You are on page 1of 11

“İRADE” MESELESİNE

AKILCI BİR YAKLAŞIM

M. Ali KAYA
Giriş:
1
“Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder”
Yüce Allah insanı en mükemmel şekilde yaratmış, ona
pek çok âlet ve duygular vermiştir. İnsana hürriyet vererek
bu kabiliyetlerini gelişimini ve tekâmülünü insana bırakmış,
bununla hikmetini ve iradesini ortaya koymuştur. Şeytanı
harici âleme, nefsi de insan fıtratına koyarak insanlığın
terakki ve tekâmülünü murad etmiştir. Günahları nefsin hoşuna giden şeylere hasretmiş,
rızasını da nefse muhalefette kılmıştır. Bunlar hep Allah‟ın hikmetine uygun iradesinin
sonucu olmaktadır. Bu nedenle nefse kolay ve hoş geleni saâdet zannetmemeli, nefse ağır ve
zor geleni de felaket bilmemelidir. “Sizin kerih gördüğünüz şeylerde sizin için hayır vardır.
Sizler bilemezsiniz Allah bütün bunları sonuçlarıyla beraber bilir.”2
Yüce Allah said ve şaki olanı biliyordu. Said olan Allah‟a itaatkâr olur. Şaki olan
günahkâr ve isyankâr olur. İzzet, şeref ve nimet Allah‟a ihlâsla itaat ve ibadettedir. Şekavet,
sıkıntı ve bedbahtlık ise Allah‟a isyanda ve günah işlemededir. Allah‟ın iradesini emir ve
nehiyle tecelli etmiştir. Allah‟ın iradesi gizli ve bilinmez değildir. Rızasının ve öfkesinin
sebeplerini peygamberleri aracılı ile insanlığa haber vermiştir. Böylece yüce Allah‟ın
varlıkları yaratmasındaki iradesi ortaya çıkmıştır. İnsanlara saadet ve şekavetin sebeplerini
haber vermiştir.
Mükevvenâtta hayırdan ve şerden her ne vaki olursa, iman ve küfür, iyilik ve kötülük
hepsi Allah‟ın iradesi, ilmi ve yaratması iledir. Başka türlü olması mümkün değildir. Allah‟ın
dilediği olur, dilemediği olmaz. Ancak Allah‟ın hayra rızası vardır, şerre rızası yoktur. Hiçbir
güç ve kuvvet Allah‟ın iradesine aykırı bir şey yapamazlar.
Ömrünü ibadetle geçiren ihlâsla hareket etmezse ve ihlâsla hareket etmezse ameli
makbul olmaz. İnsan iyi olmasa da iyilerle beraber olursa kurtulur. Ashab-ı Kehfin köpeği,
onlarla beraber olduğu için cennete gittiği Kur‟ân-ı Kerimde sabittir. Yüce Allah “Beni arayın
ve bulun” dedi ama ihlâslı olmayana kavuşmayı murat etmedi.
Yüce Allah‟ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, mahlûkatı ihtiyacı olduğu için değil
mahlûkatına rahmetinden yaratmıştır. Emretmesi ve nehyetmesi de mahlûkatı içindir. İlmi
zulmetin giderilmesine, cehaleti günah işlemeye vesile ve vasıta kıldı. İlimden iman, cehilden
küfür ve günah sadır oldu. İtaati rızay-ı ilâhiye, günahı gadab-ı ilâhiye, iman ve ahlak şerefli
ve değerli olmaya, ihlâs da kurtuluşa sebeptir.
Amellerin makbuliyetine ihlâsı vesile kıldı. İnsanın amellerdeki gayesi Rıza-ı ilâhidir.
Amellerde ihlâs amelden daha önemlidir. Madem rıza-ı ilâhi gayedir, rızaya vesile olan her
şey büyüktür, değerlidir, basit değildir. Peygamberimiz (sav) “Hiçbir ameli küçük
görmeyiniz, hangi amel ile Allah‟ın rızasını kazanıp kurtulacağınızı bilemezsiniz” buyurdular.

1. Allah’ın İradesinin Varlığının İspatı:


Her bir şeye, hususan herbir zîhayata, pek çok müşevveş ihtimâlât içinde, muayyen bir
ihtimalle ve pek çok akîm yollar içinde, neticeli bir yolla ve pek çok imkânât içinde
mütereddit iken gayet muntazam bir teşahhus verilmesi, hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi
gösteriyor. Çünkü, her şeyin vücudunu ihata eden hadsiz imkânat ve ihtimâlât içinde ve
semeresiz, akîm yollarda ve karışık ve yeknesak, sel gibi mizansız akan câmid unsurlardan,
1
Bakara, 2:253; Al-i İmran, 3:40; Maide, 5:1; İnsan, 76:30; Tekvir, 81:29; Büruc, 85:16
2
Bakara, 2:216
2

gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla, nazenin bir nizamla
verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure ve bilbedâhe, belki bilmüşahede, bir
irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir.
Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap etmek, bir tahsis, bir tercih, bir kast
ve bir irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder.
Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler
muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer
muhtelif âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan
bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat'î ve
zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin
her şeyini tahsis eder. Ve o irade ile, her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil
verir, bir vaziyet giydirir.
Elhasıl: Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat ve netâiç
itibarıyla birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve bir tek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl
kat'î olarak delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın Sânii birdir, Vâhiddir, Ehaddir. Öyle de, o
hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve
temeyyüzleri delâlet eder ki, onların Sâni-i Vâhidi, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini
yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler.
Madem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın
şuûnâtı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım filozofların irade-i İlâhiyeyi
nefiy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin, cüz'iyâta adem-i
ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri,
mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf bir
dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık
işlemiş olur.
İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "İnşaallah, İnşaallah" yerinde, bilerek
"tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et.3 Çünkü “insan her
ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat “Allah dilemedikçe sizler isteyemezsiniz”4 ayetinin
sırrınca meşîet-i ilâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri
verir. “Kader gelince göz görmez olur” kaidesi gereği “Kader söylerse iktidar-ı beşer
konuşmaz, ihtiyar-ı cüz‟î susar”5 demektedir Bediüzzaman.

2. İrade Nedir, Kaça Ayrılır?


