Phobos 1 ve Phobos 2'nin oraya gönderil­
mesinin nedenleri bunlardı. Uçuşların, 1 994'te Mars'a indirilme­
si niyetlenen bir "robot arazi aracı" ve bundan sonra da, izleyen
on yıl içinde orada bir üs kurmayı hedefleyerek insanlı uçuşlara
başlamak için bir ön keşif olduğu açık bir sırdı. Moskova'daki
uçuş kontrol merkezinde verilen varış öncesi brifingler, uzay ara­
anın ''Mars üstündeki ısı yayan bölgeleri" saptamak ve ''Mars
üstünde ne tür bir yaşam olduğuna dair daha iyi fikir edinmek"
için ekipmanlar taşıdığını açığa çıkarmışb. Tabi bu düşünceye

310
PHOBOS
hemen "eğer varsa" eklenmesine rağmen, Mars ve Phobos'u sa­
dece kızıl ötesi ekipmanla değil aynca gama ışın saptayıcılarla da
tarama planı, çok amaçlı bir araşbrmanın ipuçlarını vermekteydi.
Mars'ı taradıktan sonra iki uzay aracı dikkatlerini tamamen
Phobos'a çevirecekti. Radarla olduğu kadar kızıl ötesi ve g· ma
ışın tarayıcılarla da taranacak ve üç televizyon kamerası ile gö_ ün­
tülenecekti. Böylesi bir yörüngesel taramadan ayn olarak, uzay
aracı Phobos yüzeyine iki yüzey aracı bırakacakb; biri, kendisini
yüzeye demirleyecek ve uzun vadeli veri aktarımı yapacak sabit
bir araçb, diğeri ise yaylı bacak.lan olan ve aycık boyunca hopla­
ya hoplaya dolaşıp verilerini iletecek olan bir "hoplayıcı" idi.
Phobos 2'nin numaralan arasında başka deneyler de vardı.
Bir iyon yayıncı ve bir lazer tabancası ile donablmıştı, küçük ayın
üstüne bir ışın yollayacaklar, yüzeydeki tozu kaldı acaklar, yü­
zey malzemesinin bir bölüm iinü toz haline getirecekler ve uzay
aracındaki ekipmanı sonuçta ortaya çıkan bulutu analiz ı L �ek
hale getireceklerdi. Bu noktada uzay aracı Phobos üstü...e elli
metre kadar alçalacak ve kamerasıyla 15 santimetre kadar küçük
cisimleri bile görüntüleyebilecekti.
Uçuşu planlayanlar bu kadar yakın planda ne keşfetmeyi
bekliyorlardı acaba? Bu herhalde önemli bir görevdi çünki daha
sonralan, uçuşların planlanması ve ekipman temini çalışmalarına
dahil olan Ar 'J'den kablan"bireysel bilimcilere", ABD-SSCB iliş­
kilerini geliş" "rme çalışmaları çerçevesinde rolleri Amerikan hü­
kfunetince resmen onaylanmış, tecrübeli Amerikalıların Mars
araşbrmalarına dahil olduğu ortaya çıkb. Aynca, NASA sadece
uydu iletişiminde değil Dünya Dışı Zeka Araştırma (SETi) prog­
ramında da kullanılan radyo teleskoplarından oluşan Derin Uzay
Şebekesini bu uçuşun emrine tahsis etmişti; Pasadena' daki JPL
laboratuvarlarındaki bilimciler ise Phobos uzay aracını izlemeye
ve onların veri yayınlamalarını izlemeye yardımcı oluyorlardı.
Aynca projeye kablan İngiliz bilimcilerinin de aslında bu uçuş
programı için İngiliz Ulusal Uzay Merkezi tarafından görevlendi­
rildikleri ortaya çıkb.
Toulouse'daki Ulusal Uzay Ajansı'nm rehberliğinde Fransız
kablımı ve Almanya'nın Max Planck Enstitüsünün verileri ve di-

31 1
KOZMİK TOHUM
ğer birçok Avrupa ülkesinin bilimsel kablımları da dikkate alın­
dığında Phobos Misyonunun, modem bilimin Mars üstündeki
perdeyi kaldırmak ve onu İnsanoğlunun Uzay yolculuğundaki
rotanın bir parçası haline getirmek için ortaklaşa bir çabadan baş­
ka bir şey olmadığı görülebilir.
Ama Mars'taki birileri bu davetsiz misafiri hoş karşılama­
mış olabilir miydi?
Bu noktada, Phobos'un daha küçük ve pürüzsüz yüzeyli
Deimos'a hiç benzemeyen bir şekilde ve bazı bilimcilerin onun
geçmişte yapay olarak şekillendirildiğine inanmalarına yol açan
garip yüzey şekillerine sahip olduğunu belirtmeye değer. Nere­
deyse düz ve birbirlerine paralel sürüp giden "yol izleri" (Şekil
100) vardır. Genişlikleri ise neredeyse tek tiptir; 250 ila 350 metre
genişliğinde ve derinlikleri ise (Viking yörünge araçlarından öl­
çülebildiği kadarıyla) 25 ila 30 metredir. Bu "çukurların" ya da iz­
lerin akan sular ya da rüzgar tarafından oluşturulduğu fikri, bu
ikisi Phobos üstünde hiç mevcut olmadığından reddedilmiştir.
Bu izler, küçük ayın çapının üçte birinden fazlasını kaplayan ve
kenarları mükemmel düzgünlükte olduğundan yapay gibi görü­
nen bir kraterden çıkıyor ya da onun içine giriY.or gibidirler (bkz.
Şekil 94).
Bu izler ya da çukurlar nedir, nasıl oluşmuşlardır, niçin yu­
varlak kraterden dışarı doğru yayılırlar, krater küçük ayın iç kı­
sımlarına doğru inmekte midir? Sovyet bilimciler genelde Pho­
bos'ta bir şeylerin yapay olduğunu düşünmüşlerdi, çünki Mars
çevresinde gezegene bu yakınlıkta çizdiği neredeyse mükemmel
bir daire biçimindeki yörüngesiyle göksel hareket yasalarını hiçe
saymaktadır: Phobos ve bir dereceye kadar Deimos da onları ya
uzaya doğru itecek ya da uzun zaman önce Mars' a çarpmalarına
neden olacak eliptik yörüngelere sahip olmalıydılar.
Phobos ve Deimos'un, Mars yörüngesine "birileri" tarafın­
dan yapay olarak yerleştirildiği iması, akıl almazdır. Ancak aslın­
da, asteroitleri yakalamak ve onları Dünya yörüngesinde kalacak
biçimde çekmek, 1984 yılında San Francisco'da düzenlenen 3. Yıl­
lık Uzay Gelişim Konferansında sunulan plana göre teknolojik
açıdan yapılabilir bir beceridir. Planı sunan araşhrmacılardan bi-

312
KOZMiK TOHUM
ri olan Colorado Maden Fakültesinden Richard Gertsch, uzayda
"şaşırhcı çeşitlilikte malzemelerin var olduğunu", "asteroitlerin
bilhassa kromiyum, germanyum ve galyum gibi stratejik mine­
raller açısından zengin" olduklarını belirtmişti. Bir başka sunum­
cu olan JPL'den Eleanor F. Helin ise "Erişilebilir ve yararlanılabi­
lir asteroitleri tanımladığımıza inanıyorum." demişti.
Acaba başkaları, uzun zaman önce, modem bilimin gelecek
için öngördüğü fikirleri ve planlan yürütmeye koymuş, yakalan­
mış iki asteroiti, yani Phobos ve Deirnos'u iç kısımlarını oyup
yerleşmek üzere Mars çevresinde yörüngeye yerleştirmiş olabilir
miydi?
1960'larda Phobos'un Mars çevresindeki yörüngesinde hız­
landığı fark edildi; bu durum, Sovyet bilimcilerin Phobos'un her
yutlanna göre çok daha hafif olduğunu önermelerine yol açh.
Sovyet fizikçi 1. S. Şiklovski ise Phobos'un boş olduğu yolundaki
şaşırhcı hipotezi önerdi.
Derk.:,\ diğer Sovyet yazarları Phobos'un Mars yörüngesine
"binlerce } ıl önce soylan tükenmiş bir insanımsı ırk" tarafından
yerleştirilen "yapay bir uydu" olduğu hakkında spekülasyon
yaptılar. Başkaları ise içi boş bir uydu fikriyle alay ettiler ve Pho­
bos'un hızlandığını çünki gittikçe Mars'a doğru sürüklendiğini
önerdiler. Nature dergisindeki ayrıntılı rapor, artık Phobos'un sa­
nıldığından daha az yoğun, dolayısıyla iç kısmının ya buzdan ya
da boş olduğuna dair bulguları içermektedir.
Acaba Phobos içinde yaşayanları uzayın soğuğundan ve
radyasyonundan korumak üzere bir sığınak yaratmak için, doğal
bir krater ve iç kısımdaki faylar "birileri" tarafından genişletilmiş
ve oyulmuş muydu? Sovyet raporları bu konuda spekülasyon
yapmaz ama "izler'' hakkında söyledikleri pek aydınlabcıdır.
Bunlara "oyuklar'' der ve yan kısımlarının aycığın yüzeyinden
daha parlak bir malzemeden oluştuğunu bildirir ve gerçek bir if­
şaat ise, büyük kraterin batısındaki bölgede "yeni oyukların ta­
nımlanabilmesi" dir, yani Mariner 9 ve Viking araçları küçük ayın
resimlerini çektiklerinde orada olmayan izler veya oyuklar.
Phobos üstünde rüzgar fırtınası, yağmur, akar su, volkanik
faaliyet (doğal biçimli krater volkanik faaliyet sonucu değil, me-

314
PHOBOS
teor darbeleriyle oluşmuştur) olmadığına göre, yeni oyulmuş iz­
ler nasıl ortaya çıkmışhr? 1970'lerden beri Phobos (ve dolayısıyla
Mars) üstünde kimler vardı? Şimdi kimler var?
Eğer şimdi orada kimseler yoksa, 27 Mart 1989 vakası nasıl
açıklanabilir?

Kadim bilgiye yetişen modem bilimin, insanlığı bir Dünya­


lar Savaşı vakasıyla burun buruna getirmiş olması olasılığı, nere­
deyse 5500 yıldır rafa kalkmış bir vakayı yeniden hahrlath.
Günümüzdeki duruma paralel olan olay, Babil Kulesi Olayı
olarak bilinegelmiştir. Tekvin, Bap 1 1 'de ve The Wars of Gods and
Men adlı kitabımda ele aldığım, olayın daha eski ve daha· ayrınb­
lı anlahrnlarını içeren Mezopotamya metinlerinde tarif edilmiştir.
Ben bu olayı M.Ö. 3450 yılına yerleştirdim ve bunun, Marduk'un
Enlil ve oğullarına karşı bir başkaldırı hareketi olarak Babil'de bir
uzay üssü kurmaya ilk kez kalkışması olduğunu öne sürdüm.
Kutsal metinlerde, Marduk'un görevlendirdiği ha1k, Ba­
bil' de "başı göklere erişecek bir kule" inşa ediyorlardı; üstüne bir
Şem -bir uzay roketi- yerleştirilecek bir kule [büyük olasılıkla,
Biblos'tan kalan bir madeni para üstünde resmedildiği şekildey­
di (bkz. Şekil 101)). Ancak diğer ilahlar, insanoğlunun uzaya ya-

Şekil 101

315
KOZMiK TOHUM
pacağı akından pek hoşnut değillerdi; böylece:

Ve Adem oğullannın yapmakta olduklan kuleyi


ve şehri görmek için Rab indi.

Ve adlan belirtilmeyen meslektaşlanna şöyle dedi:

Yapmaya başladıklan şey budur,


ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden
hiçbir şey onlara men edilmeyecektir.
Gelin, inelim, ve birbirinin dilini anlamasınlar diye
onların dilini orada kanşhralım.

Yaklaşık 5500 yıl sonra insanlar biraraya geldiler ve hepsi­


nin "tek bir dili vardı"; Mars ve Phobos'a yapılacak uçuş için
uluslararası bir işbirliği yaptılar.
Ve bir kez daha, birileri bundan hiç hoşlanmadı.

316
OLACAKLARI GİZLİCE BEKLERKEN
Bizler tek miyiz? Bizler yalnız mıyız?
1976'da yazdığım 12. Gezegen'deki ana sorular bunlardı ve
bu kitap, Anunnakiler (Kitabı Mukaddes'deki Nefilimler) ve ge­
zegenleri Nibiru'yla ilgili kadim kanıtlan sunmaktaydı.
1976'dan bu yana gerçekleşen ve önceki bölümlerde incele­
diğimiz bilimsel ilerlemeler, kadim bilgiyi desteklemek için bir
hayli yol katettiler. Ama ya bu bilginin ilci temeli ve bu ana soru­
lara verilen kadim cevaplar? Modern bilim Güneş Sistemimizde
bir gezegenin daha olduğunu doğruladı mı? Dünya dışında baş­
ka zeki varlıklar olduğunu buldu mu?
Hem başka bir gezegen, hem de başka varlıklar için sürüp
giden bir arayışın olduğu kayıtlara geçmiş bir olgudur. Bu arayı­
şın son yıllarda yoğunlaşmış olduğu ise halka açık belgelerden
elde edilebilecek bir gerçektir. Ama artık halka açık olmasa da, sı­
zıntıların, rivayetlerin ve inkarların sisleri aralandığında açık se­
çik belli olan şey, dünya liderlerinin bir süredir ilk önce Güneş
Sistemimizde bir gezegenin daha olduğunun 'De ikincisi, yalnız
olmadı8;ımızın farkında old":klandır. . . .. ..

