You are on page 1of 308

Bu çalışma, felsefeye girişe giriş olarak görülebilir.

Çınar altında bir masada toplanmış, sayıları


gününe göre üç ile altı arasında değişen insanların (Arif Hocamız, Müjdat, Ertan, Oğuz, Murat ve
ben) konuşmalarıdır. Bir biçimde birbirini bulmuş insanların ortaya koydukları gücün sonucudur. Arif
Hocamız birikimlerini bizimle paylaştı. Dinledik, öğrendik, karşı çıktık, tartıştık, uzlaştık, eşsiz bir
deneyim yaşadık.
Konuşulanların o masada kalıp unutulmasına izin vermek istemediğimiz için, konuşmaları kayıt altına
aldık. Bu kayıtları metne dönüştürme görevi bana düştü. Gerekli gördüğüm yerlere dipnotlar
yerleştirdim. Sonuçta, felsefeye doğru adım atmak isteyenlerin yararlanabilecekleri bir ürün ortaya
koyduk sanıyorum. Hocamız şöyle demişti: “Seminerler bittiğinde, bir felsefe kitabı artık sizi
korkutmayacaktır. Rahat rahat okuyacaksınız.” Bu sözün doğruluğuna, çalışmamızı okuyanların da
tanıklık edeceğine kuşkum yok.
Çağlar Simsoy
1.Gün
Çınar ağacının altı
Problemler… Malum Grek felsefesi. Anaksimandros ne demiş? “Karşıtlık kötü” demiş, boğuşturmuş
onları. Aperion’dan çıkmış, diyor ki “her oluşa gelen, oluşa gelişinin bedelini öder ve geri
{1}

döner”. Bu bir bakış. Diyor ki, boğuşma. Sadece boğuşmadan söz etmiyor, boğuşmanın kötü
olduğunu da söylüyor.
Greklerde töz yoktur, özellik vardır. Yani Grekler tözü bilmezler. Nereye kadar, Aristotales’e kadar.
O bildi mi? O da geçmişten gelen yarım bilmenin, bir sürü eksikliklerini yaşadı ve iyi bir töz tanımı
yapamadı. Yani bizim bugün kolayca basite alabileceğimiz bir töz çözümlemesi sunabildi. Ama
sonuçta az-çok bir töz fikrini de geliştirdi. Şimdi ondan önce herhangi bir özellik, mesela sertlik bir
tözdü; mesela kuru olmak bir tözdü, yaş olmak bir tözdü. Ateş, mesela bir tözdür ama özellik olarak
tözdür, herhangi bir olgu olarak değil. Yani Grekler bizim bildiğimiz özelliklere töz diyorlar. Kendi
başına varoluşu olmayan bir kokuya töz diyebiliyorlardı, bir renge töz diyebiliyorlardı. Ve onların
sağlaşımından bir yaşam, bir süreç üretiyorlardı. Anaksimandros da dedi ki; varoluşa geldin, bir
karşıt olarak, bir karşıtın çıktı senin önüne, o seni savaşta yendi, seni asli, temel yuvana gönderdi,
o yaşamaya başladı. Ama onun da başına gelecek olan, yenip gönderdiğinin başına gelenle birdir.
O da cezasını çekecek.
Şimdi geliyorsun Herakleitos’a, yani problemden söz ediyoruz ya, diyor ki; çatışkı iyidir, savaş
tanrıdır. Çatışkı olmasa bu olmazdı, diyor. Hegel pek kavramamıştır, Aristo kavramamıştır
Herakleitos’u. Bunu hep söylüyoruz. Hegel diyor ki, tez-antitez-sentez oluşur, bir durak, bir
düzenleme. Herakleitos asla onu demiyor. Yani bir barış bir savaş demiyor, hayır. Herakleitos diyor
ki; hem savaş hem barış. Yani diyor, bu Müjdat denen töz, yani olan, sürekli içinde savaş olan,
çatışkı olan bir süreçtir. Bir barış bir savaş demiyor, hem savaş hem barış. Bunun içinde, ikisi de
yan yana, boğuşuyorlar diyor. Zaten bu da o diyor, bu boğuşma. Aristo diyor ki, çelişme ilkemizin
canına okudu. Aristo’nun dediği; bir nesne çelişik ya da karşıt ögeler, yüklemler alamaz. Bir nesne
hem siyah, hem beyaz olamaz, bir nesne hem kuru hem yaş olamaz. Bunun canına okudu diyor
Herakleitos için. Okumadı, çelişkiye kesin aykırı bir şey yok. Onun dediği, sizin A dediğiniz şey, bir
karşıtlar savaşının süreç halindeki karşınızdaki duruşudur. Durum bu olunca da siz ona A
diyemezsiniz, ona ad vermeyin, diyor. Yani şimdi bir beyaz oldu, bir siyah oldu da değil.
Herakleitos’u iyi kavramak lazım. Herakleitos diyor ki; nesneler, savaş halindeki karşıtlıkların
karşımızda süreç olarak bir geçişidir. Duruşudur demiyor. Olay bu ve diyor, karşıtlık çok iyi, savaş
çok iyi.
Şimdi Herakleitos’umuzu çok seviyoruz. Herakleitos’u gerçekten anlamamışlar. Anlayan var mı
diyeceksin, ben pek sanmıyorum. Platon adına da söylüyorum, Aristo hiç anlamamış. Platon epeyi
saygı gösteriyor ama Platon, Herakleitos ontolojisinin yanından bile geçmemiş. Varsa yoksa Pisagor.
Üç kere güney İtalya gezisi var Platon’un. Üçünde de temel amacı Pisagorculuğu kavramak. Yani o
Sicilya’daki krala akıl vermeye gitti derler ama asli amacı, temel amacı Pisagorculuğu kavramak.
Grek felsefesinin anakara Atina felsefesine dönüşmeden önceki iki ayağı var. Birisi İyonya (Ιωνία /
Ionia), birisi güney İtalya. İyonya’da ne var? Milet ve Efes var, tarihsel sıraya göre. Bergama var.
Niye Bergama var? Bergama’dan Galenos yetişti, büyük hekim.
Şimdi söyleyince hopluyorlar. Sen bilmiyorsun diye, bilmezliğini niye bana dayatıyorsun. İbni
Sina’nın sağlık üzerine olan kitabının yarısı Galenos’tan alınmadır, yarısı Hipokrat’tan alınmadır.
Hipokrat, Kos’ludur (Κως), bugünkü İstanköy, Bodrum’un karşısında. Herodot, biliyorsunuz
Bodrumludur, Halikarnas. Hani Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın sürgüne gittiği yer. Şimdi bir İyonya
ayağı var, hem de göz kamaştırıcı bir şekilde. Şöyle bir şey olmuş; tarihsel bağlamına baktığın zaman
Lidyalılar, Medler, Persler köpekler gibi boğuşuyorlar Anadolu’da, birbirlerini yiyorlar. Tabi bu
Grek soyunu da altüst etmiş, perişan etmiş. Ne olmuş? Hep istila edilmiş Efes’le Milet. En son
Persler gelmiş, basmış almışlar. Şimdi o arbede içerisinde yaşarlarken ne olmuş? Pisagor ve daha
sonra göreceğimiz Ksenofanes, -Ksenefon demiyorum, çünkü o başka bir adamdır- tutmuş İtalya’ya
gitmişler. Orada bir felsefe yaratmışlar. Bunlar İyonyalıdır, Pisagor İyonyalı, Samoslu. Orada sürgün,
zaten şiirlerinde de var. Aklım erdiği kadarı, ben sürgünüm diyor.
Güney İtalya’da ne olmuş? Bir Pisagor var, bir Ksenefones var, Parmenides var, Empedoklas var.
Yani orada da muhteşem, göz kamaştırıcı bir felsefe gelişmiş. Daha sonra bu sofistler, Sokrat, daha
sonra Platon, Aristo yoluyla Anakaraya taşınmış. Demek ki iki ayak bu.
İyonya ayağında nesnelerin doğası, fizik daha ağır basıyor, ötekinde dinsel bir hava var. Pisagor bir
tarikattı. Adamları vardı, elemanları vardı, yaşam tarzları vardı, yemekleri, yatakları, gezmeleri,
tozmaları, dünyaya bakışları çok ayrıydı. Söz gelimi bir vatandaşı köpeği döverken görüyor Pisagor.
Diyor ki; bak o senin bir dostunun ruhu olabilir. Senin dostun, sen görmüyorsun. Neye inanıyorlar,
ruh göçüne. Ruh göçü olunca, şöyle de bir şey oluyor; ölümsüz. Yaşıyorsa sürekli, senden ona, ondan
ona, ölümsüz demektir, değil mi? Kaçınılmaz bir şekilde. Platon ruhun ölümsüzlüğünü getirecek, o
meşhur Phaidon Diyaloğu’nu yazacaktır. Oradan Aristo’ya geleceğiz, Ruh Üzerine o güzel kitabı
yazacaktır. Akıl, evrensel akıl, ölümsüzdür, diyor. O damar oradan geliyor. Bu felsefe tarihini
bilmeden, felsefeyi öğrenemezsiniz. Ne nereden geliyor, bunu bilmeniz gerekiyor.
Leibniz, Descartes’a kızar. Çok hızlı koşuyor, der. Gerçekten öyle. Belki önermeler arasında başka
önermeler de olmalıydı. Maditetion’ları yok mu? Atlayarak gitmiş, diyor. Şimdi okuyorsunuz,
diyorsunuz ki bu ne demek istedi? Bakıyorsunuz hakikaten arada başka önermelerin olması gerekiyor.
Bizim Descartes, atlayarak gitmiş. Niye atlayarak gitmiş, o tarihi atladığı için. Leibniz, domuz gibi
bilirdi. Grek felsefesini öyle Spinoza gibi, Descartes gibi falan değil, adam gibi bilirdi. O avantajı
hep kitaplarında da kullandı.
Bu sene epistemoloji, bilgi kuramı yapalım. Tabi ontoloji, ona bir özet yaparız. Zaten geçen seneki de
özetin özetiydi.
M- Evet, yirmi günlük bir sürede…
Ontolojinin hakkı o değildir.
M- Öğrenememiştik o zaman kavramları. Çok da iyi notlar almamışım ben. Sonra bakayım dedim,
notlar bölük pörçük.
Şimdi şöyle başlayalım, yavaş yavaş. Bilim disiplinleri var, fizik, kimya, biyoloji, tarih, coğrafya,
astronomi vesaire. Yüzlerce… Tabi bir de felsefe var. Bunların hepsi sonuçta bilgi ile uğraşıyorlar.
Amaç bilgiyi edinmek. Bilginin ne’liğine geleceğiz, konumuz o olacak. Bir genel giriş anlamında
söylüyorum bunu, bunu bilmemiz yararlıdır. Tarih tarihle uğraşır, geçmiş olayları anlatır. Şu tarihte
şu savaş oldu der, şu tarihte bir barış oldu der, şu tarihte şöyle bir toplum yok oldu gitti der. Tutar,
Yunanistan’daki o muhteşem Peleponnes Savaşlarını anlatır, birisi çıkar Haçlı Seferlerini anlatır.
Bakıyorsun tarihin bir konusu var, tarihsel olayları bize sunuyor. Bu bir tarih bilgisidir, tarih bilimi
bununla uğraşır. Fizik, hızı araştırır, çarpmayı çekmeyi anlatır, ivmeyi anlatır. Yani nesnelerin
devingenliğiyle ilgili yasalarla uğraşır. Kimya, bileşiklerle uğraşır. Karmaşık olan nedir, bileşik olan
nedir, nasıl birleşir, atom nedir, pozitron nedir, proton nedir, çekirdek nedir, bunlarla uğraşır. Demek
oluyor ki bilimsel disiplinler, kendi alanlarının bilgisi ile uğraşırlar. Felsefe ne yapar? Bu kısa bir
sorudur. Felsefe bilginin bilgisi ile uğraşır. Doğrudan, göğüsten, cepheden bir saldırı düzenler, bilgi
nedir diye sorar. Yani fizik bilgisi, kimya bilgisi, tarih bilgisi değil. Onun konusu doğrudan bilgi,
bilgi nedir diye sorar. Ötekiler onu ilgilendirmez. Bir insan-özne, dış dünyayı nasıl bilir? Bu bilgi
nasıl bir bilgidir, onunla uğraşır.
Bakıyorsun, karşında dünyanın yarısı. Everest dağları, Himalaya dağları, korkunç bir kitle senin
yumurta kadar beynine nasıl gelip giriyor? Bir Himalaya düşüncesi ediniyorsun değil mi, nasıl giriyor
buraya? İşte bilgi felsefesi, epistemoloji bununla uğraşır.
Şimdi çok kısaca onu da belirtelim, episteme… Epistemeye göre Grekler, bilimsel bilgi,
kanıtlanabilen, doğrulanabilen bilgi anlamında değer veriyorlardı. Bu anlamda Platon, çok korkunç
saldırılar düzenler. Diyor ki doksa , saçmalayanların bilgi sandığı şey, atıp tutanların palavrası.
{2}

Korkunç bir saldırı var Platon’da ve hiç hoşgörü yok. Olmaz, sen eğitimsiz gelmişsin, atıp tutuyorsun,
bu palavra, diyor, doksa… Çok aşırı bir küfür var. Aristo da doksaya karşı korkunç bir soğukluk var.
Socrates, felaket. Akşama kadar sorguluyor, deliyor, deşiyor. Senin o dediğin bilgi midir, soruyor.
Cesaret nedir, erdem nedir, güzellik nedir, yanıtlar alıyor “ı-ıh” diyor, uyduruyorsun, o öyle değil.
Şimdi Platon’un ilk dönem diyaloglarının hemen hepsi bu Sokratik diyaloglarla tıka basa doludur.
Burada neyi görüyoruz? Grekler, beğensinler beğenmesinler, yoğunluklu bilimle uğraşmışlar. Daha
sonra disiplinler ayrılmış, şu olmuş bu olmuş, ayrı bir mesele. Ama Grekler epistemeden doğrudan
doğruya bilimsel bilgiyi anlıyorlardır. Ve orada disiplinler ayrılmamıştı. Fizik, kimya, biyoloji,
felsefe, tarih ayrılmamıştı. Onlar için her bilgi bilimdi.
Bugün için konuşuyoruz, demek oluyor ki birinci ayrımımız, felsefenin uğraştığı bilgi ile öteki
bilimsel disiplinlerin uğraştığı bilimsel bilgi ayrıdır. Felsefe doğrudan doğruya bilgi nedir diye
soruyor. Epistemolojinin konusu bu. Şimdi episteme, doksa, bir de metis . Metis nedir?
{3}

M- Deneyimsel bilgi.
Evet. Şimdi çay içiyorsun, ayran içiyorsun, değil mi? Niye çayı yavaş yavaş içiyorsun, sıcak da
ondan. Dilin, ağzın yanmasın diye. Ayranı da sallıyorsun değil mi? Biliyorsun ki ayran ağzını
yakmayacak. Bu bir metistir. Bilimsel bilgi değil, doksa gibi palavra da değil. Günlük yaşamdaki bir
pratik bilgi. Şimdi sakal uzar, ilk günler kaşınır değil mi? Tıraş olayım dersin veya uzatayım da şu
kaşıntıdan kurtulayım dersin. Metistir. Terlersin, çalışırsın, vücut ne olur, ağırlaşır, banyo yapayım
dersin. Bu bir metistir.
Şunu da bilelim: Yunanlar… Yunanlılar demiyorum. Beni çıldırtan şeylerden birisi. Herkül Millas
gibi Türkçeyi ve Yunancayı ana dili gibi bilen adam Yunanlılar diyor. Kardeşim Yunanlılar diye bir
şey yok, Yunanlar. Yani Mısırlı der gibi, Lübnanlı, Suriyeli der gibi, Yunanlı diyor. Yunan bir etnik
yapının adı, bir ulusun adı. Türk gibi, Bulgar gibi… Türkler diyorsun, Bulgarlar diyorsun, Yunanlar
demen lazım. Milletin de ağzına geçiyor, herhalde çeviren de buna takılmış.
Bilgi çeşitleri… Yunanlar, felsefeyi yaşıyorlardı. Oturuyor akşamleyin, sempozyum, şölen...
Platon’un bir diyaloğunun, hem de muhteşem bir diyaloğunun adı. Onun üzerinde duracağız, bilgi
kuramı bakımından, çünkü çok önemlidir. Çok hızlı bir şekilde yemek yiyorlar. Çok hızlı bir şekilde
şarap içiyorlar, toplu halde. Köleler orada bekliyor. Öyle bir toplum.
M- Bir de toplu halde sıçıyorlar.
Tabi tabi. Efendim garip şeyleri var.
M- Efes’te gördüm ben şu şeklinde, orada toplu halde tuvaletlerini yapıyorlar.
Evet. Bizim bugün için tuhaf karşılayacağımız alışkanlıkları var. O şölene gelenlerin hepsinin oğlu da
var yanında, şu işte bak. Bizim toplumumuz için akıl sır almaz bir şey, bir rezalet. Yeri geldiği için
söylüyorum, Greklerde bir delikanlı, sakalı çıkıncaya kadar bir koca bulamamışsa aşağılanırmış.
Beğenirsin beğenmezsin, bu bir kültür. Bizim kafamıza dehşet saçıyor.
Şimdi konumuza döndüğümüzde, hızlı bir şekilde yiyorlar, içiyorlar. Köleler masayı boşaltıyor,
söyleşi başlıyor. Sempozyum bu. Hani Osmanlılarda önce taam, sonra kelam derler ya. Yani önce
yiyip içeceksin, sonra da sohbet edeceksin. Osmanlılar hiç sohbet etmemiştir, hep taama devam
etmişler, sabaha kadar. Biliyoruz ki akademi , Platon’un akademisi… Platon’un akademisinin
{4}

yanında yüzlerce topluluk var, hepsi tartışıyor. Grekler hep tartışıyor. Hem yaşıyorlar, hem
tartışıyorlar, hem biliyorlar. Düşünebiliyor musun, Sokrates’in çağdaşı, yüzlerce sofist var. Bunların
hepsi filozof. Şapkasını takmış kafasına, çarığını giymiş ayağına, şehir şehir dolaşıp ders veriyor.
Bunlarla para kazanıyor. Sofist diyaloğunda Platon, bunlara olmadık küfürler eder, paracı herifler
diye. HSizin bilginiz ne olabilir, parayla satıyorsunuz, diye ağır bir dil kullanır. Öyle de olsa, şimdi
biz, açık söyleyeyim, felsefe olarak sofistlere çok değer veriyoruz. Yani tartışmayı sahaya soktukları
için, yapay alanı, yani şu kültürel alanı felsefenin sahnesine soktukları için saygı duyuyoruz.
Tartışmışlar.
Gorgias var. Diyor ki; sen bir nesneyi bilemezsin, bilsen bile dile getiremezsin, anlatamazsın, dile
getirsen bile başkasına aktaramazsın. Bilemezsin, dile getiremezsin, bir metin haline getiremezsin,
ya da söylem haline getiremezsin, getirsen bile başkasına anlatamazsın. Çıkıyor o koca Protagoras, -
ki Platon’un bir diyaloğunun adıdır o- herkesin bilgisi kendine göredir, diyor. Şimdi böyle bir
felsefeyi bir kalemde, bir fırçayla fırlatıp atamıyorsun. Çünkü bu adamlar tartışmış, şehir şehir
gezmiş, anlatmış, tartışmışlar, tartışmayı öğretmişler.
Demek oluyor ki birinci ayrımımız, felsefenin doğrudan bilgiye yönelmesi. Buna yöneleceğiz. O
muhteşem bir konu. Öteki disiplinlerin de kendi alanlarıyla ilgili bilgiyi ediniyor olmaları birinci
ayrımımız. İkinci ayrımımız şu: Felsefenin de kendi iç disiplinleri var. Dedik ki epistemoloji var,
felsefenin bir iç disiplinidir. Bunun konusu bilgidir, öteki bilimsel disiplinlerin konusu kendi
alanlarının araştırılmasıdır, dedik. Ontoloji var, etik var ahlak felsefesi, mantık var, estetik var, tarih
felsefesi var, dil felsefesi var, dilsel felsefe var. Bunlar neyle uğraşır? Bilimsel bilgiyi, fiziği,
kimyayı söyledik. Felsefe gibi, bilginin kendisiyle mi yoksa kendi konusunun araştırılmasıyla mı
ilgilenir? İkinci ayrım bu. İkinci ayrımda şu çıkıyor karşımıza: Diyelim tarih felsefesi. Tarih ne ile
uğraşıyor, olaylarla. Şu tarihte şu oldu, şu savaşlar oldu, barışlar oldu. Tarih felsefesi bununla
uğraşmaz. İstanbul kaçta fethedildi, onun sorunu değil. Haçlı seferleri ne zaman oldu, kim yaptı, onun
sorunu değil. Tarih felsefesi ne yapar? Der ki savaş nedir? Bakın yine ayrılıyor, bizim bildiğimiz
klasik tarih biliminden ayrılıyor. Savaş nedir, insanlar niçin savaşır ona bakıyor. Bir olgu çıkmış
ortaya, tarihsel olarak.
Tarih diyor ki sana, düz tarih ya da felsefe tarihi; felsefe, İyonya’da Thales’le, su ile başlar. Felsefe
çıkıp diyor ki bir dakika, sorgulamaya başlıyor tarih felsefesini. Diyor ki, neden İyonya’da çıktı?
Öyle ya, felsefe neden İyonya’da çıktı? Neden Thales’le çıktı, neden su ile çıktı? Bu bir. İki; bu
Thales dediğiniz adam, Neptün yıldızından paraşütle mi indi, yoksa bir toplumsal bağlam içinde mi
yaşıyordu ve o toplumsal bağlamın kendisine aşıladığı düşüncelerle mi eylemde bulunuyordu? Şöyle
diyebiliriz; tarihte bir süreklilik mi vardır, bir başlangıç mı vardır? Süreklilik var ise ne kadar
vardır, başlangıç var ise ne kadar vardır. İşte tarih felsefesi bununla uğraşır.
Bu biraz daha açayım. Henri Poincaré, çok büyük bir matematikçidir, Gauss gibi. Einstein ile çok
tanışırlar ama birisi ağabey, birisi de çömez. Einstein’ın işe gereksinimi vardır, iş bulmak için bir
kuruma götürür. Poincaré ünlüdür, Einstein’a iş bulur. Kurumun yetkililerine de der ki, bizim bu
delikanlının bir kısım tuhaf düşünceleri vardır, pek aldırmayın . Şimdi bakın, tuhaf düşünceler de
görecelik kuramı, meşhur izafiyet kuramı, yani çağımızı değiştiren kuram.
Arşimet, Sicilyalıydı, Siracusa şehrinde yaşamış, çok büyük bir beyin. Suyun kaldırma kuvvetini
bulan adam. Meşhur “evreka” olayı biliyorsunuz, değil mi? Hikâyeyi de biliyorsunuz. Einstein
görecelik kuramını buluyor, peki Arşimet niye bulamıyor, o koca beyin? Süreklilik adına
düşünüyoruz, diyoruz ki; ta Greklerden başlayarak bilim, fizik, kimya, biyoloji daha çok doğa
bilimleri yol almış. Gele gele Gauss matematiğine gelmiş, Riemann geometrisine. Şimdi Einstein
izafiyet teorisini kuruyor ama Riemann geometrisi olmadan yapamaz bunu, mümkün değil yapamaz.
Yani bir Riemann’ın gelip o geometriyi kurmuş olması gerekir ki Einstein da gelip onun üstüne
görecelik kuramını kurabilsin. Bu şu anlama gelir: Arşimet bunu asla yapamaz. Onun böyle bir
altyapısı yok, süreklilik adına bir temeli yok. Buradan ne çıkıyor, tarih felsefesi açısından? Tarih
felsefesi der ki; acaba süreklilik mi önemli? Öyle ya, bir geçmiş matematik, fizik gelişimi olmadan
Einstein olamayacağına göre, demek ki süreklilik önemli. Acaba?
Öte yandan yine tarih felsefesi diyor ki tamam öyle diyelim de, Gauss matematiği vardı, Riemann
geometrisi vardı, bunu herkes biliyordu, yayınlanmıştı bu görüşler, Kepler, Galile, Copernic,
fizikleri, geometrileri hep eldeydi. Peki, neden görecelik kuramını yüzlerce, binlerce adam bulmadı
da bir tek Einstein buldu? Süreklilik adına diyorsan ki bütün nedenler vardı, niye bir tek Einstein
çıktı buldu bunu? O zaman diyorsun ki; acaba tarihte başlangıçlar mı önemli? Sıçramalar, süreklilik
ikinci planda mı? İşte sana bir tarih felsefesi konusu.
Bunu dinler bağlamına aktarırsak, bir Yahudi dini vardı, Musevilik dediğimiz, Musa dini dediğimiz.
Bir gün geliyor İsa çıkıyor. Üstelik diyor ki ben dini değiştirmeye gelmedim, olgunlaştırmaya geldim.
İncil’de var bu. Bir zararım yok size, diyor. Çevresine diyor ki; ben geliştirmek istiyorum, yayını bu.
İyi de aynı dini de darmaduman ediyor. Bakıyorsun yepyeni bir din çıkmış. Öte yandan Musevilik bir
ırk dinidir. İsa çıkıp diyecek ki; hayır, ben bütün yoksulların tanrısıyım. Bakıyorsun ki ırk etkeni
itiliyor bir kenara evrensellik başlıyor. Katoliklik zaten o demektir, evrensel demektir, terim olarak o
demek. Bakıyorsun, yepyeni ritüeller geliyor. İkonalar işin içine giriyor. Zaman içinde onlar
reddediliyor, kabul ediliyor vesaire. Bakıyorsun ki koskoca bir din doğuvermiş. Kiliseler türemiş,
devlete meydan okumuş. Peki diyorsun burada Musevilik olmadan bir İsa olabilir miydi? Yani bir
süreklilik olmadan bir patlama, başlangıç, fışkırma olabilir miydi? Tarih felsefesi bunu soruyor.
Arkadan geliyor İslamiyet doğuyor. Diyorsun ki acaba bu Yahudi dini olmadan, İsa dini olmadan,
İslamiyet doğabilir miydi?
Her alana kaydırabilirsiniz. Mimar Sinan… Affedersin belediye helası yaparak başlamadı bu işe. Ne
oldu? Osmanlının ordularıyla gitti, istilalara gitti, köprüleri inceledi, kiliseleri inceledi, bütün
yapıları inceledi, o deneyimi yaşadı. Ama sonuçta da bir Mimar Sinan olayı var. Onunla giden bir
sürü mimar vardı, niye onlar olmadı da o oldu? Burada insan beyni nereye gideceğini hemen
kestiremiyor, süreklilik mi ağır basıyor, başlangıçlar mı ağır basıyor. İşte felsefe olarak konu bu.
Tarihten ayrı bir konu.
Felsefe, konunun özüne inmek istiyor. O bir disiplin, kendi alanını anlatmaya çalışıyor. Hangi alana
gidersen git, felsefe ile öteki disiplin arasındaki ayrım devam ediyor. Mesela dilsel felsefe, bir dil
bilimi var, bir de dil felsefesi var. Sen diyorsun dışarıyı nasıl temsil ediyorsun? Dilci bununla
uğraşmaz. Dilci önermelere bakar, yüklem nedir özne nedir, ona bakar, dilin yapısına bakar, çatısına
bakar. Bazen dilcilerle yan yana gelince böyle bakarlar, siz de mi dille uğraşıyorsunuz, derler. Ya
dille esas uğraşan biziz, siz rahatsınız, derim ben. Dilin temsil gücü nedir? Mesela John Locke,
göreceğiz onu, diyor ki: Dil, anlığımızdaki, zihnimizdeki düşünceyi dışarıya aktarmaya yarar. Peki,
düşünce nasıl oluşmuş? Yani düşünce orada cuk diye duruyor mu? Şimdi felsefe diyor ki; bir dakika
arkadaş, sen çok ileri gittin, hemen hazır buldun, aktarmaya başladın. Düşüncenin orada oluşması için
dil gerekli değil mi? Sen elma diyorsun, e yarın da elma diyeceksin, sen ona bir ad vermeden
oluştursaydın elmayı unutacaktın yarına kadar. Demek ki sen, elma düşüncesini dil olmadan
kuramamışsın. O zaman sen dil, düşünceyi dışarıya, ötekine aktarma aracıdır, dediğin zaman, dilin
çok sonrasından başlamış oluyorsun. Oysa ki dil, usla birlikte kurucu bir öge. Felsefe öyle diyor. İşte
bir tartışma da bu. Dilci başka bir alanda uğraşır, dil felsefesi başka bir alanda uğraşır. Ne yapıyor,
dilsel felsefe? Diyor, dil çözümlemesidir felsefe. Peki, o zaman evreni ne yapacağız? Felsefeci gene
dürtüyor, her şey dile dökülmüş müdür, diyor. O zaman bilimler bitmiş olacak, orada duracak, biz
dilleri çözümleyip işi bitireceğiz. Çözülmedik alanlar ne olacak? İşte bir sorun daha sana. Demek
oluyor ki dil her şeyi çözmüyor. Yani, dil analitikliği çözebilir ama sentetikliği nasıl çözecek?
Nesnelerin yeni niteliklerini nasıl çözecek?
Baba erkektir. Babaya ne demişsin, cinsiyetinden dolayı erkek demişsin, her baba erkektir. Ama her
erkek baba değildir. Dil bunu çözüyor. Diyor ki; ben bir baba gördüm. Oradan birisi çıksa dese ki;
erkek mi dişi mi? Güldürme adamı kardeşim, erkek olmasa baba olmazdı, dersin. İyi de bu baba
hırsızlık yapıyorsa o zaman ne yapacaksın? Nasıl dile getireceksin bunu? Demek ki sentetik ögeler de
var. Baba bir şey yapacak, yeni bir şeyler üretecek, iyi baba olmayacak.
Bakıyorsun yüklemler… Taş serttir. Bir yüklem mi var? Taşa bakıyorsun, yapıda kullanılıyor, adam
öldürmede kullanılıyor, taşla ilgili milyonlarca yüklem çıkacak önüne. Demek ki dilsel felsefenin de
bir sınırı var. Orada kalıyor. Sen yine felsefeye devam edeceksin, yeni çözümler getireceksin, dilsel
felsefenin yeterli olmadığını söyleyeceksin ki ona geleceğiz. Demek istediğim, ikinci ayrımımızda,
felsefenin iç disiplininde bile konu, kesin olarak felsefe için ayrı bir önem taşıyor. Felsefe nesnelerin
özüne yöneliyor. Yani öteki disiplinlerden ayrılıyor. Bu da ikinci ayrımımız.
İşe başlarken şunu söylememiz gerekiyor: Gelenek olarak, ada geleneği, İngiliz geleneği, deneyci
gelenek, ya da duyumcu gelenek, John Locke, David Hume, Berkeley, ada felsefeleri, bir de kara
felsefeleri Descartes, Spinoza, Leibniz, usçu felsefe, üç orada üç orada. Deneyci taraf der ki: Felsefe,
epistemoloji Locke ile başladı. Çünkü adam diyor ki, insan anlığı üzerinde olan o ünlü kitabı, tabula
rasa, insanın zihni bomboş levhadır, bütün bilgilerimiz duyumdan gelir. Kısaca söylüyorum bunu.
David Hume çıkacak diyecek ki; bir kanıtlama var, bir de duyum var, deney var. Bunun dışındaki
kitapların hepsini yakın, ateşe atın, uydurmadır, diyor. Kafanızdan uydurduğunuz nane mollalar bilgi
değildir. Ya kanıtlayın, ya doğrulayın. Piskopos Berkeley, –din adamıdır. Batının böyle bir özelliği
de var. Batının din adamları felsefe de yapmışlar, bal gibi. Augustinus var, Thomas Berkin var, çok
ünlü filozoflar var– dış dünya diye bir şey yoktur, bütün her şey zihnimizde diyor. Zihnimiz de
deneyle elde eder o bilgiyi, diyor. Doğru yanlış, ona sonra gireceğiz.
Usçular da diyorlar ki, efendim sizin o deney dediğiniz, duyum dediğiniz şeyler, güvensiz şeylerdir,
aldatır insanı. Bir değneği denize sokarsın, suya sokarsın, kırık gözükür. Bir nesne, karşıdan bakarsın
yuvarlak olduğu halde kare gözükür. Koskoca, dünyanın kaç katı olan güneşi görürsün, bir top
sanırsın, vesaire. O nedenle usumuzla edindiğimiz bilgiye bakalım. Şimdi, sıkıntı şu: O mu doğru, bu
mu doğru? Ya da ikisi de yanlış.
M- Ya da ikisi de doğru.
Ya da ikisi de doğru. Ya da ikisini birleştirdiğimiz zaman doğru olacak.
M- Hah. İkisini birleştirdiğimizde.
Şimdi bunları tartışacağız, dur bakalım. Bir ikincisi. Duyum diyorsun, duyumda sen ne durumdasın?
Buradan bisikletine bindin gidiyorsun işine, dükkânını açmaya. Oradan bir araba geldi, vart vart vart
diye geçti gitti. Bunu sen algılar mısın acaba? Yoksa sadece duyumsar mısın? Duyumla algı bir
midir? Senin her duyumsadığın şeyi, sinirlerin beynine taşıyor mu? Eğer taşıyorsa müthiş bir beyin
var demektir sende ya da her insanda.
M- Burada işte bilim devreye giriyor. Geçen bir yerde okudum. Duyumlarımızla algıladığımız
şeyleri, on saniye sonra unutuyormuşuz. Çünkü milyarlarca duyum var. On saniye sonra unutmazsak,
devam edemiyoruz.
Ben bir seminerde söyledim. Benim algı dediğim, batılılar algı demiyorlar, duyum deyip çıkıyorlar,
çok ayrı şeyler. Bunu göreceğiz. Eğer bütün duyumlardan gelen verileri –ki terim, hakkını vermek
adına söylüyorum, Russel’ındır, duyu veriler diyor– sinirlerimiz beyne taşıyorsa, beynin işi çok zor.
Himalaya kadar büyük olsa yine baş edemez. Def ediyor, benim işim değil diyor. Davul çalıyor, bana
ne diyor, biri evleniyordur. Beyin bunu der, algılamaz, unutur. Şimdi burada iki gelenek var:
Duyumcu ya da deneyci gelenek, usçu gelenek. Çağdaşı olmak bakımından ikisi de 17. yüzyılda
başladı.
Felsefe önyargıyı sevmez. Yok sen şu millettensin, bu millettensin, şu dinden, bunlarla uğraşmaz
felsefe. Felsefenin işi o değil. Düşünüyorum ben, bir kere şunu görmemiş bu batılılar: Her disiplin,
öncelikle bir bilgi disiplinidir. Ontoloji yapıyorsun, ne demektir ontoloji? Logi, var olanın bilimi
değil mi? Var olanın üzerine düşündüğün, yazdığın, konuştuğun sınırlar, öncelikle bir bilgi kuramı
içerisindesin. Etik… Erdem nedir, diyorsun, sonra cevaplar veriyorsun. Mantık… Düşünmenin
yöntemleri nedir, diyorsun. Estetik… Güzellik nedir, diyorsun ve bunlara yanıt veriyorsun. Her
felsefe, her disiplin, öncelikle bilgidir, bilgi disiplinidir. O nedenle sen tutup bilgi felsefesi 17.
yüzyılda başlamış dersen, kabaca zırvalamışsındır. Felsefe ne zaman başlamışsa, bilgi kuramı da o
zaman başlamıştır. Thales’le başlamış. Kaldı ki sen 17. yüzyıla damgalandığın, odaklandığında,
Platon’un salt bilgi kuramı üzerine yazdığı kitapları ne yapacağız? Mesela Kriatlos, Teototos, ne
yapacağız? Akıl bilgisi mi, deney bilgisi mi Teototos’da, tartışılır –Teototos bir matematikçidir–. Ne
yapacağız peki? Şimdi, Aristo’nun Ruh Üzerine, bir bilgi kuramıdır, onu ne yapacağız? Salt bilgi
kuramıdır bunlar.
Daha derine inelim, demin söz ettiğimiz Herakleitos, ne diyor? Barbar ruhlar için gözler ve kulaklar
kötü tanıklardır . Yani dikkat edersen, duyuya saldırmıyor Herakleitos, duyu bilgisine saldırmıyor.
{5}

Aptalların görüşüne saldırıyor. Diyor ki aptallar, yani barbar olanlar, kafası kalın olanlar için, gözler
ve kulaklar kötü tanıklardır. Milattan önce 6. yüzyılda çıkmış, bunu o Efes yamaçlarında söylemiş. Bu
fragmanların üçte ikisi elimizde değil. Ne mutlu ki o üçte biri var. Efendim şurada şu kitapta
şöyle… Adamcağız onu söylemiş vaktinde, niye alıp başka yere yamıyorsun? Bak ben duyu verisi
diyorum, terimin bana ait olmadığını özellikle açıklama ihtiyacı duyuyorum, hakkı Russel’ın. O
söylemiş bu terimi. Bunu kendimden neşet etmiş gibi söylersem ayıp olur, felsefeye yakışmaz.
Diyeceğim şu: Ta İyonya’da, ta güney İtalya’da bilgi felsefesi başlamış. Hem de çok yoğun bir
şekilde. Ontoloji olarak, etik olarak, estetik olarak, mantık olarak, her şey olarak başlamış. Yani
hatırlatmak istediğim şu: Avrupa’ya odaklanmayalım. Felsefe ne zaman başlamışsa, bilgi kuramı da o
zaman başlamış. Herakleitos duyulara çok önem verir ama Parmendes çok soğuk. O duyulardan gelen
bilgi varsa tabi, o geldiğini sanıyor, biz göreceğiz ki hepsi bir arada olmadan bilgi olmayacak, onu
geniş olarak açıklayacağız.
Demek oluyor ki Grekler, bunun üstünde durmuşlar. Aristo, Platon başlı başına durmuş. Sofistlerin işi
buydu, bilgi öğretmek, çarşı pazar bilgi satmak. Sen hala bilgi felsefesi 17. yüzyılda başlamış niye
diyorsun? Sofist ne demek? Bilgici demek. Sophia, philia-sophia… Felsefe, bilgi sevgisi, sophia
bilgelik demektir, philia sevgi demektir. Erosla ayrımı belirtmek istiyorum. Eros , biraz seksi bir
{6}

terimdir. Yani biraz cinsellik kokar. Greklerde vardır eros, bol bol da kullanılır. Philia-sophia,
bilgelik sevgisi. Kimi der ki ilk kullanan Pisagor, kimi der ki Herakleitos. Ben şu kullanmıştır
diyemiyorum, çünkü konu tartışmalıdır.
Demek ki üçüncü nokta olarak, bilgi felsefesinin felsefeyle başladığını bilmemiz gerekiyor.
Ortaçağda üstünkörü olmuş, ona bir şey diyemeyiz ama kesin olarak 17. yüzyılda başlamış deme
hakkına sahip değiliz. Bu, geçmişi silip süpürmek olur, yanlış olur. Ellerine kollarına sağlık, bunlar
da bal gibi tartışmışlardır. John Locke’a da Descartes’a da borcumuz büyüktür. İşin bir yanı da o.
Onları da göreceğiz. Ama ötekilerin hakkını da yememek gerekiyor. Bu üç konuyu bugün belirtmiş
olalım. Soracağınız şey varsa…
Ç- Peki, hocam daha öncesi, mesela Hint felsefesi, Mısır felsefesi…
Güzel bir soru. Şimdi şöyle bir şey, Hint felsefesini ben derinlikli olarak inceledim. Taktım kafama
dedim, sen nesin, bir bilelim seni. Felsefe tarihçileri var, Hint felsefesinde yazarlar var, din
tarihçileri var. Mircea Eliade gibi, Dumezil gibi, Basignon gibi, Max Müller gibi. Burada şunu
gördüm, felsefeciler işin içine girememişler. Yani Hint felsefesi üzerine yazanlardan benim
beğendiğim çıkmadı. Vardır belki, ben yakalayamadım. Ama Eliade ve Dumezil, özellikle ikisi güzel
girmişler. Şimdi orada bizim zamanla gireceğimiz bir konu var; boyut-düzey. Hintler bunu
yakalamışlar. Yani evrenin boyutu olduğunu, bir de düzeyi olduğunu çok güzel yakalamışlar. Ama
bunu ben alıp Dumezil’in yaptığı gibi, Dumezil öyle diyor, Greklere taşıyamadım. Ama Dumezil çok
rahat bir şekilde taşıyor, Greklere taşıyor, Roma’ya taşıyor, Avrupa’ya taşıyor, ben yapamadım. Bunu
tartışırız, güzel bir tartışma. Dumezil’in Mit ve Destan diye çok güzel bir kitabı, birinci cildi çıktı
{7}

ve hemen de okudum. Görüşlerindeki temel yapı, bizim geçen sene ontolojide gördüğümüz, Platon’un
Herakleitos’ta göremediğini söylediğimiz boyut, logos düşüncesini, Hintler yakalamış. Saygı duymak
gerekir. Şimdi mesela, diyor ki Dumezil, Hintlerdeki tanrıların hepsinin, mesela diyelim Indra, –Indra
bir savaş tanrısıdır biliyorsunuz– yeryüzünden düzelerde… Yani boyut olarak tanrıyı alıyor Hintli,
savaş tanrısı diyor. Sonra, bunun türevi ne, dünyadaki görünüşü ne, ortaya çıkışı ne? Biz onu nasıl
tanıyacağız? Diyor ki kahramanlar olarak karşımıza çıkar. Arjuna, kahramanın adı. İşte diyor, geldi
savaşıyor. Her tanrının bir düzeyi var. Onu çok güzel geliştirmiş. Yani Hintlerdeki o boyut-düzey,
olağanüstü güzel.
Ç- Ama süreklilik…
Evet katılıyorum. Ama ben şunu vurgulamak istedim, onda da ısrar ediyorum. Grek felsefesinin
Hintlerden doğrudan etkilendiğini ortaya koyacak bir belge yok bende. O ayrı o ayrı gelişmiş. Ama
Dumezil diyor ki: Bu Roma’da da oldu diyor, bütün Avrupa’da da oldu diyor. Hintlerin felsefesi
oralara yayıldı diyor. Ben göremedim.
Ç- Şu Kara Athena vardı. Onun öyle bir iddiası vardı.
{8}

Kaynak yayınlarından.
Ç- Evet.
Ben kanıtlayamıyorum. Neden diyeceksin, ben diyorum ki eğer süreklilik adına oradaki şey,
Greklerde de var ise, neden tanrı kahraman şeklinde değil burada? Burada evrenin bir boyutu var,
aperion şeklinde karşımıza çıkıyor, logos şeklinde karşımıza çıkıyor, bir kısımları ateş şeklinde de
çıkartıyor. Herakleitos’un boyutu logos mudur, ateş midir? Bakıyorum, Hint felsefesinden gelmek gibi
gözükmüyor bana. Ama bunu tartışırız. Bakın, önyargıyı sevmiyorum, tartışmak çok güzel. O
fragmanları önümüze koyacağız, tartışacağız. Diyor ki; belli bir ölçüye göre yanar ve söner ateş.
Şimdi burada ateş karşımıza bir boyut gibi çıkıyor, anlatabildim mi? Ateş, oysa ki bir öge, nasıl boyut
olabiliyor? Logos ne oluyor o zaman? Şimdi Burnett, Karl Popper bunu şiddetle tartışmışlar. Daha
başka kaynaklar da var. Bunları önümüze serer konuşuruz. Ama ben şu kanaatteyim: Kesin olarak
Grek felsefesi, Grek topraklarında doğmuştur, gelişmiştir ve dünyaya yayılmıştır ama bu Neptün
yıldızından inmiştir değil, kesin olarak değil. En azından şunu söyleyeyim, bir Hint etkisini kuşkulu
görsek bile, şunu kuşkulu göremiyoruz Thales, Mısır’a gitmiş, Babil’e gitmiş. Bu kesin, bunu kimse
tartışmıyor. Biliyorsun Thales gökbilimciydi, matematikçiydi de. Bir güneş tutulmasını günü gününe
bilmiş bir adamdır. O gün bir savaş da vardı, tanrılar istemiyor diye barış yaptılar Medler ve
Lidyalılar. Bunu Thales önceden görmüş, söylemiş. Thales bağıntısı var biliyorsunuz. Bir ikizkenar
üçgenin taban açıları eşittir. Biraz yalınca, basitçe ama bir buluştur. Bir çap, daireyi ikiye böler.
Thales’indir bu. Pisagor’unki gibi, hipotenüstün karesi öteki iki kenarın karesine eşittir gibi incelikli
değil fazla.
Pisagor daha büyük bir matematikçiydi, çok büyük bir matematikçiydi. Mısır’da Nil Nehri taşıyor.
Ali’nin Veli’nin tarlasını birbirine karıştırıyor. Geometriyi geliştirmişler. Oradan gide gide geometri
bir şekil almış. Açıları öğrenmişler, kenarları öğrenmişler. Thales bunları öğrenmiş oldu. Grekler, bu
parça bölük bilgileri bir yasa haline getirdiler. Yani bir Mısırlı üçgeni bilir, kareyi bilir, açıyı,
kenarı da bilir ama üçgenlik nedir bilmez. O kavram yok onda. Onda çeşitli üçgenler var, üçgen
kavramı yok. Kareler var, kare kavramı yok.
Ç- Yani soyutlayamamış.
Soyutlayamamış, somut. İşte Greklerin üstünlüğü bu, almışlar kendilerine mal etmişler. Zaten
Nietzsche’nin sözü de budur, Grekler çok aldılar. Greklerin özgünlüğü hiç almamalarında değil,
almalarında ama özümsemelerinde, diyor.
Brahmaniz, Budizm pek kafamı sarmıyor. Diyorum ki bir iki Guru çıkmış, bir şeyler, çorba içmiş
falan, kafamı sarmıyor, o hikâye. Ama onun dışında bir felsefeleri var. Olmasa zaten böyle bir
kültürleri olamazdı. Saygıyla karşılıyorum, onu kavramak gerekiyor. Ama oradan oraya bir etki gitti
mi, ben bunu kanıtlayamıyorum, en ufak işaret yok. Yani Thales’ten kalan bildirimler,
Aneksimendros’tan kalan bildirimler, Herakleitos’tan kalan bildirimlerde bir Hint kokusu burnumuza
gelmiyor. Hele hele Atina, kara Yunanistan felsefesinde karşımıza hiç çıkmıyor.
M- Bir de tabi, diğer doğu var. Yani Çin felsefesi.
Ç- Pers.
M- Pers değil de Çin.
Şimdi şöyle, Müjdat kardeş. Konfüçyüs, Yusuf Has Hacip, burada Voltaire, Montaigne, Osmanlı
tarihinde öğütçüler var, Koçibey, Defterdar Mehmet Paşa, Lütfi Paşa diye, padişaha ya da devlet
adamlarına öğüt verenler. En ünlülerinden birisi de Gelibolulu Mustafa Ali. Devletin nizamını
düzenlemek için öğütler şeklinde. Filozof dediğimiz zaman, felsefenin temel disiplinleriyle
uğraşanları kast ediyoruz. Yani bir insan ontoloji yapmıyorsa, epistemoloji yapmıyorsa, etik
yapmıyorsa, pek gözümüzde filozof gibi gözükmüyor. Ne gibi gözüküyor, denemeci. Montaigne bizim
gözümüzde bir denemeci. Küçümsemek anlamında söylemiyorum, branşını belirtmek adına
söylüyorum. Adı da Denemeler zaten. Deneme, bir yazarın kendi kişiliğini en fazla koyduğu yazı
biçimi. Bu, o değersizdir, kötüdür anlamında değil ama Montaigne bizim bildiğimiz anlamda bir
felsefeci değildi. Konfüçyüs otursa, ontolojinin terimini bile bilmez. Devlet şöyle yönetilmeli,
insanlar şöyle olmalı şeklinde öğütçü, yol gösterici, ahlak öğretmeni, onları öyle görüyoruz. Mesela
Mevlana. Bir çuval kitap yazmış. Batı çerçevelerindeki felsefe tarihlerinde Mevlana’nın adına hiç
rastlamadım. Az buçuk bir İbni Sina der, az buçuk bir Gazali der, az buçuk bir İbni Rüşt der, şöyle
birer paragraf geçer ama Mevlana’dan hiç bahsedene rastlamadım. Keşke bahsetseler.
Bir gün otobüse bindim, İstanbul’a gidiyorum. Yanımda da kısa boylu bir çocuk oturuyor. On sekiz,
on dokuz, yirmi yaşlarında, sakalı bitmiş bitmemiş, böyle tombiş bir oğlan. Ben kitabı önüme
koydukça bakıyor. Yaş farkımız da olduğu için bir yol sohbeti tutturamayacağım bir çocuk. Bir ara
abi dedi, felsefe mi okuyorsunuz? He, dedim. Kitaptan anladım da, dedi. Felsefe ile ilgin ne, dedim.
Biz Şam’da okuduk dedi, ben yurttayım, Sülemancılar yurdu yok mu, orada hocayım. Bize orada
felsefe öğrettiler. Ne öğrendin mesela, dedim. Isagoci’yi öğrendim, dedi. Porphyrios'un yani, şu
{9}

