You are on page 1of 4

21.10.2021 20:36 Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı.

, Metis Yayınları
 

BUL KİTAP / YAZAR ÜYELİK | SEPETİM | SİPARİŞİM | YARDIM


 

Jale Özata Dirlikyapan:


"Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün
olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı."
Mustafa Aldı, Hece Öykü Dergisi, Sayı 40, Ağustos- Eylül 2010

1950'lerde Türkçe edebiyat önemli bir dönüşüm geçiriyordu. Öyküde klasik


yapıları sorgulayan bir alt üst oluş yaşanıyor, şiir İkinci Yeni bağlamında yepyeni
bir kimliğe bürünüyordu. Değişim edebiyatla sınırlı değildi; resimde, heykelde,
karikatürde, mimaride, tiyatroda, sinemada yeni anlayışlar ortaya çıkıyor,
matbaacılık, reklamcılık, galericilik ve koleksiyonculuktaki değişim birbirini
destekleyerek sivil alanda modern bir kültürün oluşmasını sağlıyordu. Siyasal
yaşamın çokseslileşmeye başlaması ve hızlanan kentleşme bağlamında
gerçekleşen bu kültürel dönüşüm, sayı ve etkileri giderek artan edebiyat
dergilerinde bireycilik, toplumculuk, gerçekçilik, öznellik, iç yaşantı, yerlilik ve
taklitçilik gibi konular etrafında yoğunlaşan tartışmalara neden oluyordu.

Kabuğunu Kıran Hikâye’de Jale Özata Dirlikyapan, 1950 kuşağı öykücülüğünün


serpilme koşullarını ve getirdiği yenilikleri dönemin birincil kaynaklarından yola
çıkarak irdeliyor. Öncelikle, kuşağı "hazırlayan" Sait Faik, Vüs'at O. Bener ve
Nezihe Meriç'in yapıtları üzerinde duran Dirlikyapan, ardından, kuşağı oluşturan
Yusuf Atılgan, Orhan Duru, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Özcan Ergüder, Bilge Karasu,
Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Erdal Öz, Demir Özlü ve Adnan Özyalçıner'in
öykülerinde dile gelen izlek ve teknikleri mercek altına alıyor. Öykülerde
farklılaşan içerik öğelerinde gerçeküstücülük ve varoluşçuluğun izini süren
yazar, anlamsızlık, hiçlik, bunaltı, kötücüllük, suç ve intihar gibi izleklere
odaklanıyor. Metinlerin getirdiği biçimsel yeniliklerin ise cümle yapılarında ve
kurgularda belirginleştiğini ortaya koyuyor. Kabuğunu Kıran Hikâye, bir
anlamda, "hikâye"nin "öykü"ye dönüşümüne tanıklık ediyor. Jale Özata
Dirlikyapan’la kitabını konuştuk.

Öncelikle Kabuğunu Kıran Hikâye kitabının ortaya çıkış süreci hakkında biraz
konuşalım isterseniz?

Elbette. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi bu çalışma doktora tezimin gözden


geçirilmiş hali. Hocam Süha Oğuzertem’in danışmanlığında tezin üzerinde 2 yılı aşkın
bir süre çalıştım. İncelemem gereken yaklaşık 15 öykücü bulunduğu için ve ben bu
öykücülerin 1950-1960 yılları arasında yazdıkları öyküleri ele alacağım için zamanımın
çoğu kütüphanelerde dergi tarayarak geçti. Yorucu olduğu kadar keyifli bir süreçti bu.
Yeni öykü anlayışı üzerine yapılan tartışmaları ve bugün için bile yenilikçi sayılabilecek
öyküleri okudukça, genelde göz ardı edilmiş 1950 kuşağının modernist atılımlarının
önemini daha iyi kavramaya başladım. Tez 2007 yılının Ağustos ayında tamamlandı ve
bu yılın Haziran ayında da Metis Yayınları tarafından yayımlandı.

Kitabınızın bir hedefe ulaşmak gibi bir kaygısı vardır mutlaka... Bu çalışma ile
neyi amaçladınız? Çalışmanın iç bölümlemesini hangi amaçları göz önünde
bulundurarak yaptınız?

Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele
almaktı. Bu yıllarda yazınsal kavrayışta yaşanan değişimi anlamak ve anlatmak için
siyasal ve kültürel gelişmeleri de aktarmam gerektiğini düşündüm. Yenilikçi anlayışla
yazılan öyküler çevresinde çıkan tartışmaları ve bir önceki kuşağın genç öykücülere
bakışını yansıtmaya çalıştım. Böylece yenilikçi öykücülerin nasıl bir ortamda “yeni”nin
peşinden koştukları daha iyi anlaşılacaktı. “Kuşağın İlk Yenilikçi Öykücüleri” başlığı
altında Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabını ve sonrasını, Vüs’at O. Bener ve
Nezihe Meriç’in ise 1952-1953 yıllarında yayımlanan ilk kitaplarını inceledim. 1950
kuşağı öykücüleri için Sait Faik’in yeri çok başkadır. Özellikle 1952 yılında yayımlanan
Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabıyla hem kendi öykücülüğünde bir dönüşüm
gerçekleştirmiş hem de yenilikçi öykücülere yol açmıştır. Kuşağın “varoluşçu”
öykücülerinden Demir Özlü, kuşağı çok etkileyen Sartre’ın adını bile ilk kez Sait
Faik’ten duyduklarını söylüyor örneğin. İlginç değil mi? Her neyse, sonuç olarak bu ilk
yenilikçi ustalardan söz etmeden 1950’lerin sonlarında yayımladıkları kitaplarıyla
hikâyeyi “daha da” dönüştüren gençlere geçmek pek doğru olmazdı. Kitabın son
bölümünde ise söz konusu öykülere tematik ve biçimsel açıdan yaklaşıyorum. 1950
kuşağı öykücülerinin öykülerinde ortak olan kimi izleklerin peşine düşüyorum. Cümleyi
nasıl eğip büktüklerini, kurgusal hamleleri, Türkçe edebiyat tarihinde ilk kez bu kadar
yoğun bir biçimde “ben”e ve “ben”in içinden geçenlere odaklandıklarını göstermek gibi
bir amacım var burada.

1950 Kuşağı'nın Türkçe edebiyat açısından taşıdığı önemi konuşarak devam


edelim...

Dediğim gibi, bu öykücüler ilk kez öyküde modernist atılımlar gerçekleştiriyorlar. En


önemlisi de edebiyatta “yenilik” denen şeyin ancak “biçim”de gerçekleştirilebileceğinin
gayet farkındalar. Aslına bakarsanız biçim ile içerik denen ikiliyi birbirinden tamamen
ayrı düşünmek çok da doğru olmaz. Birbirlerini değiştirme potansiyeli olan iki şeyden

https://www.metiskitap.com/catalog/interview/3041 1/4
21.10.2021 20:36 Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı., Metis Yayınları
söz ediyorum aslında. İçerik değiştiğinde biçim eski biçim değildir artık ve tersi de
geçerli... Bu öykülerde de bunu görüyoruz. Cinsellik, intihar fantezileri, kıskançlık,
kötücüllük ve suç gibi daha önce çok yanaşılmamış, şöyle bir değinilip geçilmiş ya da
kitapta dediğim gibi “öykülerin esasını oluşturmamış” meseleler mümkün olduğunca
derinlere inilerek ele alındıkça biçimin de klasik öykü biçiminde kalamayacağı açık.
Öykülerde ele alınan kişilerin benliklerine uygun olarak cümleler kuralsızlaşıyor, fazla
kısalıyor ya da fazla uzuyor, fazla karmaşıklaşıyor; klasik kurgulama biçimi altüst
oluyor, önce söylenmesine alıştığımız şey sonra, sonra söyleneceğini beklediğimiz şey
en başından söyleniveriyor. Kısaca hiçbir şey eskisi gibi değil artık!

1950 Kuşağı’nı gerçeküstücüler gibi, fütüristler gibi yahut Garipçiler gibi


bildirgesi olan, kurallar ve ilkeleri şu ya da bu ölçüde seçikleşmiş bir edebiyat
akımı olarak ele almak mümkün mü?

