You are on page 1of 12

Gezi direnişine dair Engin Geçtan'ın yazdıkları...

Ç  A  Ğ  R  I  Ş  I  M  L  A  R...
                                                                        
İleri yaşa gelen insanlar için en can sıkıcı durumlardan biri, merak ve hayret
duygularının yitirilmesidir. Bu yönden kendimi şanslı bulmakla birlikte, beklenmedik bir
zamanda, bunlardan da öte benzersiz bir yaşam modeliyle özdeşebilmiş olmamı bir
armağan olarak kabul ediyorum. Gezi Parkı’nda yeşeren benzersiz oluşumdan söz
ediyorum.
Kendiliğinden oluşuvermiş yaşantılar, mekanlar ya da olgularla kolay özdeşleşirim. Bir
takım hesaplar temelinde geliştirilen yaşantılar ya da dönüşümler, bana göre, genetiği
değiştirilmiş organizmalar gibiler. Yavan ve sağlıksız.
Birazdan dile getireceğim çağrışımlar, Gezi Parkı’ndaki gençlerin yaratıvermiş olduğu
dünyayla sınırlı. Bu masum eylem, bir imha harekatı sonrasında direniş hareketine
dönüştü. Gönlüm parkta kalmış da olsa, bu hareketi de zaman zaman tweeter’den
izliyorum. Park’a dönersek, kimlerin önemli bir fırsat kaçırmış olduğu bana göre zaten
belli. Şimdi artık herkes, hepimiz çıplağız, giyinmeye çalışanlar daha da soyunuyor.
İleri yaşta insanlar, doğal olarak, yeni yaşantılar yaratmakta zorlandıklarından geçmişten
çok söz ederler ve ben bu hakkımı kullanarak başlamak istiyorum: Seksen bir yıllık
hayatım süresince ülkemizde çok şey yaşandı. Bunların bazılarıa dolaylı olarak tanık
oldum, ender olarak da doğrudan.
Uzak geçmişe baktığımda bende iz bırakmış biri, belki hem ilk, hem doğrudan tanık
olduğumdan, 6-7 Eylül olayları olmuştu. Yıl 1955 ve ben  üniversite son sınıf
öğrencisiyim. Düşünsenize! Bir akşam herşeyden habersiz vapurdan indiğinizde
gördüğünüz ilk şey, bir kamyonun arkasına bağlanmış buzdolabının Galata Köprüsü
üzerinden tangırtıyla sürüklenişi oluyor. Gerçek olamaz duygusuyla bakakalmıştım. O
gece (otantik) çapulcularla birlikte Cağaloğlu Yokuşu’ndan çıkıp Kumkapı ve Aksaray’a
yürüdüm. Onlardan olmadığım belliydi, ama bana aldırdıkları yoktu. O zamanlar,
Kumkapı ve cıvarı, Türklerin, Rumların, Ermenilerin, Bulgarlar’ın bir bütün halinde
yaşadığı alanlardı. Hrant Dink’in cenazesini televizyonda  izlerken o günleri hatırladım
ve acım katlandı. Kendiliğinden oluşuvermiş dünyaların yaratılmış olması nasıl bir
mucize idiyse, giderek azıtan kapitalizmin onları bir çırpıda yok etmesi de insana verilen
değerin nasıl hiçe indirgendiğinin açık göstergesi.
O gece özellikle Kumkapı’da gördüklerim bende iz bırakmıştı. Bazı binaların önünde
ellerinde Türk bayraklarıyla insanlar vardı. Sonradan öğrendiğime göre, azınlık
komşularını korumaya çalışıyorlarmış. Damdan dama atlayarak kaçırılan insanlar
gördüm. Ne olup bittiğini anlamıyordum, sadece tarihe tanıklık ettiğimin farkındaydım. 7
Eylül sabahı tarımar edilmiş İstiklal Caddesi’ndeydim. Yırtık kumaşlar, parçalanmış
kristal avizeler, iğrenç meze kokusu. Bunları yapan o saldırgan kalabalık kimdi, nereden
çıkmışlardı, amaçları neydi bilmiyordum. Kimse bilmiyordu. Olup bitene polis müdahele
etmiyordu, devlet ortalıkta yoktu. Olayın ardından kaskatı bir sıkı yönetim geldi,
gazeteler art arda kapatılmaktaydı. Bilgi edinme imkanı yoktu, edimeye çalışan da yoktu.
Çok şey olmuş, ama sanki hiçbir şey olmamıştı. Bir süre sonra tıp fakültesinden mezun
olup uzmanlık eğitimim için NewYork’a giderken  olayın anlamını hala öğrenememiştim.  
Yıllar sonra dönüp baktığımda, o akşam olanların nedenini kimsenin merak etmemiş
olmasını ve hiçbir şey yaşanmamış gibi davrandığını sorusuna tek bir cevap
bulabilmiştim. Toplumuzda hep varolmuş olan bir özellik: biçimsel güce soru sormadan
biat etme eğilimi. Biat edenler arasında tabii ki ben de vardım, o yıllarda siyasi ya da
askeri otoriteye karşı herhangi bir davranış, ne duyulmuş, ne de düşünülebilir bir şey
değildi.
6-7 Eylül’ün ardından yaşananları ancak 2001 yılında Kızarmış Palamutun Kokusu adlı
kitabımı yazarken referans olarak kullandığım kitaplardan birinden, Hasan İzettin
Dinamo’nun kitabından öğrenebildim.  Dinamo’ya göre, olay bizatihi hükümetin tertibi
olduğu halde, komünist diye yaftalanan bir grup insanın üzerine atılmış. Aralarında Aziz
Nesin’in de bulunduğu kişiler önce Sansaryan Han’da tutulmuş, ardından Harbiye’deki
rütubetli zindanlara konulmuşlar. O gece yaşananların ülkenin hangi hayrına yapılmış
olduğunu bugün de bilmiyorum. Eylemi gerçekleştiren o vahşi kalabalığın kimler
olduğunu da. Belki de dönemin derin devletiydiler.
