You are on page 1of 5

EYLEM TEPE

Sosyoloji 1.Sınıf
2101016008

GÜNÜMÜZ TOPLUMUNDA BİLİNÇSİZ TÜKETİM SORUNU

Giriş

Tüketim, evrenin başlangıcından bu yana, tüm varlıkların gerçekleştirdiği bir


eylemdir. Bu eylem, “üretim” ile kusursuz bir dengede çalışmalıdır ki evrenin yaradılışındaki
matematik hasar görmesin. Evrenin bir parçası olan Dünya’mızda bugün, maalesef üretim-
tüketim dengesi bozulmuş ve insanoğlu üretmekten daha fazla tüketen bir topluluk haline
gelmiştir. Dünya’da, insanlık tarihinden itibaren insanoğlu, tüketimi daha çok beslenme,
barınma gibi temel ihtiyaçlar doğrultusunda gerçekleştirmiştir. Bugün ise yaşamsal
ihtiyaçlarının da ötesinde, bilinçsiz bir şekilde bu eylemine devam etmektedir. “Bilinçsiz
Tüketim” çağımızın en büyük sorunlarından biridir, doğayı ve Dünya üzerindeki tüm
varlıkları olumsuz yönde etkilemektedir. Bu sorun sebebiyle, sahip olduğumuz kaynaklar
olması gerekenden daha hızlı ve yoğun bir şekilde tüketilmektedir; fakat bu kaynakların geri
dönüşümü aynı hızda ve yoğunlukta yapılamamaktadır. Bunun devamında ise doğa ciddi
anlamda zarar görmeye, tüm varlıkların yaşam kaynağı olan bu temel varlık, gezegenimize
yetememeye başlamıştır. Maddi boyutta büyük bir ivmeyle artan tüketim, manevi boyutu da
etkileyerek, burada da ciddi anlamda bir soruna sebep olmuştur. Geçmiş zamanda, tüketim
maddi ve manevi anlamda 360 derece düşünüldüğünde, “Gerçek İhtiyaç” olarak varlığını
sürdürürken, yaşadığımız şu dönemde “Gerçek İhtiyaç” olmanın ötesine geçmiş, amaç
“Sadece Tüketmek” olmuştur.

Günümüzde Tüketimin İki Farklı Başlık Altında Tanımlanması

“Gerçek İhtiyaç”tan ziyade “Sadece Tüketmek”e evrilen tüketim eylemi günümüzde,


temel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılan tüketim ve duygusal tatmin amaçlı yapılan tüketim
olarak ikiye ayrılabilir. Temel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılan tüketim; bireyin yaşamını
devam ettirebilmesi için gerekli olan hava, su, gıda, zaman, duygu gibi somut ve soyut tüm
ana ihtiyaçlarının karşılandığı bir tüketim biçimidir. Temel ihtiyaçtan söz edilirken maddi ve
manevi tüm boyutlar birlikte ele alınmalıdır; çünkü tüketim sadece maddi boyutta
gerçekleştirilen bir eylem değildir. Manevi anlamda da aynı ölçüde, bireylerin yeterli
derecede ve gerçek duygularla tüm çevreyle sosyal bir alışveriş içerisinde olması gibi temel
bir tüketimden söz edilebilir. Maddiyatın ve maneviyatın birlikte organik olarak yarattığı bu
tüketim şekli, çift yönlü çalışır, yani aynı hızda ve ivmede tüketilenin yerini bir başkası alır;
çünkü dengede ve sadece ihtiyaç duyulana yönelik bir eylem gerçekleştirilmektedir. Böylece
tüketim tüm hatlarıyla birlikte evrenin dengesini sarsmadan varlığına devam eder. Bir diğer
tüketim çeşidi olarak bahsedilebilir olan duygusal tatmin amaçlı yapılan tüketim ise;
insanların hayat akışında olumsuz etkilendikleri olaylar karşısında göstermiş olduğu tepkime
sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu tüketim biçimi aslında maddi ve manevi hayatın iç içe geçtiği,
birbirini olumsuz anlamda tetiklediği, insanların bulunmuş olduğu olumsuz ruh halinden
çıkmak için kullandığı geçici bir haz durumudur ve büyük bir sorundur; çünkü “alış-
veriş”teki dengeyi bozmaktadır, yani temelde ihtiyaç duyulan değil ihtiyaç duyulduğu sanılan
şey tüketilir. Bugün, stres ve sıkıntı gibi duygularla örneklenebilecek bu olumsuz duygu
durumlarının durmadan artmaya devam etmesi, insanlarda tüketim çılgınlığının oluşmasına
sebep olmuştur. Bu sebeple bulunduğu durumdan memnun olmayan tatminsiz ve doyumsuz
bir toplum ortaya çıkmıştır. Bu güdülerle insan, maddi imkân gözetmeksizin giydiği
kıyafetten, kullandığı telefona; yediği yemekten, gittiği mekâna kadar her şeyin en iyisi
olması için gereksiz bir harcama yapmaya ihtiyaç duymaktadır ve bunun onu bulunduğu
sıkıntılı ruh halinden kurtaracağına inanmaktadır. Fark etmeden değer verdiği her şeyi,
sağlığını, parasını, üstelik zamanını bile bilinçsizce tüketmektedir. Manevi anlamda da artık
düşünüp sorgulamadığı, ihtiyaçlarının ne olduğunu öğrenmek adına kendini bile hiç
dinlemediği için, çevresindeki tüm varlıklarla kurduğu iletişim sahte ve sadece genel doğrular
üzerine kurulmakta, bu sahte gerçeklik de bireyi bilinçsizce tüketmeye itmektedir. Tek
yaptığı sahip olduğu duygusal boşluğun yerini, gerçekten ihtiyacı olmayan şeylerle
doldurmaktır. Konuyu pekiştirmek adına; yaşadığımız devirde oldukça fazla olan stres etkeni
yüzünden çareyi bir şeye para harcamakta bulan alışveriş bağımlıları ya da çoğu evliliğin
boşanmayla sonuçlanması, bu durum için popüler ve çoğu insanın ilk aklına gelen
örneklerden sayılabilir.

