You are on page 1of 215

TEKNOLOJİK KÖLELİK

Theodore John Kaczynski

Çeviren: Karaçam

Çeviriye Esas Alınan Metin: Technological Slavery,


Fitch & Madison Publishers, 2019
F.C.’den Scientific American’a Mektup [1]

Russell Ruthen’ın “Strange Matters: Can Advanced Accelerators


Initiate Runaway Reactions?” makalesi bağlamında yazıyoruz. (Science and
the Citizen, Scientific American, August, 1993.)

Fizikçilerin, parçacık hızlandırıcı ile ilgili deneylerin dünyayı


yutabilecek bir felakete yol açabileceği ile ilgili endişelerini kapalı kapılar
ardında tuttuğu anlaşılıyor. Bu, kamuoyunu etkileyebilecek riskleri rutin
olarak alan bilim adamlarının küstahlığının iyi bir örneğidir. Kamuoyu
genellikle bu tarz risklerin alındığının bilincinde değildir. Ve bilim adamları,
risklerin söz konusu olabileceğini kendilerine dahi itiraf etmezler. Çoğu bilim
adamının işlerine yönelik derin duygusal bağları vardır ve işlerinin olumsuz
yönleri ile ilgili tarafsız olabilecek bir pozisyonda değillerdir.

Parçacık hızlandırıcı deneylerinin tehlikeleri ile ilgili çok büyük bir


endişe duymuyoruz. Fizikçiler birer aptal olmadıklarına göre riskin küçük
olduğunu varsayıyoruz. (Yine de muhtemelen fizikçilerin iddia ettiği kadar
küçük değildir.)[2] Bilim adamları ve mühendisler insan refahı ile sürekli
olarak kumar oynarlar ve günümüzde kaybettikleri kumarların sonuçlarını
görüyoruz: Ozon tabakasının yok olması; sera gazı etkisi; maruz kalmaktan
kurtulamayacağımız kanser yapıcı maddeler; nasıl halledileceği ile ilgili bir
metot geliştirilmemiş olan ve birikmeye devam eden nükleer atıklar;
sanayileşme ile birlikte gelen kalabalık, gürültü ve kirlilik; türlerin çok hızlı
bir şekilde soylarının tükenmesi ve benzerleri. Peki ya genetik
mühendisliğinin gelecekteki sonuçları ne olacak? (Eğer gerçekleşirse) süper
zekaya sahip bilgisayarların ortaya çıkması? İnsan beyninin sırrının çözülmesi
ve kaçınılmaz olarak bunu takip edecek olan onu “geliştirme” isteği? Hiç
kimse bilmiyor.
Bilimsel gelişmelerin olumsuz fiziksel sonuçlarının genellikle tamamen
tahmin edilemez olduklarını söylüyoruz. (Muhtemelen tarım ilaçlarını
geliştiren kimyagerlerin aklına bunların insanlarda hastalıklara yol açacağı
ihtimali gelmemiştir.) Fakat öngörülmesi çok daha zor olan şey, teknolojik
gelişmenin olumsuz toplumsal sonuçlarıdır. Sanayi devrimini başlatan
mühendisler, yaptıkları şeylerin sanayi proletaryasını[3] oluşturacağını ya da
ekonomik patlama ve çökme döngüsünü yaratacağını öngörmemişlerdir. Daha
akıllı olanları sanayi toplumu ile temasın dünyanın diğer yerlerindeki
kültürleri tahrip edeceğini tahmin etmiş olabilirler, fakat bu kültürlerin maruz
kalacağı zararın boyutunu hayal edememişlerdir. Ne de teknolojik
gelişmelerin Batı’nın kendisinde çok çeşitli toplumsal ve psikolojik
problemler yaratacağını fark etmişlerdir.

Her büyük teknik gelişme aynı zamanda toplumsal bir deneydir. Bu


deneyler kamuoyu üzerinde, bilim adamları ve onların araştırmalarının
parasını karşılayan şirketler ve hükûmetler tarafından gerçekleştirilir. Elit
gruplar, teknolojik gelişmenin getirdiği tatmin, heyecan ve güç duygusunu
yaşarken, ortalama insana bu toplumsal deneylerin sonuçları ile yüzleşmek
kalır. Ortalama yaşam süresi arttığı için, fiziksel anlamda sonuçların olumlu
olduğu iddia edilebilir. Fakat risklerin kabul edilebilirliği yalnızca
istatistiklere dayanılarak değerlendirilemez. “İnsanlar aynı zamanda
tehlikenin ne kadar eşit bir şekilde dağıldığı, bireylerin maruz kalma
oranlarını kontrol edip edemediği ve riskin gönüllü olarak alınıp alınmadığına
bağlı olarak da riskleri değerlendirir.” (M. Granger Morgan, “Risk Analysis
and Management,” Scientific American, July, 1993, syf. 35.) Teknolojik
gelişmeyi yaratan elit gruplar sürecin kontrolünü paylaşırlar ve riskleri
gönüllü olarak alırlar, fakat ortalama birey zorunlu olarak pasif bir
konumdadır ve gönülsüz olarak bunlara maruz kalmaktadır. Üstelik gelecek
bir zamanda nüfus patlamasının, çevresel bir felaketin ya da problemleri
gitgide artan toplumsal bir yapının, ortalama ömrün ani ve büyük bir
düşüşüne yol açması ihtimal dahilindedir.
Fiziksel sonuçlar ile ilgili durum ne olursa olsun, teknolojik gelişmenin
toplumsal sonuçlarını bir hayli olumsuz olarak değerlendirmek için çok iyi
sebepler mevcuttur. Bu durum, New York Times’a göndermekte olduğumuz
bir yazıda uzunca tartışılmaktadır.[4]

Sanayi Devrimi’ni başlatan mühendisler olumsuz sonuçları


öngöremedikleri için affedilebilirler. Fakat teknolojik gelişmenin günümüzde
yol açtığı zararlar yeteri kadar göz önündedir, dolayısı ile bu gelişmeyi
körüklemeye devam etmek bir hayli sorumsuzcadır.

Notlar
[1] Bu basımda metinde kü.ük değişiklikler yapılmıştır.

[2] Bakınız: Kolbert, Elizabeth, “Crash Course: Can a seventeen-mile-long collider


unlock the universe?,” The New Yorker, May 14, 2007, pp. 69-70.

[3] Ancak Thomas Jefferson ve James Madison, sanayi proletaryasının oluşmasını


ongormüş olabilirler. Jefferson, “fabrika işçilerinin bir gün hükumetleri sarsacağını”
tahmin etmiştir. Bakınız: Randall, Willard Sterne, Thomas Jefferson: A Life, Harper
Collins, New York, p. 417. Madison, “insanların çoğunluğunun mülke sahip olmayacağı bir
gelecek .ng.rmüştür.” “Büyük kapitalistleri ve onlar için çalışan kalabalıkları”
düşünüyordu ve mülksüz işçilerin bir gün birleşip “mülkiyet haklarını ve kamu
.zgürlüğünü” tehdit edebileceklerinden bahsediyordu. Bakınız: Haraszti, Zoltán, John
Adams & the Prophets of Progress, The Universal Library, 1964, p. 32. Marx ve Lenin bu
düşüncelere büyük bir şevkle katılırlardı.

[4] Bu, Sanayi Toplumu ve Geleceği idi.


David Skrbina’ya Mektuplar

Bu mektupları yazdığımdan beri, fikirlerimin bazı açılardan değiştiğini


söyleyebilirim. Bu mektuplarda, daha sonradan Anti-Teknolojik Devrim:
Neden ve Nasıl kitabında yazdıklarım ile çelişen kısımlar olursa, şu anda
sahip olduğum fikirleri temsil edenler Anti-Teknolojik Devrim’de yer
alanlardır.

David Skrbina’ya Mektup, 2 Ocak 2004


İnsanların, toplumlarının gelecekleri ile ilgili isteklerini başarılı bir
şekilde gerçekleştirebileceği (bazı dar kapsamlı reformlar dışında) üç yol
biliyorum: i) Zeki bir yönetim mevcut bir toplumsal düzenin ömrünü
uzatabilir. (Örnek: On dokuzuncu yüzyılda Rus Çarları olduklarından çok
daha az yetenekli olsalardı çarlık rejimi daha önceden dağılabilirdi. Eğer II.
Nicholas olduğundan çok daha fazla yetenekli olsaydı çarlık rejimi birkaç on
yıl daha ayakta kalabilirdi.) ii) Devrimci eylem, mevcut bir toplumsal düzenin
dağılmasını sağlayabilir ya da en azından bu süreci hızlandırabilir. (Örnek:
Eğer Rusya’da devrimci bir hareket olmasaydı, hiç şüphe yok ki, II.
Nicholas’ın tahttan çekilmesinden sonra yerine yeni bir çar bulunacak ve
çarlık rejimi bir süre daha devam edecekti.) iii) Mevcut bir sosyal düzen
başka bölgelere de yayılacak şekilde genişletilebilir. (Örnek: İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Batı’nın sosyal düzeni Japonya’yı da kapsayacak şekilde
başarılı bir şekilde genişletilmiştir.)
Eğer haklıysam ve toplumumuzun geleceği üzerinde (dar kapsamlı
reformlar haricinde) rasyonel bir etkimiz olmasını istiyorsak, yukarıdaki
alternatiflerden birini seçmek zorundayız.

David Skrbina’ya Mektup, 29 Ağustos 2004


Bana Bill Joy’un “Geleceğin Neden Bize İhtiyacı Yok”1 (Why the
Future Doesn’t Need Us) makalesini göndermişsin ve bu makale hakkındaki
düşüncelerimi soruyorsun. Makaleyi yayınlandıktan kısa bir süre sonra
okudum. Joy’un bahsettiği teknolojik tehlikelerin çoğunu başka bir yerde
okumuştum; ancak bu makaleyi, bu tehlikeler ile ilgili daha fazla bilgi
verdiği için yine de faydalı buldum. Üstelik Bill Joy gibi ön planda olan bir
teknoperverin dâhi teknolojinin bizi götürdüğü yer hakkında korku duyması,
teknolojinin tehlikelerinin gerçekliğine insanları ikna etmede yardımcı
olmalıdır. Bunun haricinde Bill Joy’un makalesi beni etkilemedi. Teknik
bilgisinin sağlam olduğunu varsayıyorum. Fakat insan doğası ve insan
topluluklarının işleyişi hakkındaki anlayışının naif bir düzeyde olduğu
anlaşılıyor. Bu makale hakkında bana yazan birkaç kişi daha bu konu
hakkında benzer fikirler beyan ettiler.

Joy’un naifliği ile ilgili neyi kastettiğim konusunda bir örnek vermem
gerekirse, Joy şöyle yazıyor:

Uyumluluğu gerçekleştirmek için, bilim adamları ve mühendislerin


güçlü bir etik davranış koduna sahip olmaları gerekir ... ve gerekli olduğu
zamanlarda, hatta yüksek şahsi maliyetlere rağmen, medyaya bilgi sızdırma

1
Bill Joy, “Why the Future Doesn’t Need Us,” Wired Magazine
cesaretini göstermelidirler. Dalai Lama, bizim için en önemli şeyin
yaşamımızı başkalarına karşı sevgi ve şefkatle geçirmek olduğunu söylüyor
ve toplumlarımızın daha güçlü bir evrensel sorumluluk ilkesi ve karşılıklı
bağımlılık geliştirmesi gerektiğini söylüyor... .

Eğer Bill Joy bu tarz vaazlar ile herhangi bir şeyin başarılabileceğini
düşünüyorsa, gerçeklik ile olan bağlarını koparmış demektir. Bahsettiğimiz
konular umutsuz derecede ciddi olmasaydı bu yazdıkları komik olabilirdi.

Bir şey kaçırıp kaçırmadığıma bakmak için Joy’un makalesini tekrar


okudum fakat bende bıraktığı etki bir önceki ile aynı oldu. Tabii ki,
makalenin benim gözden kaçırdığım kimi iyi yanları olabilir.

* * *

Küçük-ölçekli teknolojinin kabul edilebilir olduğunu düşünmüyorum,


küçük-ölçekli teknoloji basitçe kaçınılmazdır. Bakınız: Sanayi Toplumu ve
Geleceği, ¶¶ 207-212. Ondan kurtulmanın herhangi bir yolunu göremiyorum.
Eğer toplumsal organizasyon yıkılırsa insanlar organizasyon-tabanlı teknolojiyi
kullanamazlar. Örnek: Rafineriler benzin üretmiyorsa insanlar araba kullanamaz.
Fakat insanların küçük-ölçekli teknolojiyi kullanmalarını nasıl engelleyebilirsin?
Mesela çeliği işlemek, değirmen yapmak ya da arazileri sürmek ve ekin ekmek
gibi?

İlkel bir buhar motorunu küçük-ölçekli bir teknoloji olarak görüp


görmediğimi soruyorsun. Kendimden emin bir cevap verebilmek için ilkel buhar
motorları ve olası kullanımları ile ilgili çok daha fazla şey bilmem gerekir. Fakat
bence buhar-motorları küçük- ölçekli teknoloji olarak adlandırılamaz.
“[Newcomen buhar-motorları’nın] yüksek düzeydeki yakıt tüketimi, kömürün
pahalı olduğu yerlerde bu motorların ekonomik kullanımını imkânsız hale
getirmiştir. Fakat İngiliz kömür madenlerinde, derin madenlerin sudan
arındırılması konusunda vazgeçilmez bir işlev görmüşlerdir. ”2

Otonom bir yerel toplumun, dışarıdan bir yardım olmadan faydalı bir
buhar-motoru üretmesi çok zor olacaktır ve muhtemelen motorun bu tarz bir
topluma pek bir faydası olmayacaktır. Motoru üretmek ve işler tutmak için
gerekli olacak çaba, yağlamak için gerekli olacak yağı üretmek ve çalıştırmak
için gerekli yakıtı sağlamak gibi faktörler göz önüne alındığında, küçük bir
toplum için motorun yapacağı herhangi bir iş, insan ya da hayvan gücüne
dayanılarak çok daha verimli bir şekilde yapılabilir. Buhar motorları, icat
edildiği tarihten çok daha önce bulanabilirdi; fakat –tahminime göre– 17 ve 18.
yüzyıldaki ekonomik ve teknolojik gelişmelerin buhar makinesine sunduğu
çalışma alanları olmadan pek faydalı olmayacaklardı.

* * *

Devrim sonrası koşulların kontrol edilmesinin imkânsız olacağına


eminim. Fakat “pozitif bir toplumsal vizyonun” gerekli olduğu konusunda sana
katılıyorum. Benim ortaya koymak isteyeceğim toplumsal ideal göçebe avcı-
toplayıcı toplum olacaktır.

İlk olarak, devrimci bir hareketin başarılı olabilmesi için radikal olması
zorunludur. Trotsky şöyle yazmaktadır: “Devrimci bir sürecin farklı aşamalarını,
daha aşırı bir kanadın daima daha ılımlısının yerini geçtiği bir süreç karakterize
eder... .”3 Theodore Abel, bir hareketin, mücadele etmek istediği kötülüğün tam
karşıtını ideal olarak alması gerektiğini söylemektedir.4 Göçebe avcı-toplayıcı
toplum bir ideal olarak karşımıza çıkmaktadır, çünkü teknolojik toplumun tam
karşısında yer alan bir insan kültürüdür.
2
Encyclopedia Britannica, 15th Ed., 2003, Vol. 28, makale “Technology,” p. 451.

3
Leon Trosky, History of the Russian Revolution, terc. Max Eastman, 1980 ed., Vol. One,
İkincisi, eğer medeniyetin çeşitli tezahürlerinin (17. yüzyıla kadarki
kültürel miras gibi) korunması gerektiği gibi bir pozisyon alınırsa, iş tekno-
endüstriyel sistemin yok edilmesine geldiğinde, bazı uzlaşmalara girme eğilimi
ortaya çıkabilir ve bu da sistemin yıkılması görevinin başarılamamasına sebep
olabilir. Eğer sistem çökerse, paha biçilemez tabloları ve heykelleri ile sanat
müzelerine ne olacaktır? Ya devasa kitap koleksiyonları ile büyük kütüphaneler?
Sanat eserlerini ve kitapları, kütüphanecileri ve küratörleri tutacak ve bu
eserleri yağma ve vandalizmden koruyacak polis gücünü oluşturacak büyük
organizasyonlar olmadığında kim koruyacaktır? Ya eğitim sistemi ile ilgili ne
söylenebilir? Organize bir eğitim sistemi olmadan çocuklar kültürsüz ve
muhtemelen okuma yazma bilmeden yetişeceklerdir. İnsan kültürünün 17.
yüzyıla kadar ortaya koyduğu eserleri korumanın önemli olduğunu düşünen
birisi, sistemin topyekûn çöküşü konusunda bir hayli gönülsüz olacaktır.
Dolayısı ile, orta bir yol arayacak ve toplumumuzu teknolojik olarak belirlenmiş
mevcut rotasından çıkarmak için gerekli olacak ve doğrusunu söylemek gerekirse
tehlikeli olacak önlemlere başvurmayacaktır. Yani, yalnızca medeniyetin
başardıklarını gözden çıkarmaya hazır kişiler etkili birer devrimci
olabileceklerdir.

Üçüncüsü, çoğu insan için, avcı-toplayıcı bir hayat endüstri öncesi


medeniyetin sunduğundan çok daha çekici olacaktır. Pek çok modern insan dahi
avlanmaktan, balık tutmaktan ve yabani meyve ve yemişleri toplamaktan
hoşlanır. Sanırım çok az kişi, tarla bellemekten ya da sürmekten hoşlanacaktır.
Ve medeni toplumlarda nüfusun çoğunluğu o ya da bu şekilde üst sınıfların
sömürüsüne tabidir. Köle ya da serf değillerse, genellikle ücretli çalışan ya da
toprak sahiplerinin egemenliğindeki kiracı çiftçilerdir. Endüstri öncesi medeni
toplumlar genellikle felaket düzeyde salgın hastalıklar ya da kıtlıklardan
mustarip olmuşlardır ve sıradan insanlar çoğu durumda yetersiz beslenmişlerdir.
Buna karşılık, avcı-toplayıcılar, kuzeyin uzak bölgeleri haricinde iyi
4
“Bir ideolojinin başarılı bir hareketin temeli olarak işlev görebilmesi için
problemi hedef ile ilişkilendirmesi gerekir. Bu en iyi şekilde, problemleri yaratan sebeplerin
tam tersini temsil eden bir planın ortaya konması ile başarılabilir.” Abel, p. 350.
beslenirlerdi.5 Bu topluluklarda kıtlıklar muhtemelen nadir görülürdü.6
Bulaşıcı hastalıklardan, bu hastalıklar daha “gelişmiş” halklar tarafından
onlara bulaştırılana kadar çok fazla mustarip değillerdi.7 Kölelik ve
gelişmiş toplumsal hiyerarşiler y e r l e ş i k avcı-toplayıcılarda
bulunabilir, fakat (kadınların bir derece erkeklerin altında olmasının
haricinde) göçebe avcı-toplayıcılar normal olarak (her zaman değil)
toplumsal eşitliğe sahiptiler ve genelde kölelik bu toplumlarda
bulunmazdı.8
5
Elizabeth Cashdan, “Hunters and Gatherers: Economic Behavior in Bands,” in S.
Plattner (editör), Economic Antropology, 1989, pp. 22-23.
6
“İyi belgelenmiş her durumda, zorluk çekilen olaylar [=açlık] modern müdahalelerin
devreye girmesine atfedilebilir.” Carleton S. Coon, The Hunting Peoples, 1971, pp. 388-89.
7
Örn., bknz., Gurven & Kaplan, pp. 342, 343, 346, 349

8
Buradaki “toplumsal eşitliğin” cinsiyet eşitliğini içermesi zorunlu değildir. Bknz.,
İlkel Yaşam Hakkındaki Gerçek, Kaczynski. Son yıllarda antropologlar, göçebe avcı
toplayıcılarda toplumsal eşitlik olduğunu söyleyen daha önceki araştırmacıların
iddialarını, bu toplumlardaki eşitsizlik örneklerini göstererek reddetmişlerdir. Örnek için
bknz., Shott. (Çevirenin notu: Alıntılanmış eserler listesinde yazar ismine bakarak kaynağı
bulabilirsiniz.) Bu meselede taraf olmak için gerekli niteliklere sahip değilim, fakat şunu
söylemek gerekir ki, yalnızca varoluşlarının fiziksel koşulları sebebiyle, göçebe avcı-
toplayıcı toplumların modern toplumlarda var olan toplumsal eşitsizlik seviyesine yaklaşan
bir eşitsizliğe sahip olmaları imkansızdır. Modern toplumdaki çoğu insan güçsüzdür ve
milyarlaca kişi arasından yalnızca bir avuç insan, “belki 500 ya da 1000 kişi”
dünyadaki gerçekten önemli kararları alır. (Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 67) Eğer
göçebe avcı-toplayıcı toplumlar bünyesindeki eşitsizlikler medeni toplumlarda var olan
eşitsizlikler ile aynı seviyede olsaydı, bu durumda bu eşitsizlikler çok kolay bir şekilde
tespit edilebilirdi ve bu toplumlarda eşitsizliğin var olduğunu kanıtlamak üzere yapılan son
dönemdeki uğraşlar gereksiz olurdu.

Kölelik göçebe avcı-toplayıcı toplumlarda nadirdi. New Encyclopedia Britannica


(2003), Vol.27, “Slavery,” p. 288. Fakat bilinmiyor değildi. New Encyclopedia Britannica
(1997), Vol. 10. “slave,” p. 873; Legros, p.617.
Eğer avcı-toplayıcı hayat tarzını, kimsenin 3 saatten fazla çalışmak
zorunda olmadığı, kadın ve erkeğin eşit olduğu ve her şeyin aşk, dayanışma
ve paylaşma olduğu bir Cennet Bahçesi olarak anlatan Anarko-Primitivist
yazıları okuduysan, bunlar koca bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Bunu
literatürden sayısız alıntı ile kanıtlayabilirim.9 Fakat Anarko- Primitivistlerin
idealize edilmiş versiyonunu bir kenara atsak ve gerçeklere objektif bir
şekilde baksak dahi, göçebe avcı-toplayıcı toplumlar endüstri öncesi
toplumlara göre çok daha çekici gözükmektedir. Zannediyorum ki, geç
dönem orta-çağ ya da Rönesans Avrupa medeniyeti ile karşılaştırıldıklarında,
avcı-toplayıcı toplumlara yapacağın en büyük itiraz, bunların görece olarak
daha alçak gönüllü kültürel başarılara (sanat, müzik, edebiyat, bilim vb.)
sahip olmaları olacaktır. Fakat modern endüstriyel toplumun nüfusunun çok
küçük bir bölümü haricindeki insanların bu tarz kültürel başarılar ile
ilgilendiğinden şüpheliyim.

Üstelik avcı-toplayıcı toplum, toplumsal bir ideal olarak çekiciliğini


kanıtlamıştır: Anarko-primitivizm geniş bir popülerlik kazanmış gibidir.
Kendisine ideal olarak, –örneğin– geç orta çağ toplumunu alan bir hareketin
aynı başarıyı gösterebileceğini hayal etmek güçtür. Tabii ki, anarko-
primitivizmin başarısının ne ölçüde avcı-toplayıcı toplumların ütopik bir
şekilde resmedilişine dayandığı sorgulanmalıdır. Tahminim, ya da en azından
umudum, avcı- toplayıcı toplumların bazı nahoş özelliklerinin (erkek
egemenliği, zorlu çalışma koşulları gibi), solcuları, nevrotikleri ve tembelleri
bu idealden kaçıracağı ve bu toplumlar gerçekçi bir şekilde resmedildiğinde,
etkili birer devrimci olabilecek insanlara çekici gelmeye devam edecekleridir.

Avcı-toplayıcı ekonomiye tüm dünya çapında dönülmesinin endüstriyel


toplumun çöküşünün olası bir sonucu olacağını düşünmüyorum. Hiçbir
ideoloji insanları ekin ekmek varken açlık çekmeye ikna edemez. Dolayısı ile
toprağın ve iklimin uygun olduğu yerlerde tarım yapılmaya devam edecektir.
9
Bknz., İlkel Yaşam Hakkındaki Gerçek
Hayatta kalmanın tek yolu olarak avcı-toplayıcılığa dönülmesi yalnızca
tarıma uygun olmayan alanlarda söz konusu olacaktır; subarktik, çorak
düzlükler ya da engebeli dağlar gibi.

* * *

Burada bahsettiğin “sürü değerlerine” karşılık “güç isteği” şeklinde


formüle edilen değer problemleri ile çok ilgilenmiyorum. Benim açımdan,
zamanımızın her şeyin üzerine çıkan egemen problemi, teknolojinin dünyayı
yok etmekle ya da onu eski insani değer problemlerinin ortadan kalkacağı bir
tarzda köklü bir şekilde değiştirmekle tehdit ediyor olmasıdır. İnsani değer
problemleri ortadan kalkacaktır, çünkü bildiğimiz şekli ile insan ırkı ortadan
kalkacaktır. Burada yalnızca insan ırkının kaçınılmaz bir şekilde fiziksel
olarak ortadan kaldırılmasından bahsetmiyorum. (Tabi bu da olasılık
dahilindedir.) Fakat insanların sosyal ve psikolojik işlevleri öylesine radikal
bir şekilde değiştirilecektir ki, değerler ile ilgili geleneksel problemler
anlamsız hale gelecektir. Eski moda konformist, eski moda bireyci kadar
antika hale gelecektir.

İnsan ırkı tarihindeki en kritik kavşakta bulunduğu için, tüm diğer


meseleler çok geç olmadan teknolojik heyulanın durdurulması problemine
feda edilmelidir. Geleneksel ahlâktan bir kopuşu savunuyorsam, bunu sürü
zihniyetinden hoşlanmadığım için yapmıyorum; geleneksel ahlâkın etkili bir
devrimci organizasyon oluşturulmasına engel teşkil etmesi sebebiyle
yapıyorum. Üstelik, herhangi bir etkili devrimci hareket muhtemelen sürü
zihniyetini kullanmak durumunda kalacaktır. Taklitçilik insan doğasının bir
parçasıdır ve ona karşı vaaz vermek yerine onu kullanmak gerekir.

Muhtemelen “güç sürecini” vurgulamamdaki amaçları yanlış


yorumluyorsun. Bunu yapmamın sebebi “güç isteğini” yüceltmek değil. Güç
sürecini tartışmanın iki temel sebebi mevcuttur: İlki, güç süreci tartışmasının
“solcu” olarak adlandırdığım insanların psikolojisinin analizi için gerekli
olması. İkincisi, insanları gelecekteki bir kötülük hakkında çalışmaya ikna
etmenin zor olması, fakat mevcut bir kötülükten kurtulmaya ikna etmenin
daha kolay olmasıdır. Güç sürecinin tartışılması, insanlara, mevcut
tatminsizliğin ve mutsuzluğun teknolojik bir toplumda yaşamamızdan
kaynaklandığını göstermekte yardımcı olmaktadır.

Ancak kişisel olarak güçlü bir şekilde bireyciliğe meylettiğimi itiraf


etmek zorundayım. İdeal durumda, bireyci eğilimlerimin devrimci strateji
üzerine düşüncelerimi etkilemesine izin vermemem ve ulaştığım sonuçlara
nesnel bir şekilde ulaşmam gerekir. Bireyci eğilimlerimin farkına varmış
olman, olmam gerektiği kadar nesnel olamadığımı gösteriyor olabilir.

Fakat politik fayda ile ilgili tüm problemleri bir kenara bırakır ve
yalnızca benim şahsi eğilimlerimle ilgilenirsek, “sürü zihniyetinin” arzu
edilir olması ya da olmaması ile ilgili felsefi problemlere çok az ilgi
duyuyorum. Batı Montana’nın dağları ihtiyacım olan ve istediğim neredeyse
her şeyi bana sunuyordu. Eğer bu dağlar, 1971 yılında Montana’ya ilk
taşındığım hali ile kalsaydı, tatmin olmuş olurdum. Dünyanın geri kalanının
sürü mantalitesine mi sahip olduğu yoksa bireyci bir zihniyete mi sahip
olduğu beni hiç ilgilendirmezdi. Fakat tabii ki, modern koşullar altında
dağların dünyanın geri kalanınından izole olmasının bir yolu yoktur.
Medeniyet oraya ulaştı ve beni sıkıştırmaya başladı, ve sonra ...

* * *

Evet, ulusların nüfuslarının ve ırksal/etnik çeşitliliğin artması hiç şüphe


yok ki toplumsal değerleri etkilemiştir. Fakat ırksal/etnik çeşitliliğin artması
şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde teknolojik hadiselerin bir sonucudur:
Göreceli olarak güvenli ve verimli yelkenli gemilerin geliştirilmesinin
insanları ticarete, seyahate ve farklı yerlerde çalışmaya teşvik eden ekonomik
(dolayısı ile teknolojik) faktörler ile birleşmesi. Nüfus artışının kendisinin de,
daha fazla insanı beslemeyi mümkün kılan tarımdaki gelişmeler gibi,
teknolojik faktörlere bağlı olduğu söylenebilir.

* * *

Devrimci bir hareket ile reformist bir hareket arasındaki farkı


açıklayacağım. Bu fark her durumda geçerli değildir, ancak bana kalırsa
mevcut durum için geçerlidir.

Devrimci bir hareketin hedefi, reformist bir harekete karşıt olarak,


toplumsal düzenin çeşitli kötü yanlarının parça parça düzeltilmesi değildir.
Devrimci bir hareketin hedefleri i) kendi gücünü oluşturmak ve ii) toplumsal
düzendeki gerilimlerin patlama noktasına gelene kadar yoğunlaştırılmasıdır.

Toplumsal kötülükleri ya da bozuklukları düzeltmek, toplumsal


düzendeki gerilimleri azaltacaktır. Devrimci ve reformist hareketler
arasındaki klasik çelişkinin sebebi budur. Genel olarak, belirli bir toplumsal
kötülüğün düzeltilmesi devrimci bir harekete ancak şu durumlarda faydalı
olabilir: (a) Bu değişim, devrimci hareket için onun prestijini artıracak bir
başarı anlamına gelmektedir. (b) Mevcut toplumsal düzen için aşağılayıcı bir
yenilgidir. (c) Yasa dışı değilse dahi, en azından mevcut toplumsal düzen için
kabul edilemez metotlar ile gerçekleştirilmiştir. (d) Geniş kesimlerce mevcut
toplumsal düzenin çözülüşüne yönelik bir adım olarak algılanmıştır.

Dünyanın şu anda karşı karşıya olduğu özel durumda, toplumsal bir


kötülüğün kısmi ya da aşamalı bir şekilde düzeltilmesi başka bir açıdan da
faydalı olabilir: Bize zaman kazandırabilir. Örneğin biyo-teknolojideki
gelişme yavaşlatılabilirse, sistemin yok edilmesinden önce gerçekleşebilecek
biyolojik bir felaketin olasılığı azalabilir.

* * *

Nüfusun azaltılmasına odaklanmanın en azından “yardımcı bir yöntem”


olarak faydalı olabileceği yönündeki argümanına özel olarak cevap vermem
gerekirse, buna iki sebepten katılmıyorum: (I) Nüfusu düşürmek ile ilgili çaba
beyhude olacaktır. (II) Başarılı olsa dahi, nüfusun azaltılması sisteme karşı bir
kazanım elde edilmesi anlamına gelmeyecektir. Bu sebeplerle, nüfusun
azaltılmasına odaklanılması daha faydalı çabalara harcanması gereken enerji
ve zamanın boşa harcanması olacaktır.

(I) Eğer benim yaşımda olsaydın ve toplumumuzun gelişmesini


50 yıl boyunca takip etseydin, nüfus artışına karşı bir kampanyaya
girişilmesini tavsiye etmezdin. Bu daha önce denendi ve başarısız oldu.
1960’lı yıllarda ve 1970’lerin başında, “nüfus problemi” ile ilgili endişe
“modaydı”. Hatta ismi “Sıfır Nüfus Artışı” olan ve hedefi adıyla müsemma
olan ulusal bir organizasyon dahi vardı. Tabii ki hiçbir şey başaramadı. O
günlerde nüfusun problem olduğu yeni bir keşifti, fakat günümüzde bu “eski
modadır”; insanlar bıkmıştır ve insanları nüfus hakkında hareketlendirmek
1960’larda olduğundan çok daha zordur. Özellikle son tahminlerin dünya
nüfusunun bu yüzyılın ortalarında 9 milyarda zirve yapacağını söylemesinden
sonra. Bu tarz tahminler güvenilir değildir, fakat yine de kontrolsüz nüfus
patlaması ile ilgili endişeleri gidermektedir.

Her halükârda, aşırı nüfusun sebep olduğu problemleri onlara anlatarak


çok sayıda insanı az çocuk sahibi olmaya ikna edemezsin. Profesyonel
propagandacıların çok iyi bildiği gibi, akılcı argümanların kendisi geniş
kitleleri etkilemek için yeterli değildir.10 Anlamlı bir etkide bulunmak için,
sistemin kendi propaganda tekniklerine başvurmak zorunludur. Ellerini bu
şekilde kirleten sistem karşıtı bir hareket, muhtemelen prestijini
kaybedecektir. Üstelik, böyle bir hareketin insanları daha az çocuk sahibi
olmaya ikna edecek dünya çapında hatta ulusal çapta bir kampanya organize
edecek kadar zengin olması hiç olası değildir. “Büyük değişikler yapmayı
hedefleyen propaganda, eski inançların dağıldığı devrimci kriz anları dışında,
yüksek miktarda zaman, kaynak, sabır ve yönlendirme gerektirir...”11
Encylopaedia Britannica Macropaedia’nın “Propaganda” makalesi,
propagandanın teknik altyapısı ile ilgili güzel bilgiler sunmaktadır. Bu
makaleden, insanların ikna edilmesi yöntemiyle doğum oranında anlamlı bir
etki yapmak için gerekli olacak devasa finansal kaynak ile ilgili bir fikir elde
edilebilmektedir. “Büyük ve zengin propaganda ajanslarının çoğu... ‘sembol
kampanyası’ ve ‘imaj inşası’ operasyonları düzenlerler. Bu faaliyetlerde,
ancak bilgisayarlar tarafından işlenebilecek veriler ile çalışan matematiksel
hesaplamalar kullanılır. ”12 vb. vb. (Bu bilgi, “Propagandaya karşı
propaganda ile karşı konulabilir.” şeklinde yapmış olduğun öneriyi bir kenara
bırakmak için kâfi olacaktır. Eğer kullanabileceğin milyarca doların yoksa,
sistemi bir propaganda savaşında yenmenin yolu yoktur. Devrimci bir
organizasyon, etkide bulunmanın başka yollarını bulmalıdır.)

10
New Encyclopedia Britannica (1997), Vol. 26, article “Propaganda,” pp. 175-
76. (“Propagandacılar, ne rasyonel argümanların ne de akıllı sloganların, kendi başlarına,
insan davranışını etkilemek konusunda yetersiz kaldıklarının farkını varmak
durumundadırlar.”)
11
Age., p. 176
12
Age., p. 174.
Doğum oranını düşürmenin ne kadar zor olduğu, Çin hükûmetinin
bunu yıllarca yapmaya çalışmasında görülebilir. Okuduğum en son raporlara
göre (birkaç yıl önceki raporlar), herhangi bir devrimci hareketin hayal
edebileceğinden çok daha geniş kaynaklara sahip olmalarına rağmen yalnızca
sınırlı bir başarı elde edebilmişlerdir.13

Üstelik, çocuk yapılmasına karşı olan bir kampanya yürütmek hareket


için intihar anlamına gelebilir. Seninle birlikte olan kişiler çocuk yapmayacak
fakat rakiplerin çocuk sahibi olacaktır. Çocukların politik görüşleri
istatistiksel olarak ebeveynlerine benzeme eğilimi gösterdiğinden, hareket her
yeni nesilde daha da zayıflayacaktır.

Ve kabaca söylemek gerekirse, devrimci hareketin bir düşmana, nefret


edilecek bir şeye ya da kişiye ihtiyacı vardır.14 Eğer aşırı nüfusa karşı
savaşıyorsan düşmanın kimdir? Hamile kadınlar mı? Bunun pek işe
yarayacağını zannetmiyorum.

(II) Doğum oranını düşürebildiğini varsaysak dahi, nüfusun


azalması pek faydalı olmayacaktır ve hatta zararlı dahi olabilir. Mektubunda,
nüfus artışının “tüm bir tekno- endüstriyel süreci ivmelenen bir şekilde
sürüklediğini” iddia ettiğin kısmı (mektubunun 7. sayfası) pek anlayamadım.

13
Çin’in “tek çocuk” politikasının etrafından dolanmak kolay olmuştur. Osnos, p.
32, col. 2. Fakat bu politika, Çin’deki nüfus artışını (durduramamakla birlikte)
“neredeyse kesin” bir şekilde yavaşlatmıştır. The Economist, July, 23, 2011, p. 12. Fakat
bu politika ciddi bir muhalefete sebep olmuştur ve nüfus bilimciler politikanın Çin’e zarar
verdiğini iddia etmişlerdir. Age., May, 7, 2011, pp. 43-44; July 23, 2011, pp. 37-38.
Günümüzde tek-çocuk politikası iki-çocuk politikası ile değiştirilmiştir. USA Today, Oct.
30-Nov. 1, 2015, p. 1A.

14
Bknz., Hoffer, ¶ 65.
Nüfus artışının ekonomik büyüme için önemli bir itki olduğu doğrudur, fakat
belirleyici etken değildir. Gelişmiş ülkelerde ekonomik gelişme nüfus
artışından çok her bir bireyin ürün ve hizmetlere yönelik talep artışından
kaynaklanıyor gibidir. Her halükârda, nüfus azalmaya başladığında bilim
adamlarının süper-bilgisayarlar ve biyo-teknoloji konusunda çalışmayı
bırakacaklarını mı düşünüyorsun? Bilim adamlarının, şirketler ve hükûmetler
gibi büyük organizasyonların finansal desteğine ihtiyaç duyduğu kesindir.
Fakat büyük organizasyonların araştırmalara olan desteği, nüfus artışından
değil, kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanır.

Dolayısı ile, bana kalırsa nüfus bağımlı değişken teknoloji ise bağımsız
değişkendir. Temel olarak teknolojik gelişmeyi sürükleyen şey nüfus artışı
değildir, fakat teknolojik gelişme nüfus artışını mümkün hale getirmektedir.
Üstelik aşırı kalabalık insanları rahatsız ettiği ve stres ve agresifliği artırdığı
için, nüfusun azaltılması toplumumuzdaki gerilimleri azaltacaktır; dolayısı ile
devrimci bir organizasyonun çıkarlarının hilafına olacaktır. Çünkü daha önce
vurgulandığı gibi, devrimci bir organizasyon toplumsal gerilimleri artırmayı
hedefler. Nüfus probleminin çözüldüğü gibi pek olası olmayan bir senaryoda
dahi, bu durum, bu mektupta daha önce (b), (c), (d)’de belirtilen koşulları
karşılamayacaktır. Nüfusun azalması, yukarıda bahsettiğim şekilde “zaman
kazandırabilir”; ancak bunu, biraz önce bahsettiğim diğer faktörler ile birlikte
değerlendirdiğimizde, denge bariz bir şekilde nüfusun düşürülmesi ile ilgili
bir çaba içerisine girmenin karşısında olmaktadır. Fakat devrimci bir
organizasyon, aşırı-nüfusu teknolojik gelişmenin olumsuz sonuçlarından
birisi olarak göstererek nüfus problemini kullanabilir.

* * *

ABD’nin durumunun senin düşündüğün gibi özel olduğunu


düşünmüyorum. Her halükârda, ABD’nin durumu üzerinde ben olsam
durmazdım; çünkü ABD’nin dünyadaki kötülüklerin çoğundan sorumlu
olduğu tezini işleyen birçok kişi halihazırda bulunmaktadır. Bir vatansever
değilim ve ABD’yi savunmak için özel bir istek duymuyorum. Fakat takıntılı bir
anti-Amerikancılık, tıpkı cinsiyetçilik, ırkçılık ve benzerleri gibi, ilgiyi teknoloji
probleminin üzerinden dağıtmaktadır. Global ekonomik ve teknolojik durumu
düşündüğümüzde, ABD’nin dünyanın kabadayısı rolünü oynamadığı bir
durumda muhtemelen başka bir ülke ya da ülkeler grubu bu rolü oynayacaktır.
Ve mesela eğer Ruslar bu rolü oynasalar, bunu ABD’nin yaptığından çok daha
kaba bir şekilde yapacaklarından şüpheleniyorum.

“Devrimi giden birçok yol olduğu” ile ilgili son yorumunda neyi
kastettiğini tam olarak anlayamadım. Fakat devrimci bir hareketin eklektik ve
çok çeşitli olmaması gerektiğini söylemem gerekir. Esnek olmalıdır ve belli bir
noktaya kadar kendi içerisinde muhalefete izin vermelidir. Ancak devrimci bir
hareketin açık bir doktrine ve açık hedeflere sahip olması gerekir ve kendi
içerisindeki birliği sağlam olmalıdır. Herkesi kendine çekmeye çalışan ve
devrime giden her yolu aynı anda kucaklamaya çalışan bir hareketin başarılı
olamayacağını düşünüyorum. Bir kaç noktaya değinmek gerekirse:

A. Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığa benzer birkaç kurutuluşçu


din bulunuyordu. Bununla ilgili bir tartışmayı Jerome Carcopino’nun Daily Life
in Ancient Rome kitabında bulabilirsin. Hristiyanlık bir istisna olmak üzere, bu
dini hareketlerin hepsi eklektikti ve birbirlerine karşı toleranslıydılar. Kişi bunlar
içinden birden fazlasına üye olabilirdi. Yalnızca Hristiyanlık kendisine tam bir
bağlılığı zorunlu kılmıştır.15 Ve sonunda hangi dinin Avrupa’da egemen hale
geldiğini söylememe gerek yok sanırım.

15
Encyclopedia Britannica, 15th Ed., 2003, Vol. 16, article “Christianity,” p. 261.
Bknz. Freemen, p. 172 (Hristiyanlar “sonsuza kadar kabul edilen dinlerin dışında
kalacaklarına dair bir görüş birliğine varmışlardır”); p. 175; p. 221 (“Hristiyanların
kendilerini sivil yaşamın tüm dini ritüellerinden soyutlamaları bekleniyordu… . Toplumsal
kohezyon, toplumun geri kalanından ayrı bir yerde duran bir topluluğun tanımlanması ile
sağlanmıştır…”).
B. 1917 Rus Devrimi’nin erken aşamalarında Sosyal Devrimci
Parti en fazla üyeye sahip en popüler partiydi. Bolşevik Parti küçüktü ve izole
bir durumdaydı. Fakat Sosyal Devrimci Parti, bir şekilde devrime sıcak bakan
herkesi bünyesine katan kucaklayıcı bir partiydi. “Sosyal Devrimciler için oy
kullanmak genel olarak devrim için oy kullanmaktı ve bunun ötesinde bir
bağlılık gerektirmiyordu.”16 Buna karşılık Bolşevikler daha fazla birliğe
sahiplerdi ve açık hedefleri olan bir eylem planı geliştirmişlerdi. “Bolşevikler
tavizsiz devrimciler gibi hareket ettiler ya da bu yönde çaba gösterdiler.”17 Ve
sonunda devrimin sonucunu belirleyenler Sosyal Devrimciler değil
Bolşevikler oldu.

David Skrbina’ya Mektup, 18 Eylül 2004


27 Temmuz tarihli mektubunu yanıtlamak için “devrime giden yolu”
nasıl gördüğümü daha detaylı bir şekilde açıklamak meselenin daha iyi
anlaşılmasını sağlayabilir. Bu “yol”dan bahsetmek elbette spekülatiftir.
Olayların gidişatını önceden kestirmek imkânsızdır, dolayısı ile tekno-
endüstriyel sistemi ortadan kaldırmaya çalışan herhangi bir hareket esnek
olmak ve deneme yanılma yolu ile ilerlemek zorundadır. Yine de, izlenmesi
gereken yolu aşağı-yukarı belirtmek gerekmektedir; çünkü nereye gittiği
hakkında hiçbir fikri olmayan bir hareket amaçsız bir şekilde savrulacaktır.
Aynı zamanda, devrime giden olası yolun sınırlarını belirlemek devrim fikrinin
daha mümkün hissedilmesine yardımcı olmaktadır. Günümüzde etkili bir
devrimci hareket oluşturmanın önündeki en büyük engel, muhtemelen çoğu
kişinin (en azından ABD’de) devrimi makul bir olasılık olarak görmemesinden
kaynaklanmaktadır.
16
Trotsky, p. 223.

17
Age., p. 324. Bu konu hakkında genel olarak bknz., Age., p. 223-331
İlk olarak, yasa dışı faaliyetin kaçınılmaz olacağına inanıyorum. Eğer yasa
dışı faaliyeti özendiriyor gibi görünseydim bu mektubu göndermem mümkün
olmazdı. O yüzden yalnızca şunları söylemekle yetineceğim: Devrimci hareket,
biri illegal ve yeraltında, diğeri legal olmak üzere iki ayrı ve bağımsız bölümden
oluşmalıdır. İllegal bölümün ne yapması gerektiği hakkında hiçbir şey
söylemeyeceğim. Legal bölümün (hiçbir şey için olmasa dahi kendi güvenliği
için) illegal bölümle herhangi bir bağlantıdan dikkatli bir şekilde kaçınması
gerekir.

29/08/2004 tarihindeki mektubumda listelenen muhtemel istisnalar ile


birlikte, legal bölümün faaliyeti teknolojinin herhangi bir olumsuz yanının
düzeltilmesi olmayacaktır. Bunun yerine, gelecekteki bir devrimin yolunu
hazırlamak ve zamanı geldiğinde bunu gerçekleştirmek ile ilgilenecektir.

Önceden hazırlıklı olmak özellikle önemlidir, çünkü devrim için bir fırsat
her an beklenmedik bir şekilde gelebilir. 1917 Şubatında St. Petersburg’ta
kendiliğinden gerçekleşen isyan tüm Rusya’yı şaşırtmıştır. Eğer devrime giden
yol daha önceden hazırlanmamış olsaydı, bu ayaklanma (tabi eğer
gerçekleşseydi) devasa fakat amaçsız bir tatminsizlik patlamasından daha fazlası
olmayacaktı. Fakat liderlik rolünü üstlenebilecek güçlü bir devrimci hareket
halihazırda bulunmaktaydı ve üstelik devrimciler St. Petersburg işçilerini,
ayaklandıklarında bunun amaçsız bir sinir patlaması olmaması ve belirli bir
amaca yönelik ve aşağı yukarı zeki bir şekilde davranacakları bir eylem olması
için uzun zamandan beri eğitiyorlardı (ya da endoktrine ediyorlardı).18

Devrime giden yolu hazırlamak için legal bölüm şunları yapmalıdır:

(I) Kendi gücünü ve bütünlüğünü oluşturmak. Sayıları


çoğaltmak; sadık, kabiliyetli, derinden bağlı ve pratik eylem için hazırlıklı
üyeleri toplamaktan çok daha az öneme sahiptir. (Bolşevik örneği burada
öğreticidir.)19
18
Trotsky, op. cit., Vol. One, Chapter VIII, pp. 136-152.
19 Bknz., Trotsky, op. cit.
(II) Sıralayacağım şeyleri gerçekleştirecek bir ideoloji oluşturmak
ve yaymak (a) insanlara teknolojinin gelişmesinin gelecek için ne kadar büyük
tehlikeler içerdiğini göstermek; (b) insanlara, mevcut problemlerinin ve
sıkıntılarının ne kadar büyük bir bölümünün teknolojik bir sistemde yaşıyor
olmalarından kaynaklandığını göstermek; (c) insanlara bu problemlerin
bulunmadığı geçmiş toplumların var olduğunu göstermek; (d) pozitif bir ideal
olarak doğaya yakın bir yaşamı sunmak; ve (e) gerçekçi bir alternatif olarak
devrimi önermek.20 (II)’nin faydası şu şekildedir:

Günümüzdeki mevcut durum içerisinde, endüstrileşmiş dünyanın


istikrarlı bölgelerinde devrim imkânsızdır. Bir devrim, ancak bir olay
endüstriyel toplumun istikrarını sarstığında mümkün olacaktır. Sistemi bu
şekilde sarsacak olayları ve gelişmeleri hayal etmek kolaydır. Tek bir örnek
vermek gerekirse, bir deney laboratuvarında oluşturulan bir virüsün buradan
kaçtığını ve mesela endüstriyel dünyadaki nüfusun üçte birini ortadan
kaldırdığını varsayalım. Fakat bu şimdi olursa, işin sonunun devrime varması pek
mümkün değildir. İnsanlar felaketin sorumlusunu bir bütün olarak tekno-
endüstriyel sistem olarak görmeyecekler ve tek bir laboratuvarın dikkatsizliğini
suçlayacaklardır. Tepkileri teknolojiyi çöpe atmak değil, düşen parçaları
toplamak ve sistemi yeniden işler hale getirmek olacaktır— elbette daha sonra
biyo-teknolojik araştırmanın daha sıkı kontrol edilmesini gerektiren yasalar
çıkaracaklardır.
20
Buradaki (II)’nin, 29/08/2004 tarihli mektubumda bahsettiğim devrimci bir
hareketin ikinci hedefi ile (“toplumsal bir düzendeki gerilimleri bu gerilimler patlama
noktasına gelinceye kadar artırmak”) aynı olduğunu söylemek için geniş bir yorum yapmak
gerektiği doğrudur. Fakat olabildiğince anlaşılır yazmak ile ilgili öğrendiğim bir şey varsa
o da ayrıntılar üzerinde çok fazla odaklanmanın tam tersi bir sonuç doğurduğudur.
Anlaşılmak için olabildiğince basit olmak gereklidir. Bu hassaslıktan taviz vermeyi
gerektirse dahi. 29/08/2004 tarihli mektubumun amaçları için vurgulamak istediğim nokta,
devrimci bir hareketin, çeşitli reformlar ile toplumsal gerilimleri azaltmak yerine bunları
artırması gerektiği idi. Bu mektubumda olduğu gibi, devrimci bir hareketin görevinin daha
ayrıntılı ve hassas bir tarifini yapsaydım, 29/08/2004 tarihli mektubumda vurgulamak
istediğim esas konunun arka planda kalmasına sebep olurdum. Dolayısı ile bu konuda daha
tutarlı olamamamı maruz görmeni rica ediyorum.
Zorluk; insanların problemleri, sıkıntıları ve felaketleri merkezi bir
teknoloji probleminin tezahürleri olarak görmek yerine hepsini tek tek, izole
bir şekilde görmelerinden kaynaklanmaktadır. El Kaide Washington D.C.’de
bir atom bombası patlatacak olsa, insanların tepkisi “Yakalayın şu
teröristleri!” şeklinde olacaktır. Atom bombasının, nükleer teknolojideki
gelişmeler olmadan mümkün olamayacağı gerçeğini unutacaklardır. İnsanlar,
kültürlerinin ve ekonomik refahlarının yüksek sayıdaki göçmen akını
tarafından tehdit edildiğini gördüklerinde, devasa nüfus hareketlerinin
teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu olan ekonomik gelişmeler
yüzünden yaşandığını fark etmemektedirler; tepkileri basitçe göçmenlerden
nefret etmek olmaktadır. Dünya çapında bir ekonomik kriz olduğunda,
insanlar basitçe birilerinin ekonomiyi yanlış yönetmesini suçlamaktadırlar.
Ancak küçük toplulukların kendi kendilerine yeterli olduğu eski zamanlarda,
bu toplulukların refahlarının hükûmet ekonomistlerinin kararlarına bağlı
olmadığını unutmaktadırlar. İnsanlar geleneksel değerlerin çürümesinden ya
da yerel otonominin yok olmasından rahatsız olduklarında, “ahlaksızlığa”
karşı vaazlar vermekte veya “büyük devlete” kızmaktadırlar; fakat geleneksel
değerlerin ve yerel otonominin kaybedilmesinin teknolojik gelişmenin
kaçınılmaz sonucu olduğunun farkına bile varmamaktadırlar.

Ancak devrimci bir hareket yeterli sayıda insana yukarıdaki


problemlerin ve diğer başka sayısız problemin merkezi bir problemin,21 yani
teknoloji probleminin bir sonucu olduğunu gösterebilirse ve hareket (ii)’de
listelenen diğer görevleri başarılı bir şekilde gerçekleştirebilirse, bu durumda,

21
“Farklı hadiselerin kişisel ve toplumsal değerleri etkilediği tecrübe edildiğinde,
bundan doğan tatminsizlik ve karşıtlığın odağı, rahatsızlık verici hadiselerin ortak bir
kaynaktan çıktığı olmalıdır,” Abel, p. 349. Bir hareket “tatminsizlikleri, maharetli bir
şekilde kendi ideolojisi ile bağlantılandırabilmelidir.” Age., p. 351.
yukarıda bahsedildiği şekilde bir salgın hastalık22 veya dünya çapında bir
ekonomik kriz ya da yaşamı zor ve tehlikeli hale getirecek çeşitli faktörlerin
biriktiği bir durum gerçekleştiğinde tekno-endüstriyel sisteme karşı bir
devrim mümkün hale gelebilir.

Üstelik hareketin sistemi zayıflatacak bir krizin oluşmasını pasif bir


şekilde beklemesine gerek yoktur. İllegal bölümün yapacağı eylemlerden
tamamı ile ayrı olarak, legal bölümün ektiği muhalefet tohumları bir krizin
oluşmasına yardımcı olabilir. Örneğin Rus Devrimi çar rejiminin 1. Dünya
Savaşı’nda aldığı felaket yenilgiler ile ortaya çıkmıştır ve devrimci hareket
bu felaketlerin ortaya çıkmasına yardımcı olmuş olabilir, “çünkü savaş
içerisindeki hiçbir ülkede politik mücadeleler Rusya’da olduğu kadar yoğun
ve cephe gerisinin etkili bir şekilde seferber edilmesini engelleyecek şekilde
yürütülmemiştir.”23

Hareket (II)’de bahsedilen görevi yerine getirirken elbette rasyonel


argümanları kullanacaktır. Fakat 29/08/04 tarihli mektubumda da belirttiğim
gibi, akılcı argümanların bizzat kendisi insan davranışını kitle bazında
etkileyebilmek için çok zayıf bir araçtır. Aynı zamanda insan davranışının
akılcı olmayan yanları ile de uğraşmanız gerekir. Fakat bunu yaparken
sistemin propaganda tekniklerine başvuramazsınız. 29/08/04 tarihli
mektubumda söylediğim gibi, sistemi başa baş bir propaganda yarışında
22
Biyo-teknolojik bir kazanın bir devrimin kıvılcımı olabileceği iddiası, biyo-
teknolojik gelişmenin bu gelişme kaynaklı bir felaketi önlemek için geciktirilmesinin iyi
olacağı yönündeki daha önce söylediklerimle çelişiyor olabilir. (28/09/2004 tarihli mektup,
sayfa 12) Bir açıdan böyle bir felaket o kadar ciddi olabilir ki geriye kurtarılabilecek bir
şey bırakmayabilir. Diğer bir açıdan, daha az ciddi olabilir ve devrime uygun bir durum
yaratabilir. Hangi ihtimale daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği tartışmalıdır. Fakat genel
olarak biyo-teknolojinin yavaşlatılmasına yönelik bir çabanın bu konuda yapılacak en işi
şey olduğunu düşünüyorum.
23
The New Encyclopedia Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 28, article “Union of
Soviet Socialist Republics,” p. 1000.
yenemezsin. Bunun yerine, sistemin psikolojik cephane alanındaki
üstünlüğünü alt etmek için, devrimci bir hareketin sistem karşısında sahip
olacağı bazı avantajları kullanman gerekir. Bu avantajlardan bazıları
şunlardır:

(i) Bir çok insanın modern yaşamın ruhani açıdan bir boşluk içerdiğini
hissettiği anlaşılmaktadır. Bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum,
fakat “ruhani boşluk”, en azından, sistemin insanlara hedonist zevklerden ya
da teknolojik ilerlemenin kendisine tapılmasından başka geniş ölçüde kabul
edilmiş bir pozitif değer verememesini içerecektir. Birçok insanın bu
değerleri tatminkâr bulmaması modern toplum içerisinde alternatif değerler
sunan grupların varlığı ile kanıtlanmaktadır—kimi zaman sistemin kendi
değerleri ile çelişen değerler. Bu tarz gruplar köktenci kiliseleri ve diğer ana-
akımdan uzak daha küçük kültleri ve aynı zamanda sağ ve solda yer alan aşırı
politik hareketleri içerecektir. Başarılı bir devrimci organizasyon bu
gruplardan çok daha iyi bir iş çıkarmalı ve sistemin ruhani boşluğunu,
rasyonel ve kişisel disiplini olan insanlara hitap eden değerler ile
doldurmalıdır.

Vahşi doğa hâlâ insanları büyülemektedir. Bu National Geographic


gibi dergilerin popülerliği, hala mevcut olan (yarı)vahşi yerlere yapılan
turistik geziler ve benzerlerinden anlaşılmaktadır. Fakat doğa dergilerine,
rehberli vahşi doğa turlarına ve milli parklara rağmen, sistemin propagandası
“ilerlemenin” vahşi doğayı yok ettiği gerçeğini gizleyememektedir. Bir çok
insanın, çevrenin tahrip edilmesinin pratik sonuçlarından bağımsız olarak
değerlendirildiğinde dahi, vahşi doğanın yok edilmesini ciddi anlamda
rahatsız edici bulmaya devam ettiğini düşünüyorum ve insanların bu
konudaki fikirlerini devrimci hareket bir araç olarak kullanabilir.

Pek çok insanın bir topluluğa ait olma hissiyatına ya da sosyologların


“referans grubu” dedikleri şeye ihtiyacı vardır. Sistem bu ihtiyacı elinden
geldiği kadar karşılamaya çalışmaktadır. Bazı insanlar referans gruplarını ana-
akım bir kilisede, bir izci grubunda, bir “dayanışma grubunda” ya da
benzerlerinde bulurlar. Çok sayıda insan için, sistemin sunduğu bu referans
gruplarının yetersiz olduğu, ana-akımın dışında yer alan, hatta sisteme karşı
olan muhalif grupların yaygınlaşmasından anlaşılabilir. Bunlara kültler,
çeteler, politik açıdan muhalif gruplar dahildir. İnsanların sistemin sunduğu
referans gruplarını yetersiz bulmalarının temel sebebi, muhtemelen bu
grupları sistemin kendisinin sunuyor olmasıdır. İnsanların, “kendilerinin
olan” bir gruba ihtiyaçları vardır. Yani otonom ve sistemden bağımsız olan
bir grup.

Devrimci bir hareket, sistemin hedonizminden daha tatmin edici


değerler sunan referans grupları oluşturabilmelidir. Vahşi doğa muhtemelen
merkezi değer olacaktır, ya da merkezi değerlerden birisi olacaktır.

Her halükârda, insanlar sıkıca bağlanmış bir referans grubuna bağlı


olduklarında, sistemin propagandası bu referans grubunun değerleri ve
inançları ile karşıtlık içerisinde olsa dahi, bu propagandaya karşı bağışık hale
gelmektedirler.24 Dolayısı ile referans grubu, devrimci bir hareketin sistemin
propagandasını alt edilebileceği en önemli araçlardan birisi olmaktadır.

Sistemin düzenli ve uysal bir nüfusa ihtiyacı vardır; bu sebeple agresif,


düşmanca ve sinirden kaynaklanan tepkileri katı bir sınırlama altında
tutmalıdır. Sistemin kendisine karşı birikmiş epey bir kızgınlık vardır.
Sistemin bu tarz bir kızgınlığı özellikle sıkı bir kontrol altında tutması onun
açısından önemlidir. Dolayısı ile bastırılmış sinir, devrimci hareketin sisteme
karşı kullanması gereken önemli bir psikolojik faktördür.
24
Age., Vol. 26, makale “Propaganda,” p. 176 (“bir kural olarak en etkili
medya… doğrudan bireyin kendisine hitap etmeyen kitlesel medya değil, fakat bireyin
kendini ait hissettiği birlik ya da organizasyondur [referans grupları]… Genel olarak
ortalama insan, kitle medyasını yalnızca görmezden gelmez; aynı zamanda ona karşı aktif
bir güvensizlik duyar… Fakat kendi referans grubunun sıcaklığında kendisini evinde
hisseder…”).
Sistem ucuz propagandaya dayandığı için ve devam eden teknolojik
gelişmenin vaat ettiği karanlık geleceğe gönüllü bir körlükle yaklaşılmasına
ihtiyaç duyduğu için, fikirlerini dikkatlice ve rasyonel bir şekilde geliştiren
devrimci bir hareket rasyonel düşünceyi kendi tarafına alarak önemli bir
avantaj kazanabilir. Rasyonel düşüncenin kendi başına, insanları kitle bazında
etkilemek için çok zayıf bir araç olduğunu daha önce vurgulamıştım. Fakat
yine de, insan davranışını etkileyen irrasyonel faktörlere azami dikkat
gösteren bir hareket, anahtar fikirlerini sağlam bir rasyonel temele oturtarak
uzun vadede çok büyük kazançlar elde edebilir.

Bu şekilde hareket, sistemin propagandasından ve onun gerçeği tahrif


etmesinden rahatsız olan rasyonel, zeki insanları kendisine çekebilecektir.
Böyle bir hareket, kaba bir şekilde irrasyonellikten faydalanan bir hareketten
daha az kişiyi kendine çekecektir; fakat az sayıdaki yüksek kalite insanın,
uzun vadede, çok sayıdaki aptaldan çok daha fazlasını başaracaklarını
düşünüyorum. Rasyonelliğin derin bir bağlılığa ve güçlü bir duygusal
yatırıma engel olmadığını unutmamak gerekir.

Marksizmi, ABD’de ortaya çıkan irrasyonel dini hareketler ile


karşılaştır mesela. Dini hareketler uzun vadede önemli hiçbir şey
başaramamışken, Marksizm dünyayı sarsmıştır. Tabii ki, Marksizmin de
irrasyonel bileşenleri bulunmaktaydı. Pek çok insan için Marksizme inanmak,
bir dine inanmak gibiydi. Fakat Marksizm tamamı ile irrasyonel olmaktan
uzaktı; bugün dahi tarihçiler, Marx’ın ekonomik faktörlerin tarihin gidişatı
üzerindeki etkisinin anlaşılmasındaki katkılarını vurgulamaktadırlar. 19.
yüzyılın ve 20. yüzyılın başlarının perspektifinden Marksizm gayet
mantıklıydı ve zamanın problemleri açısından bir hayli günceldi, dolayısı ile
dini hareketlere eğilimli olan insanlardan çok farklı karakterlere sahip kişileri
kendine çekmişti.

Ancak Marksizme dogma olarak inanmanın Rus Devrimci hareketinin


başarısında anahtar bir rol oynamış olması mümkündür. Bir hareketin
mensuplarını çok katı bir rasyonelliğe zorlamaması ve inanca biraz yer
bırakması gerekebilir. Eğer hareketin ideolojisi rasyonel bir temele sahipse,
belirli miktarda rasyonel olmayan ya da irrasyonel ideolojik bir üstyapıya
rağmen zeki ve rasyonel insanları kendine çekmeye devam edebilir. Bu çok
hassas bir problemdir ve cevabı ancak deneme yanılma yolu ile bulunabilir.
Fakat yine de, rasyonel bir temelde pozisyon alan devrimci bir hareket, sistem
karşısında çok güçlü bir avantaja sahip olacaktır.

Her halükârda, hareketin ne tür insanlardan oluştuğu çok önemli


olacaktır. Böyle bir hareketin yapabileceği en büyük hata, ne kadar fazla
üyeye sahip olunursa o kadar iyi olacağını düşünmesi ve kendisine ilgi duyan
herkesi harekete katmaya cesaretlendirmesi olacaktır. Bu tam olarak orijinal
Earth First!’ün yaptığı hatadır. 1980’lerin başında kurulduğu hali ile Earth
First! gerçek bir devrimci hareket olabilirdi. Fakat hiçbir ayrım yapmadan
herkesi bünyesine kabul etmiştir –ve tabii ki– katılanların çoğu solcu tipler
olmuştur. Bunlar hareketi sayısal olarak işgal etmiş ve onu ele geçirerek
karakterini değiştirmişlerdir. Bu süreç Martha F. Lee tarafından Earth First!:
Environmental Apocalypse (Syracuse Universiy Press, 1995) isimli kitapta
anlatılmıştır. Earth First!’ün günümüzdeki hali ile potansiyel bir devrimci
hareket olduğunu düşünmüyorum.

