You are on page 1of 110

MARK TWAIN

TOM SAWYER
OYUNLAR VE KAVGALAR

“Tom!”
Ses yok.
“Tom!”
Ses yok.
“Nereye kayboldu gene bu çocuk?” Gene yanıt yok. Yaşlı
kadın gözlüğünü burnunun üstüne indirdi. Çevresine bakındı.
İçini gururla dolduran bu görkemli gözlükle hiçbir şeyi doğru
dürüst seçemezdi. Yalnızca süs için takılan bir gözlüktü bu.
“Hangi cehenneme kayboldu yine? Bir elime geçirirsem!”
diye mırıldandı. Elindeki süpürgeyi odanın içinde savurdu, bu
karyolanın altında uyuklayan kedinin hızla dışarı kaçmasına
neden oldu. Şu çocuğun bir işe yaradığını görmedim, diyerek
açık kapıdan dışarıya çıktı; yaban otların ve domateslerin
aralarına baktı. Sesini yükselterek bağırdı:
“Tom! Tom!”
Aniden bir ses duydu ve arkasına dönerek kaçmakta olan
Tom'u ceketinin ucundan yakaladı.
“Dolapta olacağın aklıma gelmemişti, orada yine neler
karıştırıyordun?”
“Hiç teyze!”
“Hiç ne demek? Şu ellerine, ağzına bak. Ne karıştırdın?”
“Bilmiyorum.”
“Ben biliyorum ama, istersen söyleyeyim. Reçel değil mi?
O reçele dokunma diye kırk kez söyledim, ver şu sopayı!”
Kadın, eline sopayı alıp havaya kaldırdı. Tehlike çok yakındı,
Tom'un da bunu bir an önce düşünmesi gerekliydi.
“Aman teyze, arkana bak.”
Yaşlı kadın arkasına bakmak için eteklerini toplayıp hızla
döndü. Bunu fırsat bilen Tom da dışarıya fırladı. Tahta
perdeye tırmandı, öbür yana atladı. Teyzesi Polly şaşkın bir
halde kalakaldı ve sonra gülmeye başladı:
“Seni gidi yaramaz şeytan. Baş edemeyeceğim kadar
kurnazsın. Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur. Aslında
onu cezalandırmak istemiyorum, ama bütün yaramazlıklarını
da hoş göremem. Belki bu gün okula gitmez. Gitmezse
cezalandırmalıyım. Yarın bütün gün çalıştırarak okuldan
kaçmanın ne demek olduğunu ona öğreteceğim. Zavallı kız
kardeşimin oğlu.”
Tom okula gitmedi. Bütün öğleden sonra çok da güzel
eğlendi. Eve geldiğinde saat enikonu ilerlemişti. Fakat
akşama daha çok vardı. Hizmetçi çocuk Jim, odun kesiyor,
Tom'un kardeşi Sid de etrafa saçılan parçaları topluyordu. Sid
başını belaya sokmak istemeyen sakin yaradılışlı bir çocuktu,
macerayı sevmezdi. Tom da onlara yardım etti. Birkaç dakika
sonra odunlar yanmaya hazırdı, içeriye taşıdılar. Tom fırsatını
bulunca her zamanki gibi şeker aşırmaya başladı. Teyzesi
bunu görmedi, Tom'a birçok soru sormaya başladı. Aklı sıra
bu kurnazca sorularla Tom'un bugün neler çevirdiğini
öğrenecekti. Fakat Tom, teyzesinin bu planını önceden
sezmişti.
“Okul bugün sıcak mıydı Tom?”
“Evet teyze.”
“Çok mu sıcaktı?”
“E, e -evet.”
“Yüzmeyi hiç düşünmedin mi ırmak boyunda?”
Bu son soru Tom'da hafif bir kuşku ve korku uyandırdı.
Tehlikenin yaklaştığını hissetti. Bir yanlışlık yapmamak için
teyzesinin yüzüne baktı; fakat bir şey anlayamadı.
“Hayır teyzeciğim, fazla değil.”
“Yüzüp serinlemek istemedin mi?”
Yaşlı kadın genellikle Tom'un iki yakasını birbirine diker,
böylece onun soyunup suya girmesini önlerdi. Tom'un
gömleği gerçekten kuruydu, onun için teyzesi yakasına
bakmak gereğini duydu.
“Ceketini aç Tom, aç da yakanı göreyim.”
Tom ceketini açtı. Gömleğinin yakaları birbirine dikiliydi.
“Yüzmeye gittiğini düşünmüştüm,” dedi. “Fakat sen iyi bir
çocuksun. Bu kez söz dinlemişe benzersin, aferin sana!”
“Birkaç arkadaş başımıza su döktük. Bakın bu yüzden
saçlarım hala ıslak.”
“Sen de gömleğinin yakasını böylece çıkarmak gereğini
duymadın. Ben de okuldan kaçarak, yüzmeye gittiğini
sanmıştım.”
Tom fırtınanın geçtiğine iyice inanırken Sid söze karıştı:
“Fakat teyzeciğim, siz onun yakasını beyaz iplikle dikip
kapatmıştınız. Oysa şimdi yakası siyah iplikle dikili.
“Evet Tom. Senin yakanı beyaz iplikle dikmiştim, ah
seni...” Tom bir sıçrayışta kapının yanına fırladı ve dışarı
kaçarken, “Sid, cezanı çekeceksin!” tehdidini savurdu.
Tom kendini güvenlikte hissedince yakasını inceledi ve
gerçekten de siyah iplikli olduğunu gözleriyle gördü. Kardeşi
Sidney'den elbette bir gün, kendisini ele veren zamansız
boşboğazlığının hesabını soracaktı. İki dakika sonra, geçenleri
unutmuştu bile. Yazları karanlık geç oluyordu.
Şehrin örnek bir çocuğu sayılmazdı, böyle olmaya da pek
istekli değildi. Yeni bir ıslık biçimi öğrenmişti. Kuş gibi ses
çıkaran özel bir yöntemdi bu. Dille damak arasında cıvıl cıvıl
bir ses çıkıyor ve özel yeteneği Tom'a mutluluk ve gurur
veriyordu. Çocukluğunda bunları yapan herkes bu emsalsiz
keyfi yaşamıştır. Tom tekrar şakrarken iyi giyimli, kendi
yaşında bir çocukla karşılaştı. Son moda bir şapkası, iyi bir
terzi elinden çıktığı belli olan mavi elbisesi, bol renkli bir
kravatı ve pırıl pırıl cilalı ayakkabıları vardı. Bu içinde
bulundukları Saint Petersburg’a göre ancak özel bir günün
giysileriydi ve Tom kendi pasaklı üstü başıyla çok farklı bu
durum için bayağı bozulmuştu. Bu yüzden çocuğa çıkıştı:
“Sana şimdi bir dayak atarsam.”
“Bir dene, görmek isterim.”
“Bana sıkıntı, azap veriyorsun.”
“Azıcık görelim, dedim...”
“Ya, şimdi görürsün...”
“Hodri meydan!.. Asıl sen göreceksin.”
Gerginlik dolu bir sessizlik oldu. Sonra Tom sordu:
“Sen kimsin?”
“Seni ilgilendirmez, kimse kimim, sana ne?”
“Şimdi görürsün, sana neyi!..”
“Bir kelime daha söylersen...”
“Al işte bir kelime, iki kelime, üç kelime... Hadi bakalım!”
“Alay etme, istersem seni tek elimle yere vururum.”
“Söylediklerini yapamazsın.”
“Devam edersen, yapar mıyım, yapmaz mıyım görürsün...”
“Hadi ordan sen de! Şu şapkaya bak, şu şapkaya...”
“Hele bir elini sür de gör. Senin alnını karışlarım.”
“Yalancı!”
“Sensin yalancı!”
“Sen iki defa yalancısın, tamam mı?”
“Kolla kendini!”
“Susmazsan taşı kafana yersin!”
“Ne diyorsun sen be!”
“Hep vuracağını söylüyorsun ama bir şey yapamıyorsun.
Korkuyor musun?”
“Hayır, korkmuyorum işte...”
“Korkuyorsun; korkuyorsun...”
Yeniden sustular, bakışlarıyla birbirlerini süzdüler. Omuz
omuza geldiler. Tom karşılık verdi.
“Defol!!”
“Sen defol!”
“Ben gidici değilim...”
“Ben de!..”
“Üff canımı sıkıyorsun!..”
“Patla!”
İkisi de dikilmiş, birbirlerini itmeye çalışıyorlardı. Fakat
iki ordu da birbirlerine üstünlük kuramıyorlardı. Uzun bir
çatışmadan sonra, ikisi de kıpkırmızı kesilmiş, bir süre
dinlenmek zorunda kalmışlardı. Aniden Tom atıldı:
“Sen korkak züppenin birisin. Ağabeyime söylersem seni
küçük parmağıyla ezer.”
“Ağabeyin kaç yazarmış? Benim seninkinden daha güçlü
bir ağabeyim var. Seni tuttuğu gibi şu çitin üzerinden atar.”
Aslında ikisinin de ağabeyi yoktu!
“Yalancı!”
“Yalanların uzun sürmeyecek!”
Tom ayağıyla yere bir çizgi çizdi, sonra da, “Bu çizgiyi bir
adım geçersen seni öyle bir döverim ki bir daha ayağa
kalkamazsın” dedi.
Yabancı çocuk aniden çizgiyi geçti. Az sonra, iki düşman,
çamurun içinde boğuşuyordu. Birbirlerini ısırıyor, saçlarını
çekiyor, yüzlerini, gözlerini tırmalıyorlardı. Kim bilir, kaç
yumruk atmışlardı? Ağızları, burunları kan, üst başları toz
toprak içerisindeydi. Kavga bir süre böyle sürdü. Sonunda
Tom çocuğun üstüne çıktı. Onu iyice yumrukladıktan sonra
bağırdı:
“Yeter mi ha? Söyle yeter mi?”
Çocuk kurtulmak için çırpınıyordu. Bunun üzerine Tom
birkaç yumruk daha savurdu ve sorusunu yineledi:
“Pes mi?”
Çocuk can havliyle bağırdı:
“Pes!”
Tom çocuğu bıraktıktan sonra kabadayı bir tavır takınarak:
“Bu sana ders olsun, bir daha, adamına göre davran,
tamam mı?” Çocuk yerden doğruldu, giysilerinin tozlarını
silkeledi, Tom'a öfkeyle bir göz atıp uzaklaşırken başını
salladı:
“Gelecek sefer hesaplaşırız.”
Tom yanıt yerine yüksek sesle güldü. Şişinerek yürümeye
başladı. İki adım atmıştı ki sırtına çarpan bir taşla sarsıldı.
Arkasına döndüğünde çocuk tabana kuvvet kaçıyordu. Tom
aynı hızla çocuğu kovaladı; ama çocuk çoktan eve girmişti.
Tom, bir süre çitin kenarında bekledi. Yabancı çocuk
pencereden dilini çıkarıyordu. Az sonra çocuğun annesi çıkıp
Tom'a söylenmeye başladı. Kadın büyük bir sopayla Tom'un
üzerine yürüyünce Tom oradan uzaklaştı.
Tom geç döndü. Pencereden eve sessizce girdi. Fakat Polly
Teyzenin tuzağına düştü. Yaşlı kadın Tom'un üstünü başını
görünce ertesi gün aman vermeden çalıştırma kararı aldı.
Tom'un şansına ertesi gün tatildi.
KURNAZ BOYACI

Yaz, bütün sıcaklığı ve güzelliğiyle yöreyi sarmıştı.


Cumartesi sabahı pırıl pırıldı gökyüzü. İnsanın yaşamına
mutluluk katıyor, kalplerden gelen ezgiler dudaklardan
coşkuyla dökülüyordu. Çiçeklerden havaya tatlı kokular
yayılıyordu. Herkes mutluydu, sevinçliydi bir kişi dışında. O
mutsuz olan çocuk da Tom Sawyer'di. Tom bir elinde kireç
dolu kova, bir elinde fırça, tahta perdenin önüne geldi. Tahta
perdeye bezgin bezgin baktı: En az otuz metre uzunlukta, üç
metre yükseklikte kocaman bir şeydi. Yaşam Tom için zordu,
çok zor... İçinden böyle düşünüyordu.
Söylenerek fırçayı kirece daldırdı. Üst bölüme, şöyle bir
sürdü. İkinci sürüşten sonra iş, gözünde daha da büyüdü. Bir
kütüğün üzerine gelip oturdu. O anda, elinde su kovasıyla
Jim'i gördü. Şimdiye dek pompa ile kuyudan su çekip taşımak
Tom'un gözünde büyük bir işti. Şimdiyse Tom, bu işe dünden
razıydı. Üstelik neden, su getirmek de olsa, işin içinde
kasabaya gitmek vardı. Hem, tulumba başında kız erkek tüm
çocuklarla beraberken zaman daha kolay geçerdi. Tom söze
başladı:
“Dinle Jim, eğer sen badanayı yaparsan ben de suyu
taşırım, tamam mı?”
Jim başını salladı, olmaz anlamında:
“Hayır Bay Tom, bunu yapamam. Hanımım beni kovar,
dayaktan öldürür beni.”
“O mu? O hiç kimseyi incitmez ki... Kafana bir fiske bile
vurmaz. Vursa da hafifçe dokunur. Bağırır, çağırır! Hem sana
cam bir bilya vereceğim. Gıcır gıcır yeni... Parlak! Bembeyaz
cam bilya Jim, çok güzel.”
“Beyaz cam bilya! Harika! Ama Bay Tom, hanımımdan
çok korkuyorum...”
Tom bilyayı cebinden çıkardı. Jim kovayı yere koydu,
bilyayı aldı. Zavallı Jim arkasındaki Polly Teyzeye dikkat
etmemişti. Kadın elinde ayakkabısını tutuyordu ve ayakkabıyı
öyle bir indirdi ki, Jim kovayı kaptığı gibi su tulumbasının
yolunu tuttu. Tom, tahta perdeyi hızlı hızlı boyamaya başladı.
Bir süre sonra Tom, boya fırçasını, boya kutusunun içine
koydu, boyama işini durdurdu. Canı sıkkındı, arkadaşlarıyla
oyuna gidemeyeceğini anlayınca üzülmüştü. Arkadaşları az
sonra gelince, onun böyle çalıştığını görüp alay edeceklerdi
onunla. Üzüntüsü daha da arttı. Aniden kafasında parlak bir
düşünce belirdi. Doğrusu akıllıca bir düşünceydi. Fırçayı
eline aldı, boya kutusuna daldırıp çıkardı ve fırçayı sürmeye
başladı.
Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, sokağın başında Ben
Rogers gözüktü. Tom onun kendisiyle alay etmesinden
korkuyordu. Bir yandan da, Ben'in gelmesini sabırsızlıkla
bekliyordu. Çocuk hoplayıp zıplayarak şarkılar söylüyordu.
Tom'un yanına gelince vapur taklidi yapmaya başladı. Oysa
Tom onu hiç görmemiş gibi komutlar veriyor, gemiciler gibi
çanlar çalıyordu. Hareketleri Büyük Missouri gemisini
anımsatıyordu.
“Dur. Drelin din din. Sürati azaltın, iskeleye yanaşıyoruz.”
Ben, el kol hareketleriyle bir o yana bir bu yana sallanarak
iskele dediği kaldırıma yanaştı.
“Makineler sancak tarafına, tam yol ileri! Drelin din din!
Ch -ch -chou -ou -ou!..”
Tom vapurla hiç ilgilenmedi. Elinde fırça, coşkuyla
sürüyordu boyasını. Ben, bir an gözlerini ona dikti, sonra:
“Tom ne yapıyorsun? Kocamış insanlar gibi elinde fırça,
çalışıyorsun.”
Tom karşılık vermedi. Tahta perdenin başka bir yerini
boyamaya başladı. Daha sonra, birkaç adım geriledi. Bir
ressam gibi, birkaç adım gerileyip, eserine uzaktan baktı. Son
bir çizgi çektikten sonra fırçayı yine kovaya daldırdı. Ben
bağırdı:
“Tom! Niye çalışıyorsun?”
“Ah Ben! Sen misin? Geldiğini fark etmedim.”
“Yüzmeye gidiyorum. Sen de gelir misin?”
“Görüyorsun ki işim var, şimdi gelemem.”
“Yüzmek iş değil mi?”
“Belki!” diye yanıtladı Tom, sonra konuşmasını şöyle
sürdürdü:
“Ama bu işten daha çok hoşlanıyorum.”
“Ne? Hoşlanıyor musun?” dedi Ben. Başka biriyle mi
konuşuyordu acaba?
“Gerçekten hoşlanıyor musun Tom?”
“Neden olmasın? Bir çocuk bir başına böyle bir tahta
perdeyi badana etmek onuruna erebilir mi? Bahse girerim ki
sen bir kere bile boyamamışsındır. Haksız mıyım?”
Bu, Ben'in fikrini değiştirdi. Tom ise özenle fırçasını sağa
sola sallıyor, arada bir, geri çekilip eserini inceliyordu. Ben
bir süre Tom'u dikkatle izledi. Sonra, “Hadi Tom, biraz da ben
boyayım...” dedi.
“Olmaz!” diye yanıtladı Tom. Polly Teyze, tahta perdenin
iyi boyanmasını istiyor. Bunu tek başıma yapmalıyım.
Bitirdiğimde çok güzel olmalı. Teyzem, çok iyi boyamamı
istedi.”
“Lütfen, azıcık yapayım.”
“Ben, senin de boyamanı tabii ki isterim. Ama teyzem
Jim'e de, Sid'e de yaptırmadı. Burayı ben yapmalıyım. Bin
çocuk gelse, iki bin çocuk da gelse buranın badanasını düzgün
yapamaz.”
“Ne olur, biraz yapayım. Sana elmalarımın yarısını
veririm.”
“Sevgili arkadaşım korkuyorum.”
“Tüm elmalarımı vereceğim.”
Tom sevincini gizlemeye çalıştı, fırçayı isteksiz
veriyormuş gibi uzattı Ben'e. İçinden sevinmekle birlikte,
arkadaşına belli etmedi. Suratını iyice asıp Ben'e baktı. Büyük
Missouri gemisi güneşte badana yapıyor, bizim kurnaz sanatçı
ise bir ağacın gölgesine uzanmış elma yiyor, hem de yeni
oyunlar hazırlıyordu.
Epeyce fırça çalan Ben, yorulunca işi bıraktı. Ben sırasını
savınca, yeni avlar ardı ardına düştü Tom'un eline. Gelen
arkadaşların amaçları Tom'a takılıp, onunla alay etmekti. Ben
yorgun düşüp pes etmeden önce, güzel bir uçurtma
karşılığında badana fırçasını Billy Fisher'e vermişti. Bunu
öteki arkadaşları izledi. Saatten saate, üstelik Tom'u
armağanlara boğarak badana gönüllüleri yenileniyordu.
Sabah, elinde bir şeyi olmayan Tom, öğleye doğru servet
içinde yüzüyordu. Tom'un hazinesi; on iki bilya, bir ağız
mızıkası parçası, bir kırık makas, mavi bir şişe parçası, bir
oyuncak tabanca, bir anahtar, bir tebeşir, bir cam kâse, bir
sürahi, bir çinko asker, iki kurbağa yavrusu, altı kertenkele,
tek gözlü bir kedi, bir kapı tokmağı, bir köpek tasması, bir
çakı... Tom bütün gün, hiç çalışmamıştı ama, arkadaşlarının
hamaratlığı sayesinde tahta perde üç kat boyanmıştı.
Bu arada Tom yeni bir şey keşfetti: İnsan bir şeyi elde
edemezse onu ister. Eğer bir kişinin bir şeyi yapması
gerekiyorsa bu iştir. Eğer yapmaya gerek duymuyorsa bu iş
değildir. Bir arabayı sırf kendiniz için sürmek zevk, başkası
için sürmekse iştir.
BAHÇEDEKİ KIZ

