You are on page 1of 9

Zâhir ulemâ gibi meselenin ehli olmayanlar ya da tasavvuf yoluna sülûk etmiş

ancak konunun nezâketini kavrayamamış sûfîler yanında vahdet-i vücûdun


bahse konu edilmemesi gerektiği kanâatindedir.
Vahdet-i vücûd rubûbiyete ait bir sırdır dolayısıyla da bu sırrın gelişigüzel bir
şekilde dışavurumu veya ifâdelendirilmesi doğru değildir.
Vahdet-i vücûd ve ona taalluk eden meselelerin îzâhına eserlerinde yer veren
ve derinlemesine ele alan sûfîlerin en başta geleni hiç şüphesiz İbnü’l-Arabî’dir.
Her ne kadar telîfâtında İbnü’l-Arabî konuyu îzah bakımından muhtevâ ve
üslupça yetersiz değilse de tek tek muhataplar veya belirli zümreler göz önünde
bulundurulduğunda meselenin kavranmasında karşılaşılan birtakım sorunların
var olduğu da apaçık tarihsel bir gerçekliktir. Bu sebeple bazı sûfîler
takipçilerine İbnü’l-Arabî’nin eserlerini okumamalarını salık vermişlerdir.
Bu bağlamda Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin İbnü’l-Arabî’yi bir dönem
“zındık” bir başka dönemde ise “kutbüzzaman” gibi iki farklı nitelikle anmasına
ilişkin rivâyeti okuyucularıyla paylaşmıştır.
Meselenin mâhiyetine dâir öne çıkan problemlerin ehli tarafından muhâtapların
idrak düzeyleri gözetilerek çözüme kavuşturulmasının da elzem olduğu
aşikardır.
İmdâdullah Tehânevî’ye yöneltilen ikinci soru Ziyâü’l-kulûb’da Çiştiyye tarîkı
mensuplarının seyr ü sülûkün belirli bir aşamasında ulaşmaları gereken vahdet-i
vücûdu tecrübe etmeğe ilişkin “murâkabe-i vahdet ve heme ôst” pratiğine ve
bu murâkabenin çağrıştırdığı “ayniyyet” ve “ittihad” sorununun nasıl aşılması
gerektiğine ilişkindir.
İlk olarak İmdâdullah murâkabe-i vahdete devamla sâlikte zuhûra gelecek
mânevî halleri “fenâ der fenâ” mertebesini merkeze alarak îzah yoluna
gitmiştir:
Tâlib mihnetten ve mücâhededen ve onda mümârese-i istiğrâktan ve hatarât-ı
mâsivânın terkinden nâşî kendinin kendiliğinden dûr olduğu vakit onun sıdkı
ma’lûm olur. Kendi hayâlinden geçdikde güyâ cümleden geçer. Hiçbir şey onun
nazarında ve hayâlinde kalmaz. Hep Hakk’ın varlığını muâyene eder. Nazar-ı
sâlikten takayyüdât ve vücûd-ı mâsivâ mürtefi’ olduğu vakit, Hudâ’nın gayrı
hiçbir şey görmez, bî-haber olur; ve belki bu ma’nâya vukūf dahi mürtefi’ olur.
Her ne görürse Hudâ görür. “Hû, hû” demekle “Ene” ya’ni “ben” ma’nâsını söy-
ler. Bu mertebeye “fenâ der fenâ” derler.
İmdâdullah’a göre “murâkabe-i vahdet” aşamasında sâlikte zuhûra gelen hâller
karşılığını Hz. Peygamber’in “Benim Allah ile bir vaktim vardır ki ona melek-i
mukarreb ve nebiyy-i mürsel sığmaz”, Bâyezîd-i Bistâmî’nin “Sübhânî” ve
Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-hak” ifâdelerinde bulmuştur.
İmdâdullah, ayniyyet-gayriyyet meselesiyle irtibatlandırarak bu hâli ateşte kor
olan demirin “Ben ateşim” demesi örneği ile îzâha çalışmıştır; aslında bu
durumdaki demir bir yönüyle ateştir bir yönüyle ise ateş değildir. Demirin bir
yönüyle ateş olması, demir parçasına ârız olan geçici bir hâlin sonucudur,
“yoksa demir demirdir, ateş de ateştir.”
Ayniyyet ve gayriyyet meselesinin hakîkatinin merâtib-i vücûdu bilmekle
kavranacağını söyleyen İmdâdullah Tehânevî “min vechin” abd ve rabde
ayniyyet ve gayriyyetin her ikisinin de sâbit ve mütehakkık olduğu kanâatine
sâhiptir.
Bazı kimselerin vahdet-i vücûd meselesinde ileri geri söz söylemelerinin altında
yatan en önemli sebebin ayniyyet ve gayriyyet konusunun anlaşılmasındaki
zorluktan kaynaklandığını öne süren İmdâdullah bilkuvve-bilfiil ayrımını
çekirdek-ağaç örneğine tatbik ederek temsîlî îzahlarda bulunmuştur.
Müellif bütün bu süreçte merâtib fikrinin gözetilmesinin gerekliliğini aksi
takdirde hulûl ve ittihâd problemiyle karşı karşıya gelineceğini söylemek
sûretiyle de ikinci soruyu cevaplandırmaya çalışmıştır. İmdâdullah Tehânevî her
iki soruya verdiği cevapların kısa bir hülâsası ve eserin hâtimesi sayılabilecek
“Fâide” başlığıyla Risâle Der Beyân-ı Vahdetü’l- Vücûd’u sonlandırmıştır.
Birinci Sual
“Vahdet-i vücud ve vahdet-i mevcud mu’tekidlerine mülhid ve zındık” derler idi.

