Professional Documents
Culture Documents
Maxime Rodinson - Batıyı Büyüleyen İslam
Maxime Rodinson - Batıyı Büyüleyen İslam
B A T I ’ YI
BÜYÜLEYEN
İSLAM
Türkçesi:
Cemil M eriç
PINAR YAYINLARI
Beyazsaray No: 31
Beyazıt • İstanbul
Tel: 528 40 03
Pınar Yayınlan: 14
Kasım 1986
Çevirenin g i r i ş i ....................................... . . . 5
♦Legacy o f İslam»’m önsözü .................................. 9
5
cusunu bir diyaloga çağırıyordu. Davetim cevapsız kaldı.
Nihayet Rodinson’un son eseri çıktı: «The W estem Image
and W estem Studies o f İslam» (1974). Bu nefis araştırma
O xford University Press’in yayım ladığı «The Legacy o f Is-
lam» adlı derlem enin ilk bölüm ünü teşkil ediyordu. Ki
tabı dilimize çevirerek bir gazetede (Yeni Devir) yayım
lamağa başladım. O sırada eserin Fransızcası çıktı (1981).
Ben de tercümemi tekrar ele alarak okuduğunuz bu ki
tabı hazırladım. Kitabın Fransızca baskısında İngilizcesin
de olm ayan bir kısım var ki son derece önemlidir. Ayrıca
eseri «The Legacy o f İslam» için 1968’lerde İngilizceye çe
viren büyük oryantalist ve hukukçu Prof. Schacht, hacmin
ioaplan yüzünden bazı çıkarm alar yapmış, onları da tercü
meme ekledim. İslam dünyasım n batı düşüncesini nasıl
büyülediğini anlatan Rodinson, daha ilk sayfalarda okuyu
cuyu B em ard Lewis’in «Politics and W ar» adlı araştırma
sına yolluyor. Bu çok değerli araştırmayı da İngilizce as
lından çevirerek eserin sonuna ekledim.
Rodinson, kitaplarından geniş ölçüde faydalandığım
bir üstad. Hem çağım ızın insan ilimlerine hem de islami-
yetin çeşitli yönlerine gerçekten vâkıf. Üstadın tek zayıf
tarafı; yazarlığı. Belki hitap ettiği kitlenin Avrupalı uz
manlardan oluşması kitabının birçok cüm lelerinin biz y a
bancılar için çok çetrefil görünm esine yol açmış. Bu itibar
la, zaman zaman kısaltmaya gittiğimizi okuyuculardan sak
lamayacağız. Kusurlarımız, yaptığımız işin güçlüğüne
bağışlansın.
«La Fascination de lTslam» girişinde eserini şöyle ta
nıtıyor Rodinson:
«Bu kitapçıkta boyutları farklı iki taslak var: İlki, daha
uzun, olaylar ve örnekler bakım ından daha zengin. Bütün
olarak basılması için uzun bir zaman gerekti. A z çok uz
manlaşmış okuyucular bile yanlış anlıyabilir bu bölümü.
Filhakika, amaç, ne bilginlere seslenen bir telif kaleme al
maktı, ne de bir çırpıda okunacak h afif sıklet bir deneme.
O kuyucular bu iki edebiyat türüne de alışıktılar. Birinci
sine saygı gösterilir; İkincisi ise, kötülenir, daha doğrusu
6
çok kere küçüm senir ve ciddiye alınmaz. Biyografik ayrın
tılar ve Batının İslâm Doğu ile ilgili görüşlerinin tarihini
m erak edenler başka kitablarda daha bol bilgiler bulabi
lirler. Aşağıda bu eserlerden söz edeceğim. Ben bu bilgi
yığınından, sadece ana temayülleri belirteceğini sandığım
anlamlı, tipik, örnek alınabilecek, konuşan parçalan seç
mekle yetindim. Gerçi, geniş bir kitleye seslenecek okuna
bilir bir kitab yazm ak istiyordum, am a asıl am acım bu ana
temayülleri belirtmek, on lan n âmillerini ortaya çıkarm ak
tı.
Kimi, suçluyordu Doğuyu, kim i ise vicdan huzuru için
deydi. Nasıl bir temele dayanıyordu bu şikâyetler? Bu vic
dan huzurunda ideolojik kalıntıların payı neydi? Başlan
gıçta b u n la n da gösterm ek istiyordum.»
«Böyle bir yaklaşımın kökünde, sık sık görülen pole
m ik açıklam alara karşı bir tepki yatıyordu. Bu açıklama
ların ortaya çıkardığı gerçek problem leri ele alacaktım.
Böyle bir yaklaşım, m üslüm anlarla (daha doğrusu sömür
geleşmiş ülkelerle) batılılar arasındaki yaşanmış (veya
yaşanacak) m ünasebetleri ön plana alıyordu. O kuyucular
benden basit, tasvirî b ir tablo istemişlerdi. İyi am a başka
b ir yöneliş daha yok m uydu? Denemem böyle bir davranı
şa katkıda bulunabilirdi. Kafam da hep böyle bir am aç
vardı».
R odinson’un amacı, daha geniş bir problem i ele al
mak; sosyolojik bir problem. «İslâm m uhibbi Şarklılarla»
oryantalistler arasındaki çekişmeye fazla önem vermiyor.
«Bir dünyanın öteki dünya ile ilgili görüşlerini onun
içinde bulunduğu durum la izah ediyorum. Zaten bir tek
görüş yok. Çevreye, İçtimaî tabakaya, bir dünyanın öteki
dünya ile ilişkilerinde yer alan insanların içinde bulundu
ğu durum a göre değişen bir çok görüşler var.»
Kitabın birinci bölümü, îslâm m dünya kültürüne m i
rasım inceleyen İngilizce bir eser için, 1968’de yazılmış.
Bölümü hukukçu Schacht, İngilizceye çevirmiş. Am a h ac
m in gerektirdiği fedakârlıklar yüzünden bir çok parçalar
atlanmış. Schacht ölmüş (1969). Kitabın basılması 1974’de
7
m üm kün olmuş (*). Fransızca aslı birkaç konferansta kul
lanılmış. Kitap şeklinde şimdi basılıyor.
Kitap yazıldıktan sonra, birçok yeni bilgiler çıkmış
ortaya, yeni m etinler yayımlanmış. A ynı konuyu işleyen
başka eserler de basılmış. Meselâ M ontgom ery W att’ın
«İslâm’ın Orta Çağ Avrupası üzerindeki Etkisi* (a). Papaz
Youakim M oubarec de, 1977’de «M odem Zamanlarda ve
Çağdaş Dönemde Hıristiyan Düşüncesi ve İslâmî Düşün-
c e * (3) adlı bir kitap yayımlamış. Yazar, Hişem Cahit’in
«A vrupa ve İslâm* (4) adlı kitabını da çok beğenmiş. A m a
okunm asını asıl tavsiye ettiği kitap, Edward W . Said’in
«Oryantalizm*! (5) .
İkinci bölüm, oryantalizm le ideolojiler arasındaki m ü
nasebetleri ele alır. 1976*da Leiden’de verilmiş bir konfe
rans. Konferansı isteyenler, Orta Doğu ve İslâm tetkikle
riyle uğraşan Hollanda’lı oryantalistler. Edward Said’in
kitabı oryantalistleri hem telâşlandırmış hem d9 meraklan-
dırmiştı. Disiplinlerinin sosyal, etnik ve kültürel çevre ile
olan münasebetlerini düşünmek ihtiyacındaydılar. Nitekim
1980*de Berlin Şarkiyatçılar Kongresi, Bodinson’u, «Irk -
merkezcilik ve Oryantalizm* konulu bir konferans vermeğe
d e çağıracaktır. «Ortaya çıkan meselelere getirdiğim ce
vaplar son derece tatm inkâr değil, biliyorum ama ben oku
yucuyu aydınlatacak m alzemeyi gözler önüne sermeğe ve
ona, dürüst bir düşüncenin sonuçlarım sunm ağa çalıştım.
Yapabileceğim de bundan ibaret», diyor Rodinson.
8
LEGACY OF İSLAM’ IMIN ÖNSÖZÜ
9
d in olarak değil, medeniyet olarak da ele alıyor. Nitekim
kitabımızda İslâm ilahiyatı, felsefesi, mistisizmi, dinî ka
nunları, esas teşkilât nazariyesi’ne ilâveten başka konular
da işlenmektedir, ve b u bölüm ler eserin en geniş kısmı
dır: islâmın siyasî, İktisadî, kültürel tarihi, islâmda güzel
sanat ve mimarlık, islâmda tıp, ilim ve musiki gibi... Bi
liyoruz ki âhenkli bir yazı kadrosu kurm ak editörün göre
vidir. A m a editörün görüşleriyle kesinkes uyuşmak gibi
bir zorunluluk yükletilmemiştir kimseye. Ve her yazar yal
nız kendi yazısından sorumludur. A ym kişiler ve aynı k o
nular Legacy o f İslam’ı bir çok cephelerden ilgilendirdiği
için, zaman zaman birden fazla bölüm de ele alınmıştır.
İslâmiyet, insan soyunun gelişmesine büyük katkılar
da bulunmuş; bu katkıları ayrıntılarıyla anlatmak için ni
ce bölüm lere ihtiyaç var. Nazarî olarak bu bölüm leri sı
nırlam ak kabil değildir. A m a tatbikat bu bölüm lerin belli
bir sım r içinde tutulmasım gerektiriyor. Yeni Legacy of
İslam’la 42 yıl önceki Legacy o f İslam’ı karşılaştıranlar g ö
receklerdir ki, bu baskıda, bellibaşlı bütün alanlan ince
lemiş bulunuyoruz. Bununla beraber kitabımızda önceki
lerde olm ayan iki sınırlama daha var. Birinci sınırlama şu:
konum uz sünnî islâmiyettir. Birçok Şiî ve İbadî cemaat
lerdeki îslâmiyetin hayli orijinal birtakım tecellilerine yer
vermedik. A yn ca, daha çok klasik veya vüstaî İslâmiyet
üzerinde durduk. İslâm tarihinde orta-çağ denince Napol-
y o n ü n Mısır seferine kadar uzanan zam an parçası akla
gelir (1800). Bu hacim de bir eserin içine son zamanlardaki
ve çağdaş islâmiyeti sıkıştırmak müm kün olamazdı. Bu
İslâmî hareket çok canlı fakat henüz kesin bir hüviyet
belirtmemektedir.
C. E. Bosworth da, eserin tarihçesini şöyle anlatıyor
.girişinde:
4slâm ın M ira sın ın bu yeni baskısı 1931’de yayım la
nan orijinal baskıdan pek de farklı değildir. İlk Legacy of
İslam’ın baş editörü Sir Thomas A m o ld kitap yayım lanm a
dan önce öldü. Sonunda Prof. A lfred Guillaume yayımladı
kitabı. Elimizdeki baskıyı ise Prof. Joseph Schacht tek edi
10
tör olarak üzerine aldı. Ne yazık ki o da 1969’da vefat etti.
İslâm hukukuyla uğraşanlar içinde yeri doldurulm ayacak
bir kalemdi, üstad. Elimizdeki kitapta imzasını taşıyan bo
lüm: «îslâm da dinî hukukudur...
Schacht bütün yazı arkadaşlarım kendisi seçmişti. Öl
düğü zam an m üsveddelerin hepsi daktiloyla yazılmış ola
rak elindeydi. Yabancı dillerde -kaleme alm an yazılar ise
İngilizceye çevrilmekte idi. O xford University Press’in de
legeleri bu sırada bana baş editörlüğü teklif etti. Benden
istenilen, yazılann basılmasını tam am lam ak ve basılmakta
olan kitabı gözden geçirmekti. Schacht, yazıların son şek
lini görmemişti. Bazı kaçınılm az tekrarlara ve vurgularda
çeşitliliklere rastladım. Çalışmalarımızdaki birçok problem
lerin birden fazla yorum unun veya çözüm ünün yapılabi
leceğini ispat eden birer kanıttı bunlar. Hepsi de kendi
alanında uzman olan yazı arkadaşlarımın görüşlerindeki
çeşitlilik olduğu gibi kalmalıydı. Bununla beraber uygun
dip-notlanyla bölüm leri sıraya koym aya çalıştım. Belli bir
konu birçok bölüm lerde ele alınmışsa, okuyucu, endeks’e
bakarak bir çözüm e ulaşabilir.
Yeni Legacy o f İslam’la 42 yıl önceki Legacy o f İslam’ı
karşılaştıranlar göreceklerdir ki bazı bölüm ler adlan de
ğişik de olsa, aşağı y u k a n her iki ciltde de aymdır. Mese
la güzel sanat ve mimarlık, edebiyat, hukuk ve ilahiyat,
tabiat ilimleri, musiki. Başka bölüm lerde ise gerek hacim
gerekse vurgulayış bakım ından büyük değişiklikler yapıl
mıştır.
Ümid ederiz ki bu yeni Legacy o f İslam, son y an m asır
içinde gerçekleştirilen araştırm alan da yansıtacaktır.»
11
BATININ İSLAM DOĞU İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
1. ORTA ÇAĞ: ÇATIŞAN İKİ DÜNYA
15
rar gözden geçiren Anglosakson keşişi sayın Bede son olay
ları şöyle özetler: «Bu mevsim de baş belası Araplar Gal-
ya’yı ele geçirerek taş üstünde taş bırakmadı. Bereket ki
çok geçm eden suçlarının hak ettiği cezaya çarpıldılar!3).
Yazar, Poitiers savaşı (732) diye tanınan ünlü muharebeyi
kastediyor.
Anlaşılan bu kavim hakkında daha fazla bilgi edin
m eye lüzum görülm üyordu. A raplar da, batının hıristiyan
toplulukları için diğer bir çok barbar kavimler gibi, bir
baş belâsı idi. 793 de (yanlış olarak Eginhard’a atfedilen)
Şarlm an yıllıklarında şunlan okuruz:
«İmparator b u işlerle uğraşırken çeşitli ülkelerde ko
pan iki büyük musibetle karşılaşacaktı» (kastedilen Sak-
son lan n isyanı ile araplann Septimanya’ya saldırışları
dır) (4) .
Araplar zaman zaman Ispanya'ya sefer açtılar. Kâh
başan kazandılar kâh bozguna uğradılah Arada Emevî
■emirleriyle ittifaklar yapıldı. Bu em irler kendilerine destek
bulm ak için Aix-la-Chapelle’e geliyorlardı. Provans kıyı
larına, Korsika’ya, Sardinya’ya saldıran Araplarla Gal-
ya’da cenk ediliyordu. Lucques’lü Boniface 828’de Tunus’a
çıkarm a yapmıştı, fakat bütün bu olaylar Frankların te
mel davranışında hiçbir değişiklik yapmadı. Vakanüvisler-
de batı sarazenleriyle arada bir on lan n yağm alarına katı
lan M agribliler arasındaki münasebetler karışıktır. Sara-
zenler İslâmiyeti kabul etmeden çok önce de onlar hak
kında birşeyler biliyordu hıristiyanlar. Sarazenlerin din
değiştirmesi önceleri pek dikkati çekmedi. IV. asırdan iti
baren hıristiyanlann kanaati şu merkezdeydi: «Sarazenler
geçim lerini yağm a ve çapulla sağlamaktaydılar» (5) . Daha
fazla bilgiye de ihtiyaç yoktu bu konuda. Yalnız âlimler,
isimleri üzerinde tartışıyorlardı. Her ne kadar öteki ad
16
la n Agareni, oğlu İsmail’le birlikte çöle sürülen cariye
H acer’den türediklerini gösteriyorsa da, sarazen ismi İbra-
faim’in kan sı Sarah’dan geliyordu.
A şikâr sebeblerden dolayı bu konuda daha çok bilgi
edinm ek istiyönler Ispanya’daki Hıristiyanlar yani Moza-
raplardı. İdaresi altında yaşadıkları M üslüm anlann siyasî
hâkimiyeti Arap kültürünün Hıristiyan im anının zaranna
serbestçe yayılm asına yolaçmıştı. Efendileri ve efendileri
nin düşünceleri hakkında, daha doğru olmasa da, daha ay
dınlık bir bilgi edinmek ihtiyacını duydular. Doğudaki bü
tün fethedilmiş topraklarda olduğu gibi, Hıristiyan ve M u
sevi ahali arasında aşağılatıcı ve küçültücü m asallar dola-
şıyordu. Günlük temaslardan doğan, daha gerçekçi intiba
larla kaynaşan masallar. Doğudaki Hıristiyan vaizlerin de
(Şamlı John gibi), Doğudaki Hıristiyan bilginlerin de tek
amacı vardı: Islâm hakkm daki tahlillerini, Islâmiyetin
müm kün olan her türlü etkisini önleyecek biçim de yap
mak. Ne var ki, bir Eulogius, bir A lvarus’la taraftarlarının
850-859 arasındaki kısa zamanda harcadıkları savaşçı gay
ret, Hıristiyan m ertebeler dizisini ve Hıristiyan halkını
ayakta tutamayacak ve onlardaki şahadet susuzluğunu gi
deremeyecekti. Kaldı ki bu çabalar, on la n düşm anlarım
tanım ak!6) ve anlamak için gereken ciddi entellektüel
emeklere de götürm üyordu pek.
XI. yüzyılda İslam dünyası imajı biraz daha vuzuh ka
zandı; sebepleri ise meydanda. Normanlar, Macarlar, Slav
ların bir kısmı Hıristiyan oldular. Müslüman dünya tek
düşmandı bundan böyle. Ispanya’da, Güney İtalya’da ve
Sicilya’da İslâmiyete karşı sürdürülen savaşlar sadece sa-
vunm a amacı gütmüyordu. Hıristiyanlığın ağır ve dalgalı
olan ilerleyişi, fetheden kavimlerle daha sürekli siyasî hat
ta kültürel m ünasebetler kurm ayı gerektiriyordu artık. M a
hallî savaşlar sona ermişti: İspanya’nın yeniden fethi (re
17
conquista) uğrunda bütün A vrupa İspanyollarla omuz
om u m döğüşmiek için seferber olmuştu. Normanlar İngil
tere’den İtalya’ya geçiyordu. Ülkeler küçük parçalara bö
lünmüştü. Papalık ideolojisinin kuruluş ve yükselişine bağlı
olarak beliren Klüni (Cluny) akım ı her yanda itibar gö
rüyordu. Kıta Avrupası üzerinde yoğunlaşan Karolenj
imparatorluğunun ideolojisi yerine baştan başa dinî değer
ler üzerine kurulmuş papalık ideolojisi geçiyordu. Papa
1077 (tarihinde Canossa’da im paratoru sembolik de olsa
küçük düşürmüştü. Papaların yücelttiği hıristiyan birliğini
kurm ak için papanın rehberliğinde gerçekleştirilecek muh
teşem emellere ihtiyaç vardı. «Reconquista» bütün Akdeniz
dünyasına yayılabilse, bütün hıristiyanlık için ne coşturu
cu bir gaye olabilirdi... İtalyan ticaret sitelerinin iktisat
alanında gittikçe artan bir başarıyla faaliyet gösterdikleri
bir alandı Akdeniz dünyası.
18
ticiydiler am a sadece fiilî bir durum du bu. O nlan h iç yok
muş sayabilirdiniz. Şarlman’m XI. a sn n başlarındaki efsa
nevî hac’ı, im paratorun ahaliyle temas etmeden Kudüs’e
uğrayıp geçtiğini anlatır. Bununla beraber aşağı yukan
aynı tarihlerde yazılan ve aynı hayalî kaynaktan esinle
nen «Chanson de Roland»da güçlü ve zengin bir İslâm dün
yasıyla karşılaşırız: Hz. Muhammed sevgisi etrafında kay
naşan bir İslâm dünyası. Hükümdarlar birbiriyle yardım
laşırlar, emirlerinde sürüyle putperest paralı asker vardır:
Habeşler, Slavlar, Ermeniler, Avarlar, PrusyalIlar, Hunlar,
M acarlar (6) .
Hauteville’li Roger Sicilya’nın istirdadına katılır (1060).
VI. Alfons 1085’de Toledo’ya girer, Bouillon’lu G eoffrey
1099’da Kudüs’e ayak basar. Bu üç cephe Müslümanlarla
daha yakın bir temas sağlar. İslâm hakkında yeni bir imaj
oluşur. Giderek daha aydınlık ve daha vazıh bir imaj. Ne
var ki, asırlar boyu bu imaj rekabetler yüzünden çarpıt
m alara uğrayacaktır her zamanki giıbi...
Hakikat şu ki Hıristiyan A vrupa’nın kafasında, çatış
tığı bu düşman dünya ile ilgili, tek bir imaj değil bir çok
imajlar vardır. O zamana kadar İslâm, Avrupalı yazarla
rın düşüncelerinden öğreniliyordu daha çok. Şimdi ise kar
şılarında bir İslâm dünyası vardı, şaşırtan ve sarsan bir
İslâm dünyası. Kalın çizgilerle A vrupa’nın bu dünyayı
kavrayışı ü ç biçim de olmuştur: İslâm dünyası, her şeyden
önce, siyasî ve ideolojik bir yapıdır, düşman bir yapı. Fa
kat bu dünyanın farklı bir medeniyeti de var, üstelik ya
bancı bir İktisadî bölgedir de. Bu çeşitli görünüşler aynı
kavm in içinde bile farklı tecessüsler ve tepkiler uyandırır.
M üslümanlar arasındaki siyasî ayrılıklar m eçhul de
ğildi. Fakat bu tefrikalar arasındaki güçlü bir tesanüt de
vardı. Hıristiyanlık söz konusu olunca birlik yeniden kuru
luyordu. Bu kardeşlik ortak bir görüş ve im ana dayanırdı.
Islâm devletleri bir düşman güçler bütünüydü. A ra
larındaki rekabet zam an zam an siyasî m enfaatler sağlı
19
yordu. Pekâlâ herhangi biriyle geçici bir ittifak kurula
bilirdi. Hıristiyanlar, Müslüman emirlerin hizmetine gire
bilirlerdi bazan. «Chanson de Roland»ı okuyoruz: «Genç
Şarlman, Toledo’nun A rab H üküm dan G alafre’ye yardım cı
olur. Kızıyla evlenir. Kız da Hıristiyan olur tabii. Böyle
olaylar Ispanya’da ve D oğu’da sık sık görülür. Ne var ki,
düşmanlık ortadan kalkmaz ve her fırsatta canlanır.»
Birçok yazan n altını çizdiği gibi Hıristiyan dünyam n
ideolojik, politik bir yapı olarak Müslüman dünyaya karşı
davranışı, bugünün kapitalist dünyasının komünist dün
yaya karşı davranışına benzer. Strüktürler bakımından
benzerlikler aşikârdır. Her iki durum da da ideolojilerinin
birleştirdiği ama bölünm üş ve düşm an birçok ülkeleri ku
caklayan iki sistem karşı karşıyadır.
Devlet adamları, memurlar, m üşavirler ve casuslar, İs
lâm dünyası hakkında bizim bilm ediklerimizi bilmekteydi
ler. Yığınların veya din adamlarının anlattıklarına kıyasla
bu bilgiler daha ayrıntılıydı. Yakındakiler yani Mukaddes
Toprakların yöneticileri, M üslüman devletler arasındaki iç
bölünm eleri iyiden iyiye bilseler gerek. Yoksa bazı frank
yöneticilerin bazı İslâm hüküm darlarıyla sık sık anlaştık
larım nasıl izah edebilirdik? Kudüs hüküm dan Am aury’
nin talebi üzerine Tyr’li G uillaum eün 1170’lerde yazdığı
TarilTte bunun örneklerini görüyoruz. Guillame, Kudüs
hüküm darının m üşavirlerinden olan bir arşövekti. Çok
defa diplomatik görevler yüklenmiştir. Sünnilerle Şiîler
arasındaki çekişmeyi, Anablarla Türkler arasındaki ayrı
lıktan çok iyi bilir ve belirtir. Kendileri de aynı kavmin
çocuğu olan M üslüman yöneticiler arasındaki geçimsiz
liğin farkındadır. Musul A tabek’i Mewdûd, 1113’te Şam’da
katledildiğinde, «bu işi Şam hüküm dan Tuğteğin’in yap
tırdığını, hiç değilse, onun başının altından çıktığım» bi
lir (9).
20
Devletler aracındaki münasebetleri, bu çevrelerden öğ
renmek kabildi. Bunu yaparken de durum Avrupa'nın du
rumu ile karşılaştırılmaktaydı. Halife, M üslümanların pa-
p a’sıydi; ayrıca en büyük hükümdarları, başkumandanla
rı... 1200’e doğru kaleme ahnmış bir kitabta (Devision de
la terre de roultre-m er) şunları okuyoruz: Bağdad bütün
putperestlerin payitahtıdır, nasıl ki Rom a bütün Hıristi
yanların başşehri is e (10). Joinville, XIII üncü asırda, Mem
lûk devletinin iç düzenine ait birçok5şeyler bilm ektedir (n).
Ne var ki Şarktaki Hıristiyan askerlerinin ve devlet adam
larının elde ettikleri bu bilgi hâzinesi kendi çevreleri dı
şına taşmamıştır pek. Batı hariciyecileri, sadece Doğu p o
litikaları gerektirdiği ölçüde bu bilgilerden faydalanm ış
lardır. Batı’da İslâmiyetin tarihine teferruatıyla vâkıf ol
mak gibi b ir taleb yoktu. «Müşrikler» arasındaki siyasî çe
kişmeler de pek ilgilendirm iyordu Ratı’yı.
Oysa Haçlı seferleri, geniş bir püblik oluşturmuştu.
Topyekûn, sentetik, eğlendirici, ve bir fikir sistemi olarak
düşman ideoloji hakkında doyurucu b ir imaj istiyordu bu
püblik. Geniş yığının b ir başka ihtiyacı daha vardı: teklif
edilen imaj, ona, bir taraftan İslâmiyetin ne kadar iğrenç
olduğunu kaba saba tâbirlerle anlatacak, bir yandan da
harikuladeye karşı beslediği hayranlığı karşılıyacaktı. Dev
rin edebî eserlerinde en sık görülen şey tablat-üstü idi.
Haçlılar, M üslümanlarla münasebete girişince bu egzotik
unsurlara şaşakalmışlardı. Dahası da var: her ideoloji akı
mı, kutsal b ir tarih inşa eder kendine; zuhurunu, çağın fe
lâketlerine karşı zorunlu bir ilaç gibi gösterir. Gücünün
kaynağı, tabiat üstü veya hiç değilse imtiyazlı faktörler
dir. Beşer tarihinin kaçınılm az sonucudur. Kurucusunu
benzeri olm ayan vasıflarla donatır, bazen tanrılaştırır. Ni
tekim her karşı hareket düşmanının aşağılık vasıflarını
21
açığa vurur. Tarih şeytanileşir birden. Kurucunun meş’um
eylem leri bu şeytani tarihin belgeleridir.
Böylece 1100-1140 arasında yaşayan Latin yazarlar, yı
ğınların bu ihtiyacım karşılamak istediler. Dikkatler Hz.
M uham m ed’in hayatına çevrildi. Söylentilerin doğru veya
yanlış olm asına önem vermediler. R. W . Southem ’m dediği
gibi, hakikati değil hayalleri konuşturdular. Latin yazarla
rına göre «Muhammed bir sihirbazdı. A frika’da ve Doğu’-
da sihir ve hud’a ile kiliseyi yıkmıştı. Ve cinsî hürriyeti
ilân ederek başarısını bir kat daha sağlama bağlamıştı.»
Dünya folklorundan, klasik edebiyatlardan, İslâm hakkm-
daki Bizans rivayetlerinden, hâttâ İslâmî kaynaklardan
devşirilen masallar bu imajı allayıp pulladı (12).
Daima böyle olur... Halka hitap eden eserlerdeki imaj,
âlimâne ve ciddî eserlerde sunulan im ajdan daha uzun
ömürlüdür. Bu imaj sonraları bir çok edebî eserlere de ak
tarılacaktır. Müslümanlar, putperestlikle suçlandılar. Oysa
kendileri de Hıristiyanlan çok tanrıcılıkla ve şirk’le suçla
mışlardı. Baş putlan M uham med’di Trubadurlara göre
— birkaçı müstesna— , Araplar M uham m ed’e tapmaktaydı
lar. Heykelleri kıym etli taşlardandı ve çok cesimdi.
Peki... hiçbir ciddî davranış yok muydu o devirde?
V ardı... am a İslâmî araştırmalar alanında değil, geniş m â
nâsıyla ilim tarihi alanında. X. asn n başlarından itibaren
küçük topluluklar dünya ve insan haJkkındaki nazarî bilgi
leri çoğaltm ağa teşebbüs ettiler. Bu bilgiler eski medeniyet
lerden gelen Latince eserlerdeydi. Bu meraklı insanlar
l Arapların eski dünyadan kalan bu eserleri dillerine çevir
diklerini öğrenmişlerdi.
Yavaş yavaş b u eserlerin Latinoeye çevirileri görün
meye başladı. A rap ilminin hâzineleri İngiltere’ye, Loren’e,
S aiem o’ya, bilhaissa temasların daha kolay gerçekleştiği
22
Ispanya’ya yayıldı. Tercüme işi gelişti ve entelektüel faa
liyetin bellibaşlı merkezlerinden biri olan Toledo’nun 1085
de düşüşünden sonra teşkilâtlandı (13) .
Şüphesiz ki arap yazmalarında aranan hiç bir suret-
de İslâm veya İslâm dünyası hakkında bir imaj değildi, ta
biat hakkında objektif bir bilgiydi. Bununla beraber bu
bilgiyi sağlayan M üslümanlarla ister istemez tanışılmış
oluyordu. Eserlerinden faydalanılan mütercimlerle de ya
kın bir m uarefe kurulmuştu. Bunlar Mozaraplar, bazan da
Müslüman dünyayı iyice tanıyan Yahudilerdi.
İslâm dünyası hakkında daha sıhhatli bir bilgi ister
istemez yayılacaktı bu yollardan. Nitekim XIII. yüzyılın ilk t
yansında objektif bazı müşahedelere rastlıyoruz. Bunlar,
eğlendirm ek için yazılmış bir sürü masal yığını arasında
dikkati çekmektedirler. Bu iddiam ızı ispat eden bir yazar,
Pedro A lfon so’dur. Huesoa’da vaftiz edilen (1106) bu zat,
bir İspanyol Yahudisiydi. İngiltere hükümdarı Birinci
Henry’nin doktoru oldu. Astronom i hakkında eserler çe
virdi. Hz. M ühammed ve İslâmla ilgili objektif bilgiler ve
ren ilk kitap da onun eseri.
Bir yandan İslâmiyete karşı duyulan merak, bir yan
dan da İslâmm ilmi mirasına karşı gösterilen ilgi... Bu
tecessüsü m ihraklaştıranlann başında Cluny papazı M uh
terem Peter’i (1094-1156) anm alıyız(14) . Neden İslâmiyete
ait ciddî bilgileri onun yazılarında buluyoruz? İzah ede
lim: ö n c e , İspanya’daki m anastırları ziyaret ederek İslâm
dünyası ve m ütercim lerin faaliyeti hakkında dolaylı da olsa
bilgi edinmişti. Sonra Yahudilik ve İslâmiyet gibi herezi-
lerle (mezhep sapkınlığı) savaşmak, göreviydi. Bunun için
geçerli ilmi delillere ihtiyacı vardı. O ldukça insaflı bir zat
tı Cluny papazı. Kiliseyi tehlikelerden korum ak istiyordu.
23
B iliyordu ki teşebbüsü pek iyi karşılanmayacak. Nitekim
dostu ve zaman zam an m uarızı olan Clairaux’lu Bem ard
onun bu görüşünü doğruladı. M uhterem Peter, İspanya’da
bir heyet olarak m ütercim ler tuttu. Ingiliz Ketton’lu Robert
1143 de Kur’an tercümesini tamamladı. Tercüme heyeti bir
çok Arapça m etinler çevirdi. Ve kendi başlanna birtakım
seçm eler m eydana getirdi. Bunların hepsine «Cluny Cor-
pus» adı verilir. Corpus, geniş bir kitleye hitap ediyordu.
A m a daha da yaygınlaşabilirdi, olmadı. Daha çok polemik
am açlar güden parçalar yazıldı ve hiçbir tefsir yapılmadı.
Koleksiyondaki malzeme ne yazık ki İslâmiyet üzerine daha
sonra yapılacak olan araştırmalarda temel olarak kullanıl
madı. Böyle bir işe kimse girişmedi. Gündelik mücadelede
b ir yaran yoktu bu metinlerin. Dinî polem iklerin muhatabı
hayalî Müslümanlardı. O nlan da kâğıt üzerinde kolayca
yok edebiliyorlardı. Mesele Hıristiyanların kendi imanlarını
destekleyecek birtakım deliller uydurmaktı. Kaldı ki Latin
batının kafa yapısı da İslâm dünyasındaki inanç sistemi
ni bir inanç sistemi olarak incelem eğe elverişli değildi.
24
teri tamamlanmış ve A vrupa’da yayılm ağa başlamıştı C16) .
Etkisi büyük oldu bu yayınların. Onu öteki filozofların ter
cümeleri takip etti.
Böylece Batı m ütefekkirleri arasında yeni bir M üslü
man im ajı doğdu. İslâm dünyası, felsefenin heybetli bir be
şiği idi. Halikın kafasında yaşayan gülünç ve iğrenç İslâ
m iyet imajıyla, aydınların kafasındaki bu hürm etkâr im a
jı bağdaştırmak pek güçtü. Filozof ilahiyatçılar îbn Sina’
nın Müslüman dünyasına ait atıflarını Hıristiyan dünyaya
aktanr. Mesela Roger Bacon (1214-1292), İbn Sina’nın
im am lar için söylediklerini papalık müessesesine uygula
m ağa çalışır. Sarazenler, bir bakım a filozof bir kavim ola
rak görülm eğe başlandı. Abelard, Muhterem Peter’in dos
tuydu; 1142’de öldü. Onun yaşadığı dönem de filozof denin
ce «M üslüm anları geliyordu akla.
Bir asır sonra Aquinas’h St. Thomas, «Sununa contra
Gentiles»e muhatap olarak sarazenleri alıyordu: Summa,
Hıristiyanlığın iddialarını yalnız akıl yoluyla ispat edecek
ti. «Çünkü M üslümanlarla putperestler Kitab-ı M ukaddes’
in otoritesine inanm ıyorlardı.» Kitap, Penafort’lu St. Ray-
m ond’un isteği üzerine aşağı y ü kan 1261-1264 yıllarında
kalem e alınmıştı. St. Raymond Ispanya’daki m isyonerlik
faaliyetinde Sum m a’dan yararlam ağı düşünen koyu bir
Hıristiyandı.
İslâm dünyasına gösterilen alâka sadece siyasî veya
askerî yönden değildi; hatta yalnız dinî ve İlmî sebeblere
de bağlanamaz. Garip ve egzotik m asallara duyulan susuz
luk da bu alâkanın kaynaklan arasmdadır. İspanya’nm
yeniden fethini, M üslüman Sicilya’nın ete geçirilişini, doğu
da Latin devletlerinin kuruluşunu takib eden girift m üna
sebetler, nasıl daha ayrıntılı ve daha aydınlık bilgileri zo
runlu kılmışsa, bu defa da aynı bilgi susuzluğu kendini
25
gösteriyordu. Ne var ki, elde edilen (b u malûmat, İslâmiyeti
din olarak son derece "basitleştiren görüşleri de, eğlendir
me am acıyla kalem e alınan çok yaygın fantastik hikâyele
ri de unutturamıyordu. Bununla beraber îslâm dünyasının
coğrafyası, iklimi, şehirleri, hükümet şekli, hayvan ve bitki
örtüsü, ziraî ve sınaî ürünleri çok daha iyi biliniyordu artık.
Sarazenlerin, göçebelerin, Tatarların (yani M oğolların)
yaşayış tarzı da daha çok aydınlığa kavuşmuştu.
A ynı sebebler yüzünden ilk tarihî araştırmalar da can
landı. XII. yüzyılda V iteıb o’lu G odfrey (Alm an imparato
runun sır kâtibi) yazdığı «Cihan Tarihi»nde Hz. M uham
m ed’in oldukça sahih bir hal tercümesini yayımladı. XIII.
a sn n başlarında Toledo başpiskoposu kardinal Rodrigo
Ximenes, batıda yazılan ilk «Arap Tarihi»ni kaleme aldı.
Kitap Hz. M uhammed ve ilk halifeler ile başlıyor, fakat
daha çok araplann Ispanya’daki faaliyetlerini vurgulu
yordu.
îslâm dünyasının daha iyi tanınmasına yol açan bir
başka saik de İktisadî menfaatlerdir. îslâm dünyası birçok
Avrupalı tacirler için büyük bir önem taşıyordu.
Ö nceleri batılı bezirgânlar, Müslüman Doğuyla ticaret
lerini Rus ve Suriyeli gibi yabancı aracılar eliyle (yahut
yahudiler gibi y a n yabancılar eliyle) yürüttüler. Fakat IX.
yüzyıldan itibaren bu ticaret daha çök Bizans idaresindeki
İtalyan sitelerinin elindeydi: Venedik, Napoli, Gaeta, Am al-
fi gibi. İskandinavyalIlar da önemli bir rol oynam ağa baş
ladılar, hıristiyan olunca da batı hıristiyanlan arasında yer
aldılar. Sonralan Hıristiyan dünyasının diğer kavimleri de
onlara katıldı. Ticarî münasebetler ortak birtakım uygula
malara yol açtı ve iki dünya daha yakından tanıştı bir-
biriyle. Arap parası batıda geçerli oldu. Doğu tarzında ti
caret anlaşm alan benimsendi. Batılı bezirgânlar ilk defa
olarak M üslüman korsanlarla karşılaştılar ve ödleri koptu.
Önceleri İtalyanlar da korktu am a sonra toparlanıp karşı
saldm ya geçtiler. Ticaret, hüküm etler seviyesinde münase
betleri gerektiriyordu. Cam pagna şehirleriyle, bilhassa
A m alfi ile, Araplar arasında ittifaklar kuruldu. Papamn
26
tehditleri, im parator II. Lui’nin yakınmaları d a para etme
di. XI. yüzyılın başında A m alfi’liler Fatımî halifesi el Ha-
kim ’in yerle bir ettiği Kudüs’deki Santa M an a kilisesini ye
niden inşa ettiler. Filistin’le o kadar içli dışlı olmuşlardı ki
her 14 Eylülde yıllık bir panayır kurdular. İki altın ödeyen
herkes orada m allannı satabilecekti. İlk Haçlı seferlerinden
önce A ntakya’da bir m ahalleleri bile vardı ihtimal. Şüphe
yok M Haçlı seferlerinden sonra bu nadir temaslar daha
da sıklaştı ve daha büyük bir önem kazandı. İtalyanlann
ticaret uğrakları, zamanla çoğaldı ve giderek daha mühim
bir rol oynam ağa başladı. İslâm dünyasıyla ticarî münase
betlere girişen Avrupalı bezirganlar, Hıristiyanlara ne ka
dar yürekten bağlı olurlarsa olsunlar, yeni tanıdıkları dün
ya hakkında, diğer cemaatler arasında geçerli olan yüzey
sel bilgilerle yetinemezlerdi. M üslümanlarla Hıristiyan b e
zirganlar arasında dostça m ünasebetler kurulduğuna dair
dağınık fakat manâlı şahadetler var.
Bu şahadetler, çok ayrı bir çerçeve içinde ortaya çık
maktadır: Doğu Sarazenleri ile H açlılar arasındaki m üca
deleden esinlenen belgeler. Bu ilki düşman, bütün nefret
lerine rağmen, birbirine saygı da duyuyorlardı. Bir İtalyan
Haçlı neferi 1207’de kendileriyle savaştığı Türklerin yiğit-
liğini, uyanıklığını ve askerî meziyetlerini hayranlıkla dile
getiriyordu. Ona göre bu değerlendirm e karşılıklıydı. Türk-
ler, «Haçlılar da Frenk soyundan» diyorlardı. Dünyada şö
valye denecek iki topluluk vardı yalnız: kendileriyle, Frenk-
ler. O tarihlerde bu n la n söylem ek her babayiğitin k ân de
ğildi. Haçlı şöyle devam ediyordu: «Türkler de İsa dinine
inanmış olsa lar»!17) «kuvvetçe, cesaretçe, savaş bilgisince
kimse onlarla aşık atamazdı.» (18) .
Bir yıl sonra, en büyük düşman Selahaddin, batı ka
27
vim leri arasında büyük hayranbk uyandırdı. Savaşı insan
ca v© şövalyelere lâyık bir tarzda sürdürüyordu Selahad-
din. G erçi Haçlılar da pek aşağı kalm ıyordu ondan, bil
hassa Aslan Yürekli Richard. Akkâ kuşatmasında yapılan
mütarekede dost-düşman kardeşçesine kaynaşmış, birlikte
raks etmiş, şarkı söylemiş, oyunlar oynamıştı. Haçlıları yü
reklendirm ek için gelen A vrupalı yosm alar iltifatlarım bazı
M üslüman savaşçılardan da esirgememişlerdi (19). '
Bu iklimde nice hikâyeler doğacaktı ve doğdu da... Bel
li b ir dönem Eyyübi Sultam sevimsiz bir insan olarak ta
nıtıldı. (Uydurulan masallar şüphe yok ki levantenlerden
kaynaklanıyordu. Ülkenin hikâyesini bilen daha çok on-
lardı.) Öyle ki XIV. yüzyılda «Saladin» başlıklı uzun bir
şiir yazıldı. Masal Hıristiyanlaştırıldı. Yazara göre Sela-
haddin’in annesi Ponthieu’lu bir kontes olup Mısır sahille
rinde kazaya uğramıştı. Selahaddin de ölüm döşeğinde Hı
ristiyan olmuştu (*°).
A ynı yoldan Zengi ve Kılıç Aslan gibi M üslüman bü
yükleri de Hıristiyan asıllı olarak gösterilmeye çalışıldı.
