You are on page 1of 6

ADALET AĞAOĞLU’NUN ROMANLARINDA MUHTIRA DÖNEMİ

Esat Bingöl

Türk Siyasi tarihinde askerin veya ordunun yönetime müdahalesi çok eskilere dayanan
bir olgudur. Göçebe çadır beyliklerinden kıtalara hükmetmiş devletlere, askeri oluşumun
siyasi otoriteye yön verme çabası tarih boyu süregelmiştir. Milli bir dayanışma ve büyük bir
istiklal mücadelesiyle kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise ilk kez 27 Mayıs 1960
tarihinde bu gerçekle karşılaşmış ve takip eden her on yıl içinde askeri müdahaleler – veya
girişimleri – tekrarlanmıştır. 27 Mayıs 1960’taki darbe, Türkiye’de henüz tam anlamıyla
yerleşmemiş demokrasinin ve demokratik toplum yapısının tabiri caizse sakat doğmasına
sebep olmuştur. Hak ve özgürlükleri ciddi anlamda kısıtlayan bu otoriter yönetim, aynı
zamanda kapitalizmin Türkiye’yi ele geçirip topyekûn etkisi altına almasında da rol
oynamıştır. O yıllarda dünya çapında etkisini gösteren üniversite gençlerinin sol eylemleri, bu
duruma tepki olarak Türkiye’ye de sıçramıştır. Sınıf farklılıklarının oluşması, sermayenin
tekelleşmesi, işçi haklarının görmezden gelinmesi, uluslar arası emperyalist oluşumların
Türkiye’de nüfuzunun artması gibi durumları protesto ederek modern ve müstemleke bir
feodalitenin kurulmasına engel olmaya çalışan üniversite öğrencileri ve onların faaliyetlerini
yeterince kısıtlandıramamakla itham edilen Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi
hükümeti 12 Mart 1971 tarihinde – Türk Siyasi tarihine ‘muhtıra’ teriminin kazandırılması da
aynı tarihe denk düşer – bir kez daha askeri güçlerin soluğunu enselerinde hissetmişlerdir.
Sonrasında gelişen süreçte ise sol görüşler ve sağ görüşler kışkırtılarak gençlerin ideolojik
zeminde tartışıp ülke sorunlarına eğilmelerine engel olunmuş, ülke kaos ve kargaşaya
sürüklenerek 12 Eylül 1980’de idealist Türk gençliğine neşter vurulmuştur. 12 Mart’taki
muhtırayla başlayan ve 70’li yılların tamamını kapsayan ‘Muhtıra Dönemi’ Türkiye’nin
istiklalini ve istikbalini gözeten, bu yolda kendisini ve toplumu yukarılara çekmeye kararlı
son entelektüel nesle şahit olması bakımından önemlidir.

12 Eylül 1980 darbesinin yöneticileri tarafından idam edilerek, işkencelere maruz


bırakılarak, vatandaşlıktan çıkarılarak, inançları, cesaretleri ve şevkleri kırılarak sindirilen bu
nesli, aradan geçen 40-50 yıla rağmen, Türkiye hala aramakta ve özlemektedir. Darbe sonrası
oluşan sosyolojik tabloda insanların – ve özellikle gençlerin – bir ideale kendini adamak,
halkı için fedakârlık yapmak, kendisini vatanına karşı sorumlu hissetmek yerine artık daha
çok ekonomik refah, ticaret, şöhret vs. gibi bireysel hazları tercih ettiği gözlenmiştir. 90’lı
yıllarda medya ve eğlence sektörünün gelişmesi, toplumun kontrol altında tutulmasını
kolaylaştırmış ve milenyumla beraber bireyin toplumdan koparılıp dijital dünyaya
hapsedilmesi süreci hız kazanmıştır. Bunların sonucunda ise 40-50 yıl önceki üretici neslin
aksine tamamen tüketim endeksli bir toplum ortaya çıkmıştır. O sebeple Muhtıra Dönemi’ni
okumak, dinlemek, incelemek ve araştırmak yeniden toplumun kalitesini yükseltebilmek
adına son derece önemlidir.

