Professional Documents
Culture Documents
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
TEMEL İSLAM BİLİMLER ABD 2019
DOKTORA TEZİ
DOKTORA TEZİ
SAMİ BAKIR
SAMİ BAKIR
GAZİANTEP
TEMMUZ 2019
T.C.
GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
DOKTORA TEZİ
SAMİ BAKIR
GAZİANTEP
TEMMUZ 2019
i
ÖZ – ABSTRACT
ÖZ
EBÛ ‘ALÎ EL-FÂRİSÎ’DE DİLBİLİMSEL TENKİT
-el-İğfâl Adlı Eseri Örneği-
BAKIR, Sami
Doktora Tezi, Temel İslam Bilimleri ABD/Arap Dili ve Belâgatı Bilim Dalı
Tez Dsanışmanı: Dr. Öğretim Üyesi Ayhan ERDOĞAN
Temmuz 2019, 283 sayfa
Bu tez, 288/901-377/987 yılları arasında yaşamış Arap dilbilimcisi Ebû ‘Alî el-
Fârisî’nin el-İğfâl fîmâ Agfelehu’z-Zeccâc mine’l-Me‘ânî adlı eserinde hocası Ebû
İshâk ez-Zeccâc’ın (ö. 311/923) Me‘anî’l-Kur’ân ve İ‘râbuhu adlı tefsirine tevcih
ettiği dilbilimsel tenkitleri, objektif olarak kritik etmektedir. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin
münekkit kimliğinin yanı sıra, tenkitlere mahal olan dilsel meseleleri hem Kur’ân, şiir
ve Arap dil gramerinin temel ilkeleri gibi naklî hem de tümevarım, kıyâs ve illet gibi
aklî deliller ışığında, ilk kaynak eserlere uzanarak karşılaştırmalı bir yöntemle
(comparative linguistics) incelemektedir.
Anahtar Kelimeler: Ebû ‘Alî el-Fârisî, Ebû İshâk ez-Zeccâc, Linguistik, Dilbilimsel
Tenkit, Eleştiri, el-İğfâl, Me‘anî’l-Kur’ân.
ABSTRACT
THE LINGUISTIC CRITICISM OF ABU ALI AL-FARISI
Bakır, Sami
PhD thesis, Department of Basic Islamic Sciences
Supervisor: Dr. Ayhan Erdoğan
July 2019, 283 pages
This thesis focuses on Abu Ali el-Farisi's (288/901-377/987) el-Igfal by analysing
the linguistic criticisms addressed to the exegesis named Me'ani'l Kur'an we Irabuh
by his master Abu Ishak ez-Zeccac (d. 311/923). Alongside Al Farisi's critiques, the
thesis examines his controversial ideas by providing traditional (Qur'an, poetry and
Arabic philology) and rational (induction, syllogism, and justification) proofs within
the methodology of comparative linguistics, keeping in mind the primary sources of
Arabic philology.
Keywords: Abu Ali Al Fârisî, Abu İshâk ez-Zeccâc, linguistics, comparative
linguistics, Arabic philology, criticisms, el-İğfâl, Ma‘anî’l-Kur’ân.
ii
ÖNSÖZ
Normal şartlarda ilim ve bilimdeki başarılar ile siyasi istikrar arasında doğru
bir orantı varken; el-Fârisî’nin yaşadığı üçüncü ‘Abbâsi döneminde ters bir orantı söz
konudur. Nitekim bu dönemde özellikle tefsir, hadis, mantık, kelâm ve Arap
dilbilgisine dair çalışmalar, zirve noktasına ulaşmıştır. Dönemin devlet ricâlinin ilme
önem vermeleri, alimleri yanlarında görmek istemeleri, onlarla aynı kareye girerek
oluşan yeni yönetim için kamuoyundan meşruiyet devşirmeleri gibi birçok faktör bu
ilginç tablonun ortaya çıkmasına sebep olarak öne sürülebilir. Kanaatimize göre, siyasî
istikrarsızlığın had safhada olduğu bir süreçte özellikle İslâmî ilimler sahasındaki
çalışmalara altın çağını yaşatan olgunun arka planında yatan en önemli faktörlerden
birisi de ilmî tenkit ve reddiye mekanizmasının her şeye rağmen aktif olarak varlığını
sürdürmüş olmasıdır.
el-Fârisî, el-İğfâl’de Zeccâc’ı tenkit etmek üzere yüz mesele ele almıştır.
Ancak meselelerin içinde diğer Arap dilbilimcilerini de ya isim vererek ya da anonim
olarak konuya dahil etmiş ve onlara da eleştiri oklarını yöneltmiştir. Nitekim
tespitimize göre, el-İğfâl’de el-Fârisî’nin diğer dilbilimcileri ilgili konuya dahil
etmeyip mahza ez-Zeccâc’ı tenkit etmekle yetindiği meseleler sadece altı tanedir. Bu
durum, el-Fârisî’nin tenkitlerine maruz kalan diğer dilbilimcileri de araştırmamıza
dahil etme zaruretini doğurdu. el-İğfâl’de ele alınan bazı meselelerin muğlaklığı, bizi
iv
zorunlu olarak el-Fârisî’nin diğer eserlerine de yönlendirdi. Bu itibarla, el-İğfâl’i
merkeze almak kaydıyla, el-Fârisî’nin diğer eserlerinde ez-Zeccâc dışındaki dilcilere
tevcih ettiği tenkitleri de “Bir münekkit olarak Ebû ‘Alî el-Fârisî” başlığıyla incelemek
durumunda kaldık.
İkinci bölümde, araştırmamızın iki temel kaynak eserleri olan el-Fârisî’nin el-
İğfâl’i ile hocası ez-Zeccâc’ın Me‘ânî’l-Kur’ân’ını, el-Fârisî’nin tenkitlerinde
başvurduğu naklî delillerden Kur’ân, hadis ve şiir özelinde istişhâd olgusuna
yaklaşımını ve metodunu, el-Fârisî’de bir fenomen halini alan aklî delillerden kıyâs ve
illeti işledik. Son olarak, el-Fârisî’nin hicri II. yüzyıldan IV. yüzyıla kadar Arap
dilbilimi çalışmalarında otoritesi kabul görmüş önemli simalara tevcih ettiği tenkitleri
tartıştık. Bu sayede el-Fârisî’nin hocasına yaptığı tenkitlerin arka planında şahsî bir
husumetin olmadığını, ilmî meselelere eleştirel yaklaşmanın kendisiyle adeta
özdeşleştiğini gördük.
Sami BAKIR
Gaziantep
30.07.2019
vi
KISALTMALAR
vii
İÇİNDEKİLER
ÖZ – ABSTRACT................................................................................................................... İ
GİRİŞ ........................................................................................................................... 1
viii
1.10.4. Ebû ‘Alî el-Fârisî’ye Nispet Edilen, Ancak Ona Ait Olmayan Eserler 68
ix
E. BİR MÜNEKKİT OLARAK EBÛ ‘ALÎ EL-FÂRİSÎ’NİN TENKİT ETTİĞİ
KİŞİLER VE TENKİTE MAHAL ETTİĞİ MESELELER .............................. 131
1. ‘Amr B. ‘Ubeyd el-Basrî (ö. 80-144) ......................................................... 133
1.1. Medd-i Lâzım Elif’inin Hemze’ye Dönüşmesi........................................ 133
2. ‘Îsâ b. Ömer (ö. 149) ................................................................................... 135
2.1. Fiil Vezinlerinin ‘Alem Olarak Kullanılması Durumunda Münsarif mi,
Gayr-ı Münsarif mi Olacakları Sorunsalı ......................................................... 135
2.2. “Bilmek” Anlamına Gelen “ََ”رأَيْـت
َ Hemze’sinin Hazfedilmesine Dair…136
3. Ebû ‘Amr b. el-‘Alâ’ (ö. 68/70-154) .......................................................... 137
3.1. َماَأ َ ْنـفَك, ل
ََ مازاve Kardeşlerinin Haberlerindeki Olası İstisna’ya Dair ........ 137
َ ْ أَحGibi İsimlerin Tasgîr Sîgasına Dair ............................................... 140
3.2. ــوى
4. Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî (ö. 100/718-170/791) ..................................... 141
4.1. ََ إيّــاكÜzerine ............................................................................................. 141
ْ ّ’لnin Mürekkkepliği ya da Basîtliği Üzerine ........................................ 144
4.2. َــن
4.3. Nekra-Marife Bağlamında Sıfat-Mevsûf Uyumsuzluğu .......................... 145
5. Sîbeveyh, Ebû Bişr ‘Amr b. ‘Usmân el-Hârisî (ö. 180/796) .................... 147
5.1. Hâl’in İstifhâm Manasıyla Nasb Edilebilmesi Üzerine ........................... 147
َْ
5.2. Muhaffef ’إنin İ‘mâli ve İhmâli Üzerine ................................................. 152
5.3. ََ لَ ْوالكve الي
ََ ’لَ ْوdeki Zamirlerin Mahalline Dair .......................................... 156
5.4. َ ليسGibi Amel Eden ’ماnın Haberinin, İsmine Takaddüm Etmesi
Durumunda ’ماnın Amel Etmesi-Etmemesi Üzerine ........................................ 159
5.5. Zamân Zarflarının İsimlerde Mütemekkin Olmasına Dair ...................... 160
5.6. Harf-i Cerr ile Birlikte Vâv Harfiyle Yapılan Atıflarda Musbet Cümlelerin
Menfi Hallerine Dair ........................................................................................ 161
6. el-Ferrâ’, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd (ö. 207/822) ........................... 163
6.1. “َ ”أللّ ُهمAslına Dair ..................................................................................... 163
6.2. “َْـف
َ ”كَــيnin Terhîmi Üzerine ..................................................................... 166
7. el-Muberrid, Ebû’l-‘Abbâs Muhammed b. Yezîd (Ö. 286/900) ............. 169
َ ” Kelimesinin Yapısı Üzerine ...................................................... 169
ُ طا
7.1. “َغوت
7.2. “” ُكل َماdaki ’ماnın İstifhâm Edatı Olup Olmaması Üzerine ........................ 171
8. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin Basra ve Kûfe Dil Ekollerine Yönelik
Tenkitleri……………………………………………………………………… 173
َ ”لَــيFiil mi Harf mi? ............................................................................ 174
8.1. “َْس
x
8.2. Bir İsm-i İşâret olan ’ذاdaki Elif Harfinin Mahiyetine Dair ..................... 178
KAYNAKÇA........................................................................................................... 251
xii
GİRİŞ
Araştırmanın Amacı ve Önemi: Arap diline dair kaleme alınan eserler, diğer
dillerle kıyaslandığında tarih içerisinde hiçbir dilin Arapça kadar ilgi görmediği
izahtan varestedir. Müslümanların Arap diline bu denli ilgi göstermelerinin
arkasındaki temel faktör, hiç şüphesiz Kur’an ve Sünnet’in doğru anlaşılmasında
dilbilgisine duyulan ihtiyaç olmuştur. Bu itibarla, son ilahî vahyin nüzulünden hicri
dördüncü asra kadar, dilbilimsel tahlillerin önemini ortaya koyan çok nadide eserler
kaleme alınmıştır. Arap dilinin henüz adı konulmamış ilke ve kuralları esas alınarak
Kur’ân’ın sahih bilgilerle insanlığa ulaşmasını amaçlayan bu eserler, ekseriyetle
Garîbu’l-Kur’ân, İ‘râbu’l-Kur’ân, Mecâzü’l- Kur’ân, Muşkilü’l-Kur’ân ve Me‘âni’l-
Kur’ân gibi isimler altında kaleme alınmıştır. Dilbilimsel tefsirin kilit taşlarından birisi
olarak kabul görmüş Ebû İshâk ez-Zeccâc’ın Me‘ânî’l-Kur’ân ve İ‘râbuh adlı eseri de
bu tür çalışmalardandır. Bu tarz çalışmaların tamamı dil odaklıdır. Hatta farklı
1
yöntemlerle de olsa Kur’ân’ı anlamaya yönelik yapılan bütün tefsir çalışmalarının
ortak paydasında harf-kelime-kelâm üçlüsünün yani dil olgusunun yattığı düşünülürse,
Kur’ân’ın dilbilgisinden bağımsız olarak anlaşılabilmesinin mümkün olmadığı
söylenebilir. Bu durum, Kur’ân’ın anlaşılmasında filolojik tahlilleri ele alan
çalışmaların önemini ortaya koymaktadır. Bu itibarla, ez-Zeccâc’ın Me‘âni’l-Kur’ân
adlı tefsir çalışmasını, dilbilimsel açıdan ele alıp eleştiriler tevcih eden Ebû ‘Alî el-
Fârisî’nin el-İğfâl adlı eseri de en az zikri geçen eserler kadar önemlidir. Zira bu
eserler, Arap dil gramerine dair verilen bilgilerin güvenilirliğini, aklî ve naklî deliller
eşliğinde sahih bilginin bize aktarılmasında önemli bir misyon üstlenmişlerdir.
1
ÖZDEMİR, Sevim, “Ebû ‘Alî el-Fârisî ve Nahiv İlmindeki Yeri” (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi),
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 1996. Araştırmamızı tamamladıktan
sonra “Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin Hocası ez-Zeccâc’a Yönelttiği Sarfla İlgili Eleştiriler” adıyla Saeed
Alothman tarafından Arapça olarak kaleme alınmış bir makaleye rastladık. Makale (20 Haziran
2018)’de Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayımlanmıştır.
2
Fârisî’nin Sîbeveyh’e yönelttiği morfolojik tenkitler otuz sekiz meselede ele
alınmıştır. Çalışmada Sîbeveyh’in yirmi bir meselede yersiz yere tenkit edildiği
sonucuna varılmışken; el-Fârisî’nin ise on yedi meselede haklı olduğu saptanmıştır.
3
İ‘tirâzâtu Ebî ‘Alî el-Fârisî ‘Ale’n-Nuhât ve Eseruha fî’l-Hâlifîn: Mustafa
Mahmûd Hüseyn Şa‘bân tarafından 2014’te Kahire Üniversitesi’nde doktora tezi
olarak çalışılmıştır. Çalışmayı inceledik ve ilgili yerlerde kendisine atıflarda bulunduk.
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin dilbilimcilere tevcih ettiği tenkitlerin yanı sıra, el-
Fârisî’ye yönelik yapılmış tenkitler üzerine de müstakil çalışmalar kaleme alınmıştır.
onlardan birkaç tanesi de şöyledir:
İstidrâkâtu İbn Cinnî ‘alâ Ebî ‘Alî el-Fârisî: Hâlid ‘Abbâs Muhammed
tarafından 2000’de Kahire Üniversitesi’ne master tezi olarak sunulmuştur. el-
Fârisî’nin talebesi İbn Cinnî’nin hocasına yönelttiği tenkitleri içerir.
4
Araştırmamızı el-Fârisî’nin münekkit kimliği üzerine yapılan bu
çalışmalardan ayıran bir çok nokta bulunmaktadır. En önemlisi, el-Fârisî’nin el-
İğfâl’de tenkitlere mahal yaptığı yüz meselenin tamamını sıralayıp geçmek yerine,
meselelerin ortak paydasını tespit ederek belli başlıklar oluşturmuş olmamız ve el-
Fârisî’nin tevcih ettiği tenkitlerde illet ve kıyâs gibi tebârüz eden aklî delillerin altını
özenle çizmemizdir. Bu itibarla araştırmamız, sadece klasik eserlerde varolan bilgileri
nakletmekten ibaret olmayıp, tenkitlerin arka planında yatan temel faktörleri; aklî ve
naklî delilleri; el-Fârisî’nin ilgili eserinde başvurduğu âyet, hadis, şiir ve emsâl’ü’l-
‘Arab gibi istişhâd unsurlarını da müstakil olarak incelemeye tabi tutmaktadır.
Araştırmamızı zikri geçen bu çalışmalardan farklı kılan bir başka nokta da, el-
Fârisî’nin, el-İğfâl’de ez-Zeccâc’a tenkitlerini sıralarken, bazen isim vererek bazen de
“denildi ki” veya “bazı kimseler dedi ki” gibi isim vermek istemediği kişileri tespit
etmenin yanı sıra, diğer eserlerinde eleştiri oklarına hedef olmuş kişileri de
gündemimize alıp incelememizdir. Bunun için “Bir münekkit olarak Ebû ‘Alî el-
Fârisî” adında müstakil bir başlık açtık. Netice itibariyle araştırmamız incelendiğinde,
önceki çalışmaların bir derlemesi veya tekrarı olmadığı rahatlıkla görülebilir.
2
ÖZÜN, Mustafa Nihat, Türk Eleştirisine Bir Bakış, Türk Dili Eleştirisi Özel Sayısı, Mart, Ankara,
1963, s. 548.
3
ERCİLASUN, Bilge, Serveti Fünûnda Edebi Tenkit, M.E.B. yay. İstanbul, 1994, s. 11.
4
ÖZDOĞAN, M. Akif, “Klasik Arap Edebiyatında Edebi Tenkit ve İbn Raşîk al-Kayravânî’nin Edebi
Tenkitteki Yeri”, s. 7.
5
birlikte, tenkitlere mahal olan bazı meselelerin tahlillerinde “Eleştiri” ve “Kritik”
kelimelerini de kullandık.
Araştırmamız, sarf, nahiv ve lugat gibi Arap dilbilgisine dair yapılan tenkitleri
ele aldığından, çalışmamızı “dilbilimsel tenkit” terkibiyle ifade etmeyi uygun gördük.
Bu saikle, isim, fiil harf ve dil eksenli kırâat vecihlerine dair işleyeceğimiz meseleleri
ekseriyetle “dil bilgisi” ve “dilbilimsel” gibi geniş kapsamlı terkiplerle ifade edeceğiz.
Araştırmamızın daha iyi anlaşılabilmesi için, öncelikle “dilbilimsel tenkit”in
mahiyetini, böyle bir terkibin kullanılmasına zemin hazırlayan ortamı ve dilbilimsel
tenkidin öncü simalarından ana hatlarıyla söz edecek, daha sonra Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin
tenkitçiliği üzerine akademik düzeyde yapılmış çalışmaları ele alacağız.
Hz. Peygambere nispet edilen zayıf bir rivâyette, نقدmaddesi, “İhlasla yapılan
ameli, sahtesinden ayırmak” anlamında kullanılmıştır.
َ،َوخففَظهركَفإنَالعقبةَكؤود،َواستكثرَالزادَفإنَالسفرَطويل،َفإنَالبحرَعميق،”ياَأباَذرَأحكمَالسفينة
7
“واخلصَالعملَفإنَالناقدَبصير
5
HALÎL B. AHMED, el-Ferâhîdî, Kitâbu’l-‘Ayn, “ ”نقدmaddesi, Thk. Abdulhamid Hendâvî, Beyrut,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2003, s. 118; İBN MANZÛR, Cemâlüddîn Muhammed b. Manzûr el-İfrîkî,
Lisânu’l-‘Arab, “ ”نقدmaddesi, Thk. Abdusselâm Hârûn, Beyrut, Dâru Sâdir, 1994; X, s.200; EZHERÎ,
Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-Luga, “ ”نقدmaddesi, Nşr. ‘Abdusselâm Muhammed
Hârûn-Alî en-Neccâr, el-Müessesetu’l-Mısriyye el-‘Âmme, Kahire, 1963, IX, s. 36; İBN FÂRİS, Ebû’l-
Hüseyn Ahmed b. Zekeriyyâ, Mu‘cemü Mekâyisi’l-Luga, “ ”نقدmaddesi, Nşr. ‘Abdusselâm Muhammed
Hârûn, Kahire, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1969, V, s. 467.
Ayrıca, “Tenkid” ve “Edebi Tenkit” mefhumları hakkında geniş bilgi için Bkz. ÖZDOĞAN, M. Akif,
“Klasik Arap Edebiyatında Edebi Tenkit ve İbn Raşîk al-Kayravânî’nin Edebi Tenkitteki Yeri”,
(Yayımlanmamış doktora tezi), Samsun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000,
ss. 2-10.
6
AHMED EMÎN, en-Nakdu’l-Edebî, Kahire, Matba‘atü’n-Nahda el-Mısriyye, 1963, s. 1.
7
DEYLEMÎ, Ebû Mansûr Şehredâr b. Şîrûye, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitab, Thk. Sa‘îd b. Basyûnî
Zağlûl, Lübnan, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2010, V, s. 339, Hadis no: 8368; YAZICIOĞLU, uhammed
b. Sâlih el-Kâtib, Şerhu Fusûsi’l-Hikem li Muhyiddîn b. ‘Arabî, Thk. Asım İbrahim el-Keyyâlî el-
Huseynî, Beyrut, Kitâb-Nâşirûn, s. 276; YAZICIZÂDE, Mehmet, Şerh ul-Muhammedîye el-müsemmâ
bi Ferâhi’r-Rûh İstanbul, Matbaa-i Fünûn-i Ulûm, 1877, II, s. 29 (Fadâilü’z-Zühdi ve’t-Takva başlığı
altında); AFÎFÎ, Fevzi Sâlim, Fî Mekârimi’l-Ahlâk, Vekâletu’l-Matbû‘ât, 1980, s. 223. Bu sözlerin
Lokman-ı Hekîm’in oğluna yaptığı nasihatler olduğunu söyleyen kaynaklar da mevcuttur.
6
Ey Ebû Zerr, gemiyi sağlam tut; zira deniz derin! Azığı çok tut; zira sefer uzun!
Yükünü hafif tut; zira yokuş pek sarp; amelini ihlâslı tut; zira nâkid basîrdir (Allah,
amelin ihlaslı olanını/hakikisini sahtesinden ayırandır!)
11
َياريف
ِ صـ ََ نَــَْف
َّ يَالدَراهي َِمََت ََْنقََا َِدَال 10
َهاجـ ََرة َِّ صىَفيَك
َِ َل ََ َت َــَْنـَِفيَيداهاَال
ََ حـ
Her koşuda ön ayaklarıyla seçer çakıl taşlarını; Tıpkı sarrafların
sahtelerinden seçtiği gibi hâlis akçelerini!
8
Hadisin farklı varyantları da vardır. Bazıları şöyledir: İBN ‘ASÂKİR, Ebû’l-Kâsım Alî b. Hasan
Târihu Medîneti Dımaşk, Thk. Ömer b. Garâme el-‘Amrî, Beyrut, Dâru’l-Fikr, 1997, XLVII, ss. 178,
179: ... ََالناس َنَاقَدُوك
َ َإن َنَاقََ ْدت
ْ ; ;… إنَنافرتَالناسَنافروكَوإنَهربتَمنهمَأدركوكَوإنَتركتهمَلمَيتركوكBAĞDÂDÎ,
Hatîb, Târîhu Bağdat, Thk. Mustafa Abdulkâdir ‘Atâ, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, H. 1417, VII,
s. 208: ََليوم
ِ َضك َ َهَبْ َع ِْر:ََفماَأصن ُعَ؟َقال:َ َُقلت:ََوإنَه ََربْتَ َمنهمَأَد َْركوكََقال،ََوإنَتركت َهمَلمَيَتركوك،َ
ْ ََالناسَنَقَدُوك
َ ْ
َإنَنَقَ ْدت
ََفقرك
ِ
9
FÂRİSÎ, el-Hucce li’l-Kurrâi’s-Seb‘a, Tkh. Bedreddin Kahveci-Beşir Cüveybâni, Beyrut, Dâru’l-
Me’mûn li’t-Türâs, 1949, V, s. 447.
10
َـرة
َ هاج
ِ kelimesinin gerçek anlamı kavurucu öğlen sıcağıdır. Kavurucu öğlen sıcağında çakıl taşlarına
bakmak oldukça zor olmasına rağmen övülen devenin, bastığı çakıl taşlarını ön ayaklarıyla özenle
seçtiğinden ve üstelik bunu koşu esnasında yaptığından söz edilir.
11
Şiiri Ferazdak’ın dîvânında bulamadık. Şiirin geçtiği bazı kaynaklar için bkz. SÎBEVEYH, el-Kitâb,
II, s. 28; BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, I, s. 27; İBN MANZÛR, Lisânu’l-‘Arab, X, s. 200; İBN
ENBÂRÎ, el-İnsâf…, I, s. 27; FÂRİSÎ, el-Hucce, V, s. 447; MUBERRİD, el-Muktedab, II, s. 258. İBN
CİNNÎ, Sirru Sina‘ati’l-İ‘râb, I, s. 25 ve el-Hasâis, II, s. 315. Şiir, bazı kaynaklarda “َنانير ِ يَالد َ ”نَــ ْفşeklinde
de aktarılmıştır.
7
“…Nekkâd (sarrâf pek parlak tab’iyle), hâlis akçeyi mağûş akçe arasından nasıl
ayırırsa şi’r-i bîaybi şi’r-i ma’yub miyânından öyle tefrik eder. (…) “Eşyâ,
zıdlariyle belirgin hale gelir” hükmünce şi’rin ayıblarını bilmeyen, ayıbsız şi’ri
tanıyamaz.”12
“ ”نقدsözcüğü, hicri üçüncü asra kadar lugavî manasıyla; üçüncü asırdan sonra
şiir veya nesirlerin kritik edilerek yanlışlarını gün yüzüne çıkarmak anlamında
kullanılmıştır. Söz gelimi, meşhur şair el-Buhtûrî’nin (ö. 284/897) Ebû’l-‘Abbâs
Sa‘leb (ö. 200/291) için şu övgü dolu ifadelerinde olduğu gibi: “Onun gibi şiir tenkîdi
yapan, kelimeleri özenle seçen birini görmedim”.13 Yine Müvelled şairlerden Yahyâ
b. ‘Alî el-Müneccim’in (ö. 288/901) şu şiirinde hem lugavî manası olan “Sahte paraları
gerçeğinden ayırmak” hem de istilâhî manası olan “Tenkit etmek, eleştirmek, kritik
etmek” manalarında kullanılmıştır: [Hafîf]
14
فَال َِدّينارا
ِ يار ُ َقُ َد َُ َر
ِ أسَالصَـ ُْربَ ِشعرَنَقَدت ُ َهَُ ِمثلََماَ َينَـ
Nice şiir tenkitleri yaptım; Tıpkı sarrafbaşının hâlis akçeleri sahtesinden
tenkit ettiği gibi…
Şüphesiz bu süreçten önce de bir tenkit geleneği vardı ve tenkitler, gerek şiir
gerekse nesir sahasında adına “nakd-tenkîd” denmemiş olsa da, reddiye, itirâz veya el-
Fârisî’de olduğu gibi el-İğfâl gibi tabirler kullanılarak kaleme alınmış muhtelif
eserlerde işleniyordu. Yanı sıra, birazdan vereceğimiz eserler, adlarında tenkit
manasına gelebilecek bir kelime tercih edilmemiş olsa da, muhteva itibariyle ilk tenkit
12
TÂHİR EL-MEVLEVÎ, Edebiyât Lugati, Haz. Kemal Edip Kürkçüoğlu, İstanbul, Enderun Kitabevi,
1973, s. 163; ARAZ, Rıfat, Şiir İncelemesi, Ankara, Alp Yayınları, 2005, ss. 25-32.
13
ÖZDOĞAN, “Klasik Arap Edebiyatında Edebi Tenkit…”, s. 6.
14
YÛSUF HÂMİD, Memdûh Mahmûd, Melâmihu’n-Nakd ‘inde’r-Ruvâh ve Eseruhum fî’n-Nakdi’l-
Edebî Hattâ Karni’r-Râbi‘ el-Hicrî, Ürdün, Dâru Celîsi’z-Zemân, 2009, ss. 1-5.
15
Taha Hüseyn ve Abdulhamîd el-‘İbâdî tarafından tahkiki yapılarakَ Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye
tarafından neşredilmiştir. Eserin Kudâme’nin muasırı İbn Vehb’e ait olduğu da söylenmiştir.
8
eserleri olarak kabul edilmişlerdir. el-Asma‘î’nin (ö. 216/831) Fuhûletu’ş-Şu‘arâ’sı,
İbn Sellâm’ın (ö. 231) Tabakâtu’ş-Şu‘arâ’sı, el-Câhız’ın (ö. 255) el-Beyân ve’t-Tebyîn
ile el-Hayevân’ı, İbn Kuteybe’nin eş-Şi‘r ve’ş-Şu‘arâ’sı, el-Muberrid’in (ö. 285) ve
Sa‘leb’in (ö. 291) Kavâ‘idu’ş-Şi‘r’i ve İbnu’l-Mu‘tezz’in (ö. 296) el-Bedî‘’i sadece
dil eleştirisi alanında kaleme alınmış eserlerden bir kaçıdır.16 Ancak müstakil olarak
dilbilgisi sahasında kaleme alınmış eleştirel bir eserin adında “ ”نــقــدsözcüğünü ilk
defa kullanan kişi Kudâme b. Ca‘fer’dir. Nitekim Nakdu’ş-Şi‘r adlı eserinin ilk
sayfasında bunu ifade eder.17 Daha sonra bu eser üzerine birkaç eleştiri yazılmıştır. el-
Âmidî’nin (ö. 371) Tebyînü galati Kudâme’si, Abdullatîf el-Bağdâdî’nin (ö. 629)
Keşfü’z-Zalâme ‘an Kudâme’si ve İbn Raşîk el-Kayravânî’nin Tezyîfü Nakdi
Kudâme’si bunlardan bir kaçıdır.18 Netice itibariyle, tüm alanlarda olduğu gibi,
dilbilgisi alandaki tenkit ve eleştiriler için mahdud bir zaman tayin etmek oldukça
zordur. Zira tenkit etmek, yaşanan soyut ya da somut olguları kritiğe tabi tutarak
eleştirmek, insanda potansiyel olarak var olan fıtrî bir hâl olup insanlık tarihi kadar
eskidir.
16
KUDÂME B. CA‘FER, Ebû’l-Ferec el-Bağdâdî, Nakdu’ş-Şi‘r, Thk. Muhammed Abdulmun‘im,
Hafâcî, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, naşirin mukaddimesi, s. 6.
17
KUDÂME B. CA‘FER, Nakdu’ş-Şi‘r, ss. 5-12; ER, Rahmi, “Tenkit”, DİA, TDV Yayınları, XL, ss.
458-460.
18
KUDÂME B. CA‘FER, Nakdu’ş-Şi‘r, Nâşirin mukaddimesi, s. 5.
19
KAYA, Mustafa, er-Rummânî, Hayatı, Eserleri ve Arap Gramerindeki Yeri, Atatürk Üniversitesi,
SBE. TİB. Ana Bilim Dalı, yayımlanmamış doktora tezi, Erzurum, 2007, s. 59.
9
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin, akranı olan İbn Hâleveyh,. Özellikle İbn Hâleveyh ile
arasında geçen sert münâzaralar dikkat çekicidir.20 İbn Hâleveyh el-Hâzûr adlı bir
kitap kaleme alarak, el-Fârisî’nin el-İğfâl’de hocası ez-Zeccâc’a karşı tenkit dilini
ayıplar ve onu ağır ifadelerle eleştirir. el-Fârisî de tenkite tenkit ile karşılık vererek
Nakdu’l-Hâzûr’u yazar. Bir araya geldiklerinde İbn Hâleveyh, Sîbeveyh’in el-Kitâb’ı
üzerinde durmalarını ister, el-Fârisî ise el-Fasîh üzerinde... Bir münâzarada İbn
Hâleveyh kılıcın kaç ismi olduğunu sorunca el-Fârisî, “Tek bir isim” der. Bunun
üzerine İbn Hâleveyh, “Hayır! kılıcın çok sayıda ismi olduğunu” söyleyerek bunları
saymaya başlar. el-Fârisî de “Bütün bunların isim değil, birer sıfat olduğunu” söyler.
Tartışma devam eder durur…21
İbn Hâleveyh ve Ebû Hayyân et-Tevhîdî’nin yanı sıra İbn Enbârî de el-
Fârisî’nin retorik ve hitabet yönünü cılız görür. Şöyle bir anı nakleder: “Nahivcilerden
üç kişinin konuşmalarına şahit olduk. Birinin konuştuklarından hiçbir şey anlamadık. Birinin
konuştuklarının bir kısmını, diğerinin ise konuştuğu her şeyi anladık.”22 Bu kimselerin
sırasıyla er-Rummânî, el-Fârisî ve es-Sîrâfî olduğunu söyler. ez-Zeccacî için sarfettiği
şu sözler de ona aittir: “Eğer ez-Zeccâcî bizim nahiv hakkındaki sözlerimizi duysaydı, nahiv
hakkında konuşmaktan utanırdı”. Tarih ve Otobiyografi kitaplarının kaydettiği kadarıyla,
taraflar arasındaki bu tartışmaların odak noktasında şair el-Mutenebbî’ye olan ilgi veya
ilgisizlik vardır. Onu sevenler ve sevmeyenler şeklinde iki fırka… Bu teze göre, ilgili
Şâirin tarafında yer alanlar; el-Fârisî, talebesi İbn Cinnî ve ‘Alî b. Îsâ er-Raba‘î’dir.
Bunların karşısında olanlar ise İbn Hâleveyh, Ebû Firâs el-Hamdânî, es-Sîrâfî, er-
Rummânî, Ebû Hayyân et-Tevhîdî ve es-Sâhib b. ‘Abbâd’dır.23
20
Bazı örnekler için bkz. ÖZDEMIR, Sevim, Ebû ‘Alî El-Fârisî İle İbn Hâleveyh Arasında Geçen
İlmî Münazaralar, Şarkiyat Mecmuası, S. 27 (2015-2), ss. 1-15.
21
İBN ENBÂRÎ, Kemâlüddîn Ebû’l-Berekât, Esrâru’l-‘Arabiyye, Thk. BAYTAR, Muhammed
Behcet, BAYTAR, ‘Âsım Behcet, Dımaşk, Dâru’l-Beşâir, II. Baskı, 2004. s. 234.
22
İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’, s. 231.
23
Geniş bilgi için bkz. ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, ss. 576-587.
24
İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’, s. 234; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, XIV, ss. 74-75; KIFTÎ,
İnbâhu’r-Ruvâh, II, s. 294; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vu‘âh, II, s. 181.
10
Sivri dili, bazı gönülleri incitse de İbn Cinnî gibi bir dehanın yetişmesinde
katkısı olmuştur. Rivâyete göre, el-Fârisî, İbn Cinnî’nin bir ders halkasına tesadüf
eder. Konu ecvef fiillerinde vav harfinin elife kalb edilmesidir. Kendisine bir takım
sorular tevcih eder. İbn Cinnî sorulanlara doğru cevap veremeyince, Ebû ‘Alî
ْ زَ بـبْتَ َقَـبلََأ َ ْنَتـ ُ َحـ: Koruk iken üzüm oldun/Sirke olmadan küpe girdin”
kendisine 25“ََر َم
ِص
deyimini kullanarak henüz ders verecek kadar bilgi ve tecrübeye sahip olmadığını
keskin ve istihzaî bir şekilde ifade eder. Bu keskin çıkış İbn Cinnî’nin dikkatini celb
eder ve sözlerin sahibini araştırmaya koyulur. Önemli bir ilim adamı olduğunu öğrenir
ve tüm çevresini bir kenara bırakarak el-Fârisî’nin peşine takılır. Kötü başlayan bu
tesadüf, kırk yıllık bir hoca-talebe dostluğuna dönüşür.26
25
Bunu “َ ”زَ بـبْتَ َوأ ْنتَ َحِ ص ِْر ْمşeklinde okuyanlar da olmuştur. Bkz. FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r, Thk.
Muhammed Mahmûd et-Tanâhî, Mektebetu’l-Hancî, 1988, Kahire, (Mukaddime), s. 5.
26
İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’…, s. 245.
11
BİRİNCİ BÖLÜM
Devletin en zirve makamına eğitim verecek kadar devlet ricâliyle sıkı ilişkiler
içerisinde olmuş, bu sayede saray çevresinde ayrıcalıklı bir konum elde etmiş birinin
dönemin siyasî atmosferinden etkilenmesi kaçınılmazdır. Şüphesiz bu durum, pozitif
veya negatif olarak, kişiliğinden fikirlerine, karakterinden olaylara yaklaşım tarzına
kadar insanı etkileyen bir faktördür. Hamdâni hükümdarı ‘Alî b. Abdillâh b. Hamdân
Seyfuddevle (ö. 356/967) ve yaşadığı döneme damga vurmuş Buveyhî Emîru’l-
Ümerâsı Ebû Şücâ‘ Fennâ Hüsrev Adududdevle (ö. 372/983) gibi siyaset adamlarıyla
yakın ilişkiler kurmuş el-Fârisî’nin bu yönünü araştırmaya dahil etmemek, önemli bir
eksiklik olacaktı. Bu itibarla, bilimsel faaliyetlerinden bahsetmeden önce, onun
kişiliğinin ve ilmî kimliğinin inşasında etkili olan 288-377/901-987 yılları arasındaki
dönemin siyasî atmosferine ve sosyo-kültürel ortamına ana hatlarıyla da olsa
değinmenin önemli olacağını düşündük. Zira, araştırmanın ilerleyen bölümlerinde
işleyeceğimiz üzere, arkasında hissettiği siyasi erkin etkisi, tezimizin asıl konusu olan
el-Fârisî’nin münekkit kimliğine, tenkitlerindeki öz güvenine ve tenkit diline
yansıyacaktır.
12
Buveyhîler, Halep’te ise Hamdânîler hakimdi. Bu itibarla, Buveyhîler’in ortaya
çıkmasına zemin hazırlayan ‘Abbâsiler’in yanlış politikalarına dair kayda değer
noktaları aktarıp, el-Fârisî’nin yaşadığı coğrafyalarda iktidarını tahkim etmiş olan
Buveyhîler’e yoğunlaşacağız.
Tarihçiler, 132/750’de başlayıp 656/1258 yılına kadar devam eden altı asırlık
‘Abbâsi hânedânlığını siyasi, askeri, kültürel ve edebi mülahazalarla dört dönemde ele
alırlar. Birinci dönem, hicrî 132-234 yıllarına tekabül edip gerek siyaset, devletleşme,
özgürlükler ve insan odaklı politikalarla, gerekse muhtelif alanlarda telif edilmiş
yabancı eserlerin Arapçaya tercüme edilmesi faaliyetiyle, İslâm medeniyetinin altın
çağı olarak kabul edilir. Tam yüz yıl sürer. Ebû’l-‘Abbâs es-Seffâh28 (132-136/750-
754) ile başlayıp el-Mütevekkil (232-247/847-861)’in hilâfete gelmesiyle son bulur.29
27
Geniş bilgi için bkz. YILDIZ, Hakkı Dursun, “Abbâsiler”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, İstanbul,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1988, I, s. 31.
Ebû’l-‘Abbâs es-Seffâh, her ne kadar birinci halife ise de, Abbasi Devletinin gerçek kurucusu olarak
Ebû Ca‘fer el-Mansûr kabul edilmektedir. el-Mansûr’un yaptığı en önemli şey yepyeni bir şehir olan
Bağdat’ı kurarak maiyetiyle birlikte buraya yerleşmek olmuştur. Bkz. HİTTÎ, Philip, Târîhu’l-‘Arab,
1994, Dâru Ğandûr, Beyrut, s. 355.
29
Dönemin halifeleri şöyledir: Ebû’l-‘Abbâs es-Seffâh, Ebû Ca‘fer el-Mansûr (136/754- 158/775),
Muhammed el-Mehdî (158/775-169/785), Mûsâ el-Hâdî (169/785-170/786), Hârûn er-Reşîd (170/786-
193/809), Muhammed el-Emîn (193/809-198/813), Abdullah el-Me’mûn (198/813-218/833), Ebû İshâk
el-Mu‘tasım (218/833-227/842), el-Vâsık (227/842-232/847) ve el-Mütevekkil.
30
EMÎN, Ahmet, Zuhru’l-İslâm, 2012, Müessesetü Hindâvî, Kahire, I, s. 199.
13
çöküş dönemine girer ki, bu yıllar, el-Fârisî’nin yaşadığı üçüncü asrın sonları ile
dördüncü asrın ortalarına tekâbül eder.31
Makamına oturduktan kısa bir zaman sonra dışarıda özellikle Bizans’a karşı
önemli zaferler elde eden Mu’tasım, Müslüman coğrafyasında kendini bir çok isyan
hareketinin ortasında bulur. Babek İsyanı (Hurremiye mezhebi) bunların başında
gelir.32 Mu‘tasım bu isyanı bastırmak için uğraşırken, oluşan boşluğu fırsat gören
Bizans İmparatoru Theophilos, Malatya’ya kadar ilerler. Kayda değer asi gruplardan
birisi de yağmacılıkla nam salmış Hint asıllı Zutlar’dır. Genel itibariyle başarılı işler
yapan Mu‘tasım, 1 Muharrem 227’de (21 Ekim 841) hastalanır,18 Rebîülevvel 227 (5
Ocak 842) tarihinde Sâmerrâ’da vefat eder. Yerine oğlu Hârûn, Vâsik Billâh unvanıyla
halife olur.33
31
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî FÂRİSÎ…, s. 40.
32
Hurremiye, Halife Me’mun ve Mutasım devrinde (813-842) Azerbaycan’ın Erdebil şehrinin Hurrem
bucağında ortaya çıkıp yayılarak büyük bir isyana dönüşen batıl bir mezhebin adıdır. Bu mezhebin adı,
menşei ve kurucusu hakkında kaynaklarda birbirinden farklı bilgiler bulunmaktadır. Geniş bilgi için
bkz. ÇELİK, Sebahattin, “Abbasiler Döneminde Hurremiye Mezhebi Ve Babek İsyani”, Sosyal Bilimler
Dergisi, s. 96.
33
AVCI, Casim, “Mu’tasım Billâh”, DİA, XXXI, s. 381.
14
makam dışında bir şey ifade etmemesi üzerine geniş ‘Abbâsi topraklarında irili-ufaklı
otonom mahalli emirlikler baş gösterir. Tüm bunlar, ‘Abbâsiler'in baştan beri
muhalifleri olan radikal Şiî-İsmaîlî düşüncesinin nüfuz alanlarının genişlemesine ve
seslerinin daha gür çıkmasına sebep olacaktır.
34
el-Fârisî’nin yaşadığı dönemdeki diğer Abbasi halifeleri şöyledir: el-Muktedir Billâh 295/908; el-
Kâhir Billah 320/932; er-Râzî Billâh 322/934; el-Müttakî Lillâh 329/940; el-Müstekfî Billâh 333/944;
el-Mutî‘ Lillâh 334/946; et-Tâ i‘ Lillâh 363/974. Bkz. YILDIZ, “Abbâsiler”, otuz yedi halifenin isimleri
için bkz. YILDIZ, “Abbâsiler”, DİA, I, s. 37.
35
MAHMÛD, Mahmûd Hüseynî, , el-Medresetu’l-Bağdâdiyye fî’n-Nahv, Mü’essesetü’r-Risâle, Dâru
Ammar, s. 26.
36
GÜNER, Ahmet, “Mâverdi'nin Hilâfet Kuramının Tarihsel Arkaplanına Bir Bakış (I)”, Dokuz Eylül
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 2002, S. 16, s. 3-36.
15
çekememezlik, güvensizlik ve iltimas, bu hızlı çöküşün belli başlı amilleri olarak
sıralanabilir.37 Küçük yaşına rağmen el-Muktedir’in sarayında çoğunluğu Rum ve
Sudan asıllı olan 11.000 hizmetçinin varlığı nakledilir ki, bu bile çöküşün sebeplerini
anlamak için kafidir.38 Saray ahalisi zevk ve eğlence peşindeyken Karmatiler örgütü
Haceru’l-Esved’i yerinden söküp, takriben yirmi sene el koydular.39 Mağrib’te
Fatimîler’in devlet kurması da yine bu kaos ortamında gerçekleşti.40
37
ŞELEBÎ, Abdulfettâh İsmail, Ebû ‘Alî el-Fârisî hayatühü ve mekânetühü beyne eimmeti’t-tefsîri’l-
‘Arabiyyeti ve âsâruhü fî’l-Kırââti ve’n-Nahvi, Dâru’l-matbûati’l-hadîse (III. Baskı), Suudi Arabistan,
1989, s. 37; MAHMÛD ŞÂKİR, et-Târîhu’l-İslâmî, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 2000, VI, s. 141.
Tarihçiler, Abbâsî hânedânını önce çöküşe sonra parçalanmaya ve nihayet tarih sahnesinden çekilmeye
götüren ana sebepler hakkında farklı tezler ileri sürmüşlerdir. Maħmûd Şâkir, et-Târîhu’l-İslâmî adlı
eserinde, Abbâsî devletinin zayıflamasının arka planında yatan faktörleri; askerin yürütmeye
müdahalesi, maddi refahla birlikte gelen tüketim çılgınlığı, Batınî hareketler, haçlı seferleri, Fars ve
Türklerin yönetim kadrosunda yer almasından sonra irili ufaklı emirliklerin ortaya çıkması ve Moğol
istilası şeklinde sıralar. Bkz. VI, 37. el-Ya‘kûbî, et-Taberî, İbn el-Esîr, el-Makrîzî, İbn Tagriberdî gibi
Abbâsî döneminin önemli tarihçileri ile çağdaş tarihçilerden Corci Zeydân ve Ahmed el-Emîn gibi
otoriteler, ana sebebin “Türklerin siyasete müdahalesi ve hilafeti kendi nüfuzları altına almaları”
olduğunu iddia ederler. A. Müller, A. Mets ve Bartold gibi yabancı tarihçilere göre ise, çöküşe götüren
ana sebep, Tarikatların mücadelesidir. Z. Bünyadov, B. Zahoder ve Hüseyin Ķâsım el-‘Azîz gibi bazı
kişiler ise, Babekilik ve Zenci isyanları gibi bir takım halk hareketlerini ana sebep olarak görürler. Bkz.
ELÇİBEY, Ebulfez, “Abbâsîler Hilâfetinin Tenezzülü ve Parçalanmasına Dair”, Çev. Muhammed
Kemaloğlu, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Ocak 2013, S. 7, s. 282.
38
ŞELEBÎ, “Ebû ‘Alî el-Fârisî...”, s. 37.
39
İBN TAKTAKA, Muhammed b. Ali b. Tabataba, el-Fahrî, fî’l-Âdâbi’s-Sültâniyye ve’d-Düveli’l-
İslâmiyye, Dâr Sâdır, Beyrut, s. 262.
40
CORCİ ZEYDAN, İslâm Uygarlıkları Tarihi, s. 147.
41
GÜNER, “Mâverdi'nin Hilâfet…”, s. 9; MERÇİL, Erdoğan, “Buveyhîler”, Diyanet İslam
Ansiklopedisi, TDV Yayınları, VI, ss. 496-500.
16
bölgesinde Ahmet, Ali ve Hasan isimli üç kardeşin öncülüğünde ortaya çıkan
Buveyhîler, Başkent Bağdat’a girer ve 110 yıl boyunca oraya hükmeder.42
42
Bazı araştırmacılara göre, siyaset arenasında Mu’izzuddevle ve Adududdevle gibi şahsiyetlerin
yürüttüğü olumlu ve kucaklayıcı politikalar, Buveyhîleri Şiî-Zeydî veya Şiî-İmâmî gibi bir mezhep
kategorisinde değerlendirmeyi şaibeli hale getirmiştir.
“…Buveyhîleri, genel mezhebî eğilimleri, politikaları açısından belli bir mezhebin temsilcisi ve
uygulayıcısı olarak görmekten ziyade, siyaseti önceleyen bir politik anlayışın temsilcileri olarak
görmek, tarihî ve sosyal realite açısından daha uygun gözükmektedir. Bu bağlamda onların, belli bir
mezhebi önceleyen değil, içinde bulunan sosyal ve siyasal şartların gerektirdiği rasyonel politik
uygulamaları ortaya koyan kimseler olarak görmek gerekmektedir. Şüphesiz bu da onların belli bir
mezhebe nispet edilmelerinin önündeki açık engeli oluşturmaktadır.”
İleri sürülen deliller için bkz. AKOĞLU, Muharrem, “Buveyhîler’in Mezhebî Eğilimleri/Politikaları
Üzerine”, Bilimname, 2009/2, S. XVII, s. 123-138.
43
MAHMÛD, el-Medresetu’l-Bağdâdiyye fî’n-Nahv, s. 23.
44
TALAS, Muhammed Es‘ad, Târîhu’l-‘Arab, Dâru’l-Endelûs, Beyrut, II (III. Bölüm), s. 97.
45
EMÎN, Zuhru’l-İslâm, ( سكانَالمملكةَاإلسالميةbölümü), I, s. 409.
46
TALAS, Târîhu’l-‘Arab, II (III. Bölüm), s. 97.
17
hilafet makamını, Türk komutan Sebük Tegin’in talebiyle Damadı et-Tâi‘-Lillâh
lakabını alan oğlu Ebû Bekir Abdülkerîm’e bıraktı.47
َشــــَتْـــها
َّ مثــلَُالـَِقـــــــــيا ََمـ ِةَغَــ َ َضهَُ ِفـت َـن
َ تَأرْ ـراقَف َعــ ّم
ُ أ ّماَال ِع
ََ
َ غـــــــواشــيها
َ48يرانَعاشيها ْ َفُض
ِ ّّتَوأسرىَعلىَالن ّ ّشــــا ُمَأصلَـ ُحَإال
ََُأنَهـا َمــتَه ّ وال
Amma Irak…َAnarşi sarmış tüm arzını, Kıyâmet misali, kaplamış dört bir yanını!
el-Ma‘arrî tablonun sadece bir kısmını göstermiş; oysa manzara çok daha
korkunçtu. Zira o dönemde iktidar savaşlarının geride bıraktığı enkaz haritası şöyledir:
Fars'ta İmâdu'd-Devle b. Buveyh (Buveyhîler), Rey, İsfahân ve Cibâl'de iktidar
mücadelesi devam eden Buveyhîlerin bir başka kolunu temsil eden Rüknü'd-Devle b.
Buveyh ile Merdâvic’in kardeşi Veşmgîr (Ziyarîler), Kirmân'da Ebû ‘Alî Muhammed
b. İlyâs (İlyasîler), Diyâr-ı Rabîa, Diyâr-ı Bekr ve Diyâr-ı Mudar'da Benî Hamdân
(Hamdanîler), Mısır ve Şam'da Muhammed b. Toğc (İhşîdîler), Mağrib ve Kuzey
Afrika'da el-Kâim bi Emrillâh el-‘Alevî (Fatımîler), Endülüs’te Abdurrahmân b.
Muhammmed en-Nâsır el-Emevî (Emevîler), Horasan ve Maveraünnehir'de Nasr
b.Ahmed (Samanîler), Taberistan ve Cürcan’da Deylemîler hâkimdi.49
İlk zamanlarda birbirine son derece bağlı olan Buveyh kardeşlerin arasına
makam ve iktidar hırsı girince, onlar da tutunamadılar. Mu‘izzuddevle’nin 356’da
vefatı üzerine, daha önce veliaht olarak tayin ettiği oğlu Bahtiyâr ‘İzzuddevle (ö.
367/978) görevi devraldı. Bu sırada İmparator I. İoannis Çimiskes kumandasındaki bir
Bizans ordusu Nusaybin’e kadar geldi. Bölge hâkimi olan Hamdânoğulları’nın yetkili
47
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “el-Müstekfî Billâh”, DİA, XXXII, s. 140; TALAS, Târîhu’l-‘Arab, II (III.
Bölüm), s. 97.
48
MA‘ARRÎ, Ebû’l-Alâ’, el-Luzûmiyyât/Luzûmu mâ lâ yelzem, Thk. Dervîş el-Cuveydî, Beyrut, el-
Mektebetu’l-‘Asriyye, 2011, II, s. 437.
49
CORCİ ZEYDAN, İslâm Uygarlıkları Tarihi, Çev. Nejdet Gök, İletişim Yayınları, 2012, İstanbul
(III. Baskı), I, s. 143; GÜNER, “Mâverdi'nin Hilâfet…”, s. 3-36.
18
ismi Ebû Tağlib’in yardım isteği üzerine, Bahtiyâr, Bizans ordularına karşı koyma
görevini Türk asıllı Başkumandan Sebük Tegin’e verdi (361/972). Yaptığı cihad
çağrısına Bağdat ve çevresinden gelen büyük bir kalabalık katıldıysa da Sünnîlerle
Şiîlerin birbirleriyle çatışmaya girmesi yüzünden istenen başarı sağlanamadı.50
50
MERÇİL, Erdoğan, “Bahtiyâr İzzüddevle”, DİA, IV, s. 524.
51
HAMEVÎ, Ya‘kûb b. ‘Abdillâh Şihâbuddîn, Mu‘cemu’l-Udebâ’, 2011, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye,
Beyrut, VII, s. 236.
19
alan Bahtiyâr’ın ayrımcı ve ırkçı tavrı, ölümünden sonra Fars-Türk, Sünnî-Şiî
düşmanlığını miras olarak bırakır.52
52
MERÇİL, Erdoğan, “Bahtiyâr İzzüddevle”, DİA, IV, s. 524.
53
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî.., s. 40.
54
ÖZAYDIN, Abdulkerim, “Adududdevle”, DİA, I, s. 393.
55
BAKIR, Sami, Ebû’l-‘Alâ’ el-Ma‘arrî’nin Şiirlerinde Ölüm Teması, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri, 2013, s. 8.
20
eden siyasî istikrarsızlıklar nedeniyle, çalkantılı bir siyasî ortamda ömür sürdüğünü,
ilmî çalışmalarını kılıç seslerinin yankıları altında yaptığını söyleyebiliriz.56
ََفيه َْــوز
َ َأع َزََ ََمـــن فـي َ َْ ـش
َوأزرىَبنا ََ ََقَـ َْد
ُّ عمَـنَاَال ِغ
َُ ال ُخـــــــ
َ صـــوص
َ صوص
َُ ش َْ َُّرأىَذويَالَن
ُّ صحَِب َعََْي ِنَال َفيَأم َِره
َْ ُ س
لطان َُّ ص َحَال ْ
ِ ُإنَن
58
َُ ُّلَالل
صوص َ َْمَث
َِ صر
ِ َُالم ُ َحَت ّـى
ِ عدول َ َو َُك ُّلَ َم ْنَفوقَ َالثَـرىَخائَِـن
İhanet sardı her yanımızı hakîr mi hakîr! Öyle bir zaman ki Husus59 dahi fakir.
56
el-Bustânî, III. Dönem’de Abbâsî halifelerinin siyâset arenasında çok az bir nüfuza sahip
olmalarından hareketle, bu dönemin sadece fikri yönden Abbâsîlere dayandırılabileceği kanaatindedir.
Bkz. BUSTÂNÎ, Butrus, Udebâu’l-‘Arab fî’l-‘Asri’l-‘Abbâsî, Dâr Mârûn ‘Abbûd, 1979, s. 299.
57
PHİLİP K. HİTTİ, İslâm Tarihi, II, 526; YILDIZ, “Abbasîler (İçtimaî ve İktisadî Hayat)”, DİA, I, s.
46.
58
MA‘ARRÎ, el-Luzûmiyyât, II, s. 61.
59
Zenginliğiyle meşhur bir Mısır kenti.
21
İdaresinde nasihat edilse Sultan, Bakar öğütçüye sanki bir ajan!
Aksine tüm yaşananları dinden uzaklaşmanın bir sonucu olarak gören radikal
gruplar hortladı. Kendini Hanbeli mezhebine intisap eden holiganların marifetiyle,
halkın evini basıp şarapları dökme, şarkı söyleyen ve sokakta yalnız gezen kadınlara
fiziki müdahalede bulunma, müzik ve eğlence aletlerini kırma gibi insan onurunu hiçe
sayan davranışlar sıradan hale gelmişti.60 Oysa kırılması gereken şey, adaletin ellerini
bağlayan kelepçeler, ayaklarını bağlayan prangalardı.
60
İBNU’L-ESÎR, el-Kâmil, VIII, s. 106.
61
İBN ‘İMÂD, 'Abdulhayy b. Ahmed b. Muhammed b. el-‘Akerî' ed-Dımaşkî es-Sâlihî el-Hanbelî,
Şezerâtü'z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, Dâr İbn Kesîr, 2016, Beyrut, III, s. 5; AHMED EMÎN, Zuhru’l-
İslâm, IV, s. 43.
62
EMÎN, Zuhru’l-İslâm, s. 202.
22
bağladı. Bunun yanında Hıristiyan veziri Nasr b. Hârûn vasıtasıyla kilise ve
manastırları da tamir ettirdi.63
Kültürel hayatın bir parçası olan eğlence, oyun ve spora gelince: Emevîler
döneminde, özellikle Hicâz bölgesinde yaygın olan eğlence yaşamı, Abbâsîler
döneminde Basra, Kûfe ve Bağdat gibi büyük şehirlerde kurumsallaştı. Ancak Emevî
toplumunda hâkim olan eğlence kültürü Arap adet ve gelenekleri iken, Abbâsîlerde
Fars geleneği hâkimdi. Saltanat makamı, Emevîlerde daha çok mütevazi bir biçimde
yaşanırken, Abbâsîler’de yine Fars’ın etkisiyle Kisrâ tarzı saltanat havası vardı. Düğün
törenleri, eğlence çeşitleri, kullanılan enstrümanlar, misafirlere yapılan ikramlar,
yöneticilere sunulan pahalı hediyeler, Emevîler dönemindekilere göre çok daha
gösterişliydi. Abbâsîler dönemindeki eğlence hayatı, ilk başlarda, ekonomik
kalkınmışlığın da verdiği rahatlıkla, alabildiğine sınırsızdı. Bıkılan her zevk türünün
yerine yenisi icat ediliyor ve zevkin doruklarına doğru çıkılmaya çalışılıyordu.
63
EMÎN, Zuhru’l-İslâm, s. 75.
64
YILDIZ, “Abbâsiler”, DİA, I, s. 44.
65
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 45.
23
Halifelerin birçoğu eğlence hayatına karşı oldukça ilgiliydi. Çoğu, tahta geçtikten
sonra belli bir süre iç ve dış karmaşayla mücadele ediyor, ardından alışılmış şatafatlı
hayata dâhil oluyordu.66
Dönemin gözde oyunları içinde başı çeken satranç idi. Usta bir satranç
oyuncusu olmakla meşhur olma sebebiydi. Söz gelimi bir Türk tarihçi, edip ve şair
olan Ebû Bekr Muhammed es-Sûlî (ö. 335/946), devrin en önde gelen satranç
oyuncularından olduğu için “eş-Şatrancî” lakabıyla şöhret bulmuştu.67 Açık havada ok
atmak ve daha sonraları arkeboz denilen bir çeşit tüfekle avlanmak, polo (çavgan),
cirit, at koşturmak, güreş, yaya veya süvarî olarak teke tek kılıç oyunları göstermek, at
üstünde zırhlı kargı mübarezesi, raket, tenis, kriket oyunları hem eğlence hem de spor
olarak yapılıyordu. Dönemin olmazsa olmaz eğlencelerinden birisi de avcılıktır. el-
Mu‘tasım Billâh (ö. 227/842)’tan el-Mustencid Billâh (ö. 566/1170)’a kadar bir kaçı
dışında halifelerin av organizasyonlarına katıldıkları aktarılır. Arslan, Panter, Leopar
gibi yırtıcı hayvanların yanı sıra her çeşit boynuzlu hayvanlar; Doğan, Atmaca ve
Şahin gibi kanatlılar da avlanırdı.68
Genel kabule göre, bir toplumun veya devletin fikri ve entelektüel düzeyi,
siyasî ve ekonomik istikrarla doğru orantılıdır. Ancak ilginçtir; el-Fârisî’nin yaşadığı
‘Abbâsiler’in üçüncü sonları ve dördüncü asrın ilk yarısında bir ters orantı söz
konusudur. Siyasette kazanlar sonuna kadar kaynarken, ekonomi çökme aşamasına
gelip, sarayda başlayan anarşi ve kaos ortamı sokaklara taşmışken, fikri ve entelektüel
düzey terakki sağlamış, yukarılara tırmanan bir grafik ortaya çıkmıştır. Tarihçileri de
şaşırtan bu olgunun arkasındaki en önemli etken, şüphesiz yöneticilerin ilim
adamlarına gösterdikleri olağanüstü teveccühtür.69 Şüphesiz hepsi için aynı yargı
geçerli değildir; ancak bu dönemde birçok makam ve güç sevdalısı umerâ için, ulemâ
sınıfını saflarına çekmedeki temel amaç, entelektüel birikime sahip olan kişiler
üzerinden psikolojik güç temerküzü devşirmekti. Zira şair, kâtip ve âlim gibi kişilerle
66
ALGÜL, Hüseyin, İslâm Tarihi, Gonca Yayınevi, 1997, İstanbul, III, s. 434.
67
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “es-Sûlî, Ebû Bekir”, DİA, XXXVII, s. 493.
68
ALGÜL, İslâm Tarihi, s. 434; BAKIR, Ebû’l-‘Alâ’ el-Ma‘arrî’nin Şiirlerinde Ölüm Teması, s. 10.
69
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 41.
24
aynı kareye girmek, toplumda pozitif bir etki bırakmanın yanı sıra, sahip oldukları
gücün meşruluğu anlamına gelirdi. Ayrıca, ulemâ veya şuarâ sınıfından gelebilecek
eleştirilerin halkı galeyana getireceğini ve bunun toplumsal bir kaosa sebebiyet
vereceğini biliyorlardı.
İlme ve alime ehemmiyet gösterme, bir geleneğin devamı gibi kabul edilmişti.
Bu zeminin oluşmasına katkı sağlayan amiller, Emeviler zamanına hatta daha da öteye,
Hz. Peygamber’in ilme verdiği öneme kadar gider. İlk İslâmî sikkenin bastırılması ve
dîvânda Arapça’yı resmî dil olarak kabul ettirmekle tebârüz eden Emevi halifelerinden
(685-705 yılları) Abdülmelik b. Mervan (ö. 86/705),70 Edebiyat tartışmaları için
bugünki karşılığıyla seminerler, sempozyumlar ve paneller düzenlediği bir vakıdadır.
Kendisi de bizzat bu ilmî ortamlara aktif olarak katılır, sorular sorardı. Bu ilim
meclislerin birinde "Hanginiz insanın bedeninde bulunan organların adlarını alfabetik
sıraya göre sayabilir? şeklinde bir soru sorar. Mecliste hazır bulunanlardan 127 sene
yaşamış Muhadram tabakasından Ebû Ümeyye Süveyd b. Gafele el-Kûfî (ö. 80/699)
ayağa kalkarak bedenin tüm organlarını Abdülmelik'in istediği sırayla sayar. Hazır
bulunanlardan bir başkası da ayağa kalkıp organları iki kez sayar. Yani her harf için
iki organ adı söyler. Abdülmelik ikisine de ödül verir.71 Emevîler dönemindeki bu
durum, sonraki idarecileri pozitif yönde etkileyecektir.
70
YILDIZ, Hakkı Dursun, “Abdulmelik b. Mervân”, DİA, I, s. 269.
71
َCORCİ ZEYDAN, Târîhu’t-Temeddüni’l-İslâmî, 2018, Drob li’n-Neşrî ve’t-Tevzî ve’t-Terceme, V,
s. 97.
72
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “es-Sûlî, Ebû Bekir”, DİA, XXXVII, s. 493.
25
Edebiyat’ı iyi bilmiyor olabilirim; Ancak isterim ki yeryüzündeki bütün edîp, alim ve
sanat ehli kimseler yanı başımda olsunlar, yanımdan hiç ayrılmasınlar.”73
İlim ve alimlere gösterilen ehemmiyete dair kayda değer bir bilgi de şöyledir:
el-Fârisî’nin yaşadığı dönemde çağına damga vurmuş alimlerden biri de Ebû’l-Ferec
‘Alî b. el-Hüseyn el-İsfahânî (ö. 356/967)’dir. Şöhretinin,yaşadığı coğrafyanın dışına
yayılmasını sağlayan husus, el-Eğânî adlı eseridir. Elli yılda yazıldığı ifade edilen
eserin, kendi türünde yegâne oldugu kaydedilir. Müellif bu eserin ilk nüshasını Halep
Hamdânî hükümdarı Seyfuddevle ’ye takdim etmiş ve Seyfuddevle bu eserin
mukabilinde ona bin dinar vermistir. Cibâl Buveyhî veziri Sâhib b. Abbâd (ö. 385/995)
bunu duyunca Seyfuddevle ’nin bu kitap için az para verdiğini, oysa bu kitabın paha
biçilemez oldugunu söyleyerek bu eserden övgüyle söz etmistir. Adududdevle’nin
seferde ve diger vakitlerde bu kitabı yanından hiç ayırmadıgı söyleni. Musul Hamdânî
hükümdarı Ebû Taglib b. Nâsırüddevle’nin de bu kitabı on bin dirheme temin ederek
okudugu ve takdir ettigi kaydedilir. İlme ve âlimlere büyük deger veren ve kitaplara
büyük ilgisi olan olan Endülüs Emevî halifesi II. Hakem el-Müstansır-Billâh (ö.
640/1242), Ebû’l-Ferec el-İsfahânî’ye bir adam göndererek ondan hu kitabını istemis
ve karşılıgında ona bin dinar takdim etmistir.74
73
İBN ‘İMÂD, Şezerâtü’z-Zeheb, III, s. 88; ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 40.
74
HACIYEV, Khanoghlan, Irak Buveyhîleri’nin Kuruluşu ve Muizzüddevle Dönemi (334-356/945-
967), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2012,
s. 413.
75
KUCUR, Sadi S., “İbn Hassûl”, DİA, XX, s. 29.
26
etmişlerdir.76 Adududdevle, meşhur şair Ebû’t-Tayyib el-Mütenebbî’nin (ö. 354/965)
övgü dolu şiirlerine de mazhar olmuştur.77
76
TOPALOĞLU, Bekir, “et-Temhîd”, DİA, XXXX, s. 416.
77
ÖZAYDIN, Abdulkerim, “Adududdevle”, DİA, I, s. 393.
78
KILIÇ, Hüseyin, “Cevherî, İsmail b. Hammâd”, DİA, VII, s. 459.
79
KILIÇ, “Cevherî, İsmail b. Hammâd”, DİA, VII, s. 459.
80
AHMED EMİN, Zuhru’l-İslâm, s. 265
81
YILDIZ, “Abbâsiler”, DİA, I, s. 40.
27
Lugaviyyîn'i, İbnu'l-Enbârî'nin Nuzhetu’l-Elibbâ fî Tabakâti'l-Udebâ'sı, Yakût el-
Hamevî’nin Mu'cemu’l-Udebâ'sı, Cemalüddîn el-Kıftî’nin İnbâhü'r-Ruvah'ı
bunlardan sadece bir kaçıdır. Diğer taraftan, kırâat-ı seb'a ve aşere imamlarının birkaçı
mustesnâ, hepsi ‘Abbâsiler zamanında yaşamış ve kıraatle ilgili çalışmalar bu devirde
doruk noktasına ulaşmıştır. Ebû ‘Ubeyd Kâsım b. Sellam'ın Kitabu'l-Kıraât’ı, el-
Fârisî’nin de hocası olan Ebû Bekir b. Mücahid'in Kitabu's-Seb‘a’sı, İbn Mihrân'ın el-
Gâye fî'l-Kıra'âti'l-‘Aşr’ı, Mekki b. Ebî Tâlib'in el-Keşf ‘an Vücûhi'l-Kıra'âti's-
Seb‘a’sı, Ebû ‘Amr ed-Dânî’nin et-Teysir'i ve Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin el-Hucce’si bu
dönemde telif edilmiş mühkem eserlerdir.82
82
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, VII, s. 35; VI, s. 259; YILDIZ, “Abbâsiler”, DİA, I, s. 40.