DUNYA MESELELERiNDE GIITIKÇE DAHA BUYUK


HIZLA MEYDANA GELEN İNANILMAZ DEGİŞİİ<LİKLERİ
ANCAK BU BİLGİ AÇIKLAYABİLİR.
BU İKİ GERÇEGİN, BU DÜNYA GEZEGENİ ÜSTÜNDEKİ
HALKIN ÜSTÜNE BOMBA G İBİ DÜŞECEGİ VE GELMESİ KE­
SİN OLAN G ÜN İÇİN YAPILAN GERÇEK HAZIRLIKLARI
ANCAK BU BİLG İ AÇIKLAYABİ Lİ R.
Birdenbire, dünya güçlerini yaklaşık yanın asırdır bölen ve
ayıran şeyler artık önemsiz hale geliverdi. Tanklar, hava araçlan,
ordular geri çekildi ve silahsızlandırıldı. Bir bölgesel çahşmanın

317
KOZMİK TOHUM
ardından diğeri beklenmedik biçimde çözümlendi. Avrupa'nın
bölünmüşlüğünün simgesi olan Berlin Duvan yıkıldı. Bab'yı Do­
ğu'dan askeri açıdan ayıran Demir Perde hem ideolojik hem de
ekonomik açıdan çöktü. Tann tanımaz komünist imparatorluğun
başındaki kişi Papa'yı ziyaret etti, konuştuklan odanın dekoras­
yonunun ana parçası bir UFO'nun Orta Çağlarda yapılmış res­
miydi. 1989'da görevine bekle ve gör politikasıyla başlayan bir
Amerikan başkanı olan George Bush, yılın sonunda tüm tedbiri
elden bırakh ve Sovyet dengi olan Mikhail Gorbaçov'la tüm eski
meseleleri ortadan kaldırmak konusunda ortaklaşa çalışmaya
başladılar, ama niçin?
Birkaç yıl önce silahsızlanma konusunda herhangi bir ilerle­
me göstermesi kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri'nin Stratejik
Savunma Girişimi (SDI) -düşman füzeleri ve uzay araçlanna kar­
şı uzayda savunma sağlayan sözüm ona Yıldız Savaşlan- progra­
mını bırakmasına bağlı olan Sovyet başkanı, aynı ABD başkanı­
nın Amerikan askeri harcamalannda indirimlere gidildiği sıralar­
da kongreye bir sonraki mali yılda SOi/Yıldız Savaşlan progra­
mı için 4,5 milyar dolar daha eklenmesini istemesinden bir hafta
sonra, birliklerin geri çekilmesini ve azaltılmasını daha önceden
tahmin edilemeyen biçimde kabul etti. İngiltere ve Fransa, Al­
manya'nın birleşmesinin sürmesine izin vermeyi kabul ettiler.
Kırk beş yıl boyunca bir daha birleşik bir Almanya'nın ortaya çık­
maması yemini Avrupa dengesinin temeli idi ve artık, birdenbi­
re, önemsiz hale gelmişti.
Birdenbire, açıklanamaz biçimde, dünya liderlerinin günde­
minde artık daha önemli, daha acil konular var gibi görünmek­
teydi. Ama neydi bunlar?
Cevaplar arayan kişi için ipuçlan tek bir yön göstermekte­
dir: Uzay. Şüphesiz, Doğu Avrupa'daki kaynama uzun zamandır
büyümekteydi. Şüphesiz, ekonomik başarısızlıklar, zamanı gel­
miş de geçmiş reformlan gerekli kılıyordu. Ama şaşırbcı olan de­
ğişimin ortaya çıkıverişi değil, buna karşı Kremlin' de görülen di­
renç eksikliği idi. 1989 yılırun ortasından beri o güne dek ciddi bi­
çimde savunulan ve kabaca bashrılan şeyler önemsiz hale gelmiş
gibiydi ve 1989 yazından sonra, temkinli ve yavaş giden Ameri-

318
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
kan hükfuneti Sovyet liderliği ile işbirliğine hızla girişti ve bu gi­
diş, Başkan Bush ve Başkan Gorbaçov arasındaki bir zirve toplan­
hsıyla sonuçlandı.
Mart 1989'daki Phobos 2 vakasına bir darbenin aracın kendi
çevresinde dönmesine sebep olduğunun Haziran ayında kabul
edilmesi sadece bir tesadüf müydü? Yoksa aynı Haziran ayında
Bahlı izleyicilere Phobos 2'den alınan (son kare veya kareler dışın­
da) ve Mars yüzeyindeki ısı yayan deseni ve hiçbir açıklaması ol­
mayan "ince, eliptik gölgeyi" açıklayan muamma televizyon gö­
rüntülerinin gösterilmesi mi bir tesadüftü? ABD politikasındaki
alelacele değişikliğin, Voyager 2'nin Ağustos 1989'da Neptün ya­
kınlarından geçmesinden ve Neptün'ün ayı Triton (bkz. Şekil 3)
üstünde, önceki yıllarda Mars ve Mart 1989'da Phobos üstünde
fotoğraflanan izler kadar muammalı olan gizemli "çift izleri"
gösteren resimler yollamasından sonra meydana gelmesi de za­
manlamadaki bir tesadüf müdür?
1989 yılındaki Mart/Haziran/Ağustos uzay keşifleri dizi­
sinden sonra dünya meseleleri ve uzayla ilgili faaliyetleri gözden
geçirmek. bu keşiflerin etkisini anlatan faaliyet patlamaları ve r�
ta değişikliklerini gösteren bir deseni ortaya çıkarmaktadır.
Phobos 1 ile yaşanan talihsizliğin hemen ardından Phobos
2'nin kaybından sonra Bahlı uzmanlar SSCB'nin 1992'deki Mars
uçuşunda ve 1994'te oraya yüzey arazi araçları indirme progra­
mında payına düşen görevleri sürdürme planından vazgeçeceği­
ni tahmin ettiler. Ama Sovyet sözcüleri böylesi kuşkulan bir ke­
nara ittiler ve uzay programlarında ''Mars'a öncelik verdiklerini"
güçlü bir biçimde tekrarladılar. Mars'a gitmeye ve bunu Birleşik
Devletler ile ortaklaşa yapmaya kararlıydılar.
Peki, ya Phobos 2 vakasından sonraki birkaç gün içinde Be­
yaz Saray'ın, NASA'nın 1994 yılına dek Dünya'dan havalanabi­
len ve yörüngeye girip askeri uzay savunması için kendi kendini
fırlatan uzay gemileri olacak iki X-30 hipersoni.k uçak geliştirip
inşa edeceği, 3,3 milyar dolarlık programın Savunma Bakanlığın­
ca iptal edilmesi kararını geriye almak için beklenmedik adımlar
atması da tesadüf müydü? Bu, Başkan Bush'un, Ulusal Uzay
Konseyinin (NSC) yeni atanmış başkanı olan başkan y�rdımcısı

319
KOZMiK TOHUM
Dan Quayle ile Nisan 1989'daki ilk NSC toplanhsında aldı.klan
karardı. Haziran ayında NSC, NASA'ya Uzay İstasyonu hazırlık­
larını hızlandırması talimahnı verdi; bu, 1 990 mali yılında 13,3
milyar dolar fon aktanlan bir programdı. Temmuz 1989'da baş­
kan yardımcısı kongreye ve uzay endüstrisine Ay'a ve Mars'a in­
sanlı uçuşlarla ilgili çeşitli öneriler hakkında brifing verdi. Beş se­
çenek içinden "dtl<kati en çok toplayan, Mars'a bir atlama taşı
olarak iş görecek bir ay üssünün geliştirilmesi" olduğu açıkb. Bir
hafta sonra, askeri bir füze ile fırlahlan araçların, SOi uzay savun­
ma programının bir parçası olarak başanyla bir "nötr-parçacık
ışını" -bir "ölüm ışını" ateşlediği açıklandı.
-

Dışandan bakan bir gözlemci bile Beyaz Saray'ın, bizzat


Başkan'ın artık uzay programının, onun SOi ile bağlanhlarının ve
hızlandınlmış takvimlerinin yönetiminin başına geçtiğini görebi­
lirdi. Ve durum öyleydi ki, Sovyet lideri ile Malta'da alelacele
yaphklan zirve toplanpsından sonra başkan Bush kongreye yıllık
bütçesini sundu; ''Yıldız Savaşlan" için milyarlarca dolarlık arhş
söz konusuydu. Medya, Mikhail Gorbaçov'un bu "tokata" nasıl
tepki vereceğini merak ediyordu. Ama Moskova'dan eleştiri ye­
rine daha da hızlandınlmış işbirliği geldi. Anlaşılan, Sovyet lide­
ri SDI'nın ne olduğunu çok iyi biliyordu: Başkan Bush, ortak ba­
sın toplanhlarında, hem "savunmaya" hem de "caydırmaya" yö­
nelik olan SDI'yı tarhşhklanru açıkladı: "füzeler kadar insanlan
da ... geniş bir tarhşmaydı."
Bütçe teklifinde aynca NASA için yüzde 24 fon arhşı isteni­
yordu; bilhassa, artık o sıralarda Başkan'ın "astronotları Ay'a ge­
ri döndürmek ve en sonunda Mars'ın insanlarca keşfedilmesine"
olan "taahhüaü" olarak bilinen şeyi yürütmek için. Bu taahhüdü
başkan, hahrlanacak olursa, Temmuz 1 989'da Ay'a ilk ayak bası­
şın yirminci yılı nedeniyle yaphğı konuşmasında etmişti; zaman­
laması bakımından kafa karışhncı bir taahhüt idi. Challenger me­
kiği Ocak 1 �36' da kaza eseri yok olunca, tüm uzay çalışmalarına
ara verilmişti. Ama Temmuz 1989'da, Phobos 2'nin kaybından
birkas ay sonra Amerika Birleşik Devletleri geriye çekilmek yeri­
ne Mars'a gitme kararlılığını yineliyordu. Zorlayıcı bir nedeni ol­
malıydı...

320
OLACAKLARI GİZLİCE BEKLERKEN
Önerilen bütçenin İnsan Keşif Girişimi kısmı alhnda bir ida­
ri memur, uzayla ilgili çabaların Beyaz Saray'ın Ulusal Uzay
Konseyi tarafından hazırlanan bir programa uygun olarak geliş­
tirilmesi gerektiğini söylemişti; bu programa yeni fırlatma tesis­
lerinin geliştirilmesi, "insanlı ve insansız keşifler için yeni cephe­
lerin açılması" ve "uzay programının ulusal askeri güvenliğe kat­
kıda bulunmasının temin edilmesi" dahildi. Ay ve Mars'ın insan­
lar tarafından keşfi, tanımlanmış hedeflerdi.
Bu gelişmelere paralel olarak NASA hem yeryüzünde hem
de yörüngede bulunan uzay teleskoptan şebekesini genişletiyor­
du ve uydulardan bazılarını gökleri tarayan cihazlarla donat­
maktaydı. Radyo teleskoplarından oluşan Derin Uzay Şebekesi
kullanılmayan tesislerin yeniden faaliyete geçirilmesi ve de gü­
ney semalarının gözlemlenmesinin alb çizilerek başka uluslarla
yapılan düzenlemelerle genişletildi. ABD kongresi SETi prog­
ramlan için istemiye istemiye fon aktarıyor, tahsis edilen fonlan
her yıl biraz daha azalhyordu ve bu durum, bütçeden tamamen
çıkarbldığı 1982 yılına dek sürdü. Ama -o esas yıl olan- 1983'te
fonlar yine akmaya başladı. 1989'da NASA, dünya dışı varlıkla­
rın mevcudiyetine ikna olmuş eski bir mekik astronotu olan Utah
senatörü John Gam'ın aktif desteği sayesinde "Dünya Dışı Zeka
Arayışı" programı için fonlan ikiye ve üçe katladı. Önemli olan
nokta, NASA'run peşinden koştuğu fonlar sadece (SETi progra­
mında daha önce yapıldığı gibi) uzak yıldızlardan veya galaksi­
lerden gelen radyo sinyallerini değil, mikro dalga bandı ve Dün­
ya üstündeki göklerdeki yayınımlan analiz etmek üzere yeni ta­
rama ve arama aygıtları içindi. Açıklayıcı broşürÜnde NASA,
"Gök Taraması" ile ilgili olarak eski yöneticilerinden Thomas O.
Paine' den şu alınhyı yapmaktaydı:

Güneş Sistemindeki diğer dsimleri inceleyerek, başka yıldızların


çevresinde dönen gezegenleri arayarak ve Galaksinin başka
yerlerindeki zeki yaşam tarafından yayınlanan sinyalleri ara­
yarak Dünya'nın ötesinde yaşamın var olmuş ya da var oldu­
ğunun kanıtlarını aramak için süregelen bir program.

321
KOZMiK TOHUM
Bu gelişmeler üzerine yorumda bulunan Washington'daki
Amerikan Bilimcileri Federasyonu sözcüsü "Gelecek, gelmeye
başladı." dedi. Ve The New York Times gazetesi 6 Şubat 1990'da
kuvvetlendirilmiş SETI programlanyla ilgili haberini ''UZAYDA
UZAYLI AVI: GELECEK NESİL" başlığı ile verdi. Küçük ama
sembolik bir değişiklik vardı: Artık dünya dışı "zeka" değil,
Uzaylılar aranıyordu.
Olacaklan gizlice beklerken yapılan bir araşhrma.

1989 şokuna, 1983'ün sonundaki belirgin bir değişik öncü­


lük etmişti.
Geriye bakınca, süper güçlerin düşmanlık hislerindeki azal­
manın uzayla ilgili gayretlerde işbirliği madalyonunun arka yü­
zü olduğu açık hale geliyor ve 1984'ten bu yana tüm zihinlerde
hüküm süren tek ortaklaşa çaba ise ''Mars'a Gidiyoruz, Birlikte!"
idi.
ABD'nin Phobos uçuşundaki katılınunı ve yahnmlarının
kapsamını daha önce incelemiştik. Amerikan bilimcilerin bu
uçuştaki rolleri bilinir hale gelince, "Sovyet-Amerikan ilişkilerin­
deki iyileşmeler nedeniyle resmen kabul gördüğü" açıklanrnışh.
Aynca Amerikan savunma uzmanlarının, Sovyetlerin uzayda
(Phobos'un yüzeyini bombardıman etmek üzere) güçlü bir lazer
kullan�aya niyetli olmalarından kaygılandıklan, bunun Sovyet­
lere kendi "Yıldız Savaşlan" olan uzay savunma programında
bir avantaj sağlayacağından korktuklan da ortaya çıkh ama Be­
yaz Saray, savunma uzmanlarının görüşünü kabul etmedi ve
programa b hlacak bilimcilere onay verdi.
Böylesi bir işbirliği, daha önce yaşananlara göre bir hayli
büyük bir değişiklikti. Geçmişte Sovyetler uzay sırlannı kıskanç­
lıkla korumakla kalmamışlar, Amerikahlan geçmek için ellerin­
den gelen her çabayı göstennişlerdi. 1969'da Ay yanşında Ame­
rikahlan geçmek için Luna 15'i fırlattılar ama başarısız oldular;
1971 'de Mariner 9' dan sadece birkaç gün önce Mars yörüngesine
araçlar yerleştirme niyetiyle Mars'a bir değil üç uzay aracı gön­
derdiler. İki süper güç bir detent ("") için mola verdiklerinde,
(•) Ülkeler arasındaki gerginliğin yumuşaması.

