Professional Documents
Culture Documents
Vahdeti Vücud
Vahdeti Vücud
Cevab
Nükte-şinasa! Mes’ele-i vahdetu’l-vücud hak ve sahihtir. Bu mes’elede bir şek
ve bir şübhe yoktur.
Mukrima! İ’tikād kalbi bir keyfiyettir ki bendeye kemal-i ilm ve yakinden bir emr
üzerine sıdk müstahkem olur. Buna örf-i şer’-i şerifte tasdik derler ve lisan ile
ikrar müslümanlığın ahkamını icra için zaruridir ve yoksa sübut-i İslam üzerine
indallahta ikrar zaruri değildir, tasdik-i kalbi kafidir.
Maarif-agaha! Ancak bu ihtiyat için ahbab-ı fakir dahi fakir gibi bu kil ukālden
lisan bağlarlar ve ihtiraz ederler. O meseleyi inkar etmemeleri için saillere
te’vilat ile işaret gösterirler. Birçok cahil adamlar, bu meseleyi tutarak şeyhlik
davasına kıyam edip meclisler kurarlar. Kendileri dalalette kaldıkları gibi
müslümanları da ıdlal ederler. Nitekim müşahede olunmaktadır. Böyle olunca
bu kil u kālden ne faide vardır? Eğer lazımsa insanları taleb-i Hakk’a ve terk-i
taalluk-ı dünyaya ve kesret-i zikr u fikre tahris buyurmalı ve onda sa’y etmelidir.
Vakta ki bu sulukten tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb hasıl ola. Ziyau’l-kulub’da
merkūm olan o kısım murakebenin zarureti zahir olur. Huda bizzat rehberlik
eder. [Bizim hakkımızda mucahede edenleri elbet yolumuza hidayet ederiz],
sebile hidayet etmekten garaz, vahdet-i vücud meselesinin hakikati munkeşif
olmak için kalb-i salik tecelli-i zatidir. Bu yol gitmeye layıktır, söylemeye layık
değildir. Söylemekten bilmeye, bilmekten görmeye ve olmaya kadar çok fark
vardır. Hak Teala bizi ve ahbabımızı ve sizi ve ahibbanızı bu yolda ayak
kaymasından hıfz etsin. Pir ve Şeyh-i Ekber Hazret-i Cami -kaddesallahu
sırrahu’s-sami- buyuruyor:
Rubai
Tercüme: Saha-i dilden gubar-ı kesretin gitmesi, vahdet incisini herze ile
delmekten daha hoştur. Söze mağrur olma ki tevhid-i Huda bir görmektir, bir
demek değildir.
Eğer rah-ı insaftan geçmez ve bu meselenin hakikatine ta’mik-i nazar ile bakar
isen, fena içinde fena olmaksızın hayret içinde hayretten gayrı hiçbir şey ele
girmez. Şöyledir ve böyledir nasıl diyelim? Mısra’: O yanmışın canı gitti ve sesi
çıkmadı.
II. Sual
Halbuki Ziyau’l-kulub’da “‘La mevcude illallah’ verzişine ve ‘Hep O’dur [Heme
ost]’ murakabesine sarahaten te’kid vardır ve ‘Hep O’dur [Heme ost]’
murakabesinde mananın mülahazası lazımdır” buyurulmuştur. İmdi bu
murakabe ayniyyet ve ittihad mülahaza olunmaksızın suret bağlamaz. Ve
Ziyau’l-kulub’un diğer bir mahallinde de münderiçtir ki “Nazar-ı salikde zahir ile
mazharda fark bulundukça onda şirk bakidir.” Bu mazmundan malum oldu ki
abid ve ma’budu tefrik etmek şirktir.