Plotinus yok mu, onun Aristo Felsefesinin Kategorilere Giriş diye bir kitabı var çok ünlü. Sınıflar,
türler, ayrımlar, arazlar, özellikler, ilinekler, müthiş bir kitap. Ne yazıyor orada? Oğlan anlatmaya
başladı. Mevlana, bu çocuk kadar olsun bilse. Aferin dedim, alnından öperim senin. Şimdi, efendim
bir iki eşek hikayesi, yılan hikayesi, bilmem neler, bir sürü fasa fiso, hiçbir şey yok. Mevlana şunu
demiş, bunu demiş. Keşke olsa da öğrensek.
Ben size şu kadarını söyleyeyim; İbni Sina’nın, Aristo’nun yazdığı kitapların başlığını taşımayan
kitabı yoktur. Aristo’nun Ruh Üzerine, onun da var; Metafizik onun da var; Mantık, onun da var.
Kardeşim bir tane de ayrı kitap yaz. Ne yapmış biliyor musun? Aristo’yu buraya koymuş, çalabildiği
kadar çalmış ve de yanlış çalmış. En kötü tarafı, şimdi anlatanlara söylüyorum, ben onunla da
yoğunluk olarak ilgiliyim, Aristo da hep yanlış yazmış, ne yapacağız, derim. Yani sen onu dokunulmaz
sanıyorsun ama şimdi Aristo fiziğinden f harfi bile kalmadı, Aristo gökbiliminden hiçbir şey kalmadı.
Bitti onlar. Elimizde Aristo’dan bir iki biçimsel mantıkla ilgili önerme kaldı, o kadar. Çaldığınız yer
de sağlam çıkmadı. Kaldı ki siz onun dışında bir şey de söyleyemediniz. Oturup okuyacaksın. İbni
Sina’dan bahsediyorsan, eserlerini bileceksin, Farabi’den bahsediyorsan bileceksin. Yoksa sus. Bir
bilen çıkar, tamir eder seni. Okumuyoruz, her şeyi de biliyoruz, vahşi bir şekilde.
Bilgi kuramına girerken ona da gönderme yapalım, adını andık. Montaigne, doldurulmuş kafalarla,
eğitilmiş kafaları karıştırmayın diyor. Senin kafan bir şeylerle dolmuş. Göreceğiz arkadaşlar,
cahilin kafası doludur. Filozofun kafası boştur. İlk bakışta deriz filozofunki doludur, cahil boştur,
değil. Filozof der ki; olabilir ki bilmiyorum.
M- Bilenler susar demişler ya hocam.
Öyle ya. Heissenberg’in anılarını okudum. Heissenberg eşsiz bir dev, bir fizik devi. Nobel almış,
fiziğe rota çizmiş, kuantum kuramının, Max Planck ile en büyüklerinden. Anılarında diyor ki, bir kere
matematikçilerle ortak kurultay yaptık, orada bir matematik profesörüyle bir tartışmaya girdim.
Dedim ki, iddianızı yedi dakikada kanıtlayın, elinizde kalem. Diyor ki; matematik profesörü, üç
dakikada posamı çıkarttı benim. Yani kanıtladı, beni yanlışladı. Ne kadar güzel bir şey değil mi? Ben
galip geldim demiyor, tozumu çıkarttı diyor. Bilgin ben buna derim. Bilgin adam der ki; arkadaşım
eline koluna sağlık, Senden bunu öğrendim, teşekkür ediyorum. Ne kadar güzel…
2.Gün
Temel ilkeler
Bilgi kuramımıza devam edelim. Düşünme denilen edimin ne olduğuna ve düşüncenin ne olduğuna
geleceğiz. Düşünce bir üründür. Nasıl bir üründür? Bakıyorsunuz bir gölde, bir yaprak, bir dal ya da
mevsim uygunsa çiçek ya da meyve, kök yere saplanmış, gözleriniz görüyor, burunlarınız bir kısım
koku alıyor, rüzgâr varsa hışırtı duyuyorsunuz. Diyorsunuz ki bu ağaçtır. Bu bir düşüncedir
arkadaşlar. Bir önerme kuruyorsunuz, bu gördüğüm nesne ağaçtır. Ağaç denen nesne, kafanızda yer
ediyor. Daha sonra bunun ayrıntılarını göreceğiz, ağaç demeden o nesneyi tanıyamazsınız. O herhangi
bir şey, bir X olmayı sürdürür. Buna bir ad vereceksiniz. Tıpkı ana babalarımızın doğan çocuğa bir
ad verdikleri gibi. Bu çok önemli bir olaydır, dilsiz evreni tanıyamayız. Bazı filozoflar, bunu gerekli
görmemişler, gerekli görmeyebilirler, o da bir görüştür. Ama bizim felsefemizde ve felsefede ağır
basan akımlarda, dil işin içine girmeden nesneyi tanıma olanağımız yoktur. Şimdi bu bir düşünme
edimi ve düşüncedir. Bundan sonra biz, düşünce nedir, düşünme edimi nedir, onları görmeye
çalışacağız.
Nesnel dünyayı tanırken, bir doğru düşünme vardır. Düşünmenin ne olduğuna, doğruluk nedir,
kesinlik nedir, olasılık nedir, geleceğiz. Doğruluğun çeşitli anlamlarına da geleceğiz. Olağanüstü
güzel bir konu. Yalnız şu var: Toplum içerisinde, ben hep söylüyorum arkadaşlarıma, sokaktan
kendinizi yalıtın. Sokak, çok kötü konuşur. Halk iyidir, kötüdür, şudur budur, orada değiliz biz. Ama
dil olarak sokak, çok tehlikelidir. Martin Heidegger diyor ki gündelik konuşma, akşama kadar
saçmalarlar diyor. Ben buna şiddetle katılıyorum.
Ç- Dün haber vardı, bu pilotlar bulundu ya. Bir başlık atmışlar “pilotların na’şına ulaşıldı”.
Dedim ya akşama kadar yanlış konuşurlar. Oradan yalıtacağız. Şuna gelmek istiyorum: Bir doğru
düşünme vardır, bir de tutarlı düşünme. Nedir bunlar? Tutarlı düşünme, mantık alanına girer, o da bir
düşünmedir. Doğru düşünme, doğrudan epistemolojiye girer. Nesneleri tanıma, nesnel dünyayı tanıma
edimine girer. Ondan önce kısaca mantıktan bahsedelim. Çünkü o da bir düşünmedir. Mantıksız
düşünemezsiniz.
Bir önerme söyleyelim. Diyelim ki bütün kuşlar akıllıdır. Bu büyük önerme, büyük öncül dediğimiz.
İkinci küçük önerme dediğimiz, karga bir kuştur. Sonul cümle, sonuç ya da vargı. Öyleyse kargalar
akıllıdır. Ne dedik, bütün kuşlar akıllıdır, karga bir kuştur, öyleyse karga akıllıdır.
Şunu özellikle belirteyim; mantık, nesnel dünyanın doğruluğuyla uğraşmaz. Yani kuşlar akıllıymış,
karga da bir kuşmuş, karga da akıllıymış, onun derdi o değildir, asla değildir. Hiç bakmaz ona. Der ki
sana bir filozof olarak; arkadaşım senin şu önermen doğru mu? Yani, büyük öncülünü koydun, küçük
öncülün ona uygun mu? Bütün kuşlar akıllı dedin, tamam bir şey demiyorum. Karga kuş mudur? Evet
kuştur, ona da boyun eğer. Öyleyse karga akıllıdır. Büyük öncül olarak bütün kuşlar akıllı dediniz,
karga bir kuştur dediniz, öyleyse karga şapşaldır dediniz, sen tutarsızsın der mantık. Büyük öncülün,
bütün kuşlar akıllı ise karga bir kuş ise vargın zorunlu olarak öyleyse karga akıllıdır olacaktır. Karga
akıllı bir kuştur, sonuç önermemiz budur. Onun için mantık, kesin olarak biçimde kalır, içeriğe
girmez.
Şöyle günlük hayattan örnek verelim. Bir öğretmen, haber veriyor, sizi perşembe günü yazılı
yapacağım, hazırlıklı olun. Sürekli böyle yapıyor. Öğrenci de diyor ki bizim falan öğretmenimiz,
sınav yapacağını önceden bildirir. Bir gün bu öğretmen sınıfa giriyor, çıkartın kâğıtları diyor. Hocam
diyorlar, siz haber verirdiniz, bugün haber vermediniz ani yapıyorsunuz. O tepki nedir biliyor
musunuz? Öğretmenin tutarsızlığına tepkidir. Senin bir tutumun vardı, bugün ona aykırı davrandın,
bizi aniden avladın. Hiç haber vermeden sınav yapan bir öğretmen, bir gün gelip de kâğıtları çıkartın
dediğinde o tepki gelmez. Derler ki; bizim hoca sürpriz yapar.
Demek oluyor ki mantık, uslamlama, Türkçesiyle söyleyeyim ya da çıkarımcı düşünce, kesin olarak,
nesnelerin içeriğine bakmaz. Biçimsel olarak doğru mu yanlış mı ona bakar. Mantık budur. Mantıkta
bizim, asıl epistemolojiye geçerken kilit olarak kullanacağımız nokta şudur: Mantıktaki bu yasaların
dışında düşünmeye kalkarsanız, der ki çuvallıyorsun. David Hume’u görürken göreceğiz, Kant der ki
“beni dogmatik uykumdan uyaran, David Hume’dur” . David Hume, Kant’a diyor ki; sen nesnel
{10}

dünyada ileri gidiyorsun. Ateş yakar, boşlukta kalan cisim düşer, buna benzer binlerce doğa
yasası söylüyorsun. Peki, bunu deneyledin mi? Yarın güneşin doğup doğmayacağını, deneyledin
mi? Her şeyden önce yarını yaşamadın. Güneşin doğacağını nereden bildin? Ya yarın ateş
yakmazsa. Korkunç bir eleştiri getiriyor. Beğenirsin, beğenmezsin ama eleştiri çok tutarlıdır. Diyor
ki; sen yarını deneylemedin, bugüne kadar konuştun, yarın bu deneyin boşa çıkabilir. Bu adamı bir
kalemde sildik attık, hadi palavra kesiyorsun dedik ama bakıyorsun ki nesnel dünyada adam bir sürü
örneklerle karşına çıkıveriyor. Ya da örnekler onun adına karşı çıkıyor. Mesela Newton fiziği bugün
yok. İyi de iki yüz yıl mühendisler Newton fiziğine göre yazdılar, çizdiler, ev yaptılar, köprüler
yaptılar. Ne yapacağız şimdi? Başka biri geldi, eksikleri var, tamamladım ben, dedi. Demek istiyor ki
David Hume: Sen doğadaki yasaları bir kalıba sokup dayatma bana. O değişebilir, kesin değildir. Sen
mantıkla oraya gidiyorsun, deneyle değil, seninki bir çıkarım, diyor. Ateş yakar, yarın da yakacak. Bu
bir mantıktır, mantıkla bilim yapamazsın. İşte Kant, bu yüzden beni dogmatik uykumdan uyaran
David Hume’dur, diyor. Tabi mantığın o konudaki görüşlerine geleceğiz. Çok uzun olduğu için
yerinde göreceğiz. Biz şimdi mantık yasalarına dönelim.
Mantıkta ilkeler var arkadaşlar. Bu, Ali’nin, Veli’nin, Selami’nin ilkeleri değil, mantığın ilkeleridir,
zorunludur. Benim kanaatim şöyle, demeye hiç gelmez. Bu “iki çarpı iki dört”tür. Biri çıkar der ki,
böyle saçmalayanlar vardır, beş efendim. Bunu nereden icat ettin, iş olsun diye niye söylüyorsun? İki
çarpı iki dörttür, iki artı iki dörttür. Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Tamam büyük
mekanlarda, Lobaçevski’nin, Riemann’ın geometrileri başka şey söylüyor. Tamam ama küçük
mekanlarda üçgen üç açılıdır ve 180 deredir, üç kenarlıdır. Yani mantık ve matematik son derece
yakın akrabadırlar, amcaoğludurlar. Hatta biliyorsunuz Russel, matematiği mantıklaştıran kitaplar da
yazmıştır. Whitehead’la mantığın matematikleştiği bir kitap yazmışlardır, Matematiğin Temel
İlkeleri diye. Sonuçta matematik mantığa dönüşmüştür. İkisi de zorunludur, ikisi de kanaatlere
{11}

hürmet etmezler. Mantıkta üç yasa var. Düşünme yasaları -düşünce demiyorum– düşünmenin yöntemi,
doğru düşünme değil, tutarlı düşünmenin yöntemi.
A, A’dır. Müjdat, Müjdat’tır. Buna mantıkçılar, özdeşlik yasası diyorlar, bizde kendilik yasası.
Neden özdeşlik demiyoruz? “-deş” eki, Latincedeki “identite” diye söylenen terim, bizim Türkçede,
özdeşlik olarak çevriliyor, en azından ben buna karşıyım. Nedeni şu: -deş eki, en az iki nesneyi
varsayar. Kardeş, iki tane adam var. Arkadaş, ikiden fazla arkadaş. Yurttaş, vatandaş… Oysa ki
identite, ya da kendilik ilkesinde nesne bir tane. Çay kaşığı çay kaşığıdır. Şu kafanıza takılmasın. Şu
da aynı fabrikada yapılmış. Doğrudur da arkadaşlar bu evrende bir tanedir. Neden bir tanedir? Bakın
o orada, mekânları değişik, her şeyleri tutsa bile ayrı yerdeler. O orada sizin elinizde, bu benim
elimde. Yani iki nesne asla bir olamaz. Leibniz incelerken göreceğiz. Kendilik ilkesi, evrende her
olan bir tanedir, eşsizdir. Hatta der ki birbirine benzeyen şey var mı? Sosyete kadınlar bahçede üç
gül aramaya başlarlar. Leibniz der ki ben şaka yaptım, bu sanı bile olmaz ki, yerleri değişik. Demek
ki A, A’dır. Sen bana bugün böyle, yarın şöyle diyemezsin. Sen bana, elmayı sattın, ne diye sattın?
Mayhoş diye. Ben gittim eve şurup gibi tatlı. Getirdin diyorsun ki yalan söyledin bana. Bu, tutarlı
düşünme. Diyorsun ki sen bana böyle dedin. Ekşi ekşidir, ekşi tatlı değildir. Başka bir nesne
alıyorsun, değişik çıkıyor. Hayır, diyorsun ki sen bana bunu dedin. Bu, doğru düşünmenin yöntemidir.
Yöntemidir, içerik değildir.
A, A olmayan olamaz . Çelişmezlik ilkesi. Buraya dikkat etmemiz gerekiyor, çok önemli bir ilkedir.
A, B olamaz demiyor; A, C olamaz demiyor. A, A olmayan olamaz, diyor. Müjdat, Müjdat olmayan
olamaz. Bu ağaç Müjdat olamaz, bu armut olamaz, şu deniz olamaz, şu dağ olamaz. Bakın,
milyarlarca nesne, Müjdat’tan uzaklaştırılıyor. Müjdat, Müjdat olmayan olamaz. Yani Müjdat balık
olamaz, taş olamaz, yaprak olamaz, meyve olamaz. Bakın, dikkat edin. A, B olmayan olamaz demiyor
bu ilke. Diyor ki: A, A olmayan olamaz. Aristo diyor ki benim çelişmezlik ilkemi Herakleitos
darmaduman etti, yıktı. Yani çelişiklerle dolu nesnelerden söz ediyor, diyor. Fazla da kavramadan.
Bir de üçüncü ilke var. O da şu arkadaşlar: Üçüncü halin olmazlığı ilkesi. Mesela yarın yağmur ya
yağacak, ya yağmayacak. Doğru mudur bu cümle? Doğrudur efendim. Peki, yağmur yağacak diyor mu
önerme bize? Demiyor, yağmayacak da demiyor. Ne diyor? Yağmur ya yağacak ya yağmayacak.
Başka şık var mı? Yok. İşte biz buna mantıkta üçüncü halin olmazlığı ilkesi diyoruz. Gerçekten de
öyle.
Mantık ilkeleri, matematik, bize hiçbir şey söylemez, kendi kendini tekrar eder. Totoloji derler buna.
Totolojinin Türkçe karşılığı eşsöz demektir . Kendi kendini yineler. Ona göre düşünürsen kârlı
{12}

çıkarsın, düşünmezsen zararlı çıkarsın ama sana hiçbir içerik vermez. Şöyle bir örnek verelim:
Müjdat kardeşim, bana diyor ki abi ben kardeşimi evereceğim, Malatya’dan bir kız sevmiş kardeşim.
Bunun hakkında bilgi istiyor. Ben bir hafta sonra Müjat’çığım geldim, çok da bilgi edindim. Ne
edindin? O kızın babası erkekmiş, diyorum. Müjdat, şöyle bir sallanıyor. Ee abi, başka? O kızın
annesi kadınmış, diyorum. Gene sallanıyor. Ya niye sallandın Müjdat? Ya abi diyor, bunu ninem de
bilir. Mantık yasalarından bahsediyoruz. Babası elbette erkektir, annesi elbette kadındır. Çünkü baba
kavramında erkeklik içerilmiştir. Analitik yargıları görürken göreceğiz, yüklemde söylediğimiz,
nesnede, altta içerilmiştir. Biz baba diyorsak, çocuğu olan bir erkekten söz ediyoruz. Çünkü çocuğu
olmayan bir erkek asla baba olamaz. Bir dayıdan bahsediyorsak, yeğeni vardır, olmasa dayı olmaz.
Bunlar bağıntılı terimlerdir, felsefede öyle deriz. O zaman Müjdat kardeşim benden ne bekliyor?
Benden nesnel bilgi bekliyor. Ha diyorum, ben hakikaten çuvalladım. Bilinenleri tekrar ettim, içerik
vermedim çünkü totoloji bunlar hep. Onu kendi de biliyor. Öbür hafta geliyorum, Müjdat’çığım
diyorum, kızın babası çiftlik sahibiymiş, çok zenginmiş. Ondan sonra babası, Almanya’da bilmem
nereden mezun bir mühendismiş, diyorum. Kız diyorum, çok dürüstmüş, hiç kimseyle düşüp
kalkmazmış. Bunlar bilgi işte. Ha diyorsun, abi sağ ol, bize bunlar gerekli idi.
Ben mantık alanında kaldığım sürece, tekrar eder dururum. Baba babadır, ana anadır. A, A olmayan
olamaz. Diyeceksiniz ki ya bunlar bize bir şey söylemiyorsa, içerik söylemiyorsa, ne diye biz değer
verelim buna? Demin de ufak değini yaptım. Sokağa bakarsınız, çelişkilerle dolu bir yaşam. Müjdat
bana diyor ki, artık televizyonları dinleyemiyorum, saçmalıyorlar. Bu işi ilerlettiğinizde, bir gün
gelecek, ya ben bu dünyada sap gibi, yapyalnız kaldım diyeceksiniz. Ve göreceksiniz, herkes çelişki
içinde. Bu mantıksal düşündüğünüz, tutarlı düşündüğünüz için böyledir. Beyefendi sen eczacıyım
demişsen, dükkânında ilaç satmak zorundasın. Eğer diyorsan abi ben et satıyorum, zırvalama derim.
Eczacı ilaç satar. Sen gitmiş devlete demişsin ki ben eczacıyım, diplomam var. Oraya eczane
yazmışsın, vatandaş geliyor, bana falan ilacı… E ben et satarım. Var mı böyle bir şey? Ben
soyundum, denize girdim, ıslanmadım. Nasıl oldu bu iş? Süleyman Demirel, onun bana canlı anlattığı
bir fıkrayı anlatayım:
Hani dedik ya eczacı ilaç satar. İki kadın, birinin kolundaki saat arızalıymış. Şehrin ana caddesinde
saatçi arıyorlar. Bakmışlar bir vitrinde şöyle kocaman bir saat var. Girmişler, demişler efendim
bizim saatimiz arızalı, yapar mısınız? Adam da demiş ki, valla yenge hanım, ben özür diliyorum,
saatçi değilim. Demişler, ya nesin? Ben sünnetçiyim. E vitrine niye saat koydun? E başka ne
koyaydım?
Vitrine saat koymuşsan saatçi olmak zorundasın. Tutarlı olmak için, ötekini koyman gerekir. Fıkra bu.
Böyle konuşanlara onu anlatıyorum. Diyorum ki siz vitrine onu koyamıyorsunuz, saat koyuyorsunuz,
çelişkili düşünüyorsunuz. İnsanlara bakıyorsun, ikiyüzlü, sahte bir yaşam. Kaçamak bir yaşam. Etik
olarak erkekçe bir yaşam değil. Herkes bir biçimde kıvırıyor, çelişkili düşünüyor. İşte mantık bize
diyor ki: Arkadaşım, sen bana göre düşünmezsen, zırvalamak zorundasın. Türkçesi bu.
Kendilik yasası, her olan kendi ile birdir. Bunu hiç değiştiremeyiz. A, A’dır. A, A olmayan olamaz. A
ya A’dır, ya A olmayandır, üçüncü hal. Bu üç tane ilkeyi biz bilmek zorundayız mantığı bilmek adına.
Bunun kurucusu, bulucusu, köken olarak, Parmenides’tir. Parmenides’i tanıyacağız, büyük
filozoflardan birisidir. Yalnız o da ötekilerin başına gelenden kurtulamamıştır, iyi anlaşılamamıştır.
Ziegler diyor ki Parmenides için; ontologtan bir mantıkçı yarattılar. Çünkü Parmenides diyor ki: Bu
var olandır. Var olan, vardır. Var olan, vardan geliyorsa, o şimdiden var, o zaten gelmiş. Var olanın
vardan gelmesinin bir sözel anlamı yok. Peki, var olan yoktan gelmişse, bu çelişkidir, diyor. Var olan
yoktan gelemez. Parmenides, gerçekten mantığın babasıdır. Diyor ki olan, vardır. Ben antrparantez
şunu da söyleyeyim arkadaşlar: Bunu hep yapıyorum, bunu anlayışla karşılayacağınızı umuyorum. Var
olan terimini ben hoş görmüyorum. Çünkü olan dediğimiz zaman, var olandan söz ediyoruz.
Ç- Hem var hem olan.
Evet, hem var hem olan. Dişi anne der gibi, erkek baba der gibi. Yani bildiğimiz totolojidir bu,
saçmalıktır, fazla terim kullanmaktır. Olan, vardır. Kaldı ki Aristo, kategorilerde bunu çok güzel
anlatır, kimi olanlar diye başlar. Oraya geleceğiz. Aristo kolayca savuracağımız bir adam değildir.
Diyor ki; kimi olanlar kendi ile olurlar ve kendi ile bilinirler, buna töz denir. Kimi olanlar da diyor,
kendi ile olmazlar, başkaları ile olurlar. Neden bahsediyor? Özellikten bahsediyor. Renk, koku… Sen
dersen ki ben bir kokuya rastladım. Gülerim değil mi? Neyin kokusu olur, bir şeyin kokusu olur.
Kendilik bir koku olmaz, kendilik bir renk olmaz. Ben yeşil gördüm, olmaz. Bir yaprak
görmüşsündür, yeşil bir bez görmüşsündür, yeşil bir arazi görmüşsündür. İşte Aristo diyor ki; kimi
olanlar kendi ile olur. Elma gördüm, tamam kabul. Armut yedim, tamam. Ama ben yeşil gördüm, koku
gördüm, renk gördüm dedin mi olmaz. Bu, bir şeyin rengi, bir şeyin kokusu, bir şeyin sertliği,
yumuşaklığıdır. Bunlara biz felsefede ilinek ya da özellik diyoruz. İşte Parmenides diyor ki; olan,
vardır. Çevirilerde hep var olan geçtiği için ısrar ediyorum, gereksiz kullanıyorlar diye. Sizi de
aldatmasınlar diye. Öyleyse diyor, değişmez o. Geçiyor o öteki Efesoslu üstadın karşısına.
Parmenides, Herakleitos’tan yirmi yaş küçüktü. Birisi Efesos’ta doğdu, büyüdü ve öldü. Birisi de
Elea’da. Parmenides, 69 olimpiyatlarında Atina’ya gelir. Sokrates o zaman çok gençtir, yirmili
yaşlarındadır. Platon’un Parmenides diye çok güçlü, yaşlılık döneminde yazdığı bir diyaloğu var,
orada bu öykü anlatılır. Sokrates ile Parmenides’in tartışması anlatılır. Hep de bu idealar üzerine,
mantık üzerine. Orada bir ara Parmenides der ki Sokrates’e; sen daha felsefenin büyülü toprağına
girmemişsin. Ayağın oralara değmemiş, çelişkili düşünüyorsun, bir öyle, bir böyle. Hatta
Parmenides; Herakleitos, iki kafalılar der. Bir nesneyi iki türlü gören, demek istiyor. Çelişkili
düşünenler diyor. Ne kadar güzel!
Demek oluyor ki biz günlük düşünmelerimizde, mantık yasalarına uyduğumuz zaman, tutarlı
düşünürüz. Doğru düşünme demiyorum. Doğruluk, bir önermenin nesne hakkındaki, evren hakkındaki
bildirimidir, tasarımıdır. Tutarlılık, arz ettiğimiz, belirttiğimiz gibi, öğelerin birbirine uymasıdır.
Tutarlı düşünme ayrıdır, doğru düşünme ayrıdır. Buraya kadar bir soru varsa, yanıtlamaya hazırım.
Ç- Bu olmak, yardımcı fiil olduğu için mi acaba, herhalde o yüzden kullanılıyor. Yardım fiil olarak
sürekli kullanırız onu.
Çok güzel bir soru. Arkadaşlar, Çağlar kardeşimizin dediği şu: Bizim Türk dilimizde, birkaç terim
var. Eylem terimi olarak geçer. Gelmek, okumak, yemek gibi anlamını bir bakışta bir duyuşta
kavradığımız eylem sözcükleri değildir bunlar. Yardımcı eylem sözcükleridir. Ona başka bir ek
vermezsek onun ne dediğini anlayamayız. Etmek, eylemek, olmak, kılmak. Dört tanedir. Çıktınız siz
dediniz ki ben eyledim. Ne eyledin kardeşim? Belirsiz. Ettim. E ne ettin? Hata mı ettin, başka bir şey
mi ettin, belli değil. Oldun, ne oldun? Adam mı oldun, doktor mu oldun, tüccar mı oldun, belli değil.
Demek ki ne olduğu kendinden önce gelen terimle belli olan eylem sözcüklerine yardımcı eylem
sözcüğü deriz. Olmak da bunlardan birisidir. Yalnız şu var. Onu ben de düşündüm, gerçekten. Acaba
dedim, ondan dolayı mı “var olmak” deniyor, illa başına bir nitelik sözcüğü eklemek zorunda
kalıyoruz? Var olmak, iyi olmak, kötü olmak gibi. Şöyle bir şey var: Biz olmak demişsek, var olmak
deme hakkına sahip değiliz, diye düşündüm. Neden düşündüm? Var olmayan olamaz zaten. Yani şu ya
da bu kipte olması önemli değil, o var zaten. Olmuş o.
Ç- Yani istisna oluyor.
Evet, istisna oluyor. Olay o. İstisna oluyor ama iyi bir soru. Yani dille de bağlantısı bakımından güzel
bir soru. Kaldı ki Aristo’nun Kategoriler’de, hiçbir itiraza uğramamıştır, terimleri böyle. “Kimi
olanlar” diye başlar, kimi var olanlar diye başlamaz.
M- Şimdi Hocam, Parmenides’in Herakleitos’a iki kafalılar demesinin sebebi olan, çelişmezlik
ilkesine ters düşen çelişki ilkesi mi?
Evet.
M- Dolayısıyla, Herakleitos’a mantıksız diyemeyeceğimize göre, buradaki bağlantıyı…
Nasıl yapacağız.
M- Gerçi dün bir şey söylediniz. Dediniz ki: Herakleitos’ta bir çelişki yok. Bir birlik var, zıtların
birliği. Birlik olarak söz ettiğiniz zaman zaten, kendilik ilkesiyle uyumlu bir durum söz konusu.
Güzel. Bu Hegelciler var. Biraz acele ediyorlar, sık sık söylüyorum. O mantık bilimi var, Hegel’in.
Herakleitos’u ve Parmenides’i almış, eline yüzüne sürtmüş, çorbalamış. Bu kadar acele sonuçlara
gidemezsin kardeşim sen. Varlığın ne olduğunu bilmiyorsun bir, yokluğun ne olduğunu bilmiyorsun
iki, oluşun ne olduğunu bilmiyorsun üç. Tez, antitez, sentez. Bakın Herakleitos, evrende bir tez, bir
antitez olup onların savaşından bir sentez doğduğunu söylemiyor. Herakleitos’ta duraklar yok. Sen bir
durağa gelmişsin, orada demişsin ki efendim bu bir sentezdir. O sentez kendi antitezini doğuracak,
yeni bir diyalektik başlayacak vesaire. Asla! Herakleitos onu demiyor. Diyor ki; nesne, karşıt
ögelerin savaşının sürmesidir. Durması demiyor, dikkat et. Hegel’de ne var? Bir barış, bir savaş.
Herakleitos’ta hem savaş, hem barış var. Fark bu. Yani Herakleitos diyor ki, bir nesne barış içinde
ve savaş içinde. Bir barış, bir savaş içinde değil. Bir savaş var içinde, bir barış var. Peki bu barış
ne, işte o savaş diyor. O senin savaş dediğin var ya diyor, işte o barıştır. Yani çatışkılar içerisindeki
o sürece biz, şu ya da bu nesne derken, o sürecin adını bir durağanlığa verme hatasına düşüyoruz. Ad
verme ona diyor.
M- Böyle olunca, oluş sözcüğü Herakleitos’a uyuyor.
Evet uyuyor.
M- Yani, süreklilik, bir süreç olarak bakıldığı zaman, oluş anlam kazanıyor. Ama durma söz konusu
olduğu zaman, bir durak söz konusu olduğu zaman oluş, anlam kazanmıyor.
Ç- Oluş, devinimi ifade ediyor gibi geliyor bana.
Ontolojiye dönmemiz gerekiyor. Geçen yıl dedik ki: Batılıların bir türlü anlamadığı, başta Platon ve
Aristo’nun hiç anlamadığı bir şey var. Gidip saplanmışlar Pisagor’a. Onu da öğren, çok şeyler var
Pisagor’da, yadsımıyorum. Ama şimdi sen eğer idealar kuramını geliştireceksen, önünde Efesoslu
çok daha güzel bir örnekti. Çırılçıplak. Boyut… Düzey… Şimdi dikkat et. Thales, çıkmış… Bu güzel
bir şey, sorularınızla bizim programı iyi aksatıyorsunuz, kutluyorum. Hoşuma da gidiyor. Bugün zor
gireceğiz esas konumuza. Thales diyor ki temel töz sudur. Her olan, ondan türemiştir, onun bir
türevidir. Bir su var, evrenin temel ögesi olarak. Thales böyle diyor. Bu su dönüşmüş, toprak olmuş,
taş olmuş, hava olmuş, ateş olmuş, öteki ögelere dönüşmüş. Bir nesne, temel de olsa yok oluyor,
başka nesneye dönüşüyor. Bir dönüşmeden, değişmeden söz ediyorsak artık, değişmeye dönüşmeye
başlayan nesnenin kaldığından söz edersek tutarsız düşünürüz, o gitmiştir. Şimdi sen yumurta
diyorsun, değişti, civciv oldu. E yumurta nerede? Senin yumurta hala duruyorsa, bu dönüşme olmaz.
O civcive dönüşmüşse, yumurta yok artık. Burada bir nesne başka nesnelere dönüşüyor, değişiyor.
Ne alanındayız? Durağanlıkla devingenlik, durağanlıkla değişme, durağanlıkla oluş alanındayız.
Thales, durağan bir nesne yoktur, diyor. Temel nesnemiz sudur, o da hep değişiyor, başka nesnelere
dönüşüyor. Her olan, tanrılarla doludur diyor. Greklerde, hele hele İyonya’da, bir tanrı anlayışı yok
arkadaşlar. Yani Hesiodos, Homeros gelmiş geçmiş. O çok tanrılı düzen yaşamış. Buraya
geldiğimizde, adamlar kütük gibi durmuşlar. Thales’te bunu görüyoruz, Anaksimandros’ta,
Aneksimenes’te, hele hele Herakleitos’ta, hele hele Ksenophanes’ta. Ne diyor Ksenophanes?
Trakyalıların tanrısı diyor, tam da bizim Müjdat’a benziyor. Vallahi, mavi gözlü, kumral. Trakyaların
tanrısı, çünkü Trakyalıların kendileri öyle. Bunu Ksenophanes söylüyor, ben espri olsun diye
söylüyorum. Arapların tanrısı siyah diyor, çünkü kendileri siyah. Benzetmeyi biraz daha ileriye
taşıyor, diyor ki; aslanların, öküzlerin, atların elleri olsa, resim yapsaydılar onların da tanrıları at,
öküz ve aslan olurdu. Yani insanbiçimci. Thales diyor ki, her şey tanrılarla dolu. Tabi sözünü ettiği,
bizim, şunun, bunun, Ali’nin, Veli’nin bildiği tanrı değil. Diyor ki, evren canlıdır, devinir. Hatta
Herakleitos, ünlü bir adam, bütün Efes’te yayılmış, kral ailesi, kral olacakken reddetmiş bir adamdır.
Ne yapıyor, aşık oyunu oynuyor, Artemis tapınağının önünde, gelene gidene sövüyor. Öyle bir herif.
Köylüler duymuş Herakleitos’un ününü, bunu ziyarete gitmişler. Evine varmışlar, oturmuş ocağın
başında ısınıyor Herakleitos. Köylüler bakmışlar, koca Herakleitos bu mu? Ocağın başında oturuyor.
Kılık kıyafet Heidegger gibi bir şey. Çok zeki, büyük bir beyin. Demiş, gelin gelin burada da tanrılar
var. Siz her yerde tanrı ararsınız, görkemli şeyler ararsınız, burada da var, diyor. İyonya kavrayışı bu.
Geçtik Anaksimandros’a. Demek ki Thales’te bir boyut yok, hep düzeylerde olup bitiyor. A, B
oluyor; A, C oluyor; C, bilmem ne oluyor, dönüşüp gidiyorlar, düzeylerde. Bütün savaş düzeylerde.
Boyut yok.
Aperion… Sınır. Bizanslılar, Beyoğlu’na pera derler. Niye? Sınır, öte. Bu kadar basit. Sınırda olan
yer. Bizanslılar orada oturmamışlar, orada üzüm bağı, bahçe, yazın pikniğe gittikleri bir yer. O zaman
diyorlar ki öte, sınır, pera. Peros, Platon’da ve daha çok da Parmenides’te önemli bir terimdir. Peros
Anaksimandros’ta çok önemli bir terimdir, a-perion, sınırsız demektir. Sınırsız olan belirsiz
demektir. Boyutta bu var. Bunu söyleyen Anaksimandros. Hatta Nietzsche, Anaksimandros’u
anlatırken, ki İyonya öncesine çok güzel bir kitap ayırmıştır: Trajik Çağında Felsefe . Muhteşem bir
{13}

kitaptır. Diyor ki, Thales’ten sonra Anaksimandros’un yaptığı o kadar görkemli bir sıçrama ki
karşısında ne yapsak azdır. Gerçekten öyle. Thales’ten Anaksimandros’a geçmek müthiş bir şeydir.
Diyor ki; boyutta, aperion var. Evrenin temel düzeneği sınırsızdır, belirsizdir. Düzeylere ineceğiz,
senin soruna ancak böyle cevap verebilirdim, pat diye veremem. Şimdi düzeylere indiği zaman, ne
oluyor? Diyor ki, nesneler oluşa geçerler. Şu olur, bu olur, elma olur, armut olur, ağaç olur, deniz
olur, insan olur, öküz olur. Aperion, sınırsız, sınırlanır. Sınırlanmak ne demek, işte Müjdat’ın
sınırları var. Üst, alt, bel. Diyor ki sınırlanmak, çok kötü bir şeydir, suçtur. Aperiona ihanettir.
M- Herakleitos’ta bir fragmanında bunun tam tersini söylüyor.
Geleceğiz.
M- Her şey sınırlıdır diyor.
Acele ediyorsun. Zaten senin o dediğini anlatmak için girdik buraya. Diyor ki sen oluşa geldin,
sınırlandın, iyi halt ettin, bedelini ödersin. Bedelini öder, aperiona dönersin diyor, senin yazgın
budur. Düzeylerde olup bitenler önemli değil, boyutta diyor. Buradaki gibi aperion, sınır konduğunda
yok olmuyor. Burada su yok oluyordu, başka bir şey oluyordu. Burada aperion duruyor, kalıyor. Bak
şimdi çizeceğiz. Kalıcılık ve geçicilik, durağanlık ve devingenlik… Batılılar bunu yapamadılar,
beceremediler. Kalıcılık adına aperion yerinde duruyor. Dayağı yiyen geliyor oraya. Ot kuruyor,
dönüyor. Peki gelecek sene ot olmuyor mu? Oluyor. İşte Anaksimandros onu diyor. Sen gittin ot
oldun, biraz büyüdün, işte bak bir rüzgâr geldi kavurdu gitti. Senin karşıtın seni yok etti. Sen gittin,
cezanı çektin. Gelecek sene başkaları gelecek. İşte, evren böyle dönüp duracak. Ama aperion hep var,
dikkat edin. Başka bir şeye dönüşmüyor. Bir ananın çocuk doğurup salladığı gibi, kendi kalıyor.
Yumurtanın civcive dönüştüğü gibi değil. Anaksimandros, bunu diyor. Oluşa geçmeyi, kara bir gözle
görüyor. Diyor ki sınırlanmak bir felakettir. Daha sonra göreceğiz arkadaşlar, sınırlanmayı…
Sınır, Pisagorcularda kutsaldır. Bakın burada, suçludur. Pisagorcular da diyor ki sınırlanmış şey belli
şeydir. Haddini hududunu bilir, ne olduğunu bilir, başkasına tecavüz etmez. Bellidir o, çok kutsal bir
şeydir. Sabahleyin kalktığında yatağını yap, orada yatak izin kalmasın, seni tanırlar. Seni tanıyınca
öldürürler, diyor. Orada sınır, kutsal. Nesneler kendi sınırlarında varoluyorlar.
Herakleitos’a döndüğümüzde, Herakleitos aperion demiyor ama boyut diyor. Nedir onun boyutu?
Logos . Her şey logosa göre olup biter. Herakleitos’ta, dün biraz söylemiştim, ateş de var. Burnette,
{14}

Karl Popper daha çok bu ikisi tartışmıştır. Ateş, Herakleitos’un felsefesine yapışıyor, uyuşuyor, ya da
ters düşüyor. Ben ters düştüğü görüşündeyim. Neden diyeceksiniz. Eğer biz ateşi boyut olarak
alırsak, logos boşta kalıyor. Bana öyle geliyor ki ateş ögesi, Herakleitos felsefesinin bir sürçme
taşıdır, ayağı takılıyor orada. Logosa göre olup bitiyorsa her şey, yani Platon’un idealar diyeceği şey,
bir insan yapısı var, Aliler, Veliler, Ahmetler, Johnlar, ölüp gidiyor ama insan sürüyor. Logos dediği,
insan olmak, ağaç olmak, bitki olmak, hayvan olmak. Evren, bir yapıya göre olur, diyor. İşte buna
kalıcılık diyor Herakleitos. Ötekilerin anlamadığı bu. Evrenimiz geçici bir evren değil, kalıcı bir
evren. Burada biz kalıcılıkla geçicilik arasındayız. Demin sözünü ettiğimiz, her nesne değişir diyen
de Herakleitos. Durağan bir nesne yok, her şey değişir, akarsu gibidir. bir suya iki kere giremezsin,
diyor. Bir göle de iki kere giremezsin, akması gerekmiyor. Bir kayaya da iki kere oturamazsın. Onu
aşırı uca taşı. Nietzsche diyor ki: Herakleitos, nehre iki kere giremezsin der, onun üstündeki
köprüden de iki kere geçemezsin. Güzel değil mi? İkinci geçişin, ne kadar yakın olursa olsun o
değişmiş olacaktır. Dikkat et, devingenlik, değişme ve durağanlık arasındaki çatışkı ile geçicilik,
kalıcılık arasındaki çatışkıyı karıştırmayacağız. Herakleitos, kalıcıdır. Benim evrenim diyor, kalıcı.
Logosa göre olup biter, diyor.
M- Logostan kastı, evrenin yasaları değil mi?
Evet. Her şey ona göre olup biter diyor. Fragmanları aç bir daha oku. Niye gelmişse dünyaya, o
gelmiş, o dönüş yapacaktır, logosa göre olacaktır, evrenin düzeni budur. Ama oluş ve durağanlık,
Parmenides’e geçtiğimizde diyor ki; her şey durağandır, değişmez. O da karıştırıyor. Esas kalıcılığın
profesörü Parmenides değil, Herakleitos. Ötekinin söylediği son derece yalın bir şey, nesneler
değişmez diyor, A, A’dır. Sen Müjdat diyorsan, o Müjdat olmakla bitmiştir diyor. Peki beş sene
sonra ne olacak Müjdat? Bunu hiç göz önüne almıyor Parmenides. Ama Herakleitos diyor ki; Müjdat
beş seneye kadar darmaduman olur, değişir. Olgusal evrene baktığın zaman, gözünün içine sokuyor
Herakleitos.
M- Bir fragmanında diyor ya Herakleitos. Ben çok açık söylüyorum, çok basit söylüyorum ama beni
dinlemeyi, anlamayı bilmiyorlar.
Söyledik dün. Gözleri olup görmeyenler, kulakları olup duymayanlar. Barbarlar için, gözler ve
kulaklar kötü tanıklardır. Yani saldırıyor. Çoğunluk diyor, sürü. Sürüye Nietzsche’den daha beter
sorgulama getiren, tam cepheden saldıran odur. Eşekler samanı, altına yayarlar diyor, ne desin daha?
M- Şimdi burada şöyle bir şey var, gündelik hayatta benim sık sık yaşadığım. Ne zaman gündelik
bilim dışında düşünmeye başlasam, gündelik dil beni içine çekiyor. Çünkü öbür tarafa, biraz inanmak
gerekiyor. Ona dün Herakleitos’ta rastladım. Umut edilmeyeni, umut etmek gerekiyor diyor. Ancak,
bilgeliğe öyle ulaşılabilir. Çünkü ne iz vardır, ne de bir yol. Yani bundan dolayı zorluk. Diğeri göz
önünde. Yani köprünün değişmesi, çok göz önünde değil. Açık ama onu algılamak, o yolda ilerlemek,
inanmayı gerektiriyor. Ona inanmadığın sürece, köprünün aynı köprü olduğunda da ısrar etmeye
devam ediyorsun. Bu, sıradanlığı yaratıyor, o tutarsızlığı yaratıyor. Sanki tutarlılıkmış gibi
görünüyor, köprünün hep aynı köprü olduğunu söylemek, ama aslında tutarsızlık.
Peki bir şey söyleyeyim. Ben bunu yaşıyorum. İstanbul’da bir evimiz var. Varınca ev darmaduman.
Tozlar girmiş, böcekler girmiş, kapı bilmem ne olmuş. Buraya geliyorum, televizyonu açmak için üç-
dört kere usta geliyor. Ne oluyor ki? Kablolar aşınmış, bilmem her şey değişmiş.
M- Yani dünyayı böyle görmek, büyük bir sıçrama.
Müthiş, müthiş. Herakleitos’un bakışını iyi tanımak lazım. Herakleitos, o Hegel gibi, şu gibi, bu gibi
değil, çok çok derin. Herakleitos’u Platon epeyi anlamış ama hep oluş yönünden anlamış. Yani
ondaki kalıcı unsuru görememiş. Kratylos Diyaloğu vardır. Orada hep bir Herakleitos’u konuşturur.
Kratylos, Herakleitos’un talebesidir. O değişme oluyor, olmuyor da demezmiş. Parmağıyla işaret
edermiş. Yani ben bir şey dersem, o biraz sonra değişecek, ben söylemeyeyim adını. İşin bir yanıdır
ama doğru bir yanı. Kalıcılık-geçicilik ayrı terim, batılıların asla görmediği, değişme-durağanlık
apayrı terimler. Parmenides durağanlığın filozofuydu, Herakleitos kalıcılığın filozofu. Terimler çok
farklı.
3.Gün
Yanardağın ağzı
“Ousia” … Bu terimin Grekçede yazılışı bu, οὐσία. Tabi biliyorsunuz Greklerin harfleri değişik.
{15}

Bunu iki profesörümüz de “öz” diye çevirmiş. Siz o kitabı Ousia’yı, ki ousia onun temel konusudur,
öz olarak çevirdiğinizde okuyucu bitmiştir. O kitabı asla anlayamaz. Niçin böyle çeviriyorsun?
Arkadaşımız öz ile töz arasında hiçbir fark görmüyor, o da olur, o da olur diyor. Ama olmaz işte. Bu,
bizim felsefemizde, töz dediğimiz terimin Grekçe karşılığıdır. Buna niye girmek gereği duydum? Öz
diye de bir şey var. Ama ousia değil eidos olarak var. Nedir bu eidos, nedir bu ousia ve eidos
arasındaki temel ayrım? Töz ile öz arasındaki temel ayrım nedir? İnsan birleşik bir nesnedir değil
mi? Kaya gibi, taş gibi, toprak gibi, ot gibi, ağaç gibi, at gibi, eşek gibi, katır gibi. Bütün nesneler
birleşik olmak bakımından en yaygın ilke. Demek ki birleşik olmayan bir insan olamaz.
İnsandan gidelim. İnsan diridir. Taşı, kayayı koyduk orada kaldı onlar. Bitki gibi, hayvan gibi, insan
diridir. Diri olmayan insan olmaz, olamaz. Üç, insan duyumludur. Hayvan gibi, görür, koklar vesaire,
duyu organları vardır. İnsan düşünür. İnsan ister, yani seçer, iyiyi kötüden ayırır. Bu nitelikler,
insanın kaçınılmaz nitelikleridir. Bunları bir kenara koyup insan diye bir nesne yaratamazsınız. O
halde bu niteliklerin toplamı, insanın özüdür, eidos’udur. Şunu bir kenara koyalım, koyamazsınız.
Şimdi belki diyecek ki Müjdat kardeşim, ya hocam bu bir insan dediğimiz nesne, bir metre on
santimse? Olsun, bir metre olmak, iki metre olmak insanın temel özelliği değildir, ilineğidir. Siyahlık
beyazlık. Afrika’daki zenciye biz insan demiyor muyuz? Simsiyah değil mi? Demek siyah olmak insan
olmanın temel özelliği değil. Şu ya da bu renkte olmak. Pelte bir insan, kekeme bir insan, ama insan.
Kekemelik onun bir ufak kusuru, insan olmasını önlemez. Gözü arızalı, bizim Anadolu’da, konuştuk,
bir olumsuzluk kültürü vardır. Kör Hasan derler, Kambur Mehmet derler, herkese bir kulp takarlar.
Kulp taksalar da o bir insandır. Demek ki, bir nesnenin yapıcı temel özellikleri onun özüdür.
Diğerleri de ilineğidir.
İlinek, olmayan ya da şöyle veya böyle olan özellik anlamına gelir. Askeri okula gidiyor öğrenci. O
okul kurallar koymuş. Diyor ki; şu santimden daha düşükleri alamam okuluma, ben cüceyi alamam.
İnsandır, amenna, cebinde nüfus cüzdanı var, o da amenna ama benim yaptığım iş belli bir boyu, en
az, asgari diyorsunuz ya, onu gerekli sayıyor. Bir basket takımı da bu kuralı koyabiliyor. Diyor ki;
bana geleceklerin 1.80’den aşağı olmaması gerek. Bir metre on santimlik adam bana yaramaz. Onun
gibi. Ama dediğim gibi arkadaşlar bu, ilineklerdir, temel özellikler değildir.
M- Peki, tek tek bireylerin bir özünden söz edebilir miyiz?
Edemeyiz. Ona geleceğiz, kesin olarak edemeyiz.
M- Yani Müjdat’ın özünden söz edemez miyiz?
Hayır, edemeyiz. Müjdat kendini seçecek arkadaşım, Müjdat hiç kıvırmasın. Sana temel özellikler bir
biçimde verilmiş. Duns Scotus var ortaçağ felsefesinde. O diyor ki bu’luk, şu’luk. O nesnenin kendi
sesidir. Gidip patates alıyorsun. Patates alırken bile gözünü yumup beş kilo patates ver demiyorsun.
Eşinizin, daha çok benimseyeceği büyüklükteki patatesleri seçiyorsunuz. Bir de diyorsunuz ki,
hormonlu mu bu? Patateste bile özellik var değil mi? Onun yapıcısı belirliyor onu. Gübre koyuyor, ya
da yapay gübre koyuyor, ilaç koyuyor, hormon koyuyor, onun anasını belliyor, ayrı mesele. Ama seni
sen yaparsın kardeşim. Senin özün insan olmaktır. Hani varoluşçular, dedi ki, olan yoktur, biz
kendimizi seçerek oluruz. Burada epeyi eksiklikler var. Bir kere sen sorumlusun.
E- Peki hocam, bu öz değişir mi zamanla? Yani patatesin özü, belki de yirmi yıl sonra, otuz yıl
sonra… Ya da insanın özü, yirmi yıl sonra, otuz yıl sonra, ya da iki bin yıl sonra değişir mi? Çünkü
koşullar, şartlar, bazı şeyleri değiştiriyor. Hep aynı mı kalır?
Sizin kanaatiniz ne?
E- Bana değişir gibi geliyor. Basit bir örnek, domates. Yirmi yıl önce yenilen domatesle, şimdi
yenilen domates aynı değil. Domates ama aynı değil. Acaba özü değişti mi?
Buna geleceğiz. Dediğin soru güzel. Sonuç olarak soylar değişir mi? Soy, tür…
E- Evrim de var.
Tabi evrim de var. Bir kısım soylar silinmiş gitmiş. Var mıydı, yok muydu, kemiklere bakarak bir
şeyler söyleyebiliyoruz. Dinozorlar söz gelimi, gitmiş koca hayvancıklar. Bir kısmı çok değişmiş.
Ben bitkilerle uğraşırken bu sorunuza hep takılmışımdır. Abdülhamit’e üzüm getirmişler, çok hoşuna
gitmiş, Maraş üzümü. Maraş üzümü gerçekten çok güzeldir. Padişah develerle toprak getirtmiş. O
bitkinin kökünü getirtmiş, üzümler büyümüş olmuş. O üzüm değil. Demişler; padişahım havayı da
getiremeyiz ki. Yani üzüm olmasına üzüm de oradaki koşullar onu Maraş’taki kadar güzel yapmıyor.
Şöyle diyebiliriz. Evrenin böyle zamansal boyutuna baktığımızda, çok büyük değişiklikler olmamış.
Yani evrim, değişmeler, iklimler, koşullar türleri ya da soyları şöyle ya da böyle bir değişime
uğratmış ama insan yine insan kalmış. Demin Müjdat kardeşle onu konuştuk. Herakleitos’un sövdüğü
şerefsizler şimdi de var. Sürü, kalabalık diyor. Aşağıladığı kalabalıklar şimdi de tıka basa dünyamızı
doldurmuş. Gitmemişler onlar. Dedim ki; ben olsaydım yapan, eyleyen doğadır, evrimdir, ne ise işte,
insanla hayvan arasına da bir tür koyardım. Yani doğa, orada zıplamış gibi geliyor bana.
Herakleitos’un bir sözü var, biliyor musun? Doğa gizlenmeyi sever, diye. Doğa orada gizlenmiş
bizden, örtmüş kendini. Hayvandan insana nasıl sıçradın? O dediğinize daha köklü olarak geleceğiz.
Şimdi devam edelim.
Boyutları ve düzeyleri görürken dedik ki; düzeylerde nesneler bizim zamansal ve uzaysal
boyutlardaki karşımıza çıkan nesneler. Düzeylerdeki nesneler dağlar, taşlar, ağaçlar, insan olanlar,
hepsi. Ama bunların bir de boyutu var, dedik. İşte boyut, bu öz. Dedelerimiz öldü gitti, onların
zamanındaki koyunlar yok ama koyun var, buğday var. Onların ekip biçtiği buğday değil ama buğday
var. Demek ki boyut, kalıcı olarak, hani Herakleitos’un kalıcılıktan anladığı anlamda, var. Ama
düzeylerdeki o değişime uğrayan, devingenlik ve durağanlık ya da değişim ve durağanlık arasındaki,
çatışkıdaki nesneler, bir biçimde doğal ölümlerini bitirip geçip gitmişler. Ölmüşler, yok olmuşlar ya
da evrenin bütününe karışmışlar. Aperiona geri dönmüşler, Anaksimandros anlamında. Demek ki öz,
öz olarak kalıyor. Onu söyledik, bir insanı neler yapar, bir ağacı neler ağaç yapar. Şimdi Betül
Çotuksöken diyor ki, bir şeyi o şey yapan özdür. O nedenle bu çeviri, ousia değil, töz değil özdür.
Töz demek ki bir nesneyi tanıyorsak, özellikleriyle, kendinde ve kendinde olarak tanıyorsak, o yapıcı
özelliklerini üstünde tutmuş olarak bir tözdür. Siz dersiniz ki, ben bir insan gördüm, bunu anlarız. Bir
elma gördüm, bir deve gördüm, anlarız. Ama dersen ki ben gelirken bir renk gördüm, anlamayız,
ilinektir. Bir şeyin rengi olur. Yani töz kendi olan ve kendi ile tanınandır, ilinek başkasında olandır.
Renk, koku, sertlik, yumuşaklık, tat, bir şeyindir. Aristo, Kategoriler’de onu çok güzel söylemiş,
kendi ile olan ve bilinenler. Hakkını vermek adına söylüyorum, başkası ile olanlar, kendi başına bir
beyaz renk göremeyiz. Maksim Gorki ile Çehov bir gün bir parkta oturmuşlar, bankın üzerinde.
Çehov demiş ki ben rüyamda, uçsuz bucaksız bozkırda, tek ve boş bir çizmeyi yürüyüp giderken
gördüm. Lenin’in çizmesini düşünün. Rusya bozkırlarında yürümüş gidiyor. Gorki diyor ki; bu çok
muhteşem bir şey. Burada şu var, bizim felsefemiz bakımından, çizme kendi başına yürüyemez.
Birinin ayağında olmak zorundadır. İlinektir, temel özellik değildir. Herakleitos, umarım zamanla tam
öğrendiğimizde, sizlerle aynı düşüncede oluruz, gelmiş geçmiş en büyük filozoftur. Bunu şu bağlamda
söyleyeyim: Martin Heidegger bir felsefe profesörüyle, şöyle 300 sayfalık bir söyleşide, karşılıklı
çözümlemede bulunmuşlar. İnanın arkadaşlar, tek cümlesi doğru değil. Bu çok acı bir şey. Martin
Heidegger, ontolog, bir. Çok büyük bir ontolog, iki. O bile toslamışsa kayaya, düşünmek gerekiyor.
Diyalektiğin kurucusu, malum Hegel. Herakleistos’tan tek sözcük anlamamış. O çuvallamanın nedeni
şu: Mantık bilimi, Büyük Mantık, bir de parçası var onun. Büyük Mantık’tan okudum diyalektiği, asıl
suç Hegel’de. Bal gibi çuvallamış. Diyor ki; benim logic’ime almadığım, -logic, mantık-
Herakleitos’un hiçbir sözü yok. Ben de okuyunca, dedim ki, iyi ki almışsın. Ya almasan halin nice
olurdu. Evet, sizden dinliyoruz.
M- Herakleitos’tan önce bir boyut söz konusu değil. Hep düzeyler var. Düzeylerden kasıt, benim
anladığım, evrende bir sürü nesne var ve bunlar birbiriyle çatışkı halinde. Sürekli çatışıyor ve
sürekli bir dönüşüm var. Her şey dönüşüyor. Ölerek dönüşüyor, başka şekillerde dönüşüyor ve evren
bu zıtların birliği üzerine kurulu. Burada o zıtların çatışması, dönüşmesi, değişim, düzeyleri
gösteriyor. Ama evrenin devam etmesi, bütün bu zıtlıkların savaşının ötesinde varlığını sürdürmesi,
oluşturması ise boyutu oluşturuyor.
Güzel. Nesneler birbiriyle mi savaşıyor, kendi kendileriyle mi savaşıyor?
M- Aynı zamanda kendi kendileriyle de savaşıyorlar. Çünkü bir nesnenin içinde de kendi kendine
çatışan ögeler var.
O daha önemli. Yani kendi içinde savaş sürüyor. Kendi içinde çatışkı var. Anaksimandros savaştır
diyor, biliyorsunuz. Boyut Anaksimandros’da var, aperion olarak. Herakleitos’tan bir ufak öge var,
onu kafamızda tutalım. Diyor ki, bir nesne, o karşıtların savaşından ibarettir, o bir süreçtir. Ona ad
veremezsiniz. Siz Çağlar dediğiniz an, Çağlar, Çağlar olmaktan çıkar diyor. Buna karşı Parmenides
ne diyor? Değişim bir hayaldir. Herakleitos da Parmenides de duyu organlarına karşı fazla sıcak
değiller. Hele hele Parmenides’de bu tam. Ağır bir dille suçlar. Siz, durağan bir nesneye, değişiyor
diyorsunuz, ölüyor diyorsunuz, saçmalıyorsunuz diyor. Peki, o nesne yok da ne diye ad verdin? Peki,
o nesne yok da ne diye üzerinde konuşuyorsun, diyor. Bakın bu da bir felsefe. Herakleitos Çağlar diye
bir nesne yok diyor. Parmenides de diyor ki; Çağlar yoksa ne diye üstüne konuşuyorsun, ne diye
Çağlar dedin?
E- Herakleitos, niye Çağlar yok, diyor? Onu ben anlayamadım.
Çağlar niye yok diyor, biliyor musun? Çağlar diye bir nesne, bir noktada, bir an içerisinde,
yakalayamıyoruz onu, diyor.
E- Zaman geçtiği için.
Efendim, her an. Zaman geçtiği için değil. Mesela Herakleitos onu vurguluyor. Diyor ki; çok zaman
geçecek ki değişecek diye düşünüyorsunuz, o her an değişiyor.
E- Bir an önceki Çağlar’la, bir sonraki andaki Çağlar aynı değil.
Evet, değil. Bir nehre iki kere giremezsiniz. İkinci kez girdiğinizde o sular çoktan akıp geçmiştir. Bu
bile, Herakleitos’un anlatmak istediğini, bana göre, tam anlatmıyor. Herakleitos’un anlatmak istediği;
sen, şu masaya iki kere bardak koyamazsın. Bir kayanın üstüne iki kere oturamazsın. Birinci oturdun,
gittin bir sigara içtin, dolaştın geldin, geldiğinde o kaya değişmiştir, diyor. Bu doğrudur, yanlıştır,
tartışılır. Herakleitos’un söylediğini anlamak, ayrı bir konu. Yanlış anlamamak önemlidir. Onu yanlış
anladınız mı, ipin ucu elinden gider. Herakleitos’un dediği şudur: Bardak, bu çay kaşığı, öteki, öteki,
kendi içindeki karşıt ögelerin savaşını yaşıyor, o bir süreçtir.
E- Bu değişimi sürdüren de çatışkılar.
Çatışkı Hegel’de bir uyuma gelir. Tez, antitez, sentez. Sentez bir uyumdur. Herakleitos bunu şiddetle
reddediyor. Harmonia, yok öyle bir şey, diyor. Evrende harmonia yok, ölür o zaman evren. Türkçesi
uyum. Parmenides de diyor ki, madem öyle de ne diye ad verdin? Eğer sen bir nesneden söz
ediyorsan, o vardır.
E- Peki, Parmenides’in sorusunun cevabı ne? Niye vermiş o zaman, niye veriyor?
Güzel. İyi bir felsefe talebemiz var. Parmenides, Elea’lıdır. Elea, güney İtalya’da bir kentin adıdır.
Herakleitos, İyonya’lıdır. Kara Atina’sında, kara Yunanistan’ında felsefe, Sokrates, sofistler, Platon,
Aristo ile fışkırmadan önce bu iki bölgede patlak verdi. İkisi de görkemli idi. Bir tarafta Thales,
Anaksimandros, Aneksimenes, Herakleitos gibi devler vardı. Öbür tarafta da en azından Pisagor
vardı, Ksenefones vardı, Xenon vardı, onun öğretmeni Parmenides vardı, Melisos vardı, daha ötesi
Empedokles vardı. Empedokles, Etna dağına atlamış, ölmek için. Etna dağı sandaletini geri atmış,
kendisini de yutmuş . Bir kısım filozoflar, Zeller buna dâhildir… Çok acı bir şey, ben çok çok
{16}