Yeşil anarşist/anarko-primitivist hareket, solcu tipleri bünyesine


çekmesi yanında, üyelerinin kişiliklerine dayanan başka bir problem daha
ihtiva etmektedir: Kafası karışık ve ciddi manada kişisel kontrol problemi
bulunan çok sayıda kişiyi kendisine çekmektedir. Dolayısı ile hareket, bir
bütün olarak, irrasyonel ve kimi zaman çocukça bir karakter sergilemektedir.
Bana kalırsa bu sebeple başarısız olmaya mahkumdur. Aslında yeşil anarşist/
anarko-primitivist harekette çok iyi fikirler bulunmaktadır ve bazı açılardan
bu hareketin doğru bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Fakat hareket
aşırı sayıda yanlış tipte insanın harekete akın etmesi yüzünden
mahvedilmiştir.
Dolayısı ile doğmakta olan bir devrimci hareket için kritik önemdeki
problem, Amerika’da asi görünüme sahip her harekete akın eden solcuları ve
düzensiz, irrasyonel ve diğer açılardan uygun olmayan insanları dışarıda
tutmaktır.

Bir hareket kurmanın en zor yanı muhtemelen ilk adımdır: Güçlü bir
bağlılığa sahip, doğru karakterdeki az sayıda kişiyi bulmak. Bu küçük
çekirdek oluşturulduktan sonra diğer üyeleri çekmek daha kolay olacaktır.
Ancak akılda tutulması gereken bir nokta şudur: Topluluk yalnızca bir
tartışma grubu olarak kalırsa hiç kimseyi kendine çekemeyecek ve
çektiklerini de bünyesinde tutamayacaktır. İnsanların ilgisinin canlı tutulması
için pratik projelere katılmalarının sağlanması gereklidir. Bu hem devrimci
bir hareket hem de reform yapmak isteyen bir hareket kurmak için geçerlidir.
Az sayıdaki ilk katılımcı için ilk proje kütüphane araştırması yapmak ve diğer
kaynaklardan bilgi toplamak olacaktır. Toplanacak bilgiler, örnek olarak, eski
toplumlarda toplumsal değişimlerin nasıl gerçekleştiği ve bu toplumlarda
politik, ideolojik ve dini hareketlerin evrimi; bu hareketlerin bizim
toplumumuzda yakın yıllarda geçirdikleri evrimler; kolektif davranış üzerine
yapılan bilimsel çalışmaların sonuçları ve Earth First!, yeşil anarşi, anarko-
primitivizm ve günümüzdeki bağlantılı hareketlere katılan insanlar ile ilgili
veriler olacaktır. Grup yeterli miktarda bilgi topladığında, nihai olmayan bir
eylem programı oluşturabilir. Hatta bu sayfalarda çerçevesini çizdiğim birçok
fikri değiştirebilir ya da görmezden gelebilir.

Fakat teknoloji problemi ile ilgili ciddi bir şeyler yapmak isteyen her
insan için ilk görev gayet açıktır: Mevcut anti-teknolojik hareketlere musallat
olan solcu ve irrasyonel tipleri kendinden tamamen uzak tutacak yeni bir
hareket oluşturmak üzere çekirdek bir kadro inşa etmek.
David Skrbina’ya Mektup, 12 Ekim 2004
I. Martin E. P. Seligman’ın Helplessness: On Depression,
Development, and Death kitabından bazı bilgileri özetleyerek başlayacağım.
Burada hafızaya dayanmak zorundayım çünkü elimde Seligman’ın kitabının
bir kopyası ya da kitap üzerine alınmış ayrıntılı notlar yok.25 Seligman
hayvanlar üzerine yaptığı deneyler ile şu sonuçlara ulaşmıştır:

Bir hayvanı al, tekrar tekrar acı verici uyarana maruz bırak ve her
seferinde bu uyarandan kaçma çabalarını engelle. Hayvan hayal kırıklığına
uğrar. Süreci yeteri kadar tekrar et, hayal kırıklığı yerini depresyona bırakır.
Hayvan mücadeleyi bırakır.

Hayvan “öğrenilmiş çaresizlik” durumuna ulaşmıştır. Eğer sonraki bir


zamanda hayvan aynı acı verici uyarana tekrar maruz bırakılırsa, bunu
kolayca yapabileceği halde acı verici uyarandan kaçmaya dahi çalışmaz.

Öğrenilmiş çaresizlik giderilebilir. Ayrıntıları hatırlamıyorum ancak


genel fikir, hayvanın başarılı çabalar içine girerek öğrenilmiş çaresizliği
aşabileceği yönündedir.

Öğrenilmiş çaresizliğin öğrenilmesi ve giderilmesi, hayvanın eğitildiği


belirli bir davranış alanı içerisinde olmaktadır. Örneğin, eğer bir hayvan
elektrik şoklarından kaçmak ile ilgili çabalarının sürekli olarak hüsran ile
sonuçlandığı bir süreç ile öğrenilmiş çaresizlik edinirse, gıda bulmak ile ilgili
çabalarında öğrenilmiş çaresizlik semptomları göstermesi gerekmez. Fakat
öğrenilmiş çaresizlik, belirli bir derecede, bir alandan diğerine sirayet
edebilir. Eğer hayvan öğrenilmiş çaresizliği elektrik şoklarına bağlantılı
olarak edinmişse, sonrasında gıda bulmak ile ilgili çabaları hayal kırıklığına
uğratıldığında daha kolay bir şekilde gıda bulmak ile ilgili çabalarından
25
Bknz., Öğrenilmiş Çaresizlik Üzerine, Kaczynski.
vazgeçmektedir. Aynı prensipler öğrenilmiş çaresizliğin giderilmesinde de
geçerlidir.
Bir hayvan öğrenilmiş çaresizliğe kısmen “bağışık” hale getirilebilir.
Eğer hayvanın daha önceden engelleri çaba göstererek aşma konusunda bir
tecrübesi varsa, öğrenilmiş çaresizliğe karşı (dolayısı ile depresyona da) böyle
bir tecrübesi olmayan hayvana nazaran çok daha dirençli olacaktır. Örneğin
kafesteki güvercinlerin yiyeceğe ulaşması, bir mekanizmayı ittirerek
tetiklemek sureti ile olabiliyorsa, hiçbir şey yapmadan yiyeceklerine ulaşan
güvercinlere nazaran öğrenilmiş çaresizliğe karşı daha dirençli olacaklardır.

Bununla ilgili hafızam çok net değil ancak, Seligman laboratuvar


fareleri ile vahşi fareler arasında bir farktan bahsetmektedir. Vahşi fareler
kendilerini umutsuz bir durumdan kurtarmak konusunda laboratuvar
farelerine göre çok daha enerjik ve dirayetlidir. Muhtemelen vahşi fareler,
hayatlarındaki daha önceki başarılı çabalar sayesinde öğrenilmiş çaresizliğe
karşı bağışıklık kazanmışlardır.

Sonuç olarak, belirli bir amaca yönelik çaba, hayvanların psikolojik


ekonomisinde temel bir rol oynuyor gibidir.26

Seligman’ın kitabını ilk olarak 1980’lerin sonunda okumuştum. Kitap


ilk olarak 1970’lerin başında çıkmıştır. Öğrenilmiş çaresizlik ile ilgili sonraki
çalışmaları okumaya pek fırsatım olmadı. Fakat teorinin insanlar için de
geçerli olduğuna inanılmaktadır ve bildiğim kadarı ile bu konuda çalışmalar
devam etmektedir.

Psikolojik bir teoriyi, yalnızca psikologlar doğru olduğunu söylediği


için kabul etmiyorum. Psikoloji alanında bir sürü saçmalık bulunmaktadır ve
bazen deneysel psikologlar dahi ellerindeki verilerden aptalca sonuçlar
26
“Hayvanların hepsi, bir hedefin peşinde koşmanın kendisinden bir tatmin duygusu
elde ederler.” The Week, Feb. 6, 2009, p. 23, Grandin & Johnson’un bir incelemesi.
çıkarmaktadırlar. Fakat öğrenilmiş çaresizlik teorisi benim şahsi tecrübemle
ve insanları gözleyerek edindiğim insan doğasına yönelik izlenimler ile
uyuşmaktadır.

Amaçlı ve başarılı bir çaba ihtiyacı, kabiliyet ya da kontrol edebilme


gücünü gerektirmektedir. Çünkü amaçlara ulaşmak için gerekli kabiliyet veya
kontrol edebilme gücü olmadan, bu amaçlara ulaşılamaz. Seligman şöyle
yazıyor:

Bir çok teorisyen, çevrede gelişen olaylara hükmedebilme ile ilgili


dürtü ya da ihtiyaçtan bahsetmiştir. Meselenin klasik bir sunumunda R. W.
White (1959) kabiliyet konseptini önermiştir. Kontrole yönelik temel
dürtünün, öğrenme teorisyenleri ve psikanalitik düşünürler tarafından ihmal
edildiğini iddia etmektedir. Kontrol etme dürtüsü, hayvanların ve insanların
hayatında seks, açlık ve susuzluktan daha güçlü olabilir J. L. Kavanu (1967)
zora karşı direnmenin vahşi hayvanlar için seks, gıda ya da sudan daha
önemli olduğunu söylemiştir. Tutsak farenin deneysel manipülasyona
direnmek adına orantısız bir zaman ve enerji harcadığını bulmuştur. Deneyi
yapanlar ışıkları açtığında fare zamanını onları kapatmak için harcamaktadır.
Deneyi yapanlar ışıkları kapattığında fare geri açmaktadır.27

Bu, canlıların yalnızca güç için değil aynı zamanda otonomi için de bir
ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Aslında otonomiye yönelik bu tarz bir
ihtiyacın çaba yolu ile başarıya ulaşmak için gerekli olduğu anlaşılmaktadır:
Çünkü çaba başka bir insana bağımlı olarak gerçekleştirilirse, bu durumda bu
çabalar o insanın amaçlarına yönelik olacaktır.

Fakat buradaki nahoş gerçek, bireylerin ihtiyaç duydukları otonomi


seviyelerindeki farklılıklardır. Bazı insanlar için otonomi dürtüsü çok güçlü
iken, diğer bir aşırı uçta yer alan insanlar için otonomi gibi bir istek söz
27
Martin E.P. Seligman, Helplessness: On Depression, Development, and Death,
W. H. Freeman and Company, New York, 1975, p. 55.
konusu değil gibidir ve başkalarının kendileri yerine düşünmesini tercih
etmektedirler. Bu insanlar için durum, otoritesini kabul ettikleri insanların
hedeflerini otomatik olarak ve bu konuda bir irade dahi ortaya koymadan
kendi hedefleri gibi kabul etmek olabilir. Diğer bir açıdan, bazı insanlar
tatmin olmak için kendi düşünce ve karar verme kabiliyetlerini
kullanabilecekleri amaçlı çabalara ihtiyaç duyarken, başka bazılarının,
yalnızca fiziksel bir çaba ve katı bir rutine bağlı zihni melekeler ile tatmin
olabildikleri söylenebilir. Diğer bir hipotez ise, başkalarının kendileri için
hedefler koymasını tercih edenlerin, düşünme ve karar verme alanında
öğrenilmiş çaresizliğe sahip kişiler olduğu şeklinde olabilir.

Dolayısı ile otonomi sorunu biraz problematik kalmaktadır. Her


halükarda Sanayi Toplumu ve Geleceği’nde bahsedilen güç süreci konseptinin
yukarıdaki tartışma ile bağlantısı açıktır. Sanayi Toplumu ve Geleceği’nin 33.
tezde açıkladığı gibi, güç süreci, hedeflere sahip olmak, bu hedeflere yönelik
çaba içerisinde olmak ve en azından bu hedeflerin bazılarına ulaşmak
konusunda başarılı olmak ihtiyacından oluşmaktadır. Ve çoğu insan bu
hedeflerin peşinden koşarken az ya da çok otonomiye ihtiyaç duymaktadır.

Eğer birisi güç süreci ile ilgili yetersiz bir tecrübeye sahipse, bu
durumda öğrenilmiş çaresizliğe karşı “bağışık” değildir; dolayısı ile
çaresizliğe ve depresyona daha meyillidir. Bağışıklığı olan birisi için dahi,
hedeflere ulaşmak konusundaki uzun süreli bir başarısızlık hayal kırıklığına
ve sonunda depresyona varabilir. Herhangi bir psikoloğun sana
söyleyebileceği gibi, hayal kırıklığı sinire sebep olur ve depresyonun suçluluk
duygusu, kendinden nefret etme, endişe, uyku bozuklukları, yeme
bozuklukları ve diğer semptomlara neden olma eğilimi vardır. (Bknz., Sanayi
Toplumu ve Geleceği, ¶ 44 ve Not 6.) Dolayısı ile, öğrenilmiş çaresizlik
teorisi doğru ise, bu durumda Sanayi Toplumu ve Geleceği’nin “özgürlüğü”
güç süreci bağlamında tanımlaması keyfi değildir ve bu tanım insanların ve
hayvanların biyolojik ihtiyaçlarına dayanmaktadır.
Bu tablo başka çevrelerce de desteklenmektedir. Zoolog Desmond
Morris, The Human Zoo kitabında, kafeslere kapatılmış vahşi hayvanların
sergilediği bazı anormal davranışları tasvir etmektedir ve modern insanda
görülen anormal davranışların (çocuk istismarı ve cinsel sapıklıklar gibi)
yaygınlığını, günümüz insanını hayvanat bahçesindeki hayvanlar ile
kıyaslayarak açıklamaktadır. Modern toplum bizim “kafesimizdir.”28 Morris,
öğrenilmiş çaresizlik teorisini bildiği yönünde herhangi bir emare
göstermemektedir. Fakat söylediklerinin çoğu bu teori ile aynı çizgidedir.
Sanayi ve Toplumu ve Geleceği’nin “ikame etkinlikleri”nin aynısı olan
“yedek etkinliklerden” bahsetmektedir.29

Güç ihtiyacı, otonomi ve amaçlı faaliyet, Ellul’un bazı çalışmalarında


da imâ edilmektedir. Davamdan kısa bir süre sonra, Dr. Micheal Aleksiuk
bana Power Therapy kitabının bir kopyasını gönderdi. İçerisinde güç sürecine
çok benzer fikirler yer almaktadır. Kenneth Keniston’un The Uncommitted
isimli çalışmasının ana teması modern dünyada birçok kişiyi etkileyen
amaçsızlık hissidir. Amaçlı çalışma ihtiyacı anlamın gelen “işçilik
dürtüsünden” bahsediyor.30 Paul Goodman, Growing Up Absurd kitabının ilk
bölümünde erkeklerin hayatta kalmak için artık zor ve çaba isteyen işler
yapmasının gerekli olmamasının sebep olduğu toplumsal problemleri
tartışıyor.31 Gerard Piel’in bir kitabını inceleyen Nathan Keyfitz şunları
yazıyor:

[Modern toplumdaki] adaptasyon yokluğu ile ilgili diğer bir işaret


amaçsızlıktır. Yalnızca hayatta kalmak için yapmak zorunda oldukları zor ve
tehlikeli işler yapan atalarımız neden burada olduklarını biliyor gibidirler.

28
Morris, muhtelif yerler, özellikle pp. 160-225.
29
Age., pp. 189, 194
30
Keniston, pp. 269, 296, 297.
31
Goodman, pp. 13, 17-35 (Chapt. I), 234-36.
Anomi ve izole olmuş bene yönelik aşırı bir ilgi, günümüzde Amerikan
popüler kültürünün ana ögeleridir. Bunun diğer tüm sanayileşmiş ülkelerde
karşılık bulması, ekonomik problemlerin çözümünün her yerde benzer
sorunlara sebep olduğunu akıllara getirmektedir.32

Dolayısı ile, güç sürecinin bir lüks değil insanın psikolojik gelişiminde
temel bir ihtiyaç olduğunu iddia ediyorum. Ve güç sürecinin modern
toplumda bozulması modern toplumun kritik öneme sahip bir problemidir.
Nitelikli kütüphane olanaklarına erişimim olmadığı için, ilgili psikolojik
literatürü ayrıntılı bir şekilde inceleyemedim; fakat modern toplumsal
problemler ile ilgilenen herkes için böyle bir araştırma, harcanacak zamana
yeterince değecektir.

Mektuplarını cevaplarken Sanayi Toplumu ve Geleceği’nin 94.


tezindeki özgürlük tanımına sıkı sıkıya bağlı kalmayacağım. Fakat gerçekten
önemli olan özgürlüğün önemli pratik sonuçları olan şeyler yapmaktaki
özgürlük olduğunu ve zevk, “tatmin duygusu” ya da ikame etkinlikler peşinde
koşmaktan ibaret bir özgürlüğün görece olarak önemsiz olduğunu
varsayacağım. Bknz. Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 72.

“İnsan onuru” hayli belirsiz ve geniş bir terimdir. Fakat insan onurunun
önemli bir bileşeninin, kişinin kendi başına ya da küçük ve otonom bir grubun
üyesi olarak seçtiği pratik ve önemli amaçlar uğrunda çaba harcayabilme
özgürlüğü olduğunu kabul edeceğim. Dolayısı ile, bu kelimeleri kullandığım
anlamda özgürlük ve onur, güç süreci ve onunla bağlantılı biyolojik ihtiyaçla
yakından ilgilidir.

32
Nathan Keyfits, Gerard Piel’in Only One World; Our Own to Make and to
Keep kitabı üzerine incelemesi, Scientific American içerisinde, February, 1993, p. 116.
II. İşlerin kötüye gitmesinin “temel sebebini” soruyorsun. İki
temel sebep vardır:

A. Kabaca on bin yıl öncesine kadar, tüm insanlar avcı-toplayıcı


olarak yaşıyorlardı. Bu yaşam tarzı bizim fiziksel ve zihinsel olarak adapte
olduğumuz yaşam tarzıdır. Bazı Avrupalılar da33 dahil olmak üzere çoğumuz,
on bin yıl öncesinden de daha erken bir zamana kadar avcı-toplayıcı idik.
Tarım yapmaya başladığımızdan beri bazı genetik değişikliklere maruz
kalmış olabiliriz, fakat bu değişiklikler çok köklü olmuş olamaz.34 Modern
zamanlara kadar varlığını sürdüren avcı-toplayıcılar aynı bize benzeyen
insanlardı.

Teknoloji bin yıl boyunca ilerledikçe, yaşam tarzımızı artan oranda


değiştirdi ve dolayısı ile adapte olduğumuz koşullardan gittikçe farklılaşan
koşullarda yaşamak zorunda kaldık. Bu artan uyumsuzluk bizi sürekli artan
bir baskıya maruz bırakmakta. Problem, yaşam tarzımızı tarihteki diğer
değişimlerden çok daha kapsamlı bir biçimde değiştiren Sanayi
Devrimi’nden beri çok daha yoğun bir hal almıştır. Sonuç olarak, yaşadığımız
koşulların uyumsuzluğundan dolayı çok daha yoğun bir acının içerisindeyiz.
(Robert Wright, okumak isteyebileceğin bir makalede b u t e z i
geliştirmektedir.)35

33
Bknz., örn., Tacitus, Germania 46 (avcı toplayıcılar Baltık bölgesinde 2000
yıldan daha az bir zaman önce bulunuyorlardı.); Encyclopedia Britannica, 15th ed., 2003,
Vol. 28, makale “İspanya,” p. 18 (avcı toplayıcılar İspanya’da 5500 yıl öncesine kadar
bulunuyorlardı.)
34
“On bin yıl öncesine kadar, bu kitabı okuyanların ataları da dahil olmak üzere
herkes avcıydı. On bin yıl, kayda değer genetik değişimlerin ortaya çıkabilmesi için çok az
olan 400 nesli kapsar.” Carleton S. Coon, The Hunting Peoples, 1971, p. xvii. 400 nesil,
çok azı geçtim, herhangi bir “kayda değer değişikliğe” izin verir mi, tartışmalıdır.
35
Robert Wright, “The Evolution of Despair,” Time magazine, August 28, 1995.
Bana göre en önemli uyumsuzluk, mevcut koşulların bizi güç sürecini
yaşayabilme olanaklarından mahrum bırakmasından kaynaklanmaktadır.
Diğer bir deyişle, Sanayi Toplumu ve Geleceği Tez 94’te tanımlandığı hali
ile özgürlükten mahrum olmamızdan kaynaklanmaktadır.

“İnsanların günümüzde hiç olmadığı kadar özgür olduğu” argümanı,


pratik olarak bir sonucu olmadığı sürece istediğimiz her şeyi yapmamıza izin
verilmesine dayanmaktadır. Bknz., Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 72.
Eylemlerimizin sistem için pratik sonuçları olabileceği durumlarda (ki sistemi
ilgilendirmeyen pratik sonuç sayısı oldukça azdır) davranışlarımız, genel bir
ifade ile, regüle edilir. Örnekler: İstediğimiz dine inanabiliriz, rızası olan
herhangi bir yetişkin ile cinsel ilişkiye girebiliriz, Çin’e ya da Timbuktu’ya
giden bir uçağa binebiliriz, burnumuzun şeklini değiştirebiliriz, birçok çeşit
kitaptan, filmden, müzikten istediğimizi seçebiliriz vb. vb. vb. Fakat bu
seçimlerin normalde önemli pratik sonuçları yoktur. Üstelik, bizim
tarafımızdan önemli bir çaba da gerektirmezler. Burnumuzun şeklini
kendimiz değiştirmeyiz, bunun için bir cerraha para veririz. Çin’e ya da
Timbuktu’ya kendi gücümüzle gitmeyiz, birilerine bize oralara uçurması için
para veririz. Diğer yandan kendi memleketimizde A noktasından B noktasına
trafik kuralları tarafından kontrol edilmeden gidemeyiz, araştırmaya tabi
olmadan ateşli silah alamayız, bizi işe alacak kişiler tarafından araştırmaya
tabi tutulmadan işimizi değiştiremeyiz; çoğu insanın işi, onları işverenlerinin
belirlediği kurallara, prosedürlere ve zamanlara uymaya zorlar; ruhsat ve
izinler olmadan, regülasyonlara uymadan bir iş kuramayız ve benzeri.

Üstelik, yaptıkları ile ekonominin ve çevrenin durumunu, bir savaş ya


da nükleer kaza olup olmayacağını, çocuklarımızın nasıl bir eğitim alacağını
ve nasıl bir medya etkisine maruz kalacağını vb. vb. vb. belirleyen ve varlık
koşullarımızı ellerinde bulunduran büyük organizasyonların egemenliğinde
yaşıyoruz.
Kısacası, eğlenmek için her zamankinden daha özgürüz. Fakat
üzerimizde dalgalanan ölüm-kalım meselelerinde hiçbir söz hakkımız yoktur.
Bu meseleler katı bir şekilde büyük organizasyonların kontrolü altında
tutulur. Ciddi hedeflere ve bu hedeflere kendi çabamızla ulaşmak için sahip
olmamız gereken güce bağlı olan güç sürecinden mahrum kalmamızın sebebi
budur.

B. İşlerin kötüye gitmesinin ikinci “temel sebebi” teknolojinin


zararlı bir şekilde kullanılmasını önlemenin bir yolunun olmamasıdır. Çünkü,
teknolojinin herhangi bir kullanımının nihai sonuçlarının neler olacağı tahmin
edilemez. Dolayısı ile, zararlar çok geç olmadan tahmin edilemez.

Tabii ki, ilkel insanın eylemlerinin sonuçları da tahmin edilemez


olabilir. Fakat gücü sınırlı olduğu için, eylemlerinin olumsuz sonuçları da
sınırlıdır. Teknoloji artan bir oranda daha güçlü hale geldikçe, –kötü niyetli
ve sorumsuz kullanımlarını bir kenara bırakın– iyi niyetli kullanımlarının
dahi tahmin edilemez sonuçları gittikçe daha ciddi bir hale gelmekte ve
dünyaya, sonuçta felaketle sonuçlanabilecek bir istikrarsızlık getirmektedir.
Bknz., Bill Joy’un makalesi, “Why the Future Doesn’t Need Us,” Wired
magazine, April 2000 ve Martin Rees, Our Final Hour.

III. A . Tarihte “nesnel” faktörler. Tarihin akışının, geniş


anlamda, insan isteklerinden ya da bireysel kararlardan çok, temel olarak
“nesnel” faktörler ile belirlendiğini söylüyorum. İnsan istekleri ya da bireysel
kararlar tarihin akışında uzun-vadeli ve büyük değişikler yapabilir, fakat bu
gerçekleştiğinde ortaya çıkan sonuçlar, bu kararları alan bireylerin ya da
grupların isteklerine karşılık gelmez. Bunun bazı istisnaları öne sürülebilir.
İnsan istekleri takip eden üç şekilde gerçekleştirilebilir (2/01/04 tarihli
mektubuma bakabilirsin): (i) Zeki bir yönetim mevcut bir toplumsal düzenin
ömrünü uzatabilir. (ii) Mevcut bir toplumsal düzenin çöküşü sağlanabilir ya
da en azından çöküş hızlandırılabilir. (iii) Mevcut bir toplumsal düzenin diğer
alanlara yayılması sağlanabilir.36
Bunların ne anlama geldiğini açıklamam gerekir. İnsan istekleri,
genellikle, uzun dönemleri kapsayacak şekilde dahi toplumdaki belirli bazı
özel faktörler için gerçekleştirilebilir. Fakat bu durumlarda toplumun bütünü
ile ilgili insan istekleri gerçekleştirilemez.

Örneğin Sovyetler Birliği’nde Komünistler hızlı sanayileşme, sıfır


işsizlik ve toplumsal eşitsizlikte radikal bir düşüş gibi bazı hedeflerini
gerçekleştirmişlerdir; ancak oluşturdukları toplum Bolşeviklerin ilk başta
hayal ettiklerinden çok farklı olmuştur.37 (Ve uzun vadede sosyalist sistem
tamamı ile başarısız olmuştur.) 18. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin
başlamasından beri, insanlar maddi bolluk üretmede başarılı olmuşlardır;
fakat sonuç kesinlikle 18. yüzyıldaki ilerleme yanlılarının hayal ettiği gibi
değildir.38

36
Burada bu listenin, toplumun yapısı ile ilgili insan isteklerinin tarihsel bir
skalada gerçekleştirilmesinin her türlü biçimini içerdiği ile ilgili bir iddia yoktur. Eğer
mevcut tartışma bağlamında bunun başka yolları aklına geliyorsa bunları duymak isterim.
37
Bknz., Carrillo, pp. 201-02, 207-08.
38
İlerlemeyi savunanlar, teknolojinin insanlara kendilerini entelektüel ve estetik
uğraşlara adayacakları büyük bir boş zaman vereceğine inandılar. Örneğin John Adams
(geleceğin Başkan’ı) 1780 yılında şöyle yazmıştır:
“Oğullarım matematik ve felsefe çalışacak özgürlüğe sahip olabilsinler diye
politika ve savaş çalışmalıyım. [18. yüzyılda “felsefe” “doğa felsefisini” de içeriyordu, yani
bizim günümüzde “bilim” olarak adlandırığımız şey.] Oğullarımın ise kendi çocuklarına
resim, şiir, müzik, mimari, heykel, dokuma ve porselen çalışma imkanı vermek için
matematik, felsefe, coğrafya, doğa tarihi, deniz mimarisi, denizcilik, ticaret ve tarım
çalışmaları gerekir.
Alıntılayan Harastzi, pp. 307-08, not 49. Günümüzde teknolojik ilerlemenin
toplumsal sonuçları ile alakalı bu inançlar oldukça naif görünmektedir. Fakat, aksi
yöndeki tüm kanıtlara rağmen ve yaratıcı bir şekilde kullanılan evrensel bir boş zamanın
son 250 yıl boyunca sürekli olarak belirli olmayan bir geleceğe ötelenmesine rağmen, aynı
inançlar yalnızca küçük bir takım değişiklikler ile günümüzde hala varlığını
sürdürmektedir. Bknz., Thompson, pp. 54-58, 60 ve karşılaştırın Sanayi Toplumu ve
Geleceği, ¶¶ 38-41, 59-86.
39
Rafiq Zakaria, The Stuggle Within Islam, Penguin Books, 1989, p. 59.
(Ve günümüzde Bill Joy ve Martin Rees gibi kişiler endüstriyel
toplumun uzun süre ayakta kalamayacağından korkmaktadırlar.)

Muhammed Peygamber yeni dinini milyonlarca insanın inancı olarak


yerleştirmeyi başarmıştır. Bu din 14 yüzyıldır ayaktadır ve belki uzun
yüzyıllar boyunca da yaşamaya devam edecektir. Fakat: “Râşidîn
Halifeleri’nin iktidarının sonunda, Peygamber’in yeni bir eşitlik ve toplumsal
adalet çağı açma hedefi gerçekleştirilememişti...;”39 bu rüya günümüzde de
gerçekleştirilebilmiş değildir.

Tarihin, insan istekleri ve iradesi ile değil, genel olarak “nesnel”


faktörler ile yönlendirildiğini söylediğimde neyi kastettiğimi daha fazla
açıklamak için meseleyi basitleştirilmiş bir biçimde sunan bir örnek
kullanacağım.

Aşağıdaki üç faktörün mevcudiyetinde:

(i) Avcı-toplayıcı grupların Sibirya’nın doğu ucundaki varlığı;

(ii) Alaska’nın batı ucunda insanın yaşamasına elverişli bir


habitatın bulunması; ve

(iii) Şimdi Bering boğazı dediğimiz yerde bir kara-köprüsünün


bulunması; Amerika’nın insanlar tarafından işgalini tarihsel bir kaçınılmazlık
haline getirmiştir ve bunun belirli bir anlamda insan isteklerinden ve
iradesinden bağımsız olduğu söylenebilir.

Tabii ki, insan isteklerinin de bunda bir payı vardır. Amerika kıtasının
işgal edilebilmesi için belirli bir avcı-toplayıcı grubun belirli bir zamanda
kara-köprüsünü kullanıp kasıtlı olarak doğuya doğru hareket etmesi
gerekiyordu. Fakat Amerika kıtasının işgali tek bir özel avcı-toplayıcı grubun
–ya da bir düzinesinin– isteğine bağlı değildi. Çünkü, yukarıda listelenen üç
koşulun varlığında bir grubun er ya da geç bu kara-köprüsünden karşıya
geçmesi kaçınılmazdı. Bu anlamda, büyük, uzun-vadeli tarihsel gelişmeler,
normal olarak “objektif” faktörlerin bir eseridir ve insan isteklerinden
bağımsızdır.

Yukarıdakiler, tarihin katı bir şekilde deterministik olduğu ve bireylerin


ve küçük grupların eylemlerinin hiçbir zaman önemli, uzun-vadeli etkileri
olamayacağı anlamına gelmez. Örneğin, Bering Boğazı’nın geçilebileceği
zaman dilimi kısa olsaydı, mesela 50 ya da 100 yıl gibi, bu durumda tek bir
avcı-toplayıcı grubun Alaska’ya geçip geçmemek ile ilgili vereceği karar
Columbus’un Amerika’yı üzerinde insan ile bulup bulmayacağını
değiştirecekti. Fakat Amerika’nın insanlar tarafından kolonizasyonu, bu
durumda dahi, geçme kararını veren tek bir grubun bilinçli isteği ile olmuş
olmayacaktı. O grubun isteği yalnızca yaşamaya uygun bir habitata doğru
gitmek olacaktı ve yaptıkları şeyin iki büyük kıtanın kolonizasyonu ile
sonuçlanacağının farkında olmayacaklardı.

B. Doğal seçilim. Tarihteki “nesnel” faktörleri değerlendirirken


akılda tutulması gereken bir kanun benim “doğal seçilim” olarak
adlandırdığım şeydir: Toplumsal gruplar arasında (iki ya da üç kişiden bütün
bir uluslara kadar hangi boyutta olursa olsun) hayatta kalmak ve kendilerini
yeniden üretmek için en iyi özelliklere sahip gruplar, en iyi şekilde hayatta
kalan ve kendilerini devam ettiren gruplardır. Bu tabii ki açık bir totolojidir ve
bize yeni bir şey söylemez. Fakat aksi durumda gözden kaçırabileceğimiz
faktörlere dikkat etmemizi sağlar. “Doğal seçilimin” bu prensiple bağlantılı
olarak kullanıldığına başka bir yerde şahit olmadım,40 fakat prensibin kendisi
gözden kaçmamıştır. Encylopaedia Britannica’da şunları buluyoruz:

Bu süreçler, toplumsal değişimde bir ‘kanuna’ denk gelmeleri


anlamında kaçınılmaz değildir. Fakat gerçekleştikleri yerde yayılma eğilimine
sahiptirler. Örneğin, tarım devrimi adı verilen değişiklikler dünyanın herhangi
bir yerinde gerçekleştiğinde, dünyanın geri kalanına yayılmaları tahmin
edilebilir bir durumdu. Bu yenilikleri kullanan toplumlar boyut olarak
büyümüş ve daha güçlü hale gelmişlerdir. Sonuç olarak diğer toplumlara üç
seçenek kalmıştır: Daha güçlü bir tarım toplumu tarafından fethedilmek veya
absorbe edilmek; bu yenilikleri adapte etmek; yerkürenin marjinal bölgelerine
sürülmek. Benzer şeyler Sanayi Devrimi, bürokratikleşme ve daha yıkıcı
silahlar gibi diğer güç-artırıcı yenilikler için de söylenebilir.”41

İnsan grupları arasında geçerli olan “doğal seçilim” ile biyolojiden


aşina olduğumuz doğal seçilim arasında bir fark olduğuna dikkat et.
Biyolojide daha başarılı organizmalar basitçe daha az başarılı olanların
yerine geçerler ve onlar tarafından taklit edilmezler. Fakat insan ilişkilerinde
daha az başarılı gruplar daha başarılı olanları taklit etme eğilimi gösterir.
Yani, başarılı olanları başarılı yapan toplumsal biçimleri ya da pratikleri
adapte etmeye çalışırlar. Dolayısı ile, belirli toplumsal biçimler ve pratikler
yalnızca bu biçimlere ve pratiklere sahip olan grupların diğerlerinin yerine
geçmesi ile yayılmazlar; fakat aynı zamanda diğer grupların, yerlerine
geçilmesini engellemek için bu biçimleri ve pratikleri adapte etmeleri ile de
yayılırlar. Dolayısı ile, doğal seçilimin insan grupları üzerinde değil de
toplumsal biçimler ve pratikler üzerinde işlediğini söylemek daha doğrudur.

Doğal seçilim prensibi tartışmanın ötesindedir çünkü bir totolojidir.


Fakat bu prensip dikkatsiz bir şekilde uygulandığında yanıltıcı sonuçlara yol
açabilir. Örneğin prensip, insan iradesini tarihe etki eden faktörlerin dışına a
priori olarak itmemektedir.

40
Bunları yazdıktan sonra Dennett’ın (Çevirenin notu: Alıntılanmış Eserler
Listesi’ne bakınız.) kitabının varlığından haberim oldu. Bu kitap doğal seçilimin insan
kültürlerini şekillendirmedeki etkisinden bahsetmektedir. Dennett’in kitabını okumadım.
41
Encycl. Britannica, 15th ed., 2003 Vol. 27, makale “Social Structure and
Change,” p. 369.
C. İnsan iradesi vs. tarihin “nesnel” güçleri. Batı Avrupa’da
yakın zamana kadar savaşçılık –savaş yapma kabiliyeti ve buna hazır olmak–,
“doğal seçilim” anlamında avantajlı bir özellikti. Askeri olarak başarılı uluslar
güçlerini ve arazilerini bu konuda daha az başarılı uluslar hilafına
artırmışlardır. Ancak bunun artık geçerli olmadığını düşünüyorum. Çünkü
günümüzde Batı Avrupa’da, Batı Avrupa’daki iki ulus arasındaki savaşın
kesinlikle kabul edilemez addedildiği güçlü bir konsensüs bulunmaktadır.
Böyle bir savaşı başlatan herhangi bir ulus Batı Avrupa’daki diğer tüm
uluslar tarafından saldırıya uğrayacak ve feci bir yenilgiye uğratılacaktır.
Dolayısı ile, Batı Avrupa’da savaşçılık (en azından diğer Batı Avrupa
uluslarına karşı olanı) günümüzde doğal seçilim anlamında olumsuz bir
özelliktir ve bunun sebebi Batı Avrupa’da savaşı önlemek niyetindeki insan
iradesidir. Bu, insan iradesinin, insan ilişkilerinde işlerlikte olan “doğal
seçilim” sürecine dahil olan bir “seçici güç” olabileceğini göstermektedir.42

Ancak (korunmak için ABD’ye dayanmadığı müddetçe) Batı Avrupa


bir bütün olarak yine de savaşa hazırlanmak zorundadır. Çünkü Batı
Avrupa’nın dışında, başarılı olabileceğini düşünüp Batı Avrupa’ya savaş
açabilecek başka bileşenler (uluslar ya da ulusların oluşturduğu gruplar)
bulunmaktadır. Eğer Batı Avrupa dışındaki başka bir ulus bir Batı Avrupa
ulusuna savaş açarsa ve bu Batı Avrupa ulusu kendini savunamayacak
durumda ise, diğer Batı Avrupa ülkeleri saldırganı def etmek konusunda ona
yardımcı olur. Böylece Batı Avrupa, kendi içerisindeki savaşı önleyip belirli
bir birlik kazanarak, savaş durumunda dışarıdaki bir unsura karşı daha güçlü
hale gelmiştir.

Batı Avrupa’da gerçekleşen şey binlerce yıldır gerçekleşmekte olan bir


sürecin devamından ibarettir. Daha küçük politik unsurlar bir araya gelerek
42
Bknz., Kazcynski, “Appendix Two: Human Will Versus the ‘Objective’ Forces of
History, Technological Slavery: Volume One, Fitch & Madison Publishers, 2019.
(gönüllü olarak ya da fetihler yolu ile) kendi içlerindeki savaşı önleyen daha
büyük bir politik unsur oluştururlar ve böylece diğer politik unsurlara karşı
savaşta daha güçlü bir rakip haline gelirler. Büyüklük her zaman hayatta
kalmayı garanti etmez (Roma İmparatorluğu’nun parçalanışını düşün), fakat
tarih boyunca küçük politik unsurlar daha büyük ve dolayısı ile askeri olarak
daha güçlü unsurlar halinde birleşmeye meyilli olmuşlardır ve bu süreç insan
isteklerine bağlı değildir ve “doğal seçilimin” bir sonucu olarak
gerçekleşmektedir.

Dolayısı ile, tarihe yalnızca yerel bir perspektiften bakıp yalnızca Batı
Avrupa’nın son birkaç on senesini değerlendirdiğimizde insan iradesi doğal
seçilim sürecinde önemli bir faktör gibi gözükmektedir. Fakat daha geniş
bir bakış açısı ile tarihin bütününe bakarsak insan iradesi önemsiz
gözükmektedir. “Nesnel faktörler,” daha büyük politik unsurların küçüklerin
yerlerini almasına neden olmuştur.

Tabii ki, insan iradesinin savaşları bir gün tamamı ile ortadan
kaldırabileceği düşünülebilir. Bunun için bir dünya hükûmeti dahi gerekli
olmayabilir. Savaşın kabul edilemez olduğunu söyleyen ve savaşı başlatan
herhangi bir ulusun diğerleri tarafından ezilmesini öngören ve şu anda Batı
Avrupa’da geçerli olan konsensüse benzer bir konsensüsün tüm dünya
çapında yerleşmesi yeterli olabilir. Savaşçılık bu durumda doğal seçilim
açısından hayli dezavantajlı bir özellik olacaktır. Ve tüm dünya bu
konsensüsün bir parçası olacağı için kendisine karşı savaşa girilecek bir dış
rakip kalmayacaktır.

Fakat böyle bir konsensüsün oluşmasının ne kadar zor olduğunu


görebilirsin. Savaşları önlemeye çalışan çabalar, en azından Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nden beri devam etmektedir ve
Batı Avrupa dışında bu konuda ciddi bir mesafe kaydedilememiştir. Üstelik,
geleneksel savaş uluslararası bir konsensüs tarafından ortadan kaldırılsa dahi
organize şiddet devam edebilir. Çünkü Dünya’daki her ulusun büyük bir
çabayla önlemeye çalışmasına rağmen, bastırılması bir hayli zor olacak
organize şiddet biçimleri (gerilla savaşı, terörizm vb.) bulunmaktadır.

Yukarıdaki tartışmanın amacı insan iradesinin hiçbir zaman tarihin


akışını değiştiremeyeceğini kanıtlamak değildir. Eğer bunun imkânsız
olduğuna inansaydım bu tarz mektuplar yazarak vaktimi boşa harcamazdım.
Fakat tarihin “nesnel” faktörlerinin ne kadar güçlü olduğunu ve insan
seçiminin ufkunun ne kadar dar olduğunu fark etmek zorundayız. Gerçekçi
bir bakış açısı, arzu edilebilir gözüken fakat gerçekte uygulanması imkânsız
olan çözümleri bir kenara bırakmamıza ve belki ideal olandan daha azını ifade
eden, ancak en azından bir başarı şansı olan çözümlere dikkatimizi
yoğunlaştırmamıza yardım edecektir.

D. “Nesnel” güçlerin bir ürünü olarak demokrasi. 27/07/04


tarihli mektubunda, sen ve arkadaşın, “demokrasiyi”, “insan eyleminin”
beşeri koşullar üzerinde yarattığı gelişmenin bir örneği olarak sunuyorsunuz.
“Demokrasiden” kastınızın temsili demokrasi olduğunu varsayıyorum. Yani
insanların kendi yöneticilerini seçtiği bir hükûmet sistemi. Ve “insan
eyleminden” söz ederken de, temsili demokrasinin modern dünyada hakim
hükûmet sistemi haline gelmesinin aşağı yukarı şu şekilde gerçekleştiğini
söylediğinizi varsayıyorum: Problemin farkına varıldı – çözüm tasarlandı –
çözüm uygulandı – problem çözüldü. Eğer kast ettiğiniz bu ise, yanıldığınızı
düşünüyorum.

Politik baskının, binlerce yıldır bir problem olarak algılandığını


düşünüyorum. İnsanların politik baskıdan medeniyetin ortaya çıkmasından
beri yakınıyor oldukları söylenebilir. Bu, birçok köylü ayaklanmasından ve
tarihte kaydedilmiş buna benzer eylemlerden bellidir. Eğer temsili demokrasi
politik baskı sorununun çözümü idi ise, bu durumda çözüm uzun zamandan
beri biliniyordu ve bazı zamanlar uygulanmıştı. Temsili demokrasi fikri ve
uygulaması, en azından antik Atina’ya kadar uzanmaktadır ve belki de tarih
öncesi zamanlara kadar gitmektedir. Güneydoğu Avustralya’nın kimi
aborjinleri temsili demokrasiyi uygulamışlardır.43 M.Ö. 550-350 yıllarında
“Budizm’in ortaya çıktığı bölgede kabile demokrasisi veya cumhuriyetçilik
sistemi hakimdi. Ciddi bir mesele kendisini gösterdiğinde erkekler
yapılması gerekenler hakkında ortak bir karara varıyorlar ve sıklıkla geçici bir
lider seçiyorlardı.”44 16. yüzyıl Kazaklarının “kendine özgü bir demokrasiye
sahip askeri bir organizasyonları bulunmaktaydı. Genel bir meclis (rada) en
yüksek otorite idi ve başkomutan da dahil olmak üzere seçilmiş yetkililer
bulunmaktaydı...”45 17. yüzyıl korsanları kendi kaptanlarını seçerlerdi ve bu
kaptan, görünürde bir düşman olmadığı durumlarda kendisini seçenler
tarafından o konumdan her an indirilebilirdi.46 15. yüzyıl Cenova’sı
demokratik bir hükûmete sahipti. Ancak bunun tam olarak temsili bir
demokrasi olduğu söylenemez çünkü yasama organı tüm yurttaşlardan
oluşuyordu.47 Tam demokratik sistemlerin yanında yarı demokratik sistemler
de bulunmaktaydı. Örneğin Roma Cumhuriyeti’nde kamu yetkilileri halk
meclisleri tarafından seçiliyordu; fakat aristokratlardan oluşan Senato,
ülkede hakim politik güçtü.48

43
“Belirli bir bölgeye sahip her klanın kendi lider ve konseyi vardır. Aynı
zamanda tüm bir kabile için büyük bir şef bulunmaktadır. Her bir klanın konsey üyeleri orta
yaşlı, yaşlı ve birkaç olağanüstü yeteneğe sahip gencin katıldığı bir toplantı ile seçilir.”
Coon, op. cit., p. 253.
44
New Encyclopedia Britannica (2003), Vol. 15, “Buddhism,” p. 277.
45
Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 28, makale “Ukraine,” p. 985.
46
Korsanlar kendi liderlerini seçiyorlardı: Encycl. Britannica, Vol. 2, makale
“buccaneers,” p. 592. Liderlerin görevden alınması ile ilgili 1960’lı yıllarda okuduğum
kitaplardan aklımda kalanlara dayanıyorum.
47
Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 19, makale “Geneva,” p. 743.
48
Age., Vol. 20, makale “Greek and Roman Civilizations,” p. 294.
Yani, temsili demokrasi, birçok zaman ve mekanda değişik başarı
derecelerinde denenmiştir. Fakat, endüstri öncesi uygar toplumlarda monarşi,
oligarşi, aristokrasi ve feodal yapılar egemen hükûmet biçimleri olmaya
devam etmiştir; temsili demokrasi daha nadir görünen bir fenomen olmuştur.
Endüstri öncesi uygarlık koşullarında demokrasinin hayatta kalmak ve
kendini devam ettirmek konusunda diğer hükûmet biçimleri kadar iyi
olmadığı açıktır. Bunun sebebi içsel zayıflıklar (istikrarsızlık, ya da diğer
hükûmet biçimlerine evrilmek) ya da dışsal zayıflıklar (demokratik bir
hükûmet, daha otoriter rakipleri ile ekonomik ya da askeri rekabette başarısız
olmuş olabilir) olabilir.

Endüstri öncesi demokrasiyi güçsüz yapan ne olursa olsun, durum


Sanayi Devrimi’nin gelişi ile birlikte değişmiştir. İnsanlar bir anda, Britanya
ve Birleşik Devletler’in (yarı-) demokratik sistemine imrenmeye başlamış ve
bu sistemi taklit etmeye yönelik denemeler olmuştur. Eğer Britanya ekonomik
olarak fakir ya da askeri olarak zayıf olsaydı, Birleşik Devletler durağan bir
geri kalmış ülke olsaydı, bu ülkelerin sistemlerine imrenilir ve bu sistemler
taklit edilmeye çalışılır mıydı? Pek mümkün değil! Britanya ekonomik ve
askeri olarak Avrupa’daki en başarılı ulustu ve Birleşik Devletler genç, fakat
dinamik olarak büyüyen bir ülke idi. Bu sebeple bu iki ülke, diğer ülkelerin
mülk sahibi sınıflarının imrenmesine ve taktirine malik olmuşlardır.
Demokrasinin yayılmasını sağlayan emekçi sınıflar değil, mülk sahibi
sınıflardır. Bu sebeple Marksistler demokratik devrimleri “burjuva
devrimleri” olarak adlandırmışlardır.

Demokrasiler, otoriter rejimlerle birçok kez karşı karşıya gelmiş ve


çoğunlukla ekonomik ve teknolojik güçleri sayesinde bu rekabetten galip
çıkmışlardır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda kazanan taraf olmuşlardır
ve bunun sebebi askerlerin demokratik bir rejim adına otoriter bir rejime
nazaran daha istekli savaşmaları değildir. Hiç kimse Alman ve Japon
askerlerinin cesaretini ve savaşçı ruhunu tartışmamıştır.49 Demokrasiler temel
olarak endüstriyel güçleri sayesinde galip gelmişlerdir.50
Faşizmin, iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, belirli bir dereceye kadar

ABD’de51
dahi popüler olduğuna dikkat et. (Burada faşizm kelimesini yalnızca
Mussolini’nin faşistleri için değil genel anlamda kullanıyorum.) İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra faşizm popülaritesini kaybetmiştir. Neden? Çünkü faşistler
savaşı kaybetmiştir. Eğer faşistler kazansaydı, şüphe yok ki faşistlere
imrenilecek ve faşistler taklit edilecekti.52

Soğuk Savaş boyunca “sosyalizm” Üçüncü Dünya’da moda kelimeydi.


Orada yaşayan ve politik bilince sahip çoğu insan için ulaşılması gereken ideal
durumu ifade ediyordu. Fakat bu ancak, Sovyetler Birliği ABD’den daha
dinamik ve güçlü gözüktüğü müddetçe böyle olmuştur. Sovyetler Birliği’nin ve
diğer sosyalist ülkelerin Batı ile ekonomik ve teknolojik olarak rekabet
edemeyeceği anlaşıldığında, sosyalizm popülaritesini kaybetmiş ve yeni moda
kelimeler “demokrasi” ve “serbest pazar” olmuştur.53

Dolayısı ile demokrasi, birisi daha insani bir hükûmet biçimine ihtiyaç
duyduğumuza karar verdiği için değil, fakat “nesnel” bir gerçeklik yüzünden,
endüstrileşmenin yarattığı koşullar altında demokrasinin diğer sistemlere nazaran
teknolojik ve ekonomik olarak daha güçlü olmasından dolayı modern dünyanın
egemen politik biçimi haline gelmiştir.54

Fakat şunu unutmamak gerekir ki, teknoloji ilerlemeye devam ettikçe,


demokrasinin geçerli olmaya ve kendini yeniden üretmeye en elverişli politik
sistem olarak kalmaya devam edeceği kesin değildir. Demokrasinin yerini daha
başarılı bir politik sistem alabilir. Aslında bunun çoktan gerçekleştiği dahi iddia
edilebilir. Makul derecede adil seçimlerin varlığı gibi demokratik biçimlerin
devamlılığına rağmen, toplumumuzun, medyayı ve önde gelen siyasi partileri
kontrol eden elitler tarafından yönetildiği iddia edilebilir. Seçimlerin, rakip
gruplara mensup propagandistler ve image-maker’ların birbiri ile çatıştığı bir
mücadeleye indirgendiği söylenebilir.
49
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, Japonya ve Sovyetler Birliği’nin otoriter
(hatta totaliter) rejimlerinin askerlerinin İngilizlerden, Amerikalılardan ya da
Fransızlardan daha iyi savaştıkları açık gibidir. Almanlar için: Astor, pp. 914, 974. Dyson,
p. 4. Jenkins, pp. 680-81, 692-93, 714. Murphy, p. 15. Ulam, p. 585. Wheeler, p. 129
(Creveld’den alıntılıyor.) Kane, p. 82, ilginç şeylerden bahsediyor fakat Alman askerlerinin
Amerikan askerlerine kıyasla daha iyi bir savaşçı karaktere sahip oldukları tezini
yanlışlamıyor. Alman generalleri 1939 yılında askerlerinin savaşçı nitelikleri ile ilgili
birbirleri ile çelişen fikirler öne sürmüşlerdir. Bu fikirler için bakınız: Kosthorst, p. 32,
Bock, Leeb (olumsuz), Sodenstern (karışık); pp. 49, 169, 173; Rundstedt (olumlu). Fakat
genel olarak benim bildiğim kaynaklar Alman savaşçı karakterinin Fransız ve İngilizlerden
ve muhtemelen Amerikalılardan da üstün olduğu yönünde fikir beyan etmektedirler.
Japonlar için: Astor, pp. 268, 413, 843-44. Dunnigan & Nofi, pp. 300-02, 306; Japon
askerleri genelde ölümüne savaşmışlardır; age., pp. 39, 80-81, 119, 145, 151, 152, 191,
303, 317, 318, 338, 458. Jenkins, p. 681 (İngilizlerin Singapur’da teslim olması). NEB
(2003), Vol. 29, “World Wars, p. 1002 (aynı). Knox, p. 259. Ruslar: Thurston, p. 215. NEB
(2003), Vol. 20, “World War,” p. 998. (“izole olmuş Sovyet birlikleri Fransızların
sergilemedikleri bir inatla savaşmaya devam etmişlerdir”). Almanların Birinci Dünya
Savaşı’nda İngilizlerden daha iyi savaşıp savaşmadıkları açık değildir, çünkü İngilizler o
savaşta iyi savaşmışlardır. Hitchens, p. 101 (Ludendorff: “bu İngiliz askerleri aslanlar gibi
savaşıyor”). Jenkins, p. 681. Liddell Hart, p. 236. Parker, Chapt. 13 W.A. Murray, p. 259
(İngilizler “1914’te adam adama çarpışmada en iyi askerlerdi.”) Ancak Almanların Birinci
Dünya Savaşı’nda İngilizlerden daha kötü savaştıkları doğru ise, bu çok büyük bir farkla
böyle değildi. Hitchens, p. 104. Liddell Hart, pp. 188, 234, 476. Parker, Chapt. 14 W.A.
Murray, p. 278.
50
Rus orduları İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın mağlup edilmesinde Batı
ordularından çok daha büyük bir rol oynamışlardır. Fakat Ruslar Amerikan endüstrisinin
ürettiği ürünlerden –kamyonlar mesela– oluşan devasa miktarlarda askeri yardım
almışlardır. Üstelik İngiliz ve Amerikan fabrikaları Alman şehirlerini yıkan binlerce
bombardıman uçağı –bombaları saymıyorum– üretmişlerdir. Fakat İkinci Dünya
Savaş’ında kullanılan stratejik bombalama kampanyalarının faydalı olup olmadığı
tartışmalıdır. Bknz. Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 29, article “World Wars,” p.
997, 999, 1019; John Keegan, The Second World War, Penguin Books, 1990, p. 44 (photo
caption), 215, 218, 219, 416, 430, 462; Freeman Dyson, “The Bitter End,” The New York
Review, April 28, 2005, p. 4 (“Alman askerleri sürekli olarak İngiliz ve Amerikalılardan
daha iyi savaşmışlardır. Eşit sayılarda savaştıkları her durumda Alman askerleri galip
gelmişlerdir…”).
51
Jeffrey Kaplan ve Leonard Weinberg, The Emergence of a Euro-American
Radical Right, Rutgers University Press, 1998, Chapter II. William E. Leuchtenburg,
Franklin D. Roosevelt and The New Deal, 1932-1940, Harper & Row, New York, 1963, pp.
26, 27, 30 & dipnot 43, p. 102 & dipnot 22, pp. 182-83, 221 & dipnot 78, pp. 224,
52
NEB (2003), Vol. 25, “Political Parties and Interest Groups,” p. 981:
“Müttefiklerin 1945 yılındaki zaferi ve aynı zamanda Nazizmin korkunç katliamlarının
ortaya çıkması faşizmin büyümesini durdurmuştur ve çökmesini tetiklemiştir…” Fakat
Nazizmin korkunç katliamları yalnızca Naziler savaşı kaybettikleri için önem kazanmıştır.
Eğer faşistler kazansaydı, yaptıkları katliamlar, insanların onları taktir ve taklit etmesini
engellemeyecekti. Demokrasiler kolonyal imparatorluklarını kurarken bir çok katliam ve
mezalim gerçekleştirmişlerdir fakat yine de taktir görmeye ve taklit edilmeye devam
etmişlerdir— çünkü diğer sistemler ile girdikleri mücadelede kendilerini kanıtlamaya
devam etmişlerdir. İdealist humanistler için ne kadar acı verici olsa da, insanların en fazla
taktir ettiği ve taklit etmeye çalıştığı şey başarıdır. Bir örnek: Kölecilik karşıtı duygular 19.
yüzyılda Britanya’da oldukça güçlüydü (aşağıda 109. Nota bakınız.) Fakat 1861 yılında
köleci Güney’in Amerikan İç Savaşı sırasında bağımsızlığını koruyacağı görüntüsü ortaya
çıktığında “neredeyse her İngiliz [koyu bir liberal olan Gladstone da dahil olmak üzere]
bundan oldukça memnun oldular.” Çünkü Güney’in ABD’den ayrılması, “ABD’nin
tehlikeli gücünün bir düşüşü anlamına gelecekti.” “Kölecilik karşıtı duygular ortadan
kaybolmuştu.” Adams, pp. 114-15, 165-66. Hatta İngilizler Güney lehinde savaşa müdahale
etmeye hazırlardı, fakat Güney’in savaşı kazanamayacağı anlaşılınca bundan vazgeçtiler.
53
NEB (2003), Vol. 27, “Socio-Economic Doctrines and Reform Movements,”

54
Bknz., Kaczynski, “Why Democracy is the Dominant Political Form of the
Modern World,” Technological Slavery: Volume One, Fitch & Madison Publishers, 2019.
David Skrbina’ya Mektup, 23 Kasım 2004
III. Durumlar kötü ve daha da kötüye mi gidiyor? Ve bunun baş
sorumlusu teknoloji mi?

A . Teknolojinin durumları kötüleştirdiği ve daha kötü yapmaya


devam ettiği Sanayi Toplumu ve Geleceği’nde ve Jacques Ellul, Lewis
Mumford, Kirkpatrick Sale ve diğerlerinin yazılarında anlatılmaktadır.
Arkadaşın buralardaki argümanlara spesifik b i r şekilde değinmemiştir.
İşlerin daha iyiye doğru gittiğine yönelik verdiği elle tutulur dört tartışmalı
örnek var. Ne benim ne de sorumluluk sahibi herhangi bir yorumcunun
teknolojinin her şeyi kötü yaptığını iddia etmediğini söyleyerek bu dört örneği
reddetmem gayet meşru olurdu—teknolojinin bazı iyi şeyler yaptığını herkes
bilmektedir. Bu durumda, teknolojinin sebep olduğu kötülüklerin iyiliklerinin
çok üzerinde olduğunu iddia eden argümanlar için arkadaşını Sanayi Toplumu
ve Geleceği’ne, Ellul’e ve benzerlerine yönlendirip bu argümanları
cevaplandırmasını isteyebilirdim; ki arkadaşın şimdiye kadar bu argümanları
cevaplandırmayı denememiştir.

Yine de, bu dört örneği ayrıntılı olarak inceleyeceğim. Çünkü faydalı


bir tartışma fırsatı sunmaktadırlar. Arkadaşının sorduğu, durumların kötü mü
olduğu ve daha da kötüye gidip gitmediği ile ilgili soruyu, Sanayi Toplumu ve
Geleceği ve diğer yerlerdeki argümanları desteklemek için kullanacağım.

Tabii ki, işlerin kötü olup daha da kötüye gittiğine ve eğer öyle ise ne
açıdan kötü olduğuna dair bir karar vermek değer yargılarında bulunmayı
gerektirir. Dolayısı ile sorunun cevabı, uygulanan değerler sisteminden
bağımsız olarak kanıtlanabilir bir şekilde doğru ya da yanlış olmayacaktır.

Şunu söylemem gerekir ki, fikrime göre, devrimi meşrulaştırmak için


durumların daha kötüye gideceğini kanıtlamak gerekmez: “Özgürlük ve onur”
olarak adlandırılabilecek çok geniş bir kümede toplanabilecek endişeler
açısından durumlar zaten bir devrimi meşru kılacak kadar kötüdür. Bu başka
bir değer yargısıdır ve arkadaşını buna ikna etmenin bir zaman kaybı
olacağını düşünüyorum. Yine de, işlerin kötü olup daha da kötüye gidip
gitmediği ile ilgili bir tartışma yürütmenin beyhude bir uğraş olmayacağını
düşünüyorum.

İlk olarak, işlerin neden kötüye gittiği ile ilgili temel sebebi ve bunun
ne zaman başladığını soran sorularına verdiğim cevapları 12/10/04 tarihli
mektubumda bulabileceğini söylememe izin ver.

Arkadaşın, “işlerin insan toplumu için her zaman kötü olduğunu ve


ölümden bir adım ö t e d e o l m a k t a n b a ş k a d a h a i y i b i r ş e y
bekleyemeyeceğimizi” söylüyor. Bu çok karamsar ve hatta yenilgici bir bakış
açısıdır. İlkel toplumlar ile ilgili okumalarıma dayanarak söyleyebilirim ki,
böyle bir bakış açısının, bu toplumların medeniyet ile temasları sonucu
bozulmalarından önce oralarda bulunmasından şaşkına dönerdim. Fakat
ölümden bir adım ötede olmaktan başka makul bir beklentimizin olamayacağı
fikrine katılıyorum—çünkü yalnızca ölümden bir adım ötede olmak gayet
iyidir. Milyonlarca yıl süren evrim sonucunda, hayatta kalmamızın günlük
çabalarımızın başarısına bağlı olduğu bir hayat tarzına adapte olduk—
zorlayıcı olan ve epey bir yetenek isteyen çabalar. Bu çabalar güç sürecini
mükemmel bir şekilde tatmin ediyordu ve bunlar anekdotlara dayalı olmasına
rağmen, karşılaştığım bu tarz kanıtlar, insanların, hayatta kalmalarının ciddi
çabalara bağlı olduğu sert koşullarda en iyi durumda olduklarını gösteriyor—
çabalarının makul derecede başarılı olması ve bu çabaları, boyunduruk altında
değil, özgür ve bağımsız bireyler olarak yapmaları şartıyla. Birkaç örnek:

1840’lı yıllarda Rocky Dağları’nda kürk avcısı olarak yaşayan W. A.


Ferris “Özgür Adamların” (organize bir kürk firması ile bağı olmayan kürk
avcıları) “kendi vahşi istekleri dışında hiçbir kanuna bağlı olmayan macera ve
tehlike dolu bir yaşam sürdüklerini ve arzularını ve isteklerini kendi
tüfeklerinin ve tuzaklarının onlara sağlayabileceğinden başka bir şeye
bağlamadıklarını” yazmaktadır.
Bu varoluş koşullarının verdiği tüm dezavantajlar ve tehlikeler ile birlikte
yokluk, çaba, tehlike ve yalnızlığın; sahip oldukları kanunsuz özgürlük ve yaşam
koşullarının ve amaçlarının verdiği heyecanla fazlasıyla telafi edildiğini
düşünmektedirler... Bu yaşam tarzına o kadar bağlanırlar ki, çok azı bu yaşam
tarzından vazgeçer ve kendilerini şehirlerde ve kasabalarda yaşayanlardan çok
daha mutlu addederler...55

Ferris, dağlarda sürdürdüğü sert ve tehlikeli yaşam boyunca genellikle


“kararlı, neşeli ve tatmin olmuş” hissettiğini söylemektedir.56

Gontran de Poncins, 1939-1940 yıllarında birlikte yaşadığı Eskimo’lar ile


ilgili şunları yazmaktadır:

Eskimo, peşinde açlık duygusu, daima yürüyüş halindedir...57

Bu Eskimo’lar bana, mutluluğun belirli bir ruhsal eğilim olduğunu


kanıtlamışlardır. Önümde dünyanın en zor ikliminde yaşayan ... kıtlığın daima
ensesinde olduğu ..., sonbaharda çadırlarında titreyen, kışın sürekli kar fırtınaları
ile savaşan, günde on beş saat yalnızca gıda bulmak ve hayatta kalmak için
didinip duran bir halk var... Depresif, melankolik, yılgın ve intihara meyilli
olmaları gerekir. Fakat aksine neşeli, daima gülen ve gülmekten yorulmayan
insanlardır.58

19. yüzyılda yaşamış Arjantinli düşünür Sarmiento döneminin


Gaucho’su hakkında şunları yazıyor:

Moral karakteri, engelleri ve doğanın gücünü aşma alışkanlığının


etkilerini gösteriyor. Güçlü, kendinden emin ve enerjiktir... Fakirliğinin ve
yokluğunun ortasında mutludur. Çünkü daha büyük keyifleri bilmeyen ve daha
fazlasını istememiş birisi olarak, bunları bir eksik olarak değerlendirmez...59
55
Warren Angus Ferris, Life in the Rocky Mountains, editör Paul C. Phillips, pp.
56
40- 41. Age., p. 289.
57 58
Gontran de Poncins, Kabloona, Time-Life Books, 1980, p. 78. Age., p. 111.
59
Domingo Faustino Sarmiento, Civilizaciòn y Barbarie, p.74.
Sarmiento Gaucho’yu romantik bir şekilde anlatmamaktadır. Tam
tersine, Gaucho’da “barbarlık” olarak adlandırdığı şeyi, “medeniyet” ile
değiştirmek istemektedir.60

Bu örnekler hiçbir şekilde istisnai değildir. İlgili literatürde, insanların


“ölümden bir adım ötede olabilmek” için kendi çabalarını ortaya koymak
durumunda olduklarında iyi hissettiklerini gösteren birçok örnek
bulunmaktadır. Bunun tersini gösteren örneğe ise pek rastlamadım.

İlkel insanının psikolojik durumunu modern insan ile karşılaştırmak


öğretici olabilirdi. Ancak böyle bir karşılaştırma yapmak zordur; çünkü
bilebildiğim kadarı ile ilkel toplumların psikolojik koşulları hakkında, bu
toplumların medeniyet ile temas etmeleri sonucu bozulmalarından önce
sistematik bir çalışma yapılmamıştır. Benim bildiğim kanıtlar neredeyse
tamamı ile anekdotlara dayalı ve(ya) özneldir.

