You are on page 1of 171

Türk.

100 DERSİ
UZAKTAN EĞİTİM
GÜZ 2020
DERS NOTLARI

SİMLA ŞİRİN GÖKSEL

KOÇ ÜNİVERSİTESİ

1
Türk – 100 DERSİ
GÜZ 2020

Dersin Öğretmeni: Simla ŞİRİN GÖKSEL

Ofis: SOS-311

Ofis Tel: 1151

Cep Tel. : 532 2836133

E-Posta: ssirin@ku.edu.tr

Skype: simlagoksel@gmail.com

Ofis Saatleri: Randevu için lütfen e-posta atınız.

TÜRK 100 DERSİ HAKKINDA GENEL BİLGİ

Türk 100 dersi, öğrencilerin konuşma ve yazma yeteneklerini geliştirmeyi hedeflemekte ve bu amaç
doğrultusunda öğrenciler için gerekli teknik bilgileri sağlamaktadır. Ders, sözlü ve yazılı anlatım
olmak üzere iki ayrı bölüm halinde uygulanmaktadır. Türkçenin doğru ve etkili kullanımı esasına
2
dayalı derste öğrenciler sözlü ve yazılı uygulamalara katılmak, biri roman olmak üzere farklı
edebî türlerden metinler okumak ve bunlarla ilgili ödevler hazırlamakla yükümlüdür. Bu dersin
sağlıklı ve verimli bir şekilde işlenebilmesi için aşağıdaki konuların bilinmesi ve belirtilen kurallara
uyulması gerekmektedir.

Ders Saatinde Yapılacak Yazı Çalışmaları:


Bu uygulamalar, her hafta derste anlatılan ve tartışılan konuların denetlenmesini
amaçlamaktadır. Derste öğrenilen kuramsal bilgilere koşut olarak ve daha önce derste ele
alınan metin inceleme yöntemleri dikkate alınarak ya da dersin konuşma bölümünde
öğrencilerin yaptığı sunumların değerlendirmeleri şeklinde yapılacak yazı çalışmaları, 2’şer
puan üzerinden değerlendirilir. Öğrencilerden, toplam on tane olan bu çalışmalarından yedi
tanesine katılmaları beklenmektedir. Bir öğrencinin toplamda alacağı en yüksek not 14 puandır.
Yedi taneden fazlasına katılan öğrencilere bonus puan verilmez; hiçbir yazı çalışmasının
telafisi yapılmaz. Tüm yazı çalışmaları “blackbord”a yüklenecektir.
Ara Sınav (Öykü ve Şiir):
Tüm Turk100 öğrencileri şiir ve öykü türünün örneklerinden sorumlu oldukları bu sınava
ortak bir günde girerler. Öykü ve şiir ara sınavı için derste incelenen örneklerle benzer özellikler
taşıyan metinler bir hafta önceden öğrencilere verilir. Sınavda, metin inceleme konusunda
kazanılmış olması beklenen temel beceriler ölçülür. Öğrenci karşılaştırma ve çözümleme yoluyla bu
becerileri yeni metinler üzerinde uygular. Bu uygulama 25 puan üzerinden değerlendirilir.
Ara sınava katıl(a)mayan öğrencinin belgelendirilmiş mazeretler (sağlık raporu,
dekanlıktan onaylı izin kâğıdı vb.) dışında herhangi bir mazereti kabul edilmeyecektir.
Mazeretli öğrenciye bir tek telafi sınavı yapılır. Telafi sınavlarında öğrenci farklı öykü ve
şiirlerden sorumlu olacaktır. Öğrencinin ikinci bir telafi hakkı yoktur. Geçerli mazereti
olmayan öğrenciler bu uygulamadan puan alamayacaktır.
Roman Ödevi:
Bu ödev, dönemin son haftasında ders öğretmeninin belirlediği son tarihe kadar
“blackboard”a yüklenecek ve 25 puan üzerinden değerlendirilecektir. Öğrenci, ders öğretmeni
tarafından dönem başında verilen bir romanı okumakla yükümlüdür. Roman, ödev tesliminden
önceki bir derste sınıf içerisinde tartışma şeklinde incelenir ve öğrencilerin soruları yanıtlanır.
Topluluk Karşısında Konuşma:
Topluluk karşısında konuşma pratiği ile ilgili olan bu çalışma 25 puan üzerinden
değerlendirilir. Öğrenci daha önce hazırlamış olduğu bir konuda kendisine verilen süre içerisinde ve
3
ders saatinde, kamerası açık olarak bilgi verme ya da ikna etme amaçlı bir konuşma yapar.
Öğrencinin konuşma yapacağı gün, öğretmen tarafından belirlenir. Gününde konuşma
yapmayan öğrencinin belgelendirilmiş mazeretleri (sağlık raporu, dekanlıktan onaylı izin
kâğıdı vb.) dışında herhangi bir mazereti kabul edilmeyecektir. Geçerli mazereti olmayan
öğrenciler bu uygulamadan puan alamayacaktır.
Öğrenci konuşma gününden önce, belirlenen bir tarihte, derste kendisine verilen bilgiler
dâhilinde bir taslak hazırlar ve bu taslağı ders öğretmeninin onayına sunar. Ders öğretmeni taslağı
inceleyerek uygun görmediği takdirde konuşma konusunun değişmesini ya da taslağın yeniden
yapılandırılmasını isteyebilir. Dersin öğretmeni tarafından belirlenecek tarihteki taslak
görüşmesine katılmayan öğrenci 5 puan kaybeder.
Konuşma bölümünde izlenecek süreç aşağıdaki gibidir:
1. Konu seçimi: Konuşma derslerinin sonunda öğrenci kurallara uygun olarak bir konu
belirler.
2. Konuşma taslağının hazırlanması ve ders öğretmeni ile görüşme: (5p) Ders öğretmeni
tarafında belirlenen tarihte öğrenci; derste anlatıldığı şekilde, bilgisayarda yazılmış olarak
konuşmasının bir taslağını ders öğretmenine sunar. Ders öğretmeni, taslağın anlatılan ve istenilen
ölçütlere uygunluğunu değerlendirir. Ders öğretmeni ile konuşma taslağı hakkında birebir yapılan
görüşmeye öğrencinin randevu aldığı saatte katılması gerekmektedir. Görüşmeye katılmayan
öğrenci 5 puan kaybeder.
3. Konuşma konusunun sunumu: Sunumlar ders öğretmeninin belirleyeceği takvime
uygun olarak yapılır. Her öğrenci daha önce seçtiği konuyu canlı derste, diğer öğrencilerin
karşısında sunmakla yükümlüdür. Sunumla ilgili kurallar sunum tarihinden önce dersin öğretmeni
tarafından öğrencilere iletilir.
Derste Yapılacak Tartışmalara Katılım (Etkinlik):
Turk100 dersi, öğrencilerin metin okumakla yükümlü olduğu bir derstir. Öykü, deneme, şiir,
roman türünde ders öğretmeni tarafından daha önceden öğrencilere duyurulan metinler üzerinden
dersler işlenir. Metinlerin okunmadığı ya da okuyan öğrencinin derse katılmadığı, öğretmenin
bilgi vermesinden ibaret bir ders işlenirse, amaçlanan hedeflere ulaşmak mümkün değildir. Bu
bakımdan öğretmenin; her ders tartışmayı canlı tutmaya, bilgi ve tartışma arasındaki sürekliliği
sağlamaya özen gösterirken her öğrencinin eşit miktarda derse katılabileceği bir şekilde tartışmayı
yönetmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra “konuşma” bölümünde, sunum yapan öğrencileri diğer
arkadaşlarının dinlemesi de çok önemlidir. Dersin öğretmeni, bu idealleri teşvik etmek için dönem
4
boyunca her bir öğrencinin sınıf içindeki ilgisini gözlemler. Burada öğretmen; öğrencilerin
sorumluluk duygularını, derse hazırlıklarını, sınıftaki tartışmalara katılımlarını toplam 11
puan üzerinden değerlendirir.
TELAFİLER
Türk100 dersinde tek bir tarihte gerçekleştirilen sınav ya da uygulamalara katıl(a)mayan
öğrenciler belgelendirilmiş mazeretler (sağlık raporu, dekanlıktan onaylı izin kâğıdı vb.)
bildirdikleri takdirde öğretmen tarafından belirlenecek bir tarihte mazeret sınavına girebilirler.
Mazeretli öğrenciye bir tek telafi sınavı yapılır, ikinci bir telafi hakkı yoktur. Ancak uzun bir
sürece yayılan uygulama ya da ödevler (sunum vb.) için telafi söz konusu olmayacaktır. Çünkü
bu tür uygulama ya da ödevler tek bir günde ya da haftada değil, belirli bir takvime bağlı olarak
uzun bir sürede gerçekleştirilmektedir.
KOPYA
Sınav, proje, ödev çalışmalarında kopya çektiği veya verdiği tespit edilen veya kopya çekmeye veya
vermeye yeltenen ve kaynak belirtmeksizin alıntı yapan öğrenciye dersin o biriminden F notu verilir
ve hakkında disiplin soruşturması açılır. (Koç Üniversitesi Lisans Yönetmeliğinin 22. maddesi)
Türk100 Dersinin Konulara Göre Not Dağılımı:
Yazı Çalışmaları: 14 puan
Etkinlik: 11 puan
Ara Sınav (Öykü ve Şiir): 25 puan
Konuşma: 20 puan
Konuşma Taslak: 5 puan
Roman Sınavı: 25 puan

5
NOT DAĞILIMI ÇİZELGESİ

A 95-100
A- 90-94
B+ 87-89
B 83-86
B- 80-82
C+ 75-79
C 70-74
C- 63-69
D+ 57-62
D 50-56
F 0-49

6
1. hafta 6 EKİM Dersin tanıtımı

8 EKİM İleti (e-posta) yazım kuralları

9 EKİM Sınıf içi uygulama 1

2. hafta 13 EKİM Deneme hakkında bilgi

15 EKİM Deneme metni örnekleri

16 EKİM Sınıf içi uygulama 2

3. hafta 20 EKİM Makale hakkında genel bilgi / Biçim kuralları / Taslak oluşturma

22 EKİM Makale örneği

23 EKİM Sınıf içi uygulama 3

4. hafta 27 EKİM Makale örneği

29 EKİM TATİL

30 EKİM Sınıf içi uygulama 4

5. hafta 3 KASIM Öykü hakkında kısa bilgi / Öykü eleştirisi

5 KASIM Öykü çözümleme / Örnek öykü

6 KASIM Sınıf içi uygulama 5

6. hafta 10 KASIM Öykü çözümleme / Örnek öykü

12 KASIM Şiir çözümleme

13 KASIM Sınıf içi uygulama 6

7. hafta 17 KASIM Konuşma Dersi I

19 KASIM Konuşma Dersi II

20 KASIM ARA SINAV (25p)

8. hafta 24 KASIM Konuşma Dersi III

26 KASIM Konuşma Taslaklarının Değerlendirilmesi (5p)

27 KASIM Konuşma Taslaklarının Değerlendirilmesi (5p)

9. hafta 1 ARALIK Konuşma Taslaklarının Değerlendirilmesi (5p)

3 ARALIK Konuşma Taslaklarının Değerlendirilmesi (5p)

7
4 ARALIK Sınıf içi uygulama 7

10. hafta 8 ARALIK Konuşmalar (20p)

10 ARALIK Konuşmalar (20p)

11 ARALIK Sınıf içi uygulama 8

11. hafta 15 ARALIK Konuşmalar (20p)

17 ARALIK Konuşmalar (20p)

18 ARALIK Sınıf içi uygulama 9

12. hafta 22 ARALIK Konuşmalar (20p)

24 ARALIK Konuşmalar (20p)

25 ARALIK Sınıf içi uygulama 10

13. hafta 29 ARALIK Roman Tartışma

31 ARALIK TATİL

1 OCAK TATİL

14. hafta 5 OCAK Konuşmalar (20p)

7 OCAK Konuşmalar (20p)

8 OCAK ROMAN MAKALE ÖDEVLERİ TESLİM (25p)

TÜRK-100 DERSİ İÇİN OKUNACAK KİTAP

8
ROMAN: (Makale ödevi hazırlanacak 25p)

“Oğullar ve Rencide Ruhlar” Alper CANIGÜZ

(Tartışma: 29 ARALIK 2020)

(Teslim Tarihi: 8 OCAK 2021)

Simla ŞİRİN GÖKSEL

GÜZ-2020

YAZILI
ANLATIM
BÖLÜMÜ

9
YAZIM
VE
NOKTALAMA


10
Bazı Kelime ve Eklerin Yazılışı1

Bağlaç Olan da, de’nin Yazılışı

Bağlaç olan da, de ayrı yazılır. Kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü
uyumlarına uyar: Kızı da geldi gelini de. Durumu oğluna da bildirdi. Sen de mi kardeşim? Güç de olsa.
Konuşur da konuşur.
UYARI : Ayrı yazılan da, de hiçbir zaman ta, te biçiminde yazılmaz.
UYARI : Ya sözüyle birlikte kullanılan da mutlaka ayrı yazılır: ya da.
UYARI : Da, de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır: Ayşe de geldi
(Ayşe'de geldi değil).
UYARI : Da, de bağlacının bulunma durumu eki olan -da, -de, -ta, -te ile hiçbir ilgisi yoktur.
Bulunma durumu eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır: devede (deve-de) kulak, evde (ev-de) kalmak, yolda
(yol-da) kalmak, ayakta (ayak-ta) durmak, çantada (çanta-da) keklik. İkide (iki-de) bir aynı sözü söyleyip
durma.
Yurtta sulh, cihanda sulh.
(Mustafa Kemal Atatürk)

Bağlaç Olan ki’nin Yazılışı

Bağlaç olan ki ayrı yazılır: demek ki, kaldı ki, bilmem ki.
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.
(Mustafa Kemal Atatürk)
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
(Orhan Veli Kanık)
Ruşen Eşref Ünaydın'ın "Diyorlar ki" adlı eseri ne güzeldir!
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Ki bağlacı, birkaç örnekte kalıplaşmış olduğu için bitişik yazılır: belki, çünkü, hâlbuki, mademki,
meğerki, oysaki, sanki. Bu örneklerden çünkü sözünde ek aynı zamanda küçük ünlü uyumuna uymuştur.

1 www.tdk.gov.tr
11
Şüphe ve pekiştirme göreviyle kullanılan ki sözü de ayrı yazılır: Babam geldi mi ki? Başbakan
konuşacak mı ki?

Bağlaç Olan ne ... ne ...’nin Yazılışı

Bu bağlacın kullanıldığı cümlelerde fiil olumlu olmalıdır: Ne Fransa’da ne de Almanya’da aradığını


bulabilmişti.
Onlar ne arsız ne yılışkan ve yırtık gülmelidirler; ne de somurtmalıdırlar.
(Refik Halit Karay)
Ne ziraat ne ticaret için kâfi nüfus kaldı.
(Falih Rıfkı Atay)

Soru Eki mı, mi, mu, mü’nün Yazılışı

Bu ek gelenekleşmiş olarak ayrı yazılır ve kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak
ünlü uyumlarına uyar: Kaldı mı? Sen de mi geldin? Olur mu? İnsanlık öldü mü?
Soru ekinden sonra gelen ekler, bu eke bitişik olarak yazılır: Verecek misin? Okuyor muyuz? Çocuk
muyum? Gelecek miydi? Güler misin, ağlar mısın?
Bu ek sorudan başka görevlerde kullanıldığında da ayrı yazılır: Güzel mi güzel! Yağmur yağdı mı
dışarı çıkamayız.
UYARI: Vazgeçmek birleşik fiili, mi soru ekiyle birlikte kullanıldığında iki ayrı biçimde yazılabilir:
Vaz mı geçtin? Vazgeçtin mi?

Fiil Çekimi ile İlgili Yazılışlar

Gelecek zaman ekinin ünlüleri ile zaman ekinden önceki ünlü, söyleyişe bakılmaksızın bütün
şahıslarda a, e ile yazılır: geleceğim, gelmeyeceğim, gelemeyeceğim, geleceğiz, gelmeyeceğiz, gelemeyeceğiz,
gelmeyeceksin, gelemeyeceksin; alacağım, almayacağım, alamayacağım, almayacaksın, alamayacaksın;
başlayacağım.
Teklik ve çokluk 1. kişi emir eklerinin ünlüsü ile ekten önceki ünlü, söyleyişe bakılmaksızın a, e ile
yazılır: başlayayım, gelmeyeyim; başlayalım, gelmeyelim.
İstek ekinden önce gelen ünlü, söyleyişe bakılmaksızın a, e ile yazılır: başlayasın, başlaya,
başlayasınız, başlayalar; gelmeyesin, gelmeye, gelmeyesiniz, gelmeyeler.

Mastar Eklerinin Yazılışı

-mak, -mek ile biten mastarlardan sonra -a, -e, -ı, -i eklerinden biri geldiğinde araya y ünsüzü girer:
kazanmak-a > kazanma-y-a, aldanmak-ı > aldanma-y-ı, sevmek-e > sevme-y-e, görmek-i > görme-y-i.

İken’in Yazılışı

12
İken ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Bu durumda başındaki i
ünlüsü düşer. Getirildiği kelimenin ünlüleri kalın da olsa, bu ekin ünlüsü ince kalır: okur-ken (< okur iken),
yazar-ken (< yazar iken), çalışır-ken (< çalışır iken), uyur-ken (< uyur iken), başlar-ken (< başlar iken),
durmuş-ken (< durmuş iken), olgun-ken (< olgun iken), durgun-ken (< durgun iken).
İken, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y ünsüzü
girer: okulday-ken (< okulda iken), yolday-ken (< yolda iken).

İle’nin Ek Olarak Yazılışı

İle ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Kelimelere eklenerek
yazıldığında ünlü uyumlarına uyar.
İle, ünsüzle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde i ünlüsü düşer ve bitişik yazılır: bulut-la (bulut
ile), çiçek-le (çiçek ile), kuş-la (kuş ile).
İle, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y ünsüzü girer.
Ek, ünlü uyumlarına uyar: arkadaşı-y-la (arkadaşı ile), anası-y-la, (anası ile), çevre-y-le (çevre ile), sürü-y-
le (sürü ile), yapı-y-la (yapı ile).

Ek Fiil Olan imek’in Yazılışı

İmek fiili bugün daha çok ekleşmiş olarak kullanılmakta ve ünlü uyumlarına uymaktadır.
Ünlüyle biten kelimelere eklendiğinde i ünlüsü düşer. Bu durumda araya y ünsüzü girer: ne-y-se (ne
ise), sonuncu-y-du (sonuncu idi), yabancı-y-mış (yabancı imiş).
Ünsüzle biten kelimelere eklendiğinde de i ünlüsü düşer: gelir-se (gelir ise), güzel-miş (güzel imiş),
yorgun-du (yorgun idi).

Pekiştirmeli Sıfatların Yazılışı

Pekiştirmeli sıfatlar bitişik yazılır: apaçık, apak, büsbütün, çepeçevre, çırçıplak, çırılçıplak, dümdüz,
düpedüz, gömgök, güpegündüz, kapkara, kupkuru, paramparça, sapasağlam, sapsarı, sırsıklam, sırılsıklam,
sipsivri, yemyeşil.

Düzeltme İşareti

Düzeltme işaretinin kullanılacağı yerler aşağıda gösterilmiştir:

1. Yazılışları bir, anlamları ve okunuşları ayrı olan kelimeleri ayırt etmek için, okunuşları uzun olan
ünlülerin üzerine konur: adem (yokluk), âdem (insan); adet (sayı), âdet (gelenek, alışkanlık); alem (bayrak),
âlem (dünya, evren); alim (her şeyi bilen), âlim (bilgin); aşık (eklem kemiği), âşık (vurgun, tutkun); hakim
(hikmet sahibi), hâkim (yargıç); hal (pazar yeri), hâl (durum, vaziyet); hala (babanın kız kardeşi), hâlâ
(henüz); şura (şu yer), şûra (danışma kurulu).

13
UYARI : Katil (< katl = öldürme) ve kadir (< kadr = değer) kelimeleriyle karışma olasılığı olduğu
hâlde katil (ka:til = öldüren) ve kadir (< ka:dir = güçlü) kelimelerinin düzeltme işareti konmadan yazılması
yaygınlaşmıştır.
2. Arapça ve Farsçadan dilimize giren birtakım kelime ve eklerle özel adlarda bulunan ince g, k
ünsüzlerinden sonra gelen a ve u ünlüleri üzerine konur: dergâh, gâvur, ordugâh, tezgâh, yadigâr, Nigâr;
dükkân, hikâye, kâfir, kâğıt, Hakkâri, Kâzım, mahkûm, mekân, mezkûr, sükûn, sükût. Kişi ve yer adlarında
ince l ünsüzünden sonra gelen a ve u ünlüleri de düzeltme işareti ile yazılır: Halûk, Lâle, Nalân; Balâ,
Elâzığ, İslâhiye, Lâdik, Lâpseki.
3. Nispet i'sinin belirtme durumu ve iyelik ekiyle karışmasını önlemek için kullanılır. Böylece (Türk)
askeri ve askerî (okul), (İslam) dini ve dinî (bilgiler), (fizik) ilmi ve ilmî (tartışmalar), (Atatürk'ün) resmi ve
resmî (kuruluşlar) gibi anlamları farklı kelimelerin karıştırılması da önlenmiş olur.
Nispet i'si alan kelimelere Türkçe ekler getirildiğinde düzeltme işareti olduğu gibi kalır:
millîleştirmek, millîlik, resmîleştirmek, resmîlik.

Sayıların Yazılışı

1. Sayılar metin içerisinde yazıyla yazılır: bin yıldan beri, dört kardeş, haftanın beşinci günü, üç
ayda bir, yüz soru, iki hafta sonra, üçüncü sınıf.
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
(Cahit Sıtkı Tarancı)
Buna karşılık saat, para tutarı, ölçü, istatistik verilere ilişkin sayılarda rakam kullanılır: 17.30'da,
11.00’de, 1.500.000 lira, 25 kilogram, 150 kilometre, 15 metre kumaş, 1.250.000 kişi, % 25, % 50.
Saat ve dakikalar metin içinde yazıyla da yazılabilir: saat dokuzu beş geçe, saat yediye çeyrek kala,
saat sekizi on dakika üç saniye geçe, mesela saat onda.
2. Birden fazla kelimeden oluşan sayılar ayrı yazılır: iki yüz, üç yüz altmış beş.
3. Para ile ilgili işlem ve senet, çek vb. ticarî belgelerde geçen sayılar bitişik yazılır: 650,35
(altıyüzelliTL,otuzbeşKr).
4. Notayı niteleyen sayılar ayrı yazılır: on altılık.
5. Oyun adlarını niteleyen sayılar bitişik yazılır: altmışaltı.
6. Romen rakamları ancak yüzyıllarda, hükümdar adlarında, tarihlerde ayların yazılışında, kitap ve
dergi ciltlerinde ve kitapların asıl bölümlerinden önceki sayfaların numaralandırılmasında kullanılabilir: XX.
yüzyıl, III. Selim, XIV. Louis, II. Wilhelm, V. Karl, VIII. Edward, 1.XI.1928, I. Cilt, XII. Cilt.
7. Beş ve beşten çok rakamlı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve araya
nokta konur: 326.197, 49.750.812, 28.434.250.310.500 .
8. Sayılarda kesirler virgül ile ayrılır: 15,2 (15 tam, onda 2), 5,26 (5 tam, yüzde 26).
9. Sıra sayıları yazıyla ve rakamla gösterilebilir. Rakamla gösterilmesi durumunda ya rakamdan
sonra bir nokta konur ya da rakamdan sonra kesme işareti konularak derece gösteren ek yazılır: 15., 56., XX.;
5'inci, 6'ncı.
UYARI : Sıra sayıları ekle gösterildiğinde rakamdan sonra sadece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca
nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci.

14
10. Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla belirtilir: 2'şer değil ikişer, 9'ar değil dokuzar, 100’er
değil yüzer.
Noktalama İşaretleri

Duygu ve düşünceleri daha açık ifade etmek, cümlenin yapısını ve duraklama noktalarını belirlemek,
okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere noktalama
işaretleri kullanılır.
Noktalama işaretlerinden nokta, virgül, noktalı virgül, iki nokta, üç nokta, soru, ünlem, tırnak
işaretleri, ayraç ve kesme ait oldukları kelimelere bitişik olarak yazılır ve kesme dışındaki işaretlerden sonra
bir harf boşluğu ara verilir.

Tırnak İşareti ( “ ” )

1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tırnak içine alınır: Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesinin ön cephesinde Atatürk'ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır.
Ulu önderin “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü her Türk'ü duygulandırır.
Bakınız, şair vatanı ne güzel tarif ediyor:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
UYARI : Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.)
tırnak içinde kalır: “Akıl yaşta değil baştadır.” atasözü yüzyılların tecrübesinden süzülüp gelen bir gerçeği
ifade etmiyor mu?
“İzmir üzerine dünyada bir şehir daha yoktur!” diyorlar.
(Yahya Kemal Beyatlı)
UYARI : Uzun alıntılarda her paragraf ayrı ayrı tırnak içine alınır.
2. Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınır: Yeni bir “barış taarruzu” başladı.
3. Cümle içerisinde kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınır:
Yahya Kemal'in bazı şiirleri “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında çıktı.
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
“Yazım Kuralları” bölümünde bazı uyarılara yer verilmiştir.
UYARI: Cümle içerisinde özel olarak belirtilmek istenen sözler, kitapların ve yazıların adları ve
başlıkları tırnak içine alınmaksızın koyu yazılarak veya eğik yazıyla (italik) dizilerek de gösterilebilir:
Höyük sözü Anadolu'da tepe olarak geçer.
Cahit Sıtkı'nın Şairin Ölümü şiirini Yahya Kemal çok sevmişti.
(Ahmet Hamdi Tanpınar)
UYARI : Tırnak içine alınan sözlerden sonra kesme işareti kullanılmaz: Yahya Kemal’in “Aziz
İstanbul”unu okudunuz mu?
4. Bibliyografik künyelerde makale adları tırnak içinde verilir.

Tek Tırnak İşareti ( ‘ ’ )

15
Tırnak içinde verilen ve yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü belirtmek için kullanılır:
Edebiyat öğretmeni “Şiirler içinde ‘Han Duvarları’ gibisi var mı?” dedi ve Faruk Nafiz’in bu güzel
şiirini okumaya başladı.
“Atatürk henüz ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa’ idi. Benden ona dair bir kitap için ön söz istemişlerdi.”
(Falih Rıfkı Atay)

Kesme İşareti ( ' )

1. Aşağıda sıralanan özel adlara getirilen iyelik, durum ve bildirme ekleri kesme işaretiyle ayrılır:
a. Kişi adları, soyadları ve takma adlar: Atatürk’üm, Fatih Sultan Mehmet’e, Muhibbi’nin, Gül
Baba’ya, Sultan Ana’nın, Yurdakul’dan, Kâzım Karabekir’i, Yunus Emre’yi, Ziya Gökalp’tan, Refik Halit
Karay’mış, Ahmet Cevat Emre’dir, Namık Kemal’se.

UYARI : Sonunda p, ç, t, k ünsüzlerinden biri bulunan Ahmet, Çelik, Çiçek, Halit, Mehmet, Mesut,
Murat, Özbek, Recep, Yiğit, Bosna-Hersek, Gaziantep, Kerkük, Sinop, Tokat, Zonguldak gibi özel adlara
ünlüyle başlayan ek getirildiğinde kesme işaretine rağmen Ahmedi, Çeliği, Çiçeği, Halidi, Mehmedi,
Mesudu, Muradı, Özbeği, Recebi, Yiğidi, Bosna-Herseği, Gaziantebi, Kerküğü, Sinobu, Tokadı, Zonguldağı
biçiminde son ses yumuşatılarak söylenir.

UYARI: Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığında kesme işareti yay ayraçtan sonra
konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.
Ancak cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme işaretine gerek
yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.

UYARI : Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden
sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.

b. Millet, boy, oymak adları: Türk’üm, Alman’sınız, İngiliz’den, Rus’muş, Oğuz’un, Kazak’a,
Kırgız’ım, Özbek’e, Karakeçili’nin, Hacımusalı’ya.
c. Devlet adları: Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı Devleti’ndeki, Amerika Birleşik Devletleri’ne,
Azerbaycan Cumhuriyeti’nden.
ç. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar: Allah’ın, Tanrı’ya, Cebrail’den, Zeus’u.
d. Kıta, deniz, nehir, göl, dağ, boğaz, geçit, yayla; ülke, bölge, il, ilçe, köy, semt, bulvar, cadde,
sokak vb. coğrafyayla ilgili yer adları: Asya’nın, Marmara Denizi’nden, Akdeniz’i, Meriç Nehri’ne, Van
Gölü’ne, Ağrı Dağı’nın, Çanakkale Boğazı’nın, Zigana Geçidi’nden, Uzunyayla’ya, Türkiye’dir, İç
Anadolu’da, Doğu Anadolu’ya, Ankara’ymış, Sungurlu’ya, Ziya Gökalp Bulvarı’ndan, Yıldız Mahallesi’ne,
Taksim Meydanı’ndan, Reşat Nuri Sokağı’na.

UYARI: Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman ekten önce kesme
işareti kullanılır: Hisar’dan, Boğaz’dan.

16
e. Gök bilimiyle ilgili adlar: Jüpiter’den, Venüs’ü, Halley’in, Merih’e, Büyükayı’da, Yedikardeş’ten,
Samanyolu’nda.
f. Saray, köşk, han, kale, köprü, anıt vb. adları: Dolmabahçe Sarayı’nın, Çankaya Köşkü’ne, Sait
Halim Paşa Yalısı’ndan, Ankara Kalesi’nden, Horozlu Han’ın, Galata Köprüsü’nün, Bilge Kağan
Abidesi’nde, Çanakkale Şehitleri Anıtı’na.
g. Kitap, dergi, gazete ve sanat eseri (tablo, heykel, müzik vb.) adları: Nutuk’ta, Safahat’tan, Kiralık
Konak’ta, Sinekli Bakkal’ı, Hürriyet’te, Resmî Gazete’de, Onuncu Yıl Marşı’nı, Yunus Emre Oratoryosu’nu,
Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü.
ğ. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve genelge adları: Millî Eğitim Temel Kanunu’na, Medeni
Kanun’un, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Tüzüğü’nde, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği’nin.

UYARI: Belli bir kanun, tüzük, yönetmelik kastedildiğinde büyük harfle yazılan kanun, tüzük,
yönetmelik sözlerinin ek alması durumunda kesme işareti kullanılır: Bu Kanun’un 17. maddesinin c bendi...
Yukarıda adı geçen Yönetmelik’in 2’nci maddesine göre... vb.

h. Hayvanlara verilen özel adlar: Sarıkız’ın, Karabaş’a, Pamuk’u, Minnoş’tan.

UYARI: Kurum, kuruluş, kurul ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Türkiye Büyük
Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dekanlığına, Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığının;
Bakanlar Kurulunun, Danışma Kurulundan, Yürütme Kuruluna; Mavi Köşe Bakkaliyesinden, Gimanın.

UYARI : Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler
kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı,
Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Türklerin, Türklüğün,
Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan, Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün.

2. Kişi adlarından sonra gelen saygı sözlerine getirilen ekleri ayırmak için konur: Nihat Bey’e, Ayşe
Hanım’dan, Mahmut Efendi’ye, Enver Paşa’ya vb.

UYARI: Unvanlardan sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Cumhurbaşkanınca, Başbakanca, Türk
Dil Kurumu Başkanına göre vb.

3. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de, TV'ye.

UYARI : Sonunda nokta bulunan kısaltmalarla üs işaretli kısaltmalar kesmeyle ayrılmaz. Bu tür
kısaltmalarda ek noktadan ve üs işaretinden sonra, kelimenin ve üs işaretinin okunuşuna uygun olarak
yazılır: vb.leri, Alm.dan, İng.yi; cm³e (santimetre küpe), m²ye (metre kareye), 64ten (altı üssü dörtten).
4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik, 9,65’lik.
1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım.

17
(Mustafa Kemal Atatürk)

5. Şiirde seslerin ölçü dolayısıyla düştüğünü göstermek için kesme işareti kullanılır:
Bir ok attım karlı dağın ardına
Düştü n'ola sevdiğimin yurduna
İl yanmazken ben yanarım derdine
Engel aramızı açtı n'eyleyim
(Karacaoğlan)

6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur: a'dan z'ye kadar, b'nin m'ye dönüşmesi,
Türkçede -lık'la yapılmış sözler.

UYARI: Akım, çağ ve dönem adlarından sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Eski Çağın,
Yükselme Döneminin, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına.

e-posta

18
Elektronik Posta Yazarken Dikkat Edilmesi Gerekenler

I. E-posta ile iletişim:


• Okul e-postanızı en az günde dört kere kontrol ediniz.
• Özellikle okuldaki akademik ve idari birimlerden gelen tüm mesajları okuyunuz.
• Sizden yanıt talep edilen mesajlara 24 saat içinde cevap yazınız.
II. E-posta Yazımı
• Konu (Subject):
- Konu kısmında mesajınızın konusunu kısa ve öz bir biçimde belirtiniz.
- Konu kısmını hiçbir zaman boş bırakmayınız.
- Size gönderilen bir e-postaya yanıt veriyorsanız ‘Re: …’ şeklindeki başlığı
değiştirmeyiniz.
- ‘Merhaba’ gibi selamlama veya hitap cümlelerini konu bölümüne yazmayınız.
- Bu bölüme sadece ‘acil’, ‘önemli’, ‘dikkat’ veya ‘oku’ yazmayınız. Eğer mesajınıza
özellikle dikkat çekmek istiyorsanız konu kısmına ‘Acil’ yazdıktan sonra esas konuyu
belirtiniz (ör: ‘Acil: Ders Notları’)

19
- Mesajın konusu ve içeriği aynı dilde olmalıdır.
• Kimden (From):
- E-posta ayarlarınızı kontrol ederek bu kısımda e-posta adresinize ek olarak isim ve
soyadınızın göründüğünden mutlaka emin olunuz.
- Bu kısımda adınız ve soyadınız yerine GMAIL IMAP şeklinde ifadeler görünmemelidir.
• Kime (To):
- Bu bölüme mesajı dikkatine gönderdiğiniz kişi veya kişilerin e-posta adresini yazınız.
• Bilgi (Cc): (Carbon Copy)
- Mesajınızdan haberdar olmasını istediğiniz kişilerin e-posta adreslerini bu bölüme
yazınız.
- Yanıt beklediğiniz kişilerin e-posta adreslerini bu bölüme yazmayınız.
• Gizli (Bcc): (Blind Carbon Copy)
- Buraya yazdığınız adresler kimse tarafından görülmez.
- Toplu e-posta gönderimlerinde alıcıların gizliliğini korumak açısından tüm adresleri bcc
bölümüne yazılması uygundur.

• İçerik
- Mesajınız içeriğini sunmadan önce, mesajı gönderdiğiniz kişi ya da kişilere uygun
şekilde hitap ediniz (ör. Merhaba Deniz Hocam).
- Kendini tanıtma: Mesaj gönderdiğiniz kişi sizi iyi tanımıyorsa kendinizi tanıtınız veya
hatırlatınız. Bu aşamada adınız, soyadınız yerine mesaj gönderdiğiniz kişinin gözünde
sizi başkalarından ayrıştıracak detaylardan bahsediniz (ör: Ben Turk100-01 dersinden
öğrencinizim). Adınız ve soyadınız ‘Kimden’ ve ‘imza’ bölümlerinde görünecektir.
- Mesaj içeriğini kısa ve öz bir biçimde oluşturunuz.
- Mesajınızın amacını açık ve net olarak belirtiniz.
- Mesaj içeriğini giriş, gelişme ve sonuç şeklinde düzenleyiniz. Farklı konulardan
bahsedecekseniz paragraf değiştiriniz.
- Karşı taraftan herhangi bir talebiniz varsa, bunu saygılı bir biçimde dile getiriniz.
- Ekli mesaj gönderiyorsunuz, içerikte bunu mutlaka belirtiniz.
- İçeriği bulunmayan mesajlar göndermeyiniz.
20
- Mesajınızı göndermeden önce baştan sona okuyarak kendinizi kısa, öz ve saygılı bir
biçimde ifade ettiğinizden emin olunuz.
- Mesajınızı ‘Saygılarımla’, ‘İyi çalışmalar’ gibi bir selamlama ifadesiyle tamamlayınız.
- Mesajlarınızın sonuna isim ve soyadınızı yazmayı unutmayınız.
- Eğer karşı tarafa kolaylık sağlayacaksa, duruma göre isminizin altına bölüm, sınıf,
öğrenci numarası gibi ayrıştırıcı bilgileri yazabilirsiniz. (İmza)
• Format
- Yazım kurallarına mutlaka uyunuz. Bir sözcüğün nasıl yazıldığından emin değilseniz
Türk Dil Kurumu’nun www.tdk.gov.tr adresine başvurunuz. Noktalama işaretlerini ve
büyük/küçük harfleri doğru yer ve şekilde kullanmaya özen gösteriniz.
- Mesajlarınızın tamamını BÜYÜK HARFLERLE yazmayınız.
- Mesajlarınızda düzgün bir Türkçe veya İngilizce kullanmaya özen gösteriniz.
- Bir mesajdaki tüm sözcükler, bütünlük açısından aynı dilde olmalıdır.
- Bir e-postada yazı karakterleri, bütünlük açısından aynı formatta olmalıdır.
- Türkçe bir mesaj yazarken Türkçe karakterler (ç, ı, ö, ş vb.) kullanınız.
- “Slm, mrb” türü kısaltmalar kullanmayınız.
- Özellikle resmi yazışmalarda siyah renk ve Times New Roman, Arial gibi ciddi ve
kolay okunan yazı stilleri kullanınız.

- 😊 ☹ gibi semboller kullanmayınız.

- Size gönderilen bir mesaja yanıt yazıyorsanız o mesajın gönderim bilgilerini ve


içeriğini silmeyiniz. Mesajınızı bu bölümün üzerine yazınız.
Uygun olmayan e-posta örneği

Hocam ben makaleyi tam anlamadim nasi yazicaz simdi

Uygun E-posta Örneği

Merhaba hocam,

Ben Turk100-01 dersinizi alıyorum. Önümüzdeki hafta teslim etmemiz gereken makaleyle ilgili
birkaç konuyu size danışmak istiyorum. Uygun zamanınızı bildirirseniz memnun olurum.

Şimdiden teşekkürler.

Saygılarımla,
21
Ayşegül Güryüksel

1. Sınıf öğrencisi

Psikoloji Bölümü

Uygun olmayan e-posta örneği

Hocam derse katılıma 20 puan demişsiniz ben her derse girdim 13 puan vermişsiniz. Eger
yukseltmezsenız kalirim hocam lütfen yardimci olun isterseniz ek odev hazırliim acil yanıtınızı
bekliorum
Uygun olmayan e-posta örneği

Merhaba hocam nasilsiniz? Iyisinizdir umarim. Benim notlarimda 0 var daha yeni baktim da.
Saygilar hocam
Uygun E-posta Örneği

Merhaba hocam,

Ben Turk100-01 dersinden öğrencinizim. KUAIS’teki notlarıma baktığımda 20 üzerinden


değerlendirilen ‘Derse Aktif Katılım’ bölümünde, notumun 13 olduğunu gördüm. Ben bu dönem hiç
ders kaçırmadığımdan, bu not beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Konuyla ilgili sizinle görüşmek
isterim. Uygun zamanınızı bildirirseniz memnun olurum.

Şimdiden teşekkürler.

Saygılarımla,

Aylin Özgür

Hazırlık Öğrencisi

Matematik Bölümü

***

Sıkça Sorulan Sorular:

S: Doğru e-posta yazımı niçin bu kadar önemli?

22
Y: E-postalarda yüz ifadeleri, ses tonu gibi sözsüz iletişim öğeleri bulunmadığı için, yazanın
ciddiyeti mesajı ve amacı hakkındaki tüm izlenim yazı ve formattan edinilmektedir. Küreselleşen
dünyamızda, akademik ortamda ve iş çevrelerinde yazılı iletişim gittikçe daha fazla önem
kazanmaktadır. Bu nedenle düzgün e-posta yazma becerisi, bu ortamda kendimizi doğru ifade
etmemiz ve doğru algılanmamız açısından büyük önem taşımaktadır.

S: Okul e-postalarımı neden düzenli olarak kontrol etmem gerekiyor?


Y: İdari ve akademik birimler, birincil iletişim yöntemi olarak e-postayı kullanmakta, akademik
hayatınız için önemli olabilecek bilgileri e-posta yöntemiyle size ulaştırmaktadır. Bu mesajlar size
gönderildiğinde, içeriğini okuduğunuz ve bildiğiniz varsayılmaktadır. E-postalarınızı düzenli olarak
kontrol etmediğiniz takdirde önemli fırsatları (ilgi alanınıza hitap eden seminerler, burs duyuruları,
değişim programları ile ilgili bilgiler vb.) kaçırabilirsiniz.

S: E-postalarımı oluştururken konuşur gibi yazabilir miyim?


Y: Hayır. Yazılı iletişimde daha resmi bir dil kullanmak ve yazım kurallarına uymak gerekmektedir.

S: Mesaj göndereceğim kişiye nasıl hitap etmem gerektiğinden emin değilim. Ne yapmalıyım?
Y: Böyle bir durumda mümkün olan en resmi şekilde hitap etmeniz en doğrusu olacaktır.

S: Gönderdiğim mesaja istediğim hızda yanıt alamıyorum. Ne yapmalıyım?


Y: Mesajı gönderdiğiniz kişiye 24 saat zaman tanıyınız. Halen yanıt alamamanız durumunda, daha
önce gönderdiğiniz mesajı tekrar ileterek (forward/yönlendir), içerik bölümünde alıcıya belirli bir
gün ve saatte mesaj gönderdiğinizi ve bu mesaja hızla dönüş almanın sizin için niçin önemli
olduğunu belirterek yanıt yazılmasını saygıyla tekrar rica ediniz.

S: Türkçe bir mesaj gönderiyorum; ancak bilgisayarımda Türkçe karakterler bulunmuyor.


Ne yapmalıyım?
Y: Türkçe yazdığınız bir e-postada alfebemizin harflerini kullanmanız çok önemlidir. E-postanızı
telefon, tablet gibi araçlarla da gönderebilirsiniz.
S: E-posta kutuma çok sayıda ilgilenmediğim mesaj düşüyor, önemli mesajlar gözden kaçıyor.
Ne yapmalıyım?

23
Y: Üye olduğunuz mesaj listelerinin yöneticilerine mesaj göndererek listeden çıkmak istediğinizi
belirtiniz. Üye olmadığınız kurum ve gruplardan gelen mesajları istenmeyen e-posta (spam) olarak
işaretleyerek e-posta kutunuza düşmesini engelleyebilirsiniz.

S: Her türlü konuyu e-posta yoluyla halledebilir miyim?


Y: Uygun biçimde yazıldığında e-posta yoluyla birçok konu çözüme ulaştırılabilir. Ancak fikir
ayrılıkları veya anlaşmazlıklar olması durumunda ve sizin için çok büyük önem arz eden konularda
yüz yüze iletişim çok daha uygun ve etkili olacaktır.

DENEME

24
DENEME

Deneme Hakkında Genel Bilgi

Deneme; özgürce seçilen bir konuda gelişen, öğretici ve düşünsel yönler içeren, bir konuşma havası içinde
biçimlenen, genellikle orta uzunlukta bir yazı türüdür. Deneme için “kalem tecrübesi” sözü de kullanılır.

Deneme yazılarında görülen birtakım temel nitelikler:

1. Denemeye özgü bir konu türü yoktur. Ölüm, yaşam sevinci, sevgi, dostluk, özgürlük, tutsaklık…
gibi her şey denemeye konu olabilir.
2. Deneme, okurlara hoşça vakit geçirdiği, onları avutup oyaladığı gibi, birtakım gerçekleri de
öğretir. Fakat okur bunun farkına varmaz. Çünkü deneme asık suratlı, güç okunan bir yazı türü
değildir.
3. Denemede söylenenler, okura iletilmek istenenler bir konuşma havası, bir söyleşme havası
içinde verilir. Daha doğrusu denemeci bu hava içinde sanki kendisiyle konuşuyormuş gibi bir
yol izler.
4. Denemeci, söylediklerini kanıtlama yoluna gitmez. Öne sürdüğü tezi ya da düşünceleri kesin
sonuçlara bağlamaz. Denemelerin inandırıcılığı yazarın içtenliğinden gelir.

Deneme yazarken:
25
• “Ben” demekten çekinmeyin.
• Söylediklerinizi kanıtlamak zorunda değilsiniz.
• Öne sürdüğünüz tezi ya da düşünceleri kesin sonuçlara bağlamak zorunda değilsiniz.
• Yazınızın inandırıcılığının sizin içtenliğinizden geldiğini unutmayın.
• Başkalarının fikirlerinden yararlanabilirsiniz.
• Konuyla ilgili düşündüklerinizin herkesçe kabul edilen gerçekler olması gerekmez; ancak kendi
içinizde tutarlı olun ve kendinize göre bir mantık bulun.
• Düşüncelerinizi belirli bir plan dahilinde verin.
• Anılarınızdan, kitaplardan, filmlerden... örnekler verebilirsiniz. Hangi kitap olduğunu ya da filmin
künyesini vermek zorunda değilsiniz.
• Yazınız size aittir; ancak bizi ilgilendiren bir şeylerden de bahsedilmeli. Hepimizin insan olması
yeterli bir neden.
• Çok rahat yazılan ve okunan bir yazı türü olmasına rağmen, öğretici yönü de vardır; fakat bu
öğreticilik asık suratlı değildir.
• Konuşma havası içinde yazın, kendinizle konuşuyormuş gibi.

YAZILI ANLATIM

“Resim, senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir. ” Picasso

Yazılı anlatımda iletişimin sağlıklı ve eksiksiz olması için uyulması gereken kuralları (Yazım, noktalama
kuralları ve anlatım bozuklukları) bitirdikten sonra zihinde tasarlananları yazıya dökme kısmına geçebiliriz.

Daha önce de söylediğimiz gibi iletişim yöntemlerinden biri olan yazma eyleminde, dilin kurallarını
bilmekle beraber anlatılacakları, dile getirilecekleri, başkalarıyla paylaşılmak istenenleri tasarlamak,
tasarlananları bir plan dâhilinde sunmak da önemlidir.

Bundan sonraki kısımda, bahsedilen tasarıların yazıya aktarılma sürecini inceleyeceğiz. Aslında bu
süreçte anlatılanlar, sözlü anlatım için de geçerlidir. Yazılı veya sözlü anlatımda ilk aşama hazırlık yapmaktır
ve hazırlık şu dört eylem gerçekleştikten sonra tamamlanacaktır:

1. Konuyu seçme ve sınırlandırma,


2. İletiyi (ana düşünce) belirleme,
3. Ne/neler anlatılacağını tasarlama,
4. Düşünceleri düzenleme/planlama.
Bu eylemler tamamlandıktan sonra sıra yazıya gelir. Yazılı anlatımın biçimleri, yöntemleri konusuna
geçmeden önce hazırlık aşamalarını inceleyelim:

1. KONUYU SEÇME ve SINIRLANDIRMA: Yazının da konuşmanın da en temel öğesi konudur.


Akla gelebilecek her şey hakkında söz söylenebilir, yazılabilir. Öğrencilik yıllarında çoğu kez konu
seçme özgürlüğü yoktur. Öğretmenin seçmiş olduğu bir konu hakkında ödev, sınav yapılır; tez, rapor
yazılır. Bazen içinde bulunulan durum bir konu seçimini gerektirebilir: iş başvurusu, dilekçe yazma gibi.
26
Yaratıcı yazarlık da ise durum farklıdır. Bazen yazar konuyu, bazen de konu yazarı seçebilir. Duyarlı ve
gözlemci olan yazarlar konuyu fark edebilir ve o konuda yazma ihtiyacı duyabilir. Konu, yazarı
seçmiştir. Üzerinde söz söylemek istediği, karşı çıktığı veya savunduğu bir durum varsa ve bunu yazıya
dökme gereksiniminde olduğunda, yazar konuyu seçmiştir.
Seçim şekli nasıl olursa olsun tüm konuları; soyut ve somut, bireysel ve toplumsal, evrensel ve
ulusal/yerel gibi türlere ayırabiliriz.

AŞK, DOSTLUK, İNSANLIK… Soyut;

TRAFİK, ÇOCUKLAR, TERÖR… Somut;

YAZARIN KENDİNDEN BAHSETTİĞİ YAZI Bireysel;

BÜYÜK KENTLERE GÖÇÜ İRDELEYEN YAZI Toplumsal;

KAN DAVASI Ulusal;

BİREYSEL SİLAHLANMA Evrensel konulara örnektir.

Hangi konuda yazılacağına karar verildikten sonra, “bakış açısı” belirlenmelidir. Bakış açısı, yazarın
konuyu kendine göre sınırlandırmasıdır. Konu sınırlandırılmadığında ortaya konulan düşünceler, genelleme
olmaktan öteye gitmez. Konusu aşk olan, yüzlerce farklı bakış açılı yazı yazılabilir: Aşkın edebiyata
yansıması, tarih boyunca aşk hakkında söylenenler, aşkın bir hastalık olduğunu iddia etme, Türk ve Dünya
destanlarında aşk örnekleri… Bakış açısının belirlenmesinde; öznellik-nesnellik, bilgi birikimi, konuyla ilgili
ulaşılabilecek kaynaklar, okurlar, yazının uzunluğu gibi öğeler karşımıza çıkar.

Nesnel Anlatım: Anlatıcının, kendisi dışındaki gerçeklikleri; olduğu gibi, kişiden kişiye değişmeyen
özellikleriyle anlatmasıdır. Nesnel anlatımlarda; olay, nesne, durum, olgu tarafsız ve yorumsuz bir şekilde ele
alınır.

“Adam, yarım ekmek içine koydurduğu helvayı öğle yemeği olarak yedi. Daha akşama 7 saat vardı.
Alnında biriken terler, yüzünün tozlu çizgileri içinden çenesine doğru iz bırakarak akmıştı. ”

Öznel Anlatım: Yazarın, yukarıda bahsedilen gerçekliklere (bireyin dışında bulunan), kendi
değerlendirmelerini, yorumlarını, izlenimlerini de kattığı anlatım tarzıdır. Şimdi az önceki cümleleri öznel
bir tarzda yazıya dökelim:

“Yüzündeki çizgilere bakınca çok da genç olmadığı anlaşılan adam, yarım ekmek içine koydurduğu
helvayla karnını doyurmaya çalışıyordu. Akşam olmasına geçmesi imkânsız gelen 7 saat vardı ve bunu
düşünmek onu daha da yoruyordu. Alnında biriken terler, tozlu ve bitkin yüzünden kendine çeşitli figürlerle
yollar çizerek süzülüyor, akıyor ve adamın çenesinin altında birden yok oluyordu. ”

2. AMACI BELİRLEME: Sözlü de olsa yazılı da olsa her anlatımın bir amacı vardır. Öğretme,
düşünce ve kanıları değiştirme, izlenim kazandırma, olay içinde yaşatma gibi amaçlar anlatım için
gereklidir. Daha konunun içeriğini düzenlemeden amacı belirlemek gerekir.

27
3. İLETİYİ BELİRLEME: İleti, bir yazıda ele alınan konuyla ilgili olarak söylenen, savunulan,
açıklanmak istenen temel/ana düşünce ve görüştür. Konu tek bir sözcükten oluşur, ileti (ana düşünce
diyeceğiz bundan sonra) ise bir yargı bildirir. Anlatımda tüm söylenenlere/söylenecek olanlara yön
verdiği için bir çeşit kontrol cümlesi görevi yapan ana düşünceyi desteklemek, açıklamak için yardımcı
düşünceler kullanılır.
4. NE/NELER ANLATILACAĞINI BELİRLEME: Kişi, düşüncelerini aktarmak istediği konu
hakkındaki ana düşüncesini belirledikten sonra yazısının içeriğinde nelerden bahsedeceğini
tasarlamalıdır. Bu, bilgi toplama aşamasıdır. Kişi için ilk ve en önemli bilgi kaynağı kendi birikim ve
tecrübeleridir. Bu birikimler; yaşamı boyunca edindiği, gözlemlediği, öğrendiği, tanık olduğu veya
zihinsel çabalarıyla ulaştığı bilgilerdir.
Bunun dışında insana yardımcı olacak dış bilgi kaynakları da mevcuttur. Bunlar, insanın araştırma
yoluyla ulaşabileceği kaynaklardır: Dergi, gazete, inceleme ve araştırma yazıları; öykü, roman ve diğer edebî
türler; radyo, televizyon, açıkoturum ve panellerde dinlenenler, internet…

Dikkat edilmesi gereken bir noktayı göz ardı etmeyelim: Kişinin ana düşüncesini sunarken
kullandığı bilgi kaynaklarının yeterince güvenilir olması ve kişinin iddialarını kanıtlayabilecek nitelikte
olması gerekir. Yazı; birbiriyle bağdaşmayan, tutarsız, güven oluşturmayacak desteklerle okurun karşısına
çıkarılmamalıdır.

5. DÜŞÜNCELERİ DÜZENLEME/PLANLAMA: Yazılı veya sözlü anlatımın içeriğinde ne/neler


anlatılacağı düşünülüp araştırıldıktan sonra bunların hangi sırayla verileceği aşaması gelir. Bu, önemli
bir noktadır. Ne, nerede ve hangi amaçla söylenecektir? Anlatının planını bu sıralama belirler. Farklı
yöntemler kullanılarak plan yapılabilir: Olaya dayalı anlatımlarda kronolojik sıra takip edilir. Diğer
konuları anlatırken genelden-özele, özelden-genele, problem-çözüm önerisi, iddia-ispat, neden-sonuç
gibi metnin kendi içinde bir mantığı olduğunu gösteren yöntemler kullanılabilir.
Yardımcı düşünceler: Bir yazıda konudan sonra iletinin (ana düşünce) belirlenmesi gerektiğini
söylemiştik. İleti (ana düşünce), bir metnin birliğini sağlayan öğedir. Yani yazının konudan konuya,
düşünceden düşünceye sapmasını önler. Bir metnin ana düşüncesi bir yandan yardımcı düşünceleri de
içermektedir. Dolayısıyla yardımcı düşünceler kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. “Ana düşünce bir yazıdaki
tüm düşünceleri de kapsayan ifadedir. ” diyerek plan konusuna devam edebiliriz. Ana ve yardımcı düşünceler
ortaya çıktıktan sonra sırada bunları düzenlemek vardır:

- Düşünceleri birbirine bağlama.


- Gerekiyorsa kümelendirme, aynı paragrafta birkaç düşünceye yer verme.
- Düşünceleri sıralama.
Geçiş paragrafı; iki paragraf arasında anlam bağlantısı kuran bir-iki cümlelik bölümdür. Önceki
paragrafta verilen düşünceye değinilip sonrasında ne/nelerden bahsedileceğini verir. Geçiş paragrafının ilk
ibaresi bununla beraber, diğer yandan, kaldı ki, ancak, hâlbuki her ne kadar, bir de şu var… gibi sözler
olabilir.

28
DENEME

Yazı türlerinin tümü gibi deneme için de bir kesin çizgilerle belirlenmiş bir tanım vermek zordur.

Deneme; günümüzde hemen bütün yazı türlerine doğru yayılma göstermektedir. Bu türler içinde en
çok eleştiriyle bir arada anıldığı görülmektedir. Ancak burada söz konusu olan daha çok izlenimsel2
eleştiridir. Deneme için bir tanım yapmak gerekirse şunları söyleyebiliriz: Deneme; bir yazarın, herhangi bir
konu üzerinde, özel görüş ve düşüncelerini hiçbir iddiaya yer vermeden, kesin yargılara varmadan anlattığı
yazı türüdür.

Hayatın içindeki her şey; soyut, somut tüm kavramlar hakkında deneme yazılabilir ve deneme
yazarı, konu seçiminde özgürdür. Her konu, her sorun üzerinde kendi görüşlerini özgürce dile getirir ve
başkalarının düşüncelerine itibar etmez. Batı edebiyatında essai adı verilen denemenin, Fransız edebiyatında
Montaigne, İngiliz edebiyatında Bacon, Türk edebiyatında da Nurullah Ataç en tanınmış temsilcileridir.

Denemede yazar, kendi kendine konuşur gibi bir anlatım rahatlığı içindedir. Bu rahatlığını;
denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak zorunda olmaması da gösterir.

Bu yazılar, ben temeli üzerine kuruludur. Denemeci, düşüncelerini yazıya dönüştürürken ben’e
dayandırır. Denemeyi fıkra, makale, eleştiri gibi yazı türlerinden ayıran da bu özelliğidir. Bir inceleme
yazısının nesnelliği karşısında, denemenin kişiselliği/öznelliği onun farkını oluşturur.

Denemenin öğretici bir yanı olmakla birlikte yazar; bilgiyi bilimsel bir gerçeklik olarak değil,
ispatlamadan, kendi kişisel görüşleri, düşünceleri, duyguları olarak anlatır. Okurun da yazıya dâhil olmasına
olanak verir. Yazı; söyleşi, dertleşme havası içindedir. İçtenlik denemenin en belirgin özelliğidir.
İnandırıcılığı sağlayan da bu içtenliktir.

Denemenin öznel olması, nesnelliği dışlamaz. Deneme yazarı da düşüncelerini temellendirmek


zorundadır. Çünkü denemenin arka planında yazarın dünya görüşü, hayat anlayışı vardır ve okur bunu fark
eder, etmek ister.

2 İzlenimsel: Anla;cının gördüğü, duyduğu veya okuduğu herhangi bir durumu, nesneyi, varlığı kendi
izlenimleriyle yani öznel bir şekilde aktarma şeklidir.
29
Denemeci de yazarken öğretilerden, bilgilerden, bilimsel düşüncelerden, belge ve tanıklıklardan
yararlanabilir ve örnekler gösterebilir.

Denemecinin temel kaygısı, kişisel düşüncelerini anlatırken bir üslup oluşturmaktır. O, sözcükleri
bütün anlam boyutlarını işin içine katacak biçimde kullanan bir söz ustasıdır. Okurun anlayabileceği bir dili
yaratmak için günlük dilin ötesinde, ama söyleyiş özelliği olan bir dil kurmak zorundadır. Denemeyi diğer
düşünce yazılarından ayıran özelliklerinden biri de üslubudur.

Deneme Örneği 1

EZBERE YAŞAYANLAR

Ne yana dönsem aynı şey: Ezbercilerden geçilmiyor. Söz ezberciliğe dayanmayagörsün, kalabalık bir
koro sesi kaplıyor ortalığı: Kafayı tıkabasa doldurmak hiçbir işe yaramaz. Öğrencilere yaratıcı olmayı
öğretmek gerek. Durmadan belleği yüklemek yanlıştır. Derste verdiğini sınavda almak isteyen bir öğrenim,
biçimciliğe kurban gitmiştir. Anlamadan biriktirilen sözümona bilgiler insanı serseme çevirir... İyi güzel
bütün bunlar. Gene de sözden öteye geçilmiyor çoğun. Gerekeni gerektiği gibi yapan az. Eskisi gibi uzayıp
gidiyor eski süreç: Ezberciler kendilerine aktarılan ezberleri kendilerinden sonrakilere ezberletiyorlar...
Böylece insan varlığına ilişkin pekçok önemli konuda başımıza gelen şey, ezbercilik konusunda da yakamızı
bırakmıyor. Ezbere sözlerin basmakalıp takırdısı arasında yitip gidiyor konunun candamarı. Ezber üzerine
ezberlenmiş ezberler, asıl önemli olanı, insan için kuşkusuz en önemli şeyi örtüp gizliyor, yok ediyor
neredeyse: Yaşamın kendisi, tümüyle yaşama, herbirimizin yaşaması unutulup gidiyor bu arada. Ezbere
yaşamadan başka bir şey kalmıyor geride.

Kendi olamıyor çok kişi.

Algılamalarında bile algıladığı şeyler ile arasında başkaları var. Karşısına çıkan olayları, nesneleri,
insanları gören, onlarla alışverişte bulunan kendisi değil sanki. Bakarken başkalarının gözünü ödünç alıyor,
işitirken kulak dolgunluğu ile işitiyoruz. Oturuştan kalkışa, giyinmeden soyunmaya, eğlenmeden dinlenmeye
herkes başkalarını örnek alıyor. Başkalarının hoşlandığından hoşlanmaya özen gösteriyoruz. Böylesi bir
denetimin gevşediği zamanlarda hoşlandıklarımızdan utanıyoruz. Beğenilerimiz başkalarının beğenileriyle
uyuşmadığında canımız sıkılıyor. Herkesin sevdiğini sevmeyince, herkesin kınadığını kınamayınca içimiz
rahat etmiyor. Herkesin üzüldüğüne üzülmek, herkesin alkışladığını alkışlamak üzere kurulmuşuz sanki.
Herkes gibi düşündükçe düşüncelerimizin sağlamlığı artıyor sanısındayız. Başkalarınınkiyle örtüşmedikçe
güvenemiyoruz yargılarımıza. Tüm yapıp etmelerimizi başkalarına uydurarak değerlendirmekten daha doğal
bir şey yokmuş gibi geliyor bize.

Bana özgü, sana özgü, ona özgü davranışlar öylesine az ki. Yaşama deyince ortada: Herkesçe
bilinenler, herkesçe söylenenler, herkesçe istenenler, herkesçe yapılagelenler var yalnız. Önemsiz ayrıntı
gözüyle bakılıyor ötesine. Birkaç göstergeye göre oluşup giden, ortadan ortalama bir çekip çevirme bu. Tek
bir kaygı kol geziyor “başkaları ne der!” kaygısı. Öylesine koşulmuş ki bu yaşayışa çok kişi, su gibi, hava
gibi vazgeçilmez bir yapıya bürünüyor.

30
Yaşamanın alışılagelen çerçevesinden dışarı çıkmaya yeltenenleri nitelemek üzere, ince ayrımlardan
yana alabildiğine şişkin bir dağarcık bekliyor; elini her daldıranın avucu dolu: “sapık”, “şaşkın”, “zıpır”,
“kaçık”, “zavallı”, “zararlı”... Çerçeveyi iyiden iyiye zorlayanlar, kıranlarsa, yerine zamanına göre irili ufaklı
cezalarla, “doğru” denen yaşama çizgisine getiriliyor. Ortalama yaşayışı sürdürenlerin, işinde gücünde
yuvarlanıp gidenlerinse, dokunulmazlığı var bir bakıma. Görünüşte onlardan rahatı yok. Kimse karışmaz
onlara: Ne denli ezbere yaşarlarsa o denli az basınç duyarlar. Politika, bilim, teknik, eğitim, ekonomi – her
şey, bilerek bilmeyerek, böyle bir yaşama tutumunun buyruğunda çok kez. Gazeteden dergiye, radyodan
duvar ilanına, sinemadan televizyona dek çeşitli etkinlikte yardımcısı var. Ödüller, yasaklar, itmeler,
çekmeler – hiçbir şeyden geri kalınmıyor.

Eline bir harita tutuşturuyorlar, “nereye gidersen git, yeter ki bu haritaya uy!” diyorlar. Gözünü
bozan bir gözlük takıp “dilediğin şeye bakabilirsin!” diyorlar. Kulaklarını tıkadıktan sonra, “işitmene sınır
yok!” diyorlar. Ayağına ille de sıkan pabucu geçirir geçirmez, “koş!” diyorlar. Önüne bir kopya koyuyorlar,
“dilediğini yap, gene de bunun kopyası olsun!” diyorlar.

Sana ne kalıyor? Eğreti gidiş, çarpık bakış, yalancı ses, düzmece adım, ters çiziktirme. Baldan tatlı,
hoş yankılı, pırıl pırıl bir ad takmışlar tümüne birden bunların: “Yaşama” diyorlar.

Çağlar boyunca evreni kuşatan tiyatro bu. Başkalarının çatıp sahnelediği bir yaşayışın oyuncusu
insanların çoğu: Bellediği rolü sürdürüyor pek çok kişi. Sonra bir de bakıyorsun ki bitmiş sana biçilen rol.
Kendini aramadan, arayamadığın için bulamadan, bulamadığın için de tadamadan son bulmuş her şey. Sen
kendinden uzaktayken yaşanıp gitmiş o aslında senin olan yaşama zamanı. Kendine yabancıymışsın meğer.
Ne de kofmuş, sonluktan yoksunmuş duygun, düşünmen, yapıp ettiklerin. Bazı şeyler gerçekleştirmiş olsan
bile, birtakım başarılarından dolayı övünmüş olsan bile, kendi kendinin efendisi olamadan buralarda değilsin
artık.

...

Ezbere yaşayanları gocunduracak sözler bütün bunlar. “Yaşama” ile “ezbere yaşama” yı bir kez
özdeş saydıklarına göre: “Yaşama” ile “ezbere yaşama” nın anlamca her bakımdan aynı şey olduklarına
inandıklarına göre kaçınıllmaz bir sonuç bu. Nitekim görevlisi görevsizi ustası acemisiyle nice nice ezber
koroları ezberlerini boşaltmak üzere.

Nermi UYGUR

31
Deneme Örneği 2

Hasan Ali YÜCEL (1897-1961)

OKUMAK

Kültürü çok geniş değerIi bir dostum geçen gün bana diyordu ki;
- Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne içkiden, ne danstan ne toplanmalardan
hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabani bir mahluk oldum.
Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı
duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek kültürlü bir
insan için; duşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçebiliyor, hepsi sönüp gidiyor,
yalnız okumak kalıyor.
ÖyIe ise okumak nedir nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?
Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı,
zekânın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe, bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan
hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.
Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafina bakmak gibidir. Daha doğrusu,
donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun
içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır. Ölü dirilmez; yüz kuruşa Amerika’ya gidilmez; her
büyük adam bizimle konuşmaz. Bu böyledir de, en büyük yazıcıların herhangi bir kitabı, pek güzel yüz
kuruşa alınır ve bu büyük düşünücü ile baş başa on gün, yirmi gün, bir ay oturup konuşabilirsin. İnsanlık
içinde, güneş gibi, ışığı kendinden çıkan zekâlara yaklaşmak, biraz yanmak olsa bile, pek çok
aydınlanmaktır. Onlar, anlamak, dediklerini kavramak için dimağ dediğimiz düşünme makinesini işletmek ve
onu yormak lâzımdır. Hangi varlık yorulmadan işler ve yanmadan parlar. Güneşin kendi bile sonsuz
karanlıklara ışıklarını verebilmek için bir ateş kazanı gibi durmadan kaynamıyor mu?
Eski Yunan’ın büyük filozofu Sokrat, hiç yazmadı. Eğer yetiştirdiği Platon da böyle yapsaydı Sokrat,
baldıran ağusuyla değil, yazı yazmamakla kendini öldürmüş olurdu. Kendinden büyüklerin ne
düşünduklerini öğrenmek için onların yazılarını okumak, öğretmenlerimizin sayısını çoğaltmaktadır. Okulda
insanın olsa olsa on hocası olur. Hâlbuki kitap okuyan için her özlü yazıcı bir değerli öğretmendir.
İyi bilmeliyiz ki, okuduğumuz her satır, kafamızın içinde, yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski
düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en
gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla
konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. çağırmasına gitmezsek bile o yine
darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler;
açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yaprakları sevinçten ellerimizi okşar.
Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele
yalnızlıkta... Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve

32
kitapsızlığı yiyecek ye içeceksiz kalmak kadar acı buImuşlardır.
Bir an kendinizi tek başınıza bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra
ilk arayacağınız şey dilinizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığınız
cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığınızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan
bağınızın koparılması kaygusundan başka ne ifade eder?
Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğiniz kitabı yazarı, sizin
bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değiI midir?
Yazık okumaya alışamamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde. yapayalnız yaşayan
mahkûmlardır.

