Professional Documents
Culture Documents
M. Ali KAYA
Giriş:
1
“Allah dilediğini yapar ve istediği gibi hükmeder”
Yüce Allah insanı en mükemmel şekilde yaratmış, ona
pek çok âlet ve duygular vermiştir. İnsana hürriyet vererek
bu kabiliyetlerini gelişimini ve tekâmülünü insana bırakmış,
bununla hikmetini ve iradesini ortaya koymuştur. Şeytanı
harici âleme, nefsi de insan fıtratına koyarak insanlığın
terakki ve tekâmülünü murad etmiştir. Günahları nefsin hoşuna giden şeylere hasretmiş,
rızasını da nefse muhalefette kılmıştır. Bunlar hep Allah‟ın hikmetine uygun iradesinin
sonucu olmaktadır. Bu nedenle nefse kolay ve hoş geleni saâdet zannetmemeli, nefse ağır ve
zor geleni de felaket bilmemelidir. “Sizin kerih gördüğünüz şeylerde sizin için hayır vardır.
Sizler bilemezsiniz Allah bütün bunları sonuçlarıyla beraber bilir.”2
Yüce Allah said ve şaki olanı biliyordu. Said olan Allah‟a itaatkâr olur. Şaki olan
günahkâr ve isyankâr olur. İzzet, şeref ve nimet Allah‟a ihlâsla itaat ve ibadettedir. Şekavet,
sıkıntı ve bedbahtlık ise Allah‟a isyanda ve günah işlemededir. Allah‟ın iradesini emir ve
nehiyle tecelli etmiştir. Allah‟ın iradesi gizli ve bilinmez değildir. Rızasının ve öfkesinin
sebeplerini peygamberleri aracılı ile insanlığa haber vermiştir. Böylece yüce Allah‟ın
varlıkları yaratmasındaki iradesi ortaya çıkmıştır. İnsanlara saadet ve şekavetin sebeplerini
haber vermiştir.
Mükevvenâtta hayırdan ve şerden her ne vaki olursa, iman ve küfür, iyilik ve kötülük
hepsi Allah‟ın iradesi, ilmi ve yaratması iledir. Başka türlü olması mümkün değildir. Allah‟ın
dilediği olur, dilemediği olmaz. Ancak Allah‟ın hayra rızası vardır, şerre rızası yoktur. Hiçbir
güç ve kuvvet Allah‟ın iradesine aykırı bir şey yapamazlar.
Ömrünü ibadetle geçiren ihlâsla hareket etmezse ve ihlâsla hareket etmezse ameli
makbul olmaz. İnsan iyi olmasa da iyilerle beraber olursa kurtulur. Ashab-ı Kehfin köpeği,
onlarla beraber olduğu için cennete gittiği Kur‟ân-ı Kerimde sabittir. Yüce Allah “Beni arayın
ve bulun” dedi ama ihlâslı olmayana kavuşmayı murat etmedi.
Yüce Allah‟ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, mahlûkatı ihtiyacı olduğu için değil
mahlûkatına rahmetinden yaratmıştır. Emretmesi ve nehyetmesi de mahlûkatı içindir. İlmi
zulmetin giderilmesine, cehaleti günah işlemeye vesile ve vasıta kıldı. İlimden iman, cehilden
küfür ve günah sadır oldu. İtaati rızay-ı ilâhiye, günahı gadab-ı ilâhiye, iman ve ahlak şerefli
ve değerli olmaya, ihlâs da kurtuluşa sebeptir.
Amellerin makbuliyetine ihlâsı vesile kıldı. İnsanın amellerdeki gayesi Rıza-ı ilâhidir.
Amellerde ihlâs amelden daha önemlidir. Madem rıza-ı ilâhi gayedir, rızaya vesile olan her
şey büyüktür, değerlidir, basit değildir. Peygamberimiz (sav) “Hiçbir ameli küçük
görmeyiniz, hangi amel ile Allah‟ın rızasını kazanıp kurtulacağınızı bilemezsiniz” buyurdular.
gayet hassas bir ölçüyle, nazik bir tartıyla ve gayet ince bir intizamla, nazenin bir nizamla
verilen mevzun şekil ve muntazam teşahhus, bizzarure ve bilbedâhe, belki bilmüşahede, bir
irade-i külliyenin eseri olduğunu gösterir.