1830 ve 1840’lı yıllarda Rocky Dağları’nda yaşamış olan Osborne


Russel şunları yazmaktadır:

Burada, 6 erkek 7 kadın ve 8-10 çocuktan oluşan bir Yılan


Kızılderilileri grubu bulduk. Bu ücra ve yalnız bölgenin tek sakinleri onlardır.
En iyi kalite geyik ve koyun derisi ile giyinmiş ve gayet kendinden memnun
ve mutlu gözüküyorlardı... Yaşamımın geri kalanını, mutluluk ve tatminin
vahşi bir romantik görkem ile beraber bulunduğu böyle bir yerde geçirmeyi
diledim...61

60
Bknz., Kaczynski, “Appendix Four: Sarmiento and the Gauchos,”
Technological Slavery: Volume One, Fitch & Madison Publishers, 2019.
61
Osborne Russell, Journal of a Trapper, Bison Books, p. 26.
İlkel insanlar ile ilgili bu tarz gözlemler nadir değildir ve
değerlendirmeye değer. Fakat yalnızca yüzeysel gözlemlerden oluşurlar ve
gelip geçen bir gezginin fark edemeyeceği kişisel çatışmaları görmezden
gelirler. Afrika Mbuti pigmelerini detaylı bir şekilde inceleyen Colin
Turnbull, aralarında birçok tartışma ve kavganın gerçekleştiğini
gözlemlemiştir.62 Yine de, Mbutilerin toplumsal ve psikolojik yaşamları ile
ilgili algısı genel olarak oldukça olumludur. Avcı-toplayıcıların “ilerlemenin
sebep olduğu çeşitli nevrozlardan azade” olduklarına inanıyor gibidir.63

Aynı zamanda Mbuti’nin, “ormanda, hayatlarını yalnızca yaşamaktan


daha anlamlı hale getiren bir şey bulan bir halk olduğunu” yazmaktadır. “Tüm
zorlukları, problemleri ve trajedilerine rağmen, hayatı neşe ve mutluluk dolu
ve endişelerden uzak kılan bir şey.”64

Turbull’un The Forest People kitabı “romantik” olarak addedilmiştir.


Fakat Mbutileri Turnbull’dan birkaç on yıl önce çalışan ve bildiğim kadarı ile
hiçbir zaman romantik olmakla suçlanmayan Schebesta, pigmeler ile ilgili
benzer bir fikri paylaşmıştır:

Balta girmemiş ormanlarda yaptıkları sayısız yolculuk ve av seferleri


sırasında karşılaştıkları tehlikeler ve aynı zamanda tüm bunların verdiği zevk
dolu tecrübeler ne kadar fazla ve çeşitli idi!65

62
Colin M. Turnbull, The Forest People ve Wayward Servants, çeşitli yerler.

63
Colin M. Turnbull, The Mountain People, p. 24.

64
Colin M. Turnbull, The Forest People, Simon & Schuster, 1962, p. 26.

65
Paul Schebesta, Die Bambuti-Pygmäen vom Ituri, Vol. I, Institut Royal Colonial
Belge, 1938, p. 73.
Böylece pigmeler karşımızda, tamamı ile doğa ile uyumlu bir şekilde
ve doğanın benliğine zarar vermeden yaşayan, insan ırklarının en
doğallarından birisi olarak duruyor. Bu halleri ile pigmeler alışılmadık
yoğunlukta bir doğallık ve samimiyet, görülmedik bir neşe ve endişelerden
azadelik durumu sergilemektedirler.66

Bu “endişelerden azade olma” ya da bizim günümüzde söyleyeceğimiz


gibi stresten uzak olma durumu, avcı-toplayıcı halkların ya da avcı-toplayıcı
ekonomiden çok uzak olmayan halkların genel bir karakteristiği gibi
durmaktadır. Poncins’in söyledikleri, beraber yaşadığı Eskimolarda stresin
bulunmadığını göstermektedir:

Eskimo, fırtınadan daha güçlü olduğunu kanıtlamıştır. Denizdeki bir


denizci gibi onu sükûnetle karşılamıştır. Fırtına onu etkilememiştir. Fırtınanın
ortasında, tam bir sükûnet içindeki Arktiğin bu köylüsü, kendi ruhunun
sakinliğinin bir parçasını bana vermiştir.67

Tabii ki endişelenmeyecekti. Çünkü o bir Eskimo’ydu.68 Eskimoların


kafası rahattı ve tasasızların uykusunu uyuyorlardı.69

Tarihçi James Axtell, kolonyal zamanlarda neden birçok beyazın


Kızılderililer ile yaşamayı tercih ettiğini tartışırken, Kızılderililer ile
yaşamaya başlayan iki beyazdan şunları aktarıyor: “Kızılderililerde, beyazları
sürekli olarak etkileyen o eritici endişeler ve korkular bulunmuyordu.”70

66
Age., p. 205. Ayrıca: “Avcı-toplayıcının ekonomik faaliyeti, ne acele ne hız ne de
günlük gerekliliklere ulaşmak ile ilgili bir endişe içeriyordu”Schebesta,II. Band,I.Teil,p. 18.
67
Gontran de Poncins, age., pp. 212-213.
68
Age., p. 292.
69
Age., p. 273.
70
James Axtell, The Invasion Within, Oxford University Press, 1985, p. 326-27.
Bizim söyleyeceğimiz şekilde stres ve anksiyetenin yokluğu. Axtell, birçok
beyazın Kızılderililer ile yaşamayı tercih ettiğini belirtirken, çok az sayıda
Kızılderilinin tersi bir tercihte bulunduğunu söylüyor.71 Başka kaynaklardaki
bilgiler de, Kızılderili yaşamının beyazlar üzerindeki çekiciliğini
doğrulamaktadır.72

Biraz önce anksiyete ve stres için söylediklerim muhtemelen depresyon


için de geçerlidir. Tabi burada daha az sağlam bir zemindeyim çünkü ilkel
toplumlarda direk olarak depresyon ile ilgili çok az bilgiye rastladım. Robert
Wright, kaynağını belirtmeden, “Yeni Gine Kalulilerinde depresyonu
çalışmaya giden bir Batılı Antropoloğun, bu vakaya rastlamadığını”73
söylemektedir. Schebesta, binlerce Mbuti pigmesi ile tanışmasına rağmen74
yalnızca bir intihar vakası duymuştur –ki bu da muhtemelen depresyondan
kaynaklanmıyordu– ve herhangi bir akıl hastalığı (Geisteskrankheit) vakası
ne görmüştür ne de duymuştur. Ancak zeka geriliği yaşayan (schwachsinnig)
ya da tuhaf (Sonderling) olan üç kişi görmüştür.75

71
Age.
72
Örn., Francis Parkman, The Conspiracy of Pontiac, Little, Brown and Company,
1917, Vol. II, p. 237; The Old Regime in Canada, aynı yayıncı, 1882, pp. 375-76.
73
Robert Wright, “The Evolution of Despair,” Time magazine, August 18, 1995.
74
Paul Schebesta, age., p. 228.
75
Age., pp. 213-14. İntihar vakasının sebebi muhtemelen depresyon değildir, çünkü
kişinin felaket olarak gördüğü bir olaya karşılık anlık ve hızlı gelişen bir reaksiyonudur.
Schebesta’dan yukarıdaki bilgiyi alıntıladıktan sonra, bu kitabın daha eski versiyonları
“klasik Yunan ve Roma’da depresyon ile ilgili hiçbir referansın olmadığını” iddia eden bir
kaynağa atıf yapıyordu. Bu kaynak 2. yüzyılda yaşamış Yunan fizyolog Kapadokyalı
Söylemeye gerek yok ki, stres ve depresyon avcı-toplayıcı toplumların
tümünde tamamen yok değildi. Poncins’in Eskimolarında, en azından
yaşlılarda, depresyon ve strese rastlanabiliyordu.76 Ainu halkından insanlar
(neredeyse yerleşik hayata geçmiş olan avcı- toplayıcı bir halk)77 ritüellerini
doğru bir şekilde gerçekleştirmek konusunda öylesine endişeleniyorlardı ki,
bu ciddi psikolojik sorunlara sebep olabiliyordu.78 Fakat modern insanın
psikolojik durumuna bakalım:

Bir çalışmaya göre, Çin’de şehirde yaşayanların yüzde 45’inin stres


sebebiyle sağlık riski altında olduğu belirtiliyor.79

Ve stres problemi daha “gelişmiş” ülkelerde daha da kötü olabilir.80

Anksiyetenin çok yaygın olduğu kesindir. Anksiyete bozukluğu


ABD’deki en yaygın psikolojik sorundur. Değişik biçimleri ile birlikte 19
milyon Amerikalı’yı etkilemektedir.81

Sağlık Bakanlığı’na göre 9 yaşın üzerindeki çocukların yüzde 21’inde


depresyon, dikkat eksikliği, hiper aktivite, bipolar bozukluk dahil olmak üzere
en az bir psikolojik sorun bulunmaktadır.82
76
Gontran de Poncins, age., pp. 169-175, 237.
77
Coon, age., pp. 72, 184.
78
Age., pp. 372-373.
79
Chang, p. 80.
80
Örn., The Denver Post, Dec. 30, 2003, p. 5A; USA Today, Feb. 7, 2013, p. 4D;
age., Aug. 5, 2013, pp. 1A, 7A; age., Feb. 11, 2014, p. 3A.
81
Time magazine, June 10, 2002, p. 48.

82
U.S. News & World Report, March 6, 200, p. 45.
Üniversite öğrencilerinin akıl sağlığı bozulmaya devam etmektedir...
Psikolojik durumlarının ortalamanın aşağısında olduğunu belirten ilk sınıf
öğrencilerinin sayısı 1985 yılından beri sürekli olarak artmaktadır... Geçen yıl
öğrencilerin yüzde 76’sı ‘tükenmiş’ olduğunu söylerken, yüzde 22’si iş
göremeyecek kadar depresyonda olduklarını söylemiştir. Üniversite rehberlik
merkezlerinin yüzde 85’i ciddi psikolojik problemlerde son 5 yılda artış
olduğunu söylemiştir...83

Majör depresyon oranları gelişmiş ülkelerdeki her yaş grubunda


1940’lardan beri istikrarlı bir artış göstermiştir... Depresyon, mani ve intihar
oranları her bir nesil yaşlandıkça artmaya devam etmektedir...84

Aretaeus’un günümüzde manik-depresif bozukluk olarak


adlandırdığımız vakayı tasvir ettiğini atlamıştır. Dolayısı ile depresyondan da
bahsetmiş olmalıdır. NEB (2003), Vol. I, “affective disorder.” p. 126.

ABD’de 15-24 yaş grubunda intihar oranı 1950 ilâ 1990 yılları arasında
üçe katlanmıştır. İntihar bu yaş grubunda üçüncü temel ölüm sebebidir.85

Ve Amerika’da intihar oranları günümüzde de artmaya devam


etmektedir.86

83
Age., February 18, 2002, p. 56.
84
Elliot S. Gershon and Ronald O. Rieder, “Major Disorders of Mind and
Brain,” Scientific American, September 1992, p. 129.
85
Funk & Wagnalls New Encyclopedia, 1996, Vol. 24, article “Suicide,” p. 423.
86
Örn., USA Today, Aug. 13, 2014, p. 2A; ibid., Oct. 10-12, 2014, pp. 1A, 6A.
(Fakat bknz., Rosin, p.72.) İntihar vakalarının artmakta olması (örn. USA Today, Feb.
7, 2013, p. 4D, col.4), depresyonun aslında artmadığı yalnızca depresyonu teşhis etme
araçlarının iyileştiği yönündeki argümanı çürütmektedir. İntiharın, geçmiş on yıllarda
olduğundan daha iyi teşhis edildiği iddia edilemez.
UC Berkeley’de yapılan yeni bir çalışmaya göre, ABD’ye göç eden
Meksikalılarda psikolojik rahatsızlık oranı ABD’de doğan Amerikalı
Meksikalıların yarısıdır.87

Daha bunlar gibi birçok alıntı yapılabilir.

F. Tabii ki psikolojik problemler “işlerin kötü olduğu ve daha


kötüye gittiği” yönündeki göstergelerden yalnızca bir tanesidir. Diğer başka
bir takım göstergeleri daha sonra tartışacağım. Ancak vurgulamam gerekir
ki; psikolojik sorunlar, çevresel zarar ve diğer problemler ile ilgili istatistikler
bazı merkezi meselelere değinmemektedir. Pek mümkün olmasa da, sistem
bir gün psikolojik sorunların çoğunu ortadan kaldırabilir; çevreyi
temizleyebilir ve tüm diğer problemleri çözebilir. Fakat birey olarak insan,
sistem ona ne kadar iyi bakarsa baksın, güçsüz ve sisteme bağlı olacaktır.
Aslında sistem ona ne kadar iyi bakarsa sisteme olan bağımlılığı da o oranda
artacaktır. Evcilleştirilmiş bir hayvan statüsüne düşürülmüş olacaktır. Bkz.,
Sanayi Toplumu ve Geleceği ¶ 174 & Not 16. Vicdanlı bir sahip, köpeğini
mükemmel bir fiziksel ve psikolojik sıhhatte tutabilir. Ancak çok iyi bakılan
bir evcilleştirilmiş hayvan olmak ister misin? Belki arkadaşın böyle bir hayatı
kabullenmekte istekli olabilir; fakat ben, ne kadar zor olursa olsun, bağımsız
ve otonom bir mevcudiyeti, konforlu bir bağımlılık ve köleliğe tercih ederim.

G. Arkadaşının öne sürdüğü, işler iyiye gitmektedir çünkü “sırf


rakamsal açıdan bakıldığında insanlık ‘çoğalmaktadır”” argümanı hiçbir
anlam ifade etmemektedir. Teknolojik topluma yapılan temel itirazlardan bir
tanesi, besin üretme kapasitesinin dünyanın muazzam bir biçimde
kalabalıklaşmasını mümkün kılması olmuştur. Aşırı kalabalığın olumsuz
yönlerini anlatmama gerek yok sanırım.

87
Los Angeles Times, September 15, 1998, p. A1. L.A. Times’daki makaleye göre, bu
çalışma aşağı yukarı aynı zamanda Archives of General Psychiatry’de yayınlanmıştır.
H. Arkadaşının “ortalama maddi yaşam standardının arttığına”
yönelik iddiasına gelince: Tekno-endüstriyel sistemin kendisi “yüksek yaşam
standartlarının” ne olduğunu kendi sunduğu yaşam biçimi üzerinden kendisi
tanımlamaktadır ve daha sonra sistem yaşam standartlarının yüksek ve
yükselmekte olduğunu “keşfetmektedir.” Fakat ben ve başka birçokları için,
yüksek maddi yaşam standartları arabalar, televizyonlar, bilgisayarlar ya da
güzel evlerden değil; geniş arazilerden, vahşi bitki ve hayvanlardan ve temiz
akan nehirlerden oluşmaktadır. Bu kriterler ile ölçüldüğünde, maddi yaşam
standartlarımız hızlı bir düşüş içerisindedir.

IV. Arkadaşın, reformun başarı şansının devrimden daha fazla


olduğunu iddia ediyor. “Teknolojiyi kısıtlamak gerekli olduğunda bu yönde
harekete geçeceğimizi” ve bunun tarihteki “genel eğilim” olduğunu iddia
ediyor. Sen ve arkadaşın bu genel eğilimi örneklendirmek üzere dört örnek
veriyorsunuz: “Kölelik”, “politik baskı”, “hijyen ve atık yönetimi” ve “hava
ve su kirliliği.”

A. Önce “politik baskıyı” ele alalım.

1. 12/10/04 tarihli mektubumda da söylediğim gibi, temsili


demokrasinin otoriter rejimlere üstün gelmesi, insan istekleri ve planlaması
neticesinde değil, rasyonel insan kontrolü altında olmayan “nesnel” faktörler
sonucunda olmuştur. Dolayısı ile demokrasinin yayılması önerdiğiniz “genel
eğilimin” bir örneği değildir.

2. Politik baskının medeniyetin başlangıcından beri, yani birkaç


bin yıldır var olduğu söylenebilir. Otoriter politik sistemlerin alternatifi –
temsili demokrasi– en azından Antik Atina’dan beri biliniyordu. Fakat en
iyimser bakış açısı ile dahi, demokrasinin dünyanın egemen politik biçimi
haline geldiği tarih 19. yüzyıldan daha erken bir zaman dilimi olarak
gösterilemez. Yani, işe yarayacak bir çözümün varlığı bilinmesine rağmen,
politik baskı probleminin (o da tartışmalı olan) çözümü 2000 yıldan daha
fazla sürmüştür. Eğer mevcut teknoloji ile alakalı problemlerin çözümü 2000
yıl sürecekse, unut gitsin, çünkü bu çok ama çok geç olacaktır. Dolayısı ile
politik baskı ile ilgili verdiğiniz örnek teknoloji ile alakalı problemlerin
barışçıl ve düzenli bir şekilde ve zaman içinde çözülmesi ile ilgili bir umut
vermemektedir.

3. Otoriter sistemlerin demokratik sistemler ile değiştirilmesinin


genellikle devrimler yolu ile gerçekleştiğini kabul ediyorsunuz, fakat “pek
çok başka örnekte de böyle olmadığını (örnek: İngiltere, İspanya, G. Afrika,
Doğu Avrupa komünist bloku) iddia ediyorsunuz. Ancak İngiltere ve G.
Afrika konusunda yanılıyorsunuz. Ya da en iyi ihtimalle “devrim”in çok dar
bir teknik tanımında ısrar ederek bu konuda haklı olduğunuzu iddia
edebilirsiniz.

İngiltere tam anlamı ile bir demokrasiye 6 buçuk yüzyıl süren bir süreç
sonucunda ulaşmıştır. Süreç çok uzun olduğu için devrim olarak
adlandırılamaz. Fakat bu sürecin şiddet ve silahlı ayaklanma içerdiği kesindir.
İngiltere’de demokrasiye yönelik ilk adım 1225 yıllarında yasalaşan Magna
Carta olmuştur. Ve Magna Carta’nın yasalaşması baronların ayaklanması ve
beraberinde gelen bir iç savaş (devrim de denebilir) ile mümkün olmuştur.88
İngiltere’de demokrasiye yönelik en azından bir diğer adım, 1642-49 yıllarını
kapsayan çok şiddetli bir ayaklanmayı gerektirmiştir (yine devrim olarak
adlandırılabilir) ve 1688 “devrimi” yalnızca II. James savaşmayı reddettiği
için şiddet içermeyen bir tarzda gerçekleşmiştir.89

Güney Afrika’ya gelince, burada yalnızca beyazlar için olan demokrasi


19. yüzyıla dayanmaktadır ve barışçı bir şekilde oluşturulmuştur.90 Fakat
beyazlar hemen hiçbir zaman nüfusun beşte birinden fazlasını teşkil
etmemişlerdir.91
88
The New Encyclopedia Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 29, makale “United
89 90
Kingdom,” p. 38. Age., p. 61-66. Age., Vol. 27, makale “Southern Africa,” section
91 92 93
“South Africa,” p. 920. Age., p. 925. Age., p. 928-929. Age., p. 925.
Bu sebeple bu örneği verirken sizin aklınızda olanın, demokrasinin
yakın dönemde tüm G. Afrika toplumunu kapsayacak şekilde genişletilmesi
olduğunu varsayıyorum. Ancak bu, en azından kısmi olarak, şiddet içeren
b i r devrimci eylem ile gerçekleşmiştir.92 Eğer süreç bir devrim şeklinde
gerçekleşmediyse bu, hükûmetin durumun daha da kontrolden çıkmasını
engellemek adına tüm ırklara demokrasiyi üzerinde uzlaşma sağlanan bir
anlaşma ile vermeyi kabul etmesi sebebiyle olmuştur.93

Batı Avrupa’nın önde gelen uluslarının çoğunda demokrasi ya


devrim ya da savaş yolu ile kurulmuştur: İngiltere’de yukarıda belirtildiği
gibi kısmen şiddet içeren bir ayaklanma yolu ile; Fransa’da devrim (1789,
1830, 1848) ve savaş (1870) yolu ile olmuştur; Almanya ve İtalya’da ise
demokrasi dışarıdan savaş yolu ile empoze edilmiştir. (İkinci Dünya Savaşı).
Büyük Avrupa uluslarından yalnızca İspanya demokrasiye 1970’lerin
sonunda, Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra barışçıl bir şekilde
geçmiştir. Fakat İspanya demokrasisi, Batı Avrupa boyunca diğer yerlerde
şiddet ile kurulan demokrasinin oraya bir yansımasından ibarettir. İspanya,
sağlam bir şekilde demokratikleşmiş, güçlü ve ekonomik olarak bir hayli
başarılı Batı Avrupa’nın ayrık bir parçasıydı ve dolayısı ile İspanya’nın Batı
Avrupa’nın kalanını takip edip demokratikleşmesi beklenen bir şeydi. Eğer
Batı Avrupa’nın kalanı faşist olsaydı İspanya demokratikleşecek miydi?
Muhtemelen hayır. Dolayısı ile İspanya’nın demokratikleşmesini Batı Avrupa
boyunca demokrasiyi kuran şiddetten bağımsız olarak düşünemezsin.

Aynı şey barışçıl bir şekilde demokratikleşmiş “Doğu Avrupa


komünist bloku” için de söylenebilir. Polonya94 ve Çek Cumhuriyeti gibi

94
Polanya’da mevcut olduğu varsayılan demokrasi muhtemelen arızalıdır.
Bknz., The Week, Jan. 29, 2016, p. 14, “Poland in the doghouse.” Strybel, pp. 1, 4.
Napierala-Cowen, p. 3. Szelag, p. 3. Polish-American Journal, Feb. 2016, pp. 1, 4,
“Poland Downplays Tensions with Germany.” Bokota, p. 2. Stur, pp. 1, 3.
ülkeler Batı Avrupa’nın hemen eşiğinde bulunmaktadırlar ve ondan ağır bir
şekilde etkilenmişlerdir. Batı Avrupa ile daha az ilişkileri olan Doğu Avrupa
ülkelerine baktığımızda, orada demokrasi daha az güvende gözükmektedir.
Bildiğim kadarı ile Sırbistan demokratikleşmiştir ancak bu barışçıl bir şekilde
olmamıştır. Rusya’da neler olduğunun farkındasındır diye düşünüyorum:
“Başkan Putin ülkesini demokrasiden uzağa doğru sürüklemeye devam
etmektedir...,” vb.95 Belarus’a gelince: “Belarus başkanı Alexander
Lukashenko, başkanlık dönem sınırlarını aşan bir yetkiyi halkından
referandum yolu ile aldığını söylemektedir. Fakat yabancı gözlemciler oy
verme sürecinin usulsüzlükler ile malul olduğunu söylemektedirler. Bu
durum, ülkeyi 1994 yılından beri yöneten otoriter başkanın 2006 yılında
tekrar seçimlere girmesini sağlamıştır.”96 “Lukashenko sık sık Avrupa’nın son
diktatörü olarak adlandırılmaktadır...”97 Ukrayna’da demokrasinin geleceği
hala belirsizdir.

Dolayısı ile demokrasinin barışçı bir şekilde kurulmasına dair

verdiğiniz örnekler pek etkileyici değildir. Hollanda ve İskandinavya

ülkelerini örnek verseydiniz daha doğru yapmış olurdunuz.98


Hollanda’nın
demokrasiye doğru yürüyüşü epey barışçıldır, ancak 1848 yılında
99

Avrupa’daki diğer yerlerde gerçekleşen şiddet olaylarından etkilenmiş


gibidir.100 İsveç’in demokrasi yolundaki yolculuğu 18. yüzyıl başlarında
başlamıştır ve görünüşe göre tamamı ile barışçıldır.101 Norveç’in
demokratikleşmesi de aynı şekilde şiddetsiz gerçekleşmiş gibidir.102 Ancak
Norveç, tarihinin büyük diliminde bağımsız bir ulus değildi. Öte yandan
95
Newsweek, September 27, 2004, p. 36.
96 97
The Denver Post, October 19, 2004, p. 15A. Age., October 18, 2004, p. 15A.
98
Burada Finlandiya’yı İskandinav ülkelerine dahil etmiyorum.
99
Encyl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 24, article “Netherlands,” pp. 891-94.
Danimarka’da mutlak monarşi yalnızca 1848 devrimleri sonucunda
yıkılmıştır. Ancak Danimarka’nın ondan sonraki demokratikleşmesi düzenli
bir şekilde olmuştur.103 Yukarıdaki ülkelerin, İngiltere ile birlikte, Cermenik
ülkeler olduğuna dikkat edin. Temelde Cermenik bir ülke olan İsviçre de
demokrasiyi kolay bir şekilde kabul etmiştir,104 elbette 1848 devrimlerinin de
bunda önemli bir payı olmuştur.105 Bunları, Latin ve Slav ülkelerindeki uzun
süre başarısız olmuş demokrasi mücadeleleri ile karşılaştırın.

Cermenler, demokrasiyi daha kolay bir şekilde benimsiyor gibi


gözüküyor. Bu konu üzerinde daha sonra duracağım. (Almanya’nın
kendisinde ilk demokrasi deneyiminin –Weimar Cumhuriyeti– başarısız
olduğu doğrudur. Fakat bu, Versailles barışı ve felaket ekonomik problemler
gibi alışılmamış zor koşullara atfedilebilir.)

Fakat tek tek ülkelerde ne olduğu konumuzun biraz dışındadır. Dünya


çapındaki demokratikleşme sürecini bir bütün olarak inceleyelim: Demokrasi
İngiltere’de, oraya özgü ve kısmen şiddet içeren bir gelişme olmuştur.
Amerika’da demokrasi şiddet içeren bir ayaklanma ile kurulmuştu. 12/10/04
tarihli mektubumda da söylediğim gibi, demokrasi, demokratik ülkelerin,
özellikle de İngilizce konuşan ülkelerin ekonomik ve teknolojik başarıları
sayesinde dünyanın egemen politik biçimi haline gelmiştir. Ve bu ekonomik
ve teknolojik başarı yalnızca o ülkelerdeki endüstrileşme ile değil, fakat aynı
zamanda Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda’daki yerli halkların
100
Age., p. 894. (“1848 devrimleri patlak verdiğinde …. yeni bir
anayasa hazırlandı…”).
101 102
Age., Vol. 28, makale “Sweden,” pp. 335-38. Age., Vol. 24, makale,
103
“Norway,” pp. 1092-94. Age., Vol. 17, makale, “Denmark,” pp. 240-41.
104
Age., Vol.28, makale, “Switzerland,” pp. 352-56.
105
Age., p. 354 (“Birleşik Devletler anayasası model olarak hazırlanan yeni bir
anayasa 1848 yılında ilan edildi…”)
zorla yerlerinden edilmelerini içeren dünya çapında bir yayılma ve diğer
yerlerdeki şiddet ile de desteklenen ekonomik sömürü ile gerçekleştirilmiştir.
Demokrasiler birçok kez kendilerini otoriter rejimlere karşı savaşmak
durumunda bulmuş (özellikle Bir ve İkinci Dünya Savaşları) ve bu savaşları
yalnızca inşa ettikleri (bu inşa sürecine dünya çapında yaptıkları zora dayalı
fetihler ve sömürü de dahildir) devasa ekonomik ve endüstriyel güçleri
sayesinde kazanmışlardır.

Dolayısı ile demokrasi, şiddet içeren ayaklanmalar ve yaygın bir savaş


süreci ile dünyanın egemen politik biçimi haline gelmiştir. Bu savaşlara zorla
yerlerinden edilen ve sömürülen halklara karşı yapılan yağmacı savaşlar da
dahildir.

Demokrasinin, politik bir biçim olarak, izole olarak


değerlendirilemeyeceği de söylenmelidir. Sanayileşme ile bağlantılı ve
“modernite” olarak adlandırdığımız tüm bir kültürel yapının yalnızca bir
bileşenidir. Günümüzdeki biçimi ile demokrasi, yalnızca kültürel olarak
modernize edilmiş bir ülkede başarılı ve uzun vadeli olarak inşa edilebilir.
(Kosta Rika muhtemel bir istisnadır.106) 12/10/04 tarihli mektubumda,
demokrasinin, sanayileşme şartlarında ekonomik ve teknolojik başarıya en
uygun politik biçim olduğu için dünyanın egemen politik sistemi haline
geldiğini söylemiştim. Demokrasinin tek başına kendisinin değil, fakat

106
Bu kitabın daha eski versiyonları Hindistan’dan olası bir istisna olarak
bahsediyordu, fakat Hindistan’ın işleyen bir demokrasi olup olmadığı oldukça şüphelidir.
Bknz., The Week, June 24, 2011, p. 18, “Why the middle class won’t vote.” BBC’de
yayımlanan “Letters from Delhi” programının Colorado Springs’ten yayın yapan Radio
KRCC’de yayınlanan halini 5 Mart 2011 14:30’da dinlemiştim. Bu yayında Mark Tully,
Hindistan hükumetinin her yerini sarmış bulunan devasa yolsuzluklardan bahsetmiştir.
Hindistan’ın, parlamenter demokrasinin tüm bilinen araçlarına sahip olduğunu
söylemiştir. Fakat çok fazla açık konuşmadan, Hindistan’ın gerçekten işleyen bir
demokrasi olup olmadığını sorgulamıştır.
bağlantılı kültürel yapının diğer ögeleri ile birlikte bir bütün olarak ekonomik
ve teknolojik başarıdan sorumlu olduğu iddia edilebilir. Singapur demokrasi
olmadan ekonomide olağanüstü başarılar elde etmiştir. Birer demokrasi haline
gelmeden önce, İspanya gayet iyi, Tayvan ise mükemmel ekonomik başarılar
elde etmiştir. Yine de politik bir biçim olarak demokrasinin, sanayileşmiş bir
dünyada başarı için gerekli olan kültürel yapının önemli bir bileşeni
olduğunu düşünüyorum. Fakat böyle olsun ya da olmasın, demokrasi tek
başına ayrık bir fenomen değildir; bir bütün halinde aktarılma eğilimine
sahip kültürel yapının bir parçasıdır.

Bir ülke barışçıl bir şekilde demokratikleştiğinde olan şey, ya o


ülkenin, önde gelen demokrasilerin başarısı ve hakimiyetine imrenerek
demokrasi de dahil olmak üzere başarılı ülkelerin kültürlerini kendi iradesi ile
benimsemeye çalışması107 ya da demokratik ülkelerin, ekonomik egemenliğe
sahip olmaları sebebiyle bu bakımdan güçsüz ülkelerin bünyesine modern
kültürün sızmasını sağlamaları ve bu ülkelerin ekonomik ve kültürel olarak
yeteri kadar asimile olduktan sonra buralarda demokrasiye uygun ortamların
ortaya çıkmasıdır. Fakat her iki durumda da, modern zamanlarda (1900’den
beri diyelim) herhangi bir ülkede demokrasinin barışçıl bir şekilde
yerleşmesinin temel sebebi, demokrasinin de bir parçası olduğu kültürel
yapının dünya çapında ekonomik ve teknolojik olarak halihazırda egemen
hale gelmiş olmasıdır. Ve yukarıda belirtildiği gibi, demokrasi ve
modernitenin bu egemenliği elde etmesi önemli ölçüde şiddet yolu ile
olmuştur.

107
Bazen bir ülke isteyerek ve hesaplanarak tekno-endüstriyel sisteme ve onun
kültürüne asimile edilebilir. Bu, daha önce bahsettiğim, toplumun geleceği ile ilgili insan
isteklerinin gerçekleştirilebildiği istisnalardan (12.10.2004 tarihli mektubumdaki (iii)
numaralı istisna) bir tanesidir.
Dolayısı ile demokrasi örneğiniz –politik baskıyı çözmek üzere
girişilen şiddet içermeyen bir reform olması anlamında– geçerli değildir.
Şunu açıkça belirtmem gerekir ki, bu tartışmada amacım demokrasiyi
ahlaken suçlamak değildir. Yalnızca sizin örnek verdiğiniz biçimde şiddet
içermeyen bir reform olmadığını göstermektir.

B. Demokrasinin yayılması ile ilgili söylediklerimin pek çoğu


köleliğin kaldırılması için de söylenebilir. Demokrasi için öne sürdüğüm
argümanlar kölelik için de geçerli olduğu için, onlardan kısaca bahsedeceğim.
İlk olarak, köleliğe yönelik itirazın, demokrasi ve sanayileşme gibi,
“modernite” adını verdiğimiz kültürel yapının bir parçası olduğunu söylemem
gerekir.

1. Köleliğin (kısmi olarak)108 ortadan kaldırılmasının, modern


dünyada insanları çalıştırmak için daha verimli yöntemler bulunmasından
kaynaklandığı söylenebilir. Başka bir deyişle, sanayileşmiş dünyada köleliğin
ortadan kaldırılması temel olarak insan iradesi ile değil, ekonomik
verimsizliği sebebi ile, yani “doğal seçilim” (12/10/04 tarihli mektubum)
yolu ile olmuştur. Köleliğin birçok tezahürünün bilinçli insan çabası ile
ortadan kaldırıldığı doğrudur;109 fakat köleci toplumlar, kölecilik karşıtı
çabaların ortaya çıktığı sanayileşmekte olan ülkelerden ekonomik olarak daha

108
“Kölelik karşıtı gruplar, 21. yüzyılın başı itibarı ile, tarihin önceki
dönemlerinden daha yüksek bir sayıda, 27 milyon insanın köle olarak bulunduğunu tahmin
etmektedirler,” Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 27, article “Slavery,” p. 293. Fakat
yine de şu anda köle olarak yaşayan dünya nüfusunun oranının daha önceki zamanlardan
daha düşük olduğunu düşünüyorum ve modernleşmiş ülkelerde köleliğin kaldırılması
neredeyse tamamı ile gerçekleştirilmiştir.
109
“Köleliğin kaderi [Britanya Adalarının dışındaki dünyanın çoğunda] İngiliz
abolisyonist hareketine bağlı olmuştur..,” Encycl, Britannica, 15th edition, 2003, Vol. 27,
article “Slavery,” p. 293.
verimli olsalardı, bu çabalar pek bir başarı elde edemezdi. Yani köleliğin
kaldırılmasının temel sebebi, insani değil, ekonomiktir.110

2. Kölelik, modern zamanlarda (kısmi olarak) kaldırılmasından


önce binlerce yıl boyunca epey yaygın olmuştur. Yukarıda da belirttiğim gibi,
teknolojinin yarattığı problemlerin çözülmesi için binlerce yıl bekleyemeyiz.
Dolayısı ile kölelik ile ilgili verdiğiniz örnek, teknoloji ile alakalı
problemlerin zamanında ve barışçıl bir şekilde çözülmesi ile ilgili bize
herhangi bir umut vermemektedir.

110
Brezilya örneği öğreticidir. Bir miktar aşırı basitleştirmeye kaçmak pahasına,
1888 yılında Brezilya’da köleliğin kaldırılmasının motivasyonun dört faktörden oluştuğunu
söyleyebiliriz (maddeler önem sırasına göre dizilmemiştir): i) Köle isyanlarından duyulan
korku (Priore & Venâncio, Chapt. XVIII, pp. 223,225-36, 227; Chapt. XX, p. 246). ii) Daha
modern sistemler ile karşılaştırıldığında köle bazlı ekonomik sistemlerin verimsizliğinin
fark edilmesi (age., Chapt. XVIII, pp. 223-24, 225; Chapt. XXII, p. 269). iii) İngilizlerin
yaptığı baskı (age., Chapt. XVIII, pp. 223, 225; Chap. XXI, p. 255). İngilizlerin yaptığı
baskının etkili olmasının tek sebebi Britanya’nın ekonomik olarak (ve dolayısı ile askeri
olarak da) güçlü olmasıdır. Ve Britanya’nın güçlü olmasının sebeplerinden bir tanesi
köleliğe dayanmayan ekonomisinin verimli olmasıdır. iv) İnsani duygular ile köleliğe karşı
çıktığı varsayılan “medenileştirici” ya da daha doğru bir tabirle özgürleştirici ve
modernleştirici bir hareketin varlığı (genel anlamda özgürleştirici/modernize edici trend,
age., muhtelif yerler, örn., Chapt. XVIII, pp. 228-31; özellikle kölelik ile alakalı olarak,
Chapt. XVIII, pp. 223-25, 227; Chapt. XXI, pp. 254, 257, 259, 262). Özgürleştirici
hareketlerin dünyanın büyük bir bölümünde, tam da Avrupa ve Kuzey Amerika’nın liberal
ve yarı-liberal rejimlerinin olağanüstü ekonomik ve teknolojik başarı elde ettikleri ve
olağanüstü büyük bir prestij ve güç kazandıkları zamana denk gelmesinin bir tesadüf
olamayacağını düşünerek bu insani duyguların samimiyetini sorgulamamıza gerek yoktur.
Böylece, Brezilya’da köleliğin kaldırılmasına sebep olan dört faktörden üçü onun köle bazlı
ekonomisinin verimsizliği ile güçlü bir şekilde bağlantılıdır.
3. Köleliğin ortadan kaldırılması şiddet içermeyen bir şekilde
kesinlikle olmamıştır. Haiti’de kölelik kanlı bir şekilde ortadan
kaldırılmıştır.111 Köle isyanları en azından bazı köleci toplumlarda sıklıkla
görülmüştür112 ve bu ayaklanmalar pek başarılı olamamalarına rağmen, en
azından köleliğin ekonomik verimsizliğine katkıda bulundukları ve böylece
daha verimli sistemler tarafından ortadan kaldırılmasına katkı yaptıkları
söylenebilir. Üstelik bir köle ayaklanması bastırıldığında, gelecekte
gerçekleşecek ayaklanmalardan duyulan korku, ayaklanmanın gerçekleştiği
bölgede köleliğin ortadan kaldırılması ile sonuçlanabilirdi.113 Köleliğin
ortadan kaldırılması, genelikle, köleliğin bulunduğu topluma dışarıdan
yapılan şiddetli bir müdahale ile olmuştur. Örneğin Amerika’nın Güneyinde
kölelik, ABD tarihindeki en kanlı çatışma olan İç Savaş ile ortadan
kaldırılmıştır. Doğu Afrika’daki Arap köle ticareti ise 1889 yılında kolonyal
güçler ile köle tüccarları arasında gerçekleşen savaş ile
sonlandırılabilmiştir.114

Yani, kölelik ile ilgili verdiğin örnek, herhangi bir şeyin barışçıl bir
şekilde çözülmesi ile ilgili hiçbir umut vermemektedir.

C. Verdiğiniz diğer iki örneğe gelmeden önce bir şeyi belirtmem


gerekir. Toplumların izole, biçimsel özelliklerine değinerek –hükûmetler
temsili demokrasi mi değil mi? insanlara bir mülk gibi sahip olunabiliyor
mu?– daha önemli konulardan dikkatleri dağıtıyorsunuz: İnsanlar pratikte ne
kadar özgürlüğe sahipler ve yaşamları ne kadar tatmin edici?
111 112
NEB (2003), Vol.27, “Slavery,” p. 299. Age., pp. 298-99.
113
Daha önceden yaşanmış köle ayaklanmalarının tekrar etmesi korkusu
Brezilya’da köleliğin kaldırılmasının sebeplerinden birisi olmuştur. Priore & Veâncio,
Chapt. XVIII, pp. 225-26. Danimarka Virgin Adaları’ında, “kölelik 1848 yılında, o yıl
yaşanan ciddi bir ayaklanmadan sonra kaldırılmıştır.” NEB (2003), Vol. 29, “West
Indies,” p. 777.
114
G.A. Zimmerman, Das Neunzehte Jahrhundret, Zweite Halfte, Zweiter Teil,
Milwaukee, 1902, pp. 30-31.
Eğer belirli bir toplumda yaşamam gerekseydi, köle olarak mı, köle
olmayan birisi olarak mı yaşamak isterdim? Tabii ki köle olmayan birisi
olarak yaşamak isterdim. Toplumun hükûmet biçiminin demokratik mi
otoriter mi olmasını isterdim? Başka her şey eşit olduğunda, hükûmet
biçiminin demokratik olmasını tercih ederdim. Mesela İspanya’da yaşamam
gerekseydi, İspanya’nın 1980’deki haliyle, demokratikleşmeden sonra orada
yaşamayı, 1974 yılında Franco hâlâ hayattayken orada yaşamaya tercih
ederdim. M.S. 100 yılında Roma’da yaşamam gerekseydi, köle olmak yerine
özgür olarak orada yaşamak isterdim.

Sorular yukarıdaki gibi kurgulandığında, demokrasi ve köleliğin


ortadan kaldırılması tartışmasız bir şekilde iyi gözükmektedir. Fakat
gördüğümüz gibi, demokrasi ve köleliğin ortadan kaldırılması izole ve
bağımsız özellikler olarak değil, fakat “modernite” adını verdiğimiz kültürel
yapının bir parçası olarak gerçekleşmişlerdir. Dolayısı ile sormamız gereken
gerçek soru şudur: Modern toplumdaki hayatın kalitesi, otoriter yönetimlerin
ya da köleliğin olası olduğu eski toplumlardaki hayat kalitesi ile
karşılaştırıldığında nerede durmaktadır? Burada cevap o kadar açık değildir.

Kölelik birçok biçim almıştır ve bunlardan bazıları herkesin bildiği gibi


oldukça korkunçtur. Fakat: “Çeşitli Yunan ve Romalı yazarlar, Etrüsk
kölelerinin nasıl iyi giyindiklerini ve nasıl çoğu zaman kendi evlerine sahip
olduklarını anlatıyorlar. Kolayca azat edilebiliyorlardı ve azat edildiklerinde
statüleri hızlı bir şekilde yükselebiliyordu.”115 Simon Bolivar’ın İspanyol
Amerika’sı ile ilgili yaptığı gözlemlere göre, köle sahibi “kölesini kendi
keyfinin bir refakatçisi yapıyordu”; “evdeki hizmetçisini aşırı iş altında
ezmiyordu, ona b i r yoldaş gibi davranıyordu...”116 “Köle, bir ihmalkarlık
içinde yaşayıp gidiyordu; yani aylaklığın, efendisinin köşkünün ve
özgürlüğün sunduğu nimetlerin tadını çıkarıyordu. Kendisini doğal
durumunda, efendisinin ailesinin bir üyesi gibi düşünüyordu...”117 Bu tarz
örnekler çok nadir görünen istisnalar değildir.118 Ve insanın aklına, kölelerin
bu koşulları düşünüldüğünde, onların modern ücretli çalışanlardan daha iyi
şartlara sahip olup olmadığı geliyor. Fakat daha ileri giderek iddia edebilirim
ki, köleliğin daha sert koşullarında dahi, köleler ve serfler, modern insandan
daha fazla özgürlüğe –gerçekten önemli olan özgürlüğe– sahiplerdi. Ancak bu
konuyu tartışmanın yeri burası değildir. (10/10/2004 tarihli mektubuma ve
J.N.’ye yazdığım mektubun (a), (b), (c) bölümlerine bakabilirsin.)

Daha güçlü bir argüman ise, geçmiş çağların otoriter sistemlerinde


yaşayan özgür insanların (köle olmayan, serf olmayan vb.) modern
demokrasilerin ortalama bir yurttaşına göre daha fazla kişisel özgürlüğe –
gerçekten önemli olan özgürlüğe– sahip olduklarıdır. Fakat bu tartışmanın da
yeri burası değildir.

115
Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 20, makale “Greek and Roman
Civilizations,” p. 277.
116
Simon Bolivar, Gaceta Real de Jamaica editörüne mektup, September 1815;
Graciela Soriano (ed.) içerisinde, Simon Bolivar: Escritos politicos, Madrid, 1975, p.
117
Age., p. 87. Burada Bolívar köleliği meşru göstermeye çalışmıyor, fakat yalnızca
kölelerin hiçbir zaman ayaklanmayacaklarını iddia ediyordu. Bknz., age., pp. 87-88.
Gerçekte Bolívar tutkulu bir şekilde köleliğe karşıydı. Bknz., Soriano, Bolívar’ın “Discurso
de Angostrura,” p. 120 ve “Discurso del Libertador al Congreso Constituyente de Bolivia,”
pp. 136-37. Bolívar’ın köleliğin rahat koşulları hakkında söyledikleri ve Latin Amerika’da
Eylül 1815 yılına kadar gözlemlediği bölgelerde köle ayaklanmalarının imkansız olduğu
yönündeki görüşlerinden şüphe duymamı gerektirecek bir sebepten haberdar değilim.
Fakat bu koşulların Latin Amerika’nın her bölgesinde ve hatta Bolívar’ın memleketi
Venezuela’nın her yerinde geçerli olmadığının vurgulanması gerekir. Örneğin 1795 yılında,
Bolívar on iki yaşlarındayken, Arjantin’de köleler arasında bir rahatsızlık vardı ve Coro
Venezuela’da, Bolívar’ın doğduğu Caracas’tan birkaç yüz kilometre uzaklıkta bir köle
ayaklanması gerçekleşmişti. Humphreys & Lynch, pp. 19, 101, 107. Başka zamanlarda da
Brezilya’da köle ayaklanmaları gerçekleşmişti. Age., p. 232. Priore & Venâncio, Chapt.
XVIII, pp. 225- 26; Chapt. XXI, p. 257.
118
Encyl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 27, makale “Slavery,” p. 288.
Demokrasinin (bu kelimenin modern anlamıyla) şu anlamda boyun
eğmenin bir işareti olduğundan bahsetmek istiyorum: Modern bir demokrasi,
makul seviyede bir toplumsal düzeni görece bir adem-i merkeziyetçi iktidar
yapısı ile ve görece yumuşak fiziksel zorlayıcı araçlar ile sağlayabilmektedir.
Bunun sebebi, yeterli sayıda insanın, kurallara az ya da çok gönüllü bir
şekilde uymaya rıza göstermesidir. Başka bir deyişle demokrasi, düzenli ve
itaatkar bir nüfus ister. Tarihçi Van Laue’nin söylediği gibi, “Endüstriyel
toplum, özgürlüklerinin temeli için inanılmaz bir uysallık talep eder.”119

Cermenik ülkelerin demokrasiye kolaylıkla uyum sağlamalarının


sebebinin bu olduğunu düşünüyorum: Cermenik kültürler, görece olarak daha
kuralsız Latin ve Slav kültürlere göre daha disiplinli, uysal, otoriteye saygı
duyan insanlar üretir. Avrupa’nın Latinleri, yalnızca sanayileşmiş yaşam
onları yeterli seviyede toplumsal disipline alıştırdığında istikrarlı
demokrasiler kurabilmişlerdir. Ve toplumsal disiplin, Slav dünyasının bir
bölümünde istikrarlı bir demokrasi için hâlâ yeterli değildir. Toplumsal
disiplin; Latin Amerika, Afrika ve Arap ülkelerinde ise daha yetersizdir.
Demokrasi Japonya’da çok başarılı olmuştur çünkü Japonlar özellikle uysal,
uyumlu ve düzenli insanlardır.

Dolayısı ile modern demokrasinin, özgürlükten çok, daha yüksek


seviyede bir toplumsal disipline120 boyun eğmeyi temsil ettiği söylenebilir.
Eski tip otoriter sistemlere nazaran fiziksel zorlamaya daha az bel bağlayan
ve daha çok psikolojik şartlandırmaya dayanan bir disiplin.

119
Theodore H. von Laue, Why Lenin? Why Stalin?, J. B. Lippencott Co., New
York, 1971, p. 202.
120
Disiplinin kendisinin zorunlu olarak kötü olduğunu söylemek istemiyorum. Tekno-
endüstriyel sisteme karşı gelecek başarılı bir devrimci hareketin mükemmel bir disipline
sahip olması gerektiğini düşünüyorum.
Demokrasi bahsini, Nietzsche’den şu pasaja bir yorum yapmanı
istemeden bırakamam: “Liberal kurumlar, oluşturulduklarından itibaren
liberal olmaktan çıkarlar. O noktadan sonra özgürlüğe liberal kurumlardan
daha zararlı olan bir şey yoktur... Uğrunda savaşıldığı müddetçe bu aynı
kurumlar çok farklı etkiler doğurur. Bu durumda özgürlüğe büyük katkıları
olur... Çünkü özgürlük nedir? Kişinin kendisi ile ilgili sorumluluk alma
iradesinin olması... Kişinin zorluklara, çalışmaya, yokluğa, hatta bizzat hayata
daha fazla kayıtsız hale gelmesi. Kişinin davası uğruna, kendisi de dahil
insanları feda etmeye hazır olması.” Twilight of the Idols (Götzen-
Dammerung), § 38 (tercüme R. J. Hollingdale).121

D. Şimdi verdiğiniz üçüncü örneğe, “hijyen ve atık yönetimine”


bakalım. Neden özellikle bu örneği seçtiğinizi anlayamadım. Bu, geçtiğimiz
yüzyıllarda gerçekleştirilen sayısız teknik gelişmeden yalnızca biridir ve bu
tip diğer gelişmelerden herhangi birini de örnek olarak seçebilirdiniz. Tabii
ki, teknolojinin sorumlu muhaliflerinden hiçbiri, teknolojinin bazı iyi
şeylere sebep olduğunu reddetmemiştir; dolayısı ile verdiğiniz örnek bize
yeni hiçbir şey söylememektedir.

Kötü hijyen koşulları ve verimsiz atık yönetimi, sistem için ve insanlar


için kötüydü; dolayısı ile bu noktada sistemin ve insanların çıkarları
örtüşmüştür ve bu sebeple problemin efektif bir çözümünün
gerçekleştirileceğini beklemek gayet makûldür. Ancak sistemin çıkarlarının
insanların çıkarları ile örtüştüğü noktalarda çözümlerin bulunması, sistemin
çıkarlarının insanların çıkarları ile çatıştığı noktalarda çözümlerin bulunacağı
ile ilgili bize umut vermez.

Mesela yetenekli zanaat ustalarının teknik gelişmeler ile faydasız hale


getirildiği durumlarda ne olduğunu düşünün. Yakın zamanda profesyonel bir
mezar taşı ustasından bunun somut bir örneğini içeren bir mektup aldım.
121
Friedrich Nietzsche, Twilight of the Idols\The Antichrist, terc. R. J. Holligdale,
Penguin Books, 1990, p. 103.
Mezar taşlarını otomatik olarak işleyen lazer-güdümlü bir cihaz tarafından
birkaç yıl içinde gereksiz hale getirilen yetenekleri geliştirmek için yıllar
boyunca didinmiştir. Şu anda kırklı yaşlarında, bir iş bulamıyor ve
beklenebileceği gibi depresyonda. Bu tarz şeyler Sanayi Devrimi’nin
başlangıcından beri yaşanıyor ve yaşanmaya devam edecek. Çünkü bu gibi
durumlarda sistemin çıkarları insanların çıkarları ile çatışmakta ve insanların
çıkarları bir kenara atılmaktadır. Toplumun bu gibi sorunlara bulması gereken
çözümler sizin teorinize göre nerededir? Bilebildiğim kadarı ile yalnızca iki
çözüm uygulanmıştır: (i) devlet yardımı ve (ii) eğitim programları. Tahminim,
organize eğitim programlarının teknoloji tarafından yerlerinden edilen işlerin
küçük bir kısmını karşıladığıdır. Her halükarda, bana yazan mezar taşı
ustasına bir faydaları dokunmamıştır. Dokunsaydı ne olacaktı? “Peki John,
45 yaşındasın ve mesleğin Birleşik Mezar Taşı Şirketi’nin yeni lazer
güdümlü taş şekillendiricisi tarafından gereksiz hale getirilmiştir. Fakat
gülümse ve iyimser ol, çünkü seni bir eğitim programına sokacağız ve sana
bir araba yıkama makinesi nasıl çalıştırılır onu öğreteceğiz...” Arkadaşın
bunun insan onuru ile bağdaştığını düşünebilir, fakat ben öyle olduğunu
düşünmüyorum ve eminim ki söz konusu mezar taşı ustası da bunun insan
onuru ile bağdaştığını düşünmüyor.

Bu arada, daha iyi hijyen koşullarının da öngörülmeyen olumsuz


sonuçları olduğunu söylemek gerekir. Hijyenin, bebek ölümlerinin dünya
çapındaki dramatik düşüşünde en önemli faktör olduğuna şüphe yoktur.
Bebek ölümlerindeki düşüş ise nüfus patlamasında çok önemli bir rol
oynamıştır. Bununla birlikte daha iyi hijyen koşulları, alerjiler ve bağırsak
hastalıkları ve tip 1 diyabet gibi bağışıklık bozukluklarının ortaya çıkmasının
sorumlusu olabilir. Üstelik, çocuk felci virüsü ezelden beri ortalıkta olmasına
rağmen çocuk felci Sanayi Devrimi öncesine kadar görece olarak nadir
görülen bir hastalıktı. Yalnızca sanayileşmeden sonra yüksek sayıda insanı
ömür boyu sakat bırakan çocuk felci salgınları yaşanmıştır ve bu salgınlara,
iyileştirilen hijyen koşullarının sebep olduğu düşünülmektedir.122
E. Dördüncü örneğiniz ise “hava ve su kirliliği.” Bu problemin
(kısmi) çözümünün “çoğunluk tarafından tanımlandığı” şekli ile kabul
edilebilir olduğunu söylüyorsunuz.

1. Çözümün çoğunluk için kabul edilebilir olduğunu kabul etsek


dâhi, bu hiç bir anlam ifade etmez. Almanların büyük çoğunluğu Hitler’i
“sonuna kadar” desteklemiştir.123

Çoğunluğun toplumun problemleri ile ilgili fikirleri, en azından iki


sebeple büyük oranda irrasyoneldir: (i) çoğunluğun hayata bakışı, ciddi
oranda propaganda tarafından şekillendirilir; (ii) çoğu insan toplumun
problemlerini düşünmek adına çok az ciddi çaba harcar. Bu “düşünmeyen
kitlelere” karşı elitist bir küçümseme değildir. Ortalama bir insanın büyük-
ölçekli problemleri düşünmeyi reddetmesi gayet mantıklıdır. Böyle bir
düşünce içine girmek kendi açısından faydasızdır, çünkü bu problemlerin
çözümü için kendisi şahsi olarak bir şey yapamaz. Hatta bazı psikolog ve
122
Bu paragrafın tamamı için bknz., Zaccone, Fehervari, et al; Trevelyan,
Smallman- Raynor & Cliff; Nathanson & Martin; U.S. News & World Report, May 8, 2000,
pp. 47-49; National Geographic, May 2006, pp. 127, 129; The Week, Dec. 11, 2009, p. 26;
USA Today, Feb. 24, 2011, p. 3A ve March 29, 2011, p. 3D.

123
Encycl. Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 20, makale “Hitler,” p. 628. Rohtfels,
sayfa 230 not 28’de, 1944 yılında Almanların %35 ilâ %40’ının “bilinçli Nazi karşıtları”
olduğu yönündeki bir tahmini alıntılamaktadır. Eğer bu tahmin doğru ise, Britannica’nın
Almanların çoğunluğunun Hitler’i “sonuna kadar desteklediği” yönündeki ifadesi ciddi
manada şüphelidir. Çünkü çok sayıda Alman, muhtemelen, Nazi karşıtı duygularını
saklamak için büyük bir çaba göstereceklerdi ve bu yüzden bu tahminde yer alan %35 ilâ
%40 rakamına dahil olmayacaklardı. Fakat bu tahminin pek sağlam bir zemine
dayanmadığı anlaşılmaktadır. Her halükarda, Hitler’e yönelik kamuoyu desteği hangi
oranda olursa olsun, kitle politikası hakkında rasyonel gözlemlerde bulunan hiç kimse,
herhangi bir ulusun çoğunluğunun kamuoyunu ilgilendiren önemli olaylar hakkında tutarlı
bir şekilde bilgece yargılarda bulunduklarını iddia etmeyecektir. Bizim mevcut amaçlarımız
için önemli olan da budur.
doktorlar insanlara, çözemeyecekleri problemler üzerinde düşünmemelerini
salık vermektedir; çünkü bu tarz düşünceler yalnızca gereksiz stres ve
endişeye sebep olmaktadır. Ancak asıl mesele, çoğunluğun mevcut hava ve
su kirliliği seviyelerini kabul edilebilir bulduğu varsayımının konu ile bir
alâkasının olmamasıdır.

2. Mevcut su ve hava kirliliği seviyelerinin çoğunluk tarafından


kabul edilebilir bulunduğunu nereden biliyorsunuz? Anket mi yaptırdınız?
Belki de kirlilik ile ilgili kamuoyunda bir hareketlilik olmadığı için bunun
böyle olduğunu varsaydınız. “Kabul edilebilir”in bu bağlamda ne anlama
geldiği pek açık olmamakla birlikte, kamuoyunun herhangi bir şeye itiraz
seviyesi, insanların o konudaki “kabul edilebilirlik” seviyelerinin bir ölçüsü
olarak alınamaz. Aktif ve organize olmuş bir kamuoyu direnişinin ortaya
çıkmasının, koşulların en kötü olduğu durumlardan ziyade, direnişin başarı
şansına insanların inandığı ya da yeni bir takım hadiselerin veya koşulların
onları eyleme sevk ettiği bir atmosferde en olası olduğu konusunda
tarihçilerin hem fikir olduklarını düşünüyorum.124 Dolayısı ile kamuoyu
direnişinin yokluğu çoğunluğun tatmin olması ile ilgili bir gösterge değildir.

3. Sistemin yaptığı şey, çamurlu, kokan nehirler ve duman ile


kararmış havayı temizlemek gibi, hava ve su kirliliğinin en göz önünde olan
işaretlerini silmek olmuştur. Bu semptomlar ortalama insanın doğrudan
tecrübe ettiği şeyler olduğu için, bunların kamuoyunun tatminsizliğine en
çok sebep olacak problemler olduğu söylenebilir. Ve kısmi olarak ortadan
kaldırılmaları bazı endüstriler için rahatsızlık verici olabilirse de, bir bütün
124
Bknz., örn., Encycl. Britannica, 15th ed. 1997, Vol. 26, makale
“Propaganda”, p. 175. (“Herhangi bir grup, özellikle de büyük grupların alt kadroları,
güvendikleri ve saygı duydukları baba figürüne sahip liderler tarafından
cesaretlendirilmeden önce tamamı ile pasif kalırlar.”); Trotsky, op. cit., Vol. Two, p. vii
(“Fakirlik ve yokluk kendi başlarına bir ayaklanmaya sebep olmazlar… Yeni koşulların ve
yeni fikirlerin, devrimci çözüme doğru giden yolu açmaları gerekir.”
olarak sistemin ilerlemesine pek etki yapmadıkları söylenebilir. Sanayileşmiş
ülkelerin en başarılıları, şimdilik, yukarıda bahsedilen bu tarz kirliliğin
görünen semptomlarını kontrol edecek kadar ekonomik artıya sahiptirler.
Fakat bu, gelişmiş ülkelere yetişmeye çalışan geri kalmış ülkeler için geçerli
olmayabilir. Örneğin Çin’de hava kirliliği korkunç derecede kötüdür ve
muhtemelen Mısır ve Hindistan’da çok daha kötüdür.125

Aslında, EPA tarafından bildirilen şehirlerimizin hava kirliliğindeki


iyileşmeler ile ilgili raporların ötesine bakıp dünya çapındaki kirliliği bir
bütün olarak değerlendirirsek, sistemin problemi azaltmak için yaptığı şeyler
göz ardı edilebilir gözükmektedir. Birazdan anlatacaklarım da işlerin kötü
olduğu ve daha da kötüleştiği argümanını desteklemektedir:

(Hava kirliliğinin bazı biçimlerinden kaynaklanan) asit yağmurları hala


ormanlarımıza zarar vermektedir. En azından birkaç yıl öncesine kadar (hatta
belki günümüzde de) Ruslar nükleer atıklarını Arktik Okyanusu’na dökmeye
devam etmekteydiler. Kamuoyu (ABD’de) fazla balık tüketmenin tehlikeleri
konusunda uyarılmıştır, çünkü balıklar ağır metaller ve PCB içermektedir.
(Bunun sebebi şüphe yok ki su kirliliğidir). Şimdi söyleyeceklerim için
kaynak veremem, hafızamdan yazıyorum. Fakat:

Grönland ve Kanada Arktiğinin yerli halkları, besin kaynaklarını


kirleten, rüzgar ve sularla kuzeye taşınan endüstriyel toksik kimyasallar ile
zehirlenmektedirler. 13 Ocak 2004 tarihinde The Los Angeles Times
okuyucularına, PCB ve 200 diğer zararlı maddeden oluşan kirleticilerin
zooplankton yolu ile yerlilerin besin zincirine karıştığını söylemektedir.
‘Arktik halkları ... insan bedeninde dünya çapında bulunabilecek en
yüksek konsantrasyonda endüstriyel kimyasal ve pestisit içeren bedenlere
sahiptir—o kadar yüksek seviyeler ki, Grönland’da yaşayan annelerin sütleri
125
China: Fallows, pp. 21-22; The Week, Oct. 8, 2010, p. 15; USA Today, Feb.
25, 2014, p. 2A. Egypt: USA Today, Nov. 5, 2014, p. 9A. India: USA Today, Dec. 8, 2015,
p. 3A.
tehlikeli madde olarak sınıflandırılabilir,’ The Times’den Marla Cone’un
haberi.126

1980’lerin ortalarında kuzey Midwest, Kanada ve İskandinavya’daki


bazı araştırmacılar tatlı su balıklarında bulunan yüksek seviye cıva ile ilgili
raporlar yazmaya başladılar.... Göklerde o kadar fazla cıva bulunmaktadır ki,
bu metalin endüstriyel emisyonları yarın dursa dahi, bu madde yeryüzünü
gelecek on yıllarda kirletmeye devam edecektir. 127

Ölçülebilir seviyelerde kanser yapıcı pestisitler 347 kasaba ve şehrin


içme suyunda tespit edilmiştir. Toksik kimyasalların yenilerinin bulunması ve
kullanıma girmesi, bu kimyasallara maruz kalmanın güvenli olup olmadığını
öğrenebilme kapasitemizden çok daha hazlı bir şekilde artmaya devam
etmektedir... Amerikan Çevre Koruma Ajansı, 1972 yılında mevcut
pestisitleri –yalnızca bir sınıfa mensup kimyasallar– test etmekle
görevlendirilmiştir; fakat iş günümüzde henüz tamamlanmış değildir ve
regülatörler her geçen gün daha da geride kalmaktadırlar.128

[Filipinler’deki Amerikan Clark Hava Üssü’nün] yeni sakinleri


içtikleri ve banyo yaptıkları yeraltı sularının, pirinç ve patateslerini
yetiştirdikleri toprağın ve balık tuttukları nehirler ve göletlerin ABD’nin
orada bulunduğu yarım yüzyıl boyunca oraya atılan toksik maddeler ile
kirlendiğinden habersiz olarak su kuyuları kazmaya ve ekin ekmeye devam
etmektedirler. Sağlık çalışanları; düşük vakalarında, ölü doğumlarda ve
doğum bozukluklarında, kanser ve diğer rahatsızlıklarda birkaç yıl içerisinde

126
Vegeterian Times, May, 2004, p. 13 (Los Angeles Times January 13, 2004’ten

127
Science News, February 1, 2003, Vol. 163, p. 72.
128
“Kids need more protection from chemicals,” L o s Angeles
T i m e s , J a n u a r y 28, 1999, s a y f a n u m a r a s ı bulunmuyor.
bir artış tespit etmeye başlamışlardır Günümüzde Pentagon, deniz aşırı
büyük üsleri kirlettiğini kabul etmektedir. Fakat ABD’nin buraları
temizlemek ile ilgili bir yükümlülüğünün olmadığında ısrar etmektedir.129

(İyi açıdan bakıldığında: “Hava kirliliği emisyonları 2000 yılından beri


%7,8 oranında düşmüştür [hangi kirletici maddeler ve nerede ölçüldükleri
belirtilmemiş]. Eleştirmenler, su kalitesi ile şikayetlerin düşüşünü yasaların
ağır işlemesine bağlamaktadırlar ”130)

Medyayı araştırmak isteyen herkes benzer sayısız örnek verebilir. Ve


eğer benim gördüklerim bu konuda bir şeye işaret ediyorsa, bulacakları şeyler
büyük oranda negatif olacaktır.