Daha sonra Thomas Becket’in de Sarazen bir anadan doğ
duğu iddia edilecekti. Filhakika, AvrupalIlarla İslâm hü
kümdarları arasında evlenm eler oluyordu.
28
2. DAHA BARIŞÇI BİR GÖRÜŞÜN YAYILIŞ VE ÇÖKÜŞÜ
29
den 'birçoğuna, ideolojik düşmanla yapılacak çatışma aynı
dinin müminleri arasındaki mücadelelerden daha az önemli
görülm eğe başlar (Bugün Doğu A vrupa’da ve Ç in’de açıkça
gördüğüm üz gibi). Hele önceler! ikinci derecede önemli
Olan ideolojik bir unsur —millî şuur gibi— bu iç gerginlik
leri güçlendiriyorsa.
Kaba polem ik görüşlerden, m anici (manikeen) bir
«iblisleştirme»den yavaş yavaş daha ılımlı görüşlere ge
çilm eğe başlanır. Hiç değilse belli çevrelerde. Çünkü, so
kaktaki insan, hâlâ, Ortaçağda yayılmış bulunan eski im a
jın etkisi altındadır. Şüphe yok ki ideolojilerin göreceliği
gibi bir anlayışa varılmış değildi henüz. Yalnız böyle bir
anlayışa yükselenler birkaç kimiden iibaret. Meselâ İslâm
muhibbi ve arabizan im parator Hohenstaufen’li İkinci Fre-
derik (1194-1250) gibi. Bu zat, felsefe, mantık ve matematik
konularını M üslümanlarla ve arapça tartışırmış, Müslü
man yaşayışının etkisi altında imiş, İtalya’da bir arab ko
lonisi kurmuş. Bir de câmi yaptırmış t1) . A foroz edilen im
parator şaşırtıcı b ir haçlı seferi tertibetmiş. Sultan El Ma
lik el Kâmil ile müzakerelere girişmiş, Emir Fahreddin ibn
Şeyh ile dostmuş. 1229 anlaşmasıyla Sultan, Frank devle
tine çeşitli topraklar, bu arada Kudüs-ü şerifi, Bethleem’i,
Nazaret’i iade etmiş, e sk i Süleyman m âbedinin yerine kur
durulan câmide namaz kılınyorm uş h e p (2).
Papa Dokuzuncu Gregoİre, 1239’da İkinci Frederik’i
aforoz etmiş. Suçu: İslâmiyeti sevmek, üstelik dünyam n ü ç
şarlatan tarafından aldatıldığını da iddia etmek: Musa, İsa,
Muhammed. İmparator, suçlam anın yersiz olduğunu söy
lemiş. O labilir de. Yalnız kaynağı İslâm dünyası olan bu
temanın, o dönem Hıristiyanlık âleminde de yaygın oldu
30
ğu anlaşılıyor. Kaldı ki, T ou m ai’li bir papaz da, Ftederik-
ten önce aynı küfürle suçlanmış (3) .
Defalarca, Müslümanlar Hıristiyanlara örnek olarak
gösterilmiş. Belki bir moralist kurnazlığı, belki de Ortaça
ğın Kilise aleyhdarlığm ı belirten bir nükte. Ama, ne olur
sa olsun, artık Müslümanlar da öteki insanlar gibi insan
sayılmaktadır. Yanlış bir yolda da olsa, onlar da Tannya
tapmaktadır.
İkindi Frederik’in yaşadığı dönem de bu davranışın en
tanınmış temsilcisi, saz şâiri, Eschenbachlı W olfram
(1170-1220) dir. W illehalm adlı eserinde, O range’ın zabtı ile
ilgili b ir Fransız Chanson de Geste’ini ele alır. Arablar da,
Franklar da, şövalye faziletleriyle donanmışlardır. Şâir, her
iki cemaatı da anlam ağa çalışır. Hıristiyan olan Arabel
iki tarafı da tesamuha çağınr. Eschenbachlı W olfram bu
daveti yorum larken şöyle der: «Hıristiyanlığın adını bile
işitmemiş kimseleri davar gibi boğazlam ak insafa sığar mı?
31
Bence büyük bir günahtır bu. Yetmiş iki dil konuşan in
sanların hepsi de A llahın kullan*... W olfram , Parzival’in-
de, m odeli olan Troyes’li Chrâtien'in eserini baştan başa
değiştirir. ParzivaTin babası Gahmuret, D oğuya seyahat
eder. A m a h iç de haçlı ordu lan içinde değildir. Müslüman-
la n n başı Baruc (M übarek) un hizmetine girer. Baruc uğ
runa hayatım feda eder. Cenaze m asraflannı Baruc öder.
V e Bağdat'ta defnedilir. A rablar ona saygı gösterir ve ma
temini tutarlar. W olfram hangi Doğu kaynaklanna dayan
mıştır? Bilemeyiz. Yalnız seyyare isimlerini arabça imla-
lan yla yazar. Bir Hıristiyan efsanesi olan Graal’da da Is
lâm dünyasından gelen nice unsurlara rastlıyoruz. W olf-
ram, dini bütün bir Hıristiyandır. A m a Müslümanlara
karşı hiçbir kini yoktur. Ne yapsınlar Isa’nın mesajından
habersizdirler.
Bu gelişmeyi hızlandıran iki hâdise v a r :
1. — M oğol tehlikesi ve İslâmın ötesinde putperest bir
dünya olduğunun keşfedilmesi.
32
2. — Hıristiyanlık dünyası içinde ideolojik bölünmele
rin alıp yürümesi.
33
yük bir tarafsızlığa ve uzun dönem de daha büyük bir gö
receliğe götürecekti ister istemez. Ondördüncü asırda,
Dante, İbn Sina'yı, İbn Rüşd’ü ve Selahattin’i kadîm çağ
ların kahram anları ve bilgeleri ile beraber Arâfa yerleş
tirir. 1312’deki Viyana ruhaniler meclisi, Bacon’la Lulle’ün
dilleri ve bilhassa ara'bçayı öğrenm e tavsiyelerini tescil
eder.
Am a iş işten geçmiştir. 1291*de Akkâ düşmüş, Haçlı
lara bağlanan ümitlerin sonu gelmiştir. Artık Doğudaki
müşriklere karşı savaş Batıyı harekete geçiremiyordu. Bir
leşmiş Hıristiyan A vrupa’nın yayılm a tasarısı yerine millî
siyasî projeler geçmişti. Yalnız Ispanya’da hâlâ bir recon-
quista hayali yaşıyordu, ama o da aynı tip bir millî proje
ile kaynaşmaktaydı. Hıristiyan ülkelerinde Müslüman ve
Yahudi tab’aya karşı uygulanan tolerans, artık Ispanya’ya
özgü bir olaydı, egzotik bir olay. Çok uzun zaman sürme
mesi gerdken b ir olay.
Latin Avrupa, bakışlarını kendi iç kavgalarına çevir
mişti. Kültür plam nda ilerliyor, ideolojik planda Islâmiyete
büyük bir önem vermiyordu. Umurunda değildi İslâmiyet.
İç ideolojik çatışmalar ağır basıyordu artık. John W ycliffe
(1320-1384) için mühim olan Kilisenin ılsahı idi. Hıristiyan
lık ana kaynaklarına kavuşsun, İslâmiyet kendiliğinden
yıkılır. Rumların, Yahudilerin ve Müslümanların kurtulu
şu, birçok batılı Hıristiyanmki kadar yakındır. Bu dü
şünce de, ‘ü ç sahtekâr’ hakkm daki nükteler gibi yaygın
laşır.
Entelektüel bakımdan, büyük İslâm yazarları, yavaş
yavaş özümlenir ve ortak kültüre katılır. Artık asırlarca
felsefede İbn Sina, İbn Rüşd, Ali Abbas, Râzi, tıpta İbn
Masawayh, vs.’nin eserleri istinsah edilecek, basılacak, yo
rum lanacak ve incelenecektir. 1400’lerde ölen G eoffrey
Chauser, örnek bir doktormuş. Usturlabla ilgili bir kitab
yazmış. Kitabın aslı arabçadan latinceye çevrilmiş. Yazarı
ise, M âşâ’allah. Chaucer, Canterbury’ye giderken bu zata
Tabard İnn’de rastlamış (1390’a doğru).
Arablar, Yunanlılarla beraber klâsik sayılıyorlardı.
34
A m a Rönesans, Yunanlıları onlara tercih edecektir. Arab-
çadan Yunancaya yapılan tercüm eler eski çağların, Orta
çağın gotik zihniyeti tarafından çarpıtılması olarak görüle
cektir. Yenilik, kaynaklara çıkmaktır. Arabizm, kötüleyici
bir mânâda kullanılacaktır. Barbar çağa karşı tepki göster
mek lâzımdı. Arablarla ilgisi olan herşey, küçük görülüyor
du. Petrarca (1304-1374) arap şâirlerinin üslûbundan n ef
ret edermiş, şüphesiz tanımadığı arap şairlerinin.
Am a yine de M üslüman Doğudan kültür aktarmaları
her zam ankinden daha çok yapılmaktaydı. Edebî aktarma
lar şüphesiz ki ticarî münasebetler sâyesinde artıyordu.
Ticarî münasebetler daha muntazam ve daha sıklaşmıştı.
Am a nazarî alanda, vaktiyle îslâm ideolojisine karşı bes
lenen, öğrenm ek ve tanımak çabalarının yerine, hiç değil
se bazı çevrelerde, kayıtsızlık geçiyordu.
3. YAKINLAŞAN BİR ARAD A Y A Ş A M A :
DÜŞMAN, İŞ ARKADAŞI OLUYOR
36
Osmanlı Türkleri büyük bir tehlike idiler Bfefı için.
Ne var ki, 15. asrın yeni iklimi içinde ideolojik bir teh
likeden çok, dünyevî ve kültürel tehlike olarak görünüyor
lardı. Hıristiyanlığı savunmak için yola çıkanlar bile çok
defa dinî bir gayretten fazla şövalyelik ideali için hareket
ediyorlardı. Şüphesiz ki, birçoklan hâlâ haçlı seferlerinin
rüyası içinde idiler. M üslüman topraklanm ele geçirm ek
istiyorlardı. Daha çok da son zamanlarda elden çıkan top
raklan; meselâ Balkanları. Öyle sanılıyordu ki, bu bölge
lerde Türkler aleyhine bir ayaklanm a olacaktır. Ne var
ki, şartlar H ıristiyanlan m üdafaaya geçm eye zorlar. Hü
kümdarlar, siyasî menfaatlerini feda etmek için Hıristi
yanlığın yayılması gibi bir emeli yeterli görmüyorlardı.
Kalabalıklar da eskiden olduğu gibi haçlı seferlerine koş
mak niyetinde değildiler. 1516’da VIII. Henri Venedik elçi
sine bunları söylüyordu. Artık gerçekçiler için Devlet-i A li
ye de başka devletler gibi bir devlet sayılıyordu. Fetihleri
sayesinde bir A vrupa devleti olmuştu. Uzun zam andır h iç
bir Müslüman devletin olmadığı kadar A vrupa’ya yakın
bir devlet. Demek ki, onunla siyasî m ünasebetlere giriş
mek zorunluydu. İttifak, tarafsızlık, savaş, dinî ideolojiye
bağlı olmaktan çıkıp siyasî faktörlere bağlı olacaktı. Din
kalplerin derinlerinde titizce korunuyordu ama, ciddî si
yasî faktörlere bağlı olacaktı. Din kalplerin derinlerinde
titizce korunuyordu ama, ciddî siyasî davranışlar sözkonu-
su olunca dinî hisleri (geçici olarak) paranteze alm ak da
pekâlâ caizdi.
A vrupa’da Osmanlı elçileri b oy göstermeye başladı.
Hem de uzun süre kalıyorlardı bu ülkede. Meselâ Vene
dik’te. Türklerle anlaşmalar yapıldı. Hayâlperest VIII. Şarl
bir haçlı seferi için üs olarak kullanmak emeliyle İtalya’yı
fethetmeyi düşünedursun, Papa 1490-1494 arasında, II. Be
yazıt’tan kardeşi ve rakibi Sultan Cem’i bırakm amak için
yıllık tahsisat alıyordu. Papa VI. Aleksandr Borgia 1493*de
Bom a’da gizli ruhaniler m eclisi toplantısında kardinallar,
piskoposlar ve Avrupah elçiler arasında padişahın elçisini
tantana ile karşılıyordu. Com m ynes’de (Kommin) bir or
37
taçağ Kafası için şaşırtıcı olan şu cüm leyi okuyoruz: «Pa
dişah... Venediklilere derhal elçi yolladı. Bu elçi Papa’nm
talebi üzerine Fransa hüküm dan aleyhine vaziyet almaz
larsa, onları perişan edeceğini ileri sürdü» 0) Filhakika, Pa
pa padişaha b ir mektup yollamıştı (mektup elimizdedir).
Bu mektupta VIII. Şarl’m taşanlarını haber veriyor, Vene
diklilerin VIII. Şarl’a karşı m üdahalede bulunm alannı sağ
layın diye tavsiyede bulunuyordu. Am a hiç olmazsa bir
zaman N em çe’ye veya herhangi bir Hıristiyan devletine
savaş açmamalı idi. Yoksa durum vahimleşirdi. Beyazıt da
buna karşılık papadan Nicolas Cibo’yu kardinalliğe yük
seltmesini ve daha önce Cem ı öldürtmesini isteyen bir ce
vap yolladı. Karşılığında da 200.000 düka altın verecekti.
Hıristiyanlığa da hiçbir zarar verm eyeceğini Kur’ân’a and
içerek söz veriyordu. Anlaşm aya uyulduğu sanılmaktadır.
İki yıl sonra, Milano, Ferrare, M antova ve Floransa Vene-
dik’e saldırsın diye Türklere para verm eyi kararlaştırıyor
lardı. Yine iki yıl sonra, Venedik ile Fransa, M ilano’ya sa
vaş açm aya hazırlanıyordu. Milano dükü Ludovic Le M ore’
la diğer İtalyan prensleri Beyazıt’a haber göndererek Mi
lano elden giderse haçlı seferleri başlayacaktır diyorlardı.
Bunun üzerine Beyazıt Venedik’e harp ilân etti (2) .
38
20-30 yıl sonra, Kanımı Süleym an N em çe’yi fethedip
Akdeniz'i bir Türk gölü haline getirirken, Birinci François
onunla bir ittifak akdediyor ve iki taraf Charles Quint’e
karşı (1535) askerî bir hareket yapm aya karar veriyordu.
39
A yn ca , hıristiyan mezhebini korum ak için de bir takım
ideolojik tedbirler alm ayı ihmal etmiyordu Birinci Fran-
çois. Ne var ki, 1588’de İngiltere Kraliçesi Elizabeth İspanya
hüküm darını putperestlerin başı olarak padişaha tanıtır.
Bu defa teklif edilen ittifak, ideolojik plandadır: sıkı bir
vahdaniyetçiliğin taraflan olanlar, bir sürü şüpheli mez
heplere ayrılan katolikliğe karşı, birleşecektir C3).
Bakire kraliçenin samimiyetsizliğini hesaba katsak da
olay anlamlıdır. 15. ve 16. asırdakilere benzeyen pazarlık
lar, haçlı devletleri zam anında da doğuda görülmüştü. Am a
o sırada söm ürge politikası deniliyordu buna. Aynı şey,
A vrupa’nın göbeğinde tekrarlanınca mahiyeti çok başka
oluyordu. İtalya’da az-çok h atın sayılır devletlerin hepsi
de zaman zam an düşm anlan aleyhinde Türklerle birleş
miş, hatta bununla da kalmayarak, zalim devletlerin tehdit
ettiği birçok topluluk, Türkler saldm rsa karşı koymayalım,
birçok Hıristiyan Balkan devletleri gibi hâkimiyetlerini k a
bullenelim, dem eye kadar götürmüşlerdi işi(4).
Demek ki, Türkler siyasî düzeyde A vrupa konserine ka
tılmış bulunuyorlardı. A m a bu, her bakımdan konserin
içinde sayılıyorlar demek değildi. Tabiî olarak, ideolojik
çelişki unsuru, dinî düşmanlık, silinmiyordu. Norman Da-
niel güzel anlatmış: Ortaçağda îslâm dini ile ilgili imajın
ana çizgileri değişmemişti henüz. Bu imaj hep düşmanca
idi. Geniş ölçüde küçüm seyen ve anlamaya çalışm ayan bu
imaj hep aynı kalıyordu. Bununla beraber, Hıristiyan ca
miası içindeki dinî kinler öylesine şiddetli idi ki, İslâm sa
nıldığı kadar kötü ve iğrenç olmayabilirdi. Ortaçağda İs
40
lâmiyet Hıristiyanlığın bir sapıtışı, 'bir çeşit şizm olarak
kabul edilmemiş m iydi? Dante, İslâmiyet’i böyle görm üyor
m uydu? Şizmler çoğaldıkça çoğalmıştı. O nlann da İslâmi
yet gibi siyasî bir uzantıları vardı. İslâmiyet’i de bütün bu
ideolojiler arasında bir yere oturtm ak lâzım geliyordu. En
zararlı şizmin İslâmlık olduğu söylenem ezdi herhalde (5).
Kültür düzeyine gelince, bazılarına göre Türkler o za
man m oda olan hayalî şecereler içine A vrupa kavimleri-
nin kardeşi olarak sokuşturulabilir. Mesela, neden Truva-
lılan n çocu ğu olmasmlardı, Fransızlar ve İtalyanlar gibi
onlar da kral Priam’ın veya cedlerinin torunu olabilirlerdi.
Başkalan olmaz diyordu. Böyle olursa, A nadolu’nun Türk-
lere bırakılması gerekmez m iydi? İtirazcılar başka bir tez
ileri sürüyorlardı. İskitlerin torunu olm alıydı Türkler. Böy-
lece Hıristiyanlarla aralarındaki düşmanlık da izaha kavu
şuyordu az çok (6) Demek (ki, kâfirlere karşı bir savaştan
çok barbarlara karşı b ir savunma sözkonusu. H erodotos’u
ve Ksenophon’u okumuş kimselerin çok hoşuna gidiyor
du bu.
İslâm denince Türk geliyordu akla. Türk kelimesi Müs
lüm an kelimesi ile eş anlam dadır artık. Avrupa İranlılan
da tanımaya başlamıştı. İraıılılann Osmanlı devletine kar
şı duyduğu siyasî ve dinî düşmanlık yüzünden karmaşık
birtakım siyasî pazarlıklar yapılıyordu. Uzaktan uzağa
Hint Müslümanları ve on lan n dillere destan hüküm dar
ları ile de ilişki kurulmuştu. Araplara gelince siyasî ba
kımdan hiç bir önemleri kalmamıştı. Doğu denince tasav
vur edilen tabloda ancak arada bir b o y gösterip kaybolu
yor, en az Joinville dönem inden beri olduğu gibi, yağm acı
41
göçebelerle bir tutuluyorlardı. Sarazen deyimi yavaş yavaş
kullanılmaz olmuştu.
Birtakım bilginler tarafından İskit asıllı yabaniler ola-
raik gösterilmekte ise de, Müslüman Türkler Avrupa'nın en
güçlü devletinin sahibi olm akta devam ediyorlardı. İstan
bul dillere destan güzellikleri ile onların elindeydi. Şimdi
ulaşım imkânları gelişmiş ve bu sayede o bedialar da daha
yakından tanınmağa başlanmıştı. BabIâli’nin debdebesi
Avrupalınm gözlerini kamaştırıyordu, Devlet-i  liye’nin
gücü dizlerinin bağını çözüyordu. Daha önce de altını çiz
mişlerdi ya... 14. Louis 1687’de elçilerinin bütün bir mahal
le üzerindeki imtiyazlarından vazgeçmesini, çünkü bu yüz
den o mahallenin bir serseri yatağı haline geldiğini söyle
mek küstahlığında bulunan papayı tehdit için, senin afo
rozun vız gelir gibilerden Roma’ya bir ordu göndermişti.
Oysa aym «Güneş Kral» İstanbul’daki elçilerinin zindana
atılmasını, tokatlanmasını, haraca bağlanm asını ve elçilik
memurlarının çeşitli hakaretlere uğramasını sineye çeki
yordu (7).
42
4. BÎR ARADA YAŞAYIŞTAN TARAFSIZLIĞA
43
Egzotizmin ilk izlerine henüz bu tek tük insanlarda rast
larız. A m a daha çok Doğu dünyası batılı gibi gijrinir. Hat
ta bu Doğu, Aristo (1474-1533)'da veya İl Tasso (1544-
1559)'da olduğu gibi büyülü bir kisveye bürünmüş de ol
sa... Parçalar ve konu gerçekten Doğu'dan alınmış. Kay
nak baştan başa Doğu tarihi olsa bile (M arlowe'un -1587 -
Tam burlaine’ni böyledir) durum değişmez. Okuyucu veya
seyirci bu masalımsı hikâyelere bayılır. Am a hiç kimse
onlarda M üslüman D oğu'nun tarihine ve yaşayışına dair
bilgiler aramaz.
Ne var ki, yolcuların ve diplom atların getirdiği sahih
bilgilerin baskısı da kendini yavaş yavaş hissettirir. Ma
hallî renk ister istemez dikkate alınmaya başlar. Uzun
zamandan beri İsa'nın veya Havarilerin resimlerini yapan
lar, Sanhedrin’leri veya Doğu hüküm darlarım sanklı ola
rak gösterirler. O tello’da M ağribli aslını ifşa eden o uğur
suz mendil kalm ıştır yalmz, bir çingenenin babasına ver
miş olduğu mendil. Bununla beraber 1670’de Moliere «Ki
barlık B u d a la sın ın gülünç töreninde sahiden Türkçe cüm
leler aktanr. 1872*de ise Racine «Bayazıt»m önsözünde,
Türklerin tarihi ile ilgili belgelerden faydalandığım ısrarla
belirtir. C om eille’le yandaşlan Racine'e çıkışırlar. Sahneye
çıkardığın kişilerden hiçbiri İstanbul'da yaşayan bir insan
gibi konuşm uyor derler. Hepsinin sırtındaki elbiseler Türk,
ama du ygu lan Fransız. Racine daha sonraki önsözlerde
cevap verm ek lüzum unu duyar: «Ben trajedimde Türklerin
yaşayışı ve ahlâkı hakkında bildiklerimizi ifade etmeye ça
lıştım.»
Egzotik konular ortaçağdan bu yana Batı edebiyatla-
n n d a aralıksız olarak karşımıza çıkar. Birçok yazarlar bu
edebî eserleri hiç değilse ayn n tılan n da m ahallî renklerle
zenginleştirmeye çalışır. Egzotizm 17. yüzyılda sanat ala
nında açıkça göze çarpar. 18. asırda ise her alana taşar.
Yine de Doğu medeniyetleri hakkında elde edilen sahih
bilgiler sanat ve edebiyata geçerken çarpıtılırlar. Çünkü
bam başka bir dünya görüşünün egem en olduğu bir b ü
tün içinde erimişlerdir. Bu dünya görüşü cihanşümul ol
44
duğunu sanır, hakikatte ise hiç de öyle değildir. Medeni
yetlerin göreceliği soyut bir kavramdır. Bu kavram 18.
asırda kesin olarak ifade edilir. Fakat bu soyut kavram dan
her türlü ırk-merkezcilikten sıyrılmış bütünlere geçm ek
ve egzotizmleri o bütünler içine yerleştirmek çok ağır ger
çekleşebilecektir. Bu sürecin bugün bile sona ermediği dü
şünülebilir. Bu süreç A vrupa medeniyetinin merkezindeki
ideolojiye yani Hıristiyanlığa atfedilen im tiyazın ortadan
kalkışı ile başlamıştır. Başlamıştır ama, aynı imtiyaz bu
kere de yeni ideolojilere, A vrupa’nın kültürüne, duyarlı
lığına ve selim zevkine aktarılmıştır. Artık Islâm’ın değer
leri ve fikirleri mutlak birer hata olarak dam galanmıyor.
Bunun için İslâm dünyasını objektif olarak incelemek ka
bildir. Uygulanan politika, yolcuların ve ticaretle uğraşan
ların tarafsız müşahedeleri bu sürecin yollan n ı açmıştır.
İlmin yeni akım lan da güçlendirm iştir süreci.
Tarih çalışm alan da, sosyal düzeyde polem ik am aç ta-
şısalar dahi, belli bir objektifliğe yönelmektedir. Kaldı ki,
böyle bir polem ik amaç, gittikçe etkisini kaybetmekte ve
ortadan kalkmaktadır. Parça parça hakikatler, ya polemik
terkipler hazırlam aya yanyordu, yahut hakikati çarpıtı
yordu. İlim artık hakikati hakikat olduğu için aramaktadır.
Olaylar hep şuurdışı terkipler içinde birbiriyle kaynaşır.
Fakat, peşin peşin, şuurlu bir ideolojik terkibe hizmet et
sinler diye araştm lıp, seçilip işlenmiş olm am alan da bü
yük bir aşamadır.
5. ORYANTALİZMİN DOĞUŞU
46
liyetine de hizmet ediyordu ama, başlangıçtan itibaren ibn
Sina'nın tıbbî ve felsefî eserlerini, nahiv, coğrafya, mate
matik kitaplarını da basıyordu. A ynı faaliyet 16. asn n son
larında ve 17. asrın başlarında Paris'te, Hollanda’da, A l
m anya'da —bilhassa İbni Sina tıbbının daha iyi öğrenil
mesi için— başlayacaktı.
16. asrın sonu ile 17. nin başlan, bütün alanlarda İlmî
bir teşkilâtın gelişmesine tanık olur. İdeolojik, siyasî ve
ya İktisadî birtakım tasan lan gerçekleştirmek uğruna kul
lanılan, beslenen, desteklenen uzmanlaşmış bir teşkilât.
Güçlü devletlerin him aye ettiği ve denetlediği İktisadî bü
yüme birçok alanlarda bilginin gelişmesini, lüzumlu hatta
vazgeçilmez kılıyordu. Yukardan gelen itişin eseriydi bu
nisbî örgütleniş, belli ölçüde bir uzmanlaşmayı gerektiri
yordu. Rönesansm ferdiyetçi ansiklopedizmine ters düşen
bir uzmanlaşma. Bu eğilimlere dayanarak bilginin elde
edilmesi ve yazılması için devletler kendiliğinden kurulan
bu teşkilât ağını k oıu yor ve finanse ediyordu. A yrıca İlmî
araştırmanın peşinden koşmanın sosyal bir görev olduğu
düşüncesi de yayılıyordu. Uzmanlaşma ve bir dereceye
kadar planlama sonucunda sayıları gittikçe artan araştırı
cılar işbirliği yapm ak zorunda kalıyorlardı. Bu temayül
yüzünden herkesin ufku daralıyor ve yükseliş emelleri sı
nırlanıyordu. Bununla beraber «bölgesel bir tarafsızlık» da
sağlıyordu bu eğilim. Uzmanlaşan bilgin kendini sınırlı
bir iş görmekle yükümlü sayıyordu. Am a bu işi bilinçli
olarak başarması lâzımdı. Terkip endişesinden kurtulmuş
olduğu için, yaptıklarının ideolojik, felsefî ve sosyal neti
celerini çıkarmasını başkalarına bırakabiliyordu. Niceleri
bir neticeye varm ak sabırsızlığı yüzünden, Rönesans’ın
ansiklopedik rüyalarını sürdürürken, gittikçe kesinleşen
bir zümreye, «ciddî âlimler» zümresinin dışında kalan, az
çok aydınlanmış fantezistler zümresine katıldılar. Yanla
rında filozoflar vardı yalnız. Çünkü beşerî ilimlerin prob-
lematiği henüz yeteri kadar ilerlememiş ve genel felsefe
nin alam dışına çıkamamıştı henüz. İdeolojik çoğulculuk
(plüralizm) ancak din savaşlan nihayete erdikten sonra
47
A vrupa'ya yerleşecekti. Bu savaş içinde iken hiçbir kesim
düşmanını nihaî olarak yenememişti. Onun için de çeşitli
ideolojilere mensup âlim ler işbirliği yapabiliyorlardı. Bu
da tarafsızlığı sağlayabiliyordu.
Bu genel faktörler oryantalizm alanında da etkili ol
muştur. Papalıkla birçok Hıristiyanlar kiliselerin birleş
mesinden yanaydılar. Doğu Hıristiyanlan ile anlaşmak is
tiyorlardı. Bunun için de on lan n dillerini ve kitaplannı ta
nımak lâzımdı. İngiltere, Fransa, Birleşmiş Provansler için
önemli olan daha çok Doğu ticareti ile D oğu’daki siyasî
emelleri idi. Artan ulaşım kolaylıktan sayesinde Marunî
âlim ler A vrupa'ya geliyordu. Nitekim Erpenius 1611'de
Conflans'da M üslüman bir Faslı tacirle karşılaşacaktır.
Katolik ve Protestanlar arasındaki tartışmalarda ön safta
gelen Kitab-ı Mukaddes yorum u da Doğu filolojilerin ince
lenmesine zemin hazırlar. «Arap dünyası» aleyhindeki tep
kiye rağmen, tabipler hep İbni Sina ile ilgilenirler. Türk
tehlikesi yüzünden Osmanlı İmparatorluğunu ve Islâmiyeti
daha yakından tanımak ihtiyacı duyulur. Osmanlı devleti,
inhitat dönemine girince daha büyük bir sükûnetle ele
alınıp incelenebilir. A vrupa’nın gücü de, kültürü de art
maktadır. Doğu saraylarında sayılan gittikçe artan A vru
palI seyyahlara karşı duyulan tecessüs artar. Bu seyyah
lar henüz sınırlı alanlarda, bilhassa askerlik sanatında pra
tik reçeteler getirmektedir.
Gittikçe sıklaşan bu ilişkiler, bu uğraşılar, bu şartlar,
günden güne güçlenen bir oryantalistler ağının doğuşunu
izah eder. İlk A rapça kürsüsü Paris’te College de France’da
1539’da kurulur, Guillaume Postel için. Gerçek bir röne-
sans adamı olan bu «yan ermiş» bilgin birtakım ders ki-
taplan yayımlar. Am a asıl hizmeti, yetiştirdiği öğrenciler
dir. Mesela, bir Joseph Scaliger oldukça önemli bir Doğu
kültürü ile donanmıştır. Kütüphanelerdeki yazma kollek-
siyonlan sayesinde âlimler ciddî bilgiler elde edebilirler.
Matbaa ve daha da çok A rapça harfler kullanan matbaa
sayesinde, bu konular üzerinde çalışanlar birbirlerinin
eserlerinden de kolayca yararlanabilir. Bir uzm anlar kafi
48
lesi vazgeçilm ez çalışm a araçlarını hazırlar; gramerler, lû-
gatlar ve ana metinler. Bunların başında HollandalI Erpe-
nius (Thomas van Erpe) (1584-1624) gelir. İlk Arapça gra
m eri ve sağlam filolojik yöntemlere dayanarak ilk ana m e
tinleri yayım layan odur. Sonra onun şakirdi Jacop Go-
lius (1596-1667). 1680’de Avusturya'da Lorrain’li Franz Me-
ninski büyük Türk lügatini yayımlar. Doğu bilimlerini in
celeyen kürsüler çoğalır. Paris, bu alanda tek şehir değil
dir. F. Ravlenghıen (Raphelengus) (1539-1597), 1593’ler-
den itibaren Leiden’de A rapça okutur. VIII. Urhain, 1627’de
Rom a’da bir propaganda koleji kurar, faal bir araştırma
merkezi. Edward Pocock 1638’de, O xford’da bir A rapça kür
süsü açar.
Uzmanlar, ilim uğruna ilim peşindedirler. Çalışma
araçlarını, malzemeleri, az-çok sınırlı İncelemeleri toplar
lar. Bazan bu eserlerde toplumda egem en olan ideolojinin
etkisiyle yerleşmiş genel görüşle çatışan unsurlar bulunsa
da bilginler işlerini sürdürürler. Am açları şuurlu olarak
yerleşmiş imajı düzeltmek veya egemen ideolojiyi yıkmak
değildir. Çok defa tutucudurlar. Am a 17. asnn sonlarıyla
18. asnn başlarındaki genel hava on lan da etkiler. Artık
Hıristiyanlığı göklere çıkarmak ve ne pahasına olursa ol
sun İslâmiyet’e çatmak gibi b ir zorunluluklan yoktur. Hı
ristiyan ideolojisine sadık olduklarına dair samimi veya
yalandan birtakım beyanlarda bulunm akla yetinebilirler,
bu da araştırmalarının muhtevasını bozmaz, tarafsızlık-
lan n a halel getirmez.
İdeolojik görecelik bilginlerden önce aydınlarla aydın
okuyucuları etkiler. A m a hava elverişlidir artık. Bilginler
rahat rahat çalışabilirler. Müslüman D oğu’ya, karşı kon
maz bir m erak duyanlar, gönüllerine göre iş görebilir.
Barthelmy d ’Herbelot (1625-1695) topladığı oldukça bol
malzemeye dayanarak Doğu Kütüphanesi adlı eserini ya
yımlar. İslâm Ansiklopedisinin ilk taslağı olan Doğu Kü
tüphanesi, d ’Herbelot’nun ölüm ünden sonra Galland tara
fından 1697’de yayımlanır. Antoine Galland (1646-1715)
17. asrın başlarında «Binbir Gece M asa lla rın ın tercüme-
49
ysini yayım layarak (1704-1717) doğuya karşı beslenen mera
kı bir tutku haline getirir (2). Artık Islâm dünyası D eccarin
at koşturduğu bir âlem olarak görülmez. Egzotik bir me
deniyetin vatanıdır Doğu, şairâne bir medeniyetin. O ma
sal ikliminde serâzât cinler yaşar. A vrupa’daki peri masal
larına bayılan Okuyucular için sihirli bir dünyadır Binbir
Gece (3).
50
0, AYDINLIKLAR ÇAĞI
52
tL Kaynağı müşrik Yunanlılarla Romalılardı medeniyetin.
A vrupa’ya Araplar tarafından getirilmişti.
Leibniz’in (1646-1716) kanaati da bu merkezdeydi. 1720
de «Hz. M uhammed bir yalancı değildir» (2) başlıklı bir
risale neşredildi. Yazan belli değildi. 1730’da Boulainvil-
lers'li Henri İslâm peygam berini yücelten «M uhammed’in
Hayatı» isimli kitabı yayımladı. Voltaire, İslâm medeniye
tinin hayranıydı. Çağın zihniyeti, üniversite dışındaki ya
zarları da etkileyecekti. Hukukçu ve Arabist George Sale
(1697-1736) bunlardan biridir. Bu zat 1734’de Kur’an’m İn
gilizce tercümesini yayımladı. Eserin başına da, daha
sonra birçok yazarların faydalanacağı, uzunca bir giri;
koydu. Öncülerden biri de Alm an âlimi Reiske (1716-1774).
Kendi kendini yetiştiren bu zat, A rab edebiyat ve tarihi
nin —zamanında benzeri olm ayan— parlak bir araştın-
cısıydı. Yorulm a nedir bilm eyen J. J. Reiske, hocaları
Schultens ve Michaelis tarafından çok hırpalandı çünkü
onlar A rapça ile ilgili incelemeleri «dinî filoloji» ve Kitab-ı
Mukaddes tefsirleri içinde tutmak istiyorlardı. O büyük
ilim adamı da İslâmm temelinde İlâhî bir yön olduğunu
anlamıştı. O xford’da hoca olan Simon Ockley (1Ş78-1720)
«Arapların Taıihi»ni yazarken (1708) Müslüman Doğuyu
Batı karşısında göklere çıkarıyordu (3) . (Eser, oryantalizm
araştırmalarının neticelerini geniş okuyucu kitlelerine ta
nıtmak için girişilen ilk teşebbüstü). Bu âlimler derin araş
tırmalarıyla ortaya yeni düşünceler getirmişlerdi. Voltaire
gibi yazarlar bu yeni düşüncelerin terkibini yaptılar. Ed-
ward G ibbon (1737-94) insanlığın kültür ve fikir tarihinde
İslâm dünyasına yüksek bir yer ayırdı. Bir gelenek kuru
luyordu yavaş yavaş. Hz. M uham m ed insaflı ve bilge bir
yönetici ve b ir kanun koyucu idi.
Gerçekten de XVIII. a sn n M üslüman Doğuya bakışı
54
da Doğuyu ziyaret eden Chardin ve T avem ier gibi seyyah
ların aktardığı haberleri zenginleştirdi.
M ary W ortley Montagu, İstanbul’un kadınlar dünya
sına girdi. Haremlerin esrar ve masaldan uzak bir tablo
sunu sundu çağdaşlarına (4). A vrupa’ya seyahat eden bir
takım Hıristiyan Doğulular ise başka telden çalıyordu. İs
tanbul’da bir saray saatçisinin oğlu olan genç J. J. Rous-
seau, Neuchatel civarında sahte bir papaza rastlar. Padi
şahın tabası olan bu sözde papaz b ir Rum m aceraperes
tidir şüphesiz. Uzun zam an M ısırda yaşayan Giovanni Pao-
lo Marana isminde Cenevizli bir m aceraperest’e büyük ün
sağlayan bir konu, Avrupa ahlâkı ve âdetleri hakkında
alaycı bilgiler veren Türk casusu teması olmuştur. A ynı
tema M ontesquieu’ye «İranlı M ektuplar»m ı yazarken de
ilham kaynağı olacaktır!5).
Şurasını da hatırlatalım ... A. Galland gibi yazarlar
Müslüman Doğunun egzotik ve büyüleyici görünüşünü sun
muşlardı A vrupa’ya. Bu rom antizm -öncesi eğilim hâlâ o
kadar güçlüydü ki yeni bir şaheserin doğuşuna yol açmış-
ti: W illiam Beckford’un «Vathek»i (1781). Beckford 1780’
lerde M adrid’de Mehmed adlı bir delikanlıya gönül ver
mişti. Güçlü bir estetizm temayülü Vathek’e canlılık kazan
dırır. Esoterizm asır sonunun ayırıcı vasfıdır. Bu dönem in
temsilcisi «büyük kipti» Cagliostro’dur. Cagliostro, Doğuda
uzun zam an seyahat etmiş olm akla övünürdü. W illiam
Jones’u Doğu edebiyatlarına çeken, Cagliostro’nunki kadar
hayalî bir estetizm olmuştur. O da Voltaire ve daha birçok
yazarlar gibi, meselâ A rapça şiirleri klasik Greko-Latin
vezinleriyle aktarmış, şekil ve m uhtevayı elinden geldiği
kadar Avrupa ölçülerine uydurm ağa çalışmıştır. Bununla
beraber ansiklopedistlerin temsil ettiği gerçekçi, pozitivist,
55
ve üniversalist temayül, canlılığım korum aktaydı henüz.
V olney (1757-1820) gibi yazarların düşüncesini biçim len,
diriyordu. V olney’in «Suriye’de ve M ısır’da Seyahat» (1787)
adlı eseri titiz tahlillerle dolu bir şaheserdir. Sosyal ve si
yasî konularda dikkate lâyık bir uzak görüşlülük içerir.
Yazar, şairaneyi bir yana iter, gerçeklerin müşahedesine
adar kendini. Volney doğu dillerini biliyordu. îlmı ham ule
sine diyecek yoktu. Fakat çalışmalarını zamanındaki me
seleler üzerinde yoğunlaştırdı. Mısır seferinin plânlanışın
da önemli bir rol oynayacaktı. Bu sefer, «Mısır’ın Tasviri»
(1809-1822) gibi muhteşem bir âbidenin hazırlanmasıyla
sonuçlanacaktı. Bugüne kadar bir benzerine rastlanmayan
coğrafî, arkeolojik, dem ografik, tıbbî, teknolojik ve (keli
me daha sonra doğacaktır) sosyolojik çalışmalar koleksi
yonu. Hepsi de ciddî ve isabetli. V olney Doğu tarihini çok
iyi tamyordu. Bununla beraber Doğu tarihini anlamak için
en emin yolun Çağdaş Doğudan başlamak olduğunu ileri
sürdü. Konuşulan A rapçayı daha iyi öğrenm eğe çalıştı.
Orta-çağ Arap nahivçilerini çok iyi tanıyan, bununla be
raber meramlarını zamanlarındaki A raplara anlatamayan
bilim adamlarını eleştirir.
Dikkatini günün meselelerine harcam ak ve olayların
gerçek mekanizmasını kavram ağa çalışmak, insanı saf fi
loloji araştırmalarına götürm ez pek. Bu hakikate bütün
XVIII. asır boyunca şahid oluyoruz. İtalya’da Assemani gi
bi M aruni’ler, Ispanya’da Casiri, yazm aların katalogunu
vücuda getirirler. 1700’de XIV. Louis, 1754’de Marie-Therese
tercüm an yetiştirmek için mektepler kurarlar. 1784*de W il-
liam Jones, Hindistan’da ilk ilmi Oryantalistler Derneği’ni
tesis eder: «Bengal Asya Cemiyeti.» Bengal’in Müslüman
bölgesinde hem İslâmiyetle, hem de klasik Hind dilleri ve
edebiyatlarıyla ilgilenen Britanyalılar bir araya gelir. 1800
50
de Doğu Hindistan Kumpanyası, amelî am açlarla Fort W il-
liam College’i açar KaLküta'da. Kolejin himayesi altında,
çok defa, yerli yazarlar tarafından îran ve Arab klâsikle
rinden nicesi çevrilir ve yayımlanır. A y n c a pratik bir am aç
güden el-kitaplan ve başka eserler hazırlanır. Hindistan’ın
dışında da umumi kanaat hâlâ şu merkezdedir: Doğuyu
tanımak vazgeçilm ez bir ihtiyaçtır. Ne var ki 1820‘lerde
Batıcı bir davranış ağır basm ağa başlar. Daha önceki te
mayül geçerliliğini kaybeder. 1835’de Lord M acaulay bütün
Hiiıd eğitim sistemini, İngilizleştirirC7).