Deneme Örneği 3

ERKEKLERİN KENTİNDEN KADINLARIN KENTİNE

33
Prof. Dr. Ayşenur Ökten

Kadınların, ülkeyi ve kentleri yönetenlerden talepleri olmalıdır. Kentler bilimsel gelişmelerin, yeni
teknolojilerin, toplumsal yeniliklerin, atılımların kaynağıdır. Her türlü yeni düşüncenin, toplumsal akımın
mekânı kenttir. Bir kenti gerçek bir “kent”, bir uygarlık odağı yapan özellik insanların düşünce alışverişi
yapabilmelerine olanak vermesidir. Farklı kültürler, farklı düşünce ve inançlar kentin içinde yan yana ve bir
arada var olabilecekleri mekânlar bulurlar. Bu düşüncelerin birbirini etkilemesi kaçınılmazdır. O nedenle
kent, kadının değişiminin de kaynağıdır. Kırsal yerlerden farklı olarak kentteki kadın, farklı yaşam biçimleri
olduğunun farkındadır; evin dışındaki dünyanın kendisine “ailesinden ve evinden bağımsız bir yaşam”
kurma olanağı verebileceğinin farkındadır. Bu bağımsızlık, ailesiyle birlikteliğin karşıtı değildir. Kadın
ailesiyle kendi benliği arasında bir seçim yapmak zorunda değildir; daha doğrusu böyle bir seçime
zorlanmamalıdır. Oysa kadının kimliğini yalnızca ailesiyle birlikte tanımlayan, kadının toplumdaki rolünü
yalnızca “ailesi için var olmak” biçiminde algılayanlar için, kadının bir birey olarak, kendisi için bir dünya
yaratması ailenin varlığına karşı bir tehdit olarak görülmektedir.
Kadının kendi kimliğini, kendi toplumsal rolünü değiştirebilmesi için kentte pek çok uyarıcı etmen
bulunmaktadır: Kadının kimliğini tartışan ve değişik kadın kimliklerini sergileyen her türlü yayın, toplumsal
yaşamın değişik alanlarındaki ünlü örnekler, kent sokaklarındaki insanlar, sergiler, gösteriler, kültür
merkezleri, halk eğitim merkezleri, meslek kursları... Kentin sunduğu, günlük yaşamı kolaylaştıran olanaklar
da yine kadının, evi ve ailesi dışında, farklı mekânlarda değişik insanlarla değişik etkinlikler için zaman
ayırmasına olanak vermektedir. Günlük yaşamı ve işleri kolaylaştıran ürünler ve hizmetler (ev araç gereci,
çeşitli ihtiyaç maddelerinin hazır alınabilmesi, ev hizmetlerinin ve başka hizmetlerin satın alınabilmesi)
kentli kadının ev işlerinden başka etkinliklere de zaman ayırmasına olanak vermekle birlikte, kadının
geleneksel rolünün değişmesine ilişkin işaretler taşımamaktadır. Daha çok, belirli bir gelir düzeyinin
üzerindeki kentli kadının boş zamanının artmasına olanak vermektedir. Kadının asal görevi yine ev işlerini
eksiksiz yürütmek, çocukların, eşinin ve ailenin yaşlılarının her türlü bakımını sağlamaktır. Ancak, kentin
sağladığı olanaklarla çocuklarını okula servis arabasıyla yollar ya da kendisi özel arabasıyla götürür.
Çocukların çalıştırılması, özel öğretmenlere taşınması ya da spor okullarına, piyano derslerine götürülmesi
onun sorumluluğundadır. Bu sorun da yine özel düzenlemelerle çözülür. Bu sorumluluklar, çoğu zaman,
diğer annelerle birlikte yeni bir kadınlar dünyası yaratılmasına yol açar. Çocuklu kadınların dayanışma ve
yarışmalarıyla örülü bir dünyadır bu. Alışveriş de yine kadının sorumluluğundadır, ama istediklerini
marketten telefonla, hatta internet aracılığıyla getirtebilir ya da özel arabasıyla bir büyük marketten alabilir
ya da son zamanların eğlence dinlence modasına uyarak hafta sonlarını eşiyle ve çocuklarıyla birlikte bir
büyük alışveriş merkezinde dolaşarak “değerlendirebilir”. Bütün bu görevlerden arta kalan zaman, kadının
kendi hobileri için ya da çalışma yaşamı için kullanabileceği zamandır. Önemli görevleri yürüten ve tam gün
çalışan pek çok kadın, dinlenmeye ya da kendisini mesleki açıdan geliştirmeye ayırması gereken zamanı,
geleneksel kadın rolünden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirebilmek için kullanmaktadır. Bir başka
deyişle kentli kadınların bir bölümü, annelik ve eşlik görevlerini aksatmazlarsa, kalan zamanlarını çalışmak
ya da dinlenmek için kullanabilmektedirler. Kentte yaşayanların büyük çoğunluğunu oluşturan alt gelir
grubundaki kadınlar ise geleneksel rollerinin dışına çıkmak istediklerinde daha büyük güçlüklerle
karşılaşmaktadırlar. Her şeyden önce kadının, kendisinden beklenen görevleri “gerektiği gibi” yerine
34
getirmesi beklenir. Bu görevlerin bir bölümü için ev işlerini kolaylaştırıcı aygıtlardan yararlanabilir. Bu
aygıtlar giderek daha düşük kazançlı evlere girmektedir; ama çocukların ve yaşlıların bakımı için yine de
kadının emeği ve zamanı gerekmektedir. Bu işbölümü, tarih içinde belirli zaman ve mekânın ekonomik
koşullarının gerektirdiği uzmanlaşmanın sonucu olarak biçimlenmiştir. Bu işbölümünü destekleyen tüm
davranış kalıpları ile birlikte kadın ve erkek rolleri kuşaktan kuşağa aktarılmış, öğretilmiştir. Kadın ile erkek
arasındaki işbölümü ve farklılaşan davranış biçimleri zaman içinde işlevselliğini büyük ölçüde yitirmiş
olmasına karşılık, din ve ahlak bağnazlıklarıyla büsbütün katılaşarak, kadına seçme şansı tanımayan bir
düzenin temeli durumuna gelmiştir. Geleneksel rollerin içerikleri çok yavaş değişir. Hele bir de ekonomik ya
da politik çıkarları için kadının geleneksel rolünün devamından yarar umanlar varsa, bu rollerin
sürdürülmesini sağlayan töreler amacından saparak birer baskı aracına dönüşür Kadının, kentin sunduğu
seçenekleri kullanabilmesi -her şeyden, herkesten önce kendisinin- artık rolünün içeriğinin, yani görevlerinin
ve sorumluluklarının niteliğinin değişmesi gerektiğine inanmasına bağlıdır. Bir kadının yalnızca ailesiyle var
olabildiği, yalnızca iyi eş ve anne olarak saygınlık hak ettiği dünya geçmişte kalmıştır. Annelik ya da ev
kadınlığı rolünün içeriği de artık yeniden tanımlanmalıdır. İyi bir eş olmak en ince dolmaları sarmayı, en ince
yufkayı açmayı gerektirmez. İyi anne, yaşamının her anını çocuklarına adayan anne değildir; çağdaş kent
yaşamına hazırlanan çocuklar annelerinin (ve böylece kadınların) kişisel bir dünyası olabileceğini,
kendilerinin de annelerinden ayrı, bağımsız ve kişisel bir dünya yaratmaları gerektiğini öğrenmelidirler.
Oysaki çeşitli yayınlarla, reklamlarla, TV dizileriyle, politikacıların konuşmalarıyla, tarikatların kentin çeşitli
yerlerindeki yaygın çalışmalarıyla kadının kendi rolünü öncelikle ev ve ailenin bir parçası olarak algılaması
için uğraşılmaktadır. Böylece, kadının yaşam biçimini özgürce biçimlendirmesinin önündeki en büyük engel
yine kendisi olmaktadır. Son yılların kadın mücadeleleri içinde, yerinin erkekten sonra geldiğine, kendisinin
asıl görevinin ev kadınlığı, annelik ve erkeğin yardımcılığı olduğuna inanan ve bu görüşün simgelerini her
yerde taşıyabilmek için eylem yapan kadınlar göze çarpıyor. Öte yandan kentlerin, özellikle büyük kentlerin
mekânsal özellikleri de kadınların, geleneksel rollerinin kabuğunu kırabilmelerini zorlaştırmaktadır.
Geleneksel rolüyle özgür kadın kimliği arasında bir çözüm arayan kadın için kent mekânı caydırıcı
özelliklerle doludur. Annelikle çalışma yaşamını bağdaştırmaya çalışan kadın için çocuğunu, iyi
bakılacağına, mutlu ve güvenlik içinde olacağına inanarak bırakacağı bir kreş ya da yuva bulmak önemli bir
sorundur. Böyle sosyal donatıların eksikliği annelikle ev dışı etkinliklerin, özellikle bir işte çalışmanın
bağdaştırılmasının önündeki en büyük engeldir. İstatistikler, genç kadınların önemli bir oranının evlendikten
ve anne olduktan sonra düzenli, ücretli işlerde çalışmayı bıraktığını göstermektedir. Ekonomik koşulların
zorladığı durumlarda bu genç kadınlar ya kendi evlerinde çalışarak ya da geçici işler bularak annelik ve ev
kadınlığını aksatmadan aile bütçesini desteklemeye çabalamaktadırlar. Kadın belirli saatte evde olmak,
okuldan gelecek çocuğunu karşılamak ya da evde bıraktığı çocuğuna bir an önce kavuşmak ister; ama,
özellikle varoşlarda yaşayanlar için kent merkezine gidip gelme olanakları sınırlı ve çok zaman alıcıdır.
Genel taşıtlara binmek genç kadınlar için hâlâ çok sıkıntıcı verici bir sorundur. Otobüsle işe giden kadın,
erkeklerin sarkıntılıklarına katlanmak ya da sinir bozucu mücadelelere girmek zorunda kalmaktadır. Bu
sarkıntılığı yapan erkeği eleştiren kadınlara sık sık “Kadınsan kadınlığını bil!” yanıtı verilerek adeta “evinin
kadını” olma sınırını aştığı için bu aşağılamayı hak ettiği bildirilir. Büyüyen kentlerde (küçük marketlerin,
bakkal, kasap, manav, manifaturacı vb.nin bir arada bulunduğu) küçük ve orta büyüklükte çarşılar giderek
azalmakta, bunların işlevini kentlerin dışında, otoyollar üzerinde kurulan “hipermarketler”, büyük alışveriş
35
merkezleri almaktadır. Bu merkezlere yalnızca özel otomobille ulaşılabilmektedir. Bu durumda, yalnız
yaşayan, çocuklu, çalışan ve arabası olmayan kadınlar için alışveriş bir ulaşım ve taşıma sorunu haline
gelmektedir. Kent yaşamının bu koşulları, geleneksel rollerin aşılmasını daha da güçleştirmekte, adeta
caydırıcı olmaktadır. O nedenle, yıllardır İstanbul’un gecekondu semtlerinde yaşayıp kendi mahallesinden
başka yeri görmemiş kadınlar var. Örneğin Ümraniye’de oturup Bakıköy’ü, Taksim’i, Beyoğlu’nu, hatta
Kadıköy’ü hiç görmemiş kadınlar tanıyoruz. Yaşamını kendi mahallesinin kurallarına göre düzenlemeye razı,
mahallesinin dışındaki dünyayı kendisiyle hiç ilgisi olmayan yabancı, hatta düşman bir dünya olarak gören
kadınlarla karşılaşıyoruz. Kentin sunduğu çeşitli mekânlardan ve etkinliklerden yararlanmak cesaretini
gösteren kadınların ise bazı tehlikeleri göze alması, ya da bunlarla nasıl baş edeceğini önceden hesaplaması
gerekir. Kentteki bazı mekânlar; içkili lokantalar, eğlence yerleri, hatta çay bahçeleri kadınların rahatsız
edilebileceği riskli mekânlardır. Pek çok sokakta aydınlatma yetersizdir; akşam vakti işinden ya da bir
sinemadan, tiyatrodan yalnız dönen kadın için karanlık sokaklar saldırıya uğrayabileceği yerlerdir. Tenha
trenler, kent merkezinden uzağa gitmek için binilen taksiler, tenha minibüsler hep birer risk noktasıdır. Evine
gitmeye çalışırken tinerci çocukların ya da bilinmeyen kişilerin saldırısına uğrayan genç kadınlar, taksiyle
Tarabya’ya giderken tecavüze uğrayan, bindiği minibüsün şoförü tarafından kaçırılan kadınlar, banliyö
trenlerinde saldırıya uğrayıp ölen kadınlar, Ataköy’de evinin önündeki karanlık noktada çantası kapılan
kadınlar, otoyolda özel aracıyla giderken durdurulup soyulan kadınlar... Kent mekânının, kadınların tek
başlarına kullanabilecekleri yerler olarak düşünülmemiş olmasının sonucunda zarar görmüşlerdir. Bu
noktada böyle sorunlar için önerilen çözümler karşısında da durup düşünmek gerekir. Kadının, geleneksel
rolü ile kentsel çevrenin sundukları arasında sıkışıp kalması onu çözüm arayışına itmektedir. Büyük kentin
sunduğu seçenekler, öğretilmiş değerleri zorladıkça tehlike niteliği kazanmakta, ulaşılamayan ya da iyi
anlaşılmayan kentsel seçenekler bir yozlaşmanın kaynağı olmaktadır. Bu yozlaşmanın içinde üretilen
çözümler kendi içinde çelişkiler taşımaktadır. Örneğin, bir kentte kadınlar için ayrılmış otobüsler hizmete
konmuştu. Kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı otobüslere binmesi sarkıntılık sorununu çözer; ama, böyle bir
yaklaşım, kadını evin içindeki dünyaya hapsetmek isteyen, onu erkeğin dünyasının dışında tutmaya çalışan
anlayışın yaklaşımıdır. Kentin otobüslerinde kadının erkeğin yanında yolculuk etmesini istemeyenlerin
tuzağıdır. Yerel yönetimlerin görevi, kadınla erkeği birbirinden ayırmak değil, herkes için güvenli, yeterli ve
hızlı ulaşım olanaklarını sağlamaktır. Yalnız kadın alışverişe, bir eğlenceye ya da kültür etkinliğine giderken
zorluklarla, tehlikelerle karşılaşıyorsa, buradaki çözüm kadının yalnız yaşamaması ya da tüm dünyasını
kendi mahallesi içinde sınırlaması olamaz. Şehir plancılarının ve yerel yönetimlerin görevi kentin herkese,
“tüm fiziksel ve toplumsal engellilere” açık olmasını sağlayacak mekânlar planlamaktır; kentin her noktasını
herkes için ulaşılabilir kılmaktır. Kentsel kültür ve eğitim etkinliklerinin kentin her yerinde
gerçekleştirilmesine olanak verecek mekânlar yaratmaktır. Bazı mekânları kadınlar güvenle, rahatça
kullanamıyorlarsa, kadınları “aileye mahsus” yerlerde toplamak çözüm değildir. Yönetimlerin görevi
kadınları erkeklerden ayrı tutmanın yollarını bulmak değildir. Onların görevi, kadınların kentin her yerini
yalnız başlarına ve erkeklerle birlikte güvenle kullanabileceği bir ortamı sağlamaktır. Taşıt araçlarının sefer
sıklığından durakların güvenli hale getirilmesine, sokakların, parkların yeterli aydınlatılmasından güvenlik
hizmetlerinin yoğunlaştırılmasına, yaygınlaştırılmasına ve çeşitlendirilmesine dek pek çok çözüm üretilebilir.
Tiyatro, sinema, kütüphane, sergi salonu, spor salonu gibi donatılar kentin her yerinde yeterli miktarda
hizmete sunularak, kadınların ve erkeklerin kentsel etkinliklere katılması kolaylaştırılabilir. Farklı olanları
36
dışlayan kozalardan oluşmuş bir kent gerçek bir kent değildir. Kent, herkesin herkesle güven içinde
karşılaşabileceği ortak mekânlarla örülmüşse, çeşitlilikle zenginleşen bir gelişme odağı olur. Oysa
günümüzün kenti, kendileri gibi olanlarla birlikte duvarlar arkasında güvenli yaşamaya çalışan bir azınlıkla,
kendi mahallesinde yozlaşmış törelerin ve politize tarikatlerin ördüğü toplumsal duvarların arasında
kimliğini bulmaya çalışan, kendi içinde bölünmüş bir çoğunluktan oluşuyor. Bir başka deyişle kent
“uygarlığın mekânı” olma özelliğini yitiriyor. Bugünün erkek kentleri, dengesiz gelir dağılımının ve
toplumsal eşitsizliklerin mekânıdır. Kadın ve erkek rolleri de bu eşitsizlik içinde yer alır. Kadınların bu
kentleri yönetenlerden talepleri olmalıdır. Bu talepler yalnızca cinsler arası eşitsizliğin değil, bununla birlikte
tüm eşitsizliklerin de giderilmesine dönük bir taleptir. Kuşkusuz, kadın taleplerinin hep aynı doğrultuda, aynı
dünya görüşü içinde olmasını bekleyemeyiz. Kadınların eşit haklar ve “eşit olanaklar” istemleri çok sesli,
demokratik bir dünya isteminin parçasıdır. Öyleyse, farklı kesimlerdeki kadınların talepleri de farklı
olacaktır. Ne var ki, politik arenada ve sokaklarda ikinci sınıf olabilme hakkını talep eden kadınların bir
eşitlik arayışında olduğunu söylemek olanaksızdır. Bu talep, gerçekte, kentin ve çağın getirdiği ekonomik,
toplumsal ve ahlaki çatışmalardan bunalmış kadının, kendisine “sunulan” bir kimliğe sığınma rahatlığına
kaçışıdır. Aydınlık kafalı kentli kadın kendi konumunu sorgulayarak, tartışarak çözümler bulmaya çalışırken,
“kentli” olmanın yükü altında ezilen kadın inançlarla, ahlak değerleriyle dayatılan “ayrımcı çözümlerde”
huzur bulmaya çalışıyor. Oysa kadınlar ve erkekler için ayrı dünyalar yaratmak çözüm değildir. Gerçek ve
çağdaş çözüm, kadınların ve erkeklerin birlikte, eşit olanaklara ve eşit haklara sahip olarak, yan yana
yaşayabilecekleri kentler yaratmaktır.

Deneme Örneği 4

Kocişler, masal evler, öküzün yularına asılan boncuklar-Sevda Karaca

Minik sandalyelere oturtulmuş kurabiyeler, dantele sarılmış tostlar, kurdelelerle bağlanmış meyveler, toz
pembe-su yeşili- uçuk mavi tonlara bulanmış ev eşyaları, çiçekli tabaklar, süsler, süsler, süsler... Kadınların
“kocişlerine, annişlerine, kayınvalidelerine, canları görümcelerine” yaptığı sunumların bir masal evinden
fırlamış da dünyamıza düşmüş göz yoran halleri. “Kocişle kahvaltı keyfi”nden, “kayınvalideciğimle kahve
keyfi”ne uzanan, kadınların ne kadar da mutlu, ne kadar da uyumlu, ne kadar da tatliş olduklarını gösteren
sosyal medya paylaşımlarından derlenen fotoğraflardan kadınlara dair en amiyene genellemeler döküldü
ortalığa... Pek çok “uzman” kişi bu fotoğraflardan “kişilik bozukluğu” teşhisi çıkardı çıkarmasına ya...
Toplumsal hayattaki hangi olgu o olguyu var eden koşullardan bağımsız düşünülebilir ki?

Büyük oranda dalga konusu olan bu paylaşımlarda alaysanacak, küçümsenecek, aşağılanacak, dalga
malzemesi bulunacak “bayağılıktan” çok, dikkate alınacak, düşünülecek, üzülecek bir yalnızlık ve takdir
görme arzusu görüyorum ben.

37
Kim bu kadınlar?

Kısacık bir tarama üst sınıf kadınlardan yoksul kesimlere uzanan ortak bir hat çiziyor önce. Ama şeytan
ayrıntıda gizli işte. Bir yanda üst orta sınıflardan kadınların İstanbul’un sosyete mekânlarından yapılmış
check-inler, ne marka olduğu göze sokulan rengarenk tabak çanağın konulduğu masanın gerisinde uzanan
deniz manzarası, eli kolu kıyafeti fotoğrafın bir yerine muhakkak girmiş “yardımcı bayan” gibi “saygın”
eklemeler yaptığı instagram paylaşımları... Diğer yanda daha alt sınıflardan kadınların mahalle
mobilyacısından alınmış aşırı gösterişli ve varaklı eşyalarının uyumsuzlukları içinde kendilerince toz pembe
bir “uyum” yakaladıkları feysbuk paylaşımları.

Kim bu kadınlar?

Dünyaya gözlerini açtıkları ilk andan beri “kendi evinin kadını” olmaktan başka bir şeye aday
kılınmayanlar... Mutlu bir hayatın koşulunun eli ekmek tutan, gözünü evde açan, dövmeyen, sövmeyen, Türk
işi romantizmini biraz kıskançlık, biraz maçolukla göstermekten başka yol bilmeyen erkeklerle evlenmek
olduğu öğretilenler... Bir kadının evinin çiçeği, kocasının böceği, yavrusunun fedakâr anası olmaktan başka
kendini var etme koşulunun olmadığı kaç kuşaktır kafasına vurula vurula belletilenler...

Ve onların kendilerine bu dünyada yer açma, kendilerince bir mutluluk ve huzur inşa etme çabası...

Eşyalara insanın hayattan alabileceği tüm hazzın göstereni rolü biçilen bu sistem kadınlara huzuru ancak
gerçek olamayacak bir masalsılıkta pespembe, yemyeşil, bebek mavi dünyalar kurarak ve o dünyayı
“dışarının” tüm gündemlerinden uzakta tutarak bulabileceklerini vazediyor. Kapitalizm “nohut oda bakla
sofa, samanlıktan evrilmiş mutlu yuva” şiarını terk edeli, mutluluğun sırrını içine pastel renkler boca edilmiş,
tokiden bozma ömürlük taksitli apartman dairelerine taşıyalı çok oldu. Üstelik bunu, eve giren paranın o evin
taksidini bile ödeyemediği bir tüketim bataklığında ha bire borçlandırarak, kredilendirerek, yetmeyip bir
daha kredilendirerek yaptı. Kadınlar uzunca bir süredir o borçluluk girdabının “yumuşatıcısı” olarak
konumlandırılıyor. Çalışmak, evi kadının süsü, kadını da evin süsü yapan bu borçlu-hayali orta sınıfın
kadınları için “anneliklerine, hanımlıklarına” uygun olmayan bir uğraşı olarak sunuluyor. Tümüyle
güvenliksiz hale gelen hayatta evler kadınların sığınacak limanı gibi.

38
Kadınlar arasında kıyasıya bir rekabet yaratıldı. Daha iyi bir anne, daha iyi bir eş, daha iyi bir gelin olmanın
koşulunun daha iyi bir ev kadını olmaktan geçtiğini söyleyen bir rekabet bu. Bu rekabette ön sıralara
geçmenin araçlarını da “bilinçli annelik, eşle iyi iletişim kurma” seminerlerinden başka bir kadın etkinliği
düşünmeyen belediyeler, her sokak başında pıtrak gibi çoğalan pastel renkli hayat satıcısı ev dekorasyon
ürünleri mağazaları, kocayı nasıl daha fazla mutlu edeceğini “itaat et, rahat et” diye özetleyen başbakan
sunuyor zaten.

Bu memlekette kadınlar ev ve bakım işlerine günde ortalama 5 saat ayırırken, erkekler yalnızca 51 dakika
ayırıyor. Erkeklerin evlenince karşılıksız emek yükü yüzde 38 oranında azalırken, kadınlarınki yüzde 49
oranında artıyor. Ve bu memlekette 12 milyonu aşkın kadın “ev ve bakım işleri yükü nedeniyle” çalışma
hayatının dışında. Çalışan kadınların ev işlerine harcadığı zaman da azalmıyor üstelik; uykularından,
sağlıklarından, kendilerine ayıracakları kısacık zamanlardan çalarak yapıyorlar “görevlerini.” Üstelik
çalıştıkları işlerde horlanarak, geleceklerine güven duyma koşullarından yoksun bırakılarak, ev işinin devamı
işlere mahkum edilerek...

Bütün yaratıcılığı ve yaşam faaliyeti hem toplumsal olarak hem de siyasal olarak mutfağa ve yatak odasına
sıkıştırılmış kadınların “yaratım”larının kurdelelere, dantellere, püsküllere sıkışmış olmasından daha anlaşılır
ne olabilir ki? Ev içi işler kadar kadını çürüten, kişiliksizleştiren, kimliksizleştiren başka bir uğraş mı var?

Kendince uğraşına bir kimlik kazandırmaya çalışma arzusunu bugün ona sunulan tüketim kalıplarıyla
gidermeye çalışan kadının o kalıplarla yeniden hiçleştirilmesi, yok edilmesi gördüğümüz. En büyük sosyal
faaliyeti kocasıyla, görümcesiyle, kaynanasıyla, anasıyla o evlerin içlerinde yapılan hafta sonu kahvaltısı
olan kadınların o sosyal faaliyete yüklediği “duygusal” emeğin bir göstereni olan bu sunumları
aşağılayacağımıza bu kadınlara kendilerini değerli hissettirecek başka hiç bir yaşamsal faaliyet sunmayan
erkek egemen, tüketim odaklı sisteme iki çift laf edelim. Değil mi ya?

Tabii ki kadınların bu uğraşları çok üzücü. “Öküzün yularına boncuk asmak gibi” dedi sevdiğim bir kadın bu
“kocişli, gelinli” paylaşımlara... Böyle diyorsa vardır bir bildiği. Demem o ki siz yine de boş verin öküzü.
Dünya onun boynuzlarında dönmüyor çünkü.

39
MAKALE

40
Makale Hakkında Genel Bilgiler

• Herhangi bir konuda bilgi vermek, bir düşünce veya konuya açıklık getirmek; yeni bir görüş veya
düşünce ileri sürmek, daha önceden ileri sürülen düşünceleri desteklemek ya da çürütmek amacıyla
yazılan delillere dayalı bilimsel yazılardır.
• Makalede ele alınan konu, detaylarıyla açıklanmalı ve savunulan düşünce inandırıcı bir biçimde
sunulmalıdır.

41
• Konu, belli bir plan dahilinde tartışılarak, belgeler sunularak açık ve anlaşılır bir biçimde sonuca
bağlanmalıdır.
• Makale gazete ve dergilerde yer alan düşünce yazılarıdır.
• Gazete ve dergilerde yer alan makalelerin eğitici, öğretici bir işlevi vardır.
• Gazete makaleleri günlük olaylara, dergi makaleleri ise akademik konulara dayanır.
• Makale her türlü düşünce, durum, olay ve olguyu konu alabilir. Bütün yazınsal yaratılarda olduğu
gibi makale için de konusal yönden bir sınır çizilemez. Yazar, dilediği konuyu seçer, onu
yazılaştırabilir.
• Makale yazarının önerileri, çözümleri gerçekçi ve inandırıcı olmalıdır.
• Makale yazarı makalesini yazarken düşüncelerini açıklayıp ispatlamak zorundadır. Bunun için de
kanıtlardan, belgelerden, istatistiklerden yararlanabilir.
• Makalede kullanılan dil, nesnel olmalıdır. “Bence, bana göre, sizce de öyle değil mi?” gibi öznel
anlatım örneklerine yer verilmemelidir. Genellikle makalede birinci kişili anlatım kullanılmaz:
“Burada belirtmek isteriz.”, “Belirtmekte yarar görmekteyiz.” gibi ifadelerle anlatıcı tümüyle belirsiz
gibidir. Nesnel, duygulardan uzak bir anlatım yolu seçlimelidir. Yazar; yorum ve çıkarımları, kişisel
bir kanı olarak vermemeli, delillere dayandırmalıdır. Bu, yazıya bilimsel bir ağırlık katar.
Makale Planı
• Makalede öne sürülecek tez, görüş ya da düşünce giriş bölümünde okura bildirilir. Bunun
dolaylamalara kaçılmadan yapılması gerekir. Okuyucu ilk olarak giriş bölümüne göz atar. Buna göre
yazıyı okuyup okumayacağına karar verir. Bu nedenle neyin üzerinde durulacağı, ne hakkında söz
söyleneceği bir iki paragraf içinde açık olarak ortaya konmalıdır.
• Öne sürülen tez, görüş ya da düşüncenin kanıtlanması bölümü; makalenin gövdesini oluşturur.
Yazar; bu bölümde düşüncelerini açmalı, geliştirmeli ve boyutlandırmalıdır. Bunun için de
tanımlama, açıklama, karşılaştırma, örnekleme, tanık gösterme, sayısal verilerden
yararlanma gibi yöntemlere başvurmalıdır.
• Söylenenlerin bir yargıya bağlanması da sonuç bölümüdür. Genellikle makale yazarları seçtikleri
konu üzerinde söylediklerini bu bölümde bir yargıya dönüştürerek derleyip toparlarlar.
Metin İçi Kaynak Gösterme Yöntemi
Metin içi kaynak gösterme sistemlerinde kaynaklar yalnızca çalışmanın sonuna konulan kaynakçada tanıtılır. Metinde
kaynak gösterilecek yerde açılan bir parantezin içine kısa bilgiler konur. Metinde parantez içine kısa bilgiler yazmanın
amacı, dileyen okuyucuyu kaynakla ilgili tüm bilgilerin yer aldığı sondaki kaynakça listesine göndermektir.

Tek Yazar

Metinde parantez içine yazarın soyadı yazılır, virgülle ayrıldıktan sonra sayfa numarası belirtilir.

Örnek;

Yazar (Yıldırım, 95), çalışmasında günümüzde bilgisayar desteği olmadan bilimsel araştırma yapılamayacağını
vurgulamaktadır.

Eğer yazar zaten metinde veriliyorsa parantez içine yalnızca sayfa numarası yazılır, soyadı tekrarlanmaz.

42
Yıldırım (95), çalışmasında günümüzde bilgisayar desteği olmadan bilimsel araştırma yapılamayacağını
vurgulamaktadır.

Soyadını ne zaman çalışmamızın metin yazısında, ne zaman da parantez içinde göstermek uygundur?

Değinilen bilgiler açısından, yazarın kimlği önem taşıyorsa yazar adı metne yerleştirilmelidir. Tersine, asıl önemli olan
bu bilgilerin içeriği ise o taktirde yazar soyadı ve sayfa numarası ile birlikte sayfa içinde verilmelidir.

Bu sistemde derleyen, çeviren, hazırlayan, editör, vs. gibi emeği geçenlerle kurumlar da kaynak gösterme açısından
yazar gibi işlem görürler. Yazar isminin uzun olması durumunda bu isimi parantez içinde değil, metinde belirtmek daha
uygun olur.

Örnek;

Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından yapılan bir araştırmanın (23) da ortaya koyduğu gibi...

İki Yazar ve İkiden Fazla Sayıda Yazar

Her başvuruda iki yazarın da soyadları belirtilir.

Örnek;

Yıldırım ve Bilgin (103) farklı sonuçlara varmışlardır...

Yazar sayısının ikiden fazla olduğu durumlarda birinci yazarın soyadı yazılır, ondan sonra “ve diğerleri” anlamına gelen
“vd.” Kısaltması konur.

Örnek;

Azizoğlu vd. (89) farklı görüşü savunan yazarlar arasında yer almaktadır...

Kaynak adı ile birlikte yazarların tümünün isimleri Kaynakça’da yer aldığından, okuyucu diğerlerini buradan
öğrenebilir.

Aynı Yazarın Birden Çok Çalışması

Aynı yazarın birden fazla çalışmasına başvuru yapılması durumunda, eğer bu çalışmalar farklı yıllara aitseler, parantez
içine bu farklı yılların yazılması ile çalışmalar birbirinden ayrılmış olurlar. Fakat eğer bir yazarın aynı yıl yayımlanan
birden fazla çalışması varsa, bunları ayırt etmek üzere baskı yılının sonuna a, b, c, vs. gibi küçük harfler konur.

Örnek;

Yazarın bir çalışması (Bilgin, 1999a: 35) bu sonucu doğrularken, diğer bir çalışması (Bilgin, 1999b:102) ters sonuçlar
vermektedir...

Yayın tarihine eklenen bu küçük harfler çalışmanın sonundaki Kaynakça’da da gösterilmelidir.

Yazarsız Çalışma

Yazarı bulunmayan çalışmalar başlıklarıyla kaynak gösterilirler. Bunun için başlıkta anlamlı kısaltmalar yapılabilir.
Ayrıca başlık kelimeleri italik olarak veya tırnak içinde yazılmalıdır.

43
Örnek;

Asıl başlık Türkiye’de Bütçe Harcamaları Üzerine Karşılaştırmalı bir Araştırma olsun. Metin içi kaynak şu şekilde
gösterilebilir:

( Bütçe Harcamaları, 92)

Derleme Kitap İçinde Bulunan bir Yazı

Metin içinde kaynak gösterilirken, parantez içine başvurulan çalışmanın yazarının soyadı yazılır, virgül konulup
sayfa numarası belirtilir.

Örnek;

(Dönmez, 28)

Dergi Makalesi

Parantez içine makale yazarının soyadı yazılıp virgül konur ve makalenin bulunduğu sayfa numarası belirtilir.

(Gören, 35)

Ansiklopedi Maddesi

( Maddenin ismi, sayfa no)

Örnek; ( Puşkin, 119)

Sözlük

( Sözlüğün İsmi, sayfa no)

Örnek;

( Türkçe Sözlük, 1003) ( Osmanlıca Sözlük, 98)

İnternet

Parantez içerisine yazar soyadı, belgenin yayın tarihi ve paragraf numarası yazılır.

( Yazar soyadı, paragraf no)

Yazarı belli değilse belge başlığı belirtilir.

( Belge Başlığı, paragraf no)

Kaynakların Belirli Kısımlarından Aynen Yapılan Alıntılar

▪ İki, üç satırı aşmayan kısa aktarmala metinle bütünleştirilir. Örnek;


Yaşlı Adam ve Deniz başlıklı romanında Hemingway, “insan yenilmek için yaratılmış” (134) dedikten sonra
“dövülecekse dövülmelidir” (42) biçiminde devam etmektedir...

44
▪ Uzun alıntılar ise satır başlığına göre beş harf boşluğu içerden başlayacak biçimde metinden ayrılmış olarak
yazılır. Örnek;
Akın, yaptığı analizlerin sonuçlarını araştırmasında şöyle ifade etmektedir:

Türkiye turizm potansiyeli açısından dünyanın en zengin ülkeleri arasında sayılır. Ancak
turizm gelirlerinin artırılabilmesi için temel alt yapı yatırımlarındaki eksikliklerin
giderilmesi gerekir. Bunun yanında, turizmin en duyarlı sektörler arasında yer alması
dolayısıyla, ekonomik ve siyasal istikrarın sağlanması da büyük önem taşır (124).

KAYNAKÇA

Kaynakça hazırlarken;

✓ İkinci ve daha sonraki satırlar 5 harf boşluğu içeriden başlar.


✓ Yazar soyadına göre alfabetik olarak düzenlenir.

Tek Yazar

Yazarın Soyadı, Adı. Çalışmanın Adı, Basımyeri: Yayınevi, Basım tarihi.

Dilber Ayça. Beyaz Ev, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2000.

Mungan, Murathan. Üç Aynalı Kırk Oda, İstanbul: Metis Yayınları, 1999.

İki Yazar

Aydın,Ayhan ve Güçlü Fethi. Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Ankara:Bilim Yayınevi, 2003.

İkiden Fazla Yazar

İkiden fazla yazarın bulunması durumunda metin içinde ilk yazarın adından sonra ötekiler için “ve diğerleri” anlamında
“vd.” kullanılır. Ancak kaynakçada yazarların tümünün isimlerini belirtmek gerekir. Bu konuda izlenecek yol şudur:

Akşin Ceyhun, Güçlü Ali, Sarı Mehmet. Kamu Maliyesi İlkeleri. İstanbul: Emre Yayınları, 2005.

Derleyen

Bilgin, Ali. (der.). Türkiye Ekonomisi Hakkında Seçme Yazılar. İstanbul: Akademik Yayınlar, 1999.

Kurum Olarak Yazar

Yazar adı olarak alfabetik sıraya göre kurum adı kaydedilir.

Devlet Planlama Teşkilatı. Türkiye’de Gelir Dağılımı Üzerine Bir Araştırma. Ankara: DPT., 2005.

Derleme Kitap içinde bulunan bir yazı

Çalışmanın yazarı. Çalışmanın Başlığı. Kitabın yazarı (der.). Kitabın Adı.Basımyeri: Yayınevi, Tarih.

Seyidoğlu, Halil. Türkiye’nin AB ile İlişkileri. A. Cihan ve H. Mutlu (der.). Türkiye Ekonomisinde Gelişmeler. İstanbul:
Ramiz Kitabevi, 1998.

45
Dergi Makalesi

Makale Yazarının Soyadı, Adı. Makalenin Adı. Derginin Adı, cilt no.(sayı no), tarih

Gören, Halil. Avrupa Birliğinde Son Gelişmeler. Avrupa Birliği Dergisi, 48.(3), 2002.

Ansiklopedi Maddesi

Puşkin. Ana Britannica. Ana Yayıncılık. İstanbul 1993.c.26.

Sözlük

Türkçe Sözlük. TDK Yayınları. Ankara 1998. c.1.

Yazarsız Gazete Makalesi

Kıbrıs Davamız (25 Ağustos 1997). Cumhuriyet Gazetesi, s.4.

İnternet

Yazar Soyadı, Adı. Belgenin Başlığı. (Yayın Tarihi)

<İnternet Adresi> (erişim tarihi)

Aytekin, Savaş. Soğuk Savaş Sonrası Çalışmalar. ( 21 Mayıs 2005)

<http://www.makaleler.tubitak.gov.tr/kitap/maknasyaz/index.html> (2 Mayıs 2006)

Yazarı belli değilse kurumun ismi belirtilir.

Bilkent Üniversitesi Sağlık Merkezi. Kimyasal Silahlar ve Korunma. ( 10 Kasım 2004).

< http://www.bilkent.edu.tr/~ilheal/aykonu/ Ay2004/ January04/ Kimyasalsilah.htm> (2 Mayıs 2006)

Önemli :

✓ Tüm bilgisayarda yazılan yazılarda noktalama işaretlerinden sonra bir boşluk bırakılır.
✓ Tüm başlıklar ve kitap isimleri ya italik ( Teknolojideki Gelişmelerin Sırları )ya da tırnak
( “Teknolojideki Gelişmelerin Sırları” ) içinde yazılır.
✓ Türk.100 dersi için hazırlayacağınız tüm makale ödevleri bilgisayarda yazılacak 1,5 satır aralığı uygulanacak,
12 punto, Times New Roman fontu kullanılacak. Makale ödevlerinizde en az üç tane kaynak kullanmalısınız.
Alıntılar için referans gösterilmesi (gönderme yapılması) zorunludur. Kaynakça için yeni bir sayfa
açılmalıdır.
Yararlanılan Kaynak: Seyidoğlu, H. (2000). Bilimsel Araştırma ve Yazma El Kitabı, İstanbul:Güzem Yayınları.

TASLAK OLUŞTURMA

GİRİŞ

Giriş bölümünde makale boyunca ele alacağınız konu ve yazınızın anafikri (tez) bulunmalı.

46
GÖVDE

Ana Başlıklar: Ana başlıklara genellemeler de denir. Ana başlık cümlesi içerdiği tüm bilgileri özetler. Ana
başlıklar çeşitli yapılarla gösterilebilir:

1. Problem çözme kalıbı


Birinci başlık problemin önemini, ikincisi nedenlerini, üçüncüsü çüzümlerini içerir.

2. Zaman –dizimsel kalıp


Tarihsel ilerleyişe göre yapılır. En eskiden en yeniye ilerlenir.

3. Konu odaklı kalıp


Malzeme birkaç başlığa bölünüyorsa

Geçişler: Geçiş kalıpları aracılığıyla bir düşünceden diğerine geçilir. Geçişler dinleyicinin konuşma boyunca
tur rehberidir. Belirli bir sözcük ya da düşüncenin önemini ilan eder.

Destekleyici bilgiler: Her ana başlık bir mini tezdir. Ayrı bir amaç cümlesi olarak alınmalı ve
desteklenmelidir. Destekleme çeşitleri şöyle olabilir:

• terimlerin tanımları
• özel durumlar
• istatiksel veriler
• onaylayıcı kanıtlar
• açıklamalar

SONUÇ

Makale, özetleme ya da takviyeyle sona ermelidir. Varmak istediğiniz noktayı söylediğiniz


bölümdür. Yargı içeren bir bölüm olmalıdır.

KAYNAKÇA

Hangi kaynaklara başvurmayı düşünüyorsunuz? İnternet kaynaklarını kullanacaksanız açık web


adresini yazmalısınız. İnternet dışındaki kaynaklardan da bir veya iki sayfayı makale taslağınıza
eklemelisiniz.

Makale Taslağı Örneği 1

TÖRE CİNAYETLERİ

GİRİŞ

Töre cinayetleri özelikle kadınlara yönelik şiddet uygulamalarından biri olup, sadece eğitimsiz ve cahil
insanlara özgü bi kavram değildir ve çoğunluğunu İslam kültürünün oluşturduğu Türkiye’de çok ciddi bir
sorundur.

47
GÖVDE

Töre Cinayetlerinin Önemi:

• Töre cinayetleri ataerkil toplum düzenlerinde muhakkak ki var olan sömürü düzeninin bir parçasıdır.
• Kalıplaşmış fikirler, çağdışı ideolojiler ülkenin gelişimini engelleyen bir unsurdur ki bunlardan biri
de töredir.
• Cahil, eğitimsiz toplumlarda daha sık görülebildiği gibi, tüm kültürel sınıflarda da
rastlanabilmektedir.
• Özellikle kadınlara yönelik olan töre cinayetleri ciddi bir suçtur ve insan haklarını çiğner.

Töre Cinayetlerini Oluşturan Önemli Unsurlar:

• Eğitimdeki eksiklikler cinayeti işleyen büyük çoğunluğu oluşturan cahil insanların bu suçu
işlemesinde tetikleyici bir unsur oluşturur.
• Töre cinayeti gibi şiddetin en üst kademesini oluşturan bu fenomenin sürekliliğini kılan güçlerden
biri de devlet kurumlarıdır. (Yargı, yasama...)
• Devletin ve toplumun ideolojik yapısı da önemli bir etkendir.
Töre Cinayetlerini Önlemek İçin Geliştirilmesi Gereken Çözümler:

• Eğitimde köklü değişmelere gidilmelidir.


• Kalıplaşmış fikirlerin ortadan kaldırılması için özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu gibi
bölgelerde bu konu hakkında eğitimler verilmelidir.
• Devlet ve kurumlar kanunlarını düzenlerken töre cinayetlerinin de ülke açısından nasıl önemli bir
tehdit unsuru olduğunu unutmamalıdır.

SONUÇ

Gelişmiş ve çağdaş toplumlarda insan haklarına aykırı ve çağdışı olgulara yer yoktur. Bu yüzden töre ve
namus cinayetlerinin ortadan kaldırılması için bireyler kadar devlet ve devlet kurumlarına da görev
düşmekte, bu kökleşmiş yanlış normlar ülkelerin gelişimine gölge düşürmemesi için gerekli her türlü
önlemler alınmalıdır.

Kaynakça:

• Hakeri, Hakan. “Sosyolojik ve Hukuksal Boyutlarıyla Töre ve Namus Cinayetleri Uluslararası


Sempozyumu”
• Mojob, Shahrzad ; Abdo, Nahla. “Namus ve Şiddet Kuramsal ve Siyasal Yaklaşımlar”
• http://www.turkishweekly.net/turkce/yorum.php?id=350

48
Makale Taslağı Örneği 2

“Kültürel, Ekonomik ve Toplumsal Eksikliklerin Yol Açtığı Sorunlar” Konulu Makale Taslağı

GİRİŞ

Bu makalede toplumsal bozukluk temel alınarak, Türkiye’de toplumun 2000’li yıllarda gözlemlenen
toplumsal yapısı, kadın - erkek ilişkileri, ekonomik durumu, diğer ülkelerle kültürel etkileşimi ve kişilerin
olaylara bakış açısı bakımından şu anki toplumun geldiği konum karşılaştırılarak irdelenecektir. Toplumsal
bozukluğa yol açan kültürel, ekonomik ve toplumsal eksikliklerin neler olduğu ve nasıl bu sorunların
üstesinden gelinebileceğine değinilecektir. Ayrıca diğer kaynakların yanında İnci ARAL’ın Türkiye’deki
toplumsal yozlaşmayı konu edinen Safran Sarı kitabından alıntılar kullanılarak konu daha somut bir şekilde
incelenecektir.

GÖVDE

1. Toplumsal yozlaşma nedir?


a) Genel Tanım

b) Görüldüğü Toplumların Genel Özellikleri

c) Kişiler Üzerindeki Etkisi

2. Türkiye’de Toplumsal Yozlaşma


a) Neden Türkiye?
b) 2000’li Yıllardan Önceki Toplum Yapısı
c) Şu anki Türkiye’nin Toplum Yapısı
d) Sosyal Değişim
e) İç Sorunlar ( Rüşvet, Çocuk Kaçırma, Kaçakçılık vs.)
3. Toplumda yozlaşmaya neden olan faktörler nelerdir?
a) İnsanlar Arasında İlişkilerinin Bozulması, İletişim Eksikliği

b) Ekonomik Sıkıntının Kişiler Üzerindeki Etkisi

c) Kişilerde Tüketici Bilinci Yerleşmesi ve Doyumsuzlukların Başlaması

d) Sömürü Düzeni

e) Kültürel Bağların Kopması, Gelenek ve Göreneklere Bağlılığın Azalması

f) Toplumu Birarada Tutan Değerlerin Önemini Yitirmesi

g) Yozlaşan Cinsellik

4. Toplumda Yozlaşmayı Önlemek İçin Geliştirilmesi Gereken Çözümler:

49
a) Kişilerin Yozlaşmanın Topluma Verdiği Zararın Bilincinde Olması
b) Devletin Toplum Düzenini Sağlama Konusunda Sorumluluklarını Yerine Getirmesi
c) Daha Katı Caydırıcı Ceza Sistemi Uygulanmalı
d) Gelenek ve Göreneklere Bağlılık Arttırılmalı
SONUÇ

İnsan sürekli gelişen bir varlıktır ve toplum da insanların ihtiyaçlarına ve çağın gereklerine göre sosyal bir
yapıya bürünür. Aslında bu gelişmelerin insanlar üzerinde olumlu etki göstermesi beklenirken toplumsal
yozlaşma dediğimiz bir olguyla karşılaşmaktayız. Kişilerin toplumu ayakta tutan değerlere hassasiyet
göstermesi, devlet kurumların görevlerini yerine getirmesi, caydırıcı cezaların uygulanması ve gelenek,
göreneklere bağlılık göstermesi toplumdaki bazı yerleşmiş kalıpları değiştirememekle birlikte toplumsal
yozlaşmayı belli ölçüde engelleyebilir.

KAYNAKÇA

Aral, İnci. “Safran Sarı” Mart 2007

Yoltaj, Niyazi. “Ulusal Kültürde Yozlaşma ve Karikatür” , Kasım 2004 <http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/


sayi57/yoltas.htm>

Dönüşüm Konağı. “Türkiye’de Yaşanan Krizlerin Arkasındaki Neden: Ahlak Bulanımı, Yozlaşma ve
Yozlaşmanın Göstergeleri” < http://www.donusumkonagi.net/makale.asp?
id=5313&baslik=turkiye_de_yasanan_krizlerin_Arkasindaki_neden:_Ahlak_bunalimi,_yozlasma_ve_yozlas
manin_gostergeleri_>

H. Fırat. “Günümüzün Burjuva Toplumunda Genel Boyutlarıyla Kadın Sorunu”, 21 Kasım 2008 <http://
www.tkip.org/ana-sayfa/kadin-sorunu/yazi/article/2/kadin_sorunu_uezerine_konferanslardan.html>

Akuçekiyan, Zehra. “Toplumsal Sorunlar Ve Aie”, 31 Ocak 2007 <http://www.zehranet.com/


haber_detay.php?haber_id=611>

Kongar,Emre. “Kamuda Rüşvetin Toplumsal Nedenleri” 17 Kasım 2008 <http://www.google.com.tr/search?


hl=tr&q=toplumsal+yozla%C5%9Fma++nedenleri&btnG=Ara&meta>

Makale Taslağı Örneği 3

“AMERİKA 1954”

GİRİŞ

Ailesinin ve çocukluğunun geçtiği İstanbul’u bırakıp, yazar olmak isteyen Harun, New York’a yepyeni
umutlarla gitmiştir. Ondokuz yaşında, yeni insanlar ve yeni keşiflerle yeni bir hayata başlamıştır.
Demir Özlünün Amerika 1954 romanında, New York ile İstanbul arasındaki mimarı farklılıklardan, o
yıllardaki siyasi ortamdan, sosyal ve kültürel yaşamdan bahsedilmektedir. Her iki şehirdeki aile yapısı ve
romandaki karakterler ele alınmıştır.

50
GÖVDE

1) New York ve İstanbul arasındaki mimari farklılıklar ve benzerlikler

a) New York

— mimari yapısı

— özgürlük şehri (88, 15, 41)

b) İstanbul

—mimari yapısı

— Harun’un çocukluğundaki İstanbul (8, 148)

İstanbul’daki kısıtlayıcı etkenler (14, 19, 51)


c) İstanbul ve New York’taki göçmen mahallelerin karşılaştırılması(80,87)

d) Şehirlerin benzer yanları

e) Bu şehirlerin Harun’un üzerindeki etkileri

— New York(53, 19)

—İstanbul

GEÇİŞ: Harun’un yaşadığı yeni çevrenin ve geçmişi yansıtan eski çevrenin onun üzerinde
çok büyük bir etkisi vardır. 1950’li yıllarda yeni yaşadığı çevreye alışmaya çalışırken, o dönemde yaşadığı
şehrin siyasi olaylarından ve aynı dönemde Türkiye’deki Demokrat Parti durumundan ve onun üzerindeki
etkilerinden söz etmeliyiz.

2) 1950’li yıllardaki siyasi ve toplumsal durum

a) New York’taki McCarthy etkisi (66)

—Penelope’nin babasının demokratik yaklaşımı

b) Türkiye’deki Demokrat Parti dönemi ve etkileri(37, 38)

—Demet’in babasının tutumu(30)

51
c) Siyasetin etkilerinin insanlara yansıması (98)

—Larry’nin annesinin tutuklanması

GEÇİŞ: 50’li dönemlerde siyaset, yalnızca ileri yaştaki aile bireylerini değil aynı zamanda
gençlerinde etkilemiştir. Özellikle gençlerin sosyal hayatlarına girmiş bulunmaktadır.

3) O yıllardaki kültürel ve sosyal yaşam

a) New York’taki gençlerin yaşamı

—Caz müziğinin etkisi

—Üniversite yaşamı

—Büyük bunalım(138)

—Edebiyat

b) İstanbul’daki gençlerin yaşamı

—Baylan pastanesi

—Edebiyat

—Gençlerin giyimi

—Müzik

GEÇİŞ: New York ve İstanbul karşılaştırıldığında, o dönemdeki aile yapılarının farklılıkları açıkça
görülmektedir.

4) İlişkiler

a) Harun’un ilişkileri

—Harun-Demet ilişkisi

—Harun-Penelope ilişkisi

b) İstanbul ve New York’taki aile yapıları (26,27)

—İstanbul’daki ailelerin tutucu davranışları (34)

Demet’in ailesindeki konumu

—New York’un daha özgür yapıya sahip olması

Penelope’nin ailesindeki konumu

52
c) Kadının toplumdaki yerinin karşılaştırılması (25)

—Ailelerin kızlarına davranışları

—Kızların evlenmeden önce ve sonraki toplumdaki durumları (26)

SONUÇ

Demir Özlü, 1950’li yıllardaki New York ve İstanbul şehirleri arasında karşılaştırmalar yaparak, bunun
Harun’un üzerindeki kültürel ve sosyal etkilerinden bahsetmiş ve bu iki şehrin farklı ve benzer yönlerini,
Harun’un yaşadıklarıyla harmanlayarak, onun nasıl etkilendiğini okuyucularına aktarmıştır.

53
Makale Örneği 1

Aziz Antonius'un Baştan Çıkarılması:

Bir Kötü Alışkanlık Olarak İnternet

ARMAĞAN EKİCİ

"...kusurlu yumuşakgil yüzünden dı

sarmış örümcek ağlarının içinde virüslerin

ürediğini öğrendiğim gündü. " 1

İlhan Mimaroğlu

I.

İnternet'in ne olup ne olmadığı, neyi yapıp neyi yapamayacağı üzerine bol bol yazılıp çiziliyor.
İnternet'in hayatımızda tuttuğu yerin hangi değere ulaşacağı, belki önümüzdeki beş-on yıl içinde daha iyi
anlayacağımız bir konu; yaşayarak, deneyerek göreceğiz. Son beş yıldır tartışılan bir konu var: İnternet bir
kötü alışkanlık mıdır peki?

"Evet, hem de nasıI kötü bir alışkanlıktır diyenler'' var . “İnsanların aile, okul, ev, iş sorumluluklarını
bir kenara bıraktıran, teknoloji devriminin bütün nimetlerinin yanında gelmiş olan tehlikeli bir musibettir.
İnternet bağımlılığı; tanımlanması, teşhis ve tedavi edilmesi gerekir'' diyorlar. Onlara göre, İnternet
üzerinden seks ve kumar tutkusu yüzünden insanlar boşanmakta, işyerlerinde çalışanlar dalga geçerek
patronlarını zarara sokmakta, üniversitelerde öğrenciler bilgisayar laboratuvarlarında çalışıp bilime katkıda
bulunacak yerde sohbet etmekte, bütün gece İnternet'te oyun oynayan çocuklar ertesi gün okulda
uyuyakalmakta.

Marazi İnternet kullanımını nasıl teşhis ediyorlar peki? Mesela, Dr. Mark Griffith's’in Reuters için
yaptığı bir araştırmada verdiği ''en önemli uyarı sinyali''ne bakalım:

1. Yalnızca birkaç dakika harcamaya niyetli olduğunuz halde, bilgi aramak için saatler harcadığınızı
fark ediyorsunuz.

2. Çalışma arkadaşlarınıza, özel hayatınızdaki arkadaşlarınıza ya da eşinize bilgisayar başında


geçirdiğiniz zaman hakkında yalan söylüyorsunuz.

3. Monitörün başında her oturuşta saatlerce kaldığımız için fiziksel sorunlardan mustaripsiniz.

4. Sürekli olarak bir sonraki lnternet oturumunu iple çekiyorsunuz.

5. Aradığınız bilgiyi bulmaya hep ''bir adımcık'' kaldığını düşünüyorsunuz.

54
6. Anonim bir kişiliğe bürünmek size heyecan veriyor, insanlarla İnternet üzerinden konuşmayı yüz
yüze konuşmaktan daha kolay buluyorsunuz.

7 . E-postanızda bir şey var mı diye bakmak için zorlayıcı bir istek duyuyorsunuz.

8. İnternet'e girmek için yemek öğünlerinize, derslerinize ya da randevularınıza boş veriyorsunuz.

9. Bilgisayarınızın başında bu kadar fazla zaman geçirdiğiniz için suçluluk duyma ve büyük bir zevk
alma arasında gidip geliyorsunuz.

10. Bilgisayarınızdan uzak kaldığınız zaman canınız bilgisayar çekiyor ve yoksunluk semptomları
gösteriyorsunuz.2

''İnternet Bağımlılığı Bozukluğu''nu bir hastalık olarak gören ve tedavi etmeye çalışan isimlerin önde
gelenleri, Kimberly Young, David Greenfiel, Maressa Hecht Orzack gibi psikolog ve psikiyatristler. Bu
araştırmacılara göre, hastalığı teşhis etmekte kullanılabilecek, yukardakine benzer listeler var; çoğunlukla
kumar, alkol bağımlılığı araştırmalarında kullanılan modellerden türetilmiş listeler bunlar.

(İşin eğlenceli taraflarından biri, bu terimin ve tanım kriterlerinin Ivan Goldberg adlı bir doktorun
yaptığı bir şakadan çıkmış olması:

İrikıyım, sakallı bir New York / Yukarı Doğu Yakası Psikiyatristi olan Dr. Goldberg, her gün iki
saatini, 1986'da ruh doktorları için kurduğu bir siberklüp olan PsyCom.Net'in tartışma gruplarını gezerek
geçiriyor. İki yıl önce, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin ''Ruhsal Bozuklukların Teşhisi ve İstatistikleri
Elkitabı''nın bir parodisini yazarak grup arkadaşlarına küçük bir oyun oynamaya karar verir. Bu elkitabının
karmaşıklığını ve katılığını göstermek için, ''İnternet Bağımlılığı Bozukluğu'' (Internet Addiction Disorder I.
A. D.) adını verdiği bir şey uydurur; hastalığın semptomları arasında ''önemli sosyal ya da mesleki
faaliyetlerin İnternet kullanımı yüzünden bırakılması ya da azaltılması'', ''İnternet hakkında fanteziler ve
rüyalar'', ve " parmakların istemli ya da istemsiz hareketleri'' gibi semptomlar vardır.

Goldberg'i şaşırtan şey şu olur: birçok meslektaşı "netkolik'' olduklarını itiraf ederler ve ondan
yardım isteyen e-postalar gönderirler. Goldberg mustarip arkadaşlarının isteğini yerine getirir ve İnternet
Bağımlılığı Destek Grubu'nu hayata geçirir.

Grubun şanı bir bilgisayar virüsünden daha büyük bir hızla yayılır. Kendilerini bağımlı olarak gören
yüzlerce kişi - kimileri günde 12 saat İnternet başında geçirdiklerini söylemektedirler - çektikleri acıları
anlatan mesajlar göndermeye başlarlar.3

(Küçük çapta bir İnternet mizah klasiğine dönüşmüş bu mektubun tamamını İnternet'te bulmak
mümkün.)4

Bu "hastalığın'' ortaya çıktığı alanlar, tahmin edebileceğiniz gibi: Siberseks, flört, muhabbet, kumar,
pornografi, sohbet, borsada oynamak, açık artırmalara katılmak, oyunlar ve - son olarak - saplantılı bir
şekilde yeni bilgiler peşinde koşmak.

55
İnternet bağımlılığının nedenlerine gelince, araştırmacılar özellikle sosyalleşme ihtiyacını
vurguluyorlar. Örneğin Dr. Storm A. King, konunun boyutlarını özetlediği makalesinde5, İnternet üzerindeki
sosyal hayatın avantajlarını sayıyor: Günümüzün şehir hayatında kolay kolay kurulamayan sosyal
bağlantıları İnternet üzerinden kurabilmek, yabancılarla kolaylıkla ve risksiz olarak ilişkiye geçebilmek;
insanların kendi kendilerini dizginlemeden, özgürce düşüncelerini, duygularını ifade edebilmeleri;
kendilerini göstermek istedikleri yönlerini abartarak gösterebilmeleri; İnternet üzerindeki paylaşma
ortamlarında ses çıkarmadan diğerlerini dikizleme olanağının olması gibi. Sosyalleşme ihtiyacına, İnternet'i
çekici kılan başka unsurları eklemek zor değil; her an el altında olması, yasaklanmış olana ulaşabilmeyi
kolaylaştırması, oyun oynamaya, risk almaya yardım etmesi gibi.

Peki, bu hastalığı tedavi etmek için neler yapmak lazım? Kimberly Young’a göre, hastanın günlük
İnternet kullanım saatlerini değiştirmek, örneğin bir mutfak saati yardımıyla bilgisayarı kapatmasını
hatırlatmak, haftalık İnternet kullanımı hedefi çizelgeleri yapıp bunları kaydetmek, İnternet orucuna girmek,
küçük hafıza kartlarına İnternet'in faydaları ve zararlarını yazmak, destek grupları ya da aile terapisi gibi
yöntemler düşünülmeli.6

Tahmin edilebileceği gibi, bütün bunlara katılmayanlar da var. Örneğin Dr. Nathan Shapira, bir
sorunun varlığını kabul ediyor; ama bunun yeni bir hastalık türü değil, aynı kleptomani veya alışveriş
bağımlılığı gibi bir “itki denetimi” problemi olduğunu düşünüyor ve İnternet “bağımlı”larının zaten başka
psikiyatrik bozukluklardan da çektiklerini düşünüyor.7

Teşhis ve tedavi yaklaşımına ideolojik olarak sert eleştiriler geleceğini de görmek zor değil.
Özellikle öncü ve en yüksek sesli savunucu konumundaki Kimberly Young’ın –ironik bir şekilde İnternet
üzerinden, www.netaddiction.com adresinde verdiği, “bilgilendirme ve tedavi” hizmetlerine bakarak, bu
hastalığı kurumsallaştırma çabalarını, bu tedavi hizmetlerini verecek olan doktorların şahsi çıkarlarından
başka bir şeye faydası olmayan bir sahtekarlık olduğunu söyleyenler var.8

(Düpedüz dalga geçenlerde yok değil: Örneğin, Darren Aronofsky’nin “Requiem For A Dreamé
filminin tanıtım sitesindeki, İnternet bağımlılığınızı tedavi etmeyi öneren sitelerin parodisi gibi.)9

Dr. John Grohol da böyle bir hastalık olmadığını söylüyor. Grohol, hastalığın var olduğu sonucuna
varan araştırmalardaki yöntemsel sakatlıklara işaret ediyor; örneğin, teşhis kriterlerinin saptanmasında,
patolojik kumar bağımlılığı gibi az sayıda insanda gözlemlenen, anti-sosyal bir davranış için geliştirilmiş
kriterlerin, İnternet gibi milyonlarca insanın kullandığı ve doğası itibariyle sosyal olan ilişki biçimine
aktarılmasını eleştiriyor.

Grohol, İnternet bağımlılığından çektiğini söyleyen insanların çoğunun depresyon, anksiyete gibi
başka bir sorunla yüzleşmek yerine kendilerini İnternet’e verdiklerini, çok az sayıda kullanıcının kompulsif
aşırı kullanımdan mustarip olduğunu; bunların da bilinen bağımlılık tedavi yöntemleri ile tedavi edilmesi
gerektiğini söylüyor.

John Grohol’un alternatif olarak önerdiği yaklaşım oldukça aklıselim ürünü. Üç safhalı bir modeli
hipotez olarak ortaya atıyor: Bu modelde kullanıcılar önce büyülenme / saplantı, sonra hayal kırıklığına
56
uğrama / uzak durma safhalarından geçerek bir dengeye ulaşıyorlar. Grohol, buna göre, aşırı kullanım
şikayetlerinin çoğunun, ikinci safhadaki kullanıcıların geçici şikayetleri olduğunu söylüyor.10

İlginç bulduğum başka bir yaklaşım, Dr. John Suler’in yaklaşımı. John Suler neyin hastalıklı, neyin
sağlıklı olduğunu ayırt etmek için bir “Bütünleştirme İlkesi” öneriyor:

“Yüzyüze yaşantınız siber-yaşantınızdan koptuysa bir sorun vardır. Yüzyüze yaşantınız siber-
yaşantınızla bütünleşmişse, durumunuz sağlıklıdır.”

(…) (sağlıklı İnternet kullanımında) İnternet üzerindeki hayatınızdan gerçek hayattaki aile ve
arkadaşlarınıza söz edersiniz. İnternet ortamındaki cemaatinize kendi gerçek kimliğiniz, ilgileriniz ve
becerilerinizle katılırsınız. İnternet üzerinde tanıştığınız insanlarla telefonla konuşur ya da şahsen
görüşürsünüz. Tersi de geçerli: esasen gerçek dünyadan tanıdığınız insanların bir kısmıyla da e-posta ya da
sohbet ortamlarında ilişkiye geçersiniz. "Gerçek dünyayı getirmek'', siberuzayda bağımlılık halinde takılıp
kalmış insanlara yardım etmekte önemli bir ilkedir.(11)

II.

Yukandaki kısa özetin göstermeye çalıştığı üzere: Bir sorun var gibi; konunun uzmanları işin
üzerinde duruyorlar, saflar belirleniyor; ama karşımızda yeni bir hastalık var mı, yok mu; hastalıklı
davranışla sağlıklı davranışın sınırı nedir soruları üzerinde ''standart'' bir mutabakat henüz ufukta
görünmüyor. Belki de, yöntemsel olarak daha sağlam araştırmalar yapıldıkça konu daha iyi anlaşılacak.

Benim kişisel düşüncelerime gelince: Tahmin edilebileceği gibi, ben de ''tedavi edilmesi gereken bir
maraz olarak'' İnternet'i çok ciddiye almıyorum; yukarıda John Grohol'un savunduğuna benzer şekilde,
İnternet'i "kötüye'' kullanmasaydık, başka bir şeyi kötüye kullanacaktık, geçecekti; İnternet de bir süre
kötüye kullanılır, geçer diye düşünüyorum. Zaten, bu bağımlılık meselesi bana komik geliyor: Yazının
başında andığım İnternet bağımlılığını haber veren 10 uyarı sinyali listesinde İnternet yerine mesela piyano,
futbol, matematik koyabilir; haddinden fazla piyano çalan insanlara bağımlılık teşhisi koyup, acilen piyano
orucuna girmelerini tavsiye etmeye kalkışabilirdik - velhasıl, bugünün konser piyanistlerine zamanında
müdahale etseydik, onları topluma kazandırabilecektik. Yani, tutku ve bir konuda "aşırı'' vakit harcama,
kendi başına pek fena bir şey değil zaten bence.

Peki, vardığım sonuç bu mu: bırakınız tıklayalım, bırakınız tıkırdayalım? Hayır, bence mesele, o en
can alıcı soruya, bu dünyadaki kısıtlı vaktimizi ne ile geçirdiğimiz sorusuna verdiğimiz cevapta
düğümleniyor-başka her şeyde olduğu gibi:

İnternet üzerinde insanın kendi istediğinden fazla vakit geçirmesinin, birilerinden bir e-posta ya da
mesaj gelmiş mi, falanca yere yazdığım yazıya bir cevap var mı, falanca bu hafta ne yazmış, şu konuda hangi
kitaplar var, bu albüm hakkında kim ne demiş derken, başka bir şeye vaktinin kalmadığını görmesinin nasıl
bir şey olduğunu, kendimden biliyorum. Zaten yukarıdaki "İnternet Bağımlılığı'' papazlarını ciddiye alacak
olsam, kendimden başlayarak yakın çevremin önemli bir kısmının tedavi için ehil doktorlara sevk edilmeleri
gerekiyor .

57
Bu vakit geçirme/harcama davranışının altındaki temel motife, sosyalleşme motifine, burun
kıvıracak halim yok. Sosyalleşmek, hepimizin en temel ihtiyaçlarından: Bizi anlayacak, anlatacak, sözümüzü
dinleyecek, ilgilerimizi paylaşacak, bize yeni yollar gösterecek, suç ortağımız olacak birilerini her zaman
arıyoruz, arayacağız. İnternet'in bu konudaki katkıları ortada: Ne kadar deli saçması bir alanda da olsa,
saplantınız ne ise, dünyanın dört bir yanından saplantınızı paylaşan insanlarla koltuğunuzdan kalkmadan
ilişkiye geçebiliyor, "ruh ikizleriniz"le karşılaşabiliyorsunuz.

İnternet üzerinde bilgiye ulaşma tarzının kolaylıkları ve zorlukları, İnternet'in hem çekiciliği ve
vazgeçilmezliğini, hem de zaman çalıcı yönlerini açıklıyor. İnternet'in çöple de dolu olduğu, kaliteli, derişik
bilgiye ulaşmanın şansınıza kalmış olduğu bilinen bir şey ama; İnternet'in aklınıza gelecek her konuda en
azından "özet'' bilgiye ulaşmakta, daha kaliteli bilginin nerede, hangi kitaplarda olduğu konusunda yol
gösteren ipuçlarını vermek konusunda daha önce hayal edemediğimiz bir gücü var. Klasik yayın araçlarında
şansı olmayacak kimi derinlemesine ya da riskli bilgilerin de İntemet'in sunduğu yayın demokrasisi
sayesinde elimizin altında olması, olmaya başlaması da İntemet'in önemli nimetlerinden biri.

İnternet'te bilgiyi bulabilmek, bunun için arama stratejileri geliştirmek oyunun bir parçası; İnternet,
bir yandan da, detektiflik becerileri göstermeniz gereken bir macera ortamı. Bir de, bulduğunuzu
düşündügünüz şeyin ekranınızda belirmesini beklemek var; en hızlı bağlantılarla bile, bir konuyu merak
etmenizle sonucunu almanız arasında bir zaman geçiyor - ekranın yavaş yavaş oluşmasını beklerken, siz de
karşınıza çıkanın aradığınız şey olup olmadığını değerlendiriyorsunuz, eğer istemediğiniz şey olduğu ortaya
çıkarsa beklemeden kapatıyorsunuz, eğer umut vericiyse daha merakla ya da daha sabırla
bekleyebiliyorsunuz. Verdiği keyfin bir kısmı bu bekleme / beklentileri parça parça karşılama unsurundan
gelen bir tür "bilgi striptizi'', İnternet.