II. Cevab
Şek yoktur ki fakir bunların cumlesini Ziyau’l-kulub’da yazmıştır. Eğer
“Söylenilmeyen her şey nasıl yazıldı?” denirse, derim ki ekâbir-i din talib-i
sadıka anlatmak için kendi mekşufatını temsilat-ı mahsusat ile ta’bir ederler,
yoksa söylenen şeyin aynı gibi değildir. Mesela eğer a’ma rüyada bir yılan görse
ve onun beyanında aciz kalsa “Bileğim gibi idi” der ve o hal içinde onun eline bir
ip verip “Böyle mi idi” deseler “Hah! İşte böyle idi” der. İşte temsilat ile tefhim
budur. Ve ifaza mukarrer olmak ve vakt-i hacette muşkiller murtefi’ olmak
üzere sonradan gelenler için mutekaddiminin muharreratı bu kabildendir. Onlar
sineden sineye gelen esrarı kaleme havale etmeyi münasip bildiler ve rah-ı
hakikati acık tuttular ve “Biz o kimseleriz ki na-ehillerin bizim kitabımıza nazar
etmeleri haramdır” dediler. Hakikat-i hal budur! Fakir dahi onlara takliden
onların kavline tercümanlık etmiştir. Maahaza cenabları istifsar buyuruyorlar ve
onun inkişaf keyfiyyetini taleb ediyorlar -la-ilacen imtisalen li’l-emr- zat-ı
hakāyık-şinasalarının hatır-nişini olmak ve itmi’nan el verip tereddüt kalmamak
için bir nebze onun izahı zaruri oldu. Onun ihtisaren beyanı budur ki: Beyan-ı
ma-sebakdan muberhen oldu ki aslında mesele-i mezkure hak ve bi’l-yakindir.
Talib mihnetten ve mücahededen ve onda mumarese-i istiğraktan ve hatarat-ı
masivanın terkinden naşi kendinin kendiliğinden dur olduğu vakit onun sıdkı
malum olur. Kendi hayalinden geçtikte güya cümleden geçer. Hiçbir şey onun
nazarında ve hayalinde kalmaz. Hep Hakk’ın varlığını muayene eder. Nazar-ı
salikten takayyudat ve vucud-ı masiva murtefi’ olduğu vakit, Huda’nın gayrı
hiçbir şey görmez, bi-haber olur ve belki bu manaya vukuf dahi mürtefi’ olur.
Her ne görürse Huda görür. “Hu, hu” demekle “Ene” yani “ben” manasını
söyler. Bu mertebeye “fena der fena” derler. Bu sözü “ney” den anlamalıdır,14
belki Mevlâna -kuddise sırruhu- hazretlerinin buyurduğu gibi neyzen söyler.
Her dem nağme-aralık eden ney, hakikatte neyzenin nefesinden nağme-saz
olur. Kendinin fenası ve cezb-i kavi olmaksızın ne vakit harim-i vasla mahrem
olursun?
Olursun? Keza arifin biri buyurur:
Sen asla olma, kemal ancak budur. Sen O’nda gāib ol, visal ancak budur.
Benim Allah ile bir vaktim vardır ki ona melek-i mukarreb ve nebiyy-i mursel
sığmaz”17 kelam-ı alisiyle Sultan-ı Enbiya -sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem-
Efendimiz kendilerinin bu vaktinden haber verdiler. Ve onun havass-ı
ümmetinden olan Bayezid-i Bistami “Ben kendimi tenzih ederim, şanım ne azim
oldu!” buyurdu ve Mansur-ı Hallac “أBen Hakk’ım!” dedi. Bunların cümlesi bu
babdandır. Maahaza bir ıstılahtan ibaret olan bütün bu gayriyyet-i i’tibariyye
her ne kadar fena-yı şuur halinde nazar-ı salikte kalmamış olursa da abd ile rab
arasında mürtefi’ olmaz. Zira ki şuursuzluktan şuura geldiği vakit bilir ki “Ben
kendimden bi-haber olmuş idim.” O, ateşte kızıp “Ben ateşim” diye na’ra uran
demir parçasına benzer. Onun bu kavli inkâr olunmaz. Amma vaki’de ateş
olmamıştır. Bu, demir parçasına arız olmuş bir haldir. Yoksa demir demirdir,
ateş de ateştir. İşte vahdet-i vücudun hakikatinden bir şemme budur. Burada
ayniyyet ve gayriyyetin nasıl olduğunu biraz bilmek vacibattandır. Bundan
agahlık olmadıkça vahdet-i vücudun keyfiyyeti anlaşılmaz ve “Hep O’dur [Heme
ost]” murakabesine muvazabet ve mülahaza-ı ayniyyet suret bağlamaz.