57
7. ONDOKUZUNCU A SIR : EGZOTİZM,
EMPERYALİZM, UZMANLAŞMA
58
kü ona göre Araplar «A vrupa’nın hocaları» idiler. Ne var
ki egzotik dünyaları anlamak ve tanımak arzusu üniver-
salist ibir görüşten ayrılam ayacaktı uzun zaman. Klasik de
diyebileceğim iz bu görüş D oğu’da da başka ülkelerde de
her yerdeki ve her devirdeki insanı arar Goethe (G öte)’nin
Hazreti M uhammed için yazdığı şiirler bilhassa — 1774'de
ki «Mahomets Gezang»ı, Voltaire’in 1742'de yazdığı, «Mu
hammed» le kıyas edilem eyecek kadar şairanedir, ama ma
hallî renkten mahrumdur.
Kırk küsûr yıl sonra Goethe, 1819’da 12 mektupla (nâ
m e) «Batının Doğu Divanı»nı yazarken okuyucuyu ilk de
fa olarak doğuya hicret etmeye çağırır. Şair bu eserde Hı-
dır pınarından yeni bir gençlik içecektir. Alimâne notlan
ve Divanın sonundaki doğu bilgisiyle meş'bû düşünceler
bunun bir delili: Yine de Avrupalı olduğunu gizleyeme-
diği için okuyucularından özür diler. Bilir ki, Müslüman-
lara yabancı olduğu anlaşılacaktır. Şarkiyatçı Merks için,
Goethe’nin D oğu’su «mevcut olm ayan bir fantasm agori»dir.
Biraz aşın b ir hüküm. H. Lichtenberger: «evet diyecektir,
çünkü Goethe’nin am acı ne doğuyu anlamaktır ne batıyı,
onun tasvir etmek istediği insanın kendisidir. İnsan hem *
doğuda vardır hem de batıda. Goethe bunu sezişiyle kavra
mıştır» C1) .
Goethe 1819’larda aşılmış bir çağın zihnî davranışını de
vam ettiriyordu. Klasizm’e karşı tepki, A lm anya’da Fran
sız devrim inin başansızlığı veya zaferinden ve Alm an mil
liyetçiliğinin uyanışından doğan düşünce akımları içinde
görülmemiş bir ölçüye varmıştır. Friedrich Schlegel (Şle-
gel) 1800’den itibaren, gotik ile oryantalizm in klasik’e kar
şı el ele vermesini ister. «En üstün romantizmi doğuda ara
malıyız» der ve bakışlarını H ind’e çevirir. Başlayan yeni
dönemde, burjuva nesrinin aşılması, üniversel içinde klasik
bütünleşm e ile gerçekleşm iyor artık. Büyüye, zincirlerini
59
kıran öznele başvurmak, barbarın, bize benzemeyenin,
garibin cazibesinden yararlanm ak zorundayız (2).
Bu yöneliş, şüphe yok ki doğu incelem elerinin yeni bir
itibar kazanmasına yardım etmiştir. Gerçek bir doğu Rö-
nesansıC3) görünüm ü kazanan bu yoğun ilgi, romantizme
zengin bir malzeme sağlayacaktır. Ne var ki ilmi oriyan-
talizm Aydınlıklar Çağının (Aufklârung) uğraştığı alanla
ra kök salacaktır. A vrupa’da yakın doğunun dilleri ve m e
deniyetleri hakkında ciddî bir bilgi edinmek isteyenlerin
hepsi de bakışlarını Yaşayan Doğu Dilleri Mektebine çe
virir. Paris’teki mektep, 1795 martında şarkiyatçı Langles’in
çabalan sonunda Konvansiyon tarafından kurulmuştur.
Langles ilmi d eğ en çok şüpheli bir zattı. Doğu dillerinin
ilmin ve fenlerin gelişmesine büyük katkısı olacağını ileri
süren Langles, bu incelem elerin daha çok pratik faydası
üzerinde durur. îşin garip yönü şu: Hareketin büyük ön
cüsü Silvestre de Sacy olacaktır. Sacy geçm işin değerle
rine bağlı, lejitimist ve jansenist. Meselâ, lengüistik! so
yut ve üniversalist bir görüş açısından ele alır: Port-Royal
mektebinin «genel gram ercinde ifadesini bulan bir zihni
yet. Sacy bütün Avrupa oryantalizminin üstadı, Paris de
yakındoğu çalışm aları ile uğraşm ak isteyenlerin merkezi
olu r(4). Titiz ve kılı kırk yaran bir filoloğtu Sacy. Hüküm
lerinde son derece ihtiyatlıydı. Metinlerle kesinlikle ispat
edilem eyecek her hangi bir hükmü ilen sürmek istemez
di. Pozitivizm sahneye çıkmadan önce poziitvist idi. A vru
pa’nın uzmanlar dünyasını zorlu bir riyazete tabi tutacak
tı, kendisi Janseist olduğundan böyle b ir riyazete alışıktı.
60
Çalışma üslubu bugün de oryantalist dünyam n geniş öl
çüde benimsediği bir üslûptur. Zamanımızda bu davranış
tarzım eleştirenler o yaşarken de yok değildi. Bu davra
nışın yol açtığı düşünce darlığı (düşünce darlığı o davra
nışın zorunlu bir neticesi değildi ya, nitekim en yetenekli
şakirtleri bu darlıktan 'kendilerini kurtarmışlardır) daha,
o zamandan V olney’i öfkelendiriyordu. Daha sonra da Re-
nan’ı kızdıracaktı. Alim âne riyazet ise, geçmişe ait mese
lelerle, yaşayan dünyanın meselelerini birbirinden ayırıyor
ve bu yüzden geçmiş pek iyi kavranamıyordu. Bu davranış
çok kere çevresinde egemen olan genel fikirlerin şuur dışı
eseriydi. İhtiyatsızca sentetik hükümlere varmak istemeyi
şi yüzünden kısır bir bilinem ezciliğe (agnostisizm) düşebi
lir yahut açıkça ifade edilmeyen ideolojileri eleştirmeksizin
destekleyebilir, hatta çok kere onlan heybetli bilgisinin bü
yük itibarı sayesinde güvenilmeye layık saydırabilirdi. Bü
tün bunlar m adalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise, İlmî
gelişme için vazgeçilm ez istisnaî meziyet ve üstünlükler
var. Parlak ve aceleci sentezlere karşı güvensizlik (bazan
geçerli ve mühim teoriler için haksız yere de olsa) sağlam
bir temel üzerinde yeni binalar inşa etmenin vazgeçilm ez
şartıydı.
Zorunlu bir şart daha v a r d ı: teoloji ile münasebet
leri kesmek. Fransa ve İngiltere’de 18. asrın manevî iklimi
bu bağları koparmış bulunuyordu. Tercümanlar yetiştir
mek gibi amelî bir endişe yüzünden Paris ve V iyana’da
teolojik zincirlerden kurtulmuş bir eğitim doğmuştu. Böyle
bir eğitimin eseri olan ve Fransız ihtilâlinin heyecanı için
de kurulan Paris Doğu Dilleri Okulu —başında çok sofu
Silvestre de Sacy— hem bilgin hem de laik oryantalist bir
müessesenin örneğini sunuyordu. Alm anca konuşan ülke
lerde üniversiteler hâlâ din adam lanm n elindeydi ve laik
oryantalizm ister istemez amatörler tarafından temsil edi
lecekti. Bunların ilk safında da o çok velût Josef Von Ham-
mer-Purgstall (1774-1856)’ı görüyoruz. V iyana’nm Doğu
Akadem isinden ve tercümanlıktan yetişen Hammer m filo
lojik hazırlığı yoktu. A m a doğu üzerindeki bilgilerin onunla
61
kıyaslanacak hiçbir yayıcısı gösterilemez.,. A vrupa’nın
ilk uzmanlaşmış oryantalist dergisini, «Fundulen des Ori-
ents» (1309-1818), o kurmuştu. A vrupa’nın bütün oryanta
listleri ile doğulu aydınlar bu dergide çalışacaktır. Dergi
hem m azi ile uğraşacaktır hem hâl ile.
Bu tarafsızlık, uzmanın çıkarsız çalışması, derinleme
sine ilmi araştırmaları teşkilâtlandırmak isteyen bir dev
rin temayüllerine uygundur. Kapitalizmin görülmemiş bir
sanayi hamlesine giriştiği bir toplum için pek tabii idi bu.
Silvestre de Sacy’nin A vrupa’yı kucaklayan eğitimi bunun
sonucu değil m i? A y n ca uzmanlaşmış müesseselerin man
tar gibi fışkırması da başka bir delil. 1821’de Paris Asya
Derneği. 1822’de bu dem ek kendine özgü bir gazete çı
karır*. «Journal Asiatique». 1834’de «Journal o f the Royal
Asiatic Society o f Great Britain and Ireland» çıkmaya
başlar. Dernek 1823’de kurulmuştur. 1832’de Hint’te W illiam
Jones ve arkadaşlarının «Asiatic Researches»i yerini, mun
tazam aralıklarla çıkan bir yaym a bırakır.* «Journal of the
Asiatic Society o f Bengal». 1841’de derneğin Bombay kolu
kendi dergisini çıkaracaktır. 1842’de kurulan «American
Oriental Society»de bir dergi yayınlar. 1847’de Leipzig’de
iki yıl önce kurulan Alman Doğu D em eği «Zeitschrift der
Deutschen M orgenlândischen Gesellschaft»ı çıkarır. Rus
ya’nın Avrupalılaşm ası 18. asn n ikinci yansından itibaren
orada da doğuya yönelmiş birtakım çalışmalar yapılmasına
sebep olmuştur. 1804’den bu yana K haıkov’da ve bilhassa
Kazan’m Müslüman bölgelerinde, Doğu İslâm dilleri, üni
versite eğitiminde yer alır, Rus devletinin dahilî İslâm si
yasetinin ihtiyaçlan yüzünden Kazan şehri büyük bir ge
lişme kaydeder.
İşte oryantalizmin doğuşu. Oryantalist kelimesi İngil
tere’de 1779’da, Fransa’da 1799’da doğmuştur. Oryantalizm
ise Fransız Akadem isi sözlüğüne 1838’de alınmıştır. Do
ğuyu inceleme konusu yapan özel bir disiplin fikri geliş
mektedir... Doğunun bir bölgesine, bir kavmine, bir ülke
sine baştanbaşa hasredilen dergi veya dem ekler kurula-
62
m ıyor henüz. Çünkü, kendilerini bu işe adayacak uzm an
lar yeterli sayıda değil. Böyle olunca uzmanlar çok defa
birçok konularla uğraşırlar. Elbette ki bütün bu alanlarda
aynı derinliği gösteremezler. Nasıl olsa oryantalist sayılı
yorsunuz. Oryantalizm mefhum u bir derinlemesine ihtisas
laşma belirtiyor ama bir kendi üzerine kapanış ve kopuş
da söz konusudur. 18. asrın sentetik eserlerinde Doğu, ba
tının yanıbaşında yer alıyordu. Üniversalist bir açıdan
az çok kesin olarak belirlenmiş iki bölge Doğu ve Batı. Am a
artık farkına varıldı ki önce orijinal metinlerin terkibine
dayanan bir eğitim görm eden yani mahallî diller iyiden
iyiye öğrenilmeden, Doğudan ciddî olarak söz edilemez.
Şimdi eldeki zengin malzeme ile yapılması gereken ön
çalışmalar daha da uçsuz bucaksız: metinlerin basılması
' ve tercümesi, İlmî olarak yazılacak gram er ve sözlükler,
vakayinam eler vücuda getirmek vs. Uzmanların felsefî
görüşleri olabilir ama, çalışırken bu görüşleri mümkün
olduğu kadar paranteze almalıdırlar, uzmanlıkları dışında
ki ilimlerin gelişmesini izleyecek vakitleri yok pek. Beşe
rî ilimler henüz çocukluk çağında, kesin bir m etodoloji
den mahrumlar. Bu olmadığı için de, elde ettikleri malze
me yığınını teorik temellere oturtan sentezler halinde ifade
edemezler. Bu işi çok genel felsefî doktrinlerle yapmak
mümkün değildir. Yapm aya kalkışanlar, olsa olsa, görüş
lerini açıklamayan bir ideoloji istikametinde çarpıtmış
olurlar. ‘
Oryantalist müesseselerin işlemeye başlaması nisbeten
çabuk oldu. 1829 ocağında «Les orientales» adlı eserine
(eser Sadi’den üç epigrafla başlar, arap ve acem şiirle
rinden örneklerle süslenmiştir) yazdığı önsözde Victor Hu-
go şöyle diyordu: «Doğu ile ilgili araştırmalar hiçbir za
m an bu kadar ileriye götürülmemiştir. XIV. Louis döne
minde herkes Helenist’di. Şimdi Oryantalist olduk hep. Hiç
b ir zaman bu kadar aydın Asya denen uçurum a bu kadar
eğilmemiştir bir arada. Bugün Çin’den Mısır’a kadar do
ğunun her dilini inceleyen birer âlimimiz var.» Bilginler
edebiyatçılara ve sanatçılara yol gösterir. Hugo’nun danış-
83
m an ian Em est Fouinet ile baron d ’Eckstein’dir; Goethe, da
nışmanları Friedrich von Diez ve daha birçoklan.
Edebî ve artistik oryantalizmi Müslüman şarka ait her
türlü olay teşvik eder. Bilhassa 19. asırda Avrupa politika-
4smın büyük problem lerinden biri plan «Şark Meselesi».
Romantik egzotizmin kalkış noktası şark meselesidir. Konu
Yunan savaşından itibaren büyük bir önem kazanır. By-
ron ’u kendine çeken Doğu (1824'de orada ölür) Oryantalist
resim için bir ilham kaynağı olur. Delacroix’nun «Sakız
adası katliamı» aynı yıl sergilenir. Romantiklerin Doğusu,
geniş yığınların hafızasında uzun zaman yaşayacak olan
im ajı ile baştanbaşa bu tabloda ve «Les Orientales»dedir.
Hugo eserinin ilk şiirlerini 1825’de yazmış; bir renk, bir
debdebe, barbarca bir vahşet cümbüşü, haremler, saray
lar, kesilen kelleler, çuval içinde denize atılan kadınlar,
filikalar, hilalli sancaklarla süslü kadırgalar, lacivert kub
belerin yuvarlaklığı, beyaz minareler, odalıklar, harem
ağalan, vezirler, hurm a ağaçlan altındaki çeşmeler. Bu
renkli tablolar keyfi yerinde batı burjuvalannın derin iç
güdülerini, bulanık şehvaniyetlerini, şuuraltı mazoşizm ve
sadizimlerini tatmin eder, hem de ucuzca. Heine'nin de
söylediği gibi, batılılar doğuya gittikleri zaman bile, ora
da bu imajı arayacak, gördüklerini insafsızca ayıklayacak,
yerleşmiş bulunan görüşe uym ayan ne varsa görmezlikten
gelecektir.
Avrupa hassasiyetinin renklendirdiği bu imaj, bu has
sasiyetin iç gelişmesi, aynı zamanda bir gerçeği de ifade
eder. 19. asırda Müslüman Doğu hâlâ bir düşmandır, ama
artık peşinen yenilmiş bir düşman. 1853’de Birinci Nicolas,
sir Hamilton Seym our’a Avrupa'nın baş belâsı olan «hasta
adam» dan, ölesiye hasta adamdan söz edecektir. Bu hasta
adam Osmanlı devletidir. Am a uzun zamandan beri A vru
pa'nın üstünlüğü su götürmez bir gerçektir. Türklerin
Balkanlardan çekilmesi 19. asırdan bu yana bilinen bir
olay. Yunanistan'ın bağımsızlığı ile bu çekiliş im parator
luğun merkez bölgesine vanr. Fransızlar 1830'da Cezayir'i
alırlar ve böylece sömürgeleşme başlar. 1839'da İngilizler
<64
Aden’e yerleşir. Uzaklardaki Hindistan’dan söz etmeyece
ğiz. M alezya’dan da öyle. Bugün Ingiltere’nin yönetimine
girmiştir Malezya. Endonezya da HollandalIların elindedir.
Doğu ayan beyan batının hâkimiyetine girmiştir. Er geç
Avrupalılaşacaktır. Zaafı yüzünden acınacak haldedir. Yır
tıcılığı bile kimseyi kızdırm ıyor artık. Baş eğen düşmana
savaşı sen kazandın demek kolay ve hoş b ir şey. Barbar
lık bir m izaç meselesidir deyip geçiliyor, bir tehlike olm a
dıktan sonra bol bol öğebilirsiniz.
Doğu ülkeleri, AvrupalIların göklere çıkarmak nezake-
teni esirgemedikleri bir mazinin yozlaşmış şahitleri. Am a
siyaset adamlarıyla iş adam ları bu yozlaşmayı bir kat da
ha arttırmak için ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Kal
kınmaları, çağdaşlaşmaları kimsenin um urunda değil. Za
ten cazibeleri egzotizmlerinden ileri geliyor, onu da kay
bederlerse ne değerleri kalacak. Şairin, sanatkârın, hü
kümlerini şekillendirdikleri kalabalığın, doğu kalkınmasını
düşündükçe keyfi kaçıyor, daha gerçekçi sebepler yüzün
den politikacılarla iktisatçılar da böyle bir ihtimalin müm
kün olduğunu düşündükçe telâşlanıyorlar. Doğulu orta
çağda azgın bir düşman olarak görülür ama batılı ile aynı
seviyededir. 18. yüzyıl ve Fransız ihtilâlinden doğan ide
oloji için herşeyden önce insandır doğulu. 19. asırda ise
bambaşka bir varlıktır. Doğulunun kaçınılmaz olan bu
bambaşkalığı nezaketen övülür de. Böylece «homo islami-
cus» mefhum u doğar. Bu m efhum bugün de yaşamaktadır.
Çeşitli medeniyetler vardır, herbiri belli bir bölgede
gelişir, düşüncesini herkes kabul eder. Bu medeniyetler,
milliyetçi talepler çağının etkisiyle A vrupa’da bile tama
men felsefî bir kisve altında nazariyeleştirilir. Herkesin
kendine göre değişmez bir özü vardır. Bilginler bu özü
araştırmak için m odem dönemleri incelemekten vazgeçe
rek klasik dönem ler içinde uzmanlaşmağa kalkarlar. Çün
kü onlara sorarsanız klasik dönem lerde en saf özellikleri
bulabiliriz. Bu yönelişi 19. asn n en çok uğraştığı iki be
şeri ilim de açıkça g ö rü y o ru z: Dinler tarihi, tarihî ve m u
kayeseli lengüistik. Dinler tarihi, burjuvazinin göreceli
65
(relativist) çoğulculuğu ile Hıristiyanlığın ideolojik teke
li arasındaki kavgadan doğmuştur, doğu dinlerinin tetki
kine büyük önem verir, bu dinler Hıristiyanlığın m a
zide veya halde birer alternatifidirler. Bir yandan dinler
tarihi, bir yandan da o dönem de —açıkça söylenmeyen—
teorik idealizm, her m edeniyetin özünün, ana çekirdeğinin
din alanında bulunduğunu, her şeyin dinle izah edilebi
leceğini düşünmeye alıştırır. Bu disiplin tarihî ve muka
yeseli lengüistiğe sıkı sıkıya bağlıdır. Mukayeseli lengüis
tiğin kurucusu ise Silvestre de Sacy’nin talebelerinden biri
olan Franz Bopp’tur. Bu ilmin keşifleri sen derece önem
lidir. Netice olarak dile büyük bir rol yükletilir. Dilin, ka
vim le aynı şey olduğu kabul edilir ve kavimler dillerinin
özelliklerine göre tanımlanır. Diller akraba olunca kavim-
lerin ruhu (volkgeister) arasında da akrabalık var d e
mektir. Kavimlerin ruhu onların en derin özüdür. Bundan
dolayı kavim lerin tarihî gelişmesinde karşımıza çıkan her
şeyi bu ruhla açıklayabiliriz. Biyolojik evrimcilik ve fizik
antropoloji ilminin doğuşu, dikkatleri ırkların tasnifi üze
rine çeker. Bu sınıflam a hemen büyük bir ilgiyle karşılanır.
Çünkü ilmi bir davranışa benzemektedir. Tabiat ilimlerini
andıran bu sınıflamada ırklar gayet kuvvetli etkinlikleri
olan birer özdürler. Gittikçe gelişen uzmanlaşma, tabiat
ilimlerinin kazançlarım lâyıkıyla değerlendirmeyi bir kat
daha güçleştirir. Başka alanlarda uzmanlaşanlar bu ilim
leri ancak en harcıâlem, en mekanist biçim leriyle benim
serler. Doğu medeniyetlerinin incelenmesi hemen baştan
başa filozoflara terk edilmiştir. Onların da kendilerine has
bir problem atiği yoktur. Bildikleri tek şey metin tenkididir.
Onun için kucağında yaşadıkları toplum lann genel yöne
lişine ayak uydurm ak zorundadırlar.
Evet, biriktirdikleri kesin verilere, sayısız belgelere
rağm en uzmanların bilgisi somuttan gittikçe uzaklaşmak
tadır. Bilgileri sağlam olm asına sağlamdır ama, bu bilgi
bugün ortada olm ayan bir kültürün bütünü üzerinde yo
ğunlaşmıştır. Mazide kalan bu kültüre hâlâ ezelî bir etki
atfediliyor. Bu bilgiyi yöneten, kucağında yaşadığı döne
66
min en harcıâlem telâkkileri: dinler tarihi, lengüistik ve
fizik antropoloji ile desteklenen telâkkiler. Bütün bu ilim ler
dinin, dilin ve ırkın etkinliklerini dikkate alan sınırsız bir
tahminlemedir. Bu toplum lann bugünkü gerçek problem
leri, uzm anların incelem eye tenezzül etmedikleri birer alan
dır, onlarla tüccarlar, seyyahlar, diplom atlar ve iktisatçılar
uğraşır. Oysa 18. a sn n teorik bilgisi, uygulayıcıların yaşa
nan dönem i anlamalarına yardım etmeye çalışırdı. 19. ve
20. asır başlanm n bilginlerinin ise bu alandaki nadir
müdahaleleri hiç de hayırlı olmamaktadır. Çünkü ilim
den çok peşin hükümlerle yapılmaktadır. Kendilerinden
fikir isteyen ve söylediklerini uygulam aya çalışan kimse
leri fahiş hatalara sürüklüyorlar. Herkes bilginlerin b ü
yük yeteneğine inanmıştır. Filhakika böyle bir yetenek
leri vardır. Am a sınırlı ve yönlendirilmiş. Buna m uka
bil kendilerini metinlerin terkibine adayan bu uzmanlar
1850lerden sonra pozitivist ve ilim ci akım lann etkisi al
tında kaldıklarından ideal olarak olayların tesbitinde ve
olaylardan çıkarılacak sonuçların belirtilişinde aşın bir ke
sinlik isterler. G erçi bu ideal her zaman gerçekleşmez.
Alimler, içinde bulunduklan toplumun düşüncelerine d a
yanarak doğu hakkm daki görüşlerini kurm ak ve ayârlamak
arzusuna kapılırlar. Şuuruna varm adan dayandıkları, top-
lum lanndaki genel düşüncelerdir.
İslâm dünyasını, şartlar uygun olduğu takdirde gelişe
bilecek bir toplum olarak ele alan, daha az şematik gö
rüşler, bilhassa siyasetle uğraşanlarda, teknisyenlerde, ik
tisatçılarda karşımıza çıkar. Mesela Muhammet Ali'nin
Mısır’ı, İngiltere aleyhtarı bir politikanın çerçevesi içinde
Fransızlan az çok heyecanlandırır. Evet, estetik egzotizm
den yana olanların büyük bir çoğunluğu, geçm işin özle
mine tutulur ve Avrupalılaşm adan tedirgin olurlar. Am a
birçoğu da doğu ülkelerine karşı büyük bir sevgi besle
diklerinden onların gelişmesini ister ve b u ülkelerde doğan
çağdaşlaşm a akım larına gönülden katılırlar. Burada da
çeşitli yönelişler söz konusudur. Kimi kendi vatanının hâ
kimiyeti altında bir kalkınmadan yansıdır (Lyautay, L.
67
Massignon, T. E. Lawrence), kim i yurduna karşı cephe alır
(W . S. Blunt). Bir temayülden başka bir temayüle geçil
diği de olur, bir insan öm rü içinde. Bu tercihler mazi veya
hal ile ilgili apolojetik görüşlere bağlıdır. Bir bakarsınız
Fransızlar nazari bir söm ürge aleyhtarlığını İngiliz düşma
nı bir vatanperverlikle k an ştın p M ehdi’nin Sudan’ını gök
lere çıkarırlar. Belli bir dönem de geçerli olan genel düşün
celer, görüşleri etkiler. İngiliz şairi W . S. Blunt (1840-1922),
A rap ve İslâm dünyasının, kısmen Ortaçağ yapılarına uy
durularak ihya edilebileceğini ileri sürer. Böylece, ilk Arap
ve Müslüman m illiyetçiliğinin nazariyesini yapanlara çok
önem li bir malzeme sunar.
19 uncu a sn n ortalanndan sonra, A vrupa’nın Doğu
hakkındaki görüşünü belirleyen olay em peryalizm ’dir. A v
rupa’nın İktisadî, teknik, askeri, siyasî, kültürel üstünlüğü,
gittikçe ezici bir mahiyet alır. Doğu ise azgelişmişliğini
sürdürmektedir. İran ve Osmanlı İmparatorluğu, bir gün
işe yarar ümidiyle, A vrupa’nın himayesi altına girmişlerdir.
Doğrudan doğruya söm ürge olan alanlar ise, Orta A sya’
da Ruslann, M ağrip’te ve Osmanlı İmparatorluğunda İn
giliz, Fransız ve İtalyanların eline geçm iştir —bilhassa Mı
sır ve Tunus’un işgal tarihi olan 1881’den itibaren— . Bu
durum, zaten m evcut olan Avrupa-m erkezciliği daha da
güçlendirir, ay n ca etrafını küçüm ser bir davranış içine
girmesini de kolaylaştırır. Oysa, 18 nci asırda şuuraltı olan
Avrupa-merkezcilik, o çağın üniversalist ideolojisi tarafın
dan yönlendiriliyordu: Avrupa dışındaki medeniyet ve ka-
vimleri saygıyla karşılıyor, on lan n tarihî gelişmesinde y a
hut o günkü yapılarında evrensel insanlığa ait özellikleri
ortaya çıkarıyordu. A vrupa kültürünün temelleri ile doğu
kültürünün temelleri aynı idi, özellikler varsa onlar da çok
sathî b ir düzeyde idi. 19 uncu asrın şuurlu ve nazarileşen
Avrupa-merkezciliği, 18 inci asnnkiyle taban tabana zıt
bir yanlışa düşer: doğu ile batı arasında giderilmesine im
kân olm ayan başkalıklar vardır. Evrensel özellikler ve sa-
ikleşmeler (m ovitasyonlar) gözardı edilir yahut küçümse
nir... O kadar ki müm kün olan tek üniversalite vardır.
68
Avrupa m odelini bütün yönleriyle benimsemek. Bu benim
seyiş zorunludur, denir, hemen arkasından da, zorunludur
ama A vrupa dışı kavimler için mümkün değildir, çünkü,
on lan AvrupalIlardan ayıran çok belirgin özellikleri var
dır. Öyle olunca da A vrupa modelini benimseme ihtimal
leri belirsiz bir geleceğe bırakılır, şimdilik, yozlaşmış eg
zotik kültürleriyle siyasî hâkimiyetimiz altında kalsınlar,
denir.
Doğulular da bu teşhisi haklı çık a n r gibidirler. Bazı
ları A vrupa m odelini en sudan yönleriyle benimser. Bazı
ları bu modele tamamen karşı çıkıp kültürlerinin en köhne
değerlerine takılıp kalır, bu kültür içten içe gelişmekte de
olsa on lan ilgilendirmez. A vrupa’nın hâkimiyetine karşı
yığm lan n şiddetli tepkisi, îslâm fanatizm inin belirtisi di
ye vasıflandırılır, eskileştirilir, ebedileştirilir ve küçüm se
nir. Bilginler uzm anca çalışm alarını klasik çağlar ve bu
çağlan n kültürüne en bağlı unsurlar üzerinde yoğunlaş-
tın r ve bu alanda derinleşir, eser üzerine eser yazarlar,
klasik çağın bütün etkinliklerini zamanımıza aktararak
çok kere bilerek veya bilm eyerek böyle bir görüşü ilimle
riyle desteklemiş olurlar (5).
69
İslâmiyet ise gerilem eğe ve durgunluğa mahkûm. İslâmi-
yete karşı saldın elden geldiği kadar sertleşiyor. Orta çağ
da ileri sürülen deliller tekrar ele almıyor, çağdaşlaştırma
gibi bahaneler de süslüyor bu delilleri. Böylece ikide bir
İslâmiyetin şeytandan esinlendiğini isbat eden birtakım
aynntılar sergileniyor. Örnek m i istiyorsunuz? İşte Fran
sız Katolikleri. Onlara göre terakkiye karşı bir cephe açıl
mıştır: bir yanda kilisenin temsil ettiği hakikat vardır,
öbür yanda M üslüm anlarla el ele vermiş Protestanlar,
İngilizler, Fran-masonlar, ve yahudiler, hepsi de şeytanın
askerleri. Bilhassa İslâmî tarikatlerC6) medeniyete karşı
barbarca bir kin besleyen tehlikeli birer teşkilât olarak
görülmektedir. Ne kadar garip ve ne kadar m anâlıdır ki
kilise aleyhtarlarının vardığı hüküm ler de kiliseninkiler-
den pek farklı değil. Oysa bunlar helenizmi; düşünce hür
riyetine dayanan medeniyeti, akla ve güzelliğe perestişi
göklere çıkaran birer Voltaire’cidirler. Vedalarda ifadesini
bulan Asya ruhunu benimserler. Bu ruh A vrupa üstünlü
ğünün kaynağıdır. Karşısında Sami ruh vardır: İnsaf nedir
bilm eyen bir katılık amili olan Sam i ruhun insanlığa ar
mağanı skolastik doğmatizm, kör bir taassup, tembel bir
kadercilik, plastik sanatlardan nefret. Yahudiliğin Hıristi
yanlığın ve İslâmiyetin nekadar kötü yanı varsa, hepsi de
bu kafanın eseridir (7).
70
zünde hâkimiyetine karşı koym aya kalkışan her kıpırdanış
bozguncu bir faaliyet, meş’um bir suikast. İdeolojilerin ta
rihinde sık sık rastladığımız değişmez b ir mekanizm aya
burada da rastlarız: A vrupa bütün bu faaliyetlerin tek el
den yönetildiğini vehmeder, bu karanlık em eller en ince
noktalarına kadar programlanmıştır. Haince, gaddarca,
makyavelce birtakım m etodlar kullanılmaktadır. Emperya
lizm aleyhinde her tepki, yüzde yüz mahallî sebeplerden
de olsa, panislamizme yükletilmektedirC8). Panislamizm ke
limesi bile bir tahakküm teşebbüsü, saldırgan bir ideoloji,
dünya ölçüsünde bir suikast belirtiyordu. Böyle bir görüş,
Avrupalı yığınların şuuruna, basın, halk edebiyatı veya
çocuk kitapları vasıtasıyla yerleşiyordu. Yerleşmekle kal
mıyor, bilginleri de etkiliyordu. Hele bu bilginler hükü
metlerinin söm ürge siyasetini yönetenlere öğütler verm eğe
kalkışıyorlarsa. Çağdaş incelemelerle ençok ilgilenen Hol
landalI Snouck Hurgronje (1857-1936) veya Alm an C. H.
Becker (1876-1933) gibi bilginler panislamizm hayaletinden
bir türlü kurtulamazlar. A zçok nüansla inceledikleri pan
islamizm geriye dönük bir tepkidir onlara g ö re (9). Sokak
taki adam ın kolayca inandığı bütün m asallara inanm azlar
şüphesiz. Am a yine de geniş ölçüde birbiriyle uyuşmayan
ve hem en hem en hiçbir teşkilâta bağlanm ayan eğilim lerde
bir uyuşma ve teşkilât görm ekten de vazgeçmezler. Bilgi
leri geniş olmasına geniştir, ne var ki b u bilgi yüzünden
mazideki teokratik düzene dönmek gibi bir tehlike oldu
ğunu ileri sürerler. Filhakika gerçek bir tehlike vardır bel
ki am a kaçınılmaz değildir. Dikkat edilecek başka güçler
de vardır. Desteklenmedikleri, yese düşürüldükleri için ge
rici akım larla el ele verm ek zorunda kalan güçler. Kısaca
bilginlerim iz orta çağdakini hatırlatan bir görüşe kapılı
71
yorlar. Sanki politik-ideolojik bir mücadele varmış ve çer
çeve hep eski çerçeve imiş gibi.
Bununla beraber uzm anların büyük bir çoğunluğu bu
problem lere hiçbir ilgi göstermiyor. Çevrelerinde geçerli
olan görüşleri benim siyorlar sadece. Ne var ki bu görüş
ler, gerek zihniyet gerek m etod bakımından çok az de
ğişmektedir. Şarka ait incelem elerde hâlâ filoloji ağır ba
sıyor. İlmin getirdiği malzeme çoğalmaktadır. İnceleme
yöntem leri gittikçe daha sıkı ve daha ciddî, milletlerarası
bilginler arasındaki münasebetler eskisine kıyasla, hem
daha sık, hem daha teşkilâtlı. İlki Paris’te toplanan (1873)
şarkiyatçılar kongrelerini hatırlayalım. Yine de toplum-
lann, kültürlerin, düşüncelerin tahlili ancak üç beş seç
kin aydının şahsî himmetiyle ilerleyebiliyor.
Beşeri ilim ler ağır ağır gelişmektedir. Ne var ki bu
gelişme çizdiğim iz tabloya büyük bir yenilik getirmiş de
ğildir. Sosyoloji, psikoloji, demografi, iktisat, Müslüman
doğu ile uğraşan mütehassısların çoğunca bilinmemekte
dir. Kendi alanları için bu ilimlerin herhangi bir faydası
olacağına inanmazlar. Gerçi ilk sosyologlar, İslâm dünya
sını da kendi tetkik alanlarından biri olarak görürler. Am a
ele aldıkları ya klasik İslâm dünyasıdır, yahut m od em
Müslüman dünyasındaki arkaik gelenek ve törenler. Ge
nel sosyoloji ile uğraşanlar bilgilerini İslâmiyatçılardan
edinmişlerdir. Pek iyi tanımadıkları bir sahada fazla iler
lememek gibi öğülecek bir ihtiyatkârlık gösterirler. Doğru
dan doğruya filolojik bir eğitim görmüş uzm anlar sosyo
logların ortaya attığı bazı düşüncelerin etkisi altında ka
labilirler. Am a hiçbiri uzmanlaşmış b ir sosyologun bilgi
sine sahip değildir. İslam kavim lerinin etnografyası yeni
pröblem atiklerin ençok etkisi altında kalan bir alandır.
Dikkate lâyık eserler yayınlanmıştır bu alanda: Edmond
Doutte (1867-1926) ve Edward W esterm arck (1862-1939). İs
lâm milletlerinin çağdaş gelişmesine gelince bu konunun
tetkiki küçümsenmiş, iktisatçılara, gazetecilere, diplom at
lara, askerlere ve am atörlere bırakılmıştır. Çok defa bu top
luluklarda arkaizm izleri bulm ağa çalışm akla yetinilmiş-
72
tir. Kaldı ki, sosyologların bu konuda ön bir filolojik ha
zırlıkları olm adığı için somut tetkiklere girişmek isteyince
Avrupa - Am erika toplum lannı araştırmaya bağlanıyorlar.
Ne kadar gariptir ki, Avrupa - Am erika toplumlarınm in
celenmesi zamanla «sosyoloji» kelimesinin somut mânâsı
haline gelecektir.
Sosyal yapılar ve sosyal gelişm elerle ilgili bir proble-
matik m evcut olm adığı için tarih ilmi, başka alanlarda ol
duğu gibi doğu alanında hâlâ tasvire dayanmaktadır. Oy
sa tarih, kaynakların tahlilinde gösterilen tenkitçi favrı ke
sinlikle tazelemiş bulunuyordu. Tarihe bu kesinliği getiren
ler Barthold G eorg Niebuhr ile Leopold von Ranke’dir. Gus-
tav Weil, A loys Sprenger, Reinhart Dozy, Michele Am ari
gibi oryantalist tarihçileri de aynı çizgide sayabiliriz. O lay
ları tesbit etmekte çok titiz, etkili olan tarihî faktörleri be
lirtirken şüphecidirler. Olayların akışını izah için dönem le
rindeki genel fikirlerin etkisi altındadırlar. Mesela (Haz-
reti M uham m edln tarihini tenkitçi bir görüşle yenileyen)
Sprenger’i H egel’in Zeitgeist anlayışı etkilemiştir. Alfred
von Kremer (1828-1889) şüphe yok ki İslâm tarihini bir
bütün olarak ele alan ilk uzmandır. Kitabını «hâkim düşün
celerin etkisi» doktrinine göre kurmuştur. Ancak bu hâkim
düşünceler sayesinde İslâm’ın dinî ve sosyal sistemini kav
rayabiliriz. Uzmanların çoğu, açıkça söylememiş de olsa
lar, dinî ve daha genel olarak fikri faktörün ağır bastığına
inanmışlardır. 1820-1850 arası Fransız tarihçileri ekolü,
tahlillerini sosyal gruplar arasındaki iç m ücadelenin dina
m iği üzerine kurmuştur. Fakat oryantalizm alanında bü
yük bir etkileri olmamıştır. Doğuda altı çizilen m ücade
leler «ırklar» ve dinler arasındaki m ücadeleler olmuştu da
ha çok. Mesela şiilik, aryen ve İran kafasının Sami olan
İslâm zihniyetine karşı bir tepkisi olarak açıklanmıştı
umumiyetle.
Bununla beraber devrindeki sosyal m ücadelelerin etkisi
altında kalan filolog Hubert Grimme (1864-1942) ilk defa
olarak Hazreti M uham m ed’in hayatında — çok sığ da olsa—
sosyal faktörlerin tesirini araştırır. Kitab-ı M ukaddesin
73
tenkidi ve kadim îsrail tarihi üzerine tezleriyle şöhret ka
zanmış olan ilâhiyatçı Julius W ellhausen (1844-1918) bir
birini kovalayan şiî akım larım ve İslâmın başlarındaki ha
nedan değişikliklerini bütün bir siyasî ve sosyal m ücade
leler dinam iği olarak gösterir. C. H. Becker de aynı yoldan
gider. Leone Caetani (1869-1935) İktisadî faktörleri sahne
ye çıkarm a işinde ondan daha da ileri gider. Böylece 20.
yüzyılın başlarında dönem in genel meselelerinin etkisi a l
tında, alışılmış eklektik pozitivizmi sarsma eğilimi başgös-
terir. J?maç, sosyal yapıda ve dinamikte genel bir prob-
lematik kurm ak değil, sadece çağdaş A vrupa dünyasında
ağır basan faktörleri doğu dünyası için de geçerli kılm ak
tır. Uzmanların çoğu, çok defa aşınya kaçan ve tenkide
açık olan bu çeşit teşebbüsleri şüphe ile karşıladılar. İh
tiyatlı bir bilinem ezcilik’ten (agnostisizm den) uzaklaşma
dılar.
74
8. AVRUPA - MERKEZCİLİK SARSILIYOR
75
etkisiyle oluşmuştu.» C1). Okuyucuya şöyle bir imaj sunu
yordu yazar: yüzde yüz başka, düşman, itici, birtakım pren
sipler çevresinde kümelenen bir dünya, Cehalet ve vahşete
dayanan prensipler. Dinin ve geleneğin frenleri de, pek
kalabalık olm ıyan aydinlar da, güçlükle engelleyebiliyor
bu kuvvetleri. Ne var ki dikkatle bakılacak olursa, yaza
rın tasvir ettiği âmiller, Batı tarihinde de etkindiler pekâ-
lâ: yabancı baskı veya müdahale ile savaş, yoksul tabaka
ların daha iyi bir hayata duydukları özlem, batı ideoloji
lerinin de m eçhulu değildir.
(1) Londra, Chapman and Hail, 1921, sh. 109. Fransızca ter
cümesi: Le Nouveau Monde de lTslam, Paris, 1923.
76
aşağı yukarı onlar gibi düşünür. Çağdaşlaşma bir ihtiyacın
cevabı değildir, uzmanlaşmadan doğan bir ihanettir. Ezo-
teristlerin görüşü de aşağı yukarı aynı çizgiye sokulabilir.
Onlar M üslüman doğuda da Budist doğuda olduğu gibi,
bilge b ir yaşama örneği, duyuüstü gerçeklerle bir temas,
ermişler kanalıyla aktarılan sırlar aramaktadırlar. Onlara
göre Îslâmî tarikatlar iblis tarafından ilham edilmiş ol
m ak şöyle dursun, atalardan kalm a teozofik geleneği ak.
taran birer hücredirler. Bir kısmı İslâmiyeti kabul ederek
İslâm toprağında hayata gözlerini yumar, Rene Guenon
gibi (1886-1951). A vrupa ile Am erika’da bu yeni zihniyet,
ezoterik bir İslama karşı duyulan bu efsanevî görüş saye
sinde birçok tarikat itibar kazanmıştır. Bunlar az veya çok
İslâmiyetten esinlenmekte, bu da birçok yanlış anlaşılma
lara yol açmaktadır; sünnı İslâmiyetten hatta bahaîlik gibi
bir mezhepten kaynaklananlar da vardır.
77
zamana kadar, kendi vatanlarında bile devrimci rolü ba
tılı seçkinler üstlenecektir (2).
Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslümanlar, komünist
Rus yöneticilerine göre, gerici peşin hüküm lerin etkisi al
tında kalmış kişilerdir. Onları anlamak için egzotizm te
mayülünün telkin ettiği rikkat duygularından sıyrılmak
gerek (3). Feodal ve burjuva unsurlar yerle bir edilsin bir
kere. Sosyalist iktidarın temelleri atılsın, bu yolda daha
ilerlemiş olan Rus ağabeylerinin himmeti sayesinde bu
peşin hüküm ler yavaş yavaş kaybolur. İslâmiyet de öteki
dinler gibi yok edilecek bir dindir. Gerçi dine karşı savaş
ta geçici dönemlerden, taktik yumuşamalardan söz edile
bilir.