Belki de en büyük kirlilik problemi, bilim adamlarının, karbondioksit


başta olmak üzere en azından kısmen insanların ürettiği “sera gazlarından”
kaynaklandığına hem fikir oldukları küresel ısınmadır.131 Mesele yalnızca
sıcaklıkların birkaç derece yükselmesi değildir, küresel ısınmanın sonuçları
oldukça ciddidir. Bunların içinde hastalıkların yayılması;132 fırtına, tornado,
seller gibi ekstrem hava koşulları;133 kutup ayısı gibi arktik türlerinin
muhtemel yok oluşu;134 arktiklerde yaşayan insanların hayat tarzlarının
bozulması;135 dünyanın bir kısmının sular altında kalması ile sonuçlanacak
deniz seviyesindeki artış136 ve kuraklık137 bulunmaktadır. “Dünyanın daha
büyük bir kısmı çöle dönmektedir. BM sözcüsü ‘bunun sinsi bir şekilde
ilerleyen bir felaket olduğunu’ söylemektedir. Çölleşmenin hızı 1970’den beri
ikiye katlanmıştır...”138 Ancak küresel ısınma çölleşmenin sebeplerinden
yalnızca bir tanesidir.139
129
U. S. News & World Report, January 24, 2000, pp. 30-31.
130
Time magazine, October 18, 2004, p. 29.
131
Bu konu hakkında yayın oldukça fazladır. Yalnızca bir örnek vermek gerekirse:
USA Today, Nov. 3, 2014, p. 3A.
132
Time magazine, July 1, 2002, p. 57. U.S News & World Report, February 5,
2001, pp. 46, 48, 50.
Arkadaşının önerdiği “genel şema” burada işe yaramamaktadır. Çünkü
küresel ısınma gibi bir hadiseyi, yeterli sayıda insanın o konuda endişe
duyması ile tersine çeviremezsin. Günümüzde hangi önlem alınırsa alınsın,
küresel ısınmanın sonuçları ile (en azından!) yüzyıllar boyunca yüzleşmek
zorunda kalacağız. Ki bazı bilim adamları, insanın atmosfere müdahalesinin
yakında bir “eşiği aşacağından” ve bunun Dünya ikliminde dramatik,
felaket ve geri döndürülemez bir değişimi tetikleyeceğinden endişe
etmektedirler.140

Küresel ısınma ve kirliliği kontrol altında tutmak sistemin çıkarına


olduğu için, kesin olarak felaket bir hale gelmeden önce bu problemlere
çözümler bulunması ihtimal dahilindedir. Fakat bunun insanlığa maliyeti ne
olacaktır? Özellikle de, devamlı olarak sistemin teknik çözümlerinin
karşısına çıkan insan özgürlüğü ve onuruna ne olacaktır?

133
US. News &World Report, February 5, 2001, pp. 44-46.
134
Time magazine, November 22, 2004, pp. 72-73.
135
Age., October 4, 2004, pp. 68-70.
136
U.S. News & World Report, February 5, 2001, pp. 48, 50.
137
Age., p. 50.
138
The Denver Post, June 16, 2004, p. 2A.
139
Age.
140
Christian Science Monitor, March 8, 2001, p. 20. Elizabeth Kolbert, “Ice
Memory,” The New Yorker, January 7, 2002, pp. 30-37.
David Skrbina’ya Mektup, 3 Ocak 2005
Birinci nokta (özgürlük.) Ben ve diğer bazı kişiler özgürlüğe çok
yüksek bir değer atfediyoruz. Benim bunu yapmamın temel sebebi, benim
tanımladığım anlamda özgürlüğün günümüzde çok kısıtlı olmasıdır. Eğer bol
miktarda özgürlük bulunan, fakat (örneğin) fiziksel gereklilikler ile ilgili
büyük kısıtlamaların bulunduğu bir toplumda büyüseydim, bu durumda
özgürlüğümün bir kısmından fiziksel gereklilikler adına feragat etmek
isteyebilirdim. Poncins, tanıdığı Eskimoların hapsedilmeyi bir ceza olarak
değil bir ödül olarak gördüklerini söylemektedir. Çünkü hapishanede çaba
sarf etmelerine gerek kalmadan besleniyorlar ve sıcak tutuluyorlardı.141

İkinci nokta (otonomi/özgürlük). Orta çağ köylülerinin bugün bizim


sahip olduğumuzdan daha fazla özgürlüğe sahip olduklarını doğrudan
söyleyemem, fakat gerçekten önemli olan tarzdaki özgürlüğe daha fazla sahip
oldukları ile ilgili bir argüman güçlü bir şekilde savunulabilir.(12/10/2004
tarihli mektubuma ve J.N.’ye yazdığım mektubun (a), (b), (c) bölümlerine
bakabilirsin.)

Üçüncü nokta (ikâme etkinlikler). İkâme etkinliklerden “vazgeçilmesi


gerektiğini” hiç bir zaman söylemedim. Ayrıca, ikâme etkinlikler ve gerçek
bir amaca haiz etkinlikler arasında bir ayrım yapmak her zaman o kadar kolay
değildir. Bknz. Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 40, 84, 90. Ve ikâme
etkinlikler modern topluma has değildir. Fakat modern topluma özgü olan
şey, bu faaliyetlerin modern toplumda olağan olmayan, orantısız ve aşırı bir
rol oynamakta olduklarıdır. Her halükârda, ikâme etkinliklere saldırarak bir
şey elde edilebileceğini zannetmiyorum. Fakat ikâme etkinlik kavramının
modern insanın psikolojisini anlamada önemli olduğunu düşünüyorum.

141
Poncins, op. cit., pp. 164-65.
Dördüncü nokta (devrim). Mevcut tarihsel bağlamda, başarılı bir
devrim, tekno- endüstriyel sistemin topyekûn bir şekilde dağıtılmasının
gerçekleştirilmesi anlamına gelecektir.

Beşinci nokta (devrimin gerekliliği). Evet, devrim gereklidir. Devrimci


bir hareketin barışçı olması gerektiğini ve şiddeti reddetmesi gerektiğini hiç
bir zaman söylemedim ve bunun böyle olması gerektiğine kesinlikle
inanmıyorum. Yalnızca devrimin şiddet ile ilgili yanlarını tartışmayı
reddettim, çünkü yetkililerin seninle olan iletişimimi “şiddeti özendirdiğim
için” kesmelerine dair bir bahane sunmak istemiyorum. Devrimci bir
hareketin, açık ve kamuoyunu etkileyecek bir şekilde faaliyette bulunabilmesi
için, tüm şiddet ve diğer illegal faaliyetlerden uzak durması gereken bir
dalının olması gerektiğini düşünüyorum. Bir devrime; on, yirmi, elli ya da en
fazla yüz kişiden oluşan “küçük bir grubun” liderlik etmesi gerektiğini
söylemedim. Devrimci bir hareketin aktif ve efektif bölümünün bütün bir
nüfusun çok küçük bir kısmından oluşacağını düşünüyorum. Son olarak,
devrime entelektüellerin liderlik etmesi gerektiğini hiç bir zaman
söylemedim. Tabii ki bu, “entelektüel” ile neyin kastedildiğine bağlı
olacaktır. Sanırım bu kelime en yaygın biçimiyle, üniversitelerin sosyal
bilimler fakültelerinde ve bunlara çok yakın işlerde çalışan insanları ve ciddi
konular üzerinde yazan profesyonel yazarları ifade etmek için
kullanılmaktadır. “Entelektüel” kelimesi bu mânâda anlaşılırsa, günümüz
entelektüellerinin çok ama çok az bir kısmı devrimci bir hareketin potansiyel
üyeleridir. Bazı entelektüeller devrimci bir hareketin temelini oluşturacak
fikirlerin formüle edilmesinde, ifade edilmesinde ve yayılmasında çok önemli
bir rol oynayabilirler. Fakat son birkaç senedeki The New York Review, The
London Review ve The Times Literary Supplement okumalarımda, teknoloji
problemine yapılan hiçbir atıf görmedim. Sanki entelektüeller zamanımızın
en kritik konusunu bilerek görmezden geliyor gibidir. Bu sebeple teknoloji
problemine ciddi mânâda ilgi duyan en azından iki entelektüel –sen ve ismi
gizli arkadaşın– bulmaktan çok mutlu oldum.
Altıncı nokta (gerilim yaratan koşullardan kaçınılması). Şu cümlene
kesinlikle katılmıyorum: “Aslında [devrimciler] bu eylemlere KARŞI
çıkmalıdırlar...” Kesinlikle hayır! Azınlık haklarını ele alalım örneğin.
Buradaki büyük problem, azınlık hakları ile ilgili çıkarılan gürültünün
potansiyel devrimcilerin isyankâr enerjilerini absorbe etmesi ve kritik olan
teknoloji meselesinden dikkatleri dağıtmasıdır. Devrimci hareket; beyaz
olmayanlar, kadınlar, homoseksüeller vb. için eşit haklara karşı gelerek
azınlık hakları üzerinde kopartılan gürülüyü yalnızca artırmış olacak ve
böylece teknoloji probleminden dikkatleri daha fazla dağıtmış olacaktır.
Devrimcilerin yapması gereken şey, azınlık hakları üzerinde kopartılan
gürültünün asıl mesele ile alâkasız ve önemsiz olduğunu göstermek olmalıdır.

Devrimcilerin, toplumdaki gerilimleri artırması gerekliliği yalnızca


genel gidişat için bir ipucudur ve mekanik olarak uygulanabilecek katı bir
kanun değildir. Her özel durum ayrı olarak değerlendirilmelidir. Azınlıklara
karşı ayrımcılıktan doğan toplumsal gerilimler devrimci bir bakış açısına göre
faydalı mıdır? Elbette hayır! Örneğin siyahlar polisin şiddetine maruz
kalıyorsa, bu durumda dikkatleri bu meselenin üzerine yoğunlaşacaktır ve
teknoloji problemi ile ilgilenmeye vakitleri olmayacaktır. Yine aynı şekilde
azınlık hakları ile ilgili problemler teknoloji probleminden dikkatleri
dağıtmaktadır. Dolayısı ile, azınlıklar ile ilgili tüm problemlerin çözümü daha
iyi olacaktır; çünkü bu problemler ile bağlantılı gerilimler faydalı değildir.
Bknz. Sanayi Toplumu ve Geleceği ¶¶ 190-92.

Başka bir örnek vermek için, devrimcilerin kirliliği azaltmak ile ilgili
politik faaliyete karşı çıktıklarını düşünelim. Bu durumda kirlilik ile ilgili
endişe duyan insanlar devrimcilere karşı düşmanlık besleyeceklerdir. Dahası,
kirliliğe karşı çıkanlar ile sistem arasındaki gerilim azalacaktır; çünkü kirlilik
karşıtları, kirliliğin devam etmesinin sorumluluğunun bir kısmını devrimcilere
yükleyeceklerdir. Söyleyecekleri şey şu olacaktır: “Problem bu lanet
radikaller! Eğer onlar olmasa sistemi düzeltip, kirliliği azaltabiliriz!” Dolayısı
ile devrimciler, kirliliği azaltmak ile ilgili reformist çabalara karşı çıkmak
yerine şunları vurgulamalıdırlar: (i) bu çabalar kirlilik problemini asla
çözemez, yalnızca sınırlı bir düzeyde azaltabilir; (ii) kirlilik tekno-endüstriyel
sistemle bağlantılı büyük problemlerden yalnızca bir tanesidir ve (iii) bu
problemlerin hepsine ayrı ayrı ve tek tek saldırmak beyhudedir—tek etkili
çözüm sistemin tamamı ile alaşağı edilmesidir.

Faydalı olan gerilimler insanları tekno-endüstriyel sistem ile karşı


karşıya getiren gerilimlerdir. Diğer gerilimler –mesela değişik etnik grupları
sisteme karşı gelmek yerine birbirine düşüren etnik gerilimler– zararlıdırlar ve
gerçekte sistem üzerindeki gerilimleri azaltırlar; çünkü dikkat dağıtıcı bir
fonksiyona sahiptirler. Bakınız: Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 190-92.

* * *

“Optimum düzeyde bir teknoloji ve toplumsal düzeni aramamız


gerektiğini söylüyorsun.” Bana yazan başka birkaç kişi daha teknolojinin
kabul edilebilir ya da optimum düzeyi ile ilgili benzer konulardan bahsettiler.
Benim pozisyonum ise yalnızca iki seçimimiz olduğudur. Bu yazı tura atmak
gibidir. Ya yazı gelir ya tura ve başka söylenecek bir şey yoktur. Benzer
şekilde, tarihin bulunduğumuz şu aşamasında küçük bir takım ihtiyatlar
haricinde yalnızca iki seçeneğimiz bulunmaktadır: Ya tekno-endüstriyel
sistemin mevcut güzergâhında ilerlemesine izin verebiliriz ya da tekno-
endüstriyel sistemi alaşağı edebiliriz. Birinci durumda teknoloji sonunda her
şeyi yutacaktır. İkinci durumda ise teknoloji, bizim kontrolümüz altında
olmayan koşullarda kendi düzeyini bulacaktır. Dolayısı ile teknolojinin
“uygun” bir düzeyini bulmak hakkında konuşmak beyhudedir. Teknolojinin
“optimum” düzeyi ile ilgili varacağımız herhangi bir sonuç faydasız olacaktır.
Çünkü bu sonucu gerçek hayatta uygulayabilmenin imkânı yoktur. Aynı şey
toplumsal düzenin herhangi bir “optimum” düzeyi için de geçerlidir.

* * *
Jacques Ellul ve Ivan Illich’ten gönderdiğin pasajları okudum. Illich
şöyle yazmakta: “Yakın gelecekte insanoğlu, aletlerinin çevreye olan
müdahalesine bir sınır çekemezse ve etkili bir doğum kontrol programını
gerçekleştiremezse, gelecek nesiller ekolojistler tarafından öngörülen o
korkunç kıyameti tecrübe edeceklerdir.”142 Illich bunu 1973 yılında yazmış ve
henüz “kıyameti” yaşamadık. Sistemin eninde sonunda çökeceği güvenli bir
şekilde iddia edilebilir –daha önceki medeniyetlerin hepsinin sonunda
çökmesi dâhi bu tahmin için yeterlidir– ve bu çöküş gerçekleştiğinde hiç
şüphe yok ki korkunç olacaktır. Fakat sistemin şu anda çökmek üzere
olduğuna inanmak için herhangi bir sebep göremiyorum. “Ekolojistler”
tarafından 30 sene önce yapılan tahminlerin abartılı ya da erken olduğu ortaya
çıkmıştır.

Illich’in yazdıklarının büyük bir kısmı bana anlaşılmaz geliyor. Mesela


sayfa 109’da şunları söylüyor: “İşler normal seyrinde gittiğinde, şirketler ve
müşteriler arasındaki prosedürel rekabet genelde ikincilerin birincilere olan
bağımlılığının meşruiyetini artırmaktadır.”143 Bu cümlenin ne anlama
geldiğini bana açıklayabilir misin? Bana umutsuz bir şekilde belirsiz geliyor.

Ellul’ün “Anarchy From Christian Standpoint, 1. What is Anarchy?”144


de söylediklerine gelirsek, Ellul’ün burada tamamı ile yanıldığını
düşünüyorum. Hangi noktalarda yanıldığını tam olarak ifade etmem çok
zaman alacağından yalnızca birkaç noktaya değineceğim. İlk olarak, şiddetin
etkisiz bir taktik olduğunun tarih boyunca ortaya çıktığını söylerken
yanılmaktadır. Gerçekte şiddet, her bir özel durumun sahip olduğu tarihsel
koşullara bağlı olarak etkili ya da etkisiz olmuştur.

142
Illich, Chapt 5.
143
Age.
144
B u , Ellul’ün Anarşi v e Hristiyanlık çalışmasındandır.
Bknz., James F. Kirkham, Sheldon G. Levy, ve Willam J. Crotty,
Assasination and Political Violence: A Report to the National Commission on
the Causes and Prevention of Violence, Praeger Publishers, New York, 1970,
sayfa 4. Yazarlar, tarihteki sistematik suikastlerin “teröristlerin kendilerinin
kısa vadeli kariyerleri ve hedefleri için olmasa da, uzun vadeli hedeflerin
gerçekleştirilmesinde etkili oldukları”145 sonucuna varmışlardır. Yazarlar bu
konuda benim gideceğimden daha ileri gitmektedirler.

İkinci olarak Ellul şöyle yazmaktadır: “[İnsanların] iki büyük


karakteristik özelliği, eğitimlerinden ya da toplumlarından bağımsız olarak,
kıskançlık ve güce yönelik bir arzudur. Bu nitelikleri her zamanda ve her
yerde görüyoruz.” Ellul’un “kıskançlık” ile ne kastettiği benim için tam
olarak net değildir. Fakat kıskançlığın “hiçbir zaman dindirilemeyeceğini ve
tatmin edilemeyeceğini, çünkü bir şey elde edildikten sonra kıskançlığın
dikkatini başka bir şey üzerinde yoğunlaştırdığını” söylemektedir. Dolayısı
ile Ellul’ün aklında olan şeyin sınırsız bir şekilde mal biriktirmek olduğu
söylenebilir. Eğer söylediği şeyin anlamı ile ilgili yorumum doğru ise, Ellul
kıskançlık hakkında tamamen yanılmaktadır. Mülk biriktirme arzusunun
olmadığı birçok toplum olmuştur. Örnek: Hepsi olmasa da, göçebe avcı-
toplayıcı toplumların çoğunluğu. Somut bir örnek vermek gerekirse Mbuti
pigmeleri: Schebesta’ya göre, “Sahip olmak ile ilgili hiçbir istek onlarda
yok gibidir.” “Mbuti’de mal biriktirmek ya da zenginlik biriktirmek gibi bir
istek yoktur.”146

Güce duyulan istek hiç şüphe yok ki evrenseldir. Fakat bunun, Ellul’ün
varsayıyor gözüktüğü gibi, diğer insanlar üzerinde egemenlik kurma
biçiminde kendini ifade etmesi zorunlu değildir. İnsanlarda, özellikle
145
Kirkham, Levy & Crotty, p. 4.

146
Paul Schebesta, Die Bambuti-Pygmäen vom Ituri, II. Band, I. Teil, Institut
Royal Colonile Belge, Brussels, 1941, p. 8, 18.
erkeklerde, içkin bir egemenlik kurma itkisinin olduğu doğru olabilir; fakat
bana kalırsa Ellul bu itkinin gücünü abartmaktadır. Üstelik, egemenlik
kurmaya yönelik herhangi bir itkinin kontrol altında tutulduğu toplumlar
olmuştur: Richard Lee tarafından çalışılan Bushmen’de, hiç kimsenin
kendisini diğerlerinin üzerinde konumlandırılmasına izin verilmemiştir.147
Aynı şey Mbuti Pigmeleri için de geçerlidir.148 Schebesta’ya göre Mbutilerde
egemenlik kurmaya yönelik bir eğilim yoktur.149

David Skrbina’ya Mektub, 17 Mart 2005

I. REFORM NEDEN BAŞARISIZLIĞA MAHKUMDUR

Sen ve arkadaşın birbiri ile bağlantılı bir seri iddiada bulunuyorsunuz:


“İhtiyaç duyuldukça teknolojiyi kısıtlamak üzere harekete geçeceğiz.”
“Gelecekte insanlar, kendi refahlarına büyük ölçekte zarar vermeye başlayan
teknolojik gelişmeleri ya da onların etkilerini yok etmek üzere harekete
geçeceklerdir.” “Teknoloji kaynaklı sorunların ortadan kaldırılmasında”
başarı devrim ile değil reform ile sağlanacaktır. Genel bir şema söz
konusudur: “Teknik bir problem ortaya çıkar ve ... [sonunda] ... zararı ‘genel
olarak kabul edilebilir’ bir seviyeye indiren uzlaşmaya dayalı bir çözüm
bulunur.”

147
Nancy Bonvillain, Women and Men, Prentice-Hall, 1998, p. 20-21.
148
Colin Turnbull, Wayward Servants, Natural History Press, 1965, pp. 27, 28,
42, 178-181, 183 ,187, 228, 256, 274, 294, 300; The Forest People, p. 110,
149
Schebesta, II. Band, I. Teil, p.8.
23/11/2004 tarihli mektubumda bu iddialara kısmi olarak yanıt
vermiştim. “Genel şema” adını verdiğin şeyi örnekleyen dört durumun
üzerinde durarak, problemlere getirilen çözümler uygun olsa dahi (ki dört
durumun üçünde bunlar en azından tartışmalı idi): (i) “Çözümler” genellikle
“objektif” faktörlerin işlerliği sonucu ve insan iradesinden bağımsız olarak
gerçekleşmişlerdir. (ii) Dört durumun ikisinde ise (politik baskı ve kölelik)
çözümler, önemli bir oranda, savaş ve şiddet içeren devrimler yolu ile
gerçekleşmişlerdir ve dolayısı ile reform olarak adlandırılamazlar. (iii) Bu
dört durumun aynı ikisinde çözümlere problemlerin ortaya çıkmasından
binlerce yıl sonra ulaşılabilmiştir. Başka bir deyişle çözümler onlara ihtiyaç
duyduğumuz zaman değil, objektif faktörler şans eseri onlar için uygun hâle
geldiği zaman ortaya çıkmışlardır.

I. A. Yukarıdakiler ile ilgili en önemli nokta şudur:

1. Tarihin akışı, önemli ölçüde, insanların yaptıkları seçimler ile


değil, “objektif faktörler” ile, özellikle de 12/10/2004 tarihli mektubumda
bahsettiğim “doğal seçilim” ile belirlenir. Dolayısı ile, büyük toplumsal
problemlere, yalnızca belirli semptomları düzeltmek için tasarlanmış
yüzeysel dokunuşlarla uzun vadeli çözümler getirilemez. Çözüm varsa dahi,
ancak mevcut durumdan sorumlu “objektif” faktörlerin değiştirilmesinin bir
yolunun bulunması ile mümkün olabilir.

Teknolojik toplumun problemlerinin çözümüne, sen ve arkadaşının


önerdiği uzlaşma ve reformdan oluşan “genel şema” ile ulaşılamayacak
olmasının başka bir takım sebepleri daha bulunmaktadır.

2. Genel olarak konuşmak gerekirse reform, sistemin


çıkarlarının insanların çıkarları ile uyuştuğu noktalarda mümkündür. Sistemin
çıkarlarının insanların çıkarları ile ters düştüğü noktalarda anlamlı bir reform
mümkün değildir.150 Örneğin hijyen, salgınları önlemek sistemin çıkarına
olduğu için iyileşmiştir. Fakat modern çalışmanın tatminsizlik yaratan
yönlerini düzeltmek için hiçbir şey yapılmamıştır. Çünkü çoğu insan, sistemin
birer dişlisi olarak değil, bağımsız bir zanaatkâr olarak çalışırsa sistemin
ekonomik verimliliği dramatik bir şekilde düşecektir.
Burada işleyen “doğal seçilimdir.” “İnsani değerler” için kendi gücünden
ve verimliliğinden feragât eden sistemler güç ve verimliliği öne koyan sistemlere
karşı rekabet açısından dezavantajlı bir konuma düşerler. Dolayısı ile ikinciler
yayılırken diğerleri geriye düşerler.

3. İnsanların, “refahlarını ciddi mânada olumsuz etkileyen


problemler ile ilgili” harekete geçeceklerini söylüyorsunuz. Fakat genelde bir
problem insanların refahını ciddi manada olumsuz etkilemeye başladığında, artık
bu problemi çözmek için çok geçtir. Ya da problem çözülebilse dâhi, bu
çözümün maliyeti kabul edilemeyecek kadar yüksektir. Mesela sera gazı (küresel
ısınma) problemini çözmek için artık çok geçtir. Şu anda ne yapılırsa yapılsın,
bunun sonuçları gelecek yüzyıllar boyunca hissedilmeye devam edecektir. Bu
problemin “çözümü” ile ilgili tek umudumuz, sorunun sebep olacağı etkileri
belirli sınırlar altında tutmak olabilir. Ki bunun da, enerji tüketiminde ekonomik
açıdan kabul edilemez sonuçlara sebep olacak dramatik kesintilere gidilmeden
gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği açık değildir.

Görünüşe göre nükleer silahlar tarafından temsil edilen tehdit, bu


silahların ortadan kaldırılmasına yol açacak kadar insanların refahını tehdit
etmemektedir. Eğer büyük bir nükleer savaş gerçekleşirse, insanların refahı
epey sarsılacaktır; fakat bunun için çok geç olacaktır.

150
Burada gri bir alanın olduğunu kabul etmek gerekir. Bazen reformun sistem
için yararlı hale gelmesinin tek sebebi, insanların kendilerini çok fazla zorlayan koşullara
karşı direnmeleri ve sistemin bu direnişi ortadan kaldırmak için koşulları iyileştirmek
zorunda kalmasıdır. Örnek: Amerikan hükumetinin siyahlar üzerindeki adaletsizlikleri
ortadan kaldırmaya yönelik çabaları, 1950 ve 60’lı yıllarda siyah Amerikalılar isyan edip
(“yurttaş hakları hareketi”) hükumeti etkili önlemler almaya zorlayana kadar tamamı ile
gönülsüz ve etkisiz olmuştur. Fakat isyanın güçlü liderler ortaya çıkmadan başlamadığına
dikkat et.
Biyo-teknisyenler günümüzde ateşle oynamaktadırlar. Laboratuvarda
suni olarak oluşturulmuş bir organizmanın ya da genetik bir malzemenin
doğaya kaçması felaket sonuçlara yol açabilir. Fakat biyo-teknisyenleri
kısıtlamak için hiçbir şey yapılmamaktadır. Eğer büyük çapta bir biyolojik
felaket gerçekleşirse insanların refahı muazzam zararlar görecektir, fakat bu
problemi düzeltmek için çok geç olacaktır. Mesela “katil arı” adı verilen
arılar, Güney Amerika ve Afrika arılarının bir melezidir ve Güney
Amerika’daki bir araştırma merkezinden kaçmışlardır. Arılar bir kez
kaçtıktan sonra onları durdurmak ile ilgili tüm çabalar beyhude olmuştur.
Güney Amerika’nın çoğu bölgesine ve ABD’ye yayılmışlar ve yüzlerce
insanı öldürmüşlerdir.151 Biyo-teknoloji ile ilgili şu anda devam etmekte olan
deneyler sebebi ile bundan çok daha kötü bir hadise yaşanabilir.

4. Kötü bir durum, genellikle, bu durumu yaratan spesifik sebep


bilinmediği için düzeltilemez. 23/11/2004 tarihli mektubumda tartıştığım,
ruhsal bozuklukların sürekli bir artış içerisinde olmasını düşün mesela. Bu
durumun teknolojik gelişmenin bir yan etkisi olduğu kesin gibi
gözükmektedir. Çünkü modern insanın yaşam tarzı temel olarak teknoloji
tarafından belirlenmektedir. Fakat ruhsal bozuklukların oranının spesifik
olarak neden yükseldiğini hiç kimse bilmemektedir. Benim kişisel fikrime
göre, depresyon vakalarında görülen yüksek oran güç sürecini
yaşayamamaktan ileri gelmektedir.152 Fakat bu konuda haklı olsam dahi yine
de bir çok şey cevapsız kalıyor, örneğin mania ve anksiyete bozuklukları
gibi.

151
NEB (2003), Vol. 2, “bee,” p. 42. Blau, özellikle pp. 16-18. USA Today, Oct. 9,
2014, p. 5A; Oct. 10, 2014, p. 4A.
152
12/10/2004 tarihli mektubum; Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 44, 58, 145.
Kansere bağlı ölümlerin 19’uncu yüzyıldan beri on kat arttığına
inanılmaktadır153 ve bunun tek sebebi nüfusun yaşlanması değildir. Bu da
kesinlikle bir şekilde tekno-endüstriyel yaşam tarzının bir sonucudur. Ancak
bazı kanser türlerinin sebepleri biliniyorken, bu hastalıktaki genel devasa
yükselişin sebebi hâlâ meçhuldür.

5. Bir problemin çözümü bulunsa dâhi, bu çözümün kendisi


insan onurunu ayaklar altına alıyor olabilir. Örneğin; depresyonun, maninin
ve dikkat-bozukluğu rahatsızlıklarının sebepleri bilinmediğinden ya da
sisteme çok büyük bir maliyeti olmadan ortadan kaldırılamadıklarından, bu
problemler hastalara ilaçlar verilerek “çözülür.” Yani sistem, insanları
insanoğlu için uygun olmayan şartlarda yaşamaya zorlayarak hasta etmekte ve
daha sonra onlara uyuşturucular vererek iş görmelerini sağlamaktadır. Bu
bana göre insan onuruna yönelik büyük bir hakarettir.

6. Bir problemin uzun süreli varlığı, o problemin insanlar


tarafından fark edilmesini engelleyebilir; çünkü insanların daha iyi bir
durumdan haberleri yoktur. Örneğin, Montana’nın dağlarında uzun bir süre
yaşadıktan sonra şehre tekrar döndüğümde fark ettim ki, dağlara kaçana
kadar tüm bir yaşamım boyunca kronik stres yaşamışım. Elbette bu, görece
153
Mel Greaves, Cancer: The Evolutionary Legacy, Oxford University Press, 2000,
p. 16. Greaves aslında şöyle yazmaktadır: “yaş sebepli kanser kaynaklı ölümler, ortalama
olarak, yirminci yüzyılın sonunda Batı toplumunda muhtemelen on dokuzuncu yüzyılın
sonunda olduğundan on kat daha fazladır.” Bunun, kanser kaynaklı ölümlerin herhangi
bir yaş grubunda on kat arttığı anlamına geldiğini varsayıyorum. Denge olması açısından:
“yeni kanser vakalarının ve ölümlerinin ortalaması ABD’de 1991 yılından beri peyderpey
düşmektedir…”, University of California, Berkeley, Wellnes Letter, September 2004, p. 8.
“ABD’deki kanser kaynaklı ölümler son yirmi yılda erkeklerde yüzde 23 ve kadınlarda
yüzde 15 oranında düşmüştür.” The Week, Jan. 20, 2012, p. 18. Diğer yandan, “Kanser
vakaları dünya çapında büyük bir hızla artmaktadır... Küresel bazda kanser vakalarının
önümüzdeki yirmi yılda 2012 yılındaki 14 milyondan yıllık 22 milyon vakaya yükseleceği
tahmin edilmektedir...” USA Today, Feb. 5, 2014, p. 3A.
olarak düşük bir stres seviyesiydi. Şehir yaşamına alışmış insanlar bu stresin
farkına varmazlar, çünkü bu tarz bir strese ömürleri boyunca maruz kalırlar ve
bu stresten azade olmanın nasıl bir his olduğunu bilemezler. Yalnızca
dağlardaki tecrübelerim sonrasında kronik stresten tamamı ile azade olmanın
nasıl mükemmel bir duygu olduğunu anlayabildim. Kardeşim de çölde uzun
süre yalnız kalmasından sonra benzer bir duyguyu tecrübe ettiğini söylemişti.

7. Bazı problemler tam da modern teknolojinin doğası


yüzünden çözülemez niteliktedir. Örneğin gücün bireylerden ve küçük
gruplardan büyük organizasyonlara transfer edilmesi teknolojik bir toplumda
çeşitle sebepler nedeniyle kaçınılmazdır. Bu sebeplerden bir tanesi, teknolojik
toplumun işlerliği için olmazsa olmaz nitelikteki birçok işlevin yalnızca
büyük organizasyonlar tarafından yerine getirilebilir olmasıdır. Mesela petrol
büyük miktarlarda rafine edilmezse benzin üretmek oldukça zor ve maliyetli
hale gelir ve otomobilleri taşıma için kullanmak bu yüksek maliyet sebebiyle
mümkün olmaz.

8. Bu mektubun birinci sayfasında alıntılandığı hali ile


formülasyonlarınız, “refah”, “karşıtlık”, ve “zararın genel kabul edilebilir
seviyesi” gibi terimlere dayanmaktadır. Bu terimler çeşitli yorumlara açık
olabilir; fakat benim anladığım şekli ile bunlar ile ifade etmeye çalıştığınız
şey, koşullar insanları yeteri kadar rahatsız ettiğinde insanların bu
rahatsızlıkları kabul edilebilir bir düzeye indirgemek için harekete
geçecekleridir. Bunun doğruluğunu kabul etmiyorum; fakat doğru olsa dâhi
bu, problemi benim gördüğüm şekli ile çözmeyecektir.

Tekno-endüstriyel sistemin en tehlikeli yönlerinden biri, tam olarak,


insanları memnun olmamaları gereken koşullarda (örneğin insan onuruna
uygun olmayan veya milyonlarca yılda Dünya’da evrimleşmiş hayatı ortadan
kaldıran ya da gelecekte bir felakete yol açabilecek koşullar) dahi memnun
edebilme gücüdür. (Ya da en azından memnuniyetsizliklerini kabul edilebilir
bir seviyede tutabilmesidir.) İlaçlar (biraz önce I. A. 5’te tartıştığım gibi)
depresyon ve dikkat bozukluğunun yarattığı rahatsızlıkları azaltabilir,
propaganda insanların çoğunu çevrenin yok edilmesine ikna edebilir ve
eğlence endüstrisi insanları unutkan yaparak onların nükleer silahlar
konusunda endişe duymalarının ya da birkaç on yıl içinde bilgisayarların
kendilerinin yerini alacak olmasından korkmalarının önüne geçebilir.

Dolayısı ile konfor asıl mesele değildir. Tam tersine, en önemli


endişelerimizden bir tanesi, insanların her durumda, korkunç olarak
tanımlayacağımız durumlarda dahi kendilerini iyi hissetmelerinin sağlanması
ihtimali olmalıdır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını okumuşsundur.
Cesur Yeni Dünya’da neredeyse herkes aşırı derecede konforludur. Fakat
Huxley bu vizyonu, böyle bir yaşam tarzı insan onuru ile bağdaşmadığı için,
insanları bu tarz bir dünyadan iğrendirmek üzere yazmıştı.

9. Gerçekleşen şey, toplumsal normların ve insanların


kendilerinin de, toplumdaki değişimler uyarınca zaman içinde peyderpey
değişmeleridir. Bu değişim bir bölümü ile spontane bir adaptasyon sürece ile
olurken, bir bölüme ile de propaganda ve eğitim teknikleri aracılığı ile
gerçekleştirilmektedir. Gelecekte biyo-teknoloji de insanların
değiştirilmesinde kullanılabilir. Sonuçta olan şey, insanların, daha önceki
nesillerin özgürlükle bağdaşmadığını ya da insan onuruna yönelik büyük bir
hakaret olduğunu düşündükleri koşulları kabul edecek bir noktaya
gelmeleridir.

Örneğin, bir hakarete karşı koyamamak ya da bunu sineye çekmek


geleneksel olarak büyük bir utanç kaynağı olarak görülürdü. Romalılar için,
“kendisine yapılan yanlışlara uysalca boyun eğmek rezilliğin en dip
aşamasını” temsil ediyordu.154 17. yüzyılda yaşayan İspanyollar için,
kendisine yanlış yapılan bir adam hakarete uğramış olurdu ve ancak intikam
alarak bunu telafi edebilirdi.155 O yıllarda benzer değerlerin tüm Batı
Avrupa’da yaygın olduğu varsayılabilir ve aynı tavır –bir yanlışa maruz
kalmanın utanç verici bir şey olması ve yalnızca intikam yolu ile
temizlenebilmesi– Orta Doğu’da hâlâ geçerlidir.156 Birleşik Devletler’de 19.
yüzyılın başlarına kadar “onur” meseleleri yüzünden düellolar yapılıyordu.
(Aaron Burr’un Alexander Hamilton’u öldürdüğü o meşhur düelloyu hepimiz
biliyoruz ve hafızam beni yanıltmıyorsa Andrew Jackson Başkan olmadan
önce bir adamı düelloda öldürmüştü.157 Avrupa’da da ünlü ve seçkin kişiler
19. Yüzyıl boyunca düellolara girmişlerdir.158)

154
Sallust tarafından Gaius Memnius’a atfedilen bir konuşmadan, Jugurthine
War, Book 31, Bölüm 16’nın içerisinde. Romalı tarihçiler önemli tarihsel kişilere
konuşmalar atfetmişlerdir; fakat alıntı Memnius tarafından gerçekten söylenmeyip Sallust
tarafından yazılmış olsa da, Romalıların genel anlayışını yansıtmaktadır.
155
Calderón dela Barca, Jornada Primera, Escena Cuarta, p. 25 (“hombre que está
agraviado es infame…,” etc.) Cervantes, “Novela de la Gitanilla,” pp. 79-89 (Cervantes de
dahil olmak üzere neredeyse herkesin onayladığı bir şekilde bir soylu, bir askeri yüzüne
vurduğu için öldürmüştür). Yaralanmış onur uğruna gerçekleştirilen intikam üzerine
Calderón’un ve diğer 17. yüzyıl İspanyollarının tavırları için bknz., Barja, pp. 337-347,
523, 533-34.
156
Bknz. Danner, p. 45. “[Iraklı] genç adam yüzünü yüzüme yaklaştırıp yavaşça ve
tutkulu bir şeklide şunları söyledi: “Yabancıların kapılarını kırması onlar için bir utançtır.
Yabancıların karılarını durdurması ve onları araması onlar için bir utançtır. Yabancıların
kafalarına çuval geçirmesi ve onları yerde yatırması ve enselerine ayakkabıları ile basması
onlar için bir utançtır. Bu tüm bir aşiret için büyük bir utançtır. O adamın ve o aşiretin
görevi, o askerden intikam almaktır—o askeri öldürmektir. Utancı silmek için onlara
saldırmak görevleridir.
157
Burr & Hamilton: NEB (2003), Vol. 2, “Burr, Aaron,” p. 664. Jakson:
Kunhardt, Kunhardt & Kunhardt, p. 350. ABD’de 19. Yüzyıldaki düellolar ile ilgili daha
fazla bilgi için: Jack Lynch, p. 77. Sanborn, p. 240. Livingston, p. 177.
158
Waterloo savaşının galibi Wellington, İngiltere’de kralın kendisinin onayladığı
bir düelloya (1829 yılında) katılmıştır. Churchill, Great Democracies, p. 30. Fransa’da,
genç ve parlak matematikçi Évariste Galois bir düelloda öldürülmüştür (1832). NEB
(2007), Vol. 5, “Galois, Évariste,” pp. 95-96. Almanya’da Bismarck, geleceğin demir
şansölyesi, önemli bir antropolog olan Rudolf Virchow’u düelloya davet etmiştir (1865)—
Virchow akıllı bir şekilde bu teklifi reddetmiştir. NEB (2003), Vol. 12, “Virchow, Rudolf
(Carl),” p. 386. 1888 gibi geç bir tarihte, Fransız general ve politikacı Georges
Boulanger ülkesinin Başbakanı ile girdiği bir düelloda ciddi bir şekilde yaralanmıştır,
Charles Floquet. Age., Vol. 2, “Boulanger, Georges,” p. 421.
Ancak bugün “intikam” kötü bir kelimedir. Düello yapmak ya da şahsi
olarak intikam almak yalnızca illegal değildir, aynı zamanda iyi
toplumsallaşmış kişiler tarafından ahlâk dışı olarak görülür. Kendimize
yapılan bir yanlışa ya da hakarete, bunun mahkemeler yolu ile telâfi
edilmesinin bir imkânı yoksa, uysal bir şekilde boyun eğmemiz beklenir. Ve
bu telafiler yalnızca –o da mümkünse–, saati birkaç yüz dolar tutan avukatları
kiralayabilecek kadar zengin olanlar için geçerlidir. Modern toplumun
toplumsal düzen ihtiyacının kişisel intikamı ve düelloyu bastırmayı neden bir
gereklilik hâline getirdiğini görmek kolaydır.

İngiltere ve Amerika’da sanayi devriminden önce polis kuvvetleri


özgürlüğe yönelik bir tehdit olarak görüldükleri için kasıtlı olarak zayıf
tutulmuşlardır. İnsanlar güvenlikleri için temelde polise değil; kendilerine,
ailelerine ve arkadaşlarına güvenmişlerdir. Etkili bir kanun gücü, ancak
Sanayi Devriminin getirdiği toplumsal değişiklikler ile arzulanabilir
görülmeye başlanmıştır.159 Söylemeye gerek yok ki, günümüzde güçlü bir
polis gücünün varlığını özgürlüğüne yönelik bir tehdit olarak algılayan
saygıdeğer bir orta-sınıf mensubu yok gibidir.

Seni polis gücünü ortadan kaldırmaya çalışman için ya da düello ve


kişisel intikamı kabul etmek üzere ikna etmeye çalışmıyorum. Burada
vurgulamaya çalıştığım şey, insan onuru ve özgürlüğü ile neyin bağdaşıp
bağdaşmadığı ile ilgili görüşlerin geçmişte sistemin ihtiyaçları doğrultusunda
değiştiği ve gelecekte de yine sistemin ihtiyaçları doğrultusunda değişmeye
devam edeceğidir. Yani gelecek nesiller, toplumsal problemleri kendi insan
onuru ve özgürlük anlayışlarına uygun olduğunu düşündükleri bir tarzda
çözmeyi başaracak olsalar dahi, buldukları çözümler gelecek nesiller için
isteyeceklerimiz ile tamamen zıt olabilir.
159
Hugh Davis Graham and Ted Robert Gurr, op. cit; Chapter 12, by Roger Lane.
The New Encyclopedia Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 25, makale “Police,” p. 959-960.
Ortega y Gasset, p. 124.
10. Bir problem, çözümü konusunda anlamlı bir ilerleme
kaydedilmeden varlığını uzun süre sürdürürse, çoğu kişi bu sorunu
çözmekten vazgeçer ve ona karşı ilgisiz hâle gelir. (“Öğrenilmiş çaresizlik”
ile ilgili bağlantıya dikkatini çekerim.) Tabii ki bu, yukarıda anlatıldığı gibi,
insanları geçmişte kabul edilemez gördükleri hakaretleri kabul etmeye
hazırlayan mekanizmalardan birisidir.

Örneğin 50’li yılların sonunda ve 60’lı yılların başında Vance Packard,


The Hidden Persuaders isminde, reklamcıların tüketicilere ürün satmak ya da
oy verenleri çeşitli adaylara oy vermek konusunda ikna etmek için
kullandıkları manipülatif teknikleri ortaya seren bir kitap yayınlamıştı. Kitap
ilk yayınlandığında çok büyük bir ilgi gördü ve hatırladığım kadarıyla
entelektüeller ve diğer düşünen insanlar arasındaki en yaygın tepki şöyleydi:
“Bu bir skandal! İnsanların davranışları, oy verme tercihleri ve satın alma
alışkanlıkları birkaç yetenekli profesyonel propagandacı tarafından
değiştirilebilecekse dünyamız nasıl bir yer olacaktır?” O zamanlar
ergenliğimin sonlarındaydım ve Packard’ın kitabının ve uyandırdığı ilginin
bir sonucu olarak manipülatif reklamcılık hakkında bir önlem alınacağına
inanacak kadar saftım. Tabii ki bu konu hakkında hiçbir şey yapılmadı ve
günümüzde birisi manipülatif reklamcılık hakkında bir kitap yayınlayacak
olsa bu kimsenin ilgisini çekmez. Bilgi sahibi çoğu insanın tepkisi şu şekilde
olacaktır: “Evet, tabi, tüm bunları biliyoruz. Çok kötü... fakat ne yapabiliriz?”
Daha sonra bu rahatsız edici konuyu bir tarafa bırakacaklar ve başka bir şey
hakkında konuşup düşüneceklerdir. Edilgen bir boş vermişliğe düşeceklerdir.

Elbette manipülatif reklamcılık hakkında hiçbir şey yapılmayacaktır.


Çünkü bu konu hakkında bir şey yapmak sistem için çok maliyetli olacaktır.
İnsan onuru için ne kadar büyük bir hakaret olursa olsun, sistemin
propagandaya ihtiyacı vardır ve sistemin ihtiyaçlarının insan onuru ile karşı
karşıya geldiği her durumda olduğu gibi, sistemin ihtiyaçları öncelikli
olmaktadır. (Bknz., yukarıda I. A. 2.)
11. Bir de “ortakların problemi” söz konusudur: Herkesin belirli
bir davranış içerisinde bulunması herkesin çıkarına olabilir, fakat tek tek
bireylerin bunun tersi yönde davranması da o bireyin çıkarına olabilir.
Örneğin modern toplumda herkesin devletlerin faaliyetlerini desteklemek için
kazancından belirli bir miktarı ödemesi herkesin faydasınadır; fakat maaşının
tümünü kendine saklaması da tek tek bireylerin çıkarınadır. (Bu sebeple vergi
ödenmesi kişinin inisiyatifine bırakılmaz ve zorunlu tutulur.)

Benzer şekilde, teknolojik toplumun korkunç olduğunu, otomobilin bir


bela olduğunu ve hiç kimse modern teknoloji kullanmazsa her şeyin daha iyi
olacağını düşünen insanlar tanıyorum. Yine de kendileri araba kullanırlar ve
teknolojinin sağladığı kolaylıklardan faydalanırlar. Neden yapmasınlar? Eğer
X kişisi araba sürmeyi reddederse, teknolojik sistem eskisi gibi devam
edecektir ve X’in araba sürmeyi reddetmesi hiçbir şeyi değiştirmediği gibi
ona epey bir rahatsızlık çıkaracaktır. Aynı sebeplerle X kişisi, çoğu durumda,
teknolojik sistemin yarattığı bazı problemleri telafi etmek üzere kurulacak bir
hareketi oluşturmak ile ilgili bir çabaya girmeyecektir. Çünkü böyle bir çaba
içerisinde bulunması onun zaman ve enerjisine mal olacaktır ve kendi şahsi
çabalarının hareketin başarı ya da başarısızlığı konusunda minimum bir etkisi
olacaktır. İnsanlar toplumsal problemler konusunda, en önemlilerinde bile,
yalnızca belirli bazı durumlarda harekete geçerler.160

12. Çoğu insan, çoğu zaman ileri görüşlü değildir ve gelecek on


yıllarda gerçekleşebilecek toplumsal tehlikeler ile ilgili çok az kafa yorar. Bu
sebeple önleyici tedbirler çok geç olana kadar ertelenir.

Hafızam beni yanıltmıyorsa, İsveçli kimyacı Svante Arrhenius, Sera


Etkisi’ni 1896 yılında tahmin etmiştir161 ve 1960’lı yıllarda küresel ısınma
160
Not 124’e bakınız.
161
Arrhenies, Alıntılanmış Eserler Listesinde belirtildiği şekli ile. Görünüşe göre
Arrhenius sera gazı etkisini öngören tek kişi değildir. Fakat öngörünün ortaya çıkmasının
daha detaylı bir tartışması bu kitabın kapsamının dışındadır
tehlikesi kamuoyunda tartışılan bir konu haline gelmiştir. Fakat hiç kimse,
yakın bir zamana kadar, yani bu problemin sebep olacağı birçok sonuç ile
ilgili bir şey yapmanın artık çok geç olduğu bir tarihe kadar, bu konu
hakkında hiçbir şey yapmamıştır.

Nükleer atıklar ile ne yapılacağı problemi on yıllar önce ilk nükleer güç
istasyonları devreye girdiğinde açık bir şekilde göz önüne gelmiştir. Hiç
kimse atığın güvenli bir şekilde nasıl halledileceğini bilmiyordu, fakat
çözümün bir şekilde bulunacağı varsayıldı ve nükleer güç istasyonlarının
geliştirilmesine devam edildi. Daha da kötüsü, nükleer enerji üretimi, “Barış
İçin Atom” programı ile birlikte üçüncü dünya ülkelerine yaygınlaştırıldı.
Fakat hiç kimse bu ülkelerin küçük sorumsuz hükûmetlerinin nükleer atıklar
ile ne yapacağı ya da bu ülkelerin, enerji üretimi teknolojisini nükleer silah
üretiminde kullanıp kullanmayacağı gibi gayet açık soruları kendisine
sormadı.

Günümüzde ABD’de nükleer atıklar birikmeye devam etmektedir ve


sonsuza kadar birikmeye devam edeceğini düşünmek için her türlü sebep
mevcuttur. Ve binlerce yıl boyunca tehlikeli olmaya devam edecek bu
atıkların güvenli bir şekilde nasıl halledileceğine yönelik genel olarak kabul
edilmiş bir çözüm hâlâ bulunmamaktadır. Nevada Yucca Dağı’nda bulunan
atık merkezinin güvenli olduğu iddia edilmektedir, fakat bu oldukça
tartışmalıdır. Tecrübe tekrar ve tekrar göstermiştir ki, çok küçük çaplı
yenilikler dışında teknolojik çözümlerin güvenilir olması için önceden test
edilmeleri gerekir. Genellikle bir deneme yanılma süreci ile düzeltildikten
sonra işler hâle gelirler. Nevada atık merkezi, sonuçları binlerce yıl sonra
ortaya çıkacak bir deneydir—yani çok geç olduğunda. Denenmemiş
teknolojik çözümlerin defalarca ortaya çıkan başarısızlıklarına dayanarak,
Nevada atık merkezinin de başarısız olacağı ile ilgili bir tahminde
bulunabilirim.
Tabii ki çoğu kişi, elektriğin şu andaki tedarikinde yaşanacak büyük bir
düşüş yerine, gelecek nesillerin nükleer atıkların yönetimi gibi zor ve belki de
çözümsüz bir problem ile uğraşmalarını yeğleyecektir.

Eğer ABD’deki nükleer atık problemi endişe verici ise, sorumsuz


küçük üçüncü dünya ülkelerinin nükleer atıkları ile neler yaptıklarını hayal
edebilirsin. Bazılarının nükleer silahlar yaptıklarını ya da yapmaya
çalıştıklarını söylememe gerek yok. Birkaç on yıl önce nükleer enerji
üretiminin yayılmasını sağlayan ve zeki oldukları varsayılan insanların ön
görüsü ile ilgili söyleyeceklerim bu kadar.

13. Teknolojinin tehlikeli yönleri, genellikle, çekici yönleri ile bir


denge oluşturur. Ve insanlar bir kez kendilerini tehlikeli fakat çekici bir
teknolojik yeniliğe kaptırdıklarında bundan geriye dönüş yoktur—teknolojik
medeniyetin yıkılmasından başka. Bknz. Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 129.
Biyo-teknoloji tarımsal üretimi artırabilir ve yeni ilaçlar sunabilir. Belki de
gelecekte genetik hastalıkların önlenmesine ve ebeveynlerin çocuklarına
istedikleri özellikleri vermelerine yardım edecektir. Bilgisayarlar hızlandıkça
ve geliştikçe, insanlara aksi durumda sahip olamayacakları daha büyük güçler
vereceklerdir. Elektronik eğlence endüstrisinin son ürünleri insanlara yeni
heyecanlar sunmaktadır.

İnsanların problemleri bu problemler onları yeteri kadar rahatsız


ettiğinde çözeceklerine yönelik iddianız doğru kabul edilse dahi, bu iddia bu
gibi durumlarda geçerli olmayacaktır. Teknik gelişmeler insanları bazı
durumlarda mutlu ederken, diğer bazı durumlarda rahatsız etmektedir ve
mutlu ettiği yönler doğrudan ve açık iken, rahatsızlığa sebep olduğu yönler
dolaylıdır ve o kadar açık değildir. Teknoloji ve yarattığı problem arasındaki
bağlantının farkına varmak ve bunu kanıtlamak zor ya da imkânsız olabilir.
Örneğin insanlar bilgisayarlardan ve elektronik eğlence endüstrisinden
aldıkları eğlenceyi doğrudan tecrübe etmektedirler, fakat çocukların
bilgisayara ve elektronik oyunlara maruz kalmalarının dikkat bozukluğunun
sebebi olma ihtimali açık değildir. Bazı araştırmalar böyle bir etkiyi
göstermektedir, fakat bu etkinin gerçek olup olmadığı tam olarak
cevaplanmamış bir soru olarak kalmaya devam etmektedir.

14. Çoğu insan çoğu zaman en kolay yolu seçer. Yani, şu anda ve
yakın gelecekte onları rahat hissettirecek şeyi yaparlar. İnsanların bu eğilimi,
modern hayattaki rahatsızlıkların temeli olan sebepleri hedef almalarını
engeller.

Temel sebeplere saldırmak zordur ve bu sebepler ancak belirli bir bedel


karşılığında düzeltilebilirler. Dolayısı ile insanların çoğu kolay yolu tercih
ederler ve rahatsızlıklarını kolay bir şekilde telafi edebilecekleri kaçış
noktalarından birine yönelirler. Eğlence endüstrisinin sunduğu zevklere
dalmakla tatmin olmayanlar için ikâme etkinlikler, dinler ve psikolojik
ihtiyaçları dinler ile aynı şekilde tatmin eden ideolojiler vardır. Güçsüzlük
hissi ile acı çekenler için, sistem içinde bir iktidar pozisyonu adına mücadele
etmek, sistemin kendisini değiştirmeye çalışmaktan daha etkili olacaktır. Ve
sisteme karşı mücadele edenlere gelince, makûl bir başarı şansının bulunduğu
bir ya da birkaç sınırlı soruna odaklanmak, rahatsızlıkların gerçek
kaynaklarını oluşturan zor problemleri adreslemekten çok daha kolay ve daha
ödüllendirici olacaktır.

Son yıllarda ciddi bir politik güç haline gelen, Hristiyanlığın kaçık
versiyonunu düşün mesela. Dünyanın 40 yıl içinde sona ereceğine ve
benzeri şeylere inanan insanlardan bahsediyorum. (Ekte gönderdiğim Bill
Moyers’in makalesine bakabilirsin.)162 Bu insanların modern hayatın yarattığı
endişelerden ve tatminsizliklerden kaçmak için kendi fantezi dünyalarına
çekildikleri kesin gibidir. Dünya yakında sona erecekse ve tüm hakiki
inançlılar cennete gidecekse, nükleer savaş ya da çevre ile ilgili sorunlar
yüzünden endişelenmeye ne gerek var? Geleneksel ahlâkın çürümesinden
162
Bill Moyers, “Welcome to Doomsday,” New York Review, 24/03/2005,
rahatsız olanlar için, kürtaj ve gay evliliğine karşı savaşmak, hızlı teknolojik
değişimin kaçınılmaz olarak toplumsal değerlerde hızlı değişimler getirdiğini
kabul etmekten çok daha kolaydır. Solcuların kendilerini adadıkları “davalar”
da benzer bir kaçış mekanizması sunmaktadırlar. Bknz., Sanayi Toplumu ve
Geleceği ¶¶ 219-222 ve “Sistemin En Temiz Numarası” isimli makalem.
İnsanlar bu tarz değişik kaçış mekanizmalarına başvurarak, rahatsızlıklarının
gerçek kaynaklarını adreslemekten kaçınırlar.

15. Teknolojik gelişme hızla birçok problem getirir. Herhangi bir


problemin reform yolu ile çözülebileceği gibi çok iyimser bir varsayımda
bulunsak dahi, en önemli problemlerin hepsinin reform yolu ile ve
zamanında çözüleceğini söylemek gerçekçi değildir. Problemlerin kısmî bir
listesi şu şekildedir: Savaş (modern silahlar ile yapılan ve geçmişteki savaşlar
ile karşılaştırılamayacak nitelikte olan savaşlar), nükleer silahlar, nükleer
atıkların birikmesi, diğer birçok çeşitli kirlilik problemi, küresel ısınma, ozon
tabakasının gördüğü zarar, bazı doğal kaynakların tükenmesi, aşırı nüfus ve
kalabalık, doğal seçilimin rahatlaması sebebi ile insanların genetiğinin
bozulması, türlerin yok olma oranının anormal derecedeki yüksekliği, biyo-
teknolojik müdahalelerin yarattığı felaket riski, akıllı makinelerin muhtemel
olarak insanların yerini alacak olması, insanların biyolojik olarak tasarlanması
(insan onuruna yönelik büyük bir hakaret),163 büyük organizasyonların
egemenliği ve bireylerin güçsüzlüğü, bireyleri büyük organizasyonların
gücüne daha fazla bağımlı kılan gözetleme teknolojileri,164 propaganda ve
diğer psikolojik manipülatif teknikler, psiko-aktif ilaçlar,165 modern hayatın
zihinsel problemleri; bunlara, diğer başka şeylerle birlikte stres, depresyon,
mani, endişe bozuklukları, dikkat bozukluğu, bağımlılık sorunları, ev içi
şiddet ve genelleştirilmiş yetkinsizlik dahildir.

Yukarıdaki problemlerden herhangi birisinin çözümü (o da tabi


mümkünse) uzun ve zor bir mücadeleyi gerektirecektir. Eğer arkadaşın bu
problemlerin tümünün, hepsi tek tek ele alınarak zamanında çözülebileceğini
düşünüyorsa, rüya görüyor demektir. Tek çözüm, tüm bu problemlerin temel
kaynağına saldırmaktır ve o da tekno-endüstriyel sistemin kendisidir.

16. Modern endüstriyel toplum gibi karmaşık ve yüksek seviyede


organize olmuş bir sistemde yalnızca bir şeyi değiştiremezsin. Her şey birbiri
ile bağlantılıdır ve tüm sistemi değiştirmeden herhangi bir bileşende büyük
bir değişiklik yapamazsın. Bu durum yalnızca sistemin fiziksel bileşenleri için
geçerli değildir; aynı zamanda tüm bir düşünce tarzı, teknolojik toplumu
karakterize eden tüm bir değerler ve öncelikler sistemi için de geçerlidir.

Eğer meseleleri, her problemi ayrı şekilde değerlendirip çözmeye


çalışırsanız, yapacağınız reformlar herhangi bir problemin çözülmesine
yetecek kadar ileri gidemez. Çünkü X problemini çözecek kadar ileriye
giden bir değişiklik yaparsanız, bu değişiklikler sistemin başka bölümlerinde
kabul edilemez sonuçlara sebep olacaklardır. Sanayi Toplumu ve Geleceği ¶¶
121-24’te belirtildiği gibi, teknolojinin kötü yanlarından kurtulup yalnızca iyi
yanlarını elinizde tutamazsınız.
163
Bazılarımız şunu ekleyecektir: Diğer organizmaların biyolojik mühendisliğe
tabi tutulması (yaşamın haysiyetine yapılmış bir hakaret.)

164
National Geographic, November 2003, pp. 4-12. Burada gözetleme teknolojileri
ile alâkalı mükemmel bir makale var. (Örnek: “Kameralar her yere öylesine yayılmaktadır
ki, İngilizlerin tümü dışarıdaki davranışlarının tamamının kaydedildiğini varsaymak
durumundadırlar… Makineler yüzlerimizi ve parmak izlerimizi ayırt edebilecektir. Kırmızı
ışığı ihlal edenleri ve otoyolda hız yapanları yakalayacaklardır.”) Gözetleme ile ilgili diğer
korkutucu şeyler için bknz.: Denver Post, 13/07/2004, p. 2A. (“Meksika, bazı savcıların
derilerinin altına mikro çip takmalarını güvenlik gerekçesi ile zorunlu tutmuştur…”); Time
Bonus Section, Oct. 2003, p. A8-A16; Time, 12/01/2004, “Beyond the Sixth Sense.”

165
Buradaki iddia, hükumet ya da şirketlerin psiko-aktif ilaçları insanları kontrol
etmek adına doğrudan kullanacakları değildir; fakat insanların, sistemin kendilerinden
talep ettiklerini karşılamak adına kendilerini (depresyon için) ya da çocuklarını (hiper
aktivite ya da dikkat bozukluğu için) gönüllü olarak “uyuşturacaklarıdır.”
Örneğin manipülatif reklamcılık ve genel olarak propaganda konusunu
ele alalım. Manipülatif reklamcılığa yönelik herhangi ciddi bir kısıtlama,
reklamcıların Anayasal hakkı olan ifade özgürlüğünün ihlali anlamına
gelecektir; dolayısı ile Anayasa’nın ifade özgürlüğünü düzenleyen
maddelerinde ciddi bir yeniden düzenlemenin yapılması gerekecektir. Haber
medyası reklamcılık ile ayakta durur. Eğer reklamlarda ciddi bir düşüş
gerçekleşirse, dünyanın dört bir tarafından bilgileri toplayıp onları televizyon
seyircisine ve gazete okuyucusuna sunacak devasa ağı kim destekleyecektir?
Belki de devlet bunu yapar; fakat bu durumda devlet bize hangi haberlerin
ulaşacağını kontrol etmiş olur ve bunun ne anlama geleceğini bilirsin. Daha
da önemlisi, manipülatif reklamcılığın sona ermesi ile tüketimde de büyük bir
düşüş yaşanacaktır ve böylece ekonomi de mahvolacaktır. Bunun sonuçlarının
neler olacağını hayal edebilirsin.

Problemler ayrı ayrı çözülemeyeceği için, tüm bir düşünce tarzı ve


onunla bağlantılı değerler de dahil olmak üzere topyekûn sistemin değişmesi
perspektifinden meseleye bakman gerekir.

17. Olmasını beklediğiniz şeyin tarihte bir benzeri yaşanmamıştır.


Toplumlar bazen, görece olarak sınırlı bir kapsama sahip problemlere çözüm
bulabilirler. Örneğin askeri bir yenilgiye maruz kalan bir ülke, ordusunu yeni
prensipler doğrultusunda yeniden organize edebilir ve bir sonraki savaşı
kazanabilir. Fakat tarihsel olarak, tüm bir toplumsal yapının tamamı ile
değiştirilmesi haricinde (yani bir devrim), toplumların bugün karşılaştığımız
tarzdaki derin problemleri çözmesi imkânsız olmuştur. Sen ve arkadaşını,
tarihten, yukarıda bahsedilen (bknz. I. A. 5) sayıda ve ciddilikte problemi,
kısmi reformlar ile çözmüş bir tane toplum örneği göstermeye davet
ediyorum.

I. B. Yukarıda söylenenlere rağmen reformun hâlâ işe


yarayacağını düşünüyorsan geçmiş tecrübemize bakabilirsin. En belirgin
birkaç örnekten bahsetmek gerekirse:
1. Doğanın tahrip edilmesi. İnsanlar çevrelerini avcı-toplayıcı
düzende dahi belirli düzeyde tahrip etmişlerdir. Ormanlar, ya
umursamazlıktan ya da yakılmış ormanların toprakları avcı-toplayıcılar için
daha fazla besin ürettiği için yakılmıştır.166 Erken dönem avcılar bazı büyük
av hayvanlarının soyunu tüketmiş olabilirler.167 Teknoloji insanın gücünü
artırdıkça çevrenin tahrip edilmesi daha ciddi bir hal almıştır. Örneğin
Akdeniz bölgesinin ormanlarının modern öncesi toplumlar tarafından büyük
oranda yok edildiği iyi bilinen bir gerçektir.168

Fakat ormanlar resmin yalnızca bir kısmıdır: Endüstri öncesi


toplumların radyo- aktif atıkları, kimyasal fabrikaları, dizel motorları yoktu ve
çevreye verdikleri zarar bugün yapılana kıyasla oldukça küçüktü. Şu anda
alınmakta olan küçük bir takım geçici önleme rağmen, genel resim açıktır:
İnsanların çevreye verdikleri zarar binlerce yıldır sürekli olarak artmaktadır.
Reforma gelince—çevreci bir hareket mevcuttur; fakat başardıkları,
problemin büyüklüğü karşısında oldukça küçüktür.

2. Savaş. Göçebe avcı-toplayıcılarda savaş bulunmaktaydı ve


çok çirkin bir hâl alabilirdi.169 Fakat medeniyet ve askeri teknoloji geliştikçe,
savaş gittikçe daha yıkıcı bir hal almıştır. 20. yüzyılda ise tek kelime ile
korkunç bir hale gelmiştir. Winston Churchill’in söylediği gibi: “Bir zamanlar
şanlı ve acımasız olan savaş, artık rezil ve acımasız hale gelmiştir.”170 Savaşı

166
Julio Mercader (ed.), Under the Canopy: The Archaeology of Tropical Rain
Forests, Rutgers University Press, 2003, pp. 235, 238, 239, 241, 282. Carleton S. Coon, The
Hunting Peoples, Little, Brown and Co., 1971, p. 6.
167
Örn.: Mercader, op. cit., p. 233.
168
Encyclopedia Britannica, 15th ed., 2003, Vol. 14, makale “Biosphere,” p. 1190,
1202. Age., Vol. 19, makale “Forestry and Wood Production,” p. 410.
169
Örn., Coon, op. cit., pp. 243-44.
170
Churchill, My Early Life, p. 79.
sona erdirmeye yönelik özel çabalar en geç 1790 gibi erken bir zamana
dayanmaktadır171 ve hükûmetlerin bu yöndeki çabaları ise en geç Birinci
Dünya Savaşı’nın sonunda Milletler Cemiyeti ile başlamıştır. Ne kadar az bir
başarı elde edildiğini görebilirsin.