Sanırım mümkün değil. Bu öykücülükle aynı dönemlerde ortaya çıkmış “yeni bir şiir
anlayışı” olan İkinci Yeni’yi düşünelim örneğin. Bu anlayışın da bir bildirgesi falan
yoktur aslında. Tamam, Asım Bezirci gibi bazı eleştirmenler bazı ortaklıklar saptamaya
çalışmışlardır ama şairler tarafından ortaya atılmış bir bildirgeden, ilkeler bütününden
söz edemeyiz. Muzaffer İlhan Erdost çıkmış, Pazar Postası’nda bu yeni yeni ortaya
çıkan şiir anlayışına bir ad takıvermiştir İlhan Berk’ten etkilenerek... Takmayabilirdi de.
İşte, 1950 kuşağı öykücülüğüne isim babalığı yapacak bir eleştirmen çıkmamıştır. Belki
de öykünün Türkiye’de şiir gibi bir tarihi, köklü bir geçmişi ya da geleneği
olmadığındandır. Aslında Asım Bezirci gibi yazarların İkinci Yeni için yaptığı
genellemeyi 1950 kuşağı öykücülüğü için yapmaya, derleyip toparlama çabasına
girmeye çalışıyorum bu kitapta; kimi zaman öykücülerin bazı farklılıklarını es geçme
pahasına... Çünkü her edebi kümeleşmede olduğu gibi bunda da genelleme
yapıldığında gözden kaçan “yazara has özellikler” var. Ama Sevim Burak, Oğuz Atay
ya da Sevgi Soysal gibi sonraki modernistleri yere göğe koyamazken, onları ilk
yenilikçilermiş gibi ele alırken 50 kuşağı öykücülerine büyük bir haksızlık yapmayı
sürdürmemek için bu genellemenin yapılması gerekiyordu.

Öykücüler dışında bu kuşağa dâhil edilebilecek isimler var mı?

1950 kuşağı deyince o dönem edebiyatla iç içe olmuş insanları kastetmiyoruz elbette.
“1950 kuşağı öykücüleri” olarak anılan bir gruptan söz ediyoruz. Dolayısıyla bu
topluluğa dahil edilebilecek öykücülerden başka isim yok.

1950 Kuşağının “öyküyü bugün aldığımız anlamda öykü yapan, daha doğrusu
bunun yolunu açan Sait Faik'se, duvarı ören, böylece öykünün romandan
bütünüyle bağımsız, şiire de epeyce mesafeli kılan” bir kuşak olduğu üzerinde
durulurken kuşağın ortaya çıkışından önce öykü anlayışlarıyla bu kuşağı
etkileyen yazarlara uğramak kaçınılmaz. Sait Faik,Vüs’at O.Bener ve Nezihe
Meriç isimlerinin katkısı hangi boyutlardadır?

Az önce de söz ettiğim gibi, bu üç isim yenilikçi genç öykücülerin ortaya çıkmalarında
çok etkili olmuş isimler. Özellikle Sait Faik... Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabındaki
öykülerinde, önceki öykülerine göre daha karmaşık bir dil kullanması, gerçeküstü
konulara yönelmesi, yer yer bilinç akışı tekniğini kullanması, onu yakından izleyen
öykücüleri derinden etkilemiştir. Vüs’at O. Bener’i de öncüler arasında saymamın
nedeni, klasik öyküleme tarzından farklı bir tarzı tutturduğu ilk kitabını 1952 yılında
yayımlamış olmasıdır. Bener, bu kitabındaki öykülerde bireyin en derin korkularını,
göstermeye korktuğu kötücül düşüncelerini, kendine özgü yalın ve kısa cümleli
üslubuyla aktarmıştır. Daha önce hiç bu kadar cesaretle yapılmamış bir içsellik takibidir
söz konusu olan... Nezihe Meriç ise, 1953’te yayımlanan ilk kitabıyla, genellikle kadın
olan öykü kişilerinin sıkıntılarını, umutsuzluklarını ve mutsuzluklarını anlatır. Ama bunu
geleneksel öykücüler gibi çarpıcı olaylardan güç alarak değil, anların gücünden
yararlanarak yapar. Bener de Meriç de aslında gösterişsizliğin ihtişamını hissettirirler
okura; yenilikleri, eskimeyişleri, modernlikleri de buna dayanır bence. Dolayısıyla bu
isimler, genç kuşağa ilham vermiş, onları hayli beslemiş isimlerdir.

Peki bu kuşağın öyküde ortaya koyduğu anlayışla İkinci Yeni şiiri arasında bir
bağ kurulabilir mi?