M üslüman halkların millî bir kültürü vardır. Ve ge
çerli yönleriyle korunmalıdır. Geçerli yönleri demek sos
yalist bir içerikle canlandırılmış ve her türlü dinî referans-
dan arıtılmış demektir.
Çok geçm eden daha ılımlı bir görüş belirir. Am a vazıh
ve nazarî bir kisveye bürünem ez kolay kolay. Sovyet re
jiminin başlarından itibaren, tatar komünist Sultan Ga-
liev (1880-1940 dan sonra) îslâm dünyasını, sırf Müslüman
olduğu için, komünist ideolojiyi benim sem eğe ve yaym ağa
elverişli bir dünya olarak tasvir eder, (dolayısıyla İslâmi
yet savaşılacak ya da yok edilecek değildir). Galiev, za-
78
^arsız hale getirilire4). G aliev’in fikirleri ancak dışarıda
ve daha çok Endonezya'da ve A rap ülkelerindeki bazı k o
münistler tarafından tekrar ele alınacaktır. Hem de bu
düşünceleri ileri sürenlerin geniş b ir kısmı komünist dün
yanın hududu dışına çıkacak, ya marksizan birer milliyet
çi, ya da sadece sosyalizan olacaklardır (5).
Sömürgecilikten kurtulmanın karşı konulm az dalgası
sonunda batı toplumunun sınırlı fakat etkin bazı kesim
lerinde îslâm dünyası hakkındaki imaj değişmeye yüz tu
tacaktır. Toplumun üst tabakasındaki Müslümanların yü
rüttüğü bağım sızlık uğrunda savaş, yüzde yüz milliyetçi
yönleriyle, batının idare ve iş çevrelerinde sempati ile
karşılanıyor. Zira bu Müslümanlar serbest teşebbüsün di
namik ve akıncı özelliklerini elde etmek istiyorlardı. Bir
yönüyle üniversalist olan kapitalizm için M üslümanlar da
Avrupa ve Am erika’nın 19. asırdan beri izledikleri geliş
me yoluna pekâlâ sürüklenebilirlerdi. İngiliz bayan Freya
Stark, 1945’de «East is W est» (Doğu Batı’dır) başlıklı bir
kitap yazar ve eserini «kardeşlen genç efendilere» ithaf
eder. Kipling’in emperyalist ve egzotik davranışının yüzde
yüz zıddıdır bu. Tabiidir ki Stark mahallî özellikleri göz
den uzak tutmuyordu. Am a bu özellikler ikinci planda
kalıyordu. İslâmiyet de öteki dinlere benzeyen bir dindi.
O da müminlerine manevi yaşama gerekçeleri sunuyordu.
Bu gerekçeler onların İktisadî faaliyetlerine engel olm a
malıydı, bilâkis mülhit (ate) komünist ideolojinin saldm -
lan n a karşı bir set olarak kullanılmalıydı.
Solun söm ürgeciliğe karşı olan ideolojisi bam başka bir
doğrultu izliyordu. Liberal veya sosyalist köklerinden çı
79
kardığı üniversalizme dayanarak, mahallî özellikleri övü
yor, göklere çıkarıyordu. Onun için üçüncü dünya sömürü
len, ezilen, haşin ve bakir bir güçtü. Eski sefalet ve baskı
dünyasını kesin olarak devirecekti bu güç. Böyle olduğu
için de, bu topluluklara ait değerler hayranlık uyandıra
caktır. Bazı Avrupalı çevreler, içinde bocaladıkları buh
ranların, özel biçim altında, bu topluluklarda mevcut ol
duğunu sanıyorlarmış, varsın sansınlar. Bu alanda aşırı
ya kaçan bazı kimseler için İslâmiyet, mahiyeti itibariyle
«ilerici» bir güçtür. Hatta İslâmiyeti benimseyen batılılar
da görülmektedir.
Bu temayül solcu katolikler grubu içinde daha çok
dikkati çekmektedir. Bu grubun başında çok bilgin bir
Fransız uzmam olan Louis Massignon (1883-1962) var. Mis
tik bir tarih anlayışıyla m eşbu olan bu zat yoksullara
ve zavallılara bütün gönlüyle bağlıdır. İlhamını asırlık bir
Hıristiyan akımından alan bir bağlılık. Son yılların Hıris
tiyanlığı içinde açık olarak ifade edilm eyen bu temayül
M asignon’da en aşın ifadesini bulur. Tanrı tanımazlık âfe
ti karşısında batılı yığm lan n Hıristiyanlıktan kopmasına
sebep olan ananevi görüşlerin yeniden ele alınması kaçı
nılmaz bir zorunluluktur. Hıristiyan dininin kaynaklanna
dönm ek lâzım. Böyle olunca da öteki dinleri de düşmanca
değil dostça ele almalıyız. Evet, dünya kilisesi hakikatin
bütününe sahipti ama yoldan çıkanları hidayet yoluna
getirm ek için ruhanî olm ayan hiçbir baskı yapılmamalı
dır. Öteki dinler de muhtemel birer müttefik, tartışılabi
lecek birer muhatab, saygın değerleri olan iyi niyet sahibi
kimseler bütünü olarak kabul edilmelidir. Artık şeytanın
aldattığı düşman birer kuvvet değildir bu dinler. 1965’de
toplanan II. Vatikan’ın Ruhanî Meclisi İslâmiyetten şük
ranla söz eder. Çünkü Allah, kudreti İlâhiye, Hazreti İsa,
Hazreti Meryem, Peygam berler ve Havariler ile ilgili haki
80
katleri İslâmiyet yaymıştır. Ortaçağda bu hakikatlar İslâ-
m iyetin kendini kabul ettirmek için uydurduğu birer yalan
sayılırken, şimdi, İslâmiyetin geliştirdiği tek tanrıcılık me
sajı yanında, aldandığı noktalar önemsiz sayılıyordu.
Bu ideolojik yol ayırım ında Hıristiyanların Hazreti
Muham m ed ile ilgili bir hüküm vermeleri nazikleşiyordu.
Artık Hazreti Muhammed orta çağda olduğu gibi şeytanın
avladığı bir şarlatan olamazdı. Hıristiyan ideologların b ü
yük bir bölüm ü hükümlerini belirtmekte çekimser davra
nırken, İslâmiyet konusunda uzmanlaşmış bazı Katolikler
Hazreti M uham m edi dindar bir dâhi olarak vasıflandırır
lar. Bazıları daha da ileri gidiyor. Neden Hazreti M uhad-
med hakikî b ir peygam ber olm asın diyorlar. Öyle ya A qui-
n a s lı Saint Thomas da böyle b ir peygam ber türünden söz
etmemiş miydi (6). M assignon çizgisinde birtakım Hıristi-
yanlar da, İslâm lann dinî tecrübelerinin ortaya koyduğu
im an değeri karşısında kendi camialarının İslâmiyet konu
sunda izlediği tarihî haksızlıklar önünde ve İslâmiyetin son
zamanlarda bile nasıl küçüm sendiğini görerek İslâmiyeti
korumuşlardır-, bu tutumları birer sapıtış veya hezeyan sa
yılsa bile.
Söm ürgeciliğe karşı olan sol —ister Hıristiyan olsun,
isterse dinsiz— bir aşırılıktan başka bir aşırılığa düşerek,
çok kere, İslâmiyeti ve İslâm dünyasındaki çağdaş ideo
lojileri yüceltiyor. Mesela tarih düzeyinde, Norman Daniel,
Peygam berin ahlâkî davranışını eleştirenlerin hepsini, em
peryalist veya ortaçağ zihniyetinden kurtulmamış olm akla
suçluyor, İslâmiyeti ve İslâmiyete ait özellikleri beşer ta
rihinin alışılmış mekanizmalarıyla izaha yeltenenleri de.
Daniel’e göre, anlam ak am acından vazgeçilip, düpedüz sar
vunm aya dökülüyor iş. Kamu oyunun bu kesimi fazla coş
kun. Bu heyecam aşın bulan bazı yazarlar, aynı m üba
lağalı üslupla, İslâm dünyasının kendileriyle çatıştığı ve
ya çatışmakta olduğu diğer kavim veya dinî hizipleri yü
celtm eğe kalkıyorlar, başta A frika zencileri ve yahudiler.
Bu büyük bir uzlaştırma teşebbüsü, gelgelelim, Avru-
pa-Am erika kam u oyunun birçok kesimi «olmaz öyle şey*
81
diyorlar. Önce yukarda andığım ız kişilerde Hıristiyan en-
tegristleri var. Umumiyetle sağ temayüllü olan bu çevre
ler, orta çağ veya emperyalist anlayışlara bağlıdırlar... Hı
ristiyan ve A vrupa medeniyetini, Islâm barbarlığının ka
baran dalgalarına karşı korum ak kararındadırlar. Uzman
laşmış bilginlere gelince, on la n n da kimisi kayıtsız, kimisi
yukardaki temayüllerin herhangi birini benimsemiş du
rumda.
Sonunda beşerî ilimlerdeki problem atikler doğu ince
lemelerini de etkiler. Sayılan gittikçe artan uzmanlar, dik
katlerini ortaçağ Islâm dünyasına da teksif etseler, daha
yeni dönem lerin Islâm dünyasına da, problem leri sosyolo
jik açıdan ele almaktadırlar (7). Uzun zaman yüzüstü bı
rakılan ekonom ik tarih ve sosyal tarih, sayılan gittikçe ar
tan uzm anlar tarafından işlenmektedir artık (8).
82
araştırıcıların vardığı neticelerdir, bunlar tutarlı şu veya
bu olayı inceleyen tarihçiler, demograflar, iktisatçılar, sos
yologlardır.
A yrıca yerli uzm anlarla geniş bir işbirliği kurulmuş.
Uzun zaman başlıca engel, ortaçağ kafasından kurtulmuş
gerçek uzmanların az sayıda olmasıydı. Çalışma arkadaşı
denilen kişi, çok kere bir haber ileticisi idi, aktardığı bilgi
ler Avrupalı bilginler tarafından yeni baştan ele alınıp de
ğerlendirilmeliydi. Gerçekten uzmanlaşmış ekiplerin yetiş
mesini önleyen sosyal engeller, bir yandan İslâm Doğunun
söm ürge durumundan, bir yandan da sosyal ve kültürel
geleneklerden doğuyordu (9) . Bu güçlüklerin yalnız kısmen
üstesinden gelinmiştir. Bunların yerine yeni müşküller be
lirmiştir. A vrupa hâkimiyetinin izlerine ve artıklarına kar
şı girişilen şiddetli savaş dönem inde başka müşküller de
belirir; ideolojik tercihlerin keskinliğinden ortaya çıkmak
tadır bu müşküller. Böyle dönem ler ideolojik aşırılıklara
s-on derece elverişlidir. A vrupalı bilginler çok defa bu aşı
rılıktan pirelenirler, saiklerini anlamağa çalışmazlar, kendi
yargılarının ne gibi ideolojilerden esinlendiğini de unutur
lar. A m a ne olursa olsun gerçek bir engel vardır karşı
mızda. Sınırlı ve çok açık konularda, dinî veya milliyetçi
ideolojiler de söz konusu değilse, bu engel rahatça aşıla
bilire10).
83
Çok. bariz bir başka genel eğilim v a r : küçüm seyerek
«eski çağlar» adı verilen dönem lerle ilgilenm ek(n). Dinin,
arada bir de «soy»un özelliğini vurgulayan, her medeni
yetin «saf» bir modeli olduğunu ve hiçbir medeniyetin
ebedî olm adığını kabul eden bir «kültür» anlayışı, İs
lâm ortaçağının incelenmesine imtiyazlı bir yer ayrılması
n a yol açmıştı. İktisadî ve sosyal araştırmaların, sosyolojik
yönelişin etkisi, iktisatçılarla, dem ograflarla veya antropo
loglarla ilişkiler, daha yeni çağlara eğilmenin de eski dö
nemleri incelem ek kadar önemli olduğunu gösterdi. Kaldı
ki bu dönem ler için daha bol belgeler vardı. Osmanlı Dev
letinin, Safaviler İranının ve Büyük M oğollar devletinin
İslâm tarihinde birer doruk olduğu hatırlandı mesela (12).
Hatta Batı ile sıkı ilişkiler dönemi, m odern ideolojilerin do
ğuşu dönem i yeni yeni sorunlar atıyordu ortaya. Bunlar
az çok m odem dir diye ne ihmal edilebilirdi, ne de hor g ö
rülebilirdi.
Öteki beşerî ilim lerde olduğu gibi, meseleler bütün
cepheleriyle ele alınıp tartışılmalı, aydınlatılmalı idi artık.
Bunun için de bilgileri asil ve adi diye yapay bir biçim de
ayırmamak, çeşitli disiplinler arasında bir işbirliği sağla
mak lâzımdı.
Program larda ve istatistiklerde kullanılacak malzeme
yi m üm kün olduğu kadar kusursuz bir şekilde hazırla
mak ve sunmak çök yerinde bir temayül, kaldı ki, bu,
hiçbir zaman başka temayüllerin doğm asını da engelleme
miştir. Şimdi artık malzeme yığm ak kaygısının yerine,
84
problem lerin mantıkî tartışılması geçmiştir. Her iki tema
yülün de yararlı ve zararlı yönleri vardır. Fazla titiz bir
ihtiyatkârlık görüş ufuklarım kolayca daraltabilir. Artık
daha geniş görüş a çıla n söz konusudur am a bunlar da tu
tarsız gevezeliklere dönüşebilir. Bu yöneliş de, yapılacak-
neşriyatı baltalayabilir. Oysa temel eserlerin basılmasına,
taranmasına, saptanmasına ihtiyaç vardır. Zaten, m odem
teknikler sayesinde, belli bir ölçü içerisinde de olsa, bu mal
zeme daha çabuk elden geçirilebilir hale gelmiştir.
Biraz aşın gidilerek, oryantalizm in sonu geldi diyenler
olmuştur. Mesele yeni baştan ve bütün yönleri ile ele alın
malıdır. Doğuyu inceleyen, sınırlan T an n ya d a eşyanın
mahiyeti icabı çizilmiş bir çryantalist ilim yoktur. Sadece,
bir zam anlar Doğu olarak adlandırılan ülkelerde görülen
çok yönlü problem ler vardır, birçok ilim ler tarafından ay
dınlatılması gereken, çeşitli olaylan n ortaya çıkardığı prob
lemler. Söz konusu olan şu: filologların egemenliği sona
ermiştir. Aşağı yu kan bir asırdır şöyle bir yargı ağır b a
sıyordu : bir dil sın ın m n içerdiği bütün problem leri çö
zümlemek için filolojik bir form asyon kâfidir. Mantıkî ola
rak savunulam azdı böyle b ir yargı. Şöyle bir ihtiyaçtan
doğuyordu: belli bir alanın içinde doğan problem leri ciddî
olarak incelem ek için filolojik bir hazırlığa ihtiyaç vardır...
El altındaki malzeme çoğaldı, çalışma araçları gelişti, in
celeme m etodlan ilerledi. Bugün şüphesiz ki filoloji aşama
sını ortadan kaldıramasak da, filolojiye daha az zaman
ayırabiliriz. Beşerî ilimlerdeki ilerleme bir şeyi daha gös
terdi : karşımızdaki problem ler çok yönlüdür. O nlan sade
ce esaslı bir dil bilgisi ile, sağduyu ile ve çok genel felsefî
düşüncelerden esinlenerek çözümleyenleyiz. Doğu ile ilgili
incelemeler, bilhassa İslâmî incelemeler, bugün daha da
güçleşmiş ve genişlemiştir. Öteki bilgi dallan ile ilişki kur
mak, bir zam anlar lükstü am a şimdi kaçınılmaz b ir zorun
luluktur. Ufukta çok büyük üm idler belirmektedir. M ahi
yetleri de oldukça mütevazi.
85
II — AVRUPA’DA ARAP VE İSLAM ARAŞTIRMALARI
(Leiden’de verilen bir konferans, 16 Haziran 1976)
A vrupa’da A rab ve İslâm incelem eleri ile ilgili araş
tırmalar, ilk bakışta, çok çeşitli alanları kucaklıyor. Her
araştırıcı, giriştiği işin, meslekdaşınınkinden çok başka ol
duğu inancında. N e var ki bu araştırmaların tablosuna az
çok uzaktan bakılınca, ister istemez, şöyle bir intibaa va
rıyor insan: hepsinin de ortak bir tarihî temeli var. Araş
tırıcıların tümü, durumları ve yönelişleri bakım ından or
tak meselelere dokunuyor.
80
3. İnceleyen toplumun, incelenen toplum a karşı du
rumundaki değişiklik. Bu alanda da bütün Avrupa benzer
bir gelişme izlemiştir.
Kaldı ki bu ortak temel üzerinde kolayca millî özel
likler görülür: her ülkede sosyal ihtiyaçlar başka başkadır;
eğitim ve araştırma müesseseleri ve topyekûn ilmi zihni
yet milletten millete farklı gelişmeler gösterir; her ülkede
zihniyet ve duyarlılığın kendine göre eğilim leri vardır;
Müslüman Doğu karşısında, her ülkenin a y n bir durumu
olmuştur (siyasî veya ticarî ve sair münasebetler bakı
mından) .
Bana kalırsa, bütün bu özellikler, dünyaca geçerli ide
al bir ilmi m etodun m evcud olduğu gerçeğini çürütmez.
Çürütmez ama, b u bir idealdir. Bu m etodu keşfetmek ve
uygulam ak sosyal durumlara, kamu zihniyetinin eğilim le
rine, başka bir deyişle, yaygın ideolojilere bağlıdır. Â lim
ler de bu kanunun dışına çıkamaz. Bu şartlanmaların, hiç
değilse bugün için idrâk edilebileceklerin, şuuruna varm ak
yararlı olur.
90
lemek suretiyle genişletmek arzusu. Bu genel özlem pre-
romantizmin ve romantizmin çocuğudur. Başka bir de
yişle, A vrupa kafasındaki ve gönlündeki çok önem li bir
dönemecin. Herkes bilir ki bu romantik akım, özele, millî
hususiyetlerin araştırılmasına, mahallî renklere v s/y e yö
neliktir. Yunan-Rom a modelinin üniversel bir değeri ol
duğuna inanan onsekizinci asn n üniversalizmine karşı bir
tepki idi bu. Tabiatıyla, bu dönemeç, M üslüman Doğu hak
kında daha önceki etüd ve im ajlar temelini silmiş değildi.
M üslüman Doğu ile daha kolaylaşan, daha sıklaşan,
daha genişleyen amelî münasebetlerin de etkisini belirt
meliyiz. Artık Batı’nm askeri, ekonom ik ve siyasî bakım
dan üstünlüğü kabul edilmiştir.
O dönem de geleneksel oryantalizmin genel ilmî tutu
mu, diğer bütün iİim dallarında olduğu gibi, bana kalırsa
şöyle ifade edilebilir: metodolojik bir tevazu. Genellemelere
karşı bir güvensizlik sözkonusudur. Bir önceki dönemde
m oda olan ve hâlâ denem ecilerle filozoflar tarafından öne
rilen genellemelere hep çok erken gözü ile bakılmaktadır.
Sık sik tekrarlanan bir hüküm şu: terkibden önce tahlil
(çağın gözde darb-ı meseli: bir saatlik terkib için yıllarca
tahlile ihtiyaç var. Araştırmaların gelişmesi için çok ye
rinde, çok verimli, çok faydalı bir düşünceydi bu. Am a al
tında başka bir düşünce de vardı: daha müphem, daha su
götürür bir düşünce. Terkib tabiî olarak tahlilden doğar.
İnanılır ki geniş ölçüde kolektif b ir çalışmaya ihtiyaç var:
herkes bu çalışm aya katılmalıdır. Çünkü ferdler ancak
minnacık bir bölüm ünün üstesinden gelebilir bu işin. So
nuç olarak, genel eğilim, sıkı bir çileyi göze almak, ayrın
tılarda tam bir aydınlığa varmaktır. Şüphe yok ki böyle
bir duygunun ağır basışı ile İktisadî alanda Max W eber’in
Protestanlığa bağladığı burjuva ahlâkı arasında yakın bir
ilişki kurabiliriz.
Oryantalizm alanında bu görüşü ifade eden tipik bir
k a ç metin sunuyorum ...
1842’de Paris A sya Cemiyetine yıllık raporlarından bi
rini sunan Jules Mohl şöyle diyordu:
91
«Geçen a sn n sonlarına doğru, Doğu edebiyatının bek
lenmedik bir tarzda insan zekâsının alanını genişleteceği,
dinler, kanunlar, siyasî müesseseler ve edebiyatlar tarihi
nin şark edebiyatından hesab edilem iyecek faydalar sağ
layacağı anlaşılınca, herkes oryantalizme merak saldı. Ne'
var ki ilim, kendisinden yeni ifşalar ıbekliyenlerin isteği
kadar hızlı yürüyemezdi. Bu çalışmalara sağlam bir temel,
ancak metinlerin yayım lanm ası ve tercümeler sayesinde
kurulabilirdi. Am a bu iş ağır gidiyordu Hareketi takib
eden ve çabucak genel sonuçlar isteyen kimseler birtakım
parçalar elde edebiliyor, bunların önemini kestirmek de çok
güç, çünkü genişliklerini değerlendirem iyecekleri bir bütün
içinde yer a lıy orla r»!1).
Bu davranışa çok defa pozitivist adı veriliyor. Yepyeni
bir ideolojiyi sistemleştirerek ifade ettiği için yerinde sa
yılabilir ama bizce siantist (scientiste) dem ek daha uygun
olurdu. Fakat hem en altını çizelim, araştırma alanlarında
böyle bir davranış izleyen âlim lerden çoğu pozitivizmin
veya siantizmin beraberinde getirdiği metafizik ve felsefî
faraziyelere katılmazlar.
Başarılacak bu muazzam işin şuuru, yavaş yavaş ger
çekleşen bir program ilham ediyor. Âlim ler kendilerini uy
duruyor bu programa. Böylece geniş bir bilgi, hatırı sayılır
buutlarda bir korpüs (külliyat) ortaya çıkıyor.
Klasik oryantalizm in ağır bastığı bu dönem in ne gibi
kazançlar sağladığım bir bir aktaracak değiliz burada. Kı
saca şunlan hatırlatalım: elyazm alannın katologlan ya
pıldı, tenkidli basım lar hazırlandı, eserler çevrildi, notlar
düşüldü, şerhler yapıldı. Bu kaynaklara dayanılarak, birçok
çalışm a araçları hazırlandı: bibliyografyalar, repertuarlar,
sözlükler, gram erler vs... Bugün de geniş ölçüde bunlardan
faydalanıyoruz. Bugün de kalkış noktası olarak güvenle
kullanacağım ız sağlam temeller o devirde atıldı: vekayi-
92
nâm eler (vekayinâmeler yazılmadan, onları aşacak daha
mükemmel tarihler hazırlayanlayız, burasını çok defa unu
tuyoruz), tarihî coğrafya vs...
Yukarda belirtmeğe çalıştığımız b u tutumdan, söz ko
nusu külliyatın ortaya çıkması için gereken çalışmalardan
âlimler de etkilendi; onların hem meziyetlerini hem de ku
surlarını bu genel eğilimle izah edebiliriz. Bu meziyet ve
kusurları, dönem in bütün yayım larında görüyoruz.
Bence mühim olan, bir çıraklık aşamasından geçmek.
Uzun ve gü ç bir çıraklık... Bu çalışm aların gerektirdiği
çıraklık bilhassa dillerin öğrenilmesi, yazmanlarla uğraşma
alışkanlığı, a y n ca sabırlı çalışmalar. Alimlerin kendilerini
adamak zorunda olduğu bu çalışmalar, büyük bir zaman
yutar (normal bir insanın çalışabileceği bütün zamanı).
Genel disiplinlerle uğraşanlar bu işe nasıl karışabilir! Ge
çen yüzyıl boyunca, oryantalizm le yalnız filologların meş
gul olması bu şartlarla izah edilebilir.
Bununla beraber, her dönem de ve her ülkede olduğu
gibi bu dönem de de bir nazariye kurmak (teorîzasyon) öz
lemi var. Ne var ki, ayrıntıları kılı kırk yararak incelemek
kaygusu bu teorizasyonlan geniş ölçüde bastırdı. Zaman
zaman bu ihtiyaç çeşitli yollardan kolayca karşılanıyor.
Yazarların çoğu «umumî fikirler» ileri sürüyor. Bu
umumî fikirler kâh zamanlarının felsefesinden kaynakla
nıyor, kâh sosyal şuurdan, ya da kıyıda köşede kalmış dâ
hiyane sezişlerden. Böyle olunca da ister istemez eklek
tiz m i düşüyorlar, yahut da günün m odasına uygun her
hangi bir izah tarzına sapılıyor. Bir örnek verelim: Martin
Hartmann veya Leone Caetani gibi islâmcıların İslâmiye-
tin başlangıcı ile ilgili incelemelerinde müşahede ettiğimiz
v7 düzeysel ekonom izm (bu ekonomizmin ilham kaynağı ka
pitalist endüstriyel ekonominin aşın gelişmesidir, mark-
sizmin etkisi bu gelişmeye nisbet edilirse, çok sınırlı kal
mıştır) .
Uzmanlar, bir an önce um um î neticelere varmak is
tiyorlar. A m a form asyonlan sınırlı olduğundan, çok kere
çürük veya hayâl mahsulü birtakım terkipler sunuyorlar.
G3
Ayrıntılarla ilgili gözlem lere takılıyor, yakından incelemek
fırsatım buldukları faktörlere aşın önem veriyorlar.
En şuurlu ve en titiz ilim adamları, o devirde aşağı
yu kan kurulmuş bulunan birkaç beşerî ilme dayanmakta-
dır: tarihî ve mukayeseli lingüistik, dinler tarihi, fizikî
antropoloji... Üzülerek belirtelim, ilim adamları, bu disip
linlerin sunduğu sınırlı neticeleri geniş alanlara uygula
m ağa kalkışmakla büyük bir ihtiyatsızlık gösterdiler. Din
ler tarihi gelişmişti, çok önemli, çok verimli bir gelişme.
Şöyle bir tez ileri sürüldü bu gelişmeye dayanılarak: dü-
. şünceler — daha çok da dinî düşünceler— toplum lann top-
yekûn yaşayışını düzenler. Böyle bir yargıya varmak, ta
rihî idealizme kaym ak demekti. Nitekim dillerin jenealo-
jik tasnifine ve fizik antropolojinin neticelerine dayanıla
rak, ıritçı bir görüşe düşülecekti. Bu disiplinlerle uğraşan
bilginler oryantalistleri uyarm ağa çalıştılar ama boşuna...
Daha o zamandan, birçok antopolog, mesela kafatası ölçü
lerinin çok sınırlı bir değer taşıdığını, b u işaretlere dayana
rak yapılacak tasniflerin temelsiz olacağını söyleyip dur
du. Kendi alanlarında uzm an olan birçok bilginler tarihten
söz ederken dolikosefal kavimler, brakisefal kavimler ayı
rımı yapm ağa devam ettiler. Kaldı ki bu iş hâlâ sürmek
tedir. Hatta, lingüistler de bir dili konuşmakla belli bir
ırka mensup olm ak a y n şeylerdir diye ikazda bulundular.
A m a bunun büyük bir faydası olmadı. Yine de her kavim
kendine özgü, değişmez ve ezeli bir öz (essence) taşıyor-
muş gibi, kavim ler arî ve samî gibi kelimelerle etiketlen
dirildi.
Yazık ki, teorizasyon merakı bugün de kendini hisset
tirmektedir. Evet, kazanç çok büyük ama kusurlar da on
lar kadar önemli.
Avrupa-m erkezcilik aşikâr. Bugün Avrupa-merkezciliğe
veryansın ediliyor; «ne ahlâksızlık,» diye küplere biniyoruz.
Abes bir davranış bu. Ne var ki, Avrupa-m erkezciliği de,
onun zararlı etkilerini de tespit etmek zorundayız. Avrupa
toplumu ve m edeniyeti bütün dünyaca geçerli bir model
diye sunulmaktadır. A vrupa’nın her alanda m utlak üs
94
tünlüğü önceden kabul edilmiş (bu üstünlük belli bir
alan söz konusu olunca doğrudur da, mesela tekniklerde).
İş bu kadarla kalsa, bir diyecek y o k ama o medeniyet
ve toplum da geçerli olaîı unsurlar mekanik olarak bütün
ülkelere taşınıyor boyuna. Bunların bir kısmı dünyaca ge
çerli, ama hepsi değil. Bunun için de bu mekanik aktarış
lar umumiyetle zararlı olmuştur.
XVIII. asırdan kalma b ir klasik m edeniyetler kavramı
vardı. Klâsik m edeniyetler ötekilerden üstündü. İncelenme
ye lâyık olan la n yalnız bunlardı (bilhassa altın çağların
da). Klâsik medeniyetlere karşı duyulan bu hayranlığa ay
nı medeniyetlerle ilgili «essentialiste» bir görüş de eklen
mişti. Sanılıyordu ki hepsinin de değişmez b ir özü var. Bu
öz, genel olarak dinlerde aranıyordu. Böyleee, «essentialiste»
görüş, aynı zamanda, din-merkezci bir anlayış idi. Gene
Jules M ohl’u okuyalım:
«Dört büyük edebiyat var: Arab, İran, Hind, ve Çin
edebiyatları. Bunların çevresinde diğer Şark kavimlerinin
edebiyatları kümelenmiş. Onlar kendi başlanna birer me
deniyet odağı kuramamış. Düşüncelerini o büyük millet
lerin birinden veya bir çoğundan almışlar. Bu ikinci dere
cedeki edebiyatlarda insanlık tarihinde devir açan orijinal
eserler aram ak boş. Kalabalık bir bilgin topluluğu bu eser
lerle neden uğraşsın? Bununla beraber, bu edebiyatların
büsbütün gözden uzak tutulmaması arzuya şâyândır. İn
şallah, idarenin ihtiyaçları, ticarî münasebetler, bir misyo
nerin heyecanı veya bir edebiyatçının gayretiyle onlar da
yavaş yavaş gün ışığına çıkar. Ve sunabilecekleri hakikat
leri tarihçinin istifadesine arz eder. Çünkü bu milletler
den her birinin, kendi ölçüsünde önemli vekayinâmeleri
var...» (2).
Hülâsa edelim: o dönemin kusurları arasında şunları
sayabiliriz: XIX. a sn n ve X X . asır başlannın genel düşün
celeriyle yakın ilişki... «Avrupa modeli önce gelir ve üs
95
tündür» saplantısı, çok defa ırkçılığa kayan bir «essentia-
lisme», sık sık dinî bir görünüş arzeden bir idealizm.
O dönem oryantalistlerinin bir hatası da, emperyalist
uygulam alarla ve «exotiste) estetik görüşlerle münasebet
leridir. Elbette ki kısmî bir m ünasebet... Konuyu kısaca
ele alacağız (istendiği kadar uzatılabilir). Bu alanda da
ne suçlamak, ne mahkûm etmek, ne öfkelenm ek gibi bir
niyetim iz var. Mesele yalnız müşahede etmek ve bu mü
şahededen neticeler çıkarmaktır.
O dönemdeki çalışmaların çoğunda şöyle bir eksiklik
var: Geçerli, ilmî problematikleri yok. Ne var ki, bu nok
san, getirilen geniş bilgi yekûnunu küçüm semeyi gerektir
mez. Çok defa yapıldığı gibi, bu çalışmalara dudak büke-
meyiz. Evet... yerinde sualler sorulmadığı için bir çok nok
talar aydınlatılmamıştır. A m a yine de muazzam bir mal
zeme birikim var. Biz, o dönem araştırmacılarının bu mal
zemeye katmak istedikleri veya bu malzemede görem edik
leri nice hususlan, verdikleri bilgilere dayanarak çıkara
biliriz.
Büyük yanlış şuradan geliyordu: filolog herşeyi bilir
sanıyorduk. Çin dilinde uzmanlaşan, çin felsefesi, çin ast
ronomisi, çin tarımı üzerinde pekâlâ kalem oynatabilir di
yorduk. Arada bir bu işi kıvırabiliyordu da, ama arada bir,
yanlışlık ortada... Bu tarz çalışmaların göze çarpan özel
liği eklektizmdir. Bir nevi uzman dilentantizm’i. Uzman
lıkla diletantizm birbirine zıd kavram lar denecek. Am a bu
zıddiyet yalnız görünüştedir. Uzmanlıkta derinleştikçe, bel
li bir uzmanlık alanına bağlı olarak yetişen uzman, derin
leştiği alanın dışına çıkıp hüküm ler verm eğe kalkışınca
diletan kesilir.
£6
büyük ilerleyişlerin kaynağı olmalıydı. Yazık ki amelî
güçlük ortadan kalkmış değil: filolojik bilgilerle genel teo
rik ilimleri kaynaştırm a güçlüğü. Gerçekten de, bu ilimleri
kucaklam ak gittikçe zorlaşıyor. İnsanoğlu bir sınırla karşı
karşıya. Bu sın ın büsbütün aşabileceği ümit edilemez.
Bir başka fak tör de Avrupa-m erkezicilğin karşılaştığı
buhran. İlim arenasında, incelenen ülkelerin uzm anlan da
boy gösteriyor. Söm ürgelerin kurtuluşu ve antikolonyalist
ideolojinin etkisiyle, bilhassa genç nesiller, oryantalizmin
bütün kazançlanm Avrupa-m erkezcilik ve kolonyalist zih
niyet ile damgalı görm ek eğiliminde. Bu eğilimin kayna
ğındaki duygulara ne kadar sevgi ve anlayış beslersek bes
leyelim, şurasmı da unutm am am ız lâzım: bugüne kadar,
incelmiş ilmî m etodlan en geniş ölçüde uygulayan A vrupa
olmuştur. Bunun herhangi b ir ırk üstünlüğü ile münase
beti yok. Bu m etodlar incelenen Avrupa dışı medeniyet
lerde daha önce başlatılmış d a olabilir.
Bugün, önemli olan, kişinin veya toplumun kendine
bakışıdır kanaati, sık sık tekrarlanıyor. Çok defa sübjektif
ve ilimdışı bir yargı. Herkesin kendi cemiyeti ve kendi
kültürü hakkında son derece içten bir bilgi sahibi olması
şüphesiz ki çok faydalı. Kendi üzerim izde bir deneme ya
parsak bu gerçeği kesin olarak kavrarız. A m a şurasını da
gözden uzak tutmamalıyız: başkasının bakışı da çok önem
lidir. Yerel ideolojilerden uzaklaşmış olabilm ek son derece
büyük bir faktördür. Hele bugünkü şiddetli savaş aşama
larında siyasî hedefler öylesine kaçınılm az ki kavgada yer
alanların olaylara tarafsız bir gözle bakmaları düşünüle
mez.
Bence, A vrupa’nın kazanç hanesino kesin ve dünyaca
geçerli olarak kaydedebileceğim iz ilmî uygulam alar ara
sında şunlar var:
a) Kaynaklara, tenkitçi bir bakışla nğilmek.
Denilecek ki bu tenkitçi bakış öteki m edeniyetlerin bü
tün üstün araştırmacılarında da zaten vardı. Evet ama en
üstün derecede sistemleştiren A vrupa’dır iYu görüşü. Bu
sistemleştirme A vrupa dışı toplum üyelerinin hislerini
97
ayaklar altına alıyormuş. İyi am a bu tenkitçi yaklaşım A v
rupa’da ve A vrupa’nın kendi kaynaklarına karşı başlatıl
mış değil m iydi? İlim eski Roma tarihi ile ilgili gelenek
leri ve Kitab-ı Mukaddes metinlerini eleştirerek bu alan
daki silahlarını keskinleştirmiş ve m etodlannı geliştirmiştir.
Bugün, gerçekleri tarih açısından ele alan ve böylece
çeşitli kültürleri bütün olarak anlam aya çalışan yalnız A v
rupa’dır. Tarih merakı kötüye kullanılm ış olabilir. Am a
historisizmin büyük bir ilerleyiş ifade ettiği de şüphe g ö
türmez. Hâlin şartlan içinde m aziyi yeni baştan kurmak
ve fa ik lı kültür dünyalanna b ir başka dünyanın müesse-
selerini taşımak gibi hâlâ yaşayan b ir ideolojik temayül
var. Böyle bir temayülü ancak historisizm etkisiz bıraka
bilir. Çocukça bir idelojiden tabiî olarak doğan bu tema
yül, yapay bilhassa siyasî ideolojilerle boyuna tazelendiği
için, zararlı etkilerini geniş bölgelerde sürdürmektedir. Bu
ideolojilerin zararlı neticelerini önlemek için kaynaklara,
—bilhassa antropolojik ve etnolojik kaynaklara— çıkmak
ve bir tarihçi kafasıyla düşünm ek zorundayız.
Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda geçerli olan milli
yetçi ideolojiler norm al olarak tarih zihniyetiyle çatışan
temayüller geliştirmektedir.
b) Dinî nasslardan ilk defa olarak kurtulan da m o
d e m batı olmuştur. Hem de yalnız birkaç kişi, birkaç akım
değil, dindar üyeleri de dahil, âlimler topluluğunun bütü
nü, taJbiatüstünün tarihe ve toplumların işleyişine müda
halelerini hesaba katm ayan bir davranış içine girmiştir.
Yalnız Avrupa ilim, adamları, dinî, tarihî metinleri insan
topluluklarının dinam izm ini açıklayan ortak kanunlardan
başka hiçbir sebebe başvurm adan incelem ek cesaretini gös
termişlerdir.
c) XIX. asır Avrupası, dilbilim alanında da, Koper-
nikvari b ir devrim başarmıştır. Hint, Yunan, Arap ve da
ha önceleri A vrupa gram ercilerinin kendi dilleri ile ilgili
görüşleri çok İdesin ve isabetli idi şüphesiz. Ele aldıkları
dilin yapısı ika ilgili kanunları anlamış ve açıklamışlardı.
Noam Choımvky Port-Royal’in Dekartçı dilbilimine yeni bir
98
itibar kazandırdı. Bununla beraber, dilleri akış halindeki
sistemler olarak ele alan, daha önceki dilbilim çalışmaları
na hâkim değer ölçülerini bir yana iten XIX. asır Avrupası
olmuştur. Bu asırda Avrupa, mukaddes ve klasik dilleri
din dışlaştırmıştır. Dil olaylarının objektif olarak incelen
mesi, dilin gündelik ve konuşmaya giren lehçe ve ağızla- \
n n ın küçümsenmemesi gerektiğini göstermiştir. Açıkça
ispat etmiştir ki yazılan, okutulan ve işlenen diller konu
şulan dillerin bir üstyapısından ibaret.
Çok önemli ve devrim ci bir katkı bu. A rab Doğu tara
fından henüz bütünü ile anlaşılamadı. Bugün ağır basan
dilin yapısalcı incelenmesi, bu katkıya lâyık olduğu önemi
vermese de, hatta onu görm ezlikten de gelse, gerçek ilmi
lengüistiğin Ferdinand de Saussure’le başladığım da iddia
etse bu gerçeği unutm am ak zorundayız. Önce bu katkı de
ğerlendirilm eli ki dilcilerin getirdiği aydınlık, idrâk edile
bilsin.
Eski oryantalistlerin bu buhran karşısında tepkisi çok
kere gözü bağlı bir direniş ve kemikleşme olmuştur. Fi
lolojinin ağır baistığı disiplinlerle yetişmiş olduklarından,
yeni problem atikler önünde aşın bir güvensizlik göster
mişlerdi. Gerçi yeni problem atiklerin temsilcileri de gü
vensizlik telkin etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı
ya... Bilgileri de çok sağlam değildi, kendileri de pek ciddi
değildiler. Gerçeklere yeni bir bakış getirmek heyecam ile
eski davranışlan ve eski fetihleri küçüm süyor, bilmezlik
ten geliyor ve kötülüyorlardı. Eski dilciler elbette ki tep
kiyle karşılayacaktı bu davranışı. Ne var ki, onlar da ha
tasız değildiler. Yeni anlayışlann büyük katkısını ihmâl
ediyorlardı.
Eski tip oryantalistlerin yerli uzm anlara karşı göster
dikleri güvensizlik de çok aşın idi. Elbet, bunun da akla
uygun sebepleri vardı. İncelenen ülkelerin uzm anlan, pren
sip olarak, A vrupalı bilginlere karşı düşm anca bir tavır ta
kınmaktadırlar. Hepsi de söm ürgeci kafasıyla, ırkçılıkla
suçlanmaktadır, ama çalışm alannın büyük bir bölüm ü yi
ne de benimsenir. Yazık ki, çok kere küvetteki bebek de su
99
ile birlikte atılır. A m a hakikatte yapılan şu: AvrupalIların
çalışm alarından işlerine geleni alıyor ve yerli paçavralara
sararak menşeini gizlemeğe çabalıyorlar. Çok kere çağdışı
metodlardan kurtulamıyorlar, doğm atik ve antihistorik ide
olojilere mahpuslar. Sarıldıkları milliyetçi ideolojiler de iş
lerine yarıyor. Avrupa'nın çalışmalarında hoşlarına gitm e
yen tarafları kolayca reddediyorlar. Sistemlerini destekle
yecek ne bulurlarsa hoşlar safalar geldi. Sözcüleriymiş gibi
sahneye çıkan fikir maceracıları, milletlerarası topluluklar
daki söm ürge aleyhtan akım lardan faydalanm ak arzusu ile
Avrupa kam uoyunu kendilerine çekm ek için akıllarına gele
ni söyleyerek m üdafaa ettikleri davayı baltalıyorlar. Terö
rist diyeceğim iz bu davranışlar karşısında ciddi oryantalist
ler güvensizlik duym asın da ne yapsın? Am a bu yanlış bir
tepki. Yerli uzm anlar arasında ciddileri de var, politikaya
soyunmuş laf ebeleri de... Bunları birbiriyle karıştırma
mak; A vrupa’nın katkılarım eleştiren çok yerinde itiraz
larla uluorta hezeyanları ayırmak lâzım.