322
OLACAKLARI GİZLiCE BEKLERKEN
1972' de bir uzayda işbirliği anlaşmasıru imzaladılar; bunun gt>z­
le görülür tek sonucu 1975'teki Apollo-Soyuz bağlantısı idi. Bunu
izleyen Polonya'daki Dayanışma hareketinin bastınlrnası ve Af­
ganistan'ın işgali gibi olaylar soğuk savaş gerilimini yeniledi.
1982'de başkan Reagan, 1972 anlaşmasını yenilemeyi reddetti ve
bunun yerine "Şeytani İmparatorluğa" karşı büyük bir yeniden
silahlanma çabasına girişti.
Mart 1983'te başkan Reagan televizyonda ulusa seslenirken,
Amerikan halkını, dünya uluslarını (ve sonradan açığa çıkb ki,
kendi yönetiminde görev alan en tepedeki memurlan) Stratejik
Savunma Girişimi (501) -füzelere ve uzay gemilerine karşı uzay­
da koruyucu bir kalkan oluşturma kavramı- ile şaşırth; bunun tek
amacının Sovyetler Birliğine karşı askeri üstünlük elde etmek ol­
duğunu varsaymak doğaldı. Sovyetlerin tepkisi de bu yöndeydi
ve şiddetliydi. 1985'te Konstantin Çernenko'nun ardından Sov­
yetlerin lideri olan Mikhail Gorbaçov, Doğu-Bab ilişkilerindeki
herhangi bir iyileşmenin her şeyden önce SDl'nın terk edilmesi­
ne dayandığı yolundaki tuhımuna sıkı sıkıya bağlıydı. Ama artık
iyice açık hale gelmiş olmalıdır ki, SDI'nın gerçek nedenleri Sov­
yet liderine bildirildiğinde yılın sonu gelmeden yepyeni bir halet
yaşanmaya başladı. Zıtlığın yerini "Gelin konuşalım" tavrı aldı
ve konuşulan konu da uzayda işbirliği ve daha da belirgin ola­
rak, birlikte Mars'a gitmekti.
Sovyetlerin aniden "uzay programları hakkında takıntılı bi­
çimde kehım olma huylannı bırakmasıru" gözlemleyen The Eco­
nomist (15 Haziran 1985), son zamanlarda "dürüstçe ve hevesle
planlanndan söz eden" Sovyet bilimcilerin dürüstlüğünün Batılı
bilimcileri şaşkına çevirdiğini belirtmekteydi. Haftalık dergi, ana
konunun Mars uçuşlan olduğunu işaret etmekteydi.
Bu belirgin değişiklik, 1983 ve 1984'ten beri uzayla ilgili ge­
lişmelerde Sovyetler Birliğinin Amerika Birleşik Devletlerinin bir
hayli önünde olduğu göz önüne alındığında daha da akıl karış­
tırmaktaydı. O zamana dek bir dizi Salyut uzay istasyonunu
Dünya yörüngesine yerleştirmişler, bunlara rekor sürelerde
uzayda kalmayı başaran kozmonotlan yerleştirmişler ve çeşitli
hizmet ve destekleme uzay araçlan ile bu istasyonlan birbirleri-

323
KOZMiK TOHUM
ne bağlama alışbrmalan yapmışlardı. İki ulusal programı kıyas­
layınca, bir ABD kongre inceleme raporunda da belirtildiği gibi,
1983'ün sonunda AmerikaWar kaplumbağa ve Sovyetler tavşan
gibiydi. Yine de, 1984 yılının sonunda Halley kuyruklu yıldızı ile
buluşmak üzere fırlatılan bir Sovyet uzay araa olan Vega'ya bir
ABD cihazı yerleştirildiğinde bu yenilenen işbirliğinin ilk işareti
verilmiş oldu.
SDI'ya rağmen, uzayda işbirliği yolundaki bu yeni tavnn
yan resmi ya da resmi başka tezahürleri de vardı. Ocak 1985'te
SDl'yı tarbşmak üzere Washington'da toplanan bilimciler ve sa­
vunma memurlan, toplanhya en üst düzeyli bir Sovyet uzay gö­
revlisi (ve daha sonralan Gorbaçov'un baş danışmanı) olan Roald
Sagdeyev'i davet ettiler. Aynı sırada ABD Devlet Bakanı George
Shultz, Cenevre' de kendi Sovyet dengi ile görüşüyordu ve arhk
geçersiz hale gelen ABD-SSCB uzay işbirliği anlaşmasını yenile­
me karan aldılar.
Temmuz 1985'te ABD'den ve Sovyetler Birliği'nden bilimci­
ler, uzayla ilgili memurlar ve astronotlar, görünüşte 1975 yılında­
ki Apollo-Soyuz buluşmasını anmak üzere Washington'da toplan­
dılar. Aslında bu, Mars'a yapılacak ortak uçuşu tarbşmak üzere
düzenlenen bir seminerdi. Bir hafta sonra, Uluslararası Havaa­
lık-Uzay Sistemleri Bilim Uygulama Grubunda aktif hale gelen
eski astronot Brian T. O'Leary, Los Angeles'te düzenlenen Uzay­
da İlerleme Derneğinin bir toplanhsında insanoğlunun bir sonra­
ki dev adımının Mars'ın aylanndan birinde atılması gerektiğini
söyledi: "Bin yılın sonunu, Phobos ve Deimos'tan dönen insanlı
bir uçuşla, hele bir de uluslararası bir uçuşla kutlamaktan daha
iyisi ne olabilir?" Ve aynı yılın, yani 1985'in Ekim ayında birkaç
kongre üyesi, hükfunet görevlisi ve eski astronot, ilk kez olmak
üzere, Sovyetlerin uzay tesislerini görmek üzere Sovyet Bilimler
Akademisi tarafından davet edildiler.
Tüm bunlar evrimsel bir sürecin, SSCB'de yeni bir liderin
yeni politikalannın, Demir Perde'nin ardındaki değişen koşulla­
rın bir parçası mıydı? Gittikçe derinleşen huzursuzluklar, gittik­
çe büyüyen ekonomik zorluklar Sovyetlerin Bahlı yardıma ihti­
yaanı mı arthrmışh? Şüphesiz. Ama bu durum Sovyet uzay

324
OLACAKLARI GizLICE BEKLERKEN
programının planlarını ve sırlannı açık etmedeki aceleyi gerekti­
rir miydi? Belki de başka bir neden, birdenbire büyük bir farklı­
lık oluşturan önemli bir olay gündem değiştirmiş, yeni öncelikle­
ri ortaya çıkarmış ve 2. Dünya Savaşı'ndaki ittifakın yeniden can­
landırılmasını gerektirmişti. Ama durum böyleyse, şu anki müş­
terek düşman kimdi? ABD ve SSCB uzay programlarını kime
karşı biraraya getiriyorlardı? Ve niçin öncelik, her iki ulus tara­
fından da Mars'a gitmeye verilmekteydi?
Şüphesiz, her iki ülkede de böylesi bir yakınlaşmaya itiraz
edenler vardı. ABD'de birçok savunma subayı ve muhafazakar
politikacılar Soğuk Savaş'ta, özellikle uzayda "gardın indirilme­
sine" karşıydılar. Geçmişte başkan Reagan da aynı fikirdeydi; beş
yıl boyunca "Şeytani İmparatorluğun" lideriyle tanışmayı red­
detmişti. Ama artık tanışmak ve baş başa görüşmek için zorlayı­
cı nedenler vardı. Kasım 1985'te Reagan ve Gorbaçov tanışb ve
toplanbdan yeni bir işbirliği, güven ve anlayış çağını -duyuran
dost müttefikler olarak çıkblar.
Reagan'a bu u-dönüşünü nasıl açıklayabileceği soruldu. Ce­
vabı, ortak nedenin uzay olduğunu söylemek oldu. Daha doğru­
su, uzaydan Dünya üstündeki tiim uluslara doğru gelen bir tehli­
ke.
Halka bu konuda daha ayrıntılı açıklama yapma fırsahru ilk
yakaladığında, başkan Reagan 4 Aralık 1985'te Fallston, Mary­
land'te yaphğı konuşmada şunları söyledi:

Bildiğiniz gibi, Nancy ve ben Cenevre'den iki hafta kadar


önce döndük, orada Sovyetler Birliği'nin genel sekreteri
Gorbaçov ile birkaç uzun toplanb yapbm.
Beş saati baş başa görüşmeyle geçen on beş saatten fazla
süreyle kendisiyle konuştum. Onun kararlı ama dinlemeye
istekli bir adam olduğunu gördüm. Ve ona Amerika'nın
uzay için duyduğu derin tutkuyu, Sovyetler Birliğini tehdit
etmediğimizi ve ülkelerimizin her ikisinin de aynı şeyi iste­
diğine inandığımı anlathm; kendileri ve çocukları için daha
güvenli ve daha iyi bir gelecek...
Bir durup da dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, he-

325
KOZMiK TOHUM
pimizin de Tanrı'nın evlatları olduğumuzu düşünürseniz,
-Genel Sekreter Gorbaçov'la yaphğımız özel görüşmenin bir
noktasında- şunları söylememezlik edemedim.
"Eğer birdenbire, evrenimizde bir başka gezegenden bir
başka türün bu dünyaya yönelttiği bir tehdit olsa idi, bu
görüşmeler onun ve benim için ne kadar kolaylaşmış olur­
du. Ülkelerimiz arasındaki tüm küçük bölgesel farklılık­
ları unutur ve bir kez daha ve kesinkes bu dünya üstünde­
ki insan varlıklarının hep birlikte olduğunu görürdük."
Aynca bay Gorbaçov'a ulusumuzun Stratejik Savunma
Girişi.mi konusundaki kararlılığını da vurguladım; bizi ba­
listik füzelere karşı koruyacak nükleer olmayan, yüksek tek­
noloji ürünü bir kalkan geliştirme yolundaki araştırmaları­
mızı ve bu konudaki kararlılığımızı vurguladım, ona
SDI'run korku değil bir umut nedeni olduğunu söyledim.

Bu ibare önemsiz bir aynnh mıydı yoksa ABD başkanının


Sovyet lideri ile baş başa yaphğı görüşmede ''başka bir gezegen­
deki başka bir türden bu dünyaya yönelik tehdidi" iki ulusu bi­
raraya getirmek ve Sovyetlerin SDl'ya muhalefetini durdurmak
nedeni olarak ortaya koyduğunu kasıtlı bir biçimde açıklaması
mıydı?
Geriye bakınca, "tehdit" ve buna karşı uzayda savunmaya
duyulan ihtiyacın Amerikan başkanının zihnini uzun zamandır
meşgul ettiği açıkb. 197�1982 arasında NASA/Caltech JPL Mü­
dürü [ve Cari Sagan ile birlikte The Plenatary Society (Gezegen­
ler Derneği) kurucusu] Bruce Murray fourney Into Space (Uzaya
Yolculuk) adlı kitabında, Mart 1986'da alh kişiden oluşan uzay
bilimcileri grubunun başkana Voyager'ın Uranüs'teki keşifleri
hakkında brifing verdiği günü anlatır. Başkan, "Beyler, siz uzay­
da çok şeyi incelediniz, peki orada başka insanların olabileceğini
gösteren kanıtlar buldunuz mu?" diye sorar. Gruptakiler olum­
suz cevap verdiklerinde ise "zaman ilerledikçe daha çok heyecan
yaşayacaklarını" umduğunu söyleyerek toplanhya son verir.
Bunlar, yaşlı bir liderin, gençler ve arhk Sovyet imparator­
luğunu yöneten "kararlı adam" tarafından bir gülümsemeyle ge-

326
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
çiştirilen derin düşünceleri miydi? Yoksa Reagan, beş saatlik baş
başa görüşmeleri sırasında Gorbaçov'u uzaydan gelecek uzaylı
tehdidinin şaka olmadığına ikna mı etmişti?
Bildiğimiz şey, Gorbaçov'un 16 Şubat 1 987'de Moskova'da­
ki Büyük Kremlin Sarayında uluslararası "İnsanlığın Kalımı" fo­
rumunda verdiği söylevde başkan Reagan'la yaphğı görüşmeyi
anarken, Amerikan başkanının kullandıklanna neredeyse eş olan
kelimeler kullandığıdır. Söylevinin en başında ''Dünyanın kade­
ri ve insanlığın geleceği, insanoğlu gelecek hakkında düşünmeye
başladığından bu yana en iyi zihinleri meşgul etmiştir." demişti.
"Nispeten yakın bir zamana dek bunlar ve ilgili düşünceler hayal
gücünün egzersizleri olarak, filozofların, bilginlerin ve ilahiyatçı­
ların öte dünyayla ilgili arayışları olarak görülegelmiştir. Ancak
son birkaç on yıl içinde, bu sorunlar bir hayli pratik bir düzleme
taşınmış durumdadır." Nükleer silahlar ve "insan uygarlığının"
müşterek çıkarlarına dikkati çektikten sonra, şöyle devam eder:

Cenevre'deki görüşmemizde ABD başkanı eğer dünya,


dünya dışı varlıklarca istila ile karşı karşıya kalırsa, Birle­
şik Devletler ve Sovyetler Birliği'nin böylesi bir istilayı
savuşturmak üzere güçlerini birleştireceğini söyledi.
Hipotezi tartışmayacağım ancak böyle bir istila hakkın­
da endişelenmek için henüz erken olduğunu düşünüyo-
rum.