Bu "bilgi'' konusunun endişe verici bir tarafı var: bundan on yıl önce, kütüphaneye gidip indeks tozu
yutmaya göstereceğimiz sabır sınırlı olduğu için, aklımıza gelecek birçok sorunun cevabını nasıl olsa kolay
kolay bulamayacağımızı içselleştirmiştik; daha az sorunun cevabı ile yetinebiliyorduk, daha az merak
edebiliyorduk. Oysa şimdi aklımıza gelecek her konuda bir şeyler bulabileceğimizi bilmemiz, bir merak
arsızlığı, bir tür zapping davranışı yaratıyor: Bu sayfanın hikayesi buymuş, bakalım iyi bir bağlantı var mı;
şuna da bakalım, bu sayfanın yüklenmesini beklerken e-postayı kontrol edelim... Üstelik televizyon
zapping'inden çok daha iyi zapping bu, çünkü kontrollü: Televizyonda beğenmediğinizden kaçıp ''rastgele''ye
sığınırken, İnternet'te bir nedenle seçtiğiniz ve ''kısaca'' ne olduğunu anladığınızı düşündüğünüz bir sayfanın
tavsiye ettiği, adı size ilginç görünen başka bir sayfaya “zap''lıyorsunuz.

Varmak istediğim yer şu: bütün bu nimetleri ve külfetlerinin sonucu olarak, ''dağılmaya teşne
beyinler'' için yoğunlaşmaya yönelik müthiş bir tehdit olabiliyor İnternet. Muhabbet, bilgi arsızlığı, kontrollü
zapping, bilgi detektifliği, bilgi striptizi diye saydığım bu unsurların, bir konuda derinlemesine
harcanabilecek zamanın dağılarak harcanmasına yol açma riski büyük.

Oysa, yoğunlaşmak, yoğunlaşabilmek, bir kişisel macerada ilerleyebilmenin tek yolu.

Bütün bunların bir araya gelmesi, bana yüzlerce yıllık bir hikayeyi, Aziz Antonius'un baştan
çıkarılması hikayesini hatırlatıyor: İnternet, kurduğu ''dünya içinde dünya'' ile, gözümüzü alan, bizden
58
vaktimizi isteyen, bizi hep bir sözcüğü daha aramaya, bir bağlantıyı daha tıklamaya çağıran bir alem -
Antonius'u yolundan çıkarmaya çalışan kimisi harikulade, kimisi korkunç mahlukat görüntüler gibi. Bir
insanın kendi projesini, bütünlüğünü arama, bir yol çizme ve bu yolda devam etme gibi dertleri varsa,
olacaksa; İnternet'in, artık, bilgiye ulaşma ve paylaşma konusunda getirdiği kolaylıklar nedeniyle, bu yolda
en önemli araçlardan biri olduğu, olması gerektiği açık; yoğunlaşmayı, öncelikler saptamayı engelleyen bir
zaman hırsızı olabileceği de. Bir süredir bu yeni oyuncakla tanışmanın, bu yeni dünyanın içine düşmenin
heyecanı ile emekliyor, tökezliyorduk; artık İnternet'i hayatımızımın içinde konumlamamızın, İnternet'i
kendi başına bir amaç, bizi de kapsayan, yutan bir ''siberuzay'' değil, bir iletişim ve paylaşma ''alet''i
olduğunu hatırlamamızın, bu aletin kendi önceliklerimizdeki yerini dengelemeye başlamamızın zamanı
geliyor.

Notlar

1 Mimaroğlu, İlhan. Geldim Gördüm Geçtim Gittim: Bir Özgeçmiş (İstanbul, Pan Yayıncılık 2001 s.43.

2 Griffits, Mark (1997). "Glued to the Screen: An Investigation into the Effects of Information Addiction Worldwide" http://
about.reuters.com/rbb/research/addictframe.htm.

3 "Just Click No'' (New Yorker, 13 Ocak 1997). http://www.psycom.net/iasg.html. Konuyla ilgili başka bir dergi yazısı: http://
www.wired.com/news/culture/0,1284,844,00.html

4 http:/ /www.cog.brown.edu/brochure/people/ duchon/humor/internet.addiction. html

5 King, Storm A. (1996). "Is The Internet Addictive, Or Are Addicts Using The Internet?” http://www.concentric.net/~Astorm/iad.
Html

6 Young, Kimberly (1999). "Internet addiction: symptoms, evaluation and treatment''

L. VandeCreek & T. Jackson (Editörler). Innovations in Clinical Practice: A Source Book, Vol. 17, s. 19-31 içinde. Sarasota, FL:
Professional Resource Press. http://www.netaddiction.com/articles/symptoms.htm.

7 http://www.cnn.com/HEALTH/9805/31 /internet.addiction/

8 Rhelngold, Howard (1999). "The Addiction Addiction''. The Atlantic Online: http://www.the atlantic.com/unbound/citation/
wc990909.htm

Brown, Janelle (1999). "11 million Internet Addicts? Come On!''. Salon.com: http://www.salon.com/tech/log/1999/08/24/
addicts/index.html.

9 http://www.requiemforadream.com

10 Grohol, John (1 999). ''Intemet Addiction Guide''. http://psychcentral.corn/netaddiction/

11 Suler, John (1996). "The Psychology of Cyberspace". http://www.rider.edu/users/suler/psycyber/cybaddict.html.

59
Makale Örneği 2

İnternet Bağımlılığı ve Tedavisi (Internet Addiction and Its Treatment)

Özden Arısoy 1

1 Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Bolu

ÖZET

Teknoloji çağı olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde bilgisayar ve internet kullanımı artık hayatın
vazgeçilmez gereçleri haline gelmiştir. İnternetin temel ortaya çıkış amacı bilgiye kolay, ucuz, hızlı ve
güvenli ulaşmak ve iletişimi kolaylaştırmak olmasına rağmen internetin tahmin edilenden de hızlı
yaygınlaşması patolojik aşırı kullanıma ve yeni bir bağımlılık türü olarak nitelenebilecek internet
bağımlılığına yol açmaya başlamıştır. Gelişen çağa hızla ayak uyduran ülkemiz de internet kullanımının
giderek yaygınlaşması nedeniyle bu yeni tanımlanan bozukluk için uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Türkiye’de internet bağımlılığı problemi daha ziyade bu teknolojiye daha yatkın olan gençlerde ve
çocuklarda daha fazla görülmektedir ve artık aileler çocuklarının internet kullanımının yol açtığı sorunlar
nedeniyle bu bozukluğun tedavisinin arayışına girmeye başlamıştır. Bu nedenle klinisyenlerin bu sorunu
60
yeterince tanımaları ve bu bozuklukla ilgili uygun tedavi yaklaşımları sergilemeleri büyük önem arz
etmektedir. Bu yazının amacı ülkemizde henüz yeni yeni tanınmaya başlanan internet bağımlılığının hem
farmakolojik hem bilişsel-davranışçı tedavisi konusunda ayrıntılı bilgi vermektir.

Anahtar Sözcükler: internet bağımlılığı, farmakolojik tedavi, bilişsel-davranışçı tedavi

ABSTRACT

With the introduction of new technologies, computer and internet use have become an unavoidable
necessity in our daily lives. Internet was originally designed to facilitate communication and research.
However the dramatic increase in use of internet in recent years has led to its pathologic use. Turkey, as a
developing country with an increasing rate of internet access and computer use is at high risk for this
disorder. In our country, this disorder is especially seen in young people who are more skilled in internet and
computer use. And because their excessive internet use has led to negative consequences in their academic,
social and family lives, patients and their families began search of treatment for this disorder. So clinicians
must be aware of this newly emerging disorder and they should be able to apply the appropriate therapeutic
interventions. This paper aims to summarize the pharmacological and cognitive-behavioral treatment of
internet addiction.

Keywords: internet addiction, pharmacological treatment, cognitive-behavioral treatment

Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar-Current Approaches in Psychiatry 2009; 1: 55-67

Çevrimiçi adresi/ Available online at : www.cappsy.org/archives/vol1/

Çevrimiçi yayım tarihi / Online publication date: 18 Temmuz 2009 /July 18, 2009

Yazışma Adresi / Correspondence

Dr. Özden Arısoy, Abant İzzet Baysal Üniversitesi İzzet Baysal Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim

Dalı, Bolu

E-mail: ozdenarisoy@yahoo.com

İnternet bağımlılığı genel olarak internetin aşırı kullanılması isteğinin önüne geçilememesi, internete
bağlı olmadan geçirilen zamanın önemini yitirmesi, yoksun kalındığında aşırı sinirlilik hali ve saldırganlık
olması ve kişinin iş, sosyal ve ailevi hayatının giderek bozulması olarak tanımlanabilir.[1] Birçok kişi için
bağımlılık kavramı klasik anlamda alkol, esrar, kokain, eroin gibi kimyasal madde kullanımını içerir fakat
kumar, seks, alışveriş, televizyon izleme, bilgisayar oyunları oynama gibi kimyasal olmayan davranışsal
bağımlılıklar da söz konusudur. Davranışsal bağımlılıklar da tıpkı alkol-madde bağımlılıklarında olduğu gibi
bağımlılığın ana bileşenleri olan fiziksel ve psikolojik bağımlılık belirtilerini (zihinsel meşguliyet,
duygudurum değişkenliği, tolerans, yoksunluk, kişilerarası çatışma ve tekrarlama [relaps]) gösterirler.[2]

Bu yazıda internet bağımlılığının tarihçesi, tanımlamasına ve epidemiyolojisine yönelik


çalışmalardan kısaca söz edilerek tedavisine yönelik yaklaşımlar aktarılacaktır.
61
Tarihçesi

Günümüzde tüm dünyayı saran internetin temeli Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet
Rusya arasındaki rekabete dayanmaktadır. 1957’de Sovyetlerin ilk yapay dünya uydusu olan Sputnik’i
fırlatmaları üzerine ABD Savunma Bakanlığı, bilim ve teknolojinin orduya en iyi şekilde uygulanması için
ARPA (Advanced Research Projects Agency) projesini başlatmıştır. Amerikan Hava Kuvvetleri 1962 yılında
ABD’ye yapılabilecek olası bir nükleer saldırıdan sonra bir kısmı hasar görse de çalışmaya devam edecek
olan ve tüm ülkeye yayılabilecek bir askeri bilgisayar ağı tasarlamıştır. ARPA projesi bu ağı destemiş ve
ARPANET adını almıştır. İlk bilgisayar ağı 1969’da California’da kurulmuştur. Güney Amerika’da bulunan
dört büyük bilgisayar bir kontratla birleştirilmiştir. 1970’de MIT, Harvard, BBN ve SDC şirketleri de bu ağa
eklenmiştir. 1971’de Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) gibi birçok kuruluş bu ağ kapsamına
girmiş ve liste her geçen gün büyümeye devam etmiştir. 1972 yılında terminal sayısı 23’e ulaşmış ve
elektronik posta kavramı ortaya çıkmıştır. 1976’da radyo ve uydu bağlantıları sayesinde ABD ve Amerika
kıtası bu ağ üzerinde birleştirilmiştir. 1979’da ilk bilgisayar haber grupları ortaya çıkmış ve IBM şirketi,
internetin babası sayılan BITNET sistemini yaratmıştır. 1980’lerde soğuk savaşın etkisini yitirmesiyle
akademik ve ticari çevreler bu bilgisayar sistemine ilgi göstermeye başlamıştır. [3]

Başlangıç dönemlerinde internet, sadece bilgisayar uzmanları, mühendisler ve bilim adamları


tarafından kullanılmaktaydı ve kullanımı kolay değildi. İlk zamanlarda kişisel, ev ya da ofis bilgisayarları
yoktu ve internet karmaşık bir sistemin öğrenilmesiyle kullanılabiliyordu. Bu dönemlerde sistem, sadece
elektronik posta amacıyla kullanılıyordu. Daha sonraları 1991’de Tim Barnes Lee, world wide web’i (www)
icat etti. Bu sistem “hypertext” denen daha görsel bir temele dayanıyordu ve araştırmaların, bilgilerin
paylaşılmasını kolaylaştırmak amacını taşıyordu. WWW’in ortaya çıkması aynı zamanda ticari çevreleri de
motive etmiştir. Bu tarihte kullanıcı sayısı 617.000’e ulaşmış ve bilgisayar ağı bugünkü “internet” adını
almıştır. 1990’larda internet kullanıcı sayısı ve fiziksel yapısı katlanarak artmıştır. Ticari kurumlar,
üniversiteler, organizasyonlar ve devlet kurumları bu gelişime ayak uydurmuşlardır. Bağlantı noktalarına
isim verilmeye başlanmış ve bu kurumlar kendi adlarına internet siteleri açmaya başlamışlardır. 1994’te
internet üzerinde ilk siber banka kurulmuştur. Pizza Hut firması internet üzerinden sipariş almaya
başlamıştır. İletişim firmalarının hemen hepsi internete yatırım yapmaya başlamışlardır.[3]

İnternetin ülkemizdeki gelişimi ise, 1990’lı yılların başına dayanır. Türkiye, internete Nisan 1993’ten
beri bağlıdır. İlk bağlantı Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) gerçekleştirilmiştir. 64kbit/sn hızında
olan bu hat, çok uzun bir süre, tüm ülkenin tek çıkışı olmuş ve internet tüm Türkiye’de öncelikle akademik
ortamlarda yaygınlaşmaya başlamıştır. Ardından sırasıyla Ege Üniversitesi, Bilkent Üniversitesi, Boğaziçi
Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bağlantıları gerçekleşmiştir. 1996 yılı Ağustos ayında
Turnet çalışmaya başlamıştır. 1997 yılında, akademik kuruluşların internet bağlantısını sağlayan ULAKNET
çalışmaya başlamış ve üniversiteler nispeten hızlı bir omurga yapısıyla birbirine bağlanmış ve internet
kullanılır hale gelmiştir. 1999 yılında, ticari ağ yapısında büyük değişiklikler olmuş ve TURNET’in yerini
TTnet adında yeni bir oluşum almıştır. 2000’lerin başında; ticari kullanıcılar TTnet omurgası üzerinden,
akademik kuruluşlar ve ilgili birimler ile Ulaknet omurgası üzerinden internet erişimine sahip olmaya
başlamıştır. Ayrıca bu iki omurga arasında yüksek hızlı bağlantı mevcuttur. [3]

62
İnternetin çok hızlı geliştiği ülkelerden biri olan Türkiye’de, kayıtlı internet abonesi sayısının 2.5-3
milyon civarında olduğu sanılmaktadır. Kayıtlı kullanıcıların yanı sıra, işyeri ve internet kafe gibi
mekanlardaki kullanım da dikkate alındığında, internetteki Türk nüfusunun yaklaşık olarak toplam 5 milyona
yaklaştığı tahmin edilmektedir. İnternet kullanıcılarının ülke nüfusuna oranı %7.2’dir. [3]

Tanımlaması

“İnternet bağımlılığı”, “patolojik internet kullanımı (PİK)”, “aşırı internet kullanımı” ya da “uygun
olmayan internet kullanımı”; genel olarak internetin aşırı kullanılması isteğinin önüne geçilememesi,
internete bağlı olmadan geçirilen zamanın önemini yitirmesi, yoksun kalındığında aşırı sinirlilik hali ve
saldırganlık olması ve kişinin iş, sosyal ve ailevi hayatının giderek bozulması olarak tanımlanabilir.
Çalışmalarda yukarıdaki tanımlamaların hangisinin kullanılacağına dair bir uzlaşı olmadığı için, ilgili
bölümde bu terimler bazen birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılmıştır. [4-7]

Birçok kişi için bağımlılık kavramı klasik anlamda alkol, esrar, kokain, eroin gibi kimyasal madde
kullanımını içerir fakat aslında bağımlılığı neyin oluşturduğu konusunda gerçekte net bir açıklama yapmak
zordur. Özellikle son zamanlarda kumar, seks, para harcama, alışveriş yapma, yemek yeme, egzersiz,
televizyon izleme, bilgisayar oyunları oynama gibi çok çeşitli davranışların da bağımlılık yaratabileceği
görüşü artmaktadır. Kimyasal olmayan bağımlılıkların bağımlılık yaratıp yaratmadığını belirlemenin yolu,
alkol-madde bağımlılığı için saptanmış olan klinik ölçütlerle karşılaştırmaktır. İnternet bağımlılığı ile ilgili
yapılan gözlemler sonucu, oluşturulan tanı ölçütlerinin daha çok madde bağımlılığına benzer özellikler
gösterdiği görülmüştür. Bu bağlamda patolojik düzeyde internet kullanımı genel olarak “teknolojik
bağımlılıklar” başlığı altında ele alınmaktadır. [4]

Teknolojik bağımlılıklar; yukarıda da belirtildiği üzere kimyasal olmayan davranışsal bağımlılıklar


kapsamına girmekte olup, insan-makine etkileşimine dayanır. Teknolojik bağımlılıklar televizyon izleme gibi
pasif bir bağımlılık şeklinde olabileceği gibi, bilgisayar oyunları oynama gibi aktif bir bağımlılık şeklinde de
olabilir ve genellikle ilgili davranışın bağımlılık oluşturucu uyarıcı ve pekiştirici özellikleri vardır. [5]
Davranışsal bağımlılıklar da alkol-madde bağımlılıklarında olduğu gibi bağımlılığın ana bileşenleri olan
fiziksel ve psikolojik bağımlılığın zihinsel meşguliyet, duygudurum değişkenliği, tolerans, yoksunluk,
kişilerarası çatışma ve tekrarlama (relaps) özelliklerini gösterirler. [6] Bu altı ölçüte uyan davranış
“bağımlılık” olarak tanımlanmaktadır. Ancak Griffiths [7] aşırı internet kullanıcılarının aslında internet
bağımlısı olmadıklarını fakat interneti başka bağımlılıklarının tatmini için ideal bir ortam olarak
kullandıklarını ifade etmektedir. Dolayısıyla, gerçekten internete bağımlı olanlarla internet üzerinden başka
bağımlılıklarını tatmin edenlerin ayrımının önemli olduğunu belirtmektedir.

Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından 1994’te yayınlanan ve “DSM IV” kısaltmasıyla
isimlendirilen “Ruhsal Bozuklukların Tanımsal ve Sayısal El Kitabı”nda internet bağımlılığı halen bir
hastalık olarak tanımlanmamaktadır. [8] Buna karşılık son yıllarda giderek artan bir internet kullanımı ile
bazı kişilerde internet kullanma alışkanlıklarının bir bağımlılıktan söz edilebilecek boyuta ulaştığına dair
yayınlar ve vaka bildirimleri hızla artmaktadır. Bu nedenle araştırıcılar internet bağımlılığının giderek DSM
V’e girmeyi hak edebilecek bir bozukluk adayı haline gelmekte olduğundan söz etmeye başlamışlardır.[9]

63
İnternet bağımlılığı tanımını ilk ortaya atan ve ilk tanı ölçütlerini oluşturan Young’a göre internet
tıpkı kumar gibi bağımlılık yaratmaktadır ve internet bağımlıları çeşitli dürtü kontrol bozukluğu belirtileri
göstermektedir. [10] Ancak DSM IV’te tanımlanan bağımlılık ölçütleri sadece kimyasal maddeler için
belirlendiğinden ve davranışsal bağımlılıkları içermediğinden ve kimyasal olmayan davranışsal bağımlılıklar
DSM IV’te “dürtü kontrol bozuklukları” olarak değerlendirildiğinden; Young, herhangi bir madde kötüye
kullanımını içermeyen internet bağımlılığına en yakın bozukluğun DSM IV’te dürtü kontrol bozuklukları
başlığı altında yer alan “patolojik kumar oynama” olduğu kanaatine varmıştır.[10]

Young, patolojik internet kullanımı olanlarda davranışsal bir dürtü kontrol bozukluğu bulunmasından
ve bu dürtü kontrol bozukluğunun da kimyasal bir madde alımını içermemesinden hareketle bu tanıma en
çok uyan patolojik kumar oynama tanı ölçütlerini patolojik internet kullanımına uyarlamış ve “internet
bağımlılığı” için ilk ciddi tanı ölçütlerini oluşturmuş ve yayınlamıştır (Tablo 1). [10]

Tablo.1. Young’un İnternet Bağımlılığı için Önerdiği Tanı Ölçütleri [10]

1. İnternet ile ilgili aşırı zihinsel uğraş (sürekli olarak interneti düşünme, internette yapılan aktivitelerin
hayalini kurma, internette yapılması planlanan bir sonraki etkinliği düşünme, vb)

2. İstenilen keyfi almak için giderek daha fazla oranda internet kullanma ihtiyacı duyma

3. İnterneti kullanımını kontrol etme, azaltma ya da tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin
olması

4. İnternet kullanımının azaltılması ya da tamamen kesilmesi durumunda huzursuzluk, çökkünlük ya da


kızgınlık hissedilmesi

5. Başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma

6. Aşırı internet kullanımı nedeniyle aile, okul, iş ve arkadaş çevresiyle sorunlar yaşama, eğitim veya kariyer
ile ilgili bir fırsatı tehlikeye atma ya da kaybetme

7. Başkalarına (aile, arkadaşlar, terapist, vb) internette kalma süresi ile ilgili yalan söyleme

8. İnterneti problemlerden kaçmak veya olumsuz duygulardan (örn: çaresizlik, suçluluk, çökkünlük, kaygı)
uzaklaşmak için kullanma

Epidemiyolojisi

İnternet bağımlılığı’nı ciddi olarak ilk araştıran kişi olan yukarıda belirtilen tanı ölçütlerini ortaya
koyduktan sonra bu alanla ilgili ilk epidemiyolojik araştırmayı yapmıştır.[10] Daha sonra bu konuyla ilgili
pek çok epidemiyolojik çalışma yapılmış ve genel olarak internet bağımlılığının toplumdaki yaygınlığı
%6-14 arasında saptanmıştır.[11-14]

Bu epidemiyolojik araştırmalar, aynı zamanda internet bağımlılarının %50’sinde başka bir


psikiyatrik bozukluk bulunduğunu ortaya koymuştur. En sık rastlanan bozukluklar madde kullanımı (%38),
duygudurum bozukluğu (%33), anksiyete bozukluğu (%10), psikotik bozukluk (%14), depresyon veya
64
distimidir (%25). Bu kişilerin %38’nin en az bir başka bağımlılığının daha olduğu ve bunlar arasında en sık
kompülsif alışverişin (%19), kumar oynamanın (%10), piromaninin (%10) ve kompülsif seks bağımlığının
(%10) bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca bu kişilerin bazılarının borderline, narsistik ve antisosyal kişilik
bozukluğu kriterlerini de karşıladıkları ve özellikle daha önceden çeşitli dürtü kontrol bozukluğu ya da
madde bağımlılığı sorunu olanların interneti daha aşırı ve patolojik düzeyde kullanma eğiliminde oldukları
ifade edilmiştir. [15] Ülkemizde yapılan bir çalışmada ise, özellikle genç yaş grubunda dikkat eksikliği-
hiperaktivite bozukluğu, sosyal fobi, hafif depresyon varlığında veya ailede bağımlılığa yatkınlık söz konusu
olduğunda riskli internet kullanımının görülebileceği belirtilmiştir.[16] Görüldüğü gibi internet bağımlılığı
pek çok psikiyatrik bozuklukla eş zamanlı görülmekte olup, aşırı internet kullanımının gerçekten ayrı bir
bozukluk mu olduğu yoksa altta yatan başka bir psikiyatrik bozukluğun bir belirtisi mi olduğu iyi ayırt
edilmeli ve tedavisi buna göre planlanmalıdır.

Tedavi Yaklaşımları

Farmakoterapi

İnternet bağımlılığı’da tedavi hedefi öncelikle eğer saptanabilmişse altta yatan psikiyatrik
rahatsızlığın tedavi edilmesidir. Belirttiğimiz gibi internet bağımlılığı pek çok psikiyatrik bozukluk ile eş
zamanlı olarak bulunabilmektedir. Bu nedenle, öncelikle eğer varsa bu bozuklukların tedavi edilmesi
patolojik internet kullanımını azaltabilir. Eğer patolojik internet kullanımı bir diğer psikiyatrik bozukluğun
belirtisi değil ise, dürtü kontrol bozukluğu ve bipolar duygudurum bozukluğuna daha yakın olması sebebiyle
seçilecek olan farmakoterapinin her iki bozuklukta da kullanılan duygudurum dengeleyicisi olması iyi bir
seçenek gibi görünmektedir. İnternet bağımlılığı şikayetleri ile başvuran bir kişinin hikayesi özellikle
geçirilmiş hipomani ve mani açısından dikkatle incelenmelidir. İlk öyküde alınacak disfori yanlışlıkla
antidepresan tedaviye yönelinmesine neden olabilir.[17] Kişide eğer hipomani ya da mani öyküsü yoksa ve
depresif belirtileri belirginse, o zaman antidepresan tedavi ile depresif belirtilerin düzeltilmesi, internet
bağımlılığı belirtilerinin de azalmasını sağlayabilir.

Farmakoterapötik anlamda oldukça yenilikçi olan bir başka yaklaşım ise, eşlik eden psikiyatrik
bozukluklarının tedavisinin yanı sıra bağımlılığın kendisini tedavi etmeye yönelik olarak özellikle sanal seks
bağımlılarında naltrekson kullanılmasıdır. Naltrekson kullanımıyla ilgili olarak yayınlanan çok yeni bir
çalışmada Bostwick ve Bucci, kompulsif ve öforik bir şekilde internet pornografisine bağımlı olan bir kişide
naltrekson tedavisiyle ciddi bir düzelme görüldüğünü belirtmişlerdir.[18] Bilindiği gibi, naltrekson aslında
alkol-madde bağımlılığı tedavisinde kullanılan bir opiat antagonisti olup, opiatların dopamin salınımını
arttırıcı etkilerini önler. Ödül merkezinin ve dopaminin işlev bozukluğunun bağımlılıktaki rolü nedeniyle,
naltreksonun ödül merkezi üzerinde gösterdiği bu etkinin önemli bir tedavi aracı olabileceği düşünülebilir.

Psikoterapi

İnternet bağımlılığının tedavisinde bir diğer seçenek; farmakoterapiye ek olarak ya da


farmakoterapiden bağımsız olarak bilişsel-davranışçı yöntemlerin kullanılmasıdır. Araştırıcılar, internet
bağımlılığında tıpkı depresyonda olduğu gibi bazı olumsuz bilişlerin rol oynadığını ve internet bağımlılığının
hayatta başarısız olunan alanları telafi etmeye yönelik bir davranış örüntüsü olarak ortaya çıktığını öne
65
sürmüşler ve bu bağlamda internetin aşırı kullanımının ödüllendirici bir davranış olarak görülebileceğini ve
öğrenme mekanizmaları aracılığıyla bazı olumsuz duygularla (korku, huzursuzluk, hayal kırıklığı) mücadele
etmeye yarayan yetersiz bir strateji olarak kullanılabileceğini belirtmişlerdir.[19] internet bağımlılığı’nın tüm
bu bilişsel özellikleri dikkate alındığında bilişsel-davranışçı tekniklerin bu bozukluğun tedavisinde önemli
yeri olacağı açıktır. Bu noktadan hareketle Davis, bu hastalarda kullanılabilecek 11 haftalık bir bilişsel-
davranışçı tedavi protokolü önermiştir (Tablo 2).[20]

Tablo 2. Davis’in önerdiği bilişsel-davranışçı tedavide atılması gereken adımlar [20]

Kişinin internetten uzak kalıp kalamadığının tespiti

Bilgisayarın yerinin değiştirilmesi ve diğer insanların bulunduğu yere nakli

Diğer insanlar ile beraber internete bağlanması

İnternete bağlanma zamanını değiştirmesi

İnternet defteri oluşturması

Persona kullanımına son vermesi

Arkadaşlarından ve yakınlarından internet ile ilgili problemleri olduğunu saklamaması

Spor aktivitelerine katılması

İnternet tatillerinin verilmesi

Otomatik düşüncelerin ele alınması

Gevşeme egzersizleri

İnternete bağlanma sırasında hissedilenlerin not edilmesi

Yeni sosyal becerilerin kazandırılması

Young ise, internet bağımlılığının bilişsel-davranışçı tedavisinde internete girmeyi yasaklamanın pek
uygun bir çözüm yolu olmadığını çünkü, internet kullanımının banka işlemleri yapmak, vb diğer işlemler
için elzem bir ihtiyaç olduğunu belitmiş ve tedavi hedefinin, interneti tamamen yasaklamak yerine internet
kullanımının kontrol altına alınması olması gerektiği ifade etmiştir.[21]

Șimdiye kadar internet bağımlılığının gerek farmakoterapisi gerek bilişseldavranışçı tedavisinin


etkinliği ile ilgili uzunlamasına yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamakla birlikte, özel merkezlerde bu
tip bağımlıları gören terapistlerin deneyimlerine ve diğer bağımlıklarla ilgili yapılan araştırmalara dayanarak
internet bağımlılığın tedavisinde kullanılan çeşitli bilişseldavranışçı teknikleri şu şekilde özetlemek
mümkündür: [21]

a. internet kullanımını tam zıt saatlere kaydırmak,

66
b. dış durdurucular (external stoppers) kullanmak,

c. internet kullanımıyla ilgili hedefler belirlemek,

d. özellikle belli bir işlevden uzak durmaya çalışmak,

e. hatırlatıcı kartlar kullanmak,

f. internet yerine yapmak istediklerini not edebileceği kişisel bir defter kullanmak,

g. bir destek grubuna girmek

h. aile terapisi.

Belirtilen ilk üç müdahale aslında basit zaman ayarlama teknikleridir. [21] Ancak, zaman
ayarlamanın yeterli olmadığı durumlarda daha agresif müdahalelerin kullanılması gereklidir. Bu tip
durumlarda tedavi hedefi, kişinin güçlenmesi ve uygun destek sistemlerini kullanarak etkili baş etme
stratejileri geliştirmesini sağlamak ve bu şekilde bağımlı davranışını değiştirmeye çalışmaktır. Eğer kişi
uygun baş etme yolları geliştirebilirse, olumsuz olaylar ile baş etmek için artık internete başvurmasına gerek
kalmayacaktır. Ancak, unutulmamalıdır ki, özellikle tedavinin başlangıcında hasta bir kayıp yaşayacak ve
daha sık internete girmek için bir özlem duyacaktır. Bu normaldir ve beklenmelidir. Nihayetinde, bu kişiler
uzun süre internete bağlanmaktan büyük bir zevk almışlardır ve internet hayatlarında merkezi bir rol
oynamıştır, bu nedenle birdenbire internet olmadan yaşamaya alışmakta zorlanmaları doğaldır.

a. İnternet kullanımını tam zıt saatlere kaydırmak

İnternet bağımlılığının tedavisinde kişinin zamanını nasıl harcadığını yeniden organize etmek önemli
bir adımdır. Dolayısıyla, klinisyen tedaviye başlamadan önce kişinin internet kullanım alışkanlıkları
hakkında bilgi edinmelidir. Bu bilgi kişiye

i) özellikle hangi günler internete bağlanıyorsunuz?,

ii) günün hangi saatinde internete girmeye başlıyorsunuz?,

iii) genellikle kaç saat internete bağlı kalıyorsunuz?,

iv) bilgisayarı genelde nerede kullanıyorsunuz?

gibi sorular sorarak edinilebilir.

Bir kez kişinin internet kullanım şekli açığa çıkarıldıktan sonra klinisyen hastayla beraber yeni bir
kullanım şeması oluşturabilir. Buradaki amaç, kişilerin günlük rutinini kırmak ve sanal alışkanlığını
bırakabilmesi için yeni kullanım alışkanlarına adapte olmasını sağlamaktır. Mesela, kişinin ilk işi sabah
kalkar kalkmaz e-postalarını kontrol etmekse, kişiye sabahları ilk iş olarak internete bağlanmaktansa önce bir
duş alması ve kahvaltı etmesi önerilebilir. Ya da eğer kişi eve geldikten sonra sadece akşamları bilgisayarın

67
önüne oturuyor ve tüm geceyi internette geçiriyorsa, o zaman klinisyen kişiye akşam yemeği ve haberlerine
kadar beklemesini ve daha sonra internete girmesini salık verebilir.

Kişi hafta içi her gün internete giriyorsa, hafta sonuna kadar beklemesi önerilebilir ya da sadece
hafta sonları internete giren birisiyse kullanımını hafta içi günlere kaydırması önerilebilir. Eğer kişi hiç ara
vermiyorsa, kişiye her yarım saatte bir mola vermesi söylenebilir. Eğer kişi bilgisayarı sadece çalışma
odasında kullanıyorsa, bilgisayarını yatak odasına taşıması önerilebilir.

b. Dış durdurucular

Kişinin internet kullanımını durdurmak için somut bazı araçlar kullanılabilir. Kişinin o saatte
yapması gereken bir şey ya da gitmesi gereken bir yer gibi. Eğer kişinin saat 7.30’da evden çıkması
gerekiyorsa 6.30’da internete girmesi önerilir, böylece kişinin internetten çıkmak için tam 1 saati olur.
Ancak, buradaki tehlike kişinin bu tip doğal alarmları görmezden gelmesi olabilir. Böyle bir durumda,
gerçek bir alarm saati kullanmak uygun olabilir. Kişinin internetten çıkması için bir saat belirlenir ve alarm o
saate kurulur, kişiye de alarmı

bilgisayarına yakın bir yere koyması önerilir. Alarm çaldığında internetten çıkma vakti gelmiş demektir.

c. İnternet kullanımıyla ilgili hedefler belirlemek

Kişinin internete bağlanacağı zaman dilimini belirsiz bırakması nedeniyle internet kullanımını
sınırlandırma çalışmalarının çoğu başarısızlığa uğramaktadır. Yenilemeyi önlemek için hastaya
yapılandırılmış bir program uygulanmalıdır, örneğin internet kullanım süresini haftada 40 saatten 20 saate
indirmek gibi. Daha sonra bu 20 saat belirli zaman dilimlerine bölünmeli ve haftalık bir takvime
yazılmalıdır. Hastanın internet seansları sık ama kısa süreli olmalıdır. Bu yoksunluk belirtilerini ve
tırmalarcasına internete girme isteğini

azaltacaktır. Bu şekilde planlanan 20 saatlik bir kullanım çizelgesine örnek vermek gerekirse; kişi mesela
hasta hafta içi her gün 8-10.30 arasında ve hafta sonu 1-6 arasında internete girebilir veya yeni bir 10 saatlik
kullanım çizelgesinde, haftada sadece iki gece 20.00-22.30 arası ve Cumartesi günü 8.30-13.30 arası internet
kullanabilir. Akla yatkın bir internet kullanım şemasının çıkarılması internetin hastayı kontrol etmesinden
ziyade hastanın interneti kontrol etmeye başlamasını sağlayabilir.

d. Özellikle çok kullanılan belli bir internet işlevinden uzak durma

Eğer hasta için belli bir internet işlevinin (chat, sörf, oyunlar, vb) çok önemli olduğu belirlenebilmiş
ve hastanın bu işlevin kullanımını kontrol edemediği görülmüşse, bir sonraki adım hastanın bu işlevden
mümkün olduğunca uzak durmasını sağlamaktır. Aslında hasta bu işlevle ilgili tüm etkinliğini durdurmalıdır.
Ancak bu, kişinin kullanmaktan daha az haz aldığı diğer internet işlevlerini kullanmayacağı anlamına
gelmez. Chat odalarına bağımlı olan bir kişi, bu odalardan uzak durmalıdır fakat e-postalarını kontrol
edebilir veya uçak rezervasyonu

68
yapmak ya da bir araba satın almak için web’de gezinmeye devam edebilir. World Wide Web (www)
bağımlısı biri ise web’de dolaşmaktan uzak durmalıdır ama bu kişi de mesela politika, dinle ilgili konuların
tartışıldığı ya da son olayların yer aldığı haber gruplarına girebilir.

“Uzak durma”, özellikle geçmiş alkol-madde bağımlılığı öyküsü olanlarda çok işe yarayan bir
tekniktir. Bu tip bağımlılık öyküsü olan kişiler genellikle interneti bu bağımlılıklarının yerine koyabilecekleri
güvenli bir yedek gibi görürler. Dolayısıyla, kişi alkol ya da madde alımını engelleyebilmek için obsesif bir
şekilde internete girmeye başlayabilir. Ancak, kişi interneti güvenli bir liman olarak görürken aslında halen
daha bağımlı davranışına yol açan sorunlardan kaçmaya devam etmektedir. Böyle bir durumda, kişi daha
önceki bağımlılığını

tedavi etmede kullanılan bir model olan “uzak kalma” modeline daha kolay uyum sağlayabilir. Bu hastalarda
daha önce işe yarayan geçmiş stratejileri kullanmak internet kullanımları konusunda da yardımcı olabilir ve
böylece kişi altta yatan sorunlarına daha kolay odaklanabilir.

e. Hatırlatıcı kartlar

Çoğu zaman hastalar düşünme hataları nedeniyle yaşadıkları zorlukları abartma ve çözüm yollarını
küçümseme eğiliminde olurlar. Hastanın internet kullanımını azaltma hedefine odaklanabilmesi için hastadan
i) internet kullanımının yol açtığı beş temel sorunu ve ii) internet kullanımını bırakmakla elde edeceği beş
temel yararı yazacağı bir kart hazırlaması istenir.

İnternet kullanımının yol açtığı sorunlar için; eşle vakit geçirememe, evde yaşanan tartışmalar, işte
yaşanan sorunlar veya zayıf notlar örnek olarak gösterilebilirken, internet kullanımını bırakmakla sağlanacak
yararlar için de eşle daha fazla birlikte vakit geçirebilme, evde artık tartışma yaşamama, gerçek hayattaki
arkadaşlarına daha fazla zaman ayırabilme, iş veriminin artması ve yükselen notlar örnek olarak
gösterilebilir.

Daha sonra, kişi bu listeyi yaptıktan sonra kişiden bunu bir karta geçirmesi ve bu kartı hep yanında
taşıması istenir. Kişiden, ne zaman daha verimli bir şey yapmak yerine internet kullanmak istese ve bu
konuda bir karar vermesi gerekse bu kartlara bakması ve neden kaçınmaya çalıştığını ve aslında kendisi için
gerçekte ne yapmak istediğini kendine hatırlatması istenir. Aynı şekilde, hastanın tedavi motivasyonunu
arttırabilmek amacıyla haftada birkaç kez düzenli olarak ve özellikle de internete bağlanmak için zorlayıcı
bir istek duyduğu anlarda bu kartlara bakması ve kendine aşırı internet kullanımının nelere mal olduğunu ve
internet kullanımını azaltabilirse neler kazanabileceğini hatırlatması önerilir. Hastadan bu listeyi hazırlarken
listeyi mümkün olduğu kadar geniş tutması ve mümkün olduğu kadar dürüst olması istenir. Bu şekilde açık
ve net bir zihinle hazırlanmış sonuç değerlendirmeleri, hastanın internet bağımlılığını azalttığı ya da
tamamen bıraktığı ileriki dönemlerde bağımlı davranışının tekrarlamasını önlemek için de ihtiyaç duyacağı
iyi bir araç olabilir.

f. Kişisel defter oluşturma

69
Hastanın internet kullanımını azaltmaya çalıştığı ya da internetin belli bir işlevini kullanmaktan uzak
durmaya çalıştığı dönemleri için internet kullanımının yerine geçecek alternatif bir etkinlik bulmak
önemlidir. Bu amaçla, hastadan internette geçirdiği vakit nedeniyle yapmayı bıraktığı etkinliklerin bir
listesini yapması istenir. Belki de hasta, internet kullanımı nedeniyle golf oynamayı, balık tutmayı, kamp
yapmayı, dağa tırmanmayı, yürüyüş yapmayı, koşmayı, basketbol oynamayı, futbol oynamayı veya
sevgilisiyle dışarı çıkmayı

bırakmış olabilir. Bu, belki de hastanın hep yapmayı isteyip de bir türlü yapamadığı spora başlama, eski bir
arkadaşla buluşma gibi bir etkinlik de olabilir.

Klinisyen, hastadan internet kullanma uğruna yapmayı ihmal ettiği ya da ertelediği aklına gelen her
türlü etkinliğin bir listesini yapmasını ve bunları çok önemli, önemli ve az önemli şeklinde bir sıraya
dizmesini ister. Hasta bu kaybedilmiş etkinliklerin listesini yaparak aslında internet hayatına girmeden önce
nasıl bir yaşamı olduğunu görür. Liste yapıldıktan sonra, hastaya en

önemli olarak nitelediği etkinliklerin hayat kalitesini nasıl etkilediği sorulur. Bu egzersiz, hastanın internet
kullanma uğruna yaptığı seçimleri gözden geçirmesini ve aslında ne kadar çok seçeneği olduğunu
anlamasına yardımcı olur ve eski etkinliklerin ateşini tekrar yakabilir. Bu ödev, özellikle internete
bağlandığında öfori hisseden hastaların duygusal tatminlerini sanal ortam yerine gerçek yaşam
etkinliklerinden elde etmesini sağlayabilir.

g. Destek grupları

Bazı kişiler, gerçek hayatlarında sosyal destek sağlayamadıkları için bağımlı birer internet kullanıcısı
haline gelebilirler. Özellikle, yalnız yaşayan ve eve bağımlı kişilerde internet bağımlılığı görülme riski
yüksektir. Araştırmalar, gerçek hayatlarında sosyal destek eksikliği çeken bu kişilerin internetin özellikle chat
odaları gibi interaktif işlevlerini uzun süreler boyunca kullandıklarını ortaya koymuştur. Ayrıca, boşanan ya
da eşini veya işini kaybedenlerin gerçek hayatlarında yaşadıkları sorunlardan zihinsel olarak uzaklaşabilmek
için internete yönelebilecekleri ve sanal ortama gömülerek sorunlarından bir parça kurtulabilecekleri
düşünülmektedir. Eğer, değerlendirme esnasında bu tip olumsuz yaşam olayları saptanırsa, tedavi hastanın
gerçek hayattaki sosyal destek ağını geliştirme üzerine odaklanmalıdır.

Klinisyen, hastanın sorunlarına en iyi şekilde cevap verebilecek bir destek grubu bulmasına yardımcı
olmalıdır. Kişinin özel hayat koşullarına göre bulunacak bir destek grubu, hastanın benzer sorunları yaşayan
insanlarla tanışmasını sağlayarak sanal gruplara bağımlılığını azaltabilir. Mesela, eğer kişi yukarıda
belirtildiği gibi yalnız bir yaşam sürdürüyorsa belki de yerel bir etkileşim grubuna, bekarlar grubuna,
seramik kurslarına katılabilir ya da yeni boşamış biri için bu durumdakilerin gittiği bir grup daha uygun
olabilir. Bu kişiler, gerçek bir ilişki kurduklarında hayatlarında eksik olan anlayışı artık internetten sağlama
yoluna daha az başvuracaklarıdır.

Bugün için ABD’de Massachusetts, Philadelphia ve Chicago’daki internet bağımlığı tedavi


merkezlerinde “internet bağımlıları için sosyal destek grupları” hizmet vermektedir. Ancak, bu tip imkanı
olmayan küçük yerlerde klinisyenler hastalarını alkol-madde bağımlıların tedavi olduğu rehabilitasyon
70
merkezlerine, 12 adım tedavi programlarına yönlendirebilirler. Bu tip tedavi grupları özellikle de yetersizlik
ve düşük öz-saygı ile baş edebilmek için internete yönelmiş olan internet bağımlılarına bir çıkış yolu
sağlayabilir. Bağımlılar için kurulmuş olan bu tedavi grupları, olumsuz duygulara yol açan uyum sağlayıcı
olmayan düşüncelerin saptanmasını ve kişilerin internet üzerinden sağladıkları arkadaşlık ilişkilerinin yerine
gerçek hayattan arkadaşlar bulmasını sağlayarak sosyal içe çekilmelerini azaltabilir. Son olarak, bu tip destek
grupları tıpkı AA (Adsız Alkolikler) gruplarında olduğu gibi kişinin bu geçiş aşamasında yaşayabileceği
olumsuz yaşam olayları ile baş etmesine de yardımcı olabilir.

h. Aile terapisi

Son olarak, özellikle aile ve evlilik ilişkileri internet kullanımına bağlı olarak zarar gören hastalarda
aile terapisi yararlı olabilir. Aile terapisinde şu noktalara odaklanılmalıdır:

1. aileyi internetin bağımlılık yapabileceği konusunda eğitme,

2. bağımlı kişiyi davranışları nedeniyle suçlamalarını azaltma,

3. kişiyi internet üzerinden psikolojik ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmiş olan daha öncesine ait
ailevi çatışmaların açık bir şekilde konuşulabilmesini sağlama,

4. aileyi bağımlı kişinin tedavisine (yeni hobiler edinmesi, uzun bir tatile çıkarılması, bağımlı kişinin
duygularını dinleyebilme konusunda) yardımcı olmaları için cesaretlendirme.

Güçlü bir aile desteği kişinin internet bağımlılığı problemini aşmasına yardım edebilir.

Șimdiye kadar internet bağımlılığının tedavisi için yukarıda önerilmiş olan yöntemlerin etkinliğini
araştıran pek fazla çalışma bulunmamakla birlikte, Young, kurmuş olduğu internet bağımlılığı tedavi
merkezine başvuran 114 kişiyle yaptığı bir çalışmada [22], bilişsel-davranışçı tedavinin etkinliğini
motivasyon, zamanı kullanma becerisi, sosyal etkinliklerde düzelme, cinsel işlevlerde düzelme, sanal
olmayan etkinliklere katılma ve sorun yaratan internet işlevinden uzak durabilme bağlamında bir anket
çalışması ile değerlendirmiş ve 6 ay boyunca 3, 8 ve 12. haftalarda bu anketi tekrarlamıştır. Sonuç olarak,
danışanların çoğunun 8 haftalık seanslar sonrasında başvuru anındaki belirtileriyle baş etmeye başladıklarını
ve 6 aylık izlemde bu iyilik hallerini koruduklarını belirtmiştir.[22]

Sonuç

Teknoloji çağı olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde bilgisayar ve internet kullanımı artık hayatın
vazgeçilmez gereçleri haline gelmiştir. İnternetin temel ortaya çıkış amacı iletişimi arttırmak ve bilgi
paylaşımını kolaylaştırmak olmasına rağmen internetin tahmin edilenden de hızlı yaygınlaşması patolojik
aşırı kullanıma ve yeni bir bağımlılık türü olarak nitelenebilecek internet bağımlılığına yol açmaya
başlamıştır.

Ülkemiz, özellikle genç nüfusun yüksekliği, yeni gelişen bir ülke olması, internet kullanımının
giderek yaygınlaşması, işsizlik ve internet kafelerin kontrolsüzce çoğalması nedeniyle bu yeni tanımlanan
bozukluk için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Türkiye’de internet bağımlılığı problemi daha ziyade bu
71
teknolojiye daha hakim olan gençlerde ve çocuklarda daha fazla görülmektedir ve artık aileler çocuklarının
internet kullanımının yol açtığı sorunlar nedeniyle bu bozukluğun tedavisini yapabilecek merkezlerin
arayışına girmeye başlamıştır.

Ülkemiz için henüz yeni olan bu sorunu uzun bir süredir yaşamakta olan uzak doğu ülkelerinde ve
ABD’de artık bu bozuklukla ilgili tedavi merkezleri oluşturulmuş ve hızla bu konuda deneyimli
klinisyenlerin yetiştirilmesine başlanmıştır. Gelecekte, ülkemiz için de bu tip tedavi merkezlerinin
kurulmasına ihtiyaç duyulup duyulmayacağı belli olmamakla birlikte, gelişen çağa hızla ayak uyduran
Türkiye’de de “internet bağımlılığı” sorununun giderek

artmaya başlayabileceği ve klinisyenlerin bu durumla daha sık karşılaşmaya başlayabilecekleri düşünülebilir.


Bu nedenle, klinisyenlerimizin bu bozukluk konusunda yeterli bilgiye sahip olmaları ve bu bozukluğu
tanımaları ve uygun tedavi yaklaşımları sergilemeleri büyük önem arz etmektedir.

Kaynaklar

1. Young KS. Internet addiction. Am Behav Sci 2004; 48:402-441.

2. Griffiths MD. Internet addiction: An issue for psychopathology? Clinical Psychology Forum 1996; 97:32-36.

3. Bölükbaş K. İnternet kafeler ve internet bağımlılığı üzerine sosyolojik bir araştırma: Diyarbakır örneği, Yüksek Lisans Tezi,
Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı 2003.

4. Young KS. Internet addiction: The emergence of a new clinical disorder. Cyberpsychol Behav 1996; 3:237-244.

5. Griffiths MD. Technological addictions. Clinical Psychology Forum 1995; 76:14-19.

6. Griffiths MD. Behavioral addictions: An issue for everybody? Journal of Workplace Learning 1996; 8:19-25.

7. Griffiths MD. Internet addiction: Time to be taken seriously? Addiction Research 2000; 8:413-418.

8. Amerikan Psikiyatri Birliği. Mental bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM IV) (Çev. Ed: E.
Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 1995

9. Block JJ. Issues for DSM-V: Internet Addiction. Am J Psychiatry 2008; 165:306-307.

10. Greenfield DN. Psychological characters of compulsive internet use: a preliminary analysis. Cyberpsychol Behav 1999; 2:
403-412.

11. Scherer K. College life on-line: Healthy and unhealthy internet use. Journal of College Student Develoment 1997;
38:655-665.

12. Morahan-Martin J, Schumacher P. Incidents and correlates of pathological internet use among college students. Comput
Human Behav 2000; 2:465-473.

13. Kubey RW, Lavin MJ, Barrows JR. Sensation seeking and collegiate vulnerability to internet dependence. Cyberpsychol
Behav 2001; 2:425-430.

14. Black D, Belsare G, Schlosser S. Clinical features, psychiatric comorbidity and health related quality of life in persons
reporting compulsive computer use behaviour. J Clin Psychiatry 1999; 60:839-843.

15. Odabaşıoğlu G, Öztürk Ö, Genç Y, Pektaş Ö. On olguluk bir seri ile internet bağımlılığı-Klinik görünümleri. Bağımlılık
Dergisi 2007; 8:46-51.

16. Gönül AS. Patolojik internet kullanımı (İnternet bağımlılığı/Kötüye kullanımı). Yeni Symposium 2002; 40:105-110.

17. Bostwick JM, Bucci JA. Internet sex addiction treated with naltrexone. Mayo Clin Proc 2008; 83:226-230.

72
18. Öztürk Ö, Odabaşıoğlu G, Eraslan D, Genç Y, Kalyoncu ÖA. İnternet bağımlılığı: Kliniği ve tedavisi. Bağımlılık Dergisi
2007; 8:36-41.

19. Davis RA. Cognitive-behavioral model of pathological internet use. Comput Human Behav 2001; 17:187-195.

20. Young KS. Evaluation and treatment of internet addiction. In: VandeCreek L, Jakson TL (Eds). Innovations of Clinical
Practice Volume 17. 1st Ed. Sarasota, Fl: Professional Resource Pres;1999.p.30-60.

21. Young KS. Internet Addiction: symptoms, evaluation and Treatment. 1999; 11.08.2007 tarihinde www.netaddiction.com/
articles/habitforming.pdf adresinden indirildi

22. Young KS. Cognitive behaviour therapy with internet addicts: treatment outcomes and implications. Cyberpsychol Behav
2007; 10:671-679.

Makale Örneği 3

ARABESK KÜLTÜR: BİR MODERNLEŞME VE POPÜLER KİMLİK ÖRNEĞİ


MERAL ÖZBEK
Türkiye'de 1960'ların sonlarında gecekondularda yaşayan kırsal göçmenlerin özlemlerini yakalayan
popüler bir müzik türü ortaya çıktı. Arabesk müzik olarak bilinen bu tür, Türk klasik ve halk müziği
motiflerinin Batı ve Mısır unsurlarıyla iç içe geçtiği yeni bir karma tarzdır. Başlangıçta bu popüler şarkıları
belirtmek (ya da yermek) için icat edilen "arabesk" terimi daha sonraları Türk kentlerinin çevresinde oluşan
bütün bir göçmen kültürünü betimleyen bir anlam kazandı.
1970'lerin sonlarından bu yana, arabesk kültürün yükselişini ve toplumsal anlamını açıklamak için
çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların çoğunda arabeske güya saf olmadığı için, ayrıca kaderciliği ve
yozluğu yüzünden bir tehdit olarak bakılıyordu. Kentsel çevreyi kırsallaştırdığına ve kirlettiğine
inanılıyordu. Bu açıklamaların çoğunun altında, geleneksel ile modern arasında bir ikilik gören ve
gelenekselin temelde geri olduğunu kabul ederek geleneğin ardından modernliğin geleceği bir geçiş dönemi
çevrimini varsayan "klasik modernleşme kuramı" vardır. Arabesk kültür bu geçiş döneminin bir ürünü,
toplumda marjinal kalan yabancı ve sakat bir unsur gibi sunulur; sanayileşme ve kentleşmenin ilerlemesiyle
yavaş yavaş silinip gidecektir.
Bu yazının başlıca önermesi arabeskin bir anomali değil, Türkiye'nin modernleşmesindeki mekânsal
ve simgesel göç ile inşa edilen ve yaşayan popüler kültürün tarihi bir biçimlenmesi olduğudur. Bu melez
kültür, kırsal göçmen kitlelerinin 1950'lerden itibaren Türk toplumundaki hızlı modernleşmeyle biçimlenen
yaşantılarını dile getirmiş, bu kitlelerce popüler hale getirilmiştir. Bu kültür, bir zamanlar Cumhuriyet'in
sahici temeli olarak saygı gösterilen, göç edip yedek işgücü olarak kent merkezlerinin sınırında yaşamaya
başlamalarıyla ortaya çıkan "kültürsüz" varlıkları yerleşik öteki kentlilerce istenmeyen köylülerin çok
tartışılan kent kültürüdür. Bu bakımdan, arabeskin hikâyesi Üçüncü Dünya denen ülkelerin
"Batılılaşması"nın da hikâyesidir ve arabeskin anlaşılması, Türkiye'deki modernleşme sürecinin ve projesinin
çelişkilerini ve kararsızlıklarını kavramada son derece önemlidir.
Arabesk müzik ve kültür üzerine fikir yürütmenin bir yolu, bunları halk kimliğinin, yani kentleşen
halk sınıflarının Türkiye'deki özgül kapitalist modernleşme sürecine tepkilerinin mecazi bir biçimi olarak
görmektir. Resmi kültür politikaları, serpilen piyasa güçleri, yeni ortaya çıkan kültür sanayii ve kentin kenar
mahallelerindeki değişen yaşam tarzları gibi bir dizi etki arabesk müziği ve kültürü beslemiştir. Ama özgül
düzeyde arabeske melez biçimini ve özgül, güçlü enerjisini veren şey modernleştirmeye hem karşı koyan
hem de onay veren spontan halk tepkisiydi.
73
Bu halk tepkisi ilk kez Arabesk tarzının kurucusu Orhan Gencebay'ın müziğinde hissedilmişti.
Gencebay'ın müziğinde kitlelerin karışık yapıdaki bir yerinden edilme deneyiminden kaynaklanan,
modernleşme sürecinde ortaya çıkmış, iki tarafı da keskin bir özgürlük ve kimsesizlik duygusu
billurlaşmaktadır.
Her ne kadar arabesk melez bir müzik tarzı olarak kaldıysa da biçimi, içeriği, üretimi, tüketim kalıpları ve
toplumsal anlamı son otuz yılda belirgin bir evrimden geçti. Arabeskin bu yıllarda gösterdiği ideolojik
gelişim, ulusal kalkınmacılıktan başlayıp 1980'lerden sonra ulus aşırı piyasa çizgisine kadar uzanmak üzere
Türkiye'de kapitalizmin değişen politikalarıyla ilişkili olarak belli dönemlere ayrılabilir. Bu yolculukta
1970'ler bir dönüm noktasını ifade eder; daha sonra arabesk sarsıcı özgünlüğünü yitirdi ve yeni-liberal
ekonomik reformların ve yeni-muhafazakâr ideolojilerin etkisi altına girdi. Arabeski yaratan ve besleyen
kendi kitlelerin hesaba katılması gereken kültürel ve siyasal güçler haline gelmesiyle, ayrıca kültür
sanayiinin gelişmesiyle, bu kitlelerin kültürel ifade biçimleri gitgide ideolojik ve siyasal düzenin bir parçası
haline geldi. Müziğin kendisi de aynı şekilde dağıldı, parçalandı ve ticarileşti; bazıları marjinalliğe itilirken,
bazıları da kültürel merdiveni çıkarak etkilediği ilk kapalı alanın çok ötesinde olağanüstü bir popülerliğe
ulaştı. 1980'den sonra arabeskin gecekondu sınırlarının ötesine taşması, duygusal bir kelime dağarcığı olarak
arabeskin hayatın çok değişik kesimlerindeki insanlara hitap ettiği anlaşıldı; bu müzik, kırsal ile kentsel
karşıtlığının (Türklerin "Batı" hayranlığı ve başka kültürel dışlanmalar dahil) çok ötesinde bir yerinden
edilmişliğe işaret ediyordu.
Aydınların arabeske tepkileri de bu tarzın evriminde rol oynayan bir güç olmuştur; çıkan tartışmalar
arabeskin kültürel temellerini açıkladığı için değil, Türk modernleşmesinin egemen emellerini açığa
çıkardığı için önemlidir. Kente göç eden ötekilerin kimliklerinin "arabesk" etiketiyle tanımlanması ve bunun
çevresinde bir söylem ve bir çatışma inşa edilmesi arabeskin hikâyesinin kültürel arenadan ideolojik arenaya
geçmesine yardım etmiştir. Böylece arabesk ulusal ve kentsel kimlikler, kültür, yaşam tarzları üzerine
tartışmalarda çekişmeli bir konu haline gelmiş bulunmaktadır. Garip bir cilveyle, aydınların "biz kimiz" ve
"nasıl yaşamalıyız" soruları, tam da arabesk tutkunu kitlelerce ortaya atılan ve en açık ifadesini Orhan
Gencebay'ın 1960'ların sonlarındaki müziğinde bulan sorulardır.