Altı yıl sonra bununbir benzerini tekrar yaşadım. Demokrat Parti’nin son beş yılında yurt
dışındaydım. O zamanlar ikide bir gidilip gelinmezdi. İletişim ağları da yoktu. Dolayısıyla
27 Mayıs darbesi öncesinde Amerika’ya ulaşabilen bilgiler dayanağı belirsiz rivayetlerdi.
Yaşananların vehametini, ancak dönüş yolumda, İtalyan gazetelerinde bazı hükümet
üyelerinin idam resimlerini gördüğümde idrak edebildim. On gün sonra ülkeye
döndüğümde defter yine kapatılmıştı, arada bir yeni yönetimle ilgili bir şeyler
konuşuluyordu. İhtilali halk hareketi diye bilirdim, ama bir askeri darbe yapılmış olduğu
halde otorite öyle uygun gördüğü için adına ihtilal deniliyordu.
Demokrasinin, halkın, kendi seçtiği parlementoyu denetleyebildiği oranda demokrasi
sayılabileceği gerçeğinden bugün de hala hayli uzağız.
Yakın tarihimize baktığımızda da benzer bir durum var. Güneydoğu’da otuz yıla yakın
süren bir savaş vardı ve biz bunu, yakın zamanlara kadar, başka bir ülkede cereyan
ediyormuş gibi yaşadık. O süre içinde bizden çok şey saklanmış, ama biz de merak
etmedik ve sormadık, soruşturmadık. Derin devletin o bölgede nelere müdahil olduğunu
hala yeterince bilmiyorum.
Otoriteyi temsil eden figürlere biat etme eğilimi bu topraklarda yaygın bir olgu da olsa,
konunun bazı başka boyutları da var. İnsan doğasıyla ilgili bazı özellikler. Geçen yüzyılın
ikinci yarısında Amerikan Ruh Sağlığı Enstitüsü’nde yapılan araştırmalardan biri de
insanla sürüngen arasındaki davranışları kıyaslama üzerine idi. Böylece beynin en derin
ve de en ilkel katmanı olan R-Kompleks hakkında fikir edinilmek isteniyordu. Nitekim
çalışmalar sonunda yirmi ortak davranış eğilimi saptanmıştı. Bana en çarpıcı geleni,
insanın da sürüngenlerin de bir liderin peşinden gitme eğilimiydi.
Bu araştırmaya konu olan, beynin en alt ve en ilkel bölgesiydi. Onun üzerinde daha
gelişmiş ve iyi gelişmiş iki katman daha vardır. Limbik Sistem ve Korteks. Tekamül
edebilmiş insan bu katmanlar sayesinde herhangi bir liderin peşinden kökü körüne
gitmez. Lider görüntüsündeki figürleri kendi süzgecinden geçirir, seçimini ona göre yapar
ya da yapmaz. Gerektiğinde lidersiz olmayı  seçebilir.
                                                                             
*** *** ***
Liderlik ve güç arasında bir ilinti olup olmadığı biraz karmaşık bir konu. Bana göre güç,
bazen kazanıp bazen kaybetmektir, ama bugüne kadar kaç lider bunun bilincinde
olabilmiştir bilmiyorum. Hiç kaybetmeden yol almaya çalışmak, rulet masasında
kendinden geçmiş bir kumar tutkunu gibidir. Sürekli kazanacağına inananların kumar
masasındaki akıbeti hepimizin malumu, rulet masasındaki kişi hariç.
Buna örnek olarak yakın tarihten aklıma gelen en çarpıcı örnek tabii ki Adolf Hitler.
Tarihte Napoleone Bonaparte’nin hezimeti varken bir lider nasıl olur da göz göre göre
Rusya gibi bir cehennemi işgal etmeye kalkar.
Hayata en aşağıdan başlandığında yukarıdan başka gidecek yer yoktur. Biçimsel
yükselmeye ruhun yükselmesi eşlik edemediğinde, biz yükseldikçe yukarısı da giderek
yükselir. Buna karşılık, kendini bulunduğu yerde de kabul ederek ruhu takamül eden
huzurlu insanlar da var.
Bazı insanların nasıl olup da lider olabildiği hakkında bir fikrim yok. Ama ilgilenlere,
Mussolini ile ilgili yapılan bir filmi, ‘Sıradan Faşizm’i arşivlerden bulup izlemelerini
öneririm. O filmi ilk kez yıllar önce Ankara’daki Fransız Kültür Merkezi’nde izlemiştim.
Mussolini’nin o meşhur balkon söylevine sıra geldiğinde, çoğunluğu gençlerden oluşan
salon kahkahadan kırılıyordu. Ama o günkü gençliğin alay ettiği figür, çok da uzak
olmayan bir geçmişte milyonları peşinden sürüklemişti ve İtalyanlar bunun bedelini ağır
ödediler.
T.S. Eliot’un dediği gibi: “Bu dünyaya verilen zararların yarısı kendini önemli hissetmek
isteyen insanların eseridir.”  
Lider olmuş insanlarla ilgili tek bir çalışma örneği biliyorum. Kimin nasıl lider olduğundan
çok, bizi nasıl insanların yönettiğiyle ilgili. Artık hayatta olmayan İtalyan gazeteci yazar
Oriana Fallaci çeşitli dünya liderleriyle yaptığı röportajları Interview with History (Tarihle
Söyleşi) adlı bir kitapta toplamıştı. Kapalı bir kıyafet giyip Humeyni’yle röportaja
gittiğinde başörtüsünü aniden atıveren kadından söz ediyorum. O kitaptaki lider profilleri
çoğumuz tanıyoruz ya da duymuşluğumuz var.  Anlatılanlar pek de hoş kişilikler değildi,
biri dışında. İkinci Dünya Savaşi sonrası Almanya Başbakanlığı yapmiş olan Willy
Brandt.
Efsaneleşmiş iderlere baktığımızda ise bunların genellikle direnişçi kişilikleriyle belirdiğini
görürüz. Simon Bolivar, Mustafa Kemal Atatürk, Mahatma Gandi, Nelson Mandela gibi.
