You are on page 1of 167

Fethi Naci


İnsan Tükenmez - Gerçek Saygısı
Adam Yayınları
©
Anadolu Yayıncılık A.Ş.

Daha önce İnsan Tükenmez (1956) ve


Gerçek Saygısı ( 1959) adlarıyla
iki kitap olarak basılmıştır.

Adam Yayınlan'nda Birinci Basım: Nisan 1982


Adam Yayınlan'nda İkinci Basım: Ocak 1997

Kapak Tasarımı: Erkal Yavi

97.34.Y.0016.39
ISBN 975-418-415-1

YAZIŞMA ADRESİ: ADAM YAYINLARI, KÜÇÜKPARMAKKAPI SOK., NO. 17, 80060 BEYOÖLU - İSTANBUL
TEL: (0- 212) 293 4105 (3 HAT) FAKS: (0- 212) 293 4108
Fethi Naci

İnsan Tükenmez
Gerçek Saygısı

Deneme
İNSAN TÜKENMEZ
İNSAN TÜKENMEZ

Ne zaman edebiyatımızın yeni gerçeklere , yeni insanlara


doğru açılmasını düşünsem aklıma hep Fazıl Hüsnü Dağlar­
ca 'nın bir şiirinin adı gelir: " İnsan Tükenmez ". O şiirin adını
Oktay Ak bal 'la birlikte sevmiş , günlerce sözünü etmiştik . Şiir
Dağlarca 'nın hangi kitabındaydı , hatırlamıyorum ; güzel
miydi , değil miydi , hatırlamıyorum . O kitaptan yalnız , bu ad
kaldı bende . Bir de dost Unkapanı köprüsünden geçerken Ok­
tay Akbal 'la konuşmalarımız . Oktay'ın insanları , düşler
içinde , avare , sıkıntılı , ne istediğini bilmeyen , hep gerçekten
kaçan , hep geçmiş günleri , çocukluğu özleyen , kısaca ' 'tüken­
miş ' ' insanlardır , ama Oktay bu şiirin adına adamakıllı tutul­
muştu. Bana gelince , edebiyatımızdaki insan meselesi ,
müs bet tip meselesinde , bütün düşüncelerimi bu iki kelimede
özetlenmiş bulurum : İnsan Tükenmez .
Bir sıkıntılı , bir bunaltıcı hali var edebiyatımızın. Dü ­
zensiz bir hayatın , değişmekten korkan bir tabakanın havası
sinmiş edebiyatımıza . Dünyanın değişmesi çıkarlarına uygun
gelmediği için dünyanın değişmesini istemeyenler , dünyanın
değişmesinden korkanlar , dünyanın değişmediğini , değişme­
yeceğini göstermeye çalışırlar . "Elden ne gelir? Böyle gelmiş ,
böyle gider!' ' Yazarlarımızın en iyileri bile , içlerinden gelerek
yazdıklarını sandıkları şeylerin , belirli zümrelerin yaydıkları.

9
bu zümrelerin çıkarlarına uygun fikirler olduğunun farkında
değiller gibi. ·ınsanın yaratıcılığına, "tabiatın, toplumun
efendisi'' olacağına inanç, ''insanın tükenmezliği' 'ne inanç,
yerini umutsuzluğa, kabuğu içine çekilmeye, suçlu bir susma­
ya bırakıyor. İnsan hayatının sadece kötü, çürümüş yönlerine
eğiliyorlar. Efsanede altınla çamurdan yapılmış bir insan var
ya hani, yazarlarımız insanın yalnız çamur yanını görüyorlar,
gösteriyorlar. : Edebiyatımız, J hele hikayelerimiz, kötümser
:

bir gerçekçiliğin, sefaletimizi, çaresizliğimizi göstermenin öte­


sine geçemedi_. Hep mutluluğumuzun karşısında yükselen
_

aşılmaz engeller, hep aydınlığa hasret, ekmeğe hasret, hürri­


yete hasret. Ne oluyoruz? Biz de Cahit Külebi gibi mi
düşüneceğiz :

Bu yerlerin havası ağacığım


Bize yaramadı
Kalkın başka şehirlere gidelim artık
Çare kalmadı.

Nereye gitmek? Her şeyini yeniden yaratacağımız bir


yurtta yaşıyoruz , ne güçlüklerle kurtarıldığını bildiğimiz bir
yurtta yaşıyoruz . . Pablo Neruda ile birlikte diyorum ki: ''Biz,
.

karanlık bir ada üzerinde terkedilmiş kazazede ruhlar değil,


mantıki bir toplum düzeninin savaşçılarıyız . ' ' İnsanlar tarih­
lerini kendileri yaparlar sözü elle tutulur, gözle görülür bir
gerçek artık . ' 'İnsanlığın en ilham verici saatinde , rüyaların
gerçek olduğu saatteyiz . " (Neruda) .
Bana öyle geliyor ki, gerçekçi , milli edebiyatımızın
dayanması gereken temel ilke , "İnsan Tükenmez" ilkesidir .
Bu , aydınlık gelecekler edebiyatı demektir ; daha iyi , daha
insanca bir dünyanın , insanların gerçekten hür, gerçekten eşit
,

yaşayacakları kardeş toplumunun kurulabileceğine inanmak


demektir ; insana , insanın gücüne inanmak , ona layık olduğu
değeri vermek demektir ; iyims�rlik , güçlüklerin yenildiğini
görmekten , yenileceğine inanmaktan gelen bilinçli bir iyimser­
lik demektir .

10
''İnsan'' diyorum. Zamandan, mekandan tecrit edilmiş
soyut insan değil tabii. Yaşadığı toplum içindeki in.Jan, bu
toplumu daha ileriye doğru değiştirecek toplum katının
ınsanı.
.

Edebiyatımızın bugün içinde bulunduğu sıkıntılı, bezgin


havadan kurtulması için yazarlarımızın yeni gerçeklere, yeni
insanlara doğru açılmaları gerek, diyorum. Yalnız sefalet çe­
ken, işsiz, hasta, zavallı, bakımsız, hakkı yenen insanlar
değil, niçin yaşadıklarını bilen, dünyanın değiştirilebileceğine
inanan, dünyayı ancak insanların bilinçli, sabırlı çalışmaları­
nın değiştirebileceğini gören, "İnsanlar için ekmeğin de,
gülün de bulunacağı'' toplumun hayalle, dilekle değil, müca­
dele ile kurulacağını bilen, yani tarihlerini kendileri yapmak
isteyen insanlar. .. Edebiyatımız için yepyeni, pırıl pırıl insan­
lar; mutlu, geleceğe inanan, insanın tükenmezliğine inanan
insanlar, yepyeni konular. Edebiyatımıza yitirdiği neşeyi,
umudu, canlılığı verecek müsbet tipler, yani gelişen toplum
kuvvetlerimizin özünü en tam, en mükemmel ifade eden tipler.
En çok rastlanan olaylar, insanlar değil belki; ama tipik kişiler,
tipik olaylar. Bir istatistik ortalaması değil, hatta bir azınlık,
ama öbür insanlar için örnek olacak tipler. Melih Cevdet
Anday, bir şiirinde, şairin görevini şöyle anlatıyordu:

Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.
Düşünüşleriyle, davranışlarıyla, öbür insanlar için, sis
çanı gibi insanlar... Memet Fuat'ın o güzel kitabındaki,
Yaşadığımız 'daki, tıbbiyeli Bülent yerine, örneğin, tıbbiyeli
Nihat; Cahit Irgat'ın kötümser, meydanlar konuşmayınca
efkarlanıp kahrolan, teselliyi meyhanede arayan aydınları
yerine, örneğin, kahrola n ama kahırlarını yenerek meydanları
dile getirmenin yollarını arayan aydınlar; Orhan Kemal'in sefil
işçileri yerine, örneğin, hakları için mücadele eden, gerekince

11
iş uyuşmazlığı çıkaran işçiler, örnek sendikacılar; ilhan
Berk'in küçücük yüreklerine analarının, kanlarının yüzünü
koyup yollara düşen çaresiz, umutsuz, garip insanları yerine ,
hep örneğin, dünyadan, memleketinden , insandan umutlu
insanlar ; düşünceden hareket edeceklerine, canlı gerçekten
hareket ederek, Oktay Rıfat 'ın, Melih Cevdet 'in bize tanıta­
cakları yeni insanlar ; halkımızı iyi tanıyan Yaşar Kemal 'in ,
Samim Kocagöz 'ün, Kemal Bilbaşar'ın A . Kadir'in, Rıfat 11-
gaz 'ın, Şükran Kurdakul 'un, Ahmet Arifin yeni insanları . . .
Yazarlarımız bu işi, günümüzün insanlarını, günümüzün
.
olaylarını ele alarak yapabilecekleri gibi , tarihimizden fayda­
lanarak da yapabilirler . . . Çünkü Stil 'in de dediği gibi, "aktüel
eser sadece konusu aktüel olan eser demek değildir ; aktüel
eser, her şeyden önce, halkı aktüel mücadelesi için ideolojik
bakımdan teçhiz eden eserdir . " Bunun için , bir iki yıl önce
Yeni İs tan bul gazetesinde Nurettin Demir imzasıyla okudu­
ğumuz Esir Şehrin lnsanlan aktüel bir eserdir . İlhan Berk'in
Köroğlu Des tanı da merakla beklenmeye değer . Howard
Fast 'ın romanlarından bu konuda öğreneceğimiz çok şey var­
dır, sanıyorum .
Önceden varılmış sonuçlardan, önceden benimsenmiş il ­
kelerden değil , gerçek hayattan hareketle hayatın en derin
eğilimlerini gösteren kişilere biçim vermek için ; toprağımıza
yerleşmek, gerçeklerimizi tanımak, bunun için de hayatlarını
başka insanların hayatlarına bağlamak. gerek . Bu çalışmasın ­
da , gerçeğin aldatıcı görünüşü karşısında yanılmaması için ,
ileri dünya görüşü yazarın en büyük, en vazgeçilmez
yardımcısı olacaktır . Çünkü ' 'ileri bir dünya görüşü sanat­
çının üstün bir seviyeye yükselmesini, tarihsel hareketin
bilincine varmasını, olayları bütünü içinde görmesini, toplu ­
mun en gizli mekanizmalarına kadar nüfuz etmesini ınümkün
kılar. ''
Yazarın toprağımıza yerleşmesi, gerçeklerimizi tanıma­
sı bunun için de hayatını başka insanların hayatlarına
bağlaması, bizi "yazarın işi "ni yeniden düşünmeye götürür .
Bu, ayrı bir yazının konusu olabilir.

12
YAZARIN İŞİ

Edebiyatımızın bugün içinde bulunduğu sıkıntılı, bezgin


havadan kurtulması için yazarlarımızın yeni gerçeklere, yeni
insanlara doğru açılmaları gerek, demiştim. (Kaynak, Sayı:
99.) "Yazarlarımız" derken eserleriyle sosyal bir iş yapmak
isteyen, edebiyatın toplum içinde bir görevi olduğuna inanan
yazarlarımızı düşünüyorum. Öbür yazarlarımız, hani şu
"mutlu azınlık" için yazanlar, yurt gerçekleriymiş, daha kar­
deşçe bir toplummuş, barışmış, hürriyetmiş, pek aldırmazlar.
"Sanatçı sezgileri, yaratıcı zekalarının etkisi ve itişi'' (Oktay
Akbal) meselelerini çözmek için yeter onlara. Edebiyatın ay­
dınlatıcı, eğitici bir rolü olduğuna inanan yazarlarımız kendi­
lerine düşeni nasıl gerçekleştirebilirler? Ben bunun üzerinde
düşünmek istiyorum.
Yazarlarımızın, eserleriyle daha iyi bir dünyanın kurulu­
şuna katılmak için, toprağımıza yerleşmeleri gerek, insan
gerçeğimizi, toplum gerçeğimizi tanımaları gerek. Çünkü bir
edebiyat eseri bir yazı işi olduğu kadar bir hayat tecrübesi
işidir de. Goethe, ''Hiçbir nazariye yaşanmış tecrübenin yerini
tutamaz,'' diyordu. Bir Fransız romancısı daha da ileri
gidiyor: "Bir yazarın, yazar olarak, en borçlu olduğu insanlar
yazarlar değil; yükselen toplum kuvvetlerinin açık görüşlü
öncüleridir." Hayatla, halkla, gelişen toplum kuvvetlerinin

13
tipik öncüleriyle sürekli temasın yazara sağladıkları açıktır.
Yazarın elbette bir hayal gücü vardır. Öyle olm�sa
değişik tipler nasıl yaratabilirdi. Ama gerçekçi yazarın kurdu­
ğu hayal rastgele bir hayal değildir; gerçekler aleminden edini­
len tecrübeye dayanan, ileri bir dünya görüşüne dayanan bir
hayaldir. Bunun için gerçekçi yazarın hayal gücü, hayat tec­
rübesinden ayrılmaz, bu tecrübeyi genelleştirir, değerlendirir.
Yazarlarımızın çoğu, biliyoruz, orta tabakalardan geli­
yor... Bunların içinden tarihi gidişin bilincine varanlar,
toplum meselelerini, toplumların gelişme şartlarını bilimsel bir
görüşle inceleyenler, yurt gerçeklerine bu görüşle bakanlar,
zamanla, eski düşüncelerinin yanlışlığını görüyorlar, sıyrılı­
yorlar onlardan, bilimsel gerçeklere inanıyorlar. Ne var ki
çoğu bu kadarla kalıyor. y·anlış bilinçten yahut bilinçsizlikten
doğru bilince geçiş. O kadar. Özel hayatlarında toplumla
gerçek bir çelişmeleri yoktur. Kim bilir belki de memnundurlar
hayatlarından. Örneğin bazılarının en çok sevdikleri şey
"akşam ufak bir tepsinin içine meze hazırlatıp iki üç kadeh
içmek" yahut "dostlarıyla oturup sohbet etmek"tir. Hayatla­
rının kurulu düzenini bozmak istemezler... Toplumla çeliş­
meleri, zihni bir çelişmedir, fiili bir çelişme değil. Ama doğru
bir bilince vardıkları için, bir yandan da, sanatlarıyla daha iyi
bir dünyanın kuruluşuna katılmak isterler... Halktan, halkın
dertlerinden, sevinçlerinden, özleyişlerinden açmak, halkın
sözcüsü olmak isterler. Ama ne diyordu Goethe: "Hiçbir
nazariye yaşanmış tecrübenin yerini tutamaz.'' Yalnız düşün­
celeri değişen, bu değişikliği sonuna kadar götüremiyen
yazarlar için bir ikiliktir başlar: Düşünüşleri başkadır, yaşa­
yışları başka; yürekleri başka söyler, kafaları başka. Bu ikilik
kalkmadıkça; yazar düşündüğünü yaşamadıkça, hayatını ken­
disi gibi düşünen insanların gelişen toplum katlarının hayat­
larına bağlamadıkça, halkımızla kaynaşmadıkça, ortaya çıka­
cak şiirler de, hikayeler de, romanlar da gerçek hayattan
mahrum, kuru, renksiz şeyler olacaktır. Oktay Rifat'ın Aşağı
Yukarı 'sını bugünlerde tekrar okudum: Şairin bütün iyi niye­
tine rağmen çoğu şiirler bizi sarmıyor, kandıramıyorsa, sebep

14
bence, hayat tecrübesinin kıtlığında aranmalıdır. Sait Faik bir
iki yıl önce Varlık 'ta çıkan ''Değil mi Ama?'' adlı yazısında bu
konu ile ilintili bazı gerçeklere dokunmuştu. Oktay Rifat'ın
durumu, orta tabakadan gelen daha birçok yazarımızın
durumu gibi, "Yarı yoldan ziyade yerden uzak - Yarı yoldan
ziyade maha yakın.''
Çağımız yazarının çalışma şekli artık eski yazarların ça­
lışma şekline benzemiyor. Benzeyemez de. Gerçekçi halk ya­
zarının yazıcılığı hareket içinde gelişiyor, olgunlaşıyor. Artık
yazarın çalışma şekli ile militanın hareketi arasında bir aykırı­
lık yoktur; tersine, bir değiş-tokuş, bir karşılıklı yardım
vardır. Yazarın işi, yalnız yazıcılıktan ibaret olamıyor artık;
yazar, hareket adamı olmak gereğini ister istemez duyuyor.
Bu, sanatı için vazgeçilmez bir şeydir. Sanatının gelişmesi,
zenginleşmesi onunla mümkündür, insan gerçekliğini, toplum
gerçekliğini tanıması onunla mümkündür. Şu kahrolası yal­
nızlıktan, Sait Faik'leri, Külebi'leri, Necati Cumalı'ları kahre­
den yalnızlıktan, kurtulması, insanlara inanması, güvenmesi
onunla mümkündür.
Yazarın işi hakkında diyeceklerimi artık özetleyebilirim:
Hayatta ileri olan, gelişen şeylerle, geri olan, çökmekte olan
şeyler arasındaki çatışmaları, aykırılıkları gösterebilmesi,
hayat gerçeğini gelişmesi içinde gösterebilmesi için yeni olan,
ileri olan, eskiye karşıt olan her şeyi kuvvetle destekleyebil­
mesi için yazarın hareket içinde olması, hareket içinde pişmesi
gerektir; sağlam bir hayat tecrübesi olması gerektir. Eski ile
yeninin çatışmasında yeniyi gösteren kahramanları kudretle
belirtebilmek için de yazarın ileri bir dünya görüşüne varması
gerektir. Böyle bir edebiyatın canlılıktan yoksun, kuru olma­
ması için edebiyatın kendine has araçlarının kullanılmasında
yazarın ustalaşması gerektir... İleri dünya görüşü, geniş
hayat tecrübesi, sanatkar ustalığı. .. Bunların birleşmesidir ki,
yazarlarımızın gerçekçi, milli edebiyatımızın örneklerini ver­
melerini mümkün kılacaktır.
Yazarlarımızın ne güç şartlar içinde yazdıklarını biliyo-

15
ruz; gazetelerle, yayınevleriyle ilişkilerinin durumunu da işi­
tiyor, biliyoruz. Ama edebiyatımızın gitgide bir çıkmaza gir­
diği, canlılığını tükettiği de bir gerçek. O halde? Bu meseleleri
artık açıkça konuşup tartışmak zamanı gelmedi mi? diyorum.

16
YAŞAR KEMAL'İN TENEKE'Sİ

Teneke 'yi okuyup bitirince Eluard'ın sevdiğim bir mıs­


raını hatırladım: "La nuit n'est jamais complete". Yaşar
Kemal de, Eluard gibi, benim gibi, hiçbir zaman gecenin tam
olmadığına, en koyu karanlıkta bile aydınlık bir yan olduğuna
inananlardan. Bazı yazarlarımız vardır, gerçekleri olduğu gibi
göremezler, bu gerçeklere kendi kötümserliklerinin, güçsüz­
lüklerinin içinden bakarlar, hayatın zorlukları karşısında,
kolayı, içe kapanmakta, dünyadan ellerini eteklerini çekmekte
bulurlar; rahat etmek için de aydınlık bir gelecek için hiçbir
şey yapılamayacağına kendilerini de, çevrelerini de inandır­
mak isterler. Edebiyatımızda yaygın olan durum budur. Ya··
şar Kemal onlara karşı çıkıyor, en çetin şartlar içinde bile daha
iyi bir dünya için çalışmanın mümkün olduğuna inanıyor, in­
sanın gücüne inanıyor, iyiliğe, vefaya inanıyor. Yaşar
Kemal'in Teneke 'sindeki insanların şöyle bir doğruluşları
var ... Köyden, köylüden bahseden hikayelerde görmeye alışık
olduğumuz ezilen, sefalet çeken, işleri oluruna bırakmış, bir
yandan bazı toplum kuvvetlerinin, öbür yandan tabiat kuv­
vetlerinin elinde esir insanlar yerine bu kuvvetler karşısında
dinelen, seslerini yükselten insanlar, aynı gaye için hep bera­
ber yürüyen insanlar. Teneke 'nin en önenili özelliği, bu, bence.
Memleketimizin insanlarına yeni bir görüşle bakması. Teneke,

17
doğru anlaşılmış bir gerçekçiliğin ürünü.
Yaşar Kemal, bu uzun hikayesinde, sıtma meselesini ele
almış. Çukurova'da bir kasaba. Bir yanda köylüler. "Evleri
bataklığın üstüne, kamışlardan, sazlardan yapılmıştır. Al­
tından sular kaynar. Hayvanlarıyla birlikte burada, yalnız
yağsız bulgur yiyerek yaşarlar efendim. Yalnız bulgur ve
ekmek. Bir de baharda ot ·yerler. Kaynatıp yerler. En büyük
gıdaları ekşi ayrandır. Yaşamaları mucize." (s. 22 ) . Köylülerin
karşısında çeltikçiler, çeltikçileri tutan köy muhtarları, Be­
lediye Reisi, parti reisleri, "Yaşlı, kambur, küçücük" kasaba
müftüsü. İki yanın ortasında; çeltikçilerden nefret eden,
köylülerin iyiliğini isteyen, bunca yıldır bu kasabada yaşadığı
halde, çeltikçilere satılmayan, "ama korkak, bir kertenkele
kadar ürkek'' Resul Efendi; kaymakama vekillik eden tahrirat
katibi Resul Efendi: Tam kasaba gerçekliğimizin insanı. Resul
Efendi'nin en büyük kaygısı bir buçuk yıl sonra emekliye ay­
rılmak, on yılda yapabildiği pembe boyalı, pencerelerinden
sakız gibi sütbeyaz perdeler sarkan evinde rahat, huzur içinde
yaşamaktır. Çeltik ekmek için ruhsatiye müracaatları başla­
yınca, Resul Efendi'yi bir korkudur alır. Dönen dalavereleri,
çeltikçilerin namussuzluklarını çok iyi bildiği için, "Çeltik
işlerine burnumu sokmam," der dayatır. Nihayet kaymakam
gelir. Siyasal Bilgiler Okulu mezunu, yirmi dört yaşında
Fikret Irmaklı. Fikret Irmaklı'nın köy ağalarıyla karşılaşma­
sı: ilk izlenimleri, sonra çeltikçi Okçuoğlu'nun kaymakamı al­
datarak üç yüz bin lira kar etmek için, bin beş yüz dönümlük
Sazlıdere köyünü su altında bırakması. Kaymakam, "bir ay
içinde bir ömürde öğrenilebileceklerin hepsini öğrenmiş
gibiydi''. Kasaba gerçekliğini tanıması için en büyük yardım­
cısı Resul Efendi'dir."Resul Efendi, vay anam vay, ne pişmiş
herif! Ciğerlerini biliyor. Resul Efendi olmasaydı. .. Ne kadar
da düşman bunlara! Ama korkak... bir kertenkele kadar
ürkek,'' diye düşünür Kaymakam onun için. Kaymakamın,
yurt gerçeklerinden, toplumsal sorumluluk duygusundan
habersiz bir gençten ayağını toprağa basan, sorumluluk
şuurunu kazanan bir aydına doğru gelişmesini Yaşar Kemal

18
çok ustaca belirtmiş. Yeni Ufuklar'm aydınlar hakkındaki
soruşturmasına verdiği cevapta Rana Kartal toplumsal sorum­
luluk duygusuna sıkı sıkıya sarılmak diyor, ilave ediyordu:
"Böylelerinin yetişmesi için gerekli şartlar eğitim sistemimiz­
de yok ama, toplumumuzda fazlasıyla var." Kaymakam,
Rana'nın sözlerinin canlı bir örneği. (Gönül ister ki, Yaşar
Kemal, Kaymakamın ardını bırakmasın, onun müsbet geliş­
mesini - örneğin bir başka eserde - sonuna kadar
göstersin... Böyle bir eser, "Ne yapmalı?" sorusuna cevap
arayan birçok okur - yazar, iyi niyetli genç için bir aydınlık
olabilirdi.) Kaymakamla köylüler, kanuna karşı hareket eden,
''Bizim gazancımız insan ganı. Biz ganı emiyoruk. Sinek ganı
emmiyor, biz emiyoruk, '' diyen çeltikçi ağalarla mücadele edi­
yorlar. Sonunda çeltikçiler Ankara'ya bir heyet göndererek,
kaymakamı başka bir ilçeye naklettiriyorlar.
Teneke'nin kuvveti konusundan, ya da, Oktay Akbal'ın
söylediği gibi, (Vatan, 3 Nisan 1 95 5 ) "olmuş_ bir vak'anın
kuvvetine sığınmak"tan mı ileri geliyor? Mesele, bir çevrede
yaşamak, birtakım insanları tanımak, olmuş vak'aların kuv­
vetine sığınmak meselesi değildir... sanıyorum. Mesele bu
çevrenin toplumsal gerçekliğine, insan gerçekliğine bakış me­
selesidir. Oktay Akbal da usta yazardır; aynı olayları gUrsey­
di, yaşasaydı, eserini acaba böyle mi bitirirdi? Yoksa okurları­
na ''bu dünya düzelmez, böyle gelmiş, böyle gider, elden ne
gelir'' fikrini mi telkin ederdi? Yaşar Kemal, gerçekliklere
bakmasını, nüfuz etmesini, toplum gerçekliğini oluş halinde
görmesini bilen bir yazar. Eserinin, tarihsel bakımdan doğru
bir özü var. İnsanın gücüne inanmış, onun hayatı daha iyiye,
daha güzele doğru değiştirecek yanlarını, güçlü yanlarını be­
lirtiyor. "La nuit n'est jamais complete, "diyor.
Yaşar Kemal'in eserinin özü tarihsel bakımdan doğru,
dedim.Yaşar Kemal bu özü, önceden bilinen birtakım ilkeler­
den, hazır formüllerden hareket ederek, hikaye haline getir­
miyor; hayatın gerçeklerinden hareket ederek, yaşanmış tec­
rübelerden hareket ederek bu özü adeta yeniden buluyor; kalıp
1

halinde değil, canlı, taze gerçekler halinde veriyor. Romandaki

19
kişiler, belirli bazı fikirleri göstermeye yarayan tipler olarak
kalmıyorsa, etli canlı insansalar bu yüzdendir. Eserin etkisi,
güçlü, sürekli oluyorsa, bu yüzdendir. Bu bakımdan eserle­
riyle toplumsal bir iş yapmak isteyen, ama başlangıç noktası
olarak hayatı değil, hazır fikirleri alan, bunun için de eserleri
renksiz, cansız olan, iyi niyetlerine inandığım, çabalarını saygı
ile karşıladığım yazarlarımızın Teneke 'yi dikkatle incelemeleri
gerektir, diyorum.

Yaşar Kemal, iyiliğe, insanın gücüne, halkın vefasına


inanıyor. Yurt gerçeklerine bilimsel bir görüşle bakmasını bil­
meseydi, bu inanışı onu birtakım hayali hal çareleri bulma­
ya, ayağını topraktan kesmeye sürükleyebilirdi. Oysa Kemal
toplumsal meseleleri, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar,
fertlerin sadece ferdi çalışmalarının halledemeyeceğini biliyor.
Hikayenin bütünü bunu gösteriyor. Ayrıca, toplumsal
meseleleri ancak toplumsal bir gücün halledebileceğini de çok
ustaca sezdiriyor. Kitabın en önemli tiplerinden biri - bugün
için müsbet köylü tipi diyebileceğim - Kürt Memo şöyle der:
"Ne gelmiştir elimden ane! Ne gelmiştir! Öldür Okçi'yi, çık­
miştir dağe. Okçi bir adem değildir kim. Okçi çook! Şaşırmi­
şim Ane ! Ben çatlayacak. Hersimden çatlayacak ben. İğdiş
olmuş biz Ane, iğdiş... " Memo'nun, Zeyno Ana'nın, öbür
köylülerin bir kurtuluş yolu arayışları... "Bir arabanın üstüne
çıkıp oturdular. Uzun uzun müzakere ettiler.'' Aydınların ışı­
ğından, devrimci müdahalelerinden uzak. Karanlıkta, el yor­
damıyla.
Köylülerle kaymakam çeltikçilerle yaptıkları mücadele­
de mağlup olurlar. Kaymakamın müthiş yeisi: "Koskoca, ıssız
bir dünyada tek başına kaldı. Korkunç bir karanlığa düştü.
Yuvarlanıyordu. Bıçak gibi keskin, hissedilir bir yalnızlık
duydu. Ta iliklerinde duydu." Kaymakamın Resul Efendi'ye
sorduğu soru: "Uğraşmak, mücadele etmek para etmez, değil
mi?" Resul Efendi'nin cevabı: "Etmez, efendim." Sonra
birden halkın vefasını, gücünü, mücadelenin bitmediğini, her
şeye rağmen devam ettiğini gösteren bir sembol ,gibi, kayma-

20
kamın karşısına çıkan Memo, sonuna kadar dayatan yiğit
Memo...
" .. . Adam, Kaymakama sevgiyle, muhabbetle ba­
kıyordu. Dostça gülümsüyordu. Güneşten solmuş düşük
bıyıklarında bir şeyler, bir titreme vardı. Acı acı:
" - Vay başım üstünde gedesen, gözüm üstünde
gedesen Gaymukaymım.''
''Kaymakam bir şey söyleyemedi. Gözleri doldu.''
Memo'yu gördükten sonradır ki, kaymakam savaşa
devam gücünü kendinde bulur, tekrar Dokuzuncu Senfoni' der
ıslıkla bir parça tutturur. Burası hikayenin en önemli yerle­
rinden biridir. Yalnız kalan aydın kişinin yenilgiye boyun eği­
şinden, kahroluşundan, halkla birleşen, halkın gerçek temsil­
cilerine inanan aydın kişinin mücadeleye devam gücünü ken­
dinde buluşuna geçiş... Bu, Yaşar Kemal'in aydınlara hem ih­
tarı, hem de çağrısıdır. Eser böylece birdenbire iyimser bir
havaya, umutlu, insana iyi şeyler yapmak isteği, mücadele
gücü veren bir havaya kavuşur. Yaşar Kemal, tam zamanın­
da, gerçeği aşmasını, gerçeğe kendinden bir şeyler katmasını
bilmiş. Bunu yaman bir ustalıkla yapmış.
Çehov'un oyun için söylediği bir söz vardır: Bir oyunun
başında bir tüfekten bahsedilmişse, oyunun sonunda o tüfek
patlamalıdır. Yaşar Kemal, oyun için söylener-1 bu sözü, bu
uzun hikayesine uygulamış. Lüzumsuz teferruattan sakınmak
kaygısı, göze batacak derecede. İnsan bazı yerlerin biraz daha
uzun olmasını istiyor. Yazar sanki zorla kendini tutmuş. Bu
derece aşırı bir teksif kaygısı yersiz bence; eserin bazı yerle­
rinde ufak tefek boşluklar bırakıyor.
Teneke 'nin dili Yaşar Kemal'in öbür hikayelerinin diline
pek benzemiyor. Dil tam bir "expressivite" ye kavuşmuş. Bu
dil vasıtasıyla fikirler imajlar haline geliyor; eserin özüne
bütün beşeri değerini veriyor.
Teneke, kuruluş halindeki milli edebiyatımızın nefis bir
örneği; edebiyatımızda gerçekçiliğin alması gereken yönü
gösteren, son yılların en önemli hikayesi, bence.

21
GERÇEK KORKUSU

Akıl da gerçeği söyler, bilim de. Bu yüzden gerçek


korkusu ile bilim korkusu, akıl korkusu birlikte gider. Yeni
çıkmaya başlayan bir derginin (Türk Düşüncesi) ilk sayısında
ünlü bir yazarın (Peyami Safa): " ( ...) XX'nci yüzyılın fikir
devrimi, yalnız ilme değil, akla karşı da bir isyandır" gibi,
"Her objeyi ancak biz kendi hareket zaviyemizden kucaklarız
ve bunun objektif bir realitesi yoktur" gibi sözler ettiğini
görünce gerçek korkusu ile bilim korkusu arasındaki ilişiği,
gerçekten korkanların yeryüzünün her yerinde insanları bu
gerçeği gösteren bilimden şüphe ettirmek için nasıl çırpındık\­
iarını yeniden düşündüm.
Daha pek uzak olmayan bir çağda, XVIII. yüzyılda, akıl
,da, bilim de insanlar için pek değerli idiler... ;Bilimsel,
kanunlara, yani insanların dışında olup biten nesnel (objektif)
oluşların insan kafasındaki akislerine, inanılıyordu. Bu oluş­
ların, insanın dışında, nesnel olarak, geçtiğine, insanın onları
inceleyebileceğine, tanıyabileceğine, kendi yararına kullana­
bileceğine, ya da onlardan sakınabileceğine inanılıyordu.
"Yükselen bir toplum kuvvetinin felsefesi olarak akılcılık, bu
toplum kuvvetinin devrimci hareketini, ekonomik, siyasal,
toplumsal isteklerini, akıl adına, destekler, haklı gösterir.
Akılcılık önceden konulmuş değişmez, ölümsüz bir düzen kav-

22
ramını atarak, kurulu düzeni eleştirir, dünyayı akla uygun bir
öz, bir nitelik vermek için, değiştirmenin zorunluluğunu
söyler." (Auguste Cornu - La Pensee Moderne.)
Örneğin, ekonomide, büyük sanayiin doğuş çağında,
gelişme çağında, fizyokratlardan Ricardo'ya kadar, kimse
nesnel kanunların varlığından şüphe etmiyordu. Ekonomi bil­
ginleri derebeylik düzeninin çelişmelerini, yok olup gitme zo­
runluluğunu, yeni bir toplum katının iktidara gelmesi zorun­
luğunu apaçık gösterebilecek bu kanunları bulup meydana çı­
karmaya çalışıyorlardı. Kötümserlik, ilk büyük ekonomik
buhranlarla başlar.
Tarihsel görevlerini tamamlayan toplum kuvvetleri,
kendilerini mahkum eden kanunları ortadan kaldırmaya çalı­
şırlar. Her görüşü kabul etmeye hazırdırlar; yeter ki bu görüş
geçen olayların kötü bir düşten başka bir şey olmadığını, ne
ekonomide, ne tarihte, ne de tabiatta nesnel kanunlar diye bir
şey olmadığını söylesin. Böylece büyük sanayiin gelişmesi­
nin nesnel kanunlarını araştıran ekonomi doktrinlerinin yerini
ekonominin öznel bir görüşü alacaktır. Nitekim marjinalizm,
bu ihtiyacın ilk cevabı olmuştur.
Bu, ekonomide olduğu gibi, öbür bilimlerde de böyledir.
Ansiklopedistlerin aklı, bilimi yücelttikleri, tabiat üs­
tünde, toplum üstünde bilimin, aklın egemenliğine inandıkları
çağ artık geride kalmıştır. Kendi yarattığı değerlere artık
inanmayan bir toplum katının filozofu Bergson aklı hor gö­
rür; Brunetiere bilimin iflasından bahseder; Boutroux, alanı
mucizeye bırakmak için, tabiat kanunlarında zorunsuzluk
çatlakları bulmaya çalışır. Avrupalı bir devlet adamının itiraf
ettiği gibi bilim Promete 'sini zincire vurmak istemektedirler.
Roger Garaudy daha açık söylüyor: "Çürüyen bir düzenin
toprağında irrasyonalist doktrinler türüyor: bunlar harabe çi­
çekleridir. '' ''Ne var ki eskiden bir tek aldatmaca yüzyıllar
boyunca yeterdi - . şimdi her gün bir yenisini icad etmek
gerek. Ama ne çıkar: bugün, bütün aldatmacaların maskesi
baştan indirilmiş durumda. Bu aldatmacalar gerçek yüzlerini
d�rhal gösterecektir.'' (G. Politzer - Bergsonisme, Une

23
mystification philosophique).
Fakat tarihin nesnel gelişmesinden kaçınmak için daha
öte gitmek, fizik tabiatın kanunlarının nesnelliğini de reddet­
me� gerektir.
O yeni çıkmaya başladığını söylediğim derginin, ünlü
yazarının ''ilim diktatörlüğünün çöküşü'' dediği olay,
1927'den sonra kantik fiziğin gelişmesiyle, Nils Bohr ile He­
isenberg'in Copenhague çığırıyla esaslı bir dayanak bulmuştu.
Bohr, gözlemciden bağımsız bir dış dünyanın varlığını inkara
kadar vardı. Oysa dış dünyanın varlığını inkar eden bir fizik
nazariyesi kurulamayacağını birçok bilim adamı belirtmiştir.
A. Einstein'i bu arada sayalım. Copenhague çığırı bugün bir
çıkmaza girmiştir; Louis de Broglie'nin deyimiyle "verimlili­
ğini tüketmiştir". Kantik mekaniğin incelediği molekül gibi,
atom, elektron, atom çekirdeği gibi pek küçük nesnelerle, ölçü
için kullanılan cihaz arasında, ölçü sırasındaki karşılıklı
hareket göz önünde tutulsa bile bu, bu küçük nesnelerin biz­
den bağımsız olarak varolmadıkları yolunda bir sonuca var­
mamıza sebep olamaz. Bu küçük nesneler vardır; insanın, ölçü
aletlerinin dışında hareket ederler. Bunlar hakkında nesnel
bilginin mümkün olup olmayacağına gelince, bir elektron hak­
kında bazı ihtimallerden başka bir şey bilinemezse, bu ihti­
malleri de gözlemci doğurmuşsa, açıktır ki, elektronun yapısı­
nı tanımak da imkansız olur. Oysa, 94 7 'de yapılan bir tartış·
matla gösterildiği gibi, elektronun hem corpusculaire, hem de
ondulatoire özelliklerini gözönünde tutan bir elektron modeli
yapmak mümkündür. Fransa'da Louis de Broglie ile David
Bohm, Jean - Pierre Vigier bir elektron modeli yapabilmişler­
dir.
'' Copenhague çığırı gerekirciliği şiddetle reddetmişti.
Eddington gibi bir fizikçi, quantique mekaniğin yardımıyla
1927'den beri bir bilim adamının Allaha inanmasının yeniden
mümkün olduğunu söylüyordu... Eski fiziğin mekanist gere­
kirciliğine, Laplace'ın gerekirciliğine, bugünkü gerekirciliğin
aykırı olduğu açık bir şeydr. Tabiatı, bir kez kurulduktan
sonra, değişmez kanunlara göre hareket eden bir mekanizma

24
saymak mümkün değildir. Mekanist maddecilik, madde ile
hareketi ayırıyordu; oysa, tabiat, hareket halinde maddeden
başka bir şey değildir. Hareket, maddenin varoluş şeklidir.
Bilgin'in işi, maddenin iç yapısı hakkındaki araştırmalarını
derinleştirmek, bu iç yapıda gelişen, bu yapının hareketini
doğuran çelişmeleri göstermek, böylece duyularımızla farkına
vardığımız olayları açıklamaktır" (Jean - Pierre Vigier). "Ger­
çekte, Langevin'in gösterdiği gibi, gerekirciliğin buhranı
denilen şey, mekanizmin buhranından başka bir şey değildir.''
(Roger Garaudy).
Elektron, molekül, atom... Asıl mesele bunlar değil.
Asıl mesele, bir toplum katının tarihte zorunlu kanunların
varlığını kabul etmek istemeyişidir. Çünkü bu kanunlar o
toplum katının çelişmelerini gösteriyor. Bunun için tabiatta
sözde bir anarşi arıyorlar; zorunsuzluk arıyorlar; bu zorunsuz­
luğu toplum hayatına da yaymak istiyorlar da ondan. "Fizik­
teki gerekmezciliği yalnız din bilginlerinin, geri filozofların
değil, faşistinden sosyal - demokratına kadar, malum politika­
cıların da sömürmeleri bunu gösterir.'' ( Gerard Vassails -
Dialectique du hasard) . ''Gerçekçilik, maddecilik, eleştirme
ruhu onlar için, en korkunç düşmandır. Yıkılan derebeylik bu
yüzden Sorbonne 'da Descartes 'ın okutulmasını yasak ediyor,
ansiklopedistlerin kitaplarını yaktırıyor, yazarlarını hapse at­
tırıyordu. Gene bu yüzden bugün aklı hor görüyorlar, bilim
promete'sini zincire vurmak istiyorlar, tarihin bir bilim ola­
mayacağını ilan ediyorlar, ikide bir bilimlerin iflas ettiğini,
tekniğin bizi dünyanın sonuna yaklaştırdığını söylüyorlar.''
(Roger Garaudy - Grammaire de la Liberte.)

Sözünü ettiğim dergi yazarı ''XX'nci yüzyıl Avrupasının


akıl dışı imkanlar aramaya başladığını" yazıyor. Eklemek ge­
rek: Çünkü akıl kendisini mahkum ediyor.
Burada önemli olan, akıl dışı imkanlar arayan Batının,
oluş halinde, "yeni ve canlı" bir Batı olmayıp; bir zamanlar

25
aklı da, bilimi de göklere çıkaran aynı Batı olmasıdır. Bu Batı,
bugün, siyaset alanında nasıl demokratik hürriyetler, milli
bağımsızlık gibi kendi yarattığı ilkeleri elinden düşürmüşse,
kültür alanında da akla inan, bilime inan ilkelerini elinden
düşürmüştür .. . Bu ilkeleri tutmak, savunmak; gerçeklerden,
toplum hayatının, tarihin nesnel kanunlarından korkmayanla­
ra düşüyor.
Kültür alanında bilim düşmanlarıyla savaşmak gerçek
Türk aydınlarının boynuna borçtur, sanıyorum. Bilim düş­
manlığına karşı Yenilik, Kaynak, Yeni Ufuklar dergilerinin,
Dünya gazetesinin sanat-edebiyat sayfasının tepkileri halkı­
mızın mutlu bir yaşayışa kavuşması için tek çıkar yolun bilim
yolu olduğuna inananları sevindirmiştir.
Varsın onlar ''insan ruhuyla ilahi perspektif arasında
yeni temas noktaları'' bulmaya çalışadursunlar. Biz Ata­
türk 'le birlikte inanmaya devam edeceğiz:
''Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.''