Bilinçsiz Tüketim ve Kapitalizm

Temel ihtiyaç anlayışından kopup, “Bilinçsiz Tüketim” sorununa dönüşen bu tüketim


eyleminin, hayatımıza yerleşmesindeki en büyük etken “Kapitalist” anlayıştır. Kapitalizm;
arz- talep ilişkisi üzerine kurulan ekonomik bir sistemdir. Bu sistem, piyasaya göre şekil
alarak satış gücünü artırmış ve satış gücünün artması ise toplumdaki üretim- tüketim
dengesinin bozulmasına neden olmuştur. Kapitalizmin gelişmesiyle tüketim, ekonomik
faaliyetten daha fazlası olurken; bireylerin sosyal hayatlarını, davranış biçimlerini ve hatta
ruhsal durumlarını etkileyen bir eylem haline gelmiştir. Tüketimin temeli ihtiyaçtan ziyade
arzu ve isteğe evrilmiş, tüketim bireylerin kendini tanımlama şekli olmuş, bir kimlik haline
dönüşmüştür. İnsanlar artık toplumda ürettikleriyle değil tükettikleriyle ön planda yer alırken;
itibar, tüketilen şeyin pahalı ve marka olmasıyla ölçülmeye başlanmıştır. Bugün, tüketim
tarzına göre değişen kimlik ve statüler; toplumun kimi kesimine üst, kimi kesimine ise alt bir
zümreye ait olduklarını hissettirmektedir. Yani kapitalist sistemin yönettiği bu tüketim
anlayışı, toplumdaki sınıfsal farklılıkların keskinleşmesine yol açmıştır; hatta bu sınıfsal
farklılıklar gittikçe bir uçurum halini almış, bireylerin birbirlerine ve hayata karşı olan bakış
açılarında önemli derecede bir olumsuz etkiye sebep olmuştur. Kapitalist sistemin bireylere
aşıladığı bu güdü; insanları sürekli, durmadan ve düşünmeden tüketmeye itmiştir. Tüketimin
“Bilinçsiz Tüketim” olarak bir sorun haline gelmesine sebep olan bu önlenemez artışına, bu
sistemin insanlara yıllar yılı, çeşitli yöntemlerle işlediği “Rekabetçi Anlayış” neden olmuştur.
Her dakika bir öncekinin daha iyisi ve daha donanımlısı üretildikçe, insanlar da kapitalist
sistemin zerk ettiği rekabetçi güdüyle elindekilerden daha iyisine ve daha donanımlısına
sahip olmaya çalışmış, böylece tüketim katlanarak dengesiz bir biçimde artmıştır. Örneğin;
bir cep telefonu markası, mevcutta bulunan ürününün bir üst modelini piyasaya sürdükten
sonra birey, daha iyisine sahip olmak adına elindekinin durumunu ve şartlarını sorgulamadan,
doğrudan piyasaya yeni sürülen bu “üst” modeli satın almaya yönelmiş ve bu zincirleme
durum bir kısır döngü içinde kendini tekrar etmeye başlamıştır. Bu rekabet ortamı insanları
sonu gelmeyen bir tüketim döngüsünün içine sokmuştur. Yaşadığımız devirde toplumun