Söz konusu dönemde edebiyattan siyasete, tiyatrodan müziğe, akademiye, bilime her
alanda öncülük eden isimlerden birisi de Adalet Ağaoğlu’dur. Eserleriyle o dönemin en etkin
simalarından biri olan Ağaoğlu, aynı zamanda Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi
manzaranın ve toplumun yaşamakta olduğu değişimlerin de en yakın şahitlerinden biridir.
Türk Edebiyatına getirdiği yeni soluklar ve biçimsel ustalıkları bir yana, Adalet Ağaoğlu
romanlarında işlediği temalarla da öne çıkmıştır. Fikrimin İnce Gülü adlı romanı hariç hemen
her eserinde aydın kesimin perspektifinden yaşamı ele almış, toplumsal ve siyasi olayların
bireysel bazdaki etkilerini bu kesim üzerinden aktarmıştır. Yukarıda bahsedilen Türk
toplumunun askeri müdahaleler aracılığıyla şekillendirilmesi olgusunu işleyen Dar Zamanlar
üçlemesi Adalet Ağaoğlu’nun en bilinen eserlerindendir. 1973 yılında yayımlanan Ölmeye
Yatmak, 1979 yılında yayımlanan Bir Düğün Gecesi ve 1987 yılında yayımlanan Hayır... adlı
romanlardan oluşan üçleme, Muhtıra Dönemi olarak adlandırılan, net ve belirgin çizgileri
olmamakla beraber Türk toplumunun büsbütün çehre değiştirdiği yılları kapsayan dönemi en
iyi anlatan edebi yapıtlardandır. Bu çalışmada da Adalet Ağaoğlu’nun romanlarına
Türkiye’nin bu en hassas döneminin nasıl yansıdığı ve yazarın bunları eserlerinde nasıl
verdiği konusu araştırılacaktır.

Edebiyatın Toplum ve Siyasetle İlişkisi

Edebiyat, her ne kadar bireysel bir üretim olsa da, toplumla çok yakından ilgilidir.
Çünkü edebiyatın öznesi olan insan, toplumsal bir varlıktır. Toplumun insanı etkileyebileceği
gibi insan da toplumu etkileyebilir. Edebiyatın toplumla ilişkisi de aynı insan gibi çift
yönlüdür. Bir edebi eser, hem içinde bulunduğu toplumun etkilerini hem de toplumu
etkileyebilecek potansiyeli aynı anda taşır bünyesinde. Toplumdan kopuk veya topluma
kayıtsız hiçbir edebi eser kalıcılığa ulaşamaz. Fakat bu konuda en çok düşülen yanlışlardan
birisi de toplumla siyaseti birbirine karıştırmaktır. Topluma kayıtsız olmamak veya toplum
yararına hareket etmek, siyasi bir söyleme sahip olmak demek değildir.

Türkiye gibi refah düzeyi gelişmemiş ülkelerde siyasetin tabana yayılması ve sosyal
hayatın siyasete bulanması o ülkelerin sanat eserlerine de yansımaktadır. Nitekim Birinci
Meşrutiyetle başlayan süreçte ve sonrasında Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında siyasi bir
söylem taşıyan, ideoloji sözcülüğü yapan veyahut da siyasi bir gücün etkisi altında verilmiş
eserlerin sayısı hayli fazladır. Bir başka açıdan bakıldığında, edebi eserlerin kitleleri harekete
geçirerek siyasete etki ettiği de görülmüştür. Her ikisinin dışındaysa; edebiyatı siyasete,
siyaseti de edebiyata karıştırmadan bu etkileşimleri gözleyerek toplumsal bir panorama çizen
edebiyatçılar vardır. Bu isimler, tarihe not düşmelerinin yanı sıra okuyucuya mevcut
manzarayı göstererek kültür ve medeniyetin bir adım öteye taşınmasına yardımcı olacak
muhasebeyi üstlenmektedir.