Tom, Polly Teyzeyi, kütüphane olarak kullanılan, evin arka


tarafındaki odada, açık pencerenin önünde otururken buldu.
Yaşamının tek dostu olan kedisi de karşısında uyuyordu. Polly
Teyze dikiş dikiyordu. Tom'un verdiği görevi yapmayarak,
kaçacağını düşünen Polly Teyze, onu karşısında görünce
epeyce şaşırdı!
“Şimdi gidip oynayabilir miyim teyzeciğim?” diyordu
Tom.
“Ne? Ne kadar çalıştın ki?”
“Hepsini bitirdim teyzeciğim!..”
“Tom bana yalan söyleme. Bilirsin, yalana hiç
tahammülüm yoktur.”
“Yalan söylemiyorum teyzeciğim, gerçekten hem de üç kat
boya sürdüm.”
Polly Teyze Tom'a inanmamıştı. Gözleriyle görmek için
dışarı çıktı. Tom'un sözlerinin yüzde yirmisinin dahi doğru
olduğunu görmek bile, Polly Teyzeyi mutlu ederdi. Tahta
perdeyi bembeyaz badanalanmış bulunca ve hatta üç kat
badana çekildiğini anlayınca şaşkınlığını gizleyemedi.
“Hayır, hayır!.. Bu olamaz. Ne kadar güzel olmuş...
İstediğin zaman çok iyi çalışabiliyorsun Tom. Ne yazık ki bu
çalışma isteğini kendinde çok seyrek duyuyorsun. Artık gidip
oynayabilirsin...”
Polly Teyze Tom'u yemek odasına götürdü. Ona, iri, pırıl
pırıl kırmızı bir elma verdi. Sonra, emek karşılığında
kazanılan her şeyin çok değerli olduğu hakkında bir söylev
çekti. Bu öğütleri verip dolabı kapatırken, Tom da pasta
kabını göz ucuyla teftiş etti.
Tom dışarı çıktığında Sid'le karşılaştı. Bir avuç toprağı
kaptığı gibi Sid'e fırlattı. Doluya tutulmuş gibi şaşkına dönen
Sid, yaygarayı bastı. Polly Teyze ne olduğunu anlayıp
yardıma koşana dek, Sid, yarım düzine taşı yemişti bile. Tom
da, tahta perdenin üstünden çoktan atlamış, gözden
kaybolmuştu. Artık Sid'den öcünü almıştı. Evlerin ve ahırların
arasından geçen çamurlu yoldan koşarak küçük kentin
meydanına ulaştı. Böylece teyzesinden kurtulmuştu.
Alanda Tom bir kargaşa çıkardı. İki çocuk ordusu
birbiriyle savaşıyordu. Tom bu ordulardan birinin
komutanıydı. Arkadaşı Joe Harper de, öteki ordunun
komutanıydı. Joe ile Tom birbiriyle hiç savaşmazdı. İkisi de
yüksek bir yerde oturup, kurmayları aracılığı ile savaş
yönetirlerdi. Çetin ve oldukça uzun süren bu savaş, Tom'un
ordusunun yenilgisiyle sona erdi. Şimdi ölüler sayılıyor,
tutsaklar değiştiriliyor, gelecekte yapacakları savaşın koşulları
ve günü saptanıyordu. Sonra ordular yürüyüşe geçti. Geçit
töreninden sonra, dağıldılar. Tom yalnız başına evin yolunu
tuttu. Jeff Thatcher'in oturduğu evin önüne gelince bahçede
mavi gözlü, iki uzun örgülü, sarı saçlı çok güzel bir kız gördü.
Bu yabancı kızla karşılaşınca, Tom az önceki savaşın
coşkusunu unutmuştu. Ayrıca bir ay önce sevgisini kazandığı
o ince kız, Amy Lawrence'i hemen kalbinden atıvermişti.
Şimdi bu yeni konuğu gizlice izliyor, çok beğeniyordu.
Bir ara kızın ilgisini çekmek için Tom, çeşitli
maskaralıklar yapmaya başladı. Hemen bahçenin çitine
yaklaştı, hafifçe parmaklığa dayandı, onu uzun uzun izledi.
Kız merdivende bir ara dikilip, çevreye göz gezdirdi. Sonra
kapıya doğru yürüdü. Tom içini çekti, bir anda yüzü
aydınlandı: Çünkü kız içeri girmeden çite doğru bir menekşe
atmıştı. Tom çıplak ayağını çitin üstüne koyup parmaklarıyla
çiçeği yakaladı. Hazinesine kavuşunca kısa bir sürede köşeyi
döndü. Oradan savuştu. Sonra durup, çiçeği göğsünde bir
yerlere sakladı. Belki de midesinin üzerine koymuştu, çünkü
kalbinin nerede olduğunu her keresinde hep yanlış söylerdi.
Sonra tatlı düşlerle evin yolunu tuttu.
Akşam öyle neşeliydi ki, sevinçten uçacakmış gibiydi.
Teyzesi hemen fark etti. Sid'e toprak attığı için azarlanmıştı;
fakat buna aldırdığı bile yoktu. Teyzesi şeker çalarken Tom'u
yakaladığında, “Teyze, Sid çalarken hiç sesin çıkmıyor ama!”
demişti.
“Hayır, o hiçbir zaman senin gibi üzmüyor ki beni! Biraz
ağır davransaydım ortada şeker kalmayacaktı.”
Az sonra, Polly Teyze mutfağa gitti. Sid, Tom'a inat olsun
diye, şekerliğe uzandı. Bu hareket, Tom'u çileden çıkarmaya
yetti. İçinden neler geçirmedi ki? Sanki Tanrı da, sesini
duymuş, dileğini kabul etmiş gibi, o anda Sid'in elindeki
şekerlik yere düştü. Tuz buz oldu şekerlik. Tom bu hale öyle
sevindi ki, kopacak gürültüyü sessizce beklemeye başladı.
Her keresinde, örnek çocuk diye başının kakıncı olan Sid'in
cezalandırılmasına Tom için için sevindi. Tom, yaşlı teyzesi
gelinceye dek, neredeyse zevkten bayılacaktı. Az sonra Polly
Teyze eşikte göründü. Gözünde şimşekler çakıyordu odaya
girerken... Tom İşte geldi diye mırıldanmıştı ki, bir anda
kafasına bir yumruk indi.
“Bana niçin vuruyorsun? Onu Sid kırdı...”
Polly Teyze şaşırmıştı. Tom yalvarırcasına bakıyordu.
“Hımm,” dedi Polly Teyze, “o halde seni şimdi daha
önceki suçlarından dövüyorum. Cezasız kalmış çok suçun var,
Tom...”
Sonra pişmanlık duyup gönlünü almak istedi. Fakat
disiplinin bozulacağını düşünerek susmayı yeğledi.
Yaşlı kadın arada bir sevgi dolu bakışlarla yeğenini
süzüyordu. Tom bunu görmezden geliyordu ama. O kendini
ölüm yatağında düşünüyor, bu sırada teyzesinin kendisinden
özür dilediğini görüyor, inadını sürdürerek yüzünü duvara
çevirip, sessizce ölüyordu. Ah, ondan sonra teyzesi nasıl
ağlardı kim bilir? Bu kez Tom, düşünde ırmakta boğuluyordu.
Ölüsünü eve getiriyorlardı. Üzerine atılan Polly Teyzesinden
gözyaşları sel gibi akıyordu. Küçük yeğenini geri vermesi için
Tanrı'ya yalvarıyor, bir daha onu hiç cezalandırmayacağına
yemin ediyordu. O bunları düşündükçe acısı bir kat daha
artıyor, gözünden dökülen yaşlar ayaklarından sel gibi
akıyordu.
O anda içeri kuzeni Mary girdi, Mary, Tom'u bir an
karanlık düşüncelerden kurtardı. Onun güneş gibi parlayan
aydınlık, güleç yüzü ve tatlı şarkıları arasında Tom, karanlık
bir bulut gibi kapıdan dışarı kayıp gitti. Her zaman yaptığının
tersine, kalabalıktan uzakta, kendini dinleyebileceği bir yere
çekildi. Irmağın kıyısında yarısı suyun içinde olan bir sandal
akıntıya kapılıp kaybolsa acaba arkasından gözyaşı döküp
üzülenler olur muydu? Birden, koynunda sakladığı
menekşesini anımsadı. Sakladığı yerden çıkardı. Taç
yaprakları dökülmüş ve solmuştu. Bu görünüm üzüntülerini
yeniden canlandırdı. Sarışın kız, öldüğünü öğrenince, üzülür
müydü? Polly Teyzenin yanında olsa onunla birlikte ağlar,
onu teselli eder miydi? Yoksa ötekiler gibi o da olayı soğuk
karşılayıp horlar mıydı?
Böylece sürüp giden kimi acı kimi tatlı düşünceleri, onu
sevindirmekle birlikte üzüyordu da. Sonra içini çekerek
doğruldu. Saat on buçuğa doğru kim olduğunu bilmediği
kızın oturduğu sokağa geldi. Bir ara evin karşısında durup
kulak kabarttı. Hiçbir ses yoktu. Yalnızca ikinci katın
penceresinden bir mum süzülüyordu. ‘Hala orada mı?’ diye
düşündü Tom. Çitten atladı, pencerenin altına geldi. Tatlı
düşler kurmaya başlamıştı ki evin hizmetçisinin sesiyle
irkildi. Aynı anda başından aşağı bir kova su boşaldı. Tom,
içinde ani bir ürkme duygusuyla hafifçe silkinerek ayağa
kalktı. Önce ıslık sesi duyuldu, sonra bir şangırtı.
Belirsiz bir gölge duvardan atlayarak karanlıklara karıştı.
Yatağa girerken üzerindeki ıslak elbiseleri çıkaran Tom'u,
Sid yorganının altından sessizce izliyordu. Tom'un
kızgınlıktan şimşek gibi parlayan gözlerini görünce ağzını
bile açamadı. Onun gece duasını bile yapmadan uyuması
Sid'e dert olmuştu.
PAZAR OKULU

Pazar sabahı aile bir araya gelmişti. Polly Teyze;


kahvaltıdan sonra, topluca yapılacak aile duasında öğrendiği
bölümleri Tom'dan, gözden geçirmesini istedi. Tom başarmak
için içtenlikle çalışıyordu. Sid, günlerce önce hazırlanmış ve
duaları öğrenmişti. Oysa Tom, kısa kısa beş duayı, hala
öğrenememişti. İçtenlikle istemiş olsa bile, aklına girmiyordu
dualar işte! Zorla mı? Bu ezberleme işi yarım saat sürdü
sürmedi, duaların birkaç bölümünde gene de tekliyordu. Beş
duayı ezberlemesi olanaksızdı. Çünkü kafasında başka
düşünceler vardı. Bir yandan da elleri boş durmuyor,
öteberiyle oynuyordu.
Mary kitabı aldı, öğrendiklerini yinelemesini istedi. Tom
kendini sisli bir yolda sanıyordu.
“O fakirler...”
“Kutsal...”
“Evet, kutsal. O fakirler kutsaldır...”
“Çünkü...”
“...Çünkü. Evet... O fakirler kutsaldır; çünkü... Çünkü...”
“O...”
“Çünkü...”
“Çünkü -O... n...”
“Çünkü on... Ah, bunun ne olduğunu bilmiyorum.”
“Onlar, onlar...”
“Evet onlar....onlar ne yapacaklar Mary?”
“Ah Tom. Olmadı! Çok çalışmalısın.”
“Niçin bana yardım etmiyorsun Mary? Niçin böyle
acımasızsın? Sadece başını söylesen... Arkasını ben
getiririm.”
“Bunu yapamam, kendi kendine öğrenmelisin Tom.
Umudunu yitirme, başaracaksın. Eğer başarırsan sana çok
hoşuna gidecek bir şey vereceğim.”
“Bana ne vereceksin Mary? Ne olur söylesene, ne
vereceksin?”
“Olmaz Tom? Sen onu düşünme. Şunu bil ki ben güzel
dersem o kesinlikle güzeldir.”
“Tamam Mary, şimdi çok çalışıp beş duayı da
ezberleyeceğim.”
Alacağı hediyeyi merak eden Tom o kadar dikkatli çalıştı
ki kısa sürede beş kıtayı da ezberlemişti. Mary de ona yepyeni
bir bıçak armağan etti. Tom'un sevinci sonsuzdu.
Tom pazar okuluna gitmek için çağrıldığında bıçağı,
dolaplardan birine saklamakla meşguldü. Mary elinde su dolu
bir tasla bir sabun getirdi, sonra tası bahçede bir bankın
üstüne koydu, sabunu suyun içine daldırdı. Tom kollarını
sıvayarak suyu yere döküp, mutfağa dönmüştü. Yüzünü sanki
yıkamış gibi kapının arkasındaki havlu ile ovuşturuyordu,
Mary havluyu onun elinden aldı. Söylenmeye başladı:
“Utanmıyor musun? Bu kadar pis olma Tom. Sudan sana
zarar gelmez.”
Tom az biraz utanmıştı. Tası yeniden doldurdu. Kendi
kendini yüreklendirerek derin derin soludu. Elini sabunlu
suya daldırıp yüzüne sürdü. Gözleri kapalı olduğu halde;
mutfağa girerek havluyu aldı. Bütün yüzünün ıslaklığı
gerçekten yıkandığını gösteriyordu. Oysa havluyla
kurulanınca sonuç hiç de sevindirici olmadı. Çünkü
temizlenen yerler çenesinin hemen yarısında bitiyor, gerisi
maske gibi duruyordu. Boynu, ensesi kapkaraydı, bu kez
Mary temizledi onu.
Yunup yıkanma işi bitince, Tom'un diğer çocuklardan farkı
kalmamıştı, aklanmış paklanmış, tertemiz olmuştu. Islak
saçlarını eliyle bir güzel yapıştırdı. Bukleli, kabarık saçların
kızlara yaraştığını düşünür, saçlarının kıvırcık olmasına bu
yüzden, üzülürdü.
Tom, son iki yıldır pazarları için ayırdığı elbiseleri gidip
giyindi. Benekli hasır şapkasını da Mary giydirdi. Kılığı, üstü
başı düzelmişti. Tom bu durumdan rahatsızdı, çünkü istediği
gibi hareket edemiyordu. Mary de hazırlanmıştı; üç çocuk
pazar okuluna gitmek üzere evden ayrıldılar.
Daha girişte kapıda kendisi gibi giyinmiş arkadaşı Billy'e
sordu:
“Sarı kartın var mı?”
“Var.”
“Ne istersin?”
“Ne verirsin?”
“Bir olta iğnesi, bir de şeker.”
“Görelim.”
Tom söylediklerini bir bir gösterdi, alıcı da beğendi.
Alışveriş böylece tamamlandı. Tom bir başka arkadaşından
iki bilya karşılığında üç kırmızı kart aldı. Bir üçüncüsünden
de değersiz bazı şeylerle üç mavi kart. Bu değiş tokuşlarla
rengarenk birçok başarı kartını aldıktan sonra içeri girerek
salondaki sıralardan birine oturdu. Oturur oturmaz sıra
arkadaşı çocukla kavgaya başladı.
O gün okulda önemli konuklar vardı. Müdür Walters vakit
kaybetmeden gösteriye başladı. Sağa sola emirler veriyor;
oraya buraya koşturup duruyordu. Kucağı kitaplarla dolu
kütüphane görevlisi, hızla gidip geliyordu salonda...
Müdür Walters, başarılı öğrencilerinden birine o dönemde
aldığı kartlara bakarak bir armağan verecekti. Birkaç çocuk
bir iki sarı kart gösterdi. Ama bu yeterli değildi. Salonda
herkes umudunu kestiği sırada, Tom Sawyer yerinden kalktı.
Elleri kartla doluydu: Dokuz sarı, dokuz kırmızı, on mavi
kart. Kimse böyle bir şey beklemiyordu ondan. Müdür
çaresizdi; sonucu açıkladı, Tom seçkin konukların yanına
götürüldü. Çocuklar, büyük bir kıskançlıkla ve hele kartlarını
değiştirenler kızgınlık ve pişmanlıkla onu izliyordu.
Müdür Walters, yaptığı heyecanlı bir konuşmadan sonra,
dua kitabını tutup ona verdi. Bir yandan da düşünüyordu.
Elindeki kartlara göre bu çocuğun iki bin sayfa tutan duaları
ezberlemiş olması gerekirdi. Ama en değerli ödülü, armağan
olarak işte Tom alıyordu.
Tom'un kız arkadaşı Amy onun bu başarısına çok
sevinmişti. Fakat Tom ona hiç bakmıyordu bile. Gözlerinin
başka bir kızın üzerinde olduğunu görünce Amy'nin içi
burkuldu; kızdı Tom'a...
Konukların en önemlisi yargıçla Tom'u tanıştırdılar.
Çocuğun dili tutulmuş, yüreği hızla çarpmaya başlamıştı. Onu
etkileyen konuğun önemli olması değildi, ilgi duyduğu kızın
babası olmasıydı. Yargıç Tom'un başını okşadı sevecenlikle ve
sordu:
“Adın ne senin küçük?”
“Tom.”
“O yeterli değil, dahası da olmalı?..”
“Thomas.”
“Ha şöyle, şimdi oldu. Ama ikinci bir adın da olmalı değil
mi?”
Müdür Walters atıldı:
“Soyadını unuttun mu çocuğum?.. Soyadını da söyle.”
“Sawyer. Thomas Sawyer, efendim.”
“Güzel. Aferin sana Tom. Sen harika bir çocuksun. İki bin
dua, senin yaştaki çocuklar için çok; pek çok... Ama bunları,
bu bilgileri öğrendiğin için hiçbir zaman pişmanlık
duymayacaksın. Bilgi her şeyden değerlidir. Bu bildiklerinle
ileride çok büyük, çok önemli bir adam olacaksın. Bütün
bunları pazar okulunda öğrendiklerime borçluyum diyeceksin,
değil mi? Şimdi sana bir soru:”
Soru sorulmadan önce Tom kıpkırmızı olmuştu. Bu
sorudan sonra renkten renge girdi, hiç yanıt veremedi. Bunca
başarı kartı olan bir çocuğun böylesine kolay bir soruyu
yanıtlayamamasını onun heyecanına vererek, iş tatlıya
bağlandı.
BECKY

Kendini bildi bileli Tom, pazartesi sabahını hiç sevmezdi.


Hafta sonu tatili bitiyordu. Yeniden, bir hafta daha çalışmak
gerekliydi, yeni dinlenceler için... Elinden gelse takvimden
bütün pazartesi günlerini çıkarıp atardı.
Somurtuk bir yüzle, yatağının içinde doğrulup oturdu.
Düşünmeye başladı. Okula gitmeyi canı hiç mi hiç
istemiyordu. Birdenbire gözleri parladı. Teyzesine dişinin
ağrıdığını söyleyebilirdi. Önce kendisiyle aynı odada yatan
Sid'i kandırması gerekliydi. Hemen yüksek sesle yalandan
inlemeye başladı. Sesleri duyan Sid yatağından fırlayıp
kardeşine ne olduğunu sordu; fakat Tom, rolünü iyice
benimsemişti, yanıt vermedi.
Yalnızca, diş ağrımasına bel bağlamak da sakıncalı
olabilirdi. Ağızda oynayan, çürümüş bir diş gördü mü, Polly
Teyzenin şakası yoktu; tutup çıkarırdı hemen, öyle dişçi
koltuğuymuş, kerpetenmiş, onlara gereksinim falan
duymadan... Tom bunu düşününce kuyruk sokumuna dek
titredi. Soğuk bir ter boşandı sırtından. Eğer haber verirse,
sağlam bir dişini kaybetmekle birlikte, çekilirken de büyük
acı duyacaktı.
Yalancıktan, “Dişim ağrıyor!” deyip inleme numarasına
yatmanın yararı olmayacağını anlayınca bu düşünceden de
vazgeçti. Yeni, yepyeni bir hastalık keşfetmeliydi. Bir süre
önce, eve gelen aile doktorunun sözlerini anımsadı. Hastalığın
genel tablosunu pek bilmiyordu ama önemli bir hastalık
olduğu kesindi. Çünkü Polly Teyze, o gün, doktoru büyük bir
dikkatle dinlemişti. Doktorun dediğine bakılırsa acayip
olmakla birlikte korkunç bir hastalıktı. Bir kez, hasta iki üç
hafta yataktan kalkamıyordu. El ya da ayak parmaklarından
birini kaybetmek gibi insanı, okula gitmekten tüm
alıkoyabilecek yaman bir hastalıktı bu...
Tom'un ayak başparmağında birkaç gün önce çıkan bir
sivilce mikrop kapmış, irin toplamıştı. Ayağını kaldırıp
başparmağını gözden geçirdi. Pekala bu hastalığın numarasını
yapabilirdi. Ancak, ne gibi tepkileri olabileceğini de pek
bilmiyordu. Yeni bir hastalık uydurmak için Tom, planlar
kurduğu sırada, Sid de, telaşla Polly Teyzesine koştu. Tom'un
hastalanmasa bile hasta olabileceğini söyledi.
Teyze önce inanmadı; yine de üst katta olanları bilmek
istedi. Tom hala inliyordu, Polly Teyze merakla, “Ne oldu
Tom?” diye sordu.
“Ölüyorum teyzeciğim, ayak parmağım zehirlendi!.. Ay!..
Ayy!.. Ölüyorum.”
Tom; dişinin ağrıması gerektiğini birden anımsayarak,
daha da çok inlemeye başladı ve telaşla; “Parmağım
zehirlendi, çok acıyor,” diş ağrımı bile unuttum!” deyince,
Polly Teyze, Tom'un okula gitmemek için yalan söylediğini
anladı, dişçiye gideceklerini; kalkıp giyinmesini, dişini
çektireceğini söyledi. Tom dişçi sözünü duyunca, yatağından
kalktı; giyindi, dişindeki ağrının önemsiz olduğunu; okula
gitmek istediğini söyledi. Teyze güldü. Aşağı indiler, az sonra
da kahvaltılarını ettiler.
Tom okula giderken, yolda kasaba çocuklarının hayranlık
duyduğu Huckleberry Finn'e rastladı. Huckleberry Finn
haylaz olmakla birlikte, çok da tembel olduğu için anneler
ondan hoşlanmazdı; ama bütün çocuklar gibi Tom da, onunla
arkadaşlık etmeye can atar, ara sıra fırsat buldukça oyun bile
oynardı.
Huckleberry, atılmış eski elbiseler giydiği için üstü başı
paramparçaydı. Başında yırtık yağlı şapkası, sırtında üzerine
bol gelen yırtık pırtık ceketi ve hemen her tarafı delik deşik
pantolonuyla gülünç bir görünüşü vardı. Gönlünce yaşardı.
Yazsa kırlarda, kışsa bir fıçının içinde yatıp kalkardı.
Dilediğinde büyük ırmakta balık avlardı. Yıkanır, havalar
ısınmaya başlayınca da, pabuçlarını çıkarır, yalın ayak
gezerdi. Okula hiç gitmemişti. Kasabada ondan daha çok
küfür bilen kimse yoktu.
Tom, Huckleberry Finn'i görünce sevinmişti:
“Selam, Huckleberry! Ne haber?”
“Selam! Bak! Hoşuna gitti mi?”
“Nedir o?”
“Bir kedi ölüsü...”
“Göstersene bana, Huck, üff!.. Vay canına... Nereden
buldun onu?”
“Nereden mi? Bir oğlandan aldım canım...”
“Peki, karşılığında bir şey verdin mi?”
“Elbette... Mavi bir kart verdim, üste kasap amcadan
aldığım bir barsak da cabası...”
“Nereden buldun bu mavi kartı?”
“İki hafta önce, Ben Rogers'tan almıştım, bir çember
sopasına karşılık...”
“Ver bakayım... Kedi ölüsü ne işe yarar?”
“Siğilleri yok eder.”
“Nasıl?”
“Nasıl mı? Kediyi alıp mezarlığa gidersin, gece yarısı
rüzgâr çıkıp ağaçların arasında ıslık çalmaya başladığında
‘rüzgâr kediyi, kedi siğillerimi alsın götürsün!’ diye
bağırırsın. Sabaha kadar siğiller kaybolur.”
“Tamam anladım, sen hiç denedin mi?”
“Hayır, fakat Hopkins bana söyledi.”
“Oldu, inandım, onun bir sihirbaz olduğunu söylerler
zaten. Huck, ne zaman parka gideceksin?”
“Hemen bu gece.”
“Ben de seninle geleyim mi?”
“Korkmazsan gel.”
“Korkmak mı? Şey... Yine miyavlayacak mısın?”
“Tabii, sen de bana miyavlayacaksın, unutma. Geçen defa
ihtiyar Hays, ‘Şu kedilerin sesinden bıktım artık!’ diyerek
başıma bir taş atıncaya kadar beni miyavlatmıştın.”
“O gece yanımda teyzem vardı, senin miyavlamanı
duydum ama yanıt veremedim. Bu gece teyzem orada
olmayacak ve miyavlayacağım. Şu siğillerden
konuşuyorduk... Bundan biraz söz eder misin, hoşuma gitti
de... Siğil belasını ucuz atlatacağız desene...”
“Dur bakalım! Acele etme... Her şey öyle kolay olur mu?
Önce içi yağmur sulu bir ağaç kütüğü bulacaksın, ama bunu
yöntemince yapmazsan hiçbir yararı yoktur, ağaç kütüğünü
bulmanın... Tek başına gideceksin ormana. O kütüğü arayıp
bulacaksın... Sonra kütüğün başında bütün bir gece beklemek
gerekir... Gün ışımaya başlayınca, kütüğe geriye doğru arka
arka giderek yaklaşacaksın... Sırtını kütüğe dayayıp, ellerini
kovuğa sokup şunları söyleyeceksin: Ey koca kütük, yaşlı
kütük! Sesimi duydun mu? Beni gördün mü? Ağaçtan, o koca
kütükten, belli belirsiz, bir ses duyar gibi olacaksın... O
incecik ses, sana şunları söylemek isteyecektir: Gördüm,
gördüm... Sesini de duydum...”
“Sonra kütüğe şunları söyleyeceksin: Yaşlı kütük, koca
kütük, pınar gibi tatlı o güzel suyundan bir damla da bana
versene... Körelt şu siğillerimi; yaralarımı, berelerimi... Sağalt
beni, kurtar derdimden...”
“Bunu dedin mi? Dedin... Sonra gözlerini yumacaksın, on
bir adım sayarak uzaklaşacaksın kütükten. Olduğun yerde üç
kez fırıldak gibi döneceksin, döndün mü, iyi... Artık, güle
oynaya, eve gidebilirsin... Ne konuşma, ne görüşme... Hiç
kimseye bir şey söylemek yok, anladın mı? Tılsımın
bozulmaması için, buna çok dikkat etmelisin...”
“Doğrusu pek aklım almadı ama denemeye değer.”
“Siğil için bir başka ilaç daha var.”
“Söylediklerine aklım pek yatmadı, ama, Bob Tanner belki
başka türlüsünü denemiş olabilir.”
“Evet...”
“Evet ama, elleri hep siğillerle kaplı değil mi onun?”
“Doğru. Herifin derisinde siğil olmadık tek bir yer
kalmamış ki... Çürümüş kütük bulamamış besbelli... Bulsaydı
hiçbir şeyi kalmazdı. Bak, benim elimde binlercesi vardı,
hepsi anında yok oldu, neden? İşte bundan...”
“Ben oldum bittim kurbağalarla oynamasını severim,
kurbağaseverliğim yüzünden siğillerim de pıtrak gibi bitiverir
ellerimde; çürümüş bir ağaç kütüğü bulamayınca; Çünkü
ormanda böyleleri her zaman bulunmuyor, ben de bakla ile
geçiştiririm kimi zaman.”
“Ya... Baklanın iyi geldiğini ben de biliyorum, ne tuhaf
değil mi?.. Peki! Baklaları aldın, sonra?”
“Siğilleri temiz bir bıçakla kesip kanatacaksın. Çıkan kanı,
birer birer ortasından böldüğün baklaların üzerine süreceksin.
Sonra bir çukur kazıp kanlı baklaları çukurun içine
gömeceksin, aysız, karanlık bir gecede olacak ama bu işler.
Birkaç saat sonra, ellerinde siğil miğil kalmaz... Ancak özel
duası vardır bunun!..”
“Nasıl bir dua Huck?”
“Baklayı çukura gömerken, şöyle mırıldanacaksın: Ey
baklalar baklalar / Verdim size kanımı / Siğille dolsun
çukurlar / Alma benim canımı...”
“Peki, kedi ölüsüyle siğiller nasıl geçiyor?”
“Daha önce de söyledim ya sana Tom, kediyi alacaksın,
gece yarısı, gömütlükte kötülüğü ile tanınmış bir ölünün gidip
dikileceksin başına... Tam gecenin ortasında... Başına iki,
belki de üç Şeytan üşüşür bir anda... Sen onları göremezsin
ama; konuşurlar, seslerini duyamazsın... Hafif bir rüzgar eser
tatlı tatlı, rüzgarın sesini duyarsın yalnızca... Şeytanlar ölüyü
alıp götürürken, sen de kediyi Tom, elinden çukura fırlatıp
şöyle bağırırsın; Şeytan cesedi izler / Kedi şeytanı / Kediyi
siğil izler... / İlişkimi kestim sizlerle / Hepinizin canı
cehenneme / Defolun, defolun sizi yezitler!..”
TOM OKULDA

Tom keyifle okula daldı. Şapkasını koridordaki askıya astı.