Çünkü, hadsiz vaziyetler içinde bir vaziyeti intihap etmek, bir tahsis, bir tercih, bir kast
ve bir irade ile olur. Ve amd ve arzu ile tahsis edilir. Elbette tahsis, bir muhassısı iktiza eder.
Tercih, bir müreccihi ister. Muhassıs ve müreccih ise iradedir. Meselâ, insan gibi yüzler
muhtelif cihazat ve âlâtın makinesi hükmünde olan bir vücudun, bir katre sudan; ve yüzer
muhtelif âzâsı bulunan bir kuşun, basit bir yumurtadan; ve yüzer muhtelif kısımlara ayrılan
bir ağacın, basit bir çekirdekten icadları, kudret ve ilme şehadet ettikleri gibi, gayet kat'î ve
zarurî bir tarzda, onların Sâniinde bir irade-i külliyeye delâlet ederler ki, o irade ile, o şeyin
her şeyini tahsis eder. Ve o irade ile, her cüz'üne, her uzvuna, her kısmına ayrı, has bir şekil
verir, bir vaziyet giydirir.
Elhasıl: Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat ve netâiç
itibarıyla birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve bir tek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl
kat'î olarak delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın Sânii birdir, Vâhiddir, Ehaddir. Öyle de, o
hayvânâtın ayrı ayrı teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve
temeyyüzleri delâlet eder ki, onların Sâni-i Vâhidi, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini
yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile işler.
Madem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın
şuûnâtı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım filozofların irade-i İlâhiyeyi
nefiy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin, cüz'iyâta adem-i
ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat ve esbaba isnad etmeleri,
mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın şuûnâtı adedince muzaaf bir
dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı tekzip eden, hadsiz bir yalancılık
işlemiş olur.
İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "İnşaallah, İnşaallah" yerinde, bilerek
"tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et.3 Çünkü “insan her
ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat “Allah dilemedikçe sizler isteyemezsiniz”4 ayetinin
sırrınca meşîet-i ilâhiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, meşiet-i insaniyeyi geri
verir. “Kader gelince göz görmez olur” kaidesi gereği “Kader söylerse iktidar-ı beşer
konuşmaz, ihtiyar-ı cüz‟î susar”5 demektedir Bediüzzaman.
3
Mektubat, 2004, s. 414
4
İnsan, 76:30
5
Mektubat, 2004, s. 87-88
6
Yasin, 36:82
7
Seyid Şerif Cürcani, (Beyrut-1995) Tarifat, 16
3
Nitekim yaratmanın tümünün Allah‟a ait olduğu “Allah her şeyin hâlıkı, yaratıcısıdır”8
“Sizi de amellerinizi, yani işlerinizi ve yaptıklarınızı da Allah yarattı” 9 ayetleri bunu açıkça
bize haber vermektedir. Dolayısıyla yüce Allah bizi yarattığı gibi, bizim fiillerimizin de,
aklımızın ve akılımızdan geçen hayallerimizin de yaratıcısıdır. Nitekim “İyiliği ve kötülüğü,
hayrı ve şerri ilham eden”10 de Allah‟tır.
Bu gerçekleri İslam bilginleri “Kul kâsib, Allah hâlıktır” cümlesi ile formüle etmişler,
kesb etmek insana yaratmak Allah‟a aittir demişlerdir. Kesb ise bir insanın imanı, iyi niyeti ve
iradesini hayra yönlendirmesi ve Allah‟a itaati ile yaptığı şeye tesahub etmesi, sahip çıkması
ve hak etmesidir.