genelinin bir davranış biçimi olarak benimsediği bu anlayış, insanların tüketirken düşünme ve
sorgulama becerisini köreltmiş, bireyler bu sistem tarafından belirlenen “genel standartlar”a
göre yaşayan insanlar haline gelmiştir.
20.yüzyılın yetiştirdiği; sosyolog, filozof ve politik felsefecilerden biri olan ve
komünist anlayışı benimseyen Herbert Marcuse, kapitalist sistemi kendi bakış açısı
doğrultusunda incelemiştir. Herbert Marcuse, “Tek Boyutlu İnsan” adlı kitabında bahsettiği
gibi, bireylerin tüketime dayalı yaşam biçimlerinden dolayı satın alma zorunluluğu
hissettiklerini, aynı zamanda yanlış ve sahte ihtiyaçlar ürettiğini ileri sürmüştür. (Aktaran:
Hira, 2004: 10,11). Marcuse’un bu düşüncesi, satın alma zorunluluğu ve sahte ihtiyaç
kavramını net bir şekilde tanımlamaktadır. Bu tespite spesifik bir örnek verecek olursak,
hepimizce bilinen ve yoğun bir kullanım oranına sahip olan Trendyol adlı online alışveriş
sitesinde, bir şey satın aldığınızda uygulama size bu ürüne benzer ya da ürünün doğurduğu
ihtiyacı karşılayacak ürünler sunmaktadır. Yani uygulamanın algoritması bile, ihtiyacın
ihtiyacı doğurduğu bir tüketim aklı üzerine kurulmuştur. Kapitalist sistemin tüketim
anlayışında, ihtiyaç sonu gelmeyen, her seferinde bir başka ihtiyacı doğuran bir durum olarak
tanımlanabilir. Zevkler, tercihler, estetik anlayışı gibi öznel kavramlar, kapitalist sistemin
yönettiği bu tüketim toplumunda, “genel standartlar”a hapsedilerek tüketen bireyi bir sonraki
“ihtiyaç” için yönlendirmektedir. Belki de gerçekten de ihtiyacı olmamasına rağmen birey;
“bunu aldıysan/buna sahipsen/bunu tükettiysen şu da gerekli” diyen, Marcuse’un da belirttiği
gibi satın alma zorunluluğunu, yanlış ve sahte ihtiyaç güdüsünü topluma işleyen kapitalist
sistem yüzünden, kendi isteklerini, zevklerini, tercihlerini sorgulamadan ve düşünmeden
genel standartlara uygun olarak, sözde “doğru” olanı yapan bir canlıya dönüşmüştür. Misal;
kendine kırmızı bir palto alan bir kadın, daha sonrasında bu paltoya uygun çanta, ayakkabı,
gözlük ve vs. almak zorundadır. Zorundadır; çünkü buna kodlanmıştır, ama palto dışındaki
tüm bu eşyalara ihtiyacı var mıdır, tercih eder mi, kişisel zevkine uygun mu bunu düşünmez.
Tüm bunların ışığında aslında bu sistemin dışına çıkıp baktığımızda, kapitalist sistemin insanı
tekdüzeleştirdiğini ve tüketimin “genel standartlar”a sığdırılamayacak kadar öznel bir eylem
olduğunu görürüz.