83
İlk dönem biyografilerinde de görüldüğü üzere el-Fârisî’nin akranı tarafından en çok kullanılan
nispeti -doğduğu kasaba olan Fesâ’dan hareketle- el-Fesevî’dir. Bkz. ez-ZÜBEYDÎ, Ebû Bekr
Muhammed el-Endelûsî, Tabakâtün’n-Nahviyyîn ve’l-Lugaviyyîn, Tkh. Muhammed Ebû’l-Fazl
İbrahim, Dâru’l-Me‘ârif, 1119, Mısır, II. Baskı, s. 120; EBÛ HAYYÂN, et-Tevhîdî, el-İmtâ‘ ve’l-
Müânese, I, 129; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Buldân, IV, 261. Ancak sonraki süreçlerde kendisine daha çok
“el-Fârisî” diye tabir edimiştir ki, biz de bu sebeple araştırmamız boyunca bu şekilde kullanacağız.
84
İBN NEDÎM, el-Fihrist, II, s. 69; İBN HALLİKÂN, Vefeyât.., II, ss. 80-82; SUYÛTÎ, Bugyetu’l-
Vu‘âh, I, ss. 496-498; ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 51-100; KAHHÂLE, Ömer Rıza, Mu‘cemu’l-
28
gösterirken, günümüzde İran-Fars Eyaleti'nin yönetim merkezi olan Şirâz şehrinin
civarındaki Fesâ kasabasında varlıklı bir ailede dünyaya gelir.85 Baba tarafından Fars,
anne tarafından Arap asıllıdır. Yirmi yaşına kadar memleketi Fesâ’da kalır. Bu süreçte
Basra dil ekolünün meşhur gramercilerinden Ebû Bekr Mebremân’dan (ö. 345/956)
yüz dinar karşılığında Sîbeveyh’in (ö. 180/796) meşhur eseri el-Kitab’ı okur. Yirmi
yaşından sonra dönemin ilim merkezi olan Bağdat’a göç eder. Bu süreçte ez-Zeccâc
(ö. 311/923), İbnu’-s-Serrâc (ö. 316/929), İbn Hayyât (ö. 300/913) ve İbn Dureyd (ö.
321/933) gibi devrin önde gelen simalarından sarf, nahiv ve lugat; İbn Mucâhid’ten (ö.
324/936) ise kırâat eğitimi alır.86 el-Fârisî, Arapça’nın yanı sıra, köklü bir gramere
sahip olan Farsça’yı da bilmesi sayesinde dilbilimsel çalışmalarda mukâyese yapma
salahiyetine sahip olmuştur.87
Bağdat’ta takriben on yıl kaldıktan sonra 341/952'de önce Musul'a daha sonra
Halep’e gider. Yedi yıl kaldığı Halep’te özellikle nahiv alanında tebarüz etmiş pek çok
meşhur dilbilimciler arasında yıldızı parladıktan sonra tekrar Bağdat, Dımaşk ve diğer
bazı ilim merkezlerini dolaşır. En nihayet Buveyhî hükümdarı ve aynı zamanda
talebesi olan Adududdevle’nin daveti üzerine memleketi Şirâz’a geri döner. İlim
tahsili için diyar diyar gezdiği bu süreçlerde dönemine damga vuran eserler kaleme
alır. Bunlardan birisi de ikinci bölümde müstakil olarak işleyeceğimiz üzere, yaklaşık
otuz yaşındayken kaleme aldığı el-İğfâl fîmâ Agfelehu'z-Zeccâc mine'l-Me‘anî adlı
eseridir.88
Bu süreçlerde, Arap dilbilgisine dair otuzu aşkın telifle katkı veren el-Fârisî,
377/987 yılında, Rebîu’l-Evvel ayının 17’sinde bir Pazar günü 89 yaşında vefat
ederek, Bağdat’ın Güney Batısındaki eş-Şûnîziyye mezarlığına, talebesi meşhur
Hanefî fakihi Ebû Bekr el-Cessâs (ö. 370/981) ve Bağdat’ın ilk sûfilerinden Serî es-
Sakatî (ö. 251/865) ve Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909)’nin yanına defnedilir.89
89
Vefat tarihi konusunda genel kabul 377’dir. İbn Nedîm’e göre vefat tarihi 370, İbnu’l-Esîr’e göre ise
376’dır. Bkz. İBN NEDÎM, el-Fihrst, 95; İBNU’L-ESÎR, el-Kâmil, IX, 19; ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî,
s. 71.
90
EBÛ HAYYÂN, et-Tevhîdî, el-İmtâ‘ Ve’l-Müânese, Thk. Ahmed Emîn, Ahmed ez-Zeyn ve İbrahim
el-Îbyârî, Kahire, Lecnetü’t-Te’lîf ve’t-Terceme ve’n-Neşr, 1953, I, s. 131; HAMEVÎ, Mu’cemu’l-
Udebâ’, VIII, 182.
91
AHMED EMÎN, Zuhru’l-İslâm, Kahire, Müessesetu Hindâvî, 2012, I, s. 199.
92
Târîhu’n-Nahvi’l-‘Arabî, s. 185.
30
1.2. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin İlmi Kişiliği
Ebû ‘Alî el-Fârisî, ilim için diyar diyar gezmiştir. Yaptığı ilmi seferleri,
kronolojik bir tarihle arz etmek gerekirse, 288-307 yılları arasında Fars’ta; 307-341’de
Irâk’ta; 341-346’te Halep ve Dımaşk’te; 346-348’de tekrar Irak’ta; 348-368’de tekrar
Fars’ta ve 368-377’te Bağdat’tadır. el-Fârisî, ilmî çalışmalarının yanı sıra zengin bir
aileye mensup olmanın da etkisiyle devlet adamları nezdinde hep itibarlı bir konuma
sahip olmuştur. Nitekim, dönemin en muktedir siyaset adamlarından olan Buveyhî
hükümdârı Adududdevle’ye “Ben, nahivde Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin kölesiyim”
dedirtebilmiştir.94
93
CORCİ ZEYDAN, Târîhu’t-Temeddüni’l-İslâmî, I, s. 247.
94
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, s. 71.
31
olması, onun aynı zamanda Fiilimsi olmasına mani değildir ki! Mesela “ََ(”دُونَكOnu
tut!) ve “ََ( ” ِع ْندَكona yapış) gibi”95
Ebû ‘Alî el-Fârisî, hayatını yoğun bir eğitim ve telif faaliyeti içinde
geçirerek, muhtemelen bu sebeple evlenmemesi, yine 30.000 dinar tutarındaki mal
varlığını Bağdat nahivcilerine bırakması, ilim ehline verdiği önemin bir sonucudur.
Problemli meseleleri talebeleriyle birlikte tartışması ve onların kendi düşüncelerini
özgürce dile getirmelerini istemesi de takdire şayandır.96 Bir başka özelliği de
hakkında kesin bilgi sahibi olmadığı meselelerde temkinli bir dil kullanmasıdır. İbn
Cinnî, onun bu yönünü şöyle anlatır:
Ebû ‘Alî bilgi, yorum, ve telif noktasında özgün çalışmalara imza atmış,
eserleri sayesinde hem entelektüel çevrenin hem siyasî erkin gündemine girmeyi
başarmıştır. el-Fârisî’ye bir nebze irtifa kaybettiren şey, yaşadığı dönemde dilci
kimliğin yanı sıra şair olmak revaçtayken, şiir inşâd etmeye merak salmamasıdır.
İkinci bölümde ele alacağımız üzere, “şiir konusunda hafızasının kendisine izin
vermediğini”, yaşlılık üzerine inşâd ettiği üç beyit dışında kendine ait şiirleri
olmadığını ifade eder. Bununla birlikte şiir kullanmadığı, istişhâd etmediği tek bir eseri
dahi yoktur. Hatta el-Fârisî, eş-Şi‘r isimli bir kitap yazarak, şiirlerdeki ağdalı
kelimeleri şerh etmiştir.
95
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, 98.
96
ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî”, DİA, X, s. 89.
97
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, 313.
32
hocası el-Fârisî’den sürekli övgüyle bahsetmesi, dikkatlerin el-Fârisî’ye yönelmesine
sebep olmuştur.98
Bağdât Dil Ekolu: “Eğer Sîbeveyh yaşasaydı, onun bile el-Fârisî’ye ihtiyacı
olacaktı”.99
98
İlgili övgülerden bir örnek için bkz. İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 277.
99
İBNU’L-‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb, V, s. 2273.
100
BÂKÛLÎ, Şerhu’l-luma‘, II, s. 496.
101
Tam adı Ebû’l-Abbâs Muhammed b. Yezîd b. Abdilekber b. Umeyr el-Muberrid el-Ezdî es-
Sümâlî’dir. Lakabının Muberrid mi yoksa Muberred mi olduğuna dair DİA’da yer alan bilgi şöyledir:
“Soğutulmuş” anlamındaki “Muberred” lakabının, hocası Ebû ‘Usmân el-Mâzinî’nin sorularına gönüle
serinlik veren isabetli cevaplar vermesi sebebiyle Mâzinî’nin, “Sen Muberridsin” şeklindeki sözünden
ortaya çıktığı, ancak bu kelimenin, kendisini çekemeyenler ve Kûfe mektebi mensupları tarafından alay
etmek amacıyla “Muberred” şekline dönüştürüldüğü kaydedilir. Kendisine “Muberred” denilmesinden
rahatsız olduğu belirtilir”. Bu sebeple araştırmamızda lakabın zaptını “el-Muberrid” olarak yazacağız.
102
BÂKÛLÎ, el-İstidrâk, s. 76.
103
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ, II, 813.
33
Ebû Bekr Muhammed İbn el-‘Arabî (543/1148): “Bir ilmi bütün yönleriyle
kuşatmak neredeyse imkansızdır. Sîbeveyh ve el-Fârisî dışında nahiv ilmini kuşatanı
görmedim.”104
İbn Bâbşâz (ö. 469/1076): “… Bu problemli bir yerdir. Bu gibi yerleri ya Sîbeveyh
ve dostları hakkıyla çözer ya da el-Fârisî ve dostları!”105
Adududdevle (ö. 372): “Ben nahivde Ebû ‘Alî’nin; Astronomide ise Ebû’l-Hüseyn
er-Râzî’nin kölesiyim.”107
104
Bkz. el-‘Avâsım mine’l-kavâsım, II, 498.
105
Şerhu’l-mukaddimeti’l-Muhteseb, s. 159.
106
HATÎB BAĞDÂDÎ, Târîhu Bağdâd, VII, s. 375; İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’ Fî Tabakâti’l-
Udebâ, Thk. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahîm, Mısır, Dâru Nahda, 1967, s. 209.
107
KIFTÎ, Ebû’l-Hasen Cemâlüddîn Alî eş-Şeybânî, İnbâhü’r-Rüvât ʿalâ Enbâhi’n-Nüḥât, Thk.
Muhammed Ebû’l-Fazl, İbrahim, Mısır, Dâru’l-Kutub, H. 1369, I, s. 273; İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-
Elibbâ, s. 232.
108
TABRESÎ, Emînü’l-İslâm Ebû ‘Alî el-Fazl b. Hasan, Mecme‘u’l-beyân, Beyrut, Dâru’l-ulûm li’t-
tahkîk ve’n-neşri ve’t-tevzî‘, 2005, III, s. 359. Bu eserinde sıklıkla el-Fârisî’ye referanslarda bulunur.
109
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 288; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, ss. 813-814; FÂRİSÎ, el-
Halebiyyât, s. 159.
110
FÂRİSÎ, et-Tekmile, ss. 65-68.
34
el-Fârisî, ilmî güvenirliği sayesinde, Sünnî, Şiî veya Mutezilî
düşüncenin hakim olduğu çevrelerce kendisinden takdirle söz edilmiş, özellikle nahiv-
sarf eserlerinin en önemli referansı haline gelmiştir. Söz gelimi, Sünnî akîdesinin
mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen Abdulkâhir el-Bağdâdî’nin, Şiî-
Mutezilî111ithamlarına maruz kalmış el-Fârisî’yi nahiv meselelerinde garantör olarak
görmesi bu kabildendir.112 Bu durum, ilmiyle nam salmış, herkesçe otoritesini kabul
ettirmiş âlim kişilerin, akîdeye göre adam seçme, mezhep ve meşrebe göre kaynak
gösterme kompleksine takılıp kalmadıklarını göstermesi bakımından önemlidir. Hadis,
tefsir ve kelâm gibi alanlarda aynı şeyi söylemek zor olsa da, dilbilimsel çalışmalarda
böyle bir kompleksin en azından yaygın olmadığını söyleyebiliriz.
111
İtikad yönünden Mu‘tezile’ye mensup olmakla itham edilmişse de bu konuda kesin bir yargıya
varmak güçtür. Yakût el-Hamevî’nin verdiği bilgiye göre, Mu‘tezile’nin ileri gelenlerinden Ebû ‘Alî el-
Cübbâî’nin kaleme aldığı bir Tefsir kitabına, bugün elde bulunmayan ve 100 varak civarında olduğu
söylenen Kitâbu’t-Tetebbu‘ adında kaleme aldığı ta‘liki sebebiyle bu ithama mâruz kalmış olmalıdır.
Bkz. ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî” DİA, X, s. 89.
112
Bkz. BAĞDÂDÎ, el-Haşiye, III, ss. 250-251.
35
“”ليسnin ismi değil, haberi olduğunu hatırlatır. Sîbeveyh, dil bilgisine yoğunlaşması
gerektiğine orada karar verir ve vakit kaybetmeden soluğu Halîl b. Ahmed’in ilim
halkasında alır.113 On beş yıl kadar Halîl b. Ahmed’in derslerine iştirak edip nahiv,
sarf, fonetik ve lugat alanlarında büyük mesafeler kateder.
Basrâ dil ekolünün kilometre taşlarından sayılan Sîbeveyh ile Kûfe dil
ekolunun öncü simalarından el-Kisâî (ö. 189/805), Hârun Reşîd (ö. 193/809)’in
sarayında karşı karşıya gelir. el-Kisâî, sarayda otoritesini kabul ettirmiş, Hârun
Reşîd’in oğulları el-Emîn (ö. 198/813) ve el-Me’mûn (ö. 218/833) gibi iki halife
adayına hocalık yapıyor iken; Sîbeveyh, dışarıdan gelmiş ve tek sermayesi yayılmış
nâm-ı olan bir yabancıdır. el-Kisâî henüz tartışma mahalline gelmeden önce, onun
birkaç yandaşı (el-Ahmer ve el-Ferrâ’) Sîbeveyh’e birkaç soru yöneltirler. Sîbeveyh’in
cevapları üzerine, her seferinde tahkir edercesine vurgulu bir şekilde “Yanlış yaptın!”
derler. Öyle ki, Sîbeveyh “Bana sahibinizi çağırın” demekten kendini alamaz. En
nihâyet el-Kisâî gelir ve münazara başlar. el-Kisâî söz alır:
— Sîbeveyh: “ ”فإذاَهوَهىşeklinde.
— Yanlış cevap verdin! Araplar iki şekli de kullanır.
— Hayır, Mutlaka ref’ olmalı! nasb şeklinde olamaz!
113
ZÜBEYDÎ, Tabakâtü’n-Nahviyyîn ve’l-Lugaviyyîn, s. 66.
114
İSKENDERÎ, el-Vasît fî Edebi’l-‘Arabiyye ve Tarîhuh, s. 196.
115
Meselenin geniş bir anlatımı ve münazarada kimin haklı olduğuna dair diğer dilbilimcilerin
görüşleri için bkz. TANÇ, İbrahim, “el-Kisâî’nin Devrindeki Bazı Âlimlerle Yaptığı Münâzaralar”,
Atatürk Üniversitesi İlâhiyât Tetkikleri Dergisi, 2002, S. 18, ss. 107-113.
116
Manası şöyledir: Akrep sokmasının Eşek Arısı sokmasından daha ağır olduğunu sanıyordum; bir de
ne göreyim, meğer o, oymuş (o da aynı şiddette imiş)!
117
Sîbeveyh’e göre, “ ”إذاfücâiyye harfi, “ ”هــوmübtedâ, “ ”هــيise haberdir. el-Kisâi’ye göre ise, “”هــو
mübtedâ, “ ”إيّـــاهاise mahzûf bir fiilin mef’ûlüdur. Fiil cümlesi haber konumundadır.
36
Sîbeveyh, “izâ-i fücâîyye”den sonra ref’ zamirlerinin gelmesi gerektiği
َ ”فَإِذَاَه, “َصة
konusunda ısrar eder ve Kur’ân’dan 118“ِيَ َحيةَت َ ْسعَى َ َاخ َ ”فَإِذَاَه, “َفَإِذَاَ ُه ْم
ِ ِيَش
119 120
ََامدُون
ِ خََ ” şeklinde bir takım âyetler istişhâd eder. Ancak Sîbeveyh, bir kanaate göre
taraflı bir jüri karşısındadır ve en nihayet münazara el-Kisâ’i’nin lehine sonuçlanır.121
Sîbeveyh’in kendisine yapılan bu haksızlığa dayanamayıp, kahrından öldüğü söylenir.
Rivâyet odur ki, el-Kisâî olan biten karşısında vicdân muhasebesi yapar ve pişman
olur. hatta bunu telafi mahiyetinde Yahya el-Bermekî (ö. 190/805)’den Sîbeveyh’e
10.000 dirhem verilmesini ister. Meselede el-Kisâî’yi haklı görenler ise, onun
meslektaşı olan Sîbeveyh’i evine boş göndermek istemediği için bu parayı verdiğini
ifade ederler.122 Netice itibariyle, iki otoritenin meseledeki altı çizili ifadeyi farklı
yorumlamalarını, dayandıkları lehçelerin farklılığına bağlayanların yanı sıra
Sîbeveyh’in başarısızlığını dilindeki tutuklukta, ayrıca alışmadığı ve tanımadığı bir
muhitte bulunmasında görenler de olmuştur.123
el-Fârisî, el-İğfâl eserinde hem Basra hem Kûfe dil ekollerine yönelik
tenkitler yöneltse de Basra ekolünün görüşlerine daha meyillidir. Nitekim Tabakât ve
118
Taha, 20/ 20.
119
Enbiyâ, 21/ 97.
120
Yâsîn, 33/ 29.
121
Jurinin taraflı olduğuna dair çağdaş dilcilerden Ahmet el-Emîn’in delilleri için bkz. AHMED EL-
EMÎN, Duha’l-İslâm, Kahire, Hendâvî li’t-Ta‘lîmi ve’s-Sekâfe, 2012, s. 450 vd.
122
TANÇ, İbrahim, “el-Kisâî’nin Devrindeki Bazı Âlimlerle Yaptığı Münâzaralar”, s. 12.
123
ÖZBALIKÇI, “Sîbeveyh”, DİA, XXXVII, s. 130-134.
124
KAYA, Mustafa, er-Rummânî, Hayatı, Eserleri ve Arap Gramerindeki Yeri, Atatürk Üniversitesi,
SBE. TİB. Ana Bilim Dalı, yayımlanmamış doktora tezi, Erzurum, 2007, s. 59.
37
Terâcim eserlerinde ekseriyetle vurgulanan bu olmuştur.125 Bunu teyit eden hususları
şöyle sıralayabiliriz:
125
Bkz. ZÜBEYDÎ, Tabakâtü’n-Nahviyyîn ve’l-Lugaviyyîn, s. 120; İBN NEDÎM, el-Fihrist, s. 101;
EBÛ HAYYÂN ET-TEVHÎDÎ, el-İmtâ‘ ve’l-Müânese, I, s. 131; BROCKELMANN, Târîhu’l-Edebi’l-
‘Arabî, s. II, s. 190. ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, ss. 105-108.
126
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 314.
127
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 106.
128
HATÎCE EL-HUDEYSÎ, el-Medârisü’n-Nahviyye, Ürdün, Dâru’l-Emel, III. Baskı, 2001, s. 221.
129
ŞEVKÎ DAYF, el-Medârisü’n-Nahviyye, Kahire, Dâru’l-Me’ârif, VII. Baskı, 1919, ss. 256-257.
130
AHMET EMÎN, Zuhru’l-İslâm, I, s. 199.
131
ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî” DİA, X, s. 89.
132
YILDIZ, “Abbâsiler”, DİA, I, s. 31. ÇETİN, M. Nihad, “Arap”, DİA, III, s. 297; KILIÇ, Hüseyin,
“Basriyyûn”, DİA, V, s. 118; ÖZAYDIN, Abdulkerim, “Bağdat”, DİA, IV, 440.
38
Kanaatimize göre Ebû ‘Alî el-Fârisî, genç yaşlarda kaleme aldığı el-İğfâl’de
Basra ekolüne meyyal olduğu görülse de, sonraki eserlerinde takip ettiği metodolojide
kendini belli bir kalıba hapsetmemiştir. Bu itibarla, sadece el-İğfâl’de ele aldığı
meselelerde muhataplarına yönelttiği tenkitlerden hareketle kesin bir yargıya varmak
oldukça güçtür. Zira bazı meselelerde Bağdat ekolünün görüşlerini ön plana
çıkarırken, diğer bazılarında ise Basra ekolü, hatta zaman zaman Kûfe ekolü ön
plandadır.133 Bu itibarla, olgunluk çağındaki el-Fârisî’yi bir ekole bağlı kılma çabası
yerine muhakkik bağımsız ve objektif alimler kategorisine dahil etmek daha doğru
olacaktır. Zira nakli delillerin yanı sıra, mevcut dil ekollerinden bağımsız olarak kıyâs,
illet ve cedel metotlarıyla deliller serdederek vardığı bir sonucun herhangi bir ekole
tevâfük etmesi, el-Fârisî’yi belli bir ekole bağımlı kılmayacağı açıktır.
133
MAHMÛD HÜSEYNÎ, MAHMÛD, el-Medresetu’l-Bağdâdiyye fî’n-Nahv, Mü’essesetü’r-Risâle,
Dâru Ammar, s. 279.
134
VIII, s. 218.
135
II, s. 812.
39
Ruvâh136, el-Kâmil fî’t-Târîh137, Bugyetu’t-Taleb138, Siyeru’l-A‘lâm139, el-Bidâye ve’n-
Nihâye140, Şezerâtu’z-Zeheb141 gibi muteber biyografi eserlerinde, Mutezile ile itham
edilmiş kişiler arasında zikredilir. İbn Hacer de onu “… Lâkin sadûk biridir”142 notuyla
beraber Mutezilî alimlerin listesine dâhil eder.143 Ayrıca gerek master ve doktora
seviyesinde yapılmış çalışmalarda gerekse müstakil olarak Mutezile-nahiv konusunu
ele alan kitap ve makalelerde de benzer bir sonuca varılmıştır.144 el-Fârisî ile kırk yılını
birlikte geçiren talebesi İbn Cinnî’nin, el-Fârisî’nin ilim halkasına yıllarca iştirak etmiş
er-Rummânî gibi görgü tanıklarının ve el-Fârisî’nin görüşlerini eserlerine taşıyan ez-
Zemahşerî’nin, yine muasır tarihçilerden Ahmet Emîn’nin beyanları da bu yöndedir.145
Kaldı ki el-Fârisî’nin el-Hucce eserinde yaptığı tefsir ve tevillerde Mutezilî düşünceye
meyyâl olduğu açıkça görülür. Bunun için Mutezile düşüncesinin en bariz görüldüğü
rü’yetüllah ve kulların fiillerinin yaratıcısı meselelerine bakmak yeterli olacaktır.146 el-
Halebiyyât adlı eserinde iki mef‘ûle talip olan fiiller üzerine konuşurken “إنكمَسترون
”ربكمَكماَترونَالقمرَليلةَالبدرhadisinde geçen “ ”ترونkelimesini iki şekilde tefsir eder.147
el-Fârisî, Allah’ı görmenin mümkün olmayacağını düşünerek ilgili fiili ya
َ سترون َ ِع ْل/Rabbinizin ilmini
“علم/Bilmek”; ya da bir muzaf takdir edilerek “ــم َربّــ ُك َْم
136
I, s. 309.
137
VII, s. 429.
138
V, s. 2274.
139
XVI, s. 380.
140
İBN KESÎR, Ebû’l-Fidâ’ ‘İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbüddîn, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, I. Baskı, 1985, XV, s. 429.
141
IV, s. 407.
142
Sözlükte “doğru söylemek” anlamındaki sıdk kökünden türeyen ve “son derece doğru sözlü kimse”
mânasına gelen sadûk kelimesi hadis terimi olarak râvinin genellikle güvenilir, bazan da zayıf olduğunu
ifade eder. Hadis ulemasınca farklı tarifleri yapılmıştır. Zehebî, İbn Hacer el-Askalânî ve Ali el-Kārî
gibi hadis âlimleri, haklarında sadûk lafzı kullanılan râvilerin sika râvilere göre zabtı biraz zayıf olsa da
bu kusurun onların güvenilirliğini zedelemeyeceğini belirtmişlerdir. Geniş bilgi için bkz.
143
Bkz. Lîsânu’l-Mîzân, III, s. 27; YÜCEL, Ahmet, “Sadûk”, DİA, XXXV, s. 431.
144
BEKKÂ’, Muhammed Abdulmuttalib, Eseru’l-İ’tizâl, fî’n-Nahvi’l-‘Arabî; TANTAVÎ, Ahmed
Vedî‘, Menâhicü’l-Fikri’l-İ’tizâlî fî’n-Nahvi’l-‘Arabî, Ayn-ı Şems Üniversitesi, Bağdat, 2002; SALAH
Ahmed Abdullatif, el-İ’tizâl ve Eseruhü fî’t-Ta‘kîdi’n-Nahvî, Dâru’l-Ulûm, Kahire; MUHTÂR
LAZ’AR, Eseru’l-Fikri’n-Nahvî fî Te’vîli’l-Kur’ân İnde’l-Mu’tezile –el-Keşşâf numûzecen-, Cezair
1999; MUSTAFA AHMED ABDULALİM, Eseru’l-‘Akîde ve İlmu’l-Kelâm fî’n-Nahvi’l-‘Arabî,
Dâru’l-Basâir, 2011; ABDULBÂKÎ ‘ÂŞÛR, Eseru’l-Mu’tezile fî’d-Dersi’n-Nahvî İnde İbn Cinnî.
İBNU’L-MURTEZÂ, Tabakâtu’l-Mu’tezile, s. 131. Daha geniş bir liste için bkz. ŞA’BÂN SALAH,
İ’tirâdâtü Ebî Ali el-Fârisî…, s. 47.
145
EMÎN, Zuhru’l-İslâm, (Tatavvuru’l-Mu’tezile bölümü), ss. 732, 762.
146
HATÎB BAĞDÂDÎ, Târîhu Bağdâd, VII, s. 275; İBN CEVZÎ, ‘Abdurrahmân, el-Muntazam fî
Târihi’l-Ümem, VII, s. 138; ZEHEBÎ, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ’, XVI, s. 379; İBN HACER, Lisânu’l-
Mîzân, II, s. 195; SUYÛTÎ, el-Müzhir, I, s. 14; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-vu‘âh, I, s. 496.
147
BUHÂRÎ, “Tevhid”, 24; MÜSLİM, “Mesacid”, 211, (Hadis no: 633); EBÛ DAVUD, “Sünnet”, 20,
(Hadis no: 4729); TİRMİZÎ, “Cennet”, 16, (Hadis no: 2554). Hadisin tam şekli şöyledir:
َحدثناَالحميديَقالَحدثناَمروانَبنَمعاويةَقالَحدثناَإسماعيلَعنَقيسَعنَجريرَبنَعبدَهللاَقالَكناَعندَالنبيَصلىَهللاَعليهَوسلم
َفنظرَإلىَالقمرَليلةَيعنيَالبدرَفقالَإنكمَسترونَربكمَكماَترونَهذاَالقمرَالَتضامونَفيَرؤيتهَفإنَاستطعتمَأنَالَتغلبواَعلىَصالة
قبلَطلوعَالشمسَوقبلَغروبهاَفافعلواَثمَقرأَوسبحَبحمدَربكَقبلَطلوعَالشمسَوقبلَالغروب
40
göreceksiniz” manasında olduğunu ifade etmiştir.148 Yine, َس ْم ِع ِه ْم َ ََّللاُ َ َعلَىَقُلُوبِ ِه ْم
َ َو َ 149
ّ طبَ َع
َار ِه ْم
ِ صَ َوأ َ ْبve َََاإلي َمان
ِ ْ َب َفِي َقُلُوبِ ِه ُم
َ َكت gibi âyetlerde ortaya koyduğu perspektif, itizâl
150
148
FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, s. 64; İBN CİNNÎ, el-Muhtâr Mine’t-Tezkira, s. 247.
149
Nahl, 16/108.
150
Mücâdele, 58/22.
151
FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 282.
152
İBN CİNNÎ, Bakiyyetu’l-Hatıriyyât, s. 46.
153
Bkz. ŞA’BÂN, İ’tirâdâtü Ebi Ali el-Fârisî…, s. 48.
41
‘Alî er-Râzî, Ebû’t-Tayyib İbrâhîm el-‘Attâr gibi simalar bunlardan sadece bir kaçıdır.
Tüm bu deliller, el-Fârisî’nin amelde Hanefî olduğunu ortaya koymaktadır.
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin ilim hayatında bir çok âlimin katkısı olsa da, Ebû Zeyd
el-Ensârî, Sîbeveyh ve Ahfeşu’l-Evsat isimleri ayrıca not edilmelidir.154 Ortaya
koydukları yoğun çalışmalarla dönemlerine damga vuran bu simalar, sonraki
dilbilimcilerin tamamına yakınını ya doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemişlerdir. Bu
üç isim el-Fârisî’nin görmediği; ancak onun, dilbilgisi alanında rol model olarak
gördüğü gerçek hocalarıdır. el-Fârisî’nin, Sîbeveyh dışındaki iki simayı manevî hoca
olarak görmesinde yine Sîbeveyh kilit isim olmuştur. Zira biri Sîbeveyh’in en çok
istifade ettiği Ebû Zeyd; diğeri ise Sîbeveyh’in el-Kitâb’ını Basra’ya taşıyan el-
Ahfeşu’l-Evsat’tir.155 Bizzat derslerine iştirak ettiği hocalarının yanı sıra, el-Fârisî’nin
ilim hayatında önemli bir yere sahip olan bu üç isim, ana hatlarıyla da olsa zikre
değerdir.
1. Ebû Zeyd, Sa‘îd b. Evs b. Sâbit el-Ensârî (ö. 215/830): Basra mektebine
mensup dil ve edebiyat âlimidir. 119/737’da Basra’da doğdu. Dedesi Sâbit b. Zeyd el-
Ensârî Hazrec kabilesinden olup Zeyd b. Sâbit başkanlığında Kur’ân-ı Kerîm’i
toplayan heyet arasında yer almıştır. Ebû Zeyd, kırâat ilmini ve Arap edebiyatını
kırâat-ı seb’a alimlerinden Ebû ‘Amr b. ‘Alâ ve Kûfe dil ekolünden Mufaddal ed-
Dabbî (ö. 178/794), hadis ilmini de İbn Cureyc el-Kuraşî (ö. 150/767) ve hadisleri ilk
defa konularına göre tasnif eden Sa‘îd b. Ebû ‘Arûbe (ö. 156/773) gibi âlimlerden
öğrendi. Öğrencileri arasında Ebû ‘Ubeyd Kâsım b. Sellâm (ö. 224/838), İbn Sa‘d (ö.
230/845), Ebû Hâtim es-Sicistânî (ö. 255/869), Sünen müellifi Ebû Dâvûd (ö.
275/889), Ebû Hâtim er-Râzî (ö. 277/890), Kutub-i Sitte’den el-Câmi’u’s-Sahîh
müellifi et-Tirmizî (ö. 279/892) ve Ebû’l-‘Aynâ’ (ö. 283/896) gibi tanınmış âlim ve
muhaddisler bulunmaktadır. İmam Şâfiî’nin (ö. 204/820) dostu olan Ebû Zeyd, İmam
Ebû Hanîfe (ö. 150/767) ile de görüşmüş ve onun takdirini kazanmıştır.156 Çağdaşları
olan şair Halef el-Ahmer (ö. 180/796), Ma‘mer b. Müsennâ (ö. 209/824) ve Asma‘î’nin
154
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisi, s. 127.
155
ÖZBALIKÇI, “Sîbeveyh”, DİA, XXXVII, s. 133
156
ELMALI, Hüseyin, “Ebû Zeyd el-Ensârî” DİA, TDV Yayınları. X, s. 271.
42
(ö. 216/831) onu otorite olarak kabul etmeleri ve Sîbeveyh gibi bir âlimin ondan
duyduklarını, “Sikadan duydum” diyerek rivâyet etmesi Ebû Zeyd’in büyük bir dilci
olduğunu göstermektedir. el-Muberrid onun nahiv bilgisinin Halîl b. Ahmed, Sîbeveyh
ve Yûnus b. Habîb kadar olmamakla beraber lugat sahasında Yûnus derecesinde,
nahivde Asma‘î ve Ebû ‘Ubeyde’den daha fazla bilgi sahibi olduğunu söyler. Câhız
(ö. 255/869), Ebû Zeyd’in hata (lahn) yapmayan iki kişiden biri olduğunu kaydeder.157
Kitâbu’l-Matar, Kitâbu’l-Libe‘ ve’l-leben, Kitâbu’n-Nebât gibi Meteoroloji ve
Botanik; en-Nevâdir fî’l-luga ve Kitâbu’l-Emsâl gibi dilbilgisine dair eserleri
günümüze kadar ulaşmıştır.158
Ebû ‘Alî el-Fârisî, Ebû Zeyd’ten övgüyle söz eder.159 Rivâyetlerinin güvenilir
olduğuna kanaat eder. Bu sebeple Ebû Zeyd, muğlak kelimelerin tahlilinde el-
Fârisî’nin ilk mercilerinden biridir.160 Hatta onun inşâd ettiği şiirlerdeki i’râbı asıl,
diğer varyantları tali olarak görür.161 Ebû Zeyd’in verdiği bilgilere itimat etmesi ve
rivâyetlerine teveccüh göstermesinin sebepleri şöyle sıralanabilir: Sika olması ve bu
sebeple rivâyetlerinin ekseriyetle kabul görmesi; olgun ve müttaki olması; nakillerde
‘Ukayl ve Kuşayr gibi Mudar kabilesinin fasih Araplarını tercih etmesi; en-Nevâdir
adlı eserine olan olağan üstü teveccüh… Rivâyete göre Basra dil mektebinin
öncülerinden Ebû’l-Fadl er-Riyâşî (ö. 257/871), Kur’ân süresi ezberler gibi en-
Nevâdir’in şiirlerini ezberlerdi.162 el-Ahfeşü’l-Evsat (ö. 215/830), el-Cermî (ö.
225/840) ve es-Sükkerî (ö. 275/888) gibi Basra dil ekolünün önemli simalarının en-
Nevâdir üzerine şerhler yazması); hocası İbnu’l-Hayyât’ın Ebû Zeyd’den övgüyle
bahsetmesinden etkilenmesi; belki de en önemli etken, el-Fârisî’nin tartışmasız en
büyük rol modeli olan Sîbeveyh’in el-Kitâb eserinde Ebû Zeyd’ten “Güvendiğimiz
birinden duydum”, “Hakkında kuşku duymadığımız birinden duydum” gibi taltif edici
hüsn-ü teveccühleridir.163
157
CÂHIZ, el-Beyân ve’t-tebyîn, Thk. Abdüsselâm Hârûn, Mektebetu’l-Hancî, 1998, Kahire, II, s. 221.
158
ELMALI, “Ebû Zeyd el-Ensârî” DİA, X, s. 271.
159
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, s. 127.
160
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 267.
161
İBN SÎDE, el-Muhassas, XIV, s. 248.
162
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, s. 128.
163
NÂSÎF, Ali en-Necdî, Sîbeveyh: İmâmü’n-Nuhât, ‘Alemu’l-Kutub, II, Baskı, 1979, s. 93.
43
babadan doğdu. Lakabı olan Sîbeveyh kelimesinin aslı Farsça “sîbôyeh” olup “küçük
elma” anlamına gelir. Çocukken yanaklarının kırmızı olması veya “Sîbeveyh”
denilerek okşanması dolayısıyla kendisine bu lakabın verildiği kaydedilir. Sîbeveyh,
Arap dil gramerine dair zamanımıza ulaşan ilk hacimli eserin yazarı ve Basra nahiv
mektebinin en önemli temsilcisidir. Basra’da önce Hammâd b. Seleme’nin hadis
derslerine katıldı. Bir gün Hammâd’ın huzurunda okuduğu hadisin bir kelimesinde
yaptığı i‘rab hatasından duyduğu üzüntü sebebiyle nahiv tahsil etmeye karar vererek
on beş yıl kadar Halîl b. Ahmed’in derslerine devam etti; nahiv, sarf, fonetik ve lugat
konularında büyük mesafeler kat etti.164
164
ZÜBEYDÎ, Tabakât…, s. 66.
165
ÖZBALIKÇI, “Sîbeveyh”, DİA, XXXVII, s. 133.
166
Tahkîk ve ta’lîk çalışması, 1996’da el-Melik Suûd Üniversitesi’nde Avaz b. Hamad el-Kûzî
tarafından yapılmıştır.
167
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 130; SUYÛTÎ, el-Müzhir, II, s. 419.
44
Me‘ânî’l-Kur’ân adlı eserini yazdı. Daha sonra el-Kisâî ile talebesi el-Ferrâ’ bu eseri
örnek alarak aynı isimde tefsir kaleme aldılar.168
Ahfeş el-Evsat, el-Fârisî’nin en çok itimat ettiği kişilerden olup, yine iştikâk
ve kelimelerin tasrifinde ilk başvurduğu kişilerden biridir. Dilbilgisinde yaptığı kıyâs
ve cedellerle tebarüz eden el-Fârisî’nin bu konuda en çok destek aldığı kişi de el-
Ahfeş’tir.170 es-Suyûtî, onun bu yönüne dair şöyle der: O, insanlar içinde kelâmda en
iyi âlim, cedelde en usta kişidir.171 Hatta buna dair el-Mekâyis fî’n-Nahv adında bir
eser kaleme almıştır.172 el-Fârisî’nin ilim hayatında son derece etkili olan bu üç
simadan sonra, birebir görüşüp ders halkalarına iştirak ettiği hocalarına geçebiliriz.
168
KOÇAK, İnci, “Ahfeş el-Evsat”, DİA, TDV Yayınları, I, s. 526.
169
KOÇAK, “Ahfeş el-Evsat” DİA, I, s. 526.
170
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 130.
171
SUYÛTÎ, el-Müzhir, II, s. 416.
172
İBN NEDÎM, el-Fihrist, s. 78.
173
YAZICI, Hüseyin, “İbnu’s-Serrâc”, DİA, XXI, s. 205.
45
İbnu’s-Serrâc, hocaları el-Muberrid ve ez-Zeccâc’dan sonra devrinin en önde
gelen gramercilerinden biri kabul edilir. Arap gramerine ait dağınık bilgileri bir araya
getirerek ona yeni bir metodoloji kazandırmıştır. Bu sebeple eleştirmenler, “nahiv ilmi
deli (dağınık) idi, onu akıllandıran (derli toplu hale getiren) İbnu’s-Serrâc oldu”
demişlerdir.174 Basra dil mektebine bağlı kalan İbnu’s-Serrâc’ın diğer bir özelliği de
Sîbeveyh’in el-Kitâb’ından yaptığı nakiller ve rivâyetlerde gösterdiği titizliktir.
İbnu’s-Serrâc’ın, nahiv meselelerini düzenli bir şekilde ele aldığı Kitâbu’l-Usûl’ü
nahiv usûlüne dair yazılan ilk muhkem eser olma özelliğine sahiptir.175
174
HAMEVÎ, Mu’cemu’l-Udebâ’, XVIII, s. 198; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vuâh, I, s. 109; KANNEVCÎ,
Ebcedu’l-‘Ulûm, III, s. 43; MAHMÛD, HUSNÎ MAHMÛD, el-Medresetu’l-Bağdâdiyye, s. 208.
175
YAZICI, “İbnu’s-Serrâc”, DİA, XXI, s. 205.
176
FÂRİSÎ el-İğfâl, I, s. 287.
177
el-Fârisî, el-İğfâl’in bazı yerlerinde bu eserden söz eder. Bkz. I, s. 312.
178
KÂSIM, Muhammed Abdullah, el-Usûlu’n-Nahviyye ve’s-Sarfiyye, fî’l-Hucce lî Ebî ‘Alî el-Fârisî,
Dımaşk, Dâru’l-Beşâir, I. Baskı, 2008, I, s. 45.
179
KAYA, er-Rummânî, Hayatı, Eserleri ve Arap Gramerindeki Yeri, s. 45.
46
Nitekim daha sonra Ebû Bekr İbn Serrâc’ı eleştirmiştir. Zaten son dönemlerde ona dair
düşüncesi ilk başlardaki gibi değildi.”180 İkinci bölümde “Bir münekkit olarak Ebû ‘Alî
el-Fârisî” başlığında müstakil olarak ele alacağımız üzere, ona dair yaptığı tenkitlerde
kullandığı sert dili, İbn Cinnî’nin bu söylemini haklı çıkaran cinstendir. “Bu nakil,
gerçekten çok fahiş bir hatadır” gibi.181 Yine ismini zikretmeden ona reddiyeler yapması
da bu kabildendir.182
180
İBN CİNNÎ, Bakiyyetu’l-Hatıriyyât, s. 45.
181
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 364.
182
Karşılaştırınız: İBN SERRÂC el-Usûl, II, 365, I, 419- FÂRİSÎ, el-Hucce, II, s. 79; V, s. 39.
183
İBN el-ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’, s. 168.
184
KOÇAK, “Ahfeş el-Asgar” DİA, I, s. 525.
185
ÖZAYDIN, Abdülkerim, “İbn Mukle”, DİA, XX, s. 211.
47
tenkitlerle başlayan bir sürecin sonunda, bir lokma ekmeğe muhtaç olmaya kadar
uzanan tahkir ve tezyiflere dayanamayıp kalp krizi sonucu Bağdat’ta vefat etmiştir.186
186
KOÇAK, “Ahfeş el-Asgar” DİA, I, s. 525.
187
KOÇAK, “Ahfeş el-Asgar”, DİA, I, s. 525.
188
FÂRİSÎ, el-Basriyyât, I, 285-293; BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, X, s. 358.
189
KARAARSLAN, Nasuhi Ünal, “İbn Dureyd” DİA, XIX, s. 418; İBN HALLİKÂN, Vefâyâtu’l-
A’yân, IV, s. 328.
190
ZÜBEYDÎ, Tabakâtü’n-Nahviyyîn ve’l-Lugaviyyîn, s.184.
48
aynı gün öldüğünden, “dil ve kelâm ilimleri artık öldü” denilmiş, vefatı üzerine
mersiyeler yazılmıştır.
İbn Dureyd’in el-Fârisî ile ilişkisine gelince; el-İğfâl’de de adı sıklıkla geçen
İbn Dureyd’ten el-Cemhere’yi okur191. İbn Cinnî’nin verdiği bilgiye göre, el-Cemhere
için “Sen onu benden daha iyi biliyorsun” diyerek el-Fârisî taltif eder192. el-Fârisî,
onun el-İştikâk adlı eserini de istimlâ eder.193 İbn Cinnî’nin verdiği bir başka bilgi de,
el-Fârisî’nin İbn Dureyd’in sarf yönünü pek beğenmediğidir.194 Biyograflara göre
hocaları arasında helal-haram gözetmeden yaşayan tek kişidir. Doksan yaşına
basmasına rağmen sokaklarda ayyaş bir şekilde dolaştığı aktarılır.195
İbn Dureyd’in en meşhur eseri şüphesiz alfabetik sırayla kaleme alınmış ilk
Arapça sözlük olma özelliğine sahip olan el-Cemhere’dir. Kaynaklarda adı geçen diğer
eserleri de şunlardır: el-İştikâk, el-Âdâb ve’l-emsâl, el-Erba‘ûn (Ehâdîsü İbn Dureyd,
Erba‘ûne hadîsen), el-İstidrâk ale’l-Halîl, el-Enbâz, el-Envâ‘, el-Benûn ve’l-benât, et-
Tavassut, el-Haylu’s-sagîr, el-Haylu’l-kebîr, Edebû’l-kâtib, es-Silâh, el-Lugât, el-
Lugât fi’l-Kur’ân, Garîbü’l-Kur’ân, Garîbü’l-Hadîs, el-Mütenâhî fi’l-luga, el-
Muktenâ, Takvîmu’l-lisân, Mâ sü’ile anhü lafzan fe ecâbehû anhü hifzan.196
191
FARİSÎ, el-İğfâl, I, s. 312; I, s. 111; I, s. 241; I, s. 273; I, s. 304; I, s. 312; I, s. 327; I, s. 352.
192
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, 300.
193
FÂRİSÎ, el-Basriyyât, I, s. 283.
194
Bazı örnekler için bkz. İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 288.
195
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, s. 123.
196
KARAARSLAN, “İbn Dureyd”, DİA, XIX, s. 419.
197
Bkz. FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 6; FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, s. 56.
49
bile İbn Mücâhid’in kırâat alanında önemini anlatmaya kafidir.198 Dindarlığı ve güzel
ahlâkı ile tanınan İbn Mücâhid 20 Şâban 324’te (13 Temmuz 936) vefat etti ve evinin
bahçesine defnedildi.199
İbn Hayyât’ın ilim meclisine girdim. Onun öğrencileri (saygısızca) beni soru
yağmuruna tuttu. Cevaplarını zorlanmadan verdim. Nihayet soruları bitince,
gözüme ilmen ve bedenen en iri olanı seçip bir soru da ben sordum: َـفــر َجــ ْل
ْ س َ
kelimesinden َْعــ ْنكَــبوت
َ vezninde nasıl bir kelime türetilebilir? Hiç düşünmeden
ُ ســ ْف
َْرروت َ ســ ْف
َ dedi (Oysa bu yanlıştı. Doğrusu َْـر ُجوت ُ ســ ْف
َ olmalıydı). “Demek َْرروت َ
ha! Aferin sana” diyerek kendisini (alaycı bir şekilde) alkışladım ve camiden
çıktım. (Bu saygısız tavır karşısında) İbn el-Hayyât öğrencilerine dönüp “Allah,
hayrınızı vermesin! Allah sizin gibilerin sayısını çoğaltmasın!” şeklinde fırça attı.
Bu da kendisiyle son karşılaşmam oldu.203
198
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî, s. 124.
199
ALTIKULAÇ, Tayyar, “İbn Mücâhid” DİA, XX, s. 214.
200
İBN el-ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’ s. 185.
201
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ, V, 2309; İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’ s. 185.
202
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, I, s. 48.
203
َHAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 812; İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 304.
50
Me‘ânî’l-Kur’ân, en-Nahvü’l-Kebîr, el-Mûcez ve el-Mukni‘ isimli eserleri
kaleme almıştır.204
10. ez-Zeccâc, Ebû İshâk İbrahim b. es-Serî el-Bağdâdî (ö. 311/923): el-
Fârisî’nin önemli hocalarındandır. Hayatını ve araştırmamızın parçası olan Me‘ânî’l-
Kur’ân ve İ‘râbuh adlı eserini müstakil olarak ele alacağız.
204
İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’…, s. 185; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 812.
205
KIFTÎ, İnbâh..., s. 189.
206
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 124.
207
KÂSIM, Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 52.
51
olmaları dikkate değer bir husustur. Bu durum bile çok yönlü el-Fârisî’nin asıl
uzmanlık alanının nahiv olduğunu gösterir. İlim çevresinde adı sanı duyulmuş,
haleflerini etkilemiş simalar, İbn Cinnî, ‘Alî b. İsa er-Raba‘î, Ebû Tâlib el-‘Abdî, ‘Alî
b. İsa er-Rummânî ve Ebû ‘Alî el-Merzûkî’dir. el-Fârisî evlenip çoluk çocuğa
karışmadığı için neredeyse tüm zamanını talebeleriyle geçirmiştir.208 Aktif ilmî
seferler yapmasının yanında İbn Cinnî ile kırk yıl, er-Rummânî ile otuz yıl, er-Raba‘î
ile yirmi yıl beraber olması bu sayede mümkün olabilmiştir.209 el-Fârisî’nin ders
halkalarından istifade edenlerin vefat tarihlerini dikkate alarak şöyle bir sıralama
yapmak mümkündür:
208
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 277.
209
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1589.
210
Hakkında geniş bilgi için bkz. ÖZAYDIN, “Adududdevle”, DİA, I, s. 392; BAĞDÂDÎ, Târîhu
Bağdât, VII, s. 275.
211
TENNÛHÎ, el-Kadı Ebû Ali el-Muhassin, b. Alî, Nişvâru’l-Muhâdara ve Ahbâru’l-Müzâkera, Thk.
Abbûd eş-Şalcî el-Muhâmî, Hamdûn, Kitâbhâne, Merkezü Tahkîkât, 1972, IV, s. 43.
212
İBN TAKTAKA, el-Fahrî, fî’l-Âdâbi’s-Sültâniyye ve’d-Düveli’l-İslâmiyye, s. 262.
213
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, 813.
214
Geniş bilgi için bkz. HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, 1517; KIFTÎ, İnbâh…, II, 118.
215
KÂSIM, Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 53.
216
TENNÛHÎ, Nişvâr…, IV, ss. 32, 262.
52
4. er-Rummânî, ‘Alî b. İsa (ö. 384): el-Fârisî’nin otuz yıllık dostudur.217 İbn
Serrâc’ın el-Mûcez ve Kitâbu’l-Cümel’ini el-Fârisî’den okumuştur.218
5. ‘Ubeydullâh b. Cerv, Ebû’l-Kâsım el-Esedî el-Mutezilî (ö. 387): el-Fârisî’nin
güvendiği talebelerinden biridir. Buveyhî emiri Adududdevle kendisinden namazlarını
kıldıracak bir imam talebinde bulununca bu talebesini gönderdiği nakledilir.219
6. İbn Cinnî, Ebû’l-Feth ‘Usmân (ö. 392): el-Fârisî’nin en gözde talebesidir. İbn
Cinnî, Sîbeveyh’in el-Kitâb’ı başta olmak üzere pek çok eseri el-Fârisî’den okumuştur.
İlk karşılaştıklarında, İbn Cinnî Musul’daki bir camide ders veriyordu. Konu ecvef
fiillerinde vav harfinin elife kalb edilmesidir. el-Fârisî dersi dinler ve sonunda İbn
Cinnî’ye bir takım sorular tevcih eder. Doğru cevaplar alamayınca kendisine “َ َزَ بـبْت
ْ قَـبلََأ َ ْنَتـ ُ َحـ: Koruk iken üzüm oldun/Sirke olmadan küpe girdin” der.220 Bu sivri ve
َص ِر َم
özgüven dolu ifadeler karşısında ezberi bozulan İbn Cinnî kısa bir araştırmadan sonra
bu kişinin yıldızı yeni parlayan Ebû ‘Alî el-Fârisî olduğunu öğrenir. el-Fârisî’nin
ilminden ve keskin zekasından çok etkilenmiş olmalı ki tüm ders halkalarını ve maddi
varlığını bir kenara bırakıp el-Fârisî’nin peşine takılır ve kırk sene boyunca yanından
ayrılmaz. İbn Cinnî, el-Fârisî’nin sadece talebesi değil en vefalı dostudur aynı
zamanda. Nerdeyse her eserinde, kendisine övgü dolu atıflarda bulunur, hocasının arz
edilen konu hakkındaki görüşünün aklî ve naklî delillere dayandığını ispat etmeye
çalışır. Çok problemi ve incelik isteyen bir meseleyi çözdüğü zaman, bunu el-Fârisî’ye
borçlu olduğunu gururla itiraf eder.221 Aralarındaki talebelik ve dostluk ilişkisi el-Halîl
ve Sîbeveyh’i andırırdı.222
7. el-Cevherî, Ebû Nasr İsmaîl b. Hammâd (ö. 393): Aslen Türk olup Fârâb’da
doğdu. İnci, yakut, elmas gibi değerli taş yapımı veya ticaretiyle uğraşan kimse
mânasına gelen Cevherî nisbesiyle anılmasının sebebi bilinmemektedir. İlk tahsiline
Fârâb’da Dîvânu’l-Edeb adlı sözlüğün yazarı olan dayısı İshâk b. İbrâhim el-
Fârâbî’den (ö. 350 / 961) ders alarak başladı. Daha sonra Bağdat’a giderek Ebû Sa‘îd
217
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, 813.
218
el-Fârisî ile ilişkisi ve dilbilimci kimliği için bkz. KAYA, Mustafa, er-Rummânî, Hayatı, Eserleri ve
Arap Gramerindeki Yeri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Erzurum, 2007.
219
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, II, s. 127.
220
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1589.
221
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, ss. 208, 276; İBN CİNNÎ, Bakiyyetu’l-Hâtıriyyât, s. 44
222
KÂSIM, Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 54; İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 19.
53
es-Sîrâfî ile Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin derslerine devam etti.223 Daha sonra Tâcü’l-luga224
adlı sözlüğü sayesinde kazandığı şöhret Bağdat’ın sınırlanırını aşmıştır. Kaynakların
belirttiğine göre son zamanlarında vesveseye kapılıp aklî dengesini kaybeden Cevherî,
uçmak için kanat takarak Nîşâbur’daki evinin veya caminin damına çıkmış, yazdığı
sözlüğü kastederek toplanan halka, “Bu dünyada benden başka kimsenin yapmadığı
bir şey yaptım. Âhiret için de kimsenin yapmadığı bir iş yapacağım” diyerek uçmaya
kalkışmış, fakat düşerek ölmüştür.225
8. İbnu’l-Hasan en-Nahvî, Abdulbâkî b. Muhammed (ö. 400).226
9. Ebû’l-Fadl ‘Abbâs b. Ahmed b. Ebî Mevvâs el-Bağdâdî (ö. 401).227
10. en-Nehrevânî, Ebû’l-Ferec Abdulmelik b. Bekremân (ö. 404). el-Fârisî’nin
kırâat bilgisinden istifade etmiştir. Sonraki dönemlerde kırâat’e dair meselelerde
önemli referansı olmuştur.228
11. Abdüsselâm b. el-Hüseyn, Ebû Ahmed el-Basrî, (ö. 405).229
12. Ebû Tâlib Ahmed b. Bekr el-‘Abdî (ö. 406): el-Fârisî’nin ders halkalarının
müdavimlerinden biridir. el-Îzâh adlı eserini onun ağzından tuttuğu notlarla şerh
etmiştir. Daha sonraki süreçlerde el-Îzâh üzerine şerh veya talik yazanların ilk
başvurduğu şerh el-‘Abdî’ye aittir.230 el-Fârisî’den çok sayıda rivâyet aktarmış, şiirler
inşâd etmiştir.
13. Ebû’l-‘Alâ’ Sâ‘id b. el-Hasan er-Raba‘î el-Bağdâdî (410):
14. Muhammed b. ‘Usmân b. Bülbül Ebû Abdillâh (ö. 410). el-Fârisî’nin en
hacimli eserlerinden biri olan el-Hucce’yi rivâyet etmiştir.231
15. ‘Alî b. Abdillâh Ebû’l-Hasan es-Semsemî (ö. 415).232
16. Ebû’l-Kâsım ‘Alî b. ‘Ubeydüllâh ed-Dakîkî (ö. 415): el-Fârisî’nin meşhur eseri
el-Îzâh’ı şerh eden talebelerinden biridir.
223
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 656.
224
Tâcü’l-luğa. Sıhâhu’l-luğa, Sıhâh fi’l-luğa veya kısaca es-Sıhâh, diye de bilinen bu eser, Arap
sözlükçülüğü tarihinde tertip itibariyle yeni bir çığır açtığı gibi sadece sahih kelimeleri (Bedevî
Araplar’dan gelen fasih kelimeler) ihtiva etmesi açısından da ayrı bir özellik arz etmektedir. Bkz.
KILIÇ, “Cevherî, İsmâil b. Hammâd”, DİA, VII, s. 459.
225
KILIÇ, “Cevherî, İsmâil b. Hammâd”, DİA, VII, s. 459.
226
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, II, s. 71.
227
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, II, s. 26; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1481.
228
EMÎNÜ’D-DÎN, Ebû Muhammed Abdulvehhâb, b. Selaâr eş-Şâfiî, Kitâbu Tabâkâti’l-Kurâi’s-Seb‘a
ve Zikri Menâkibihim ve Kırââtihim, Thk. Ahmed Muhammed ‘Azzûz, el-Mektebetu’l-‘Asriyye, 2003,
Beyrut, I. Baskı, s. 102.
229
İBNU’L-ADÎM, es-Sâhıb Kemâlüddîn Ömer b. Ahmed, Bugyetu’t-Taleb Fî Târîhi Haleb, Thk.
Süheyl Zekkâr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, V, s. 2270.
230
KIFTÎ, İnbâh…, II, 386.
231
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, I, s. 170.
232
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh, II, s. 78.
54
17. ‘Alî b. İsâ er-Raba‘î (ö. 420): el-Fârisî’nin yanında yirmi yıl talebelik yapmıştır.
Hocasının el-Hucce’sini rivâyet etmiş; el-Îzâh’ını da şerh etmiştir. el-Hamevî’nin
aktardığına göre, el-Fârisî’nin övgü dolu şu ifadelerine mazhar olmuştur: “Artık
yanımda ilim namına ihtiyaç duyabileceğin bir şey kalmadı. Doğudan Batıya kadar, senden
daha iyi bir nahivci bulamazsın.”233
18. el-Merzûkî, Ahmed b. Muhammed Ebû ‘Alî (ö. 421): el-Fârisî’den Sîbeveyh’in
el-Kitâb’ını okumuştur. Yine el-Hamevî’nin verdiği bilgiye göre, kendi başına
müstakil bir alim iken el-Fârisî’ye talebe olmayı tercih etmiştir.234 el-Emâlî, el-Ezmine
ve’l-Emkine ve Şerhu’l-Hamâse başta olmak üzere eserlerinde sürekli hocasına
atıflarda bulunmuştur.235
19. Muhammed b. el-Hüseyn, Ebû’l-Hüseyn el-Fârisî en-Nahvî (ö. 421):
Talebeliğinin yanı sıra el-Fârisî’nin yeğenidir. el-Îzâh’ın şârihlerinden biridir.236
20. Ebû’l-Hasan Muhammed b. Abdilvâhid (ö. 422).237
21. el-Hâli‘, el-Hüseyn b. Muhammed (ö. 422).238
22. İbn el-Hannâtî, ‘Alî b. Talha Ebû’l-Kâsım en-Nahvî (ö. 424).239
23. İbn Zevc el-Hurra, Muhammed Abdülvâhid Ebû Abdullah (ö. 428): el-
Fârisî’den hadis rivâyet etmiştir.240
24. Ahmed b. Fâris el-Edîb el-Münbicî (ö. 435).241
25. Ebû’l-Kâsım el-Ezherî, ‘Ubeydüllâh b. Ahmed (ö. 435).
26. Ebû’l-Hasan el-Hayşî, Muhammed b. Muhammed (ö. 438).242
27. Ebû’l-Hasan el-‘Atîkî, Ahmed b. Muhammed (ö. 441).243
28. Ebû’l-Hasan ez-Za‘ferânî, Ahmed b. Muhammed (ö. 447).
29. Hilâl b. el-Muhsin b. İbrâhîm es-Sâbî (ö. 448).244
233
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1828.
234
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 506.
235
Bkz. MERZÛKÎ, Ahmed b. Muhammed, Emâlî, Thk. Yahyâ el-Cübûrî, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 1995,
Beyrut, I. Baskı, ss. 11, 77, 78, 108; el-MERZÛKÎ, Ahmed b. Muhammed, el-Ezmine ve’l-Emkine, Thk.
Muhammed Nâyif ed-Düleymî, ‘Âlemu’l-Kutub, 2002, Beyrut, I. Baskı, I, ss. 234, 235; el-MERZÛKÎ,
Ahmed b. Muhammed, Şerhu Dîvâni’l-Hamâse Lî Ebî Temmâm, Thk. Garîd eş-Şeyh, Dâru’l-Kutubi’l-
‘İlmiyye, 2003, I. Baskı, ss. 364, 399, 769, 814, 1401.
236
CÜRCÂNÎ, Abdulkâhir, Kitâbu’l-Muktesid fî Şerhi’l-Îzâh, Thk. Kâzım Bahru’l-Mercân, Dâru’r-
Reşîd li’n-Neşr, 1982, Irak, I, s. 67.
237
İBNU’L-‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb…, V, s. 2266; BAĞDÂDÎ, Târîh…, III, 627.
238
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., I, 538.
239
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1775.
240
BAĞDÂDÎ, Târîh…, III, 626.
241
İBNU’L-‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb…, V, s. 2266
242
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., I, 232.
243
ZEHEBÎ, Siyeru A’lâm..., XVII, 602.
244
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, VII, s. 2783.
55
30. Ebû Muhammed el-Cevherî, Hasan b. Ali (ö. 454).245
31. Ebû Sa‘îd İbn Cinnî, ‘Alî b. ‘Usmân (ö. 457).246
32. Ali b. Muhammed b. el-Hasan el-Mu‘tezilî (ö. 459).247
33. İbrahim b. Ali Ebû İshâk el-Fârisî en-Nahvî. es-Suyûtî, onun lugat ve nahiv
alanında otorite olduğundan, es-Sîrâfî ve el-Fârisî’den dersler aldığından bahseder248.
34. Ebû Ahmed b. el-Cellâb. er-Raba‘î nakleder: “el-Fârisî’nin el-Îzâh’ını ilk semâ
eden ben ve Ahmed b. el-Cellâb’dır.”249
35. Ebû Gâlib Ahmed b. Sâbûr.250
36. Ebû’l-‘Alâ’ el-Hüseyn b. Muhammed b. Mehraveyh. el-Fârisî’nin takriben
yirmi cilt olduğu söylenen et-Tezkira isimli eserini tashih etmek üzere sık sık el-
Fârisî’ye gidip geldiği nakledilir.251
37. Ebû’l-Hasen Hamed el-Fesevî.252
38. ‘Ubeydüllâh b. Ahmed Ebû Muhammed el-Fezârî.253
39. el-‘Alâ’ b. ‘Usmân b. Cinnî.254
40. ‘Alî b. Muhammed b. Abdirrahmân b. Dînâr el-Kâtib Ebû’l-Hasan.255
41. Muhammed b. Ahmed b. ‘Umer el-Hallâl Ebû’l-Ganâim. es-Suyûtî, onun er-
Rummânî, es-Sîrâfî ve el-Fârisî’den okuduğunu, zaptnın kuvveti ve hattının
güzelliğiyle tebarüz ettiğini aktarır.256
42. Muhammed b. Tuveys Ebû’t-Tayyib el-Kasrî. el-Fârisî’nin el-Kasriyyât adlı
eserini imla etmiştir.257
43. Muhammed b. Îsa Ebû’l-Feth el-‘Attâr.258
44. Ebû Muhammed el-Medâinî.259
45. Ebû’l-Hasan Muhammed b. Nüfeyl.260
245
BAĞDÂDÎ, Târîh…, VIII, 397.
246
KIFTÎ, İnbâh…, II, s. 385; SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., II, s. 24.
247
İBNU’L-‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb…, V, s. 2266. ez-ZEHEBÎ, Siyeru A’lâm…, XIIX, s. 212.
248
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., I, s. 420. Listenin devamındaki talebelerin vefat tarihlerini tespit
edemedik.
249
KIFTÎ, İnbâh…, II, s. 275;
250
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, ss. 7, 105.
251
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 815.
252
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, s. 96.
253
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., II, s. 126.
254
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1589.
255
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, V, s. 2350.
256
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., I, s. 37; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 208.
257
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, VI, s. 2543.
258
SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘âh.., I, s. 206.
259
İBN ‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb, V, s. 2273.
260
FÂRİSÎ,, eş-Şîrâziyyât, s. 54.
56
46. Ebû Nasr Muhammed b. İbrahim el-Kisâî.261
47. Ebû Nasr Muhammed b. Hibetüllâh eş-Şîrâzî.262
48. Ebû Yakub el-Mâverdî.263
261
FÂRİSÎ, el-Basriyyât, II, 739. BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, VI, s. 133.
262
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, s. 54.
263
FÂRİSÎ, el-Basriyyât, II, 739; FÂRİSÎ, el-Hucce…, I, 133.
264
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 813.
265
Şerhlerin bir listesi ve ilgili eserin detayı için bkz. ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 538.
57
bazı biyograflar onu “Sâhibü’l-Îzâh” diye tanıtmışlardır.266 el-Îzâh metni, Sîbeveyh’in
el-Kitâb’ı gibi görülmüştür. Ebû’l-Yemen el-Kindî (ö. 597)’nin medresesinde el-
Kitâb’ı ve el-Îzâh’ı birlikte okuttuğu nakledilir.267
el-Îzâh’ın iki neşri bulunur. İlki, Hasan Şâzelî Ferhûd tarafından 1969 yılında
Kahire’de; ikincisi, Kâzım Bahru’l-Mercân tarafından biri 1987’de diğeri 1996’da
olmak üzere iki kez basılmıştır.
266
İBNU’L-ESÎR, el-Kâmil, IX, s. 19.
267
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, III, s. 1332.
268
FÂRİSÎ, et-Tekmile, (Hasan Şâzelî Ferhûd Baskısı), s. 4.
269
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, 814.
270
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, 813.
271
Kitap hakkında detaylı bilgi için bkz. FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r, Thk. Muhammed Mahmûd et-Tanâhî),
ss. 21-27.
58
kaçıdır.272 el-Fârisî ise eserlerinde ilgili kitabına Kitâbu’ş-Şi‘r273 ve Şerhu Ebyâti’l-
Müşkileti’l-İ‘râbi fî’ş-Şi‘r274 isimleriyle atıflarda bulunur. Bu kitabında zaman zaman
el-Îzâh ve el-Halebiyyât eserlerine atıflarda bulunması, kitabın bunlardan sonra,
takriben Hicri 350’den sonra yazıldığını gösterir.275
Eser, ilk dönemden dördüncü tabakaya kadar inşâd edilmiş şiirlerde
kullanılan ağdalı kelimeleri şerh etmenin yanı sıra, oldukça yoğun i’râb tahlilleri içerir.
Bu özelliğiyle, bir çeşit tatbiki nahiv kategorisine de dahil edilebilir. Eserde Semâ’ın
yetersiz kaldığı yerlerde el-Fârisî’de fenomen bir hal alan kıyâs ve illet metotlarını
kullanarak meseleleri tahlil etmesi dikkat çeken hususlar arasındadır. Bunların yanı
sıra ittisâ‘, el-hamlü ‘ale’l-ma‘nâ, takdîm-te’hîr, hazf-ziyâde, sîgaların yer
değiştirmesi gibi metotlar da sıklıkla kullanılmıştır.276 Yine kalb, tecrîd, iltifât, kasr,
teşbîh ve tazmin gibi belâgata dair sanatları da ihtiva eder.277
Oryantalist Rodger, eserin ilk bölümünü 1869’da Hâlis’de ilk neşrini yapmış,
akabinde ‘Alî Câbir el-Mansûrî tarafından “el-Mevrid el-Irâkiyye” isimli dergide
ikinci bir neşri yapılmıştır. Ancak eserin tam hali, ilk olarak “Îzâhu’ş-Şi‘r” adıyla
Hasan Hindâvî tarafından 1987’de Dımaşk’te; daha sonra “Kitâbu’ş-Şi‘r ev Şerhu
Ebyâti’l-Müşkileti’l-İ‘râbi fî’ş-Şi‘r” adıyla Mahmûd Muhammed et-Tanâhî tarafından
1988’de Kahire’de neşredilmiştir.278
272
er-RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, I, 129.
273
Bkz. FÂRİSÎ, el-Hucce, II, 234.
274
FÂRİSÎ, el-Hucce, II, 374.
275
FÂRİSÎ, eş-Şi‘r, II, ss. 437, 469.
276
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, s. 76; FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r, Thk. Muhammed Mahmûd et-
Tannâhî, s. 31.
277
Kitabın muhtevası için bkz. FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r, Thk. Muhammed Mahmûd et-Tanâhî, ss. 28-30.
278
Araştırmamız boyunca, et-Tanâhî’nin neşrini dikkate alacağız.
279
Bu çalışma, 1985’de Kahire’de basılmıştır.