Yüce Allah insanın iradesini yaratacağı bir şey için müessir değil, diğer sebepler gibi
âdi bir şart yapmıştır. Gerçekte isteyen de, “müsebbibü‟l-esbab” olarak sebeplerini ve
sonuçlarını yaratan da Allah‟tır. Nitekim siz bir ev yapsanız sizin yaptıklarınız da, sonuçta
başarınız da Allah‟a aittir. Sizin buradaki konumunuz niyet, meyl, mübaşerettir. Sizin
istemeniz, o işi yapmaya yönelmeniz ve gayretiniz sonucu Allah kudreti ile yaratarak o işe
sizi muvaffak kılmıştır. Bir şehri aydınlatan elektrik şebekesinin düğmesine elinizi
dokundurmanız sonucu bütün şehir aydınlanırsa bunda sizin hiçbir müdahaleniz yoktur”
denemeyeceği gibi insanın da yaptığı fiillerinde iradesinin ve kesbinin rolü inkar edilemez.
Ancak bundaki hissesi sadece elektrik düğmesine dokunmak gibi çok cüz‟î bir fiildir.
Aydınlatmak da nurlandırmak da buradaki tüm fiillerin hepsi Allah‟ın ilim, irade ve
kudretinin eseridir. İnsan iradesi şoförün araba kullanması gibidir. Bir arabanın yolunda
gitmesinde direksiyondaki şoförün rolu ne ise insanın hayatındaki iradenin rolü de budur.
Bir şeyin varlığında Allah‟ın külli iradesi asıl ve esastır. Külli irade olan Allah‟ın iradesi
olmazsa hiçbir şey vücuda gelmez. Allah‟ın dilemesi, yani meşiet-iilâhiye asıl ve esastır.
Yüce Allah Kur‟ân-ı Kerimde “Allah dilemedikçe, sizler dileyemezsiniz”11 ferman eder.
Yüce Allah zatında bir olduğu, şeriki ve naziri bulunmadığı gibi, icraat-ı Rububiyetinde
de şeriklere ve yardımcılara muhtaç değildir. Yoktan yaratma, yani ibda‟ Allah‟a ait olduğu
gibi, inşâ, yani tekip ve tahlil suretinde icad etmek de Allah‟a aittir, bu konuda da şeriklere ve
muinlere muhtaç değildir. Ancak insan iradesi ile sonuçların meydana gelmesine sebep
olduğu için sorumlu olur, cezayı ve mükâfatı hak eder.
Yüce Allah her şeyi kendisi bizzat yaratmakla beraber insana merhametinden ve değer
verdiğinden dolayı onun cüz‟î iradesi ile insanın mübaşeretini ve bununla amelinin
sonuçlarına sahip çıkmasını murad etmiş ve bunu da imtihana, cennet ve cehennemin
kazanılmasına âdi bir şart yapmıştır. Sırr-ı teklif ve imtihan bunu gerektirmektedir. İnsan
imanı, iradesi, niyeti ve kesbi ile mükâfat ve cezayı hak etmekte ve amelinin sonuçlarına
sahip olmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu şöyle bir misalle anlatır. “Sen bir çocuğu
omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp „nereye istersen senin oraya götüreceğim‟ desen; o
çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette sen istedin diye itap
edip üstüne bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkemu‟l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan
abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ile ona nazar eder.”12 Burada isteyen
çocuk, götüren ise sensin. Çocuğun iradesi inkâr edilmediği gibi, sorumluluk da elbette
çocuğa aittir.
2.1 Allah’ın İradesi (İrade-i Külliye)
8
Zümer, 39:62
9
Saffat, 37:96
10
Şems, 91:8
11
İnsan, 76:30; Tekvir, 81:29
12
Bediüzzaman, Sözler, 2004, s.760
4
Küllî irade ikiye ayrılır. Birincisi, Fıtratta cereyan eden hadiseler ve bunlarda cereyan
eden kanunlardır. İkincisi, ihtiyârî fiillerdeki Allah‟ın hikmeti ve iradesinin hükmetmesidir.