Adalet Ağaoğlu’nun Romanlarında Muhtıra Dönemi

Adalet Ağaoğlu, edebiyatçı kimliğini toplum içinde en doğru konuma yerleştiren,


topluma geniş bir açıdan bakıp yapılmamış tespitleri yapan ve söylenmemiş sözleri söyleyen
örnek bir sanatçıdır. 1929 yılında Nallıhan’da doğmuş ve daha küçük yaşlarda Ankara’yla
tanışmıştır. Doğduğu tarih ve yaşadığı yer onun bir Cumhuriyet kızı olarak belirli misyonlar
çerçevesinde büyütülmesine sebebiyet vermiştir denebilir.

Cumhuriyetin getirdiği toplumsal değişimlerden en önemlisi Türk kadınının bireysel


olarak özgürleştirilmesi ve kalkınmakta olan ülkeye hizmet etme sorumluluğunun kadınlara
da yüklenmesi olarak gösterilebilir. Cumhuriyet öncesi dönemde erkeklerden kamuda ve diğer
alanlarda çalışıp ülkenin işleyişinde rol alması beklenirken kadınların da nispeten daha geri
planda kalıp aile unsurunu ve çocukları koruyup kollaması beklenirdi. Cumhuriyet sonrasında
yaşanan bu değişimler her yaş grubunu farklı etkilemiştir; eski düzende yaşamaya alışmış
yaşlı nesil bu değişimleri sorgularken onların bir alt nesli hayatlarının geri kalanını bu
yeniliklere uyarlamanın zorluklarını yaşadı.

Adalet Ağaoğlu’nun içinde bulunduğu genç kuşak ise tam anlamıyla bu yeniliklerin
içinde doğdu. O yıllarda dünyaya gelmiş kız çocukları da sıfırdan inşa edilmek istenen
Cumhuriyet kızlarının ilk prototipi oldu. Dolayısıyla Adalet Ağaoğlu’nun içinde bulunduğu
nesil bir geçiş nesli olarak orijinal çatışmalar, orijinal bunalımlar yaşadılar. Sonucun ne
olacağı öngörülemeden insanlar üzerinde yapılan bu deneyin sonucunun ve deney aşamasında
yaşanan zorlukların şahitleri de yine kendileriydi. Adalet Ağaoğlu da bu şahitlerden biri
olarak eserlerinde ‘Cumhuriyet Kızı’nın sesini ve söyleyişini taşır. Hem kendi hayatlarına
hem de toplumun geri kalanına üzerlerine yapıştırılmış karakter etiketleriyle bakmaktadır
Cumhuriyet Kızları. Türkiye’de ilk kez Latin harfleriyle eğitim gören, eğer aileden almamışsa
dini eğitimden yoksun, her alanda okuyan, araştıran, hiçbir konuda erkeklerden geri
kalmayan, sorumluluk almaktan ve göreve atılmaktan çekinmeyen bu genç kızlar, Türk
edebiyatında da iz bırakan eserler vermiştir.

Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar üçlemesinin ilk kitabı olan Ölmeye Yatmak, tam
olarak yazarın bulunduğu konumdaki bir karakter olan Aysel’in hikâyesini anlatır. Yukarıda
bahsedilen ilk nesil Cumhuriyet kızlarının, onların kişiliklerinin, travmalarının, çıkmazlarının,
toplumdaki yer arayışlarının edebiyattaki ilk yansımalarından biridir.

Roman, 1968 yılında romanın ana karakteri Aysel’in bir otel odasında kendi ile bir iç
hesaplaşma içeresinde ölmeye yatması ile başlar. Ancak romandaki hikâyenin başlangıç
noktası, 1938 yılında Ankara’nın küçük bir kasabasındaki bir ilkokul piyesinde yer alan
çocukların, birisi Aysel’dir, o yıldan itibaren izi sürülen kişisel ve toplumsal hikâyeleridir.
Aysel, Türkiye’nin belkemiği olan orta sınıfa mensup, ev hanımı bir anne ve esnaf bir babanın
kızı olarak Ankara’da dünyaya gelmiştir. Genç ve idealist bir öğretmen olan Dündar
tarafından cumhuriyet ilkeleriyle yetiştirilen Aysel, ailesi çok istekli olmasa da okumaya
devam eder ve üniversitede öğretim görevlisi olur. Üniversitede öğrenciyken tanıştığı ve
yakınlık hissettiği entelektüel bir genç olan Ömer’le evlenir. Aysel, otel odasında ölmeye
yatmadan kısa bir süre önce üniversitedeki öğrencilerinden Engin’le gayrimeşru bir ilişki
yaşamış ve gelişen bunalımlar onu en sonunda intihar etmeye kadar sürüklemiştir.