26
YAZARIN G ERÇEG E BAKIŞI

Yaşadığı çevre içindeki insanlar şöyle yahut böyle dü­


şünüyor, olaylar karşısında şöyle yahut böyle davranıyor
diye, yazar, alışılagelmiş bir deyimle, ''gerçeği olduğu gibi
göstermek" kaygısı ile onların şöyle yahut böyle düşünme­
lerini, olaylar karşısında şöyle yahut böyle davranmalarını
"bir ayna gibi" aksettirmeye kalkınca, gerçekçilik adına olsa
olsa bir "beş duyu gerçekçiliği" yapıyor. Gerçeğin ölü bir
görünüşünü veriyor. Böyle bir yazar, gerçekçiliği, sanatın gö­
revini, bugün anlaşılması gereken anlamda anlayabilmiş mi­
dir? Bu mudur gerçekçilik?
Orhan Kemal'in Seçilmiş Hikayeler Dergisi'nin 16. sayı­
sındaki "Kurtuluş Yolu" adlı hikayesini okuyunca ilkin şu
yukarıya yazdıklarımı düşündüm. Sonra da şunları:
Türk yazarının tipleri işçi, köylü, aydın, esnaf... olabilir.
Bu insanların gerçeklik karşısında, daha doğrusu toplumsal
gerçeklikler karşısında bir durumları, kendilerine göre
birtakım düşünceleri olacaktır. Bu davranışlar, bu düşünceler
doğru da olabilir, yanlış da. Bizde çoğu zaman yanlış oluyor.
Lanetlenecek bir olayı, bakıyorsunuz, alkışlıyorlar. Bakıyor­
sunuz, namuslu bir hareketi lanetliyorlar: Doğru düşünmek
soyut bir düşünce hürriyetiyle değil, ancak bilim düşüncesini
veren eğitim imkanlarıyla mümkün olduğuna göre insani.arı -

27
mızın çoğunun toplumsal gerçeklikler hakkında yanlış düşün­
meleri belirli bir olayın, halkımızın sahici kültür nimetlerinden
yoksun olması olayının, sonucudur.
Orhan Kemal'in hikayesindeki işsiz marangozu alalım.
Önünde büyük bir mesele var: İşsizlikten kurtulmak, insan
gibi yaşamak için bir ''kurtuluş yolu'' bulmak. Marangoz ne
yapıyor? İş arıyor, bulamıyor. Adam öldürmeyi tasarlıyor, öl­
düremiyor. Sonunda eskiden tütün işçiliği yapan karısı, "Sırt
sırta versek. Ben de çalışsam sen de...'' diyor. ''Bizim için tek
kurtuluş yolu bu! " diyor. İşçi de, "Evet, diye mırıldanıyor,
kurtuluş yolu bu. Anlıyorum..."
Ne yapmış yazar? Olaylara işçinin gözüyle bakmış, olay­
lar karşısında onun düşündüğü gibi düşünmüş. İşçinin hayatı,
düşünceleri, Orhan Kemal'in kafasından geçmemiş gibi,
verilmiş. Yazarın kafası burada bütünden kopmuş gerçekleri
tesbit etmekten öte geçemiyor. Sismografların yer depremini
tesbit etmeleri gibi bir şey. Mekanik yani, yaratıcı değil.
Yazar, gerçeğe, kahramanlarının gözüyle değil, kendi
gözüyle bakar. Bakmalıdır. Bu demek değildir ki, yazarın
bütün kahramanları ille yazar gibi düşünecektir, ille yazar gibi
hareket edecektir. Yazarın yerli yersiz kahramanlarının düşü­
nüşüne, davranışına karışması da demek değildir bu. Öyle ol­
saydı, yazarla kahramanları üst üste çekilmiş fotoğraflara dö­
nerdi. Orhan Hançerlioğlu'nun Büyük Balıklar'ında bunu ko­
laylıkla görmek mümkün.
Aynı işsizlik meselesine dönelim. İşsizlik, yurdumuzda
toplumsal bir gerçektir. Oysa toplumsal gerçekliklere, Bedri
Rahmi Eyuboğlu'nun istediği gibi, sadece " gerçeğin peşinde
beş duyumuzu da beş azılı silah gibi seferber'' ederek nüfuz
edilemez; ayrıca bilimsel düşünceye dayanan ileri bir kültür
gerektir. Başka bir deyişle, hayat tecrübesi ile kültürün bir­
leşmesidir ki yazarı gerçeğe götürür. Yazar, halk yazarı, 1 953
Türkiye'sinde gerçek bir olay olan işsizliğin temel sebeplerini
bilmek, bu meselenin sahici hal çaresini görmek zorundadır.
Çünkü yazar, halk yazarı, edebiyatın görevinin dünyayı tanı­
mak, dünyayı değiştirmek olduğuna inanır. Bu, " beş duyu

28
gerçekçiliği'' ile olacak iş değildir. . . Toplum hayatının işleyi­
şini bilmek, bunun için de ekonomi, tarih sosyoloji. . . bilim­
lerinin verilerini öğrenmek ister. Bu bilim düşüncesiyle, yurt
gerçeklerini tanımak ister. Yazar, ancak bu çabadan sonra,
olayları gerçeğe uygun olarak değerlendirebilir, toplumcu bir
gerçekçiliğe ancak bu yoldan varabilir. Böyle bir görüşe varan
yazarın olaylara bakışı, elbette, bütün bilgisi gündelik hayat­
tan, basından, radyodan, sinemadan gelen insanların gerçeğe
bakışı değildir. O, kadının tekrar tütün işçiliğine dönmesinin
bir kurtuluş yolu olmadığını görür. Gösterir. Bir bilim adamı
gibi değil tabii, bir sanatçı olarak, sanatın araçlarını kullana­
rak gösterir.
Bunun için halk yazarı, gerçeğin yüzeyden görünüşünü
vermekle kalmaz. Gerçek onun için, ölü, hareketsiz değildir,
bütünden tecrit edilmiş değildir, bir oluş, bir gelişme halin­
dedir. Yazar, gerçeği bu gelişmesi içinde, öbür gerçeklerle olan
alışverişi içinde görür, gösterir. Bu, yazarın kahramanlarını
keyfine göre konuşturması, hareket ettirmesi, ya da gerçekte
olmayan, gerçekte olmasına imkan olmayan tipler icat etmesi
değildir. Şematizm hiç değildir. Bu, yazarın gerçeğe, bu ger­
çeğin ne idiğünü bilen gözlerle bakarak, bize bilgiyle
beslenmiş eserler vermesi demektir. Gerçek, yazarın kafasın­
dan geçip, onun görüşüyle bize sunuluyor, demektir. Bu, basit
bir kopyadan ibaret değildir. Seyirci, "Bu ne biçim balık?"
deyince, Picasso, ''Balık değil o, resim! '' demişti.
O halde yazarın, "Ne yapayım, insanlar böyle düşünü­
yor, ben de böyle yazıyorum. Yalan mı söyleyeyim? Ne
hakkım var onların düşüncelerini değiştirerek vermeye?" de­
mesinin gerçekçilikle pek de öyle bir ilintisi yoktur. Sanat,
gerçekliğin alelade kopyası değildir, bu gerçekliği aşmak, de­
ğiştirmek çabasıdır; bu bir. Öyle söyleyen yazarlar olayların
ardından sürükleniyor demektir, olayların, insanların ardında,
dümen suyunda kalmış demektir; bu iki. Oysa yazar, halk
yazarı, öncü olmak, halkının yürüdüğü yolun ilerisini bir
projektör gibi aydınlatmak zorundadır. Kitleden kopacak
kadar ilerde değil, elbette; kitle ile el ele, omuz omuza, ama

29
daima kitlenin önünde.
"Kurtuluş yolu"nu bazı işçiler daha açık, daha doğru
açıklayabilirlerken, usta hikayeci Orhan Kemal arkadaşımı­
zın böyle tuhaf bir "Kurtuluş Yolu" göstermesi, yazarın ger­
çekle alışverişi, gerçeği aksettirmesi meselesi üzerinde, ger­
çekçilik üzerinde daha bir hayli düşünmemiz, bir aydınlığa
varıncaya kadar düşünüp konuşmamız gerektiğini gösteriyor.

30
GERÇEKTEN, GERÇEKÇİLİKTEN YANA

Gerçek üstüne, gerçekçilik üstüne çok şey yazıldı, söy­


lendi, daha da yazılacak, söylenecek. Bütün yazılanlara, söy­
lenenlere rağmen gerçek hakkında, gerçekçilik hakkında - ger­
çekçi yazarlarımız arasında bile - aydınlık, açık bir görüşe
varılmış değildir sanıyorum.
·

Gerçekçi yazarlarımız, edebiyatın insan gerçekliğini,


toplum gerçekliğini yansıtan bir ayna olarak kalmadığını,
bireylerin bilincine biçim vererek, insan gerçekliğine, toplum
gerçekliğine etkilerde bulunduğunu da kabul ederler. Bu ba­
kımdan gerçekçi edebiyatı dünyayı, insanları tanıtan, değiş­
tirmeye çalışan bir edebiyat diye tanımlamak yanlış olmasa
gerek. Bu, edebiyatın yalnız gerçekliği yansıtmadığını, daha
iyi, daha mutlu toplumsal gerçeklikler özleyişini, insan ger­
çekliğini, toplum gerçekliğini aşmak özleyişini gösterir. Ama
bunun için doğru bir gerçekçilik anlayışına varmak gerekir.
Yazarlarımızın çoğunun gerçekçilikten anladıkları, ger­
çekçilik diye yaptıkları nedir? Örneğin bir yazar, bir gün,
sokağa çıkıyor; kahveler dolusu üniversiteli görüyor; kederli,
perişan, umutsuz işçilerle karşılaşıyor; iyi kalpli, az karla ye­
tinen bir tüccarla konuşuyor. Sonra bir hikaye yazıyor, için­
deki bütün aydın gençler, avare, başıboş; bütün işçiler peri­
şan, uysal; bütün tüccarlar iyi yürekli insanlar. Bu hikaye

31
gerçeği göstermiş midir? Yazarına sorarsanız "Bittecrübe sa­
bit, " diyecektir. "Hepsiyle ayrı ayrı konuştum." Oysa ben bu
yazarın gerçeği yanlış gösterdiğini sanıyorum. Çünkü hikaye­
sindeki insanlar tipiklikten yoksun. Bu insanların hikaye ya­
hut roman içinde, gerçekliğe uygun olarak gösterilmesi,
onların bireysel varlıklarıyla toplumsal gerçekliğin başarı ile
kaynaştırılmış olmasıyla mümkündür. Hikayedeki, romanda­
ki birey, öyle bir insandır ki hem kendi özel tecrühelerini
yaşamış olarak gösterilir, hem de bütün bu tecrübelerin ken­
dis� ni götürmüş olduğu sosyal rol içinde göst�rilir. Böyle bir
kişi, bir tiptir. Bunun için tip, tesadüflerle uzlaşamaz. Bu
yüzden, yukarda örnek olarak aldığım yazar, tesadüflerden
hareket ettiği için, tip yaratamaz. Tipik bir kişi, bütün tesa­
düfleri, kendi kuvvetli toplumsal gerçekliği içinde eritir. Te­
sadüflerden hareket eden yazar, hayatın işleyişinin mahiyeti­
ni, gidişin gerçek yönünü kavrayamaz; okurlarının da gerçek­
liği görmelerine, bilerek - bilmeyerek, engel olmuş olur.
O halde gerçeklik dendi mi bu gerçeklik içindeki tipik
olanı aramak gerekecek. Bu yapılmazsa, eser gerçekçi bir eser
değil, natüralist bir eser olur.

Gerçekçi yazarlarımızın ele almaktan hoşlandıkları bir


konu işçi hayatıdır, işçi meseleleridir. Bunun en güzel örnek­
lerini bir zamanlar Orhan Kemal vermişti. Ama, bana kalırsa,
işçilerin hayatını gerçeğe uygun olarak göstermek bakımından
gerçekçi yazarlarımıza söylenebilecek çok şey vardır. Bir kere,
gerçeği tam olarak gösterebilmiş değildirler. Michel Denoreaz,
William Faulkner hakkındaki bir incelemesinde, şöyle
diyordu: "Faulkner'ın, hiçbir zaman, dünyadaki yeri
hakkında şuura varmış bir tek zenci göstermemiş olduğunu;
bu şartı, kendisi için, kardeşleri için, kardeşleriyle birlikte
mücadele ederek değiştirmek için mücadeleye karar vermiş bir
insan göstermemiş olduğunu ilaveye lüzum var mı? Faulk­
ner'ın bütün zencileri, gösterdiği kadınlar gibi, asiler gibi bir

32
kaderin yönettiği varlıklardır. Yaşadıkları hayatın insanlıktan
çıkardığı varlıklardır. Yalnız bu tip siyah insanları anlatmak,
meseleyi tamamiyle tahrif etmektir. ( . . . ) Güneydeki sefaletin,
emekçi kitleler arasında bile, bozulmalara yol açtığı söz gö­
türmez bir vakıadır; ama şu da söz götürmez bir vakıadır ki,
belirli bir sistemden gelen bu sefalet bu bahtsız kitlelerin derin
tabakalarındaki devrimci kuvvetleri uyandırır, olgunlaştırır;
gelecek onlarındır. Gösterilmesi gereken işte budur, işte bunu
Faulkner hiçbir zaman görmez! '' Faulkner için söylenen bu
sözlerin çoğu bizim gerçekçi yazarlarımız için de söylenemez
mi? Onların gösterdikleri işçiler de yalnız sefalet çeken, ezilen,
ağır iş şartları altında kahrolan, geçim sıkıntıları içinde kay­
bolmuş, daha iyi bir hayat için bir şeyler yapmaktan uzak,
öbür insanlardan uzak, bir başına, biçare, umutsuz işçiler de­
ğil mi? Oysa gerçek durum bu değildir. Gündelik hasında
sendika kongrelerindeki konuşmaları, alınan kararları,
sendikaların çıkardıkları iş uyuşmazlıklarını okumak bu hu­
susta yeter bir bilgi verebilir. Gerçekçi yazarlarımız, bizdeki
işçi gerçeğini tam olarak gösterememişler, tipik olanı belirte­
memişlerdir; eserlerinde gelecek günleri kendinde taşıyan,
sonuna kadar gitmeyi göze almış insanlar pek bulunmaz. Ger­
çeği eksik, üstünkörü verdikleri için, sanatın eğitici görevini
gerçekleştirememişlerdir.
Edebiyatın eğitici, toplumsal görevi, yazarın olayların
önünden gitmesini, yolun ilerisini aydınlatmasını gerektirir.
Oysa bizim yazarlarımız olayların ardında kalmışlardır,
yolunu aydınlatmak iddiasında bulundukları işçiler kendilerini
geride bırakmışlardır. Bu da hayatla ilgisini kesen gerçekçi
yazarlar için kaçınılmaz bir sonuçtur. İşçilerin gerçekçi ya­
zarlarımızı çok geride bıraktığını gösteren olaylar az değildir.
Onların hayatı, ağır yaşama şartları, bu yaşama şartlarının
değiştirilmesi için konuşmaları, tartışmaları, aralarındaki
görüş ayrılıkları, görüş birlikleri, içlerine sızan bozguncular,
bunlarla mücadeleleri, bu tartışmaların bir hareketle sonuç­
lanması, bu hareketteki örnek dayanışma, yiğitçe direnme,
hareket sonunda hayatlarında daha iyiye doğru bir değişme

33
elde etmeleri, hala rüzgarda yaprak misali yaşayan işçilerimiz­
den söz açan yazarlarımızı bir hayli düşündürse yeridir. Ben
ancak böyle şeyleri anlatan bir eserin, işçiler için aydınlatıcı
olduğuna, onları doğru bir düşünüşle eğitebileceğine
inanıyorum. Bugün için tipik işçi hareketi budur, sanıyorum.
Tipik işçiler de bu hareketin yürütücüleridir. İşçiler ancak bu
meselelerden açan eserlerde kendi kafalarını kurcalayan, açık­
ça cevabını bulamadıkları ama müphem olarak hissettikleri
birçok sorunun cevabını bulacaklardır. Bunun için yazarları­
mızın işçilerin tecrübelerinden yararlanmaları gerekecektir.Bir
düşünürün dediği gibi: "Halkı eğitmek için önce onun yanında
eğitim görmek gerektir. ''

34
G ERÇEG İN YANLARI

''Olgunlaşmak, yani fikirler ve olaylar dünyasını yandan


değil de, yüksekçe perspektiften seyredebilmek. İnsan ancak
biraz yukarı çıkıncadır ki, aşağıda iken yalnız bir sathını gö­
rebildiği gerçeklerin aslında ne kadar çok buutlu � evet dört
buutlu - olduğunu idrak etmeğe başlıyor.'' Öyle söylüyor
Haldun Taner (Doğu ve Batı, Sayı il). Eskiden, gençken,
böyle düşünmezmiş. "Ne denir, ateşin gençlik, delikanlılık,"
diyor. Sonra sonra durulmaya başlamış, giderek bu gerçeğe
varnıış... Yaşları otuzu, kırk elliyi aştığı halde gerçeğin yalnız
bir yanını görenleri, gerçeğin çok boyutlu olduğunu idrak ede­
meyenleri kınıyor, ''Ya gafletten yahut da kötü niyetten!''
diyerek kestirip atıyor.
Bazı insanlar vardır, çevremizde sık sık rastlarız, genç­
liklerinde bazı şerefli hareketlere katılmışlardır, fakat zamanla
yılmışlar, sinmişler, dönmüşlerdir, hu arada iş-güç, çoluk­
çocuk sahihi olmuşlardır. Yıllar geçtikten sonra hayatlarının
bu en temiz devresinden bahsederken, küçümseyen bir eda ile,
"Gençlik heyecanı işte!" derler. Belki güçlüye geçmişlerini
mazur göstermek, yaranmak isterler, belki kendilerine yeni
yaşayışlarını haklı göstermek, ta içlerinde bir yerden gelen bir
sesi susturmak isterler. Çoktur yarı aydınlar arasında böyle­
leri.

35
Haldun Taner, biliyoruz, öylelerinden değil; bütün öm­
rünce etliye sütlüye karışmamış biri. Bu yazısını "Sanatın
kaba sofuları''na kızdığı için yazmış.
"Gerçek," diyor Haldun Taner; gerçek derken belli ki,
hep toplum gerçeğini düşünüyor. Bir de fizik gerçek var. Fizik
gerçekten açılınca kimse ''bakıldıkları açıya göre değişen türlü
yönler"in sözünü edemez oluyor. Fizik gerçeklerden bahse­
dilince gerçeğin tek yanlı olabileceğine kolaylıkla inanıyorlar.
Tabiat bilimleriyle uğraşan bir bilgin, belli bir tabiat kanunu
hakkında, "Biz nasıl görüyorsak hakikat odur," diyebilir,
kimse de gafletten, kötü niyetten bahsedemez. Alışılmıştır
buna: Tabiat gerçeklerinde tek yan, toplum gerçeklerine ge­
lince ille de çok yan...
Toplum gerçeklerini de tek yanlı görmeye başladınız mı,
dar görüşlü olursunuz, gafil olursunuz, kötü niyetli olursunuz.
Haldun Taner, delikanlılık, olgunluk falan diyor, diyor
ya, bana kalırsa, gerçeğin yanları meselesini böyle sözlerle
açıklamak pek de olgun adam işine benzemiyor. İnsan kahve­
lere musallat olan çenesi düşük emeklileri hatırlıyor, hatırlıyor
da içine bir fenalık basıyor.
Toplum gerçeğini çok yanlı, fizik gerçeği tek yanlı gör­
mek, tabiat bilimleriyle toplum bilimleri arasındaki farkla izah
edilebilir, sanıyorum. Tabiat hakkındaki ilmi bilgimizin
toplumların toplumsal, ekonomik yapılarıyla bir ilintisi
yoktur, bu yapıdan bağımsızdır, bütün topluma hizmet edebi­
lir, bütün topluma değişik tarihsel devrelerde hizmet edebilir;
söylediği gerçekler toplumun bütün tabakalarının çıkarlarına
hizmet edebilir.
Oysa toplum bilimlerinin söyledikleri gerçekler, toplu­
mun bütün tabakalarının menfaatlerine uygun olmayabilir.
Çünkü bilimler - ister toplumsal bilimler olsun, ister tabiat
bilimleri olsun - nesnel gerçekleri aksettirirler. Toplum bi­
limlerinin söyledikleri nesnel gerçekler bakarsınız bazılarının
hoşuna gitmez. O zaman bu bilimsel, nesnel gerçeklerden
hoşlanmayanların - fikir, sanat alanında - başvuracakları
türlü yollar vardır: Akıldan, bilimden şüphe ettirmeye çalış-

36
mak, nesnel gerçekleri bilemeyeceğimiz hakkında fikirler yay­
mak; nesnel gerçekleri kendi çıkarlarına uygun bir biçime so­
karak göstermek; nesnel olan - bu yüzden TEK YANLI olan
- gerçeği fikirleri bulandırmak için çok yanlı imiş gibi gös­
termek.
Bir toplum içinde toplum gerçeklerinin nesnelliğine,
yani tek yanlılığına, inananlar da vardır, inanmayanlar da.
İnananlar bu gerçeklerden korkmayanlar, bu gerçeklerin
kendi menfaatlerine uygun olduğunu görenlerdir. Onlar için
"Gerçeklerin türlü yönleri" yoktur, tek gerçek vardır; bilim­
sel, nesnel gerçek. İnanmayanlar, bu gerçeklerden korkanlar­
dır, ortalığı bulandırmak için gerçeğin yanlan, dört buutlu
gerçek gibi laflar ederler.
İki yanın davranışı da menfaatlerine uygundur; ama
inananların menfaatleriyle nesnel gerçekler sarmaş dolaş ol­
dukları halde inanmayanların menfaatleriyle nesnel gerçekler
arasında bir aykırılık, bir çatışma vardır.

37
TALKINLA SALKIM

Dünya gazetesinin 3 Kasım 1954 tarihli Sanat İlave­


si'nde Bay Ataç'ın "Toplumcu Gerçekçilik" adlı bir yazısı
çıktı. Genç bir yazar "sosyal realizm" diye bir söz çıkarınıştı
ortaya, Bay Ataç o yazarın sözünü ederek başlıyor, ilkin
"sosyal realizm" sözünün yanlışlığını belirtiyor, sonra da top­
lumcu gerçekçilik üzerine düşündüklerini söylüyor.
Bay Ataç, "toplumcu gerçekçilik" diyerek, kavramlarda
aydınlık arayan bir yazar olduğunu bir kez daha göstermiş.
Çünkü o genç yazar, "sosyal realizm" sözünü toplumcu ger­
çekçilik yerine kullanıyor. Bir bakıma iyi: Çünkü söyledikle­
rinin toplumcu gerçekçilikle ilintisi pek su götürür. Oysa top­
lumsal gerçekçilik (sosyal realizm) başka şeydir, toplumcu
gerçekçilik başka şey. Örneğin Zola'nın eserlerinde toplumsal
gerçekçilik vardır, ama Zola'nın yaşadığı çağda toplumcu ger­
çekçilik diye bir şey olamazdı.
Bay Ataç, " Realisme social. Ama bunu fransızca yazdı­
nız mı, kişiye bir tuhaf geliyor, bir anlam çıkmıyor,'' diyor.
Fakat bir Fransız yazarı, Jean Varloot, Zola üstüne yazdığı
bir yazıda (Zola Vivant I I. Le Realisme de Zola) şöyle diyor­
-

du: "Je crois qu'il faut quand il s'agit de Zola employer le


terme de REALISME SOCIAL. " (Zola söz konusu olunca
toplumsal gerçekçilik terimini kullanmak gerektir, sanıyo-

38
rum). Bay Ataç "sosyal realizm" yerine toplumcu gerçekçilik
demekle iyi ediyor, ama ''sosyal realizm'' sözünü anlamsız
bulması bana tuhaf geldi.
Bay Ataç, toplumcu gerçekçilik için, " Ürünlerini p ek
görmedim, birtakım fransızca dergilerde sözü ediliyor da on­
lardan biraz öğrendim " diyor. (Altını ben çizdim. - F. N.)
Eh, dedim toplumcu gerçekçiliğin ne olduğunu doğru
dürüst bilmiyor, ürünlerini de pek görmemiş, bu yazıyı
"sosyal realizm " deyiminin yanlışlığını belirtmek için, bunun
yerine "toplumcu gerçekçilik" demek gerektiğini söylemek
için yazmış olacak. Yanılmışım. Bay Ataç, ürünlerini pek gör­
mediği, Fransızca dergilerden biraz öğrendiği toplumcu ger­
çekçiliğin ne olduğunu anlatmak için yazmış bu yazıyı.
Şöyle diyor: ''Toplumcu gerçekçilik sanat erini kendi
kendine bırakmaz, sanat erinin istediğini söylemesine komaz,
sıkı altına alır sanat erini, 'Senin yazdıklarında benim öğret­
tiğim doğruları göremiyorum, sen o doğruları yaymaya çalış­
mıyorsun, senin kendine göre bir görüşün var, onu söylüyor­
sun bu da benim işime gelmez, onun için susacaksın!'der. (... )
Bu yeni bir şey değil, bu sanat erini özgür bırakmak isteme­
yen, bütün toplumlarda öteden beri görülmüştür. Hani bugün
' Güdümlü sanat' diyorlar, 'Toplumcu gerçekçilik' de onun
başka bir adı. ''.
Ne dersiniz pek kesin konuşmuyor mu Bay Ataç? Hem
de bilgisinin pek cılız olduğu bir konuda? Bay Ataç'ın yukarı­
ya aldığım sözlerini okuduktan sonra, onun kesin konuşma­
mak öğütünü tutarak, şöyle de düşünülebilir: Toplumcu ger­
çekçiliğin öğrettiği doğrularla (Bay Ataç toplumcu gerçekçili­
ğin öğrettiği doğrular diyor, toplumculuğun öğrettiği
doğrular demek istiyor galiba. Çünkü, okuduğu Fransızca
dergilerden öğrenmiştir, toplumcu gerçekçilik bir sanat, ede­
biyat yöntemidir, bir öğreti değildir, toplumculuktur öğreti ·1

olan, o öğretir birtakım doğruları), evet, toplumcu gerçek-


çiliğin öğrettiği doğrularla sanat erinin ''kendine göre
görüşü," bakarsınız aynıdır. Ne kulp takacak o zaman Bay
Ataç! "Toplumcu gerçekçilik sanat erini kendi kendine bırak-

39
maz , sanat erinin istediğini söylemesine komaz , sıkı altına alır
sanat erini ' ' sözü o zaman anlamını yitirmez mi?
Bay Ataç şöyle düşünmeye alışmış : Toplumu yöneten­
lerin görüşüyle sanatçıların görüşü tutmaz birbirini , birbirine
aykırıdır . Türkiye ' de yaşayan bir insanın böyle düşünmesi hoş
görülür elbette ; bir diyeceğim yok buna . Ama insan yalnız
gördükleriyle kalacak değil ya , başka toplumların durumunu
da merak eder , okur , düşünür . Okur düşünür de , doğru dürüst
bilmediği konularda kesin konuşmaktan korkar , yazısının so ­
nunda " Şuna ' Biz özgürlük tanımıyoruz ! ' deyip çıksalar ya ! "
diyerek kesip atacağına , örneğin , " Kim bilir belki de ben ya­
nılıyorum , birtakım toplumsal değişmeleri , yeni beliren
şartlara göre birtakım kavramların özlerinin de değişebilece­
ğini anlayamıyorum artık , bir öğretiye bağlı olan yazarlar da
özgür olabilirler belki , " derdi . Demiyor . Kesin konuşuyor ,
kesip atıyor . Hani kesin konuşmayacaktık ! Bakmayın siz Bay
Ataç 'a , kesin konuşmamayı öğütlüyor herkese , öğütlüyor ya ,
söylenilen gerçekler hoşuna gitmediği zaman yapıyor bunu , bu
gerçeklerin yayılıp yerleşmesini önlemek için özgür düşünceyi
savunmak adı altında yapıyor bunu ; doğru bulduğu , inandığı
bir gerçek olunca herkesten kesin konuşuyor . Doğru mu yapı­
yor Bay Ataç? Bir yandan kesin konuşmamayı öğütleyip öte
yandan kesin konuşarak okurlarını aldatmış olmuyor mu?
İnsanın içine ister istemez bir şüphe düşüyor : İster misiniz
Bay Ataç da , "toplumu . yönetenlerin en ağır buyruklarına
boyun eğen sanat erleri ' 'nden söz açan Bay Ataç da , birtakım
buyruklara boyun eğerek , bazı gençlerin toplumcu gerçekçilik
çığırına katılmalarına engel olmak için böyle kesin konuşsun ,
kesin konuşmak üstüne söylediği sözleri unutuversin !
Bunu belirtmek için yazdım bu yazıyı , toplumcu gerçek­
çiliğin ne olduğunu anlatmak için değil .

40
KÖLE HAN I ÜZERİNE

İlhan Tarus 'un altıncı kitabını , Köle Hanı 'nı okuyup bi­
tirince Goethe 'nin bir sözünü hatırladım : "Yeşil hayat ağacı
karşısında her nazariye kül rengi kalır. ' ' İlhan Tarus 'un hi­
kayelerinde de bir kül rengilik var . İlkokulda iken bazı güzel
kır çiçeklerini koparır defterlerimizin , kitaplarımızın arasında
kuruturduk . İlhan Tarus da sanki insan gerçekliğini , toplum
gerçekliğini , hikaye haline getirirken , "kurutuyor" ; bakıyor­
sunuz , "canlı gerçek " , canını , sıcaklığını , renkliliğini yitiriver-
mış .
.

Tarus , belli ki , sanatın , sanatçının toplumla olan ilişik ­


leri üzerinde düşünen , ' 'insanlara ve olaylara bir zihni açının ,
bir felsefi sistemin kontrolü altında bakmak icabettiğini "
anlayan , ' 'bilmeden , sebeplere ve ilcalara varmadan hadiseleri
izah yetkisini elde etmeden ' ' hikaye yazamayacağını bilen bir
sanatçı . Hikayeleri değilse de yazdığı ' ' Birkaç söz ' ' bunu gös ­
teriyor .
İşini ciddiye alıyor . " Koskoca bir millet gözlerini bize
çevirmiş , ne yapacaklar , ne yazacaklar , ne söyleyecekler diye
bekliyor , ' ' diyor . Her sanatçının işine , kendisine bu kadar
önem vermesi , sanatımızın gelişmesi bakımından , yararlı olsa
gerek . Şehzadebaşı 'nda bir köfteci vardır , aksi mi aksi bir
adam . Ama köftesi de , piyazı da pek hoştur . İstanbul 'un

41
bütün ucuz lokantalarını, köftecilerini avucunun içi gibi bilen
bir arkadaş ona " Huysuz " adını takmıştı. Huysuz'u bir gün
müşterileri kızdırmışlar, Huysuz bağırıp duruyordu: "Şeytan
diyor ki kapa şu dükkanı milleti aç bırak! '' Bir sanatçı da,
işine, en az Huysuz kadar önem verecek elbette.
Ne var ki, sanatçının, sanat hakkında, sanatla toplu­
munun alışverişi hakkında bilimsel gerçeklere varması, işini
bilinçle yapması, ortaya birtakım meseleler çıkarıyor. Estetik
yaratışın açık bir bilinçle yapılması, nazari bilginin yaratışa
bilinçli olarak müdahalesi, nazariyeci - sanatçıyı kolaya
kaçmak tehlikesiyle karşı karşıya getiriyor. Sanatçı, renkli,
canlı, gerçek hayattan hareket edeceğine, bakıyorsunuz,
kabul edilmiş birtakım ilkelerden, benimsenmiş belirli sonuç­
lardan hareket ediyor; kolaya kaçıyor yani. O zaman canlı
gerçeğe nüfuz edeceğine, kazanılmış bilinç içinde hapsolup
kalıyor, birtakım beylik lakırdıları ileri sanat yapmak kaygı­
sıyla tekrarlayıp duruyor . Böyle bir sanatçı, toplum ilişkilerini
belirtıneye ça lışırken fertlerin hayatını, fertlerin ''psikolojik''
varlıklarını ihmal etmiş olur; estetik heyecanı ikinci plana
atmış olur. Bunun şöyle bir sonucu oluyor: Gerçekçi sanatın
düşmanları, fırsat bu fırsat diyerek, bu kötü eserlerin
sırtından gerçekçi sanata saldırıyorlar. Sanatın isterlerine
gereken önemi vermeyen, ya da vermesini beceremeyen sa­
natçı, böylece, ileri sanata zarar veriyor. Bu sanatçı iyi niyetli
olabilir, ama bu onun kıya&ıya tenkid edilmesine engel
olmamalı.
Yalnız bizde değil, başka memleketlerde de , işini bilerek
yapmak isteyen sanatçılar aynı meselelerle karşı
karşıyadır. Abidin Dino'nun Yaprak'ta çıkan bir yazısını ha­
tırlıyoruın: Andre Fougeron'un resimlerinden söz açıyor,
eserleri belki pek iyi değil ama tuttuğu yol doğru , diyordu .
İlhan Tarus'un hikayelerinde toplum hayatımızın mese­
lelerini vermek, gerçeklerimizi göstermek çabası var . Gerçeği
göstermek . . Bilim de gerçeği gösterir , sanat da . Ama ikisinin
.

de araçları başka başkadır . Edebiyat , gerçeği kendine özgü bir


araçla, image ' 'larla gösterir . İlhan Tarus , edebiyatın bu en
' '

42
büyük özelliğine , pek önem vermemiş görünüyor . Okuyun
' ' Üst Kat " ı , "Otuz Paper 'i , okuyun " Köle Hanı "nı ! Toplum
gerçeklerimiz var , ama insan yok! Yunus Emre , " Ete kemiğe
büründüm - Yunus diye göründüm" diyordu . Fikirlerin de ,
sanat eserinde , ete kemiğe bürünmesi , insan diye görünmesi
gerek . Bu bakımdan Tanıs 'un 1 939'da yazdığı " Bir
Makinenin Gözyaşları' ' ile , örneğin 1 95 1 'de yazdığı ' 'Üst Kat ' '
arasında önemli bir ayrım yok ; ikisinde de fikirler ete kemiğe
bürünmemiş , başka bir deyimle , ' 'image ' 'lar halinde verilme-
.
mış .
Samim Kocagöz , Yakup Kadri 'ye , " Edebiyattan önce
yapılacak çok iş var , " demişti . Orhan Veli , " Edebiyatı ede­
biyattan kurtarmak gerek , ' ' diyordu . Bir yazar bu gibi sözlere
pek kulak asmamalı , bence . İlk bakışta büyük gerçekler bul­
muşlarmış gibi geliyor ama değil . Edebiyat , edebiyatla yapı­
lır , edebiyatın kendine özgü araçları kullanılarak yapılır .
(Süslü cümleler yapmak , hor görülen anlamıyla "edebiyat
yapmak' ' çoktan bir yana atıldı ; onun üzerinde durmanın bir
faydası yok . ) " Edebiyattan önce yapılacak çok iş var" inancı �
edebiyat adamlarının , gerçeği , insan gerçeğini , toplum gerçe­
ğini , edebiyata yaraşır biçimler içinde vermelerine çoğu 1 za­
man engel oluyor . İlhan Tarus 'un hikayeleri�de bunu apaçık
görmek mümkün . Oysa , söylenecek söz kadar , söyleyişin de
önemi vardır .
" Söylenecek şey" , edebiyat alanına , ancak iınage şeklin­
de girer ; edebi bakımdan , ancak artistik bir tarzda ifade
edilince "vardır" . Edebiyat olayının özelliği buradadır : Özle
biçimin birliği .
Bunların birbirinden ayrılması , iki durumda da , biçimci­
liğe götürür. Ya " sanat iç�n sanat " diye bir şey söylemeden
konuşurlar , ya da "ille öz " , "toplumcu sanat " derler, hayata
nüfuz yerine hazır kalıpları tekrarlarlar , yaptıkları gene biçim­
ciliktir , çünkü kalıplar , biçimler içinde hapsolup kalmışlar­
dır . Bu çıkmazı önlemenin yolu , özü , bu öze en uygun gelen
biçimle vermektir Kolay iş değil tabii . Çünkü ' 'öz , biçimi tayin
eder' ' demekle yeni özün gerektirdiği biçim kendiliğinden

43
ortaya çıkmaz . Sanatçının sayısız deneme yapması gerekir .
Eleştirme , kendi kendini eleştirme gerekir .
İlhan Tarus , yalnız gözlemle , yerme ile yetinmiş . ' ' Kos ­
koca bir millet gözlerini bize çevirmiş . . . ' ' diyen , ' 'hadiseleri
izah yetkisini" elde eden bir yazar , edebiyatın görevi yalnız
toplumun kusurlannı , çürüyen yönlerini göstermekten ibaret
olmadığına göre ; tipik olaylar , müs bet tipler bularak gelişeni ,
örnek olabilecek olanı da belirtmeliydi . Böylece "gözlerini ya­
zara çeviren koskoca bir millet ' ' birtakım iyi örnekler
üzerinde , somut örnekler üzerinde düşünür , olaylar karşısın­
daki davranışı ile "gereken davranış " arasındaki ayrımı
görürdü . Edebiyat , halk eğitiminde kendine düşeni bu yoldan ,
insanları , dünyayı değiştirmeye çalışarak , gerçekleştirebilir ,
sanıyorum . İlhan Tarus , herhalde , hu meseleler üzerinde de
düşünmüştür , ama hikayelerinden bunu anlamak pek
mümkün değil .

44
TOPLUM KAYGISI , SANAT KAYGI SI

İlhan Tarus'un Köle Hanı adlı hikaye kitabı hakkındaki


düşüncelerimi yazmıştım (Yeni Ufuklar, ağustos 1 954) . O
yazıda İlhan Tarus'ta eksik bulduğum yanları açıklıyor, ede­
biyatın, gerçekleri, insan gerçeğini, toplum gerçeğini, kendine
özgü araçlarla göstermesi gerektiğini söylüyordum. Bir ko­
nuşma üzerine edebiyatın kendine özgü ifade araçları konusu­
na dönmenin faydasız olmayacağını düşündüm.
Vatan gazetesinin 1 Ağustos 1 954 tarihli Sanat Sayfa­
sı'nda Mustafa Baydar'ın İlhan Tarus'la bir konuşması çıktı.
Tarus'un gerçek demokrasi hakkındaki fikirleri, sevdiği
yahancı yazarlarla kendi sanat anlayışı arasındaki aykırılık,
" edebiyatımızın tenkid yönü" üzerine düşünceleri de epeyi su
götürür ama, ben burada Mustafa Baydar'ın ilk sorusuna
verdiği cevap üzerinde duracağım. (Yalnız şunu söyleyeyim:
Gerçekçi bir sanat yapmak istediği halde, Tarus'un toplumu
görüşü idealist! İdealist bir dünya görüşüyle gerçekçi sanat
yapılamayacağını söylemeye lüzum var mı?) Mustafa Baydar
soruyor : . . Sosyal endişe ile mi, yoksa sanat endişesi ile mi
yazarsınız? ' ' Tarus'un cevabı: "Tamamen sosyal endişe ile. ..
Sanat endişesi diye de bir şey kabul etmem." Mustafa Bay­
dar: "Sebep?" İlhan Tarus: "Aksi takdirde edebiyat ve
sanatın cemiyette fonksiyonu kalmaz; bir çeşit zevk ve

45
eğlence aleti mertebesine düşer . ' '
Mustafa Baydar'ın soruş şeklinden belli , meseleyi anla­
mamış . Anlamayabilir , o kadar önemli d�ğil . Ama Tarus gibi
bunca yıldır hikaye yazan f gerçekçi yazar tanınan birinin ver­
diği cevap , bana öyle geliyor ki , gerçekçi, milli edebiyatımızın
gelişmesi bakımından zararlı olabilir . Gerçekçiliğin , halkçı sa­
natın yanlış anlaşılması , sanatın özel tabiatının gözden ırak
tutulması , sanatın gerçek hakkındaki bilgimizin özel bir şekli
olduğunun unutulması , sanatın yaratıcı yöntemiyle bilimin
nazari yönteminin birbirine karıştırılması , İlhan Tarus 'a o
sözleri söyletmiş olacak . Kötü bir iş yaptı Tarus . Çünkü ger­
çekçiliğe saldırmak isteyenler de gerçekçilik diye hep böyle
gerçekçilikle ilintisi olmayan görüşleri ileri sürerlerdi . Tarus ,
ister istemez , onların ekmeğine yağ sürüyor . Bunun için Ta­
rus 'un düşüncesinin gerçekçilikle bir ilintisi olmadığını be­
lirtmek , herkesten önce , gerçekçi yazarlarımıza , gerçekçi ede­
biyatı savunanlara düşüyor , sanıyorum .