59
5. el-Bağdâdiyyâd: Adından anlaşılacağı üzere Bağdat’ta kaleme alınmış,
yine lugat, sarf ve nahiv alanlarında olmak üzere seksen bir konu ihtiva eder. el-Fârisî
el-İğfâl’in birkaç yerinde esere “el-Mesâilü’l-Müşkile”280 ve “el-Mesâilü’l-
Meşrûhât”281 adlarıyla atıflarda bulunur. Bazen sadece “el-Mesâil”282 veya “el-
Kitâbu’l-Âher/Âhir”283 şeklinde atıflar yaptığı da olmuştur. el-İğfâl’de işlediği bazı
meselelerde el-Bağdâdiyyâd’a, bu eserinde de el-İğfâl’e karşılıklı olarak atıflar
yapması, eserin aynı dönemde kaleme alındığını gösterir.284
Eser ilk olarak Salâhuddîn Abdullah es-Sikâvî tarafından “el-Bağdâdiyyâd”
adıyla 1983’te Bağdat’ta Diyanet İşleri ve Vakıflar İdaresi aracılığıyla neşredilmiştir.
Daha sonra yüksek lisans tezi olarak üç adet tahkiki yayınlanmıştır. Bunlar sırasıyla
şöyledir: Rıfât Tarakçî: 1977’de Dımaşk Üniversitesi; İsmaîl Ahmed ‘Amâyire:
1978’de Ayn-ı Şems Üniversitesi; Abdulfettâh el-‘Alîmî: 1981’de Ezher Üniversitesi.
280
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 111, 316, 351.
281
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 316, 494.
282
Bkz. FÂRİSÎ, el-Hucce, II, s. 423; FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, ss. 515, 249; FÂRİSÎ, el-İğfâl (َوقدَذكرت
)ذلكَفيَالمـسائل, I, s. 256.
283
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 365, 276.
284
Krş. FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 312; el-İğfâl, I, ss. 365, 276.
285
BÂKÛLÎ, Câmi‘u’l-‘Ulûm Ebû’l-Hasen Ali b. Hüseyn, Keşfü’l-Müşkilât ve Îzâhu’l-Mu‘dilât, Thk.
Muhammed Ahmed ed-Dâlî, Mecma‘i’l-lugati’l-‘Arabiyye, 1995, Suriye, II, s. 1084.
286
BÂKÛLÎ, Keşfü’l-Müşkilât…, II, s. 1167.
287
َ SUYÛTÎ, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Thk. Abdülilâh Nebhân, İbrahîm Abdullah, Gâzî Tuleymât ve
Muhtâr eş-Şerîf, Matbû‘âtü Mecma‘i’l-lugati’l-‘Arabiyye bi Dımaşk, 1985-1987, III, s. 273.
288
BAĞDÂDÎ, Abdulkâdir, Şerhu Ebyâti Muğnî’l-Lebîb, Thk. Abdulazîz Rabâh ve Ahmed Yûsuf ed-
Dakkâk, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1973, Dımaşk, III, s. 361.
289
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, s. 70.
60
ihtimalini güçlü kılar. el-Fârisî’nin eserde el-Kitâb’ın bir çok nüshasını karşılaştırmalı
olarak ele alması dikkat çeker.290
Eser, Avaz b. Ahmed el-Kûzî tarafından 1990’da Kahire’de “et-Ta‘lîka ‘Alâ
Kitâbi Sîbeveyh” adıyla altı cilt olarak neşredilmiştir.
290
FÂRİSÎ, et-Ta‘lîka…, I, s. 52.
291
Bkz. FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, ss. 162, 175, 176, 210, 284, 324.
292
FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, s. 159.
293
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ, IV, s. 123.
61
Bağdatta basılmıştır. Ayrıca Münâ İlyâs bu eserin “Babü’ş-Şâz” bölümünü el-Kıyâs fî'
n-Nahv adlı çalışmasında yayımlamıştır (Dımaşk 1985, ss. 174 -211).294
294
ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî” DİA, X, s. 89.
295
Araştırmamız boyunca er-Raşîd tarafından yapılmış tahkiki dikkate alacağız. FÂRİSÎ, el-‘Adudiyyât,
Thk. Şeyh er-Râşid, Dımaşk, Vizâratü’s-Sükâfeh, I. Baskı, 1981.
296
Meselenin devam eden bölümünde kıyas metodunu kullanmaya devam eder. Bkz. FÂRİSÎ,
Mekâyisü’l-Maksûr Ve’l-Memdûd, Thk. Hasan Hindâvî, Riyad, Dâr İşbîliyye, I. Baskı, 2003. s. 26.
62
el-Fârisî’nin et-Tekmile isimli eserinde bu kitaba atıflarda bulunması, eseri
erken bir süreçte yazdığını gösterir.297
297
Bkz. FÂRİSÎ, et-Tekmile (Ferhûd), s. 75.
298
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, 86.
299
İBN ENBÂRİ, Nuzhetu’l-Elibbâ’…, s. 101.
300
ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî”, DİA, TDV Yayınları, X, s. 89. Eserin muhtemel yazılma
gerekçeleri için bkz. KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s.113.
63
“Dilbilgisine dair Sîbeveyh’in el-Kitâb’ı neyse el-Hucce de kırâat sahasında odur”301
gibi iddialı taltiflere mazhar olmuştur.
el-Hucce’nin iki ayrı neşri yapılmıştır. İlki, Bedreddin Kahvecî ve Beşîr
Cüveycâtî tarafından beş cilt olarak yayımlanmıştır (Beyrut 1404-1411/1984-1991).
Ali en-Necdî Nâsıf ve arkadaşları ise eserin iki cildini basmışlardır (Kahire 1968-
1983).
14. el-İğfâl fîmâ Agfelehu’z-Zeccâc mine’l-Me‘ânî: Araştırmamızın
temel kaynağı olduğu için ikinci bölümde detaylı olarak ele alacağız.
Tabakat ve teracim eserlerinde adı geçen, el-Fârisî’ye ait olduğu kesin olup
günümüze ulaşmayan, bir kısmı Bağdat yangınında yok olan, diğer bir kısmı
muhtemelen kütüphanelerin tozlu raflarında gün yüzüne çıkmayı bekleyen eserleri
şöyledir:
301
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, 86.
302
İBN ‘ADÎM, Bugyetu’t-Taleb, V, s. 2265.
303
BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, s. IIX, s. 508.
304
BÂKÛLÎ, Câmi‘u’l-‘Ulûm, Şerhu’l-Lüma‘, Thk. İbrahim b. Muhammed Ebû ‘Abâh, Câmi’atu’l-
İmâm Muhammed b. Sü’ûd el-İslâmiyye, I. Baskı, 1990, I, s. 380.
305
FÂRİSÎ, el-‘Askeriyyât, s. 10.
306
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1598.
307
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 88.
308
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 89.
64
1. Ebyâtu’l-Me‘ânî: Şiirlerden beyitler alıp altına nahiv konularını işlemek
hicri ikinci ve üçüncü yıllarda bir akım haline gelmişti. Bu eser de bu akımın bir
ürünüdür. Daha önce yaklaşık aynı isimlerle, Ebû’l-Hasan el-Ahfeş (ö. 215), İbn
Hâtim el-Bahilî (ö. 231), Ya’kûb İbn Sikkît (ö. 244), Sa‘îd b. Hârûn el-Üşnândânî (ö.
288), İbn Kuteybe (ö. 276) gibi simalar bu türden eserler kaleme aldılar.309
2. el-Esbehâniyyât: Adını İsbahân şehrinden alır. nahiv ile ilgili bir eser olduğu
kuvvetle muhtemeldir.
3. el-Ehveziyyât: Adını Ehvez şehrinden alır. Yine muhtemelen mekana
nispet edilen diğer eserleri gibi nahiv, sarf ve lugat konularıyla ilgilidir.310
4. et-Tetebbu‘ li Kelâmi Ebi Ali el-Cubbâî fî’t-Tefsîr: Yüz varak olduğu
söylenen eser, adından da anlaşılacağı üzere Kelâm ile alakalıdır311. “Kelamî
Mezhebi” başlığında işlediğimiz üzere, bu eser gerekçe gösterilerek, el-Fârisî’nin
Mutezile ekolüne meyyal olduğu iddia edilmiştir.
5. et-Terceme: İbn Cinnî böyle bir eserin varlığından söz eder. el-
Hasâis’deki ibaresi şöyledir:
“Kutrub... Ne büyük adam! “er-Reddu ‘ale’l-Mülhidîn” adıyla bir eser kaleme
aldı. Kendisinden çok yararlandım. Ebû ‘Alî el-Fârisî de Kur’ân tefsirine dair
yazdığı eserde bu kanaate varmıştı. Kutrub’un bu eserini okursan bütün
şüphelerden kurtulursun.”312
309
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 90.
310
İBN SÎDE, Ebû’l-Hasen el-Mürsî, el-Muhkem ve'l-Muhîtü'l-Aʿzam, Kahire, Matba‘atu Mustafa el-
Bâbî el-Halebî, 1958, I, ss. 14, 151.
311
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814.
312
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 255.
313
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814.
314
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 93.
315
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 215.
65
7. Hurûfu’l-Me‘ânî: el-Murâdi316 ve Ebû Hayyân317 bu eserden söz ederler.
Eserden yaptıkları nakillerinden bir bölüm şöyledir: “َرب,
ُ ezdâd harflerdendir. Hem az
hem çok anlamına gelir”. Bu nakilden ve eserin adından anlaşıldığı kadarıyla, ilgili
eser, harflerin/edatların sahip olduğu muhtelif manaları konu edinir.
8. ed-Dımaşkıyye: Eserî el-Hamevi zikreder.318 Adına bakılacak olursa
muhteva itibariyle, el-Askeriyyât, el-Halebiyyât türü eserler gibi olması kuvvetle
muhtemeldir.
9. ez-Zehebiyyât: el-Kıftî bu eseri zikreder.319 Muhtevası ile ilgili her hangi
bir bilgiye ulaşamadık.
10. Şerhu’l-Esmâi ve’s-Sıfât: Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin hocası ez-Zeccâc’ın
Tefsîru Esmâillâhi’l-Husnâ adlı eserini örnek alarak böyle bir kitap yazmış olması
muhtemeldir. Eseri Kıftî zikreder.320
11. el-‘Avâmilu’l-Mi’eh: Eseri Kıftî321 ve İbn Hallikân322 zikreder. Eserin
hacmi büyük olmalıdır; zira el-Fârisî, daha sonra bu eserini Muhtesaru ‘Avâmili’l-
İ’râb adlı bir eserle ihtisar etmiştir.323
12. el-Kasriyyât: Eseri el-Fârisî’nin talebelesi Muhammed Ebû’-Tayyib el-
Kasrî’te ithafen kaleme almış, ya da kendisine yazdırmıştır. es-Suyûtî, bu sebeple
eserden “Mesâilü’l-Kasrî” şeklinde söz eder.324 Eseri Kıftî325, İbn Sîde326 ve el-
Hamevî327 zikreder.
13. el-Fecriyye: Taşköprüzâde Ahmed Efendi (ö. 968/1561) bu eserden
bahseder.328 Muhtevası ile ilgili herhangi bir bilgiye ulaşamadık.
14. el-Kuhistâniyyât: el-Fârisî’nin el-Basriyyât adlı eserinin mühakkiki bu
eserden bahseder.329 el-Fârisî, muhtemelen gezdiği şehrin adından hareketle bu ismi
tercih etmiştir.
316
MURÂDÎ, el-Cene’d-Dânî, s. 440
317
EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…, IV, s. 1737.
318
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814.
319
KIFTÎ, İnbâh…, I, 309.
320
KIFTÎ, İnbâh…, II, 296.
321
KIFTÎ, İnbâh…, I, 309.
322
İBN HALLİKÂN, Vefeyât…, II, 81.
323
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 95.
324
SUYÛTÎ, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, IV, s. 91.
325
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 309.
326
İBN SÎDE, el-Muhassas, I, s. 13.
327
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814.
328
TAŞKÖPRÜZÂDE, Ahmed Efendi, Miftâhu’s-Sa‘âdeh, Haydar Abâd, H. 1329, I, s. 172.
329
FÂRİSÎ, el-Basriyyât, I, s. 9.
66
15. el-Kirmâniyyât: Eser, adını İrân’ın Kirmân (Şimdiki adıyla Kerman),
şehrinden alır. Kıftî’nin listesinde bu eser de bulunur.330
16. el-Meclisiyyât: Muhtemelen ilim meclislerinde münazaralara konu
olmuş dilbilgisi konularını içerir.331 eseri Kıftî332 ve İbn Hallikân333 zikreder.
17. Meyyâfârikîniyyât: Eser, adını muhtemelen el-Fârisî’nin seyahat ettiği
yerlerden biri olan Dıyâr-ı Bekr bölgesinin baş şehri olan Meyyâfârikîn’den almıştır.
Bu bölge, günümüzde Diyarbakır’ın Silvân ilçesine tekabül eder. Eseri İbn Hayr el-
İşbîlî zikreder.334
18. Nakdu’l-Hâzûr: Eserin hikayesi şöyledir: el-Fârisî, ez-Zeccâc’ın
Me‘ânî’l-Kur’ân ve İ‘râbuh adlı eserine el-İğfâl’i yazarak hocasına dilbilimsel
tenkitler yöneltir. Bunun üzerine İbn Hâleveyh, el-Fârisî’ye karşı sert bir kullanıp ez-
Zeccâc’ı desteklediği, reddiye mahiyetinde el-Hâzûr adlı bir eser kaleme alır. Buna
karşın, el-Fârisî de Nakdu’l-Hâzûr eserini yazarak reddiyeye reddiye yapar.
Tartışmanın önemli bir bölümü lafzatüllahın iştikakına dair Sîbeveyh’in görüşü ve ez-
Zeccâc’ın eserine aldığı hatalı nakil iddiası üzerinedir. Bu mesele el-İğfâl’in üçte
birini işgal eder. Nakdu’l-Hâzûr adlı eseri, el-Hamevî dahil olmak üzere bir çok
biyografın listesinde görmek mümkündür.335
19. el-Hîtiyyât: Adını Fırat'ın batı yakasındaki Al-Anbar'a bağlı Hît
kasabasından alır. İbn Cinnî, el-Fârisî’nin buraya seyahat ettiğinden bahseder.336
20. el-Mu‘tellât fî Kelâmi’l-‘Arab: el-Fârisî el-İğfâl’de bu esere atıfta
bulunur. Fars’ta olduğu bir dönemde birinin ricası üzerine sarf meselelerinden illetli
kelimeleri ihtiva eden bir eser yazdığından bahseder.337 Bu kitap, bahsettiği o eser olsa
gerek. Ancak Bağdat’ta başından geçen talihsiz yangın olayında yazdığı bu eseri de
kaybettiğini söyler.338
330
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 309.
331
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 99.
332
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 309.
333
İBN HALLİKÂN, Vefeyât…, II, 81.
334
İŞBÎLÎ, el-Fihrst, Beyrut, el-Mektebü’t-Ticârî, II. Baskı, 1963, s. 316.
335
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814; Eserin detayı için bkz. KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…,
I, s. 99.
336
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 92.
337
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 323.
338
Bkz. İBN CİNNÎ, Siru’s-Sınâ‘a, II, s. 606; FÂRİSÎ, el-İğfâl (Dipnot), I, s. 323.
67
1.10.4. Ebû ‘Alî el-Fârisî’ye Nispet Edilen, Ancak Ona Ait Olmayan
Eserler
4. Dîvânu Ebî ‘Alî: İsmail Paşa el-Bağdâdî, bu eseri el-Fârisî’ye nispet eder
ve eserin altı cilt olduğunu söyler.347 bize göre, eserin ona ait olması pek mümkün
gözükmemektedir; Zira “el-Fârisî’nin Şiirlerle İstişhâdı” başlığında detaylıca ele
alacağımız üzere, nesirde kıymetli eserlere imza atan el-Fârisî’nin şiir inşâd etme
339
BROCKELMANN, Karl, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî, Çev. Abdulhalîm en-Neccâr, Mısır, Dâru’l-
Me‘ârif, 1974, II, s. 193.
340
TAHRÂNÎ, Ağa Bezrek, ez-Zerî‘ah İlâ Tesânîfi’ş-Şî‘a, Necef, 1936, II, s. 489.
341
FÂRİSÎ, el-‘Askeriyyât, s. 10.
342
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 104.
343
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, ss. 564-569.
344
Dellilleri için bkz. KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, ss. 105-106.
345
BROCKELMANN, Târîhu’l-Edebi’l-‘Arabî, II, s. 193.
346
FÂRİSÎ, el-Mesâlü’l-‘Adudiyyât, (Mukaddime), s. 12; KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 107.
347
BAĞDÂDÎ, Hediyyetu’l-‘Ârifîn, I, s. 272; BAĞDÂDÎ, İsmâîl Paşa, Îzâhu’l-Meknûn fî’z-Zeyli ‘Alâ
Keşfi’z-Zünûn, İstanbul, Matbaatu’l-Me‘ârif, 1945, I, s. 488.
68
konusunda mahir olmadığı, bizzat kendisinin bir itirafıdır. İbn Cinnî nakleder: el-Fârisî
ile talebesi şâir Sâ‘id arasında geçen bir konuşmada söz dönüp dolaşıp şiir inşâd
etmeye gelir. el-Fârisî, “Ben hepinizden daha fazla şiirlere ilgiliyim; ne var ki hafızam
şiir inşâd etmeye fırsat vermiyor” der. Talebesi sorar: “Hayatında hiç şiir inşâd
etmedin mi?” el-Fârisî, “Sadece yaşlılık üzerine üç beyit mırıldanışım oldu” demesi
üzerine, “Sakın kimseye duyurma” tembihleriyle birlikte şu beyitleri okur:
َب َأَولـَى
ِ ْــب َالشـــــيْــ
ُ َوخَــض َ ََ َ َْبَلَــماَ َكـان
َعـــــيْــبا َ ضـــبْـتُ َالشــي َ خَــ
َ َأ َ ْنَيُــــ َعــابَا
َََوال َ َ ََوال
َ ُعــــــيْــبا َخَــ ِشيت َ ََخـــــ ّل ِ َولَـ ْمَأ َ ْخ
ِ ــضـبْ َ َمـخــَافَــةََهَــجْ ِـر
َ َِعــــــت َابــــــــَا
َُـاب َ َلــه
َ ض ِ ُـــرت
َ َالخ َ فََــ
ْ صيــ َ َولَ ِكـــــــنَالـ َمــش
َِيبَبَــــــــــدَاَذَ ِمــــيْما
348
ِعــــقَابـــــــَا
Boyadım ak saçları, ayıp iken, Boyamak itâba evlâ iken!
348
Şiirin ve bu diyalogların geçtiği bazı kaynaklar için bkz. HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, I, s. 818;
İBN HALLİKÂN, Vefeyât…, II, s. 80; FÎRUZÂBÂDÎ, el-Bülğa fî Terâcimi Eimmeti’n-Nahvi ve’l-
Luğa, Thk. Muhammed el-Mısrî, Dımaşk, Vizâratü’s-Sükâfe, 1972, I, s. 109; KIFTÎ, İnbâhu’r-Ruvâh,
I, s. 294; SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vu‘ât, I, s. 500.
349
RABA‘Î, Sâ‘id el-Bağdâdî, el-Fusûs, Thk. Abdulvehhâb en-Nâzî Su‘ûd, Vizâratu’l-Evkâf el-
Mağrîbiyye, I. Baskı, 1993, IV, s. 245.
350
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, IV, s. 1600.
351
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 108.
69
6. Kelâmü Ebî ‘Alî: Salahuddîn es-Sinkâvî, el-Fârisî’nin bu isimle bir eseri
olduğunu söyler.352 Yakût el-Hamevî’nin listesinde geçen “Mecmû‘u Kelâmi Ebî ‘Alî
el-Fârisî” ifadesinden bu sonuca varmıştır.353 Oysa bu ifade, bir eserin adını değil, olsa
olsa el-Fârisî’nin birkaç eserinin derlemesini veya ilmî görüşlerinin yekûnünü ifade
eder. Ayrıca diğer biyografların listesinde böyle bir eserin adı geçmez.
352
FÂRİSÎ, el-Bagdâdiyyâd (Mukaddime), s. 29.
353
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, VII, s. 2912.
354
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ’, II, s. 814.
355
SELÂM, Muhammed Zağlûl, Eseru’l-Kur’ân fî Tatavvuri’n-Nakdi’l-‘Arabî, Dâru’l-Me‘ârif, 1955,
s. 33.
356
BROCKELMANN, Târihu’l-Edebi’l-‘Arabî, II, s. 193.
357
BROCKELMANN, Târihu’l-Edebi’l-‘Arabî, II, s. 193.
70
neticesinde, Brockelmann’ın nispetinde münferid kaldığı eserlerin el-Fârisî’ye ait
olmama ihtimalinin yüksek olduğunu söylebiliriz.358
11. el-Bâri‘: Brockelmann359 ve Ahmet Teymûr360 bu eseri el-Fârisî’ye
nispet etmişlerdir; ancak araştırmalar, eserin Ebû ‘Alî el-Kâlî’ye ait olduğunu ortaya
koymuştur. Eser, Hâşim et-Ta‘ân tarafından tahkik edilerek 1974’te Bağdat’ta
basılmıştır.361
358
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 107.
359
BROCKELMANN, Târihu’l-Edebi’l-‘Arabî, II, s. 193.
360
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 149.
361
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 108.
71
İKİNCİ BÖLÜM
Tam adı, Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl ez-Zeccâc en-Nahvî el-
Bağdâdî’dir. 230/844 veya 241/855 yılında Bağdat’ta dünyaya gelir ve vefat edinceye
kadar burada yaşamını sürdürür. Klasik eserlerde ekseriyetle “Sâhibu Me‘ânî’l-
Kur’ân” tabiriyle veya en-Nahvî nisbesiyle anılır.362 Biyografilerde ailesi ve
çocukluğu hakkında fazla bilgi verilmez; ancak çocukluğunda -muhtemelen aile
mesleği olan- camcılıkla uğraşması sebebiyle ez-Zeccâc (camcı) lakabıyla şöhret
362
İBN ENBÂRÎ, s. 183; EBÛ A‘MEŞE, Nebîl, “İbrahim b. es-Serî ez- Zeccâc”, el-Mevsû‘atu’l-
Arabiyye, Dimaşk, 2004, X, s. 264; HALEBİ̂, Ebû’t-Tayyib Abdu’l-Vâhid b. Ali el-Lüğavî, Merâtibü’n-
Nahviyyîn, Thk. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Kahire, Mektebetü Nahza, s. 83; SÎRÂFÎ, Ahbâru’n-
Nahviyyîn, s. 113; ZÜBEYDÎ, Tabakâtu’n-Nahviyyîn, s. 111; İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’, s. 184;
KIFTİ̂, İnbâhu’r-Ruvâh, I, s. 194; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vuâh, I, s. 411; MAHMÛD HÜSEYNÎ, el-
Medresetu’l-Bağdâdiyye, s. 208; İBN NEDÎM, el-Fihrist, s. 90; HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Üdebâ’, I, s.
130; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vûâh, I, s. 413; DÂVÛDİ̂, Tabakâtu’l-Mufessirîn, I, 10; İbn HALLİKÂN,
Vefeyâtu’l-A‘yân, I, s. 50.
72
bulur.363 Nahiv öğrenmeye karar verdikten sonra, Kûfe dil ekolünün önemli
simalarından lugat, nahiv, şiir, edebiyat, Kur’an ve hadis âlimi Ebû’l-’Abbâs Sa‘leb
(ö. 291/904)’in derslerine katılır.364 Bu sırada el-Muberrid Bağdat’a gelir ve kısa
zaman sonra Sa‘leb ile aralarında ilmî tartışmalar başlar. el-Muberrid, halk ve ilim ehli
tarafından büyük bir teveccühe mazhar olunca, Sa‘leb bundan rahatsız olur ve bir plan
yapar. Kaos çıkarmak, dersleri manipüle etmek ve Muberrid’i itibarsızlaştırmak için
halka açık olan ders halkalarına en zeki öğrencisi ez-Zeccâc’ı gönderir. Ancak tabiri
caizse ava giderken avlanır. Nitekim, ders halkalarında Muberrid’e tevcih ettiği
sorularına ikna edici cevaplar alan ez-Zeccâc, el-Muberrid’in zekası ve tartışma
uslûbuna hayran kalır. Aradığı hocayı bulduğuna karar verip bir daha Sa‘leb’in
meclisine dönmez. el-Muberrid’in ders halkasına katılıp kısa sürede nahiv ve lugat
alanında büyük bir üne kavuşur.365 İlim tahsil etmeye başlama ve Muberrid ile tanışma
hikayesini şöyle anlatır:
ez-Zeccâc, ilim tahsili için kısa denilebilecek bir zaman diliminde el-
Muberrid’in güvenini kazanır ve en iyi öğrencisi olur. Öyle ki, ez-Zeccâc derse
gelemediği sürece derse başlamaz, onun bulunmadığı meclislerde ders vermek
363
İBN HALLİKÂN, Vefeyâtu’l-A‘yân, I. 49.
364
ZECCÂC, Meʻâni’l-Kur’ân, I, s. 5.
365
HÂLİD MÎLÂD, Hasan Mezyû, ez-Zeccâc Ebû İshâk İbrahim es-Serî, Beyrut Mevsû‘âtü A‘lâmi’l-
Ulemâ ve Üdebâi’l-‘Arabi’l-Müslimîn, H. 1427, s. 88; HAMEVÎ, VI, s. 2682; İBN HALLİKÂN,
Vefeyât…, I, ss. 49-50; İŞLER, Emrullah, “Zeccâc”, DİA, İstanbul, 2013, XLIV, ss. 173-174.
366
Zeccâc söz verdiği üzere, Hocası Muberrid ölünceye kadar ders ücretlerini düzenli olarak ödedi. Bkz.
DÂVÛDÎ, Şemseddîn, Tabakâtu’l-Müfessirîn, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmîyye, 1983, I, s. 8;
BAĞDÂDİ̂, Hizanetu’l-Edeb, VI, s. 614.
367
ḤAMEVİ̂, Muʻcemu’l-Udebâ, VI, s. 2682.
73
istemezdi.368 el-Fârisî için Sîbeveyh ne denli önemli ise, ez-Zeccâc için de el-Muberrid
o denli önemlidir.
368
İBN NEDÎM, el-Fihrist, s. 90; BAĞDÂDÎ, Târîhu Bağdâd ̧ VI, s. 90; ḤAMEVÎ, Mu’cemu’l-Udebâ’,
I, ss. 149-150; SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vu’âh, I, s. 412; DÂVÛDÎ, Tabakaâtu’l-Müfessirîn, I, s. 8; İBN
HALLİKÂN, Vefeyât…, I, ss. 49-50.
369
ZÜBEYDÎ, Tabakaâtu’n-Nahviyyîn, s. 111; KIFTÎ, İnbâhu’r-Ruvâh, I, 198; ÇELEBİ, Me‘âni’l-
Kur’ân..., s. 172; HÂTÎB BAĞDÂDİ̂, Târîhu Bağdat…, VI, ss. 615-616; İŞLER, “Zeccâc”, XLIV, ss.
173-174; KIFTÎ, İnbâhu’r-Ruvâh, I, s. 195.
370
ÇELEBİ, Me‘ânî…, s. 172.
371
İBN HALLİKÂN, Vefeyât…, I, ss. 49-50; KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 200.
372
EBÛ A‘MEŞE, “İbrahim b. es-Serî ez- Zeccâc”, X, s. 264.
373
HATÎB BAĞDÂDİ̂, Târîhu Bağdâd, VI, s. 614; SEM‘ÂNİ̂, Ebû Sa‘d Abdülkerîm b. Muhammed b.
Mansûr, el-Ensâb, Thk. ‘Abdurrahmân b. Yahyâ el-Muallimi el-Yemani, Beyrut, II. Baskı, 1980, VI, s.
257; ed-DÂVUDİ̂, Şemseddin, Tabakâtu’l-Müfessirîn, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmîyye, Beyrut, 1983,
I, s. 11;
374
HÂTÎB BAĞDÂDİ̂, Târih…, VI, s. 614.
375
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 198.
74
görüşleri ile birleştirip yeni görüşler ortaya atmıştır.376 Genel anlamda nahiv, aruz,
iştikâk ve tefsir ilminde söz sahibi olmuştur. Kırâat konusunda tek bir usul takip
etmemiştir.377 ez-Zeccâc, nahiv alimi olarak şöhret bulmuşsa da, aynı zamanda önemli
belâgat alimlerinden biridir.378 Arap dil bilgisi alanındaki bir çok konuda Basra dil
ekolüne karşı farklı görüşler ve anti tezler ileri sürmüştür. Özellikle i‘râb ve iştikâk
konularındaki bakış açısı ile muasırlarının önüne geçmiştir.379
ez-Zeccâc, asrına damga vuran bir çok alimin yetişmesinde ciddi katkılar
yapmıştır. Bu öğrencilerden bazıları şunlardır: Mebremân, Ebû’l-Abbâs Ahmed b.
Muhammed b. el-Vellâd et-Temîmî, Ebû Ca’fer en-Nahhâs, ez-Zeccâcî, Ebû’l-Hasen
Ahmed b. Muhammed b. Ahmed el-Arûzî (ö. 342/953), Ebû’l-‘Abbâs Muhammed b.
Ahmed el- Mu‘ammerî (ö. 350/962), Ebû Alî el-Kâlî (ö. 356/ 967), Ebû’l-Kâsım Hasan
b. Bişr el-Âmidî (ö. 370/ 980), Ebû’l-Hasen Alî b. Îsâ er-Rummânî, Lukze Ebû Alî el-
Hasen b. Abdillâh el-İsbahânî, Ebû’n-Nasr el-Mısrî el-Kindî, Ebû Abdillâh
Muhammed el-Umânî, Ebû Ca‘fer el-Mevsîlî ve araştırmamızın konusu olan Ebû Alî
el-Fârisî. el-Fârisî’ye katkısına dair küçük bir örnek vermek gerekirse, el-Fârisî’nin
“Muhtelif kelimelerde benzer harflerin bulunması, o kelimeler arasında etimolojik bir
ilişkinin varlığına işarettir” şeklindeki görüşünü hocası ez-Zeccâc’a borçludur.380
376
ÖZKAL, Ramazan, ez-Zeccâc ve Kitabu Fe‘altü ve Ef‘altü Adlı Eserı̇ nı̇ n İçerik ve Yöntem Açısından
İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, Necemettin Erbakan Üniversitesi, Konya, 2016, 21.
377
İNANÇ, Yonis, ABACI, Harun, “Zeccâc’ın (ö.311/923) Kıraatlere Bakışı”, Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 16, S. 30 (2014), s. 19.
378
BEZAZÛ, Recep İyad Sa‘îd, “ez-Zeccâc ve Cuhûduhu’l-Belağiyye fî Dav’i Kitabihi Me‘ânî’l-
Kur’an ve İ’râbuh (Medenî Sûreler)”, (Yüksek Lisans Tezi), Gazze İslam Üniversitesi, 2010, s. 152.
379
KAYA, Mustafa, er-Rummanî Hayatı Eserleri ve Arap Gramerindeki Yeri, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 2007, 42.
380
İŞLER, “Zeccâc” DİA, XLIV, s. 173.
75
mâ Yensarifu ve mâ lâ Yensarifu, Sırru’n-Naḥv, er-Red ‘ale’l-Muberrid adlı eserleri
mevcuttur.381
381
ÖZKAL, ez-Zeccâc…, 38-42.
382
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 185
383
KAYA, Mustafa, er-Rummanî Hayatı Eserleri ve Arap Gramerindeki Yeri, Doktora Tezi, Atatürk
Üniversitesi, 2007, 42.
384
YILDIZ, İbrahim, “Ebû İshak ez-Zeccâc ve Tefsir İlmindeki Yeri”, Harakani Dergisi, S. 2, 2014, s.
89.
385
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, (Mukaddime), I, s. 30; HAMEVİ̂, Mu‘cemü’l-Üdebâ’, I, s. 52;
SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vuâh, I, s. 413; DÂVÛDİ̂, Tabakaâtu’l-Müfessirîn, I, s. 10; HAMEVİ̂,
Mu‘cemü’l-Üdebâ’, I, s. 130; MÜBÂREK, Abdulhuseyn, “Min A’lâmi’n-Nahvi’l-Basrî: Ebû İshâk ez-
Zeccâc”, Basra, Mecelletü Külliyyeti’l-Âdâb fî Cami‘ati’l-Basra, S. 7, Yıl: 5, 1392/1972, s. 41.
386
ZERKEŞÎ, el-Burhân, II, s. 147.
76
eserlerden farklıdır. Kitabı farklı kılan hususlardan birisi de önceki eserlerde yer
almayan Arap diline dair yeni yaklaşımlar ve söylemlerdir.387 ez-Zeccâc, dilbilgisine
dair kendine has görüşlerini aktarırken “Bunu benden önce kimse söylemedi” şeklinde
iddialı ifadeler kullanır ki, el-Fârisî’nin kendisini en çok tenkit ettiği hususlardan biri
de bu yönüdür. Bir misal vermek gerekirse, ez-Zeccâc’a göre, ortak harfleri olan iki
kelimeden biri, mutlaka diğerinden iştikâk etmiştir.388
ْ
“Biz i’râb ile beraber tefsir de yapıyoruz. Çünkü, “ََونَََالقُ ْرآن ”أَفَالَََيَتَدَب ُر393 âyetinde
Kur’an’ın tedebbür ve tefekkür ile anlaşılması gerektiği ifade edilir. Bu itibarla,
Arap dilinin temel dinamiklerini bilmeden ya da ilim ehlinin nakillerine
başvurmadan Kur’an’ı tefsir etmeye kimsenin hakkı yoktur…”394
387
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, (Muhakkikin önsözü), I, s. 25.
388
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, s. 210, III, ss. 361-364.
389
BULUT, Ali, “Filolojik Tefsirle Rivayet Tefsirin Buluşma Noktası: Zeccâc’ın Meani’l-Kur’an’ı”,
İlim Yayma Vakfı Kur'an ve Tefsir Akademisi Araştırmaları, s. 319; ZERKEŞİ̂, el-Burhân, II, s. 147.
390
ÖZKAL, ez-Zeccâc…, ss. 43-44.
391
CÂBİRİ̂, Muhammed ‘Âbid, Kur’ân’a Giriş, Çev. Muhammed Coşkun, İstanbul, Mana Yayınları,
II. Baskı, 2011, s. 112.
392
BULUT, Zeccâc’ın Meani’l-Kur’an’ı, s. 314.
393
Nisa, 4/82. Meâl: Hâlâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası
tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.
394
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, s. 185.
395
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, ss. 40-45.
396
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, II, ss. 22-24.
77
ez-Zeccâc bu eserinde, âyetlerde yer alan garib kelimelerin etimolojik kökeni
üzerine durur; ilgili lafzın ilk vaz edildiği mana ile sonradan elde ettiği mana arasında
bağlantılar kurmuştur. Aşağıda buna dair bir örneği incelemekte fayda vardır:
397
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, s. 32.
398
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, ss. 211, 305, 298, 300; II, ss. 20, 13, 23, III, ss. 163, 239, 363, 364;
BULUT, Zeccâc’ın Meani’l-Kur’an’ı, s. 320.
399
EMÎN, Duha’l-İslâm, II, s. 268.
400
ZEMAHŞERÎ, el-Keşşaf…, II, s. 73.
78
Fahruddîn er-Râzî (ö. 608/1209) et-Tefsîru’l-Kebîr’inde, Kurtubî (ö. 671/1272) el-
Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân’ında, Nesefî (ö. 710/1310) Medâriku’t-Tenzîl’inde
Me‘ânî’den faydalanmışlardır. Tefsir ve dilbilgisi alanında kaleme alınan bu eserlerin
yanı sıra İbn Manzur, Lisanu’l-Arap’ta Me‘ânî’yi kaynak olarak göstermiştir.401 Dil
ve tefsir alanlarında otoritelerini kabul ettirmiş söz konusu bu simaların ez-Zeccâc'ı ve
ilgili eserini referans göstermeleri, eserin önemli başvuru mercilerinden biri olduğunu
gösterir.402
Biyografi eserlerinde kitabın tam ismi hakkında bir ittifaktan söz etmek
mümkün değildir. el-Fârisî el-Hucce, el-Halebiyyât ve el-Bağdâdiyyâd eserlerinde söz
konusu bu kitabına el-Mesâilü’l-Musleha/Musliha Min Kitâbi Ebî İshâk403 ve Mesâilü
İslâhi’l-İğfâl404 gibi tabirlerle atıflarda bulunmuştur. Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’ndeki
yazmada ise eserin adı Kitâbu’l-İğfâl: San‘atü Ebî Ali el-Fârisî şeklinde
kaydedilmiştir.405 İbn Hallikân406 ve Kıftî’ye göre eserin tam adı Kitâbu’l-İğfâl Fî Mâ
Ağfelehü’z-Zeccâc Mine’l-Me‘ânî407 iken, Bâkûlî’ye göre İslâhu Galati Ebî İshâk408
şeklindedir. Takip ettiğimiz tahkikin sahibi Abdullah b. ‘Umer el-Hâci İbrahîm de
401
BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, I, s. 3.
402
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, (Muhakkikin önsözü), I, s. 25; ÇELEBİ, Zeccâc..., s. 207, 259-273;
BULUT, Zeccâc’ın Me‘ânî’l-Kur’an’ı, ss. 320-321.
403
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 143; FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, ss. 262, 377.
404
FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 312.
405
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 34. (Yazma nüshadan birkaç sayfa).
406
İBN HALLİKÂN, Vefeyât…,II, s. 81.
407
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 309.
408
BÂKÛLÎ, el-İstidrâk ‘ale’l-Hucce s. 2.
79
Şehit Ali Paşa nüshasındaki ismi kullanarak, eserin adını el-İğfâl ve Hüve’l-Mesâilu’l-
Muslaha min Kitâbi Me‘ânî’l-Kur’ân ve İ‘râbuhu lî Ebî İshâk ez-Zeccâc olarak
vermiştir.
İlk dönemlerde bir eserin gerek müellifi gerekse diğer alimlerce muhtelif
isimlerle anılması oldukça yaygın bir durumdur. Söz gelimi, Yâkût el-Hamevî,
Mu‘cemu’l-Buldân adlı eserinde İrşâdu’l-Erîb ilâ Ma‘rifeti’l-Edîb eserine bazen
Ahbâru’l-Udebâ’, bazen Kitâbu’l-Udebâ’ bazen de Mu‘cemu’l-Udebâ’ şeklinde
atıflarda bulunur.409
Ayrıca, el-İğfâl’in bir çok yerinde açıkça isim verilerek kitabın yazılış
amacının Ebû İshâk ez-Zeccâc’ın “Me‘âni’l-Kur’ân ve İ‘râbuh” adlı eserine tenkitler
yönelterek onu tashîh ve islâh etmek şeklinde belirtilmesi, el-Hamevî’nin
vehmettirdiği üzere, İbn Serrac’a karşı yazıldığı tezi geçersiz kılar. Netice itibariyle,
409
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 64.
410
FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 27.
80
el-İğfâl ve el-Mesâilu’l-Musliha tesmiyeleriyle aynı eserin kastedildiğini
söyleyebiliriz.
Eser iki defa neşredilmiştir. İlki Muhammed Hasan İsmâîl tarafından 1974’te
Ayn-ı Şems Üniversitesi’ne yüksek lisans tezi olarak takdim edilmiş, diğeri Abdullâh
411
DİA’daki “Ebû ‘Alî el-Fârisî” maddesinde, el-Fârisî’ye ait eserler sıralanırken, sıra bu esere gelince;
madde yazarı, Brockelmann’ın “el-İğfâl” diyerek yanlış yaptığını, doğru zaptın “el-Eğfâl” olması
gerektiğini söyler. Bkz. ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-Fârisî” DİA, X, s. 89. Sunduğumuz deliller
sebebiyle bu tashihe katılmadığımızı belirtmeliyiz.
412
Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 34. İlgili sayfada, eserin yazma halinin ilk birkaç sayfası, matbu eserle
birlikte verilmiştir.
413
BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb…, X, s. 339.
414
KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 309. “ez-Zeccâcî” şeklinde verilmiş; ancak bu, müstensihin hatası olmalıdır.
415
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 26 (Mukaddime).
416
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 37.
417
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 295.
418
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 518.
419
FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 37; FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, s. 262; İBN CİNNÎ, Bakiyyetu’l-Hâtıriyyât,
ss. 45, 46.
81
b. Ömer el-Hâci İbrâhîm tarafından 2003 yılında, Abu Dabi’de iki cilt olarak
neşredilmiştir.420
“Bunlar, Ebû İshâk ez-Zeccâc’ın Me‘ânî’l-Kur’ân adlı eserinde yer alan bir
takım meselelerden ibarettir. Eserdeki yanılgıları ıslâh etmek üzere bu kitabı
kaleme aldık.”421
el-Fârisî el-İğfâl’de nahiv, sarf, lugat ve kırââte dair yüz mesele ele almıştır.
Bazen ez-Zeccâc’ın hatalarının her birine sayfalarca yer verir, bazen de hiç tenkit
etmeden cümlelerini olduğu gibi aktarmakla iktifa etmiştir. Tenkit etmediği yerlerde
aynı veya benzer konuyu başka bir konumda zikretmemiş ise bu durum, el-Fârisî’nin
hocasının görüşüne katıldığı anlamına gelir ki, yer yer ona katıldığını da açıkça
belirtmiştir.422 Yaptığı tenkitler ekseriyetle nahif, sarf, i’râb ve lugat merkezlidir. Çok
az bir kısmı da tefsir ve kıraatle ilgilidir. Ayrıca tenkitleri el-İğfâl ile sınırlı olmayıp,
bu eserinde almadığı bazı tenkitlerini Mâ Yensarif ve Mâ Lâ Yensarif ile el-Hucce adlı
eserlerinde kaleme almıştır. el-Bâkûlî (ö. 543)’nin el-İstidrâk ‘Alâ Ebî ‘Alî el-Fârisî
Fî’l-Hucce423 adlı kitabı el-Fârisî’nin el-İğfâl eserine almayıp el-Hucce’de işlediği
konuları derlemek üzere telif edilmiştir.
Eserde 231. sayfaya kadar sadece altı konu işlenmiştir. Kitabın 1/3luk kısmını
işgal eden bu konular şöyledir: Lafzatullâhın mahiyeti, “أيّا/Eyyen”in isim değil zamir
olduğu, “ألم/ـElif-lam-mim”in vasl değil vakf üzerine vazedildiği, “Yukîmu/َ”يقي ُمnun
َ واَو َلنَت َ ْف َعلُواَ َفاتقُواَالن
aslının “Yu’kîmu/َ ”َيَُــؤَْقَِ ُمolduğu (hemze ile), “َار َ ُ ” َفإِنَل ْمَت َ ْف َعلâyetindeki
424
420
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 64.
421
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 38.
422
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 19, 245.
423
Muhammed Ahmed ed-Dâlî tarafından tahkik edilerek Lecnetü Neşri’t-Türâsi’l-‘Arabî aracılığıyla
2007’de Kuveyt’te neşredilmiştir.
424
Bakara, 2/24.
82
“”تَ ْفعَلُواnun “َ ”لََـ ْمedatıyla cezm edilip edilmediği ve “”فَإِما َيَأْتِيَن ُكم َ ِ ّم ِنّي َهُدى425 âyetindeki
“”إِماnın i’rab durumu… el-Fârisî, bu altı meselede tefsir-dil ilişkisini tahlil etmenin
yanı sıra, Kur’ân yorumunda dilbilgisinin önemini dikkatimize sunar.
el-İğfâl eserinin, Me‘âni’l-Kur’ân adlı bir tefsir kitabını ıslah etmek amacıyla
kaleme alınmış olması, ona bildiğimiz anlamdaki “Tefsir kitabı” mahiyetini
kazandırmaz. Nitekim el-İğfâl bir bütün olarak kritik ettiğimizde onun mutlak bir tefsir
değil, reddiyeli gramer kitabı veya dilbilimsel tefsir kategorisine dahil edilmesi
gerektiği kanaatindeyiz.
İğfâl, Sehv, Fesâd, İhtilal, Leyse Bilceyyit, Leyse Bi Sahih, İntikâd, Er-
Radî’, Lem Yekün Fîhi Kebîru İfâdeh, Fîhi Dehal, Fîhi İlbâs, Tecâvüzün
Fi’l-Lafzi Ve Tesâmüh, Ba’îdun Mine’s-Savâb, Gayru Sedîd, Galat,
Tevehhum, Beşâ’at, Şenâ’at, Sukût, İbhâm, Tehâmül, Tenâkuz, İsâeh,
Leyse Bi Müstakîm, Gayru Murteza, Leyse Bilvech, Ba‘idun Mine’ş-Şerh,
‘Ârin min Delâletin Tüsbitüh, Hâlin min Nezîrin Yüreddü İleyhi Ve
425
Taha, 20/123.
426
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 478.
83
Yüsteşhedü Bihi ‘Aleyh, İzdirâb, Hilâfu Kavli Sîbeveyh, Lem Yekül Bihi
Ehad, Lem Yücizhü Ehadün Min Eshâbina Gayruh, Mumteni‘…427
Bazen, Zeccac ile aynı görüşte olduğunu veya görüşünün yanlış olmadığını
kabul etmekle birlikte başka vecihlerin de caiz olabileceğini söyler.431 el-Fârisî, ez-
Zeccâc’ın eserlerinde görmediği veya bizzat kendi ağzından duymadığı hususları
tenkit etmeden önce temkinli bir dil kullanır. Bir mesele hakkında şöyle söyler:
“Ebû İshâk’ın böyle söylediği aktarılır, doğrusu ben bizzat duymadım; ancak
ondan bu şekilde alıntılar yapan bazı kimseleri gördüm.”432
“Kutrub’un aktardığı meseleye gelince: şüphesiz buna benzer isimler çok azdır.
Ancak yine de güvenilir kişi bir şey naklediyorsa, onu kabul etmek gerekir.”433
427
FÂRİSÎ, el-İgfâl, I, ss. 31, 47.
428
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 192.
429
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 19.
430
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 245.
431
FÂRİSÎ, el-İğfâl I, s. 151, .
432
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 362.
433
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 563.
84
Övgüsüne mazhar olan bir diğer sima da talebesi İbn Cinnî sayesinde tanıştığı
meşhur şair el-Mütenebbî’dir. Aralarında vuku bulan bir olay şöyle nakledilir:
el-Fârisî el-İğfâl’de takip ettiği metodu kitabın giriş kısmında şöyle anlatır:
434
MAHMÛD HÜSEYNÎ, el-Medresetu’l-Bağdâdiyye, s. 261.
435
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 38.
436
االستطراد: Asıl konudan olmayarak münasebeti gelmişken söylenen söz anlamında bir Bedî‘ ilmi
terimidir. Sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak, sürmek” anlamındaki tard kökünden türeyen istitrâd
kelimesi “konu değiştirmek, asıl konudan uzaklaşmak, bir düşünceden başka bir düşünceye geçmek”
gibi terim anlamıyla da örtüşen mânalar ifade eder. Bazı belâgat âlimleri, terimin etimolojisiyle
kelimenin “atlı savaşçının düşmanına yenilip kaçtığı izlenimini verdikten sonra tekrar dönerek işini
bitirmesi” şeklindeki anlamı arasında ilgi kurmuşlardır. Nitekim istitrâd da asıl konu devam ederken
beklenmedik bir zamanda ve önceden tasarlanmadan bir münasebet düşmesiyle konu dışına çıkıldıktan
sonra tekrar eski konuya dönülür. Birçok belâgat âlimi tarafından istitrâdla karıştırılan hüsn-i tehallus
ile alâkasını ve farkını anlamak için bkz. DURMUŞ, İsmail, “İstitrad”, DİA, XXIII, s. 401.
85
hareketle, “imâle meselesi hayli uzun bir meseledir, burada ona yer vermek uygun
olmaz; ancak hakkında birkaç cümle söylemek gerekirse…” diyerek söz alır, imâlenin
hükümleri, çeşitleri, sebepleri derken on iki sayfa devirir.437 el-Fârisî, yer yer buna
benzer mufassal parantezler açsa da, genellikle ez-Zeccâc’ın yanlışını tashih ettikten
sonra konuya noktayı koyar ve tartışmak üzere başka bir konuya geçer.
437
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 94.
438
Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, ss. I, 18, 39, 85, 198.
439
Detaylı bilgi için bkz. BAŞOĞLU, Tuncay, “Sebr ve Taksîm”, DİA, XXXVI, ss. 255-256.
440 ُ
“َ ”قدَْالَيــسوغgibi. Bkz.el-İğfâl, I, s. 100.
441
Ayrıca Mısır Dil Kurumu, konuyu tahlil edip, bunun gramere uygun olduğu sonucuna varmış,
Cahiliye şairlerinde Kays el-Cuhenî’nin şu şiiri de istişhâd olarak sunmuştur:
َ ََوقدَالَتعدمَالحسناءَذاما وكنتَمسوداَفيناَحميدا
Şiirin matlaı için bkz. ÂMİDÎ,َ Ebû’l-Kâsım Hasan b. Bişr, el-Mü’telif ve’l-Mühtelif, Abdussettâr
Ahmed Ferâc, Kahire, Dâru İhyâi’l-Kutubi’l-‘Arabî, 1961, s. 123.
442
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 42.
86
A. Tenkitlerin Arka Planı
443
el-Bahru’l-muhît, I, ss. 331-332.
87
addeder. el-Muberrid ve onun izinden giden ez-Zeccâc gibi kimseleri kastederek,
Sîbeveyh’in el-Kitab’ında hatalar bulduğunu söyleyip tenkit oklarını yöneltenlere,
Sîbeveyh’in özenle seçtiği tabirlerini pür dikkatle tahlil ve tetkik etmeleri durumunda
kendisine hak vereceklerini söyler.444 el-Muberrid’in Sîbeveyh’e yaptığı hücumu
şahsına yapılmış gibi telakki edip Sîbeveyh’i hararetle koruma refleksine soyunması,
Ebû Hayyân’a “Sîbeveyh fanatiği, el-Kitab ile kafayı bozmuş” değerlendirmesini
yaptırır.
444
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 699.
445
FÂRİSÎ, el-İğfâl II, s. 694. Benzer bir durum için bkz. el-İğfâl, II, ss. 62, 261.
88
dikkat çeken bu husus, el-Fârisî’nin ilmi meselelerde zaman zaman objektif bir tutum
sergilemekten uzak kaldığını göstermektedir.
446
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, 104.
447
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 150.
448
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 405.
449
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 67.
450
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 81.
451
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 179.
452
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 180.
453
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 215.
454
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 235.
455
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 310
456
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 363.
457
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 402.
458
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 19.
89
Bu husustaki en doğru görüş, merhum Sîbeveyh’in görüşüdür459”, “Kıyâs, Sîbeveyh’in
görüşünü teyit eder460”, Sîbeveyh’in metoduna göre bu böyle olmaz”461, “Sîbeveyh’in
bu konuda kesin ifadeler kullandığını görmüyor musun!”.462
459
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 40.
460
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 206.
461
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 400.
462
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 306.
463
Karşılaştırınız: FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 82; SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 129.
464
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 477.
90
1.6. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin el-İğfâl’deki Kaynakları
Ebû ‘Alî el-Fârisî, el-İğfâl’de ismen zikrettiği kaynak sayısı kendi eserleri
dahil olmak dokuz tanedir. Bunlar, el-Fârisî: el-İğfâl; el-Mesâilü’l-müşkile/el-
Bağdâdiyyâd; el-Mu‘tellât fî’l-luga; Sîbeveyh: el-Kitâb; İbn Serrâc: et-Tehzîb; İbn
Dureyd: el-Cemhere; el-Muberrid: el-Galat ve el-Mesâilü’l-Meşrûha min Kitâbi
Sîbeveyh; ez-Zeccâc: Me‘ânî’l-Kur’ân ve İ‘râbuh ve Mâ yensarif ve mâ lâ yensarif.465
Ayrıca, el-İğfâl’de “...وفـي َ ِكتابــي/Kitâbımda…”
َ şeklinde başladığı ibareler var.466
Zikrettiği bu kitabıyla hangi eserini kastettiğini tespit edemedik.
465
FÂRİSÎ, el-İğfâl (Fihrist), II, s. 594. Bkz. el-EŞMÛNÎ, Şerhu’l-Eşmûnî li Elfiyeti İbn Mâlik, II, s.
217.
466
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 388; I, s. 390.
91
C. EBÛ ‘ALÎ EL-FÂRİSÎ VE İSTİŞHÂD OLGUSU
Dil bilginleri, görüş ve tezlerini kabul ettirmek adına Arap nazmı veya
nesriyle istişhâd yapanlar için bir takım kriterler belirlemiş; sarf, nahiv ve lugat
çalışmalarındaki referanslarda bu esaslara bağlı kalmaya gayret göstermişlerdir.469 Söz
konusu bu kriterlerin en önemli olanları şunlardır:
1. Kur'an-ı Kerîm, Arap kelâmında mevcut bütün üslûpleri ihtiva ettiği, yazı
ve telaffuz olarak tevatüre dayandığı için, bir başka ifadeyle, fasih Arapça’yı bütün
orijinalliğiyle muhafaza ettiğiden dolayı, istişhâda birinci derecede lâyık görülmüştür.
2. Semâ‘ yoluyla bize intikal etmiş bir nazım veya nesirle istişhâd
yapılabilmesi için ilgili aktarımın, yaygın veya birkaç defa istimâl edilmiş olmalıdır.
3. İstişhâdda dürüstlük (adalet) şartı, kendisinden rivâyette bulunulan
kimsede değil râvide aranır. Bu itibarla, Müslüman olmayanların, çocukların,
kadınların ve hatta delilerin sözleriyle de istişhâd yapılabilir.
467
DURMUŞ, İsmail, “İstişhâd”, DİA, XXIII, s. 396.
468
SANCAK, Yusuf, “Hadisin Arap Dili Temel Kaynakları İçinde İstişhad Ve Edebi Yönü-Arap Dili
Ve Edebiyatına Katkıları”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 9, S. 24 (Yaz 2005), s. 5.
469
DEMİR, İsmail, “İbn Mu‘tî’nin Kitâbu’l-Fusûl Fi’n-Nahv Adlı Eserinde İstişhâd”, Kafkas
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 3, Kars, 2015.
92
4. Dili fasih kullanabilen Arap’ın tek başına naklettiği bir söz, bir zamanlar
konuşulmuş bir dilden bakiye kalmış ihtimaline binaen kabul edilip istişhâh aracı
olarak kullanılabilir.
5. Lehçelerin muhtelif olması istişhâda engel teşkil etmez.
6. İki ve daha fazla rivâyeti olan şâhidle vezin ya da kafiye zoru ile yapılmış
değişikliklerle de istişhâd câizdir.
7. Belâgatta caiz görülmesine rağmen, lugat, sarf ve nahivde Müvelledûnun
nazım ve nesirleriyle istişhâd yapmak icmâen caiz değildir.
8. Uydurma olması veya bir müvelled şaire ya da sözüne güvenilmeyen
birine ait bulunması ihtimalinden dolayı anonim nazım ve nesirle istişhâd yapmak câiz
değildir.
9. İrabı ve anlamı kesin olmayan istişhâdlar da geçersizdir.
Hadislerle istişhâd konusunu müstakil bir başlık olarak ele aldık. Özetle, ilk
asırlarda tedvin edilmiş eserlerdeki hadislerle -rivâyetler muhtelif de olsa- istişhad
yapmak caiz görülmüştür. Ancak şâz470 bir rivâyetle geldiği kesin olan veya
muhaddislerce galat ve tashif (kelimenin nokta ve harf hatası) olduğu saptanmış lafız
ve terkipler bunun dışındadır. Dilcilerin ekseriyeti, özellikle Hz. Peygamber’den
olduğu gibi aktarılmış olma ihtimali yüksek olduğu için cevâmiu’l-kelîm471 tarzındaki
veciz hadislere karşı daha mütesahil bir tavır ortaya koymuşlardır. Genel kabul bu
olmasına rağmen, ilk gramer ve lugat eserlerinde hadislerin Kur’ân ve şiir kadar
teveccüh görmediğini de belirtelim.
470
Güvenilir bir râvinin kendisinden daha güvenilir râviye aykırı olarak rivayet ettiği hadis anlamında
bir terim. Bkz. AYDINLI, Abdullah, “Şâz”, DİA, XXXVIII, s. 385.
471
Hz. Peygamber’in veciz sözlerini ve kendisinin veciz konuşma özelliğini ifade eden bir tabir.
KANDEMİR, M. Yaşar, “Cevâmiu’l-Kelim”, DİA, VII, s. 440.
93
1.2. Ana Hatlarıyla Hadislerle İstişhâd Meselesi ve Ebû ‘Alî el-
Fârisî’nin Hadislerle İstişhâdı472
Hadisler, Arap dil gramerinin inşa edilmesinde Kur’ân ve şiir gibi ilk başvuru
kaynağı olarak kabul görmemiştir. Bunun nedeni, Arap olmayanların ve Arap dilinin
inceliklerini bilmeyen kişilerin manayla rivâyet etmeleridir. Dilbilgisi alanında
hadislerle istişhâd meselesinde uzlaşmacı bir tutumla yaklaşan Celaluddîn es-Suyûtî
(ö. 911/1505), alimlerin çekincesini şöyle anlatır:
472
Biz sadece el-İğfâl’de istişhâd edilen hadislerle yetindik. el-Fârisî’nin tüm eserlerinde istişhâd ettiği
hadislerin fihristi için bkz. HÂCİ İBRAHİM, Abdullah b. Ömer; et-TÜVEYCERÎ, Halid Muhammed
vd., “el-Fehârisü’ş-Şâmile li-Müellefâti Ebî Alî el-Fârisi”, Riyad, Melik Fehd Üniversitesi Yayınları, I.
Baskı, 2015, s. 163. el-Fârisî üzerine araştırma yapacak tüm ilim taliplerine önereceğimiz bu çalışmada,
şiirden darb-ı mesellere kadar tüm istişhâdların fihristi mevcuttur.
473
SUYÛTÎ, el-İktirâh, s. 23.
474
Bu sebeple DİA’daki “istişhâd” maddesinde yer alan “Basra ve Kûfe dil mekteplerine mensup eski
dilciler de hadisle istişhâd etmemişlerdir” şeklindeki kesin yargıya katılmadığımızı belirtmeliyiz. Bkz.
94
etmişlerdir. Hatta er-Radî, sahâbe ve ehl-i beyt sözleriyle de istişhâd edilebileceği
görüşündedir.
Meşhur Elfiyye müellifi İbn Mâlik (ö. 672/1273) ile günümüz medreselerinde
hala ders kitabı olarak okutulan Mugni'l-Lebîb müellifi İbn Hişâm (ö. 761/1360) da
hadislerle şartsız olarak istişhât yapmışlardır. Ayrıca ilk dilciler, lafız ve mana
itibariyle Hz. Peygamber’e ait olma olasılığının yüksek olması sebebiyle Hz.
Peygamber’in fesâhatini ve yüksek edebi hitâbetini ortaya koyan cevâmi‘u’l-kelim
denilen kısa ve özlü hadisleri, mebzul miktarda istişhâd olarak kullanmış; ancak uzun
hadislere, mana ile rivâyet edilmiş olma ihtimalinin ağır basması sebebiyle ihtiyatla
yaklaşmışlardır.475 Yine bu görüşü benimseyenler arasında el-Cevherî (ö. 400/1009),
İbn Sîde (ö. 458/1066), İbn Fâris (ö. 395/1004), İbn Harûf (ö. 609/1213), İbn Cinnî (ö.
392/1002), İbn Berrî (ö. 582/1187) ve es-Suheylî (ö. 581/1185) gibi alimleri de
sayabiliriz. Sa‘îd el-Efğânî ise, hadislerle istişhâdın asıl olduğunu bildirmekte ve şöyle
demektedir:
“Sözlükler, hadislerle istişhâd ile doludur. el-Ezherî, el-Cevherî, İbn Fâris, İbn
Sîde ve ez-Zemahşerî’nin sözlüklerine bakılması, Ebû Hayyân’ın iddialarını
çürütmeye yeterdir.”476
Diğer taraftan, İbn Zâig, Ebû Hayyân el-Endelûsî (hocası İbn Da‘î ‘Alî b.
Muhammed el-İşbilî (ö. 680/1281) ve İbn Harûf (ö. 609/1212) gibi simalar, hadislerle
istişhâdı caiz görmeyen dilcilerdir.477 Çekincelerini şöyle dile getirirler:
"Râvilerin lafızlara bağlı kalmayıp mana ile rivâyet etmelerinden dolayı bize
intikal eden hadis lafızlarının bizzat Hz. Peygamber'e ait olduğuna
güvenemiyoruz. Eğer güvenebilseydik külli kaidelerin isbatında hadisler, Kur'an
derecesinde olurdu."478
Bu iki tutumun yanında bir de Ebû İshâk eş-Şâtıbî’nin (ö. 790/1388) başını
çektiği uzlaşmacı tavrı tercih edenler var. eş-Şâtıbî’nin hem istişhâd edilebilecek
SÎBEVEYH, el-Kitâb (fihrist), V, s. 32; MUBERRİD, el-Muktedab, I, s. 34; II, ss. 184, 217; III, s. 250;
IV, ss. 254, 311, 363; İbn Serrâc da üç hadisi delil olarak kullanmıştır. Hadislerle istişhâd için bkz.
KÂSIM, el-Usûlu’n-nahviyye…, I, s. 420.
475
DURMUŞ, İsmail, “İstişhâd”, DİA, XXIII, s. 396.
476
DEMİR, “İbn Mu‘tî’nin Kitâbu’l-Fusûl Fi’n-Nahv Adlı Eserinde İstişhâd”, s. 22.
477
SANCAK, “Hadisin Arap Dili Temel Kaynaklari…”, s. 7.
478
SUYÛTÎ, el-İktirâh, s. 24; SANCAK, “Hadisin Arap Dili Temel Kaynakları…”, s. 7.
95
hadislere bazı kriterler getirmesi hem de “İçinde ahlâksızlık ve fuhuş bulunan şiirlerle
istişhâd ettikleri halde, sırf mana ile rivâyet edilmelerini gerekçe göstererek Hz.
Peygamber’in hadisleriyle istişhâd yapmayı caiz görmezler…” şeklindeki sözleri, bu
orta yolu tercih ettiğini gösterir.479 es-Suyûtî’yi de bu uzlaşmacı yaklaşımı
benimseyenlerin arasında sayabiliriz.480
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin gerek araştırma sahamız olan el-İğfâl’de gerekse diğer
eserlerinde dilbilimsel meseleleri temellendirmek için, çok sık olmasa da önceki
dilbilimcilere oranla daha fazla hadislere başvurduğunu görürüz. En çok hadis
kullandığı eseri ise el-Hucce’dir. el-Fârisî, kırâat alanında parmakla gösterilen bu
eserinde tefsir, lugat ve diğer alanlarda yetmiş hadisle istişhâd eder.482 Yanı sıra, eş-
Şîrâziyyât’da on dokuz,483 el-Halebiyyât’da on bir;484 el-‘Adûdiyyât’da dokuz,485 eş-
Şi’r’de yedi,486 el-İğfâl’de beş,487 el-Bağdâdiyyâd488 ve el-Basriyyât’da üçer,489 el-îzâh
ve el-Mesâilü’l-Mensûra eserinde ise birer hadisi şâhid olarak kullanır.490 et-Tekmile,
el-‘Askeriyyât ve et-Ta’lîka’da ise hadislere başvurmamıştır.491 Ayrıca el-Fârisî,
479
BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, I, s. 12.
480
SUYÛTÎ, el-İktirâh s. 43.
481
SANCAK, “Hadisin Arap Dili Temel Kaynaklari…”, s. 9; HÜSEYİN, Muhammed el-Hadir,
“Arapça’da Kelime Ve Kuralların Doğrulanması İçin Hadislerin Kullanılması”, Çev. Hasan Taşdelen,
UÜİFD, 2004, S. 1, ss. 212-213.
482
Bkz. VII, ss. 88-91.
483
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât fihristi, s. 650.
484
Bkz. FÂRİSÎ, el-Hâlebiyyât fihristi, s. 393.
485
Hadis fihristi için bkz. s. 313.
486
Hadis fihristi için bkz. II, s. 574.
487
Hadis fihristi için bkz. II, s. 563.
488
Hadislerin fihristleri için Bkz. FÂRİSÎ, el-Mensûra, s. 621; FÂRİSÎ, el-Îzâh, s. 334.
489
II, s. 935.
490
Bkz. s. 309.
491
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 424.
96
selefleri gibi hadisleri mahza teyid veya tefsir amaçlı değil, müstakil bir referans olarak
kabul eder.492
Araştırma eserimiz olan el-İğfâl’de ise biri iktibas olmak üzere beş hadis
kullanır. Bu hadisler ve istişhâd mahalleri şöyledir:
ْ
1. ََُأتحملنَه:ََفقال،ََفرأىَنسوة،َخرجناَمعَرسولَهللاَصلىَهللاَعليهَوسلمَفيَجنازة
493
َفارجعنَمأزوراتَغيرَمأجورات:ََقال.ََال:ََأتدفنهَ؟َقلن:ََقال.ََال:َ َ؟َقلن
Allah’ın peygamberiyle bir cenaze için çıktık. Cenazeye iştirak eden kadınları
görünce sordu:
— Cenazeyi taşıyacak mısınız?
— Hayır!
— Defnedecek misiniz?
— Hayır!
— O halde me’cûrât (hayırhâhlar) değil, me’zûrât kimseler (günahkârlar) olarak
dönmüş olursunuz!
2. ََآمركمَأنَتعبدواَهللاَوَالَتشركواَبهَشيئاَو،َآمركمَبثالثَوَأنهاكمَعنَثالث
ْ َوَأ ْن َها ُك ْم.َهَهللاَعليكمَأمركم
َََعنَقِـيلََو َ ّتعتصمواَبحبلَهللاَجميعاَوَالَتفرقواَوَتطيعواَلمنَوال
494
قَـا َلََوَكثرةَالسؤالَوَإضاعةَالمال
“Size üç şeyi emredip, üç şeyi de nehyediyorum. Hiçbir şeyi ortak kılmadan (şirk)
Allah’a kulluk etmenizi, Allah’ın ipine sıkıca bağlanıp tefrikaya düşmemenizi ve
Allah’ın idarenizi tevdi ettiği yöneticilere (adil oldukları sürece) itaat etmenizi
emrediyorum. Dedikoduyu, aşırı soru sormayı ve malı zayi etmeyi ise
nehyediyorum!”
492
ŞEVKÎ DAYF, el-Medârisü’n-nahviyye, ss. 263-264.
493
İBN MÂCE, Sünen, “Kitâbu’l-Cenâiz”, Hadis: 1578; FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 156.
494 ْ ”إن َهللا َيَـ ْنهـا ُك ْم
Hadisin el-İğfâl’deki hali “ََعن َقـي َل َوقـا َل ّ şeklindedir. Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 309;
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 100; I, s. 343; FÂRİSÎ, el-Basriyyât, II, s. 764; SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s.
268. Ayrıca ilgili hadisin “Allah üç şeyi yapmanızdan hoşnut olur…” şeklinde devam eden varyantları
da mevcuttur.
97
İstişhâd mahalli: el-Fârisî fiillerin (َ )قِـي َل َو َقَـا َلiktibas edilerek olağandışı
yerlerde kullanılmasına sıcak bakmaz. Sîbeveyh’in yukarıdaki hadisi istişhâd
etmesinin sorulması üzerine bu hadisi gündeme getirir ve Sîbeveyh’in de bu durumu
caiz görmediğine dair deliller serdeder.
3. 495
ََْىَولـ َ ْمََيتوضّأ
َ صل َ ــيَبِ َكَــتْـفََ ُمَـؤرَبََــةَفأ َكَـَلَ َهَاَو ُ ّ يَأنَالنبِيَعليهَال
َ ِسالمَأت َ ََر ِو
ُ
“Rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygambere bol etli bir but getirildi. Onu yedi,
namaz kıldı ve abdest de almadı.”