İrade, bir şeyi murad etmek6 veya bir fiili meydana getirmeden önce akıl ve şuur sahibi
varlıklarda tercih etmeyi gerektiren bir sıfattır. “Nefsin arzu ve isteklerinden vazgeçip
Allah‟ın rızasına yönelmek”7 şeklinde de tarif edilmiştir. Ayrıca, “insanın birbirine benzer ve
denk şeylerden birini diğerine tercih etme özelliği” şeklinde tarif edilmiştir.
İrade ikiye ayrılır. Birincisi Allah‟ın iradesidir ki buna “Külli İrade” adı verilir. İkincisi,
insana ait iradedir. Buna da “Cüz‟î İrade” adı verilir. Yüce Allah küllî olan iradesinin varlığını
anlaması için insana cüz‟î bir irade vermiştir. İnsanda cüz‟î bir irade olmasaydı insan Allah‟ın
külli iradesini bilemezdi. Bu nedenle cüz‟i irade kudretin tezahürü olan istitâat gibi Allah‟ın
yaratması iledir. İnsanın iradesi yaratılmış olduğu için bu iradenin kullanımı olan meyelan
insana aittir. İnsan herhangi bir şeyi murad eder, o tarafa meylederse yüce Allah hikmeti
gereği onu kudreti ile yaratır.

3
Mektubat, 2004, s. 414
4
İnsan, 76:30
5
Mektubat, 2004, s. 87-88
6
Yasin, 36:82
7
Seyid Şerif Cürcani, (Beyrut-1995) Tarifat, 16
3

Nitekim yaratmanın tümünün Allah‟a ait olduğu “Allah her şeyin hâlıkı, yaratıcısıdır”8
“Sizi de amellerinizi, yani işlerinizi ve yaptıklarınızı da Allah yarattı” 9 ayetleri bunu açıkça
bize haber vermektedir. Dolayısıyla yüce Allah bizi yarattığı gibi, bizim fiillerimizin de,
aklımızın ve akılımızdan geçen hayallerimizin de yaratıcısıdır. Nitekim “İyiliği ve kötülüğü,
hayrı ve şerri ilham eden”10 de Allah‟tır.
Bu gerçekleri İslam bilginleri “Kul kâsib, Allah hâlıktır” cümlesi ile formüle etmişler,
kesb etmek insana yaratmak Allah‟a aittir demişlerdir. Kesb ise bir insanın imanı, iyi niyeti ve
iradesini hayra yönlendirmesi ve Allah‟a itaati ile yaptığı şeye tesahub etmesi, sahip çıkması
ve hak etmesidir.
Yüce Allah insanın iradesini yaratacağı bir şey için müessir değil, diğer sebepler gibi
âdi bir şart yapmıştır. Gerçekte isteyen de, “müsebbibü‟l-esbab” olarak sebeplerini ve
sonuçlarını yaratan da Allah‟tır. Nitekim siz bir ev yapsanız sizin yaptıklarınız da, sonuçta
başarınız da Allah‟a aittir. Sizin buradaki konumunuz niyet, meyl, mübaşerettir. Sizin
istemeniz, o işi yapmaya yönelmeniz ve gayretiniz sonucu Allah kudreti ile yaratarak o işe
sizi muvaffak kılmıştır. Bir şehri aydınlatan elektrik şebekesinin düğmesine elinizi
dokundurmanız sonucu bütün şehir aydınlanırsa bunda sizin hiçbir müdahaleniz yoktur”
denemeyeceği gibi insanın da yaptığı fiillerinde iradesinin ve kesbinin rolü inkar edilemez.
Ancak bundaki hissesi sadece elektrik düğmesine dokunmak gibi çok cüz‟î bir fiildir.
Aydınlatmak da nurlandırmak da buradaki tüm fiillerin hepsi Allah‟ın ilim, irade ve
kudretinin eseridir. İnsan iradesi şoförün araba kullanması gibidir. Bir arabanın yolunda
gitmesinde direksiyondaki şoförün rolu ne ise insanın hayatındaki iradenin rolü de budur.
Bir şeyin varlığında Allah‟ın külli iradesi asıl ve esastır. Külli irade olan Allah‟ın iradesi
olmazsa hiçbir şey vücuda gelmez. Allah‟ın dilemesi, yani meşiet-iilâhiye asıl ve esastır.
Yüce Allah Kur‟ân-ı Kerimde “Allah dilemedikçe, sizler dileyemezsiniz”11 ferman eder.
Yüce Allah zatında bir olduğu, şeriki ve naziri bulunmadığı gibi, icraat-ı Rububiyetinde
de şeriklere ve yardımcılara muhtaç değildir. Yoktan yaratma, yani ibda‟ Allah‟a ait olduğu
gibi, inşâ, yani tekip ve tahlil suretinde icad etmek de Allah‟a aittir, bu konuda da şeriklere ve
muinlere muhtaç değildir. Ancak insan iradesi ile sonuçların meydana gelmesine sebep
olduğu için sorumlu olur, cezayı ve mükâfatı hak eder.
Yüce Allah her şeyi kendisi bizzat yaratmakla beraber insana merhametinden ve değer
verdiğinden dolayı onun cüz‟î iradesi ile insanın mübaşeretini ve bununla amelinin
sonuçlarına sahip çıkmasını murad etmiş ve bunu da imtihana, cennet ve cehennemin
kazanılmasına âdi bir şart yapmıştır. Sırr-ı teklif ve imtihan bunu gerektirmektedir. İnsan
imanı, iradesi, niyeti ve kesbi ile mükâfat ve cezayı hak etmekte ve amelinin sonuçlarına
sahip olmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu şöyle bir misalle anlatır. “Sen bir çocuğu
omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp „nereye istersen senin oraya götüreceğim‟ desen; o
çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette sen istedin diye itap
edip üstüne bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkemu‟l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan
abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ile ona nazar eder.”12 Burada isteyen
çocuk, götüren ise sensin. Çocuğun iradesi inkâr edilmediği gibi, sorumluluk da elbette
çocuğa aittir.
2.1 Allah’ın İradesi (İrade-i Külliye)