Sınıfa girdi, hemen yerine geçti. Dershanenin sessizliği
Tom'un içeri girmesiyle bozulmuştu. Öğretmen sinirle,
yerinde doğruldu:
“Thomas Sawyer, bugün de geç kaldın, özür dilemeden
yerine nasıl oturursun!..” diye sordu.
Tom bir yalana sığınmayı düşünerek ayağa kalkarken, o
anda sarı bir çift saç örgüsü gözüne çarptı. Yalan söylemekten
vazgeçti.
“Huckleberry Finn'le konuşurken geç kaldım efendim...”
dedi!
Öğretmen bu yanıttan şaşırmıştı. Öğrenciler arkadaşlarının
delirmiş olduğunu düşündüler:
“Hucklebery Finn ile mi konuştun? Bu açıklaman beni
şaşırttı doğrusu... Çabuk ceketini çıkart.”
Öğretmen Tom'u bir temiz dövdü. Sonra, ceza olarak da
kızların yanına oturttu. Sınıfta herkes kıkır kıkır gülüyordu.
Tom onlara aldırmadı. Boş bir sıranın ucuna yerleşti.
Yanındaki kız gülümsüyordu; yavaşça öteye kaydı, Tom'un
kendisine baktığını görünce dilini çıkarıp sırtını döndü. Başını
çevirdiğinde önüne bir şeftali konmuş olduğunu gördü.
İstemiyorum anlamında elinin tersiyle itti, Tom şeftaliyi alıp
yerine koydu. Taş tahtasına, Lütfen al, bende daha var,” diye
bir not yazdı. Kız yazılanı okudu, ama hiç aldırış etmedi.
Sonra Tom taş tahtasını gizleyerek, yeniden, bir şeyler
yazmaya başladı. Kız hala hiç aldırmıyor görünüyordu, Tom
yazıp çizmeye devam etti, derken kız dayanamayarak, “Ne
yazıyorsun, bana da göstersene...” diye yavaşça sordu.
Tom elini kaldırdı. Bacasından kıvrıla kıvrıla dumanlar
çıkan pek biçimsiz bir ev resmi çizmişti. Kız şeftaliyi unutup
bir an resme baktı sonra dostça fısıldadı:
“Çok güzel çizmişsin, bir de adam çizsene...”
“Ben hiç resim yapamam ki...”
“Ben sana öğretirim.”
“Hemen öğle tatilinde istersen. Yemeğe eve gitmeyeceksen
demek istiyorum...”
“Sen gitmiyorsan ben de kalırım, tabii...”
“Oldu anlaştık, ismin ne senin?”
“Becky Thatcher, seninki ne? Sahi biliyorum, Thomas
Sawyer?”
“Thomas Sawyer... İşlerde bir terslik varsa beni böyle
çağırırlar, ama her şey iyi gidiyorsa ismim Tom'dur. Sen bana
Tom dersin, oldu mu?”
Tom, taş tahtasını saklayarak bir şeyler yapmaya başladı.
Kız ne yaptığını tekrar görmek istedi, artık arkadaş
olmuşlardı:
“Ne yapıyorsun, göreyim.”
“Olmaz, göstermem.”
“Lütfen, görmek istiyorum.”
“Hayır, başkalarına söylersin sonra...”
“İnanki söylemem...”
“Görmesen daha iyi olacak ama...”
Kız, Tom'un elini kenara itmeye çalışıyordu, Tom önce
direndi, sonra yavaşça elini çekti. Seni Seviyorum yazılmıştı
taş tahtanın üzerine. Kız Tom'un eline bir tokat attı, ama
sevinçle gülerek, “Ne utanmaz çocuksun sen!..” diye fısıldadı.
Tam bu sırada Tom, kulağında şiddetli bir acıma duydu,
kulağını bir kıskaç yukarı doğru sanki koparmak istercesine
çekip sündürüyordu. Başını, kulağını kurtarmak isteyerek
yana çekti. Öğretmenin parmaklarıydı kulağındaki kıskaçlar.
Ayağa kaldırmak istiyordu sanki kendisini, kalktı ve
çocukların yeniden başlayan gülüşmeleri arasında eski yerine
götürüldü.
Öğle tatilinde Becky Thatcher'in yanına yaklaştı, kulağına
ivedi ivedi, “Köşeyi döndükten sonra dar yolda yürü, ben de
oraya geleceğim!” diye fısıldadı.
Böylece Tom diğer arkadaşları ile okuldan ayrıldı. Becky
kendi arkadaşları arasındaydı; az sonra, dar yolun ucunda
buluşup tekrar okula döndüler. Herkes okula gitmişti, bahçe
bomboştu. İşte yalnız kalmışlardı. Bir ağacın altındaki sıraya
yan yana oturdular. Tom kalemi Becky'ye vererek elini
kavradı, beraberce önlerindeki taş tahtaya ilginç bir ev resmi
çizdiler. Resim bitince Tom, bütün içtenliğiyle, “Becky, daha
önce hiç nişanlandın mı?”
“Hayır, o da ne demek?”
“Ne demek mi? Yani evlenmek için nişanlanmak canım?”
“Hayır.”
“Peki, ister misin?”
“Bilmem, nasıl olur acaba?”
“Nasıl bir şey mi? Bir oğlana, onu sevdiğini, herkesten çok
sevdiğini söylersin, olur biter. Hepsi bu kadar... Yani herkes
böyle yapıyor işte...”
“Herkes mi? Herkes dediğin kim?”
“Tabii, haydi, sen de beni sevdiğini söyle, olup bitsin
canım, böylece nişanlanmış oluruz. Bak işte, ben sana
söylüyorum: Seni seviyorum.”
Becky birkaç saniye düşündü. Direnir gibi oldu önce, sonra
çok yavaşça, “Başını öbür tarafa çevir!” diye fısıldadı. Tom
başını çevirdi.
“Dur, dur!... Önce bunu kimseye söylemeyeceğine söz
ver...”
“Peki, hiç kimseye söylemem, söz...”
Tom başını çevirdi, Becky dudaklarını Tom'un kulağına
yanaştırarak fısıldar gibi bir sesle şöyle dedi:
“Seni seviyorum...”
Sonra, telaşla yerinden fırladı, sıraların arasında koştu, bir
köşeye büzülerek yüzünü önlüğünün eteğiyle sakladı. Ona
yetişen Tom, boynuna sarıldı:
“Becky, neden kaçıyorsun, seninle nişanlandık işte, başka
yapacak bir şey kalmadı ki...”
Önlüğünü tutan elini aşağı çekip eteğini düzeltti. Becky
kıpkırmızı olmuştu.
“Peki, bitti işte, nişanlandık. Artık başkasını sevemez,
başkasıyla evlenemezsin, tamam mı?”
“Tamam, ne senden başkasını severim ne de senden
başkasıyla evlenirim...”
“Daha başka?”
“Okula gidip gelirken, kimse görmeyecekse hep beraber
olacağız. Balolarda birlikte dans edeceğiz, çünkü nişanlılar
öyle yaparlar.”
“Bu çok hoş, bu sözleri daha önce hiç duymamıştım.
“Oh, çok eğlencelidir nişanlanmak... Hatta ben ve Amy
Lawrence...”
“Ah, Tom, demek daha önce nişanlandın?”
“Evet ama, o artık beni ilgilendirmiyor.”
Tom boynuna sarılmaya çalıştı, Becky onu itti. Dokunursa
ağlayacakmış gibi oluyordu. Tom üzüldü, hemen cebinden bir
perde halkası çıkarıp uzattı Becky'ye:
“Al, bak bunu sana veriyorum.”
Becky halkayı öfkeyle kapıp yere fırlattı. Buna çok
bozulan Tom'un gururu fena halde kırılmıştı. Hızla arkasına
döndü, bahçeyi geçti. Dışarı çıktı. Kırlara doğru yürüdü. O
gün, bir daha dönmemek üzere okulu astı.
Az sonra Becky, Tom'un arkasından koştu, koştu... Ama
kimseyi göremedi, Tom gözden kaybolmuştu.
YEMİN

Tom ve Sid o gece, saat dokuz buçukta odalarına çıktılar.


Dişlerini fırçaladılar. Yatar yatmaz Sid uyuyuverdi. Tom
uyanıktı, tam uykuya dalıyordu ki saat on biri vurdu ve aynı
anda dışarıda miyavlama yükseldi. Bir pencere açıldı, birisi
Defol, pis kedi!” diye bağırdı, odunluğun arkasına atılan boş
bir şişenin gürültüsü Tom'u iyice uyandırmaya yetti.
Yatağından fırladı, ivedi ivedi giyindi; pencereden atladı.
Yerde dört ayak üzerinde sürünerek ilerlerken etrafa göz
gezdirdi. Kedi gibi bir iki kez miyavladı. Sonra odunluğun
damından yere atladı.
Huckleberry Finn, kucağında kedisiyle Tom'u bekliyordu.
Koşar adımlarla karanlıkta kayboldular. Yarım saat sonra,
mezarlıktaki uzun otların arasındaydılar.
Kasabanın hemen çıkışında küçük bir tepenin üzerindeki
gömütlük yer yer kopmuş tahta parmaklıklarla çevrilmişti.
Ağaçların arasında yürürlerken, esen hafif rüzgarla ürperdiler.
Biraz daha yürüdüler. Bir ağaç kümesinin altına oturdular.
Tom korkuyordu. Çevrenin sessizliğini bozmak için, konuşma
gereğini duydu. Kısık bir sesle sordu:
“Bu ölüler onları rahatsız ettiğimiz için bize kızar mı
Huck?”
Dişleri birbirine çarpan, dizleri titreyen Huckleberry Finn,
“Bilemem ki,” diye kekeledi.
Bir ara sessizlikten sonra, Tom sorusunu yineledi:
“İhtiyar Williams bizi duyar mı sence?”
“Belki, bilemem ki Tom...”
Çevreye göz gezdiren Huckleberry Finn, ihtiyar Williams'ı
hemen yanı başında hissediyordu. Korkusunu belli etmemeye
çalışarak arkadaşına döndü:
“Rüzgar da hızlandı mı ne? Ağaçlar da nasıl uğulduyor
böyle?”
Tom ölü kediye dokunmak istemiyordu, oturduğu yerde
iyice büzüldü.
“Bilmiyorum, bilmiyorum dedim ya...”
“Keşke buraya gelmeseydik.”
Tom arkadaşını yüreklendirmek istedi:
“Neden korkuyorsun Huck?” diye kekeledi. “Bu ölülerle
bizim ne alışverişimiz var? Şurada, kendi halimizde
oturuyoruz, hiçbir şey yapmadan... Fazla kıpırdamazsak,
onları kızdırmayız.”
Huck, parmağını dudaklarına götürerek susmasını işaret
etti. İkisi de soluklarını tutarak beklemeye başladılar.
Gömütlüğün alt ucundan bazı konuşmalar ve ayak sesleri
geliyordu.
Tom, “Şuraya bak Huck!” diye fısıldadı, “gördün mü ışığı?
Bize yaklaşıyor, nedir bu?”
“Şapşallık etme, ne ışığı... Ben bir şey görmüyorum.”
Üç gölge, onlara doğru yaklaşıyordu. Elinde öflez fenerli
bir adam solgun sarı bir ışığı ağaçların arasında
dolaştırıyordu. Huck, bir ara bayılacak gibi oldu:
“Bunlar da kim?” diye sordu, inler gibi bir sesle. Gözlerini
gittikçe yaklaşan gölgelerden ayıramayan Tom, arkadaşı gibi
kendisini de yüreklendirmeye çalışan bir sesle fısıldadı:
“Kim olursa olsun, yere uzanıp hiç ses etmezsek, bizi
görmeden geçip giderler.”
Birden Tom'un bileğine yapıştı Huck. Boğuk ve heyecanlı
bir sesle, “Tamam,” dedi, birisini tanıdım, şu adam Muff
Potter...”
“Saçmalama Huck.
“İnan, o diyorum sana... Sesinden tanıdım! Sakın
kıpırdama, bizi görmesinler. Herif her zamanki gibi yine
sarhoş olmalı.
“Bak, durdular!.. Hey, ben de ötekini tanıdım, Kızılderili
Joe bu...”
“Evet, evet. İyi ama gece yarısı ne işleri var burada?”
İkisi de sustu, adamlar çok yakınlarına gelmişlerdi.
Bilemedikleri üçüncü bir adam elindeki feneri yukarı kaldırdı:
“Tamam, işte burası!” diye bağırdı.
Fenerin öflez ışığında adamın yüzünü gördüler. Bu,
kasabanın genç doktoru Robinson'du. Kızılderili Joe ve
Potter, ellerindeki sedyeyi yere bıraktılar. Sedye üzerindeki
kazma ile küreği alıp taze yaprak yığınıyla örtülmüş gömütü
kazmaya başladılar. Doktor, alçak bir sesle, “Daha çabuk
olmalısınız çocuklar!” dedi. “Ay yükselmek üzere...”
Adamlar, büyük bir hızla işlerini sürdürüyorlardı.
Küreklerin gürültüsü rüzgarın sesini bastırmıştı. Az sonra
kazmadan tok sesler çıktı. Tahtaya değmişti. Tabutu
bulmuşlardı. Doktor sedyedeki ipi alıp uzattı. Tabutu yukarı
çektiler. Kürekle tabutun kapağını kaldırıp içindeki ölüyü
sedyeye yerleştirdiler. Üzerini battaniye ile örtüp, iple sımsıkı
bağladılar. İşler bitmişti. Kızılderili Joe eli belinde güçlükle
doğrularak doktora döndü:
“İş tamam...” dedi. “Beş dolar daha uçlan bakalım. Yoksa,
ölü ortada kalır.”
Doktor, “Bu da ne demek? Peşin peşin aldınız ya paranızı?
Beş dolar daha niçin uçlanacakmışım?”
Yüzünde zehir gibi acı bir gülümseme ile Joe doktora
yaklaştı. Sert, katı bir sesle, “Evet,” dedi, “paramızı ödedin.
Beş yıl öncesini düşün bakalım. Açlıktan ölmek üzereydim.
Biraz yiyecek istemek için kapınıza gelmiştim, babana beni
nasıl kovdurduğunu anımsadın mı? O günü hiç unutmadım
ben. Şu beş doları hemen vereceksin! Çünkü şimdi de sen
bana muhtaçsın, hadi uzatma, ver parayı, bitirelim işini...”
Yumruğunu kaldırıp doktora vurmaya başladı; ama doktor
hızla dönüp bir yumruk attı. Joe'yu yere devirdi. Bu kez,
Potter bıçağını çekip doktorun üzerine atıldı.
“Sakın ona bir kez daha vurma!” diye bağırdı. Doktorun
üzerine atladı. Yerde yuvarlanıyorlardı. Kıran kırana bir
boğuşma başladı. Kızılderili Joe kendine gelip ayağa fırladı,
Potter'in bıçağını yerden kaparak onların çevresinde
dolanmaya başladı.
Doktor daha çevik davranarak bu saldırıyı savuşturdu.
Gömütün önüne dayalı kocaman tahtayı kapıp Potter'in başına
indirdi. Adam baygın yere yuvarlandı. Aynı anda Joe da,
elindeki bıçağı doktorun göğsüne sapladı. İşte o sırada,
bulutlar, yavaş yavaş yükselmekte olan ayı bir anda kapattı.
Ortalık kapkara kesildi. Ay ortaya çıktığında yerde iki adam
yatıyordu. Kızılderili Joe elinde bıçakla ayakta idi. Doktor
inliyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Bir iki kez derin derin
soludu. Başı yana kaydı. Çırpınması durdu. Ölmüştü.
Joe, “Tamam, bu iş de bitti...” diye mırıldandı. Eğildi,
doktorun ceplerini karıştırmaya başladı. Doktordan
aşırdıklarıyla ceplerini doldurdu. Kanlı bıçağı yerde hala
baygın yatan Potter'in eline yerleştirdi. Az sonra Potter
inleyerek doğruldu. Elindeki bıçağa şaşkın şaşkın baktı. Sonra
aynı şaşkınlıkla etrafına göz gezdirdi. Joe'ye dönerek “Ne
oldu Joe?” diye sordu. Omuzlarını kaldırarak yanıtladı Joe:
“Tatsız bir iş... Neden bıçak kullandın?”
“Bir şey yapmadım ki ben...”
“Elinde bu bıçakla böyle konuşarak kurtulamazsın.”
Potter'in rengi uçtu birden, bağırmaya başladı:
“Ne zaman yaptım bu işi? Kimseyi bıçaklamak istemedim
ki ben? Ne zaman oldu bu, söylesene Joe! ..”
“Kıyasıya dövüştüğünüz bir anda, bir ara doktor senden
kurtulunca gömüt tümseğine dayalı tahtayı kaptığı gibi başına
indirdi. Sen kendini kaybedip yere düştün, işte o an, sen de bu
bıçakla fırlayıp adama sapladın. O da sana, tahtayla tekrar
vurunca sen bayıldın. İşte hepsi bu... Şimdi de ayaktasın...”
“Ne yaptığımı anımsayamıyorum şimdi. Ne olacak peki,
hiç bilemiyorum. Ölmek istiyorum. Bugüne değin bıçakla hiç
işim olmamıştı. Bana bak Joe, ben seni hep korudum. Bu
olaydan kimseye söz etmeyeceksin, tamam mı?”
“Tamam, kimseye bir şey söylemeyeceğim, korkma, bana
yaptığın iyilikleri unutur muyum; kimseye söylemem, söz...”
“Sağ ol Joe, bu arkadaşlığını unutmayacağım. Joe, iyice
yükselmiş olan aya baktı. Arkadaşının sırtına vurdu yavaşça,
“Haydi, bırak şu gevezeliği, bu kadarı yeter... Sıvışalım, sen
şu yana, ben bu yana... Hemen toz olmalıyız... Haydi bakalım,
iz miz bırakmayalım ortalıkta...”
Tom ve Huck köye doğru solukları tıkanırcasına
koşuyorlardı. Tom, “Çok yoruldum, bir yerlerde düşüp
gebermeden eski tabakhaneye bir ulaşabilsek... Daha koşacak
güç kalmadı, bende!..” diye söylendi. Huck sesini çıkarmadı,
o da bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordu. Sonunda
tabakhaneye gelebildiler. Açık kapıdan içeri dalıp bitkin bir
halde yere yığıldılar. Bir süre yatıp solumalarının düzelmesini
beklediler.
“Huck, bu işin sonunu düşünebiliyor musun?”
“Dr. Robinson ölürse kötü olur, bu işin sonu darağacıdır
bence.”
“Ya!.”
“Elbette, ya !..”
“Huck, kimseye bir şey söylememeliyiz.”
“Evet, söyleme sakın Tom. Yoksa şu Joe denilen canavar
ikimizi de öldürür. Gel şimdi burada yemin edelim. Bu sırrı
saklamak için ikimiz de yemin etmeliyiz.”
“Tamam. Peki, yemini nasıl edeceğiz? Elele tutuşaraktan
mı? Yeterli mi bu sence?”
“Yok, yok, hayır, öyle olmaz. Senin dediğin küçük işler
için geçerli, büyük işlerin yemini yazmakla olur... İmza da
kanımızla atılmalı...”
Tom, arkadaşının sözlerini olumlu buldu. Ay ışığının
yardımıyla bulduğu temiz bir tahta parçasını aldı.
Cebinden çıkardığı küçük bir kırmızı kalemle üzerine üç
beş satır yazdı: “Hucky Finn ve Tom Sawyer bu gecenin
olayları konusunda hiç konuşmayacaklarına and içerler. Bu
olay, aralarında bir giz olarak kalacaktır. Konuşmaktansa
ölmeyi yeğ tutarlar.”
Huck, Tom'un biçimsiz yazısına hayran hayran baktı. Tom
kalemi bırakıp cebindeki çakısını çıkardı, ucunu açtı. İkisi de
sivri ucu başparmaklarına batırdılar. Sonra Tom diğer eliyle
delinmiş parmağını sıktı, çıkan kana serçe parmağını batırdı.
Tahtanın üzerine isminin ilk harflerini yazdı. Huckleberry'ye
H ve F harflerinin yazılışını gösterdi. Yemin işi bitmişti. Tahta
parçasını kazdıkları küçük çukura gömdüler.
Tom pencereden yatak odasına sessizce girdiğinde Sid
hafifçe kıpırdandı. Hala uyuyordu. Sabah olmak üzereydi;
hemen soyundu. Yatağına uzanır uzanmaz da, uykuya daldı.
Öldürülmüş olan adam doktor Robinson'du. Hemen yanı
başında bir bıçak bulunmuştu ve bu Muff Potter'indi. Öğle
olmak üzereyken tüm kasabayı bu önemli haber sarmıştı.
Kulaktan kulağa ağızdan ağıza yayılan haberin herkes o kadar
etkisindeydi ki müdür bile o günün öğleden sonrası için okulu
kapattı. Tüm kasaba halkı gömütlüğe koşuyordu, Tom da
kalabalığa karışıp yola koyuldu. Aslında gitmek istemiyordu;
sanki bir mıknatıs onu oraya çekiyordu. Gömütlüğe gelince,
kalabalığın arasından yavaşça sıyrıldı. O sırada bir elin
koluna yapıştığını hissetti, döndü. Huckleberry Finn'di.
Konuşmadan, bakıştılar. Tom kalabalığın arasında Kızılderili
Joe'yu görerek ürperdi. O da oradaydı. Birden bir uğultu ile
kalabalık dalgalandı:
“İşte, geliyor...”
“Evet o... Muff Potter.
“Şerifle beraber geliyorlar. Yakalanmış.”
Kalabalık kenara doğru çekilerek gelenlere yol verdi. Muff
Potter'in yüzü solmuştu, ürkek bakışlarla kalabalığa
bakıyordu. Yerdeki cesedin önüne gelince elleriyle yüzünü
kapattı. Şerif kanlı bıçağı yüzüne doğru uzatarak sordu:
“Söyle, bu bıçak senin mi?”
Potter yavaşça başını kaldırdı, umutsuz, umarsız, ne
yapacağını şaşırmış bir halde bakındı. Kızılderili Joe'yu
gördü:
“Joe, hani bana söz vermiştin...” diye seslendi. Kollarından
tutmasalar Potter külçe gibi yere yığılacaktı. Yeniden umarsız
umarsız bakındı ve yenilgiyi kabullenmiş olarak seslendi:
“Anlat Joe, neler olduğunu anlat. Artık susmanın anlamı
yok...”
Huckleberry Finn ve Tom, Joe'nun anlattıklarını oldukları
yerden duyabiliyorlardı. Sıra cesedin kaldırılışına gelmişti.
Joe hiç etkilenmişe benzemiyordu. Hatta cesedin arabaya
taşınmasına yardım bile etti.
Bir hafta boyunca Tom olayın etkisinden kurtulamadı. Bu
korkunç giz, onu rahatsız ediyordu. Bir sabah kahvaltılarını
yaparlarken Sid, “Tom,” diye sordu, “her gece yatağında
debeleniyorsun, neden? Uykunda konuşup durduğun için beni
de uyutmuyorsun.”
Tom yanıt vermedi. Önüne bakmakla yetindi. Bu kez Polly
Teyze konuştu:
“Bu kötü bir belirti, yine ne yaramazlıklar tasarlıyorsun
bakalım?”
“İnanın, hiçbir şey teyzeciğim...”
“Fakat Tom, hep aynı şeyleri söylüyorsun: ‘Bana işkence
yapmayın, bırakın şimdi anlatacağım!..’ diyorsun. Sana kim
işkence yapıyor? Anlatacakların ne? Neden her gece aynı
şeyleri söylüyorsun?”
Bu sorular Tom'u iyice terletmişti. Elleri titremeye başladı,
sütün bir kısmını masaya döktü. Tom her şeyin bittiğini sanıp
kendisini sıkan gizini söyleyeceği sırada Polly Teyze
yardımına yetişti.
“Doğal! Benim bile rüyalarıma giriyor o korkunç öldürü.
Senin sayıklama nedenin de budur kuşkusuz...” Tom
kurtulmuştu, kahvaltısını hızla bitirip odadan çıktı ve okulun
yolunu tuttu.
Cezaevi, kasabanın kenarına kurulmuştu. Derme çatma,
eski bir taş yapıydı ve tek tutuklusu da Potter'di. Tom bir
süredir cezaevinin küçücük penceresine yaklaşıyor ve Potter'e
eline geçirebildiklerini armağan olarak bırakıyordu. Fakat
yine de sayıklamaları bitmiyordu. Bildiği doğruyu kimseye
söyleyemediği için rahatsızdı.
O günlerde Tom'un gizli acılarına bir başkası daha eklendi.
Becky Thatcher hastaydı. Okula gelmiyordu. Artık ne o
kıyasıya savaşlar, ne de korsanlık oyunları onu
ilgilendirmiyordu. Yaşam gücü kalmamıştı, canı gülmek bile
istemiyordu. Tom'un son günlerde giderek artan
durgunluğunu gözleyen Polly Teyze üzülüyordu. Duyduğu
bildiği ilaçları Tom'a veriyordu; ama durum hiç
değişmiyordu. Polly Teyze, ayrıca, bütün sağlık gazetelerini
almaya başladı. Her yeni çıkan ilacın Tom'a iyi gelebileceğini
düşünüyordu.
Bir gün, yeni bir yöntem denemeye karar verdi. Su ile
iyileştirecekti Tom'u. Onu her sabah erkenden kaldırıyor, önce
bir bardak soğuk su içiriyordu. Sonra banyoya sokuyor, iyice
yıkayıp tüm vücudunu havlularla ovuşturuyordu. En son
Tom'u ıslak bir çarşafa sarıp bir köşeye oturtturuyor, üzerine
birkaç battaniye örterek iyice terletiyordu. Bunlardan gittikçe
sıkılan Tom, hiç konuşmaz olmuştu. Sessiz ve dalgındı. Bu
kez Polly Teyze duyduğu yeni bir ağrı kesiciden hemen
birkaç şişe aldı. Ama Tom artık bunlardan kurtulmak
istiyordu. Bir yol buldu. Teyzesinin aldığı yeni bir şurubu
döşeme aralığından aşağı akıtıverdi.
Bir gün Tom, yine ilacı aşağı dökerken teyzesinin kedisi
Peter geldi, ilaç şişesiyle oynamak istedi. Tom kediyi iterek,
“Çekil Peter!” diye bağırdı. “Tadını bilmediğin şeyi benden
isteme!”
Kedi yeniden şişeye uzanınca, Tom da onu yakalayıp ilacı
ağzına boşalttı.
“Al bakalım, sen istedin, ben verdim.”
Zavallı kedi ne olduğunu anlayamadı. İki metre havaya
sıçradı. Bir yandan da acı acı miyavlıyordu. Oraya buraya
fırlayarak eşyaları devirdi. Vazoları kırdı. Gürültüye koşan
Polly Teyze kediyi odanın ortasında tepinirken gördü. Ne
olduğunu anlayamadı Polly Teyze, Tom'a şaşkın şaşkın
bakarken Peter yerinden fırlayıp pencereden kaçtı.
Polly Teyze, sevgili kedisi Peter için bağırıyordu. “Ne
oluyor burada? Ne oldu bu kediye böyle?”
“Bilmiyorum teyzeciğim...”
“Hiç böyle delirdiğini görmemiştim. Durup dururken ne
olmuş zavallıya?”
“Ben de bilmiyorum. Ama kediler çok sevinince böyle
olurlarmış.”
“Ne sevinmesi? Ne demek istiyorsun?”
Eğildi, yerden ilacı kaşığı aldı, sorusunu yineledi:
“Yoksa ona bir şey mi verdin?”
Kaşığı Tom'un burnuna doğru yaklaştırmıştı, Tom sıkılarak
gözlerini yere indirdi. Bir el kulağına yapıştı, öbür elinse
yüzüğü kafasında tınladı.
“Bu zavallı kediden ne istiyorsun?”
“Onun için üzülüyorum teyzeciğim...”
“Niçin üzülüyormuşsun bakayım?”
“Çünkü ilaç veren bir teyzesi yok.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bir teyzesi olsaydı, ilacını verir, ona bir insan gibi
bakardı.”
Polly Teyze birden üzüldü, Tom'a çok fazla ilaç vermişti.
Tom'un başını sevecenlikle okşadı:
“Senin iyi olmanı istedim, yine de yanıldığımı
sanmıyorum, çünkü bak, ilaçlar sana iyi geldi.”
Tom son günlerde hep erken geliyordu okula. Oyunlara
eskisi gibi katılmıyor, bir kenarda, arkadaşlarını izlemeyi
yeğliyordu. O gün yine erkenden gelmişti. Bahçe kapısının
yanındaki duvara dayanarak yolu gözlüyordu. Birden gözleri
parladı, yolun ucundan Becky görünmüştü. Hemen dışarı
fırladı. Kızılderili gibi bağırarak oynamakta olan çocukların
arasına karıştı. Sağa sola koşuyor, başının üzerinde durarak
birtakım hareketler yapıyordu. Sonra ayağa fırladı. Yaklaşan
Becky Thatcher'in çevresinde dolandı... Birisinin şapkasını
yakalayıp havaya attı. Birden koşarak çocukları çil yavrusu
gibi dağıttı, Becky'nin karşısına gelip dimdik durdu. Ama
Becky hiç aldırmamıştı. Yanındaki arkadaşlarına dönerek,
“Kimi insanlar aptal olduklarını hem bilmez hem de
kendilerini akıllı sanırlar!” diye bağırdı.
Öfke ve utançtan Tom'un yanakları kızarmıştı. Bir şey
söylemek istedi, söyleyemedi; birkaç kez yutkundu. Sırtını
döndü, oradan çabucak uzaklaştı. Yeniden gururu kırılmıştı.
KORSANLAR