üzülüyorum. Gerçi kişisel bir üzüntü olmanın ötesine geçmiyor. Grek felsefesinin temel devlerinden
birisi, Guthrie bu sene çevrilmeye başladı, Jagger bu sene çevrilmeye başladı. Jagger’in çok güzel
bir kitabı çıktı. Zeller, beş altı senedir var. Bakın, Robin’den daha bir satır çevrilmedi. Burnet’ten bir
satır çevrilmedi. Ross, o bir mutluluk oldu, Aristo’nun çevirmenidir, çok iyi bir çevirmen, o
Kabalcı’nın bir ikramı oldu, çevrildi. Grek felsefesi gibi, insanlığa ışık tutan koskoca bir güneş
karanlıkta. Bizim Türkler için karanlıkta. Oturup tartışacaksın, neyi tartışacaksın? Senin ordinaryüs
profesörün, ousia’ya öz diyebiliyor. Neden diyorum, bilmiyor. Açık söyleyeyim, bilmiyor özle tözün
ayrımını. Bizim böyle filozofumuz sayısız. Şimdi çık işin içinden, nasıl çıkacaksan.
Boyut ve düzey meselesini kavrayalım, çünkü bu bize çok gerekli olacak. Daha sonra Platon’un
idealar kuramını göreceğiz. İdealar, özlerdir, eidoslardır, boyuttur. Diyor ki Platon, ben ıvır zıvırla
niye uğraşayım? Benim ruhum bir zamanlar bu idealarla yan yana yaşıyordu. Onun tezi bu. Beğen
beğenme, doğru yanlış, ayrı bir konu. Ben Platon’dan söz ediyorum. Diyor ki, benim ruhum, bir
zamanlar idealar evreninde, idealarla komşuydu. Onlara baktı, onları tanıdı, varoluşa geldi ya da
oluşa geldi, bizim deyimimizle, şimdi eski bilgilerini anımsıyor. Grekçe anamnesis . Eğer Çağlar,
{17}

bir şey biliyorsa, bu öğrendiğinden değil, anımsıyor. Ivır zıvır, değişen şeyler, bana ne, diyor. Bir
şöyle, bir böyle olurlar. Platon, sıkı bir ideacıdır. Böyle bir adam, neden Herakleitos gibi korkunç bir
dev önünde iken Herakleitosçu olmamış da gitmiş Pisagorcu olmuş şaşıyorum. Guthrie, Aristo hiç
anlamamıştı Herakleitos’u, diyor, Platon biraz anlar gibi olmuştu. Dünyanın en büyük felsefe
tarihçisi. Cornford var. Müthiş bir Platon devi. Küçük bir kitabı çevrildi. O kitabında diyor ki,
Aristo, Platon’u idealar kuramı bakımından eleştirir. Tam da bu noktada iyice aptallaşır. Çok ağır bir
dil kullanıyor. Whitehead, İngiliz filozofu, diyor ki; baştan başa, bütün felsefe, Platon’a düşülmüş
dipnotlardan ibarettir. Platon’suz bir felsefe olmaz, yapamazsın. Hani bu işin aşırı uca taşınmış
örneklemesi ama bir görüştür sonuçta.
Demek ki bizim evrenimizde boyutlar var, soylar var ve oluşa gelmiş bireyler var. Tekil nesneler var.
Ya da daha ileride, daha rahat kavrayacağımız gibi tikel nesneler var. Soyu olanın tikeli olur. Güneş,
tekil nesnedir, bir tanedir. Ama Çağlar, tikeldir. Çünkü bir soyun bireyidir. Bir tane değildir, o bir
soya bağlıdır. O bir insandır. Bir güneşten bahsedemeyiz, güneşten bahsederiz. İkinci bir güneş yok
çünkü. Çağlar kardeşime soracağım, dille uğraştığı için. Nasıl oluyor da gündelik konuşmalarda, bal
gibi herkes, dilbilgisi, tarihçisi, fizikçisi, kimyacısı, felsefecisi, şakır şakır insanlar diyebiliyor,
hayvanlar diyebiliyor. Doğru mu? Bitkiler diyebiliyor. Peki, bir şey sorayım: Evrenimizde kaç tane
insan var?
Ç- Tür olarak yok. Bir tane.
Niye çoğul eki kullanıyorlar.
Ç- Herhalde bir insana da insan dendiği için.
Bu yanlış. Tabi ben dille de uğraştığım için, insan olanlar… İnsanlar dersem ben yanlış bir dil
kullanırım. Ağaç olanlar, hayvan olanlar… Karşılar mı sizce?
Ç- Belki felsefede.
Tabi ben de felsefeden söz ediyorum. Gündelik dilde zaten yanlış kullanılıyor. İnsanlar, deyip çıkıyor
adam. Bir türün çoğulu olmaz. Ama bal gibi kullanılıyor. Tekili nasıl anlatacaksın? Bir insan diyor.
Bir insan ama çoğu kez de onu diyorsun. Peki, kategori ne demek?
{18}

Ç- Sınıflandırma?
Acaba? Müjdat kardeş, sen ne dersin? Şimdi bir yanlış kullanıma geleceğim.
M- Sınıflandırma dediğimiz zaman, bir türden söz ediyoruz.
Elbette.
M- Ağaç, bir tür. Ağacın içinde, kavak ağacı var, meşe var. Biz onları ayırabilmek için sınıflandırma
yapıyoruz. Ama asıl sınıflandırma, ağaç, insan, hayvan, bunlar arasında olan.
Temel ayrımlar onlar arasında. Küçük ayrımlarla da onlar ayrılıyor. Küçük ayrımlar diyelim, ben
öyle diyorum çünkü. Bunu tartışacağız ileride. Şimdi ağaç olmaklık nedir? Uzun ömürlü bitki
olmaktır, değil mi? Kayısı da uzun ömürlüdür, elma da… Bir ot gibi değil. Onun temel ayrımı, diri
olması, birleşik olması, bir de küçük ayrım olarak uzun ömürlü olması. Ottan ayırdığımız nokta o.
Fakat ben onu demek istemiyorum. Her gün kullanıyorlar, sokakta. Diyor ki, bu kategoriye girer. Bu
doğru mu? Terim olarak kategoriden ne anlıyoruz? Grek toplumunda yargıç önüne çıkan bir birey
suçlanıyor. Sen çaldın, sen öldürdün, sen yalan söyledin. Ona ne yapıyor? Bir eylemler yüklüyor,
değil mi? Kategori budur. Kategori yüklem demektir. Mesleğin olur, doktorsundur, o bir yüklemdir.
Spor yapıyorsun, futbolcusundur, o yüklemdir. Çiçek seviyorsun, çiçek seversin, yüklemdir.
Sinirlisin, o bir yüklemdir. Say sayabildiğin kadar. Kategori, yüklem demektir. O zaman niye biz
kategorilere ayrıldı diyoruz?
Ç- Yüklemlere ayrıldı.
Oldu mu bu? Olmadı. Demek ki Müjdat kardeşimizin dediği öbekler, sınıflar, soylar, yüklemlerle
oluşur. Kabul mü? Şimdi daha somuta inelim. Beyaz gömlek, siz de beyaz, siz, siz. Ne yaptık? Dedik
ki, beyaz gömlekliler bu tarafa. İşte bir sınıf. Peki, o öbeği nasıl belirledik? Yüklemlerimizle, beyaz
gömlekli yüklemiyle. Beyaz gömlekli yüklemi, öbek değildir. Ama onunla oluşan ortak kümeye biz
sınıf diyoruz.
M- Yüklem, bir şeyi anlatıyor, bir şeyi tanımlıyor. Sınıf ise tanımlananların oluşturduğu küme.
Sen benden güzel ifade ettin. Şimdi onu ben kardeşlerimize kısaca aktarayım da zorluk çekmesinler.
Diri olmak, senin içkin yüklemindir, senin içinde. Sen o yüklem olmadan bir insan olamazsın. İçkin
yüklem, kurucu, yapıcı yüklemdir. Masa bacağı, üst tablası, içkin yüklemdir. Bacaksız masa olmaz.
E- Cansız nesnelerin de yüklemi var. Yani sadece insanlara ait bir şey değil.
Elbette.
E- Varlıkla ilgili.
Yüklem, nesneyi o nesne yapan, öz dediğimiz temel özellikler olabilir. Taşkın yüklemler var. Çağlar,
futbol oynadı. İçinde var mı? Yok. Eylemi var. Erdem alanı, onu göreceğiz, çok ilginçtir, bu
felsefeciler görmediler ve söylemediler, yüklem üzerine yüklemlerdir. Nedir o yüklem üzerine
yüklemler? Diyoruz ki; Ahmet çaldı. Arkadan diyoruz ki, çalmak kötüdür. Bakın iki tane kategori
sallıyoruz. Ahmet çaldı. Çalmak yüklem değil mi? Taşkın yüklem. Ahmet’in dışına çıkmış, Ahmet’in
içinde çalma diye bir şey yok. Ha içinde niyet olur, şu olur, ayrı da çalmak olarak, eylem olarak,
eylem dışarıya fışkırmış yüklem demektir. Çalmak kötü diyoruz. Demek ki başka bir yüklemle o
yüklemi değerlendiriyoruz. Ahlak alanı budur. Eylemleri değerlendiriyoruz. Ama bugünkü konumuz o
değil. Yüklemlere bilgi kuramı bakımından gireceğiz. İçkin yüklemler, dışkın yüklemler, taşkın
yüklemler ve aşkın yüklemler, dört çeşit yüklemimiz vardı. Kant’ı görürken göreceğiz, Kant
kardeşimiz burayı görememiş. Diyor ki; bir nesneye eklediğimiz yüklem, onun bileşik özelliğidir.
Analitiklik nasıl oluyor? Bir üçgenin üç açısı var, üç de kenarı var. Sen, üçgen gördüm dedikten
sonra, üç açılıdır dersen gülerler adama. Canım üçgen dedin işte, üç açılı. Çünkü üç açılık, üçgende
içerilmiştir. Ben üçgen gördüm, üç kenarlıydı. Bu da içkin, bu da analitik. Üç kenarlı olmayan üçgen
olmaz. Kant burayı görmemiş. Diyor ki; biz bir nesneye yüklem ekliyoruz, o onun sentetik yüklemidir.
Mesela, Çağlar diridir, ona ekledik. Ben o görüşte değilim. Bir nesneyi oluşturan içkin yüklemler
analitiktir. Diri olmayan insan olmaz, duyumu olmayan insan olmaz, usu olmayan düşünmeyen insan
olmaz. Bunlar senin içkin yüklemlerin. Ben bir insan gördüm, diriydi. Derler, ölü insan da mı olur?
Arkadaşlar ben bugün bilgi kuramına bugün girelim diyorum.
Sempozyum. Platon’un kitabından ufak bir parça alarak girelim konuya. Sempozyum’da sevginin en
iyisi hangisidir diye bir yarışma açarlar konuşmacılar. Peros ya da phila. Bu yarışmada herkes bir
şeyin sevgisini en iyi sevgi olarak görür. İş Sokrates’e geldiğinde o, Dicotema diye bilici bir kadınla
olan sohbetini aktarır, topluma. Sempozyumda, şölende olan konuşmalara, hazır kişilere onu aktarır.
Onun anlatımına göre, bir tarafta bilge olanlar, oralara bakacağız. Bilge olanların karşısında ne
olabilir Çağlar kardeş?
Ç- Cahiller olabilir.
E- Karşıtı mı?
Evet karşıtı. Ya da olumsuzu diyelim, karşıtı demeyelim.
Ç- Bilgisizler.
Bilge olmayanlar diyelim.
E- Peki, bilge olmayanlar, karşıt mı oluyor? Çünkü bilge olmayanlarda bir sürü şey var. Bilge olanlar
bir tane, bilge olmayanlar bir sürü.
Bakınız, ona geliyorum zaten. Bilge olanlar diyor, o bilici bayan, her şeyi bilenlerdir. Yani öyle bir
şey olabilirse, tanrısal. Saltık bilgiye sahip olanlar varsa, bir yanda onlar. Platon diyor ki, bunların
öğrenmeye gereksinimleri yoktur. Niye yoktur, belli değil mi? Her şeyi biliyorlar. Soruna iyi cevap
vermek için şöyle kısa bir somut örnek vereyim ki konumuz o. Ona cevap vermeden konuyu
çözemeyiz. Sormuş olmanız da ayrıca iyi. Şurada oturuyoruz, bir bayan orada midyelere gidiyor.
Kendini bilmez bir haydut da çıktı önüne, başladı sataşmaya. Olabilir. Hele hele İstanbul’da sık sık
görülen bir manzara. Diyorsun ki, bu adam ahlaksız. Gitti elin kadınına saldırdı. Oradan bir delikanlı
geldi, ulan, dedi namusa sataşılmaz, bu sataşana birkaç tane indirdi. Geriden izliyoruz. İçimizden
diyoruz ki, ulan helal olsun be, bu adam ahlaklı, erdemli. Bak, haksızlığa karşı çıktı. Bir sürü de
adam seyrediyor, film seyreder gibi. Onlar için ne diyeceğiz? Bir ahlaksız var saldıran, bir sahip
çıkan ahlaklı var, bir de izleyenler var. Ne yapacağız onları, ne diyeceğiz?
M- Onlara da ahlaksız diyeceğiz.
Bilemiyorum. Sizce.
Ç- Hocam olumsuzluk var, bir de zıt var.
Geleceğiz işte, ona geleceğimiz için… Bunlara ne diyeceğiz? Onları polis geldi, yakaladı. İşi
hukuktan götürelim. Gelin, dedi, burada bir müdahale oldu, hayvan gibi seyrediyorsunuz. Gelin
bakalım, verin ifadeleri. Şimdi bunlar savunmalarında dediler ki; tanımadığımız bilmediğimiz bir
kadın, tanımadığımız bilmediğimi bir erkek geldi, sataştı, ben de tatile geldim, niye başımı derde
sokayım? Ben o kadına bir şey yapmadım. Ne elledim, ne dilledim, bir müdahalem olmadı. Ben
oturmuş, arkadaşlarımla çay içiyordum. Siz de beni yakaladınız, getirdiniz. Yani siz o sataşanla
uğraşın, derse, yargıç ne diyebilir?
Ç- Bir şey diyemez.
Bir şey diyemez. Ama Müjdat kardeşimin vicdanı diyor. Bir kötülüğe karşı susan da öteki kadar
ahlaksızdır. Bakın bu doğrudur, Müjdat kardeşimizin dediği. Ama işin pratik yaşamı var. O zaman
şöyle diyelim. Platon diyor ki, bilge olmayanlar kimler? Saltık bilgiye iye olanlar diyelim, varsa öyle
bir şey. Zaten Platon da var demiyor, Zeus demiyor. Platon’da öyle bir şey yok. Daimon dedikleri
üstün güç düşüncesi var, milattan önce dördüncü yüzyıl Greklerinde. Yani Hesiodos ve Homeros gibi
tanrıcı değil bunlar. Bilge olmayanlar ikiye ayrılır, diyor. Sempozyum olarak özgün kitabın adı, Şölen
olarak çevrilmiş. Şölen, uygun bir adlandırmadır. Grekler, bir parça söylemiştik, hızla yemek yer,
hızla içerler, yemekler kalkar, ondan sonra söyleşi başlar. Grekler şölenden bunu anlıyorlar. Sabaha
kadar da sohbet sürer. Hatta millet orada uyuklamaya dalar. Birbirinden habersiz uyurlar. Sohbet
sürerken uyurlar. Bunu çevirenler, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat, bu iki kişiyi saygı ile anmak
istiyorum, bizim ekinimize çok hizmetleri olan insanlar. İkisi de öldü gitti. Ancak konuyu bilmek
adına söylüyorum, yoksa saygısızlık gibi bir tutuma girmeyi asla istemem, çünkü bunlardan ben çok
yararlandım. Bu kişilerin kökeni felsefeci değil, dilci. Biraz da mitoloji diyelim, felsefeden çok
mitoloji, Azra Hanım daha çok öyleydi. Şimdi siz fizikçisiniz değil mi? Sizin Max Planck’ı
çevirmeniz için çok iyi Almanca bilmeniz gerekir. Ama, Çağlar çok iyi Almanca bilse bile Max
Planck’ı çeviremez, siz çevirirsiniz. Çünkü orada fiziksel terimler var. Demek ki Max Planck’ı,
Einstein’ı, Heisenberg’i çevirmek için hem fizikçi olmak gerekiyor, hem de Almancayı çok iyi bilmek
gerekiyor. Almancayı çok iyi bilen salt dilci, onları çeviremez. Burada da öyle bir şey olmuş.
Çevirirken, ben okuduğumda fark ettim, suçlayarak değil ayırdına vararak, bilge olmayanları ikiye
ayırıyorlar. Karşıt ve çelişik terimi kullanmadan. Oysa ki bunlar kullanılsaydı çok rahatlık olurdu.
Çünkü bilge olanların tam karşıtı bir, cahiller, kara cahiller -Pierre Hadot bunlara deliler diyor- iki,
filozoflar. Garibinize gitmesin, bunu söyleyen Platon kardeşimiz. Cahiller ve filozoflar, bunlar bilge
olmayanlar. Cahiller sizin söylediğiniz, karşıtlıklar. Beyazın karşıtı nedir, siyahtır. Ahlaklının karşıtı
nedir, ahlaksızdır. Sıcağın karşıtı nedir, soğuktur. Bu cahiller, karşıtlar. Filozoflar da çelişikler.
Çelişik ne demektir? Şöyle diyelim, karşıtlık çelişkili olmanın en aşırı ucudur. Çelişki öyle
olmayandır. Mesela beyaz dedik değil mi, bunun karşıtı siyahtır. Ama yeşil, onun çelişkili halidir.
Mavi, sarı, öteki renkler, siyah hariç çelişiklerdir. Yani beyaz değiller ama siyah da değiller. Demin
söyledik, birisi saldırdı, birisi koruyor, gerisi de seyrediyor. Seyredenler çelişik olanlar.
E- Arada olanlar mı yani?
Arada olanlar.
E- Biraz önce o ayrımı ben yapacaktım da, soğuk ile sıcak arasında çok zıtlık yok. Aslında soğuk, az
sıcak demektir. Ya da beyaz ya da siyah…
Siz nicelikten, dozdan, derecen gidiyorsunuz. Doğru, fizik ona dönüştü. Ben felsefeden konuşuyorum.
E- O yüzden arada olanlar mantıklı yani.
Katılıyorum. Yani niceliksel fizik var, o tamam. Bir derece farkı var, yoksa soğuk sıcak, tabi ona
katılıyorum. Ama biz, yapısal olarak konuşuyoruz, ahlaklı ahlaksız, karşıtı öğretmek adına
söylüyoruz. Nemli kuru… Yoksa dediğin derece farkı, onu biliyorum, o kabul. Ama ahlaksız,
ahlaklının derece farkı değildir. Yani sosyal alanda…
E- Tamamen farklı.
Çok farklı. Doğrudan, tam cepheden, karşı. Şunu kısaca söyleyebiliriz, bunu aklımızda tutmamız
gerekiyor. Her karşıt olan, aynı zamanda çelişiktir. Ama her çelişik olan karşıt değildir. Orada
oturuyor, hiç karışmıyor, ben o işe sürtünmem diyor. Ahlaklının karşısında ahlaksız var, saldıran
ahlaksız, koruyan ahlaklı, peki bunlar ne oluyor? Bunlara ne diyebiliyoruz? Ahlaklı olmayanlar. Sen
ahlaksız değilsin ama, ahlaklı da değilsin. Tamam, senin yakandan tutup götürmüyorum, ceza
veremiyorum senin gibi bir şerefsize ama sen de kafanı kaldırma, sütten çıkmış ak kaşık değilsin. Bak
sen orada oturdun, seyrettin, sen ahlaklı olmayansın. Toplumumuz % 99 ahlaklı olmayanlardan oluşur,
seyreder. Kavgayı seyreder, olumsuzluğu seyreder, sıvışır. Martin Heidegger diyor ki; herkes gibi
düşünürüz, herkes gibi öksürürüz, herkes gibi koklarız, herkes gibi de sıvışırız.
Şölende arkadaşlar, bilge olmayanları ikiye ayırıyor. Pierre Hadot’u tanıyacağız, çok iyi bir Fransız
filozofudur, gölgede kalmış bir filozoftur, çok yazık. Foucault ondan çok ders almış, çok yararlanmış
ve derinliğine bir saygı duyuyor. Platon diyor ki; bu cahiller de şu mutlak bilenler gibi bilgiye hiç
gereksinim duymazlar. Bunlar her şeyi bildikleri için, bunları da her şeyi bildiklerini sandıkları için.
Çünkü bunların kafası tıka basa dolu. Biz sanırız ki diyor, filozofun kafası dolu da cahilin kafası boş.
Tam tersi, cahilin kafası doludur, diyor. Samanla dolu, sakatatla dolu, ne ile dolu ise dolu. Diyor ki;
filozof bilmez, ben öğrenmek istiyorum der. Sokrates’le ilgili bir diyalogda… Onu konu etmemiz
gerekiyor, “benim tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir”. Arkadaşlar Sokrates’in öyle bir lafı
yoktur. Onu birileri uydurmuş, söyleyip atıp tutuyorlar. Sokrates’in dediği şu; bilmediğimi biliyorum,
bilmediğimin bilincindeyim. Şunu biliyorum bilmiyorum demiyor. Birisini yakalıyor, Çağlar’ı
yakalıyor. Ahbap gel bakalım, şu erdem dediğin şey nedir senin, bana öğret diyor. Ben bunu
bilmiyorum. Sokrates burada sınav çekmiyor. Her Atinalıyla konuların derinliğini, özünü, hani demin
söylediğimiz gibi, o eylemi o eylem yapan ögeleri bulmak istiyor. Yiğitlik nedir diyor, cömertlik
nedir, bilgelik nedir, ben hiçbir şey bilmiyorum. Öyle bir palavra yok ortada. Sen acaba onu
doğrusunu biliyor musun? Atina bundan rahatsız olmuş. Derinliğine rahatsız olmuş, mahkemeye
çekmişler. Sen demişler, çocuklarımızı azıttın, dinsizliği öğrettin. Tabi şu var arkadaşlar; din yok ki
dinsizlik öğretsin. Gençleri, kimseyi başkaldırmayı öğretmedi. Kendi bile başkaldırmadı. Fakat
birileri rahatsız oldu. Sokrates sorguluyordu. Sorgulanmamış yaşam, yaşamaya değmez, yaşamınızı
sorgulayın. Onu diyordu. Daha sonra Martin Heidegger, güzel söz edecek. Diyor ki; sorgulama,
düşünmenin dindarlığıdır. Sorgulanmamış bir yaşam gerçekten utanç verici bir yaşamdır. Bizim
insanımızın yaptığı da budur. Bizim insanımız şudur budur, göklere çıkartacak halimiz yok,
sorgulamıyor. Hiçbir şeyi sorgulamıyor.
Demek ki arkadaşlar, cahilin kafa tıka basa dolu. Onun içine bir şey sokamazsınız. Ben köylü
çocuğuyum, köyde büyüdüm, hayvanlar, doğa ile iç içe, yüz yüze büyüdüm. Bu da çok hoşuma
gidiyor, iyi ki yaşamışım, diyorum. Kene gelir konar, vururum gelir, etrafımda dönmeye başlar. Ne
inat hayvan, derim. Sağlam da, ölmez kolay. Keneler o zaman insan öldürmüyor, şimdiki keneler,
sizin dediğiniz gibi, adam öldürüyor, değişmişler. Ben yıllarca Takiyettin Mengüşoğlu’nu okudum.
Felsefeye Giriş’inde miydi, İnsan Felsefesi’nde miydi, ikisinden birinde. Kenelerin gözü yok. Kör
demiyor, günkü gözü olmayana kör denmez. Kör, gözü olup da görmeyene denir. Diyor ki, kene bir
ağaca çıkar, orada bekler. Alttan bir memeli geçince kendini bırakır, kanını emer, doymuşsa tam, ölür
gider. Eğer bir memeli hayvan, geçmemişse on sekiz yıl aç kalır. Kene asla görmez, kokuya göre
yaşar. Ben de vuruyordum, niye inat ediyor diye. Yani arkadaşlar, birileri size karşı inat ediyorsa,
ben anlamıyorum diyorsa kızmayın. Kene gibi onun gözü yok. Kafa dolmuş. Dünya kanıt getirin,
dinlemez o.
Gelelim filozoflara. Filozofun kafası boştur, o öğrenmek istiyor. Bilge olmayanlar. Bakın arkadaşlar,
ayrım bizi şaşırtmasın. Filozofu Platon, bilge olmayanlara sokuyor. O sürekli, kendini bilgiye adamış
ve felsefe terimi oradan çıkıyor karşımıza.
M- İlk kullananın Herakleitos olduğu…
Herakleitos ya da Pisagor. Çünkü Herakleitos bir fragmanında diyor ki; bu Pisagor kendini filozof
sanıyor, çok büyük araştırmacı sanıyor, hiçbir şey bilmez. Ksenefones’e, onlar bilgi hamalıdır diyor.
Burada bir bekçi Bayram vardı, ne derdi biliyor musun? Eşek, kitap taşımaktan müteessir olmaz. Ne
yüklersen götürür. Anayasa da yüklesen götürür, tırnak içinde söylüyorum “Kitab-ı Mukaddes” de
yüklesen götürür. Onda bir kaygı duymaz. Onlar da öyle. Herakleitos onlara çok acı şeyler söylüyor.
Bir kısım insanlar, felsefe terimini, Pisagor’un, -Pisagor, Herakleitos’tan öncedir- bir kısımları da
Herakleitos’un kullandığını söylüyorlar. Demek ki, bizim bilgiden –bilgi, epistemoloji–girerken bir
Platon diyalogundan yararlanmış olduk. Konu şudur, philosophiya, bilgelik sevgisi. Gireceğiz içine.
Nedir, ne değildir bilgi.
M- Epistemolojiye girdiğimiz derse, hoca üç çeşit bilgiden söz etmişti. Birincisi, episteme dediğimi
bilimsel bilgi. İkincisi doksa dediğimiz, cahillerin kafalarını doldurdukları. Duyumlarla oluşmuş
bilgi.
Şöyle diyelim. Batı felsefesi, deneysel bilgi, duyum bilgisi, us bilgisi ayrımı yapmıştır. Bana bu biraz
sırıtkan geliyor. Neden? İşin başından diyorum ki, duyu bilgisi olmaz ki.
M- Bütün bilgiler duyusaldır.
Değil mi? Yani kökeni o. Duyu bilgisi, us bilgisi diye bir ayrım yapamayız. İnsan bütünlüğü, bir özne
olarak, bütün organlarını, bütün yetilerini kullanarak bilgi ediniyor. Göz getiriyor, duyum dediğimiz,
kulak getiriyor, dokunma getiriyor. Sinirler zihnimize taşıyor, orada bunların birleşme eylemi var.
M- Ama bir öncelik var hocam.
Ben bir şey demiyorum. Hep beraber yapıyoruz demek, birileri önceden bunu yapmadı demek
anlamına gelmez. Ama batılılar, öncelik demiyorlar, duyu bilgisi diyorlar.
M- Akıl bilgisi, duyum bilgisi olmadan olmaz.
Batılı öyle diyor. Mesela Descartes, duyulara korkunç saldırır. Niye saldırır, ben anlamam. Duyu
bilgisi yok ki saldırasın kardeşim. Duyunun görevi, belli bir işlevi getirme. Entegre bir iş gibi. Onu
yapmışsa tamamdır.
E- Siz biraz önce duyu kördür, dediniz.
Evet.
E- Belki o yüzden. Çünkü gerçekten bizi yanıltıyor duyu. Ama akılla ulaşılan, Descartes herhalde
akılla bunlara varıyor.
Hayır onu kabul edeceğim de şu var. Şimdi Demokritos’un bir sözü var. Duyular usa der ki, ben
olmasan senin halin nice olur, ben getirmesem? Şimdi Russel diyor ki, duyuların getirdiği veriler,
duyu verileri, güzel bir terim o. Demokritos diyor ki, sanki duymuş gibi, ben getirmesem, sen ne
yapacaksın? Ben buna katılıyorum. Nikolai Hartman var, onu da tanıyacağız, çok değerli bir
filozoftur, iyi bir ontologtur . Diyor ki; bilinç bilgiyi edinirken, dışarıya çıkar. Çıkmak zorunda,
{19}

duyularla çıkar, evrenin içine dalar. Görmesi gerekir, duyması gerekir, koklaması gerekir, kendiyle
kalırsa hiçbir şey yapamaz. Çark diyor, döner. Buğday olmayan bir değirmen taşının döndüğü gibi,
kendi kendini yer, hiçbir şey yapamaz. Gelecek ona, gelmesi gerekir. Aşkındır, diyor. Bilinç aşkındır.
Kendinin dışına çıkmıştır.
Ben kitap sarayında, Tüyap eskiden Taksim’in altında idi. Ontolojinin Işığında Bilgi kitabını aldım,
felsefe kurumunun standından. Şöyle 22-23 yaşlarında bir delikanlı, 14. Günüydü –o zaman 15 gün
oluyordu fuarlar şimdi 10 gün– bey abi dedi, bir şey söyleyebilir miyim? Tabi dedim. Şu aldığınız
kitabı ilk alan sizsiniz dedi, şuraya bakar mısınız? Baktım, uzun bir kuyruk. Dedi ki; abi Füsun
Erbulak kitap imzalıyor da o kuyruk dedi. Türkiye’nin resmi olması bakımından…
4.Gün
Töz devleti, devlet tözü
Gerçek terimine örnek ne verebiliriz?
Ç- Gerçek terimine, yaşadığımız pratik, o pratikte tanık olduğumuz olaylar. Onları tartmamız,
ölçmemiz, biçmemiz.
Mesela havanın güzel olduğu gerçek midir?
Ç- Tabi.
Müjdat kardeş siz ne düşünüyorsunuz?
M- Ben gerçeği şöyle düşünüyorum hocam. Dünyada nesneler var. Bir de o nesneleri algılayan bir
özne var. Özne, nesneye bakıyor. Fakat nesnede bir sürü şey var, ayıklıyor. Bir örnek vereyim; altın.
Toprağın içine sarılı, altını göremiyorsunuz ama toprağın içinde altın var. Toprağı ayıklıyorsunuz,
yıkıyorsunuz, temizliyorsunuz. Altını çıkartıyorsunuz. İşte o altın gerçektir.
Özneyle ne ilgisi var?
M- Nesnenin gerçekliğiyle, öznedeki o gerçekliğin imgesi farklı şeyler. Himalaya farklı bir şey,
Himalaya’nın benim zihnimdeki durumu farklı. Yoksa sığmazdı Himalaya dağları kafama.
O zaman doğruluk ne? Sokakta, bayırda, çayırda akşama kadar konuşuruz. Yakalarsın, dersin ki,
arkadaşım ne dedin? O da bakmaya başlar sana. Tam cepheden bakmaya başlar. Burada şu oluyor.
Sokaktaki dil, hep kaçmamız gereken bir dildir. Sokakta algılamışızdır, doğruyla ilgili bir sürü
algılarımız vardır ve hemen hepsi de yanlıştır. Bu da bizi ürkütmemelidir. Yakasına yapışacağız
doğruluğun.
Ç- Hocam sokaktaki dilden bir şekilde koruruz da evdekinden koruyamıyoruz. Daha sabahtan
konuşuyorlar, konuşuyorlar. Konuştukları, benim hiç umurumda olmayanlar. Ama sürekli bunlara
maruz kalma durumu var. Bundan korunmanın da olanağı yok, evin içinde olunca. Bir şekilde, ister
istemez kafaya onlar girmeye başlıyor.
Öyle. Filozofun biri dil başımıza gelir der.
Ç- Sokaktan bir şekilde korusak bile, sokak evin içine de giriyor. Ondan pek korunamıyoruz.
Ben, herkes salt olarak kurtulur demiyorum. En aza indirmek, çünkü bu bir pratik işidir. Şöyle bir
örnek vereyim. Bir bakanlığa dilekçe yazdınız, altına da adınızı, soyadınızı elinizdeki kalemle
yazdınız, gönderdiniz. Yüzde yüz, dilekçeniz geri gelir. Derler ki, imzalayın da gönderin. İmzadan
anladığı nedir, bunu gönderen makamların? İmzadan anladığı, bir karalamadır. Şimdi Türk medeni
yasasına göre imza, kişinin ad ve soyadını eliyle yazmasıdır. M. K. Atatürk, İ. İnönü... Batılılar hep
adını yazar, başka da bir şey yapmaz. Bizim Nuşin Ayiter, medeni hukuk profesörü. Ehliyet alırken
polis demiş ki; hoca hanım imzalamadınız. İmzaladım demiş, yazdım oraya. Hoca hanım adınızı
soyadınızı yazmışsınız, imzalamamışsınız. İşte diyor o benim imzamdır. Olur mu hocam? İyi de bu
işin profesörüyüm ben oğlum. Çocuklara ders veriyor. Yani ben doğruyu yaptım, sen de uyaydın. Yok
öyle bir şey. O diyor ki, benim doğrum bu kardeşim. Doğruluk başka, geçerlilik başka. Hukukta
geçerlilik vardır, doğruluk yoktur. Geçerli yasa…
Bu hakikat terimi bizim Türkçede fazlaca boy gösteren bir terimdir. Anlamını ben dâhil hiç kimse
bilmiyoruz. Hakikat ne demektir, ben bu güne kadar öğrenemedim. Hele hele sokaktaki kullanışına
göre hiç bilmiyorum. O zaman yine kendi dilimize döneceğiz, doğruyu bulacağız. Hakikat, gerçek
demek midir, doğru demek midir? Onu hiç kimse bilmiyor.
Doğruluk terim olarak, epistemolojik alanın öz oğludur. Bir şey söyleyebildim mi? Buradan şu
çıkacak haklı olarak. Diyeceksiniz ki doğruluk teriminin üvey oğul olduğu alanlar da mı var? Fazlaca
var, onları da göreceğiz. Ama doğruluk, epistemolojik, yani bilgi kuramı alanının öz oğludur.
Epistemolojide doğru, terim olarak kendi evinde oturuyor, konuk değil. Şimdi onu tanıyalım.
Doğruluğun öteki anlamlarına da kapıyı aralayalım. Doğruluk, bir önerme sorunudur, önerme
düğümüdür, yargı düğümüdür. Ne demektir bu? Bizim nesne ile ilgili önermemiz ya da yargımız,
kafamızdaki imge ile dıştaki nesne, uyum içerisindeyse bu önerme doğrudur, bu yargı doğrudur.
Her tümce, her cümle önerme değildir. “Bana bir kalem verir misiniz?”, bir bildirimdir. “Çarşıya
gitmeni istiyorum”, bu bir tümcedir ama önerme değildir. Önerme; “çay sıcaktır”. Nesne ile ilgili bir
kategori ortaya koyan cümledir. Yargı, ya da önerme. İkisi de Türkçedir. Nesne, şudur diyoruz.
Nesneye içinde olan, dışında olan, üstünde olan bir özelliği yapıştırıyoruz. Yargı budur, çok da
basittir. Müjdat, bir amcadır. Müjdat’ın içinde dirilik gibi, duyumluluk gibi, düşünme özelliği gibi,
birleşiklik gibi bir özellik değildir amca olmak. Dışkın bir yargıdır. Yargıları göreceğiz, çok da güzel
bir konu. Eğer Müjdat’ın erkek kardeşi varsa, erkek kardeşinin de çocuğu varsa, Müjdat amcadır ve
bu önerme doğrudur. Dedik ki Müjdat bir amcadır. Dışkın yargıdır, amcalık dışarıda. Kardeşi
olmasaydı ya da kardeşi evlenmemiş olsaydı, evlenmiş çocuğu olmamış olsaydı, Müjdat amca
olmayacaktı. Bekleyecekti amca olmanın gününü. Hele hiç erkek kardeşi yoksa ebediyen amca
olamayacaktı. Amca olmaklık, bir bağıntı yargısıdır, dıştaki bir yargıdır. Bizim içimizde değildir
amcalık.
Demek arkadaşlar, doğruluk dediğimiz zaman, ortaya koyduğumuz, nesne ile ya da töz ile ya da olan
ile ya da olgu ile ilgili önermemiz, nesnesine uyuyorsa bu önerme doğrudur. Doğruluk tamamen,
yargılarımızla ilgili bir durumdur.
Gerçeklik nedir? Gerçek olmanın önerme ile uzak yakın ilgisi yoktur. Nesnenin yapısı ile ilgisi
vardır. Onları da örnekle gösterelim. Müjdat kardeşimiz, almış şöyle bir kilo ağırlığında, sarı renkli
bir metal. Gitmiş, usta bir kuyumcuya. Arkadaşım, bu altından bana bilezikler yap. Birileri Müjdat
kardeşime bunu satmış. Müjdat’ın elinde gereç yok, mesleği o değil, giyim kuşamdan anlıyor, altın
işinden anlamıyor. Altın, kışkırtıcı bir nesne, ucuz da bulmuş almış. Şimdi de bunu bileziğe çevirmek
istiyor. Kuyumcu alıyor, aletlerini kullanıyor, Müjdat bey diyor, bu altın değil. Gerçek altın değil der
kuyumcu ama ben felsefeci olarak altın değil diyorum. Bu ne demektir? Sahte. Sahte altın da olmaz,
sahtedir bu. Altınsa sahte olmaz. Demek oluyor ki sen, altın diye sahtesini yutmuşsun. Senin elindeki
nesne, gerçek anlamda bir altın değil. Senin sandığın, uyduruk bir metal. Sana deniyor ki, arkadaşım
bu gerçek değil, sen bunu al götür, çöp tenekesine at. Çağlar kardeşim, bir arkadaşıyla sürekli iş
yapıyor, koşturuyor, eyliyor. Bir gün birileri dürtüyor, ya Çağlar ben seni severim, o senin arkadaşın
gerçek dost değil diyor. Neden, diyor Çağlar. Ya sağda solda seninle ilgili “langırt” ediyor, dost
etmez. Burada gerçek olma, nesnenin özelliğiyle ilgilidir. Cebinde dolar var, para var, Türk lirası
var, götürdün, bir şey alıyorsun. Diyor ki, beyefendi bu sahte, gerçek değil. Nesnenin doğası ile ilgili
bir şeydir, gerçek olmak. Onun için sokakta, gerçekleşti gibi laflar doğru değil. Gerçek olmak
nesnenin doğasıyla, o nesne ne ise o olmaktır.
Her alana bunu kaydırıp anlatabiliriz. Gittin tarlaya, kavun toplayıp yiyeceksin, ekmişsin. Alıyorsun
birini, kesiyorsun, kelek diyorsun. Eşin diyor ki, getir. Diyorsun, daha kelek. Demek ki gerçek kavun
olmamış daha. Karpuzu kesiyorsun, daha yemyeşil, kızarmamış. Her şeyde bu böyle. Gerçek olma, o
nesne ne ise, bütün özelliklerini tam taşıması demektir. Dikkat edin, doğrulukla uzak, yakın ilgisi yok.
Hiç ilgisi yok.
E- Altın tamam, sahtesi var. Olmamış kavuna ne diyeceğiz? Gerçek değil mi o?
Şöyle bir şey, anladım. Pazara getirdin. Ne diye satacaksın onu? Kavun diye.
E- Turşusunu yaparız mesela. Kullanabiliriz yani.
Kullanamazsınız değil. Siz şimdi tatile gelmiş bir insana kavun satıyorsunuz. O da turşu niyetine
değil, kavun niyetine alıyor. Dikkat buyurun. Alıyor, götürüp kesiyor, üç dört tane almış, hepsi
yemyeşil. Bu adam ola ki çıkıp gelebilir. Der sana, kavun diye verdin bana, hep yemyeşil çıktı. Siz
ona kelek niyetiyle satsaydınız, deseydiniz, bunu turşu kurmaya alıyorsanız alın ama yemek için
alıyorsanız henüz kavun değil. Olay bu.
M- Bir meyvecide şöyle bir şey görmüştüm. “Ben gerçek erik satıyorum.”
Orada öyle. Salatalık, küçük, turşu için alıyor tamam. O turşu için gerekli olan. Turşu için ısmarlasan
sen, böyle böyle salatalıkları getirse, kardeşim olur mu, dersin. Ben sana turşu için demiştim. Yani
orada, kesin olarak çatışkı var. Tam nesne olması için savaş devam ediyor. Bir noktaya geliyor, tam
lokum gibi oluyor kavun, ondan sonra düşme başlıyor. Herakleistos’umuzun nesnesi, çatışkı halinde.
Bir gün bakıyorsun ki savrulmuş gitmiş. Gerçeklik kesin olarak bu anlama geliyor.
M- Peki hocam. Gerçeklik, nesnelerin hemen yüzeyinde midir yoksa bir işlemden geçmesi mi
gerekir? Altın örneğini o yüzden verdim. Gerçekliği kolayca bilebilir miyiz, yoksa bir işlemden
geçirdikten sonra mı bilebiliriz?
Her zaman bilemeyiz. Mesela, önüne bir bardak sıvı koydular. Kokluyorsun, ediyorsun, bir şey
anlamıyorsun. Yanında da turnusol kâğıdı var, yokluyorsun. Diyorsun, bu asitmiş. Turnusol kâğıdı
olmadan onun asit olduğunu anlayamazsın. İstediğin kadar uzman ol.
E- Yani deney gerekiyor.
Deney gerekiyor, sonuç bu. Ama bu her şey için doğru değil. Mesela, ben pazarda köylüler görürüm,
gelir elini koyunun sırtına atar. Bakar, alıcıya der ki, bu mal şu kadar kilo çeker, al. İşin uzmanı. Ama
bu, her şey anlaşılır anlamına gelmez. Hatta bazen, bir sürü deney yapsan bile anlayamayacağın çok
nesneler vardır.
E- Kavun örneğinden gidersek, olmamış kavunun gerçekliği yok mudur? Onun gerçekliği nedir?
Gerçeklikle, yine geleceğiz biraz sonra, olgusallığı karıştırmayalım.
E- Belki de ben kavramları karıştırıyorum.
Sanıyorum. Şimdi, Çanakkale savaşı, Hocaefendi anlatıyor. Efendim diyor, orada gökten melekler
indi, gâvurların üstüne savurdu kurşunları, yıktı devirdi gitti. Siz diyorsunuz ki, arkadaşım o
söylediğin olgusal bir olay değil, atıyorsun. Melek inip Türklere de yardım etmez, ötekine de etmez.
Melek var mı yok mu o da ayrı bir hikâye, görmedik, duymadık. Demek ki bunların olgusallıkları yok.
Olsaydı duyu organlarımıza çarpması gerekirdi. Senin annen sana, baban sana böyle bir şey var dedi
diye, ben senin annenin babanın dediklerine uyacak mıyım der, keser atarım. Olgusal değil. Yani
olgusal olmak, düşsel olanın karşıtı. Gerçek olmak, sahte olanın karşıtı.
E- Meleğe, gerçek değil demek yanlış o zaman.
Gerçek de değil, olgusal da değil.
E- Ne diyeceğiz ona? Melek…
İmgesel, hayal, düşsel. Olgusal alanımızda yok öyle bir şey. Olgusal demek, zaman ve uzayda
bulunmak demektir. Tam olmakla, gerçek olmakla, uzak yakın ilgisi yok. Bir çocuk doğmuştur. Sakat
doğmuştur, kör, topal doğmuştur. Olgusaldır o. Çocuk tamlığına sahip değil ama olgusal. O başka.
Biraz sonra biraz daha aydınlanacağız, doğruluğa devam edeceğiz, daha netleşecek konular. Ama bir
kavun olmamışsa gerçek kavun diyemeyiz ona.
E- Başka bir şey deriz.
Başka bir şey dersin ama bayan gelmiş kavun alıyorsa, hele de sizi tanıyorsa, hele de sizin fizik
öğretmeni olduğunuzu biliyorsa, hocam biraz sonra yiyeceğiz, iyi bir kavun mu, siz iyi kavun
diyemezsiniz, utandırır sizi.
Demek oluyor ki bizim nesneyle, imiyle –im de denir, imge diyoruz ya– imgenin dış dünyadaki
bulunuşudur. İmin anlığımızdaki yansısı. Bir göstergedir, işarettir. İmgeyi dile getirmişim, düşünceyi
dile getirmişim. Daha ileride göreceğiz arkadaşlar, düşünce asla bize batmaz. Diken düşüncesi
batmaz, gül düşüncesi kokmaz, göreceğiz bunları.
Mesela dinamik adam, derler. Ne demek dinamik? Dinamizmden geliyor. Nereden geliyor
{20}

dinamizm? Grek felsefesinde, Grek dilinde, dinamizm diye bir terim var. Biz gücül diyoruz. Latinler,
potansiyel, potantia. Olmuş, edimselleşmişse, aktüel diyor Latinler. Grekler de diyor ki, dinamizm,
energia, biz Türkler de diyoruz ki gücül, edimsel. Ama vatandaş kullanıyor bir biçimde, dinamik
diyor, aktüel diyor. Aktüele mesela, güncel diyor. Aktüel’in anlamı güncel demek değildir.
{21}

Popülerin anlamı, şöhret bulmuş demek değildir. Ortaya çıkmış, dile gelmiş demektir. Ama
{22}

vatandaş, onu olur olmaz kullanıyor. Kullanma da diyemezsin.


Demek oluyor ki doğruluğumuz bizim, doğrudan doğruya nesneye yüklediğimiz yüklemlerle, nesne
arasındaki uyumu dile getiriyorsa, doğrudur. “Gece yağmur yağdı”, doğrudur. “Şimdi hava açıktır”,
doğrudur. Milyonlarca örnek verebiliriz. Doğruluk, felsefede temel konulardan birisidir. İnsanlar hep
doğrunun ne olduğunu bulmak için koşunmuş, yorulmuşlar, ömür vermişler. Sofistlerle başladığı
söyleniyor, ben kesin olarak katılmıyorum. İlk günümüzde de söylemiştim, felsefe ile doğruluk konusu
da başlamıştır. Thales, dünya sudan türemiştir derken, bir önerme söylemiş olmuyor mu? Oluyor.
Bunun doğru olduğuna da inanmıyor mu? İnanmasa söylemez. Demek ki, felsefe ontolojiyle başlamış
demektir. İlla da üstüne bilgi felsefesi yazman gerekmiyor. Mesela, batılılar derler ki, John Locke’la,
Descartes’la başladı. Sırf Platon’un üç tane kitabı –öbür kitaplarında parça bölük var– bilgi üstüne.
Doğrudan doğruya bilgi üstüne, başka hiçbir konuya dokunmadan. Aristo’nun yorum üzerine
diyebildiğimiz kitabı, doğrudan doğruya bilgi kuramı ile ilgili. Daha buna bir sürü örnekler verilir.
Mesela Gorgias’ın lafı; hiçbir şey bilinemez, bilinse bile dile getirilemez, dile getirilse bile
başkasına anlatılamaz . Protagoras, büyük bir sofisttir. Diyor ki; her şeyim sana göre, olanlar ön
{23}