8
Zümer, 39:62
9
Saffat, 37:96
10
Şems, 91:8
11
İnsan, 76:30; Tekvir, 81:29
12
Bediüzzaman, Sözler, 2004, s.760
4

Küllî irade ikiye ayrılır. Birincisi, Fıtratta cereyan eden hadiseler ve bunlarda cereyan
eden kanunlardır. İkincisi, ihtiyârî fiillerdeki Allah‟ın hikmeti ve iradesinin hükmetmesidir.
Kâinatta carî olan ve “Âdetullah” “Sünnetullah” tabir edilen kavanîn ve onların işleyişi ile
ilgili irade tamamıyla Allah‟a aittir. Varlıklar bu kanunlara uymaya mecburdur. Buna
“Tekvinî İrade” denilmektedir. Bu kanunlara uymayanlar cezalarını anında çektikleri için ister
istemez uymak zorunluluğu vardır. Bu kanunların işleyişinden dolayı insan sorumlu olmaz.
Zira bunda insan iradesinin hükmü yoktur. Bundan dolayıdır ki günlerin, ayların hesapları
bellidir. Takvimler buna göre oluşturulmuş ve fennî ilimler bunların keşfiyle meydana
gelmiştir. Yüce Allah nasıl olmasını murat etmiş ve iradesi neye hükmetmiş ise öyle olmuştur.
Dolayısıyla güneş takvimlerde yazıldığı için doğup batmamakta, belli bir kanuna göre hareket
ettiği için insanlar bunu gözlemleyerek takvimleri oluşturmaktadırlar.
İkincisi, “Teşri-i İrade” dediğimiz “emretme, yasaklama” konusundaki Allah‟ın
iradesidir. Yüce Allah bu iradesini de peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda ortaya
koymuştur. Bu iradeye uyup uymamakta insan hür olmaklar beraber, insan iradesi belirleyici
olduğu için sorumluluk insana aittir. Ancak bu sorumluluğun cezası ve mükâfatı peşin değil,
ahirette görüleceği için nefis ve şeytan burada insan iradesinin yanlış yönlendirilmesine etki
etmektedir. Bunu da yüce Allah kulların akıllarını ve duygularının tekâmül etmesi, ruhlarının
terakki etmesi, cenneti kazanmasını irade etmiştir. Bunun için Külli iradesinin “Teşriî İrade”
kısmının ve insanın fiillerine ait bölümünün tecellisine insanın cüzî iradesini “şart-ı âdi”
kılmıştır.

2.2 İrade-i Cüz’iye (İnsanın İradesi)


İnsanın iradesi, insanın seçme hürriyetidir. Seçim yapmak, istemek insandan, vermek,
sebeplerini ve sonuçlarını yaratmak Allah‟tandır. İrade, zorlamanın olmaması, bir şeyin zarar
ve menfaatini anlatıp seçim hakkını insana vermek demektir. İnsanın fiillerinde zorlamanın
olmadığı ve seçimini hür iradesi ile yaptığı vicdanen bilinen bir husustur. Zorlama varsa
sorumluluk da yoktur. Nitekim zorla iman makbul olmadığı gibi, cebren, zorlama ile işlenen
günahlardan da işleyen mesul olmaz.
Zorlamak, insanları istemedikleri şeyleri zorla yaptırmak, ister hayır, isterse şer olsun
zulümdür. Yani insanı hayra da şerre de zorlamak zulümdür. Allah ise Âdildir ve zulümden
münezzehtir. Bu nedenle insana irade vermiş ve onu hür yaratmıştır. Yapacağı işlerde ve
tercihlerinde insanın isteğine göre hareket etmesini hikmeti ve külli iradesi ile hükmetmiştir.
Külli iradesinin tecellisine insanın cüzî iradesini bir şart-ı âdî kılmıştır. Bununla beraber
insanın her isteğini de yapmamaktadır. İnsan ne kadar isterse istesin Allah‟ın hikmeti ve
iradesi onun olmasını murad etmemiş ise o iş olmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki her
şeyde önce Allah‟ın külli iradesi hâkim ve hükümrandır.

3. Allah’ın Kulların Fiillerini Bilmesi ve İrade Etmesi:


Yüce Allah‟ın ezelde kullarının amellerini bilmesi ve “Levh-i Mahfuzda” yazması ise
“Allah‟ın ilmi ve kaderi” ile ilgili bir husustur. Malumdur ki “İlim maluma tabidir” ve
kulların iradelerini ve amellerinde zorlayıcı bir etkiye sahip değildir. Bilgi zorlayıcı değildir.
Allah‟ın kulların fiillerini ve amellerini ezelde bilmesi onların iradelerine ve fiillerine
zorlayıcı bir tesir yapmaz. Bu nedenle levh-i mahfuzda yazması Allah‟ın ilminin kemalini ve
her şeye ihatasının gereğidir. Allah‟ın bilmemesi ve yazmaması kusur ve noksanlıktır. Allah
bilcümle kusur ve noksanlardan münezzehtir. Bir kimse birinin işleyeceği bir ameli bilse ve
yazsa onun işlemesine bir etkisi olur mu? Elbette olmaz. Bu o kimsenin amel sahibini
tanıdığının ve bildiğinin delili sayılır. Meselâ, öğretmenin öğrencisinin birinin sınıfı
geçeceğini, diğerinin de sınıfta kalacağını önceden bilmesi ve kendilerine defalarca söylemesi
5

dahi onların kalmalarına ve geçmelerine tesir etmez. Kalmasını ve geçmesine tesir eden
talebenin ameli, yani çalışması ve tembelliğidir.
Allah kullarının ebedi saadetini ve cennete girmesini murad etmekte ve bu iradesini de
peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmekte ve kullarını cennete davet etmekte, cennetin
ve cehennemin yollarını tarif etmekte, hayırlı amelleri bildirmekte mükâfatını haber vermekte,
şerli amelleri bildirmekte ve cezasının dehşetini de haber vermektedir. Buna rağmen kul
iradesini kötüye yönlendirirse elbette bunun cezasını hak etmekte ve sorumluluğunu kabul
etmektedir. Şayet Allah kuluna hürriyet, yani iradenin hür kullanımını ve tercih hakkını
vermemiş olsaydı o zaman kul sorumlu olmazdı veya kulu sorumlu tutmak haksızlık ve zulüm
olurdu. Bu nedenle yüce Allah “Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz”13
buyurarak bu hususu açıklamaktadır.