Tom üzgündü, umutsuzdu. Artık kimsenin kendisini


sevmediğine inanıyordu. Belki bir gün çevresindekiler onu bu
hale getirdiklerine üzüleceklerdi; ama bugün sanki herkes
ondan kurtulmak istiyordu. “Öyle olsun!” diye düşündü.
Mademki bir tek dostu yoktu, o halde yolunu kendisi
çizmeliydi. Başka seçenek var mıydı? En iyisi korsan olmaktı.
Karmakarışık düşünceler içinde yürüdü, yürüdü. Uzaktan
okulun zilini duydu. Canı ağlamak istiyordu: “Bu zil sesini bir
daha duymayacağım,” diye düşündü.
Sessiz, umarsız, dalgın yürürken arkadaşı Joe Harper'le
karşılaştı. Yüreği coşkuyla çarptı. Harper de onu arıyordu.
Tom, arkadaşına izini kaybettirmeye kararlı olduğunu,
gideceğini söyledi. Arkadaşına veda etmek istedi; ama
Harper, “İyi ama neden veda ediyorsun. Bu işi beraberce
yapabiliriz,” dedi. Annesinin, dolaptan çaldığı azıcık kaymak
için kendisini dövdüğünü anlattı. Annesi bıkmıştı ondan;
gitmesi belki de onu sevindirirdi. Sevgiden yoksun
olduklarına göre kendi başlarının çaresine kendilerinin
bakmaları en doğru çözüm olacaktı.
Yola koyulmadan önce, yeni bir antlaşma yapmaya karar
verdiler. Hep bir arada olacaklarına, birbirlerine kardeş gibi
davranacaklarına and içtiler. Sonra planlarını düzenlemeye
başladılar. Joe kendisini dine adayıp keşiş olmak, uzak bir
ormanda herkesten uzak bir ağaç kovuğunda yaşamak
istiyordu. Ama Tom'un özgür yaşam kurgusu, ona daha ilginç
geldi. O da, korsan olmaya karar verdi. Sonra, korsanlığa iki
kişinin yetmeyeceğini düşünerek Huckleberry Finn'i
çağırmaya karar verdiler. Korsanlık, Huckleberry Finn'in
arayıp da bulamadığı en kral işti. Hemen onlara katıldı. Üç
çocuk, gece yarısı, kasabadan iki kilometre uzaktaki büyük
ırmağın kenarında buluşmak üzere ayrıldılar.
Irmağın karşı kıyısına geçmek için kullanabilecekleri bir
sal vardı. Balık oltalarını, yiyecekleri, korsanlık için gerekli
gereçleri alıp getireceklerdi. Sakin, güzel bir geceydi. Büyük
ırmağın şırıltısından başka bir ses duyulmuyordu. Tom,
kolları yiyeceklerle dolu, buluşacakları yere geldi. Çalılıkların
arasındaki iri bir taşın üzerine oturup beklemeye başladı.
Bir süre sonra buluşma saatinin gelmiş olduğunu düşündü.
Ayağa kalktı. Parmaklarını iki dudağının arasına alıp uzun bir
ıslık çaldı. Birkaç saniye sonra, sahilden aynı uzunlukta bir
ıslıkla yanıt geldi. Yakından bir ses, “Kim var orada?” diye
bağırdı.
“Denizlerin kara korsanı Tom Sawyer, sen kimsin?”
“Kızıl-El, Huck Finn ve okyanusların korkulu düşü Joe
Harper...”
Bu isimleri, çok sevdiği bir kitaptan Tom özenle seçmişti.
Bağırtısını yineledi:
“Parolayı söyleyin...”
İki ses aynı anda yanıt verdi:
“KAN...”
Tom ellerinde paketler, çalıların arasından fırladı.
Okyanusların korkulu düşü kocaman bir but getirmişti.
Kırmızı elli Finn, bir büyük tava almıştı. Üçü birden aynı
anda, ateş olmadan bir şey yapamayacaklarını anımsadılar.
Uzakta bir yerde hala közleri tüten bir ateş vardı. Yavaşça
yaklaşarak, tavanın içine yettiğince aldılar. Kenarda duran
sala bindiler.
Çok geçmeden nehrin ortasındaydılar. Tom ayakta dimdik
duruyordu. Onlara komut veriyordu. Az sonra sal Jackson
Adası’nın kıyısında kumlara oturdu. Çocuklar aşağı atlayarak
yüklerini boşalttılar. Eşyalarının arasında eski bir yelken bezi
de vardı. Bu yelken bezini çalıların arasına yığdıkları
eşyalarının üzerine serdiler.
İlk işleri kenarda buldukları büyük bir kütüğü siper ederek
ateş yakmak oldu. Karınları acıkmıştı. Bir parça sucuğu
kızartıp mısır ekmeğiyle yediler. Sonra otların ortasına boylu
boyunca uzandılar. Onların da, gerçek korsanlar gibi, açık
havada yatmaları gerekliydi. Joe:
“Ne güzel hava değil mi?”
Tom büyük bir neşeyle, “Evet,” dedi, “harika. Herkes bizi
böyle görseydi ne derdi acaba?”
“Neler demezlerdi ki, öyle değil mi Huck?”
“Her şey öyle güzel ki, başka hiçbir şey istemiyorum.”
“Tom, özlediğin yaşamı buldun, sabah okula gitmek yok!
Polly Teyzenin ilaçlarından da kurtuldun! Polly Teyzeni unut
Tom! Bize korsanların nasıl yaşadıklarını anlatsana Huck...”
“Bütün bildiğim onların gönüllerince yaşadıkları...
gemileri yağma ederler. İsterlerse her yeri yakıp yıkarlar.
Altınlarla bezeli giysiler giyip dolaşırlar.”
Huck konuşurken üzerindekilere baktı; kirli ve yırtıktılar.
Üzüntüyle söylendi:
“Korsan oldum ama üstüm başım dökülüyor; hiç korsana
yaraşır gibi değil...”
Arkadaşları daha yeni işe başladıklarını, kendilerine
yaraşır giyim kuşamın daha sonra bulunabileceğini söylediler.
Konuşmaların hızı yavaşladı. Sesleri giderek alçaldı. Hepsi
yorulmuştu. Çok geçmeden derin bir uykuya daldılar.
Tom sabah uyandığında nerede olduğunu birden
anlayamadı. Doğrulup oturdu, gözlerini ovuşturarak sağa sola
bakındı. Sabahın tatlı serinliği onu biraz üşütüyordu, ama
yörenin sessizliği hoşuna gitti. Ormanın derinliklerinden
gelen kuşların sesini dinledi bir süre. Yavaş yavaş gün
ağarıyordu.
Tom, uzanarak diğer korsanları uyandırdı. Çocuklar,
sevinçle kalktılar. Birkaç dakika içinde soyunup suya daldılar.
Sular hafifçe yükselmişti. Akıntı kenardaki salı alıp
götürmüştü. Uzaklarda, uyumakta olan kasaba onları hiç
ilgilendirmiyordu.
Sönen kamp ateşini yaktılar. Tom suyu buz gibi soğuk bir
pınar bulmuştu. Kana kana içti. Kahvaltı için Joe sucukları
keserken Tom'la Huck da, oltalarını suya attılar. Az sonra
balıklar bir yanda, sucuklar bir yanda kızardı. Doğrusu bu ya,
hiçbir kahvaltı bu denli güzel olmazdı.
Her biri bir ağacın gölgesine uzandı. Bir süre dinlendikten
sonra, adayı gezmeye çıktılar. Kocaman ağaçların, sık
çalılıkların arasında dolaşıp durdular. Yörede ilginç
gelebilecek hiçbir şey yoktu.
Üçü de acıkmıştı. Kamp yerine dönüp balık tutmayı
beklemeden bir şeyler atıştırdılar. Bir süre konuştular. Şimdi
ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Az sonra da sesleri kesildi.
Çevredeki derin sessizlik, ormanın ıssızlığı birden onları
etkilemişti. Kasabayı düşündüler. Bir çeşit özlem içindeydiler.
Daha sonra Tom, garip bazı sesler duyar gibi oldu. Sessizce
dinlediler. Uzaktan bir patlama sesi duydular. Joe, yerinden
fırlayarak, “Ne oluyor?” diye bağırdı.
Huckleberry Finn, “Gök gürültüsüne hiç benzemiyor.
Benim bildiğim gök gürültüsü...”
Tom arkadaşının sözünü kesti:
“Susun da dinleyelim.”
Susarak dinlediler. Yine bir patlama duyuldu. Üçü birden
ayağa fırladı:
“Haydi gidip bakalım! Neler oluyor, anlayalım.”
Sahile doğru koşmaya başladılar. Ormanın bittiği yerdeki
çalıların arasına gizlendiler. Büyük ırmak önlerinde ışıltılarla
uzanıyordu. Az sonra, küçük bir vapur göründü. Renk renk
flamaları, kara bordasını kırmızı kuşak gibi saran
küpeştesiyle, bembeyaz kaptan köşküyle küçücük, sevimli bir
vapurdu bu. Akıntıya kapılmış gibi sürükleniyordu.
Güvertesinde bir sürü insan toplanmıştı. Birden bacasından
kalın, kapkara bir duman yükseldi, yayıldı. Aynı anda yine
aynı patlama sesi duyuldu.
“Anladım şimdi... Birisi boğulmuştur...” dedi Tom:
“Evet haklısın... Geçen yaz Bill Tuner'in boğulduğu gün
de, onu böyle vapurla aramışlardı.”
“Keşke ben de içinde olsaydım!..” diye söze karıştı Joe.
“Boğulanın kim olduğunu bir öğrenebilsek...” Huck eni
konu meraklanmıştı.
Tom birden, “Çocuklar,” diye bağırdı, şimdi anlıyorum
sanırım. Boğulan moğulan yok. Bu vapur bizleri arıyor.”
Oldukları yerde sevinçle zıpladılar, Huck da, Joe da, işte,
gerçek birer kahraman olmuşlardı, herkes onları arıyordu.
Tüm kasaba onlar için ağlıyor, onlar için üzülüyordu.
Kocaman bir olaydı bu... Az önceki yalnızlıkları bir anda
bitti. Mutluydular; korsan olmalarına değmişti doğrusu...
EVE DÖNÜŞ

Gün bitimiyle birlikte hava kararırken, vapur da geri


dönmüştü. Korsanlar konak yerlerine varıp biraz balık
tuttular. Hava iyice kararınca da ateşin çevresine geçip
oturdular. Bir süre sonra Huck ve Joe, uyumaya başlamıştı
bile. Tom onları izledi. Bir ağaç kabuğuna bir şeyler yazıp
uyumakta olan Joe'nun şapkasının altına koydu. Usulca
koşarak uzaklaştı.
Yöre sessizdi; gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Tom
kıyıya gelince suya daldı. Birkaç kulaç yüzerek geminin kıç
bodoslamasına bağlı filikaya tırmandı, küreklerin arasına
girip saklandı. Az sonra, keskin bir çan duyuldu. Geminin yol
almaya başladığını anladı. Filika geminin izi üzerinde
zıplayarak kayıyordu...
On, on beş dakika sonra gemi yavaşladı. Tom hemen suya
atladı. Karanlıkta kıyıya doğru yüzdü yüzdü. Tek tük insanın
göründüğü tenha sokaklarda koşarak, teyzesinin bahçesinden
içeri sessizce süzüldü. Oturma odasının penceresinde ışık
yanıyordu. İçeride Polly Teyze vardı, Mary vardı, Sid'le Joe
Harper'in anneleri de vardı. Oturmuş konuşuyorlardı. Yüzleri
onulmaz bir acıyla darmadağın olmuştu sanki. Polly Teyze
hıçkırıklarını tutamayıp yüksek sesle ağlıyordu:
“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum... Tom yalnızca bu
yörenin değil belki de evrenin en yaramaz, ama en iyi yürekli
çocuğuydu... Vah benim Tom'um.”
“Ah, benim sevgili oğlum da öyleydi. Kaymağı dolaptan
izinsiz alıp, yediği için onu kıyasıya dövmüştüm. Öyle
pişmanım ki şimdi...”
Joe Harper'in annesi de onlardan geri kalmıyordu ağlarken.
“Çocuklarımız yok artık, buna inanmak öyle zor ki..”
Kadınları Mary oyalamaya çalışıyordu. Kendisi için böyle
güzel sözler söylendiğini duymak Tom'u sevindirdi.
Az sonra, herkesin uyumak üzere kalktığını görünce
sessizce bulunduğu yerden uzaklaştı. Koşarak rıhtıma
yaklaştı. Gemi bağlı duruyordu. Hemen filikaya atlayıp bağını
çözdü. Küreklere asılarak karşıdaki adaya doğru yol aldı.
Kendisini arayan arkadaşlarını buldu.
TATSIZ BİR GECE

Neşeli geçen öğle yemeğinden sonra, korsanlarımız


kaplumbağa yumurtası aramaya karar verdiler. Ellerindeki
sopaları kuma daldırarak karıştırıyor, buldukları yumurtaları
ceplerine dolduruyorlardı. Yeterince yumurta topladıklarını
anlayınca sıra yüzmeye geldi. Hava iyice kararıncaya dek
sudan çıkmadılar. Özgür olmanın tadını doyasıya
çıkarıyorlardı.
Ertesi gün de oyunları sürdü; ama Tom, bir ara; kumların
üzerine uzanınca, artık eve dönmek istediğini düşündü.
Hemen koşarak arkadaşlarının yanına yaklaştı. Onları,
sessizce bir ağacın altına oturmuş canları sıkkın, düşünceli
görünce Tom'un da canı sıkıldı. Neşeli görünmeye çalışarak
arkadaşlarına, daha önce buraya gelmiş olabilecek
korsanlardan söz etti. Ama yanıt alamadı. Bu kez define
aramalarını önerdi. Yine ilgilenen olmadı.
Az sonra Joe, eve gitmek istediğini söyledi. Eşyasını
toplamaya bile başladı. Tom, ona gitmemesini, buraya
alışacağını anlatmaya çalışırken Huck, “Hep birlikte gitsek mi
Tom!..” diye sordu. Tom, kızgınlıkla bağırdı:
“İkiniz de gitmek istiyorsanız canınız cehenneme... İşte
yol! Ben kalacağım!”
Oysa o da gitmeye can atıyordu, korsanlık onuru buna
engel oluyordu. Arkadaşlarına, burada kalırlarsa, gizli
sırlarını onlara anlatacağını söyledi: Bu söz onların da ilgisini
çekmişti. Hep birlikte akşam yemeği hazırlamaya başladılar.
Kaplumbağa yumurtaları doğrusu güzel olmuştu.
Oturdukları yerde uzandılar. Az sonra da uyuyakaldılar.
Ansızın, üçü birden, bir ışık görerek uyandı. Ne olduğunu
anlamaya çalışarak bakınırlarken bir ışık daha parladı. Şimşek
mi çakıyordu? Derken, bir gümbürtü daha duydular: Gök
gürlemişti. İri iri yağmur damlaları düşmeye başladı.
“Çabuk çocuklar, çadıra koşalım!..”
Tom bağırıyordu. Ama yağmur olanca hızıyla inmeye
başladı. Islanmadık yerleri kalmamıştı. Sık otlar koşmalarına
engel oluyordu. Çadırlarına ulaştıklarında sırılsıklamdılar.
Korkuyla birbirlerine sokuldular. Rüzgar, ormandaki
ağaçlarda garip uğultular yapıyordu; yağmur ve rüzgardan
çadır uçacakmış gibi sarsılıyordu... Daha önce hiç böyle bir
gece yaşamamışlardı...
Sabaha karşı ortalık eski sessizliğine büründü. Yağmur
durmuş, rüzgar, dinmişti. Islak, uykusuz bir gece geçirmiş
olan korsanlar, üşüyorlardı. Çadırdan çıkıp konak yerlerine
geldiler, öteye beriye dağılmış eşyalarını toplayıp ateş
yaktılar. Islak, yaş çamaşırları kuruduğunda gün iyice
yükselmişti. Eski neşeleri yerine geldi. Ama çok yorgundular.
Ormanın bol ağaçlı bir köşesinde, fazla ıslanmamış, oldukça
kuru otların üzerine uzandılar. Az sonra uyumuşlardı.
KİLİSEDE