“Hz. Peygamber Cuma günü hutbe îrâd ederken, bir adam insanların omuzlarına
basa basa (ön saflara doğru) ilerledi. Peygamber (s.a.v) ona dedi ki: artık otur!
hem geç kaldın hem eziyet ettin!”
5. 497
َوالَيأتيَنَـ ْفعُهاََإالَّمنَجانـِـبهاَاأل ْشَأ َ َِم
495
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 111.
496
Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, 314; İBN MÂCE, Sünen, “Kitâbu İkâmeti’s-Salat”, Hadis: 1115; EBÛ
DÂVÛD, Müsned, Hadis: 1118; İBN CEVZÎ, Garîbü’l-hadîs, I, s. 46; İBN ESÎR, en-Nihâye…, I, s. 78.
497
İBN ESÎR, en-Nihâye…, II, s. 437; FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 187. Hadis, mürsel olduğu için sahih kabul
edilmemiştir. Bkz. İBN CEVZÎ, Garîbü’l-hadîs, III, s. 156.
98
İstişhâd mahalli: el-Fârisî,َ498ََُّللاَِ َم ْغلُولَة ْ َوقَالَت
ّ َِاليَ ُهود َُيَد َ âyetindeki “َُ ”يَدkelimesi
üzerinde değerlendirmelerde bulunur. Sözü sağ ve sol elin karşılık geldiği kelimelere
ُ ”الـdenir.499Ancak zamanla “شؤمى
getirir. Sağ el için “”اليُمنى, sol için “شؤمى ُ َالـve ”األشأم
yerine “ اليَسارve ”اليُس َْرىkelimelerinin kullanıldığını söyledikten sonra istişhâd ettiği
hadiste sol taraf için “ ”األشأمkelimesinin kullanıldığının altını çizer.500
1.3. Bir İstişhâd Aracı Olarak Arap Şiiri Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin
Şiirlerle İstişhâdı
498
Mâide, 64.
499 ْ ُص َحاب
Nitekim Kur’ân’da bunun çok sayıda örneği vardır. Karşılaştırınız: Vakıa, 9 ve 41…: ََِال َم ْي َمنَة ْ َ فَأ
ْ َ َ ْ
ْ َماَأ- ص َحابُ َال َم ْشأ َم َِة
ص َحابُ َال َم ْي َمنَ َِة َ َ ْ
ْ ص َحابُ َال َم ْشأ َمةَِ َماَأ َ
ْ وأ.
َ
500
Hadisin mecaz anlamı için bkz. er-RADÎ, Ebû’l-Hasan Muhammed b. el-Huseyn b. Musa el-Alevî
el-Huseynî, eş-Şerîf, el-Mecâzâtü’n-Nebeviyye, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, s. 167.
501 ْ ”إنَهللاَ َيـ ْنهـا ُك ْم
“ََعنَقـيلََوقـا َل ّ istişhâd mahalline yukarıda değinmiştik.
502
LEVİS, Bernard, Tarihte Araplar, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, Ağaç Kitap Evi Yayınları,
2009, s. 179.
99
İslâm öncesi Arap toplumunda şiir, duygusal, siyasal, sosyal ve kültürel
hayatın olmazsa olmazıydı. En mahrem duygular ve yaşanmışlıklar dahil bireysel ve
toplumsal tüm temalar, şiirde hayat buluyordu. Hz. Ömer, şiirin cahiliye toplumundaki
yerini “Şiir, kendisinden daha sahih ilme sahip olmayan bir halkın ilmiydi” sözleriyle
ifade eder503. Bir başka ifadeyle, bu toplumun en yetenekli oldukları husus şiirdi ve
bundan daha iyi oldukları bir meziyetleri yoktu. Hz. Peygamber’in amcazadesi
Abdullah b. ‘Abbâs (ö. 68/687)’ın “Şiir, Arapların dîvânıdır” sözü de Arapların edebî,
kültürel ve toplumsal (neseb, savaşlar, eyyâmu’l-arab vb.) bütün birikiminin şiirde
saklı olduğunu ifade eder.
Cahiliye insanı için şiir, bağrı yanık platonik bir aşığın enstrümanı, kahraman
bir savaşçının kılıcı, savaş meydanlarında sevdiklerini yitirmişlerin feryâdı, kabile
liderlerinin fermanı, zalimlerin silahı, mazlumların çığlığı, hayal dünyasına edebiyat
kisvesi giydiren filozofun ütopyasıdır… Elindeki tek koyunu misafirine ikram eden ev
sahibinin cömertliği (medh), kılıç sesleri ve savaşçı naraları arasında ortaya çıkan
kahramanlık ve cesaret örnekleri (hamâse), saray duvarlarında yankısını bulan asalet
izleri (tefahhur), aşk acısından divaneye dönmüş bir gencin sevgilisine olan hasreti
(nesîb), ak saçlarında ve nasırlı ellerinde gençliğin özlemini çeken bir pir-i fâninin
iniltisidir (nuâs) şiir…505
503
HALEBÎ, ed-Durru’l-Masûn, V, s. 161.
504
LEVİS, Tarihte Araplar, s. 180.
505
ÖĞMÜŞ, Harun, Kur’an Yorumunda Şiirin Yeri : (II/VIII. Asır Çerçevesinde), İstanbul, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) Yayınları, 2010, Mukaddime.
100
seçilir, dereceye giren şairler büyük ödüllerle taltif edilirdi. Bu, o dönem için, edebiyat
alanında Nobel ödülü almak gibi bir şeydi. Derece alan şiirler halk tarafından
ezberlenip dilden dile dolaşır, gelecek nesillere aktarılırdı. Söz gelimi edebi sanat
türünde çağları aşan el-Mua‘allakâtu’s-seb‘a şiirleri böyledir. Günümüze kadar gelen
ve sayısız dile tercüme edilen bu lirik şiirler içinde, birinci olanı -rivâyetler doğruysa-
altın harflerle yazılarak kâbe duvarına asılırdı.506 Hilafet yıllarında kaleme aldığı
mektuplardaki akıcılık ve fesahatiyle iyi bir edip olduğu açık olan II. Halife Hz. Ömer,
gençlik yıllarında bu panayırların müdavimlerindendi.507
506
ER, Rahmi, “Tenkit”, DİA, TDV Yayınları, XL, s. 458.
507
K. HİTTİ, Philip, Arap Tarihinin Mimarları, Çev. Ali Zengin, İstanbul, Risale Basın Yayın Ltd.
1995, ss. 37-38.
508
DEMİR, “İbn Mu‘tî’nin Kitâbu’l-Fusûl…”, s. 17.
101
Bu sayede Arap şiiri, telif ve tedvîn sürecinde spesifik olarak Kur’ân
araştırmalarında ve mana ile rivâyet edilen hadislerdeki muğlak kelimelerin tahlilinde
mühim bir kaynak olmuş ve serdedilen delillerin kabul görmesinde garantör rolü
oynamıştır. Öyle ki, artık şiirden referans göstermek, ilmi yetkinlik ve güvenirlik için
vazgeçilmez bir faktör halini almıştır.
Arap edebiyatında şairler istişhâd açısından dörde ayrılır.509 En son hicri 150
yılına kadar devam eden bu devirlere “ihticâc/istişhâd asrı” adı verilir. Şiirleriyle
istişhâdın câiz görüldüğü en son kişi Emevi hanedanlığın sonu, ‘Abbâsilerin ilk
yıllarında yaşamış gazel şairi İbrâhim b. Herme (ö. 150/767)’dir.510
Birinci ve ikinci tabaka: Edebî ilimlerden lugat, sarf ve nahivde ilk iki kuşağa
ait şairlerin şiirleriyle istişhâd etmek ittifakla caiz görülmüştür.
509
KAYRAVÂNÎ, Ebû ‘Alî Hasan b. Raşîk, el-Umde fî Mehâsini’ş-Şi’r ve Adâbih, Thk. Muhammed
Muhyiddîn Abdulhamîd, Dâru’l-cîl, 1981, I, s. 113.
510
İBN KESÎR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, X, s. 169; SUYÛTÎ, el-İktirâh fî Usûli’n-Nahv, Thk.
Abdulhakîm ‘Atiyye, Beyrut, Dâru’l-Beyrûtî, 2006, s. 59; Merzubânî, el-Müveşşah’da (s. 261), İbn
Kesîr el-Bidâye ve’n-nihâye’de İbrahim b. Herme’nin vefat yılını hicri 176 olarak verse de, genel
kanaat 150’dir. Bkz. DURMUŞ, “İstişhâd”, DİA, XXIII, s. 396.
102
Öte taraftan, yedi kırâat imamından biri olan dilbilimci Ebû Amr b. el-‘Alâ’
(ö. 154/771) ile Basra dil mektebinin kurucularından İbn Ebî İshâk (ö. 117/735) gibi
gramerciler, bu dönemin şâirlerinden övgüyle bahsetmelerine rağmen, Hz. Ali ile on
beş yaşında tanışan hiciv şairi Ebû Firâs el-Ferezdak (ö. 114/732), el-Kümeyt el-Esedî
(ö. 126/744) ve şiirindeki tabiat tasvirleriyle ön plana çıkan Ebû’l-Hâris Zûrrumme (ö.
117/735) gibi akranı olan şairleri müvelledûn kategorisinde değerlendirerek şiirleriyle
istişhâd etmemişlerdir. Basra dil mektebinin önemli simalarından el-Asma‘î (ö.
216/831) de bu isimlerle istişhâd yapmadığı gibi tahkir edici cümleler sarf etmiştir. el-
Asma‘î aktarır: “Ebû Amr b. el-‘Alâ’’nın yanında on sene kaldım, İslâmî (3. tabaka)
tek bir şairle bile ihticâc yaptığını duymadım.”511
Zikri geçen isimler, üçüncü kuşak şairleriyle istişhâd etmeyi kabul etmese de
el-Fârisî de dâhil dilcilerin çoğunluğuna göre, bu dönemin şairleriyle istişhâd
yapmanın hiçbir sakıncası yoktur.512
“Ebû Temmâm her ne kadar muhdesûn kuşağından olsa da şair olmanın yanı sıra
büyük bir dil alimidir; bu itibarla, onun sözlerini rivâyet adı altından alıp
511
SUYÛTÎ, el-İktirâh, s. 59.
512
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, ss. 425-449.
513
DİA’da “Şiirleriyle istişhâd edilen son kişi” olarak tanıtılmıştır. Bkz. MUHTAR, Cemal, “Beşşâr b.
Bürd”, DİA, VI, s. 8.
514
İlgili şiirler için bkz. MERZÜBÂNÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İmrân, b. Musa el-Horâsânî, el-
Müveşşeh fî Me’âhizi’l-Ulemâ’ ‘ale’ş-Şu‘arâ’, Thk. Muhammed Hüseyn Şemsuddin, Beyrut, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, 1995, s. 287.
515
FİCÂL, Mahmûd, “el-İhticâc fî’l-‘Arabiyye-el-Mühteccü Bihim-Zamânu’l-İhticâc”, Mecelletu’l-
‘Arab Dergisi, S. 5, ss. 342-355; HÂRÛN, Abdusselâm, Makâlâtü Abdisselâm Hârûn, Der. Muhammed
Hâmid, Dâru’l-Muharreri’l-‘Arabî li’n-Neşri ve’t-Tevzî‘, s. 280; BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-edeb, I, s. 7;
103
kullanıyorum.َAlimlerin bir şeye hüccet ikâme etmek isterken “hamâse beyitleri
buna delildir” şeklindeki sözleri onun güvenirliliğinin tescilidir.”516
َ َ517لَ َم ْه ُزوال
َْ َضَاألمانيَلمَيَز ِ نَكانََََ َم ْر َعىَ َع ْز ِم َِهَََ َو ُه ُم
َُ وم َِهََََََََ َر ْو َْ ََ َم
Kim ki azminin ve derdinin yegane otağı kuruntu bahçesidir,
her daim mehzûl olmaya mukadderdir!
516
ZEMAHŞERÎ, el-Keşşâf, I, s. 67.
517
Bkz. FÂRİSÎ, el-Îzâh, s. 102; TEBRÎZÎ, Hatîb, Şerhu Dîvâni Ebî Temmâm, Thk. Muhammed Abduh,
Mısır, ‘İzâm, 1958, III, s. 67.
518
İBN HALLİKÂN, Vefeyât, II, s. 80.
519
DURMUŞ, “İstişhâd”, DİA, XXIII, s. 396.
104
beyitler sunar ve altlarını Arap dil gramerine dair meselelerle doldurur. Yani şiirleri
meselelerin altına değil, meseleleri şiirlerin altına koyar. Sunduğu bu metodoloji,
şiirlerle istişhâd yapmaya ne denli önem verdiğini gösterir.
1. el-Fârisî, hem el-İğfâl hem diğer eserlerinde hicri 150’ye kadarki bir çok
şairin şiiriyle istişhâd etmiştir. el-İğfâl’de gerek Tarafe, Züheyr b. Sülmâ ve el-A’şâ (5
HAMEVÎ, Mu‘cemu’l-Udebâ, I, s. 818; İBN HALLİKÂN, Vefeyât…, II, s. 80; FÎRUZÂBÂDÎ, el-
520
Bülğa fî Terâcimi Eimmeti’n-Nahvi ve’l-Luga, I, s. 109; KIFTÎ, İnbâh…, I, s. 294; SUYÛTÎ, Bugyetu’l-
Vu‘ât, I, s. 500.
521
FÂRİSÎ, el-İğfâl fihristi, II, s. 569.
105
defa) gibi cahiliyeden, gerekse el-Ferazdak (9 defa), el-Cerîr (1 defa) gibi
mütekaddimûn dönemi şairlerine kadar, bir çok şairin şiirleriyle istişhâd etmiştir.
Zûrrumme, İbn Mukbil, Cerîr, el-Kumeyt ve diğerleri… eş-Şi’r adlı eserinde bu
isimlere defaatle yer vermiştir.522
2. el-Fârisî, meşhur şair el-Ferazdak’ın şiirlerine özel ihtimam göstermiş,
neredeyse tüm kitaplarında şiirlerinden istifade etmiştir. İbn Cinnî’nin verdiği bilgiye
göre, el-Fârisî bir gün Ferazdak’ın şiirlerini terennüm ettikten sonra, “O şiirin
zirvesidir” demekten kendini alamamıştır.523 el-İğfâl’de kendisine dokuz yerde atıf
yapılmıştır. Şâir Zûrrumme de el-Fârisî’nin sıklıkla istişhâd ettiği isimlerden biri
olarak dikkat çeker.
3. Ebû ‘Alî el-Fârisî, çok önemsediği ve kati surette haklı olduğunu
düşündüğü bir meselede art arda şiirlerle istişhâd eder. Söz gelimi, Arapların “َ”عاد
fiilini sayrûrat/dönüştürme anlamında kullandıklarına okuyucularını ikna etmek için
altı beyit istişhâd eder. Yine “ ”المـواليkelimesi için on iki ve “ ”الharfinin zâideliği için
sekiz şiiri peş peşe şâhid eder. Bu durumu en çok eş-Şi‘r adlı eserinde müşahede
ederiz. el-Fârisî, bazen sayfalarca beyitler arz edip sonra meseleye giriş yapar.
Örneğin, esmâu’l-ef‘âl (fiilimsiler) konusunu ele almadan önce, el-A’şâ’dan, Ebû
Zeyd’den, Ebû ‘Ubeyde’den, Ahmed b. Yahya’dan, el-Ferezdak’dan, ‘Alî b.
Süleymân’dan, el-Esved b. Ya’fûr’dan ve Amr b. Kulsûm’dan dokuz şiir nakletmiş ve
konuya öyle giriş yapmıştır.524
4. Sahibini tam olarak bilmediği şiirlerde söz gelimi “ el-Kumeyt veya bir
başkası der ki:”, “Ebû Dâvud veya bir başkası der ki:” gibi temkinli ibareler kullanıp,
hata payına yer vererek istişhâd eder525. İbn Cinnî, onun bu yönünü şöyle anlatır:
“Aktaracağı şeylerde tevakkuf eder, râvisinin kim olduğunu ortaya çıkarma çabası
içindeydi. “Büyük ihtimalle”, “sanırım şöyle duymuştum”, “sanırım bunu Cerîr söylemişti”
gibi temkinli dil kullanırdı.”526 Şâirin adını zikretmeksizin beyitleri mahza “dedi ki:”
diyerek istişhâd etmesi de sıklıkla başvurduğu bir yoldur.527
522
FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r fihristi, s. 593 vd.
523
KÂSIM, el-Usûlu’n-Nahviyye…, I, s. 340. İBN CİNNÎ, el-Hâtıriyyât, s. 50.
524
Bkz. FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-şi’r, s. 3-5.
525
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, ss. 173, 317; II, ss. 138, 401; VI, s. 395. Ayrıca bkz. KÂSIM, el-Usûlu’n-
Nahviyye…, I, s. 427.
526
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 313.
527
Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 150.
106
5. el-Fârisî, eserlerindeki tenkide mahal olan meselelerde, karşı cenahın
lehine istişhâd ettiği bazı şiirlerdeki kullanım hatalarına değinir. Misal, el-İğfâl’de çok
sayıda şiirini istişhâd ettiği Temîm kabilesinin şairlerinden el-‘Accâc (ö. 97/715)’ın
[Recez] 528
الهُــمَالَأدريَوأ ْنــتَ َالــــد ِّاري
528
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 261; el-‘ACCÂC, Ebû’ş-Şa‘sâ’ Abdullah b. Ru’be, Dîvânu Accâc, Thk.
Abdulhafîz es-Satalî, Dımaşk, Mektebetü Atlas, 1971, I, s. 120; İSFEHÂNÎ, Râğıb, Müfredâtü Elfâzi’l-
Kur’ân, Thk. Safvân Dâvûdî, Dımaşk, Dâru’l-Kalem, III. Baskı, 2002, s. 313; İBN SÎDE, el-Muhassas,
III, s. 31.
529
ENDELÛSÎ, İbn ‘Atiyye, el-Muharraru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, Thk. Abdusselâm
Abduşşâfî Muhammed, Lübnan, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2001, I, s. 54.
530
Sözlükte “İki şeyin biçim ve tarz yönünden benzeşmesi ve uyuşması” anlamına gelen “Müşâkele”
kelimesi, Bedî‘ ilminde “Bir söz içinde iki kelime arasındaki biçim benzeşmesi” mânasında kullanılır
ve anlama güzellik katan sanatlardan sayılır. Detaylı bilgi için bkz. DURMUŞ, İsmail, “Müşâkele”,
DİA, XXXII, s. 154.
531
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 369; III, s. 298.
532
CÂHIZ, el-Hayevân, IV, s. 42.
533
َ FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 206. el-‘Aynî, el-Makâsidu’n-Nahviyye adlı eserinde şiiri Bişr b. Ebî Hâzım
el-Esedî’ye nispet eder. Bkz. ‘AYNÎ, Bedreddîn, el-Makâsidu’n-Nahviyye, fî Şerhi Şevâhidi Şurûhi’l-
Elfiye, Thk. Muhammed Basil Uyun es-Sûd, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1971, III, s. 560.
Lisânu’l-Arab’ta bu beyt geçmesine rağmen şairin kim olduğuna dair bilgi verilmez. Ayrıca beytin sonu
“َ ”فـيَالخَـلِيطِ َالـ ُمزا ِي ِلşeklinde rivâyet edilmiştir.bkz. “د-ق-”ف.
107
Karma karışıklık içindeki Süleymâ’yı hatırlarım nedense534.
Bedreddîn el-‘Aynî (ö. hicri 855), el-Kisâî’nin bu şiiri aynı tezi savunmak
ْ َ ”فkelimesinin
için istişhâd ettiğini; ancak el-Fârisî’nin et-Tezkira eserinde “َــرخَـــي ِْن
“َ ”فاقدile mensup olamayacağını belirttiğini nakleder.535 İlgili eser, bugün elimizde yok;
ancak talebesi İbn Cinnî’nin bu eseri özetlediği Muhtâru tezkirati Ebî Ali el-Fârisî adlı
kitabında verdiği bilgiler de -el-Kisâî detayı dışında- el-‘Aynî’yi doğrular
mahiyettedir.536 İbn Cinnî, el-Fârisî’nin dilinden meseleyi şöyle aktarır: (zikri geçen
şiiri verdikten sonra)
“… ْنَِ ــرخَـــي ْ َف, iki sebeple َ فاقدile mensûb olmuş olamaz. Birincisi: el-Kitâb’ın
sahibi (Sîbeveyh)’nin dediği gibi ismi fâiller mevsûf olunca amel etmezler ki, bu
َْ خ
şiirde طََبا َُء ََ sıfat olarak gelmiştir. İkincisi: normalde ismi failler, fiillerin vekili
gibidirler; ancak buradaki َ فاقدkelimesinin böyle fonksiyonu yoktur. Eğer fiil gibi
olsaydı konumu gereği “َ ”فاق َد َةşeklinde müennes olarak gelmesi icab ederdi. (…)
Ancak ilgili beyit “طبََا َُء َْ خ
ََ َ ن ََ ”إذاَفاقدَ ََفَــ َْرşeklinde olsaydı, َفاقد, amel edebilirdi.
َِ خـــَْي
Zira bu haliyle mavsûf olmadan önce amel etmiş olurdu ki, bu zaten caizdir.”537
534
Şair, sevgilisi Süleymâ’nın yabancı bir topluluk içindeki halini, yuvalarına sızan yabancı yaratığın
verebileceği tehlikeye öterek reaksiyon gösteren güvercine benzetir.
535
Bedreddîn el-‘Aynî, el-Makâsidu’n-nahviyye, III, 39.
536
İBN CİNNÎ, Muhtâru Tezkirati Ebî Ali el-Fârisî, Tkh. Muhammed el-‘Azâzî, Beyrut, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, 1971, s. 313.
537
İBN CİNNÎ, Muhtâru Tezkirati Ebî Ali el-Fârisî, s. 313.
108
D. EBÛ ‘ALÎ EL-FÂRİSÎ’NİN DİL BİLİMSEL
TENKİTLERİNDEKİ EN ÖNEMLİ DELİLİ: KIYÂS
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin gerek araştırma eserimiz olan el-İğfâl’de gerekse diğer
eserlerinde özellikle tenkitleree mahal olan meselelerde sıklıkla kıyâsa vurgu yapması,
neredeyse bütün delilleri arasında mutlaka kıyâsa yer vermesi, böyle bir başlığı
açmamızı kaçınılmaz kılmıştır. Kıyâs ile özdeşleşmiş olan el-Fârisî’nin dilbilimsel
tenkitlerindeki kıyâsı görmezden gelmek, araştırmamız için önemli bir eksiklik
olacaktı. Bu itibarla, öncelikle Arap dilbilgisindeki kıyâs olgusuyla ilgili ana hatlarıyla
bazı bilgiler verecek, ardından el-Fârisî’nin kıyâs ile ilişkisini ve kıyâsın onda nasıl
vazgeçilmez bir delil kaynağına dönüştüğünü işleyeceğiz.
538
ÇIKAR, Mehmet Şirin, Kıyâs- Bir Nahiv Usûl İlmi Kaynağı, Van, Ahank Yayınları, I. Baskı, 2007,
s. 101.
539
MAHZÛMİ̂, Mehdî, Fî’n-nahvi’l-Arabî: nakd ve tevcîh, Beyrut: Dâru’r-râid el-Arabî, 1986, s. 20;
TERZİ̂, Fî usûli’l-luga ve’n-nahv, s. 79.
109
sonra, belirlenen ilkelere uymayan kullanımları şâz (kural dışı) olarak tanımladılar.540
Söz konusu ilkelerin belirlenmesinde ve aktif rol oynayan faktörlerden birisi de kıyâs
olgusudur.541
540
EMİN, Ahmed, Medresetu’l-Kıyâs fi’l-Luğa, Mecelletu Mecmei’l-İlmiyyi’l-İrakî, Sayı 1, Bağdat,
1950, s. 97.
541
TERZİ, Hennâ Fuad, Fi Usuli’l-Luğa ve’n-Nahv, Daru’l-Kutup, Beyrut, s. 79.
542
KIFTÎ, İnbâhu’r-ruvât , II, s. 267; SUYÛTÎ, Bugyetu’l-Vuâh, II, s. 164.
543
SUYÛTÎ, el-İktirâh, ss. 203, 204.
544
Usul terimi ilk kez, Hz. Ali tarafından kullanılmıştır. Ebû'l-Esved ed-Dueli ile aralarında geçen bir
diyalogda Hz. Ali; “Sizin bölgenizde, dilinizde yanlış kullammlar!lahn yapıldığını duydum ve
Arapça'nın usulüne dair bir kitap yazmak istedim demiştir”. Hz. Ali'nin bu konuda yaptıklarına
baktığımızda usul kelimesinin çok dar bir anlamda; kural/şekil anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Detaylı bilgi için bkz. ÇIKAR, Mehmet Şirin, “Arap Dilbiliminde Kırılma Noktası: İbnu's-Serrâc ve
Nahiv İlminde Usul Gelenegi”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 8 Sayı: 20 (Yaz 2004), s. 349.
545
NAHLE, Mahmud Ahmed, Usûlu’n-Nahvi’l-Arabî, Daru’l-Ulumi’l-Arabiyye, Beyrut, s. 15 vd.
546
ŞÂHÎN, Abdussabûr, “Muşkilâtu’l-Kıyâs fi’l-lugati’l–‘Arabiyye”, Âlemu'l-Fikr , S. 3, Kuveyt, 1970,
ss. 185, 186; MUHAMMED HIDIR, Hüseyin, Dirâsât fî’l-Arabiyyeti ve Târîhihâ, Dımaşk: el -
Mektebu’l-İslâmî, Mektebetu Dari’l-Feth, 1960, s. 25.
110
kullanılmıştır.547 Nahiv usul ilminde, kıyâsın doğuşu ve gelişmesi merhalelerinden
önce ekseriyetle istidlâl548, istikrâ’549, ihticâc550 ve istişhâd551 terimleri kullanılmıştır.
Kıyâs, müstakil bir kaynak olmaktan ziyade, temelde nahiv ilminin yapısına
uygun olarak Kur’an-ı Kerim, hadis, şiir ve nesirlere dayanmaktadır.552 Bu itibarla
kıyâs, Arap dil gramerine dair ilkelerin istinbat edildiği metinlere büyük önem vermiş
ve onlarla uyumlu hareket etmiştir.
Arap dil gramer tarihi üzerine yapılan araştırmalardaki genel kanıya göre
kıyâs metodu, Ebû’l-Esved ed-Düelî (ö. H. 69) ile birlikte ilk defa gündeme gelmiş,
Abdullah b. Ebi İshâk el-Hadrâmî (ö. 127/745) ile geliştirilmiş, nahvin öncüleri olan
Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyh döneminde eserlerde yazılı olarak yer almış; el-Muberrid
ve ez-Zeccâc döneminde pratiğe uyarlanmış ve nihai olarak el-Fârisî, es-Sîrafî, er-
Rummânî ve İbn Cinnî gibi simaların elinde kemale ulaşmıştır.
547
ÇIKAR, Kıyâs- Bir Nahiv Usûl İlmi Kaynağı, ss. 103-104.
548
İstidlal; sözlükte “delil istemek” anlamına gelir. Dilbilimcilere göre, nass, icma veya geçerliliği kabul
edilebilen herhangi bir şeyden medlulün ispatı için delil getirmektir. Bir hükme ulaşabilmek, tespit,
açıklama, ta’lil etme veya iptal etmek için ilmi delillere başvurmada kullanılan semâ, kıyâs, istishâbu’l-
hâl, icmâ ve istihsan delilleri, Arap dilbiliminin temelini ve yapısını oluşturur. Geniş bilgi için Bkz.
EBÛ’L-BEKA, Eyyub b. Musa, el-Külliyat, Thk. Adnan Derviş, Muhammed el-Mısrî, Muessesetu’r-
Risale, Beyrut, 1993, s.114; CÜRCÂNÎ, Seyyit Şerif, Ta’rifat, Daru’s-Surûr, Beyrut, s.; KABAVVE,
Fahruddin, Tahliu’n-Nassi’n-Nahviyyi, Beyrut, Daru’l-Fikri’l-Muasır, 2006, s. 88; HASSAN,
Temmam, Makalât fî’l-Luğa ve’l-Edeb, Cami’atu Ummu’l-Kura, Mekke, 1985, s. 442.
549
İstikrâ/Tümevarım; sözlükte “Okumayı talep etmek” olup, kavram olarak; Arap diline dair unsurları
bir araya getirme işlemidir. Dil malzemelerden ibaret olup fasih malzemelerin toplanması için onların
olduğu yere gidip malzemeyi alan kişi onu olduğu gibi kaydedip aktarır. İstikrâ, kelime ve çeşitlerinin
tespit edilmesi ve istidlâlin yapılabilmesi için kaçınılmaz olmuştur. Bkz. ÇIKAR, Kıyâs, ss. 27-28.
550
İhticâc; dil malzemesinin doğruluğunu kanıtlamak için güvenilir selikaya sahip bir rivayete dayanan
naklî delile başvurma işlemidir. EFGANÎ, Sa‘îd, Fi Usuli’n-Nahv, Mektebetu’l-İslamî, Beyrut, 1987, s.
6.
551
İstişhâd; Dilbilimcilerin, görüşlerini desteklemek adına Kur’an, sahih hadis, hüccet olabilecek şiir
ve nesirden delil getirmelerini ifade eder. Dil malzemesinin doğruluğunun kanıtlanması için bu gerekli
bir yöntemdir. Bkz. DURMUŞ, İsmail, “İstişhad”, DİA, XXIII, s. 336; LEBÎDÎ, M. Semir Navib,
Mec’mu’u’l-Mustalahati’n-Nahviyye ve’s-Sarfiyye, Medresetu’r-Risale-Daru’l-Furkan, Beyrut-
Amman, 1985, ss. 61, 119.
552
ZEBİDÎ, Sa‘îd, el-Kıyâs fî’n-Nahvi’l-Arabî Neş’etuhu ve Tatavvuruhu, Daru’ş-Şurûk, Umman,
1997, s. 79-80.
553
EFGÂNÎ, Fi Usûli’n-Nahv, 103-104.
111
1.1. Ana Hatlarıyla Kıyâs Delili
Kıyâs, sözlükte “Bir şeyi ölçüp takdir etmek” demektir.554 Arap dilbilimcileri
tarafından kıyâsın pek çok tarifi yapılmıştır. Bunlar arasında en meşhur olanı İbn
Enbârî (ö. 577)’ye ait olup şöyledir: “Müşterek bir paydada buluşmak kaydıyla,
nakledilmeyeni nakledilene hamletme işlemidir”. Güzel bir tarif de şöyledir: “İki olgu
arasındaki ortak paydadan hareketle, dilsel bir olguya benzerinin hükmünü
vermektir”.555 Kıyâs, asl’ın hükmünü fer‘’a uygulamak, yani fer’i asl’a
hamletmektir.556 Bu itibarla kıyâs, biri asıl diğeri fer‘ olan iki öğeyi bir arada
değerlendirip, aralarındaki ortak illet üzerine hükümler inşa eder. Ana illetin asıl’dan
neşet etmiş olması, asl ile fer‘ arasında tek taraflı bir lâzım-melzûm ilişkisi
doğurmuştur. Yani asl’ın doğruluğu fer‘’in doğruluğunu, asl’ın yanlışlığı fer‘’in
yanlışlığı gerekli kılar.557
Kıyâs, nahiv usulü ilmi bağlamında üç dönemden geçerek son halini almıştır.
Birinci dönem: ilk iki hicri yılı kapsamaktadır. Bu dönemde dilsel olgular
belirlenmiş, kıyâsın kullanılacağı konum tayin edilmiş ve tümevarım yöntemiyle
554
İBN MANZÛR, Lisânu’l-‘Arab, VI, s. 187; DURUSOY, Ali, “Kıyâs”, DİA, XXV, s. 525
555
TÜCCAR, Zülfikar, “Kıyâs”, DİA, XXV, s. 539.
556
İBN ENBÂRİ̂, el-Luma‘, s. 93.
557
RUMMÂNÎ, Ebû’l-Hasen Ebû’l-Hasen Ali b. İsa b. Ali, “el-Hudûd fi’n-nahvi li Ali b. İsa er-
Rummânî”, Thk. Betül Kâsım Nâsır, Irak, S. 1, 1995, s. 37.
558
ÇIKAR, Kıyâs, 155-156.
559
el-HULVANİ, Muhammed Hayr, Usulü’n-nahvi’l-Arabi, Daru’l-Beyza : İfrikıya eş-Şark, 2011, s.
92.
560
ÇIKAR, Kıyâs, 157.
112
kurallaştırma işine yeni başlanılmıştır. Bu dönemin en önemli temsilcisi Arap dilinin
ilk nüvelerini atan Ebû’l-Esved ed-Düelî (ö. H. 69)’dir. Daha sonra ed-Düelî’nin açtığı
yola uygun ve bu sistem doğrultusunda kıyası daha da geliştiren isim, Abdullah b. Ebi
İshâk el-Hadrâmî (ö. 127/745)’dir.561 el-Hadrâmî, nahiv ilminin ilk müdakkiki, kıyâs
ve illetin ilk yaygın kullanıcısı olmakla bilinir. Arap dilbilgisindeki kıyâsın mahiyetini,
sınırlarını ve imkânlarını tartışarak kıyâsın gelişmesine öncülük etmiştir.562
Hakkındaki “O, nahvi ilk olarak enine boyuna araştıran, kıyâsı ve illeti alabildiğine çoğaltan
kimsedir” ifadeleri bunu doğrular niteliktedir.563 el-Hadrâmî yaygın olan kullanımlar
üzerine kıyâs yapmayı uygun görüp, nâdir ve şâz olanlarla kıyâs yapmayı doğru
bulmamıştır. el-Hadrâmî’nin öğrencileri, kendisinin belirlemiş olduğu ilkelerden
hareket edip, hocalarının vaz ettiği prensiplere ilaveler yaparak kıyâsın gelişmesine
katkı sağlamışlardır.564 Bu dönem, ilk kez kıyâsın sınırlarından bahsedilmesi sebebiyle
bir doğuş merhalesi olarak kabul edilir.
Dilbilimciler bu dönemde kıyâsı bir usul ilmi haline getirerek; Arap dilini,
yapısal (strüktürel) bir forma kavuşturmuşlardır. Yine bu dönemde, daha sistematik ve
sınırları genişletilmiş bir kıyâs ortaya çıkmış ve bu aşamadan sonra kıyâs teorik bir
bağlama oturmaya başlamıştır.566 Bu dönemde, kıyâsın geçerli olabilmesi için bir
takım ilkeler vaz edilmiş ve her dilbilimcinin bu ilkeler doğrultusunda dilde tasarruf
yapması gerektiği savunulmuştur. Önemli gelişmelerinden biri de kıyâsın makîs/fer’,
makîs ‘aleyh/asl vb. alt terimlerinin oluşturulmuş olmasıdır.567 Bu dönemde de yaygın
561
SİRAFÎ, Ahbâr…, s. 43.
562
İLYAS, Müna, el-Kıyâs fi'n-Nahv, Dımaşk, Dâru’l-Fikr, 1985, s. 12.
563
CUMAHİ̂, Muhammed b. Sellâm, Tabakâtu Fuhûli’ş-Şu‘arâ, Thk. Mahmud Muhammed Şakir,
Kahire, Matba‘atu’l-Medeni, s. 14.
564
BECCE, Abdülfettah Hasan Ali, Zahiretu Kıyâsi’l-Haml fî’l-Lugati’l-‘Arabiyye Beyne Ulemâi’l-
Lugati’l-Kudama ve’l-Muhaddisin, Ümman, Dâru’l-Fikr, 1998/1419, s. 75-76.
565
RADÎ, Sahir Süveylim, Tevcihü’n-Nahvî ve’s-Sarfî li’l-Kırââti’l-Kur’âniyye İnde Ebî Alî el-Fârisî
Fî’l-Hucce li’l-Kıraâti’s-Seb’a, Mısır, 2008, s.150.
566
MAHZUMÎ, Mehdi, Medresetü'l-Kûfe ve Menhecuha fî Diraseti'l-Luga ve'n-Nahv, Beyrut, Dârü'r-
Raidi'l-Arabi, III. Baskı, 1986, s. 47; Çıkar, Kıyâs, 105.
567
MAHZUMÎ, Mehdi, el-Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî : A'malühü ve Menhecuhü, Beyrut, Dârü'r-
Raidi'l-Arabi, II. Baskı, 1986, s. 252.
113
kullanımlar üzerine kıyâs yapılmıştır. Bu dönemde dilbilimciler, ilimlerin
sınıflandırılmasını dahi, kıyâsın kısımlarından esinlenerek yapmışlardır. Kıyâsı
kullanarak Arap dilinde yer almayan kelimeleri dahi üretmişlerdir. 568 İbn Cinnî’nin
“Arap kelamına kıyâs edilen yabancı bir kullanım, artık Arap sözü olmuş olur”
şeklindeki görüşü bu bağlama matuftur. İbn Cinnî’nin bu fikri, hocası el-Fârisî ve
meşhur dilbilimci el-Mâzinî’nin görüşlerine dayanmaktadır.569
Üçüncü Dönem: Daha önce el-Hadrâmî ile başlayıp Halîl ve Sîbeveyh ile
sistemleşen, onlardan sonra gelen bilhassa el-Muberrid ve ez-Zeccâc gibi
dilbilimcilerle daha da genişleyen kıyâs; üçüncü dönemde Sîrafî, Rummâni ve
özellikle el-Fârisî ve talebesi İbn Cinnî ile doruk noktasına ulaşmıştır.570
Üçüncü dönemde artık kıyâs olgusu birkaç sima hariç ilim meclislerince
kabul görmüş ve ihticacın temel başvuru kaynaklarından biri olmuştur.575 Hatta
kıyâsın inkârı nahvin inkarı gibi görülmüştür.576 Bazı Arap dilbilimcileri, dili, ana
kaynağı olan rivâyet olgusundan uzaklaştırdığı ve dili daha da zorlaştırdığı
568
ÇIKAR, Kıyâs, ss. 105-106.
569
TERZİ, Fuad Hanna, Fî Usûli’-Luğa ve’n-Nahv, Beyrut-Lübnan, Mektebetu Lubnân, I. Baskı, 2005.
s. 111; TERZİ, Fî Usûl’i-Luğa ve’n-Nahv, ss. 129-130.
570
TERZİ, Fî Usûl’i-Luğa ve’n-Nahv, ss. 129-130.
571
ÇIKAR, Kıyâs, s. 107.
572
BECCE, Zâhiretu Kıyâs,s. 78.
573
BECCE, Zâhiretu Kıyâs, s. 79.
574
SUYÛTÎ, Buğyetu’l-Vuâh, II, s. 181; İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ’, s. 234; HAMEVÎ,
Mu‘cemu’l-Udebâ’, XIV, ss. 74-75; KIFTÎ, İnbâhu’r-Ruvâh, II, s. 294.
575
BECCE, Zâhiretu Kıyâs, ss. 79-80.
576
İBN ENBÂRÎ, Lumâ‘u’l-Edille, s. 95.
114
gerekçesiyle kıyasa sıcak bakmamışsa da; cumhura göre kıyâs, Arap dilinin ana
unsuru, hatta varlık sebebidir.577
Bu dönemde bir nahiv terimi olarak kıyâs mefhumuna ihtiyatla yaklaşan hatta
kıyâsı inkâr edenlere karşı önemli çalışmalar ortaya koyan dilbilimciler olmuştur.
Bunların içinde en dikkat çeken isim İbn Enbâri (ö. 577)’dir. İbn Enbârî, nahivdeki
kıyâsın diğer İslâmi ilimlerde kullanılan kıyâstan farklı olduğunu delilleriyle ifade
etmiştir. “Luma‘ul-Edille” adlı eserinde, fıkıh usulü ilminin etkisi altında kalarak,
kıyâs ve kıyâsın çeşitlerini nahvin ana unsurları gibi ele almıştır. Ona göre doğru bir
fıkıh anlayışı için fıkıh usulü ne denli önemliyse, sistemli bir nahiv için de nahiv usulü
ve onun ayrılmaz parçası olan kıyâs da o denli önemlidir.578
İllet Kıyâsı: İçinde illetin bulunduğu kıyâs türüne illet kıyâsı denir. Örneğin
naibi failin fiil ile olan ilişkisinden dolayı onu faile hamletmek bu kabildendir. Hüküm
oluşturulurken dayanılan temel esasın illet olmasından dolayı, hükmün varlığı illetin
varlığını, yokluğu da illetin yokluğunu gerektirmektedir.580 Bu kıyâs çeşiti, illetin en
etkili öğe olması sebebiyle illet kıyâsı olarak isimlendirilmiştir.
Şebeh Kıyâsı: Asıldaki hükümle ilişkili bir illet bulunmaksızın herhangi bir
benzerlikten dolayı fer’in asl’a hamledilmesidir. Muzari fiilin, çeşitli yönlerden ism-i
fâile benzemesi ve normalde fiiller mu’rab olmazken muzari fiilin sırf bu benzerlik
nedeniyle mu’rab olması bu kıyâs türüne örnektir.581 Bu kıyâs çeşiti, makîs ‘aleyh ile
makîs arasındaki benzerlikten dolayı şebeh kıyâsı olarak isimlendirilmiştir.
577
İNANÇ, Yonis, “Nahiv İlminde Kıyâsa Yöneltilen Bazı İtirazlar”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2016, cilt: XVIII, Sayı: 34 (Aralık 2016), s. 89.
578
SALİH, Muhammed Salim, Usulu’n-Nahv: Dirasetun fi Fikri’l-Enbari, Kahire, Dâru’s-Selâm, I.
Baskı, 2006, ss. 308-313.
579
EFGÂNÎ, Fi Usûli’n-Nahv, ss. 100-102.
580
SUYÛTÎ, el-İktirâh, ss. 101-102.
581
SUYÛTÎ, el-İktirâh, ss. 107-108.
115
kıyâsa örnek olarak verilebilir. Her ne kadar bu kıyâs çeşidi ile ilgili tartışmalar olsa
da, genel olarak kabul görüldüğü söylenebilir.582 Bunların yanı sıra, nahiv usulünün
fıkıh usulündeki kıyâstan etkilenmesi ile oluşan başlıca kıyâs çeşitleri şöyledir: temsilî
kıyâs, aslî kıyâs, isti’nâî kıyâs, evlâ kıyâs, müsavî kıyâs ve ednâ kıyâs.
Kıyâsın Rukünleri: Kıyâs; asl, fer’, illet ve hüküm ve olmak üzere dört ana
rükünden oluşur. Asl kendisi ile kıyâs yapılan şey; Fer’ ise kıyâs olunandır. İllet: fer’
ile asl’ın taşıdığı ortak sebeptir. Hüküm ise, fer’ ile asl’ın aynı illet’te buluşmasının
sonucunda varılmış yargıdır. Dilbilimciler, kıyâs ameliyesinin doğru olabilmesi için
söz konusu bu dört rüknün varlığını zorunlu görmektedirler.583 Bunların sahip olması
gereken bir takım ilkeleri vardır. Kısaca değinerek yetineceğiz.
582
SUYÛTÎ, el-İktirâh, s. 110.
583
BECCE, Zâhiretu Kıyâs, s. 81.
584
BECCE, Zâhiretu Kıyâs, s. 81.
585
ÇIKAR, Kıyâs, ss. 110-111.
586
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 97.
587
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 115.
588
ÇIKAR, Kıyâs, s. 112.
116
Makîs ‘aleyh olan şâz kullanımlara gelince; dilbilimciler, sözlü ya da yazılı
olarak aktarılan şâz kullanımlar üzerine kıyâs yapmayı reddetmişlerdir.589 el-Fârisî de
bu fikirdedir.590 Ne varki hangi kullanımların şâz olduğu ihtilaflıdır. Genel kabule göre
şâz; yaygın olarak kullanılsa bile, temelde dilbilim ilkelerine uymayan
kullanımlardır.591 İbn Cinnî şâzı, “aynı babtan geldiklerine rağmen diğer
kullanımlardan ayrı kalan ve tek başına bulunan”592 şeklinde tanımlamaktadır. ي
َّ قرشve
َي
ّ ثقفkelimeleri yaygın olarak kullanılsalar da nasb durumlarına kıyâs yapılamaz. Şâz
olarak kullanılan bir kelime, güvenilir bir kaynaktan gelse bile onun üzerine başka bir
kelime kıyâs yapılmaz.593 Zira Araplardan gelen her şey üzerine kıyâs yapılacak diye
bir kaide yoktur.594
Nahiv usulünde, illet başlığı altında ele alınan bazı kavramlar şöyledir: İcma:
Dilbilimcilerin ortaya konan illetin hükmü konusunda ittifak etmeleridir. Nass: Dilsel
olgunun aslını, kullanıldığı kaynaktan öğrenmektir. Sebr ve Taksim: Dilsel olgu ile
ilgili ihtimal dâhilindeki her türlü durumu ortaya koyup uygun olanı ve olmayanı
589
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 100.
590
FÂRİSÎ, el-Askeriyat, s. 76; EFGÂNÎ, fi Usuli’n-Nahv, ss. 108-109.
591
BAĞDADÎ, Abdulkadir, Şerhu Şevâhidi Şâfiyeti İbni’l-Hâcib, Thk. Muhammed Nûr el-Hasan,
Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, 1952, I, s. 97.
592
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 97.
593
ÇIKAR, Kıyâs, 112.
594
RÂSİM RIDVÂN, Abdulvehhâb, el-Kıyâsu’n-Nahvî İnde Ebi Ali el-Fârisî ve İbn Cinnî, Yüksek
Lisan Tezi, 1999, ss. 14-15.
595
ÇIKAR Kıyâs, s. 114.
596
BÛZEYD, Tabatûb, Muhâdarât fî Usûli’n-Nahv, Cezayir/Setif, Muhammed Lemin Budağîn
Üniversitesi, Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü, İlmi Araştırmalar Birimi, 2015-2016, s. 57.
597
APAYDIN, H. Yunus, “Kıyâs”, DİA, XXV, s. 535.
598
el-BECCE, Zâhiratu Kıyâs, s. 96.
117
belirlemektir. Münasebet: Belirlenen illet sonucunda ortaya çıkan hüküm için
belirlenen vasfın uygun olmasıdır. Şebeh/Benzerlik: Benzer illetten dolayı fer’in asla
hamledilmesidir. Tard: Hükmün genel ve yaygın özelliği ile bulunma durumudur.
İlgau Fârık: Zarfın mecrura kıyâs edilmesinde olduğu gibi, makîs ‘aleyh ile makîs
arasında herhangi bir farkın bulunmaması durumudur.599
Hüküm/الحــ ُ ْكم: Makîs ile makîs ‘aleyhin ortak illette buluşmasından doğan
sonuçtur.600 Makîs ‘aleyhte olan özelliği makîste gerçekleştirmek olarak da ifade
edilebilir. Hükmün ortaya çıkmasında etkili olan illetin geçersiz olması ile hüküm de
geçersiz olur. Hüküm, iki şey arasında ispat ve nefy şeklinde yapılan isnat olması
bakımından dilbilimciler tarafından çeşitli şekillerde tanımlanmıştır.601 İlk başlarda
sadece vâcip ve mumteni‘ olarak taksim edilmişken; Es-Suyûtî, bunu altı kategoriye
ayırır. Bunlar şöyledir: Vâcip: Failin merfû’ ve fiilden sonra gelmesi, mef‘ûlün
mansûb, muzâf ileyhin mecrûr, hal ve temyizin nekre olması gibi. Memnu’: Vâcibin
zıttıdır; failin mansûb ve fiilin ondan önce gelmesi gibi. Hasen: Mâzî fiil şart olurken
muzari fiilin cezada merfû’ olarak gelmesi hüküm çeşidine örnek olarak verilebilir.
Kabîh: Şart olan muzâri fiilden sonra ceza olarak gelen muzari fiilin cezimli olması
gerekirken merfû’ olması gibi. Hilâfü’l-Evlâ: Yapılması normal olanın terk edilmesi
durumudur. َضرب َغال ُمهُ َزيدا
َ örneğinde ُ َهzamiri, öncesine râci olması gerekirken
sonrasında yer alan َ زيداkelimesine râci olması gibi. Caiz ‘alâ Sevâ’: Hazf ile hazf
edilmeyişin eşitliği durumudur. Bir cümlede mubtedâ ya da haberin hazf edilmesi
yahut edilmemesi gibi. Her iki durum da caiz olup gramer açısından aynı değere
sahiptir.602
599
HASSAN, el-Usul…, s. 177; ÇIKAR, Kıyâs, ss. 143-146.
600
ÇIKAR, Kıyâs, s. 118.
601
CÜRCANÎ, Seyyit Şerîf, et-Ta‘rîfât, s. 153.
602
SUYÛTÎ, el-İktirâh fî Usûli’n-Nahv, s. 30.
603
RÂSİM, Abdulvehhâb, el-Kıyâsu’n-Nahvî, s. 19.
118
1.2. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin Tenkitlerinde Kıyâs Delili
“Ben rivâyet eksenli elli hata yapmış olabilirim; Fakat onlarca kıyâsta tek bir hata
yapmadım.”, (Bir başka ifadeyle), “Benim için rivâyet eksenli elli meselede
yanılgıya düşmek, kıyâs eksenli tek bir meselede yanılgıya düşmekten evlâdır.”
604
604
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, II, s. 88; HAMEVİ̂, Mu‘cemu’l-Udebâ, II, s. 819. Benzer bir başka ifade
şöyledir: “Rivâyet eksenli olarak yapacağım elli hata, kıyâs/analoji eksenli yapacağım tek bir hatadan
daha kolaydır”. Bkz. İBN ENBÂRÎ, Nuzhetu’l-Elibbâ, s. 315; el-‘ASKALÂNÎ, Lisânu’l-Mîzân, II, s.
195.
605
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 208.
606
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, ss. 276-277
607
YAVUZ, Mehmet, İbn Cinni ve Arap Gramerindeki Yeri, İstanbul, Şarkiyat Mecmuası, 1998, S. 8,
s. 247.
608
FÂRİSÎ, et-Tekmile, s. 181.
119
el-Fârisî’nin kullanmış olduğu kıyâs, karakteristik olarak Basra dil ekolünün
kıyâs anlayışı ile paraleldir. Basra dil ekolüyle kesiştiği benzer bazı noktalar şöyledir.
Kıyâs yaparken sık kullanılan bir dil olgusunu tercih etmek, semâı ve naklî609, aklî
delillerden daha kuvvetli görmek, az kullanılan/kalîl üzerine yapılan kıyâsa sıcak
bakmamak, şâz kullanımlar üzerine kıyâs yapmamak ve yapılan kıyâsın cumhurun
görüşüne muhalif olmaması, bu benzer noktalardan bir kaçıdır.610
“Cem-i kesret olan ِريَاحkelimesine gelince; mâkabli meksûr olduğu için Vâv
harfiYya harfine kalbedilmiştir. Tıpkı “ ”دِيـ َمةve “ ”حِ يـ َلةkelimelerinde olduğu gibi.
Hatta ِريَاحkelimesi kalb işlemine daha layıktır; zira Vâv harfinden sonra Elif harfi
vardır ve Elif (Vâv harfinden daha çok) Ya harfine benzer. Ayrıca bir kelimede
Ya harfi, Vâv’dan sonra gelmişse, orada mutlaka i’lâl yapılması gerekir. Vâv
harfinden sonra Elif gelirse de aynı durum geçerlidir; zira Elif, Ya harfine
benzer.”613
el-Fârisî neredeyse bütün dilsel meselelerde kıyâsı tatbik etmeye çalışır. Hatta
bazen hiç semâ edilmemiş bir okuma biçimini bile kıyâs delili ile izah etmeye yeltenir.
ْ ”خ
Söz gelimi, bir âyette geçen “طئاَ َكبِيرا ْ ِخkelimesinin okunuşunu,
ِ 614 terkibindeki طءا
kelimenin mastarına kıyâs yapması üzerine şunları söyler:
609
Semâ‘: Bir dil olgusunu, kişiden doğrudan alıp aktarmak; Nakil ise, Dolaylı yoldan alıp aktarmaktır.
Bkz. ALİ EBÛ’L-MEKÂRİM, Usûlu’t-Tefkîr’n-Nahvî, Kahire, Dâru Garîb, 2007, s. 33
610
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 106; ŞABAN, İ’tirâdâtü Ebî Alî el-Fârisî…, s. 498.
611
Araf, 7:57.
612
Üçten sonsuza kadar olan eril veya dişil varlıklara delâlet eden kırık çoğula verilen addır. Bu cemi
türüne çok sayıda çokluğu ifade eden anlamında "cem-i kesret" (çokluk çoğulu) denmektedir. bu çoğul
türünün otuzdan fazla vezni vardır. ِر َياحKalıbı bunlardan bir tanesidir.
613
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 32.
614
İsra, 17/31.
120
Gerçi “ََطأ
َ ”خَاdiye semâ edilmiş bir fiil yok; ancak ona delâlet eden fiiller
vardır…”615
el-Fârisî’ye göre kıyâsta dört ana ilke vardır. Bunlar şöyledir: Kıyâsın
mutlaka bir rivâyeti referans alması; üzerine kıyâs yapılacak/makîs ‘aleyh dil
malzemesinin yaygın bir şekilde Araplardan duyulmuş olması; makîs ‘aleyh’in nâdir
de olsa kullanılmış olması; makîs ‘aleyh’in şâz bir kullanım olmaması.
615
FÂRİSÎ, el-Hucce, V, s. 96.
616
FÂRİSÎ, el-Hucce, V, 123; es-Sebe’, 407.
617
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, 351-352; IV, s. 391.
618
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 369; es-Sebe’, 238.
619
FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 293.
620
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 21.
621
FÂRİSÎ, el-Hucce, V, ss. 25-26; es-Sebe’, 362.
622
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, ss. 164-164.
623
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, ss. 32, 212, 215; II, ss. 6, 52, 435.
624
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, ss. 370-371, 378; I, s. 20; VI, ss. 117-118.
625
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 282; VI, s. 118, Sebe’, 576.
626
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, ss. 270; V, s. 271; el-Halebiyyât, s. 140; et-Ta‘lika, II, s. 157.
627
FÂRİSÎ, el-Hucce, II, ss. 109, V, s. 55, VI, s. 130; et-Ta’lika, II, s. 165.
628
FÂRİSÎ, el-Hucce, II, s. 387; el-Bağdadiyât, s. 286; el-Halebiyât, s. 7; et-Ta‘lika, I, s. 99.
629
FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 305; el-Bağdadiyât, s. 305; el-Halebiyât, ss. 83, 112; el-‘Adudiyât, s. 80;
el-Askeriyât, s. 65.
630
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 282; el-Halebiyât, 139; et-Ta‘lika, II, s. 269.
631
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 3; el-Askeriyât, s. 72.
632
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 130; el-Bağdâdiyyâd, s. 47.
633
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, ss. 79, 211, 249.
634
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 93.
121
el-Fârisî’ye göre kıyâs yaparken şâz ve yaygın ( )المطردkullanımlara dair dört
husus söz konusudur.
635
Mucâdele, 58/19.
636
FÂRİSÎ, el-Askeriyât, ss. 76-83.
122
el-Fârisî’nin kıyâsta önem verdiği ilkelerden birisi, az ve nâdir olan dilsel
kullanımlarla kıyâs yapmamaktır. el-Fârisî kesretin olduğu bir yerde kalîl ile;
muttaridin olduğu yerde nâdir ile kıyâs yapmaya sıcak bakmaz. Ancak, nâdir kullanım
dışında herhangi bir delil bulunmuyorsa o zaman zarurete binanen kendisi ile kıyâs
yapılabilabileceğini söyler. el-Fârisî’ye göre, semâ’nın kuvvetli olduğu bir yerde
kıyâsa ihtiyaç yoktur. Şöyle der: “Bir meselede semâ ile ilgili bir kuvvetli delil bulunması
halinde onunla amel edilmeli ve bu delilden sonra başka bir şey talep edilmemelidir.”637
Ayrıca, İbn Cinnî tarafından dile getirilmiş “Bir hüküm kıyâs ile neticelendikten sonra,
Araplardan bu hükmün aksine bir semâ delili bulunduğunda, hükmedilenle amel edilmeyip
semâya göre hareket edilmesi gerektiği”638şeklindeki fikrin mimarı hocası el-Fârisî’dir.
Nitekim, ez-Zeccâc, “ََالمحيض
ِ َعن
ِ َ”يَسأَلونَك639 âyetinde َالمحيض
ِ kelimesinin َم ْف ِعلvezni
üzere olduğunu iddia etmesi üzerine; el-Fârisî, َم ْف ِعلbabındaki mastaralarda kullanılan
kıyâsın yaygın bir kıyâs olmadığını ve bu durumda semâ ile yetinilmesini, ayrıca semâ
dışında bir delile de başvurulmaması gerektiğini söylemiştir.640
el-Fârisî, kıyâsı sadece Araplardan işitilen sözler bağlamında ele almaz. Aynı
zamanda yabancı bir dil malzemesini, Arap meselleriyle kıyasladıktan sonra ortaya
çıkan neticeyi Arap kelamı içerisine dâhil eder.641 el-Mâzinî’nin “Arap sözü ile kıyâs
edilen Arap sözünün ta kendisidir”642 sözü, el-Fârisî’nin bu ilkesini en güzel şekilde
açıklar.
“Eğer bir şair, saci’/seciyi kullanan veya muttesi’/dili süslü kullanan biri lamel
harfi (fiil kalıbındaki üçüncü harfin tad’ifini) isim, fiil veya sıfata ilhak edip
onlara da uygulasa, bu onun için caiz olur. Çünkü bunlar Arap kelamıdır. ََخرجج
أكرمَمنَدخل, َضرببَزيدَعمراve ََضرببََوكر َمم، مررتَبرجلörneklerinde olduğu gibi.
Kendisine şöyle dedim: Sen dili irticalen mi konuşuyorsun? Dedi ki: Kesinlikle
irticali değildir. Çünkü bu yaptığım, Arap sözüne kıyâs yapılmıştır. Eğer, Arap
sözüne kıyâs ediliyorsa o zaman, kıyâs edilen Arap sözü olmuş olur… Açıkça
637
FÂRİSÎ,, el-İğfâl, I, ss. 94-95.
638
İBN CİNNÎ, el-Hesâis, I, s. 178.
639
Bakara, 2/222.
640
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 80-81.
641
İBN CİNNÎ, el-Munsıf, I, ss. 180-181.
642
MÂZİNÎ, el-Muzhir, I, s. 117.
123
görülmektedir ki َُ طابَالخشكنانdediğinde onu Arap sözü yapmış olursun. Her ne
kadar Araplar bu kelimeyi kullanmıyor olsalar da.”643
“Bu âyet ile ilgili söylenen görüşlere katılıyorum. اليومkelimesinin mef’ul olarak
geldiğini ve Ha zamirinin sıla cümlesinden hazf edildiği gibi burada da hazf
edildiğini söylemek kabul edilebilir. Buradaki hazif, kesret ve kıyas yolu ile
yapılır. Kıyâsa gelince; sıla mevsûle özel olduğu gibi, mevsuf da sıfata özeldir.
Sıla mevsûlde amel etmediği gibi, sıfat da mevsufta amel etmez ve onu
kapsayamaz. Sılada olduğu gibi, sıfatın mertebesi mevsuftan sonra gelmelidir.
Sılada gerekli olan her konum sıfatta da gerekli olmaktadır. Bundan dolayıdır ki;
sıfat olmadan mevsuf bilinemez. Mevsûlden öncekinde amel edilmediği gibi,
mevsuftan öncekinde de amel edilmez. Sılanın mevsûlle ilişkili olması gibi,
söylenen mevsufu ile ilişkili olması söz konusudur. Görüldüğü gibi, sıfatın sılaya
olan benzerliğinde kesret söz konudur… Öyle ki; zikrettiğim benzer yönler itibarı
643
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, I, s. 358-359.
644
CEVÂLİKÎ, Ebû Mansûr Mevhûb b. Ahmed, el-Mu’arreb Mine’l-Kelâmi’l-‘Acemiyyi ‘alâ Hurûfi’l-
Mu‘cem, Thk. F. Abdurrahîm, Dımaşk, 1990, s. 91.
645
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 76-78.
646
Bakara, 2/48.
124
ile, sıfat sıla gibidir denilebilir. Durum böyle olunca benzerlikten dolayı hazf,
hasen kabul edilir. ”647
el-İğfâl’de geçip üçüncü bölümde özel olarak ele aldığımız başka bir örnekte,
mustesnânın ismini nasp eden amilin َّ’إالdan sonra gelen zahir cümlenin olduğunu,
mef‘ûlü ma‘ah ile yaptığı kıyâsa bağlar. “…َََوأَنتُم َ ِ ّم ْع ِرضُون
َ ”ثُم َت ََول ْيت ُ ْم َ ِإال َقَ ِليال َ ِ ّمن ُك ْم
648
âyetindeki ّال
َ ’إdan sonra gelen cümlenin nasp amilinin mustesnâ minhin olmadığı bir
cümle olmasını, mef‘ûlu ma‘ah ile kıyâs yaparak istisnâ edatının ortada gelip
kendisinden sonraki kelimenin amilinin zahir cümle olduğunu belirtir. Kıyâsta
kullandığı mef‘ûlü ma‘ah ise ” ”جاءَالبردَوالطيالسةve “ ”ماَصنعتَوأباكörneklerinde olduğu
gibi Vav harfi ile bir birine bağlanan mef‘ûllerdir.649
“Ta” harfini sakin yaparak “Ha” şeklinde okunabileceğini belirtmesini kıyas olarak
değerlendirir. Fakat, “Ta” şeklinde okunmasının mushafa ittiba bakımından daha güzel
olduğunu belirtir.654 el-Fârisî ise; bu âyette ecved/en iyi olan okuyuşun “Ha” şeklinde
ِ َ”و َالت
olduğunu savunur. Söz konusu durum “ََحينَ َ َمنَاص َ
655
âyetinde geçerli olmayıp bu
âyette “Ta” harfi üzerine vakıf yapılması gerektiğini söyler. el-Fârisî “Ha” üzere
vakfetmenin –ez-Zeccâc’ın iddia ettiği- mushafa tabi olmayı terk etmek ve Arap dil
647
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 206.
648
Bakara, 2/53.
649
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 337.
650
Bakara, 2/222.
651
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 296.
652
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 80-81.
653
Necm, 53/19.
654
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, III, s. 73.
655
Sad, 38/3.
125
otoritelerince ittiba edilen yoldan çıkmak anlamına gelmeyeceğini, bilakis, diğerinden
daha açık ve daha çok kullanıldığını söyler:
Bu örnekte olduğu gibi; el-Fârisî’nin, var olan dil kurallarını koruyan bir
pozisyonda bulunmasından ziyade, dilsel olgularda yenilik yapan ve yeniliği savunan
bir dilbilimci olduğu kabul edilir.657
Ebû ‘Alî el-Fârisî, gerek inceleme eserimiz el-İğfâl’de gerek diğer eserlerinde
yapmış olduğu tenkitlerde kıyâs delilini olabilecek en geniş kapsamda kullanmıştır.
Öyle ki kıyâsın ayrılmaz bir rüknü olan hükm’ün çeşitleri üzerine bile kıyâs yapmaktan
geri durmamıştır. Bir nahiv usulü terimi olarak kıyâsı, vâcib658, câiz, hasen, mekruh
ve memnû’ kısımlarına tasnif eder. Bu kavramlar kıyâs ile varılmış hükmün/neticenin
çeşitleridir. el-Fârisî, nahivdeki bazı meselelerde neticeye bağlanmış bir yargıya, bir
başka meseleyi kıyâs ederek, aralarındaki ortak illete binaen benzer sonuçlara
ulaşmaya çalışmıştır. Buna “kıyâsın hükümleri üzerine kıyâs” diyebiliriz. Birer misalle
aktaralım.
656
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 534-537.
657
ŞELEBÎ, Ebû ‘Alî el-Fârisî…, s. 229.
658
el-Fârisî, vâcib kavramı yerine daha çok “luzûm/lâzım” kelimelerini kullanır. Bkz. FÂRİSÎ, el-
Hucce, I, s. 276.
659
Araf, 7:10. Meâl: “Andolsun, size yeryüzünde imkân ve iktidar verdik. Sizin için orada birçok
geçim imkânları da yarattık. Ama siz ne kadar az şükrediyorsunuz!”
660
ez-ZECCÂC, Meani’l-Kur’an, II, s. 320.
126
“ش
ََ ِ َمعَايkelimesi ’ َم ِعيشَةnin çoğuludur. َم ِعيشَةilletlidir; zira يش
َُ يَ ِعvezni üzerinedir.
َم ِعيشَةkelimesindeki harf (yâ harfi), kelimenin aslından olup diğerinden farklıdır.
Müşterek olmayan bu ziyâdeden dolayı, ayrıca fiili isimden ayırt edecek bir
fâsılaya ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak müşterek ziyâdeleri hemze olan َ أ َ َجا َدve
َْ َأ َجْ َودkelimelerini birbirinden ayırt etme ihtiyacı duyulmuştur. Nitekim biri i‘lâl
(َ )أ َ َجا َدhaliyle diğeri aslı (َْ )أَجْ َودüzerine bırakılmıştır. Bu itibarla, bir ismin, fiilin
yapısına/binasına müvâfık olması, isimde i‘lâl yapmayı vâcib kılar. Baksana!
Dilbilimciler, fiil vezni üzere olan راح-يَـوم-دار- بابkelimelerini i‘lâl yaparken,
vasl ve vakf hallerinde Ya ile ( ) َيتقيokunabileceğini iddia eder. Diğer kırâat imamları,
ma‘tûfَ)ص ِب َْر
ْ (و َي
َ َma‘tûf ‘aleyh (َق
ِ ) َيتuyumu sebebiyle Ya harfi ilave edilmeden okunması
gerektiğini savunur.663 el-Fârisî ise ilginç bir kıyâs sonucunda İbn Kesîr’in َمن َيَتقي
şeklindeki bu okuma biçiminin caiz olabileceğini söyler:
661
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 229-231. el-Fârisî, kıyâsı, kıllet derecesindeki bir rivâyete tercih eder. Bu
meselede onlardan biridir. Nitekim şöyle söyler: “Bütün kâriler ش ََ ِ َمعََايkelimesini hemzesiz
okumuşlardır. Ancak Nâfi‘’den gelen bir rivâyete göre, o, معائشşeklinde hemzeli okumuştur.”
662
Yusuf, 12/90.
663
FÂRİSÎ, el-Hucce, IV, s. 447; İBN HÂLEVEYH, Ebû Abdillâh el-Hüseyn b. Ahmed, el-Hucce fî’l-
Kırâati’s-Seb‘, Thk. Sâlim Mükrim Abdu’l-‘âl, Beyrut, Dâru’ş-Şürûk, 1977, s. 198; AHMED
MUHTÂR ÖMER, SÂLİM MÜKRİM, Mu‘cemu’l-Kırâati’l-Kur’âniyye, ‘Alemu’l-Kutub, III. Baskı,
1997, II, s. 467.
664
FÂRİSÎ, el-Hucce, s. IV. ss. 447-449.
127
şeklindeki bir okuyuşun câiz olduğunu, herhangi bir rivâyetten destek almaya ihtiyaç
duymadan sadece kıyâs ile ortaya koymak iddialı bir yaklaşımdır. Bu da el-Fârisî’nin
kıyâstan ne denli istifade etmeye çalıştığını gösteren meselelerden bir tanesidir.
Ahsen Hükme Kıyâs: İbn Kesîr, ‘Âsım, Ebû ‘Amr, Hamza, İbn ‘Âmir “ََُتَكَاد
ِ ”ٱلس َٰ َم َٰ َوتَُيَتَفَط ْر665 âyetindeki ُ تَكَا َدkelimesini ُ( تَكَا َدte ile) şeklinde; Nafi’ ve el-Kisaî يَكاَد
ُنََم ْن َه
(ye ile) şeklinde okumuşlardır.666 el-Fârisî bu okuyuşları şöyle değerlendirir.