Arabesk Müziğin Melez Kökleri


Arabesk müzik ilk kez 1960'ların ortasında İstanbul'da, müzik sanayinin henüz emekleme çağında
olduğu ve devlet güdümlü medya ile kültürden dışlanmışlara bir yaratıcı ifade kanalı sağladığı sırada ortaya
çıktı. Orhan Gencebay bu tarzın en ünlü ilk temsilcisiydi. Arabesk terimi 1960'ların başlarından beri müzik
çevresinde biliniyor, popüler besteci Suat Sayın'ın yapıtlarını nitelendirmek için kullanılıyordu. Sayın aslında
Türk "sanat" müziğinin hafif versiyonlarını besteliyor, yapıtlarında Mısır'dan alınma bazı nağmeleri
kullanıyordu. En büyük katkısı bu müziği orkestraya uyarlama biçimindeydi. Geleneksel çalgıları tek tek
kullanmak yerine, bunların sayısını artırmış, Mısır tarzını izleyerek Batılı yaylı çalgılarla zenginleştirmişti.
Böylece Batı etkisi Türk müziğine Mısır üzerinden ilginç bir dolambaçlı yolla sızdı.
Orhan Gencebay 1960'ların ortalarında ortaya çıktı. Kendi kendini yetiştirmiş bir müzisyen olarak
birçok müzisyenin etkisinde kalmıştı; bunlardan bazıları resmi medyanın dışladığı kimselerdi, bazıları da
Türk halk müziğinin ve sanat müziğinin ana akımlarını temsil eden icracılardı. Orhan Gencebay 1966'da
bestelediği "Deryada Bir Salım Yok" adlı ilk popüler şarkısında, çeşitli halk müziği ve klasik müzik
74
çalgılarını Batılı yaylılarla bir araya getirdi. Şarkı özünde Arap havası taşımamasına karşın, orkestra
düzenlemesi Ortodoks klasik ve radyo müzisyenlerinin Sayın gibi Orhan Gencebay'ı da arabeskçi saymasına
yol açtı. Bu noktada arabesk küçük bir müzik çevresiyle sınırlıydı, henüz Türk kültürel kimliğiyle ilgili ana
tartışmaların kapsamına girmemişti. Ancak çok sonra bile, terim bu bayağılık, kimliksizlik ve "geri"
çağrışımından kurtulamadı.
Besteler Türkçe'ye çevrilmeye ve Türk müzisyenlerce benzer şarkılar bestelenmeye başladı. Büyük
üne kavuşan ve günümüzde klasik Türk müziği bestecisi olarak kabul edilen bu bestecilerden bazıları,
sözgelimi Saadettin Kaynak ve Selahattin Pınar o sıralarda dönemin makbul klasik müzisyenlerinin gözünde
saygın değildi.
Orhan Gencebay'ın kendisi de bir göçmendi; "İstanbul'un taşı toprağı altın" efsanesinin henüz
gerçekleri ifade edebildiği bir dönemde Samsun'dan gelmişti. Arabeske ilişkin araştırmalarda göz ardı edilen
bir nokta, ortaya çıkışının Türk toplumunda 1970'lerin ikinci yarısına değin süren göreli bir kültürel
canlanmayla çakışmasıdır. Bu gelişme 1930'larda başlayan, 1961 Anayasası'nda demokratik ilkeler ve temel
insan haklarının güçlendirilmesi, daha adil bir gelir dağılımının sağlanmasıyla doruğuna çıkan mücadele ve
politikaların sonucuydu. 1960'lar popüler kültürde bir deney ve yenilik dönemiydi, çeşitli müzik
geleneklerinde yaratıcılık için verimli bir zemin sağlamaktaydı. Bu çabaların meyveleri 1962'den sonra
piyasada görünmeye başladı ve hızla gelişen plak sanayiini besledi. Bu yenilik dalgasının ardında 1930'lann
sonlarına doğru Türk klasik müziği ve halk müziği yanında Batı klasik ve pop müziği de yayınlayan devlet
radyosunun artık daha çok dinlenmesiydi. Daha önceleri bu müzik tarzları bölgesel üretim ve tüketimle
sınırlıydı.
Müzikteki bu canlanmanın dikkat çekici sonuçlarından biri halk müziği ve çalgılarının yeniden
keşfedilip yeniden değer görmesiydi. Özellikle de 1960'lar ve 70'lerin popüler ve radikal müzisyenleriyle
solcu militanları bağlamayı bir müzik ikonu haline getirmişlerdi. Folklorik unsurlar rock müziğine
yediriliyor, Anadolu Rock'u diye yeni bir müzik tarzı ortaya çıkıyordu. Anadolu halk motiflerinin yeniden
rağbet görmesi de arabesk müziğin geleceğini belirlemede önemli bir rol oynadı.
Orhan Gencebay'ın yapıtlarını karakterize eden, bir kimlik veren özellik, Türk sanat müziğindeki
Sayın tarzı zengin orkestra düzenlemesine halk müziği unsurlarının katılmasıydı. Gencebay gerçek bir
bağlama virtüözüdür, çeşitli etkileri kaynaştırdığı benzersiz bir çalış tarzı vardır. Kendi ifadesine göre,
Amerikan rock müziğinin ve Türk sanat müziğinin hüküm sürdüğü 1950'lerde bağlamanın aşağılanması
Gencebay'a çok acı vermişti. Bunun üzerine bağlamayla bazı tanınmış Türk sanat müziği ve Batı rock müziği
şarkılarını, özellikle de Elvis Presley şarkılarını çalmaya başladı; böylece bu masum çalgıyla her tür müziğin
çalınabileceğini göstermek istiyordu.
Gencebay'ın müzik gelişiminde 1968 bir kilometre taşıydı. O yıl içinde önce "Bir Teselli Ver", ardından
"Hatasız Kul Olmaz" adlı şarkılarını besteleyip yorumladı. Bu iki yapıtın sözleri ve ezgileri gecekondu
halkının günlük konuşma dilleri, müzik gelenekleri ve yeni yaşam tarzlarıyla çakışıyordu. Müzik büyük
kentlerin sınırlarında gelişmekte olan yeni özel dile, kentle karşılaşan ve gittikçe büyüyen bu toplum
kesiminin yükselen beklentilerini, arzularını ve düş kırıklıklarını ifade eden bir araç sağlamaktaydı. Göç
eden ve ezilenlerin kültürü Gencebay'ın yapıtlarında kendi sesini bulmuştu ve bu ses onun müziği
aracılığıyla halkın bilincine taşınıyordu. İzleyen on yıl içinde aynı müzik öteki yerleşik kendilerini
yargılayıcı gözünde bir küçümseme vesilesi haline gelecekti.
75
Gencebay'ın müziğinin melez niteliği, hem müziğin hem de güftede dile getirilen düşüncelerin en
çok öne çıkan özelliğiydi. Dramatik bir sesle "Notaları kesintiye uğratmadan" şarkı okuma tarzı, kontrpuan
ve büyük orkestra kullanımı, ritme verilen ağırlık döneme göre epeyce yeni ve çekici bir ses, bir his
yaratıyordu. Genelde Türk müziğinde olduğu gibi, Gencebay'ın müziği çok duygusal ve melodiktir. Sözlerde
ağır basan tema aşktır ve bütün diğer temalar aşkla ilgili sözler içinde erir ya da aşkın hükmü aracılığıyla dile
getirilir.
Yaygın aşk teması, sözlerin birinci tekil şahıs (ben), sevgili (sen) ve bunların birleşmesinin (biz)
dünyadaki benzersiz önemi etrafında dönmesine yol açar. "Dünya" bazen sevenin iç dünyasını, bazen âşıkla
maşukun birleşmesini, bazen de genel olarak insan ömrünü dile getirir. Sevgili olan "sen" çoğunlukla çok
soyut bırakılır. Türk tasavvuf şiirinde her zaman olduğu gibi, sevgili birlikte acı çekilen kimsedir. Kimi
zaman "sen" sevgili olmaktan çıkar ve Tanrı'ya, kadere, topluma, hatta devlete ya da zalim olarak görülen
başka bir kimseye seslenmek için kullanılır. "Biz" de aşkta "hakikat"ı arayan, perişan, yalnız, evsiz barksız
garipler olarak tasvir edilen sevgililerin oluşturduğu belirsiz bir kolektif kategoridir. "Ben" yalvaran taraftır;
"sen"den sevgi ve teselli dilenir. Ama "sen" mutluluğun yanı sıra cefa, sevginin yanı sıra aşağılanma,
tesellinin yanı sıra ıstırap verebilir. Zaman zaman âşık Tanrı'ya döner ve sızlanarak "Şaşıran ben miyim,
yoksa sen mi Allahım?" diye sorar. Sevgili adil ve merhametli olduğunda, güneş, hayat ve saadetin kendisi
olarak tasvir edilir. Ait olma özlemi duyan "ben", "sen"e boyun eğme ve onunla özdeşleşme yoluyla
muradına erer.
Aşık ve sevgili arasındaki bütün bu karışık diyalog boyunca, "ben"in kimliği sorun haline gelir;
hayat ve ölüm, aşk ve nefret, mutluluk ve ıstırap sorunlarıyla iç içe geçer. Ama bir nokta açıktır: "Ben" her
zaman masum kişidir, aşkını yaşamasına fırsat vermediği için ötekini suçlamaya hakkı vardır. "Ben"
sevgiliden ayrı kalma ihtimaline dayanamaz; böyle bir şey ikisi arasındaki aşk (ve nefret) bağını koparır.
Seven kişi rüya gibi bir dünyada ıstırap çekmeye isyan etmekle birlikte, bir "tecrübe" olarak gördüğü bu
duruma teslim olur. Karşılık görmeyen aşkın acısı bile bir parça teselli verir; çünkü aşkın kendisi nihai
denklemdir, aşkı yaşama hakkını engelleyen bu dünyadaki acıların çaresidir.
Genellikle Orhan Gencebay'ın ilk şarkılarının sözleri, içeriği dünyevi olan ama mistik dini bir sesle
söylenen geleneksel popüler kavramlar üzerine kuruludur. Ama bu melodiyle birlikte sözlerin söyleniş
biçimi, anlaşılması kolay ve 1970'lere özgü yaygın hoşnutsuzluğa ve protestoya uygun çağrışımlar içeren bir
popüler geleneğin türetilmesine varır. Yoksulluk, yerinden yurdundan kopmuşluk, mahrumiyet ve kentsel
yaşamın insafsız günlük döngüsü arabesk güftede açıkça betimlenmez. Ama soyut bir ifade, endişe ve hasret
duygusu müziğe sinmiştir; sözler doğrudan toplumsal eşitsizlikten söz etmezse de bağlamı hemen anlayan
hedef dinleyici kitlede sempati dolu bir titreşim uyandırır.
Burada Orhan Gencebay'ın halk müziğinin etkisindeki şarkılarda kullandığı temalar ile "sanat"
müziğinin etkisindeki şarkılara ayırdığı temalar arasındaki farka işaret etmekte yarar vardır. Halk müziğinin
egemen olduğu şarkılar toplumsal temaları işlemenin aracıdır; bunlarda âşığın ağzından dünyanın acılarına
karşı bir yakarış dile getirilir. "Sanat" müziğinde ise özel ve kişisel sevda ağır basar. Bu simgesel söylemde
aşkın insanın şerefiyle yaşama hakkına benzetilmesi nedeniyle, aşka engel olan çetin sosyal koşullar da
anlamlı bir hayat sürmenin önündeki engel olarak görülür. Böylece bu simgesel dilde hem kişisel, hem de
toplumsal düzlemler aşkın söz dağarcığıyla ifade edilir. Son tahlilde kendisi, modernleşmenin getirdiği yersiz
yurtsuzluğun yarattığı "anlam sorunu"nun çaresi olarak sunulur. Orhan Gencebay'ın arabeskine demokratik
76
tınısını veren, halk adaletine ilişkin köklü geleneğin bu yeni ifade biçimiydi. Gencebay'ın arabesk müziği her
gün ayakta kalma, direnme ve tanınma mücadelesi veren kitleler için özgül bir "duygusal/ahlaksal konuşma
dili" yaratmışa.
Değişim Dönemlerinde Arabeskin Popülaritesi
Orhan Gencebay 1960'lann sonlarında bir halk kahramanı, neredeyse bir kent âşığı haline geldi.
İmajı gittikçe gelişerek sözüne güvenilir ve hoşgörülü, haksızlığa, aşağılanmaya ve yoksulluğa karşı sesini
yükselten yardımsever bir ağabey tipine dönüştü. Güfteleri genellikle hayat ve aşka dair sorunlardan
bahsediyor, Anadolu âşık geleneği ve halk tasavvufundan etkilenmiş yalın ve bilgece deyişlerle ortaya
konuyordu.
Türk halk şiiri ve müziğindeki protesto geleneği 1950'lerin sonlarında canlanmıştı. O sırada âşıklar
beraberlerinde bağlamalarını ve yeni şiirlerini de getirerek büyük kentlere göç ediyorlardı; bu şiirler artık
zengin ile fakir arasındaki basit çatışmalar üzerinde durmuyor, yoz toplumsal düzeni protesto eden daha
incelikli temalar içeriyordu. Canlanan protesto geleneği Gencebay'ın arabesk müziğine de yansımıştı, ama o
bunu sulandırıp harmanlayarak kitle tüketimine dönük yeni bir hümanizm geleneği yarattı. Gencebay'ın en
ünlü şarkılarından "Batsın Bu Dünya"nın başlığı toptan bir reddedişi belirtiyormuş gibi görünse de, gerçekte
Gencebay bu değişen dünyasından hoşnuttu, istediği şey yalnızca daha iyi bir yer olmasıydı. Ona göre
değişim dışlama ya da zor yerine, özümseme ve sevecenlik yoluyla gerçekleşmeliydi. Şarkının başlığı
kapitalist modernleşmenin insanlıktan çıkarıcı saldırılarına karşı insanların duygusal tepkilerini
güçlendirmeye yönelikti.
Gencebay'ın yapıtlarının modernleşmeye karşı mecazi tepkisi bir bütün olarak karışık duygular
içermektedir. Modernleşmeyi onaylama ve yadsıma, modernleşmeye boyun eğme ve karşı çıkma noktasında
bir rahatsızlık vardır. Modernleşme bir yandan sunduğu olanaklarla baştan çıkarıcı, bir yandan da yol açtığı
kökünden kopma ve yalnız kalma gerçeğiyle yabancılaşanadır. Gencebay'ın müziğinde, özellikle de cüret,
hüzün ve umudun bir arada olduğu bir özlemi uyandıran acılı melodik çizgisinde aynı kararsızlık sürekli
karşımıza çıkar.
Türk kaset sanayiinin büyümesi, yeni müzik teknolojisinin ithal edilmesi ve geliştirilmesi 1970'lerden
itibaren ve özellikle 1980'lerde arabesk müziğin yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Resmen
onaylanmış müzik kategorilerinden hiçbirine uymadığı gerekçesiyle devletin yönetimindeki radyo ve
televizyondan dışlanmasına karşın, arabesk 1970'lerin ortalarında artık her yerde vardı. Gazinolarda
duyuluyor, minibüs ve taksilerdeki kasetçalarlarda bangır bangır çalınıyor, küçük fabrikalarda,
gecekondularda ve meyhanelerde keyifle dinleniyordu. Arabesk şarkıcıların rol aldığı filmlerden caddelerde
kaset satan işportacıların tezgâhlarına kadar, hemen hemen bütün genel ve özel alanları arabesk istila
ediyordu. Kente göç edenlerce kullanılan taksi ve minibüsler arabeski gecekondulardan kente, kamyon
sürücüleri de bir kentten ötekine taşıyordu. Arabesk müziğin kente göç ile sözcük anlamında ulaşımla
öylesine sıb bir bağı vardı ki, 1970'lerde çoğu kez "minibüs müziği" ya da "gecekondu müziği" olarak
anılıyordu. Aşırı süslü minibüs ve taksiler, göçmenleri kentin caddelerinden geçirerek resmi ve özel
sektörlerdeki işlerine götürüyordu; buralarda ise göçmenlerin müziği, dilleri, görenekleri, değerleri ve görgü
kuralları orta ve üst sınıf kentlilerinkiyle çatışıyordu.
İlk kuşak göçmenler kentlerdeki gecekondu yerleşmeleriyle köyleri arasında serbestçe seyahat
ediyor, akrabalarını ziyaret edip memleketten kışlık erzak getiriyorlardı. Ama ne kadar yoksul olurlarsa
77
olsunlar, köylerine kesin dönüş yapma gibi bir hayal kurmuyorlardı. Yine de gecekondu bulmak ya da
yapmaktan iş bulmaya kadar günlük acil ihtiyaçlarını karşılamak için büyük kentsel mekânın içinde
akrabalık, hemşerilik ve komşuluk ağları yaratıyorlardı. Kendi kişisel kimliklerini ve topluluk kimliği
duygusunu bu ağlar sayesinde koruyorlardı. Bir göçmenin kimliğinin tek ekseni böyle bir ağdan oluşuyor,
"neredensin?" sorusunun cevabına dayanıyordu.
En ünlü arabesk şarkıcılar İstanbul'un dışından gelmiş kişilerdi. Şöhretleri ve popülerlikleri geldikleri
bölgeyle ve söz konusu bölgeden İstanbul'a yönelik göçün boyutuyla aşağı yukarı çakışıyordu. Orhan
Gencebay göçmenlerin Anadolu'nun orta ve kuzey kesimlerinden İstanbul'a akın ettiği 1960'Iarın sonlarında
şöhrete kavuştu. Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses güneyden ve doğudan gelme göçmenlerin İstanbul'u
doldurduğu 1970'lerin sonlarında popülerliklerinin doruğuna ulaştılar. İbrahim Tatlı-ses ve Emrah ise
Güneydoğu bölgesinden insanların kitlesel boyutlarda İstanbul'a ayak bastığı 1980'lerin yıldızlarıydı. İyi
arabesk şarkıcıların geldikleri bölgenin özgün aksanı, ses yapısı, imge ve gelenekleriyle müziklerine ayrı bir
hava katmalarına karşın, yoksul ve güçsüzlerin gözünde hepsinin çekiciliği aynıydı. Zamanla bu
bölgesellikler İstanbul'da yeniden işlenip Anadolu'ya dağıldı, böylece 1980'lerde arabesk müzik Türkiye'deki
en yaygın popüler müzik tarzı haline geldi.
1970'lerin sonu gitgide artan bir ekonomik çöküş ve derin siyasi bunalım dönemiydi. Kente göçün
sonucunda ortaya çıkan kültürel gerilim ve toplumsal çelişkiler de öne çıkmış, kırdan kente göçün geçici
olmadığı anlaşılmıştı. Kentlerin nüfus yoğunluğunu yüzde 50 artıran, içinde radikal solun militanlarını
barındıran, üst yapısal ve toplumsal taleplerini belediyelerde odaklaştıran gecekondulu nüfus artık burada
kalacağını gösteriyordu. "Minibüs müziği" ve "gecekondu müziği" ibarelerinin yerini arabesk terimi aldı.
Arabesk yalnız bir müzik tarzını değil, göçmenlerin yanı sıra göçmen olmayan kentli yoksulların da
oturduğu gecekonduların bütün yaşam tarzını ve zihniyetini kapsayan bir anlam kazandı. Çok parçalı popüler
kimlikleri ayırıp kentli "öteki" konumuna yerleştirerek onlara "kendince bir köşe" sağladı.
1980'lerde yeni siyasi yöneticiler artık kur yapmaya değecek kadar oy potansiyeli taşıyan
gecekondulu kitleleri yönlendirme ve desteğini kazanma hedefi etrafından dönen bilinçli bir hegemonya
oyunu oynuyorlardı. Özellikle Anavatan Partisi'nin seçim zaferinden sonra yürütülen sağcı "popülist"
politikalar belediye düzeyinde maddi olanaklar, ulusal düzeyde de gerekli ideolojik öğeleri sağlıyordu.
Aslında Turgut Özal 1983'te Anavatan Partisi'ni kurmasından ve başbakan olmasından epey önce
arabeskin siyasal önemini kavramıştı. Adalet Partisi'nin başında bulunan dönemin başbakanı Süleyman
Demirel'e sunmak üzere 1979'da yazdığı bir raporda, genel seçimlerin anahtarının gecekondulardaki
yüzergezer oylar olduğuna işaret etmekteydi (ki bunun doğruluğu daha sonra kanıtlandı). Anavatan Partisi
gecekondu insanlarının kültürünü, alışkanlıklarını, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeyleri incelemek üzere
"Arabesk Grubu" denen bir araştırma birimi oluşturdu. Daha sonra kendilerine oy verenlere ilişkin verilere
dayalı bir seçmen profili hazırlaması için büyük bir kamuoyu yoklama kuruluşunu görevlendirdi. Ortaya
çıkan sonuç Anavatan Partisi'ne oy verenlerin genelde muhafazakâr olduğunu göstermekteydi. Ama bu
seçmenlerin en muhafazakâr olanları bile demokratik çoğulculuğa ve ekonomik liberalizme sempatiyle
bakmaktaydı. Hegemonya oyunu sonuç vermişti, araştırma da daha ilk baştan umduğunu buldu: Oy verenler
yeni-muhafazakâr ya da yeni liberaldi.
Türkiye'de 1983 seçimleri ilk kez kitlesel düzeyde siyasal tanıtıma sahne oldu. Özalcılar başka
şeylerin yanı sıra arabesk müzikten de geniş çapta yararlandılar. Aslında Özal gerçekten hoşlandığı bu
78
müziği, bütün Türklerin "âşık" olduğu temasını, kendisinin dört ana siyasal ideolojiyi (aşırı sağ, dinsel sağ,
merkez sağ ve sosyal demokrat) saygıyla karşıladığı ve Anavatan saflarında kucakladığı görüşünü
desteklemek üzere kullandı. Tıpkı Gencebay müziğinin geleneksel, popüler ve yeni değerleri kaynaştırma
yoluyla halk sınıflarının değişim taleplerini ifade etmesi gibi, yeni muhafazakârlar da aynı şekilde
muhafazakâr değerleri yeni piyasa değerleriyle birleştirerek aynı yola başvurdular.1!t Ama siyasal arenada
eski ve yeninin kaynaştırılması halk kitlelerinin refaha ulaşmasını sağlamanın bir aracı olmaktan çıktı ve
finans, alışveriş ve ticaret alanlarında beliren yeni güçlü girişimcilerin ve onların ortaya çıkardığı
politikacıların mücadelesinde bir kulvar haline geldi. Bu ortamda arabesk ütopyacı çağrışımlarından
bazılarını yitirdi, gitgide kaçak evlere tapu almak ya da "emek sarf etmeden köşeyi dönmek" gibi pragmatik
endişelerle ilişkili bir nitelik kazandı. Arabeskin gelişimi 1980'ler boyunca halk sınırlarının yeni sağın yeni
muhafazakâr politikalarına ayak uydurmasıyla daha da karmaşık bir hal aldı. Her seçimden önce
kayırmacılık ve gecekondu tapusu dağıtımı gecekondu oylarını ayartıyordu. Arazi vurgunculuğu şaha
kalkıyor, bazı eski gecekondu sahipleri artan arazi değerlerinden yararlanarak apartman yapıyor, gecekondu
mafyası da gayrimenkul piyasasında zenginleşiyordu. Kitle iletişim araçlarının da etkisiyle arabesk taşra
kökenli yeni zenginlerin, finans ve ticaretin yeni iktisadi elitinin yaşam tarzını karakterize eden bir anlam da
kazandı. Sansasyonel haber peşinde koşan medya arabesk bir
zevki sergileyen yeni zenginleri ele aldı; buradaki en göze çarpan kalıp yeni zenginlerin (Batılı-alafranga)
viski içip (alaturka) lahmacun yemesiydi. Arabesk müziğin dinleyici kitlesi gecekondu insanları ve kırsal
nüfusun büyük bir bölümünün yanı sıra 1980'lerin kentli orta ve egemen sınıflarının bir bölümünü
kapsayacak biçimde genişlemişti. 1980'lerin ikinci yarısında arabesk bütün ülkede dinlenen en yaygın müzik
türü haline gelirken kent çevresindeki yoksulluğa ve ezilmeye karşı duyarlık da sönümlendi. Arabesk, Özal
rejimini belirten bir mecaz olarak kullanılır oldu.
1970'lerin sonundan itibaren arabesk bir müzik tarzı olarak daha popüler hale gelip gelişkin teknoloji
aracılığıyla daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaşırken, bir evrim sürecinden geçmiş, dönüşüme uğramış ve
çeşitlenmişti. Bu değişikliklerin birçoğu, hâlâ arabeskin "kral"ı sayılan Orhan Gencebay'ın ortaya koyduğu
müzik ürünlerinde görülebilir.
1980'lerde arabesk müziğinde aşk temasının egemen bir özellik olarak kalmasına karşın, daha önceki
şarkılarda görülen siyasal protesto ve kederle umut arasındaki gerilim uçup gitti. Arabeskin reklam, üretim
ve videokaset alanlarında kârlı yan sanayiler doğuran daha ticari bir tarz haline gelmesiyle birlikte, işlediği
temalar da daha dünyevi ve somut bir yapıya büründü. Bol bol haber malzemesi sağlayan yeni şarkıcılar ün
kazandı. (Orhan Gencebay ise kendi müziğini besteleyip söylemeye ve üretmeye devam etti.) Son teknoloji
ve kayıt teknikleri arabeskin ses yapısını da değiştirdi, çeşitlendirdi; 1980'lerin en yaygın türü "taverna"
müziğiydi.
Arabesk müzik, devlet televizyonunun yerleşik Türk müziği kategorilerini, yani Türk sanat müziği,
halk müziği ve pop müziği büyük ölçüde etkiledi. Kendisi yasaklı olsa da arabesk melodilerin kalıpları,
ritimleri ve gösteri biçimleri başka tarzları etkiledi. 1990'larda özel televizyon ve radyo kanallarının ortaya
çıkmasından önce bayramlarda sadece önde gelen şarkıcıların performansına izin veriliyordu.
Arabesk şarkılar, 1980'lerin ortalarından sonra siyasal kampanyalarda ve futbol maçlarında
kullanıldı, "yasal" eğlence dünyasına tam anlamıyla girdi ve kültür sanayiince özümsendi. Öte yandan Orhan
Gencebay "klasik" konumuna yükseltildi. Ferdi Tayfur arabeskin ikinci büyük yıldızı olarak kabul görüp
79
yaygınlık kazanırken, Müslüm Gürses bir kült müzisyenine dönüştü. Ama arabesk "protest" şarkıcılar
üretmeye devam etti; bunların başında da müziğini "duyguların muhalefeti" olarak tanımlayan Ahmet Kaya
gelmekteydi. Gürses gibi Kaya'nın da en çok ilgi gördüğü kesim çeşitli marjinal gençlik grupları, egemen
kültürden dışlanan "delikanlılar"dı. Medya Kaya'nın müziğine "devrimci arabesk" demeye, diğer
versiyonlardan da "İslamcı" ve "milliyetçi" diye söz etmeye başladı.
1970'lerin arabesk müziğinde ifadesini bulan göçmen kültürünün hayali kolektif kimliği 1990'ların
ortalarında "köşesini" yitirmiş gibi görünü-yor. Arabeskin yaygınlaşmasıyla ve yaygın huzursuzluk ve
protesto içinde sınıfsal niteliğini yitirmesiyle birlikte arabeskin melez niteliği başka tarzlara da sızmış
bulunuyor. Yeni coşkun pop müziği ve kültüründe arabeskin, MTV'nin ve 1960-70'lerin Türk pop müziğinin
yeniden keşfedilmesinin büyük katkısı vardır. Artık klasik sayılan üç arabesk müzikçisi hâlâ ilgi görmekteyse
de dinleyiciler artık tek bir arabesk şarkıcının gözü kapalı taraftarı değildir. Bunun yerine arabeskten popa
kadar daha çok tarzı ve şarkıcıyı kucaklama ve tek bir yorumcuya eskisi gibi ateşli sarılmama isteği vardır.
Arabesk müziğin serüvenindeki değişim yalnız hitap ettiği kitlenin genişlemesinde değil, arabeske
kültürsüzlük diyen egemen değerlendirmeye karşı arabesk şarkıcıların ve arabesk dinleyicilerinin değişen
tutumlarında da belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır. Sınıf, bölge ve gelir farklılıklarından daha çok,
eğitimdeki farklılıklar arabesk kültür söylemini ve çevresinde yaşanan kimlik çatışmalarını belirlemeye hatta
gereğinden fazla belirlemeye devam etmektedir. Bundan on yıl kadar önce arabesk şarkıcıları duygularını
ifade ederken adeta kendilerini savunurlardı; şimdi kendilerine daha çok güveniyorlar ve taraftarları da
arabeskçi olmayan benzerlerine karşı öfkelerini daha açık gösteriyorlar. Bu meydan okuma 1980'lerin
sonlarında iyice dile getirilmişti; başlangıçta karikatürcülerin yarattığı ve arabesk tutkunlarını kaba,
cinsiyetçi ve eğitim görmemiş kimseler olarak nitelendirip karalayan "maganda" ve "zonta" terimleri günlük
konuşma diline girdi. Egemen kent kültürünün kıyısında kalan gençler de, kendini beğenmiş, "kısır" aydınlar
için iğneleyici bir takma ad olarak "entel" terimini uydurarak karşılık verdiler. Enteller İstanbul'un yerlileri,
Anadolu göçmenlerinin antitezi olarak tanımlanıyordu.
Ferdi Tayfur kendisiyle yapılan röportajlarda sık sık kendi hayatında karşılaştığı zor koşullara,
babasının ölümüne ve ailesine destek olmak için okumaktan vazgeçmesine değiniyor ve kendisiyle fakirleri
aşağılayan, ama gerçekte daha saygın olmayan okumuş zenginleri karşılaştırıyordu. Aynı acı tepki arabesk
şarkıcıların kendi çalışmalarının arabesk olarak nitelendirilmesine karşı çıkmalarında da yansımaktadır.
Örneğin, müziğinin Araplarla hiçbir ilgisinin olmadığında ısrar eden Orhan Gencebay, kendi yapıtlarından
Türk müziğinin resmi ve tek boyutu yorumlananın tersine "serbest Türk müziği" olarak söz ediyordu.
Müziğinin göçmen yaşantısının bir ürünü olmanın ötesinde bir anlam taşıdığını, köylü ya da kendi olsun
bütün Türklere aynı ölçüde hitap edebilecek karma bir müzik tarzı yaratmakta olduğunu savunuyordu.
Dolayısıyla arabesk şarkıcılar çalışmalarından ve halk arasında kabul görmelerinden gurur duymakla
birlikte, "arabesk" etiketini hiç de coşkuyla benimsememişlerdir. Bu, Anadolu kökenlerini belirtmekte hiç
duraksamayan sonraki müzisyen ve göçmen kuşakları için geçerli değildir. Halk müziği ve arabesk şarkıcısı
İbrahim Tatlıses'in 1980'lerde bu anlamda daha cesur bir tavır sergilediği söylenebilir. Güneydoğu'ya özgü
güzel sesi ve Kürtçe şarkılarıyla ünlü Tadıses, Turgut Özal'a sempati beslemenin yanı sıra ona gizli destek
vermesiyle tanınıyordu; merhum cumhurbaşkanı da buna karşılık göstermekten geri durmamıştı. Tatlıses'in
kabadayılığı ve erkeksiliği vurgulaması çokça eleştirilmesine, sonunda da kaba bir "maganda" olarak

80
damgalanmasına yol açtı. Ama o hiç sıkıntıya düşmeksizin maganda tipini oynamaya, hem kendisiyle hem
de onu eleştirenlerle dalga geçmeye başladı.
Arabeskin oluşumunda ve rağbet görmesinde cinsiyetin tam olarak nasıl bir rol oynadığı karmaşık bir
sorundur. Arabesk şarkılarında acılanılın bir gün sona ereceğini anlatan Orhan Gencebay erkeksi imajına
bağlı kalmıştı. 1970'lerin bunalımında ün kazanan Ferdi Tayfur daha da kasvetli şarkılarında, erkekliğin sert
olmakla tanımlandığı bir toplumda erkeğin de ağladığını göstermişti. Bir dizi kadın arabesk şarkıcının çok
tutulmasına ve yapılan müziğin genelde kadınlar arasında kabul görmesine karşın, arabesk sıkı sıkıya erkek
kültürüne bağlı kalmış bir tarzdır. Bıyıkla, erkek dostluğuyla, rakı ve sigara içme alışkanlıklarıyla güçlü bir
ilişkisi vardır.
Ama bu erkeksi sınırlarının da bulanık olduğu söylenebilir. Kabadayılık, bir tür kendine karşı kuşku
duygusunu, insanları toplumda saldırıya açık bir konuma iten baskın "öteki"nin gözünde değeri düşen bir
kişiliği gizlemektedir. Dolayısıyla boynu eğik bir kişiliğin duygusal hali bu erkekleri diğer dışlanmışlarla
yan yana getirmekte, bir bakıma cinsiyet sınırlarının aşıldığını ve kimliklerin iç içeliğini kabul etmektedir.
Bülent Ersoy dahil transseksüel arabesk şarkıcıların sayısı ve popülerliği, cinsiyetler arası geleneksel
sınırların bulanıklaşmasını artırır. Ayrıca, arabeskle ilgili egemen söylem "pasif, "ezik" ve "feryat eden" gibi
cinsiyet çağrışımlı sıfatlarla doludur; bu da arabesk kültürünün duygusallığındaki kararsızlığa işaret eder.
Arabesk ve Ulusal Kültürel Kimlik Tartışması
Birçok yazar 1970'lerin sonlarından bu yana Türkiye'de arabesk kültürün anlamını tartışmaktadır.
Ağır basan değerlendirme "azgelişmiş bir ülke" olması nedeniyle Türkiye'nin modernleşme yönünde
"çarpık" bir yol izlediği, arabesk müziğin de "aşağı" bir tarz olarak bu çarpıklığın bir yansıması olduğudur.
Arabesk müzik, müzik piyasasının gelişmesiyle aynı anda biçimlendiği için, yarı köylü kitlelerin bir
eğlencesi olarak nitelendirilmişti. Müzik Ansiklopedisinde arabesk "yabancılaşmanın müziği" diye
tanımlanır; kırdan kente göçenler geleneksel değerlerini geride bırakamamışlar, kent ortamına uyum
sağlayamamışlar, dolayısıyla bir nefret beslemeye başlamışlardı. Ansiklopedi maddesine göre arabeskin
müzik değeri yoktu, insanlara acı ve bunalımlarını "haykırma" yolu sağlıyordu. Arabesk hakkındaki bu
görüşler araştırmaların "bütünleşme perspektifi" içinde sınırlanmasına yol açtı. Araştırma gündeminde
arabeskin müzik olarak özellikleri ve kent kültürünün çevresinde gelişen yeni yaşam biçimleriyle öznellikler
yer almadı.
Çeşitli kültürel ve siyasal inançlara bağlı bürokratlar, aydınlar ve sanatçılar, dayandıkları nedenler
farklı da olsa arabeskin kaba, bayağı ve yoz bir tarz olduğu görüşünü paylaşa gelmiştir. Genel olarak
bürokratlar, özel olarak da devlet denetimindeki radyo ve televizyonda çalışan yapımcılar, Türk "sanat"
müziği, Türk halk müziği, Türk hafif (pop) müziği ya da çoksesli (Batılı) müziğin resmen belirlenmiş
kategorilerine uymayan her türlü Türk müziğini arabesk saymakta, dolayısıyla radikal ve solcu şarkı
sözleriyle birlikte sansüre tabi tutmaktaydı. Sol eğilimli düşünürler de arabeski kaderci bir bakış açısını
geliştiren, yanlış ve kolayca yönlendirilebilecek bir bilinç veren ve toplumsal protesto unsurundan bütünüyle
yoksun geleneksel (yani kendilerince geri) bir tarz olarak gördükleri için, kendilerini arabesk etiketinden
uzak tutmaya çalışıyorlardı. Onlara göre arabesk "kitlelerin afyonu"ndan başka bir şey değildi. Türk klasik
ve halk müziği sanatçıları bile "saf" gelenekleri Arap ve Batı etkileriyle kirlettiği gerekçesiyle arabeski
kınamaktaydı.

81
Gerçekten de arabeskin olumsuz çağrışımları zamanla arttı. Önceleri "arabesk" yaftası müziğin bir
taklit olduğu anlamına geliyordu; "bizim" kültürümüze ait değildi, çünkü Arap kökenliydi ve Arap kökenli
her şey Batılılaşmış bir ülkede bir kenara atılmalıydı. 1980'den sonra arabesk, Anavatan Partisi'nin yeni
liberal çalışmalarıyla bağlı olarak olumsuz bir siyasi çağrışım da kazandı. 1980'lerin ortalarına doğru etkin
bir yazar grubu Türk toplum yaşamında yozlaşmış sayılan hemen her şeyi nitelendirmede arabesk terimini
kullanmaya başladı: Arabesk demokrasi, arabesk ekonomi, arabesk insanlar, arabesk zevkler, arabesk
duygular, arabesk düşünme ve yaşama tarzları. Sanki arabesk terimi, uzun süreden beri az gelişmiş bir devlet
olarak taşıdığı imajla boğuşan bir toplumda Türk kimliği sorununa sonunda bir ad sağlamıştı. Hatta arabesk
Türkiye'nin karşılık görmeyen "Batı" sevgisi için bir mecaz işlevini de görmekteydi. Arabesk teriminin geniş
anlamda kullanımı ideal geleneksel (Doğulu) ve modern (Batılı) kalıplara, ilişkilere, alışkanlıklara ve
değerlere uymayan, bunun yerine bütünüyle beklenmedik, garip ve utanç verici bir toplumsal gerçekliği
nitelendirmekteydi. Her bakımdan geri ve vizyonuyla kaderci olarak görüldüğü için, arabesk toplumun
kurtuluşu için atılması gereken her şeyi belirten bir simge haline geldi.
Arabesk müzik ve kültür üzerine tartışmanın böylesine fırtınalar koparmasının nedeni, modernleşen
Türkiye'nin serasında gelişen ilk kitlesel halk kültürü şekillenmesi oluşuydu. Türk kültürel kimliği
konusunda kabul gören kavramları kendiliğinden eleştirmiş ve sorgulamıştı. Tartışmanın müzik etrafında
odaklanması hiç de tesadüfi değildi. Aslında müzik üzerine tartışmaların geçmişi 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın
kaldırılmasıyla birlikte askeri müzik örgütü Mehterhane'nin kapatılmasına kadar gider. Bu gelişme Osmanlı
yönetiminin açıkça Batı müziği lehinde bir tavır almasının sonucuydu. Cumhuriyet yönetiminin 1920'lerde
giriştiği reformlar da geleneksel müzik ortamını etkiledi. Laikleştirme süreci içinde 1925'te tekkelerin
kapatılmasıyla, Osmanlı sarayının yanında geleneksel müzik üretiminin yapıldığı ikinci hayati alan da
bertaraf edilmiş oldu. Bir yıl sonra Türk müziği eğitimi yasaklandı. Devletin Batı kültür modeline dayalı bir
ulusal kimliği yapılandırma çabaları çerçevesinde 1934-35 yıllarında on beş ay boyunca özel radyoda her
türlü Türk müziği yasaklandı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi kültür politikaları özellikle kuruluşunun ilk yıllarında Batı klasik müziğine ve
(popülizm vizyonu yüzünden) Türk halk müziğine öncelik vermekle birlikte, bu müziğin "Batılılaşmış" ve
"modernleştirilmiş" bir versiyonunu da destekledi. Bu tür girişimlerin ardında, uygarlık ile kültür arasında
kesin bir ayrım yapan 1920'lerin milliyetçi düşünürü Ziya Gökalp'in etkisi yatmaktaydı. Gökalp'e göre yeni
uygarlık evrenseldi ve Batı bilimi, teknolojisi ve düşünsel gelişiminde ifadesini bulmaktaydı. Buna karşılık
kültür her topluma özgü olan bir şeydi ve halkın ruh hali, değerleri ve özlemleriyle ifade edilmekteydi.
Gökalp'e bakılırsa Osmanlı klasik müziği eski uygarlığın alanı içinde kalmaktaydı, dahası, Arap havaları
katılmış Bizans kökenliydi; bu nedenle yeni Türk ulusal kimliğini temsil edemezdi. Oysa Anadolu folkloru
ve halk müziği İslamlaşma öncesindeki Türk kültürünün ürünleriydi, dolayısıyla çevresinde bir Türk ulusal
kimliği oluşturulabilecek sanatsal tarzlardı. O halde üzerinde bu yeni kimliğin yükseleceği temel, Ban
uygarlığı ile Türk folklorunun bir sentezi olmalıydı.
1930'larda devlet, o sırada özel olan radyoya karşı, "eğitim, kültür ve propaganda" radyosu
kampanyasına girişti. Özel radyoda çalışan yapımcılar sadece eğlence ve ticareti düşünerek "zevksiz ve
kaderci" Türk sanat müziğini, yani alaturka müziği yayınlamakla suçlandılar. Devlet 1936'da özel radyo
istasyonlarını kendi denetimi altına aldı ve kendi tercih ettikleri ulusal kültürü dayatma çabasında olan
bürokrat ve bilim adamlarının geliştirdiği kültürel projelerin ürünlerini yayınlamaya başladı. Sonuç olarak,
82
alaturka-alafranga geriliminin uzun bir tarihi vardır ve bir Türk ulusal kimliği yaratmak için süregelen
tartışmanın odağında yer almıştır; geleneksel ile modern arasındaki gerilim de bu kimliğe kolayca
yedirilmiştir.
Türk devlerinin kültür politikaları arabeski sansür eder ve yayılmasını engellerken Türk klasik
müziği, halk müziği ve Batı müziğini desteklemekle, aslında arabesk müziğin gelişmesine ve toplumsal
önem kazanmasına katkıda bulundu. Devlerin bu tutumu Cumhuriyet'in kuruluşundan beri müzik ve kültürün
ülke düzeyindeki ideolojik ve siyasal mücadelenin merkezinde yer almasına yol açtı. Böylece, aydınlar
arasındaki, devlet ile halk arasındaki ve okumuşlar ile okumamışlar arasındaki mücadeleye zemin hazırladı.
1980'lerin sonlarında Turgut Özal'ın etkisiyle, radyo ve televizyonda arabesk müzik çalınmasına izin
verme konusu ilk kez tartışmaya açıldı. Devletin arabeske ilişkin tutumundaki bu yumuşama, 1988'deki
İkinci Ulusal Müzik Kongresi'nin gündemine arabesk müziğin de alınmasıyla sonuçlandı. Kültür Bakanlığı
1989'da bir arabesk bestecisine acılı olmayan bir arabesk şarkı ısmarlama girişiminde bulundu. Oldukça naif
bir yaklaşımla bu şarkının gelecekteki ürünler için bir model olarak kullanılabileceği ve arabeski içinde
bulunduğu genel bayağılık ve zevksizlikten kurtaracağı umuluyordu. Çabalar hiçbir sonuç vermedi.
1990'larda "satan her şey yayınlanır" düsturuyla hareket eden yeni özel televizyon istasyonları
arabesk müzik yayınlamaya başladılar. Yeni liberal ortam ve özel sektörün yeni kitle iletişim araçlarına el
atması, arabeskin yeniden değerlendirilmesi için verimli bir zemin sağladı. Bu değerlendirme Türkiye'nin
modernleşme yönünde büyük bir mesafe almakla kalmadığını, aslında bu hedefe ulaşmış olduğunu öne süren
Özalcı rejimin hayali söylemiyle uyum içindeydi. Buna göre Türkiye kendine özgü bir tarzda dosdoğru
modernliğe varan bir sıçrama yapmıştı. Özalcı çizgiye göre, eğer insanlar arabesk müziği satın almak
istiyorsa bunda "bir sorun yok"tu; çünkü dönem özgür seçim dönemiydi ve kent kültürünün daha çoğulcu ve
daha renkli hale gelmesi göçmenler sayesindeydi.
Geçmiş yıllarda, Kemalist otoriter yönetim altında (şimdi bazıları buna "Birinci Cumhuriyet" diyor)
arabesk bastırılmış, Doğu geleneklerine doğru endişe verici bir savrulma ve Batı ile karşılaştırılamayacak bir
şey olarak görülmüştür. "İkinci Cumhuriyet" diye adlandırılan rejimde ise Doğu'dan artık korkmayan ve
kültürel saflık takıntısı olmayan daha güvenli ve daha pragmatik bir tavır söz konusudur. Ama bu yeni
pragmatizm kamusal sorumluluk ve sosyal adalet normlarıyla ilgilenmeyen piyasa güçlerine endekslidir.
Dahası, farklı zevk ve kimlikleri ortaya çıkaran asimetrik güç ilişkilerini gizleyerek bu normlara
dokunmamakta, kolay ve yüzeysel bir çoğulculuğu kurumlaştırmaktadır.
1990'ların ortalarında Türkiye'de arabesk tartışması kültürel titreşimini yitirmiştir. Ulusal ve siyasal
gündemin odağında artık İslami eğilimli Refah Partisi'nin yükselişi, İslami köktendincilik tehdidi, Kürt
sorunuyla ilişkisi çerçevesinde etnik kimlik sorunu ve gittikçe güçlenen bir popüler ırkçı milliyetçilik yer
almaktadır. Arabesk yukarıdan dayatılan "modernleştirmeci" denetime direnen alt sınıflar arasında doğmuş
radikal bir popüler güç olarak taşıdığı çekiciliği daha 1980'lerin ortalarında yitirmişti. Şimdi "alt modernizm"
içinde etkili bir unsur olmaktan çıkmış ve öylesine yayılmıştır ki artık "sınıf aşın bir zevk" sayılmaktadır.
Arabesk müziğin ve kültürün nötrleştirilmesi ve yıkıcı yönlerinin marjinalleşmesine karşın, içinde
filiz verdiği yoksulluk ortadan kaldırılmış değildir. Kent varoşlarında ve egemen kültürün uçlarında direniş
sürmektedir; bunun daha kitlesel tezahürlerini gelecekte göreceğiz. Eski derme çatma gecekonduların
yerinde eğreti apartman kompleksleri yükseliyor ve kent hizmetlerinden hemen tamamen yoksun, adeta yeni
bir şehir gibi mahalleler gelişiyor. Son yıllarda varoşlar ile üst-orta sınıfların oturduğu yeni siteler, kent
83
merkezindeki yeni ticaret merkezleri, alışveriş merkezleri, beş yıldızlı oteller ve finans merkezleri arasındaki
uçurum genişliyor. Eğitimli ve yüksek gelirli olduğu düşünülen müşteriler için inşa edilen yeni kent
mekânlarının promosyonunda bu mekânların kentin fiziki ve "kültürel" kirliliğinden korunmuş, kolay ve
steril bir yaşam biçimi sunduğu belirtiliyor. İstanbul metropoliten alanında farklı sınıf ve gruplar için farklı
yaşama, çalışma ve tüketim mekânlarının ortaya çıkması, Türkiye'yi en azından iki eşit olmayan topluma
bölen bir toplumsal çatlamayı ifade ediyor.
İslami eğilimli Refah Partisi'yle ilgili mevcut siyasal tartışmaların "yaşam tarzı" terimi etrafında dönmesi hiç
de bir rastlantı değildir. Bu çatışmadaki iki egemen taraf, tabandaki desteklerini epey farklı yaşam tarzlarına
sahip gruplardan almaktadır. Refah Partisi'nin büyümesini sağlayan etken, popülist "temiz ve adil düzen"
sloganıyla eski ve yeni gecekondu insanlarının ve yoksullaşmış kırsal seçmenlerin geniş desteğini kazanmış
olmasıdır; aynı zamanda kendi burjuvazisi ve kendi aydınlarını da yaratmaktadır. Onların karşısında ise
radikal burjuvazi, devlet bürokratları, ordu, kentli orta sınıflar, Kemalist aydınlar, "İkinci Cumhuriyetçiler"
ile bazı radikal aydınlardan oluşan bir grup yer almaktadır. Başka konularda uyuşmayacak bu ittifakın hemen
hemen tek ortak zemini laiklik ve Batılı/modern yaşam tarzıdır.
Türkiye'de sınıf sınırlarının bölge, etnik köken, yaşam tarzı ve cinsiyet üzerine kurulu çelişik ve
melez kültürel yapılarla gittikçe kesişmesi nedeniyle, sınıf yapısının siyasal kültüre "hakkıyla" denk
düşmediği açıktır. Arabesk kültürü örneğindeki gibi, halk sınıflarının kültürüne, güya kendi taraflarında olan
aydınlar "yabancılaşmış" ya da "geri" diye karşı çıkabilirler. Gericilik ve ırkçılık, Sivas katliamında olduğu
gibi ve Kürt sorununa karşı halkın milliyetçiliğindeki artışta görüldüğü gibi, yönetilenler arasında rağbet
görebilir. Toplumsal çatışmaların 1980'lerden itibaren kültür dilinde ifade edilmesinin sebebi resmi, kamusal
siyasi ortamın çok kısıtlı olması değildir; bizzat kültürün politizasyonu, daha başından itibaren Türk
modernleşmesi projesi ve sürecinin başlıca unsurlarından biri olmuştur. Bu anlamda, arabesk kültürün
biçimlenmesi ve değerlendirilmesindeki çelişki Türk toplumunda da devam eder: Milliyetçi ve ataerkil olan
farklı olanla birlikte yaşayamaz; bunun yanında derin, henüz farkına varılmamış bir değişim isteği ve
melezleşme yoluyla farklı olanı kabul etme isteği vardır. Bu ikisi arasında ise bir çelişki yaşanmaktadır.
Sonuç olarak, şimdiye kadar tartıştıklarımız temelinde, Türkiye'nin modernleşmek için tuttuğu yolu
yeniden gözden geçirmeye olanak veren birkaç soru ortaya atılabilir. Acaba arabeskin kendini ifade biçimi,
Türkiye'nin modernleşirken izlediği rotanın bir mecazı olarak düşünülebilir mi? Almanya'daki Türk
işçilerinin kültürü, farklı sosyal bağlamlar yüzünden değişik tonda da olsa, arabeske benzer bir duygu
yapısını içeriyor mu? Bu iki soru Stuart HalPun sorduğu soruyla birleştirilebilir: "Seyahat ettiğinizde aynı
kalan nedir?"
İnsanlar Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e, köyden kente, ya da Türkiye'den Almanya'ya, kapitalist
modernleşme yolunda fiziki ve simgesel olarak seyahat ederken aynı kalan nedir?
Peki, 1960-1970'lerde sol kanat kültürel ve siyasal akımların hayallerinde ve planlarında ifade edilen onurlu
bir yaşam için demokratik halk taleplerine ne oldu? Bu modern talepte özlü ve kalıcı bir şey var idiyse, bu ne
zaman ve nasıl geri gelecek? Hangi yeni öznellikleri, dilleri, sesleri ve karşı siyasetteki kamusal alanları dile
getirecek? Aydınlar ve bürokratlar bu yeni sarsıcı popüler sesi hangi yeni tavır ve söylemle karşılayacaklar?

Makale Örneği 4

Sosyal Medya Şahinleştiriyor mu? Tevfik Uyar (27.02.2015)


84
Şahinleşmek, Türk dil kurumuna göre “herhangi bir düşünce konusunda keskinleşmek, sertleşmek,
katı bir duruş sergilemek” anlamına geliyor. Buna alternatif, çeşitli derecelerde şahinleşmeyi ifade eden daha
pek çok cümle kullanırız: İnatlaşmak, diretmek, “nuh demek peygamber dememek” gibi… İnsanların pek
çok konuda görüşleri vardır. Siyaset, din gibi toplumsal kurumlar, evlilik, boşanma gibi toplumsal olgular,
hemen hepimizin hakkında görüş sahibi olduğu konulardır. Elbette herkesin görüş sahibi olduğu bu popüler
konularda “neyin iyi olduğu” sorusuna yanıt olarak farklı yanıtlar verilir. İnsanların bu yanıtlarından oluşan
dünyaları onların “hayat görüşünü” oluşturur. Peki hayat görüşlerimiz gerçekten de hepimizin düşünerek
oluşturduğu rasyonel, yani akla uygun ve mantıklı çıkarımlardan mı oluşmaktadır? Bazen hayır, bazen evet.
Esasında herhangi bir konuda tamamen bağımsız ve rasyonel bir görüş üretmek o kadar da kolay değildir.
Hayat görüşümüzü pek çok dış etken belirler. Bu etkenler çok çeşitlidirler ama bu yazıda yetiştirilme tarzı,
ailemiz vb. klasik etkenlerden ziyade, bu klasik etkenlerin yarattığı sosyal ve psikolojik süreçlere
değineceğiz. İdeolojiler ve Bilişsel Tutarlılık Öncelikle doğruluğuna inandığımız ideolojilerin hayat
görüşümüzü şekillendirdiğini belirtmekte fayda var. Buna “zaten hayat görüşümüz nedeniyle o ideolojiyi
tercih etmiyor muyuz?” şeklinde itiraz edebilirsiniz fakat bu söylediğinizi insanların pek azı
gerçekleştirebilir; “bilişsel tutarlılık” teorisi, düşüncelerimizin davranışlarımızla, davranışlarımızın da
birbiriyle ve ilişkili olan diğer düşüncelerle tutarlı olması gerektiğini, insanın huzurlu hissetmesinin ve
özsaygısını korumasının ancak böyle mümkün olduğunu söyler. Zaten ideolojinin tanımı da “hayatın her
alanını aynı bakış açısı örüntüsüyle ele alma”dır. Ne var ki ideolojik düşünmeyi ortaya çıkaran “bilişsel
tutarlılık” ilkesi aynı zamanda ideolojilerden sapmaları da kendimize açıklayabilmemizi sağlar. Normalde bir
yandan ifade özgürlüğünü savunurken diğer yandan kitapların yakılmasını savunamazsınız; fakat eğer bazı
kitaplar yakılıyor ve buna çeşitli nedenlerle ses çıkarmıyor/çıkaramıyorsanız bu defa bilişsel tutarlılık gereği,
“bazı kitapların yakılması gerektiği”, “zaten o kitapların çok tehlikeli olduğunu” düşünmek, kendinize bu
minvalde açıklamalar üretmek zorundasınızdır. Elbette birileri böyle bir durumda size tutarsız olduğunuzu
iddia edecektir ve evet; özsaygınız gereği bunu kabul etmeniz o kadar kolay değildir. O halde “tutarlı bir
insan olduğunuzu” hem başkalarına, hem de bilinçsizce kendinize, kabul ettirmek için, bazı kitapların
yakılması gerektiği görüşünüzde şahinleşmek durumunda kalabilirsiniz. Bilişsel tutarlılığa verilecek en güzel
örnek, sigara tiryakilerinin sigara hakkındaki görüşleridir. Sigara içme davranışı, “sigaranın çok zararlı
olduğu” fikri ile tutarsızlık gösterir. Bireyin tutarlı olarak huzura erişmesinin iki yolu vardır: Ya sigarayı
bırakarak davranışını değiştirecektir, ya da fikrini “sigaranın aslında o kadar zararlı olmadığı” yönünde
değiştirecektir. Çevremizde sıkça şahit olduğumuz ya da kendimizden bildiğimiz bu davranışın bir benzeri
çeşitli deneylerle gösterilmiştir. Bu deneylerden birinde kahve içmenin neden olabileceği hastalıklarla ilgili
bir seminer verilmiş ve çıkışta katılımcılara dinledikleri semineri değerlendirebilecekleri bir form verilmiştir.
Yapılan istatistiki analizler göstermiştir ki kahve tüketicileri seminerde anlatılanları kahve tüketmeyenlere
göre daha abartılı bulmuştur. Sosyal Uyum Hayat görüşümüzü etkileyen etmenlerden birisi de nasıl bir
çevrede yaşadığımız, kimlerle arkadaşlık ettiğimizle alakalıdır ve aslında sahip olduğumuz görüşlerin
gerçekten de bizim mi, yoksa içinde yaşadığımız toplumun görüşleri mi olduğunu ayırt etmek çok güçtür.
Çoğu zaman doğruluğundan emin olduğumuz şeylerden bile, çevremizdekilerin tamamının bizden farklı
düşünmesi nedeniyle şüpheye düşebiliriz. Daha evvel kaleme aldığımız “Algıdır Yanılır, Dildir Yalan
Söyler” adlı yazıda, Sosyal Uyum adını verdiğimiz bu olguyu ortaya koyan Asch Deneyleri’nden uzun uzun
bahsetmiştik. Sosyal uyumdan bahsetmişken grup düşüncesinden bahsetmemek olmaz. Önce Irvin Janis,
85
sonra da George Orwell, bağları kuvvetli olan gruplardaki aşırılaşma eğilimini “grup
düşüncesi” (groupthink) terimiyle adlandırmıştır. Janis’e göre böyle gruplar aşırı iyimserliğe eşlik eden bir
yanılmazlık illüzyonu geliştirirler. Kendilerini rahatsız edecek olan bazı gerçekleri görmezden gelirler, kendi
ahlaki yargılarının doğruluğundan emin olduklarından amaçlarına uygun düşen ahlaksızlıkları mübah
görürler, rakip ya da düşman gruplar için kalıplaşmış önyargılara sahip olup onları zayıf ya da şeytanî olarak
nitelerler. Farklı düşünenleri sustururlar ve üyeler de kendi kuşkularını gruba uymak adına bastırırlar.
Böylece grupta gerçekte bir görüşbirliği varmışçasına bir illüzyon ortaya çıkarken, grubun görüşlerine
uymayan bilgiler grup üyelerinden özenle saklanır. Eğer bu grupta “gözüne girilmesi” gereken bir lider de
varsa, o zaman grup üyeleri liderin hoşuna gidecek biçimde şahinleşme eğilimine girerler; daha aşırı, daha
çılgın fikirler üretildikçe grubun ortalaması giderek aşırıya kayar. Herkes birbirine uyduğu için kimse aşırıya
gitmenin farkına varmayabilir. Grup gittikçe radikal bir biçimde şahinleşmiş ve otokratik hale gelmiş olabilir.
Bu etkiyi de ortaya koyan pek çok deney olduğu gibi, otokratik liderlik altında bulunan kurumlarda birden
fazla kişiden oluşmuş komisyonların verdiği saçma ve mantıksız kararlar “grup düşüncesi” için iyi bir
örnektir. Ayrıca birden zıvanadan çıkan ve rakip takım forması giyen kim varsa onları dövmeye başlayan bir
taraftar grubu davranışı da grup düşüncesinin “eyleme” dönüşmüş hali olarak nitelendirilebilir. Taahhüt ve
Bumerang Etkisi Hayat görüşümüzü etkileyen ve bu görüşümüzde şahinleşmemize neden olan bir etki daha
vardır ki, aslında yazımızın konusunu oluşturan asıl etki de budur: Toplum içerisinde taahhütte bulunmak.
Toplum içerisinde taahhütte bulunmanın şahinleştirme etkisi iki paragraf önce ele aldığımız bilişsel
tutarlılıktaki gibi “tutarsız görünmekten kaçınmaya” dayanır. Fakat bilişsel tutarlılıkta birbirine zıt iki görüşü
bazı açıklamalar uydurarak birbiriyle bağlantılı hale getirme çabası, düşünceleri eğip bükerek birbiriyle
tutarlı hale getirme çabası vardır. Oysa taahhütte, bir defa savunulmuş olan görüşle ilgili mantıklı karşı
delillerle karşılaşılsa bile, sırf topluluk önünde beyan edildiği ya da sözler verildiği için tükürdüğünü
yalamama çabası söz konusudur. Kalabalık önünde taahhütte bulunmanın etkileri pek çok çalışmayla
gösterilmiştir ama bunlardan Yale Üniversitesi tarafından evli kadınlarla birlikte gerçekleştirilen bir deney
dikkat çekicidir: Deney için seçilmiş olan kadınların tamamı devlet okullarında doğum kontrolü konusunda
bilinçlendirme çalışmaları yapılmasını destekleyenlerden oluşuyordu. Yani aksi görüşte olan hiçkimse yoktu.
Deney sözde bir kampanya şeklinde yürütülüyordu ve kampanya kapsamında bu kadınların yarısına
bilinçlendirme kampanyasını desteklediklerini taahhüt ettikleri bir dilekçe imzalatılırken, diğer yarısıyla
sadece sözlü olarak görüşüldü. Ertesi gün her iki gruptan kadınların yarısına (hem dilekçeyi imzalayan
kadınların yarısına, hem de imzalamayan kadınların yarısına) “böyle bir çalışma gençlerde rastgele cinselliği
teşvik edebilir” ve “çocuğunun bu hususta bilgilenmesi anne ve babanın kararı olmalıdır” gibi pek çok
argüman sıralayan karşıt görüşe ait etkili broşürler gönderildi. Diğerlerine hiçbir gönderim yapılmadı. Broşür
gönderiminden bir gün sonra deney ekibinden birisi kadınları tek tek aramaya başladı ve onlara bu
bilinçlendirme kampanyası kapsamında gönüllü bir eylem grubu oluşturduklarını, sıradaki günlerde bir
eylem yapacaklarını söyleyerek katılmalarını talep etti. Karşı argümanlar içeren broşürün etkisi açıkça
görülüyordu. Gönüllü eylem grubuna katılmayı kabul edenler çoğunlukla “dilekçeyi imzalamayan” ve
broşürü almayanlardan oluşuyordu. Dilekçeyi imzalayan kadınlarda ise tam olarak zıt bir etki ortaya çıktı.
Dilekçeyi imzalayan ve broşürü alan kadınların hemen hemen %50’si gönüllü eylem grubuna katılmayı
kabul ederken, dilekçeyi imzalayan fakat broşürü almayan kadınların sadece %10’u eylem grubuna katılmayı
kabul etti. Başka bir deyişle, dilekçeyi imzalayarak görüşünü beyan etmiş olan kadınlar, karşı görüşe ait
86
broşüre aşırı tepki vermişler, taahhütlerinden geri adım atmak yerine taahhütlerine daha sıkıca
bağlanmışlardı. (İnadına X! İnadına Y!) Görünen o ki birisi bir inanışa sahipse (bu örnekte bağlılığı
deklarasyon ile ölçmüş olduk), karşı argümanlar kişinin inancına daha sıkı bağlanmasından başka işe
yaramıyor. Bumerang etkisi olarak anılan bu etki, kişilerin inançlarına meydan okunduğu zaman,
inançlarının doğruluğu hakkında daha fazla ısrarcı olmalarını ifade ediyor. Bumerang etkisi, kısmen kişilerin
kaçamayacakları taahhütleri konusunda kendilerini ikna etme inançlarından kaynaklanıyor. Bu örnek için
özetleyecek olursak, doğum kontrolü için bilinçlendirme çalışmasını desteklediklerini yazılı olarak çoktan
beyan etmiş olan kadınlar, broşüre tepki vermişler, kendilerinin haklı olduklarına duydukları inancı ispat
etmek istercesine davranmışlar ve en nihayetinde taahhütlerine daha sıkı bağlanmışlardır. Türkiye’nin siyasi
gergin ortamı ve sosyal medya Google verilerine göre Türkiye sosyal medya kullanımında dünyada önde
gelen ülkelerden birisi. Herkesin söyleyecek bir sözü olduğunu görmek için ayrı bir araştırma yapmaya gerek
yok. Bir etikete (#hashtag) bastığınızda bilgilisinden bilgisizine, trollünden kinayecisine yüzlerce, binlerce
kişinin çoğu zaman düşünmeden yazdığını, kimi zaman da sadece siyasi partisinin ya da çevresinin
düşüncelerini aynen yansıttıklarını görürsünüz. Hele ki bir tartışma peydah olduğunda siyasi görüşünüz her
neyse diğer tarafın “bunca gerçeği nasıl göremediğine” şaşarsınız. Evrensel bazı doğruları bir kenara
bırakırsak, bunca gerçeği görmeyenin siz mi yoksa karşı taraf mı olduğunu kestirmenin gerçek bir yolu
yoktur ama yine de kişilerin çok bariz karşı argümanlar karşısında bile saçmalamakta ısrarcı olduklarına
şahit olabilirsiniz. İşte hepimizin düşebileceği bu “saçmalama”nın nedeni yüksek olasılıkla bumerang
etkisidir. Sosyal medya gibi yüzlerce, binlerce insanın bulunduğu bir ortamda karşınızdaki kişinin “ben
yanlış düşünüyormuşum” diyebilmesi çok ama çok zordur. Basit bir dilekçeyi imzalamanın bile nasıl bir etki
yarattığını düşünürseniz, hem yazılı, hem de umumi sosyal medya beyanlarının ne kadar kuvvetli
olabileceğini düşünün. Öte yandan sosyal uyum, bilişsel tutarlılık ve bumerang etkisi birlikte düşünülürse
sosyal medyanın hemen herkeste bir şahinleşme etkisi yarattığı, kişilerin kendi ideolojilerine, siyasi
partilerine ya da fikirlerine daha sıkı sarıldığı, daha fanatik bir biçime bağlandığı sonucuna ulaşabiliriz. Zira
insanlar sosyal medyada kendileriyle benzer ideolojide olanları takip eder, haberleri ilk kaynaklarından değil,
kendileriyle benzer olanların yorumları üzerinden dolaylı olarak takip eder. Öte yandan, kendisi de bir
beyanda bulunduğunda ona “Hani sen şöyle diyordun?” diye soracak yüzlercesi hazır bulunduğundan artık
bu beyanı kolay kolay geri alamaz; ona açıklamalar uydurarak aslında ne kadar haklı olduğunu daha baskın
bir şekilde dile getirir. Bu bilgiler çerçevesinde sosyal medyanın insanları şahinleştirdiğini söyleyebiliriz.
Kaynaklar: 1. Kayaoğlu, Aysel., Gökdağ, Rüçhan ve Kıral, Çiğdem. Sosyal Psikoloji-I, Editör: Sezen Ünlü,
Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013. 2. Sutherland, Stuart. İrrasyonel. Domingo Yayınları. 2009.
3. Ariely, Dan. Predictably Irrational. Harper Perennial. 2010. 4. Camp, Simon. “Social, Digital & Mobile
Worldwide in 2014“, wearesocial.net – 2013.

Makale Örneği 5

GENLER NEREYE KOŞUYOR? Abdullah Doğan (2001)

1900’lü yılların ortalarında Crick ve Watson adlı iki bilim adamı, DNA'nın nasıl bir şey olduğunu
keşfetmeye çalışırken, hep karışık modeller akıllarına geliyordu.
Bu iki bilim adamından Watson bir gün trenle Londra'ya giderken her şeyi tersine çevirir. Kendi
kendine şu soruyu sorar:

87
“Biz hep DNA'nın çok karmaşık bir şey olduğunu varsayıyoruz. Acaba bu yapı çok basit bir şey
olamaz mı?”
İşte bu soruyla tersine çevrilen bilimsel araştırma süreci, sonunda tarihin en büyük buluşlarından
biriyle noktalanır. İnsana ait bütün bilgilerin kaydedildiği, bir anlamda alın yazısının kara kutusu olan DNA
keşfedilir. Kendi ekseni etrafında merdiven gibi dönen iki şerit ve onu birbirine bağlayan çubuklar...
Kader dediğimiz veya karakter diye tarif ettiğimiz, burnumuzun büyüklüğünden, sırtımızın kamburuna
kadar ruhumuzu, şekli şemalimizi, hastalıklarımızı ve belki de hayata bakışımızı tayin eden bu küçücük
“chip”in keşfi ile başlayan yolculuk, insanın gen haritasının çıkarılmasıyla sonuçlanıyor ve kimbilir daha
nelere gebe...
Sırrı ve gizemini içinde saklayan genetik materyalin çözümü birçok canlı türü için milat olacak.
İnsanların da genetik yapısı çözüldüğü zaman hangi toplumların birbirleriyle akraba olduğu, göç yollarının
nasıl geliştiği gibi tarihi konular daha iyi anlaşılabilecek. Hatta bu çalışmalar şimdiden sonuç vermeye
başladı bile. Yapılan genetik incelemeler sonucunda Araplarla Yahudilerin akraba oldukları ortaya çıkarıldı.
Her iki milletin de Hz. İbrahim'in soyuna dayandığı şeklindeki tarihi bilgi böylece genetik bilimiyle
doğrulanıyor.
Genetik teknolojisinin en yoğun olarak kullanıldığı alanlardan biri de bitki dünyası. 1997 yılında
yaklaşık 50 kadar tarımsal üründe genetik değişiklik yapılmış. Günümüzde bu sayının çok daha fazla olduğu
tahmin ediliyor. Uzmanlar iyi denetlendiği ve kötüye kullanımının önüne geçildiği takdirde biyoteknolojinin
gelmiş geçmiş “en yeşil” yani çevreye zararsız teknoloji olduğunu söylüyor. Mesela hastalığa karşı dirençli
bitkiler geliştirildiği zaman hiçbir kimyasal ilaç ya da gübre kullanmadan daha verimli ürünler yeştiştirmek
mümkün olacak. Aynı şekilde bu teknoloji sayesinde kuraklığa dayanıklı ürünler yetiştirilebildiği takdirde
Afrika'daki açlığın da önüne geçilebilecek!

Gen+Etik
“Günümüzdeki insanlara benzeyen tiplerin yer aldığı Uzay Yolu gibi bilim kurgu filmlere
inanmıyorum. İnsanların üzerinde genetik mühendisliğin yasaklanması isteniyor. Ama ben
yasaklanabileceğine ihtimal vermiyorum. Ekonomik nedenlerle, hayvanlar ve bitkilerin genleriyle
oynanmasına izin verilecek. Ve bir gün biri, insanların genleriyle de oynayacak. Eğer totaliter bir dünyada
yaşamıyorsak, bir yerlerde birilerinin, insanları yeniden yaratarak geliştirmeyi denemesi kaçınılmazdır...”
İnsanı endişeye sevkeden bu ürkütücü tahmin, hastalığı nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkum olan
ünlü bilim adamı Stephen Hawking'e ait. Hawking, gen teknolojisindeki gelişmelerle birlikte birkaç yüzyıl
sonra insanların şimdikinden daha değişik bir görünüme sahip olacağına inandığını, çünkü şu anda bilim
adamlarının DNA'nın sırlarını hızla çözmeye başladığını söylüyor.
Dünya kamuoyunda gen teknolojisindeki gelişmeler büyük bir merak ve umut içinde izlenirken bir
taraftan da gelecek adına endişeye neden oluyor. Genetik alanındaki bu gelişmeler tıp bilimi açısından
gerçek bir devrim niteliği taşıyor, öte yandan belki de insanlığın sonunu getirebilecek son derece tehlikeli ve
ürkütücü sonuçlara yol açabilecek bir adımla karşı karşıyayız. Çünkü 20-30 yıl öncesine kadar hayal bile
edilemeyen birçok genetik çalışma bugün uygulanabiliyor. Bu nedenle şimdi tahmin olarak ortaya atılan
görüşlerin ileride gerçekleşmemesi için hiç bir neden yok. Gerçi GENOM Projesiyle ilgili olarak yaptıkları
ortak açıklamada ABD Başkanı Clinton ve İngiltere Başbakanı Blair bu projenin amacını hastaların
sıkıntılarını hafifletmek, tıbbi araştırmaların gelişmesini sağlamak, insanlığın hayat kalitesini iyileştirmek
olarak açıkladılar ancak bu sözler gen teknolojisinin başka amaçlar için de kullanılamayacağı noktasında bir
teminat anlamına gelmiyor.

ve İnsan Kopyalama...
1997’ de İskoç bilim adamlarının erkek spermi kullanmadan bir koyunun meme hücrelerinden,
klonlama yoluyla “Dolly” adını verdikleri kuzuyu üretmeleri ile insanın da kopyalanıp kopyalanmayacağı
tartışmaları başlamıştı. Ardından PPL Therapeutics adlı bir İngiliz Firması dünyanın ilk kopya domuzlarını
üretti. Firmanın ABD'deki laboratuvarlarında yapılan çalışma sonucunda, 5 Mart 1997 günü kopyalama
yöntemiyle döllenmiş beş domuz yavrusunun dünyaya geldiği basına duyuruldu. İnsan dokusuna son derece
benzetilmiş domuz üretmek isteyen firma bunun başarılmasıyla hayvandan insana doku ve organ nakli
konusunda büyük bir devrim yaşanacağını ve organ bağışında yaşanan sıkıntıların aşılacağını belirtiyordu.
Çok geçmeden ABD'li bilim adamları, genetik şifresi insanınki ile yüzde 98 oranında aynı olan “Tetra” adını
verdikleri bir maymunu kopyaladılar. 1997’de “Dolly” kopyalandığında insanın kopyalanmasının teorik
olarak mümkün olmadığı söylenirken, bilim adamları insanın genetik yapısına çok benzeyen maymunun
kopyalanmasından sonra sıranın insana geldiğini söyleyerek beklenen tehlikelere dikkat çekiyorlardı.
Bu bilim adamlarından biri olan, Amerikan Tıbbi Ahlak Bülteni'nin editörü Dr. Richard Nicholson,
klonlama yönteminin kontrol altında tutulması durumunda bir tehlikenin söz konusu olmadığını ancak bu

88
bilgilerin bir diktatörün eline geçmesi halinde, kendisine aynı tip askerlerden oluşan bir ordu yaratabileceğini
söylüyor.
Moleküler biyoloji ve genetik uzmanı Nazlı Başak, konuyla alakalı 1 Temmuz 2000’de Milliyet ile
yaptığı söyleşide, şu satırların altını çiziyor: “İnsan Genom Projesi’nin ilk sonuçlarının açıklanması, “genetik
ayırımcılık” tartışmalarını hızlandırmıştı. UNESCO bundan birkaç yıl evvel toplam 25 maddeden oluşan bir
“Evrensel İnsan Geni ve Hakları Deklerasyonu” yayınlamıştı. Buna göre, genetik özelliklerinden dolayı
hiçbir bireyin ayırımcılığa uğramaması gerektiğini, insan kopyalamanın yasak olduğunu ve genetik
biyomedikal tıp alanındaki gelişmelerden bütün bireylerin aynı şekilde faydalanmaya hakkı olduğunu, insan
genlerinin patentlenmesinin yasak olduğunu maddeler halinde vurgulanmıştır.”
Bütün bu evrensel bildirgelere rağmen bazı ülkeler konuyla alakalı deneylerini gizliden gizliye
sürdürebiliyorlar.

Lenin’i de Kopyalayacaklardı!
2001 Ocak’ında Rus haber kaynakları tarafından 21 Ocak 1924’te, ölümünden (21 Ocak 1924) 56 gün
sonra mumyalanan Lenin’in DNA yapısının hala sağlam olabileceği ve teorik olarak kopyalanabileceği iddia
edilmişti.
Lenin’in, Kızıl Meydan’daki mumyası üzerinde çalışmış bilim adamlarından İlya Zbarski, mumyanın
DNA yapısını hala koruyor olabileceğini, söylüyor. Rusya Tıbbi Bilimler Akademisi üyesi olan Zbarski,
Lenin’in tiranlığı temsil ettiği için bunun yapılması gerektiğini belirtiyordu.
Ayrıca Lenin’in mumyasının Kızıl Meydan’dan kaldırılması ve toprağa verilmesi gerektiğini de belirten
Zbarski, buna mumya üzerinde bilimsel denemeler yapılabileceği gerekçesiyle karşı çıkan bilimadamlarına
yönelik olarak: “Mozole labaratuvarlarında Lenin’e uygulananla aynı yöntemle mumyalanmış birkaç ceset
daha bulunuyor. Denemeler bunların üzerinde yapılabilir.” diyor.
Bütün bunlardan başka ABD’de yapay uterus içinde insan üretme çalışmaları yasaklanmıştır. İnsanın
kopyalanması (klonlanması) bazılarımız için hayal gibi görünse de çok uzak olmayan bir gelecekte
uygulanabilir. Ancak konuya pozitif açıdan bakıldığında, canlıyı yeniden yaratmak değil, çoğalma
yönteminin değiştirilmesi düşüncesi ağır basmaktadır. Araştırmacılar, insanları zahmetli olabilen doğum
olayından kurtarmak için, yapay bir uterus sağlamaya kadar gidebilirler. Fakat bunun bazı zararlı yönleri de
gözardı edilemeyecek olduğundan, birçok ülke bu tip çalışmaları yasaklama yönüne gitmektedir.

İlahi Dengelerin Yönü


İnsan klonlamayı hiçbir ilahi din kabul etmiyor. Zaten Papa 2. Jean Paul, “Organ nakline evet, insan
klonlamaya hayır!” diyerek bir anlamda hristiyan alemine mesajını vermişti. Papa, organ naklinin insan
hayatını kurtarmak için çok önemli olduğunu belirtirken, gerek organ ticaretinin, gerekse tıbbi amaçlarla da
olsa insan kopyalama çalışmalarının ahlaki açıdan kabul edilemez olduğunu belirtiyordu. Kopya koyun
Dolly’nin babası Wilmut ise konunun etik açıdan ortaya çıkardığı sorunların bilincinde olduğunu belirterek,
“Üreme amaçlı insan kopyalanmasına karşıyız. Ancak embriyon, ilk gelişme safhasında henüz bir insan
değil. Sinir sistemi gelişmemiş. İşte bu nedenle birçok hastalığın tedavisi için insan embriyonunu kullanımı
mümkün olabilir.”
İslam dini de insan klonlamasına izin vermiyor. Ancak bunun yanısıra, genlerin sırrının çözüleceğine
dair Kur’an ayetlerinin varlığından tefsirler aracılığıyla bahsetmek mümkün.
“And olsun, ilk yaratışı/yaradılışı bildiniz. Peki düşünüp ibret alsanız olmaz mı?” Vakıa-62
“Sizi tek bir canlıdan vücuda getiren O’ur. Bu oluşumda bir karar kılma yeri var, bir de emanet olarak
kalma yeri. İyice araştırıp kavrayan bir topluluk için ayetleri, biz tam bir biçimde detaylandırdık.” Enam-98
(Karar kılma yeri olarak işaret edilen unsur, canlı hakkında tüm bilgileri içinde barındıran, genler olarak
yorumlanıyor.)
“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de bir tek canlınınki gibidir. Allah Semi(her şeyi duyan)dir,
Basir(her şeyi gören)dir.” Lokman-28 (Bu ayetleri bazı müfessirler, her canlının yaratılmasındaki ortaklığın,
genetik kodlamayı işaret edebileceği konusunda yorumluyorlar.)
Genetik uzmanlarına göre; insan klonlanmasının amacı, doğayı kavrama, onun sırlarını çözme ve elde
edilecek bulguların insanın yararına kullanılması. Bu metodlar, doğada soyu tükenmekte olan canlılar için
kullanılabilir ve böylece bilimsel gayelere uygun bir durum ortaya çıkar. Böylece araştırmacıların gayesinin
insan kopyaları üretmek olmadığı da belirmiş olacak. Konunun etiği bağlamında çıkacak yasalarla sık sık
denetim yapılarak zararları en aza indirmek olanaklıdır. Bu türden insan üretimi yapılacak olursa, ortaya
çözülmesi gereken hukuki, sosyal ve psikolojik sorunlar çıkabilir.
Sonuç olarak üretilen insan faktörü olduğundan, eğer kötü amaçlarla üretilirse bu kopya insanların da
kişilik hakları var olduğundan, böyle bir olası durum için bile, ülke bazında yasal düzenlemelerin yapılması
gerekir.