Birtakım kimselerin vahdet-i vücud meselesinde kil u kāl-i mucerred ile
zendekaya düşmeleri, ayniyyet ve gayriyyet meselesini bilmemekten ileri
gelmiştir. Her kim ki evvelen bu iki emri, tahkik ile bildi, ona bütün mesaili
bilmek asan oldu. Gerçi bu ayniyyet ve gayriyyet meselesinin tahkiki tenezzulat-
ı sitteyi bilmeye mevkūftur ve lakin fakir ıtnab sebebiyle onun hepsini yazamadı,
muhtasar nakşetti. O da budur ki abdde ve rabde ayniyyet ve gayriyyetin her
ikisi de sabit ve mutehakkıktır. O bir vech ile ve bu bir vech iledir. Eğerci badi-i
nazarda şahs-ı vahidde içtima-ı zıddeyn muhal görünür: “iki zıd bir yerde cem’
olmaması” sahihtir. Fakat bu iki zıd lugavidir, zıdd-ı ıstılahi cem’ olur. İşte bunun
içindir ki muhakkikine camiu’l-ezdad derler. Zira ıstılah-ı sufiyan başkadır. Onun
misali budur ki nur ve zulmet zıdd-ı lugavidir. Bu zıd bir mahalde ve bir vakitte
cem’ olmaz. Zira bu iki lafzın manası kendi vaz’ı üzerinde kaimdir. Eğer kendi
vaz’ı üzerinde kaim olmazsa onun içtimaı caizdir. Misali budur ki gölgeye
mecazen zulmet derler, istiare cihetinden mümkün olur. Zulmet tesmiye olunan
bu gölge bir mahalde ve bir vakitte cem’ olur. Nitekim nurdan ibaret olan ziyayı
şems ile saye-i divarın bir mahalde ve bir vakitte cem’ olduğu görülür. Zira saye-
i zulmet ıstılahi idi.
Eğer mahz-ı gayriyyet-i hakiki-i lugaviyi halık ve mahluk hakkında itibar ederler
ve abd ve rab haklarında halıkıyyet ve mahlukiyyet nisbetlerinden gayrı hiçbir
ayniyyet nisbeti ve taallukunu kabul etmezlerse, bu nisbet çömlekçi ile çömlek
arasındaki nisbete benzer. Eğer çömlekçi ölürse yaptığı çömlek onun yerinde
baki kalır. Bu çömlekler ile çömlekçi hakkında gayriyyet-i lugavi sebebiyledir. Bu
kısım gayriyyet abd ile rab hakkında vaki’ değildir. Bu gayriyyete kāil olan
ulema-i zahir ve mutekellimin, ıstılah-ı muvahhidinden gafildirler. Onlar abd ve
rabbin bir olmasından korkarlar. Bilmezler ki muhakkikin ıstılahı mucibince akis
ve şahıs haklarında her iki cihetin sübutuyla beraber hiçbir vakit “bu”, “o” olmaz
ve “o” da “bu”na tebeddül etmez. Akis akistir. Şahıs dahi şahıstır. Akis mahluk
ve hadis ve nakıstır ve şahıs kadim ve baki ve kamildir. İmdi hakikat-i
mukaddime işte budur.
Beyt-i Cami -kuddise sırruhu-:
Vücuddan her bir mertebenin bir hükmü vardır. Eğer hıfz-ı meratib etmez isen
zındıksın.
Ve [Hak Teala iki denizi salıverdi, onların arasında bir berzah vardır ki
birbirlerine karışmazlar]19 misdakınca bu iki bahir, hudus ve kıdemdir. Burada
bir temsil-i latif daha hatıra geldi. Yani bende kendi vücudundan mukaddem
Huda’nın batını ve Huda da bende-nin zahiri idi. [Ben gizli bir hazine idim] bu
mananın şahididir. Netayic-i ilm-i ilahiden ibaret olan hakāyık-ı kevniyye, zat-ı
mutlakta mündemiç ve mahfi idi ve zat kendisine zahir idi. Zat diğer bir nehc
üzere zuhur etmek diledik de a’yanı onların kabiliyetleri libası ile kendi cilve-i
tecellisi ile izhar buyurdu. Kendisini kendisinin şiddet-i zuhurundan naşi, onların
ceşm-i basarından mahfi kıldı. Mesela ağaç bütün dalları ve yaprakları ve
meyveleri ile çekirdekte mahfi idi. Güya çekirdek bi’l-fiil ve ağaç bi’l-kuvve idi.
Vakta ki çekirdek kendi batınını izhar etti, kendisini gizledi. Gören ağacı görür,
çekirdek nazara gelmez. Eğer teemmul ile nazar edersen çekirdek ağaç libasıyla
zuhur etmiştir. Cekirdek bi’l-kuvve ve ağaç bi’l-fiil oldu. Vakıa bir vecihten
çekirdek ile ağaç birdir, ayrılık yoktur, ayniyyet vaki’dir ve lakin delail-i gayriyyet
ve ayrılık dahi onda zahir ve vaki’dir. Hıfz-ı meratib zaruridir. Zira ki çekirdeğin
sureti ve şekli ve tesiri ve havassı başka ve ağacın eczası başkadır. Ve daha
birçok vucuh-ı gayriyyet vardır. Sahib-i fetanet olan kimse onu inkâr edemez.