4. Kader ile Cüz’î İhtiyarî Nasıl Uzlaşır?


Kader Allah‟ın ilminin, varlıklar da irade ve kudretinin delilidir. Bu nedenle birkaç
vecihle kader ile insanın irade-i cüz‟îsi uzlaşır, yani tevfik edilebilir. Bediüzzaman Said Nursi
hazretleri özetle şöyle te‟lif etmektedir:
Birincisi, kâinattaki nizam ve intizam Allah‟ın hikmetine ve adaletine delil olduğu gibi,
insan için sevaba ve günaha sebep olacak mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyariyi Allah insana
vermiştir. Mahiyetini bilmememiz olmamasına delalet etmez.
İkincisi, herkes bizzarure kendisinde bir ihtiyar hisseder ve vicdanen bunu bilir.
Mahiyetini bilmemesi, varlığını ve vücudunu bilmesine engel değildir. Her şey bizim
malumatımıza münhasır değildir. Bilemememiz olmamasına delil olmaz.
Üçüncüsü, kader cüz-ü ihtiyarinin bulunmasını gerektirir. Zira kader İlm-i İlâhinin bir
nevidir ve bu ilim bizim ihtiyarımıza taalluk etmiştir. Dolayısıyla ihtiyarımızın ve
hürriyetimizin olmasını gerektirir.
Dördüncüsü, Kader ilim nevindendir. İlim maluma tabidir. Yani nasıl olacaksa öyle
taalluk ediyor. Yoksa malum, ilme tabi değil, yani nasıl bilirsen öyle olmaz. Malum ise irade
ve kudrete bakar ve onlara dayanır. Bu nedenle cüz‟î ihtiyari ister ve seçer, kudret onu yaratır
ilim ise bunların sonuçlarını bilmektir. Dolayısıyla kaderde yazılmış olması irade ve kudretin
taallukunu etkilemez. Allah‟ın ezelde bilmesi ile şimdi bilmesi ve geleceği görmesi birdir.
Zira Allah zaman üstü bildiği için Allah‟a göre ezel ebed birdir. Allah‟a göre ezel geçmiş,
ebed de gelecek değildir. Ezel bir manzara-i a‟lâdır. Yani zamana zaman üzerinden
hükmetmektir. Bu nedenle Allah olmuş ile olacağı hazır bilir. Geçmiş ve gelecek fani ve
zamana bağlı varlıklar için söz konusudur. Allah‟ın ilmi ile bizim ilmimiz kıyas edilemez.
Zira biz geçmişi biliriz geleceği bilemeyiz. Allah ise ezeli ilmi ile geçmişi bildiği gibi
geleceği de bilir. Allah‟ın ilmi manazara-i a‟lâdan, zaman üzerinden baktığı ve her şeyi ihata
ettiği için geçmiş ve geleceği bir anda tutar. Bunun misâli yerdeki bir adamın görüşü ile
uçaktaki bir adamın görüşü gibidir. Elbette yerdeki bir adam bir kilometre arasında cereyan
eden olayları görürken, uçaktaki yüz kilometre içinde cereyan eden olayları ve trafiği görebilir
ve ona göre hükmeder. Dolayısıyla Allah‟ın ilmi bizim fiillerimizi ve irademizin sahasını da
ihata eder ve neyi, nasıl ve niçin yapacağımızı bilir ona göre yazar ve yazdığı gibi vukua gelir.
Beşincisi, kader sebeple sonuca bir taalluk eder. Yani, “şu sonuç şu sebeple vukua
gelecek” şeklindedir. Bu nedenle “filan adamın falan vakitte ölmesi mukadderdir, öyle ise
tüfek atan adamın ne kabahati vardır? Atmasaydı yine ölecekti” denilemez. Zira, kader onun
ölmesini onun tüfeğinden çıkan kurşun ile hükmetmiştir. Şayet adamın tüfek atmamasına
hükmedersen kaderin adem-i taallukuna, yani yokluğuna hükmetmiş olursun. Bu durumda
ölmesini hangi sebebe bağlayacaksın? Bu durumda ya Cebriye gibi sebebe ayrı bir kader,

13
İsra, 17:15
6

sonuca ayrı bir kader tasavvur ederek adamın ölmesine hükmetmen gerekir veya Mutezile
gibi sebebi müessir kabul edip kaderi inkâr etmek zorunda kalırsın. Bu hususta en doğru yol,
Ehl-i Sünnetin mezhebi olup “Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul olurdu” demek gerekir.
Altıncısı, cüz-ü ihtiyarinin asıl sebebi olan “meyelan” yani cüz‟i ihtiyariye tesir eden ve
yönlendiren yönelme duygusu Maturûdi‟ye göre bir emr-i itibaridir ve kulun fiilidir. Eş‟âri ise
bu meyelâna mevcut bir varlık olarak baktığı için meyelanı kula vermemiş, ancak
meyelandaki tasarrufun vücud-u haricisi olmadığı için, emr-i itibarî olarak görüp kula
vermiştir. Öyle ise meyelan emr-i nisbîdir, muhakkak bir vücud-u haricisi yoktur. Emr-i
itibari ise bir illet-i tâmme, yani herhangi bir sebep gerektirmezler. Bu nedenle insan ihtiyarını
ve iradesini ortadan kaldıracak ve zorlayacak bir durum meydana gelmez. Belki o emr-i itibari
olan meyelanın sebebi, rüçhaniyet derecesine gelse, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Kur‟ânın
emrini hatırlar ve “şu şerdir, yapma!” dediği için insan onu terk edebilir. Şayet, insan kendi
fiillerini kendisi yapmış olsaydı bu durumda iradesi hükümsüz kalır ve vazgeçmesi mümkün
olmazdı. Zira kuraldır “Bir şey vacip olmazsa vücuda gelmez.” İllet-i tâmme bulunacak sonra
vücuda gelsin. İllet-i tâmme, yani bütün sebeplerin bulunması ortaya kesin bir sonucun
çıkmasını zaruri olarak gerektirir. Bu durumda da ihtiyar kalmaz. İradenin bir hükmü olmaz.
Şayet “Tercih bila müreccih muhaldir” yani, tercih edici bir sebep olmadan kişinin bir
şeye yönelmesi ve tercihi imkânsızdır denilse, deriz ki, “Hayır! Tercih bilâ müreccih muhal
değil, tereccüh bilâ müreccih muhaldir.” Zira bir şey tercih edici bir sebep olmadan kendi
kendine üstünlük kazanmaz. Sebepsiz üstünlük imkânsızdır. Yoksa, tercih edici bir sebep
olmasa da onu tercih etmek mümkündür. Zaten irade bir sıfattır, iradenin görevi böyle bir işi
yapmak ve tercihte bulunmaktır. İrade tercih edici bir sebep olmasa da herhangi bir şeyi tercih
edebilir. Zaten iradenin görevi budur.
“Madem ölümü yaratan Allah‟tır, neden öldürene kâtil denilir?” denirse deriz ki, “Arap
dil kaidesine göre ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Emr-i sabit olan hâsıl-ı
bilmasdardan inşikak etmez. Yani, ölümü gerçekleştiren Allah‟tır, bunun için katil
denilmemektedir, ancak ölüme sebep olduğu için kâtil denilmektedir. Burada masdar bizim
kisbimizdir, dolayısıyla kâtil ünvanını biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar ise ölüm hadisesidir.
Mesuliyeti gerektiren bir şey hâsıl-i bilmasdar olan sonuçtan çıkmaz. Yani, kişi
“öldürmeyiniz” emrine muhalefet ettiği için cezayı hak eder, ölüm hadisesini gerçekleştiren
ise Hakk‟tır. İnsan iradesini Allah‟ın yasağını çiğnemek yönünde kullandığı için mesul olur.
Yedincisi, insanın irade-i cüz‟îyesi gerçi zayıftır ve bir emr-i itibarîdir. Yani varlığı
kesin olmamakla beraber itibârî olarak kabul edilir. ancak Cenâb-ı Hak ve Hâkim-i Mutlak o
zayıf cüz‟î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yani manen der: “Ey
abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.”
Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi
istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk
üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte,
Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp,
irade-i külliyesi ona nazar eder.”
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu yedi mertebede İrade-i Cüz‟iyeyi ispat ettikten
sonra şöyle bağlar:
“Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun
ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı
ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i
ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i
mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, dua ve tevekkül
7

meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser,
tecavüzâtını kırar.”14

5. İrade ve Hürriyet İlişkisi:


İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği hür bir iradeye sahip olmasıdır.
İnsanın hür iradesi olmazsa aklının ve benliğinin hiçbir değeri olmaz ve Allah katında değeri
de olmazdı. Çünkü teklif-i ilâhi insanın hür iradesine yapılmıştır. İrade olmasaydı aklın bir
fonksiyonu olmaz ve insan başkasının emrinde bir köleden farkı kalmaz ve insanlığı yok olur,
kabiliyetleri inkişaf etmezdi.
İnsanı kendisine ayine olsun diye yarattığı için hür yaratmıştır. İrade ve hürriyeti, insan
olmanın gereği yapmıştır. Bunun için ona sorumluluk yüklemiştir. İnsan hür ve irade sahibi
olmasaydı, sorumlu da olmazdı. Ne mükâfatı hak ederdi, ne de cezaya müstahak olurdu.
İnsanın birinci özelliği, özgürce seçim yapabilmek, iradesini hür bir şekilde
kullanabilmektir. İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı öğrenebilmek ve sonra bunlar arasında seçim
yapmakta insan hürdür. İnsanın elinden iradesini ve hürriyetini alırsanız onun insanlığını
almış olursunuz. İnsan aklının vazifesi Hakkı aramak, doğru olanı bulmak ve seçimini buna
gre yapmaktır, iradesinin veriliş sebebi de, hür bir biçimde seçim yapmaktır. İnsan fıtratındaki
din duygusu gerçeği ve Hakk'ı arama arzusu ve duygusudur. Bunun için "insan fıtraten daima
hakkı arıyor. Ancak bazan batıl eline düşer hak diye kalbinde saklar.” Yüce Allah, “Dinde
zorlama yoktur”15 buyurarak kendi gönderdiği ve insanın iradesi ile tabi olmasını istediği hak
dini seçmek hususunda bile insanı serbest bırakmıştır.
Allah'ın dilemesi ayrıdır, rızası ayrıdır. Kişinin hak dini seçmesi, rızasını celbeder, ama
batılı tercih ederse, bu da Allah'ın dilemesi iledir. Çünkü Cenneti-Cehennemi, iyiyi-kötüyü,
hayrı-şerri yaratan yüce Allah'tır. Her ikisini de istemiş, yaratmıştır. Ama rızası, iyiyi ve hayrı
tercih etmededir. İnsan, hür iradesi ile cezayı veya mükafatı bu seçimi ile hak eder. Hiçbir şey
Allah'ın iradesine aykırı olamaz.
Allah insanı insan olarak yaratıp, akıl ve irade cevheri vermekle, onu yüksek istidatlar
ve üstün özelliklerle teçhiz ederek, ondan manevi bir akit almış oluyor. Zira diğer varlıklarda
olmayan bu üstün özelliklerin insana verilmesi, aklen bir amacı gerektirir. Biz buna “Bezm-i
Elest” diyoruz. Ruhların yüce istidat ve kabiliyetlerle donatıldığı zaman, biz bu misak ve ahdi
vermiş oluyoruz. Buna uyup uymadığımızı da bu dünyadaki yaşantımız ile ispat etmiş
oluyoruz.
Yüce Allah, Hz. Adem'in (as) Cennette günah işlemesini, “ahdini unutmak ve sözünde
kararlı olmamakla”16 vasıflandırıyor. Bediüzzaman da, bunu şöyle bir misalle izah ediyor:
“Bir adam bir hizmetkârına on altın verip, 'Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır!' diye
emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula, içinde bazı şeyler yazılı, o hizmetkarın cebine
koyar, bir pazara yollar. Evvelki hizmetkâr, on altın ile âla kumaştan mükemmel bir elbise
alır. İkinci hizmetkâr divanelik edip, evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konan pusulayı
okumayarak, bir dükkâncıya bin altın verip, bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkancı da,
kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr seyyidinin huzuruna geldi.
Ve şiddetli bir te'dib görüp, dehşetli bir azap çekti. İşte, edna bir şuuru olan anlar ki, ikinci
hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değil, belki mühim bir ticaret içindir.”17
Allah, peygamberlerden tebliğ hususunda, alimlerden de ilimleri öğrenmeleri hususunda ahd-
ü misak almıştır; sonra ilim vermiştir. Bu fıtrî ve manevi bir ahd-ü misaktır. İnsan iradesini