Tüketime Reklam ve Pazarlama Tekniklerinin Etkisi

Ünlü Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard’ın, günümüz toplumunun tüketim


anlayışı ve bunun sebepleriyle ilgili önemli tespitleri vardır ve bunlardan biri de tüketimi
teşvik eden reklam ve pazarlamadır. Jean Baudrillard’ın; Tüketim Toplumu kitabında da
bahsettiği gibi insanları tüketime iten sebeplerden biri de reklamlar ve pazarlama
teknikleridir. Bu reklam teknikleriyle bilinç altına uygulanan sübliminal mesajlar insanların
ihtiyacı olmayan şeyleri bile tüketmesine neden olmaktadır. Baudrillard’a göre asıl ihtiyaçlar
denen ürünlere ilişkin, tüketim eğilimi gösteren kişilerin reklamlara direnebildiğini ancak
bireysel, hiyerarşik, ihtişamlı ürünlerin planlandığı gibi reklamlara direnemediği fikrini öne
sürmüştür (Aktaran: Ürkek, 2019: 7). Reklamlarda gördüğümüz gösterişli ambalajlar, normal
standartların üstünde gösterilen hayatlar bize sürekli farklı bir ihtiyaç doğurmaktadır. Bu tür
pazarlama teknikleri sadece dijital ortamlarda değil, fiziksel yaşantımızın içinde de
uygulanmaktadır. Örneğin; alışveriş merkezleri bile bizi daha çok harcama yapmaya teşvik
etmek amaçlı dizayn edilmiştir. Yürüyen merdivenlere ve tuvaletlere ulaşmak için neredeyse
bütün alışveriş merkezini dolaşmamız gerekmektedir. Bu, daha fazla seçenek görüp daha
fazla tüketmemiz için mimari tabanda tasarlanmış ve planlanmış pazarlama tekniklerinden
biridir. Türkiye’de ve dünyanın birçok farklı yerinde ilgi ve talep gören IKEA mağazalarının
mimari yapısı da bu tekniğe somut bir örnek teşkil etmektedir. Bütün bunlara ek olarak;
teknolojinin gelişmesi ve internetin yaygınlaşması da Baudrillard’ın söz ettiği, bireyleri
tüketmeye yönlendiren reklam ve pazarlama tekniklerinin, toplumun her bir bireyine daha
hızlı ve daha kolay ulaşmasına imkân sağlamıştır. Aynı zamanda bu teknolojik gelişmeler,
kapitalist sistemin tüketim anlayışını olumlu; ancak tüketim eylemini bilinçsiz bir şekilde
gerçekleştiren toplumu olumsuz yönde etkilemiştir. Bu gelişmelerle birlikte daha işlevsel bir
biçimde hayata geçirilebilen reklam ve pazarlama yöntemleri bilinçsiz, sürekli ve
düşünmeden gerçekleştirilen tüketim davranışını; online alışveriş siteleri, reklamlar, telefon
uygulamaları vb. yoluyla daha hızlı ve daha kolay bir biçimde bireye benimsetmiştir.
Örneğin; sadece merak amaçlı bile olsa arama motorlarında arattığımız bir ürün, daha
sonrasında başka amaçlarla ziyaret etmek zorunda olduğumuz birçok online site veya
uygulamada reklam olarak karşımıza çıkmaktadır. Kullandığımız teknoloji, attığımız her
adımı analiz etmekte ve buna uygun olarak önümüze ilgimizi çekebilecek reklamlar ve
öneriler çıkarmaktadır. Bizi bizden daha iyi tanımakta, bilincimizi her şekilde yönlendirmeye
ve teşvik etmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak aslında, ne kadar yararlı yönleri de olsa
kullanım amacı sebebiyle teknolojinin hızlı bir şekilde gelişmesi, tüketimin de aynı oranda;
ancak dengesiz bir biçimde ivme kazanıp artmasına ve sonunda “Bilinçsiz Tüketim” adı
altında bir sorun haline gelmesine sebep olmuştur.