Cevab
Nükte-şinasa! Mes’ele-i vahdetu’l-vücud hak ve sahihtir. Bu mes’elede bir şek
ve bir şübhe yoktur.

Mukrima! İ’tikād kalbi bir keyfiyettir ki bendeye kemal-i ilm ve yakinden bir emr
üzerine sıdk müstahkem olur. Buna örf-i şer’-i şerifte tasdik derler ve lisan ile
ikrar müslümanlığın ahkamını icra için zaruridir ve yoksa sübut-i İslam üzerine
indallahta ikrar zaruri değildir, tasdik-i kalbi kafidir.

Bu vahdet-i vücud meselesi böyle değildir; belki burada tasdik-i kalbi ve


teyakkun ve keff-i lisan vacibdir. Zira ki İslam-ı şer’inin Huda’ya ve halka taalluku
vardır ve İslam-ı hakiki ancak Huda’ya taalluk eder. Orada ikrar ile tasdik
zaruridir. Burada onun gayrı olarak yalnız tasdik lazımdır.

Bu meselenin istitarında faide budur ki: Bu meselenin esbabı-ı subutiyyesi çok


nazik ve nihayet derecede dakiktir. Fehm-i avam ve ıstılah-ı urefadan ari
olduğundan belki ulema-i zahir onu idrak edemezler. Ulema şöyle dursun, belki
henüz sulukunu itmam etmemiş ve makām-ı nefsten geçip mertebe-i kalbe vasıl
olmamış bulunan sufiler bile bu meseleden zarar görürler. Ve mekr-i nefisten ve
tezelzül ve lağzişpadan dolayı cah-ı ibahat ve ka’r-ı dalalete baş aşağı düşerler.
Belki birçok güruh düşmüşlerdir bile! Nitekim biz onları müşahede ediyoruz,
neuzubillahi min zalik. Cenabları da iyi bilirler ki bu meselenin acib hassiyyeti
vardır. Mısra’: Bazısı için hadi ve bazısı için de mudildir.