14
Sözler, 2004, s.756-761
15
Bakara, 2:256
16
Taha, 20:115
17
Sözler, 2004, s. 518
8

böyle hayır için kullanırsa, hakiki bir insan olur. İnsaniyet cevherini işlemiş sayılır. Allah'ın
rızasını kazandığı gibi, toplumun emniyet ve güvenini de sağlamış olur.
“İnsanın fiilleri”, “kudreti” ve “kesbi” konusu “İstitaat” ve “İrade” başlıkları altında
“Kelam” ilminde önemli bir tartışma konusudur. Ehl-i Sünnet ve Mutezile Kelamcıları
arasında bu konuda önemli tartışmalar yaşanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de insanın tam bir
hürriyete sahip olduğunu ima eden ayetler olduğu gibi, tam bir irade hürriyetinin olmadığını
ima eden ayetler de vardır. Tartışma bu ayetlerin tarz-ı tefehhümünden, ayni anlayış farkından
ileri gelmiştir. “İster inansınlar isterlerse inanmasınlar.”18 “Onlar yeryüzünde idareye
geçtikleri zaman fesat çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye koşarlar, hâlbuki Allah fesadı
sevmez.”19 “Kendi iradeleri ile kazandıklarına az gülsün çok ağlasınlar.”20 “Onlar
yaptıklarının karşılığı olarak ebedi kalmak üzere Cennete girecek olanlardır.”21 “Dileyen iman
etsin, dileyen küfrü seçsin”22 ayetleri insanın tem bir irade hürriyetine sahip olduğu ifade
etmektedir. Bu konuda ehl-i hak olan “Ehl-i Sünnet” fiillerin başlangıcında insan iradesinin
tercih edici rolünü kabul ile beraber neticede o işin yapılmasında mutlak İlim, İrade ve Kudret
sahibi olan Allah'ın yaratıcılığını kabul ederek istikametli olan orta yolu ihtiyar etmiştir.23

5.1 Ef'âl-i İbâd (Kulların Fiilleri)


Fiil, "iş ve oluş" belirten eylemlerdir. Fiil, başlı başına bir eylemdir. Bir fiilin husulü
için en az üç şey zaruridir: "İlim, İrade ve Kudret." (Bunların Yaratana ait olan ve onun zaruri
sıfatlarını oluşturan yönü olduğu gibi, insanın hürriyet sınırlarını çizen ve cüz'î olarak insana
insanlık vasıflarını veren yönü de vardır. İleride bunlar üzerinde durulacaktır.) Her fiilin
mutlaka bir faili vardır. Yani bir fiil mutlak surette bir failden sudur eder. O failde de en az bu
üç vasıf zaruri olarak bulunmalıdır.
Fiiller de ikiye ayrılırlar: Zaruri Fiiller: İnsan iradesine tabi olamayan fiillerdir. Kalbin
çalışması gibi. İkincisi, İhtiyari Fiillerdir. İsteğe bağlı fiillerdir. Yapıp yapmamakta insanın
hür olduğu fiillerdir. Düşünmek, konuşmak, yürümek gibi. İnsan bu fiillerinden dolayı
sorumlu olur. Her kural koyucu kuralların ihlalinde buna göre ceza ve mükâfat verir, kişi de
buna göre ceza ve mükâfatı hak eder.
Fiil, din ve teklif açısından "amel" demektir. Yüce Allah insandan amel isterken elbette
ıztırari fiilleri yapmayı istememektedir. O takdirde bu istek abes kaçar. Zira kişi bunları
yapmaya zaten mecburdur. Yapıp yapmamakta hür olduğu amellerin yapılmasını
istemektedir. İman etmek inanç ve düşünce yönünden amel, aklın ve kalbin ameli olduğu gibi,
“salih ameller” diye vasıflandırılan ve yapıldığı takdirde mükâfat ve cezayı gerektiren ameller
de bedenin/nefsin amelleri olmaktadır. Ameli emreden ayetler insanın ihtiyari fiillerini de
tespit etmiş olmaktadır. Bunun için İmam Maturidî: “Gerçekte kulun fiili sabittir” demiştir.
İman ve salih ameller Allah'ın istediği şeylerdir. Yüce Allah, ameller konusunda şöyle
buyuruyor: “İstediğiniz gibi amel işleyiniz. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”24 “Ey iman
edenler! Rükû ve secde ederek Rabbinize ibadet ediniz, hayırda yarışınız ki, kurtuluşa
eresiniz.”25 “Kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını görür. Kim de zerre kadar şer işlerse

18
İsra, 17:107
19
Bakara, 2:205
20
Tövbe, 9:82
21
Ankebut, 29:14
22
Kehf, 18:29
23
İşaratu‟l-İ‟caz, 41
24
Fussilet, 41:40
25
Hac, 22:77
9

karşılığını görür.”26 “Onlar yaptıkları fiillerinin karşılığında Cennette ne gibi nimetlerle


karşılanacaklarını bilemezler.”27
Bunları işlemek insan iradesine bağlı değilse veya insanın gücü dışında ise yapılmasını
istemenin bir anlamı kalır mı? Allah'ın insanı sorumlu tutması için sorumluluğu yükleneceği
bir yönünün zarureten bulunması gerekir. “Her şeyin yaratıcısı olan Allah”28 insanın fiillerini
de yaratmaktadır. Çünkü insanın fiilleri de "şey" ve "eşya" cinsindendir. İmam Maturudi
bunun için: "Kulların fiilleri eşya nevindendir. İhtiyar ve iradesi ile kesbi ve iktisabı insana,
yaratması Allah'a aittir" demektedir.29 Bu durumda kul ister, Allah kulun isteği yönünde o fiili
yaratır. “Fail” demek, “Haclık” demek değildir, “Kâsib” demektir. “Sizi de, yaptığınız fiilleri
de yaratan Allah'tır”30 ayetini izah eden Maturudi, “Fillerin mahiyetlerini yaratmak insana ait
değildir” şeklinde yorumunu yapmaktadır.
Bu tartışmaları en güzel şekilde neticeye bağlayan Bediüzzaman ise şöyle der: “İnsan
hakiki fail olmayıp mahaldir. Yalnız cüz'i bir tesiri vardır. O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı,
güzel bir surette kabul etmemekten dolayı şerre sebep olmasıdır.”31 İnsan kötülüklerinden
mesuldür. Çünkü, kötülüğü isteyen odur. Bir kibrit ile bir köyü yakmak gibi, kötülük tahribat
nevinden olduğu için bir insan bir seyyiatı ile müthiş tahribat yapabilir. Bu sebeple insan
büyük bir cezayı hak eder. Fakat hasenat ve iyiliklerde övünmeye hakkı yoktur. Çünkü,
hasenatı isteyen ve iktiza eden rahmet-i İlahiye, icad eden kudret-i Rabbaniyedir. İnsan yalnız
iman ile, dua ile, şuur ile, rıza ile ona sahip olur.32