" Edebiyat ve sanatın cemiyetteki fonksiyonu " ancak


yazarın "sosyal end işesi" ile birlikte bir de "sanat endişesi"
olmasıyla mümkündür, diyorum . " Sanat endişesi diye bir şey
kabul etmeyen ' ' bir yazarın eseri , kuru , canlılıktan yoksun bir
eser olacaktır ; şematizme kayacaktır ; estetik bir heyecan vere­
meyecektir ; sonunda , ' 'cemiyette fonksiyonu ' ' olamayacaktır .
Sanat kaygısı olmadan toplum kaygısı bir sanat eseri
meydana getirebilir mi? Ben bunun imkansız olduğuna ina­
nıyorum . Çünkü edebiyat eserinin var oluş şartı , sanat kay­
gısıdır . Edebiyat eseri , söylenecek şeyler ancak artistik bir
tarzda söylendiği zaman vardır . Edebiyatın bize öbür insanlar
hakkında , toplum hakkında , tabiat hakkında verdiği bilgi ,
ilmi bilgiden farklıdır . İlmi bilgi , gerçek hayatı kavramlarla
verir . Oysa sanatın tanıttığı gerçek dünya , artistik imajlar
içinde aksettirilmiş gerçek dünyadır . Artistik ima jlar , nesnel

46
gerçeğin aksinin özel şekli : İ şte edebiyatın kendine özgü
anlatma aracı .
Bir düşünür şöyle diyordu : " Artistik düşünce , felsefe­
nin , ekonominin kategorilerinden başka kategoriler içlııde ha­
reket eder ; artistik düşünce obj ektif dünyanın subjektif şekil­
lerle artistik tanzimine bağlıdır . . . Mantıki bilginin (düşünce­
nin ) temel şekli olan kavram nazari (bilimsel) metoda çözül ­
mez surette bağlıdır ; imaj ise , artistik bilginin (düşüncenin)
temel şekli , sanatın yaratıcı metoduna çözülmez surette bağlı­
dır . "
"Sanat endişesi diye bir şey kabul etmem , " demek ,
sanatın yaratıcı metodunun özelliklerini görmemek olur ki , bu ,
sanatın gerçek hakkındaki bilgimizin özel bir şekli olmak
bakımından ' 'specifique ' ' tabiatını değerinden aşağı görmek
olur . Böyle bir görüşle yazılan eser , yazarın topladığı malzeme
eserin özü haline gelmediği için , eserin dışında kaldığı için , bir
sanat eseri olamaz .
Emekle , sabırla toplanmış pek zengin malzemeler ,
önemli toplumsal fikirler , saygıdeğer davalar , sanat eserinde
oldukları gibi görülemezler . ' ' İdeoloj iler , semboller , t�fsirler ,
madem ki dışarda kalmak değil muhteva haline geçmek
zorundadırlar , eserin derinliklerinde erimelidirler . Bunlar
ancak ideoloj i , sembol , tefsir olarak kaybolarak , ancak somut­
laşarak mevcut olurlar , etkili olurlar . Sanat eseri tamamiyle
immediate olarak sunulmalıdır , gözükmelidir : 'sensible ' , .tabii
olarak . Yalnız böylece duyarlığa hitap edebilir ; taze , kendili­
ğinden bir karakter alır -· hem aldatıcı , hem zorunlu bir
karakter - bu karakter estetik heyecanın tamamlayıcı par­
çasıdır . " (Henri Lefebvre)
Sanat kaygısı tanımamak , ister istemez , şematizme gö ­
türür : Yaşayan kişiler yerine canlılıktan yoksun kuklalar .
İlhan Tarus 'un Dünya gazetesinde Samanp azarı adlı bir ro ­
manı çıktı ; yazarın bütün kişileri birer kukla , belirli gerçekleri
göstermeye yarayan birer kukla . Tipik karakterler ferde irca
edilmediği için , roman hayatiyet ten mahrum , kuru . ' ' İnsanla­
ra yol göstermeye kalkmadan önce insanları sevmek gerek , ' '

47
diyen düşünüre bir kere daha hak verdim. Tarus insanlara
sadece bir ifade aracı diye bakıyor, sevmiyor onları. İnsana
araç diye bakılarak gerçekçi edebiyat yapılabileceğine Tarus
inanıyor mu? Tarus'un içine düştüğü şematizmden kurtu­
labilmesi için "sanat endişesi diye bir şey kabul" etmesi gerek.
Avrupalı bir yazarın bir sözünü hatırlıyorum: " Bu şematizas­
yon temayüllerine karşı Aragon teknik mükemmelliği, kalite­
yi en yüksek noktaya eriştirmekle mücadele ediyor.''
İlhan Tarus, ' 'güzel yazmak kaygısı''nı galiba biçimcilik
(formalisme) sanıyor. Oysa biçimcilik başka şeydir, güzel
yazmak kaygısı başka şey. ''Problemes de la science de la
litterature'' adlı çok önemli' bir incelemelerinde J. L. Lecercle
ile P. Albouy şöyle yazıyorlar: " Biçimciliği şiddetle reddede­
riz. Ama biçimcilik güzel söylemeye çalışmak değildir. Biçim­
cilik, biçimi özden ayırmak tır. Biçimcilik, dil ile düşüncenin
birliğini bozarak, dili manasından mahrum ederek, hiçbir şey
söylememek için konuşmaya varır. Biz ise, tersine, özle biçi­
min birliğini teyid ediyoruz... Yazar için ifade çabası ile özün
belirtilmesi çabası bir tek, aynı canlı yaratışta birbirine ka­
rışırlar. Aynı şekilde, özün gerektirdiği biçim de öze tesir eder,
özün ideoloj ik değerini azaltabilir, yahut sağlamlaştırabilir."
Bir yazar da gerçek güzeli şöyle tarif ediyordu: " Sanatta
gerçek güzel, zengin bir düşüncenin, tarihen doğru bir özün,
artistik biçim mükemmelliğinin ahenkli bir birliğinin sonucu
olarak belirir.''
Sanat eserinde öze önem vermemek, yalnız ustaca
işlenmiş bir biçimle yetinmek yanlış oluğu gibi, yalnız öze
önem vererek biçimi , sanat tekniğini umursamamak da yanlış­
tır. Gerçekçi bir eserde bu ikisi de birlikte bulunur, birbirini
tamamlar.

48
YAZARIN HÜRLÜGÜ

Çok şeyler söylendi yazarın hürlüğü üstüne . Güdümlü


sanat dediler , söylediler ; düşünce hürriyeti dediler , söylediler ;
kendi için yazmak dediler , söylediler . Herkes yazarın hür ol ­
masını istiyor , yazarın yaratıcı çalışmasına kimsenin karışma­
masını istiyor . Söylenilenlerin çoğu kandırmıyor beni , inan ­
dırmıyor ; gene de bu tartışmalar , bu öfkelenmeler hoşunıa
gidiyor . Çünkü , bana öyle geliyor ki , yazarın hürlüğü için
gösterilen bu telaş , aslında , birtakım yazarlarımızın aydınlık
bir hürlük kavramına varmalarından ileri geliyor ; birtakım
yazarlarımızın aydınlık bir hürlük kavramına varmaları bazı­
larını korkutuyor , bu telaş bundan . Beni sevindiren de bu .
Yazarın hürlüğünü savunanlardan Mehmet Kaplan ,
"akademik hürlük kösteklenmişken " (Üniversite ve Siyaset ,
Forum , Sayı : 1 3 ) , "Üniversite 1 954 akademik yılına elinden
muhtariyeti fiilen alınmış bir şekilde " girerken , "basın hürri­
yetinin iktisadi baskı ve şiddetli cezalarla ne dereceye kadar
kısılmış bulunduğu günün en hararetli tartışma konuların­
dan" biri iken (Üniversite Açılırken , Forum , Sayı : 1 5 ) ağzını
açmayan , hürlük üzerine düşündüklerini söylemek lüzumunu
duymayan Profesör Mehmet Kaplan , İstanbul dergisinin 1 2 .
ci sayısında , Orhan Kemal 'in Grev adlı son hikaye kitabını
eleştirirken , şöyle diyor : " Said , hiçbir ideolojinin , hiçbir dokt-

49
rinin adamı değildi . Hürdü . . " Daha ilerde , " İdeoloj i , sanatçı
ile gerçek arasına bir perde gerer , hem kendisini , hem de
haya tı hür ve taze bir ruhla kav ramas ına engel olur , " diyor .
Yazısının sonlarında da , " Orhan Kemal ve ' Sosyal Realizm '
denen ç ığırda yazan diğer hikayeciler , hayat ve insanlar kar­
şısında kendilerini hür hissetmedikleri , her şeyi dar ve
yeknesak bir doktrine sokmaya çalıştıkları , onun d ı şında bir
gerçek tanımadıkları için hep aynı havada , a ynı tarzda , aynı
üslupta hikayeler yazıyorlar , ' ' diyor .
Mehmet Kaplan 'a göre yazarın h ü r olabilmesi için bir
doktrinin , bir ideoloj inin ada m ı olmaması şart . Rousseau 'nun
" insan "ı gibi , Ka p l an ı n " yazar "ı da hür doğu yor anl a ş ılan
' .

Bu hürlü k , hiçbir çaba göstermeden , kendiliğinden var olan


bir hürlük . Hazırlop bir hürlük . Yazarın ağzı burnu gibi do ­
ğu ştan v ar olan bir şey . Bilgiye dayanan akılla kazanılmış ,
emekle elde edil miş bir hü rlük değil . Yazar bir doktrinin adamı
olunca hürlüğü n ü yitiriyor . Kap l an' da doktrin düşmanlığı pek
açık : " Dar ve yeknesak bir doktrin " diyor , "basma kalıp
hayat görü şü " d i yo r O kadar tekrarladıla.r ki öğrenmeyen
.

k a l madı art ık : böyle bir doktrinin adamı olunca , sanatçı mı­


sınız , " hayatı hür ve taze bir ruhla " kavrayamazsınız ; dene­
meler , eleştirmeler mi yazıyorsunuz , Nurettin Şafgil 'in Yenilik
dergisinde söylediği gibi , "hiçbir zaman obj ektif sonuçlara "
varamazsınız . Hep aynı hikaye : bir doktrin adamı objektif
olamıyormuş , dört boyutlu gerçeği tek boyutlu görüyormuş .
Ama nedir bu "obj ektivite "? Galile zamanında Galile ile
inquisiteur 'ler arasında taraf tutmamak , Descartes zamanın­
da Descartes ile Sorbonne 'un din adamları arasında taraf tut­
mamak , Ansiklopedist'ler zamanında Diderot , Helvetius vb .
ile , bunları eserlerini Londra 'da yahut Amsterdam'da yayım­
lamak zorunda bırakanlar arasında taraf tutmamak . . . . Bugün
de "obj ectivite " adı altında yapılan , gelişen sosyal
kuvvetlerin doktrininin yolunu kapamak , onu serbest düşün­
ceye engel olan dar bir kalıp gibi göstermek . . . Gerçek korkusu
ile gerçeği söyleyenlerin verdiği korku birlikte gidiyor .
Bana kalırsa Kaplan 'ın da , ötekilerin de , bir doktrinin

50
adamı olmamasını isteyerek yazarın hürlüğünü savunmaları ,
aslında , birtakım yazarlarımızın gerçek hürlüğün ne demek
olduğunu kavramalarından ileri geliyor . Bazı yazarlarımızın
kavradıkları önemli gerçek şudur : Hürriyet zorunlulukların
idrakidir . Nasıl tabiat hakkındaki ilmi bilgimiz tabiat kanun­
larını kendi yararımıza kullanmamızı mümkün kılmışsa ,
toplum hakkındaki ilmi bilgimiz de toplumun insanca düzen­
lenmesini mümkün kılacaktır . Rene Maublanc yazıyordu :
"Hürriyet , tabiat vergisi , iptidai bir vakıa değil , insanın
derece derece kazanabileceği bir şeydir . Hürriyet , bir iktidar­
dır . Bu iktidar bilim ile , akla dayanan bilgi ile ölçülür . İnsan
için , hazırlop hürriyet yok , derece derece kazanılan , her gün
aklın gayretleri ile elde edilen bir hürriyet vardır . Bir
düşünürün dediği gibi ' hürriyet Tanrının bir lütfu değil aklın
bir zaferidir ' . " Ro ge r G araudy , bilgi ile hürriyet arasındaki
bağlantıyı gösterdikten sonra , ' ' Giderek bilgi nazariyesi
hürriyet nazariyesine karışır , ' ' diyordu . ( La Theorie de la
Connaissance , s . 3 77) .
Yazarın hür olması gerek elbette . Ama bu hürriyet yaza­
rın öyle kolaylıkla, hemen kendiliğinden elde edebileceği bir
şey değil , bir çabanın sonucudur . Melih Cevdet Anday
" Sanatta Gafil Avlanmak " adlı bir yazısında şöyle diyordu :
' ' Yapıldıkları , yaratıldıkları yılların duygu , düşünce özellikleri
eski eserlerin de , yeni eserlerin de kaçınılmaz damgalarıdır .
Ama eski sanatkarla yeni sanatkar arasında , bu bakımdan ,
önemli bir ayrılık var . O da yeni sanatkarın bu kaçınıln1azlığın
bilincine varması , içinde bulunduğu toplumla olan alışverişi
iyice kavramasıdır . . . Sorumlu sanatkar çevresinden aldıkları­
nı inceden inceye ayıklamak , seçmek , atılan bütün tohumların
boy verdiği bakınısız bir toprak olmaktan kendisini
kurtarmak zorundadır . " (Yaprak , Sayı : 5 ) . İ şte yazarı
hürlüğe , sahici hürlüğe götüren yol . Yazarlar için "hayat
sisli , karanlık , karışık , izahı güç ' ' ( M . Kaplan) kaldıkça
yazarların hürlüğünden bahsedilemez . Oysa yazarın hür
olması , zonınlulukların şuuruna varması , sanatı için vazgeçil ­
mez bir şeydir . Çünkü sanat eseriJ yalnız mevcudu , olmuş

51
bitmişi anlatmaz ; tipler , örnekler yaratarak yeni özleyişleri de
dile getirir . Yazar , bu işi yaparken , bir çelişmeye düşmemek
için , hür olmak zorundadır . Geçmiş çağların sanatçılarında bu
açık şuuru bulamayız . Katolik , kralcı Balzac , eserleriyle bur­
j uva toplumuna hizmet etmiştir ; siyasi görüşü ile gerçekçiliği
birbirine aykırıdır . Bu şuursuzluk bugün yerini şuurluluğa
bırakıyor . Hürlükle şuur ayrılınıyor artık . O halde bir doktrin
objektif gerçekleri aksettiriyorsa , bu doktrine bağlı olmak
hürlüğe zarar vermek şöyle dursun , hürlüğün temel şartı olur .
Kaplan , Sait Faik 'ten bahsediyor. Eski bir usul : birini
yermek için ötekini öveceksin . Ama Kaplan 'ın "bu binbir
renkli , güzel , acaib , sırlı ve müphem dünyanın içinde , şaşkın
ve yalnız " dolaştığını söylediği S . Faik 'in dünyası hiç de san­
dığı gibi "müphem , karışık , zengin ve esrarlı " değil . Sait Faik ,
açık bir şuura varmış bir yazar olmadığı halde , her şeye
hayretle , şaşkınlıkla baktığı halde , özlediği dünyayı gayet
açık anlatabilmiştir : "Haksızlıkların olmadığı bir dünya . . .
İnsanların hepsinin mesut olduğu , hiç olmazsa iş bulduğu ,
doyduğu bir dünya . . . Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir
dünya . . . Kafanın , kolun , çalışabildiği zaman insanın
muhakkak doyabildiği , eğlenebildiği bir dünya . . . İçinde iyi
şeyler söylemeye , doğru şeyler söylemeye selahiyetler
kıvranan adamın , korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir
şeyleri söyleyebildiği bir dünya . . . ' ' (Havada Bulut , s . 2 1 ) .
Zorunlulukların şuuruna varan yazarın duyduklarını ,
gördüklerini , düşündüklerini , Sait Faik 'in istediği gibi ,
"Korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden " söyleyebilmesi : İşte
yazarın hürlüğü . . .
Ne var ki toplum hayatı hakkında aydınlık görüşlere
varmak , yazarı hür yaparsa da , ille de güzel eserler vermesini
gerektirmez . Objektif gerçekleri aksettiren bir doktrine inanan
sanatçıların da , şematizmden kurtulamadıkları zaman , ne
kötü , ne çekilmez eserler verebileceklerini hepimiz biliriz .
Çünkü şuurlu olarak toplum kaygısıyla yazmak birtakım yeni
meseleler getiriyor . Bu meselelerin çözülmesi güç iş , uzun
çabalar isteyen bir iş . Nasıl yazarı hür yapan doktrin a priori

52
olmayan , objektif zorunluluğun aksi olan bir doktrinse , yani
objektif olarak , bizden bağımsız olarak meydana gelen hare­
ketlerden çıkarılmış bir doktrinse ; sanat eseri de birtakım
hazır kalıplardan değil , hayatın , canlı gerçeğin içinden çıkarıl­
malıdır . Dünya görüşü hayat tecrübesiyle birleşip kaynaş­
madıkça , M . Kaplanlar "klişeleşen bir hayat görüşü ve sanat
tarzı' ' gibi sözler edeceklerdir . Yalnız , M . Kaplan , örneğini
yanlış seçmiş : Orhan Kemal , bütün yazarlarımızın kabul ettiği
gibi , yurt gerçekleriyle haşrüneşr olmuş , halkımızın durumu­
nu da , özleyişlerini de apaçık gören , bu özleyişlerin gerçekleş ­
mesine sanatıyla hizmet etmekten başka kaygısı olmayan bir
yazardır . M . Kaplan'ın bulmak istediği kusurlar , daha iyi bir
dünyanın kuruluşuna eserleriyle katılmak isteyen sanatçılar
arasında en az Orhan Kemal 'de vardır .
Mehmet Kaplan , yazısının sonunda , ' ' İnsan can sıkın­
tısından kurtulmak için yalanı , fantaziyi bile sever , " diyor .
Grev M . Kaplan üzerinde bu etkiyi yapmışsa , rahat etmek için
onu yalana , fantaziye sarılmak zorunda bırakmışsa , Orhan
Kemal zaten işini hakkıyla yapmış değil midir?

53
DÜŞÜNMEKTEN YANA

Yenilik dergisinin Ağustos 1 954 tarihli sayısında Okta�


Akbal 'ın bir yazısı var : Kendi İçin Yazmak .
Oktay Akbal " Şair , romancı , hikayeci eserini kimin içiı
yazar? ' ' soru s u üzerinde duruyo r . Kızmış bazı genç yazarları
mız a , yazısının bir yerinde şöyle diyor : " Sanat dergileriniı
açtıkları s oru şturmalara genç yazarlarımızdan bazılarının hi(
düşünmeden , üzerinde biraz kafa yormadan hemencecil
' Sanatın ödevi to p luma hizmet etmektir ' diye kesin mi kesir
bir cevap vermeleri , o kimselerin ne genel anlamıyla sanaı
üzerinde , ne de kendi sanatları üzerinde hiçbir zaman dü şün
memiş , dü şünmeyi akıl etmemiş veya gerekli bulmamış olduk
larını ortaya koyuyor . ' '

Oktay Akbal da " kesin mi kesin " konuşuyor : , . .Yazar


diyor , kendisi için yazar . Ünü dünyayı tutmuş , kişi oğlunur
unutamadığı eserleri , yaratıcıları toplum için , topluma biı
faydası dokunsun , toplumu aydınlatsın , ona yeni yollar , yen:
ufuklar açsın diye ' ' yazmamışlardır .
" Sanatın ödevi topluma hizmet etmektir " sözü kolay
tekrarlanabilen bir kalıptır . Doğru . Sanatlarıyla toplumsal bir
iş yapmak isteyen sanatçılarımızın birçok zayıf yanları vardır .
Bu da doğru . Ama Oktay Akbal gibi konu şmaktansa , şöylE
demeyi ben daha doğru buluyorum : ' ' Yazar , eserini yaratır -

54
ken , ister kendi için yazsın , ister toplum için yazsın , bütün
gücünü kullanır , yapabileceğinin en mükemmelini yapmağa
çalışır . E ser ortaya çıkınca , ' Budur elimden gelen ' der . Böyle
yapacağına , böyle diyeceğine , ' Ben halk için yazıyorum , hal­
kın seviyesini düşünerek yazıyorum' , derse kendi beceriksiz ­
liğini halkın sırtına yüklemeye çalışmış olur . Yani yazarın ese­
rini yaratırken kaygısı , gücünün yettiği en mükemmel eseri
yaratmaktır . ' '
Bana öyle geliyor ki Oktay Akbal 'ın anlayışında olanlar
da , benim gibi sanatın toplumsal bir görevi olduğuna inanan­
lar da bu sözleri kabul ederler . Ama Oktay Akbal böyle
demiyor, sığınmış Flaubert ' in tanıklığına, gerçekçi sanatçılara ,
yanlış anlaşılmış bir gerçekçiliğe saldırıyor . Ben Oktay Ak ­
bal 'ın bu haksız saldırışları , bir de birtakım yanlış bilgileri
üzerinde durmak istiyorum .
Şöyle diyor Oktay Akbal : " Gerçek bir yazarın kendi
sanatçı içgüdüsünden , anlayış ve sezgisinden ötede bir şey
düşünmesi , ön bir yargıyla belirli bir hedef ardında koşması
edebiyat dünyasında görülmüş şey değildir . Hiçbir yazardan
böyle bir şey istememeliyiz . Çünkü böyle önyargılarla hareket
etmek , sanatçının bütün yaratıcı yönünü yok etmek , elinden
almak demektir . ' '
Oktay Akbal , bireyle toplumun ilişikleri üzerinde pek
' 'kafa yormuşa ' ' benzemiyor ; sanatçıyı yaşadığı çevreden sıyı ­
rarak düşünüyor , bu çevrenin etkileri dışında düşünüyor .
"Gerçek bir yazarın kendi sanatçı içgüdüsü , anlayış ve
sezgisi . . . ' ' diyor , diyor ya , bu içgüdü , bu. anlayış , bu sezgi
nasıl meydana gelmiştir? neden şöyle değildir de böyledir?
bildirmiyor bunları . Yani bir sınıra kadar düşünüyor , ondan
sonra "düşünmeyi akıl etmiyor " , yahut "gerekli bulmuyor" .
Oysa "bazı genç yazarları " düşünmedikleri için kınıyordu .
Oktay Akbal , " Ön bir yargıyla belirli bir hedef ardında
koşmak . . . " diyor , " Hiçbir yazardan böyle bir şey istememe­
liyiz . . . ' ' diyor . Sanatçıdan ön bir yargı ile belirli bir hedef ar­
dında koşmasını isteyen kim? Oktay Akbal , ya gerçekçi edebi ­
yattan habersiz , yahut da gerçekçilik diye bildikleri gerçekçi-

55
likle ilgili olmayan şeyler . Çünkü sanatın toplumsal bir görevi
olduğunu söyleyenler , sanatçının sorumluluğundan söz
açanlar , önyargılarla , hazır kalıplarla sanat eseri yaratılama­
yacağını da söylerler, öyle eğilimlerle bilinçli olarak savaşırlar .
Onlar da , ' ' İlham emir dinlemez , ' ' derler . Onlar da herhangi
bir konu , herhangi bir mesele hakkında her yazarın öyle
hemen karar vererek oturup yazı yazamayacağını bilirler .
Bununla beraber bir şey vardır ki , ilhama emreder . Bu , yaza­
rın yaşadığı hayattır . İşte bu hayat "seçilebilir" . Bunun için ,
yazarın özel hayatında çilesini çekmediği şeyler hakkında yazı
yazması ne kadar güçse , aksi durumda da , o kadar kolay , o
kadar kendiliğindendir .
Kökünde yaşanmış tecrübe , yaşanmış heyecan olmayın­
ca gerçek bir sanat eseri yaratabileceğine gerçekçi yazarlardan
inanan yoktur , sanıyorum . Halkımızın hayatını yaşamak , ya­
zarın kafası ile yüreği arasındaki ayrılığı kaldırır ; artık , ' ' Şu
tem üstüne yazmak iyi olurdu ama , çok güç ! ' ' gibi laflar
edilmez olur . Giderek yürek - yaratıcı heyecan - doğru ,
haklı konuyu kafadan önce seçer ; yazar "kendiliğinden " girer
o meselelere . O . Akbal 'ın "önyargılarla belirli hedefler ardın­
da koşmak " dediği şeyin aslı budur . Yazarın "sanatçı içgüdü ­
sünü , sanatçı sezişini " yazarın seçtiği hayat şekillendirir . Ok­
tay Akbal 'ın bağlı olduğu toplum katı , o hayatın Akbal
üzerindeki etkileri , onun geçmiş günlerin özlemiyle , çocukluk
anılarıyla , gerçekleşemeyecek düşlerle gününü geçirmesi so­
nucunu doğurmuştur . ( Ama böyle bir yazar da belirli bir
bilince vararak durumunu değiştirebilir . Yani yazarla bağlı
olduğu toplumsal çevre arasında , yazarın düşüncesine biçim
vermek bakımından , mekanik bir ilişki yoktur . ) Bu hayat
şartları onun sanat anlayışına biçim vermiş , onu bir ' 'Oktay
Akbal " yapmıştır . Bu Oktay Akbal , bugün , farkında
olmadan , ' 'önyargıyla belirli bir hedef ardında koşmaktadır . ' '
Çünkü Oktay Akbal'ın sanatı da "topluma hizmet " ediyor . Ne
var ki kat kat toplumlarda ' 'topluma hizmet ' ' sözü açıklıktan
yoksun kalıyor. Çünkü her toplum katının kendi özleyişlerini
dile getiren yazarları vardır . Oktay Akbal 'ın sanatı gerçekten

56
korkanların , değişmekten korkanların hizmetinde . Okuyucu ­
larını gerçek dünyanın gerçek meselelerinden uzaklaştırarak ,
gerçek hayatı bütünlüğüyle vermeyerek , haksızlıklar karşı­
sında susarak , haksızların , güçlülerin yanını tutmuş oluyor .
Sık sık tekrarladığı o soyut "insan sevgisi" hiçbir şeyi değiş­
tirmez . Bu sanat , kurtuluşu , değişmemekte , gerçeğin bilinci­
ne varılmamasında bulanların hizmetinde değildir de , nedir?
Oktay Akbal 'ın "kendiliğinden , hiçbir ön yargıya varmadan ,
sanat dışı telkinlere kapılmadan ' ' yaptığını sandığı işte budur.
Oktay Akbal şöyle diyor : ' 'Yazar , gerçek bir sanatçının
duyarlığına , kişiliğine sahip yaratıcı bir yazar , kendisi için
yazdığı eserinde de toplumu , çeşitli yönleri , ruh halleri ile ak­
settirmesini bilecektir. Bunu kendiliğinden , hiçbir önyargıya
varmadan , sanat dışı telkinlere kapılmadan yapacaktır . ' '
"Toplurnu çeşitli yönleri , ruh halleri ile " aksettirebilmek
için toplum hayatının işleyişini bilmek gerektir . Bu da ancak
yazarın "kendiliğinden " gibi "hiçbir ön yargıya varmadan "
gibi , "sanat dışı telkinlere kapılmadan " gibi önyargıları bıra­
karak , ' 'kendiliğinden ' ' denilen düşüncelerin aslında hazır ka­
lıplardan , yaygın önyargılardan başka bir şey olmadığını gö ­
rüp toplum hayatını bilimsel bir görüşle incelemesiyle , o
hayatın içine girmesiyle mümkündür ; yani "düşünmesiyle "
mümkündür. Yazar, bu düşünme çabasını gösteremezse
' 'toplumu çeşitli yönleri , ruh halleri ' ' ile gerçeğe uygun olarak
değil , doğru olduğu şüpheli olan yaygın bir görüşe uygun
olarak aksettirecektir ; oysa bu aksettiriş gerçeğin tahrifi
olabilir . O zaman okuyucuya gerçek yanlış olarak aksettiril­
miş olacaktır . Çünkü konu kadar , konuyu görüş , gerçeği
kendi gelişmesi içinde görebilmek de önemlidir . Sevdiğim bir
şair , Behçet Necatigil , hayatın güçlükleri karşısında "kendi­
liğinden' ' şöyle diyor:

İçeriye sevinç, keder


Hiçb ir haber sızdırmayan ev anyoruz.
Toplum hayatının işleyişini anlamak çabasını göstermiş
bir başka şair ise , Melih Cevdet Anday , şöyle diyor :

57
Kim b ilecek. . . kapalı kutu
A ma bulu t, yağmur b ulu tu
Gelir karanr nerdeyse
Tohum alt ta nefes nefese
Kulağı gök gürültüsünde.

İkisi de toplumu aksettiriyor : Biri , umudunu kesmiş , yı­


kılmış , dünya ile ilgisini kesmek istiyor ; öbürü umutlu , aydın ­
lık geleceklere inanıyor . Şimdi biz Melih Cevdet 'i "ön yargıla ­
ra kapılmıştır , sanat dışı telkinlere kapılmıştır" diye kınaya ­
cak mıyız?
Oktay Akbal 'ın bir de şu sözü üzerinde durmak istiyo­
rum : "Ünü dünyayı tutmuş kişioğlunun unutamadığı eserleri ,
yaratıcılarının toplum için , topluma bir faydası dokunsun ,
toplumu aydınlatsın , ona yeni yollar , yeni ufuklar açsın diye "
yaznıadıklarını söylüyor . Bu , o zamanlar yaratışın bilinçli ola­
rak yapılm adığın ı gösterir . O kadar . Geçmişin büyük sanatçı­
ları daima belirli bir bilinçsizlik içinde yaşadılar ; y aratıcı ç alı ş ­
mal arı nı n ş a rt la rını , başarılarının ya da başarısızlıklarının
sebeplerini pek bilmiyorlardı . Ama çağımızda , bilinç ç ağında ,

özgürlük çağında (zorunlulukları bilmekten gelen özgürlük) bu


du ru m elbette kaybolacaktır . Bu bilinçsizlik artık bir kısırlık
sebebi_ olmaktadır . H o ş bu b ilinçsizlik de yapmacıktır ya !
Aslında ne istediklerini çok iyi bilirler . Çü nkü bir düşünürün
dediği gibi , ' ' Bilinçsizlik , yanlış bilinçle birlikte gider . ' '
Bugünün sanatçısı bir düşünür olmak zorunluluğunu duyu ­
yorsa , sanatın özelliklerini , kendine özgü tabiatını bilnıek is ­
tiyorsa , yaptığı işi bilinçle yapmak istiyorsa , " S an atçının
sezişi ' ' gibi bulanık sözlerle yetinmek iste miyors a , ' ' yaşanılan
çağın her an değişen politik anlayışının ' adetlerinin alışkan ­
'
lıklarının kölesi durumuna " mı dü şmü ş olacaktır? Alışkanlık ­
ların köleleri , daha çok , hazır dü şünceleri , yaygın fikirleri üze ­
rinde dü şünmeden , nereden çıktığını , kimlerin çıkarlarına
uygun olduğunu ara ştırmadan , nesnel gerçeklere uygun olup
olmadığını incelemeden kabul ederek eserlerinde aksettirenler
değil midir?

58
Oktay A kbal , ' �bazı genç yazarların " düşünmemesin ­
den � kafa yormamasından yakınırken onları düşünmemeye ,
kafa y ormama ya · "kendiliğinden " dediği hazır , ya_ygın
, -

ama doğruluğu çok su götüren - düşünceleri benimsemeye Ç'i­


ğırmış olmuyor mu? Oktay Akbal 'ın bu yazısı bir çağrı , bi!"
' ' düşünmemeye çağrı ' ' değil mi?

59
ÇIKMAZDAKİ EDEBİYAT

İstesek de . istemesek de , bir kurulu düzen içinde yaşı­


yoruz ; bu düzenle sürekli alış-verişimiz var . Yazarlarımızın
eserlerinde , hele olayların gidişi , toplumların gelişmesi üzerin­
de düşünmemiş , bütün bildikleri romanlardan , şiirlerden ,
hikayelerden gelen yazarlarımızın eserlerinde , bu kurulu
düzenin etkileri , hiçbir engelle karşılaşmadan - örneğin ,
olayların , toplumların yalnız bugünkü durumu hakkında
değil , geleceği hakkında da yazarın fikir yürütebilmesini sağ­
layan bir dünya görüşüne çarpmadan - kendini belli eder . Bu
eserler , Taine 'in söyleyişiyle , bir toplumun tarihsel bir anının
ürünüdür . Taine 'e göre eser bu anın sadece ürünüdür , bu ana
müdahale etmez ; eser , sadece bir aynadır . Edebiyatın toplum
içindeki görevini sıfıra indiren bu mekanist görüşü , yazarları­
mızın eserlerinde kolaylıkla bulabiliriz . Gerçek hayatı , hiçbir
ön yargıya kapılmadan , özgürlük içinde , yansıttığını sanan
yazarlarımızın yaptıkları nedir? Günlük gerçeklerden koparak
çocukluğun hayal ülkesine sığınmak (0 . Akbal , Z . O . Saba) ,
"fizyoloj ik " diyebileceğim bir firarla gerçeklerden uzaklaşmak
isteği (N . Tirali) , incir çekirdeği doldurmayacak laflarla ki-
taplak doldurmak ( F . H . Dağlarca ) , çözemediği sorunlar kar­
şısında , suçu öbür insanlara yükleyerek , kendi kabuğuna çe­
kilmek (C . Külebi) . . . Gerçeği olduğu gibi yansıttıklarını , taraf

60
tutmadıklarını ileri süren bu orta tabaka yazarları olayların
yüzeyinde kalmışlardır ; gerçek karşısında kendilerini güçsüz
hissettikleri için bu gerçeğe sırt çevirmişlerdir .
Bu yazarlar kurulu düzenden memnun mu? Değil .
Eserleri bunu gösteriyor . Kurulu düzenden memnun
olmayanlar ya bu düzeni daha iyi yapmak için çalışırlar , ya da
imkansız olan bir şeyi , bu düzenin dışına çıkmayı , bu düzenin
üstünde olmayı , isterler . Saydığımız yazarlar , bu düzeni be­
ğenmeyen , ama daha iyi bir hayatın kuruluş yollarını görme­
yen , daha iyi bir yaşayış için bir çaba göstermeyen yazarlar­
dır .
Bu yazarların kötümserlikleri , yılgınlıkları , umutsuzluk­
ları nereden geliyor? Bunu , bu yazarların bireysel yanlarıyla
açıklamaktan çok , birtakım toplumsal nedenlere bağlamak
daha doğru olur , sanıyorum . Yazarlarımızın kötümserliği ,
içinde yaşadıkları toplumdan geliyor , bu toplum düzeninden
geliyor . Yalnız bugünkü durumu değil , daha ilerisini de göre­
bilecek bir dünya görüşlerinin olmayışı , yazarlarımıza , dün ­
yanın değiştirilemeyeceği sanısını veriyor . Toplum gerçeğini
oluşu içinde değil , duruk bir halde ele alıyorlar . Bunun için bu
düzen değişmez bir düzen gibi geliyor . Ardından nelerin gele­
ceği belli : umutsuzluk , cynisme . Bu umutsuzluktan , bu kö­
tümserlikten , bu cynisme 'den kurtulmak , yazarlarımız ,
toplum içinde kendilerini yalnız hissettikçe , suyun oksijenle
hidroj enden meydana gelmesi gibi , toplumun da yalnız birey­
lerden meydana geldiğine inandıkça , birtakım toplulukları , bu
toplulukların toplumların gelişmesindeki görevini göremedik ­
çe , mümkün değildir . Birtakım genç yazarların (örneğin M .
Erdost , O . Duru ) bu gerçek üzerinde düşünmelerini isterdim .
Çünkü yazarları dünyaya küstüren dertler toplumsaldır . Top -

lumsal meselelere bu açıdan bakmayan yazarın toplum hak -


kındaki düşünüşünü , "boşluk " , " saçma " , ' ' inhum anite " diye
sıralayabiliriz . Bu düşünüşle beslenen eserler de , ister istemez
cynique olacaktır , umutsuz , kötümser olacaktır . Bu kötüm­
serliğin samimi olup olmaması pek önemli değildir .
Ne var ki , yazarlarımızın bu kötümserliğini kendi çıkar-

61
ları için kullananlar olacaktır ; onları bu durumlarında tutmak
için özgürlük diyeceklerdir , sanatın kendi kanunları diyecek ­
lerdir . insanlara günlük dertlerini unutturmak diyeceklerdir ,
eserlerini armağanlandıracaklardır , yeni yetişen genç yazarla ­
rın onları örnek almalarını isteyeceklerdir . Çünkü , bu
yazarları kullananlar bilirler ki , bireysel davranıştan öteye
geçmemek , sonunda , kaçınılmaz kötümserliğe yol açar . Bütün
kötümser felsefelerin öncüsü Schopenhauer kurulu düzene
dokunabilecek her teşebbüsü reddetmemiş miydi? Existentia­
lisme 'in bu kadar çok , bu kadar çabuk yayılmasında , reform­
larla uğraşmayı adi , aşağılık bir iş diye göstermesinin payı az
mıdır?
Gerçeklerden kaçmaya başlaması , insan gücüne inan­
maması , insanın toplum gerçeklerini değiştirebileceğinden
şüphe etmesi bir edebiyatın çıkmaza girdiğinin � artık çökmeye
başladığının en açık işaretidir . Böyle bir edebiyat , milletin
(!eğil , toplum gerçeklerinden korkanların hizmetindedir ;
çünkü onlar , duruml arını sürdürnıek için insanların toplum­
daki bozuk -düzenin bilincine varmalarını istemezler . Bunun
için gerçekten korkan , ileriye bakmaktan korkan bu edebiyat ,
bir azınlığın , huzursuz , sıkıntılı , umutsuz bir azınlığın (onlar
"mutlu azınlık " diyorlar) edebiyatı , gelişen milletimizin edebi­
yatı olamaz . İnsan gücüne , bilime , ilerlemeye karşı umutsuz
bir güvensizlik içindeki bu yazarların daha i yi bir yaşayışın
özlemini duyan milletimize söyleyecek sözleri kalmamıştır ;
hayat , onları , geride bırakn1ıştır .
Bu edebiyatın karşısında , milletimizin gerçek durunıu ­
nu , gerçek özleyişlerini dile getiren kurulu ş halindeki gerçek
Türk edebiyatı vardır . Ben buna aydınlık gel ecekler edebiyatı
diyorurn .
y· EŞEREN OTLAR

İçinde yaşadıkları gerçeklerden sıyrılıp kopmak isteyen


yazarlarımız çok . Bu gerçekleri değiştirmek güç iş ; bu güçlüğe
katlanmaktansa "kendi kişiliğindeki zenginlikleri dökmek "
daha rahat , daha kolay . Ne var ki gerçeklerden kopmak is teği
yazarın yalnızlığı , umutsuzluğu , kötümserliği demektir . Bili ­
yoruz , yazarlarımızın çoğu , içinde yaşadıkları şartları beğen ­
miyorlar , daha iyi , daha aydınlık bir dünya istiyorlar ; bir
çıkar yol arıyorlar . Ama çevresinden uzaklaşan , gerçeklerden
kaçan , insanlara sırt çeviren biri için çıkar yol yoktur . Çünkü
yazarı dünyaya da , insanlara da küstüren sebepler toplum­
saldır ; oysa ' 'toplumsal meseleler için bireysel hal çareleri
olaınaz . " Bireysel bir kurtuluş yolu bulmaya çalışan yazar için
umutsuzluk , kötürnserlik kaçınılmazdır . Bu umutsuzluk , bu
kötümserlik samimi olabilir ; ama bu , bu kötümserliğin , bu
umutsuzluğun , kötü amaçlar için kullanılmasına engel değil ­
dir . Dünyanın değişemeyeceği kanısını uyandırmak , yaynıak
isteyenler yazarın bireysel davranışını desteklerler , iyi bir
şeymiş gibi , yazarın hürlüğünün temel şartı imiş gibi gösterir­
ler .
Cahit Külebi 'nin Yeşeren O tla rı 'nı okuyunca bunları dü ­
şündüm . Bir Külebi mi böyle olan? Bu umutsuzluk , bu içine
kapanmak isteği edebiyatımıza hakim bir eğilim durumuna

63
geliyor . Yazarlarımızın çoğunun umutsuzluğu , kötümserliği
samimi . Birtakım sebepleri var elbette bu durumun . Aydın ­
lık geleceklere inanan ; insanın gücüne inanan bir edebiyatın
kuruluşu için bu umutsuzluğun , bu kötümserliğin sebeplerini
araştırmak , tartışmak , bugünkü edebiyatımızın önemli bir
meselesidir , diyorum .
Külebi kötümserliğinin sebeplerini araştıracağına suçu
insanlara yüklüyor :

Ne kin , ne haset , ne başka şeyler


Çünkü insanlar uzaktadır . (Tokat 'a Giderken)

Böyle biri için her yol umutsuzluğa çıkar elbette :

Bense boyuna yalnız , boyuna derbeder


Yüzer dururum umutsuzluk denizlerinde (Diken)

' ' İçimdeki kederler' ' , ' 'umutsuzluk günlerimde ' ' , ' 'dönüp
dolaşıp o ele geçmez saadeti bulamamak " Külebi 'nin sık sık
tekrarladığı sözler .