665
Meryem, 19/90.
666
FÂRİSÎ, el-Hucce, V. ss. 213-214.
667
FÂRİSÎ, el-Hucce, V. s. 214.
668
Fâtiha, 1/6.
669
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 51; IV, ss. 260-261.
670
FÂRİSÎ, el-Hucce, I. s. 51.
128
ِ ِ۬ َو ََٓر
Memnû‘ Hükme Kıyâs: el-Fârisî, “َائ ِ َوحْ يا َا َ ْو
َ َم ْن َو َما َ َكانَ َ ِلبَشَر َا َ ْن َيُ َك ِلّ َمه ه
َ َُّللاُ َاِال
َ”ح َجاب
ِ 671 âyetindeki َوحْ يا
َ ’إِالnin i’râbı ile ilgili yaptığı bir değerlendirmede memnu’
hükmü memnû’ hükme kıyâs etmiştir. Şöyle der:
“َوحْ يا
َ ِإالi‘râbında iki durum vardır. Ya istisnâ-i munkati’dir ya da hâl’dir. Şâyet,
ِ ا َ ْوile bir iletişim kalmaz.
َْ َم
istisnâ-i munkatı olarak kabul edilirse; cümlede ن
Çünkü, müstesnâ’nın öncesi, müstesnâ’nın mâba‘dinde amel etmez. Bundan
dolayı dilbilimciler, el-A’şâ’nın bir şiirinde geçen 672 َوالَقَائِال َإالَّه َُو َالُمت َ َعيبَاkısmıَ
َُ )يقوtakdir etme ihtiyacı hissetmişlerdir.673 َِإال
içim (َ'قائالden hareketle) bir fiilَ (ل
’ َوحْ ياnin istisnâ-i munkatı olmasını caiz görmemişlerdir; zira istisnâ harfi, nefy
harfi anlamındadır. Söz gelimi, “ ”قامَالقومَإالَزيداcümlesinin manası “َقامَالقومَال
َ ”زيدşeklindedir. Bu itibarla, nefy harfinin mâkabli, mâba‘dinde amel etmesi
memnû’ olduğu gibi, tam bir kelâmda istisnâ edatının makablinin mâba‘dinde
amel etmesi de memnû’dur.”674
671
Şura, 42:51.
672 ْ وليس َمجبرا
Şiirin maktaı şöyledir: ََإن َأتى َالحي َخائف َ Bkz. A‘ŞÂ EL-KEBÎR, Meymûn b. Kays,
Dîvân,Thk. Mehdî Muhammed Nâsıruddîn, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, I. Baskı, 1978, s. 21.
673
İBN CİNNÎ, el-luma’, s. 221
674
FÂRİSÎ, el-Hucce, VI. s. 134.
675
ÖZBALIKÇI, Mehmet Reşit, “Ebû ‘Alî el-Fârisî”, DİA, X, ss. 88-90.
676
İtikad yönünden Mu‘tezile’ye mensup olmakla itham edilmişse de buna dair herhangi bir delil
mevcut değildir. Bu ithama, Mu‘tezile’nin ileri gelenlerinden Ebû ‘Alî el-Cübbâî’nin tefsiri üzerine
yazdığı, bugün elde bulunmayan ve 100 varak civarında olduğu söylenen (Yâkūt el-Hamevi, VII, s.
241) Kitâbu’t-Tetebbu’ adlı ta‘liki sebebiyle mâruz kalmış olmalıdır. Bkz. ÖZBALIKÇI, “Ebû ‘Alî el-
Fârisî”, DİA , X, ss. 88-90.
129
nahiv meselelerinde referans göstermesi onun her şeyden öte ilmî yetkinliğinin yüksek
olduğunun bir göstergesidir.677
677
BAĞDÂDÎ, el-Hâşiye, s. III, s. 250-251.
130
E. BİR MÜNEKKİT OLARAK EBÛ ‘ALÎ EL-
FÂRİSÎ’NİN TENKİT ETTİĞİ KİŞİLER VE TENKİTE
MAHAL ETTİĞİ MESELELER
678
SİNANOĞLU, Mustafa, “Reddiye”, DİA, XXXIV, s. 516.
131
çabası olduğunu söyleyebiliriz. el-Fârisî’nin hocası ez-Zeccâc’a tenkitlerini yönelttiği
el-İğfâl’i, bu tenkitleri haksız bulup el-Fârisî’ye ağır bir dille reddiye yazan İbn
Hâleveyh’in el-Hâzûr’u, yine el-Fârisî’nin bu tenkitlere cevaben kaleme aldığı
Nakdu’l-Hâzûr’u bunlardan sadece bir kaçı olup, geçmişteki reddiye geleneğinin birer
devamıdır.
Esasen, Araştırma sahamız ez-Zeccâc’a yönelik tenkitlerle sınırlı olsa da, ana
kaynak olarak kullandığımız el-İğfâl’de ez-Zeccâc’ın merkeze alınarak diğer
gramercilere yapılmış tenkitlerin yoğunluğu, bu başlığı açmamızı gerekli kıldı. Bir
münekkit olarak el-Fârisî’yi bütün yönleriyle tanıyabilmek için şüphesiz el-İğfâl’in
sınırlarının dışına çıkıp, diğer eserlerindeki tenkitleri de incelemek gerekir. Zira
araştırmamıza göre, el-İğfâl’de mahza ez-Zeccâc’a yönelik olup diğer gramercilerin
adının geçmediği meseleler, sadece altı tanedir. Bunların dışındaki tüm meselelerde
çoğunlukla isim vererek bazen de anonim olarak diğer dilbilimcileri de tartışmaya dahil
eder.
132
1. ‘Amr B. ‘Ubeyd el-Basrî (ö. 80-144)
Arap dilinde iki sâkin harfin peşi sıra gelmesi (iltikâu’s-sâkineyn), talaffüzda
ağırlık (istiskâl) yaptığı gerekçesiyle kabul görmemiştir. İltikâu’s-sâkineyn
durumunda, harflerden birisi illet harfiyse hazfedilirَ(َ’ َيقُو ُلnun nehy halinde ل
َْ ُ لَ ْمَ َيقolması
gibi), sahih/sâlim ise ( َقُ ِلَهللاgibi) harekelenir. Bu kaide, ilk kaynaklara kadar uzanır ve
Arap dilinin temel ilkelerinden sayılır. Ancak “َص ْر ْ
ْ َ َوالـع,”والفَجْ ْر vakfe durumu, yine
vakfe durumunda caiz olan “َ َرحي ْم, ”علي ْمgibi âyet sonlarındaki medd-i ârızlı haller,
“ألـحـآقة,َ صآ ّخة
ّ ”ألgibi muza’af/şeddeli kelimeler bu kuralın dışında tutulmuş ve
dilbilimsel açıdan problemli görülmemiştir. Buna rağmen, ilk nahivcilerden Amr b.
‘Ubeyd el-Basrî, medd-i lâzımdaki elif’i hemze’ye kalbederek Rahman süresinde
geçen “َ ”جـآنkelimesini “َ ” َجـأَنşeklinde okumuştur.679 İbn Cinnî nakleder:
679
Rahman 34: ََو َالَ َجان َ َُ فَيَ ْو َمئِذَالَيُ ْسأَل: İşte o gün ne bir insana ne de cine günâhı sorulmayacak.
َ عنَذَن ِبهَِإِنس
İlgili meselenin geçtiği bazı kaynaklar için bkz. FÂRİSÎ, el-Mesâilu’ş-Şîrâziyyât, II, s. 574; İBN CİNNÎ,
el-Hasâis, III, s. 147; İBN CİNNÎ, el-Muhteseb, I, s. 46; İBN YA’ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, X, s. 12.
680
İBN CİNNÎ, el-Muhteseb, I, s. 47.
681
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, II, s. 575.
133
dönüşmüş. Bu misal, Ebû Zeyd’in “َ ” َجـأَنkelimesindeki okumasına dayanak teşkil etmez
mi?”682
el-Fârisî, bunu kabul etmez. Bu misalin hem kullanım hem kıyâs edilebilirlik
açısından diğerinden daha kuvvetli olduğunu savunur. “ـل
َ َ ” َر ُجörneğinde hemze’ye
dönüşen elif’in kelimenin sonunda, diğerinde ise kelimenin ortasında olmasını gerekçe
gösterir. Üzerinde vakfe yapılan ( )الموقوف َعلـيهharfin, kelimenin ortasındaki harften
(درج
َ )ال ُمdaha tasarruf sahibi olduğunu söyler.
683
Semîn el-Halebî, bunun kıyâsa uygun olduğunu savunur.686 Zemahşeri ise, İbn
Cinnî’nin istişhâdlarından etkilenmiş olmalı ki elif’in hemze’ye dönüşmesi hakkında
“iltikâu’s-sâkineyn’den aşırı şekilde kaçınan kimselerin uyguladığı bir çeşit lugat” yorumunu
yapar.687 Yine muhtemelen İbn Cinnî’den etkilenen Ebû Hayyân da “Ebû’l-Feth’in
anlatımına göre, üzerine kıyâs yapılmayı hak eden bir lugat olmalı…” der.688
682
SİBEVEYH, el-Kitâb, IV, s. 176 (Harûn); FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, II, ss. 578-579.
683
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, II, s. 579.
684
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 144.
685
İBN CİNNÎ, el-Hasâis, III, s. 148; İBN CİNNÎ, Sırru’s-Sına‘ah…, I, s. 74; İBN CİNNÎ, el-Muhteseb,
I, s. 47. Diğer bazı eserler için bkz. İBN YA’ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, X, s. 12; ZEMAHŞERÎ, el-Keşşâf, I,
s. 123.
686
HÂLEBÎ, ed-Dürru’l-Masûn, I, s. 75: “”والظاهرَأنهاَلغةَمطردة.
687
ZEMAHŞERÎ, el-Keşşâf, I, s. 123.
688
ENDELÛSÎ, el-Bahru’l-Muhît, I, s. 151.
134
2. ‘Îsâ b. Ömer (ö. 149)
َ َ”ن,َmuzârî olan “َُ ”يَ ْكـتُبveya emir sîgası olan “َ”قـاتِ ْل
Tipik bir mâzî fiil olan “َص َر
gibi kelimelerin, birer ‘alem olarak kullanılmaları durumunda münsarif mi gayr-ı
münsarif mi olacakları tartışılmıştır. el-Fârisî’nin de içinde olduğu cumhurun görüşüne
göre şahsa veya eşyaya ad olarak konan bir fiil kalıbı, sonundaki veya başındaki
eklerden arınması ve ‘alemler arasında örneği olması şartıyla münsarif kabul edilir. el-
Halîl, Yûnus689 ve Sîbeveyh690 de aynı görüştedir. Bu görüşe göre, söz gelimi “َ”فـع َل
sigası üzere olan ve birer beytülmukaddes/makdis ismi olarak kullanılan “َ ” َبـقّ َمve “َ”شَـل َم
kelimelerinin ‘alemler arasında örneği bulunmadığı için münsarif olmazlar.691
‘İsâ b. ‘Umer ise böyle bir kelimenin gayr-ı münsarifliğini fiilden menkul
olması şartına bağlar. Ona göre ilgili kelimenin isme benzemesi veya fiil kalıbında
olmasını şart değildir. Sîbeveyh ve ona tabi olan el-Fârisî ise fiilden menkul olma şartı
üzerine şunlar söyler:
“… Bu, Arap sözlerine muhaliftir. Söz gelimi, fiilden menkul olmasına rağmen ad olarak
694
ضـعَِال ِعما َمـةََت َ ْع ِـرفُـوني
َ َ َمت َىَأ َ ـالَو
َ693طـالعَُالثــنَايَا َ َ ْـنَ َج
ُ أنَاَاب
689
ER-RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, I, s. 166.
690
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 206 (Harûn).
691
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 208.
692
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 206.
693
Mutçalı, bu terkibi “canlı, kıpır kıpır, enerjik” olarak çevirmiş. Bkz. MUTÇALI, Serdar, Arapça-
Türkçe Sözlük, İstanbul, Dağarcık Yayınları, 1995, s. 526.
694
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 207; Ayrıca bkz. el-Asma‘iyyât, s. 17; İBN DUREYD, el-İştikâk, s. 138.
BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, I, s. 256. MUBERRİD, el-Kâmil…, ss. 128, 215; EŞMÛNÎ, Şerhu’l-
Eşmûnî ‘alâ Elfiyyeti İbn Mâlik, s. 531.
695 َ
َ ابْـنُ َ َجterkibi, “Şeref, asalet ve cesaret”i ifade eden bir metafor olarak kullanılır. Şerefin oğlu,
ـال
cesaretin oğlu gibi. Bkz. MUBERRİD, el-Kâmil…, ss. 128, 215; . BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, I, s.
256.
135
َ َ جـ
İsâ b. ‘Umer’e göre şiirdeki ال ََ kelimesinin gayr-ı münsarif olup tenvin
almaması, fiilden menkul olması sebebiyledir. Sîbeveyh ve el-Fârisî’ye göre ise fâil
َ َجise tahkiye cümlesidir.696 ‘İsâ b. ‘Umer,
olan elif zamirinden kaynaklanır. ََـال
sonundaki elif sebebiyle tenvin alamayan bir kelimeyi istişhâd olarak tercih etmesi
yüzünden de eleştirilerin hedefinde olmuştur.697
696
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 208.
697
FÂRİSÎ, et-Ta’lika, III, s. 25.
698
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 306; BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, II, s. 425.
699
CEZERÎ, Muhammed b. Muhammed Ebû’l-Hayr, en-Neşr fî’l-Kırââti’l-‘Aşr, Tsh. Ali Muhammed
ed-Dabbâ‘, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, I, s. 397.
700
Neml 25. Âyetin tamamı: “Ne diye Allah’a secde etmezler ki! Göklerde ve yeryüzünde gizleneni
ortaya çıkaran, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilen Allah’a!”
701
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 545.
702
FÂRİSÎ, el-Halebiyât, s. 43.
703
Fussilet, 44.
704
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 307.
136
görüşlerini, yaygın ve muttarid kıyâsa ters düşmesine rağmen kabul edilebilir kıyâs dışı
yaklaşımlar olarak bakar. Müstakil olarak ele aldığımız “el-Fârisî ve kıyâs” başlığında
da görüldüğü üzere el-Fârisî, Araplar tarafından yaygın olarak istimal edilen
okumalarla veya dilsel kullanımlarla farklılık arz eden yaklaşımlara “şâz, kalîl, gayr-ı
kıyâs” gibi notlar verip gramer/lugat materyallerinden atılması gereken bilgiler olarak
değil, bir kenara not edilesi meseleler olarak bakar. el-Fârisî’nin bu yaklaşım tarzından
hareketle, bu meseledeki farklı düşüncelerin de bir kenara not edilmesi lazım gelen
bilgiler arasında yer alması gerektiğini söyleyebiliriz.
Arap dil gramerinde “كانَ َوأخَـواتُـها: kâne ve kardeşleri” olarak bilinip ismini
raf’, haberini nasb eden fiillere nâkıs fiiller ( )األفـعال َالنّاقـصـةdenir. Terkipteki nâkıs
ifadesi, sarf ilmindeki lâmu’l-fiilin illet harfi olmasını değil, tam fiillerden (َ)األفـعالَالتّامة
ayrı olarak anlam bütünlüğünü sağlamak için habere muhtaç olmayı ifade eder.
ََ َلَي،ار
Bunlar ََكَان, ْس َ صَ َ، ََبَات،ظل َ َأ َ ْم،ض َحى
َ َ،سى ْ َ َأ،صبَ َح
ْ َ أ, ئ
ََ َِماَفَت،َ َماَزَ ال, ََ َماَا ْنفَك،َر َح
ِ ََماَب,ََ َما
دَامfiilleridir.705 Başında ماedatı olan son beş tanesine ise ayrıca “Devam fiilleri (َاألفـعال
”)اإلسْـتِ ْمرارde denir.706 Zira söz gelimi “…”مازال, “…. hala devam etmekte” anlamına
gelir ve mütekellimin hitap anında olayın hala devam etmekte olduğu belirtilir. َََوالََتَزَ ا ُل
َ َ ت َط ِل ُع َ َعلvb. âyetlerde olduğu gibi. Nitekim “birkaçı dışında,
َى َخَآئِنَة َ ِ ّم ْن ُه ْم َإِال َقَ ِليال َ ِّم ْن ُه ُم 707
onlardan dâima bir hainliğe muttali olup duracaksın…” denilerek, âyetin nazil olduğu
an itibariyle de Hz. Peygambere olan hainliğin devam edildiğine vurgu yapılmıştır.
705
Detaylı bilgi için bkz. el-‘USEYMÎN, Muhammed b. Salih, Şerhu’l-Âcurrûmiyye, Riyad,
Mektebetü’r-Rüşd, 2005, s. 271; İBN MÂLİK, Elfiyye, “Kâne ve Kardeşleri” babı.
706
“ ” َماَدَامdışındaki diğer “Devam fiiller”in başına “”ال, “َ ”لَ ْنgibi diğer nefy edatları da gelebilir. Ancak
“”دَام, Mâ-i Zarfiyye ile kullanılmalıdır. Bkz. el-‘USEYMÎN, Şerhu’l-Âcurrûmiyye, s. 273.
707
Mâide, 13. Diğer bazı âyetler için bkz. Tevbe, 110; Bakara, 217; Gâfir, 34.
137
kelimeler, görevi menfi manayı musbete tahvil etmekَolan istisnâya ihtiyaç duymazlar.
Zira musbetin ispatı, menfinin nefyi muhaldir.708 Bu sebeple, “َ ”ثَـبَتَ َزيْدَإالَّكـريماile “َل ْم
َ ”يزَ ْل َزَ يْد َإالّ َكريماşeklindekiَ misaller anlamsızdır. Bir başka ifadeyle “ََ ”ثَـبَتile “َ”ل ْم َيزَ ْل
kelimeleri arasında anlam itibariyle hiçbir fark yoktur. “َّ ”إالvb. istisnâ edatlarının
cümleye yapacağı etki, ilgili fiillerin “ ”ماve benzeri nefy edatlı hallerinde zaten
mevcuttur. Söz gelimi, “َ”ماَمر ْرتَُبزَ يْد
َ misalindeki negatif mana, bir mustesnâ edatı olan
“َّ”إالnın cümleye girişiyle pozitife dönüşür. “َمر ْرتُ َإالّ َبزَ يْد
َ َ ”ماgibi. Aynı şey farazî bir
cümle olarak “َ( ”زالَزيْدَكريمـاZeyd’in kerîmliği sona erdi) ile “َ( ”ماَزالَزيْدَكريـماZeyd’in
kerîmliği hala devam etmekte) misallerinde geçerlidir.
َ , َ”ثَـبَت
Birincisi: buradaki “َُّ ”الَ َت َ ْن َفكnâkıs fiil değil, tamme’dir. Tıpkı “َ َوقـ َع
manasına gelip tamme olabilen “ََ ”كـانgibi. Bu durumda “َ ” ُمنَاخَةkelimesi haber değildir.
708
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf, I, s. 156.
709
Şairin “Zürrumme” lakabı “Çürük ip parçası taşıyan” anlamına gelir. Şair küçüklüğünden beri
boynunda bir iple muska taşıdığı veya sevgilisi Meyye’nin annesiyle beraber bulunduğu bir ortama
omuzunda bir ip parçasıyla girerek su istediğinde sevgilisinin ona, “Buyur ipli!” (Zürrumme) diye hitap
ettiği yahut bir şiirinde tasvir ettiği çadır kazığı üzerinde kalmış bir ip parçasından (rumme) söz ettiği
için bu lakapla anılmıştır. Geniş bilgi için bkz. YILDIZ, Musa, “Zûrrumme”, DİA, XXXIV; s. 581;
Ayrıca bkz. ZÛRRUMME, Gaylan b. Ukbe, Dîvânu Zûrrumme, Thk. Ahmet Hasan Besec, Beyrut,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1995, (Mukaddime), s. 4.
710
Bazı kaynaklarda “ ”قـالئصşeklinde de geçer. Bkz. NEHHÂS, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed b.
İsmâîl el-Murâdî, Αrâbu’l-Kur’ân, Thk. Şeyh Halit Ali, Beyrut, Dâru’l-Ma‘rife, II. Baskı, 2008,
“Beyyine süresi” s. 1349.
711
ZÛRRUMME, Dîvân, s. 86.
712
Bkz. NEHHÂS, İ‘râbu’l-Kur’ân, s. 1350.
138
İkincisi: buradaki “َ”إال, istisnâ fonksiyonlarını yitirmiş olup zâidedir. Zâidedir;
çünkü cümleye olumlu-olumsuz kattığı herhangi bir mana yoktur. Bir münekkit olarak
el-Fârisî’nin buradaki yaklaşımı, te’vilin imkân dahilinde olduğu yerlerde, bir
dilbilimsel yaklaşımın veya kullanımın râcih değilse de mercûh olarak varlığını devam
ettirmesi gerektiğini savunması fikrini vermesi açısından önemlidir.713
1. Râvi okuma hatası yaparak yanlış aktarmıştır. Şiirdeki kelime “َّ ”إالdeğil,
şahıs anlamına gelen“َ”آالdır.َ Nitekim Zûrrumme, aynı kelimeyi başka bir şiirde de
kullanır. Hatta İbn Usfûr’un aktardığına göre, Zûrrumme bu şiir yüzünden
ayıplandığında, “َّ إالdemedim, َ آالdedim!” diyerek yanlış anlaşıldığını ifade etmiştir.716
Bu durumda “َ ”آالkelimesi haber ve mevsûf;َ “َ ” ُمنَاخَةise sıfat konumunda olur.717
2. Şiirdeki “َُّ”الَ َتَ ْنفَك, sanıldığı gibi nakıs değil, tam fiildir. el-Ferrâ, ve İbn
Hişâm, bu tevili el-Kisâî’ye nispet eder.718 Aynı görüşü eş-Şentemerî de zikreder. Bu
durumda “َ” ُمنَاخَةkelimesi ya hâl; ya da önündeki engel kalktığı için müstesnâ
konumunda olur.719
3. “َُّ ”الَ َتَ ْنفَكnakıs fiildir; ancak haberi “َ ” ُمنَاخَةdeğil, “َْف ْ َ ” َعلzarfıdır. Bu
ِ ىَال َخس
durumda “َ ” ُمنَاخَةhâl konumundadır. Bu görüş de eş-Şentemerî tarafından aktarılır.
4. “َُّ ”الَ َتَ ْنفَكnakıs fiil, haberi mahzûf ise “َ ”مـقيـمةşeklinde mukadderdir. bu
görüşü ez-Zemahşerî nakleder.720
713
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, s. 307.
714
İBN ENBÂRİ, el-İnsâf…, s. 159.
715
FERRÂ’, Me‘anî’l-Kur’ân, III, s. 281.
716
İBN ‘USFÛR, Darâiru’ş-Şi‘r, Thk. Seyyit İbrahim Muhammed, Kahire, Dâru’l-Endelûs, 1980, s. 76.
717
Sıfat-mevsûf uyumsuzluğu problemine, “َ آالkelimesinin, şahıs anlamına gelmesi sebebiyle umum
ifade ederek hem dişil hem eril kalıplara kabil olduğu…” şeklinde cevap verilmiştir. Bkz. İBNU’L-
ENBÂRİ, el-İnsâf…, s. 157.
718
İBN HİŞÂM, Muğnî’l-lebîb…, I, s. 475.
719
İBN EŞ-ŞECERÎ, Emâlî…, II, s. 373.
720
İBN ENBÂRİ, el-İnsâf, s. 159.
139
5. “َُّ ”الَ َتَ ْنفَكnakıs fiil, “َ ” ُمنَاخَةde haberdir. Ancak “َّ”إال, istisnâ fonksiyonunu
kaybetmiş bir zâide harftir. İbn Yâ‘îş bu görüşü el-Mâzinî’ye nispet eder.721 el-
Fârisî’nin baskın görüşü de bu minvaldedir. İbn Hişâm, el-Asma‘î ve İbn Cinnî’nin de
bu görüşte olduğunu nakleder.722 Netice itibariyle Ebû Amr b. el-‘Alâ’’nın
Zûrrumme’nin inşâd ettiği şiire yönelik yaptığı tenkit, el-Fârisî de dâhil olmak üzere
dilbilimciler tarafından kabul görmemiştir. Tevil ile çözüme gidilebilen durumlarda,
tenkit yerine tevili tercih etmenin ilmî açıdan daha yararlı olacağı kanaatindeyiz.
Özellikle bir müellif veya şairin bu meselede olduğu gibi “َّ إالdeğil, َ آالdedim” şeklinde
nakledilmiş bir beyanı varken… Ancak cümlenin devamındaki atıf harfi olan “َ”أو
ْ ve
sonrası, bu ihtimali zorlaştırdığını da belirtelim.َZira bu ihtimali kabul edersek, “َ” َُمنَاخَة
kelimesini sıfat veya hâl yapma durumunda ona atfedilecek olan “”أ َ ْو َن َْر ِميَ ِب َهاَ َبلَداَقَ ْفرا
cümlesi muallak ve anlamsız kalır. Bir başka ifadeyle, matûfü ‘aleyh’in hangi kelime
veya cümle olacağı sorunsalıyla karşı karşıya kalacağımız bir başka problem ortaya
çıkar.
Arap dil gramerinin ilkelerinden biridir: “aynı kelimede üç tane “ ”يharfi peşi
sıra gelirse üçüncüsü hazfedilir.”723
َ ْأَح
Üç “ ”يharfinin peşi sıra gelme olasılığının en çok olduğu yer, ــوى
kelimesinde olduğu gibi tasgîr/tahkîr kalıbıdır. Sondaki lâmu’l-fiil olan “ ”يile birlikte
tasgîr kalıbının bir parçası olan sâkin veya şeddeli “ ”يharfi... ــوى َ ْ’أَحnın iki çeşit tasgîr
kalıbı vardır: birincisi: raf’ ve cerr haletinde “َ ;”أ ُ َحـيْوnasb halinde “َي
َ ”أ ُ َحـيْـ ِو. İkincisi ise
ُّ َ”أ ُ َحــşeklindedir. Tüm gramerciler
raf’, nasb ve cerr haletinde gayr-ı münsarif olarak “َي
birinci görüşte ittifak halindedir; tartışma ikinci kalıbın etrafında yaşanmıştır.
Sîbeveyh724, Yûnus, el-Muberrid725, İbn Hâcib726 gibi önemli otoriteler bu ve benzeri
kelimelerin tasgîr kalıbını gayr-ı münsarif kabul edip, lâmu’l-fiil olan son “ ”يharfini
de zikri geçen kural gereği hazfederler. Ancak Ebû Amr b. el-‘Alâ’, bu kurala uymayıp,
721
İBN ENBÂRİ, el-İnsâf, s. 157.
722
İBN HİŞÂM, Muğnî’l-Lebîb, I, s. 475.
723
FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Basriyyât, I, s. 315; es-SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî li’l-Kitâb, IV, ss. 209, 355.
724
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 472.
725
MUBERRİD, el-Muktedab, II, s. 244.
726
İBN HÂCİB, el-Îzâh fî Şerhi’l-Müfassal, Thk. Musa Benây el-‘Alîlî, Bağdat, Matba‘atül-‘Ânî, I, ss.
578-579. Hatta el-Fârisî kadar müsamahakar davranmayıp, Ebû Amr’ın bu görüşünü “َ( ”وهـمَمـحْ ضTabiri
caizse: Tevil kabul etmez bir yanılgı) şeklinde niteler.
140
ilgili kelimeyi münsarif kılıp, nasb haletinde üç “”يyi de okumayı tercih etmiştir. Buna
göre kelimenin raf’ hali “َ ;”أ ُ َحــيcerr hali “َي
ّ ”أ ُ َحــve asıl itiraz mahalli olan nasb hali ise
“َي ُ
َ ِّ ”أ َحــيşeklindedir.
727
el-Fârisî ise, kıyâs’ta örneği olsa da kabul görmüş yaygın kullanıma aykırı
olduğu gerekçesiyle bu okuma biçimini tenkit eder. Kıyâs’taki örnekle kast ettiği şey,
ilgili kalıbın nasb haletinin fiile benzerliğidir.728 Nitekim “ ”أ ُ َحــ ِيّيşeklinde muzârî fiil
kalıpları vardır. “َ ”فـَعـ َلsîgasının muzârî (mütekellim vahdehü) sîgaları gibi… er-Radî,
Ebû Amr b. el-‘Alâ’yı tenkitten bir nebze kurtarma adına “ilgili kalıbı fiile kıyâs etmiş
olma ihtimali…”nden söz ettiği için el-Fârisî’yi tenkit eder.729 Sonuç itibariyle, zikri
geçen yaklaşım el-Fârisî tarafından tenkit edilmiştir; zira ona göre, bir görüşün râcih
seviyesine çıkabilmesi ve üzerinde kıyâs yapılabilir hale gelebilmesi için, sîga
itibariyle pratikte örneği olmasının yanı sıra, kabul görmüş gramer ilkeleri
doğrultusunda kullanılıyor olması da ( )اإلسـتعمالson derece önemlidir. el-Fârisî’nin bir
metodolojisi olarak bu meselede de öne çıkardığı iki temel kavram vardır: kıyâs ve
isti’mâl.
727
İBN Y‘Ϊ, Şerhu’l-Müfassal, V, s. 126; EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…, I, s. 355.َ
728
FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Basriyyât, I, ss. 317-318.
729
Geniş bilgi için bkz. ESTERÂBÂZÎ, er-Radî, Şerhu Şâfiyeti İbn Hâcib, I, ss. 233-234.
141
çok görüşe yer verdikten sonra muhtemel sorulara da cevaplar verir.730 Tenkitin
merkezinde hocası ez-Zeccâc olmakla beraber, Arap dilinin kurucu otoritelerinden biri
olarak kabul görmüş Halîl b. Ahmed el-Ferâhidî’yi de tartışmaya dahil eder. Bir başka
Sîbeveyh şârihi olan er-Rummanî’den farklı olarak, vârid olan rivâyetlere titizlikle
yaklaşır.731 Rivâyetlerin sahih olma ihtimalini farazi kabul edip, Halîl’in görüşünü
kıyâs, semâ ve isti’mâl ekseninde tenkit eder.
Sîbeveyh nakleder:
“el-Halîl dedi ki: “biri kalkıp “ََ ”إيّـاكَ َنـ ْفـسِكderse onu kınamam; zira bu kef, mecûrdür.”
Sîbeveyh nakleder: güvenilir biri bana anlattı: Hâlîl, bir Arap’tan şöyle duymuş: “َإذاَبـلغ
ّ سِـتّينَ َفـإيّاهَوإيّاَال
َّشـواب ّ الـرجـلَُال:Altmışına basandan ve gençlerden sakın!” 732
730
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 74-79.
731
Rummânî, Halîl b. Ahmed’e nispet edilen görüşü “ ”اللحنَالفـاسدolarak niteler. Geniş bilgi için bkz.
RUMMÂNÎ, Şerhu Kitabi Sîbeveyh, II, s. 583.
732
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 279 (Harûn).
733
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 77.
734
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 76.
142
ihtimal vermez. “”إيّــاnın isim olmadığı konusunda deliller serdeder. Merfu münfasil
olan “ََ”أ ْنـتnin zamirliği nasıl tartışılmaz ise onunla -mansub olması farkıyla- aynı
konumda olan “”إيّــاnın zamirliğinin de tartışılmaz olduğunu ifade eder. Ona göre bir
başka delil ise, isim olsaydı, daima nasb haletinde olması lazım gelmezdi.735
Bir başka Sîbeveyh şarihi olan es-Sîrâfî, konuyla ilgili tüm görüşleri
aktardıktan sonra, Halîl b. Ahmed’in vardığı sonucun doğru olduğunu söyler. Ona göre
de “ ”إيّــاzamir, “ ”كise muzafün ileyh’tir736. Bütün görüşleri değerlendiren el-Fârisî,
“”إيّــاnın müfred (muzaf olmayan) bir zamir, peşi sıra gelen harflerin ise mahza hitap
alameti olduğu sonucuna varır.737
735
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 75.
736
SÎRÂFÎ, Şerhu Kitâbi Sibeveyh, II, s. 177.
737
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 81.
738
İBN CİNNÎ, Sirru’s-Sına‘a, I, s. 314.
739
İBN NEHHÂS, İ’râbü’l-Kur’ân, I, s. 173.
740
İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, III, s. 100.
741
ESTERÂBÂZÎ, Şerhu’l-Kâfiye, II, s. 425.
742
İsrâ, 110.
743
HALÎL, İbn Ahmed el-Ferâhidî, Kitâbu’l-‘Ayn, Thk. Abdulhamid Hendâvî, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-
İlmiyye, 2003, “َ ”أيّـاMaddesi, I, s. 104.
143
Kanaatimize göre, el-Fârisî’nin bu meseledeki yaklaşımı ilmî kriterlere uygun,
serdettiği deliller makul, vardığı netice de muhkemdir.
“… el-Halîl’in görüşüne gelince; bu noktada ne Sîbeveyh ne de râvi dostları ona tabi oldu.
Hepsi bu görüşünün yanlış olduğunu söyledi.” 747
ْ de tıpkı “َ”أن
Benzer sözleri el-Muberrid de söyler. Ona göre“َ”لن ْ gibi müstakil
ve basît bir edattır.749 es-Sîrafî, el-Halîl’in tezini çürütmek için birkaç delil daha sayar.
Onlardan bir tanesi şöyledir:
“َـربَ زَ يْـدا
َ ض ْ ”, herhangi bir tevile, hazf ve ızmâra ihtiyaç duymayan tipik bir tam
َْ لن َأ
ََ ”الَأ َ ْن َأضbir tam bir cümle değildir. Zira “ََ”أ َ ْنedatı ma-badiyle
cümledir. Ancak “َْـرب زَ يْـدا
birlikte isim teviline girmek zorundadır ki, bu misalde olduğu gibi, haberi olmayan
mübtedâlar ortaya çıkar.750 Yine es-Sîrafî’ye göre, “أن-ال
َْ ” mürekkebi, ne lafzen
“لن
َْ ” gibidir ne de manen.751
Halîl b. Ahmed’in bu görüşü, İbn Ya‘îş, İbn Mâlik, el-Mâlekî, el-Murâdî gibi
müteahhir ulema tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Ortak gerekçe; gerek mevzu
ْ
bahis edilen َ‘لنde gerek diğer edatlarda basît yapı asıl, mürekkep ise fer’ olarak kabul
edilmiştir.
748
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 51-52; FÂRİSÎ, et-Ta‘lîka, II, s. 127; FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Mensûra, s. 146;
FÂRİSÎ, el-Halebiyyât, s. 45.
749
MUBERRİD, el-Muktedab, III, s. 8.
750
Diğer misaller için bkz. SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrafî, III, ss. 192-193.
751
SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî, III, s. 193.
145
yönleriyle görmek mümkündür. Bizim ele alacağımız nokta, sıfat-mevsûf
uyumsuzluğuyla ilgilidir.
Halîl b. Ahmed bu kuralı bir misal ile delmek istemiş; ancak ciddi tepkiyle
karşılanmıştır. Sîbeveyh aktarır:
Halîl b. Ahmed’e göre yukarıdaki cümlenin anlamı, “merkep sesi gibi sesi
var/sesi var; merkep sesi gibi” şeklindedir. Yani cümlenin açılımı َِص ْـوت
َ ََمـثـ َل
ِ ص ْـوت
َ َُلـه
َـمار
ِ الحِ şeklindedir. Sîbeveyh, problemli gördüğü “ـمار
َِ ِص ْـوتُ َالح َ َ ُ ”لـهcümlesine iki
َ َ ص ْـوت
alternatif sunar. Ona göre benzer mana ““َـمار
ِ ِص ْـوتُ َح َ َُ ””لـهve “ـمار
َ َ ص ْـوت َِ ِص ْـوتَ َالح َ َُ”لـه
َ َ ص ْـوت
cümleleriyle de ifade edilebilir.758 Sîbeveyh ile devam ediyoruz:
“el-Hâlîl (Allah ona rahmet etsin), birinin çıkıp teşbîh kastıyla “َ”هـذاَر ُجـلَأ ُخوَزَ يْـد
َ (bu adam,
Zeyd’in kardeşi gibidir) demesini caiz görür. Bu, kabihtir, zayıftır; ancak zarurî yerlerde
752
SUYÛTÎ, Celâluddîn ‘Abdurrahmân b. Kemâl, Hem’u’l-Hevâmi‘ Fî Şerhi Cem‘İl-Cevâmi‘, Thk.
Ahmet Şemsettin, Beyrut, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, 1998, III, s. 117; CÜRCÂNÎ, Kitâbu’l-Muktesid fî
Şerhi’l-Îzâh, Thk. Kazım Bahrulmercân, Irak, Dâru’r-Reşîd li’n-Neşr, 1982, II, s. 921.
753
CÜRCÂNÎ, el-Muktesid…, II, s. 921.
754
SUYÛTÎ, Hem’u’l-Hevâmi…, III, s. 117.
755
CÜRCÂNÎ, el-Muktesid, II, s. 921.
756
FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, I, s. 205.
757
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 361.
758
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, ss. 362-364.
146
ّ ”هـذاَقـصيرdemek de
mümkündür. Nitekim bu caiz ise, teşbih manasını kastederek “ََالطـوي ُل
caiz olurdu. Şiirler mustesnâ olmak üzere marife olan bir kelimenin “hâl” olması kabih
iken, sıfat olması evleviyetle kabihtir. Zira bu durumda, konuştuğunu (bir sonraki
kelimeyle) nakzetmiş olursun.”759
ّ ”هـذا َقـصير َالcümlesi, “bu, uzun bir kısadır” gibi anlamsız bir manaya
“َطـوي ُل
geldiği gerekçesiyle nahiv ulemasınca çirkin görülmüştür. Ancak el-Halîl, bu ve benzer
yerlerde “gibi/ َ”مـثْـ َل
ِ gibi sihirli bir kelimeyi takdir eder ve problemi çözdüğünü
düşünür. Sîbeveyh’in ve el-Fârisî’nin buna karşı çıktığını gördük. el-Esterâbâdî, el-
Mâzinî, ve es-Sîrâfî de bunun caiz olmadığına dikkat çekerler.760
Konumu itibariyle cümlenin bir öğesi olan hâl, mu’rabtir ve her ma’mûl gibi
bir âmile ihtiyaç duyar. Âmilin etkisi hâl’de nasb olarak tebârüz eder. Bu âmil, ya fiil
gibi lafzîdir ( َ;)العـواملَاللفـظيةya da carr-mecrûr, zarf, tenbih harfi ve işâret ismi gibi fiil
manasında olup manevîdir ()العـوامل َالمـعنوية.761 Esasen, manevî amiller direkt olarak
hâl’de amel etmezler. Zira hâl, zîlhâl (hâlin sahibi)’den ibarettir ve zilhâller lafzî olmak
zorundadır. Tenbih, işaret gibi manaların hâl’de amel edebilmeleri, zarf’a olan
benzerliklerinden referans almalarıyla mümkündür. Âmil olabilmelerini zarflara
benzemelerine; zarflar ise fiillere benzemelerine borçludurlar. Tıpkı Ahmet’in
Mehmet’e, Murat’ın da Ahmet’e olan benzerliğini dikkate alarak, Mehmet’i aradan
çekip onun Ahmet’e benzediğini söylemek gibi.
759
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 361.
760
Konunun detayı ve ilgili tenkitler için bkz. ESTERÂBÂDÎ, Şerhu’l-Kâfiye, I, s. 320; EBÛ
HAYYÂN, İrtişâfu’d-Darab, III, s. 1377; SUYÛTÎ, Hem’u’l-Hevâmi‘…, III, s. 127; EŞMÛNÎ, Şerhu’l-
Eşmûnî ‘alâ Elfiyyeti İbn Mâlik, II, s. 176.
761
Geniş bilgi için bkz. SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 256; MUBERRİD, el-Muktedab, IV, s. 164. İBN
MÂLİK, Şerhu’t-Teshîl, II, s. 344; EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…, s. 1585.
147
zamanda bir el-Kitâb şarihi olan el-Fârisî’nin lehte veya aleyhte mevzuya dair birkaç
söz söylemesi beklenirdi.
“”ماَشأْنُـكَ َقائما؟, “ ”ماَشأْنُ َزَ يْد َقـائِما؟ve “ ”ماَألخيكَ َقـائِما؟gibi misallerdeki َقـائِما, hâl’dir ve “َما
ََ”شأْنُـك, “َ ”ماَشأْنُ َزَ يْدve “ََ ”ماَألخيكile mansub olmuştur. “َ ”هذاَعبدُهللاَِقائماörneğinde de aynı şey
geçerlidir. “ ”ماَلَكَ ؟ve “”ماَشأْنُـكَ ؟de “ِـم َقُ ْـمتَ ؟
َ ”لanlamı vardır. Yüce Allah bir âyette şöyle
ِ ع ِنَالت ْذك َِر ِةَ ُم ْع ِر
buyurur: 762“ََضين ِ ”منَذاَقـائِماَ ِب ْالبا
َ َ”فَ َماَلَ ُه ْم. Aynı şekilde, “َب؟ ْ cümlesindeki “َ”قـائِما
ِ ”منَذاَالّذيَهوَقـائِمَ ِب ْالبا
de bir hâl’dir ve bununla “ب؟ ْ şeklindeki takdiri kastedersin. Buradaki
ْ
âmil, “ َ”هذا َعبدهللا َقائماmenzilesindedir. Zira “َ”من bir mübtedâ’dır ve üzerine isim bina
edilmiştir. tıpkı “ّار َ َم ْفـتُوحا َبابُها؟
ُ ”لمن َالد
ِ ْ
misalinde olduğunu gibi. “َ”من َذاَخيرََمنك؟misaline
gelince: bu da “”من َذاَالّذيَهوَخيْر َم ْنكَ ؟
ْ manasındadır. (burada işaret ismi olan “”ذا, “”الّذي
anlamındadır) zira burada işaret etmeyi değil, şahsın bizzat kendisini kastetmektesin.
Ancak sana göre diğerinden daha erdemli olan birine işaret eder ve onun kim olduğunu
öğrenmek istersen (hâl kipini kullanır ve) “”من َذاَخيراََمنك؟ ْ ْ
dersin. Tıpkı aynı amaçla “َمن
”ذاَقـائِما؟diyebildiğin gibi. Mansûb olması da “ ”ماَشأْنُـكَ َقائما؟misalindekiyle aynıdır.”763
Sîbeveyh’in buradaki ifadelerden akla ilk gelen şey, zımnen fiil manasını
içermesi sebebiyle istifhâmın da tıpkı işâret isimleri gibi hâl’i nasb edebileceği
düşüncesidir. Sîbeveyh’in görüşünün gerçekte böyle olup olmadığını “görüşlerin
kritiği” bölümünde ele alacağız.
el-Muberrid ilgili konuyu işlerken yaklaşık olarak Sîbeveyh gibi bir dil
kullanır. el-Muktedab eserinde konuyu şöyle işler:
762
Müddessir 49. Meâl: O halde, onlara ne oluyor ki bütün öğütlerden yüz çeviriyorlar.
763
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, ss. 248-249.
764
Müddessir 49. Meâl: O halde, onlara ne oluyor ki bütün öğütlerden yüz çeviriyorlar.
148
ِ ”الت ْذك َِرةِ َ ُم ْع ِرBunun manası –Allahu a‘lem- “”مالهم َيُ ْعرضون؟, dolayısıyla
ََضين “َل َِم
”أعرضوا؟dur.” 765
“Mücerred olarak fiilin veya fiil manasının bulunduğu bütün cümlelerdeki hâller sahihtir.
Söz gelimi, “َ ”المالَلكَقائماgibi. (içinde fiil yok; ancak manası vardır. Manası ise) “َتمـل ُكهَُفي
”هذهَالحالşeklindedir.”767
“Ebû İshâk’ın hattıyla okudum: (bu hatta göre) Sîbeveyh -Ebû’l-’Abbâs’ın onu tağlît ettiği
veçhiyle- bu meselenin şerhinde yanılmıştır ()الغـلط.”768
“Eğer istihfâm manasını fiil kalıbına sokarak zîlhâl yapmak caiz olsaydı, ihbâr
(cümlesinin) manasını fiil haline getirip zîlhâl yapmak; söz gelimi “َ”زيْد َأخوك َقائما
örneğinde “َ”قائماnin mukadder bir “َ ”أ ُ ْخبِ ُرile mansûb olduğunu söylemek de caiz olurdu.
ْ
Bu, doğru olmadığı gibi “”من َذا؟yı, “ ”أ ْست َ ْفـ ِه َُمkalıbına evirip manasını zilhâl yapmak da
doğru değildir. Bu misalde “hâl”in nasb edeni, (fiil manası değil) “”ذاda bulunan işaret
manasıdır.”770
765
MUBERRİD, el-Muktedab, III, s. 273.
766
MUBERRİD, el-Muktedab, III, s. 273.
767
MUBERRİD, el-Muktedab, III, s. 274.
768
FÂRİSÎ, et-Ta‘lîka, I, s. 259.
769
FÂRİSÎ, et-Ta‘lîka, I, s. 260.
770
FÂRİSÎ, et-Ta‘lîka, I, s. 261.
149
Netice itibariyle, zikri geçen metinlere baktığımızda, Sîbeveyh ilk bakışta
istifhâm manasının zilhâl olabileceğini vehm ettirmekte; el-Muberrid ve onu
destekleyen el-Fârisî ise aksini düşünmektedir.
ْ
“Bazı kimseler, Sîbeveyh’in “”من َذا َقائماَ؟ için yaptığı “ ”من َالذي َهو َقائمَ َبالباب؟açılımını,
“mansûp olduğunu iddia ettiği bir kelimeyi, merfû‘ olan bir takdîrle sunmuş” diyerek
ayıplı görmüş ki bu, fasittir; zira Sîbeveyh, burada âmilin, lafzî değil mana itibariyle
açılımını yapmıştır. Nitekim bazen âmil için yapılan lafzî takdirlerin muhtelif olup, mana
itibariyle aynı olmaları mümkündür ve bu durum sahihtir. Söz gelimi, “َع ْـمر ّ
َ ”إنَزيْداَفيَالدّارَو
misalinde (َ زيْداve ع ْـمر
َ için) takdir edilen âmiller farklı olsa da her halükarda mana
aynıdır.”771
771
RUMMÂNÎ, Şerhu’r-Rummânî li’l-Kitâb, II, s. 94.
150
kastedilen mana arasında uyuşmazlık olabilir ki, Sîbeveyh ve el-Muberrid de bu
konuda hemfikirdir. Yukarıda el-Muberrid’in bunu destekleyen ifadesini arz etmiştik:
“َ… Bu, tıpkı “َ ”غفرهللاَُلِزَ يدcümlesi gibidir. yani lafız itibariyle ihbâr; mana itibariyle duadır.
“َ ”يعل ُم َهللاُ َألقُو َمنde böyledir. Lafız itibariyle “َ ”ي َْذهبُ َزيْدgibi tipik bir ihbâr cümlesi;َ mana
itibariyle kasemdir.”
3. Sîbeveyh’in ilgili konuyu işlediği babın tamamını arz ettik. İfadeler içinde
istifhâm manasının zilhâl veya âmil olacağına dair sarih bir beyan yoktur. Aksine,
Sîbeveyh من َذا خيرَ َمنك؟
ْ misalinden sonra yaptığı açıklamayla bu konudaki görüşünü
açıkça belirtmiştir:
Yani, Sîbeveyh hem istifhâm hem işaret manasının olduğu bir misalde,
cümledeki konumu itibariyle hâl veya haber olabilecek bir kelime için, “şahsın zatı
kastedilirse “َ( ”خيْرMerfû) olup hâl değil haber olacağını; ancak bir işaret edilen ( )المشارَإليهolarak vurgu
yapılmışsa “َ ”خيراolacağını” söylemesi açık bir beyandır. Elimizdeki mevcut metinlerden
ْ misaline takılıp kalmasının mantıklı bir izahını
hareketle, el-Fârisî’nin َمن َذا خيرَ َمنك؟
bulamadık.
772
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, ss. 248-249.
773
SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî, II, s. 394; en-Nuket, II, ss. 68-69.
151
“Nefy ve istifhâm harfleri hâl’de amel etmezler. Ebû ‘Alî el-Fârisî’ye göre bunun sebebi
istifhâm’ın lafzen fiile benzememesidir. Oysa işâret ve tenbih harfleri de fiile benzemezler
ve buna rağmen hâl’de âmel ederler. Teşbih için olan “kef” harfi de böyledir. Buna karşın,
“َ ”إنve “َ ”أنharfleri, hem lafzen hem manen fiile benzedikleri halde hâl’de amel etmezler.
Dolayısıyla, istifhâm ve nefy edatlarının hâl’de âmel edemeyişlerini, Araplarca istimal
edilmeyişlerine bağlamak ve başka bir illet öne sürmemek daha doğrudur.” 774
5.2. َْ
Muhaffef ’إنin İ‘mâli ve İhmâli Üzerine
ْ
Bu durumda, onu cahd/inkâr manasını ifade eden “َ”إنden ayırabilmek için
haberin başlangıcının bir göstergesi olan “َ ” َلharfi ( )المَاإلبتداءَالخبرlafzen ilave edilir.
Ya da varsayılarak takdîr edilir. “َََو َجدْنَاَأ َ ْكث َ َر ُه ْم َ َلفَا ِس ِقين
َ ”و ِإ ْن
َ
775 ْ َظنُّكَ َلَ ِمن
ve “َََالكَا ِذ ِبين ُ ”و ِإ ْن َن
َ
776
774
Bkz. EZTERÂBÂZÎ, Şerhu’l-Kâfiye, II, s. 15.
775
A‘râf, 102. Meâl: Onların çoğunda ahde vefa görmedik, (aksine) onların çoğunu fâsıklar (olarak)
gördük.
776
Şu‘arâ, 186. Meâl: Sen sadece bizim gibi bir insansın ve biz senin yalancılardan olduğuna inanıyoruz.
152
âyetleri, fiile dahil olma durumuna; 777“َ ”إِ ْنَ ُكلَُّنَ ْفسَل َماَ َعلَ ْي َهاَ َحافِظile 778“ََوإِ ْنَ ُكلَل َماَ َج ِميعََلدَ ْينَا
ََض ُرون
َ ْ ” ُمحâyetleri ise isme dahil olma durumuna örnektir. Buna göre âyetlerin takdir ve
kıraatleri: “” ”لَعَلَ ْي َهاve “َ ”لَ َج ِميعşeklindedir. Yine buَ durumda “”لما, “ ”ل َماşeklinde
muhaffef olup “ ”ماharfi işlevsizdir (َ)لَ ْغو.779 İbn Kesîr, nâfi’, Ebû Amr ve el-Kisâî’nin
kıraatleri bu yöndedir.780 el-Fârisî, el-Kisâi, Kûfe dil ekolü ve Basra dil ekolünun büyük
bir kısmı ilğâ’dan yanadır.781
ْ
İ’mâla göre, “َ”إن edatı mevcut haliyle de âmel edip fonksiyonlarını
kaybetmez. Meseleye şu kıyâs deliliyle yaklaşılmıştır:
Fiilden bazı harfler hazf edildiğinde lafzen noksan kalan haliyle âmel etmeye
devam ettiği gibi, “َ ”إنde şedde ve fethayı kaybedip muhaffefe dönüştüğünde âmel
etmeye devam eder. Zira fiil ve dolayısıyla ona benzeyen “َ ”إنlafzıyla değil, manasıyla
âmel eder. Lafzın noksan olmasıyla mananın, dolayısıyla âmelin devre dışı kalması söz
konusu olsaydı, aynısının fiilde yaşanması gerekirdi. Söz gelimi “َ”ل ْم َيكُ َزَ يْد َ ُم ْنط ِلقا
örneğinde aslı “َُ ”يكونolan “َُ”يكnun âmel etmemesi icap ederdi. Fiilde olmadığına göre
ْ
ona benzeyen “َ”إنde de böyle bir durum söz konusu değildir. İ’mâl durumuna 782“ََوإِ ْن
ََربُّكَ َأ َ ْع َمالَ ُه ْم َ ِإنهَُ ِب َماَيَ ْع َملُونَ َ َخ ِبير
َ ” ُكالًّ َلماَلَي َُو ِّفيَن َُه ْمâyeti delil olarak gösterilir. Medine ehlinden
tahrîc edilen kıraate göre mevcut mushaftaki “”لما, “ ”ل َماşeklinde muhaffeftir. Sîbeveyh,
el-Muberrid, Ebû Hayyân et-Tevhîdî, İbn el-Enbârî ve Basra ekolunun bir kısmı bu
ْ
görüştedir.783 Sîbeveyh, muhaffef “َ”إنnin i’mâl illetine dair şunları söyler:
777
Târık, 4. İlğâ durumuna göre âyetin meâli şöyle olur: Her nefsin üzerinde mutlaka bir muhafız
(gözleyici ve koruyucu) vardır. Yukarıdaki kıraat, ‘Asım, İbn Amir ve Hamza’nın kıraatlerine göredir.
İlğâ’nın değil, i’mâlin kıraatidir. Bkz. FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 397.
778
Yâsîn, 32. Buna göre âyetin meâli şöyledir: İstisnasız hepsi mutlaka Bizim huzurumuza çıkarılacak.
779
SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, s. 139.
780
Bkz. FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 397.
781 ْ
Kûfe dil ekolu, ittifakla “َ”إنnin ْ değil, nâfiye olduğunu
amel etmediğini; Bunun muhaffef “َ”إن
düşünür.
782
Hûd, 111. İ’mâl durumuna göre âyetin meâli şöyle olur: Şüphesiz Rabbin, onların her birine
yaptıklarının karşılığı tastamam ödeyecektir. Unutma ki O, onların tüm yaptıklarından haberdardır.
783
Konuyla ilgili şu eserlere bkz. SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, ss. 139-140; SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî li’l-
Kitâb, II, s. 467; AHFEŞ, Ebû'l-Hasan Sa‘îd b. Mes'ade, Me‘ânî’l-Kur’ân, Thk. Hüdâ Mahmûd Kara‘ah,
Kahire, Mektebetu’l-Hancî, 1990, I, 390; FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, II, s. 29; ZECCÂC, Me‘ânî’l-
Kur’ân, III, s. 81 İBN SERRÂC, Ebû Bekr Muhammed b. Sehl, el-Usûl fî’n-Nahv, Thk. Abdulhüseyn
el-Fetelî, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, IV. Baskı, 1999, I, s. 235; UKBERÎ, et-Tebyîn ‘An Mezâhibi’n-
Nahviyyîn: el-Basriyyîn ve’l-Kûfiyyîn, Thk. ‘Abdurrahmân el-‘Useymîn, Beyrut, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî,
1986, s. 347. İBN MÂLİK, Şerhu’t-Teshîl, II, s. 35. İBN HİŞÂM, Muğni’l-Lebîb, I, s. 137.
153
“Güvendiğimiz biri, bize tahdis etti: Bazı Araplardan “َع ْـمراَلَـ ُم ْنطلِق ْ dediklerini duymuş.
َ َ”إن
Medine ehli de 784“َ”و ِإ ْنَ ُكالًَّلماَ َلي َُوفِّ َينَ ُه ْم ْ ile nasb etmişler. Bir
َ şeklinde okuyarak muhaffef “َ”إن
ِ َّكأ َ ْنَثَــ ْدََيــَْي َِهَ ُحق
şiirde de şöyle derler: َان
Böyle olmasının sebebine gelince: zira harf, fiil menzilesindedir. Harften bir şey
hazfedildiği zaman amel etmesinde bir değişiklik olmaz; tıpkı “َُ ”ل ْم َيكve “َ ”ل ْم َأ ُ َب ْلgibi
(hazifli) fiillerin amel edebilmesinde bir değişiklik olmadığı gibi.” 785
ِ ّ” َكأ َ ْن َثَــدْ َيــ ْي َِه َ ُحق, Sîbeveyh’in el-Kitâb’ında istişhâd edilen anonim şiirlerden
َ ان
َِ َّمشر ُق َالن
bir tanesi olup ilk şatrı “…حر ِ ووجْ ه ِ َّمشر ُق َالن
َ ”َ şeklindedir. “َحر ِ ”وصدرve “َووجه
ُ
”مشرقَاللون şeklinde de vârid olmuştur. İstişhâd edilen husus, fiile benzeyen harflerden
biri olan “َ ”كأنedatının muhaffef haliyle de amel edebildiğidir. Buna göre, fiile
ْ için
benzeyen harflerden biri olan “َ ”كأنiçin geçerli olan i’mâl durumu, muhaffef “َ”إن
ِ ّ ” َكأ َ ْنَثَـدْ َيـْيهَ ُحقşeklindeki rivâyete göre okunursa
de geçerliَolmalıdır. Tabi eğer bu şiir “َان
istişhâd olarak kabul edilir. Kaynakların çoğunda “َان ِ ” َكأ َ ْن َثَـدْياهُ َ ُح ّقşeklinde geçer ki bu
ِ ّ ” َكأ َ ْنَثَـدْياهَُ ُحقokuyuşuna göre i’rabı şöyle yapılır:
durumda i’mâl için istişhâd olmaz. “َان
ْ
“َ”كأن: fiile benzeyen harflerden biri olup muhaffefdir. İsmi: gizli şe’n zamidir (َضمير
َِ ّ ُحق-ُ ”ثَـدْيا َهmubteda-haber cümlesi olup “َ”كأنin
)الشأن. “ان ْ haberi konumundadır. “ََكأ َ ْنَثَـدْييْه
ِ ّ ” ُحقokuyuşuna göre ise i’râbı şöyledir: “َ”كأن:
َان ْ fiile benzeyen harflerden biri olup
ِ ّ ” ُحقise haberdir.
muhaffefdir. “ ”ثَـدْ َيـْيهlafzen mansûp, ismidir. “َان
el-Fârisî ise Sîbeveyh’in ilgili harf-fiil benzerliğinin amel etmeye olan etkisine
ْ
dikkat çekerek, muhaffef “َ”إنnin ilğâ illetini şöyle açıklar:
“… Muhaffefe dönüşünce âmel etmez; zira artık fiile olan benzerliğini yitirmiştir. Ancak
kendisiyle nasb yaparsan, kıyâsta caizdir. Sîbeveyh, “َ”إِ ْنnin muhaffef haliyle nasb ettiğini
nakleder. Ancak kıyâsa göre muhaffef olduğunda âmel etmemelidir. “ََو َج ْدنَا َأ َ ْكث َ َر ُه ْم
َ َوإِ ْن
ََ”لَفَا ِسقِين786 ve “ََستِ ِه ْم َلَغَافِلِين َ َ ”و ِإ ْن َ ُكنا
َ عن َد َِرا َ
787
âyetlerinde fiile dahil olması, bu haliyle âmel
etmediğine delildir.”788
Delillerin kritiği: el-Fârisî’nin mezkur ifadeleri arasında bariz bir çelişki göze
çarpar. Önce i’mâl durumunu kıyâsa uygun görürken, sonraki cümlede kıyâsa göre
784
Hûd, 111. İ’mâl durumuna göre âyetin meâli şöyle olur: Şüphesiz Rabbin, onların her birine
yaptıklarının karşılığı tastamam ödeyecektir. Unutma ki O, onların tüm yaptıklarından haberdardır.
785
SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, s. 140.
786
A‘râf, 102. Meâl: Onların çoğunda ahde vefa görmedik, (aksine) onların çoğunu fâsıklar (olarak)
gördük.
787
Enâm, 156. Meâl: "Kitap, bizden önce iki topluluğa indirildi. Biz onu okuyup araştırmaktan gerçekten
habersizdik." demeyesiniz…
788
FÂRİSÎ, el-Hucce, VI, s. 150.
154
uygun olmadığını belirtir. Kanaatimize göre, el-Fârisi’nin öne sürdüğü bu delil, yani
fiile dâhil olması, ilğâ’yı tercih etmek için yeterli değildir. İki görüşü karma yapmak
mümkündür. Buna göre, “َإن, müsakkel haliyle isme has iken, muhaffefe dönüştüğünde
hem isme hem fiile dâhil olabilir” denebilir. Muhaffef haliyle sadece mübteda-habere
has olan nevâsih türü fiillerle vârid olması da bu görüşü teyit eder. Dolayısıyla
muhaffef “” ِإ َْنin mutlak olarak ilğâ veya i’mâlinden çok, muhaffefe dönüştükten sonra,
önceki halinden daha geniş bir etki yelpazesine sahip olacağı gerçeğine yoğunlaşmak
daha doğru olacaktır. Bu itibarla, el-Fârisî’nin, “ََ َ” َوإِ ْن َ ُكنا َ َعن َد َِرا َستِ ِه ْم َلَغَافِلِينvb. âyetlerde
“”إِ َْنin nevâsih türünden bir fiil ile gelmesini ilga için delil saymasını ve bunun
üzerinden Sîbeveyh’e tenkitler yöneltmesini ve dahi bunu “kıyâsa aykırılık” şeklinde
yaftalamasını doğru ve haklı görmüyoruz. Fiile benzeyen harflerin muhaffefe
dönüştükleri zaman önceki hallerinden daha rahat toleranslı hareket ettikleri bir
vakıadır. Söz gelimi, neredeyse bütün gramer kaynaklarında var olan şu meşhur şiir
bunun önemli delilidir:
َقَالس َل ْم
ِ وَإلىَو ِار
َ ط َ ََ َكأ َ ْن...ََويـوماَتُوافينَاَبوجْ هَ ُمقَسم
ُ ظ ْبيَـةََ َت َ ْع
Bir gün güler yüzle bizi karşıladı … adeta Selem’in yaprağına uzanan bir Ceylan’dı.
َ ”, “َظ ْب َيـة
Şiirde “َظ ْب َيـة َ ” ve “َظ ْب َيـة
َ ” şeklinde üç vecih de doğru kabul edilmiştir.
birincisine göre “َظ ْب َيـةَ ”, “َ” َكأ َ ْنin ismi olup, haberi mahzûftür; ikincisine göre haber olup,
ْ zaidedir ki, bu
ismi zamîruşşe’n’dir; üçüncüsüne göre ise teşbih-cerr harfi olup “َ”أن
son te’vil konumuzun dışındadır.789 Üç veche göre anlam birbirine yakındır. Birincisine
göre “… Adeta selem yaprağına uzanan bir ceylandı”. İkincisine göre “… Sanki bir
ceylan selem yaprağına uzanıyordu”. Üçüncü veche göre ise anlamı “Selem yaprağına
uzanan bir ceylan misaliydi” şeklinde olur. görüldüğü üzere, üç vecih arasında anlamı
tersyüz edecek ciddi bir farklılık yoktur.
789
Şiir için bkz. İBN YA’ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, VIII, s. 83; İBN ENBÂRÎ, Kemâlüddîn Ebû’l-Berekât,
el-İnsâf fî Mesâili’l-Hilâf Beyne’n-Nahviyyîn: el-Basriyyîn ve’l-Kûfiyyîn, Thk. Muhammed Muhyiddîn
Abdulhamîd, Dâru’l-Fikr, I, s. 164. el-insâf’ta “ ”تُوافينَاkelimesi yerine “ ”ت ُ َالقِينَاkelimesi mevcuttur.
155
5.3. ََ لَ ْوالكve الي
ََ ’لَ ْوdeki Zamirlerin Mahalline Dair
Arap dil bilimcileri, mana itibariyle bir imtinâiyye harfi olan ()حرفَإمتناعَإلمتناع
“”لوالnın akabinden merfû’ münfasıl zamirin gelebileceği konusunda ittifak halindeler
ki, Kur’ân-ı Kerîm’de bunun örnekleri çoktur: “ََ”لَ ْو َال َأَنت ُ ْم َلَ ُكناَ ُمؤْ ِم ِنين790 gibi. Bu durumda
“”لوالdan sonraki munfasil zamir mübtedâ, mâba‘di ise haber olur. Ancak bu harften
sonra mecrûr müttasıl zamirin gelip gelmeyeceği, geldiğinde sondaki zamirlerin i’râb
mahallînin ne olacağı hususunda ihtilaf vardır. Kûfe dil ekolü ve Basra dil ekolünden
Ebû’l-Hasan el-Ahfeş ve el-Ferrâ, “ََ ”لَ ْوالكve “َالي
َ ”لَ ْوdeki “ ”يve “ ”كzamirlerinin
mahallen merfû’ konumda olduklarını, dolayısıyla “”لوالnın bir ibtidâiyye harfi
olduğunu düşünürken, Sîbeveyh ve Basra ekolunun diğer dil uzmanları, “”لَ ْوالnın harf-
i cerr; zamirlerin de mahallen mecrûr olduklarını düşünürler. el-Muberrid ise daha
farklı olarak, ََلَ ْوالك, َالي
َ لَ ْوve ُ َل ْوال َهşeklinde muttasıl zamirli bir kullanımın caiz
olamayacağını, “... ”لَ ْوالَأنا\أنت\أنتمgibi Kur’ân’da örneklerini sıklıkla gördüğümüz üzere
munfasıl zamirlerle vârid olması gerektiğini söyler. el-Muberrid, Sîbeveyh ve onun
cenahında yer alan simaların delil olarak öne sürdüğü şiirleri de zayıf ve sahih
olmamakla itham eder. İlgili kelimede Muttasıl zamirli kullanımın en fasih kitap olan
Kur’ân’da, sahih hadislerde ve muteber şiir-nesirlerde yer almamış olması da el-
Muberrid’in öne sürdüğü en önemli argümandır.791
Kûfe mektebi meseleye şöyle yaklaşır : “”لَ ْوالdan sonra gelecek olan zâhir
ismin merfû’ olacağı ittifakla sabittir. Zamirler ise, zâhir isimlerin yerine ikâme
edilsinler diye kullanılırlar. Zahir isim merfû ise yerine ikâme edilen zamirin de
mahallen merfû’ olması lazım gelir. Zahir olan bir ismi mecrur -Kûfe ekolunun
söylemiyle mahfûd- yapmaya muktedir olmayan bir edatın, zamiri de mahfûd yapma
salahiyeti yoktur. Bu sebeple “ََ ”لَ ْوالكve “َالي
َ ”لَ ْوdeki “”لَ ْوال, sanıldığı gibi harfi cerr değil,
imtinâiyye harfidir; zamirler ise mahallen merfû olup “”لَ ْوالnın birer ma’mûlüdur.792
790
Sebe’ 31. Meâl: İnkâr edenler, “Biz bu Kur’an’a da ondan önceki kitaplara da asla inanmayız” dediler.
Zalimler, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman hâllerini bir görsen! Birbirlerine laf çevirip
dururlar. Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Siz olmasaydınız, biz mutlaka iman eden
kimseler olurduk” derler.
791
Konunun işlendiği bazı eserler için bkz. SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, ss. 373-374; el-MUBERRİD, el-
Muktedab, III, s. 76; İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 687; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu İbn Ya’îş ‘ale’l-Müfassal,
s. 437; er-RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, II, 18; EŞMÛNÎ, Şerhu’l-Eşmûnî bi Hâşiyetis’-Sabbân, II, s. 181.
FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, II, s. 89.
792
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 687.
156
Basra mektebi ise Tümevarım metoduyla sonuca ulaşır. Şöyle düşünürler:
Sondaki “ ”يve “ ”كzamirleri mahallen merfû’ sayılamazlar; zira “ ”يve “ ”كzamirleri
birer ref’ alameti değildir. Mahallen mansûb da sayılamazlar; zira başlarındaki “”لَ ْوال
fiil değil, harftir. Harflerin faili yok ki ref’’ yapsınlar; mef’ûlleri yok ki nasb yapsınlar.
Dolayısıyla, kaçınılmaz olarak geriye tek bir şık kalır: mahallen mecrûr sayılmaları.793
Basra mektebine göre “”لَ ْوال, harf-i cerr olup, peşindeki zamirler mahallen mecrûrdur.