Bilinçsiz Tüketimin Doğaya Etkisi

Kapitalist sistemin yol açtığı bilinçsiz tüketim alışkanlığı aslında hayatımızın her
alanını olumsuz yönde etkilemektedir. Tüketimi sadece “para harcamak” olarak
sınırlandırmak pek doğru olmaz. Bu anlayışın yol açtığı bilinçsiz tüketim sorununun sebep
olduğu en büyük olumsuzluklardan biri de doğanın müsrifçe kullanılmasıdır. İlk akla gelen
temel doğa kaynaklarından hava, su ve toprağın bilinçsiz kullanımı, aslında çok somut ve
herkesçe bilinen örneklerdendir. Doğanın en önemli yapıtaşlarından olan bu kaynakların
bilinçsizce kullanımı hem bugün hem de gelecek için birçok olumsuz sonuç doğurmaktadır.
İlk olarak havayı ele aldığımızda, yıllardır sonu düşünülmeden yapılan yanlış uygulamalar
sonucunda, havanın ciddi oranda zarar gördüğü ortaya konulmuştur. Özellikle
büyükşehirlerde olması gerekenden daha fazla kirli gaz salınımı, bu şehirlerde yaşayan tüm
canlı varlıkları ve yine canlı bir varlık olan doğayı olumsuz yönde etkilemektedir. Misal,
büyükşehirlerdeki zararlı gaz üreten araçların gereken orandan kat ve kat fazla oluşu, bu
şehirlerde çok büyük hava kirliliklerine yol açmıştır. İkinci bir somut örnek olarak suyun
bilinçsizce kullanımı; su kirliliğine, kuraklığa, küresel ısınmaya, su kaynaklarının ve suda
yaşayan canlıların neslinin tükenmesine neden olmaya başlamıştır. Evlerimizde yaptığımız su
israfı, denizleri ve diğer su kaynaklarının plansız tüketimi bu olumsuz sonuçları tetikleyen en
önemli örneklerden birkaçıdır. Son olarak ise toprağın bilinçsiz kullanımını incelediğimizde;
bu olumsuz eylemin toprak verimsizliğine, erozyona ve çölleşmeye neden olduğu
görülmektedir. Fabrika atıklarının toprağa dökülmesi, yanlış tarım ilaçlarının kullanılması
toprağı olumsuz yönde etkileyen temel örneklerdendir.

Sonuç

Sonuç olarak, hayatımızın her alanında gerçekleştirdiğimiz tüketim eyleminin,


kapitalizmin etkisiyle bir sorun haline gelmesi bugün ve gelecek için büyük bir tehdit
oluşturmaktadır. Şunu bilmeliyiz ki, bugün tükettiğimiz her şey yalnızca günümüzü değil,
aynı zamanda bizlerin ve bizlerden sonra gelecek tüm nesillerin yaşamlarını etkilemektedir.
Bugün maddi manevi her şeyi; parayı, sağlığı, insanları, duyguları, zamanı ve doğayı
bilinçsizce tüketmek gelecekten çalmak anlamına gelmektedir. Birey olarak üzerimize düşen,
tüketim eylemini gerçekleştirirken gerçek anlamda “düşünmek”tir. Kapitalist sistemin
çoğumuzun hayatının her anına ve bilincimizin en ufak noktasına kadar işlediği tüketim
anlayışının değişmesi; ancak ve ancak bunun bir sorun olduğunun farkına varılması, bu
sorunun kabul edilmesi ve düzeltilmesi için çaba sarf edilmesi ile mümkündür. Kişisel
yaşamlarda aşılmaya çalışılan bu sorunun sadece bireysel hayatlarda değil, bir bütün olarak
tüm toplumu ve sonuçta doğayı etkilediği bilinmelidir. Doğa tüm varlıkların temel yaşam
kaynağıdır; ancak sonsuz değildir. Maalesef bizler insanoğlu olarak doğanın da
verebileceklerinin belli bir sınırı olduğunu, onu tüketirken bir yandan da beslememiz
gerektiğini bilmemize rağmen, uygulamadaki davranışlarımız ve yaptıklarımız bu bilgi ile
çelişmektedir; çünkü bir şeyi bilmek onun farkında olmak demek değildir. Bir şeyin farkında
olmak da onu pratikte kullanabildiğimiz anlamına gelmemektedir. Bildiğimiz şeyi algılamalı
ve onun farkına varmalı, sonrasında ise bu farkındalığı hayata geçirmek için çaba sarf
etmeliyiz. Bilinçsiz tüketim sorununun doğamızı ve benliğimizi sonsuzmuş gibi tüketip
kirlettiği bu çağda, toplum içinde her birey üzerine düşen görevleri yapmalı ve böylece “Bir
elin nesi var, iki elin sesi var.” atasözümüzdeki anlayışa benzer olarak, özelden genele ve
aynı zamanda da genelden özele çift taraflı bir çabayla doğaya ve benliğimize verdiğimiz
zararı telafi etmeye çalışmalıyız.

You might also like