Pazar günü kasaba halkı yine kilisede toplanmıştı. Ama


kimsenin ağzını bıçak açamıyordu. Tasalı, üzüntülü oldukları
yüzlerinden belliydi. Harper ailesi ile Polly Teyze yaşlı
gözlerle kapıda göründü. Biraz önde Becky Thatcher
oturuyordu. O da üzüntülüydü. Bir daha Tom'u hiç
göremeyeceğim diye düşünüyordu. Fısıltı ile kendi aralarında
konuşanlar üç çocuğun acıklı olayından söz ediyor
olmalıydılar. Küçük kilise hiç bu denli kalabalık olmamıştı.
Az sonra rahip dua etmeye başladı. Tom, Joe ve Huck'ın
arkadaşları ağlıyorlardı. Rahip duadan sonra uzun bir de
konuşma yaptı. Konuşmanın sonunda gözyaşlarını tutamayıp
silerken, kilisenin kapısı açıldı. Herkes gibi rahip de
şaşkınlıktan donakaldı. Rahiple birlikte kapıya döndüler.
Önce Tom göründü, arkasından Huck ve Joe geliyordu...”
Kilisenin içi bir anda karıştı. Polly Teyze sarılıp sarılıp
Tom'u öpüyordu. Joe annesinin boynuna sarılmıştı. Tom
birden Huck'u gördü. Dönüşüne sevinecek onun kimsesi
yoktu. Suskun bekliyordu. Tom teyzesine onu da öpmesini
söyledi.
Sonra rahibin sesi duyuldu; dua yeniden başlamıştı. Bu kez
çocukların geri dönüşü için Tanrı'ya şükrediyorlardı.
Pazartesi günü, sabah erkenden, kahvaltı masasının
çevresinde toplanmışlardı. Polly Teyze ve Mary, Tom'a özel
bir ilgi gösteriyorlardı. Yine kayboluşlarıydı konu. Polly
Teyze, “Bunu oyun olsun diye yaptığını biliyorum Tom. Bir
hafta boyunca bizleri üzdün. Hiç değilse gelip, bize yaşıyor
olduğunu söyleyebilirdin.”
“Evet, söylemeliydin,” dedi Mary ve konuşmasını şöyle
sürdürdü:
“Ben inanıyorum ki böyle bir şey aklına gelmedi. Gelseydi
söylerdin değil mi Tom?”
“Doğru mu Tom, gelip bize haber vermek aklına mı
gelmedi?”
“Bilmem teyzeciğim. Ama söylemiş olsaydım oyun
bozulurdu.”
“Beni sevdiğini biliyorum. Bu kadar üzülmemi istemezdin
sanırım.”
“Seni öyle çok seviyorum ki teyzeciğim, her gece rüyama
girdin.”
“Beni rüyanda mı gördün?”
“Evet, çarşamba akşamı oturma odasında oturuyordun. Sid
sandığın üzerindeydi ve yanında Mary vardı.”
“Evet o akşam oradaydık; her akşam o odada otururuz.”
“Joe Harper'in annesi de sizinle birlikteydi.”
“Evet, gerçekten o da bizimleydi. Daha neler gördün
anlat?”
“Sen, kapı açık kalmış, rüzgar ışığı titretiyor diye
söylendin. Benim yaramaz fakat iyi yürekli bir çocuk
olduğumu anlattın.”
“Doğru Tom, öyle oldu.”
“Sonra ağladın, Bayan Harper de ağlarken, Joe'yu kremayı
yediği için dövdüğüne pişman olduğunu söyledi.”
“Aman Tanrım, bütün anlattıkların gerçek. Eee, sonra ne
oldu?”
“Hep ağlıyordunuz. Biraz daha bizlerden konuştuktan
sonra, uyumaya gittiniz.”
“Evet Tom...”
Polly Teyze sarılıp Tom'u öptü, onun da kendisini
sevdiğinden artık iyice emindi. Bütün yaptıkları için onu
affetti. Sid, anlatılanların rüya olabileceğine inanmıyordu:
“Çok şaşırdım, her şey bu denli açık açık rüyada görülür
müymüş?” diye söylendi. Fakat teyze, “Sen sus Sid,” dedi.
“Akıllı çocuklar her şeyi görebilirler.” Tom'a kocaman güzel
bir elma verdi. Tom'la Sid, elmalarını ısıra ısıra yiyerek
okulun yolunu tuttular.
Okulun bahçesi her zamanki gibi kalabalıktı. Tom günün
kahramanı olmuştu. Küçükler onu hayranlıkla izliyor,
yürüyüşünü, duruşunu, her halini kendi davranışlarına almaya
çalışıyorlardı. Tom, oyunlara karışmadı. Hoplamanın,
zıplamanın bir korsanın onuruna yakışmayacağını düşünerek
çocuk olmak istemedi. Söylenen övgü dolu sözler hoşuna
gidiyordu, ama duyduğunu belli etmeyerek kendisine dikilen
bakışları görmezlikten geldi. En çok onu hoşnut eden de,
korsan adasının güneşinden yanmış teniydi. Arkadaşlarının
böyle yanmış bir ten için neler verebileceğini düşünmek bile
ona ayrı bir zevk veriyordu.
Az ötede Joe, heyecanla serüvenlerini anlatıyordu. Başına
üşüşmüş arkadaşlarının şaşkın ve kıskançlıkla karışık hayran
bakışları karşısında korsanlık serüvenlerini anlatırken, Tom
da onlarla ilgilendi, gruba katıldı. Olay yeni baştan
anlatılmaya başlandı, çocuklar aynı zevkle, sorular soruyor;
onlarla birlikte olamadıklarına üzülüyorlardı. Tom iyice
gururlandı. Cebinden piposunu çıkarınca, Joe da hemen ona
katıldı. Çocukların hayranlıkları artık doruk noktasına
çıkmıştı.
Karşısında küçük, sarışın bir kız duruyordu. Tom'a Becky
Thatcher'i anımsattı. Gözlerini şöyle bir çevrede dolaştırdı,
ortalıkta Becky yoktu. Kendisi bir korsan, bir kahramandı.
Becky'nin bu işin önemini kavrayabileceğinden kuşkuluydu
doğrusu.
Az sonra bahçe kapısından arkadaşlarına doğru gülerek
yaklaşan Becky'yi gördü. Kalabalık grubun arasına karıştı,
neşe içinde bir şeyler anlatıyordu. Tom onun kendisini
göreceği anı bekledi; birden bir oyuna başlamışlardı.
Kovalamaca türünden olmalıydı oyunları. Sırayla koşuyor,
yüksek sesle bir şeyler söylüyorlardı. Tom, kulaklarını
kabartmış, söyleneni anlamaya çalışırken sıra Becky'ye geldi,
yerinden fırladı, Tom onun kendisine baktığını gördü. Hemen
arkadaşlarına döndü. Becky'nin, kendisine baktığını
anlamasını istemiyordu.
Sonra yürüdü. Amy Lawrence ile konuşmaya başladı.
Becky için oyun birden tatsızlaştı. Canı koşmak istemiyordu.
Tom ve Amy'nin yanı başındaki Mary'ye yaklaşarak sordu:
“Neden pazar okuluna gelmedin?”
“Geldim, oradaydım, sen görmemişsin.”
“Hayır olmaz, nerede oturuyordun?”
“Bayan Peter'in sınıfında, her zaman oturduğum yerde...
Ben de seni görmedim.”
“İnanayım mı? Oysa annemin pikniğini anlatmak
istiyordum.”
“Ah, yazık.... Kimin adına veriliyor?”
“Benim adıma tabii...”
“Ne güzel... Umarım ben de çağırılırım.”
“Elbette çağırılırsın. Piknik benim adıma veriliyor, herkes
çağırılır, herkes gelebilir. Özellikle seni bekliyorum,
gelmelisin.”
“Çok güzel, gelmez olur muyum hiç? Peki ama ne zaman
olacak bu piknik?”
“Hemen, belki de bu tatilin içinde...”
“Yaşasın, ne güzel eğleneceğiz. Bütün kızlar, erkekler
çağrılacak mı?”
“Evet, herkes... Herkes gelsin istiyorum, yani gelmek
isteyen herkes.”
Sözlerini Tom'a bakarak söylüyordu; Tom, ona gizlice bir
göz atıp Amy'ye o korkunç fırtınayı anlatmasını sürdürdü.
Becky bozulmuştu. Gracie Miller'e seslendi:
“Geliyorsun değil mi?”
“Ah, elbette geleceğim.”
“Ben de gelebilir miyim?” Sally soruyordu.
“Evet, gelirsen sevinirim.”
Sesler birbirini kovaladı, herkes geliyordu, herkes gelmek
istiyordu. Tom ve Amy'den ses yoktu. Az sonra ilgisiz, sessiz
oradan uzaklaştılar. Öğle paydosu olunca da Tom doğru evin
yolunu tuttu.
Sınıftan çıkarken, kendisinden öç almak isteyen Alfred'in
okuma kitabının ödev sayfasına mürekkep şişesini boşalttığını
görmemişti. Alfred'in bu kabahatini gören birisi vardı.
Becky'di bu... Önce Tom'a haber vermeyi düşündü; sonra o da
vazgeçti. “İyi oldu, Tom gibi bir serseme!” diye düşündü.
YALANCININ MUMU...

Eve döndüğünde Tom, teyzesinin burnunun üstüne inmiş


görkemli gözlüğünün üzerinden öfkeyle kendisini süzdüğünü
görünce titredi. Sinirle söylediği sözler Tom'u daha da çok
üzüntüye itti:
“Tom, şu anda seni evire çevire dövmek istiyor canım...”
“Neden, hiçbir şey yapmadım ki Polly Teyze...”
“Daha ne yapacaksın? Bunca yaptıkların yetmez mi? Ah
ben ne aptalım ki sana inanıp Bayan Harper'i görmeye gittim.
Gördüğün rüyayı anlatmak istiyordum. O sırada Joe geldi,
senin onları nasıl bırakıp kaçtığını, bizim konuşmalarımızı
dinlediğini, adaya geri dönüşünü, her şeyi olduğu gibi anlattı.
Ne garip çocuksun Tom? Bir türlü aklım almıyor, bu
haylazlıkla senin halin ne olacak... Adam olacağını kesinlikle
düşünemiyorum. Bayan Harper'in önünde o kadar küçük
düştüm ki söyleyecek söz bulamadım. Neden böyle gereksiz
yalanlar uydurup söylüyorsun, hiçbir anlam veremiyorum.”
Tom şaşırdı, sesini çıkaramadı. Yalancının mumu yatsıya
kadar yanar sözündeki gerçek işte bir kez daha doğrulanmış;
onun yalanı da, hemen o gün ortaya çıkmıştı. Ah şimdi nasıl
gülünç duruma düşmüştü, alay konusu olmuştu açıkça.
Utandı, kafasını üzüntüyle sallayarak, lafı ağzında geveledi;
“O, o, o-o ge-ge-ce, kö-kö-tü bi-bi-bir a-a-a-maçla
gelmemiştim ki.”
Sonra, sözlerine şunları ekledi; “Özür dilerim, hiçbir
zaman kötü düşünmedim, Polly Teyze.”
“Ah, çocuk... Nasıl böyle acımasız olabiliyorsun? Sadece
kendini eğlendirmekten başka, kendi bencilliğinden başka
hiçbir şey düşünmüyorsun. Gece yarısı, sen, o kadar yolu
tepip gel, sonra bizim ağladığımızı, üzüldüğümüzü gör,
acımızla alay et, sonra da çek git, oldu mu şimdi? Bir de, rüya
gördüm diye yalan söyleyip beni kandırıyorsun. Bu denli
acımasız olabileceğini hiç düşünmezdim doğrusu.”
“Ama teyzeciğim, o gece eve boğulmadığımı kanıtlamak
için gelmiştim ben.”
“Ah, Tom hala yalan söylüyorsun. Dediğini yapmış
olsaydın sana teşekkür etmem gerekirdi. Sense tam tersini
yaptın. Ağladığımızı, dövündüğümüzü görüyorsun da, basıp
gidiyorsun? İçine nasıl sindiriyorsun, anlayamıyorum.”
“Gerçekten teyzeciğim, ben ölmediğimizi, bunun doğru
olmadığını söylemek istiyordum size...”
“Tom, yeter, yeter artık, yalan söyleme diyorum sana... Bu
yalanlarınla beni daha çok üzüyorsun.”
“Yalan değil ki teyzeciğim, inanın bana. Sizin üzülmenizi
istemediğim için dönmüştüm eve.”
“Buna bir inanabilsem, senin iyi bir insan olduğunu o
zaman düşünürüm belki... Peki, işin doğrusunu niçin
anlatmadın?”
“Biliyorsun ki teyzeciğim o an, gerçeği söylemek
istiyordum. Ama siz, aranızda, artık bizim ölmüş olduğumuzu
konuşmuyor muydunuz, ben de, “Ölüler konuşmaz!” diye
düşündüm. Kilisede bizler için tören yapılacağını söylediniz.
Bir yere saklanmalı, tören günü ortaya çıkmalı...” diye
düşündüm. Meşe kabuğunun üzerine size not da yazmış,
iyiyiz diye bildirmiştim. Masanın üzerine de koydum. Sonra
geri aldım işte.”
“Nasıl bir meşe kabuğu?..”
“Hiiç, adada kağıt yoktu da, meşe kabuğu üzerine yazdım,
‘İyiyiz’ sözünü. Korsan olmak için kaçtığımızı, ölmediğimizi,
yaşadığımızı... O zaman, seni öperken uyandırmadığıma,
şimdi çok üzgünüm, inanın...”
Polly Teyze’nin yüzü birden değişti. Öfkeden kızarmış
burnunun üzerine iyice düşen gözlüklerini düzeltti.
Gözleri sevinçle parladı:
“Beni öptüğün doğru mu Tom?”
“Doğru teyzeciğim.”
“Peki bundan emin misin?”
“İnan ki doğru teyzeciğim.”
“Peki neden öptün beni?”
“Çünkü seni çok seviyorum. Üzülmen, ağlamış olman çok
dokunmuştu bana.”
Polly Teyzenin yüreği coşkuyla dolmuştu. Tom'a sevgiyle
baktı:
“Öyleyse şimdi de bana bir öpücük ver, sonra da doğru
okuluna... Ve bir daha da bu son olsun, tamam mı? Beni hiç
üzme çocuğum...”
Tom okula gitmek için evden ayrıldı, Polly Teyze doğru
giysi dolabına gitti. Tom'un korsanlık ceketini çıkardı. Bir
yandan da kendi kendine söyleniyordu: “Yine aldattı beni bu
çocuk. Kocaman bir yalan daha uydurdu. Ah, ne yapacağım
bu çocukla bilmem!”
Ceketin ceplerini arıyordu. Ne var ki Tom, bu kez doğru
söylüyordu. Ceketinin cebindeki meşe kabuğunu bulmuştu,
Polly Teyze. Üzerindeki yazıyı okuyunca gözleri doldu.
Sevinçle gülümsedi. Kendi kendine söylendi:
“Bütün yaptıklarını bağışladım şimdi, ah benim tatlı
yaramaz çocuğum, sevgili yavrum...”
BECKY'NİN CEZASI

Okula giderken teyzesinin kendisini öpmesi Tom'a bütün


acılarını unutturmuştu. Yolda Becky Thatcher ile karşılaştı.
Hemen yanına koştu. Eski kızgınlığını, onunla ilgilenmeme
kararını, kahraman korsanlığını, her şeyi her şeyi, unutmuştu,
neşe doluydu:
“Becky, gel unutalım kızgın olduğumuzu... Yaptıklarım
için üzgünüm. Yeniden dost olalım seninle ne dersin?”
Kız bir an durdu, sonra soğuk buz gibi bir bakış fırlattı
Tom'a. Ve yürüdü gitti. Giderken de şunları söyledi:
“Uzun bir süre senden uzak kalabildiğim için mutluyum.
Hiç değilse başım ağrımadı sayın Bay Tom Sawyer. Şunu
sana özellikle bildirmek isterim ki, bir daha ama bir daha,
seninle hiç mi hiç konuşmayacağım, anladın mı?”
Tom çok şaşırmıştı. Bir an yürümeyi falan unuttu. Ne
olmuştu, ona ne yapmıştı ki bu denli kızgındı kız? Sonra, Tom
sinirlendi Becky'nin bu aşırı şımarıklığına. Ona dersini
vermek istedi; ne var ki, Becky, okulun kapısından içeri
giriyordu bile. Koşarak yetişti arkasından, kolundan tutup
çekti. Ona, bir çırpıda canının istediği yere gidebileceğini,
kendisini artık görmek istemediğini, hele hele şımarık kızlara
hiç dayanamadığını söyledi. Sonra, arkasını dönüp aceleyle
uzaklaştı.
Becky zilin çalmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Tom okuma
kitabındaki mürekkep yüzünden temiz bir dayak yiyecekti.
Sınıfa, iyi bir eğlence çıktı demekti bu...
Öğretmen Bay Dobbins, pek de genç sayılmazdı. Bir
zamanlar tüm dileği iyi bir doktor olmaktı, ama parasal
sıkıntılar, olanaksızlıklar yaşamı boyunca, onu üzüp
durmuştu. Dilediği birçok şeyler gibi, doktorluk düşüncesi de
gerçekleşememişti. Sonuçta, yoksul yaşamı onu küçük bir
kentte öğretmen olmaya zorlamıştı. Fazla sevilmeyen bir
uğraş insanı sıkıyordu, doğrusu. İşin içinde bir sürü çocukla
uğraşmak da vardı, zaman zaman ona iyice bıkkınlık veren...
Bay Dobbins kurtuluşun yolunu bulmuştu; her gün okuma
derslerinde öğrencileri görevlendirir, kendisi de kalın ciltli
kitabını alarak sürekli okur okurdu. Bu kitap hep, masanın
çekmecesinde kilitli durduğu için öğrenciler de, içinde neler
yazılı olduğunu pek merak ederdi...
Becky masanın yanına gelince durdu. Sınıf bomboştu.
Birden gözü masanın çekmecesine ilişti. Anahtar üzerinde
unutulmuştu. Büyük bir merakla yaklaştı. Anahtarı çevirdi.
İşte kitap oradaydı, eline aldı, ivedi ivedi okudu: Anatomi
çalışmaları. Sayfaları çevirdi, görkemli nefis bir kitaptı bu...
Bir insan vücudunun kaslarını, sinirlerini gösteren resme uzun
uzun baktı. Hele bu, çok hoşuna gitmişti. Kitabı karıştırırken
yanından bir gölge geçti. Tom Sawyer'di gelen, kitaba şöyle
bir göz atıp o da yerine geçti. Becky kızgın kızgın telaşla
kitabı kapatmak isterken bir sayfanın yarısı yırtılıverdi.
Çekmeceyi kapatıp kilitledikten sonra kız yaptığının çok ayıp
olduğunu düşünüp utandı. Ağlamaya başladı:
“Tom Sawyer, sen hainin birisin. Şimdi de kovuculuk mu
yeni işin?”
“Senin gizli işler çevirdiğini nereden bilebilirdim ki?”
“Utanmalısın Tom Sawyer. Ben ne yapacağını iyi
biliyorum. Hemen gidip öğretmene söyleyeceksin. Ben de
temiz bir dayak yiyeceğim. Oysa bugüne dek kimse bana
dayak değil fiske bile atmadı.” Sustu. Ağlamak istemiyordu:
“Canın ne istiyorsa onu yap. Ne olacak sanki... Hem sen,
serserinin tekisin. Senden nefret ediyorum.” Yaşlı gözlerle
odadan dışarı fırladı. Tom şaşkın, bakakaldı. “Şu kızlar da ne
garip oluyorlar; ben ağzımı açıp da bir şey söylemedim ki.
Üstelik onu izlemiyordum da... Şu kız temizinden bir dayak
hak etti doğrusu. Bugüne değin hiç dayak yememişmiş. İyi
öyleyse, işte şimdi yesin bakalım...”
Taş gibi ağır bir acıma duygusu, gelip yüreğine oturdu. “Şu
deli kızın söylediğine bak...” diye söylendi kendi kendine,
“seni nasıl dövebilirim, nasıl kıyabilirim sana Becky...
Öğretmene söyleyeceğimi nereden çıkardın? Delisin sen,
deli...”
Az sonra zil çaldı, öğretmen Dobbins yorgun, biraz da
isteksiz bir yüzle içeri girdi. Masanın önünde durdu. Sınıfa
kısa bir göz attı. Yavaşça öğrencilerin arasına daldı. Tom'un
ödev sayfasındaki mürekkep lekesini de gördü:
“Kim yaptı bunu, bu ne hal?”
“Bilmiyorum öğretmenim.”
Öğretmen Tom'un gözlerinin içine bakıyordu. Başını öne
eğerek söylediği sözlere inanmamıştı. Becky bir an kalkıp
gerçeği anlatmayı düşündü. Ama Tom'a güvenmiyordu. Tom
kulağının fena halde yandığını duydu... Öğretmen cezasını
veriyordu. Haksız yere cezalanışını şanssızlığına bağladı,
sesini çıkarmadı. Belki de mürekkep kendisi farkında
olmadan kaza ile dökülmüştü.
Sonra ders başladı. Öğretmen masasındaydı. Sınıfa
arkasını dönerek oturmuştu. Harıl harıl derslerine çalışıyordu
öğrenciler; sanki bir arı kovanından çıkıyormuşçasına sınıf
mırıltılarla dolmuştu. Bir ara Bay Dobbins esnedi, gerindi;
uykusu gelmişti. En iyisi sevgili kitabına dönmekti. Yavaşça
anahtarı çevirdi. Sevgili kitabını eline aldı, masanın üzerine
koyup sandalyesine iyice yerleşti. Sayfalarını karıştırmaya
başladı. Birkaç yaprak çevirdi, hala uykuluydu. Birkaç yaprak
daha çevirdi, derken durakladı. Kitap elinde, durdu. Sanki bir
şeyler anlamaya çalışıyordu. Başını kaldırdı, az önceki uykulu
adam o değildi. Herkes suskundu, bir şeyler bekliyordu sanki.
Bir ses gürledi ki sınıfta, öğretmen Bay Dobbins bile şaşırdı
kendi sesine...
“Kim yırttı bu kitabı?”
Sınıfta çıt yoktu. Herkes, ne olacağını bekliyordu.
“Benjamin Rogers, bu kitabı sen mi yırttın? Sen mi yırttın
diyorum.”
“Hayır efendim.”
Tom durduğu yerde huzursuzdu, kıpırdadı. Becky'ye
duyduğu acıma giderek artıyordu. Öğretmen bu kez kızlara
döndü:
“Amy Lawrence?”
“Hayır, efendim...”
“Gracie Miller?” Gracie hayır anlamında başını salladı.
Bay Dobbins'in artık yanıt bekleyecek hali yoktu. Ama sordu
yine:
“Susan. Harper?”
Sıra, Becky Thatcher'e gelmişti. Tom, tüm vücudunun
titrediğini hissetti.
“Becky, sana söylüyorum Becky, yoksa sen mi yaptın?”
Becky, korkudan bembeyaz olmuştu. Bomboş gözlerle
bakıyordu. Öğretmen yineledi:
“Becky, sana soruyorum, sen mi yırttın?”
Tom daha fazla dayanamadı. Şimşek gibi yerinden
doğruldu ve, “Ben yaptım!” diye bağırdı. Çocuklar şaşkın
bakakaldılar. Öğretmen, “Demek sen...” diye söylendi. Çabuk
buraya gel...”
Tom, yerinden kalktı. Başı önünde ilerlerken Becky'nin
hayranlıkla kendini izlediğini gördü. O bakış, ona öyle bir güç
verdi ki öğretmenin eli yanağını okşamış gibi geldi.
Daha sonra, iki saat boyunca sınıfta cezalı cezalı
beklerken, hep Becky'yi düşündü. O gece yatağına
uzandığında Alfred'den nasıl öç alabileceğiydi aklını
kurcalayan... Becky cezası bittiğinde yanına gelmiş, utana
sıkıla kitabına mürekkebi dökenin Alfred olduğunu
söylemişti. Az sonra da uykusu geldi. Alfred'i de, mürekkebi
de unuttu, Becky'nin sözleri geldi aklına:
“Tom, sen gerçekten temiz kalplisin.”
Sevinçle gülümsedi ve uyku gözkapaklarını iyice
kapattığında bile yüzündeki sevinç hala silinmemişti. Tatil
yaklaşıyordu. Öğretmen Bay Dobbins ve sevgili öğrencileri,
sınavların başarılı geçmesi için tüm güçleriyle çalışıyorlardı.
Herkes öylesine uğraş içindeydi ki kimseye yaramazlık
yapacak zaman da kalmıyordu.
Gün geldi, sınavlar bitti. Şimdi herkes o akşamın
coşkusuyla doluydu. Yıl sonu töreni onlar için, büyük önem
taşıyordu. En yeni giysiler hazırlanmış, pabuçlar boyanmıştı.
Günler boyu o bitmeyecekmiş gibi görünen sınavlar arasında
herkes, törene çok iyi hazırlanmıştı. Saat yirmide okul pırıl
pırıl ışıklar içinde yüzüyordu. Yollar kalabalıktı. Gülen,
konuşan insanlarla doluydu. Tüm kasabalı okula doğru
akıyordu. Büyük salonda görkemli bir sahne hazırlanmıştı.
Perde arkasından görevli çocukların telaşlı sesleri, içerdeki
konuklara dek geliyordu.
Salondaki ışıklar hafifçe karardı. Sesler yavaşladı. Perde
açıldı. Küçük, sevimli bir kız öğrenci çıktı. Bir yılın daha
bittiğini, tatilin oyun ve dinlenme olacağını, ama yine de
okulu özleyeceklerini anlattı. Konuşurken çok heyecanlıydı.
Konuklara geldikleri için de teşekkür etti. Sıra okul korosuna
gelmişti. Çocuklar yerlerini aldılar, Yaşasın okulumuz
şarkısını söylediler, sonra bir ikinci şarkı Öğretmenim...
Bütün konuklar alkışladılar, beğenmişlerdi.
Tom, perdenin arkasında sırasını bekliyordu. Alkış sesini
duyunca enikonu heyecanlandı. İyi hazırlanmıştı,
beğeneceklerine kuşku duymuyordu. Kağıdı elinde sıkıca
tuttu. Açılan perdenin önünden sahneye yürüdü. En çok
inandığı konuyu anlatıyordu: ÖZGÜRLÜK.
Ona göre kişi, özgür olmalıydı, ancak bu başkalarına zarar
vermek değil, onların özgürlüğünü de tanımaktı. İnsan,
arkadaşlarını, doğayı, doğanın bir parçası olan insanı
sevmeliydi. Sevecenlik, özgür düşüncenin temeliydi, özgürlük
ise varlık demekti.
Çok içtenlikle söylüyordu bunları, duygusaldı söylevi.
Konuşmasını bitirdiğinde, terlemişti, coşkudan boğulacak
gibiydi. Bakışlardan sanki ürkmüş gibiydi. Usulca selamladı
konukları. Önce zayıf, sonra giderek artan alkışları duyunca,
rahatladı. Beğenmişlerdi demek ki söylevini. Gururla başını
kaldırdı. Sahnenin çıkışına doğru yürüdü.
Tören, çocukların tiyatro oyunlarıyla sürdükten sonra
koronun veda şarkılarıyla sona erdi.
MUFF POTTER'İN KURTULUŞU

Okul dinlencesi tüm tekdüzeliğiyle sürüp gidiyordu.