Vakıa nimet-i hoş-guvardır, esihhaya ondan lezzet ve halavet hasıldır. Merzaya


acı ve na-guvardır ve onların hakkında zehr-i kātildir. Bunun için “Esrar-ı
rububiyyeti tasrih eden muhakkak kafir oldu” buyurulmuştur. Onun istitarı
lazım ve ifşası gayr-i caizdir. En evvel bu meseleden bahis buyuran Şeyh
Muhyiddin İbn Arabi -kaddesallahu sırrahudur. Onun bu meselede içtihadı ve
berahin-i vazıha ile isbatı kıyamete kadar cemi’ muvahhidlerin boynuna minnet
vaz’ etmiştir.
Garabet buradadır ki Şeyhu’ş-şuyuh Şihabuddin Ömer Suhreverdi -kaddesallahu
sırrahu- onunla hem-asr ve hem-şehr idi. Birtakım kimseler Şeyh-i Ekber’in
halini ondan sordular: “O zındıktır” dedi. O kimseler onun sohbetinden ihtiraz
ettiler. Vakta ki vefat etti, Şeyhu’ş-şuyuh’tan onun hal-i ahiretini sordular.
“Vaktin kutbu olan veliyyullah vefat etti” buyurdu. O kimseler taaccüp ettiler ve
“Niçin ona zındık dedin ve bizi istifadeden mahrum bıraktın?” diye sordular.
Cevap verdiler ki “O veli ve Hakk’a vasıl idi amma kavi cezbesi var idi. Vakıa
mukarreb-i bar-gah idi, kābil-i ittiba’ değil idi. Son zamanda meczub olmuş idi ve
onun lisanı ifşa-yı esrarda bi-ihtiyar olmuş idi. Eğer siz onun sohbetinde bulunsa
idiniz dalalete düşerdiniz. Galebe-i halden naşi söylediği sözler sizin fehminize
gelmez idi. Avam için zararlıdır. Eğer bilirseniz ben size lütfettim.”

İmdi buradan teemmül buyurmak lazımdır ki bizim gibi adamlara ne düşer ki


kes ve nakes ile mesele-i vahdet-i vücud bazarına germi verelim ve iman-ı
taklididen bir cüz’e malik olan avamı ondan dahi bi-nasib kılalım. Burada guft u
gubi-hasıldır, vaktini ve avamın itikadını zayi’ etmektir.

Maarif-agaha! Ancak bu ihtiyat için ahbab-ı fakir dahi fakir gibi bu kil ukālden
lisan bağlarlar ve ihtiraz ederler. O meseleyi inkar etmemeleri için saillere
te’vilat ile işaret gösterirler. Birçok cahil adamlar, bu meseleyi tutarak şeyhlik
davasına kıyam edip meclisler kurarlar. Kendileri dalalette kaldıkları gibi
müslümanları da ıdlal ederler. Nitekim müşahede olunmaktadır. Böyle olunca
bu kil u kālden ne faide vardır? Eğer lazımsa insanları taleb-i Hakk’a ve terk-i
taalluk-ı dünyaya ve kesret-i zikr u fikre tahris buyurmalı ve onda sa’y etmelidir.
Vakta ki bu sulukten tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb hasıl ola. Ziyau’l-kulub’da
merkūm olan o kısım murakebenin zarureti zahir olur. Huda bizzat rehberlik
eder. [Bizim hakkımızda mucahede edenleri elbet yolumuza hidayet ederiz],
sebile hidayet etmekten garaz, vahdet-i vücud meselesinin hakikati munkeşif
olmak için kalb-i salik tecelli-i zatidir. Bu yol gitmeye layıktır, söylemeye layık
değildir. Söylemekten bilmeye, bilmekten görmeye ve olmaya kadar çok fark
vardır. Hak Teala bizi ve ahbabımızı ve sizi ve ahibbanızı bu yolda ayak
kaymasından hıfz etsin. Pir ve Şeyh-i Ekber Hazret-i Cami -kaddesallahu
sırrahu’s-sami- buyuruyor:

Rubai
Tercüme: Saha-i dilden gubar-ı kesretin gitmesi, vahdet incisini herze ile
delmekten daha hoştur. Söze mağrur olma ki tevhid-i Huda bir görmektir, bir
demek değildir.
Eğer rah-ı insaftan geçmez ve bu meselenin hakikatine ta’mik-i nazar ile bakar
isen, fena içinde fena olmaksızın hayret içinde hayretten gayrı hiçbir şey ele
girmez. Şöyledir ve böyledir nasıl diyelim? Mısra’: O yanmışın canı gitti ve sesi
çıkmadı.

Bu esrar-ı vicdaninin teşrihinde natıka laldir. Mader-zad olan a’maya benzer ki


rüyasında renkler ve acib şeyler görür. Herkese “Şöyle idi, böyle idi” diye nasıl
söyleyebilir? Zira mahsusatta bir şey görmemiştir ki ona teşbih edip anlatsın.
Eğer ahyanen söyler ve anlatır ise vaki’ olanı söylememiş olur. Vallahu a’lemu
bi-hakikatihi’l-hal.