Ne sigaralarda tat kaldı


Ne gönlümü avutur tazeler

deyince şairin önemli bir derdi var diyoruz . Ne olduğunu anla­


mak için .s ayfaları çevriyoruz . Bakıyorsunuz ,

Nedir çektiği şu göklerin?


Gökler yırtıldı uçaklardan

deyiveriyor . O zaman biz de Tanrı 'nın şair için söylediklerine


hak veriyoruz :

Daha gün görmemiş , cahil , habersiz .


Yalnızlık , umutsuzluk her şiirde karşımıza çıkıyor :
Sevda mı , umut mu , arkadaş mı

64
Hatıralar mı? Nerde .

İ şte milyon insanda milyon yürek


Senin için çarpar mı biri?

Karanlık kış günü akşamüstü


Dost diye sokaklarda kendini ara ,

Sevdalı kimsesiz , sarhoşlar gibi


Sarıl gizlice ağaçlara(Kış Yorum u)

İnsanlardan uzaklaşmak , yalnızlık , umutsuzluk , kötüm­


serlik , işte sonuç :

Garibiz , naçarız , gözlerimiz yaşlı


Tanrım bizi kurtar (Deniz Boyunca)

Kurtuluşu Tanrıdan bekleyen Külebi bazen insanların


saadetini de düşünüyor :

Bir at çekin benim altıma


Her gece gideyim aya kadar .
Yükleyip yükleyip getireyim
Sevinç , ışık , bahar (Türk üler 11).

Bir yazarın , 1 954 yılında , insanların saadeti için bu


kadar komik sözler söyleyebilmesine şaşmamak elden
gelmiyor .
Oysa :

Orda , derenin içinde


İki üç çırılçıplak
Alçacık damı düşündükçe
Gözlerim yaşarıyor , dön geri bak (Tokat 'a Doğru)

diyen şairin sahiden gözlerinin yaşarabileceğine insan zaman


zaman inanıyor . Külebi 'de insana biraz çocukça gelen bir yurt

65
sevgisi , bir halk sevgisi var . Ne var ki bu sevginin gerçek bir
sevgi olabilmesi , aydan saadet getirmek gibi biraz bönce
sözleri bırakmakla , bu saadetin bu yurt içinde , bu yurt insan­
larının çalışmal�rıyla gerçekleşeceğine inanmakla , o insanların
arasına katılmakla mümkündür , sanıyorum .

66
E D E B İYATIM IZ KARAMSAR M I?

' ' Yeni edebiyatı acılıkla , karamsarlıkla suçlayanlar gö ­


rülüyor . Yerinde mi bu hükümleri? Hiç sanmam . ' '
Varlık 'ın Eylül 1 955 sayısındaki " Yeni Sanat Üzerine "
adlı yazısında Bay Yaşar N ahi böyle söylüyor .
Edebiyatımız karamsar mı , değil mi? Bunun , üzerinde
tartışılması gereken bir konu haline geldiğini Bay Yaşar Na­
bi 'nin yazısı da gösteriyor . Karamsarlık yahut iyimserlik ede ­
biyatın çok önemli nitelikleridir . Bunlar üzerinde konuşmak ,
sebeplerini araştırmak , tartışmak , soruşturmalar açarak
sanatçılarımızı da konuşturmak edebiyatımızın gidişi hakkın­
da birtakım aydınlık görüşlere varmak için faydasız olmasa
gerek .
Bay Yaşar Nabi'nin yazısına gelince , söyledikleri kan­
dırmadı beni , meseleye pek yüzeyden değinmiş gibi geldi . Bay
Yaşar N ahi 'nin hareket noktası yanlış bence ; karamsarlığı ko­
nuda arıyor : " Gerçi , " diyor , "bugün memleketin resmi edebi­
yatta bile mahrumiyet bölgesi diye adlandırdığımız yerlerin­
den bahsedenler , oralarda yaşayanların acılarını dile getirenler
yok değil . Ama onların yazılarında bile bir hayata bağlılık , bir
umut havası var . Büsbütün karanlık değil yazıları . Çoğunluk
ise hiç de böyle en kötüyü , en hazini , en dertliyi aramak sev ­
dasında değildir . ' ' Bana kalırsa yanlış bir karamsarlık anlayışı

67
bu . Çünkü mesele , "en kötüyü , en haz ini , en dertliyi" anlat­
mak meselesi değildir ; mesele , "en kötüye , en hazine , en dert ­
liye ' ' bakış meselesidir , yani yazarın gerçeğe bakışı , gerçeğe
nüfuz etmesi meselesidir . Çünkü acıyı dile getirmek başka
şeydir , karamsar olmak başka şey . Böylece , karamsarlığı
konuda ararken yazarla karşılaşıyoruz , karşımıza yazarın
kimliği meselesi çıkıyor . Bunun en açık örneği aynı konuyu
işleyen iki yazardan birinin eseri karamsar olduğu halde öbü ­
rünün eserinin iyimser olabilmesidir . Sonra , ' 'mahrumiyet
..

bölgelerinden ' ' bahseden hikayelerin iyimser olabilmesine kar-


şılık İstanbul ' dan söz açan hikayelerin karamsar olabilmesi de
bunu göstermez mi? Yaşar Kemal 'in Teneke 'si ile Oktay Ak ­
bal 'ın Bizans Definesi buna örnek gösterilemez mi?
Bay Yaşar N ahi 'ye göre , ' ' İyimserlik de , kötümserlik de
izafi şeylerdir , ancak kıyaslama yolu ile belirirler . Bugünkü
edebiyatımızın karamsar olduğuna hükmetmek için onu ya
Batı edebiyatı ile , ya da dünkü edebiyatımızla karşılaştıraca­
ğız . . . Bunu yapmazsak iddiamız havada kalır , bir dayanağı
olmaz . ' ' Oysa ben , böyle bir karşılaştırma yapmadan da ede­
biyatımızın karamsar olup olmadığı hakkında doğru bir fikre
varabiliriz , sanıyorum . Sanat eseri , sanatçının bireysel yanla­
rını gözönünde tutmadan , gerçekçiliği pek kabaca anlayanla­
rın yaptıkları gibi , doğrudan doğruya , sadece toplumsal çev ­
renin etkisiyle açıklanamaz ; ama , toplumsal şartları gözönün­
de tutmadan da açıklanamaz . Bunun için Bay Yaşar Nabi'nin
hatırlamadığı bazı gerçekleri , sanatçı ile çevresini , sanatçının
içinde yaşadığı toplumu , bu toplum içindeki yerini hatırlamak
gerektir . Günümüz sanatçısının iyimser yahut karamsar
olması , toplum içinde yeni ile eski arasında yapacağı seçmeye
bağlıdır . İyimser sanatçı yeniden yana olan , yeniyi söyleyen ,
geleceğe bakan ; geleceğin aydınlık bir gelecek olduğuna ina­
nan , daha mutlu , daha ileri bir insanlığın kurulacağına inanan
sanatçıdır ; karamsar sanatçı , bilerek yahut bilmeyerek eskiye
hizmet eden , insan gücüne inancını yitiren , insanın içinde ya­
şadığı güç şartlardan kurtulup çıkabileceğine inanmayan sa­
natçıdır . Bunun için , Bay Yaşar Nabi 'nin , " Bugünün sanat-

68
çısını karamsarlıkla itham etmek ona gerçekten iftira etmek
olur , ' ' sözüne katılamıyorum . Bugün sanatçılarımızın çoğun ­
luğu ( ' 'çoğunluğu ' ' diyorum , hepsi değil , çünkü bu
çoğunluğun karşısında gerçekçi , aydınlık bir edebiyat
kurmaya çalışan sanatçılarımız var) karamsar bir dünya
görüşü içinde bunalmış kalmışlardır . Toplum gerçeğimizdeki
bozukluklar karşısında ya çocukluk anılarına sarılıyorlar , ya
kendi içlerine , kendi ' 'ev ' '!erine kapanıyorlar , ya da - en
umutlu oldukları zamanlarda - zahmetsiz , baharda ağaçların
çiçek açması gibi , kendiliğinden olacak bir düzelmeyi bekli­
yorlar . Eserlerinde aydınlık geleceklerden bir haber , bu gelece ­
ği bugünün şartları içinden gerçekleştirecek insanlardan bir iz
bulamazsınız . " Bu dünya böyle gelmiş böyle gider" anlayışı
eserlerinin özü haline gelmiştir . Onların iyi niyetinden , yurt
sevgisinden , halkımızın daha iyi bir yaşayışa kavuşmak öz ­
leyişlerinden yana olduklarından şüphe edilemez . Ama karam­
sarlıkları - bu karamsarlık , toplum gerçeklerini devrimci ge­
lişmesi içinde kavrayan , uzağı gören , bilimsel bir görü şe vara­
madıklarından olacak , - zoraki ortaya atılmış "çakar almaz
cinsten bir silah ' ' değil , bir vakıadır . Bunu inkar etmektense
sebeplerini araştırmak daha doğru olmaz mı? Bay Yaşar Na­
bi 'nin yazısının bulunduğu sayfada Sabahattin Kudret Ak ­
sal , "dilediğimiz mutluluğu erişemeyeceğiz hiçbir zaman "
dediği Mutluluk adlı şiirinde

1şe başladığımızda yağmur damlasından tazeydik


Sonra yorulduk,
Sonra tükendik .

diyerek Bay Yaşar N ahi 'yi tekzip etmiyor mu? Tükenmiş in ­


sanların edebiyatı karamsar olmaz da nasıl olur? Bu yıl Sait
Faik Hikaye Armağanı 'nı kazanan Gazoz Ağacı ile On !kiye
Bir Var iyimser eserler miydi?
Bay Yaşar Nabi , iyimserlikle karamsarlığın , ancak kı­
yaslama yolu ile belireceğini söyleyerek bir kıyaslamaya giri­
şiyor . " Batı edebiyatının bugünkü genel görüşünü ele alırsak

69
bizdekinden çok daha karamsar bir hava ile karşılaşırız , "
diyor . Bu ' ' Ba.tı ' ' sözü pek bulanı k , aydınlıktan uzak bir söz . . .
H angi Batı? Yarattığı değerlere s ırt çeviren , bilim Prometes i ­
ni zincire vurmaktan bahseden Batı m ı ? Yoksa bu değerleri
s avunan Batı mı? Batı derken bunu belirtmek gerek . Bir bilim
adamımız ( Niyazi Berkes ) , tarihsel gelişmemiz içinde , Batıdan
gelen dü şünceleri incelerken , ' ' Aldığımız fikirleri bugün
zamanlarına göre geri buluyorsak bunun sebebi olan amil , bu
fik irlerin pasaportunda değil , onu alanl ardadır . Dışardan gelen
malların nevinde olduğu gibi , fikir p iyasamıza şu veya bu
'kültür ' ün girişinde iç sosyal şartların geniş ölçüde tesiri ol­
mu ştur , ' ' diyordu . Bay Yaşar N ahi de bir Batı edebiyatı , bir
Batı kültürü ithalcisi duru mundadır ; o da Batı edebiyatını ,
B atı kültü rünü , iç toplumsal şartları hesaba katarak , Türk i­
ye 'ye sokuyor . Bu iç toplumsal şartlar Bay Yaşar Nabi ' yi
karamsar eserler seçmeye zorladığı için bütün B atı edebiyatını
karamsarmış gibi gösteriyor . Amerikan edebiyatı diye yalnız
Steinbeck , Caldwell , Hemingway , Faulkner 'in eserlerinin ,
Avrupa edebiyatı diye yalnız G ide , Sartre , C amus , Kafka ,
Montherlant , Koestler , l\tlauriac , Saint - E xupery 'nin eserleri­
n ün önümüze serilmesi bu yüzdendir . Ne var ki , bu , " Batı
edebiyatı " değil , " yarattığı değerlere sırt çeviren , toplumsal
gerçeklerden korkan Batının edebiyatı " dır . Bunun karşısında
iyimser , aydınlık geleceklere inanan , in s anın gücüne inanan
bir " Batı edebiyatı " vardır ki Bay Yaşar Nabi o edebiyatın
v arlığından habersizmiş gibi konuşuyor .
Bizim eski edebiyatımızın neden umutsuz , kederli , gamlı
olduğunun araştırılması çok faydalı olur . Bunu yapmak iste­
yenler de olmu ştur . Ama , ' 'eski edebiyatımız yeni edebi­
yatımızdan gamlıdır , o halde yeni edebiyatnnıza karamsar de­
nemez " yollu muhakeme yürüt mek bilmem ciddiye alınabilir
mi?
Bay Yaşar Nabi , " Orhan Veli'de , Cahit Sıtkı 'da tüten o
buram buram yaşama sevgisini nasıl görmemezlikten gelebi­
liriz? " diyor . Bu yaşama sevgisi , Cahit Sıtkı'nın şiirlerinde ,
biraz sözde kalıyor , bence . Çünkü yaşanılan gerçeklerden do-

70
ğan bir sevgi değil bu . Hayatın daha güzel , daha iyi olacağına
inanmaktan , bunu görebilmekten gelen bir sevgi değil bu .
Bunun için bir şiirinde yaşama sevgisinde � bahsederken ,
bakarsınız , öbür şiirinde Robenson olmaya ö z eniverir , genel
olarak karamsardır . Orhan Veli'ye karamsar denemez , Bay
Yaşar Nabi 'nin anladığı anlamda iyimserdir . Ayrıca Orhan
Veli ' de , dünyanın düzeleceğine , bunu insanların yapabileceği­
ne bir inanç vardır ; ne var ki bizim toplumumuzda bunun
gerçekleşme şartlarını görememekten gelen bir huzursuzluk ,
bir bunalma da vardır .
Bay Yaşar N ahi 'ye edebiyatımız için faydalı bir
tartışma konusu açtığından teşekkür etmek gerek . Bir arka­
daşım , o yazıyı okuduktan sonra , " Yaşar Nabi 'nin niyeti yeni
edebiyatı savunmak değil , Varlık dergisini , bilhassa Varlık
Yayınlarını savunmak ! ' ' demişti . . . Karamsarlık üzerine
yapılacak bir soruşturma bu sözün doğru olup olmadığını gös ­
terebilir .

71
DEGiRMENLERE HÜCUM

Yeni Ufuklar'ın Kasım 1 955 sayısında " Edebiyatımız


Karamsar mı? ' ' adlı bir yazım yayımlanmıştı . O yazıda Sayın
Yaşar Nabi 'nin Varlık 'ın E ylül 1 955 sayısında çıkan " Yeni
Sanat Üzerine " adlı başyazısından söz açmış , iyimserlik-ka­
ramsarlık üstüne düşündüklerimi söylemiştim . Bunu yapar­
ken Bay Yaşar Nabi 'nin karamsarlığı konuda aramakla yanıl­
dığını , karamsarlığın yazarın kimliği ile ilintisini belirtmeye
çalışmış , doğrudur diye düşündüğüm bir iyimserlik-karamsar­
lık tanımı yapmıştım . Bu arada , Bay Yaşar Nabi 'nin , " Batı
edebiyatının bugünkü genel görünüşünü ele alırsak bizdekin ­
den çok daha karamsar bir hava ile karşılaşırız , " sözüne ta­
kılarak , Batı edebiyatının Varlık Yayınları 'ndan ibaret olma­
dığını söylemiştim .
Sayın Yaşar Nabi , Varlık 'ın Aralık 1 955 sayısında , " Bu ­
yurun size yepyeni bir iyimser ve karamsar tarifi , daha doğ­
rusu pek yeni değil ama bizim alıştığımız dünyada sürümü
olmayan bir tarif" gibi , " Sanat değerleri bütün dünyaca , daha
doğrusu hür dünyaca kabul edilmiş , bütün dünya dillerine en
çok çevrilmiş yazarları alıyoruz , ' ' gibi sözlerle bezenmiş bir
cevap vermiş , "softa zihniyeti " diyerek de yazısını bağlamıştı .
Şimdi de , Varlık 'ın Şubat 1 956 sayısında , Sayın Ataç
" Edebiyatımız Karamsar mı? " yazısı üzerine konuşuyor .

72
Daha doğrusu , yazı üzerine konuşmuyor , ' 'Bırakacağım şimdi
onu , başka bir güne bırakacağım , ' ' diyor , başka şeyler üzerine
konuşuyor . Yazı üzerine konuşsaydı benim için de , okurlar
için de daha yararlı olurdu . Çünkü Türk Dili 'nin Şubat 1 956
sayısında , Kaynak 'ta çıkan " Ceyhun Atuf Kansu 'nun haline
doğru " adlı bir eleştirimden söz ederken , haklı olarak , o eleş­
tirinin eksik bir eleştiri olduğunu belirtiyor , ' 'Yazısına bir tek
dörüt yargısı karıştırmıyor , " diyordu , " Duygulara , düşünüle ­
re indiriyor dörüt yapıtını , " diyordu . Neden böyle yaptığımı ,
' ' Güzel biçim aradığı yok da onun için , ' ' diyerek açıklamakta
pek haklı değildi , ama olsun , gene de yararlıydı o yazısı , bir
eleştiride eksik bırakılmaması gereken bir yanı gösteriyordu .
Bir de Varlık 'ta çıkan yazıya bakıyorum , bir şeyler olmuş Bay
Ataç 'a , söylev verir gibi konuşmayı sevmediğini söylerdi hep ,
nedir o , ' ' Biz de bir yandan onları yetiştirmeye bakmalıyız bu
ülkede , " gibi sözler ! . . O da farkında söylev çektiğinin , Allı 'ya
ağız açtırmıyor , ' ' Sustum , bir soluk aldım , ' ' diyor . Ama böyle
söylev verir gibi konuşmanın , çevreye şöyle bir yukarıdan
bakmanın bir gereği var , sanıyorum . Hani öz , kendine uygun
biçimi getirir diyoruz ya , Sayın Ataç 'ın bu yazısındaki öze
böyle bir söylev edası pek yaraşmış . Usta yazardır o , bilir
okurlarını sürüklemeyi , eğlendirerek de olsa , güldürerek de
olsa , bilir kendi fikirlerini doğru göstermeyi , Bakın , neler
diyor : " ( . . . ) orta -çağda olduğu gibi diz çökmü şler önütün
önüne , ' Duyduk , uyduk ! ' demişler . " Bay Yaşar Nabi , " Softa
zihniyeti ' ' demişti , anlaşılan Bay Ataç yeter bulmamış onu ,
daha iyisini , daha güldürücüsünü bulmuş , ' ' Molla ' ' diyor .
Yazıyı okuyup bitirince şöyle bir düşündüm de " Edebiyatı­
mızın Karamsar mı? " yazısını okumamış olanların Bay Ataç 'a
hak vermemeleri için bir sebep bulamadım . Bay Ataç , bu
yazısıyla , birçok okuru kandırabilir , beni onlara yanlış tanıta­
bilir . Yalnız beni mi? Kendisini de . . . Özgürlük savunucusu bir
Bay Ataç ile kişioğlunu istediğince , istediği gibi düşünmeye
komayan bir Fethi Naci . . . Bu çifte yanlışı düzeltmek
istiyorum . . .
Bay Ataç , benim için , " Kendi söylediği iyimserliğe uy-

73
mayan yazıların okunmamasını istiyor . Elinde olsa yasak ede­
cek hepsini , ' ' diyor . Sorarım kendisine , nereden çıkarıyor bun -
ları? Ben birtakım yazarların adlarını saymışım . Varlık Ya­
yınları 'nın onları yayımlamasına " ateş püskü rüyor"muşum .
Bana öyle geliyor ki , Bay Ataç 'ın kafasında bir yazar örneği
var , o yazarı büsbütün aşağılamak için onun düşünebileceğini
sandığı , düşünmesini dilediği birtakım saçmaları , sanki karşı­
sındaki yazar (örneğin ben ) gerçekten düşünmüş gibi , ger­
çekten yazmış gibi alıyor , bakmıyor önündeki yazıya (örneğin
" Edebiyatımız Karamsar mı? " yazısına) , o uydurduğu soyut
yazarın , istediğince biçim verdiği düşüncelerine , özleyişlerine
saldırıyor . Bay Ataç 'ın yöntemi , onun gibi usta bir yazara
sanattan , edebiyattan anlar bir kişiye yaraşır bir yöntem
değil , bence ; o , bu yollara başvurmadan da bir yazarın yanlış
düşüncelerini belirtebilir , sanıyorum . Merak ediyorum , o ya­
zarların okunmamasını isteyen kim? "Elinde olsa , yasak ede­
cek hepsini . " Yanılıyor Bay Ataç , ben kişiye . zararı dokun­
mayacak şeylerin başında okumanın , mümkün olduğu kadar
çok okumanın geldiğine inananlardanım . Bunun ıçın
o kurların yalnız Bay Yaşar N abi nin seçtiği eserlerle yetin­
'

memelerini , daha başka eserler de okumalarını dilemiştim .


Bay Ataç okumayı , yazmayı kimlerin yasak etmek istediğini
öğrenmek istiyorsa bir yol dergi arkada şlarının yazılarına
baksın ! (Örneğin Bay Selahattin Batu 'nun " Daha dikkatli
olamaz mıyız? " adlı yazısına . ) Ben o yazarların okunmamasını
istememiştim , neden hep o yazarların Türkçeye çevrildiğini
anlamak , anlatmak istiyordum . Bunu yaparken kolay , üstün­
körü açıklamalarla yetinmiş olabilirim , yanılmış olabilirim ,
Bay Ataç da açıklamaların üstünkörülüğüne takılabilir , yanıl­
dığım yerleri gösterebilirdi . Yapmıyor bunu . Dedim ya , oku ­
duğu yazı üzerine konuşmuyor , kafasındaki o soyut yazara
saldırmak istemiş , bunu yapmak için de o yazıyı seçmiş . Böyle
geliyor bana . Gerçekten böyleyse , doğru . mu yaptığı Bay
Ataç ' ın?
" Bir türlü düşünme olabilir Bay Fethi Naci 'ye göre ,
çıkılmaz onun dışına , çıktın mı : Yasak . " diyor Bay Ataç .

74
Acaba öyle mi? diye düşündüm . Değil . Ben , toplum içinde ,
yaşamalarına gerekli şeyleri elde etme uğraşında çıkarları bir
olan çeşit çeşit bölükler olduğunu , kişilerin düşünceleri ile
yaşamaları arasında bir bağ olduğunu söylerim , üstelik bu
topluluklar içindeki kişilerin düşünceleri de çoğu zaman tut ­
maz birbirini , çıkarları bir olduğu halde tutmaz . Çünkü bir
durumu yaşamak başka şeydir , o durumun bilincine varmak
başka şey . İkincisi için , kişioğlunun , Bay Ataç 'ın deyişiyle ,
"bilimi şöyle bütünü ile kavraması" gerekir . O zaman , öyle
olur ki , bakarsınız kişioğlu kazançlarını tepmiş , bir başka top ­
lulukla birleşmiş , o topluluğun özleyişlerini benimsemiştir ,
yeni baştan yaratmıştır düşüncesini . " Bilimi şöyle bütünü ile
kavramak " diyordu Bay Ataç , ben tabiat bilimlerinde olduğu
gibi toplumsal bilimlerde de nesnel oluşları yansıtan birtakım
bilimsel kanunlar olduğuna inanırım . Bunun için de toplumsal
yaşama ile ilintili birtakım kesin sözler ettiğim olur . Edebiyat ,
sanat görüşüm de dünya görüşüme uyar, o alanlarda da kesin
konuştuğum olur . Bay Ataç böyle düşünmezmiş , ne yapalım ,
1

sağ olsun da düşünmesin . O kendi düşündüklerini yazar , ben


kendi düşündüklerimi . Okurlara değişik fikirler sunmuş
oluruz . Fena mı? Ama düşünce özgürlüğü adına ortaya çıkan
Bay Ataç nedense kafasına uymayan düşüncelerle karşılaşın­
ca pek sinirleniyor , benim düşüncelerimin yanlışlığını belirte ­
ceğine , küçümsemeye , gülünç göstermeye kalkışıyor . " MoJla"
dedi ya , tamam ! " Bunun karşısında akan suların duracağını
sanıyor . ' ' Başkalarında beğenmediği şeyi yapmaktan çekin­
miyor . Oysa tartışmanın bir yolu yordamı olsa gerek . Bu
mudur o yordam?
Bay Ataç 'ın beni küçük düşürmek için söylediği sözler­
den biri de şu : "Doğruyu bulmuşlar , doğrulara ermişler bir
yol , çevrelerinde kim varsa hepsi de uyacak onlara . O
doğruyu , o doğruları kendileri bulmuş olsa gene neyse ! öğren­
mişler , önütten öğrenmişler . " Bir takım doğrulara inanan
kişinin çevresindekilerin de bu doğrulara inanmalarını isteme­
sını nıçın kınıyor Bay Ataç? Bir yazısında "Oysaki ben ,
öz -türkçe için nice kazançları teptim , rahatımı kaçırdım ,

75
üzdüm kendimi , adımı deliye çıkarttım , ' ' dedikten sonra ,
' ' Birçok kimselerin bana uyması , benim dil işine gerçekten
inandığımı , inandığım için de sarıldığımı anlamış olmaların­
dandır . . . İçlerinde beni geçenler oluyor , bilseniz ne kadar
seviniyorum , " diye ekliyordu . (Diyelim , Sayfa 1 1 ) Bay Ataç
inandığı doğruları savunuyor , bu doğrular için nice kazançlar
tepiyor , bu doğrulara başkalarının inanmalarından sevinç
duyuyor da bir başkası inandığı doğruların yayılmasını is ­
teyince neden kızıyor? Bay Ataç diyecek ki : ' 'Tek usul (akla
uygun ) yolun öz -dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da
onun için o yolu tuttum . " Kişinin düşüncesiyle bulamayaca­
ğı ya da daha önceden başkalarının bulduğu doğrular da
vardır : Örneğin Darwin 'in bulduğu doğrular , örneğin toplum­
ların gelişme kanunları . Bilimsel kanunlar diyoruz bunlara ,
bizim bunları yeniden bulmamız gerekmez . Yoksa insanlık
tarihi boyunca bilim alanındaki ilerlemelerin ne yararı olurdu?
Bize düşen , bunları incelemek , kafamızı önyargılardan temiz ­
leyerek bilim düşüncesini benimsemektir . Geçmiş çağlardan
bugüne dek kişioğlunun düşünce ürünlerini okumak , onları
eleştirmeci bir gözle incelemek , bunu hiç olmazsa bir bilim da­
lında yapmak . Kolay mı sanıyor bunu Bay Ataç? ' ' Bilimi
şöyle bütünü ile kavramak , " diyordu , diyordu ya , belli o ta­
raklarda bezinin bulunmadığı , hiçbir bilim dalında dirsek çü ­
rütmediği sözlerinden belli . Bir denesin isterse , kendisine
Adam Smith 'ten Keynes 'e kadar gelmiş geçmiş ekonomi bil ­
ginlerinin eserlerini gözden geçirmesini salık veririm . O
zaman , "kara -bilisizlik , körü -körüne inanmak " gibi sözleri
daha bir tartarak kullanacaktır , sanıyorum .
Şöyle diyor Bay Ataç : " ( . . . ) 'Duyduk , uyduk ! ' demişler ,
artık kimsenin kendi kendine düşünmesine , okuyacağı
betikleri kendi kendine seçmesine bırakmayacaklar . Bir yaka­
bilseler biltün betik -yurtlarını sevinecekler . . . ' ' Benim bildi­
ğim , kişi bağlandığı değerleri savunur . Uzaklara gitmeyelim ,
daha birkaç yıl önce Beyazıt Kütüphanesi 'nden , Üniversite
Kütüphanesi 'nden birtakım bilim eserleri kaldırılmıştı . O
eserlerin Beyazıt Kütüphanesi 'nden kaldırıldığı yıllarda ben

76
öğrenci idim , bekledim , belki düşünce özgürlüğü adına ko­
nuşacak yazarlarımız çıkar diye . Bay Ataç nerelerde idi o
zaman? Hem bunlar olurken , iktidarda , Bay Ataç 'ın üye ol­
duğunu sandığım parti bulunuyordu . Bay Ataç o olaydan
sonra da o partinin gazetelerinde yazı yazdı , düşünce özgürlü ­
ğünü savunan yazılar. Kitap yakmak . . Daha geçen yıl , Bay
İ . H . Danişmend 'in bir tarih kitabını birtakım delikanlılar
törenle yaktılar . Bay Ataç bu hareketin çirkinliğini , düşün­
ceye karşı bir saygısızlık olduğunu belirtmek gereğini niçin
duymadı? İ nandığı dava için "nice kazançları tepen , rahatını
kaçıran , kendini üzen ' ' bir kişiden beklenmez miydi bunlar?
Bay Ataç kızmıyor onlara , kitaplıklardan bilimsel eserleri
kaldıranlara , kitap yakanlara kızmıyor , ama bana , kendi dü ­
şüncelerine uymayan düşünceler ileri sürdüğüm ıçın ,
saldırıyor , ' 'kişioğlunu istediğince , istediği gibi düşünceye ko ­
madığımı ' ' söylüyor .
Bir türlü düşünme istemekle suçluyordu beni Bay Ataç .
Ben çeşitli düşünceler olduğunu , bunun toplum yapımızın ka­
çınılmaz sonucu olduğunu söylüyorum . Bay Ataç da , başka
yazarlar da benim gibi düşünmüyorlar diye kızmıyorum on ­
lara , neden öyle düşündüklerini araştırmaya , açıklamaya çalı­
şıyorum . Oysa Bay Ataç kendisi gibi düşünmediğim için kızı ­
yor bana . Bir türlü düşünme isteyen kim? Ben mi , Bay Ataç
mı?

77
YOL GÖSTERMEK

Birtakım yazarlarımız var , bazı eleştirmenlerin sanatçı­


lara yol göstermelerinden yakınıyorlar, ' 'Ne diye sanatçının
işine karışıyorlar ! Ne diye kılavuzluk etmeye kalkışıyorlar.
Bıraksınlar , sanatçı bildiğini yapsın , gönlünce yaratsın
eserini ! " diyorlar . Sanatçı bildiğini okumazmış , gönlünce ya­
ratmazmış gibi ! Sanatçının özgürlüğü için gösterilen bu telaş
biraz yapma gibi geliyor bana . Çünkü işinin ustası , sanat eri
pek öyle bakmaz sağın solun dediğine ; haklıdır da . O da en az
eleştirmenler kadar sanat üzerinde , edebiyat üzerinde düşün­
mü ştür . Bana öyle geliyor ki , sanat , edebiyat üzerine yazı­
lanlar , kişiliğini bulmuş sanatçılara yol göstermekten çok ,
okurları birtakım sanat sorunları üzerinde düşünmeye zorlu ­
yor . Okur (bütün okurlar değil tabii ) eline bir kitap aldı mı ,
hikaye kitabı , şiir kitabı ya da roman , ' ' Hikaye , şiir, roman
böyle olurmu ş demek ! " diyerek , kitabı okuyup geçmiyor
artık . ki ta hı değerlendirmeye girişiyor . Bu değerlendirme işin ­
de okura başlıca yardımcı , sanat , edebiyat üzerine yazılan ya ­
zılar , yapılan tartışmalar oluyor . Bu tartışmalarda ne kadar
çeşitli fikir savunulmuşsa okur için o kadar iyidir . Örneğin
yalnız Varlık dergisini okuyan birini dü şünelim : A . Şinasi
Hisar 'ı , Cahit Külebi 'yi , F . H . Dağlarca 'yı yadırgamadan , bir
iç sıkıntısı duymadan okuyacak , edebiyattan beklediğini onla -

78
rın eserlerinde bulacaktır . Ama başka dergileri de okuyan biri ,
o eserlerde çağımızdan , yurdumuzdan bir haber arayacaktır ;
yazarın içe dönük , geçmişe dönük oluşunu , karamsarlığını ,
gerçeklerden kaçma isteğini beğenmeyecektir ; aydınlık ,
umutlu , geleceğe bakan eserler arayacaktır . Böylece eleştir­
menlerin yazılarının sanatçılara bir yararı olmuyorsa da okur­
lara oluyor . Yeni sanat erleri bu okurlar arasından çıkacağına
göre zamanla sanat erlerine de yararlı oluyor demektir . Bu
yoldan edebiyatımızın bir örnek olması da önlenmiş oluyor . O
halde bu tartışmalarda bir yanı , kara sürerek , curnalcılık
ederek susturmaya çalışanlar , edebiyatımıza kendi istedikleri
yönü vermeye , gençlerin değişik fikirler üzerinde düşünme ­
lerine engel olmaya kalkışmış olmuyorlar mı? Bu , düşünce öz ­
gürlüğü adına , düşünce özgürlüğüne saldırmak değil midir?
Sanatçıya yol gösterilmesine kızanların bir halleri var ki ,
en çok ona tutuluyorum . Siz , " Sanatın toplumsal bir görevi
vardır , sanat eseri insanların bilincine biçim vererek eğitici bir
iş görür , " derseniz . " Sanatçı çocukluk anılarına , geçmiş
günlere saplanıp kalacağına , hep o geri gelmesi imkansız za­
manın özlemiyle yanıp tutuşacağına çevresine de , çağına da ,
yaşadığı toplumun sorunlarına da ilgilenmelidir , ' ' derseniz sa­
natçının işine karışmış , sanatçıya yol göstermeye , sanatçının
özgürlüğünü sınırlamaya kalkışmış olursunuz . Ama bir Bay
Ataç çıkar da şairler ' ' ( . . . ) günümüzün aşk şiirini bulmaya
çalışsınlar ! " buyruğunu verirse ; " Şair de boyuna toplumu
düşünmeksiz in çalışmalıdır . Düşündü mü , şaşınverip yaptığı
işten şüphe ediyor , " derse ; " Hürriyet yoktur , diyorlar , belki
de doğrudur olmadığı , ama bunu boyuna söylemeyin , bırakın
kişioğlu istediğini yapabileceğini sanarak kendini avutsun , "
derse ; yahut Bay Yaşar Nabi "şiirin vazifesi "nin " ( . . . )
günümüzün madde humması içinde korkunçlaşan , kavgalar ,
gürültüler içinde sinirleri harap eden yaşama temposundan
bunalmış insanlarına bir başka dünya , bir hayal dünya serabı
yaratmak suretiyle onları gündelik kaygılarından , acılarından
bir an için sıyırıp avutmak ( . . . ) " olduğunu söylerse sanatçının
işine karışmış olmuyor, sanatçıya yol göstermeye , sanatçının

79
özgürlüğünü sınırlamaya kalkışmış olmuyor .
Yazarlara yol gösterilmesini önlemeye çalışanlar , bunu
tek yönde yapıyorlar . Yalnız kendi beğendikleri yolu
göstermek istedikleri için , yol göstermeyi tekellerinde bulun­
durmak istedikleri için , sanatçının işine kimse karışmasın
diyerek , hoşlanmadıkları fikirlerin söylenmesine engel olmaya
çalışıyorlar . Nedir o öyle? Sanat için sanat yapılmasını ister­
seniz sanatçıya yol göstermeye kalkışmış olmuyorsunuz .
Sanatçının toplumsal kaygıları da olmasını dilerseniz
sanatçının işine karışmı ş , özgürlüğünü sınırlamaya kalkışmış
oluyorsunuz . Toplumcu , gerçekçi bir sanat isteyenleri
özgürlük adına susturmak istemiyorsak bırakalım iki yanı da ,
ne bildikleri varsa söylesinler .