Çocuklar her gün aynı oyunları oynamaktan sıkılmaya
başlamışlardı: Tom, okulunu, arkadaşlarını, günlük derslerini
özlüyordu. Bir hafta sonra, bir haber kasabayı sardı. Artık
kentin uykusu sona ermişti. Herkes, yaklaşan mahkeme
gününü konuşuyordu. Muff Potter'in cinayet olayı yeniden
gündeme gelmişti. Öldürülen doktorun adını her duyuşunda,
Tom'un garip bir biçimde içi sıkılıyordu. Sonunda Huck Finn
ile yeniden görüşmeye karar verdi. Hemen arkadaşını gidip
buldu; “Olayı kimseye anlatmadın, değil mi Huck?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Yani anlatmadın değil mi, bunu anlamak istiyorum.”
“Elbette anlatmadım. Niçin soruyorsun?”
“Korkuyorum da ondan.”
“Deli misin sen, eğer bir şeyler söylersek, iki gün bile
yaşatmaz bizi, hemen öldürür, aptal mıyım ben?”
Tom rahatlamıştı. Ama içi rahat değildi.
“Huck, bizi konuşmaya zorlamazlar değil mi?”
“Kim zorlayabilir ki? Eğer yaşamdan vazgeçersem o
zaman ben kendim söylerim. Böyle bir şey de olamaz.”
“Yine de kimseye bir şey söylememeli. Güven duymamız
için and içmeliyiz yeniden.”
“Evet doğru, haklısın, and içelim.”
Birbirlerine söz verdiler. Bu konuda suskunluklarını
sürdüreceklerdi... Sonra Tom yine sordu:
“Peki ama Huck, Muff Potter'i hiç düşünmüyor musun?”
“Her zaman aklımda. Bana o kadar çok yardımı oldu ki...
Tuttuğu balıklardan hep bana verirdi. İyi bir insandı. Ona
yardım etmem gerek diye düşünüyorum, ama elimden bir şey
gelmez ki...”
“Bana da çok yardımı oldu Huck. Bir kez uçurtmamı
kurtardı. Balık oltamın iğnelerini hep o takardı. Ben onu
kaçırmayı bile istiyorum doğrusu.”
“İyi hoş ama Tom, onu kaçırabilsek bile yine yakalarlar.”
“Orası doğru; ikimiz de ona haksızlık yapıyoruz. Sonu
kötü olacak diyorlar.”
“Evet, herkes böyle söylüyor.”
İkisi de üzgündü, konuşarak yürümeye başladılar. Ayakları
onları cezaevine doğru çekiyordu, az sonra kendilerini demir
parmaklıklı pencerelerin önünde buldular. Görünürlerde
kimse yoktu. Zavallı tutuklu haksız yere içeride çile çekiyor
olmalıydı. Yaklaştılar. Taşlara tutunarak pencereye tırmanıp
Potter'e biraz tütünle bir kibrit attılar. Yaşlı adam, hücrenin
dar penceresine yaklaşarak onlarla konuştu. İkisi de suskun,
içeri bakıyordu. Potter konuşmaya başladı:
“İyiliklerinizi hiçbir zaman unutmayacağım. Bana çok iyi
davranıyorsunuz. Buraya geldiğimden beri beni kimse arayıp
sormadı. Siz, ikiniz de, hiç unutmadınız beni. Ben de sizleri
unutmayacağım. Aslında kimseyi incitmek istemem.
Sarhoşken aptalca bir iş yaptım. Nasıl yaptım, kendim de hala
anlayamıyorum ya... Utanıyorum şimdi de. Bunun için de
cezamı bir an önce çekmek istiyorum. Sarhoş olmak kötü,
hiçbir zaman içki içip sarhoş olmayın. Zaten olmazsınız ya,
bunu adım gibi biliyorum; ama yine de söylemek istedim.
Şimdi, yukarı biraz daha tırmanın. Ellerinizi uzatın bana. Son
bir kez sizi görmek, elinizi sıkmak istiyorum. Bu eller bana
çok yardım etti, sizlere teşekkür edeceğim...”
Potter'in sözleri ikisini de yaralamıştı. Yaşlı adam onlara;
İyisiniz diyordu, birbirlerine kuşkuyla bakarak evlerine
döndüler.
Ertesi gün Tom, adalet binasının çevresinde dolaşmaya
başladı. Sanki görünmez bir el onu oraya çekiyordu. Az sonra
Huck'a rastladı. Onun da canı sıkkındı. İkisi de kararsızlık
içindeydiler. Bir süre birlikte gezindiler, sonra ayrıldılar. Tom
daha sonra, adalet binasına döndüğünde Huck da oradaydı.
Mahkemeden çıkan dinleyiciler, içeride olup bitenleri
konuşuyorlardı. Tüm haberler, zavallı Potter'in durumunun
kötü olduğunu belirtiyordu. Akşamüzeri Tom ve Huck
çaresizlikten kıvranarak evin yolunu tuttular, ikisi de keyifsiz
ve düşünceliydiler.
İkinci gün de umutsuzluk aynı sıkıntılarla sürdü. Yine
çıkanları izleyip haberleri dinlediler. Kızılderili Joe, katilin
Potter olduğunu, olayı gördüğünü yinelemekte direniyordu.
Tom ve Huck sıkıntıyla birbirlerinden ayrıldılar. Tom o kadar
mutsuzdu ki canı kimseyle konuşmak istemiyordu. Erkenden
yattı, uyku belki de Potter'i unutturacaktı, ama uyuyamıyordu
ki... Ne zaman gözünü yumsa önüne hücresinin penceresinde
kendisine teşekkür eden Potter'in yüzü geliyordu. Sabaha dek
sıkıntıyla döndü durdu yatağında...
Ertesi sabah mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Çünkü, o
gün karar günüydü. Yargıçlar yerlerini aldılar. İlk tanık
çağrıldı. Gösterilen yere oturan tanık, öldürü olayının sabahı
Muff Potter'i derede yıkanırken gördüğünü anlattı. Birkaç
sorudan sonra yargıç, Potter'in savunma avukatına sorusu
olup olmadığını sordu. Savunmanın sorusu yoktu. Sonra diğer
tanıkların dinlenmesine geçildi. Tanıklar Potter'i suçluyordu.
Konuşma sırası savcıya gelmişti. O da söz aldı. Savcı olayı,
bütün ayrıntılarıyla mahkeme tutanaklarından okuyup
bitirdikten sonra, kendi yargısını şu sözlerle belirledi:
“Kanımızca duruşma burada bitmiştir. Muff Potter'in suçlu
olduğu tanıkların sözleriyle de kanıtlanmış olduğundan, yüce
adaletimizi simgeleyecek doğrultuda en doğru kararı, sayın
jüriden bekliyorum.”
Zavallı Potter'in yüzü bembeyaz olmuştu, oturduğu yerde
inledi. Yüzünü elleriyle kapatmıştı, ortalıkta büyük bir
sessizlik sürüyordu. Derken avukatın sesi duyuldu:
“Dava tam bir açıklık kazanmamıştır. Potter sarhoş
olduğundan ne yaptığını bilememektedir. Siz suçlu olduğunu
söylüyorsunuz, bizse bu suçu işlemediğini... Lütfen Thomas
Sawyer'in çağrılmasını istiyorum.”
Herkes bu beklenmedik çağrıdan şaşırmıştı. Bütün gözler
merakla Tom'a çevrildi. Tom yavaş yavaş ilerledi. Tanık
sandalyesine oturdu. Çok heyecanlandığı ve korktuğu belli
oluyordu. Elleri ayakları titriyordu. Titrek bir sesle yemin etti.
Savunma sordu:
“Thomas Sawyer, on yedi haziran gecesi neredeydin?”
Tom, o sırada Joe'nin demir gibi bakan yüzünü gördü. Dili
tutuldu. Dinleyiciler soluk bile almıyordu. Tom'dan gelecek
yanıtı bekliyorlardı. Tom sanki dilini yutmuştu. Sözcükler
boğazına tıkandı, yutkundu: Kendini toparladıktan sonra,
“Gömütlükte,” diyebildi belli belirsiz bir sesle.
“Biraz daha yüksek sesle lütfen, korkma. Neredeydin Tom
Sawyer on yedi haziran gecesi?”
“Gömütlükte efendim.”
“Gömütlüğün neresindeydin?”
“Ross Williams'ın gömütünün yakınında.”
“Peki ne kadar yakınındaydın?”
“Şu anda size yakın olduğum kadar.”
“Saklanıyor muydun, yoksa açıkta mıydın?”
“Açıkta değildim, saklanmıştım.”
“Neredeydin?”
“Hemen oradaki koca ağacın altında.”
Kızılderili Joe iyice huzursuz olmaya başlamıştı. Yüzü
kızarmış, yerinde oturamaz hale gelmişti.
“Peki, yanında başka birisi daha var mıydı, yoksa yalnız
mıydın?”
“Hayır, yani evet, onunla beraberdim, yani...”
“Yok, hayır, biraz bekle arkadaşının ismini daha sonra
söyleyeceğiz. Sırası gelince buraya çağrılacak. Peki yanınızda
başka ne vardı?”
Tom kızardı, yutkundu, ne söyleyeceğini bilemedi.
Çevresine göz gezdirdi.
“Haydi konuş çocuğum, korkma. Gerçeği olduğu gibi
söylemen gerek. Yanında başka ne vardı?”
“Ölü bir kedi efendim.”
Salonda gülüşmeler oldu, avukat sordu:
“Peki, ölü kediyle oralarda ne yapıyordunuz? Anlat hadi!
Kediyi daha sonra göstereceğiz.”
Tom anlatmaya başladı. Önce heyecandan kekeledi. Dili
tutulmuştu sanki; sonra giderek açıldı. Hızlı hızlı anlatmasını
sürdürdü. Salondaki gülüşmeler, konuşmalar durmuş, herkes
kulak kesilmişti. Koca salonda yalnızca Tom'un sesi
duyuluyordu. Tüm gözler ona çevrilmişti:
“Doktor Muff Potter'in başına kürekle vurup onu bayılttığı
an, Kızılderili Joe bıçağı kapıp onun üzerine yürüdü ve doktor
yere yuvarlandı...” Tom sözünü henüz bitirmişti ki Joe şimşek
gibi oturduğu yerden fırladı. Önündekileri itip pencereden
dışarı atladı ve gözden kayboldu.
Tom yeniden günün kahramanı olmuştu. İsmi ve resimleri
gazetelerin ilk sayfalarını süslüyordu. Kasabanın tüm halkı
onunla ilgileniyordu, yaşlıların sevgisi sanki artmıştı,
çocuklar, ileride cumhurbaşkanı bile olabileceğinden söz
ediyorlardı.
Muff Potter cezaevinden salıverilmişti. Yitirdiği
saygınlığına yeniden kavuşmuştu. Tom'u en çok sevindiren de
buydu aslında. Günleri neşe içinde geçiyordu; ama geceler
tatsızdı doğrusu. Bu kez aklından hiç çıkmayan Kızılderili Joe
idi. Ortalık karardıktan sonra hiç kimse onu dışarıda
tutamıyordu. Korkuyordu, bu yüzden erkenden eve
çekiliyordu. Zavallı Huck da aynı durumdaydı. Tom'un
avukata gidip her şeyi anlattığından beri ikisi de rahat
uyuyamaz olmuşlardı. Üstelik mahkemede tanıklık da
etmişlerdi. Nasıl rahat uyuyabilirlerdi ki... İkisi de korkuyor,
Joe'nun kendilerini öldüreceğine inanıyorlardı.
GÖMÜ PEŞİNDE

Tom'un aklına bir gün gömü aramak geldi. Düşüncesini


çok heyecanlı bularak hemen Huck'u aramaya çıktı. Huck
eğlenceye bayılırdı. Tom'un önerisini sevinçle benimsedi:
“Peki, nereyi kazmak istiyorsun?” diye sordu Huck.
“Neresi olursa olsun, bir yer bulalım da.”
“Yani her yeri kazacak mıyız?”
“Yok canım, öyle şey olur mu? Gömüler özel yerlerde
saklanır, bazen ıssız bir adada, bazen küflü bir sandıkta, bazen
de bir ağacın kovuğunda...”
“Peki, kim saklar bunları?”
“Doğallıkla haydutlar, hırsızlar elbette... Okul müdürü
değil ya!”
“Benim param olsa saklamazdım. Peki, gömüyü
sakladıkları yere gelmezler mi?”
“Hayır, çoğu ya sakladıkları yeri unutur, ya da gelmek için
uygun zaman bulamazlar. Gömünün yerini belirleyen bir
haritaları vardır belki. Günün birinde adamın biri bunu bulur.
Gömüyü aramaya başlar.”
“Sen böyle bir harita buldun mu?”
“Hayır...”
“Peki, nasıl bulacağız gömüyü, böyle harita marita
olmadan...”
“Benim bildiğim başka! Soracağına, dinlesene beni!
Anlatıyorum işte... Gömüler daha çok sessiz yerlerdeki eski
evlere saklanır. Irmağın kenarında o hayaletli evlerden birinin
altındadır sözgelimi. Hem bu yörede birçok ağaç kovuğu da
var. Biraz ararsak bulacağımızdan kuşkum yok.”
“İyi ama Tom, bunun için tüm tatil boyu uğraşmamız
gerek.
“Ne çıkar? Düşünsene bir kez, içi paralarla dolu bir
çekmece, altın ve elmaslarla dolu bir sandık... Üff! Üf!..
Harika bir şey olmaz mı sence?” Huck'un gözleri birden
parlamıştı:
“İlk kazıya nereden başlayacağız?”
“Daha düşünmedim. Tepedeki şu yaşlı ağacın kütüğünden
mi başlasak?”
“Ama Tom, bütün bir yaz durmadan kazsak bile, sonuç
alamayız ki bundan...”
Hemen sivri uçlu bir kürek buldular. Uzun bir yürüyüş
sonunda tepeye ulaştılar. Soluk soluğa kalmışlardı. İkisini de
ter basmıştı. Biraz dinlenmek için oradaki karaağacın
gölgesine oturdular.
“İşte, burası uygun sanıyorum...” dedi Tom.
“Bence de öyle...”
“Söyle Huck, gömüyü bulunca ne yapacaksın?”
“Ne mi yapacağım, her gün pasta yiyeceğim Tom,
limonata içeceğim. Ne kadar sirk varsa birer birer gezeceğim.
Başka bir isteğim yok ki, bu saydıklarımın dışında.”
“Birazını saklamayacak mısın paranın, altınların?”
“Yok, neden? Niçin saklayacakmışım?”
“Sonra gerekebilir de, geçinmek için sözgelimi.”
“Sonrasını düşünen kim? Parayı saklamak olur mu? Bunun
bir yararı var mı, o güzelim pastalar dururken! Hem sonra
hazırlığımızı tam yaparsak, belki bir gömü daha buluruz. Sen
ne yapacaksın peki, payına düşen altınlarla?”
“Ben yeni bir borazan, bir de gerçek bir kılıç alacağım.
Kırmızı bir kravatla yavru bir buldok köpeğini de param
artarsa alırım... Belki de evlenirim. Neyse, şu gömüyü bulalım
da, alacaklarımızı o zaman konuşuruz. Sanırım dinlendik,
haydi işimize bakalım.”
“Evlenecek misin?”
“Evleneceğim ya, niçin evlenmeyecekmişim?”
“Sen çıldırmışsın...”
“İleride görürsün...”
“Tom, bence sen en büyük çılgınlığı yaparsın evlenmekle...
Annemle babamı gözlerinin önüne getirsene...”
Bir saate yakın bir süre konuşmadan çalıştılar.
Yorulmuşlardı; bir şey bulamadılar, ikinci bir yere geçtiler.
Yine bir şey yok. Huck alnındaki terleri silerek:
“Burada da bir şey yok Tom. Şimdi nereyi kazacağız?”
“Tepenin ardındaki yaşlı teyzenin evine bakacağız.”
“Evet, orası iyi. Ama teyze gömüyü elimizden almaz mı?”
“Yok canım, gömüyü kim bulursa onun olur, yasa böyle
diyor.”
Bir süre daha konuştuktan sonra o günlük işlerini
bıraktılar. Ertesi günü, iki kafadar kazdıkları ağacın dibine
gidip sakladıkları gereçleri aldılar. Önce, aşağıdaki boş evi
görmek istediler. Bu eski bir evdi. Yöre sessizdi. Güneş
alabildiğine sıcaktı. Çevreye şöyle bir göz gezdirdiler,
kimseler görünmüyordu. Kapının üzerinden atlayıp içeri
daldılar. Oralar bomboştu, örümcek ağlarıyla kaplanmış
merdivenleri yavaş yavaş tırmandılar.
Bir köşede kocaman bir dolap duruyordu. İçinde gizli bir
şey var mıydı? Açtılar, dolap boştu, etrafı dolaştılar, gömü
saklamak için uygun bir yer olmadığına karar verdiler. Aşağı
inip bahçeyi kazmayı düşünen Tom, küreği aldığı sırada,
birden bir ses duydu. Yavaşça inmeye hazırlanan Huck'un
kolunu çekerek, “Sus!” diye fısıldadı. Huck korkmuştu, o da
aynı fısıltıyla, “Ne oluyor?” diye sordu. Aşağıda, kapının
açıldığını, birilerinin içeri girdiğini o da duymuştu.
Döşemenin üzerine yan yana uzanıp bir süre çevreyi
dinlediler. Alt kattaki odada birileri olmalıydı. Az ötede, yarık
tahtanın aralığına sürünerek yaklaştılar. Şimdi görüyorlardı
adamları. İki kişiydi bunlar. Huck, birisini tanımıştı.
“Tamam diye fısıldadı. Bu dilsiz İspanyol. Kulakları da
duymaz... Hani şu, sık sık kente gelen yaşlı adam... Ötekini
göremiyorum.” Derken, göremedikleri adam konuşmaya
başladı. Tanıdık bir sesti bu. İkisi de korkuyla titredi. Joe'nun
sesiydi bu:
“Ne olursa olsun,” diyordu kendi kendine Joe, bir kez daha
kente gitmem gerek. Her şey tamam olunca buradan çekip
gideceğim. Uzaklara, çok uzaklara... O zaman bizi kimse
bulamaz...”
Adamın uzaklara gideceğini kendi ağzından işiten çocuklar
rahatlamıştı. Demek ondan kurtulacaklardı. Adamlar duvarın
dibine gelip çöktüler. Torbalarından bir şeyler çıkarıp yemeye
başladılar. Aradaki sessizliği bozan gene Joe oldu:
“Çok yorgunum,” diye mırıldandı. “Azıcık uyuyacağım.
Haydi bakalım önce sen bekçilik yap, çevreyi kolla!”
Bunları dedikten az sonra da horlamaya başladı. Arkadaşı
İspanyol bir süre sessiz bekledi. Sonra onun da başı öne
eğildi. Derin bir uykuya daldı İspanyol da. Rahat bir soluk
aldı Tom, fısıldadı:
“Ya uyanırlarsa,” dedi. “Joe bizi gözünü kırpmadan
öldürür.”
Tom gitmeleri gerektiğini yineledi. Yavaşça yerinde
doğrularak yürümeye başladı. Daha iki adım bile atmadan
döşeme gıcırdadı. Tom bayılacak gibi oldu; olduğu yere
çöktü. Yukardan gelen gürültü, tilki uykusunda olan
Kızılderili Joe'yu uyandırmıştı. Söylenerek kalktı. Çevresine
bakındı. Yanı başında arkadaşını uyur görünce kızdı.
“Oh, oh, kibar bekçiye bakın, ne güzel de uyumuş.” Yaşlı
İspanyolu, omzundan dürterek uyandırdı. Adam telaşla
doğruldu yerinden.
“Uyudum mu yoksa?”
“Hem de nasıl. Neyse ki bir şey yokmuş. Haydi, artık
toparlan; gitme zamanı geldi. Yükümüzü ne yapacağız?”
“Bilmem, sanırım en iyisi burada bırakmalı. Altı yüz elli
gümüş parayı taşımak kolay mı Joe?”
“Doğru, bir kez daha buraya geleceğiz demek ki, eh ne
yapalım...”
Şöminenin önüne gidip yere diz çöktü. Zemindeki
taşlardan birini kaldırdı. Oradan sevinçle bir torba çıkardı.
Torbanın içinden yirmi otuz dolar aldı, cebine koydu; bir o
kadar arkadaşına verdi. Torbayı yerine bıraktı. Tom ve Huck
korkularını unutmuşlardı, sevinçle haydutları gözlüyorlardı.
Tom, mutluluktan ışıl ışıl parlayan gözlerle arkadaşına baktı:
“Ne şans! Görüyor musun,” diye fısıldadı, gömüyü bulduk
işte. Tahtanın arasından gözlerini ayıramayan Huck, Tom'un
kolunu sıktı. Susmasını bildirdi. Tom deliğe eğilip
gözetlemeye başladı.
Joe kazdığı yerde küçük bir sandık bulmuştu. Bıçağının
ucu sert bir cisme çarpınca önce onu tahta parçası sanmış,
sonra bunun bir küçük sandık olduğunu anlamıştı. İki haydut,
çıkardıkları sandığı, ivedi ivedi açtılar. Joe elini içine daldırıp
çıkardı. Bir avuç altın ışıl ışıl parlıyordu avcunun ortasında...
“Hey, bir sürü altın...” diye keyifle mırıldandı. Yaşlı
İspanyol, “Murnell ile adamlarının buralarda dolandıklarını
duymuştum” dedi, o da Joe gibi şaşkındı, düşünceliydi.
“Biliyorum, biliyorum, ben de duydum.”
“Murnell gömmüştür, kuşkusuz. Bu onun marifetidir.”
Şaşkınlığı geçmişti yaşlı İspanyolun:
“Unut artık canım Murnell'i... Biz işimize bakalım.”
“Beni hala anlayamadın İspanyol... Unutamam, neyse
şimdi boşver, haydi işimizi bitirelim. Sen doğru evine dön.
Benim işaretimi bekle.”
“Ne diyorsun sen, bu kadar para gömülür mü? Ya buraya
gelirlerse?”
“Doğru, haklısın, ama yanımızda da taşıyamayız. Öyleyse
iki numaraya saklayalım, haç işaretinin altına.”
“Olur. Ortalık iyice karardı, haydi çıkalım.” Kızılderili Joe,
pencereye yanaşıp dışarısını dikkatle gözetledi. Sonra, öbür
pencereden de dışarısını uzun uzun kolaçan etti. Emin olmak
istiyordu.
“Görünürde kimseler yok, çıkabiliriz. Peki ama kapının
önündeki küreği kim getirmiş olabilir?”
Korkudan, Tom ve Huck'un kanları dondu... Joe, ucu taze
topraklı küreğe bakıyordu. Solukları kesilmişti ikisinin de. Ne
yapacaklarını bilemediler, kıpırdayacak halleri kalmamıştı.
Joe eline bıçağını aldı, merdivenlere doğru yürürken arkadaşı
onu durdurdu.
“Bırak şimdi oyalanmayı, iyice karardı hava, geç
kalıyoruz.” Sonra, üst kata çıkan merdiveni yerinden aldı,
götürüp duvara dayadı. “İşler tamam” dedi, “haydi şimdi, yürü
gidelim.” Az sonra, hazırlıklarını tamamlamışlardı. Evden
ayrıldılar. Değerli yükleriyle ırmağa doğru yola çıktılar.
Joe ile İspanyol gidince, Tom ile Huck eğildikleri yerden
dizleri titreyerek doğruldular. Kurtulmuşlardı. Yavaşça aşağı
sarkıp alt kata indiler. Kente doğru giderken hiç
konuşmuyorlardı. Küreği bir yere gizlemeyip açıkta
bıraktıkları için pişmandılar. Joe onu görmeseydi, altınları
gene aldığı yere gömecekti. O güzelim paralar da kendilerinin
olacaktı. Kasabaya geldiklerinde bile korkuları dinmemişti.
Joe'nun sözünü ettiği haç işaretli iki numara neresiydi? Onu
öğrenmek istiyorlardı.
İZ ÜZERİNDE