II. Sual
Halbuki Ziyau’l-kulub’da “‘La mevcude illallah’ verzişine ve ‘Hep O’dur [Heme
ost]’ murakabesine sarahaten te’kid vardır ve ‘Hep O’dur [Heme ost]’
murakabesinde mananın mülahazası lazımdır” buyurulmuştur. İmdi bu
murakabe ayniyyet ve ittihad mülahaza olunmaksızın suret bağlamaz. Ve
Ziyau’l-kulub’un diğer bir mahallinde de münderiçtir ki “Nazar-ı salikde zahir ile
mazharda fark bulundukça onda şirk bakidir.” Bu mazmundan malum oldu ki
abid ve ma’budu tefrik etmek şirktir.

II. Cevab
Şek yoktur ki fakir bunların cumlesini Ziyau’l-kulub’da yazmıştır. Eğer
“Söylenilmeyen her şey nasıl yazıldı?” denirse, derim ki ekâbir-i din talib-i
sadıka anlatmak için kendi mekşufatını temsilat-ı mahsusat ile ta’bir ederler,
yoksa söylenen şeyin aynı gibi değildir. Mesela eğer a’ma rüyada bir yılan görse
ve onun beyanında aciz kalsa “Bileğim gibi idi” der ve o hal içinde onun eline bir
ip verip “Böyle mi idi” deseler “Hah! İşte böyle idi” der. İşte temsilat ile tefhim
budur. Ve ifaza mukarrer olmak ve vakt-i hacette muşkiller murtefi’ olmak
üzere sonradan gelenler için mutekaddiminin muharreratı bu kabildendir. Onlar
sineden sineye gelen esrarı kaleme havale etmeyi münasip bildiler ve rah-ı
hakikati acık tuttular ve “Biz o kimseleriz ki na-ehillerin bizim kitabımıza nazar
etmeleri haramdır” dediler. Hakikat-i hal budur! Fakir dahi onlara takliden
onların kavline tercümanlık etmiştir. Maahaza cenabları istifsar buyuruyorlar ve
onun inkişaf keyfiyyetini taleb ediyorlar -la-ilacen imtisalen li’l-emr- zat-ı
hakāyık-şinasalarının hatır-nişini olmak ve itmi’nan el verip tereddüt kalmamak
için bir nebze onun izahı zaruri oldu. Onun ihtisaren beyanı budur ki: Beyan-ı
ma-sebakdan muberhen oldu ki aslında mesele-i mezkure hak ve bi’l-yakindir.
Talib mihnetten ve mücahededen ve onda mumarese-i istiğraktan ve hatarat-ı
masivanın terkinden naşi kendinin kendiliğinden dur olduğu vakit onun sıdkı
malum olur. Kendi hayalinden geçtikte güya cümleden geçer. Hiçbir şey onun
nazarında ve hayalinde kalmaz. Hep Hakk’ın varlığını muayene eder. Nazar-ı
salikten takayyudat ve vucud-ı masiva murtefi’ olduğu vakit, Huda’nın gayrı
hiçbir şey görmez, bi-haber olur ve belki bu manaya vukuf dahi mürtefi’ olur.
Her ne görürse Huda görür. “Hu, hu” demekle “Ene” yani “ben” manasını
söyler. Bu mertebeye “fena der fena” derler. Bu sözü “ney” den anlamalıdır,14
belki Mevlâna -kuddise sırruhu- hazretlerinin buyurduğu gibi neyzen söyler.
Her dem nağme-aralık eden ney, hakikatte neyzenin nefesinden nağme-saz
olur. Kendinin fenası ve cezb-i kavi olmaksızın ne vakit harim-i vasla mahrem
olursun?
Olursun? Keza arifin biri buyurur:
Sen asla olma, kemal ancak budur. Sen O’nda gāib ol, visal ancak budur.