"Hipotezi tarhşmamak" sözlerini seçen Sovyet lideri, bu


tehdidi, başkan Reagan'ın daha yumuşak olan konuşmasına kı­
yasla daha kesin terimlerle tanımlıyor gibiydi: "Uzayhların istila­
sı"ndan söz etmiş ve başkan Reagan'ın Cenevre' deki özel görüş­
mede birleşmiş bir insanlığın faydalan hakkında sadece felsefi
konuşmalar yapmadığını, "Birleşik Devletler ve Sovyetler Birli­
ği'nin böylesi bir istilayı savuştunnak üzere güçlerini birleştir­
melerini" önerdiğini açıklıyordu.
Bu potansiyel tehdidin ve "süçleri birleştirme" ihtiyacının
uluslararası bir forumda doğrulanmasından da önemli olan şey,
bunun zamanlamasıydı. Sadece bir yıl önce, 28 Ocak 1986' da

327
KOZMİK TOHUM
uzay mekiği Challenger fırlatılmasından kısa s1:lı"e sonra patladı­
ğında ve içindeki yedi astronot öldüğünde, Amerika'run uzay
programı da yere çakılmışh ve Birleşik Devletler ciddi bir gerile­
me yaşamaktaydı. öte yandan 20 Şubat 1986'da Sovyetler Birliği,
daha önceki Salyut dizisinden nispeten daha ileri bir model olan
yeni Mir uzay istasyonunu fırlatmışh. İlerleyen aylarda, durum­
dan avantaj sağlamak ve ABD ile uzayda işbirliğinden bağımsız­
lığını ilan etmek yerine Sovyetler işbirliğini artırdılar; ahlan
adımlar arasında ABD televizyon kanallarının o zamana dek çok
gizli olan Baykonur uzay limanından bir sonraki fırlahlışı izleme­
leri için davet edilmeleri de vardı. 4 Mart'ta bilimsel sondalanru
a tmak için Venüs yanından geçen Sovyet uzay aracı Vega 1, Hal­
ley kuyruklu yıldızı ile buluşmasını gerçekleştirdi: Avrupahlar
ve Japonlar da oradaydı ama ABD değildi. Yine de 1985 yılında
SDI'yı tartışmak üzere Washington'a davet edilen Uzay Araşhr­
ma Enstitüsü müdürü Roald Sagdeyev aracılığı ile Sovyetler Bir­
liği Mars' a gidişin ABD ile ortak bir girişim olmasında ısrar etti.
Challenger felaketinin kasveti ortasında Mars'la ilgili olanla­
nn dışında tüm uzay programı askıya alınmışh. Ay ve Mars yo­
lunda kalmak üzere NASA, bunların planlarını ve olabilirli.kleri­
ni yeniden değerlendirmek üzere astronot Dr. Sally K. Ride'ın
başkanlığında bir grup görevlendirdi. Panel, ''Dünya yörüngesi­
nin ötesindeki, Ay'ın tepelerinden Mars'ın düzlüklerine uzanan
insan yerleşimi" için astronotlan ve kargolan taşımak üzere gök­
sel feribotların ve aktarma gemilerinin geliştirilmesini kuvvetle
önermekteydi.
Kongre oturumlannın da apaçık ortaya koyduğu kanıtlarla,
Mars'a gitme hevesi ABD-Sovyet çabalannı birleştirmeyi ve uzay
programlan arasında işbirliğini gerekli kılıyordu. Ama ABD'de­
ki herkes bunun arkasında değildi. Özellikle savunma planlama­
cılan insanlı mekik programındaki gerilemenin, daha güçlü in­
sansız roketlere daha büyük bağımhlık anlamına geldiğini dü­
şünmekteydi; halkın ve kongrenin desteğini kazanmak için Hava
Kuvvetlerinin yeni itme roketlerinin "Yıldız Savaşlan" savunma­
sında kullanılacağına dair verileri açıklıyorlardı.
Tüm itirazlan aşan Amerika Birleşik Devletleri ve SSCB, Ni-

328
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
san 1987'de uzayda işbirliği için yeni bir anlaşma imzaladılar.
Anlaşmanın imzalanmasının ardından, Beyaz Saray NASA'ya
Mars Observer adlı uzay aracı üstünde çalışmayı derhal askıya al­
ması talimatını verdi; o andan itibaren Phobos uçuşunu destekle­
mek üzere Sovyetler Birliği ile ortak çaba harcanacakh.
Birleşmiş Devletler' de Sovyetler Birliği ile uzay sırlarını
paylaşmaya karşı itirazlar devam etmekteydi ve bazı uzmanlar
Sovyetlerin, Birleşik Devletleri kendi Mars uçuşlarına kahlmaya
tekrar tekrar davet edişini Bah teknolojisine erişme girişimleri
olarak görmekteydi. Şüphesiz, böylesi itirazlar nedeniyle başkan
Reagan bir kez daha halka konuşurken dünya dışı tehditten söz
etti; 21 Eylül 1987'de Birleşmiş Milletler Genel Meclisine seslen­
mekteydi. Kılıçlan sahanlara döndürme ihtiyacından söz eder­
ken, şöyle dedi:

Şu anki zıtlıklara takıntımız nedeniyle, sıklıkla insanlı­


ğın tüm üyelerini ne kadar çok şeyin birleştirdiğini unu­
tuveriyoruz. Belki de bu ortak bağı kabullenmemiz için
bir dış, evrensel tehdide ihtiyacımız var.
Arada bir, eğer bu dünyanın dışından bir uzaylı tehdidi
ile karşı karşıya olsaydık, farklılıklarımız ne kadar çabuk
ortadan kalkardı, diye düşünüyorum.

O sıralarda The New Republic'te editörülük yapan Fred Bar­


nes'ın da belirttiği gibi, başkan Reagan 5 Eylül' de düzenlenen bir
Beyaz Saray yemeğinde Sovyet dış işleri bakanına, dış uzaydan
bir tehdit gelse Sovyetler Birliği gerçekten de Birleşik Devletler'le
güçlerini birleştirir mi, diye sormuş ve Şevardnadze "Evet, kesin­
likle." diye cevaplamışh.
Aralık 1987'deki ikinci Reagan-Gorbaçov zirve toplanhsına
yol açan bir sonraki üç ay içinde Kremlin'de ne tarhşmalann
meydana geldiğini insan ancak tahmin edebiliyor; Washing­
ton'daki çahşan görüşler ise halk tarafından açıkça bilinmektey­
di. Sovyetlerin amaçlarını sorgulayan ve de bilimsel teknolojiyi
paylaşma ile askeri sırlan paylaşma arasına kesin bir çizgi çekme­
yi zor bulanlar vardı. Ve Temsilciler Meclisinin Bilim, Uzay ve

329
KOZMiK TOHUM
Teknoloji Komitesinin başkanı temsilci Robert A. Roe gibi, Mars'ı
keşfetmeye yönelik ortak çabanın uluslararası ilgiyi "Yıldız Sa­
vaşları"ndan "Uzay Yolu"na doğru değiştireceğine inananlar
vardı. O ve diğerleri başkan Reagan'ı, yaklaşmakta olan zirve
toplantısında Mars' a birlikte gitme rotasında kalması için cesaret­
lendirdiler. Aslında, Amerikan başkanı beş NASA delegesini
Mars projelerini Ruslarla tartışmak üzere görevlendirmişti.
Ancak Aralık 1987 zirvesinden sonra bile Washington'daki
tartışma dinmemişti. Amerikan Savunma Bakanı Casper Wein­
berger'ın da Sovyetler Birliği'ni "Yıldız Savaşları" türü bir uydu­
öldürücü sistem geliştirmekle ve yörüngedeki Mir uzay istasyo­
nundan lazer silahı denemeleri yürütmekle suçlayanlar arasında
olduğu bildirildi. Böylece, başkan Reagan bir kez daha bu gizli
tehdit konusunu açtı. Mayıs 1988'de Chicago'da Ulusal Strateji
Forum'undaki üyelere seslenirken, şöyle diyordu:

Başka bir gezegenden -dış uzaydan- gelen bir dış güç tara­
fından tehdit edildiğimizi keşfetsek, acaba dünyadaki bizle­
re ne olurdu, çok merak ediyorum.

Artık bu, "dış uzaydan" gelen belirsiz bir tehdit değil, "baş­
ka bir gezegenden" gelen bir tehdit idi.
O ayın sonunda iki süper gücün liderleri Moskova'daki
üçüncü zirvede toplandılar ve Mars'a ortak uçuş konusunda ka­
rara vardılar.
İki ay sonra Phobos uzay aracı fırlahldı. Olan olmuştu: Dün­
ya'run iki süper gücü, ''başka bir gezegenden -dış uzaydan- gelen
bir dış gücü" incelemek üzere meydan okuyucularını fırlatmış­
lardı.
Olacakları gizlice beklediler. Sonuçta Phobos 2 vakası mey­
dana geldi.

1983'te süper güçler arasındaki ilişkilere bu devasa değişik­


liği getiren ve liderlerin ''başka bir gezegenden" gelen "tehdit"e
odaklanmasına neden olan olaylar nelerdi?
Şubat 1987 tarihli söylevinde böyle bir tehdidi ortaya atan

330
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
ve bunu tartışmamayı seçen Sovyet liderinin dinleyicilerini ''böy­
le bir istila hakkında endişelenmek için henüz erken" olduğu yo­
lunda temin etmesi dikkate değer.
Phobos 2 vakasına kadar ve kesinlikle, 1983 yılı sona erme­
den önce, ''Dünya Dışı Varlıklar'' meselesi, paralel ama ayrı ilci
biçimde görülmekteydi. Bir yanda, sadece manhk ve olasılık he­
sabı kullanarak "oralarda" bir ''Dünya Dışı Zeka" olması gerek­
tiğini varsayan kişiler vardı. Bu teorisyenler arasında bilinen for­
mill, Sanla Cruz'daki California Üniversitesinde çalışan ve View
Dağı, California' daki SETi (Dünya Dışı Zeka Araştırma progra­
mı) müdürü olan Frank O. Drake tarafından geliştirilmişti. Bu
formill, kendi galaksimiz olan Samanyolu'nda 10.000 ile 100.000
ileri uygarlık olması gerekir çıkanmına yol açar. SETi projeleri
yıldızların, galaksilerin ve diğer göksel fenomenlerin doğal yayı­
nımlarının kakofonisi (•) arasından yapaylığı işaret edecek tutar­
lı veya tekrarlanan sinyalleri tefrik etme girişimiyle uzak uzay­
dan gelen radyo sinyallerini dinleyen çeşitli radyo teleskoplan
kullanmaktaydı. Böylesi "zeki" sinyallerle birkaç kez karşılaşıl­
mışb 'ama bilimciler daha fazlasını saptayamadı ya da yakalaya­
madılar.
SETi araşbrması, şu ana dek bir sonuç vermemesinin yanı
sıra, ilci soru doğurmaktadır. Birincisi (Kongrenin 1983'te tama­
men kesene dek her yıl bütçeden aynlan fonlan azaltmasının ana
nedeni de buydu), bize erişmesi ışık yıllan (ışık saniyede 300.000
km yol alır) alabilecek ve cevaplaması da bir o kadar sürecek ze­
ki bir sinyali keşfetmeye çabalamanın bir anlamı var mı? İkincisi
ise (bu da benim sorum): İleri uygarlıkların iletişim için radyo
kullanmalanru beklemek niye? Arayışa yüzyıllar önce başlasay­
dık, bir dağ başından diğerine yollanan işaret ateşleri kullanma­
larını mı bekleyecektik? Ya elektrikten elektromanyetizme ve fi­
beroptiklere, lazer pulsarlardan proton ışınlarına ve kristal osila­
törlere ve daha keşfedilecek yeni metotlara dek Dünya'run yaşa­
dığı tüm bu ilerlemeler?
Beklenmedik ama belki de kaçınılmaz biçimde SETi araşhr-
(•) Kakofoni: Kimi sözlerde, söz öbeklerinde, çıkaklan yakın seslerin art arda gel­
mesi sonucu söyleyişin güçlüğe uğraması, kulağı rahatsız etmesi; kakışma. (Ç.N.)

331
KOZMiK TOHUM
ması, Dünya üstünde yaşamın kökenini araşhran bilimciler tara­
fından Dünya'nın daha yakınlarına (ve sadece dünya dışı "zeka­
lara" değil, "varlıklara" da) yoğunlaşmaya zorlandı. İki grup,
Temmuz 1980'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden Philip
Morrison'un girişimiyle Boston Üniversitesinde toplandı. Pans­
permia (maksatlı tohumlama) teorilerinin tartışılmasından sonra,
Los Alamos Ulusal Laboratuvarından fizikçi Erle M. Jones, "eğer
dünya dışı varlıklar mevcut iseler, çoktan galaksiyi kolonize et­
miş ve Dünya'ya varmış olmalıydılar görüşünü destekledi".
Dünya'da yaşamın kökenini arama ile dünya dışı varlıkları ara­
manın kenetlenmesi, 1986'da Berkeley'de düzenlenen uluslarara­
sı Dünya'da Yaşam konferansında daha belirgin hale geldi.
''Dünya dışı zekanın işaretleri avı", Erik Eckholın'ün The New
York Times'taki haberinde belirttiği gibi yaşamın kökenini ara­
yanlar için "Birçoklarına göre araşhrma gayretlerinin en üst dü­
zeyidir." Kimyacılar ve biyologlar Dünya'daki yaşamın gizemi­
nin cevaplarını arbk Mars'ın ve Satüm'ün ayı Titan'ın keşfinde
arıyorlardı.
Mars toprağının testleri oradaki yaşamla ilgili olarak sonuç­
suz kalırken, NASA ve diğer hassas örgütlerin Mars üstündeki
tüm o muammalı yüzey şekillerinin (resmi olarak "spekülasyon­
ları" yalanlasalar bile) ne anlama geldiğini merak etmediklerini
varsaymak safdillik olur. Daha 1968'da ABD Ulusal Güvenlik
Ajansı (NSA), UFO fenomeni ile ilgili bir çalışmada "teknolojik
bakımdan ileri bir dünya dışı toplum ile Dünya' daki daha önem­
siz toplum arasındaki bir çatışmanın" sonuçlarını analiz ebniştir.
Herhalde, birilerinin böyle bir dünya dışı toplumun ana gezege­
ni ile ilgili bir teorisi de olmalıdır.
Mars mıydı? Bu (inanılmaz olsa da) tek makul cevap olabi­
lirdi, ta ki Dünya Dışı Varlıklar meselesi ile bir başka -Güneş Sis­
temimizde bir gezegen daha arayan- araşbrma kolu birleşene
dek.
Uzun zamandır Uranüs ve Neptün'ün yörüngelerindeki dü­
zensizliklerden dolayı şaşıran gökbilimciler, Güneş'ten bir hayli
uzakta bir gezegenin daha mevcut olması olasılığını düşünmek­
tedirler. Buna Gezegen X dediler; hem ''bilinmeyen" ·hem de

332
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
"onuncu" anlamına geliyor. 12. Gezegen'de Gezegen X ve Nibi­
ru'nun bir ve aynı oldukları açıklanmışh çünki Sümerliler Güneş
Sisteminin on iki üyesi olduğunu düşünmekteydiler: Güneş, Ay,
bildiğimiz dokuz gezegen ve on ikinci üye haline gelen üye, İsti­
lacı, Nibiru/Marduk.
Aslında, Uranüs'ün keşfinin Neptün'ün keşfine ve onun da
(1 930'da) Plüton'un keşfine yol açmasının nedeni yörüngelerin­
deki düzensizliklerdi. 1972'de Halley kuyruklu yıldızının tahmin
edilen rotası üstünde çalışan California'daki Lawrence Livermo­
re Laboratuvarından Joseph L. Brady, Halley'in yörüngesinde de
düzensizlik olduğunu gördü. Hesaplamaları, 64 AB uzaklıkta ve
1 800 Dünya yılı süren yörüngeye sahip bir Gezegen X'in varlığı­
nı önermesine yol açh. O ve Gezegen X'i arayan diğerleri, bunun
diğer gezegenler gibi Güneş çevresinde döndüğünü varsaydıkla­
rından dolayı, gezegenin uzaklığını büyük ekseninin yarısından
' (Şekil 102, "a" mesafesi) hesaplamaktaydılar. Ama Sümerlilerin
sağladığı kanıtlara göre Nibiru Güneş çevresinde bir kuyruklu
yıldız gibi, Güneş'i en uçtaki odağına alarak dönmektedir, böyle-

\ 1 O. Gezegenin Yörüngesi mi?