Roman, Türk modernleşmesinin kadın cephesindeki gelişimini ortaya koyması


bakımından çok kıymetlidir. Bunda romanın aslında bir saatten biraz uzun bir sürede geçmesi
de etkili olmuştur. Zira kitabın başında intiharın eşiğindeyken okuyucunun karşısına çıkan
karakterin 30 yıllık hayatının geri dönüşlerle, bütüncül bir şekilde görülebilmesi romanın ‘dar
bir zamanda’ geçmesi sayesindedir. Romanın baş karakteri Aysel, modernleşmeden önce
evliliğin ve anneliğin kuşatması altında yaşayan Türk kadınının modernleşmeyle birlikte bu
sefer toplumsal sorumluluklar ve ülkenin beklentileri karşısında benliğine ve gerçek anlamda
özgülüğüne kavuşamamış yeni çehresini temsil etmektedir. Kitabın bir yerinde, lise öğrencisi
Aysel şu cümleyi sarf eder: “Yakında lise bitecek. Üniversiteye gideceğim. Yurduma daha
yararlı olacağım ve benim gibi kızlar sayesinde erkeklerimiz artık yalnız kalmayacaklar.” İşte
bu cümle onu yetiştiren eğitim mekanizmasının ondan beklentilerini göstermeye yetmektedir.
Kendisini hiçbir zaman sadece kendisinden ibaret görmeyen, vatandaşı olduğu devletin
ideallerini üstlenen, ülkesini kalkındırması beklenen cumhuriyetin kadınlarından biri olarak
her hareketinde devletine ve milletine karşı sorumluluk hisseden biri olan Aysel, 30 yıl sonra
intiharın eşiğinde tüm bu travmalarla da yüzleşecektir.
Dar Zamanlar üçlemesinin ikinci romanı Ölmeye Yatmak ise Adalet Ağaoğlu’nun
doğrudan 12 Mart 1971 muhtırasının bireysel ve toplumsal etkilerini konu edinen yine bir ‘dar
zaman’ hikayesidir. Roman, Ölmeye Yatmak’ la aynı kurmaca dünyasında geçse de olaylar ilk
romanda Aysel’in yuttuğu ilaçları kusmasıyla başarısız sonuçlanan intihar girişiminden
devam etmez. Aysel karakteri, bu romanda fiziksel olarak değil, karakterlerin diyaloglarının
satır aralarında mevcuttur.

26 Kasım 1972 tarihinde Aysel’in abisi İlhan’ın kızı Ayşen’le tümgeneral Hayrettin
Özkan’ın oğlu Ercan’ın Anadolu Kulübü’nde yapılan düğünü ekseninde toplumun farklı
kesimlerinden insanların yer aldığı geniş çerçeveli bir panorama olarak nitelendirilebilecek bu
roman, dönemin atmosferini en iyi yansıtan eserlerden biri olarak Türk edebiyatının
unutulmazları arasındaki yerini almıştır.

Bir Düğün Gecesi’nde baş karakter Aysel’in kız kardeşi Tezel’dir. Baş karakterin
değişmesi romanın geçtiği dönemin hakim atmosferindeki değişimin bir sonucudur. Aysel’in
temsil ettiği idealizm, adanmışlık, ulusun kadını gibi kavramlar 12 Mart muhtırasıyla darbe
yemiş ve özellikle sol görüşlü aydınlarda umutsuzluk, karamsarlık, inançsızlık gibi sonuçlara
sebep olmuştur. Bu nedenle de romanın ekseni de Aysel’den Tezel’e kaymıştır. Tezel, hayatı
anlamsız hatta komik bulan, kendisine yabancı gelen düğünün kalabalığına katlanabilmek için
çözümü içkide arayan bir gençtir. Aysel ise romanın satır aralarından öğrenildiği kadarıyla
askeri müdahalenin enkazı arasında koşuşturmakta, siyasi sebeplerle tutuklanan
arkadaşlarından birini kurtarmak için çabalamaktadır.