5.2 İnsanın Kesbi ve İktisabı Meselesi


“Kesb” ve “iktisab” Kur'ani birer tabirdir. Kur'an, “Kişinin kesbi lehine, iktisabı
aleyhinedir.”33 buyurur. Yani kazandığı hayırlar kesbidir, lehinedir; şerri ise iktisabıdır,
aleyhinedir. Eş'âri bu kesb meselesinin üzerinde çok durur. İnsanın fiilleri ve hürriyeti
meselesini bu mesele üzerine bina etmiştir. Fakat bu mesele o derece muğlak kalmıştır ki,
“Eş'ari'nin kesbi kadar muğlak” sözü meşhur olmuştur.
Eş'ari'ye göre kesb, tercihi insana, yaratılması Allah'a ait olan fiil ve ameldir. Fail ve
hâlık Allah'tır (Lâ Fâile ve Lâ Hâlıka illallah). Allah imanı ve küfrü yaratır. Ancak kafir
olmak ve mü'min olmak insanın fiilidir ve insan bunu kendi hür iradesi ile kesb eder. Niyeti,
kasdı ve tercihi ile imanı ve küfrü seçer. Dolayısı ile mümin ve kâfir vasfını insan kazanır.
Eş'ari bunu, “Kesbin hakikati onu kesb eden tarafından hadis bir kudretle meydana
gelmesidir”34 şeklinde izah eder. Maturudi de “Herkes vicdanen bilir ki, yaptığı işte hür
olduğu gibi, fail ve kasibdir” der.35
İnsanın hürriyeti demek, seçme özgürlüğünü, iradesini kullanarak bir şeyi tercih
edebilmesi demektir. Tercihten sonra onun sebeplerini ve neticelerini yaratan Allah'tır. Allah
“Müsebbibü'l-Esbab”dır. Sebepleri de neticeleri de yaratan Allah'tır.
Ehl-i sünnet kelamcıları Allah'ın yaratmasını sadece “İbda” yani, “yoktan yaratma”
olarak ele alırken, Bediüzzaman Said Nursi geleneksel kelamcılardan farklı olarak hem
“İbda”yı hem de “İnşa”yı Allah'ın fiili olarak görür. İnsana ait olan sadece tercihtir. “İbda” da
“İnşa” da Allah'a aittir. “Cüz'i ihtiyarinin bir üssü'l-esası olan, kulun bir fiile meyelanı ve o

26
Zilzal, 99:8-9
27
Secde, 32:17
28
En'am, 6:102; Ra'd, 13:16; Zümer, 39:62; Mü'min, 40: 62
29
Maturudi, Tebsıra, vr. 185 b.33
30
Saffat, 37:96
31
Sözler, 2004, s. 364
32
Sözler, 2004, s. 752
33
Bakara, 2:134, 141, 286; Al-i İmran, 3:25, 161
34
Eş‟âri, Makalat, 542
35
Maturudi, Kitabu‟t-Tevhid, 226
10

meyelanın tasarrufu bir emr-i itibari olduğu ve harici bir vücudu bulunmadığı için insana
verilebilir. İşte insanı sorumlu yapan bu meyelan ve tasarrufudur.”36 der. Eş'ari ve
Maturudi'nin ihtilaf ettiği noktayı te'lif ederek hak ve hakikatı ortaya çıkarır. Bunun için
Bediüzzaman'ı bir mezhebin ve mesleğin takipçisi olarak görmek yanlıştır. O doğrudan
doğruya Kur'an'ın ve Asr-ı Saadetin mesajını bize ulaştıran bir müceddit ve müçtehittir.

5.3 İstitaat (Kudret)


İnsanın bir fiili yaparken sarf ettiği güç ve kuvvete İstitaat (güç yetirebilme) denir. Bu
fiil üzerine arazdır. Araz için beka yoktur. Fiil ile beraber bulunur. Buna kişinin kesb gücü
denir.
İmam Nesefî, “Kudret, insan açısından bir imkan halidir; vücud hali değildir”37 der.
Seyid Şerif Cürcaniye göre kudret, “Canlının bir işi iradesi ile yapmaya veya yapmamaya
salahiyetli olması”38 diye tarif etmiştir. “Allah insana gücü üzerinde bir teklif
yüklememiştir”39 ayeti insanın cüz'i bir gücünün bulunduğunu ve bununla fiillerini işleme
salahiyetinin Allah tarafından verilmiş olduğunu ifade etmektedir. Çünkü herhangi bir fiili
yapmak için en az üç sıfatın bulunması gerekir: İlim, İrade ve Kudret. Bu temel sıfatlar
verilmeden teklifte bulunmak “Teklif-i Mâ Lâ Yutak” tır. Yüce Allah önce iş yapabilme irade
ve gücünü vermiş, sonra teklifte bulunmuştur. İrade ve ihtiyarına göre de sorumluluk
yüklemiştir. Gayr-i ihtiyari fiillerinden dolayı sorumlu tutmamaktadır.

5.4 İnsanın Hürriyeti Ne Demektir?