Eski tip oryantalistler, XIX. asırdaki çalışmalara kı
yasla, periferik ve marjinal sayılacak konularla uğraşan
uzmanlara da şüpheyle bakıyorlar. Ne yapalım ... Yeniler,
her zaman, kendilerinden öncekileri küçümsemiş. Şimdi de
bu küçümseyiş ilm in bugünkü temsilcilerine karşı göste
riliyor. Oysa bu disiplinler, zamanımızda, gerçek bir ilim
hüviyeti kazanmışlardır. Mesela sosyoloji... Gerçi birçok
la n bu alanda hâlâ hafiflik gösteriyor. Sosyologluğa özen
meyen yok gibi... gazeteciler, edebiyatçılar, radyo ve tele
vizyoncular... Herkes sosyolog. Eski tip oryantalistler, üs
telik tutucu da olduklanndan, bu müdahalelere müthiş
içerliyorlar, XIX. asırda gelişmemiş bulunan yeni ilimler
konusunda fazla şüpheciler.
Onun için de hem en hiçbiri eski araştırma alanlann-
dan dışa n çıkmaz: gelsin metinlerin tenkidli baskılan, gel
sin vekayinâmeler, »kılı 'kırk yaran filoloji... Canım efen
dim, derler bütün bu alanlarda yapılacak ne işler var!
Haksız d a değiller. Haksız olduklan taraf: bu yeni proble-
matikleri hiçe saymak.
100
3. BUGÜNKÜ DURUM
101
riştiği çalışmaları sürdürmekte, ayrıntılara ait birçok hu
susları tashih etmeye çalışmaktadır. Kimi, kaynaklara kö
rü körüne bağlanmakta, kimi, a şın bir eleştiriciliğe başvur
maktadır mekteplere göre.
— Arkeoloji, sanat tarihi, İslâm sanatlan estetiği çok
ilerledi. Kazı teknikleri ve elde edilen neticeleri tahlil tek
nikleri adamakıllı gelişti. Jean Sauvaiget’nin verimli çalış
madan, arkeoloji, mimarî, şehircilik ve daha geniş bir b i
çim de edebi olm ayan her türlü malzemeyi değerlendirerek
global bir tarih yazm aya yönelikti. Bu tutum devam edecek,
estetik olanın tarihi yazılırken, sübjektif izlenimlerin ye
rini, sözü edilen sağlam temeller alacaktır.
— Teknikler, töreler, zihniyetler, medeniyetler tarihi
eşit bir şekilde ilerlemektedir. Uzmanlaşmanın getirdiği ko
nular arasındaki bölünme, hâlâ çok büyük ölçüde kendini
hissettirmektedir. İslâm dünyasıyla ilgili kesin, geniş, ay-
n ntılı bilgiler başka bir kültür alanında (bilhassa etnoloji
ve antropoloji) elde edilen bilgilerle pek kaynaştınlam a-
ma’k tadır. Birçok alanlara yeni yeni el atılmaktadır (me
sela cinsî yaşayış kon u su ). Gustav von Grunebaum ’un tem
sil ettiği «kültüralizm»’de ise kültür, entellektüel ve artis
tik boyutlara indirgenen soyut b ir bütündür.
— İlimler tarihi. Yazık ki bu alanda da, hem doğu dil
lerini, hem filolojik metodları, hem de, astronomi, matema
tik, tıp vs. gibi ilim dallarını bilen uzman sayısı yetersiz.
— Müesseseler tarihi. J. Schacht’ın İslâm hukuku ile
ilgili çalışm alarını hatırlatalım.
— Dillerin incelenmesi. Dillerin incelenmesi de çeşitli
faktörler sayesinde oldukça ilerledi. Zamanımızda daha
mükemmel lügatler yapıldı. Lengüistik m etodlannda da
büyük gelişmeler var.
— Etnografya, folklor ve antropoloji. Bu alandaki ça
lışmalar da baştan başa yenilendi.. Söm ürge durumundaki
ülkelerde çok sayıda gözlem yapılabilmişdi. Ama artık bu
dönem geçmiştir. Yeni milliyetçi ideolojiler çok hassas,
bu da gözlem leri zorlaştırıyor. «Modernleşme» de, eski örf
102
ve âdetlerden kalanları siliyor, törpülüyor. Buna karşılık
metodlar gelişmektedir.
— Edebiyat tarihi. Lengüistteki (semioloji vs.) gelişme
ler sayesinde yenileşti. Yeni m etodlan savunanlar onlara
çok güveniyorlar ve eski tarihî metod çizgisinde kalanları
küçüm süyorlar. Yine de çalışm alar her iki yönde de devam
ediyor.
— Düşünceler tarihi. Düşünceler tarihi de edebiyat
tarihine bağlanabilir. Üzüntüyle belirtelim ki birçok ya
zarlar bu alanı teoloji tarihine hasrediyorlar. A m a yine de
metin tercümeleri ve yayını, çeşitli yazar, dönem ve eğilim
m onografileri şeklinde devam ediyor. Bunların hepsi de
son derece faydalı.
104 \
na bir örnek (1). Sadece olaylara dayanm ayan her incele
me, hiç olmazsa kelimenin yaygın anlamı ile, sosyolojik
sayılıyor. Yirm inci asn n ilk onyıllannda Durkheim’in «An-
nee Sociologique»i, her sene, mazide veya haldeki İslâm
dünyası ile ilgili bellibaşh eserlerin döküm ünü yaptı. Daha
sonra Louis Massignon, aynı başlık altında bu işi sürdürdü.
Ve College de France’daki derslerine «İslâm Dünyasında
sosyografi» adını verdi. Bu mânâda, yayım lanan eserlere
daha çok Sosyografik sıfatını vermek uygun olacaktır.
C.A.O. von Nieuwenhuijze, son zam anlarda bunların bir
terkibini yaptı (2) . Fakat doğrudan doğruya ve münhasıran
sosyolojik eserler son zamanlarda yayım lanm ağa başladı.
(Nieuwenhuijze,nin diğer eserleri gibi). Sadece davranış
ların tasviri ile yetinmeyen, İslâm dünyasında geçen olay
lardan toplum un genel teorileri düzeyinde neticeler çıkar
mak isteyen, yahut hiç değilse bu olayları bu türden gö
rüşler içine yerleştiren kitapları bu başlık altında toplaya
biliriz.
İslâm dünyasından alınmış bilgilere dayanan eserler
de bu züm reye sokulabilir.
Sonuç olarak şunlan söyleyebiliriz: birçok noktalarda,
birçok kesimlerde, birçok aydınlarda islam oloji’nin gelenek
sel infiradçıhğm dan kurtulm ağa çalışılmaktadır.
4. YEREL GÖRÜŞLER
105
azışma, üniversite yapılarının niteliğine göre değişir. Her
ülkedeki doğu araştırmalarının geçmişi, bugünkü durum
larını geniş ölçüde tâyin eder.
106
5. GELECEĞİN VE İLERLEMENİN YOLLARI
107
malı, onlardan esinlenmeli ama teslim olmamalı onlara.
Problematik olduklarım unutmamalı. Nedir problematik?
Birtakım sonuçlar, geçici birer inşa, bir dönem in deney ve
düşüncelerini tehlikeli bir genelleme payıyla meczetmeğe
kalkışan birer inşa. İncelenen toplum lann bilginleriyle de
beraber çalışmak, on la n da bu çalışmalara katmak şart.
Bunun, yukarda da ele aldığımız, zorluklarına rağmen.
Ayrıca, klasik olm ayan dönem ler (ki bunlara yanlış
olarak «inhitat» dönem leri diyoruz), olaylar-dışı tarih (örf
ler, zihniyetler vs.) gibi, klasik araştırm alann bir kenara
ittiği marjinal alanlar üzerinde de durmalı. Demek ki, ger
çekleri derlemekle yetinilmemelidir— böyle bir iş yapılır
ken istense de istenmese de, şuurlu olsun veya olmasın,
araştm cım n peşin hükümleri (şuurdışı veya şuuraltı) etki
yapar. Bu fikirleri telkin eden ya toplum dur yahut araştı-
n cın ın mazisi. Hiç değilse problemler, belirtilmeye çalışıl
malı ve bir çerçeve içine yerleştirilmelidir. Bence bu çer
çeve sosyolojik veya antropolojik davranış olmalıdır.
Üstelik, bugünkü verileri de sözü geçen araştırmalar
alanına katmak lâzımdır. Zamanımız da incelenmeli ve sor
guya çekilmeli; bu da, global b ir tarih, sosyoloji, antropo
l o ji anlayışı çerçevesi içinde yapılmalıdır. Böyle bir yakla
şım, araştırıcının belli bir ölçüde incelediği milletlerin ak
tüel sorunlarıyla, aktüel eğilim leriyle yani ideolojileriyle
kaynaşmasını gerektirir. Tabii bu kaynaşma körü körüne
olmamalıdır. Araştırm acı belli bir çevreye kök saldığım
unutmamalı ve daha geniş alanları kucaklayan bilgisinden
faydalanarak incelediği kavim lerde tartışılan konulan zen-
ginleştirmelidir. Bence, bu kavim lerin görüş açısını bilmez
likten gelm ek de yanlıştır, küçüm sem ek de. Yapılacak şey,
bu görüşün köklerini araştırmak, kaynaklanm anlamak,
geçerli yanlarım benimsemektir. Söz konusu olan, diyalek
tik vetiredir. A raştıncı da katkıda bulunacak, yerli bilgin
ler de. Saklamağa ne lüzum var? Bu ideal program ı ger
çekleştirmek son derece güç. Şüphe yok ki çok tatsız an
laşmazlıklar ve kuşkularla karşılaşmak mukadderdi. Am a
ilim başka türlü ilerleyemez.
108
Yine de sevinmemiz lâzım. Eğer araştırıcı ilmin altın
kanunlarına sadık kalırsa, ergeç birçok da taraftar bu
lacaktır. Ektiği tohum lar bir gün boy atacak ve düşüncesi
meyve verecektir.
Ne olursa olsun insanlık var oldukça ilim de var ola
caktır. İnsanoğlunun ezelî ihtiyaçlarından biridir ilim. Her
toplum, şu veya bu biçimde, İlmî faaliyete katılmıştır. İl
min büyük kategorileri var. Onlardan h iç birini feda ede
meyiz.
SÖZLERİMİZİ BİRKAÇ TEZLE ÖZETLERSEK
110
Diyelim ki bir görüş açısının, bir yargının şartlanmış:
olması tabiidir. Filozoflara sorarsanız bu durum un aşıl
masına imkân yok. O halde yapılacak şey seçilen ideolo
jinin telkinlerine tabî olmaktan ibaret.
Böyle de sanılabilir. Ne var ki, tarafsızlık kelimesinden
bile hoşlanm ayan kişiler haklı olduklarını göstermek için
sağa sola çatıyor ve kendi görüşlerine tutarlılık kazandır
m ağa çalışıyorlar.
Şu neticeye varıyoruz: söz konusu olan şartlanma bütü
nü ile önüne geçilm ez bir dert değildir. Orta-çağdaki görüş
açılarım anlatırken ispat etmiştik. A m a m ucize-ilaçlar da
yoktur. Birbirini tutmayan akımlar karşısında topyekûn
bir altem atifden söz edilemez. Harika çözüm y ollan bulu
namaz. Çelişkilerle beraber yaşam aya alışacaksınız.
Neticeleri birkaç form ül halinde belirtmeye çalışalım:
1. Oryantalizm, Çin bilim, İran bilim vs. yoktur. Ken
dilerine mahsus konular ve problematiklerle ayrılan ilmi
disiplinler vardır. Sosyoloji, dem ografi, iktisat, lengüistik,
antropoloji veya etnoloji gibi. Bu disiplinler çeşitli kavimle-
re veya bölgelere belli bir dönem e veya dönemlere uygu
lanabilir. Ele aldığı kavim lerin veya bölgelerin özelliklerini
inceleyebilir.
2. Doğu diye bir şey de yoktur. Dünya üzerinde —ba
zılarının ortak nitelikleri olan— birçok kavimler, ülkeler,
bölgeler, toplumlar, kültürler vardır. Bu konulardan her
hangi birini inceleyen bilgi dalı belli dönemlerde, belli ni
telikleri göstermek zorundadır. Yani konunun her niteli
ğini kucaklamaz.
3. Hâlâ oryantalizm zindanına mahpus birçok oryan
talistler var. Üstelik bu geto’dan hoşlanıyorlar da. Oryan
talizm m efhum unun kendisi de birtakım zorunluluklardan
doğmuştur. Öteki kültürleri incelemekle uğraşan AvrupalI
bilginler birtakım zorunluluklarla karşılaşmış ve oryanta
lizm kelimesini uydurmuşlardır. Kendi toplum lan öteki
toplum lann üzerinde egemen olduğu için bu isim yerleş
miş ve durum görüş açılarım ister istemez çarpıtmıştır.
4. Oryantalistler getolanndan hoşlanıyorlar bayağı...
111
Bu hoşnutluğu, uzmanlaşmanın zorunlulukları İle profes-
yonalizm in baştan çıkarm aları bir kat daha vahimleştiri
yor. Profesyonalizmden kurtulm ak kabil mi ki? Uzmanlaş
ma, ciddî ve derinlemesine İlmî çalışm anın vazgeçilm ez
şartıdır. Kendine göre bir görüş açısı da yaratır, olayları
«daraltan, çarpıtan bir görüş açısı... Profesyonalizmin cazi
besine de can dayanm az hani: etrafımızı kuşatan hayran
lığın verdiği zevk, her adım ında itibar ve çıkarla karşıla
şılan bir yolda boyuna yükseliş, iyi tanıdığımız bir çevre
nin içinde iktidara çıkmak için harcanan çabanın 'kışkır
tıcılığı.
Evet... çok sınırlı bir iktidar. Am a elde etmek için yine
d e Sezarlara veya Napolyonlara lâyık gayretler harcanz.
Daha sayayım m ı... profesyonalizm "uzmanlaşmanın yol
açtığı çarpıtmaları daha da güçleştirir. Bu çarpıtmaların
belki de önüne geçilemez. Bir ameliyatla canımızı kurtaran
operatörün de mesleğinden gelen çarpıtmaları olabilir.
Am a yine de kendimizi ona teslim ederiz. Şurasını da be
lirtelim ki profesyonel uzm anlara sahip olm ayacak kadar
yoksul olan azgelişmiş ülkeler bu mahrumiyetin acısına
katlanm ak zorundadırlar. Diletanlara başvurmak çok kere
daha kötü.
Öteki disiplinlerin uzm anlan oryantalistlerin kendi get
tolarına. kapanmasını bir kat daha kolaylaştırırlar. Am a
inceledikleri problem on la n teşvik de etse, aşinası olma
dıkları az çok doğu ile ilgili bir alanda araştırmalannı sür
dürmekten çekinirler. Kendilerini savunmak için de «bu
alan bir meslekdaşımrzın alanıdır» derler. U zm anlann p ro
fesyonelce bir muhakeme tarzı.
Marx, bir ülkenin yaşayışını ancak parlamento kav
galarının prizması ardından görebilenlerin alışkanlığım
belirtm ek için «parlamento salaklığı» deyim ini kullanır.
Salaklık çeşit çeşittir. İlmî problem leri kendi uzmanlığının
sınırlarıyla hudutlandırarak ve mesleğinin babadan kalma
kurallarına uydurarak anlam ak da sık sık görülen başka
bir salaklık değil mi! Bu davranışın bilgin için birçok psi
kolojik avantajları var. kendine mahsus bir alan tâyin et
112
mek. Bu alanın en yetkili sahipleri hazretle meslekdaşla-
ndır. Dışardan atfedilen her bakışı, ne kadar isabetli olur
sa olsun, reddeder. Mazereti de yok değildir. Teslim etmek
lâzım ki her uzm am n faaliyeti, ancak çetin emekler paha
sına kendini aşabilecek ölçüde sınırlayıcıdır.
Bununla beraber ilmî çalışma sonunda elde edilen neti
celer vardır ki son derece değerlidir ilmî çalışma bakı
mından.
5. Bütün bu davranışları bir kat daha vahimleştiren
bir cihet de birçoklarının konform ist bir tutuculuğa sap
lanmış bulunmasıdır. Bu, kökenlerinden ve sosyal durum
larından gelen istatistikî bir netice. Belki de kaçınılm az
bir sonuç. Kaldı ki çıkış durumları bir olanlar arasından
aşın devrim ciler de zuhur edebilir.
Tutuculuk çok defa içten gelir. Konform izm ise tutucu
luğun bir belirtisidir: kurulu düzenlere bağlılıktan uzak
laşmak yalnız hatalı bir tutum değil, yakışıksız bir davra
nıştır da. Herkes bilir ki ilerlemiş kapitalist bir toplumun
çok işlek bir sindirim mekanizması vardır. Bu mekanizma,
yoldan çıkanlan ödüllendirir çok defa, ve yoldan çıkışı
m oda haline getirir. Ne var ki, babadan kalma yapılar g ü ç
lerini korurlar. Tutuculuk sonunda zafer kazanır. Netice
olarak, birçok durumlarda, araba izinden uzaklaşmamak
yahut biraz ayrıldıktan sonra tekrar eski yerine dönm ek
fayda sağlar. Böylece başan ya ulaşılmış, meslekî ve sos
yal yükseliş elde edilmiş olur.
Tutuculuk, değişiklikten korkmaktır, çekinmektir, kuş
kulanmaktır. Her istikrarsızlık endişe vericidir. İstikrar
sızlık son zamanlarda m oda oldu ve kelime kötüleyici bir
anlam yüklendi. Yanlış... İstikrarsızlık tarihin kanunudur.
Gerçi yeniden istikrara kavuşmak da başka bir kanun.
Tutucu için hareketin hiçbir değeri yoktur. Bugünün
yapılan ebediyen kalacaktır, çünkü varlıkların özüdürler.
Tutucu, tepeden tırnağa «öz»cüdür (essentialiste). Bugü
nün yapılan ebedidir, çünkü ezelî «essence»lara uygun
dur. Binbir çeşit «essentialisme» var: soya, ulusa, ideolo
jiye, hatta sınıfa ve devlete dayanan «essentialisme». Bu
113
nunla beraber, «essentialisme* bir başkaldırmayı, bir dev-
rimi desteklemek konusunda da yardım cı olabilir. Am a
bunun için devrim ,. «essentialiste»in savunduğu yapıyı b ir
an önce mümkün kılacak yeni b ir istikran gerçekleştir
meli.
Bir «essence»a ayrıcalık tanımak, onu oluşturan, onu
aşındıran, onu yıkan m ekanizm alan dikkate almamaktır.
Başka bir deyişle, onun yalnız «idee»sini ele almaktır, yani
bir çeşit idealizm. Tarihî m addeciliğin ne olduğunu ise,
lâyıkı ile bilen yök. Geçerli olan tek tanım şu: tarihî idea
lizme karşı savaş, binbir kılığa giren fakat yine de tanın
ması mümkün olan, her an yeni baştan doğan ve çok defa
kendi kendini doğuran b ir canavara karşı savaş, üstelik,
bu canavarı «üreten», «materyalist» olduğunu söyleyen ve
sanan filozoflarım ızdır.
Tutucu çoğunluk için bugünün başkaldırmaları A ’dan
Z ’ye yersizdir. Elinden geldiği kadar bu isyanlan inkâra
çalışır tutucu. Mitlerin arkasına sığınarak haklı çıkmağa
yeltenir. Başkaldıranlann çok kere çürük çarık eylem leri
ni dolar diline. Söylenilenler doğru olmasına doğru, ama
ötesini de görm ek lâzım. Bu, tutucuların mitleştirmelerini
de m azur gösteremez. Tutuculuk mekanizmasının ancak
kısa bir zamandan beri, o da kısmen vazgeçtiği, aynı öl
çüde iğrenç eylemleri de unutturamaz.
114
kesim de nazarî olarak red ettiği birtakım davranışlar içine
kolayca yuvarlanıyor.
Din bayrağına sanlan siyasî akımların kazandığı ba
şarı, b u çeşit eylemlerin gelişmesine yardım ediyor.
Bu çeşit izahlar yüzeysel de olsa bütünüyle reddedili-
yorsa bunun nedeni marksist problem atiğin uyandırdığı bü
yük korkudur. Sosyal mekanizmaların bütününe karşı
beslenilen çekingenliğin başka sebebi olmasa gerek. Hele
bu görüşler ideolojik faktörlere bir türev yeri veriyorsa,
(hatırlatalım ki derivasyon —türev— deyim i M arx’m de
ğil, Pareto’n u n du r). Ekonomik, politik, sosyal stilizasyon-
lan n belli bir planda, belli bir yerde öncülüğünü ileri sü
ren her düşünce, tutucuya, G oulag’m korkunç gölgesini
ve bağım lı dünyadaki yığınların ayaklanacağı hayaletini
hatırlatıyor. Sosyalist devletlerle yöneticilerin stratejik it
tifakı, sözkonusu ayaklanmayı kanalize ettiğinden bu duy
guyu bir kat daha güçlendiriyor. Yeni bağım sızlığına ka
vuşmuş olan ülkelerdeki hükümetlerin otoriter tutumları
da öyle. Apolitizm maskesine sanlanlar da dahil, siyasî va
ziyet alışlar da topyekûn ve bilhassa maziye ait görüşleri
kışkırtıyor. Bu çekingenlikler, bu korkular ve tutuculuk
yüzünden toplumun strüktüre bir görüşüne varılmak is
tenmiyor. Netice olarak açıklamalarda eklektizm e gidili
yor. Taraflarca ileri sürülen faktörler arasında şöyle bir
ortalama yapm ak isteniyor. İmkânsız bir denge kurmak
için harcanan ümitsiz bir çaba.
Birbirini tutmayan bir sürü faktörün peşpeşe sıralan
ması, başarı arayanlar için birçok avantajlar sağlıyor. En-
tellektüelin başlıca kaygısı da başarı değil mi? Nereye bak
sanız değişiklik, göz kamaştırıcı bir tablo, unsurların ve
ışıkların boyuna yer değiştirmesi. İnsan ırkı ve millî kül
türlerin binbir cephesine de saygı göstermiş oluyor.
Birçok aydın, yeni problem atikler peşinde. Kendilerini
böylelikle ifade edebileceklerini sanıyorlar. Nice tercihler
le karşı karşıyadırlar. Am a hakikatte bu tercihlerin hepsi
de bir sığınaktır. Faaliyette bulunm aları kabil bu aydın
ların. Bu faaliyet yararlı da olabilir. Mesela yeni strüktüra-
115
list teknikler çerçevesi içinde. Bu teknikler sahiden yeni
likler getirmektedir.. A m a sınırlı bir alanda: lengüistikte,
edebiyat nazariyesinde, az çok antropolojik tahlillerde vs.
Tarihte, uzun dönem leri ele alan, zihniyetleri inceleyen
akım lar da aym rolü oynuyor. Başka örnekler de sayabi
liriz: psikanalist tahlilleri, gibi, matematik m etodlann uy
gulanm ası gibi vs.
Bunların hepsi de aynı işi görür. Dilin rolünü, oldu
ğundan fazla büyütm ek de —ne kadar m übalâğalı olur
sa olsun— arada bir büyüleyici araştırmaların konusu ola
bilir.
Bütün b u davranışlar, heyecan vericidir. Sadece şunu
söyleyebiliriz: bunlardan her biri inhisarcılığa yol açabilir.
Eski davranışlar kadar aldatıcı olan bir toptancılığa sü
rükleyebilir insanı. Bu akımlara katılanlar şöyle bir inanç
taşıyorlar: devrim ci bir teşebbüse girişmişlerdir. Bu teşeb
büs derinleşip geliştikçe, sayısı boyuna artan araştırıcıları
da sürükleyecek ve böylece kabul edilen dünya görüşlerini
alt-üst edecektir. Bu inanç ise, inhisarcı ve çok kere bağ
naz coşkunluklara yol açmaktadır. G örm üyorlar ki, bu alt
üst oluş sadece kısmîdir ve geneli kucaklamaz. Hatta bü
tünü yerli yerine koym ağa da mânidir. Bilhassa, bu yola
sapanlar, iktidar gibi son derece mühim bir problem i göz
ardı etmek hatasını işlerler. Oysa bu derece mühim bir
boyutu ihmal etmek, bir toplumun mekanizmasını anla
mamak demektir.
Bu yenileştirici teşebbüsler, tutucularca, hiç değilse bi
raz geniş düşünebilenlerce, hoş görülüyor. Oysa, ekonomik,
sosyal ve politik sitüasyonlara büyük yer veren bir bütün
cü görüş karşısında çileden çıkıyorlar. Düpedüz siyasî suç
lamalar bir yana, bu gibi düşünceleri ileri sürenler redük-
siyonizmle suçlanıyor. Sanki her hangi bir faktöre strate
jik bir önem atfetmek, başka bütün faktörleri ona indirge
me demekmiş. Sanki bütün faktörleri ideolojik faktöre (da
ha çok dinî faktör) irca etmek alışkanlığı açıkça eleştiril
miş gibi.
Tutucu oryantalistler zamanım ızdaki sosyal veya si
lle
yasî hâkimiyet faktörlerinden doğan başkaldınşlara özel
bir önem veriyorlar. Bunlan durum lan başka olan sosyal
faktörler arasındaki m ücadeleler olarak kabul ediyorlar.
Am a aynı faktörler geçmişte de etkili olmuştur, denince
küplere biniyorlar. Onlara göre tarihde devamlı strüktür-
ler yoktur. Bugünün olaylarını, hatta kelimelerini geçmişe
aktarmak kepazeliktir. Sıkıştırılınca, historisizme sığm ıyor
lar. Bugünün şartlarını maziye aktarmak yanlıştır, diyor
lar.
Böyle zir davranışı yerinde sayabiliriz hatta çok fay
dalı da görebiliriz. Dünkü ve bugünkü ideolojilerin ne fecî
anakronizm ler doğurduğunu bir düşünelim. Am a tutucu
lar da hadlerini tecavüz etmemeli. Ondördüncü asnn dâhi
sosyologu: İbni Haldun, «Bir su damlası, nasıl bir başka su
damlasına benzerse, mazi de istikbale o kadar benzer» di
yor. Hadi biz o kadar ileri gitmeyelim. Am a İbni Haldun'un
sosyoloji idraki kusursuzdur. Demek istiyor ki zamanlar, j
makamlar ve sosyal birlikler içinde hep aynı kalan strük- j
türler vardır. Çünkü mümkün olan her insan cemiyeti belli !
kanunlara baş eğer. Aynı türde bütün topluluklar da aynı I
kanunlara bağlıdır. i
7. Üzerinde uğraştığımız disiplinlerin uzmanlarından
çoğu, çözüm yolu diye, kendilerinden önce gelenlerin yap
tıklarını sürdürüyor, hiçbir sual sorm uyorlar kendilerine,
bilgi üstüne bilgi yığm ağa devam ediyorlar. A rada bir, y i
ne de h atın sayılır bir ilerleme yapmış olalım diye, ola
ğanüstü bir teori kurarak, bilinen unsurları yeni baştan
katılaştırarak, tarihleri, yerleri veya olayları tepetaklak
ederek, ilmi ilerlettiklerini sanıyorlar. Yahut da, dar bir
ilmi uygulam anın elde ettiği neticeleri, bir genel teori dü
zeyine çıkarm ağa kalkıyorlar. Netice nadiren müsbet olu
yor, çok kere acınacak durumda.
Muhakkak olan şu ki, bu uzmanlar, kendi araştırma
ları konusunda bile, dönemlerinin, sosyal tabakalarının,
hocalarının fikirlerinden etkilendiklerini bilmiyorlar. Bu
düşünceler, çıkardıkları neticelerden çoğunu, ortaya attık
ları suallerin hepsini, açıktan açığa ileri sürmedikleri, iç
117
lerinden geçirdikleri sualleri sıfatlandırıyor, çalışmalarını
belli bir yöne sürüklüyor, içinde yaşanılan toplumdan ve
çevreden kopm ak kolay m ı?
8. Bu eleştiriler, yapılan bütün çalışmaları unuttur
mamak, küçümsetmemek, göz ardı ettirmemek. Yazarların
açıktan açığa ifade ettiği veya im a yolu ile belirttiği dü
şünceler, tartışılabikrmiş. Varsın tartışılsın. Champollion
toplum için ne düşünüyorm uş? Umurumuzda mı? Cham-
pollion hieroglifleri okumuştur. Yukarda söyledim, şimdi
sadece hatırlatacağım: her türlü JdanovizmC1) teşebbüsleri
karşısında, bu hakikatlerin altını çizmek şart. Bugün Jda-
novizm teşebbüsleri aşın-soldan geliyor, yarın bakarsımz
6ağdan gekr. Bu fikirler bağım sızlığına yeni kavuşmuş ül
kelerdeki otoriter iktidarlarca da destekleniyor.
Bir müesseseyi yerm ek söz konusu olunca iki çeşit
ilmin var olduğu teorisi ortaya atılır. Bu teori de, aynı
cinsden başka birçokları gibi, yerinde gözlemlerin çarpıtıl
masından ibarettir. Tam bir felâket. Evet, her ilmî çalışma,
her araştırma, -bir toplumdaki hâkim tabakaların düşün
celerinden etkilenir. Am a bu etki doğrudan doğruya değil
dir. Genellikle hâkim tabakaların siyasî yönelişi ile ilmî
çalışm alar arasındaki münasebet, çok çelişkili, çok dolay
lıdır. Kaldı ki, her ilmî yargı, kucağında doğduğu toplumun
yapısı ve tercihleri üzerinde, küçük de olsa, bir tepki uyan
dırabilir. Am a bu tepki de çok defa dolaylı, karışık ve
çelişkilidir.
118
İster sağ olsun, ister sol, totaliter bir rejimde, İlmî ça
lışmanın geçmişteki kaynaklan veya istikbaldeki netice
leri meselesi, âlimlerin, hükümetin siyasetine uygun bir
çizgide seferber olmalarını gerektirir. Oysa böyle bir se
ferberlik, ilim için çok tehlikelidir, savunulması gerekir
zannedilen yönelişler için bile öldürücü olabilir. Böyle bir
seferberlik söz konusu olunca, araştırmanın göreceli fakat
gerçek özerkliği, herhangi bir netice alınmak isteniyorsa
araştm cıla n n hür olm ası gerektiği ileri sürülmelidir. U m u
miyetle, insanlann hürriyet içinde hareket edebildikleri bir
bölge vardır. Eğer toplum dâvasına gerçekten bağlı isek,
bu hürriyet bölgesini kendimize karşı bile korum ağa ç a
lışmalıyız. İnsanlık her zam an ve her yerde görevlerine
başkalarının karışmamasını istemiştir. A şın uzmanlaşma
yüzünden, bütün kavranmayabilir. A m a seferberlik çılgın
lığına tutulunca, uzmanlaşma bir sığmak, istikbali kurta
ran bir hürriyet bölgesi olabilir. Uzmanlaşmaya dayanarak
daha hür bir çalışm a gerçekleştirilebilir.
9.— İlmî çalışm anın karşılaştığı çıkm azlardan kurtul
m anın doğa-üstü tedbirleri yoktur. Oryantalistlerin du
rum u da, b u çıkm azlardan biridir.
Liberal burjuva cem iyetinin hâkim ideolojilerine, or
yantalistlerin boyun eğişi b ir hakikat. A m a bunu önle
mek için karşı ideolojilere bağlanm ak da bir çare değildir.
Müesseseleşmiş m arksizm de bir işe yaramaz. Mark-
sizm in yaptığı tenkidler çok kere isabetlidir. Nazariyeler-
de geçerli unsurlar bulunabilir. A m a bu yola angaje ol
mak da, tenkit ettiğimiz mitlere benzeyen aldatıcı ve me-
şum mitlere sürükleyebilir inşam. Soy-millet-halk, esansi-
yalizm ve idealizm, kıyafet değiştirerek çıkabilirler. Çok
defa sınıf ve (sosyalist) devlet gibi kavram lar idealist bi
rer «essen ce» haline getirilerek, düşüncenin yolunu tıkar.
Bağımlıların, eski sömürgelerin m illiyetçi ideolojileri
de pek işe yaramaz. M illiyetçilik düzeyinde kalan bir ten
kit, belli bir milletin veya milletler grubunun savunulması
yerine, başka bir milletin veya başka bir milletler grubunun
yüceltilmesini geçirir. Entelektüel tedhiş ile, bu tedhişin
119
yardakçıları ne elde ettiler! Bunlar üçüncü dünyada imti
yazlı bir tabaka olan entelektüellerin ve bürokratların ek
meğine yağ sürmüştür. Halkın işine yaramamıştır. Tenkit
leri yerinde olabilir am a köleleşmemek ve pasifleşmemek
şartı ile. Meselâ başkası bize bakarken, kötü niyetli olabi
lir. Am a bu haddizatında bir suç değildir. Korunması ge
reken bir hakdır. Kendimizi bütün olarak tanımak istiyor
sak, başkasının görüşünü de tanımak zorundayız.
10. Bir zamanlar, Doğu diye anılan çeşitli bölgelerin
halkları, kültürleri ve toplum lanyla ilgili çalışm alar sürüp
gidecek. Bu çalışmalara incelenen bölgenin ve ele alman
ülkenin uzm anlan da günden güne daha çok katılacak.
A m a gerek onlar, gerekse batılı uzm anlar ideolojilerin ve
sosyal şartların önlerine çıkardığı engelleri kolay kolay aşa
mayacaklar. Bu engeller dönem im ize ait faktörler de ola
bilir, çağlar boyu her entelektüel çalışm a için kaçınılmaz
olan engeller de.
Belki de bilgiler biriktikçe kendiliğinden bir ilerleme
olacak. Am a hiçbir şey araştırıcılan önlerine çıkan engel
lerden kurtaramayacak. Mazide de birtakım baskılar ve
çelişkiler vardı. Anlayış, bugün de var olan bu badireleri
aşarak ilerleyecektir. Teorik ilerleyiş, ne verilerden hareket
ederek kendiliğinden, ne büyük bir dahiyane düşüncenin
uygulanmasından, ne cemiyetin topyekûn bir görüşünü he
saba katmayan nazariyelerden, ne de yalnız bir alanı in
celemekten geçer.
11. G ünün geçerli, olan düşünceleri, ilmi çalışmaları
etkiler. O nlardan pek etkilenmez. Başkasının algılamaları,
başkasını olduğu gibi değil, tehdit ve üm id olarak neler
ifade ediyorsa, kendi tutku ve çıkarlarıyla ilgili olarak
ele alır. Mühim olan bir iç akımı güçlendirm ek veya ör
neklemektir. Hiç kimse, kendi dışında bir milleti ve kültür
dünyasını başkasının hayrına sevmez, sevgileri de, nef
retleri de belli sebeblere dayanır. İdeolojiler nasıl oluşursa,
im ajlar da aynı yollardan geçer. Yeni yeni fark edilm eğe
başlanan geniş bir alan bu.
120
EKİ
BERNARD LEWIS
İSLÂMDA SİYASET VE SAVAŞ (')
123
aynı vahiydi. Hz. M uham m ed’in ölümüyle ruhanî görevi
de, nübüvet görevi de sona ermiş bulunuyordu. Am a dinî
ve ona bağlı olan siyasî vazifesi bitmemişti henüz. Bu va
zife, İlahî şeriatı insanlar arasında yaymaktı. Peki ama şim
di Müslümanların başkam kim olacaktı? Peygamberin y e
rine geçecek kimseye halife denildi.
Eskiden böyle bir müessese yoktu. Peygamber vâris bı
rakmadan ölmüş. Bu da yeni kurulan İslâm camiasını buh
ran içine atmıştı. Camianın kendisini teşkil eden unsur
lara bölünmesi gibi büyük bir tehlike vardı: Kabileler yeni
kabile başkanlan seçebilir, eski alışkanlıklarına dönebilir
lerdi. Allah’ın kelâmı kaybolabilir veya unutulurdu. Birkaç
sahabenin kararlı ve uyum lu davranışları sayesinde böyle
bir tehlikenin önü alındı. Yeni bir başkan seçildi ve kabm
edildi. Müslümanlar, onun ve haleflerinin yönetimi altın
da fetihten fetihe koştu ve Müslümanlık yeni yeni katılma
larla bir dünya dini ve dünya devleti haline geldi. İlk
Müslümanlar için bütün dünyam n İslâmiyeti kabul etmesi
sadece bir zam an sorunuydu, çok uzun bir zaman da de
ğildi bu...
Camiayı ifade etmek için Arapların kullandığı kelime
ümmet idi. Belki de İbranice millet anlam ına gelen um m ah-
dan alınmıştı. Klasik Arapçada ümmet hem etnik hem de
dinî cemaatler için kullanılırdı. Ortak vasıflarla kaynaşan
topluluklara da ümmet denilirdi. Kur’an’da sık sık geçer.
Hıristiyanlar, Yahudiler, Araplar, salih kullar ve peygam
berlerin peşinden gidenler için kullanılır.
Başlangıçtan itibaren İslâm ümmetinin iki vasfı var
dır. Önce siyasî bir toplumdu. Yavaş yavaş devlet, daha
sonra da im paratorluk haline gelen b ir kabile. Sonra dinî
bir cam ia oldu. Peygam ber tarafından kurulan ve onun
vekilleri tarafından yönetilen bir camia. Başlangıçta k a
bule şâyan tek model vardı onun için: Arap kabileleri veya
kabileler topluluğu. Ne var ki Hz. Muhammed hayattay
ken bu m odel gerek m uhteva gerekse önem bakımından
değişikliklere uğradı. Halifelerin yönetim i esnasında bu
değişiklikler genişledi ve hızlandı. Hilâfet îslâm m kurduğu
124
bir yönetim tarzıydı. A krabalığın yerine din geçiyordu.
Camia içindeki kişiliğin ve cam iaya bağlılığın en son ter
meliydi din. Âdetleri camianın kanunu olarak ya kutsal
laştırdı yahut on lan n yerini aldı. Kabilenin şeyhi, kabile
fertlerinin iradî ve değiştirilebilir n zası ile camianın baş
kanı idi. Hz. M uham med’in otoritesi ise doğrudan doğruya
A llah’dan geliyordu. Halifeler, peygam berliğin ruhanî va
sıflarına ve imtiyazlarına tevarüs etm ek gibi bir iddia güt
müyorlardı. Bununla beraber peygam berin kurduğu üm
metin reisi olarak onun dinî vârisiydiler. O n lann da vazi
fesi ilâ-yı kelimetullah, İlâhî emirleri bütün insanlara yay
maktı. Şeriat ahkâmını fakihler düsturlaştırmıştı. Hali
fenin vazife ve selâhiyetlerini de tâyin eden şeriatdı. Bu
vazifeler, islâm m yayılmasını ve M üslüm anlann huzur
içinde yaşamasını sağlamaktı. Son zamanlarda İslâmm
«yönetici müessese»siyle «dinî yön»lerini birbirinden ayır
mak m oda oldu. Klâsik halifelikte hükümet demek din mü-
essesesi demekti; bunun dışında bir hükümet yoktu. Batı
dan gelen Cermen istilâcılannm önünde hem bir devlet
vardı, hem de bir din: Roma im paratorluğu ile Hıristiyan
kilisesi. Bunlar çeşitli istikametlerde gelişmişlerdi. Kay
naklan da aynydı. Her biri kendine göre müesseselerini
sürdürmüş, mertebeler dizisini ve kanunlarını korumuştu.
İstilâcılar her iki müesseseyi de benim sediler ve kabul et
tiler. Kendi am aç ve ihtiyaçlannı Roma ve Hıristiyan mü- v
esseseleri içinde ifade ettiler. Orta Doğu ve Kuzey A frika’
nın Arap istilâcılan ise kendi imanlarını getirdiler ve ken
di müesseselerini yarattılar. Onlar için kilise ve devlet
aynı şeydi. İkisinin de en üst başkanı halifeydi. Dinî ve
dünyevî, maddî ve manevî, rahipler ve lâikler hatta kut
sal din-dışı gibi kelime çiftleri İslâm dininde uzun zaman
karşılıksız kalmışlardır. A ncak çok sonraları m efhumları
ifa d e için yeni kelimeler uydurulmuştur. Halife hem papa
yı hem de im paratoru tek şahısta toplar, deniyor. Yanıltıcı
bir kıyas. Halifenin papalannkine benzer bir görevi hatta
rahibinkine mümasil bir görevi yok. Din adamlarının (ule
ma) meslekî terbiyesinden de mahrumdur. İşi ne açıkla
125
maktır ne de dini yorumlamak; onun görevi dini yücelt
mek ve korumaktır; insanın bu dünya üzerinde iyi bir
M üslüman olarak yaşaması, ve ahirete hazırlanması için
gereken şartlan hazırlamaktır. Bunları başarmak için İs-
lâm m sınırlan içinde kanun ve nizamı korumak ve bu sı
n ırlan dış düşmanlara karşı m uhafaza etmek zorundadır.
Hattâ mümkünse bu sınırlan genişletmelidir, ta ki bütün
dünya M üslümanların olsun.
Halifenin birçok sıfatlan vardır. İslâmm reisi olduğu
için İmam (Kelamcılarla fıkıhçılar halifenin vazife selâhi-
yetlerini anlatırken imam lafzını tercih ederler.) Devlet
reisi olarak Emir el-Mü'minin diye anılır. Resmî yazılarda
siyasî ve askerî selâhiyetleri söz konusu olunca daha çok
bu sıfatı kullanılır. Resmî yazılarda çok kullanılan bir ün-
van da halife’dir, daha çok tarihçiler tarafından kullanı
lan bir kelim edir bu.
Eskiden halife-i Resulullah (Allah Resulünün halifesi)
denirdi; sonralan daha kısa ve daha güçlü bir tâbir kul
lanılmağa başlandı: halifetullah (Allahın halifesi). Fıkıh-
çılan n muhalefetine rağm en bu ünvan, gayri resmî olmak
la beraber, geniş ölçüde kullanılmıştır. Çok dikkate lâyık
değil mi! Batı siyasetçileri ülkeden, tahtdan, devletten ve
ya halktan söz ederken, klâsik îslâm için Allah, kadir-i mut
laktır. M üslümanlar Allah'ın ümmetidir. İslâmm mülkü
A llah'ın m ülküdür Tek kelimeyle ne varsa A llah'a aittir.