bilgisi, olmayanın olduğu, olanın olduğu, olmayanın olmadığı bilgisi insana hastır. Daha sonra
görecelik, izafiyet diye, bilgi kişiye göre değişir, şekline dönüşmüştür. Ama öyle ama böyle
söylenmiştir. Evrenlerle ilgili tasarımlar dile gelmiştir. Şu tarihte başladı. Tarih dersi görmüyoruz ki
kardeşim. Buna herkes bir katkıda bulunmuş. Ama daha ağırlıklı olarak, falan üstünde durmuş
olabilir. Onun da üstünde yeri geldiğinde dururuz.
Bilgi, doğruluk, evrensel bir konudur. Sadece felsefenin değil bütün bilim dallarının arkasından
koştuğu bir konudur. Doğruluğun bir epistemolojik konu olduğunu bilelim, bir. Yargılarımızla ilgili
olduğunu bilelim, iki. Bir zihinsel tasarım olduğunu, bir özneyi gerekli kıldığını, nesne ile ilgili
olmakla birlikte bir de özneyi, çünkü onun hakkında bir önerme söyleyen özne olmalıdır. Yoksa kaya
ne kadar sert olursa olsun, biri kaya serttir demiyorsa, o önerme değildir. O önerme doğru ya da
yanlıştır diye mütalaa edemeyiz.
Bir de şunu söyleyeyim arkadaşlar: Üniversite giriş imtihanlarında her sene yapılır bu hata; “doğru
bilgi hangisidir?”. Arkadaşlar bir tasarım doğru ise zaten bilgidir. Yanlış bilgi olmaz, yanlışsa bilgi
değildir. Bilgi, doğru olan tasarımın adıdır. Doğru bilgi, yanlış bilgi totoloji yapmış oluyoruz. Dişi
anne der gibi, erkek baba der gibi. Profesör kardeşlerimiz hazırlıyorlar, aşağıdakilerden hangisi
doğru bilgidir, yok öyle şey. “Hangisi doğrudur” de “hangisi bilgidir” de. Ama doğru bilgi dedin mi,
yanlış yapmış olursun.
Doğruluğun konuk olduğu alanlara geçelim. Yani üvey çocuk olarak bulunduğu evlere konuk olalım.
Etiğe geçelim. Etikle ilgili konu anlatmayacağız, doğruluğun etikteki kullanımından söz edeceğiz.
Geçmeden önce, epistemolojideki doğruluğun karşıtı, yanlışlıktır. Başka hiç terim aramayın. Bu
önerme doğrudur ya da yanlıştır. Eğer o tasarım nesnesine uymuyorsa, o önerme yanlıştır. Hatta
Platon, bir diyalogunda der ki: Teototos oturuyor -bu bir matematikçinin adıdır- bu önerme doğrudur.
Teototos uçuyor, bu önerme yanlıştır. Çünkü Teototos uçmuyor, oturuyor. Nesneye uymuyor, uçuyor
önermesi yanlıştır. Aristo, Platon’un şeylerini çaktırmadan açan, ufak tefek de kendinden katkıda
bulunan bir vatandaştır. Yani Platon kadar özgün bir filozof değildir. Ama iyi bir öğrencidir, yirmi
sene kalmıştır Platon’un yanında, Academia’da. Çok iyi özümsemiştir. Ondan başka bir de mantığı
orijinal olarak ortaya koyan büyük bir filozoftur. Diyor ki Aristo, böyle ufak tefek anekdotlar da
katalım, ağaçtan yanıcı olmayan hiçbir nesne yapamazsın. Hani dün, öz – töz sohbetimiz olmuştu
ya. Şu ağaç. Ne yapacaksın ondan? Tahta yapacağım. Yanıcıdır, diyor. Değnek yapacaksın, yanıcıdır.
Çünkü ağaç yanıcı bir nesnedir. O nedenle ondan yaptığın her nesne de onun özü yanıcı olduğu için
tözleri de yanıcıdır.
Ç- Bu ana önerme mi oluyor?
Evet.
E- Öz oluyor değil mi? Ağacın…
Evet. Zaten ağaç öz, bir tümelin adıdır. Bütün tümeller bir özdür, özü dile getirir. İnsan, ağaç,
hayvan, ot, bitki, kuş… Bunlar hep özdür. Bizim şeyler bunların versiyonlarıdır, kipleridir, ortaya
çıkmış biçimleridir.
Ormanda ağaç var. Marangoz, kesiyor, getiriyor, elindeki tasarımlara göre dolap, masa, sandalye
yapıyor. O değişim devam ediyor. Elindeki tasarıma göre nesneler şu ya da bu oluyor. Ama ağaç
orada duruyor. Ağaçlık sürüyor, binlerce sene sürüyor, bir biçimde. Tohumundan, kökünden sürüyor.
Bir çiftçi, bak diyor, gelecek sene ben sana yüz kuzu vereceğim, parasını şimdi ver. Bizim
Anadolu’da vardır. Ben sana nisan, mayıs aylarında kuzularını veririm. Kuzu yok ortada. Ama adam
çoban, hayvan üreticisi. Diyor ki, benim nasılsa kuzularım olacaktır, özü bende. Koç var bende,
koyun var bende dişisi-erkeği, ben üretirim diyor. O işin özü bende var. O halde tözlerini satabilirim.
Yüz tane koyun, sana satıveriyor. Buğday. Ben çiftçiyim diyor, gelecek sene eker, biçer veririm sana.
Mesela, beş ton buğday. Hep olgusal dünyadaki olup bitmelere göre konuşuluyor bunlar. Sen çıkıp da
diyemezsin, kardeşim senin elinde yok buğday. Sen de çok iyi biliyorsun ki bu herif çiftçi.
Aristo’nun, ağaç yanıcıdır. Daha sonra David Hume’da göreceğiz. İlginç görüleri var. Sen ağacın
yanıcı olduğunu söyleyemezsin, diyor. Niye? E şimdiye kadar yaktığın ağaçlar yandı, bundan
sonrakilerin yanacağını nasıl söylersin? Sözel olarak doğru ama ontolojik olarak yanlış. Eğer ağaç,
içkin yüklemleriyle ağaç olmayı sürdürecekse; ateş, içkin yüklemleriyle ateş olmayı sürdürecekse,
yarın da ateş ağacı yakmayı sürdürecektir. Demin söyledik. Sen bana buğday veremezsin demek, nasıl
saçmalamaksa, bu da öyle bir şeydir. Yarın da ağaç yanıcı olacaktır. Deneylemiş olmamız
gerekmiyor. Çünkü biz, ontolojik bir bakıştan gidiyoruz.
Demek ki, epistemolojik doğruluğun karşıt olgu ve terimi, yanlışlıktır. Birisi bir bildirimde
bulunuyor; arkadaşım sen yanlış söyledin, yağmur yağıyor şu anda. Yanlış söyledin, şu anda yağmur
yağmıyor. Ağaç yanıcı değildir. Yok arkadaşım, ağaç yanıcıdır, yanlış söyledin.
Etiğe geçelim arkadaşlar. Etikte de doğruluk terimi bildiğiniz gibi, her gün yüzlerce binlerce kez
karşılaştığımız gibi kullanılır. “Doğru adam.”, “Ya sen doğruluk nedir bilmez misin?”, “Doğruluğu
unuttu insanlar”. Binlerce. “Buradaki doğruluk nedir?”, “Burada da bir doğruluk var.” Hatta Müjdat
kardeşimin okuduğu bir kitap var Foucault’nun, Doğruyu Söylemek, değil mi? Mesela, kavun sattın
kelek çıktı. Kadın sana diyor ki, beyefendi doğruyu söylemedin. Buradaki doğru hangi doğru acaba?
Epistemolojik doğru mu, etik doğru mudur? İşler karışıyor değil mi? Peki, neden epistemolojik alanda
doğruluk kendi evinde de etik alanda konuk olarak bulunuyor? Hemen söyleyeyim, etik alanda
doğruluğun, esas yerine kullandığımız terim, iyiliktir. İyi olmak, kesin olarak etik bir terimdir. O da
kendi evindedir. İyi terimi de etik alanda kendi alanındadır. Otobüs bekliyorsun hanımınla, hava
sıcak. Otobüs oradan geliyor. İyi, diyorsun. Nesi iyi canım bunun, otobüs iyi olur mu? Ama diyorsun.
Hatta diyorsun ki, güzel. Hanım güzel, diyorsun, otobüs geliyor. Otobüsün nesi güzel? Saçtan
yapılmış, boyanmış, metal bir cisim. Ama kullanıyoruz. Demek ki estetik, etik, epistemolojik terimler
dans ediyor. Büyük aşk diyor, Füsun Erbulak. Büyük aşk yaşamış. Desene biz boku bokuna yaşadık.
Neden büyüktür, aşkın büyüğü nasıl oluyor? Kullanıyor. Süper bilmem ne, diyor. Kardeşim, nereden
çıktı bu terimler? Açmak için bunları kullanıyorum: Doğruluk terimi asla etik bir terim değildir.
Orada konuk olarak kullanıyoruz. Biz iyi adama doğru adam da deriz. Kötü adama da eğri adam
deriz. Etik alandaki doğruluğun karşıt terimi eğriliktir. Epistemolojide doğru-yanlış, orada doğru-
eğri… Deriz ki, eğri büğrü bir adam. Ahlaksız adama eğri adam deriz. Sözünde durmayan adama eğri
adam deriz, üçkâğıtçıya eğri adam deriz. İşini gücünü doğru dürüst yapan, sözünde duran, işleri
düzgün adama, doğru adam deriz. Buradaki doğruluk, tekrar ediyorum, göçmen bir terim olarak iş
görüyor, gezgin bir terim olarak. Etik alanda da geziye çıkıyor bizim doğruluk terimi. Oysa ki oranın
gerçek sahibi, iyiliktir. İyi ve kötü, iyi eylem kötü eylem. Demek oluyor ki, etik alanda bizim doğruluk
terimimiz, bol bol kullanılır. Hatta iyilikten de daha çok kullanılır. Ama orada kesin olarak konuktur.
Şimdi terimlerdeyiz. Terimleri içselleştirmeden yol alamıyoruz. Benim deneyimlerim bana onu
söylüyor, ezbere gidiyoruz. Terimleri bilmemiz gerekiyor. Terimleri bilmeden olmuyor. Olunca da
işte, kullanıyor filozoflar da bu işi bal gibi yapıyorlar. Ve yaptıkları için de, ben söyleyeyim, mesela,
geçen sene gördük, duygu denen insansal olguyu –olgu diyorum, insansal bir olgudur– tanımlayan bir
kişiye rastlamadım. Bunu size de söyledim. Bu sene de etikte göreceğiz. Duygu filozoflarımızın
bildiği olay değildir. Açabilir misin, arkadaşlara sohbet olsun diye?
M- Açalım. Körlemesine gidiyorum, çünkü gerçekten geçene sene hocam ne anlattı hatırımda değil.
Ama duygu, duyularımızla edindiğimiz bilgi, fikir, ya da veri… Duyumlarımızla edindiğimiz verilerin
bizde oluşturmuş olduğu durum. Yani duyu ile duygu birbirinden ayrı.
Güzel.
M- Duyu bazı nesnelerden aldığımız veriler, duygu ise o dış nesnenin bizde oluşturmuş olduğu durum.
Orada biraz duralım. Buraya kadar iyi. Geçen sene buna az çok dokunmuştuk. Bakın, oradan devam
edeceğiz. Bu örneği geçen sene de verdim, çok hoşuma gidiyor. Bir arkadaşınızla bir kış günü, eksi
on derece, buz kesmiş her taraf, çarşıdan evinize doğru hızla gidiyorsunuz. Evde sobanız ya da
kaloriferiniz var. Eşiniz çorba yapmıştır, böyle beklentilerle gidiyorsunuz. Tam köşede seksen
yaşlarında bir ihtiyar, mendil sermiş dileniyor. Oturmuş betonun üstüne, sakalı donmuş çıkan
tükürüklerle, para dileniyor. Bir nesne görüyorsunuz, bunun tartışılacak hiçbir yanı yok, dilenen bir
nesne. Ve bu bir insan, sizin gibi, duygudaşsınız üstüne üstlük. Diyorsunuz, eyvah be, seksen yaşında
adam burada dileniyor. Arkadaşınıza içinizdeki bu düşünceyi aktarıyorsunuz. Şimdi niçin böyle
diyorsunuz? Köşede oturan bir yaşlı gördünüz, betona oturmuş. Yaşlı, gereksinimi var belli,
dileniyor. Dilenmek utanç verici bir şey, bunu da algılıyorsunuz. Gelene geçene yakarıyor, para ver
diyor. Bunların hepsi sizin o nesne ile ilgili algılarımız. Bu yüklemlerin hepsi var ortada. Siz bu
yüklemleri kendinizce bir değerlendirmeye uğratıyorsunuz ve arkadaşınıza diyorsunuz ki, vay be,
kahrolsun, ya devlet bunlara niye sahip çıkmıyor, şudur budur. Arkadaşınız diyor ki, ya Müjdat sen
bilir bilmez konuşup duruyorsun. Neden? Ya bu şerefsiz var ya, buna babasından katrilyonlar kaldı,
diyor. Tarlalar, araziler, işyerleri, şaraphaneler… Bu şerefsiz, yedi, içti, kumar, eroin, esrar,
kerhane, bar, pavyon, dış geziler… İşte, şimdi sürünüyor. Bakın, siz isterseniz melek olun, deminki
adam olmayacaksınız. Herakleitos’un nesnesi gibi dönüştünüz. Eskisi gibi düşünmüyorsunuz,
değiştiniz. Diyorsun ki, vay be, vay şerefsiz vay. Ben de sana acımıştım ya, sen demek öteberini eline
aldın, yedin, içtin, ettiğini çekersin. Burada, net bir şekilde söyleyebileceğimiz acıma duygumuz –
acıma bir duygudur– tiksinmeye, küçümsemeye, aşağılamaya dönüştü. Bunların hepsi duygudur. Peki,
nesne durduğu halde, nesne orada duruyor, ne değişti peki?
M- Nesnenin eylemi.
Nesne ile ilgili bilgiler değişti. Demek oluyor ki, duygu kesin olarak nesneye yönelmez. Duygu
eyleme yönelir. Eylemden nesneye yönelir. Yani doğrudan eyleme, dolayımlı olarak nesneye yönelir.
Bunu biraz açayım. Siz, televizyonda duyuyorsunuz, adamın biri birinin evine girmiş, evdeki çoluk
çocuğu kesmiş. Sonra da yakalanmış. Adamın suratını daha görmeden, adamdan tiksiniyorsunuz.
Adamı görmediniz daha ama eyleminin haberi geldi. Sizi, tiksinmeye, aşağılamaya, kin duymaya iten
eylemlerle ilgili bilginiz var. Siz bir kızı seviyorsunuz, deliler gibi âşıksınız. Bir gün bir ahbabınız
çıkıp geliyor. Diyor ki, ya arkadaşım senin o sevdiğin kız, falan filanla da düşüp kalkıyor. Nesne aynı
olduğu halde o sevgi gidiyor nefret başlıyor. Niye? Kızın yeni eylemlerini duydunuz. Önceki
eylemleriyle seviyordunuz. Biz, duygu alanında, Spinoza’nın asla göremediği bir şey, kesin olarak
öncelikle eyleme yöneliriz. Spinoza diyor ki, bir nesne eşliğindeki kipimize duygu denir.
M- Ben de şimdi tam da Spinoza böyle düşünüyor diyecektim. Eylem diyecektim. Çünkü Spinoza
şunu der: Duygular tamamen nesnelerin eylemlerinin bizde yaratmış olduğu etkilenimin sonucudur.
Mesela, bir nesne, kız, aşığım. Çünkü bende şöyle bir duygu yaratıyor. Hoşuma gidiyor, tenime
değiyor, benimle güzel konuşuyor, eylemi hoş. Benim varlığımı onaylıyor, sürdürmemi sağlıyor, iyi
geliyor bana. Aynı nesnenin daha sonra başka insanlarla yatıp kalktığını düşünüyorum ve bu sefer
bana zarar verdiğini düşünmeye başlıyorum. Spinoza tam bunu söylüyor hocam. Nesne aynı olsa da
eylemler, bende tesir eder ve ben o tesire göre farklı duygulanımlar içerisine girerim.
Şöyle bir şey yalnız: Spinoza, daha bir nesne ağırlıklı düşünüyor. Eylemi fazla düşünmüyor. Oraya
dikkat etmeni arzu ederim. Tanım tamamen nesneler eşliğindedir, eylemler değil. Ondan sonra
duygular üzerine David Hume yazmıştır ve iyi de etmemiştir. Hatta ben orayı okurken, Spinoza’dan
sonra keşke bunları yazmasaydın, dedim. Spinoza’nın duygu çözümlemesi hoşuma gitti, yalnız bu ek
yapılmak lazım. Yani kesin olarak Spinoza, eylemler demiyor.
M- Ben küçük kızıma, Spinoza eşittir eylem olduğu için, Eylem ismini verdim.
İyi etmişsin. İyi etmişsin de sadece o önermeye bir daha dikkatini çekerim. Bir de sen bak. Şöyledir,
nesneler eşliğinde diyor. Dikkat edin. O felsefe adına bir kayıptır. Eylemler eşliğinde… Neden bunda
ısrarlıyım? Biz etiğe geçerken, duyguları kullanacağız. Duygusuz etik yapamayız. Duygulara
gireceğiz ki bu giriş çok çok eksik kalır. Keşke Spinoza dursaydı. Kant, çok acı bir şeydir, duygulara
neredeyse hiç sürtünmeden, koca etik kitaplarını yazmıştır. Biliyorsun, Pratik Aklın Eleştirisi. Yazık
etmişlerdir, biz öyle girmeyeceğiz, etik o değil. Etik kesin olarak eylemle ilgilidir. Kişilerle ilgili
değildir. Ama dediğim gibi biz bu sene epistemoloji yani bilgi kuramını bilmek zorundayız. Etiğe biz
bugün niye girdik? Doğruluk olgu ve teriminin etikte de kullanıldığını ama orada konuk olarak
bulunduğunu, gezgin olarak bulunduğunu söyledik. Onun karşıtı da eğri olmaktır. Bu da ikinci alan.
Şimdi çok kısa olmakla birlikte, bizi fazla da ilgilendirmiyor, doğruluk bir de geometride vardır.
Biliyorsunuz iki nokta arasındaki en kısa yol doğrudur. Bu fiziksel bir olaydır. Bizim felsefemizle
doğrudan bir ilişi yoktur, ona da biz doğru deriz. Deriz değil mi hocam?
E- Fizikte de vardır hocam. Bir parçacık, başka bir noktaya en kısa yoldan gider.
Gider. Şimdi doğrunun başka bir alanına geçiyorum. Uzun yıllar Sabahattin Eyüboğlu çevirisi olarak
Platon’un Devlet adlı –Grekçesi Politeia (πολιτεία)– kitabındaki bir terim adalet olarak çevrildi.
Daha sonra çok yerinde olarak Eyüboğlu bunu doğruluk olarak düzeltti. Peki, Platon kardeşimiz
doğruluktan ne anlıyordu? Epistemolojik olarak nesnesine uygun yargıyı mı, etik olarak başkasına
zarar vermeyen, iyi eylemi mi, ya da başka neyi anlıyordu?
Platon, Philebos Diyalogu’nda bir psikoloji yapar. Yağız bir at vardır, arabasına koşmuş bir arabacı,
bir de başka bir at ve arabacı. Atlardan biri korkunç şekilde koşmaya çalışır, arabayı yanlışa doğru
sürüklemek ister. Öteki at dengelidir, arabacı da onları dengeler. İnsandaki üç unsur; yani ihtiras, akıl
ve sağduyu unsuru, seni güdülerin bir yere doğru kışkırtıyor, aklın da diyor ki gitme. Sağduyunla da
diyorsun ki, aklın dediği doğru. Ya da diyorsun ki bu beriki yol daha iyi, yürü, kendini at uçurumdan.
Devlet’e başlarken Platon diyor ki; insanın büyük harflerle yazıldığı yer devlettir. O nedenle devleti
anlatırken biz insandan yola çıkacağız. Devleti kurarken, insan psikolojisindeki yönetici unsur,
bekleyici unsur, bir de üretici unsur. Bunlar insanda var. İnsan hem üretir, hem bilir, hem de
ihtiraslıdır. İrade terimi pek yok Platon’da. Bizim sandığımız, bugün anladığımız, istenç dediğimiz ya
da isteme dediğimiz yeti, pek vurgulanmıyor. O bir biçimde, biraz uç vererek Aristo’da karşımıza
çıkacak. Hatta şunu söyleyebilirim; batı felsefesinde pek istenç yoktur. Mesela Kant. Koca koca etik
kitapları yazmıştır, istenç diye bir şey pek göremezsiniz. İstenç, aklın yasalarına uyan bir yetidir,
gelince göreceğiz, aklın yasalarına uyan bir kul. Oysa bizim istençten anladığımız şudur: Bilgi
önümüze konur, bilen bir özne haline geliriz. Ondan sonraki kararı biz, istencimize göre veririz. Akıl
orada kalır. Nitekim akıl konusunda herkes hemfikirdir. Kahramanlığın, yiğitliğin, erdemli olmanın
herkes iyi olduğunu bilir ama kimse oraya yanaşmaz. Bunu iradenle isteyeceksin, kahramanlığı
isteyeceksin. Yani bildiğin zaman kahraman olursun diye bir kural yoktur. Batı felsefesinde, gariptir,
ben anlamış değilim, istenç olgusu çok az miktarda işlenmiştir. Schopenhauer’da biraz var, Aristo’da
biraz var. Kierkegaard’da var. Ama onun dışında fazla işlenmemiştir. Hatta Nikolay Hartman’ın etiği,
epey eli yüzü belli bir etik, onda da fazla işlenmemiştir.
Platon’a dönüş yaptığımızda, Platon diyor ki; doğru devlet, devletteki ögelerin yerinde bulunduğu
devlettir. Nedir bu yerinde bulunmak? Diyor ki; bir insanda nasıl çeşitli öge ve özellikler varsa, bir
toplumda da bu özellikleri temsil eden yapılar var, hatta sınıflar, katmanlar, bilgeler var. Bir insanda
bilme yetisinin karşılığı olarak toplumda da bilgeler, bekçiler, yiğitler, kahramanlar, üretenler,
çiftçiler, zanaatçılar vardır diyor. Bu devlet yapısında her öge kendi yerinde ise o devlet doğrudur.
Şu gözlüğü alalım, şu gözlüğün bir sapı var değil mi? Platon buna diyor ki, bu gözlüğün yapı düzeni
var –Grekçe karşılığı taxis (τάξις)– Eğer taksis’i yerinde ise, iyi dizayn edilmişse, iyi düzenlenmişse
bu gözlük ergonunu –ergon (ἔργον) işlev demektir– yerine getirecektir. Nedir, gözün korunması ve
iyi görünmesi. Düzeni iyi ise, işlevini, yani gözün korunması ve iyi görmesini sağlayacaktır. Peki,
bunu sağlarsa biz bu gözlüğe ne diyeceğiz? Arete’li diyeceğiz. Arete (ἀρετή ) , erdem demektir.
{24}

Grekler, bizim bildiğimiz erdemi anlamıyorlardı. Başarıyı, beceriyi anlıyorlardı. Aşırı bir örnek
verecek olursak, bir hırsız, kapıyı iyi yarmışsa, kasaları iyi delmişse, paraları iyi aktarmışsa, polise
yakalanmamışsa, aretelidir. Becermiştir işini.
Ç- Ama kendi alanında.
Aynen öyle. Areteden Greklerin anladığı başarı, beceriydi.
Ç- Yani olması gerektiği gibi olmak.
Dürüstlük doğruluk değildi, başarıydı. Demek ki; taksisi, düzeni iyiyse, bilgeler yönetiyorsa, bekçiler
orduyu temsil ediyorsa, ötekiler işbaşında ise, yani işçiler, ustalar, zanaatçılar, biz de yönetici
olacağız demiyorlarsa, koruyucular isyan edip yöneticileri devirmiyorsa, herkes kuzu kuzu ergonunu,
işlevini yerine getiriyorsa bu devlet doğru devlettir, diyor. Bir ontolojik yaklaşımı, politik alana
aktarıyor. Bir insan benzetmesi, insandaki ögeler, özellikler, topluma taşınıyor. Toplumdaki
katmanlara bir temel hazırlanıyor, bir oligarşik yapı savunuluyor. Bu iyidir, kötüdür de değilim ben.
Aristo, Platon, korkunç derecede demokrasi düşmanıydılar. Yani okursun, yazarsın, edersin.
Özgürlükçüdür, felsefecidir, şunu bilir, bunu eder, o ayrı konu. Ama ikisi de sürülere, karabalıklara,
toplumlara ateş püskürürler. Bunu böylece bilesiniz. Hatta Aristo der ki kölelere; köle doğmuş
olanlar, doğası köle olanlar, zanaatçılar der, aşağılar. Bize birileri bu gibi şeyleri anlatmaya
başladığı zaman, bilmemiz lazım. Öyle göklere çıkartmak olmamalı, bilmeliyiz. Bunlar, bilginin
yönetici olmasını isteyen insanlardı. Diyeceksiniz ki, biz bunu istemez miyiz? Biz de bunu isteriz ama
kayıtlarla. Elbette ki arkadaşlar, cahiller tarafından yönetilmek bir yıkımdır, gerçekten yıkımdır.
Cahilin, köylünün, işçinin bir reyi olsun, profesörün on reyi olsun meselesi değil. İşin pratiğine
döndüğümüz zaman, palavra kesmeyi bıraktığımız zaman, bilgi bilgidir. Sen ameliyat olacaksın, gidip
bir sağlık memuruna ameliyat olur musun? Paran varsa profesöre gidersin. Kahramanlık olsun diye
gibi bir hemşireye kalp ameliyatı olamazsın. Demek ki bilen gerekir. Traktör şoförü senin
Amerika’ya gideceğin uçağı kullanmak istiyorsa, gider misin? Gitmezsin, bilen istersin. Her alan,
tıpta, bilimde, ötekinde bilen gerekli de politikada neden hemen cahiller göklere çıkacak? Yok öyle
bir şey, yönetenler bilmelidir.
Şimdi gelelim Grekler acaba bunu doğru mu söylediler? Grekler, soylu ailelerden bahsediyorlardı.
Platon’un söylediği üst katman. Bilge olanlar, aynı zamanda asil olanlardı ya da kendilerini asil
sayanlardı. Katmanlı bir toplumdu Grek toplumu. Mesela Platon’un ben size kabataslak, demokrasi
ile ilgili sözlerini söyleyeyim: Pazar yeri yönetimi, alaca bulaca, hangi rengi istersen var orada,
bir panayır… Demokrasi için söylediği. Bak der; cahiller sürüsü, bir vururlar bir kırarlar.
Demokrasiye yönelttiği saldırı bu. Aristo’nun çok ilginç bir görüşü var. Aristo, çok iyi şeyler
söylemiştir diye bir kural yok. Bizim işimiz o değil, onaylamak değil, bilmek.
Platon’un Devlet’te savunduğu doğruluk, bir nesnenin yapı düzeni ile ilgili. Eğer o yapı düzeni
ergonuna, işlevine uygun şekilde tanzim edilmişse, yapılmışsa, bunu her şeye uygulayabilirsiniz.
Diyelim ki bir bıçak. Tutacak yeri, el tarafından kavranmalı, bir de ona uygun bir ağzı olmalıdır.
Diyelim iki metre bir ağız var, tutacak yer küçücük. O bıçakla hiçbir iş göremezsin. Gittin terziye,
elbise diktirdin. Aldın elbiseni, baktın kollar şurada. Ya dedin, kardeşim ben bununla düğüne
gidecektim bugün, böyle kol mu olur? Yani, bir nesnenin bir yapı düzeni vardır. Yapı düzeni eğer iyi
kurulmuşsa ergounu, işlevini iyi yerine getirecektir. Bağ bıçağıyla bağ budanır, der Platon.
Baktığın zaman bir toplumda bunu nasıl yorumlarsan yorumla, Platon’un demeye getirdiği, herkes
yerinde olmalıdır. Buna ben de katılıyorum arkadaşlar. Yani bir toplum eğer adam gibi yaşamak
istiyorsa, böyle efsanelerle, bilmem söylencelerle yaşamamalıdır. Yok efendim demokrasidir, şunun
dediği olur. Yok arkadaşlar bunların ölçüsü olmalıdır. Nasıl ölçüsü olmalıdır. Turistik bir yer
burası. Getiriyorsun, bu işten hiç anlamayan bir belediye başkanı seçiyorsun, eh işte görüyorsun
şehrin halini. Bunun savunulacak tarafı da yok, hiç yok arkadaşlar, bu bir seviye meselesi. Demek
istediğim, tamam arkadaşım senin de görüşün olsun da bizi de tutuklama kardeşim. Dünyayı dünya
yapan bilim adamlarını sayın, sizin alanınızdır hocam, say fizikçileri, ellide takılır kalırsınız.
Dünyayı kuranlar bunlardır, kalabalıklar değildir. Tıpta bak, fizikte bak, kimyada bak, elli kişiyi
geçemez. Dünyayı onlar kurmuş, biz de çalımını atıyoruz. Galileolar, Keplerler, Newtonlar,
Einsteinlar, yapmış etmiş. Burada şunu söylüyorum; bilenler yapmalıdır. Ama bunu soya dökmek,
kesin olarak düşündüğüm bir şey değildir. O katmanlar felakettir. Toplumda herkes, fakir çocuğu da
zengin çocuğu da yönetici olabilmeli, aslan gibi çıkıp ülkeyi yönetmeli, ülkede söz sahibi olmalı. Ben
öyle düşünüyorum. Yani Platonvari kalıplanmış bir şeyi kabul etmiyorum. Çünkü Platon’da o işçi
sınıfından bekçi sınıfına, bekçi sınıfından yönetici sınıfına geçmek… Diyor ki geçiş olabilir. Nasıl
olur kardeşim? Sen kesmişsin önünü.
Devlet’i baştanbaşa okuyun, göz kamaştırıcı bir kitaptır, büyük bir ontoloji var. Çok yetkin bir bilgi
kuramı var orada. Orada bir güneş eğretilemesi var. İdealar alemindeki iyi ideası ile güneş
benzetmesi yapar. Der ki; güneş nasıl her olanın bilinmesini ve olmasını sağlıyorsa, iyi ideası da her
nesnenin, öteki ideaların olmasını ve bilinmesini sağlar. Bizim, etikte gördüğümüz iyi ile Platon’un
ontolojik iyisi arasında en ufak benzerlik yoktur. Doğrudur yanlıştır, bunlar ayrı şeyler. Ama bunu
bilmek ayrı. O diyor ki, benim idealar evrenimde baş idea, iyi ideasıdır. O öteki ideaları yapar, eder,
eyler. Hem onların yapılmasını sağlar, hem de bilinmesini sağlar. O diyor, güneştir, güneşe benzer.
Güneşin öteki nesnelere göre durumuna benzer. Platondaki doğruluk anlayışı da özet olarak budur.
Okunduğu zaman da şu var; çiftçilere çok övgüler düzer. Bakın der, kırlara gideceğiz, çöreklerimizi
buğdaydan yapacağız, nohutlardan yapacağız, incirler olacak, zeytinler olacak, masamıza koyacağız.
Müthiş döktürür. Yeri gelmişken söyleyeyim, Platon çok da büyük bir yazardı. Mesela Aristo büyük
bir yazar değildir, Kant büyük bir yazar değildir. Ama Platon’un kalemi de çok güzeldi. Bir
edebiyatçı gibi, çok da güzel anlatım biçimi vardır, ozanca bir anlatım biçimi. Onda filozoflukla
ozanlık hep yan yana olmuştur. O diyaloglarını okuyunca, bir roman okumuş gibi de hoşlanırsınız.
Ama Platon’u Platon olarak bileceksiniz, felsefesini o gözle göreceksiniz. Onların çağdaşlarına
baktığınız zaman, inanınız ki içiniz burkulur. Öyle karanlıkta yürümüş gibi olursunuz. Greklere
geldiniz mi ne kadar monarşici olurlarsa olsunlar, ne kadar katmancı olurlarsa olsunlar, adamlar
aydınlık. Dünyayı ışıklandırmışlar. Hiç bunu tartışamayız. Mesela Herakleitos, korkunç bir
oligarşidir, sürülere söver, alabildiğine, derinliğine. İçlerine girmez. Siz busunuz, der. Şimdi kesip
kesip atmaya gelmez arkadaşlar. Çarşıya çıkıyorsunuz, siz de başlıyorsunuz sövmeye. Kimi
omuzunuza vuruyor, kimi ayağınıza basıyor. Siz de başlıyorsunuz Herakleitoslaşmaya.
Doğruluğun çok kısa birkaç tanımını yaptık. Teknik olarak epistemolojiye girmedik. Doğruluktan biz
bunları anlıyoruz. Gerçekliğinden onu anlıyoruz, ne olduğunu söyledik, nesnenin yapısı ile ilgilidir.
Bir de tutarlılık var, onu da ekleyeyim. Bu epistemolojide, buna biraz daha girmemiz de gerekir.
Nesneye uygun olmak, tasarımızın anlığımızdaki, yani zihnimizdeki –ikisini de söylüyorum
Arapçasını da Türkçesini de. Türkçesi anlık, anlamaktan geliyor– nesnenin imgesi ile dıştaki
nesnenin yüklemleri, özellikleri uyuştu mu, uydu mu, biz buna doğru diyoruz. Bazı filozoflar, diyor ki,
uymayabilir ama tutarlı olursa, yani imge ile nesne tutarlı olursa bu önermemiz doğru diyorlar. Böyle
bir görüş de var. Ben ona fazla itibar edemiyorum. Yani tutarlılığı da fazla izah edebilmiş değiller.
Mesela hocamın alanı ile ilgilidir, tutarlı olmak adına yanlış da olabiliriz. Mesela, metaller
ısındığında genleşir. Doğru değil mi? Soğuduğunda da büzülür. Buradan çıkarıma gidebilir miyiz?
Öteki nesnelere kaydırabilir miyiz bunu? Diyelim suya kaydırdık, su da donunca genişler. Yani
soğumak, büzülmeyi gerektirmiyor. Tutarlı olmak adına o zaman suyu donduğu zaman küçüldüğünü
düşünmemiz gerekiyor. Orada ben sağlıklı bir sonuç göremiyorum. İnsan fazla zorlanmış olmalıdır,
nesnelere bakışta, olaylara bakışta, çıkarımlarda. Hep böyle bir kural koyamayız diye düşünüyorum.
Tutarlılıktan ziyade uyum diye düşünüyorum.
Ç- Hocam, söz konusu olan kavramlar olunca, biraz çaresiz kalıyor insan. Çünkü durduğu yerde
durmuyorlar.
Durmazlar.
Ç- Herkese göre değişiyorlar, herkes ayrı bir tanım koyuyor. Birbirlerine yakınlar belki, ne demek
istediğimizi anlıyoruz ama çok uyan şeyler değil. Kavramlar beni o yüzden çok zorlar, o yüzden tanım
yapmaktan kaçınırım.
Haklısın. Zaten yapılmış tanımlar da zaman geliyor darmaduman oluyor. Mesela diyorsun ki; bu
teldir, metalden yapılmış ince bir şeydir, bununla ancak bagajlar bağlanır, vesaire diyorsun, iplik
yerine kullanılır. Ama elin oğlu bir gün çıkıp geliyor, elektriği icat ediyor. Bakıyorsun ki iletkenmiş.
O özelliğini bilmiyorduk biz. O özelliğinin ortaya çıkması için, elektriğin bulunması lazımdı. Demek
ki bizim önceki tanımımız yanlışmış. İstediğin kadar çırpın. Yarın çeşitli buluşlar ortaya çıkacak,
bizim bugünkü tanımlarımızın darmaduman edecek. Tamam bu kabul, gerçekten öyle. Bu sosyal bilim
alanında da böyle.
5.Gün
Kara Mamba
M- Epistemolojiye yönelik, giriş babında bir soru sorabilir miyim?
Sor bakalım.
M- Bütün bu konuştuklarımızda şöyle bir ayrım sezinliyorum ben. Bir tarafta olguların bilgisi,
sorgulayarak elde edilen, kanıtlamalarla elde edilen bilgi var. Bilimsel bilgi diyoruz kısaca biz buna.
Doğru
M- Bir tarafta da yargıların, doksaların, bir sürü kanılarla oluşmuş bilgi var. Ona da ideolojik bilgi
diyebilir miyiz?
De tabi.
M- Ve ideolojik bilgi, bilimsel bilgiyi hep kuşatma altına almış.
Adım atamaz. Bir şey söyleyeyim. İdeolojik bilgi diyorsun, mesela somut örnek vereyim. Amerikan
bütçesinin en büyük parası, milli savunmanın beş katı para, misyonerliğe ayrılmıştır. İdeolojik
bütçedir. Biz Kore’de savaşırken bir tane Hıristiyan yoktu orada. Şimdi % 35’i Hıristiyan. Sen gidip
Amerika’ya demokrasiden falan, güler ya, bu şapşal der, hala nerelerde. Egemenlik önemli onun için.
Elbette, dediğin doğru. O yabancı okulları inceleyin bir. Kökünden inceleyin, neler göreceksiniz. Ben
size söyleyeyim. Ermeni kökenli bir bayanla konuştum, ona sordum. Kadıncağız bilmiyor tabi. Birinci
Dünya Harbi’nden önce, o eski geleneksel Hıristiyanlığı, sırf Katoliklik ve Gregoryenini bilirlerdi.
Ama şimdi Protestan da var bir sürü. Amerikanlar geldi, aşıladılar, yeni bir mezhep türedi. Bunun
geçmişi, yüz seneyi geçmez. Tabi, ideoloji.
Ç- Konuyu değiştirmiş olacağım ama… “Var olmak”a totoloji dedik. Peki “yok olmak”? Çünkü bu da
tersi oluyor, hem yok, hem olmak.
Peki, siz ne diyorsunuz?
Ç- Ben, zıtlık görüyorum orada. Ama yerine ne terim kullanılır onu bilemiyorum.
Bakınız. Yokluk bir kip değildir, varlık bir kiptir. Biz dersek ki falan arkadaşımız evlenmiş, bir de
çocukları olmuş. Çocuk varlık kazanmış. Ne demektir bu? Zaman ve uzay bağlamına girmiş demektir.
Varlık bir kiptir ve bu iki kipin birleşimine söylediğimiz şeydir. Varlık kazanmıştır. Varlık olunmaz,
varlık kazanılır.
Ç- Zaten cümle de şudur; çocukları oldu. Çocukları var oldu, denmez.
Evet. Bakın, zaten bütün kipler kazanılır, olunmaz. Bazen derler ki, özgür oldu. Özgürlük kazanılır,
yükseklik kazanılır, olunmaz. Kant bunu her nasılsa görmüş, varlık bir yüklem değildir, diyor. Açtığın
için söylüyorum. Doğru söylüyor, varlık bir yüklem değildir.
Platon ve Aristo, biri Sofist adlı diyalogunda, öteki de ünlü kitabı Metafizik’te varlığı bir cins olarak
görüyor. Bu bir felakettir. Cins, tür dediğimiz öbek adları, sınıf adları ya da soy adları, tikeli yoksa
tümeli olmaz. Varlığın tümeli yoktur. Elma bir tümeldir, armut bir tümeldir, bireyi de vardır. Gidip
bireyini alabilirsin. Varlığın bireyini alamazsın. Eşiniz sabahleyin evden çıkarken, Çağlar akşamleyin
bir kilo varlık getir derse, akşamleyin eliniz boş dönersiniz. Öyle bir şey bulamazsınız. Yokluk bir
kip değildir. Görece olarak, zaman ve mekân boyutları, burada değil diyebiliriz. Bu, yok demek
değildir. Burada bulunmamak, yok demek değildir. Bazen, sözel olarak burada yok, diyoruz.
Öğretmen numarasını okuyor, çocuklar da cevap veriyor, “yok”. Yani gelmemiş. O yok demek
değildir, yanlıştır o. Gelmedi denmesi lazım, burada değil. O nedenle yokluk bir kip değildir,
olmayan şeyin bir kipi olmaz. Olmayan şeyin kipi neden olmaz? Sen, zamansallaşmamışsın ve
uzaysallaşmamışsın. Uzayın bir parçası değilsin, zamanın içerisinde değilsin. Peki, sana varlık
kazanmış nasıl diyeceğiz, diyemeyiz. Hegel’de var. Varlık ve yokluk, ne kadar da ucuz. Bunun biri
tez, biri antitez, oluş diyor sentezdir. Ucuz bir felsefe.
Ç- Varlık ve yokluğun sentezi, oluş mu oluyor?
Evet, öyle diyor. Üstelik de büyük Mantık’ında diyor. Herakleitos ile Parmenides çözümlemesine
baktım, arkadaş oralarda değil. Konuya pek girememiş, görememiş. İsterseniz dersimize dönelim.
M- Lütfen.
Peki. Arkadaşlar, bilgi nasıl edinilir, bilginin kaynakları… Bugün oradan başlayalım.
Özne, bilgiyi hangi kaynakları kullanarak edinebilir? Platon’un çok ilginç bir söylemi var, Phaidon
Diyalogunda. Phaidon Diyalogu, ruh nedir, ruh göçü nedir, onu anlatan büyük bir diyalogdur. Orada
diyor ki Platon; düşünme, ruhun kendi kendisi ile konuşmasıdır . Acaba böyle mi? Platon’un ruhtan
{25}

ne anladığı apayrı bir konu. Devlet Adamı, Devlet ve Yasalar diye üç kitabı var. Üçünde de ruhu
şöyle ya da böyle niteler. Esas Yasalar’da der ki; kendiliğinden devinme gücüdür. Kendiliğinden
devinme gücünden biz, diriliği anlıyoruz ama Platon, ruhu anlıyor. Greklerin ruh, psike kendi
deyimleriyle, konusundaki kavrayışları son derece karışık. Grek felsefesinde ve batı felsefesinde, tam
2500 yıl tartışılmış bir konu var: Beden ve ruh, beden ve zihin. Bugün de tartışılıyor, bir yere
varılmış değil. Acaba gerçekten problem 2500 yıl, o kadar büyük filozofları uğraştıracak güçte bir
problem midir? Yoksa basittir de görememişler midir?
Şöyle bir anekdota başvurabiliriz: Biliyorsunuz, Kristof Kolomb bir fizikçiydi, bir bilim adamıydı.
Yani bize bir seyahatçi, gezici gibi sunulsa da, kafalarımıza öyle yerleşmiş, bir fizikçi idi. Bütün
öteki bilim adamları, Amerika’yı keşfetmiş olduğu ve sayıldığı için kıskanmışlar. Demişler ki, yani
çok mu önemli bir iş gördü. Ben bir şeyi görmenin kolaylığı, zorluğu üzerindeyim şu anda. Kristof
Kolomb, bunları duyuyor, hepsini bir masaya davet ediyor, hepsinin önüne birer yumurta koyuyor.
Diyor ki; baylar yumurtayı tepesi üstüne durdurun bakalım, yatık değil de dik. Hepsi uğraşıyor,
durmuyor. E diyorlar ki, durur mu? Duru diyor o. O zaman diyorlar, biz durduramadık, sen durdur.
Kristof Kolomb, bir yumurtayı alıyor, çat vuruyor masaya, yumurta öyle kalıyor. Yumurtanın kıçı
kırılıyor. Bakın diyor, bal gibi kaldı, siz yapamadınız. Ötekiler diyorlar ki, bu çok kolay.
Düşüneydiniz, diyor.{26}

Acaba beden ve zihin meselesi böyle, düşüneydiniz deyip çıkacağımız kadar sade bir konu mudur,
yoksa bir derinlik mi gösteriyor? Bana sorduğunuz zaman arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, bir
görmeme var. Konu son derece basit. Ontolojik yapıdan beden ve ruh, beden ve zihin, ağaç ve dalları
demek kadar saçmadır. Ben yoldan geliyordum, ağaç ve dalları yanıyordu. Ağaç yanıyordu desen
yetmez mi? Dalları ağaç bütünlüğüne dâhil değil mi? Ağaç ayrı, dalları niye ayrı. Biz, insan olarak
bedenliyiz. Beden bir özelliktir, bir töz değildir. Batılılar bunu da hala pek görmüş gibi
gözükmüyorlar. Biz, nasıl kokuluysak, renkliysek, bedenliyiz de. Bundan daha sade ne olabilir. Ağaç;
yapraklı, çiçekli, köklü, gövdeli de, ağacın bir gövdesi var. Birleşik her nesnenin bir gövdesi var.
Taşın da, denizin de bir gövdesi var. Görsek görmesek de havanın da bir gövdesi var. Peki, insan söz
konusu olduğunda, insanın bedeninden söz ettiğimizde, nedense aklımıza hep buradan aşağı beden,
buradan yukarı akıl, kafa geliyor. Kafamız da bedenimizin bir parçası. Beynimiz de bedenimizin bir
parçası. Tıpkı midemiz gibi, elimiz ayağımız gibi. Bu kadar basit. Yani beden ve zihin dediğimiz
zaman saçmalıyoruz demek istiyorum. Beden dediğimiz zaman zaten biz zihni işin içine katmışız, olay
bu. Geriye şu kalıyor. Senin kafanda bir şeyler var tabi. Diyorsun, bunların işlevleri farklı. Farklı
efendim. Ayak yürümeye yarar, el tutmaya yarar, mide sindirmeye yarar, görevleri farklı. Anlık da
düşünmeye yarar. Bu onu neden ayrı bir şey yapsın? O onun işlevi. Göz nasıl görüyor, kulak nasıl
duyuyorsa o da öyle düşünüyor. Kulak nasıl bir parçamız, göz nasıl bir parçamız ise anlığımız da
bizim bir parçamızdır. O nedenle beden ve anlık diye bir cümle kuramayız arkadaşlar. Bunun Türkçe
adı saçmalamak olur.
Bütünle parçaları arasına “ve” koyamayız. Mesela söyleyeyim; falan ölmüş, elleri de ölmüş. Böyle
cümle olur mu? Ölmüşse hep beraber ölmüştür. Batılılar, her nasılsa çırpınır durur. Ben size işin
saçmalığını Descartes üzerinden bir örnek vererek anlatayım. Descartes, Meditasyonlar’da der ki ruh
ayrıdır, ruh ölmez. Böyle bir tezi var. Yani sonsuzluk, beden ölür gider, o kalır. Biliyorsunuz dinler,
arkaya geç bir puan kazan hesabı… Ben sorarım ya sizin bu tanrı, bedeni diriltmeye gücü yetiyor da
ruhu diriltmeye yetmiyor galiba ki onu elde tutuyor. Ruh da ölse, onu diriltecekse diriltir ya, niye
yoruyorsunuz kendinizi. Onu, bir biçimde elde tutmak istiyorlar, sonsuzluk adına. Oradan
kaynaklanıyor. Yani Tevrat ve İncil kökenli bunlar, batı felsefesine etki. Descartes sıkı bir papazdı.
Onun için biraz da Cizvit okullarına yağ çekmek için ruh ölümsüzdür diyor, bedenimizden ayrıdır.
Yine düşünüyorsun, ruh denilen bir şey var mı? Ben yine göremiyorum. Ancak Descartes kardeşimiz,
altıncı Meditasyonlarda, bir, iki, üçteki söylediklerinden nedense çaktırmadan cayar. Der ki; ruh,
bedenimizde kaptanın gemide olduğu gibi değildir der. Bunu sen açar mısın arkadaşım, ne demek?
{27}

M- Galiba önce içinde ve içerisinde sözcüklerini açmak gerekiyor.


İyi olur. Aç.
M- Biz biliyoruz da arkadaşlar… İçinde ve içerisinde kavramları aynıymış gibi görünüyor başta.
Gündelik hayatımızda kullanırken, iki anlamda da kullanıyoruz. İçinde diyoruz, içerisinde diyoruz.
Hocam geçen sene şöyle bir örnekle anlamıştı. Çorbaya tuz koyduğumuz zaman, tuz çorbanın içinde
erir ve çorbanın içinde olur, çorbaya dahil olur. Artık çorba ile bütünleşmiştir. Ama bir yüzüğü
çorbanın içine attığımız zaman, yüzük çorbanın içinde değildir, içerisindedir. Yani erimez, ona dâhil
değildir. Dolayısıyla, kaptan, geminin içerisindedir, içinde değildir. Ama motor, geminin içindedir,
onun bir parçasıdır. Motor olmadan gemiyi düşünemeyiz. Ama kaptan olmadan da gemiyi
düşünebiliriz, kaptansız gemi deriz. Ruh da bizim bedenimizde, motor gibidir. Bedenimizin bir
parçasıdır, o ayrılamaz. Bedenimizi ruhumuzdan ayrı düşünemeyiz. Düşünemezsek, ruh diye ayrı bir
şey yoktur.
Güzel. Descartes, altıncı meditasyonda bunu diyor. Çok güzel açıkladın. Baştan dediğinden ayrılıyor
ki, arkadaşlar ruh, Platon’da, Aristo’da ayrıdır. Hatta Phaidon Diyalogunda ruh, bir zamanlar idealar
âleminde yaşamıştır, her şeyi öğrenmiştir, bu evrenimize geldiğinde, bedenle istemeden, Erbakan’ın
deyimiyle kerhen birleşmiştir, orada geçici bir yaşam sürecektir, aşağılık bir yaşam sürecektir.
Çünkü Platon ve akımda olanlar için beden bir suçluluktur, beden bir çirkinliktir. Ruh, çok güzeldir,
oradan gelir, bu yaşama belli bir süre katlanır, bedeni kurtarmaya çalışır, genelde de kurtaramadan
kendi yuvasına, idealar evrenine döner ve ölümsüzdür. Descartes’ın ilk meditasyonu, bir, iki, üçüncü,
bu yolda gider. Ama arkadan da uyanır, nasıl uyanırsa. Der ki; yok, ruh bizim bütünlüğümüzün
içindedir. İçinde, içerisinde değil. Biz bilgi kuramına girerken bunu bileceğiz. Neden bileceğiz?
Anlık diye apayrı bir yapı yoktur. Anlık, bedenimizin bir parçasıdır, varoluşumuzun bir parçasıdır,
ayak, el, mide, kulak, göz gibi. Yalnızca işlevi ayrıdır.
E- Anlık dediğiniz, akıl değil mi?
Anlık, zihin. Türkçesini kullanıyorum. Anlamaktan geliyor, anlayışlı olmaktan. Türkçe bir terim,
güzel bir terim. Beyinle de karıştırmayalım bunu. Beyin, biyolojik bir şeydir, el, ayak gibi. Şimdi bu
düşünme mekanizmasının adı olarak anlıktır. Yani rastgele bir beyin değildir. Çünkü çoklarında
beyin vardır anlık yok. Yani düşünen, düşünme yetisini anlatan parçamıza, sen buna beyin bunu
yapıyor, o beyindir de diyebilirsin. Ama anlık demek, beyin demek anlamına gelmez.
M- Burada ekleme yapmak istiyorum. Biz sadece beynimizle düşünmüyoruz. Bedenimizle bütün
olarak düşünüyoruz. Beynimizin, düşünmede ve anlamada başat bir rolü var. Yoksa gözümü,
dokunma, koku alma, bir sürü başka vasıflarımızla birlikte de…
Kesin olarak. Ontolojik bakış bunu gerektirir. Platon gibi ruhun kendi kendine konuşmasıdır,
diyemiyoruz. Ruh kendi kendine konuşursa, boşa döner. Datçalılar anlatırlar. Zifiri karanlıkta
Marmaris’e gitmek için teknelerle yola çıkmışlar. Herkes gitmiş, saf bir kaptan vardı, Mehmet Ali
Kaptan, o çapasını almamış, gidiyor, Akdeniz’in düzlüklerinde. Sabah olmuş hala iskeledeler. Çıpayı
almadan kalkmışlar. Yani onun gibi boşa dönerler.
Demek ki, anlığımızın düşünme edimini gerçekleştiren bir başat öge, unsur olması tek başına
düşünüyor anlamına kesin olarak gelmez. Bu felaket olur. Söz gelimi, gözü görmeyen bir insanı
düşünün. Ne yapsın o, isterse Einstein gibi, isterse Arşimet gibi beyni olsun. Ne yapsın onu? Evreni
duyumsayamıyor. Göz en önemli organdır arkadaşlar. Bütün felsefeciler gözün başat duyum organı
olduğunda ittifak içindedirler. Birileri kulağı mulağı dese de göz, tümüyle evreni duyumsamakta başat
role sahiptir, duyu organı olarak. Yani gözün olmadığını düşündüğümüzde, anlığımızın ne duruma
düşeceğini bir düşünün. Renk algılayamıyor, biçim algılayamıyor, boy, en algılayamıyor. O âmâ
insanlar vardır, onların dünyaları kopuktur. Bana göre onlar, yaşamlarının yüzde beşini yaşıyorlar,
yüzde doksan beşini göz almış götürmüş. Onun için duyu organları, yalnızca yaşamınızın diğer
işlevleri açısından değil, bilgi açısından da son derece önemlidir. Onlar evreni, insan özneye
taşımadıkları sürece, öznenin yapacağı fazla bir iş yoktur.
Biz, duyu organlarından başlayalım. Burada batı felsefesinin pek üstünde durmadığı bir incelikten söz
edeceğim. Batılı felsefeciler algı der çıkar arkadaşlar. “Algılama”, “algılaman”, “senin algılaman
şöyle”, “algıladın”, “algılamadın” öyle gider. Yani bir duyu ve algı ayrımı yapmazlar. Ben bunu
kabul etmiyorum. Nedenimi de açıklayacağım. Bunu tartışmak da isterim. Duyu organları, işlevlerini
bir neden-etki bağıntısı içerisinde gerçekleştirirler, oluştururlar. Nasıl bir şeydir neden-etki?
Sokaktaki dilde çok çok geçer, felsefe de bunu pek kabullenmiyor, neden-etki deriz biz. Çiftçi
sabahleyin kalktı, öküzlerinin koşumlarını hazırlıyor, tarlayı sürmeye gidecek, iyi de uyumuş.
Köylüler iyi uyur biliyorsunuz. O arada dışarı çıkıyor, önündeki bahçeye bakıyor, yaş, çamur. Diyor,
yağmur yağmış. Ben gidip çift süremem, her taraf çamur. Yağmur nedendir, ıslaklık, çamur olmaklık,
yaşlık da etkidir. Bu kadar basit.
Bir ormancısınız, burada oturuyorsunuz. Dağın arkasından duman çıkıyor, kafanız karışıyor. Eyvah
diyorsun, iş çıktı bize, orman yangını olabilir. Anız yangını da olabilir ama temmuzda anız yok ki
daha, gidip bakayım. Burada gözünüz, yangını görmese de oradaki bir olayı size aktarıyor. Siz bunu
bir neden-etki bağıntısı içerisinde görüyorsunuz. Ateş ve duman. Ateş, yandı mı duman çıkar. Biri
neden, biri etki. Siz bu etkiyi duyuyorsunuz. İşte Bertrand Russell’ın söylediği duyu verisi, bu
nedenlerin etkileridir. Biz, duyu organlarımızla bu etkiyi duyarız. Ateş yanar, dumanı görürüz; yağmur
yağar, çamuru görürüz; top patlar, ses duyarız; lağım taşar, kokuyu burnumuz duyar, deriz bir pislik
taştı. Ya da çok güzel bir koku, diyorsun nereden, akasya mı var? Bir koku nesnesinin koku saçması,
burnunuzun da bunu duyumsaması olayıdır. Özet olarak duyum olayı, kesin olarak, bir neden-etki
olayıdır. Neden olmadan, hiçbir etki olamaz. Masal olur. Hele hele bizim Herakleitos’un,
Anaksimandros’un dünyasında her şey değişiyor, değişen nesneler her zaman bir neden olarak bir etki
yaratırlar. Biz de onu duyu organlarımızla duyarız.
Geldik algıya. Biz, diyelim ki dumanı gördük. Dedik ki, orman yangını var. Nasıl var diyeceğiz?
Duyu organımız, gözümüz, oradaki dumanı görüyor, altta ateş herhalde vardır, diyor. Peki, göz ne
yapıyor ki biz orada bir yangın vardır diyebiliyoruz? Göz görmüyor onu. Göz bu etkiyi, anlığımıza
taşır. Anlığımızın, taşınarak kendisine gelen etkiyi almasına, algı deriz. Duyumda neden-etki ilişkisi;
algıda, alma-taşıma ilişkisi, alma-aktarma ilişkisi var. Şurada ateş varsa, beyniniz ısınmaz. Burada
soğuk bir şey var diyelim, her tarafı donduruyor, beynimiz üşütmez arkadaşlar. Algılarsınız,
duyumsarsınız, organınız der ki dokunma duyunuz beyninize aktarır, soğuk bir nesne var. Aktarım
olarak gider beyne, neden-etki bağıntısından uzaktır beynimiz. Buraya kadar bir soru var mı acaba?
Ç- Hocam, beynin işlevini Grekler biliyorlar mıydı, gerçek işlevini, o dönemde?
Grekler beynin işlevini genel olarak biliyorlardı.
Ç- Yani ne işe yarayan organ olduğunu…
O kadar derinlikli olmasa da Grekler çok şeyi sezmişler. Aristo’nun Ruh Üzerine, –Anima diye
çevrildi bu Türkçeye, nedense Latincesini seçtiler, öyle çevirdiler, öyle de yayınladılar– orada var
bunlar, üstünkörü de olsa var. Hatta der ki orada; faal, etkin aklımız var. Ebediyen ölmeyecek olan,
bilgi edinen, günlük kullanımımızla elimizin altında olan, usumuzun dışında, sonsuza dek yaşayacak
bir usumuzdan da söz eder. Hatta onu Afrodisyaslı Alexander var, onun en iyi yorumcularından
birisidir –ki Türkçeye çevrilmedi o, büyük bir eksikliktir– bu faal aklı, çok güzel açıklar. Bu faal akıl
üzerine, Gazali de durmuştur, etkin akıl, İbni Sina da fazlaca durmuştur. Onlar kendilerince,
ölümsüzlüğümüze özgü bir görüş diye sunmuşlardır. Ama Greklerde var bu. Usun işlevi biliniyordu.
M- Çağlar’ın sorusunu ben şöyle anladım. Bilimsel bilgi anlamında, beynin işlevi, çok yakın tarihli
bir keşif. Hatta 1950’lerden sonra derinlemesine anlaşılabilmiş.
Acaba anlaşıldı mı?
M- Daha doğrusu, o kadar geç. Onu anlatmak istiyorum. Beynin çalışmaları, beyin üzerine çalışmalar,
o kadar geç. Ama bizim konuştuğumuz anlamda, felsefi anlamda, bir bütünlükten söz etmeleri, çok da
zor olmasa gerek.
Ettiler zaten. Bakın, o gün konu ettik. Kulakları var duymaz, gözleri var görmezler. Duyularıyla
eylemlerde bulunurlar. Onlar ancak duyularının adamı, beyinlerini kullanmazlar diyor.
M- Biraz önce konuşmuştuk ya ruhla bedeni ayırmalarının kökeninde de acaba bilimsel bilgi
anlamında beyni anlamamış olmaları olabilir mi? Çünkü bilimsel bilgi yoksa ideolojik bilgiyle
dolduruluyor.
Bugün de ne yazık ki, bal gibi adam zihin ve beden diyor. Ya kardeşim etme, diyorsun, bu insanı
böyle esrarengiz sunma önümüze. Beyin, insan bütünlüğünün bir parçasıdır, o kadar ileri gitme.
Descartes göklere çıkartır, anlamaz bunu, Leibniz anlamaz. Ruh nedir, dersin? Ruh diye bir şey yok,
psike, uydurulmuş bir şey. Senin hiçbir duyu organına etki yollamayan, başka biçimde bir varoluşsal
kıpırtısı olmayan şey nasıl olabilir. Şu nesne ne ise bana bir gösteriver. Duyumsat bana, atmaya
gelmez bu. Efendim bir kısım kitaplarda varmış, ruh ölmezmiş, bilmem şuymuş buymuş. Bunlar
masal, maval, yok öyle şey. Birleşik nesneler var, diri nesneler var, duyumlu nesneler var, uslu
nesneler var, istençli nesneler var, bitti.
M- 21. yüzyıldayız, insan şaşırıyor. Eğitimsizleri anlıyorum. Eğitimliler geliyor, ya Müjdat diyor,
oturduk masaya, ruh geldi, fincanı oynattı diyor, gördüm.
Ç- Ama onda bile duyumsamaya ihtiyacı var. Ruh geldi diyor ama ne yapmış? Fincanı oynatmış. Hem
ideolojik bilgiyi yaratan, oluşturan temel nedenlerden bir tanesi, duyularla, neden-etki ile
algılarımızla oluşmuş, ilk elden bilgiler. Dokunuyoruz ve soğuktur diyoruz, bu bir bilgidir. Hem de
ruh gibi bir şey düşünüyoruz. İlk elden bilgiler herkeste var. Duyusal bilgi diyoruz ama ampirik bilgi,
duyusal bilgiye karşıyım, o yanlış bir söz gibi bir şey söylemiştiniz, o yüzden söylemekte
çekiniyorum.
Duyusal bilgi dediğim şu: Batılılar, deneysel bilgi, duyumsal bilgi, us bilgisi diye ayırırlar. Ben ona
karşıyım. Ne kadar güçlü olursa olsun, göz bağlamında söyleyelim bunu, göz ne kadar güçlü bir duyu
olursa olsun, tözü algılamaz. Tözü algılayamayınca da bilgi veremez. Diyeceksiniz, tözü neden
algılamaz. Bunu öbür derslerde devam edelim. Tözü algılamaz, duyuların görevi, nitelikleri
algılamaktır. Aksi halde beş tane olmasına gerek kalmazdı. Çok kısaca söyleyeyim. Böyle sislerin
içinden, denizden, bakıyorsunuz, görünür görünmez bir nesne gidiyor. Çok bulanık ama gümbür
gümbür duman püskürüyor, gözünüz onu görüyor. Sen bunun gövdesini görmüyorsun, güvertesini
görmüyorsun, motorunu görmüyorsun, yapı düzenini görmüyorsun, kaptan köşkünü ayırt edemiyorsun
ama diyorsun ki, bu bir gemidir. E duyu verisi olarak bir tek dumanı gördün, nasıl gemiye geçtin?
Bunu öbür derste devam edeceğiz. Bir duyu verisinden töze nasıl atladın? Gittin, ormanda geziyorsun,
Kalaharilisin sen, bir Afrikalısın. Önüne de katmışsın on, on beş tane dana, onları otlatıyorsun.
Keyfin de yerinde tabi. Tam bu sırada sesler duyuyorsun. Bir Kalaharili olarak bu sesi çok iyi
tanıyorsun, kulağına geldi. Diyorsun ki yandın, danalar gitti, aslan sürüsü bu. Aslanı görmedin, daha
eylemlerine tanık olmadın ama bir ses geldi sen hemen bu aslan sürüsü dedin.
M- Ben bu konuda bir şey diyeyim. Parça, bütün meselesi söz konusu. Ben daha önce eğer aslanı duyu
bilgisi olarak zihnimde, anlığımda oluşturmasaydım, o sesi anlayamazdım.
Ona geleceğiz dedim işte.
M- Benim zihnimde, aslan imgesi var.
Var aferin. İmge deposu zihnimiz bizim.
M- Zihnimde o imge olduğu için, o imgeyle…
Birleştirdin.
M- O imgenin küçük bir parçasını görmem bile o imgeyi oluşturmama yetiyor.
Bir filmde izlemiştim. Kara Mamba yılanı , çok tehlikeli, korkunç bir yılanmış. Arabaların
{28}