Benim Allah ile bir vaktim vardır ki ona melek-i mukarreb ve nebiyy-i mursel
sığmaz”17 kelam-ı alisiyle Sultan-ı Enbiya -sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem-
Efendimiz kendilerinin bu vaktinden haber verdiler. Ve onun havass-ı
ümmetinden olan Bayezid-i Bistami “Ben kendimi tenzih ederim, şanım ne azim
oldu!” buyurdu ve Mansur-ı Hallac ‫“أ‬Ben Hakk’ım!” dedi. Bunların cümlesi bu
babdandır. Maahaza bir ıstılahtan ibaret olan bütün bu gayriyyet-i i’tibariyye
her ne kadar fena-yı şuur halinde nazar-ı salikte kalmamış olursa da abd ile rab
arasında mürtefi’ olmaz. Zira ki şuursuzluktan şuura geldiği vakit bilir ki “Ben
kendimden bi-haber olmuş idim.” O, ateşte kızıp “Ben ateşim” diye na’ra uran
demir parçasına benzer. Onun bu kavli inkâr olunmaz. Amma vaki’de ateş
olmamıştır. Bu, demir parçasına arız olmuş bir haldir. Yoksa demir demirdir,
ateş de ateştir. İşte vahdet-i vücudun hakikatinden bir şemme budur. Burada
ayniyyet ve gayriyyetin nasıl olduğunu biraz bilmek vacibattandır. Bundan
agahlık olmadıkça vahdet-i vücudun keyfiyyeti anlaşılmaz ve “Hep O’dur [Heme
ost]” murakabesine muvazabet ve mülahaza-ı ayniyyet suret bağlamaz.
Birtakım kimselerin vahdet-i vücud meselesinde kil u kāl-i mucerred ile
zendekaya düşmeleri, ayniyyet ve gayriyyet meselesini bilmemekten ileri
gelmiştir. Her kim ki evvelen bu iki emri, tahkik ile bildi, ona bütün mesaili
bilmek asan oldu. Gerçi bu ayniyyet ve gayriyyet meselesinin tahkiki tenezzulat-
ı sitteyi bilmeye mevkūftur ve lakin fakir ıtnab sebebiyle onun hepsini yazamadı,
muhtasar nakşetti. O da budur ki abdde ve rabde ayniyyet ve gayriyyetin her
ikisi de sabit ve mutehakkıktır. O bir vech ile ve bu bir vech iledir. Eğerci badi-i
nazarda şahs-ı vahidde içtima-ı zıddeyn muhal görünür: “iki zıd bir yerde cem’
olmaması” sahihtir. Fakat bu iki zıd lugavidir, zıdd-ı ıstılahi cem’ olur. İşte bunun
içindir ki muhakkikine camiu’l-ezdad derler. Zira ıstılah-ı sufiyan başkadır. Onun
misali budur ki nur ve zulmet zıdd-ı lugavidir. Bu zıd bir mahalde ve bir vakitte
cem’ olmaz. Zira bu iki lafzın manası kendi vaz’ı üzerinde kaimdir. Eğer kendi
vaz’ı üzerinde kaim olmazsa onun içtimaı caizdir. Misali budur ki gölgeye
mecazen zulmet derler, istiare cihetinden mümkün olur. Zulmet tesmiye olunan
bu gölge bir mahalde ve bir vakitte cem’ olur. Nitekim nurdan ibaret olan ziyayı
şems ile saye-i divarın bir mahalde ve bir vakitte cem’ olduğu görülür. Zira saye-
i zulmet ıstılahi idi.

İmdi bu temhidden malum oldu ki abd ve rabdeki ayniyyet-i hakiki, lugavi


değildir ve gayriyyet-i hakiki dahi lugavi değildir. Bu her iki zıddın şey’-i vahidde
içtimaı muhaldir. Binaenaleyh ilm-i ma’kūlatta memnu’ vaki’ olan zıd manayı
lugavi sebebiyledir, ıstılahı değildir. Bu kavm-i muhakkikin bu cihetten camiu’l-
ezdaddırlar ki iki zıddı cem’ ederler. O iki zıd ma’na-yı lugavi sebebiyle değildir.
Zira içtima-i zıddeyn-i lugavi onların nezdinde muhal ve gayr-i caizdir. Bunun
diğer bir misal ile de tefhimi budur ki: Eğer bir şahıs kendi etrafına ayineler vaz’
etse, her ayinede zatıyla ve sıfatıyla aynen zahir olur. Zuhur-ı sıfat odur ki şahsın
hareket ve sükûnu şadmanlığı ve gamginliği hey’eti ve hande ve giryesi akisde
huveyda olur. Bu cihetten şahıs aksin aynıdır. Bu ayniyyet-i hakiki-i ıstılahidir.
Eğer lugavi ola idi, akis üzerine vaki’ olan her bir keyfiyyetin şahısta dahi vukuu
vacib olur idi. Zira ki akis binlerce ayinelerdedir. Ve bu kesret şahsın vahdetine
mâni’ değildir. Eğer ayine ve akis üzerine taş veya necaset atsalar, şahıs ondan
mutazarrır ve muneccis olmaz, kendi hali üzeredir ve bu noksanlardan
münezzeh ve müberradır. Bu vecihten gayriyyet-i hakiki-i ıstılahı mertebe-i
sübuta vasıl oldu. İmdi şahısta ve akiste, ayniyyet ve gayriyyetin her ikisi de
mutehakkık oldu. Malum olsun ki her kim abd ve rab haklarında ayniyyet-i
hakiki-i lugaviyi itikat eder ve cemi’-i vucuh ile gayriyyeti inkar eylerse, mulhid
ve zındıktır. Bu akideden abidde ve ma’budda ve sacidde ve mescudda hiçbir
vech ile fark kalmaz, bu ise vaki’ değildir; neuzu billahi min zalik.