Halifelik gibi merkezî bir müessese, îslâm ulemasının
ve m ütefekkirlerinin ister istemez dikkatini çekecekti ve
çekti dö. İslâmda da başka ülkelerdeki gibi siyasî sulta'nm
mahiyetini inceleyecek ve işleyiş tarzını tedbit edecek kim
seler vardı. Batıda bu işi ilâhiyatçılar, filozoflar, politika
cılar, anayasacılar ve İçtimaî ilimle uğraşanlar üstlenir,
îslâm dünyasında durum biraz başkadır. Devlet üzerinde
uğraşan en mühim İslâm yazarları Sünnî fakihlerdir. îs
lâm kelâm ının ve şeriatın mahiyetini belirten eserleri aynı
zamanda hem teolojik hem de hukukîdir. Kalkış noktalan
Allah'ın insanla ilgisi ve insan işlerine kanşmasıdır. İn
san siyasî bir hayvandır ama yaradılıştan kavgacı ve yır
120
tıcıdır. Bir başına hayırla şerri birbirinden ayıram ayacağı
gibi düzenli bir sosyal hayat da kuramaz. V ahiy ile İlahî
kanun bu eksiklikleri telâfi eder. Îlahî kanunu i ’lâ ve tat
bik etmek için yüce bir mürşide ihtiyaç vardır. Bu mürşid
Halife yahut, fakihlerin ve ilahiyatçıların tercih ettikleri
bir tabirle îm am ’dır. Böyle bir reisin seçilmesi ve seçimden
sonra ona itaat, Islâm cam iasının borcudur. Bu dini veci
beye itaatsizlik hem bir suç hem de bir günahtır. Madem
ki Allah tektir ve tek bir şeriat vardır, dem ek ki dünya
üzerinde A llah’ı temsil edecek ve şeriatı tatbik ettirecek
tek b ir H alife olacaktır.
Halife kim olacak ve nasıl seçilecekti? Mezheplerin bu
soruya verdiği cevap başka başkadır. Üzerinde anlaşmaya
vanla n cihet şu: halife, kâhil (yetişkin), erkek, hür, kafa
ca, vücudça, seciyece sağlam, akıllı ve cesur olmalı ve şe
riat ahkâmı hakkında yeteri kadar bilgi sahibi bulunm a
lıdır. Sünnîler de Şiîler de, halifenin Peygam ber sülâlesin
den olması üzerinde anlaşmaya varmışlardır. A m a sülâle
tâbirinden anladıkları farklıdır. Sünnîler için Kureyş’den
olması kâfiydi. Şiîler için akrabalık münasebeti gittikçe
daraltılmıştır. Önceleri Kureyş iken sonraları Peygamberin
ailesi, sonra da kızı Fatma’dan gelen torunları anlaşıldı.
Seçim tarzı da ihtilâf konusu yapıldı. Şiîlere göre
İmam’ı Allah intihap ederdi.
(Lewis, bundan sonra halifenin seçilişini, biat merasi
mini ve halifelerin nasıl ve niçin azledilebileceğini anla
tıyor). Seçimle gelen 4 halifeden 3’ü katledildi ve hilâfet
babadan oğula geçm eye başladı. İki sülâle çıktı ortaya:
Emeviler, Abbasiler. Bu iki hanedanın idaresi eski çağla
rın otokratik devletlerinkine benzer; M edine’nin patriyar-
kal yaşayış1 uzaklarda kalmıştır. Teb’anın itaat vecibesi
bâkidir hatta daha da kesinleşmiştir. Halifenin vazifeleri
ise pek yerine getirilmemektedir.
Nazari ile ameli arasındaki uyuşmazlıkları çözümlemek
için fakihler sık sık tevile başvururlar. Ananevi İslâm
devletinde din adam lan aynı kelâm dünyasını bölüşürler
yöneticilerle. Evet... hilâfet seçime dayam r ama halife se
127
lefleri tarafından tâyin edilebilir. Evet... İslâmm en büyük
hüküm dan halifedir. Fakat vekiller de onun yerine iş g ö
rebilirler. V e «bir asi çetesi» hem idareci hem de savaşçı
sıfatıyla hukukî bir m erci olabilir. Fıkıhçı bu yoldan hi
lâfetin hanedana dayanan b ir monarşi olduğunu kabul ede
bilir, halife de çok defa bir kukladan ibarettir. İslâmiyetin
siyasî vahdeti birçok a y n devletçiklerin varlığım gerekti
rebilir. Halifelik, sonunda, bu devletçikler içinde erir gider.
Daha sonraki fakihler, fasit gerçekle uzlaşmada daha
ileri gittiler. Sonunda fakihlerin anayasayla ilgili hüküm
leri terk edildi, ve şu neticeye vanldn Otorite, kaynağı ne
olursa olsun, nasıl elde edilirse edilsin anarşiden hayırlı
dır. «İstibdat dahi anarşiden daha iyidir,» temasını benim
sedi fakihler. «İktidan olana boyun eğilmeli» idi. Mühim
olan askerî güçtü, en geniş mânâsıyla İslâma saygıydı bu.
O sıralarda din adam larının siyasî düşünceye katkısı resmî
bir ibadetle im anı yüceltmekten ibaret. Bu konuda en dik
kate lâyık düşünceler filozoflardan, tarihçilerden, edebiyat
çılardan ve iş adam larından geldi.
İslâmm siyasetinde ortaya çıkan değişiklikler onlar için
ibretle gözlenmesi gereken hâdiselerdi. Seçime dayanan
halifelik ancak 30 yıl sürmüştü. Peygam berin ölümüyle,
Hz. Ebu Bekir’in halife olm asından (632), Hz. A li’nin kat
line ve M uaviye’nin halife olarak tanınmasına kadar (661).
Muaviye, kendi oğlu Y e zid i halet tâyin etmiş ve Arap
şeyhlerini bu karannı kabul etmeğe razı eylemişti. Hilâ
fet, ondan sonra bir tek ailenin eline geçiyordu. Sonralan
Abbasiler de aynı usulü devam ettirdi. Çok defa halife,
birbiri ardından hüküm sürecek iki veya daha çok vâris
tâyin ediyordu. Bu iş nadiren başarılı oluyor, çok kere fe-.
lâketlere yol açıyordu. Sonralan, halifeyi vezirlerle kuman
danlar tâyin etmeğe başladı.
Hilâfetin mahiyeti böylece değişirken, bu değişiklikler
hem fark ediliyor, hem de mukavemetle karşılanıyordu.
Emeviler, M üslümanlar tarafından tasvip gördüler, bunun
la beraber iki cepheden muhalefete uğradılar. Evvelâ ha
lifelik ünvanlanna itiraz edildi. Haricîler, dayandıklan sal
128
tanat ve irsiyet umdesine karşıydılar. Onlara göre üm m et'-
in reisi M üslümanlar tarafından serbestçe seçilmeli ve üm
met onu istediği müddetçe makamında kalmalıydı. Seçile
bilm e nesep ve sülâle gibi herhangi bir sınırlamaya tâbi
tutulmamalıydı, tek ölçü olmalıydı: değer. Sünnî’lere göre
halife olm ak için hür olmak ve Kureyş kabilesine mensup
bulunm ak lâzımdı. Haricîler ise ne hür olması lâzım dır ne
de Kureyş kabilesinden; müminlerin rızasını elde eden her
kes halife olabilir.
Şiîler her iki tarafa da muarızdılar. Evet, halife Ku
reyş kabilesinden hür bir A rab olm alıydı ama Peygam ber
kabilesinden olmalıydı. Bu daha dar tarif Emevileri hilafet
ten uzaklaştırıyor ve bu makamı zorla elde eden Abbasilere
hak veriyordu. Şiîler, Abbasilere m uhalefetde daha da ile
ri gittiler. Halife ancak Hz. M uham m ed’in amcazadesi ve
dam adı A li ile kızı Fatma’dan doğm uş olmalıydı.
Bu ve buna benzer itirazlara rağm en bütün İslâm ül
kelerini kucaklayan bir tek halifenin mevcudiyeti uzun
zam an yürürlükte kaldı. Filhakika pederşahî bir idare olan
Emeviler devrinde halife, İslâmlarm fethettiği bütün ül
kelerde biricik hâkimdi. Mahallî valilerle kumandanları
halife seçer veya azlederdi. Hilâfetin birliği prensibi ilk
defa olarak 756’da ihlâl edildi. Şöyle ki: Emevî hanedanın
Doğudaki bozgunundan kurtulmak isteyen bir Emevî pren
si Ispanya’ya kaçarak Abbasilere m eydan okudu ve Müs
lüman Ispanya’nın hâkim i oldu. Abbasi ordularının saldı
rısını püskürterek doğu halife devleti dışında bağım sız bir
em irlik kurdu.
Siyasî bölünm eler hızla birbirini kovalayacaktı. Sınır
larda başladı ve çabucak merkeze yayıldı. Ispanya’dan son
ra Merâkeş ve Tunus’da da bağım sız birer sülâle kuruldu.
(8. yüzyılların sonları, 9. yüzyılların başlan ). Doğu İran’da
da başka hanedanlar ortaya çıktı. (9. yüzyılın sonunda, 10.
yüzyılın başlan n d a). Sonunda Mısır, Suriye, Arabistan, hat
ta Irak’m b ir kısmı 10. asn n ortalannda halife devletinden
aynldı. Hilâfetin fiili hâkimiyeti payitahtla civan n a inhi-
sar ediyordu ancak. Zamanla bu ralan bile Halifenin hâki
129
miyeti dışına çıktı. Halifeler, kendi askerî başbuğlarının
kuklası oldular.
Bu bağım sız hanedanlar çeşitli menşelerden geliyordu.
İçlerinden daha küçük ve daha zayıf olanlar mahallî idi
ler. Bazan bu prenslikler toprak sahibi soycular tarafından
kurulmuştu, daha sık olarak ise aşiret reisleri tarafından,
arada bir ise haydutlar ve benzeri kanun-d ışılar. Hanedan
kurucuları daha da sık olarak subaylar veya parayla tu
tulmuş askerlerdendi. Bunlar bir vilayetin valiliğine atanır
lardı. Bir müddet sonra vilayetleri istiklâl ilân eder, sonra
d a m akam lan babadan oğula geçerdi. İran’da böyle valiler
çok defa Iran menşeli idiler veya Iranlı olmuşlardı. Ülke
lerine bağlıydılar ve yönetimleri İran’ın siyasî, içtimai, ve
medenî geleneklerini sürdürüyordu. Başka yerlerde hü
küm darlar ülkelerinin uyruğu değildiler. Önce A raplar
sonra Türkler. Yerlerini çok defa yabancı askerler ala
caktı.
Ispanya’nın Emevi emirleri devletlerini halifenin m u
halefetine rağm en kurdular. V e hep dışında kaldılar ha
lifeliğin. Başka yerlerde devletin hüküm ran emirleri ba
ğımsız olm alarından memnundular, şekil üzerinde ısrar
etmiyorlardı. Çok kere halifelerin bütün İslâmlar üzerin
deki üstünlüğünü kabul ediyor, buna mukabil halifeden
bir tâyin beratı koparm ağa can atıyorlardı. Zamanla hali
fe meşrû bir otorite haline geldi; halifenin rızasıyla hü
kümdarlık, isyan, gasıp veya savaş gibi vasıtalarla, elde
edilen hüküm darlıklardan daha muteber sayılıyordu. Ha
lifenin bu gibi yöneticiler üzerindeki metbuiyeti şahsî ve
siyasî âmillere göre değişiyordu, hakikatte pek büyük bir
etkisi de yoktu...
Çok defa bağım sız bir emirlik, merkezi iktidarın doğ
rudan doğruya m uhalefetine rağm en kurulabilirdi. Bu gibi
.yönetimler devam ettikleri takdirde, yöneticiler* halifeyle
uyuşm anın bir yolunu arıyorlardı. A m a istisnalar da yok
değildi. Şiî veya haricî düşüncelerin etkisinde kalan asiler,
kendi bölgelerinde halifenin hiçbir selâhiyeti olm adığını
söylem ekle kalmıyor, halifelik ünvanına bile itiraz ediyor
130
lardı. Bu gibi meselelerde birbirini resmen kabul etme pek
söz konusu olmaz. Buna rağm en zımnî b ir tesamuh meç
hul değildir.
Bir istisna tanıyoruz: Fatimiler sülâlesi. Bu hanedanın
Tunus’da tahta çıkışı (909) orta-çağ İslâm tarihinde ikin
ci büyük devrim hareketinin zaferidir. Birbuçuk asır önce
Abbasiler de böyle bir ihtilâl sonunda iktidara geçmişti
ler. Fatimiler, mahallî reislere pek benzemez, doğuda ve
batıda hanedan kuran asi asker ve ikbalperest valilerden
değildirler. İslâmdaki büyük bölünm elerden birinin yani İs-
mailı şia'nm başıydılar. Bu sıfatla Abbasilerin metbuluğu-
nu red ettiler. Abbasiler, on lan n nazarında, gâsıptılar.
«Hem irsiyetçe hem de Allah'ın buyruğu ile İmam biziz»,
diyorlardı. Halifelik, on lan n hakkıydı. Bütün İslâmları fe
tihler ve ihtidalar sayesinde dâvalanna kazanacaklardı.
Abbasiler nasıl Emevileri devirmişlerse onlar da Abbasi-
leri devirecekti.
Bu gayelerine oldukça yaklaştılar. Y an m asır Kuzey
A frika'da hüküm sürdükten sonra doğu 'ya yöneldiler. 969
da M ısır'a galebe çaldılar, ve yeni bir payitaht kurdular.
Kahire. Mısır'dan güçlerini yaydılar. Filistin'i Suriye'yi,
batı ve güney Arabistan'ı hatta kısa b ir zaman için de ol
sa (1057-1059) Musul ve Bağdat’ı ele geçirdiler. Devletle
rinin zirveye ulaştığı dönem. Bundan sonra Fatimiler dev
leti zevala yüztuttu. 1711 de tamamen yıkıldı. Mısır, Selâ-
haddin’in emrinde Abbasilerin metbuiyetine ve sünnî mez
hebine girdi tekrar.
10. ve 11 .asırlarda sünnî Islâmm ve Abbasî halifeliği
nin ikbali tezelzüle uğradı. İslâm dünyasının yarısında Fa-
timî halifesi hüküm sürüyordu. Geri kalan y an sı için de
hem dinî hem de siyasî bir tehlikeydi. Abbasiler alanında
bile Şia'nın iktidar dönem iydi... hem düşünceler dünya
sında hem dünyevî hükümranlıkta. Gittikçe artan bir et
ki... Bu arada halifeler İranlı ve şii saray nazırlanm n et
kisi altındaydılar. Uzak batı’da Kurtuba’nm Emevî emir’i
görülmemiş bir durum la karşı karşıya idi. îki halife vardı:
Tunus’da şiî» bir halife, Bağdat'da sünnî bir halife. Emevî
131
emir, 929’da kendi hilâfetini ilân ederek Fatimî sapıklığın
dan korum ağa çalıştı. A rtık İslâm’da ü ç halife vardı, 1031
de Cordoba (Kurtuba) ’daki hilâfet çökerek halifelerin sayı
sı ikiye indi. 117l’de Fatimî hanedanı da yıkılarak tek hali-
ef kaldı: Bağdat’daki Abbasî halifesi. Böylece birlik prensibi
ihya edilmiş oldu.
Bu ihyâ’da birçok faktörlerin payı olmuştur. Birincisi,
Fatimî devletinin iç inhilâli ve bölünüşü. İkinci âmil ise,
doğuda Türk sultanlarının yönetim i altında yeni bir si
yasi ve askerî gücün sahneye çıkışı,
Bu İslâm dünyasında yeni bir hükümranlık biçim inin
en yüksek noktasını temsil eder. IX. asır boyunca nazarî-
yede taşra valileri, fiiliyatta da bağım sız hüküm dar sülâ
leleri olan em irlerin hâkimiyeti İslâmî hükümet biçim le
rinin kabul edilmiş b ir nümûnesi olmuşlardı. Tatbikatla
meşrulaşmıştı bu yönetim. Baştakiler Halifeye tâbi olduk
larım beyân ediyor, halife de onlara hüküm sürmek be
ratı veriyordu. Böyle bir ruhsatın bedeli giderek ucuzladı.
Zamanla halife kendi payitahtında bile nüfuzunu kaybetti.
Yönetim askerî kum andanların eline geçti. 935’de durum
düzene girdi. Merkezdeki emir, emir el-umera adını aldı.
Demek ki devlet içindeki em irler arasında başta gelen O
idi. 946’da Bağdat ve İrak’m yeni efendileri olan İranlı Bü-
vehy O ğu llan da aynı ünvanı benimsedi. Bu ünvan, hü
kümranlık ifade etmeğe başladı. Hilâfetten a y n ve bir
çok bakım dan hilâfete üstün bir ünvan... Büveyh’ler eski
îran’ın şehinşah ünvam m da canlandırdılar ve onu arapça
mukabili olan melik el-mülük tâbiriyle birlikte kullandı
lar. Eyaletlerin sahipleri hükümdardı, ama payitahtın sa
hibi hüküm darlar hüküm dan idi.
Eyaletlerden merkeze doğru yeni bir hükümranlık dü.
zeni kurulmaktaydı. Halifeliğe bağlı b ir düzen ama siyasî
ve askerî işlerde ondan üstün haklara sahipti. XI. asn n
ortalanna doğru bu oluşum tamamlanmıştı. Selçuk Türk-
leri güneybatı A sya’nın büyük bir kısmına hâkim olmuşlar
ve sultanlıklar kurmuşlardı.
A rapça sultan kelimesi yönetim veya sulta mânâsına
132
gelen soyut bir kelimedir. V e eski zam anlardan beri hü
kümet karşılığı kullanılmıştır. Devletin aşağı yu kan yö
netenler anlamına geldiği bir toplum da sultan kelimesi
hem o makamı elde bulunduranlar için hem de makamın
kendisini belirtm ek için kullanılm ağa başlar. Fatımîler de
sultandı, Abbasiler de. X. asırda sultan, bağımsız idareci
leri belirtm ek için kullanılır, üstün bir güç tarafından ata
nan veya azledilen emirlerden ayırmak için. İlk defa ola
rak XI. asırda resmî bir ünvan olur, Selçuklu hüküm dar
larının resmî ünvanı olarak. Selçuk protokolünde sultan,
halifenin dinî üstünlüğüne eş siyasî bir üstünlük belirtir.
Hülâsa halifeler, şiî Büveyh’ler zam anında olduğundan
daha iyi b ir durumdadırlar. Selçuklular dinibütün sünnîler-
di. Dinî ve dünyevî m isyonlarının idraki içindeydiler. Bu-
veyh’ler gibi akıllarına esti mi azletmiyorlardı halifeyi.
Onlara büyük saygı gösteriyorlardı. A m a gerçek iktidarı
da bütün olarak kendilerinde topluyorlardı. Böyle yapm a
nın haklan olduğunu açıkça söylüyorlardı. Sultan Sancar
1133’de halifenin vezirine şöyle yazıyordu: «Cenab-ı Hak, bu
dünyam ı!hâkim iyetini bizlere verdi...»
Başka bir deyişle hükümranlık Selçuk H anedanı’na ait
tir. A llah’ın bir ihsanıdır bu, ye dinî bir makam olan ha-
life tarafından da tasdik edilmiştir. Sultanlık da halifelik
gibi tek’dir ve cihanşümuldür. İslâm camiasının tek dinî
reisi vardır: Halife. Demek ki İslâm devletinin nizamından,
güveninden ve yönetiminden sorumlu bir tek sultan ola
bilir. Selâhiyetin halifeyle sultan arasında bölüştürülmesi
öylesine muhkemleşti ki Selçukluların zayıfladığı bir d ö
nemde Halife bağımsız bir siyasi gü ç göstermeğe yelte
nince sultanla veziri saltanatın haklarına tecavüz ediyor
sun diye halifeye itirazda bulundular. Halifenin imamlık
gibi kutsal bir vazifesi vardı. Hükümet işlerini sultanlara
bırakmalıydı.
Hükümranlıkta ikiliğin ortaya çıkışı siyaset ve devlet
işleriyle uğraşan yazarların gözlerinden kaçmadı. Müslü
man yazar için esas fark Batı yazarlarında olduğu gibi d i
ni ile dünyevî arasındaki fark değildi. Saltanat da dinî
133
> bir müessese idi. Şeriat e dayanan ve şeriat’ı ayakta tutan
bir müessese... Devlet ulem a arasındaki münasebet Selçuk
sultanlarıyla halefleri dönem inde halifeler zamanında ol
duğundan çok daha sıklaştı. Müslüman yazarların daha
da çok îranlı m üelliflerin ifade ettiği gibi gerçek ayrılık
iki tür otorite arasındaydı: peygam berane otorite, hüküm-
darane otorite. XI. asır İran yazarlarından birinin dediği
gibi: «Bilin ki Cenab-ı Hak, Peygambere ayrı, hükümdar
lara a y n bir gü ç ihsan etmiştir. Dünya halkı da bu iki
güce boyun eğmeli ve Allah’ın gösterdiği doğru yoldan sap-
mamalı.» Peygamberi Allah seçer ve gönderir. Vazifesi şe
riatı tebliğ ve tanzim etmektir. Peygamberin kurduğu d ü
zen İlâhidir. Ne var ki, insanın kurduğu hükümetleri hü
küm dar yönetir. Hükümdar, sultasını siyasi ve askerî y ol
dan elde eder ve korur. Bu otoriteye sahip olduğu için em ir
verm ek ve b u em irleri çiğneyenleri cezalandırm ak onun
hakkıdır. Emirleri şeriata ayk ın olmamalıdır. Şeriatı bilir
ve adaletle uygularsa A llah otoritesini takdis eder. Kendisi
de tebası da her iki cihanda aziz olur. Her çağda peygam
bere ihtiyaç olmamıştır. Nitekim Hz. M uhammed’den beri
peygam ber gelmedi. Am a her devirde hükümdarlar lâzım.
Çünkü hüküm dar olm ayınca nizam bozulur ve anarşi do
ğar. Sünnîlikle siyasî iktidarlar arasındaki münasebet çok
iyi anlaşılmış ve sık sık ifade edilmiştir. İslâm yazarlarının
bazen eski İran hikmetine ait bir vecize, bazan da pey
gam berin bir hadisi olarak naklettikleri şu sözlerle hülâsa
edilir: «İslâm (yahut din) ve hükümet ikiz kardeştir. Biri
olm adıkça öteki yaşayamaz. İslâmiyet temeldir, hükümet
bekçi. Temeli olmayan çöker; bekçisi olm ayan mahv olur.»
Selçuklular ve daha sonraki sultanlar imanın ve şeri
atın koruyucuları olduklarım İsrarla belirtirler. Hüküm
ranlık otoriteleri de üzerinde durdukları bir konu. Hatta
adil b ir sultan,peygam berin otoritesinin bir kısmına sahip
olduğunu ileri sürebilir.
Halifelik ile saltanat arasındaki fark, dinî ve dünyevî
^ arasındaki farka irca edilemez. Daha çok Bagehot’un tâ
biriyle hüküm etin «şayam hürmet» bölüm üyle «etkili» bö
134
lümü arasındaki farktır. Halife otoriteyi, sultan iktidarı
temsil eder. Halife, hükümet eder ama yönetmez. Sultan,
her ikisini de yapar.
Bir m üddet için Büyük Selçuk Sultanlığı tek cihanşü
mul sünnî müessese olarak saygı görmüştür. Başka hüküm
darlar da eski zamanlarda olduğu gibi g a y n resmî olarak
sultan ünvanım kullanmaktaydılar. A m a sikkelerinin üze
rine basm aktan da çekiniyorlardı b u unvanı. Ne var ki,
Selçuklular devleti çökünce sultan daha geniş ölçüde kul
lanılır oldu. Devletin başı olduğunu iddia eden ve hiçbir
m etbu’ tanımayan her sünnî kendine sultan ünvanım ver
di. Nitekim sultan ünvanı Kuzey Afrika, Mısır, Türkiye,
İran, Hindistan ve başka ülkeler yöneticileri için de kulla
nılır oldu.
1258'de Irak'ı istilâ eden M oğollar son Bağdat halife
sini katlettiler. Müessese zaten ölmüştü. M oğollar böylece
bu hayaleti de ortadan kaldırmış oldular. 1517'ye kadar
Kahire’de M emluk sultanlarından maaş alan bir gölge-ha-
life’ler dizisi görüyoruz. Bunlann hiçbir güçleri yoktu. V e
Mısır dışında pek tanınmıyorlardı. OsmanlIlar Mısır'ı fet
hettikten sonra bu gölge-Jıalife'lerin sonuncusu İstanbul'a
gönderildi. B iıkaç yıl sonra da herhangi bir vatandaş ola
rak ülkesine döndü. Artık halife diye birşey kalmamıştı.
Sultanlar İslâmın en üstün başbuğ sıfatıyla yönetiyorlardı
ülkelerini. Her sultan kendi kendinin halifesiydi. Halife
kelimesi, artık sultanların birçok ünvanlanndan biri ol
du. XVIII. asırda yeniden canlam ncaya kadar eski anla
mından pek az şey taşıyordu halifelik.
Halifelik sona ermişti. İslâm dünyası parçalanmıştı.
Birbirinden a y n ve çok kere hüküm ranlık için savaşan bir
sürü devletçik... Buna rağmen aynı ümmetten olmak duy
gusu hep güçlü ve etkili kaldı. İslâm dünyasının siyasi bir
liğini ayakta tutamayacak kadar cılız bir güçtü hilâfet.
A m a uzun zam an İslâm dünyasında devam lı ve istikrarlı
siyasî bir kavram ın ortaya çıkmasını da önleyecekti. İs
lâm hüküm darlanm n sıfat ve lakaplar cetveli Hıristiyan
yöneticilerinden çok başkadır. Hıristiyan A vrupa'da Pa
135
pa'yla iki Roma im paratorundan başka Frankların, Got'la-
n n , daha sonra da Fransızların, îngilizlerin ve diğer ülke*
Jerin kırallan vardı. İslâm dünyasındaysa etnik ünvanlar
seyrekti. Kullanıldıkları zam an bile çok önem taşımaz.
Müslüman yöneticilerin taşıdığı ünvanlar manâlıdır hep.
Bununla beraber hüküm darın üzerinde hak iddia ettiği ül
ke veya kavimlerin isimleri pek zikredilmez. M oğollardan
önce bu susuş, o dönem in siyasetindeki istikrarsızlığı ve
değişikliği belirtir. O zamanlar birbirini izleyen iki sülâ
lenin aynı toprak parçalarına hükmettiği ııadirattandı. Bu
nunla beraber M oğollardan sonra bile sınırlar daha kesin
ve daha devam lı olduğu halde bu alışkanlık süre gelmiştir.
XVI. yüzyılın başlarında OrtaJDoğuda üç büyük monarşi
vardı. Bu m onarşiler m odem tarihçilerin Türkiye sultanı,
Mısır sultam, ve İran şahı diye adlandırdıkları kişiler ta
rafından yönetiliyordu. Hükümdarların kendileri bu ünvan-
la n kullanmazdı am a komşuları on la n aşağı y u kan bu
isimlerle anardı. Müslüman b ir hüküm dar için hüküm
ranlık alanının hududu tek kelimeyle ifade edilirdi: İslâm.
Her ü ç hüküm dar da İslâm lann reisi olm ak iddiasmdaydı-
lar. Irka veya araziye bağlı ünvanlar ancak rakiplerini kü
çüm sem ek için kullanılırdı. Meselâ Türk sultanlarıyla İran
şahlan yazışmalarında kendilerinden İslâmm hüküm dan
olarak söz ederlerdi, kom şulanndan ise Rum sultam ya da
Acem şahı ünvanlarını tercih ederlerdi. Belli ülkelerin sa
hipleri vardı şüphesiz. Bazılan çok uzun zamandan beri
yönetmekteydi bu ülkeleri. İslâm devletleri içinde en büyü
ğü ve en uzun ömürlüsü Türkiye idi. G erçi Türkiye diye
bir ad bilinmiyordu. 1923'de Avrupa'dan alınıp Cumhuri
yet tarafından resmen kabul edilinceye kadar da bilinme-
yeoekti... İran'la Mısır ise eski isimlerdi, zengin hâtıralan
ve tedayileri olan isimler. İran, a y n bir dilin ve kültürün
vatanıydı; Mısır, hem coğrafyası hem de tarihiyle ünlü bir
ülke; yüz yıllardan beri bağım sız bir Islâm devletinin üssü.
Yine de protokollarda da, sikkelerde de, belge ve yazıtlar
da da görünmez. A ncak XIX. yüzyılda Müslüman A vrupa
lIların düşüncesini benim seyerek m illiyetçilik açısından
136
kavm î veya vatani tâbirler kullanm ağa başlar ve hüküm,
ranlıklannı da bu m efhum lar ilgili olarak yeniden sınır
larlar. Bugünkü millet devlet dünyasında bile yeni tasnif
lerin pek canı gönülden kabul edilm ediği ve daha eski
bağlılık biçim lerine özlem duyulduğu görülmektedir.
İslâm’ın içinde devlet ve milletlerin gelişmesini önle
yen ortak bir hüviyet şuuru İslâm cam ialarıyla dış dünya
arasındaki m ünasebetleri de etkiledi. «Küfür tek millettir»
demiş Peygamber. Hadisin Peygambere ait olduğu şüpheli
ama ifade ettiği inanç gerçeğe uygundur. Nitekim İslâma
göre dünya ikiye ayrılır: Dar-el-İslâm, Dar el-Harb. Dar el-
İslâm, İslâm kanunlarının geçerli olduğu bütün toprakları
kapsar. Geniş mânâda İslâm Ülkeleri. Dar el-Harb, dünya
nın geri kalan bölümleri. Nasıl semada tek bir Allah varsa
yeryüzünde de tek bir hüküm dar ve tek bir kanun vardır.
İslâm devleti yönettiği kâfirleri korum akla mükelleftir; ta
biî kâfirler A llah’a şerik koşm ayacak ve Kuran’m kabul et
tiği dinlerden birine mensub olacak. Zamanla bütün kâinat
İslâmiyeti kabul edecek yahut İslâm kanunlarına boyun
eğecektir. Bu arada M üslümanların bu am aç gerçekleşin
ceye kadar m ücadele etmesi şarttır.
Bu vazifenin adı ise: cihad’dır. Cihad’a sanlana müca-
hid denir.
Kelime, Kur’an-ı Kerim’de defalarca geçer. Anlamı:
Kâfirlere karşı savaştır. İslâmın ilk asırlarında, dinî ve
dünyevî yayılm a çağlarında kelimenin tabii mânâsı bu idi.
Cihad, İslâm uğruna açılan kutsal savaştı, imanın emret
tiği dinî bir vecibe... Bütün olarak câm iaya terettüp eden
m a’şerî bir vazife. Ne var ki, sınır bölgelerinde, savaş böl
gelerinde, daha doğrusu, hüküm darın münasip gördüğü
yer ve zam anlarda her M üslümana düşen ferdi bir vecibe
haline geldi. Bütün dünya İslâm oluncaya kadar aralıksız
sürüp gidecek bir vazife...
Demek ki M üslümanlarla dünyanın geri kalan insanla
rı arasında dinî ve şer’î bir savaş durum u vardı. Bütün
insanlar İslâm olmadık;a veya İslâma boyun eğm edikçe
sürüp gidecekti bu durum. Bir İslâm devletiyle İslâm ol-
137
i m ayan b ir devlet arasında ba n ş anlaşması imzalamak hu
kuken imkânsızdı. Savaşa son verilemezdi; olsa olsa zaru
ret veya maslahat icabı bir mütarekeyle ara verilebilirdi.
Böyle bir ateş-kes fakihlere göre ancak geçici olabilirdi.
Süre olarak on yılı aşamazdı. Müslümanlar, istedikleri
zam an tek yanlı olarak ateş-kesi bozabilirlerdi; yalnız mu-
hasemat’a başlam adan önce karşı tarafa durum u bildir
mek kanun icabıydı. Kanun aynı zamanda savaşların na
sıl başlayacağını, savaş içinde nasıl davranılacağını, tut
saklara ve sivil ahaliye nasıl muamele edileceğini de dü
zenliyordu.
Cihad kanunu da İslâm fıkhı'm n birçok kanunları gi
bi, esas şeklini hicretin ilk yüzelli yılında aldı. Bu tarihte
cihan halifeliğinin m uzaffer orduları Fransa'ya, Çin'e, ve
Hind'e doğru ilerliyorlardı. İslâmın bütün dünyada m uzaf
fer olması yalnız kaçınılm az değil aynı zamanda yakındı
da. Bundan sonra hem milletler arası hem de anayasa ko
nularında hukukî m evzuat ile siyasî olaylar arasında ge
niş bir uçurum açıldı. Siyaset adam ları bu uçurumu gör
mezlikten geldi, fakihler ise örtbas etmeğe çalıştılar. Dün
ya hilâfeti minnacık devletlere bölününce karşı konmaz
ve aralıksız cihad da sona erdi. îslâm dünyasıyla dünyanın
geriye kalan bölüm leri arasında karşılıklı bir hoşgörü m ü
nasebeti kuruldu. Dünyanın geri kalan bölüm ü yine «dar
el-harp» idi. Ne var ki, fethedilm esi tarihî zaman çerçe
vesinden çıkıyor, mesihî zaman çerçevesine bırakılıyordu.
Şimdilik her iki dünya arasında az çok devamlı sınırlar
vardı. Bu sınırlar içinde savaştan çok b a n ş hüküm sürü
yordu. Banş, karadan veya denizden yapılacak saldm larla
bozulabilirdi; sınır nükseden bir anlaşmazlık dolayısıyla
yer değiştirebilirdi. Fakat orta-çağlardan bu yana bu nevi
hudud değişmeleri M üslüm anlann aleyhine olduğu gibi ley-
hine de olmuştur.
Bu değişiklikler ve bunların sonunda Müslüman olma
yan ülkelerle siyasî ve ticarî m ünasebetlerin gelişmesi fa
kihlere çözülm esi gereken yeni yeni meseleler sunuyordu.
Fakihler, bu meselelere ustaca yorum larla karşılık bul-
138
chılar. Cihad vecibesi belli b ir tarife bağlanarak hafifle
tildi. Evet... dar el-harb ile yapılacak ateş-kesler kısa bir
zaman için geçerli olabilirdi. Am a b u ateş-keslerin gere
kince tekrarlanması neden caiz olmasmdı! Böylece huku
ken düzenlenmiş bir b a n ş söz konusu oluyordu. Bazı fıkıh-
çılar, bir ara-durum kabul ettiler: Dar el Harb ile İslâm
arasında bir Dar el Sulh veya Dar el-Ahd vardı. Bunlar
İslâm olmayan fakat İslâmiyetle anlaşma yapan, İslâmm
egem enliğini kabul ederek ona cizye veren, bu sayede is
tiklâllerini ve kendi yönetim biçim lerini koruyan devlet
lerdi. İslâm ülkelerinde yolculuk eden bir savaşçıya veri
len seyahat tezkeresinin adı am an’dır. Taşıyıcısı da mus-
tamin. Her yetişkin Müslüman bir veya birkaç Müslüman
olmayana aman verebilir. Müslüman devletinin reisi ise
bir belde, bir ülke halkına veya ticarî bir am aç güden bir
topluluğa maşeri bir aman verebilir. A m an’m uygulanışı,
İslâm ülkeleriyle Hıristiyan arasında diplomasinin ve ti
caretin gelişmesini geniş ölçüde kolaylaştırmıştır. Hıristi
yan bezirgânlar bu sayede Müslüman ülkelerinde ikamet
edebilmişlerdir. Son Haçlı Seferlerinden zamanımıza kadar
aman müessesesi M üslüman ülkelerinde Hıristiyan devlet
leriyle b an şçı temaslar ve iletişimler için bellibaşlı hukukî
temelleri sağlamıştır. A vrupa’nın ticarî ve diplomatik uy
gulam aları yöneticilerin geniş ölçüde gerçekleşmesini ko
laylaştırmıştır.
İslâm devleti ve camiası bilhassa batıya ve doğuya doğ
ru genişlemiştir. Kuzeye ve güneye gelince... A vrasya’nın
boş ovalan ve çölleri ile A frika’nın cangıl'lan pek çekici
olmamıştır. İslâmın bu bölgelerde ilerleyişi ağır ve geç ol
muştur. Fatihlerin ve misyonerlerin bellibaşlı çabalan da
ha ziyade kalabalık ve mamur memleketlere yönelmiştir:
Batıya doğru Kuzey A frika’ya ve A vrupa’ya, doğuya doğru
İran’dan Orta A sya’ya, Hindistan ve Çin dolaylanna. Her
iki yanda da korkunç düşm anlar mevcuttu. Batıda Hıris
tiyan devletleri ve kırallıklan; doğuda büyük İran İmpa
ratorluğu; ve bunun da ilerisinde steplerin ve orm anlann
savaşçı ahalisi.
139
Hemen hemen başından beri iki mücadele arasında,
yani doğu ile batı arasında köklü bir fark vardı. İran im
paratorluğu Müslüman akıncıları ile doluydu. Topraklan
da ahalisi de İslâm egem enliği altındaydı. M üslüm anlann
ilerlemesine engel olan Bizans sınırı saldınlar karşısında
geriliyor, fakat ayakta duruyordu. Hıristiyan Roma im pa
ratorluğu hâlâ canlıydı ve İstanbul’da bir Sezar hüküm sü
rüyordu. Sezar’m donanm ası ve orduları yalnız Bizans im
paratorluğunun kahntılannı korum akla kalmıyor, Hıris
tiyan A vrupa’yı da istilâ ve fetihlerden koruyordu.
Batının tarihî geleneği Poitiers’deki (732) Fransız za-
-Y ferini Hıristiyanlığın İslâm’dan kurtarıcısı olarak kabul
eder. İslâm geleneği ise Poitiers savaşından pek söz et
mez; etse bile ufak tefek bir olay diye zikreder. Am a ge
rek tarihte gerek efsanelerde İstanbul surları altında ge
çen nihaî kavgaya büyük yer verir. Şüphe yok ki İslâmın
bu konudaki görüşü hakikate uygundur. Fransızlar Poiti-
ers’de sınırlarına varan ve hızını kaybeden bir gücün son
şahlanışını durdurdular. İstanbul’un savunucuları henüz
taze ve zinde olan bu gücün ilerlemesine engel oldular.
Doğu A vrupa’dan Ren’e giden yol Arapların A m uderya’ya
gitmek için izledikleri yola kıyasla daha kısa ve daha ko
laydı. İstanbul’u fethedemediler. Bu başarısızlık Bizans im
paratorluğunu ve onunla beraber Batı Hıristiyanlığım İran
ve Orta A sya’nın kaderini paylaşmaktan kurtardı.
A rab fethi ve bunun neticesi olarak İran’ın siyasî ba
kımdan silinişi, yalnız İran’ın değil fakat İslâmiyetin ka
deri üzerinde de önem li etkiler yapmıştır. Bizans’ın ileri
gelenleri, Suriye’den, Mısır’dan ve Kuzey A frika’dan İs
tanbul’a çekilebilir, eski tab’alannı yeni efendilerinin in
safına terk edebilirlerdi. Sakit İran imparatorluğunun ileri
gelenleri için böyle bir kaçış im kânı yoktu. Hindistan’a ka
çan küçük bir zümre dışında İranlılar bulundukları yerde
kalm ak ve yeni tahakküme baş eğm ek zorundaydılar. İran
zadegânı, orta sınıfı ve din adamları hüner ve tecrübe ha
muleleri ve yakında kaybedilmiş ikbal ve ihtişam hatıra
larıyla İslâm toplum unun ve kültürünün, hükümet ve mu*
140
halefetinin gelişmesinde o kadar büyük bir rol oynam a
larında şaşılacak b ir taraf yoktur. İran’ın eski inançları
mânâsını kaybetti; daha sonraki nesiller bozgundan ve
ümitsizlikten kurtulmak için İslâma sığınacaklardı.
İslâm doğuda zafer kazanmıştı, İran baştan başa zap-
tedilmişti; Hüsrev im paratorluğu can vermişti. Zerdüşt
inancı can çekişiyordu. İranlIların siyasî kabiliyetleri de
dinî inançları gibi İslâm dâvasının emrindeydi. İran’ın do
ğu sınırları ötesinde nice kavim ler ve büyük krallıklar
vardı. Am a bu n lan n hepsi de M uham m ed’in cihanşümul
tebliği için ciddî bir tehlike olmaktan uzaktı. Hindistan ve
Çin, İslâm klâsik oluşma dönem ini yaşarken İslâmm şuu
runu çok uzaktan etkilediler; bu ülkeler müşrik ve putpe
restlerin yurdu idi ve vahye mazhar olmamışlardı. İslâmi-
yete kazandırılmalarının zamanıydı. Steplerin savaşçı fa
kat uysal ahalisi için de aynı şey söylenebilirdi. İhtida
edince İslâm dâvasına taze bir kan getirmiş oldular. Do
ğuda İslâmm gelişmesini engelleyecek bir sınır yoktu. Her
yeni fetih İslâmiyete yeni kaynaklar kazandırıyordu.
Batıda durum çok farklıydı. Fethedilen toprakların Hı
ristiyan ahalisi biliyorlardı ki sınırların ötesinde hür bir
Hıristiyanlık vardır.
Bu şuur onları ayakta tuttu ve yok olm aktan korudu.
Bu ülkelerin İslâmlaştınlması daha yavaş gerçekleşti. Za
manımıza kadar birçok Hıristiyan azınlıklar süre gelmiştir.