Müteallakı nedir? Diye soranlara ise “bazı harf-i cerr ve mecrûrun müteallakı
ْ َ ”بِـحسْبكve “َم ْن َأ َ َحد َعندك؟
olmayabilir” derler. “ََدرهم ِ ”هلgibi. Onlara göre “ََ ”لَ ْوالكve
َ َ”لَ ْوde böyledir.
“َالي 794
َ لَ ْوve ََلَ ْوالك: arkasındaki ismi zâhir kılarsan merfu’; zamir kılarsan mecrûr yaparsın. (…)
“َالي
bunun delili, “ ”يve “ ”كzamirlerinin merfû zamirin birer alameti olmamalarıdır. el-Halîl
(r.a) ve Yunus’un görüşü böyledir. Nitekim şair Yezîd b. Hakem der ki: [Tavîl]
َِ نَقُـل َِةَالنَّي
قَ َُمنهوي َْ رام َِهَ َِم
َِ َبأجَْـ َطحَْتَََكماَهوى
َِ َالي
ََ لو َِ و ََكــ َْمَ ََمــ َْو
َْ ََطـن
Sîbeveyh, “”لَ ْوالdan sonra zamir gelmesi durumunda ’لَ ْوالnın harfi cerr, zamirin
ise mahallen mecrur olduğuna dair bu şiiri şâhid olarak kullanıyor.
793
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf, II, s. 689.
794
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 689.
795
Rivayete göre öz kardeşi veya amcazadesi tarafından tabiri caizse dost kazığı yemiş bir şairin
gösterdiği reaksiyondaki ruh halini dikkate alarak “ََ ”طِ حْ تsözcüğünü argo tabirle “geberip gitmek” olarak
da çevrilebilir. İlgili kelimenin birebir anlamı “helak olmak, yukarıdan yere çakılmak” demektir. Şiirin
geçtiği bazı kaynaklar için bkz. BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, I, s. 54; İBN CİNNÎ, el-Hasâis, II, s. 259; İBN
YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal, III, s. 118; EŞMÛNÎ, Şerhu’l-Eşmûnî li-Elfiyeti İbn Malik, II, s. 64.
796
SİBEVEYH, el-Kitâb, II, ss. 373-374; EŞMÛNÎ, Ebû’l-Hasan Nureddîn, Şerhu’l-Eşmûnî ‘alâ
Elfiyyeti İbn Mâlik, Thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-‘Arabî, (I.
Baskı), 1995, II, s. 285.
157
797
ِج
َج
َُ َْفيَذاَالعامَلمَأح
َِ ََََلوالك َِج
َ َالهو َد
َْ َََنيهاَمن
َِ َْ أو ََم
تَب ََعَْي
Hevdecten gözleriyle etti işaret … “Bu yıl etmezdim Hac; Sen olmasaydın şayet!”
el-Muberrid: bu cîmiyyeyi (kafiyesiَ جharfiyle olan şiir türü) derinden teemmül edersen,
onda birden çok ifade bozukluğu ( )لَحْ نgörürsün. Ayrıca Ebû ‘Umer (el-Cermî) bana
ََ لَ ْوve ََ لَ ْوالكifadelerini çok aradım; ancak
“Araplardan menkul fasîh şiirler ve nesirlerde الي
bulamadım” dedi.798
el-Fârisî’nin konuyla ilgisine gelince: zikri geçen meseleyi ele alır ve el-
Muberrid’in Sîbeveyh’e yönelik tenkidini yorumsuz olarak aktarır. Uzun tahliller
yaparak konuları işlemekle ve hatta istitrâd yönteminde zaman zaman aşırıya kaçmakla
eleştirilen el-Fârisî’nin buradaki sessizliği gizli bir destek olarak kabul edilmelidir. el-
Kitâb’ın diğer bir şârihi olan es-Sîrâfî de bu meseleyi ele alır ve el-Muberrid’den
nakledilen tenkitlere cevaplar verir.799
797
FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, II, s. 89; SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî li’l-Kitâb, II, s. 215; İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf, II,
s. 693; İBN ŞECERÎ, Emâlî, I, s. 181; BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, II, s. 429; SUYÛTÎ, Hem’u’l-
Hevâmi‘, II, s. 33.
798
el-Muberrid’e ait olduğu söylenen bu sözleri müellifin kendi eserlerinde bulamadık. el-Fârisî’den
naklen aktarıyoruz. Bkz. FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, II, s. 90.
799
SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî, III, s. 137.
158
olmamasına karşın, böyle bir okuma biçimi benî temim kabilesine ait olup otoritelerce
fasih olarak kabul edilmiştir.800
2. Cumhuru görmezden gelmek. es-Sîrâfi’nin de naklettiği üzere Basra ve
Kûfe dil ekolleri, ilgili kullanımın Araplar tarafından rivâyet edildiğine dair ittifak
halindedir. el-Muberrid’in yaklaşımı, cumhurun bu ittifakını görmezden gelmektir.
Ebû ‘Alî eş-Şelevbînî (ö. 645/1247) bununla ilgili şöyle der:
Bir başka Endülüslü dilbilimci İbn ‘Usfûr el-İşbîlî (ö. 669/1270) de “Ebû’l-
‘Abbâs’ın (el-Muberrid) zannettiği şey batıldır. Bilakis nahivciler, ilgili kullanımı aktarmış ve bunun
Arap sözü olduğunu ifade etmişlerdir” diyerek zikri geçen nahivciler gibi düşündüğünü ifade
eder. Yine önemli otoritelerden Yunus b. Habîb en-nahvî (h. 94- 182), el-Ahfeş, es-
Sîrâfî802, eş-Şentemerî803, İbn el-Enbârî804, İbn eş-Şecerî805, İbn Ya’îş806, Ebû
Hayyân807, es-Suyûtî808 ve el-Eşmûnî809 gibi alimler de aynı görüştedir.810
el-Fârisî, Sîbeveyh ile aynı fikirde olmadığı meselelerde direkt veya dolaylı
olarak, bazen el-Muberrid gibi Sîbeveyh münekkidi olan dilbilimcilerin tenkitlerini
naklettikten sonra susmayı tercih ederek, meylettiği görüşü okuyucuya hissettirir.
Sîbeveyh, şâz da olsa bunun Hicaz ehlince kabul gördüğünü aktarıp, satır
arasında bu durumdaki ’ماnın amel edebilmenin olasılığını ihtimal dairesinde ele
800
Daha geniş bilgi ve muhtemel itirazlara cevaplar için bkz. İBN ENBÂRÎ, el-insâf…, II, s. 694.
801
ŞELEVBÎNÎ, et-Tevti’ah, s. 242; EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…,َIV, s. 1757.
802
SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî, III, s. 137.
803
ŞENTEMERÎ, en-Nuket ‘alâ Sîbeveyh, II, s. 278.
804
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 690.
805
ŞECERÎ, Emâlî…, I, s. 237.
806
İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal, III, s. 120.
807
EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…, IV, s. 1757.
808
SUYÛTÎ, Hem’u’l-Hevâmi‘, IV, s. 210.
809
Şerhu’l-Eşmûnî Ma‘a’s-Sabbân, II, s. 307.
810
Bkz. BAĞDÂDÎ, Hizânetu’l-Edeb, V, s. 337.
159
alırken ( ;)إعمالel-Muberrid, el-Mâzinî ve İbn Serrâc gibi Basra dil ekolunun önde
gelenleri amel etmeyeceğiniَ( )إهـمالdüşünür. Sîbeveyh, el-Ferazdak’tan haberin isme
takaddüm ettiği bir şiir nakledip, bunun hicaz ehlince kabul görmesine rağmen şâz bir
okuma biçimi olduğunu, bilinen bir şekil olmadığını 811
( )وهذا َال َيكاد َيعرفve şiirdeki
zaruret hali olduğunu belirtir. şiiri şöyledir: [el-Basît]
812
ََماَمـثْلَـ ُه ْمَ َبش َُر
ِ َْإذَْ ُه ْمَقُ َر ِيشَوإذ ْ َ فَأ
َص َب ُحواَقَدَْأ َعادََّللاَُ ِن ْع َمتَ ُه ْم
… Derken Allah onların nimetini iade etti; zira emsalsizdi onlar; zira Kurayş idi
onlar…
el-Fârisî önceki üç misalde olduğu gibi, bir Sîbeveyh şârihi ve sıkı takipçisi
olarak meseleye dair yorumlar yapması beklenirken, Sîbeveyh karşıtı tenkitleri
naklederek susmayı tercih etmiştir.
811
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 60.
812
FERAZDAK, Ebû Firâs Hemmâm b. Gâlib, Dîvânu Ferazdak, Şrh. Ali Fâ‘ûr, Beyrut, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, 1987, s. 167. Şiirde Ömer b. Abdulaziz’in (ö. Hicri 60-101/?) idareyi ele almasının
Allah’ın bir lütfu olduğu anlatılır.
813
SÎRÂFÎ, Şerhu’-Sîrâfî…, III, s. 25.
814
SÎRÂFÎ, Şerhu Ebyâti Sibeveyh, ss. 235-236.
160
göze çarpar. Birinde bir ma’mûl olarak zamân zarflarının isimlere/ismiyyete daha
yakın ve yaraşır olduğunu, diğerinde ise fiillere daha yakın ve yaraşır olduğunu söyler.
“Fiiller zaman zarflarında daha kuvvetlice vaz’ edilmiştir. Zira fiillerin inşası geçmiş ve
gelecek zaman üzerinedir. (…) Zaman gece ve gündüzün akıp gitmesi demektir. Bu
sebeple fiil ile daha yakın ilişki içerisindedir.”815
Bir başka yerde ise şu ifadeleri kullanır ki, tenkit edilen husus burasıdır:
“Bil ki! Zaman zarfları (mekan zarflarına oranla) isimlerde daha fazla mütemekkindir.
ُ ّ ”أ ْهلكَ َاللي ُل َوالنve
Zira zaman zarfları hem fail hem mef’ûl olabilirler. Söz gelimi “َهـار
“ََ ”إ ْست َوفَـيْتَ َأيّا َمكdersin.”816
“Ebû’l-’Abbâs der ki: zaman zarfları isimlerde daha mütemekkin değildir. Bilakis mekan
zarflarına oranla isimlerden daha uzaktırlar. Zarflar ikiye ayrılır: zaman ve mekan. Fiil
kendi sigasıyla potansiyel olarak zaman zarflarına delalet eder. Sîbeveyh de el-Kitab’ın
başında bu kanaatteydi. Ancak burada (zaman zarfları isimlerde daha mütemekkindir
kısmında) yanılmıştır.”817
َ ” َم َر ْرتُ َبزَ يْدcümlesinin menfi halinin “َُماَ َم َر ْرتُ َ ِبـزَ يْدََوماَ َم َر ْرت
Sîbeveyh “ََوع ْمرو
عـمرو
ْ ” ِبolması gerektiğini söyler819. Ona göre bu menfi cümle yapısı, muhatabın
muhtemel yanlış algısının önüne geçecektir. Atıf halinde fiilin tekrar etmesinin sebebi,
815
SİBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 16.
816
SİBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 208.
817
FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, I, s. 217; MUBERRİD, el-Muktedab, IV, s. 329.
818
el-Muberrid’in itirazlarına cevaplar için bkz. İBN VELLÂD, Ahmed b. Muhammed et-Temîmî, el-
İntisâr li-Sîbeveyh ‘ale’l-Muberrid, Thk. Züheyr Abdulmuhsin Sultan, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle,
1996, s. 115; SÎRÂFÎ, Şerhu’-Sîrâfî, II, s. 309.
819
SÎBEVEYH, el-Kitâb, (Harun), s. 438.
161
َ ” َم َر ْرتُ َبزَ يْدcümlesinde eş
vav harfindeki çok anlamlılıktır.820 Söz gelimi “َ َوع ْمرو
zamanlı-ayrı zamanlı ve öncelik-sonralık sorunsalı söz konusudur. Başka bir ifadeyle
mütekellimin Zeyd ve Amr ile beraber mi yoksa ayrı zamanlarda mı yürüdüğü,
hangisiyle önce yürüdüğü meçhuldür. Benzer problem diğer atıf harflerinde yoktur.
Buna göre yukarıdaki cümlenin menfi karşılığı “”ما َم َر ْرتُ َ ِبـزَ يْد َوماَ َم َر ْرتُ َ ِبعـ ْمرو
şeklinde olup “Ne Zeyd’e uğradım ne de Amr’a uğradım” anlamındadır. Ancak
َ ”ما َم َر ْرتَُبِـزَ يْدşeklinde olup
maiyyet ve iştirâk kastedilirse tekrara gerek olmayıp “َو َعـ ْمرو
َ ”قام َزَ يـْد
“Zeyd ve Amr’a beraber uğramadım” anlamına gelir. Benzer durum, “َو َع ْمرو َ
820
MURÂDÎ, el-Cene’d-Dânî fî Hurûfi’l-Me‘ânî, s. 161.
821
SÎBEVEYH, el-Kitâb, s. 439.
822
Bkz. İBN MÂLİK, Şerhu’t-Teshîl, III, s. 351; EBÛ HAYYÂN, İrtişâf…, V, s. 1984; MURÂDÎ, el-
Cene’d-Dânî…, s. 161; İBN VELLÂD, el-İntisâr…, s. 117. FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, I, ss. 220-221.
823
İBN VELLÂD, el-İntisâr…, s. 117.
824
SÎRÂFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî…, II, s. 336.
825
İBN USFÛR, Şerhu Cümeli’z-Zeccâcî, s. 258.
826
ŞENTEMERÎ, en-Nüket…, II, s. 33.
162
cümlesinin menfi halinde geçerlidir. Dil uzmanlarının ittifakıyla bu cümlenin menfi
َ قام َزَ يـْد
hali “َوال َع ْمرو َ َ ”ماşeklinde olup nefy edatı ve akabindeki gizli fiil zımnen tekrar
etmiştir. Dolayısıyla Sîbeveyh’in fiilin tekerrürünü savunması genel kaidelerin sınırları
dahilinde olup, el-Mâzinî’nin “nefy, icâb lafzı miktarınca yapılır”827 sözü efrâdını câmî
bir kaide değildir.
Ebû Zekeriyyâ el-Ferrâ’nın (ö. 207/822) daha farklı bir tezi vardır. Ona göre,
َ
’اللهمnin aslı َهللاََُأ ُمَنَاَبخير
َ َ( ياYallahü ümmenâ bi hayr) cümlesinde bariz olarak görüldüğü
gibi “َياَهللاَأ ُم
َ ”َ(Yallahü ümme) şeklindedir. Kendi eseri Me‘ânî’l-Kur’ân’dan aktaralım:
“َاللهم: Arapların nasb üzere okuduğu bir kelimedir. Bazı nahivciler, mansûb olma
gerekçesiyle ilgili şunları söyler: “Sonuna iki mîm harfi ilave edilmiştir; zira َاللهم
kelimesi, nida harflerinden olan “ ”ياile bir arada kullanamaz. Yani “ ”ياَزَ يْدveya
“ِهللا
َ َ ”ياَعبدdenilebiliyor iken “َ ”ياَاللهمdenilemez. Bu da ilave edilen mimlerin “”يا
harfine ivaz olduklarını gösterir”. Oysa Arapların böyle bir mim harfini, ancak
ََ َُه ْم،َابنم، الفمgibi kelimelerde o da tahfîf maksadıyla kullandıklarını görürüz. Bize
göre, sonuna “َ( ”أُمemir fili) ilave edilmiştir. Aslı da َ( ياَهللاَأ ّمناَبخيرYallahü ümmenâ
bi hayr) şeklindedir. İlk zamanlar bu haliyle kullanılmış ve zamanla ihtilata
uğrayarak َ اللهمhaline gelmiştir. َ أُمkelimesi zamanla terkedilince hemzesindeki raf‘
827
FÂRİSÎ, et-Ta’lîka, I, 221.
828
SİBEVEHY, el-Kitab, I, s. 310; MUBERRİD, el-Muktadab, IV, s. 241.; İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, I,
s. 341.
163
de makabline nakledilmiştir. َ’هَـلُمnin ve diğer bir çok kelimenin hikayesi de
böyledir.829
832
َ أ ُ ْردُدَُعليناَشيخناَ ُم831صليتَِأوَسبّحتَِياَاللهمَما
سلّ َما َ وماَعليكَأنَتَقُو ِليَ ُكلّ َما
ِ
1. İkisinin ortak bir paydada buluşması. Nitekim, ُهللا َ lafzına mîm harfi ilave
edilip الله َّمhalini alınca, َح ََم َال ّلَ َُهمَ َزيـدا
َِ ََرveya َب َال ّلَ َُهمَ َزيـدا
ََ َض
ِ غdua ve beddua örneklerinde
olduğu gibi, sadece nidâ anlamına hasredilir. Tıpkı ُهللا
َ ياterkibinin sadece nidâya
hasredilmesi gibi. Bu itibarla, hem ياilaveliَ ُ يا هللاhem müşedded mîm ilaveli َاللهم
kelimeleri, sadece nida için kullanılıp biri diğerinin alternatifi olduğuna göre, söz
konusu iki mim,َ ياharfine ivaz olarak kullanılmış demektir.833
2. Eğer kelimenin aslı َ ياَهللاَأ ّمolsaydı, hemze hazfedilmezdi; çünkü mâkabli
harekelidir. Böyle bir durumda, hemze bütünüyle hazf edilmez, “beyne beyne” (var-
829
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 203.
830
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 203, (Birinci dipnot).
831
Buradaki “mâ”, kafiyenin uyumu için ilave edilmiş bir zâide harftir. Bkz. BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, I,
s. 358.
832
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 203. Şiirin geçtiği diğer bazı kaynaklar için bkz. ZECCÂC,
Me‘ânî…, I, s. 394; FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I, s. 194; RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, I, s. 384; BAĞDÂDÎ, el-
Hizâne…, II, s. 296; İBN HÂCİB, el-Îzâh…, II, s. 290.
833
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I, ss. 178-179.
164
yok arası) şeklinde kabul edilir. Bilinen yaygın kullanım ve muttarıd kıyâs, Ferrâ’nın
bu iddiasını çürütür.834
3. Şayet َالَلّهمnin takdirî manası, Ferrâ’nın iddia ettiği gibi َهللاََُأ ُمَنَاَبخير
َ َ( ياYallahü
ümmenâ bi hayr) olsaydı, o halde َهللاُ ََأ ُمَنَا َبخير
َ َ ياşeklinde bir cümle kurmak güzel
karşılanmazdı. Zira gereksiz bir tekrara düşme durumu yaşanırdı ki, manasız tekrarların
dilde hoş karşılanmadığı izahtan varestedir.835
4. Şayet َ ‘الَلّهمnin takdirî manası, Ferrâ’nın iddia ettiği gibi َهللاُ ََأ ُمَنَا َبخير
َ َ يا
(Allahım hayrı gayemiz kıl!) olsaydı, o halde, ’الَلّهمnin daima pozitif anlamda
َْ َ َالَلّ َُهمَََأ،ُ( الَلّ َُهمََإََِْلعَََْن َهAllahım onu helak et, rezil
kullanılması lazım gelirdi. Oysa ُ َالَلّ َُهمَََأ َ َْهـَِل َْك َه،ِخ َِزه
et, ona lanet et) şeklindeki beddualarda da kullanılır.836 Yüce Allah da bu kullanıma
yer vermiştir: “َارة ِ َم ْنَ ِعندِكَ َفَأ َ ْم ِط ْرَ َعلَ ْين
َ َاَح َج ْ ”و ِإذَْقَالُواَْالل ُهمََ ِإنَ َكانَ َ َهذَاَه َُو
ِ َال َحق َ
837
âyetinde olduğu
gibi. Bu da, Ferrâ’nın iddialarını çürüten delillerden bir tanesidir.838
5. el-Ferra’nın istişhad olarak sunduğu şiir, iddiasına bir delil oluşturmaz.
Zira söz konusu şiir, bilinen bir şiir olmayıp, şairi de belli değildir. Bu da onu zayıf
kılar. Eğer şairi belli olsaydı, yine delil olmazdı. Zira bir şiirde ivaz ve muavvazın bir
arada bulunması, şiir zaruretine binaen yine caiz olurdu. Dolayısıyla Ferrâ’nın arz ettiği
şiir, iddiasını kabul ettirebilecek cinsten değildir.839
834
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I. ss. 179-180.
835
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I. s. 192.
836
İBN ENBÂRÎ, el-İnsaf, I, s. 344.
837
Enfal, 8/32. Meâl: Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin katından inmiş hak (kitap) ise
hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi.
838
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I. s. 186.
839
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, I. s. 193.
840
ŞECERİ, Ebû’s-Saadat, Emalî İbni Şecerî, Muh: Mahmud Muhammed et-Tanahî, bs. 1, el-
Mektebetu’l-Hancî, 1992, II. s. 341.
165
Zeccâc,841 İbn Serrâc,842 ez-Zeccâcî,843 Nehhas844 ve Sîrafî845 gibi dilbilimciler
tarafından da dile getirilmiştir. Savundukları görüşün tutarlılığı, serdettikleri naklî ve
aklî delilleri, Ferrâ’nın buradaki görüşünün zayıf olup içinde çelişkiler barındırdığını
göstermiştir. Ayrıca, kıyâsta asıl olan maslahata uygun olması değil; Arap kelamına,
sahih istikraya ve dilde güzel olana uygun olmasıdır ki, Ferrâ bu misalde şâz bir kıyâs
ve şâhid olmaya elverişli olmayan bir istişhâd kullanmıştır.
Ferrâ’ bu işleme terhîm adını vermez; ancak el-Fârisî konuyu terhîm kavramı
altında ele alır ki, zaten hazf işlemi de terhîmin bir parçasıdır. Terhîm, sözlükte “Sesi
inceltmek, yumuşatmak, sese incelik ve tatlılık katmak” anlamına gelir.849 Bir gramer
terimi olarak ise, “Müfred ve zamme üzere mebni olan munâdânın sonundan bir ya da
iki harfi hazfetme” işlemine denir.850 Dilbilimciler terhîmi; nida, zaruret ve tasğir olarak
841
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 393.
842
İBN SERRÂC, el-Usul, I, s. 338.
843
ZECCÂCÎ, el-Luma’, s. 90.
844
NEHHAS, İ’rab, I, s. 364.
845
SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrafî, II, s. 195.
846
Duha, 93/5. Meâl: Şüphesiz, Rabbin sana i‘tada bulunacak ve sen hoşnut olacaksın.
847
FERRÂ, Me‘ânî, III, s. 274.
848
FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 352.
849
FÂKİHÎ, Şerhu’l-Hudûd, s. 156;
850
İBN SERRÂC, el-Usûl fi’n-Nahv, I, s. 359. Detaylı bilgi için bkz. KERBELA, Nevin, “Arap Dilinde
Terhîm”, Süleymen Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 13, 2004.
166
üçe ayırırlar. Ferrâ, ’كيفdeki “Fe” harfinin hafzini bir şiirle istişhâd ederek gündeme
getirdiğine göre zaruret tarhimini kastetmiş olmalıdır.
851
َم ْنَبُ ْعرانِناَأَثَرا َ َ تََ َكـي
ِ َْالَي ُِحسُّون َ َـرانَلناَرف
ْ ض َ ِم ْنَطالبينَ َ ِلبُ ْع
Ferrâ’ya göre, şiirde geçen ََ’كَـي َْالَي ُِحسُّونnin aslıَ َفَ َالَي ُِحسُّون
َ ’كَـَْيdir. كيفve benzeri
kelimelerde terhimin yapılmasını caiz görmeyen el-Fârisî’ye göre ise, şiirdeki كي, lâm-
ı talîl anlamındadır. el-Fârisî’nin delilleri şöyledir:
1. كيفsülasi bir isimdir. sadece üçüncü harfleri te’nis ta’sı olan sülasi
isimler, terhîme tabi olabilirler ki, ’كيفde böyle bir durum söz konusu değildir.
2. كيفnekra bir kelimedir ve nekralarda terhîm yapılamaz.852
3. كيفmebnî’dir ve bu yönüyle harfe benzer. Hazf işlemi ise mütemekkin
isimlerde ve fiillerde geçerlidir.
4. Ferrâ’nın söz konusu haziften kast ettiği şey terhîm ise, terhîm
münâdâlarda olur ki, inşâd edilen şiirde bir münâdâ durumu söz konusu değildir.
Terhîm değil de mahza hazf işlemini kast ettiyse, ’كيفde iddia edilen bu durum yaygın
değildir.853
5. Delil olarak mezkur şiiri gösterdiğine göre, zaruret tarhimini kastetmiş
olmalıdır; ancak bu şiir ilgili konu için istişhâd aracı olarak kullanılamaz. Zira şiirdeki
“ ”كيifadesi, Ferrâ’nın zannettiği gibi aslı “”كيف, manası da istifhâm şeklinde değildir.
Bilakis aslı şiirdeki mevcut haliyle “ ”كيolup lâm-ı talîl anlamındadır.854
Ebû Sa‘îd es-Sîrâfî, şiirdeki ’كيnin talîl lamı anlamına gelemeyeceğini; zira
851
Şiir, Kays b. el-Hutaym’e nisbet edilir. Divânı ve şiirin geçtiği diğer bazı kaynaklar için bkz. KAYS
B. EL-HUTAYM, Dîvânu Kays b. el-Hutaym, Thk. Nâsiruddîn el-Esed, Beyrut, Dâru Sâdır, s. 253;
FERRÂ, Me‘ânî…, III, s. 274; RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, III, s. 207; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, IV, s.
110; FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 352; BAĞDÂDÎ, el-Hizâne…, VII, s. 105.
852
FÂRİSÎ, el-Bağdadiyat, s. 349.
853
el-FARİSÎ, el-Bağdadiyat, s. 352.
854
el-FARİSÎ, el-Bağdadiyat, s. 350.
167
öncesi ve sonrası arasında bir nedensellik ilişkisinin olmadığını söyler.855
855
SÎRAFÎ, Darûratü’ş-Şi‘r, Thk. Ramazân Abduttevvâb, Beyrut, Dâru’n-Nahdati’l-‘Arabiyye, I. Baskı,
1985, s. 114.
856
SÎRAFÎ, Darûratü’ş-Şi‘r, ss. 114, 141.
857
İBN USFÛR, Ebû’l-Hasan Ali b. Mü’min b. Muhammed, Darâiru’ş-Şi‘r, Thk. Seyyit İbrahim
Muhammed, Kahire, Dâru’l-Endelûs, 1980, s. 141.
858
İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal, IV, s. 110.
859
BAĞDADÎ, Hizânetu’l-Edeb, VII. s. 105.
860
EBÛ HAYYÂN, İrtişâfu’d-Darab, V, ss. 2417, 2418.
861
Meselenin detaylı analizi için bkz. ŞA‘BÂN, el-İ‘tirâdât…, s. 213.
168
7. el-Muberrid, Ebû’l-‘Abbâs Muhammed b. Yezîd (Ö. 286/900)
862
Zümer, 39/17. Meâl: “Tâğût’tan , ona kulluk etmekten kaçınan ve içtenlikle Allah’a yönelenler
için müjde vardır.”
863
SİBEVEYH, el-Kitab, II, s. 22.
864
İBN SERRÂC, el-Usul, II, s. 414; FERRÂ’, el-Müzekker ve’l-Mü’ennes, s. 98.
865
Nisa, 4/60. Meâl: “Tâğût’u tanımamaları kendilerine emrolunduğu hâlde, onun önünde
muhakeme olmak istiyorlar.”
866
Zümer, 39/17. Meâl: “Tâğût’tan , ona kulluk etmekten kaçınan ve içtenlikle Allah’a yönelenler
için müjde vardır.”
169
َ ” ile kast edilen şey sahte
ُ طا
müennes olarak geldiğini söyler ki, ona göre “َغوت
tanrılardır. Sîbeveyh ile ayrıldığı bir başka husus ise ilgili kelimenin ismu’l-cins değil
mastar olduğudur. el-Fârisî bu sefer Zuheyr b. Sulmâ’ya ait bir şiirden delil getirir:
867
َُه ُمَبَيْنناَ َف ُه ُمَرضاَو ُه ُمَ َع ْد ُل َ َـرَقَ ْـومَت َــقُ ْل
َس َرواتُـ ُه ْم ْ َمـت َىَي ْشت َِج
867
Bkz. ZÜHEYR B. EBÎ SÜLMÂ, Divanü Züheyr, Thk. Ali Fa‘ûr, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1988. s.
85.
868
FÂRİSÎ, et-Tekmile, s. 140.
869
SİBEVEYH, el-Kitab, II, s. 22.
870
AHFEŞ, Me‘ânî, II, s. 494.
871
SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrafî, IV, 11.
872
MUBERRİD, el-Usûl, II, s. 414.
873
KİSÂÎ, Tezhîbu’l-Luğa, VIII, s. 168.
874
FERRÂ’, el-Muzekker ve’l-Muennes, s. 88.
875
İBN SİKKÎT, Tezhîbu’l-Luğa, VIII, s. 168.
876
AHFEŞ, Me‘ânî’l-Kur’an, II, s. 494.
877
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, I, s. 340.
170
Cevherî,878 İbn Cinnî879 ve İbn Sîde880 gibi dilbilimciler bu görüştedir. el-Fârisî’nin,
önce âyetle sonra şiirle istişhâd edip kıyâs deliliyle sonuca vardığını gördük.881 Yani
hem naklî hem aklî hüccetler ikame etti.
Kanaatimize göre üçüncü görüş daha isabetlidir. Yani ilgili kelime mastar
olmakla birlikte çok yönlü bir kelimedir. Hem müfred hem cem' olabildiği gibi aynı
kalıpla hem müzekkeri hem de müennesi ifade edebilir. Yukarıda zikri geçen âyetler
de bu çok yönlülüğün birer göstergesidir.882
878
CEVHERÎ, es-Sıhah, VI, s. 2413.
879
İBN CİNNÎ, el-Muhteseb, I, s. 131.
880
İBN SÎDE, el-Muhassas, XVII, s. 28.
881
FÂRİSÎ, et-Tekmile, s. 145.
882
UKBERÎ, et-Tibyân fî i'râbi'l-Kur'ân I, s. 205.
883
SİBEVEYH, el-Kitab, I, s. 453.
884
İBN VELLÂD, el-İntisar, s. 184.
885
FÂRİSÎ, el-Bağdâdiyyâd, s. 278.
171
el-Fârisî’nin bu ifadelerinde haklı olup olmadığını ortaya koyabilmenin
yegane yolu, Sîbeveyh’in orijinal anlatımına başvurmaktır. el-Kitâb’ta ilgili bölüm
şöyledir:
“Halîl’e “ ”ما َتدو ُم َلي َأدو ُم َلكcümlesini sordum. ‘Burada herhangi bir şart-cezâ
yoktur; zira (sondaki) fiil ellezî anlamına gelen ’ماnın sılasıdır ve sılayla birlikte
mastar konumundadır’ dedi. Zaten ماَتدو َُمile istifhâm yapamıyor olman, ilgili fiilin
ceza cümlesi olmadığına bir delildir. Aynı durum, “ ”كلماَتأتينيَآتيكörneğinde de
geçerlidir. Bu itibarla, zikri geçen ماَتدو َُمile istifhâm yapılamadığı gibi َُكـلَ ََماile de
istifhâm yapılmaz.”886
Sîbeveyh’in bu ifadeleri el-Fârisî’yi haklı çıkarır ki, bir başka Sîbeveyh şârihi
olan Sîrâfî’nin ulaştığı sonuç da budur. Nitekim şöyle der:
“ََ ” َمتىَتَدُ ْم َليَأَدُ ْم َلَكveya “ََ ”أَيْنَ َتَدُ ْم َليَأَدُ ْم َلَكdiyebilirsin; ancak “ََ ”ماَتَدُ ْم َليَأَدُ ْم َلَكdemen
caiz olmaz. Zira َ ماedatı mabadiyle birlikte mastar teviline girebiliyorsa, artık
orada istifhâm geçersiz olur. Çünkü istifhâm anlamında kullanıldığında, peşinden
fiil gelmesi gerekmez.”887
886
SİBEVEYH, el-Kitab, I, s. 453.
887
SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrafî, III, s. 309.
888
Bakara, 2/20. Meâl: “…Onları her aydınlatmasında onun (ışığında) yürürler…”
889
Maide, 5/64. Meâl: “…Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu
söndürmüştür…”
890
İsra, 17/97. Meâl: “…Oranın ateşi sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz.”
172
8. Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin Basra ve Kûfe Dil Ekollerine Yönelik
Tenkitleri
891
el-FARİSÎ, et-Tekmile, 573; el-Hucce, II. 59; el-Askeriyat, 68; İbni Cinnî, el-Hasâis, I. 47.
892
Detaylı bilgi için bkz. HATİCE el-HADİSÎ, el-Medarisu’n-Nahviyye, s. 11; MEHDİ MAHZUMÎ,
ed-Durûsü’n-Nahvî Fî Bağdat, ss. 5-7.
893
MAHMUD, Hüseyni Mahmud, el-Medresetü'l-Bağdadiyye fi Tarihi'n-Nahvi'l-Arabi, Beyrut, 1986,
s. 295-297; ayrıca bkz: Şevki Dayf, el-Medarisu’n-Nahviyye, 247-248.
894
ABDULÂL SALİM MÜKRİM, el-Medresetu’n-Nahviyye fî Mısır ve’ş-Şam, 82.
895
ŞEVKİ DAYF, el-Medarisu’n-Nahviyye, 245.
896
MAHMUD, Medresetu’l-Bağdadiyye, 303.
897
VAHİD ALİ ŞEYBANÎ, Meâhizi Ebi Ali en-Nahvî, Yüksek Lisans Tezi, 142.
898
MAHMÛD, el-Medresetu’l-Bağdadiyye, ss. 301-305.
899
FÂRİSÎ, eş-Şîrâziyyât, II, s. 353.
900
FÂRİSÎ, el-Îzâh, s. 193.
901
FÂRİSÎ, el-Bağdadiyyât, s. 195.
902
FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Mensûre, s. 128.
173
elif harfinin aslî mi yoksa zâide mi oluşuna dair bir çok meselede Kûfe ekolüne eleştiri
oklarını yöneltmiştir.
Basra dil ekolüne göre ليسmutlak bir mâzi fiildir. el-Fârisî’ye göre ise mâ-i
nâfiye manasında mutlak bir harftir. Tartışmanın fitilini ateşleyen şey ise, Sîbeveyh’in
el-Kitâb’ında yer verdiği bir paragraftır. Sîbeveyh bu konuda şöyle der:
Odur hastalığıma çare, ah bir kavuşsam! Gelmez ki ondan şifa olacak (Ne bir
bakış ne selâm)
Şair Hümeyd el-Erkat cimriliğiyle şöhret bulmuş biridir. Evine gelen misafirlere ikram ettiği
903
hurmaların sabah bittiğini görünce, misafirlerin bazı hurma çekirdeklerini yutmalarına rağmen
önlerine yığdıkları çekirdeklerin çokluğu karşısında hissettiği şaşkınlığı bu şiir ile ifade
etmiştir. Şiir için Bkz. BAĞDÂDÎ, el-Hizâne, IV, s. 58; el-Muberrid, el-Muktedab, IV, s. 100;
MERZÛKÎ, Emâlî, II, ss. 303-304.
174
Ne var ki, yine bazı kimseler, (ليس
ََ ’ye amel vermeyip, mâ gibi kullanmış ve) ََليس
َ
ّ َ ماَكانdemişlerdir.”904
َُ الطيبََُإالَالمسكve ََُالطيبُ َإالَّالمِ سْـك
“ليس
ََ ’ye gelince; Dostlarımız (Basra ekolü) bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları
onun fiil olduğunu düşünür. ليس
ََ ’ye zamirlerin bitişmesini delil olarak öne
sürerler. لَـيْسـا, ََ لَـسْنve َُ لَـسْتgibi.”905
“َ’ليسye
َ gelince; diğer fiiller gibi tam mütasarrıf olmamasına rağmen fiildir.
َ diyebildiğin gibi ََ َلسْتde dersin. ض َر ْبتُما
Nitekim ََضربْت َ -لَ ْستُما, ض َربْنا
ََ -لَسْنا, ض َربُوا ُ لَ ْي
َ -سوا
ve diğerleri…”909
904
SİBEVEYH, el-Kitab, I, s. 73.
905
Bkz. FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Mensûre, s. 221; el-Halebiyyât, s. 210; Kitâbu’ş-Şi‘r, s. 7; el-Basriyyât,
ss. 430, 833.
906
İrtişâfü’d-Darab, III, s. 1146.
907
el-Cene’d-Dânî, s. 494.
908
Muğnî’l-Lebîb, III, s. 555.
909
İBN SERRÂC, el-Usûl, I, ss. 82, 83.
175
el-Fârisî’nin ’ليسnin
ََ fiil değil harf oluşu üzerine dört delili vardır. Evvela onun
delillerini aktaralım:
ُ
َ فَأَما َ َم ْن َأوتMeâl: İşte o vakit, kitabı kendisine
Bkz. Hakka, 69/19 : ِي َ ِكت َابَهَُبِيَمِ ي ِن ِه َ َفيَقُو ُل َهَا ُؤ َُم َا ْق َرؤُوا َ ِكت َابِي َْه
910
915
Şiirin geçtiği bazı kaynaklar ve ilgili referans için bkz. RU’BE, Dîvânı, s. 175; İBN MANZÛR,
Cemâlüddîn Muhammed b. Manzûr el-İfrîkî, Lisânu’l-‘Arab, Thk. Abdusselâm Hârûn, Kâhire, Dâru’l-
Me‘ârif, “س-ي- ”طkelimesi; BAĞDÂDÎ, el-Hizâne…, V, s. 324; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal, III, s.
108; İBN CİNNÎ, Sırru’s-Sına‘ah, s. 323.
916
FÂRİSÎ, Kitâbu’ş-Şi‘r, s. 10.
177
ْ ََالقَ ْو ُم
4. İstişhâd olarak getirdiği ََال ِك َرا ُمََلَ ْيسِي ْ َبَ قدَذَهşiiri de delil olamaz. Zira hem
şiir zarureti söz konusudur hem de sahada benzeri olmayıp nâdirât
kategorisindedir. Nâdirât üzerine hüküm ve dilbilimsel kâide inşa
edilemeyeceği el-Fârisî’nin de savunduğu bir husustur.917
8.2. Bir İsm-i İşâret olan ’ذاdaki Elif Harfinin Mahiyetine Dair
Bir ism-i işâret olan ’ذاdaki elif harfinin aslî mi yoksa zâide mi olduğu, Basra
ve Kûfe dil ekollerinin ihtilaf ettiği konulardandır. Basra dil ekolüne göre, sondaki elif
harfi kelimenin aslındandır. Kûfe dil ekolü ise, sadece zel harfinin işaret manasını
taşıdığını sonundaki elifin de teksîr, hareke göstergesi veya te’kîd için ilave edilen bir
zâide harf olduğunu düşünür.920 el-Fârisî Kûfe dil ekolüne ait bu görüşü tenkit eder.
İleri sürdükleri bu tezi “fâsid” ve “vâzihu’d-da‘f” olarak niteler. Hatta ona göre bu tez,
tenkit edilerek zaman israfı yapmaya değmeyecek kadar problemlidir.921 Ancak buna
rağmen el-Fârisî, tümevarım ve kıyâs gibi aklî; Arap dilinin temel ilkeleri gibi naklî
deliller ışığında tenkitlerini tevcih eder. İki delili şöyledir:
917
İBN USFÛR, Şerhu Cümeli’z-Zeccâcî, I, s. 378; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, VII, s. 112; EBÛ
HAYYÂN, İrtişâfü’d-Darab, III, s. 146.
918
MÂLEKÎ, Rasfü’l-Mebânî, ss. 300-301.
919
Bkz. MURÂDÎ, el-Cene’d-Dânî, ss. 495-496; İBN HİŞÂM, Muğnî’l-Lebîb, III, s. 558.
920
ZECCÂC, Me‘ânî…, I, s. 68; NEHHÂS, Me‘ânî…, FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 314; İBN ENBÂRÎ, el-
İnsâf, II, s. 669; İBN ‘ÂDİL, el-Lubâb, I, s. 484; SUYÛTÎ, Hem’û’l-Hevâmi‘, I, s. 258.
921
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 314.
178
1. ذاkelimesi ya izmi zâhir ya da zamir olmak zorundadır.922 Zamir olamaz;
zira sıfat ve mevsûf olma özelliğine sahiptir. َم َر ْرتُ َبِـزَ يْـد َهَذاve ََم َر ْرتُ َبهذا َالرج ِل
misallerinde olduğu gibi. Zamir olmadığına göre ismi zâhirdir. Tek harfli ismi
zâhir olamayacağına göre, işaret ismi olan ’ذاnın sonundaki elifle birlikte
müstakil bir kelime olması kaçınılmaz bir sonuçtur.923
2. İşaret isimleri tasğir/küçültme kalıbına girebilirler.924 En asgari tasğîr kalıbı
dört harf üzere olan “َ ”فُعَيْـلveznidir. Hem mübhem olması hem de mütemekkin
bir isim olmaması sebebiyle özel bir muameleye tabi tutulan ’ذاnın tasgir kalıbı
da َ ذيَّا/zeyyâ olup aslı ذَيَيا/zeyyeyâ’dır. İki “ya” harfi kelimenin aslından olup bir
tanesi de tasğîr vezni için ilave edilmiştir. Birinci “ya” harfi, istiskâl gerekçesiyle
hazf edilince geriye َ ذيَّا/zeyyâ kalır. Ayrıca tasğîr yâ’sı sâkin olmak zorundadır.
’ذاdaki elif, aslî harf olmasaydı yâ’ya dönüşmez ve tasğir yâ’sına idgam
edilmezdi. Zira tasğîr kalıbı, kelimeleri aslına ircâ eder925. Netice itibariyle, tasğîr
işleminin tek harfle yapılamaması, birinci maddede olduğu gibi, ’ذاnın elifle
birlikte müstakil bir kelime olarak kabul edilmesini zorunlu kılar. Aynı durum –تا
َ تيَّاiçin de geçerlidir.926
Kûfe dil ekolüne göre isimlerin kökeninin iki, hatta tek bir harfe ircâ
edilmesinde hiçbir sakınca yoktur. İşaret ismi olan ذاözelinde delillerini arz etmek
gerekirse, “Kelimedeki elifin aslî bir harf olmadığını, hareke göstergesi ve te’kîd
amacıyla müfrede ilave edildiğini, aksi hale ’ذاnın tesniye halleri olan َذان ِ َ’ذden
ِ ve َيـن
hazf edilmemesi gerektiğini” ifade ederler. Kûfe ekolüne göre elifin tesniye halinde
hazf edilmesi, aslî harf olmadığını gösterir.927 Basra dil ekolü bu görüşü üç açıdan
tenkit eder:
1. َذان ِ ve ذَيـنkelimeleri ’ذاnın tesniye halleri değildir. Bunlar tıpkı “ََ ” ِكالve
“ ”أ َ ْنـتُـماgibi tesniye için vaz edilmiş kalıplardır. Bu tarz kalıplarda “َ زَ يد-َ ْدان
ِ ” َزَ ي
veya “َ َر ُجل-َالن
ِ ”ر ُج
َ gibi bir müfred-tesniye ilişkisi yoktur. Aksi halde tesniye
922
SİBEVEYH, el-Kitâb, IV, s. 218.
923
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 313-315.
924
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 315.
925
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 673; İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb, I, s. 485; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal,
III, s. 167; MURÂDÎ, Hasan b. Kâsım b. Abdillâh, Tevdîhu’l-Makâsid ve’l-Mesâlik bi Şerhi Elfiyyeti
İbn Mâlik, Thk. ‘Abdurrahmân Ali Süleymân, Kâhire, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, I. Baskı, 2001, I, s. 405.
926
İBN ENBÂRÎ, Esrâru’l-Arabiyye, ss. 367-368.
927
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 319; İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf…, II, s. 670; İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb…, I, s. 476;
İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Müfassal, III, s. 127; SÜHEYLÎ, ‘Abdurrahmân b. Abdillâh, Netâicü’l-Fikr, Thk.
Muhammed İbrahîm el-Bennâ, Riyâd, Dâru’r-Riyâd li’n-Neşri ve’t-Tevzî‘, 1984, s. 177.
179
hallerine eliflâm harfi ilave edilebilmeliydi. Tıpkı َْدان
ِ الزي, الن
َِ الر ُجve diğer tüm
َِ ve ذَيـنkalıplarına eliflâm harfinin dâhil edilememesi onun,
tesniyeler gibi. ذان
ِ ve ’ذَيـنdeki tesniye
normal bir tesniye olmadığını gösterir. Bu itibarla, َذان
durumu, mahza lafzîdir; manevî değildir.
ِ ذve ذَيـنkelimeleri ’ذاnın tesniye halleri olduğunu kabul etsek bile, ’ذاdaki
2. َان
elif, tesniyelikten değil, iltikâü’s-Sâkineynden dolayı hazf edilmiştir. Bir harfin
iltikâü’s-Sâkineyn sebebiyle hazf edilmesi, onun zâide olduğuna delil olamaz.
َِ ve ذَيـنkelimeleri, ذان
3. Ayrıca bazı kırââtlerde ذان َِّ ْ ذَيَـşeklinde müşedded
َِّ ve ن
olarak vârid olmuş ki, bu durum, şeddeli nûn’un hazf edilen elife ivaz olduğunu
gösterir.928
Değerlendirme ve sonuç: el-Fârisî, Kûfe dil ekolünün zikri geçen görüşünü
tenkit ederken, tümevarım metodunun yanı sıra kıyâs metodunu ve Arap dil gramerinin
temel ilkelerini de kullandı. Ancak Basra dil ekolünün kabulleriyle Kûfe ekolünü tenkit
etmeye yönelik serdettiği ilk delil geçersiz olmalıdır. Diğerinde ise haklıdır. Zira
müfred bir kelimedeki bir harfin tesniye kalıbında hazf edilmesini zâide göstergesi
olarak addetmek doğru olsaydı, mevsûle olan ’الّــذيdeki “ye” harfinin de zâide olması
َِ ّ’الde hazf edilir.
gerekirdi. Zira tesniye kalıbı olan ــذان
928
Her üç madde için bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 319; İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb…, I, s. 476; İBN YA‘ÎŞ,
Şerhu’l-Müfassal, III, s. 127; SUYÛTÎ, Hem‘u’l-Hevâmi‘ fî Şerhi Cem‘il-Cevâmi‘, II, ss. 258-259; EBÛ
HAYYÂN, et-Tezyîl ve’t-Tekmîl fî Şerhi’t-Teshîl, Thk. Hasan Hindâvî, Dımaşk, Dâru’l-Kalem, 2002,
III, s. 172.
929
Kehf, 18/49.
930
Yusuf, 12/93.
180
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ebû ‘Alî el-Fârisî’nin hocasına yönelttiği bütün tenkitleri birer birer ele almak,
yüksek lisans veya doktora seviyesindeki bir araştırma için çok hacimli olmanın yanı
sıra, beklenen faydayı elde etmemizi zorlaştıracaktır. Bu itibarla, tenkide mevzu olan
bütün konuları teker teker ele almak yerine, Tümevarım metodunu kullanarak, furû’
meselelerden hareketle bir takım başlıklar oluşturup ilgili tenkitleri bu başlıklar altında
işlemenin daha faydalı olacağını düşündük. Zira böylece el-Fârisî’nin yaptığı
dilbilmsel tenkitlerdeki metodunu daha iyi idrak edecek ve tenkitlerin arka planını
öğrenmiş olacağız. Örnek meseleleri ele alırken, öncelikle ez-Zeccâc’a ait görüşleri
aktaracak, daha sonra el-Fârisî’nin eleştirlerini diğer dilbilimcilerin
değerlendirmeleriyle birlikte işleyeceğiz.
181
1. İllet Eksenli Tenkitler
931
“ع
ََ َو ُر َبا
َ ث َ ساءَ َمثْن
َ ََىَوثُال َ ّابَلَ ُكمَ ِ ّمنَ َال ِن
َ ط ْ طواَْ ِف
َ َيَال َيت َا َمىَفَان ِك ُحواَْ َما ُ َخ ْفت ُ ْمَأَالَت ُ ْق ِس
ِ ” َو ِإ ْن
Arap dil otoritelerine altı çizili kelimeler, gayr-ı munsarif özelliğine sahip olup
kesra ve tenvin kabul etmezler. el-Ferrâ’nın (ö. hicri 207) bu kelimeler için “Bu
kelimelerin nekra olduğunu düşünenler bu kelimeri icrâ (münsarif) ederler.”932
yorumunu hariç tutarsak, bu noktada herhangi bir ihtilaf yoktur. İhtilaf, gayr-ı
munsarifliğe namzet olan bir kelimede mutlaka olması gereken iki temel illetin َ– َمثْنَى
ََ َ ُر َباع–ثُالkelimelerinde hangileri olduğu etrafında yaşanmıştır. Zira, bir kelimenin
ث
gayr-ı münsarif olabilmesi için aşağıda detayını vereceğimiz üzere, dokuz illetten ( موانع
الصرف/münsarif engelleri) en az ikisini veya “sigatu müntehe’l-cumû’ ve te’nis/dişilik
alameti olan elif-i memdûde veya elif-i maksûra” gibi iki illeti birden içermesi
gerekir.933
Dînî olsun veya olmasın, Arap diliyle yazıya dökülmüş klasik metinlerin ve
inşâd edilmiş özellikle cahiliye dönemi şiirlerin doğru okunup-okunmaması
sorunsalında söz konusu kelimelerin mebnî, munsarif veya gayr-ı munsarif mi
oldukları yani i’râb bilgisi önem arz etmektedir.934 Bu itibarla, araştırma sahamızın
931
Nisa, 4:3. Meâl: Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan endişe ediyorsanız, o zaman, size helal
olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin -(hatta) ikisi, üçü veya dördü (ile); ama onlara adil bir muamele
edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman bir tane ile yahut meşru şekilde sahip olduklarınız ile (yetinin).
Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.
932
el-Ferrâ’ “sarf, münsarif, gayri münsarif” yerine Kûfe dil ekolünün terminolojisini kullanıp “el-İcrâ:
kelimenin kesra ve tenvin alabilmesi, ademu’l-icrâ: kelimenin bunları almaması” kavramlarını kullanır.
Detay ve istişhâd edilen bazı şiirler için bkz. FERRÂ’, Me’âni’l-Kur’ân, Tkh: Muhammed Ali en-Neccâr
ve Ahmed Yusuf Necati, Alemu’l-Kutub, 3. Baskı, Beyrut 1983, I, s. 254.
933
Konunun kısa bir özeti için bkz. İbn HÂCİB, Cemaluddin ‘Usmân b. Ömer, el-Kâfiye Fî İlmi’n-
Nahv, Thk: Salih Abdulazim eş-Şâ’ir, Mektebetu’l-âdâb, Kahire. s. 12-15.
ََوَ َوَعُجْ َمةَثُمَ َج ْمعَثُمََت َْركِيب َ َوَ َم ْع ِرفَةَ َوَت َأْنِيثَ َوصْف َ َوَ عدْل َ َِي َ اَوَه َ َواحِ دَةَمِ ْن َهاَتَقُو ُمَ َمقَا َم ُه َم َ َانَمِ ْنَتِسْعََأ َ ْوِ ص ِرفِ َ َماَفِيهَِعِلت َ َال ُم ْن ْ غي ُْر
َ
ََو
َ ب َ َو َ َم ْعدِىَك ََر َ َاجدِ س َ َو َ َم
َ ِيم
َ ها ْر
َ ب إ
ِ َ َو
َ َب
َ نيْ ََز َو
َ َ ة حَ ْ
ل َ
ط َ َو
َ ر
َ َ
م
َ ْح َ أ َ َو
َ ر
َ م
َ ع
ُ َ ُ
ل ْ ث َِم. يب رِ ْ
ق َ تَ ُ
ل و
ْ َ ق ْ
اَالَ ذ ه
َ َ َو
َ ل
ِ ع
ْ ف
ِ ْ
َال ُن ْ
ز َو
َ َو
َ ِف لَ أ َ َ ا ه
َ ل
ِ ب
ْ َ قَ ْ
ن َِم ةَ د ئ
ِ ا ََز ُُّون الن
ََو ْ َوَ َماَيَقُو ُمَ َمقَا َم ُه ََم
َ اَال ُج ْم ُع َ َوَا َ ْغالَال َ سالَسِال َ َُسبَِمِ َثْل ُ ورةَِأ َ ْوَلِلتنَا َ ص ْرفُهَُلِلض ُر َ َوز ُ َوَيَ ُج َ ََوَالََت َ ْن ِوين َ َوَ ُح ْك ُمهُ؛َأ َ ْنَالََ َكس َْر. َ ََوَأَحْ َمد َ َع ِْم َران
...ِأ َ ِلفَاَالتأْنِيث
İ’râb olgusunun Kur’ân’ı anlamaya katkısı üzerine kaleme alınmış şu esere bakılabilir. YÂKÛT,
934
Bir kelimeye gayr-ı-munsarıf hükmü verilmesi, i’râb denilen olguyla ilgili bir
durumdur. Sözlükte “Bir şeyin aslını ve hakikatini ortaya çıkarmak, açıklamak”
anlamına gelen i‘râb kelimesi, terim olarak “Arap dilinin söz dizimini (nahiv/sentaks)
incelemek” demektir936. İ’râb, cümle içerisindeki kelimelerin sahip oldukları
konumlarının dışa akseden yüzüdür. En temel hedefi, söz gelimi cümle içinde fâil,
mef’ûl ve muzâf ileyh olduğunu düşünürsek fâil için raf‘, mef‘ûl için nasb, muzâfun
ileyh için kesra/cerre harekelerini kullanarak dili yanlış okumalardan (lahn) ve
dolayısıyla yanlış anlamalardan korumaktır. Konuya dair Türkçe-Arapça dil
gramerleriyle karşılaştırmalı tahlil yapmak yerinde olurdu; ancak Türkçe’de buradaki
anlamıyla bir i’râb olgusundan söz edemeyiz.
935
GALÂYÎNÎ, Şeyh Mustafa, Câmi‘u’d-Durûsi’l-‘Arabiyye, Beyrut, el-Mektebetu’l-‘Asriyye,
XXVIII. Baskı, 1993, I, s. 211.
936
BİRIŞIK, Abdulhamit, “İ’râbü’l-Kur’ân”, DİA, XXII, s. 376.
183
maksûre bulunanlar ile ‘mütekellim yâ’sına ( )يmuzâf olan müfred isimler her üç irâb
hâlinde de harekeleri telaffuz edilmedikleri için sadece varmış gibi kabul edilirler;
mesleki tabirle “takdîr” edilirler. Gayr-ı munsarif isimler ise ref hâlinde zamme, nasb
hâlinde fetha, cer hâlinde ise (kesra yerine) yine fetha alırlar. Ancak, başlarına harf-i
tarif (َ )ا َ ْلaldıklarında veya muzaf olduklarında gayr-ı munsarif özelliğini kaybeder,
böylece mahrum kaldıkları tenvin ve kesrayı yeniden almaya kabil olurlar. Söz gelimi
“ ”مساجدkelimesi sigatu müntehe’l-cumû’ olması sebebiyle münsarif olma özelliğini
kaybederek tenvin ve kesra kabul etmez. Ancak başına harfi tarîf ilave edildiğinde
durum şöyle olur: “َاج ِد
ِ سَ صليْتَُفِيَأَ ْفخ َِمَال َم
َ : Mescidlerin en büyüğünde namaz kıldım”. Yine
أحمدkelimesi özel isim (‘alem)+veznu’l-fiil illetlerini içermesi sebebiyle gayr-ı
münsariftir. Muzâf olma durumunda “ ”ألََحم ِدنَاmisalinde olduğu gibi kesra alır.
Gayr-ı münsarif kelimeler, kesra alması gereken yerlerde fetha ile i’râb edilirler.
ُ نَََم ْن َهاَأَ ْو
Söz gelimi َ 937َردُّوهَا ِ س َ ْ َوإِذَاَ ُحيِّيت ُ ْمَبِت َِحية َفَ َحيُّواَبَِأَحâyetindeki “ ”أحسنkelimesi, başında
harfi cerr olduğu halde kesra yerine, gayr-ı münsarif olması sebebiyle fetha almıştır.
Bir kelimenin munsarif olmasına mani olan bazı engeller vardır. Arap dil
otoritelerinin tespit ettiğine göre, bu engeller dokuz tane olup bunlara mevâniu’s-
sarf/ َم َوانِ ُع َالص ْرفdenir. Nahiv kaynaklarında yer alan ve yıllarca medreselerde nazım
halinde ezberletilen bu illetler aşağıdaki beyitlerde şöylece manzum edilmiştir:
َُص ِويــــب
ْ فَتَـــــــ
ِ ــــــــــر
ْ َم ْن َهاَفَ َماَ ِللص ِ ثِ ْنت
ِ َان ْ َفَتِسْعَ ُكلَّ َماَاجْ ت َ َمع
َت ِ َم َواَنِ ُعَالص ْر
ََجمــــــــــع َثم
ْ َوعُــجْ ــــــــ َمة َثم ََو َمـــــــــــــــعـْ ِرفَة
َ صــفَوت َأنيـــــــــث
ْ َو َو
َ عــــدل
ََ
َ َُــــــــــــر ِكـــيـــــــــــــب
ْ َ تــ
َُـــــــول
ْ ََالق َو َهذَا
َ َفِـــــ ْعل َُ َو َو ْزن َــنَقَبْــــــــ ِل َهاَأ ِلف
ْ َمِ والنُّـــــــــونُ َزَ ائِـــــــــــــــــــــــــــدَة
938
َُت َ ْق ِريـــــــــــــب
Sarfın dokuzdur mânisi. Bunlardan cem olsa ikisi, tasvip edilmez tasrifi…
937
Nisa 86. Meâl: “Bir selam aldığınızda daha güzel bir selamla karşılık verin, ya da aynısıyla iade edin;
zira Allah, her şeyin hesabını tutmaktadır”.
938
İBN HÂCİB, el-Kâfiye fî ilmi’n-nahv, s. 14.
184
olgusu üzerine yoğunlaşacağız. Araştırma sahamızın sınırlarından çıkmamak için adl
dışındaki illetleri özet geçmekle iktifa edeceğiz.939
- Müennes özel ismin harf sayısı üçten fazla ise gayrı munsarıf sayılır. “َ” ِه ْند
ismi mustesnâ kabul edilmiştir.
- Sonunda müenneslikَ alameti olan ta-i marbuta ( )ةbulunan erkek isimleri:
ُ , ُ ط ْل َح َة
ُ َح ْمزَ َة, ُ عبَ ْيدََة َ , ُ ُم َعا ِويَ َةvb.
- Sonunda ان/ânَ (elif+nun) eki alan özel isimler: Adnan/َُ َعدْنَان, Süleyman/َُسلَ ْي َمان
ُ ,
Ramazan/َضا ُن
َ َر َمvb.
- Özel mekan isimleri: َُ َمك َة،َص ُر ِ ُ لُ ْبنَان، إسطنبولvb.
ْ َم،َ
- Ucme: Arapça kökenli olmayan; fakat Arapçalaşmış ithal adlar: َ،َ إِب َْراهِي ُم
َإِ ْس َما ِعي ُل,ف
َُ س
ُ َيُوgibi İbranice özel adlar.
- “fu‘alu/َ ”فُ َع ُلvezni üzere olan özel isimler:َع َم ُر
ُ ،َزفَ ُر،ُ
ُ ُز َحلvb.940
- Mürekkep-memzuc (Bileşik) adlar: َُّ َب ْعلَ َبك,ُ س ِعي َد ْ ب، ُ َ َحض َْر َم ْوتvb.
َ ُور
939
Geniş bilgi için bkz. Anadolu Üniversitesi ilâhiyat Önlisans Programı, ARAPÇA-IV, Editör, Ahmet
Turan Arslan 4. Baskı, Eskişehir, Ocak 2013, s. 132.
940
Sibeveyh’in konu hakkındaki görüşlerine dair yapılan bir çalışma için bkz. SOYTÜRK, Zeynep,
“Sîbeveyhi’nin "el-Kitâb" Adlı Eserine Göre Munsarif ve Gayr-i Munsarif Konuları”, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi) , s. 33.
185
- Müzekkeri ل َُ أَ ْف َع, müennesi لى ََ فُ ْعvezninde olan ism-i tafdil sigaları: أ َ ْك َب َُر-ُكبْرى
;ل َ
َُ أجْ َم-َج ْـملىvb.
- Müzekkeri ل َُ أَ ْف َع, müennesi فَ ْعالَ َُءvezninde olup renk ifade eden sigalar. أَحْ َم َُر-
َصفرا َُء ; َح ْمـراءْ َ -فر
َُ ص ْ أvb.
- Müzekkeri َُ فَ ْعالَن, müennesi فَ ْعلَىvezninde olan sıfat-ı müşebbeheler.َََُ َج ْوعاَن
ve َُس ْكراَن َ gibi.
-ل َُ فُ َعاve ل َُ َم ْف َعvezninde 1’den 10’a kadar olan olan üleştirme sayıları. َ َر َُ – َم ْعش
َُ عش
َر َ
ُ ve ُرباعَُ–َ َم ْربَ َُعgibi. 941
Bu özet bilgilerden sonra, bir kelimenin münsarif olmasına engel olan “العـدل/el-
‘adl” olgusunu ele alabiliriz.942 “Kelimenin evrim geçirmesi, lafzen başka bir kalıba
dönüşmesi” olarak ifade edebileceğimiz adl olgusu, el-Fârisî tarafından, “Bir lafızla
başka bir lafzın kastedilmesi”943 şeklinde tanımlanmıştır. el-Fârisî’ye göre adliyyet,
dönüşeni ( )المـعـدولzikredip dönüştürüleni (َ)الـمعـدول عـنهkast etme halidir. Ma’dûl olan
“َ ”عُــ َم ُرkelimesi zikredilip, bununla ma’dûlü ‘anh olan “َ”عـامرin
ِ kastedilmesi, buna
örnek olarak verilebilir. Orijinal haliyle (َ)عـامر
ِ münsarif olan ve dolayısıyla kesra ve
tenvin dâhil olmak üzere tüm harekeleri almaya kabil bir isim iken, “َ”عُــ َم ُرye dönüşerek
gayr-ı münsarif olur ve sınırlı hareke alan kelimeye dönüşür. Lafzî bir siga değişimi
olan bu dönüşüme “adliyet” olgusu denir. Aynı durum “ َمـثْـــنَى-َث
َ َ ثُـــال- ع
ََ ”ربَــا
ُ kelimeleri
için de geçerlidir. “ـةَأربَـعَـة َِ ْـنَإثْـنَـي
ْ َ-َثَـالثَـةَثَـالثَـة-ْـن
ْ َأربَـع ِ ”إثْـنَـيşeklinde ma’dûlü ‘anh haliyle
münsarif olan kelimeler, “ َمـثْـــنَى-َ ث
َ َ ثُـــال- َع
َ ”ربَــا
ُ sigalarına ma’dûl edilerek gayr-ı
münsarif olmuşlardır.
“… َمـثْـــنَى-َ ث
َ َ ثُـــال- َع
َ ُربَــاkelimeleri iki cihetten ötürü gayr-ı münsariftir.
Nahivciler arasında şimdiye kadar bu iki cihetten bahsedeni bilmiyorum. Bu
kelimelerde cem olan iki illet şöyledir: Birincisi; ‘mesnâ/’ َ َمـثْـــنَىnın “isneyni-
941
Gayrı- münsarıf ile ilgili yukarıdaki bilgileri alıntıladığımız eserler için bkz. ZEMAHŞERÎ, el-
Mufassal Fî İlmi’l-Arabiyye, Beyrut, Dârulcîl, s. 17; İBN HİŞÂM, Cemâluddin el-Ensârî, Katru’n-Nedâ
ve Bellu’s-Sadâ, Mısır, Mektebetu’s-Sa‘ade, 1963, s. 51.
942
Bir gayr-ı munsarif illeti olarak adl/adliyyet olgusuna dair geniş bilgi için bkz. İBN SERRÂC, el-
Usûl Fî’n-Nahv, II, s. 88; RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye, I, s. 113; İBN YA‘ÎŞ, Şerhu’l-Mufassal, I, s. 62;
SUYÛTÎ, Hem‘u’l-Hevâmi‘, I, s. 81; ŞÂTIBÎ, Ebû İshâk, el-Mekâsıdu’ş-Şâfiye Fî Şerhi’l-Hulâsati’l-
Kâfiye, V, s. 997.
943
ُ ”لفـظَيُـرادَُبـهَل ْفظَآخ.
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 148. “ََـر
186
ََ َ’ َثُـــالnin
isneyni”den, sülâse/ث “selâse-selâse”den dönüşmeleri. İkincisi;
te’nîs/dişilikten dönüşmeleri.”944
ez-Zeccâc’a göre âyette geçen kelimelerin ya sıfat ya da hâl olması gerekir ki,
hem hâl hem sıfat durumlarında nekra olma zorunluluğu vardır. Zikri geçen kelimelerin
marife olmalarının imkânsızlığını, aşağıdaki şiiri istişhâd ederek teyit etmeye çalışır:
948
ْ ـاسَ َمـثْــنَىَو َم
ُ ــو َحـ َد َ َّذِئابَت َــبَغـىَالن ُ َولَـكـنـماَأ ْهـلـيَبِــوادَأَنِــي
َُسـه
Lakin benim ehlim öyle bir vadideki tek enîsleri kurtlar;
944
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, II, s. 9.
945
Fâtır, 35/1. Meâl: Hamdin tamamı, gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer, dörder
kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye
hakkıyla yeter.
946
Me’âni’l-Kur’ân’ın muhakkinin i’râb zaptını dikkate alarak… Bkz. s. 9.
947
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, II, s. 9
948
Hüzeyl kabilesinden bir şâirin genç yaşta vefat eden evladına yaptığı mersiyenin bir beyti. Şiirin
tamamı için bkz. SÜKKERÎ, Ebû Sa‘îd Hasan b. Hüseyin b. Ubeydillah, Dîvânu’l-Hüzeliyyîn, Thk.
Ahmed ez-Zeyn ve Mahmut Ebû’l-Vefâ, Mısır, Dâru’l-k,Kutubi’l-Mısriyye, 1965, I, s. 237.
187
İnsanlara teker teker, ikişer ikişer musallat olurlar.
Bkz. SİBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 226; el-FARİSÎ, el-İğfâl, II, s. 152. Ancak el-Fârisî’nin naklettiği
950
“ َمـثْـــنَى-َث
َ َ ثُـــال- ع
ََ ”ر َبــا
ُ kelimelerinin gayr-ı münsarif olma illetlerine dair dört
farklı görüş ileri sürülmüştür.
1. Ebû ‘Alî el-Fârisi gibi, Sîbeveyh’in, daha da ötesi hocası Halîl b. Ahmed’in
perspektifinden gramer meselelerine yaklaşan dilciler, söz konusu iki illetin adliyet ve
vasfiyet olduğunu belirtirler. Bu görüşü, el-Fârisî’nin tenkitleri üzerinden
değerlendireceğiz.
2. el-Ferrâ, iki illetin adliyet ve marifelik olduğunu söyler. Şöyle der:
951
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s.154.
952
Bkz. FERRÂ’, Me’âni’l-Kur’ân, I, s. 254. el-Ferrâ’ “sarf, münsarif, gayri münsarif” yerine küfe dil
ekolünün terminolojisini kullanıp “el-İcrâ: kelimenin kesra ve tenvin alabilmesi, ademu’l-icrâ:
kelimenin bunları almaması” kavramlarını kullanır.
953
“Kelimeler” demek istemişse de eserde “ ” ُحروفifadesi geçer.َFERRÂ’, age, I, s.254.