"b" mesafesi

Şekil 102

333
KOZMİK TOHUM
ce Güneş'ten uzaklığı büyük eksenin yansı değil, neredeyse ta­
mamı olmalıdır (Şekil 102, ''b" mesafesi). Nibiru'nun geri dönüş
yolunu yarılamış olması, Brady'nin hesapladığı 1800 yıllık yö­
rüngenin, Sümerlilerin Nibiru için kayıt düştüğü 3600 Dünya yıl­
lık yörüngenin tam yansına denk gelmesini açıklayabilir mi?
Brady tarafından vanlan ve Sümer verileriyle belirgin bi:­
çimde uyumlu olan başka çıkanmlar da vardır: Gezegenin yö­
rüngesinin geriye doğru olması, bu yörüngenin (Plüton dışında)
diğer gezegenlerle aynı düzlemde (ekliptik) olmayıp, bu düzle­
me eğimli. olması.
Gökbilimciler bir süre Plüton'un Uranüs ve Neptün'ün yö­
rüngelerindeki düzensizliklerin nedeni olabileceğini düşünmüş­
lerdi. Ama Haziran 1978'de Washington'daki ABD Donanma
Gözlemevinden James W. Christie, Plüton'un bir ayı olduğunu
(buna Charon adını verdi) ve Plüton'un sanıldığından çok daha
küçük olduğunu keşfetti. Bu durum, düzensizliklere Plüton'un
sebep olabileceği olasılığını dışlıyordu. Dahası, Charon'un Plü­
ton çevresindeki yörüngesi, Plüton'un da bpkı Uranüs gibi yana
yatık olduğunu açığa çıkarmışh. Bu ve garip yörüngesi; Uranüs'ü
yana yatıran, Plüton'u da yerinden ederek yana yatırıp Triton'un
(Neptün'ün bir ayıdır) geriye doğru yörüngede olmasına neden
olan şeyin tek bir dış güç -bir İstilacı- olduğu yolundaki kuşkula­
n güçlendirdi.
Christie'nin ABD Donanma Gözlemevinde çalışan ve bu
bulgularla meraklan artan meslektaştan Robert S. Harrington
(Charon'un tanımlanmasında Christie ile birlikte çalışmışb) ve
Thomas C. Van Aandem bir dizi bilgisayar hesaplamasının so­
nunda bir İstilacı'nın, yani Dünya'nın iki ila beş kah büyüklükte,
eğimli bir yörüngeye sahip, yan ekseni "100 AB' den az" (Icarus,
cilt 39, 1979) olan bir gezegen olrri.ası gerektiği sonucuna vardılar.
Bu, kadim bilginin modem bilim tarafından doğrulanmasındaki
bir başka adımdı: Tüm bu garipliklere yol açan bir İstilacı düşün­
cesi, Sümerlilerin Nibiru hikayesine uymaktaydı; ve 100 AB
uzaklık, eğer Güneş'in odaksal konumu yüzünden. ikiye katlanır­
sa, Gezegen X'i, Sümerlilerin onun bulunduğu yer olarak göster­
diği yere koyuyordu.

334
OLACAKLARI GİZLiCE BEKLERKEN
198l'de Pioneer 10 ve Pioneer ll'den ve Jüpiter ve Satürn' de­
ki iki Voyager aracından alınan verilerle Van Flandem ve ABD
Donanma Gözlemevindeki dört meslektaşı, bu gezegenlerin ve
diğer dış gezegenlerin yörüngelerini incelediler. Amerikan Gök­
bilim Derneğinde yaphğı bir konuşmada Van Flandem, karma­
şık kütle çekimi denklemlerine dayanan yeni kanıtlan sundu: En
azından bin yıllık bir yörüngesel döngüye sahip, Plüton'dan en
azından 2,5 milyar kilometre uzaklıkta Güneş çevresinde dönen
ve Dünya'nın en azından iki katı büyüklükte bir cisim. 16 Ocak
1981 tarihli The Detroit News gazetesi bu haberi birinci sayfaya
koydu ve 12. Gezegen'den alınan Sümerlilerin Güneş Sistemini
betimleyen bir resmi ve kitabın ana tezinin bir özetini de ekledi
(Şekil 103).
Artık Gezegen X arayışına, o sıralarda Pioneer araçlanrun
göksel mekaniği konusunda deneyler yapan JPL'den John D. An­
derson'un başkanlığında NASA da kahldı. 17 Haziran 1982'de
Ames Araşhrma Merkezinden yapılan "Pioneerlar Onuncu Geze­
geni Bulabilir" başlıklı açıklamada NASA bu iki uzay aracının
Gezegen X'in aranmasında görevlendirildiğini açıklıyordu. ''Ura­
nüs ve Neptün' ün yörüngelerindeki ısrarlı düzensizlikler, bir tür
gizemli cismin oralarda bir yerde, en dış gezegenlerin de ötesin­
de olduğunu kuvvetle önermektedir." diyordu NASA bildirisi.
Pioneer araçlan birbirlerine ters yönde yol almakta olduklann­
dan, bu cismin ne kadar uzakta olduğunu belirleyebileceklerdi:
Eğer birinden biri güçlü bir çekilme hissederse, gizemli cisim ya­
kın demektir ve bir gezegen olmalıdır; eğer her ikisi de aynı çe­
kilmeyi hisserse, bu cisim 80 ila 160 milyar kilometre uzakta ol­
malıdır ve bir ''kara yıldız" veya ''kahverengi cüce" olabilir ama
Güneş Sisteminin bir üyesi olamaz.
O yılın, yani 1982'nin Eylül ayında, ABD Donanma Gözle­
mevi Gezegen X arayışını "ciddi biçimde sürdürdüğünü" doğru­
ladı. Dr. Harrington, ekibinin ''kendilerini gökyüzünün çok dar
bir kesimi ile sınırladıklarını" açıkladı ve gezegenin "bildiğimiz
herhangi bir gezegenden çok daha yavaş yol aldığı" sonucuna
vardıklarını ekledi.
(Herhalde söylemeye gerek yok ama yukanda adı geçen

335
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
lerinin çeşitli gizli görevlerde, uzak gökleri tarayan yeni telesko­
bik aygıtlan kullandıklan ve Salyut uzay istasyonundaki Sovyet
kozmonotlann da gezegenle ilgili gizli arayışlara giriştikleri artık
bilinmektedir.
Göklerdeki sayısız ışık noktası arasında, gezegenler (tabi
kuyruklu yıldızlar ve asteroitler de) hareket ettikleri için sabit yıl­
dızlardan ve galaksilerden ayırt edilirler. Kullanılan teknik, g�
ğün aynı kısmının birkaç fotoğrafını çekmek ve sonra da kıyasla­
ma yapan bir izleme aygıhnda bunlan "art arda izleyip kıyasla­
mak" hr; eğitimli bir göz, bazı ışık noktacıklannın hareket edip et­
mediğini fark eder. Bu metodun, eğer bu kadar uzakta ise ve bu
kadar yavaş ilerliyor ise Gezegen X için işlemeyeceği açıkhr.
Pioneer uzay aracının Gezegen X'in aranmasındaki rolü Ha­
ziran 1982'de açıklandığında bile, Planetary Society için hazırla­
dığı bir incelemede John Anderson, Pioneer uzay aracının sağla­
yabileceği cevaplara ek olarak, bu bilinmeyen gezegen muamma­
sının "Kızıl ôtesi Gökbilim Uydusunun (IRAS) tüın gökleri tarama­
sıyla" ve "güneş sistemine yakın çevrenin kızıl ötesi araşbnlma­
sı" yoluyla çözülebileceğini bildirdi. IRAS'ın "yıldızlaşmamış ci­
simlerin iç kısımlannda kalan ısıya karşı duyarlı olacağını" açık­
lıyordu; yani kızıl ötesi radyasyon biçiminde yavaş yavaş uzaya
yayılan ısıya karşı.
Bu ısıya duyarlı uydu, kısaca IRAS, Ocak 1983'te ABD-İngi­
liz-Hollanda ortak girişimi olarak Dünya'nın 900 kilometre yuka­
rısında yörüngeye girecek biçimde fırlatılıruşh. Jüpiter boyutla­
nnda bir gezegeni 277 AB uzaklıkta algılayabilmesi beklenmek­
teydi. Kendisini soğutan sıvı helyum tükenmeden önce 250.000
gök cismini gözlemledi: galaksiler, yıldızlar, yıldızlar arası toz
bulutlan, kozmik toz, asteroitler, kuyruklu yıldızlar ve gezegen­
ler. Onuncu gezegeni aramak, onun açıklanan hedefleri arasın­
daydı. Uydu hakkında haber yapan 30 Ocak 1983 tarihli The New
York Times gazetesi "Gezegen X Arayışında İpuçlan Isınıyor"
başlığını kullanmışb. Ames Araşhnna Merkezinden Ray T. Rey­
nolds ise "Gökbilimciler onuncu gezegenden öylesine eminler ki,
adını koymaktan başka yapılacak bir şey kalmadığına inanıyor­
lar." diyordu.

337
KOZMiK TOHUM
�RAS, onuncu gezegeni bulmuş muydu?
Uzmanlar IRAS'ın on aylık çalışma süresince yolladığı
600.000 görüntünün arasından aynın yaparak bunları "art arda
izleyip kıyaslama" metoduna tabi tutmanın yılla r süreceğini ka­
bul etmelerine rağmen, bu soruya verilen resmi cevap "hayır"
idi: Onuncu gezegen bulunmamıştı.
Ama, kibarca söylersek, doğru cevap bu değildi.
Gökyüzünün aynı kısmını en azından iki kez tarayan IRAS,
görüntüleri "art arda izleyip kıyaslamayı" mümkün kılmıştı ve
verilen izlenimin aksine, hareket eden cisimler gözlemlenmişti.
Bunlara önceden bilinmeyen beş kuyruklu yıldız, gökbilimcilerin
"kaybettiği" birkaç kuyruklu yıldız, dört yeni asteroit ve bir
"kuyruklu yıldızı andıran muamma bir cisim" dahildi.
Yoksa bu Gezegen X miydi?
Resmi ağızların inkarlarına rağmen, yıl sonunda bir açıkla­
ma dışarı sızdı. Bu sızıntı, IRAS bilimcilerinin, Washington
Post'un bilim muhabiri Thornas O'Toole ile yaptığı özel görüşme­
nin sonucu biçiminde oldu. Genelde görmezden gelinen ve belki
de örtülen hikaye, birkaç günlük gazete tarafından "Dev Cisim
Gökbilimcileri Şaşırttı" , "Uzayda Gizemli Bir Cisim Bulundu" ve
"Güneş Sisteminin Kenarındaki Dev Cisim Bir Gizem" başlıkla­
rıyla duyuruldu (Şekil 104). Bu özel haberin açılış paragraftan
şöyleydi:

WASHiNGTON - Dünya yörüngesinde bulunan ve Kızıl


Ötesi Gökbilim Gözlemcisi (IRAS) adlı teleskop, Orlon ta­
kımyıldızı yönünde, bu güneş sisteminin bir parçası olabile­
cek, dev gezegen Jüpiter kadar büyük ve muhtemelen Dün­
ya'ya yakın bir gök cismi buldu.
Bu cisim öylesine gizemli ki, gökbilimciler bunun bir ge­
zegen mi, dev bir kuyruklu yıldız mı, bir yıldız haline gele­
cek kadar ısınmamış bir "ön-yıldız" mı, daha ilk yıldızlarını
oluşturma sürecinde olan genç ve uzak bir galaksi mi, yok­
sa yıldızlarının yaydığı ışığın hiçbirinin içinden geçemediği
kadar tozlarla örtülü bir galaksi mi olduğunu bilemiyor.

338
OLACAKLAR! GİZLİCE BEKLERKEN

Şekil 104

Baş IRAS bilimcisi Gerry Neugebauer, "Size söyleyebile­


ceğim tek şey, bunun ne olduğunu bilmediğimizdir." dedi.

Ama bu bir gezegen, yani güneş sistemimizin bir başka üye­


si olabilir miydi? Bu olasılık, NASA'run da aklına gelmiş gibiydi.
Washington Post gazetesine göre,

IRAS bilimcileri bu gizemli cismi ilk kez gördüklerinde, 80


milyar kilometre kadar yakın oldugunu hesaplamışlar; bu
cismin Dünya'ya doğru hareket ettiği yolunda spekülasyon­
lar da yapılıyor.

"Bu gizemli cisim" diye devam ediyordu haber, "IRAS tara­


fından iki kez görüldü." İkinci gözlem, ilkinden alh ay sonra ya­
pılrnışh ve cismin gökyüzündeki noktadan pek de ayrılmadığını
önermekteydi. IRAS bilim ekibiriin bir üyesi ve Comell Radyo Fi-

339
KOZMiK TOHUM
ziği ve Uzay Araşhrması Merkezinden James Houck "Bu onun
bir kuyruklu yıldız olmadığını önermektedir çünki bir kuyruklu
yıldız gözlemlediğimiz kadar büyük olamaz, hem bir kuyruklu
yıldız zaten hareket ebniş olurdu." demişti.
Bu, eğer hızlı hareket eden bir kuyruklu yıldız değilse, ya­
vaş hareket eden ve çok uzakta olan bir gezegen olabilir miydi?
Washington Post haberi şöyle bitiyordu: "Bu, gökbilimcilerin
boş yere aradıklan Onuncu Gezegen olabilir."
Şubat 1984'te JPL'nin Halkı Bilgilendirme Bürosuna yazarak
IRAS'ın ne keşfettiğini sordum. İşte aldığım cevap:

Basında çıkan haberlerde kendisinden alınb yapılan bi­


limci, IRAS tarafından görülen cisim hakkındaki veri eksi.k­
liğini yansıtan cümleler kullanmışhr.
Gerçek bilimsel tarza uygun olarak, eğer cisim yakında ise
Neptün boyutunda olmalıdır, diye dikkatle belirbnişti. Ama
eğer uzakta ise, tam bir galaksi ol.malıdır.