camlarına vuruyor, parçalıyor. Soktuğu da anında gidiyor. Hindistan’da çiftçiler onu gördü mü
çalışmıyorlar, bütün aileleri sesliyorlar, gelin Kara Mamba arayacağız, bir tane gözüktü. Eğer onu
bulup öldürmemişlerse, girmiyorlar tarlaya, bedelini biliyorlar. Gördükleri, sonuçta akıp giden siyah
bir yılan. O korkunç öldürücülüğü, şaka tanımazlığı... Demek ki o imgeyle birleştiriyor. Yoksa akıp
giden yılan, zehirli de olmayabilir dersin, ama değil. Birleştiriyorlar. Ona geleceğiz.
Ç- Bir de önsel bilgi var, apriori olarak. Sadece insanlarda değil, diğer hayvanlarda da vardır.
Yabancı, ne olursa olsun, ilk tepki, kaç. Genelde öyle yapar. Kuş bilmez, ama ona yaklaşan her
nesneye karşı ilk tepkisi budur. Uzaklaş, kaç.
Refleksif.
Ç- Tabi. Tanımaya da ihtiyaç yok. Bu “bilgi” onda hazır olarak var.
Alman hayvanbilimci Uexküll diyor ki, hayvanın başlıca iki alanı var. Bir dost alanı, iki düşman
alanı. Kimi mevsimlerde de üreme alanı. Ama başat iki alanı. Diyelim bir otobur, görüyor bir
yeşillik, dost alanı. Aslanı görüyor orada. Filmde bile seyrediyorsun, antiloplar o aslanı görünce
birisi ona gelip, seni yiyecek, mi diyor? Ama hep kaçıyorlar. O dediğin senin. Diyor ki, bu düşman
alanın senin, kaç. Aslan sürüsü dalıyor, bir tane antilop yiyor, ötekiler de rahatlıyor. Tamam diyorlar,
bunun karnı doydu, daha bir şey yapmaz. Sözleşme mi yaptılar bunlar ama o dediğiniz hayvansı
içgüdü işliyor. Bir mekanizma olarak.
M- Elias Canetti, kurban mekanizmasının burayı taklit ederek oluştuğunu söylüyor.
E- Bana bilgiymiş gibi gelmiyor ama.
Ç- Ama böyle bir veri var.
E- Hocam, bu hayvanlar, aslanı gördüğünde mesela, bana bir bilgiymiş gibi gelmiyor. Bana şöyle
gibi geliyor; evrim teorisiyle açıkladığınız zaman, o zebra, eğer aslandan kaçıyorsa, o zebra aslandan
kaçtığı için vardır. Onun bilgisine sahip olduğu için değil.
Ç- Bu, evrimsel bir bilgi olamaz mı?
E- Evrimsel bilgi ama bilgi gibi gelmiyor.
Öyle demeyelim. Hayvanlar başarıyla yaşamlarını sürdürdüler. Bütün yıkımlara karşın, binlerce,
milyonlarca yıl korudular kendilerini, bu gerçek. Soylarını sürdürdüler. Soyu yitenler var deniyorsa
da çok çok büyük bir toplum yaşıyor. Mesela yüzbinlerce böcek cinsi var. Düşünebiliyor musunuz
{29}

sırf böcek. Bunlar milyonlarca sene yaşamlarını sürdürebilmişler, bu büyük bir başarı. Şimdi
hocamın belirttiği anlamda düşünmek istiyorum. Bilimsel bilgi anlamında bilgileri yok. Neden yok?
Olsa kendi soylarına aktarırlar bunu. Hayvanların tarihi yok. Ölünce bütün deneyimini alıp götürüyor.
Ç- Ama genetik olarak…
E- Genetik bilgi de denebilir, o tanımlanıyor.
Diyebilirsin de diyemeyebilirsin de. Şunu vurgulamak istiyorum. Orada aktarım yok, içgüdüsel bir
mekanizma işliyor. Bakıyorsun, karga çıkıyor yukarıya, cevizi bırakıyor. Düştüğü zaman kırılacağını
hesap ediyor. Bu alet kullanmaktır. Binlerce sene cevizleri böyle kırmışlar. Buna benzer çok örnekler
var.
Ç- Samurlar, midyeyi karınlarına koyarlar, taşla vura vura kırarlar.
Tabi tabi, fareler kuyruklarına tutunarak çıkıyorlar binalara. Alet kullanmaktır bu. Bir yüzbaşı,
İngiltere’de bir hayvan örgütüne başvuruyor. Diyor ki, benim köpeğim, ben evden çıkarken bahçeye
mi gidiyorum, çarşıya mı gidiyorum biliyor. Örgüt bunu yadsıyor, köpek sizin çarşıya mı bahçeye mi
gittiğinizi bilemez. Uzman gönderelim, biz anlarız. Gönderiyorlar birkaç görevli yüzbaşının evine.
Birkaç gün yüzbaşının yaşamı ile köpeğin yaşamı arasındaki ilişkileri gözetlemeye başlıyorlar. Böyle
şeyler sık başlarından geçmiş, anlıyorlar, saptıyorlar. Olay şu: Yüzbaşı, bahçeye çıkacağı zaman,
evden çıkarken özel bir eylemde bulunmuyor. Köpek bunu gözetliyor. Ama çarşıya çıkacağı zaman,
son eylem olarak kasasını kilitliyor. Köpek, kasa kilitlendiği zaman, arkasına düşmüyor, efendim
diyor, çarşıya gidiyor. Kasa kilitlendi çünkü. Bahçeye çıkacağız zaman arkasına düşüyor. Kasa
kilitlenmedi çünkü. Kurum diyor ki, senin köpeğin bu son hareketini tespit etmiş, olay bu. Anadolu’da
koyunlar vardır, atlar, eşekler, gelir evini bulur. Köpeği, kediyi götürür atarlar günlerce öteye, gelir
gene eski evini bulur. Binlerce koyunun içinde kuzuyu götür sakla, gene anasını bulur. Böyle şeyler
var. Ama söylediğimiz gibi konuyu kesin olarak abartmamak gerekir. Hayvan alanındayız. Bir kısım
becerileri kesin olarak var, insandan da üstün becerileri var. Ama sonuçta böyle bir varlık alanı.
Yüceltmek, köreltmek meselesi değil de felsefeciye düşen, o alanı tanımaktır. Onu tanıdıktan sonra da
fetva vermesine hiç gerek yoktur. Yok efendim, hayvanlar insanların hizmetine verilmiştir, bunlar
safsatalardır arkadaşlar. Kara öykülerdir bunlar.
Ç- Bu iki bilgiyi de bir şekilde ayırabilmek lazım.
Tabi. Mısırlılar da geometriyi biliyordu, ama yasaları yoktu.
Ç- Soyutlayamıyorlardı.
Soyutlayamıyorlardı. Biliyorlardı, tamam ama orada kalıyorlardır. Greklerin üstünlüğü bu. Zaten
Nietzsche de onları göklere onun için çıkartıyor. Aldıklarını en iyi şekilde kullandılar, diyor.
Benim mahallem, ortaokulun bulunduğu yere iki saatti. Geç çıkardık, karanlıkta çıkardık dersten. O
zaman altı ders vardı günde. Tek başına giderdim. Bir de rüzgâr karşımdan vurur, anamı ağlatırdı.
Bütün komşular, kayaların içinde şeytan var, cin var, peri var vesaire, çoğu gidemezdi oralarda.
Babam da hep söylerdi, oğlum derdi, onlar maval, onlar hikâye, sen keyfine bak. Beni öyle de
yetiştirdi. Arkadaş üç sene gittim geldim, ne şeytan gördüm, ne cin, ne peri. Hiçbir şey görmedim.
Kayaların uğultusunu duydum, nehrin akış sesini duydum, olay bu. Ama bu arkadaşlar çok şeyi
duyuyorlar.
M- İnsan anlığı, imgeler deposu ya hocam. Oradan geçerken o imgeler deposu kaynaşmaya başlıyor.
Sesler kılık değiştiriyor, görüntüler… Başka parçalar ekleniyor. Orada hayalet de görürsünüz, cin de,
canavar da. İnsan için çok kolay. Bir hayvan orada canavar sesi duymaz ama insan duyar.
Ç- Uydurma yeteneği var. Algılayamadığı şeyin yerini, orada bir boşluk oluşmasın diye, uydurarak
doldurmuş.
Celal Bayar anlatıyor. Celal Bayar bir gün Atatürk’ün, yanına gitmiş. Celal Bayar sivil kökenli,
bankacı. Atatürk, asker. Batı cephesinde, Sakarya günleri. Bir düşman birliği dedikodusu var.
Konuyu getiren askeri çağırmış “bir Yunan ordusu”, albayı çağırmış “efendim bir Yunan alayı”,
general çağrılıyor “efendim, öncü kuvvet, birkaç kişi”. Orada Atatürk, Celal Bayar’a diyor ki işte
böyle bu iş. Asker Yunan ordusu, Albay bir alay görür, gerçek asker de birkaç tane öncü asker görür.
Orada korku, asker korkuyor, ne görse Yunan, o duyum meselesi, imgeler deposu, onu uydurur. İmge
olayı çok önemli.
Ç- Gulyabani kelimesi, yaban çöl demek değil mi? Oradan geliyor zaten. Aslanlar için söyleniyor,
yırtıcılar için, dönüşe dönüşe, bilmediğimiz için o karşılığı, alıyoruz, hortlak, korkunç bir şeye
dönüştürüyoruz, canavara dönüştürüyoruz.
O söylencelerde var. Gitti Metehan, herkesi yiyen bir canavarı öldürdü, boğdu, o öyle bir şeydir yani
sonuçta.
Ç- Almışız, farklı bir şeye dönüştürmüşüz.
M- Yani burada belki de anahtar sözcük, bir duygudan gelmeli, korku duygusu. İnsanın korku duygusu,
imgeleminde bir sürü canavar yaratmıştır.
Tabi canım, oradan gidiyor. Yani o eylemden, gidiyor, öldürücü eylem, edici eylem, oradan
yaratıyor. Aslan, büyük ejderha, yılan yaratıyor, insan yaratıyor.
E- Ama korku da kendiliğinden doğmuyor herhalde. Bilmemekten belki...
M- Bence korkunun somut bilgisi var insanda. Nasıl var, doğa tarafından, insanın insan tarafından
yaşadığı bir durum var. İnsan, insanı öldürüyor. Doğa insanı öldürüyor. Müthiş bir şiddet yaşıyor.
Salgınlar, hastalıklar…
Ç- Çölde göz gözü görmüyor, karanlık, aslan saldırıyor.
E- Aslan gerçek korku tamam. Bilmemekten, mesela, karanlığın içinde ne olduğunu bilmiyorsun
korkuyorsun. Ya da aslanla nasıl mücadele edeceğini bilsen, korkmazsın.
Gök gürültüsü. Hocamın dediği anlamda gök gürültüsü insanlar eskiden bilmiyordu. Diyordu ki,
tanrılar kızdı, gürültü yapıyorlar, başımıza iş getirecekler. Bulut, yıldırım olayı olarak
görmüyorlardı.
Ç- Hani size de diyorlarmış ya, o mağaralara girme, cinler periler vardır. Şöyle bir şey var; mağara
tehlikelidir, karanlıktır ve orada bir vahşi hayvan bulunma riski vardır. O korkunun dönüşmüş,
efsaneleşmiş hali, size bu tepki olarak dönebilir. Yani önceki kuşakların korkmasında haklı sebep
vardı belki.
M- Bence söylediğinde, şöyle çok güzel bir doğruluk payı var. İnsan, korku söz konusu olunca,
önlemlerin fazlalığını alabildiğince arttırmaya çalışıyor. O kadar çok önlem icat ediyor ki bu
ünlemlerden bir tanesi de korkuyu imleyecek imgeler. Aslında korku önlemleri onlar. Mağara ile
ilgili canavar imgesi yaratırsan, mağaraya girmezsin, kendini tehlikeye atmaz, atarsan dikkatli
olursun.
Çok doğru. Gerçi bunu Pascal da işledi ama Montaigne’den aşırarak. Montaigne, morali şöyle
anlatıyor: Kalın bir ağaç, kuru, yüz metre ne ise, çam ağacı servi. Yatırın diyor, bir düz alana,
insanlara deyin ki yürüyerek geçin üstünden, herkes geçecektir. Kalın çünkü ağaç, yürümek kolay
üstünde. Bu ağacı götürün, iki uçurumun arasına, yani düşüldüğünde ölümün mutlak olacağı bir
uçurumun arasına koyun, veya iki gökdelen, yüz metrelik, kimse geçemeyecektir. Peki diyor, ne
değişti? Yer çekimi aynı, ağacın kalınlığı aynı, yürüyecek olanlar aynı. Orada korku tutukluyor, bir
kişi geçemiyor. Moral diyor, işte budur. Eğer sen, yukarıda da aşağıdaki gibi ben geçerim
diyebiliyorsan, tinsel gücün yerindedir demektir, diyor. Böyle bir örnek veriyor Denemeler’de.
M- Ya da şöyle olsaydı, ölümsüz olsaydık, muhtemelen oradan geçmek daha kolay olurdu.
Ya ölümsüz olsaydık giderdik.
M- Riske atamıyoruz. Tek yaşamımız, onu riske atmamak için…
E- Ama şey var hala, o korku hep bilgisizlikten doğuyormuş gibi geliyor. Çünkü insan, sonuçta sınırlı.
Hem düşüncesi sınırlı, hem aynı anda düşüneceği şey sınırlı yani her şeyi bilmesi mümkün değil.
Ç- Hayvanlardaki tepki gibi. Bilmiyorsan kaç.
E- O yüzden, özünde bilgisizlik, sonuçta korku ile telafi ediliyor.
M- Ağaç örneğinde bilgisizlik yok.
E- Var. Nasıl yürüyeceğini bilsen, her şeyi hesaplayabilsen…
M- Biliyorsun. Aşağıda yürüdün, yukarıda da aynı şekilde yürüyebilirsin.
E- Bildiğinden emin değilsin ama. {30}

M- Riske atamayacağın bir şey var. Orada bilgisizlik söz konusu değil.
Ç- Yükseklik korkusu hazır geliyor olabilir. Bilmiyorsun, yükseklik korkusu hazırsa mesela, bir
bakarsan, anında çark edersin. O bilgi de olmasa yine aynı şeyi yaparsın.
M- Bence ikisi de var. Biz bilmediğimiz için de korkarız, korkumuzu kullanmak için de korkarız.
Sen diyorsun ki, orada hesaplar var. Yerdeyken, aşağıya düşsem ne olur, ayağım kaysa bile.
Yukarıda, ayak kayması ölüm olur. O korkuya bürünüyorsun. Tabi her zaman bilinemez alanlar
kullanılıyor. Yani insanların duyu organlarıyla erişemeyeceği alanlar kullanılmıştır. Sade insan,
bilinçsiz insan, kör insan yutuyor bunu, sorgulayamıyor. Sorgulayamaz. Tamam, iş bitmiştir.
İnsanların büyük çoğunluğu bu sorgulama gücünden yoksun. Alıyor onu bir biçimde, öyle götürüyor.
Bakıyorsun koskoca adam, tıp profesörü olmuş, kimya, fizik profesörü olmuş hala orada. Diyorsun ki,
ya arkadaş sen nasıl yapıyorsun bunu?
E- İşte mesele o. Buna rağmen bu nasıl değişmiyor, neden değişmiyor.
M- Bence bedensel bir şey var hocam. Mesela şimdi. Ağacın üstünde yürüyoruz, düşmeyeceğimizi
biliyoruz. Dolayısıyla bedenimizdeki durum, ölçülebilse bir makineyle, çok farklı bir şey çıkar.
Yukarıda ise koşullar aynı, ağaç aynı, her şey aynı, bedenimiz ölçülse, çok daha farklı bir şey
ölçülür. Bir dengesizlik, bir kıpırdama, o ister istemez insanı düşürür.
Ç- Şöyle bir mekanizma var. Korku, yoğunlaştıkça, aklı devreden çıkarır. Maksimum hale geldiği
zaman. Hatta çok korktuğumuz anda ne yaptığımızı hatırlamayız, tamamen şalter kapanır. Hayati bir
fonksiyondur. Bütün kontrolü refleksler ele geçirir.
M- Bir denek, asansöre doğru yürüyor, asansörün kapısı var ama asansör yok. Aşağısı boşluk. Kapıyı
görüyor, asansör var zannediyor, kapıyı açıp içeriye girecek ve düşecek ölecek. Kadın yürüyor, o
sırada felç oluyor. Bu gerçek bir olay. Buradaki felci açıklamaya çalışıyorlar, nasıl oldu da beden
kontrolü ele aldı ve onun düşmesini engelledi. Çünkü duyu verileri, algıladı onu. Ama zihni o boşluğu
oluşturmadı ya da farkında değildi kişi. Duyuları orada bir boşluk olduğunu sezdi. Sezince öznenin
bunu sezmediğini de fark etti ve olaya müdahale etti. Onu hareketsiz hale getirdi.
Ç- Düşünme yavaş kalıyor.
M- Bütünlükçü düşünme yavaş kalıyor.
Her zaman yavaş kalır yalnız. Edim olarak düşünme hep yavaş işler. Onu göreceğiz daha, bu
duyumdaki gibi seri değildir. Duyumda çok seri işler organlar. Beyin çok yavaş işleyebiliyor.
M- Aynı kadını doktora götürüyor ailesi felç oldu diye. Doktorlar inceliyor, sinirler tamam,
beyindeki mekanizmalar tamam, felç durumu yok. Felçli hastalarda görülen bir aksaklık, bir arıza
yok. Psikiyatriste götürüyorlar. Psikiyatristlerin çoğu diyor ki, bu kadın numara yapıyor. Sorun yok
çünkü. Başka bir psikiyatrist, bu olayın, bedensel uyaranlar sonucunda kendiliğinden oluşmuş bir
şalter inme mekanizması olduğunu anlıyor ve onu çözmeye çalışıyor. Bir olay var, o olaydan dolayı.
Şöyle bir örnek anlatıyor. Bir kadın var yine. Kötü bir evlilik yapmış, sevmediği bir adama zorla
verilmiş. İki tane çocuğu olmuş ama çocukken kendi annesi bunu terk etmiş. Oradan bir kırılma
yaşamış ve o yüzden kendi çocuklarını yalnız bırakma korkusu yaşamış. Ben de annem gibi
çocuklarımı yalnız bırakabilirim, bunu çocuklarıma yaşatabilirim. O sevmediği adama katlanmış.
Yaşı belli bir seviyeye gelince, 50 yaşına falan gelince, parkta bir adamla karşılaşmış, çok
hoşsohbet, çok nazik bir adam. Kendine gelmiş, kendini sevmeye başlamış, hoş gelmeye başlamış ve
onunla sürekli buluşmaya başlamış. Adamla aynı sitede yaşıyorlar, kendi evinden görülebiliyor
adamın evi. Gayriihtiyari olarak sürekli adamı görmek için pencereye, balkona doğru yöneliyor, fakat
diğer düşünceler o kadar hâkim ki bedenine, bir gün yine pencereye doğru giderken, yine bu felç
durumu, düşüyor balkona varamadan. Psikiyatristlerin hepsi, yalan söylüyor diyorlar, öbürleri yalan
söylüyor diyor, bu adam bir ay uğraşıyor bununla. Saffet Murat Tura diye bir psikiyatrist,
{31}

asistanmış. Kadının böyle bir hikâyesi olduğunu görüyor. Bir ay sonra kadın çözülüyor anca,
anlatıyor hikâyeyi ve felç bitiyor. Rahatlıyor beden, anlatınca gevşiyor ve yürümeye başlıyor. Sonra
kocasından boşanıyor, bir iş buluyor, çocuklarıyla görüşmeye devam ediyor ve kendi problemini
çözüp, kendi hayatını kurabilecek, ya da kendini seçebilecek bir duruma geliyor. Buradaki ana mevzu,
o felcin, beden nasıl olur da bizim kontrolümüz dışında kendi kendine geçici bir yürüyememe gibi bir
durum yaratabiliyor?
Beden, zaten kontrolümüzde değil bizim. Beden kendi kendine çalışıp duruyor. İnsan kendine fazla
egemen değil, otomatik çalışan organları var.
M- Belki de zihnimizin de böyle otomatik çalışan yönleri var.
E- Zihin de kontrolümüzün dışında mı acaba? Bizim kontrol ettiğimiz hiçbir şey yok mu?
Fazla yok. Yıllarca bunlar üzerinde düşünerek yaşadım. İnsanları hep gözlemledim, çok olaylara
katıldım. Ölümlü olaylara, darbelere, toplu eylemlere katıldım. Oralarda insanları gözlemledim,
yapım da uygun. İnsanlar konusunda öteki insanlar gibi düşünmüyorum. Yaşamamız gerekiyor çok
şeyi. Yaşamadan kavrayamayacağımız çok şeyler var. İş böyle çınar altındaki sohbete benzemiyor
çoğu kez. Bakıyorsun ki yaşam, karşınıza değişik bir yapıyla çıkıveriyor.
Bahtiyar Yalta anlatmıştı. Arnavut kökenli bir Türk subayıdır. Kurmay binbaşı iken, 22 Şubat
eylemine karıştı, emekli edildi. Çok zeki bir insan. Kore’de Türk Ordusu diye, Türk Tarih
{32}

Kurumu’nun bastığı, şu kalınlıkta bir kitabı da var. Karakter sahibi. Şemsettin Batılar’ın amcası,
amcazadesi ya da. O Kunuri’ye girmiş. Kunuri’ye girmeden Kunuri’yi yaşayamazsınız, mümkün değil.
Anlatacağım konuya sadece giriş olsun diye söyleyeyim, işin acı tarafını. Diyor ki, ilk gelen subayları
birkaç gün bize verirlerdi, yüzbaşı, binbaşı, neyse, beş on gün biz onu eğitirdik. Yani savaşı görecek,
ölümleri, vurmaları. Bir gün bir yüzbaşı geldi diyor, bana verdiler. Yüzbaşıyı götürdüm savaş
alanına diyor, bir çam ağacına sırtını dayadım. Dedim ki, yüzbaşım aman ha, bu konumunu
değiştirme, seni koyduğum konum, muhtemel savaş alanının tersine geliyor, yandan izle, kurşun
gelirse çama rastlasın. Şöyle aradan bir iki saat geçti, yüzbaşı ne âlemde diye yanına vardım, diyor.
Nasılsın yüzbaşım falan deyince, ya demiş Bahtiyar, adam öldürüyorlar. Diyor ki Bahtiyar ağabey,
savaşta olduğumu o gün anladım. Daha önce hiç anlayamamıştım, o gün anladım, savaşın ne nane
olduğunu. Adam savaşa gelmiş, adam öldürüyorlar, diyor. Kunu-ri’ye düştük, diyor. Üç gün, yani
geceli gündüzlü, kurşun yedik. Üç gün yağmur yedik, dolu yedik, fırtına yedik. Ne Amerikan ordusu,
ne Birleşmiş Milletler, hiçbir şey yok. Çin’le karşı karşıya kaldık. Çin’i diyor, bize basitleştirerek
anlattılar. Yol boyunca gemiyle gitmişler, bir karış boyları var, süngüyle taktın mı atarsın. Komuta
konseyi zayıf, gübre tepeler gibi tepeleyeceğiz. Vardık ki diyor, Çin müthiş bir ordu. Çinli asker çok
sağlam, besili, eğitimli, generalleri mükemmel biliyor savaşı. Alman futbolu gibi sahaya yayılıyorlar.
Ya diyor, adamlar bizi büyüledi. Daha savaşa başlamadan, adamların bizden üstün olduğunu anladık,
bize anlatılan Çin yok. Bizi çok kötü ezdi Kunu-ri’de, diyor. Tugayın komutanı Tahsin Yazıcı,
general, yardımcısı Celal Dora, yok, diyor. Üç gün görmedik. Burada o adamları kahraman yaptılar,
biliyorsunuz. Dördüncü gün kalktık sabahleyin, kalkmak denirse tabi, diyor. Olduğumuz yerden
uyandık. Karanlık gitti, aydınlık başladı, kalkma ona denir, elbise üstünde, tüfek elinde, ne yatması,
ne kalkması. Alanda bol miktarda ölülerimiz var. Biliyorsunuz 746 tane ölü verdik o gün. Hepsi de
orada yatıyor. Yaralılar var, diyor, ağaçların dibine toplanmışlar, yağmur nedeniyle, inliyorlar. Ölü
taşıma, sağlık hizmeti falan yok, hiçbir şey yok, tugay bitmiş. Sağ kalanlar da böyle küme olmuşlar,
Anadolu çocukları, yurdumuzun evlatları, sinmişler böyle, manzaramız bu. Tam bu sırada, bir kurmay
binbaşı, sahne aldı, parmak kadar boyu var, ince, zayıf. Diyor ki, yaralıya gidiyor, diriye gidiyor,
subaya gidiyor, teğmene gidiyor, binbaşıya gidiyor. Ben iki Türk taburu Çin’e esir oldu dedirtmem.
Olay şu; iki Türk taburu Çin birliklerinin içinde mahsur kalmış, kurtulmazlarsa esir olacaklar. Ben
diyormuş, iki Atatürk taburu esir oldu dedirtmem. Ona gidiyor, ona gidiyor, neredeyse ölüleri
kaldıracak. Gözünde bir de şu renkli gözlük var. Biz subaylar dedik ki, ya bu sıyırdı galiba, savaşın
travması nedeniyle. Ama pek sıyırmış gibi de davranmıyor, ayaklarını yere basıyor, otorite
mükemmel. Biz o Çin’e vuracakmışız, iki taburu kurtaracakmışız. Bir ton dayak yedik heriften, Çin
kaya gibi duruyor. Vallahi diyor, arkadaş bu adam bu birliği topladı. Yaralıyı, ölüyü, diriyi yan yana
getirdi, Çin’e vurdu. O iki taburu aldı çıkarttı. Bu adamın adı Faik Türün . Şu meşhur Faik Türün
{33}

yok mu? Şunu demek istiyorum. Korku olabilir, umut olabilir, şu olur bu olur da o insanı yine de
çözemiyoruz. Bak görüyor musun? Bir karargâh subayı, cephe subayı değil. Bu iş onun görevi değil.
O karargâh subayı. Ama ortam onu gerektirmiş, bir Türk subayı çıkmış, yok ben vermem diyor.
Velhasıl sürttü, taburları çıkarttı aldı. Biliyorsunuz bu adam orgeneralliğe kadar yükseldi,
sıkıyönetim komutanı oldu, terörle de uğraştı. Emekli olduğu gün de basın toplantısı yaptı. Dedi ki;
ben artık orgeneral değilim, beni öldürmek isteyenler için her an hazırım, buyursunlar, ben ölmeyi
bilen adamım. Böyle bir adam. Şunu demek istiyorum; ortamları bilmeniz gerekiyor.
M- Spinoza’nın bir sözü var. Diyor ki; edimin neler yapabileceğini daha henüz hiç kimse
çözememiştir. Diğeri de, buradan yola çıkarak, yaşam koşulları, anlar, durumlar, bizim neyi yapıp
neyi yapamayacağımızı o anda belirliyor. Sınır durumlar dediğimiz durumlar.
Sınır durumlar felsefede çok önemli. Herkes sınır durumundadır be Müjdat. Hepimiz sınır
durumundayız. Yani bir durum karşısında hangimizin ne yapacağını kendimiz bile bilmeyiz.
Tanımadığımız, şurada bir kıza sahip çıkarız, dört beş tane delikanlıya saldırabiliriz. Belki bir ton da
dayak yeriz. Ama onu yine de yaparız. Bazen de dünya kırılsa umurumuzda olmaz, sıvışır kaçarız.
M- Sınırdan kasıt burada, ortalama yaşamımızın çeperlerinde yer alan…
Elbette. Beynin işlevine geçeceğiz. Batı felsefesinden epey ayrılıyoruz, onu söyleyeyim. Ama
tartışmaya açıktır. Ben evrenimizi böyle görüyorum.
Müjdat kardeşim de kendiliğinden, benim de aklımdan geçti, içinde – içerisinde… O çok güzel bir
konudur arkadaşlar. Nasıl biliyor musunuz? Bir toplumun içerisinde olursunuz ama o toplum sizin
içinizde olmaz. Tıpkı Sokrat’ın Atinalıların içerisinde olup da Sokrat’ın içinde Atinalılığın olmadığı
gibi. Aydın kişinin yazgısı biraz da budur. Toplumun içerisinde olur, belki yüzbinlerce, belki
İstanbul’da olduğu gibi milyonlarca, affedersiniz hıyarla birlikte yaşar ama içinde o kentten hiçbir şey
yoktur. Orada katıldığı hiçbir şey yoktur. O kalabalıkların kendi trafiksel yaşamı sürer gider. Çok acı
bir şeydir. Sokrat mesela, bize anlatılır, hep yanlış bunlar, Sokrat’ı beş yüz kişi yargıladı . {34}

Mahkemede beş yüz hâkim vardı, oylamayla idama mahkûm ettiler. Öyle çok büyük bir çoğunlukla da
değil, az bir çoğunlukla. Beş yüz tane adam çıkıyor, hiçbir suçu yok, sen zehirliyorsun bizi,
çocuklarımızı. İdam. Bu adamın içinde Atinalılık yok, Atina’nın değerleri yok, o boş değerler yok.
Spinoza’yı aforoz etti Yahudiler. Çok ilginç bir aforoz metni vardır. Spinoza denen kişiye hiç kimse
iş vermeyecektir. Spinoza denen kişiye hiç kimse sokakta ya da başka bir yerde dört metreden
fazla yaklaşmayacaktır. Spiniza denen kişi, hiçbir kutsal yere giremez. Spinoza denen kişiyle hiç
kimse alışveriş edemez. Hiçbir dostluk kuramaz. Daha böyle upuzun metin. Düşünebiliyor musunuz?
Kendi cemaatinin hiçbir değeri Spinoza’nın içinde değil, ama Spinoza onların içerisinde. O içeri de
ne, mesafeler, dört metre. Ticaret yapmayacaksın, kız alıp vermeyeceksin, tapınağa giremez. Onun
için bu çok önemli bir konudur.
Bize derler ki, demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz. Sonra da gece yarısı gelir evinizi başınıza
yıkarlar. Churchill’in bir sözü var. Sabahın erken saatlerinde, evimin zili çaldığında gelenin sütçü
olduğundan emin değilsem, demokratik bir ülkede yaşamıyorum demektir . Çok güzel bir söz.
{35}

Churchill iyi bir beyindi, o da şu: Kuşkusuz ki gaflet, ihanet anlamına gelmez. Ama uluslar için
gafletin sonuçları, hep ihanetinkinden çok daha ağır olmuştur.
M- Gaflet, tam olarak sözlük anlamı... {36}

Aymazlık. Demek istediği şu, bir ülkenin yönetiminde gafil adamlar vardır, İngilizler gelecek, manda
olacağız, bizi koruyacaklar, işte bu gaflettir. Bu istese de sana bundan daha büyük kötülük yapamaz.
Bir şoför, uyuyup da seni uçurumdan atsa ne olur, bilerek atsa ne olur, ikisi de aynı değil mi? Ama
diyor, bak gafletin sonuçları, uluslar için hep ihanetinkinden daha ağır olmuştur.
M- İhanette karşı durabileceğin nesne net.
Net. Hain belli.
M- O yüzden, bence siyaset felsefesine ayrı bir yer ayrılması gerekiyor.
Efendim bu, sizin bileceğiniz bir husus.
M- Devletin yapısı, birey ve toplum ilişkisi…
Tabi. Şimdi bir şey söyleyeyim; Türkiye’de hep yanlış yazılıyor, yanlış kitaplaştırılıyor.
Türkiye’deki siyaset felsefesi, siyaset bilimi yanlış.
6.Gün
Kazanılmış içkin
Dedik ki; anlık, bilmek için dışarı çıkar. Bu söylem Nicolai Hartmann’a özgüdür, o diyor. Bilinç
dışarı çıkar, evrene. Neyle? Duyularımızla çıkar, veriler alınır, değerlendirilir. Platon’un dediği gibi
anlık, ya da onun söylemiyle ruh, kendi kendi ile konuşarak bilgi edinemez. Bu gereksiz saray
yapmaya benzer, mümkün değil. Dışarıya çıkacak, gereç edinecek, onu değerlendirecek ve biz buna
bilgi diyeceğiz. Nicolai Hartmann aşkın eylemler diyor ama biz buna taşkın diyoruz. Aşkını biraz
başka anlamda kullanıyoruz, biraz metafiziksel, dinsel içeriği var, erişilemeyen bir yapıyı dile
getiriyor. Ama taşmak, kendinden dışarıya çıkmak anlamına geldiği için, taşkın edimler diyoruz. Bu
bir. İkincisi, dün belirttik, duyular tözü oluşturamıyorlar, nitelikleri taşıyorlar. En fazla yapabildikleri
bu. Göz görüyor, bir nesne, bakıyor, siyah renkli. El gidip dokunuyor, çok sert. Burun hiçbir koku
almıyor, deney yapıyor, kırmaya çalışıyorsunuz kırılmıyor. Bu veriler anlığa geliyor, anlık diyor ki,
bu granit. Demek oluyor ki, granit serttir. Granit şöyledir, ya da böyledir gibi yargıları ancak anlık
verebiliyor. Ötekiler bu nitelikleri taşıyor. Hepsinde bu böyledir, kaçınılmaz bir biçimde. Diyelim ki
dokunma duyusu sertliği getirdi, neyin sertliği olduğunu söyleyemez. Çünkü onun görevi değil. Taşın
sertliği olabilir, ağacın, demirin sertliği olabilir. O sertliği getirir. Duyumun öteki görevlileri, göz,
burun bütün duyular öteki özellikleri getirir. Renk için de bu böyle, koku için de böyle, hepsi için
böyle.
Çok uzaktan sisler arasından gemiyi gördük, dumanı gördük. Dumanı algılıyoruz, biz buna gemi
diyemiyoruz. Öteki nesneleri algılamakta zorluk çekiyoruz. Gövdesini, kaptan köşkünü göremiyoruz.
Duyu organlarının ulaşım alanının dışında. O zaman imge deposunu devreye sokuyoruz. Bu duman
nereden çıkıyor? Denizde giden büyük araçlardan çıkıyordu, biz buna gemi diyoruz. İşte önerme çıktı,
bunu anlık söylüyor. Göz sadece dumanda kalıyor, o bacadan çıkan şeyde. Demek oluyor ki, özetle
söylersek, duyu organlarımız bize asla tözü vermezler. O nedenle de, kestirmeden söyleyebiliyoruz,
batılıların duyu bilgisi, hikâyeden ibaret kalıyor. Duyu bilgisi olmaz. Ne oluyor, us bilgisi. O da
hikâyeden kalıyor, gelmesi gerekiyor. Bilgi, bilgidir.
Ç- İçsel bilgi olmaz mı ya da ussal?
Elbette, imgeler zaten bilgidir. Kant’ın var, imgeyi bilgi edinmede kullanır, çok yanlış bu. İmgeyi
önceden edineceksin ki var olsun. Kafada imge nasıl olur? Bir bilgi ediminin bir sonucudur. Resim
çiziyorsun, bir tablo çiziyorsun oraya, beyne diyorsun ki al bunu sakla.
Ç- Peki soyutlamada? Mesela matematikte, matematikte mesela herhangi bir duyuya hitap etmiyor.
Ona geleceğiz, dediğin doğru. Çay içme diye bir yol var, değil mi? Onu da kullanacağız. İşte içiyoruz.
Anlık neler yapar? Sizin sorduğunuz soru bu. Nereye kadar gücü vardır? Kant da bunu çok sormuş.
Neyi bilebiliriz? Gerçekten iyi bir soru. Nasıl biliriz, anlığın sınırları nelerdir? Çok önemli. Nereye
kadar gidebilir? Bir bölümleme yapalım. Anlık öncelikle; bir, çözümleme yapar; iki, bağıntıları
saptar; üç, birleştirmeler yapar.
Bunun batı dillerinde, –Latincede analitik dediğimiz– analiz yapar, çözümler. Son söylediğimiz de
birleştirir. Sentez yapar, sentetik dediğimiz şeyler. Piyasada vardır, sentetik elyaflar vesaire. Bu üç
işlemden biz çok farklı şeyler anlayacağız. Diyelim ki ağaca bir dirilik yüklemek gerekmiş. Kant
diyor ki; bu sentetik bir yargıdır, biz ağaca dirilik yükledik. Öteki filozoflar da genelde böyle diyor.
İnsan görüyoruz, insan diridir, duyumludur, düşünür diyoruz. Hep yükledik gibi gözüküyor. Çünkü
bunlar gerçekten nitelik, özellik ve biz onu insan tarafından taşınıyor olarak görüyoruz. Yüklem ama
acaba o nesneye biz mi yüklüyoruz. Yoksa o nesnede var da biz sadece tespit mi ediyoruz, saptıyor
muyuz? Demek ki bizim çözümleme dediğimiz olay bu. Kısa örnek olduğu için ağaç, kökü olan, yere
yerleşmiş, ince ve kalın kökleriyle bağlantı yapmış, gövdesi, dalları, çiçeği, yaprağı var, diridir, uzun
ömürlüdür. Bunların hepsini duyumlarımızla saptıyoruz. Bu bir ağaçtır, diyoruz. Biz ağaca neyi
ekledik? Yani sentetik anlamda, birleştirme anlamında ağaca biz neyi birleştirdik? Hiçbir şeyi
birleştirmedik. Ağaçta olanları belirledik, ağacı çözümledik. Tıpkı üçgeni çözümlediğimiz gibi. Yani
biz üçgen üç açılıdır dediğimiz zaman üçgene bir şey yüklemiş oluyor muyuz? Biz üçgenin üç açılı
olduğunu çözümlüyoruz. Karenin dört kenarlı olduğunu çözümlüyoruz. Mantıksal önermeler, onları da
çözümlüyoruz. A, A’dır diyoruz. A, A olmayan olamaz diyoruz. Parça bütünden küçüktür diyoruz.
Mantıksal bir dünya var. Burada biz hiçbir şeyi yüklemiyoruz. Biz nesnenin içinde olan, bastıra
bastıra söylüyorum, yapısında olan özellikleri çözümlemiş oluyoruz. Batılıların yargıları
çözümlerken de sıkıntıya düşmelerinin nedeni, bizim şu anda yaptığımız bilgi edinmedeki edimsel
tutumları çözümlemekteki sıkıntılarıdır. Bunu görseydiler, öyle demezlerdi. Kant diyor ki, bir nesneye
bir şey yükleriz, ağaca dirilik, taşa ağırlık, sertlik yükleriz, birleştiririz. Neyi birleştiriyorsun, taş
sert. Sertlik taşın içinde, ağırlık taşın içinde. Sen, ben yüklemedik onu. Sadece biz belirledik,
öğrendik, çözümledik. Epistemolojinin içinde yargı türlerine girmemiz gerekiyor. Bu altyapı ile
girmek daha da kolay.
Dedik ki, insan diridir. Analitik yargı mı, sentetik yargı mı?
Ç- Analitik.
Analitik. Çünkü biz çözümledik. Üçgen, üç açılıdır, analitik. Yedi artı beş, on iki eder. Kant diyor ki
bu, sentetik yargı. Neresi sentetik? On iki kavramında beş de var yedi de var. Sen çözümledin.
Ç- Ama insan kötüdür dersek bu…
Geleceğiz. Leibniz der ki, acele etmeyin. Güzel bir yaklaşım da acele etmeyelim.
Bunu kavradık. Demek oluyor ki biz, ideal ilişkiler, yani kendinde zorunlu ilişkiler alanı dediğimiz
mantık ve matematikte kanıtlamalarla, nesnenin içyapısını öğreniyoruz. Ya da ilişkinin içyapısını
öğreniyoruz. Dokuz çarpı dokuz, seksen bir. Bu bir ilişkidir, sayısal ilişkidir. Seksen biri tutup
dokuza bölüyorsun, dokuz çıkıyor, bu bir ilişkidir. Biz bunları hep kendi içinde olduğu için kanıtlama
yoluyla çözümlüyoruz, olguları ise deneylerle.
Batı felsefesini şaşırtan şu olmuştur: Olgular alanı zorunlu alan değildir, o halde analitik olamaz.
Yanlış arkadaşlar. Biz olgular alanındaki ögeleri tespit ederiz ve onların sandığı gibi değildir, bal
gibi zorunludur. Diri olmayan ağaç olmaz, duyumlu olmayan insan olmaz, usu olmayan insan olmaz.
Arızalı, ayrı bir konu. Birleşik olmayan bir taş olmaz. Demek ki biz zorunluluk alanındayız. David
Hume’un göremediği buydu zaten. Diyordu ki, biz yarını deneylemedik, yarın ne olacağını bilemeyiz.
Yarının ne getireceğini bilemeyiz, tamam deriz çıkarız ama yarın ateş yine odunu yakar. Çünkü
söylediğim gibi nesneler zorunlu olarak içkin yüklemlerini taşımadıkça o nesne olarak
adlandırılamazlar. Biz yine zorunluluk alanındayız ama bu zorunluluğu matematik ve mantıktaki gibi
kanıtlama yoluyla değil deney yoluyla öğreniyoruz, öğrenebiliriz. Bu hiç de ters bir durum değildir.
Diyelim ki fiziğin yasaları var, düşme yasası. Matematik gibi mi bu? Deneylerle bulduk biz bunu.
Demek ki, deneylerle zorunluluk da bulunabiliyormuş. İtme yasası, çekme yasası, ivmeler, fizikteki ve
biyolojideki bütün yasalar zorunluymuş demek ki. Matematik işlemlerle bulmadık, deneylerle bulduk.
Bu şekilde, nesnenin yapısında, içinde olan yüklemleri belirlediğiniz zaman, ortaya çıkan yargılar
kesin olarak çözümseldir, onların diliyle analitiktir ve bu yargılar içkin yargılardır. Nesnenin içinde
var.
Dedik ki, ikinci şıkta, bağıntıları saptar. İstanbul, 1453’te alındı, diyoruz, 15. yüzyılda. Demek oluyor
ki biz, nesneyi uzay ve zaman bağıntısı içerisinde saptıyoruz. Nerede ve ne zaman diye saptıyoruz.
Uzay ve zaman içkin yüklem değil, dışkın yüklemdir, bizim kipimizdir. Bulunduğumuz yeri,
bulunduğumuz zamanı belirler. İçimizde değil. Çağlar burada, yarın İstanbul’da. Bağıntısı o onun.
İstanbul bağlamında, daha doğrusu, İstanbul’da demeyelim de. Zamanın içerisinde. Öteki nesneler
paralelinde belli bir tarihsel boyutta yaşıyor. Napolyon şu tarihte yaşadı, diyoruz. Fransız ihtilalinden
sonraki ünlü bir general, diyoruz. Fransız ihtilalinin kaymağını yemiştir, diyoruz. Ona zamansal bir
boyut veriyoruz, onu o bağlama sokuyoruz. Çıkıp desek ki, Napolyon’la Atatürk çok samimi
arkadaştı. Hemen derler ki, ne yapıyorsun ya, Atatürk 19’uncu 20’nci yüzyılın adamıydı, öteki 18’inci
yüzyılın adamı. Zamansal bağıntıları ayrı anlamına gelir. Burada biz, nesneleri zaman ve uzay, yani
varlık boyutunda saptamış oluyoruz. Bu bir bağıntı. Aristo, kategorilerde bu yüklemleri, on kategoriyi
sayarken , tözü de sayar. Tabi büyük bir yanlış. Töz, değil tözün kategorileri söz konusu olan, bir.
{37}

İkincisi, zamanı uzayı da sayar ve bu ayrımı yapmadan. Sokrat, Atina’da, der. İçkin yüklem midir,
dışkın yüklem midir, taşkın yüklem midir, aşkın yüklem midir, öyle bir ayrım yapmadan söyler.
Sağlıklı bir çözümleme yapmış olmaz. Onu okuduğumuzda göreceksiniz.
Bir de uzay ve zamanın dışında bağıntılar var, dün söyledik. İnsanların, toplumsal ilişkilerde kurduğu,
amca, dayı, arkadaş, teyze, hala oluyor, bunlar da bağıntılardır. Biz bunu saptıyoruz. Diyoruz ki,
Çağlar falanın amcasıymış. Diyoruz, şu çocuk kim? Bizim Çağlar’ın yeğeni. Başka şey aramıyoruz.
Ya ablasının çocuğu, ya kardeşinin çocuğu, yeğen deyince onu anlıyoruz, değil mi? Çağlar’ın içinde
amcalık, dayılık yok. İlişkiler olarak kurulmuş, kardeşleri evlenmiş çocuk yapmışlar, olay bu.
Bağıntılar doğurmuş. Biz bunu saptıyoruz. Biz buna dışkın yüklem diyoruz. Nenenin dışından gelen
yüklemler.
Analitik yargı deyince, felsefeciler şöyle bir tanım sürerler. Yüklemde anlatılan, öznede içerilmiştir.
Bunu açayım: Baba erkektir. Nedir yüklem, erkek’tir. Erkektir demeden, baba dediğimiz zaman, bir
erkeği anlarız. Demek ki öznede içerilmiştir. Oradan yola çıkarak, insan dediğimiz zaman da diri bir
nesneyi anlamış oluruz, değil mi? Öznede içerilmiştir. İnsan diridir, dersek, analitik bir yargı
söylemiş oluruz. Bunu da vurgulamış olayım.
İlişki, bağıntı yargılarına devam edelim. Diyoruz ki, Marmara denizi, Karadeniz’den küçüktür. Ağrı
dağı, Himalayalar’dan küçüktür. Ağrı dağı küçük müdür? Canavar gibi bir dağ. Marmara denizi
küçük olur mu? Git git bitmez. Ama Karadeniz’den küçüktür. Bağıntı, mukayese yapıyorsun, o ondan
küçüktür, diyorsun. Ali, Ahmet’ten küçük. Ne olarak küçük? Boy olarak mı, yaş olarak mı? Diyor ki,
boy olarak küçük. Ali bir metre yetmiş santim, Ahmet de bir metre doksan santim, boyu daha kısa.
Demek ki nesnelerin birbiriyle karşılaştırılmasından çıkan sonuçlar, bizde bir kısım yargılar
söylemeyi gerektirir. Bunlar kesin olarak dışkın yargılardır ve bunlar bir saptamadır. Biz evrendeki
bu olguları sadece saptarız. Nesnenin içinde değildir, dışındadır ve nesneye hiçbir şey eklemez,
çıkartmaz da. Onun toplumsal içeriği hakkında bize bilgi verir. Biz buna dışkın yargı diyoruz, bununla
ilgili yargılarımıza. İçkin yargıları gördük, dışkın yargıları söyledik.
Şimdi Çağlar kardeşimin merakla beklediği konuya geliyorum. Diyoruz ki, Müjdat İstanbul’a gitti.
Peki, gitme edimi Müjdat’ın içinde var mı, yok. Dışında var mı, yok. Ama kafasına esmiş, otobüse
binmiş, gitmiş, yaya da gidebilirdi. Bir edim var. Biz o eylemi Müjdat’la birleştiriyoruz. Birleşik
yargılar bunlardır. Nesne, daha doğrusu özne ile –nesne her zaman özne olmayabilir, eylem yaptığı
zaman öznedir, biz özne diyelim– eylemi birleştirdiğimiz yargılar kesin olarak taşkın yargılardır.
Özne, kendi dışına çıkmıştır, bir eylem yapmıştır, taşkın bir edimde bulunmuştur. Plotinus
sudurculuğu , fışkırmayı anlatırken, güneş eğretilemesine başvurur. Güneş, güneş olarak kalır, der.
{38}

Hem aydınlatır, hem ısıtır. Aydınlatma ve ısıtma ondan fışkırmıştır. Sudur etmiştir, Arapçasıyla. Öyle
olduğu için söylüyorum, hoşlanmadığım halde, sudur felsefesi derler ona, fışkırmadır, taşmadır.
Nesne taşmıştır, kendinin dışına çıkmıştır. Müjdat da burada para edinmiştir, daha çok para
kazanayım diye taşmıştır. Gitmiş İstanbul’dan mal alıyor. İstanbul’a gitti deriz, mal alıyor deriz.
Bunlar hep yüklemlerdir ve biz Müjdat’la birleştiririz bunu. Müjdat’ın içinde yok bu.
Sizinkine daha bir yaklaşalım. Bir kısım edimlerimiz de, Müjdat’ın İstanbul’a gitmesi, mal alması,
tecimle uğraşması gibi, kendi içinde bir edim olarak kalıvermez. Bir kısım kazanımlar sağlar. Kitap
okuyorsun. Diyoruz ki, Çağlar kitap okuyor. Ne oluyor, bilgi ediniyorsun. Peki, bilgi nasıl bir
yüklem? Ben sana sorayım bakayım.
Ç- Bilgi.
Evet. Bilgi edindin, bilgilisin. Bu nasıl yüklem, şimdi anlattıklarımıza göre? İçkin yüklem mi, dışkın
mı, taşkın mı?
Ç- Dışkın.
Bilmiyorum. Bir tartışalım bunu.
Ç- Çünkü bizde bulunmayan bir şey.
Doğrudur, katılıyorum.
Ç- Kazanıyoruz.
Kazanıyoruz, doğru.
Ç- O zaman dışkındır.
Acaba? Pek dışımızda da durmuyor gibi geliyor bana. Müjdat kardeş, iyi bir soru bu. Bilgi edindik,
diyorlar ki Müjdat çok bilgili bir adamdır. İşte sana Müjdat’a bir yüklem yapıştırdık. Ama nasıl bir
yüklem bu?
M- Şöyle söylersek. İnsanın özelliklerinden bahsederken, bileşiklik dedik, vesaireden sonra, insan
usludura geliyor.
Evet usludur.
M- Bir usu vardır.
Vardır.
M- Usla bilgiyi birbirinden ayıramazsak. Yani us, bir bilgi çözümleyici durumsa, o zaman bilgi bizim
içimizdedir.
Şimdi bakınız. Anlık –anlık diyorum bastıra bastıra– bizim beynimizin bilgi eder durumuna denir.
Sakatattan farkı budur. Ne diyoruz, düşünür, beyin düşünür. Düşünen haline beynin biz, anlık diyoruz.
Bu bir yapı düzenidir ve bu içkin yüklemdir. Düşünürlük bir içkin yüklemdir, o yetisi var. Bir de
edim var, düşünme edimi. Her düşünen, düşünebilen, düşünüyor diyebilir miyiz? Diyemeyiz.
Düşünmez, adam niye kendini zora soksun? Sakatat tertemiz gider. Ne diyelim adama, kızabilir
miyiz? Tertemiz bir beyin sunmuştur. Ama bir kısım insan da tutar düşünür. Yani taşkın yüklemlerde
bulunur. Bir de düşünce var. Düşünme edimiyle, düşünebilir mekanizmayı devreye sokuyorsun, bir
yapıyı, bir içkin yüklemle oluşmuş anlığı, düşünüyor ve düşünce ediniyor. Yapı olarak anlık, edim
olarak onun eylemi, bir de elde ettiği ürün var, düşünce var, üç bölüm. Biz dedik ki; düşünebilir bir
beyin, anlıktır. Düşünebilirlik onun içkin yüklemidir. Ama edim onun içkin yüklemi değildir, taşkın
yüklemidir, dışarı çıkmış. Kitap okuyor, gelmiş birilerini dinliyor. Üniversiteye gitmiş,
öğretmenlerden öğretim alıyor. Bunlar taşkın edimlerdir. Bilgi ediniyor. Üçüncü kademede edinilen
bir şey var. Bana pek içimizde gibi gözükmüyor.
M- O zaman şöyle diyebilir miyiz? Bilgisiz bir insan gördüm. Ben de diyorum ki, biz bilgisiz bir
insana rastlayamayız. Bilgisiz bir insana rastlayamazsak, bilgi içkin bir yüklemdir. Ancak az bilgili,
yanlış, yanılsamalı…
Biz herhangi bir bilgiden bahsediyoruz.
M- Yani insan bilgisiz yaşayabilir.
Hayır. Şunu demek istiyoruz. Biz şimdi potansiyellik, edimsellikte değiliz. Biz, herhangi bir
bilgideyiz. Diyelim ki Kirşof Yasası, diyelim ki tarih, Osmanlı tarihi. Adam okumuş. Halil İnalcık,
Osmanlı tarihini çok iyi biliyor. Bu onun içindeydi diyemeyiz. Yani biz çıkıp dersek ki, ya Halil
İnalcık doğarken tarihçiydi. On beş, yirmi üniversiteye gitmiş, Amerika’da tepinmiş, öyle büyük bir
tarihçi olmuş, edinmiş. Biz çıkıp bunun içindeydi dersek, yüklemimiz yanlış olur.
M- Doğru. Böyle diyemeyiz.
Diyemeyiz. Onu demek istiyorum. Ötede şunu diyebiliyoruz; insan bilgi edinebilir. Doğrudur, anlığı
var.
M- Şöyle diyebilir miyiz acaba? İçgüdü, bir hayvanın içkin yüklemidir.
Doğrudur.
M- İnsan da içgüdü yerine bilgiyi koyduğumuz zaman, bilgi insanın içkin yüklemidir. Ama tekil
olarak bilgiler, tarih bilgisi, felsefe bilgisi, bunlar taşkın yüklemlerdir.
Onun da ötesinde, onu demeden bile ben karşı çıkıyorum. Diyorum ki, bilgiyi edinebilmen için, dışarı
çıkman, duyularını kullanman, nesneleri tanıman gerekir. Herkes tanımıyor. Söylemek istiyorum da
istiyorum ki siz söyleyesiniz. Bilgi nasıl bir yüklemdir? Tekrar soruyorum. İçkinse, hepimizin,
Platon’un dediği gibi, bilgi ile yüklü olarak doğmuş olmamız gerekir. Anımsadığımızda iş tamam
olmalıydı. Ama öyle olmuyor, ediniliyor.
M- O zaman dışkın bir yüklem.
Ne diyeceğiz acaba?
Ç- Taşkın.
Taşkın, edimlerle ediniyor. Doğrudur o. Taşkın yüklemle ediniyoruz, doğrudur. Ama ben şimdi
çözümlemek istiyorum. Acaba ne diyeceğiz buna? İçkin desek, o bizim doğamızda olmalı, doğamızda
yok. Edinebilirlik ayrı. Şimdi siz kadın dişidir diye, gebe diyebilir misiniz? Her kadın gebe mi?
Doğurabilir tamam, anne olabilir ama hamile ayrı.
Ç- Kadın doğurabilir diyebiliriz ama hamile diyemeyiz.
Gebe olabilmesi için taşkın edimde bulunması lazım. Burada ne olmuş, bilgiyi edinmişiz. Bu yüklem
nasıl bir yüklem olmuş? Dışkın yüklem değil, taşkın da değil. İçkin, içkin olmasına da nasıl içkin?
Edinilmiş içkin, kazanılmış içkin.
M- Çünkü ters geliyor hocam. Yani içkin olması gerekiyor diye düşünüyorsun. Oysa insan yaşayan
varlık. Tarih okumak, felsefe okumak gibi bir şey değil. Çocuk doğar doğmaz bilgi ediniyor. Bilgi
edinmezse yaşayamaz.
Oradan gitmeyelim de şöyle diyelim; yani o garanti vermiyor bize.
M- Bir kadın istemezse hamile kalmayabilir. Ama insan bilgi edinmezse yaşayamaz.
Şunu demek istiyorum. Herhangi bir bilgiden bahsettiğimiz zaman, bu edinilmiş bilgidir. O kadar.
Yani doğal içkinliğimizde yoktur bizim. Onu vurgulamak istiyorum. Bir ayrım var yani. Edindik biz
onu, içimizde yoktu. Şöyle diyelim; Adem ve Havva’ya şeytan der; ki bu meyveden yiyin. Şeytan der
ki ona; bunu yerseniz ölümsüzlüğü öğreneceksiniz, yani bilgi edineceksiniz. Tanrı ise bilgi
edinmelerini istemiyor. Hele hele ölümsüz olmalarını hiç istemiyor. Bunu duyunca öfkeleniyor. Siz
artık her şeyi bilir oldunuz. Yedin, onun tadına baktınız, onu tanıdınız, diyor. Burada ne var? Edinilen
bir bilgi var. Adem’in ve Havva’nın doğasında bilgi yok. Onu, yemiş yiyerek öğrenmiş oluyor, bir
deneyle. Tatlı bir şey yediklerinin, en azından, ayırdına varıyorlar, ediniyorlar yani. Hatta o kadar
ediniyorlar ki, o ana kadar çıplak olduklarını bile bilmiyorlar.
Ruh Üzerine’yi, Anima, Aristo’nun o güzel eserini mutlaka okuyun. Başyapıtlarındandır felsefenin,
onu okumalıyız. Okuduğunuzda göreceksiniz, Aristo orada bir hexis durumundan söz eder. Nedir
biliyor musun? Her bilen, bilgisini kullanmaz, der. Heksis durumunda durur o der, öğretmez. Bir
{39}