189
3. Bazı nahivcilere göre söz konusu iki illet, adliyetin lafzen ve manen tekrar
etmesidir. ’ َمـثْـــنَىnın “َْــن
ِ ْــن َإثْـنَي
ِ ”إثْـنَيden lafzen dönüşümü/udûlü birinci illeti; mana
itibariyle dönüşümü (iki iki’den ikişer) ise ikinci illeti oluşturur. Bu görüşe göre, ilgili
kelimelerin mevcut halleriyle ma’dûl olmayan sayıların yerine kullanılamamaları, bu
kelimelerin, lafzen olduğu gibi manen de dönüştüklerine delildir.
el-Fârisî isim vermeden bu görüşü ele alır ve geçersizliğini ispat etmek üzere
meseleyi uzun uzun tartışır. İsim vermese de bu görüşün akranı olan Ebû Sa‘îd es-Sîrâfi
(ö. 368/979)’ye ait olduğunu daha sonra kaleme alınan eserlerden biliyoruz.954
el-Fârisî’ye göre ma’dûl olan bütün kelimeler, müfred olmak zorundadır. Aynı
şey ma’dûlü anh için geçerlidir. Ma’dûlü anh’daki mana olduğu şekliyle ma’dûl’a
intikal eder. Anlam itibariyle biri diğerinden daha geniş yelpazeli değildir. Misal, َمـثْـــنَى
ِ ْــن َإثْـنَي
anlam itibariyle “ikişer” demektir ve “َْــن ِ ”إثْـنَيde aynı anlama gelir. Bu itibarla,
“mana’dan udûl” şeklindeki bir yaklaşımı reddeder. Mana eksenli bir adliyettin sahih
bilgiyi yansıtmadığını, bu itibarla illet olamayacağını izah ettiği ilgili bölümün bir
kısmı şöyledir:
“Adliyet, lafızda olur; manada olmaz. Eğer manada da olsaydı ma’dûlün, ma’dûlü
anh’tan farklı bir şey olması gerekirdi.”955
el-Fârisî’ye göre adliyet olgusu iştikâk ilminin bir türüdür ve iştikâk, mana
değil, lafız eksenlidir. Yine ona göre her madûl müştaktır; ancak her müştak madûl
değildir. ’عامرden dönüşmüş ع َمر
ُ birinciye; ضاربve جالسkelimeleri ikinciye örnektir.
el-Fârisî, adliyette iki kavramı ön plana çıkarır: “ الـثقـلve ”الـثانـي. Yani kelimenin hakiki
veya itibarî olarak ağır olması ve ikincil/tali olması. el-Fârisî’ye göre madûl olan tüm
kelimelerin müştak olmasının zorunlu olması; ama aynı genellemenin müştak
kelimeler için geçerli olmaması bir muhalefet halidir ve bu hal sikalliği yani itibarî
olarak ‘ağırlığı’ temsil eder. Adliyete maruz kalmış kelimenin aslî sigasından ayrılıp
(misal:)عـامر
ِ tali bir sigaya dönüşmesi (misal:ع َمـر
ُ ) ise sâniliği/ikincilliği temsil eder.
Yani ona göre, madul bir kelimede aranan “ikincil ve ağırlılık” unsurları lazfa yönelik
olup, manayla alakası yoktur. Bir başka deyişle, lafzın dönüşmesiyle mana da
954
İbn Sîde el-Muhassas adlı eserinde konuyu işlerken bu görüşü Ebû Sa‘îd es-Sîrâfi’ye nispet eder.
Bkz. İBN SÎDE, el-Muhassas, XVII, s. 120. DİA’nın “Ebû Sa‘îd es-Sîrâfî” maddesinde el-Fârisî ile
aralarında kıskanma derecesine varan bir rekâbet olduğu ifade edilmiştir. Bkz. TÜCCAR, Zülfikar, “Ebû
Sa‘îd es-Sîrâfî”, DİA, XXXVII, s. 264.
955
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s.146.
190
dönüşmez. Nitekim عامـرkelimesinin ifade ettiği mana ile ondan ma’dûl olan ’عـمرin
ifade ettiği şey aynıdır. Yine َمـثْـــنَىile “َْــن
ِ ْــن َإثْـنَي
ِ ”إثْـنَيkelimelerinin anlamı aynıdır. Bu
itibarla, el-Fârisî’ye göre bazı nahivcilerin dillendirdiği mana eksenli şeklindeki adliyet
olgusu kabul edilemez.956
956
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 146.
957
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 149.
191
ı munsarif olma illeti arasında te’nîs de bulunmalıydı. Oysa bütün otoriteler, iki illetin
adliyet ve ma’rife olduğunu belirtirler.
göre adliyet ve nekradır. Daha da ilginç olanı ise müstakil olarak bu konuları işlediği
“ ”ما َيـنصرف َو َماال َيـنصرفadlı eserinde Sîbeveyh, Halîl ve el-Fârisî gibi bu illetlerin
adliyet ve vasfiyet olduğunu söyler.961 ez-Zeccâc’ın bu müstakil eserindeki illetleri,
mantık, kıyâs ve gayr-ı munsarifin kabul edilmiş kurallarının yanı sıra cumhurun
görüşüne de uygundur. Bu itibarla, Me‘ânîl-Kur’ân’daki değil, konu hakkında yazdığı
müstakil eserindeki görüşünü nihai görüşü olarak kabul ediyoruz. Netice itibariyle el-
Fârisî’nin yaptığı tenkitlerde haklı olduğunu söyleyebiliriz.
َ ــولُّواَفََـثَـم
Tartışmaya mahal olan âyet şöyledir: “َََِوجْ ـهَُّللا َ ُ ”فَأ َ ْينَ َماَت
962
958
Bu konuda farklı fikirde olan otoriteler de mevcuttur. Söz gelimi İbn Cinnî’ye göre, sadece “fiile
benzemek” manevî, diğer illetlerin tamamı lafzîdir. Zeccâc’ın iki illetini bu kategoriye göre
değerlendirsek bile, öne sürdüğü iki illetin de manevî olduğunu görürüz. Yani yine biri lafzî diğeri
manevî olmuş olmaz.
959
Nisa 4/3.
960
Fatır, 35/1.
961
ZECCÂC, Mâ Yensarif ve mâ lâ Yensarif, Thk. Hüda Mahmud Kurra’ah, Kahire, 1971, s. 44.
962
Bakara, 2, 115. Meâl: “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü
işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”
192
ez-Zeccâc, bu meselede daha önce dillendirilmemiş yeni bir fikir ortaya
attığını iddia eder. َ’ثَمnin mebniliğinin mübhem olmasından kaynaklandığını söyler. el-
Fârisi ise kıyâs, talîl, Arap dilinin üzerine inşa edildiği temel ilkeler gibi deliller
kullanarak bu iddiayı mantık zemininde çürütmeye çalışır. ez-Zeccâc, َ’ثَمnin
mübhemliği ve cümledeki konumuyla ilgili görüşünü şu şekilde açıklar:
“َثَــم, konum olarak (mahallen) nasb olsa da fetha üzere mebnidir. Söz gelimi “َزَ يْـد
”ثَــ ًّماdemen (tenvinli haliyle) caiz olmaz. Fetha üzere mebni olması, iki sâkin
harfin peşi sıra gelecek olması (iltikâu’s-sâkineyn) sebebiyledir. َثَــم, tıpkı “”هُــنَا
gibi mekân gösterme işâretidir. Yakın bir mekanı kastedince “َ( ”هُــنَاَزَ يْـدişte Zeyd
burada); uzak mekanı kastedince de “َ ”ثَــمَ زَ يْـدve “َ( ”هُــنَاكَ َزَ يْـدişte Zeyd orada)
dersin. َثَــم, i’râbtan men edilmiştir; zira mübhemdir. Daha önce böyle bir açıklama
yapanı bilmiyorum. Ayrıca bu şekilde bir açıkalma, onların kitaplarında da
mevcut değildir”.963
963
ZECCÂC, Me’âni’l-Kur’ân, I, s. 197.
964
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 421.
965
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, 419-420.
193
“İşte, her biri diğerinden farklı olmasına rağmen, bütün bu isimlerin mebnî
olmasını sağlayan şey, mübhem olmaları değil, harflere benziyor olmalarıdır. (…)
Bu itibarla َ’ثَــمnin i’râbtan men edilmesinin gerekçesi olarak sunulan
“müphemlik” yorumu doğru değildir… Çünkü bir şeyi bilmezsen onu ifade
edemezsin.”966
966
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 419-420.
967
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 420.
194
Bu tartışmaya sonradan müdahil olan uzmanlara gelince; Ebû’l-Bekâ’ el-
‘Ukberî şöyle der:
“َثَــم, uzak mekan için vazedilmiş bir isimdir. Mebni oluşu, zımnen işâret harfi
manasını içermesinden kaynaklanır.”968 Bir başka yerde illeti, ilgili kelimenin
hitâb zamirinin manasını (ََ )كiçermesine bağlar. “Yakın için هُـناderiz; uzak için
ise ََ هُـناكyerine َ’ثَــمyi kullanırız. Bu durumda َثَــم, ََ’هُـناكnin yerine geçmiş ve hitap
harfini ödünç almış sayılır.”969
Benzer görüşleri Semîn el-Halebî ve İbn ‘Âdil ed-Dımaşkî de ifade eder.970 İkisi
de, el-‘Ukberî’nin ikinci tezi için “dikkate değer bir görüş değildir” (َْـس َبِـش ْيء
َ )لي
ifadesini kullanırlar.971 َ’ثَــمnin harfle olan ortak paydası için öne sürülen bir başka tez
de “iftikâr” tezidir. Bu görüşe göre َ ثَــمile harf, “anlam ifade etmek için bir başka
kelimeye muhtaç olma” paydasında buluşurlar. Yine ikisi bu görüşü yorumsuz olarak
zikrederler. el-Vâhidî, ez-Zeccâc ile el-Fârisî arasındaki bu tartışmayı alıntılar yaparak
işler ve el-Fârisî’yi haklı bulur.972
968
UKBERÎ, el-İmlâ, I, s. 59.
969
UKBERÎ, et-Tibyan, I, s. 108.
970
HALEBÎ, ed-Durru’l-Mesûn, II, s. 82; İBN ‘ADIL, el-Lubâb Fî Ulûmi’l-Kitâbَ, II, s. 415.
971
HALEBÎ, ed-Durru’l-Mesûn, II, s. 82.
972
VÂHIDÎ, et-Tefsîru’l-Basît,
973
NEHHÂS, i’râbu’l-Kur’ân, I, s. 75.
974
KURTÛBÎ, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ Li Ahlâmi’l-Kur’ân ve’l-Mübeyyinü limâ
tedammenehü mine’s-Sünneti ve Âyi’l-Kur’ân, Thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Türkî, Beyrut,
Müessesetü’r-Risâle, 2006, II, s. 325.
195
rastlayamadık. Kanaatimize göre hem bu iki husus, hem Arap dil kurallarının
gelişimini tamamladığı evrelerde ez-Zeccâc’ı destekleyen ciddi bir çoğunluğun
olmayışı, hem de yukarıda zikredilen kıyâs ve ta’lîl delilleri, el-Fârisî’yi yaptığı
dilbilimsel tenkitlerde haklı çıkarmaktadır.
Ebû İshâk ez-Zeccâc, âyette biri cezm diğeri nasb işlemi yapan لَــ َْمve ن َْ َل
edatlarından söz ederken şöyle der: “ َلَــ َْمedatı, ََ’ت َ ْفـ َعلونyi cezm etti; çünkü muzâri olan
fiilde mâzî manasını ihdas etti”.976 ez-Zeccâc, َ لَــ ْمedatının cezm etme illetini, edatın
muzâriden mâzîye mana transferi yapmasına bağladıktan sonra sözlerine şu
genellemeyle devam eder:
“Fiile lâzım olup,977 yeni bir mana ihdas eden her harfin, tesiri miktarında iraba
etkisi olur. Söz gelimi bu harfin “َ ”أ َ ْنve kardeşlerinin ن ت َ ْفعَـــلُـوا
َْ َ لgibi olduğunu
َْ َ أ, fiili nasb eder; çünkü ن
düşünelim. ن َْ َ أve mâba’di, isim menzilesine girmesi
sayesinde şeddeli َ’أَنye benzemiş olur. (…) لَــ ْمise cezm eder; çünkü mâba’diyle
birlikte isim/masdar tevilinden çıkmış olur.”978
Yani ez-Zeccâc’a göre, لَــ َْمgibi cezm yapan bir edatın iki cezm etme illeti
vardır. Birincisi muzâriden mâzîye mana transferi yapması. İkincisi ise, kendinden
sonra gelen kelimeyle bir bütün olup, birlikte isim/masdar tevilinden çıkmaları. Yine
ona göre, َ أ َ ْنgibi nasb yapan bir edatın nasb etme illeti, kendisinden sonra gelen
kelimeyle birlikte َ’أَنye benzemesidir. Zira َ أ َ ْنedatı, لَــ َْمedatının aksine mâba’diyle
birlikte tıpkı َ أَنgibi masdar teviline girer. 979
el-Fârisi ise ez-Zeccâc’ın cezm veَnasb etmeye yönelik öne sürdüğü illetlere
itiraz eder. İtirazı sadece illetlerle sınırlı değildir. ez-Zeccâc’ın satır aralarında verdiği
bazı bilgilere yönelik de söyleyecekleri vardır. ez-Zeccâc’ın ifadelerini satır satır ele
975
Bakara, 24. Meâl: “Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarَ
ve taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır”.
976
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 101.
977
Fiille lazım olması, edat ile fiil arasında herhangi bir fasılanın girmemesi demektir. Söz gelimi
978
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 101.
979
ZECCÂC, Me’âni’l-Kur’ân, I, s. 100.
196
alır ve onlara tenkitler yöneltir. Bunları sırayla ele alıp konu hakkında dönemin ve
sonraki âlimlerin görüşlerine yer verdikten sonra vardığımız kanaati arz edeceğiz.
el-Fârisi, ez-Zeccâc’ın “َ لَــــ ْمedatı, ََ’ت َ ْفـعَلونyi cezm etti; çünkü muzâri olan fiilde
mâzî manasını ihdas etti.” sözleri üzerine şunları söyler:
“َ’لَــــ ْمin muzâri fiilde mâzî manası ihdâs ettiği doğrudur. Ancak bunun, ona cezm
yapma yetkisi verdiği bilgisi doğru değildir. Aksi takdirde “َعـل ْ الَت َـ ْفve ”لِـيَ ْقضواdaki
الve ل
َِ edatlarının cezm etmemeleri gerekirdi. Oysa cezm yapmış ve üstelik hiç
biri muzâri fiilini mâzîye dönüştürmemiştir.”980
“Eğer sanıldığı gibi, لَــ ْمedatı muzâriyi mâzîye tahvil ettiği için cezm yapıyor
olsaydı, şart-ceza harflerinden hiçbirinin cezm yapmaması gerekecekti. Çünkü
onlar, aksi istikamette işlev görürler. Yani muzâriyi mâzîye değil; mâzîyi
muzâriye tahvil ederler. Bu da ez-Zeccâc’ın zikrettiği sebep-sonuç ilişkisinde
çelişkiye düştüğünü ve hatalı neticeye vardığını gösterir.”981
ez-Zeccâc’ın “Fiile lâzım hale gelip, yeni bir mana ihdas eden her harfin, tesiri
miktarında iraba etkisi olur.” genellemesi üzerine ise şunları söyler:
َْ َ لve ن
“Eğer illet bu olsaydı, birer nasb edatı olan ن َْ َ’إذin nasb etmemesi gerekirdi.
Çünkü ikisi de mâba’diyle birlikte isim menzilesine girmezler. Bütün edatlara
tamim edilmesi gereken söz konusu illetin َ َل ْنve ن
َْ َ’إذe uygulanamaması, ez-
Zeccâc’ın sözünün geçersizliğini (fesâdını) gösterir.”983
980
Hac, 29. Meâl: “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerlerine getirsinler ve Beyti Atik’i tavaf
etsinler.”
981
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 117-119.
982
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 119.
983
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 119-120.
197
Ebû ‘Alî el-Fârisî, karşı cenahtan gelebilecek muhtemel soruları gündemine
alır. “فإن قال قائل, ve فإن قلتgibi diyaloglarla konuya derinlik kazandırır ve tüm soruları
cevaplar. el-Fârisî bu yöntemi el-İğfâl’in tamamında kullanmıştır. Bu meselede “َ لَ ْنve
َ إذَ ْنgibi edatların akabinde gelen fiil, gizli bir َ َأ ْنile nasb edilmiş olamaz mı?”
sorusunun cevabını Sîbeveyh’e havale eder.984 Bu meselede Sîbeveyh’in beyânları
üzerine söz söylemenin gereksiz olduğunu ifade eder.985
984
Sibeveyh’in cevabı olumsuzdur. Geniş bilgi için bkz. Sibeveyh, el-Kitâb, III, s. 16.
985
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I- 120. El-Fârisi’nin ne denli bir Sibeveyh hayranı olduğunu gösteren ifadelerden
birisi de burada geçer. El-İğfâl’de buna benzer övgü dolu ifadeleri sıklıkla görüyoruz. Araştırmamızda
“el-Fârisi ve Sibeveyh” diye müstakil bir başlık açmamızın nedeni de buna dikkat çekmektir.
986
Mâide, 5:117. El-Fârisi, âyettek َُ َد ُْمتfiilinin müteaddi değil lazım olduğunu, bu sebeple muhtemel
gizli bir gâib zamirinin (mesela: ’مـا ) ماَد ُْمتهya raci olamayacağını söyler. Bkz. FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s.
121.
987
Bakara, 2:3.
988
Bakara, 2:10.
989
FÂRİSÎ, el-İğfâl, s. 120.
990
FÂRİSÎ, el-İğfâl, s. 121.
198
el-Fârisi’nin verdiği ’مـاnın isim değil, harf olduğu bilgisine dair dil
otoritelerinin görüşleri şöyledir: Sîbeveyh,991 yukarıda yer alan misallerdeki ’مـاnın ve
fiil ile birlikte isim/masdar teviline giren benzeri edatların harf olduğu görüşündeyken,
Ahfeş, Ahmed b. Yahya gibi alimler isim olduğunu düşünürler. el-Muberrid’e göre, مـا
ve fiille lazım hale gelip birlikte isim/masdar teviline giren edatların harf veya isim
olmasını belirleyen temel kriter, edâta dönen bir zamirin olup olmamasıdır. Bu sebeple
َْ َ أ, şeddeli َ أَنve zikri
mutlaka zamir isteyen “ الذي, أيve ” َمنgibi edatları isim; muhaffef ن
geçen misallerdeki ’مـاyı da harf olarak kabul eder.992 el-Muberrid’in hocası el-Mâzini
de aynı görüştedir.993
991
SİBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 11-156. Yine Sibeveyh’e göre “ellezi” anlamına gelen ve dolayısıyla
zamir isteyen “”مـا, isimdir. Geniş bilgi için Bkz. El-Muberrid, el-Muktadab, III, s. 199.
992
MUBERRİD, el-Muktadab, III, ss. 200-201.
993
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 121.
994
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 123.
199
َْ َ ’أin علمgibi yakîn ifade eden
Burada belirtmeliyiz ki, el-Fârisî’nin muhaffef ن
ُ ْ َع ِّل َمَأَنَلانَتُحve ََمن ُكم
fiillerle kullanılmadığı sözleri üzerine itiraz ederek “ُصوه َ ََع ِّل َمَأَن
ِّ ُسيَ ُكون
ضى
َ ” ام ْر995 referans göstermek yerinde bir itiraz olmayacaktır. Zira el-Fârisî’nin
bahsettiği muhaffef “َ ”أ َ ْنedatı, akabindeki fiille lâzım hale gelen, bir başka ifadeyle
َْ َ ’أdir.
araya hiçbir fasıla kabul etmeyecek olan ن
“أ َ ْينَ َما, mâba’dini cezm eder; zira ََ أَيْنkelimesinin sonuna َماedatı ilave edilirse,
kendinden sonraki şart ve cezâyı cezm eder.”998
995
Müzemmil, 73:20. Bkz. ُصو َهُ ْعل َِمَأَنَلنَتُح
َ ; ضى َ َعل َِمَأَن
َ سيَ ُكونُ َمِ ن ُكمَم ْر َ
996
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 125.
997
Bakara, 2/148.
998
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 226.
200
“ أ َ ْينَ َماile ilgili ‘sonuna َماedatı ilave edildiğinde, kendinden sonraki şart ve cezayı
cezm eder’ şeklindeki bilginin hiçbir faydası yoktur. Zira ََ أَيْنkelimesi, sonuna َما
ilave edilsin veya edilmesin, cezm etme potansiyeline sahiptir. 999
el-Fârisî ez-Zeccâc’ın öne sürdüğü illeti, birinin “fiil, -mâzî fiil olursa- fâilini
ref’ eder” cümlesine benzetir. “Oysa bir fiilin, fâilini ref’ etmesi için mâzî olması
gerekmez; Nitekim muzâri olsa da fâilini ref’ edecektir” der.
el-Fârisî bu gerekçeyi reddeder; zira “ma-i kaffe”in amelden men etmesi nasb,
ref’ ve cerr yapan edatlarda geçerli olduğunu, cezm söz konusu olduğunda ise amelden
men etmesi bir yana dursun, aynı zamanda cezm işlemi için müheyyi ve muharrik bir
unsur olduğunu söyler. Bu sebeple ez-Zeccâc’ın ifadesini haklı çıkarmaya matuf böyle
bir sorunun mantıklı ve tutarlı bir tarafının olamayacağını belirtir.1000
َ كي, َحـ ْيثُــما, أيما, متي ما, أيْنماgibi örneklerde olduğu gibi İstifhâm harflerinnin مـا
“ْـف مـا
ile bitiştiğini görürsen o artık cezâ edatıdır; istifhâm değildir. مـاBitişmediği
takdirde cezâ edatı olması caiz olsa da ekseriyetle istifham edatı olur.”1002
999
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 422-425.
1000
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 423.
1001
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, ss. 56-59.
1002
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, ss. 85-86.
201
el-Muberrid ve İbn Serrâc ise ََ أَيْنve ’أيْنماnın yani مـاilaveli ve ilavesiz olarak
şart için kullanılabileceğini söyleyip, ez-Zeccâc’ın iddia ettiği gibi bir talîlden söz
etmezler.1003
ْ َمنَقَ ْب ِل ِه ُم
Tartışmaya mahal olan âyet şöyledir: “َََُال َمثُالَت ِ تْ َ”وقَدَْ َخل
َ
1005
ْ
ال َمثُالَت/el-Mesülât kelimesinin müfredi, kelimede meydana gelen hazif ve bu
hazfe ivaz olan nâibin mahiyeti ve kelimenin cemi halinin aşamaları gibi noktalar
tartışma konusu olmuştur. ez-Zeccâc’ın mesnetsiz olarak ortaya attığı bir görüş, el-
Fârisî tarafından eleştirilmiştir. ez-Zeccâc, âyette geçen َُ ْال َمثُالَتkelimesinin kırâat
şekilleriyle ilgili şunları söyler:
“Kelimedeki “mîm” harfi, hem zammeli hem fethalı okunabilir. “َُ”ا َ ْلمُُ ثُالت
şeklinde okunduğu zaman ُمثْ َل َة/Musletün’ün; “َُ ”ا َ ْل َمثُالتşeklinde okunduğunda ise
َ َمث ُ َلة/Mesületün’ün çoğulu olmuş olur. İlgili kelimenin َُا َ ْل ُمثْالت/Muslat, َُا َ ْل ُمثَالت
1003
MUBERRİD, el-Muktedab, II, ss. 46-47; İBN SERRÂC, el-Usûl, II, s. 159.
1004
ZECCÂC, Mâ Yensarif ve Mâ Lâ Yensarif, s. 88.
1005
Ra’d, 13/6, Meâl: “Bir de senden, iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorlar. Oysa onlardan
önce ibret alınacak birçok azap gelip geçmiştir. Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine rağmen
bağışlama sahibidir. Bununla beraber Rabbinin azabı pek şiddetlidir.”
202
/Muselât ve َُا َ ْل ُمثُالت/Musülât şeklinde (sâkin, fethalı ve zammeli ثharfiyle) üç
okuma şekli vardır. َُا َ ْل َُمثُالت/“Musülât” şeklinde okunduğunda mîm ve se harflerinin
ikisi de zammeli olur. Ancak müfred (َ ) ُمثْلَةhalinde ‘ ’ثharfi sükûn üzeredir. Cemi
ُ
halindeki ’ثnün zammesi, müfredindeki müenneslik alameti olan ‘َ ’ةyerine ivaz
olmuş olur. “Se” harfi َُا َ ْل ُمثََالت/“Muselât” şeklinde fethalı da okunabilir. Zira fetha
en hafif harekedir. َُا َ ْل ُمثْالت/“Muslât” şeklinde sükûn ile de okunabilir. Zira َسل
ُ ر,
ُ َعضُد
َ
ve َ فَخِ ذkelimelerinde olduğu gibi, (ortası) raf‘ veya kesralı olan tüm kelimeleri
sükûn üzere okumak caizdir. Zira raf‘ ve kesra, makabline nakledilebilir
harekelerdir.”1006
Ebû İshâk ez-Zeccâc, َُ ا ْل ُمثُالتkelimesinin müfredi olan َ’ ُمثْلَةdeki müenneslik
َُ ) ivaz olabileceğini söyler. Daha genel bir ifadeyle,
alametinin (َ )ةyerine, harekenin (ث
“Harekenin, müenneslik alametine ivaz olabileceğini” iddia eder. el-Fârisî, ez-
Zeccâc’ın bu tezinin kıyâs ve illet deliline göre sahih olamayacağını düşünür. ez-
Zeccâc’ın altını çizdiğimiz ifadelerini reddetme sadedinde şunları söyler:
1006
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, III, ss. 139-140.
1007
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 339.
203
karşılığı yoktur. Dolayısıyla, el-Fârisî’ye göre ez-Zeccâc’ın َُ ا ْل َُمثُالتkelimesinde ortaya
attığı bu tezin kıyâs yoluyla diğer isimlerde ve illet yoluyla sıfatlarda bir karşılığının
olmaması, ortaya attığı fikrin kabul edilemez olması için yeterlidir.
1008
İtbâ’, lugatte “tâbî kılma, peşine katma, izini sürme” anlamlarına gelirken; kırâat literatüründe “bir
kelimedeki harfin harekesini verirken yakınında bulunan diğer harf ve kelimelere uyumu gözetmek”
demektir. Bu uygulamayı, Hafs-ı Dûrî’nin tarîki olan Ebû ‘Usmân ed-Darîr yapmaktadır. Geniş bilgi
için bkz. AKASLAN, Yaşar, “Kırâat İlmi Sistematiğinde Usûl Kavramları”, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2017, Sayı: 43, s. 239.
1009
HALEBÎ, ed-Dürru’l-Masûn, VII, s. 20.
1010
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kur’ân, II, s. 59.
1011
İBN ‘ADİL, el-Lübâb, XI, s. 254.
1012
ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Me‘ânî, XIII, s. 106.
1013
ZEBÎDÎ, Tâcu’l-‘Arûs, XXX, ss. 386-387.
204
–daha doğrusu görüşün asıl sahibi olan Sîbeveyh’in- görüşlerine paralellik arz eden bir
neticeye ulaştığını ifade etmiştir.1014
Tartışmaya mahal olan âyet şöyledir: “ْثَالََت ََر ْونَ ُه َْم ِ َوقَ ِبيلُه
ُ َُم ْنَ َحي َ ” ِإنهَُيَ َرا ُك ْمَه َُو.1015
Ebû Ca‘fer en-Nehhâs’ın da ifade ettiği üzere, ez-Zeccâc şu iki sebepten ötürü
ُ ’ َحيnun mebnî olduğunu düşünür: Muayyen bir mekân ifade etmemesi ve mâba‘dinin
َْث
َُ َحيile ilgili bu yaklaşımın hem
sıla cümlesi olup muzâfün ileyh olmaması.1018 el-Fârisî ْث
lafzen hem manen “gayr-ı müstakîm” olduğunu söyler. Tümevarım, kıyâs, sebr ve
taksîm metodlarına başvurarak ez-Zeccâc’ın görüşlerini geçersiz kılmaya çalışır:
1014
ZEBÎDÎ, Tâcu’l-‘Arûs, XXX, s. 387.
1015
A’araf, 7:27. Meâl: “Ey Âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak
ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. Çünkü o ve kabilesi, onları
göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları, iman etmeyenlerin dostları
kılmışızdır.”
1016
En az iki ismin bir araya gelerek oluşturdukları tamlamaya izâfet (isim tamlaması) denir. Başka bir
deyişle; izâfet, en az iki ismin, mana veya amil-mamul ilişkisi bakımından bir birine nisbet edilmesidir.
Tamlamanın öğelerinden birincisine tamlanan/muzâf ()مضاف, ikincisine tamlayan/muzâfun ileyh
( )مضاف َإليهdenilir. Arap dil gramerine göre, muzâf asla tenvin kabul etmeyip, harekesini cümledeki
konumuna göre alır. Muzâfun ileyh ise, mecrûrdur.
Detaylı bilgi için bkz. AKŞİT, Eyüp, “Arap Dilinde İsm-i Fâilin Tamlanan Olarak Yer Aldığı Lafzî
İsim Tamlamaları ve Türkçeye Çevirisi”, Mîzânu’l-Hak İslami İlimler Dergisi, S. 5, 2007, s. 66.
1017
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’an, II, s. 266.
1018
Ayrıca bkz. NEHHÂS, İ‘râbu’l-Kur’an, II, s. 50; ZECCÂC, Mâ yensarif ve mâ lâ yensarif, s. 92;
İBN ‘ATİYYE, el-Muharraru’l-Vecîz, II, s. 391; SUYÛTÎ, Hem‘u’l-Hevâmi‘, III, s. 209.
205
ُ ’ َحيnun harf olduğunu söyleyen kimse yoktur.
da harf olmak durumundadır. َْث
Nitekim isimlere has olan özelliklere sahiptir. Harf olmadığına göre “isim”dir.
isim olduğu sabit olduğuna göre, devamındaki cümle, onun ya sıla’sıdır ya da
muzâfün ileyhi’si. Sıla cümlesi olması caiz değildir; zira (zikri geçen âyette)
sıla’da mevsûlün ‘âidi/göstergesi olacak bir zikr/işâret bulunmamaktadır. Oysa
sıla cümlelerinde mevsulu gösteren bir işâret olmalıdır. Netice itibariyle, ilgili
cümle, sıla olamayacağına göre kaçınılmaz olarak izâfettir.1019
َُ َحي
Konuya dair diğer dilbilimcilerin görüşlerine gelince; Murtezâ ez-Zebidî, ْث
ile ilgili İbn Keysân’ın ez-Zeccâc’ın görüşlerine paralel görüşlere sahip olduğunu
ُ ’ َحيdan sonra gelen ismin merfu’ olmasını ََحيث َزيد َقائم
aktarır. İbn Keysan’ın َْث ُ ُقمت
örneğinde olduğu gibi mübteda oluşuna bağladığını aktarır. ez-Zebidî’ye göre İbn
Keysân, Kufe dil ekolünün örnekteki َ قائمkelimesinin hazfini caiz gördüklerini,
َُ ’ َحيnun َ زيدkelimesini merfu yapıp kendinden sonrakini sıla cümlesi haline
böylelikle ْث
getirdiğini savunur. Ayrıca َ’زيدdan sonra َ قائمkelimesinin açık olarak gelmesi halinde,
َ قائمkelimesinin merfu veya mensup olarak geleceğini ve bunun Kûfe dil ekolünün
ُ َحيcümleye muzâf
kabullerinden biri olduğunu nakleder. Basra dil ekolüne göre ise; َْث
olduğu için ondan sonra gelenin mecrur olmaması gerekir.1020 Bu konuda el-Fârisî ile
Basra dil ekolünün aynı yöntemi izlediklerini söylemek mümkündür. ez-Zebîdî, ayrıca
ُ ’ َحيnun Ahfeş hariç, cumhur tarafından mekân tayin eden bir zarf olarak kabul
َْث
edildiğini belirtir.1021
1019
FÂRİSÎ, İğfâl, II, ss. 249-250.
1020
ZEBİDÎ, Tâcu’l-‘Arûs, V, ss. 230-231
1021
ZEBİDÎ,age, V, s. 228.
1022
MURÂDÎ, Hasan b. Kâsım b. Abdillâh, Tevdîhu’l-Makâsid ve’l-Mesâlik bi Şerhi Elfiyyeti İbn Mâlik,
Thk. ‘Abdurrahmân Ali Süleymân, Kâhire, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, I. Baskı, 2001, II, s. 704.
206
َُ ’ َحيnun
cümleye izafe edilmesi gerektiğini söyler.1023 Ebû Hayyân el-Endülüsî de ْث
izâfetinin caizliğini, mâba‘dinde müfred değil, cümle olması şartıyla kabul eder.1024 İbn
ُ ’ َحيnun fiil veya isim cümlesine izâfesinin mümkün olduğunu; ancak fiil
Hişâm, َْث
cümlesine izafesinin daha sıklıkta görüldüğünü söyleyerek şiir ve nesirlerden misaller
getirir.1025
1023
VERRÂK, İlelu’n-Nahv, ss. 444-445.
1024
BAĞDADÎ, Hizânetu’l-Edeb, VII, s. 7.
1025
İBN HİŞAM, Muğni’l-Lebîb, s. 112.
1026
HALEBÎ, ed-Durru’l-Mesûn, V, s. 294.
207
b. İsm-i mevsûller daima marifedirler. Zarflar ise bazen marife bazen de
َُ ’ َحيnun nekira olarak gelmesi, onun zarf olma
nekira olabilirler. ْث
olasılığını kuvvetli kılar.
Ebû İshâk ez-Zeccâc, iki sâkin harfin peşi sıra gelmesi durumunda (iltikâu’s-
sâkineyn) birinci harf “ ”يise, ikinci sâkin harfin fetha ile harekelenmesi gerektiğini
1027
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, ss. 66-67.
1028
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 93-94.
208
Fârisî’ye göre, Zeccâc’ın kesra’nın caiz olmamasını ististiskâl deliliyle açıklaması
yanlış bir talîl olup, kıyasa aykırıdır.1029
1029
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 93.
1030
SÎBEVEYH, el-Kitâb, IV, s. 265.
1031
İBN HİŞÂM, Muğni’l-lebîb, II, s. 298.
1032
HAMLÂVÎ, Ahmed b. Muhammed, Şeza'l-'Arf fî Fenni's-Sarf s. 234.
1033
Yusuf, 12/77. Meâl: “Dediler ki: "Eğer o çaldıysa, daha önce onun kardeşi de çalmıştı." Yûsuf
onlara belli etmeksizin içinden şunları geçirdi: "Asıl sizin durumunuz kötü! Allah, sizin
suçladığınız hususu çok iyi bilmektedir.”
1034
İBN ESÎR, Ebû’l-Feth Ziyâüddîn Nasrullāh, el-Meselü’s-Sâir fî Edebi’l-Kâtibi ve’ş-Şâ‘ir, Thk.
Muhammed el-Hûfî ve Bedevî Tabâne, Dâru Nahdati Mısır, II. Baskı, 2008, II, ss. 275-277.
209
”)بعد َاالبـهامve “Özetledikten sonra detaylandırmak ( ”)التفصيل َبعد َاالجـمالuslûbu da
denmiştir.1035 Kullanıldığı üç makam vardır.
1. İstifham makamında; Bu uslûpta cümlenin başında bir soru sorulur. Sadece bir
soru ile iktifa edilip zıttı olan soru cümlenin akışından ya da delâletten anlaşılır.
َ َإلس َْال ِمَفَ ُه َوَ َعلَىَنُورَ ِ ّمنَربِّ ِهَفَ َويْلَ ِلّ ْلقَا ِسيَ ِةَقُلُوبُ ُهمَ ِّمنَ ِذ ْك ِرَّللاَِأ ُ ْولَئِكَ َفِي
“َض َالل َ َُأَفَ َمنَش ََر َحَّللا
ِ ْ صد َْرهَُ ِل
َ َُأَفَ َمنَش ََر َحَّللا
َ ” ُمبِين1036 âyetinde Allah’ın göğsünü İslâm’a açan kimselerin (َُصد َْره
ِ ْ ) ِلkalpleri katı olanlar ( ) ِلّ ْلقَا ِسيَ ِة َقُلُوبُ ُهمgibi olmadıkları ifade edilir. Nitekim
َإلس َْال ِم
âyetin takdiri şöyledir: “....َُإلس َْال َِم َ َك َم ْن َقَسى َقَ ْـلبُـه َ َ ُ” َ َأَفَ َمن َش ََر َح َّللا. Burada
ِ ْ صد َْرهُ َ ِل
mahzufa delalet eden kısım, “َفَ َويْلَ ِلّ ْلقَا ِس َي ِةَقُلُوبُ ُهم/kalpleri katı olanların vay hâline!”
cümlesidir.
2. Nefy ve ispâtı tahdîd etme makamında; “َََوقَات َ َۜ َلَا ُ ِ۬و َٰ َٓلئِك ْ قََم ْنَقَ ْب ِل
َ َِالفَتْح ِ َيَم ْن ُك ْمَ َم ْنَاَ ْنف
ِ َالَيَ ْست َ۪و
ََۜ َُُوقَاتَل
وا ِ َُمنَ َالذ۪ ينَ َا َ ْنفَق
َ واَم ْن َبَ ْعد َ ”ا َ ْع1037 âyetinde fetihten önce savaşan ve infak
ِ ظ ُم َدَ َر َجة
edenler ile fetihten sonra savaşan ve infak edenlerin aynı dereceye sahip
olmadıkları belirtilir. Buna göre âyetin takdiri şöyledir: َالَيستويَمنكمَمنَأنفقَمن
َ ا ُ ِ۬و َٰ َٓلئِكَ َا َ ْع
قبلَالفتحَوقاتلَومنَأنفقَمنَبعدهَوقاتل. Mahzûfa delâlet eden kısım ise, َظ ُمَدَ َر َجة
ََ ِمنَ َالذَ۪ينcümlesidir.
3. İstifhâm ve nefy-isbât sadedinde olmaması; nefy-ispât ve istifhâm dışındaki
diğer yerlerdeki hazifler bu kabildendir. “َُـربْــتُه
َ ضَ َ ”زَ يْـداörneğinde olduğu gibi
ki, cümlenin takdiri “َُـربْــتُه
َ ضَ َـربْــتَُ زَ يْـدا
َ ضَ ” şeklindedir. Tartışmaya mahal olan
mezkur âyetteki ızmâr da bu türdendir.1038 Bu özet bilgilerden sonra ana
meseleye geçebiliriz.
“Âyette açıklama şartı ile gizleme üslûbu vardır. Çünkü “ ”أَنت ُ ْم َشَر َمكَاناcümlesi,
َ َ فَأzamirine bedeldir. Buna göre âyetin manası –Allahu a‘lem-
i‘râb olarak سرَها
1035
KAÇAR, Halil İbrahim, Edebi Yönden Hazif Uslûbu (Eksiltili İfadeler), İstanbul, Ocak Yayıncılık,
2007, s. 205.
1036
Zumer, 39/22. Meâl: “Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan
kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline!
İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.”
1037
Hadid, 57/10. Meâl: “…İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce infâk edenler ve savaşanlar,
(diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir…”
1038
EMÎL BEDΑ, Ya‘kûb, Mevsûatü ‘Ulûmi’l-lugati’l’Arabiyye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2006, II, ss.
282-283.
210
şöyledir: “…Yûsuf, bunu (Siz daha kötü bir konumdasınız) içinde sakladı ve
onlara belli etmedi. İçinden, “Siz hırsızlık konusunda daha kötü bir konumdasınız;
anlattığınızı Allah çok daha iyi biliyor” dedi.”1039
“Bil ki! “Açıklama şartıyla gizlemek uslûbu” ikiye ayrılır. Birincisi müfred
tefsirlidir. Tıpkı ََـمََرجال َزيد
َ نَِــ ْعörneğinde olduğu gibi. َََـم
َ نَِــ ْعkelimesinde fâile râci
olan bir zamir bulunur. Müfred ve mansûb olan َ رجالkelimesi bunu tefsir eder.
Cümlenin takdiri َ نَِــ َْعـ ََم َالرجل رجال َزيدşeklindedir. Bir başka örnek de ََُر ُجــال
َ ُربـه
şeklindedir. َ رجالkelimesi, َ’ربdeki
ُ zamirin merciine müfessir mahiyetindedir.
İkincisi cümle tefsirlidir. “َ”قُ ْلَه َُوَّللاَُأ َ َحد1040 örneğinde olduğu gibi. Burada açıklanan
kelime (َ )ه َُوmübtedadır. ’ه ََُوyi açıklayan ise, haber olan َ ّللاُ َأ َ َحدcümlesidir…
Görüldüğü üzere, açıklamak şartıyla gizleme uslûbu, her iki durumda kendisini
açıklayan cümleye bitişik olarak gelmiştir. Durum böyle olunca; açıklamak
şartıyla gizleme uslûbu, zamirin gizlendiği cümleyle ilişkili olmalı, ondan ayrı bir
konu ve başka bir cümleyle de ilişkili olmamalıdır. Bu itibarla; Ebû İshâk ’ın bu
âyette, açıklamak şartıyla gizleme uslûbunun kullanıldığını söylemesi doğru
değildir.”1041
“Başka bir açıdan meseleyi ele alacak olsak da (Zeccâc’ın bahsettiği) durum
imkansızdır. Açıklamak şartıyla gizleme uslûbu, ya cümle ile ya da müfret bir
kelime ile açıklama şeklinde kullanılır. Cümle ile açıklandığında ise, aslı mübteda
1039
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’an, III, s. 123.
1040
İhlâs, 112/1.
1041
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 332-335.
1042
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 335.
211
olan bir cümle ile açıklanmalıdır. “َربهَُ ُمجْ ِرما
َ تِ ْ ” ِإنهَُ َمنَ َيأ1043 âyetinde olduğu gibi.
َّ َ edatı, olmadan önce cümle “َربهُ َ ُمج ِْرما
Açıkça görülmektedir ki; إن ِ ْ ”هو َ َمن َيَأ
َ ت
ّ edatının açıklayıcı olan fiili mübteya çevirmesinden
şeklindeydi. Böylece َإن
dolayı, müfret kelimenin cümle ile açıklanması gerekir. Ebû İshâk ise bu
açıklamayı, açıklamak şartıyla gizlemek uslübü ile açıklar. Ancak, açıklayıcı
cümlenin fiil ve failden uzak olan yan cümle olduğu apaçıktır. Bundan dolayı da
cümle ile açıklanması gerekmektedir. Böylece âyetteki أسر
َّ fiili, aslı mübteda olan
açık bir kelime olup kendisini açıklayacak bir açıklayıcı cümleye ihtiyaç
duymaktadır.”1044
1043
Taha, 20/74. Meâl: “Şüphesiz, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, kesinlikle ona cehennem
vardır. Orada ne ölür, ne de (güzel bir hayat) yaşar.”
1044
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 335.
1045
NEHHÂS, İ’râbu’l-Kur’an, s. 459.
1046
NEHHÂS, Meani’l-Kur’an, III, s. 450.
1047
ZEMAHŞERÎ, Keşşaf, III, s. 311.
1048
UKBERÎ, el-İmla, II, s. 57.; et,Tıbyan, II, s. 741.
212
َ َ’أdaki هاzamirini, sözün siyakı ile
sahip olduğunu belirtir.1049 Semîn el-Halebî de; سرها
açıklandığını belirtir. Ona göre Yusuf, kardeşlerinin sözlerinden kaynaklanan hıncını
içinde saklamıştır.1050
Değerlendirme ve Sonuç: Hazf ve idmâr, belirli bir sistematiğe tabi birer belagat
unsurları olup Kur’ân’da sıklıkla kullanılanmıştır.1051 Arap dil gramerinin
teşekkülünün erken dönemlerinde “hazf” kelimesi literatürde tam manasıyla
yerleşmediğinden bu kelimenin yerine ekseriyetle اإلضمار/idmâr kelimesi
kullanılmıştır. İdmâr şeklindeki kullanımın ilk olarak Sîbeveyh tarafından kullanıldığı
söylenebilir. Sonraki dönemlerde bu iki kavramın bir birinden farkını ortaya konulması
için farklı tanımlar geliştirilmiştir. Söz gelimi idmâr; cümlede zikredilmeyen bir
kelimenin cümlenin i’râbında etkisinin devam etmesi durumu şeklinde ifade
edilirken;1052Hazf, zikredilmeyen kelime ya da cümlenin i’râbta hiçbir şekilde mahali
olmaması olarak değerlendirilmiştir.1053 Bu tanımlara rağmen Hazf ve İdmâr kelimeleri
arasındaki özellikle ilk kaynaklarda mutlak bir ayrımdan söz etmek oldukça zordur.
Zikri geçen âyetin dilsel tahlilinde bazı alimlerin meseleyi “hazf” kavramıyla ele
alması, diğer bazılarının da “idmâr” kavramını tercih etmesi bu sebepledir. Ancak hazf
kelimesi, idmâr kelimesinden daha yaygın olarak kullanılmıştır.
1049
EBÛ HAYYÂN, Bahru’l-Muhît, VI, ss. 329-330.
1050
HALEBÎ, ed-Durru’l-Mesûn, VI, ss. 535-536.
1051
DİLECEKÇİ, Celalettin, Anlam-Üslûp İlişkisi Bağlamında Kur’an Üslûp Analizi(Fatiha Suresi
Örneklemesi), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), 2009, s. 228.
1052
ZERKEŞÎ, Bedruddin Muhammed b. Abdillah, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an, Thk. Muhammed
Ebû’l-Fadl İbrahim, Kahire, Mektebetu Dari’t-Turas, III, s. 102.
1053
EKİNCİ, Kutbettin, “Kur’an’da Hazf”, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Ankara-2003, s. 8.
213
4. Temsile Dair Bir Tenkit
“Ebû ‘Ubeyd şöyle der: “Onlar (Nafi‘ ve Ehl-i Şâm) harekeli iki harfin
birleştirilmesini uygun görmezler. Bana göre bu görüş yanlıştır. Çünkü "َش ََررَ–َقِدَد
َ ُخدَد-َ" ُجدَد kelimelerinde olduğu gibi, aynı cinsten iki harekeli harfin
birleştirilmesine dair çok sayıda örnekler vardır. ّ َي ْرت َ َِدkelimesindeki kesraye
gelince, iltikâu’s-Sâkineyn riski sebebiyle caizdir…”1057
1054
Maide, 5:54. Meâl: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine
öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının
kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş
olandır, hakkıyla bilendir.”
1055
İBN MANZÛR, Lisânu’l-‘Arab, “ ”دغمmd.
1056
GÜLER, İsmail (Editör), İslam Medeniyetinde Dil İlimleri-Tarih ve Problemler, İstanbul, İSAM
Yayıncılık, 2015, s. 152.
1057
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, II, s. 182.
214
“ez-Zeccâc ش ََررmisalini getirerek Şam ehlinin görüşüne karşı çıkıyor. Oysa bu
misal, fiillerde harekeli iki harfin idğâmı için örnek teşkil etmez. Çünkü bu durum
isimlerde izharı gerektiren bir durumdur. İsimlerdeki idğâm ile fiillerdeki idğâm
farklıdır. Ancak ش ََررve aynı kalıptaki kelimeler için bu durum geçerli değildir.
ش ََررkelimesi mebnî olarak gelmiştir. Şayet ش ََررkelimesi fiil vezni üzere gelseydi
idğâm vacip olurdu. Çok açıktır ki; ش ََررkelimesini açıklayanlar, "َ"رد َعد
kelimelerini ve ona benzeyenleri açıklamazlar. ش ََررkelimesi ve aynı kalıptaki
kelimeler için yapılan izhar, aynı şekilde diğer fiillerde izharı gerektirmez. Fiil ve
isimlere mülhak olanların izharı, gayri mülhaklarda izharı gerektirmez.
İsimlerdeki izhar ve beyan, fiillerdeki gibi değildir. İlhaklar hariç tad’îfin izharı
bir arada gelmez (idğâm yapılmaz)… Şayet mülhaklar idğâm edilirse, bu işlem
batıl bir işlemdir.” 1058
Buna göre el-Fârisî, isimlerin ve fiillerin bir birinden farklı illetlerle idğâm
edildiğini belirtmekte ve idğâmın hangi durumlarda mümkün, hangi durumlarda
mumteni‘ olduğunu açıklar ve Zeccâc’ın iddiasına örnek olarak getirmiş olduğu delili
tenkit eder. el-Fârisî, Zeccâc’ın ّ َي ْرتـَ َدkelimesini açıklarken getirmiş olduğu örneğin illet
ve kıyâs delillerince batıl olduğunu savunur. Ebû ‘Ubeyd’in ileri sürdüğü görüşün
yanlış olduğuna dair görüşleri ise şöyledir:
“Ebû ‘Ubeyd’in ‘Onlar (Nafi‘ ve Ehl-i Şam) harekeli iki harfin birleştirilmesini
uygun görmezler.’ Sözü (َّ ) َي ْرتـَدkelimesinin izhar veya beyanında iki harekeli
harfin birleştirilmesindeki kerahetle ilgili olmadığı açıktır. Kelimedeki herhangi
iki harften birisi için de, iki harekeli harfin birleştirilmesi söz konusu değildir.
Açıkça görülmektedir ki; idğâm edildiğinde birinci harf sakin, izhar edildiğinde
ise ikinci harf cezim olarak sükûn olmaktadır…”1059
1058
FARİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 175-176.
1059
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 176.
215
İbn Serrâc idğâmı, tekrar eden harfin diğer harfe olan idğâmı ve yakın olan
harfin diğer harfe idğâmı şeklinde ikiye ayırır. Bunu şöyle ifade eder:
“İdğâm ()اإلدغام, -‘Dal’ harfi sükûn veya şeddeli şekilde okunabilir.- Mumteni‘,
vacib ve caiz omak üzere üçe ayrılmaktadır... Mumteni‘de; şayet ilk harf med,
hemze ve ‘Fa’ harfinin mefsûlesi olmayıp aynı olan iki harften birincisi sakin
olursa ikincisi harekelenir. Bu durumda iki harfin beraber harekelenmesi on bir
şart iledir. Birincisi; iki harfin tek bir kelimede gelmesidir. "َ "مد َ– َمل َ– َحبgibi.
Bunların aslı: ""مدَد َ– َملِل َ– َحبُبdir... Ancak; isim olarak " "فَعَلkalıbında
َ " gibi…”1062
geldiklerinde idğâm yapılmaz. "طلَل
1060
İBN SERRÂC, el-Usûl Fi’n-Nahv, III, ss. 405-406.
1061
ZEMAHŞERÎ, el-Mufassal fî Sınâ’ati’l-İ’râb, ss. 545-546. İBN USFÛR, el-Mümta‘i’l-Kebîr fî’t-
Tasrîf, ss. 403-404. İBN MÂLİK, İ‘câz…, ss. 198-200.
1062
HAMLÂVÎ, Şezza’l-Arf, ss. 139-143.
1063
İBRAHIM EBYÂRÎ, Mesmû‘âtu’l-Kur’âniyye, V, s. 205.
216
Fârisî, Zeccâc’ın isimlerdeki idğâm için kullanılan kalıbı fiil veznine örnek olarak
getirmesini kabul etmeyip, bunun yanlış bir örnekleme olduğunu ileri sürer.
Zeccâc’ın, Ebû ‘Ubeyd’in görüşünü delil olarak alması hususuna gelince; el-
Fârisî’ye göre o söz, genel anlamda idğâm için olup özel anlamda ّ يَ ْرتـَ َدkelimesi için
kullanılmamalıdır. Kendilerinden sonraki dilbilimcilerin idğâm konusunu ve ّيَ ْرتـَ َد
babındaki kelimelerin yazılış şekillerini detaylı olarak ele aldıklarını kısaca belirttik.
Bu tetkikler sonucunda Zeccâc’ın َّ يَ ْرتـَدkelimesi için getirmiş olduğu örnekte hata
yaptığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Ayrıca belirtilmelidir ki, Zeccâc ve Ebû
‘Ubeyd’in galat şeklindeki değerlendirmeleri kanımızca haksızlıktır. Hatta Zeccâc, her
ne kadar bunun galat olduğunu söylese de; mushafa ters düşen bir yazılışın mantıken
doğru olsa bile asla mushafa muhalif okuyuşla okunamayacağını belirtir.1064 Ayrıca,
Zeccâc’ın yaptığı genellemeyi, el-Fârisî de bütün meselelere yayarak yapmış oluyor.
Çünkü Şam ehlinin bu kelimeyi bu şekilde kabul etmelerinin mantıki bir sebebinin
olması gerekmiyor. Bölgelerde veya kabilelerde, bir kelimenin kullanım şekli -dilin
doğası gereği- bir kurala göre olmasını gerektirmez. el-Fârisî, hatalı temsil
kullanımındaki eleştirilerinde haklı olup; Zeccâc, görüşünü bu şekilde delillendirmede
hatalıdır. Ancak Ebû ‘Ubeyd’in görüşü hakkındaki meselede el-Fârisî’nin Zeccâc’a
yüklendiği de göz ardı edilmemelidir.
Tartışmaya mahal olan âyet şöyledir: …َشد َُّقَس َْوة َ يََ َك ْال ِح َج
َ َ ار ِةَأ َ ْوَأ َ ”فَ ِه
1065
1064
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, II, s. 182.
1065
Bakara, 74. “… Bütün bunların ardından yürekleriniz katılaştı; taş gibi, hatta daha da katı hale geldi.
Çünkü, nice kayalar var ki bağrından ırmaklar fışkırır, öyleleri de var ki yarıldığı zaman kendisinden su
çıkar, ve kimileri de var ki Allah'ın haşmetinden harekete geçip yuvarlanır. Allah yaptıklarınıza karşı
asla gafil değildir.”
217
Bu meselede el-Fârisî, Zeccâc’ın yaptığı genellemede, kıyâs ve sebep-sonuç
ilişkisinde mantıken yanlış addedilmesi gereken bir takım değerlendirmeler yaptığını,
bu sebeple yanlış neticeye vardığını iddia eder.
İkinci tenkit ise Zeccâc’ın zikri geçen genellemeyi ve “َ ه َُو- ِّي
َ ”هzamirlerini
sükûn üzere okumanın caiz olmadığı fikrini mantık zeminine oturtmaya çalışırken
başvurduğu şu kıyâsa dairdir: “… Tıpkı “أناَربّكم/ene rabbüküm”da olduğu gibi. Buradaki أنا
sükûn olamadığı gibi, ( ه ََُوveya ِّي
َ )هde sükûn olamaz.”
el-Fârisî, hem Zeccâc’ın “caiz değil, çirkindir” dediği “َ ه َُو- ِّي
َ ”هsükûn halinin -
güvenilir kimselerce (sikâ) rivâyet edilmesi şartıyla- imkansız olmadığını, hem de
yapılan kıyâs delilinin Zeccâc tarafından yanlış analiz edildiğini, dolayısıyla hatalı
netice verdiğini söyleyerek itiraz eder.1068 Zeccâc’ın bu kıyâsını tenkit ederken, yine
kıyâs metodunu kullanır.
1066
ZECCÂC, Me’âni’l-Kur’ân, I, s. 141.
1067
Zeccâc, cümle içinde müstakil olarak gelen münfasıl zamirleri kastediyor.
1068
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 325-327.
218
zamirlerin “”أناye değil, ََ’أ ْنتye kıyâs edilmesi ve sükûn üzere okunması
gerektiğini savunma hakkına sahip olur. (…) Bu cihetten bakıldığında
münfasıl/münferid zamirlerin müteharrik olmasını savunanlarla sükûn halini
savunanların argümanları eşit olup, biri diğerine tercih edilemez.”1069
1069
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 326.
1070
FÂRİSÎ, el-Hucce li’l-kurrâi’s-seb’a, Tkh: Bedreddin Kahveci ve Beşir Cüveybâni, Dârulme’mûn
litturâs, Beyrut 1949, cilt I, s. 135.
1071
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 327.
1072
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 326.
1073
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 327. el-Fârisî’nin “”أناye dair bu görüşü, Basra dil ekolünün görüşüyle
örtüşmektedir. Küfe dil ekolü ise “”أناnin bir bütün olarak zamir olduğunu düşünür.
1074
el-Fârisi, “sikâ rivâyet” diyerek delil getirdiği şiirin sened halkasını şöyle verir: Ahberanâ bih, Ebû
Bekr Muhammed b. Hasan, b. Dureyd, An Ebî Hâtim, An Ebî Zeyd. Şâirin kim olduğu bilgisine
ulaşamadık. Şiirin geçti diğer bazı kaynaklar için Bkz. ZECCÂCÎ, ‘Abdurrahmân b. İshâk, Mecalisü'l-
Ulemâ’, Thk. Abdusselam Harun, Kahire, Mektebetu’l-Hancî, 1983, s. 249; FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-
‘Adudiyyât, s. 216.
1075
Bazı kaynaklarda müenneslik zamirinin mercii dikkate alınarak “ ”أعْـقَبتْـهاşeklinde geçer. Bkz.
MA‘ARRÎ, Ebû’l-Alâ’ Ahmed b. Abdillâh b. Süleymân, Risâletu’l-Melâike, Thk. ve şerh: Muhammed
Selim el-Cundî, Beyrut, Dâru Sâdır, 1992, II, s. 162.
219
1076
ِــيَبِـ ِعــــظـــامَودَمــَـا
ْ َفــاذاَه ْ تَثُـمَأت
َ ََُـتَت َْرقُـبـه ْ َغَـفَـل
Tıpkı yavrusunu kaybetmiş ceylan gibi… Yokluğu fırsat görmüş kurt, yapmış takibi;
Gizlice yaklaşıp hem gözetlemiş… O da ne! (yavrudan kalan) sadece kemik ve kan imiş.
Değerlendirme ve sonuç: Arap dil gramerinde kâfiye ve hece uyumu için dilsel
kaidelerin vaz edilmiş sınırlarını aşma hususunda şiire gösterilen toleransın nesirler için
gösterilmediği izahtan varestedir. Yukarıda verdiğimiz alıntıda Zeccâc’ın ِّه ْيhali için
“çirkindir” tabirini, şiir gibi zaruret hallerde değil, normal nesirler için kullandığını
düşünürsek -ki “böyle okuyan birini görmedim” diyerek bizce nesri kastetmiştir-, el-
Fârisi’nin bu konudaki itirazının yersiz olduğunu söylemeliyiz.
Dolayısıyla “ِّي
َ ه- ”ه َُوzamirlerinin sükûn halinin mümkün-muhâl olması bir
tarafa, el-Fârisî’nin el-Hucce’si başta olmak üzere وve يharfinin tamamen
hazfedilmesi için şâhid getirilen “ ”اذه َمن َهواكاşiiri, hem kendisi hem Sîbeveyh
tarafından zaruret kabilinden değerlendirmiştir.1078 Bu itibarla el-Fârisî’nin,
Sîbeveyh’in el-Kitâb’ında şâhid edilmiş bir şiirden yola çıkarak, Zeccâc’ın bahsi geçen
ifadelerini nesire de teşmil etmesi, tenkit etmeye kapı aralama, bir bakıma “tenkit için
tenkit” çabası olarak görüyoruz.
1076
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 328.
1077
FÂRİSÎ, el-Hucce, I, s. 135.
1078
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 54. el-FÂRİSİ, el-Hucce, I, s. 135.
220
Tartışmaya mahal olan âyet şöyledir: “…ََمنَن ْف ِع ِه
ِ بُ ض ُّرهَُأ َ ْق َر
َ َعوَلَـ َمن
ُ ”يَ ْد1079
“Kûfe ve Basra dil ekollerine göre, âyetteki lâm harfi te’hîr manasındadır. O halde
âyetin manası, “ََرهُ َأ ْق َربُ َمِ نَنَ ْف ِع ِه َ َ( ”يَ ْدعُوَ َمنَلZararı faydasından daha yakın olana
ُّ ض
kulluk ederler.) şeklinde olur. Kûfe ve Basra dil ekolleri, doyurucu bir açıklama
yapmamış, söz konusu lâm harfinin nerelerde konumu dışında kullanılmasının
caiz olabileceğini belirtmemişlerdir. Oysa bunun açıklaması şöyle yapılmalıydı:
lâm harfi yemîn ve te’kîd/tevkîd içindir. Onun hakkı sözün başında (sadru’l-
Kelâm) gelmesidir. Âyette de hak ettiği konum gereği takdîm edilmiştir. Tıpkı
َ’إنlâm’ında olduğu gibi. “َ ”إنَزَ يْداَلَقائِمörneğinde lâm harfinin َ’إنnin başına gelmesi
caiz olmadığı için َ’إنnin haberine ilave edilmiştir. Ancak “َ ”إن َلَزَ يْدا ً َقائِمşeklinde
lâm harfini isme ilave etmek câiz değildir. Eğer isimde bunu yapmak mümkün
oluyorsa, bu kelâmı güzel kılar. Söz gelimi şöyle dersin: “َ”إنَفيَذَلِكََ َلَآيَة. Bu da bir
görüştür.”1081
1079
Hac, 22/13. Meâl: “Zararı faydasından daha yakın olana kulluk ederler. O (taptığı) ne kötü
yardımcı, ne fena yoldaştır!”
1080
Arapça’da lâm harfi dört şekilde kullanılmaktadır. Bunlar; harf-i cer, nasb edici harf, cezm harfi ve
te’kid (pekiştirme) harfleri şeklindedir. Harf-i cer olarak geldiğinde, iki durum söz konusu olur.
Birincisi; kesralı gelerek mülkiyet ve ta’lil bildirir. İkincisi; fethalı gelerek istiğase ve taaccüp bildirir.
Nasb edici harf olarak geldiğinde; ya kesreli gelip يَْ كَـgibi ta’lil anlamını katar ya da lamu’l-cuhûd (inkar
lamı) olur. Cezm eden harf olunca, kesreli hâlde muzari fiilin başına gelir ve onu cezm eder1080. Te’kid
harfi olan, bir başka ifadeyle âmil olmayan lâm harflerinin ise yedi durumu vardır. Bunlar: lâmu’l-ibtidâ,
lâmü’z-zâid, şart edatının başına gelen lâm; Eliflâm takısındaki lâm; ( )ذلكgibi işâret isimlerinde uzaklık
anlamı katan lâm; Cer olmayan taaccüb lâm’ı ve son olarak lâmu’l-cevâb ki, bunun da üç çeşidi vardır:
’لوالnın cevabı olan lâm; Kasemin cevabı olan lâm; Mukadder kasemin cevabı olan lâm… Geniş bilgi
için bkz. İBN HİŞÂM, Muğni’l-Lebîb, ss. 190-197.
1081
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’an, III, s. 337; FÂRİSÎ, İğfâl, II, ss. 431-433.
221
konusu âyette geçen lâm’ın ibtidâ lâm’ı olduğunu ifade etmiş, fakat yanlış ve alakasız
bir benzetme yaparak, el-Fârisî’nin eleştiri oklarının hedefi olmuştur. Bu kısa özetten
sonra şimdi meseleyi detaylarıyla ele alabiliriz.
ِ ض ُّرهَُأَ ْق َر
Zeccâc “َ ”إنَزَ يْداَلَقائِمörneğindeki lâm ile “…َبَُمنَن ْف ِع ِه َ َ ”يَدْعُوَلَـ َمنâyetindeki
lâm harfi arasında bir benzetme yapmıştır. Ancak bu, el-Fârisî’ye göre büyük bir
yanılgı, ve gereçeklikten uzaktır. Âyetteki lâm harfinin takdim edilmesiyle örnekteki
lâm’ın habere te’hîr edilmesi arasında makul bir benzetme yapılamayacağına dikkat
çeker. Şöyle der:
“Zeccâc, âyetteki lâm’ın takdimi ile (َ )إنَزَ يْداَلَقائِمmîsalindeki lâm’ın habere te’hîri
arasında bir benzerlik kurmuştur. Oysa bunlar birbirine benzemez. Zira âyetteki
lâm harfinin mevsûle ( ) َم ْنtakdim edilmesini gerektirecek hiçbir şey yok iken;
örnekteki lâm’ın habere te’hir edilmesini lâzım kılan bir risk vardır. O da aynı
manadaki iki harfin (َ إنve lâm harfi) beşi sıra gelmemesidir. Ancak âyette böyle
bir risk yoktur. dolayısıyla yapılan bu teşbihin fesâd olduğu açıktır. ”1082
َّ
Ayrıca, ibtidâ lâm’ının, hal durumundaki ya da ’إنnin haberi olan muzari fiilin
ّ
başına, َ’إنnin isminin başına, isim olmayan haberin başına vb. durumlarda
gelebileceğine değinir. Lam’ın te’kit ve kasemin cevabı olarak gelebileceğini; fakat
te’kid olarak gelmesi durumunda kasem anlamını yitireceğini söyler. Ayrıca Lam harfi
َّ
ile ilgili; mübtedanın başına veya ’إنnin ismi ve haberinin başına gelebileceğini, anlam
olarak mübteda olup mübtedanın haberi şeklinde gelen kelimenin başına zaruret gereği
1082
FÂRİSÎ, İğfâl, II, ss. 438-439.
1083
Bu durumun açıklaması için el-Fârisî’nin yaptığı detaylı açıklamarı için bakınız: el-Bağdadiyat, ss.
176-185 ve 235-237; el-Askeriyat, s. 159-162.
1084
Diğer bir ayet için bkz: Araf, 7:18.
1085
FÂRİSÎ, İğfâl, II, ss. 431-433.
222
ya da şâz olarak gelebileceğini ve mevsûla sıla olan kelimenin başına
eklenemeyeceğini de belirtir.1086
Ebû Hayyân el-Endülüsî, habere gelen Lâm harfi ile ilgili tartışmaların
olduğunu ve إنَزيداَلقائمşeklindeki kabulün Sîbeveyh ve Basralıların görüşü olduğunu,
Kûfelilerin bunu reddettiklerini aktarır.1088 İbn Hişâm konuya dair şunları söyler:
“Bu âyetteki lam ile ilgili iki görüş bulunmaktadır. Birincisi, bunun Zaid Lam
olduğudur ki, bu görüş kesinlikle yanlış bir görüştür. Diğeri ise, İbtida Lam’ı
olduğudur ki bu görüş doğrudur. İkinci görüş ile ilgili iki yaklaşım vardır.
Birincisi, Lam’ın te’hirden dolayı takdim ettiğidir. “…َض ُّرهُ َأ َ ْق َربُ َمِ نَن ْف ِع ِه
َ َ”يَ ْدعُوَ َمنَل
şeklinde olması gerektiğini çünkü, َمنmef‘ûl, َُض ُّرهَُأ َ ْق َرب
َ haber ve mübtedadır. Bu
durumda cümle ’ َمنnin sılası hâline gelmiş olur. Bu yaklaşım çok alakasız bir
görüştür. Sebebi ise, İbtia Lam’ı geldiği konumdan önce gelmemiştir. İkincisi;
İbtida Lam’ı olması gereken yerde gelmiştir. منmübteda, لبئسَالمولىise haberidir.
Bu görüş doğru olan görüştür.” 1089
1086
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 433-434.
1087
Bakara, 2:248.
1088
EBÛ HAYYÂN, İrtişafu’d-Darb Min Lisani’l-Arab, III, s. 1262-1270.
1089
İBN HİŞÂM, Muğni’l-Lebîb, s. 194.
1090
İbrahim 14/39. Meâl: ““Hamd, iyice yaşlanmış iken bana İsmail’i ve İshak’ı veren Allah’a
mahsustur. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.”
223
ْ َربكَ َلَيَحْ ُك ُمَبَ ْي َن ُه ْم َيَ ْو َم
ismin başına, “ََال ِقيَا َم ِة َ ”وإِن
َ
1091
âyetinde olduğu gibi muzari fiilin başına
ve “َ”وإِنكَ َلَعَلىَ ُخلُقَ َع ِظيم
َ
1092
âyetinde olduğu gibi zarfın başına.1093
1091
Nahl 16/124. Meâl: “Cumartesi gününe saygı, ancak onda görüş ayrılığına düşenlere farz kılındı.
Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düşmekte oldukları şeyler konusunda kıyamet günü aralarında hüküm
verecektir.”