Elbette. Aslında bu konuda en doğru saptamayı, Feyyaz Kayacan’ın Sığınak


Hikâyeleri kitabına yazdığı önsözde Tuğrul Tanyol yapmış. Demiş ki “Türk
edebiyatında öykünün şiiri etkilediği tek dönemdir belki bu”. Gerçekten de, şairlerle
öykücülerin sürekli dirsek teması halinde olduğu, bohem benzeri bir deneyimi birlikte
yaşadığı bu dönemde, yenilikçi öykücüler İkinci Yeni şairlerini hayli etkilemiştir.
Dönemin dergilerine baktığımızda bir şairin bir öykücü hakkında (Edip Cansever-Demir
Özlü) ya da bir öykücünün bir şair hakkında yazılar yazdığını görebiliriz. Octavio Paz
der ki: “Modern çağ bölünmenin ve kendini yadsımanın çağıdır, eleştirinin çağı.
Modern çağ değişimle, değişim eleştiriyle ve her ikisi ilerlemeyle özdeşleşmiştir”.
Yenilikçi şairler de öykücüler de bu gerçeğin farkındaydılar. Her iki topluluk da
öncelikle gelenekle hesaplaşma çabasında oldukları, kendilerinden öncekileri
eleştirdikleri için benzer bir yazınsal kavrayışa sahiptiler. Birbirlerinin ne demek
istediklerini, ne yapmak istediklerini anlıyorlardı. Haliyle her ikisi de klasik edebiyat
anlayışına sahip edebiyatçıların eleştiri oklarına maruz kaldılar. Eleştirilerin özü şuydu:
“Böyle şiir mi (ya da öykü mü) olur?” Öykücüler de şairler de çoğunlukla anlaşılmaz ve
fazla “karanlık” olmakla suçlandılar. Oysa yeni anlatım olanaklarının peşine
düşmüşlerdi ve bu “yeni” denen şeyin peşinden giderken, bazen dilsel oyunları abartıp
belirsiz yollara saptıkları oluyordu. Ama 1950’lerde görülen bu arayışa sonraki öykücü
ve şairlerin çok şey borçlu olduğu açık.

Bu kuşağa dâhil olan yazarlar genellikle ilk kitapları ile anılıyor. Bu nedenle, ilk
kitaplar bu kuşak yazarlarının daha sonraki öykü serüveninin ana damarlarını
gösteren en önemli kitap olma özelliğini taşıyorlar. Yazarların bir anlamda hep ilk
kitaplarını yazdıklarını söylemek mümkün mü?

Aslında bu yazarların ilk kitaplarıyla anıldıklarına pek katılamayacağım. Tersine, çoğu


https://www.metiskitap.com/catalog/interview/3041 2/4
21.10.2021 20:36 Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı., Metis Yayınları
1960 sonrasında yaptıkları çalışmalarla anılıyorlar. Çünkü çoğu 1950’lerde 20’li
yaşlarını sürüyorlar ve edebiyat anlayışlarının olgunlaşması 1960’lı ve 1970’li yıllara
denk geliyor. Hatta 1950’lerde yazdıkları öyküler genelde görmezden geliniyor. (Bu
kitabın yazılmasının nedenlerinden biri de bu aslında). Dolayısıyla bu yazarların “hep
ilk kitaplarını yazdıklarını” söylemek pek mümkün değil. Ama elbette “her yazar gibi” ilk
kitaplarında öykü anlayışlarının ipuçlarını veriyorlar.

Doğan Hızlan, İshak'ın yeni basımında yer alan 'Sunu'da, bu kuşağın, Türkçe
edebiyatın dönüşüm tarihindeki yerini vurgularken, 'Biz isyan etmek için isyan
etmedik,' diyor. 'İlle de bizden öncekileri eleştirmek gerekir diye eleştirmedik.
Yararlanabileceğimiz kaynakları yapay bir başkaldırma uğruna yok sayma
züppeliğine düşmedik. Geleneğin eskiyen yanlarını tıraşlayıp içinden
çıkardığımız yeniyi, yeniden yarattık. Yeniliğin de sahte göz kamaştırıcılığına,
salt yenidir diye kapılmadık''diye de devam ediyordu. Bu kuşağın edebi yenilik
ve edebi gelenek algısı hakkında neler söylersiniz?

1950 kuşağı öykücüleri, her yeni oluşumun yaptığı gibi geçmişle bir hesaplaşma içine
girmiş. Ama yalnızca geçmişle değil, kendileriyle aynı zaman diliminde yükselişe
geçen “toplumcu gerçekçi” edebiyatla da yapmış bu hesaplaşmayı. Elbette amaçları
gözleri kapalı bir biçimde farklılık yaratmak değil. Batı edebiyatından çevrilen
modernist yapıtları okuyan, Batılı öyküleme anlayışından etkilenen bu genç yazarlar
“birey”in peşine düşmüşler aslında. O tek insan neyi nasıl düşünür? İçinde hangi
karanlık dehlizleri, korkuları, kötülükleri barındırır? Bazıları hayli acımasız olan
toplumsal kurallar içinde nasıl ayakta kalır ya da nasıl dibe vurur? Bu sorulara yanıt
vermek için de o tek kişinin içinden geçenlere odaklanmak, bilincine yanaşmak
gerekecektir. Onlar da böyle yaparlar. Geleneksel anlatım tarzlarından yararlandıkları
pek söylenemez aslında. Memduh Şevket Esendal ve özellikle Sait Faik’e olan
hayranlıklarını her vesileyle dile getirseler de kendilerinden önceki kuşakla aralarındaki
bağ —olması gerektiği gibi— epeyce zayıftır.