89
*** Bu makale Eğitim-Bilim Dergisi Nisan 2001 sayısında yayınlanmıştır.

Makale Örneği 6
Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi
YIL 2009, CİLT XXVII, SAYI II, S.
203-215

TÜKETİM KÜLTÜRÜNÜN GÖLGESİNDE KENTLER

Filiz AYDOĞAN*
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, filizay@hotmail.com
Özet
Bu yazı, günümüz kentlerinin tüketim alanlarına dönüştüğünü savlamaktadır. Gerçekten de, tüketim çağı
olarak adlandırılan yaşadığımız çağın kentlerinde bireyler tüketimin yeni fırsat yelpazesiyle temasa
geçirecek rehberlerle birlikte yaşamaktadır. Kentsel uzmanlaşmış toplumda seyahat acenteleri, tatil beldesi
yöneticileri, spor eğitmenleri, sanat öğretmenleri, dans öğretmenleri gibi kişiler, alışverişin yan ürünü olarak
bireyin yapmak istediği şeyi bulmasına yararken, aslında, bir malı ya da hizmeti satmaktadırlar. Kitle
tüketiminde en belirgin özelliklerini gördüğümüz bu yönlendirme sebebiyle kent; metaya dönüşerek hızla
kullanım değerini yitiren bir toplumsal mekan olarak belirmektedir. Bu nedenle, bu yazıda öncelikle tüketim
toplumu kavramı tartışılacak, bu durumun kent üzerindeki etkileri tartışılacaktır. Son olarak, günümüz Türk
toplumunda tüketim toplumunun işlerlik kazanması sonucunda kentlerde yaşanan dönüşüm olgusu
irdelenecektir.
Anahtar Kelimeler: kent, tüketim, tüketim kültürü

CITIES IN THE SHADOW OF CONSUMER CULTURE

Abstract
This paper claims that cities in our age have become consumption areas. Indeed, individuals in the city
of the consumption age live together with their guides which introduce them to the opportunities of new
consumer styles. While Travel agencies, sport teachers, dancing teachers help the indivudual, in fact, they
sell the services or commodities. The City is becoming an artificial commodity and is loosing its value as a
social space. Therefore, this paper will discuss the consumer society and its effects on cities. Finally, it will
analyse the transformation phenomenon of the cities, in Turkish society, as a result of consumer society.
Keywords: city, consumption, consumer culture

Giriş
Georg Simmel 19.yüzyılın sonlarındaki Berlin'i incelediği, “Metropol ve Zihinsel Yaşam” adlı
makalesinde, modern dönemle birlikte canlanan kent yaşamında bireyin yaşadığı sorunların bireyin
özerkliğini koruma savaşından kaynaklandığını belirtmiştir. Aynı makalede Simmel, modern dönemde
kentlerde kendisini ele geçirmeye çalışan toplumsal güçler karşısında bireyselliğini koruma endişesinde olan
yeni bir bireyin doğduğundan söz etmektedir. Gerçekten de, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Weber’in
sözünü ettiği püriten birey ortadan kalkmış, kent yaşamı, hem belirli bir grubu niteleyen özellikleri hem de
bireysel tercihlerin sergilenebileceği bir tüketim alanı durumuna gelmiştir. Bu nedenle, birey kentte kim
olarak algılanmak istiyorsa, öyle tüketmektedir. Öte yandan, bireyin kendini diğerlerinden farklılaştırabilmek
için kullandığı tarzın başkaları tarafından da kullanılması gereklidir. Başka deyişle, birey kendini diğerleri ile
ortak olan kültürel simgeleri paylaştığı sürece farklılaştırabilmektedir.
Bu yazı, Simmel'in görüşünden hareketle, günümüzün kentlerinin bir tüketim alanına dönüştüğünü
savlamaktadır. Gerçekten de tüketim çağı olarak adlandırılan yaşadığımız çağın kentlerinde bireyler
90
tüketimin yeni fırsat yelpazesiyle temasa geçirecek rehberlerle birlikte yaşamaktadır. Kentsel uzmanlaşmış
toplumda seyahat acenteleri, tatil beldesi yöneticileri, spor eğitmenleri, sanat öğretmenleri, dans öğretmenleri
gibi kişiler, alışverişin yan ürünü olarak bireyin yapmak istediği şeyi bulmasına yararken, aslında, bir malı ya
da hizmeti satmaktadırlar. Kitle tüketiminin de en belirgin özelliklerini gördüğümüz bu yönlendirme
sebebiyle kent; metaya dönüşerek hızla kullanım değerini yitiren bir toplumsal mekan olarak belirmektedir.
Bu nedenle, bu yazıda öncelikle tüketim toplumu kavramı tartışılacak, daha sonra bu durumun kent
üzerindeki etkileri tartışılacaktır. Son olarak, günümüz Türk toplumunda tüketim toplumunun işlerlik
kazanması sonucunda kentlerde yaşanan dönüşüm olgusu irdelenecektir.

1. Tüketim Toplumu
Modern toplumda, kentleşmenin, formel eğitimin önem kazanması, geleneksel toplumsal ilişkilerin
ortadan kayboluşu, toplumsal konumun ve kişisel kimliğin kurulmasında harcamayı daha da belirgin hale
getirmiştir. Bilindiği gibi, kapitalist sistemde, kârın sermaye sahibine dönmesi ve değerin yeniden “para”
biçiminde gerçekleştirilmesi için metanın üretildiğinde dağıtım, değiş tokuş ve tüketim dolaşımına girmesi
zorunludur. Eğer bu dolaşım, bir yerde kesintiye uğrarsa, kapitalist sistem durgunlaşabilir ve çökebilir. Bu
nedenle, kapitalizm her şey uğruna metaların satılmasını sağlamak zorundadır. Kısaca, kapitalizmin sorunu
kitle üretimi değildir, çünkü bu zaten çözülmüştür. Günümüzde kapitalizmin sorunu, tüketim sorunudur. Bu
nedenle, bu yüzyılın başından itibaren Batılı sanayi piyasa toplumlarının tanımlanmasında “tüketim
toplumu” kavramı gittikçe daha sık bir biçimde kullanılmaktadır3.
Tüketim toplumu, tıpkı üretim sürecinde olduğu gibi tüketim alanının da meta mantığı ve araçsal
rasyonelliğin etkisi altına girdiği toplumdur. “Tüketim toplumu tüketimi öğrenme, tüketime toplumsal
hazırlık toplumudur”4. Başka deyişle, “tüketim dünyası, insanların bir şeyi istediklerini sandıkları ve onu
elde ettikten sonra da endişe içine düşerek, aslında bunu sandıkları kadar istemediklerini ya da hiç
istemediklerini farkına vardıkları, başka bir şeyin gerçekten istedikleri şey olduğunu düşünmeye başladıkları
bir dünya”dır5. Aynı zamanda, tüketim toplum, “yeni üretici güçlerin ortaya çıkmasıyla ve yüksek verimlilik
getiren ekonomik bir dizgenin tekelci yeni yapılanmasıyla orantılı, yeni ve özgül bir toplumsallaştırma
tarzıdır.”6 Bununla bağlantılı olarak, kimi yazarlar, tüketim toplumu malların isteklerin doyurulması için
kullanılmasından çok, anlam iletenler olarak kullanıldığı bir toplum biçimi olarak nitelemişlerdir. Tüketim
toplumunda bireyler, kendilerini tüketiciler olarak tanımlarlar ve tüketimden çok büyük haz alırlar. Bu
nedenle, pazarlamacılar ve reklamcılar ürünlerini belli hayat tarzları, sembolik değerler ve hazlarla
ilişkilendirerek anlam, prestij ve kimlik sistemleri oluştururlar7.
Böylelikle, tüketim toplumunda metalar yeni bir sembolik önem tarzı kazanmıştır. Daha da fazlası,
giydiğiniz ya da giymediğiniz ne olduğunuzu ya da toplumsal haritanın neresinde olduğunuzu tanımlamaya
başlamıştır. Bugün sınıflar arası toplumsal geçişlilik mümkünmüş gibi görünse de bunun bir bedeli vardır.
İnsanların gözünde arzu edilen toplumsal grubun içinde yer alabilmek için gereken geliri kazanma
konusunda çok daha fazla baskı vardır. Bunu başarmak için, bireyler ve aileler üzerinde çalışma ve harcama
baskısı gittikçe yoğunlaşmaktadır. Günümüzde artık insanlar çalışma yaşamlarını sürdürebilmek için değil,
tüketim mallarını alabilmek için çalışmaktadırlar. Aslında, gittikçe artan bir biçimde, tüketim, çalışanlar için
satın alma eylemi kadar, satın alma fikrini de güdü haline getirmektedir8.
Modern döneme geçişle birlikte, birey, pazar içinde üretimin gelişkin işlemleri içinde istihdam edilen
ama insansal potansiyelleri açısından gelişmesine gerek duyulmayan edilgin bir işgücü haline gelmiştir.
Günümüz toplumlarında kalabalıktan alınan toksin, meta toksinlenmesidir. Çünkü kalabalıklaşan insanlar
yeni çağda artık metaya dönüşmüş insanlardır. Kendisi de ücretli bir meta olan insan kurtulamayacağını
sezdiği bu alınyazısı karşısında metaların özelliklerine sarılmakta ve kendini bu şekilde oyalamaktadır9.

3 Sut Jhally, “Kıyametin Sınırında Reklamcılık”, Çev. Filiz Aydoğan, Birikim, Sayı: 159, s. 78.

4 Jean Baudrillard, “Bir Tüketim Kuramı Üzerine”, Çev.Olcay Kunal, Cogito, Sayı:5, 1995, s.98.

5 Şükrü Argın, “Boş Zamanın Toplumsal Anlamı Üzerine Notlar”, Birikim, Sayı:43, 1992, s. 37.

6 Baudrillard, a.g.m., s. 98.

7 Dauglas Kellner-J. Harms. “Toward A Critical Theory of Advertising”, http://www.uta.edu/huma/illuminations/kell6.htm, (25.10.2003).

8 Robert Bocock, Tüketim, Çev. İrem Kutluk, Ankara, Dost Yayınları, 1997, s.57.

9 Ünsal Oskay, “Kent ve Kentlilik Üzerine”, Varlık, Sayı: 1036, Ocak 1994, s.2.
91
Hiçbir toplumsal sistem, yarattığı yabancılaşma, stres ve sıkıntıyı kapitalizm kadar paraya dönüştürmeyi
becerememiştir. Örneğin, kapitalizmin çalışma ve günlük yaşamdan bunalan insanlara geçici bir kurtuluş
olarak sunduğu günümüzün turistik gezilerinde bile birey, otantikliği başka zaman ve başka yerlerde
aramaktadır. Sahte bir otantiklik fanusu içinde dolaşan turistin deneyimlerinden edindiği her şey “uçucu bir
gösterge”dir. Paris’te öpüşen bir çift gördüğünde, turistin yakaladığı, romantik Paris imgesidir. Gösterge avı
için dünyaya yayılan bu turistler gördükleri her yer ve her şeyden gösterge almaya çalıştıklarından “isimsiz
semiyotikçiler ordusu” olarak adlandırılabilirler. Gördükleriyle ilgili bakışı kalıcı olmayan turist, bu
bakışların parasını da ödediğinden, yaptığı etkinlik tüketici bir etkinliktir10.
Günümüzde malların sergilendiği vitrinler de toplumdaki bolluğu simgelerler. Ama burada sergilenen
bolluğu oluşturan, bu bolluğu oluştururken tükenen emeği sergilemez, gizler. Tıpkı piyasanın farklı emek
biçimlerini eşitleyerek malları soyut bir değişim değerine indirgediği gibi, toplum da vitrine dönüştüğünde,
yaşananlar ve harcanan emek bir imgeye dönüşür11. Çağımızın kentlerinde tüketimin teşhir edilmesi,
göstergelere yönelik tüketim ve tüketimin göstergeleri önem kazanmıştır.
Genel olarak bakıldığında, sosyologlar kentleri iki açıdan değerlendirmektedirler. Birincisi, kentlerin
geçmişin sanat hazinelerini ve kültür mirasını taşıyan kültür sermayelerinin kaynağı olarak görülmesidir ki
bu bakış açısı modern kent kültürüne gönderme yapar. İkinci durumda ise kent, deneyimlerin, hazzın
tüketiminde serbest zaman biçimlerine atıfta bulunur. Bu ikinci durumda, ya da postmodern kent kültürüne
göre, katı bir planlamaya dayalı, yüksek modern mimarinin egemenliği altındaki işlevsel, iktisadi kent, yerini
postmodern kente bırakmıştır. Postmodern kent, geleneksel kültür duygularının bağlamlarından koparıldığı,
simüle edildiği, yenilerinin kopyalandıkları, sürekli yenilendiği bir mekandır. Bu nedenle, postmodern kent
hem kültürel hem de tüketimin diğer biçimlerinin merkezidir ve tamamıyla imgelerden oluşur. Postmodern
kentte, sözcükler, heykeller, neonlar birlikte harmanlanır ve modernizmdeki katılığın tersine, hedonistik bir
tüketim kültürünü içinde barındıran simgeselcilik ön plandadır. Bu kentte, mimari ve sanat ürünleri gündelik
tüketim kültürünün içindedir ve göndergeler göstergeler tarafından yerlerinden edilmiştir. Yapay olanın
gerçekten daha gerçek olduğu postmodern kentte yaşayan birey ise müze ve kitle kültürü arasındaki sınırı
ortadan kaldıran, oyunu sanat galerisinden sokak modasına aktaran kişidir12. Modern kentte müzeler kasvetli
eğitim yerleriyken, postmodern kentlerde müzeler görülmeye değer hayal ve simülasyonlar sunan şaşırtıcı
uzamlar haline gelmişlerdir. Örneğin New York’taki bir mağaza, Çin sanat eserlerini mağazada sergilerken,
aynı şehirdeki Metropolitan Operası moda şovlarını sergilemektedir13. Kentler sanayilerden arındırılıp
tüketim merkezi haline geldikçe 1970 ve 1980’li yıllarda alışveriş merkezleri yeniden tasarlanmıştır.
Alışveriş merkezleri, hayal alemini, zevki, karnavalsı başıboşluğu davet ediyorlarsa da birey burada video
kameraların gözetimi altındadır. Bu yerler, sorun yaratan unsurlar ve başıboşluğun dışlandığı, özel mülkiyete
ait kamusal mekanlardır14. Kentlerin caddelerindeki sosyalliği içeriye taşımaları nedeniyle, minyatür şehir
merkezleri olarak adlandırılan alışveriş merkezleri bu kamusal özelliklerinin yanında özel mekânlardır.
İçerideki insanlar sürekli olarak denetlenmekte ve uygun olmayanlar içeriye alınmamaktadırlar. Alışveriş
merkezleri sokak sosyalliğinden farklı bir sosyalliğe sahiptirler. Bu yarı kamusal mekânlarda, mekânın
mülkiyeti müşterilere ait gibidir. İçeriye seçilerek alınan müşterilerle birlikte mekân, seçilmiş ve uygun
nitelikteki alışveriş kamusunun mekânıdır. Burada topluluk ya da birey komünal hale gelmektedir. Kamusal
alan özelleşmekte, özel alan ise kamusallaşmaktadır. Bu durum, alışveriş merkezlerinin tasarımcıları
tarafından özellikle oluşturulan ve “topluluk alanı” (community space) olarak adlandırılan bir oluşumda
hayat bulmaktadır15. Serbestçe gezinilen, satın alma zorunluluğunun bulunmadığı, vitrin seyri şeklindeki
alışveriş türünün yaygın olduğu bu mekânlarda, özel ve kamusal arasındaki ayrım bulanıklaşmaktadır.
Alışveriş merkezi karnavalımsı atmosferiyle tüketiciye mekân içindeki özel alanlarda gezinmeyi, başkasının
mülkiyetinde olanları, kendi mülkiyetindeymiş gibi denemeyi mümkün hale getirmektedir. Alışveriş merkezi

10 Argın, a.g.k., s. 39.

11 Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, İstanbul, Metis Yayınları, 1992, ss. 37-38.

12 Mike Featherstone, Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, s. 166.

13 A.g.k, s. 171.

14 A.g.k., s. 174.

15 Malcolm Voyce. “Shopping Malls in Australia”, Journal of Sociology, Vol. 42, No: 3, 2006, pp.277-279.
92
içerisinde, kamusallık ve özellik arasındaki ayrımın ortadan kalkması şeklinde doğan belirsizlik, tüketim ve
boş zaman etkinliklerinin birbirine karışmasını da beraberinde getirmektedir16.
2. Kent ve Toplum Yapısındaki Değişmeler
Uygarlık tarihinde insanın toprağa yerleşmesi, bitki ve hayvanların ehlileştirilmesi ile yani tarımın
başlamasıyla mümkün olmuştur. Tarım, nüfusun belli bir yerde toplanmasını, yoğunluk kazanmasını
sağlamıştır. Bu ilk yerleşme düzeninden sonra uygarlıkların tarihi de kentlerin tarihi olarak nitelendirilmiştir.
Modern dönemden önce, ekonomik anlamda çok az işbölümü ve uzmanlaşmanın olduğu feodal toplumlarda,
kentler pazar ve mübadele yerleridir. Buralar, el sanatlarının ve zanaatkârlarının toplandığı insan ve hayvan
enerjisiyle çeşitli eşyaların yapıldığı yerlerdir. Feodal kentlerin mekânda aldığı şekil, toplumun sosyal
düzenine uygundur. Sokaklar sadece insan ve hayvanların geçmesine izin verebilecek kadar dar ve kıvrımlı,
alçak ve sıkışıktır. Toplumun sosyal yapısındaki katı hiyerarşi, farklı etnik grup mahallelerin ya da çeşitli
zanaatkârların ayrı kısımlarda yerleşmesi şeklinde kendini göstermiştir. Feodal dönemdeki kentlerde
istenmeyen unsurlar ve kente yeni göçenler şehrin dış mahallelerinde yaşamışlardır. Bu sert ayrımlara karşın
arazi kullanma şekillerinde gerçek bir uzmanlaşmanın olmadığı Ortaçağ’da konutlar hem iş yeri, hem dinsel
bina, hem de eğitim hatta alış veriş merkezi olarak işlev görürdü. Ayrıca çalışma yerleri ev arasında bir ayrım
yoktu17.
Bilindiği gibi, kentlerin büyümesi XV. yüzyıldan sonra başlar. Ekonomik ve toplumsal ilişkilerin
değişmeye başladığı modern dönemin başlangıcında kentler sermaye sahiplerinin serbest zaman
etkinlikleriyle servetlerini kıskandırıcı bir biçimde harcadıkları, fakirlerin ise onları taklit ettikleri yerler
durumuna gelmiştir18. Toplumsal durağanlığın hareketliliğe, seçme özgürlüğüne dönüştüğü 1860 ve 1870’li
yıllardan başlayarak, gelenekler ve davranış kalıpları yerini yeni yaşama örüntülerine bırakmaya başlamıştır.
Fakirlik kanunu, kamu sağlığı kanunu, yerleşim kanunu, eğitim kanunu gibi yeniliklerle kentlerin çehresi
farklılaşır. 1895’ten itibaren ise kentlerde vatandaşlık fikri tartışmaya açılır. Vatandaş, toplumun çıkarlarını
anlayacak ve genelin iradesi karşısında kendi iradesini baskı altına alabilecek, topluma karşı kendi
sorumluluklarını yerine getirecek kişi olarak tanımlanmıştır. Bu tanım, gerçekte farklı toplumsal konumdaki
kitleleri toplumsal vicdan ve görev duygusu içinde bir arada tutma çabasını ifade etmektedir. XIX. yüzyılın
başlarında, sanayileşmenin başladığı dönemde kentin çehresi değişmeye başlamıştır. 1860’larda, Paris
Haussmann tarafından bulvarlar kenti olarak yeniden planlanmış, Paris sokaklarına direkler dikilerek gaz
lambaları takılarak kentlinin gezinirken bir yandan da alışveriş yapabileceği, tüketeceği üstü kapalı çarşılar
açılmıştır.19
Pasajlar, iç mekanlar, sergi salonları ve panoramalar hep bu dönemin ürünleridir. Paris’teki bu üstü
kapalı çarşılar ya da pasajların çoğu, 1822’yi izleyen on beş yıl içinde yapılmıştır. Lüks eşya ticaretinin
merkezleri olan pasajların artışının birinci nedeni, tekstil ticaretindeki yoğunlaşmadır. Diğeri de demir
konstrüksiyonunun kullanılmaya başlanmasıdır. Bu dönemde Paris'in kentleşmeye başlamasıyla birlikte
mekânda göze çarpan pasajlar hakkında, şunlar yazılıdır: Endüstriyel lüksün yeni bir buluşu olan bu pasajlar,
bina kütlelerinin arasından uzanan, üstleri cam kaplı, mermer duvarlı geçitlerdir; ışığı iki yanından alan bu
geçitlerin iki yanında en şık dükkânlar uzanır; bu nedenle böyle bir pasaj küçük bir kent, dahası küçük bir
dünyadır.20
1780’de Paris’te inşa edilen ve ilk pasajın da içinde yer aldığı Royal Palas, kentteki modern
tüketimciliğin ve bu rüya dünyasının örneğidir. Kalabalığın tüm fonksiyonlarını tek bir alanda biraraya
getiren bu yapı, piyasayı, “toplumu” ve kentin kalabalığını iş, tüketimcilik, eğlence, bilgi gibi şeylerle
doğrudan bağlantı içinde sunan bir görüntüye odaklamıştır. Royal Palas’ta, “okuma odaları, kitapçılar,
herkesin bir şeyler yiyebileceği küçük dükkanlar, mobilyacılar, kafeler, bahis oyunlarının oynandığı
dükkânlar, kuyumcu, hediyelik eşya, tütün, parfüm, antika gibi şeylerin satıldığı dükkânlar, tiyatrolar, resim
galerileri ve diğer sergiler vardır. Royal Palas tüketici grupların ortaya çıktığı, mal sergileyen sermayenin

16 John Fiske. “Shopping for Pleasure Malls, Power and Resistance”, The Consumer Society Reader, ed. Juliet B. Schor, Douglas B. Holt, The
New Press, New York, p.314.

17 Mübeccel Kıray, “Modern Şehirlerin Gelişmesi ve Türkiye'ye Has Bazı Eğilimler”, Toplumbilim Yazıları, No:7, Ankara, Gazi Üniversitesi
Yayınları, ss. 266-267.

18 Richard Sennett. Kamusal İnsanın Çöküşü. Çev: Serpil Durak-Abdullah Yılmaz. İst: Ayrıntı Yay. 1996, ss. 154-155.

19 Oskay, a.g.m., s. 84.

20 Benjamin, a.g.e., ss. 77-78.


93
uluslarası boyuta taşındığı bir dönemi başlatmıştır.”21 İlginç görüntüler, etkinlikler, eşyalar yalnızca Palas
Royal’de değil, piyasa düşüncesinde evrenseldir. Bugünkü alışveriş merkezlerinin atası olan pasajlarda,
dükkanlara ek olarak pek çok kafe, klüp, oyun odaları, lokantalar, tiyatrolar gibi ilgi çekici mekânları
kendisine katmıştır. XIX. yy. mağazaları da okuma odaları, kadınların mektup yazmaları için ayrılmış odalar,
çay odaları, dinlenme odaları, lokantaları içinde barındırmıştır. Williams, XIX. yy. Paris mağazalarının
Kuzey Afrika pazarlarının egzotik havasını uyandırdığını belirtir. Aşırı pahalı dükkanlar hem malların
çokluğunu göstererek hem de piyasayı, konulu bir parka döndüren egzotik şeyler yerleştirerek kalabalığın
ilgisini çekecek görüntüler sergilemişlerdir. Mağazalar, müşteri çekmek için büyülü dünyalar haline
getirilirken, tüketicilerde metaları alarak ya da bunlara sahip olmanın nasıl bir şey olduğunun hayalini
kurarak, fantazilerini gerçekleştirme yanılsaması yaratılmaya çalışılmıştır. Daha sonra bu durum tüketicilerin
rasyonelleştirilmesi ile devam etmiştir22. Bu rasyonellik, daha önceki hayal dünyasını yok etmemiştir,
eskilerin yerine daha çağdaş fanteziler kullanılmaya başlanmıştır. Bu yeni fanteziler, düşük fiyata çok şey
almayı içerir. Aslında, bu rasyonelleşme, verimliliğin arttırılması, nitelikten çok niceliğe vurgu yapılması, her
şeyin önceden bilinebilmesi ve rasyonelliğin irrasyonel hale gelmesidir23. Bu mağazalarda tüketicinin malları
gözden geçirme özgürlüğü rüyalarında gördüğü şeylere sahip olmakla kazanacağını sandığı özgürlükle yer
değiştirrmiş, alıcı kişi, fiyat üzerinde tartışma hakkını kaybetmiş, bunun yerine satıcının belirlediği fiyatı
ödemek zorunda kalmıştır. Alıcı ile satıcı arasındaki etkin iletişim, yerini edilgin ve sessiz bir dile
bırakmıştır. Günümüzün alışveriş merkezlerinde mağazaların aslında, genel olarak kitle tüketiminin
çerçevesi, tüketiciyi edilgin kişiler olarak tasarlar. Kitle tüketimi ile birlikte satış ve eğlence birbiriyle
karıştırılır hale gelmiş, edilgin tüketici kendisine sunulan metalarla eğlendirilmeye başlamıştır24.
Gene bu tarihlerde ulaşımda yaşanan devrimle birlikte, kent içindeki mesafeler ve kent dışına yapılacak
yolculukların süresi kısalmıştır. Bu durum, bir yandan ucuz tatilleri, diğer yandan kentteki alışveriş
merkezlerine gidip gelmeyi kolaylaştırmıştır. Gene 1860’lı yıllarda “penny readings” denen ve 1 penny
olması nedeniyle, herkesin alabileceği ucuz gazeteler, kitleler arasında yaygınlaşmaya başlamıştır25. Yeni
kent yaşamında olguları birer şok olarak yaşamaya başlayan birey için her hangi bir olay artık öncesindeki
olayla bağlantılandırılamamaktadır. Gazeteler yaşamı nasıl gündelikleşmiş haberlere dönüştürdüyse, yaşanan
olaylar o güne ait olarak değerlendirilmekte, bir sonraki günün ne getireceği ise astroloji haritalarından,
yıldız fallarından öğrenilmeye çalışılmaktadır. Toplumsal sistemin gittikçe rasyonelleşmesi, bu sistemdeki
bağımlı kesimlerin, insansal yetilerini keybetmelerine, irrasyonelleşmelerine yol açmıştır. Dış mekânlar ya
da bunların hepsini içeren kent bile, bireyin kendini yerlisi olarak hissedebildiği bir yer olmaktan çıkmıştır.
Bilindiği gibi, XIX. yüzyıldan beri bireyin yaşama alanı olan ev, çalışma yerinin karşıtı durumundadır.
Çalışma yerinde gerçeklere göre yaşayan birey, evrenin temsili örneği olmakla kalmayıp aynı zamanda
korunağı olan evinde yanılsamalarıyla vakit geçirmektedir.26
Çalışma yerinde birey-yurttaş olarak kendine verilen görevleri yerine getiren insan için çalışma yaşamı,
bir mutluluk biçimi olmaktan çok, fantazyalarını yaşayabilmek için katlanılması gereken zorunlu bir etkinlik
haline gelmiştir27.
3. Türkiyede Tüketim Toplumunun Kent ve Birey Üzerindeki Yansımaları
Batı Avrupa tüketim toplumunu II. Dünya Savaşı sonunda yakalamış olan Amerika’ya yetişmeye
çalışmış, Türkiye ise bu yarışa 1950’lerde katılmıştır. Ancak Türkiye’nin yaşadığı değişim, Batı’dakinden ve
Amerika’dakinden çok farklıdır. Bu durumun nedenlerinden biri ve en önemlisi, Müslümanlıktaki
dayanışmacı cemaat ahlakı ile ölümlü dünyada debdebe istemenin anlamsız ve ayıp olduğunu vurgulayan
dini öğedir. Bu duruma paralel olarak, tarımsal üretime dayalı, Müslüman bir toplum olan Osmanlı

21 Don Slater, “Going Shopping: Markets, Crowds and Consumption”, ed. Roger Rosenblatt. Consuming Desires: Consumption, Culture and the
Pursuit of Happiness, 1993, Washington, Island Press, s.193.

22 A.g.k., ss.196-198.

23 George Ritzer, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çev. Şen Süer Kaya, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000, ss. 106-127.

24 Rosalind Williams, “The Dream of Mass Consumption”, ed. Chandra Mukerji-Micheal Schudson, Rethinking Popular Culture: Contemproray
Perspectives in Cultural Studies, 1991, California, California University Press, ss. 198-204.

25 Helen Elizabeth Meller, Leisure and the Changing City 1870-1914, Londra: Routledge and Paul, 1976, ss. 2-17.

26 Walter Benjamin. Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal. İst: Yapı Kredi Yay. 1993, s. 90.

27 Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 495. 1982, s.
97.
94
İmparatorluğunda kanaatkârlık bir erdem olarak görülmüş ve tüketime başlı başına bir değer olarak
bakılmamıştır. Bu dönemde tüketim ancak, düğün, sünnet, bayram gibi özel anlar ve olaylar içinde mümkün
olabilmiştir. Toplumdaki ekonomik ve siyasal yapının bireyselleşmeye uygun olmadığı Osmanlı toplumunda,
insan davranışlarında belirgin olan ilke gelenektir. Bu durum kent yaşamına da yansımıştır. İstanbul gibi
büyük bir kentte bile mahalleler köy yaşamının özelliklerine sahip, kendi içlerine dönük ve yaşamın büyük
bir kısmının geçtiği mekânlardır28.
Bu durum, XIX. yüzyılın 2. yarısında, Batı ile yaşanan yakın ilişkiler sayesinde değişmeye başlamış,
toplumsal refah belirli katmanlar lehine de olsa artmış, toplumda var olan hazcı istekler topluma yansımıştır.
Selanik, İstanbul, İzmir gibi kentlerde geleneksel yapı değişmeye başlamıştır. Ekonominin parasallaşması, ve
ticarileşme geleneksel yapıları değiştirmiş, yeni bir toplumsal sınıf; orta sınıf ya da Osmanlı burjuvazisi
ortaya çıkmış, reklamlar da bu yeni sınıfı hedeflemiştir. Aynı dönemde, dönemin en büyük mağazalarından
biri olan “Bon Marche” açılmış, ve her çeşit mal satan mağazalara hep “bon marche” adı verilmiştir. Osmanlı
burjuvazisinin ve 100.000’den fazla “ecnebi”nin29 yaşadığı Pera ya da Beyoğlu (Batı), Batı normlarının
egemen olduğu bölge haline gelirken, Haliç’in güneyindeki kesim ise eski tüketim biçimlerini (Doğu)
sürdürmüştür. Bu tüketim örüntüsü, Osmanlının dış ticaretini arttırmış, ekonomi Batı ile bütünleşmiştir.
Geleneksel, kanaatkârlığa dayalı yaşam değişmiş, parasal göstergeler toplumda yer etmeye başlamıştır.
Zamanla müslüman esnaf ve tüccar da piyasa göstergelerine çalışmaya başlamış ve reklam II. Meşrutiyet
yıllarında Müslüman üreticiler için de önemli bir araç haline gelmiştir. Geleneksel zanaat manüfaktürleşmiş
ve Anadolu’ya yönelik pazar arayışları başlamıştır30. XIX. yüzyılın sonunda, İstanbul’da Pera’da
Avrupa’dakilere benzer kafe ve birahaneler açılmıştır.
Türkiye’de gerçek anlamda, tüketim toplumu kavramı, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
Amerika’nın ekonomik yayılma politikasının bir parçası olarak ve aynı zamanda piyasa ekonomisini
güçlendirmek amacıyla, geniş çapta yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Amerikan yaşam tarzıyla birlikte gelen
tüketim toplumu kavramı, ilk önce 1948 yılında Naim Tıralı’nın “25 Sente Amerika” adlı öykü derlemesinde
ve Fehmi Başkut’un “Paydos” adlı tiyatro oyununda ele alınmış, paranın en yüce değer olarak görülmesinin
yarattığı toplumsal ve kültürel yozlaşma eleştirilmiştir31. Gerçekten de 1950’lerde hızlanan kapitalistleşme
kent yaşamının eğlence biçimlerini değiştirmiş, gazinolar yeni sığ kültürün başlıca eğlence yeri durumuna
gelmiştir. 1960’lardan sonra özel teşebbüsün sanayi yatırımlarını arttırmasıyla kırdan şehre göç artmıştır.
Gecekondular kent arazilerine yayılırken, buralarda yepyeni yaşama tarzları kurulmuştur.
1960 ve 1970 arasında ise tüketim alışkanlıkları yerleşmiş, tüketim bireyin kimliğinin tanımlanmasında
önemli bir yer edinmiştir. Geleneklerin ortadan kalkmaya başladığı, gerçek manevi değerlerin
oluşturulamadığı bir ortamda “kişi tükettiği kadar vardır.”32 Ama 1980’lerde Sovyet bloğunun parçalanması,
Türkiye’de tüketim toplumu ile ilgili gelişmelere güç kazandırmıştır. Türkiye’de 1980’li yılların ikinci
yarısında başlayan tutumluluk uygarlığından tüketim uygarlığına geçiş ile görünürde değişmeye başlayan
ekonomik yapı, toplumun tüm değerlerini de değiştirmiştir. Tüketmeye çabuk alışan Türk toplumu için
tüketmek değil; tükettiğini gösterebilmek önem kazanmıştır. Tüketebilmenin bir ayrıcalık olduğunu öğrenen
toplum, “üretebilen sorumlu birey”lerden değil, “bencil ben”lerden oluşmaya başlamıştır. 1970’li yılların
gösterişi ayıp sayan, komşularıyla ve arkadaşlarıyla sıcak ilişkiler yaşayan birey için komşular ve arkadaşlar
tüketim için yarışılan rakipler haline gelmişlerdir. Dergiler, televizyon, filmler, kısaca medya yaptığı
yayınlarda bireye tüketmesi ve bencil olması fikrini yaymaya başlamıştır. Bu arada, paranın gücünün
ayrıcalıklı kıldığı insanlar sahip oldukları iktidarı birbirlerine göstermekten zevk almışlardır. Tüketim
toplumunun yaygınlaşmasıyla birlikte, birey kalabalıklar içinde yalnızlaşmıştır. İnsanlar bu yeni yaşamdan
kendilerine düşen payı almak üzere kentlere göçmüş, kentler büyümüş, yeni yaşamın örgütlenme biçimleri
ile insanlar apartmanlardan site tarzı evlere taşınmışlardır. Geleneksel yapı hızla çözülmüş, güven ve
dayanışma ilişkisi yerini yalnızlaşmaya ve yabancılaşmaya bırakmıştır33. Özellikle, 1980’li yılların

28 Murat Belge, “Türkiye'de Gündelik Hayat”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, 1983, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 848).

29 Şehirlerdeki Müslüman halk, diğer ulus ve dinlere mensup kişilerle birlikte yaşayabiliyordu. Bu açıdan bakıldığında, Batılılaşma başlamadan önce
Türk halkı Batılılarla bir anlamda birarada yaşıyordu. Böylelikle devlet Batılılaşmayı yukarıdan empoze etmesine ek olarak bu azınlıklar da
Türkiye’nin Batılılaşmasına yatay olarak katkıda bulunmuşlardır (Belge, a.g.k, ss. 838-840).

30 A.g.k, s. 848-849.

31 Gülriz Büken, “Amerikan Popüler Kültürünün Türkiye'de Yayılışına Karşı Tepkisel Düşünceler”, Doğu-Batı, Yıl:4, Sayı:15, 2001, ss 41-43.

32 Belge, a.g.k., ss. 845-846.

33 Ayfer Tunç, "Yoksunluktan yoksulluğa", Birikim, Aralık 2001- Ocak 2002, ss. 50-54.

95
ortalarından itibaren gelişmeye başlayan ve 1990’larda yerleşen tüketim olgusu, bireysellik, farklılık, lüks
yaşam tarzı, az ile yetinmemek, sınıf atlama, köşe dönme gibi değerleri öne çıkarmıştır. Bu dönemde aile,
seçkinlik, lüks yaşam, başarı evlilik ve geleneksel değerlerin yaşatılması gibi egemen değerler yüceltilmiştir.
Gerçekten de 1990’larda büyük alışveriş merkezlerinin açılması ve halkın buraları gezme merakı, fiziki
görünümle ilgili tüketilebilir imaj oluşturma çabası Türkiye’nin bu yıllarda tüketim toplumuna geçişinin
kanıtlarıdır34. 1950 sonrasının hızlı ve zevksiz apartmanlaşması bugün yerini “Kemer Country”lere
bırakmıştır.
4. Günümüzün Tüketim Çağının Kentleri
Sanayileşmenin getirdiği kentleşme olgusuna yine sanayileşmenin kabul ettirdiği olumlu ve olumsuz
yanlar eşlik eder. Bilimin ve tekniğin, ekonomideki gelişmelerden de temel alarak, Ortaçağ’ın sonlarından
itibaren gerçekleştirdiği gelişmeler, kentleşmeye olumlu etkilerde bulunmuştur. Olumsuz yanlar ise,
“kentlerin yapısal değişiminde ve bu yapısal değişimlere uğramış kentlere gelerek kentlileşen insanların
hayatında daha önceki yüzyılların kentlerinin ve kentlileşme biçiminin yol açmadığı nitelikte ahlak, hayat
üslubu ve yabancılaşma sorunlarının ortaya çıkmasından” kaynaklanmaktadır. Bugün modernleşmenin geçiş
süreci içinde insanlar, köylerindeki eş ve dostlarını, kentlerde devam eden akraba ve yakınlarını, aynı
mekânda yıllarca yaşamanın getirdiği arkadaşlık bağlarını, yer, yurt ve sadakatlerini, dayanışmalarını
hemşehrilik duygularını yitirmeye başlamışlardır. Günümüzde yaşanan gelişmeler sadece kentlerde yaşayan
insanlar için değil, para ekonomisine geçen kırsal kesim yerleşmelerinde yaşayan insanlar için de
“yabancılaşma”nın daha yoğun yaşandığı, insanın git gide içindeki insani yanlardan ve doğaya ait sağlıklı
yanlardan yoksunlaştığı yeni bir yaşam getirmiştir.35
Sanayileşmeyle birlikte, XIX. yüzyıldan itibaren kent insanı da kır insanı da zaman ve mekânı eski
yaşama biçiminden çok farklı biçimde yaşamaya başlamıştır. “Öncelikle yaşanan mekân parçalanmıştır”.
Milyonlarca insan doğduğu yerde büyümek, iş kurmak, evlenmek, ihtiyarlamak ve ölmek gibi aynı mekanda
yaşam sürmek yerine okumak, işe girmek, terfi etmek için durmadan mekân değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bu durum da “sürekli ve köklü beşeri ilişkileri zorlaştırmış, anlık, kısa süreli, araçsallaştırılmış, yüzeysel/
biçimsel ilişkileri arttırmış; insanların yalnızlık içinde yaşamasına neden olmuştur”. Bununla bağlantılı
olarak da kent mekânının kalabalıkları içindeki yalnızlık insanları kentten ve başka insanlardan korkar hale
getirmiştir. Bu ruh dünyası içinde, kitle iletişim araçları yoluyla kentteki hayatı izlemeye çalışan insan, bu
korkutucu ortamın içinde yaşamak zorunda kaldığından korkuya alışma içgüdüsüyle dedektif öykülerine,
cinayet romanlarına, şiddet ve korku edebiyatına sürüklenmektedir. Bugün bizim de içinde yaşadığımız yeni
kent ve kentlilik döneminde işliklerde, üretim işlemlerinde süreçler fragmanlara ayrıldığından, imalat ve
üretimin belli bir fragmanında istihdam edilen işçiler de hizmet sektöründe çalışan okumuşlar da uzmanlar
da toplumsal hayatın işleyişini bütünlük içinde kavrayabilecek “algılama, uslamlama ve idrak etme biçimine
erişemez olmuşlardır.”36 Genelde siyasal isteksizlik dediğimiz, siyasal hayata ilgi duymamanın kökeninde de
bu olgu bulunmaktadır. Modern dönem içinde yaşayan insanın “kitlesel eğitimden geçmesine mimar,
ustabaşı, yüksek memur olmasına rağmen hayatın işleyişini kavrayamaması mekân ve zamanın bu
fragmanlaşması, “insanın olguları anlama ve irdeleme, uslamlama biçimlerindeki bu radikal değişimden
dolayı olmuştur”37.
İnsanlararası ilişkiler bakımından ise kentler sahip olunan statüler sayesinde insanların önemsendiği,
kişiliklerin hiç de hesaba katılmadığı, akrabalık ve arkadaşlığın sınırlandığı, hayatın fragmanlaşmasıyla
insanların ne birbirlerini ne de çevrelerini gerçekten görebildikleri, bakmadan yaşanan bir mekâna
dönüşmüşlerdir.
5. Sonuç
Aslında tüketim toplumu, daha zengin bir yaşam ve bu yaşamda daha fazla tüketebilmenin temel bir
kavram haline geldiği bir toplumdur. Yaşamın temel hedefi insanın geliştirdiği araç ve gereçler sayesinde
doğayı denetlemesi ve mutluluğa ulaşması olduğuna göre tüketim toplumu kavramının olumlu bir kavram
olarak kullanılması gerekir. Ama Türkiye gibi henüz sanayileşmesini yaşayamamış tüketim toplumu
kavramının getirdiği değerlerin toplumun genel değer sistemiyle uyumsuzluk gösterdiği ülkelerde durum
bunun tam tersi olmaktadır. Başka deyişle, belli üretim aşamalarına ulaşamamış toplumların bu aşamaları
geçirmiş sistemlerin değerlerini benimsemeleri pek çok sorun yaratmakta, toplumu belli çalkantıların içine
atmaktadır. Günümüzde teknoloji ve iletişim araçlarındaki akıl almaz gelişme üretim düzeyleri birbirlerinden

34 Banu Dağtaş, Reklamı Okumak, Ankara, Ütopya Yayınları, s. 172 ve s. 184.

35 Oskay, a.g.m., s. 5.

36 Oskay, a.g.m., s.5.

37 Oskay, a.g.m., s.5.


96
farklı olan toplumları etkileşim içine sokmakta ve ileri teknolojiye sahip ülkelerdeki değer sistemleri bu
araçlar ve teknolojiyle birlikte Türkiye gibi gelişmekte olan toplumlara da kaymaktadır. Ama feodal
değerlerin egemenliğinden bütünüyle kopamayan ve kentleşmesi sanayileşmesinin çok daha önünde olan
Türkiye için bu durum, bir yandan “kendi içindeki uyumsuz değişmeye, öte yandan kendinden çok ilerideki
bir teknolojinin ürettiği tüketim toplumunun değerler sisteminin bombardımanına” neden olmaktadır.38
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi kentleşmenin sanayileşmeden daha hızlı bir biçimde geliştiğinden, büyük
kentler feodal ve kırsal değerlerin egemenliği altındadır. Tüketim toplumu ve feodal değerlerin sentezi,
kentleri düzensiz bir hale getirmiş, mal ve hizmetlerin kalitesini düşürmüştür. Bu ise kendi ülkemizden çok
gelişmiş dediğimiz toplumlardaki mal ve hizmetlerin tüketilmesine, buradan da “marka bağımlılığ”nın
doğmasına neden olmuştur. Tüketim toplumunun getirdiği paranın en yüce değer olduğu savı, topluma
yayılarak, “köşe dönme”, zenginlik en yüce değerler olarak topluma egemen olmuştur.39 Kısaca aslında
Türkiye’de tüketim toplumunun doğuşunu hazırlayacak teknoloji gücü yoktur. Ayrıca, tüketim toplumunun
değerlerinin sanayi değerleri (bireycilik, verimliliğin yüksekliği, zamanın iyi kullanımı gibi) yerine feodal
değerlerle desteklenmesi, Türkiye’deki çelişkilerin ana kaynaklarıdır.
Saatlerini televizyon karşısında dizi izleyerek, hafta sonlarını alış veriş merkezlerinde metaları izleyerek
ya da kredi kartı taksitlendirmesi sonucunda bunları “sahiplenerek” geçiren Türk insanı da tüketim
kültürünün gölgesi altında yaşamaktadır. Bütün bu tükettiklerini ödeyebilmek için o da çalışmak zorunda
olduğunu bilmektedir. Belki de tek bilmediği, tükettikleriyle, hiçbir zaman tam anlamıyla mutlu
olamayacağıdır. Çünkü bu anlamıyla tüketim, insan olma onurunu sevincini yansıtmaktan çok, toplumda var
olan eşitsizliği yeniden üretmeye, gizemlileştirmeye, bu eşitsizliği örtmede en önemli araç olan yarışma
etiğini canlı tutmaya yaramaktadır.

KAYNAKÇA
ARGIN, Şükrü. “Boş Zamanın Toplumsal Anlamı Üzerine Notlar”, Birikim, Sayı:43, 1992, ss. 37.
BAUDRILLARD, Jean.”Bir Tüketim Kuramı Üzerine”, Çev.Olcay Kunal, Cogito, Sayı:5, 1995, s.98.
BELGE, Murat. “Türkiye’de Gündelik Hayat”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, 1983, İstanbul,
İletişim Yayınları.
BENJAMİN, Walter. Pasajlar. Çev: Ahmet Cemal. İst: Yapı Kredi Yay. 1993.
BÜKEN, Gülriz. “Amerikan Popüler Kültürünün Türkiye’de Yayılışına Karşı Tepkisel Düşünceler”, Doğu-Batı, Yıl:4,
Sayı:15, 2001, ss 41-43.
BOCOCK, Robert. Tüketim, Çev. İrem Kutluk, Ankara, Dost Yayınları, 1997.
DAĞTAŞ, Banu. Reklamı Okumak, Ankara, Ütopya Yayınları, 2003.
FEATHERSTONE, Mike. Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
FISKE, John. “Shopping for Pleasure Malls, Power and Resistance”, The Consumer Society Reader, ed. Juliet Schor,
Douglas B. Holt, The New Press, New York, 2000. pp. 306-331.
GURBİLEK, Nurdan. Vitrinde Yaşamak, İstanbul, Metis Yayınları, 1992.
KELLNER, Dauglas-J. Harms. "Toward A “Critical Theory of Advertising”, http://www.uta.edu/huma/illuminations/
kell6.htm, (25.10.2003).
KIRAY, Mübeccel, “Modern Şehirlerin Gelişmesi ve Türkiye’ye Has Bazı Eğilimler”, Toplumbilim Yazıları, No:7,
Ankara, Gazi niversitesi Yayınları.
KONGAR, Emre. 12 Eylül Kültürü, 3. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
MELLER, Elizabeth Helen. Leisure and the Changing City 1870-1914, Londra: Routledge and Paul, 1976.
OSKAY, Ünsal. “Kent ve Kentlilik Üzerine”, Varlık, Sayı: 1036, Ocak 1994, ss. 2-7.
OSKAY, Ünsal. XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. Ankara: A.Ü. Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları: 495. 1982.
RITZER, George. Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çev. Şen Süer Kaya, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000.
SENNETT, Richard. Kamusal İnsanın Çöküşü. Çev: Serpil Durak-Abdullah Yılmaz. İst: Ayrıntı Yay. 1996.
SIMMEL, Georg. “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, Çev. Celal A. Kanat, Defter, Sayı:16, Nisan-Temmuz 1991.
SLATER, Don. “Going Shopping: Markets, Crowds and Consumption”, ed. Roger Rosenblatt. Consuming Desires:
Consumption, Culture and the Pursuit of Happiness, 1993, Washington, Island Press.
TUNÇ, Ayfer. “Yoksunluktan yoksulluğa”, Birikim, Aralık 2001- Ocak 2002, ss. 50-54.
VOYCE, Malcolm.”Shopping Malls in Australia”, Journal of Sociology, Vol. 42, No: 3, 2006, pp. 269-286.
WILLIAMS, Rosalind. “The Dream of Mass Consumption”, ed. Chandra Mukerji-Micheal Schudson, Rethinking
Popular Culture: Contemproray Perspectives in Cultural Studies, 1991, California, California University Press,
ss. 198-204.

38 Emre Kongar, 12 Eylül Kültürü, 3. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi, ss.291-292.

39 A.g.k., ss. 293-294.


97
HİKÂYE/ÖYKÜ

98
“HAYAT VE ÖYKÜ”
NECİP TOSUN

Teknolojik
gelişmelerin insanlara yeni
anlayışlar, yeni davranış ve
ahlâk biçimleri kazandırmasının yanında, onların zevk ve tercihlerini bile belirler hâle
geldiğini söyleyebiliriz. Bunlardan en dikkat çekici olanı zaman olgusudur. Çağımızda dört
bir yandan çeşitli uğraşlarla kuşatılmış ve eline bir yığın elektronik ve mekanik araç
tutuşturulmuş olan modernizmin çocukları için, zaman olgusu şimdi daha bir önem
kazanmıştır. Artık günümüz insanı, zamanını bu uğraşlara ve araçlara göre ayarladığından
mevcut uğraşlar ve araçlar dışındaki zamanı çok iyi değerlendirmek durumunda kalmıştır.
Böylece de modern insanın sanata, kültüre ayıracağı zaman dilimi küçülmüştür. Bunlardan
da çeşitli nedenlerle kaçınamayan modern insan, bu etkinliklere en kısa yoldan ve en az
zamanda ulaşmak istemektedir. Zamanı elinden kaçırmış modern insanın bulduğu çözüm ise;
her şeyi özetinden yakalama, en az çabayla en çok faydayı sağlama arayışı olmuştur. Modern
insanın gözdesi olan görsel medya ile sinemanın cazibesini bu arayışlara bağlamak
mümkündür. Artık yüzlerce sayfalık romanı günlerce okumak yerine, o romandan
uyarlanmış iki saatlik filmi seyretmek insanlara daha cazip gelmektedir. Çünkü başta da
belirttiğimiz gibi modernizm, çocuklarına özet yaşamayı dayatmaktadır.
Tabii bütün bunlarla, “Zaman alan yazınsal tür ve sanatların yarınlarda şansı yok; buna
karşın, modern yaşamın ritmine, beklentilerine uygun türlerin ve sanatların şansı var.”
denmek istenmiyor kuşkusuz. O bildik örnekle nasıl fotoğraf, resim sanatını; televizyon,
sinemayı yok edememişse, zamanın dayattığı realiteler de elbette bu yazınsal tür ve sanatları

99
yok edemeyecektir. Ama modern insanın ritmiyle, temposuyla ve beklentileriyle örtüşmeyen
yazınsal tür ve sanatlara nazaran, bu nitelikleri bünyesinde barındıran sanatların daha cazip
olacağını söylemek mümkün.

Modern insanın bu beklentileriyle örtüşen sanatların başında ise öykü sanatının geldiğini
söyleyebiliriz. Çünkü öykü, romana göre iktisatlı yapısı (kısa) ve şiire göre anlam açıklığıyla
modern insanı rahatlıkla yakalayabilecek bir tür. Yani öykü, kısa ve yoğun yapısı, anlam
açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımı ile modern insanın
beklentilerine cevap verebilecek bir özelliğe sahip.

Öykünün, özet yaşamaya talip modern insana sunduğu ilk cazip yanı kısa oluşudur. (H.G.
Wells: Hiçbir kısa öykünün okunması yarım saati geçmemelidir.) Öykü bu özelliği ile modern
insana bir okuyuşta bitirebilme şevki ve hissi verir. Uzun okumalarda olduğu gibi okuyucu
metinden durmaksızın kopmaz. Ve okuyucudan kısa bir zaman dilimi talep eder: Bir otobüs
yolculuğu, bir metro veya uçak yolculuğu gibi. Bu da modern insanın aradığı bir şeydir.
Öykünün modern insanı yakalayan ikinci çekici yanı da, onun yüksek yaşam ritmine,
temposuna, gerilimine denk düşen yoğun anlatımıdır. (Cortazar: Roman puan toplayarak,
öykü nakavtla kazanmak zorundadır.) Öykücü söyleyeceği şeyleri en kısa ama en net ve
vurucu şekilde söylemek/anlatmak durumundadır. Öykü, gereksiz kelimeleri, gevezeliği
kaldırmaz. Fazladan, gereksiz tek bir kelime bile öykünün kurduğu dünyayı bozmaya yeter.
Bu da yoğun anlatımın gerektirdiği tempolu ve iç ritimli anlatımdır.
Anlam açıklığı da öykünün günümüz insanının beklentilerine denk düşen bir özelliğidir.
Yani öykü, insanı, toplumu, yaşananları yalın, dolaysız bir şekilde anlatır. Kısaca muhatabına
bulmaca çözdürmez ve hemen ulaşır. Gerçi o da şiir gibi zaman zaman imgelere, simgelere
başvurur ama çok özel dünyalardan çok, anlam alanı geniş olaylara, enstantanelere, kişilere
eğilir. Böylece modern insana, kabullenimi, sahiplenimi kolay dünyalar kurar.
Ayrıca öykünün hikâyesi çoğunlukla gündelik hayata denk düşer. Bu anlamda öykü,
modern insanın dünyasını kolaylıkla yakalar. Böylece metin-okur ilişkisi hızlı ve etkin
gerçekleşir.
Sevinç Özer öyküyle modern yaşamın özdeşliğini şu cümleyle belirliyor: Kısa öykü
günümüz edebiyatının "Fast Food’udur”
Bütün bu nedenlerle, galiba ikibinli yıllar öykünün yazınsal etkinliğinin yoğun bir şeklide
yaşandığı ve tartışıldığı yıllar olacak.

“ÖYKÜ VE SOSYOLOJİ” Necip Tosun


100
Edebiyat-sosyoloji ilişkisinin tarihsel açınımlarını on sekizinci yüzyıla kadar götürmek mümkün.
Özellikle Taine’den beri pek çok edebiyat tarihçisi, eleştirmeni, gerek yazarın, gerekse eserin,
yaşanan toplumsal, siyasal, bireysel hayatlardan ve dönemlerden şöyle ya da böyle etkilendiğini
kabul etmişlerdir. Bu yazarlar, eser’in yaşananlardan bağımsız, kopuk bir olay olmadığını, aksine
dış etmenlerin eseri etkilediğini, zaman zaman da belirlediğini ileri sürmüşlerdir.
Sosyolojik Eleştiri ya da Edebiyat Sosyolojisi gibi adlarla kavramlaştırılmaya çalışılan bu
disiplinin; eleştirinin, yorumlama, çözümleme ve açıklama fonksiyonlarına yeni ve önemli
açılımlar kazandırdığına kuşku yok. Bu alanda yapılan çalışmalar, bildik eleştiri
yöntemleriyle asla ulaşılamayacak alanları, edebiyat ortamlarını anlamlandırabilrniştir.
Olaya biz öykü zaviyesinden baktığımızdan, bu alandaki öykü için yapılan bir incelemeyi
örnek olarak verelim. Bu incelemede ABD'deki kısa öykünün gelişim nedeninin sosyolojik
arka planı şöyle izah edilmiş: "19. yüzyılın başında Amerikalı yayıncılar, hiçbir
konvansiyonla İngiliz yayıncılarına bağlı değildi. Böylece, hiçbir şey ödemeden bütün büyük
İngiliz yazarlarının yapıtlarım basabilir ve dağıtabilirdi. Doğal olarak bu olay, emeğin karşılığını
alması gereken Amerikalı yazarları da ihmal etti. Bu yıkıcı yarış, Amerikalı yazarları magazinle
yetinmeye, özellikle magazine daha iyi uyan edebiyat türü öyküyle yetinmeye zorladı. Bir yandan
Birleşik Devletler'deki magazin akımını ve öte yandan da 19. yüzyıl Amerikan öykü bolluğunu,
özellikle Edgar A. Poe'yu bir ölçüde bu olaya borçluyuz. Görüldüğü gibi bildik eleştiri
yöntemleriyle bu sonuca ulaşmak zor.
Peki ülkemizde edebiyat sosyolojisi alanında durum ne? Ülkemizde bir esere yaklaşım oldukça
kısır ve klâsik yöntemlerle yapılmakta, daha açıkçası bütün bunlar metin okumaları (yorumları) ve
yazar etrafında odaklaşmaktadır. Eser-toplumsal yapı, eser-dönem-yazar ilişkisi ülkemizde
eleştirmenlerin, edebiyat tarihçilerinin pek itibar etmediği bir yaklaşım. Oysa bizim gibi kısa süre
içinde çok köklü kültür ve uygarlık değişimlerinin yaşandığı ve toplumsal yapının oldukça kaygan
ve tartışılır zeminlerde gezindiği ülkelerde bu yöntemin çok daha önemli ve fonksiyonel olduğu
söylenebilir. Ama buna rağmen (Marksist yaklaşımlar dışında) bu alanda büyük bir ihmal göze
çarpmakta. Kısaca ülkemiz edebiyat tarihçiliğinde, eleştirmenliğinde sosyolojik yön eksiktir.
Bu bakışımızı öyküye çevirdiğimizde de aynı bakir ve ıskalanmış alanı görüyoruz. Oysa başta da
belirttiğimiz gibi, bizim gibi büyük kültürel kırılmaların, depremlerin yaşandığı ülkelerde,
toplumsal yapının, dönemlerin, zamanların ıskalanması aynı zamanda öykü tarihinin, eleştirisinin
de ıskalanması anlamına gelmiyor mu? Örneğin askerî alanda Osmanlı'nın yenilgilerine, çözülüşüne
tanıklık etmiş bir Osmanlı subayı olan Ömer Seyfeddin'in bu konumu ve yaşadığı dönem
101
bilinmeden, hesaba katılmadan, öykülerindeki hamasî duyguları, nakliye develerini, boru seslerini,
at kişnemelerini, tolga haykırışlarını, Başını Vermeyen Şehit’i yeterince anlamlandırmamız
mümkün mü? Onun bir savaşta yirmi bir askeriyle birlikte teslim olup bir yıl esarette kaldığım
hesaba katmadan, altında on iki at ölünceye ve gece oluncaya kadar düşmanla savaşıp teslim
olmayan savaş kahramanını anlattığı öyküsünü hakkıyla anlamlandırabilir miyiz? Yine Sabahattin
Ali’nin hapishane hayatı ve trajik ölümünü hesaba katmadan ve o dönemin baskıcı ortamına hiç
değinmeden, eserlerindeki hapishane görgüsünü ve jandarma korkusunu nasıl yeterince
anlamlandırabiliriz? Aynı şekilde Erzincan-İstanbul hattını ve teknolojik saldırganlığı hesaba kat-
madan Mustafa Kutlu'daki doğa övgüsünü ve modernizm eleştirisini nasıl hakkıyla yerli yerine
oturtabiliriz?
Kısaca bireysel ve toplumsal hayatın etkilediği, belirlediği sanatçı kimliğini ve eseri, edebiyat
sosyolojisinin verileriyle ortaya çıkarmamız mümkün olabilir.
Sonuç olarak edebiyat sosyolojisi, öykü tarihimizin anlamlandırılması ve sağlıklı bir yere
oturtulmasında da mümbit ve bakir bir alan olarak önümüzde duruyor.

“ÖYKÜ VE ETKİ” NECİP TOSUN

Binbir Gece Masalları'nı hatırlayalım: Karısı tarafından aldatılan hükümdar Şehriyar, bu olaydan
sonra kadınlardan intikamını almak için, her gün bir kızla evlenip ertesi gün onu öldürtmektedir.
Vezirin kızı Şehrazat ise ülkesinin kadınlarını bu zulümden kurtarmak istemektedir. Ve bir plân
hazırlar. O da hükümdar Şehriyar ile evlenecektir ama öldürülmeden önce son bir arzu olarak kız
kardeşi Dünyazat'ı görmek isteyecektir. Kardeşi de kendisinden “Ne olursun ablacığım, o güzel
masallarından birini son defa bana anlat” diyecek ve Şehrazat, hükümdar Şehriyar'ın yanında masal
anlatmaya başlayacaktır. Bu plânları tamamen işler ve Şehrazat masallarını anlatmaya başlar. Ama
tam sabah olurken, "Gündüz masal anlatılmaz" diyerek masalını keser. Masalın sonunu merak eden
hükümdar kendi kendine; "Doğrusu, öykünün şaşırtıcı sonunu öğrenmeden onu öldürmeyeceğim,"
diyerek Şehrazat'ın ölümünü hep erteler. Bu merak 1001 gece sürer ve bu arada hükümdar ve
Şehrazat'ın üç çocukları olur. Masalların etkisi altında kalan hükümdar da, böyle akıllı bir eşi
öldürmekten vazgeçer. Hükümdar Şehriyar'a kinini unutturan, 1001 gece kendisini dinlettiren bu
hikâyeler acaba bünyesinde neleri barındırıyordu? Bu nasıl bir etki, nasıl bir büyüydü ki, acı bir
ihaneti bile unutturmuştu? Masalın bir yerinde Dünyazat kızkardeşi Şehrazat'a şöyle der:
"Ablacığım, anlattıkların ne kadar tatlı ve zarif ve zevki nasıl okşuyor bir bilsen." Demek ki
masallar tatlı, zarif ve zevk okşuyor. Peki, Şehriyar ne diyor bu masallara? O daha çok sonlarla ilgili
ve sonu öğrenmek istiyor. Yani Şehrazat, tatlı, zarif, zevk okşayan masallarını merak öğesine
102
yaslayarak anlatıyor. Merak öğesini de kurguyla oynayarak, çerçeveleme öykü tekniğini kullanarak
(öykü içinde öykü) ve en heyecanlı yerinde bırakarak gerçekleştiriyor. Bazen de daha sonra
anlatacaklarını öne çıkartıyor, önemsetiyor. “Eğer hükümdarım beni bağışlar ve hâlâ hayatta
olursam, yarın akşam ikinize anlatacaklarım yanında hiç kalır."

Bütün bunlarla şunları söylemek istiyoruz: Şehrazat canını kurtarmak, hükümdar Şehriyar'ı
yakalamak, etkilemek için, hikâyedeki özellikle merak öğesini kullanarak amacına ulaşıyor. Bu
merak öğesidir ki hikâyeler 1001 gece kendisini dinlettiriyor. Eğer bu kuru kuru bir bilgi olsaydı, bu
süreklilik 1001 gece sürdürülemezdi elbet ama merakın önüne hiçbir şey geçemez, işte Şehriyar'a
kinini unutturan şey bu meraktır.
Böylesine canlar kurtaran merak öğesi, acaba günümüz anlatılarında (roman, öykü vs.) nasıl bir
önem arz ediyor? Kuşkusuz ilk dönem öykülerinde (özellikle olay öykülerde) merak öğesi ve onun
diğer gerekleri, gerilim, korku, sürpriz son, oldukça önemli idi. Hatta öykünün olmazsa olmaz
gereklerindendi. (Nâzım Hikmet: Roman, hikâye, küçük hikâyedeki müşterek vasıflardan biri de
merakla okunabilmesidir. Merakla, sonu ne olacak diye okunmayan eser ne romandır, ne de
hikâyedir.) Özellikle on dokuzuncu yüzyılda bu yaklaşımın basit bir anlayış olduğunu görürüz.
Öykülerde olağanüstü olaylar, korku, şiddet ana temalar olurken, zaman zaman biçim, estetik
kaygılar ikincil bir önem arz ederdi. Temalarda okur yakalanır ve öykü sonuna kadar kendini okutur
ve merakın karşılığı da verilirdi: Çarpıcı son. Başta da belirttiğimiz gibi bu, daha çok olay
öykülerde, yapılırdı ve dönemde neyin anlatıldığı daha önemliydi. Biçim, olay örgüsü, ritim ve o
öykünün nasıl anlatıldığı pek de önemli değildi.
Günümüz anlatılarında olay öykü yanında, durum öyküsü, atmosfer öykü gibi öykü anlatım
çeşitlerinin ortaya çıkışı ve öykünün neyi anlattığı yanında nasıl anlatıldığının da önemli olmaya
başlamasıyla birlikte, merak öğesi eski önemini yitirmiş oldu. (E.M. Forster: Hikâye merak
duygumuza, olay örgüsü zekâmıza seslendiği halde, biçim güzellik duygumuza seslenir.) Modern
öykü böylece sadece merak duygusuna değil, güzellik duygusuna ve zekâya da sesleniyor. Estetik,
güzellik, dil başarısı ile öykü yazınsal bir tür olarak özgünlüğünü sağlamlaştırıyor.

Görüldüğü gibi modern öykü anlayışıyla, Binbir Gece Masalları ayrı ayrı yerlerde duruyorlar.
Binbir Gece Masalları’ndan çıkaracağımız anlatım öğelerini hatırlayalım: İyi vakit geçirten,
sıkmayan, sürekliliği olan, hayranlık uyandıran, şaşırtıcı sonu olan, tatlı, zarif ve zevki okşayan bir
anlatım. (Modern hayat düşünüldüğünde bütün bu duyguları, günümüzde hangi iletişim aracı, hangi
sanat karşılıyor acaba?) Modern öykü anlayışı ise bu ilkelerden pek çoğuna gerek duymuyor. Onun

103
aradığı sağlam bir metin, dil başarısı, etkili bir anlatım, iyi kurgu, iyi olay örgüsü. O daha çok
zekâya ve güzelliğe sesleniyor. Yani modern öyküde biçim özden, anlatılan şeyden daha önde
İşte sorular:
Biz bu modern öykü yaklaşımımızla hükümdar Şehriyar'a canımızı bağışlatabilir miydik?
'Hükümdar, bilinç akışı, içsel serüven, geri dönüşüm tekniğiyle, yazılmış öykülerimizi dinlese nasıl
bir tepki gösterirdi acaba?
Hükümdar Şehriyar'ın kültürel talebi nedir? Binbir Gece Masalları ile büyülenen hükümdar,
günümüzde televizyondaki pembe dizileri, radyodaki “arkası yarınlar”ı mı tercih ederdi, yoksa
modern öyküleri mi? Ve Şehrazat hükümdara modern öyküleri mi okur yoksa ona televizyon mu
seyrettirirdi?
Canımızı bağışlatacak kadar cazip, dokunaklı, ilginç, hayranlık uyandırıcı öyküler yazabiliyor,
anlatabiliyor muyuz?
Ve temel soru:
Peki öyleyse, bir öykü ne işe yarar?

Öykü TÜRLERİ

Bütün dünya edebiyatlarında öykü türü geliştikçe yeni anlatım tekniklerinin araştırılması
gibi genel çizgileriyle yeni öykü tarzlarının da ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Fakat anlatım
tekniklerindeki gelişme zenginliği dikkate alındığında öykü ya da öyküleme tarzlarında ortaya çıkan
gelişmelerin aynı ölçüde zengin olduğunu söylemek mümkün değildir. Yaklaşık iki yüz yıllık bir
geçmişe sahip olan modern öyküde iki temel anlatım tarzının bugüne kadar öyküye egemen
olduğunu görürüz. Bunlardan biri Fransız romancı ve öykücü Guy de Mauppasant (1850-1893)
diğeri Rus yazar Anton Pavlovip Çehov (1860-1904)'dur.

1. Olay Öyküsü -Mauppasant Tarzı Öykü-

104
Mauppasant tarzı öykü temelde bir olay öyküsüdür. Öyküde romanda mevcut klasik yapının
sürdürüldüğü görülür. Bu da öykünün bir giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşması anlamına
gelmektedir.