Sümer atasözü var, çok güzel bir söz. Biliyorsun, öğretmiyorsun. Bu heksis durumudur. Edinilmiş
bilgiyi içinde saklıyorsun, hiç kimseye öğretmiyorsun, edimde de bulunmuyorsun. Biz etikte
göreceğiz, heksis durumu praksis durumu için koşul. Bilmeden eylemde bulunamazsın. Ne derseniz
{40}

deyin, bilgi bir biçimde edindiğimiz şeydir. Senin dediğin, bir çoban bile, kafası tertemiz doğar.
Adım adım öğrenir evreni. Mesela Kant diyor ki, zaman ve uzay duyumun biçimsel koşullarıdır ve bu
bizim zihnimizde vardır, kategori olarak. Arkadaşlar biz zamanı ve uzayı o kadar çok zor öğreniriz, o
kadar yıl geçer ki nasıl beynimizde olabilir? Bu kadar ucuz mu?
Ç- Şey yok mu hocam? Balığa baktığımızda suyu, deniz suyunu anlatıyor. Kuşa baktığımızda havayı
anlatıyor. Balığın yapısı, suyu yansıtıyor bir şekilde. İnsan beyni de böyle olabilir mi, evreni
yansıtma yeteneğine sahip olma bakımından? Olaylara karşı tepki veriyor, öğreniyor vesaire. Yine de
evreni barındırmıyor mu içinde, anlatmıyor mu?
Yapı olarak tabi, çok üstün bir yapısı var insanın, kabul. Ama bu dediğinizi, yani siz dün, a priori
dediniz, ben ona Türkçe olarak baştan diyorum, baştan insanın bir bilgi donanımının olabileceğini
düşünemiyorum. Edinmemiz gerekiyor.
Ç- Tabi. Ben, o yapının evreni anlattığın bahsediyorum.
Evet, tabi. O yapı tamam, o kabul. Ama edinmemiz gerekiyor. Ben orada John Locke’un, yani
zihnimiz temiz bir tabula rasadır , temiz bir levhadır sözüne katılıyorum, edinmemiz gerekiyor. Kant,
{41}

kategorilerle doldurmuş beynimizi, her şeyin kategorisi var. Bu olacak gibi gözükmüyor bana.
M- İnsan, ana karnına düşer düşmez çalışma başlıyor. Doğa insanı üretmeye başlıyor. Yapıyor,
takıyor, yapıyor, takıyor. İnsan, biraz insana benzemeye başladığı andan itibaren, almaya başlıyor.
Mesela dördüncü ayda, kulaklar oluşur oluşmaz duymaya başlıyor. Artık bilimsel aletler tespit
ediyorlar. Ama bu tabula rasa, şöyle değil. Bizim bilgi donanımız anlamında değil.
Yetenek olarak, potansiyel.
M- Ama, almaya başlıyor. Duyuyor, hissediyor, dokunuyor, konuşmaları duyuyor, sesleri duyuyor.
Bir şey oluşmaya başlıyor, mekanizma çalışıyor. Doğar doğmaz, o mekanizma hazırlıklı halde,
başlıyor doldurmaya.
Katılıyorum.
M- Yine de içkin olmuyor, çünkü onun içinde yok. İlla dışıyla bir bağlantı söz konusu.
Buradan şuna gideriz diye korkuyorum. Sizin açıklamalarınıza katılmak istiyorum da bir ince nokta
var o beni kuşkulandırıyor. Felsefelerin yaptığı bir şey var, kutsal bir alan, dokunulmaz bir alan, ayrı
bir sınıf. Buraya kaçarız diye korkuyorum. O işime gelmiyor benim. Biz bir düzeylerde yaşarız, taşla
yan yanayız. Bizim gövdemiz taşın gövdesi değildir, bizim gövdemizdir. Biz bir özdeksel tabakanın
üstünde durmuyoruz, biz onula birleşmişiz. Yani dinsel yapının tuzaklarına düşmemek adına,
direnmem ondandır. Yani insanı doğarken de çok şeylerle donanımlı gibi görmeye başlarsak, o kadar
yediği haltı açıklayamayız. Ben fazla övmek istemiyorum insanı, burnuna vurmamız gerekiyor. Sen,
sana verilenleri kullanmadın. İnsanlar çok cahil, kara cahil. Bir önder çıkabiliyor, uyanık, guru,
hepsini aldatabiliyor, çok kolayca, önlerine bir kısım parlak nesneler, yapay nesneler atarak. Ben
insanların burnuna çaka çaka evreni öğretmek gerektiğini düşünüyorum. Bunu belirtmek istiyorum. O,
pek kutsayacağımız denli derinlikli özelliklere sahipmiş şeklinde algıladığımızda, kutsamış oluruz
diye korkuyorum. İnsanı şımartmamak gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de savaş vermeliyiz. Onu
seçmen olmaktan çıkartıp, insan yapmaya uğraşmalıyız.
M- Ben insanı övmek için söylemedim, anlamak için. Siz dediniz ki; bilmek, farklı bir içkin
yüklemdir. Bu yeterli aslında.
Atletler çalışıyorlar senelerce, öteki sporcu çalışıyor senelerce. Basket atıyor, atıyor, o delikten
sokmak için binlerce basket atıyor. Bunlar da bedensel kazanımlar. Sonuçta o içimizdeki yüklem
değil, kazanımlar, ne derseniz deyin. Seka kâğıt fabrikasına gittik, bir hayli hanım kızlar çalışıyor.
Bize dendi ki, isterseniz kâğıtları nasıl saydıklarını göstersinler. Dedik, mesela yüz kâğıt. Bir
parmağını atıyor, yüz tane. Öyle senin benim gibi bük babam bük etmiyor. Elli tane, yetmiş beş
tane… Şimdi bunu yapmak için ömür vermek lazım. Bu kazanımdır. Ha yetenek, bazı kişiler atletizme
çok yetenekli olabilirler. Bizim mahallede bir kız vardı, bizim yaşımızda. Büyükler koştururlardı, bu
kızın tozuna yetişemezdik. Atlet olsa, dünyanın en iyi atletlerinden biri olurdu. Garibin çapaçul bir
herifle evlendi gitti.
Yargılara geniş geçmek için yarını bekleyelim. Batılıların, batı felsefecilerinin çok rahat bir şekilde
söyledikleri bir şeyi biz, buradan geldik mi yanlış olarak görüyoruz. Biz nesnelere hiçbir şey
yüklemiyoruz, olanı sadece belirliyoruz. Bu tıpkı matematiği, geometriyi ve mantık yasalarını, nedir
olarak bildiğimiz, deneyle öğrendiğimiz gibi bir şey. Hipotenüsün karesi, öteki iki kenarın karesine
eşittir. Bu üçgenin içinde var arkadaşım. Sen bunu kanıtlamayla bulursun. Biz edindiğimiz yargıları,
nesnenin çözümünden elde etmişsek, bu yargılar analitiktir, çözümseldir ve içkindir. Çünkü, etikte
göreceğiz, acaba insan erdem duygusunu edinebilir mi? Çok derinlikli bir soruyla karşılaşacağız.
Sana erdem öğretilebilir mi? Edinebilir misin sen bu bilgiyi? Erdem nedir, onu öğrenirsin. Ama
erdemli olmayı öğrenebilecek misin, sorun da bu. Adamı gönderirsin felsefe fakültesine, domuz gibi
etik üzerine tez yazar, doçent olur, profesör olur gelir. Ama öte yandan bakarsın ki dolandırıcının
tekidir. Ama ahlak felsefesini de çatır çatır anlatır. Bu mümkün, değil mi? Hem de çok mümkün.
Bunları tartışacağız. Edindiğimiz şeyler bize acaba neleri kazandırabilir?
Demek oluyor ki bilgi alanında, görmediğimiz, duymadığımız, duyu organlarımızın bize getirmediği
bilgileri edinemiyoruz. Bu kadar bilirmişiz.
M- Peki hocam, usluluk da bilgi gibi mi?
Değil.
M- Usluluğu biz içkin yüklem olarak tanımlamıştık.
Tabi. Kesin olarak.
M- Halbuki akıl da bir şekilde akıllı olmak da bağlantılar kurarak öğrendiğimiz bir şey değil mi?
Şu var. Us, düşünen bir yapı olarak anlık diye andığımız bir şey. Bu bir yapı düzenidir. Sen kamyonu,
otomobili yapmışsın, motorunu takmışsın, anahtarı üstüne koymuşsun, bana diyorsun ki, hocam
çalıştır yürü git. Çalıştırıp yürüyüp gitmek ayrı, onun yapılışı ayrı. O var, yapmışsın tamam, anahtar
da üstünde. Ama bir şoförün onu çalıştırıp, binip gitmesi ayrı bir olay. Onun bir edimde bulunması,
düşünmesi ayrı bir olay. Düşünmeyebilir ki düşünmüyor insanlar.
M- O zaman Spinoza’nın o önermesi, insan düşünür…
Evet. Şimdi ben ona niye takılıyorum biliyor musun? Onu ontolojisinde, her nesne düşünür. Düşünce
temel yüklem çünkü. Biz diyor, oraya dikkat et, sonsuz sayıda yüklemden sadece ikisini biliriz,
düşünce ve uzam. Demek ki taş da düşünür. O zaman düşünür diye ayrıca belirtmesi fuzulidir
diyorum.
M- Hocam, savunamıyorum zaten Spinoza’nın o özelliğini artık. Mesela sizin o uzamı
tanımlamanızdan sonra.
İçkin yüklem göremiyorsun. Niye zorluyorsun. Descartes diyor ki; bir balmumunu erittik, yani
nesnelerin temel özelliği uzamdıra getirmek istiyor, eridikten sonra yok olur, kokusu, rengi, şusu
busu yok olur, uzamı kalır, yumuşak da olsa kalır. Sen erittiğinde, onun yine bir rengi vardır ama
değişmiştir. Bir kokusu vardır ama değişmiştir. O niteliklerinin hepsini korumaktadır. O, Spinoza’nın
dolanına gelmiş, uzam bir yüklem değildir, içkin yüklem değildir yani. Kurucu, yapıcı yüklem
değildir. Biz, uzamda bir yerde oluruz. Yani biz buradayız diye burasının bir ayrıcalığı yok, Bu
bağlamındayız, o kadar. Sen sensen, ben de benim. Sen de uzayın bir parçasısın, ben de.
M- Şöyle bir soru sorayım. Uzamsızlık, olabilir mi? Yani bir insanı, bir nesneyi uzamsız düşünebilir
miyiz?
Olamaz. Varlığa gelemez.
M- Yani yanılgı oradan mı çıkıyor?
Tabi.
M- Uzamsız düşünülemediği için. Her nesne, uzamda bir yer kaplar. O yüzden bu o nesnenin içkin
yüklemidir.
Uzamın bir parçasıdır. Uzam dediğiniz şey ne ki sizin? Senin, benim, denizlerin, dağların birleşiği,
uzam bu. Deniz daha büyük, sen daha küçüksün.
M- Üstelik Spinoza, böyle derken, her şey birleşiktir, her şey bir bütündür, bütünün parçaları,
tezahürleridir…
Yok. Biz, varlık kazanırken, bize uzam eklenmez. Embriyon halinde anacığımızın karnında orada
büyürüz, dışarı çıkarız. Birleşik bir nesneyiz. Bedenimiz var, rengimiz var, kokumuz var vesaire,
diriyiz, duyumluyuz, usumuz var, istencimiz var. Ondan sonra anne seni bir beşiğe beler, beşikle sen
uzamda bir parçasındır artık. Doğuncaya kadar sen, uzamda bir parça değildin. Annenin karnında
olarak parçaydın ama o, bağımsız varlık anlamına gelmiyordu. Dediler ki, falan bayanın güzel bir
oğlu olmuş, beşiğe koymuş. Sen o zaman parçasın. Uzam dediğimiz öteki bütünlüğün senden
ayrıcalığı yok, dikkat et. Büyük olmak dışında hiçbir ayrıcalığı yok. Hepimiz bir parçayız, uzamın bir
parçasıyız, uzayın bir parçasıyız. O da parça, ben de parçayım. İşte yer değişti, yok. Yer
değiştirmeyiz, bağlamımızı değiştiririz, o kadar. Aristo bunu görememiştir. Atina diyor, Sokrates
Atina’dadır, yok öyle şey.
M- Annenin karnında uzamlı değildir dediniz. Bana uzamlıymış gibi geliyor.
Bağımsız olarak, dedim. Anne bağlamıyla uzamlıdır.
M- Peki bir şeyin içinde, bir evi düşünün hocam, evin içindeyiz ama uzamlıyız. Sadece evin
içindeyiz.
Doğum olmadan, annen İstanbul’a gitti, ya doğacak olanı köyde bırakayım, diyebilir mi? Yük
olmasın, sekiz aylıkken, geldiğinde geri alırım, diyebilir mi? Diyemez. Demek ki o, bağımsız uzamlı
değil. Zorlamayalım.
M- Bağımsız uzamlı değil ama uzamlı.
Annesiyle birlikte.
M- Annesiyle birlikte.
Ben onu kabul ettim. Bakın, çocuklarla otobüse binerler, değil mi? Annesi der ki, çocuk bu. Otobüsün
muavini der, yenge bunun nesi çocuk? Demek istiyor ki, uzamda, uzayda bir parça, bir koltuğu işgal
edecek. Öteki, annesinin kucağında olacak. Bağımsız bir birim değil, onun gözünde, muavinin
gözünde. Annesi diyor ki, bu daha çocuk. Öteki de diyor ki, kazık gibi olmuş, ben bilet isterim.
Mesele uzay meselesi.
7.Gün
Ana katilleri
Ç- Gerçek ve doğru örneğini veriyorduk. Dedik; adam diyor, ben sana bin tane koyun satacağım, sen
bana parasını şimdiden ver. Bakıyorsun daha ortada koyun yok. Adam diyor ki, özü bende, tözünü
satabilirim. Kuzu burada töz mü?
Tabi, kesin olarak. Töz dediğimiz zaman, bizim tek başına anlığımızda canlandırabildiğimiz bir
nesneyi düşün. Kendi başına olan, başkasıyla olmayan. Hocam dese ki ben gelince bir renk gördüm,
güleriz. Bir şeyin rengidir. Otomobil gördüm, otomobil tözdür, doğru. Otomobil kendi ile olan ve
bilinendir, başkası ile olan değildir. Ama otomobilin rengi, diyelim kırmızı renkli araba, o otomobil
olmayan bir şeydir. Kendi başına olamayan. Töz dediğimiz zaman bizim bilmemiz ve tanımamızı
sağlayan, bağımsız bir nesnedir.
Ç- Yavaş yavaş kafamıza daha iyi oturacak. Hem kullanmadığımız için, hem de belki yanlış
kullandığımız için…
Aristo diyor ki, form ve özdeğin birleşimi tözdür. Formdan ne anlıyoruz Müjdat kardeş?
E- Biçim değil mi form?
Ben de onu soruyorum zaten.
M- Heykel örneğini verdiğinizi hatırlıyorum. Heykeltıraş bir kaya parçasını alıyor, yontuyor ya da
yoğuruyor ve ona bir şekil veriyor. O şekil verilmiş kaya parçasının bir biçimi olduğunu söylüyoruz.
Grekçede bir form var. Zaten Platon da idealara formlar der . Nasıl formlardır? Bir ağaç formu
{42}

vardır. Bir ağaç ideası var. Eş terim olarak kullanır. Yani boyutlarda tanıdığımız nesnelere Platon,
idea ya da form der. Ya da Grekçesi ile eidos der veya bizim bileceğimiz gibi, özdür. Nesnenin ilk
ve değişmeyen yapı düzeninden söz ediyor Platon. Bu formdur. Sizin kafanızda takılan, bir şekil –ya
da biçim Türkçesi– terimi var. Grekler bu terimi formla karşılamıyorlar, morphe ile karşılıyorlar.
Bir yontu ustası, önüne koydu mermeri, çekici keseri aldı, yontu yapmaya başladı. Ona Artemis
dediğimiz tanrının biçimini verdi, morphesini verdi. Peki, orada form nedir? O yontuyu, o heykeli
heykel yapan ölçüler var. Kafa, boy, gövde, ayak ölçüsü, onun bir yapı düzeni var. O adam onu
ezbere yapmıyor, bir forma, biçime göre yapıyor. Düzen olarak biçime göre yapıyor. Ama ona da bir
şekil veriyor. Dış, gördüğümüz, şekil dediğimiz morphe. Grekler onunla onu ayırıyorlar. Senin
morphen, bir kafan olması, iki kollarının olması, bir gövdenin olması, ayaklarının olması. Senin
morphen, biçimin bu. Ama senin formun bedenli olman, diri olman, duyarlı, akıllı olman ve istençli
olmandır, yapı düzenindir.
E- Aynı zamanda öz olmuyor mu hocam?
Öz oluyor. Yapı düzenin oluyor. Aristo diyor ki, çok kolayca, gözde örneklerinden birisi –Aristo’nun
çok çuvalladığı yerler var, çok da kızıyorum bu arada– yontucu usta, aldı mermeri, nedir bu, özdek,
madde. Ona diyor. Bir biçim verdi, yontu yaptı, oldu yontu değimiz töz çıktı. Bu sözde elli tane
çuvallama var. Bir, mermer bir töz, madde bir töz değil, onu karıştırıyor. Mermer, kaya, granit, bir
töz. Madde bir töz değil, madde bir özellik. İki, morphe ile formu karıştırıyor. Aristo’ya yakışmayan
bir şey bu. Özdek, bizim Türkçe madde, asla bir kendilik değildir. Onu tekrarlamak istiyorum. Çünkü
Çağlar’ın da töz deyince kafamıza oturmadı demesindeki haklılık gibi, özdekte de böyle bir durum
var. Özdeklik, renklilik, sertlik, kokululuk gibi bir niteliktir. Madde diye bir kendilik yoktur.
Olmadığı için de zaten, Aristo çuvallar durur. Der ki, formla birleşmiş madde tözdür. E form
olmadan madde olur mu, olmaz der. Nasıl oldu bu iş? Olmayan şey nasıl birleşti formla? O
Metafizik’i okuyun, kafanız allak bullak olur. Zaten İbni Sina da öyle diyor, yüz kere okudum
anlamadım.
Ç- Hiçbir soyutlama töz değildir diyebilir miyiz? Yani meyve…
Hayır değildir, meyveliktir o, meyve olmaklıktır.
M- Bir özellik olarak rengi anlıyorum, kokuyu anlıyorum ama özellik olarak maddeliği
oturtamıyorum. Neden oturtamıyorum, rengi bir şekilde çözümleyebiliyorum ama maddeliği
çözümleyemiyorum. Maddelik deyince ne anlayacağız? Bedenlilik mi, sertlik mi, bir yapı düzeninin
parçası mı? Dokunma duyumun verisi olarak maddelik mi?
Zaten kafanı karıştıranı dilinle dile getiriyorsun. Çok sert nesneler var değil mi? Granit, taş, kaya…
Yumuşak nesneler var, elinin attığın zaman…
M- Görünmeyen…
Görünmeyen, hava işte. Otto Von Guericke, Almanya’da deney yaparken, on iki at bu tarafa koymuş,
on iki at bu tarafa, bir bronzdan küreyi birleştirmiş, içinden havasını boşaltmış, atlara çektirmiş, atlar
koparamamış. Hani hiç etkili değildi? Hava, çok korkunç bir güçtür. Hava, tözdür.
M- Galiba bedeni tanımlayamıyorum. Her nesnenin madde özelliği…
Bedeni var. Bir soru soralım sana.
M- Kütle demiştik, kütle midir, ama değil dedik sonra.
Değil. Sen bir beden misin? Yoksa bedenli bir nesne misin?
M- Bedenli bir nesneyim.
Demek ki sen, beden diye töz değilsin. Bedenli bir tözsün. Renkli bir töz gibi, sertliği, kokusu olan
bir töz gibi. Bedenlisin sen, dikkat et. Özdeklik, bak özdek yok. Bu ta Demokritos’tan beri tartışılmış,
edilmiş, eylenmiş ama bir türlü işin içinden çıkamamışlar. Kant da buna şiddetle dahildir.
M- Fizik hala maddeyi tartışıyor.
Tartışıyor. Diyor ki, madde enerjidir. Demek ki tek başına bir kendiliği olmayan şeydir. Ortaya
gücünü koydular, şu etkisi var.
M- Hatta olmayan maddeyi arıyorlar şimdi.
Ç- Anti-madde.
E- Olmayan madde yoktur. Her şey var, o anti-madde de var, kara madde de var. Sadece
gözlemlenememiş.
M- Hep madde var. Kara madde var, anti-madde var.
Maddelilik var yalnız.
M- Maddelilik demek mi gerekiyor?
Evet. Spinoza’nın, Descartes’ın çuvalladığı nokta bu. Biz temel kurucu ilkeler yoluyla, birleşme,
dirilik, duyarlılık, düşünme doluyla bir insan oluruz. O zaman uzamlılığı kazanırız. Uzayda o zaman
bir belli yerimiz olur. Ondan önce yoktu. Bizim içimize uzay girmedi, uzaylılık da girmedi, zaman da
girmedi. Derler ki, hepsinin altından ne kadar çıkmak mümkün, bilmiyorum, zaman geçti gitti. Zaman
geçmez, biz geçeriz. Çürüyen, değişen, güm diye giden biziz, güm diye giden ağaç. Zaman niye
geçsin? Kaya gibi duruyor yerinde, biz geçip gidiyoruz. Augustinus, o kuzey Afrikalı, ünlü Hıristiyan
filozof. Diyor ki, zaman nedir çok iyi biliyorum ama birisi zaman nedir diye sorduğu zaman
çuvallıyorum, yanıt veremiyorum. Herkes öyledir biraz. Zaman nedir diye sorarım. Derler işte, zaman
zamandır. Zaman zamandır ama nedir? Zamanın ve uzayın bir konum olduğunu bilmemiz çok önemli.
Onlar bizim içimize asla giremez, kurucu ilkelerimiz değildirler. Biz zamanın içerisinde ve uzayın
içerisinde bulunuruz.
M- Zaman, bağlantısal bir kavram. Çünkü nesneler yoksa zaman da yok. Ama yine de ünlü fizikçi
Hawking, Zamanın Kısa Tarihi’ni yazabiliyor . {43}

E- Fizikte en son, birleştirme var. Zaman ve uzay ayrı idi. Şimdi tek gerçeklik olarak uzay-zaman
kabul ediliyor. Çünkü zaman, tek başına pek geçerli bir kavram değil, uzay ve zaman
birleştirildiğinde geçerli. Asıl olan zaman ve uzay. Enerji de öyle. Madde tek başına geçerli bir
kavram değil. Enerji ve madde, ikisini tek bir kavramla artık açıklıyor, enerji ile açıklıyor. Asıl olan
enerji. Dört boyuta çıkardı, uzay ayrı idi zaman ayrı idi, artık uzay-zaman var. Eskiden enerji ya da
kütle ayrı idi, şimdi sadece enerji var. O da dört boyutlu tanımlanıyor.
Doğrudur. Newton’da biliyorsun, zaman ve uzay mutlaktır, vardır.
E- Zaman herkesin dışında
Var kabul edilir. Leibniz yok arkadaş, der. Uzay ve zaman sana, bana göre vardır. Biz yoksak uzay ve
zaman yoktur. Nesnel dünya öncelikle var olacak, onun bir zamanı olacak, zaman içerisinde yer
alacak, onun uzayı olacak uzay içerisinde yer alacak. Bizim dediğimiz kadar, o içerisinde, içinde
terimini kullanmaz gerçi. Yuvarlak olarak bunu söylemeye çalışır. En azından Newton’a karşı çıkar.
Hele Einstein’a geldiğimizde, hocam tamamen doğru. Einstein da dört boyutluluğa çıkmıştır. Zaman
içinde bunu kafamıza yerleştireceğiz.
M-Benim biraz oturdu gibi.
Oturacak. 2000-2500 yıl boşluk ve hava tartışılmış durulmuş. Bir türlü bazı kavramlar girememiş,
girmemiş, oturmamış. Yavaş yavaş bunları özümseyeceğiz. Böyledir bu iş. Yalnız şunu söyleyeyim, o
deney başladığında hocam, üç sene önce, Cemal Özkan’da oturuyorduk, dedim, bu deney yarın
fiyasko verecek. Yirmi kişi vardı, ertesi gün fiyasko verdi. Dediler ki, niye? Yanlış girdiler konuya,
dedim. Bugün de yanlış girdiklerine inanıyorum. Konuya yanlış giriyorlar. Yok tanrının parçacığı,
yok şeytanın parçası, böyle bilim olmaz.
Ç- Yalnız o biraz basının popülerleştirmesinden kaynaklanıyor.
Yapmamaları lazım.
M- Buna fizikçiler karşı zaten. Higgs’in o şekilde isimlendirilmesine karşı. Bir kere çok önemli bir
parçacık değil. Daha doğrusu her şeyi çözecek bir parçacık değil. Çok önemli, önemi var ama her
şeyi açıklayan bir şey değil o. Kütleyi açıklıyor ve var olan, şu anda parçacıklarını özelliğini
açıklayan standart model denilen, parçacıklar nasıl oluşur, onların sınıflandırılması, onu destekleyen
en önemli veri. 1960’larda birkaç bilim adamı, bunu tahmin etmişler, demişler ki böyle bir alan var,
bütün evreni kaplayan higgs alanı var ama biz bunu gözlememiz için şu her alana eşlik eden bir
parçacık vardır, bu parçacığı gözlemlememiz lazım. Bu tamamen formülün önerdiği ya da tahmin
ettiği bir şey. Otuz kırk yıl sonra, onun özelliğini % 99’larda gösteren bir parçacıkla ilişkilendirdiler.
Ç- Bu alan teorisiyle mi?
E- Tabi. Buna göre her alana eşlik eden bir parçacık vardır, elektromanyetik. Higgs de bunlardan bir
tanesidir. Bütün evreni kaplar.
Bu uzun yıllar tartışıldı, dalga mı, parça mı, halen de tartışılıyor.
E- Ondan öte bir şey. Artık bütün parçacıklar alanlarla açıklanıyor. Onların bir şekilde uyarılmış
hali, yani daha fazla enerji kazanmış hali. Alanlar bir yerde uyarıldığında parçacık oluşuyor. Onu çok
güzel açıklamışlar aslında. Belki ileride biraz değiniriz, higgs de öyle bir şey. Çok ilginç. Maddenin
kütle özelliği yok. Bir cisim temel parçacıklarla, elektron mesela, kütlesi yok, tek başına aldığınızda.
Ama o alanın higgs alanının içinde hareket ettiğinde, var olduğunda, higgs alanı ile etkileşime
girdiğinde higgs bozonlarıyla etkileşime girdiğinde ancak kütle kazanıyor. Kütlesi olmayan, enerji
formunda, mesela foton, higgs alanıyla ilişkiye girmiyor.
Kendi başına karşınıza çıkamıyor.
Ç- Çekim yasasını da açıklıyor mu?
E- Henüz kütle çekim yasası ile kuantum birleştirilemedi. Öyle teoriler var ama graviton denilen o
parçacık gözlemlenemedi mesela.
Bu yasaları Heisenberg daha çok Max Planck’ın çırağıdır diyebiliriz. Niels Bohr, bunlar büyük
beyinler. Öte yanda Broglie var, Max Bohr var, Einstein var… Heisenberg anılarında ilginç bir şey
söylüyor. Almanya’da iken, ikisi de Almanya’daydı biliyorsunuz, öteki Yahudiliğinden dolayı, öteki
başka bir biçimde, ayrı düştüler. Almanya’da iken sormuş Heisenberg, Einstein’a; evren belirlenmiş
mi, yoksa rastlantısal mı, olumsal ve rastlantısal mı? İnanmadığı halde, tabi onun tanrısı başka bir
tanrı, diyor ki Einstein, tanrı zar atmaz .
{44}

E- Einstein, kuantum mekaniğine şiddetle karşı. Onu çürütmek için inanılmaz deneyler öneriyor, Bohr
karşılıklı tartışmaları var ama her zaman Bohr yeniyor.
Şimdi Bohr büyük beyin, ben söyledim.
M- Einstein’ın yanlışının temel kökenlerinden biri, tanrısı başka dedi ya, Einstein’ın tanrısı
Spinoza’nın da tanrısı. Her şey belirlenmiştir diyor, zorunluluk dâhilindedir, tanrı bile. Einstein buna
o kadar inanıyor ki, her şeyin bir zorunluluk dâhilinde gerçekleştiğine.
Yirmi sene sonra diyor, gittim Amerika’da ziyaret ettim. Üstat ne düşünüyorsun, tanrı hala zar
atmıyor mu, demiş. Tanrı zar atmaz, demiş. Böyle bir diyalog. Max Planck’ın İnsan Özgürlüğü {45}

diye bir kitabı var, biliyor musunuz, İrade Özgürlüğü diye?