Peki bu algı dönemin edebiyat ortamında hangi tartışmaların ortaya çıkmasına


neden olmuş?

Yazınsal algıdaki bu farklılık da “gerçekçilik” anlayışındaki farklılıktan


kaynaklanmaktadır. İşin ilginci, bu yenilikçi yazarlar bireyin ruhsal yaşantısının
giriftliğine uygun bir dille onun ruhunu aktarmaya çalıştıklarında; yani bireyin iç sesini
verdiklerinde örneğin, bazı gelenekçi yazarlar bu öykücülerin “gerçek”ten koptuklarını,
hatta gerçeküstüne vardıklarını söylerler. İşin komik yani, tam da daha “gerçekçi”
olmak istedikleri anda, yaptıkları işe “gerçeküstü” denmesidir. Ya da, Leylâ Erbil gibi
Feyyaz Kayacan gibi yazarlar yine bilinç akışının gerektirdiği, zorunlu kıldığı
kuralsızlıkla cümleler kurduğunda o yazarı “Türkçe bilmemek”le suçlayacak kadar
komik duruma düşerler. Bu gelenekçi yazarlara göre gerçek denen şey katı, kurallı,
genele seslenen, toplumun dertlerini aktaran, bilinçdışına, ruhsal yaşantıya falan
bulaşmayan bir kavramdır. 50 Kuşağı yazarları buna “fotoğraf gerçekçiliği” demişler.
Bununla ilişkili başka bir “kısır” tartışma da edebiyatçının toplumcu mu bireyci mi
olması gerektiğine ilişkindir. Yeni öykücülere sırt çevirenlere göre “korkak yazar
bireycidir”, bireyci yazar kaçak güreşir, bireyci yazar kendi bunalımlarıyla uğraşır,
toplum meselelerine burun büker, bireyci yazar bencildir, duyarsızdır, vs... Üstelik bu
yazarların içine girdikleri bunalım da “bize özgü” değildir, Batı edebiyatından,
felsefesinden çalıntıdır, taklittir. Zaten “şimdi” bunalıma girmenin sırası değildir, eylem
zamanıdır. Bu tartışmanın taraflarını ve ayrıntılarını kitapta bulabilirsiniz zaten.

1950 kuşağı öykücüleri, bireyi, onun birey olma kavgasını, varoluşunu


anlamlandırma çabasını çok sıkı bir anlatım örgülemesi içinde yansıtıyorlar...
Sartre'ın ”İnsan, bir bunaltıdır” ifadesindeki “bunaltı” sözcüğü 1950 kuşağı
öykücüleri için ne ifade ediyor?

Öykülere baktığımızda bu “bunaltı”ya yol açan şeylerin toplumsal kurallar, belirlenmiş


kadın-erkek rolleri, aile baskısı ya da gelenek baskısı olduğunu görüyoruz. Bu bunaltı
her yazarın elinde farklı bir biçime bürünüyor. Örneğin kimi zaman evi saran
böceklerle, farelerle, kaynağı belirsiz seslerle dışavurulurken, kimi zaman da çalınan
bir “don”la, bir “elma”yla ya da kimi zaman her yerde ortaya çıkan kötü kokularla
aktarılıyor. Bu bunaltıyı, öykülemekten çok “anlatan” ve bu özelliğiyle kuşak içinde ayrı
bir yeri olan isim ise Demir Özlü’dür.

       1950 Kuşağı diye andığımız yazarların öncelikle a ve Mavi'den serpilip boy atmış
olduklarını biliyoruz. Kuşağın ürünlerini yayımladıkları dergiler ve bu dergilerin
özellikleri nelerdir?

       Belirttiğiniz gibi öncelikle a ve Mavi dergileri kuşak için büyük önem taşıyor. Salim
Şengil’in dergileri Seçilmiş Hikâyeler ve Dost’ta da kuşak yazarları rahatça öykü
yayımlayabilmişler. Yeni Ufuklar ve Pazar Postası dergilerinde de hem yeni anlayışla
yazılmış öyküler hem de az önce sözünü ettiğim tartışmalar yer bulabilmiş. Bu
dergilerin ortak özellikleri yeniliğe açık olmaları ve genç öykücülere önyargılı
yaklaşmamalarıdır.