80
ASI

Sanatın , edebiyatın görevi , yazarın özgürlüğü , yazarın


sorumluluğu , güdümlü sanat gibi konularda sürekli tartışma ­
lar oldu . Bu konularda tartışanlar çoğu zaman , düşündükleri ­
ni öfkelenmeden , alçak sesle , derli-toplu anlatmadıklarından ,
bazı gerçekleri aydınlığa çıkarmaktan çok , haklı çıkmak için ,
karşılarındakileri yere vurmak için , sözden söze atlayarak
yazdıklarından , pek de yararlı olmuyordu tartışmaları . Gene
de büsbütün yararsız değildi , sanıyorum ; ortaya değişik
fikirler sürülüyor , edebiyat alanını bir örnek dü şüncenin kap ­
laması önlenmiş oluyordu . Aynı konu hakkında değişik fikir­
lerle karşılaşan birtakım kimselerin kafalarında bazı sorular
belirmes i , incelemeden kabul ettikleri bazı doğrulardan şüphe
etmeleri , onlar üzerinde düşünmeye başlamaları , bu tartışma ­
ların yararlı yanlarıydı .
Bu tartışma konularından birini , sanatın , edebiyatın
görevini , topluma sağladığı asıyı (yaran ) ele almış Bay Ataç ,
Pazar Postası 'nda yayımlanan " Ası " adlı incelemesinde , enine
boyuna inceliyor . Sayın Ataç 'ın yazısında benim doğru bul ­
duğum yanlar var , sanat , edebiyat üstüne söylediği sözlerin
çoğunu doğru buluyorum ; doğru bulmadığım yanlar da var ,
toplumdan açtığı zaman söyledikleri pek havada sözler gibi
geldi bana . O yazılar pek uzun olduğu için ayrıntı saydığım

81
yerleri geçeceğim , önemli bulduğum yerlerin üzerinde dura ­
cağım . (Yazımda ' 'Ası ' 'dan ancak bazı parçaları alabileceğim
için bu yazımı okuyacaklara Pazar Postası 'nı edinip Sayın
Ataç 'ın Ası üstüne incelemesini okumalarını salık veririm ) .
Bay Ataç , ' 'Yazın bir arada yaşamanın , toplumun bir
ürünüdür ( . . . ) Yazının ereği ( . . . ) güzellik duygusunu uyandır­
maktır , " dedikten sonra şöyle diyor : " Gökçe -yazın bir
toplumun kanılarını , inançlarını , değer yargılarını açıkça
savunup yaymasa bile onların etkisini taşır . Bunun için de
gökçe - yazın yapıtlarına ilgilenenlerin , yır , öykü , deneme
betiklerini okuyanların içlerine sindirir o kanıları , inançları ,
değer yargılarını . Bir toplumda ekinli dediğimiz kimseler ,
kendileri bilmeseler de , onların , o kanıların , inançların , değer
yargılarının en çok etkisi altında olan kimselerdir . Onlar
üzerinde pek tartışmazlar bile . Onları su götürmez birer doğru
diye görürler , onlardan dışarı çıkılmasını , onlara aykırı dav ­
ranışları uslarına yediremez , birer suç sayarlar . Bu düzeni
yerinde olan toplumlar için böyledir , bunu da söylemeyi
gerekli buluyorum . Şinasi'nin de , Namık Kemal 'in de
dedikleri budur . ' Gökçe -yazın yapıtları , görmük oyunları , top ­
lumun bireylerine o toplumun ak -töresini , değer yargılarını

aşılar , içlerine sindirir' demek istiyorlar . Doğrudur bu , öyle


doğrudur ki şimdiye dek hiçbir toplumun kök ilkelerine aykırı
yapıtları aldırışsızlıkla karşıladığı görülmemiştir . " Daha aşa­
ğılarda , ' ' Şinasi ( . . . ) nerede , hangi ülkede , hangi çağda olursa
olsun gökçe -yazın toplumun bağlı olduğu ilkeleri yayar , diyor .
Onun sözünde gökçe-yazının , dörütün bağımsızlığını büsbü ­
tün yadsıyan bir nen yok . Bir gözlem o , " diyor . Bay Ataç 'ın
yazısından oldukça uzuD bir aktarma yaptım ; duralım bu söz ..
leri üzerinde .
Bay Ataç , "bir toplumun kanıları , inançları , değer yar­
gıları " diyor , "toplumun ak -töresi " diyor , "toplumun bağlı
olduğu ilkeler " diyor . Bay Ataç'ın dünyayı , toplumu nasıl
gördüğünü , nasıl göstermek istediğini yalnız bu sözlerinden
bile çıkarmak mümkün . Bay Ataç , öyle s anıyorum ki ,
oksij enle hidrojenden suyun meydana gelmesi gibi , bireyler-

82
den de bölünmez bir bütün olan toplumun meydana geldiği
kanısındadır. Suyu çözümleyin, oksij enle hidroj eni bulursu­
nuz; toplumu çözümleyin, bireyleri bulursunuz. XI X . yüzyıl
düşünürleri de böyle söylüyorlardı, tarihsel gelişme içinde alı­
nırsa, haklıydılar da; derebeylik düzenine bir tepki idi bu dü­
şünüş. Ama bugün, toplumların gelişmelerinin bugünkü du­
rumunda, böyle düşünmeyi haklı gösterecek sebepler pek bu­
lunamaz, sanıyorum. Toplumu bölünmez bir bütün olarak
göstermek isteyenler, ister istemez, toplumu yö�etme gücünü
ellerinde bulunduranların, yani bütün toplumun değil, top­
lumun yalnız bir bölüğünün, ahlak anlayışını, değer yargıla­
rını, bağlı olduğu ilkeleri, yalnız bu bölüğün değilmiş gibi,
bütün toplumunmuş gibi, yalnız bu bölüğün durumuna, öz­
leyişlerine, çıkarlarına uygun değilmiş gibi, bütün toplumun
durumuna, özleyişlerine, çıkarlarına uygunmuş gibi gösterme-
ye, kabul ettirmeye çalışırlar. Bay Ataç da öyle yapıyor. Bu­
gün yaygın olan, içtiğimiz su, soluduğumuz havagibi bize tabii
gelen birtakım değer yargılarının, ilkelerin, toplum içinde
hangi nesnel şartlarda doğup geliştiğini incelemeyi bırakarak,
bu değer yargılarının, ilkelerin toplumun belirli bir bölüğü ile
ilintilerini görmezlikten gelerek, bunları bütün toplumunmuş
gibi gösteriyor. Sayın Ataç, böylece, ileri sürdüğü düşünceler­
le belirli bir bölüğün çıkarlarına hiz met ediyor. ( Bay Ataç'ın
bu görüşü, üyesi olduğu partinin toplumsal görüşüne uygun­
dur. Böyledir diye Bay Ataç'a güdümlü yazar diyecek
değilim, hafiflik olur bu, biliyorum ki Bay Ataç öyle düşündü­
ğü için gidip o partiye girrrıiştir, partinin görüşü öyledir diye
ona uymamıştır.)
Bay Ataç gibi düşünmüyorum ben. Toplumun değer
yargıları, ahlakı, ilkeleri yok, toplum katlarının kendi durum­
larına, özleyişlerine, çıkarlarına uygun değer yargıları, ahlak­
ları, ilkeleri var. Bu yargılar, bu ilkeler, bu ahlaklar, belirli
ekonomik, toplumsal, tarihsel şartlar içinde doğar, gelişir,
zamanla bir kuvvet haline gelebilir. Bir düşünürün dediği gibi:
''Fikirler, yığınlara işleyince, maddi bir kuvvet haline gelir.''
Bu yüzden, bu ilkeleri, bu ahlakı, onları doğuran şartlardan

83
bağımsızmış sanabiliyoruz ; yalnız çağlar içinde , ülkeler içinde
değil , belirli bir çağda aynı ülke içinde de görece olduğunu
gözden kaçırıyoruz . Bay Ataç da kurtaramamış kendini bu
yanılmalardan . Bunun için Sayın Ataç 'ın sözünü ettiği değer
yargılarını , ahlakı , ilkeleri yayan yazarlar , bilerek ya da bil ­
meyerek bir bölüğün çıkarlarına hizmet etmiş olmuyorlar mı?
Kurulu düzeni , değişmemeyi , hep öyle sürüp gitmeyi
savunmuş olmuyorlar mı?
Bay Ataç , ' ' Düzeni yerinde olan bir toplumda yazar ,
dörütmen , yapıtlarının toplumun ilkeleri etkisi altında oldu ­
ğunu bilmeyebilir , düşünmeyebilir . O ilkeleri yayar da gene o
ilkeleri savunduğunu , yaydığını bilmez , ' ' diyor . Nereden
çıkarmış Bay Ataç o "düzeni yerinde toplum " sözünü? Gös ­
tersin bakalım , 1 956 yılında nerede imiş o toplum . Bay
Ataç 'ın yanılgılarından biri de bu bence : Yeni toplum
güçlerinin seslerini duyuramadığı ya da henüz siyasal ,
ekonomik hayatı yöneten bir duruma gelemediği toplumları
"düzeni yerinde toplum " sanıyor . Oysa birtakım nesnel
oluşlar yüzünden o toplumların düzenleri de sarsılmıştır . Bu
sarsılmanın önüne geçilebilir mi � sanıyor Bay Ataç? Ne var ki
bu sarsılma hemen belli olmayabilir , toplumların gelişme ta­
rihlerini incelememiş , bu gelişmenin nesnel kanunlarını kav ­
ramamış olanların gözünden kaçabilir , ama ' 'bilimi şöyle
bütünü ile kavramış " herkes asıl düzeni bozuk toplumların
Bay Ataç 'ın "düzeni yerinde toplumlar" dediği toplumlar ol­
duğunu kabul eder . Ne için söylüyorum bunları? Şuraya var­
mak için : Bay Ataç , " ( Dörütmen ) bıraksın kendini , bırakırsa ,
hep toplumu düşünmezse vereceği yapıtlar gene toplumun
ürünleridir . Gerçekçi olmasa da gene yapıtlarında gerçeği , ya­
şadığı çağın , toplumun görüşünü , inançlarını , eğilimlerini
yankılar , ' ' derken (bu satırları Kaynak 'ta yayımlanan bir ya­
zımı eleştiren yazısından alıyorum ; ' 'Ası ' ' ile ilintisi pek açık)
bir bozuk düzeni savunduğunun , o düzeni sürdürmek istediği­
nin farkında değil . Bunu sanatçıyı birtakım baskılardan kur­
tarmak için yaptığını sanıyor . Fakat baskılardan kurtarmak
istediği sanatçıyı , hazırlop inançları , eğilimleri yaymaya ça-

84
ğırmış olmuyor mu? Çünkü bir toplumda yerleşmiş değer
yargılarının , ahlakın , ilkelerin karşısında , henüz doğuş
halinde , gelişme halinde değer yargıları da , ahlak da , ilkeler
de vardır . Bunlar , yerleşmiş , yayılmış değillerdir , zamanla
yerleşecek , yayılacaklardır . Sanatçı kendini bırakırsa , hazır
bulduğu , yaygın , herkesin kabul ettiği yargıları , ilkeleri
yayacaktır , oluş halindeki değer yargılarını , ilkeleri yayabil­
mesi için kendini bırakmaması , daha doğrusu kendini
bırakmadan önce , hazır , yaygın değer yargılarını , ilkeleri
eleştiren bir gözle inceleyip , kendini tarihsel bakımdan yanlış
olanlarından , toplumsal gelişmeye engel olan bir azınlığın
çıkarlarına yarayanlarından kurtarması , gelecek günlerin
hazır , yaygın değer yargıları , ilkeleri olacak yeni değer yargı­
larına , yeni ilkelere bağlanması gerektir . Bir örnek vereyim :
XVI I I . yüzyılda , Fransız Devrimi 'nden önce , Fransa 'da
derebeylik düzeni hakimdi . O çağın yazarları , Bay Ataç 'ın
' ' Bıraksın kendini ' ' sözüne uysalardı , derebeylik düzeninin
değer yargılarını , ilkelerini , ahlakını yayacaklardı , Oysa
Voltaire olsun , Ansiklopedist 'ler olsun , böyle yapmamışlar­
dır , yeni şartların gerektirdiği yeni değer yargılarını , yeni
ilkeleri kavramışlar , onları yaymışlardır . Fransız düşüncesin­
de bir ilerleme olmuşsa , onlar ' 'kendilerini bırakmadıkları
için " olmuştur.
Ne var ki Sayın Ataç 'a karşı ileri sürdüğüm bu düşün ­
celeri kabul eden , bilinçli olarak yaratmak isteyen sanatçılar­
dan çoğu , eserlerini ortaya çıkarıldıkları zaman , Bay Ataç 'ın
bazı sözlerine hak vermemek elden gelmiyor . Kişiyi şiirden de ,
hikayeden de , romandan da soğutan eserlerle karşılaşıyoruz .
Kendi güçsüzlüklerini , ' ' Ben toplumcu sanat yapıyorum ,
toplumsal kaygı çekiyorum , " diye gizlemeye kalkışanlar var .
İlhan Tarus 'un " Sosyal Endişe " adlı yazısı meydandadır.
Şöyle diyor Bay Ataç : " Bir öykü anlatmıyor artık yazar , bir
yır söylemiyor , öyküsü ile , yırı ile bir düşünüşü , bir kanıyı
aşılamaya çalışıyor , onun için önemli olan öyküsü değil , yırı
değil , dörüt yapıtı değil , yaymaya çalıştığı düşünü . " Bay
Ataç 'ın söylediği durum , sanatçıların gerçek hayattan hareket

85
edeceklerine , hazırlop ilkelerden hareket etmelerinden , sanatın
isterlerine gereken önemi vermemelerinden , bir de yeteneksiz ­
liklerinden ileri geliyor, bence . Sanatçı canlı gerçeği
işleyeceğine , birtakım bilimsel gerçekler içinde hapsolup
kalıyor , hikaye , şiir, roman yerine söylev sunuyor bize .
Engels 'in bir sözünü anıyordu Bay Ataç ; yanlış kalmış usunda
o söz . Doğrusu şöyle : "Eğilim , apaçık anlatılmamalıdır , duru ­
mun , hareketin kendisinden çıkmalıdır , sanıyorum ; şair ,
gösterdiği toplumsal ayrılıkların gelecekteki tarihsel çözümü ­
nü okura hazırlop vermek zorunda değildir. " (Jean Freville ,
Sur la litterature et 1 'art , Cilt 1 , s . 1 45 ) . Hem bilinçli olarak bir
düşünüyü yayan , hem de gerçek bir sanat değeri taşıyan
eserleri düşünüyorum ; hep bu söze uygun eserler . Eğilim ,
anlatılmak istenen dü şünü , durumun , hareketin kendisinden
çıkıyor . Örneğin Orhan Kemal 'in "Uyku "su , " Çocuk Ali "si ,
Kemal Tahir 'in "Arabacı "sı , Yaşar Kemal 'in Teneke 'si , A .
Kadir 'in " Bir Kayısı Ağacı " , Melih Cevdet Anday'ın "Anı "sı ,
Oktay Rifat 'ın "Telefon "u . . . Bu eserleri okurken Malherbe 'in
bir mısraı geliyor aklıma : " Et les fruits passeront la promesse
des fleurs . ' '
Bay Ataç şöyle diyor : " Yazın toplumun içinden çıkıyor ,
yazar , ya da dörütmen toplumun inandığı ilkeleri savunsalar ,
yaysalar bile bilmeyerek yapıyorlar bunu , bir yayma (propa­
ganda ) kokusu olmuyor yapıtlarında . ' ' Gerçekten öyle , kendi­
lerini bırakan , yaydıkları ilkeleri bilmeden , bilincine varma­
dan yayan sanatçıların eserlerinde bir propaganda kokusu
olmuyor . Çehov , ben orta ta baka insanlarının bunaltısını ,
yaşamalarının anlamsızlığını belirteceğim diye hikayelerini
yazmaya başlasaydı o bunaltıyı , o anlamsızlığı belki de bu
kadar güzel , bu kadar güçlü anlatamazdı . O sanatçılar
birtakım fikirleri yayıyorlarsa , bunlar şiirlerindeki , hikayele ­
rindeki , romanlarındaki olaylardan , kişilerden , kişilerin yaşa­
malarınd an , davranışlarından gelir , kendiliğindendir ; çünkü
yazarın bağlı olduğu ilkeler yalnız başına değil gönlüne de
işlemiştir , yaşamasına karı şmıştır . O yazarlar Mevlana 'nın
"Ya göründüğün gibi ol , ya olduğun gibi görün ! " sözüne

86
kendiliğinden , bir çaba gerekmeden uymuşlardır , bunun için
yaydıkları ilkeler eserlerinin içinde erimiştir . Sait Faik 'in ,
Oktay Ak bal 'ın hikayeleri , Ahmet Muhip Dranas 'ın , Cahit
Sıtkı Tarancı 'nın şiirleri geliyor aklıma . " Söylediğim doğru
mu ' ' diye bir kaygıları yoktur onların , ' ' Ben size şunu ispat
edeceğim , ' ' diye bir iddiaları yoktur . Yaydıkları ilkeleri
bilmeden , farkına varmadan yayarlar . E serlerinde özle biçim
ayrılmaz bir bütündür . Ne var ki bu öz tarihsel bakımdan
doğru olmayabilir . Bizde pek yayılmıştır özü tarihsel
bakımdan doğru olmayan eserler için ' ' Bu eserin özü yok ! ' '
demek . Oysa her eserin özü vardır . Bu özü toplum-bilimin
diliyle söylemek , bize , o eserin toplumun hangi bölüğünün
görüşünü yankıladığını , dolayısıyla kimlerin çıkarlanna
uygun fikirler yaydığını da gösterir . Gene de doğrudur Bay
Ataç 'ın dediği , bir yayma kokusu yoktur o eserlerde . O
" yayma "yı bulup çıkaracak olan , yani eserin özünü belirtecek ,
açıklayacak olan eleştirmendir .
Sayın Ataç 'ın edebiyatın toplumun içinden çıkmasını is ­
temesi , E ngels 'ten bozarak aktardığı düşünceyi benimser gö ­
rünmesi , eserin sanat niteliğini yok eden yayma kokusunu ön­
lemek kaygısından geliyor , anlıyorum , ama bu görüş giderek
yazarların , sanatçıların kişisel yaratma gücünü , toplumu
aşma özlemini yadsımaya varmaz mı? Bay Ataç , yazarla ,
sanatçı ile toplum arasında mekanik bir bağ kuruyor gibi geldi
bana , bir sebep - sonuç bağı . Yanılıyorum belki , ama yazısın ­
dan anladığıma göre toplumun ilkeleri , değer yargılan belire­
cek , yazar da , bilinçli bir çaba ile değil , öyle , kendiliğinden ,
bilmeden , düşünmeden yansıtacak bunları . Yayma kokusunu
önlemek bakımından bunların önemi var , kabul ediyorum .
Ama edebiyat yalnız gerçeğin aynas·ı olmakla kalmaz ,
Taine 'in dediği gibi sadece ' 'tarihsel bir anın ürünü ' ' değildir ;
bu gerçeği aşmak , bu tarihsel ana karışmak da ister . Bu da
yazarın , toplumun ilkeleri ardından sürüklenmesiyle değil ,
doğuş halindeki ilkeleri bilinçli olarak kavramasıyla , onları
benimsemesiyle olur . Önemli olan bunu yaparken sanatın ge­
reklerine uyabilmektir . Toplumcu bir sanat yapmak isteyen ,

87
eserlerini bilinçli olarak yaratmak isteyen yazarlar , Bay
Ataç 'ın yayma üstüne , güzellik üstüne söylediklerini kabul
ederler sanıyorum . Onların başarısı , toplumsal kaygılarını an ­
latırken , bir inancı , bir ilkeyi savunurken , yazdıklarının şiir ,
hikaye ya da roman olduğunu unutmamalarına bağlıdır .
Yoksa edebiyata da zararları dokunur , yaymak istedikleri il­
kelere de . Bay Behçet Kemal Çağlar'ın şiirlerini , Bay İlhan
Tarus 'un hikayelerini düşünün . Bunların ne edebiyatımıza bir
hayrı dokunmuştur , ne qe yaymak istedikleri düşüncelere .
Ama , yukarda da söyledim , bilinçli olarak güzel eserler ya ­
ratıldığı da bir gerçektir . Sanatçının kendini bırakarak yazdığı
eserler arasında sevdiklerim pek çok , ama asıl bilinçli olarak
yaratılan güzel eserlerden yanayım ben . Onların daha güçlü ,
daha kalıcı olacağına da inanıyorum .
Bay Ataç 'ın doğru sözlerinden biri de şu : " ( . . . ) solcusu ,
sağcısı , ılımlısı , tutucusu , hepsi bir dörüt yapıtında dörüt de­
ğerlerini aramadan önce eğilimi üzerinde duruyorlar . Kendi
inançlarını , kanılarını bulurlarsa onda , güzel olsun olmasın ,
övüyorlar , göklere çıkarıyorlar . ' '
Ama , "Yıllardır bu türlü yargılar , bir dörüt yapıtının
dörüt değerinden önce , dörüt değerinden çok bir inanca uyup
uymadığını araştırarak verilmiş yargılarla yaşıyoruz . ( . . . )
Hepsi dörüt -dışı yargılar , hepsi de dörütü şu , ya da bu
görüşün , inancın güdümü , buyruğu altına almak isteyenlerin
ileri sürdüğü düşünceler , ' ' sözleri üzerinde durulabilir .
Önce ' ' sanat eserinin bir inanca uyup uymadığını araş­
tırmak " sözünü alalım ; bunu , sanat eserinin gerçeğe uyup
uymadığını araştırmak biçiminde söylersek daha kolay anla­
şabiliriz . Bu gerçek , toplumsal bilimlerin gösterdiği gerçektir .
Çünkü bilim de gerçeği söyler , sanat da ; ama söyleyiş yolları
başkadır . Bilim , gerçeği kavramlarla anlatır , sanat imgelerle .
( Bu imge sözünü de açıklamak gerek . Fransızlar bir başka
dildeki ' 'o braz ' ' karşılığı image kelimesini kullanıyorlar . Ama
image , obraz 'ın tam karşılığı değil , obraz 'ın anlamını tam
olarak veremiyor . Bizde bazı gençlerin yaptığı gibi , image 'ı
dar anlamda almak , sanat gerçeği imgelerle anlatır sözünü

88
anlamamaktan geliyor . Image deyince kişileri de , edebi tipleri
de , her türlü " representation artistique"i anlamalıdır . )

Şimdi gelelim Bay Ataç 'ın "dörüt -dışı " dediği şeye .
Bana öyle geliyor ki nasıl bazı eleştirmenler sanat eserinde
özle biçim ayırması yapıyorlarsa , öz , doğru buldukları özse ,
bu öz s anat eserinin gerektirdiği biçime bürünmese bile övü ­
yorlarsa onu , sayın Ataç da , onlar gibi , bir öz -biçim ayırması
yapıyor . Öz , ona göre , "dörüt -dı şı " . Oysa öz , ancak imgelerle
anlatılmadığı , ' 'ete kemiğe bürünmediği ' ' zaman , eserin içinde
erimediği zaman "dörütdışı "dır . O zaman da zaten ortada
sanat eseri diye bir şey yoktur . Çünkü sanat eserinin kendine
özgü niteliği , özle biçimin parçalanmaz bütünlüğüdür . Bugün
bazı eleştirmenlerin yaptığı , Bay Ataç 'ın sanat eserinde
sanat -dışı değerler aramak dediği şey , " belli bir edebiyat
olayının toplum-bilimsel karşılığını belirtmektir . ' ' Örneğin
Bay Cahit Külebi 'nin Yeşere� Otlar 'ı bunalmış , ne yapacağını
şaşırmış , güçlükler karşısında yıkılarak kabuğuna çekilmiş ,
Tanrıdan yardım uman orta tabaka aydınlarının durumlarını
yankılıyor demek , o eserdeki fikirleri sanat dilinden toplum­
bilim diline çevirmekten başka bir şey değildir . Bu eleştirinin
bir yanıdır . Yalnız bunu yapan eleştiri , eksik bir eleştiridir .
Eleştiri , bir de sanat eserinin sanat niteliklerini değerlendir­
melidir . Bizde eleştirmenler genel olarak bu iki işi birlikte
yürütmüyorlar . Bundan birtakım anlaşmazlıklar çıkıyor .
Örneğin ben sanatçının dediklerinin gerçeğe uyup uymadığını ,
ya da sanatçının gerçek karşısındaki davranışını araştırıyo ­
rum da güzel söyleyip söylemediğinin pek üstüne dü şmüyo ­
rum , onu tartışmanın daha zamanı değilmiş gibi hareket edi­
yorum . Eksik bir iş . Bir bizde mi bu böyle? Sanmam . Bunlar
toplumcu eleştirinin henüz yeteri kadar gelişınemiş · olmasın ­
dan geliyor . Bay Ataç da , genel olarak , sanatçının güzel söy­
leyip söylemediğine bakıyor , ne dediğinin pek önemi yok onun
.
ıçın .
.

Sanat eserinin ereği güzellik duygusunu uyandırmaktır ,


doğrular söylemek değil , denebilir . Buna karşı doğrular söy-

89
lemek , güzellik duygusunu uyandırmaya engel değildir diyebi­
liriz .
Fakat yeni bir sorun çıkıyor : Yalan üzerine kurulu güzel ­
lik olabilir mi? Örneğin bugün barışa karşı , özgürlüğe karşı ,
ulusal bağımsızlığa karşı yazılmış bir şiiri , hikayeyi , romanı ,
sanat değeri ne kadar üstün olursa olsun , sevebilir miyiz?

90
GERÇEK SAYGISI
DÜŞÜNM EK ÜSTÜNE
DÜŞÜNMEK ÜSTÜNE

" Bilimsel düşünüyoruz , " diyen aydınlarımıza bakıyo ­


rum ; çoğu unutmuş düşünmeyi ; düşünme çabaları yok , dü ­
şünme kaygıları yok . Öğretilmesi oldukça kolay birtakım bil­
gileri üstünkörü bellemişler , bu bilgilerle her sorunun çözüle­
bileceğine inanır bir halleri var. Kendi toplumsal oluşumuzla
ilintili bir sorun mu var, gelsin Fransa' da işçiler için yazılmış
felsefe , toplumbilim , ekonomi kitaplarından edinilen bilgiler !
Bugünkü edebiyatımızla ilintili bir sorun mu var , gelsin elli yıl
önce sanat ile toplumsal hayatı inceleyen yapıtlarda söylen­
miş sözler ! Belirli bir konu üzerinde düşünebilmek için bu
konu üzerinde bizden önce gelenlerin neler düşündüklerini öğ­
renmek , bunun için de onların yapıtlarını okumak , eleştirel bir
gözle incelemek gerek . Düşünce özgürlüğünden , ancak
düşünce bilgi ile beslendiği zaman , ancak insanlığın ekin
kalıtından (kültür mirasından) gerçekten asılanmak (yarar­
lanmak) mümkün olduğu zaman söz edilebilir . Doğru .
İ şte ben düşünmek. diye bundan sonrasına diyorum , bu
durumu aşma çabasına diyorum. Bu , geniş araştırma iste­
yen güç bir iş . Düşünmek , düşünceyi zenginleştirmek , ekin
kalıtını eleştirel bir gözle incelemekle de gerçekleşmiyor , bir
araştırma çabası da gerektiriyor . Çünkü böyle bir çaba olmaz ­
sa , örneğin ekonomi ile uğraşanlar, kapitalizm üzerine , para

95
kuramları üzerine , Keynes üzerine yazarlar , ama bizim için
bunlardan daha önemli olan ' 'Türkiye ' de kapitalizmin
gelişmesi " üzerine yazamazlar . Oysa öbür konularda yazma­
salar da olur , çünkü kaynak olarak aldıkları yabancı dilde
yayımlanmış yapıtları bulup okumak hiç de güç bir iş değil .'
Kimi çevrelerde çok önemli sayılan biri için anlatıyorlardı :
yeryüzünde gelmiş geçmiş işçi hareketleri hakkında sorunuz ,
size bütün ayrıntılarıyla anlatsın ; ama İş Kanunu'na göre
işçi kapsamına kimler girer diye sorarsanız cevap alamazsınız .
Bu , bizim aydınlarımızın tipik durumudur .
Sanat , edebiyat üzerine yazılan yazılarda da buna
benzer bir durum var. Tutumlarını yerdiğim aydınlarımızın
belirli bir konu üzerinde düşünmek , bu konu üstüne daha ön ­
ceden söylenmiş sözlere kendi kişisel düşüncelerini katmak ça­
balarını pek görmüyoruz . Güç geldiğinden olmasa gerek ,
sanmıyorum ; daha çok , yanılırsak halimiz nice olur? bizim
için ne söylerler? korkusu . Bunlar kendilerine tehlikesiz bir iş
bulmuşlardır: başkalarının yazıları hakkında yazılar yazmak !
Bunu yeni bir sorun getirmek için ; eksik kalmış yanları ta­
mamlamak için yapsalar, başkalarının yazılarını kendi düşün­
celerini söylemek için bahane etmişler deriz . Öyle de değil .
Herkesin bildiği şeyleri bir kez de kendileri söylerler . Yazıları
hakkında yazı yazdıkları kimselerin de o konularda en aZ o çok
önemli sanarak söyledikleri şeyleri bildiklerini , bunların yeter­
sizliğini görerek bunlardan başka bir şeyler , bunları tamamla­
yan , bunları aşan , bunlarla kendi koşullarımızı uzlaştıran bir
şeyler söylemek istediklerini düşünmezler . Bu yüzden aynı
bilgi kaynaklarından hareket ederek belirli bir duruma gelmiş
kimselerin birbirlerine girdikleri sık sık görülür . Bunlar aynı
ilkelere inanırlar ; büyük , genel sorunlarda birleşirler ; ama
belirli , somut sorunların tartışılmasında belirli kalıplardan
kurtulmak isteyenlerle yanılmak korkusu ile , ne derler kaygısı
ile belirli ilkelerin rahatlığına sığınanlar kolay kolay anlaşa­
mazlar . Bizde ileri aydınlar arasında bir işbölümü vardır:
bazıları bir şeyler yapmaya çalışırlar , bazıları da bu bir şeyler
yapmaya çalışanların yaptıklarının dedikodusunu yaparlar.

96
Bunun için bu tartışmalar çoğu zaman yazı alanından çıkar ,
dedikodu alanına dökülür . Ömürlerinde hiçbir düşüncenin çile­
sini çekmemiş , bir gerçek ardında birkaç gecesini olsun ver­
memiş kişilerin , kulaktan dolma bilgilerle , ortaya çıktığı gö ­
rülür . Rahatı , inandığı düşüncelere , arkadaşlarına yan
çizmekte bulmuş kişilerin birden kahraman kesildiği görülür.
Neden bu böyle oluyor? diye düşünüyorum . Neden bir­
takım bilgilerin dar çerçevesi içine hapsolup kalıyoruz? Öyle
sanıyorum , bu , aydınlarımızın hayatla , halkla ilişkilerinin ke ­
silmiş olmasından doğuyor . Aydınlarımızın düşünceleri kendi
toplumsal oluşumuzun ürünü değil ; batı ekininden gelme ;
kendi toplumsal oluşumuzun ürünü olsa bu koşullara uygun ,
bu koşullara göre , bu koşullar içinde gerçekleşebilir dü şünce ­
ler olurdu , belirli toplumsal dayanakları olurdu , halk - aydın
ayrılığı hiç olmazsa bugünkü gibi olmazdı . Batı ekininden
gelen düşünce ile kendi toplumsal durumumuz incelen se , bu ­
lunduğumuz duruma uygun çözüm yolları , çalışma yolları bu ­
lunabilse , o zaman , o dar kalıpların yetmediğini herkes göre ­
cek , böylece , o dar kalıpları kırmak , beylik sözleri bir yana
bırakmak kolaylaşacak . Çünkü hayatla ilişiğini kuran aydın
kişi birden bir yığın sorunun karşısına dikildiğini görecektir .
Yeni çözümler bekleyen yeni sorunlar ! O zaman insanlığın ekin
kalıtının yaşadığımız koşullar içinde yetmediğini , bilimsel ,
dü şüncenin en büyük görevinin bize kendi gerçeklerimizi
bulma gücünü vermek olduğunu daha iyi göreceğiz . Bir bakı­
ma hayatın dışına itilmekten gelen o kitabın dediğine sarılmak
huyumuzdan vazgeçeceğiz , gerçekten düşünmeye başlayaca­
ğız . Düşünme , belirli sözlerin tekrarı ile yetinmeme , bir
toplum gereksinmesi olarak gelecektir . Bugün sanat , edebiyat
alanında böyle bir gereksinme olduğu için düşünmeye başla­
dık . Öbür alanlarda birtakım formüllerin tekranyla yetinilme­
si henüz böyle bir gereksinmenin kendini duyurmamasından .

97
İŞİN KOLAYINA KAÇMAK

Kesin konuşmakla ku şku arasında sürekli bir alış -veriş


var . Kişi , birtakım sorunları çözmek istiyor , bu sorunlarda
açık seçik görü şlere varmak istiyor . Sorunları çok bir kuşağız .
Cumhuriyet ku şağı hep sorular soran bir kuşak . Geçmişte
yanıtları olmayan sorular bunlar . Bunun için bu soruların
yanıtlarını bulmak da gene bu kuşağa düşüyor. Üstelik her
sorunun yanıtını ararken işe yeniden , abece 'den başlamak
gerekiyor . Çünkü bizden önce gelenler , bu soruları pek kur­
calamamışlar , asılanacağımız bir ekin kalıtı bırakmamışlar
bize . Kendi gerçeklerimizi incelemek , kendi toprağımıza yer­
leşmek güç gelmiş onlara , birtakım yapıtları çevirmekle yetin ­
mişler . Çözülmek için bekleyen kendi somut sorunlarımıza
somu t çözüm yolları bulamayınca bunları genel kuramsal
alanlara aktararak çeviri çözüm yolları bulmuşlar . Yetmiş
onlara bu çeviri çözüm yolları .
Soruları olan genç aydın , açık seçik yanıtlar ararken ,
ilkin bu kuramsal yapıtlarla karşılaşıyor ; yabancı dil biliyorsa
başka ülkelerde yayımlanmış yapıtları bulup okuyor . Bu çalış ­
manın sonunda memleket sorunlarına ilgilenen kişi , ancak
birtakım genel ilkeler öğrenebiliyor . Örneğin toplumların ge­
lişmesini incelemişse , toplumlarda sürekli bir gelişme o lduğu ­
nu , bu gelişmenin nesnel koşullarını , bireyin tarihteki yerini ,

98
insanların tarihlerini kendilerinin yaptıklarını öğreniyor ,
Özgürlük sorununu incelemişse , kölelikten bu yana , bu
sorunun toplumların yapısıyla birlikte nasıl değiştiğini , bugün
gerçek özgürlüğün nasıl olması gerektiğini görebiliyor . Çağı­
mızdaki savaşların nedenlerini öğrenmek istemişse on
sekizinci yüzyıldan bugüne dek batının tutumsal gelişmesini
incelemek gerektiğini görüyor , inceliyor .
Bu araştırmalar , ilkin , kişiyi kesin konuşmaya sürük­
lüyor . Çünkü birtakım soruların yanıtlarını bulmak için ön­
yargılarımızı atıp , bilimin verilerini öğrenmişizdir . Bu çalış ­
malar bize , " Bu dünya böyle gelmiş böyle gider! " gibi ,
"Toplumu ahlak yolu ile değiştirmek " gibi sözlerin
boşluğunu öğretir . Kimi sorunlar üzerinde genel olarak konu­
şurken kolay kolay çelişmelere , yanılgılara düşmeyiz artık . Ne
var ki çoğumuz bu noktada çakılıp kalıyoruz . Bu değil miydi
bizden öncekilerde kınadığımız? Kendi gerçeklerimizi araştır­
mak yerine bilinen doğruları tekrarlamak . . . Bu aşamanın va­
rılıp geçilmesi gereken bir aşama olduğunu biliyorum . l{endi
sorunlarımızı çözmek için asılanacağımız çok yapıt var . Onları
elbette inceleyeceğiz . Ama onları kişioğlunun düşünce kay­
naklarından , birikmiş deneylerinden asıl analım diye , kendi
gerçeklerimizi araştırmak için bilimsel bir yöntem elde edelim
diye inceleyeceğiz . Yoksa Çehov 'un Vanya Dayı 'ya söylettiği
durum çıkar ortaya : Adam , ömrünu , okur - yazarlarca çoktan
bilinen , alıklara ise hiç de gerekli olmayan şeyleri anlatıp dur­
makla geçirmiş . ' '
Bizden öncekilere kızıp duruyoruz ya bizim de kendi ger­
çeklerimizi pek incelediğimiz yok . Biz de işin kolayına kaçı­
ycruz . Birtakım bilimsel yapıtları okuyup birtakım doğruları
belliyoruz . Ondan sonra gelsin kesin konuşmalar , ·kestirip
atmalar! Ama öbür yanda kendi gerçeklerimiz başlarını alıp
gitmişlermiş , kimselerin umurunda değil !
Ortada kendi gerçeklerimizi inceleyen bilimsel yapıtlar
olmadığı için ' ' Kimselerin umurunda değil , ' ' dedim . Yoksa
bilmez miyim nice aydın kişinin aynı huzursuzluğu , aynı suç­
luluğu duyduğunu . . .

99
Ne var ki son yıllarda birtakım umut verici gelişmeler
oldu . Eskiden kirni konularda çok kolay anlaşan · kimseler ,
somut sorunlar tartışılmaya başlanınca , aynı ekiJ?. kaynakla ­
rından asılanarak geldikleri halde , artık kolay kolay anlaşa­
maz oldular . Bunu görmek bana sevinç veriyor . Birtakım so­
runlarda anlaşmazlıklar belirdiğine göre artık o sorunları ger ­
çekten düşünmeye başladık , diyorum . Hazır kalıpların , genel
ilkelerin yetmeyeceğini anlamışız , kendi gerçeklerimizin ardı -
na düşmek gerektiğine inanmışız demek , diyorum . Eskiden ,
belli doğruları söyleyip dururken , yanılmak korkusu yoktu .
Şimdi , kendimiz birtakım doğrular ararken , yanılmak
tehlikesi var . Ama bunu önemsememek gerektiğine inanıyo ­
rum . Yanılmaktan korkmamalıyız ! Kolay mı kendi gerçekleri­
mizi bulmak? Elbette yanılgılardan geçerek varacağız buna .
Kişi , bu duruma , bu aşamaya varınca , artık eskisi gibi
kesin konuşamıyor . Kendi söylediği doğruların dışında da bir­
takım doğrular olabileceğine inanıyor . Böylece kuşkudan
kesin konuşmaya varan gidiş , yerini , yeniden kuşkuya , araş ­
tırıcı , verimli bir kuşkuya bırakıyor .

100
KOLAY YARGILAR

Bilim düşüncesinin önemi üzerinde çok duruldu . Düşü ­


nürlerimizin olsun , yazarlarımızın olsun , birtakım kolay yar­
gılardan kurtulmaları , olayları gerçeğe uygun olarak değer­
lendirebilmeleri için düşüncelerinin bilimsel bilgi ile beslenme­
si gerektiği çok yazıldı . Nedeni belli : bilim , gerçeği söyler .
Gerçeği araştıran bir kuşak için bilim düşüncesine sarılmak ­
tan başka çare var mı?
Ne var ki kimi yazıları okur, kimi konuşmaları dinlerken
kişi ister istemez soruyor kendi kendine : gerçeği araştırıp bul­
mak için dört elle sarıldığımız bilimsel düşünce , yavaş yavaş
gerçekten de , düşünmekten de kaçışımızı örtmek için , yeni
önyargılarımızı bilimsel düşünceymiş gibi göstermek için kul­
lanılır duruma gelmeye başlamadı mı? Bilimsel düşünceden
gerçeklerimizi araştırmak için değil de üstünkörü açıklamalar,
kolay yargılar için asılanmaya başlamıyor muyuz?
İki örnek üzerinde duracağım :

Muvaffak Şerefin Pazar Postası'nda ( 2 1 Eylül 58)


"Olması Gereken " başlıklı bir yazısı yayımlandı . Bir yerinde
şöyle diyor : ' ' Ötekilerden ne kadar geride kalmış olursa olsun ,
bizim toplumumuz da , daha uygar , daha özgür , daha mutlu

1 01
yarınlara doğru , yavaş yavaş da olsa , yürümüyor mu? Yaşan­
tıları gereği kendiliğinden , ya da bu akışın az çok farkına ,
hatta bilincine varıp şuurla , aydınlık yarınlarımızı hazırlayan
olumlu kişiler bizde hiç mi yok? " Belli , Muvaffak Şeref, top­
lumların gelişmeleriyle ilintili bilimsel bilgilere dayanarak
böyle konuşuyor . Ne var ki bilimsel bilgi , somut gerçeklerin
araştırılması için bir araç , bir yöntem olarak kullanılmadığı
için , geçen yüzyılda varılmış gerçeklerin tekrarlanmasıyla ye­
tinildiği için , şöyle bir durum ortaya çıkıyor : kendi özel koşul­
larımız a ilgilenmeyen yazar kolay bir gerekirciliğe , mekanik
gerekirciliğe sürüklenmiştir . Oysa Muvaffak Şeref de bilir ki
toplumların gelişmesi ille de ' 'daha uygar , daha özgür , daha
mutlu yarınlara doğru " olmaz . Bunu böyle söylemek ,
insanların kendi tarihlerini kendilerinin yaptıkları gerçeğini ,
çağımızda bunun başka türlü olmasının mümkün olmadığı
gerçeğini unutmak olmuyor mu? Toplumların gelişmesini ger­
çekleştiren asıl sebepleri görmemek olmuyor mu? Toplumu ­
muzun "daha uygar , daha özgür , daha mutlu yarınlara
doğru ' ' gitmesi ne kadar mümkünse bunun aksi de o kadar
mümkündür . Bu , insanlarımızın daha mutlu yarınları bilinçli
olarak gerçekleştirme uğraşlarına bağlıdır ; önceden kesin bir
şey söylenemez . Yıldızların hareketi gibi , insan gücü ile ilişiği
olmayan bir oluş değil bu . Muvaffak Şerefin yanılma�ı , ancak
çok uzun bir süre ölçüsünde söylenebilecek bir sözü , bugünkü
koşullar içinde de geçermiş gibi söyleyivermek . Sonra , "ya­
şantıları gereği kendiliğinden ' ' diye başlayan bir cümlesi var .
Kişinin yaşamasıyla bilinci arasında nasıl böyle mekanik bir
bağ kurulabilir? Kişi , ille de yaşamasına uygun (aydınlık ya­
rınları hazırlamak bakımından) düşünür diyebilir miyiz?
Öbür örnek Orhan Kemal 'den . Tevfik Çavdar'ın Orhan
Kemal 'le bir konuşması yayımlanmıştı Pazar Postası'nda ( 2 7
Nisan 58) . Orhan Kemal , o konuşmada , şöyle diyordu : "Top ­
lumda alttan alta büyük bir çatışma var . Çağımız insanı bu
çatışmanın içindedir . Onun bütün yükünü omuzlarında duyar.
(Omuzlarda yük taşınır , duyulmaz ! ) Söyleyip durduğumuz
bozgun , çatışmanın kişiye yüklediği meselelerden değil de

1 02
çatışma içeris inde gerçek yönü seçememekten gelir . Seçen kişi
rahattır . . . " Tevfik Çavdar 'ın , "O halde sizce bunalım , top ­
lumsal çatışmadaki gerçek yönü seçememekten geliyor? "
soru suna da , ' ' Evet , ' ' diyor .
1
Çatışma içinde gerçek yönü seçen Orhan Kemal belki ra -
hattır , buna bir diyeceğim yok . Ama bana öyle geliyor ki ça­
tışma içinde gerçek yönü seçen aydınlarımızın büyük çoğunlu ­
ğu bu rahattan yoksundur . Gerçek yönü seçen kişilerin bu ­
nalımdan söz açmaları yakışık almaz diye susuyorlar , sanı­
yorum . Çünkü bunalım var ; bu bir olgu . Bunalım , aydınları­
mız arasında yaygın ; bu da bir olgu . Öyle sanıyorum , düşü ­
nen , kendi dışında öbür insanlara da , toplu msal olaylara da
ilgilenen aydınlar arasında , ister gerçek yönü seçsin , ister
yanlış yönü seçsin , ister henüz bir yönü seçememiş olsun ,
bunalmayan yok . Çünkü gerçek yönü seçmek aydın kişiyi
bunalmaktan kurtarmaz . Gerçek yönü seçen kişi , düşüncesini
yaşayışıyla birleştirmek isteyecektir , düşüncesini gerçekleş ­
tirmeye çalışacaktır . Kişiyi bunalmaktan kurtaran , gerçek
yönü seçmekten çok , bir kez seçtikten sonra , Orhan Kemal 'in
deyimiyle , " çatışmanın kişiye yüklediği meseleleri " çözebil­
mek , yaşamasını buna uydurmaktır . Bunu yapamazsa ' 'söyle­
yip durduğumuz bozgunu ' ' içinde duyacaktır . Bugün
aydınlarımızın çogu , düşünen , daha mutlu yarınların kurul­
masını dileyen aydınlarımızın çoğu , bir yalnızlığa , sürekli bir
hüzne gömülmüşlerdir . Toplum , şimdilik , aydınlarımızı yen­
mişe benzer . Ayakta duranlar , gerçek yönü seçmenin verdiği
güçle , bir kurtuluş yolu arayanlardır ! Ya da kişisel çabalarının
mutlu sonuçlarını gören yaratıcılardır . Ama bu , onların da
bunalmalarını , Cemal Süre ya 'nın bir şiirinde dediği gibi ,
" bütün hüzünleri denemiş " olmalarını önleyemiyor. Aydınla­
rımızın bu durumu üzerine ne ilginç romanlar yazılabilirdi !
Ama yazabilmek için önce gerçek durumu görmek gerek , ger­
çeğe korkmadan bakmak gerek , alışılmış sözlerin kolaylığına
sığınmamak gerek!

Hep bugünlerde üzerinde durduğum bir gerçeğe gelmek

1 03
istiyorum : bilinen açıklamaları , kolay yargılan blrakalım.
Gerçeklerimizi arayıp bulmaya çalışalım. Hiçbir sorunumuzun
henüz kesin olarak çözülemediği gerçeğini , bu büyük , bu kah­
redici gerçeği unutmayalım. Her şeyin koşulu bu. Mutlu ya­
rınların da , gerçek sanat yapıtlarının da .