Oriana Fallaci’nin yaklaşımı biraz acımasız olsa da sergilediği gerçekler belki de
beklenilebilir şeylerdi. Tarih boyunca insanlar kendilerini yönetenlerden şikaayetçi
olmuşlardır, yöneticileri kendilerinin seçtiği durumlarda bile. Yakın geçmişte eski İngiltere
başbakanı Margaret Thatcher öldüğünde halkın bir kesimi bunu sevinçle kutladı. Hiç
böyle şey görmemiştim. Thatcher birilerinin canını hayli sıkmış olmalı.
Yakın geçmişte tweeter’da bir mesaj okumuştum: “Governing is also a matter of mental
health.” Yani, yönetmek aynı zamanda bir ruh sağlığı meselesidir. Kendilerini yakından
tanıyıp aileleriyle olan ilişkileri hakkında bilgi sahibi olmadıkça liderlerin ruh sağlığı
değerlendirilmesini yapabilmek biraz zor, ama ruh sağlığı açıkça bozuk liderler de
olmuştur. İlk aklıma gelen bir dönem Uganda’yı kan ve şiddetle yönetmiş olan İdi Amin.
Bazı liderlerin ruh sağlığı o konuma geldikten sonra da bozulabiliyor. Genellikle giderek
artan ego enflasyonu sonucu.
Ender de olsa mütevazı liderler de görülmüştür. Bazı eski insan topluluklarında kabileler
arasi savaslar yapıldığında kendilerine bir lider seçer,  savas bittikten sonra o kisinin
liderlik vasfı da  sona erer, herhangi biri olarak kabile içindeki varlığını sürdürürmüş.
Günümüzde böyle bir durum tabii ki söz konusu olamaz, ama şu aralar hoş bir örnek de
var. Uruguay cumhurbaşkanı Jose Mujica, öteden beri yaşadığı köy evinde yaşıyor,
maaşının yüzde doksanını hibe ediyor, her zamanki halk tipi kıyafetleriyle dolaşıyor,
bazen işine bisikletle gittiği bile oluyor. Yönettiği ülkenin kendi mülkü olduğu sanısına
kapılan liderlerin de bulunduğu bir dünyada çarpıcı bir örnek.
Günümüzde bende hayranlık uyandıran tek bir politik kişilik var. Burma muhalefet lideri
Aung San Suu Kyi. Belki de direnişçiliğinden. Onu çok yakından izler, yüzündeki
ifadeden ve duruşundan etkilenirim. (Myanmar askeri yönetimin ülkeye sonradan verdiği
isim olduğundan Burma’yı kullandım. Bunu yapanların sayısı zaten artmaya başladı).
                                    
*** *** ***
Yönetilenle yöneten bütünün parçaları olduğundan, şimdi de sıra yönetilenlerde, yani
bizlerde. Ama ondan da önce, insan denilen varlığa genel anlamda bakma gereğini
duyarak. Özellikle de insanın evrenle, dolayısıyla doğayla olan ilişkisine.
Evren ruhu olan canli bir düşünce ve bir bütün. Doğa da öyle. Bir varlığın doğayla uyum
içinde nasıl yaşayabileceğinin yasaları evrende mevcut. Varlıkların ihtiyacı olan şeyler
de doğada mevcut. Kendini doğadan üstün olma ve onu kontrol edebileceği hezeyanına
kaptıran varlığın akıbeti felakettir ve bizler şimdi o felaketin hem yaratıcısı hem
kurbanıyız.
Hezeyanları sonucudur ki insan kendine gerektiği kadarını tüketmek yerine giderek daha
fazlasına sahip olma eğiliminin tutsağı haline geldi. Rulet masasında sürekli
kazanacağına inanan kumarbaz misali. Böylece, giderek artan doğa tahribatı bir yana,
insanoğlunun kibiri, kendine canavar bir matriks gelistirip onun tutsağı haline gelmesine
neden oldu.
Bu duruma ilk başkaldırılardan biri, yirminci yüzyılın başlarında Bertrand Russell’dan
gelmişti.Russell insanoğlunun tüm başarılarının ve üstün zekâsının, onu mezardan
öteye götüremeyeceğini anlatırken şöyle demişti: “…insan bu güneş sisteminin sınırsız
ölüm denizinde yok olmaya mahkûm olduğunu idrak edebilecek bir öngörüye artık sahip
değil ve insan yapısı başarı tapınağının, bir gün kaçınılmaz olarak evrenin yıkıntıları
altında kalacağını bilemez bir halde.”
Doğadan uzaklaşmanın insanı giderek yalnızlaştırmış olması gibi can sıkıcı başka
boyutları da var. Çünkü yalnızlaşma, onu, zamanla birbirine daha muhtaç ve kırılgan bir
duruma getirdi ve muhtaç hale geldikçe de birbirimize düşmanlık duymaya başladık.
Birlikte yaşayabilmek için düşmanca eğilimlerimizi bastırmak ve denetlemek zorunda
olduğumuzdan ötürü, giderek daha iki yüzlü varlıklara dönüştük. Birbirimizden bu kadar
korkmamızın nedeni, kızgınlığımızın denetimden çıkma olasılığı ve bununsonucu diğer
insanların onayını kaybetme korkusudur.
İnsan bu duruma çözüm olarak çeşitli politik modeller geliştirmiş, ancak bunların hiçbiri
başarılı olamamıştır. Keşke biri bana kapitalizmin bugünkü azgın haliyle demokrasinin
nasıl bağdasabildigini anlatabilse.