Demokrasinin temeli insan hürriyetine dayanır ve demokrasi bu hürriyetle ayakta kalır.
Bundan dolayı demokrasi “İnsan Hürriyeti”ne çok önem verir. İnsan hak ve hürriyetleri kâmil
manada verilmeden, demokratik ilkeleri hâkim kılmak mümkün gözükmemektedir.
İnsan hürriyeti çeşitli yönlerden ele alınabilir:
1. Ontolojik Hürriyet: Kişinin Allah'a karşı sorumluluk sınırlarını gösteren hürriyettir.
İnsanın Allah'a karşı ne derece hür olduğu konusu yukarıda açıklığa kavuşmuştur zannederim.
2. Siyasi Hürriyet: Buna “Dış Hürriyet” de denmektedir. Kişinin toplum içinde yaşama
hakkından tutunuz, eğitim, düşünce, din ve vicdan hürriyeti, seyahat ve mülk edinme
hürriyetine kadar tüm siyasi hak ve hürriyetleri içine alan geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Münzevi yaşayan kişinin bütün bunlara ihtiyacı yoktur. Bunun için medeniyetin gereği olan
hürriyet, siyasi hürriyettir.
3. Kişinin Nefsine (=Kendine) Karşı Hür Olabilmesi: Buna da “İç Hürriyet”
denilmektedir. Kişinin nefsine esir olmaması, kötü ve kaba içgüdülerine karşı hürriyetini
koruyabilmesidir.
Bu konulardaki tartışmalarda istikametli olan orta yol “Ehl-i Sünnet” ulemasının takip
etmiş olduğu, “Sizler amel etmekle mükellefsiniz. Herkes niçin yaratılmış ise ona meyyaldir.
O konuda başarıya ulaşabilir” prensibidir. Bu Peygamberimizin (sav) bir hadisinden
alınmıştır. “Herkes kendi karakterine ve seciyesine göre amel eder”40 ayetine de uygundur.
İradi fiillerde iradesini kullanarak tercih hakkı ve yönlendirme insana aittir, neticede
başarı Allah'ın takdiri ve irade-i külliyenin o işe taallukuna bağlıdır. Kişi iyiyi, hayrı ve
Allah'ın rızasına muvafık olanı tercih ettiğinden dolayı, niyeti, kastı ve fiilen teşebbüsünden
dolayı başarıya ulaşsın ulaşmasın mükâfatı hak eder. Tıpkı şoförün kurallara uyarak arabayı
istediği yöne götürmesi gibi... Bunun için denilmektedir ki: “Tevfik refik olmaz ise başarı

36
Sözler, 2004, s. 759
37
Nesefi, Tebsıratu‟l-Edille, v. 176
38
Şerhu‟l-Mevakıf, 2:94
39
Bakara, 2:286
40
İsra, 17:84
11

mümkün olmaz.” Yani bir şeyi Allah murat etmemiş ise vaki olmaz. Ancak bu hayır ise
teşebbüs edenler niyetleri ve teşebbüslerinden dolayı yine Allah'ın kendilerine vereceği
mükâfatı hak etmiş olurlar. Bu şer ise Allah rahmetinden dolayı olay vaki olmadan sırf
niyetlerinden dolayı kişiyi mesul etmez. Zira niyet bir fiil değildir. Bilakis hadiste belirtildiği
gibi kötü bir niyetten teşebbüs etmekten Allah korkusu ile vazgeçen, günahtan kaçındığı için
yine manevi mükâfatı hak eder. Çünkü haramdan kaçınmak da bir nevi ibadettir.
İnsanın niyeti fiilin yaratılmasında bir adi şarttır. O fiilin vukuunda bir basit sebeptir.
Müsebbibü'l-Esbab olan ve hikmeti gereği bu dünyada sebepler tahtında iş gören yüce Allah,
insanın niyetini ve kasdını o fiile bir adi sebep olarak yaratmış ve o neticeyi de o sebebe
bağlamıştır. Bediüzzaman'a göre bu şart taalluk etmez ise Allah onu yaratmamaktadır.
İrade de nisbîdir. Olumsuz olan ademî şeylerde son derece etkili ve fonksiyoneldir.
Küfür, günah, zulüm ve dalalet gibi ademî olan emirlerde kabul etmemek, ihmal etmek ve
reddetmek ile pek büyük cinayetler ve olumsuz fiiller gerçekleşebilir. Bunların oluşmasında
da insanın irade-i cüz'îsi mühim rol oynamaktadır. Mesela, bir gemide dümeni tutan bir
işçinin basit bir ihmal ve olumsuz bir tavrı ile o gemi karaya oturur veya başka bir gemi ile
çarpışırsa ortaya çıkan zarar ve ziyan elbette o işçiye yüklenir ve ona göre de cezaya
çarptırılır. Çünkü basit bir görevi ihmal etmesi ile o gemide çalışan yüzlerce işçinin ve o gemi
sahibinin zararına sebep olmuştur. Yaptığı bir fiil yoktur. Yapmadığı için zarara sebep
olmuştur. Günahlar bu nevidendir. İşte bunların oluşmasında insanın irade-i cüz'isi temel
olduğu için, insan yaptıklarından sorumlu olur.
İnsan hürriyetine büyük önem veren Bediüzzaman, bu hürriyetin ancak demokrasilerde
sağlanabileceğini; ilmî, siyasal, sosyal her nevi istibdadın insanın duygularının gelişmesine
engel olduğunu, insanlar arasına kin ve nefret tohumları attığını, insanı sefalete mahkûm
edeceğini belirtir.41
Bediüzzaman‟a göre Müslüman fert, aklını kullanan, kendine güvenen, onurlu, sadece
Allah'a kul olup kimseye boyun eğmeyen, başkalarına da tahakküme tenezzül etmeyen hür bir
insandır.42 Bu, insanın iradesini hür bir şekilde kullanmasının neticesi, insanlığın da gereğidir.
Bu durumda insanın hürriyetine göre durumunu yeniden gözden geçirmesi gerekir. Âlimlerin,
uluların ve şeyhlerin yerleri yeniden belirlenmeli, ilişkiler yeniden düzenlenmelidir.43 Baskı
uygulamak ve büyüklük taslamak, büyüklük değildir. Büyüklük tevazu ve mahviyettedir. Bu
da dostça ve arkadaşça davranışı gerekli kılar. Bediüzzaman'a göre insanın irade ve
hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Ancak ilim ve ikna ile ona yön verilebilir.

Netice
Bediüzzaman, her konuda olduğu gibi iman ve hürriyet, insanın fiilleri benzeri ilm-i
Kelam ve Akaidi konularda da yeni bir çığır açmıştır. Herhangi bir mezhep ve ekolün
temsilcisi değildir. O, Asr-ı Saadeti zamanımıza taşıyan ve bu asır insanının doğrudan
Kur'an'a ve Kur'an-ı Kerim'in tercümanı, mübelliği ve fiilen yaşayarak yol gösteren müfessir-i
azamı olan Peygamberimize (sav) bizi bağlayan büyük bir müceddit ve müçtehiddir. Her
konuda olduğu gibi “İrade ve Hürriyet” konusunda da mezhepler arasındaki ihtilafları Kur‟an
ve Sünnet çerçevesinde akılcı bir metotla çözüme kavuşturmuş ve zihinleri berrak hale
getirmiştir.

41
Münazarat, 22
42
Hutbe-i Şamiye, 40-41, 66
43
Münazarat, 59-60

You might also like