1 04
SÖZCÜKLERE SIGINMAK

Düşünmenin ne güç bir iş olduğu , bir sorunu belirli so­


mut koşullar içinde incelemenin , çözmeye çalışmanın ne güç
bir iş olduğu , dergilerdeki yazılan okurken daha iyi anlaşılı­
yor . Yazarın düşüncelerini anlatma , başkalarına bildirme biçi­
mi olan düzyazıyı , şimdilerde bile , Moliere 'in kişisi gibi anla­
yanlar var : o , konuşunca söylediklerinin düzyazı olduğuna
inanmıştı . Kimi yazarlarımız da , yazdıkları üzerinde biraz dü ­
şününce , bu kanıda oldukları kuşkusunu uyandırmaktadırlar .
Genel olarak bir düşünmekten kaçış eğiliminden söz açılabilir ,
sanıyorum . Düşünmeden yazmanın yollan da aşağı yukarı
bellidir .
Bunlardan biri , belirli ilkeleri , belirli doğrulan yeniden
söylemek , sıkışınca bunların kolaylığına sığınmaktır . Kimi
bunun yararlı bir iş olduğuna inanıyor . Bu pek bilinen
düşünceler arada sırada tekrarlanmalıdır , okurlar kalabalığına
yeni katılanlar , önceden bu düşüncelerle karşılaşmamış
olanlar ancak bu yoldan bu düşüncelere ilgilenebilirler , diyor­
lar . Hemen hemen her on yılda bir Arsen Lüpen hikayelerinin
yeniden basılıp yeni okurlar bulması gibi bir şey . Burada
yazarın durumu , düşünen , araştıran bir kişinin durumu
olmaktan çıkıyor; her yıl aynı dersleri aynı kitaplardan
okuyarak tekrarlayan öğretmenlerin durumuna benziyor .

1 05
Boşuna değil bu çaba biliyorum , yararlı elbette ; gene de
sevmiyorum böyle bir öğretmenliği . Çözülmesi gereken , el
değmemiş bunca sorun varken . . . Düşünmeden yazmanın bir
yolu da (yeni buldular bu yolu) aklına eseni özgür düşü�ce
adına ortaya sürmek . "Ben özgür düşünüyorum , düşünceyi
sınırlayan alışılmış kalıplar umurumda değil , ' ' gibi iri sözler
edince düşüncelerindeki cılızlığı , üstünkörülüğü saklayabile­
ceklerini sananlar var . Bunlar, özgür düşüncenin ancak gerçek
bir ekin sonucu olabileceğini düşünmek istemezler.
Düşünce fukaralığını saklamaya çalışmanın bir yoluna
da 'sözcüklere sığınmak ' ' diyorum . Geçenlerde bir yazı
okudum ; içinde bol bol "çağımızın insanı " , "kokuşan insan­
lar " , "insanların iğrençliği , korkunçluğu " , "insanların ışıksız
karanlığı ' ' gibi sözler geçiyordu . Öyle sanıyorum , birtakım
kalıplaşmış düşünceleri yeniden söylemekle çok önemli doğru­
ları bildiriyormuş gibi görünen , ama içi boş ya da toplumsal
gerçeğin pek küçük bir yanını yansıtan (o da bilinçsiz
olarak) bu gibi sözlere başvurmak arasında önemli bir ayrım
yoktur ; iki durumda da düşünme çabası yokluğu , işin
kolayına kaçmak eğilimi var.
Ne demek "çağımızın insanı"? Böyle bir örnek bir insan ­
dan bu büyük sarsıntılar , çözülüşler , değişimler , oluşlar ça­
ğında söz açılabilir mi? Çağımızın insanı diye söz eden yazarın
yazısı üzerinde biraz düşününce ' 'çağımızın insanı ' ' diye orta
tabaka aydınlarını düşündüğünü anlıyoruz . Yazar , biyol orta
tabaka aydınları ile ' 'çağımızın insanı ' 'nı birbirinin tıpkısı
sandığı için , yani düşüncesinin çıkış noktası yanlış olduğu
için , düşüncesinin gelişimi de yanlış oluyor , gerçeğe aykırı
oluyor . Bireye de , topluma da bakışı bilimsel bir düşünceye
dayanmadığı için , bütün bilgisi edebiyat yapıtlarından geldiği
için , ister istemez sözcüklerin çevresinde dolanıp duruyor.
Gerçekle ilişik kuramamak , hep soyut bir ortamda sözcükler­
le oynamak , düşünmeyi önlüyor . Bu yüzden , giderek , "ko­
kuşan kalabalıklar" gibi sözler edebiliyor . Kokuşan kalaba­
lıklar yok mu? Var elbette . Ama bu , toplumsal gerçeğin bir
yanı . Birçok yanlan daha var toplumsal gerçeğin ; bu yanlan

1 06
incelersek (işte burada yalnız edebiyat yapıtlarından gelen bil­
ginin yetersizliği açıkça ortaya çıkıyor ; tarih , ekonomi , top­
lumbilim gibi bilim dallarının verilerini de bilmek , bunlar üze­
rinde düşünmüş olmak gücemi kendini duyuruyor) , kokuşan
kalabalıklardan başka kalabalıkların da olduğunu görürüz .
Belirli koşullar içinden bilinçle ya da el yordamıyla aydınlığa
doğru ilerleyen , ya da aydınlığa ulaşmış insanlar da görürüz .
Onlar için insanlar yalnız korkunç , yalnız iğrenç değildir ;
dosttur da , arkadaştır da , gönüldeştir de .
Çağımızın toplumlarının bu özellikleri üzerinde düşün­
meden , herkese aynı üniformayı giydirir gibi , bir örnek bir
"çağın insanı "ndan , "çağın insanının sorunlan "ndan söz aç­
mak , somut sorunları somut koşullar içinde incelemek olana­
ğını ortadan kaldırdığı için , ister istemez insanı yanılgılara
sürükleyecektir . Bellisiz sözcüklere sığınmak , belki bir süre
yazarın bilisizliğini gözlerden saklayacaktır , ama sonunda
gerçek sorunlara girmeyi önlemekten , gerçekle ilişiği kesmek­
ten , düşünceyi kısırlaştırmaktan başka bir sonuç : doğurmaya­
caktır .

107
ÖZGÜR DÜŞÜNÜYORLARMIŞ

Zaman zaman birtakım sözler atılır ortaya , yazarları­


mız dört elle sarılır bu sözlere . Bir aralık yaşama sevgisi sözü
alıp yürümüştü . Herkes yaşamanın güzelliklerini sayıp
döküyordu . Edebiyatımıza iyice yerleşmiş Doğulu bir karam­
sarlığa karşı bir tepkiydi bu . Giderek yozlaştı . Yaşama sevgisi
sözünün altından o her şeye boyun eğme , "Ne verseler ona
razı , ne kılsalar ona şad ' ' anlayışı kendini göstermeye başladı .
Sonradan bir insanlık sevgisi sözü çıktı . Bu toplumda
karaborsacılar , hayınlar , çıkarları için her şeyi yapabilen in ­
sanlar hiç yokmuş gibi , ' ' İnsanlar hepinizi seviyorum ! ' ' diye
başlayan şiirler dergileri kapladı . Sait Failc 'in bir yazısını ha­
tırlıyorum , ne güzeldi : " . . . Bu insanları sevmek sözü hayali
bir şey değildir ama galiba biraz nazari . . . Yoksa öyle insanlar
var ki , kafasından tutup koparmak aklımdan geçmese bile ,
başka bir insanın aklından geçebilirse , bunu da yaparsa , ben
nihayet bir yazıcıdan başka bir şey olmadığım için , mazur gö ­
rürüm . Yine öyleleri var ki , yanlarına sokulmak zehirlenmek­
le eştir . " (Havada Bulut, s. 83)
Şimdilerde de bir özgür düşünme sözüdür gidiyor. Uy­
gulanma alanı şiir değil , düzyazı. Kim istemez özgür düşünceli
olmayı? Hepimiz yazdığımız , konuştuğumuz konularda yaz­
dıklarımızın , konuştuklarımız ın kendi düşüncelerimiz olması-

1 08
nı ,_ kendi usumuzla bulduğumuz düşünceler olmasını
istiyoruz . Şuradan buradan edinilmiş üstünkörü bilgileri yeni
baştan söylemek kandırmıyor bizi , kendi çabamızla birtakım
doğrulara varmak istiyoruz . Bunun için hazır, yaygın doğru­
ları eleştirel bir gözle incelemek gerek diyoruz , insanlığın ekin
kalıtından asılanmak gerek diyoruz , çağımızda olup bitenlere
göz kulak olmak gerek diyoruz .
Özgür düşünme sözünün bu kadar çok kullanılmasının
birtakım nedenleri olsa gerek . Bunlardan biri , "hazır doğru­
culuk " etmektir. Bilimsel yöntemleri kendi gerçeklerimizin
araştırılması yolunda kullanmak yerine , çok daha önceden
başkalarının buldukları doğruları tekrarlamak , belirli konu ­
larda yıllarca belirli sözleri söylemek , haklı olarak , bir tepki
yaratıyor . "Edebiyatımız karamsardır ; çünkü orta tabakadan
gelen yazarlarımızın toplumsal durumları . . . " ya da , "Yazar­
lar yalnız olanı değil , olmakta olanı , gelişmekte olanı da gös ­
termelidirler , ' ' diye başlayınca artık kimse dayanamıyor . Bu
sözlerin doğru yanları olsa da bu böyle . Eskidi bu sözler.
Söyleye söyleye eskittik bu sözleri .
Bu nedenlerden biri de Ataç 'ın genç yazarlar üzerindeki
geniş etkisidir , sanıyorqm . Çok yazdı , çok konuştu Ataç
özgür düşünme üstüne . Düşünce alanındaki kalıplaşmayı kır­
mak için , düşünceyi zenginleştirmek için yapıyordu bunu .
Ne var ki hazır doğruculara öfkelenmek ya 'da Ataç 'ın
öğüdüne uymak bugün kimi yazarlarımızı , daha çok genç
yazarlarımızı , kolay yollara sürüklüyor . Gelişigüzel yazmayı ,
öğrenilmesi gereken ilkel bilgileri öğrenmeden birtakım konu­
larda ileri geri konuşmayı , özgür düşünmek sananlar var .
Çoktan orta malı olmuş doğruları kendi düşünceleri sanarak
söylemenin sevinci içindedirler . Bu sevincin , kendilerini
sorumsuz , ne dediğini bilmez bir duruma getirdiğini
görmezler . Çoğu , Ataç'a · öykünüyor. Ama , Ataç ele aldığı
edebiyat sorunlarında gerçekten özgür düşünüyordu ; çünkü
konusunu biliyordu . Yıllardır sürüp gelen okumanın , araştır­
manın , düşünmenin sonucuydu bu özgürlük . Ataç'a öykünen­
ler, nedense , işin bu güç yanını görmek istemiyorlar . Örneğin

1 09
bir Ataç 'ı okuyarak edebiyat sorunlarını , dil sorunlarım özgür
inceleyebileceklerini sanıyorlar . Şu en önemli yanı , düşünce
özgürlüğü ile bilgi arasındaki vazgeçilmez bağlılığı görmek is ­
temiyorlar .
Bunun sonucu şu oluyor : özgür düşünce ilkesi , düşünce­
mizi geliştirmekten , zenginleştirmekten çok bilisizliğimizi giz­
lemek yolunda kullanılıyor . Ahlak hakkında liselerin top ­
lumbilim derslerindeki kadar bilgileri olmayan çocukların ,
özgür düşünce adına , ahlaktan söz açmaları bundan . Toplum­
ların gelişmeleri hakkında en ilkel bilgilerden yoksun kişilerin
toplum üstüne ileri geri söz etmeleri bundan . Özgürlüğün
nereden gelip nereye gittiğini incelememiş yazarların , sıkış­
tıkça , düşünce özgürlüğüne sığınmaları bundan . Korkarım bu
gidişle özgür düşünce - bilgi ilişiğinin yerini sözde özgür dü ­
şünce - bilisizlik alacak .

1 10
DÜNYA GÖRÜŞÜ

Birtakım aydınlarımız var , edebiyatımızın sorunları tar­


tışılırken , ya da yazarlarımız üzerine , yazarlarımızın yapıtları
üzerine konuşulurken , dikkat ettim , sıkıştıkça , .hep "dünya
görüşü ' ' sözüne sarılıyorlar. Bir yazarı mı yerecekler, gelsin
dünya görüşü ! Bir yazarı mı öğec�kler, gelsin dünya görüşü !
Bilmedikleri bir konuda mı konuşacaklar , gelsin dünya
görüşü ! Değil mi ki bir dünya görüşüne varmışlardır, bütün
sanat alanlarında konuşabilirler , bütün sanatçılara yol göste­
rebilir , öğüt verebilirler! Bana öyle geliyor ki , düşünmekten ,
araştırmaktan kaçınmak için , birtakım konulardaki bilisizliği­
mizi gizlemek için , başvurduğumuz etkili sözlerden biri bilim­
sel düşünce ise , öbürü de dünya görüşüdür .
Aydın kişinin olsun , sanatçının olsun , "bölmeli kafa "lı­
lıktan kurtulması için , doğa olaylarını , toplum olaylarını de­
ğerlendirebilmesi için , yaşayışına en doğru , en yararlı biçimi
verebilmesi için , bilimin verilerine dayanan ileri bir dünya gö­
rüşüne varması gerek . Ne var ki kimi aydınlarımız , toplumsal
gelişme hakkında , tarih hakkında , sanat , edebiyat hakkında
birtakım belirli ilkeleri öğrenmeyi , günümüzün , sürekli bir
gelişme , değişme durumunda olan , belirli ilkeler çerçevesinde­
ki kolay açıklamalardan çok , sabırlı incelemelere , somut araş­
tırmalara dayanan yargılar isteyen sanatı , edebiyatı hakkında

111
.konuşmak için yeter sanıyorlar. Böylece , günlük yaşamala­
rında , daha çok , yurtyönetimine , toplumsal , ekonomik so­
runlara ilgilenen bu aydınlar takımı ile sanatçıların arası git­
gide açılıyor, birbirlerinin dediklerini önemsemez oluyorlar .
Sanatçı , bir bakıma haklı . Çünkü , sanatçılanınız ın
çoğu , yaratışlarını bilinçle yapmak için , bir dünya görüşüne
varmak gerektiğini görmüşlerdir. Estetikteki bilinçsizlik
çağının artık sona erdiği açıkça görülüyor. Yirminci yüzyıl,
yaratıcının , toplumla ilişiklerinin bilincine vararak yapıtını
yarattığı çağ . Ne var ki bu yeni aşamanın getirdiği yeni
sorunlar henüz çözülmüş değil ; estetik tartışmalar henüz
açık-seçik sonuçlara varmış değil . Bu anlayışla yapıt veren
sanatçılar , henüz geçmiş yüzyılın ustalarının yapıtları
değerinde yapıtlar vemı.iş değiller . Bir romancının bir sözünü
hatırlıyorum : Yirminci yüzyılda Sovyet edebiyatında bir Leon
Tostoy çıkmamıştır , dedikten sonra , bu zaman boyunca Batı
edebiyatında da yeni Balzac 'lar, yeni Stendhal'lar çıkmamış­
tır , diye ekliyordu . Bazen estetik yaratış için yararlı olan
bilinçsizliğin yerini yazarın yaratışını bilinçli olarak yapmak
çabası aldı, demiştim . Bu durumda , zaten bir dünya görüşüne
v armı ş , ama yazdığının şiir , hikaye ya da roman olduğunu
unutmayan , kişilik diye , kendine özgü söyleyiş diye , en önem­
Hsi , sanatın "specifique " niteliği , kendine özgü anlatma yolla­
n diye bir şeyler olduğunu bilen bir yazara , yıllarca önce öğ­

renilmiş ilkelere dayanarak , sanat , edebiyat üzerine söz


etmek , yol göstermeye , öğüt vermeye kalkışmak , üstelik bunu
dünya görüşü gibi sözlere sarılarak yapmak , doğrusu pek
yakışık almıyor.
Bu aydınların durumu , edebiyat üzerinde yazıp çizen
birtakım eleştirmenlerin durumuna benziyor . Bu eleştirmen­
ler, edebiyat yapıtları okumaktan çok , edebiyat üzerine , ede­
biyat sorunları üzerine yazılmış yapıtlar okurlar .'Sonra da ede­
biyat ürünleri hakkında , bu ürünleri oluşları boyunca incele­
meden , Üzerlerinde enine boyuna düşünmeden , bu ürünlerin
incelenmesinden değil de , edebiyat üzerine yazılmış yapıtlar­
dan edinilen genel bilgilere dayanarak yazarlar, konuşurlar,

1 12
yazarların yanılgılarını belirtirler , onlara yol gösterirler.
Dünya görüşü , sanat , edebiyat üzerinde konuşmak için ,
aydınlara bazı imkanlar verir elbette . Ama pek büyültmemeli ·

yiz bunu gözümüzde . Çünkü bu çeşit genel sözlerin yazar için


öyle önemli bir yanı , bir değeri yoktur. Roman hakkında ,
hikaye hakkında , şiir hakkında konuşabilmek , dinlemeye
değer , yararlı , ilginç sözler söyleyebilmek , genel bilgilerin
sınırını aşmakla , sürekli olarak roman okumakla , hikaye oku­
makla , şiir okumakla , romanın , hikayenin , şiirin somut , belirli
sorunları üzerinde düşünmekle , kısaca , romanı bilmekle ,
hikayeyi bilmekle , şiiri bilmekle olur ; dünya görüşü gibi söz­
lerin rahatlığından vazgeçmekle , edebiyatımızı izlemekle olur.
Yoksa ister istemez söylenen sözler havada kalacaktır, konu­
şanlar "edebiyattan anlamayan kişiler" olarak anılacaktır.
Öyle ya , bir yılda tek roman okumayan , tek hikaye kitabı
görmeyen , dost şiirlerinden başkasına ilgilenmeyen birinin
sözlerini" bir sanatçı niçin dinlesin .

1 13
İYİMSERLİK ÜSTÜNE

Yazarların iyimserlik anlayışı da toplumsal gelişmeye


bağlı , bu gelişmeyle birlikte değişiyor, gelişiyor. Geçmiş çağ­
larda sanatın , edebiyatın görevi , toplumla ilişikleri , bugünkü
gibi , açık -seçik olarak bilinmediği için , yaratışta bilincin payı
bugünkü gibi önemli olmadığı için , iyimserlik anlayışında da
bir kendiliğindenlik vardı . Yazar , toplumla ilişiklerinin bilin ­
cine varmak kaygısını çekmediğinden , çağının yaygın anlayı­
şına kendini bırakıyordu . Bunun için yirminci yüzyıla değin
(insanların tarihlerini bi:linçli olarak kendilerinin yapmaya
başladıkları yüzyıla değin) bilinçli bir iyimserlik anlayışı
aramak boşunadır ; yazarların yapıtlannı inceleyerek çıkardı­
ğımız bir iyimserlik anlayışı var ; buna yazarın iyimserlik an­
layışı demekten çok , çağın iyimserlik anlayışı demek daha
doğru olur , sanıyorum .
1

Balzac'ı okurken düşünüyorum : bugün bize on doku­


zuncu yüzyılın iyimserlik anlayışı oldukça ilkel geliyor. Bu il­
kellikte hem o çağın yazarlarının birey-toplum ilişkilerini
ancak sezgiyle kavramalarının payı var , hem de o çağın
bireyci davranışının . O yüzyılda ancak öyle bir iyimserlik an­
layışı olabilirdi ., Örneğin Balzac , Cesar Biro tteau 'yu kendince
iyimser bir sonuca bağlamış . Birotteau , bütün borçlarını

1 14
ödüyor, evine kavuşuyor, namuslu bir insan olarak , çoluk
çocuğunun geçimini yeniden düzenlemiş bir aile babası olarak
ölüyor . Ama Balzac'ın gösterdiği toplum kesitinden anlıyoruz
ki birçok insan iflas etmekte , güçlükle biriktirdiği paralan
·

eshama , tahvilata yatıran birçok insanın parası borsa dala­


vereleri , bankacıların hileleri yüzünden batmaktadır . Balzac
da , başka bir romanında, Nucingen Bankası 'nda , bunu
açıkça gösteriyor . O zaman Birotteau'nun mutlu sonucu bizi
pek ;etkilemiyor; borçlarını ödeyemeyen , çoluk çocuğunun ge�
leceğini düzenleyemeyen yığınla insanın varlığı -� geliyor
aklımıza ; bugünkü anlayışımızla , roman iyimser değil , sadece
happy end 'le bitmiş , diye düşünüyoruz . Dickens için de
sevdiğim bir romancı buna benzer şeyler söylüyordu .
Bir de Cadı Kazanı nı d.ü şünüyorum . Arthur Miller,
'

gerçi onyedinci yüzyılda geçen olayları işliyor, ama bu olaylan


yirminci yüzyıllı bir yazar olarak işliyor . Miller'in , Balzac 'ınki
gibi , bir happy end çabası yok . Oyunun sonunda , · birçok insan
gibi , Proktor da darağacına gidiyor . Ama tiyatrodan çıkarken
insanda bir duygu yücelmesi oluyor ; mertlik diyoruz , dostları
satmamak diyoruz , insanoğluna , insanoğlunun gücüne ,
büyüklüğüne , insanın tükenmezliğine sarsılmaz bir inanç
duyuyoruz ; kendimizi iyi , doğru , haklı işleri yapmaya hazır
buluyoruz , bütün güçlüklerine rağmen , bütün tehlikelerine
rağmen . . . İyimserlik bu işte !
Çağımızın iyimserlik anlayışı bu yönde gelişiyor , sanı­
yorum . Happy end dönemi , geçen yüzyılın bireyci iyimserlik
anlayışı , geride kaldı . Bu gün yeni bir kahramanlık anlayışıyla
birlikte yeni bir iyimserlik anlayışı da gelişmekte ; daha doğru­
su gerçek hayatta bunca yıldır örneklerini gördüğümüz duy­
duğumuz davranışlar edebiyata da girmekte . Artık önemli
olan , roman kahramanının sonunda rahata ermesi , işlerini
yoluna koyması , yaşama düzenini kurması değil ; önemli olan ,
roman kahramanının , toplum içinde gelişenden yana , yeniden
yana olması , yeninin gerçekleşmesi yoluna aklını , gücünü ,
hayatını koyması ; Sartre 'ın " Cehennem . başkalarıdır! "

llS
sözüne karşı "Hayat , başkalarıdır! " diyebilmesi , hayatını
öbür insanlarµı , yeniyi gerçekleştirecek insanların hayatına
bağlayabilmesi . . Bunun sonu yenilgi de olsa roman iyimser
oluyor, bizi Descartes 'ın sözüne inandırıyo r: insanın toplumun
da , doğanın da efendisi olduğuna inanıyoruz .

1 16
BUNALAN GENÇ ADAMLAR

İngiltere'de "öfkeli genç adamlar " geleneklere savaş açı­


yor . Amerika ' da "beat generation " baş kaldırıyor . Arts 'ın
1 958 aralığında çıkan sayılarından birinde Jean-Rene Hugue­
nin , ' ' Bizim genç yazarlarımız pek sakin , ' ' diyerek dert yanar
yollu sözler ediyordu ; ama genç Fransız yazarlarının İngiliz ya
da Amerikan yazarlarından geri kalmasına gönlü razı olma -
dığından olacak , Butor, Nimier , Pingaud , Cayrol , Frank ,
Claude Simon , Sollers gibi yazarları "yeni romantisme " diye
bir akımda birleştirmeye çabalıyordu . Saydığım yazarlara
birtakım sorular sormuş , ilginç yanıtlar almış . Örneğin Ber­
nard Pingaud şöyle diyor: " Fransa ' da şimdilerde 'öfkeli genç
adamlar' yoksa , bu , şüphesiz , yazarların kendilerini Fran ­
sa 'da , İngiltere ' de ya da Amerika' da olduğundan daha özgür
bulmalarındandır . ' ' Frank , o gençlerin üne ermek sevdasında
olduklarını , bunun için gürültü patırdı ettiklerini söylüyor .
Claude Simon , "savaştan beri , Fransa 'da , her başkaldırma
hareketinin Sartre 'la Saint - Germain - des " Pres ile canalise
olduğunu " söylüyor.
Bizdeki gençliğin haline , genç yazarların yapıtlarına ba­
kınca Türkiye'de olsa olsa bir "bunalan genç adamlar" top­
luluğundan söz açılabilir , sanıyorum . Aydın gençlerimiz buna-

117
lıyor; bu, bir olgu. Aydın gençlerimizin bunaltısını iki ayn
bölümde incelemek gerek.

Birtakım gençlerimiz var, bunlarda biraz özenti, biraz


ithal malı durumunda bir bunalma görüyoruz. Bunalmaları
toplumla olan gerçek bir çatışmanın sonucu değil. Bir çeşit
aydın süsü. Yazdıklarında genel olarak toplumla bir anlaş­
mazlık, toplum düzeniyle bir uyuşmazlık değil de, kendi özel
hayatlarındaki yoksunluklardan gelen bir tepki, gönlünce
yaşayamamanın verdiği bir huysuzluk vardır. Analarından
babalarından aldıkları harçlıkla meyhanelerde içerler, sonra da
analarından babalarından dert yanarlar. Gerçi ailelerinin
değer yargılarının kofluğunu görmüşlerdir, bu değer yargıları­
nın gerçeğe de, kendi belli belirsiz değer yargılarına da
uymadığını görmüşlerdir; ama rahat düşkünlüğü, hayat kar­
şısında ürkeklik, onları bir opportunisme'e sürüklemiştir.
Oysa bu toplumsal koşullar içinde bile gönüllerince yaşamaları
mümkündür; bunalmalarının nedenleri bireysel olduğu için
kurtuluş yolları da bireyseldir; bir bakıma kendi ellerindedir,
bunun için de kolaydır. Ama özenti bir bunalma içinde yaşa­
mak; yaşamadıkları halde, hakları olmadığı halde, "Sorumlu­
luğu da yaşadım, sorumsuzluğu da; ikisi de çıkar yol değil,''
gibi iri sözler etmek daha bir hoşlarına gider.
Kendiliğinden bunaltının, toplumla bilinçli çatışmanın
değil de, günlük yaşamanın kendiliğinden getirdiği bunaltının
bir belirtisine de, bir Fransız yazarının deyimiyle, '' evasion
physiologique" diyebiliriz. Bir ara rej isörlerin, özellikle
kovboy filmlerinde, pek . - hoşlandıkları bir görüntü vardı:
filmdeki kişilerden birinin bacakları arasından karşıdaki
kişileri göstermek. Kimi genç şairlerimiz, hikayecilerimiz de
kişilere, olaylara, toplumsal gerçeklere kadın bacakları arasın­
da bakar gibidirler. Cinsel sevi yoluyla toplumsal gerçeklerden
kaçmak, kopmak çabası; mutluluğu cinsel sevide aramak
umutsuzluğu.

1 18
Özenti bir bunaltıya ya da cinsel seviye sığınamayanlar
giderek cynisme 'e kayıyorlar . Toplum gerçeğinin ezdiği bu
genç aydınlar, toplumsal oluşu uzun erimli bir görüşle değer­
lendiremedikleri' için , geçici bunalmalardan tam bir yenilgiye ,
sonunda kişioğlunun değiştirici , yaratıcı gücünü tüm
yadsımaya varıyorlar . Toplumsal koşullar karşısında bireyin
güçsüzlüğü , bir başına bırakılmışlığı , yüzeydeki bu kahırlı
gerçek , onları her şeyi alaya almaya sürüklüyor ; işi cümle
yapısına kadar götürüyorlar .
Bir de bu bunaltıları pek duymayan genç şairler,
hikayeciler var . Yirmi dört saat şiir düşündüklerini söylerler.
Yaşamak demek , yazmak demektir onlar için . Çok söylenmiş
sözleri , yeni biçimler içinde , bir kez de kendileri söylerler .
Yaşan tısız , gerçekle sarmaş dolaş olmanın sıcaklığından yok­
sun yapıtlardır yapıtları .

Bunaltıyı , başka nedenlere bağlı olarak , başka türlü


yaşayan gençler de var . Bunlar , daha çok , şimdilerde yapıt
veren genç kuşaktan bir önceki kuşağın aydınları . Bunların
birinci bölümdeki gençlerden en önemli ayrımı , toplumsal
oluşun bilincine varmış olmalarıdır ; bu da toplumsal bilimlere
de ilgilenmelerinin , meyhanelere düşmeden önce sıkı bir
kitaplık çalışması geçirmelerinin , son kuşak gibi yalnız
edebiyat yapıtlarıyla yetinmemelerinin sonucudur . Buna ,
yetişme yıllarındaki daha özgür havanın olumlu etkisini de
eklemek gerek . Bu gençler , yalnız yüzeydeki olaylan görmekle
yetinmezler, olaylan tarihsel akışı içinde , birbirleriyle ı ilişikle­
ri içinde görür , değerlendirirler . Toplumsal sorunların çözüm
yollarının da toplumsal olduğunu bilirler . Bireysel çıkışların ,
toplumda bir dayanağı olmayan çıkışların , bir kahramanlık
gösterisiyle kişiyi bir süre oyalasa da , avutsa da , olumlu bir
sonuca varamayacağı için , pek de önemli olmadığını , birey
için de , toplum için de kurtarıcı olmadığını kuramsal bilgile­
riyle de , başlarını toplumsal gerçeklere çarpa çarpa yaşama

119
deneyleriyle de iyice öğrendikleri için , alışılmış yolların çık­
mazlığını görmüşlerdir. Toplum yapısında kendi düşüncelerini
dayayacak bir dayanak olmayışının acısını yaşarlar . Bir
başlarına kalmış gibidirler. Aydınlar takımının toplumsal oluş
içinde , toplumu bir ileri tarihsel aşamaya götürecek güçten
yoksun olduğunu , bu gücün ancak daha ileri bir aşamayı
özleyen öbür insanlarla birleşmek yoluyla doğacağını bilme�
onları toplumsal oluşlara seyirci bırakmaktadır. Toplumsal
oluşlara karışnıak için eylem alanına atılsalar, Can Yücel 'in
' ' Ne Yerdedir Ne Göktedir'' adlı önemli bir yazısında (Pazar
Postası , 30 Kasım 1958) sözünü ettiği durum çıkıyor ortaya :
' ' ( . . . ) Dışa dönenler , siyasaya atılanlar gerçekten aydın kişi­
lerse , umduklarıyla buldukları arasındaki zıtlığın yükü altın­
da eziliyor , ürkekleşiyor, ya da aydın olmaktan çıkıyor . ( . . . )
Dışa dönen , öyle bir ortam içine düşmüş ki, ancak
uzlaşmalarla , kendinden , düşünüşünden , ülküsünden boyuna
fire vererek tutunabiliyor. Gerçi bir edim içinde ama gönlünce,
kafasınca bir edim değil bu . Ettiğiyle dilediği arasında par­
çalanıyor . ' ' Bu durumu gören , nesnel koşulların bilincine
varmış , bilinçli bir toplumsal dayanağın yokluğunu bilen , bu
nedenlerden toplumsal oluşlara karışmayan aydın gençlerin
toplumun dışına itilmiş bir halleri vardır . Naili 'nin beytini
yaşar gibidirler:

Mestane nukuş-i suver-i aleme baktık


Her birini bir özge temaşa ile geçtik

Toplumla ilişik kuramamak , toplumsal oluşa katılama­


mak , olanı biteni "bir özge temaşa ile " geçmek . . . Bunaltı
buradan geliyor. Üstelik bu , toplumsal koşullann sonucu bir
bunaltı ; bireysel bir kurtuluş yok bu bunaltıdan .
Teoman Aktürel'in 3 Mart 1959 günlü Tercüman 'ın
Sanat Sayfası'nda , " Eylem ile düş arasındaki ayrılık günü­
müzde bil� sürdürülmek isteniyor . Bu ayrılığı onarmak , gider­
mek , böyle bir ayrılığın olmadığını söylemek de gene ozana
düşer , " demesi , yazılarından bol bol parçalar aldığı (insan

1 20
üşe·nmese de oturup o yazıda başka yazarlardan alınan par­
çalardaki sözcüklerle Teo'nun kendi düşüncelerini anlatan söz­
cüklerini saysa , bunların oranını bulsa , ilginç bir sonuç elde
edilirdi , sanıyorum ; Teo çeviri ile yazma arası yeni bir tür
yaratıyor) Fransız yazarlarının etkisiyle Fransa ile Türkiye'yi
bir tutmasından ileri geliyor . Ülkemizde eylem ile düş
arasında gerçekten bir ayrılık vardır ; bu ayrılığı gidermeye
şairin gücü yetmez ; çünkü bu ayrılık tarihsel , toplumsal ,
siyasal koşulların sonucudur.
Can Yücel 'deki gerçekçi görüşün olmayışı , kuramsal
bilgi ile toprağa yerleşmek çabasını birleştirememek , Teoman
Aktürel gibi , Ömer Sakıp 'ı da , kendi yazarlık denemelerimden
çok iyi bildiğim, birtakım kolay çözüm yollan bildirmeye sü­
rüklemiş . ! Mart 1959 günlü Forum'da "Yanılma Korkusu"
başlıklı yazısında şöyle diyor: "( . . . ) Evet , anladım : bizde
aydın tipi , sanatçı tipi ikidir . Birincisi ; hareketin dışında kalıp
öyküsünü , şiirini , yazısını yazar. İkincisi ; halkın arasına karı­
şır , onunla birlikte işin bütün çilesini çeker . ( . . . ) Gerçek aydın
kişinin tutumu , davranışı birincide değil , ikincide . İ şi bir da­
laşma , bir horoz döğüşü , ya da koltuk kapmaca gibi ele alıp
uzakta durdukça , hareketin içine girmedikçe aldanma payımız
gerçekte azalırsa da , günün gerçeklerine kulak verip sonunda
aldanabileceğimizi bile bile savaşmak , o harekete karışmak
bana daha 'insanca' gelir . " Bu sözler de , Teoman Aktürel 'in
sözleri gibi , ilk bakışta ne kadar doğru gözükürse gözüksün ,
bizim koşullarımız içinde pek havada kalıyor . Ömer Sakıp ,
aydınlarımızı kendi toplum gerçeğimiz içinde , belirli koşullar
içinde düşünmemiş ; somut sorunlara somut çözüm yollan ara­
manın güçlüğü karşısında Batıdan öğrendiklerini tekrarla­
makla yetinmiş , diyeceğim .
Büsbütün bir karamsarlığa mı bırakıyorum kendimi?
Değil . Yeni gelinin , ' 'Hem ağlarım , hem giderim , ' ' demesi gibi
biz de hem bunalır , hem gideriz . Burada bilimsel düşüncenin
ayakta tutucu , direnme gücü verici yanını düşünüyorum . Bu­
güne değin öğrendiklerime dayanarak şu en duruk günlerin
böyle sürüp gitmeyeceğine , başarısız denemelerin , başarısız

1 21
yer değiştirmelerin , nesnel koşulların da gelişip değişmesiyle ,
yaşama koşullarının doğrudan etkisiyle daha geniş toplulukla­
rı da bilinçli bir duruma getireceğine , bu bilinçlenme sonucu
bugün toplumun dışına itilmiş aydın gençlerin uzun erimli bir
yurtyönetimi için gerekli toplumsal dayanağı bularak edim
alanına gireceklerine , yalnızlıklarından sıyrılacaklarına , bu­
naltıyı aşacaklarına inanıyorum . İnsanlığın geçmişini incele­
mek , toplumsal oluşların kanunları hakkında bilgi edinmek,
kendi toplumumuzdaki oluşlara bakmak beni bu sonuca götü­
rüyor . Bu durum , bir yandan gerçek bir bunaltıyı yaşarken ,
öbür yandan düşünmek , araştırmak , kendi gerçeklerimize
uygun çıkar yollar aramak , en önemlisi yozlaşmadan
beklemek gücünü veriyor . Bizim kuşak , yozlaşmadan bekle­
mesini öğrenmek zorunda . Henüz ölüm- dirim sorumuz olan
" Ne yapmalı? " sorusuna açık -seçik , kesin , herkesin katılabile­
ceği bir yanıt verilememiştir . Geçmişteki yanılgılara bakarak
nelerin yapılmaması gerektiğini oldukça öğrendik� ama nelerin
yapılması gerektiğini kesin olarak henüz bulmuş değiliz .
Herkes gücünün yettiğince bir yol bulmaya çalışıyor , kişisel
çabalarla , bu koşulların ağırlığı altında ezilmeden , yaşamaya
çalışıyor .
Bizim kuşak gibi bir geçiş kuşağının durumu bu :
Lorca 'nın

Bilirim de yollan
Varamam Kurtuba 'ya

mısralarını bütün acılığıyla yaşamak . Bunaltılar içinde diren­


meye , yürümeye çalışmak .

1 22
ROMAN ÜSTÜNE
KİŞİSİZ ROMANLAR

Romancılığımızda bir gelişme var . Hikayeden romana


geçen yazarlarımızın da yapıt vermeye başlamalarıyla son yıl­
larda yayımlanan romanların sayısında bir artma görülüyor.
Değer bakımın dan, kurcaladıkları sorunlar bakımından gözle
görülür bir ilerleme var . Ne var ki yazarlarımız, eleştirmenle­
rimiz, birtakım roman eleştirileri dışında, romancılığımıza, ro­
mancılığımızın sorunlarına pek ilgilenmiyorlar . Her dergide,
her zaman, şiir üzerine yazılmış yazılar okumak, hem de bol
bol okumak, mümkün . Oysa romancılığımız gelişirken, bu ge­
lişmeyle birlikte konuşulacak, tartışılacak sorunlar ortaya çı­
karken, yazarlarımızın bu edebiyat gerçeğini görmemezlikten
gelmeleri, romana itibar etmemeleri pek de doğru olmasa ge­
rek. Burada bir eleştirmenimizin adını anmalıyım : bir Tahir
Alangu var romancılığımızın gidişini izleyen.
Son aylarda hep bizim romancılarımızın yapıtlarını
okudum : Orhan Hançerlioğlu, Necip Alsan, Orhan Kemal ,
Kemal Tahir , Attila İlhan, Talip Apaydın, Şahap Sıtkı,
Oktay Akbal, Samim Kocagöz . . . Bu yazarlanınızm romanları
beni yeniden romancılığımız üzerinde düşündürdü . Bunun için
bugünlerde hep romancılığımız üzerine yazmak istiyorum .
Önemli şeyler değil belki diyeceklerim, ama bunları söylemek
roman konusunda susmaktan daha iyidir, sanıyorum.

125
"Kişisiz roman" deyimi yadırganacak , biliyorum.
Roman kişilerle vardır , denecek . Doğru . Ne var ki okuduğum
romanlardan bazıları bizde yanlış bir roman anlayışının doğar
gibi olduğunu göstermektedir. Hani birtakım şiirler vardır,
önemli sayılan sorunlardan söz açarlar , ama bu şiirleri
meydana getiren sözcükler şairin yaşama deneyleriyle sarmaş
dolaş olmadıkları için , gerekli yükle doldurulmadıkları için ,
kavram olarak kaldıkları için sevmeyiz o şiirleri . İşte bu ro ­
manlarda da tıpkı böyle bir durum var . Yazar , bir düşünceden
hareket ediyor . Örneğin Orhan Hançerlioğlu , bir memurun
müsteşarı tokatlamak isteğinden başlıyor. Çıkış noktası bu
istek oluyor . Bu , bir romana yeter sanıyor Hançerlioğlu .
Ondan sonra başlıyor hayaller kurmaya . Anlatmak istedikle­
rini hayatın tabii akışı içinde veremiyor; hayatın akışını an­
latmak istediği düşünüye uyduruyor , bu düşünüyü haklı gös ­
termek için , kolayca haklı çıkmak için , bu akışı istediği biçime
sokuyor . Bu yüzden kişileriyle toplum arasında gerçek bir ili­
şilc kuramıyor . Hayalleriıii gerçeklerden edinilen bilgiye , yaşa­
ma deneylerine dayandırmadığı için sözünü ettiği kişiler bir
türlü ete kemiğe bürünemiyor. Aydın kişi - toplum ilişiklerini
kendi gerçeklerimiz içinde incelemediği , yarattığı hayal dün­
yasında bu ilişilcleri gönlünce uydurduğu için de , kitabın arka
kapağındaki , ' ' İşte fertle toplumun meselelerini kaynaştıran
bir roman ! ' ' sözü pek havada kalıyor. Çünkü romanda ne bi­
reyin sorunlarını bulabiliyoruz , ne de toplumun . Kitabı biti­
rince yalnız bir memurun müsteşarını tokatlamak isteği
kalıyor bizde , dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz . Romancı
çıkış noktasından bir arpa boyu ileri gidemiyor . Bu arada Ke­
mal Tahir'in bir sözü geliyor aklıma : "Romancı bir romanda
kullandıklarından en az beş misli fazlasını bilmelidir. ' '
Bir başka romanı , Necip Alsan'ın Onlar Ermiş
Muradına adlı romanını düşünüyorum. Alsan bir toplum ger­
çeğini belirtmek istiyor. Bir çevreyi, bu çevrenin kişilerini, bu
kişilerin ilişiklerini görmüş , biliyor. Bundan bir roman
çıkarmak istemiş . Romanı okuyoruz , bitirdikten sonra , bizde
yalnız birtakım ilişikler, bu ilişiklerin yergisi kalıyor. Onlar

1 26
Ermiş Muradına da , Yedinci Gün gibi , insansız bir roman .
Sözcükleri kavramlar halinde kalan bir şiire benziyor. Böyle
olunca bir sanat yapıtı olarak kişiyi etkileyemiyor ; bir dene­
me okur gibi okuyoruz . Yazarın düşüncelerini beğeniyoruz ,
öfkesine katılıyoruz , ama bu kitabı deneme ile röportaj arası
bir yapıt olmaktan kurtaramıyor. Hani bilimsel yapıtların ba­
şında ya da sonunda bir fihrist vardır , şu sayfalarda şunlar ,
bu sayfalarda bunlar incelenmiştir diye belirtir ; bu romanları
okurken de hep böyle bir fihriste göre okuyormuşum gibi geldi
bana . Anlatılmak istenilen düşünceler , yerilmek istenilen top­
lumsal ilişikler , kişileri bir yana iterek , hep öne çıkıyor . Ro­
mancı bir şeyler söylüyor ; ama bu , kişilerin zararına oluyor,
romanın zararına oluyor .
Gerçek hayatı , gerçek kişileri anlatmak için yazıldığı
halde gene de kişisiz denebilecek romanlar da var . Orhan Ke­
mal 'in Devlet Kuşu buna örnek gösterilebilir . Romanın kişile­
rine bakıyorum , hep uzaktan , hep dışardan görülmüş kişiler.
Hani bir kahvede , bir pastahanede birini görür , onun hayatı
hakkında bir şeyler kurarız ya , Orhan Kemal 'in çabası da
bundan ileri gitmemiş gibi . Roman kişisinin psikoloj isi ile
harcıalem psikolojiyi birbirine karıştırır gibi bir hali var . Sözü­
nü ettiği kişileri yaşamamış içinde . Orhan Kemal Goriot
Baba 'yı yeniden okusun , kendi Zülfikar Beyi ile Goriot
Baba 'yı karşılaştırsın , bana hak verecektir sanırım . Romanın
bütün kişilerinde bir yapmacık var , onların canlılıklarına
kolay kolay inanamıyoruz . Kleber Haedes 'in bir sözü var:
' ' Gerçek roman kahramanları vakanın çok üstüne çıkarlar , ha­
diseler onlara erişemez , Üzerlerinde zamanın hükmü yoktur.
Romancının bahsetmediği şu veya bu halde ne yapacaklarını
ne söyleyeceklerini biz kendimiz bulabiliriz . " Orhan Kemal'in
kişilerinin yapacaklarını tahmin etmek bir yana , yaptıkları
bile bize inandırıcı gelmiyor . Ya birtakım önyargılar kişileri
gerçeğe uygun olarak belirtmesine engel oluyor (örneğin roma­
nın sonunda Avare 'nin arkadaşlarının Zülfikar Beyin getirdiği
parayı almayışları) , ya da kişilere pek yüzeyden bakıyor
(örneğin Zülfikar Beyin evlat sevgisi) .