Öyleyse, Jüpiter'le kıyaslanan boyuttan vazgeçilmişti, artık


bu Neptün boyutunda bir gezegendi, tabi "eğer cisim yakın ise".
Ama eğer (!) uzakta ise bir galaksiydi.
Peki, IRAS ısıyı algılayarak Onuncu Gezegeni saptamış
mıydı? Birçok gökbilimci durumun böyle olduğuna inanıyor. Ör­
neğin, New York'taki Amerikan Müzesi-1-layden Planetarium'un
başkanı (ve WABC-TV kanalının bilim editörü) olan William
Gutsch'tan bir alınb yapalım. "Skywatch" adlı köşesinde IRAS
keşiflerinden söz ederken şöyle demişti: Optik teleskoplarla he­
nüz görülememiş olmasına karşın "onuncu gezegen çoktan sap­
tanmış ve hatta sınıflandırılmış olabilir".
Beyaz Saray'ın vardığı sonuç da bu muydu? 1983'teki süper
güçlerin ilişkilerini izleyen gelişmeler ve iki liderin uzaydan ge­
len uzaylılarla ilgili olarak tekrarladıklan "hipoteze dayalı" söz­
leri bunu akla getiriyor.
Plüton 1930'da keşfedildiğinde, bu büyük bir gökbilimse l ve
bilimsel keşifti ama dünyayı sarsan bir keşif değildi. Aynı şey Ge­
zegen X'in keşfine de uygulanabilirdi ama eğer Gezegen X ve Ni-

340
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
biru bir ve aynı iseler, artık böyle olamaz. Çünki eğer Nibiru
mevcut ise, o z.aman Sümerliler Anunnakiler konusunda da hak­
lıydılar demektir.
Eğer Gezegen X meTJcut ise, bu Güneş Sisteminde yalnız de­
ğiliz. Ve bu durumun İnsanlık ailesi, toplumlan, ulusal bölünme­
leri ve silahlanma yanşı açısından ima ettikleri gerçekten de öy­
lesine derindir ki, Amerikan başkanı süpergüçlerin Dünya üstün­
de çatışmasının ve uz.ayda işbirliği yapmalannın sonuçlanın vur­
gulamakta haklıydı, diyebiliriz.

IRAS'ın saptadığı şeyin "uzak bir galaksi" değil de ''Neptün


boyutunda bir gezegen" olduğunun güçlü bir göı;tergesi; gökyü­
zünün-belirli bir bölümünün optik teleskoplarla taranması çaba­
lannın yoğunlaşbnlması ve bu araştırmalann güney semalannda
yürütülmesi yolundaki ani baskı tarafından da desteklenmekte­
dir.
Tam da Washington Post haberinin birkaç gazetede yer aldı­
ğı gün, NASA kızıl ötesi ışın yayan bir değil dokuz "gizemli kay­
nağın" optik taramasına başlandığının bilinmesine izin verdi.
Açıklamaya göre amaç, "göğün uz.ak bir galaksi ya da yıldızlann
oluşturduğu büyük gruplar gibi bariz bir radyasyon kaynağı bu­
lunmayan kısımlannda" bu "tanımlanamayan cisimleri" bul­
makh. Bu iş, dünyanın bazı "en güçlü teleskoplan" (Califor­
nia' daki Palomar Dağında bulunan biri devasa, diğeri daha kü­
çük iki adet teleskop, Şili And dağlanndaki Cerro Tololo'de bu­
lunan son derece güçlü bir teleskop) ve Hawaii'deki Mauna Da­
ğının tepesine kurulu olan dahil dünyadaki "diğer her büyük te­
leskobun" yardımıyla yapılacakb.
Gezegen X' in optik aranması sırasında, gökbilimciler Plü­
ton'un kaşifi Clyde Tombaugh'un keşfinden sonraki on yıl içinde
elde edilen negatif sonuçlan da dikkate almaktalar. Onun vardı­
ğı sonuç, onuncu gezegenin "son derece elips biçimli ve eğimli
bir yörüngeye sahip olduğu ve şimdi Güneş'ten çok çok uz.aklar­
da olduğu" biçimindeydi. Aralannda Chiron da olan birkaç kuy­
ruklu yıldız ve asteroitin kaşifi olan bir başka ünlü gökbilimci
Charles T. Kowal ise 1984'te ekliptik düzlemin 15 derece üstüne

341
KOZMİK TOHUM
ya da allına kadar olan göksel kuşakta başka bir gezegen bulun­
madığı sonucuna vardı. Ama hesaplamalan böyle bir onuncu ge­
zegenin varlığı konusunda ikna olmasını sağladığından, bunun
ekliptik düzleme 30 derecelik eğimli bölgelerde aranması gerek­
tiğini önerdi.
1985 yılına gelindiğinde birkaç gökbilimci, ilk olarak Berke­
ley' deki California Üniversitesinden jeolog Walter Alvarez ve
Nobel ödüllü fizikçi babası Luis Alvarez tarafından önerilen ''Ne­
mesis teorisi" ile ilgilenmeye başlamışh. Dünya üstündeki (dino­
zorlar da dahil) türlerin tükenmesindeki düzenliliğe dikkat ede­
rek, son derece eğimli ve muazzam genişlikte eliptik bir yörünge­
ye sahip olan bir "ölüm yıldızı"nın veya gezegenin, dönemsel
olarak bir kuyruklu yıldız yağmurunu harekete geçirdiğini ve
derken Dünya dahil iç Güneş Sistemine ölüm ve felaket getirdi­
ğini öne sürdüler. Daha fazla sayıda (Güneybah Louisiana Üni­
versitesinden Daniel Whitmire ve John Matese gibi) gökbilimci
ve gökfizikçinin olasılık.lan incelemesi, bir "ölüm yıldızı" ile de­
ğil ama Gezegen X ile sonuçlandı. IRAS veri ekibinin şefi olan
Thomas Chester ile birlikte kızıl ötesi yayınımlan ayıklayan
Whitmire Mayıs 1985'te "Gezegen X'in çoktan kaydedildiği ve şu
an keşfedilmeyi beklediği olasılığı mevcut." açıklamasını yaph.
Lawrence Berkeley Llboratuvannda bir fizikçi olan Jordin Kare
ise Avustralya'daki Schmidt teleskobunun, güney semalannı ta­
raması için "Yıldız Ezici" denilen bir bilgisayar tarama sistemi ile
birlikte kullanılmasını önerdi. Eğer gezegen orada saptanamaz.sa,
Whitmire ekliptiği geçerken saptayabilmeleri için "gökbilimcile­
rin 2600 yılını beklemeleri gerektiğini" söylemişti.
Bu arada, bilinen gezegenlerin aleminin ötesine doğru zıt
yönlerde uçan iki Pioneer aracı algılayıcılann gözlemlerini sada­
katle aktarmaya devam ediyorlardı. Gezegli!n X ile ilgili olarak
neler bildiriyorlardı? 25 Haziran 1987' de NASA, ''NASA Bilimci­
leri Bir Onuncu Gezegenin Var Olabileceğine İnanıyorlar" başlık­
lı bir basın bülteni yayınladı. Bu bülten, John An'°derson'un Pione­
er araçlannın hiçbir şey bulamadıklannı açıkladığı basın toplan­
hsına dayanmaktaydı. Bunun iyi haber olduğunu açıklamışh
çünki dış gezegenlerin düzensizliklerinin bir "kara yıldız" veya

342
OLACAKLARI GİZLİCE BEKLERKEN
"kahverengi cüce" tarafından oluşturulduğu olasılığını tamamen
ve kesinkes ortadan kaldırmaktaydı. Ama düzensizlikler oraday­
dı; basın mensuplarına verilerin kontrol edildiğini ve bu konuda
hiçbir şüphenin olmadığını söylemişti; aslında, düzensizlikler,
Uranüs ve Neptün Güneş'in diğer yanında iken, bir asır önce da­
ha da belirgindi. Bu durum Dr. Anderson'u Gezegen X'in mevcut
olduğu sonucuna varmaya yöneltmişti; yörüngesi Plüton'unkin­
den çok daha eğimli idi ve Dünya'nın beş kah l:?üyüklükteydi.
Ama bunlar, demişti, gezegen gerçekten gözlemlenene dek doğ­
ru ya da yanlış olduğu kanıtlanamayacak tahminlerdi.
NASA'nın basın toplantısı hakkında yorumda bulunan
Newsweek (13 Temmuz 1987) dergisi şöyle bildiriyordu: "NASA
geçen hafta şu garip duyuruyu yapmak üzere bir basın toplanh­
sı düzenledi: Egzantrik bir Onuncu Gezegen, Güneş çevresinde
dönüyor ya da dönmüyor olabilirdi." Ama dikkatlerde.n kaçan
nokta, basın konferansının JPL, Ames Araşhrma Merkezi ve
Washington'daki NASA genel merkezi himayesinde yapılmış ol­
masıydı. Bu, bilinecek hale gelen ne ise, en üst düzeyli uzay yet­
kililerinin onay damgasını taşıdığı anlamına geliyordu. Mesaj,
Dr. Anderson'un son yorumunda gizliydi. Gezegen X'in ne za­
man bulunacağı sorulduğunda, şöyle demişti: "100 yıl içinde bu­
lunsa veya asla bulunmasa şaşırmazdım . 'CJe gelecek hafta bulu­
..

nacak olsa da şaşırmazdım."


Hiç şüphe yok ki, basın toplantısını üç NASA kuruluşunun
desteklemesinin nedeni buydu: Haber, bu idi.

Tüm bu gelişmelerden açıkça anlaşılan şey, Gezegen X'i ara­


yışın başında her kim var idiyse, onun şüpheye yer bırakmayan
biçimde oralarda bir yerde olduğuna ikna olmuştu ama varlığı,
konumu ve kesin yörüngesi kesinleştirilmeden önce onun yine
de "eski moda biçimde", görsel olarak, teleskoplarla gözlemlen­
mesi gerekmekteydi. 1984' ten, yani muammalı IRAS açıklama­
sından beri ABD'de, Sovyetler Birliğinde ve Avrupa ülkelerinde
yeni teleskopların inşaasına ya da eski güçlü teleskopların güç­
lendirilmesine hevesle girişildiğini belirtmeye değer. En büyük
özen de güney yanküredeki teleskoplara verilmekteydi. Örneğin,

343
KOZMİK TOHUM
Fransa' da Paris Gözlemevi Gezegen X'i aramak için özel bir ekip
oluşturdu ve Avrupa Güney Gözlemevi tarafından Şili'deki Cer­
ro La Silla'da bir Yeni Teknoloji Teleskobu (NTI) harekete geçi­
rildi. Aynı zamanda iki süpergüç, aynı araştırmayla ilgili olarak
gözlerini uzaya diktiler. Sovyetlerin 1 987'de yeni uzay istasyon­
lan Mir'i birkaç güçlü teleskopla donathğı öğrenildi; istasyona
"yüksek enerjili gökfizik tesisi" diye tarif edilen ve Kvant adı ve­
rilen on bir tonluk bir ''bilim modülü" eklemişlerdi. Teleskopla­
nn dördünün güney semalannı araşhrdığı açıklandı. 1986'dan
sonra Challenger kazası ile mekik programı rotadan çıkhğında
NASA bugüne dek inşa edilen en güçlü teleskobu, Hubble'ı uza­
ya çıkarmayı planlıyordu; Gezegen X'in Haziran 1987'de buluna­
cağı beklentisinin, Hubble'ın o sıralarda uzayda olacağı ümidine
dayandığına inanmak için nedenler var (en sonunda 1990'ın ba­
şında yörüngeye yerleştirildi ama hatalı olduğu anlaşıldı).
Bu arada, Gezegen X için en sistematik ve gittikçe artan ke­
sinlikle sürdürülen karadan arama, ABD Donanma Gözlemevi
tarafından yapılmaktaydı. Ağustos 1 988'de bilimsel dergilerde
yayınlanan bir dizi kapsamlı makale, gezegensel düzensizliklerin
hesaplamalanru yeniden doğruluyor ve önde gelen gökbilimcile­
rin Gezegen X'in mevcudiyetine ikna olduklannı tekrarlıyordu.
O zamana dek birçok bilimci Dr. Harrington'un, bu gezegenin
ekliptiğe göre yaklaşık 30 derece eğimli olduğu ve yan ekseninin
yaklaşık 101 AB (ya da tam büyük ekseninin 200 AB' den fazla ol­
duğu) varsayımını desteklemeye başlamışh. Harrington, gezege­
nin kütlesinin, Dünya'nınkinin dört kah olduğuna inanmaktaydı.
Halley kuyruklu yıldızınınkini taklit eden bir yörünge ile
Gezegen X, zamanının bir kısmını ekliptik düzlemin üstünde
(kuzey semalannda) ve çoğunu da bunun altında (güney semala­
nnda) geçirmekteydi. ABD Donanma Gözlemevindeki ekip git­
tikçe artan bir şekilde Gezegen X'i şu anki arayışın güney yankü­
reye, Neptün ve Plüton'un şimdi bulunduklan yerin 2,5 kez da­
ha uzağına odaklanması gerektiğine karar verdi. Dr. Harrington
son bulgulanru The Astronomical /ournal (Ekim 1 988) adlı dergide
"Gezegen X'in Konumu" adlı makalesinde sundu. Makalenin
ekinde en iyi konumun "uyduğu" (Gezegen X'in arhk bulunabi-

344
OLACAKLARI GiZLİCE BEKLERKEN
leceği) yeri belirten güney ve kuzey semaları şeması da vardı.
Ama makalenin yayınlanmasından bu yana, Uranüs ve Neptün
yanından geçen Voyager 2'den alınan ve bu gezegenlerin yörün­
gelerinde küçük olsa da ayırt edilebilen, süregelen düzensizlik­
ler, Harrington'un zihninde Gezegen X'in artık güney semaların­
da olması gerektiği konusunda hiçbir şüphe bırakmamışb.
Bana makalesinin bir kopyasını yollarken, Harrington şe­
manın kuzey kısmına "Neptün'e uymuyor'' ve güney semalannı
gösteren kısmın yanına ise "Şimdi en iyi bölge" diye not düşmüş­
tü (Şekil 105).
16 Ocak 1990'da Dr. Harrington Arlington/Virginia'daki
Gökbilim Derneğinin toplanbsında, ABD Donanma Gözlemevi­
nin onuncu gezegeni aradığı alanı daralttığını bildirdi ve Yeni
Zelanda' daki Black Birch Gökbilim Gözlemevine bir gökbilimci
ekibinin yollandığını duyurdu. Voyager 2'den alınan veriler, artık

• 1 4
1) •
• •

+40 •

• •+ • +· . NEPTÜN'E
UYMUYOR
+20 • • +


• •
• •
o
• . 1 4
b) 20 11 + 11
-20

••
• •

-«I ··!' ••

. ....

• • + •
+
-60 +
' ·

20 11 11

Şekil 105

345
KOZMİK TOHUM
ekibinin onuncu gezegenin Dünya' dan beş kat büyük ve Gü­
neş'ten Neptün ya da Plüton'a olan uzaklığın üç kab kadar uzak­
ta olduğuna inanmalarına yol açhğını da açıkladı.
Bunlar, sadece modem bilim Sümerlilerin çok uzun zaman­
dır zaten bildikleri şeyi, yani Güneş Sisteminde bir gezegen daha
olduğunu açıklamanın sınırına getirdiğinden değil, aynca geze­
genin boyutu ve yörüngesi ile ilgili ayrınhlan doğrulamaya doğ­
ru uzun bir yol katetmeleri nedeniyle de heyecan verici gelişme­
lerdi.
Sümer gökbilimi, Dünya'yı çevreleyen gökleri üç banda ya
da ''Yol"a bölmüştü. Ortadaki bant, Nibiru'nun hükümdarına at­
fen "Anu Yolu" idi ve 30 derece kuzeye ve otuz derece güneye
dek uzanıyordu. Üstünde "Enlil Yolu" ve alhnda ise "Ea /Enki
Yolu" vardı (Şekil 106). Bu bölümleme, Sümer metinlerini incele­
yen modem gökbilimciler için hiçbir şey ifade etmiyordu; bunun
için metinlerde bulabildiğim tek açıklama Dünya' dan görünür
hale gelen Nibiru/Marduk'un yörüngesi ile ilgiliydi:

Şekil 106

346
OLACAKLARI GİZLİCE BEKLERKEN
Tanrı Marduk'un gezegeni
Ortaya çıkhğında: Merkür.
Gök yayının otuzuncu derecesinden yükselen: Jüpiter.
Göksel savaşın olduğu yerde durduğunda: Nibiru.