E- Max Planck’ın sadece bir çevirisi yok mu? Bir tane var, o.
Ç- O değil başka bir kitabı var. {46}
Doğrudur. Ben irade özgürlüğü üzerine olanı biliyorum. Einstein öteki tartışıyorlar. Şöyle
söyleyeyim, ondan sonra zaten biz bu konuya gireceğiz. En azından bir altyapısı olsun. Leibniz diyor
ki, bir nesnenin içinde, onu kısaca bir geçmemiz gerekir, içkin yüklemler var, kurucu yüklemler var.
Biz dedik ki, kurucu yüklemler, kurucu ögeler nesnenin içindedir. Biz onu öğrendiğimizde sadece
saptamış, bilmiş oluruz. Bir şey eklemeyiz nesneye. Biz şimdi ağacın diri olduğunu öğrendiğimiz
zaman ağaca bir şey eklemiyoruz. Dün de verdik bu örneği. Hayvanını duyumlu oluğunu söylediğimiz
zaman bir şey eklemiyoruz hayvana, hayvan duyumlu. Görür, duyar, koklar vesaire. Bizim yaptığımız
hiçbir şey yok saptamak dışında. O nedenle hayvan diridir, dediğimizde, üçgen iç açılıdır demiş gibi
oluruz, dedik dün. Bugün de aynı şeyi tekrar edebiliriz. Çünkü diri olmayan, duyumlu olmayan bir
nesne nasıl hayvan olabilir? Onun içinde var. Leibniz, bu içkin yapıyı bir adım daha öteye taşır,
taşkın yüklemlerin de içkin olduğunu söyler. Çok ilginç bir şeydir bu. Mesela Fatih Sultan Mehmet
kavramının içinde, İstanbul’u fethetmek vardır, Leibniz’e göre. Mehmet, anasından doğarken onun
içindedir İstanbul’u fethedeceği. Ben Spinoza’nın söylediğini söylüyorum. İsveç dağlarında demir,
söktün oradan. Onu hangi ustanın sökeceği, hangi motorun kullanılacağı, hangi gemi ile denizde
taşınacağı, nereye gideceği, diyelim Çin’e gitti, Çin’de iğne yapıldı, oya işlerken kızın parmağına
iğne battı, kanattı, hepsi o demirin içinde yazılı. O demirin uğrayabileceği, ya da yapabileceği,
birilerinin eliyle, bütün eylemler onun içinde yazılı, diyor. Pes denir buna. Kımıldayacak bir yer yok,
belirlenmişiz. Buz kalıbı gibi donmuşuz, öyle bir evren çizer. Bu adamda biz özgürlükten nasıl
bahsedebiliriz? Diyor ki, evrenimiz önceden tanrıca kurulmuş uyum yüzünden belirlenmiştir. Bu, illa
iyi bir şey kötü bir şey demiyor, dikkat edin. Yani önceden kurulmuş evrende çok kötü şeyler de var.
O da gerekli diyor. En iyi şeyler bir araya gelmiştir demiyorum, diyor zaten. Ben generallerden bir
ordu kurmuyorum, benim ordumda topal, kör asker de var, diyor. Ama önemli olan, onların, bütünün
yaşaması için sağladıkları uyumdur, önemli olan odur diyor. İyidir, kötüdür demiyor. Böyle
dondurulmuş bir dünya. Tabi oradan Einstein’a, ötekilere giden damar, bu damar. Senin Spinoza’dan
da bu damar gider. Pek seçim yok. Spinoza’nın dünyası belirlenmiş bir dünyadır. Şuradan bileceğiz,
töz açılmıştır, o kadar. Kendinin nedenidir töz, causa sui, özü varoluş içerendir. Zorunlu olarak
olandır. Ağacın özü varoluş içerir mi, içermez. Eğer birisi ağacın tohumunu ekerse, doğa ya da sen
ekerse biter, yoksa bitemez. Ama Spinoza’nın tanrısı kendi kendinin nedenidir, causa sui. Böyle bir
evrene dönüşmüş, zorunlu tanrıda özgürlük olabilir mi? Olamaz.
M- O zaten tanrıda özgürlük olduğunu iddia etmiyor.
Bende onu söylüyorum zaten.
M- Tanrı, özgür ya da köle değildir, diyor. Kendi kendisinin nedeni olanda bütün kavramlar yer
almaz, diyor. Ancak başkası dolayımıyla açıklayabildiğimiz şeylere yükleriz özgürlüğü.
Biz de diyoruz ki, sen böyle diyorsun, biz de ona özgürlüksiz bir dünya diyoruz. Sen öyle dedin diye
heykelini dikmiyor. O da Reichenbach’ın çok acı bir eleştirisi var. Ben bunu anlamıyorum, diyor. O
damar Greklerden de gelir. Sokrat’tan, Platon’dan da gelir. Onlarda da istenç diye bir şey yok. Bilen,
iyi eyler.
M- Herakleitos’ta da var. O da diyor ki, her şey evrensel yasalar çerçevesinde olup biter.
Bak şimdi, bugün girmeyelim ona, Herakleitos başkadır. Herakleitos’ta seçim var. Şimdi isterseniz,
dün bir biçimde eksik bıraktığımız bir şeye dönelim.
Dün, arkadaşlarımızın bulunmadığı derste biz, bilgiyi nasıl ediniriz, bilginin sınırları nelerdir, neleri
bilebiliriz… Biz, insan olarak bizim bilme çapımız nedir, kapasitemiz nedir? Kant’ın da sorduğu
şeydir. İnsan neyi bilebilir? Güzel, alçakgönüllü bir soru. Dün onu sormuştuk. Şimdi, anlığın
işlevlerini anlatırken dedik ki, olgusal dünyayı, demin de söylediğimiz gibi, içkin yapısıyla öğrenir,
tözleri dile getirir. Oluşturur demiyoruz. Ad vermek uylaşımsal bir şeydir. Dün söylemediğimiz ya da
unuttuğumuz bir şey. Ama yargı vermek uylaşımsal bir şey değildir, bir durum değildir. Biz, yaş olan,
kökleri olan, gövdesi olan, uzun ömürlü olan, bir bitki ile ilgili yargılarımızı, kendi dilimizde zorunlu
olarak veririz. Bu uylaşım değildir. Ağaç yaştır, uylaşım değildir. Sen demesen de ağaç yaştır. Ağaç
gövdelidir, ağacın kökleri var, demesek de bu böyle. Bunun uylaşımla ilgisi yoktur. Ama biz bu
nesneye ağaç demişiz, bu uylaşımdır arkadaşlar. Çünkü başka dillerde de başka ad vermişler. Ama
başka dillerde ağacın yaş olduğu söylenir. Demek oluyor ki ad vermek bir uylaşım sorunudur ama onu
nitelemek uylaşım sorunu değildir. Dedik ki, olgusal dünyayı biz, zorunlu yargılarla belirleriz, sonra
da bir ad veririz. Ad vermeye geleceğiz daha. Dedik ki, geometrik nesneler, aritmetik nesneler, daha
doğrusu matematiksel nesneler ve mantık yasaları, onu da biz saptarız biliriz ve onları da önermelerle
dile getiririz, ikinci alan olarak. Nikolay Hartman, olgusal evrene real varlık alanı, diyor. Bu
Nikolay Hartman’ın öğrencisi olan, Takiyettin Mengüşoğlu’nun kitaplarında çok sık geçmiştir. Bir de
ideal varlık alanı diyor, matematik ve mantık. Şimdi o alandaki yasaları söylüyor ve berikileri
söylüyor. Hartman’ın dilini de kullanırsak reel –biz olgusal diyoruz– varlık alanı ile ideal varlık
alanın önermelerini buluruz, dile getiririz ve anlatırız. Anlık bunu yapar? Gelen duyu verileriyle
kendisine aktarılan duyumların dışarıdan neden-etki bağıntısıyla duyumsadığı şeyleri değerlendirir ve
bu bilgiyi ediniriz.
Dün söylemediğimiz şu vardı arkadaşlar. Bağıntıyı da söyledik, yani içinde olmadığı halde bağıntı
yüklemleri de vardır. Nasıl vardır? Müjdat’ın yeğenini gördük. Kimdir bu? Dediler, o bizim
Müjdat’ın yeğeni. Peki Müjdat’ın içinde yeğeni olması var mı? Yok. Öyle bir özelliği yok Müjdat’ın.
Kardeşi vardır, erkek ya da kız, o çocuk sahibi olmuştur, Müjdat bir dayı ya da amcadır. Demin
söyledik, nerede olduğumuz, hangi bağlamda olduğumuz, hangi zaman konumunda olduğumuz yine
dışkın yüklemlerle dile gelir. İçimizde zaman yok bizim, asla yok. İçimizde uzam yok arkadaşlar. Biz
deriz ki Müjdat 2011 ve devamı yıllarında yaşamıştır, esnaflık yapmıştır. İşte bu bir önermedir.
Müjdat’ın bulunduğu zaman konumunu dile getirmiş olduk. Bunları biraz acele geçiyorum.
Bağıntıların dışında bir de taşkın yüklemleri konu etmiştik. İnsanın eylemleri, içinde değildir. Dün siz
nereye gittiniz?
E- G’ye gittik.
Şimdi G’ye gitmek sizin içinizde yoktu. Bir biçimde sonradan düşündünüz, gittiniz. Gitme eylemi
sizin içinizde değildi. Birazdan kalkıp gideceğiz, içimizde değil. Bir güç gelir bizi denize sokmaya da
zorlayabilir değil mi? Demek ki taşkın eylemler, taşkın yüklemler, bizim asla içimizde değildir. Biz
yaparız, ederiz. Çağlar kardeşime sormak istiyorum. Peki, bu eylemler nedir? Töz müdür, özellik
midir, nitelik midir, nedir? Bu eylemleri bir çözümleyelim.
Ç- Bir eylem sonuçta. Eylem oldu için töz diyemeyiz. Kendi başına var olabilecek, kendinde
olabilecek bir şey değil. O zaman töz değil. Öz de değil. O zaman sadece eylem diyebiliyoruz.
Müjdat kardeş, siz ne diyorsunuz? Sıkı bir soru, açık söyleyeyim.
M- Soruyu biraz kolaylaştırsak olmaz mı?
Hayhay. Hukuktan gidelim. Bir inşaatın bekçisi, inşaattan bir kısım nesneleri almış, evine götürmüş.
İnşaatın sahibi bunu anlamış, gitmiş savcıya dilekçe vermiş. Diyor ki, savcı bey, bu benim inşaatın
bekçisi, benim nesnelerimi çalmış. Bekçi de diyor ki hayır, ben oranın bekçisiyim, öyle eve
götürdüm, çalmadım. Tanıklar dinleniyor, bu adam kimseye haber vermeden götürmüş. Epey zaman
geçmiş, getirmemiş. Bir kısmını da satmış. Peki, savcı ve yargı ne diyecektir bu eylem için?
M- Hırsızlık.
Hırsızlık diyecektir. Peki, hırsızlık bir töz müdür, değil midir?
M- Hırsızlık bir töz değildir.
Acaba… O zaman hâkim niye öyle dedi?
Ç- Eylem.
Eylem ama… Bizim hukukta bir suçun oluşması için bir eylemli durumun ortaya çıkması gerekir. Bir
de ona yönelmen gerekir. Yani niyet etmen gerekir. Biz buna psikolojik unsur deriz.
M- Şimdi hatırladım. Geçen sene nasıl olur da hırsızlık töz olabilir, demiştik. Eylemlerin töz
olabileceğini anlayamamıştık.
Tarihten örnek verelim. Siz, Spinoza üzerine on bir dersi okudunuz. Orada bir anne öldürme
olayından bahseder. Açar mısın onu, hangi anneler?
M- Roma imparatoru Neron, annesini öldürür. Bir de Yunan kumandanı var. İki tane anne öldürme
eylemi var. Bir anne öldürme eyleminin olumlu olduğunu söyler, bir tanesinin olumsuz. Neron,
annesini öfkeyle, hınçla, nefretle, nedensiz olarak öldürür. Öldürme eylemi, olumlu bir eyleme
bağlanmıyor, kendi içinde olumsuz. Diğerinin annesini öldürmesi ise şöyle bir nedene bağlanıyor.
Arkadaşların kafasında yanlış kalır diye müdahale ediyorum. Sözü edilen kumandan Agamemnon.
Truva savaşında Greklerin komutanıdır. Hektor Truvalıların komutanı, Agamenon da Greklerin
komutanıdır. Savaş biter, döner. Döndüğünde, öldüren Agamemnon değildir, tam da tersi, kendisini
karısı öldürür. Karısı, âşığıyla birleşir, pusu kurarlar, Agamemnon’u öldürürler. Agamamnon’un
Orestes adlı bir de oğlu vardır. Oğlu da, benim babamı öldürdünüz, ben de bunun hesabını görürüm
diye annesini öldürür. Devam edin.
M- Orestes’in annesini öldürmesi eylemi, başka bir eyleme bağlanır. Yani eylemler bağlanma
içerisindedir. Bu bağlanma, Orestes’in annesini öldürmesini olumsuz bir eylem olmaktan çıkarıyor.
Çünkü bir nedeni var. Diğerinde ise eylemin bağlanacağı olumlu bir eylem olmadığı için…
İkisi de edim olarak aynı eylem, öldürme eylemi. Baltayla kesmişsin, ne yapmışsan yapmışsın,
öldürmüşsün. Ama Müjdat’ın söylediği gibi, birinde ne yaparız biz? Vay şerefsiz Neron, anacığını
nedensiz yere doğramış, kızarız. Öte yandan da, adam savaşa gitmiş, haklıdır haksızdır ayrı bir konu,
savaştan dönmüş, sen bilmem ne halt etmişsin, birleşmişin adamcağızı pusu kurmuş öldürmüşsün,
kancıklık yapmışsın. Orestes, bunun hesabını görmüş. Deriz ki, helal olsun be, Orestes adam gibi
adammış deriz. Spinoza’da ilişkilerin birleşmesi ve parçalanması var. Diyor ki Gilles Deleuze,
Orestes, babası ile olan oğulluk, babalık ilişkisinin parçalanmış olduğunu gördü. Bunu birleştirmek
istedi, yani oğul olduğunu kanıtlamak, ilişkilerinin bir olduğunu ortaya koymak istedi. Bunu yaparken
de annesi ile olan ilişkisini parçalamak istedi. Çünkü annesi zaten bu ilişkiyi parçalamıştı. Başkası
ile ilişkiye girerken ve babasını öldürürken, Orestes’le olan ana-oğul ilişkisini darbelemişti, yok
etmişti. Ne yaptı Orestes? Öyle olmaz, böyle olur dedi, bunu tescilledi, babası ile olan ilişkisini
birleştirdi. Şöyle de bir örnek verebiliriz. Hamlet’i okumayanınız var mı içinizde ya da okuyanınız?
E- Okumasak bile filmini izledik.
Filmini, o da güzel. Bakın, orada da güzel bir konu var. Hamlet bir kralın oğludur, Danimarka.
Annesi, amcası ile bir olup babasını öldürürler. Amcasını kral yapmak, bu karı da koca değiştirmek
için, ikisi de bir şeylere konuyor. Hamlet de bir yolculuğa çıkartılır. Derler ki, sen git, gez. Hamlet,
piyesin sonuna kadar böyle alık alık dolaşır. İşte der, bende bu kuvvet vehmediyorlar ki beni
yolculuğa çıkardılar. Biz de kızarız, senin gibi olacağına hiç olmasın. Bir öldürme eylemini
gerçekleştirmedi diye, seyirci ya da okuyucu, kızgındır. Orestes’i alkışlarız, Neron’u kınarız.
Eylemler, edimler töz olmasaydı, ceza hukuku nasıl kurulacaktı? Adam öldürme, bin tane şekli var.
Mesela Amerikan hukukunda. Adamın biri birinin evine girdi, adam da tabancasını çekti indirdi. Bu
adam öldürme değildir Amerika’da. Bizim Türkiye’de adam öldürmedir. Niye adamı öldürdün sen?
Hakim bey evime girdi. Evine girdi ise girdi canım. E beni öldürecekti hâkim bey. Nereden
biliyorsun? Yani sana diyor ki, kahve ısmarlasaydın bu beyefendiye. Bu da bir hukuk. Burada ne var?
Bir eve izinsiz girmeyi töz olarak Türk hukuku göremiyor. Amerikan hukuku da diyor ki, kardeşim
başlatma senin niyetinden, sen çalmaya girmişsin, yok gezmeye girmişsin, bırak bu hikâyeleri.
Potansiyel olarak sen girdiğin evde adam öldürmüş sayılırsın. Yani Anglosakson hukukunun
üstünlüğüne bak, bizimki kara Avrupası hukuku, kokuyor, lağım gibi.
Gerçekten oldu bu. Bir kadın, tarlaya çıkmış, dul bir kadın, sebze ekmiş, domates, patates, pazara
getirmiş, satıyor. Güvenlik olsun diye de kulübesinin önüne bir çakmaklı tüfek asmış, tek atar yani.
Gece bir azman onu becermeye gelmiş, o da çekmiş, vurmuş. Yerel ağır ceza mahkemesi, bunu beraat
ettirmiş, meşru müdafaa diye. Yargıtay bu kararı bozdu, bir çuval ceza verdi. Kadın uzun yıllar ceza
yattı. Demek oluyor ki eylemler töz olmasaydı biz ahlaklılığı, ahlaksızlığı, suçu, suç olmamayı
saptayamazdık. Günlük yaşamımızda, birisi randevu veriyor, gelmiyor randevusuna. Bizim bu
arkadaş dürüst değil, sözünde durmadı. Çünkü eylemi bir tözdür. Ancak kalleş bir adamın
yapabileceği bir eylemdir. Yani eylemler kesin olarak tözdür. Öyle olmasaydı, neyin iyilik, neyin
kötülük, neyin yiğitlik, neyin korkaklık olduğunu nasıl bilecektik.
Ç- Gerçi yine bilemiyoruz.
O işin başka bir boyutu. Zaten Sokrat’ın problemi de bu. İdealar aleminde her erdemin bir ideası
vardır. Erdem, bir midir çok mudur? Yiğitlik nedir, tartışacağız.
Demek ki eylemler bir tözdür. Bazen hukukçu der ki burada şu eylem gerçekleşmemiştir. Deminki
eylemi de söyleyeyim ben size. Biz bir arkadaşla, buradaki adliye, ziyarete gittik. İki savcı, bir
hakim, ben ve arkadaşım oturuyorduk. Bize sordu savcı bey, siz inşaat yapıyorsunuz. İnşaatınızdaki
bekçi bir şey çalarsa, alırsa ya da, bu nasıl bir eylemdir, dedi. Ben dedim, hırsızlıktır ve
ağırlaştırılmış hırsızlıktır. Nedeni de şu, dedim. Bekçi beklediği yerden bir nesne çalarken, dışarıdan
gelen hırsıza göre daha donanımlı durumdadır, daha avantajlı durumdadır. Kolayca çalar onu. Mesela
Müjdat’ın iş yerindeki bir tezgâhtar kız. Dışarıdan bakan ondan asla kuşkulanmaz. Ama dışarıdan biri
içeriye sıvışırsa, oradaki kapı komşusu, şuna bir bakayım der. Bir şeyler alıyor der, bu aşıracak bunu.
Dışarıdan gelenin çalma şansı daha zayıftır. Kolay olan şeyin de cezası ağırdır. Diyor ki kanun, sen
kolayca çalabildin, oradaki güveni suiistimal ettin, hırsızlığın daha ağırdır diyor, vasıflı bir ceza
veriyor. Ben bu tezi savundum. Onlar da dediler ki, bu kendisine emanet edilen şeyi biz hukukta,
emanete hıyanet deriz. Savcı açtı, içtihatlara baktı, dedi ki bir inşaat bekçisi mal çalmış, okuyorum
dedi. Yargıtay içtihadı, aynen böyle. Ağırlaştırıcı hırsızlık. Burada bir hırsızlık eylemi var, emniyeti
suiistimal eylemi var. Eylemler kesin olarak birer tözdür.
Ç- Hepsi mi hocam, bütün eylemler töz müdür?
Etikte göreceğiz, hiçbir nesneye yönelmez insan. Bakın, nesneye yönelmiş gibi olursunuz.
Ç- Bütün eylemler diyoruz, altını çizerek. Sigara içmek, kediyi okşamak, kolumuzu kaşımak, bunların
hepsi töz.
Evet. Eylemlerin hepsi töz ve biz asla nesnelere yönelmeyiz, bunu unutmayalım. Bizim yöneldiğimiz
şey eylemlerdir. Biz bir arkadaş seçerken onun boyuna posuna hiç bakmayız. Yakışıklıymış, bana ne?
Ne deriz? Adam gibi adam olsun, sözünde dursun, yaptığı ettiği belli olsun, beni utandıracak bir
eylemi olmasın. Hep bunlara bakmaz mıyız? Evlenirken, çok güzel bir kız, bilgi aldınız, üniversiteyi
bitirmiş, bir iş kurmuş, parası var, arabası var, evi var, babasının anasının konumu iyi, böyle bir kıza
talip oldunuz. Araştırıyorsunuz, nasıl acaba diye, hep olumlu sinyaller geliyor. Bir tanesi de bir gün,
geliyor diyor ki ya sen o kızı alacaksın ama ben dostum olduğun için söylemek zorundayım, o kız
genelevde kaldı, sorun olmazsa evlen, diyor. Kız aynı ama müthiş bir eylemi var. Gitmiş bir ay mesai
yapmış orada. O kız bitti. O diploma gitti, para gitti, araba gitti, ev gitti, iyi aile gitti, hepsi gitti, sıfır
oldu.
Olaylara çok dikkat edeceğiz, olaylar, edimler, eylemler. Austin’i hiç duydunuz mu? John Sarl var,
onlara da geleceğiz.
M- Dilbilimci değil mi hocam.
Evet. Söz edimleri. Biz, sözlerimizle çok eylem gerçekleştiririz, diyor. Mesela, tören düzenleriz,
gelir vali ya da ulaştırma bakanı, bir gemiye ad verir, diyor. Elisabeth. Veya diyor, sen gidersin,
belediyeye başvurursun, gelir, cübbesini giyer, seni karı koca ilan eder. İşte bir edimdir. Sen karı
koca ilan edilmeden önce başkasın, sonra başkasın.
M- Oradaki “evet” sözcüğü, kabul ediyorum sözcüğünün bir eylem olduğunu söylüyor.
Evet, bir eylem ve bir edim. Bir şey yapmış oluyorsun. Biz diyor, sözlerimizle taahhütte bulunuruz,
söz veririz. O söz edimleri, çok güzel bir akımdır. Çok hoştur. Demek ki eylemler, bırak sen sözler
bile bir töz oluyor. Diyorsun ki, tamam ben yarın geleceğim, ben sana şunu getireceğim. Taahhütlerin
hepsi bir sözdür. Demek oluyor ki, zihinsel alanımız, anlıksal alanımız bizim, duyularımızın
sınırlarına çıkamıyor. Gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız, dokunduğumuz, tattığımız evrenimizi
bilebiliyoruz. Bizim felsefemizde aşkın yüklemler yok arkadaşlar, metafizik yok. Görüyorsan,
duyuyorsan, kokluyorsan var. Çünkü o evrene bizim aklımız ermiyor.
Eylemler çok önemlidir. Eylemsiz ceza hukuku olamaz, eylemsiz erdem, ahlak alanı asla tartışılamaz.
Hani Müjdat kardeşimiz, herhalde epey de hoşuna gidiyor, biz belirsizliğe belirlenmişiz. Sen ne
yapmışsın, teröristsin. Bombayı bükmüşsün, biri diyor ki ya bu bomba ne zaman patlayacak, götürdük
koyduk ama falan yere, diyelim bir köprüye. E ben de bilmiyorum, diyorsun. Ayarladım kurdum ama
saatini bilmiyorum. İşte biz hep saati belirsiz bombayız.
M- Zorunluluk alanı ya da belirlenme alanı, Herakleitos’un dediği görünmeyen uyum alanına dâhil
edersek, insanın belirsizlik alanını da onun hem içinde hem dışında. Diyebiliriz ki bir belirlenmişlik
alanı var, evrensel yasalar diyoruz ama insan, ruh belirlenmişliği bilemez. Usu sınırlıdır, bilmesi
sınırlıdır. Dolayısıyla bilmesi sınırlı olduğu için de şöyle diyebilir; ben belirsizim, evren belirsiz,
çünkü nedenlerin bilgilerini belli bir yere kadar takip edebilirim. Ama nedenlerin zincirini sonuna
kadar ve bütünüyle takip edebilse, o zaman tanrı zar atmaz diyebilir miyiz?
Şöyle diyelim. Dersim harekâtı sırasında görev almış bir teğmen, yıllar geçmiş albay olmuş. Yine
aynı harekâtta üst rütbeli bir subay olarak, emrinde çalıştığı kişi de general olmuş, orgeneral ve kara
kuvvetleri komutanı, bu teğmen. Albay olunca, diyor ki; ya benim komutanım, beraber çalıştığımız,
orgeneral, kara kuvvetleri komutanı, beni çok iyi tanır, kalkayım gideyim, paşalık isteyeyim, beni
tuğgeneral yapsın. Aile onur listemize bir de paşalık eklensin. Çıkıp gidiyor, komutanının yanına
varıyor. Paşam beni bir tuğgeneral yapmanı istiyorum. Giden için biraz kafeste keklik iş. Ama öteki
için değil. Diyor ki, ben seni general yapamam. Bak diyor, senin albay olmanı da aslında
istemeyerek, çoluk çocuğun hatırı için göz yumdum. Bak diyor, falan gün falan harekâtta, hatırladın
mı? Hatırladım komutanım. Ben kayanın üstünde harekâtı yönetiyordum, beni görmüyordun sen, sen
aşağıda teğmen olarak takımını cephe hattına sürdün, sen kayaların altından saklanarak geri kaçtın.
Ben seni general yapamam, sana teslim edilecek orduyu bırakır kaçarsın bu sefer. Ne var orada?
Orada şu var. Bir teğmenin görevi, takımının başında olmaktır, bu kural. Orgeneral olursun, bir
orduyu yönetirsin, tamam karargâhından yönetirsin, kural bu çünkü. General en önde tabanca çekmez,
çünkü ölürse vahim olur. Komuta kademesi zayıflar. Ama teğmen askerlerinin başında olmak
zorundadır. Moral vermek için, yön vermek için.
Ben evrenimizdeki, yaşamımızdaki eylemleri bilerek, isteyerek seçtiğimize kesin olarak
inanmıyorum. Geriye şu kalıyor. Onu etikte tartışmamız gerekiyor. Yaptıklarımız var, başımıza
gelenler var. Uğradıklarımız var, hani maruz kalmak denir ya Arapçada. Mesela benim okuduğum
ilkokulda bir öğretmen beş sınıfa ders verirdi, bir tane kız öğrenci yoktu. Okumamak, cahil kalmak
benim mahallemdeki kızların başına gelmişti, uğramışlardı, öyle diyeyim. Yapacakları hiçbir şey
yoktu. Onların seçecekleri hiçbir şey yoktu. Ama bakıyorsun, bir ilkokul öğretmeni Marie Curie, bir
biçimde okumaya çalışmış. Seçime bak Marie Curie’nin yaşamı çok ilginç. Ablasına demiş ki, bak
abla biz yoksul bir aileyiz, bu da bir seçim, ben öğretmenlik yapayım. Polonyalıdır biliyorsunuz. Sen
diyor, git oku. Ablasını okutuyor, ablası hekim çıkıyor. Bak diyor, abla sen hekim çıktın, ben ilkokul
öğretmenliğinde kalmak istemiyorum, daha iyi bir öğretmen olmak istiyorum, liselere, bir kademe
atlayayım. Ablası başlamış hekimliğe, o harçlığıyla Marie Curie’yi okutmuş. Zaten fiziği kimyayı çok
seviyor. Derken eşi Pierre ile tanışmışlar, evlenmişler. Arka arkaya, bölünmeden –çünkü bir Nobel’i
iki kişinin de paylaştığı var, öyle bir yöntemleri var, Nobel kurulunun– bağımsız olarak iki Nobel
alan bir kadındır Marie Curie. Radyumu, Polonyumu bulan odur. Bu seçimdir. Bu bayan, çok ilginçtir,
Birinci Dünya Harbi’nde giymiş botları, Fransız ordusunda sağlık hizmeti vermiş. Kaçmamış,
kıvırmamış yani. Bu da bir seçimdir. Burada şu var. Benim mahallemdeki kız, isteseydi bir Marie
Curie olur muydu, olamazdı. Dinsel baskı onları sokmuştu içeriye, okumak yasak, yapacağı hiçbir şey
yok. Tamam, ona bir şey demiyoruz. Ama bir yandan da şunu görüyorum, seçme alanlarımız da var.
Seçme alanlarımızda, seçme gücünde olduğumuz halde, kıvırdığımız çok şeyler var. Kaçtığımız çok
şeyler var.
M- Burada hocam, bir özne tanımına ihtiyaç duymuyor muyuz?
Olacak tabi. Bunu çok derin tartışacağız.
M- Çünkü öznenin, özden geliyor ama, öznenin aynı zamanda koşullar tarafından belirlenmesi de var.
Evet, var.
M- Biraz önce, mahalledeki koşullar tarafından belirlenmesi. Mesela işçi ailesinin çocuklarının
yüzde doksan dokuzu işçi olur. Ama içlerinden bazıları da doktor, mühendis, yönetici vesaire olur.
Genelde onların hikâyeleri anlatılır, kalan yüzde doksan dokuz anlatılmaz. Yasa orada şunu söylüyor;
koşullar bizim seçimlerimizi belirliyor. Ama aynı zamanda, seçim alanımız var. Koşullar alanıyla,
belirlenmişlik alanıyla, belirlenmemişlik alanının bireşiminden oluşan öznesel yapılanmamız var.
Bir de şu var, kafandan ne geçiyor bilmiyorum da, insanları aklamak gibi hiçbir niyetim yok. Yaşama
alanımda deneylerim bana şunu hep söylemiştir. İnsanların çok büyük bir çoğunluğu, çok daha iyi
şeyleri seçme gücüne, ortamına koşuluna iye olduğu halde kıvırmıştır. Yani koşullar iyiyken seçer
diye bir kuralımız asla yoktur. Ben insanları fazla aklamıyorum. Başımıza gelenlerden dolayı,
insanların genelde hep ufak ufak kıvırdıklarını düşünüyorum. Çok az kişi erdemli davranabilmiştir.
M- Sorgulama felsefenin dinidir demiştiniz. İnsanı aklamak değil, her zaman anlamaya çalışmak,
sorgulamak anlamında. Yani neden öyle yapıyor, neden kancıklık yapıyor, neden ihanet ediyor, neden,
neden, neden? Eğer bunların yasalarını bulmaya çalışmıyorsak, zaten sorgulama yapmış sayılmayız.
Sorgulama, düşünmenin dindarlığıdır.
8.Gün
Doğru yere bak
Yargıları bitirelim, eğer masa amirimiz izin verirse, yargıları iyice bitirdikten sonra, ontolojiyi bir
özetleyelim diye düşünüyorum. Çünkü arkadaşlarımız sıkıntı çekiyor. Ontolojisiz, epistemoloji
olmaz, yapamayız. Ontolojisiz etik yapamayız, mantık yapamayız. Onun için ona bir dönüş yapalım.
Yalnız şu yargıları bitirmiş olalım.
Felsefecilere giderken, onların doğru yanlış söylediklerini kavramak adına, bu yargıları bilmemizde
çok çok önem var. Özellikle Kant. Kant’ı açıp okuruz, şu bilgileri edindikten sonra, inanmanızı
istiyorum, Kant size bir hayli banal gelecektir. O kadar sıradan tanımlar, o kadar gereksiz cümleler.
Kant, bir felsefe öğretmeniydi, üniversitede ders veriyordu. Başlıklar, alt başlıklar, daha alt
başlıklar, tanımlar, her şey öğrenciye göre kurgulanmış. Bu tabi belli oranda iyi, sistematik bakımdan.
Ama üniversite dışında olan daha bir özgür. Kim bu Nietzsche, Spinoza, Leibniz, Platon, Aristo,
bunların hiç ders sıkıntıları, öğrenci sıkıntıları, beğenilmek sıkıntıları yok. Daha rahat felsefe
yapabiliyorlar, sıkıntı çekmeden, okulun programına boyun eğmeden. O nedenle bunu iyi kavrarsak
felsefenin beli kırılmış demektir.
Bilgi alanlarımızı görürken şunu söylemiştik. Biz uzayda ve zamanda olan, kısaca bedenli olan
tözlerin bilgisini ediniriz. Duyularımızla onun verilerini alırız, algı ile, sinirler yoluyla anlığımıza
gelir, değerlendirmeyi yapar ve bilgiyi oluştururuz, demiştik. Bu birinci alanımızdı. İkinci alanımız
soyut ilişkiler, matematik, mantık. Üçüncü alan eylem alanı, içkin yüklemleri görürken. Daha sonra
dedik ki, A şıkkını üçe ayırmıştık. B şıkkında ilişkiler, bağıntılar meselesi. Şimdi onları teker teker
yargılar açısından görmeye çalışalım.
Bedenli tözleri, birleşik nesneleri, uzaysal ve zamansal nesneleri çözümlerken, çözümlemek diyorum
bastıra bastıra, çünkü biz onlara hiçbir yüklem yüklemiyoruz. Özelliklerine ad veriyoruz. Diyoruz ki
taş sert, ağaç yaş, insan diri. Bu o nesnelerin içinde var, demiştik. Bizim yaptığımız ona ad vermek ve
tanımak, saptamak, belirlemek. Bir nesneyi o nesne yapan temel özellikler, özsel özellikler bizim
tarafımızdan belirleniyor, o nesneye bir ad veriliyor, o taşıdığı özelliklere de bir ad veriliyor. Bir de
bu nesneler adına konuştuğumuzda, ilineksel özellikler ve şimdi bulunduğumuz noktada ilineksel
yargılar söz konusu. Bu şu demektir: Özseller nasıl nesnenin oluşumu için kaçınılmaz ise, ilineksel
olanlar da kesin olarak kaçınılır olanlar. Şöyle olabilir, böyle olabilir, hiç olmayabilir. Ama kesin
olarak nesnenin yapıcı, kurucu ögesi değildir. Bir otomobil düşünün, öyle derinlere girmeye lüzum
yok. Diyoruz ki, motor, kaporta, şase, fren, tekerlek, şanzıman vesaire kaçınılmaz öge. Ama boyasına
gelince, diyoruz ki, mavi de olabilir, beyaz da olabilir. Çünkü renkli olmak ilineksel olmaktır. Hatta
boyasız bile olabilir. Ne tözüne hızına etki eder, ne yapısına. Demek ki bir nesnenin rengi onun
ilineksel niteliğidir. Bu kadar basit arkadaşlar. Diyelim bir insan, bir insan 2,20 metre de olabilir
1,10 metre de olabilir ama insandır. Onun kaç santim olması onun kurucu özelliği değildir. Onun
rengi, kumral deriz, Afrika’da hepsi siyah, siyah deriz. Olimpiyatlara bakıyorsun, siyahla beyaz yan
yana. Birine siyah birine beyaz, sen geriden başla diyen yok. Aynı çizgiden başlıyorlar. Sonucu da
alınca, siyahın da yakasına altın madalyayı takıyorlar. Ama tarihte rengin siyah diyen olmuş, gemilere
yüklemiş, götürmüş Amerika’da satmışlar, o ayrı bir konu. O renginden dolayı satılmadı tabi.
Renginden dolayı satılsa, beş kuruş etmezdi. Hizmetinden dolayı satılmış.
Demek ki nesnelerin yapıcı, kurucu ögeleri özsel olanlardır. Onlardan biri eksikse o nesne, o nesne
değildir. Bedenli değilse, bir insan yoktur. Diri değilse insandan söz edemeyiz. Duyarlı değilse, usu
yoksa, düşünür değilse, istenci yoksa yine söz edemeyiz. Ama siyahtır, beyazdır, uzundur, kısadır,
gözü kördür, ayağı topaldır, üçgendir, Herkül vücudu vardır, bunların hepsi ilinekseldir. Demek ki,
özsel nitelikler, özsel yargılar, ilineksel yargılardır. Özsel nitelikler ile oluşturulan yargılar, içkin
yargılardır. İçkin yargılar, nesnenin iç yapısının düzenini dile getiren yargılardır. İçkin yargılar
zorunludur, olumsal değildir. Tekrar ediyorum, olumsal olan ilineksel yargılardır.
Batı felsefesinde şöyle bir şey var: Matematiksel, mantıksal nesnelerde zorunluluk var ama doğada
yoktur. Doğada var arkadaşlar. Zorunlu olarak bir kısım nitelikler yoksa, o nesneyi var göremiyoruz.
Bunu biz icat emiyoruz, o var. Bunu dile getiren yargılar da özsel yargılardır ve içkin yargılardır.
Dikkat etin, bedensiz tözler de var. Demin konuştuğumuza geleceğiz, eylemin bedeni yoktur. Eylemin
zamanı vardır ama eylem uzamsal değildir. Çaldıran Savaşı, Çaldıran’da olmuştur, bir mekânda
olmuştur, tamam ama bu başka bir olay. Onun orada Çaldıran’ı doldurduğu anlamına gelmiyor. O
mekânda o vuku bulmuştur ve savaş birkaç saat sürmüş, toz olmuş gitmiştir. Biz, mekânsal anlamda
ona mekanlı diyemiyoruz ama kesin olarak eylemler zamanlıdır. Bedenli tözler de söylediğimiz gibi
özseldir. İlineksel nitelikler vardır, özsel nitelikler içkin yargıları oluşturur. Öteki yargılar içkin
yargılar değildir. Nesnede var gibi gözükür, nesnenin üstünde durur ama olmayabilir, olduğu halde
değişebilir. Renk değişir, koku kalmayabilir, başka kokuya dönüşebilir, yani o bizim kurucu ögemiz,
niteliğimiz değildir. Buraya kadar soru var mı?
E- Bir adamın boyunun, insanın boyunun olması ilineksel, yoksa 2,5 metre olması mı?
Boyu zaten var. Kaç metre olduğu ilineksel.
E- Boy, özsel bir şey.
Boy, zaten uzamsal yapımız bizim. O boy olmasa, bedenlilik olmasa zaten o insan olmaz. Bedenlilik
var ama ne kadar olduğu ilineksel. O kadar.
E- Kokuda da aynısı… Kokunun olması, özsel bir şey ama kokunun böyle olması ilineksel.
Evet. Renk de öyle. Esmer, bakıyorsun güneşte yanıyor. Yani ilineksel olmak, şöyle ya da böyle
olmasıdır. O bir nesnenin kurucu ögesi değil. Gittiniz bir şey alıyorsunuz, bakarsınız hep. Meyve,
sebze, kumaş alırken, özsel nitelikleri var mı? Öyle ya bir koyun satın alıyorsunuz, kurucu ögeleri var
mı, ayakları sağlam mı, gözü sağlam mı? Bizim orada köylüler, at, eşek, katır, satın alırdı dişlerine
bakar, nalbant getirirler, günlerce uğraşırlar. Demek oluyor ki onun kaçınılmaz özelliklerindeki
eksiklik onu eksik yapıyor. Hukukta da var bu. Hukukta sen, hatalı mal vermiş olursun. Mahkemeye
verir, der ki, efendim bana hatalı mal verdi. At satmıştı, atın dişlerinin dökük olduğunu sonra fark
ettim. Akdi bozma sebebidir bu.
Şimdi soyut ilişkiler alanındaki yargılara geçelim. Buradaki yargılar zorunludur. Nesnenin içkin
yapısı gibi zorunludur. Üçgen, üç açılıdır. Beş çarpı beş, yirmi beştir. Hipotenüsün karesi, öteki iki
kenarın karesine eşittir. Burada hangi örneğe başvurursak vuralım, bu sahanın uzmanı değiliz, orada
şunu görürüz; kesin olarak yargılar zorunludur. Özsel yargılar karşımıza çıkar ve biz bunları yasalar
şeklinde dile getiririz. A, A’dır. Mantık yasası. A, A olmayan değildir. A ya A’dır ya A olmayandır,
üçüncü halin olmazlığı ilkesi. Peki, acaba bu alanda ilineksel bir nokta bulabilir miyiz? Düşünebilir
miyiz bu alan için, geometri, aritmetik, mantık alanında ilineksel durumlar olabilir mi? Demin bedenli
tözlerde, uzamlı ve zamanlı tözlerde gördüğümüz, renk gibi, koku gibi, sertlik gibi, bedensellik gibi
ilineksel nitelikler var mıdır, olabilir mi?
Ç- Yarın yağmur yağacak ama yarın çok yağmur yağacak, az yağmur yağacak.
Yarın çok yağmur yağacak dersek, meteorolojiden bilgi almışız demektir. Bir mantık yargısı değil de
olgusal bir yargıda bulunuyoruz demektir. Uzman demiş ki yarın yağış var, şu şu verilerimiz var. Biz
olgusal bir yargıda bulunuyoruz, mantıksal değil. Yarın yağmur ya yağacak ya yağmayacak. Bu
mantıksal bir yargıdır. Niye, bize hiçbir bilgi vermiyor. Boş, palavra yani. Ya yağacak ya
yağmayacak, doğru. Başka hal var mı?
Ç- Yok.
Yok. Mantık yasası bu. Meteoroloji yağacak veya yağmayacak diye bilgi vermiştir, bu olgusaldır.
Şöyle diyebilir miyiz? Üçgenin üç açısı var bu zorunlu. Ama açıların nasıl açı olacağı zorunlu mu?
Mesela biri dik açılı olabilir. Demek ki ilineksel bir durum olabiliyor. Dedik ki, eşkenar üçgen. Yani
açıların hepsinin eşit olduğunu söyledik. Bu üçgen için zorunlu değil. Üç açılılık zorunlu, açıların
kaçar derece olacağı zorunlu değil. İşin pratiğinde, nesnel dünyada bir üçgen çizdiğimizde, üçgenin
üç açılı ve üç kenarlı olması zorunlu ama bu açıların kaçar derece olduğu zorunlu değil. Başka?
Üçgenin büyüklüğü, küçüklüğü de zorunlu değil. Konya ovası kadar bir üçgen çizebiliriz. Avcumuzun
içine, şuraya da bir üçgen çizebiliriz. Demek ki üçgenin büyüklüğü küçüklüğü, ilinekseldir, üçgen
olmasına etki etmez. Başka? Üçgen dediğimiz nesneler, madenden olabilir, tahtadan olabilir, kağıttan
olabilir, yapabiliriz değil mi? Kağıttan bol bol üçgen yaparız ilkokulda, daire yaparız, kare yaparız.
Bu evrende de bir sürü, kapılar, pencereler, köprüler yapılıyor, üçgene, geometrisine, şuna buna göre
yapılıyor. Bazen tahtadan, bazen demirden yapılıyor.
E- Ama son söylediğiniz matematiğin dışına çıkıyor. Sanki matematiksel yargıların dışına çıkıyor.
Elbette.
E- Matematik daha çok…
Soyut ilişkilerle ilgili. Ben de onu diyorum zaten. Tahtalık üçgenliğe zarar vermez. Tahtadan da olsa,
demirden de olsa üçgen üçgendir. Onun soyut ilişkisine, ne artı ne eksi bir zarar vermez, fayda
vermez. Demek ki soyut ilişkiler alanında da böyle basit bir ilineksellik olabiliyor. Ders sonrası
anlattık o gün. Osmanlı ordinaryüs profesörü demiş ki, üçgenin iç açıları, büyüklüğüne göre değişir.
Şimdi geldik arkadaşlar, A şıkkının bir, bedenli tözler iki, soyut ilişkiler, üç, eylemler alanına.
Eylemler alanında arkadaşlar kesin olarak özsel ve ilineksel yargıları bulabiliyoruz. Bir eylem, bizim
nitelediğimiz biçime uygun hale gelmiş olabilmek için, o özsel nitelikleri taşımış olması lazım. Ceza
hukukunda, erdemde bu hep böyledir. Çok klasik örnek olduğu için söylüyorum, biraz da akılda
kalması kolay. Kant’ın bakkal örneği... Diyor ki, bakkal evrensel ilkeler, erdem adına dürüstçe
tartıyorsa biz ona erdemli deriz. Ama çevrede ben iyi tanınayım, dürüst bakkal desinler ve böylece
de biraz müşterilerimi çoğaltayım hesabıyla doğru tartıyorsa bu üçkâğıtçının tekidir, erdemli değildir,
diyor. Dikkat ederseniz, sonuçta bir tartma eylemi var. Özsel olarak sen onu koyduğun malın karşısına
kilo koyup tartıyorsun, müşteri de alıp gidiyor. Görünürde erdemli bakkalla, diğerini bu biçimsel
hareketlerinden ayırt etmemize imkân yok. Ama Kant diyor ki, onun içindeki niyetli yönelimi, birinde
böyle, birinde böyle ise biri erdemli, biri de ahlaksız üçkâğıtçıdır. Demek oluyor ki, niyet olacak ve
o eylem yasalara uygun şekilde gerçekleştirilecek, olay bu. Gerisi bunun, bu eylemde, ilinekseldir.
Yani özsel eylemler bunlardır.
Sartre sorar; annesine bakmakla yükümlü bir çocuk, savaşa mı gitmeli, annesine mi bakmalı?
Bunun bir tartışmasını yapar. Bir yanda vatan yükümlülüğü, toplumsal yükümlülük var, bir yanda
annesi, kendisini doğuran kadın. Böyle bir iç çelişkide kalır. Ne yapması gerektiğini bir türlü
biçimlendiremez. Hakikaten bizim de yaşamımızda, şöyle mi böyle mi yapsak diye ortada kaldığımız
binlerce olayla karşılarız. Burada şu vardır; özsel olanı yapacaksın. Senin anne ne kadar sağlıklı
olursa olsun, ne kadar onu tedavi edersen et, eğer Paris Alman işgalindeyse, annen de sen de mutlu
olamayacaksınız. O halde git, Almanı kovala önce. Özsel olan odur. Ötekiler hep ilinekseldir.
Kardeşime bakayım, anneme bakayım, teyzeme bakayım, onlar varken ben cepheye nasıl giderim,
yok. Oradaki temel tehlike dıştan gelmiş tehlikedir. Bütün insanları tehdit etmektedir, annen de dâhil.
Orada özsel olan, gidip düşmanla savaşmandır. Eylem, onu gerçekleştirmeni bekliyor senden.
Hep konuşuruz. Koşullar uygun olmadığında herkes dürüsttür. Çarşıda geziyorsun, çok güzel bir kız
gördün, kafanı çevirip gidiyorsun. Ne yapabilirsin ki? Adam dolu etraf. Beş yüz metrede de polis
karakolu var. Zıpır zıpır gençler var, kımıldasan indirirler seni yere. Derler, sarkıntılık yaptı kıza.
Ama bu kızı biz çok tenha bir yerde gördüğümüzde aynı şeyi yapabilir miyiz? Eğer biz bunu dağ
başında gördüğümüzde de hiç dokunmadan, ne kadar güzel bir kızmışsın, ben seni koruyayım, annene
babana götüreyim, diyebiliyorsanız, o zaman buradaki davranışınız da dürüstçedir. Özsel olarak
senin bu hareketin, o zaman mutabakat sağlar, dersin ki hareketimde de ben dürüstüm, ben dürüst bir
adamım. Ama burada demişsen ki, demiş olma olasılığın bir hayli fazladır, ya şu kızı tenhada görsem
pek affetmezdim, o zaman sen arlı bir insan olma iddiasını yitirmişsin demektir. Böyle çok örnekler
var hayatta.
Ç- Ahlaklılık, erdemlilik biraz imkânsızlıkla ilgili.
Söylüyorum. İmkânsızlıkla erdemli olur çıkarız.
Şimdi bugün bu üç yargılarla yetinelim. Uzaylı ve zamanlı nesnelerin özsel ve ilineksel niteliklerini
belirten yargıları dile getirdik. Soyut ilişkilerin yargılarını dile getirdik, eylemlerde az durduk çünkü
etikte zaten duracağız. Bağıntı yargılarına, öteki yargılara daha sonraki dersimizde geçelim. Kant’tan
bir iki örnek vereyim. Kant diyor ki, beş artık yedi, eder on iki. Bu birleşik yargıdır, sentetik yargı.
Kant, anlaşılmaz bir şekilde bütün matematiksel ve mantıksal yargıları, birleşim işareti olarak
görüyor. Galiba bu büyük filozofu yanılgıya düşüren, nenelerin içindeki yapıları, sanki biz oraya
yapıştırmışız gibi değerlendiriyor. Biz yapıştırmamışız, içinde var onun. Biz onu söylemişiz sadece.
Ona niye sentetik diyelim? Biz, nesne ile bir şeyi birleştirmiyoruz. Nesneyi çözümlüyor, analiz
ediyoruz. Kant, bunu karıştırmış. Ona sanki bir şey ekliyoruz. Müjdat akıllıdır. Müjdat akıllıysa, neyi
neyle birleştirmiş oluyorsun? Müjdat kavramında var o, insan kavramında var. Sen ona bir şey
yapıştırmadan. Konuyu daha iyi kavramak adına söylüyorum. Beş artı yedi, on iki. Hangi
matematikçiye sorsan bu analitik yargıdır. On iki sayısını, on iki kavramını çözümlüyorsun. İçinde
beş de var yedi de var. Ya da sekiz ve dört var, dokuz ve üç var. Sen bunu çözümlüyorsun, bu neden
birleşik yargı olsun. Sen ona bir şey eklememişsin.
Öbür derslerde de buna bir parça gireceğiz. Yanımızda bir de doğa bilimcisi, fizikçi arkadaş var.
Daha dünya kuruldu kurulalı şu soyut ilişkilerle ortaya koyduğumuz yargıları hep kanıtlamayla ortaya
koruz biz. Elbette ki bir çocuk doğar doğmaz üçgeni nereden bilsin? Öğretiyoruz. Bu da sonuçta
insanın saydığımız duyu verileriyle ilgili. Ama öyle de olsa ötekiler gibi değil. Bu ilişki bir kere
kafamıza girdikten sonra, artık onun yapısal durumunu ötekilerle karıştırmayız. Deriz ki burada
kanıtlama egemendir. Doğrulayabilmek için kanıtlayacağız. Ötekinde deney yapacağız demeye
başlarız. Yoksa doğuştan kimsenin kafasında ne sayı bilgisi vardır, ne biçim bilgisi. Platon hep böyle
yapar. Bir Menon Diyaloğu vardır, orada bir köleyi matematiksel, geometrik konulara sokar,
kanıtlamayla bu onun kafasında vardı, der. Yoktu. Onun kafasında hiçbir şey yoktu, sen onu verilerle
doldurdun, o kadar. Abartmaya hiç lüzum yok. Bizim kafamızda daha önce yaşadığımız evrenden
kalma bilgiler yoktur. Biz anamızdan çırılçıplak doğarız, öğrenmeye de öyle başlarız.
Tanrı kanıtlamaları var, meşhur, Anselmus, Spinoza, Descartes, Leibniz, Thomas D'aquin var. Bunlar
tanrı kanıtlamalarıyla ünlü olan filozoflardır. Anselmus diyor ki, zihnimizde olan bir kavram en
büyük kavram olamaz. O olgusal alanda da olmalı ki ona en büyük diyelim . Yani biz tanrı için en
{47}

büyük olan dediğimiz zaman, o zihnimizde kaldığı sürece o en büyük olamaz, olgusalda da olacak.
Bir şey anladınız mı bundan? Anlamadınız. Ben de anlamadım, hiç kimse de anlamamış. Anselmus
söylemiş. Milyonlarca sene geçse, soyut ilişkileri biz kesin olarak deneyle doğrulayamayız.
Kanıtlamayla, ancak soyut ilişkileri kavrarız, onun ötesi olguları asla bulamayız. Kanıtlama ile
elmayı bulamazsınız. Kanıtlamayla tanrıyı bulamazsınız. Savrulursunuz. Siz kanıtlamayla matematik,
mantık alanında kalırsınız. Ben Himalaya dağını kanıtladım, kanıtlayamazsın kardeşim. Gidersin,
görürsün, çıkarsın üstüne, donmadan da yaşarsan Himalaya dağı diye bir dağ vardır dersin, o kadar.
Tanrı kanıtlamalarının hepsi, bu aklımızda kalsın, duvara kurşun sıkıp etrafına on iki halka çizmeye
benzer. Ya da geriye şu kalır, bir kısım maval atan adamlara inanmamız gerekir.
Onun dışında, Hıristiyanlar, Etienne Gilson var, okudukça bunlara gireceksiniz. Etienne Gilson, çok
büyük bir ortaçağ filozofudur. Hıristiyanlık felsefesi, der ve onun paralelinde yüzlerce, binlerce
İslam felsefesi diye kitap okursunuz. Arkadaşlar Hıristiyanlık felsefesi ve İslam felsefesi olmaz. Bir
söylem ya teolojidir ya felsefedir. Hem teoloji hem felsefe olmaz. Teolojiyse felsefe değildir, felsefe
ise teoloji değildir. Bu şudur: Bir geometrik biçim, hem daire hem kare olmaz. Kare-daire ya da
daire-kare, nasıl oluyor? Bir yanda sorgulama varsa, bilgiyi edinmek için bin tane yol denemek varsa,
öte taraftan da sırf inanmak varsa, bunlar nasıl yan yana gelebilir? İnanıyorum, ben böyle inanıyorum
dedin mi, tartışma biter. Bana ya deneyle doğrulayacaksın ya kanıtlayacaksın. Üçüncü bir şıkkın yok.
Müjdat kardeşimiz geçen gün, güzel bir şey söyledi. Biz bir toplum içerisindeyiz, ona geleceğiz. Hani
süreklilik ve başlangıçlar kısmında biraz söylemiştik. Roma’ya gidiyorsun herkes Katolik, İstanbul’a
geliyorsun herkes Müslüman, Pekin’e gidiyorsun herkes Budist. İnsan düştüğü ortamın kulu kölesi
olmuş. Oradaki yapıya teslim olmuş. Başlangıç adına, ayrı düşünme adına, devrim adına kim var?
Yok, çok az. Bir kişi, bin sene geçiyor da çıkıyor. Düşünün, biz on sekiz yaşında seçmen
olabiliyoruz, on sekiz yaşında reşit olabiliyoruz, on sekiz yaşında sözleşmeler yapabiliyoruz,
evlenebiliyoruz. Ama cumhuriyetin kuruluşundan beri nüfus kâğıdımızda bizim Müslüman yazıldı.
Doğar doğmaz, on dakika sonra babamız gider, doğum kâğıdını uzatır, benim Müjdat adlı gül gibi bir
oğlum oldu. Onun nüfus kâğıdı verilir, kaydını yaptırır, oraya da İslam’ı yazar. Doğalı on dakika
oldu, daha Müjdat ağlamayı bile bilmiyor. Nasıl yazdın bunu? Nasıl olsa Müslüman olacak, bu
ortamda doğdu. Öyle de oluyor. Bu ortamda gerçekten özgür düşünmek, evrensel düşünmek ne kadar
mümkün, bunu iyi tartışmak lazım. Erdemli olmak, senin erdem ölçülerini bu kanonlar, kanun
demiyorum, yani kurallar bütünü, yani din belirlemiş. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, bir
sürü numara öğretmiş sana. Sen nasıl erdemli olacaksın? Bir sürü dümen öğretmiş. Bizim o biçimsel
ahlaklılık numaralarına hiç ihtiyacımız yok. Adam gibi adam olmayı becerebiliyorsak, alçakgönüllü,
sakin, yavaş…
M- Hocam erdem, toplumsal ilişkilere göre ve tarihsel duruma göre farklılık arz etmiyor mu?
Ediyor.
M- Mesela Antik Yunan’da, Greklerdeki erdemle, ortaçağdaki erdem, birbirinden farklı. Çünkü
erdem, bir soyutlamadan ziyade, bir ilişkiler ağı içerisinde oluşuyor. Şu anki ilişki ağımızı eğer
anlamazsak, o zaman erdemliliği de anlayamayız.
Anlayamayız.
Ç- Erdemi de eylemle düşünmek gerekiyor.
Elbette lafı bile olmaz. Benim niyetim iyi, anamın da iyiydi ya.
Ç- İşçide, çalışanda, köylüde, kendinde öz olarak bir iyilik yok. Bu nitelik çalışanda barınan bir
özellik değil. Bu bir yargı, dışkın bir yargı. Ne gerekiyor, eylem gerekiyor. Bu şekilde düşünürsek,
yanılmayacağız.
M- Bir Müslümana göre, bütün Müslümanlar iyidir.
Ç- Aynı şekilde.
M- Ben dedim, hayır. Onun eylemine bak. Namaz kılabilir, oruç tutabilir, bütün ibadetlerini yerine
getirebilir ama gider sonra bir hile yapar. Dolayısıyla benim elimde tek veri var, o adamın eylemi.
Ç- Taşın ahlakı olmaz, denir. Niye olmaz? Çünkü bir eylemi yoktur. Taş iyi midir, kötü müdür?
Taş, taştır.
Ç- Taş, taştır. Aynı şekilde solcu, solcudur. Müslüman, Müslümandır. Ama eylem durumu
değiştiriyor.
9.Gün
Düşünüyor, o halde?
Bağıntı... Bizim evrenimiz bağıntılarla, ilişkilerle tıka basa doludur. Fazla derinliğe girmeden
düşündüğümüz zaman, neler? Mesela eşitlik bağıntısı, falanla falan eşittir, falan falandan büyüktür,
falan falandan küçüktür, Ağrı dağı Himalaya’dan küçüktür, Karadeniz’in büyüklüğü, falan denize
eşittir, bu elma öteki elmaya eşittir. Nesneler arasında eşitlik ilişkisi, büyüklük ilişkisi.
Bakıyorsunuz, bizim kendi insansal yaşamımıza, birilerinin kocasıyızdır, birilerinin babasıyızdır,
birilerinin dayısıyızdır, birilerinin arkadaşıyızdır. Bunlar hep ilişki. Biz, çeşitli girişimlerimizle bu
ilişkileri gerçekleştiriyoruz. Ya da bu girişimlerin dışında kendiliğinden gerçekleşen ilişkiler var.
Mesela, bir devletin tebaasıyızdır, uyruğuzdur. Uyruk olmamız nedeniyle birbirimizle vatandaşızdır.
Çağlar’la vatandaşım. Çağlar istese de istemese de bu böyle. Bir devletin uyruğu olmuşuz bir
biçimde. Seçmenizdir, seçmenlik ilişkisi. Gider, kuyruğa gireriz, bize denilen yerlere mühür basarız.
Bir derneği üye oluruz, üyelik ilişkisi. Bir devrime karışırız, eylemdeki ilişki, birliktelik ilişkisi.
Düşündüğünüz zaman bu bağlantılar, ilişkiler, o kadar çok, sayısız ki şaşar kalırsınız.
Birileri evlenmiştir. Yani bizim baba dediğimiz adamla, anne dediğimiz kadın, biz olmuşuz. Bizden
sonraları da olmuş, belki bizden önceler doğmuş, bir gün o bizi üretenler ölmüş. Ne olmuş, mirasçı
ilişkimiz doğmuş, kardeşlerimizle. Başlamış bir hır gür. Şura senin, bura benim. Geriden baktığınız
zaman diyorsunuz, kardeş. Kardeşten ötesi var mı ya? Mesleğin içine girdiğiniz zaman bu ilişkini
sıkıntılarını görüyorsunuz, kardeşler birbirine girmiş. Mirasçı ilişkisi. Bakıyorsun bir kısım hukukla,
siyasal, dinsel nedenlerle… Demiş, erkeğe iki, kıza bir. Bazıları demiş ki bütün miras erkeğin. Bir
kısmı da demiş ki eşit alınsın. Bunlar hep ilişki arkadaşlar. Ben şunu da görmüşümdür: Çok dindar
insanlara derim ki, ya sen dindarsın, biz şeriata göre paylaştırayım sizin mirasınızı, yani erkeğe iki
kadına bir olsun. Çok büyük tepki gösterirler. Kadınlar derler ki, Atatürk bizi erkek yaptı, sen bizi
düşüremezsin. Ama o dini de korur. Derim, bu günah değil mi, kardeşine iki vereceğiz, sana bir
vereceğiz, kitap öyle yazıyor. Olur mu der, bana ne, ne yazarsa yazsın. Bunlar hep ilişki.
Demek oluyor ki düşündükçe çıkarabileceğimiz sonsuz sayıda ilişkilerimiz vardır. Bu ilişkilerle
ilgili bağıntıları dile getiren yargılar, bağıntı yargılarıdır, ilişki yargılarıdır. Dışkın yargılardır,
dışımızdadır. Bizim eşit olduğumuz nesne, bizim dışımızdadır. Bizim yeğenimiz dışımızdadır. Öteki
seçmenler bizim dışımızdadır. Seçmenlik bizim içimizde değil. Onun nedeni ayrı ayrı, birileri
tarafından seçmen yazılmış olmamızdan kaynaklanan bir ilişkimiz var. Bu yargılar kesin olarak
dışkındır, nesnenin içinde değildir.
Bu bağıntı yargılarını fazla önemsemeyebiliriz. Gerçekten öyledir. Bunların hukukta, sosyolojide,
siyaset biliminde pratik değerleri olan noktalar vardır. Seçmenlik, vatandaşlık veya başka hususlar.
Ama temel bağıntı yüklemlerimiz, uzaysallık ve zamansallıktır. Batı felsefesinin gelip gelip tosladığı
büyük granit kayalardan birisi budur. Zaman ve uzay mutlak mıdır, nispi midir? Zaman ve uzay nesnel
midir, yoksa öznel midir? Zaman ve uzayın bir varoluşu var mıdır, yoksa bu sadece düşünsel midir?
Aristo’dan beri boğuşa gelmiştir.
Hele Augustinus, söyleyeyim arkadaşlar, çok ilginç bir adamdır. Tanrı Devleti diye diye çok ünlü
{48}

bir kitabı var. Türkçeye henüz çevrilmedi. Bir de İtiraflar’ı var, Kabalcı Yayınevi’nden çıktı.
{49}

Başka bir yayınevinden daha önce çıkmıştı, ondan okudum, Kabalcı sanıyorum daha düzgün bir çeviri
yaptı. Dominik Pamir diye bir arkadaş çevirmiş, güzel bir çeviriydi, ben ondan okudum. O İtiraflar’ı
okuyun arkadaşlar. Orada dinsel bir adamın çok net bir fotoğrafını görürsünüz. Onun kişiliğinde o
yapıyı çok güzel kavrarsınız . Kuzey Afrikalıdır, Roma’yla savaşan meşhur Kartaca’dandır.
{50}

Milattan sonra dördüncü yüzyılda yaşamıştır. Sonra Roma’ya gelmiştir. Roma’nın çöküş yıllarına
denk gelen bir yaşamı var. Manicilik gibi çeşitli dinlerden sonra, Hıristiyan olmuştur. Afrika’da
dokunmadığı bir cinsel nesne yoktur bu adamın. Bunu itiraflarında müthiş bir şekilde anlatır. O karı
bu karı kucağında gezer. Bir gün bakmışsınız ki bu adam bilinmezlerden bir ses duyar, aç ve oku,
diye. O da İncil’i açıp okumaya başlar ve Hıristiyan olur. Çok müthiş bir filozoftur. Okuduğunuzda
çok şeyler kavrayacaksınız, öğreneceksiniz, o yapıyı da öğreneceksiniz.
Augustinus, zaman üzerinde de durmuş. Dediği şudur: Ben zaman nedir çok iyi biliyorum ama birisi
zaman nedir dediğinde cevap veremiyorum, dilim tutuluyor. Bu, her birimizin başına kolayca
{51}

gelebilecek bir psikolojik durumdur. Gerçekten zaman nedir hepimiz çok iyi biliriz ama birisi zaman
nedir, dediği zaman takılıp kalırız.
Gelelim uzaya. Zamana döneceğiz, zamana bugün herhalde zaman ayıramayız. Uzay bağlantımız
nedir? Biz varoluşa, daha doğrusu oluşa geldiğimizde, bir yer kaplarız. Uzayda bir uzam ediniriz.
Uzam uzayın bir parçası demektir. Uzamlı nesne dediğimiz zaman, uzayda bir parça olmuş nesne
anlamına gelir. Hepimiz uzamlıyız. Tekrar ediyorum, uzam bir dışkın yüklemdir. Descartes ve
Spinoza’nın demelerinin tam tersine, uzamlılık bizim dışkın yüklemimizdir. Oluşa gelmeseydik, öyle
bir yüklemimiz asla olmazdı. Uzam bizim içimizde değildir. Tıpkı zamanın olmadığı gibi. Bu ikisi
bizim varlık kipimizdir. Eğer zamansallık kazanmışsak, eğer uzaysallık kazanmışsak, biz varlık
kazanmışız demektir. Varlık olunmaz arkadaşlar, varlık kazanılır, bir kiptir çünkü. Ben tarih
okuyorum, sosyoloji okuyorum, dinler tarihi okuyorum ve felsefe okuyorum. Hepsinde şu varlık
dediğimiz terim anlaşılmaz bir şekilde yanlış kullanılıyor. Platon’dan, Aristo’dan beri herhangi bir
nesne yerine kullanılıyor. Şu kova varlıktır. Arkadaşlar kova varlık değildir, varlık kazanmış bir
nesnedir. Varlık bir nesne değildir. Bazen ben takılmak için sorarım, madde nedir diye. Anlatırlar,
bir şu, bir bu. Varlık nedir, bir şu, bir bu. Öyleyse derim, varlık ve madde bir anlama geliyor.
Öyleyse niye iki terim kullanıyorsun, derim, çuvallama başlar. Nedeni nedir? İkisi de ayrı anlamda
olduğu için. Muhatabım bunun ikisini de bilmediği ve karıştırdığı için. Çok ayrı şeyler bunlar. Varlık
bir kiptir, kazanılır ve kaybedilir. Öldüğümüz zaman kaybedeceğiz. Ağaç çürüdüğünde kaybedecek,
vesaire. Demek oluyor ki, uzamsallık, uzayda bir parça olmak çok özel bir durumdur. Bu bağlantı
bize geçimimizi, yaşamımızı sağlar, içtiğimiz suyu sağlar, yediğimiz ekmeği sağlar.
Bakınız şöyle bir tarihe, bütün evrenimiz kutsal bağlarla tıka basa dolu. Orta Asya’ya bakın, her dağ
kutsaldır. Nehirler, kutsal nehirler. O doğuş mitleri, dağdan doğmuştur, Ergenekon öyledir mesela.
Öteki mitler, çoğu dağdan kopar gelir. Anamız babamız bir hayvandır, ondan türeriz vesaire. Bu
nedendir? İnsanın uzayla olan bağlantısında böyle şeyler var. Bize geçim veriyor, soluk, su, ekmek,
vesaire veriyor. Bu bildiğimiz diriler de onun üstünde olabiliyor. O nedenle bizim bu bağlantımız çok
önemli.
Jean Paul Roux var, Fransız tarihçi. Bizim Orta Asya’da ve Anadolu’da heterodoks akımları işleyen
bir adamdır. Demirel, Paris’e gittiğinde, ona Türkiye’nin bir övünç madalyasını götürdü, altın
madalyayı. İyi de etti, onu söyleyeyim. Çok güzel kitapları var. Orta Asya'da Kutsal Bitkiler ve
Hayvanlar diye de eşsiz bir kitabı var. Aklınızda olsun, Kabalcı’dan çıkmıştır, eşsiz bir kitaptır.
{52}

Amerikalı bir tarih profesörü var, bir Türk bayanla evli. Türkiye’de yaşıyor ve çok acıdır, kanserli.
Ne kadar süre yaşayacağının da bilincinde. Gitmiş Balkanları incelemiş. Balkanlardaki kutsal dağlar,
kutsal nehirler, kutsal karadutlar, öyle bir çalışma yapmış ki… Burada soruyorum, kimsenin haberi
yok. Bu sizin geldiğiniz toprakları anlatıyor. Ananın, babanın, dedenin doğup büyüdüğü o toprakları
anlatıyor. Niçin almıyorsun, hiç mi ilgilenmiyorsun? Benim kızım ve eşim, Balkanlar’a geziye gittiler
Makedonya’ya. Dedim ki bak, Ohri Gölünün kenarında çay içeceksiniz, oradan telefon et, bir de
dedim, Drama’dan. Dedi, Ohri’yi anladım ama Drama niye? Dedim, Drama’dan açtığında söylerim.
Birkaç gün sonra gelmişler Drama’ya, oradan açtı. Dedim, Dramalı Hasan’a benden selam söyle.
Kimdi bu Dramalı Hasan? Akşam olur sabah olur, yar gelmez , bakın bestekâr. Ne kadar güzel
{53}

şarkıları var. Unutmuşuz.


Bizim babacığımız bir biçimde anamızın üstüne bir karı almış olabilir. Babamızı bu nedenle kınıyor
olabiliriz. Ama ondan birkaç tane kardeşimiz olmuşsa, tekmeleyemeyiz onları. Onları kucak açmak
zorundayız. Tamam, kaybettik oraları da beş yüz sene de orada yaşadık. Oradaki tarihimizi alıp
getirmemiz gerekiyor, bilmemiz gerekiyor.
Polonya Ruslar tarafından işgal edildi. Chopin, Paris’e kaçtı. Paris’te konser verirken, Varşova’dan
götürdüğü bir torba toprağı asarmış, konser salonunun önüne. Hiç kimseye bir şey demezmiş.
Seyirciye bu Varşova’dan geldi, yok. Konserini verirmiş, binlerce kişi dağılır gidermiş. On bin tane
gazeteniz, yüz bin tane televizyonunuz olsa, bin tane miting yapsanız o kadar propaganda
yapamazsınız. Bir sanatçının astığı bir torba toprağın verdiği mesajı asla veremezsiniz, tantana
yapmış olursunuz. Ama adam diyor ki; bakın, ben kovuldum, ben bu topraklarda yaşıyordum, birileri
geldi attı beni buraya. Seyredenler bakıyor, oradan çıktığınız zaman, siz kendinizi o konser salonunda
düşünün, ne hissedersiniz? Orayı işgal edenlerin düşmanı olursunuz. Propagandaya hiç lüzum yok.
Adam asmış, hiçbir şey de demiyor. Chopin, ölürken diyor ki; bedenimi nereye gömerseniz gömün
ama kalbimi Varşova’ya gömeceksiniz. Kalbini Varşova’ya gömdüler. Burada ne var arkadaşlar? O
bağıntıdan koparılmışlık var. O uzaysal bağlantıdan, o her insanın az çok kendi kafasınca mistiklik
verdiği, kutsallık verdiği bağlantıdan kopmuş, çocukluğunun geçtiği yerler elinden kaymış gitmiş,
kovalanmış. Toprağı asıp savaş veriyor. Bakın diyor, ben işgale uğramış bir ülkenin çocuğuyum.
Göçler, göçmenlik, savaşlar… Çok az insan doğduğu yerde ölebiliyor. Bir biçimde yaşam onu
sürükleyip getiriyor. Onun için bu uzaysal bağlantı, hepimizi her zaman düşündürmelidir. Bunu
görmemiz gerekiyor felsefeci olarak, Chopin o toprağı alıp götürmezdi. Basar giderdi, Paris’te de
itibar gördü.
Balkanlarda binlerce anımız var, yüzüne bakan yok. Bazen soruyorum, Babaeskiliyim abi diyor,
neden onun adı Babaeski? Bilmem ki, diyor. Sarı Saltuk var. Selçuklular zamanında yaşamış bir
heterodoks kahraman ve şeyh . Şeyhlikle ilgisi yok. Şeyh Bedreddin’in ilk üstadı. Savaşmış
{54}

Selçukluyla, kovalanmış gitmiş, toprak verilmiş Kara Ormanlarda ve oralarda büyük bir söylence
doğmuş Sarı Saltuk üzerine. Profesör Ahmet Yaşar Ocak, Ttk’den çıktı, Sarı Saltuk diye çok güzel
{55}

bir kitap yazdı. Onun mezarı, bütün öyle olan insanlarda olduğu gibi birçok yerde var. Biri de
Babaeski’de. Adı üstünde baba, baba dede kültürü, alevi kültürü yani. Babaeski’de yaşayan
kardeşlerimiz bilmiyor bunu. Bu bende büyük üzüntü yaratıyor. O adamın yattığı yere gitmedin mi,
bakmadın mı, bu kimdir, demedin mi?
Abdülhak Hamit Tarhan’ın Tayflar Geçidi diye bir kitabı var. Orada der ki, siz tarih nedir Greklere
sorun, Romalılara sorun. Çok acı bir şey bu. Onlara sorun diyor, öğrenirsiniz tarih ne demektir. Onlar
yaşadılar, çöktüler, ölümü gördüler. Siz bura çocuğusunuz, hemşerilerinize bunu söylemekte daha
rahatlık çekebilirsiniz. Orada beş yüz yıllık bir geçmiş yatıyor. Patates tarlası değildir arkadaşlar
yaşadığımız topraklar. Burada ben efsanelerin gölgesine sığınmak gibi bir tutumun içinde olamam.
Demek oluyor ki uzaysal bağlantı içerisinde biz, yaşamımızı gerçekleştiririz, kendi kişisel ve
kökümüzle ilgili tarihi gerçekleştiririz ve orada yaşarız. Her şeyi oradan alırız ve bizim için
anlatılması nasıl olursa olsun, hangi şekilde dile gelirse gelsin, onu biz de normal yaşantının
ayırdında olamadığımız bir içkinliğini taşır. Büyüye kapılırız, duygulanırız. Ben doğduğum yerlere
gittiğim zaman coşkuya kapılırım. Bir kavuşma duygusu, uzamsal bağlantıda ayrı düşmüşsün,
kavuşmuşsun, seviniyorsun. İyi diyorsun, bir kere daha gördüm, görmeden öleceğimi düşünüyordum,
çok mutluyum.
Yani uzay, bizim dışkın yüklemimizdir ama arkadaşlar fiziksel olarak içimizde değildir ama başka
her şey olarak içimizdedir. Onu vurgulamak istiyorum.
Ç- Uzamlılık, bizim içkin yüklemimiz olmuyor mu?
Olmuyor.
Ç- Dışkın oluyor.
Bakalım, uzamlılık bizim içkin yüklemimiz midir?
Ç- Her nesnede zorunlu bir yüklem. Her tözde değil belki ama…
Şöyle diyelim. Bir birleşik nesneyiz biz. Birleşik nesne olmamız nedeniyle, bir kütlemiz var diyelim,
daha kaba terimleri kullanarak. Bu nedenle de uzamsalızdır, uzayda bir parçayızdır. Dikkat ederseniz,
bizim o nesne olmamıza uzaysal olmanın hiçbir katkısı olmuyor. O nesne olduktan sonra uzaysallık
başlıyor. O nedenle içkin yüklemimiz değil. Ama tartışırız.
M- Bu konuda ben bir şey söyleyeyim. Yoktan var olmuyor, varlık kazanılmıyor. Yoktan varlık
kazanılmadığına göre, varlık kazanıldığına göre, varlık kazanmadan önceki durumu hayal ediyorum.
Uzamsallığı ne zaman elde ediyoruz, varlık kazandıktan sonra. Ondan önce bir uzamsallığımız yok. O
halde, uzamsallık bir yerden geliyor olmalı. Varlık kazanmanın bir öncesi olmalı. Onun öncesi nedir?
Ben varlık kazanmadan önce neredeydim, nasıldım, var mıydım, yok muydum, uzamsal mıydım, değil
miydim? Benim tabi kafamda bir cevap var. Ben kendi cevabımı söyleyeyim. İstersen bunu biraz
açalım. Meşe palamudu. Nedir bu?
M- Meşenin tohumu.
Attın toprağa, ortada bir ağaç var mı?
M- Ağaç yok.
Yok. Ne yaparsak yapalım yok. Meşe palamudu vardı toprağa attık. Baharın baktık filiz vermiş. On
sene sonra geldik ki şu kadar ağaç olmuş, varlık kazanmış. Ağaç olarak varlık kazanmış.
M- Ama orada bir şey var hocam. Ağaç olarak varlık kazanmak var, bir de tohum olarak varlık
kazanmak var.
Doğrudur.
M- Tohum olarak varlıktan bahsedebiliriz.
Ederiz.
M- O zaman soruyu öteleriz. O onun varlık kazanmadan önceki…
Ç- Böyle gidiyor.
E- Tavuk ve yumurta olayına dönüyor.
Metafiziğe saplanırız, kurtulamayız.
M- Tanımımı yapayım. Benim açıklamam şu: Varlık kazanmadan önce ya da uzamlı olmadan önce,
bütün nesneler…
Değişik kiplerde…
M- …uzayın içindedirler.
Doğru, değişik kiplerde.
M- Daha doğrusu uzamlıdırlar fakat bağıntı kümesi değildirler.
Amenna. Buna bir şey demedik.
M- Ama bir bağıntı kümesi olarak yoktur.
Doğrudur.
M- Ben ancak annem ve babamın birleşmesi sonucunda olurum. Hücrelerimin oluşması sonucunda ve
doğumdan sonra varlık kazandım. Ondan önce yok değildim. Sadece bağıntı kümesi olarak yoktum.
Ama parçacıklar olarak, uzamlı parçacıklar olarak vardım. Ama Müjdat değildi onlar. Ancak onlar
bir küme oluşturunca onlara Müjdat diyoruz.
Evet.
M- Şimdi buradan Çağlar’ın sözüne geliyoruz. Uzamlılık içkin olabilir mi? Ama şöyle düşününce,
küme olarak, bağıntı kümesi olarak düşününce varlık kazanmak ya da uzamlılık, kesinlikle bir dışkın
yüklem.
Bu uzayda, hiçlikten hiçlik gelir. Yunanlar öyle demiş. Nihil ilkesi denir ona. Yani var olan, olandan
gelir, olmayandan gelmez. Ama bu, varlık alanlarını gördük, inorganik doğa birleşikler halinde,
atomların birleşmesi, proton, nötron, pozitron, çekirdek vesaire yapısı var. Diriler, otlar, ağaçlar,
hayvanlar, insanlar, bir tohumdan geliyor. Soy, sürüp gidiyor. Tohumu alıyor, bekletiyor, baharın
ekip götürüyorlar. Bu tamam. Biz şundan söz ediyoruz. Biz, olgusallaşmış bir nesne üzerinde bunları
konuşuyoruz. Bu nasıl uzamlaşmış, tohum olarak tamam, şu kadarken o vardı ama öyle kalmamış.
İnsan söz konusu ise iki metre kazık gibi bir şey karşımızda. Yürüyor, konuşuyor, bizim tohum gibi,
embriyon gibi değil. Eylemleri var, savaş açıyor, sanat edinmiş, bilim edinmiş, evlenmiş, çok değişik
bir nesne bu. Yani bizim uzayımızda yeni karşımıza çıkan bu varlık kazanmış nesne, bu embriyon hiç
değil. O gelişmiş, değişmiş, uzaysal bütünlük içinde kendinden başka şekle dönmüş. Bunu Aristo da
çok konu eder, edimsellik diye gelen şey. Değişimin ilk şekli ve son şekli. Bu üzerinde durulan bir
konudur.
M- Ama siz mesela yapı düzenine çok önem verirsiniz.
Evet.
M- İnsanın o varlık kazandıktan sonraki o, farklı bir şey oldu artık dediğiniz o düzenin o embriyonda
bütün yapı düzeni var.
Yok demedim.
M- Sadece mesela eylemliliği yok. Eylemliliğin olmadığını söyleyebiliriz, boyu olmadığını
söyleyebiliriz.
Ç- Yetişkin bir insan da sürekli değişir. Deri hücreleri, kan, vesaire. O da kendi kalmıyor. Hemen
hemen bütün hücreleri, ömrü boyunca defalarca değişir.
M- Ama küme değişmez. Çağlar orantısı değişmez.
Ç- Gerçi o da tartışılır gibime geliyor. Orantı dersen.
E- Göbek oluyor sonra.
Ç- Göbek olur, saçlar dökülür. Aslında geriye, belki gözünüzün önünde olduğu için, Müjdat’ın öyle
kaldığını zannediyoruz. Aradan geçmiş kırk yıl. Ama gözünüzün önünde o değişim yaşandığı için ve
çok ağır yaşandığı için pek fark etmiyoruz. Aslında sürekli değişiyor, her gün her saniye.
Tabi. Descartes geçti, ona ufak bir dönüş yapacağım. Berkeley’e de. Berkeley piskopostu, İngiliz.
David Hume ve daha önce John Locke’tan sonra deneyci felsefeyi bunlar temellendirdiler. Onlara
geleceğim, ancak konuştuğumuz konuda şu var. Kesin olarak bir uzaysal nesneyiz ve bu uzayda bir
parçayız. O gün de söyledik, biz bulunduğumuz bağlamdan başka bir bağlama geçtiğimizde, kendi
bağlamımızı değiştirmişizdir. Yer değiştirme değildir bu, bağlam değiştirmedir. İstanbul’un neden
bizden üst bir tarafı olsun, o da uzayda bir parça. Büyük parça, ayrı. Süslü, denizi olan şahane bir
şehir, o da ayrı. Ama o da benim gibi uzayda bir parça. O bağlama girdiğim zaman, sadece bağlamımı
değiştirmişimdir. Diyelim İstanbul’un yeri kaydı gitti, kayan bir sürü şehir var, o da bağlamını
değiştirmiş oluyor. Heyelanlar oluyor, koca dağlar iniyor aşağıya.
Descartes kardeşimiz diyor ki uzamlılık temel özelliktir. Görememiş. Garibim Spinoza’yı da
dolduruşa getirmiş, bir sürü yanlışlar işletmiş. Descartes, bu uzamlı ve zamanlı nesneyi, yani dış
acunumuzu, daha doğrusu evrenimizi kanıtlamaya kalkar. Der ki, biz dış dünya üzerine nasıl
konuşabiliyoruz. Konumuz o, diyoruz ki var. Nasıl var? Soru bu. Hatta Descartes, ben kendi
oluşumdan da kuşluyum diyor. Bana bir cin söyletiyorsa, Descartes diye biri var diye, ya yoksam.
Descartes diye birisi yoksa ne olacak, diyor. Ben varım derken, dayanağım nedir? İyi bir soru.
Diyor ki Descartes; cogito ergu sum, düşünüyorum öyleyse varım. Bunu çok iyi tanıdığımız mantık
kalıplarından tümdengelimin içine sokalım.