Tom, altınlar, paralar gördü düşünde... Gömüler buluyor,


sonra bulduğunu kaybediyordu. Her kaybedişinde uyandı.
Kısaca tatsız tuzsuz bir gece geçirdi. Gün ışıdığında o da
uyanmıştı, hala yorgundu. Yatağından istemeyerek kalktı.
Giyindi, kahvaltısını yapıp evden çıktı. Bir an önce Huck'u
bulmalıydı... Irmak kıyısına geldi. Huck, bir sandalın
küpeştesine oturmuştu. Çıplak ayaklarını suya sallamıştı.
“Günaydın Huck, ne haber?”
“Günaydın Tom, senden ne haber? Gece iyi uyudun mu?”
“Ne gezer... Bütün gece paralar, altınlar gördüm
düşümde...”
Bir süre konuşmadılar. Tom bir gün öncesini düşünüyordu.
Acaba düş mü gördüm?” diye geçirdi içinden... ve Huck'un
sesini duydu.
“Küreği ortalıkta bırakmasaydık şu anda zengindik, değil
mi Tom?”
“Demek gerçekmiş dün olanlar, ben de, ‘düş mü gördüm
acaba?’ diyordum,” dedi Tom.
“Düş mü? Şaşırdın mı sen, öteki adam olmasaydı, o zaman
anlayacaktın düşün ne demek olduğunu...”
“İki numara ne demek sence, ya o haç?”
“Bir evin kapı numarası olabilir, ne dersin?”
“Sanmam, burada evlerin numarası yok ki. Bir han, bir otel
odası olabilir.
“Evet, doğru olabilir...”
“Sen beni burada bekle. Az sonra dönerim...” Tom,
Huck'un yanından koşarak uzaklaştı. Aklına takılan bir şey
vardı, ama neydi? Arkadaşına bile söylemeden çıkıp gitmişti
işte.
Huck'tan ayrılınca Tom, koşa koşa kasabaya dönmüştü.
Yörenin en iyi oteline uğramış, 2 numaralı odada kalanın kim
olduğunu soruşturmuştu. Bir noter oturuyordu burada. Sonra
aynı yol üzerindeki hana uğramıştı. Hancı, 2 numarada kimin
kaldığını bilmiyordu.
“Burada kalanlar iki kişi... Hana gece yarısından sonra
geliyorlar, sabah erkenden de çıkıp gidiyorlar...” demişti
Tom'a. Tom, kasabada öğrendiklerini soluk soluğa Huck'a
anlatırken tıkanacak gibi oluyordu... Huck sevindi:
“Aferin sana Tom,” dedi, “iyi iş yapmışsın!.. Bunlar
bizimkiler olmalı... Gömüyü kaldıkları odada saklıyorlar
demek ki.”
“Bundan hiç kuşkun olmasın... Peki, ne yapacağız şimdi
Huck?”
“Bilmem ki Tom...”
İkisi düşünmeye başladılar...
“Arkadaş,” dedi Tom, “tamam hanın 2 numaralı odasının
iki kapısı var. Kapılardan biri arkadaki geçide açılıyor. Şimdi
hemen git, ne kadar anahtar bulabilirsen topla al getir. Ben de
Polly Teyzemin anahtarlarını alıp getiririm. Oraya hava
karardıktan sonra ancak girebiliriz. Bu arada Joe'yu görürsen,
onu gizlice izle. Hana gelmezse yanlış yoldayız demektir,
tamam mı?”
“Anladım, tamam. Anladım da Joe'yu izlemek hiç hoşuma
gitmiyor.”
“Gitse de gitmese de izleyeceğiz arkadaş... Gömünün
elden gitmesine nasıl göz yumarız?”
KIZILDERİLİ JOE'NUN YATAĞI

Gün çoktan inmiş, ortalık kararmıştı. Kararlaştırdıkları


saatte buluşan Tom ile Huck, hanla çevresini gözetlemeye
başladılar. Ortalıkta ne Joe vardı, ne yaşlı İspanyol.. Tekrar
buluşmak üzere Huck'tan ayrılan Tom eve döndü. Huck
kendisini daha sonra miyavlayarak çağıracaktı.
Saat 12'ye yaklaştığı halde handan ses soluk çıkmadı. Geç
saatlere kadar bekçilik görevini sürdüren Huck artık sıkılmış,
o da evine dönmüştü. İki akşam daha böylece geçti. Ertesi
gün Tom nöbeti teker teker tutmalarını önerdi. Gündüz biri
bekleyecekti, gece biri. Durumda herhangi bir gelişme olursa
birbirlerini çağıracaklardı. Huck, Ben Roger'ın ahırında
kalacaktı, sık sık onlara su taşıdığından ahırda kalmasına bir
şey demezlerdi.
Ahırda kalmak düşüncesi Tom'un hoşuna gitti. O da,
arkadaşıyla geceyi orada geçirmeye karar verdi. Evden bir
fener getirdi; gerekebilirdi, bir de havlu almıştı evden, ışığı
karartmak için kullanacaklardı. Saat 11'e kadar hanın kapısını
gözetlediler. Han kapısının ışıkları geç saatlerde söndü.
Ortalık daha da karardı. Yine görünürde kimseler yoktu.
Geçitten giderek anahtarları denemeye karar verdiler, artık
beklemekten sıkılmışlardı. Feneri yakıp, üzerini havluyla
örttüler. Geçidin ağzına gelince Tom elinde anahtarla ilerledi;
gözden kayboldu.
Huck beklerken çok kuşkuluydu. İçinden, “Şu fenerin
ışığını bir görebilseydim,” diye konuştu. “Tom yaşıyor mu,
öldü mü, anlardım. Bir yerlerde, belki bayılıp kalmış, belki de
ölmüştür zavallı!”
Huck iyice meraklanmaya başlamıştı, Tom hala
görünürlerde yoktu. Gidip bir bakalım diye düşünürken
birden yağmur başladı, bir süre daha oyalandı, artık iyice
sıkılmıştı, korkmaya da başlamıştı. Çakan şimşeğin
aydınlığında Tom'u karşısında bulunca rahatladı:
“Çabuk Huck, çabuk...”
Huck, telaşla koşan Tom'un ardına takıldı. Soluk soluğa
kalmıştı ikisi de. Bir ağaç altına gelip sığındılar. Yağmur pek
değmemişti buraya... Tom anlatırken tıkanacak gibi oluyordu:
“Huck, anlatamam, korkunç bir şeydi bu, çok korkunç...
Anahtarla denedim, kapıyı açamadım, hiç bir kilide uymadı.
Sonra ne yaptığımı bilmeden kapıya yüklendim, meğer kilitli
değilmiş kapı, hemen açılıverdi. Ortalık karanlık, göz gözü
görmüyor. Fener ışığını az açıp havluyu kaldırınca ne gördüm
biliyor musun?”
“Ne gördün, korkunç olan ne?”
“Az kalsın yerde yatan Kızılderili Joe'nun eline
basacaktım, Huck...”
“Ne dedin, eline mi basacaktın?”
“Evet, yüzükoyun yerde yatmış herif... Horul horul
uyuyordu. Gözünün üzerinde eski pis bir sargı vardı.”
“Aman Tanrım!... Ne yaptın o zaman? Uyandı mı haydut?”
“Hayır, kıpırdamadı bile. Sızıp kaldığı kesin... Ben de
havluyu kaptığım gibi dışarı fırladım.”
“Senin yerinde olsaydım, havluyu mavluyu unuturdum.”
“Olur mu? Onu orada bırakır mıyım hiç! Sonra teyzem ne
der bana?”
“Peki Tom, sandığı gördün mü orada?”
“Şu söylediğin söze bak Huck! O anda sandık mandık, haç
maç görecek göz mü vardı bende? Kızılderili Joe'nun yanında
boş şişeyle paslı teneke maşrapadan başka hiçbir şey
göremedim. Dur... dur dur!.. O karanlık odada iki fıçı, bir sürü
de şişe vardı. Hala almadı mı o kalın kafan?... Korkunç bir
yerdi diyorum orası...”
“Olabilir. Peki Tom, madem Kızılderili Joe sızıp kalmıştı
diyorsun, sandığı oradan almanın zamanı değil mi sence?..”
Tom arkadaşını onayladı:
“Evet, tam zamanı...” Bu söz Huck'u titretmeye yetti.
“Ben böyle bir şey yapamam.”
“Ben de yapamam Huck,” dedi Tom... Konuşmasını şöyle
sürdürdü:
“Kızılderili Joe'nun yanında yalnızca boş bir şişe vardı...
Anlıyor musun bir şişe... Oysa iyice sızıp kalması için Joe'nun
üç şişeyi içmesi gerekmez mi?”
Düşünmeye başladı ikisi de, sonra Tom, “Bana bak Huck,”
dedi. “Bana kalırsa; Kızılderili Joe'nun handan çıkıp
gittiğinden emin olmadıkça bu işe girişmeyelim. Her gece
gözetleyelim orayı. Bir gün, nasıl olsa ayrılacaktır handan; bir
işi çıkınca tabii... Biz de işte o zaman alırız sandığı.”
“Doğru, öyle yapalım. Bütün gece gözetleyeceğim orayı...
Sen de bu işin geri kalanını üstlen...”
“Tabii... Gelip miyavlarsın bana, Huck... Ama hala
uyuyorsam birkaç küçük taş atarsın cama, hemen uyanırım.”
“Peki Tom, anlaştık.”
“Huck, rüzgar dindi bak, ben de eve gideyim. Bir iki saate
kalmaz, gün de ışır. Hadi geri dön sen de, hanı gözetlemeye
başla...”
“Peki Tom... Bu iş bir yıl da sürse, han ve çevresini bir
hayalet gibi gözetleyeceğim. Gündüz uyurum, gece nöbet
beklerim...”
“Güzel, peki gündüz nerede uyuyacaksın Huck?”
“Bu da sorulur mu Tom? Ben Rogers'ın samanlığında
tabii... Babasının yardımcısı zenci Jake Amca var ya, o da izin
verdi samanlıkta kalmama... Arada sırada, su taşımada ona
yardım ettiğimden, aramız çok iyi Jake Amcayla... Ben su
götürüyorum, o yiyecek veriyor bana. Beni oğlu gibi
seviyor...”
KORKU GECESİ

Yargıç Thatcher ile çocukları tatilden sonra kente dönünce,


Tom çok sevinmişti. Bir anda ne Kızılderili Joe ne de hazine
kaldı aklında... Becky'nin yanında her şey anlamsızdı. Varsa
yoksa Becky'di. Hemen onu görmeye koştu. Bütün gün, okul
arkadaşlarıyla çeşitli oyunlar oynadılar. Becky, kendisi için
düzenlenecek olan piknik gezintisinin ertesi günü yapılacağı
haberini de duyurdu arkadaşlarına. Elbette Tom da çağrılanlar
arasındaydı.
Tom, o gece Huck'un miyavlamasını bekledi durdu. Bir
yandan da pikniğin güzel geçeceğini düşündüğü için rahat bir
uyku uyuyamadı. Onu uyutmayan başlıca neden, gömüyü ele
geçirince birdenbire kavuşacağı o yere göğe sığmaz şan ve
şöhret tutkusu idi... İşte bu nedenlerle Tom, bütün gece
yatağında döndü durdu. Huck da miyavlamamıştı.
Sabah saat on bir sıralarında büyük bir kalabalık yargıç
Thatcher'in evinin önünde toplanmıştı. Geziye başlama saatini
bekliyorlardı. Büyükler ve küçükler temiz ve sade giysileri
içinde papatyalar gibi canlı öbekler oluşturmuştu. Az sonra
sanki bütün kasabalı, oraya toplanmıştı. Özel olarak bu gezi
için tutulan ve rıhtımda onları bekleyen buharlı gemiye doğru
yola koyuldular. Bayan Thatcher, akşam geç kalabileceklerini
düşünerek, Becky'ye piknik yöresinde, büyük ırmağın
kıyısında oturan Susy'lerin evinde geceleyebileceklerini
söylemişti.
Hasta olduğu için geziye katılamayan Sid, Mary ile birlikte
evde kalmıştı. Tom, Bayan Thatcher'in geç kalabilirsiniz sözü
ile Huck'u düşündü, ya peki, bu gece Huck gelirse ne
olacaktı? Kamp ateşini ve çevresindeki şöleni de kaçırmak
istemiyordu. “Neredeyse bir hafta geçti. Huck hala gelmedi.
Bu gece de inşallah gelmez,” diye söylendi kendi kendine...
Neşeli şarkılar, oyunlar, kahkahalarla büyük bir şamata
içinde yol alıyordu vapur. Burada, bu dingin doğada
gökyüzüne uzanmış belki de yüzyıllık sedirlerin, o güzelim
ladinlerin oluşturduğu ormanlık alan karşıdan görününce,
birden makinelerin çalışması durdu. Vapur önceden kazandığı
hızla, sanki yelkenli bir gemi gibi süzülerek ağır ağır karşı
iskeleye yanaştı. Piknik yolcuları gülüşe oynaşa iskeleye
çıkmaya başladılar. Güverteler bir anda boşalmış, vapurda
kimse kalmamıştı.
Geniş bir kumsaldan sonra orman başlıyordu. Ağaçlar
altına gelindi. Sepetlerden yiyecekler çıkarıldı. Yerlere aygılar
serildi. Oyun araçlarına, iplere, toplara gelmişti sıra… Bütün
bu şamatayı, gürültüyü bastıran bir ses duyuldu:
“Dikkat!.. Dikkat!.. Mağaraya gitmek isteyenler, lütfen
kulak versinler...”
Bu ses iki kez daha yinelenince, ormanın gizemli derinliği
bir anda önemini yitiriverdi. Oyunlarını bırakanlarla
oturmaktan sıkılmaya başlayanlar, bu çağrıya hemen uydular.
Mağara için mumlar hazırlandı. Mağaranın bulunduğu tepeye
doğru bir koşudur başladı.
Önce soğuk bir odaya girdiler. Romantik görünüşlü,
oldukça geniş bir yerdi burası. Duvarlardan sızan sular
mumların titrek ışığında boncuk boncuk parlıyordu. Gün ışığı
almayan kadife yumuşaklığındaki yeşil yosunlar, duvarları
sarmıştı. Ürpertici bir serinlikte içteki dip bölmelere doğru
ilerlemeye başladılar. Dar geçitte mumun öflez ışıkları
gölgeler oluşturuyordu. Büyüklerden ayrılmak istemeyen
çocuklar düşe kalka telaşla ilerliyorlardı. Mağara McDouglas
Mağarası olarak bilinirdi. Birinden diğerine ara geçitlerle
bağlanan irili ufaklı hücrelerden oluşmuştu. Bugüne değin
kimse gereğince gezebilmiş değildi. Mağaranın büyüklüğü
üzerinde kimse bir şey bilmiyordu.
İlk girişteki ürkekliği üzerinden atan çocuklar yine
oyunlarına başlamışlardı. Köşelere saklanıp birbirlerini
korkutuyorlar, ortalığı heyecanlı bir gürültüye boğuyorlardı.
Uzun süredir devam eden oyunu bir ses böldü ve artık
dönmeleri gerektiğini duyurdu. Vapur yarım saattir düdük
çalıyordu. Gemi pırıl pırıl ışıklar içinde kente döndü. Tüm
günü oyun oynayarak geçirmiş olan çocukların pek çoğu
yorgunluktan uyuyakalmışlardı. Saat ona geliyordu ve hava
iyice kararmıştı. Geminin iskeleye yanaşmasıyla kalabalık
dalgalandı, kıyıya taştılar ve bir anda dağıldılar.
Huck yine gözcülüğünü sürdürüyordu. Saat on biri vurdu,
hanın ışıkları söndü. Bir süre daha bekleyen Huck, artık iyice
umutsuzluğa kapıldı. Hiçbir hareket yoktu. “En iyisi gidip
yatmak olacak!” diye düşünürken bir ses işitti. Hemen
toparlandı ve tüm dikkatiyle izlemeye başladı.
Hanın kapısı açılmıştı. Aceleyle kapıdan fırlayan iki adam
kollarının altında bir şey taşıyorlardı. Bu, hazine olmalıydı,
demek kaçırıyorlardı. Tom bunu bilmek isterdi; ne var ki
zaman yoktu, adamları gözden kaybetmek istemiyordu,
hemen peşlerine düştü. Evleri geçerek ırmak kıyısına doğru
yürüyorlardı. Biraz daha gittikten sonra tepeye tırmanmaya
başladılar. Doruğa gelince küçük bir çalı kümesinin arkasına
girdiler. Orada kayboldular.
Huck onlara gittikçe yaklaşıyordu. Ağır ağır yürüyerek
biraz daha ilerledi, dinledi, hiç ses yoktu, ayak sesi de
duyulmuyordu ortalıkta. Olduğu yerde iyice saklanarak bir
süre bekledi, çok hafif, uzaklaşan birtakım sesler duydu.
Hemen doğruldu. Sesin geldiği yöne doğru yavaş yavaş
yürüdü. Artık bulundukları yeri biliyordu, karanlığa alışan
gözleri çevreyi tanımıştı. Birkaç adım ileride Bayan
Douglas'ın bahçe duvarı vardı, yeri bildikten sonra kazı yerini
bulmak kolay olacaktı. Konuşmaya başladı karanlığın
adamları:
“Aksilik işte, görüyor musun evde konuklar var. Bu geç
saatte hala ışıklar yanıyor.”
“Ne konuğu, ben kimseyi göremiyorum.”
“Önündeki daldan göremiyorsun, şöyle yaklaşırsan,
kolayca görürsün.”
“Evet, evet konuklar var. En iyisi bu işten vazgeçmek,
yakalanacağız diye korkuyorum.”
“Neler saçmalıyorsun sen, neden yakalanacakmışız? Öç
alacağım dedim sana. Bir daha fırsat geçmeyebilir. Bu kadının
kocası bana çok kötülük etti. Adam şimdi öldü. Ama yargıçlık
yıllarında beni az mı tutuklattı? Öcümü almam gerek, işitiyor
musun? Adam öldüyse karısı yaşıyor ya...”
“Sakın ileri gitme, öldürme!”
“Öldürmek mi? Öldürmek isteyen kim? Daha beterini
yapacağım, onun suratını dağıtacağım. Hem öyle dağıtacağım
ki, bir daha insanların arasına çıkamayacak.”
“Bu kadar korkunç olamazsın...”
“Sus, sana düşünceni soran mı var? Bana yardım et yeter.
Tek başıma yapamam. Eğer beni bırakıp gidersen öldürürüm
seni, anladın mı?”
“Pekala, anladım... Ne zaman başlıyoruz işe? Sen onu
söyle!..”
“Işıklar sönünceye kadar burada bekleyeceğiz, acele işe
şeytan karışır. Acelenin ecelle arkadaş olduğunu da unutma.
Sus ve bekle.”
Yine sessizlik sardı karanlık geceyi. Huck'un yüreği
duracak gibiydi. Birden oralardan kaçıp kurtulmayı düşündü.
Bayan Douglas'ı gidip bulmak istiyordu. Soluk almaktan bile
korkarak olduğu yerde geriye döndü. Yere iyice eğilerek
sürünmeye başladı. Tehlike bölgesinden uzaklaştığına kesin
inandıktan sonra birden fırladı. Tepeden aşağı koşarak indi.
Wesler'in evine ulaşmıştı bile... Kapıya gürültüyle vurdu,
vurdu, vurdu...
“Kim o, bu saatte ne istiyorsun?”
“Lütfen yardım edin, anlatacaklarım var.”
Kapı ağır ağır gıcırtıyla açıldı, Huck arkasına kuşkuyla
bakarak içeri daldı. Soluk soluğa kalmıştı. Gördüklerini,
Bayan Douglas'ın tehlikede olduğunu anlattı. Çok geçmeden
yaşlı adamla oğulları tepeye ulaşmışlardı, üçü de silahlarını
kuşanmıştı. Joe'nun kendisini görebileceği korkusu Huck'u
yine gerilerde bıraktı, bir kayanın arkasına saklanarak
beklemeye başladı. Onlara uzunca gelen kısa bir sessizlikten
sonra bir patlama ve ardından bir çığlık duydu. Artık daha
fazla bekleyemedi, yerinden bir ok hızıyla fırlayarak yokuş
aşağı, kente doğru koştu koştu koştu...
Ertesi gün erkenden uyandığında gün doğmak üzereydi.
Akşam kendisi döndükten sonra neler olduğunu merak
ediyordu, aceleyle giyinip Wesler'in kapısını çaldı. Evdekiler
henüz uyuyorlardı. Pencereden uykulu bir ses, “Kim o?” diye
bağırdı.
“Lütfen açın, benim, Huck Finn...”
“Gel içeri çocuğum. Hoş geldin.” Çağrı hoşuna gitmişti
Huck Finn'in, böyle güzel sözleri pek sık duymazdı.
“Senin karnın açtır bu saatte, kahvaltı hazırlayayım.
Nereye kayboldun gece? Seni her yerde aradık, bulamadık.”
“Çok korkmuştum, oradan uzaklaştım.”
“Evet, anlıyorum, korkunç bir gece geçirdin. Kahvaltıdan
sonra biraz yat ve uyu, dilersen.”
Fakat hala konuşmak ister gibi bir hali vardı ihtiyar
adamın:
“Peki ama Huck, gece bitti, bugün yeni bir gün ve sen
sapır sapır titriyorsun, korkuyor musun hala? Neden bu kadar
korkuyorsun? Hem korka korka o adamları neden izledin?”
“Oh, benim başıboş gezmekten hoşlandığımı bilirsiniz.
Zaman zaman da uykum kaçıyor. Dün gece de öyle olmuştu,
biraz dolaşmak için çıktım. Sonra karanlıkta o iki adam
belirdi. Kollarının altında bir şey vardı, çaldıklarını
düşündüm. Usulca arkalarından gittim, bir taraftan da kim
olabileceklerini merak ediyordum. Derken bir sigara ışığında,
beyaz sakallı sağır ve dilsiz denilen İspanyolu tanıdım. Öteki
serserinin biriydi.”
“Evet, sonra ne oldu?”
“Hızlı hızlı yürüyorlardı, ben de yürüdüm. Ne
yapacaklarını görmek istiyordum. Bayan Douglas'ın evine
kadar geldik, orada durdular. Sonra İspanyol arkadaşına bir
şeyler söyledi.”
“Demek sağır ve dilsiz konuşuyordu?”
Huck birden sustu. Anlatırken sanki o geceye yeniden
dönmüştü, heyecanla yaşadıklarını sıralarken gereğinden fazla
konuşmuştu, sıkıntıyla toparlandı ve sessiz oturdu. Wesler
onun sırtını yavaşça okşayarak korkusunu hafifletmeye
çalıştı.
“Korkma yavrum. Seni bırakmayacağım. Bana güven ve
gördüklerini anlat. İspanyolu iyice tanıyor musun, hakkında
ne biliyorsun?”
Huck ihtiyar adamın yüzüne kısa bir an baktı. Karşısındaki
gözlerden doğruluk taşıyordu. Bir daha baktı ve eğilip
kulağına fısıldadı:
“İspanyol, Kızılderili Joe ile konuşuyordu. Kahvaltıda bol
bol söyleştiler.” Huck susunca, ihtiyar adam konuşmaya
başladı. Gece yatmadan önce çevreyi dolaştıklarını, kan izine
rastlamadıklarını, sadece bir torba bulduklarını anlattı.
“Ne vardı torbanın içinde?” Huck heyecanlanmıştı, telaşla
sorduğu soru üzerine Wesler bir an onun yüzüne baktı ve
yanıtladı:
“Birkaç araç gereç... Neden heyecanlandın? Başka bir şey
mi bekliyordun?”
Huck söyleyecek söz bulamadı. Rahatsız hali ihtiyarı
güldürmüştü.
“Zavallı çocuk. Bu olay seni çok fazla etkilemiş olmalı,
rengin bile sarardı. En iyisi biraz uyu ve kendine gel.” Huck
kendi kendine kızdı. Aptal gibi, her saniye kendisini ele
veriyordu. Ne vardı heyecanını bu kadar belli edecek? Fakat
şimdi bildiği bir şey vardı. Kızılderili Joe ve İspanyolun
götürdüğü torbada araç gereç varsa, paralar 2 numaradaydı.
Polis onları yakalayınca kasayı almak kolay olacaktı. Tom'un
habere nasıl sevineceğini düşününce gülümsedi.
O gün pazardı ve herkes kilisenin bahçesinde toplanmıştı.
Konuşulan tek konu gecenin olayıydı. Tom kasabalı
haydutların yakalanmadığına üzülüyordu. Küçük kümeler
halinde toplaşan insanlar, Bayan Douglas'a yardımı için
Wesler'e teşekkür ediyorlardı. Wesler başta teşekkür edilmesi
gerekenin kendisi olmadığını söylüyorsa da onu pek dinleyen
yoktu. Olayın heyecanını herkes içinde hissediyordu sanki.
Polly Teyze, bir tarafta konuşan Sue'nin annesi ve Bayan
Thatcher'i görünce onlara doğru yaklaştı. Becky'nin nasıl
olduğunu soruyordu annesi! Bayan Harper şaşırmıştı, kızını
görmediğini söyledi. O sırada Polly Teyze de söze karışarak,
“Tom da gelmedi,” dedi, onlara. İki kadın etrafındaki
insanlara çocukları soruyorlardı; fakat hayır, kimse
görmemişti, nerede olduklarını bilmiyorlardı. Kilisenin
bahçesindeki kalabalık yeni bir haberle dalgalandı. Herkes
birbirine Tom ve Becky'yi soruyordu. Fısıltılar çoğalmıştı.
Kimse vapur dönüşü çocukları gördüğünü anımsamıyordu.
Polly Teyze ve Bayan Thatcher ağlıyordu. Biraz sonra herkes
etrafa dağıldı. Kayıpları aramaya çıktılar. Saatler geçti, akşam
oldu ve kimse bulunamadı.
KORKULU SAATLER