3. Modern hayat ile bağlantılı psikolojik problemler. Bunları


23/11/2004 tarihli mektubumda tartışmıştım. Fakat bu tür problemlerin
varlığı, sanattaki nevrotik eğilimler ile 20. yüzyılın başında ayyuka çıkması
ile bariz bir hâl almıştı. Geçenlerde İspanyol edebiyatının tarihi ile ilgili bir
kitap okurken, tarihçinin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçtiği sırada nevrozun bir
anda ortaya çıkması beni müthiş şaşırtmıştı. Örnek: “Damaso Alonso’nun
[1898 yılında doğmuştur] şiiri ... bir ağıt ... acı ve kızgınlıktır; kendi
zavallılığına ve çevresindeki dünyanın acısına karşı çaresiz bir sinir
patlamasıdır.”172 Bu tarz sanatçılar, kendilerine has psikolojik problemleri
olan bireyler olarak bir kenara bırakılamazlar. Çünkü eserlerinin
entelektüeller tarafından takdir edilmesi ve kabul görmesi nevrozun epey
yaygın olduğunun bir göstergesidir. Ve modern zamanların psikolojik
problemleri ile ilgili ne yapılmıştır? İlaçlar, psiko-terapi—ki bana göre bunlar
insan onuruna yönelik birer hakarettir. Teorine göre problemleri çözecek olan
reform hareketi nerededir?
171
Neil J. Smelser, Theory of Collective Behavior, The Macmillan Company, New
York, 1971, p. 273. (“Barış hareketi, Napolyon savaşlarının başlangıcından beri
İngiltere’de bulunan genel bir toplumsal harekettir.”). Savaşın 1945 yılından beri
niceliksel açıdan azaldığı doğrudur, fakat bunun barış hareketinin çabaları ile bir ilgisi
yoktur. Doğrudan büyük güçler arasındaki savaş yalnızca takip eden sebepler yüzünden
azalmıştır: i) nükleer silahların varlığı savaşı aşırı derecede tehlikeli hale getirmiştir; ve ii)
nükleer silahları denklemden çıkarsak dahi, modern savaşın doğası onu hem ekonomik hem
de sosyolojik açılardan aşırı derecede pahalı hale getirmiştir. Fakat büyük ölçekli savaşın
tekrar başlaması tehlikesi hâlâ mevcuttur ve eğer bir üçüncü dünya savaşı gerçekleşirse –
nükleer silahlar kullanılmasa dahi– medeniyetin tarihinde daha önce görülmemiş bir
felakete sebep olacaktır.
172
J. Garcìa Lòpez, Historia de la literatura Española, 5th ed., Las Americas
Publishing Co., New York, 1959, p. 567.
4. Propaganda. Yukarıda bahsettiğim gibi (bknz. I. A. 10),
propaganda ile ilgili problem 1960’lı yıllarda Vance Packard tarafından geniş
bir şekilde duyurulmuştu ve bundan çok daha önce başkaları (örn.: Harold
Lasswell) tarafından fark edildiği ise kesindir. İnsan onuruna hakaret
anlamına gelen bu konu hakkında ne yapılmıştır? Hiçbir şey.

5. Yaşamlarımızın büyük organizasyonların egemenliğine


girmesi. Bu çok büyük öneme haiz bir konudur ve problemi telafi etmek için
hiçbir şey yapılmamıştır. Daha önce de belirttiğim gibi (bknz. I. A. 7),
teknolojik toplum bağlamında bu problem ile ilgili hiç bir şey yapılamaz.

6. Nükleer silahlar. Belki de bu en gösterişli örnektir. Teknoloji


bağlantılı tüm problemlerimiz arasında, nükleer silahlar ile ilgili problem
reform yolu ile çözülebilecek en kolay problem olmalıdır. Bu silahların
oluşturduğu tehlike çok kolay bir şekilde fark edilebilecek niteliktedir—
normal bir IQ’ya sahip olan herkes için gayet açıktır. Genetik mühendisliği ve
süper-zeka makineler gibi teknolojiler söz konusu olduğunda, bunların
zararları yönlerini telafi edecek faydaları olduğu iddia edilse de, nükleer
silahların hiçbir faydası yoktur—sundukları şey yalnızca ölüm ve yıkımdır.
Nükleer silahların kendi güçlerini artırdığını düşünebilecek olan ve çok küçük
bir azınlığı oluşturan diktatörler, askerler ve politikacılar dışında, neredeyse
düşünebilen her insan bu silahların bulunmadığı bir dünyanın daha iyi olacağı
konusunda hem fikirdir. Fakat nükleer silahlar 1945 yılından beri ortalıktadır
ve onlardan kurtulmak konusunda neredeyse hiçbir ilerleme
kaydedilememiştir. Tam tersine bu silahlar daha da yayılmıştır: ABD, Rusya,
Birleşik Krallık, Fransa; sonra Çin, İsrail, Hindistan, Pakistan; ve şimdi
Kuzey Kore ve belki de birkaç yıl sonra İran...

Reform, nükleer silahlar problemini çözemedi ise modern teknolojinin


sebep olduğu ve fark edilmesi ve çözümü çok daha zor olan problemleri nasıl
çözebilir?
Dolayısı ile reformun işe yaramadığı açıktır ve ileride işe yarayacağını
düşünmek için hiç bir sebep yoktur. Başka bir şey denemenin zamanının
geldiği açıktır.

II. DEVRİM NEDEN BAŞARILI OLABİLİR

II. A. Reformun başarılı olamadığı yerlerde devrimin başarı


kazanabilecek olmasının birkaç sebebi bulunmaktadır.

1. 1980’li yıllara kadar, çoğunlukla insanların düşüncesizliği ve


pasifliği ve en kolay yolu seçme eğilimleri yüzünden durumun umutsuz
olduğunu düşünüyordum. (Bknz. Yukarıda I.A. 6, 8-14) O zamana kadar tarih
hakkında çok fazla okuma yapmamıştım. Fakat sonra Thomas Carlye’ın
Fransız Devrimi Tarihi’ni okudum ve böylece, devrimci zamanlarda genel
kuralların geçerli olmadığı gerçeğini fark ettim. Bu zamanlarda insanlar
farklı davranıyorlardı. Devrimler hakkındaki daha sonraki okumalarım,
özellikle de Fransız ve Rus Devrimleri, vardığım bu sonucu doğruladı.
Devrimci ateş bir kez bir ülkeyi ele geçirdiğinde, insanlar pasifliklerini bir
kenara bırakıyor ve devrimlerinin başarısı için çok büyük çabalarda
bulunmaya ve olağanüstü zorluklara katlanmaya hazır oluyorlardı. Bu gibi
durumlarda nüfusun yalnızca küçük bir azınlığı devrimci ateşe kapılmış
olabilir, fakat bu azınlık ülkedeki egemen güç haline gelecek kadar büyük ve
enerjiktir. Bknz. Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 142.

2. Bu büyük ve egemen devrimci azınlığın ortaya çıkmasından


çok önce, yani devrimin gerçekte başlamasından çok önce, devrimci bir
hareket çok daha küçük bir azınlığı içinde bulunduğu boş vermişlik ve
öğrenilmiş çaresizlikten çıkarabilir ve onları mütevazı ve “makûl” bir reform
umudunun yapamayacağı tarzda tutkulu bir adanmışlığa ve kendini fedaya
ikna edebilir. Bknz., Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 141. Daha sonra bu
küçük azınlık, devrime giden yolu hazırlama konusunda olağanüstü bir
dayanıklılık ve uzun süreli bir kararlılık gösterebilir. Rus devrimci
hareketinin 1917 yılına kadarki seyri bunun iyi bir örneğini oluşturmaktadır.

3. Devrimlerin genellikle azınlıklar tarafından hazırlanması ve


gerçekleştirilmesi önemlidir. Çünkü sistemin propaganda teknikleri, hemen
hemen her zaman için, çoğunluğun davranışlarını ve düşüncelerini sistemin
temel ihtiyaçlarını tehdit etmeyecek sınırlar içerisinde tutar. Toplum olağan
demokratik süreçler ile yönetildiği müddetçe –seçimler, kamuoyu
araştırmaları ve çoğunluğun tercihlerini gösteren diğer birçok sayısal
gösterge– sistemin temel ihtiyaçların tehdit eden hiçbir reform hareketi
başarılı olamaz.173 Çünkü sistem her zaman çoğunluğu yanında tutmaya
muvaffak olur. Öylesine oy veren bir %51, ne kadar kararlı ve adanmış olursa
olsun %49’u daima mağlup eder. Fakat devrim sırasında bir azınlık, eğer
yeterli düzeyde enerjik ve kararlı ise, görece olarak hareketsiz çoğunluğa
galebe çalabilir.

4. Reformcuların aksine devrimciler, olumsuz sonuçların


yaratacağı korkular ile kısıtlanmazlar (yukarıda I. A. 5’e bakınız). Sera
gazlarının salınımını ve(ya) elektrik üretimi ile bağlantılı olan nükleer atıkları
düşünebilirsin. Bir kişinin dahi elektriksiz bir hayat sürmesi düşünülemez
olduğundan, reformcuların elleri kolları bağlanmıştır. Yalnızca teknolojik bir
çözümün zamanında bulunmasını umabilirler. Fakat devrimciler, sonuçları ne
olursa olsun, elektrik santrallerini kapatmaya hazır olacaklardır.

5. Yukarıda da söylendiği gibi (bknz. I.A.15) reformcular


birbirinden bağımsız farklı savaşlar vermeye mahkûm olacaklardır ve
bunların bir tanesinin dahi kaybedilmesi fiziksel bir felakete ya da insan

173
Eğer devasa ve uzun süreli bir propaganda kampanyasını ulusal düzeyde yürütecek
kadar zengin değilse—bu değerlendirilmesi gereksiz olan çok düşük bir ihtimaldir.
onuru için hoş görülmesi imkânsız koşulların oluşmasına yol açabilir. Tekno-
endüstriyel sistemin yıkılması için mücadele veren devrimcilerin savaşacak
ve kazanacak yalnızca bir savaşları bulunmaktadır.

6. Daha önce de söylediğim gibi (bknz. I. A.1), tarih “nesnel”


koşullara göre ilerler. Eğer tarihin akışını değiştirmek istiyorsak, “nesnel”
koşulları bu amaca yönelik olarak değiştirmemiz gerekir. Günümüz
dünyasındaki “egemen” nesnel koşullar tekno-endüstriyel sistemin
oluşturduğu koşullardır. Eğer devrimci bir örgüt tekno-endüstriyel sistemin
çöküşünü gerçekleştirebilirse, bu kesinlikle “nesnel” koşulların dramatik bir
şekilde değiştirilmesi anlamına gelecektir.

7. Daha önce de belirttiğim gibi (bknz. I. A.17), önermiş


olduğunuz reform yolu ile peyderpey çözümün tarihte bir örneği
bulunmamaktadır. Fakat mevcut bir toplumun devrim yolu ile ortadan
kaldırılmasının birçok örneği bulunmaktadır. Belki de bizim durumumuza en
benzer öncül Rus Devrimi’dir. Bu devrimde, devrimci bir organizasyon
devrime giden yolu on yıllar boyunca sistematik olarak hazırlamış ve zamanı
geldiğinde son hamleyi yapmak için hazır olmuştur.

8. Uygun reformların mümkün olduğunu düşünüyorsan dahi,


etkili bir devrimci organizasyonun kurulmasını yine de istemen gerekir.
Gerekli reformların –eğer öyle bir şey mümkünse tabi– şu anda yerine
getirilmediği kesindir. Sistemin gerekli reformları yerine getirmeye
başlaması için, genellikle, sert bir darbeye ihtiyacı vardır ve devrimci bir
hareket bu darbeyi ona sunabilir.

Dahası, devrime kalkışmak bir hata ise –yani gerekli reformlar


mümkünse– bu durumda yanlış kendi kendini düzeltecektir. Sistem gerekli
reformları yerine getirir getirmez devrimci hareketin peşinde koşacağı bir
dava kalmayacaktır. Böylece desteğini kaybedecek ve sönüp gidecektir.
Örneğin 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Batı Avrupa’da emek
hareketi devrimci bir niteliğe sahipti. Fakat işçi sınıfının devrimci arzuları,
işçilerin koşullarının yapılan reformlar ile iyileştirilmesi sonucunda sonraki
yıllarda sönmüştür.174 Bu Rusya’da olanların tersidir, orada çar rejiminin
inatçı reform karşıtlığı devrime yol açmıştır.

II. B. Şu şekilde yazıyorsun: “İçinde bulunduğumuz teknolojik rotadan


çıkmak adına somut eylemler üzerinde odaklanmak, potansiyel destekçileri
harekete geçirdiği kadar daha fazla insanı da bu davadan yabancılaştıracak
‘devrim’ gibi yüklü kelimeler kullanmaktan muhtemelen daha faydalı
olacaktır.”

1. Eğer birisi tekno-endüstriyel sistemin ortadan kaldırılmasının


gerekliliği ile ilgili bir karara varmışsa, “devrim” kelimesini kullanmaktan
çekinmek için hiçbir sebebi yoktur. Eğer bir kişi, tekno-endüstriyel sistemi
ortadan kaldırmak gibi oldukça radikal bir eyleme hazırsa, “devrim” kelimesi
ile bu meseleye yabancılaşması pek olası değildir.

Üstelik böylesine radikal bir hedefe kendini adamış bir hareket kurmak
istiyorsan, bunu yumuşak insanlarla yapamazsın. Tutkulu bir şekilde kendini
adamış insanlara ihtiyacın vardır. Ve kuracağın hareketin, çevre meseleleri ve
benzerleri yüzünden bu meseleye ilgi duyan, fakat radikal önlemleri almaktan
çekinecek iyi niyetlilerin akınına uğramaması için çok dikkatli olmalısın.
Dolayısı ile yumuşak iyi niyetlileri yabancılaştırmak, isteyeceğin bir şeydir.
Bu tip insanları hareketinden uzak tutman gerekir.

Çoğu insanın yaptığı bir hata, bir harekete ne kadar fazla insan
devşirirlerse bunun o kadar iyi olacağını düşünmektir. Eğer bir seçim
kazanmak istiyorsan bu doğrudur. Bir oy bir oydur ve bu, o oyu kullanan
kişinin derin bir şekilde davaya bağımlı olmasından ya da oy vermeye
öylesine gitmesinden bağımsızdır. Fakat devrimci bir hareket kurmaya
174
Bu meselenin aşırı basitleştirilmiş bir halidir. Fakat bizim amacımız için bir
örnek oluşturması bakımından yeterince doğrudur. Bknz., NEB (2003), Vol. 29, “Work and
Employment,” pp. 953-56.
çalışıyorsan, sahip olduğun insan sayısı, o insanların niteliğinden ve davaya
olan bağlılıklarından çok daha az önemlidir. Yumuşak karaktere sahip ya da
diğer yönlerden uygun olmayan çok sayıda kişinin harekete katılması
hareketin mahvına sebep olacaktır. Daha önceki bir mektubumda da
belirttiğim gibi, Rus Devrimi’nin 1917’deki başlangıcında Sosyal Devrimci
parti sayı olarak dominanttı çünkü devrime bir şekilde sıcak bakan herkesin
katılabildiği, herkesi kabul eden bir partiydi.175 Daha radikal olan Bolşevikler
sayıca çok daha az idiler fakat hareketlerine derin bir bağlılıkları vardı ve
açık hedeflere sahiplerdi. Sosyal Devrimciler’in etkisiz oldukları ortaya
çıkmıştır ve sonunda kazanan Bolşevikler olmuştur.

2. Bu değerlendirme beni, göçebe avcı-toplayıcı toplumun


(GAT) ideal olarak alınması halinde potansiyel devrimciler havuzunun çok
dar olacağı yönündeki argümanına getirmektedir. Sen kendin (aynı mektubun
aynı sayfasında) buna yönelik muhtemel cevabı veriyorsun, yani GAT idealin
yalnızca “en adanmış aktivistleri kendine çekebileceğini” söylüyorsun. Ve bu
da temelde benim vereceğim cevaptır. Söylediğim gibi, bağlılığın derecesi
sayılardan çok daha önemlidir. Fakat şunu da eklemek isterim ki, biyolojik
olarak modern insanların oluşturduğu tüm toplum biçimleri arasında göçebe
avcı-toplayıcı toplumlar modern toplumun sebep olduğu çevresel yıkım,
tehlikeli teknolojik güçler, büyük organizasyonların bireyler ve küçük gruplar
üzerinde egemenliği gibi problemlerden en az mustarip toplumlar olmuşlardır.
Bu gerçek kesinlikle GAT idealinin yararına bir ağırlık oluşturmaktadır.
Üstelik böyle bir idealin peşinden gidebilecek potansiyel devrimcilerin
sayısını çok fazla küçümsüyorsun. Bundan başka bir mektupta daha uzun
bahsedebilirim.

175
Trotsky, op. cit., Vol. One, p. 223. Ayrıca 29/08/2004 tarihli mektubum.
III. DEVRİMİN GEREKLİLİĞİ

“Durumun çok acil olduğunu ve devrimci bir eylemi gerçekten


gerektirdiğini” ispatlamamı istiyorsun ve şöyle yazıyorsun: “Durum senin
bahsettiğin kadar acil ise, aynı sonuca ulaşan başka düşünürler de olacaktır.
Bu gerçekliği gören ve devrimin tek seçenek olduğu sonucuna varan diğer
zeki sesler nerede?” Fakat burada iki farklı durum söz konusudur: Durumun
ciddiyeti ve ivediliği başka bir konudur, devrim çağrısı yapmak ise ayrı bir
konudur.

III. A. Durumun ivediliği ve ciddiyeti ile ilgili sana kanıt sunmak


zorunda olmamalıyım. Çünkü başkaları bunu çoktan yapmıştır. Bill Joy’un
makalesini biliyorsun. Jared Diamond ve Richard Posner (ABD Devre
Mahkemesi yargıcı, muhafazakar ve hükumet yanlısı) felaket riski ile ilgili
kitaplar yazmışlardır.176 İngiliz kraliyet astronomu Sir Martin Rees’e göre
“mevcut medeniyetin içinde bulunduğumuz yüzyılın sonuna kadar ayakta
kalıp kalamayacağı yüzde elli ihtimaldir.” Başka korkunç ihtimallerle birlikte,
parçacık hızlandırıcılarında yapılan çok yüksek enerji seviyelerindeki
deneyler tüm gezegeni anında yutabilecek ve sonunda tüm bir evreni
kapsayacak bir felaketi tetikleyebilir.177 Sanırım arkadaşın yukarıdaki
insanları “saçmalayan anarşistler” olarak görmeyecektir.

Yukarıdaki paragrafta adı geçen insanlar bu tehlikelerin önüne


geçilebilir umudu ile bunlardan bahsediyorlar. Durumu umutsuz olarak gören
ve felaketin kaçınılmaz olduğuna inanan başka birçokları da bulunmaktadır.
Birkaç yıl önce birisi bana, “Planet of Weeds”178 (Otlar Gezegeni) isimli,
ciddi görünen bir makale gönderdi. Makalenin tamamını okumadım, yalnızca
şöyle bir göz gezdirdim. Sanırım savunduğu tez, medeniyetimizin Dünya
176
Clifford Geertz, pp. 4-6.
177
Rees, pp. 1-2, 8, 121-24.
178
David Quammen, “Planet of Weeds,” Harper’s Magazine, October 1998,p. 57-6
üzerindeki yaşamın büyük bir bölümünün sonunu getireceği ve
medeniyetimiz insan türü ile beraber ortadan kalktığında hayatta kalacak
organizmaların zor koşullarda hayatta kalıp çabucak çoğalan ot benzeri
organizmalar olacağı idi. Earth First!’ün orijinal üyelerinin çoğu –solcular
tarafından ele geçirilmeden önce– politik muhafazakârlardan oluşuyordu ve
arkadaşının onları “saçmalayan anarşistler” olarak bir kenara itebileceğini
sanmıyorum. Savundukları görüş, çevresel bir felaket yolu ile endüstriyel
medeniyetin çöküşünün görece yakın bir zamanda kaçınılmaz olduğu idi.
Felaketi önlemenin imkânsız olduğun düşünüyorlardı ve amaçları endüstriyel
toplumun çöküşünden sonra yaşamın yeniden canlanması için “tohum” işlevi
görecek vahşi doğa kalıntılarını korumaktı.179

Dolayısı ile meselenin benim düşündüğümden daha acil ve ciddi


olduğunu düşünen önemli sayıda rasyonel ve zeki insan bulunmaktadır. Şu
ana kadar andığım insanlar temel olarak fiziksel felaket riski ile
ilgilenmişlerdir. Ellul ve başka bazıları insan onuru ile ilgilenmişlerdir ve
Ellul’ün Autopsy of Revolution kitabı ile ilgili hatırladıklarım doğru ise, Ellul
insan onurunun ve özgürlüğünün topyekûn ve ezeli kaybının önlenmesinin
çok küçük bir ihtimal olduğunu düşünmüştür. Dolayısı ile Ellul’un de
meseleye bakışı benimkinden daha karamsardır.

III. B. Peki neden devrimin rasyonel bir şekilde savunulması bu kadar


nadirdir? Bunun, durumun ciddiliği ve ivediyeti ile ilgisi olmayan birkaç
sebebi bulunmaktadır.

1. Günümüz Amerikan toplumunun ana-akımında devrimi


savunmak toplumsal olarak kabul edilemez addedilmektedir. Bu riski alan bir
kimse, sadece devrimi savunduğu için, “saçmalayan bir anarşist” olarak
damgalanma riskini taşımaktadır.

179
Earth First! ile ilgili yaptığım yorumlar genelde Martha F. Lee’nin kitabından
hatırladıklarıma dayanmaktadır. Earth First! Environmental Apocalypse.
2. Birçok kişi devrimi savunmaktan bir devrim gerçekleştiğinde
karşı karşıya kalacakları fiziksel riskler sebebi ile kaçınmaktadır. Devrim
sonrasına canlı çıksalar dahi, fiziksel zorluklara katlanmaları gerekecektir. Çoğu
insanın ölüm ve zorluklardan, geçmiş toplumlarda yaşamış insanlara göre çok
daha fazla korktukları yumuşak bir toplumda yaşıyoruz. (Antropolog Turnbull
geleneksel Afrikalıların modern insanın acı ve ölüm karşısında sergiledikleri
zayıflığı ne kadar hor gördüklerinden bahsetmektedir.180)

3. Çoğu insan alıştıkları hayat biçiminde köklü değişiklikler


gerçekleşmesini kabul etmeye yanaşmaz. Alışılmış yaşam tarzlarına, bu yaşam
tarzının elli sene sonra felakete gideceği kesin olsa da sarılmak isterler. Hatta
kırk, yirmi ya da on yıl sonra. Turnbull, “hayatta kalmak buna bağlı olsa dahi
aramızdan pek az kişinin modern ‘başarılardan’ vazgeçmeye hazır olduğu”
gözleminde bulunmaktadır.181 Burada “başarılar” yerine “alışılmış yaşam
şekilleri” ifadesini kullanması gerekirdi. Jared Diamond, bunu yapmanın
maliyeti ölüm dahi olsa toplumların inatçı bir şekilde yerleşmiş yaşam
biçimlerine sarıldıklarını söylemektedir.182 Bu bile devrim çağrılarının neden en
radikal çevreler dışında pek duyulmadığını açıklamak için yeterlidir.

4. Başka bir durumda hayatlarında gerçekleşecek radikal bir


değişimi kabul edebilecek insanlar dahi, kendilerini bağımlı hissettikleri
teknolojik aletlerin olmadığı bir gelecekten korkuyor olabilirler. Mesela
Michigan’ın Üst Yarımadasında yaşayan ve teknolojik sistemden tutkulu bir
şekilde nefret eden ve bu sistemin çökmesini isteyen bir kadın tanıyorum. 19
Ağustos 2004 tarihinde bana gönderdiği bir mektupta şunları yazmıştır: “30
Temmuz tarihinde düşen bir yıldırım, kabindeki güç kaynağımızı bozdu. Üç
hafta boyunca elektriksiz yaşadım... Ne kadar bağımlı olduğumun farkına
vardım. Geceden nefret etmeye başladım. Bana kalırsa insanlar elektrik
tesisatlarını korumak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır...”
180
Colin Turnbull, The Mbuti Pygmies: Change and Adaptation, Harcourt Brace
College Publishers, 1983, p. 89-90, 92.
181
Age., p. 11.
182
Diamond, muhtelif yerler, örn., p. 275.
5. Çoğu insan (yukarıda III. A’da bahsettiğim orijinal Earth First!
üyeleri mesela) sistemin yakın bir zamanda zaten çökeceğini
düşünmektedirler, bu durumda devrim gerekli değildir.

6. Son olarak umutsuzluk ve boş vermişlik söz konusudur.


Sistem o kadar güçlü ve kendisine zarar verilemeyecek gibi gözükmektedir
ki, ona karşı hiçbir şey yapılamaz. İmkânsız olan bir devrimi savunmanın
mantığı yoktur. Devrimin gereksiz ya da çok radikal olduğundan ziyade bazı
insanlardan duyduğum itiraz budur. Aslında devrimin imkânsız olduğunun
düşünülmesi tam da devrimi imkânsız kılan şeydir. Eğer yeteri kadar insan
devrimin mümkün olduğuna ikna edilirse, bu durumda devrim mümkün hâle
gelebilir. Doğmakta olan devrimci bir örgütün ilk görevlerinden bir tanesi
kendisinin ciddiye alınmasını sağlamak olmalıdır.

III. C. Arkadaşın, “devrime yönelik çağrının gerekliğinin tüm


şüphelerin ötesinde ispat edilmesi gerektiğini, çünkü bu çağrının oldukça
radikal ve ciddi olduğunu söylemektedir.” Buna katılmıyorum. Teknolojik
gelişmenin devam etmesinin olası ya da muhtemel sonuçlarından bazıları;
insan ırkının, hatta dünya üzerindeki tüm karmaşık yaşam formlarının ortadan
kalkması; insanların yerini akıllı makinelerin alması ya da insan ırkının,
özgürlük ve onurun geleneksel anlamda tanımlandığı şekli ile tamamen
ortadan kalkacağı bir tarzda değişime uğratılmasıdır. Bu sonuçlar devrimin
yaratacağı sonuçlara göre çok daha radikal ve ciddidir. Dolayısı ile devrimin
buna değecek kadar gerekli olacağından emin olmak için %100 hatta %90
oranında dâhi emin olmamıza gerek yoktur.183

183
Özgürlük ve haysiyet açısından durumun şimdiden devrimi gerektirecek kadar
kötü olduğunu düşünüyorum, fakat bu argümana başvurmama gerek yok.
Her halükârda, arkadaşının devrimin meşruluk kazanabilmesi için
koyduğu kriter (“tüm şüphelerin ötesinde olması”) imkânsız derecede
yüksektir. Büyük savaşlarda en az devrimler kadar tehlikeli ve yıkıcı olduğu
için arkadaşın aynı standardı savaşlara da uygulamalıdır. Mesela arkadaşın
Batı Demokrasilerinin İkinci Dünya Savaş’ında savaşmasının gayrı-meşru
olduğunu mu düşünüyor? Eğer meşru olduğunu düşünüyorsa bu, “tüm
şüphelerin üzerindeki” bir standartla nasıl uyumlu oluyor?

III. D. Günümüzde, devrimin gelecekte gerekli ya da meşru olacağını


bilemeyeceğimizi varsaysak dahi, devrimci bir hareket kurmaya başlamanın
zamanı şimdidir. Eğer uzun süre beklersek ve devrimin gerekli olduğu ortaya
çıkarsa bunun için artık çok geç olduğunun farkına varabiliriz.

Devrimler kendiliğinden gerçekleşebilir. (Mesela Fransız Devrimi’nin


önceden hazırlanmadan ortaya çıkması gibi.) Fakat bu bir şans meselesidir.
Eğer yalnızca şansımızın yaver gitmesini ummak istemiyorsak, zamanı
geldiğinde hazır olabilmek için Rus devrimcilerin yaptığı gibi devrime giden
yolu on yıllar öncesinden hazırlamalıyız.

Zaman geçtikçe sistemin devrimi öngörme ve bastırma araçlarının


gittikçe güçlendiğini söyleyebilirim. Mesela devrimin, bilgisayarların zeka
anlamında insanları geride bıraktığı bir zamana kaldığını düşünelim. Bu
durumda en zeki bilgisayarların şirketler ve devletler gibi büyük
organizasyonların elinde olacağı varsayılabilir. Böyle bir durumda devrim
imkânsız hâle gelmiş olabilir çünkü devletin bilgisayarları, her adımda
devrimcileri alt edebileceklerdir.

Devrimin başarısı genellikle devrimcilerin polis ya da orduda yeterli


desteğe sahip olmasına ve böylece bu kurumların en azından bazı
bileşenlerinin tarafsız kalmasına ya da devrimcilere yardım etmelerine
bağlıdır. Askerlerin devrimci sempatilerinin Fransız ve Rus devrimlerinde
önemli bir rol oynadığı kesindir. Fakat geleceğin ordu ya da polis güçleri,
yoldan çıkarılması imkânsız robotlardan oluşabilir.
Bu bilim kurgu değildir. “Uzmanlar 2011 ila 2015 yılları arasında her
evde temizlik ve çamaşır gibi işleri yapacak robotların olacağından
bahsetmektedir.”184 [Bu, uzmanların aşırı iyimser tahminlerinin örneklerinden
bir tanesidir. Mart 2016 itibarı ile bu tahmin gerçekleşmemiştir. Fakat
ilerlemekte olduğumuz genel yönü göstermektedir. Örneğin sürücüsüz
arabalar, robotlar konusunda uzman olan çoğu kişinin on yıl öncesine kadar
bunun imkansız olduğunu söylemesine rağmen günümüzde (2016) bir gerçek
haline gelmişlerdir.185] Honda şirketi şimdiden, “makineler bünyesinde daha
önce görülmemiş insani yetilere sahip bir robotları olduğunu iddia
etmektedir. ASIMO ileri ve geri yürüyebilmekte, köşeleri dönmekte ve
merdivenleri kolay bir şekilde çıkıp inmektedir... Bu teknolojinin geleceği
çok daha parlaktır. ASIMO’nun basit sesli komutlara cevap verebilme ve yüz
tanıyabilme potansiyeli bulunmaktadır... Bir gün ASIMO çok önemli
görevlerde çok faydalı işler yapabilir. Yaşlılara yardım etmek ve hatta ev
işlerini yapmak gibi. Temel olarak ASIMO, yardıma ihtiyacı olan her türlü
insan için üçüncü bir göz, kulak ve bacak olabilir.”186 Robotların askeri ve
polisiye alanlarda kullanılmalarının ikinci adımı teşkil edeceği gayet açıktır.
ABD ordusu şimdiden çatışma durumlarında kullanılmak üzere
robotlaştırılmış makineler geliştirmektedir.187

Dolayısı ile bir devrim yapacaksak bunu teknoloji onu imkânsız hale
getirmeden yapsak daha iyi olur. Eğer “hiç bir şüphenin kalmadığı” bir
zamana kadar beklersek bu fırsatı ilelebet kaçırmış olabiliriz.

184
Denver Post, 25/01/2005, p. 11A.
185
Webster, p. 9A, col. 2.
186
Honda’nın National Geographic’teki reklamı, February 2005 (numarasız sayfa)
187
The Denver Post, 18/02/2005, p. 28A-29A. The Economist, April 2, 2011, p. 65.
Milstein, pp. 40-47. Whittle, pp. 28-33. Markoff, “Pentagon Offers Robotics Prize,” p. B4.
National Geographic, Aug. 2011, pp. 82-83. Time, Jan. 9, 2012, p. 30.
III. E. Arkadaşını şunu düşünmeye davet ediyorum: Toplumumuzun
geleceği ile ilgili her şeyin olumlu gerçekleştiği ve bunun tekno-endüstriyel
sistemin devrim ya da başka bir yoldan çökmeden gerçekleştiği mantıklı bir
senaryo çizmek. Tabii ki neyin “olumlu” olduğuna dair bir anlaşmazlık
olabilir. Fakat her halükârda arkadaşın başka şeylerle birlikte şunları
açıklamalıdır: (1) İnsanlardan daha zeki bilgisayarların geliştirilmesini nasıl
önleyecektir ya da geliştirildikleri taktirde bunların insanların yerine
geçmesini nasıl engelleyecektir? (2) Biyo-teknolojik gelişmelerin içerdiği
biyolojik felaket riskini nasıl önleyecektir? (3) Sanayi Devrimi’nin başından
beri gördüğümüz, insan onuru ile ilgili standartların sürekli olarak düşmesini
nasıl önleyecektir? (4) Nükleer silahların kontrol altına alınmasını nasıl
sağlayacaktır? Yukarıda bahsettiğim gibi (bknz. I. B. 6), teknoloji bağlantılı
problemlerimizden nükleer silahlar ile ilgili olanı çözülmesi en kolay olanıdır.
Dolayısı ile arkadaşın (4) numaralı soruya yerinde ve ikna edici bir cevap
veremezse –insanlığın ışığı göreceği ve tüm nükleer silahları evrensel bir
kardeşlik ve barış ortamında ortadan kaldıracağı gibi batıl bir inanç dışında–
bu durumda reform fikrini bir kenara bırakabiliriz.

David Skrbina’ya Mektup, 5 Nisan 2005


İlk olarak, bilgisayarların insanlara zeka bakımından 2029 yılında
yetişeceği ihtimaline değinelim. Sanırım bu tarih Ray Kurzweil’in tahminine
dayanmaktadır. Tahminim bunun, 2029’dan çok daha geç bir tarihten önce
gerçekleşmeyeceğidir. Bu konu hakkında bir fikir verebilecek teknik
uzmanlığa sahip değilim. Tahminim, teknik uzmanların köklü değişimlerin
gerçekleşme zamanlarını olduğundan daha erken tahmin etme eğilimlerine
dayanmaktadır. 1970 yılında bilgisayar uzmanları 15 yıl içerisinde
bilgisayarların insan zekasını geçeceğini tahmin etmişlerdi.188 Bunun
gerçekleşmediği gayet açıktır.

Makinelerin insan zekasını eninde sonunda geçmesinin çok yüksek bir


ihtimal olduğunu düşünüyorum. İnsan beyninin yalnızca fizik ve kimya
kurallarına bağlı olarak işlediğine inanacak kadar materyalistim. Yani başka
bir deyişle beyin, belirli anlamda bir makinedir ve onun faaliyetlerini yapay
olarak kopyalamak mümkündür. Ve beyin yapay olarak inşa edilebiliyorsa,
bu daha fazla geliştirilebileceği anlamına da gelmektedir.

İkincisi, teknolojik sistemin sonunda fiziksel bir felakete doğru


gitmesinin çok yüksek bir olasılık olduğunu düşünsem de, önümüzdeki birkaç
on yıl içinde devasa ve dünya çapında bir fiziksel felaketin bazı insanların
inandığı gibi yüksek bir ihtimal olduğunu düşünmüyorum. Bu fikrimi
kanıtlayabileceğim teknik bir uzmanlığa sahip değilim. Fakat 1960’lı yıllarda
yakın gelecek ile ilgili çok karamsar tahminlerde bulunan ve nitelikli
oldukları kabul edilen insanlar bulunmaktaydı. Mesela Population Bomb
isimli kitabı ile Paul Ehrlich gibi. Tahminleri tamamı ile gerçeklerden kopuk
değildi. Mesela Sera Etkisi’ni tahmin etmişlerdi. Salgın hastalıkların olacağını
söylediler ve şu anda AIDS’i görüyoruz. Fakat bir bütün olarak baktığımızda,
aşırı nüfusun ve dünyanın kaynaklarının düşüncesizce tüketilmesinin
sonuçları, bu insanların tahmin ettikleri kadar yıkıcı olmamıştır.

Diğer bir açıdan, 1960’lı yılların felaket tellalları ile Bill Joy ve Martin
Rees gibi insanlar arasında bazı farklar vardır. Paul Ehrlich ve muhtemelen
1960’lı yılların diğer felaket tellalları solcu tiplerdi ve bildiğimiz gibi
solcular, mevcut topluma karşı gelmek için her türlü bahaneyi kullanırlar.
Dolayısı ile yaptıkları eleştiriler aşırı derecede abartılmış olur. Fakat
bilebildiğim kadarı ile Bill Joy ve Martin Rees solcu tipler değildir. Hatta
adanmış birer teknoperverdirler. Ve adanmış teknoperverlerin, teknolojinin
188
Darrach, p. 58.
tehlikelerini abartmaya yönelik bir motivasyonlarının olması pek olası
değildir. Dolayısı ile fiziksel felaket riskinin Joy ve Rees’in düşündüğünden
daha az olduğuna inanarak naiflik yapıyor olabilirim.

Bu cümleler 12/03/2015 tarihli mektubumda tartıştığım bazı konuların


aydınlatılması içindi. Şimdi mektubunda bahsettiğin bazı noktalara özel
olarak değinmek istiyorum.

I. Şöyle yazıyorsun: “Sanat, müzik, edebiyat ve (çoğunlukla) din


insanların çoğunun doğru olarak kabul ettiği ve insanlığın gerçekleştirdiği
büyük başarılar olarak gördükleri şeylerdir... Bu tarz başarılara hiç değer
vermiyor gibisin ve hatta bir anlamda bunların hepsinin çöpe atılmasını
savunuyorsun... Sanat ve edebiyat ‘isyankâr duyguların zararsız bir şekilde
ifade edilebileceği bir alan sunmaktadır.’ diyorsun.”

I. A. “Ahlak ve Devrim”de şunları yazmıştım: “Sanat, edebiyat ve


benzerleri isyankâr duyguların tatmini için zararsız b i r a l a n
oluşturmaktadır...” (Sanırım Ellul’de bir yerlerde buna çok benzer bir şey
söylemektedir.) Fakat sanat ve edebiyatın yalnızca bundan ibaret olduğunu
söylemedim. Her halükârda, sanat ve edebiyatın “çöpe atılmasını”
savunmuyorum. Sanat ve edebiyatın çoğunun yok olmasının tekno-
endüstriyel sistemin çöküşünün sonuçlarından biri olacağını kabul ediyorum,
fakat sanat ve edebiyattan kurtulmak bir hedef değildir.

I. B. Sanatın modern toplumda kötü bir durumda olduğu ve ilkel


toplumların birçoğunda günümüz modern toplumlarında olduğundan çok daha
iyi bir durumda olduğu iddia edilebilir. Toplumumuzda sanatın “insanlarının
çoğunun doğru kabul ettiği ve insanlığın gerçekleştirdiği büyük başarılar
olarak görüldüklerini” söylüyorsun. Fakat çoğu insan hangi sıklıkla bir sanat
müzesini ziyaret eder, klasik müzik dinler ya da ciddi edebiyat eserlerini
okur? Bana kalırsa çok nadiren. Üstelik ticari grafik sanatları, televizyonu,
hafif romanları ve benzerlerini sanata dahil etsek dahi, günümüzde yalnızca
çok küçük bir azınlık, ister profesyonel ister amatör anlamda olsun, sanata
aktif olarak katılır. İnsanların büyük çoğunluğunun sanat ile olan ilişkisi
sanatın izleyicisi ya da tüketicisi olmaktır.

İlkellerin de bazı sanatlarda uzmanlaşmış kişileri olabilirdi, fakat


onlarda sanata aktif katılım modern dünya ile karşılaştırıldığında çok daha
yaygın idi. Örneğin Afrika pigmelerinde dans ve şarkılara herkes katılırdı.
Mbuti pigmelerinin danslarını –“angeborene Schauspielkunst” (doğuştan elde
ettikleri dramatik bir sanat)– ve müziklerini anlattıktan sonra, Schebesta
şöyle yazmaktadır: “Burada Mbuti sanatı hakkında daha fazla ayrıntıya
girmeyeceğim, çünkü yalnızca tüm bunların Mbutilerin gündelik hayatlarında
ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermek istedim. Burada ilkellerin yaşam
enerjilerini besleyen ve diğer açılardan çok zor olan orman yaşamlarını
aydınlatan ve süsleyen bir kaynak açılıyor. Mbutilerin bu zevklere bu kadar
bağlı olmalarının sebebi bu olabilir.”189 Bunu, insanların sanata katılımlarının
Holywood filmleri izlemek, popüler dergiler ya da hafif romanlar okumak ve
kulaklarında aslında dinlemedikleri yüksek sesli bir müzikle gezmekten ibaret
olduğu endüstriyel toplum ile karşılaştır.

İlkel sanatın çoğunun kaba olduğu doğrudur, fakat bu hepsi için doğru
değildir. Batı Avrupa’daki mağara duvarlarına çizilmiş muhteşem resimlerin
kopyalarını görmüşsündür ve Afrika pigmelerinin müziklerinin çok sesliliği,
müzik teorisi ile ciddi anlamda ilgilenenler tarafından taktir edilmektedir.190
Tabii ki, modern öncesi toplumlardan hiç birisi, günümüz sanayi toplumunun
sanatındaki ince gelişmişlik düzeyine ve sanatın sahip olduğu alanın
genişliğine erişemez ve bunların çoğu sistemin çöküşe ile birlikte
kaybedilecektir. Fakat benim burada kullanacağım argüman şudur:

189
Paul Schebesta, Die Bambuti-Pygmäen vom Ituri, Institut Royal Colonial
Belge, Brussels, II. Band, I. Teil, 1941, p. 261.

190
Bknz., Louis Sarno, The Song from the Forest.
I. C. Maymun ve fıstık. Küçükken babam maymunları yakalamak
için kullanılan ve bir yerlerde okuduğu bir numaradan bahsetmişti.
Maymunun sıkılmış yumruğu dar yerinden geçemeyecek fakat açık elini
şişenin içinde sıkabileceği genişlikte bir cam şişe alınır ve içerisine bir yem,
mesela bir fıstık bırakılır. Maymun şişenin içine elini uzatır, fıstığı küçük
avucunun içine alır, fakat elini şişenin dışına çıkaramadığını fark eder. Fıstığı
bırakamayacak kadar aç gözlüdür, dolayısı ile rahatça gidip onu
yakalayabilirsin. Böylece maymun fıstığı bırakmak istemediği için her şeyi
kaybeder.

Şu anda içinde bulunduğumuz rotada ilerlemeye devam edersek,


bilgisayarlar eninde sonunda yerimize geçecek. Makinelerin sanat, edebiyat
ve müzik ile alâkalarının ne olacağını zannediyorsun? Bilgisayarlar yerimizi
almasa bile, köklü bir şekilde değişikliğe uğratılacağımız kesindir. Bknz.
Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 178. Geleceğin insanlarının geçmişin
sanatına, edebiyatına ve müziğine değer vermeye devam edeceklerini neye
dayanarak düşünüyorsun? Geçmişin sanatların yerini çoktan, eski eserlerin
sıkıcı gözükmesine sebep olan ve daha yoğun eğlenceler sunan popüler
medya almıştır. Shakespeare ve Cervantes, Vermeer ve Frans Hals,191 elit ve
azınlık bir entelektüeller grubu için değil, normal insanlar için yazıp
çizmişlerdir. Fakat günümüzde kaç kişi, bunu yapmak üniversitede bir ders
için zorunlu değilse Shakespeare ya da Cervantes okumaktadır? Kaç kişi Eski
Ustaların eserlerinin kopyalarını duvarlarına asmaktadır? Bundan 200 yıl
sonra insan ırkı var olmaya devam etse dahi, sanatın, edebiyatın ve müziğin
klasiklerini taktir eden birisi olmaya devam edecek mi? Bununla ilgili ciddi
şüphelerim var. Dolayısı ile mevcut rotamızda devam edersek, Batı
medeniyetinin sanat geleneğini zaten kaybedeceğiz ve bunun haricinde çok
daha fazla şey kaybedeceğimiz de kesindir.

191
Encyclopedia Britannica, Vol. 24, makale, “The Netherlands,” p. 891.
Belki de her şeyi kaybetmektense fıstıktan vazgeçmek daha iyidir.
Özellikle fıstığın hepsinden vazgeçmek zorunda değilsek. Eğer sistem çok geç
olmadan çökerse insanlığımızı ve sanattan, edebiyattan ve müzikten zevk alma
kabiliyetimizi koruyacağız. Böyle bir durumda, insanların geçmişte her zaman
yaptıkları gibi sanat, edebiyat ve müzik üretmeye devam edecekleri ve yüksek
kalite eserlerin zaman zaman ortaya çıkacağı varsayılabilir.

I. D. Sanat, edebiyat ve müzikle birlikte dinden de bahsediyorsun.


Dinin modern toplumun yok olması ile ortadan kalkacak bir şey olmasını
düşünmen beni epey şaşırttı doğrusu. Çünkü modern toplum aşırı derecede
seküler olması ile tanınır. Etnograf ve kaşif Vilhjalmur Stefansson şöyle yazıyor:
“Herhangi bir dine sahip olmayacak kadar aşağı bir halkın henüz bulunmadığı
çok sık söylenir. Bu kesinlikle doğrudur, fakat buradan çıkartılan yorum
genellikle yanlıştır. Bir dine sahip olamayacak kadar aşağı bir halkın olmadığı
doğrudur, fakat aynı zamanda insan kültür düzeyinde ne kadar aşağı inerseniz o
kadar fazla din bulacağınız da doğrudur...”192

Aslında Stefansson’un yorumunun tamamı ile doğru olduğu söylenemez.


Fakat ilkel toplumların çoğunda dinin modern toplumda olduğundan çok daha
büyük bir rol oynadığı da bir gerçektir. Colin Turnbull, Mbuti pigmelerinin
günlük yaşamında dini duyguların ne kadar büyük bir yer tuttuğunu gözler önüne
sermektedir.193 Kuzey Amerika yerlilerinin de, günlük yaşamları ile iç içe geçen
buna benzer bir dini yaşamları vardır.194

192
Vilhjalmur Stefansson, My Life with Eskimo, Macmillan, 1951, p. 38.
193
Colin Turnbull, The Forest People, Simon and Schuster, 1962, pp. 92-93, 145;
Wayward Servants, The Natural History Press, 1965, pp. 19, 23-47, 252-53, 271, 278.
Turnbull’un Mbuti dini hakkında söylediği şeyler Schebesta’nın söyledikleri ile tam
anlamıyla bir uyum içerisinde değildir. Fakat Schebesta, II Band, III Teil’da Mbuti’nin dini
inancının günlük yaşamları ile sıkı bir bağlantı içinde olduğunu ve onlar için büyük bir
önem arz ettiğini açıklamaktadır; örnek: pp. 6-8, 11, 85, 96, 159-160, 179, 214-15, 222-23.
194
Örn., Clark Wissler, Indians of the United States, Revised Edition, Anchor
Book, 1989, pp. 179-182, 304-09.
Bunu günümüzdeki modern insanların çoğunun dini yaşamı ile karşılaştır:
Teolojik sofistikasyonları neredeyse sıfırdır. Pazar günleri kiliseye gidiyor
olabilirler, fakat haftanın geri kalanında davranışlarını tamamı ile seküler
normlara göre şekillendirirler.

Fakat burada bir çekince eklemek zorunludur: Modern dünyada dinin


bir canlanış yaşaması mümkündür. Son mektubumla birlikte gönderdiğim
Bill Moyers’in makalesine bakabilirsin.195 Fakat Moyers’in bahsettiği saçma
dinin, arkadaşının sistem çöktüğünde ortadan kalkmasından üzüntü duyacağı
din olmamasını u m u t ederim. Başka şeylerle birlikte, bu tarz bir din
irrasyonel, toleranslı olmayan ve hatta nefret dolu bir dindir. Hinduizmde de
böyle bir akımın ortaya çıktığını söylemek gerekir. (Ekteki makaleye
bakabilirsin.)196 İslam’da neler olduğunu ise hepimiz biliyoruz. Bunların
hiçbirisi bizi şaşırtmamalıdır. Dünyanın tüm büyük dinleri doğruya yalnızca
kendilerinin sahip olduğunu iddia eder ve ortaya çıkmalarından beri dinler
çatışmaların ve genellikle oldukça şiddetli çatışmaların kaynağı ya da
aracıdırlar. İlkel dinler ise genellikle hoşgörü sahibi, eklektik ya da her iki
özelliği de sahiptirler.197 İlkellerde yaşanmış herhangi bir dini savaşın
varlığından haberdar değilim.

Dolayısı ile arkadaşın sistemin çökmesi ile birlikte modern dinlerin


ortadan kalkacağına inanıyorsa (bana göre maalesef oldukça şüpheli olan bir
varsayım) neden bundan üzüntü duyması gerektiğini anlayamıyorum.

195
Bill Moyers, “Welcome to Doomsday,” New York Review, 24/03/2005, p. 8, 10.

196
William Dalyrymple, “India: The War Over History,” New York Review,
April 7, 2005, p. 62-65.

197
Bknz., Axtell, muhtelif yerler, örnek: pp. 4, 19, 278, 285-86.
II. Benim “reformun alternatif bir çözüm olduğu aşamayı
geçtiğimizi” düşündüğümü söylüyorsun. Fakat benim görüşüm bu değildir.
Reformun zaten hiçbir zaman olası bir çözüm olmadığını düşünüyorum.
Sanayi Devrimi ve onu takip eden gelişmeler “nesnel” tarihsel güçlerin
işlerliği ile gerçekleşmişlerdir. (12/10/2004 tarihli mektubum.) Bunları ne
reform ne de bir (karşı)devrim engelleyebilirdi. Fakat şimdi tekno-endüstriyel
sistemi “öldürmenin” mümkün olduğu bir fırsat aralığına geliyor olabiliriz.

Hidra gibi basit ve merkezi olmayan bir organizmayı öldürmek


oldukça güçtür. Hidrayı parçalara ayırabilirsin ve her bir parça yeni bir hidra
olmak üzere hayatına devam eder. Bir memeli gibi karmaşık ve merkezi bir
organizmayı ise öldürmek kolaydır. Hayati bir organa yönelik bir darbe, vücut
sıcaklığının yeteri kadar düşmesi ya da başka birçok farklı faktör bir memeliyi
öldürebilir.

18. yüzyıldaki Kuzeybatı Avrupa, Sanayi Devriminin gerçekleşeceği


bir yapıda idi. Fakat ekonomik yapısı henüz, tıpkı bir hidra gibi, görece olarak
basit ve merkezi olmayan bir yapıda idi. Bir savaşın ya da devrimin toplumun
yarısını öldürmesi ya da altyapıyı çökertmesi gibi nadir olarak
gerçekleşebilecek bir durumda dahi, hayatta kalmayı başaranlar parçaları
toplayıp ekonomiyi tekrar hayata döndürebilirlerdi. Dolayısı ile bu durumda
Sanayi Devrimi ancak birkaç on yıl gecikirdi.

Fakat günümüzde tekno-endüstriyel sistem gitgide daha fazla tek,


merkezi ve her bir parçanın diğeri ile etkileşim halinde olduğu dünya çapında
bir organizmaya benzemektedir. Başka bir deyişle, sistem gittikçe artan bir
ölçüde öldürmesi kolay olan, karmaşık, memeli benzeri bir canlıya
dönüşmektedir. Eğer sistem bir kez yeteri kadar zarar görürse “ölecektir” ve
tekrar inşa edilmesi olağanüstü zor olacaktır. Bknz. Sanayi Toplumu ve
Geleceği, ¶ 207- 212. Bazıları tekrar inşa edilmesini imkânsız olarak
görmektedir. Bu (örneğin) saygın astronom Fred Hoyle’un görüşüdür.198
198
Hoyle, p. 62.
Dolayısı ile, fikrime göre yalnızca şu anda tekno-endüstriyel
gelişmenin yönünü değiştirmenin gerçek bir imkânı önümüzde
bulunmaktadır.

David Skrbina’ya Mektup, 10 Temmuz 2005


Oynanmış genler ile ilgili raporlara gelince—evet, beyin üzerinde
oyunlar oynamanın (ciddi manada) yeni yolları hakkında raporlar hiç de
seyrek değil. Ve bu mesele hakkında endişelenmek için çok sayıda sebep
mevcut. Yalnızca işverenlerin çalışanlarını işkoliklere çevirmek için onları
gen terapisine zorunlu bırakacak olmaları sebebi ile değil (ki bunun pek olası
olduğunu düşünmüyorum), fakat ondan daha da fazla, beynin anlaşılmasında
katedilen mesafenin, en hafif tabiri ile insan onuruna bir hakaret anlamına
gelecek çözümleri mümkün kılacak olmasından dolayı. Bknz., Sanayi
Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 143-145, 149-156.

Ray Kurzweil’in “Promise and Peril”199 isimli makalesi hakkında şöyle


yazıyorsun: “Bahsettiği ‘umutların’ mı yoksa ‘tehlikelerin’ mi daha rahatsız
edici olduğu konusunda kararsızım.” Bu konuda seninle aynı hislere sahibim.
Bana kalırsa bahsettiklerinin hepsi birer tehlike. Kurzweil’in tahminleri
hakkında şüpheciyim. Söylediklerinin çoğunun gerçekleşmeyeceği hakkında
iddiaya girebilirim. Geçmişte teknolojinin geleceği ile ilgili gerçekleşmeyen
birçok kendinden emin tahminler yapıldı. Burada teknolojik tehlikelerin
büyüklüğünü küçük göstermeye çalışmıyorum kesinlikle. Fakat Kurzweil’in
geleceği tahmin edebilme kabiliyetini sorguluyorum. Tahmin ettiği her şey
199
Alıntılanmış Eserler Listesi’nde Kurzweil’e bakınız. Dr. Skrbina bana bu
makalenin bir kopyasını göndermiştir.
gerçekleşirse çok büyük şaşkınlık yaşarım, ancak Kurzweil ya da başka
birisinin kesinlikle tahmin etmediği korkunç başka şeyler gerçekleşirse bu
beni hiç şaşırtmaz.

Kurzweil’in makalasindeki bazı spesifik konulara değinmek gerekirse:

Şöyle soruyor: “Kanser ve diğer yıkıcı hastalıklar sebebi ile ıstırap


çeken milyonlarca insana, biyo-mühendislik tedavi yöntemleri ile ilgili tüm
araştırmaların, bunlar gelecekte kötü bir takım amaçlar için kullanılabilir diye
durdurulduğunu nasıl söyleyebiliriz?” Kurzweil’in burada gözden kaçırdığı
şey, kanserin büyük oranda modern yaşam kaynaklı ortaya çıktığıdır.
(12/03/2005 tarihli mektubum.) Bu diğer “yıkıcı hastalıklar” için de
geçerlidir. Mesela AIDS. AIDS modern toplumun yokluğunda ortaya çıkmış
olsaydı dahi, hastalığı her yere yayan modern ulaşım imkanlarının
yokluğunda yerel bir hastalık olarak kalacaktı. Her halükârda, şu anda söz
konusu olan tüm dünyanın kaderi ile ilgili temel meselelerdir. “Yıkıcı
hastalıklar” sebebi ile ıstırap çeken insanların yaşamlarını yapay bir şekilde
uzatmak pahasına felaketi göze almak hiç mantıklı olmayacaktır.

Makale boyunca Kurzweil teknolojik yaşam tarzını romantize ederken,


sanayi öncesi yaşam hakkında da yanıltıcı ve kötü bir tablo çizmektedir.
23/11/2004 tarihli mektubumda ilkel yaşamın neden modern yaşamdan daha
iyi değerlendirilebileceğinin bazı sebeplerinden bahsetmiştim. Kurzweil’in
ortalama ömür ile ilgili söylediklerine gelirsek—sanayi öncesinde yaşamış
İsveç kadınları için 35 ve erkekler için 33 yıl gibi bir ömürden bahsediyor.
Farkı bir kenara bırakalım ve ortalama olarak 34’ü alalım. Bu rakam
doğrudur200 ancak yanıltıcıdır. Çünkü çok az sayıda kişinin otuzlu yaşlarının
ortasının üzerini gördüğü gibi yanlış bir izlenim yaratmaktadır. Gerçekte,
sanayi öncesi toplumların ortalama yaşam ömrü istatistiklerinin düşük
olmasının nedeni bu toplumlarda yüksek seviyede görülen bebek ve erken
200
Gurven & Kaplan, p. 327, Table 2.
çocuk ölümleridir. 17. yüzyıl İsveç’inde, canlı doğan bebeklerin %32,5’inin
beş yaşına gelmeden önce öldüğü anlaşılmaktadır. Fakat zor geçen ilk beş yılı
aşanların kabaca %60’ı en az 50 yaşına kadar, %36’sı en az 65 yaşına kadar
ve %18’i en az 75 yaşına kadar yaşıyordu.201 Bu, daha fazla açıklama
yapmadan yalnızca ortalama yaş olarak 34 rakamını ortaya atmanın ne kadar
yanıltıcı olduğunu gösteriyor. Gurven & Kaplan tarafından yayınlanan avcı-
toplayıcılar ile ilgili hayatta kalma eğrisinin 18. yüzyıl İsveç’inden çok farklı
olmadığını da söylemek gerekir.202 Ve Kalahari Bushmen (avcı-toplayıcılar)
nüfusunun %8’i 60 ilâ 80 yaş arasındaki insanlardan oluşuyordu.203
Hatırladığı kadarıyla, 1970 nüfus sayımına göre Amerikan nüfusunun %10’u
65 yaş ve üzeri idi. Bu rakam aklımda kalmış çünkü bu rakamı, Bushmen ile
ilgili istatistiği okuduktan kısa bir süre sonra okumuştum.

Kurzweil yalnızca teknolojik gelişmenin değil aynı zamanda biyolojik


evrimin de eksponansiyel olarak ilerlediğini söylemektedir. Bu ifadenin doğru
olup olmaması “gelişme” ya da “evrimi” ölçmekte kullandığınız nicel ölçüye
bağlıdır. Fakat Kurzweil öylece, hiçbir açıklama yapmadan şunları
söylemektedir: “Eksponansiyel büyüme evrimsel sürecin bir
karakteristiğidir...” Bu tarz bir aşırı öz güven makalesinin başka yerlerinde de
göze çarpmaktadır ve (daha önceki bir mektubumda da bahsettiğim)
Kurzweil’in ciddi bir düşünürden çok bir şovmen olduğu yönündeki
şüphelerimi daha da kuvvetlendirmektedir.

Tekrar söylemek gerekirse, teknolojinin bizi sürekli olarak hızlanmakta


olan aşırı tehlikeli bir şekilde ileriye taşıdığına ben kendim inanmaktayım.
Bu noktada Ray Kurzweil ile tamamı ile hem fikirim. Fakat onun sorumlu,
dengeli ve güvenilir bir yorumcu olup olmadığını sorguluyorum.
201
Bu istatistikler oldukça kabadır ve yalnızca age. Sayfa 328’deki d grafiği
202
kullanılarak tahmin edilmişlerdir. Age
203
R.B. Lee, p. 54.
Kurzweil, insani ve etik değerlerin hayatta kalmasını “kesinlikle
sağlamanın” mümkün olamayabileceğini kabul etmektedir. Fakat onların
hayatta kalması için yapabileceğimiz birçok şey olduğuna inanıyor gibidir. Ve
makalesi boyunca insanların teknolojik gelişmenin alacağı yönü büyük ölçüde
kontrol edebileceği yönündeki inancını sergilemektedir. Bu konuda kesinlikle
yanıldığını iddia ediyorum. Tarih, toplumların gelişimini kontrol etmek ile
ilgili çabaların beyhude olduğunu göstermiştir ve değişimin hızının –
Kurzweil’in kendisinin söylediği gibi– sonsuza dek artacağını düşünürsek, bu
tarz çabaların beyhudeliği gelecekte daha büyük bir kesinliğe sahip olacaktır.
Dolayısı ile Kurzweil’in teknolojik gelişmenin tehlikeli yönlerinin
sınırlandırılması ile ilgili fikirleri tamamı ile gerçek dışıdır. Bu bağlamda
“doğal seçilim” ile ilgili yorumlarıma bakabilirsin. (12/10/2004 tarihli
mektubum.) Örneğin insani değerler, ancak hayatta kalmaya “en uygun”
değerler ise uzun vadede varlıklarını sürdürebileceklerdir. Ve şu ana kadar
var olmuş dünyadan tamamı ile farklı olacak geleceğin dünyasında en uygun
değerler olarak kalmaya devam etmeleri pek olası değildir.

Bu çılgınca teknolojik gelişmeye katkı sağlayanlar ile ilgili şu sorular


sorulmalı— araştırmaları yapanlar ve bu araştırmalar için kaynak sağlayanlar,
bunlar birer suçlu mudur ve cezalandırılmaları gerekir mi?

Britanya’da geçenlerde gerçekleşen terörist eylemlerle ilgili: Herhangi


bir insanî endişeden bağımsız olarak, radikal İslamcıların stratejileri mantıksız
gözükmektedir. ABD ya da Britanya gibi ülkelerde yaşayan insanların
tümüne bir bütün olarak düşmanca bir tavır sergilemektedirler ve hiçbir ayrım
yapmadan bu ülkelerin sıradan insanlarını öldürmektedirler. Böyle yaparak
söz konusu ülkeleri güçlendirmektedirler. Çünkü politikacılara en çok ihtiyaç
duydukları şeyi sunmaktadırlar: İnsanları liderlerinin arkasında birleştirecek
korku duyulan bir dış düşman. İslamcılar “böl ve yönet” prensibini unutmuş
gibidirler. Yapacakları en iyi şey; Amerikan, İngiliz vb. halklara yönelik
dostluk mesajları vermek, düşmanca tavırlarını bu ülkelerin elit gruplarına
yöneltmek ve sıradan insanları bu elitlerin kurbanları olarak göstermek
olmalıdır. (Bunun, ABD’nin düşman ülkelere karşı devamlı olarak uyguladığı
bir taktik olduğuna dikkat et.)