Platon felsefesinde, idealar dünyası (fikirler dünyası) ile yaşanan dünya ayrımı
yapılmıştır. Batı kültürünün temelini oluşturan bu bölünme sonucu, insan, kendi yaratısı
olan üst-sistemlerle hiç ilgisi yokmuş, bunları yaratan kendileri değilmiş gibi davranmaya
başlamıştır. Nitekim, Jean Baudrillard  da bir kitabında, insanlığın kendisine sunulan
herşeyi emip tüketen sessiz kitlelere dönüştüğünü yazmıştı. Bu durum, sadece Batı
dünyasında değil, artık dünya genelinde etkisini sürdürmekte. Nitekim, bizler de
ilkokuldan başlayarak aynı etkide bir eğitimden geçiriliyoruz. Böylece, kendi dünyamıza
yabancılaşmamız artmakta ve depresyonun günümüzün en önemli sağlık sorunlarından
biri haline gelmesine zemin hazırlamakta.
Farklı olarak algılanıyor olsam da ben idealar dünyasına hiç ait olmadım, çevrem idealar
dünyasından oluştuğu için çoğu zaman arafta kaldım. Şartlandırılmalarımızdan ötürü,
yaşananlar daha çok ideaların diliyle ifade edilebiliyor ve bu da yaşananlardan
uzaklaşılmasına neden oluyor. Kaldı ki yaşananların sözlü dilde layıkiyle karşılıkları da
yok.
Suzuki der ki: "Alışılageldiğimiz düşünceleri altüst eden karşıtlıkların temelinde, içsel
yaşantılarımızı normal konuşma dili ile anlatma zorluğu yatar. Çünkü içsel
deneyimlerimiz, konuşma dilini çok aşan yaşantılardır."  Tabii buna bir de giderek
sığlaşan Türkçemizi katarsak…
Yaşananlar dünyasından birinin bilindik anlamda politize olması zordur. Bazı ideolojilere
sadece yakınlık duyulabiliyor. Şahsen, ideolojik anlamda hiçbir zaman şucu ya da bucu
olamadım, sonu ist ve izm’le biten kavramları özümseyemedim. Gezi Parkı olgusu
belirene dek. Orada oluşan modelde idealar dünyasından alıntılanmış hiçbir şey yoktu,
kendiliğinden ortaya çıkıvermiş, bana matriksten özgür yeşeren bir mucize gibi
görünmüştü. Belki de bundan ötürü dünyanın ilgisini üzerinde topladı.
                                                                    
*** *** ***
Bazı insanlar sağ, bazıları ise sol beyin ağırlıklıdır. Sağ beyinliler bütünü algılama
eğilimindedir, sol beyinliler ise ayrıntıları. Bu nedenle sol beyinliler zaman zaman
ayrıntılarda kaybolabilirler. Yaşamın küçük bir parçacığını yakalayıp, bu parçacıktan
yaşamın bütününü keşfedebileceklerine inanırlar. Toplumumuzun çoğunluğunun sol
beyinli, olduğu izlenimini taşıyorum. Ve de bunun iç politika dinamiklerine belirgin bir
biçimde yansıdığına. Bunca yıl yaşamış ve pek çok şey görmüş biri olarak, iç politka
bana yıllardır aynı kısır döngüler içinde debeleniyor gibi geliyor. Aslolan, derme çatma
demokrasimizi anlamlı ve sağlam bir seviyeye getirmek olduğu halde, yaşanan onca
olaya rağmen temelde pek bir şey olamıyor. Son zamanlarda seçim barajının
indirilmesiyle sorunun çözümlenebileeğine inanılır oldu. Bence o da bütünün bir parçası.
Gerçi çok önemli bir parçası, ama asolan daha genel anlamda bir zihniyet meselesi.
Üstelik, sadece poltikacıları değil seçmeni de kapsayan bir mesele.
Ayrıntının bütün içindeki yerini göremeden o ayrıntıyı layıkıyla değerlendiremeyiz. Kendi
iç dinamiklerimizi de değerlendirebilmek için dünyadaki politik dinamikler içindeki
yerimizi görebilmemiz gerekiyor. Çünkü orada bizlere yol gösterecek çok şey var. Oysa,
televizyon kanallarımıza baktığımızda, tıpkı iç politkada olduğu gibi, sürekli kendimize
dönük, sığ ve kendini tekrarlayan bilgilerle karşılaşıyoruz.
Bir başka deyişle, her figürün bir fonu vardır ve ülke dinamikleri de ancak dünya
dinamikleri zemininde değerlendirilebilir ve anlaşılabilir. Ne var ki, ülkeyi merkez alıp,
dünyayı ayrıntı gibi gören politikalar da geliştirilebiliyor. Abbasağa Park Meclisi’nde
gelen bir tweet’de şu ifade yer almış. Türkiye Dış Politikası: “Sıfır sorun mu? Sırf sorun
mu?” Derinlik Stratejisi’nin ne olduğunu kavrayamadığım için, bunu uygulamalarında
anlamayı umuyordum. Görebildiğim şey ise bazı sünni oluşumlarla kurulan güçlü bağlar
dışında herkesi karşımıza almış olmamız.
Dışişlerimiz buna bir ad da vermiş: Precious Loneliness (Kıymetli Yalnızlık). Neden
kıymetli olduğunu pek anlayamadım, ama bu isim bana birkaç yüzyıl önce bir dönem
İngiltere’nin sürdürmüş olduğu Muhteşem Yalnızlık siyaseti’ni çağrıştırdı. Gerçi,
hatırladığım kadarıyla İngilizler bu dönemlerinde kimseyle küsüşmemişlerdi.
İlya Prigogin’in çok önemsediğim bir sözü var: “Adına gerçeklik dediğimiz her ne ise bize
ancak, ona yapıcı katkımız oranında açımlanır.” Yani evren hiçbir şeyi bize hazırdan ve
biz sadece konuşup duruyoruz diye sunmaz.
Bütünü algılamakta zorlanabilen sol beyin fanatizme daha yatkındır, özellikle kişisel
kimlik sorunu yaşanıyorsa. Çeşitli nedenlerle kişisel kimliği yeterince gelişememiş insan,
varolan inanç ve idolojileri fanatik bir boyutta kimliğine katma eğilimindedir. Buna
psikiyatride Identity Diffusion Syndrome, yani Kimlik Geçişmesi Sendromu denir.