Olay bu tarz öykülerin temelini teşkil eder. Olay örgüsü öykünün iskeletidir. Karakterler bu
olay çevresinde konumlandırılır. Öykü başta olay daha sonra kişi, çevre (mekân), zaman planıyla
kurgulanır. Bu tarz öykü Mauppasant tarafından yaygınlaştırıldığı için onun adıyla anılmakladır.

Olay öyküsünün bir başlangıç ve bir sona ihtiyacı vardır. Bu bakımdan klasik roman
yapısına çok benzer.

Öyküde entrikayı oluşturan unsurlar arasında kişi kadrosu önemli bir yer tutar. Sıradan değil,
seçilmiş ve olayla uygunluk gösterecek nitelikte kahramanlardır.

Öyküde mekân önemli bir yer tutar. Olayla mekân ve şahıslar arasında güçlü bir münasebet
mevcuttur. Öykü kişileri yaşanılan çevre ile birlikte ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Bu bakımdan
çevre ve mekân betimlemeleri önemlidir.

Mauppasant tarzı öykülerde her türlü ortam ve bu ortama uygun tipler (taşra, Paris, yüksek
sosyete, ya da kasaplar, çiftçiler, esnaf (burjuvalar) ve memurlar vb.) görülebilir.

Anlatımda ayrıntıya önem vermek bu tarz öykülerde önemli bir yer teşkil eder. Tahlil,
açıklama, yorumlama hatta kimi zaman bilgi vermek (malumatfuruşluk) bu tarz öykünün
özelliklerindendir.

Bizde Halit Ziya, Ömer Seyfettin, Refik Halit, Yakup Kadri, Reşat Nuri Güntekin
Mauppasant tarzı öyküden etkilenmişlerdir.

2. Durum Öyküsü -Çehov Tarzı Öykü-

Durum öyküsünde olay öyküsünde mevcut klasik yapı bulunmaz. Öykünün giriş ve sonuç
bölümleri bilerek ihmal edilir. Aslında bu özellik okuyucuyu eserin inşasına katılımı sağlamak
konusunda atılan bir adımdır.

Yazar olay öyküsünde olduğu gibi bir girişe lüzum görmeden ve okuyucuyu hazırlayıcı
nitelikte bir takdime girişmeden doğrudan doğruya ya olay örgüsüyle başlar ya da anlatmak izlediği

105
durumu olduğu gibi aktarır. Öykü herhangi bir sonuç bölümü olmadan da bitebilir. Bu tarz
öykülerdeki şaşırtıcı sonlar okuyucuda bitmemiş öykü izlenimini uyandırabilir.

Böylelikle öykü okuyucunun zihninde devam eder. Okuyucu böylece okur merkezli
kuramların arzuladığı bir neticeyi seçme şansına sahip olur.

Bir olayın yansıtılması değil, durumun dikkatlere sunulmasıdır. Bunlar hayat şekillerine ve
insan davranışlarına dair durumlar olabileceği gibi herhangi bir konu ve tema da olabilir.

Ayrıntı, durum öykülerinde doğal haliyle mevcuttur. Yazar işleyeceği malzemeyi


zenginleştirmek adına yapay ayrıntılara ve fazladan unsurlara yer vermez.

Çehov tarzı öyküde büyük olaylara yer verilmez. Bu, bu tür öykülerde olayın hiç olmadığı
anlamına gelmez. Olay bu tarz öykülerde hafifletilmiş ve daha çok önceden olmuş hissini uyandıran
ve bu olayların neticesi olarak da ortaya çıkan durumlara yansıtılmış olarak vücut bulur. Herhangi
bir durum tabiatıyla bir olayın neticesidir. Türk edebiyatında Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket
Esendal, Haldun Taner Çehov tarzı öyküden etkilenmişlerdir.

Hikayenin Öğeleri

OLAY ve DURUM :

∗ Olay ve durum, öyküyü oluşturan öğelerin başında gelir. Olay olan şey, bir olgu olarak yer alan
ve geçen şeydir. Durum ise bir şeyin içinde bulunduğu koşulların tümüdür. O zaman bu genel
bağlamda olay diye nitelendiremeyeceğimiz hiçbir şey yok gibidir. Yağmurun yağmasından, bir
kişinin öldürülmesine, evlenmeden, doğuma kadar her şey olay bağlamı içinde düşünülebilir.
∗ Aynı şeyi durum kavramı için de söyleyebiliriz. Her nesne ya da varlığın içinde bulunduğu bir
takım koşullar vardır. Öyleyse her şeyin kendine özgü bir durumu vardır.

∗ Hikâyenin yaslandığı her olay gerçekte insanın eyleme dönüşmüş tutkuları, özlemleri ya da
düşleridir. Bu yönden her olay ya da durum bir sorunu da birlikte getirir. Bu sorun insanın
insanla, insanın doğayla, toplumla ya da kendisiyle olan çatışmasında bir yön içerir ve bu
çatışması öyküde bir soruna dönüşür. Bu sorunun çözümü de yazarı özel bir yapılandırmaya
götürür. Çünkü her olayın bir ortaya çıkışı, bir gelişim bir de sona eriş aşaması vardır. Yazar
hikâyenin içerdiği sorunu bu akış içinde okuyucunun ilgisini tutacak, onun gerilimini aşamalı

106
bir düzen içerisinde çözümleyecek biçimde ele alır. Bölümlerin birbiriyle ilgisini buna göre
düzenler.
∗ Alman oyun ve roman yazarı Gustav Freytag (1816-1895) “Die Technik des Dramas” adlı
eserinde beş bölümlü dramatik yapının kesin bir çalışmasını yapmıştır. Freytag' göre, hikaye 5
parçaya bölünürdü. Bazıları bunu dramatik kavis olarak da adlandırır. Bu bölümler; serim,
yükselen aksiyon, zirve, düşen aksiyon ve sonuç bölümleridir.
Gustav Freytag Piramidi

KİŞİ ve KARAKTER:

Her öykü ister bir olaya, ister bir duruma yaslansın, insansız olmaz. Durum da olay da hikâyede
kişilerin ve karakterin belirlenmesine bir etkendir. Karakter kişinin huy ve davranış özelliklerine
verilen addır. Hikâyede huy ve davranış özellikleri bütün boyutlarıyla verilmez. Tek bir yönüyle, tek
bir doğrultuda gelişen karakter ağır basar. Sayı yönünden de romana oranla oldukça sınırlıdır.
Hikaye yazarı kişilerin karakterlerini çizerken şu iki yöntemden birini kullanır:

1. Doğrudan Karakter Çizimi: Yazar kişinin fiziksel ve ruhsal görünümünü belirli bir açıdan
ortaya koyar. Fiziksel ve ruhsal (tensel ve tinsel) özelliklerinin yanı sıra giyim kuşamını, belirli
davranışlarını da sergiler. Yazarın yorumlara ve açıklamalara giriştiği de olur.
2. Dolaylı Karakter Çizimi: Yazar hikâye kişisini ya olay içinde olaylara karşı tepkisini
göstererek ya da hikâyedeki başka kişilerin onun üzerindeki görüşlerini belirterek çizer. Kişiyi
konuşturarak, onun davranışlarını soyutlayarak dolaylı bir yoldan yapar bunu.

107
HİKAYEDE YER ve ZAMAN

Her hikaye bir olaya, bir duruma ya da olay ve durumlar zincirine yaslanır. Bu olay ve durumların
belli bir yerde, belli bir zaman dilimi içinde geçmesi gerekir. Hikayelenen olay ve duruma bağlı
olarak yer de zaman da değişir. Çünkü her olayın bir ortaya çıkışı, bir gelişmesi, bir de sona ermesi
vardır. Bu üç aşama ya düzenli bir biçimde olur ya da zikzaklar çizer. Olaylar ve durumlar
değiştikçe yer de değişir. Diyelim ki bir olay evde başlamıştır ama gelişip boyutlanması sokakta
olmuştur. İster istemez hikayenin yer çevresi de evle sokak arasında genişleyecektir.

Zaman için de hal böyledir. Hikaye yazarı olayın akışına göre zaman öğesini de düzenler.
Bir olayın gelişmesi bir durumdan başka bir duruma geçişle olur. Buna “devinim” denir. Hikayedeki
zaman öğesi ile olayın bir durumdan başka bir duruma geçişi arasında sıkı bir bağ vardır. Çünkü her
olayın bir başlangıcı, bir gelişmesi, bir de sona erme evresi vardır. Bu evreleri kuşatan süreye
hikayede zaman diyoruz. Zaman, hikayede geçenlerin art arda gelişinin düşüncemizde yarattığı
kavramdır. Hikayede zamanın başı ve sonu bellidir.

HİKAYEDE ANLATIM YÖNTEMİ

Anlatı yöntemi hikayeyi oluşturan temel öğelerden biridir. Her hikayeyi bir anlatan vardır.
Anlatanın tutumuna, anlattığı ile ilişkisine “anlatı yöntemi” diyoruz. Genellikle tüm hikayelerde iki
baş anlatı yöntemi kullanılır:

BİRİNCİ KİŞİ: “Ben”li bir anlatımdır. Birinci kişi başından geçen bir olayı, içinde bulunduğu bir
durumu, gözlem ve izlenimlerini bize anlatır. Çevresini, çevresindeki kişileri, bu kişilerin duygu ve
düşünce evrelerini de yine birinci kişinin gözüyle görür, onun duygularıyla tanırız. Bu tür anlatışın
doğrudanlık, okur için sağladığı yakınlık, canlılık gibi üstün yanları vardır. Anlatılanların içine
kolayca girebiliriz. Olayı veya durumu hikayeleyen birinci kişi her zaman hikayenin ana kişisi
olmayabilir. İster ana kişisi ister yan kişilerden biri olsun, hikayeyi anlatan I. kişi yaşantıyı
doğrudan verir bize.

ÜÇÜNCÜ KİŞİ: Hikayeyi anlatan kendini siler ortalıktan, daha doğrusu III. kişi anlatır bize
hikayeyi. Anlatıcı her şeyi bilir, sınırsız bilgisi vardır. İstediği gibi davranır, dilerse kahramanın

108
gönlünden aklından geçenleri bize açıklar, onun davranışlarıyla ilgili düşünce ve yorumları verir
ancak bu düşünce ve yorumlar çok belirginleşirse anlatım birliği bozulur. Hikayeyle okuyucunun
arasına anlatıcı girer gibi olur. Bu da önemli bir sakıncadır. III. kişili anlatım yönteminin bir başka
biçimi de belirli bir görüş açısından anlatımıdır. Hikaye yine III. kişice anlatılır. III. kişi bunu
hikayedeki belirli bir karakter ya da kahramanın gözüyle bakar, onu gibi düşünür, onun gibi
yorumlar her şeyi. İster kişilerin dış dünyasını ister iç dünyasını anlatsın, anlatıcı karakterin
yanındadır. Onun hakkında çok şey bilir, dünyaya onun gözüyle bakar.

109
HİKÂYE İNCELEME

1. OLAY ÖRGÜSÜ

• Hikâyede olay nasıl kuruluyor? Bir olayın gelişimi ve çözümü mü anlatılıyor,


yoksa belli bir durum üzerine mi yazılmış?

2. KİŞİLER

• Hikâyede belli başlı kişiler kimler?


• Her bir kişinin hikâye içinde özel bir işlevi var mı?
• Kişiler yalnızca olumlu ya da yalnızca olumsuz yönleriyle mi çizilmiş? Yoksa kişilerin her iki
yönü de gösterilmiş mi?
• Kişiler belirli bir insanlık durumunun simgesi olarak kullanılıyor mu?
3. ANLATICI

• Hikâye bize kim(ler) tarafından anlatılıyor? Anlatıcı sayısı birden fazla ise bakış açıları arasında
nasıl bir fark var?
• Anlatıcı aynı zamanda hikâyenin kişilerinden biri mi? Yoksa dışarıdan mı anlatıyor olayları?
Kişilerden biri ise merkezi bir kişi mi, kenarda olaylara karışmayan biri mi?
• Anlatımı öznel mi, nesnel mi?
• Anlatıcı, kişileri yalnızca dış görünüşlerinden yola çıkarak “gerçekçi” bir biçimde mi
çözümlüyor? Yoksa insanların zihinlerini de okuyabilen bir tanrı-anlatıcı mı?
4. ZAMAN

• Olaylar kronolojik sıra ile mi verilmiş? Hikâyenin içinde geriye dönmeler, ileriye sıçramalar var
mı?
5. MEKAN

• Mekan belirli mi işlenmiş, belirsiz mi bırakılmış?


• Olayların geçtiği mekan ile olay arasında ilişki belirgin mi?
• Mekan değişiklikleri, başka bir mekana geçiş gibi eylemlerin simgesel bir önemi var mı?
6. TOPLUMSAL ve TARİHSEL BAĞLAM

• Hikâyenin yazıldığı ya da hikâyedeki olayların geçtiği dönem; ülke, tarih, toplum gibi koşullar
hikâyeyi anlamlandırmamızda kolaylık sağlıyor mu?

Hikaye Örneği 1

110
“MonteKristo”
NAZLI ERAY

Ayrancı tarafındaki Portakal Çiçeği Sokağı'nda, 51 numaralı apartmanın ikinci katında yaşayan bir
ev kadını, pek memnun değildi çoğunluk dört duvar arasında geçen yaşamından. Kocası her akşam eve
yorgun geliyordu, onunla gerektiği gibi ilgilenemiyordu. Kabaca da bir adamdı, sık sık kırdığı olurdu
karısının kalbini. Evin dar çevresi, hep aynı günlük işler, çocuklarla uğraşmak hem yormuş, hem de
bunaltmıştı kadıncağızı. Adı Nebile idi, süpürgelerin, cilâların, faraşların ve çamaşır sabunlarının durduğu
küçük odanın duvarını tırnakları ile gizlice kazmaya başlamıştı. Amacı bir tünel kazıp özgürlüğe kavuşmaktı.
Duvarın öte yanından bazı sesler de duyuyordu arada sırada. Akşamüstleri, günlük ev işlerini bitirdikten
sonra, kocası işinde, çocukları da okuldayken kazıyordu duvarı. İlkin tırnakları ile kazmaya başlamıştı.
Sonradan sapı kırık çatalla sürdürdü işini. Çıkan sıva ve duvar tozunu da plastik bir kaba doldurup gizlice
çöp tenekesine boşaltıyordu her akşam. Sabahları her zamanki gibi erkenden kalkıyor, sofrayı kuruyor,
kahvaltıyı hazırlıyor, sonra bulaşıkları yıkayıp evi topluyordu. Ama iki günden bu yana (duvarı iki gün önce
kazmaya başlamıştı), içinde durup dururken bir sevinç, bir umut kıpırdayıveriyor, yaptığı iş o an
kolaylaşıyordu sanki.

İçinde süpürgelerin, cilâların, faraşların ve çamaşır sepetiyle sabunların durduğu odaya ondan başka
giren olmuyordu pek. Ama gene de kazdığı deliğin önünü büyük çamaşır sepetiyle kapatıyordu Nebile. Kırık
çatalı da sarı renkli ekmek kutusunun altına gizliyordu.

Her sabah o gün pişireceklerini almak için evden çıkıyor, manava, kasaba, bakkala, gidiyordu. İstese
o zaman kaçıp, bir sokağa sapar ve kaybolabilirdi. Ama o istemiyordu böylesini kaçıp kurtulmanın. Bir kere,
hep elleri dolu oluyordu sokakta. Örneğin bir sabah kolunun altında bir koca lahana, filesinde sıkma
portakalı, patates ve daha kıyması varken aklına gelmişti bir sokağa sapıp kayboluvermek. Yapamadı,
istemedi canı. Eve dönüp lahanadan dolma sardı.

Duvarın öte yanında mutlu, düzenli bir yaşamın sesleri geliyordu kulağına. İlkin duvara dikkatini bu
sesler çekmişti zaten. O, duvarın öte yanındaki mutlu yaşama karışmayı aklına koymuştu. “Dayanamazsam
çocuklarımı da alırım yanıma” diyordu.

Eskisi gibi veremiyordu kendini ev işine. Tavandaki örümcek ağlarını görür görmez alırdı, şimdi
bırakıyordu.

O sabah kocası işine giderken,

-Gene kopmuş benim açık mavi gömleğin yakasındaki düğme. Bak geç kaldım, hay Allah kahretsin,
diye söylendi.

-Aman bugün ne yemek yaparsan yap, ama dolma sarma, dolmadan bıktım, gına geldi, dedi.

-Nebile, bir berbere gitsene. Saçların çok biçimsizleşmiş, haydi Allahaısmarladık, dedi.

111
Çocuklar da harçlıklarını alıp okula gittikten sonra Nebile sofrayı topladı, bulaşıkları yıkadı. Eline
filesini alıp çarşıya gitti. Manavdan orta boy bir karnabahar, kasaptan bir kilo dana pirzolası, bakkaldan da
bir paket Sana ile fiyonk makarna aldı.

Eve gelince paltosunu kapının yanındaki asacağa astı. Ayakkabılarını çıkarttı, terliklerini giydi.
Karnabaharları suda haşladı. Ufak parçalara ayırıp üstüne zeytinyağı, limon, tuz koydu. Soğusun diye bıraktı.
Bir tencere su kaynatıp fiyonk makarnayı içine boşalttı.

Sonra gitti, aynaya baktı, eliyle saçını düzeltti. “Yarın berbere gidip yaptırırım” dedi.

Öğlen yemeğinden sonra kocasına;

-Aydın Sineması'ndaki film çok güzelmiş, gazetede okudum. Yeni dalga Fransız filmiymiş. Bu
akşam gidelim mi? diye sordu. Kocası ona inanmaz bakışlarla baktı.

-Aman Nebile, başımı kaşıyacak vaktim mi var sanıyorsun? Zaten akşam eve yorgun geliyorum. Bir
sinemaya gitmek eksikti. Fransız filminden zaten nefret ederim. Hem televizyon var ya, dedi. Pabuçlarını
bağlayıp işine gitti.

Nebile bulaşıklan yıkadı. Karnabahar salatasının kalanını buzdolabına koydu. Ekmek kutusunun
ardından sapı kırık çatalı aldı. Süpürgelerin, faraşların, cilâların ve sabunların durduğu küçük odaya gitti.
Çamaşır sepetini yana çekip bıraktığı yerden duvarı kazmaya başladı. Bir insanın geçebileceği kadar bir
delik kazıyordu Nebile. Öte yana varmasına az kalmıştı. Delik açılınca, sürünerek duvarın öteki yanına
geçmek mümkün olabilecekti. Topuklu terlik sesleri duyuluyordu öte yandan.

“Üstü devekuşu tüyü ile süslü, ince topuklu terliklerden giyiyor olmalı evin hanımı” diye
düşünüyordu Nebile. Koşan, oynayan bir çocuğun sesi de geliyordu kulağına.

Kapı çalındı.

Nebile olduğu yerde kalıverdi. İlkin her şeyin sona eriverdiğini sandı. Avuçlarının içi terledi. Sonra
kendini toparladı, deliği çamaşır sepetiyle kapattı. Üstünü başını eliyle silkeledi, gitti kapıyı açtı.

Gelen bir arkadaşıydı. Saçlarını yeni yaptırmıştı besbelli. Güzin'di adı.

-Yoksa uyuyor muydun, Nebile? Geçerken bir uğrayayım dedim. Bir kahveni içip kalkacağım.

- Yok canım, ne uyuması. Benim de canım sıkılıyordu. Ne iyi ettin de geldin Güzin!

Karşılıklı oturdular.

-Biliyor musun Nebile, bahar geldi, günler uzadı ya, evde oturamaz oldum. Ev işi biter bitmez
atıyorum kendimi sokağa.

-Ben de çok bunalıyorum evde Güzin, dur kahveyi yapayım da geliyorum.

112
-Bugün rosto yaptım. Çok güzel oldu. Sarmısaklı. Yanında patatesle havuç da pişirdim. Suyu çok
lezzetli çorba oldu. Hilmi değişik yemek istiyor. Ama rosto sıcakken kesilince dağılıyor.

Aklında olsun Nebile soğuyunca keseceksin.

-Güzin, fincanı kapatıyorum.

-Perdeleri nasıl yıkıyorsun, Nebile?

-Bir gece önceden deterjanlı suya bastırıyorum. Ertesi gün de üç su daha yıkıyorum. Durulama
suyuna dört tane kesmeşeker atıyorum ki kolalı gibi olsun.

-Nebile falında yol çıkmış. Vallahi, bak işte. Kısacık bir yol. Açılmak üzere.

Güzin gittikten sonra Nebile kahve fincanlarını yıkayıp rafa koydu. Sonra doğruca faraşların,
süpürgelerin durduğu odaya gitti. Çamaşır sepetini yana çekip yeniden duvarı kazmaya başladı.

Duvarın öte yanından hafif bir müzik sesi geliyordu. Evin hanımı tıkır tıkır yürüyordu.

-Oğlum, ellerini yıka, şimdi baban gelecek, seni temiz görsün, dedi evin hanımı koşup oynayan
çocuğa.

Nebile delikten çıkan duvar parçalarını plastik kaba doldurdu. Deliği çamaşır sepeti ile örttü, odadan
çıktı.

Önce çocuklar okuldan geldiler. Sonra kocası geldi. Nebile mutfakta akşam yemeğini hazırlıyordu.
Kocası,

-Bu akşam iyi bir hamam yapıp yatayım, dedi. Nebile ertesi sabah berbere gitti.

-Saçım uçlardan kısalmadan düzeltilecek, yıkanıp mizampli olacak, dedi.

-El ve ayak tırnaklarım da yapılacak, dedi.

Saçı kurutulup, ayak tırnakları yapılırken çok şey düşündü. Eve dönünce, öğlen yemeğini ısıtıp
sofrayı kurdu.

Öğleden sonra, kocası işine gittikten sonra, kolsuz siyah elbisesini giydi. Güzel bir elbiseydi bu.
Nişanlarda ya da yılbaşında giyerdi onu Nebile. Dardı. Duman renkli külotlu çorapla, yüksek topuklu
pabuçlarını da giydi.

Aynaya bir baktıktan sonra, çaydanlığa musluktan su doldurdu. Salondaki çiçekleri suladı. Bir
devetabanı vardı, en iyi o büyüyordu. Yerini sevmişti.

Büfenin üstünde duran saati kurdu. Halıların saçaklarını, perdelerin kıvrımlarını düzeltti. Çocukların
odasına baktı, her şey yerli yerindeydi. Buzdolabından bir bardak su içti, bardağı çalka- layıp rafa koydu.

113
Kocasına bir not bırakıp bırakmamayı düşündü. Hiçbir şey bırakmamaya karar verdi. Belki de kimse
yokluğunun farkına varmazdı bile...

Nebile sapı kırık çatalı duvara bir iki kez sürttü. Duvar zar kadar incelmişti, bir delik açıldı. Nebile
sessizce deliği büyüttü. Delik, geçebileceği kadar olunca sürünerek öte yana geçti, ardından da çamaşır
sepetini deliğin önüne çekti.

Bundan böyle faraşların, süpürgelerin, cilâların ve sabunların bulunduğu odadaki deliği kimse
göremezdi.

Nebile sürünerek kapkaranlık bir odaya çıkmıştı. Gözü karanlığa alışınca çevresine baktı. Burası
geldiği ufak odanın eşiydi. Anlaşılan başka bir iş için kullanılıyordu. Faraş, süpürge ya da çamaşır makinesi
gibi bir şeyler göremedi, Nebile. Köşede bir musluk vardı. Nebile kapının yanına girdi, dışarıyı dinlemeye
başladı. Evin hanımı arada odanın önünden geçiyordu. Zaman geçti. Kapı çalındı. Evin hanımı kapıyı açtı.

-Hoş geldin, Selahattinciğim, dedi.

-Al çantamı, çok yorgunum, bugün canım çıktı. Akşama ne yemek var? dedi evin beyi.

Nebile karanlık odanın bir köşesine büzülüp oturdu. Kendi evinden de karışık sesler gelmeye
başlamıştı. O yana hiç kulak vermedi.

Çok sonra karanlık odanın kapısı açıldı. Işık yandı. Gelen Selahattin Bey’di. Nebile büzüldüğü
köşeden doğruluverdi. Selahattin Bey, Nebile’yi görünce çok şaşırdı. Olduğu yerde kalakaldı.

Nebile,

-Bağışlayın, evimi terk ettim, bu odaya sığındım, dedi.

Selahattin Bey,

-Burası benim karanlık odam, fotoğraflarımı banyo ederim burada. Benden başka kimse giremez bu
odaya. Hafta sonları burada fotoğraflarımı banyo ederim. Benim de merakım bu, dedi.

Sonra aklına geldi,

-Siz yemek yemiş miydiniz? diye sordu. Selahattin Bey uzun boyluydu. Bıyıklıydı. Nebile'ye
gözlerini kısıp bakıyordu.

Selahattin Bey, Nebile'ye gizlice iki dilim ekmekle soğuk dil getirebildi. Mendiline sarıp cebine
gizlemişti. Nebile dilli ekmeği yerken Selahattin Bey hep ona bakıyordu. Nebile de tuhaf bir heyecan,
ürpermeye benzer bir şey duydu, onun kendisine gözlerini kısıp da bakmasından.

O günden sonra Selahattin Bey evdeki zamanının çoğunu karanlık odada geçirmeye başladı.
Nebile'ye yiyecek, su getiriyor, oturup uzun uzun fısıltıyla konuşuyorlardı.

114
Nebile eski yaşantısını anlatmıştı ona. Çok yakın duyuyordu kendini Selahattin Bey'e. Böylesine
beslenip bakılmak hoşuna gidiyordu.

Selahattin Bey anlatıyordu;

-On beş yıllık evliyim. Feriha beni hiç anlamıyor. DünyaIarımız çok ayrı. Ben akşam işten yorgun
dönersem o gezmek ister, benim canım bir yere gitmek isteyince o yorgun olur. Her sabah Ömer'i alıp
alışverişe çıkar, yemeklik bir şeyler alır, işte sen o zaman tuvalete gidersin, diyordu.

Nebile, Selahattin Bey'in yakın arkadaşı oldu sonunda. Selahattin Bey ona gizlice son moda
elbiseler, kokular, incecik kül rengi çoraplar, altı poliüretanlı ayakkabılar, doğum kontrol hapları, arasıra da
çiçek getiriyordu.

Karanlık odanın bir köşesine ip gerip, elbiselerini oraya asmıştı Nebile. Öteki köşeye de bir yer
yatağı yapmışlardı. Mutluydular.

Nebile gündüzleri Feriha Hanım'ın ev işleri ile uğraşmasını dinliyordu, uzandığı yerden.

Sabahları geç kalkar olmuştu. Her gece geç zamanlara dek Selahattin Bey'le beraber oluyorlardı.
Selahattin Bey, flaşlı makineyle Nebile'nin poz poz renkli resimlerini de çekip banyo ediyordu.

Selahattin Bey'i karısından çok kıskanıyordu Nebile. Selahattin Bey, onun yanından çıkıp karısının
yanına gidince, kulağını kapıya dayıyor, ne konuştuklarını duymaya çalışıyordu. Ama yatak odası uzaktaydı.
Arada koridor vardı. Hiçbir şey duyulmuyordu.

Selahattin Bey,

-Bizim evliliğimiz çoktan ölmüş. Ben senin yanındayken yaşadığımı anlıyorum. Ne diye boşu
boşuna üzersin kendini bilmem ki, diyordu.

Nebile'nin Feriha Hanım'la ilgili çok merak ettiği şeyler vardı. Kendi kendine düşünüyor, kafasında
birtakım şeyler kuruyor, sonunda dayanamayıp Selahattin Bey'e soruyordu.

-Çok merak ediyorum Selahattin, karın bulaşıkları ne ile yıkıyor? Çiti ile mi yoksa Pril ile mi
yıkıyor? Ne olur söyle bana. Düşüne düşüne aklımı oynatacagım yoksa, diyordu.

Selahattin Bey bilemiyordu bir türlü karısının bulaşıkları ne ile yıkadığını.

-Önemli mi bunu bilmek senin için Nebile? Bunları niçin düşünüyorsun ki? diyordu.

Nebile sonunda,

-Benim için bulaşıkların ne ile yıkandığı, çamaşır tozunun markası, mutfakta kullanılan yağın cinsi
çok önemli, Selahattin. Sen anlayamazsın bunu. Bunlar benim tüm yaşamımdı. Etkilerinden kurtulamıyorum,
diyordu.

115
Selahattin Bey hiç dayanamıyordu Nebile'nin üzülmesine, düşünüp durmasına. Bu kadının derin
düşünceleri büyülüyordu onu âdeta. Karısının kullandığı ev gereçlerinin adlarını bir bir öğrenip Nebile'ye
söyledi.

Nebile'nin gözyaşı döktüğü de oluyordu Feriha Hanım'ın yüzünden.

-Ah Selahattin, diyordu. Ah bizim sevgimiz hep böyle karanlıkta mı kalacak?

O zaman Selahattin Bey şöyle diyordu, Nebile'ye:

-Zaten dargın gibiyiz. İnan bana üç aydır elimi sürmedim ona. Bu işi öğrenirse hiç ayrılmaz,
süründürür bizi. O da bir şeyden kuşkulanıyor.. Dikkatli olmamız gerekli. Sabret.

Nebile, geçen zamanla duvarın öte yanındaki eski evini yavaş yavaş unutmuştu. Arada, daha çok
geceleri, oradan gelen seslere kulak kabarttığı oluyordu. Kocasının gür sesini duyuyordu çoğunluk.

-Ah diyordu kocası, yanık yanık, gelen dostlara. Ah, ne iyi kadındı. Yaşamından da memnun
görünürdü. Çok severdi beni, çok. Her sabah işe giderken koşar yanıma gelir. Metin, temiz mendilini
unutma, derdi. Namuslu kadındı. Aldattılar onu. Gazeteye ilan verdim. Nebile evine dön, diye. Belki okur da
gelir. Ah Nebilem, ah, diyordu.

Çocukları okula gidip geliyorlar, evde işler onsuz da yürüyordu. Kocası gündelik işleri yapacak bir
kadın tutmuştu.

Nebile mutluydu mutlu olmasına. Bütün gün dinleniyor, yüzünü losyonla siliyor, tırnaklarını
törpülüyor, Selahattin Bey'in hediye ettiği siyah dantel geceliğini giyiyor, yatağın üstüne uzanıp karanlık
odadan çıkıp evin içine geçeceği günü bekliyordu.

Hikaye Örneği 2

“Lüzumsuz Adam”

SFA

Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en
sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile... Mahallemden pek memnunum. Yedi senedir çıkmadım
oradan desem yeri. Hiç bir dostum da nerede oturduğumu bilmiyor. Mahallem dediğim; şu yedi senedir -üç
ayda bir Karaköy'e inip dükkan kirasını almak bir yana- yaşadığım yer, üç dört sokak içindedir.

Mahallem, birbirine müvazi sokaklar, bu sokakları diklemesine kesen bir diğer sokak, bir de bunlardan

116
bütün bütüne bağımsız, -ama sokak sayılmayacak kadar dar, kısa- benim sokağımdan ibarettir. Ben bu
sokaklara, önemliliklerine göre, 1, 2, 3, 4 numaralarını taktım. Kendi sokağım numarasızdır. Onu
numaralamağa elim varmadı.

Oturduğum apartmanın altında bir süyçü, onun karşısında iki marangoz vardır. Marangozlara hiç işim
düşmedi. Nasıl geçindiklerine şaşar kalırım. Akşamlara dek uğraşırlar. Demek herkes benim gibi değil : Öyle
ya, tam kırk sekiz senedir marangoza işim düşmesin. İstanbul'da marangoza işi düşecek insanlara şaşar
kalırım. Hem de şu İstanbul denilen yerde kimbilir kaç marangoz vardır?

Sabahları kalktım mı, koşarım doğru bir kahveye. Bu kahve tertemiz, yedi, sekiz masadan ibarettir. Sessiz
insanlar gelir, gider. Bir köşede bezik, kaptıkaçtı, satranç oynarlar. Sahibi Frenkle Yahudi kırması bir
hatundur. Dünyalar kadar iyi bir kadındır. Kahvesine girer girmez :

"- Bonjur mösyö" der, "komantalevu?"

Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini
anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy'ların arasına bir iki tane de no yerleştiririm.
Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım
kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lugata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı yeniden
okuduğum zaman, "vay anasına" derim.

Madam :

"- Ön kapuçina?" der.

Ben :

"-Peki" derim önce.

Sonra Fransızca olsun diye, sesa'yı yapıştırırım. Madam, pek sevinir. Başlar kapuçinasını nasıl yaptığını
Almanca anlatmaya :

"-......."

On bire doğru küçük yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin
önüne düşerim. Oradan Fransızca bir resimli mecmua alırım. Koltuğumun altında mecmua, kütüphaneden
çıkar çıkmaz, hemen dalarım bizim sokağa. Oh! ne rahatımdır girer girmez. İnsanları başkadır bizim
sokağın; bu tramvay yolu insanına benzemez. Korkarım bu tramvay yolu insanından.

Çoğu gün canım yemek istemiyor şimdi. Bizim mahallede bir işkembeci vardır. Temiz adam, çorbası da
117
iyidir. Dükkanı ötedeki pis işkembeci dükkanlarına benzemez. Kaseleri antika, işkembesi de kar gibi
beyazdır.

"- Terbiyeli mi olsun, Mansur bey?" der.

"- Terbiyeli olsun, Bayram" derim.

İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci benim için Bayram'dır.

"- Sirke, sarımsak koyayım mı, Mansur bey?"

"- Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı. Bir limon alsın çocuk, sıkıver."

"- Sizin geçen günkü limonun yarısı duruyor."

"- Yok be?"

Bayağı sevinirim limonumun yarısının durduğuna. Bayram da bayağı çocuk gibi limonu sakladığına, beni
sevindirdiğine sevinir.

"- Hepsini sıkayım mı yarım limonun, Mansur bey?"

"- Sık, sık, Bayram! Ekşi olsun şöyle."

Ekşi ekşi çorbayı içer, odama çıkarım. Kamusu Fransevi karşımda, satın aldığım mecmuanın resim altlarını
Türkçe edeyim derken uyuyakalırım. Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir.
Evimden çıkar, sağa sapar, bir numaralı sokağı geçer, tramvay yolunu yürür, hemen soldaki bizim bir
numaralı sokağa paralel iki numaralı sokağa sapıveririm.

Bu sokak çamurlu, pis, dar bir sokaktır. Sağ tarafta bir bar, sonra bir ekmakçi, ekmekçiden sonra bir lokanta
gelir. Bana da öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvelerle yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik,
garip adamlarla kadınlar geliyor. Orayı da geçince bizim sokağın başına sapmış olurum. Sokağı döner;
yemişçi kadına, "Merhaba" derim. "Merhaba bey" der. Gözleri pek güzeldir. Sağdaki sokağa sapıp
sapmamakta tereddüte düşerim... Neden mi?

Anlatayım : Bu her akşamki gezintilerimden birinde... İnsan gezinirken etrafına bakacak, ağır ağır
yürüyecektir elbette. Bütün bunları yapamam işte. Bu sokağa girince hızlanır, önüme bakarak yürür;
kızgınmışım, bu sokaktan da geçmeye mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım:

Efendim, buradaki evlerin birinde, ağzı burnu yerinde, -bir gözünde tavuk karası vardır ama, zararı yok!-
118
eski kadınların dediği gibi, ellerinin üstüne fındık oturtulacak kadar yumuk yumuk elli, büyük memeli,
entarisinin göğse açılan yerinde hafifçe kirli esmer bir ayrılıp, birleşme, hoppa mı hoppa bir Yahudi kızcağızı
vardı. Çift kanatlı bir pencerenin önünde oturur, bir şeyler dikerdi. Bazan kapının önüne çıkar, saatlerce sağa
sola bakar, adam bulursa çene çalardı. Bir de kalın kalın, yere sağlam basan bacakları vardı. Yahudinin
esmeri de başka türlü güzel oluyor... Ne öpmek isterdim bacaklarından şu kızı bir defacık ömrümde.

Bir gün mahut sokağı aşağıya doğru inmeye başlamıştım. Yahudi kızı kapının önündeydi. Karşısındaki
marangoz da kapısının önünde. Tam hizalarına gelince marangoz karşıma dikildi :

"- Bana baksana" dedi. "Lop incir! Bir daha buradan geçersen gözünü patlatırım."

O günden sonra da bu sokaktan geçmek dileği benim için dayanılmaz bir şey olmaya başladı. Ama ilk
günleri akşam gezintilerimde oradan geçmek arzusuna dayanmak için ne çarpıntılar geçirdim! Ha şimdi
patlatacak gözümü marangoz, ha şimdi!.. Ne günlerdi o günler!.. Senelerden beriş bu nevi çarpıntılara
yüreğimi kapamıştım. Nabzım günlerce bir tek vuruş fazla atmazdı. Onu da sayardım. Hep altmış üç, hep
altmış üç. Altmış ikiye indiği de olurdu. "Yürürken normalini bulur" derdi doktor arkadaşım. Durup da
sokakta nabzımı sayamam a!.. Ama şöyle bir dinlenip; bir kapuçina çektim, sağda solda bana bakan insan
görmeyince, gizlice saatimi çıkardım mı, tamam : Altmış üç. Ne bir kadın yüzüme bakar, ne bir portakalın
beş kuruştan yirmi beş kuruşa fırlaması beni ilgilendirirdi. Beş kuruşsa yerdim. Yirmi beş kuruşsa, portakala
da elveda! Üç numaralı sokağa da. İstanbul'a olduğu gibi, darıldıktan sonra akşam gezintilerim bir zaman
tadını kaybetti. İki sokak içinde mahpus gibi oldum. Ama sıkılmadım. Mahallem gerçi sakindir, sakindir ama
civcivlidir de. Oturanların yarısı levantenle Yahudi olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele
Yahudiler!.. Ne iyi, ne tatlı, ne civcivli, ne hayatı seven insanlar!.. Mahallemin Yahudileri öyle pek zengin
takımı değil, daha doğrusu benim zenginlerle alış verişim yok. Portakalcım benden kırk para fazla kopardığı
gün, dünyanın en sevimli insanıdır. İsmi de Salamon'dur. Pahalı bulup da bir şey almadığım zaman,
arkamdan ne fena fena bakar, ne de olmayacak bir fiyat verdiğim zaman homurdanır. Aksine bana hak verir.

Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastahanesinin pencerelerine dallı bir perde çekilince
anlarım. İçerinin tatlı sarı ışığı yanar. İlkin madam yakar elektriğini. Sonra Salamon diker mumunu portakal
sandığına. Sonra lakerdacı üç yüz mumluk ampulünün fişini takar prizine. Sıklamen renkli kırmızı soğan
kesilince dudak boyası, tırnak cilası güzelliği ile parlar. Lakerda, şişman, esmer bir Rum kadınının kaba ve
oyluk etleri gibidir!..

Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle mahallem sokulur. Zavallı sokağım!

Bir numaralı sokakta iki tane sazlı meyhane vardır. Onların önünde taksiler bekler. Taksilerin önündeki hep
yıldırım düşmesin diye takılmış paratönerdir sandığım, anten olduğunu öğrendiğim halde gene ilk görüşte
aldandığım, o beyaz parlak maden sopa, yağmurda bir şimşek gibi parlar.

Kocaman hayvan, otomobilin bu küçük kuyruğunu; onun isterik, tehditkar sallanışı pek severim.
119
İşkembecinin karşısında yağmurun altında durur, şapkamı kulaklarıma geçirir, sanki uzak kadınsız bir
memleketten buralara düşmüşüm de, beraber geceyi geçirecek, derdimi paylaşacak bir kadın arıyormuşum
gibi kocamanlaştığını tahmin ettiğim fena gözlerimle, gelen geçene bakar dururum...

On dakika sonra benden çok yaşlı bir adam geçer. Bu adam iri yarı bir adamdır. Kır bıyıklıdır. Saçları hiç
dökülmemiştir ama, beyazdır. Şoförler onu görünce :

"- Vay beybaba, merhaba" derler.

O:

"- Merhaba, evlatlar" der.

Sonra Fuzuli'den beyitler okur. Şoförler, adam gittikten sonra :

"- Okumuş adamdır" derler. "Ama huyu kötü : Küçük kızlara düşkün. Hem küçük, hem de en adisinden
olmazsa alıp gitmez, enayi!"

Adam, karşıki gazinoya yollanır. Az sonra ben de oraya giderim. O, tam saz takımının karşısına geçer oturur.
Üstü başı gayet temizdir. Elleri, saçları, bıyıkları itinalıdır. Gözüküşü elliden fazla değildir. Küçük şanoda
bir, iki, üç, dört, beş kadın vardır. Beybaba en gençlerine diker gözlerini. O kadın beybabaya kokteyl
ısmarlatır. İçine dört beş damla tuvalet ispirtosu damlatılmış nar şerbeti getirirler. Bir daha getirirler. Adam
ortada hizmet eden yusyuvarlak, gözleri tatlı, sıcak kızı çağırır, kulağına bir şeyler söyler, sonra artık bu
adam uyumaya başlar. Masaya dirseğini yaslar, uyur. Yalnız, gözlerine siyah gözlük takmış, kısık kadın
seslerinin arasına, arasıra çatlak, fakat usule uygun bir ses fırlatan kemancı, taksime giriştiği zaman gözünü
açar. "Allah, Allah!" diye haykırır. Garson Bekir anlatırdı : Beraber gittiği kadınların göğsüne başını kor,
ağlar, uyur, şarkı söyler, şiir okurmuş. Bu beş fiilden bir altıncısı -mesala gülmek- hiç olmazmış. Adam sonra
gene uyur. Artık meyhaneye yıldırım gibi giren bir bilmem ne mahallesinin meşhur hergelesinin bilmem kim
için attığı naraya bile kulak asmaz; meyhanenin birbirine girdiği, Laz meyhane sahibinin bir iki külhanbeyini
yakalayıp sokağa attığı, meyhanenin camının kırıldığı akşamlar, o uyur. Hatta bazı geceler, içeriye yağmurla
karla birlikte giren genç irisi, pek şişman, yanakları, boynu, saçı, bıyıkları, paltosunun yakası yağ içinde
zurnacının pantalonunun düğmelerini ilikleyerek ihtiyar, bitkin hanendelerden birinin boş bıraktığı, yahut
onu görünce nezaketen, belki de meslektaşlık gayretiyle kalktığı iskemleye kurulup da zurnasını korkunç bir
sesle üflediği zamanlarda bile uyanmaz. Bu zurnacı saz yerinin son numarasıdır. Saat on bire doğru gelir. İki
kalın, kısa şişman bacağın üzerindevücudunu tarta tarta yürür, yakası kadife paltosunu çıkarır; salonun bir
köşesine kor, kör kemancıya selam durur. Dümbelekçi, zurnacının selam durduğunu kemancıya fısıldar.
Yüzü, hanendelerin arkasında pek seyrek görülen kanuncunun biraz evvel tıraş olup şap sürdüğü gergin yüzü
birdenbire bir milyon yerinden buruşur... Zurnacımız da sandalyesine oturmuştur. Pantolonunun ön
düğmeleri yok mudur? Yoksa şişmanlıktan her zaman mı kopar? Orasından yeşil kaşkolunun püskülleri
çıkar. Görenler güler. Gazino sahibi başıyle, gözüyle işaret eder. Zurnacı mahçup ayağa kalkar. Dakikalarca
120
arkası müşterilere dönük, pantolonunu toplar, gene oturur, bir zaman etrafına bakar. Sonra cebinden bir
tabaka çıkarır. Sigara saracak sanırsınız, hayır, zurnasının kamış düdüklerinden birisini alır, onu yerine kor,
ötekini alır, en münasip olanını, yahut da en iyisini bu akşam için çıkaracakmış gibi yapar. Ben hep bu sırada
kalkarım.

Yedi senedir bu sokaktan gayri İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döğeceklermiş, linç
edeceklermiş, paramı çalacaklarmış -ne bileyim, bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yelerde
bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir,
ne kadar birbirine yabancı adamlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine
giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl
birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?

Mahalle gene ne olsa mahalledir. Benim dükkan yanabilir, aç da kalabilirim. Ama bana öyle gelir ki, şu
öğleleri limonlu, terbiyeli işkembe çorbasını içtiğim işkembeci beni ölünceye kadar besleyecek. Portakalcı
Salamon, çürük portakallarını çıplak Yahudi çocuklarına nasıl dağıtıyorsa, ben geçerken de avucuma iki tane
koyacak. O günler belki elbiselerim çok eski olur da, içeriye almaz ama; pastahanenin madamı, kapısının
önünde bana bir kapuçina içirir.

Bunlar hayal ama, mahallemi ben böyle seviyorum işte! Hele eski tanıdıkları hiç görmek istemiyorum.
Arasıra mahallede onlardan birine rastlıyorum :

"- Vay! Sen buralarda, ha?"

Boynumu büküp, "Ne yapayım?" der gibi bakıyorum.

"- Kim bilir ne dalgan vardır" diyorlar.

Sonra :

"- Ulan! Serserilikten vazgeçmedin gitti."

Serserilikten değil, kendimden geçtim ama, dert anlatamıyorum. Kimi :

"- Bilirim seni, hınzır, gene kimin peşindesin kimbilir?" diyor.

Kendi peşimi bile bıraktım. Ama o marangozun dostu, bir gözüne karatavuk oturmuş, elleri çukur çukur,
esmer Yahudi kızına bayılıyorum. Kim bilir ne tatlı yerleri, ne kokulu tarafları vardır, kalın bacaklarından
gayrı.

Dün mahalleden şöyle bir çıkmaya karar verdim. Unkapanı'ndan vurup Şişhane'ye çıktım. İstanbul bayağı
121
değişmiş. Şaşırdım kaldım. Hoşuma da gitti bir bakıma :

Temiz, asfalt, kocaman yollar... O su kemeri ne güzel şeymiş meğer! Nedir o ta bir kilometreden takızafer
görünüşü! Yanında Gazanferağa medresesi şipşirin, bembeyaz. Parklar, ağaçlar gördüm. İnsanlar gördüm.
Ürkek ürkek dolaştım. Kıztaşı'na kadar uzandım. Fatih'ten aşağıya yürümeye başladım. Saraçhane'ye vardım.
Baktım bir binanın tepesine yıkıcılar çıkmış, yıkıyorlar. Şuralarda bir hamam vardı dedim, kendi kendime.
Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bir hamamda yıkanmak kaşıntısı geldi.

Ne olursa olsun, artık kepazeliği ele aldık, onu da söyleyeyim : Yedi senedir yıkanmamıştım. Yıkanmak
aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi. Bir hamama girdim. Bir
yıkandım, bir yıkandım. Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat ettim. Aman bir terlemişim, bir terlemişim!
Elimi nereye sürsem deri parçası mı, yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim, bir şeyler kaldı. Şaştım
kaldım insanoğlunun bu kadar çöröpü olmasına... Bayağı kabuk bağlarmışız.

Hamamdan çıkıp tramvaya atladım. Eve uğrayayım da sonra bir de Teşvikiye taraflarına gideyim diyordum.
Eve döndüm. Yatağıma şöyle bir uzanmamla uyumam, yirmi dört saat uyumam bir oldu. Uyandığım zaman
saat ertesi gün iki idi. Aşağı yukarı tam yirmi saat uyumuşum. Doğru işkembeciye koştum.

Bayram :

"- Maşallah, renginiz pek iyi, Mansur bey" dedi.

Söyleyemezdim a, "hamama gittim" diye. Çorbama sarımsak koydurtmadım. Gezinti yaptım. Hava
kararırken Maçka'ya vardım. Oralar da bir başka alem... Dönüşte, yedi sene daha mahalleden dışarıya
çıkmamaya karar vereyim dedim, olmadı. Bu başımı döndüren iki günlük hayattan, şaşkına dönmüştüm. Bir
ara ne düşündüm, bilir misiniz? Şu bizim dükkanla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım?
Orada, dışarı siparişlerini gören kız vardı ya -hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. Bir sene sonra da
öleyim.

Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek'le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum
kanapeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.

Sait Faik ABASIYANIK

122
“Lüzumsuz Adam”da Yalnızlığın Toplumsal Dolayımı Hamdi Atılgan

İster varolmanın açılımı, yaratıcılık olanağı, kısıtlayıcı bağlardan uzaklaşma olarak, ister varolmanın
dayanılmaz kapanımı, özyıkımın hazırlayıcısı, ayakların basacağı zemin eksikliği olarak niteleyelim,
yalnızlık, kendiliğinden, ansızın tecelli eden bir varoluş hâli değildir; değişik tarihsel koşullardan, farklı
toplumsal bağlamlardan dolayımlanarak “kuvveden fiile” geçer.

Bu yazıda, Sait Faik Abasıyanık’ın dördüncü öykü kitabı olan Lüzumsuz Adam’ın (1948) aynı adı taşıyan ilk
öyküsünde ortaya konan yalnızlık hâlini, İkinci Dünya Savaşı sonrası İstanbul’unun tarihsel ve toplumsal
bağlamı içinde konumlandırmak amaçlanmaktadır. Georg Simmel’in metropolün öznelerin zihinsel
yaşamlarına etkisi üzerine geliştirdiği kuram ve Walter Benjamin’in aylaklığı kavrayışı, “Lüzumsuz Adam”
öyküsünün bağlamsallaştırılmasında nirengi noktaları olacaktır.

Sait Faik’in ilk üç öykü kitabı olan Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940)’ın oluşturduğu
birinci döneminden sekiz yıl sonra yayımlanan Lüzumsuz Adam, Sait Faik öykücülüğünde bir dönüm
noktası olarak görülmektedir. İlk olarak Mayıs 1947’de Varlık dergisinde yayımlanan ve kitaba adını veren
öykü de yazarın ikinci dönem öykücülüğünün temel niteliklerini göstermesi bakımından temsil edicidir.

Fethi Naci, Sait Faik’in Hikâyeciliği adlı kitabında Sait Faik öykücülüğünün birinci döneminin özelliklerini
şöyle saptıyor: “emeğe, emekçiye duyulan sevgi,saygı; insan sevgisi, insana güven; daha iyi bir dünya
inancı” (31). Fethi Naci’nin saptamalarına göre, bu dönemde olaylar köyde, kasabada, adada, yabancı
ülkelerde, vapurda, trende ve okulda geçer. Şehirde geçen öykülerin sayısı epey azdır. Öykülerin 26’sı
geçmiş zamanda, 28’i şimdiki zamanda geçer. 17 öyküde yazar kendini anlatırken, 37 öyküde köylüleri,
işçileri, çocukları, lumpenleri, varlıklı kişileri anlatır (21). Olaylar, kitabî bir şekilde anlatılır. Konuşma
dilinin anlatım olanaklarından yararlanılmaz (23).

İkinci dönemle birlikte şehir, Sait Faik öykücülüğünde birinci dönemde olmadığı kadar ağırlık kazanır.
“Lüzumsuz Adam” öyküsünde şehir, anlatıcının maruz kaldığı, kaçındığı, arzuladığı mekândır. “Lüzumsuz
Adam”, insanlarla iletişime girmek istemeyen, şehir insanından sakınan, hayatını üç dört sokaktan ibaret bir
mahallede sürdüren, bu mahallenin insanını seven fakat yalnızca gözlemlemeyi tercih eden bir adamın
öyküsüdür.

Mahalle ile şehre yüklediği anlamlar arasındaki karşıtlık, anlatıcının öznelliğinin oluşumunda toplumsal
mekânın kurucu bir öneme sahip olduğunu gösterir. Daha öykünün ilk paragrafında bu karşıtlık sezdirilir.
Anlatıcı, mahallesinden pek memnundur ve yedi senedir—dükkan kirasını almak için Karaköy’e gitmek
dışında—bu mahalleden dışarı çıkmamıştır. Yabancı olandan kaçmakta, kimse ile görüşmek istememektedir.

123
Hatta insanların yazılı bir şekilde kendisine ulaşmasını bile istememekte, posta müvezzilerinden bile
kaçmaktadır (9). Öykünün ilk cümlesi olan“Ben bir acayip oldum” (9), anlatıcının her zaman böyle
olmadığının ve bu durumun ona da garip geldiğinin işaretidir. Geçmişte kalmış aslî bir hâl vardır; şimdiki hâl
ise geçmişe göre bir sapma içermektedir.

Anlatıcı, şehirden kaçışını, korkusunu değişik vesilelerle tekrar tekrar dile getirir. Fransızca bir dergi almak
için çıktığı tramvay yolundan, yani İstiklâl Caddesi’nden hemen uzaklaşmak, mahallesinin sokaklarına geri
dönmek ister. Tramvay yolu insanlarından korkmaktadır (10). Bu korkunun nedenini hemen vermez, ama bu
insanların kendi sokağının insanlarına benzemediğini belirterek kendi sokağındaki insanları sevdiğini, en
azından onlardan korkmadığını ima eder. Başka bir yerde de İstanbul’a darıldığını söyleyerek (12)
darıldığının yalnızca insanlar değil, şehrin kendisi de olduğunu belirtir. Bu durum, şehirden kaçışın yalnızca
anlatıcının kişisel ilişkilerinin bozulmasından kaynaklanmadığını, bizatihi şehirde yaşamanın getirdiği
sorunların da bu kaçışta önemli olduğunu gösterir.

Şehrin başlı başına bir korku nesnesi olarak ortaya çıkışını anlamlandırmak için öncelikle öykünün geçtiği
tarihsel bağlam saptamak gerekiyor. Öykünün sonunda anlatıcının, şehirde dolaşmaya karar verdiğinde
gittiği ve “temiz, asfalt, kocaman yollar” (15) diye betimlediği yer, Şehzadebaşı ile Şişhane arasında uzanan
Atatürk Bulvarı’dır. Bu bulvar, Henri Prost’un 1937 yılında hazırladığı nâzım plân çerçevesinde yapılmış,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamlanmıştır (Tapan, 79). O hâlde Mayıs 1947’de Varlık’ta yayımlanan
öykü, 1945 ile 1947 tarihleri arasında bir dönemde geçmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, hem İstanbul, hem de tüm dünya için şehirlileşme açısından önemli bir
dönemdir. Dünyadaki metropollerin sayısı artmakta, üçüncü dünya ülkelerinde de yeni yeni metropoller
oluşmakta ve İstanbul gerçek bir metropol hâline gelmektedir. Şehirleşmenin gelişimi ile şehirlerdeki
nüfusun artışı da paralel gitmektedir. Savaş sonrasında, Türkiye’nin tüm şehirlerinin nüfus artış hızı yüzde 6
olmuştur (Tekeli 12). Bunun sonucunda büyük şehirlerde özellikle İstanbul’da köklü değişimler ve sarsıntılar
yaşanmıştır. İstanbul’da yapılan üretimin miktarı artınca, yapılan karayolları ile bu üretimin diğer yerlere
dağıtımı kolaylaşmış, bankacılık yurdun her tarafına yayılmış, Türkiye’nin kapitalistleşmesi sürecinde
önemli yollar alınmıştır. Toplumsal hayatta görülen hızlanma ve hareketlilik insan ilişkilerini de etkilemiştir.
Köylülükten ve geleneksel yaşam biçimlerinden kopuş toplumsal bir türdeşleşmeyi sağlamıştır. Şehir
deneyimi, bir yandan bireylerin eski yaşam biçimlerinden travmatik olarak kopmasına neden olarak
aynılaştırıcı bir ortak deneyim alanı oluşturmakta ancak diğer yandan da zaten sarsıcı olan bu ortaklığın
kendi çelişkilerini ve çatışmalarını üretmesine neden olmaktadır. İhsan Bilgin’in belirttiği gibi, “Toplumun
çeşitli katmanları, tarihin, kökenin, kültürün yüklerini, bariyerlerini görmezlikten gelerek, piyasa ortamının
canlılığı ve aynılaştırıcılığı içinde birbiriyle karşılaşabilmekte, kaynaşabilmekte ve de
çatışabilmektedir” (263).

“Lüzumsuz Adam” öyküsü de yukarıda anlattığımız sürecin başlarında geçmektedir. Anlatıcı, daha önce
kendisine ait hissettiği şehri artık kaybetmiştir. Bir cemaat gibi yaşadıkları, herkesin birbirini tanıdığı ve
birbirinden korkmadığı günler geride kalmıştır. Öyküde anlatıcı şöyle der: “Sanki döveceklermiş, linç
edeceklermiş, paramı çalacaklarmış –ne bileyim bir şeyler işte– gibime geliyor da şaşırıyorum” (15).
Anlatıcı, bu insan kalabalığında artık kendini garip hissetmektedir. Bunca yıldır yaşadığı yerin yabancısı
124
olmuştur. Şehrin yeni oluşan mantığını anlayamamaktadır. “Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar
böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar?” (15) diye merak etmektedir. Kendisine aşina gelmeyen ve her
biri birbirinden tamamen farklı olan bunca yabancı yüz kimlere aittir, aklı almamaktadır. Bu tür bir toplumsal
mekân, sevişmenin değil, birbirini küçük görmenin, boğazlamanın, kandırmanın mekânı olabilir ancak.
Yalnızca insan ilişkileri değil, binalar da değişmektedir. Eskinin kültürel mekânları birer birer gözden
kaybolmaktadır.

Anlatıcı, fiziksel olarak yer değiştirmeden yaşanan bir göç deneyimine maruz kalmıştır. Öznelliğin kendini
konumlandırdığı ya da içinde bulduğu anlamlarla kodlanmış fiziksel mekânda, bir kod bozumu gerçekleşmiş
ve aynı mekân yepyeni kültürel kodlarla yüklenip tekinsizleşmiştir. Yeni mekâna nüfuz edemeyen ya da onun
içinde eriyip akmayan öznellik, mekânın tamamen dışına da çıkamaz. Anlatıcının gövdesi, bu kimlik-mekân
örtüşmezliği içinde eski mekân ile yeni mekân arasında bir eşiğe dönüşür.

Georg Simmel, “Metropol ve Zihinsel Yaşam” başlıklı makalesinde şehir deneyimine maruz kalan kişinin, bu
deneyime karşı ne türden duygusal ve zihinsel tepkiler geliştirdiğini, kendini nasıl uyarla(yama)dığını
göstermeye çalışır: “Modern yaşamın en derin sorunları, toplumun egemen güçlerine karşı, tarihsel mirasın,
dış kültürün ve yaşam tekniğinin ağırlığına karşı, bireyin kendi varoluş bağımsızlığını ve bireyselliğini
koruma çabasından doğar” (83).

Öyküde doğrudan anlatılmayan, ancak sezdirilen bir gerçek vardır: Anlatıcı, yedi yıllık mahalleye kapanma
deneyiminden önce şehrin yeni hâline kapılmıştır. Şehir bir süre, arzulanan, içinde erimek istenen bir mekân
olarak görülmüştür. Şehrin yeni değerleriyle özdeşleşilmiştir. Ancak travmatik bir deneyim, şehrin arzulanan
yanından çok Simmel’in sözünü ettiği baskılayıcı yanının ağırlık kazanmasına neden olmuştur.

Vaktiyle yaşanmış olan şehir deneyiminin anlatıcının öznelliğindeki etkilerini daha iyi gösterebilmek için
Simmel’in makalesine biraz daha ayrıntılı bakmak gerekiyor. Simmel yeni şehir öznelliğinin oluşumunu
şöyle ifade ediyor: Şehirdeki yaşamın hızı ve hareketliliği, insanın duygusal yaşamının yoğunlaşmasına
neden olur. Uyaranların artması karşısında duygular artık yeterli olamaz. Kentli insan, dalgalanma ve
süreksizliklere karşı kendisini korumak için duyarlılığını en aza indirip zihinselliğini ortaya koyar. Duygusal
tepkilerden arınıp akılcı tepkiler vermeye başlar. Bu durumda insanlar için ayırt edici özellikler, niceliğe
indirgenmiş olur. Kent yaşamının doğurduğu insan için artık iyi, kötü, samimi, geçimsiz gibi özellikler
taşıyan insanlar yoktur; onların yerini biçimsel benzerliklerinin dışında hiçbir ortak özelliği kalmamış,
sayılara indirgenmiş insanlar alır. Dünyayı algılayış tarzının salt zihinselleşmesi, kişiler ve eşyaların kendi
aralarındaki ayrımların yok olmasına neden olur. Bu durum da insanlarda kayıtsızlık ve kanıksamışlık
duygusunu tetikler. Bu insanda, artık niteliğe ilişkin soruların yerini “kaç para?” sorusu almıştır. İnsanların
sayısının artması, ister istemez ilişkileri sevgi ilişkisinden sakınma ilişkisine dönüştürür. Bir kasabada,
karşılaşılan her insana gösterilen içsel tepkinin şehirde gösterilmesi olanaksızdır. Bu kadar çok kişiye
gösterilecek yakınlık, bireyin bütünüyle atomize olmasına ve düşünemez hâle gelmesine neden olacaktır
(86-89).

Lüzumsuz Adam’ın sığındığı mahalle, bir yanıyla Simmel’in kasabası gibidir. Bu bakımdan anlatıcının
öyküde şehrin karşıtı olarak konumlandırılan mahalle ile ilişkisine baktığımızda öznelliğinin görünümünü

125
saptayabiliriz. Mahalledeki yerler ile şehri temsil eden yerlerin adlandırılması, bu iki yer arasındaki karşıtlığı
gösterir. Anlatıcı, oturduğu sokaktaki insanlardan söz ettiğinde “bizim sokağın [insanları]”(10) derken
İstiklal Caddesi’ndeki insanlardan söz ederken “tramvay yolu insanı” (10) demektedir. Sokakla kurulan ilişki
nitelikseldir; insanlarla sokak arasında aitlik bağıntısı vardır; halbuki caddenin aslî unsuru bir nesnedir:
tramvay. İnsanlar sokağa, sokak da bize aitken, şehirde insan, tramvay yoluna aittir.

Anlatıcı, mahallenin insanlarından söz ettiğinde “sevimli”, “sessiz”, “iyi” gibi niteleme sıfatlarını kullanırken
şehirdeki insanları bir sıfat tamlamasının öğesi olarak değil de bir isim tamlamasının öğesi olarak
kullanmaktadır: “tramvay yolu insanı”. Bu kullanımlar, şehir insanının nitelikten arındırılmış ve şehir
tarafından belirlenmiş nicel yaşamlarına uygundur.

Anlatıcının alımladığı şekliyle mahallede, ticarî hayattaki insanî ilişkiler zihinselleşmemiştir; yani bir hizmet
sunan kişi, müşterilerini birbirinden farkları olmayan ve yalnızca para sahibi oldukları için değer kazanan
insanlar olarak görmez. Bu kişi için her müşteri farklı bir özelliği olan insandır, henüz nesneleşmemiştir.
Örneğin işkembeci, anlatıcının önüne herkesin önüne koyduğu birörnek işkembe çorbasından koymaz, onun
limonlu içtiğini bilir ve o gelecek diye daha önce kullandığı limonu saklar (10). Bu tür insanîliğini
kaybetmemiş ticarî ilişkilere bir başka örnek de portakalcı Salomon ile olan ilişkisidir. Anlatıcı, portakalları
pahalı bulup almadığında portakalcı—şehirdeki portakalcılardan farklı olarak—arkasından fena fena
bakmaz. Aksine ona hak verir (12). Anlatıcı, mahallesindeki insanî ilişkilerden o kadar memnundur ki bir
gün beş parasız da kalsa işkembecinin, portakalcının, gittiği kahvenin sahibi madamın onu aç
bırakmayacağından emindir (15). Ancak bu ifadenin hemen ardından bir itiraf gelir: “Bunlar hayal ama,
mahallemi ben böyle seviyorum işte!” (15). Bu itiraf, övgüyle dile getirilen niteliklerin gerçekten var olup
olmaması meselesinden çok anlatıcının böyle tahayyül edilen bir mahalle imgesine ihtiyacı olduğunu
gösterir.

Bu bakımdan, anlatıcı-mahalle ilişkisi özne-nesne birliği üzerine kurulu değildir; özne ile bize aktardığı
mahalle arasında kapatılamaz bir yarık vardır. Mahalle ile ilişkisi iyi olmasına iyidir fakat yine de
mahalleden biri gibi değildir. Kendi isteklerini söylemek ya da evet / hayır demenin dışında anlatıcının
mahalleli ile konuştuğu görülmez. Mahalleli ile de yakın ilişki kurmaktan kaçınmaktadır. Mahalle ile şehir
arasındaki eşikte ikircimli bir konumda asılı kalan anlatıcı, her ne kadar şehirdeki eski hayatından
kaçtıymışsa da bu hayatın getirdiği alışkanlıklar onu bırakmamaktadır.

Örneğin şehir hayatının getirdiği sorunların en önemlilerinden biri olan, nesnelerin ve insanların tüm
niteliklerinden arındırılıp niceliğe indirgenmesi olgusuna anlatıcıda da rastlarız. Kendi sokağını
numaralamaya eli varmayan anlatıcı, mahallesinin diğer sokaklarını 1, 2, 3, 4 diye kolayca
numaralayabilmiştir. Bu sokakları falancanın oturduğu sokak ya da filan dükkanın bulunduğu sokak diyerek
adlandırmak yerine, onları hiçbir öznelliği olmayan numaralarla adlandırmayı seçmiştir.

Önceki günkü limonunu saklayan, müşteri ile ilişkileri henüz zihinselleşmemiş işkembecinin ismine verdiği
önem de aynı olgunun bir başka göstergesidir: “İsmi ister Bayram, ister Muharrem olsun, her işkembeci
benim için Bayram’dır” (10). Mahalledeki hareketleri, gezintileri hep hesaplanmıştır: “On bire doğru küçük

126
yokuşu çıkar, tramvay yoluna varır, sola döner, on beş adım atar, bir kütüphanenin önüne düşerim” (10) ya
da “Elifi elifine dört buçukta uyanırım. Dört buçuk gezinti saatimdir” (11).

Her ne kadar kendi eylemlerine dair zaman anlayışı nicel olsa da mahallenin içsel zamanı, günün geçişi nitel
terimlerle anlatılır: “Akşam olur. Akşamın olduğunu bizim madamın pastanesinin camlarına dallı bir perde
çekilince anlarım” (12). Nabzının düzeni bile şaşmaz burada. Mahalle nitel olanın, düzenin, şaşmazlığın,
tekrarın mekânıdır. Öyküdeki zaman kullanımı da bu nitelikle uyumludur. Anlatıcı, kendini ve mahalleyi
anlatırken çoğunlukla geniş zamanı kullanır. Şehrin her an sürprizlere açık yaşamına ın karşısında duran,
karşılık mahallenin değişikliğin az olduğu, her gün benzer olayların meydana geldiği döngüsel yaşamı ancak
geniş zamanla anlatılabilir.

Mahallenin alımlanışı konusunda buraya kadar ifade edilenler, modern hayatın getirdiği kamusal alanın
sınırlarının bir nebze daraltılarak mahallenin de özel alanın sınırları içine çekildiğini gösterir. Ancak bu
mekân, yine de eve dönüşmez. Mahalle, ev ile kamusal alan arasında bir eşiktir. Bir yanıyla evin uzantısı
gibidir; anlatıcıyı şehre oranla güvende hissettirir; ancak diğer yanıyla da tekinsizdir: Sokaklardan birindeki
lokanta, anlatıcıya “öyle gelir ki, bu lokantada memnu meyvalarla yemekler satılır. Her akşam aynı
melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti
yiyorlar” (11). Aynı kızdan hoşlandıkları marangozun sokağından geçerken de senelerden beri hissetmediği,
şehre özgü olduğunu sandığı çarpıntıyı hisseder: “Senelerden beri bu tip çarpıntılara yüreğimi
kapamıştım” (12). Şehrin en işlek caddesi ile şehrin çevresinin eşiğindeki ara mekânda bulunan mahalle, bu
anlamda anlatıcının arada kalmışlığını tekrar eder. Aynı anda düzenin, tekinsizliğin, şaşmazlığın, şaşkınlığın,
sıkıntının ve arzunun mekânı olur.