Daha önemlisi de şu: Hıristiyan im paratorluğu doğrudan
doğruya İslâmiyete meydan okuyordu. Batıda, doğudan çok
farklı olarak, İslâm bir rakip tanımak zorundaydı, hatta
bir akran. Başka bir vahiy eseri din ve bir cihan devleti. /
O da bütün insanlığa bir tebliğ sunuyordu. İslâmiyeti ka
bule yanaşmak şöyle dursun kendileri insanları Hıristiyan
lığa çağırıyorlardı. Bu teşebbüslerinde başarısız oldukları
da söylenemezdi.
Demek ki Hıristiyanlarla savaş başka sınır ülkeleriyle
savaştan mahiyetçe farklıydı. Sırın ülkeleri müşrik kavim-
lerin İslâmlaştınlmasında sadece birer merhaleydiler. Hı
ristiyanlıkla savaş ise dinî ve siyasi düşm an bir düzenle
141
savaştı. Bu düzen îslâmın dünyadaki rolünün dayandığı
esasları inkâr ediyordu.
îslâmiyetle Hıristiyanlık arasındaki mücadele askerî
bakım dan 4 veçhe arz eder: ikisi saldın, ikisi karşı-sal-
dın. Bu safhalaın her birinde geniş toprak parçalan fetih
yoluyla bir yandan bir yana aktanlm ış ve bunun her iki
taraf üzerinde büyük etkileri olmuştur.
İslâm dünyasıyla Hıristiyanlık arasındaki uyuşmazlık
Peygamberin yaşadığı sıralarda başlamıştır. Nübüvetinin
ilk yıllarında esas savaş Arap müşriklerine karşı yapılır
ken Peygamberin gerek Yahudilere gerekse Hıristiyanlara
karşı davranışı dostça ve hürmetkârâne idi. İslâm lann başı
olarak her iki cam iayla temasa geçti. Bunu anlaşmazlıklar
takip etti. Önce M edine’de yoğun olarak temsil edilen Ya-
hudiler düpedüz düşmandılar. Hıristiyanlar ise muhtemel
birer müttefiktiler. Sonra M edine’deki camianın etkisi ge
nişledi. Müslümanlar Arabistan’daki Hıristiyan kabilelerle
çatıştılar. Kuzey sınırlarında Hıristiyanlarla ve Yahudiler
le ilişkiler savaşa dönüştü.
İslâm geleneğine göre, Hicret’in 7. yılında (M.S. 628)
Peygam ber M edine’den Bizans im paratoru Caesar ile İran
Şehinşahı Husrev’e birer mektup yolladı. Onlara ya İslâ-
lâmiyeti kabul etmelerini yahüt da kâfirlerin vermesi ge
reken cizye’yi sunmalarını teklif etti. Bu rivayet ne derece
doğrudur? Bilemeyiz... Hz. M uhammed iki büyük hüküm-
ran n İslâmiyeti kabul edeceğine inanıyor m uydu? Âlim le
rin bu konudaki görüşleri f arkhdır.
İslâmm ilk fethi, H ayber’dir; M edine’nin kuzeyinde,
Suriye yolunda bir vaha... H ayber’de Yahudiler oturuyor
du, içlerinde M edine’den kovulan kimseler de vardı. 628
de M uhammed 1.600 kişilik ordusuyla H ayber’e yürüdü ve
6 hafta içinde bütün vahayı işgal etti. Yahudilere, ailele
riyle orda kalm ak ve ibadetlerini sürdürm ek izni verildi.
Topraklan ve malları fatihlere devredildi ama tarlalannı
ekip biçebilecekler ve hasadın yansını fatihlere verecek
lerdi.
Daha sonra Hayber Yahudileri Halife Ömer tarafından
142
vahadan çıkarıldılar. Zira m übarek A rab topraklarında îs-
lâmiyet’den başka bir dine yer yoktu. Daha sonraki fetih
lerde Hz. M uham m ed’in yahudilere kabul ettirdikleri şart
lar h afif değişikliklerle aynen tatbik edilecekti. Kuzeye
yani Hıristiyan topraklarına yayılış Hz. M uhammed’in son
yıllarında başladı. Hz M uhammed’den sonra gelenler, Hı
ristiyan dünyasının geniş bölüm lerini İslâmiyete kazandır
dılar: yakın doğuda Hıristiyanlığın doğduğu ülkeler, kuzey
A frika’nın bütünü, İspanya, Fransa ve İtalya’nın bir kıs
mı, ve Akdeniz adalarının bir çoğu gibi.
Orta-çağ M üslümanları için Arapların İslâmm altın-
çağm daki bu zaferleri dinlerinin hak dini olduğunu ve Al-
lahîm M üslümanlardan yana bulunduğunu ispat eden İlâ
hî birer işaretti. Şüpheciliğin egem en olduğu bir çağda,
tarihçiler daha rasyonel izahlar aradılar.
Arab fetihlerinin askerî tarihi hakkında pek az şey
biliyoruz. Am a bu yetersiz bilgilerin ışığında şunları söy
leyebiliriz: Araplar, diğer im paratorluk kurucularından
farklıydılar. Özel bir taktikleri de yoktu, teknik bir üstün
lükleri de. Düşmanlarına karşı galebe sağlayacak araçlar
dan mahrumdular. Ne M akedonyalIlar gibi mızraklı alay
ları, ne Romalılar gibi lejyonları, conquistadore lar gibi at
lan, ne de söm ürgeciler gibi yangın kuleleri vardı. Hatta
tersine, zamanın iki büyük askerî gücüne saldm rken hem
maharet hem silah hem de sayı bakımından çok gedidey-
diler. Büyük birliklerle savaş konusunda tecrübesizdiler.
Önceleri muhasara bilgisinden de mahrumdular, muhasara
için lüzumlu silahlardan da. Müstahkem şehirleri sadece
kuşatabiliyor fakat teslim alamıyorlardı. D onanm alan yok
tu. Hatta karada bile düşmanların zırhlı süvarilerine karşı
koyacak güçten mahrumdular.
Birçok şeyleri yoktu ama, mübalâğa da etmeyelim.
7. yüzyılda yerleşik ve gelişmiş devletlerin teknolojik du
rumuyla bozkır veya çölden gelen akıncıların durum u ara
sında doldurulam ayacak bir uçurum yoktu. Kaldı ki diğer
bakımlardan Arablar da düşmanlarının kullandığı silahlara
sahiptiler.
143
Üstelik düşm anlarına kıyasla büyük üstünlükleri de
viardı. Bu üstünlüklerden biri hem lojistik hem de stra
tejikti: deveyi kullanıyorlardı, bu sayede çöle de hâkimdi
ler. Gerçi devenin savaşta büyük değeri yoktu. Am a taşıt
olarak önemi çok büyüktü. İnsanları, teçhizatı ve malze
meyi nakil işinde emsalsizdi. M odem denizci devletler için
deniz ne ise Araplar için de çöl oydu. Düşmanlarının h a
beri olm adan deve sayesinde diledikleri gibi dolaşabiliyor
lardı çölde. Fethettikleri eyaletlerde hükümet merkezlerini
çölün ucunda kurdular. Şehir zaten mevcutsa, Şam gibi,
^ onu kullandılar. Yahut da yepyeni bir şehir kurdular Kü:fa,
Fustat, Kayravn gibi. Bu garnizon şehirler A rab im para
torluğunun Bombay'ı, Kalküta'sı, Singapur'udur, çölün li
m anlan... Bunların aracılığıyla eyaletlere sızılmış, sonra
eyaletler fethedilmiş, ve bir süre yönetilmiştir.
A raplan n başka bir üstünlüğü de maneviyatlarydı.
Araplar, mukaddes bir savaşın muharipleriydi. İmanla, ve-
cidle doluydular. İlahî yardım a güveniyorlardı. Bu güven
birbirini kovalayan zaferlerle bir kat daha güçleniyordu.
Düşm anlan ise uzun zaman eğitilmiş, çoğu paralı, asker
lerdi. M ahirdiler ama am açlan yoktu. Bir taraftan kendi
saflan içindeki anlaşmazlıklar, bir taraftan da sivil ahali
nin düşmanlığı canlanna okuyordu. Arap savaşçılan ise
toplumsal durum, kast ve imtiyaz gibi engellerle karşı kar
şıya değildiler. Bizans’ın veya İran'ın sahip olmadığı par
lak başbuğlar çıkıyordu aralânnda.
Kendi üstünlüklerine sanlan Araplar, çok kısa bir za
m anda mahrum bulunduklan silahları ve teknikleri telâ
fi etmek imkânını buldular. İslâm öncesi Arabistan'da alı
şılmış savaş biçim i karr wa - farr idi (vur,kaç). Kabile sa
vaşçılarına çok uygun bir teknik ama disiplinli ordularla
savaşırken hiç de elverişli değil. Siret’lere göre Peygam
ber, savaş nizamı getirmiştir, (tâbiye). Bedir savaşında
birkaç yüz askerini saflar halinde dizmiş. Bizans ve İran'la
savaşırken A raplar daha geniş birliklerle nasıl harb edi
leceğini çabucak öğrendiler. En şaşılacak taraf da, Suriye,
M ısır ve Kuzey A frika'nın yerli Hıristiyan ahalisinin yar-
144
damıyla Arapların uzıın müddet hâkim oldukları Akdeniz'
de Bizans vesair Hıristiyan donanm alarını bozguna u ğ ra
tacak savaş gemileri inşâ etmeleridir.
Araplar, yeni kazandıkları deniz gücü sayesinde İs
tanbul’a karadan ve denizden defalarca saldırdılar. 674’de
M arm ara’daki Erdek yarım adasını işgal ettiler. Ve bir
savaş üss’ü kurdular. Bu üss’den bahar ve yaz aylarında
İstanbul’u m uhasara ettiler yıllarca. 678’de İstanbul sur
larının önünde büyük bozguna uğradılar. Ve geri çekilmek
zorunda kaldılar. Bu, Müslümanların mukaddes savaşla
rında uğradıkları ilk gerçek mağlubiyetti. Bundan sonra
nisbî bir durgunluk dönemine şahid oluruz. Bu dönemde
Müslümanlarla Bizans arasındaki .çatışmalar sınırlarda
tutsaklan kaçırm ak ve ganimet elde etmek için yapılır.
8. asrın ilk on yıllarında yeni bir ilerleme kaydedilir.
Doğuda Arab ordu lan Cakarta ve İndus’a varırlar. Batı
da, Berber yardım cılarıyla Cebelitarık boğazını aşar ve İs-
panya’nın fethine girişirler. Merkezde Emevî Prensi Mas-
lama, sınırlardaki kumandayı ele aldı ve Anadoluya bir
çok saldınlarda bulundu. Bu ilerlemenin en yüksek nok
tası Araplar tarafından girişilen 716-717’de İstanbul’un fet
hi teşebbüsüdür. Bu sefer de bozgun ve gerileme ile so
nuçlandı. Bununla beraber İslâm efsanelerinde ve folklo
runda bilhassa cihad’la ilgili son kahramanlık hikâyele
rinde ve saga’larda büyük bir ün taşır. Bir yandan bu hi
kâyeler bir yandan da o dönemde dilden dile dolaşan ke
hanetler Müslümanların cihad konusundaki davranışların
da nasıl bir değişiklik olduğunu gösteren örneklerdir. Kâ
firlere karşı yapılan en yaman savaşlar eski ve hamasî bir
geçmişe aittir. İslâmların son zaferi ise uzak ve mesyânik
bir gelecekte gerçekleşecektir.
717’de İstanbul’dan çekilen Müslüman ordular ilerle
mekte devam ettiler, ülkelerinin uzak doğu ve uzak batı
sına doğru... Ne var ki, yayılışlarının sınırına varmışlardı
artık. Batıda, Sicilya’nın fethi (827-902) tek büyük başan
oldu. Doğuda ise İslâm ordu lan Hindistan ve Çin hudut-
lannda durakladı. Bizans sınırlan 782’ye kadar nispeten
145
sakindi. 782’de A bbasi hanedanından bir başka prens or
dusuyla Anadolu’dan İstanbul’a dayandı. Galip oldu, Bi
zans’ı cizye’ye bağladı ve yurduna döndü. Bu zafer genç
emir Harun’un itibarını artırdı. Bir vakanüvisin söyledi
ğine göre: Harun’un babası halife Mehdi, Harun’u ikinci
veliahd nasp etmiş ve ona Reşid ünvanını vermiştir.
Bu, A rab halifelerinin İstanbul’a yaptıkları son büyük
savaş olmuştur. İstanbul’un fethi daha sonraki bir tarihe
ertelenmişti. Cihad’m sona ermesi için birçok sebepler var
dı. Eski fatihlerin heyecanı ve savaş tutkusu uzun zaman
dan beri küllenmişti. Ganimet veya şahadet susuzlukları
doyum a uğramıştı. Cihada koşan akıncılar yerine şimdi
düzenli ve paralı ordular vardı. Bu ordular A raplann boz
guna uğrattığı ordulardan pek farklı değildi. Abbasiler,
payitahtlarını doğuya doğru kaydırmışlardı. Halifelik ar
tık bir doğu im paratorluğu olmuştu. Artık savaş canı g ö
nülden yapılmıyordu. Batı sınırdaşlarıyla münasebetleri
asgariye inmişti. Bu arada Akdeniz ülkelerinde üss’ü olan
İslâm devletleri m ücadeleye devam ediyordu. Am a onlar
da öteki İslâm devletleri gibi kahramanlık çağının sona
erdiğini kabul ediyorlardı. Dar el-islâm ile Dar el harb ara
sındaki sınırlar daim a bâki kalacaktı ve ister, istemez İslâm
olm ayan devletlerin varlığı kabul edliecekti.
Bu m eyanda büyük Hıristiyan karşı-saldm ’sı da başla
mış bulunuyordu. İslâm dünyasının zâfı ve bölünüşleri de
Hıristiyanlara cesaret veriyordu. İslâm dünyasına ilk sal
dıranlar putperest kavim ler oldu: Doğuda Hazar’lar, Batı
da V iking’ler. Ne var ki, bunlar sadece birer episod idi.'
Yalnız büyük bir etkileri oldu. Hıristiyanlar uyandılar ve
kaybettikleri topraklan elegeçirm ek kararını verdiler.
Elden çıkmış topraklan yeniden fetih uçlardan başladı,
Ispanya’da bazı Hıristiyan beylikleri, yarımadanın kuzey
ucunda geçici olarak yaşamak çaresini bulmuşlardı. Hu-
dütlannı sağlamlaştırmağa ve ülkelerini genişletmeğe kalk
tılar. Önce Frenklerin sonra N orm anlann İslâm ülkelerine
saldm şı da onlara yardım etti. Doğuda, K afkasya’nın Hı
ristiyan ahalisi, G ürcü’lerle Ermeniler tekrar baş kaldırdı-
146
lar, ve Müslüman efendilerinden gittikçe artan bir hürriyet
koparm ayı başardılar. X. asrın ikinci yansında Bizans im
paratoru, M üslümanlara karşı saldm ya geçecek güçteydi.
Bu saldm ların sonunda Girit, Antakya, Sisam geri alındı.
Kuzey Suriye’nin ve M ezapotamya’nm birçok kısım lan ya
ilhak edildi ya işgal. Bizans akıncıları güneyde Kudüs’e ka
dar uzandılar. t
XI. asırda Hıristiyanlann îslâm topraklannda ilerle
mesi selleşti. Doğuda Gürcü kırallığı, İslâm saldm lan m
püskürttü ve genişleme dönem ine girdi. Bu dönemde, Ka
radeniz'den Hazer denizine kadar bütün Kafkas bölgesini
hâkimiyeti altına aldı. Ispanya’yla Portekiz’de yeniden fe
tih harekâtı Toledo ile Coim bra’ya ulaştı. Akdeniz’de Hı
ristiyan istilâcılar Sardunya Ve Sicilya’yı Müslüman yöneti
cilerden geri aldı. Nihayet 1098’de Batı Avrupa Hıristiyan-
la n Suriye ile Filistin’in bazı bölgelerini işgal ve bir m üd
det için ellerinde bulundurdular. Bu uğurda yapılan savaş
lar Hıristiyan âleminde Haçlı Seferleri diye bilinir.
M üslümanlar arasındaysa Haçlılar adıyla tanınmazlar.
Ne gariptir ki Haçlı seferlerini anlatan Arap vakanüvisleri,
başka bakımlardan çok zengin oldukları halde bu istilâcı
ları doğuya getiren hareketle ilgili pek az bilgi içerirler.
Haç ve haçlı kelimeleri çağdaş İslâm yazarlarında hiç g eç
mez. Kaldı ki Arapçada karşılıkları da yoktur. Nispeten
uzun bir zaman sonra A rapça yazan Hıristiyanlar tarafın
dan kullanılmağa, başlamıştır bu kelimeler. Müslüman çağ
daşlan için Haçlılar düpedüz Frenk veya kâfir anlamma-
dır. Haçlılar, birçok barbar ve imansızlar arasından, İslâm
dünyasına saldıran topluluklardan herhangi biriydi. A yı-
n c ı vasıflan savaştaki kıyıcılıktan ve kıyıcılık sayesinde
elde ettikleri başan idi.
Haçlıların A vrupa’daki etkisini anlatan birçok eserler
yazılmıştır. İslâm ülkelerinde nasıl bir etkileri olduğu ise
daha az incelenmiştir. İslâmm başlangıcından beri ilk defa
olarak Müslümanlar, askerî bozgun yüzünden, eskiden be
ri İslama ait olan topraklan Hıristiyan idarecilerine bırak
mak ve büyük sayıda Müslüman ahaliyi Hıristiyan idare
147
sine terk etmek zorunda kalmışlardır. Her iki olay da şa
şılacak bir sükûnetle karşılanmıştır. Hem doğuda hem de
batıda Müslüman yöneticiler, yeni komşularıyla ilişki kur
mak istemişlerdir. Hatta icab ederse Müslüman kardeşle
rine karşı Hıristiyanlarla ittifaklar kurmuşlardır. Fakihler
için zaruret şeriatın m übah kıldığı bir mahzurdu. «İkti
darda olana boyun eğilmelidir,» şu şartla ki: Müslüman
ların ibadet etmesine ve şeriatın hükümlerine uymasına
engel olmasın. Böyle bir hükümdarın ülkesi, bazı fakihlere
göre, Dar el-islâm’m bir parçası olarak kabul edilebilir.
Önceleri Müslüman dünya Levanten kayıbm a tama-
men kayıtsız kaldı. Başlangıçtaki cihad uzun zamandan be
ri sona ermişti, ve cihad ruhu unutulmuştu. Yaşatılan bir
şiddet ve değişiklik çağıydı. Müslüman topraklan boyuna
saldınlara ve işgallere uğramaktaydı. Saldırılar, bir yan
dan Orta A sya ve Berberler Afrikasm dan, bir yandan da
Hıristiyanlardan geliyordu. Halep’te, Şam’da ve Kahire’de
bile Filistin’in ve Suriye kıyılarının elden çıkması hemen
hemen hiçbir heyecan yaratmıyordu. Öteki bölgelerde ise
farkına bile varılmıyordu bu kayıpların. Devrin parçalan
mış Suriye’sinde, H açlılann, Doğudan Tûrklerin kurduğu
devletler mahallî siyaset dengesinde çabucak yerlerini al
dılar. Bazıları düşman oldu birbirine, bazıları dost. Bu hu
sumet veya muhabbetlerde ne dinin ne de soyun etkisi
vardı.
Bâtıda Hıristiyanlığın kaybedilen toprakları geri alma
ları tam bir zafer oldu, nihaî bir zafer... Müslüman efen
diler ve arkalarından Müslüman tab’a İspanya ve Porte
kiz’den çıkarılmış ve çok geçmeden m uzaffer İspanyollar’la
Portekizler Kuzey A frika sahillerine inmişlerdi. Doğuda,
Haçlılar bir süre daha tutunmayı başardılar. Bu, Avrupa’
dan gelen sürekli yardım lar sayesinde oldu. Am a bulun
dukları yerlerde pek güçlü değildiler ve Müslümanların
zincirleme saldırılarıyla daha da zayıfladılar. Nihayet Fi
listin’deki Latin gücünün son kalesi olan Akkâ 1291’de
M emluk’la n n eline geçti.
Şimdi Doğuda Haçlı ordularının iki bakiyesi kalmıştı:
148
Kıbrıs Latin kırallığı ile Kilikya’daki Fransız - Ermeni kıral-
lığı. Dikkate lâyıktır ki, her iki hüküm dar da Müslüman
topraklarında Melik diye anılmazlar. Ünvanlari: Mütemel-
lik’dir. Yani İslâmm meşru hakkı olan topraklan gasp et
mişlerdir. Her iki ülke de, zamanı gelince, Müslümanlar
tarafından alınmışlardı (Kilikya’yı Memluklar, K ıbns’ı Os
manlIlar.)
Haçlı zihniyetinin kalıntıları A vrupa'da bir müddet
daha yaşayacaktı. Ve bu zihniyet birtakım ufak tefek sa
vaşlar kışkırtacaktı. Önce M ısır’ın Memluk saltanatına,
sonra da Osmanlı Türklerinin yeni ve tehditkâr kuvvetle
rine karşı... Ne var ki, A vrupa’nın um urunda olriıuyordu
bunlar. O, başka şeylerle meşguldü artık. Hıristiyanlar,
Haçlıları unutmuşlardı am a Müslümanların gönlünde cihad
dipdiriydi. Yeni baştan im an uğruna bir mukaddes savaş
düzenlendi. İlk amaç, kâfir istilâcıların ele geçirdiği ülke
leri yeniden almak; sonra, bu işi zaferle biterse, Islâmiyeti
şimdiye kadar tanımamış olan bölgelere ve kavimler© İs
lâmî tebliği ve gücü yaymaktı.
Haçlıların iki asır süren idareleri ele geçirdikleri ül
keler üzerinde büyük bir etki yapmadı. Hep egemen bir
azınlık olarak kaldılar. Batı A vrupa menşeli bir avuç ka-
tolik, çeşitli adamları ve hizmetkârlarıyla baronlar, rahip
ler ve bezirgânlar... Aşağı y u kan bütün köylüleri içine
alan ahali yığını Müslümanlardan, doğu Hıristiyanlanndan,
bir avuç Yahudiden ibaret yerlilerdi. H açlılar buraları terk
edince bu topraklar kolaylıkla İslâm dünyasıyla kaynaş
tılar.
Bununla beraber haçlı orduları iki bakımdan silinmez
bir iz bıraktılar. Birincisi: zim m i’lerin durumu kötüleşti.
İslâmî genişlemenin ilk günlerinde, zimmi’ler birtakım
tahdidlere bağlıydılar. Bu tahdidlerin çoğu, yeni fethedilen
ülkelerdeki İslâm garnizonlarının güvenini sağlamak için
alınmış tedbirlerdi. Mevzuatda yer almalarına rağmen bu
tahdidlerin birçoğu sıkı bir şekilde uygulanmazdı. Bir ke
limeyle zim m i’ler gerek sosyal ve ekonom ik gerekse dinî
bir hürriyet içindeydiler. Hıristiyan dünyasıyla girişilen
149
uzun çatışmalardan doğan küskünlükler, Hıristiyanlarla
M üslümanların bir arada yaşadığı yerlerde korunm a ihti
yacı, Hıristiyan hükümdarlarının ve din adamlarının örnek
olduğu zulum lar... Bütün bu âmiller elele vererek davra
nışı daha da sertleştirdi. Haçlılardan buyana, Müslüman
larla Hıristiyan ve Yahudi teb’a la n arasındaki ilişkiler da
ha mesafeli ve daha çetin oldu. Ziraim ler toplum olârak
tecrid edilmişlerdi; ayrı bir muameleye tâbidiler, fakat ara
da bir de olsa zulme uğruyorlardı.
Haçlıların eseri olan ikinci devam lı değişiklik İslâm
dünyasının A vrupa’yla münasebetlerinde vaki oldu. Onbi-
rinci asırdan önce İslâm dünyasıyla A vrupa arasındaki
münasebetler yok denecek kadar azdı. Şarleman ile Ha
run Reşid elçi teati etmişler. Sık sık tekrarlanan bu teati
den yalnız Frenk vakanüvisi Einhard bahseder. Böyle bir
şey olmuşsa hiç de mühimsenmemiş olacak ki M üslüman
tarihçiler bundan hiç söz etmemişler. Toskanya’lı Bertha’-
nm daha sonra Halife el M uktafi’ye yolladığı sefaret er
kânı (906) da garip bir hâdise olarak zikredilir. İslâm dün
yasının uzak batısında, Kuzey A frika ile İspanya’da bile
A vrupa’yla diplom atik alış verişler çok azdı. Cordoba ha
lifesi im parator O tto’ya İspanyol yahudisi İbrahim b. Ya-
kub el-Turtuşi’yi elçi olarak göndermiş. (X. asrın ortala
rında) . M üslümanların orta-çağ başlarında Frenk Avrupası
hakkmdaki malumatı geniş ölçüde bu kaynaktan gelir. İb
rahim ’in seyahat hatıraları kaybolmuş. Daha sonraki Arap
coğrafyacılarının yaptığı alıntılar sayesinde bu hatıraları
öneriyoruz.
Haçlılar, bilhassa SicilyalI el İdrisi ve Endülüslü İbn
Said gibi batılı İslâm coğrafyacıların yazılarından faydala
narak yeni bilgiler getirdiler. Daha önemlisi de Avrupalı
Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki eskiden sınırlı
olan ticarî ve kişisel münasebetlerin artması olmuştur.
Haçlı seferleri sürerken, A vrupalı bezirgânlar — daha
da çok İtalyanlar— Latin idaresi valtındaki Memalik-i Şar
kiye İskeleleri’ne yerleştiler. Buralarda kendi kanunlarıyla
yönettikleri örgütlenm iş cemaatler kurdular. Bu iskelele-
150
*
rin yeniden M üslümanların eline geçm esi Avrupalı bezir
ganların faaliyetine son vermedi. A ksine... M üslüman ida
reciler, hem kendileri hem de uğraşanlar için kazanç kay
nağı olan bu ticaretin sürüp gitmesinden yanaydılar. Çok
geçm eden A vrupalı bezirganların M ısır'da ve haçlıların
hiçbir zam an egem en olm adığı başka ülkelerde kolonileri
göriilür.
Müslüman fakihlerinin anlayışına göre A vrupa kolo
nileriyle yapılan anlaşmalar klâsik man müessesesinin de
ğişik bir şeklinden ibaretti. Doğuda oturan bezirganlar ise
müstamin haklarından yararlanm akta idiler. Hakikatde ise
anlaşmanın modeli A vrupa menşeli idi. İtalyan ticaret cum
huriyetlerinin Bizans im paratorluğu ve haçlı devletleriyle
akt ettikleri anlaşm alar örnek alınmıştı. İki yanlı bir an
laşma veya muahede m efhum u İslâm hukukunu da m eç
hulü idi* İslâmî uygulam anın da. Böyle bir müessesenin
kabul edilişi A vrupa etkisinin büyüdüğünü göstermekteydi.
Böyle bir anlaşmanın özünde M üslüman bir idarecinin Hı
ristiyan bir devlete bahş ettiği imtiyaz yatıyordu. Bu im ti
yazla, Hıristiyan devletin tebası -Müslüm an d evletlerin Hı-
-riatiyan devletin -tebast; Müslüman devletlerin Hıristiyan
tebalan için koydukları ehliyetsizlik engeline bağlı olmar
dan M üslüman ülkeleriyle alış veriş yapabiliyor ve o ül
kede ikamet edebiliyorlardı. A vrupa devletleri Türkiye'nin,
Mısır'ın ve Akdeniz'in diğer İslâm ülkelerinin idarecilerin
den bu şekilde birçok ruhsatlar elde ettiler. Osmanlı döne
minde bu imtiyazlara kapitülasyon deniliyordu. Çünkü
capitula ismi verilen bölüm lere ayrılmışlardı.
A vrupa ticareti parlak bir gelişmeye m azhar olurken
A vrupa orduları bir sürü büyük bozguna uğruyorlardı.
Haçlı ordu lan zap ettikleri her yerden çıkanlmışlardı. Vak
tiyle Hıristiyanlann elinde olan geniş bölgeler İslâm akın-
cilan tarafından zapt edilmişti. Bir kere daha İslâmm İlk
devirlerinde olduğu gibi Hıristiyanlık aleyhine cihad açıl
mıştı. V e b u defa Müslümanlar Avrupa'nın göbeğine ka
dar ulaşabilmişlerdi.
Haçlı ordularını bozguna uğratanlar, onlann işgal et
151
tiği ülkelerden gelmiyordu. Hatta feth ettikleri veya teh
ditleri altında bulunan kavimler arasından da çıkmamış
lardı. Bu yeni saldın daha uzak doğudan geldi. İslâmın
yeni bir devletinden: Türklerden dem ek istiyoruz... Türkler
haçlılardan önce geldiler ve bir bakıma bu geliş haçlılan
kışkırttı. Müslümanlar, Türklerle önce Orta Asya sınırla
rında karşılaştılar. Onları tutsak olarak ele geçirip bil
hassa askerlik alanında kullandılar. Bu asker-tutsaklara
memluk denildi. Umumiyetle A frika’dan gelen köleler ya
evlerde istihdam edilirdi yahut da arazide. M emluklar da
hukuken köle sayılıyordu, fakat zamanla imtiyazlı bir kast
haline geldiler, askerî bir kast...
Müslüman devletine gittikçe büyüyen bir kudret bah
şediyorlardı. Çocukken tutsak olarak ele geçiriliyor, uzun
bir meslek terbiyesinden geçiriliyorlardı. Efendilerine gö
nülden bağlıydılar. IX. asırdan beri Halifeler, Türk asker
lerine ve kumandanlarına teslim ettiler idareyi. Türkler
önce askerî sonra da siyasî hâkim iyet kazandılar. Kum an
danlar vali oldu; valiler de hanedan kurdular. İslâmda ilk
Türk idarecileri IX. asırda ortaya çıktı. XI. asırda Orta
A sya’dan Mısır’a kadar hem en hemen bütün idareciler
Türkdü.
Bu Türk yöneticilerinin çoğu Orta Asyalı idi. İslâm
dünyasına tutsak olarak katılmışlardı. Yetiştirilirken ka
bul etmişlerdi Islâmiyeti. Askerî mertebeler dizisinde yük
selmiş ve general yahut da paralı asker olmuşlardı. Hudut
ların ötesindeki Türk kabileleriyle pelç ilişkileri yoktu. Da
ha çocukken bu kabilelerden koparılmış, uzaklaştırılmış
lardı. Daha sonra bu Türk kabileleri Batıya yönelecek, hem
İslâmiyetin hem de Hıristiyanlığın kaderi üzerinde büyük
etkiler yapacaktı.
Orta Asya Türkleri hiçbir zaman Araplar tarafından
m ağlûp edilmediler. Onları İslâmiyet fethetti. Çoğu Türk
olan gezici sofiler ve dervişler, Jakarta’nın ötesindeki he
nüz İslâmiyete boyun eğmemiş kabileler arasında dolaşı
yor, İslâm ve putperest dünyanın sınırlan içinde gelişen
yeni im anı tebliğ ediyorlardı.
152
Bozkır kavimlerinin batıya göçü XI. asırda kemalini
buldu. Bozkır kavimleri iki ana yoldan ilerliyorlardı: Ha-
zer’in kuzeyinden güney Rusya ve doğru A vrupa’ya; Ha-
zer’in güneyinden İslâm ülkelerine. Kuzeyli akıncılar, ara
larındaki hâkim Türk kabilesinin adıyla anılırlar: Kıpçak-
lar. Güneyden gelenler ise yine kendilerini yöneten hane
danın adını taşırlar: Selçuklular.
Kıpçaklar, Polovtski ve Cuman’lar adıyla da tanılırlar.
Bir zaman, Ural nehrinden M acaristan sınırlarına kadar
çok geniş b ir alana yayılmışlardı. Aşağı yu kan eski Türk
lerin oturduğu yerler... Hazarlar, Peçenekler, V olga Bul
garları gibi Türkik kavim ler tarafından yönetilen eski Türk
lerin topraklan... XI. a sn n ortalanndan itibaren XIII. asır
da M oğolların gelişine kadar bu topraklara Kıpçaklar hâ
kimdi. M oğollann fethinden sonra bile Kıpçaklar, M oğol
efendilerini özümlemeyi ve ülkelerindeki M oğol hanedan-
lanna kendi seciyelerini aşılamayı başarmışlardı.
K ıpçaklann gelişinden önce İslâmiyet, Don ve V olga
havzalanndaki Türkik kavimler arasında mesafe almıştı
oldukça. Kama ve V olga ırm aklannm kavşağında bir site
ve bir devlet kuran Bulgarlar X. yüzyılda İslâmiyeti yay
mak için çaba harcıyorlardı. Hatta 986’da Kievli prens
Vladm ir’i ihtida ettirmek istediler ama boşuna... Türkik
kabileleri üzerinde daha başarılı oldular.
Kıpçaklar, Doğu A vrupa’ya göçtükleri zaman henüz
putperestiler. Bazılan Hıristiyan oldu ve Slavca konuşan
kavimlerle kaynaştı.
Diğerleri ise M üslümanlığı kabul etti. V olga’daki M o
ğol hanlığında büyük bir rol oynayanlar bunlardı işte.
XIII. asn n 30. ve 40. yıllarında M oğollann Doğu A vrupa’yı
fethetmeleri ilk defa olarak bozkır kavimlerine siyasî bir
çerçeve sağladı. Moğollar, Saray’da (aşağı V olga) bir hü
kümet merkezi ve Cengiz H an’ın torunu ve Rusya fatihi
Batu Han’a bağlı bir hanedan kurdular. M oğollann nü
fusu azdı. Kıpçaklara dayanıyorlardı. Zamanla Kıpçak di
lini benim sediler ve Kıpçaklarla birleştiler. Devletlerinin
adı Rusçada ve Avrupa dillerinde Altın Ordu diye bilinir.
153
Altın Ordu kelimesinin Doğu kaynaklarında karşılığı yok
tur. Kıpçak hanlığı diye geçer.
XIII. asrın sonlarında, XIV. a sn n başlannda bu hanlık
İslâmiyeti benim seyince bir Müslüman devleti Baltık De
nizinden Karadeniz’e kadar bütün doğu A vrupa’ya ege
m en olur. K ın m ’da, büyük ırmak vadilerinde, hepsinden
de çok, V olga boylarında kurulan yerleşme merkezlerinde
kalabalık ve etkin bir M üslüman nüfusu görülür. Altın O r
d u ’nun yıkılışından sonra kurulan bağımsız İslâm hanlık
larının payitahtı olan nice mam ur beldeler kurulur: Ka
zan, Astragan, Bahçe Saray gibi.
Selçuk oğullarının başkanlığındaki güneyli istilâcılar
? başlangıçtan itibaren Müslümandılar. Büyük sultanlar ola
rak İslâmm kalpgâhm ı yönetm eğe başladılar. Selçuk sul
tanları İslâmm toprak bütünlüğünü ve siyasî birliğini onar
makla kalmadılar, İslâmiyete büyük bir canlılık da getir
diler. Daha önceki devirlerde bu canlılık bir hayli sarsıl
mıştı.
M emluklar gibi Bağdad’a ve başka diyarlara giden kar
deşlerine benzemiyorlardı. Selçuklularla beraber gelen se-
razad Türkler sınırlardaki cihad ruhunun bütün ateşini ve
coşkunluğunu koruyorlardı.
Türklerin Orta A sya’dan İran yoluyla Mezapotamya’ya
doğru ilerleyişleri İslâmiyet için uyanış devresi... Türk or
du la n kâfirleri püskürtür ve rafizi’leri yok ederken sünnî
fakihleri ve kelam cılan İslâmiyetin başlangıcından beri
ilk defa olarak devlet ile samimî ilişkilere girdiler. Şiî dü
şüncelere karşı sünnî fikirleri düsturlaştırma ve yaym ağa
giriştiler. Türklerin misyonu ve otoritesi birçok metinler
de görülebilir. Meselâ 972 de kalem e alınan Kaşgarlı Mah-
m ud’un divan-ı Lügati Türk’ünün girişinde.
M üslümanlarla Hıristiyaiılar Bizans hudutlannda bir
likte yaşıyorlardı. Cihad ateşi ise Jakarta’la n n ötesindeki
uzak ülkelerde sm ır-savaşçılan arasında için için tutuşu
yordu.
Bu sınır kavim lerinin Batıya gelişi İslâmî yayılışın ilk
günlerini hatırlatan bir hızla cih ad’ı yeniden tutuşturdu.
154
Selçuklular Kafkasya’da Gürcülere ve Ermenilere karşı
İslâm hâkimiyetini yeni baştan kurm ağa çalıştı. Daha da
önemlisi Türklerin Doğu ve Orta A nadolu’yu fethiydi. Bu
raları uzun zaman İslâmm ilerlemesine engel olan Hıris
tiyan Rum im paratorluğunun kalesidir.
Anadolu’nun fethi sınır savaşçıları tarafından sağlam-
7 laştırılmıştı fetih. Fetih işlerinin başlarında Sultan, bir Sel
çuk şehzadesini yollamış ve yeni toprakların yönetimini
ona tevdi etmişti. Sınır savaşçıları savaşarak batıya ilerler- »
ken doğudan subaylar ve mem urlar gelip kazanılan top
rakların yönetimini ellerine aldılar. Onların gayretleri sa
yesinde A nadolu’da, payitahtı Konya olan güçlü bir Türk
devleti kuruldu. XIV. a sn n başlarına kadar burada hü
küm süren Selçuk hanedanı Rum Sultanları olarak m a
ruftur.
Bunu takip eden dönem de Güney batı A sya’daki İs
lâm ülkeleri batıdan ve doğrudan iki istilâya uğradılar.
Haçlıların istilâsı yalnız doğu Akdeniz ülkelerini etkiledi.
Çabucak püskürtülen bu istilânın büyük etkisi olmadı.
Haçlılara karşı saldırıyı Selçukluların emrindeki ikbalpe-
rest bir Türk subayı Zengi başlattı. Zengi kendine Mezo
potam ya’da ve kuzey Suriye’de bir beylik kurdu. Oğlu Nu-
reddin, babasının yaptığı işi dini heyecan ve siyasî tut
kuyla sürdürdü. Bu teşebbüsü başarıyla taçlandıran ise
Selâhaddin’dir. Selâhaddin de Mısır ve Suriye’de bir ha
nedan kurmuş ve Lâtin devletlerine son darbeyi indirm iş
tir. Selâhaddin kürt’dü. Am a yönetim i de ordusu da Türk
usulüne göre kurulmuştu. Halefleri ise orduyu da rejimi
de baştanbaşa Türkleştirdiler. Filistin’de Haçlı ordularının
son artıklarını M ısır’daki Kıpçak Memlukları XIII. asırda
temizleyecekti.
Doğudan gelen M oğol istilâsı çok daha tehlikeliydi, u -
lâmiyetin doğuşundan beri ilk defa olarak M üslümanlar
İslâmiyetin doğduğu topraklarda putperestler tarafından vy
küçültüldüler ve m ağlûbiyete uğradılar. Bağdad halifeliği
yok edildi. Orta A sya ve İran, Müslüman Anadolu ve Irak
putperest bir im paratorluğa ilhak edildi. Bu imparatorlu-
155
ğun hükümet m erkezi doğu A sya’daydı, 1267’den (berij Pe
kin. Bu istilânın İslâm topraklarına yaptığı zarar arada bir
abartılmıştır. Şüphe yok ki İslâmiyet için büyük bir darbe
olmuştur bu istilâ. İslâm hükümetini ve toplumunu dar
m adağın eden bir saldın... Bir ara öyle sanıldı ki İslâmiye
tin istikbali tehlikededir. Nitekim İran’daki M oğol hanlan,
Mısır’daki son İslâm hisarını tehdid ediyor ve Avrupa’daki
Hıristiyan devletleriyle ortak düşm an olan İslâmiyete kar
şı ittifak kurmağa teşebbüs ediyorlardı.
Tehlike geçti. A vrupa’yla pazarlıklar bir netice verm e
di. Ve bir asır içinde batı A sya’nın M oğol hâkimleri ava-
neleriyle birlikte İslâmiyeti kabul ettiler. Bir çoğu da Türk-
çeyi ve Türk alfabesini benimsedi. Geriye baktığımız za
man görüyoruz ki Türklerden sonra Bozkır kavimlerinin
güney-batı A sya’ya ikinci göçü olan M oğolların gelişi İs-
lâm m siyasî ve askerî gücünün zayıflaması değil artması
olmuştur. Türklerin ve Türkleşmiş M oğollann himayesi
altında kurulan kırallıklann, daha önceki zamanlarda eksik
olan bir vasıflan vardı: istikrar, sebat ve dayanma. Bu
vasıflar on lan n hem siyasî müesseselerinde hem askerî
etkinliklerine görülebilir. XIV. asrın Arap tarihçisi İbn
Haldun, Türklerin İslâm dünyasındaki âdeta üniversel olan
üstünlüklerini, İslâm lann hayrı için A llah’ın bir inayeti
olarak görür. Hilafetin zayıfladığı ve yozlaştığı, kendini hü
cum lara karşı koruyam ayacak hale geldiği bir dönemde
Hikmet-i İlâhiye, Türkler arasından yeni koruyucular ve
yöneticiler çıkardı. Murad: «İslâmın sönm eye yüz tutan
soluğunu canlandırm ak ve M üslümanların birliğini yeni
den kurmak» dı.
Türklerin hâkimiyeti dönem inde İslâm dünyası kay
bettiği mücadele gücünü yeniden kazanmış ve sayısız ci-
had’lara girişmiştir. Bu cihad’lar İslâm dünyasına, bazı
ları bugün de bâki kalan, önemli toprak kazançları sağ
lamıştır. Doğuda en göze çarpan ilerleyiş Hindistan ol
muştur. Arapların VIII. yüzyıldaki Hindistan saldırılan
akim kalmış ve Müslüman devletlerinin Hindistan’a yerleş
150
meleri XI. asırdan itibaren birbiri arkasında gelen Türk as
kerlerinin ve yöneticilerinin eseridir.