Ayniyyet cihetinden vakıa çekirdek ile ağaç birdir. Bu vahdet, itibari ve
ıstılahidir. Burada ne hulul vardır ne de ittihad. Bi’l-fiil ve bi’l-kuvve manalarının
iştiraki vardır. Binaenaleyh bi’l-fiil olan her şey bi’l-kuvve ve bi’l-kuvve olan her
şey bi’l-fiil oldu. Anlayan anladı. [Hakk’ın hikmeti büyük, şanı yücedir].
Arifin biri demiştir: Sana dosttan acık haber veriyorum, hep O’ndandır; eğer iyi
bakar isen hep O’dur.
Faide
Vakta ki abd ve rab hakkında iki cihetin nisbeti sabit ve mutehakkık oldu,
mertebe-i esfel-i safiline nüzulden uruc ve husul-i kurb ve visal ve abdiyyet-i
hakiki derecesine vusul için birtakım ameller icrası zaruri oldu. O da mucahede
ve murakabedir اBen ins ve cinni ancak ibadet icin yarattım]21 İbadet etmenin
manası abd olmaktır. Hakikatte Abdullah Hatemu’l-murselin Muhammed
Mustafa -sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem-dir. Abd olmak güçtür. Kendinin
vehm-i uluhiyyetinden tamamen ve kemalen geçmedikçe bu mertebeye vasıl
olunmaz. Binaenaleyh zikir ve fikir dürüst ve rast olarak zuhur etmek için
mucahede ve riyazat ve terk-i taalluk-ı dünya ve hatar-ı nefs ve terk-i
tevehhüm-i masiva vacib oldu. Vakta ki evvelen miskale-i zikr ile nefs muti’ ve
kalb safi olur; zevk ve şevk terakkiye teveccüh eder, gönül hatarattan kurtulur;
“La mevcude illallah” murakabesinin vakti gelir. Bu murakabe içinde “Hep
O’ndandır [Heme ez ost]” mülahazasından iğmaz-ı nazar ettikte piş-i nazara
“Hep O’dur [Heme ost]” murakabesi gelir. Bu istiğrak içinde feyz-i batıni ve
cezbe-i gaybi imdad buyurur. Onun gayrı olan her şeyden bi-haber olur. Bu bi-
haberliğe dahi vukūf kalmaz. Her gördüğünü bilir. Her bildiğini söyler. Her ne
söylerse ma’zurdur. İşte “vahdetu’l-vucud ve’l-mevcud” budur. Ateş içinde
ateşin rengine giren demir parçası gibi “Ene’n-nar” na’rasını ürür. Yoksa inkılab-
ı hakikat ile ateş olmuş değildir. Bu kāle değil, hale taalluk eder. Bu makam
derindir. Yani demir parçasının kendisini ateşe havale ettiği ve kendinin demir
parçalığı hayalinden vaz geçtiği bir hal içinde ateşin kendisine istilasına ve kendi
rengini bahş etmesine muntazır ola. Bu tasavvur içinde başka hayal gelirse onun
hakkında şirktir ki onun mâni’-i maksudu ve kātiu’ttarikidir. İşte Ziyau’l-kulub’da
mülahaza-i samilerine gelen “‘Hep O’dur [Heme ost]’ murakabesinde nazar-ı
salikin önünde zahirde ve mazharda fark oldukça onda şirk bakidir” kelamının
manası budur. Vallahu a’lem [Bizim için ilim yoktur; biz ancak senin bildirdiğini
biliriz.]
Girami-kadra! Fakir-i bi-muhaba itale-i lisan eyledi. Ne yapsın ki onsuz söz
tamam olmaz. Gerçi bu tahririmden nadim oluyorum. Fakat beher takdir
mekatib-i muteaddide-i cenablarına cevab verdiğimden dolayı şadım. Eğer
pesend-i hatırları ve manzur-ı valaları olursa bende-i zaifi hayr-ı hatime duasıyla
yad etsinler. Aksi halde tekrar fakiri incitmesinler. [Bizim vazifemiz apaçık tebliğ
etmekten ibarettir]
Beyit: Bu meşhedde kelamdan urma hiç dem! Sözü hatmeyle ki vallahu a’lem!