Eğer mahz-ı gayriyyet-i hakiki-i lugaviyi halık ve mahluk hakkında itibar ederler
ve abd ve rab haklarında halıkıyyet ve mahlukiyyet nisbetlerinden gayrı hiçbir
ayniyyet nisbeti ve taallukunu kabul etmezlerse, bu nisbet çömlekçi ile çömlek
arasındaki nisbete benzer. Eğer çömlekçi ölürse yaptığı çömlek onun yerinde
baki kalır. Bu çömlekler ile çömlekçi hakkında gayriyyet-i lugavi sebebiyledir. Bu
kısım gayriyyet abd ile rab hakkında vaki’ değildir. Bu gayriyyete kāil olan
ulema-i zahir ve mutekellimin, ıstılah-ı muvahhidinden gafildirler. Onlar abd ve
rabbin bir olmasından korkarlar. Bilmezler ki muhakkikin ıstılahı mucibince akis
ve şahıs haklarında her iki cihetin sübutuyla beraber hiçbir vakit “bu”, “o” olmaz
ve “o” da “bu”na tebeddül etmez. Akis akistir. Şahıs dahi şahıstır. Akis mahluk
ve hadis ve nakıstır ve şahıs kadim ve baki ve kamildir. İmdi hakikat-i
mukaddime işte budur.
Beyt-i Cami -kuddise sırruhu-:
Vücuddan her bir mertebenin bir hükmü vardır. Eğer hıfz-ı meratib etmez isen
zındıksın.
Ve [Hak Teala iki denizi salıverdi, onların arasında bir berzah vardır ki
birbirlerine karışmazlar]19 misdakınca bu iki bahir, hudus ve kıdemdir. Burada
bir temsil-i latif daha hatıra geldi. Yani bende kendi vücudundan mukaddem
Huda’nın batını ve Huda da bende-nin zahiri idi. [Ben gizli bir hazine idim] bu
mananın şahididir. Netayic-i ilm-i ilahiden ibaret olan hakāyık-ı kevniyye, zat-ı
mutlakta mündemiç ve mahfi idi ve zat kendisine zahir idi. Zat diğer bir nehc
üzere zuhur etmek diledik de a’yanı onların kabiliyetleri libası ile kendi cilve-i
tecellisi ile izhar buyurdu. Kendisini kendisinin şiddet-i zuhurundan naşi, onların
ceşm-i basarından mahfi kıldı. Mesela ağaç bütün dalları ve yaprakları ve
meyveleri ile çekirdekte mahfi idi. Güya çekirdek bi’l-fiil ve ağaç bi’l-kuvve idi.
Vakta ki çekirdek kendi batınını izhar etti, kendisini gizledi. Gören ağacı görür,
çekirdek nazara gelmez. Eğer teemmul ile nazar edersen çekirdek ağaç libasıyla
zuhur etmiştir. Cekirdek bi’l-kuvve ve ağaç bi’l-fiil oldu. Vakıa bir vecihten
çekirdek ile ağaç birdir, ayrılık yoktur, ayniyyet vaki’dir ve lakin delail-i gayriyyet
ve ayrılık dahi onda zahir ve vaki’dir. Hıfz-ı meratib zaruridir. Zira ki çekirdeğin
sureti ve şekli ve tesiri ve havassı başka ve ağacın eczası başkadır. Ve daha
birçok vucuh-ı gayriyyet vardır. Sahib-i fetanet olan kimse onu inkâr edemez.
Ayniyyet cihetinden vakıa çekirdek ile ağaç birdir. Bu vahdet, itibari ve
ıstılahidir. Burada ne hulul vardır ne de ittihad. Bi’l-fiil ve bi’l-kuvve manalarının
iştiraki vardır. Binaenaleyh bi’l-fiil olan her şey bi’l-kuvve ve bi’l-kuvve olan her
şey bi’l-fiil oldu. Anlayan anladı. [Hakk’ın hikmeti büyük, şanı yücedir].