Çoğumuz bazı dönemlerimizde bazı kimlik geçişmelerine geçici olarak ihtiyaç duyar, bir
takım düşüncelere ya da akımlara kapılabiliriz. İçimizdeki vakum büyüdüğünde ise katı
ve kalıcı bir fanatizmin tutsağı oluruz.
Katılaşmış psikolojik savunma sistemleri, ucu açık süreçlere tahammül edemediğinden,
yaşayan süreçleri durağan durumlara dönüştürmeye çalışırlar. Sadece kendi kişiliğinde
değil, ulaşabildiği çevresine de aynı baskıyı yaparak. Otorite konumunda olursa, asker
ve polis müdahelesine baş vurabilir. Nitekim darbe olaylarında benzer dinamikler
geçerlidir. Nitekim, 12 Eylül sonrasında Paşa ve ekibi toplumu statik bir duruma
indirgrmek için çok uğraşmıştı. Oysa süreçler ancak geçici sürelerle duruma
dönüştürülebilir. Evrenin kendisi de bir süreç olduğundan, bir süre sonra olaylar yine
bildiğini okur.
İşin ilginç yanı, görünürde bu kadar katı olan kişiliklerin derininde, çocuk saflığında,
ürkek, kırılgan, sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyan bir varlığın bulunmasıdır.  Çünkü
görünürdeki katılık aslında sadece koruyucu bir savunma sistemidir. Bazı durumlarda
insanın kendisi de bu split’in farkındadır, ama bunu aşmak için elinden bir şey gelmez.
Gezi olgusu çoğu insan gibi benim içinde şaşıtıcı bir olay idi. Bazen Mevlana’yı, bazen
John Lennon’un Imagine şarkısını hatırlatarak. Bu olguda beni özellikle etkileyen iki şey
vardı: masumiyet ve yaratıcılık. İdeolojik alıntılardan özgür, lidersiz, toplumun her
kesimini kucaklayan bu dayanışmacı ruh, bana yeni doğan bebeğin kirlenmemişliğini ve
masumiyetini çağrıştırdı. Kendiliğindenlikle masumiyet arasinda zaten bir bağ vardır.
Masumiyet ise bana göre gezegendeki en kutsal şey.
Kendimizi evrenin kucağına bıraktığımızda yaratıcı potansiyelimiz kendiliğinden ortaya
çıkabilir. Nitekim Gezi ruhu özgür bir yaratıcı düş gücünü de beraberinde getirdi. buna
sonradan hiciv boyutu da eklendi, ama galiba saldırıya uğradiktan sonra. Einstein da
vaktiyle söylemişti,  düş gücü bilgiden daha önemlidir diye.
Gezi’nin bir başka şaşırtıcı yanı da küçüklerin büyüklere politik bir model sunması oldu.
Bu da daha önce hiç yaşanmamış bir durumdu. Bizleri ve dünyanın geri kalanını olduğu
gibi, farklı bir açıdan iktidarı da şaşırttı ve ‘chapulling’ sözcüğü Google aracılığı ile Dünya
Sözlüğü’ne resmen dahil edildi.
Şahsen bir başka şaşırtıcı gözlem daha yaşadım. İnsanın iç dünyasındaki kargaşa dış
dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür. Ülkenin en çalkantılı dönemlerinde bile,
psikoterapi ortamında insanlar, bunlar hiç yaşanmıyormuşçasına sadece içsel
sorunlarından söz etmişlerdir. Elli altı yıllık psikiyatri geçmişimde, çalışma odamda ilk
defa bir toplum olayının kişisel yaşantıların önüne geçtiğine tanık oldum.
Gezi olgusunun dünyada da bir benzerinin olduğunu ya da geçmişte olmuş olduğunu
sanmıyorum. Herhalde bu nedenle de dünyanın ilgi odağı oldu. İlgiden de öte pek çok
insan bu olguyla özdeşleşti. Brezilya ve Bulgaristan gibi ülkelere esin kaynağı oldu. Her
ne kadar bir benzeri yaratılamasa da. Bu özdeşleşme nedeniyle Gezi Parkı’na yöneltilen
polis saldırılsına dünyadan eleştiriler geldi. Times gazetesinde bazı Hollywood
şahsiyetleri tarafından yayımlanan bildiride Susan Sarandon gibi politik aktivist ya da
Sean Penn gibi sivri kişiliklerin yanı sıra David Lynch gibi mutedil bir insan da vardı. Çok
da uzak olmayan bir geçmişte aynı David Lynch bir Barış Üniversitesi projesinden söz
etmiş, böyle bir girişim için en uygun yerin Türkiye olabileceğinden söz etmişti. Dünya
bizden sandığımızdan çok daha fazla haberdar, ama biz onların haberdar olduğundan
pek haberdar değiliz. Herhalde daha önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü.
Gezi Parkı’ndaki gençler kimseyi karşılarına almamıştı. Dört nala sürdürülen
yapılaşmadan bunalan insanları temsil ediyorlardı. Anlayış ve diyalog beklentisi
içindeydiler, ama yöneticilerimiz bunu farklı değerlendirdi ve onları karşısına aldı.
Birilerini karşıma almaktan genellikle imtina ederim. Çünkü birini ya da birilerini karşıma
almak, olup biteni algılayabilmemi engellediği gibi, karşıma aldığım kişinin tuzağına
düşme ve bozguna uğrama riskini içerir.
Nitekim Gezi Parkı’nde yaratılan değerler modeliyle özdeşleşmiş olmam, herhangi bir
otorite figürünü ya da kurumunu karşıma alma anlamı taşımıyor. Kendi dışımda bir
odağa göre davranma eğiliminde olmadığımdan, bugüne kadar fanatik bir boyutta
yandaş ya da muhalif olamadım. Bu, bşkalrıyla paylaşılan inanç ve değer sistemine
sahip olamama anlamını taşımaz, yoksa hayat heyecansız ve ruhsuz olurdu.