İki kardeş, muhtıranın etkisiyle oluşmuş iki farklı kişiliği temsil etmektedir. Birkaç
sene öncesinde intihara teşebbüs edecek kadar çıkmaza düşen Aysel, 12 Mart muhtırasının
ardından umutsuzluğa ve yıkıma düşmek yerine yeniden ideallerine sarılmış, Tezel ise bir
şeyleri düzeltmek için gayrete sahip değildir, küçük eğlencelerle vaktini geçirmektedir. Bunda
Tezel’in nihilist karakterinin de etkisinin olduğu düşünülebilir. Romanın başlarında Tezel
şunları söyler: “Yirmi beşlerinde, çiçeği burnunda, elinden en iyi gelenle insanlığını ve
ülkesini tek parmak yüceltmeye çalışırken sınırdışı edilmiş, yersiz yurtsuz bir vatandaş –ne
vatandaşı canım– sınır dışı edilmiş bir “hiç” olarak duydum kendimi.”

Olay örgüsü olarak bir yerden başlamayıp bir yerde bitmeyen roman, tıpkı ismindeki
gibi, öyle bir düğün gecesidir. Durağan bir olay örgüsünün takip edilmesi ve bir gecede ardı
ardına maceraların yaşandığı ve tüm karakterlerin hayatının değiştiği bir kurgunun tercih
edilmemesi, romanda önceliğin bu sabit çerçevedeki insanların dünyalarına yakından bakmak
ve bir dönem portresi çizmek olmasından ileri gelmektedir.

Üçlemenin son halkasını oluşturan Hayır... ise giriş kısmında bahsedilen karanlık
neticenin portresidir. Bu romanda baş karakter yeniden Aysel’dir fakat artık yaşlanmıştır.
Aysel’le birlikte onun nesli ve o neslin idealleri de artık tarihe karışmıştır. Devrim
heyecanıyla yanıp tutuşan genç nesilden neredeyse aynı çizgide ilerleyebilen kalmamıştır.
Aslına bakılırsa artık ortada bir çizgi de kalmamıştır. 12 Mart’taki muhtıraya rağmen direnen,
mücadele eden, idealleri uğruna yeniden ayağa kalkan nesil 12 Eylül’de tamamen etkisiz hale
getirilmiştir. İlk iki romanda hikayelerine tanıklık ettiğimiz devrimci karakterlerin her biri
başka bir tarafa savrulmuş, aydın kesimden olanların çoğu Avrupa’ya geçmiştir.

Sonuç

“Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma fırsatı vermiyor” diyen
Ahmet Hamdi Tanpınar, aslında bu toprakların yüz yıl da geçse değişmeyen, değişmeyecek
kaderinden şikayet etmektedir. Bu çalışmada ele alınan konu da Türkiye’nin evlatlarına nasıl
kendisini sevmenin bedelini ödettiğini göstermektedir. Adalet Ağaoğlu, Dar Zamanlar
üçlemesiyle bu ülkenin en kritik dönemeci olan Muhtıra dönemini, öncesi ve sonrasıyla da
birlikte edebiyatın sonsuz ve baki hafızasına emanet etmiştir. Bu ülke adına bir şeyleri
değiştirmek isteyen, rüzgarın estiği yöne başını çevirmeyen, yirmi birinci yüzyılda dahi
kendisini adayacağı bir ideali olan herkesin bu eserleri okuyup tarih boyu sesini kısmaya
çalışanlara Hayır... diye haykırması dileği bu çalışmanın oluşmasının tek sebebidir.

You might also like