Arifin biri demiştir: Sana dosttan acık haber veriyorum, hep O’ndandır; eğer iyi
bakar isen hep O’dur.
Faide
Vakta ki abd ve rab hakkında iki cihetin nisbeti sabit ve mutehakkık oldu,
mertebe-i esfel-i safiline nüzulden uruc ve husul-i kurb ve visal ve abdiyyet-i
hakiki derecesine vusul için birtakım ameller icrası zaruri oldu. O da mucahede
ve murakabedir‫ ا‬Ben ins ve cinni ancak ibadet icin yarattım]21 İbadet etmenin
manası abd olmaktır. Hakikatte Abdullah Hatemu’l-murselin Muhammed
Mustafa -sallallahu aleyhi ve alihi ve sellem-dir. Abd olmak güçtür. Kendinin
vehm-i uluhiyyetinden tamamen ve kemalen geçmedikçe bu mertebeye vasıl
olunmaz. Binaenaleyh zikir ve fikir dürüst ve rast olarak zuhur etmek için
mucahede ve riyazat ve terk-i taalluk-ı dünya ve hatar-ı nefs ve terk-i
tevehhüm-i masiva vacib oldu. Vakta ki evvelen miskale-i zikr ile nefs muti’ ve
kalb safi olur; zevk ve şevk terakkiye teveccüh eder, gönül hatarattan kurtulur;
“La mevcude illallah” murakabesinin vakti gelir. Bu murakabe içinde “Hep
O’ndandır [Heme ez ost]” mülahazasından iğmaz-ı nazar ettikte piş-i nazara
“Hep O’dur [Heme ost]” murakabesi gelir. Bu istiğrak içinde feyz-i batıni ve
cezbe-i gaybi imdad buyurur. Onun gayrı olan her şeyden bi-haber olur. Bu bi-
haberliğe dahi vukūf kalmaz. Her gördüğünü bilir. Her bildiğini söyler. Her ne
söylerse ma’zurdur. İşte “vahdetu’l-vucud ve’l-mevcud” budur. Ateş içinde
ateşin rengine giren demir parçası gibi “Ene’n-nar” na’rasını ürür. Yoksa inkılab-
ı hakikat ile ateş olmuş değildir. Bu kāle değil, hale taalluk eder. Bu makam
derindir. Yani demir parçasının kendisini ateşe havale ettiği ve kendinin demir
parçalığı hayalinden vaz geçtiği bir hal içinde ateşin kendisine istilasına ve kendi
rengini bahş etmesine muntazır ola. Bu tasavvur içinde başka hayal gelirse onun
hakkında şirktir ki onun mâni’-i maksudu ve kātiu’ttarikidir. İşte Ziyau’l-kulub’da
mülahaza-i samilerine gelen “‘Hep O’dur [Heme ost]’ murakabesinde nazar-ı
salikin önünde zahirde ve mazharda fark oldukça onda şirk bakidir” kelamının
manası budur. Vallahu a’lem [Bizim için ilim yoktur; biz ancak senin bildirdiğini
biliriz.]
Girami-kadra! Fakir-i bi-muhaba itale-i lisan eyledi. Ne yapsın ki onsuz söz
tamam olmaz. Gerçi bu tahririmden nadim oluyorum. Fakat beher takdir
mekatib-i muteaddide-i cenablarına cevab verdiğimden dolayı şadım. Eğer
pesend-i hatırları ve manzur-ı valaları olursa bende-i zaifi hayr-ı hatime duasıyla
yad etsinler. Aksi halde tekrar fakiri incitmesinler. [Bizim vazifemiz apaçık tebliğ
etmekten ibarettir]
Beyit: Bu meşhedde kelamdan urma hiç dem! Sözü hatmeyle ki vallahu a’lem!

You might also like