1950 kuşağı olarak anılan yazarların ortak ya da farklı yönlerinden söz edilebilir
kuşkusuz... Burada andığımız yazarların dünden bugüne uzanan tüm bir
edebiyat uğraşına baktığımız zaman değişen değişmeyen unsurlar dediğimizde
hangi ögeler öne çıkar?

Aslında kısaca yanıtlanamaycak kadar kapsamlı bir soru bu. Yine de kısaca şunları
söyleyebilirim: Çoğu 1950 kuşağı öykücüsü ilk kitaplarındaki yazınsal kavrayışlarını
korumuş ve sonraki yapıtlarını bunun üzerine inşa etmişler. Yani değişimleriyle okuru
çok da şaşırtmamışlar. Bazılarının ise (Orhan Duru, Adnan Özyalçıner, Erdal Öz gibi)
1960’lardan sonra toplumsal reflekslerinin geliştiğini, ideolojik seçimlerine koşut bir
edebiyat anlayışı geliştirmeye başladıklarını görüyoruz. Bu kuşağın başlattığı
yenileşme dalgası Sevim Burak, Oğuz Atay, Sevgi Soysal gibi yeni isimlerle varlığını
sürdürmüş, bazen de güçlendirmiş. Bu modernist ivme 1970’lere gelindiğinde roman
türüne de sirayet etmiş. Dolayısıyla diyebiliriz ki Türk edebiyatında modernist unsurlar
kendini ilk önce romanda değil öyküde göstermiştir.

https://www.metiskitap.com/catalog/interview/3041 3/4
21.10.2021 20:36 Amacım 1950 kuşağı öykücülerini mümkün olduğunca kapsayıcı bir şekilde ele almaktı., Metis Yayınları

Demir Özlü'nün 'Tutunmaya çalışmayacağım' diyen öykü kahramanının ardından


yaklaşık on beş yıl kadar sonra Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'la ortaya çıkması
ilginç. Bu kuşağın sonraki edebiyat ortamına etkileri/katkıları bağlamında neler
söylersiniz?

Orhan Duru’nun öykülerini okuduğunuzda da yer yer Oğuz Atay ironisinin kokusunu
almamanız imkânsız. Dediğim gibi, bu kuşağın edebiyatımıza etkisi sanıldığından
büyük olmuş. Yalnızca öykünün sınırları içinde kalan bir yenileşmeden söz etmiyoruz
çünkü. Yer yer şiiri de etkilemiş ama en çok romancıları kalkındırmış bir hareket bu.
Özellikle de varoluşçuluğun ya da Batılı modernist yapıtların Türk edebiyatına iyi kötü
etki etmiş olması, sonraki yazarların modernist algılarının daha da olgunlaşmasına ön
ayak olmuştur.

Çalışmanız hakkında iki noktada yapılan eleştiriye değinelim diyorum: İlki bu


kuşak üzerinde dolaylı etkisi bulunan Kafka’dan etkilenme konusunun sınırlı
tutulması .İkincisi ise Freud etkisinin yeterince irdelenmemesi.Bu konudaki
eleştirileri nasıl yorumluyorsunuz?

Evet, aslında bu konuda tek bir eleştiri var, o da Kemal Varol’un yazısı. Ferit Edgü
bağlamında Kafka etkisinden az da söz ediyorum kitapta. Freud etkisi ise tahmin
edersiniz ki bu kitaba sığacak bir konu değil. 15’e yakın yazardan söz ediyoruz. Freud
etkisini enine boyuna tartışmak için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Hem Kemal’in
sözlerini eleştiriden çok bir “çağrı” olarak düşünmek istiyorum ben. Bu alanda, bu
kuşağın yazarları hakkında çalışmalar yapılması ve mümkünse bu çalışmaların Kafka
ve Freud etkisi üzerine olmasına yönelik bir çağrı...

Söyleşi için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

ana sayfa | katalog | metise dair | editor | yazarlar | rights list | bağlantılar

Kişisel Veri Politikası

Aydınlatma Metni

Üye Aydınlatma Metni

Çerez Politikası

Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com

© metiskitap.com 2021. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova

https://www.metiskitap.com/catalog/interview/3041 4/4

You might also like