Kâinatta carî olan ve “Âdetullah” “Sünnetullah” tabir edilen kavanîn ve onların işleyişi ile
ilgili irade tamamıyla Allah‟a aittir. Varlıklar bu kanunlara uymaya mecburdur. Buna
“Tekvinî İrade” denilmektedir. Bu kanunlara uymayanlar cezalarını anında çektikleri için ister
istemez uymak zorunluluğu vardır. Bu kanunların işleyişinden dolayı insan sorumlu olmaz.
Zira bunda insan iradesinin hükmü yoktur. Bundan dolayıdır ki günlerin, ayların hesapları
bellidir. Takvimler buna göre oluşturulmuş ve fennî ilimler bunların keşfiyle meydana
gelmiştir. Yüce Allah nasıl olmasını murat etmiş ve iradesi neye hükmetmiş ise öyle olmuştur.
Dolayısıyla güneş takvimlerde yazıldığı için doğup batmamakta, belli bir kanuna göre hareket
ettiği için insanlar bunu gözlemleyerek takvimleri oluşturmaktadırlar.
İkincisi, “Teşri-i İrade” dediğimiz “emretme, yasaklama” konusundaki Allah‟ın
iradesidir. Yüce Allah bu iradesini de peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda ortaya
koymuştur. Bu iradeye uyup uymamakta insan hür olmaklar beraber, insan iradesi belirleyici
olduğu için sorumluluk insana aittir. Ancak bu sorumluluğun cezası ve mükâfatı peşin değil,
ahirette görüleceği için nefis ve şeytan burada insan iradesinin yanlış yönlendirilmesine etki
etmektedir. Bunu da yüce Allah kulların akıllarını ve duygularının tekâmül etmesi, ruhlarının
terakki etmesi, cenneti kazanmasını irade etmiştir. Bunun için Külli iradesinin “Teşriî İrade”
kısmının ve insanın fiillerine ait bölümünün tecellisine insanın cüzî iradesini “şart-ı âdi”
kılmıştır.
dahi onların kalmalarına ve geçmelerine tesir etmez. Kalmasını ve geçmesine tesir eden
talebenin ameli, yani çalışması ve tembelliğidir.
Allah kullarının ebedi saadetini ve cennete girmesini murad etmekte ve bu iradesini de
peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirmekte ve kullarını cennete davet etmekte, cennetin
ve cehennemin yollarını tarif etmekte, hayırlı amelleri bildirmekte mükâfatını haber vermekte,
şerli amelleri bildirmekte ve cezasının dehşetini de haber vermektedir. Buna rağmen kul
iradesini kötüye yönlendirirse elbette bunun cezasını hak etmekte ve sorumluluğunu kabul
etmektedir. Şayet Allah kuluna hürriyet, yani iradenin hür kullanımını ve tercih hakkını
vermemiş olsaydı o zaman kul sorumlu olmazdı veya kulu sorumlu tutmak haksızlık ve zulüm
olurdu. Bu nedenle yüce Allah “Biz peygamber göndermediğimiz kavme azap etmeyiz”13
buyurarak bu hususu açıklamaktadır.
13
İsra, 17:15
6
sonuca ayrı bir kader tasavvur ederek adamın ölmesine hükmetmen gerekir veya Mutezile
gibi sebebi müessir kabul edip kaderi inkâr etmek zorunda kalırsın. Bu hususta en doğru yol,
Ehl-i Sünnetin mezhebi olup “Tüfek atmasaydı ölmesi bizce meçhul olurdu” demek gerekir.