Ancak yine de Eski Roma düşünürlerinden Seneca’nın dediği gibi: “Herşey biz ona nasıl
bakarsak bize öyle görünür.”
Gezi Parkı’ndaki kalabalığının üzerine polisi, düşman ordusunu imha etmekle
görevlendirilen askeri bir güç gibi göndermek kimin fikriydi bilmiyorum, ama sonuç hiç iyi
olmadı. Orası ecnebilerin işgali altında değildi ki. Beş genç insan yok yere hayatını
kaybetti, bazıları organlarını kaybetti. Aynı nedenle, sakin bir eylem olan ve diyalogla
sona ermesi mümkün olan Occupy Gezi, bu saldırının ardından bir direniş hareketine
dönüştü.
Yöneticilerimizin bu olaydaki tutumunda, geleneksel toplum yapımızın payı olduğu
düşüncesindeyim. Çünkü geleneksel yapımızda, özür dilemek ya da geri adım atmak
gurur sistemimizle pek bağdaşmaz, yenilgi ya da eziklik olarak algılanır. Kamuya açık
özeleştiri ise duyulmuş şey değil. Bu nedenle de diyalog ve uzlaşma kültürümüz
gelişememiştir ve karşısına alma ya da küsüşme eğilimleri hala devam etmektedir. Bu,
sadece iktidar için değil, muhalefet ve politika dışı olaylar dahil pek çok durum için de
geçerli.
Gezi olgusu sırasında yaşanan şaşırtıcı durumlardan biri, hükümet başkanımızın
durumu şahsına karşı geliştirilmiş bir tavır olarak algılamasıydı. Karşı bir tavır olsaydı
bile, demokrasilerde hükümet başkanı şahıs değil, müessese olduğundan, yapılan
eylem de kişiye değil o müesseseye karşıdır. Bu konuda herhalde bir yanlış anlaşılma
ya da bilgilendirilme oldu, ama nasıl olduğunu bilemiyorum. Kaldı ki anladığım kadarıyla,
eylemin muhatabı Büyük Şehir ya da Beyoğlu Belediyeleri idi.
Yaşananlar dünyasından olduğum için, toplumun farklı kesimlerini, gözlemden öte ve
yaşantısal olarak tanıdığımı sanıyorum. Görünürdeki bazı çarpıcı farklılıklara rağmen,
toplumun hangi kesiminden olursak olalım, temelde ortak özellikler taşıdığımızı
biliyorum. Görünürdeki farklılıklarımız aslında bizim renklerimiz ve çeşnimiz. Kaldı ki
imparatorluk mirasımızdan ötürü melez bir toplumuz.  Gezi olgusu ile ilgili olarak farklı
görüşler tabii ki olacak, ama keşke bu bir taaruza dönüşmeseydi. Çünkü herşey gibi
bütün bu olanlar da bir gün sona erecek. Bizler, sizler de sona ereceğiz. Başkaları
gelecek, başka şeyler yaşanacak.
Bana göre, bu saldırı sonucu bir direniş hareketine dönüşen Gezi olgusu bir başka
umulmadık olaya yol açtı. Meclisteki biraz da muhalefet fakiri muhalefetin yerini Gezi
ruhu almış gibi bir hal ortaya çıktı. İşin tuhaf yanı da bunu iktidarın yaratmış olması.
Umarım, bu amatör muhalefet ve parklarda sürdürülen forumlar geleceğin politikacıları
için bir okul niteliği kazanır.
Bu değerlendirmeyi yapmamın nedeni, meclisteki muhalefeti cılız bulmam. Bazen
ayrıntılarda kaybolduklarını, bu arada karşı tarafın malı götürdüğünü düşündüğüm
oluyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederken, Konstantinopolis papazlarının
meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışmaları misali. Bu satırları yazdığım günlerde
iktidar partisi ile Gülen Camiası arasında ne olduğunu da tam da kavrayamadığım bazı
ayarlardan söz ediliyor. Tıpkı iktidar ve muhalefetten söz ediliyormuşçasına. Gezi bir tür
amatör muhalefet yarattıysa, Camia da kapsam dışı bir başka muhalefetmiş gibi.
*** *** ***
Olaylar sırasında spotların yöneldiği bir başka grup polis idi. Emniyet mensuplarıyla ilk
karsılaşmam seksenli yılların başlarında Ankara’da oldu. Fakülte dekanının ricası
sonucu, emniyet teşkilatı için düzenlenen bir programda konuşmacı oldum. O
deneyimden aklımda kalan şey, polis halk ilişkilerinde yaşanan sorunların polisin eğitim
süresinin yeterli olmamasından kaynakladığı şeklinde beliren bir görüştü. Sonradan,
sorunun sadece bundan kaynaklanmayabileceğini düşündüğümü hatırlıyorum.
Geleneksel değerlerinden kopmamış olan bazı teşkilat mensuplarının kentli insana
hizmet vermekte zorlanabileceği boyutu hiç konuşulmamıştı ve belki de sorun böyle bir
olasılığın hiç akla gelmemesindeydi.  
Sağ-sol çatışmasının yaşandığı yetmişli yıllarda iki üniversitede öğretim üyesiydim ve
pek çok olaya tanık oldum. O dönemde polis hiçbir zaman Gezi olaylarındaki gibi
pervasız davranmamıştı.
On beş yıl kadar önce Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’ne gitmem gerekti. Yeşil
pasaport hamiliyim ve  pasaportum sadece orada işlem görebiliyor. İlgilenen görevli,
uzmanlık alanımı sorunca, oradaki polisler bir anda etrafıma toplandılar ve
mesleklerinden ötürü yaşadıkları zorlukları paylaşmaya başladılar. Neler
konuşulduğunun ayrıntılarını hatırlamıyorum, ama edindiğim izlenim polislerin farklı rol
modellerine ihtiyaçları olduğu ve teşkilat olarak belki de fazla kendilerine dönük oldukları
yönündeydi.