Yaklaşan gezegeni gözlemlemek için verilen bu talimat, iler­


leyişinin Merkür'le hizalanmasından 30 derece yükselerek Jüpi­
ter'le hizalanmasına gönderme yaphğı açıkbr. Bu, ancak Nibi­
ru/Marduk'un yörüngesi ekliptik düzleme 30 derece eğimli ise
olabilirdi. Ekliptik düzlemin 30 derece üstünde ortaya çıkıp, düz­
lemin 30 derece alhnda (Mezopotamya' da.ki bir gözlemci için)
gözden kaybolarak; ekvatorun 30 derece üstünde ve albnda uza­
°
nan bir bant oluşturan "Anu Yolu"nu yarahr.
The Stairway to Heaven adlı kitabımda da belirtildiği gibi, ku­
zey otuzuncu paralel; Sina yarımadasındaki uzay limanı, Gi­
ze'deki büyük piramitler ve Sfenks'in bakış yönününün yer aldı­
ğı "kutsal" bir çizgidir. Bu hizalanmanın, yörüngesinde hadid
noktasına, kuzey semalarında 30 derecede ulaşan Nibiru'nun ko­
numuyla ilgili olması manhklıdır. Gezegen X'in eğiminin 30 de­
rece kadar yüksek olabileceği sonucuna varan modern gökbilim­
ciler de Sümerlilerin sağladığı gökbilimsel verileri doğrulamak­
tadırlar.
Demek ki, varılan en son karar, gezegenin bize doğru gü­
neydoğudan, Centaurus (Erboğa) takımyıldızı yönünden yaklaş­
makta olduğu biçimindedir. Bugünlerde biz orada zodyaktaki
Terazi takımyıldızını görüyoruz ama Babil/Kitabı Mukaddes'te
anlatılan zamanlarda orası Yay takımyıldızının yeri idi. R. Camp­
bell Thompson'un Reports of the Magicians and Astronomers of Ni­
neveh and Babylon (Ninova ve Babil'in Büyücülerinin ve Astrolog­
lannın Anlathklan) adlı kitabında yer alan bir metin, yaklaşan
gezegenin asteroit kuşağındaki Göksel Savaş alanına, yani "Geçiş
Yeri"ne (Nibiru adı da hurdan gelir) varmak üzere Jüpiter çevre­
sinde kıvrıldığını anlabr:

Jüpiter'in durağından
· Gezegen bahya doğru geçer,

347
KOZMiK TOHUM
Bir süre güven içinde yaşayış olacakhr.
Diyara yavaşça huzur çöker.
Jüpiter'in durağından başlayarak
Gezegenin parlaklığı arbnaya başlar
ve Yengeç Burcunda Nibiru haline gelecektir;
Akkad bollukla dolacakhr.

Gezegen'in hadid noktası Yengeç'te olduğunda, ilk ortaya


çıkışının Yay yönünden olınası gerektiği kolayca gösterilebilir
(Şekil 107). Bununla ilgili olarak, Göksel Rab'bin ortaya çıkışını
ve uzaktaki mekanına dönüşünü tarif eden Eyüp Kitabındaki şu
dizeleri hamlamak gerekiypr:

Tek başına gökleri geren O'dur


ve en Derin üstünde yol alan.
Büyük Ayı, Orlon ve Sirius'a varan
ve güneyin takıınyıldızlarına ...

O'nun yüzü Boğa ve Koç üstüne gülümser,


Boğa' dan Yay'a doğru gider O.

\ KOÇ I
# �</�
' / Nibiru'nun Yörüngesi
$
:$'
·�
-

Şekil 107

348
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
Bu sadece güneydoğudan yaklaşmanın (ve oraya doğru
dönmenin) değil, aynı zamanda geriye doğru bir yörüngenin de
tarifidir.

Eğer Dünya Dışı Varlıklar mevcutsalar, Dünyahlar onlara


ulaşmayı denemeliler mi? Eğer uz.ayda yolculuk yapabilir ve
Dünya'ya erişebilirlerse, iyi mi olacaklardır yoksa H. G. Wells'in
The War of the Worlds (Dünyaların Savaşı) adlı eserinde betimledi­
ği gibi yakıp yıkmaya, ele geçirmeye ve yok ebneye mi gelecek­
lerdir?
Pioneer 10, 1971 yılında fırlatıldığında, uz.ay aracına ya da
kalıntılanna rastgelebilecek Dünya Dışı Varlıklara, onun nereden
geldiğini ve kimin tarafından yollandığını anlabna niyeti taşıyan
bir gravür plaka taşıyordu. Voyager araçlan 1877 yılında fırlahldı­
ğında benzer biçimde hazırlanmış, şifreli dijital bir mesaj ve de
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin ve on üç ülke delegesinin
sesli mesajlarını içeren albn diskler taşıyorlardı. O sıralarda
BM'de konuşan NASA'dan Timothy Ferris "Eğer diğer dünyala­
rın sakinlerinin bu kayıtlardan birine girişim yapabilecek tekno­
lojileri varsa, kaydı nasıl çalacaklarını da bulacaklardır." demişti.
Bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmeyenler de vardı. İngil­
tere'de Kraliyet gökbilimcisi Sir Martin Ryle, Dünya üstündeki
halkların mevcudiyetlerini duyurmalan girişimlerine karşı çıkı­
yordu. Onun kaygısı bir başka uygarlığın Dünya'yı ve Dünyalı­
lan dayanılmaz bir mineral, besin ve köle kaynağı olarak görebi­
lecek olmasıydı. Sadece bu tür temaslardan kazanılacak şeyler
olasılığını kulak asmamakla değil, ayrıca gereksiz yere panik ya­
ratmakla da eleştirildi. The New York Times'ın editörü ''Uzayın
muazzamlığı düşünülürse, en yakın zeki varlıkların yüzlerce ya
da binlerce ışık yılından daha yakında mevcut olması pek müın­
kün değil." diye yazıyordu.
Ama keşiflerin ve süper güçlerin arasındaki ilişkilerin kro­
nolojisinin de işaret ettiği gibi, ilk ABD-Sovyet zirvesinde böyle­
si zeki varlıkların bize bundan çok daha yakın olduğu, Güneş Sis­
temimizde bir gezegenin daha mevcut olduğu, antik çağlarda bu­
nun Nibiru olarak bilindiği ve cansız ve boş olmayıp, bizden çok

349
KOZMiK TOHUM
daha ileri ·varlıklarla dolu olduğu fikri kabul edilmekteydi.
1985 yılındaki ilk Reagan-Gorbaçov görüşmesinden bir süre
sonra, büyük bir gizlilik içinde değilse bile, şamatasız ya da za­
mansız açıklamalar olmaksızın, Birleşik Devletler bilimcilerden,
hukuk uzmanlarından ve diplomatlardan oluşan bir "çalışma
grubu"nu NASA temsilcileri ve diğer ABD örgütlerinden me­
murlarla toplanıp Dünya Dışı Varlıklar meselesi üstünde düşün-
. meleri için biraraya getirdi. Birleşik Devletler, Sovyetler Birliği ve
diğer birkaç ülkeden temsilcileri de içeren çalışma komitesi çalış­
malarını Devlet Bakanlığının İleri Teknoloji Bürosu ile işbirliği
içinde yürütecekti.
Komitenin düşünmesi istenen şey neydi? Dünya Dışı Var­
lıkların kaç ışık yılı uzakta olabileceğine ya da mevcut olmalan
şansına göre böyle Dünya Dışı Varlı.klan nasıl arayacağımıza iliş­
kin teorik sorular değildi elbette. Komitenin önündeki görev da­
ha acil ve uğursuz idi: Mevcudiyetleri keşfedildiğinde derhal ya­
pılması gerekenler.
Bu çalışma komitesinin ayrıntılan hakkında halka çok az
şey açıklanmışbr ama anlaşıldığı kadanyla, ana amaanın dünya
dışı varlıklarla temas durumunda otoriter kontrolün nasıl koru­
nacağı ve olayın yetki haricinde, gereğinden erken ve tahrip edi­
ci biçimde açığa çıkmasının önlenmesi olduğu açıkb. Bilgi ne ka­
dar süreyle sır olarak saklanabilirdi? Bilgi halka nasıl açıklanabi­
lirdi? Söylentilerden dünya çapında bir paniğe kadar yükselmesi
beklenen şeyle nasıl başa çıkılabilirdi? Sorular selini kim cevapla­
malıydı ve ne söylenmeliydi?
Nisan 1989'da, Mars'taki Phobos 2 vakasından hemen sonra
bu uluslararası ekip bir rehber hazırlayıverdi. Bu, DÜNYA DIŞI
ZEKANIN SAPTANMASINI TAKİ P EDEN FAALİ YETLERLE
İ LG İLİ İLKELER DEKLARASYONU adını taşıyan iki sayfalık bir
belge idi. On maddeden ve bir ekten oluşuyordu ve başlıca ama­
cının "dünya dışı zekanın saptanmasını" takip eden haberlerin
belirli otoritelerce kontrolünün korunması olduğu açıkb.
"İlkeler'', belgeye aşina olanlann belirttiği gibi, "insanlığın
evrende yalnız olmadığının ilk kanıhna halkın panik içinde tepki
verme potansiyelini" minimize etmeyi amaçlıyordu. İlkeler Dekla-

350
OLACAKLARI GiZLiCE BEKLERKEN
rasyonu "Dünya dışı zeki arayışında yer alan kurumlar ve birey­
ler olan bizler, dünya dışı zeki arayışının, uzayı araşhrmanın bir
parçası olduğunu ve banşçıl amaçlar için ve tüın insanlığın ortak
çıkan için yürütüldüğünü kabul ederiz." ibaresiyle açılır ve kah­
lımcılanrun "dünya dışı zekanın saptanması hakkındaki bilginin
yayılmasıyla ilgili aşağıdaki ilkeleri izleyeceğine" yemin eder.
İlkeler "dünya dışı zekadan gelen bir sinyali saptadığına ve­
ya başka bir kanıh elde ettiğine inanan herhangi bir bireye, özel
ya da tüzel araşhrma kurumuna veya hükfunet örgütüne" uygu­
lanacaktır. "Keşif yapan kişi"yi, bu deklarasyonun taraflanru ha­
berdar etmeksizin "saptanan dünya dışı zeki kanıbru halka açık­
lamaktan" men eder, böylece "sinyalin ya da fenomenin sürekli
izlenmesini sağlayacak bir şebeke kurulabilir".
İlkeler daha sonra sinyallerin ve yayınlandıklan frekansla­
nn değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve korunması ile ilgili olarak
izlenecek işlemleri aynnhsıyla anlabr ve Madde B'de yetkisiz ce­
vaplamayı yasaklar:

Dünya dışı zekanın sinyaline veya diğer kanıtlara, uygun


uluslararası görüşmeler yapılana dek hiçbir cevap gönderil­
memelidir. Böylesi görüşmelerin işlemleri ayn bir anlaşma,
deklarasyon veya düzenlemeye tabi olacaktır.

Çalışma komitesi "sinyal"in zeki kökenini bildiren basit bir


sinyal olmayıp, deşifre etmeyi gerektiren gerçek bir "mesaj" ola­
bileceği olasılığını düşünmüş ve olayın duyulup, söylentilerin
havada uçuşup ç).urumun kontrol edilemez hale gelmesinden ön­
ce bilimcilerin mesajı deşifre etmek için ancak bir günü olacağını
varsaymışhr. Komite otoriter ve sakinleştirici bir açıklamanın ya­
pılması için medyadan, genelde halktan ve "politikacılardan"
baskı geleceğini de öngörmektedir.
Diyelim ki, yetkililer birkaç ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız sis­
teminde zeki yaşam olasılığı olduğunu duyurdular, niçin kıya­
met kopsun ve dünya çapında panik yaşansın ki? Eğer, örneğin
böyle bir sinyalin Voyager'ın Güneş Sistemini terk ettikten sonra
karşılaşacağı ilk yıldız sisteminden gelebileceğini düşünüyorlar

351
KOZMiK TOHUM
ise, bu karşılaşma kırk bin yıl sonra, gelecekte meydana gelecek­
ti! Komiteyi endişelendiren kesinlikle bu değildi... Demek ki, İl­
kelerin yuvamıza daha yakın, Güneş Sistemi içindeki bir mesaj
ya da fenomen beklentisiyle hazırlanmış olduğu açıkh. Gerçek­
ten de, İlkeler Deklarasyonunun yasal temeli; Ay' ın ve Güneş Sis­
temi içindeki diğer gök cisimlerinin "keşif ve kullanım" faaliyet­
lerini konu alan Birleşmiş Milletler anlaşmasıdır. Buna göre, ulu­
sal hükumetler bilgilendirildikten ve kanıh inceleme ve bunun
hakkında ne yapacaklarına karar verme şansını elde etmelerin­
den sonra BM Genel Sekreteri de haberdar edilecektir.
"Dünya dışı zekanın mevcudiyeti sorusuyla ilgili olarak il­
gilerini ve uzmanlıklarını sergileyen" çeşitli uluslararası gökbi­
lim, astronotluk ve diğer örgütlerin, bu keşfin tamamen politik
ya da ulusal bir mesele haline geleceği yolundaki kaygılarını ya­
hşhrmayı hedefleyen deklarasyoncular, sadece kanıtlan incele­
meye yardım etmekle kalmayıp aynca ''bilginin halka açıklanma­
sında tavsiyeleri alınacak" bir "uluslararası bilimciler ve diğer
uzmanlar komitesi" oluştuı:ulması konusunda da anlaşmışlardı.
NASA'nın SETi bürosu Temmuz 1989'da bu gruba "özel saptama­
sonrası komitesi" diye gönderme yapmaktaydı. Başka belgeler de
bu özel saptama-sonrası komitesinin oluşumunun ve faaliyetleri­
nin NASA'nın SETi büro şefi tarafından idare edileceğini açıklı­
yordu.
Temmuz 1989'da süpergüçler Phobos'ta meydana gelenle­
rin bir bozukluk olmadığının farkına vardılar ve "Dünya Dışı Ze­
kanın Saptanmasını Takip Eden Faaliyetler" mekanizması da
böylece işlemeye koyuldu.
Modem bilim gerçekten de kadim bilgiye, yani Nibiru ve
Anunnakiler hakkındaki bilgiye yetişti. Ve İnsanoğlu, bir kez da­
ha, yalnız olmadığını biliyor.