Dolayısı ile teröristlerin yaptıkları kitle katliamları aptalca


gözükmektedir. Fakat eylemlerinin aptallıktan başka bir açıklaması da
olabilir: Radikal İslamcı liderler eylemlerinin ABD ya da Britanya’da
yarattığı etkiden çok İslam dünyasında yarattığı etki ile ilgileniyor olabilirler.
Liderlerin temel hedefi güçlü ve fanatik bir İslami hareket kurmak olabilir ve
bu amaç için görkemli kitlesel yıkım eylemlerinin, ne kadar önemli
olurlarsa olsunlar tek tek bazı bireylere yönelik yapılacak suikastlerden daha
etkili olduğunu düşünüyor olabilirler. Bu hipotezi destekler nitelikte bazı
şeyler buldum:

İnancın radikal bir şekilde yeniden oluşturulması, Bin Ladin ve


takipçilerinin amaçlarından bir tanesidir. Amerika ve müttefiklerine saldırmak
yalnızca bir taktiktir. Bu saldırıların amacı, iddia ettikleri kötü koşullara karşı
Müslümanları alarma geçirecek güçte bir tepki uyandırmak ve inançlarını bu
inancın esasına yabancı unsurlardan temizlemelerini sağlayacak bir şekilde
onları harekete geçirmektir. Medeniyetler arası bir savaşı tetiklemek yalnızca
birinci aşamadır. Radikallerin gördüğü hali ile daha zor olan şey,
Müslümanları modern dünyayı tamamı ile reddetmeye (demokrasi gibi
rezillikler de buna dahil olmak üzere), onları yavaş yavaş sekülarize eden
Quisling hükümetlerini yıkmaya ve hak yola dönmeye ikna etmektir.204

204
Max Rodenbeck, “Islam Confronts its Demons,” New York Review, April 29,
2004,
Alıntılanmış Eserler Listesi
Abel, Theodere, “The Pattern of a Successful Political Movement,” American
Sociological Review, Vol. 2, No. 3, June 1937, pp. 347-
Adams, Henry Brooks, The Education of Henry Adams: An Autobiography,
Marine Books, Houghton Mifflin Co., Boston,
Arrhenius, Svante, “On the Influence of Carbonic Acid in the Air upon the
Temperature of the Ground,” London, Edinburgh, and Dublin Philosophical
Magazine and Journal of Science (Fifth Series), Vol. 41, No. 251, April 1896, pp.
237-276
Astor, Gerald, The Greatest War: Americans in Combat 1941-1945, Presidio
Press, Novato, California, 1999.
Axtell, James, The Invasion Within: The Contest of Cultures in Colonial North
America, Oxford University Press, New York, 1986.
Barja, César, Libros y Autores Clásicos, Vermont Printing Company,
Brattleboro, Vermont, 1922.
Blau, Melinde, Killer Bees, Steck-Vaughn Publishers, Austin, Texas, 1992.
Bokota, Stanislaw, “PiS: Savior or Ruin of Poland?,” Polish American
Journal, April 2016
Bolívar. See Soriano.
Bonvillain, Nancy, Women and Men: Cultural Constructs of Gender, Second
Edition, Prentice Hall, Upper Saddle River, New Jersey,
Corillo, Santiago, Eurocomunismo y Estado, Editorial Crítica, Grupo
Editorial Grijalbo, Barcelona, 1977.
Cashdan, Elizabeth, “Hunters and Gatherers: Economic Behavior in Bands,”
in Plattner, pp. 21-48.
Chang, Leslie T., “Gilded Age, Gilded Cage,” National Geographic, May
2008. Churchill, Winston, My Early Life: A Roving Commission, Thornton
Butterworth, London, 1930.
Coon, Carleton S., The Hunting Peoples, Little, Brown and Co., Boston, 1971.
Dalrymple, William, “India: The War Over History,” New York Review, April
7,
Danner, Mark, “Torture and Truth,” New York Review, June 10, 2004.
Darrcach Brad, “Meet Shaky, the first electronic person,” Life, Nov.20, 1970.
Dennett, Daniel C., Darwin’s Dangeorus Idea, Simon & Schuster, New York,
1995. Diamond Jared, Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed,
Penguin Books, New York, 2011.
Dunnigan, James F., and Albert A. Nofi, The Pacific War Encyclopedia,
Checkmark Books, an imprint of Facts on File, Inc., 1998.
Dyson, Freeman, “The Bitter End,” New York Review, April 28, 2005.
Fallows, James, “Survivor: China,” The Atlantic, Nov. 2009.
Ferris, Warren Angus, Life in the Rocky Mountains, edited by Paul C.
Phillips, published by F.A. Rosenstock, Old West Publishing Co., Denver, 1940
García López, J., Historia de la Literatura Española, Quint edición, Las
Américas Publishing Co., New York, 1959.
Geertz, Clifford, “Very Bad News,” New York Review, March 24, 2005.
Gershon, Elliot S., and Ronald Ob Rieder, “Major Disorders of Mind and
Brain,” Scientific American, Sept. 1992.
Gilbert, Martin, The European Powers: 1900-1945, Phoenix Press, London,
2022. Goodman, Paul, Growing Up Absurd, Random House, New York, 1960.
Grandin, Temple, and Catherine Johnson, Animals Make Us Human,
Houghton Mifflin Boston, 2009.
Greaves, Mel, Cancer: The Evolutionary Legacy, Oxford University Press,
2000. Gurven, Micheal, and Hillard Kaplan, “Longevity Among Hunter-
Gatherers,”
Population and Development Review, Vol. 33, No. 2, June 2007, pp. 321-365.
Haraszti, Zoltán, John Adams & the Prophets of Progress, The Universal
Library,
Grosset & Dunlap, New York, 1964.
Hitchens, Christopher, “The Pity of War,” The Atlantic, Nov. 2009.
Hoffer, Eric, The True Believer, Harper Perennial, Harper Collins, New York,
1989. Hoyle, Fred, Of Men and Galaxies, University of Washington Press, Seattle,
1964. Humphreys, R.A., and John Lynch (eds.), The Origins of the Latin
American
Revolutions, 1808-1826, First Edition, Alfred A. Knopf, New York, fourth
printing, 1968.
Illich Ivan, Tools for Conviviality, Harper & Row, New York, 1973.
Jenkins, Roy, Churchill: A Biography, Plume, a member of Penguin
Putnam, Inc., New York, 2002
Kaczynski, Theodore John, Technological Slavery, Feral House, Port
Townsend, Washington, 2010.
Kane, Tim, “Why Our Best Officers Are Leaving,” The Atlantic, Jan./Feb.
2011. Kaplan, Jeffrey, and Leonard Weinberg, The Emergence of a Euro-American
Radical
Right, Rutgers University Press, New Brunswick, New Jersey, 1998.
Kavanua, J.L., “Behavior of captive white-footed mice,” Science, Vol. 155,
1967, pp. 1523-1539.
Keniston, Kenneth, The Uncommitted, Harcourt, Brace & World, New York,
1995. Keyfitz Nathan, review of Piel, only one World, in Scientific American, Feb.
1993. Kirkham, James F., Sheldon G. Levy, and William J. Crotty, Assasination
and
Political Violence. A Report to the National Commission on the Causes and
Prevention of Violence, Praeger Publishers, New York, 1970
Knox, Donald, The Korean War, Vol. I, Harcourt, San Diego, 1987.
Kolbert, Elizabeth, “Crash Course: Can a seventeen-mile-long collider unlock
the universe?,” The New Yorker, May 14, 2007.
Kosthorst, Erich, Die Deutsche Opposition gegen Hitler zwischen Polen und
Frankreichfeldzug, 2. Bearbeitete Auflage, Schirftenreihe der bundeszentrale für
Heimatdienst, Heft 8, Bonn, 1957.
Kunhardt, Philip B., Jr., Philip B. Kuhhardt III, and Peter W. Kunhardt, The
American President: The Human Drama of Our Nation’s Highest Office, Paperback
Edition, River head Books, New York,
Kurzweil, Ray, “The Promise and Peril,” Interactive Week, Vol. 7, No. 43,
Oct. 23, 2000.
Laue, Theodere H. von, Why Lenin? Why Stalin?, J.B. Lippicott Co., New
York, 1971.
Lee Martha F., Earth First!: Environmental Apocalypse, Syracuse University
Press, Syracuse, New York, 1995.
Lee, Richard B., “!Kung Bushman Subsistence,” in Vayda, pp. 47-79.
Leuchtenburg, William E., Franklin D. Roosevelt and the New Deal, 1932-
1940, Harper & Row, New York, 1963.
Liddell Hart, B.H., The Real War: 1914-1918, Little, Brown and Co., Boston,
1964. Lynch, Jack, “Felled on the Field of Honor,” Colonial Williamsburg,
Autumn, 2005. Markoff, John, “Pentagon Offers a Robotics Price,” New York
Times, New York
Edition, Oct. 29, 2012.
Mercader, Julio (ed.), Under the Canopy: The Archaeology of Tropical Rain
Forests, Ruthers University Press, New Brunswick, New Jersey, 2003.
Milstein, Michael, “Pilot not included,” Air & Space, June/July 2011.
Morris, Desmond, The Human Zoo, Kodansha America, Inc. New York, 1996.
Moyers, Bill, “Welcome to Doomsday,” New York Review, March 24, 2005.
Murphy, Audie, To Hell and Back, Owl Books, Henry Holt and Co., New York,
2002. NEB = The New Encyclopaedia Britannica, Fifteenth Edition
Napierala-Cowen, Agnieszka, “A Different View of Poland,” Polish American
Journal, Feb. 2016.
Nathanson, Neal, and John R. Martin, “The Epidemiology of Poliomyetilis:
Enigmas Surrounding its Appearance, Epidemicity, and Disappearance,” American
Journal of Epidemiology, Vol. 110, No. 6, 1979, pp. 672ff.
Nietzsche, Friedrich, Twilight of the Idols/The Antichrist, trans. By R.J.
Hollingdale, Penguin Books, 1990.
Parker, Geoffrey (ed.), The Cambridge History of Warfare, Cambridge
University Press, Cambridge, U.K., 2008.
Parkman, Francis, The Old Regime in Canada, Little, Brown and Co., Boston,
1882. Patterson, James, T., America in the Twentieth Century: A History, Fifth
Edition,
Harcourt Colge Publishers, Fort Worth, Texas, 2000.
Plattner, Stuart (ed.), Economic Anthropology, Stanford University Press,
Stanford, California, 1989.
Poncins, Gontran de, Kabloona, Time-Life Books, Alexandria, Virginia, 1980.
Priore, Mary del, and Renato Pinto Venâncio, O Livre de Ouro da História do
Brasil, Edição revista e ampliada, Ediouro Publicações, Rio de Janeiro, segunda
rimpressão, 2001.
Quammen, David, “planet of Weeds,” Harper’s Magazine, Oct. 1998.
Rees, Martin, Our Final Hour: A Scientist’s Warning, Basic Books, New York,
2004. Rodenbeck, Max, “Islam Confronts its Demons,” New York Review, April 29,
2004. Rosin, Hanna, “The Silicon Valley Suicides,” The Atlantic, Dec. 2015.
Rothfels, Hans, Deutcshe Opposition gegen Hitler: Eine Würdigung, Neue,
erweiterte Ausgabe, Fischer Taschenbuch Verlag, Frankurt am Main, 1986.
Russell, Osborne, Journal of a Trapper, Bison Books, University of Nebraska
Press, Lincoln, Nebreska, 1965.
Sallust (Gaius Sallustius Crispus), The Jugurthine War/The Conspiracy of
Catiline, trans. by S.A. Handford, Penguin Books, Baltimore,
Sanborn, Margaret, Mark Twain: The Bachelor Years, Doubleday, New York,
1990. Sarmiento, Domingo Faustion, Facundo. Civilización y Barbarie, edited by
Roberto
Yahni, Séptima edición, Edeciones Cátedra (Grupo Anaya, S.A.), Madrid,
2005.
Sarno, Louis, Song from the Forest, Corgi, London, 1994.
Schebesta, Paul, Die Bambuti-Pygmaen vom Ituri, Institut Royal Colonial
Belge, Brussels; I. Band, 1938; II. Band, I. Teil, 1941; II. Band, III. Teil, 1950.
Seligma, Martin E.P., Helplessness: On Depression, Development, and
Death, W.H. Freeman and Co., New York, 1992.
Shott, Michael J., “On Recent Trends in the Anthropology of Foragers,” Man
(N.S.), Vol. 27, No. 4, Dec. 1992, pp. 843-871.
Smelser, Neil J., Theory of Collective Behavior, Macmillan, New York, 1971.
Soriano, Graciela (ed.), Simón Bolívar: Escritos Politicos, Alianca Editorial,
Madrid,1975.
Stefan sson, Vilhjalmur, My Life with the Eskimo, Macmillan, New York, 1951.
Strybel, Robert, “Poland Under Fire,” Polish American Journal, Feb. 2016.
Szelag, Lukasz, “There are no Threats to Democracy in Poland,” letter to
editor, in
Polish American Journal, Feb. 2016.
Thompson, Derek, “A World Without Work,” The Atlantic, July/Aug. 2015.
Thurston, Robert W., Life and Terror in Stalin’s Russia: 1934-1941, Yale
University
Press, New Haven, Connecticut, 1996.
Treelyan, Barry, Matthew Smallman-Raynor, and Andrew D. Cliff, “The
Spatial Dynamics of Poliomyelitis in the United States: From Epidemic Emergence
to Vaccine-Induced Retreat, 1910-1971,” Annals of the Association of American
Geographers, Vol. 95, No. 2, June 2005, pp. 269-293.
Trotsky, Leon, History of the Russian Revolution, trans. by Max Eastman,
Pathfinder, New York, 1980.
Turnbull, Colin M., The Forest People, Simon & Schuster, New York, 1962.
Turnbull, Colin M., Wayward Servants: The Two Worlds of the African
Pygmies,
Natural History Press, Garden City, New York, 1965.
Turnbull, Colin M., The Mbuti Pygmies: Change and Adaptation, Harcourt
Brace College Publishers, Fart Worth, Texas, 1983.
Washburn, Wilcomb Eb., “A Moral History of Indian-White Relations,”
Ethnohistoy, Vol. 4, No. 1, Winter 1957, pp. 47-61.
White, R.W., “Motivation reconsidered: The concept of competence,”
Psychological Review, Vol. 66, 1959, pp. 297-333.
Whittle, Richard, “The Drone Started Here,” Air & Space, April/May 2013.
Wissler, Clark, Indians of the United States, Revised Edition, Anchor Books,
Random House, New York, 1989.
Wright Robert, “The Evolution of Despair,” Time, Aug. 28, 1995.
Zaccone, P., Z. Fehervari, et al., “Parasitic worms and inflammatory
diseases,”
Parasite Immunology, Vol. 28, 2006, pp. 515-523.
Zakaria, Rafiq, The Struggle Within Islam, Penguin Books, London, 1989.
Zimmermann, G.A., Das Neunzehnte Jahrhundert: Geschichtlicher und
Kulturhistorischer Rücblick, Zweite Halfte, Zweiter Theil, Druck und Verlag
von Geo. Brumder, Milwaukee, 1902.
Bir Almana Yazılan Mektuptan Alıntılar

Bu mektuplar orijinal olarak Almanca yazılmışlardır ve sonradan bazı


kısımları, yayınlanmak amacı ile İngilizce’ye çevrilmiştir. Kendimi Almanca
İngilizce’de olduğu kadar iyi ifade edemediğimden, mektuplarda yer alan
fikirleri açıklayan bir metnin İngilizce olarak baştan yazılması daha iyi
olabilirdi; fakat bunun için zaman bulamadım.

Solun tüm ilgisini yönelttiği; kadınların, homoseksüellerin, etnik ve


ırksal azınlıkların ve hayvanların baskı altında olmasına dayanan karakteristik
ezilenler meseleleri ile bağlantılı iki problem bulunmaktadır.

Birincisi, bu meseleler teknoloji probleminin üzerinden dikkatleri


dağıtmaktadır. Teknoloji problemine yönlendirilebilecek asi enerjiler, onun
yerine ırkçılık, cinsiyetçilik ve benzerleri gibi alakasız konulara
yönlendirilmektedir. Dolayısı ile, bu problemlerin tümüyle çözülmesi daha iyi
olur. Bu durumda teknoloji probleminin üzerinden dikkatleri
dağıtamayacaklardır.

Fakat devrimciler ırkçılık, cinsiyetçilik ve benzeri problemleri kendileri


çözmeye çalışmamalıdırlar. Çünkü bu problemleri çözmeye çalışırken onları
gündeme getirerek dikkatlerin teknoloji probleminin üzerinden daha fazla
dağılmasına sebep olurlar. Üstelik devrimciler; kadınlar, azınlıklar ve
benzerlerinin problemlerinin çözülmesinde çok az bir katkı yapabilirler.
Çünkü zaten teknolojik toplumun kendisi bu problemlerin çözümü için
uğraşmaktadır. Her gün (en azından Birleşik Devletler’de) medya bize
kadınların erkeklerle eşit olduğunu, homoseksüellere saygı duyulması
gerektiğini, tüm ırklara eşit bir şekilde davranılması gerektiğini ve
benzerlerini öğretmektedir. Dolayısı ile devrimcilerin bu yönde bir çabası
gereksiz olacaktır.

Solcular; kadınların, homoseksüellerin ve ırksal azınlıkların baskı


altında oldukları iddiasına dayanan ezilenler meseleleri üzerinde takıntılı bir
şekilde yoğunlaşarak, bu meselelerin teknoloji probleminin üzerinden
dikkatleri dağıtmasını muazzam ölçüde artırmaktadırlar. Fakat solcuların;
kadınların, homoseksüellerin ve benzerlerinin problemlerini çözmeye
yönelik çabalarını devrimcilerin önlemeye çalışması zararlı olacaktır. Çünkü
bu çabaları engellemeye çalışmak bu meseleler üzerindeki polemiği
alevlendirecek ve böylece teknoloji probleminden dikkatleri daha da fazla
dağıtacaktır. Bunun yerine devrimciler, tekrar tekrar vurgulamalı ve gündeme
getirmelidir ki, solcuların gündeme getirdiği ezilenler meseleleri üzerine
harcanan enerji boşa harcanmaktadır ve bu enerjinin teknoloji problemi
üzerine harcanması gerekir.

Ezilenler meseleleri ile ilgili ikinci problem, bu gibi sorunlar ile


ilgilenen herhangi bir grubun bünyesine solcuları çekecek olmasıdır. Sanayi
Toplumu ve Geleceği’nin iddia ettiği gibi, solcular devrimci olarak işe
yaramazdırlar çünkü birçoğu mevcut toplumsal yapıyı ortadan kaldırmak
istemez. İlgilendikleri şey yalnızca kendi psikolojik ihtiyaçlarını çeşitli
“davaları” ateşli bir şekilde savunarak tatmin etmektir. Açık bir şekilde sağcı
olmadıktan sonra her dava bu işi görebilir. Dolayısı ile herhangi bir hareket
(sağcı olmayan herhangi bir hareket) devrimci amaçlar ile ortaya çıktığında,
solcular bala saldıran sinekler gibi bu harekete üşüşür ve hareketin orijinal
üyelerini sayıca alt ederler ve hareketi ele geçirerek onu solcu bir harekete
dönüştürürler. Bundan sonra hareket devrimci açıdan faydasız bir hale gelir.1

1
Earth First! isimli hareketin başına gelenler bunun mükemmel bir örneğidir.
(Bknz., Martha F. Lee, Earth First!: Environmental Apocalypse, Syracuse University
Press, Syracuse, New York, 1995.)
Yani solun oynadığı rol, doğmakta olan devrimci hareketlerin zayıflatılıp,
zararsız hale getirilmesidir.

Dolayısı ile devrimciler, etkili bir hareket kurmak adına, solcuları


hareketten uzak tutmaya büyük önem vermelidirler. Solcuları uzak tutmak
için devrimciler, yalnızca kadınlara, homoseksüellere ve etnik azınlıklara
yardım etmeye yönelik çabalardan uzak durmakla kalmamalı, bu meseleler ile
ilgili herhangi bir ilgiyi özellikle reddetmeli ve kadınların, homoseksüellerin,
etnik azınlıkların ve benzerlerinin, şu an içinde yaşadığımız toplumun daha
önceki toplumlara nazaran onlara çok iyi davrandığını görerek hallerine
şükretmeleri gerektiğini tekrar tekrar vurgulamalıdırlar. Bu tarz bir pozisyon
alarak devrimciler, kendilerini solculardan ayıracak ve solcuları kendilerine
katılmaktan caydıracaklardır.

***

İnsanların modern toplumda maruz kaldıkları baskıları artırmanın tek


başına bir devrimi tetiklemek için yeterli olacağını düşünüyor gibisin. Fakat
bu doğru değildir. Tabii ki, bir devrimin gerçekleşmesi için ciddi bir
rahatsızlığın olması gerekir; fakat ciddi bir rahatsızlık, hatta en büyük acılar,
kendi başına, bir devrimin ortaya çıkması için yeterli değildir. Devrimci
süreci inceleyen insanlar, bir sıkıntının yanında tetikleyici bir faktörün de
devrimin ortaya çıkmasında elzem olduğunda hem fikirdirler. Tetikleyici
faktör dinamik bir lider, olağanüstü bir olay ya da ayaklanmanın sıkıntıları
yok edeceğine yönelik bir umut olabilir.

Trotsky şöyle yazmaktadır: “Yalnızca yokluklar bir ayaklanmanın


ortaya çıkması için yeterli değildir. Yeni koşulların ve yeni fikirlerin devrimci
çözüme giden yolu açmaları gerekir.”2
2
Leon Trotsky, The History of the Russian Revolution, çeviren Max Eastman,
Pathfinder, New York, 1980, Vol. Two, page vii.
Filozof-sosyolog Eric Hoffer’a göre: “Olağanüstü bir liderin varlığı
kesinlikle gereklidir. O olmadan hareket olmaz. Zamanın uygun olması
otomatik olarak kitlesel bir hareketin ortaya çıkmasına sebep olmaz ”3

Benzer şekilde Encyclopedia Britannica şunları söylüyor: “Herhangi


bir grubun, özellikle de büyük bir grubun alt kadroları, taktir ettikleri ve
güvendikleri, baba figürüne sahip bir liderin cesaretlendirmesi olmadan
önemli ölçüde pasif kalırlar.”4

Tabii ki, devrim için gerekli olanlar, dinamik liderlerin varlığından ya


da umuda yol açan “yeni koşullar ve yeni fikirlerden” çok daha karmaşıktır.5
Burada vurgulamak istediğim nokta, devrimcilerin, zor koşulların bir devrimi
ortaya çıkarmasını pasifçe beklememeleri gerektiğidir. Bunun yerine
devrimciler aktif bir şekilde devrime giden yolu hazırlamalıdırlar.

Şunu eklemem gerekir ki, buradaki ve Sanayi Toplumu ve


Geleceği’ndeki solculuk ile ilgili yorumlar, Amerikan solu ile ilgili
gözlemlere dayanmaktadır. Bu yorumların herhangi bir değişiklik olmadan
Avrupa soluna da uygulanıp uygulanamayacağını bilmiyorum.

***

Şöyle yazıyorsun: “Kadınların gerçek rolü hakkında kendimizi


kandırmayalım.” Eğer anneliğin kadınlar için tek uygun rol olduğunu
söylemeye çalışıyorsan, buna katılamayacağım. Çocuk yetiştirmekten çok
farklı olarak, kadınlar her zaman çok önemli hatta vazgeçilmez işler
3
Eric Hoffer, The True Believer, §90.
4
The New Encyclopaedia Britannica, 15th edition, 2003, Vol. 26, makale
“Propaganda,” syf. 175.
5
Konunun ayrıntılı bir tartışması için şuraya bakabilirsin: Neil J. Smelser,
Theory of Collective Behavior, Macmillan Company, New York, 1971, syf. 313-384.
yapmışlardır. Ve bu işler çoğunlukla fiziksel olarak çok zorlayıcı olmuştur ve
büyük yetenek gerektirmişlerdir. Sadece birkaç örnekten bahsetmek gerekirse:
Afrika’nın Mbuti pigmelerinde kadınlar, çocuk yetiştirmenin haricinde de,
erkeklerden daha fazla çalışıyordu. Besin maddelerinin büyük bir kısmını onlar
sağlıyordu, kulübeleri inşa ediyorlardı ve yaptıkları işler genellikle çok zordu.
Başka şeylerle birlikte, sırtlarının üzerinde kampa ateş yapmak için kullanılan
ağır odun parçalarını taşıyorlardı.6

Sıcak iklimlerde yaşayan avcı-toplayıcı toplumlarda yiyecek ihtiyacının


büyük kısmını genellikle kadınlar karşılıyorlardı, soğuk iklimlerde ise erkekler
avlanma yolu ile gıda maddelerinin büyük bir

kısmını karşılıyorlardı.7 Fakat soğuk ülkelerde kadınlar, bu gibi iklimler


için vazgeçilmez olan kıyafetleri üretiyorlardı.8 Ve bu işte kimi avcı-toplayıcı
toplumların kadınları olağanüstü yetenekler sergilemişlerdir.9 Bazı avcı-toplayıcı
toplumlarda kadınlar o kadar sıkı bir şekilde sepet örebiliyorlardı ki, bunlar su
taşımak için dahi kullanılabiliyordu.10

Dolayısı ile, kadınların anne olarak oynadıkları rolün önemini inkâr


etmeden, emekçiler ve yetenekli zanaatkârlar olarak oynadıkları rollerin önemini
de kabul etmeliyiz. Üstelik, kadınların da en az erkekler kadar, belirli bir hedefi
olan faaliyetlerde bulunma ihtiyacına sahip olduklarını düşünüyorum (“güç
süreci”).11 Ve günümüzde kadınların erkeksi mesleklere yönelmelerinin, teknoloji
6
Paul Schebesta, Die Bambuti-Pygmäen vom Ituri, II. Band, I. Teil, Institut
Royal Colonial Belge, Brussels, 1941, syf., 11-21, 31, 142, 170.
7
Carleton S. Coon, The Hunting Peoples, Little, Brown and Company, Boston
and Toronto, 1971, syf., 72-73. Elizabeth Cashdan, “Hunters and Gatherers: Economic
Behavior in Bands,” S. Plattner içerisinde, Economic Anthropology, Stanford
University Press, 1989, syf. 28.
8
Coon, op. cit., syf. 48.
9
Gontran de Poncins, Kabloona, Time-Life Books, Alexandria, Virginia, USA,
1980, syf. 14, 15, 124.
10
Örnek: Wissler, Clark, Indians of the United States, Revised Edition, Anchor
Books, Random House, 1989, pp. 16-18; Austin, Mary, The Land of Little Rain, Dover
Books, 1996, pp. 46-47.
11
Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 33-37.
diğer geleneksel kadın uğraşlarını önemsizleştirdiği için, sadece annelik rolünün
onları tatmin edememesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Modern kadınların
elbise yapmasına gerek yoktur, çünkü onları satın alabilirler; sepet örmelerine
gerek yoktur çünkü istedikleri sayıda kap kacağa istedikleri an ulaşabilirler;
ormanda meyve, yemiş, kök aramalarına gerek yoktur; çünkü en iyi gıdaları
marketten alabilirler ve benzeri.

***

Şöyle yazıyorsun: “Sistem o kadar sinsi bir şekilde çalışıyor ki, etnik
azınlıkları kendi kimliklerini kaybetmelerinin iyi bir şey olduğuna inandırıyor.
Azınlıklar kendi zararlarına ve görünürde hiç bir zorlama olmadan maniple
ediliyor.” Evet buna katılıyorum; fakat şu farkla ki, bazı ülkelerde sistem çok
daha kurnazdır. Etnik azınlıklara kendi kimliklerini kaybetmenin güzel
olduğunu söylemektense bu kimliği korumalarını söyler. Ancak aynı zamanda
sistem, bu kimliğin gerçek içeriğini nasıl boşaltacağını ve yalnızca boş dışsal
biçimlere nasıl indirgeyeceğini çok iyi bilir. Bu hem ABD’de12 hem de
Sovyetler Birliği’nde13 vuku bulmuştur.

***

Doğal olarak Alman üniversiteleri hakkında çok az şey biliyorum; fakat


Amerikan üniversite entelektüelleri, çok küçük bir azınlık dışında, etkili bir
devrimci hareketin üyeleri olmak için uygun değillerdir. Çoğunluğu solcudur. Bu
entelektüellerin bazıları teknoloji problemi ile ilgili fikirlerin yayılmasını
sağlayarak faydalı olabilirler. Fakat çoğunun sistemin alaşağı edilmesi fikrinden
ödleri kopar ve aktif birer devrimci olamazlar. Bunlar Eric Hoffer’ın bahsettiği
“söz adamlarıdır”:

12
Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶ 29.
Mevcut kurumları zayıflatmak, kitleleri değişim fikrine alıştırmak ve
yeni inancın kabul edilmesinin imkânlarını oluşturmak konusundaki ilk iş,
yalnızca, konuşmacılar ve yazarlar tarafından gerçekleştirilebilir... Böylece
söz adamları, mevcut kurumları fark edilmeden zayıflatırlar, iktidardakilerin
itibarını yerle yeksan ederler, mevcut inançları ve bağlılıkları zayıflatırlar ve
bir kitle hareketinin doğabileceği ortamı hazırlarlar.14

Eski düzen yıkılmaya başladığında, bu günün gelmesi için dua eden ve


bağırıp çağıran adamların çoğu dehşete kapılır. Anarşinin ilk defa şöyle bir
gözükmesi ödlerini kopartmaya yeter.15

Yaratıcı söz adamları, mevcut düzeni ne kadar keskin bir şekilde


eleştirirlerse eleştirsinler aslında şimdiye bağlıdırlar. Tutkuları yıkmak değil
reform etmektir. Kitle hareketi tamamı ile onların elinde kalırsa onu yumuşak
bir hadiseye dönüştürürler. Başlattıkları reformlar yüzeyseldir ve yaşam ani
bir kopma olmadan aynı şekilde akmaya devam eder.16

***

Şöyle yazıyorsun: “Hareket, tüm sağ ve sol pozisyonlardan uzak,


tamamı ile yeni bir başlangıç olmalı.” Evet kesinlikle! Tamamı ile
katılıyorum!

***
13
Bakınız: Stalin, Joseph, History of the Communist Party of the Soviet Union
(Bolshevik): Short Course, Prism Key Press, 2013, seventh chapter, “The Bolshevik
Party in the Period of Preparation and Realization of the October Socialist Revolution,”
¶ 2, pp. 258-260; Ulam, Adam B., Stalin: The Man and His Era, Beacon Press, 1987,
pp. 141-42, 169, 221, 595, 649-650.
14
Hoffer, op. cit., section 104.
15
Hoffer, op. cit., section 110.
16
Hoffer, op. cit., section 111.
Haklısın, zaman faktörü ile ilgili endişelerimiz olmalı. Fakat aynı
zamanda mücadelenin çok uzun, belki de on yıllar sürebileceği ihtimalini de
göz önüne almalıyız. Sistemi olabildiğince çabuk bir şekilde alaşağı etmeliyiz
fakat aynı zamanda kendimizi uzun süreli bir devrimci çaba için
hazırlamalıyız. Çünkü sistemin hızlı bir şekilde yıkılmasının mümkün
olmadığı ortaya çıkabilir.

Teknolojik gelişmenin ışık hızında ilerlediğini, insan beynini


hesaplama gücü anlamında geçecek ilk bilgisayarların yirmi yıl içinde
geliştirilebileceğini, genetik mühendisliğinin insanların “geliştirilmesi” için
kullanılmasının kaçınılmaz olacağını, yeni ilaçların geliştirileceğini
söylüyorsun. Bunların hepsi doğru olabilir. Fakat gelecek bizim
düşündüğümüzden çok daha farklı olabilir. Örneğin 1970 yılında, bir çok
bilgisayar bilimcisinin on beş yıl içerisinde süper zekaya sahip olacak bir
bilgisayarın geliştirileceğini düşündüklerine yönelik bir haber yapılmıştı.17

Bilim adamlarının bekledikleri şeyin gerçekleşmediği açıktır. Benzer


şekilde, bazı hastalıkların genetik teknoloji yolu ile tedavi edilmesi ile ilgili
denemeler de bir takım zorluklar ile karşılaşmıştır. Gen tedavisi kansere sebep
olabilmektedir. Dolayısı ile, makineler insan zekasını düşünüldüğü kadar
çabuk geçemeyebilir. Genetik mühendisliği başarılı bir şekilde insanlara
uygulanamayabilir vb. Diğer bir açıdan, bu gelişmeler herhangi birinin
tahmin ettiğinden çok daha hızlı bir şekilde de gerçekleşebilir. Her
halükârda, yeni teknolojilerin toplumsal sonuçları tahmin edilemez
mahiyettedir ve beklenenden çok farklı olabilir. Teknolojik gelişmenin şu ana
kadarki toplumsal sonuçları, benim gençken tahmin ettiğimden farklı
olmuştur. Dolayısı ile kendimizi, mücadelenin çok uzun zaman alabileceği
olasılığı da dahil olmak üzere her türlü olasılık için hazırlamalıyız.

***
17
Darrach, Brad, “Meet Shaky, the first electronic person,” Life, Nov. 20, 1970.
Tecrübeli politikacılar ve toplum bilimcileri hariç olmak üzere
neredeyse herkes, toplumu değiştirmekle ilgili bir plan yaptıklarında şu iki
hatayı yapmaktadırlar:

İlk hata; planın, sanki bir köprü ya da makine tasarlar gibi yalnızca saf
mantığa dayanılarak oluşturulması ve bu planın aynı şekilde işlemesinin
beklenmesidir.

Bir köprü ya da benzeri bir obje başarılı bir şekilde tasarlanabilir,


çünkü maddi objeler kesin kurallara güvenilir bir şekilde uyarlar. Dolayısı ile
maddi objelerin belirli koşullarda nasıl davranacakları tahmin edilebilir.
Fakat toplumsal fenomenler ile ilgili alanda elimizde çok az güvenilir, kesin
kurallar vardır. Dolayısı ile, genel olarak, toplumsal fenomenleri güvenli bir
şekilde tahmin edemeyiz.

Güvenli bir şekilde yapabileceğimiz az sayıda tahminden bir tanesi,


belirli bir planın başarılı olamayacağına yönelik yapılan tahmindir. Eğer bir
otomobili sürücüsüz olarak bir yokuştan aşağı bırakırsanız, otomobilin takip
edeceği rotayı tahmin edemezsiniz; ancak daha önceden seçilmiş bir rotayı
takip etmeyeceğini tahmin edebilirsiniz. Bir grup fareyi bir kafesten dışarı
salarsanız, her bir farenin hangi yöne koşacağını tahmin edemezsiniz; fakat
farelerin daha önce belirlenmiş bir plana göre hareket etmeyeceklerini tahmin
edebilirsiniz. Toplumsal fenomenler ile ilgili genel olarak bu örnek verilebilir.

Toplum bilimciler uzun vadeli planları gerçekleştirmenin ne kadar zor


olduğunu bilmektedirler:

Tarihin gelecek ile ilgili verdiği yalnızca bir ders vardır: Hiçbir şey
katılımcıların istediği gibi ya da öngördüğü gibi gelişmez.18

18
Gordon S. Wood, “The Making of a Disaster,” The New York Review, April
28, 2005, syf. 34.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında barış için, daha öncesinde savaş için
olduğu kadar boş bir takım planlar yapılmıştır. Tarihçi William McNeill’ın
yazdığı gibi, ‘Profesyonel planlamanın rasyonalitesinin irrasyonelliği bundan
daha açık bir biçimde ortaya serilemezdi.’19

Toplumsal planlamanın büyük bir kısmı kısa vadelidir. Planın


öngördüğü hedeflere genelde ulaşılamaz ve plan, ulaşılmasını amaçladığı
hedefler anlamında başarılı olsa dahi, genelde öngörülemez sonuçlara sebep
olur. Planlamanın uygulama alanı ve zaman ufku ne kadar genişse, hedeflere
ulaşmak ve öngörülemeyen ve istenmeyen sonuçları engellemek bir o kadar
zordur. Toplumda gerçekleşen geniş kapsamlı ve uzun vadeli gelişmeler,
günümüzde de planlı olmayan bir şekilde gerçekleşmeye devam etmektedir.20

Yukarıdaki gözlemler tartışmasız bir şekilde doğrudur ve üstelik


devletlerin planlama faaliyetlerinden bahsedilmektedir. Devletlerin muazzam
bir gücü, çok geniş bilgi kaynakları ve bilgileri analiz edecek ve kullanacak
imkânları vardır. Bizim hiçbir gücümüz yok ve bilgiyi toplayacak ve analiz
edecek kapasitemiz de görece olarak zayıftır. Eğer bir devlet için toplumsal
bir planı uzun vadeli olarak uygulamak çok zor ise, bu bizim için
imkânsızdır.

Bu sebeple, devrimcilerin kendilerini uzun-vadeli ve ayrıntılı bir plana


bağlamamaları gerektiğini düşünüyorum. Bunun yerine daha çok tecrübeye
dayanmaları ve deneme yanılma yolu ile ilerlemeleri gerekir. Kendilerini
yalnızca basit ve kısa vadeli planlara adamalılar. Tabii ki, devrimcilerin uzun
vadeli ve kapsamlı bir planlarının olması gerekir; fakat bu her zaman geçici

19
The New Encyclopaedia Britannica, 15th edition, 2003, Volume 21,
makale “International Relations,” syf. 807.
20
Age., Volume 27, makale “Social Structure and Change,” syf. 370. Ayrıca
bakınız: Kaczynski, Anti-Teknolojik Devrim, Bölüm 1.
olmalıdır ve devrimciler, sistemin ortadan kaldırılması nihai hedefini
unutmamak kaydıyla, her zaman bu kapsamlı planı değiştirmek ya da hatta
tamamen terk etmek konusunda hazır olmalıdırlar. Başka bir deyişle hareket
esnek ve her gelişme için hazırlıklı olmalıdır.21

İkinci yanlış ise bir plan hazırlamak (bu planın mükemmel bir plan
olduğunu varsayalım) ve yalnızca mükemmel olduğu için bu planı yeterli
sayıda insanın izleyeceğine inanmaktır. Eğer bir planın hedefi toplumu
değiştirmek ise, bu plan ne kadar mükemmel olursa olsun, insanların onu
takip etmesini sağlayan planın mükemmelliği değildir. İnsanî motivasyonları
da yaptığımız değerlendirmeye katmak durumundayız.

Özel yaşamda yalnızca mantık ile çizilen bir hareket tarzı, bir insanın
güzel bir planı takip etmesini sağlayabilir. Mesela bir insanı, mantığın
yardımı ile bir doktorun diğerinden daha yetenekli olduğuna ikna edebilirsek,
bu kişi muhtemelen daha yetenekli olan doktora başvuracaktır. Çünkü böyle
yaparak hastalığından daha iyi bir şekilde kurtulacağını biliyordur.

Diğer yönden, bir kişiyi, belirli bir planı yeterli sayıda insanın takip
etmesi halinde bu planın toplum için faydalı olacağına ikna edebilirsek, bu
durum, o insanın bu planı takip etmesi için çok düşük bir motivasyon kaynağı
olacaktır. Çünkü kendi bireysel katılımının toplum üzerinde hissedilir bir etki
yapmasının çok zor, hatta imkânsız olacağının bilincindedir. Örneğin birçok
kişi herkesin otomobil kullanmayı reddetmesinin dünya için daha iyi
olacağının bilincindedir. Fakat bazı nadir istisnalar dışında bu insanların her
birinin otomobili vardır, çünkü bireysel olarak araba kullanmayı
bıraktıklarında bunun kendileri için çok büyük problemler yaratacağını
düşünürler ve dünya için de gözle görülür bir şey elde edemeyeceklerini
bilirler. Çünkü dünyanın bundan hissedilir bir avantaj sağlaması için
milyonlarca insanın araba kullanmayı bırakması gerekir.

21
Bakınız: Kaczynski, Anti-Teknolojik Devrim, Bölüm Dört, Kısım 2-4.
Dolayısı ile, çok nadir istisnalar dışında, bir insanın devrimci bir
harekete katılmasının sebebinin, öncelikli olarak, hareketin amaçlarını
gerçekleştirmek olmadığını, fakat kendi şahsi psikolojik ve fizyolojik
ihtiyaçlarını tatmin etmek veya belirli bir zevki tecrübe etmek olduğunu
aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekir. Sonrasında devrimci hedefe ne
kadar sadık bir biçimde bağlanırsa bağlansın, bu bağlılık bir şekilde kendi
ihtiyaçlarından ve tecrübe ettiği zevklerden doğmuştur. Tabii ki, bir hareketin
hedeflerine ulaşması bir üyenin ihtiyaçlarını karşılayabilir. Fakat genel olarak,
bu hedeflere ulaşılması olasılığını yalnızca az sayıda liderin ortaya koyduğu
çaba hissedilir bir şekilde artırabilir. Daha önce de belirttiğim gibi, alt
kademe kadrolar, kendi bireysel katkılarının hedeflere ulaşmak konusunda en
iyi ihtimalle hissedilmesi zor bir katkı yapabileceğinin bilincindedirler.
Dolayısı ile, yalnızca soğuk bir rasyonellikle harmanlanmış bir hedefin
kendisi, alt kademe kadroları motive edemez.

Şevk ve gayret büyük bir zevk uyandırdığı için, güçlü bir şekilde
arzulanan bir hedefe yönelik şevk, bir insanı devrimci eyleme sevk etmek için
yeterli olabilir. Fakat bu yalnızca bu hedef çok yakın olduğu zaman
mümkündür. Hedefe ulaşılması imkânsız gibi gözüktüğünde ya da çok uzak
bir zamanda gerçekleşebilecek gibiyse, hedefin kendisi çok büyük bir şevk
oluşturamaz.

Hedefe ulaşılması çok yakın değilse, takip eden tatminler, örnek olarak,
alt kadro bir üyeyi devrimci bir hareket için motive edebilir: (i) Bir amaç
hissi, yaşamın onun yörüngesinde organize edilebileceği bir hedef. (ii) Güç
hissi. (iii) Ait olma hissi, birlikteliğe sahip bir toplumsal gruba ait olma hissi.
(iv) Hareket içerisinde bir statü ve prestije sahip olmak, hareketin diğer
üyelerinin onayını almak. (v) Kızgınlık, intikam, sisteme karşı gelmek
fırsatını elde etmek.

Tabii ki birisi, gelecekte ulaşılacak devrimci hedefe yönelik


katkılarından, bu katkılar çok küçük olsa dahi, bir tatmin duygusu duyabilir;
fakat bu durumda elde edilecek tatmin duygusu, bir kişiyi önemli bir devrimci
çabaya yöneltmek için çok zayıftır—nadir, istisnai durumlar haricinde.
Dolayısı ile devrimci hareket, temel olarak, başka motivasyonlar üzerinde
temellendirilmelidir.

***

[Mektuplaştığım kişi, devrimcilerden oluşan küçük hücrelerin


toplumda güce sahip pozisyonlara sızdırılmasını önermiştir.]

Güç hissine gelince—on kişiden oluşan bir hücre kişiye çok fazla bir
güç hissi veremez. Bir üye güç hissine yalnızca toplumun gücü elinde tutan
çevrelerine katıldığında sahip olabilir ve bu durumda üye güç hissini devrimci
hareketten değil, sistem içindeki pozisyonundan alır. Güç kullanabileceği bir
pozisyon elde edebilmek için muhtemelen yüzde bir şansı vardır ve böyle bir
pozisyona ancak uzun yıllar süren bir çaba sonucu ulaşabilir. Bir insan bu tarz
bir çabayı tutarlı bir şekilde yalnızca kariyerinde bir tatmin duygusu yaşıyorsa
sarf edebilir. Devrimci bir hücrenin üyesinin başarılı bir kariyeri olduğunu
varsayalım ve yirmi yıllık bir çaba sonucunda güce sahip olan çevrelere
girdiğini düşünelim. Kariyerini seviyordur, nihayet güce sahip olmuştur ve bu
tatminlere uzun yıllar süren çabaları sonucunda ulaşmıştır. Bunların hepsini,
sistemin ortadan kaldırılması ile birlikte kaybetmek ister mi? Çok nadir,
istisnai durumlarda isteyebilir; fakat normalde bunun tersi gerçekleşir. Tarih
genç, ateşli, sisteme sonsuza kadar direneceğine yemin etmiş, fakat
sonradan başarılı bir kariyer yapan ve yaşlanıp zenginleşen, statü ve prestij
kazanan ve sonunda sistemin o kadar da kötü olmadığı sonucuna ulaşan ve
ona adapte olmanın daha iyi olacağına karar veren devrimcilerin hikayeleri
ile doludur.
Önerdiğin planın başarısız olacağına inanmak için başka sebepler de
mevcuttur. Önerdiğin plana göre hareket gizli olmalıdır ve kamuoyu
tarafından bilinmemelidir. Fakat bu imkânsızdır. Grubun bir üyesinin fikrini
değiştireceği ya da bir hata yapacağı ve böylece hareketin varlığının açık bir
şekilde ortaya çıkacağı kesin olarak söylenebilir.22 Böylece resmi bir inceleme
yapılacaktır vb. Tarih, gizliliği dikkatli bir şekilde korunan gelişmiş casus
ağlarının –bazı hücreleri gizliliğini korumaya devam etse dahi– açığa çıktığı
örnekler ile doludur. Önerdiğin hareketin varlığının ortaya çıkacağı ve
kamuoyuna mâl olacağı neredeyse kesin gibidir.

Mektubunun dördüncü bölümünde, solculardan oluşan liderlerin ve


ajitatörlerin, hareketin üyeleri tarafından “bilgilendirilmesini” öneriyorsun.
Fakat istisnai durumlar haricinde, hareketin üyelerinin, başarılı birer lider ve
ajitatör olma kapasitesine sahip insanları kontrol edebileceğine inanmak
imkânsızdır.

Gücü elinde bulunduran çevrelere üç ya da dört devrimcinin


sızdırılması başarılabilirse ve bunlar, bu şekilde elde edilmiş güçlerini ve
prestijlerini kaybetmemek üzere devrime ihanet etmezlerse bu büyük bir
başarı anlamına gelecektir. Bu çevrelere sızan insanlar devrimde bir rol
oynayabilirler fakat yine de bu rol çok büyük olmayacaktır.

***

Devrimlerin hiçbir zaman kağıt üzerinde planlanmadığını söylüyorsun


ve bu konuda haklısın. Fakat devrimlerin her zaman için toplumun geniş bir
kesiminin duyduğu sıkıntılar sebebi ile ortaya çıktığını da söyleyemem.
Sıkıntılar devrimin ön koşuludur; ancak yalnızca sıkıntılar, bir devrimin
ortaya çıkması için yeterli değildir. Bundan daha önce bahsetmiştim. Başka

22
Age., Kısım 27.
şeylerle birlikte devrimci bir mit gereklidir ve devrimlerin kendi ideallerini ve
mitlerini özgürce seçmediklerini söylerken haklısın. Fakat sonra şöyle
yazıyorsun: “İnsanların içerisinde yaşadığı koşullar onlara belirli mitleri ve
idealleri seçmekten başka bir seçenek bırakmaz.” Buna tam olarak
katılmıyorum. Bir mitin seçimi rastgele olmaz. Bir mit, mevcutta yaygın olan
(bu bir kısmı ile bilinçaltı bir his olabilir) sıkıntılara ve arzulara cevap verdiği
ölçüde başarılı olabilir. Fakat insanların içinde yaşadığı koşulların kaçınılmaz
olarak yalnızca bir miti ortaya çıkarmak zorunda olduğunu düşünmüyorum.
Örneğin, Muhammet peygamber Kuran’ı yazarak olağanüstü başarılı bir mit
yaratmıştır. Sadece ve tam olarak Kuran’ın ve bundan başka hiçbir şeyin,
Araplar’ın arzularına cevap verdiğini söyleyebilir misin?

Haklı olsan dahi ve her devrim için yalnızca mümkün bir mit bulunsa
dahi, insanların kendi başlarına doğru miti bulacaklarını ve bunu tam
zamanında geliştireceklerini varsayamayız. Fransız ve Rus devriminin mitleri
geniş halk kitleleri tarafından değil, az sayıda entelektüel tarafından
geliştirilmiştir. Belki de entelektüellerin yaptıkları şey ulusun şekilsiz ve
bilinçaltı sıkıntılarına ve arzularına bir biçim ve yapı kazandırmaktır. Her
halükârda bu iş, bir devrimin başarısı için vazgeçilmezdir.

Dolayısı ile, devrimcilerin görevinin sıkıntıların objektif zeminini


yoğunlaştırmak ve genişletmek olmadığını iddia ediyorum. Sıkıntılar için
yeterince geniş bir zemin halihazırda vardır. Bunun yerine devrimciler şunları
yapmalıdır:

(a) Sıkıntıya yol açan sahte bir takım sebepler bulunmaktadır.


(Örnek: Kadınların, etnik azınlıkların, homoseksüellerin iddia edilen
problemleri; hayvanlara yönelik acımasızlık vb.) Bunlar sıkıntının gerçek
zemininden dikkatleri dağıtmaktadır. Devrimciler bu aldatıcı taktiklerin
üstesinden gelmeyi bir şekilde başarmalıdırlar.

(b) Devrimciler henüz üzerine düşülmemiş fakat gerçek bir


sıkıntı kaynağı olan problemleri etkili bir eylemlilik alanına çekmelidir.
(c) Bu amaç için devrimciler (başka şeylerle birlikte) devrimci
bir mit geliştirmelidirler. Bu gelişigüzel bir mit yaratmaları gerektiği
anlamına gelmemektedir. Bunun yerine zaten var olan fakat tam olarak
biçimini almamış gerçek miti keşfetmeleri, onu açığa çıkartmaları ve onu
belirli bir yapıya kavuşturmaları gerekir.

***

Devrimcilerin rolünün yalnızca bir katalizör olduğunu söylerken


haklısın. Devrimciler yoktan bir devrim yaratamazlar. Yapabilecekleri tek şey
insanların yaşadıkları koşulların yarattığı olasılıkları, tıpkı bir katalizörün,
gerekli tüm maddeler ve ortam hazır olduğunda kimyasal bir reaksiyonu
başlatması gibi, kullanmaktır. Bu katalizör rolünün, en iyi şekilde, sıkıntı
yaratan nesnel koşulların yoğunlaştırılması yolu ile oynanabileceğini
düşünüyor gibisin. Ben sıkıntı yaratan nesnel koşulların yeterince kötü
olduğunu düşünüyorum. Katalizör rolünü oynamak için psikolojik bir etkide
bulunmak gerekir. Uygun miti keşfetmek ve bunu kullanmak gibi.

***

Teknolojik sistemin dünyamızı ve özgürlüğümüzü yok ettiğini fark


eden birçok genç insan bulunmaktadır. Buna direnmek istiyorlar fakat tek
başlarına bir şey yapamayacaklarının farkındalar, bu sebeple katılabilecekleri
bir grup ya da bir hareket arıyorlar. Günümüzde mevcut olan koşullarda
solcular ya da benzerlerinden oluşan gruplardan ya da hareketlerden başkasını
bulamıyorlar. Dolayısı ile genç bir insan bu gruplardan birine katılıyor ve ya
onun ideolojisini benimsiyor ya da cesareti kırılarak grubu terk ediyor,
vazgeçiyor ve ilgisiz hale geliyor. Gerekli olan şey, bu gençlerin solcu bir
grup tarafından cezbedilip mahvedilmeden önce katılabilecekleri gerçek bir
devrimci harekettir.

***

“Makinenin” (yani sistemin) hareketini hızlandırmamız gerektiğini


söylüyorsun, böylece makine kendi kendini yok edecektir. Fakat makine
kendini yok ederken, bizi ve dünyamızı ve belki de tüm karmaşık yaşam
formlarını da yok edecektir. Sistem tarafından başlatılan yıkıcı süreçlerin
tamamının sistemin yıkılması ile sona ermeyeceğini unutma. Sera gazı
etkisini düşün mesela.

Küresel iklim sistemini oluşturan bileşenler eşik noktaları ve geri-


besleme mekanizmaları ile doludur. Bu eşikler aşıldığında çevresel
çözülmenin yavaş ilerlemesi, ani ve kendi kendini besleyen çöküşe dönüşür.
CO pompalayın ve sıktığınız son sera gazı
Gökyüzüne yeteri kadar 2
molekülü, sıcak bir su kabını kaynayan bir
buhara dönüştüren yüzüncü derece
gibi davranır... ‘Bu tip şeyler herkesin tahmin ettiğinden çok daha hızlı bir
şekilde olmaktadır’ diyor Environmental Defense grubunun baş bilim adamı
ve eski bir atmosfer kimyası profesörü olan Bill Chameides. ‘Son 12 ay epey
kaygı vericiydi’ diye ekliyor Massachusettes’teki Woods Hole Oceanographic
Institute’dan Ruth Curry. ‘Bunun bilim camiasında yarattığı etki epey
hissedilir cinstendi’... Küresel ısınmanın yarattığı değişimleri tersine
çevirmek için artık çok geç olabilir mi? Bu açık değildir...23

23
Time magazine, April 3, 2006, syf., 35, 36.
Atmosfere bu kadar fazla karbondioksit salarak sistem Dünya’nın
iklimini halihazırda o kadar fazla bozmuştur ki, bu konudaki uzmanlar dahi
bunun sonuçlarının neler olabileceğini tahmin edememektedirler. Sistem
hemen bir anda karbondioksit salınımlarını durdursa dahi, Dünya’nın iklimi
muhtemelen eski durumuna gelmeyecektir. Kimse iklimin ne yönde
seyredeceğini bilmemektedir. Bu yüzyılın sonunda Dünya’nın hâlâ
yaşanabilir bir yer olup olmayacağını dahi bilmiyoruz. Tabii ki, sistem ne
kadar fazla karbondioksit salarsa, tehlike o kadar büyüktür. Evet, sistem daha
hızlı gelişerek ve daha fazla karbondioksit salarak kendisini yok edebilir;
fakat bu süreç içerisinde diğer her şeyi de yok edecektir.

Devrime yol açabilecek şeyin, yaşam koşullarının kötüleşmesi değil,


fakat devrime uygun bir psikolojik durum olduğunu daha önce
vurgulamıştım. Ve devrime uygun psikolojik koşullardan en vazgeçilmez
olanı, insanların umut sahibi olmasıdır. Eğer umut yoksa devrim de yoktur.
Zeki insanların pek çoğunun halihazırda umutlarını kaybetmiş olmaları ciddi
bir problemdir. Artık çok geç olduğunu ve Dünya’nın kurtarılamayacağını
düşünüyorlar. Sistemin yıkıcı faaliyetlerini hızlandırırsak, bu umutsuzluğu
yaymaktan ve derinleştirmekten başka bir şey yapmış olmayız.
A.O.’ya Yazılan Mektuptan Alıntılar

Şöyle yazıyorsun: “Meksika’nın bazı ilkel insanları dahi modern


toplumun değerlerini kabul etmektedir (televizyon yüzünden). Onları ormana
ne döndürebilir?”

Onları “ormana döndürecek şey,” dünyanın endüstri merkezlerinin


çalışmasını durdurmasıdır. TV istasyonları yayın yapmayı durdurursa,
Meksikalı Yerliler televizyonlarını kullanamazlar. Motorlu taşıtlarını ya da
içten yanmalı motorla çalışan herhangi bir aleti, rafineriler yakıt üretmeyi
durdurursa kullanamazlar. Eğer elektrik santralleri elektrik üretmiyorsa,
elektrik ile çalışan herhangi bir aleti kullanamazlar. Ya da Yerliler küçük,
lokal, su ile çalışan güç üreticilerine bel bağlasalar dahi, bu üreticilerin
parçaları eskiyip fabrikalarda üretilen parçalar ile değiştirilemez olunca
bunlar da kullanılamaz olur. Mesela Meksika Yerlileri bir ampul yapabilir
mi? Bence bu imkansızdır; imkansız olmasa dahi, bu o kadar zor bir şeydir ki,
bu kadar uğraşmaya değmez. Yani dünyanın endüstri merkezlerinin çalışması
durduğunda, Meksika Yerlilerinin basit, endüstri öncesi metotlara dönmekten
başka bir çareleri kalmayacaktır.

Fakat TV istasyonlarını yayın yapmaktan, enerji santrallerini enerji


üretmekten, rafineleri yakıt üretmekten ve fabrikaları yedek parça üretmekten
ne alıkoyabilir? Eğer enerji santralleri elektrik üretmeyi bırakırsa, bu durumda
TV istasyonları yayın yapamaz, rafineriler yakıt üretemez ve fabrikalar yedek
parça üretemez. Eğer rafineler yakıt üretmeyi bırakırsa, insanların ve
malzemelerin bir yerden bir yere taşınması da sona erer ve böylece fabrikalar
bir şey üretemez. Eğer fabrikalar üretimi durdurursa, TV istasyonlarını, enerji
santrallerini ve petrol rafinelerini işler tutacak yedek parçalar olmaz. Üstelik,
her fabrika, çalışabilmek için diğer fabrikaların ürettiği şeylere ihtiyaç duyar.
Dolayısıyla modern endüstriyel toplum, önemli her bir bileşeninin
diğerine bağlı olduğu karmaşık bir organizmaya benzetilebilir. Eğer sistemin
önemli bileşenlerinden bir tanesinin çalışması durursa, tüm sistemin çalışması
durur. Ya da hatta sistemin parçaları arasındaki hassas ve karmaşık ilişkiler
ciddi bir biçimde zarar görürse, sistem işlemez hale gelir. Sonuç olarak, diğer
tüm karmaşık organizmalar gibi, modern endüstriyel sistemi öldürmek basit
bir organizmayı öldürmeye göre çok daha kolaydır. Bir insanı bir hidra ile
karşılaştır: Bir hidrayı birçok parçaya bölebilirsin ve her parça başka bir
hidraya dönüşür. Fakat bir insan; kafasına yönelik bir darbe, kalbine ya da
böbreğine yönelik bir bıçak darbesi ya da büyük bir atar damarın kesilmesi ile
öldürülebilir—hatta majör depresyon gibi psikolojik bir durum daha bir insanı
öldürebilir. Endüstriyel sistem de tıpkı bir insan gibi, karmaşıklığı ve
bileşenlerinin birbirine olan bağlılığı sebebi ile savunmasızdır. Ve sistem
daha fazla tek, yüksek bir biçimde organize olmuş dünya çapında bir
organizmaya dönüştükçe, savunmasızlığı artmaktadır.

Dolayısı ile Meksika Yerlileri’nin moderniteyi bırakmalarını sağlayacak


nedir sorusunun cevabı şudur: Endüstriyel sistemin ölümü. Devrimci eylemin
endüstriyel sistemi öldürmesi mümkün müdür? Tabii ki bu sorunun cevabını
kesin bir şekilde veremem, fakat endüstriyel sistemi öldürmenin mümkün
olabileceğini düşünüyorum. 1917 Rus Devrimi’ne giden hareketin ve
özellikle Bolşevikler’in, bugün gerekli olan eyleme örnek teşkil edebileceğini
düşünüyorum. Yalnız birisinin Bolşeviklere bakıp şöyle demesi gerektiğini
söylemiyorum: “Bolşevikler şunları şunları yaptı biz de o zaman aynısını
yapmalıyız.” Söylemek istediğim şey, Rus örneğinin devrimci bir hareketin
günümüzde başarabileceklerinin bir örneği olmasıdır.

Bolşevik Parti 1917’ye kadar olan tarihi boyunca Rus toplumunda marjinal
kalmıştır. Fakat kriz zamanı geldiğinde Bolşevikler ülkenin kontrolünü ele
geçirmeye muvaffak olmuşlardır ve milyonlarca Rus’u kahramanca çabalara
ikna ederek, muazzam zorluklara rağmen başarı kazanmaya muvaffak
olmuşlardır.
Rus Devrimi elbette bir başarısızlık olarak addedilir, çünkü
Bolşeviklerin hayal ettiği ideal sosyalist topluma hiçbir zaman
ulaşılamamıştır. Devrimler hiçbir zaman düşledikleri toplumsal düzeni
kurmakta başarılı olamamışlardır. Fakat yıkmak genelde inşa etmekten
kolaydır ve devrimler genelde karşı oldukları toplumsal düzenleri yıkmakta
başarılı olmuşlardır. Eğer devrimciler bugün yeni ve daha iyi bir toplum inşa
etmenin olasılıkları ile ilgili tüm illüzyonlarından kurtulup, yalnızca
endüstriyel toplumun ölümünü bir hedef olarak seçerlerse bu hedefe ulaşmak
konusunda başarılı olabilirler.
J.N.’ye Mektup

Takip eden alıntının yalnızca çok küçük bir bölümü değiştirilmiştir,


fakat notlar büyük oranda genişletilmiştir.

Şöyle yazıyorsun: “Amazon yerlileri ile ilgili bir belgesel izledikten


sonra, yaşamlarının en az modern insanlar kadar programlı olduğunu
gördüm... günleri en az bir ofis çalışanın günü kadar programlanmıştı.”

Bu sonuca izlediğin bir tane belgesel sonucu vardın. Biraz aceleci


olduğunu söylemem gerekir. Bu kabile hakkında bir yorum yapamam çünkü
onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hangi kabile olduğunu bile
söylememişsin.

İlkel halkların tümünün hayatlarının bizden daha az programlı


olduklarını söyleyecek değilim. Aino’larda (eskiden Japonya’nın bir
bölümünde yaşamış olan, yerleşik yaşayan bir avcı- toplayıcı halk) ritüel
zorunluluklar öylesine ayrıntılı ve çoktu ki, sıklıkla ciddi rahatsızlıklara sebep
olan ağır bir psikolojik yük oluşturuyorlardı.1 19. yüzyılın başında Kuzey
Amerika Yerlileri ile yaşayan bir kişi, onların, “kişisel özgürlük için her türlü
fedakârlığı yapmaya hazır kişiler olarak yetiştirilen bireylerden oluşan” bir
topluluk olduklarını söylemektedir. “Kızılderililer bireysel olarak
kendilerinden üstün hiç kimseyi tanımazlar, ne de herhangi bir hükumete
bağlıdırlar... Savaşçılar köylerindeyken hiçbir şeye kulak asmazlar,
özgürlüklerine aşırı derecede düşkündürler ve beraberce, doğal haklar ile

1 Carleton S. Coon, The Hunting Peoples, Little, Brown And Company, Boston,
1971, syf. 372-73.
belirlenmiş bir eşitlik içerisinde yaşarlar... Yönetim biçimleri bazı açılardan
demokratik tarza benzese de, yine de çoğunluk azınlığı kendi isteklerine
boyun eğdiremez.”2

Tabii ki, modern zamanlardan önce özgürlüğün, günümüzde çoğu


zaman yapıldığı gibi, amacı olmayan hedonist faaliyetler içinde boş bir
şekilde zaman geçirme özgürlüğü olarak algılanmadığını anlaman gerekir.
Hayatta kalmanın çaba ve kişisel disiplin gerektirdiği herkes tarafından kabul
edilen bir şeydi. Fakat küçük bir grubun hayatta kalmak için kendisine
uyguladığı disiplin ile, dışarıdan, büyük organizasyonlar tarafından uygulanan
disiplin arasında büyük farklar vardır.

Şöyle yazıyorsun: “Bu kültürlerde bebek ve çocuk ölümlerinin


fazlalığı, kadınların üzerinde, çocukları ve kendi yaşamları hakkında bizim
hayal edemeyeceğimiz endişeler yaratıyor olmalıydı.” Bu güzel bir nokta.
Anarko-primitivistler, 18. yüzyıla kadar ki batı toplumu da dahil olmak üzere
endüstri öncesi toplumların çoğunda görünen yüksek çocuk ve bebek
ölümleri oranını (genellikle %50 civarındadır) görmezden gelmeyi
yeğlemişlerdir.3 Buna verilecek cevap her şeye birden sahip olamayacağındır.
Eğer sanayi toplumunun kötülüklerinden kaçmak istiyorsan, bunun bedelini
ödemen gerekir. Üstelik çocuk ölümlerindeki yüksek oranın türün sağlığını
korumak için gerekli olduğu söylenebilir. Günümüzde hasta ve zayıf bebekler
kötü genlerini sonraki kuşaklara aktaracak biçimde hayatta kalmaktadırlar.

2 John D. Hunter, Manners and Customs of Several Indian Tribes Located


West of the Missisippi, Ross and Haines, Minneapolis, 1957, syf 52, 319-320. Hunter’ın
anlattıklarının doğruluğu sorgulanmıştır fakat Richard K. Drinnton, White Savage: The
Case of John Dunn Hunter, Schocken Books, 1972’de Hunter’ın söylediklerini ikna
edici bir biçimde savunmaktadır. Fakat her halükârda ilkel ve barbar halkların
özgürlüğü ile ilgili pek çok başka kaynak bulunmaktadır, örnek: E. E. Evans-Pritchard,
The Nuer, Oxford University Press, 1972, syf., 5-6, 181-83.

3 Bakınız: Gurven & Kaplan, “Longevity Among Hunter-Gatherers,” Population


and Development Review, Vol. 33, No. 2, June 2007, pp. 321-365.
İlkel kadınlar bunun hakkında ne hissediyorlardı? Hiç kimsenin bunu
onlara sorma zahmetine katlandığını düşünmüyorum. Bebeklerinin ölmesinin
onlar için (kocaları için de) acı verici olduğu varsayılabilir. İnsanlar,
çocuklarının yarısının yaşamlarının ilk yıllarında ölecek olmasını normal
gördüklerinde ve bunu beklediklerinde, muhtemelen buna hazırlıklı oluyorlardı
ve bunun hakkında gereğinden fazla endişelenmiyorlardı.4 İnsan ırkının bu
yüksek bebek ve çocuk ölümü oranına milyonlarca yıldır sahip olduğu
şüphesizdir ve buna adapte olmuş oldukları varsayılabilir. Bir kadının kaybettiği
çocuk hakkında sürekli ve dinmeyen bir endişeye sahip olması istemeyen bir
özelliktir ve bu sebeple bunun doğal seçilim tarafından elemine edilmesi
beklenir. Yine de %50 bebek ölümü şaka değildir. Sanayi toplumundan
vazgeçmenin en zor yanlarından birisidir.

Şöyle soruyorsun: “Kültürümüzdeki mutsuzluğun sebebi endüstriyel


yaşam tarzından ziyade, güçlü dini inançlara sahip olmamamızdan
kaynaklanıyor olabilir mi?”

Bazı insanların güçlü inançlara sahip oldukları için daha mutlu olduklarına
şüphe yoktur. Diğer yandan, güçlü dini inancın mutluluk için zorunlu olduğunu
düşünmüyorum. İnancın genellikle mutluluğa yol açıp açmadığı tartışmaya
açıktır. Fakat benim burada vurgulamak istediğim şey, modern toplumda dinin
düşüşte olmasının tesadüf olmadığıdır. Bu, teknolojik gelişmenini kaçınılmaz bir
sonucudur. Bunun çeşitli sebepleri vardır, burada üç tanesinden bahsedeceğim.

İlk olarak, Mean5 dergisinin Nisan 2001 sayısının 42. sayfasında da


söylendiği gibi, “Bilimin kaldırdığı her perde, Tanrının arkasında artık
saklanamayacağı bir yeri ifade eder.” Başka bir deyişle, bilim ilerledikçe,
geleneksel dini inançların her seferinde daha fazlasını yalanlamaktadır ve
böylece inancın altını oymaktadır.
4 “Mbuti anneleri ölmüş çocuklarının isimlerini oldukça zor hatırlayabilirlerdi.”
Paul Schebesta, Die Bambuti-Pygmäen vom ituri, I. Band, Institut Royal Colonial
Belge, Brussels, 1938, syf., 112. Bu durum, çocuklarını kaybetmenin Mbuti kadınları
için yıkıcı olmaktan daha az yoğun bir tecrübeyi ifade ettiğini göstermektedir.
5 Mean, J.N.’nin de yazarı olduğu pek bilinmeyen bir dergiydi. (Artık yayınlanmıyor.)
İkincisi, hoşgörüye yönelik ihtiyaç, güçlü dini inançlara karşıttır.
Modern toplumların kolay, uzun-mesafeli taşımacılık gibi çeşitli unsurları
insanların birbirleri ile karışmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Günümüzde farklı
etnik gruplara mensup ve inançlara sahip insanlar aynı yerde beraberce
yaşamak ve çalışmak zorundadırlar. Dini nefretin ortaya çıkarabileceği zararlı
ihtilafları engellemek için toplum bize hoşgörülü olmayı öğretmek
zorundadır. Fakat hoşgörü dini inancın zayıflamasına sebep olmaktadır. Eğer
kendi inancının mutlak anlamda doğru olduğuna inanıyorsan, seninkinden
farklı olan her inancın da kesinlikle yanlış olduğuna inanman gerekir ve bu,
belirli miktarda bir hoşgörüsüzlüğü ima eder. Her dinin seninki kadar iyi
olduğuna inanman için, kalbinin derinliklerinde, kendi dininin doğru
olamayabileceği ile ilgili derin bir şüphe duyman gerekir.