Yaklaşık üç yıl önce yaşadığım sokakta yürüyordum. Önleri yeşillik ve ağaçlık olan
apartmanlardan birinin giriş kapısının gerisinde birilerinin olduğunu fark ettim. İki polis ve
yerde cenin pozisyonunda kıvranan kelepçelenmiş bir adam. Adamın buralardan
olmadığı belliydi, polislerden biri onu aralıklarla tekmeliyor, adam acıklı sesler
çıkarıyordu. Benim kendilerine bakmakta olduğumu fark etmelerine rağmen olay devam
etti.  Biraz daha ötede orta yaşlı bir adam da olanlara bakıyordu. Sonra bana döndü,
sesini polise duyurmamaya çalışarak “Televizyonda görüyorduk ama…” dedi ve sözünü
tamalamadan uzaklaştı. Cümlesinin devamı herhalde “ …meğer böyle şeyler gerçekten
de oluyormuş” idi sanırım.
Polisin görevi suçluyu yakalayıp adalete teslim etmektir ve ceza takdiri yargıya aittir.
Oradaki polis yargıya ait olması gereken bir tasarrufta bulunmaktaydı. Bu görevlilere
gereken formasyonu edinmeleri için zemin yaratamazsanız, onlar da düzeni sağlarken
vaktiyle babalarının kendilerine davrandığı gibi davranırlar.
Polisle son kişisel karşılaşmam hiç hoş olmadı.  Bundan üç 1 mayıs, yani iki yıl önceydi. 
Taksimin 1 mayis etkinliklerine  kapalı tutulduğu yıllarda kim olduğunu bilmediğimiz bazı
gruplar Teşvikiye bölgesinde polisle çatışmayı adet haline getirmişlerdi. Nitekim o sabah
da yaşadığım sokak dahil, mahallede bir takım gazlı çatışmalar olmuş, bir süre sonra
sona ermiş ve sokakta limonlar dağıtıldığı duyulmuştu. Herşey sakinleştikten hayli sonra
bir şey almak için sokağa çıktım, dönüşümde binadan iceri girmek üzereyken gaz
maskeli iki polis fark ettim. Boş bir sokakta neden dolaştıklarını merak ederken,
polislerden biri bir hareket yapti ve aniden biber gazı bulutu içinde kaldım. O zamanlar
gaz elle atılıyor, ses duyulmuyordu. Gaz ciğerlerime ulaştığında bir an kendimden
geçtim ve ölmekte olduğumu düşündüm. Anahtar deliğini bulup kendimi içeriye
atabilmem mucizeydi, uzun süre kendime gelemedim.
Bu olay olduğunda, yani iki yıl önce yetmiş dokuz yaşındaydım. Geçen kış bir akciğer
enfeksiyonu nedeniyle danıştığım akciğer hastalıkları uzmanı meslektaşıma bu olayı
anlatıp bunun ciğerlerimde bir hasar yaratıp yaratamayacağını sorduğumda, kalıcı bir
hasar olmamıştır, ama ölebilirdiniz cevabını aldım. Hiç kimsenin olmadığı bir sokakta
evine girmek üzere olan ileri yaşta bir adamın üzerine neden biber gazı atıldığının
cevabını  o günden beri merak etmekteyim.
Öyle anlaşılıyor ki orantısız güç kullanma tartışmalarının yapıldığı bu dönemde, emniyet
teşkilatının, polislerin insan olarak bu olayları nasıl yaşamakta olduklarını anlamaya
çalışmasında yarar var. Gezi olaylarının ardından kendileriyle röportaj yapılan polislerin
anlattıklarından, emniyet teşkilatının oldukça katı bir hiyerarşik yapıya sahip olduğu ve
bu hiyerarşinin en alt katmanını oluşturan polislerin bu  nedenle bazı zorluklar
yaşadıkları açık. Kurumsal yapıları buna müsaitse, keşke moral destek üniteleri gibi
hizmetler geliştitirebilseler. Çünkü, boş bir sokakta üzerime biber gazı atan polisin bu
davranışı, ne yaptığını bilemez halde olmasından başka hangi nedenle açıklanabilir?
                                                 
*** *** ***
Hayat akan bir süreç olarak yaşanabilecek iken, çeşitli nedenlerle kısır döngüler moduna
girer ve kendi mecramızdaki akışkanlığını yitirir. Hayatımızaı yönlendirme giderek
zorlaşır, hayat önde biz peşinde sürüklenmeye başlarız.
Konu ruh sağlığına geldiğinde işler biraz karışıyor. Çünkü artık bireysel ruh sağlığımız ile
gezegenimizin ruh sağlığı örtüşür olmaya başladı. Gezegenimizin ruh sağlığının pek de
yerinde olmadığını görmek için de uzman olmaya gerek yok. Dünya Sağlık Örgütü bu
konuda sürekli uyarılarda bulunduğu halde, kapitalizmin ipoteğindeki dünya, ekonomiyle
çok meşgul olduğundan bu uyarıları duyacak halde değil. Kaldı ki sağlık hizmetleri de
artık kapitalizmin etkisinde biçimlenmekte.
Toplumumuzun ruh sağlığı sorunları çok kapsamlı bir konu. Bunları zaten Zamane adlı
kitabımda anlattım. Bu yazıda olayın sadece bir boyutuna şöyle bir değinmek istiyorum:
Kolektif (toplu) regresyon.
Kapitalizmin yarattığı uyaran bombardımanı ve aşırı tüketim, hızlı toplumsal ve politik
dönüşümler, ekonomideki kestirilemezlikler, teknolojiye giderek artan bağımlılık,
geleneksel yapının çözülmekte olması ve daha pek çok faktör insan beynini zorlamakta
ve referans olarak kullanılmakta olan değerlerin bulanıklaşmasına neden olmakta. Bu
durumun bir sonucu da insanların narsisistik eğilimlerinin giderek çıplaklaşması. Daha
çok sayıda insan, çevrelerini kendi çıkarları doğrultusunda algılamaya başlayınca,
saldırganlık ve suç da doğal olarak arttı. Buna Grup Regresyonu da deniliyor.