Altıncısı, cüz-ü ihtiyarinin asıl sebebi olan “meyelan” yani cüz‟i ihtiyariye tesir eden ve
yönlendiren yönelme duygusu Maturûdi‟ye göre bir emr-i itibaridir ve kulun fiilidir. Eş‟âri ise
bu meyelâna mevcut bir varlık olarak baktığı için meyelanı kula vermemiş, ancak
meyelandaki tasarrufun vücud-u haricisi olmadığı için, emr-i itibarî olarak görüp kula
vermiştir. Öyle ise meyelan emr-i nisbîdir, muhakkak bir vücud-u haricisi yoktur. Emr-i
itibari ise bir illet-i tâmme, yani herhangi bir sebep gerektirmezler. Bu nedenle insan ihtiyarını
ve iradesini ortadan kaldıracak ve zorlayacak bir durum meydana gelmez. Belki o emr-i itibari
olan meyelanın sebebi, rüçhaniyet derecesine gelse, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Kur‟ânın
emrini hatırlar ve “şu şerdir, yapma!” dediği için insan onu terk edebilir. Şayet, insan kendi
fiillerini kendisi yapmış olsaydı bu durumda iradesi hükümsüz kalır ve vazgeçmesi mümkün
olmazdı. Zira kuraldır “Bir şey vacip olmazsa vücuda gelmez.” İllet-i tâmme bulunacak sonra
vücuda gelsin. İllet-i tâmme, yani bütün sebeplerin bulunması ortaya kesin bir sonucun
çıkmasını zaruri olarak gerektirir. Bu durumda da ihtiyar kalmaz. İradenin bir hükmü olmaz.
Şayet “Tercih bila müreccih muhaldir” yani, tercih edici bir sebep olmadan kişinin bir
şeye yönelmesi ve tercihi imkânsızdır denilse, deriz ki, “Hayır! Tercih bilâ müreccih muhal
değil, tereccüh bilâ müreccih muhaldir.” Zira bir şey tercih edici bir sebep olmadan kendi
kendine üstünlük kazanmaz. Sebepsiz üstünlük imkânsızdır. Yoksa, tercih edici bir sebep
olmasa da onu tercih etmek mümkündür. Zaten irade bir sıfattır, iradenin görevi böyle bir işi
yapmak ve tercihte bulunmaktır. İrade tercih edici bir sebep olmasa da herhangi bir şeyi tercih
edebilir. Zaten iradenin görevi budur.
“Madem ölümü yaratan Allah‟tır, neden öldürene kâtil denilir?” denirse deriz ki, “Arap
dil kaidesine göre ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Emr-i sabit olan hâsıl-ı
bilmasdardan inşikak etmez. Yani, ölümü gerçekleştiren Allah‟tır, bunun için katil
denilmemektedir, ancak ölüme sebep olduğu için kâtil denilmektedir. Burada masdar bizim
kisbimizdir, dolayısıyla kâtil ünvanını biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar ise ölüm hadisesidir.
Mesuliyeti gerektiren bir şey hâsıl-i bilmasdar olan sonuçtan çıkmaz. Yani, kişi
“öldürmeyiniz” emrine muhalefet ettiği için cezayı hak eder, ölüm hadisesini gerçekleştiren
ise Hakk‟tır. İnsan iradesini Allah‟ın yasağını çiğnemek yönünde kullandığı için mesul olur.
Yedincisi, insanın irade-i cüz‟îyesi gerçi zayıftır ve bir emr-i itibarîdir. Yani varlığı
kesin olmamakla beraber itibârî olarak kabul edilir. ancak Cenâb-ı Hak ve Hâkim-i Mutlak o
zayıf cüz‟î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdî yapmıştır. Yani manen der: “Ey
abdim, ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.”
Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp "Nereyi
istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk
üşüdü yahut düştü. Elbette "Sen istedin" diyerek itab edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte,
Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp,
irade-i külliyesi ona nazar eder.”
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu yedi mertebede İrade-i Cüz‟iyeyi ispat ettikten
sonra şöyle bağlar:
“Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun
ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-ü ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı
ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i
ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i
mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin. Demek, dua ve tevekkül
7
meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser,
tecavüzâtını kırar.”14
14
Sözler, 2004, s.756-761
15
Bakara, 2:256
16
Taha, 20:115
17
Sözler, 2004, s. 518
8
böyle hayır için kullanırsa, hakiki bir insan olur. İnsaniyet cevherini işlemiş sayılır. Allah'ın
rızasını kazandığı gibi, toplumun emniyet ve güvenini de sağlamış olur.