Mahalleli ve şehirli öznelliği arasında kalakalmış anlatıcının mahalledeki ve şehirdeki birçok kişiden farklı
olmasını sağlayan bir başka özelliği bu noktada devreye girer: aylaklık. Anlatıcı, geçimini Karaköy’deki
dükkânın kirası ile sağlamaktadır, başka bir iş yapmamaktadır. Walter Benjamin, Pasajlar adlı yapıtında
aylaklığın (flânörlüğün) toplumsal işlevini ortaya koymuştu. Görüşlerini, 19. yüzyılda Paris’in durumunu ve
Baudelaire’in bu durum karşısındaki konumunu ortaya koyarak örneklendirir. Aylak adam, şehrin
sokaklarında dolaşan, çevreyi gözlemleyen kişidir. Bir yandan sokaktaki kalabalığın parçasıyken diğer
yandan tek başınadır. Özgürlüğü kısıtlanmış kalabalık arasındaki özgür biridir. Çünkü işi yoktur; kapitalist
ilişkilerin getirdiği uzmanlaşma, işbölümü gibi süreçlerin dışına çıkabilmektedir. Böylece çalışmanın
getirdiği, kendi ürününe ve doğaya yabancılaşma gibi olumsuzluklardan da kurtulabilmektedir. Bu, şehre
gündelik ilişkilerin dışından bakabilmeyi de sağlar. Böylece şehir ile arasındaki ilişkilerde özne konumuna
geçebilmektedir. Benjamin, aylak adamın bu konumu kazanmasında pasajların önemli bir etkisi olduğunu
iddia eder. Pasajlar, 19. yüzyılda Paris’te otomobillerin çoğalması nedeniyle bulvarlarda insanlara yer
kalmaması sonucunda ortaya çıkan toplumsal mekânlar olmuşlardır. Bu mekânlar, aylak adamlar için
gözlemleme olanağı sağlamışlardır. Benjamin’e göre, vitrinleri ve insanları gözlemleyen aylak adamlar, o
dönem toplumunun kapitalizme karşı son direnişidir (113-21).

Acaba “Lüzumsuz Adam”daki anlatıcı, Benjamin’in tanımladığı anlamda bir aylak adam mıdır? 1850’lerin
Paris’i ile İkinci Dünya Savaşı sonrasının İstanbul’u arasında büyük benzerlikler vardır. Benjamin dönemin
Paris’ini ayrıntılarıyla anlatır. Şehirde büyük nüfus hareketleri vardır. Çeşitli toplumsal gruplar arasında
127
birliktelikler ya da çatışmalar görülmektedir. Şehirde büyük imar hareketleri yaşanmaktadır. Toplumsal
hareketlilik o kadar artmıştır ki şehrin yüzyıl önceki şehirle alakası kalmamıştır. Bu durum, İstanbul’un savaş
sonrası konumuna benzemektedir. Dolayısıyla o dönemde Paris’te ortaya çıkan aylak adam tipinin
İstanbul’da çıkmaması için bir neden yoktur. Anlatıcı, çalışmaması ve sokaklarda yürümeyi saati saatine
programlanmış bir eylem olarak tasarlaması bakımından da bir aylak adamdır: “İnsan gezinirken etrafına
bakacak, yolda durup vitrin seyredecek, birinin yüzüne bakacak, ağır ağır yürüyecektir elbette” (11).
Baudelaire’de pasajların gördüğü işlevi, “Lüzumsuz Adam”da anlatıcının yaşadığı mahalle görmektedir. Bu
mahalle, caddelerin, bulvarların getirdiği yabancılaşmadan kurtulmanın bir yoludur. Nabzının düzeni
bozulup çarpıntıya dönüştüğünde bir doktor arkadaşının dediği gibi, nabız “[y]ürürken normalini bulur” (12).
Şehrin tekinsizliğinin oluşturduğu çarpıntının üstesinden mahallede yürümekle gelinir.

Diğer yandan anlatıcı ile aylak adam arasında bire bir örtüşmenin olduğunu söylemek de zordur. Oğuz
Demiralp’in Tanrı Bakışlı Çocuk kitabında belirttiği gibi, Benjamin’e göre aylak adamı şehre karşı özne
konumuna getiren zihinsel yetileridir (147). Şehrin zihinselleştirmesine maruz kalan aylak adam, şehri kendi
silahını kullanarak aşmaya çalışır. Burada söz konusu olan, başıboş bir avarelik değil, “başıdolu” bir
aylaklıktır.

“Lüzumsuz Adam”ın anlatıcısı için aynı gözlemleri yapmak mümkün değildir. Anlatıcının, şehirdeki
zihinselleşmenin getirdiği sonuçlardan kaçmak için mahalleye sığındığını daha önce söylemiştim. Kısmen
kendisi de bu zihinselleşmeden etkilenmiştir fakat mahallede yürürken etrafa attığı bakışlar zihinselden çok
duygusaldır. Bu yüzden anlatıcıda, şehrin getirdiği durumu, bu durumun olumlu yönlerini kullanarak
aşmanın yerini, şehre direnme, mahalleye sığınma almıştır. Bir özne olmaktan çok nesne olmama isteği söz
konusudur. Eski tanıdıklarından birinin “Serserilikten vazgeçmedin gitti” (15) sözlerine karşı içinden
söyledikleri bu açıdan anlamlıdır: “Serserilikten değil, kendimden vazgeçtim ama dert anlatamıyorum” (15).
Hiçbir öznelik talebi kalmamıştır artık.

Şehrin getirdiği yeni zihniyete karşı savunmacı bir tutum sergileyen anlatıcı, bir bakıma yok olanın,
tükenmekte olanın kaydını tutmaktadır. Şehrin önemli merkezlerinden birinin hemen yakınındaki bir
mahalleye sığınmayı seçmesini de bununla ilişkilendirebiliriz. Anlatıcı, yalnızca kendisi için yeni bir hayat
kurmak isteseydi çok kolay bir şekilde şehre göç edenlerin oluşturduğu yeni bir mahalleye taşınıp orada
şehrin yozlaştırmasına maruz kalmamış insanlarla yaşayabilirdi. Fakat o, bunu yapmayıp yok olmakta olanın
son anlarına, direnişine tanıklık etmek istemiştir.

Yok olmakta olan, yalnızca insani ilişkiler değil, şehrin kozmopolitliğidir de. Sait Faik’in tüm öykülerinde
azınlıklara karşı hoşgörülü ve insancıl bir bakışın egemen olduğunu söyleyebiliriz. Öykülerin çoğunda
azınlık karakterleri Rum iken, “Lüzumsuz Adam” öyküsünde durum farklıdır. Yahudiler, hem Türk
öykücülüğünde hem de Sait Faik öykücülüğünde ilk defa bu öyküde bu kadar çok yer kaplamaktadır (Gürsel,
64-65). Bunda durumda dönemin koşullarının etkisi büyüktür. Hem Türkiyeli Yahudiler, hem de
Avrupa’daki Yahudiler için zor bir dönemdir bu. Bir yandan Varlık Vergisi uygulaması ile Türkiye’dekiler
fakirleşmekte, diğer yandan da Avrupa’dakiler soykırıma maruz kalmaktadır. İşte gerek Sait Faik’in, gerekse
anlatıcının yok olmakta olana karşı duydukları yakınlık sonucunda Yahudiler, bu öykünün önemli
öğelerinden birini oluşturur. Öyküde, “Yahudi” sözcüğünün geçtiği her yerde “güzel”, “sevimli”, “iyi” gibi
128
sıfatlar kullanılır. Anlatıcının zengin Yahudilerden çok yoksullarla alışverişi vardır (12). Her sabah gittiği
kahvenin sahibi “Frenkle Yahudi kırması” (9) bir kadındır ve “dünyalar kadar iyi kadındır” (9).
Mahallesindeki sokaklardan birinde oturan Yahudi kızı, güzelliği ve cinsel cazibesi ile anlatılır (11-12). Öyle
ki öykünün sonunda hayatta her şeyden vazgeçtiği hâlde o kızdan vazgeçemediğini söyler (15). Mahallesinin
“civcivli” olduğunu söylerken bu civcivliliğin nedenini şöyle belirtir: “Oturanların yarısı levantenle Yahudi
olan bir mahallede civciv olmaz olur mu? Hele Yahudiler!.. Ne iyi, ne tatlı, ne civcivli, ne hayatı sever
insanlar!..” (12). Portakalcı Salomon’u da diğer Yahudiler’e benzer şekilde betimler: “Dünyanın en sevimli
insanıdır” (12).

Ancak yeşermekte, belirginleşmekte olanla karşılaşma ânı, artık yok olanın kaydını tutmakla yetinmesini
olanaksızlaştırır. Doğan Hızlan’ın Sait Faik öyküleri için yaptığı saptama bu öykü için de geçerlidir: “Bütün
ilkler onda bunalım yaratır” (aktaran Alptekin, 182). Öykünün sonunda mahalleden çıkıp Unkapanı,
Saraçhane ve Fatih çevresini dolaşması, yedi yıldır kurduğu düzenin bozulmasına neden olur. Şehirde sürekli
değişen yaşam, bir şeylerin yıkılırken yeni bir şeylerin ortaya çıkması, yedi yıldır unutmaya çalıştığı şeyleri
hatırlatır.

Yedi yıldır yıkanmayan anlatıcı, hamama gidip yıkanma isteği duyar. Hamam sahnesinin simgesel bir önemi
vardır. Mahalleye taşınalı beri yıkanmak aklına bile gelmemiştir. Şehre tekrar çıkmasıyla bir kaşıntı başlar.
Hamamda ayrıntılarıyla tasvir edilen bir süreçten sonra arınır. İnsanın bu kadar çörü çöpü olmasına şaşar;
meğer “bayağı kabuk bağlarmışız” (16) der.

Şehre tekrar çıkmasıyla yaşadığı ruhsal kabuk atmayı, bedensel bir eylemle simgeselleştirir. Yedi yıldır
kapandığı mahalle, onun kabuğudur. Vaktiyle yaşadığı şehir deneyiminden aldığı yaranın iyileşmesi için
ortaya çıkan bir kabuk. Ancak kabuk, yarayı dışarıdan koruduğu gibi, yaranın dile gelmesini de engeller;
içteki dışsallaşamaz. Nesne olmama çabasının zemini olmada mahalle elverişli iken, kendini dile getirme,
öznelliğini açığa çıkarma mekânı olarak kısıtlayıcıdır. Şehre çıkmak, içeride bastırılmış öznelliğin arzu
şeklinde ifşa olmasını sağlamıştır.

Yedi yıl önceki başıboş, serseri ve programsız döneminin yerine ikame etmeye çalıştığı, yine avare ama ne
zaman uyanacağı, kahveye gideceği, yürüyüşe çıkacağı programlanmış hayatının düzeni artık bozulmuştur.
Şehirde dolaştıktan sonra geldiği evinde bir gün boyunca uyur. Bu uykudan sonra şehrin diğer taraflarını da
gezme isteği duyar. Artık düzen bozulmuştur. Yedi yılın döngüselliği sona ermiştir. Bir yedi yıl daha dışarı
çıkmamaya karar vermek ister, ama başaramaz. İki günlük şehir deneyiminden sonra başı dönmüştür.

Öykünün sonunda anlatıcı, gelecek için yeni bir yaşam tasarlar. Dükkânını satıp, sazlı gazinodaki kızlardan
birini metres tutacaktır. Bir yıl onunla yaşadıktan sonra bir vapura binip intihar edecektir. Walter Benjamin,
intiharın modern zamanın en büyük kahramanlık eylemlerinden biri olduğunu söyler (aktaran Demiralp,
217). Fakat öyküdeki intihar etme isteğinde böyle bir kahramanlıktan çok umutsuzluk, baş edememe,
yılgınlık ve direnişin tükenmesi söz konusudur. Doğası gereği, insanın “toplum ne düşünür?” sorusunu en az
dikkate aldığı eylemlerden biri olan intihar, anlatıcının durumunda farklılık gösterir. İntihar edeceğini
bildirdiği cümle bir koşullu cümledir, koşul da kimsenin görmemesidir: “kimseler yoksa, denizin içine

129
bırakayım kendimi” (16). Bu cümle, yalnızlığın en çıplak hâlinin bile toplumsal dolayımdan kurtulamadığını
gösterir.

Toplumsal olan, korkunun nesnesi olduğu kadar arzunun da nesnesidir. Onunla karşılaşan özne,
parçalanmaktan kaçınmak için mahalleye / cemaate sığınıp, yitmekte olanın kaydını tutabilir. Ancak vaktiyle
toplumsalla karşılaşmasının benliğinde oluşturduğu yarık, onu bırakmaz, mahalleliye karşı tutumu
müphemleşir; iki arada bir derede kalmış özne, ikinci bir karşılaşmada tekrar arzular parçalayıcı şehri. Ancak
direnişinin güçlü olmayacağını bilir. İntihar er ya da geç onunla buluşacaktır.

Bu noktada “Lüzumsuz Adam”ın, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ından ve Edgar Allan Poe’nun
“Kalabalıkların Adamı”ndan ayrımına dikkat etmek gerekir. Her iki öyküde de yabancılaşma derecesi
“Lüzumsuz Adam”dan fazladır. İki “adam” da doğrudan dile gelmez; sözcüklerle ya da fiziksel
görünüşleriyle şehrin simgesel gramerince kapsanamazlar. Yıkıntılardan şehrin içine fırlayan bu adamlar,
bastırılmış, kovulmuş ve tekinsiz olanın dehşetini şehre sokarlar. “Lüzumsuz Adam” ise öyküsünü kendi
ağzından anlatabilir. Dile olan inancını yitirecek kadar yabancılaşmamıştır; kendi öyküsünü anlatırken
muhatabıyla / okuruyla konuşur gibidir. Bu metni okurken okuyucunun zihninden neler geçebileceğini
tahmin eder, sanki bu zihinden geçenleri duymuş gibi metnin içinde okuyucuyla diyaloğa girer: “Sağdaki
sokağa sapıp sapmamakta tereddüde düşerim... Neden mi? Anlatayım: [....] bu sokaktan geçmeye de
mecburmuşum gibi yaparım. Neden mi? Ben de onu anlatacaktım” (11). Konuşma diline özgü bu ifadeler,
anlatıcının zihinsel yanından çok duygusal yanını açığa çıkarmasını mümkün kılar. Devrik cümlelerin sıklığı
ve şiirsellik de öykünün zihinsellik-duygusallık eşiğindeki konumunun duygusallığa doğru ağır basan
nitelikleridir.

Böylece “Lüzumsuz Adam”ın anlatıcısı, Benjamin’in “hikâyesini deneyimden çekip al[an], kendi
deneyiminden ya da ona aktarılanlardan [yola çıkıp] bunu kendisini dinleyenlerin deneyimi haline
getir[en]” (Benjamin, 81) “hikâye anlatıcısı” ile sahici deneyimin olanağının kalmadığı, dil ile deneyim
arasındaki yarığın kapatılamaz biçimde açıldığı “Beyaz Mantolu Adam” ve “Kalabalıkların Adamı”
arasındaki ikircimli eşikte yerleşmiş olur.

Kaynaklar

Abasıyanık, Sait Faik. “Lüzumsuz Adam”. Lüzumsuz Adam. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,

2004. 9-16.

Alptekin, Mahmut. Bir Öykü Ustası: Sait Faik Abasıyanık. İstanbul: Dilek Yayınevi, 1976.

Benjamin, Walter. “Charles Baudelaire: Kapitalizmin Yükseliş Çağında Bir Lirik Şair”.

Pasajlar. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995. 95-176.

——. “Hikâye Anlatıcısı”. Çev. Nurdan Gürbilek ve Sabir Yücesoy. Son Bakışta Aşk. Haz.

Nurdan Gürbilek. Çev. Ahmet Doğukan ve diğer. İstanbul: Metis Yayınları, 1994. 77-

100.

Bilgin, İhsan. “Modernleşmenin ve Toplumsal Hareketliliğin Yörüngesinde

130
Cumhuriyet’in İmarı”. 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık. Ed. Yıldız Sey. İstanbul: İş

Bankası Kültür Yayınları ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1998. 255-72.

Demiralp, Oğuz. Tanrı Bakışlı Çocuk: Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme.

İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999.

Fethi Naci. Sait Faik’in Hikayeciliği. İstanbul: Adam Yayınları, 1998.

Gürsel, Nedim. “Çağdaş Türk Edebiyatında Yahudi Tipleri”. Bozkırdaki Yabancı. İstanbul:

Yapı Kredi Yayınları, 1993. 56-73.

Simmel, Georg. “Metropol ve Zihinsel Yaşam”. Çev. Celal A. Kanat. Defter 16 (Nisan-

Temmuz 1991): 83-94.

Tapan, Mete. “İstanbul’un Kentsel Planlamasının Tarihsel Gelişimi ve Planlama Eylemleri”.

75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık. Ed. Yıldız Sey. İstanbul: İş Bankası Kültür

Yayınları ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1998. 75-88.

Tekeli, İlhan. “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”. 75

Yılda Değişen Kent ve Mimarlık. Ed. Yıldız Sey. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları

ve Tarih Vakfı ortak yayını, 1998. 1-24.

Hikaye Örneği 3

Gelinlik Kız

Çocukken gidilen evler iki türlüydü: Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler.
Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben. Çoğu dünyadan elini, eteğini çekmiş kimselerdi. Öyle
yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda
hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını. Kapıdan kedi adımlarıyla çıkıyoruz. Annem, dikkatle sokak
kapısını kilitlemiyor. Sonra sokak yazsa daha bir iç açıcı serinlikte, sonbaharı yaşıyorsak iyicene iliklerimizi
ısıtan ılık güneşlerle dolardı.
Yollarda dönüp dönüp gerime bakıyorum. Şifa’nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz
banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar
çıkıyor; Kurbağalıdere’nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa’dan Moda’ya kadar
gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı.
Annemin yeniden gençkız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan bile gönenirdim. Bu yağmurlar

131
ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi; soğuk rüzgârlar yağmurluğumun
yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle. Tramvayların, otobüslerin,
vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu. Damlanın bütünleşerek cama
çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda. Annemi görürdüm, kuşlar
uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları… Yağmurun çiçekdürbününden binlerce şekil geçerdi arka arkaya.
Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık. İncilâ Abla’yla. İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin
kızıydı.
Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık vardı aramızda.
Bizim geldiğimizi görünce delicesine sevinirlerdi. İffet Hanım beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp
koklardı. Taşlıktan girilince karşımıza düşen odaya koşardım. Burada İffet Hanım’ın annesi yaşıyor. İffet
Hanım’ın annesi, ben hatırladığımda çok yaşlı bir kadındı. Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinçti.
İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyordu. Mor kadife
üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması Kur’an’ını çıkarır, hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar
tekrar okurdu. Onun elini öperdim. Bu el, her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası kokardı. Kolonyası
Nuhbe Hanım’ın başucunda dururdu. Yuvarlak, tombul şişenin kapağı sincap rengiydi.
Nuhbe Hanım kına yakardı saçlarına. Önü işlemeli beyaz tülbentlerle örterdi saçlarını. İncecikti saçını
örttüğü tülbentler. Yatağının ayak ucuna konmuş bohçasında kalın tülbentler vardı, lavanta torbacıklarıyla
sarmaş dolaş. Nuhbe Hanım azıcık kıpırdanıp hareket ettiğinde terliyordu ve kızı sırtına kalınca tülbentlerden
koyardı. Elbiselerinin yakalarına rokoko yapraklar işlenmiş; ikide bir ellerini bu yapraklara değdiriyor
Nuhbe Hanım. Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor. İffet Hanım’a, “Çocuğa bir bardak tükenmez
versenize canım,” diyor. İffet Hanım hâlâ tükenmez kurardı kış aylarında. Benim için taze meyveler,
balbademler, içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklatdığı bir yoksulluk,
odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.
İncilâ Abla’ların evi. Bahariye’nin arka sokaklarındaydı. Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını
kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı
günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at arabasıyle gelirdik İncilâ Abla’lara. Öteden sokağa
sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi.
Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık
döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince, konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan.
Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan yabanıllaşmışlardı ..
İncilâ Abla’lar, hemen bahçeye açılan en alt katta oturuyorlardı. Ama pencereleri kapalı durduğundan
mevsimlerin rengi, ışığı, kokuları konağın kilerinden bozma eve giremezlerdi. Evin içi suskunluk ve sıcak;
İncilâ Abla’nın yeşil marul yapraklarıyle beslediği kanaryasının ötüşleriyle dağılırdı. Taşlıkta duvarlar ak
badanaydı. Nuhbe Hanım’ın odasında gülkurusu. Kireç badananın üzerine yapışmış fırça kıllarını
ayıklamaya bayılırdım.
Nuhbe Hanım’ın eşyası yıllardır yenilenmemişti. Evin kökeni gibiydi eşya. Duvara dayalı, parlaklığını
yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş
koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu aynalı konsol… Şimdi sadece bunları
anımsayabiliyorum. Sonraları Nuhbe Hanım’ın yanından ayırmadığı İncilâ Abla’nın mevlut şekerlerini bir
de.
132
İffet Hanım’a, kolay kolay, Nuhbe Hanım’ın kızıdır denemezdi. Ufak tefekti, içi tez kadındı. Çok çökmüştü,
yaşını kestiremezdim bu yüzden. Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarıydı. Modası geçmiş
uzun elbiseler giyerdi. Giysileri değişir, göğsüne taktığı elmas iğne değişmezdi: Ne dalı olduğu anlaşılmayan
bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar. Taşların tümüne su kaçmıştı, kara karaydı. Saçları topuzdu İffet Hanım’ın.
Başındaki kemik tokaları, firketeleri ne zaman saymaya kalksam, sonunu getiremezdim.
Dışarda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve
sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben.
İncilâ Abla, geçmiş zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır
tarardı. Papatya sularıyle yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları.
İncilâ Abla’yla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım.
İlişirdim kucağına. Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor,
kırışıkları ince parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını
topluyor, ama onun topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.
Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir
konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede, dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir
yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım’ın sözünü ettiği insanlar geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık
yanaklarıyle çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski tanıdıklarının. Anılarıyle yetiniyordu. İffet Hanım’sa
böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım.
İncilâ’yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya
götürürdü. İncilâ’nın babasından kalan azıcık emekli aylığına, dul ve yetim maaşına İffet Hanım’ın zorlukla
sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına
erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları bundandı. İffet Hanım’ın elinde en canlı
iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi. Oysa İncilâ Abla’nın suzenîleri, sarmaları,
hesapişleri huzur verirdi içimize.
Annem, onlara gittiğimizde daima hediyeler götürürdü. Sırayla Nuhbe Hanım’a, İffet Teyzeye ve İncilâ
Abla’ya. Ama bu hediyeler, annemin gitmek zorunda kaldığı yerlere götürdüğü buket çiçeklere, lüks
fondanlara benzemezdi. Paketleri gizlice taşlıktaki ayakları sallantılı yemek masasına bırakırdı. İffet Hanım
hemen farkeder, “Kızım ne diye zahmet ediyorsun,” derdi. Sesindeki titreyiş, bende onlardan, o taşlıktan ve
odalardan kaçmak ihtiyacını uyandırırdı.
Taşlıkta ayakkabılarımızı çıkartırdık. Naftalin kokulu terlikler getirirdi İncilâ Abla. Terlikler ayaklarıma biraz
büyük geliyor. Çay vakti kızarmış küçük ekmeklere sürülü reçel ve tereyağıyla kahvaltı ediyoruz. Birden
iştahım kapanırdı. İncilâ Abla’nın gözlerini aradım. Bakışlarımız birleştiğinde dinerdi midemin sinsi
bulantısı.
Bunca eski, yalın eşyanın ortasında çay fincanları harikulâdeydi. Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya
eğilmiş, çayı yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı… Çay içtikten sonra İncilâ Abla bize ut çalardı. “ek deveci
develeri engine / Şimdi rağbet güzel ile zengine” diye bir Güney-Anadolu türküsü söylerdi. Nuhbe Hanım,
bu türkü söylendiğinde İncilâ Abla’ya nedense dargın, küsmüş bakardı. Ya da bana öyle geliyordu. Çünkü
akşamın karardığı saatlerde kapının gıcırdayarak sokaktan açılmayacağını bilmek, bende çözemediğim
duyguların başlangıcı sayılır. Sözgelimi bize sunulan gümüş kuşlu fincanların kırıldığını duyardım. Kafesteki
kanaryanın bir sabah öldüğünü. Bahçedeki camları boydan boya çatlak limonlukta sıkışmış arıları. Biz eve
133
döndüğümüzde babamı beklerdik.
Şaşırmam gereken konulardan biri, İffet Hanım’la İncilâ Abla’nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanım’ın
yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte yorgun oluşuna bağlardım bunu.
Bir gün olağanüstü bir şeyle karşılaştık İncilâ Abla’larda. Nuhbe Hanım’lara annemle benden başka misafir
gelmezken, ilkyaz öğleden sonrasında, genç ve yakışıklı bir adam, taşlıktaki masayı çevreleyen
iskemlelerden birine oturmuş, kahve içiyordu. Pencerelerin kepenkleri aralanmıştı üstelik. İçeriye
yansıyabilen, nihayet odaları dolduran gün ışığı ansızın eski eşyayı büyülemiş, şenlendirmişti. Genç adamın
saçlarından bir demet alnına dökülmüştü. İffet Hanım annemi karşıladığında, o da ayağa kalktı.
“Ne iyi ettiniz de geldiniz,” dedi İffet Hanım, “erişte kesmiştim ben de.”
İncilâ Abla ibrişimleri, elvan elvan iplikleri topluyordu telâşla. “Kusura bakmayın,” dedi anneme.
“Biz yabancı mıyız İncilâ?”
“Cahit,” dedi İffet Hanım. “Tanıyacaksın Süheylâ, Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu.”
Annem gülümsüyordu. Hasan amcayla Kâmran yengenin adlarını ilk kez işitiyordum.
“Mühendis çıkmış bu sene Cahit. Binbir güçlükle arayıp bulmuş burasını sağolsun.”
Ben hemen mühendis olmaya karar veriyordum. Genç adam, hemen benim Cahit ağbim oluyordu ve ben,
büyüyünce tıpkı ona benziyordum. Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini sıkarken güvenç veren.
Cahit ağbi saygıyla annemin elini sıktı. Benim de. Galiba hayatımda alaysız elimi sıkan birinci insandı o.
Dün gibi hatırlıyorum: O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım’ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı
gençleşmişti. Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp
soran bir başka insanın gizli gururunu taşıyordu. “Cahit ağbine şiir okusana” dediler bana. Cahit ağbime
başımı çeviriyor, sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit ağbi üçümüz. Camları
boydan boya çatlak limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi giydiğimizde güneş
batıyordu. Nuhbe Hanım’ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ Abla’yı
seyrediyordu sezdirmeden. Cahit ağbiye defterimi, İncilâ Abla’nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım
cetvelini çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime
Cahit ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım’ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi.
İncilâ Abla ud çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; “Sana da vereceğim Cahit,”
dedi. “Size gelip yerim teyzeciğim.” Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım’ın
kadife kesesinden çıkan elyazması Kur’an. Ayrılırken annem, İncilâ Abla’yı sevecenlikle kucaklıyor.
İlkyaz aylarında Cahit ağbiye hep rastladık Nuhbe Hanım’larda. Misafir odası şimdi, bize olduğu gibi, onun
için de açılıyordu. İşe girmişti Cahit ağbi. Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak
istiyordular… Kadıköyü’ne geçtiğinde, ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım’larda erişte yiyordu.
İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir şeyler dikiyordu. Sayfalarını çevirdiğim
Manidifata’lar da yoktu ortalıkta. Taşlıktaki masanın altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyordu.
Sokağa çıktığımızda anneme sordum:
“Anne, Cahit ağbi onların nesi oluyor?”
“İncilâ Abla’yla evlenecekler. Allah yüzünü güldürsün İncilâ’nın.”
“İncilâ Abla gidecek mi buradan?”
İncilâ Abla’yı yitirmekten ürküyordum. Çocuk kalbime hançerler batıyordu. İncilâ Abla limonlukta yine ut
çalıyor, Cahit ağbi gür sesiyle “Etme beyhude figan vazgeç gönül” şarkısını okuyordu. Nuhbe Hanım,
134
odasının penceresini ardına kadar açmış, dinliyordu. Kafesteki kanarya güneşlerde bahçeye çıkartılıyordu. Ot
gövermiş, harap bahçeler azmıştı. Nuhbe Hanım’ın sedefli kavuklarına yerleştirilmiş cılız küpeçiçekleri bile
tomurcuklanmıştı. Ben konağın oymalı dam çıkmalarından hoşlanmıyordum, limonlukta yükselen kalın
erkek sesini sevmiyordum, Cahit ağbi dostum olmuyordu.
İffet Hanım’ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya
geliyorduk annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. “Eskiden,” diyordu Nuhbe Hanım, “kızların
çeyizinde bir teli ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gömlekler makbuldü.” Herkes
gülüyordu onun anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz
günlerim. İncilâ Abla’yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı
olmaktan uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey
hazırlanıyordu çeyizde.

“O uğursuz mum çiçeklerinden,” diyordu da, başka bir şey demiyordu annem. Nişan elbisesi dikilirken söz
bozuldu. Cahit ağbinin gelişleri seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla’yı
kucaklayışlarında soğuktu, bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle
üçgenler yapmadı boy boy. Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. “Yıllarca otun
üremediği limonlukta.”
Cahit Ağbi’nin İncilâ Abla’yla nişanlanmayışının nedeni belirsizdi. Annem konuşmuyordu sorduğum vakit.
Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum. Zaten tatil yaklaşıyordu, yazın esrikliği vurmuştu
başıma.
İffet Hanım’ı kıpkırmızı gözlerle buluyorduk. Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmıştı.
“Üzülmeyin İffet Abla.” diyordu annem.. “nerde İncilâ gibi bir kız bu zamanda. Kısmeti kapanmadı ya.”
Kendi de inanmıyordu söylediklerine pek. Kanarya eski yerine kondu. İncilâ Abla’nın yüzünde yaşamadan
tükenmiş umut ışığı gülümsemeler. Sonra sonra zayıflamaya başladı. İnce vücudu ateşlerle kavruluyordu.
“Bu yapılır mıydı,” dedi annem, “bu yapayalnız, sığınaksız insanlara yapılır mıydı bu!”
Annemin misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir kadın, “İncilâ’yı da bundan sonra
kimse almaz,” dedi. “Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri
çınlattı âvazeleri.” Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanım’ların; Kızılay’a satılan hesapişleri,
mürver iğneler, civan kaşları.
Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti. Koskoca bir yaz geçmişti. Cahit ağbiyi yanında kısaca boylu, çok şık
bir kızla Moda’da görmüştük. Deniz Kulübü’ne giriyordu. Gençkızın saçları bukle bukle kesilmişti.
Perçemleri, yokuşta Cahit ağbiye yaslanışları… Deniz Kulübü’nde caz çalıyordu. Kayıklarla gelip dans
edenleri seyrediyordu halk. Cahit ağbi, anneme selam vermek istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin
oğlu, “Tanıyacaksın Süheylâ.” Buz gibi durmuştu annem. Bana el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip
sürüklemişti annem.
Düğünler yaşanıyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar
aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.
Ben hiç düğünlere gitmiyorum.
İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ
Abla’mın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye

135
yağıp eriyordu.
Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi.
“Hoş geldiniz, “dedi annem.
“Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı,” dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı.
Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, “İşittiniz mi?” diye sordu. “Sizin İncilâ’nın
Cahit, eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş.” Bir an sustu
anlamlı göz süzmelerle. “Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de
istikbali açık.”
Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu.

(*)Selim İleri, Dostlukların Son Günü, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, ss: 33-4

“Gelinlik Kız” Öyküsünün Çözümlemesi

Bir durum belirlemesiyle başlıyor “Gelinlik Kız” öyküsü: “Çocukken gidilen evler iki türlüydü:
Annemin seçtiği dostluklar ve gitmek zorunda kaldığı yerler.”
Bu durum belirlemesi aynı zamanda anlatıcının “çocukken gidilen evlerle” ilgili tutumunun
aydınlatılmasını beraberinde getiriyor: “Annemin gönlünce kurduğu dostlukları severdim ben.” Anlatıcımız,
çocukluk zamanlarına mahsus belirlemeler yaptığının bilincinde: Bu tutumunun kendi seçiminden değil
annesinin seçiminden kaynakladığını zarif bir şekilde bildiriveriyor. “Annemin gönlünce kurduğu
dostluklar”dan çocuğa düşen pay, bir çocuk olarak kendisini annesine ait kılmanın ötesinde, o anlarda
annesinin en anne olmasından duyduğu memnuniyet: “Öyle yerlere gideceğimizde annemin ince kıvrımlarla
biçimlenmiş dudakları sevinçle çözülüyor; ruj, dudaklarda hafifçe gezinip kızıla dönüştürüyor kırmızısını.”
Yine çocuk açısından bu memnuniyetin artı meyveleri: “Kapıdan kedi adımlarıyla” çıkış, annenin sokak
kapısını kilitlemekle uğraşmayıp gidişi çabuklaştırması, “yazsa” sokağın çocuğa “daha bir iç açıcı
serinlikte”, sonbaharsa ilikleri ısıtan ılık güneşler içinde görünmesi. Hepsinden önemlisi: İstekle yapılan bir
eylemin, anneye katılmanın/karışmanın, çocuk ruhunda meydana getirdiği bu değişmelerin, bembeyaz bir
mendilden süt damlatırcasına verilişi…
Şimdiden söylemeliyiz: “Gelinlik Kız” öyküsünde, çocukla, şimdi ergin bir yaşta bulunan (“. Bu
yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır.”) anlatıcı arasına sınır konmamıştır; biri
bitirip, diğeri başlamaz tahkiyeye, ikisi hep birliktedir, aynı anda aynı şeyi duyar, görür ve iletirler. Bu
nedenle çocuk yer yer ergin bir konumda görünürken, ergin de çocuk konumunda görünür. Dolayısıyla
burada bilinçli olarak tekleştirilmiş iki bakış açısı söz konusudur. ‘Ben çocuktum öyle gördüm’ diyen erginle,
‘ben erginim, çocuğun böyle görebileceğini düşündüm’ ya da ‘şimdi çocuk gözümü büyüterek bugünden
düne böyle bakıyorum’ diyen çocuğun/erginin müşterek bakış açılarıyla zamansal boşluğun ve örgüsel
dağınıklığın giderilebildiği sağlam bir bakış açısı. Örneğimiz, öykünün hemen ikinci paragrafı: “Yollarda
dönüp dönüp gerime bakıyorum. Şifa’nın denize çıkan burnunda sakızağaçları vardı. Artık deniz
banyolarından vazgeçilmiş günlerde, gençler onların altlarına otururlardı. Yoğurtçu tarafından sandallar
çıkıyor; Kurbağalıdere’nin ağzına gelince ya Kalamış kıyılarına uzanırlar ya da Şifa’dan Moda’ya kadar
gezinirlerdi. Öğlen güneşinin omuzlara eğilişi, okşayışı.” Şimdiki zamanlı ilk cümleden, geçmiş zamanlı
ikinci cümleye ve diğerlerine geçiş… Şimdiki zamanda konuşanın çocuk olduğuna hükmetmemiz gerekiyor,
136
çünkü annesiyle birlikte “yollarda” bulunan o; hemen aynı anda anlatıcı da kendi zamanından (çocuğa göre
gelecek zamandan), mazideki şimdiki zamanına dönüş yapıyor. İlginç olan şu: Anlatıcı, çocukluğunun
şimdisini değil, kendi şimdisini nostaljik tadlarla dönüştürerek, çocuk zamanıyla şimdiki zamanı arasındaki
boşluğu ortadan kaldırırken, olay örgüsünü de sağlamlaştırıyor.
Çocuk ruhundaki olumlu değişmelerde kalmıştık. Bu bahsi daha da derinleştiriyor Selim ileri.
Anneyle varolunan zamanlar taçlandırıldıkça hüzün ve sevinç karışımı, tatlı, vazgeçilemez bir sızı gibi
inceden inceye somutlaşıyor mazi: “Annemin yeniden gençkız gibi yollardan geçtiği sıralarda, yağmurlardan
bile gönenirdim. Bu yağmurlar ergenlik yıllarımın ve şimdinin yağmurlarına yabancıdır. Rüzgâr üşütmezdi;
soğuk rüzgârlar yağmurluğumun yakasını, eteklerini açıp uçurtmazdı. Yağmurda yürüyüşlerimiz annemle.
Tramvayların, otobüslerin, vapurların, ender bindiğimiz otomobillerin pencerelerine iri damlalar vururdu.
Damlanın bütünleşerek cama çarpışı; dağılarak kendince su yolları açıyor. Binlerce resim çizerdim kafamda.
Annemi görürdüm, kuşlar uyduruyorum, ayyıldızlı Türk bayrakları… Yağmurun çiçekdürbününden binlerce
şekil geçerdi arka arkaya. Bulutlarla da hep bu oyunu oynardık. İncilâ Abla’yla. İncilâ Abla, annemin
isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.”
Bir öykü için elzem olan durumlar belirlendi, bakış açıları gösterildi, teknik düzey en zirvede sabitlendi ve
şimdi sıra olaya geldi: “İncilâ Abla, annemin isteyerek, özleyerek gittiği evin kızıydı.”Olay: İncilâ adındaki
genç kızın, yeni mühendis olmuş Cahid adındaki gençle beklenen nişanı gerçekleşmiyor. Cahid’in zengin bir
kızla evlenme hazırlıklarındayken, İncilâ üzüntüsünden ölüyor. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi oluyor olanlar.
Ama olayın anlatıcısı Selim İleri olunca her şey değişiyor; sıradan, bildik bir konu göz kamaştıran bir dantela
gibi işleniyor:
Evet: İcilâ Abla! Anlatıcının hayallerini süsleyen, oyunlarına renk katan, annesinin “özleyerek gittiği evin
kızı…”Anlatıcının, filancanın kızı, şu yaştaki kız, mavi gözlü kız yerine eve vurgu yapması (“evin kızı”)
önemli. Selim İleri’nin en ölü mekanları bile renklendirecek cümleleriyle, bir hayat biçiminin, cisimleşmiş
bir kültürün örneği olarak sahici bir değer taşıyor: “İncilâ Abla’ların evi. Bahariye’nin arka sokaklarındaydı.
Buradaki üç kârgir konakları, zenginlik çağlarını kapadıklarından kiraya verilmişti. Ev sahipleri, herhalde
pek önceden karşı yakaya taşınmışlardı. Bazı günlerde, havanın açık ve aydınlık olduğu günlerde at
arabasıyle gelirdik İncilâ Abla’lara. Öteden sokağa sapar sapmaz dantelalı mendil kenarlarını hatırlatan çatı
çıkmaları görünürdü. Tahta oymalar çok güzeldi. Nicedir konağın yüzü yağlıboya görmediğinden kararıp
çirkinleşmişti. Damında hep sazlar bitmişti. Kırık döküktü pencerelerin kepenkleri. Bahçeden girince,
konakta kimselerin yaşamadığını düşünüyordu insan. Dutağaçlarıyle akasyalar bakımsızlıktan
yabanıllaşmışlardı ..”
Anlatıcının “Annemin onları nereden tanıdığını çıkaramıyorum. Belki uzaktan bir yakınlık, hısımlık
vardı aramızda.” sözleriyle önce belirli bir mesafe koyup sonra, onların sıcak ilgileriyle
“vazgeçemeyecekleri” insanlar konuma yükselttiği aile, konağın “hemen bahçeye açılan en alt” katında,
kilerde bozma evde oturuyorlar. Penecerleri kapalı tutularak mevsimlerin renginden, ışıktan, kokudan adeta
tecrit edilen eve iki şey hakim: “…suskunluk ve sıcak.” Bu ağır ortamı dağıtan şeyler, “İncilâ Abla’nın yeşil
marul yapraklarıyle beslediği kanaryasının ötüşleri…”. Taşlıkta duvarların ak badanalı, Nuhbe Hanım’ın
odasının da gül kurusu olduğun ayrımsıyor anlatıcı.
Ziyaret ettikleri ailenin hikâyesiyle, aile çevresini ve beli başlı ilgilerini de şöyle veriyor anlatıcı:
“Dışarda yaşanan kalabalıklardan, eğlencelerden, sevinçlerden, hatta üzüntülerden ve kederlerden bu eve
137
sızabilen bir tek bizlerdik: Annemle ben. Başka gelen giden yok muydu oraya? Sanki üst katlarda kimse
oturmuyordu ve biz, kimsenin yaşamadığı bir konağa tanıktık. Öbür kiracılarla merdiven başında, bahçede,
dut ağaçlarının gölgeliğinde, hiçbir yerde hiçbir yerde karşılaşmadık. Nuhbe Hanım’ın sözünü ettiği insanlar
geçmiş, göçmüşlerdi. Solgun yüzleri, sarkık yanaklarıyle çektikleri fotoğrafları gösterirdi bana eski
tanıdıklarının. Anılarıyle yetiniyordu. İffet Hanım’sa böyle şeyleri düşünmeye, anmaya fırsat bulamazdı
sanırım. Evi evirip çeviren, kotarandı İffet Hanım. İncilâ’yla birlikte bütün günler çalışırlardı. Kasnağa
geçmiş işler biter bitmez, İffet Hanım satmaya götürürdü. İncilâ’nın babasından kalan azıcık emekli aylığına,
dul ve yetim maaşına İffet Hanım’ın zorlukla sattığı işlemelerin, göz nurunun, el emeğinin pek ucuza gider
karşılığını eklerlerdi. Üçü bir başlarına erkeksiz yaşıyorlardı. Belki de dış dünyayla ilgisiz yaşamları
bundandı. İffet Hanım’ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi.
Oysa İncilâ Abla’nın suzenîleri, sarmaları, hesapişleri huzur verirdi içimize.”
Erkeksiz, kıt kanaat geçinen bir aile ama gelenek ve göreneklerini ihmal etmeden yaşayan bir aile:
Ayakkabılar taşlıkta çıkarılıyor eve girerken. Naftalin kokulu terlikler getiriliyor konuklara. “harikulâde” çay
fincalarıyla ikramda bulunuluyor misafirlere (“Bunlar porselendi. Kulplarıysa çaya eğilmiş, çatı
yudumlamaya hazır gümüş kuşlardı…”). Çaylar içildikten sonra evin kızı, büyükannesinin (“nedense” dargın
küskün bakışları arasında ud çalıp türkü söylüyor. Onca yoksulluklarına rağmen misafire ikramdan
kaçınılmıyor (“Benim için taze meyveler, balbademler, içfıstıkları getirir; sessizce bir yana bırakırdı.
Gerçekte onurun saklatdığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti.”)
Anlatıcının, son, ailenin dışarıyla olan ilişkileriyle ilgili tespiti: “Şaşırmam gereken konulardan biri,
İffet Hanım’la İncilâ Abla’nın bize hiç gelmemeleriydi. Nuhbe Hanımın yaşlılığına, yürüyemeyecek kerte
yorgun oluşuna bağlardım bunu.”
Nuhbe Hanım, İffet Hanım’ın annesi. “Taşlıktan girilince” karşıya düşen odada oturuyor. “Çok yaşlı
bir kadın…”. “Vücudunun yorgunluğuna karşın, aklı dinç…”. “İhtiyarlığından yerinden kalkmıyor, sabahtan
akşama kadar bir köşe koltuğunda dua ediyor ve “Mor kadife üzerine sırma işlemeli kesesinden elyazması
Kur’an’ını” çıkartıp, “hiç sıkılmadan ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar” okuyor. Ara ara da sigara içiyor.
Onun elini öpen anlatıcı, elinin “her vakit tuhaf, baygın bir menekşe kolonyası” koktuğunu, “kapağı sincap
rengi…”nde olan kolonyasını başucundan ayırmadığını tespit ediyor.
Saçlarına “kına” yakan Nuhbe Hanım, “Önü işlemeli beyaz” incecik tülbentlerle örtüyor saçlarını,
kalın tülbentlerini de terlediğinde sırtına konulmak üzere yatağın ucundaki bohçada tutuyor.
Ellerini “ikide bir” yakalarına işlenmiş rokoko yapraklarına değdiren Nuhbe Hanım, belli ki
çocukları seviyor, çocuk yetiştirmeyi de iyi biliyor (“Benle büyük insanmışım gibi konuşuyor.”).
Nuhbe Hanım’ın eşyası yıllardır yenilenmediği için evin kökeni haline gelmiş eşyalarından bazılarını
da hatırlıyor anlatıcı: “Duvara dayalı, parlaklığını yitirmiş pirinç topuzlarla bezeli yüksek, demirden
karyolası; sağlı sollu, yastıklarla tıka basa doldurulmuş koltuk; üzerinde iki büyük gaz lambasının durduğu
aynalı konsol… Şimdi sadece bunları anımsayabiliyorum.” Bir de “ Sonraları Nuhbe Hanım’ın yanından
ayırmadığı İncilâ Abla’nın mevlut şekerlerini…” Ki buna aşağıda değineceğiz.

İffet Hanım, sevecen, müşfik bir kadın (“beni kucaklar, saçlarımı defalarca öpüp koklardı.”). Nuhbe
Hanım’ın kızı denemeyecek kadar, “Ufak tefek…”, “içi tez” bir kadın. Yaşı kestirilemeyecek kadar çok
çökmüş. “Annesine sigara saran elleri, tütünden olacak, sapsarı…” “Modası geçmiş uzun elbiseler” giyiyor

138
ve elbiselerini değiştirdiği halde “göğsüne taktığı elmas iğne”yi değiştirmiyor. “Ne dalı olduğu anlaşılmayan
bir altın çubuğa oturtulmuş taşlar” ihtiva eden iğnenin taşlarının tümüne su kaçmış, kararmış. Bir de saçlarını
topuz yapıyor İffet Hanım. O topuza da çocuğun sayamayacağı kadar çok kemik tokalar, firketeler takıyor.

Sürekli bir hüznü yaşayan ve yayan İffet Hanım (“İffet Hanım’ın elinde en canlı iplikler hüzne bulanır; en
göz kamaştırıcı çiçekler acı çökertirdi.”), “hâlâ tükenmez” kuruyor kış aylarında.İncilâ Abla’ya gelince:
Anlatıcıyla annesinin geldiklerini gördüğünde “delicesine” sevinecek kadar rolsüz yapmacıksız bir kız İncilâ
Abla. Anlatıcı, zihninde çok önemli bir yer tutan İncilâ Abla hakkında şunları söylüyor: “İncilâ Abla, geçmiş
zamanlardan kalma bir perikızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyle
yıkanıyordu kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncilâ Abla’yla karanfil
kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına.
Defterime kenarsüsü yapardı Faber kalemlerimle. Çukulata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince
parmaklarıyle düzeltiyor; ben gelince bana verecek. Kimi vakitler annesi gibi saçlarını topluyor, ama onun
topuzu sıkı değil. Aralardan kaçan yumuşak bukleler ensesine düşerdi.” Kanarya besliyor İncilâ Abla, insanın
içine huzur veren suzenîler, sarmalar, hesapişleri yapıyor. İbrişimlerle, “elvan elvan iplikler”le uğraşıp
duruyor. Ud çalıp şarkı söylüyor. Cahit’ten ayrıldıktan sonra ne yapıp ettiği sadece küçük ihsaslarla verilen
İncilâ Abla’nın, asıl o durumdaki psikolojisini de merak etmiyor değiliz hani. Ve fırsat versek, metin dışı
arayışalara yönlendirecek ikinci bir merakımızı da zor dizginliyoruz: Çocuk için İncilâ Abla, annesiyle
birlikte gittikleri evin kızı olmaktan daha öte, daha özel bir değere sahip; bir amca, dayı kızı ya da doğrudan
doğruya bir kardeş, bir abla… Ama bu bir öykü neticede, bir kadeh bal şerbeti; biz de bize sunulanı içmekle
yükümlüyüz.

İncilâ Abla’nın ölümüne sebep değil vesile olan Cahit, anlatıcıyla ananesinden başka misafirin gelmediği
eve, “ilkyaz öğleden sonrasında”, pat diye misafir olarak geliveren “Geniş omuzlu, uzun boylu, insanın elini
sıkarken güvenç veren.”, “genç ve yakışıklı bir adam”. “Taşlıktaki masayı çevreleyen iskemlelerden birine
oturmuş, kahve” içen bu “Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu” (ki onun için bu isimleri de yeni)
karşılaşıyor anlatıcı onunla. Aynı anda, pencerelerin kepenklerinin aralandığını, eve, eski eşyayı büyüleyen
gün ışığının dolduğunu farkediyor. Başka değişikliklere, yeni gelişmelere ve yeni ilgilere de tanık oluyor
anlatıcı: “O gün kandil simitleri yedik Nuhbe Hanım’ın odasına doluşup. Nuhbe Hanım bayağı gençleşmişti.
Cahit ağbinin getirdiği siyah-beyaz damalı başörtüsünü göstermişti anneme. Onları arayıp soran bir başka
insanın gizli gururunu taşıyordu. ‘Cahit ağbine şiir okusana’ dediler bana. Cahit ağbime başımı çeviriyor,
sonra utançla yere eğiyordum. Bahçeye çıktık; İncilâ Abla, Cahit Ağbi üçümüz. Camları boydan boya çatlak
limonlukta kuru otlara oturduk. Taşlığa girip pıtpıt terliklerimizi giydiğimizde güneş batıyordu. Nuhbe
Hanım’ın odası alacakaranlığa bürünmüştü. Cahit Ağbi, alacakaranlıkta, İncilâ ablayı seyrediyordu
sezdirmeden. Cahit Ağbi’ye defterimi, İncilâ Abla’nın yaptığı kenar süslerini gösterdim. Çarpım cetvelini
çıkardım okul çantamdan. Boncukların yerlerini değiştirdim. Pergelle suda halkalar çizdi defterime Cahit
ağbi. Nuhbe Hanım, oradan oraya koşturan İffet Hanım’ın terli yüzüne bir şeyler mırıldanarak üfledi. İncilâ
Abla ud çalmadı. Eriştelerimizi patiska bir torbaya koydu İffet Hanım; ‘Sana da vereceğim Cahit,’ dedi. ‘Size
gelip yerim teyzeciğim.’ Hasan amcanın, Kâmran yengenin yinelenen adları. Nuhbe Hanım’ın kadife
kesesinden çıkan elyazması Kur’an. Ayrılırken annem, İncilâ ablayı sevecenlikle kucaklıyor.”“İlkyaz

139
aylarında Cahit Ağbi’ye hep rast”lıyorlar Nuhbe Hanım’larda. “Misafir odası şimdi” onlara olduğu gibi,
Cahit için de açılıyor. Bu arada Cahit işe giriyor, mesleği aile tarafından kutsanıyor (“İşe girmişti Cahit ağbi.
Mühendisliğin önü şimdi açıktılar, herkes mühendis olmak istiyordular…”) ve o “Kadıköyü’ne geçtiğinde,
ne yapıp ne edip, Nuhbe Hanım’larda erişte yiyor…”Cahit’in gelip gitmelerindeki artmaya paralel olarak
İncilâ’ların evindeki hareket de artıyor. “İffet Hanım kasnakları konsolun gözüne kaldırmış durmadan bir
şeyler dikiyor…”. Anlatıcının sayfalarını çevirdiği Manidifata’lar ortalıktan kalkıyor. “Taşlıktaki masanın
altına beyaz kâğıtlar yayılıyor, kumaşlar biçiliyor….”Sonunda anlatıcı, annesinden olan-bitenlerin nedenini
öğreniyor: “İncilâ Abla’yla evlenecekler.”Ve o neşe içinde süren hummalı çalışmalar, çabalamalar: “İffet
Hanım’ların odasındaki cilalı tahta sandık açılıp kapanıyordu. Okul çıkışlarında genellikle buraya geliyorduk
annemle. Tahta sandığın açılıp kapanışlarına. “Eskiden,” diyordu Nuhbe Hanım, “kızların çeyizinde bir teli
ipekten, bir teli ketenden kıvır kıvır dokunmuş hilâli gümlekler makbuldü.” Herkes gülüyordu onun
anlattıklarına. Aralık kepenklerden şişman dut sinekleri giriyordu odaya. Hevessiz, coşkusuz günlerim. İncilâ
Abla’yı, o dutağaçlarının gölgelediği evden ayrı düşünemiyordum. İncilâ Abla bir perikızı olmaktan
uzaklaşıyor, etiyle-kemiğiyle gerçeğe dönüşüyordu. Çarşaflardan sıcaktutacağına, her şey hazırlanıyordu
çeyizde.”Gün geliyor,” Nişan elbisesi dikilirken söz” bozuluyor. Anlatıcı, annesi Süheylâ Hanım’ın “O
uğursuz mum” çiçeklerine yüklediği bu üzücü gelişmeyi “Cahit Ağbi’nin İncilâ Abla’yla nişanlanmayışının
nedeni belirsizdi.”den hemen birkaç satır sonra “Nişan bozulmasından bir yaz geçmişti”ye geçerek biraz
kararsız ve karışık veriyorsa da, gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: “Cahit ağbinin gelişleri
seyrekleşmişti. Limonluğa geçip şarkılar söylemiyordu artık. İncilâ Abla’yı kucaklayışlarında soğuktu,
bıkkındı. Oturup kalkması, giyinip kuşanışı başkalaşmıştı. Defterime gönyesiyle üçgenler yapmadı boy boy.
Mum çiçekleri limonlukta kendi kendilerine bitmişlerdi. ‘Yıllarca otun üremediği limonlukta.”, “Annem
konuşmuyordu sorduğum vakit. Ben onlara gitmediğimizde çarçabuk unutuyordum.”Sonraki gidişlerinde
“İffet Hanım’ı kıpkırmızı gözlerle” buluyor, “Uçuk pembe tafta nişan elbisesi eski gardıroba asılmış” olarak
görüyorlar. Süheylâ Hanım onları —kendisinin de inanmadığı sözlerle— teselli etmek için çırpınıyorsa da
sonuç değişmiyor. Süheylâ Hanım’ın “misafir gününde beyaz eldivenler geçirmiş, güneş şemsiyeli bir
kadın”ın “İncilâ’yı da bundan sonra kimse almaz,” sözü gerçek gibi görünüyor. Aynı kadın, mahallenin ortak
görüşünü de yansıtıyor: “Az gezmedi o mühendis çocukla. Limonlukta şarkıların bini bir paraydı. Gökleri
çınlattı âvazeleri.” Mahallenin görüşlerine yeni görüşler ekleniyor ve İncilâ’nın çeyizi Kızılay’a satılıyor.
(Hallerini bilmeyişlerinden söz edildi İffet Hanımların; Kızılay’a satılan hesapişleri, mürver iğneler, civan
kaşları.)Yaz da geçiyor. Ana - oğul, Cahit’i “yanında kısaca boylu, çok şık bir kızla Moda’da” görüyorlar.
Cahit’in selamı reddediliyor, uzaktan el sallaması boşa çıkarılıyor (Cahit ağbi, anneme selam vermek
istemişti: Hasan amcayla Kâmran yengenin oğlu, “Tanıyacaksın Süheylâ.” Buz gibi durmuştu annem. Bana
el sallamıştı Cahit ağbi, kolumdan çekip sürüklemişti annem.)
Öykünün sonuna yaklaşırken, sulu sepken bir yağmurun damlaları gibi düşüyor Selim İlerinin seçtiği
sözcükler:
“Düğünler yaşanıyor. Gelin güleryüzle iniyor merdivenlerden. Çocuklar geziniyor ortalıkta. Kadınlar
aynalarda yapılı saçlarını düzeltiyorlar. Düğün pastası kesiliyor.
Ben hiç düğünlere gitmiyorum.
İçinde akide şekerleriyle bir tek lokumun olduğu pembe kâğıdı açmıştım. Pembe kâğıt külahta İncilâ
Ablamın soluk baskılı fotoğrafını görmüştüm. Limonluğa kar yağıyordu. Kar, çatlak camlardan içeriye yağıp
140
eriyordu.
Kuru ayazın ardından yağmurlar geldi.
‘Hoş geldiniz,’ dedi annem.
‘Şakır şakır yağmur, manşonumu ıslattı,’ dedi annemin güneş şemsiyeli konuğu. Çizmelerini çıkardı.
Manşonunun tüylerini kabarttı. Soba yanan odaya girerken, ‘İşittiniz mi?’ diye sordu. ‘Sizin İncilâ’nın Cahit,
eski elçilerden Regaip beyin kızıyla nişanlanmış, yıldırım nikahıyla evleneceklermiş.’ Bir an sustu anlamlı
göz süzmelerle. “Regaip bey çok seviniyormuş. Sevinir elbet, Cahit hem güzel çocuk hem de istikbali açık.’
Annem, misafir hanıma muzlu pastadan tutmuyordu.”“Gelinlik Kız”ı tüketmek her babayiğin harcı değil.
Tekniğini, kurgusunu anlamak, tiplerini tanımak/tanıtmak, çocuğu ve onun ergin konumunu değerlendirmek,
Süheylâ Hanım’ın asil, vakur ve hüzünlü tavırlarını çözümlemek… Bunların her biri ayrı bir çabayı
gerektiriyor. Eh, bizim adımız da, Hıdır!

(Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü, Cilt: 4, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2001, ss: 83-104)

ŞİİR

141
Şiir İnceleme

• Şair hakkında kısa bir araştırma.


• Şiirde dile getirilen nedir? Şiirin konusu/içeriği nedir? Anlatılmak istenen şey/şeyler ya da
aktarılmak istenen duygu/duygular, düşünce/düşünceler ne olabilir? Şiirde baskın olan duygu/
düşünce nedir? Şair bu şiiri hangi duyguların/düşüncelerin etkisi altında kaleme almış olabilir?
• Şiirde hangi imgeler (hayal/imaj) kullanılmıştır? Bu imgeler sonucunda zihinde nasıl bir tablo
oluşabilir? Bu tablonun şiirde dile getirilmek istenen duygu/duygular ile nasıl bir bağlantısı olabilir?
Hangi çağrışımları ortaya çıkarabilir?
• Şiirde ne gibi benzetmelerden ya da zıtlıklardan yararlanılmıştır? Benzerlikler ya da zıtlıklar ne
şekilde verilmiştir? Bunların şiire katkısı nedir?
• Şiirin genelinde somut kavramlar mı yoksa soyut kavramlar mı ağırlıktadır? Somut ve soyut
kavramlar arasındaki bağdaştırmalar alışılmış, ilk anda çözülebilen bağdaştırmalar mıdır?

142
Alışılmamış, ilk anda çözülemeyen, değişik çağrışımlar meydana getiren bağdaştırmalar mıdır?
Bunlar ne gibi çağrışımlara yol açabilir?
• Şiirde yinelemeler (kelime, cümle…vs.) kullanılmış mı? Bu yinelemelerin şiire kattığı şey ne
olabilir? Hangi duygu ya da imaj vurgulanıyor olabilir?
• Şiirde ahengi/müzikaliteyi/ritmi sağlayan unsurlar neler olabilir?
• Şiirde kelimelerin ya da cümlelerin farklı, alışılmamış, kimi zaman dilin kurallarına aykırı
kullanımları var mı? Bu kullanımların şiire kattığı şey ne olabilir?
• Şiirle ilgili kişisel görüşleriniz nelerdir? Şiir sizde nasıl bir etki bıraktı? Şiirde ilginizi çeken noktalar
nelerdir? Nedenleri?

ŞİİR ÖRNEKLERİ
OTUZBEŞ YAŞ ŞİİRİ Bu güler yüzlü adam ben değilim;

Yalandır kaygısız olduğum yalan.


Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Hatırası bile yabancı gelir.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Hayata beraber başladığımız,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.


Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Her doğan günün bir dert olduğunu,
Zamanla nasıl değişiyor insan!
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Hangi resmime baksam ben değilim.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
143
Her yıl biraz daha benimsediğim. Uyudun uyanamadın olacak.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bir namazlık saltanatın olacak,

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Taht misali o musalla taşında.

Neylersin ölüm herkesin başında. CAHİT SITKI TARANCI

YALNIZLIK MACERASI
Öyle yalnız kaldım ki hayatımda Aşık mı olmadım taparcasına
Kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben
Çok zaman annemin dizlerine hasret Diz mi çektirmedim alemde Kerem gibi
Koydum başımı kendi dizlerime Ferhat gibi gürz mü sallamadım dağlara
Doya doya ağladım Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin

Paylaşırsa dost paylaşırmış O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum


İnsanın derdini sevincini Sabahları sokağa çıkmadan evvel
Dost ümidiyle ortalığa düşmeye gör Cesaret şairim cesaret
Hangi kapıyı çalsan kimseler yok Kendi saçlarımı okşuyorum geceleri
Hangi omuza dokunsam yabancı çıkar Sevgilimin saçları niyetine. CST

BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM


Ben ölecek adam değilim Kuşlar cıvıldamasa Deniz görünmeli çıksam Tuzludur teneffüs ettiğim
Kapımı çalıp durma ölüm, dallarında, balkona. hava.

Yemişlerine doymadığım Tamamlamalı manzarayı Ya nasıl dururum


Açmam; Ben ölecek ağaçların, Karlı dağlarla sürülmüş olduğum yerde,
adam değilim. tarlalar.
Alıştım bir kere Yağmur mu yağıyor, Öyle upuzun yatmış,
gökyüzüne; Ekmekten olamam
Güneş mi var, doğrusu, İki elim yanıma
Bunca yıllık yoldaşımdır getirilmiş,
bulutlar. Farketmeliyim Nimet bildiğim;
Hareketsiz,
Sıkılırım, Baktığım pencereden. Sudan geçemem,
Sükûta râmolmuş;
144
Keyfimden ya Garipliğini
Sanki devrilmiş bir Giden trenlere, hüznümden.
heykel? Şükretmeliyim
Ellerim ne der sonra Kalkan vapurlara. Geçmiş günleri
bana? hatırlamalıyım, İnsanlar arasında
Bilmeliyim, Dalıp dalıp akarsuya, olduğuma.
Soğumuş kalbime ne Hayaller kurmalıyım,
cevap veririm? Gölgelerin boyundan, Nedir ki eninde sonunda
Güzel geleceğe dair. ölüm?
Utanmaz mıyım Saatin kaç olduğunu…
ayaklarımdan? Yanımdan geçenler olmalı, Ayrı düşmek değil mi
Kalkmalıyım, Islık çalmalıyım. aşinalardan?
Selâm almalıyım; Kapımı çalıp durma ölüm,
Dolaşmalıyım, Türkü söylemeliyim
Robenson’u Açmam; Ben ölecek adam
Sokaklarda, parklarda. Yol boyunca, düşünmeliyim, değilim.
CST
El sallamalıyım
DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,


Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum. Cahit Sıtkı TARANCI

145
GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

CAHİT SITKI TARANCI

KONUŞMA
BÖLÜMÜ

146
İLETİŞİM

Genel bir tanımlamayla iletişim bir mesajın bir vericiden çıkması ve karşıdaki bir alıcı tarafından
algılanmasıdır. Algılanmasıdır diyoruz çünkü mesajın alıcıya ses görüntü v.b. biçimlerde gitmesi iletişimin
gerçekleştiği anlamına gelmez. Bu mesajın anlamlı bir biçimde alıcı tarafından yorumlanması gerekmektedir.

Alıcının mesajı anlamlandırmasıyla birlikte iletişim kurulmuş olur. Bununla birlikte kimi zaman
alıcının mesaj karşısında takındığı tutumu, tepkileri verici (mesajı gönderen) tarafından görülmeyebilir.
Gazetelerde köşe yazarları çeşitli konular hakkındaki görüşlerini yazıya dökerler ancak okuma eylemi
sırasında yani mesajı alırken okuyucunun tepkisinin ne olacağını bilemezler. Benzeri şekilde televizyonda
haberleri aktaran bir konuşmacı dinleyicilerin haber hakkında neler düşündüğünü o an bilemez. Bu gibi
durumlarda tek yönlü iletişim söz konusudur. Karşımızdaki bir kişiyle konuşarak mesajımızı ilettiğimizde ise
dinleyicinin tepkilerini o an gözlemleyebiliriz. Dinleyici karşılık vererek, bizi can kulağıyla dinleyerek ya da
ilgisiz davranarak mesajımıza tepkisini çeşitli biçimlerde gösterir. Alıcının tepkilerini doğrudan fark
ettiğimizde çift yönlü bir iletişim gerçekleşmiş olur.

İletişim çeşitli biçimlerde gerçekleşebilir. Tarih boyunca insanoğlu duman, ses, ışık, yazı gibi birçok araç
kullanarak iletişimi sağlamaya çalışmıştır. Teknoloji geliştikçe de hayatımıza yeni iletişim araçları girmeye
devam etmektedir. Eskiden kağıt taş v.b. malzemeler üzerinde kullanılan yazı bugün artık internet
aracılığıyla bilgisayar ağlarında dolaşan bir iletişim aracı olmuştur. Eski iletişim araçlarının kiminin yok
olmasına, kiminin de kullanım biçimlerinin değişikliğe uğramasına rağmen bunlar içinde en çok kullanılan
araç yani konuşma bütün tarih boyunca olduğu gibi bugün de hayatımızdaki önemli yerini korumaktadır.

Günlük hayatımızda iyi konuşmak mesajlarımızı karşımızdakilere etkili bir biçimde aktarmak anlamına gelir.
Mesajımızın etkili aktarımı ise bize amaçlarımıza ulaşmada en etkili güçlerden birini verecektir. Bu noktada
konuşmanın sadece mesaj üretmekle sınırlı olmadığını ve mesajın aktarılma sürecinin de konuşmayı
etkileyeceğini hatırlamakta fayda var. Biz bir mesajı soğukkanlılıkla, kendimize duyduğumuz güveni belli
eden bir ses tonuyla ve karşımızdakilere duyduğumuz saygıyı ifade eden cümlelerle aktardığımızda çift
yönlü iletişim gereği dinleyicinin de bize saygı duyacağını ve mesajımızı sonuna kadar dikkatle
dinleyeceğini unutmamamız gerekir. Konuşmacı sıradan görünen bir mesajı saldırgan bir üslupla veriyorsa

147
dinleyicinin tepkisini çekebilir. Başka bir durumda da çok önemli bir mesajın sıradan bir ses tonu ve sıradan
cümlelerle söylenmesi de dinleyicinin mesaja yeterli önemi vermemesine yol açabilir.

Çift yönlü iletişimde dinleyicinin rolü de büyüktür. Algılarını konuşmacının mesajlarına kapatan başka
uğraşılara yönelen bir dinleyici konuşmacının iradesini zorlayabilir. Konuşmacı kendisiyle ilgilenilmediğini
kavradığında mesaja yoğunlaşamaz, cümleler aksar ve iletişim kesintiye uğrar. Dinleyicinin konuşmacıya,
gereken hoşgörüyü göstermeyip tepkili davranması da konuşmayı aksatabilir. İletişimin en temel
unsurlarından biri olduğu bilinen konuşma eylemi konuşmacının amacına bağlı olarak dört gruba ayrılır.

BİLGİLENDİRİCİ KONUŞMA: Dinleyici ya da dinleyicileri belli bir konuda bilgilendirmek üzere


yapılan konuşmalardır. Bu tür konuşmaların temel özelliği konuşmacının konu hakkında tarafsız
olması ya da bir taraf tutsa bile konuşmanın tamamından çıkan genel anlamın bilgi vermeye yönelik
olmasıdır. Örneğin hidroelektrik santralleri hakkında konuşma yapacak bir konuşmacı, konuşmasının
büyük bölümünü hidroelektrik santrallerinin özelliklerine (maliyet, verim v.b.) ayırıp kendi
düşüncesini de ifade etmek amacıyla sadece sonuç kısmında ve kısaca bu santrallerin atom
santrallerine tercih edilebileceğini söylüyorsa yaptığı iş bilgilendirme amaçlı bir konuşma olarak
değerlendirilmelidir.

İKNA AMAÇLI KONUŞMA: Dinleyicilerin bir konudaki inançlarını değiştirmek ya da bunu amaç
edinmesek de bir konu hakkındaki düşüncelerimizin tutarlı olduğunu karşımızdakilere ispat etmek
amacıyla yaptığımız konuşmalardır. Konu olarak elektrik üretimini seçtiğimizde konuşma boyunca
atom santralleri ve hidroelektrik santrallerini karşılaştırıp bunlar arasında taraf tutarak birinin
tercih edilmesinin daha doğru olduğu düşüncesini öne sürüyorsak ikna amaçlı bir konuşma yapıyoruz
demektir. Burada konuşmanın bütünlüğünde örneklerimizi bizim tezimizi güçlendirecek verilerden
seçeriz.

İkna amaçlı konuşmada dikkat edilmesi gereken nokta belirli, dinleyiciler tarafından kolaylıkla
algılanacak bir tezimizin olması gerektiğidir.