127
Bunların nedenleri üzerinde düşünmek , tartışmak gerek ,
diyorum . Niçin kişisiz roman? Niçin kukla kişilerle kurulu ro­
man? Kemal Tahir'in sözünü anmı ştım : Romancı bir romanda
kullandıklarından en az beş misli fazlasını bilmelidir . Bu ,
gerçek romanın yaratılması için yeter değildir , ama bu olma­
dan da gerçek romana gidilemeyeceğini sanıyorum . Yeter
değildir , çünkü Reşat Enis 'in romanlarını da biliriz . Ama bu
bol malzeme ile işe başlayan , kişileriyle iyice içli-dışlı olan ,
yazdıklarının toplumsal araştırma , deneme , röportaj değil ,
roman olduğunu bir an hatırdan çıkarmayan , gerçeğe önyar­
gılarla yaklaşmayan , gerçek saygısı olan , insan saygısı olan
yazarların bize unutulmaz kişiler, romanlar vereceğine inanı­
yorum . Büyük ustaları düşünüyorum , onlann kişilerini düşü ­
nüyorum . Goriot Baba 'yı , Julien Sorel 'i , Fabrice'i , Dimitri. 'yi ,
Oblomov 'u unutabiliyor muyuz? Yıllarca önce okuduğumuz
halde bu kişiler bizde hfila yaşamıyor mu?
Bizde de büyük romanın bu yoldan yaratılacağına ina­
nıyorum . Bunun belirtileri ortada . Orhan Kemal 'in o unutul­
maz Murtaza 'sı , Kemal Tahir'in Topal İsmail 'i , uzaktan Don
Kişot'la akraba Uzun İskender'i , Maraz Ali 'si , Kenan 'ı o ro ­
manları okuyup bitirdikten sonra da bizde yaşamıyor mu?

1 28
ROMAN KİŞİSİ

Roman kişilerinin gerçekliği ile hayattaki kişilerin ger­


çekliği pek benzemiyor birbirine . Bana öyle geliyor ki roman­
cı , kişilerini yaratırken , gerçek hayattaki kişileri inceleyip on­
ları olduğu gibi örnek alsa da , onların birtakım niteliklerini
değiştirerek ya da birtakım niteliklerini aynı kişide birleştire­
rek yeni bir kişi yaratsa da , gerçek hayattaki kişilerin
gerçekliği ile kendini bağlı tutmadığı ölçüde kendi roman kişi­
leri gerçeklik kazanır . Bu , hem hayattaki kişinin roman kişisi
olabilmesi için yeni bir düzenin gerektirdiği yeni bir dengeye
varması güceminden , hem de roman kişisinin hayattaki her­
hangi kişiden farklı olarak romancının bir yanından yakalayıp
göstermesi gereken bir iç dramı olması gereğinden ileri geli­
yor , sanırım . Romancı , günlük yaşayışı içinde sürüklenip gi­
den bir insanın ardına düşüp onun yaşayışını , çevresini , çev ­
resiyle ilişiklerini inceleyerek bir roman kişisi yaratnıaya çalı­
şabilir ; bu durumda bile romancı , o kişiyi gerçekte olduğu gibi
göstermez , bir şeyler katar ona , kimi niteliklerini değiştirir ,
kimi niteliklerinden hiç söz açmaz , o kişiyi kendi yaşama
deneyleriyle de donatır . Balzac , Cesar Birotteau 'yu roman
düzeni içinde yeniden yaratırken kendi iflas anılarını da ekler ,
çektiklerini onun aracılığıyla anlatır bize . Orhan Kemal , Mur­
taza 'yı bir roman kişisi olarak yazarken , gerçeği kendine özgü

1 29
bir görüşle yorumlar, bu yorumlamaya göre seçer olaylan ,
kişileri , toplumsal , ekonomik ilişikleri . Çünkü romancı , kişi­
lerini , gerçek hayatın tıpkısı olmayan yeni bir yaşama düzeni
içinde , yani kendi yarattığı bir roman dünyası içinde , vermek­
tedir ; gerçek hayatın birçok ayrıntılarını bir yana atmakta ,
kendi düzenini kurmak için önemli bulduğu , gerekli bulduğu
ayrıntıları , çevreleri , kişileri , ilişikleri seçerek almaktadır .
Böyle olunca , roman kişisinin bir dengeye varması için ,
gerçekliği olması için , belki paradoksal gelecek ama , gerçek­
likten uzaklaşması gerekecek , gerçek hayattaki benzerinin
tıpkısı olmaması gerekecek . Burada , roman kişisi yaratan
yazarın iki ayrı çabası , bu ayrı çabaların birleşmesi akla gelir .
Yüzlerce roman kişisi yaratan Balzac şöyle diyor : " Müşahede
kudreti bende sezici bir mahiyet almıştı ; maddeyi ihmal et­
meden ruha nüfuz ederdim ; daha doğrusu dış teferruatı o
kadar iyi sezerdim ki hemen daha ilerisini görüp anlamak is­
terdim ; müşahede kudretimin bu şekilde gelişmesi bana ,
incelediğim şahsın hayatını yaşamak imkanını verirdi ; bin bir
gece masallarındaki dervişin , okuyup üflediği insanların şekli­
ne . girip ruhuna büründüğünü herkes bilir ; ben de tıpkı o
derviş gibiydim . " (Balzac 'ın Hayatı, A . Billy'den çeviren :
F . Baldaş , s . 45 ) Ama Balzac , roman kişisi yaratmak için ,
.

bunun yetmediğini görmüş olacak ki bir başka romanında


şöyle der : " Edebiyatta , birbirine benzeyen birçok insanların
acayip tarafları .toplanarak nasıl tek bir kahraman ya.ratılır­
sa " (Modeste Mignon, Çeviren : Oktay Rifat , s . 1 4 1 ) . Gor­
. . .

ki 'nin de , ' ' Bir kapıcıyı canlandırmak için en azından on kapıcı


tanımak gerektir , � ' yôlunda bir sözünü hatırlıyorum . Ancak
romancının bu çabalarından sonra Gautier'ye hak verebiliriz :
"Kendi içine bakmasını bilen her insan , bütün insanlığı kav­
rayabilir ; çünkü insan , hiç bir şeyi eksik olmayan ufak çapta
bir filemdir . " Burada Flaubert 'in , yarattığı bir roman kişisi
için , söylediği o ünlü söz geliyor akla . Gautier 'nin sözünü
ettiği o "ufak çaptaki filem"i , romancının insanları tanımak
için gösterdiği çaba , okuduğu kitaplar , kişisel yaşama
deneyleri meydana getiriyor ; romancının yaratıcı hayal gücü

1 30
bunlarla besleniyor. Romancının insanları en belirli özellikle­
rinden yakalayıp romanında canlandırması ancak böyle müm ·

kün oluyor, sanıyorum . Böyle bir hazırlığı olmasaydı Tolstoy ,


Harp ve S u lh da , önemli kahramanları geçelim , örneğin Ve­
'

ra'yı , yalnız bir özelliğiyle , münasebetsiz zamanlarda çok


doğru laflar etmek özelliğiyle , bir roman kişisi olarak veremez ­
di sanırım . Bu , Vera 'nın öyle · bir özelliği ki biz artık onun
yalnız yaptıklarını değil , yapacaklarını da bildiğimize inanıyo­
ruz .
Ben , daha çok , roman kişisinin gerçeklik kazanabilmesi
için romancının gerçekten uzaklaşması , kendini gerçekle bağlı
tutmaması gücemi üzerinde düşünmek istiyorum ; böyle bir
gücem var mı , yok mu , bunun üzerinde düşünmek istiyorum .
Bir kere , romancı , bizlere, " Anlattığım kişi , gerçek hayatta
da böyledir ; olduğu gibi gösteriyorum onu ben . Ne hakkım var
gerçeği değiştirmeye ! ' ' derse pek haklı çıkamaz sanıyorum .
(Yanılmıyorsam Orhan Hançerlioğlu , Karanlık Dünyçı adlı ro­
manı üzerinde Ataç 'la tartışırken , buna benzer sözler etmişti . )
Çünkü gerçek hayatının ayrıntıları , ilişikleri içindeki kişiyi ,
bir roman düzeni içinde , ayıklanmış olaylar , ayrıntılar , kişiler,
ilişikler düzeni içinde ele alınca , gerçek hayattaki kişiye bağlı­
lık , onu gerçek hayattaki durumuyla romanda sürdürmek
dileği , ister istemez roman kişisinin gerçekliğine zarar vere-

cektir ; gerçek kaygısı , gerçekten uzaklaşmak sonucunu doğu-


racaktır . Romancı , yeni düzenin is terlerine uyarak , kişisine
kendinden bir şeyler katacak , kişisinin nitelikleri üzerinde
gönlünce değişiklikler yapacaktır . Roman kişisinin gerçekliği ,
dengesi ancak böyle kurulabilir , sanıyorum . Çünkü kendi
seçtiği olaylar , ilişikler içinde ele aldığı roman kişisine karşı
yazar birtakım yüklemler altına girmiş demektir ; bunun için
de ister istemez insancıl ge1:"çeği yakalamak için birtakım ger­
çeklerden uzaklaşacaktır: .
Bir örnek üzerinde konuşayım . İlhan Tarus 'un Var Ol­
mak adlı rornanında bir Hamdi Bey vardır . Güçlü bir kişi .
Milli Mücadelenin henüz başlamadığı günlerde nelerin yapıl­
ması gerektiğini görüyor , elindeki bütün imkanları kullanarak

131
bölgesindeki vatanseverleri birleştirmeye çalışıyor . Ne var ki
Hamdi Bey tanı bir ' 'pis zampara ' ' dır . Saldırmadığı kadın , kız
yok . En güç koşullar içinde bile aklı fikri, örneğin Seher'le
yatmaktadır. Seher, kendisine çok güvenen , çok inanan biri­
nin kızı olsa da , ' 'Acı bana , efendi amca! ' ' diye , ' ' Kızını ben ,
efendi amcacığım . . Bakireyim ben . . , , diye yalvarsa da Hamdi
Bey ne yapar yapar muradına erer . Kendini istemeyen masum
bir genç kıza homurtularla saldıran , şehvetten gözü dönmü ş ,
ırz düşmanı bir vatansever! Gerçek hayatta yok mudur böyle­
leri? denecek . Olmaz olur mu , vardır elbette . Ama İlhan
Tarus , Hamdi Beyi , Milli Mücadelenin başlangıcında , o koşul­
lar içinde , ele alıp , Hamdi Beye o işleri yaptırmaya başlayın­
ca , ister istemez Hamdi Beyin kişiliğinde - gerçek hayatta
böyle bir Hamdi Bey olsa bile - birtakım değişiklikler yapa­
caktı . Gerçek hayattaki bir kişiden hareket etmemişse , kendi
kişisinin dengesini daha özgür kuracaktı . Bu , kurduğu roman
düzeninin gerektirdiği bir değişiklikti . Yapmamış . Hamdi
Beyin kişiliğindeki dengesizliği insancıllık sanmış . Tahir
Alangu da öyle sanıyor . 7 Şubat 1 958 günlü Vatan 'da Var Ol­
mak üzerine yayımladığı eleştirisinde şöyle diyor : ' ' Birçok ro­
mancılar, hele gerçekçi geçinenler , kendi yazdıklarına herkes ­
ten önce kendileri hayran olurlar , yarattıkları kişilerin sürük­
ledikleri yerlere giderler. İlhan Tarus , yazılarında devamlı
olarak savunduğu gerçekçiliğe eserlerinde de bağlı kalmış ,
Hamdi Beyin kişiliğinin za'f sayılabilecek yönlerini de tasvir­
den çekinmemiştir . Hamdi Bey tam bir komiteci , teşkilat kur­
makta , işlerini idarede büyük ustalık gösteren bir insandır .
İ şini bitirdikten sonra da yazıhanesinin başında soğukkanlı­
lıkla düşmanını bekler , ölüm karşısında titremezken hakika­
ten büyüktür . Ama gündelik hayatında , o büyük işlerinin
dışında müstebit müdür , zalimlik derecesinde bir aile babası ,
akşamcı , önüne gelene saldıran azılı bir çapkındır . İ . Tarus ,
bütün çizgileriyle kendi çağının kişisini ortaya koyabilmiş . ' '
Bunları söyleyen Alangu , daha aşağıda , romancının Hamdi
Beyi hangi koşullar içinde ele aldığını da belirtiyor: " Yerli
kavgalardan , gündelik hayat kaygılarından sıyrılış , uzun

1 32
süren savaşların ve baskıların sindirdiği manevi gücün kalkı­
nışı : Var olmak veya olmamak . ' ' Hamdi Bey konusunda Tahir
Alangu da yanılıyor bence . Çünkü o da Var Olmak 'ta , bir
roman kişisi olarak Hamdi Beyin dengesinin kurulamadığını
göremiyor ; Hamdi Beyin , roman düzeni içinde , gerçeklikten
uzaklaştığını göremiyor . Önemli olanın insancıllık adı altında
gerçek hayattaki kişinin benzeri bir roman kişisi yaratmak
değil , roman içinde kurulan yaşama düzenine uygun bir roman
kişisi , hayattakine benzemese bile gerçek olan bir kişi ya­
ratmak olduğunu göremiyor ; Hamdi Beyin o romanda ırz
düşmanı olamayacağını göremiyor . Sinemacılarımız bunu
daha kolaylıkla görebilirler sanıyorum . Beyaz perdede , bir
yerde masum bir genç kıza saldıran gözü dönmüş bir ırz
düşmanının , dost , arkadaş dinlemeyen bir şehvet düşkünü­
nün , başka bir yerde yiğit bir vatansever olarak görünmesine
seyircinin nasıl bir tepki göstereceğini sinemacılarımız daha
iyi bilirler .
Peki , romancı bu durumda ne yapabilir? l\tlalraux,
L 'Espoir 'da , şöyle yapıyor : Gardet adında bir devrimci , bir
hava akınında yaralanır, yüzü tanınmaz hale gelir. Malraux ,
Gardet 'nin suratı berbat olduğu için bir aralık intiharı
aklından geçirdiğini sezdirir , sonra o bölümü şöyle bitirir :
" Gardet , kadınları severdi . " Malraux , o roman düzeni içinde ,
kendi yarattığı koşullar içinde , Gardet 'nin kadınlara olan
düşkünlüğü hakkında daha fazla konuşulamayacağını , daha
fazla ayrıntılara girmenin Gardet 'yi , roman kişisi olarak , bir
dengesizliğe götüreceğini çok iyi anlamış Önemli olan galiba
şu : romancının kişisini çok iyi tanıması ya da tasarlaması ,
ama roman düzeni içinde bir denge kurabilmek için hangi
özelliklerinden , niteliklerinden ne kadar söz edilebileceğini ,
tanıdığı ya da tasarladığı hangi özelliklerinden , niteliklerinden
- bunları tanımak ya da tasarlamak için uğraşıp didinmesine
rağmen - hiç söz açmaması gerektiğini kesin olarak bilmesi .
Roman kişisi konusunda söylenecek çok şey var daha .

1 33
1958 ' İN ROMANLARI

1958 yılında , hikayeciliğimiz bir duraklama dönemine


girerken , romancılığımızdaki gelişme devam ediyor. Bu yıl
yalnız iki yayınevi , Varlık Yayınevi ve Düşün Yayınevi ,roman
yayımladı . Varlık Yayınevi'nin yayımladığı romanlar şunlar:
Şahap Sıtkı'dan Gür Görmeyen Sokak, Talip Apaydın'dan
San Trak tör, M . Sunullah Ansoy'dan Karapürçek, Cengiz
Dağcı'dan Onlar da lnsandı, Mehmet Seyda'dan Yaş Ağaç.
Düşün Yayınevi de şu romanları yayımladı : Orhan Kemal' den
Devlet Kuşu, Kemı;U Tahir'den Yedi Çınar Yaylası, Cevdet
Kudret 'ten Havada Bulut Yok. Remzi Kitabevi , Dost , Yedi­
tepe Yayınevleri bu yıl roman yayımlamadılar. (Geçen yıllarda
çıkmış romanların yeni baskılarını saymıyorum . )
Yunus Nadi Roman Armağanı'nda birinciliği kazanan
Fakir Baykurt 'un Yılanlann Öcü adlı romanı epey yankı uyan­
dırmışsa da Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikteh sonra
henüz kitap halinde yayımlanmadı . Gene aynı armağanda
üçüncülüğü kazanan Ömer Sakıp 'ın Ne Ekersen adlı romanı,
şimdi Cumhuriyet 'te tefrika edilmektedir. İkinciliği kazanan
Yusuf Atılgan'ın romanım Varlık Yayınevi'nin yayımlayaca­
ğını duydum . Bunların dışında Kemal Tahir'in Köyün Kam­
b uru adlı romanının Fransa'da da, bizde de (Yeni Gazete'de)
tefrikası bitmiş durumda ; ama henüz kitap halinde yayımlan-

1 34
matlı . Gene henüz kitap halinde yayımlanmayan , ama yayım­
landıktan sonra üzerinde konuşulacağını sandığım iki roman
var : biri , çalışkan romancı Samim Kocagöz 'ün Vatan gazete­
sinde tefrikası biten Kalpaklılar 'ı , öbürü Tank Dursun K . 'nın
Vatan gazetesinde şimdi tefrika edilmekte olan insan Kurdu
adlı romanı . Romancılarımızın hazırlamakta oldukları roman­
lar da düşünülürse 1 959 yılının , roman bakımından , 1 958 yı­
lından daha verimli olacağı şimdiden söylenebilir .
1958 'in romanlarından üçü (San Trak tör, Karapürçek,
Yedi Çınar Yaylası) "köy romanı " . Ama üçünde de alışılmış
köy romanını aşma çabası var . San Tra k tör de Talip Apaydın ,
'

köylümüz için yepyeni olan bir duyguyu , tutkuya varan bir


makine sevgisini anlatıyor . Bunu yaparken köyün ilkel üre­
tim biçimini bütün ayrıntılarıyla gösteriyor , makineli üretimin
gerekliliğini , faydalarını , insan gücünü nasıl verimli bir duru -
ma getireceğini anlatıyor. Köy hakkındaki geniş bilgisine ,
gözlemlerine dayanarak yazdığı romanında en büyük eksiği ,
köye traktör girmesinin getireceği toplumsal , ekonomik
sorunları görememesi , bir de yer yer roman yazdığını unut­
ması olmuş . Bu yüzden anlattığı kişiler, roman kişisi olama­
mış ; belirli bilgilerin , dileklerin okurlara iletilmesi için birer
araç olarak kullanılmış .
M . Sunullah Ansoy;un romancılığı , şairliği kadar kötü
değil . Romanında köyde eğitim , öğretim sorununa değiniyor .
Bu sorunu oldukça özgün bir biçimde ele almış . Birçok şeyi
bireye , köy öğretmenine , yüklemiş ; eğitimin , öğretimin öbür
toplumsal olaylarla ilintisini , birtakım toplumsal kurumlarla
bağlılığını pek önemsememiş . Bu , bir bakıma iyi . Köy öğret­
menine , bugünkü koşullar içinde , bir başına neler yapabilece­
ğini , davranışının nasıl olması gerektiğini göstermeye çalışı­
yor. Bu koşullar içinde bir şey yapılamaz diyerek işleri oluruna
bırakmaktansa bu koşulların bilincine vararak yapılması
mümkün olan işleri yapmaya çalışmak . . . Ansoy'un bildirisi
budur sanıyorum . Ama yalnız bireyin gücüne bırakılmış bir
işin yürümesinin birtakım rastlantılara bağlı 1 qlduğu da ro­
manda açıkça görülüyor . Rastlantı!� iyi giderse köyde öğre-

1 35
tim işi yürüyor, kötü giderse yürümüyor .
Kemal Tahir'in Yedi Çınar Yaylası 'nda yazarın üç ayn
yanını birarada , ama bir Kemal Tahir olarak değil de yanyana
üç Kemal Tahir olarak görüyoruz . Başlangıç 'ta araştırıcı Ke­
mal Tahir var ; romanını belirli bir tarihsel , ekonomik , toplum­
sal temele oturtmak için gerekli bilgileri , roman haline getir­
meden , bir masal diline , bir masal havasına yaslanarak veri­
yor. Sonra romancı Kemal Tahir , daha doğrusu araştırıcı
Kemal Tahir'le birleşmiş romancı K . Tahir geliyor . Son bö­
lümde de düşünür-politikacı Kemal Tahir'i buluyoruz . Top­
lumumuzun belirli bir süre boyunca geçirdiği değişimleri , bu
değişimler içinde sürüp giden yanları incelediği romanında ,
romancılığını öne aldığı zaman ne güçlü bir romancı olduğu
hemen belli oluyor . Örneğin Kenan 'ı anlattığı bölüm , yalnız
Kemal Tahir için değil Türk romanı için de bir aşamadır . Ne
var ki romanda bir değer bütünlüğü yok ; başlangıç , roman
değil ; son bölüm , çok açık bir yama . Gerçi son bölümde Kemal
Tahir'in , Tevfik Fikret için söyledikleri , Cevdet Efendinin
ağzından politika için söyledikleri önemli şeyler , üzerinde du­
rulacak , tartışılacak şeyler (şimdilik kimseler bunun farkında
olmadığına göre , galiba önce benim yazmam gerekecek , ar­
kadan yanılgılanmı belirtmek için arkadaşım Halis Acarı ile
Bay Muvaffak Şeref nasıl olsa söze karışırlar, tartışma da
başlamış olur) , fakat bu bölümdeki düşüncelerin önceki bö­
lümlerle organik bir bağlılığı yok . Sanki düşünür Kemal Ta­
hir , romancı Kemal Tahir'in götürdüğü toplumsal oluşa
karışma ( müdahale) dileğini duymuş , bir bölüm ekleyerek ro­
mancı Kemal Tahir'i öz bakımından temize çıkarmak istemiş .
Romandaki üç ayn Kemal Tahir 'in , ya da başka bir deyiş­
le , romancının üç ayrı çabasının uyumlu bir bileşime vara­
maması , romanın eksiksiz bir roman olmasına engel oluyor .
Roman kişilerinin dili dışında kendi dili pek savruk olan
Kemal Tahir'in Yedi Çınar Yaylas ı nda diline özendiği , temiz
'

bir dil kaygısıyla yazdığı görülüyor.


Şahap Sıtkı , Gün Görmeyen Sokak 'ta , Cevdet Kudret
Havada Bulu t Yok 'ta bir şehri , bir şehrin okur-yazar takımını

1 36
anlatıyor. Bu iki roman , yazarın gerçeğe bakışı bakımından ,
çok ilginç bir karşılaştırma yapmaya yarayabilir . Şahap Sıtkı ,
birey-toplum ilişiklerinin bilincine varamamış bir yazar;
bunun için sonunda bütün olaylan alınyazısı ile açıklamaya
varıyor . Ama roman kişisi yaratmayı biliyor . Bir aileyi bütün
kişileriyle çok iyi görmüş , roman gerçeği olarak da iyi göste­
rebilmiş . Cevdet Kudret ise birey-toplur.a ilişiklerinin bilincine
v armış bir yazar . Sözünü ettiği çevreyi bu görüşle incelemiş ;
çevreyi , çevrenin insanlarını , çevrenin toplumsal değişimini ,
sorunlarını çok iyi biliyor . Ne var ki Havada Bulut Yok, bir
roman değil , röportajla deneme arası bir kitap . İlle roman de­
mek gerekirse , o çok kullanılan deyimle , natüralist bir roman
denebilir . Toplumsal gerçekliği tanımanın , birey-toplum ili­
şiklerinin bilincine varmanın iyi bir roman yazmaya yetmedi­
ğini Havada Bulut Yok çok açık gösteriyor .
Orhan Kemal'in Devlet Kuşu adlı romanı , Suçlu 'dan
sonra yayımladığı ikinci başarısız romanı . Murtaza ile , Cemile
ile , Bereketli Topraklar Üzerinde ile usta bir romancı
olduğunu gösteren Orhan Kemal , Suçlu ile romancılığının çok
erken başlayan ikinci dönemine girmişti ; Devlet Kuşu da bu
ikinci dönemin ürünü . Gerçekten de Orhan Kemal'in roman­
cılığını iki ayrı dönemde incelemek gerek . Birinci dönemdeki
usta romancı Orhan Kemal , ikinci dönemde değersiz yapıtlar
vermeye başlamıştır . İkinci dönemde verdiği değersiz
yapıtlara bakarak gelişen romancılığımız içinde haklı bir yeri
olan Orhan Kemal'i toptan yadsımak nasıl yanlışsa , birinci
dönemdeki değerli yapıtlarının hatırı için ikinci dönemdeki
yapıtlarının değersizliği karşısında susmak da o kadar yanlış­
tır . Orhan Kemal 'in "Orhan Kemal " olarak devam edebilmesi
için yazdıklarına bir çekidüzen vermesi gerektiğini kendisine
hatırlatmak zamanı gelmiştir. Baz ı yazarlar vardır , yapıtları­
na bütün yaşama deneylerini koyarlar , kendilerini tüketirler ,
yazacak bir şeyleri kalmaz ; Orhan Kemal 'in o yazarlardan
olmadığını , daha çok geçim kaygılarıyla romanlarını aceleye
getirdiğini , romanları üzerinde sakin kafa ile gerektiği kadar
işleyemediğini sanıyorum . Romanları üzerinde gereğince

1 37
çalışma imkanını bulduğu zaman yeniden çok iyi romanlar ya­
zacağına inanıyorum .
Yılın son romanı Mehmet Seyda'nın Yaş Ağaç 'ı . Meh­
met Seyda , Ömer Sakıp takma adı ile katıldığı Yunus Nadi
Roman Arınağanı'nda da derece almıştı . İ stanbul'daki bazı
akşam gazetelerinde yayınlanan kötü romanlarını bildiğim
için Yaş Ağaç 'ı şüphe ile karşılamıştım . Yanılmışım . Mehmet
Seyda , küçük bir çocuğun oluşumunu ustaca anlatıyor . Ay­
rıntıların önemini çok iyi biliyor . Kişileri canlı , gerçek . Os ­
man 'la çevresinin ilişikleri , bu çevrenin , özellikle düzensiz bir
ailenin , Osman üzerindeki belirleyici etkileri çok iyi anlatılmış .
Mehmet Seyda , Osman'ın oluşumunu bir başka romanda
sürdürse ne iyi olur diye düşünüyorum .
1958 'in romanlarının ortaklaşa yanlarından da söz edile­
bilir . Bence en önemli ortaklaşa özellik , dil kaygısıdır . Bu yılın
romanları içinde diline özenilmemiş tek roman gösterilemez .
(Okumadığım tek roman , Cengiz Dağcı 'nın romanı ; bunun
için o roman hakkında bir şey söyleyemeyeceğim . ) Yazarla­
rıınızın dilindeki bu mutlu gelişmeyi belirtirken Ataç ' ı ,
Ataç 'ın dil savaşını saygı ile anmak gerek .
1958 'in romanlarının ikinci ortaklaşa yanı , şiirimizde ,
hikayemizde görülen aşırı biçim denemelerine girişmemiş ol­
malarıdır . Romancılarımız bir ara sinemadan faydalanmayı
denemişlerdi ; başarmışlardı da . Bu yıl böyle bir denemeye
girişen yok . Yeni anlatma yolları arayan yok . Biçim . olarak ,
bildiğimiz romanı sürdürüyorlar . Bir bakıma iyi . Böylece ro ­
mancılarımız okur çevresini genişletmiş , daha geniş bir okur
kitlesine seslenmiş olacaklardır. Bunun için , romancılığımızın
gelişmesi bakımından , romancılarımızın şimdilerde biçim
araştırmalarına fazla düşkünlük göstermemeleri bence doğru
bir tutum .
1 958'in romanlarının üçüncü ortaklaşa yanı , asıl roman
okurlarının sorunlarına el atmamakta devam etmesidir . Ro­
manın eğitici yanı , okurların bilincine biçim . vermeye çalış­
masıdır , denir . Bu açıdan , roman okuyucusu , en çok kendi
sorunlarının incelendiği yapıtlara ilgilenir . Oysa romancıları-

1 38
mız okurlarına kendilerini doğrudan doğruya ilgilendirmeyen
sorunlar sunmakta direnmektedirler . Okuyan gençliğin , ay­
dınların yığınla meselesi ortada dururken romancılarımız
bunların farkında değillermiş gibi görünüyorlar. Bunun böyle
olmasında içinde yaşadığımız koşulların payı büyüktür , sanı­
yorum . Bunun için bazı yazarlar, söylemek istediklerini tarihe
yaslanarak söylemek yolunu tutuyorlar , örneğin Kemal Tahir .
Onun bütün romanlarında , geçmişten söz açsa bile , aktüel bir
yan vardır . Gene de Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı ro­
manını merakla bekliyorum . Mehmet Seyda , Osman'ın geliş­
mesini sürdürerek , Yaş Ağaç 'ın ikinci cildini yazmağı denese
ilginç bir roman verebilir , diyorum .
1958'in romanlarının bir özelliği de köy romanlarının
(Sarı Trak tör) köydeki değişimleri yansıtmaya başlaması ,
köyden yetişen yazarların kendi gerçeklerini , özleyişlerini du­
yurma çabalarıdır . Şehirde yaşayan yazarlar , şehir sorunlarını
görmezlikten gelir , günümüzün gerçeklerinden kaçarken ,
köyden yetişme yazarların çabaları övülmeye değer .
1958 yılında , daha önce Esir Şehrin İnsanları, Var Ol­
mak gibi romanlarla başlayan İstiklal Savaşını anlatmak
çabası (henüz kitap olarak yayımlanmamışsa da) Samim Ko ­
cagöz 'ün Kalpaklılar 'ı ile devam etmektedir . Yazarlarımızın
İstiklal Savaşını yeniden işlemeye başlamaları çok ilginçtir .
Daha verimli olacağını sandığım 1 959 yılı için bütün ro­
mancılarımıza başarılar dilerim .

1 39
SARI TRAKTÖR'ÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Yazarlarımız , köy romanları yazmaya özeniyorlar . Tür­


kiye ' de yaşayanların büyük çoğunluğu köylü . Onların yaşa­
maları , sevinçleri , üzüntüleri , özleyişleri daha yeni yeni
giriyor edebiyatımıza . Yarına kalmak için oluş durumundaki
gerçekliği yazmak gerektiğini, yarını kuracak olanların öykü­
lerini yazmak gerektiğini yazarlarımız sezer gibidirler . Köylü
çoğunluğumuza yarının kuruluşunda çok işler düşeceği belli .
Bunun için yazarlarımızın köy yaşayışına ilgilenmeleri , köy
sorunlarını göstermeye çalışmaları kendileri için de , edebiya­
tımız için de , toplumumuz için de yararlı . Köy yaşayışını , köy
sorunlarını ise en doğru , en tam olarak köyden yetişen
aydınlar, köylü yazarlar bilir . Sözünü ettiği çevreyi , insanları
tanımadan bir yazar güçlü bir yapıt yaratamaz . Büyük ro ­
manları ancak insan gerçekliğimizi , toplum gerçekliğimizi iyi
bilen yazarlar yazacak .
Biz , gerçekçi edebiyatı savunanlar , köy romanları ko­
nusunda genel olarak bunları söyler , sonra köy romanları
sorununu çözmüş gibi susarız . Oysa bir çevreyi , o çevrenin in­
sanlarını görmek , tanımak , sonra da gördüğü çevreyi , tanıdığı
insanları anlatmak , bir yazarın yapıtının roman olabilmesi için
yetmiyor . Romancı , sözünü ettiği g�rçekliği tanıyacak ; ama
en önemlisi , roman yazmak istiyorsa , bu gerçekliği roman

1 40
durumunda görecek , yani gerçekliği kişilerle görecek , kişilerle
belirtecek . Yoksa , yazar , romanıyla bize çok şey öğretebilir ,
bilmediğimiz birçok gerçekler üzerinde düşündürebilir , ama
okuduğumuz gene de roman değildir , röportajın sınırlarını
aşamamıştır .
Bunlar , San Trak tör 'ün getirdiği düşünceler . Talip
Apaydın , sevdiğim , saydığım bir yazar . İlgiyle okudum
romanını . Temiz bir dili var. Ayrıca , köy üstüne okuduğum
"

romanlar içinde , ele aldığı çevrenin üretim durumunu en iyi ,


ayrıntılarına varıncaya kadar en doğru anlatan roman . Ama
başarılı bir roman değil . Röportajla roman arası bir yapıt .
Yan yoldan ziyade röportaja yakın , yarı yoldan ziyade ro­
mandan uzak .
Talip Apaydın , köye traktör girmesini istiyor, traktörün
faydasına , gücüne inanmış . Bunun için köydeki ilkel üretim
biçimini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor . Sabırla toplanmış bil­
giler , gözlemler birbirini kovalıyor . Sap çekimini , döğen
sürmeyi , tınaz savurmayı , saman çekmeyi , bunlardan başka ,
pancar sulamayı , pancar sökümünü , pancar taşımayı bütün
ayrıntılarıyla görüyoruz . Apaydın , ilkel üretimin köylüyü
nasıl yıprattığını , nasıl kahrettiğini belirtmek için anlatıyor
bunları . İnsan gücünün nasıl harcandığını tekrar tekrar gös­
teriyor . Köye traktör girerse , ilkel üretimin yerini makineli
üretim alırsa köylünün nasıl rahat edeceğini , ne kolaylıklara
kavuşacağını gösteriyor .
Talip Apaydın 'ın , bu romanla , okurlarına söylemek is ­
tedikleri bunlar . Apaydın 'ın bildirisini saygıyla karşılıyorum .
Ama gerçeği görüşü bana biraz eksilt geldi . Apaydın , köye
traktör girmesi sorununu , köy ağalarından birinin oğlu olan
Arif (babası köyde varlıklı bir kimseydi , s . 4) gibi görüyor .
Traktörün sağlayacağı yakın faydalan , traktörün yalnız trak­
törü. olanlara sağlayacağı faydaları görüyor . Bunu onlann
gözü ile görüyor . İlkel üretimin yerini makineli üretim alınca
bunun gerektireceği ekonomik , toplumsal değişmelere hiç de­
ğinmemiş . Traktörle birlikte gelecek yeni sorunlardan haber­
�iz görünüyor . Traktör sorununu görüşü , varlıklı , aklı

141
başında , çıkarını bilir köylülerin görüşünden ileri değil . Arif
şöyle der : " Yakub 'un Ali harmanı bitirdi . On günde beş yüz
lira da para kazanmış . " (s . 25 ) . Traktörün faydası konusunda
Apaydın da bundan ötesini düşünmüyor gibidir . Oysa yazar ,
köylülerin görüşü ile birlikte , kendi görüşünü de bize iletebil­
meliydi . ' ' İlkel üretim çok yıpratıcıdır , köye traktör girmeli­
dir . Traktörün faydaları çoktur , büyüktür ! ' ' yolunda bir
görüş , pek genel bir görüş olarak kalıyor ; iyi niyetli ama üs­
tünkörü bir görüş olarak kalıyor .
Talip Apaydın , San Trak tör 'de , anlattığı gerçeklikleri
roman gerçekliği olarak görememiş diyorum . San Trak tör,
kişisiz bir roman . Kişisiz roman olur mu? Ben de bunun için
röportajla roman arası bir yapıt diyorum Paradoks gibi gele­
cek ama bence Sarı Trak tör 'ün başarısız bir roman oluşu ,
Talip Apaydın 'ın savunduğu düşününün doğru oluşu ile
sözünü ettiği köy gerçekliklerini çok iyi tanımasından geliyor .
Çünkü yazar , roman yazmak için bunları yeter görmüş gibi­
dir. Dışardan görülen bir gerçekliğin tıpkısını vermek istemiş .
Vermiş de . Ama yetmiyor hu . Anlattığı kişilerin bir iç dünyası
yok . İçleri dürndüz . Polis romanlarında bazı kişiler vardır ,
yazar bunları olayın yürümesi için ortaya çıkarır , bu kişilerin
bütün görevleri olayın yürümesini sağlamaktır . San Trak­
tör 'deki kişilerin görevi de ya köydeki ilkel üretimi , ya da
Arifin traktör tutkusunu gösterrnek . Bunun dışında bir kişi­
liklerini göremiyoruz onların . Yazar, onların da bir iç
dünyaları olduğunu gösteremiyor . Bunun için o kişilerin içleri
bazooka namluları gibi dümdüz , ne yivleri var , ne setleri . .
Romanı bitirince kişileri hatırlamıyoruz da köyün ilkel üretim
biçimini hatırlıyoruz , köye traktör girmesinin gerekli
olduğunu hatırlıyoruz .
Talip Apaydın 'ın anlattığı kişiler yok mudur köyde?
Vardır . Öyle köylüler vardır , öyle öğretmenler vardır , buna
inanıyorum . Ama onların roman kişileri olabilmesi için o
kişilerin kişilikleri olması gerek , yazarın onları kişiliklerine
uygun olarak konuşturması , birbirleriyle , kendi kendileriyle
çatışmaları içinde göstermesi gerek . Onları dışarıdan tanımak-

1 42
la yetinmemesi , kendi içinde de yaşatması gerek . Yoksa o kişi­
ler , birtakım düşünceleri ya da gerçeklikleri belirtmeye yara­
yan araçlar durumuna düşüyor . Okurken , "Ha , diyoruz , yazar
burada döğen sürmeyi anlatmak istemiş . " , ya da , " Pancar
çekimini arabalarla yapmanın güçlüğünü belirtmek istemiş .
Böylece traktörün sağlayacağı kolaylığı daha iyi anlayaca­
ğız , ' ' diyoruz . İnsanları değil , hep , roman olarak , insanlardan
ayrı görülmüş bir köy gerçekliğini görüyoruz . Köy yaşayışı ile
kişiler bir bütün olarak verilemiyor . Çünkü köyü kişilerin için­
den , kişilerin ilişikleri içinden görmemiş Apaydın , yani köye
roman gerçeği olarak bakamamış , bir gözlemci olarak , bir rö ­
portaj yazarı olarak bakmış sadece . Romanda önemli olanın
örneğin ' 'öğretmen ' ' değil , ' 'öğretmen Ahmet ' ' , yani tip değil
kişi olduğu gerçeğine pek önem vermemiş . Sonra , konuşmala­
rın köy gerçekliğinden çok kişileri tanıtması gerektiğine de
önem vermemiş .
Sarı Trak tör 'ü roman olarak beğenmedim . Gene de sev ­
dim . Talip Apaydın 'ın çabası kişide saygı uyandırıyor . San
Trak tör, köy üstüne çok şey öğretiyor , birtakım sorunları
yeniden düşünmeye çağırıyor . Bunun için , bütün kusurlarına
rağmen , gene de okunması gereken bir roman , diyorum .