“İnsanın fiilleri”, “kudreti” ve “kesbi” konusu “İstitaat” ve “İrade” başlıkları altında
“Kelam” ilminde önemli bir tartışma konusudur. Ehl-i Sünnet ve Mutezile Kelamcıları
arasında bu konuda önemli tartışmalar yaşanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de insanın tam bir
hürriyete sahip olduğunu ima eden ayetler olduğu gibi, tam bir irade hürriyetinin olmadığını
ima eden ayetler de vardır. Tartışma bu ayetlerin tarz-ı tefehhümünden, ayni anlayış farkından
ileri gelmiştir. “İster inansınlar isterlerse inanmasınlar.”18 “Onlar yeryüzünde idareye
geçtikleri zaman fesat çıkarmaya, ekini ve nesli mahvetmeye koşarlar, hâlbuki Allah fesadı
sevmez.”19 “Kendi iradeleri ile kazandıklarına az gülsün çok ağlasınlar.”20 “Onlar
yaptıklarının karşılığı olarak ebedi kalmak üzere Cennete girecek olanlardır.”21 “Dileyen iman
etsin, dileyen küfrü seçsin”22 ayetleri insanın tem bir irade hürriyetine sahip olduğu ifade
etmektedir. Bu konuda ehl-i hak olan “Ehl-i Sünnet” fiillerin başlangıcında insan iradesinin
tercih edici rolünü kabul ile beraber neticede o işin yapılmasında mutlak İlim, İrade ve Kudret
sahibi olan Allah'ın yaratıcılığını kabul ederek istikametli olan orta yolu ihtiyar etmiştir.23
18
İsra, 17:107
19
Bakara, 2:205
20
Tövbe, 9:82
21
Ankebut, 29:14
22
Kehf, 18:29
23
İşaratu‟l-İ‟caz, 41
24
Fussilet, 41:40
25
Hac, 22:77
9
26
Zilzal, 99:8-9
27
Secde, 32:17
28
En'am, 6:102; Ra'd, 13:16; Zümer, 39:62; Mü'min, 40: 62
29
Maturudi, Tebsıra, vr. 185 b.33
30
Saffat, 37:96
31
Sözler, 2004, s. 364
32
Sözler, 2004, s. 752
33
Bakara, 2:134, 141, 286; Al-i İmran, 3:25, 161
34
Eş‟âri, Makalat, 542
35
Maturudi, Kitabu‟t-Tevhid, 226
10
meyelanın tasarrufu bir emr-i itibari olduğu ve harici bir vücudu bulunmadığı için insana
verilebilir. İşte insanı sorumlu yapan bu meyelan ve tasarrufudur.”36 der. Eş'ari ve
Maturudi'nin ihtilaf ettiği noktayı te'lif ederek hak ve hakikatı ortaya çıkarır. Bunun için
Bediüzzaman'ı bir mezhebin ve mesleğin takipçisi olarak görmek yanlıştır. O doğrudan
doğruya Kur'an'ın ve Asr-ı Saadetin mesajını bize ulaştıran bir müceddit ve müçtehittir.
36
Sözler, 2004, s. 759
37
Nesefi, Tebsıratu‟l-Edille, v. 176
38
Şerhu‟l-Mevakıf, 2:94
39
Bakara, 2:286
40
İsra, 17:84
11
mümkün olmaz.” Yani bir şeyi Allah murat etmemiş ise vaki olmaz. Ancak bu hayır ise
teşebbüs edenler niyetleri ve teşebbüslerinden dolayı yine Allah'ın kendilerine vereceği
mükâfatı hak etmiş olurlar. Bu şer ise Allah rahmetinden dolayı olay vaki olmadan sırf
niyetlerinden dolayı kişiyi mesul etmez. Zira niyet bir fiil değildir. Bilakis hadiste belirtildiği
gibi kötü bir niyetten teşebbüs etmekten Allah korkusu ile vazgeçen, günahtan kaçındığı için
yine manevi mükâfatı hak eder. Çünkü haramdan kaçınmak da bir nevi ibadettir.