Üçüncüsü, tüm büyük dünya dinleri bize saygı ve kendine hakim olma
gibi erdemleri öğretirler. Fakat ekonomistler bize ekonomik sağlığımızın
yüksek seviyelerde bir tüketime bağlı olduğunu söylerler. Daha fazla
tüketmemizi sağlamak için reklamcıların bize sonu gelmeyen zevkler
sunması gerekir; sınırsız hedonizmi cesaretlendirmeleri gerekir ve bu, saygı
ve kendine hakim olmak gibi dini niteliklerin altını oymaktadır.

***

Sorduğun soru ile ilgili o kadar çok şey söylenebilir ki cevabımı


kısa tutmam imkansız.

Değinilebilecek birçok noktadan üç tanesi ile kendimi kısıtlamak


istiyorum.

(a) Birçok toplumda geniş ailelerin, aşiretlerin ya da köyün çok


kısıtlayıcı olabileceği doğrudur. Aile reisleri (geniş aileye liderlik eden “yaşlı
adamlar”) ya da köyün yaşlı heyetleri, insanları bir tasmanın ucunda tutarlar.
Fakat aile reisleri ve köyün yaşlıları modernizasyon sonucu bu tasmayı
ellerinden kaçırdıklarında, eskilerin bunu yaptığından çok daha sıkı bir
şekilde bu tasmayı tutan sistem tasmayı eline alır.

Aile ya da köy, bireylerin içerisinde güçsüz olamayacakları kadar


küçüktür. Tüm otoritenin teorik olarak aile reisinde toplandığı durumda dahi,
pratikte bu kişi, aile üyelerinin problemlerini ve sıkıntılarını dinleyip onlara
bir çözüm bulmadan gücü elinde tutamaz.6 Fakat günümüzde şirketler,
hükumetler ve politik partiler gibi, bireyler ile tek tek ilgilenemeyecek kadar
büyük olan organizasyonların insafına kalmış durumdayız. Bu
organizasyonlar zararsız eğlence aktiviteleri söz konusu olduğunda bize geniş
bir serbestlik alanı verirler, fakat varlığımızın bağlı olduğu ölüm- kalım
meselelerini kendi kontrolleri altında tutarlar. Bu meselelerde bireylerin
hiçbir gücü yoktur.

(b) Eski zamanlarda ciddi riskler almaya hazır olanlar için aile, köy
ya da feodal yapıların bağlarından kopmak genellikle mümkündü. Orta çağ
Batı Avrupasında serfler bu durumlarından eşkıyalar, hırsızlar ve şehirlerde
aylaklık yapanlar olarak kaçabiliyorlardı. Daha sonraki zamanlarda, Rus
köylüleri kaçıp Kazak olabiliyorlardı; siyah köleler vahşi doğada yaşamak içinb
kaçıp “Maroon” olabiliyorlardı ve Karayipler’deki köleler buccaneerleri
oluşturmak üzere kaçıyorlardı.7 Fakat modern dünyada kaçacak hiçbir yer
kalmamıştır. Nereye gidersen git; kredi kartınla, sosyal güvenlik numaranla ya
da parmak izinle takip edilirsin. Bay N., sen Kaliforniya’da yaşıyorsun. Orada
kimlik kartını göstermeden bir otel odası tutabilir misin? Eğer sistemde bir dişli
olamıyorsan, yani “iş” dedikleri şeye sahip değilsen, hayatta kalamazsın. Ve tüm
bir geçmişini potansiyel işverenlerine açık hale getirmeden bir iş bulman
gittikçe zorlaşmaktadır. Dolayısı ile şu cümleyi nasıl kurabiliyorsun:
6 W. I. Thomas ve F. Znaniecki, bu noktayı Polonyalı köylü ailelerinin aile reisleri
için belirtmektedir, fakat ben bunu hafızamdan söylüyorum ve sayfa numarası
veremem. (The Polish Peasant in Europe and America, abridged edition.)
“Modern şehir toplumu insana, aile ve aşiret bazlı toplumlarda mümkün
olmadığı kadar, tanınmazlığın içine kaçma imkanı vermektedir”?

Dünyada vahşi doğanın bulunabileceği, ya da hükumetlerin sistemden


kaçmayı mümkün kılacak kadar dağınık olduğu bazı köşeler hala mevcuttur.
Fakat bunlar eskinin kalıntılarıdır ve sistem büyümeye devam ettikçe ortadan
kalkacaklardır.

(c) Şöyle yazıyorsun: “Günümüzde istediğin inancı ya da hayat tarzını


seçmekte özgürsün. Aynı zamanda kolaylıkla seyahat edip, farklı kültürleri
tecrübe edebilirsin...”

Fakat ne amaçla? Birisinin inançlarını ya da yaşam tarzını değiştirmesi veya


farklı kültürleri tecrübe etmesi pratik olarak ona ne kazandırıyor? Temelde hiçbir
şey—bundan elde ettiği eğlence haricinde. İnsanların yalnızca eğlenceye ihtiyacı
yoktur. Amaçlı bir çabaya ihtiyaçları vardır. Ve yalnızca hayatlarının eğlence ile
ilgili yönlerini değil; ciddi, pratik, amaçlı ve ölüm-kalım meseleleri ile ilgili
yanlarını da kontrol etmeye ihtiyaçları vardır. Fakat bu tarz bir kontrol modern
toplumda mümkün değildir, çünkü hepimiz büyük organizasyonların insafına
kalmış durumdayız. Eğlenmek belirli bir yere kadar güzel bir şeydir. Fakat ciddi
ve amaçlı bir aktivitenin yerini tutamaz. Böyle bir aktiviteye sahip olmayan
toplumumuzun insanları sıkılırlar. Bu sıkıntılarından eğlenerek kurtulmaya
çalışırlar. Yeni heyecanlar, maceralar ararlar. Yeni dinleri, sanat tarzlarını,
seyahati, kültürleri, felsefeleri, teknolojileri tecrübe ederek hislerine yönelik bir
mastürbasyon yaparlar. Fakat yine de hiçbir zaman tatmin olmazlar, her zaman

7 Köleler ve ortaçağ köylüleri için esir durumlarından kaçmak yaygın bir


durumdu. Bknz., Richard C. Hoffman, Land, Liberties, and Lordship in a Late
Medieval Countryside, Universiy of Pennsylvenia Press, Philadelphia, 1989, syf., 51-
52; Willam H. TeBrake, A Plague of Insurrection, Universiy of Pennsylvenia Press,
Philadelphia, 1993, syf., 8; Andreas Dorpalen, German History in Marxist
Perspective, Wayne State University Press, Detroit, 1998, syf., 90, 158; Encyclopeadia
Britannica, 15th Edition, 2003, Vol. 18, makale, “European History and Culture,” syf.,
618, 628; Volume 20, makale, “Germany,” syf., 75-76, 81; Volume 27, makale
“Slavery,” syf., 298-99.
daha fazlasını isterler; çünkü tüm bu aktiviteler amaçsızdır. İnsanlar gerçekten
ihtiyaç duydukları şeyin ciddi, pratik, amaçlı bir iş olduğunun farkına
varmazlar—kendilerinin kontrol ettiği ve kendi pratik ve esaslı ihtiyaçlarına
yönelik bir iş.

Şöyle soruyorsun: “Teknolojik toplumun yıkılışının daha basit, fakat daha


baskıcı bir sisteme yol açmayacağını nereden biliyoruz?” Bilmiyoruz. Eğer
teknolojik sistem tamamen ortadan kalkacaksa, bu durumda tarıma uygun
olmayan alanlarda –dağlık bölgeler, kurak araziler ya da subarktik gibi–
insanların göçebe bir hayat sürmeleri muhtemeldir; hayvancılık ya da avcı-
toplayıcılık yaparak geçineceklerdir. Tarihsel olarak, göçebe insanlar yüksek
seviyelerde kişisel özgürlüğe sahip olma eğiliminde olmuşlardır. Fakat geniş-
ölçekli, yerleşik, intensif tarıma uygun bölgelerde insanlar muhtemelen bu tarz
bir tarımla geçineceklerdir. Ve bu koşullar altında, Orta çağ Avrupasında ya da
modern Latin Amerika’nın latifundistaslarında olduğu gibi baskıcı bir toprak
sahibi sınıfın ortaya çıkması muhtemeldir.

Fakat geçmişin en baskıcı koşullarında bile insanlar günümüzde olduğu


kadar güçsüz değillerdi. Örneğin Rus serfleri toprak sahiplerine direnmenin
yollarına sahiptiler. Dolandırıcılık, hırsızlık, kaçak avlanma, işten kaytarma,
kundakçılık gibi yollara başvuruyorlardı. Eğer bir köylü, yeteri kadar kızarsa,
toprak sahibini öldürebiliyordu. Eğer birçok köylü aynı anda kızarsa, bu kanlı
bir ayaklanmaya, “jacquerie”ye dönüşürdü.8 Bu çok sevimli bir tablo değildir.
8 Kölelerin ve serflerin (yalnızca Rus olanların değil) bu şekilde gerçekleştirdikleri
direnişler için bknz., örn., Wayne S. Vucinich (editör), The Peasant in Nineteenth
Century Russia, Stanford, California, 1968; Hoffmann, op.cit, syf., 144, 305, 356, 358;
TeBrake, op. cit., syf.,8-9; Dorpalen, op. cit, syf., 90, 92, 123 ,129, 158-59; Geir
Kjetsaa, Fyodor Dostoyevsky: A Writer’s Life, terc., Siri Hustvedt ve David McDuff,
Fawcett Columbine, New York, 1989, syf., 32, 33; Barbara Tuchman, A Distant
Mirror, Ballantine Books, New York, 1978, syf., 41; Encycl.Brit., 2003, Volume 27,
makale “Slavery,” syf. 298- 99 Köylü ya da köle kadınlara cinsel saldırıda bulunana
köle ya da toprak sahipleri, kadınların kendisi ya da erkek akrabaları tarafından
öldürülme riskini taşıyorlardı. Bknz., Ibid., syf., 299. Hatırladığıma göre Rus
köylülerinin toprak sahiplerini öldürmelerinin birinci sebebi, kadınlarına yönelik
yapılan cinsel saldırılardı; Mosse, Alexander II and the Modernization of Russia.
Fakat Rus serflerinin, iyi eğitim görmüş, eğlence faaliyetleri hakkında
neredeyse sınırsız özgürlüğe sahip olan, ancak içinde yaşadığı koşulları ve
mevcudiyetinin bağlı olduğu ölüm-kalım meselelerini tamamen kontrolü
altında bulunduran büyük organizasyonlara karşı tamamı ile güçsüz durumda
olan orta sınıfa mensup bir kişiden daha fazla özgürlüğe –gerçekten önemli
olan özgürlüğe– sahip oldukları en azından savunulabilir.

Eğer tekno-endüstriyel sistem çökerse, bunun muhtemel sonucu kabaca


birkaç yüzyıl önce geçerli olan koşullara bir dönüş olacaktır. Bunun anlamı,
insanların dünyanın değişik yerlerinde, birbiriden çok değişik koşullarda
yaşayacak olmasıdır. Hastalık ve sağlık, dolu karınlar ve açlık, nefret ve aşk,
kardeşlik ve etnik düşmanlık, savaş ve barış, adalet ve baskı, şiddet ve
kibarlık, özgürlük ve kölelik, acı ve mutluluk bir arada olacaktır. Ancak
özgürlük denen şeyin en azından mümkün olduğu bir dünya olacaktır, herkes
ona sahip olamasa da.

Eğer olacak olan şey buysa, bu sistemi ayakta tutmanın onu yıkmaktan
daha iyi olacağı iddia edilebilir. Eğer çöküş hızlı olursa –bunun böyle olmak
zorunda olacağını düşünüyorum– bu durumda birçok insan için kan, açlık ve
ölüm söz konusu olacaktır. Bizim toplumumuz genel olarak mutsuz bir
toplumdur. Fakat yine de insanların çoğu, evrensel olarak ütopik olmayacak
bir sonuca ulaşmak için büyük riskler almayı göze alacak kadar da
memnuniyetsiz değildirler.

(Burada hafızaya dayandığım için sayfa bilgisi ya da yazarın tam adını veremiyorum.)
19. yüzyılın sonlarına doğru, Doroteo Arango adında Meksikalı köylü bir çocuk,
kardeşine yapılan saldırı nedeniyle çalıştığı çiftliğin sahibini öldürmüştür. Dağlara
kaçmış ve orada bir kaçak olarak yaşamıştır. Sonrasında Pancho Villa takma adıyla
bir devrimci olarak nam salmıştır. Encycl. Brit., 2003, Volume 12, makale “Villa,
Pancho,” syf., 369.
Fakat söz konusu olan, çöküş ile yaşamın şu andaki koşulları arasındaki
dengeden çok daha fazlasıdır. Aynı zamanda kendimize, sözde “ilerlemenin”
bizi gelecekte nereye götüreceğini de sormamız gerekir. Yeni teknolojinin
tanrısal güçleri ile ne tür canavarca suçlar işlenecektir? İnsan davranışı,
psikolojik ve biyolojik teknolojiler ile, özgürlük kavramını anlamsız hale
getirecek kadar kontrol altına alınacak mıdır? Çevresel felaketler, hatta
dünyayı somut anlamda yaşanmaz hale getirecek çevresel felaketler
yaşanacak mıdır? Yerlerimize, makineler ya da genetiği değiştirilmiş ucubeler
mi geçecektir? Geleceği tahmin etmek imkânsızdır. Fakat iki şey kesindir:

İlk olarak, en derin insani değerler ve tarih öncesi zamanlardan beri en


çok saygı duyulan ve değer verilen nitelikler, geleceğin tekno-dünyasında
anlamsız ve eskimiş hale geleceklerdir. Eğer başka birisinin klonuysan,
bireysel kimliğin anlamı nedir? Sahip olduğun yetenekler biyo- teknisyenler
tarafından planlanıp sana bahşedildiyse, başarının anlamı nedir? Davranışların
psikologlar tarafından tahmin edilip yönlendirilebiliyorsa veya
nöropsikologlar tarafından mekanistik biçimde ifade edilebiliyorsa özgür
iradenin anlamı nedir? Özgür irade olmadan, özgürlüğün ve ahlaki seçimin
anlamı nedir? Vahşi organizmaların yalnızca sistemin istediği yerde ve
şekilde hayatta kalmalarına izin veriliyorsa ve insanlar tarafından genleri
kazara ya da bilerek değiştiriliyorsa doğanın anlamı nedir?

Bağlılık, arkadaşlık, dürüstlük ve ahlak gibi geleneksel değerlerin bugüne


kadar kabul edilmiş anlamlarının modern koşullar altında ciddi anlamda
değiştirildiğini şimdiden görebiliyoruz. Cesaretin değeri düşürülmüştür,
kişisel onur ise pratik anlamda ortadan kalkmıştır. Gelecekte; zekaya sahip
makineler ile, insanların genetik miraslarının diğer insanlar tarafından
maniple edilmesi ile ve tamamı ile yapay bir dünyada yaşamanın getirdikleri
ile yaşamın koşulları öylesine radikal bir şekilde farklı olacak, insan ırkının
geçmişte tecrübe ettiği sınırların öylesine dışarısında olacak ki, geleneksel
değerlerin hepsi anlamını yitirecek ve ortadan kaybolacaklar. İnsan ırkının
kendisi, geçmişte olduğundan çok farklı bir şeye dönüştürülecek.
İkincisi, teknoloji ile ilgili gelecekte ne olursa olsun, bu rasyonel bir
şekilde planlanarak gerçekleşmeyecek. Teknoloji, “bilinçli” bir şekilde
kullanılmayacak. Toplumumuzun geçmişte yaptıkları göz önüne alındığında,
teknolojinin bilinçli bir şekilde kullanılacağını düşünen bir kimsenin gerçek
ile olan bağları kopmuş demektir. Teknoloji bizi, kontrol edemediğimiz ve
tahmin edemediğimiz bir yola sokacaktır.

Tüm bir tarih ve karmaşık sistemlerin işleyişi ile ilgili genel bir anlayış,
çıkardığım bu sonucu desteklemektedir. Hiçbir toplum kendi gelişimini
planlayıp kontrol edemez.

Teknolojinin getireceği değişiklikler şu ana kadar geçmişte yaşanmış


olanlardan yüzlerce kat daha radikal ve daha tahmin edilemez olacaktır.
Teknolojik macera olağanüstü derecede sorumsuz ve tamam ile çılgıncadır
ve bundan sorumlu olan insanlar şu ana kadar yaşamış en berbat suçlulardır.
Hitler ve Stalin’den daha kötüdürler. Ne Hitler ne Stalin bu kadar kötü bir
şeyi hayal etmişlerdir.

***

Okumak ve yazmaktan çok hoşlandığımı kim söylüyor? Tabii ki, bir


hapishanenin içine tıkılıp kalmışsanız bir eğlenceye sahip olmanız gerekir ve
yazıp okumak televizyon izlemekten daha iyidir. (Televizyon izlemek
yapmadığım bir şeydir.) Fakat dışarıda dağlarda yaşarken eğlenceye ihtiyaç
duymazsın. Dağlarda yaşadığım en iyi zamanlarımda çok az okuma yaptım ve
yazdıklarımın çoğunluğu günlüklerdi ve bunları da zevk için değil yaşamış
olduğum tecrübeleri unutmamak için yazdım. Daha sonra, 1980’lerden
itibaren bir okuma programına başladım. Fakat bu amaçlı bir okumaydı ve
çoğunlukla sosyal bilimler ile ilgiliydi. Hedefim insan doğasını ve tarihi,
özellikle toplumların nasıl gelişip, değiştiğini daha iyi anlamaktı.
“60’ların çocukları”, Vietnam savaşı döneminin radikalleri hakkında
beslediğim duygu horgörüden ibaret. (Kara Panterler ve diğer siyah aktivistler
bunun bir istisnası olabilirler; çünkü siyahların o zamanlar ayrımcılık
anlamında herkesten daha fazla gerçek sıkıntıları vardı ve bu günümüzde de
böyle.) Vietnam Savaşını destekliyordum. Fakat bu konudaki fikrimi
değiştirdim, fakat senin bekleyeceğin sebepler yüzünden değil. Siyasi ve
askeri liderlerimizin bu savaşı başından beri onursuz bir takım sebeplerle
sürdürdüklerini biliyordum—kendi politik çıkarları ve sözde “ulusal çıkarlar”
için. Savaşı, komünizmin yayılmasını önlemenin gerekli olduğuna
inandığımdan destekliyordum. Çünkü komünizmin özgürlük için daha
tehlikeli olduğuna ve teknolojiye bu ülkede sahip olduğumuz sistemden çok
daha fazla kendini adadığına inanıyordum.

Savaş ile ilgili fikrimi değiştirdim, çünkü komünizm tehlikesini


abarttığım sonucuna vardım. Komünizm tehlikesini kısmen kendi saflığımın
bir sonucu olarak, kısmen de medya propagandasından etkilendiğim için
abartmıştım. (O zamanlar gazetecilerin çoğunun makul düzeyde dürüst ve
vicdanlı oldukları gibi bir yanlış izlenime sahiptim.) Sonuçta komünizm kendi
verimsizliği sebebiyle yıkılmıştır ve yayılmasını önlemek için herhangi bir
savaşa gerek kalmamıştır. Teknolojiye yönelik ideolojik bağlılığına rağmen,
teknolojik gelişmeyi sağlamakta kapitalizmden daha başarısız olduğunu
göstermiştir. Ve son olarak –yine kendi verimsizliği sebebiyle– bireysel
özgürlüğü boğma konusunda olmak istediğinden çok daha az başarılı
olmuştur. En azından 1970’ler boyunca, medyanın komünist ülkeler ile ilgili
gösterdiği imajı kabul etmiştim. Bunların, bireylerin her hareketinin Parti ya
da Devlet tarafından sıkı bir şekilde regüle edildiği toplumlar olduklarına
inanmıştım. Şüphe yok ki komünist liderler ülkelerini bu şekilde yönetmek
istemişlerdir. Fakat şimdi anlaşılıyor ki, komünist sistemlerdeki yolsuzluk ve
verimsizlik yüzünden, bu ülkelerde yaşayan insanlar Batı’da olduğundan daha
fazla manevra alanına sahiplerdi. Bu konuda çok bilgilendirici bir çalışma
Robert W. Thurston’ın Life and Terror in Stalin’s Russia kitabıdır. (Yale
University Press, 1996). Thurston’ın verdiği bilgiler ışığında, Stalin’in
yönetimindeki Rus işçisinin, 20. yüzyılın çoğunluğu boyunca, ortalama bir
Amerikan işçisinden daha fazla kişisel özgürlüğe sahip olduğu iddia
edilebilir. Bu kesinlikle komünist liderlerin işçilerin daha fazla özgürlüğe
sahip olmalarını istemelerinden dolayı böyle değildir, fakat bunu önleminin
bir yolunu bulamadıklarından dolayı böyledir.

***

“İnternete girip benim hakkımda her şeyi öğrenebileceğini”


söylüyorsun. Evet. Ve insanların bana gönderdiği internet içeriklerinden yola
çıkarak konuşursam, öğrendiğin şeylerin çoğunluğu saçmalıktan ibaret
olacaktır.9 İnternetten edindiğin bilginin doğruluğu ile ilgili problemi bir
kenara bıraksak ve internetin tamamen yararlı bir bilgi kaynağı olduğunu
varsaysak bile, bu durumda dahi teknolojinin tüm olumsuz yönleri karşısında
çok küçük bir yekûn tutmaktadır.

9 İnternetin, en azından minimum ölçekte güvenilebilir bir kaynak olduğunu düşünen


birisi Manjoo’nun kitabını okumaladır. Manjoo, Farhad, True Enough: Learning to
Live in a Post-Fact Society, John Wiley & Sons, 2008.
M. K.’ye Mektup

Medeniyet problemi ile teknoloji problemi aynıdır. Öncelikle şunu


açıklamama izin ver. Teknoloji dediğimde yalnızca aletler ve makineler gibi
fiziksel araçlardan bahsetmiyorum. Aynı zamanda kimya, inşaat
mühendisliği, biyo-teknoloji gibi teknikleri de buna dahil ediyorum.
Bunlara, tüm bir teknolojik sistemin üzerinde yükseldiği fiziksel araçlar –
aletler, makineler ve yapılar– olmadan gelişmiş bir seviyede var olamayacak
olan propaganda, eğitim psikolojisi gibi insani teknikler ve organizasyonel
teknikler dahildir.

Kelimenin geniş anlamıyla teknoloji yalnızca modern teknolojiden


oluşmaz, aynı zamanda daha eski toplumsal aşamalarda var olmuş teknikler
ve fiziksel araçlar da teknolojiye dahildir. Örneğin sabanlar, hayvanlar için
koşum takımları, demircilerin araçları, bitki ve hayvanların evcilleştirilmiş
türleri ve tarım, hayvancılık ve metal işleme ile ilgili teknikler. Eski
medeniyetler bu teknolojilere ve aynı zamanda yüksek sayıda insanı
yönetmek için gerekli olan organizasyonel tekniklere dayanmışlardır.
Medeniyetler, üzerinde yükseldikleri teknolojiler olmadan var olamazlar.
Diğer bir açıdan, eğer teknoloji varsa medeniyet de er ya da geç onunla
birlikte ortaya çıkar.

Dolayısı ile medeniyet problemi teknoloji problemi ile eşit olarak


görülebilir. Teknolojiyi ne kadar geri götürmeyi başarabilirsek, medeniyeti de
o kadar geri götürebiliriz. Eğer teknolojiyi taş devrine kadar geriletebilirsek,
ortada medeniyet kalmaz.
Bana atfedilen eylemler ile ilgili şöyle soruyorsun: “Sonuçta şiddet
şiddet değil midir?” Elbette şiddet şiddettir. Ve aynı zamanda şiddet doğanın
gerekli bir parçasıdır. Eğer avcılar, avladıkları türleri öldürmezlerse, bu türler
yenilebilecek her şeyi tüketecek kadar çoğalarak çevrelerini mahvederler.
Birçok hayvan kendi türünün üyelerine dahi şiddet uygular. Mesela
şempanzeler sıklıkla diğer şempanzeleri öldürür. Bazı bölgelerde vahşi ayılar
arasındaki kavgalar çok yaygındır ve ölümcül sonuçlara sebep olabilir.[1]

İnsanlar vahşi doğada yaşayan en şedit türlerden birisidir. Avcı-


toplayıcı halklar ile ilgili güzel bir genel inceleme Carleton S. Coon’un The
Hunting Peoples kitabıdır. Bu kitapta, avcı-toplayıcı toplumlarda insanların
diğer insanlara uyguladığı şiddetin bir çok örneği bulanmaktadır. Profesör
Coon (XIX, 3, 4, 9, 10. sayfalarda), avcı- toplayıcı halkları taktir ettiğini ve
onları medeni toplumlardan daha şanslı addettiğini açık bir şekilde ortaya
koyuyor.[2] Fakat kendisi dürüst bir insan ve şiddet gibi ilkel yaşamın modern
insana çirkin gelebilecek yönlerini sansürlemiyor. Sonuç olarak hatırı sayılır
oranda bir şiddetin insan yaşamının doğal bir parçası olduğu açıktır. Şiddetin
kendisi ile ilgili yanlış bir şey yoktur. Şiddetin iyi ya da kötü olması, her özel
durumda, nasıl ve ne için kullanıldığına bağlıdır. Peki neden modern insanlar
şiddetin kendisini kötü olarak görüyorlar? Bunu yalnızca tek bir sebepten
yapıyorlar: Çünkü propaganda ile beyinleri yıkanmış durumda. Modern
toplum insanların şiddetten korkması ve dehşete düşmesi için çeşitli
propaganda biçimlerini kullanmaktadır. Çünkü tekno- endüstriyel sistem
uysal, laf dinleyen ve kendini savunmayan, olay çıkarmayacak ve sistemin

[1] Bears and Other Top Predators dergisinin birinci cildi, ikinci sayısının 28-29.
sayfalarında kavga eden ayıların ve bir kavgada yaralanmış bir ayının fotoğrafını veriyor
ve bu tarz yaraların ölümcül olabileceğini söylüyor. Ayrıca İlkel Yaşam Hakkındaki Gerçek
makalesinin altıncı bölümüne bakınız.
[2] Carlton S. Coon, The Hunting Peoples, Little, Brown and Company, Boston,
1971, muhtelif yerler.
işleyişini bozmayacak bir nüfusa ihtiyaç duyar. İnsanlar, şiddetin yanlış
olduğu ile ilgili hangi felsefi ya da ahlaki rasyonalizasyonlara başvurursa
başvursunlar, bu inancın gerçek sebebi sistemin propagandasını
bilinçaltlarında içselleştirmiş olmalarıdır.
İktidar son kertede fiziksel güce dayanır. İnsanlara şiddetin kötü
olduğunu öğreterek (tabii ki, sistemin kendisi polis ya da asker yolu ile şiddet
kullanmaya devam eder) sistem fiziksel güç üzerindeki tekelini korur ve
tüm iktidarı kendi ellerinde bulundurur.
Burada bahsettiğim tüm insanlar tek bir harekete mensupturlar.
(Bunlara “YA [Yeşil Anarşist] Hareketi” adını verelim.) Tabii ki bu insanlar
medeniyete ve onu ayakta tutan teknolojiye karşı oldukları müddetçe
haklıdırlar. Fakat bu hareket aldığı biçim sebebiyle aslında tekno-endüstriyel
sistemi koruyucu bir rol üstlenebilir ve devrime bir engel teşkil edebilir.
Açıklayayım:
İsyanı doğrudan güç uygulayarak temelli olarak bastırmak zordur.
İsyan güç ile bastırıldığında, genelde, otoritelerin kontrol etmekte daha fazla
zorlandıkları bir biçimde tekrar ortaya çıkar. Örneğin 1878’de Alman Meclisi,
Sosyal-Demokratlara karşı sert ve baskıcı yasalar çıkarmıştır ve bunun
sonucunda hareket bastırılmıştır. Ve hareketin üyeleri dağılmış, kafaları
karışmış ve cesaretleri kırılmıştır. Fakat bu çok kısa bir zaman sürmüştür.
Hareket sonradan tekrar kendini toplamış, daha enerjik hale gelmiş ve
fikirlerini yaymanın yeni yollarını bulmuştur. Böylece 1884 yılında her
zaman olduğundan daha güçlü hale gelmiştir.[3]

İnsan ilişkilerinin zeki gözlemcileri, güce sahip sınıfların kendilerini


isyana karşı en iyi şekilde yalnızca gerçekten gerekli olduğunda güç ve
doğrudan bastırma yöntemlerine başvurarak ve isyankâr duyguları dağıtmak
için asıl olarak manipülasyonu kullanarak koruyabileceklerini bilirler. En
[3] G. A. Zimmermann, Das Neunzehte Jahrhundert, Zweite Hälfte, Zweiter Teil,
Druck und Verlag von Geo. Brumder, Milwaukee, 1902, syf. 23.
etkili araçlardan birisi, isyancı hislerin kendilerini sisteme zararlı olmayacak
şekillerde ifade etmeleri için kanallar açmaktır. Örneğin Sovyetler
Birliği’ndeki mizah g a z e t e s i Krokodil’in, otoritelerin şikayetleri ve
rahatsızlıklarını hiç kimsenin Sovyet sisteminin meşruiyetini sorgulamayacak
ve ona karşı ciddi bir ayaklanmaya girmeyecek şekilde ifade etmelerinin bir
aracı olduğu iyi bilinmektedir. Fakat Batı’nın “demokratik” sistemi isyanı
sönümlendirmek için Sovyetler Birliği’nde olduğundan çok daha etkili ve
sofistike mekanizmalar geliştirmiştir. Batı toplumunun gerçekten olağanüstü
bir özelliği, insanların, kendisine karşı isyan ettikleri sistemin değerlerini
savunmak için “isyan” etmeleridir. Irksal ve dini eşitlik, kadınların ve
homoseksüellerin eşit olması, hayvanlara insani bir şekilde davranılması gibi
solcu “isyanlar”. Fakat bu değerler Amerikan kitle medyasının bize her gün
tekrar tekrar öğrettiği değerlerdir. Solcuların beyinleri medya propagandası
tarafından öylesine yıkanmıştır ki, ancak tekno- endüstriyel sistemin kendi
değerleri olan bu değerler uğrana “isyan” edebilirler. Bu yolla sistem, solun
isyankâr dürtülerini sisteme zararsız olan kanallara yönlendirmekte başarılı
olmuştur.[4]

Teknoloji ve medeniyete karşı isyan etmek gerçek bir isyandır ve


mevcut sistemin değerlerine karşı gerçek bir saldırıdır. Fakat yeşil anarşistler,
anarko- primitivistler ve benzerleri (“YA Hareketi”) öylesine yoğun bir
şekilde solun etkisi altına girmişlerdir ki, medeniyete karşı olan isyanları
büyük oranda etkisiz hale getirilmiştir. Medeniyetin değerlerine karşı isyan
edeceklerine, medeniyetin birçok değerini kendileri benimsemişler ve ilkel
toplumlar ile ilgili, medeniyetin bu değerlerinden oluşan hayali bir resim
oluşturmuşlardır.

***

[4] Bakınız: Kaczynski, “The System’s Neatest Trick,” Technological Slavery, Fitch &
Madison Publishers, 2019
[M.K.’ya yazılan mektup bu noktada anarko-primitivist efsaneyi teşhir
eden uzun bir bölüm içeriyor. Bu bölüm, “İlkel Yaşam Hakkındaki Gerçek”
makalesinde söylenenleri büyük ölçüde tekrar ettiği için bu yazıya dahil
edilmemiştir.]

***

Avcı-toplayıcı yaşam tarzının modern hayat tarzından daha kötü


olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Tam tersine, karşılaştırılamayacak
derecede daha iyi olduğunu düşünüyorum. Avcı-toplayıcı toplumları
inceleyen çoğu araştırmacı onlara yönelik duyduğu saygıyı, taktiri ve hatta
onları kıskandıklarını ifade etmişlerdir.

Fakat ilkel yaşamın medeni yaşamdan daha iyi olmasının cinsiyet


eşitliği ile, hayvanlara kibar davranmakla, rekabetin ya da şiddetin yokluğu
ile alakası yoktur. Bu değerler modern medeniyetin yumuşak değerleridir. Bu
değerleri avcı-toplayıcı toplumlara yansıtarak YA Hareketi gerçekte hiç var
olmamış bir ilkel ütopya yaratmıştır. Yani, YA Hareketi medeniyeti ve
moderniteyi reddettiğini söylese de, modern toplumun en önemli bazı
değerlerine köle gibi bağlı kalmaktadır. Bu sebeple, YA Hareketi etkili bir
devrimci hareket olamaz.

İlk olarak, YA Hareketinin enerjisinin bir bölümü gerçek


devrimci hedeften – modern teknolojinin ve genel olarak medeniyetin
yıkılması– başka yerlere kaymıştır: Irkçılık, cinsiyetçilik, hayvan hakları, gay
hakları ve benzerleri gibi sözde devrimci hedefler. İkinci olarak, bu sözde
devrimci meselelere bağlılığından dolayı YA Hareketi birçok solcuyu kendine
çekebilir —modern toplumun ortadan kaldırılmasına duydukları ilgi ırkçılık,
cinsiyetçilik gibi meselelere duydukları ilgiden daha az olan insanlar. Bu,
hareketin enerjisinin, teknoloji ve medeniyetten ziyade başka meseleler
üzerine yoğunlaşmasına sebep olacaktır. Üçüncü olarak; kadınların,
homoseksüellerin, hayvanların ve benzerlerinin haklarının güvence altına
alınması hedefi medeniyetin ortadan kaldırılması hedefiyle uyumsuzdur.
Çünkü kadınlar ve homoseksüeller ilkel toplumda genellikle eşitliğe sahip
değillerdir ve ilkel toplumlar çoğu durumda hayvanlara karşı acımasızdır.[5]
Eğer birisinin hedefi bu grupların haklarını güvence altına almaksa, bu
durumda izlenecek en iyi politika modern medeniyete bağlı kalmaktır.
Dördüncü olarak, YA Hareketi’nin modern medeniyetin yumuşak
değerlerinden birçoğuna sahip çıkması ve yumuşak bir ilkel ütopya yaratması,
tekno- endüstriyel sistemden kurtulmak için gerçekçi ve etkili eylemlerde
bulunmak yerine ütopik fantezilere çekilmeye daha fazla meyilli olan çok
sayıda yumuşak, hayalci ve pratik olmayan insanı bünyesine çekmesine sebep
olmaktadır.

YA Hareketi yalnızca faydasız olmakla kalmaz, faydasızdan daha


kötüsüdür; çünkü etkili bir devrimci hareketin ortaya çıkmasında bir engel
teşkil edebilir. Teknoloji ve medeniyete karşı olmak YA Hareketinin
programının önemli bir parçası olduğundan, teknolojik medeniyetin dünyaya
yaptıklarından rahatsız olan genç insanlar bu harekete yönelmektedirler. Tabii
ki, bu gençlerin hepsi solcu ya da yumuşak, hayalci ve etkisiz tipler değildir.
Bazıları gerçek devrimci olacak potansiyele sahiptir. Fakat YA Hareketinin
içerisinde solcular ve diğer işi yaramaz insanlar onlardan çok daha
kalabalıktır; bu sebeple etkisiz hale getirilirler, yozlaştırılırlar ve devrimci
potansiyelleri heba olur. Bu bağlamda, YA Hareketi’nin potansiyel
devrimcileri yok ettiği söylenebilir.

Kendisini YA Hareketi’nden ve onun yumuşak, medeni


değerlerinden tamamen bağımsız tutacak yeni bir devrimci hareketin
kurulması gerekli olacaktır. Cinsiyet eşitliği, hayvanlara iyi davranmak,
homoseksüellere hoşgörü göstermek ya da buna benzer şeylerin yanlış
[5] Bakınız: İlkel Yaşam Hakkındaki Gerçek, Bölüm 8
olduğunu söylemek istemiyorum. Fakat bu değerlerin teknolojik medeniyeti
ortadan kaldırma çabası ile hiçbir alakaları yoktur. Bunlar devrimci değerler
değildir. Etkili bir devrimci hareket bunun yerine ilkel toplumların yetenek,
kişisel disiplin, dürüstlük, fiziksel ve ruhsal dayanıklılık, dışarıdan dayatılan
kısıtlamalara karşı toleranssızlık, fiziksel acıya dayanabilme kapasitesi ve en
önemlisi cesaret gibi sert değerlerini benimsemelidir.
Dr. P.B.’ye Bilim Adamlarının Motivasyonları
Üzerine Mektup

2001 yılında Dr. P.B. adında birinden o yılın 24 Temmuz’u tarihli bir
mektup aldım. Mektup “STVG’ye (Sanayi Toplumu ve Geleceği) Cevap”
adını taşıyan ve Dr. P.B.’nin o metin ile ilgili bazı eleştirilerinden oluşan
sayfaları ihtiva ediyordu. Dr. B., başka şeylerle birlikte, bilim adamlarının
temel motivasyonunun insanlığın faydası olmadığı görüşüme (Sanayi
Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 88 – 89) karşı çıkıyordu. Başka işler yüzünden,
2009 yılının Mayıs ayına kadar Dr. B.’nin iddialarına cevap verecek fırsatı
bulamadım.1 Takip eden, bu cevabın, epey bir değişiklikle tekrar yazılmış
halidir.

I. Dr. B. bilim adamlarının motivasyonlarını tartıştığım yerleri


“özellikle zayıf” bulmuş. Şöyle yazmakta: “Bay Teller’ın neden kötü bir
adam olduğu ile ilgili uzun bir tartışma. Güzel. Fakat fizikçiler hakkında
düşündüğümüzde çoğumuzun aklına Teller’den önce Einstein gelir –ki
Einstein bu anlamda tek örnek değildir– ve Einstein iddianızı [STVG’nin
bilim adamlarının temel motivasyonunun insanlığın katkısı olmadığı iddiası]
çürütmektedir.” Dr. B. bundan başka, benim “bilim adamlarının ahlaki
kaygıları olmadığını iddia ettiğim” gözleminde bulunmuştur ve başka şeylerle
birlikte şunları eklemiştir:

1
Cevap verecek zamanı bulduğumda, Dr. P. B. 2001 yılında bana yazdığı adreste
oturmuyordu. İsmi çok fazla kullanılan bir isim olduğu için onu bulmak imkansızdı.
Sonunda Dr. P.B. olduğunu iddia eden bir kişi bana bir adres gönderdi. Cevabımı bu
adrese gönderdim fakat sonrasında herhangi bir yanıt almadım. Muhtemelen yanlış
adresti.
Benim de gerçekten olumsuz diyebileceğim araştırma alanlarında –
mesela Lawrence Livermore’da silah tasarımı– çalışan insanlarla
konuştuğumda, buradaki işleri yöneten ve bu işlere aktif bir şekilde
katılan insanların, işin ihtiva ettiği tüm risklere rağmen, ülkenin yararına
olduğunu düşündükleri için orada bulunduklarını gördüm. Ve ülkenin
yararına çalışarak, dünyanın da yararına çalıştıklarına inanırlar. Bu
insanlar ahlaki kaygıların gayet farkındadır ve ahlaki yargılarını da işin
içine koyarlar.

Dr. B. silah tasarımı ile alakalı olarak “yönetmekten çok yapılan işe
destek veren” bilim adamlarının da bulunduğunu ve bu bilim adamlarının
mesleklerini “etik olarak nötr” gördüklerini de eklemektedir.

Öncelikle şunu açıklığa kavuşturalım: Sanayi Toplumu ve


Geleceği’nin 87–89. paragraflarında bilim adamları n ı n g e n e l v e tipik
motivasyonlarını tartıştığım açık olmalıdır. İstisna teşkil edebilecek örnekler
ile ilgilenmiyordum. Yani, bilim adamlarının %1 hatta %5’inin dahi,
insanlığa faydalı olma arzusu ile motive oldukları kanıtlansa, bu durum
iddiamı ciddi bir şekilde etkilemeyecektir. Bilim adamlarının
motivasyonlarının ne olduğunu sorarken, bilim adamlarının başka konular
hakkındaki değil, bilimsel çalışma yapmaktaki motivasyonlarına vurgu
yaptığım açık olmalıdır. Bilim adamlarının çoğunluğunun ahlaki meseleler ile
ilgilenmedikleri gibi bir iddiada hiçbir zaman bulunmadım. Bilim adamlarının
ahlaki meseleler ile ilgili olduklarını söylemek başka şeydir, ahlaki
meselelerin araştırma yapma konusunda bilim adamlarının temel motivasyonu
olduğunu söylemek başka şeydir. (Yine de bilim adamlarında, ahlaki
meselelere karşı ilgisizliğin birçok örneği bulunabilir. Bazılarını ilerleyen
sayfalarda göreceğiz.)

Bu sebeple, bilim adamlarının temel motivasyonun insanlığın faydası


olmadığını iddia etmek, bilim adamlarının laboratuvarın dışında da ahlaki
kaygılar taşımadıklarını söylemek demek değildir. Dr. B. Einstein’dan
bahsediyor. Einstein dünya barışı için çalışmıştır –en azından dünya barışı
yararına söylemleri mevcuttur– ve bunu yapmasının sebebinin ahlaki olduğu
tartışmasızdır. Fakat bu, fizik alanında araştırma yapmasının motivasyonları
ile ilgili bize hiçbir şey söylemez.

Sanırım Dr. B.’nin iddiası, bilim adamlarının bilimsel çalışmalarda


bulunurken de ahlaki dürtüler ile hareket ettiğidir. 2002 yılında Dr. B.’nin
teorisini, buradaki iki hapishane psikoloğuna sordum. Bana göre çok becerikli
olan ve kendilerini “koyu rasyonalist” olarak tanımlayan ve Freudçuluk gibi
şüpheli teorileri dikkate almayan kişiler. Aşağıdaki alıntı 9 Nisan 2002
tarihinde aldığım notlardandır:

[Dr.P.B.]’den bir süre önce aldığım bir mektuba cevap yazmayı


planladığım için, Dr. Watterson ve Morrison bugün geldiklerinde onlara
psikoloji alanına kendi şahsi ihtiyaçlarına hizmet etmek için mi ... yoksa
insanlığa faydalı olmak için mi girdiklerini sordum. İkisi de bu mesleğe
kendi şahsi ihtiyaçlarını tatmin etmek için girdiklerini söylediler. Daha
sonra onlara, psikologların çoğunun hangi sebeple psikoloji alanını tercih
ettiklerini düşündüklerini sordum: Kendi şahsi ihtiyaçları için mi,
insanlığa faydalı olmak için mi? Dr. Watterson ve Morrison’un ikisi de,
psikologların çoğunun insanlığa faydalı olmak için değil, kendi şahsi
ihtiyaçlarını (Watterson, bunun özellikle “ego ile ilgili ihtiyaçlar”
olduğunu vurgulamıştır) karşılamak için psikolog olduklarını
söylemişlerdir. Morrison, birçok psikoloğun, insanlara faydalı olmak için
psikolog olduklarını iddia edeceklerini fakat gerçek motivasyonlarının bu
olmadığını söylemiştir. Watterson ve Morrison’a [Dr. B.]’nin bilim
adamlarının ‘ahlaki kaygılar’ ile hareket ettiğine yönelik fikirlerinden
bahsettim. Watterson ve Morrison bunu komik bulmuşa benziyorlardı.
Morrison gülerek, [Dr. B.]’ye tek bir cümleden oluşan bir cevap vermemi
salık verdi: ‘Git işine!’
II. [Dr. B.]’nin, iddiasını desteklemek için, silah tasarımı “işini
yöneten ve bu işlere aktif olarak katılan” insanların dünya için iyi olan şeyi
yaptıklarını düşündüğünü ve “ahlaki yargılarını da işin içine koyduklarını”
tespit ettiğini söylediğini görmüştük. Bunu nasıl “tespit etmiştir?” Sanırım
bunu yalnızca onlardan duymuş olmasından. Fakat bu insanlar yaptıkları iş
ile ilgili tamamı ile sinik bir tavır içindelerse, ortaya çıkıp neden gerçeği itiraf
etsinler? Bu düşük bir ihtimaldir. Eğer bir insan kendi şahsi menfaatleri için
zararlı bir iş yapacak kadar pervasızsa, motivasyonları konusunda yalan
söyleyecek kadar da pervasız olacaktır.

Askeri araştırma alanında çalışan bilim adamları ile ilgili Dr. B.’den
çok farklı görüşlere sahip insanlar bulunmaktadır. Hitler’in Silahlanma
Bakanı, kendisini de suçladığı savaş sonrası anılarında şöyle yazmaktadır:

Teknisyenlerin görevlerine olan kör bağlılıklarından çok


faydalandım. Teknolojinin görünürdeki ahlaki nötr karakteri sebebiyle bu
insanlar yaptıkları iş ile ilgili hiç bir ilkeye sahip değildirler. Savaşın bize
dayattığı dünya daha fazla teknik hale geldikçe, bilim adamının,
gerçekleştirdiği anonim faaliyetlerin doğrudan sonuçları karşısındaki
ilgisizliği de o kadar tehlikeli olmuştur.2

Bu teknisyenlerden herhangi biri, kendi işlerinin sonuçlarına karşı


tamamen ilgisiz olduklarını dışarıdakilere açıkça itiraf edebilirler miydi?
Muhtemelen hayır. Bunun çok iyi bir örneği Hitler’in baş roket bilimcisi olan
ve İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkelerde 20.000 civarında sivili
öldüren V-2 roketlerinin geliştirilmesi çalışmalarını yöneten Wernher von
Braun’dur.3 Von Braun savaş sonrasında “vatansever” motivasyonlarla
2
Speer, Albert, Inside the Third Reich, terc. Richard and Clara Winston,
Macmillan, 1970, syf. 212.
3
The New Encyclopaedia Britannica [NEB (2003)], Vol. 29, “War, Technology
of,” syf. 569- 570: 4.000 V-2 müttefik şehirlerine karşı ateşlendi ve atış başına
ortalama 5 kişiyi öldürdü, 5x4.000 = 20.000. ayrıca bknz. The Week, Mart 6, 2009, syf.
39.
hareket ettiğini iddia etmiştir.4 Fakat muhtelemen Von Braun, Hitler için
çalışırken Yahudilerin yok edildiğinden haberdardı. Çünkü bu, “en geç
1942’den itibaren Almanya’da herkesin bildiği bir sırdı.”5 Ne tür bir
vatanseverlik, bütün bir etnik grupları yalnızca nefret sebebiyle yok eden
bir rejim için insanı silah geliştirmeye yönlendirebilir? “Vatanseverliğin”
von Braun için yalnızca bir bahane olduğu ve gerçekten yapmak istediği şeyin
yalnızca roket geliştirmek olduğu açıktır. “1945’in başlarında İkinci Dünya
Savaşı’nın sonlarına yaklaşıldığında, Braun ve onun birçok iş arkadaşı, roket
çalışmaları ile ilgili destek alacaklarını düşündükleri Birleşik Devletler’e
teslim olmayı tercih etmişlerdir...”6

Burada, Hitler için silah geliştirmekle demokratik bir rejime sahip olan
Birleşik Devletler için silah geliştirmenin ahlaken aynı olduğunu söylemeye
çalışmıyoruz. Buradaki mesele, bilim adamlarının kendilerine
“vatanseverlik” gibi yüce gözüken motivasyonlar atfetmelerine rağmen,
bunların gerçek motivasyonları ile bir ilgisinin olmadığıdır. Ve bu durum,
diktatör rejimler için silah geliştiren bilim adamları ile sınırlı değildir.

Birleşik Devletler’de ilk atom bombasının geliştirilmesi çalışmaları, J.


Robert Oppenheimer isimli bir fizikçi tarafından yönetilmiştir. Los Alamos,
New Mexico’daki7 atom bombası projesine katılan bilim adamlarına yaptığı 2
Kasım 1945 tarihli konuşmasında Oppenheimer şunları söylemiştir:

“İnsanların motivasyonları hakkında söylediklerinin her zaman gerçeği


yansıtmayabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.” Daha sonra Oppenheimer,
bilim adamlarının atom bombası üzerinde çalışmalarının sebepleri ile ilgili
4
NEB(2003), Vol. 2, “Braun, Wernher von,” syf. 485.
5
R.J. Evans, The Third Reich at War 1939 – 1945, Allan Lane, Penguin Books
baskısı, London, 2008, syf. 560. Yahudilerin yok edilmesinden başka, Nazi’lerin
gerçekleştirdiği diğer mezalimler de Almanya’da geniş kesimler tarafından biliniyordu.
Bknz., örn., Rothfels, passim.
6
NEB (2003), Vol. 19, “Exploration,” syf. 47.
7
Konuşmanın tam metni Smith & Weiner, Robert Oppenheimer: Letters and
Recollections, Stanford University Press, 1995, syf. 315 – 325’te bulunabilir.
olağan bahaneleri sıralar: Naziler bombayı ilk olarak bulabilirdi; dünya üzerinde
Birleşik Devletler, atom bombasının felakete sebep olma ihtimalinin en düşük
olduğu ülkedir; bilim adamlarının çalışmasının gerçek önemi silahlarda değil
atom enerjisinin insanlığa getireceği faydalardadır; vb. vb. vb. Oppenheimer
tüm bu meşrulaştırma çabalarının az ya da çok doğru olabileceğini, fakat bilim
adamlarının atom bombasını geliştirmelerindeki gerçek motivasyonun, yaptıkları
işin onlarda şahsi bir ihtiyaç, “organik bir ihtiyaç” olmasından ileri geldiğini
söylemiştir. Oppenheimer’a göre bilim adamları, insanlığa herhangi bir pratik
fayda getirmesinden bağımsız olarak, bilginin yayılmasının ve keşfedilmesinin
kendi başına bir amaç olduğu bir felsefeye göre yaşarlar.8

Oppenheimer’ın konuşmasının vardığı yer, Oppenheimer bunu doğrudan


söylemese de açıktır: Bilim adamları insanlığın yararı için değil kendi şahsi
ihtiyaçlarını tatmin etmek için çalışırlar. Muhtemelen Oppenheimer, bilimin son
kertede insanlığa faydalı olduğunu düşünse de, bilimin insanlığa faydalı olması
üzerinden meşrulaştırılmasının bilim adamlarının gerçek motivasyonlarını
yansıtmayan bir meşrulaştırma olduğunun farkına varmıştır.

Oppenheimer’ın evrakı arasında bulunan bu konuşmanın yazılı


versiyonunun şu notları içermesi önemlidir: “Bu söylenenler genel kamuoyu ile
paylaşılmayacaktır. Bu konuşmanın değiştirilmiş bir hali muhtemelen bilimsel
dergilerde yakında yayınlanacaktır.”9 Fakat bu konuşma, Smith ve Weiner’ın
Oppenheimer üzerine yazdıkları kitapta yer almasından önce, “değiştirilmiş” ya
da başka bir biçimde hiç yayınlanmamış gibidir.10

8
Oppenheimer’ın bu konu hakkındaki görüşü başka bir çok fizikçi tarafından da
açıkça doğrulanmıştır. Kolbert, “Crash Course: Can a seventeen-mile long collider
unlock the universe?,” The New Yorker, May 14, 2007, syf. 76. Ayrıca bknz., syf. 81:
“Günümüz laboratuvarlarında genellikle arzu edilen şey, kabul edilmiş bilgi
yapısındaki boşluğu dolduracak bir cevaptır. Bu boşluğun doldurulmasının, toplumun
diğer üyelerine doğrudan ya da dolaylı olarak sağlık, rahatlık, ya da zenginlik getirip
getirmemesinin hiçbir önemi yoktur.”
9
Smith & Weiner, syf. 315, 350 not 20.
10
Age.
III. Oppenheimer’ın kendisi, bilim adamlarının motivasyonları ile
ilgili kendi söylediklerinden rahatsızlık duymuş gibidir. Fakat bazı bilim
adamları kendi motivasyonlarını, Oppenheimer’dan daha açık sözlü bir
şekilde ve herhangi bir rahatsızlık belirtisi göstermeden dile getirmişlerdir.11

Werner von Siemens, kendinden uyartımlı jeneratörü bulan ve elektrik


uygulamaları alanında başka gelişmelere ön ayak olmuş 19. yüzyılda yaşamış
bir elektrik mühendisiydi.12 25 Aralık 1887 tarihli bir mektupta
motivasyonlarını şöyle tarif etmiştir:

11
Burnet’nin Dominant Mammal kitabının Beşinci Bölümü bilim adamlarının
motivasyonları konusuna doğrudan ya da açık olarak değinmemektedir. Fakat yazar
kendi motivasyonları ve diğer bilim adamlarının motivasyonları hakkında epey bir şey
söylemektedir. Bilim adamlarının temel motivasyonlarının insanlığa faydalı olmak
olmadığını (ya da motivasyonları arasında bunun hiçbir şekilde yer almadığını?)
açıkça ortaya sermektedir. Ve bilim adamlarının kovaladığı bir ödül olarak, tekrar
tekrar statüye (“kabul görmek”, syf. 82, 91; “prestij”, syf. 87; hiyerarşide egemen
olmak, passim) vurgu yapmaktadır. Burnet’nin kitabı 1970 yılında basıldığında, “güç
süreci” ve “ikame etkinlik” konseptleri henüz ortaya çıkmamıştı. Fakat Burnet bilimin,
ilgili yeteneklere sahip insanların güç sürecinden geçebileceği bir ikame etkinlik olarak
önemini vurgulamaktadır. Mesela sayfa 90’da, yetenekli insanların yapabileceği onlara
uygun işlerin sağlanmasının öneminden bahsetmektedir. Örnek: “Bir refah toplumunun
en büyük toplumsal gerekliliklerinden bir tanesi, toplumda bulunan yüksek zekaya
sahip insanların büyük bir oranının zekalarını kullanabilecekleri bir mesleğe sahip
olmalarını sağlamak ve onlara bu işi yapmanın buna değdiğini hissettirmektir.” (syf.
91); “Meteorolojik fenomenlerin gün be gün incelenmesi artan seviyedeki bilim
adamına kalifiye bir istihdam imkanı sunabilir…” (syf. 93); “Zor ve gösterişli bir
şeyin, yapılabilme imkanının olması sebebiyle yapılmak zorunda olması, irrasyonel bir
teknolojik ve bilimsel momentum yaratmaktadır. Bu Everest’e çıkmanın nedenini soran
soruya verilen meşhur cevabın bilimsel ve teknolojik alemdeki versiyonudur—çünkü
Everest oradadır.” (syf. 98).
12
Bknz., Zimmermann G.A, Das Neunzehte Jahrhundert, syf. 439 – 442; NEB
(2003), Vol. 10, “Siemens, Werner von.” syf. 787.

Kar ve zenginlik için mücadele ettiğim kesindir. Fakat bu yalnızca


onlardan faydalanmak için değildir. Daha çok, başka projeler ve
faaliyetlerde kullanılacak imkanları elde etmek ve başarım ile birlikte
yöntemlerimin doğruluğunu ve yaptığım işin faydasını kanıtlamak içindir.
Bu sebeple gençliğimden beri, yalnızca bana değil aynı zamanda benim
varislerime de dünya çapında güç ve prestij kazandıracak ve kız
kardeşlerimi ve diğer yakın akrabalarımı daha yüksek bir hayat
standardına yükseltmemi sağlayacak Fugger gibi dünya çapında bir
firmayı kurmak istedim. ...

İşimizi yalnızca ikincil anlamda bir zenginlik kaynağı olarak


görüyorum. Benim için daha çok varislerimin daha fazla yaratıcı işler
yapmalarını sağlamak üzere onlara sağlam bir şekilde emanet etmeyi
umduğum, kuruluşunu kendim gerçekleştirdiğim bir krallık gibidir.13
[Vurgular eklenmiştir.]

İnsanlığa faydalı olmak ile ilgili hiçbir kelime yok. Fakat Siemens’in
sadece onları yapmış olmak amacıyla “projelere”, “faaliyetlere” ve “yaratıcı
işlere” verdiği öneme dikkat edin. Yani bunlar birer ikame etkinliktir.
Bakınız: Sanayi Toplumu ve Geleceği, ¶¶ 38 – 41, 84, 87– 89.

Fakat hastalıklarla mücadele gibi, insani amaçları daha bariz olan


alanlarda çalışan bilim adamlarının motivasyonları insanlığa faydalı olmaktır
—değil mi? Bazı durumlar için bu geçerli olabilir. Fakat genel olarak bunun
da doğru olmadığını düşünüyorum. Bakteriyolog Hans Zinsser şöyle
yazmaktadır:

Salgın hastalıklar alanında çalışanlarla şimdiye kadar hiçbir yakın


ilişkisi olmadığı için bu ilginç insanları motive eden yüce duygular ile
ilgili yanılgısını paylaştı. Ve bir kişinin yüce duygular ile nasıl motive
olabileceğini anlamadığı için bize şunu sordu: ‘Bakteriyologlar nasıl bu
hale gelir?’ ... Aslına bakarsanız insanlar bu tarz bir işe, ancak en
sonuncusu bilinçli bir şekilde iyilik yapmak olan bazı motivasyonlar ile
13
Klemm, Friedrich, A History of Western Technology, terc. Dorothea Waley Singer,
M.I.T. Press, altıncı baskı, syf. 353.
girerler. Aslında temel mesele, bu alanın heyecan peşinde koşma ihtiyacı
duyan insanların kovalayabileceği birkaç alandan birisi olarak kalmaya
devam etmesidir. Salgın hastalıklar dünya üzerinde kalan son bir kaç
gerçek maceradan birisidir Bir zamanlar özgürce yaşayan insan türünün
amansız evcilleştirme sürecinden etkilenmeden kalan son gerçek macera,
bu küçük amansız yaratıklara karşı yapılan mücadeledir 14

Dr. B. Einstein’ı, motivasyonu insanlığa faydalı olmak olan bilim


adamlarından birisi olarak göstermişti. Fakat Dr. B.’nin yanıldığı
gösterilebilir.

1917 yılında Einstein şunlar yazmıştır: “O çok övülen teknolojik


gelişmemiz ve genel olarak medeniyetimiz, patolojik bir suçlunun elindeki
baltaya benzetilebilir.”15 Dolayısı ile Einstein’ın bilimsel çalışmalarının
karşılıksız bir fayda sağlama arzusundan kaynaklandığını söylemek zordur.
Einstein’ın, fizik alanında kaydedilecek herhangi bir gelişmenin pratik
uygulamaları olacağının ve böylece, bir suçlunun elindeki baltaya benzettiği
teknolojik gelişmeye katkı yapacağının farkında olması gerekir. Fakat buna
rağmen ömrünün sonuna kadar teorik fizik alanındaki çalışmalarına devam
etmiştir16—kendi çalışmalarının da katkı verdiği nükleer silahların
geliştirilmesinden sonra bile. Peki neden işini yapmaya devam etmiştir?
Bunun sebebi bir çeşit zorlayıcı bir duygunun etkisi altında olması olabilir.
Yaşamının sonuna doğru şunları yazmıştır: “Kendimi işimden ayıramıyorum.
Kaçınılmaz bir şekilde beni pençelerinin arasında tutuyor.”17
14
Zinsser, Hans, Rats, Lice, and History, Blue Ribbon Books, 1935, syf. 12 – 14.
15
Albert Einstein, Heinrcih Zangeer’e 6 Aralık 1917 tarihli mektup, Schulmann
et al., The Collected Papers of Albert Einstein, Princeton University Press, 1998, Vol.
8, Part A, syf. 561 – 562. Einstein aynı mektupta insan yaşamının teknoloji tarafından
bozulması, kirlenmesi ya da zehirlenmesinden (Verseuchung) bahsetmektedir. Bu,
modern teknolojiyi bir suçlunun elindeki baltaya benzetmesinin istisnai bir yorum
değil, kesin bir fikrin ifadesi olduğunu göstermektedir.
16
NEB (2003), Vol. 18, “Einstein,” syf. 157. 17
Age.
Zorlayıcı bir duygudan kaynaklansın ya da kaynaklanmasın,
Einstein’ın bilimsel çalışmalarda bulunmasının insanlığa faydalı olmak ile
hiçbir ilgisi yoktur. 67 yaşında yazdığı bir otobiyografide18 Einstein, kendisini
bilime adamasının sebeplerinden bahsetmiştir. Daha küçük yaşta umut
etmenin ve çabalamanın “boşluğu” (Nichtigkeit) ya da “anlamsızlığı” gibi
duyguların baskısı altındaydı. Bu ruh hali depresif ve yenilgici bir zihniyetin
ip uçlarını vermektedir. Bununla birlikte Einstein, çalışma hayatı ile
yüzleşemeyecek kadar hassas bir çocuktu. Çünkü erken bir yaşta, ekmek
parası kazanmak için gerekli olan didinmenin (Treiben), kendi tabiri ile
“acımasızlığını” görmüştür. İlk başlarda bu acı veren hislerden kendini dine
adayarak kaçmaya çalışmıştır, fakat okuduğu bilimsel kitapların İncil’deki
hikayeleri yalanlaması nedeniyle on iki yaşında inancını kaybetmiştir. Daha
sonra teselliyi, kaybettiği dini cennetin yerine kendisine bir “cennet” sunan
bilimde bulmuştur.19

Yani Einstein için bilimsel çalışmanın yalnızca bir ikame etkinlik


olmadığı, aynı zamanda çok acımasız bulduğu dünyadan bir kaçış da
olduğu anlaşılıyor. Her halükarda Einstein’ın bilime kendi şahsi ihtiyaçları
sebebiyle yöneldiği kesindir. Otobiyografisinin hiçbir yerinde araştırmalarının
insanlığın durumunu herhangi bir şekilde iyileştirebileceğinden
bahsetmemiştir.

IV. Motivasyonunun kendi şahsi çıkarı olduğunu söylediğim her bir


bilim adamına karşılık, karşılıksız fayda amacıyla hareket ettiğini iddia eden
bir bilim adamı örnek verilebilir. Karşılıksız fayda sağlamak ile ilgili
motivasyonlar tabi ki imkansız değildir. Örneğin tahminimce botanik ve
zoolojide alan çalışması yapan insanların motivasyonlarının en azından bir
kısmı vahşi bitkilere ve hayvanlara duydukları sevgiden ileri gelmektedir. Her
18
Schilpp, Paul Arthur (ed.), Albert Einstein: Philosopher Scientist, 1995, syf. 1–
19
Bu paragrafın tamamı için bknz., age.., syf. 2, 4.
halükarda, karşılıksız fayda ile ilgili iddialara –ya da daha doğrusunu
söylemek gerekirse, mevcut toplumun normları ile değerlendirildiğine övgüye
değer bulunan motivasyonlar ile ilgili iddialara– genel olarak çok az önem
verilmelidir. Bencil bir motivasyonu itiraf eden bir bilim adamı, kendisini
çevresindeki insanların gözünde aşağı düşürürken, kendisini motive eden
şeyin “yüce” amaçlar olduğunu söyleyen bir bilim adamı diğer insanların
beklentileri doğrultusunda hareket etmiş olur ve taktirlerini olmasa bile
onaylarını kazanır. Çoğu insanın, çoğu zaman, etrafındaki kişilerin onayını
kazanacağını düşündüğü şeyleri söyleyecek olması bariz bir gerçektir. Von
Braun’un, motivasyonunun “vatanseverlik” olduğunu iddia ettiğinde yaptığı
gibi, bu durumun bazı zamanlar bilinçli bir sahtekarlığı ihtiva ettiğine şüphe
yoktur. Bence daha sık olarak yaşanan şey ise, bilim adamlarının kendi
meşrulaştırmalarına kendilerinin inanmasıdır. Bilimin kendine has ve
kendisini öven bir ideolojisi vardır. Ve ideolojinin fonksiyonlarından bir
tanesi inananı kendi gözünde meşrulaştırmaktır. Sosyolog Monnerot’nun
açıkladığı gibi ideoloji:

Motivasyon ve onun motive ettiği şey arasındaki ilişkinin farklı bir


versiyonunu sunar. Bir ideolojiyi oluşturan ve organize eden malzemeler,
tabir doğru ise, böylece gün yüzüne çıkabilirler. Bunlar yalnızca kabul
edilebilir değil aynı zamanda onurludur. Ve sürekli olarak, kabul görmüş
toplumsal normlar ile ilişkiye girmeye çalışırlar [İnançlı kişinin] ulaşmak
istediği şeyler, ideoloji tarafından etik ve toplumsal terimlere tercüme
edilir. ”20

Bilimi insani bir uğraş olarak gösteren ideoloji, bilim adamlarının


gerçek davranışları tarafından yalanlanmaktadır. Bilim adamlarının
kendilerini insanlığın iyiliğine adamış yardımseverler oldukları imajı, bir çok
insanın bilim ve teknolojik gelişmeyi kategorik olarak yararlı buldukları ve
bilimsel çalışmanın genellikle çok para getiren bir uğraş olmadığı zamanlarda
yerleşmiştir. Uygulamalı bilimlerde çalışan istisna bir bilim adamı zengin
olabilirdi –Werner von Siemens’ten bahsetmiştik ve dinamitin mucidi Alfred
Nobel başka bir örnektir– fakat genelde bilim adamları düşük bir profesör
maaşı ile laboratuvarlarda uzun yıllar boyunca meslek aşkı ile didinip
durmuşlardır. Bu sebeple bilim adamlarının bencil olmayan idealistler
oldukları algısı oluşmuştur. Hatta bir kaç bilim adamı, araştırmalarından
finansal olarak yararlanma fırsatlarını reddetmiştir. X-Ray’i keşfeden
Roentgen, Nobel ödülünden kazandığı parayı bir üniversiteye bağışlamıştır ve
hem o hem de Curie’ler (radyumu bulmuşlardır) buldukları sürecin patentini
almayı reddetmişlerdir.21 Dolayısı ile, bilim adamlarının bencil duygular
içerisinde olmadan insanlığın faydasına çalışan iyilikseverler oldukları
algısının yayılmasında şaşılacak bir şey yoktur—ki bazı durumlarda
kendilerinin de bunun böyle olduğuna inandıklarına şüphe yoktur.