Batı’da Avrupa içlerine^ büyük akın olmuştur: birisi
Kıpçak M oğol hanlarının Altın O rdu’su tarafından, diğeri
Osmanlı Türkleri tarafından.
Osmanlı devleti önceleri bir sınır savaşçıları beyliği
idi. R u s 1Selçuk saltanatı yıkıldıktan sonra A nadolu’da or
taya çıkan birçok devletçikten bir tanesi. A vrupalılann
verdiği ad, ilk hüküm dan Osman’ın isminden bozmadır.
Rivayete göre 1299’la 1326 arasında hüküm sürmüş, Osman.
Bu beylik A nadolu beylikleri içinde ne en büyüğü idi ne
de en güçlüsü. Bununla beraber Bizans im paratorluğundan
arta kalan ülkelerin en batısm daydı ve cihad için büyük
im kânlar sunuyordu. Bütün A nadolu’dan gönüllüler top
luyordu bu cihada. Bu fırsatlardan faydalanan OsmanlI
lar, büyük bir devlet ve bir im paratorluk medeniyeti kur
dular.
JFatih Sultan Mehmed 1453’de İstanbulu fethetti. İslâm
ordularının asırlardan beri gözdiktikleri bir hedefti bu. Os
manlI devletinin zirveye ulaştığı dönem Kanun-i Sultan
Süleyman dönemidir. A vrupa’da Osmanlı orduları Yuna
nistan’ı, Balkanları ele geçirdiler. Sonra M acaristan’a yü
rüdüler ve 1529’da V iyana’yı kuşattılar. Doğuda Osmanlı
donanması, Hind okyanusunda Portekizlilere meydan oku
du. Batıda Osmanlı devletinin metbuluğu altında olan Ku
zey A frika’nın İslâm hâkimleri İslâmm deniz gücünü batı
Akdeniz’e çıkardılar. Hatta İngiliz adalarına ve İzlanda’ya
kadar açık denizlerde korsanlık yaptılar. Bir kere daha
İslâmiyetin ilerleyişi Hıristiyanlık için öldürücü bir teh
like oldu. Haçlı seferleri sona ermiş, onun yerini Cihad al
mıştı. Elizabeth devrinde Türklerin tarihini yazan Richard
Knolles Türklerden «Dünyanın bugünkü dehşet kaynağı*
diye söz ederken A vrupa’nın ortak duygularını dile ge
tiriyordu.
Hıristiyan A vrupa’yla İslâm Osmanlı arasındaki uçu
rum zamanımızdaki hür dünya ile Sovyet Rusya arasın
daki kopuşa benzetilir bazen. Bu karşılaştırma yersiz de-
157
ğildir büsbütün. Her iki durum da da Batı, gelişen ve inan
mış bir im paratorluğun tehdidi altındaydı. Am a arada bü
yük farklar var, ortak yönler de yok değil şüphesiz. Me
selâ her iki devletde de coşkunluk ve nass’çılık hâkim.
Yalnız Türkler çok daha insaflı idiler. XV. ve XVI. asır
larda ilticalar batıdan doğuya idi, doğudan batıya değil.
Ispanya’dan sürülen Yahudiler, Türkiye’ye sığınmışlar:;
Kaldı ki bu, ilk iltica hareketi değildi. A vrupa’da Osmanlı
hareketi sona erince, asırlarca idare ettikleri Hıristiyan
nMilletler hâlâ oradaydılar. Dilleri, kültürleri, dinleri, bir
ölçüde m üesseseleriyle... Halbuki bugün Ispanya’da da,
Sicilya’da da ne Müslüman, vardır, ne A rapça konuşan.
Osmanlı idaresinden faydalananlar yalnız Müslüman
lar, yalnız Yahudi mültecileri veya kiliseyle anlaşamayan
Hıristiyanlar da olmamıştır. Fethedilen ülkelerdeki köylü
lerin de kaderleri, lehlerine değişti. Osmanlı devleti, çatış
ma ve düzensizlik yerine birlik ve huzur getirdi. Bunun
çok önemli İktisadî ve sosyal neticeleri de olmuştur. Fetih
savaşları sırasında eski toprak aristokrasisi yıkıldı. Sa
hipsiz kalan topraklar zeamet olarak Osmanlı askerlerine
dağıtıldı. Osmanlı düzeninde zeamet, geliri toplayanların
hakkıydı aslında; nazari olarak bu hak ^ h ib in in hayatıyla
sona ererdi. Sahibi askerlikle ilişkisini keserse elinden alı
nırdı zeamet, irsiyetle intikal etmezdi. Köylülere gelince...
onların topraklan babadan oğula geçerdi. Ne parçalanır,
ne de belli ellerde toplanırlardı. Önceki durum lanna göre
çiftliklerinde daha hürdüler. Vergiler mütevaziydi ve kom
şu ülkelere nazaran daha insanca tahsil edilirdi. Bu em
niyet ve refah Hıristiyanlan Osmanlı idaresine bağlam ış
tır. Batıdan gelen milliyetçi fikirler patlak verinceye kador
Osmanlı ülkesinde sürüp giden uzun ömürlü asayişin kay
nağı da bu olsa gerek. XIX. asırda Balkanları ziyaret eden
Avrupalılar, Balkan köylülerinin refahından ve memnuni
yetlerinden söz ederler. Durum XV. ve XVI. asırlarda daha
da göze çarpan bir zıddiyet ifade eder. A vrupa’da büyük
ayaklanmalar çağıdır bu. Aleyhinde o kadar atılıp tutulan
/ devşirme usulünün de nice iyi tarafları vardır. Bu usulle
158
en hakir köylü sadrazam lığa kadar yükselebilirdi. Nite
kim de bir çok lan yükselmiştir. Çağdaş Hıristiyan dünya
sında imkânsız olan İçtimaî bir seyyaliyet...
Osmanlılar yalnız tehlikeli bir düşman değildi, Hıristi-
yanlan büyülüyordu da. OsmanlIların hoş görüsü ve Os
manlI diyanndaki imkânlar birçok ikbalperesti bu ülkeye
çekmiştir. M ağdur köylüler, efendilerinin düşm anlanndan
medet umuyorlardı. Luther bile 1541’de yayım ladığı bir
eserinde H ıristiyanlan uyanr: sizin gibi gözü doym az
prenslerin, toprak ağalannm ve burjuvaların idaresi alın
da yaşamaktansa Türklerin idaresi altında yaşamak fakir
lere daha hayırlı gelebilir... A vrupa’nın şövalyeleri Türklere
karşı yiğitçe savaşmışlardır am a A vrupa köylüleri böyle
bir zafere pek kulak asmıyorlardı. Kurulu düzenin koru
yucuları bile Türk devletinin askerî ve siyasî düzeninin
üstünlüğünden etkilenmişlerdi. A vrupa’da kaleme alm an
Türk tehlikesiyle ilgili sayısız eserlerin bir çoğunda Türk
düzeninin üstünlüğünden ve onu taklit etmenin faydala
rından söz edilir.
Osmanlı orduları, Osmanlı donanm ası Hind Okyanu
sundan çekildi. Yine de Osmanlı askerî gücünün heybetli
manzarası, Osmanlı gücünün gerçek zevalini gizleyecekti
bir müddet. M acaristan’da Türklerle Hıristiyanlar uzun
ve netice vermeyen bir savaş sürdürdüler. 1683’de Türkler
V iyana’yı ele geçirm ek için ikinci bir hücum daha yaptı
lar. A m a çok g eç’di artık. Bu, OsmanlIların son ve kesin
bozgunu oldu. Şimdi Avrupa için Osmanlı devletinin zaafı
bir problem olmuştu: Şark Meselesi.
Dünyanın bazı bölgelerinde, daha çok tropikal A fri
ka’da ve Güney Doğu A sya’da İslâmiyetin gücü ilerlemek
te devam ediyordu. Batıda ise tam bir bozguna uğramıştı
Osmanlı. Mazideki zaferleri bir zaman için bu bozgunu
gözlerden saklamış ve geciktirmişti am a önleyememişti.
Avrupa Hıristiyan dünyasının birinci büyük cihad’a
verdiği karşılık Yeniden Fetih ve Haçlı Seferleri olmuştu.
İslâmın ikinci ilerleyişi dalgasına verdiği cevap: zirveye
erişen emperyalizm. Emperyalizm, A vrupa’nın iki ucunda
159
tabii olarak başladı. îberya ve Rusya gibi bir zaman İs
lâm idaresine bağlanmış ülkelerde... Aşağı yu kan bütün
İslâm dünyasını yutuncaya kadar yayıldı.
Türklerin büyük göçü Kuzey A frika’ya şöyle bir do
kunmuştu am a Ispanya’ya hiçbir zaman ulaşmamıştı. Bu
nun için de Türklerin, uzak batıdaki İslâmm üzerindeki
etkileri pek büyük olmamıştır. Bu rolü başka bir kavim,
Berberiler oynamıştır. XI. ve XII. asırlarda A frika’nın Ber-
berileri, A sya’nın bozkır kavimleri gibi, İslâm devletlerinin
■sendelemekte olan düzenlerini sildi süpürdü. Yeni bir si
yasî ve dinî düzen kurdu. Türklerinkine benzeyen askerî
yiğitlikleri ve cihad aşkları ile yeni ve güçlü devletler te’-
sis etti Berberiler ve yeni bir hızla cihad’ı başlattılar. Güç
leri, kısa bir zamanda, A frika’dan İspa n yaca sıçradı ve
bir müddet için Hıristiyanların karşı saldırısını durdurdu.
A m a yalnız bir müddet için. Batıda İslâmiyete taze
bir güç aşılayamadılar. M oğollar gibi siyaset ve askerlik
alanlarında bir yenilik yaratamadılar. Berberiler şehirlere
yerleştikten sonra heyecanlarını kaybettiler. Böylece İslâm
gücünün zevali sonuna yaklaştı. 1492’de İslâm gücünün İs-
panya’daki son merkezi Katolik hükümdarlarının ordulan
tarafından zapt edildi. Böylece A vrupa’nın karşı saldırısı
başlamış bulunuyordu.
Portekizliler 1267’de, İspanyollardan aşağı yukan 250
yıl önce, yeniden fetih hamlelerini tamamlamış oluyorlar
dı. Ceuta’yı ele geçirerek savaşı düşman topraklarına sü
rüklediler. XV. asırda Merakeş’e yerleşmek için büyük bir
hamle yaptılar. Başka bir deyişle Kazablanka ile Tanca’yı
zapt ettiler. Portekizlilerin kuzey A frika topraklarında ge
nişleme teşebbüsü M erakeş’lilerin el kasr el Kebir sava
şındaki zaferiyle sona erdi (1577). İspanyollar da o ünlü
Yeniden-Fetih hareketlerinde bozguna uğrayan Müslüman
düşm anlannı A vrupa’dan A frika’ya kadar kovaladılar.
1497 ve 1510 arası Kuzey A frika kıyılannda birçok şehir
leri ele geçirdiler: Melilla’dan Trablusşam’a kadar birçok
şehirleri. Bu teşebbüs de işe yaramadı. İspanyollann istek
leri hududlu ve ihtiyatlı idi. Islâmın ihyası için herhangi
160
b ir teşebbüsü önlem ek ve kendi k ıyıla n ve gemilerini M üs
lüman korsanlara karşı korum ak istiyorlardı. Akdeniz’de
Osmanlı deniz güçlerinin başan lan n dan sonra İspanyol’lar
K uzey A frika’yı istilâ etmekten vazgeçtiler. Onlar da Por
tekizliler gibi birkaç müstahkem mevkii küçük garnizon
larıyla elllerinde tutmakla yetindiler.
Batının doğuya gerçek karşı darbesi tamamen başka
b ir istikametden gelecekti. V asco de Gama Calicut’a gel
diği zaman Hıristiyan ve baharat peşinde olduğunu açık
ladı. Portekizlileri A sya’ya sürükleyen saiklerin güzel bir
hülasasıydı bu iki kelime. Y olculuklan da cihad arzusuna
karşı uzun ve geç kalmış bir cevap değil miydi! Doğuya
giden Portekizliler arasında dini m isyon duygusu çok güç-
lüydü. Y olculuklan dinî bir mücadele olarak görülüyor,
aynı düşm ana yani İslâmlara karşı Haçlı seferlerinin ve
«yeniden-fetih» hareketlerinin bir devamı olarak kabul edi
liyordu. Portekizliler Doğu denizlerine vardıklarında, düş
m anlan, M ısır’ın, Türkiye’nin, İran’ın ve Hindistan’ın Müs
lüm an devletleriydi. V e on lan n hâkimiyetlerini yıktılar,
Portekizlilerden sonra İspanyollar, Fransızlar, İngilizler ve
HollandalIlar gelecekti. Bu milletler, kendi aralarında, A f
rika’da, ve güney A sya’da XX. yüzyıla kadar devam eden
geniş bir A vrupa hegem onyası kurdular.
Aynı «yeniden-fetih» ve karşı saldın hareketleri orta
çağlarda İslâmın fethettiği öteki A vrupa ülkelerinde de
görülebilir. Meselâ Rusya’da. Altın Ordu döneminde İslâ-
m m Rusya’da egemenliği M ağribilerin İspanya’daki ege
m enliğine kıyasla daha kısa ve etkileri bakımından daha
sınırlı olmuştur. Yine de «Tatar boyunduruğu» R uslann
hafızasında derin bir iz bırakmıştır; tıpkı Yunanistan’da
Türklerin, Ispanya’da m ağribilerin hâkimiyetleri gibi. N i
tekim bu hâkimiyeti sona erdirmek için verilen m ücadele
de Yunanistan ve Ispanya’nın yaptığı savaşlara benzer.
Rusya’nın kendini toparlaması XIV. asnn son çeyre
ğin e rastlar. 1380’de büyük M oskova prensi Dimitri Dons-
koy, Tatarları Kulikovo’da bir meydan savaşında bozguna
uğrattı. Bu zafer her ne kadar Rus tarihi ve efsanelerinde
161
kutlanmaktaysa da kesin bir zafer değildi, zira iki yıl son
ra Tatarlar tekrar kuzeye indiler, Rus topraklarım yakıp
yıktılar ve M oskova'yı aldılar, haraca bağladılar. Altın Or
duya indirilen öldürücü darbe Doğudan gelecekti: meşhur
Timurlenk 1395'de Altın Ordululara saldırdı ve onları boz
guna uğrattı. XV. yüzyılda Altın Ordu hanlığı parçalandı.
Elindeki topraklar Kazan, Astragan ve Kırım hanları ara
sında paylaşıldı. Nitekim V olga ve U ral'lann doğusundaki
bağım sız bozkır devletçikleri de aym akibete uğradı.
Bu bölünm eler sayesinde MoskovalI Büyük îvan 1480
d e cizye ödemekten kurtuldu. îspanyollar ve Portekizliler
gibi Ruslar da eski efendilerinin izinden gitmeğe kalkıştı
lar. Bunda daha da başarılı oldular. V olga Tatarlarıyla
girişilen uzun ve çetin bir çatışmadan sonra Ruslar 1552'de
Kazan'ı aldılar. Kesin bir zafer oldu bu. Kazan elde edil
dikten sonra 1556'da Astragan'ı zapt etmek nispeten ko
lay bir iş oldu. Bu galibiyetle Ruslar, V olga ticaret yolpnu
kontrolleri altına aldılar ve Hazer denizine ulaştılar. A r
tık Ruslar A sya'da diledikleri gibi ilerliyebilirlerdi.
Batı A vrupa’nın denizci devletleri A frika'yı dolaşarak
G üney ve Güney Doğu A sya'ya yerleşirken Ruslar da ka
radan Karadeniz'e, Hazer denizine, Pamir'e ve Pasifik ok
yanusuna doğru ilerlediler. V e Kırım ’ı, Dağıstan'ı, Kuzey
Azerbeycan'ı, V olga’nın, Kazakistan'ın ve Orta Asya'nın
M üslüm an ahalisini kendilerine kattılar.
Rusya ve Batı Avrupa'nın A sya ve A frika’ya yayılması
silâhça üstünlükleri sayesinde olmuştur. Ruslar Doğu yö
nündeki ilerlemelerinde hiçbir esaslı gü ç tarafından engel
lenmediler. Denizci devletler, Atlantik fırtınalarına, ve
birbirleriyle savaşa dayanacak surette inşa edilen gemile
riyle hiçbir A sya ülkesinin rekabet edem iyeceği bir deniz
gücüne sahiptiler. Yalnız Avrupa'da Osmanlı İmparator
luğu vardı. Çöküşünde bile İslâm devletlerinin en güçlüsü
olan bu imparatorluk, Hıristiyan A vrupa’nın Balkanlara,
Ege’ye, ve İstanbul’a doğru ilerlemesine inatla karşı
koydu. 1606’da neticesiz kalan bir savaştan sonra Osman
lIlar ve AvusturyalIlar her iki im paratorluğun sınırında
162
bulunan Zitvatorok’da bir muahede imzaladılar. Bu mua
hede bir dönüm noktası olmuştur. Şöyle ki: İlk defa
olarak savaş, İstanbul’da galibin m ağlûba imzalattığı
bir ateşkesle değil, taraflarca müzakere edilen ve sınırda
eşit kuvvetler arasında imzalanan bir muahedeyle nokta
lanıyordu. Bu m uahede’de ilk defa olarak Habsburg hü
kümdarı, artık eski Türk vesikalarında olduğu gibi, Viyana
kralı olarak değil im parator ünvanıyla anılıyordu.
XVII. asır bir eşitlik tâviziyle başladı ve bir bozgunun
kabulü ile sona erdi. İkinci V iyana bozgunu ve bunu ta
kip eden Türk hezimeti AvusturyalIlarla müttefiklerine
su götürmez bir zafer sağlamıştı. 1695’deki Karlofça mua
hedesi Türkiye tarafından m ağlûp bir kuvvet olarak im
zalandı. Yine ilk defa olarak Türk nazırlan askerî başa-
nsızhğı diplom atik yollarla hafifletm ek için Batıdaki dost
devletlerin hayırhah hizmetlerine başvuruyordu. Türkler
cihad stratejisini unutuyorlar; var olma siyasetini ve yeni
diplomasi sanatını öğreniyorlardı.
Diplomasi, M üslümanlar için hiç de yeni bir sanat
değildi. Hz. M uham m ed’in kendisi de elçiler kabul etmiş
ve yollamıştı. Ve bu alış veriş halifeler ve diğer Müslü
man yöneticiler tarafından da sürdürülmüştü. Haçlı se
ferlerinden bu yana Hıristiyan A vrupa’dan Müslüman sa-
raylanna sık sık elçiler gönderilmiştir. Bununla beraber
diplomasinin uygulamaları ve hedefleri Müslümanlar ara
sında sınırlı kalmıştır. A vrupa devletleri XVI. yüzyıldan
itibaren İstanbul'a devamlı elçiler yollam ağa başladı. O
zamana kadar İstanbul’da daimî sefaret heyetleri yoktu.
Osmanlılar XVIII. asrın sonlarına kadar, diğer Müslüman
devletler ise daha sonra bile A vrupa’da devamlı sefaret
heyetleri bulundurm ağa teşebbüs etmediler. Hıristiyan hü
kümetler ile ufak tefek meseleleri düzene sokmak için ya
şu veya bu Avrupa devletine gönderilen özel ve geçici el
çileri veya kendi payitahtlarına yollanan Avrupalı elçileri
tercih ettiler.
Bu çeşit münasebetlerin başlıca am acı ticari idi. Zaten
üzerinde tartışılacak başka konular da yoktu pek. Siyasi
163
sürtüşmeleri savaşlar hallediyordu ve çözüm yolu zafer
den geçiyordu. M üslümanlarla haraç verm eyen diğer Hı
ristiyan devletler arasındaki siyasî münasebetler asgariye
indirilmiş. Bu asgari de M üslüman devletler nezdindeki
gayrimüslim memurların keyfine bırakılmıştır. Üzerinde
çök konuşulan Birinci François ile Kanunî Süleyman ara
sındaki «ittifak» geniş ölçüde AvrupalIların hayalinde m ev
cuttur. Türkler için ise sınırlı bir işbirliği söz ko*
nusuydu. Ve tabiatiyle Türk vakanüvisleri bu olaya büyük
bir yer ayırmamışlardı.
K arlofça muahedesinin müzakeresi esnasında savaş
tazminatı İngiliz ve HollandalI murahhasların himmetiyle
hafifletilmişti. Milletler arası diplom asinin önemi konusun
da Türk hükümetine bir uyarıydı bu. Ne yazık ki bu ilk
dersten sonra da bu yolda ilerleme ağır oldu. A vrupa’ya
karşı duyulan tecessüs hâlâ pek sınırlıydı. Avrupalı diplo
matlarla temas Bab-ı Â li’nin baş tercümanı aracılığı ile
yapılıyordu. Baş tercüman Rumdu. XVIII. asrın sonlarına
kadar Osmanlı im paratorluğu Hıristiyan devletleriyle hiç
bir ittifak anlaşması imzalamamıştır. Türkiye, Rusya ve
Avusturya ile savaş halindeydi. İsveç de Rusya ile sava
şıyordu. Az sonra Prusya da bu savaşa katılacaktı. İsveç
ve Prusya ile 1789 ve 1790 da anlaşma imzalanacaktı. Ka-
zazker Şanizade Efendi, bir Hıristiyan devletiyle imzala
nan anlaşmanın şeriat kanunlarına aykırı olduğunu ileri
sürerek bu anlaşmaya karşı çıktı. Kur’andan şu âyeti zik
rediyordu: «Siz, iman edenler! Benim de, siftin de düşma
nınız olanları dost telâkki etmeyin.» Baş müftü ise şu ha
disi ileri sürerek: «Allah Islâm dâvasına yardım edecek
tir...» diyerek Şanizade Efendiyi susturdu.
XVIII. asır boyunca Türklerin ikbali parladı. 1718’de
Pasarofça anlaşmasıyla Osmanlı im paratorluğu biraz dah
arazi kaybına uğradı. Müteakiben düşm anlan arasındaki
anlaşmazlıktan yararlanarak bir miktar toprak kazandı.
Yalnız «talih-i harp» uzun zaman gülmeyecekti Osmanlıya.
1768’de Rusya ile savaş çıktı. Bir dizi berrî ve bahrî hezimet
ten sonra 1774’de Türkiye Küçük Kaynarca muahedesini
164
imzalamak zorunda kaldı. Bu m uahedeye göre, Kırım Ta
tarları üzerindeki eski m etbuluğundan vazgeçiyordu. Kırım
Tatarlan istiklâllerine kavuştu. Sultan a y n ca Rus imparato-
riçesine İstaribul’daki Rus kilisesi üzerinde de bir hi
m aye hakkı tanıyordu. îm paratoriçe bu hakka dayanarak
Sultanın Hıristiyan ortodoks tebalan üzerinde de bilkuvve
bir himaye hakkı elde edecekti. Buna karşılık Sultan da Kı-
n m Müslümanları üzerinde dinî bir otorite sahibi oluyordu.
Bunun hiçbir ciddi mânâsı yoktu. Nitekim Ruslar birkaç
yıl sonra Kırım’ı ilhak edince muahededeki bu hüküm unu
tulup gitti. N e var ki, bu hüküm, İslâm dünyası içinde
birtakım başka neticeler de doğurdu.
Hilafet asırlarca önce ölmüştü. Gerçi Osmanlı padişah
ları halife ünvanım kullanıyorlardı ama bazısı çok kü-
çfük olm ak üzere nice İslâm hükümdarları da bu ünvanı
kullanmaktaydı. O zamanın geleneklerine göre halife, îs
lâm hükümdarlarının kendi hudutları içinde kullandıkları
sayısız ünvanlardan biriydi. H içbir hüküm darın sınırlan
dışında dinî bir otorite iddiası yoktu. Kaldı ki İslâm dün
yası içinde böyle b ir hak kimseye tanınmamıştı. Küçük
Kaynarca m uahedesinde yer alan K ınm Tatarlan üzerinde
dinî bir kazâ iddiası kısmen padişahın haysiyetini kurtar
mak, kısmen de K ın m ’la bütün bağlan koparmamak için
bir vesileydi. Zira padişahın düşm ana bırakm ak zorunda
kaldığı ilk Müslüman ülkesiydi Kınm . Bundan evvel elden
çıkarılan topraklar sadece bir avuç M üslüman yöneticinin
idare ettiği Hıristiyan topraklanydı. K ınm ise kadîm bir
İslâm ülkesiydi, ahalisi Müslümandı. Onu kaybetmek, çok
acı bar darbeydi.
Am a ne yazık ki bunu birçok benzeri felâketler takip
etti. Böylece İslâm dünyasım n geniş topraklan Hıristiyan
hâkim iyeti' altına girecekti. Kala kala bağımsız iki İslâm
devleti kalacaktı. İran şahı şüî idi. Bütün ülkelerin sünnî-
leri tahiatiyle sünnî b ir hüküm dar arayacaklardı.
İlk defa olarak Küçük K aynarca muahedesinde belir
tilen Osmanlı halifeliği nazariyesi birkaç yıl sonra yeni
bir delile kavuşacaktı: Kahire’deki son Abbasi halifesinin,
165
hilâfetini, Mısır’ın Osmanlı fatihi Selim'e devretmesi olayı.
Bu iddiaya göre o tarihten beri hilâfet Osman Oğullarının
hakkıydı.
Hilâfetin devri hikâyesi açıktan açığa masal. Osman
lIların hilâfet iddiası XVIII. asn n sonlarında da XIX. as
n n başlannda da pek desteldenmemiştir. XIX. asn n ortala-
n ndan itibaren Osmanlı iddialan gittikçe artan bir şiddet
le yayılmış, ve büyük ölçüde kabule mazhar olmuştur, bil
hassa Rusya’da, Orta A sya’da ve Hindistan’da. Osmanlı hi
lâfeti ve onunla birleşen pan-islâmizm (İttihad-ı İslâm)
harekat* IDoğu’da Batı Avrupa hâkimiyetinin sürüp gittiği
o dönem de İslâm lann mâneviyatını yükseltmeğe yardım
etmiştir.
Hilâfet 1924’de kaldm ldı. Yeni bir hilâfet yaratmak
için girişilen teşebbüsler hiçbir netice vermedi. Bu arada
İslâmiyetle Hıristiyanlığın karşılaştırılması yeni biçimler
kazanmıştı. Batı hâkimiyeti altında bulunan Doğu için
başka, Batı için bambaşka. Batı A vrupa irade, iman ve so
nunda güç yokluğu yüzünden idare ettiği İslâm dünyasını
elinde tutamaz oldu. Bununla beraber birtakım İktisadî
ve kültürel etkiler sürüp gidiyordu, tabiî zayıflayarak...
Siyasî ve askerî etkiler ise tamamen silinmişti. Oysa Doğu
Avrupa ele geçirdiği ülkeleri m uhafaza etmekle kalmamış
etkisini yepyeni alanlara da yaymıştı. Artık Hıristiyan da
değildi. Yeni bir amentü bulmuştu kendine. İslâmm değer
lerine ve ölçülerine m eydan okuyordu.
Asırlardan beri ilk defa İslâm dünyasının büyük bö
lümü bağımsız devletlerden m eydana gelmiştir. Yönetici
leri alternatifler arasında seçim yapacak durumdadırlar.
İslâmm geleceği yapacakları tercihe bağlıdır.
166
EKİL
MAXIME RODINSON
RICHARD SIMON VE DOGMALARDAN SIYRILIŞI1)
109*
diğiniz an bulamazsınız. Bereket son zamanlarda koca bir
kitap yazıldı hakkında: «Richard Simon ve Kitab-ı M ukad
des tefsirinin kaynakları» (1960, Desclâe de Brouwer). Ki
tabın yazan Steinmann da, Richard Simon gibi, Kilise’ce
hoşgörülm eyen bir adam. «İsa'nın Hayatı» adlı eseri mah
kûm edildi ve Kitab-ı Mukaddes ile ilgili neşriyat yapması
yasaklandı.
Richard Simon kler oldu. Önce Rouen’da Cizvitlerin
mektebinde, sonra da Sorbonne’da öğrenim gördü. Niha-
yet 1662’de Oratoire’a girdi. Bilimsel mizacı çok erken ken
dini göstermişti. Ne skolastik felsefeden hoşlanıyordu n «
mistikten. Buna karşılık eski metinlere bayılıyordu, on
la n 6orguya çekmek, incelemek, lâfızlann arkasırfr « iz le
nen gerçekleri dile getirm ek istiyordu, ö n c e Yunanca, La
tince öğrendi, sonra sami dillerine geçti. Kilise babalannı
ve bilhassa Kitab-ı M ukaddesi inceledi. Bütün bu eser
leri incelerken yazarlara yeni bir davranışla, tarihî zih
niyetle eğiliyordu. Am acı onlardan dinî ve ahlâkî öğütler
çıkarm ak değildi: onlarda bir çağın akislerini yeniden ku
rabilecek düşünce akım larını da arıyordu. Bu metinleri
hakkıyla anlıyabilmek için zamanın içine yerleştirmek lâ^
zımdı. Bunun için de, onların nasıl yazılmış olduklarını in
celemeli, basmalı, istinsah etmeli, çevirmeli, yazmaları el
den geçirmeli, tarihleri saptamalı, aktarırken yapılan yan
lışlan ortaya çıkarmalı, düzeltmeliydi. Birçoklarının «ol
masa da olur» saydıklan bu uzun ve çetin incelemeye Si-
v mon, tenkit adını veriyordu.
Bu araştırmaları yaparken, Kilise’ye hizmet ettiğine
inanıyordu. Kilise hakikatti, hakikati ortaya çıkarmak, Ki
lise’ye hizm et etmekti. Böylece, katoliklerin protestanlara
karşı giriştikleri kalem savaşını desteklemiş oluyordu. Ka-
toliklere göre, Kitab-ı Mukaddes, son derece açık ve ber
raktı, herhangi cahil bir mümin, A llah’ın kelâmından, ah
lâk ve im an kurallan çıkarabilirdi. Simon, onlara, Kitab-ı
Mukaddes metinlerinin çok çeşitli zamanlarda ve şartlar
da aktanldığım ve bu yüzden de değişikliklere uğradığını
gösterecektir. Evet, bu metin ilahî bir ilham dır şüphesiz.
170
Am a Allah’ın kelâmı mekanik olarak nakledilmiş değildir.
Kitab-ı Mukaddes yazarları (İsaie, Esdras, Saint-Luc, Saint-
Paul) yaşayan kimselerdi. Herbirinin, kendine göre, bir di-
lif bir kültürü, bir üslûbu vardı. Tanrı, onlara ilham ettiği
fikirleri, kişiliklerine uygun olarak aktarmalarına müsaa.
de ediyordu. Bunu da nazar-ı dikkate almak lâzımdı. Men-
şelerinden itibaren gelenek, Kitab-ı M ukaddes’e el atmıştı,
muhtevasını genişletmiş, derin mânâsım, her çağ diline
uygun biçimde, anlatmıştı. Hatta gelenek, Kitab-ı M ukad
desken önce vardı, M usa’dan önceki din adamları için de,
İncillerin yazılmasından önceki Hıristiyanların da uyması
gereken bir im an kuralı mevcuttu.
Bütün bu düşüncelerin desteklerini kilise babalarının
eserlerinde bulmak kabildi. Simon, bu düşünceleri gelişti
riyor ve 1076 sonlarında baskıya vereceği kocam an bir ki
tapta uyguluyordu. «Eski A h d’in Eleştirel Tarihi» adını
taşıyan eser, hem bir ilim âbidesidir, hem de Kilise’nin sa
vunucusudur. Oratoire’m başpapazı olan Paris A rşövek’i
kitabı tasvip ediyor. Eser, krala ithaf edilmiş. 1678 yılının
bir perşembe günü... Kitap m atbaadan çıkmak üzeredir,
basılm ayan yalnız ilk sayfa.
Bir meslektaşı Bossuet’ye bir belge sunuyor: çıkacak
eserin önsözü ile içindekiler. Bossuet, kurulu düzenin baş
ideologudur, bir nevi Jdanov, birkaç sayfaya göz atar at
maz, meseleyi anlıyor: kitap bir küfürler yığınıdır, hemen
polis müdürlüğüne gidiliyor, eser toplatılıp yaktırılıyor.
Bereket artık insanlar yakılmamaktadır. Simon, ken
dini korum ak için kalem e sarılıyor. Bossuet cevap veriyor:
her çağda bütün kiliselerin şahit olduğu bir dialog. Bilgin
ler, entelektüeller Kilise’yi m üdafaa etmek istiyorlar, çün
kü Kilise hakikattir, onlar da hakikatin silâhıyla müceh
hezdirler.
Kilise korkuyor kitaptan, siyasetçiler, dogm atikler Si
mon gibi düşünmüyorlar. Madem ki Kilise’nin prensipleri
doğrudur, ayrıntılar üzerinde tartışmak neye yarar? Yal
nız faydasız değil, zararlı da bu. Cahil halkın kafasım
karıştırmak tehlikeli olabilir. Kilise’yi savunmak iyi bir
171
şey şüphesiz am a sorum suz aydınların ileri sürdüğü delil
lerle değil, papazların itina ile seçecekleri delillere daya
narak. M üminlerin kafası bulandırılmayacak. Am a uz
manlar ve tedirginler inanmıyacakmış, canlan cehenne
me... Nicole da, Bossuet de bu küstah filologu adamakıllı
haşlıyorlar.
Diyalog eşit şartlar altında olm uyor: Simon Oratoire'-
dan çıkarılıyor, kitabı Devlet Şûrası tarafından toplattınlı-
yor ve yasaklanıyor. Gerçi Hollanda’da basılıyor kitab, Hol
landa protestan bir ülkedir. Keşke yazar da protestanlara
sığınsaydı, Bossuet’nin çok hoşuna giderdi. Fikrî bağım
sızlık ve belâlara sokuyor Allahım! Simon, Bossuet’ye bu
zevki tattırmıyor, Kilise’den ayrılmıyor, boyun eğiyor ve
kasırganın geçm esini bekliyor. Söylediklerini başka bir şe
kilde anlatm aya çalışıyor. Kilise, hakikati nasıl olsa kabul
edecektir samyor, vaktiyle protestanlan da böyle davran
maya teşvik etmişti. En iyi tenkit, içerden yapılan tenkittir.
Düşüncelerini açıklamaya devam edecektir. Kilise ba
balarının her biri a y n bir telden çalmıştı, onlar bugünkü
Kilise gibi düşünmüyordu, meselâ, Saint-Augustin birçok
yenilikler getirmişti. Bossuet, Sim on’a yetişmek için soluk
soluğa kalıyor, bütün kilise babalarının aynı şekilde dü
şündüğünü ispata çalışıyor. Simon Kiliseyi revizyonizm ’le
suçlamaktadır. Bossuet, bütün gayretlerine rağm en resmen
mahkûm ettirem iyor Sim on’u. Devir değişmiştir artık, ye
ni bir zihniyet esmektedir A vrupa’da: 18. asır başlamıştır.
Simon, düşmanı öldükten sonra da yaşıyacaktır. Ölün
ceye kadar tartışacak, saldırıya uğrayacak ve Dieppe’e çe
kilerek yaşam ım sürdürecektir. Birgün dzvitlerden kor
karak bütün müsveddelerini ateşe atacak ve 11 Nisan 1712
de, dindar b ir Hıristiyan olarak hayata gözlerini yuma
caktır.
172
rasyonalistler oldu. Katolikler arasında da Bossuet’nin ka
fası ağır basıyordu. A m a öyle bir an geldi ki, karşı taraf
taki ilmi hareketlerden habersiz görünm ek mümkün değildi
artık. M ünevver bir laik tabakası vardı, tenkitlerin etkisi
altında kalan bu tabakayı hesaba katmak lâzımdı.
Ondokuzuncu asn n sonlannda Kilisenin içinde oluşan
aydın muhalefet, hareket zamanının geldiğine hükmetti:
m odem ist buhran. Muhalefet, doktrinin, yeni düşüncelere
uyacak şekilde ele alınmasını ve anlatılmasını istiyordu.
O da, bütün revizyonizm ler gibi, doktrinin ruhuna sadık
kalmak iddiasmdaydı. Eski form ülâsyonlar tarihin malıydı
ve orada kalmalıydı, aşılmış bir manevî dünyanın mahsu
lüydüler ve ancak o dünya ile açıklanabilirlerdi. İzahların
m odern ilimle uyuşması için, mukaddes metinlerin tarih
içine yerleştirilmesi şarttı. Bichard Simon da bunu isteme
miş miydi? Ne var ki böyle bir çıkışın zamanı gelmemişti
henüz, modernistler mahkûm edildiler, bazıları boyun eğ
di, birtakımı boyun eğmiş göründü ,geriye kalanlar da
yavaş yavaş imanlarını kaybettiler.
Am a sonunda işler yoluna girecekti: 30 Eylül 1943’de
XII. nci Pie, bir beyanname yayım layarak Sim on’un fikir
lerini benimsediğini ilân etti. Kitab-ı M ukaddesi anlamak
için, ilhama mazhar olan yazan n kişiliğini ve nasıl bir ede
bi cereyanın içinde bulunduğunu belirtmek lâzımdı. De
mek ki, bir katolik, «Neşideler Neşidesi»nin Süleym an’ın
kaleminden çıkmadığını, Josüe’nin güneşi durdurmadığını,
Yunus’un ü ç gün balık kam ında kalmadığını çekinmeden
ilân edebilirdi. Bununla beraber, çok ileri gitmemek lâzım.
Entegristler tetiktedir, ne var ki Kilise eski kilise değildir,
artık.
173
bonzorlorlnl sık sık gördüğüm üz bir süreçtir. Fertler, iyice
yerleşmiş bir idelojinin ifraz ettiği kalın kabuğu çatlatmak
istor zaman zaman. Sâikler çeşit çeşittir: soyut rasyonel
düşüncenin verdiği sarhoşluk, akla güven, tabiat ilimleri
alanlarındaki deneyimler, ideoloji sömürücülerinden iğ
renme, ilahi hidayetten emin oluş. Bazıları binanın yalnız
bir kısmı ile ilgilenir, kusurları düzeltmek suretiyle bütü
nü sağlamlaştıracaklarına inanırlar. İdeolojilerin büyük
>> düşmanlarından biri tarihi zihniyettir, metinler yazılırken
o kelimeler ne ifade ediyordu, doktrinler hangi akınlann
eseridir, dinî tarihin arkasındaki gerçek tarih neydi? Bü
tün bu n lan araştırıp ortaya çıkarmak, ideolojilerin kutsal
niteliğini sarsmak dem ek değil m idir? Niyetleri ne olursa
olsun bu tür araştırıcılar ideolojilerin kökünü kazırlar.
Politikacılar işin böyle olduğunu çok iyi bilirler.
Sonra alacağım ız amelî dersler de var. Kilise, Richard
Simon'unkine benzeyen bir tahlili kabul etsin diye ikiyüz
altmışbeş yıl beklemek zorunda m ıyız? «ilerici* katolikler
diyorlar ki, Kilise Sim on'u okumuş olsaydı, Voltaire’ciliğe
karşı mücadelesinde daha güçlü olurdu. Acaba öyle mi?
İlericiler, insan tabiatına fazla güveniyorlar demek,
hakikati kabul etmenin bir kuvvet olacağına inanıyorlar.
Am a kiliseler bu düşünceye katılmaz ki! Onlar için, önemli
olan etki yapmak. Bilginler, yaptıkları işin doğm aya zarar
verm ediğine inanırlar çok defa. Karanlıkları aydınlatmak
ve lüzumsuz saydıkları bazı masalları ortadan kaldırmak
gibi bir kaygılan vardır.
Am a binanın bir bölüm ü üzerinde tartışmak, bütünü
üzerine şüpheyi çekmek demek değil midir? İman mazide
değişiklik geçirm iştir demek, istikbalde de değişebilir mâ
nasına gelmez mi? Saf bir mümin öyle bir düşünceyi, başı
dönm eden nasıl benimseyebilir? Ebedî olmayan hakikat,
hakikat m idir? Onun için ömrü feda etmek caiz mi? İn
sanların elini kolunu bağlayan hakikatlere kuşku ile bak
malıyız.
Tabiî herşey şartlara bağlı. Uzun zaman akıntıya karşı
koyabiliriz. Hareketi yöneten politikacılar, sistemi sarsan
174
tenkitçilerin sandıklarından çok daha zararlı olduklarını,
başlıyan bir «dogm alardan kurtulma» yı sınırlamanın gü ç
olduğunu bilirler, ellerinden geldiği kadar çatlaklan doldu
rur, binanın yıkılan kısım lannı onanrlar. Ayrıntılara ait
bazı tavizlerde bulunur, bütünü ne pahasına olursa olsun
korum aya çalışırlar. A m a bir gün baş eğmek ve benimse
mek gerekir. Bir yol kavşağındadır insanlar. D ogm alan ye
niden yorum layarak bir «dogm alardan kurtulma»ya gitmek
(dedogm atisation), eski form ülâsyonlara yeni bir ruhi aşı
lamak, nasslan yeni temeller üzerine yerleştirmek şarttır
artık. Birçok kere böyle olmuştir, yine de olabilir. Bu, bü
yük kazançlar da sağlar: bazı tasfiyeler ile kadrolar v©
yapılar yerinde kalabilir, hareket bir müddet daha yaşamak
imkânı kazanır... A m a bunun da tehlikeleri vardır. Kişi
lerin tam mânâsıyla «dogm alardan kurtulma»sı az çok bü
yük döküntüler vücuda getirir, imanın seviyesi düştükçe
düşer. Am a öyle dönemler vardır ki yeniliğe karşı gelmek
intihar etmektir, bilhassa bu yeni düşünce de ideoloji’le-
şiyorsa yani «mobilisatrice» oluyorsa.
Am a ne çıkar? Hakikati, feci de olsa, akıntıya karşı
gelmek de olsa, seçmek zorunda olanlar için bu sakınca
ların ne değeri olabilir? Onlar kararlarım vermişlerdir.
Bugünün nünadisi, yan n ın kurucusudurlar.
175