Tom ve Becky mağaradaydılar, uzun bir zaman


arkadaşlarıyla oraya buraya koşturup durmak onları sıkmıştı.
Kendi kendilerine yeni bir oyun bulmuş, duvarlardaki yazıları
okumaya dalmışlardı. Ellerindeki mumun duvarlarda
ışıldayan gölgeli ışığını izlemek, bir süre değişik yazılar
okumak hoşlarına gitmişti... Farkında olmadan bölmeden
bölmeye geçmişlerdi. Tüm kasabalı geç oldu düşüncesiyle
vapura geri dönerken onlar iç kısımda buldukları küçük bir
gölün kenarında dinleniyorlardı. Elbette herkesin gittiğini
duymamışlardı.
Şimdi yine tüm kasabalı kendilerini aramak için yollara
dökülmüşken onlar da iki gün sonra hala mağaradan çıkışın
yolunu arıyorlardı.
“Tom, artık yürüyecek halim kalmadı. Çok yoruldum ve
hep dolaşmaktan bıktım.”
“İyi ama buradan çıkmamız gerek. Yolu bulacağız inan,
yeter ki biraz sabırlı ol.”
Mumlar tükenmişti. Mağaranın karanlığı içinde duvarları
elleriyle yoklayarak ilerlemeye çalışıyorlardı. Biraz sonra
iyice umutsuzluğa kapılan Becky ağlamaya başladı.
“Sus lütfen Becky, ağlamakla bir yere varamayız, kalkıp
uğraşman gerek.”
Bir taraftan o da çaresizdi. Karnı fena halde acıkmıştı, yine
de, kendisi de oturursa, Becky'nin iyice umutsuz olacağını
biliyordu. Bir yol bulmalıyız diye düşündü; sonra birden
cebindeki uçurtma ipi geldi aklına. Hemen çıkardı ucuna bir
kaya parçası bağladı ve karşı tarafa fırlattı. Becky'ye kendisini
beklemesini söyledi ve ipe tutunarak ilerlemeye başladı.
İpin sonuna gelmişti, Becky'ye seslendi, iple yürümek
kolay oluyordu. Az sonra, o da gelmişti yanına. Tom ipi
toplayıp tekrar attı, Becky oturmuş bekliyordu; ilerledi, bir
ara ayağı bir boşluğa gelmişti, sendeledi, fakat düşmedi. İpin
sonuna gelmişti yine. Becky'yi çağırdı:
“İyi ama böyle nereye gidiyoruz Tom? Yönümüzü
bilmiyoruz ki...”
“Olsun, bir yere çıkar eminim. Bomboş oturmaktan iyidir.”
“Sus Tom, bir ses duydum.” Dinlediler, bu defa çok hafifti
bu ses... Tom da duymuştu.
“Sen bekle, ben ipi bir daha atacağım.”
“Belki bizi aramaya geldiler Tom, ben de geleyim.”
“İki kişi yürümek zor olur, bekle. Ben gidip bakayım, seni
çağırırım.”
İp tekrar atıldı ve Tom gitti. Mağaranın bu kısmında taban
pek düzgün değildi, kayalar ayağına takılıyordu sık sık...
Yavaş yavaş ve dikkatle ilerledi. Bir tarafını incitmek
istemiyordu. Bir köşeye geldiği zaman birden gözü parladı,
biraz ilerde bir delikten ışık sızıyordu. Tom sevinçle ışığa
doğru süzüldü, o kadar heyecanlanmıştı ki, “Buradayız!” diye
bağırmak istiyordu; fakat sesi çıkmadı.
Son bir gayretle ışığın süzüldüğü deliğe gözünü
yaklaştırdı. Aman Tanrım!.. O da ne? Aşağıdaki Kızılderili
Joe idi. Bu kez korkudan dili tutuldu. Bir süre
kıpırdayamadan öylece bekledi; sonra telaşla geriye döndü,
geldiğinde nefes nefese idi.
“Ne oldu Tom, neden beni çağırmadın?”
“Bu tarafta yer kötü, kocaman kayalar var, hem nereye
gittiğimiz belli değil diye düşündüm.”
“Peki, o ses neymiş?”
“Yarasalar var, onların sesi olmalı... Zaten karanlık hiçbir
şey görünmüyor.”
Kızılderili Joe'yu gördüğünü söylemek istemiyordu. Bir
süre durdu, sonra tekrar konuştu.
“Galiba yoruldum, azıcık uyumak istiyorum Becky.”
Umutsuzdu, şimdi de önlerine Kızılderili Joe çıkmıştı.
Mağaradan nasıl çıkacaklarını bilmiyordu, karınları zil
çalıyordu. Kısaca dünyanın sonu geldi diye düşündü ve
sessizce ağlamaya başladı.
KURTULUŞ

Salı günü öğleden sonra kasaba hala yas içindeydi. Kayıp


çocuklar yoktu. Halk sık sık toplanıp birbirine haber iletiyor,
sorular soruyordu, fakat sonuç yoktu. Bayan Thatcher
hastaydı. Yattığı yerde hep kızını sayıklıyor, ateş içinde
yanıyordu. Polly Teyze ondan da kötüydü, perişandı. Üzgün
üzgün sağa sola koşuyor, aklına gelen yerleri gidip kendisi
arıyordu. Ya da aramaktan dönenlerden haber soruyordu.
Hava karardı. Herkes evlerine çekildi. Artık yavaş yavaş
onları bulmaktan umut kesiliyordu. Birden kilisenin çanları
çalmaya başladı. Bulunmuş demekti, sevinçli haberler
demekti. Kapılar açıldı, meraklı başlar sokağa uzandı. Biraz
sonra neşeli, bağıran insanlar doldurmuştu sokakları.
“Hey uyanın! Yitikler bulundu. Onları bulmuşlar. Uyanın,
uyanın...”
Kent pırıl pırıl aydınlanmıştı. O gece bir daha kimse
yatmadı. Her tarafta bayram havası vardı. Tom ve Becky
kendileri için hazırlanmış masaya oturmuşlardı. Bir taraftan
nefis yiyecekleri atıştırırken, bir taraftan da serüvenlerini
anlatıyorlardı. Kimse uçurtma ipinin böyle bir işe
yarayacağını düşünmemişti şimdiye kadar. Tom; o bozuk
yolda Becky'nin ayağını incitebileceği düşüncesiyle ipi başka
bir yöne atmayı denediğini söylemişti, (Kızılderili Joe'yu
söylemek istemiyordu, Huck kızabilirdi boşboğazlık ettiği
için, üstelik korkuyordu da...) İpi birkaç kere attıktan sonra
gördüğü gün ışığını anlattı. Sonra Becky yanına gelmiş ve
vadiye inmişlerdi. Bir süre sonra da kendilerini arayan sandalı
bulmak artık onlar için sorun olmamıştı.
Bu mağara dönüşünde iki üç gün kendilerine gelemediler.
Tom kendisini yorgun hissediyordu hala. O iki günlük
korkunç açlıktan sonra doymak bilmiyordu canı; her şeyi
yemek istiyordu, her şeyi özlemişti. Huck'un hasta olduğunu
duydu. Bayan Douglas'ın evinde kalıyordu, arkadaşı. Tepede
olanları anlattılar, merak etti, acaba Huck hazinenin izini
bulabilmiş miydi? Düşündü. Bayan Douglas'ın evinde
konuşamazlardı. Üstelik Huck hastaydı. Bir iki gün daha
beklemeye karar verdi.
JOE'NUN SONU

Bir süre sonra yaşam normale dönmüştü. Tom, Huck'u


ziyarete gitmek üzere yola çıktı. Hakim Thatcher'in evinin
önünden geçerken Becky'yi görmek istedi. Bahçe kapısının
önünde yargıç birkaç arkadaşıyla konuşuyordu. Gülerek
Tom'a sordu:
“Tom, tekrar mağaraya dönmek ister misin?”
“Olabilir, hem belki gitmek isteyen başkaları da vardır.”
“Yok, yok sanmıyorum. İki gün aramak gözünü
yıldırmıştır herkesin. Hem artık gitmek isteyen olsa da
gidemez.”
“Neden?”
“Sizin bulunduğunuz gün kapısını demirlerle kapattılar.
Anahtar da bende. Artık kimse çıkamaz.”
“Aman, nasıl yaptın bu işi? Kızılderili Joe içerdeydi!..”
Tom kireç gibi olmuştu, kekeliyordu. Birkaç dakika içinde
haber yayıldı. Bir düzine sandal McDouglas Mağarasının
yolunu tuttu. Büyük buharlı gemi, insan doluydu ve Tom da
oradaydı.
Mağaranın kapısı açılır açılmaz acıklı bir görüntüyle
karşılaştılar. Kızılderili Joe yerde ölmüş yatıyordu. Yanında
kırılmış bıçağı duruyordu. Belli ki kapıyı açmaya çalışmıştı.
Yerde orada burada yarasa artıkları duruyordu. Açlığını
bastırmak için onları yemiş olmalıydı. Girişin biraz ilerisinde
duvardaki su sızıntısının dibini kazımıştı, açtığı küçük
çukurda su biriktirmişti. Fakat bu suyun ve yarasaların yaşamı
için yeterli olmadığı, yerde uzanmış yatan Joe'nun zavallı
halinden belli oluyordu.
Kızılderili, mağara girişinin yakınında bir yere gömüldü.
Cenaze töreninden sonra Tom ve Huck herkesten uzak bir
yerde buluştular. Huck, Wesler'in anlattıklarından başka bir
şeyden haberi olmayan Tom'a tüm olanları anlattı. Fakat hala
iki numaranın neresi olduğunu bilmiyordu. Tom onun sözünü
kesti:
“Huck, şunu bil ki, para asla iki numarada değil.”
“Nasıl, yoksa hazinenin yerini biliyor musun?”
“Evet, hazine mağarada saklı.”
“Nerede, nerede?”
“Mağarada saklı diyorum.”
“Tom, yoksa benimle alay mı ediyorsun?”
“İnan, doğru söylüyorum, hem neden alay edeyim? Sen
şimdi söyle bakalım benimle geliyor musun, gelmiyor
musun?”
“Elbette geliyorum. Ne zaman gideceğiz?”
“Ne zaman istersen... Bak yol uzun, bir sandal bulmamız
gerek, kürekleri ben çekerim, sen yorulmazsın. Yanımıza
ekmek, et, biraz ip, kibrit ve mum almamız gerek. Ayrıca
tekrar düşün ve kendine güveniyorsan gel, tamam mı?”
“Tamam, tamam...”
Öğleden sonra bir sandal kiraladılar ve mağaranın yolunu
tuttular. Birkaç kilometre ilerledikten sonra Tom, Huck'a
kıyıya yanaşacaklarını söyledi.
“Şimdi Becky ile çıktığımız deliği bulmamız gerek.” Bir
süre aradılar. Sonra Tom sevinçle bağırdı:
“İşte burada Huck! Bak, kimsenin bulamayacağı bir yer.
Öyle değil mi?”
İki arkadaş delikten içeri girdiler, ipi sıkıca tutarak
koridordan ileri doğru yürüdüler. Bir süre sonra Tom, Huck'un
kolunu tuttu. “İşte burası Joe'yu son olarak gördüğüm yer.
Mumu yukarı doğru kaldırdı, etrafını iyice görmek istiyordu.
“Bak Tom, burada bir haç var.”
“Tamam, o halde burası iki numara olmalı.”
“Haydi aşağı inelim de kasayı çıkaralım.”
Haçın bulunduğu yerde bir de kaya vardı. Tom bıçağını
çıkardı. Hemen dibini kazmaya başladı, toprak nemli ve
yumuşaktı, kolay kazılıyordu. Biraz derine inince bıçağın ucu
sert bir cisme çarptı. Sandığı bulmuşlardı. Sevinçle zıpladılar:
“Ben başaracağımızdan emindim. Yaşasın! Zengin olduk!
Gelsin limonatalar, gitsin pastalar...” Tom ciddi uğraşıyordu.
Kapağı kaldırdı, sandık ağzına kadar doluydu, sevinçle,
“Yaşasın, heey!” diye bağırdı ve Huck'a seslendi.
“Gel tut, kaldıralım şunu da gidelim...”
Fakat sandık çok ağırdı, yerinden kalkmıyordu. Sağa sola
bakındılar. Paraları taşıyacak bir şeyler arıyorlardı. Huck öbür
taraftaki bölmenin köşesinde birtakım eşyalar buldu. Eski bir
pantolon yerdeydi, üzerine bir kemer atılmıştı. Kenarda
kocaman bir torba, hemen yanında iki yırtık gömlek
duruyordu. Joe'nun kaçarken yanında götüreceği eşyaları
olmalıydı bunlar. Paraları ve altınları torbaya doldurdular ve
torbayı omuzlarına alıp dikkatle yürüdüler.
Hava güzeldi, üstelik çalışmak karınlarını acıktırmıştı,
sandala yerleşir yerleşmez çıkınlarını açıp ekmeklerini
yediler. Güneş henüz batıyordu. Tom, neşe ile küreklere
asıldı. Kıyıya geldiklerinde Benny Taylor'un el arabasını
almaya karar verdiler. Torba ağırdı, eve kadar taşıyamazlardı.
Bir süre sonra torba arabaya yerleşmişti, üzerini dikkatlice
kapattılar, kimse eşyalarına dikkat etsin istemiyorlardı. Eve
gitmekten de vazgeçtiler. En iyisi kolay çıkarabilecekleri bir
yere gömmekti torbayı.
“Bu ne hal, nereye gidiyorsunuz böyle?” Karşılarında
Wesler duruyordu.
“Haydi gelin bakalım çocuklar, Bayan Douglas sizleri
görmekten sevinecektir. Ben de oraya gidiyordum, gelin hem
çay içer, hem biraz konuşuruz. Ne var öyle arabanızda,
oldukça ağır görünüyor, hurda demir mi yoksa?”
“Evet, demir var.”
Gitmek istemiyorlardı; Fakat kuşkulanır korkusuyla hayır
diyemediler. Az sonra da kendilerini Bayan Douglas'ın evinde
buldular. Evde olağanüstü bir hal sezinleniyordu. Kentin ileri
gelenleri salonda toplanmışlardı. Toz toprak içindeki hallerini
görünce Bayan Douglas, Tom ve Huck'u bir başka odaya aldı,
yeni takım elbiseler verdi ve yıkanıp giyinmelerini söyledi.
Biraz sonra Sid içeri girdi, demek o da oradaydı. Tom ve
Huck ona aşağıda neler olduğunu sordular. Bayan Douglas
kendisini o gece haydutların elinden kurtaran Wesler için bir
davet veriyordu.
Birkaç dakika sonra herkes yemek masasının etrafında
toplanmıştı. Toplantıyı kısa bir konuşma ile Bay Wesler açtı,
Bayan Douglas'a daveti için teşekkür ettikten sonra esas
kurtarıcının Huck olduğunu açıkladı. O geceki olayı Huck'un
kendisine nasıl haber verdiğini anlattı. Bayan Douglas'ın
teşekkür dolu sözleri, herkesin övgüsü Huck'u hem
utandırmış hem de sevindirmişti.
Mutluydu, öyle ki sırtındaki yeni elbiselerin verdiği
sıkıntıyı bile unuttu. Huck'un kendisini kurtardığını duymak
Bayan Douglas'ı çok duygulandırmıştı. Onun bundan böyle
oğlu olacağını, okula gideceğini, iyi bir işadamı olması için
elinden geleni yapacağını söyledi. Sözleri, salondakilerce
alkışlandı. Herkes sevinmişti, Tom heyecanlıydı. O heyecanla
yerinden kalktı:
“Huck zaten çok zengin. Okula gitmesi iyi ama, işadamı
olmasına gerek yok, zengin oldu o,” dedi. Konuklar ne
dediğini anlamamışlardı, şaşkın şaşkın bakarlarken Tom,
“Biraz bekleyin, göreceksiniz!” diyerek dışarı fırladı.
Polly Teyze üzüntüyle başını salladı, bu çocuğun ne zaman
akıllanacağını soruyordu kendi kendine, yine kim bilir ne
yaramazlık yapmıştı. Sesini çıkarmadan bekledi ve Tom
sırtında kocaman bir torbayla içeri girdi. Biraz sonra herkes
şaşkın, masanın üzerine dağılan yığına bakıyordu. İlk defa bu
kadar çok para ve altını bir arada görüyorlardı.
ESKİYE DÖNÜŞ

Tom ve Huck'un hazine öyküsü tüm kenti sarmıştı.


Coşkuyla bir diğerine anlatılan olay yavaş yavaş herkeste bir
hazine bulma umudu yaratıyordu. Uzakta kalmış, unutulmuş
yerler kazılıyor, eski evlerin döşemeleri sökülüyordu.
Tom ve Huck buldukları paraları ikiye böldüler ve
büyükler bu kadar çok paranın bankaya yatırılması gerektiğini
söyleyince onlar da öyle yaptılar. Yargıç Thatcher Tom'un
kızını kurtarışını herkese anlatıyordu.
“Uçurtma ipiyle yol bulmak çok akıllı bir yol” diyordu.
“Tom yaşam boyunca çok başarılı olacak, biliyorum o kadar
akıllı ki büyük bir avukat olacaktır eminim. Onu hukuk
fakültemize yazdıracağım.”
Huck Finn artık Bayan Douglas'ın evinde kalıyordu. Sabah
akşam elini yüzünü yıkıyor, saçlarını tarıyor, dişlerini
fırçalıyor ve pırıl pırıl çarşaflar içinde uyuyordu. Ancak bütün
bunlardan fena halde canı sıkılıyordu. O, açık havada
dolaşmayı, tarlaları, dağları, doğanın sonsuz derinliğini
özlüyordu. Yemek yerken çatal bıçak kullanmak istemiyordu.
Önüne hazır gelen o güzelim yemekler hiç tat vermiyordu.
Çünkü o karnı acıktığı zaman yiyecek bir şeyleri kendisi
aramaktan hoşlanıyordu. Güzel konuşması, kibar olması
gerekliydi, halbuki o doğal olmayı seviyordu. Kısacası zengin
olmuştu ama mutlu değildi. Özgürlüğünü yitirmişti.
Bu kural dolu yaşam bir süre devam etti. Bir gün Tom
arkadaşını ziyaret etmek istedi. Bayan Douglas'ın evine
geldiği zaman herkesi telaş içinde buldu. Huck yok olmuştu.
İki gün boyunca bütün kasaba halkı yine Huck'u aradılar,
yoktu. Herkes onu bulmaktan artık umudu kesmişti ki üçüncü
günün sabahı Tom'un aklına kentin dışındaki boş arsa geldi,
oraya kimse gitmemişti. Huck orada olmalıydı.
Onu büyük bir fıçının içinde uyur buldu. Üzerinde eski,
yırtık elbiseleri vardı yine. Tom oturup bekledi. Huck biraz
sonra uyandı, arkadaşına gülümsedi ve yanındaki torbadan
kurumuş bir iki ekmek dilimiyle kahvaltısını bitirdi.
“Peki ama Huck nedir bu halin?”
“İşte görüyorsun kahvaltımı yiyorum.”
“İyi ama, herkes seni çok merak etti. Bayan Douglas iki
gündür ağlıyor, dönmelisin, seni sevenleri üzmeye hakkın
yok.”
“Dönemem Tom, bunu benden isteme.”
“Neden dönemezsin, anlamıyorum?”
“Çok denedim, o yaşama alışamıyorum. Bayan Douglas iyi
bir insan ama ben sıkılıyorum. Bir sürü sıkıcı kural
istemiyorum. Özgür olmalıyım ben, dilediğimi yapmalıyım.
Para, hazine falan da istemem. Al, hepsi senin olsun! Balık
tutmak istesem, izin; yüzmek istesem, izin; gezmek istesem,
izin... Böyle yaşamak olur mu? Kibar olmalı, özen
göstermeliymişim konuşurken, ‘Evet efendim, Siz nasıl
isterseniz efendim!’ demeliymişim. Her gün çıkıp tavan
arasına dilimin ucuna ne gelirse söylüyorum; açıkçası sövüp
sayıyorum, böyle yapmasam patlayacağım Tom... Bayan
Douglas başkalarının yanında şöyle rahat kaşınmama bile izin
vermiyor; esnemem, geğirmem suç, oturup kalkmam
kabahat... Lütfen bir eve kapatmayın beni, n'olur, yalvarırım
Tom.”
“İyi hoş da herkes böyle yaşıyor, biliyorsun.”
“Ben istemem, yapamam, boğuluyorum, anlıyor musun?
Ormanları, ırmakları, denizleri, ahırları seviyorum ben. Keşke
mağaradan hazine yerine silah bulsaydık, o zaman haydutlar
gibi ormanda özgür yaşardık, ne iyi olurdu?”
“İyi ama zengin olmak haydutlar gibi yaşamamıza engel
değil ki...”
“Nasıl yani?”
“Elbette haydutluk iyi değil. Bilmem, bana öyle geliyor.
Bunun için önce saygın bir insan olmalısın, seni bizim takıma
alamayız.”
“Almaz mısın? Korsan olurken, böyle bir şey
söylememiştin ama?”
“Korsanlık başka, haydutluk başka. Biz kibar haydutlar
olmalıyız.”
“Çetene girmek için kibar olmaya çalışacağım. Beni hiç
bırakmayacaksın söz mü? Sen benim en iyi dostumsun
çünkü.”
“Tamam, söz. Dost sözü. Önce kibar olacaksın. Kaba saba
adamı çeteme alamam, ünümüz zedelensin istemem çünkü.
Tom Sawyer'in çetesi derme çatma olmamalı tamam mı?”
“Haydutlar adam öldürür ama...”
“Biz kibar haydutlar olacağız...”
“Para çalan, banka soyan ama...”
“Bizde para çalmak da, banka soymak da yok, anlıyor
musun Huck!.. Söz mü?”
“Söz veriyorum anladım Tom...”
“Tamam! Gel öyleyse benimle koca adam... Hemen şimdi
sana daha hoşgörülü davranmasını Bayan Douglas'a
söylemeye gidiyorum.”
Bayan Douglas sevinç içinde kucaklıyordu onları. Tom az
sonra evine giderken içi içine sığmıyordu, sevinçten. İyi bir iş
yapmış olmanın onurunu taşıyordu içinde. Bayan Douglas
sevinçliydi. Artık üzülmesi için bir neden yoktu. Huck, orada
burada sabahlamaktan, yarı aç gezmekten kurtulmuştu.
Kendisi, her zamanki gibi, Polly Teyzenin evine gidiyordu.
Düşündü, hep evde ya da okulda olmak can sıkıyordu
doğrusu. Huck haklıydı, tekdüze yaşam ona da zevk
vermiyordu. Haydut olmak geldi aklına. İyi fikir diye
mırıldandı. Hem arkadaşına söz vermişti, çetesini kurmalıydı.
Evet, bir amacı vardı şimdi... Rahatladı. İki elini cebine soktu,
o çağlardaki gençlerin her şeye boş veren umursamazlığı ve
kayıtsızlığı ile neşeli neşeli ıslık çalmaya başladı. Keyfi
yerine gelmişti.
Bütün öyküler gibi, Tom Sawyer'in öyküsü de burada
bitiyor. Bir kitap, bir çocuğun öyküsünü anlatıyorsa, uygun
bir yerinde hemen sona ermeli. Genç bir adamın öyküsü belki
biraz daha uzun olabilir. Yetişkinler için yazılanlarsa hep
mutlu sonla biter. Onlar ermiş muradına biz çıkalım
kerevetine tekerlemesini dilimizin ucuna getirecek mutlu bir
sonla, sözgelişi... Ama çocuklar için, bu çok erken...
Aranızda, Bu çocukların sonu ne oldu? diye merak edenler
çıkarsa...
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları ve yıllar da on
yılları kovalayıp giderken, sizler de boş durmuyorsunuz,
yıllar geçtikçe sizler de büyüyorsunuz... Şimdi Tom da, Huck
da büyümüş olmalılar. Hiç kuşkumuz yok, onlar bugün de çok
iyi arkadaş, candan birer dostturlar... Dilekleri bütünüyle
gerçekleşmiştir... Mutlu bir yaşamı varlık içinde
sürdürüyorlar. Günün birinde, en küçüklerinin öyküsünü,
incelemeye değer bulursak belki yazmaya girişiriz, hiç belli
olmaz. İşte bu nedenle, yaşamlarının bundan sonraki
bölümünü, şimdilik yazmamayı daha doğru bulduk.

***SON***

You might also like