352
OLACAKLARI GİZLiCE BEKLERKEN

VE ADI ..••

Yeni bir gök cismini keşfeden kişinin, ona adını verme ayncalığı­
na sahip olması bir gelenektir.
31 Ocak 1983'te, bu kitabın yazan Planetary Society'ye aşağıdaki
mektubu yazmıştır: ·

Bn. Charlene Anderson


The Planetary Society
1 1 0 S. Euclid
Pasadena, Calif. 91 101

Sevgili Bn. Anderson,

Basında yer alan ve onuncu gezegen için sürdürülen


yoğun arayışla ilgili haberlerin ışığında, size konu hakkında
Dr. John D. Anderson ile yapbğım yazışmaların bir kopyası­
nı yolluyorum.
Bu Pazar günü yayınlanan (ektedir) The New York Times
haberine göre "gökbilimciler onuncu gezegenden öylesine
eminler ki, geriye bir tek adını koymak kaldı, diye düşünü­
yorlar''mış.
Efendim, eskiler ona adını çok önce zaten vermişlerdi:
Sümerce Nibiru, Babilce Marduk ve onun yine böyle çağrıl­
ması için ısrar etme hakkımın olduğuna inanıyorum.

Saygılarımla,

Z. Sitchin

353
İNDEKS
ABD Donanma Gözlemevi 334, 344-6 AsteroiUer ve su 91-2
Abotıe Top Secret (Good) 305 Astronomi
Adam, ilk insan 174-85 Güneş Sistemindeki çarpışrı,talar
Afrika, alhn madenciliği 29, 31 3Hi
Akkadça metinler 32, 51, 102, 175-6, Halley kuyruklu yıldızı 72-83
180-2, 200-2 Sümer kökeni �30, �
Aldrin, Edwin E. 145, 245 ve kadim matematik 227-33
algler 151-3, 162-3 (bkz. Sümer kozmolojisi)
Almanya 318 Asurbanipal 51
Albn madenciliği 29, 31 Asurlu 32, 51-2, 54
Amerikan Coğrafya Birliği 65 Aşur 52-3, 54
Ames Araşbnna Merkezi 70, 96 Atmosfer ve Dünya'run kökeni 146-7
Anaksagoras 171 Ay 120-46
Anunnakiler 28-30, 54-56 Sümer kozmogonisinde 136-44
"gören gözler" (uydular) 99 ve Apollo uçuşlan 120-1
insanoğlunun kökeni üstüne ve "Büyük Darbe" teorisi 129-30
173-85, 198, 216-7 ve Fizyon teorisi 124-5
ve dişinin yarablışı 201-4 ve Ortak Doğum teorisi 126-7
ve Mars 272-85 ve Yakalanma teorisi 12.!Hi
ve matematiksel bilgelik 231-3 Aylar 120-146
ve uzun ömür 203-207 Jüpiter 61
(bkz. Nefilim)
Apollo uçuşlan 120-2, 134, 141-5 Babil Kulesi 315-6
Apollo-Soyuz bağlanbsı 323-4 Babilliler 32, 38, 51, 53-4
Ariel 35 Bakteri ve yaşamın kökeni 162-4
Armstrong, Neil A. 121, 245 Bayeux duvar halısı 75-6
Amold, Kenneth 300 Bell Uboratuvarlan 206
asteroit kuşağı 33, 45, 61-2 Besin, antik çağlarda 244
ve kuyruklu yıldızlar 85-7 Bilam 80
ve tahrip olan gezegen teorisi Biyokimya, modem 148
87-90 ve insanoğlunun kökeni 213
Tevrat'taki tanımı 59-60 Biyoteknoloji, bkz. genetik deneyler

354
İNDEKS
Bode Yasası 33, 49 Fransa
Bode, Johann Elert 49 ve Gezegen X'i arayış 343-4
Bush, George 245, 318-20 ve UFO'lar 305

Callisto 70 Gaia, etimolojik kökeni 102


Carter, Jimmy 304 Gaia-A New Look at Life on fıırth
Ceres 92 (Lovelock) 119
Chııllenger mekiği 320, 328, 344 Gaia Hipotezi 119, 253
Charon 334 Galile 14, 61
Chiron (2060 Chiron) 92-3 Ganymede 70
Cooper, Gordon 145 Genetik deneyler 186-97
Crick, Francis H. 160-1, 16!Hi, 170 Gezegen X'i arayış 332-53
Gezegenler
Darwin, George H. 122 ön gezegen olarak Ay 141-3
Deimos 306-7, 312-4, 324 Sümer metinlerindeki Göksel
Derin Uzay Şebekesi, uzay Savaş 38-49
teleskoplan 13, 311 tahrip olan gezegen teorisi 87-90
Dillerin kökeni 234-9 Giotto 93, 97
ONA 149, 160-3, 188 Gize Sfenksi 273
Dünya Gorbaçov, Mikhail 318-20, 323-9, 350
kabuğu 105-10 Göksel Savaş 32, 38-48
atmosferi 1� ve Ay'ın kökeni 138-40
Gaia olarak 102-3 ve Dünya'nın evrimi 118-9
kökeniyle ilgili modem bilim ve su 90-2
teorileri 106-19 Grek, kadim
kökeniyle ilgili Sümer kavramlan Dünya teorileri 116
38-48 100-6
, kozmoloji 102-4
Dünya Dışı Varlık araşhnnalan 311, Güneş 71
321 Güneş Sistemi
Dünya Dışı Varlıklar Çalışma çarpışmalar 32-6
Komitesi 350-2 ve kuyruklu yıldızlar 81-3
''Dünyalar Savaşı" (Wells) 305
Halley kuyruklu yıldızı 72-84, 94-8,
Egzobiyoloji 169 333-4
Encke kuyruklu yıldızı 73 "Havva Hipotezi" 214-5
Enumıı Eliş 51-2, 91, 104-5, 147 Hilprecht, H. V. 231
ve Ay 137-8 History Begins at Sumer O<ramer) 220
Eun:ıpa 69-70 Hoagland, Richard C. 268-9
Evrimciliğe karşı yarahlışçılık 172-3 Homer 104-5
Homo sapiens, bkz. İnsanoğlu
Fibonacci Sayılan 232 Hoyle, Fred 169
Forgotten Scripts: Evidence fer the Hubble uzay teleskobu 344
Minoan Language (Gordon) İ04 Hücre Füzyonu 194-5

355
KOZMİK TOHUM
lo 69 Kral listeleri 205
IRAS (Kızıl Ötesi Gökbilim Uydusu) Kuyruklu yıldızlar
337-41 Güneş Sisteminde 81-6
IUE (Uluslararası Mor ôtesi K4�if) 98 periyodik ve periyodik olmayan
82-3
İbraniler, antik çağda su içeren gök cisimleri 90--8
llyada (Homer) 104 ve Halley kuyruklu yıldızı 72-84,
İngiltere ve UFO'lar 30% 94-8, 333-4
İnsanoğlu ve kökenleri 86-90
ve dil 234-9 ve yaşamın kökeni 169-71
ve yazı 239-43
İnsanoğlunun kökeni 172-99 Marduk 54, 315
ve biyokimya 213 Mariner uçuşlan 64-5, 93, 255, 294-5
ve Kitabı Mukaddes 172 Mars 64-6, 245-87
ve modem bilim 208-1 7 ve ''Yüz" 266-72
ve Sümerler 1 72-85, 198, 217 ve ABD-Sovyetler Birliği ortak
girişimi 327-30
Jüpiter 68-9 ve Annunakiler 272-85
ve Dünya'ya benzerliği 247-55
Kil ve yaşamın kökeni 148-51 ve yüzeyindeki yapılar 258-62
Kingu 4HI Matematik ve Sümerliler 227-33
ve Ay 1 38-44 Max Planck Enstitüsü 1 63, 311
Kıta sürüklenmesi teorisi 111-5 Mende!, Gregor J. 186
Kitabı Mukaddes 57� Metemitler 168, 256-7
su göndermeleri 91 Mezopotamya 23, 50-1, 56, 22%
ve ardıllık kanunu 198 Miller, Stanley 147-8
ve astronomi 223-4, 232-3 Mir uzay istasyonu 328
ve bilgelik 222, 226-7 Miranda 18, 34
ve Dünya 116-7 Mitchell, Ed 145
ve Evrim 172 Modem bilim
ve Gezegen-X 348 ve genetik den�yler 185-97
ve Halley kuyruklu yıldızı 80 ve insanlığın kökeni 208-17
ve Havva hiUyesi 201-2 Moleküler genetik 213
ve insanın konuşması 234-5
ve insanoğlunun kökeni 1 73 NASA
ve UFO'lar 306 ve ''Yarahlış kayası" 120
ve yaşamın kökeni 153-9 ve Ames Araşhrma Merkezi 70, 96
(bkz. Tekvin Kitabı) ve Dünya kabuğu 118
Kitt Peak Ulusal Gözlemevi 93, 96 ve Gezegen X'i arayış 335-7, 341-3
klonlama 186-9 ve Halley kuyruklu yıldızı 96
Kohoutek kuyruklu yıldızı 73, 93 ve Hubble uzay telekskobu 344
Kopemik 14 ve Mars 249-50, 262-9, 279-83
Kozmoloji, bkz. Sümer kozmolojisi ve yeni uzay girişimleri 319-21

356
iNDEKS
Nefilim 28-9 Sakigake ve Suisei 95
bkz. Annunakiler Safyut uzay istasyonu 323, 328, 337
"Nemesis" teorisi 342 Satürn 13-4, 27, �
Neptün 12-31, 36-a, 332-3 SETi Enstitüsü 331-2, 352
Nereid 36 Sitchin, Zecharia
Newton, Isaac 14, 72 12. Gezegen 16, 21, 28-30, 82, 137,
Nibiru 28-30, 51, 224, 333, 346-8, 353 173, 175, 253, 317, 333
ve Ay 143 The Lost Realms 23, 224, 237, 261
ve Göksel Savaş 38-49 The Stainuay to Heaven 23, 261, 347
ve Halley kuyruklu yıldızı 81-3 The Wars of Gods and Men 104, 199
ve tahrip olan gezegen teorisi 89-90 Sovyetler Birliği
bkz. Marduk ve ABD ile ortaklaşa Mars uçuşu
Ninova 51 gayretleri 327-30
NOVA (televizyon programı) 21, 38 ve Gezegen X'i arayış 343-4
ve Phobos vakası 287-316
Oberon 35 Sputnik-1 287
Ode/er (Pindar) 104 Stratejik Savunma Girişimi (SDO 287,
Okyanuslar ve Dünya kabuğu 107-19 318, 320-323
Oort Bulutu 83-6 Su
Orgel, Leslie 164, 165, 170 ve Ay 141
Origin of the Mocm (O'Toole) 124-5 ve gök cisimleri 16
ve kuyruklu yıldızlar 90--8
Pangea 111-9 ve Mars 249-53
Phobos 2, bkz. Phobos vakası Sümer kozmolojisi 27-36, 38-49, 225, 346
Phobos vakası 287-316, 319, 322 ve Ay'ın kökeni 136-44
Picmeer uçuştan 13, 66-8, 335-7, 342-3, ve dünyanın kökeni 100-5
349 ve Göksel Savaş 32, 38-48
Piımeer-Venüs uçuşu 63 ve sular 89-98
Plaka Tektoniği teorisi 112-5 ve tahrip olan gezegen teorisi 90-1
Plüton 25-7, l33-5, 340 Sümerler
Presesyon 230 dil 199
kral listeleri 205-6
Reagan, Ronald 323-7, 329 ve astronomi, bkz. Sümer
Reports of the Mııgicians and kozmolojisi
Astronomers of Nineueh and Babyfon ve bilgelik 221-7
(Thompson) 347 ve dişinin yaratılışı 199-204
RNA 160, 164 ve insanoğlunun kökeni 172-85,
Roket gemilerin Mısırdaki çizimleri 198, 216
286 ve matematik 227-33
Roswell olayı 300-2 ve modem bilim 56
ve Nibiru, bkz. Nibiru
ve yaşamın kökeni 146
Yaratılış Destanı 51, 53

357
KOZMİK TOHUM
Tekvin Kitabı 28, 50-72 Uranüs 14, 18-22, 326
ve Ay 120 ve aylan 33-6
ve Babil Kulesi 31% ve halkaları 34
ve Dünya'nın kökeni 105 Uydular
ve yaşamın kökeni 150-1 ve Annunakiler 99
bkz. Kitabı Mukaddes Seasat 113
The Ages of Gaiıı: A Biography of Dur Uzay teleskopları 343-4
Living f.arth (Lovelock) 119 Uzun ömür ve kahhm 204-5
The Babyloniıın Genesis (Heidel) 57
The Boys From Brazil (Levin) 189 Vega uçuşları 94, 96, 324
The Chaldean Genesis (Smith) 51 Venüs 62-3
The Greening of Mars (Lovelock ve Viking uçuşları 64, 255
Allaby) 252-3 Voyager uçuşları 12-23, 32, 34-6, 66-8,
The Myslery of Comets (Whipple) 85 70, 319, 326, 335, 345
The One Primeval l..anguage (Foster) 236
The Seven Tablets of Creation (King) 53 Wor/ds in lhe Making (Svante) 165
Teogoni (Hesiod) 104
1iamat 38-49, 105, 119 Yaratılış Destanı 51, 53
Kitabı Mukaddes'teki Yaratılışçılığa karşı evrimcilik 50, 172-3
göndermeler 57-60 Yaşamın Kökeni 146-72
ve Ay'ın kökeni 136-44 Yaşanun kökeni ve dış uzay 168-70
ve su 89-91 ve kil 149-52
litan 27, 68 ve Kitabı Mukaddes 152-9
litania 35 ve kuyruklu yıldızlar 169-70
liticaca Gölü 274-5 ve sporlar 169
"Tüp bebekler" 190-2 ve Sümerler 146
ve Tekvin Kitabı 150-2
Uçan Daireler, bkz. UFO'lar Yazının kökeni 239-43
UFO'lar 299-308 Yılanlar 217-8
Umbriel 35 ''Yönlendirilmiş Panspennia" (Crick
Understanding Genesis (Sama) 56 ve Oıgel) 166

358
YAZARIN DİGER ESERLERİ

12. GEZEGEN

THE STAIRWAY TO HEAVEN

THE WARS OF GODS AND MEN

THE LOST REALMS

WHEN TiME BEGAN

DIVINE ENCOUNTERS

THE COSMIC CODE

359

You might also like