GÜDÜLEYİCİ / MOTİVE EDİCİ KONUŞMA: Dinleyicileri bir konuda harekete geçirmek için
yaptığımız konuşmalardır. Özellikle politikacıların seçim konuşmaları bu konuya iyi bir örnektir.
Politikacılar meydanlarda bir konudaki görüşlerini açıklarken bunu dinleyicileri amaçları doğrultusunda
hareket ettirmek yani en basit biçimiyle kendi partilerine oy verdirmek için yaparlar. Bu tip konuşmalarda
dinleyici mantıklı delillerle önce ikna edilir ve sonrasında ikna olan dinleyicinin bu düşünceleri hayata
geçirmesinin yolları gösterilir.

EĞLENDİRİCİ KONUŞMA: Dinleyicileri eğlendirmek, beraber olunduğu zaman içerisinde hoş vakit
geçirmelerini sağlamak, bazen de ortamı yumuşatmak için yapılan konuşmalardır. Stand-up komedileri bu
tür konuşmalara örnek olarak gösterilebileceği gibi, doğum günlerinde, özel yıl dönümlerinde yapılan
konuşmalar da eğlendirici olarak değerlendirilebilir.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

148
Bilgilendirici Konuşma

Dinleyici ya da dinleyicileri belli bir konuda bilgilendirmek üzere yapılan konuşmalardır.

Bu tür konuşmaların temel özelliği konuşmacının konu hakkında tarafsız olması ya da taraf tutsa bile
konuşmanın tamamından çıkan genel anlamın bilgi vermeye yönelik olmasıdır.

İkna Amaçlı Konuşma

Her konuşmanın ikna edici bir yanı vardır.

Bilgi verirken, o bilginin geçerli ve doğru olduğunu açıkça olmasa da ispatlamaya, karşımızdaki kişiyi buna
ikna etmeye çalışırız.

İkna etmek, çeşitli sembollerle kişilerde ve /veya gruplarda, inanç, eğilim, değer ve davranışları değiştirmek
kuvvetlendirmek veya devam ettirmek için mesajların hazırlanıp sunulması sürecidir.

İkna amaçlı konuşma sanatında kişisel çıkar gözetilmez.

Dürüstlük hakimdir.

Dinleyenlerin faydalanması amaçlanır.

Dinleyiciler kurban olarak kabul edilmez.

Dinleyenlerin özgür iradesi olduğu ve inanıp inanmayacaklarının kendilerine kaldığı önceden kabul edilir.

İnandırıcı konuşma aldatma veya baskı altında bırakma değildir.

Konuşmacının ikna etmedeki etkileyiciliği dinleyicide uyandırdığı duygusal ve mantıksal sonuçlara olduğu
kadar, güvenilir kişi imajına da bağlıdır.

Bazı konuşmacılar duyguları, bazıları mantığı, bazıları da imaj ve çekiciliği kullanırlar. Ancak en etkili
konuşma bu üçünün birleşimidir.

SADECE İKNA AMAÇLI, BİLGİLENDİRME, GÜDÜLEME YA DA EĞLENDİRME AMAÇLI BİR


KONUŞMA OLAMAZ.

DENEYİM KAZANDIKÇA BU HEDEFLERİN ÖRTÜŞTÜĞÜNÜ, BİLGİ VERİRKEN BU


BİLGİNİN ÖNEMİNE DİNLEYİCİYİ İKNA ETMEK, BU BİLGİYİ ÖĞRENMEK İÇİN ONLARI
GÜDÜLEMEK VE DİKKATLERİNİN DAĞILMASINI ENGELLEMEK İÇİN ONLARI
EĞLENDİRMEK GEREKTİĞİNİ GÖRECEKSİNİZ.

149
ÖRNEK: Kamuya açık yerlerde kadınlara yönelik cinsel tacizi konu alan bilgilendirici bir konuşma,
dinleyicileri tacize uğrayanların tarafında olmaya ikna edecek ve bu tacizi engellemeye yönelik
davranışlara güdüleyecektir.

Yukarıda saydığımız amaçlar doğrultusunda yapılan konuşmalar temelde üç ana model oluştururlar.

SÖYLEŞİ MODELİ: Günlük yaşantımızda en sık karşılaştığımız modeldir. Arkadaşlarımızla oturup


konuştuğumuzda söyleşi modelini sergileriz. Burada iletişim yapısızdır. Yani iletişim sırasında önceden
belirlenmiş bir üslup, konu başlığı, sıra söz konusu değildir. Konuşma öncesinde bilgi toplamak ya da
konuşma metni oluşturmak gibi herhangi bir hazırlık yapmayız. Konuşmalar genel olarak kuralsızdır.
Kullandığımız dil doğaçlama cümlelerden oluşur. Sesimizi istediğimiz gibi ayarlarız. Söyleşi modelinde
iletişimi kısıtlayan tek kural vardır; toplumsal uzlaşımlar ve genel görgü kuralları.

GRUP TARTIŞMASI MODELİ: Topluluk üyeleri belirli bir amaçla, belirli bir gündem doğrultusunda bir
araya geldiklerinde grup tartışması modeli işlemeye başlar. Bir dernek ya da klüp toplantısını buna örnek
gösterebiliriz. Gündem ele alınacak konuyu sınırlar, tartışmaya bir yön verir. Toplantı belirli bir zamanda
başlar ve biter. Katılımcılar toplantı öncesinde konuyla ilgili çeşitli bilgi kaynaklarından bilgi toplamak gibi
bir hazırlık yapmış olsalar bile bir konuşma metni oluşturmamışlardır. Söz aldıklarında cümlelerini
doğaçlama olarak kurarlar. Grubun toplantı için bir hedefi olması nedeniyle toplantı sonrasında bir özet
çıkarılır ya da ileride yapılacak işlere yönelik görev paylaşımı yapılır.

KÜRSÜDE KONUŞMA MODELİ: İletişim sırasında bir kişi kürsüde, belirli bir süre, belirli bir konuda,
bir grup karşısında konuşuyorsa bu model oluşur. Kürsüde konuşma modeli çeşitli yönleriyle daha önce
üzerinde durulan iki modelden ayrılır.

Konuşma önceden yapılandırılmıştır. Konuşmacı kafasındaki düzen doğrultusunda konuşmaya nasıl


başlayacağını, nasıl geliştirip bitireceğini önceden planlar. Konuşma çeşitli konulara savrulmaz ve
odaklandığı konuyu düzgün biçimde dinleyicilere aktarma amacını güder.

Konuşmacının konuşma boyunca aldığı bir duruş vardır. Ayakta bir konuşma yaptığımızda dinleyiciye “ben
buradayım ve şimdi ben susuncaya kadar beni dinlemenizi istiyorum” mesajını veririz. Oturarak konuşmak
ise diğerlerini de konuşmaya davet etmektir.

Konuşmacının konuşmasına yol açan bir isteklendirme vardır. Burada motivasyonumuz önemine
inandığımız bir bilgiyi ya da konu hakkındaki kendi düşüncelerimizi başkalarıyla paylaşmaktır.

İKNA EDİCİ KONUŞMA

Aslında her konuşmada belli bir oranda ikna edici nitelik vardır. Ancak ikna edici konuşma
dediğimizde, kamuoyunun üzerinde uzlaşmaya varmadığı, ortaya konan tezin lehinde ya da aleyhinde
150
düşünen insanların var olduğu konuşmaları kastederiz. O halde ikna edici konuşmayı hazırlarken,
dinleyiciler arasında tezimizin aleyhinde düşünen insanların bulunacağını varsaymalı, onları düşüncelerini
yeniden gözden geçirmeye razı etmeli ve son olarak da doğru olduğuna inandığımız düşünceleri, onların da
kabul etmesine çalışmalıyız.

İkna etmenin ne demek olduğunu anlamanın yollarından biri de onun ne demek olmadığını
göstermektir. İkna etmek, baskı kurmak değildir. Bir topluluk üzerinde tahakküm kurarak, fiziksel tehditler
savurarak, gözdağı vererek onları belli bir konuda ikna edebiliriz. Ancak bu gerçek anlamıyla ikna olmaz.
Baskı unsuru, iktidar ya da tehdit ortadan kalktığında düşünceler eski haline döner.

İkna etmek, güdümleme değildir. Dinleyicilerin duygularını sömürerek, suçluluk, vicdan azabı,
utanç, korku gibi temel insani duyguları manipüle ederek, onların fikrini değiştirmek, dinleyici ve
konuşmacının karşılıklı rızasına dayalı ikna etme mantığına terstir. İnsanların zaaflarından yola çıkarak ikna
etmeye çalışmak, ahlaki olarak yanlıştır.

İkna etmek, rüşvet değildir. Konuşmanın mantıksal ve duygusal tutarlılığı ya da etkililiği ile değil de
dinleyicilerin bu işten maddi çıkar sağlamasını sağlayarak ikna etme, ikna edici bir konuşma ile ilişkili
değildir; çünkü ikna etme konuşma-dışı bir güçle sağlanmıştır.

İkna etmek, aldatmak değildir. Kullandığımız sayısal ya da yazısal verileri, gerçekte olduğundan
farklı göstererek ya da iddialarımızı gerçekte olduğundan daha abartılı bir önemle savunarak dinleyiciyi ikna
etmeye çalışmak/aldatmak, dinleyicinin doğru verilerden yola çıkarak özgür iradesini kullanmasını
engellediği için ikna edici konuşmanın sınırları içinde değildir.

İknanın Öğeleri:

Eski Yunan filozofu Aristoteles, Retorik adlı kitabında ikna edici konuşmayı üç temel öğe üzerinden
çözümler: Logos, Pathos, Ethos. Bu üç terim sırasıyla mantıksal çıkarım, duygusal etki ve ahlaki nitelikler
olarak tanımlanabilir. Şimdi bu üç terimi daha yakından ele alalım:

Logos: Bu terim, ikna edici konuşmanın olguların akıl yürütme ile ilişkilendirildiği öğesidir. İkna etmek,
dinleyicinin kanaatini değiştirme çabasıdır. Kanaatlerin oluşumunda akıl yürütmenin doğru ya da yanlış
yollarla yapılması oldukça etkilidir. Dolayısıyla dinleyicinin kanaatini sorgulamanın yollarından en önemlisi,
o kanaatin oluşumundaki akıl yürütmenin yanlışlığını ispatlamak ya da kendi kanaatinizi tutarlı ve bütünsel
bir akıl yürütme ile ortaya koymaktır. Ancak bu yönde bir değişim tek başına etkili değildir; çünkü
kanaatlerimizin oluşumunda mantık kadar duyguların da etkisi vardır.

Pathos: İkna edici konuşmanın, duygusal etkiler uyandırma ile ilgili yönüne denir. Çok yönlü bir varlık
olarak insan, olguların nesnel anlamlarından çok öznel anlamlarından yola çıkarak belli bir konuda kanaat
sahibi olur. Bu nedenle duygusal nedenlerle oluşmuş kanaatleri, tek başına mantıksal çıkarımlarla kanıtlamak
boşuna bir çabadır. İkna edici konuşma yapan kişi, dinleyicinin mantığının yanı sıra merhamet, şefkat, korku,
öfke, vicdan gibi duygularına da hitap etmelidir. Buradaki en önemli mesele, duygusal etkileme ile duygusal
sömürü arasındaki sınırın ihlal edilmesindedir. Duygusal etkileme, mantıksal çıkarımlar ve olgular ile

151
desteklendiğinde duygusal sömürünün tuzağına düşmemiş olur. Duygusal sömürü, dinleyicileri zaaflarından
yararlanarak etkilemeyi amaçladığı için ahlaki olarak yanlıştır.

Ethos: En az konuşmanın mantıksal tutarlılığı ve duygusal etkisi kadar önemli olan bir başka öğe de
konuşmanın ahlaki niteliğidir. Konuşmacının başarısı, dinleyicilerin konuşmacının ahlaklılığı, dürüstlüğü,
güvenilirliği hakkındaki inancına bağlıdır. Ahlaki olarak tutarsız biri olduğuna inanılan kişi, konuşmasındaki
akıl yürütmenin başarısına, duyguların etkisine bakılmaksızın olumsuz olarak nitelenir. Bu tür bir kişinin
ikna edici olması, kanaatleri değiştirmesi mümkün değildir. Konuşmacı, olguları ve kanıtları ortaya koyarken
tek amacının ikna etmek olmadığının aynı zamanda hakikate karşı da bir sorumluluğunun olduğunun
bilincinde olmalıdır. İkna, doğruları saptırarak değil doğruları “doğru” şekilde kullanarak gerçekleşir.

Bu üç temel öğenin yanı sıra ikna edici konuşmanın kimi yan öğeleri de vardır. Bunlardan biri,
iddiamızı kişisel deneyimlerimizden yola çıkarak oluşturmaktır. Deneyimlerimiz, yaşadığımız olayları ve
olguları biçimlendirip dünyayı algılayışımızı değiştirir. Başkasının deneyimi bize aşina geliyorsa ya da o
deneyimi yaşayan kişiyle duygudaşlık kurabiliyorsak onun kanaatlerini edinmemiz de daha kolay olacaktır.
Bu nedenle üzerinde uzlaşmaya varılmamış bir konuda kendi tezini ifade edip dinleyicileri etkilemek isteyen
konuşmacı, konumunu savunurken kişisel deneyiminden yola çıkarsa konuşmanın etkileyiciliği daha fazla
olur. Bir durumun insanların hayatında ne gibi bir öneme sahip olduğunu bilmek, kanaatimizi değiştirmenin
ilk adımı olabilir. Kuşkusuz yalnızca kişisel deneyimi anlatmaya dayalı bir konuşma yeterince etkili
olmayacaktır. Kişisellik, kanıtımızı destekleyici bir öğe olarak düşünülmelidir.

İkna edici konuşmanın bir başka olmazsa olmaz şartı ise iddiamızın dayandığı mevcut koşulları, var
olan durumu açık ve seçik bir şekilde bilmektir. İkna edici bir konuşma ya var olan duruma karşıdır ya da var
olan durumu destekler. Dinleyicileri statükonun lehinde ya da aleyhinde harekete geçirmek için öncelikle
kendi bilgimizin yeterliliğini sorgulamalıyız. Konuyla ilgili bilgilerimizi yeterli hale getirdikten sonra
konumumuzu belirleyip akıl yürütme kısmına geçebiliriz. Yanlış ya da eksik olgular ve durumlar üzerine
kurulu bir akıl yürütme biçimsel tutarlılığı ne kadar güçlü olursa olsun boşuna bir çaba olarak nitelenir, ikna
edici olmaz.

Konuşmacının statüko bilgisi, akıl yürütmesi, duygusal etkisi, dinleyicilerin kanaatlerini


değiştirmede tek başına yeterli olmaz. Kanaatler, uzun bir dönemde oluşmuş zihinsel durumlardır. Kanaat
sahibi, kanaatlerini destekleyen olgulara kolayca inanırken, aleyhte olgulara o kadar kolaylıkla inanmaz.
Kanaatinin yerleşmişliğine ve kanaat sahibinin hayatındaki önemine bağlı olarak belirli bir süre aleyhte
olgulara direnilir. Bu durumda, ikna edici bir konuşmanın hemen konuşma bitiminde kolayca etkili olması
mümkün değildir. Bu durumun bilincinde olan konuşmacı, kanaatleri hemen değiştirmekten çok dinleyicinin
zihninde bilişsel uyumsuzluk oluşturmak peşinden koşmalıdır. Bilişsel uyumsuzluk, kanaatler ile apaçık
olgular arasındaki farklılığın zihinde yarattığı uyumsuzluğun adıdır. Bilişsel uyumsuzluk durumundaki insan,
kanaatini hemen değiştirmese de sorgulamaya başlar, içindeki çelişkiyi gidermeye çalışır. Bunu başaran bir
konuşma başarılı olmuş demektir.

Bilişsel uyumsuzluğu başarmanın en önemli aracı, eldeki ikna edici verilerin ve olguların
kullanımıdır. Hiçbir bilgi, yansız değildir. Bilginin sunuluş şekli, onun nasıl anlamlanacağını da belirler. O

152
halde eldeki verileri, ikna etme amacımıza uygun bir şekilde sunmamız gerekir. Bu sunuş sonucunda,
dinleyici sunulan bilginin geçerli olduğunun ve onun eski kanaatleri ile çeliştiğinin farkında olmalıdır.
Olguları ve verileri doğrudan verip dinleyicilerin bunları yorumlaması beklenmemelidir. Konuşmacının
yükümlü olduğu ahlaki nitelikleri daima göz önünde tutarak olguları ve verileri yorumlamalı, dinleyici
etkileyecek şekilde sunmalıyız. Araştırma sırasında asıl iddiamızla çelişen bir olguya ya da veriye
rastladıysak bunu görmezlikten gelmeyip konuşmanın içine sokmalı ve çelişkiyi gidermeye çalışmalıyız.
Çelişkiyi gideremiyorsak ya yeni duruma göre iddiayı yeniden düzenlemeli ya da iddiamızdan
vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde gerçekler er ya da geç ortaya çıkacağı için konuşma başarılı olsa bile bu başarı
geçici olacaktır ve konuşmacının güvenilirliğini zedeleyecektir.

Akıl Yürütmenin Temel Biçimleri

İkna edici konuşmaların başarısızlık nedenlerinden biri de akıl yürütmede yapılan yanlışlıklardır. Bir
iddianın nasıl ortaya konup desteklenmesi gerektiğine dair bilgisizlik, tüm konuşmayı geçersizleştirebilir.
Öncelikle her akıl yürütme eyleminde bir iddianın yer alması gerektiğini belirtelim. İddia, mantık aracılığıyla
ulaşılmış doğru ya da yanlıştır diyerek katılacağımız ya da karşı çıkacağımız ifadelerdir. Bu açıdan “sigara
sağlığa zararlıdır” ifadesi bir iddiayken “ben sigara içmeyi sevmiyorum” ifadesi doğru ya da yanlış diye
değerlendiremediğimizden dolayı yalnızca bir beğeni ifadesidir, iddia değildir.

İddiayı destekleyen olgulara ise kanıt denir. Kanıtlar, dinleyiciye mümkün olduğunca açık şekilde
yorumlanarak verilmelidir. Dinleyicilerin bilgi düzeyini sürekli akılda tutarak bilimsel kanıtların o düzeye
uygun olarak açıklanmasına çalışılmalıdır. Örneğin “Sigara, karbon monoksit içerdiği için sağlığa zararlıdır.”
denildiğinde kanıt, yeterince iyi bir şekilde kullanılmamış olur; çünkü dinleyiciler karbon monoksit ve
zararları hakkında bilgi sahibi olmayabilirler. Bu ifade konuyla ilgili bilgisizliği göz önüne alarak “Sigara,
akciğer kanserine neden olan karbon monoksit içerdiği için sağlığa zararlıdır.” diyerek tekrar
düzenlenmelidir.

İddia ile kanıt arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Kanıt çeşitli mantıksal süreçlerden geçerek iddia
ile ilişkilendirilir. İkna edici konuşmada en sık karşılaşılan sorunlar da bu süreçler sırasında meydana gelir.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak mantıksal süreçte oluşan sapma, iddiayı geçersizleştirebilir. Bu nedenle bu
sapmaları yakından tanımak önemlidir. Şimdi başlıca sapma yöntemlerine bakalım:

Bunlardan biri özellikle siyasal konuşmalarda sıkça yapılır: Belli bir konu hakkında dinleyicileri ikna
etmekle yükümlü kişi, karşı tarafın kanıtlarını çürütmek yerine karşı tarafın konuyla doğrudan ilintili
olmayan bir özelliğini öne sürerek haklı çıkarmaya çalışır. Bu sapma da kanıtlarla iddia arasındaki mantıksal
ilişkilendirme sürecine girmeden kısa yoldan kazanç sağlamaya yönelik bir taktik söz konusudur. Örneğin
ailede demokrasinin sağlanması konusundaki bir tartışmada taraflardan birinin temsilcisinin yeni boşandığını
varsayalım. Karşı tarafın, görüşleri çürütmek yerine “Bu söyledikleriniz doğru olsaydı, kendi aileniz
bozulmazdı” demesi bu tür sapmadır.

Demagojik konuşmalarda da benzer bir süreç vardır. Burada konuşmacı, görüşlerini ortaya
koymaktan çok halkın yaygın korku ve arzularına gönderme yaparak halk yardakçılığı yapar. Örneğin dinsel
bir azınlığın inanç hakkının baskılandığı iddiasına karşı yapılan bir konuşmada meseleyi baskının gerçekten
153
olup olmadığı, oluyorsa da meşru olup olmadığı üzerinden tartışmak yerine halkta azınlığa karşı olan
önyargıları besleyip, bunların sömürüsünü yaparak ikna etmeye çalışmak mantıksal sürecin askıya
alınmasıdır. Hitler’in Yahudiler hakkındaki konuşmaları, bu türün en bilinen örnekleridir.

Çok nedenli bir olguyu tek nedene dayanarak açıklamaya çalışmak ya da bir iddiayı çürütürken
iddianın yalnızca belli bir yönünü çürütünce iddianın geçersizleştiğini sanmak, sıkça yapılan mantıksal
sapmalardandır. Çocukların okulda başarısızlığının nedenleri hakkında konuşurken, meseleyi çocukların
fazla televizyon izlemesine indirgemek birinci duruma; Türkiye’de kitap okunmamasını toplumsal, kültürel,
ekonomik koşullara bağlayan bir iddiayı, Türkiye’deki kitap fiyatlarını diğer ülkelerle karşılaştırıp aslında
kitapların o kadar da pahalı olmadığını göstererek çürütmeye çalışmak, meselenin kültürel ve toplumsal
yönüne hiç değinmemek ikinci duruma örnektir.

Öznel bir yargıyı nesnelleştirerek sunmak, olguları mantıksal süreçten geçirip herkesçe kabul
edilebilir nesnel iddialara dönüştürmek yerine söylemsel taktiklerle bu duyguyu uyandırmaya çalışmak da bir
mantıksal sapmadır. Balkan Savaşı’ndaki başarısızlığın ordunun kendi içindeki siyasal çekişmeler olduğunu
tarihsel verilere, tanıklıklara, anılara gönderme yaparak kanıtlamak yerine “Herkesin bildiği gibi Balkan
Savaşı’nı ordu içindeki siyasal çekişmeler yüzünden kaybettik” demek söylemsel bir taktikle bilgiyi
nesnelleştirme çabasıdır.

Döngüsel akıl yürütme ise bir başka mantıksal sapmadır. Nedenden sonuca doğru giden bir
bağlantının geçerliliğini sonuçtan tekrar nedene dönerek sağlaması durumudur. “Kapalı mekanlarda sigara
içilmemesi gerektiğini düşünüyorum; çünkü bu mekanlarda sigara içmek insanlara ekonomik olarak zarar
veriyor, ceza ödemek zorunda kalıyorlar” şeklinde bir kanıt döngüseldir. Aynı yasağın sonucu olan bir
uygulamayı kanıt göstererek yasağı desteklemeye çalışan bu iddiada yasak kalktığında maddi zararın
kalkacağı çıkarımı gözden kaçırılmaktadır.

Aynı durumun sonuçları iki olgunun arasında ortak nedeni görmezden gelerek bir neden-sonuç
ilişkisi kurmak çok sık rastlanan bir sapmadır. Örneğin boşanma oranının yükselmesinin nedeni olarak,
kadınların yüksek eğitim almasını göstermek bu tür bir sapmadır. Modernleşme sürecinin sonuçlarından olan
bu iki olgu, asıl nedenleri göz önüne alınmadan ilişkilendirildiğinde mesele eksik olarak görülmüş olur;
böylece iddianın bir işlevi olmaz.

Aynı şekilde modernleşmenin toplumsal sonuçları olumludur diye iddia ederek, konuşmayı yalnızca olumlu
örneklerle desteklemek de mantıksal sapmadır. Bu şekilde iddia desteklenmiş olmaz. Birçok olgunun
meydana gelmesine neden olan bir olayın doğası ancak sonuçlarının tümünün gözden geçirilmesi
anlaşılabilir. “İnternet, insanları asosyalleştirir” diye iddia ederek kanıt olarak yalnızca internetin sohbet
işlevinin zararlarını göstermek, internetin diğer işlevlerine hiç değinmemek de aynı türden sapmadır. Bu tür
sapma da iddianın desteklenmesi uğruna gerçekler feda edilmektedir. Çözüm ya iddiayı “İnternetin sohbet
işlevi insanları asosyalleştirir”e dönüştürmek ya da iddiadan vazgeçmektir.

Duygusal Etki Uyandırmanın Yöntemleri

154
Akıl yürütmenin ne kadar tutarlı olursa olsun ikna etmeye tek başına yetmediğine yukarıda
değinmiştik. Duygusal etkiler uyandırmak, ikna edici konuşmanın olmazsa olmazlarındandır. Duygusal etki
uyandırmanın yollarından en önemlisi herkesçe paylaşılan değerlerden yola çıkmaktır. Adaletsizliklere karşı
mücadele edilmesi gerektiği, insanların temel haklarının güvencede oluşu, kişilerin özgürlüklerinin
kısıtlanmaması gerektiği gibi temel insani değerlerden yola çıkarak, bu değerleri dinleyicilere hatırlatarak
iddiamızı savunmak, yalnız kuru bilgiye ya da akıl yürütmeye dayalı bir konuşmadan her zaman daha etkili
olacaktır. Örneğin bir ülkenin geleceği hakkında konuşan muhalefetteki bir politikacı, yalnızca eldeki
verilerin kötülüğünü göstererek seçmenleri ikna edip yönetime geçemez. Aynı zamanda seçmenlerin
duygularına hitap edip, onların içlerindeki refah arzusunu harekete geçirip bir umut olabilme etkisini
yaratmalıdır.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------

KONU SEÇİMİ

Her konuşmacı, güzel ve etkileyici bir konuşma hazırlamak ve sunmak ister. Bunu başarabilmenin en
önemli hareket noktası konu seçimidir. Sözlü anlatımda da yazılı anlatımda da konu seçimi önemli yer tutar.
Yaşanan olaylar, okunan kitaplar, izlenen filmler, güncel haberler, bireysel sorunlar günlük hayatta
yaptığımız konuşmaların konularıdır. Yani günlük konuşmalarımızı seçmek için özel bir uğraş göstermeye
gerek yoktur. Oysa topluluk önünde bir konuşma yapılacaksa, konu seçimi biraz uğraş ister ve bu zor bir iş
gibi görünebilir. İlk olarak yapılması gereken, amacı belirlemektir. Bu, bilgi vermek veya ikna etmek olabilir.
Diğer adımları ise şöyle sıralayabiliriz:

Alan Seçimi

Konu seçiminde alan belirlenmesi en önemli noktadır. Konuşma alanının belirlenmesi, konuşmacının
kendisiyle ilgilidir. Alan seçimi ve konu belirlenmesi hususlarında konuşmacıya yol gösteren birtakım
hareket noktaları vardır:

Yaşantı ve deneyimler: Herkesin bir yaşantısı ve bundan edindiği birtakım deneyimleri vardır. Örneğin;
çocukluk yıllarında yaşananlar bir çıkış noktası olabilir. Çocukluğunu farklı bir şehirde geçiren kişi, o
yörenin yaşam tarzından yola çıkarak bazı konular bulabilir.

Özel ilgiler: İlgi duyulan her alanda dinleyiciyi de ilgilendirecek bir konu bulunabilir. Bunu yaparken
dinleyicilerin beklentilerini de göz önünde bulundurmak gerektiği unutulmamalıdır.

Okunanlar ve dinlenenler: Dergi, gazete, inceleme ve araştırma yazıları; hikâye ve romanlar; radyo,
televizyon, açıkoturum ve panellerde dinlenenler konu seçiminde konuşmacıya ipuçları verebilir.

Dış dünya: Çevrede görülenler ya da yaşanan olaylar; buluşlar, yeni deneyler bir konuşma konusu olabilir.

155
Konuşma yapılacak alanın iyi tanınması gerekir. Çünkü bu durum, seçilen konuda konuşmacıya kolaylık
sağlar. Konuşmacı, hakkında az çok bilgi sahibi olduğu veya özel ilgi duyduğu bir alandan konu seçerse daha
başarılı bir konuşma ortaya çıkarır.

KONU SEÇİMİ

→İLGİ

Konuşmacı konuya karşı bir ilgi duymalıdır. Konu üzerinde az çok uzun bir süre çalışacağına göre, ilgi
yokluğu yorgunluk ve bıkkınlık yaratarak araştırmanın başarısızlığına neden olabilir.

→ORİJİNALLİK

Konuşma yalnızca bilinenlerin yinelenmesinden ibaret olmamalı, bir yenilik getirmeli veya bir görüşü
kanıtlamalıdır. Konuşmanın bilime veya sorunların çözümüne katkıda bulunabilmesi için toparlayıcı,
bilinmeyenleri açıklayıcı, bilinenleri ise geliştirici nitelik taşıması gerekir.

→ÖNEM

Konu araştırmaya değecek önemde olmalıdır. Aslında önem subjektif bir kavramdır; çünkü sizce önemli
olan, başkalarınca önemli sayılmayabilir. Bunun için o daldaki uzman kişilerin görüşlerine başvurmak
gerekli olabilir. Genellikle sentez yapan, tartışmalı bir görüşe çözüme bağlayan, bilgilerimizi geliştiren, kişi
veya toplum refahını yükseltmeye yönelik araştırmalar “önemli” sayılır.

→BİLİMSEL YETERLİLİK

Konuşmacının eğitim ve öğretim durumuyla bilimsel kapasitesi seçilen konuyu incelemeye uygun olmalıdır.
Konunun niteliklerine göre araştırmada, gözlem, anket, mülakat, matematik ve istatistik yöntemler, yabancı
dil, eski yazı, vs. kullanmak gerekebilir. Konuşmacının eğitim düzeyi ile bilgi birikimi ve deneyimleri buna
olanak vermelidir.

Konuşma süresi (5-7 dak.)

Topluluk karşısında yapılacak konuşmalarda, konuşma süresi sınırlıdır ve bu süre konuşmacıya daha
önceden bildirilir. Seçilen alanın içeriği, verilen süreye göre belirlenir. Bir saatlik konuşma ile beş dakikalık
konuşmanın, alanları aynı olsa bile, içerikleri farklı olacaktır. Bu noktada, konunun sınırlandırılması (beyin
fırtınası) hususu ortaya çıkar. Beş dakika ile sınırlandırılmış bir konuşmanın konusu “roman, spor, eğitim,
tiyatro, şiir, din…” gibi çok geniş kapsamlı konular olmamalıdır. Konunun sınırlandırılmasını gerektiren en
büyük etken süredir. Bundan başka, dinleyicinin durumu; konuşmacının bilgi, birikim ve yaşantısı da
etkilidir. Bunlar da göz önünde tutularak geniş ve genel kapsamlı konular daraltılabilir. Örneğin; genel
konumuz “tiyatro” olsun. Süremiz beş dakika ise bu konunun daraltılması gerekir. “Ortaoyunu” olarak bir
daraltma yapmamız mümkündür. Ancak bu da süre için geniş bir konudur. Bu nedenle biraz daha
156
sınırlandırılması gerekir: “Ortaoyununda Müzik ve Dans” başlığı altında beş dakikalık bir konuşma
yapılabilir. Bu başlık “Ortaoyununda Argo”, “Ortaoyununda Kahramanlar” gibi değişik şekillerde de olabilir.

Dinleyici

Konuşma, dinleyici merkezli bir eylemdir. Yani, konu seçerken dinleyici de göz önünde tutulmalıdır.
Konuşmacı-dinleyici ilişkisi, bir topluluk önünde yapılan konuşmanın en can alıcı noktalarından biridir.
Konuşmacı, her ne kadar kendi ilgi alanlarından yola çıkıyor olsa da dinleyicinin beklentilerini göz ardı
etmemelidir. Konuşmacının amacı dinleyici topluluğunu analiz edip onların beklentilerini önceden tahmin
etmeye çalışmak olmalıdır. Yapılacak konuşma, dinleyicinin ilgisini çekecek şekilde hazırlanmalıdır. Bu
nedenle dinleyicinin tanınması önemlidir. Onların yaşını, öğrenim seviyelerini, mesleklerini, gelir
durumlarını, dinlerini, milliyetlerini, coğrafî yakınlıklarını önceden bilen bir konuşmacı; konusunu
belirlerken ve sunarken pek zorlanmaz. Ayrıca konuşmanın nerede, ne zaman, günün hangi saatinde,
programın neresinde yapılacağı; sürenin ne kadar olduğu; konuşmadan ne beklendiği; dinleyici sayısı da
bilinirse yararlı olur. Örneğin; sabah saatlerinde yapılan konuşma ile öğle yemeğinden hemen sonra yapılan
konuşmalar, dinleyici tarafından aynı ilgi ve dikkati göremeyebilir.

Topluluk önünde yapılan konuşma, dinleyici ile konuşmacı arasında yapılan iş birliğidir. Her iki tarafın da
sorumlulukları vardır. Amerika’da hazırlanan bir bildirge, dinleyicilerin haklarını altı madde halinde
sıralarken, aynı zamanda, başarılı bir konuşmacının sahip olması gereken özellikleri de ortaya koymaktadır.
Aşağıda bu bildirge yer almaktadır:

DİNLEYİCİ ÖZELLİKLERİ LİSTESİ (Tahmini olarak doldurunuz)

Bilgiler

Dinleyicilerin eğitim düzeyi .......ilk, .....orta, .....üniversite, .....yükseklisans

Yaşları ........ ila ........ arasında. Ortalama Yaş......

Dinleyicilerin cinsiyet dağılımı (yaklaşık olarak): %....... erkek, %...... Kadın

Gelir dağılımı: ...... ortanın altında, ....... orta, .......... ortanın üstünde.

Dinleyiciler ........ aynı dinden, ......... farklı dinden.

Dinleyiciler ........ aynı etnik kökenden, ......... farklı etnik kökenden.

Dinleyiciler ........ aynı ulustan, ........ farklı ulustan.

Dinleyiciler ....... aynı bölgeden, ........ şehirden, ....... ilçeden, ........ mahalleden.

Tahminler

Dinleyicilerin benim bu konudaki bilgime güvenleri ....... yüksek, ....... orta, ....... düşük olacak.

Dinleyicilerin konuya ilgisi ....... yüksek, ....... orta, ....... düşük olacak.
157
Dinleyicilerin konuyu anlama oranları ...... yüksek, ....... orta, ....... düşük olacak.

Dinleyicilerin konuyu hafızalarına kaydetme oranları ........ yüksek, ....... orta, ....... düşük olacak.

Konuşmaya Hazırlık Listesi

Konuşma ne zaman olacak?

Konuşma nerede yapılacak?

Dinleyicilerin sayısı ne civarda?

Konuşmada ne gibi araçlara gereksinim duyacağım?

Konuşmanın süresi ne olacak?

Benden beklenen ne?

Topluluk karşısında konuşmak söz konusu olduğunda ilk olarak dikkat edilmesi gereken noktalar ;

DİL (4p)

Topluluk karşısında konuşurken, mesajımızı dinleyiciye etkili bir şekilde iletmek, dile hakim olmakla
mümkündür. Rahat anlaşılan, kurallara uygun, canlı ve vurgulu dil kullanımı konuşmayı güçlendirir.
Kullanılan dilin kişiselleştirilmiş olması da önemlidir. Bu, “bize ait bir dil kullanmak” anlamına gelir.

Konuşma eylemi, yazıdan bazı yönleriyle ayrılır. Günlük konuşmalarımız gibi hazırlanmış konuşma
metinleri yazı dilinden farklı metinlerdir. Bu ayrımı sağlamak, konuşmayı doğallaştırmak açısından
önemlidir. İlk bakışta konuşma diliyle yazı dili arasında fark yokmuş gibi görünse de yazı ve kullanım
açısından farklar mevcuttur. Uzun bir konuşma yapmak zorunda olduğumuzu düşünelim. Eğer yazdığımız
uzun bir yazıyı dinleyici karşısında okursak, bu konuşma olmaz. Sadece bir metni yüksek sesle başkalarına
okumuş oluruz. Bu durumda okuyan da dinleyen de büyük bir ihtimalle sıkılır ve okuyan kişi belki de metnin
bazı bölümlerini atlar.

Yazı yazan bir kişi okuyucuyla yüz yüze değildir. Oysa konuşmacı dinleyiciyle yüz yüzedir. Bu nedenle
doğrudan/dolaysız bir anlatım biçimini tercih etmelidir. Böylece dinleyicisiyle konuşmacı arasındaki bağ
güçlenir. Doğrudan anlatım “ben, sen, biz, siz, bana, sana, bize, size,…” gibi kişi zamirlerini kullanarak
sağlanır. Böylece konuşmamızı resmilikten kurtarmış, söyleşi havası kazandırmış oluruz.

Konuşmamızın samimi bir söyleşi havasında olması için kısa cümleler kullanmalı ve deyimlerden
yararlanmalıyız. Ayrıca retorik soru kullanmak da dinleyicinin dikkatini çeker ve ayakta tutar. Retorik
soru; cevap beklemeyen sorulardır. Konuşmacı bazen sorduğu soruya cevap verebilir. Bazı sorularsa cevap
gerektirmez.

158
Konuşma kulağa hitap eden bir eylemdir. Bu nedenle söylediklerimizin açık ve net olması gerekir. Bir metni
okurken, okuyucu, anlamadığı bölümleri veya cümleleri tekrar okuma şansına sahiptir. Oysa dinleyici,
konuşmacının söylediklerini anlamazsa tekrar dinleme şansı yoktur. Böyle bir durumda da dinleyici
konuşmadan uzaklaşır ve dikkati dağılır, konuşmayı takip edemez. Bu nedenle uzun cümlelerden
kaçınmalı, önemli noktaların altını çizmeliyiz.

Dil, giyinmek gibidir. Nasıl bulunduğumuz ortamlara göre farklı giyinirsek, yaptığımız konuşmalar
da farklı ortamlara göre farklı olur. Ayrıca bir üniversite öğrencisiyle konusunda uzman bir kişinin yapacağı
konuşmalar -konuları aynı olsa bile- birbirleriyle aynı olmaz. Bunun yanı sıra anlatımımızı biçimlendirirken
dinleyicilerimizin durumunu da göz önünde bulundurmalıyız. Örneğin tıpla ilgili bir konuşma yapıyorsak ve
dinleyicilerimiz hiç tıp eğitimi almamış kişilerden oluşuyorsa, kullanacağımız terimleri mutlaka
açıklamalıyız. Yani konuşmamızın dilini oluştururken kişiliğimiz, konumumuz ve dinleyicilerimiz önemli
rol oynar.

Topluluk karşısında yapılan konuşmalarda, iletmek istediğimiz mesajın, dinleyici tarafından açık ve net
anlaşılması önemlidir. Bunu sağlamak da kesin ve isabetli sözcük seçimi, sözel karmaşadan kaçınma, çok
genel ifade ve soyut sözcüklerden olabildiğince uzak durmakla mümkün olur. Genel ifadeler ve soyut
sözcüklerin kullanımı anlaşılmayı zorlaştırır ve düşünce çizgisinin izlenmesini engeller. Konuşma
metnimizde daha belirgin ve kesin ifadeler kullanmamız, daha inandırıcı olmamızı sağlar. Örneğin; “Bugün
ülkemizde çok sayıda görme özürlü insan yaşamakta. ”cümlesi yerine, “Günümüz Türkiye’sinde beşyüz
binden fazla - yaklaşık nüfusun yüzde biri kadar - görme özürlü insan yaşıyor. ” demek daha kesin, daha
belirgin ve daha inandırıcı bir ifadedir. Konu dışı sözcükler, gereksiz sözcük tekrarları ve gereksiz sıfat
kullanımı sözel karmaşaya sebep olur. Şu cümle sözel karmaşaya örnektir: “Roma, ister inanın ister
inanmayın, irili ufaklı, küçüklü büyüklü, kısa aralıklarla inşa edilmiş, hepsi, abartmıyorum, birbirinden güzel
–güzel de kelime mi, enfes!- çeşmeleriyle kuşkusuz bir çeşmeler kentidir, demek pek de yanlış olmayacaktır
kanımca; dediğim gibi ister inanın ister inanmayın.” Bu cümlede ifade edilen düşünceyi şu şekilde sözel
karmaşadan kurtarabiliriz: “Roma, çeşmeler kentidir, dersem bilmem inanır mısınız? Roma’da
sayılamayacak denli çok çeşme var.” Anlamı geliştirmeyen tekrarlardan, boş sözcük ve söz gruplarını
kullanmaktan, uzun cümlelerden kaçınmalı; aynı düşünceleri içeren cümleleri birleştirmeliyiz.

Konuşmamızda kullandığımız dil, canlı ve dinleyicilerimizi etkileyecek, onların dikkatini ayakta tutacak
nitelikte olmalıdır. Yani, kullandığımız dil ve anlatım, dinleyicimizin beş duyu organından bir veya birkaçını
etkilerse, konuşmamız daha canlı ve başarılı olur. Bunu sağlayabilmek için de benzetmelere, mecazlara,
karşılaştırmalara yer vermemiz gerekir. Ayrıca, edilgen çatı yerine etken çatılı fiiller kullanmak, keskin
zihinsel görüntüler yaratmak için kesin fiillere yer vermek de konuşmanın daha canlı olmasını sağlar.

Bütün bu anlatılanların yanı sıra, dilimizin etkileyici ve olması için üzerinde çalışılması gereken bazı
noktalar vardır. Cümleleri kısa tutmanın önemli olduğunu daha önce söylemiştik. Bir cümledeki sözcük
sayısı on – on iki arasında olmalıdır. Tabi ki bu, bütün cümlelerimizin aynı uzunlukta olacağı anlamına
gelmez. Zaman zaman orta uzunlukta cümleler kullanılabilir; ama kısa cümlelerin uzun cümlelerden daha
kolay anlaşılacağı unutulmamalıdır. Değişik cümle türleri kullanmak önemlidir. Yani, sadece isim
cümlelerini ya da sadece fiil cümlelerini arka arkaya sıralamamak gerekir. Çünkü bu durum, anlatımı
159
donuklaştırır. Yüklemlerde olan bu çeşitlilik, cümlelerin anlamında da olmalıdır. Yani, retorik sorulara,
ünlem ve emir cümlelerine yer vermek de etkili olur.

SES (2p)

Ses, ciğerlerden gelen havanın ses yolunda meydana getirdiği titreşimdir. Konuşmadaki sözcükleri
dinleyiciye iletir. Güzel ve etkili konuşabilmek için dilin seslerini doğru telaffuz edebilmek, sözcükleri
doğru seçip yerli yerinde kullanabilmek gerekir. Güzel konuşabilmek ve dinleyicileri etkileyebilmek için,
sözün çıkışına ve anlamın gelişine göre ses tonunun ayarlanması, solunumun zamanında yapılması
gerekir. Rahat nefes alıp vermek sesleri birbiri ardınca çıkarabilmenin ön şartıdır. İyi bir konuşmacının
akciğerlerini ve buna bağlı olarak diyaframını verimli kullanması gerekir. Diyaframın iyi kullanılması ise
duruş şeklimize bağlıdır. Bu yüzden, konuşurken rahat olunmalı ve dik durulmalıdır. Konuşma sanatının
en önemli özelliklerinden biri sesin söylenişteki gücüdür. Duyulabilirlik ve anlaşılabilirlik bir
konuşmacının sesinin sahip olması gereken başlıca özelliklerdir. Konuşma sırasında seslerin gereğinden
zayıf çıkması iletişimde önemli sıkıntılar doğurur. Bunun için konuşmacının her söylediği, dinleyici
tarafından açıkça işitilebilmelidir. Konuşurken, konuşmacının sesi sadece sözcükleri taşımakla kalmaz,
sesin çıkış biçimi de dinleyiciye ulaşan anlamın şeklini belirler. Ses, dört unsurdan oluşur: entonasyon (pitch-
perde), hacim (volume-yükseklik), hız (rate), nitelik (ses tonu). Bunların dördü bir araya gelerek anlamı
belirler. Konuşmaya yüksek sesle başlayıp nefes yetiştirememek ses tonundaki düşmelere neden olur.
Konuşma sırasında gereksiz bağırmalar, ses tonundaki düşmelere, sesin kasılmasına, çatlaklaşmasına ve
nefesin zamanından önce tükenmesine yol açar. Bu yüzden, konuşma sırasındaki iniş ve çıkışlar iyi
ayarlanmalı; geçişler ustalıkla yapılmalıdır.

METNE HAKİMİYET (3p)

Konuşmacı konuşmaya başlamadan önce konuya ve dinleyiciye olumlu bir tutum geliştirmelidir. Bunun için
metne hakim olmak ve metne iyi hazırlanmak gerekir. Dinleyiciler, konuşmacının da kendi söylediklerine
inandığını hissetmelidir. Konuşma özgüven duygusu içinde yapılmalıdır. Dinleyici söylenenlerde ilgi ve şevk
sezmelidir. Topluluk önünde yapılan konuşmalarda, heyecan hiçbir zaman yok olmadığından bu heyecan
duygusu, daha iyi bir sonuç alına bilinmesi için kullanılmalıdır. ( Timothy Gallwey ve Bob Kriegel farklı
türden iki kayak hocası; asıl ilgi alanları kayak sporunun kendisi değil. Kayakçılara zihinsel durum ile atletik
başarı arasındaki ilişkiye odaklanarak ve düşme korkularını (onların KORKU 1 diye adlandırdıkları olumsuz
korku) olumlu enerjiye (KORKU 2 diye adlandırdıkları güç) dönüştürerek yardımcı oluyorlar.

Gallwey ve Kriegel’e göre KORKU 2 vücudun gerçek tehlikeye karşı gösterdiği tepki. Derin bir
uykudan uyanıyorsunuz, duman kokusu alıyorsunuz, evinizin yanmakta olduğunu ve kaçmanız gerektiğini
fark ediyorsunuz. Hemen hemen aynı anda vücudunuz yüksek oranda adrenalin salgılamaya başlıyor, kalp
atışlarınız hızlanıyor, gözbebekleriniz büyüyor, kaslarınıza daha fazla kan pompalanıyor ve bu sayede
kaçabilme gücü ve kararlılığını kendinizde buluveriyorsunuz.

KORKU 2 size güç verirken KORKU 1, hiçbir gerçek tehlike yoksa bile, sizi çaresizleştiriverir. Tehlike
duygunuzu abartır, başa çıkma becerilerinizi sıfıra indirir ve kırılganlığınızı arttırır; böylece başarısızlığınız
garantilenmiş olur. Gallwey ve Kriegel KORKU 1’in kayakçıları nasıl etkilediğini şöyle betimliyor:
160
“Kaymaya başlamadan önce,KORKU 1’in etkisindeki kayakçı aşağıya bakar ve yamacın ne kadar dik
göründüğünü düşünmeye başlar. Karnında dönenen endişeyi hisseder ve benzer yamaçlar ve benzer
durumlarda yaşadığı düşme deneyimlerini hatırlar. Yaralandığı bir durumu da düşünebilir ve bu tatsız
deneyimin tekrar meydana gelişini gözünün önünde canlandırır. Kasları eylemin gerektirdiği esnekliğe
ulaşacağına, korkunun etkisiyle sertleşmeğe başlar. Cesareti yokolur, güçsüzlüğü hisseder ve görüşü
bulanıklaşır.”

Burada göreceğiniz üzere, KORKU 1 kayak sporunda olduğu gibi, topluluk önünde yapılan
konuşmalarda da aynı yıkıcı etkilere sahiptir. Dizleriniz titrer ve ağzınız kurur; en basit sözcükleri söylemek
bile dünyanın en zor işi haline gelir. Peki bu korkunun üstesinden nasıl gelinir? Buradaki amaç sinirsel
enerjinizi (KORKU 1) topluluğa konuşma yaparken gereksinim duyacağınız belirli, idare edilebilir becerilere
yönlendirmek. Doğru bir yaklaşımla KORKU 1’inizi KORKU 2’ye dönüştürebilir ve konuşmalarınızı
özgüven duygusu eşliğinde yapabilirsiniz. Heyecanınız hiçbir zaman tam olarak yok olmasa da bu sinirsel
enerjiyi daha iyi bir performansa ulaşmak için kullanabilirsiniz.

İşe başlamak için kendinizi ilk kez sarp bir tepenin başında duran bir kayakçının yerine koyun. Sonra
da topluluğa konuşmanın kayak gibi öğrenilebilir bir beceri olduğunu hatırlayın. Anlayış, pratik, disiplin ve
olumlu bir tutumla yeteneğiniz gelişecek ve artık korkunuzu denetim altına alabileceksiniz. )

BEDEN DİLİ (2p)

Konuşma sırasında sürekli dolaşma veya başka cisimlerle oynama, dinleyicinin dikkatini dağıtır. Konuşma
sırasında, duygu ve düşüncelerin daha canlı anlatılmasına yardımcı olan hareketler bütünüyle “beden dili”
olarak adlandırılır. Beden dili, konuşma sırasında yerli yerinde ve kararında kullanılmalıdır. Beden dilinin
ölçüsüzce kullanılması dikkati dağıtan unsurlardandır ve dinleyiciler arasında gülmelere yol açabilir. Aynı
şekilde abartılı bir şekilde kullanılan jest ve mimikler de anlatımın değerini düşürür. Bu yüzden beden
dilini, jest ve mimiklerimizi kullanırken dikkatli davranmamız gerekir. Dinleyicide olumlu izlenimler
bırakan bir konuşmacı, her zaman hatırlanır. Bu yüzden kişinin toplumdaki yerini belirlemede, güzel ve etkili
konuşmanın payı büyüktür.

Konuşmacı dinleyiciye güven veren bir görünüm sergilemelidir. Dik durmalı, dinleyicilerin gözlerine
bakmalıdır. Metni okumama ve dinleyici ile göz bağlantısı kurma, dinleyici üzerinde olumlu izlenimler
bırakır. Konuşma boyunca, dinleyicilere kısa sürelerle rastlantısal olarak bakmak, iyi bir göz
bağlantısının temel şartıdır. İyi bir göz bağlantısı, dinleyicinin dikkatini arttırır. Göz bağlantısı kurulan kişi,
iletişimin bir parçası olduğuna inanır ve bu, dinleyicinin zihinsel olarak konuşmacıyı izlediğini gösterir. İyi
bir göz bağlantısı kurulduğunda, dinleyicinin konuşmacıya ve konuşmacının düşüncelerine güvenini
arttırdığı gibi, göz bağlantısı kurulmayan dinleyiciler konuşmacılara kuşku ile bakar ve içten olmadıklarına
inanırlar. Dinleyicinin söylenenlere nasıl tepki verdiğinin anlaşılması için de iyi bir göz bağlantısı yapmak
gerekmektedir. Dinleyiciden gelen tepkiye göre konuşmacı, söylediklerini değiştirmek ya da arada bazı
yerleri atlamak, böylelikle de mesajını en etkin biçimde ulaştırmak şansına sahip olur.

161
ZAMANLAMA (3p)

(5-7 dakika arası konuşmanız gerekiyor. Bu sürenin altında kalan ya da süreyi aşan konuşmacı Zamanlama
Kriterinden puan alamayacaktır!!!)

Konuşma zamanında başlamalı ve zamanında bitmelidir. Dinleyiciyi uyanık tutacak bir hızda
konuşulmalı, konuşma hızı dikkatlice ayarlanmalıdır. Konuşmanın zamanı ayarlanırken, konuşmacının rahat
ve kolay anlaşılması, sözcüklerin dile dolaşmaması, dinleyicilerin rahatsız olmadan anlayabilmeleri göz
önünde bulundurulmalıdır.

İÇERİK (4p)

Konuşmanız sırasında giriş-gelişme ve sonuç bölümleri (konuyu ele alışınız, öne sürdüğünüz düşünceyi
nasıl desteklediğiniz, verdiğiniz örnekler, konuşmanızı nasıl sonlandırdığınız…vb) değerlendirilecektir.

DESTEKLEME BİÇİMLERİ (3p)

(Yapacağınız konuşmalarda en az 2 tanesini kullanmanız gerekiyor!)

Gerekli araştırma yapılıp, bilgiler kaydedildikten sonra, sıra bu bilgilerin yaratıcı bir biçimde geliştirilmesine
gelir. Dinleyicilerin ilgisini çekmek, anlamalarını ve hatırlamalarını sağlamak, elde ettiğimiz bilgileri nasıl
kullandığımıza, nasıl ifade ettiğimize bağlıdır. Bilgilerimizi etkileyici bir biçimde sunmanın bazı yolları
vardır. Bunun için kullanabileceğimiz başlıca destekleme biçimleri şunlardır: Tanımlama, örnekleme,
betimleme, karşılaştırma, öyküleme, alıntılama, görsel malzeme kullanma.

TANIMLAMA

Tanımlama kısa ya da uzun olabilir.

Kısa tanımlar:

Eşanlamlı ve karşıt anlamlı

Sınıflama (Söz konusu sözcüğün sınırlarını belirlemek)

Ayrıştırma (Sözcüğün aynı gruptaki diğer sözcüklerden farkını ortaya koyma)

Kullanım ya da işlev (Bir nesnenin kullanımı ya da işlevi sınıflanmasından daha önemli olduğundan çok
daha tanımlayıcıdır)

Etimoloji (Kelime köken bilimi; açıklamaya canlılık, renklilik katar.)

162
Geniş Tanımlar:

Genel ifadeleri açıklamak için örnekler ve bezemeler (resimlemeler/illüstrasyonlar) kullanırız. İllüstrasyon;


hikaye gibi, ama hikayeden daha betimleyici bir şekilde geliştirilen örnektir. Örnek seçerken şunlara dikkat
etmemiz gerekir:

Örnekler dinleyicinin kafasında canlı bir resim oluşturacak kadar belirgin olmalı

Genellemeyle gerçekten ilgili olmalı

Konuşmanın tonuna uygun olmalı

Genellemeyi yaparken; her genellemeyi destekleyen bir örnek olması çok önemlidir.

BETİMLEME

Betimleme “Neye benziyor?” sorusuna yanıt veren sözel bir resimdir. Etkili betimleme yapmanın yolu,
gözlem yapmak ve gözlemleri ifade etmekten geçer. Betimlenen şeyin ölçü, şekil, ağırlık, renk,
kompozisyon, yaş, durum ... gibi özelliklerine dikkat edilir. Çünkü betimleme duyularla ilgilidir.

KARŞILAŞTIRMA

Tanımlar yeterince resmedici olmadığında karşılaştırma ile desteklenebilir. Karşılaştırmayı yaparken anlamlı
olmasına, karşılaştırılan nesnenin dinleyiciye tanıdık olmasına, karşılaştırmanın dinleyicinin zihninde net bir
resim oluşturmasına dikkat etmek gerekir.

ÖYKÜLEME

Anlatı, dinleyicinin dikkatini çekmelidir. Başta, ortada ya da sonda kullanılabilir. Öyküleme yaparken dikkat
edilecek konular şunlardır:

Hikayenin dayanak noktası açık olmalıdır

Bir zaman sırası izlenerek anlatılmalıdır

Canlı, belirgin ayrıntılar içermelidir

Mümkünse diyalog kullanılmalıdır

Mizahi unsurlar vurgulanmalıdır

Hikaye bilgilendirici veya ikna edici bir noktaya bağlanmalıdır

163
ALINTILAMA

Alıntı, kısa ve az olursa daha işlevseldir. Açıklayıcı ve renklendirici olmalıdır. Doğrudan, açıklamadan bir
alıntı yaparsak mutlaka kaynağı belirtilmelidir. Aksi takdirde hırsızlık yapmış oluruz.

GÖRSEL MALZEME KULLANIMI

Gözümüzden beynimize giden sinirlerin sayısı kulaklardan giden sinirlerden kat kat fazladır. Bilim göz
uyarılarını kulak uyarılarından yirmi beş kat daha fazla dikkate aldığımızı söylüyor. Bir Japon atasözü şöyle
diyor: “Bir kere görmek yüz kere anlatmaktan iyidir.” Anlaşılır olmak istiyorsak fikirlerimizi görüntülemek
gerekmektedir. Diyagramlar kelimelerden daha inandırıcıdır. Bir grafik ya da diyagram kullanıyorsanız
görülebilecek kadar büyük olmasına dikkat edin ve ayrıca bu tür bir materyali kullanmada aşırıya kaçmayın.
Bu tür malzemenin fazla kullanımı genelde sıkıcıdır. Görsel malzemeler kullanırken bu önerilere uyarsanız
dinleyicilerinizin dikkatini çekmeyi başarabilirsiniz:

Malzemeyi kullanmaya hazır olana kadar gözlerden uzak tutun.

Malzemeyi en arka sıralardan görülebilecek büyüklükte seçin.

Konuşurken malzemeyi dinleyicilerinizin arasında dolaştırmayın, dikkati dağıtır.

Bir malzemeyi gösterirken onu dinleyicilerinizin görebileceği yerde tutun.

Konuşurken malzemeye bakmayın (Siz dinleyicilerle iletişim kurmaya çalışıyorsunuz, malzemeyle değil.)

Eğer asetat kullanıyorsanız her asetatı numaralandırın.

Kullandığınız malzemenin ne olduğunu bilin.

Malzemeyle işiniz bittiyse ve mümkünse ortadan kaldırın.

Unutmayın etkileyici bir malzeme, etkisiz on tanesine bedeldir. Bir malzeme kullanışlı ise kullanınız.

Malzemeyi iyi kullanabilmek için nasıl sergileneceğinin önceden denemesini yapın.

Görsel malzeme örnekleri;

Grafikler – istatistiksel bilgiler, çizimler, harita, fotoğraf, film, dia, asetat, bilgisayar çalışmaları (Power
point, internet...)

TASLAK OLUŞTURMA (5p)

Giriş
164
Girişin amaçları:

Dikkati sağlamak ( dinleyicinin dikkatini gövdeye yöneltecek bir ya da iki cümle)

Konuşmanın tonunu belirlemek (eğlenceliyse eğlenceli, ciddiyse ciddi bir başlangıç yapmak)

Konuşmacı ve dinleyiciler arasında bir iyi niyet zinciri oluşturmak (sesin içtenliği)

Konuşmanın gövdesine yol açmak (dikkat cümlesinden sonra konuşma hedefi cümlenizde belirlediğiniz
şeyin söylenmesi, gelişmeye hazırlık)

☺ Giriş asıl konuşma süresinin yüzde beş-onu olmalıdır. Konuşma kısa ise, giriş de kısa olmalıdır.

Girişin modelleri:

Şaşırtıcı Soru Hikaye Kişisel gönderme Alıntı Gerilim (arkadan ne gelecek?) Kompliman Dikkat cümlesi

GÖVDE

Ana Başlıklar: Ana başlıklara genellemeler de denir. Ana başlık cümlesi içerdiği tüm bilgileri özetler. Ana
başlıklar çeşitli yapılarla gösterilebilir:

1. Problem çözme kalıbı

Birinci başlık problemin önemini, ikincisi nedenlerini, üçüncüsü çüzümlerini içerir.

2. Zaman –dizimsel- kalıp

Tarihsel ilerleyişe göre yapılır. En eskiden en yeniye ilerlenir.

3. Konu odaklı kalıp

Malzeme bir kaç başlığa bölünüyorsa

SONUÇ

Konuşma, özetleme ya da takviyeyle sona ermelidir. Sonuçta söylenecekler önceden mutlaka planlanmalıdır.
Bunlar esinlenme aracılığıyla akla gelmez. Konuşmanın nasıl bitirileceği önceden düşünülmeli ve
söyleneceği biçimde yazılmalıdır. Sonuç için bir alıntı da kullanılabilir.

KONUŞMA TASLAĞI ÖRNEĞİ I

KONU: OSMANLI HAREMLERİ

KONU HEDEFİ: BİLGİLENDİRME

165
BEYİN FIRTINASI: Osmanlı- Hürrem- Kösem- Padişah- Kadın- Erkek- Hiyerarşi- Entrika- Topkapı
Sarayı- Valide Sultan- Cariye- Şehzade- Enderun- Devşirme-Hanedan- Aristokrasi- Dokunulmaz- Kutsal-
Harem-i Hümayun- Hadım- Tavaşi- II.Mehmet- Kafes- Acemi- Gedikli- Haseki- Harem Ağası-

GİRİŞ

DİKKAT CÜMLESİ: Yeryüzündeki hiçbir erkek kendisine sunulan, inanılmaz güzellikte bir ev dolusu
kadına hayır diyemezdi herhalde.

Osmanlı haremleri sanılanın aksine oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir ve buralardaki kadınlar
tarafından oynanan oyunların saltanatı dahi tehlikeye atabilecek nitelikte oldukları söylenmektedir. Osmanlı
haremleri ile ilgili olarak bilinmesi gereken en önemli nokta bu haremlerin yapısı, bölümleri ve özellikleridir
ancak bunları da anlayabilmek için öncelikle haremin tanımının yapılması gerekmektedir. Çünkü haremin
gerçekte ne olduğu genelde birçok insan tarafından yanlış bilinmektedir. Konuşmamda öncelikle bu
konulardan bahsedip daha sonra sizlere haremlerde düzenlenen entrikalardan bahsetmek istiyorum. Bu
entrikaların kimi zaman masum kaldığını, kimi zaman ise saltanatı bile tehlikeye sokabilecek kadar tehlikeli
boyutlara ulaştığına değineceğim.

GÖVDE

I. Haremlerin Tanıtılması

a. Harem nedir?

b. Osmanlı hareminin bölümleri

c. Haremlerde kadınlar arasındaki hiyerarşik uygulama

II. Osmanlı haremlerindeki entrikalar

a. Haremler hakkındaki Türkiye ve dünyadaki genel kanı.

b. Hürrem Sultan ve hayatından kesitler

c. Harem entrikalarına diğer örnekler

SONUÇ: Osmalı haremleri birçok bölümden oluşan, kadınların hiyerarşik bir konumda sıralandığı ve içinde
saray dışını da etkileyebilecek olan türlü oyunların oynandığı saray içinde bir bölümdür.

Destekleyici Malzemeler: Haremi tanıtıcı nitelikte görsel malzemeler ve harem içinde oynanan oyunlara
verilebilecek birkaç örnekler, tanımlama, alıntılama.

KONUŞMA TASLAĞI ÖRNEĞİ II

KONU: OYUN TEORİSİNİN İNSAN HAYATINDAKİ UYGULAMALRI

KONU HEDEFİ: BİLGİLENDİRME


166
BEYİN FIRTINASI: Mikroekonomi- Makroekonomi- Metodoloji- Ekonometri- John Nash- Nobel
Ödülü- İstatistik- Yapay Zeka- Sıfır Toplamlı Oyunlar- Neo klasik Ekonomi -

GİRİŞ

DİKKAT CÜMLESİ: Nobel Ekonomi Ödülü’ ne layık görülen oyun teorisi modern dünya insanın
hayatında neden kullanılamasın?

AMAÇ CÜMLESİ: Günümüz şirketleri tarafından politika ve ilişki yönetiminde kullanılan “Oyun
Teorisi” analiz edildiğinde insanların karar verme mekanizmalarında onlara yardımcı olabilir.

1949 yılında John NASH tarafından doktoru tezi amacı ile yazılan “Oyun Teorisi” 1994’ te Nobel
Ekonomi Ödülü’ne layık görülmüştür. Oyun Teorisi günümüzde pek çok özel şirket tarafından
piyasadaki devamlılıklarının sürdürülebilmesi amacıyla kullanılmaktadır. Teori belirli ilkeler üstüne
kurulmuş olup sadece ekonomi alanında değil insanlar arasındaki ilişkilerde ve insanların bireysel
karar verme süreçlerinde başarılıyla uygulanmaktadır. Konuşmamda öncelikle oyun teorisini ve
temel ilkelerini anlatmak daha sonrasında teoriyi gündelik hayatta nasıl kullanabileceğimizi
örnekleri ile tanıtmak istiyorum. Bu ilkeler insanların karar verme sürecini onların en karlı çıkacağı
şekilde düzenlemektedir.

GÖVDE

I. Oyun Teorisi hakkında bilgi (ANA BAŞLIK I)

a. Oyun Teorisi nedir? (Alt Başlık I)


b. John Nash hakkında kısa bilgi (Alt Başlık II)
c. Oyun Teorisi Temel Kavram ve İlkelerinin tanıtımı (Alt Başlık III)

II. Oyun Teorisi’nin kullanım alanları (ANA BAŞLIK II)

a. Oyun Teorisi’nin insan hayatında kullanılması (Alt Başlık I)


b. Oyun Teorisi’nin ekonomide kullanımı (Alt Başlık II)
SONUÇ

Özetle Oyun Teorisi her ne kadar ekonominin bir kavramı ve uygulaması olsa da insanların günlük
hayatlarında kullanıldığında, onların başarıya ulaşmalarında büyük bir yol gösterici olabilir.

Destekleyici Malzemeler

1-https://www.matematiksel.org/john-nash-ve-oyun-teorisi/
2- https://paratic.com/john-forbes-nash-jr-kimdir/
3- https://www.youtube.com/watch?v=YC1ur1mvhwk (Video)

167
ÜZERİNDE KONUŞULMASI YASAK KONULAR
11 Eylül Saldırıları
7. Kıta
Aids.
Alkol, sigara ve uyuşturucu bağımlılığı.
Alternatif Tıp
Altın Oran
Amerikan Futbolu
Atom Bombası
Bedelli askerlik
Beden dili.
Bermuda şeytan üçgeni
Beslenme Bozuklukları ve buna bağlı hastalıklar
Beslenme ve Diyet
Beyin Göçü
Bilardo, satranç, tavla gibi oyunların tanıtımı
Bilgisayar Oyunları ve Şiddet
Bilinçaltı Reklam
Bilinçli Farkındalık
Binicilik
Bioenerji.
Bireysel Silahlanma
Burçlar ve astroloji
Buz Hokeyi
Çalışan anne ve çocukları
Çarpık Kentleşme – Gecekondulaşma
Cep telefonları.
CERN deneyi
Çernobil
Çikolata (tarihçesi)
Coca Kola (tarihçesi)
Deprem.

168
Dizel- benzinli motorlar
Dövme sanatı
Down Sendromu
Dünyanın Yedi Harikası.
Ebru sanatı
Enerji İçecekleri
E-Spor
Estetik – Estetik Ameliyatları
Evcil Hayvanlar
Evlilik/Evlilik öncesi birlikte yaşamak.
Fobiler
Formula 1.
FRP
GDO
Gen Değişimi (Tasarım Bebekler)
Gıda Kıtlığı
Gitar
Grafiti
Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler
Hazır Yemek (Fast Food)
Hipnoz
İdam cezası.
İnternet ve Sosyalleşme
İstanbul'a 3.Köprü
Kadın Sünneti
Kadına Yönelik Şiddet
Kahve (tarihçesi)
Kelebek Etkisi
Kişilik Bozuklukları
Kleptomani
Klonlama
Koç Üniversitesi
Korsan yazılım, kitap,cd..
Kredi Kartları

169
Kumarhaneler
Küresel Isınma
Kürtaj.
Latin Dansları (Tango,Salsa)
Masonluk
Medya toplum ilişkisi - Şiddet içeren programlar
Miligram Deneyi
Mısır Piramitleri.
Nükleer santraller.
Obsesif Kompulsif Bozukluklar
Organ Bağışı
Organik Gıda-Tarım
Oscar Ödülleri
Ötenazi.
Otizm
Philadelphia Deneyi
Pozitif Düşünce
Psikanaliz
Psikolojide Ekoller
Renkler
Romada Kölelik
Salvador Dali
Şamanizm
Sanal Para Bitcoin
Şifalı Bitkiler
Sinestezi
Şizofreni
Sokak çocukları
Solaryum
Sosyal Fobi
Space X
Stanford Hapishane Deneyi
Stockholm Sendromu
Teknoloji

170
Tenis, voleybol, futbol, basketbol gibi oldukça yaygın spor dallarını
tanıtma
Toplu Taşıma Araçları
Trafik kazaları.
Türkiye ve Avrupa Birliği.
UFO
Üniversitelerde devamsızlık sorunu
Uyku ve rüyalar.
Uzay Yolculuğu
Van Gogh
Vejeteryanlık/ Vegan Beslenme
Yabancı dilde eğitim
Yapay Zeka
YKS/LGS Sınavları
Yoga, aikido,reiki,pilates…(Uzakdoğu kültürü)
Yunan mitolojisi.

171

You might also like