1 43
GÜN GÖRMEYEN SOKAK

Şahap Sıtkı'nın romanında bir insan sıcaklığı var, yal­


nızlığı , hüznü seven birinin gözü ile ayrıntılarına kadar anla­
tılmış bir şehir , bu şehrin insanları var . Şahap Sıtkı , kişilerine
karşı tarafsız değil ; onları acımayla , hoşgörüyle karışık bir
sevgi ile seviyor. Şehri de bir roman kişisi gibi ele almış . Bazı
romanlar vardır, kişilerin davranışlarını , hallerini açıklayabil­
mek için romancı onlan toplumsal , ekonomik bir temel
üzerinde ele alır . Bu romanlarda çevre , roman kişileri daha iyi
anlaşılsın diye anlatılmıştır. Örneğin Kemal Tahir'in son
romanı , Yedi Çınar Yaylası. Şahap Sıtkı ' nın öyle bir kaygısı
vardır denemez . Yazar , şehri , kişilerinin davranışlarını belir­
lemesi bakımından almıyor , sevdiği bir roman kişisi gibi anla­
tıyor. Romanın başındaki genel bilgiler (bunlar da aynca
tartışılabilir , Şahap Sıtkı kolay bir genellemeye gitmiş gibi
geldi bana) belki Şefika'nın dramını daha iyi anlamamıza
yardım ediyor . Ama hepsi o kadar . Meyhaneci İ smail , denize
gemi indirme gibi parçalan çıkarınız , roman romanlığından bir
şey kaybetmez . Ama roman kişilerinden biri , yani şehir , bir­
takım yanlannı kaybeder. Oysa "hüznü huy edinen" (s . 84)
yazar buna pek katlanamaz .
Şahap Sıtkı 'nın başarısı da , başarısızlığı da buradan
geliyor : bir şehri , birtakım insanları sevmiş , onları içinde

1 44
yaşamış , bunları anlatmak , yaşatmak istemiş . Kişilerinin
(özellikle Şefika , annesi , İbrahim) canlı oluşu , romanın tatlı
tatlı okunması bundan . Ama romanın romanlıktan çıkarak bir
büyük hikayeye yaklaşması , dağınıklığı , bir iç bütünlüğünden
yoksun oluşu da bundan . Yer yer ' 'hissi bir röportaj ' ' havasına
bürünmesi de bundan . Romandan atılabilecek birçok parçayı
atmaya yazarın gönlü bir türlü razı olmuyor . Birçok parça
yama olarak kalıyor . Bu yama duygusunu uyandırmamak için
romanın birinci bölümünde tanıttığı kişileri romanın ikinci bö­
lümünde bir ' ' action romanesque ' ' içinde sürdürmek istiyor ,
romanına bir son bulmak istiyor . Bu "son" kaygısı Şahap Sıt­
kı'yı kötü bir melodrama sürüklemiş . Oysa o romanın "son"u
olamazdı . O insanlar , mutlulukları ardında , bir atlıkannca­
daymış gibi , döner dururlardı .
Şehri bütün ayrıntılarına kadar anlatan Şahap Sıtkı ,
bunu , kişilerinin davranışlarını açıklamaktan çok , bağımsız
bir roman kişisi gibi sevdiği şehri anlatmak için yapıyor ,
demiştim . Bunun sonucu şu oluyor: kişilerinin davranışlarını
ekonomik , toplumsal bir temel üzerinde işlemediği için her
şeyi "alınyazısı " ile açıklamaya varıyor. Gün Görmeyen
Sokak 'taki kadar "alınyazısı " ile açıklama çabasına hiçbir ro­
manımızda raslamadım . Şahap Sıtkı 'nın gerçeğe bakışı , tipik
bir küçük burjuva bakışı ; kaderci , olayların elinde oyuncak ,
toplumla ilişiklerini kesmiş insanların görüşü . "Daireden çı­
kınca nereye gideceğini şaşıran " (s . 104) memur görüşü . Bü­
tün taşra şehirlerindeki okur-yazarların durumu . Cevdet Kud­
ret 'in lise müdürü de Havada Bulut Yok 'ta , " Malum ya bura­
sı taşra . İnsan daireden çıktı mı yapacak iş bulamaz , ' '
diyordu . Şahap Sıtkı , bu insanlara , o çevre içinde , oldukça uy­
gun ' ' son ' 'lar yakıştırmış : kimi lahana tarlasında gördüğü her­
hangi bir kızla evleniyor, kimi bir aşk serüveni sonunda kendi­
ni asıyor. Yitiyorlar .
O şehirde Şahap Sıtkı 'nın insanları dışında da birtakım
insanlar olduğunu bazı yerlerden anlamak mümkün . Yazar
onları farkında olmadan anlatmış gibi . Örneğin Hasan . Hiç de
"hüznü huy edinmiş " bir hali yok . İşinde gücünde . Dost can-

1 45
lısı . O şehirde başka Hasan 'lar da olduğu belli . Ne var ki
Şahap Sıtkı onları pek görmemiş , sevmemiş . Onların mesele­
lerinden söz açmak isteyince de bu , romanda bir süsleme
öğesi olarak kalıyor: parasızlıktan dişini "morfinsiz " çektir­
mek isteyen gencin hali (s . 58) , ya da camla tıraş olma
hikayesi . (s . 136)
Şahap Sıtkı'nın sevdiği çevre ile "alınyazısı" arasında
sıkı bir bağlantı var . İçlerine kapanık bir okur-yazarlar takı­
mını ya da eski Gün Görmeyen Sokak sakinlerini anlatmak
için alınyazısından başka bir açıklama yolu bulamamış .
Leman için , ' ' Alınyazısının ona çizdiği yol , ' ' der ( s . 96) .
Müzeyyen Hanım , "Alınyazısı bu , " diyor (s . 1 20) . Selami
"Dişini sıksan da sıkmasan da iş olacağına varıyor , " der .
Emin "kaderin çizdiği yoldan bir parça olsun " ayrılamaz (s .
45) , ya da ' ' İradesinin alınyazısı ile giriştiği kavgada alınyazı­
sı galip çıkmıştır . " (s . 162 ) "Zalim alınyazısı" (s . 47) , "Alın­
yazısının sillesini yemiş" ( s . 122 ) , " Merhametsiz alınyazısı "
(s . 168) gibi sözleri kullanmaktan Şahap Sıtkı pek hoşlanıyor .
Şahap Sıtkı 'nın alınyazısı felsefesine bir İbrahim
aldırmamış . Romanındaki kişileri yazar yarattığına göre bu
söz belki yersiz gelecek ; ama romanın genel havasından , ya­
zarın sevdiği açıklama yolundan ben buna varıyorum . Yazar ,
bilinçli olarak , İbrahim'in kişiliğinde alınyazısını değiştirme
çabasını göstermek , bir umut , bir iyimserlik kapısı açmak
istememiş . Yazarın böyle bir kaygısı yok . Kendiliğinden
olmuş bu . Ne var ki başarılı olmuş . Şahap Sıtkı için de önemli
olan budur , sanıyorum .
İbrahim , kızkardeşi Şefika , anneleri , bence romanın en
iyi canlandırılmış kişileri . Yazar, onları kendi fazla duygun
görüşüyle bozmaya çalışmamış ; gerçeklik ağır basmış . Bana
romanı sevdiren bu insanlar oldu . Onlarda gerçek roman kişisi
psikoloj isi buldum . İbrahim'in oluşumu çok ustaca anlatılmış .
Şahap Sıtkı , önyargılara , kolay açıklamalara , acele oluştur­
malara yanaşmamış . İbrahim'in pişmanlığını , Asye 'yi bırak­
mak isteğini , buna rağmen dayanamayarak gene Asye 'ye dö­
nüşünü , sonunda bir insan posası halinde Hasan 'la karşılaşma-

1 46
sını , bu değişimler içinde İbrahiın'i kolay kolay unutacağımı
sanmıyorum . Şahap Sıtkı , çizdiği çevre içinde bir ins anın
alınyazısını değiştiremeyeceğine inanmış olacak ki İbrahim
yeni bir hayata o şehri bırakarak , denize açılarak , başlar.
Şefika da çok iyi anlatılmış bir roman kişisi . Çevresinin
koşulları içinde umutlarıyla kaygılarıyla yaşıyor . Şahap Sıtkı ,
Şefika 'yı anlatırken , hiçbir zaman harcıalem psikolojiye baş­
vurmuyor , evde kalmış , evlenmek isteyen her genç kız için
söylenebilecek ucuz sözleri söylemiyor ; belirli koşullar içinde
yaşayan Şefika'ya özgü ruh hallerini yakalayıp bunları anla­
tıyor .
Şahap Sıtkı 'nın temiz bir dili var . Ama henüz roman
dilini bulamamış , diyeceğim . Şiire çok özeniyor . ' ' Hey gidi
geçmiş günler . . . Aziz hatıralarla yüklü genç kızlık zamanla­
rı . . . Bir av hayvanı gibi kovaladığı saadet . . . " (s . 5 1 ) . Kişinin
Cahit Sıtkı'yı hatırlayıp

Ah o kadrini bilmediğim günler,


Koklamadan attığım gül demeti ,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme

diye devam edeceği geliyor . Kendini asan Selami 'nin ayakla­


rından söz ederken ' 'Yıllardır umutlar peşinde koşan ayaklar' '
sözlerini okuyunca Ahmet Muhib 'in o ünlü " Ayaklar" şiirin­
deki ' ' Ayaklarım ümitler peşinde ' ' mısraını hatırlamamak
mümkün değil . Roman diline aykırı özentiler bunlar . Öyle
cümleler var ki Şahap Sı tkı bunlar üzerinde - roman dili
bakımından - düşünmeli diyeceğim : ' ' Hele geceleri , yerin
göğün zengin merhem kaynakları insan ruhlarına açılırken , bu
ikisi , hiç konuşmaz , hareket etmez , iki hayal varlık halinde
öyle sessiz otururlardı . Sıkılan can , ruhlar dünyasına usul fis ­
kelerle olsun dokunmasını bilmezdi sanki . ' '
Şahap Sıtkı 'nın temiz Türkçesine rağmen eskim.iş ,
durgun , hep bir örnek bir anlatısı var . Dili canlı değil . Ama
bu , anlattığı çevreye , kişilere uygun bir anlatı oluyor .

1 47
Gün Görmeyen Sokak için önemli bir roman denemez .
Gelişen romancılığımız içinde biı· yeri olacağını da pek san­
mıyorum . Ama Şahap Sıtkı 'nın iyi bir . roman kişisi
anlayışı var, bu anlayışla iyi romanlar yazabileceğini sanıyo­
rum .

1 48
B İ LGİDEN ÖTE

Gerçekçilik üzerine, edebiyatın görevi, yazarın sorumlu­


luğu üzerine yazarken, toplumsal gerçeklik gibi , toplumsal
oluşun bilincine varmak, toplum hayatının işleyişini bilimsel
verilere göre bilmek gibi sözleri çok kullandık. Bir yandan,
başka alanlarda söyleyeceklerimizi de edebiyat alanına aktar­
mak , edebiyat sorunlarının sırtından söylemek gücemi (zaru­
reti), bir yandan edebiyatın görevini gözümüzde pek büyült­
memiz , bizi, gerçekçilik konusunda, bir çıkmaza doğru götü­
rüyor gibi geliyor bana. Yazardan, edebiyat yapıtlarından çok
şeyler ister olduk. Edebiyat dışındaki alanlarda pek sesimiz
çıkmadığı için, olana bitene bir seyirci gibi baktığımız için, her
şeyi sanatçıdan beklemeye başladık. Sanatçı, toplumun
aksayan yanlarını görecek , bunların nedenlerini araştıracak,
çözüm yollan bulmaya çalışacak, yapıtıyla daha iyi, daha
mutlu bir toplumun kurulmasına yardımcı olacak. Doğru değil
bunlar demiyorum, doğru. Sanatçıya, daha iyi bir toplumun
kuruluşunda düşen işler var elbette; sanatçı, kendine düşeni,
bilinçli olarak, başarmaya çalışır, yapıtıyla daha aydınlık ya­
rınların kuruluşuna katılır. Bunlara, hiç olmazsa gerçekçiler
arasında, kimsenin bir diyeceği yoktur, sanırım. Ne var ki biz
şimdiye kadar hep bunları söylemekle yetindik. Sanatçıdan
şunları isteriz dedik. Sanatçının görevini eksiksiz yapabilmesi

1 49
için toplum gerçekliğine nüfuz etmesi gereklidir dedik , bilim­
sel verilere dayanan doğru bir dünya görüşüne ulaşması ge­
reklidir dedik . Çünkü çağımızda çatışmaları duruk bir halde
belirtmek artık yeter değil diyorduk . Yazar, çatışmaları
gösterirken , gelişme yönünü de göstermelidir , kişilerini yara­
tırken buna dikkat etmelidir , çünkü okuru etkilemenin koşulu ,
okurun da romanın hareketine katılmasını sağlamaktır, di­
yorduk . Okur da romanın hareketine katılacak , yazarla bir­
likte , romanın kişileriyle birlikte bir sonuca varacaktı .
Bunlar iyi bir romanın (romanı düşünerek yazdığım için
böyle söylüyorum) yazılması için gerekli , yararlı değil mi?
Gerekli , yararlı . Ama yeter değil , gerekli olan başka şeyler de
var . Biz , gerekli olan başka şeyler yokmuş gibi , genel olarak ,
hep bu bilinen sözleri tekrarladık , roman sorununa edebiyat
açısından çok başka açılardan yanaştığımız için daha ötesini
kurcalamaya çalışmadık . Ama toplumsal bilgi bakımından ,
dediklerimize uyan yapıtları okurken sıkılmaya başladığımızı ,
sonuna kadar okumak için kendimizi zorladığımızı niçin sak­
layalım? Sorumluluk gibi , edebiyatın görevi gibi bir sorunları
olmayan yazarları daha bir severek okuduğumuzu , bunun için
gene geçmiş yüzyılın yapıtlarına sarıldığımızı niçin saklaya­
lım?
Öyle sanıyorum , biz en önemli bir şeyi , yazarın yazdığı
yapıtın nihayet bir roman olduğunu pek aklımıza getirmek is ­
temedik . Kimi romancılarımız da yazdıklarının roman
olduğunu unutur gibi oldular, toplum gerçekliğini bilimsel bir
görüşle inceleyip tasvir etmek yeter sandılar . Sıkıcı
romanların doğuşu böyle açıklanabilir , sanıyorum .
Cevdet Kudret'in Havada Bulut Yok adlı romanını
okurken düşündüm bunları . Cevdet Kudret 'le toplumsal so­
runlar üzerine , aydın kişinin sorumluluğu üzerine oturup
konuşsak , öyle sanıyorum , çok kolay anlaşırız . Romanından
belli , toplum gerçekliğine nüfuz etmiş , toplumsal oluşumun
bilincine varmış aydın bir yazar . Havada B ulu t Yok 'tan
sözlerimi doğrulayan pek çok örnek verilebilir : yardım top­
larken iki ayn toplum katını gösterme çabası , Süleyman'ın

1 50
yardım çalışmalarındaki deneylerine bakarak , ' ' Şu halde , asıl
mesele yoksullara yardım etmekte değil , yoksulluğu ortadan
kaldırmakta , " (s . 228) demesi , şehirdeki toplumsal , ekonomik
gelişme sonucu ' ' yeni türeyen zengin esnaf takımının ' ' (s . 187)
oğullarına ' 'eşraf' ' kızı almak istekleri . . . (Zengin esnaf Gesili ,
ekonomik bakımdan yıkılmakta olan eşraftan Elbaşoğlu 'na
şöyle der : ' 'Verirsin kızı benim oğlana , yarın bir çocuk doğu ­
rur , al sana yeni bir eşraf. Ben de övünürüm , eşraf torunum
var diye . Parası olan herkes eşraflık istiyor . Mademki param
var , ben de isterim elbet . " - s . 187 . ) Örnekler çoğaltılabilir .
Ne var ki Cevdet Kudret , bu gerçekliklere romancı gözü
ile bakamamış . Şimdiye kadar gerçekçilik üzerinde tartışırken
üzerinde gereğince durmadığımız yan budur , sanıyorum .
Gerçeği . romancının görüşü başkadır , röportaj yazarının ya da
bilim adamının görüşü başkadır . Romancı gerçekliği yalnız
gözleriyle görmez , düşünceleriyle , özleyişleriyle , anılarıyla ,
hayalleriyle görür ; gerçeği seçer , ayıklar , ya da kendi yaşama
deneyleri ile birleştirir , yeni gerçeklikler çıkarır ortaya . Bunun
için , romancı gerçekliği görür demektense , romancı gerçekliği
yaşar demek daha doğrudur .
Oysa Cevdet Kudret , bir şehrin gerçekliğini , sadece ileri
bir aydın olarak görmüş ; yaşamamış o gerçekliği , dışardan
görmekle yetinmiş . Anlattığı olayların içinde bulunmuş
olabilir , anlattığı insanları yakından görmüş olabilir ; ama bu ,
söylediklerimi yalanlamaz . Cevdet Kudret 'in romanının bir
röportaj durumuna düşmesinin sebebi budur . Röportaj
demesek natüralist roman demek gerekecek . O yapıta gerçekçi
bir roman denemez , bence . Öyle ki romanı meydana getiren
kırk bölümün de başına bir yazardan , düşünürden alarak koy­
duğu sözleri bir araya getirsek , bunların değeri neyse , Cevdet
Kudret 'in kırk bölümde yazdıklarının roman olarak değeri de
odur dersem fazla haksızlık etmiş olmam , sanıyorum . Örneğin
XXI . bölümün başına Tonguç 'tan şu cümle alınmış : ' ' Köyü
plansız , şuursuz ve mihaniki bir mesai sarfederek kalkındır­
maya uğraşanların enerj ilerinin çoğu boş yere harcanıyordu . "
(s . 140) . Cevdet Kudret 'in , bu bölümde , bütün anlatmak

151
istediği bu . Kişilermiş , kişilerin olaylar karşısında davranış ­
larıymış , umurunda değil . Bu anlayışla roman yazılabilir mi?
Bir roman kuruluşu , romana özgü bir hareket boşuna arıyo ­
ruz .
Ya insanlara bakışı ! Hani kimi yazarlar vardır , birtakım
konularda dialoglar yazarlar , sözümona iki ayrı kişinin görüş­
lerini çarpıştırarak bir sonuca varırlar . O yazarların
varacakları sonuç başından bellidir , çarpışan da iki kişinin
düşüncesi değildir ; yazar doğru bulduğu düşünceyi daha
nesnel , daha tarafsız görünerek savunmak için , kendi ' 'doğru ' '
düşüncelerinin karşısına saçma sapan sözler eden bir alık
çıkarmıştır , sonunda , ta başlangıçtan beri belli olan , tuttuğu
düşünceyi söyler . Bir tartışma sonucu bir doğruya varılma­
mıştır , hazır b ir doğru için bir tartışma düzülmüştür . Bu
çeşit bir dialogda bile çekilmeyen bu tutum bir romanda
çekilir mi? Cevdet Kudret 'in Havada Bulut Yok 'ta insanlara
bakışı işte böyle ! Böyle bir insan anlayışı ile roman yazılabilir
mi?
Roman , bize , insansız bir toplum gerçeğini , insansız bir
olaylar dizisini anlatmaz ; insanları , bu toplum gerçekliğinin
bir parçası olan , bu olaylar dizisinin içinde bulunan insanları
bu olaylar karşısındaki düşünceleriyle , duygularıyla , tepkile­
riyle anlatır . Bu anlayışa varmak , romanda toplumsal bilginin
amaç olmadığını , bu bilgiden öte şeyler gerektiğini , asıl
amacın toplumsal bilgilerden de faydalanarak bu toplumsal
bilgiden öte olan şeyi gerçekleştirmek olduğunu görmekle
başlar , sanıyorum . Bu da bizi , toplumsal bilginin dışında , bir
başka bilginin , roman bilgisinin ya da romancılık zanaatının
tartışmasına götürür . Bu konuda romancılarımızın söyleyecek
çok sözleri olsa gerek . Konuşmak isteyenlere benden bir soru :
Romanlarınızın kişilerini nasıl yaratıyorsunuz?

1 52
ZAMAN I M IZIN KAH RAMANI

Yusuf Atılgan 'ın romanını okurken Lermontov 'un


romanını , Zamanımızın Kahramanı 'nı hatırladım . Lermontov ,
Aylak Adam 'ın yayımlanmasından yüz yirmi yıl önce , 1 839
yılında , bitirdiği romanına , 1841 yılında yazdığı önsözde şöyle
diyordu : ' 'Zamanımızın Kahramanı , sayın efendilerim ,
hakikaten bir portredir , fakat bir tek insanın değil : bu bütün
neslimizin , tam gelişme halinde bulunan , kusurlarından
vücuda getirilmiş bir portredir . ' ' Atılgan 'ın romanını
bitirince , Lermontov 'un Önsöz 'ünün sonu geldi aklıma : ' ' Has ­
talığın meydana çıkarılmış olması da yeter . . . Tedavisine
gelince , orasını Allah bilir ! ' ' Zamanımızın Kahramanı 'nı
yeniden okudum . Peçorin 'le Aylak Adam'ın (Aylak Adam'ın
adı belli değil , yazar C . demiş , geçmiş) benzer koşullar içinde
yaşamaları , toplumun çözülüş yıllarının aydın kişileri
olmaları , Lermontov 'un romanında Atılgan 'ın kişisini aydın­
latan parçalar bulmama yol açtı ; Peçorin 'le Aylak Adam ara­
sında benzerlikler buldum . Bunu Atılgan 'a karşı söylemiyo­
rum ; çünkü iki romancının kişilerini ele alışları , söylemek
istedikleri arasında önemli ayrımlar var ; bunları görmemek ,
Atılgan 'ın Yunus Nadi Armağanı 'nda ikinciliği kazandığı
günlerde Kim dergisinde roman için yazı yazan eleştirmenin
Aylak A dam 'la H . de Montherlant'ın Genç Kızlar 'ı arasında

153
ilişik kurması kadar saçma olur . Peçorin , daha çok J ames
Dean örneğine yaklaşır . Sevgiden kaçar . Aşk , onun için bir
başarı yarışmasıdır . ' 'Saadetin kendisi nedir? Doymuş
gurur , ' ' der . Oysa Aylak Adam ' ' Bir gün san� dünyada daya­
nılacak tek şeyin sevgi olduğunu göstereceğim , " (s . 6 1 ) diyor.
Ama Peçorin 'in şu sözleri Aylak , Adam'a ışık tutar: " Bizse
yeryüzünde itikatsız , gurursuz , zevksiz yaşayan ve kaçınıl­
ması imkansız akıbeti düşündükçe kalbimizi ezen iradesiz
korkudan başka hiçbir korku duymayarak serseri serseri
dolaşan ' onların aciz torunları ' artık ne insanlığın hayrı ' ne de
kendi saadetimiz için büyük fedakarlıklara muktedir değiliz ,
çünkü saadetin imkansızlığını biliyor , bir tereddütten öbürüne
lakaydiyle geçiyoruz , tıpkı dedelerimizin bir hatadan diğerine
atladıkları gibi ; yalnız şu farkla ki , bunu onlar gibi ne bir ümit
besleyerek , ne de ruhun insanlarla veya kaderle herhangi
mücadelede duyduğu o belirsiz , fakat şiddetli zevki duyarak
yapıyoruz . . " (Zamanımızın Kahramanı, Çeviren : Servet
Lunel , s . 223 . ) Aylak Adam'la Peçorin arasında bir ilişik kuru ­
labileceği gibi , Griboyedov 'un A kıldan Bela 'sındaki Çatski
arasında da bir ilişik kurulabilir. Oblomov 'un yazarı Gon ­
çarov , oyun için yazdığı incelemede , şöyle der : " Çatski 'nin
rolü mustarip bir adam rolüdür . Zaten başka türlü de
olamazdı . Bütün Çatski 'lerin kısmeti budur . Onlar mağlup
görünürler , attıkları her adımın zafer olduğunun kendileri de
farkında değildirler . Çatski 'ler bütün in kılapçılar gibi tohum­
larını serperler . Bu tohumlar er geç yeşerir , filizlenir , mahsul
verir . Fakat onlara ekmek , başkalarına da biçmek düşer .
Husranları buradan gelir. " Biraz ötede de şöyle der : " Bugün
aramızda birçokları , Çatski niçin Moskova 'dan uzaklaşıp
gitti , fikirlerini hislerine feda etti? diyebilirler . Evet şimdi
böyle bir soru sorulabilir . Ama XI X'uncu yüzyılın başlarında
Rusya 'da sosyal mesele anlayışı pek kıttır . " (Akıldan Bela,
Çevirenler : Z . Akkoç Ş . S . İl ter)
-

Atılgan'ın işlediği konu , yukarda anlatmaya çalıştığım


gibi , aşağı yukarı yüz yıldır hem başka ülkelerde , hem bizde
işlenmiş bir konudur . Ama Atılgan 'ın romanı , hem okuyanı

1 54
şaşırtacak kadar ustaca yazılmış bir roman (hiçbir yazarımız ın
ilk romanında bu ustalığı gösterdiğini hatırlamıyorum), hem
de şimdilerde ülkemizdeki ''zamanımız ın kahramanı'' örneğini
veriyor, daha doğrusu, örneklerinden birini veriyor. Bunun
için bu roman bir edebiyat olayı olmaya adaydır, diyorum.
Atılgan, romanının her cümlesi üzerinde sabırla çalış­
mış, belli. Her cümle, güzel bir şiirdeki sözcükler gibi, yerli
yerine oturmuş. Bilinçli bir dil çabası var. Üstelik üslubu var.
Şunun için "üstelik" diyorum: son zamanlarda temiz dil,
bütün romancılarımızın baş kaygısı; ama temiz bir dille
yazmak, aydın takımının ulaştığı ortalama dili romanda sür­
dürmek başka, kişisel bir üslubu olmak başka. Romancıları­
mızın çoğunun dilleri temiz, ama üslubları yok; dili kendilerine
özgü kullanışları, yoğuruşlan yok. Atılgan'da bu var. Ortala­
ma bir aydın dilini sürdürmekle yetinmiyor; kendi üslubunu
bulmuş. Atılgan'ın dilinden açmışken şunları da söyleyeyim:
yer yer ufak tefek imla yanlışları var. Örneğin "hiçbir şey"
yeri�e "hiç birşey" diyor. Yanlış kullandığı sözcükler var:
malzeme demek olan "gereç"i, "gerek" yerine kullanıyor. Bir
cümlede ''sanki'' dedikten sonra, ' 'gibi'' de diyor.
Atılgan'da okurun anlayışına büyük bir güven, büyük
bir saygı var. Örneğin 37 . sayfada, " Merak ediyordu: ne
renkti gözleri? Koyu mavi miydi, yoksa yeşil mi? Daha yakın­
dan baktığında öğrenecekti,'' dedikten sonra, dokuz sayfa
ötede, 46 . sayfada, Aylak Adam yolda Güler'e yetişince, şun­
ları söylemekle yetinir: ''Koluna değdi, durdu. Koyu
maviydi." Ne var ki okurun anlayışına bu güveni gösteren
Atılgan, kimi yerlerde, ruhsal çözümlemelerini okurun anlaya­
mayacağını sandığından mıdır, nedir, gereği yokken söze ka­
rışıyor: Güler, B.'y� yazdığı iki mektupta yalan söyler; bu
yalanlar, Güler-'in kişiliğinde bir genç kız psikolojisini çok iyi
aydınlatan yalanlardır; romancı bunları ustaca saptamış
Ama, "Bunun yalan olduğunu biliyoruz. Neden yazdı acaba?"
(s. 54) , "Bu ikinci yalan, Güler'in anlattıklarına güvenimizi
kırdı, " (s. 66) sözleri bu ustalıkla bağdaşmıyor , Atılgan gibi
romanının her cümlesi üzerinde düşündüğü belli olan bir

1 55
yazara yakışmıyor. Hele 78 . sayfada bir , ' ' Korkmayın felse­
feden hoşlanmam , ' ' deyişi var , insanın tüyleri diken diken
oluyor!
Romanında ayrıntıları , çağrışımları , bir anlık saptama­
ları çok iyi kullanmış Atılgan . Bir yerde , ' ' İ nsanların yaşa­
malarında önemli olan ayrıntılar değil mi? " (s . 8 1 ) diyor ; bu
anlayışı romanına çok iyi uygulanuş . Anlık çağrışımlar
romanda ilkin çerez çeşidinden görünüyorsa da bunları roman­
cının birtakım aynntılanndan yararlanarak sürdürdüğünü ,
Aylak Adam'ın ruhsal durumunu aydınlatmada kullandığını
görüyoruz . Derman adlı ilaçtan teyzesine , teyzesinden
çocukluğuna atlayışı buna örnek gösterilebilir . Tasvirleri de ,
ustaca sap�amalan da hep bu ruhsal çözümlemelere yardımcı
olduğ� ölçüde kullanmış .
Anlatmada hep bir örnek olmaktan kurtuımak için
birinci kişinin ağzından , üçüncü kişinin ağzından ·anlatmak ,
kişilerine mektup yazdırmak ya da günlük tutturmak gibi
değişik yolları denemiş .
Romanın yapısı üzerinde kısaca durduktan sonra Atıl­
gan 'ın Aylak A dam 'da söyledikleri üzerinde , romanın bildirisi
üzerinde düşünmek istiyorum .
Atılgan , Aylak Adam'ın İstanbul 'da dört mevsimlik
yaşama serüvenini anlatıyor . Aylak Adam 'ın kişiliğinde ,
Sadık 'ın deyimiyle , ' 'bütün değerlerini yitirmiş , dayanacak
bir şey " (s . 1 24) arayan , henüz yolunu bulamamış aydın
gençliğin tipik bir örneğini buluyoruz . Bu romanı başka yön­
lerden ele alıp hırpalamak isteyenler çıkacak , biliyorum ;
avareliği sevimli gösteriyor denecek , çalışmaya , aileye akıl
dışı nedenlerden saldırıyor denecek , aylaklığı bir yaşama
biçimi olarak övüyor denecek . Oysa romanda önemli olan ,
bunlar değil . Romanı bir başka yönden alıp övenler de çıka­
cak , sanıyorum . Hani piyasa romanlarının okurları vardır ;
bunlar ' bu romanları ' özledikleri ' yaşamak istedikleri hayatı
anlattıkları için , bu romanlanokurken düşleri kendilerine kısa
tir süre gerçekleşmiş gibi geldiği için severler . Bunun gi°J?i ,
birtakım huzursuz , tedirgin aydın gençler de bu romanı özle-

1 56
dikleri , yaşamaya özendikleri hayatı gösterdiği için sevecek­
lerdir . Aylak Adam'ın çıkn1azı , onları çıkar yollar düşünmeye
isteklendireceği yerde , çekici gelebilir . Meyhaneler , ressam
atölyeleri, yazlıklarda yaşamak , bol para , kişiyi ınutlu edebi­
lir aşklar , okumuşluk , ilk bakışta hoşa giden paradokslar . . .
Bunlar , henüz toplumsal oluşun bilincine varmamış , bunalan
genç aydınların romanın bildirisini gözden kaçırmalarına yol
açabilir .
Nedir romanın bildirisi? Toplumdan kopan (Atılgan ,
Steinbeck 'in Avrupa'daki bir konuşmasından esinlenmiş ,
Aylak Adam'a şöyle dedirtiyor : " Sevişen iki kişinin kurduğu
toplum . Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre , insan top­
lumlarının en iyisi bu daracık , sorunsuz , iki kişilik toplumlar
değil mi? " - s . 83) , insanları sevmeyen , bencil , insanlardan
kaçan (Aylak Adam , " Sevgiymiş , dostlukmuş ; laftı . " -s . 108)
der. Ayşe de günlüğünde soruyor : ' ' Başkalarından ayrıldı nu
neden böyle seviniyor? " - s . 96) , çalışmak istemeyen , "top ­
lumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü
göreli beri ( "göreli" dedikten sonra "beri " gerekli mi? ) gülünç
olmayan , tek tutamak olarak "gerçek sevgi "yi arayan " (s .
12 1 ) bir insanın vardığı gerçek : insanın mutsuzluktan kur­
tulamayacağı gerçeği ; "gerçek sevgi" gibi tutamaklann kişiyi
kurtaramayacağı gerçeği . . . Bunlardan okurun çıkaracağı so­
nuç : başka tutamaklar aramak zorunluluğu . Romanın bildirisi
budur , sanıyorum . Çünkü gerçek sevgiyi arayan , böylece ,
"korkuluksuz köprüden yürürken yuvarlanmamaya" çalışan
Aylak Adam sonunda "yuvarlanır" . Sadık 'a , "Bir çeşit
umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum . Belki kendi kendim­
den , " (s . 1 20) der . Romanın sonunda da , " Yıllardır aradığını
bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma , alaycı_ düzene
boyun eğmiş gibi kendini koyuverir . " (s . 126) . Atılgan , top­
lumsal nedenlere inmeden , bu nedenlerin sonucunu , belirtile­
rini göstermekle yetinmiş . Aylak Adam'ın neden çıkmazdan
kurtulamayacağını , neden nlutluluğa eremeyeceğini sezmeyi
okura bırakmış .
Aylak Adam , hep aramaktan söz açar . "Üç yıldır sürüp

1 57
giden aramalar. " (s . 1 03 ) " Ben ya ararım ya da yaşarım . "
Nedir aradığı? ' ' Ben , toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü ,
sahteliğini göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı
arıyorum : Gerçek sevgiyi . Bir kadın . Birbirimize yeteceğimiz ,
benimle birlikte düşünen , duyan , seven bir kadın . " (s . 12 1 ) .
Toplumdan kopmak isteği , mutluluğu gerçekleşemeyecek
düşlerde aramasına yol açıyor . Çünkü gerçekte istediği ' ' bir
kadın " değil , " Aylak Adam"ın yeryüzüne kadın olarak
yeniden gelip kendisini bulmasıdır . Bunun imkansız oluşu ,
onu mutluluğa , yaklaştırıp yaklaştırıp uzaklaştırıyor . Benim
doğduğum Karadeniz şehrinde 1 Temmuz Kabotaj Bayramın­
da yapılan deniz şenliklerinde bir ' 'yağlı direk yarışı ' ' vardı .
Direğin ucunda bir bayrak . Yarışa girenler , yağlı direğin üze­
rinde , bayrağa doğru yürürler ; ayağı kayan denizi boylar .
Bayrağı almak rastlantıya kalmış bir iştir . Aylak Adam da
hep bayrağı almak savaşında ; ama bayrağa yaklaşırken ayağı
kayıyor , denize düşüyor. Ayşe biter , Güler başlar . Güler
biter , Ayşe başlar . Ayşe biter , teyzesinin kokusunu arar .
Sonuç : düş kırıklığı . Sonra içki . Gene içki . Sonra yeniden
"açık mavi yağmurluğun " (s . 125) ardında bayrağı yakalamak
çabası . Mutluluğu sürekli olamıyor . Güler'le "yalnız birbirle­
rine sarılıp gözlerini yumduklarında , çözümlenemeyecek bir
meseleleri kalmıyordu . " (s . 64) Osbome'un Öfke 'sindeki sin­
capla ayı geliyor aklıma . Ama Aylak Adam sevişirken bile
tedirgin . ' ' Bu mavi loşlukta etimiz bile sonuna dek
sevişemiyor . Çünkü bu ses geçmez , ışık sızmaz odada bile
başkaları bizimle birlik . ' ' ( s . 69) ' 'Yoksa kişi , dışardakilerden
hiç mi kurtulamayacaktı? ' ' ' 'Başkaları' 'na , ' 'dışardakiler' 'e bu
öfke , ilkin Sartre'ın "Cehennem, başkalarıdır. " sözünü akla
getiriyor . Oysa gerçekte "toplumdaki değerlerin ikiyüzlülü ­
ğüne , sahteliğine " bir başkaldırma . Turgut Uyar'ın "Akça­
burgazlı Yekta' ' sını hatırlatan bir durum .
Aylak Adam , "Olanla yetinerek , aramadan düşünmeden
1

yaşanılsın diye yaradılmış bir dünyada yalnız " ( s . 1 24) oldu-


ğunu söyler ; ama imkansız bir mutluluktan başka bir şey
aradığı yoktur . Bu sözler , bencilliğinin , her şeyi kendi mutlu-

1 58
!uğuna göre değerlendirmesinin sonucudur , kendini beğenmiş­
liğinin sonucudur , insanları küçük görmesinin sonucudur . Bir
yerde , " Bir ben miyim düşünen ; bir ben miyim yalnız ? " (s . 29)
der . Toplumdan kopuşun bir sonucu da bu : insanlara yukardan
bakmak .
Aylak Adam 'ın huzura kavuşması için Ayşe şöyle
düşünür : " Bütün suç onun aylak oluşunda . Bari resim
yapsa . " (s . 105) . Bunu Aylak Adam da düşünmemiş değildir :
" Duvardaki şu resmin nasıl yapıldığını görmüştü : yalık çalar
gibi uzanan dudaklar , kırışan genç alın ; uzun umutsuz , koyu
mavi bakışlar . Böylesi gerekti ona . Ama resim yapamazdı .
Olsun . Yazacaktı . " ( s . 3 1) . Yazmaya çalışır . Son unda suçu
gene insanların anlayışsızlıklarına yükleyerek yazmayı
bırakır : ' ' Bütün yazdıklarını acele etmeden , küçük küçük
yırttı. Bu da bitmişti . Gene eskisi gibiydi . " (s . 33) . Sonra
kendini "Ağaç dalı kompleksi" ile avutmaya çalışır .
Atılgan , Aylak Adam'ın dört mevsimlik serüvenini an­
latırken kişi sanki bütün mevsimlerinin de öyle geçeceğini sa­
nıyor . Sinemalar , ressam atölyeleri , meyhaneler . Ressamlar­
la , aktörlerle sohbet . Kitaplar . İçki . Gene içki . Dar bir çevre .
Sonra mutluluğa yaklaşıp yaklaşıp uzaklaşmalar . Bu hep
böyle gidecek gibidir .
Atılgan , açıklamalara girişmiyor . Yalnız Aylak Adam'ın
babasından nefret edişi (Aylak Adam babasından öylesine
nefret eder ki kocasını �ldatan bir kadını bağışlamasının ne­
denlerinden biri , kocasının bıyıklı oluşudur ; çünkü babasının
bıyıklarını unutamaz ) , teyzesine cinsellikle karışık sevgisi
üzerinde durmuş ; bunların Aylak Adam'ın kişiliği üzerindeki
belirleyici etkilerini göstermek istemiş . Romanın bütünü
içinde kişiye batan , kolay , üstünkörü bir açıklama ; hiç olmasa
daha iyiydi , diyeceğim .
Roman Aylak Adam'ın yenilgiyi kabul edişiyle bitiyor .
Atılgan , Aylak Adam'ın mutluluğa eremeyeceğini , o yaşama
biçiminin onu bir yıkıma götüreceğini ustaca sezdiriyor. Bel
bağladığı tutamaklar Aylak Adam'ı kurtaramıyor . Bayrak ,
hep yağlı direğin ucunda kalıyor . Atılgan , bir raslantı ile

1 59
Aylak Adam ' a bayrağı yakalata bilirdi ; yapmıyor . Bilinçli
olarak yapmıyor . ( Sait Faik " Kriz " adlı bir hikayesinde bunu
yapmıştı . ) Çünkü Aylak Adam , yaşamasının bilincine varma ­
mış , Atılgan ise Aylak Adam 'ın yaşama biçiminin de , içinde
yaşadığı toplumsal koşulların da bilincine varmış ; bayrağı ya­
kalatmayarak bu bilinci gösteriyor . Böylece romanını öz ba­
kımından kurtarıyor .
Peki , Aylak Adam neye dayanmalı kurtulmak için , mut­
luluğa ermek için? İşte "Zurnanın zırt dediği yer " . Bilirsiniz ,
Metin Eloğlu 'nun bir şiirinin adıdır bu . Hatirlarsınız , şöyle bi­
tiyordu o şiir : ' ' Ha şöyle - Düşünmeye alışın ' ' .

1 60
İÇİNDEKİLER

İNSAN TÜKENMEZ

İnsan Tükenmez 9
Yazarın İşi 13
Yaşar Kemal 'in Teneke'si 17
Gerçek Korkusu 22
Yazarın Gerçeğe Bakışı 27
Gerçekten , Gerçekçilikten Yaria 31
Gerçeğin Yanlan 35
Talkınla Salkım 38
Köle Hanı Üzerine 41
Toplum Kaygısı , Sanat Kaygısı 45
Yazarın Hürlüğü 49
Düşünmekten Yana 54
Çıkmazdaki Edebiyat 60
Yeşeren Otlar 63
Edebiyatımız Karamsar mi? 67
Değirmenlere Hücum 72
Yol Göstermek 78
Ası 81

1 61
GERÇEK SAYGISI

DÜŞÜNMEK ÜSTÜNE

Düşünmek Üstüne 95
İ şin Kolayına Kaçmak 98
Kolay Yargılar 101
Sözcüklere Sığınmak 1 05
Özgür Düşünüyorlarmış 1 08
Dünya Görüşü 111
İyimserlik Üstüne 1 14
Bunalan Genç Adamlar 1 17

ROMAN ÜSTÜNE

Kişisiz Romanlar 125


Roman Kişisi 1 29
1 958 in Romanları 1 34
Sarı Traktör'ün Düşündürdükleri 1 40
Gün Görmeyen Sokak 1 44
Bilgiden Öte 1 49
Zamanımızın Kahramanı 1 53

1 62
Yayımlayan: Anadolu Yayıncılık A . Ş .
Kapak Baskı : Ana Basım Sanayi A . Ş .
İ ç Baskı : Şefik Matbaası

You might also like