1092
Kalem 68/4. Meâl: “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”
1093
İBN HİŞÂM, Muğni’l-Lebîb, ss. 174-190.
1094
Bakara, 2/90. Meâl: “Allah'ın, kullarından dilediğine lütfunun eseri olarak indirdiğini zalimce
kıskanarak, Allah'ın vahyettiğini inkâr etmeleri uğruna nefislerini/öz benliklerini sattıkları şey ne
kadar da çirkindir! Bu yüzdendir ki gazap üzerine gazaba çarpıldılar. İnkâr edenler için rezil edici bir
azap vardır.
1095
HAMLAVÎ, Şezze’l-‘Arf, 56.
1096
SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, s. 179.
1097
ENBARÎ, el-İnsâf fî Mesaili’l-Hilâf, I, s. 97.
1098
Deliller için bkz. ENBARÎ, el-İnsâf…, I, s. 97.
224
tutmuşlardır.1099 Bunların yanı sıra temel bazı kriterler vaz etmişlerdir. Konumuzla
alakalı olan birkaç tanesini aktaralım:
1099
HAYÂLÎ, Mu‘în Tevfik Duham, el-Medhu ve’z-Zemm Fî’l-Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, 1. Baskı, 2006, s. 21,
1100
MUBERRİD, el-Muktedab, II, s. 140.
1101
YAŞAR, Arapça’nın Temel Kuralları (sarf-Nahiv), ss. 440-442.
225
َ ْ’بِئnın ’ماsı, tıpkı ’نـِـ َْع ََمdeki ماgibi sılasızdır (ما, mevsûle değildir).
“…Âyetteki سـ َما
Zira, sıla tavzîh ve tahsîs eder. Dolayısıyla ’نـِـ َْع ََمden sonra, ya nekra isim ya da cins
َ ُسـ َماَا ْشت ََر ْواَْ ِبهَِأَنف
isim gelmelidir. Bu itibarla, “َس ُه ْم َ ْ ”… ِبئâyetinin açılımı: َبئسَشيئاََاشتروا
بهَأنفسهمşeklindedir.”1102
“Zeccâc’ın ‘Âyetteki ’ب ِ ْئسَـ َماnın ’ماsı, tıpkı َ’نـِـ َعْ َمdeki ماgibi sılasızdır (ما, mevsûle
değildir). Zira, sıla tavzîh ve tahsîs eder’ şeklindeki değerlendirmesine göre, eğer
ماmevsûl kabul edilirse, bu durumda fâil olması caiz değildir. Ancak bize göre,
bu imkansız değildir... (…) Âyetteki ma marife de olabilir nekira de. Tıpkı cins
isimleri gibi. Marife olabilir; zira belli kimseleri konu edinmektedir. Nekra
olabilir; zira pek çok kişiyi ifade etmektedir.”1103
el-Fârisî, ’ماnın hem marife hem nekra olarak gelip her iki durumda da fâil
olabilmesini caiz görür. Aklî ve naklî pek çok delil serdeder. Birkaç tanesi şöyledir:
1. Cins isimleri de hem marife hem nekra olabilir. Ünsiyet kurulmuş bir
kesimi ifade ettiği için marife; kesret ifade ettikleri için de nekra olarak
kabul edilirler. Buradaki ماedatı da cins isimlerin bu misyonuna
sahiptir.1104 Nitekim “ََه ِ۬ ُؤ ََٓال ِء َٓ َٰ َََويَقُولُون
َ َو َال َيَ ْنفَعُ ُه ْم
َ َّللاِ َ َما ََال َيَض ُُّر ُه ْم
ُون هِ َم ْن َد
ِ ََويَ ْعبُد ُون
َِ َۜ ش َف َعَٓا ِ۬ ُؤنَاَ ِع ْندَ ه
َّللا ُ ”1105 âyetinde altı çizili kelimeler, aynı şeyi ifade eder.
1102
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 172.
1103
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 348-350.
1104
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 350. Bu delilleri isim olarak zikretmek gerekirse: “َاَالَيَض ُُّر ُه ْم َ ُونَٱّلِلَِ َم
ِ َويَ ْعبُدُونَ َمِ نَد
َٓ َٰ َ ُ َٓ َ َٓ َٰ
ََويَقولونَََ َهؤُ الءِ َشفعَ ُؤنَاَعِندََٱّلِل ُ ُ َ َ َٓ َ َٓ َٰ
َ (”والَيَنفعُ ُه ْمYunus,
َ 10:18) ayetindeki َِ َهؤُالءkelimesinin teklik için gelemeyeceğini
belirtir. “ََ۪ٓصدقََ ِبه َ َو ِ ص ْد
َ ق ّ ِ (”والذ۪ يَ َجَٓا َءَ ِبالZümer,
َ 39:33) ve “( ” َمثَلُ ُه ْمَ َك َمث َ ِلَالذِيَا ْست َْوقَدََنَاراBakara, 2:17) ayetlerindeki
الذِيismi mevsulun genel anlamında kullanımı ’ماdan daha tercih edilebilir olduğunu belirtir. Bunun da,
’نعمde kendisinin faili olan bir amili gerektirdiğine delil olduğunu belirtir.
1105
Yûnus, 18.
226
2. Sîbeveyh, eserinin bir çok yerinde aynı kelimenin hem marife hem nekra
َ َ ” َٰ َهذَا َ َما َلَدَى1107
olabileceğini ifade etmiştir.1106 Nitekim Sîbeveyh “َعتِيد
âyetindeki َ َماedatını hem marife hem “يء َلَــدَي َ َعــتِيــد
ْ ”هذا َشَـşeklinde
nekraye tevil edilebileceğini söylemiştir.
3. Ebû’l-‘Abbâs el-Muberrid, benzer bir durumu –umûm ifade etmesi
şartıyla- mevsûle olan َالّذيiçin caiz görür.1108 “ََٓ ۪صدقَ َ ِبه َ َو
َ قِ ص ْد
ّ ِ َوَالذ۪ يَ ََٓجا َء َ ِبال
ْ ”ا ُ ِ۬و َٰ َٓلئِكَ َ ُه ُم1109 ile 1110“َ ’” َمثَلُ ُه ْمَ َك َمث َ ِلَالذِيَا ْست َْوقَدََنَاراâyetlerindeki ’الّذيyi bu
َََال ُمتقُون
tezine şâhid olarak getirir. Hiç şüphesiz umûm ifade etmesi şartıyla الّذي
için caiz olan bu durum, ماiçin evleviyetle caizdir; Zira ماzaten umum
ifade eder.
َٰ َو َي ْغ ِف ُرََ َماَد
ََٓ ُونََذلِكَ َ ِل َم ْنَ َي
4. “َشا ُء ”اِن ه1111 âyeti ve söz gelimi “ََُرأَيْـت
َ َّ۪للاَ ََالَ َي ْغ ِف ُرَاَ ْنَيُ ْش َركَ َ ِبه
ََ ”مـاَ ِع ْندَكmisalinde de benzer bir durum söz konusudur. َ َماedatını marife
olarak tevil edebildiğimiz gibi, nekra olarak da tevil edebiliriz. Marife
olarak kabul edilirse misalin manası, “Yanında olanı (muayyen bir şey)
gördüm” iken; nekra durumuna göre “Yanında olanı (çokluğunu) gördüm”
şeklindedir.1112
1106
Bkz. SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, s. 315; el-Kitâb, II, s. 106; FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 349.
1107
Kâf, 23. Meâl: (Beraberindeki (melek) şöyle der): “İşte bu yanımdaki hazır.”
1108
MUBERRİD, el-Muktedab, II, s. 141.
1109
Zümer, 33.
1110
Bakara, 17.
1111
Nisa, 48.
1112
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 351.
1113
Geniş bilgi için bkz. KAYSÎ, Mekkî b. Ebû Tâlib, Müşkilü İ‘rabi’l-Kur’ân, Thk. Hatim Salih ed-
Damin, 1984, I, s. 143; ENBÂRÎ, el-Beyân fî Garîbi İ’rabi’l-Kur’ân, I, s. 108; HALEBÎ, ed-Durru’l-
Mesûn, I, s. 507; MUHAMMED B. İSA, Şerhu’l-Eşmûnî, II, s. 377; CÜRCÂNÎ, Şerhu’t-Tasrîh, II, ss.
81-82.
1114
SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, s. 156. İbaresi şöyledir: "َبئسماَله؛َيريدونَبئسَالشيءَماَله:"تقولَالعرب.
1115
SÎBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 73.
227
el-Kisâî, bu âyetteki ْ ا ْشت ََر ْوَاve ’ماyı bir bütün olarak merfu’ isim kabul eder.1116
el-Ahfeş, ’ماyı temyiz üzere nasb konumunda gelen ve mevsuf olmayan nekre isim
olarak görür.1117 Söz konusu âyetteki ’ماyı tek başına isim olarak görüp, sonrasında
gelen ’أنَيكفرواyu onun tefsiri olarak yorumlar.1118 Ferrâ’, ’نعمden sonra gelen ’ماyı حبذا
da olduğu gibi tek bir kelime olarak görür. نعمve ’بئسnin ismi mevsûllerden önce
gelmesi, bunlardan sonra merfu’ bir ismin gelmesi ile mümkündür. Bunu şu şekilde
serdeder:
“ كلماve إنّماolduğu gibi نعم, Lam harfinin sılası olduğunda kendisiyle isimler;
ِ ” ِإن َت ُ ْبدُواْ َالصدَقَا1119
َ ت َفَنِعِما َه
’حبذاda olduğu gibi kendisiyle isimler merfu’ olur. “َِي
âyetinde olduğu gibi, هيzamiri نعمile merfu’ konumundadır.”1120
نعمve ’بٔيسden sonra gelen ماile ilgili çok fazla görüşün olmasının sebebi, ’ماnın
ِ ”إِنَت ُ ْبدُواْ َالصدَقَاâyetinde olduğu
َ ت َفَنِ ِعماَه
bulunduğu makamla ilgilidir. Bu görüşleri, “َِي
gibi, ’ماdan sonra müfred bir kelimenin gelmesi. “س ُهمَ ُسـ َماَا ْشت ََر ْواَْبِ ِهَأَنف
َ ْ ” ِبئâyetinde olduğu
gibi, ’ماdan sonra bir fiilin gelmesi. غسلتَالثوبَغسال َنعماörneğinde olduğu gibi, ’ماdan
1116
KİSÂÎ, Me‘âni’l-Kur’an, s. 75.
1117
DERÂVEŞE, Muhammed Ömer Ammâr, Arâu’l-Ahfeş el-Evsat’i en-Nahviyye ve’s-Sarfiyye ‘inde
Şurrâhi Elfiyyeti İbn Mâlik Fî’l-Karni’s-Sâmini el-Hicrî, el-Câmi‘atu’l-İslâmiyye, (Yayımlanmamış
yüksek lisans tezi), Gazze, 2015, s. 189.
1118
AHFEŞ EVSAT, Me‘âni’l- Kur’an, I, s. 144.
1119
Bakara 2:271. Meâl: “Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere
verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına da kefaret olur. Allah,
yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
1120
FERRÂ’, Me‘âni’l-Kur’ân, I, s. 57.
1121
FÂRİSÎ, el-Mesâilü’l-Müşkile (Bağdadiyat), ss. 251-252.
228
sonra herhangi bir şeyin gelmemesi şeklinde üç kısma ayırabiliriz.1122 Netice itibariyle
bu meselede, müstakil nahivciler ve Arap dil ekollerince yapılmış bir ittifaktan
bahsetmek mümkün olmasa da, el-Fârisî tarafından serdedilen mezkûr semâ’, kıyâs ve
illet delilleri, sonraki dilciler tarafından tenkit edilmemiştir. Bu itibarla, yukarıda zikri
geçen deliller ışığında, el-Fârisî’nin tenkitlerinde haklı olduğunu söyleyebiliriz.
Tartışmaya mahal olan konu el-İğfâl’de 23. mesele başlığıyla işlenmiştir. Âyet
ُ َعلَىَ ُم ْل ِك
şöyledir: “ََسلَ ْي َمان ِ َ”واتبَعُواََْ َماَتَتْلُواََْالشي
ُ اط
َ َين َ
1123
1122
ŞERKESÎ, Ali Abulhâdî, el-Fârisî ve Arâuhü’n-Nahviyye fî’l-İğfâl, Yayınlanmamış Yüksek lisans
Tezi, 2016. s.113.
1123
Bakara, 102. Meâl: “…Tuttular, şeytanların, Süleyman’ın hükümranlığı aleyhine okudukları şeyin
peşine takıldılar.”
1124
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 182.
1125
“Mâ” için nâfiye diyenlerin olduğu aktarılmışsa da, bu yaklaşım mana ve bağlam olarak kabul
görmemiştir. Semîn el-Halebî, İbn Arabi’nin bu görüşte olduğunu nakleder. Bkz. el-HALEBÎ, ed-
Durru’l-Masûn, II, s. 28.
229
“Söz konusu âyetin iki muhtemel tevili var ve ikisi de Zeccâc’ın zikrettiği
tevilden daha mantıklı, daha tutarlıdır. Birincisi: Muzâri’ fiilinin manasını mâziye
tahvil ederek… Nitekim ( تَتْلُواmuzari), ْ( تَلَتmazi) manasına rahatlıkla gelebilir.
Tıpkı şu âyette olduğu gibi: “”فَل َِّمَت َ ْقتُلُونَ َأَن ِّب َياءَللاَِّمِّ نَقَ ْب ُل1126 Oysa âyette muhatap kitle,
Hz. Peygamber dönemindeki Yahudiler olmasına rağmen, önceki Yahudiler
kastedilmiştir. Bu itibarla, َ تَ ْقتُلُونmuzari olması hasebiyle lafzen “öldürüyorsunuz”
anlamına gelir. Âyetteki ( مِّ ن َقَ ْب ُلdaha önce) ifadesi buradaki muzari fiilin mazi
anlamını içerdiğinin bir göstergesidir. Aynı durum yukarıdaki âyet için de
geçerlidir. Kelamın “Hz. Süleyman’ın hükümranlık zamanıyla -veya muzaf takdir
etmeksizin mahza “hükümranlığıyla”- ilişkilendirilen bağlamı âyetteki muzâri fiil
olan ’تَتْلُواnun, mâzî fiil olan ْ تَلَتanlamını içerdiğini gösterir.”1127
Söz konusu bu tevili takviye etmek için serdettiği bir başka âyet şöyledir: “َإِّ ان
سبِّي ِّل ا
َِّللا َ َ صدُّونَ َ َعن َ ”الاذِّينَ َ َكفَ ُروا
ُ ََوي el-Fârisî, صدُّون
ُ َ يmuzari fiiliyle صدُّوا
1128
َ mazi fiilin
kastedilebileceğini söyler. Ona göre, muzari fiilinin mazi’ye matuf olması, bu anlam
َ َ َللاَِّأ
transferi için yeterli bir delildir. Aynı kelimelerle gelen “َض ال س ِّبي ِّل ا
َ َصدُّواَ َعن َ الاذِّينَ َ َكفَ ُر
َ واَو
”أَ ْع َمالَ ُه ْم1129 âyetinin de bu tevili takviye ettiğini belirtir. el-Fârisi, birinci tevilin aynı
zamanda Sîbeveyh’in görüşü olduğunu söyler. Nitekim Sîbeveyh şöyle der:
“( نَ ْف َع ُلmuzari) bazen ( فَ َع ْلناmazi) yerine geçer”.1130 Bir başka yerde şöyle der: “أ َ ْف َع ُل
fiilini َي ْف َع ُلyerine kullanmak caizdir; ancak ُ َف َع ْلتfiilinin أ َ ْف َع ُلyerine kullanılması
caiz değildir. “ ُ”إن فَعَ ْلتَ فَعَ ْلت
ْ gibi anlamı açık olan misaller bunun dışındadır.”1131
İkicisi ise: Muzari fiilinin manasını mâzîye tahvil etmeksizin… olay geçmişte
yaşansa bile, şimdiki zaman yani hâl tahkiyesi olarak kullanabilir. Bu vecih de
diğeri gibi mantıklı ve hatta daha mantıklıdır. Bu durumun bir örneği şu âyettir.
Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilere hitaben: “َسو ُمونَ ُك ْم َ َوإِّ ْذ َنَ اج ْينَا ُكم َ ِّم ْن َآ ِّل َف ِّْر
ُ َع ْونَ َي
ِّ س َو َء َ ْالعَذَا
ب ُ ”. (Buna göre âyetin manası şöyledir: hani bir zamanlar sizi Firavun
ailesinden kurtarmıştık; oysa onlar size işkencenin en kötüsünü reva
görüyorlardı”.1132 Oysa âyetteki سو ُمونَ ُك ْم
ُ َ يmuzari olması hasebiyle lafzen “reva
1126
Bakara, 2:91. Meâl: “…Peki siz, niçin daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürdünüz?”
1127
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 366.
1128
Hac, 22:25. Meâl: “Muhakkak ki kâfir olanlar ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar…”
1129
Muhammed, 47:1. Meâl: “İnkâr edenler ve Allah yolundan alıkoyanlar var ya; işte, Allah onların
bütün amellerini boşa çıkarmıştır.”
1130
SİBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 224.
1131
SİBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 24.
1132
Bakara, 2:49.
230
görüyorlar/görecekler” anlamına gelir.) âyetin ُكمhitabının yönetildiği zamanında,
Firavun ailesi çoktan helak olmuştu.”1133
el-Fârisî âyette ’كانتin açıkça olmasa bile gizli olarak cümlenin içinde var
olduğunu (ızmâr); bu itibarla كانتtakdirini en azından muhtemel üçüncü bir tevil olarak
kabul edilmesinin mümkün olabileceği fikrine sıcak bakmaz. Bunu “ızmâr olduğunun
gösteren bir delil yoktur. Oysa bunun için delil olması gerekir.”1134 şeklinde açıklar.
Bize göre, el-Fârisî’nin yukarıdaki iki tevili ile Zeccâc’ın كانتtevili arasında
mefhuma yansıması açısından bir fark yoktur. Zira el-Fârisî’nin sözü geçen âyette
سو ُمونَ ُك ْم
ُ َ يfiiline yüklediği anlam ile Zeccâc’ın “سو ُمو َن ُك ْم
ُ َ ”كان يtevili, aynı eve farklı
kapılardan girmeye, aynı mefhumu farklı cümlelerle ifade etmeye benzer. Nitekim el-
Fârisî’nin başlık olarak açtığı âyette her üç tevile göre mana şöyledir: “…Tuttular,
şeytanların, Süleyman’ın hükümranlığı aleyhine okudukları/okuyageldikleri/okumuş
oldukları şeyin peşine takıldılar.”
İbn ‘Adil ed-Dımaşkî1139 (v. 880), Semîn el-Halebî ve Alûsî’nin (ö. 1270) 1140
de dikkat çektiği üzere, Küfe ekolünün “ ”كانتtakdiri, mana itibariyledir. Yani bu
takdir,“kânet”in, “ma-i mevsûle”ye sıla cümlesi olması amacı güdülerek
yapılmamıştır.
1133
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 366.
1134
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 366.
1135
İBN ATIYYE, el-Muharraru’l-Vecîz, I, s. 185.
1136
Bkz. el-İmlâ, I, s. 54; et-Tibyân, I, s. 97.
1137
Bkz. KURTUBÎ, el-Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, II, s. 270.
1138
HALEBÎ, ed-Dürru’l-Masûn, II, s. 28.
1139
Bkz. MEYDANÎ, el-Lübâb, II, s. 323-324.
1140
ÂLÛSÎ, Rûhu’l-Me‘ânî, I, s. 337.
231
ısrarlı yaklaşımı ve Zeccâc’ın teviline ihtimal sadedinde dahi müsamaha göstermemesi,
ilmî açıdan doğru bir yaklaşım olmamıştır.
Arap dilbilgisinde, verilmiş bir hükümden bir ya da bir kaç şeyin hariç
tutulması ameliyesine istisnâ denir. İstisna; müstesnâ minh, müstesnâ ve istisnâ edatı
َ ّ isim olan
şeklinde üç öğeden oluşmaktadır.1142 Birçok istisnâ edatı vardır (Harf olan ;إال
سوىve ;غيرisim veya fiil oldukları tartışmalı olan َحاشا, عداve ;)خالancak biz konumuz
َّ
gereği sadece ’إالyı َّ
ve ’إالdan sonraki müstesnâyı ele alacağız.
ّ
Tenkide mahal olan nokta, َ’إالnın müstesnâsını nasb eden âmilin hangisi
َّ
olduğudur. ’إالnın bizzat kendisi mi, manası olan farazî bir سـَت َـَثْـنَِـي
َْ َ َأfiili mi, ’إالdan
َّ
önceki âmil mi yoksa başka bir şey mi? Buna dair sekiz görüş vardır.1143 Müstesnânın
i’râbına dair bir kaç önemli bilgiyi ana hatlarıyla verdikten sonra, el-Fârisî ve Zeccâc’ı
َّ
merkeze alarak, ’إالlı müstesnânın i‘râbının şekillenmesinde etkili olan âmilin mahiyeti
etrafında yaşanan tartışmaları tetkik edip, el-Fârisî’nin hocasına tevcih ettiği tenkitlerde
haklı olup olmadığına dair kanaatimizi arz edeceğiz.
ّ
َ’إالdan sonraki müstesnânın i’râbı, cümlenin durumuna göre değişkenlik arz
eder. Üç hali vardır.
1141
Bakara, 2/83. Meâl: “İsrailoğulları'ndan şöyle bir söz almıştık: Allah'tan başkasına ibadet etmeyin,
anne-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik ve güzellikle davranın. İnsanlara güzeli ve güzelliği
söyleyin. Namazı kılın, zekâtı verin. Bütün bunlardan sonra, pek azınız müstesna, döndünüz. Hâlâ
da bu dönekliği sürdürüyorsunuz.”
1142
NAHHÂS, İ‘râbu’l-Kur’an, s. 51.
1143
Sekiz farklı görüş için bkz. İBN HİŞÂM, Muğnî’l-Lebîb, Muhakkik Abdullatîf Muhammed el-
Hatîb’in dördüncü dipnotu, I, ss. 453-454.
1144
Kehf, 18/50.
232
gibi. Eğer istisnânın türü muttasıl ise râcih görüşe göre yine mansûb olur. "َُُواَم ْنه
ِ فَش َِرب
ََم ْن ُه ْم
ِ "اِالَقَل۪ يال1145 örneğinde olduğu gibi.1146
b. Cümle menfî olup müstesnâ minh zikredilmişse, müstesnânın i‘râbı için iki
tercih vardır. Dilerse mansûb olur, dilerse de müstesnâ minhe bedel olduğu için onun
ّ ماَقامَأحد
i‘rabı ile i‘râblanarak merfû‘ olur ki, râcih olan budur. Söz gelimi, “ََإال َخالد
) ”(خالداörneğinde olduğu gibi.1147
c. Cümle menfî olup müstesnâ minh de zikredilmemişse, istisnâ edatı yok farz
edilir ve müstesnâ, cümledeki âmilin etkisine göre şekillenir. Buna içi boşaltılmış veya
ْ ُماَق
amiyane tabirle “sahte/çakma istisnâ” anlamına gelen “müreffağ istisnâ” denir. “ََُـلَت
ّ örneğinde olduğu gibi. Müstesnâ minh olan َ الحقkelimesi, istisnâ edatından
َ”إال َالحق
önceki َُ’َقُـَْلتnun mef’ûl talebine göre şekillenerek mansûb olmak durumundadır.َBu
َ ّ cümlede yokmuş gibi kabul edilir.1148 Bu özet bilgilerden
durumda istisnâ edatı olan إال,
sonra asıl meseleye geçebiliriz.
ّ
el-Fârisî, bu ifadeler üzerine Zeccâc’ın, َ’إالnın anlamı olan farazî bir سـَت َـَثْـَِنـي
َْ َ َأ
fiilini müstesnâ âmili olarak takdim ettiğini iddia eder. Bu ifadelerden bunun
anlaşılmadığına dair yöneltilecek muhtemel itirazlar için Me‘ânî’l-Kur’ân’ın muhtelif
yerlerine atıflarda bulunur.1150 İhtimaller ile hareket etmemek için diğer dilbilimcilerin
verdiği bilgilere başvurmak durumundayız. İbn Enbârî’nin, dilbilimsel ihtilafları ele
aldığı el-İnsâf adlı eserinde verdiği bilgide, Muberrid ve Zeccâc’a göre müstesnânın
ّ
âmili َ’إالnın bizzat kendisidir.1151 Ancak Sîrâfî, bu konuda el-Fârisî gibi anlayarak,
Muberrid ile Zeccâc’a göre gerçek âmilin سـَت َـَثْـَِنـي
َْ َ َأolduğunu, َ’إالnın
ّ ise ona nâiblik
1145
Bakara, 2/249.
1146
MÎR ZAFER, Cemîl Ahmed, en-Nahvu’l-Kur’ânî Kavâ‘id-Şevâhid, Mekke, Mektebetu’l-Melik
Fehd el-Vataniyye, 1997, ss. 227-232.
1147
İBN SERRÂC, el-Usûl fi’n-Nahv, I, s. 281.
1148
YAŞAR, Ahmet, Arapça’nın Temel Kuralları, Anadolu Üniversitesi İlahiyat Önlisans Program Ders
Kitabı Arapça-IV, ss. 53-60.
1149
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 164.
1150
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, 347.
1151
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf, I, ss. 260, 261.
233
yaptığını nakletmiştir.1152 Ancak muhtelif gibi görünen bu iki görüşü cem etme yoluna
gidebiliriz ki, el-Fârisî’nin el-İğfâl’de işlediği bu meselenin bütününden bunu istinbât
َّ
etmek mümkündür: Muberrid ve Zeccâc’a göre gerçek âmil ’إالnın bizzat kendisidir;
ancak amel etme gücünü َأ َ ْسَـتََـثَْـنَِـيfiiline olan niyâbeti sayesinde alır.1153 Tıpkı bir nidâ
edatı olan ’ياnın münâdâyı nasb edebilme yetisini أُنــادِيfiiline niyâbet etmesinden aldığı
gibi.1154
“…Mesele Zeccâc’ın iddia ettiği gibi değildir. Zira müstesnâ olan isim, mukadder
ّ
bir âmil ile değil, َ’إالdan önce vuku bulan zâhir bir âmil ile mansûb olmuştur.
Ancak nasb etmesi, istisnâ harfi vasıtasıyla gerçekleşebilmiştir. Tıpkı “َماَصنعت
”وأباكörneğinde maiyyet vâv’ından önceki âmilin أباكkelimesini vâv vasıtasıyla
mansûb yapabildiği, yine “َ ”جاء البر َدُ َوالطيالس َةörneğinde ’جاءnin الطيالسةkelimesini
vâv vasıtasıyla mansûb yapabildiği gibi.”1157
el-Fârisî, ez-Zeccâc’ın görüşünün hatalı olduğuna dair bir çok delil serdeder.
ّ
Bunlar aynı zamanda َ’إالdan önceki fiil ya da fiil manasında olan kelimenin
1152
SÎRAFÎ, Şerhu’s-Sîrâfî li’l-Kitâb, III, s. 60.
1153
MUBERRİD, el-Kâmil, II, s. 613, Thk. Muhammed Ahmed ed-Dalî, Beyrut, Müessesetu’r-Risale,
III. Baskı, 1997; MUBERRİD, el-Muktadab, IV, s. 390.
1154
ŞA‘BÂN, İ‘tirâzâtü Ebî Alî el-Fârisî…, s. 556.
1155
SUYÛTÎ, el-İktirâh, s. 320.
1156
FÂRİSÎ, el-İzâhu’l-‘Adudî, s. 205.
1157
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 337.
234
müstesnânın âmili olduğunu iddia eden Basra dil ekolünün ve bir görüşe göre
Sîbeveyh’in delilleridir:
Birinci delil: Bir istisnâ edatı olan غَيرkelimesi, zarflar gibi mübhem olduğu
zaman vasıtasız bir şekilde fiil ile mansûb olur. Söz gelimi, “ ”جاءنيَالقومَغَيرَزيدörneğini
َّ
verecek olursak; غَيرkelimesi, ’إالdan sonraki ismin harekesini alacak şekilde mansûb
olmuştur. غَيرkelimesi takdîrî bir سـَت َـَثْـَِنـي
َْ َ َأile nasb edilemez; zira “َسـَت َـَثْـَِنـيَغَير
َْ َ جاءنيَالقومََأ
”زيدhalinde, cümlenin anlamı ters yüz olur. Nitekim ’غَيرdan önce takdir edildiğinde
misaldeki zeyd gelmiş olur; takdir edilmediğinde ise gelmemiş olur. سـَت َـَثْـنَِـي
َْ َ َأfiili burada
âmil olamadığı gibi, ’إالlı müstesnâlarda da âmil olmaz.1158
ّ
İkinci delil: İddia edildiği gibi َ’إالnın amel etmesinin gerekçesi içinde
barındığı سـَت َـَثْـنَِـي
َْ َ َأfiili olsaydı, fiilin yapısı gereği müstesnânın her durumda mansûb
olması gerekirdi. söz gelimi َ مـاَجـائنيَأحد َإالََّزيدve َ ماَمررتَبأحد َإالََّزيدörneklerinde de
müstesnânın mansûb olması lazım gelirdi. Zira iddia edilen سـَت َـَثْـنَِـي
َْ َ َأanlamı bu
misallerde de mevcuttur. Oysa bu misallerde olduğu gibi nefy durumlarında
müstesnânın merfû ve mecrûr gelmesi ittifakla caizdir.1159
1158
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, 338; İBN ENBÂRÎ, Esrâru’l-‘Arabiyye, Thk. Muhammed Behcet Baytar-‘Âsım
Behcet Baytar, Dımaşk, Dâru’l-Beşâir, II. Baskı, 2004, s. 202; İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb, I, 304.
1159
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, ss. 344-345; İBN ENBARÎ, Esrâru’l-‘Arabiyye, s. 202; İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb,
I, s. 304.
1160
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 341.
1161
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 345.
235
caiz olmadığı gibi. Eğer âmil ّال
َ ’إnın bizzat kendisi olsaydı, ikisini merfû
yapabilmeliydi.1162
1162
İBN HÂCİB, Cemâlüddîn ‘Usmân b. Ömer, el-İzâh fî Şerhi’l-Mufassal, Thk. Musa Benây el-‘Alîlî,
Irak, Vakıflar Başkanlığı Yayınları, 1982, II, s. 224.
1163
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 340.
1164
FÂRİSÎ, el-İğfâl, I, s. 345.
1165
İBN ‘ÂDİL, el-Lübâb, I, s. 304.; İBN ENBARÎ, Esrâru’l-‘Arabiyye, s. 204.; İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf,
I, s. 264.
1166
İBN ENBÂRÎ, el-İnsâf, I, s. 264. Ancak er-Radî, buna itiraz eder. Bkz. RADÎ, Şerhu’l-Kâfiye li’r-
Radî, II, s. 81.
236
Bununla beraber her ne kadar, ez-Zeccâc ve el-Muberrid eleştirilmiş olsa bile
söylediklerinin birer görüş olduğu ve dikkate alınması gerektiği de belirtilir. 1167
َ ّ olduğunu anlamış
Kimi dilbilimciler aynı ibareden Sîbeveyh’e göre âmilin إال
َّ
(İbn Mâlik ve el-Murâdî gibi); kimi, onun ’إالdan önceki melfûz âmilin (fiil ya da fiilin
manası) müstesnâ âmili olduğunu anlamış (Sîrâfî, el-Fârisî, İbn Bâbşâz, er-Rundî,
َّ
Malekî, İbn Ya‘îş ve İbn ed-Dâ’i‘ gibi); kimi de âmilin ’إالdan önceki kelâmın tamamı
olduğunu anlamıştır. ّ
Ancak Sîbeveyh’in bu ibaresi, en azından âmilin َ’إالnın
manasından mülhem bir سـَت َـَثْـنَِـي
َْ َ َأfiili olduğu şıkkını devre dışı bırakmıştır ki, el-
Fârisî’nin iddiasına göre ez-Zeccâc bu görüştedir.
1167
İBN CİNNÎ, Sırru Sanâ‘âti’l-İ’râb, I, ss.129-130.
1168
Sekiz farklı görüş için bkz. İBN HİŞÂM, Muğnî’l-Lebîb, Muhakkik Abdullatîf Muhammed el-
Hatîb’in dördüncü dipnotu, I, ss. 453-454.
1169
SÎBEVEYH, el-Kitâb, II, ss. 330-331.
237
6.3. “ ”بََــــــ َْلHarfinden Sonraki İsmin İ‘râbı ve Takdir
Edilecek Fiil Problemi
Ebû İshâk ez-Zeccâc, َ بَ ْلharfinden sonra, merfû olan "َ "أَحْ يَاءkelimesinin
mansûb da caiz olabileceğini; bu durumda "َس ْب ُه ْم
َ ْ " ِإحfiilinin takdir/ızmâr edilebileceğini
söyler. Neticede cümlenin takdiri "َس ْب ُه ْمَأَحْ يَاء
َ ْ "إِحşeklinde olur.1171
Ebû ‘Alî el-Fârisi ise hem “ ”أَحْ يَاءkelimesinin mansûb kırâatine hem de takdir
edilecek “َس ْب ُه ْم
َ ْ ” ِإحfiline karşı çıkar. Zira ona göre bu fiilin takdir edilmesi halinde, âyetin
başı ile ortası arasında bir çelişki meydana gelir. el-Fârisi, “Allah yolunda öldürülenleri
sakın ‘ölüler’ sanmayın! bilakis…”den sonra “َس ْب ُه ْم
َ ْ ”إِحfilinin takdir edilmesi
durumunda anlamın şöyle olacağını söyler: ““Allah yolunda öldürülenleri sakın
‘ölüler’ sanmayın! bilakis onları “diriler” sayın…” Bu durumda “sanın” ve “sanmayın”
gibi birbirine aykırı mefhuma sahip iki fiilin/söylemin ortaya çıkacağını söyler. el-
Fârisi âyetin başındaki “َ س َبن َ
َ ْال َتَح/sakın, sanmayın!” ifadesi “…bu konuda şüphe ve
tereddüt içeren en küçük ihtimallere dahi yer vermeyin” anlamına geldiğini belirtir.1172
Ayrıca, bir fiil takdir edilecekse bunun “ب-س- ”حmaddesinden türeyecek bir fiilden
başkası olamayacağını, bunun da yukarıda zikri geçen nedenden dolayı caiz olmadığını
söyler. “ب-س- ”حmaddesinin dışında zan ve tereddüt içermeyen başka bir fiilin takdir
edilmesinin de (mesela إ ْج َع ْل ُه َْم, أ ُ ْخلُ ْق ُه َْم, ص ِيّ ْر ُه َْم َ , ِإ ْلقَــ ُه َْمvb.) Arap dil grameri kurallarına
َ , ســ ِ ّم ِه َِم
göre “zayıf” addedileceğini; zira cümlede bu fiillerin ızmar edilmesini caiz kılan
herhangi bir delâlet unsuru olmadığını ifade eder. Netice itibariyle el-Fârisi, “”أَحْ يَاء
kelimesini merfû’ okumaktan başka bir alternatif olmadığı sonucuna varır.
1170
Âli İmrân, 169.
1171
ZECCÂC, Me‘âni’l-Kur’ân, 1, s. 410.
1172
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 138-139.
238
1173
َرباحاَإذاَماَالمرءَأصبحَثاقال حسبتَالتقىَوالجودَخيرَتجارة
Ayrıca el-Fârisi’nin lafzî bir delâletin olmamasını gerekçe göstererek “َ ِإجْ ـ َع ْل ُه ْم,
َص ِيّ ْر ُه ْم
َ ” vb. fiillerin takdir edilmesini “zâyıf” diye ifade etmesi de racih olmasa bile
mercuh olabileceğine dair bir itiraftır ve vardığımız sonucu destekler mahiyettedir.
Takdir edilecek fiillerin her ne kadar mana ile birlikte aynı zamanda lafzî delâlete
uygun olmaları tercih sebebiyse de sadece mana itibariyle siyâk-sibâka uygun fiillerin
de takdir edilebileceği Arap dil otoritelerince hüsn-ü kabul görmüştür. Sonuç itibariyle
َ ْ ”الَتَحfiilinin “zan, sanmak”; ez-Zeccâc’ın takdir ettiği “َس ْب ُه ْم
âyetin başındaki “َس َبن َ ” ِإحْ ــ
fiilinin de “kesin, yakîn” anlamına gelmesinin râcih olmasa bile manevî delalet olduğu
için gramer itibariyle mahsurlu bir tarafının olmadığını söyleyebilir, el-Fârisi’nin
tevcih ettiği tenkitlerde haksız olduğu sonucuna varabiliriz.
Tenkide mahal olan âyet şöyledir: “َ”والََيـَحْ َس َبنََالذِينَ َ َكفَ ُرواَْأَن َماَنُ ْم ِليَلَ ُه ْمَ َخيْر.
َ
1174
“İlgili âyet hem “...ًس َبنََالذِينََ َكف َُرواَْأ َنَـ َماَنُ ْملِيَلَ ُه ْمَ َخيْرا
َ ْ”والََتـَح َ َْوالََتـَح
َ şeklinde hem de “ََس َبن
َ ”الذِينَ َ َكف َُرواْ َإنَــ َماَنُ ْملِيَلَ ُه ْم َ َخيْرşeklinde okunmuştur. İ’râb durumuna gelince; Ebû’l-
el-Fârisî’ye göre, böyle bir okuyuşun caiz olabilmesi için âyette geçen ََخيْر
kelimesinin ikinci mef’ûl olmak üzere mansûb olması gerekir. el-Fârisî’ye göre ancak
ّ
bu haliyle َ’أنde takdîrî bir bedel mümkün olabilir.1178 Hemen belirtmeliyiz ki,
meselenin bu kısmında tenkide bir mahal yoktur; zira ez-Zeccâc da, iddia ettiği kırâat
vechinde َ َخيْرkelimesinin ikinci mef’ûl olmak üzere mensûb olması gerektiğini ifade
etmiştir. Asıl problem, ez-Zeccâc’ın bunun pek çok kimse tarafından okunduğunu iddia
1175
Şiir, ‘Abde b. et-Tabîb (ö. Hicri 25)’e aittir. Bkz. İBN KESÎR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VIII, s. 176;
CÂHIZ, Ebû ‘Usmân Amr b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, Thk. Abdusselâm Muhammed Hârûn, Kâhire,
Mektebetu’l-Hancî, VII. Baskı, 1998, III, s. 177.
1176
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, ss. 490-492.
1177
İBN ‘ASÂKİR, Ebû’l-Kâsım Alî b. Ahmed, Târîhu Medîneti Dımaşk, Thk. ‘Amr b. Garrâme el-
‘Amrî, Beyrut, Dâru’l-Fikr, 1415 h., LXIII, s. 174.
1178
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 141-142.
240
ederek, el-Fârisî’ye göre yanlış bilgi vermesidir. Peki gerçekten ez-Zeccâc’ın iddia
ettiği gibi bu vecihle okuyan pek çok kişi var mıdır, buna dair birkaç bilgi vermemiz
gerekecek. Dilbilimciler âyetin َسبَنَ َالذِينَ َ َكفَ ُرواْ َأَن َما َنُ ْم ِلي َلَ ُه ْم َ َخيْر
َ ْ َوالَ َتـَحvechi için şunları
söylemişlerdir:
َّ
Ebûl-Bekâ’ el-‘Ukberî (ö. 616/1219), ’إنnin meksûr; َ َخيْرkelimesinin mensûb
okunmasını şâz bir kırâat olarak değerlendirir.1182 el-Ferrâ’, َسبَن
َ ْ تـَحolarak okunması için
’أَن َماnınَ إنَــ َماşeklinde okunması gerektiğini; ancak bazı kimselerin أَن َماşeklinde
okuduklarını bildirir.1183
Semîn el-Halebî (ö. 756), ez-Zeccâc ile el-Fârisî’nin zikri geçen görüşlerini
aktardıktan sonra şu değerlendirmeyi yapar:
“İbn Mücâhid ez-Zeccâc’ın “pek çok kimse tarafından okunmuştur” dediği kırâat
vechine dair, kimsenin böyle okumadığını söyler. Bu durumda ez-Zeccâc ve İbn
Mücâhid’in görüşleri arasında bir tercih yapmaktan başka çaremiz yok. Şüphesiz
İbn Mücâhid kırâatler konusunda daha muteberdir. Ancak ez-Zeccâc da güvenilir
(sikâ) biridir. ez-Zeccâc ilgili kırâat için “pek çok kimse tarafından okunmuştur”
dediyse bunun tamamen yanlış olma ihtimali azdır. Ayrıca “İsbât, nefy’e
mukaddemdir” ilkesi gereği, ez-Zeccâc’ın varlığını iddia ettiği okuma biçimi,
inkâr edilmemelidir. Ayrıca el-‘Ukberî, şâz da olsa bazı kimselerin “ً ” َخيْراşeklinde
okuduklarını ifade etmiştir ki, bu bilgi ez-Zeccâc’ı destekler mahiyettedir.1184
1179
EBÛ HAYYÂN, el-Bahru’l-Muhît, III, s. 128.
1180
FÂRİSÎ, el-Hucce, III, ss. 107-108.
1181
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 141.
1182
UKBERÎ, et-Tibyân fî İ’râbi’l-Kur’ân, I, s. 313.
1183
FERRÂ’, Me‘ânî’l-Kuran, I, s. 248.
1184
HALEBÎ, ed-Dürru’l-Masûn, III, ss. 503-504.
241
şeklinde okumadığını aktarmıştı.” Oysa Ukberî, ilgili kelimenin şâz da olsa “ً ” َخيْرا
olarak okunduğu bilgisini verir. el-Fârisî سبَنََالذِينَ َ َكفَ ُرواْ َأَن َماَنُ ْم ِليَلَ ُه ْم َ َخيْر
َ ْ َوالَ َتـَحşeklindeki
bir kırâatin caiz olabilmesi için َخيْرkelimesinin mansûb olarak okunması gerektiğini
ifade etmişti ki, ez-Zeccâc’ın yukarıda aktardığımız ibaresinden de anlaşılan budur. Bu
itibarla, bu meselede ez-Zeccâc’a yöneltilebilecek makbul tenkit, onun “Nitekim bu
şekilde okumuş çok kişi var.”1185 şeklindeki keskin ifadesidir. Oysa kırâat vecihlerini ele
ala alan eserlerde buna dair bilgi yoktur. Nitekim âyetteki َسبَن
َ ْ يـََحfilini “te” ile (َسبَن
َ ْ)تـَح
okuyan tek kişi Hamza b. Habîbَ(ö. 156/773)’tir ki, o da َخيْرkelimesini َ َخيْرşeklinde
merfû’ okumuştur.
Cumhura göre إِّذَ ْنbasît bir harf olup sanıldığı gibi ْ إ َذve ’أنden
َْ mürekkeb
değildir.1187 Bu durumda, muzâri fiilini nasb eden âmil, müstakil olarak إذنolup, ’إذden
ْ değildir. Halîl b. Ahmed’den gelen bir nakil, Sîbeveyh1188,
sonra mukadder bir َأن
Muberrid1189, İbn Serrâc1190 ve diğer bir çok dilbilimcinin görüşü bu yöndedir.1191 ez-
Zeccâc’ın verdiği bilgiye göre, yine Halîl b. Ahmed’e nispet edilen bir görüşte, ِّإذَ ْن, إذ
ve ’أنin birleşiminden meydana gelmiş mürekkeb bir edattır ve muzâri fiilin başına
geldiğinde nasb eden asıl âmil إذنdeğil, mukadder bir ’أنdir.1192 ez-Zeccâc, bu meseleyi
1185
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, I, s. 490.
1186
Nisa, 4:53, Meâl: “Yoksa onların hükümranlıkta bir payı mı var? Öyle olsa, insanlara bir zerre bile
vermezler.”
1187
ŞA‘BÂN, İ’tirazâtu Ebî Ali el-Fârisî, s. 405.
1188
SÎBEVEYH, el-Kitâb, III, s. 16.
1189
MUBERRİD, el-Muktedab, II, s. 10.
1190
İBN SERRÂC, el-Usûl, II, s. 146.
1191
Bkz. SÎRAFÎ, Şerhu Kitâbu Sîbeveyh, III, s. 205; NEHHÂS, İ‘râbu’l-Kur’ân, I, s. 219;
ESTERÂBÂDİ, Şerhu’l-Kâfiye, IV, s. 46; EBÛ HAYYÂN, İrtişafu’d-Darab, s. 1250; ŞÂTIBÎ, el-
Makâsidu’ş-Şafiye, II, s. 12; SUYÛTÎ, Hem`u’l-Hevâmi‘, IV, s. 103; el-Murâdî, el-Cene’d-Dâni adlı
eserinde (s. 363) el-Fârisî ve Zeccâc’ın mukadder ’أنin nasb etme konusunda aynı görüşte olduğunu
söyler ki bunun doğru olmadığı ortadadır.
1192
MÂLEKÎ, Rasfu’l-Mebanî, s. 152.
242
işlerken söz konusu bu farklı iki görüşü aktarıp, ikisinin de kabul edilebilir olduğunu;
ancak tercihinin Halîl b. Ahmed’in görüşüne paralel olduğunu söyler.
“Sîbeveyh dedi ki: el-Halîl’in bazı dostlarından duyduma göre el-Hâlîl, “’إذنde
َْ ’dir” demiştir. Ancak Sîbeveyh ’إذنin müstakil bir âmil
asıl âmil olan gizli أن
olduğunu söyler. Zira ona göre, إذن, gelecek zaman için vaz edilmiş olup sadece
َْ edatına benzemiştir. Tıpkı isimlerde amel
nasb etme işlevine sahiptir. bu haliyle أن
etme konusunda َ’لكِنnin َ’إِنye benzemesi gibi…
Her iki görüş de güzel olmakla beraber, benim için إذنedatında zâhir veya gizli
olarak ’أنin âmil olması daha doğrudur. Zira muzâri fiilin ref’ hali, isme (ism-i
fâil) olan benzerliği sebebiyle ise; nasb halinin de isme olan benzerliği sebebiyle
َ َأن َت َـ ْذه
olmalıdır.” (…) Nitekim "َب ْ "أر ُجوcümlesinin açılımı " َ"أرجو َذهابَك
şeklindedir.”1193
ez-Zeccâc’ın isim ile benzerlik/muzâraat tezinin yanı sıra bir başka delili de
’إِّذَ ْنin أنgibi sadece fiillere has olmayıp, “ َ ”إِّذَ ْن ع ْبدُهللاِّ يأتيــكörneğinde olduğu gibi isimlere
de eklemlenebilmesidir.1194 Bu itibarla ’ ِّإذَ ْنin müstakil olarak, nasb yapma işlevine
sahip bir edât olmadığını, zira böyle bir bir durumda isimleri de nasb etmesi gerektiğini
söyler.
1193
ZECCÂC, Me‘ânî’l-Kur’ân, II, ss. 63-63.
1194
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 159; ZECCÂC, Me‘ân’i’l-Kur’ân, II, 63; SUYÛTÎ, Hem‘u’l-Hevâmi‘, IV,
ss. 104-105.
1195
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 159
1196
SİBEVEYH, el-Kitâb, I, s. 140.
243
vasl’da ayrı vakıf halinde ayrı bir hâli vardır. Ancak böyle bir durum إِّذَ ْنiçin geçerli
olmaz.1197
َْ َ َ أedatı hiçbir zaman amelden ilga edilemez. Oysa bu durum إِّذَ ْنiçin geçerli
c. ن
َْ َ َأolsaydı hiçbir zaman ilğâ edilmemesi gerekirdi
değildir. Eğer nasb eden asıl amil de ن
ki, ’ ِّإذَ ْنin " "َ ِّإذَ ْنَزيدََمنطلقve " " ِّإذَ ْن أظنكَكاذباmisallerinde olduğu gibi zaman zaman amel
etmediği açıktır.1198
َْ edatı tıpkı لَ ْن
d. إِّذَ ْنşimdiki zaman ifade eden fiillere de eklemlenebilirken أن
َْ olsaydı ’إِّذَ ْنin " "إذن أظنكَكاذباgibi
gibi sadece gelecek zamana hasredilmiştir. Asıl âmil أن
misallerde hâl ifade eden fiillere ilave edilmemesi gerekirdi.1199
ْ edatı sadece fiillere ilave edilebilirken; ِّإذَ ْنedatı hem fiillere hem isimlere
e. َأن
eklenebilir. " "إذنَزيدَمنطلقve " " ِّإذَ ْن أظنكَكاذباmisalleri gibi. Bu durum da ’ ِّإذ َ ْنin aslının
إذَأنolmadığını gösterir.
f. ’إِّذَ ْنin aslı إذ َأنolsaydı, إذedatının yapısı gereği, ya bir cümleye muzaf
olması ya da “ ”يَ ْومئذörneğinde olduğu gibi mahzûf bir cümleye ivaz olması
gerekirdi.1200
g. ’ ِّإذَ ْنden sonra ’أنin
َْ َْ edatının
gizli olarak mevcudiyeti caiz değildir. Zira أن
gizli olarak kullanılabildiği iki yer vardır. Biri harfi cerr diğeri atf harflerinden sonra…
َْ edatının takdîrî olarak
İki durum da mezkur misallerde yoktur. Bu iki yerin dışında أن
varlığını iddia etmek Arap dil ilkelerinin sınırlarının dışına çıkmak, daha önce
söylenmemiş yeni bir şey iddia etmektir ki, bunun için kuvvetli deliller sunmak
gerekir.1201
h. ’إذنden sonra gizli bir ’أنin nasb edişini, "َكي، "حتىve “lamu’l-cuhûd” gibi
edatlara kıyâs yapmak kabul edilemez. Zira mezkur edatlar, fiillerin yanı sıra masdar
sigalarına eklenebilirken; إِّذَ ْنedatı melfûz veya takdirî olarak masdara eklenemez.1202
1197
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 160
1198
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 160.
1199
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 160-161.
1200
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 161.
1201
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 162.
1202
ŞA‘BÂN, İ’tirazâtu Ebî Alî el-Fârisî, ss. 407-408.
244
çizmektedir.1203 Bunların yanı sıra el-Fârisî, istitrâd yöntemiyle meseleye derinlik
kazandırır. ez-Zeccâc’ın cenahından gelebilecek muhtemel soruları cevaplar. Onlardan
birisi şöyledir: “’أنin ’إإإde açık ya da muzmar bir âmil oluşu yanlış olsa da, ’إإin ’أنe
muzaf olması inkar edilemez.”1204 el-Fârisî buna şöyle cevap verir: “Bu iddia, cumhurun
görüşüne ve Arap dilinin genel kaidelerine muhaliftir. Böyle bir şeyin doğruluğu ilmî olarak
mümkün değildir...”1205
Diğer dilbilimcilerin ’إِّذَ ْنin basît yoksa ’إذَأنden mürekkep mi olduğuna dair
görüşlerine gelecek olursak; el-Usûl fî’n-Nahv yazarı İbn Serrâc (ö. 316)1209 ve İbn
Harûf1210 ’ ِّإذَ ْنin basît yapıya sahip bir nasb edatı olduğunu ifade ederler. İbn Hişâm;
’ ِّإذَ ْنi harf ve isim olarak kabul eden iki görüşün olduğunu söyledikten sonra ’ ِّإذَ ْنin
mürekkep değil, basît yapıda olduğu tezinin daha isabetli olacağını ifade
eder.1211Ahmed b. Abdinnûr el-Mâlekî (ö. 702), Kûfe dil ekolüne mensup bazı
kimselerin ’إِّذَ ْنin zarf olan إذve harf olan ’أنden mürekkeb olduğu yönündeki iddiasını
ele alır ve bu iddianın şu iki sebeple yanlış olduğunu belirtir:
1203
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 162.
1204
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, s. 163.
1205
FÂRİSÎ, el-İğfâl, II, ss. 164-165.
1206
FÂRİSÎ, el-İğfâl., II, s. 168.
1207
Kalem, 68/14.
1208
FÂRİSÎ, el-İğfâl., II, s. 169.
1209
İBN SERRÂC, el-Usûl, II, ss. 148-149.
1210
İBN HİŞÂM, Şerhu Cümeli’z-Zeccacî, II, s. 817.
1211
İBN HİŞAM, Muğni’l-Lebîb, I, s. 109
245
“Birincisi; harflerde asıl olan mürekkeblik değil, basitliktir. Harflerin mürekkeb
olduğunu söyleyenlerin kesin bir delil getirmesi gerekir ki böyle bir delil yoktur.
İkincisi; إِّذَ ْنsanıldığı gibi mürekkeb olsaydı, her durumda nasb etmesi gerekirdi.
Her durumda nasb etmemesi, ’ ِّإذَ ْنin mürekkeb olmadığının delilidir.”1212
Yine el-Mâlekî, ’ ِّإذَ ْنin ’إذَأنden mürekkep olup ِّإذَ ْنhaline gelmesiyle birlikte
yeni bir anlam kazandığı iddiası üzerine, o halde ’إذin َ’يومئذde olduğu gibi bir terkibe
(mahzûf bir cümleye ivaz gibi) dahil olması gerektiğine dair bir delilin ya da istişhadın
gerekliliğine dikkat çeker. Ona göre böyle bir delilin olmayışı ez-Zeccâc’ın iddiasının
yanlışlığını gösterir.1213
Semîn el-Halebî1214 ve İbni Adil1215, ’ ِّإذَ ْنdeki nûn harfinin kelimenin aslından
olduğunu ve ’إذنin “cevap” ve “cezâ” olduğunu belirtirler.
SONUÇ
1212
MÂLEKÎ, Ahmed b. Abdinnûr, Rasfü’l-Mebânî fî Şerhi Hurûfi’l-Me‘ânî, Thk. Ahmed el-Harrât,
Dımaşk, Mecma‘u’l-lugati’l-‘Arabiyye, 1975, II, s. 157.
1213
MÂLEKÎ, Rasfü’l-Mebânî, II, s. 161.
1214
HALEBÎ, Ed-Durru’l-Masûn, IV, s. 6.
1215
İBN ‘ÂDİL, el-Lubâb…, VI, s. 424.
1216
İ‘râbu’l-Kur’ân, I, s. 219.
1217
Cevâmi‘u’l-Ahkâm, V, s. 250.
1218
el-Lubâb, VI, s. 424.
246
Araştırmamızın neticesinde ulaştığımız sonuçları maddeler halinde şöyle
sunabiliriz:
247
4. Araştırmamız boyunca, el-İğfâl’in ‘Abdullâh b. ‘Umer el-Hâcc İbrâhîm
tarafından yapılan tahkikini dikkate aldık. Muhtemelen yazma nüshadan veya el-
Fârisî’nin unutmasından kaynaklanan bir problem nedeniyle, beş meselede ez-
Zeccâc’ın yorumu ilave edilmiş; ancak el-Fârisî’nin yorumlarına yer verilmemiştir.
Muhakkikin de ifade ettiği üzere, el-Fârisî, tevcih edeceği tenkitleri kafasında
şekillendirdikten sonra, bilahare altını doldururum düşüncesiyle önce başlıklar atmış,
ez-Zeccâc’ın Me‘ânî’deki notlarını ilave etmiş, ancak üzerine konuşmayı unutmuş
olmalıdır. Bunlar, elli altıncı (II, s. 226), altmış beşinci (II, s. 301), yetmiş ikinci (II, s.
338), yetmiş sekizinci (II, s. 358) ve yüz beşinci (II, s. 533) meselelerdir.
5. el-İğfâl’de ilk dikkat çeken hususlardan biri el-Fârisî’nin sıklıkla kullandığı
istitrâd yöntemidir. Bir başka ifadeyle, el-Fârisî ana meseleyle doğrudan veya dolaylı
olarak ilgisi olan konulara dair ara bilgiler verir. Dozajını iyi ayarlamak kaydıyla
istitrâd yöntemine başvurmak, nesirlerin en tipik özelliğidir ve mudakkik kimseler
tarafından serdedilen fikir ve delillerde karanlık noktaların kalmaması amacına
matuftur. Ancak el-Fârisî bazı meselelerde bu yöntemin dozajını tam ayarlayamamış,
yer yer okuyucuyu ana meseleden tamamen kopma seviyesine kadar götürmüştür.
Araya sıkıştırdığı konularla okuyucunun zihnini oldukça yorduktan sonra ilginç bir
biçimde “Bu mesele çok uzun zaman alır” diyerek tekrar ana meseleye döner. Örneğin:
Eserin bir yerinde (el-İğfâl, I, s. 94.) ez-Zeccâc’ın “كافرsözcüğünde imâle yapmak
güzeldir” cümlesi üzerine, “İmâle meselesi hayli uzun bir meseledir, burada ona yer
vermek uygun olmaz; ancak hakkında birkaç cümle söylemek gerekirse…” diyerek söz
alır, imâlenin hükümleri, çeşitleri, sebepleri derken on iki sayfa devirir.
6. el-Fârisî el-İğfâl’de ekseriyetle Basra dil ekolünün metodolojisini takip
etmekle birlikte, Basra-Kûfe ekolleri arasında dengeli ve bağımsız bir tutum
sergilemiştir. Eserde bir mezhep veya (Sîbeveyh’i müstesnâ tutarsak) bir şahıs
taassubundan ziyade delillerin üstünlüğü önemsenmiştir.
7. el-Fârisî, el-İğfâl’de biri iktibas olmak üzere beş hadis kullanmıştır.
Eserinde önceki dilbilimcilere oranla daha fazla hadislere başvurmuştur. Önemli bir
nokta da, selefleri gibi hadisleri mahza teyid veya tefsir amaçlı değil, müstakil bir
referans olarak kabul etmiştir.
8. Delillerindeki hiyerarşide Kur’ân, şiir veya gramerin temel ilkeleri gibi
naklî deliller, kıyâs ve talîl gibi aklî delillerin hakemi konumundadır. Semâ’ın olduğu
bir yerde, kıyâsa ya başvurmayı ya gereksiz görür ya da talî delil olarak başvurur.
248
9. El-Fârisî’nin ez-Zeccâc’ı en çok tenkit ettiği husus talîl yani sebep-sonuç
çıkarımlarına dairdir ki, zaten ez-Zeccâc’ın diğer dilbilimciler tarafından en çok tenkit
edildiği yönü budur.
10. Hocası ez-Zeccâc’ı tenkit ederken, hatanın veya kendi ifadesiyle iğfâlin
derecesine göre muhtelif tonlarda reaksiyonlar gösterir. Tespitimize göre tepkilerini şu
kavramlarla ifade eder:
İğfâl, Sehv, Fesâd, İhtilal, Leyse Bilceyyit, Leyse Bi Sahih, İntikâd, Er-
Radî’, Lem Yekün Fîhi Kebîru İfâdeh, Fîhi Dehal, Fîhi İlbâs, Tecâvüzün
Fi’l-Lafzi Ve Tesâmüh, Ba’îdun Mine’s-Savâb, Gayru Sedîd, Galat,
Tevehhum, Beşâ’at, Şenâ’at, Sukût, İbhâm, Tehâmül, Tenâkuz, İsâeh,
Leyse Bi Müstakîm, Gayru Murteza, Leyse Bilvech, Ba‘idun Mine’ş-Şerh,
‘Ârin min Delâletin Tüsbitüh, Hâlin min Nezîrin Yüreddü İleyhi Ve
Yüsteşhedü Bihi ‘Aleyh, İzdirâb, Hilâfu Kavli Sîbeveyh, Lem Yekül Bihi
Ehad, Lem Yücizhü Ehadün Min Eshâbina Gayruh, Mumteni‘.
11. el-Fârisî, hem el-İğfâl hem diğer eserlerinde hicri 150’ye kadarki bir çok
şairin şiiriyle istişhâd etmiştir. Tarafe, Züheyr b. Sülmâ ve el-A’şâ (5 defa) gibi
cahiliyeden, gerekse el-Ferazdak (9 defa), el-Cerîr (1 defa) gibi
mütekaddimûn/İslâmiyyûn dönemi şairlerine kadar, bir çok şairin şiirleriyle istişhâd
etmiştir. Sahibini tam olarak bilmediği şiirlerde söz gelimi “ el-Kumeyt veya bir
başkası der ki:”, “Ebû Dâvud veya bir başkası der ki:” gibi temkinli ibareler kullanıp,
hata payına yer vererek istişhâd eder. Şiir istişhâdlarında Sîbeveyh’in el-Kitab’ı başta
olmak üzere, el-Asma‘î’nin Erâcîzü’l-Asma‘î’si, es-Sukkerî’nin Şerhu Eş‘âri’l-
Huzeliyyîn’i, İbn Enbârî’nin Şerhu’l-Kasâidi’s-Sab‘i’t-Tivâl’i el-Fârisî’nin baş ucu
kaynaklarıdır. Yanı sıra el-A‘şâ’, Bişr b. Ebî Hâzım, Zûrrumme, Ru‘be el-‘Accâc, ve
İbn Mukbil gibi hem şair hem dilbilimci alimlerin dîvânlarıyla da yakından
ilgilenmiştir. el-Fârisî, önceki kitaplarda dilbilimsel alanlarda istişhâd olarak
kullanılmamış şiirleri de keşfetmiş ve kullanmıştır. Araştırmamızın neticesinde el-
Fârisî’nin gramerde mukallid değil, muhakkik ve mudakkik olduğunu gördük.
12. Normal şartlarda ilim ve bilimdeki başarılar ile siyasî istikrar arasında
doğru bir orantı varken; el-Fârisî’nin yaşadığı üçüncü ‘Abbâsi döneminde ilginç bir
şekilde ters orantı vardır. Nitekim bu dönemde özellikle tefsir, hadis, mantık, kelâm ve
Arap dilbilgisine dair çalışmalar tarihin en zirve noktasına ulaşmıştır. Bu ilginç tabloya
249
dönemin devlet ricâlinin ilme ve alimlere değer vermeleri, onlarla aynı kareye girerek
kamuoyundan meşruiyet devşirmeleri gibi bir çok faktör sıralanabilir. En önemli
unsurlardan birisi de siyasî ve kültürel istikrarsızlığa rağmen, ilim çevresinde tenkit,
itiraz, reddiye adları altında eleştiri geleneğinin aktif olarak varlığını sürdürmüş
olmasıdır. Bu geleneğin sonraki nesiller tarafından ilmî hayata aksedilmesinde el-
Fârisî’nin ciddi katkıları olmuştur.
13. Araştırmamızın sonunda el-Fârisî’nin tenkide mahal olmuş meselelerde
görüşünü desteklemek için serdettiği delilleri başarılı bir şekilde kullandığını gördük.
Bu başarılarının arkasında, hiç şüphesiz araştırmacı kimliği ve ilmî problemleri çözme
konusundaki merakı ve kabiliyeti yatar. Bu başarısını gelecek kuşaklara aktarmak için
özellikle birer nahiv usûlü terimi olarak kıyâs ve illet delillerinde kendine özgü bir
eğitim modeli geliştirip İbn Cinnî gibi dilbilimciler yetiştirmiştir. Bu sayede, gerek
Sünnî gerek Şiî düşüncenin hâkim olduğu çevrelerce el-Fârisî’den takdirle söz edilmiş,
özellikle nahiv-sarf eserlerinin en önemli referansı haline gelmiştir. Söz gelimi, Sünnî
akîdesinin mihenk taşlarından biri olarak kabul edilen Eş‘arî kelâmcısı ve Şâfiî fakihi
Abdulkâhir el-Bağdâdî’nin, Şiî-Mu’tezilî ithamlarına maruz kalmış olan el-Fârisi’yi
nahiv meselelerinde referans göstermesi, onun ilmî kimliğinin derecesinin yüksek
olduğunun bir göstergesidir.
250
KAYNAKÇA
251
ÂLÛSÎ, Mahmûd b. Abdillâh el-Bağdâdî, Rûhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-
Kur’âni’l-‘Azîmi ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, Thk. ve Nşr. İdâratu’t-Tıbâ‘ati’l-Münîriyye,
Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî.
252
BECCE, Abdülfettah Hasan Ali, Zahiretu Kıyasi’l-Haml fî’l-Lugati’l-
Arabiyye Beyne Ulemai’l-Lugati’l-Kudama ve’l-Muhaddisin, Amman, Dâru’l-Fikr,
1998/1419.
BUHÂRÎ, Sahîhu’l-Buhârî, Thk. Mustafa el-Bûğa, Beyrut, Dâr İbn Kesîr, III.
Baskı, 1987.
253
CÜRCÂNÎ, Abdulkâhir, Kitâbu’l-Muktesid fî Şerhi’l-Îzâh, Thk. Kâzım
Bahru’l-Mercân, Irak, Dâru’r-Reşîd li’n-Neşr, 1982.
255
————————, el-Hucce li’l-Kurrâi’s-Seb‘a, Tkh. Bedreddin Kahveci-
Beşir Cüveybâni, Beyrut, Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1949.
FERAZDAK, Ebû Firâs Hemmâm b. Gâlib, Dîvânu Ferazdak, Şrh. Ali Fâ‘ûr,
Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1987.
256
FİCÂL, Mahmûd, “el-İhticâc fî’l-‘Arabiyye-el-Mühteccü Bihim-Zamânu’l-
İhticâc”, Mecelletu’l-‘Arab Dergisi, S. 5, ss. 342-355.
HÂLİD MÎLÂD, Hasan Mezyû, ez-Zeccâc Ebû İshâk İbrahim es-Serî, Beyrut
Mevsû‘âtü A‘lâmi’l-Ulemâ ve’l-Üdebâi’l-‘Arabi’l-Müslimîn, H. 1427.
257
HASSAN, Temmam, Makalât fî’l-Luga ve’l-Edeb, Mekke, Cami‘atü
Ummi’l-Kurâ, 1985.
258
————————, Sirru’s-Sına‘ah, Thk. Hasan Hindâvî, Dımaşk, Dâru’l-
Kalem, 1993.
İBN DUREYD, Ebû Bekr Muhammed b. Hasan, Cemheratu’l-Luga, Thk.
Remzi Münîr Balebekkî, Beyrut, Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, 1987.
LEVİS, Bernard, Tarihte Araplar, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, Ağaç
Kitap Evi Yayınları, 2009.
ÖZDEMİR, Sevim, Ebû ‘Alî El-Fârisî İle İbn Hâleveyh Arasında Geçen İlmî
Münazaralar, Şarkiyat Mecmuası, Sayı: 27 (2015-2)
ÖZÜN, Mustafa Nihâd, Türk Eleştirisine Bir Bakış, Ankara, Türk Dili Eleştiri
Özel Sayısı, Mart, 1963.
264
SANCAK, Yusuf, “Hadisin Arap Dili Temel Kaynakları İçinde İstişhad Ve
Edebi Yönü-Arap Dili Ve Edebiyatına Katkıları”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 9, S.
24 (Yaz 2005).
265
————————, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Thk. Abdülilâh Nebhân, İbrahîm
Abdullah, Gâzî Tuleymât ve Muhtâr eş-Şerîf, Dımaşk, Matbû‘âtü Mecma‘i’l-Lugati’l-
‘Arabiyye, 1985-1987.
266
TAŞKÖPRÜZÂDE, Ahmed Efendi, Miftâhu’s-Sa‘âdeh, Haydar Abâd, H.
1329.
267
YAZICIOĞLU, Muhammed b. Sâlih el-Kâtib, Şerhu Fusûsi’l-Hikem li
Muhyiddîn b. ‘Arabî, Thk. Asım İbrahim el-Keyyâlî el-Huseynî, Beyrut, Kitâb-
Nâşirûn.
268
———————, el-Mufassal Fî İlmi’l-Arabiyye, Beyrut, Dârulcîl.
ZÜHEYR, İbn Ebî Sülmâ, Divanü Züheyr, Thk. Ali Fa‘ûr, Dâru’l-Kutubi’l-
İlmiyye, 1988.
270
YÜCEL, Ahmet, “Sadûk”, DİA, XXXV.
271
ÖZGEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
e–mail: acizane_24@hotmail.com
EĞİTİM BİLGİLERİ
272