İnsanın niyeti fiilin yaratılmasında bir adi şarttır. O fiilin vukuunda bir basit sebeptir.
Müsebbibü'l-Esbab olan ve hikmeti gereği bu dünyada sebepler tahtında iş gören yüce Allah,
insanın niyetini ve kasdını o fiile bir adi sebep olarak yaratmış ve o neticeyi de o sebebe
bağlamıştır. Bediüzzaman'a göre bu şart taalluk etmez ise Allah onu yaratmamaktadır.
İrade de nisbîdir. Olumsuz olan ademî şeylerde son derece etkili ve fonksiyoneldir.
Küfür, günah, zulüm ve dalalet gibi ademî olan emirlerde kabul etmemek, ihmal etmek ve
reddetmek ile pek büyük cinayetler ve olumsuz fiiller gerçekleşebilir. Bunların oluşmasında
da insanın irade-i cüz'îsi mühim rol oynamaktadır. Mesela, bir gemide dümeni tutan bir
işçinin basit bir ihmal ve olumsuz bir tavrı ile o gemi karaya oturur veya başka bir gemi ile
çarpışırsa ortaya çıkan zarar ve ziyan elbette o işçiye yüklenir ve ona göre de cezaya
çarptırılır. Çünkü basit bir görevi ihmal etmesi ile o gemide çalışan yüzlerce işçinin ve o gemi
sahibinin zararına sebep olmuştur. Yaptığı bir fiil yoktur. Yapmadığı için zarara sebep
olmuştur. Günahlar bu nevidendir. İşte bunların oluşmasında insanın irade-i cüz'isi temel
olduğu için, insan yaptıklarından sorumlu olur.
İnsan hürriyetine büyük önem veren Bediüzzaman, bu hürriyetin ancak demokrasilerde
sağlanabileceğini; ilmî, siyasal, sosyal her nevi istibdadın insanın duygularının gelişmesine
engel olduğunu, insanlar arasına kin ve nefret tohumları attığını, insanı sefalete mahkûm
edeceğini belirtir.41
Bediüzzaman‟a göre Müslüman fert, aklını kullanan, kendine güvenen, onurlu, sadece
Allah'a kul olup kimseye boyun eğmeyen, başkalarına da tahakküme tenezzül etmeyen hür bir
insandır.42 Bu, insanın iradesini hür bir şekilde kullanmasının neticesi, insanlığın da gereğidir.
Bu durumda insanın hürriyetine göre durumunu yeniden gözden geçirmesi gerekir. Âlimlerin,
uluların ve şeyhlerin yerleri yeniden belirlenmeli, ilişkiler yeniden düzenlenmelidir.43 Baskı
uygulamak ve büyüklük taslamak, büyüklük değildir. Büyüklük tevazu ve mahviyettedir. Bu
da dostça ve arkadaşça davranışı gerekli kılar. Bediüzzaman'a göre insanın irade ve
hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Ancak ilim ve ikna ile ona yön verilebilir.
Netice
Bediüzzaman, her konuda olduğu gibi iman ve hürriyet, insanın fiilleri benzeri ilm-i
Kelam ve Akaidi konularda da yeni bir çığır açmıştır. Herhangi bir mezhep ve ekolün
temsilcisi değildir. O, Asr-ı Saadeti zamanımıza taşıyan ve bu asır insanının doğrudan
Kur'an'a ve Kur'an-ı Kerim'in tercümanı, mübelliği ve fiilen yaşayarak yol gösteren müfessir-i
azamı olan Peygamberimize (sav) bizi bağlayan büyük bir müceddit ve müçtehiddir. Her
konuda olduğu gibi “İrade ve Hürriyet” konusunda da mezhepler arasındaki ihtilafları Kur‟an
ve Sünnet çerçevesinde akılcı bir metotla çözüme kavuşturmuş ve zihinleri berrak hale
getirmiştir.
41
Münazarat, 22
42
Hutbe-i Şamiye, 40-41, 66
43
Münazarat, 59-60