Fakat bunların hepsi, bilimin gücün bir aracı olarak muazzam önemini
gösterdiği İkinci Dünya Savaşı sırasında değişmiştir. Ünlü bir matematikçi ve
önde gelen bilgisayar bilimcilerinden olan Norbert Wiener 1956’da şunları
yazmıştır:

Geçmiş zamanların çoğunda, bilim insanları çalışmanın sertliği ve


kazançların azlığı ile yetiniyordu... Bu sebeple, az biraz anti-sosyal
eğilimleri olan hırslı bir insan ya da daha kibar ifade etmek gerekirse,
başkalarının parasını harcamaktan gocunmayan bir kişi, bilimsel bir
kariyerden vebadan kaçar gibi kaçardı. Savaştan beri, eskiden borsada ya
da sigorta işinde çalışacak bu tarz maceraperestler bilim alanını işgal
etmektedirler.22

Monnerot, Jules, Sociology and Psychology of Communism, Beacon Press,


20

1960, syf. 136, 140.


21
Urban-Klaehn, Jagoda, Polish American Journal, Sept., 2012, syf. 10.
22
Wiener, Norbert, I am a Mathematician, Doubleday & Company, 1956, syf. 271
Savaştan önce var olduğu hali ile bilim camiası toplumsal bir hareket
olarak düşünülebilir ve bu açıdan bakıldığında Wiener’ın tarif ettiği şey
mensuplarına para, statü ve kariyer sunmaya başlayan her toplumsal hareketin
başına gelen yozlaşmadan başka bir şey değildir.23 Söylemeye göre yok ki,
bilimin yozlaşma süreci Wiener’ın zamanından beri devam etmiştir ve
bilimin yozlaştığının herkes farkındadır.24

Bariz bilimsel sahtekarlıklar “gizli anketlerde ortaya çıkmıştır ve bilim


adamlarının kabul etmek istediklerinden çok daha yaygındır.”25 Koreli
klonlamacı ile ilgili hadise, örneğin, 2006’da geniş kesimlerce duyulmuştur:
“Klonlama alanındaki liderden biri olan Hwang Woo Suk verilerinin çoğunun
yalan olduğunu mahkemede itiraf etmiştir.”26 Duke Üniversitesi’ndeki
araştırmacıların dahil olduğu büyük bir skandal 2011 yılında haber olmuştur
ve araştırmacıların hileli makalelerini yayınlayan dergiler, manidar bir
şekilde, onları eleştiren mektupları yayınlamak istememişlerdir.27

Açık sahtekarlıkların bilim adamlarının yalnızca küçük bir azınlığının


kalkıştığı bir şey olduğu söylenebilir; fakat pek çoğu, sahtekarlığa tehlikeli
bir şekilde yaklaşan şeyler yapmaktadırlar. Oynanmış bir makaleyi tıbbi bir
dergide yayınlatmak için:
23
Karşılaştırın Kaczynski, Anti-Teknolojik Devrim, Bölüm Üç, Kısım II, Tespit
4’ün tartışılması.
24
Age’de görülebileceği gibi, bir hareketin “yozlaşmasının” –sahterkârlığın
kesinlikle yozlaşmanın bir türü olmasına rağmen– sahtekârlık ile eş anlamlı olması
zorunlu değildir. Bir hareketin “yozlaşmasından” bahsettiğimizde, hareketin üyelerinin
çoğunluğunun, hareketin iddia edilen idealleri ile değil; para, statü ya da kariyer gibi
geleneksel şahsi çıkarlar ile motive olduğundan bahsediyoruz. Muhtemelen günümüzde
bilim adamlarının çoğu bilinçli bir şekilde sahtekâr değildir, fakat bu bilimsel çalışma
yapmaktaki motivasyonlarının idealist olduğu anlamına gelmez.
25
Freedman, The Atlantic, Nov. 2010. syf. 82. Ayrıca bknz., Kelly & Wearne,
Tainting Evidence: Inside the Scandals at the FBI Crime Lab, The Free Press, 1998
syf. 13 ve özellikle Lam, The Atlantic, Sept. 2015, syf. 19.
26
Time, July 17, 2006, syf. 11.
27
The Economist, Sept. 10, 2011, syf. 91 -92.
Tıbbi iletişim ajansları ve onun sponsoru olan ilaç şirketleri bir
makalenin başlığı ve onun potansiyel yazarının kim olabileceği hakkında
anlaşırlar. Bu yazar genellikle ‘düşünce lideri’ imajına sahip tıp doktoru
bir akademisyendir. Ajans düşünce liderinden, bazen belli bir ücret
karşılığında makalenin ‘yazarı’ olmasını ister. Bir hayalet yazar
makalenin tamamını, ya da belki de şirketin vermek istediği mesajı içeren
uzun bir özeti yazar ve bu, bu özetin üzerinde bir takım değişikler yapan
ya da yalnızca onu imzalayan ve sonra bunu tıp dergisine yollayan
akademisyene gönderilir. Genelde hayalet yazarın, ajansın ya da ilaç
şirketinin hiç lafı geçmez.28

“Tıbbi araştırmanın güvenilirliliği konusunda dünya genelindeki en


önemli uzmanlardan birisi” olan meta-araştırmacı John Ioannidis, “fon
kazanmaya yönelik takıntının güvenilirliği zedeleyecek derecelere vardığını”
söylemiştir.29 Ionnidis bir çok araştırmanın yanlı olduğunu bulmuştur:
“Araştırmacılar çalışmalarına belirli bir sonucu bulmak üzere başlarlar—ve
bir de bakmışsınız ki o sonuçları elde ederler [S]onuçları maniple etmek
kolaydır. Hatta bazı durumlarda bu kasıt olmadan ve bilinçsiz bir şekilde
yapılır. ... Belki de araştırmacıların küçük bir bölümü bu manipülasyonu
yapmaktadır. Fakat maniple edilmiş sonuçların yayınlanmış araştırmalar
üzerinde büyük etkileri olmaktadır.”30 “Saygıdeğer meslektaşların yanlı
sonuçlarına dikkat çekmenin çok çirkin profesyonel sonuçları olabilir.”31 Ve
bu problemler tıbbi araştırmalar ile sınırlı değildir: “Başka meta-araştırma
uzmanları benzer problemlerin bilimin her alanındaki araştırmalara zarar
verdiğinden bahsetmektedir.”32
28
Elliot, Carl, The Atlantic, Dec. 2010, syf. 26. Ayrıca bknz., Lam., The Atlantic,
syf. 19.
29
Freedman, syf. 78.
30
Age., syf. 80.
31
Age.
32
Age., syf. 85.
Fakat işin en kötü yanı bu değildir. Bilim adamlarının hükumet ve
şirketlerin kötü faaliyetlerine sinik bir şekilde katıldığı bir çok durum söz
konusudur. Üçüncü Dünya ülkelerinin (Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore)
nükleer silah geliştirmelerine yardım eden bilim adamlarını düşünün ya da
enerji şirketleri ile işbirliği içerisinde olan profesyonel iklim değişikliği
inkarcılarını düşünün. Ve Silikon Vadisi’nde bilim adamları ile iş adamları
arasındaki ayrım çizgisi, bu ayrımın kaybolduğu noktaya kadar
bulanıklaşmıştır. Bazı firmalar, kendi avantajları için, Amerikan halkının
izlenmesi konusunda ABD hükumeti ile işbirliği yaparlar.33 Bu tarz bir
işbirliği içerisinde olan bilim\iş adamlarının motivasyonlarının
“vatanseverlik” olduğunu iddia edip etmediklerini bilmiyorum. Eğer böyle bir
iddia varsa bile, bu iddia, Wernher von Braun’un vatanseverlik iddiasından
daha inandırıcı olmayacaktır.

V. Tüm bu yukarıda söylenenler ışığında görülüyor ki, bir kişinin,


bilim adamlarının temel motivasyonun insanlığa faydalı olmak olduğuna
inanabilmesi için büyük bir çaba ile kendini kandırması zorunludur. Bilimsel
ideolojinin daha kurnaz bir versiyonu, bilimi hayırsever bir uğraş olarak değil,
fakat ahlaki açıdan “nötr” bir uğraş olarak gösterir. Bilim adamları, toplumun
kullanımına yalnızca bazı araçlar sunmaktadırlar ve eğer bunun sonucunda
bazı kötülükler ortaya çıkıyorsa bunun sorumlusu bu araçları “kötü” kullanan
toplumdur. Bilim adamlarının elleri temizdir. İnsanın aklına Matta 27:24
geliyor – “ su aldı, ellerini yıkadı ve kalabalığa şöyle seslendi, ben
masumum ” (Pontius Pilate).

Encyclopaedia Britannica, teknoloji ile ilgili makalesinde bu


“tarafsızlık” argümanını kullanmaktadır;34 Br. B. 24 Temmuz 2001 tarihli
mektubunda aynı argümana atıf yapmaktadır (bakınız: yukarıdaki I. madde);
Albert Speer bu argümandan, Hitler’e silah yapan teknisyenlerin faydalandığı

33
Risen & Wingfield, New York Times, June 20, 2013, syf. A1, A17.
34
NEB (2003), Vol. 28, “Technology, The History of,” syf. 471.
bir bahane olarak bahsetmektedir (yukarıda II. madde) ve von Braun aynı
şekilde “bilimsel araştırmanın içkin tarafsızlığını” vurgulamıştır. Buna göre
bilimsel araştırma, “sonuçları geniş toplumun kullanımına sunulana kadar
ahlaki boyuttan yoksundur.”35

Elbette soyut anlamda teknoloji ahlaki olarak nötrdür. Fakat von


Braun, Plato’nun Formlarının soyut dünyasında roketlerini yapmıyordu.
Roketleri Adolf Hitler için yapıyordu ve bu roketlerin, kitlesel katliamlar
yapan bir rejimin savunulması adına insan öldürmekte kullanılacağını
biliyordu. Teknoloji soyut anlamda ne kadar tarafsız olursa olsun, yeni bir
teknoloji geliştirdiğinizde ya da teknolojik uygulamaları olacak bilimsel bir
prensip bulduğunuzda, yaşadığınız toplumda somut etkileri olacak somut bir
eylemde bulunuyorsunuz demektir. Toplumun bu teknolojiyi başka bir
şekilde kullanabileceğini vurgulayarak bu sorumluluktan kaçamazsınız. Von
Braun’un, Hitler’in roketleri silah olarak değil uzay araştırmasında
kullanabileceğini söyleyerek sorumluluktan kaçamayacağı gibi.36 Von
Braun’un kendisine, Hitler’in roketler ile teoride ne yapabileceğini değil,
fakat pratikte ne yapabileceğini sorması gerekirdi. Benzer bir şekilde, bugün
yeni bir teknoloji geliştirdiğinizde kendinize sormanız gereken, toplumun bu
teknoloji ile teoride ne yapabileceği değil fakat bu teknolojinin pratikte
toplum ile nasıl bir ilişkiye gireceği olmalıdır.

35
Age., Vol.2, “Braun, Wernher von,” syf. 485.
36
Rothfels, Hans, Deutsche Opposition gegen Hitler: Eine Würdigung, Fischer
Taschenbuch, 1986, syf. 43’te şöyle yazmaktadır: “Teknolojiye inananların ve Nazi
rejimi için çalışan yüksek uzmanların kendilerini maksimum performansa tabir doğru
ise ‘soyut’ bir şekilde adamış olmaları (yerine getirilen somut amaç ile hiçbir bağının
olmadığı varsayılan bir bağlılık) üzerilerine istisnai bir sorumluluk almalarına sebep
olmuştur.” Fakat bunun tartışılmasına gerek yoktur—bu durum gayet açıktır!
Yukarıdaki paragrafta söylenen her şey gayet açıktır ve roket bilimcisi
ya da bir fizikçi ya da bir moleküler biyolog olacak kadar zeki herhangi
birinin kendi başına dürüst olarak beş dakika düşünmesi ile bulabileceği
şeylerdir. Çoğu bilim adamının “ahlaki tarafsızlık” argümanına sığınması, ya
kendilerine ve başkalarına karşı dürüst olmadıklarını ya da yaptıkları işlerin
toplumsal ve ahlaki sonuçlarını ciddi bir şekilde düşünmeye tenezzül
etmediklerini göstermektedir.37

Yaptıkları işin toplum üzerindeki sonuçları hakkında ciddi bir şekilde


düşünen çok az sayıda bilim adamı bulunmaktadır. Fakat ahlaki tereddütleri
yaptıkları işe çok fazla etki etmez;38 yine de işlerine devam ederler ve
vicdanlarını yaptıkları bilimin “etik” kullanımı konusunda vaazlar vererek
rahatlatmaya çalışırlar. Vaazlarının ve ahlaki tereddütlerinin pratik anlamda
hiç bir faydası yoktur.

Alfred Nobel bir savaş karşıtı idi, fakat bu onu güçlü patlayıcılar
yapmaktan caydırmadı. Kendisini, “icatlarının yıkıcı gücünün savaşlara bir
son vermekte yardımcı olacağı” umuduyla avutmaya çalıştı.39 Bunun ne
kadar işe yaradığını hepimiz görüyoruz. Einstein – beyhude bir şekilde–
dünya barışını savundu, fakat teknoloji konusunda sahip olduğu fikirlere ve
çalışmalarının nükleer silahların bulunmasına yardım etmesine rağmen
37
Yazarın bu konu hakkındaki şahsi bir tecrübesi için bakınız aşağıda, Dr.
B.’ye Yazılan Mektuba Katkı.
38
Bazı bilim adamları, silah geliştirme çalışmalarında yer almayı reddetmeleri
gibi, çalışmalarına belirli sınırlar çekerler. Bu durum bilim adamları nezdinde ciddi
bir düşünceyi göstermez, çünkü silahlar bilimin olumsuz uygulamalarından yalnızca
en açık olanıdır. Uzun vadede sivil uygulamaların, toplumumuzun geleceğini
belirlemekte çok daha büyük bir önemi vardır. Üstelik bilim adamlarının silahlar
üzerinde doğrudan çalışmayı reddetmesinin silah gelişimini durdurmakta çok küçük
bir etkisi olur. Örneğin aerodinamik alanında çalışan bir araştırmacı, yalnızca sivil
uçakların tasarlanmasında çalışıyor olsa bile, ön ayak olduğu gelişmelerin askeri uçak
teknolojisine de uygulanmasını engellemek konusunda hiçbir şey yapamaz.
39
NEB (2003), Vol. 8, “Nobel, Alfred Bernhard,” syf. 738.
araştırmalarına neredeyse ömrünün sonuna kadar devam etti. Manhattan
Projesine katılan bilim adamları önce atom bombasını inşa ettiler sonra da
nükleer enerjiyi kontrol edecek bir uluslararası kurumun kurulması
konusunda insanlara vaazlar verdiler.40 Böyle bir kurum oluşturulmuş
olmasına rağmen herhangi bir şeye faydası olmadı.41 Behavior Control
(Davranış Kontrolü) isimli kitabında Perry London, insan davranışının
manipülasyonunu kolaylaştıran tekniklerin sonuçları hakkında ciddi endişeleri
olduğunu gösterdi. Bu tarz tekniklerin kullanımını düzenleyecek çeşitli etik
fikirler önerdi.42 Fakat etik fikirlerinin herhangi bir pratik sonucu olmadı.
David Gelernter Mirror Worlds kitabında bilgisayar biliminin toplum
üzerindeki etkileri ile ilgili endişelerini dile getirdi.43 Fakat buna rağmen
Gelernter, bilgisayar bilimi de dahil olmak üzere teknolojik gelişmeyi
desteklemeyi sürdürdü44 ve Mirror Worlds kitabında dile getirdiği çekinceler
bilgisayarların gelişmesinin sonuçlarını düzeltmek konusunda hiçbir etki
yapmadı.

2009 yılında AAAI (Association for the Advancement of Artificial


Intelligence) yapay zekanın gelişmesinin yol açacağı tehlikeleri tartışacak bir
konferans düzenledi.45 Konferansa katılan bilim adamları muhtemel çözümler
olarak “araştırmaya getirilecek sınırları”, bazı araştırmaların “yüksek
güvenlikli laboratuvarlarda” sınırlandırılmasını ve “gelişmeleri
şekillendirecek ve toplumun sonuçlar ile başa çıkmasına yardımcı olacak bir
kadronun” oluşturulmasını önerdiler. Bunun ne ölçüde bir halkla ilişkiler
çabası olduğu46 ve ne ölçüde bilim adamlarının bunlara cidden inandığını
söylemek zordur. Fakat her halükarda önerileri umutsuz derecede saftır.
40
Smith & Weiren, syf. 303, 310.
41
Kaczynski, Anti-Teknolojik Devrim, Bölüm Bir, Kısım I, “Barış için Atom”
tartışması.
42
London, Perry, Behavior Control, Harper & Row, 1969.
43
Gelernter, Mirror Worlds, Oxford University Press, 1991, syf. 213 – 225.
44
Gelernter, “Technology Crisis,” The Missoulian, Feb. 24, 1992.
45
Markoff, “Scientist Worry Machines May Outsmart Man.”
Bilim adamlarının düşündüğü “sınırların” yapay zeka konusundaki
araştırmayı genel olarak durdurmak amacını taşımadığı açıktır. Yalnızca
bilim adamlarının özellikle hassas buldukları bir takım dar alanlar ile ilgilidir.
Bu tarz “sınırlar” uzun süre uygulanamaz. Manhattan Projesinde çalışan bilim
adamları silah araştırmalarında çalışmayı reddetselerdi nükleer silahların
geliştirilmesini yalnızca bir kaç yıl geciktirmiş olurlardı, çünkü kuantum
teorisi bir kez geliştirildiğinde nükleer fisyon keşfedilecekti ve bu bilginin er
ya da geç birisi tarafından silah yapımına uygulanması kaçınılmaz olacaktı.
Benzer bir şekilde, yapay zeka konusundaki araştırma devam edeceği için,
birilerinin er ya da geç (muhtemelen kısa bir sürede) geliştirilen teknik
bilgiyi AAAI’nın “sınırların ötesinde” ilan ettiği alanları işgal etmekte
kullanması kesin olacaktır.

“Yüksek güvenlikli laboratuvarlar” sıradan insanlar tarafından değil,


hükumetler ve şirketler gibi güçlü organizasyonlar tarafından kontrol
edilecektir. Böylece bazı araştırmaların yüksek güvenlikli laboratuvarlar ile
sınırlandırılması toplumumuzda zaten hakim olan aşırı güç yoğunlaşmasını
daha da artıracaktır.

“Yapay zekanın gelişmelerini şekillendirecek ve toplumun sonuçlar ile


baş etmesine yardım edecek kadro” fikrinin bende uyandırdığı şey ise
iğrenme ve dehşettir. Çünkü bu tür insanların insanlık için iyi gördükleri

46
Son yıllarda duyduklarıma göre, bazı bilim adamı organizasyonları ya da
onların halkla ilişkiler firmaları, bilimin toplumda oynadığı rolü meşrulaştırmak
amacıyla epey karmaşık argümanlar geliştirmekteler. Bilim camiasının
propagandasının, özellikle de zeki çevrelere yönelik yapılan gelişmiş propagandanın
çalışılması, çok arzu edilir bir şeydir ve hayli önemlidir. Fakat içinde bulunduğum
şartlar itibarı ile benim kapasitemin ötesindedir. Her halükarda, propagandacıların
argümanları ne kadar sofistike olursa olsun, şimdiye (2016) kadar benim medyada
gördüklerim, çoğu bilim adamının yaptıkları işin toplumsal ve ahlaki sonuçları
hakkındaki düşüncelerinin çok sığ ve çocukça olduğuna işaret etmektedir. Tabi ki,
bahsettiğimiz istisnalar bulunmaktadır.
şeyin çapı dört yaşındaki bir çocuktan hallicedir.47 Kontrolü ellerine
aldıklarında kuracakları dünyanın nasıl bir şey olduğunu düşündükçe
korkudan titriyorum. Fakat pratikte “kadronun” elde edeceği başarı, 1945
yılından sonra kurulan ve nükleer enerjinin akıllı bir şekilde kontrol
edilmesini ve yalnızca barışçı amaçlar için kullanılmasını sağlamaya çalışan
bilim adamı gruplarının elde ettiği başarı kadar olacaktır. Uzun vadede yapay
zekanın gelişimini ve kullanımını güce sahip olan ve daha fazla güce ulaşmak
isteyen insanların ihtiyaçları belirleyecektir.

Bilim adamları hangi etik standartlardan bahsederse bahsetsin, bu


standartların bilim ve teknolojinin genel gelişmesinde yalnızca çok küçük bir
etkisi vardır. Sanayi Toplumu ve Geleceği’nin 92. paragrafında yazdığım şey,
temelde doğrudur: “Bilim, insan ırkının gerçek refahı ya da başka bir
standarda bağlı olmaksızın, yalnızca bilim adamlarının ve araştırmaları
fonlayan devlet görevlileri ile şirket yöneticilerinin psikolojik ihtiyaçlarına
boyun eğmiş bir halde kör bir şekilde ilerlemektedir.”

47
Örnek: Apple’ın ortak kurucusu Steve Wozniak, “robotların insan ırkını ele
geçirmesinin iyi bir şey olacağını düşünmektedir;” çünkü “bizlerden daha zeki
olacaklardır” ve bizleri “ailenin evcil bir hayvanı haline getirip bize her zaman iyi
bakacaklardır.” Bakınız: Apple co-founder Steve Wozniak says humans will be robots'
pets | Artificial intelligence (AI) | The Guardian
Dr. P. B.’ye Yazılan Mektuba Katkı
On bir yıllık matematik öğrenciliği ve öğretmenliği tecrübem boyunca,
profesörlerin ve öğrencilerin matematiğin çeşitli branşlarında neler olup
bittiğinden, kimin ne tarz bir araştırma yaptığından ve bazı matematikçilerin
yaptıklarından ve kişiliklerinden bahsettiklerine şahit oldum. Fakat öğrencilerin
ya da profesörlerin, yaptıkları işin insanlığa getireceği faydalar hakkında tek bir
laf ettiklerine şahit olmadım—yalnızca tek bir istisna haricinde:

Berkeley’deki ikinci yılımda matematik bölümünü, akademik yılın


sonunda istifa edeceğim konusunda bilgilendirmiştim. Bunun akabinde,
matematik bölümünün ağır toplarından birisi olan Profesör X’den bir telefon
aldım. Profesör X, bölümün bir başka ağır topu olan Profesör Y ile birlikte
benimle konuşmak ve istifa kararımı tekrar gözden geçirmemi istiyordu.
Sonunda X ve Y ile Y’nin ofisinde buluştum. Görüşmeyi iple çekiyordum, çünkü
böylece matematik araştırmalarının amaçsızlığı ile ilgili fikirlerimi dile
getirebilecektim. Hislerimi açıklama çabalarıma cevaben Profesör Y, matematik
araştırmalarını, bu araştırmaların “Asya’da açlık çeken çocuklara yardım ettiği”
argümanı ile meşrulaştırmaya çalıştı. Bu o zamanlarda (1969 civarı) sıklıkla
duyulan bir klişeydi. Amerikalıların “Asya’da açlık çeken çocuklar” için
üzülmesi gerekiyordu ve ülkemizin onlar için bir şeyler yapması gerekiyordu.

Profesör Y’ye, araştırmalarımın Asya’da açlık çeken çocukların hiçbir


işine yaramadığını söyledim. Şaşırmış gibiydi. “Yani,” dedi “yaptığın işin
Asya’da açlık çeken çocukların hiçbir işine yaramadığını mı düşünüyorsun!?”

İşim, herhangi bir pratik uygulama ile hiçbir bağlantısı olamayacak soyut
matematik alanındaydı. Y’nin çalışma alanı ise sembolik mantıktı. Eğer bir
insanın “Asya’da açlık çeken çocuklar” ile ilgili samimi bir takım endişeleri
varsa, bu kişinin, açlık çeken çocukların acıları ile ilgilisi olabilecek tarımsal
araştırma, ekonomi ya da “az gelişmiş” ülkelerin sosyolojisi gibi alanlarda
çalışması gerekir. Bu kişinin, sembolik mantık ya da soyut matematiğin, günün
birinde açlık çeken çocuklara yardım edebilecek somut bir uygulamasının
bulunabileceği gibi bir hayli spekülatif bir varsayımdan hareket ederek, bu
alanları çalışma alanı olarak seçmemesi gerekir. Y’nin “Asya’da açlık çeken
çocuklara yardım etmek” gibi çok klişe bir argümanı papağan gibi tekrar etmesi,
matematik ile bağlantılı araştırmanın insan ırkına nasıl yardımcı olacağı
sorusunu ciddi anlamda hiç düşünmemiş olduğunun açık bir kanıtıydı. Sembolik
mantığı kendi şahsi ihtiyaçlarını tatmin ettiği için seçmişti. Ve matematik ile
bağlantılı araştırmaların değerinin ne olduğunu açıklaması istendiğinde (ki
muhtemelen bu hayatında ilk defa oluyordu) “Asya’da açlık çeken çocuklar”
klişesinden başka aklına gelen bir şey olmamıştı.

Profesör X, Profesör Y’den çok daha iyi bir matematikçiydi ve aynı


zamanda genel olarak çok daha zeki bir kişiydi. Y’nin Asya’da açlık çeken
çocuklar argümanını bir kenara bırakarak, birkaç yıl önce kendisinin de benim
gibi matematiğin amaçsızlığı ile ilgili hislere sahip olduğunu, fakat şimdi “böyle
hissetmediğini” söyledi. Çalışma alanı olan fonksiyonel analizin sürekli olarak
keşfedilen yeni uygulamalarının ilgisini canlı tuttuğunu söyledi. Sanırım burada
uygulamalardan kastettiği soyut matematiğin diğer alanlarındaki uygulamalardı.
Fakat teknolojik uygulamalardan bahsediyor olsa bile işinin insanlığa yararlı
olabileceği ile ilgili hiçbir iddiada bulunmadı.

X ve Y ile olan diyaloğum bir çıkmazın içine girmişti. Fakat X ile bu


olaydan sonraki iki karşılaşmamda bana davranışının kabalığa varan ölçüde
soğuk olduğunu söylemem gerekir.

Yukarıda anlattıklarımı 2009 yılında yazdım. Burada anlatılan olayların


gerçekleşmesinden kırk yıl sonra. Fakat bu olayları yazarken yalnızca kırk yıllık
hatıralara dayanmadım, olaydan on yıl sonra, 1979 yılında, bu hadisenin en
önemli noktalarını otobiyografik notlar halinde kaydetmiştim.
Ted ile Röportaj

Röportajı gerçekleştiren J. Alienus Rychalski, Blackfoot Valley


Dispatch’in (Lincoln, Montana) Özel Muhabiri

Birinci Bölüm
1999 yılında Theodore J. Kaczynski’den Blackfoot Valley Dispatch
için bir röportaj talebinde bulundum. Bu teklifi büyük bir incelikle kabul etti.
Röportaj aynı yıl Florence, Colorado’daki Yüksek Güvenlikli hapishanede
gerçekleşti.

BVD: Evet...

TJK: Evet...

BVD: Evet, neden Berkeley’deki işinden ve matematikteki


kariyerinden ayrıldın?

TJK: Berkeley’deki işi kabul ettiğim zaman, bunu zaten en fazla iki yıl
boyunca yapacağıma ve sonrasında gidip ormanda yaşayacağıma önceden
karar vermiştim. Hayatımı yalnızca bir matematikçi olarak geçirmek fikri
beni hiçbir zaman tatmin etmemişti. Çocukluğumdan beri medeniyetten
kaçmayı hayal etmiştim – ıssız bir adada ya da başka bir vahşi yerde yaşamak
gibi.

Fakat sorun bunun nasıl yapılacağını bilmememdi ve medeniyet ile


ilgili düşünceleri bir kenara bırakıp, cesaretimi toplayarak ormanda
yaşamaya gitmek oldukça zordu. Bu çok zor bir şeydir. Çünkü yaptığımız
seçimlerin ne kadar büyük bir miktarının çevremizdeki insanların
beklentileri ile şekillendiğini fark etmeyiz ve gidip diğer insanların bizi çılgın
olarak değerlendireceği bir şey yapmak—bu çok zor bir şeydir. Dahası
gerçekte nereyi gideceğimi de bilmiyordum. Fakat Michigan
Üniversitesi’ndeki son yılımın başlangıcında bir krizin içinden geçtim. Bizi
topluma bağlayan psikolojik zincirlerin benim için koptuğunu söyleyebilirim.
Bundan sonra sistemden kopmak ve vahşi bir yere gidip orada yaşamaya
çalışmak için gerekli olan cesarete sahip olduğumun bilincindeydim.
Berkeley’e gittiğimde, hiçbir zaman orada sonsuza kadar durmak gibi bir
amacım yoktu. Berkeley’deki işi yalnızca bir yer satın almak üzere başlangıç
için para biriktirmek amaçlı kabul etmiştim.

BVD: Çocukluk yıllarında vahşi bir yere gidip orada yaşamak gibi bir
hayalin olduğunu söyledin. Bu tarz hayaller kurmana sebep olan şeyin ne
olduğunu hatırlıyor musun? Gördüğün ya da tecrübe ettiğin bir şey?

TJK: Tabii ki okuduğum şeyler beni o doğrultuda yönlendirmişti.


Robinson Crusoe bunlardan birisiydi. Ve sonrasında 11 ya da 12
yaşlarındayken, Neandertaller ve nasıl yaşadıkları hakkında spekülasyonlarda
bulunan antropoloji kitapları okudum. Bu tarz şeyleri okumak konusunda
müthiş bir ilgi duymaya başladım ve bir noktada neden sürekli bu tarz şeyler
okumak istediğimi kendime sordum. Ve fark ettim ki, gerçekten yapmak
istediğim şey aslında bu konular hakkında daha fazla kitap okumak değildi; o
anlatılan tarzda yaşamaktı.

BVD: Bunların seni bu yönde eyleme geçecek kadar etkilemeleri çok


ilginç. Crusoe ya da Neanderthal’lerin hayatında sana çekici gelen şeylerin
neler olduğunu düşünüyorsun?

TJK: O zamanlar bu hayat tarzına yönelik bende oluşan ilginin


sebebini bildiğimi sanmıyorum. Şimdi bunun büyük oranda özgürlük ve şahsi
otonomi ile alakalı olduğunu düşünüyorum.

BVD: Bu tarz şeyler çoğu insana çekici geliyordur. Peki neden herkes ?
TJK: Birçok insanın bu tarz şeylere ilgisinin olduğunu düşünüyorum;
fakat gerçek anlamda bağlarını koparıp, fiili olarak gidip böyle bir şey
yapmaya kararlı değiller. Robinson Crusoe’nun şimdiye kadar yazılmış en
çok okunan kitaplardan biri olduğu söyleniyor. Yani birçok kişiye çekici
geldiği açık. Benim davamla ilgilenen bir araştırmacı, Montana’da sürdüğüm
hayat tarzının çok ilgisini çektiğini ve davam hakkında konuştuğu başka
birçok kişinin de bu yaşam tarzını oldukça merak ettiklerini söyledi. Ve bu
araştırmacının konuştuğu birçok kişi bana imrendiklerini söylüyorlarmış.
Aslına bakarsan, beni tutuklayan FBI ajanlarından birisi bana “Buralardaki
yaşamına çok özeniyorum.” demişti. Yani bu şekilde hisseden çok sayıda
insan var fakat akıntıya kapılıp giderler ve kopuş noktasına gelmezler.

BVD: Sen bu kopuşu yaşadığın zaman Lincoln, Montana’ya gittin.


Neden Lincoln?

T J K : Aslında ilk önce Britanya Kolumbiyası’ndaki bir kraliyet


arazisine başvurmuştum. Fakat sanırım bir yıl sonra bunu reddettiler. Bundan
sonraki kışı, 1970-1971 kışını, Lombard, Illinois’daki ebeveynlerimin evinde
geçirdim. Bu arada kardeşim, Montana Great Falls’ta yaşamaya gitti ve orada
Anaconda Şirketi’nin döküm fabrikasında işe girdi. Bu kış sırasında anneme
yazdığı bir mektupta, eğer ülkenin o bölgesinde bir yer almak istiyorsam
benimle yarı yarıya ortak olabileceğini söyledi. Böylece o ilkbahar Great
Falls’a gittim, kardeşimi buldum ve teklifini kabul ettim. Karakteristik bir
pasiflik ile yer bulma işini bana bıraktı.

Ne yapacağımı bilmediğim için, 200. otoyoldan, sanırım o zamanlar


20. otoyoldu, batıya doğru gidip orada neler olduğuna bakmaya karar
verdim. Lincoln’dan geçerken orada küçük bir kabin gördüm. Yolun
kenarında küçük bir kiosk gibiydi ve üzerinde emlakçı tabelası vardı. Durup
ismi Ray Jensen olan yaşlı emlakçıya bana ücra bir yerde bir toprak parçası
gösterip gösteremeyeceğini sordum. Bana Stample Pass Road’un oralarda
bir yer gösterdi. Orayı beğendim. Kardeşimi de getirip gösterdim o da
beğendi ve böylece orayı aldık. 2100$ -20$’lık banknotlarla- peşin ödemeyi
sahibine, Cliff Gehring’e yaptık.

BVD: Yani aslında herhangi bir yer olabilirdi.

TJK: Evet.

İkinci Bölüm
BVD: Oraya ilk taşındığında Lincoln nasıl bir yerdi?

TJK: Kasabanın kendisi bana o kadar farklı gelmiyor. Çok fazla


değişiklik olduğunu görmüyorum. Fakat yeni okul, kütüphane ve açılan
birkaç yeni iş yeri gibi bazı değişiklikler vardı. Belki de kasaba ile
ilgilenseydim oradaki değişiklikleri daha iyi fark edebilirdim fakat
ilgilenmediğim için değişiklikleri çok fazla fark etmedim.

Benim ilgilendiğim şey çevredeki kırsal alandı. Ve bu alan yalnızca


kerestecilik ve yol yapımı sebebiyle değil, çok sayıda insan bu bölgeye
taşındığı için de büyük bir değişikliği uğradı. Mesela Stample Pass Road.
Stample Pass Road’da çok daha az sayıda yerleşim yeri vardı ve çoğu
yalnızca kulübeydi. Modern kulübeler değil, fakat on yıllar on yıllar önce
yapılmış kabinler. Ve devamlı olarak orada yaşayan az sayıdaki insan gerçek
eski topraktı, başka kültüre mensup modern olmayan insanlar. O zamanlarda
Stample Pass Road eski vahşi batı günlerinden kalmış gibiydi.

Stample Pass Road boyunca şimdi bir gezintiye çıksanız çevredeki


ormanlık alan ile uyumsuz cafcaflı, abartılı modern yapıları görürsünüz. Fakat
eskiden orada olan birkaç kabin cafcaflı değildi. Modern değillerdi. Ve ailem
1970’lerin başında beni ziyareti geldiğinde Stample Pass Road’da bir
gezintiye çıkmıştık ve kendi geçmişine rağmen köküne kadar burjuva olan
annem aşağılayıcı bir şekilde şöyle sormuştu: “Bu yerlerde yaşayan bu
insanlar kimler? Evsiz falan mı bunlar?” Evsiz falan değillerdi, eski toprak
emeklilerdi. Statüleri ve evlerinin görünüşlerini kafaya takmıyorlardı.
Evlerinin orta-sınıf saygınlığına uygun gözüküp gözükmediğini
önemsemeyecek kadar eski kafalıydılar. Yani annemin standartları ile evleri
salaş gözüyordu.

Stample Pass Road’un nasıl değiştiğini görebilirsin ve bu değişiklik


bence Lincoln çevresinde gerçekleşen değişikliği karakterize ediyor. Çünkü
eskiden kulübe olmayan birçok yerde şu anda kulübeler var.

BVD: Senin kulüben çevredeki ormanlık ile uyum içindeydi. Onu


yapmana yardımcı olması için bazı planlar kullandın mı yoksa kulübenin
planını da kendin mi yapmıştın?

TJK: Kendim yaptım.

BVD: Kabini de kendin mi inşa ettin?

TJK: Kardeşimden az, ama çok az bir yardım aldım. Bana verdiği
yardım bahsetmeye değmez. Çoğunlukla kendim yaptım.

BVD: Kulübeyi yapman ne kadar sürdü?

TJK: Sanırım 1971 Temmuz’unun başlarından o yılın Kasım’ının


sonlarına kadar sürdü. Fakat yaptığım işe, Great Falls’a çeşitli sebepler
dolayısıyla yaptığım yolculuklar yüzünden ara vermek zorunda kaldım. En
uzun arayı ayağımı yaktığım zaman vermek zorunda kaldım. 1 Ağustos 1971
tarihinde kaynayan bir çorbaya çarpacak kadar sakar davrandım. Çorba spor
ayakkabımın üzerine döküldü ve ayağımı fena bir şekilde yaktı. Doktorların
talimatıyla 5, 5.5 hafta hiçbir şey yapamadım.

BVD: Kulübende ışık olup olmadığını merak ediyorum. Kulüben


yeteri kadar aydınlık mıydı?

TJK: Kış aylarında mı?


BVD: Herhangi bir zamanda.

TJK: Evet yeteri kadar ışık vardı. Tabii ki havanın karardığı zamanlar
dışında.

BVD: Lincoln’e geldiğinde tanıştığın ilk insanlar kimlerdi, komşuların


kimlerdi?

TJK: Tabii ki, ilk olarak emlakçı. Fakat oraya yerleştiğimde sosyal
anlamda tanıştığım ilk kişiler, hala bana komşu bulunan kulübenin sahibi
olan Glen ve Dolores Williams’tı. Orada asla sürekli olarak yaşamadılar.
Orası onlar için tatilde kullandıkları bir evdi. Onlarla her zaman dostça
ilişkilerim olmuştur, fakat hiçbir zaman çok yakın olmadık. Ve Irene Preston
ve Kenny Lee. Onlar renkli diye adlandırdığımız kişiliklere sahiplerdi. Kenny
ilginç hikayeler anlatırdı...

BVD: Peki Lundberg’ler ile ne zaman tanıştın?

TJK: Sanırım Dick Lundberg ile ilk 1975 yılında tanıştım. Çünkü o
zamana kadar bir arabam, daha sonra da eski bir pikap kamyonetim vardı.
Fakat 1975 yılından sonra çalışan motorlu bir aracım yoktu ve ara sıra
Helena’ya Dick ile beraber gitmeye başlamıştım. Sanırım Eilenn ile 70’lerin
sonunda ya da 80’lerin başında tanıştım.

BVD: Yani bu tanıştığın insanlar senin yakınında yaşayan insanlardı.

T J K : Evet. Glenn ve eşi bildiğin gibi benim hemen aşağımda


oturuyorlardı ve aynı zamanda Bill Hull ve ailesinin birkaç üyesi ile de
tanıştım. Dükkanlarda çalışan tezgahtarlar haricinde 80’lere kadar tanıdığım
tek insanlar bunlardı. Sherri (Wood) kütüphaneyi devraldığında onunla da
tanıştım. Sonrasında Theresa ve Garlands’larla da tanıştım. Onlarla
dükkanlarına gittiğim için tanışmıştım. Yani orada olduğumun ilk 10 yılında
insanlar ile çok fazla tanışmadım.

BVD: Ya Chris Waits?


TJK: Onunla ilk tanışmam sanırım 80’lerin ortalarındaydı. Tam olarak
hatırlamıyorum. Bazen onunla yolda karşılaşırdım. Belki birkaç kere beni
arabasıyla bir yerlere bırakmıştır – fakat böyle bir şeyin olup olmadığından
emin değilim. Yolda karşılaştığımızı ve merhabalaştığımızı biliyorum ama
onunla olan tanışıklığım bundan ibaretti. Bir kez Leora Hall’un,
bahçesinde yaptığı satışta karşılaştık ve o zaman orada onunla ayak üstü
konuşmuştuk. Gördüğün gibi genellikle vaktimi ormanda ve kendi başıma
geçirdim, yani bana yakın yerlerde oturanlardan başka kimseyi tanımak için
çok fazla fırsatım olmadı.

BVD: Anlıyorum. O sana çok da yakın olan bir yerde yaşamıyordu.


Waist kitabında, onunla ayak üstü konuştuğun Leora Hall’un bahçe satışından
bahsediyor ve gümüş ya da gümüş kaplama çatal bıçak aldığından
bahsediyor. Fakat Laura Hall senin kesinlikle gümüş ya da gümüş kaplama
hiçbir şey almadığını çünkü böyle bir şey satmadığını söylüyor. Fakat seni
orada gördüğünü ve hatta aldığın şeyleri de hatırlıyor. Bununla ilgili bir
yorum yapmak ister misin?

TJK: Ne Leora Hall’dan ne de başka birisinden gümüş hiçbir şey


almadım.

BVD: Tamam, o zaman başka konulara geçelim. Hayatında takip


ettiğin rutinler var mıydı?

TJK: Gerçekten belirli rutinlerim yoktu, fakat bazı faaliyetler –yemek


pişirmek ya da ateş için odun toplamak gibi– belirli bazı rutinlere denk
geliyordu.

BVD: Lincoln'de geçirdiğin ortalama bir gün nasıldı?

TJK: Bu cevaplaması çok zor bir soru çünkü ortalama bir gün yaşayıp
yaşamadığımdan emin değilim. Yaptığım şeyler içinde bulunduğum
mevsime ve o gün yapmak zorunda olduğum işlere göre epey değişiyordu.
Fakat temsili bir günü anlatmaya çalışacağım...
Üçüncü Bölüm
TJK: ... Ocak ayından bir günü alalım ve sabaha karşı üçte uyandığımı
ve karın yağmakta olduğunu gördüğümü varsayalım. Sobamı yakıyorum ve
üzerine bir tencere su koyuyorum. Su kaynamaya başladığında üzerine yulaf
döküyorum ve pişene kadar birkaç dakika karıştırıyorum. Sonra tencereyi
sobanın üzerinden alıp içine birkaç kaşık şeker ve toz süt koyuyorum.
Yulaflar soğurken haşlanmış soğuk tavşan eti yiyorum. Sonra yulafları
yiyorum, birkaç dakika açık sobanın önünde oturup ateşin sönüşünü
seyrediyorum, sonra üzerimdekileri çıkarıp tekrar yatağa ve uyumaya
dönüyorum. Uyandığımda güneş yeni doğmakta oluyor. Yataktan çıkıp
hemen giyiniyorum çünkü kulübenin içi soğuk. Giyinmeyi tamamladığımda
ortalık biraz daha aydınlanıyor ve karın artık yağmadığını ve gökyüzünün
açık olduğunu görüyorum. Kar yeni yağmış olduğundan tavşan avı için iyi
bir gün olacak. Eski, emektar tek atımlık 22 mm tüfeğimi duvardan
alıyorum. Küçük ahşap 16’lık mermi kutusunu, ateş yakmam gerekebileceği
için birkaç kibriti cebime atıyorum ve kemerime bir bıçak bağlıyorum. Sonra
kar ayakkabılarımı giyip yola çıkıyorum. İlk olarak tepenin üzerine çıkmak
için sert bir yokuş ve sonra avlanmak istediğim kontorta çamlarına kadar
düz bir yürüyüş var. Çamlarda biraz ilerledikten sonra bir kar tavşanının
izlerine rastlıyorum. Dönüp giden izleri bir saat civarı takip ediyorum. Sonra
bir anda, diğer her yeri beyaz olan kar tavşanının siyah gözlerini ve kulağının
siyah ucunu görüyorum. Genelde ilk önce gördüğünüz, gözler ve kulağının
siyah ucudur. Tavşan beni dalların ve çam ağaçlarından yeni düşmüş yeşil
iğnelerin arkasından izler. Tavşan 12 metre ötemdedir ve dikkatli bir şekilde
beni izliyordur, o yüzden daha fazla yaklaşmaya çalışmam. Fakat yine de
daha iyi bir açıdan vurmak için yerimi değiştirmem gerekir – çünkü en küçük
bir dal parçası dahi 22’lik bir mermiyi ıskaya yol açacak şekilde yolundan
saptırır. İyi bir vuruş yapmak için yere rahatsız bir pozisyonda uzanmam ve
dizimi tüfeğin kabzası için destek olarak kullanmam gerekir. Tavşanın başının
üzerine, gözünün tam arkasındaki bir noktaya doğru nişan alırım ... sabit
dur ... bum! Tavşan başından vurulmuştur. Böyle bir vuruş tavşanı anında
öldürür fakat tavşanın arka ayakları birkaç dakika boyunca şiddetli bir şekilde
sallanır, bu yüzden tavşan karın üzerinde seker. Tavşanın sallanması
bittiğinde ona doğru giderim ve tamamı ile ölmüş olduğunu görürüm.
Yüksek sesle: “Teşekkürler Tavşan Dede” derim. Tavşan Dede tüm kar
tavşanlarının ruhları için icat ettiğim bir tür yarı-tanrıdır. Birkaç dakika
boyunca tamamı ile beyaz olan kara ve çam ağaçlarından süzülen ışığa
bakarım. Sessizliği ve yalnızlığı hissederim. Burada olmak güzeldir. Bazen
tepenin yamaçlarında kar motoru izleri görürüm, fakat şu anda içinde
bulunduğum ormanda, büyük hayvanlar için olan av sezonu kapandığında,
burada bulunduğum tüm yıllar boyunca tek bir ayak izine bile
rastlamamışımdır. Cebimden düğümlü iplerden birini çıkarırım. Tavşanın
boynuna ipi geçirip diğer ucunu elime dolarım. Daha sonra başka bir tavşan
izi bulmak için bakınmaya başlarım. Üç tane tavşan avladığımda eve doğru
yola çıkarım. Eve vardığımda altı yedi saat dışarıda geçirmiş olurum. İlk işim
tavşanların derisini yüzmek ve iç organlarını çıkarmaktır. Karaciğerleri,
kalpleri, beyinleri ve başka bağlantılı parçaları bir kabın içine koyarım.
Karkasları tentenin altına asar ve birkaç patates ve yabani havuç almak için
kökleri sakladığım kilerime giderim. Bunları yıkadıktan sonra ve başka bir
takım işlerden sonra –odun kırmak ya da içme suyu için eritmek üzere kar
toplamak– tencereyi kaynamak üzere sobanın üzerine koyarım ve uygun
zamanda, kurutulmuş yabani otları, yaban havuçlarını, patatesleri ve
tavşanların karaciğerlerini ve diğer iç organlarını tencereye eklerim. Tam
olarak piştiklerinde hava kararmaya başlamıştır. Güvecimi kerosen lambamın
ışığında yerim. Ya da tasarruf yapmak istiyorsam, sobamın kapağını açıp
ateşin başında yerim. Bir avuç kuru üzümle yemeğimi bitiririm.
Yorulmuşumdur fakat huzurluyumdur. Sobanın açık kapağı önünde bir süre
daha durarak oturmaya devam ederim. Biraz okurum belki. Ya da yatağımda
yatar ve bir süre sobanın açık kapısından yanmakta olan ateşi izlerim. Ya da
yatağımda uzanıp duvara vuran ışıkları izlerim. Uykum geldiğinde
elbiselerimi çıkarıp, battaniyenin altına girer ve uykuya dalarım.

B V D : Ben de seni kıskanıyorum ... Kulağa muhteşem geliyor.


Özgürlük ve otonomi. Yetişmek için bir saat yok, hem gerçek, hem mecaz
anlamda. Fakat konuyu değiştirmeme izin ver. Uykudan bahsettin. Yatağın
rahat mıydı?

TJK: Benim için yeterince rahattı.

BVD: Tavşan Dede’ye teşekkür etmene saygı duyuyorum ve bunu


taktir ediyorum. Yemekten önce şükretme geleneğinin gerçek kökenlerini
hatırlattı bana. Kendini feda etmenin, başka bir hayatın devam etmesi için
başka bir hayatın kendini feda etmesi ... Kadere inanır mısın?

TJK: Hayır.

BVD: Tanrıya inanıyor musun?

TJK: Hayır. Ya sen?

BVD: Tanrıya mı kadere mi?

TJK: İkisine de.

BVD: Belki... Ebeveynlerinin ateist olduğunu ve senin de ateist bir


evde yetiştirildiğini okuduğumu hatırlıyorum.

TJK: Doğru.

BVD: Anne babanın tanrıdan bahsettiklerini hatırlıyor musun? “Bazı


insanlar buna inanıyorlar...” gibi şeyler söylediklerini hatırlıyor musun?

TJK: Evet biraz böyle şeyler yaptılar. Mesela annem bana bir kitap
okuyorsa ve orada tanrı ile ilgili bir şey geçiyorsa durumu şöyle açıklardı:
“Bazı insanlar böyle şeylere inanıyorlar fakat biz inanmıyoruz.”
BVD: Anlıyorum. Temsili gününe geri dönersek... yediğin şeylerden
bahsetmiştin. Genel olarak yediğin şeyler nelerden oluşuyordu? Ortalama bir
günde neler yiyordun?

TJK: Bu mevsime göre oldukça fazla değişim gösteren bir şey


1975 ve 1983 arasında kış için un, pirinç, yulaf, şeker, mısır, yemeklik yağ
ve toz süt ve konserve meyve, domates alırdım. Soğuk mevsimler boyunca
her gün bir konserve kutusu yerdim. Az bir miktar konserve balık ve
kurutulmuş meyve yerdim. Bunlar dışında yediğim her şey yabani ya da
bahçemde yetiştirdiğim şeylerdi. Karaca geyik, kanada geyiği, kar tavşanı,
çam sincabı, üç çeşit orman tavuğu, porcupine ve kimi zamanlar ördek, dağ
sıçanı, misk sıçanı, gelincik, çakal, yanlışlıkla öldürdüğüm bir baykuş –hiçbir
zaman kasıtlı olarak baykuş öldürmezdim– geyik faresi ve çekirgeler, yaban
mersini, sabun eriği, amerikan hanımeli, yaban üzümü, iki çeşit siyah havuç,
ahududu, çilek, Oregon üzümleri, acı kiraz ve kuşburnu. Yediğim nişastalı
kökler ise cama, yampa, acıkök, Lomatium ve aynı zamanda spring beauty
kökleri. Başka birkaç çeşit kök ve yabani ot da yedim Mayıs ve haziran
aylarında her yemekten önce salata, baya büyük bir salata yerdim. Arazimde
gezinip onu bunu koparıp ağzıma atardım. Birkaç sefer de, yenebilir kökleri
ezip ekmek yapmıştım. Fakat onları ezmek inanılmaz derecede zaman alıcı
idi. Elle çekilen değirmenim yoktu bu sebeple onları taşta öğütmüştüm.
Bahçemde patates, yabani havuç, pancar, soğan, iki çeşit havuç, ıspanak, turp,
brokoli, bazı zamanlar karapazı, kudüs enginarı yetiştirirdim.

Yabani otları ve bahçe meyvelerini ve bazen de yaban meyvelerini


kışın kullanmak üzere kuruturdum. Fakat nişastalı yiyeceklerim için genelde
patates ve dükkandan alınan un, pirinç ve benzerleri gibi kuru gıdaları
tüketirdim. Yabani nişastalı kökler yükseklerde nadirdir. Acıkök ve cama
kökleri daha aşağılarda düzlüklerde daha bol bulunur ve buralar genellikle
özel arazilerdir ve muhtemelen buralardaki rençperler bu besinlere ulaşmak
için arazilerini kazmamı istemezler. Kış aylarında Douglas köknarının iğne
yapraklarından yaptığım bir çayı C vitamini ihtiyacım için içerdim.
1995-1996’da, Montana’daki son kışımda, biraz zor zamanlar
geçiriyordum. Fakat sistemin sunduğu şeylerden bir kez vazgeçtiğinizde
kendi başınıza doğaçlama ne kadar iyi idare edebileceğiniz şaşırtıcıdır. Taze,
kurutulmuş ya da konserve hiçbir ticari meyve ya da sebzeye sahip değildim;
fakat kendi kuruttuğum meyvelerden bir hayli vardı. Bir miktar kurutulmuş
kara havuç ve ışgınım vardı ve et için sincap ve tavşanlar vardı. Kullandığım
ticari ürünler yalnızca un –tam ve beyaz un– pişirme yağı, şekerdi. Ve sanırım
az biraz pirincim vardı. Yulaf ya da mısırım olup olmadığını hatırlamıyorum.
Süt tozum bitmişti ve kalsiyum kaynağı olarak diş alçısı kullanıyordum. Bu
bittiğinde ya toz haline getirilmiş tavşan kemiği ya da kalsit kullanmayı
düşünüyordum. Fakat yine de iyi durumdaydım, yemeklerden hoşlanıyordum
ve güzel bir kış oluyordu.

BVD: En sevdiğin yabani yiyecek neydi?

T J K : Sanırım Lincoln civarındaki en lezzetli yabani besin keklik


üzümüydü. Vaccinium’un yükseklerde yetişen küçük bir türüdür. Üzümler
öylesine küçüktür ki bir kap doldurmak için saatler gerekir fakat tadı
mükemmeldir. Bunlar haricinde en sevdiğim yiyecekler yaban mersinleri,
yampalar ve geyik karaciğeri, kar tavşanı ve porcupinelerdi.

BVD: Hazırladığın favori bir tarifin var mıydı?

TJK: Standart hazırladığım yemekler yoktu. Çünkü belirli bir


zamanda ne bulunuyorsa onu yiyordum. Genel olarak en iyi yemeklerim,
içerisinde et, sebze ve patates, pirinç, erişte ya da yampa kökleri gibi nişastalı
yiyecekler bulunan güveçlerdi.

BVD: Yemekleri dışarıda mı yerdin?

TJK: Bunu nadiren yapardım. Genelde içeride, kulübemdeki masamda


yerdim... Yemeği bitirdiğimde bazen sandalyemde oturup ayaklarımı masaya
uzatır ve bir süre pencereden dışarı bakardım...
BVD: Pencereden dışarıyı görebiliyor muydun?

TJK: Efendim?

BVD: Pencereden baktığında dışarıyı görebiliyor muydun?

TJK: Evet. Pencereler bunun için yapılır...

Dördüncü Bölüm
BVD: Hangi bitkilerin yenilebileceğini ve hazırlanışlarını nasıl
öğrendin?

TJK: Berkeley’i terk etmemden yıllar önce doğaya meraklıydım ve


yenilebilir yabani otları ayırt etme ve benzeri yetenekleri öğreniyordum.
Onları tanımayı konu üzerine yazılmış kitaplardan öğrendim. Fernald ve
Kinsey’in Edible Wild Plants of Eastern America kitabı ve Donald Kirk’in
Edible Wild Plants of Western America kitapları. Kitaplar bu otların nasıl
hazırlanabileceği ile ilgili tarifler içeriyorlar fakat ben çoğunlukla deneme
yanılma yolu ile öğrendim. Bazı yenilebilir otları deneme yolu ile öğrendim.
Bazı bitki aileleri ile deneme yapmak tehlikeli olabilir. Havuç ve zambak
aileleri gibi. Çünkü bunlar ölümcül derecede zehirli türler içerebilirler. Fakat
hardal otu ailesi, kır çiçekleri ve pancarlar ile deneme yapmak güvenlidir.
Bildiğim kadarıyla ölümcül düzeyde zehir içermezler fakat bazı türleri belirli
derecede zehirli olabilir. Hardal otu ailesinden, bitkilerin adını öğrenmeden
kullandıklarım olmuştu. Kır çiçeklerinden adını öğrenmeden yıllarca yediğim
bir tür vardı. Bu yalancı karahindabıymış. Ve sıklıkla yediğim bir pancar türü
vardı fakat bunun adını hiç öğrenmedim.

BVD: Kendi kendine yeterli miydin?

TJK: Tamamı ile değil. Mağazalardan alınan un, pirinç, yulaf ve


pişirme yağı gibi besinlere ihtiyaç duyuyordum. Kıyafetlerimin çoğunu satın
alıyordum. Gerçi kendi yaptıklarım da olmuştu. İlk başlarda, tam anlamı ile
kendine yeterlilik, sonunda ulaşmak istediğim bir hedefti. Fakat çevremdeki
vahşi doğanın daralması ve bölgenin kalabalıklaşması ile bunu yapmak için
bir sebep kalmadığı hissine kapıldım ve ilgilerim başka yönlere gitmeye
başladı.

BVD: Yaşama tarzın rüyalarını, arzularını ve ilk başta sahip olduğun


motivasyonları nasıl tatmin etti? Yani gençken sahip olduğun düş ve
Berkeley’den ayrılmak ile ilgili kararın ve planın. Ve Lincoln’deki yaşamının
en tatmin edici yanı neydi?

TJK: Ormandaki yaşamımda şahsi özgürlük, bağımsızlık ve bir miktar


macera ve düşük stresli bir yaşam gibi bulmayı umduğum tatminleri buldum.
Fakat aynı zamanda daha önce tam olarak anlayamadığım ve tahmin
etmediğim ya da hatta tamamen sürpriz bir şekilde gerçekleşen tatminler
yaşadım.

Doğa ile ne kadar daha yakın hale gelirseniz onun güzelliğini o


kadar fazla taktir ediyorsunuz. Bu yalnızca manzaralardan ve seslerden oluşan
bir güzellik değil fakat bir bütün olarak doğanın uyandırdığı taktir duygusu...
Bunu nasıl ifade edebileceğimi bilmiyorum. Çarpıcı olan şey, yalnızca orayı
ziyaret etmekten farklı olarak ormanda sürekli yaşadığınızda, güzelliğin
dışarıdan baktığınız bir şey olmaktan ziyade hayatınızın bir parçası haline
gelmesidir.

Bununla bağlantılı olarak doğa ile kurduğunuz yakınlık, duyularınızın


keskinleşmesine sebep oluyor. Duyma ya da görme kabiliyetiniz artmıyor,
fakat çevrenizdeki şeyleri daha çok fark ediyorsunuz. Şehir yaşamında
içeriye dönme eğiliminiz vardır. Çevreniz, alakasız sesler ve görüntüler ile
doludur ve bunların çoğunu, bilincinize ulaşmaması için engellemek üzerine
koşullanmışsınızdır. Ormanda dikkatiniz dışarıya, çevrenize yöneliktir; çünkü
çevrenizde olanların çok daha fazla bilincindesinizdir. Mesela yerdeki
yenilebilir bitkiler ya da hayvan izleri gibi çok küçük şeyleri fark
edersiniz. Eğer bir insan geçip çok küçük bir iz bıraktıysa bunu fark
edersiniz. Kulağınıza gelen seslerin ne olduğunu bilirsiniz. Bu bir kuş sesidir;
bu uçan, bir at sineğidir; bu kaçan, korkan bir geyiktir; bu bir sincabın kestiği
kozalaktır ve yerdeki odunların üzerine düşmüştür. Eğer ne olduğunu
bilemediğiniz bir ses duyarsanız, duyulabilecek en küçük şiddette dahi olsa,
hemen onu fark edersiniz. Benim için bu farkındalık ya da duyuların bu
şekilde genişlemesi, doğaya yakın yaşamanın en büyük lükslerinden birisiydi.
Bu duyguyu aynı şeyi tecrübe etmeden anlayamazsın.

Öğrendiğim diğer bir şey, belirli bir amacı olan bir iş yapmanın
önemiydi. Burada bahsettiğim gerçekten bir amacı olan, ölüm kalım
meselelerinden oluşan işlerdir. Ormanda yaşamanın tam olarak ne anlama
geldiğine, ekonomik durumumun yemek yiyebilmek için avlanmak, bitki
toplamak ve bahçede bitki yetiştirmemi zorunlu kılmasına sebep olan bir
duruma gelmesi ile farkına vardım. Lincoln’de yaşadığım zamanın bir
bölümünde, özellikle 1975’ten 1978’e kadar, avlanmakta başarısız olursam
yiyecek et bulamazdım. Onları kendim toplamaz ya da yetiştirmezsem
yiyecek bitki bulamazdım. Bu tarz bir kendine yeterliliğin getirdiği kendine
güven ve başarı duygusunun verdiğinden daha tatmin edici bir şey yoktur.
Bununla bağlantılı olarak kişi ölüm korkusunu kaybeder.

Doğanın yakınında yaşayarak fark ettiğin şey, mutluluğun, zevki


artırmak ile bir alakası olmadığıdır. Mutluluk genelde huzur ile alakalıdır.
Huzuru yeterli uzunlukta tecrübe edersen çok güçlü zevkler sana itici
gelmeye başlar—aşırı zevk erişmiş olduğun huzuru bozacaktır.

Son olarak can sıkıntısının medeniyetin bir hastalığı olduğunu


öğreniyorsun. Sıkıntı denilen şey çoğunlukla insanların sürekli olarak
kendilerini eğlendirme ve meşgul tutma ihtiyacında olmaları ve bunu
yapamadıklarında çeşitli endişelerin, sıkıntıların, huzursuzlukların ve
benzerlerinin yüzeye çıkmaya başlaması ve insanları rahatsız etmesidir.
Ormandaki yaşama bir kez alıştığında can sıkıntısı denen şey ortadan
kalkar. Eğer yapılacak herhangi bir işin yoksa hiçbir şey yapmadan saatlerce
oturabilirsin; yalnızca kuşları, rüzgarı ya da sessizliği dinlersin, güneş hareket
ettikçe oluşan gölgeleri izlersin, ya da yalnızca tanıdığın nesnelere bakarsın.
Ve sıkılmazsın. Yalnızca huzur içindesindir.

BVD: Lincoln’deki yaşamının en zor yanı neydi?

TJK: Ormanda yaşadığım hayatın en kötü yanı modern medeniyetin


önlenemez bir şekilde yaklaşmasıydı. Stample Pass Road’da ve başka
yerlerde her zaman daha fazla ev vardı. Ormanın içerisine daha fazla yol
yapılıyordu, daha fazla ağaç kesiliyordu ve daha fazla uçak üzerimden
uçuyordu. Geyiklerin üzerindeki alıcılar, tarım ilacı sıkılması ve buna benzer
bir sürü şey.

BVD: Ormandaki yaşamın ile ilgili en güzel anıların neler?

TJK: Baharın ilk günlerinde karlar bunu mümkün kılacak kadar


eridiğinde tepelerde uzun yürüyüşlere çıkardım, artık kar ayakkabısı giymek
zorunda olmamanın verdiği fiziksel özgürlüğün tadını çıkarırdım. Ve eve
yabani soğanlar, karahindiba, ve Lomatium gibi bir sürü taze ve genç yabani
sebze ile ve bir kaç tane orman tavuğu ile gelirdim. Bunları yasa dışı
olarak avlıyordum itiraf etmem gerekir. Sabahın erken saatlerinde bahçemde
çalışmak. Kışın kar tavşanı avlamak. Kış aylarında gizli kulübemde
geçirdiğim zamanlar. Bahar, yaz ve sonbaharda kamp yaptığım bazı yerler.
Geyik eti, patates ve bahçemdeki diğer sebzeler ile yaptığım sonbahar
güveçleri. Hiçbir şey yapmadan hatta düşünmeden, huzur içinde oturduğum
ve uzandığım anlar.

BVD: Teşekkür ederim...

TJK: Rica ederim.

(Röportajı yapanın notu: Kaczynski’nin saklı kulübesinin bulunduğunu


iddia eden yayınların aksine bu kulübe bulunamamıştır.)

You might also like