Regresyon, insanın duygusal gelişiminde bulunduğu yerden gerilemesi, yani hayatının
daha öneki evrelerine dönmesi anlamına geliyor. Çaresiz ve bağımlı.
Çocuksu bağımlılıklar arttıkça, insanlar, kendi davranışları sonucu ortaya çıkan
durumlardan, kendi dışlarındaki biri ya da birilerini sorumlu tutar oldular.
Beraberliklerinde, birbirlerine sık sık ”beni yaşatmakla yükümlüsün” mesajı vererek,
vaktiyle ebeveynlerinden alamadıklarını birbirlerinden tahsil etmeye çalışıyorlar.
Edilemez ki. Hiçbir ilişki de bu yükün ağırlığını taşıyamaz.
Çocuksu varoluşa gerileme, toplumun bazı kesimlerinde farklı türde ilişkiler ağları
geliştirilerek de dengelenmeye çalışılıyor. Güvenlik temelli bu klan ilişkilerinde ciddi
çatışmalar da çıksa ilişkiler sonlandırılamıyor, çünkü aslolan güvenlik ağının korunması.
Telefon ve mesaj haberleşmeleri de ağın sürdürülmesine kakıda bulunuyor ve bu durum
bazen telefon ve internet bağımlılığına yol açabiliyor. Bu tür klanlaşmalar dostluk ve
dayanışma ağı gibi görünse de gerektiğinde herkesin birbirinin çocuğu olduğu bu ilişki
tarzlarında ego sınrları çok sık birbirine geçişiyor. Kaçınılamayacak bazı çatışmaları da
beraberinde getirerek.
Hayatın ilk yılını aşıp kendi başımıza da bir şeyler yapabildiğimizi fark ettiğimizde, artık
herşeye kadir olduğumuz sanısına kapıldığımız bir döneme gireriz. Buna psikiyatride
‘infantile omnipotence’ denir. Bu, özerkliğimizi edindiğimiz dönemdir, ama neyi yapıp
neyi yapamayacağımız konusunda ebeveyn tutumlarıyla belirlenen sınırları da
beraberinde getirir. Bu aşamada ebeveynin tavrı belirleyicidir ve her zaman yumuşak bir
geçişle atlatılamayabilir. Bu konuda çoğumuzun yaşadığı bazı travmalar vardır. Eğer bu 
travmalar yüklü olursa, yetişkinliğe ulaşıp kendimiz otorite konumuna geldiğinde, o
döneme gerileme belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur. Özellikle ebeveyn
konumuna gelindiğinde, kendimizi daha dikkatli gözlemlememiz gerekir. Çünkü insan
kendini evrenin merkezi gibi görmeye başladığında, kendisini böyle görmekte olduğunu
fark edemez.
Yetişkinlikte yaşanan infantile omnipotence ebeveyn konumun dışında da tezahür eder;
servet, şöhret, patron ve yönetici olmak ya da yüksek statü sahibi olmaktan siyasi
iktidarda bulunmaya kadar farklı alanlarda kendini gösterebilir. Farklı görüşlere
tahammülsüzlük, olaylar istediği yönde gelişmediğinde yaşanan hiddet nöbetleri, sürekli
olarak isteklerinin karşılanmasını bekleme, herkesten daha zeki ya da akıllı olduğuna
inanma gibi durumlar yaşanabilir.
Toplumsal yapımızda yetişkin omnipotence’i zaten pek de ender yaşanan durumlar
değilken, toplu regresyon sonucu bu olgularda artış olmasını da doğal karşılamak gerek.
Galiba sanıldığından da fazla sayıda insan psikoz sınırlarında dolaşır halde. Mantık, 
ortaklaşa paylaşılan ve genellikle sağduyuyu temsil etmesi beklenen bir düşünce özelliği
iken, şimdilerde azımsanmayacak sayıda insan kendine has mantık biçimleri üretip
dünyayı ona göre algılar oldu. Dolayısıyla, bazı insanların nasıl olup de öyle bir
mantıksal sonuca ulaştığını anlamak mümkün olamıyor ve sağduyudan uzaklaşıldığı
durumlara daha sık rastlanıyor.
                        
*** *** ***
Türkiye’deki çalışma hayatım 1964 yılında Ankara’da başladı. O dönemde orada çok iyi
bir koruyucu ruh sağlığı  modeli geliştirilmiş, Dünya Sağlık Örgütü ile ortaklaşa
sürdürülen bu calışmalar çok yararlı olmaya baslamıştı. Halkı aydınlatıcı kitapçıklar
dağıtılıyor, kurulan merkeze toplumun her kesiminden insanlar başvuruyordu, ben ayrıca
Ankara Radyosu’nda ruh sağlığı programlari yapıyordum. Meslek hayatımın en
doyurucu ve zevkli dönemlerinden biriydi. Ne yazık ki bir iktidar değişikliği sonucu bu
proje sona erdirildi.
1960’lardaki bir model günümüzde ne denli etkili olur bilemem, ama insanların ruh
sağlığıyla ilgili konulara açıkça ilgi duyduklarını biliyorum. Özellikle de paralı tababetin
imkanlarına ulaşamayan kesim o kadar kendini anlatma ve paylaşma ihitiyacında ki.
İçinde bulunduğumuz dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlu koruyucu ruh sağlığı projelerinin
halkımız için aydınlatıcı ve yararlı olacağına inanıyorum, ama günün şartlarında  bunun
nasıl gerçekleştirilebileceğini bilemiyorum. Bu konuda Sağlık Bakanlığı’ndan bir girişiim
beklenilmemeli, onlar şu aralar daha farklı konularla ilgililer. Belki bir vakıf, ama onun da
nasıl geliştileceğini bilmiyorum, çünkü öyle şeylere hiç aklım ermez. Dilemekle
yetineceğim, çaresiz.
*** *** ***
Yazmaya devam etmemeliyim, yoksa yazdıklarımı yayınlayamam. Hoşça kalın!

You might also like