Düşünen vardır, büyük öncül, büyük önerme.


Ben düşünüyorum, küçük öncül.
Vargı, sonuç; öyleyse varım.

Ben düşündüğüme göre, varım demektir. Bu yoldan gidersek arkadaşlar, yürüyorum o halde varım da
diyebilirdik. Sonuçta bir eylemli halimizi dile getiriyoruz. Kaçıyorum, öyleyse varım, yemek yiyorum
öyleyse varım, öksürüyorum öyleyse varım. Sonuçta bir taşkın yükleminden, içkin yükleme geçiş
yapıyor, kendisi öyle demese bile. Bunun üzerinde durmamız, çözümlememiz lazım. Dış dünyayı
böyle kanıtlayabilir miyiz? Gördük ki biz, “düşünüyorum”un bir konusu olmak zorundadır. O nedenle
bizim Descartes’e sorumuz var: Neyi düşünüyorsun? Hiçbir düşünce, gösterdik, anlattık, duyumla
gelen veriler olmadan devreye giremez. Peki, duyumla gelen veriler var, o veriler bize dış dünyadan
söz ediyorsa, senin düşünmene ne gerek kaldı? Demek ki duyular bir dünyamızın var olduğunu zaten
söyledi. Senin bomboş dönen çarkın söylemedi bize. Senin düşünebilmen için bu veriler şart. Ama
sen diyorsun ki, ben düşünüyorum. Unutmayın, Descartes bir usçudur arkadaşlar, kıta usçusudur. Usu
çok önemser, duyu verilerini de neredeyse yok sayar. O nedenle de bu önermeyi rahatlıkla söyler.
Demek oluyor ki, düşünüyorum o halde varım önermesi, kendi kendini yiyen bir önermedir. Bir
nesnen olmadan düşünemezsin. Eğer nesneden de söz edecek durumdaysak, artık dış dünya zaten
kanıtlanmış demektir. Senin nesnesiz düşünmene hiç gerek kalmıyor. O nedenle, düşünüyorum
öyleyse varım önermesi, bir ölü döngüdür. Basit daire diyorlar ya hani, ölü döngüdür. Onu öylece
değerlendirmiş olalım.
M- Yani ölü döngü dediğiniz, bütün dünya, sadece felsefe dünyası da değil, bütün bilim dünyası,
popüler dünya, sokaktaki adam, felsefeden hiç anlamayan insan… Düşünüyorum öyleyse varım
deseniz, hemen, evet felsefe. O basitçe yanlışlanabilen bilinen önerme, yol açmış olduğu etkilerin
boyutunu düşündüğümüz zaman, insan biraz dehşete kapılıyor. Diyorsunuz ki, böyle bir önermeden
nasıl bu kadar çok etki yaratabildik?
Descartes, dikkat edeceksin, tarihsel bağlamına bakacaksın, neden böyle. Gerçekten iyi bir soru
seninki. Bakıyorsun, bir ortaçağ felsefesi var. Ortaçağ felsefesi, felsefe denirse eğer, teoloji. En
büyük iki düşünürü, birisi, demin sözünü ettiğimiz, Augustinus, birisi Thomas D'aquin . İkisi de sıkı
{56}

Hıristiyan’dı. Hatta Thomas D'aquin, biliyorsunuz bir manastırda yaşıyordu, o odada öldü. Monte
Cassino diye, dağın tepesindeki bir manastırda –Birinci Dünya Savaşı’nda Wittgenstein oraya esir
düştü– yaşıyordu. O kadar güzel bakımlanmış ki, öldüğünde cesedini çıkarmadılar kapıyı kırdılar.
Şişmanlamış , bir olgudur bu. Tabi bu özel bir durum olmakla birlikte, oradaki güzel yaşamı da
{57}

anlatıyor. Ne güzel, geliyor dışarıdan, bol miktarda cinsel nesne var, her şey elinin altında, böyle bir
yaşam. Bunlar bol zaman da bulmuşlar, derler ki, ata yüklesen Thomas D'aquin’in yazdığı kitapları
taşımaz. O kadar çok kitap yazmış.
Rönesans {58}
derler. Nereye girsek, önümüze bir bataklık çıkıyor. Rönesans’taki düşünürleri
düşünüyorum da hepsi koyu Hıristiyan’dır. O Erasmus’u düşünün, tam bir papaz, zaten Cizvit okulu
mezunudur. Descartes… Belki en düzgünü biraz Machiavelli’dir. Campanella, Montaigne, hepsi sıkı
Hıristiyan. Bana soruyorsanız, Rönesans niye denmiş ben bilmiyorum. Ortaçağ’ın devamı gibi geliyor
bana, bir başlangıç göremiyorum. Geriye hocamın meslektaşları var, tamam. Yerden göğe saygı
duyduğum, Kopernik, Kepler, Galile var. Rönesans onlar, ötekiler değil. Rönesansı başlatanlar
Kopernik’tir, Galile’dir, Kepler’dir, ötekiler değildir.
Reform diyorlar. Ne reformu? Reform deyince, anlanan şu; iyi bir değişiklik. Luther kim, iyi
değişiklik kim. Katolik kilisesinin, Hıristiyanlığın doğuşundaki özgün halinden saptığını iddia ederek,
o özgün haline dönmeyi sağlayan bir tezdi bu. Yani cennet kitapları, biletleri, Kilise zulüm yaptı,
soygun yapıyordu, buna karşı çıktı. Ama çıkıp da bir devrim adına devrim, reform adına reform
yapmadı. Hayır dedi, biz İsa’ya geri döneceğiz. Bunun neresi reform? Luther, sıkı gerici bir adamdır.
Ayrıca dengesiz de bir adamdı. Çalışma masasında ikide bir sağa sola boya okkalarını vururdu.
M- Çok bilmiyorum ama Rönesans’taki değişiminin altında, ekonomik, yönetsel yapıda değişimin bir
yeniden yapılanmadan söz edebilir miyiz?
O zaman Rönesans’ı anlatırken, bu dediğini söyle. Buna katılıyorum.
M- Aslında Rönesans’ın olmadığını açıklayacak bir şey bu. Yeniden uyarlamaya ihtiyaç duyuldu.
O zaman gidip onlara diyeceğiz ki siz yanlış yerdesiniz.
M- Çünkü o papazların gücünü azaltmak zorundalar, kralın gücünü azaltmak zorundalar,
aristokrasinin gücünü azaltmak zorundalar. Yeni bir sınıf başlıyor. Burjuva sınıfı ortaya çıkıyor ve
yeni bir düzenlemeye ihtiyaçları var. Yoksa hadi biz reform yapalım da aydınlanalım da…
O zaman o baylara, açıp diyeceksin ki, arkadaşım bunu söyleyin. Rönesans üzerine neyi açsanız bu
papazların düşüncelerini anlatır. Erasmus’u anlatır, yarım bir düşünür. Campanella’yı anlatır, güneş
ülkesi falan. Ben Rönesans’ta düşünür olarak bir düşünür görmediğimi söyledim. Bu dediğine
katılıyorum. Zaten söyledik, fizikçiler adına büyük bir değişiklik olmuştur. Dediğin siyasal değişime
katılıyorum. Şunu unutma, cadı avcılığı vardır. Cadı avcılığını kiliseler yapmıştır. Sorarım ben
bazılarına, cadı avcılığı ne zaman başladı? Sanırsın ki ortaçağda. Yok, ortaçağın bitiminde başladı.
M- Yüzyılın başına kadar Amerika’da devam etmiş. En son cadı vakası 1920’lerde Amerika’da
yaşanmış.
Beyler cadı avcılığı milattan sonra dördüncü yüzyılda başlar, dört yüz yıl sürer . Rönesans da o
{59}

zaman başlıyor. Rönesans’ın başladığı yerde cadı avcılığı olur mu? Olmaz, demek ki başlayan
Rönesans değildi.
Ç- Bir de hocam, reform dendiğine göre, eski formuna dönmeyi anlatıyor.
M- Yeniden organize etmek anlamına da geliyor ya. Yeni biçim vermek. “Re”, yeniden. {60}

Onu kabul edeceğiz de o zaman bunu kutsamamıza ne gerek var.


Ç- Sözcük zaten onu anlatıyor gibime geliyor. Yenilik anlamına gelmiyor.
Gelmiyor. O zaman biz yutmamalıyız bunu. Kitaplar da böyle, aman Avrupa reform yaptı, Rönesans
yaptı. Yok arkadaş, yok öyle bir şey. İşte söylüyorum, cadı avcılığı dört yüz yıl sürdü. Kepler’in
anasını da astılar. O garibin anası da gitti cadı diye. Canlarının sıkıldığına cadı diyorlardı. {61}

M- Bir tarihçi şöyle diyor hocam: Cadı avcılığı döneminde yaşayan insanlar için, bunun bir safsata,
bir boş inanç, saçmalık olduğunu anlamak ne kadar zorsa, şimdiden baktığımızda o koca koca bilim
adamları, koca koca filozoflar kolay bir şey diyebiliyorlar. Cadı diye bir şey yok, insanları cadı diye
öldürdüler. Hadi bakalım o dönemde söyleyin bunu.
Konuştuk ya geçen gün, hani Çağlar kardeşimin bir sorusu üzerine. Dedik ki, bugün içinde
bulunduğumuz saçmalıklar daha büyük. Bir şey de söyleyeyim ben, o gün söylemeyi unuttum. İki
dünya savaşında, yani birinci ve ikinci dünya savaşında, bugünkü İngiltere, Fransa ve İtalya’nın
nüfusuna denk nüfus öldü. Düşünebiliyor musun, tarihte böyle bir şey olmamış. Çağımızı övecek
halde değiliz. Bu kara bulutların içinden, alaca bulaca bir ışık doğar. Descartes onun için önemli.
Yoksa Descartes, neresinden baksan elinde kalacak bir filozof. Grekleri bilmez, doğru dürüst
ortaçağı da bilmez. Ama batılıların bir huyu var, bizim yaptığımız, büyüğüz, yani bizim yaptığımız
güzeldir, kendileri için. Hele de Fransız’san. Cogito ergo sum, söylüyorum, batı felsefesi, ta
Platon’dan beri nesnesiz düşünülmeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama bu adam çıktı, cogito ergo sum,
yapamazsın kardeşim. İstediğin kadar gürültü yap, istediğin kadar göğe çık, ölü bir döngüdür bu.
Geçen gün de söyledim, ontolojisi de saçma sapan bir ontolojidir.
Biliyorsunuz Descartes, madem açtık söyleyeyim, iki töz var, der. Birisi uzamlı töz, birisi ruh tözü.
Biz gördük ki, ruha ne derlerse desinler, bu bedenliliğin içerisinde olmak zorundadır, birleşik olmak
zorundadır. Ayrı ruh olmaz. Eğer bundan diriliği, düşünmeyi, ya da insansal varoluşu anlıyorsak,
bedenin içinde olmak zorundadır, bir. İki, beden ve zihin diye bir ayrılık olamaz. Zihin dediğimiz şey,
bedenin bir parçası. Ne yapmış Descartes ve öğrencisi Spinoza? Yapı düzenini, edimle karıştırmış.
Mesela Ethika’da düşünce diye geçer, evrenin ilkesi, tözün iki ana özelliğinden birisi, düşünce.
Düşünce özellik olur mu? Düşünme bile değil, düşünce. Düşünce bir üründür.
M- Ama hocam. Şimdi…
Cübbemi getireceğim ha!
M- Lütfen getirin, onu defalarca söylüyorum, bu konudaki düşüncemde ısrarcıyım.
Dirençliyim de.
M- Spinoza diyor ki zihin ya da düşünce, zihin demeyeyim, çünkü artık o kavramları öğrenmiş
olmamız lazım, düşünce bedenin bir sonucudur, der. Bedenin bir eylemi olmazsa, bir düşünceden söz
edemeyiz. Sonra birleştirir der ki, bedenin düzeniyle, zihnin düzeni aynıdır, der.
Kabul. Onu der ama bize şunu demeliydi. Bedenli töz, düşünür, demeliydi. Düşünce diyor. Benim
tezim şu: Bedenli töz düşünür. Zihin, bedenimizin daha çok düşünen, duyularımız da düşündüğü için
böyle söylüyorum, daha ağırlıklı düşünen bölümüdür, yapı düzenidir. Düşündüğümüz yapan bir
edimde bulunur. Edimde bulunduğu zaman düşünceyi edinir, ürünü edinir. Üç durum; yapı, edim,
ürün. Benim dediğim, Spinoza bunları karıştırmış. Spinoza çok rahatlıkla karıştırabilen bir beyin.
Diyor ki; tanrı evrenin içkin nedenidir. Bal gibi de söylüyor. Tanrı evrenin etken nedenidir, diyor
başka bir önermede . Olay bu. Bal gibi de yapabiliyor bunları. Çünkü yirmi iki senede yazılmış bir
{62}

kitaptır, kınamıyorum, bu arbedelerin içinde ancak bu kadar yazılabilirdi. Ama şunu söylüyorum, hiç
unutmayalım, evrendeki her nesne düşünür Spinoza’ya göre, yani düşünce üretir, düşüncelidir . Bu {63}

bir. İki, demek ki Descartes’ın nesnesiz düşünmesine cogito ergo sum’una karşı çıkıyorum. Nesnesiz
düşünemezsin. Nesneli düşünüyorsan dış dünyanın varlığına ayrıca kanıtlamana gerek yok.
Bir de Berkeley var. Berkeley diyor ki olmak, düşünülmüş olmaktır, algılanmış olmaktır . Şu ağacı
{64}

Müjdat algılıyorsa, o ağaç vardır diyebilir. Kim der, Müjdat. İşte biz dış dünyayı sadece
algıladığımızda var diyebiliriz, düşüncededir o, anlıktadır, zihindedir, öyle diyor. Başka türlü dış
dünyanın oluşundan, varoluşundan diyelim daha iyi anlatmak adına, söz edemeyiz. Tamam, oraya
kadar iyi gidiyor. Demek ki biz bir dış dünyadan söz edebilmek için onun algılanmış olmasından söz
etmek zorundayız. Algılanmış olmak da anlığımıza onu taşımak, orada onu resimlemek durumundayız.
Tamam, kim resimleyecek bunu Müjdat. Peki, Müjdat Neptün yıldızından mı geldi? Müjdat’a nasıl
var diyeceğiz? Müjdat orada Berkeley’in emrinde bekliyor, var mı öyle şey? Önce sen bana şu
Müjdat’ı bir anlat. Ağacı algılamasını, düşünmesini ondan sonra bana anlatırsın. Sen ne yapıyorsun?
Arkaya geçip bir puan kazanıyorsun. Önce Müjdat’ı kanıtlamalısın. Bedenli bir töz, düşünen bir töz,
düşünür tamam, düşündükten sonra o nesneye var de. Ama önce benim önüme Müjdat’ı koyun. Dış
dünyayı böyle uyduruk tümcelerle kanıtlayamayız. Yok algılanmak da, yok algıya taşımakla… Dış
dünyadan söz ediyorsun. Düşünen bir şeyden söz ediyorsan, dış dünyadan söz ediyorsun. Bu,
Descartes’in düştüğü oyundan değişik bir oyun. Bu sefer de özne bakımından eksiklik var, çarpıklık
var. Önce sen bana insanın oluşuşunu ortaya koy. Ondan sonra diyelim ki bu düşünür, düşündüğü
nesne vardır. Ama peşin onu var sayıyor, o algılanmakla diyor. İşin sıkıntısını bu sayın filozof
çakıyor tabi. O kadar da aptal değil. Peki, Müjdat nasıl var, diye sorulur ihtimaline karşı, Müjdat
diyor, Tanrı’nın zihninde vardır. Çıktık havalara. Bu felsefe değildir.
E- Bayağı güzelmiş, benim hoşuma gitti. Bu Berkeley’in felsefesi.
Ç- Şiir gibi.
E- Gerçekten şiir gibi. Zihinde olmak güzel bir kavram.
Ne kadar güzel.
Ç- Ama bir şey var, genelde hep o oluyor zaten. Bilinmez, bilinemezle açıklanıyor. O zaman sıfıra
sıfır.
Bitiyor işte, orada da ölü döngü var.
O- Orada da tanrıya geçiyorsun, tanrı kimin kafasında var?
O kimin kafasında var? Öyle ya, yolculuğa devam edeceğiz. Biz, insansal oluşumuzun bir yetisini
kullanarak dış dünya üzerine konuşamayız. Kafamızı, kendi çarkı içinde dönerken, dış dünya var
mıdır, yok mudur sorusunu bile soramayız. Geçen gün gördük ki duyularımız, dış dünyayı zorunlu
olarak duyar. Top patladı mı duyarız. Denizi önümüze koydular mı, görürüz. Bir lağımın yanında
kokuyu duyarız. O sinirlerle beyne gider.
M- Burada sıkıntı şey olabilir mi, iç ve dış ayrımında kaynaklı. Şimdi biz kendimizi iç dış olarak
tanımlayıp, sonra da bizim dışımız diye tanımladığımızda bir sıkıntı oluşuyor. Şöyle tanımlarsak, biz
dış dünyanın bir parçasıyız ve dış dünya, daha doğrusu uzayın bir parçasıyız, uzayın diğer
parçalarıyla bir ilişki, bağıntı halindeyiz. Bu bağıntı bizim dilimimizde duyu verileriyle taşınır, bir
imgeye yol açar. Sonra biz bu imgelerle düşünürüz.
Uçamaya ne gerek var?
M- Kendimizi eğer orijin kabul edersek, bu düşünceye ulaşamıyoruz. Berkeley zamanında, insan hala
merkez. Kepler’in, Kopernik’in dünyayı merkez olmaktan çıkarma devrimi var ya. Darwin’in de
galiba, insanı merkez olmaktan çıkarma gibi bir bilimsel sonucu var. Sorun oradan kaynaklanıyor
olabilir.
O zaman onu desinler. Neden buna gerek duyuyorlar? Şöyle de bir şey var; anlık denen beyefendi, bir
sürü duyu organına diyor ki, sen halt edersin. Hangi yetki ile? Sen kulağın duyduğunu, yok
duyamazsın, gözün gördüğünü, göremezsin, burnun kokladığını, koklayamazsın, niye? Ben karar
veririm. Sen kimsin? Bu, duyu organları üzerine kurulmuş bir hegemonyadır, kurdurulmuş daha
doğrusu. Biz evrenimizi, insan özneler olarak, duyularımızla görüyoruz, kokluyoruz. Göklere çıkmaya
hiç gerek yok. Anlığımızla da bu edimi tamamlıyoruz, bu kadar basit. Ama onların uçmaya ihtiyaçları
var. Felsefeyi teolojiyle karıştırmış, gözden düşürmüşler. Felsefe bu değil. Felsefe din üzerine susar,
susması gerekir, konuşmaya tenezzül etmediği için. Ama konuşturmuşlar.
M- O zaman hocam, felsefenin din hakkında konuşma hakkı yok mu?
Onu konuştuk galiba.
M- Din niye var sorusunu soramaz mı?
Söyledik bunu. Felsefenin iç disiplini dedik. Felsefe şu ya da bu peygamberden bahsetmez. Şu ya da
bu şekilde tanrıdan bahsetmez. Ne yapar biliyor musun? Onun nesnesini konu eder, inancı konu eder.
Tabi etmesi de gerekir.
M- Önemli bir olgu. Dinsiz toplum yok. Bir tane dinsiz topluma rastlamış olsak, evrensel bir olgu
olduğu için…
Onu etmelidir, etmesin demedim.
M- Galiba dinin yanılsamaya ihtiyacı var. Yani kendimizi evrenin özellikli öğesi olarak görme
yanılsamasına.
Bunu geçen sene de söylediniz. İnsan, sen neden önemlisin ben onu anlamıyorum. Sen bir varlık
alanısın, hayvan da bir varlık alanı. Niye o senin hizmetinde oluyor ben onu anlamıyorum.
M- Nietzsche, eğer kendinizi özelliksiz olarak görmeyi kabul edebilecek yalınlıkta olsak, sorun
kalmayacak ama buna dayanamayız, diyor. Hiçbir özelliğimiz olmadığında, daha doğrusu evrendeki
bütün her şey kadar özelliğimiz olduğu gerçeğini kolay kolay sindiremeyiz.
Ç- Aslında alışınca rahatlatıcı bir durum.
10.Gün
Bilmediğimizi biliyoruz
Töz ve nitelikleri incelerken gördük. Töz kendi ile olan ve kendi ile tanınan diye tanımladığımız bir
olguydu. Niteliklerse bir töz dayanağının üstünde var olabiliyordu. Klasik benzetme ile renk, koku
vesaire. Demek ki tözü oluşturan temel, kurucu ilkeler var ve bu ilkelerle oluşan bir olgu var ve bu
olgunun sırtında çeşitli ilineksel dediğimiz özellikler var. Peki, uzam ve zaman ne? Bu açıdan
bakıldığında nasıldır? Acaba bir tözün sırtında mı oluyor ya da Newton’un dediği gibi bunlar bir töz
müdür ya da ona bağlı, Leibniz’in dediği gibi görece şeyler midir? Bunların, eğer göreceli ise,
başkasına göre var oluyor ise, niteliklerden ne gibi bir ayrımı vardır. Çok dikkatle bakalım.
Bir töz, bir tözler dünyası, uzay diye bir bütünden söz etmemiz mümkün değildir. Uzay, tözlerin bir
toplu biçimidir. Demek tözler olmasaydı, uzay olmayacaktı. Bu, herhangi bir tözün sırtında olmak gibi
bir olmak değil. Öz nedeniyle olmak, töz yüzünden olmak, aradaki fark bu. Nitelik tözün sırtında olur.
Uzay bir tözün sırtında olmuyor, töz nedeniyle oluyor. Bizim tözler bütünü diye gördüğümüz dağlar,
taşlar, denizler olmasaydı, bir evren bütünlüğü olmasaydı, uzaydan söz edemeyecektik. Tabi yeni
başlayacağımız konu, zamandan da söz edemeyecektik. Zaman, bu tözler bütününün değişmesi ve
devinmesinin ölçüsüdür. Bu kadar basit arkadaşlar. Evrenimiz, Parmenides’in evreni gibi bir buz
{65}

kalıbı gibi olsaydı, donmuş olsaydı, durağan olsaydı, hiç değişmeseydi, zaman diye bir konudan hiç
söz edemeyecektik.
E- Newton’un anlayışı değil, değil mi hocam?
Newton’un anlayışı değil.
E- Her şey zamanın içinde hareket eder, diyor.
Yok. Newton, her biçimde saltık olarak bir uzaydan, saltık olarak bir zamandan bahseder. Yani bir
tözdür ona göre. Şuna, buna göre değildir, kendinde vardır, uzay ve zaman. Zaten Einstein…
E- Kendinden bir şey diye tanımlıyor zaten.
Güzel.
E- Töz olarak tanımlıyor, sizin dediğiniz gibi. Esas tanımında o var. Mutlak, değişmeyen, kendinden
bir şey olarak, hem zamanı hem de uzayı öyle tanımlıyor.
Einstein’ın attığı adım onu sıfırladı, hiçledi. Öyle bir uzayımız ve zamanımız yoktur, dedi.
E- Sizin tanımız daha çok Leibniz’in tanımı gibi.
Aşağı yukarı.
E- O da böyle tanımlıyor galiba, uzayı özellikle. Nesnelerin ya da sizin töz dediğiniz şeyin ilişkisel
tanımlanışı.
Kesin olarak. Bir yapısal düzende uzayımız olmasaydı, zamanı da olmazdı. Nesneler, deviniyor,
değişiyor. Biz o devinme ve değişmeyi bir kısım mekanik araçlarla ölçüyoruz. Parametreler var,
saatler var, takvimler var. Diyoruz ki, şu kadar zaman geçti. Askere gider oğlumuz, diyoruz ki, üç ayı
var. Biri seninle randevulaşıyor, saat yarın onda buluşalım. Bunlar hep, senin benim koyduğumuz
parametrelerdir.
Ç- Yani zaman ilineksel olarak var. Ama zaman bizim tözümüzde bulunan bir şey. Belli bir zaman
kesitinde var olmamız gerekiyor, şu tarihten şu tarihe. O özümüzde var, her nesnede var.
Biz şöyle diyelim. Zaman bizim içimizde değil, biz zamanın içerisindeyiz.
Ç- Ama belli bir zaman kesitinde olmak zorunluluk.
Doğrudur. Biz zamanlıyız. Heidegger’in ünlü eseri de Varlık ve Zaman . Orada güzel açıklamalar
{66}

yapar.
Zaman böylece bizim yaşamsal alanımıza giriyor. Hem de çok müthiş giriyor. Zaman sandığımız gibi
fiziksel zaman gibi fazla temiz de değil, ak yüzlü de değil, eli tertemiz değil zamanın. Önümüze gelip
çıktığında, sıra dağlar gibi önyargılar, gelenekler, töreler koyar. Zamanın eli temiz değildir. Zaman
diyor ki, bana uyacaksınız. Zaman görünmeyen bir tirandır. Kirli bir musluk nasıl dağlardan gelen
suları kirleterek önümüze korsa, zaman da öyle bir boru ki, bütün geçmişi önümüze öyle
kirlenmişlikle getirir yığar. Biz onunla bir ömür boğuşuruz. Yüzde doksan dokuzumuz da zamana
teslim olur. Aman ha onu aşarız demeyin.
Zamanı kendi içindeki yapısı bakımından gördüğümüzde, şimdiki zaman vardır, yan yanalık. Bir
geçmiş vardır, bir de gelecek vardır. Geçmişi takvimlerle, tarihlerle ölçeriz, deriz ki, bu geçmiş idi,
şu tarihte İstanbul alındı, şu tarihte Fransız devrimi oldu. Gelecekte de 3000 yılında şöyle bir Türkiye
umut edebiliriz. Her biçimde bunu adı, belirttiğimiz gibi, parametrelerle ölçülebilen, birbiriyle
mukayese edilerek ölçülebilen, devinmenin, değişmenin ölçüleridir. Bir memurun çalışma saati,
günde sekiz saati, içinin çalışma saati belirlenmiş. Sekiz saat diye bir olgu var mı, yok. Saatle
ölçtüğümüz bir durumdur bu, olanaktır, konumdur, ortamdır. Ama asla töz değildir, dilim varmaz ona.
Bizi engelleyen bir şey yok, sekiz saat çalışabiliriz, sekiz saat uyuyabiliriz, sekiz saat şöyle ya da
böyle davranabiliriz. Eylemlerimizi ölçmeye, nesnelerin değişimini ölçmeye yarayan bir ölçüdür
zaman. Bunu biz bulmuşuz. Zaman bizim icadımızdır.
E- Norbert Elias’ın bir kitabı vardı . Orada aynı şeyi söylüyordu. Zaman toplumsaldır. Toplumun
{67}

kuruluşundan ta ilk zamandan beri, rahiplerin ya da yöneticilerin, insanların ne zaman ekeceğini, ne


zaman dikeceğini söylemesiyle oluşan, tamamen toplumsal ve insanın yarattığı bir şey.
M- Ve toplumlar karmaşıklaştıkça, zamanın inceldiğini söyler. Mesela ilkel topluluklarda saat yoktur,
saniye, dakika yoktur. Gün falan da yoktur. Onlarda, falan zamanda, harman zamanında, falan kıtlık
zamanında… Zaman ölçü birimleri daha geniş, çünkü toplum karmaşık değil. Ama karmaşıklaştıkça,
o ilişkileri daha iyi düzenleyebilmek adına, ölçme işini daha ince yapmaya başladık.
E- Şu anda zaman gerçekten varmış gibi düşünüyoruz.
M- Çünkü çok inceldi.
E- Zamana göre yaşıyoruz. Zaman bizim dışımızda, biz ona uyuyoruz, zaman geliyor biz gidiyoruz,
zaman akmaya devam ediyor. Bizim algımız o. Bizim dışımızda akıp gidiyor.
Öyle mi diyelim, biz mi akıp gidiyoruz?
E- Biz öyle algılıyoruz. Aslında değişen biziz.
Biz akıp gidiyoruz. Zaman bir tren rayı gibi duruyor, üstündeki tren geçip gidiyor. Zaman geçmez, biz
geçeriz. Keşke zaman geçse de biz dursaydık, ölmezdik. Keşke zaman bizim içimizde olsaydı, öteki
ilkeler gibi, ölmezdik ki. Zaman dışımızda. Zaman dışkın bir yapı, dışımızda. Biz onun içerisindeyiz,
içinde değil, kayıp gidiyoruz. Bir gün geliyor, diyorlar ki, hadi bakalım hemşerim, başka alanlara
geçeceksin, olay bu. Geçen gün söyledik mi bilmiyorum, Afrika oymakları yaşadıkları alanı
kutsallaştırmışlar, her toplum gibi. Ad verirken buna başvuruyorlar. Tarlada doğan, çeşmenin başında
doğan, verandada doğan… Etiyopya’ya gidin diyorlar, hiç kimsenin adı yersel olmayan bir ad
değildir. Ağacın dibinde doğan, balkonda doğan, odada doğan. Onun için o çeşmenin başı kutsal, sık
sık gider uğrar oraya. Öper oraları, okşar, orada doğmuş, oradan ad almış. Atletler yok mu?
Atletlerin hepsi o. Televizyonda diyor ki, bu verandada doğan anlamına gelir.
Zaman ne oluyor? Zaman da epey kutsallaştırılmış, sonsuzlaştırılmış. Ölmeyeceğimiz bir alana
geçeceğiz, dinsel kitaplarda var. Derler ki; Tanrı’nın zamanı mutlak, uzayı mutlak. Her zaman vardı,
her yerde var. Yanlış bu. Bir yandan diyorsun ki ne varsa evrende Tanrı yarattı, bir yandan da
diyorsun ki zamanın içerisinde, mekânın içerisinde, her yerde her zaman. Zamandan önce tanrı var
olmalı ki zamanı yaratsın. Uzaydan önce tanrı var olmalı ki uzayı yaratabilsin. Demek ki tanrı
zamandan ve uzaydan bile aşkın. Eğer eskatolojik olarak konuya bakıyorsak, zamandan ve uzaydan
önce de var olmalıdır ki yarabile onu.
Ç- Orada da başka bir soru devreye giriyor. Sonsuzun yoktan farkı nedir? Yani sonsuz bir şeyden
bahsediyorsak ona nasıl var diyebiliriz?
Zaten açmazları orada. Tanrı kavramında açmazlar çok da biri de bu. Oraya geçtiğimizde göreceğiz,
diyor ki, insan özgürdür. Bizim ontolojik yapımızda insan özgürdür. Özgürlük temel kiptir ve her
insan özgürdür. Kimsenin vermesine gerek kalmadan özgürdür. Özgürlük bir temel kiptir arkadaşlar.
O efendinin elinin altındaki köle bile özgürdür. O, Spinoza anlamında zorlanmıştır, köle olmaya
zorlanmıştır, zorunlu köle değildir. Hiç kimse zorunlu köle değildir. Zorlanmışl a zorunlu farklı
şeylerdir. Eğer insan bu boyutlarda özgürse, bir tanrı tikiyle nasıl bağdaştırıyorsun? Çünkü tanrı,
senin söylediğine göre, evreni yaratır, dıştan yaratır. Evrene kurallar koyar, topluma kurallar koyar.
Peki, kuralları koyduktan sonra insanın özgürlüğü nerede kalıyor? Sen diyorsun ki bana, sen şunu şunu
yapmakla yükümlüsün, benim buyruğum gereğince. Bir yandan da diyorum ki sen özgürsün. Nasıl
özgürlük bu? Burada çelişkiler arka arkaya sürüp gider. Demokrasi ile dini nasıl bağdaştırıyorsun?
Din, tanrının mutlak otoritesini kabul eder. Onun dışındakiler kendinden menkuldür, tanrıdan
alınmadır o yetkiler, tanrı adınadır. Ama demokrasiye sen diyorsun ki, hayır, özgürlük insanların
doğuştan, temel hakkıdır. Hangisi doğru bunun?
Şöyle bir yaklaşıma girelim; “Çetin, insandır”. “Çetin, bir insandır”. Bu söylem arasında bir ayrım
fark ediyor musunuz? Buradan bir çıkış yapmak istiyorum.
M- Burada bir tümel-tekil ayrımı var.
O var evet, güzel. Hangisinde var?
M- Atmak serbest değil de o yüzden zorlanıyorum.
E- “Çetin insandır” tümel olmuyor mu? “Çetin bir insandır” tikel oluyor. Yoksa tam tersi mi?
Şöyle diyelim ya da; “Çetin, insan olandır”, “Çetin, bir insandır”. Oradan gidelim, daha kolay olacak.
M- “Çetin, insan olandır”, dediğimiz zaman, tekil demiş oluyoruz, tekil bir durumdan söz ediyoruz.
Tekil mi, tikel mi?
M- Tikel.
Güzel. Yani Çetin, bir türe bağlı. Çetin, bir soya bağlı, bir kökeni var. O kökenden. İnsan denen
kökenden geliyor. Peki, “Çetin, bir insandır” dediğimizde, ne yapıyoruz? Şöyle diyebilir miyiz?
“Çetin, bir insandır” dediğimizde, evrendeki bütün insan olanların topluluğundan bir tanesidir,
diyebilir miyiz? Onu demek istiyoruz. Şöyle diyelim, daha açmak için, birey nedir? Bireyden ne
anlarız biz?
M- İnsan türüne ait olan tek bir kümeler bütünü.
Acaba? Söyle demek istiyorum ben. Birey, sosyolojik bir terim. Bir toplum var, toplumun bir parçası
olarak Müjdat var. Müjdat o toplumda birey. Söyleyebilir miyiz bunu?
M- Evet.
Demek ki, “Çetin, bir insan olandır”da, demin çok güzel söyledin, bir tümel-tikel ilişki var. Birçok
ilişkisi var. Burada, parça-bütün ilişkisi var. Birey ve toplum dediğimiz zaman, birey toplumun bir
parçasıdır. Uyrukla devlet dediğimiz zaman, uyruk devletin bir parçasıdır. Bunu kabullenebiliyor
muyuz? Yerleştirebiliyor muyuz?
M- Dinlerken çok kolay. Ama bunu içselleştirmek…
Ben de ondan söz ediyorum.
M- Bu ezberleniyor.
Ezberlenmesin, yok.
M- Geçen sene, bu konuyu konuştuk biz, hatta hoca bize yazdı, ödev olarak verdi. Biz de düşündük,
sözlerimizi söyledik. Şimdi onlardan hatırladıklarımla konuşuyorum. Bunu tam içselleştirememişim,
çünkü inanılmaz bir kavram ikilikleri bunlar. Parça-bütün üzerine belki de binlerce sayfa yazı
yazılmıştır, fizikçiler ve felsefeciler tarafından. Kavramları tam olarak oturtmak için bunlar üzerine
eyleşmek gerekiyor.
Bir yere gideceğiz buradan. Hem de çok önemli bir yere gideceğiz. “Çetin insan olandır”, o bir insan
soyunun, insan türünün bir tikelidir. Varoluşa gelmiş biçimidir, türevidir. Her zaman konuştuk bunu,
bir buğday tohumu buğday soyunun oluşa gelmiş bir ögesidir, tanesidir. Tikeldir bu, tekil değil. Bir
de şu var; biz insan olarak milyonlarca, milyarlarca insan, evreni doldurmuşuz. Bunların her biri,
birer insan olandır. Bunların kendi aralarında da bir ilişkisi var. O nedenle Çetin, bir insandır,
insanlardan biridir. O yayılmış olan insanlardan biridir. Tıpkı toplumdaki bir birey gibi, onun bir
parçası olarak, bir töz olarak. İnsan, bütün insanlardan bir tanesi olarak, bir töz olarak evrende yer
alır. Yani sen, Afrika’daki, Asya’daki, Amerika’daki insanlardan bir insan olarak onlardan birisi
olarak bir tözsün. Onlarla eşitsin, insansın. Bir yandan da senin boyutunda insan olmaklık var,
“Çetin’in, insan olan” dediğimizdeki durum gibi. Tabi çetrefil bir konu.
Devletin uyruğu var, devletle ilişkiler var. Ne olarak, uyruk-devlet ilişkisi var. Ama sonuçta uyruk,
devletin bir parçasıdır. Birey-toplum ilişkisi var. Sonuçta birey, toplumun bir parçasıdır. İyi de biz
insan olarak, bir insanlık topluluğunun bir parçasıyız. İnsan soyunun bir tikeli olduğumuz kadar,
dikeyinde, yatayında da bütün insanlardan bir insanız. Tabi uzay ve zaman boyutuna geleceğim de
buradan da ontolojiye kaymak istiyorum, etiğe kaymak istiyorum. Biraz daha somuta inelim o zaman.
Kişi, ne demektir, ne anlarız? Person, Arapça şahıs, Türkçe kişi.
Ç- Tekil.
Tekil, nasıl bir tekil? Fena değil de nasıl tekil?
Ç- Yine parça. Bir bütünün parçası sonuçta, kişi.
Hangi bütünün parçası? Bireyden farkı ne?
M- Diğerleri de birey, diğer bireylerden onu ayıran özellikler var.
Güzel. Birey demiyoruz da niye kişi diyoruz? Oradan devam et.
Ç- Çünkü belirli özellikler barındırıyor.
Evet. Şimdi bir oba düşünün, cemaat. Cemaatte kaçınılmaz olarak kişi bulamazsınız arkadaşlar.
Cemaatte her bir öge bireydir. Neden diyeceksiniz, cemaatin kurallarına tıpatıp uymak zorundadır,
cemaatin kurallarına tapmak zorundadır, onlardan biri olmak zorundadır. Oba, Türkçesini
söylüyorum, nasıl evlen demişse öyle evlenecek, nasıl yat demişse öyle yatacak, nasıl kalk denmişse
öyle kalkacak. Bireydir o. Bir obada kişi olamazsın, izin vermezler. Obaya giriş törenleri var. Ne
cehennemi bir ıstıraptır! Ölümle burun buruna gelir, bir sürü genç, ölür gider, pisi pisine. O geri
zekâlı babalarının kaprislerine ölür gider o gençler, kan kaybından. Sünnet de onlardan birisidir,
obaya giriş törenidir. Kesmezsen, sünnetli olmazsın, sana da kimse kız vermez. İşte bireyliğin egemen
olduğu toplumsal alan bu. Herkes orada manalarındadır, ortalıktadır, özne yoktur. Biz buna
zamansallık diyoruz. Gelenek, zamansallık, tarih, töre ve din zaman olarak karşımıza çıkar, sen der
birey olacaksın, bu obanın bir üyesisin. İşte kuralların orada yazılı, Hammurabi Yasaları gibi, On
{68}

Emir gibi yazılı orada ya da şu kitaptaki gibi, oku, öğren, dersine çalış, gel ondan sonra.
Afrika kavimlerinden birinde, anaerkil yapı var. Çocuk doğar doğmaz, babasından, anasından
alınıyor, dayısına götürülüyor. Ana soyu, orada büyüyecek. Dayısının yanında büyüyecek, anasının
babasının yanında değil. Aşiretlerden birinin önderi, oğlu doğduğunda dayısına göndermez, kendisi
besler, büyütür. Derken ona karşı tepki büyür büyür. Bir gün oba, ellerinde sopalarla reislerinin
evini çevirirler. Başlarlar bağırmaya; onursuz adam, töremizi yıktın, şerefsiz adam, yıktın bizim
geçmişimizi, her şeyimizi yıktın, gönder piçini dayısına, onun yeri orası. Görüyor musunuz
arkadaşlar? Bu, olmuş bir vaka. Gönder piçini yerine, dayısının yanına, anasının kanının aktığı
yere, soyunun olduğu yere, sen onu sadece ürettin, o kadar. Derler herkes uyruk, eğer olabilirse
tabi. “Eğer olabilirse”den kastım şu benim; yasalar önünde eşitse, yasalar birini kollamıyorsa, ya da
yasaların yönettiğini söyleyenler birilerini kollamıyorsa. Uyruk olmak çok zordur arkadaşlar. Hani
kitaplar, Benim Evrenden Torpilim Var . Evrenin şimdi kimden torpili var, o da ayrı bir konu.
{69}

Ç- The Secret tarzı kitaplar mı? Everene sipariş verme .


{70}

Evet. Demek ki uyruk olmak da kolay bir şey değil. Gerçi uyrukluk, pozitif hukuk açısından herkesin
eşit sayıldığı bir statüdür, devlet içerisindeki bir statü. Birey olmak, uyruk olmak, vatandaş olmak,
devlette, bir de insan soyunda bir tikel olmak ve yine insanlar arasında bir insan olmak ve kişi olmak
birbirinden çok ayrıdır.
Kişiye niye vurgu yapıyoruz? Kişiden söz ettiğimiz zaman, kişinin bağlantısı yoktur. Kişi olmak için
bir topluma gereksinme yoktur, bir devlete gereksinimin yoktur, bir soya gereksinimin yoktur. İnsan,
uyruk, birey olduğun gibi, hiçbir bağlantıya ihtiyacın yok. Birey, uyruk, insan, göreli terimlerdir.
Birisi insan soyuna göre bir tözdür, bir ögedir, ne dersen de, birisi bir topluma göredir, birisi bir
devlete göredir. Kişinin hiçbir bağıntısı yok arkadaşlar. Bunu ahlakta bol bol işleyeceğiz. Kişi olmak,
tanrı olmaktır, zamanı silmektir, toplumu silmektir, ben olmaktır, özgür olmaktır. Tarih, geçmiş,
görenek önümüze böyle tsunami gibi yuvarlanarak gelmiyor ama onun taşıyıcısı var: Toplum. Sen bir
şey yaptığın zaman, oradan sorgulama başlar. Hemşerim der, bizim oralarda öyledir. Nasılsın iyi
misin? İyiyim. Sen nasılsın? Sağlığın nasıl? İyi. Yenge nasıl, çoluk çocuk, der demez kontra ataktan
bir gol sallamaya girişir. Hemşerim der, haccına gittin mi? Sorgulama başlamıştır, tarih, gelenek
başlamıştır konuşmaya. Sen dersin ki, sen ahiret müfettişi misin, niye sordun ki bunu? Tabi herkes de
benim gibi filozofça böyle burnuna indirmez. Gittim ya da gitmedim der ya da gitmeye çalışıyorum,
der. Sen gittim dersen, diyeceksin paçayı kurtardım. Kurtaramadın. Kaçıncı kere, der. Bir kere mi
gittin yani? Herkes iki kere, beş kere gitmiş. Toplum budur. Aklayın, koklayın, ne yaparsanız yapın,
konuşmaya başlarken söyledim, bugün 21. yüzyıla girmiş Avrupa’nın en önemli filozofları teologdur.
Dünyanın yüzde doksan dokuzu, tarihin kuludur, kölesidir. Tekrar ediyorum; zaman, masum değildir.
Uzay gibi pek masum değildir.
M- Buradan bir şey söylemek istiyorum. Kişi kavramı çok önemli bir kavram. Bir örnek vermiştim
geçen sene. Biz, diyor Spinoza, insandan bile çok kolay söz edemeyiz. Daha doğrusu Deleuze onu
konuşturuyor. Çünkü diyor, Kolomb, Amerika’yı keşfettiğinde ve ardından Amerika işgal edildiğinde,
gördük ki oradaki insan hiç Avrupalı insana benzemiyor. Hepsi, basit bir grip yüzünden sapır sapır
öldüler, vücuda bakın. Siz nasıl insan diye hemen toptan bir düşünceyi ortaya atıp işin içinden
çıkabilirsiniz. Bakın grip mikrobu hepsini öldürdü. Yarısı silahtan çok hastalıktan ölmüşler. Her
tarafa bez çaputlar atmışlar…
Ç- Hastalıklı battaniyeler.
M- Bunlar gripten ölüyor, silaha gerek yok ya!
Bu da insandı değil mi? Eklemek adına söylüyorum, penisilin yeni çıktığında, çok düşük dozlarda
kullanıldı. Şimdi onun kat kat üstü kullanılıyor. Yani ilk çıktığındaki kullanışı bugünkü dozda olsa
öldürür. Ama bugün kimseyi öldürmüyor. Ne oldu peki? Dediğine aynen katılıyorum.
M- Dolayısıyla kişi, ontolojik bir kavram.
Evet. Ona geleceğiz zaten. Kişi, seçen bir olandır. O, seçen bir tözdür, eşsizdir. Einstein’ın güzel bir
sözü var: Önyargılarla savaşmak, atom bombasıyla savaşmaktan zordur . Gerçekten göz {71}

kamaştırıcı bir söz. Bir fizikçinin bunu söylemiş olması çok ilginç. Yaşamış, görmüş. Bir toplum
içerisindesin, toplum, tarihinin kulu kölesi, tarihten üretilmiş gelmiş bir sürü başı olan nesne, senin
karşına dikiliverir. Anan olarak, baban olarak, arkadaşın olarak, toplumun, devletin, polisi, hâkimi,
subayı olarak dikilir. Karşına dikilir ve kullar başlar dayatılmaya. Geçen gün Çağlar kardeşimiz,
bugün de acaba geçmiş gibi mi, diye haklı bir soru sormuştu. Dedik ki, daha da vahimiz ama biz
farkında değiliz. Müslümanlar hicri takvimi kullanır, yani peygamberin bir yerden bir yere gittiği…
Bütün dünya İsa’nın doğumu milat olarak almış. Bundan iyi önyargı mı olur? Tutuklamış seni. Niye
aldın kardeşim? Ben zorunlu muyum bunu milat kabul etmeye? Ama tüm dünya benimsemiş. Sen
istediğin kadar çırpın, yazacağın şey şudur; bugün 2012 yılındayız. Bunları delip deştikçe, önyargılar
bizi öylesine sarmış sarmalamış ki, korkunç bir şey bu.
Ç- İnsan o yüzden herhalde, doğduğu dünyayı pek göremiyor. Onun içinde doğduğundan göremiyor.
Sanki zaman onla başlamış ki öyledir, başlangıçta da öyleydi, başlangıçta da şehirler vardı,
başlangıçta da bilgisayar vardı.
M- Toplum ve kişiyi ayırmaya çalıştık, ayırdık. Bu bir tartışma, toplum öncesi tartışması. Toplum
öncesi, diyor, bireyler vardı, kişiler vardı. Bireyle kişiyi ayırmamız lazım ama…
Birey diyelim.
M- Dilimize çok fazla yerleşti, o yüzden onu ayırmak zamanımızı alacak. Spinoza da diyor ki, hayır,
toplum öncesi durumdan söz edemeyiz. İnsanı düşüneceğimiz zaman, toplumla parça olarak da
düşüneceğimiz zaman hep toplumu düşünmek durumundayız. Çünkü onun insan olması dediğimiz…
Yaşaması.
M- Yaşaması da, var olması, hayatta kalması, insan olması ile yani toplum olması ile alakalı. Toplum
öncesinden bahsedersek, o başka bir canlıydı. Biz ona insan demiyoruz, bir ara aşama.
Toplumsal olan hayvan türleri var. Karıncalar, arılar, aslanlar, kurtlar var. Yani toplumsal olmayan
hayvan türü yok neredeyse. Yaşamak için, bir fiziksel güç olmak, düşmanı defetmek için ya içgüdüsel
ya doğadan gelen bir yapı düzeni diyelim, birlikte yaşarlar. İlla doğa öncesi, toplum öncesine niye
saplanmak isterler ben anlamam, onu söyleyeyim. Öyle olunca ne oluyor, ben anlamam.
M- Şunu söylemek istiyorum: Bu bizde bir karışıklık yaratabilir. Toplum bizim içimizdeymiş gibi bir
algı yaratabiliyor. Sürekli bir toplumun içerisine doğuyor olmak, kendimizi toplumdan ayrı olarak
düşünemiyor olmak…
Bizi kandırabilir.
M- Bizi kandırabilir.
Biz de diyoruz ki, kanmayalım.
M- Kişi olmak ise, tamamen, Spinoza’nın ontolojisinin temeli…
Orada şöyle bir şey var: Ontolojik olarak, bunda ısrarlıyım, içkinliği benimsediğinizde, özgürlük
biter, kaçınılmaz olarak. Tanrı, cousa sui, kendinin nedeni, özü varoluş içerendir. Durum bu olunca
ben, tanrının bir değişkesi olarak varım, değil mi? Hangi tanrının? Zorunlu tanrının. Zorunlu tanrının
bir değişkesiyim ben, taş gibi, ağaç gibi, at gibi, bir değişkeyim ben. Peki, ben nasıl özgür olurum?
Güzel bir tartışma bu. Ben, özü varoluş içeren bir tanrının, ya da tanrının değişkesi isem, ki öyle
diyor Spinoza, kip diyor, modus diyor, değişke, yani oluşa gelmiş olan ya da varoluşa gelmiş olan,
görünüşe gelmiş olan ben nasıl özgür olur? Sorun burada. İçkinlik evreni, ontolojik olarak özgürlüğü
dışlar. Bunu kafamıza koyalım.
M- Ama hocam…
Tartışmaya hazırım.
M- İçkinliği eğer kabul etmezsek, o zaman aşkınlığı kabul ediyoruz.
İçkinliği kabul etmezsek, aşkınlığı kabul etmeyiz, yok. Çünkü o bizim özgürlüğümüze ters olur,
aşkınlığı kabul etmeyiz, kendiliğindenliği kabul ederiz. Biz evrenimizi neden tanrının açılımı olarak
kabul etmek zorunda olalım? O bir süreçti, o bir evrim süreciydi, bir oluş süreciydi, kendiliğindenlik
süreciydi, bugüne geldik. Bir tanrı niye yaratsın onu, bir. İkincisi, bir tanrının değişkesi niye olalım?
Güzel bir konu.
M- Ben önce bir anladığımı söyleyeyim. Hoca çünkü kendi yorumunu söyledi, Spinoza ile ilgili.
Elbette ki kendi yorumum.
M- Hayat zorunlu mudur, zorunlu değil midir? Elimizde olan tek şey, hayatın varoluşudur. Demek ki
zorunludur. Zorunlu olmasaydı, hayat diye bir şeyden söz edemezdik. Tanrının varlığı zorunlu olarak
varoluş içerir.
Özü diyelim.
M- Şu ayrımı iyi koymak lazım. Tanrı ya da doğa, der Spinoza. Bu “ya da” çok önemlidir. Tanrıyı
atın, doğa deyin, fark etmez. Ben o yüzyılda yaşıyordum, o yüzyılda tanrı diyorduk. Felsefi bir
kavramdı orada tanrı, ben o kavramı kullandım. Yirminci yüzyılda yaşasaydım, tanrı kavramını
kullanmaz…
Evren ya da doğa derdim.
Ç- Doğa da zorunlu varoluş içerir mi?
M- Doğa, kendi kafasında, ben olayım da ağaçlar olsun, kuşlar olsun, her şey olsun, o şuraya
götürüyor; bir tanrı var, kafasına göre ben insanı yaratayım, ben ağacı yaratayım… Bunlar hayatın
zorunluluğundan gelen değişkelerdir, evrenin değişkesi. Evren diye bir bütünden bahsediyor. Ama
bütün, öyle bir bütün ki, şunun bütünlüğü gibi değil. Parça da var, ağaç parçası, insan parçası ve
diğer bütün parçaların birbiriyle sürekli etkileşiminden oluşagelmiş bir evren. Bu içkincilikte
özgürlüğe yer vardır, diyorum.
Zevkle dinledim. İyi de bir açılım yaptın. Acaba anımsayacak mıyız? Ethica’nın bir bölümünde,
natura naturans ve natura naturata diye bir ikilemden söz eder.
{72}

M- Doğalayan doğa, doğalanan doğa.


Bak. Ben Spinoza’ya kızıyorum. Niye biliyor musun? Arkadaşım diyorum, sen baya da yetenekli
olmana rağmen bu terimleri niye kullanıyorsun? Bana göre içkincilik evreninde natura naturans yok,
natura naturata var. Yani, bir yumurta var o civcive dönüşmüş gibi konuşuyor. Oysa ki natura
naturans diye bir şey yok. Ne var? Evrene dönüşmüş bir şey var. Tanrı iken evrene dönüşmüş değil.
Bizim evren olarak gördüğümüz, evrendeki nesneler olarak gördüğümüz bir yapı ile karşı karşıyayız.
Yani o önce tanrıydı da sonra evren oldu diye bir olay yok. Spinoza onu demek istemiyor.
M- Etkileşimden söz ediyor hocam? Doğalayan, doğalanan.
Doğayalan yok.
M- Onu ortadan kaldıralım deniyor çünkü kavram karışıklığı yaratıyor.
Yaratıyor. Yaratılmış evren, yani oluşmuş evren var. Onu oluşturan yok, iki tane yok. Yaratan tanrı,
yaratılan evren olur. Spinoza’nın o dili, kafa karışıklığına neden oluyor.
M- Ben hep şöyle anladım. Ağacın olması, bir doğalanan doğa örneği. Ağaç, insan ve bunun gibi
tözlerin bireşimi de diğeri.
Zorlamış oluruz. Spinoza’yı ben, öteki önermeleri de göz önüne alarak söylüyorum… Bizim
tanrımızın iki temel özelliği var, doğru mu? Ona baktın mı bilmiyorum. Düşünce ve uzam. Kimi
zaman biz bir nesneyi, bir değişkeyi, bir modusu düşünce yüklemiyle, düşünce bir yüklem değildir,
Spinoza gene kötü dil kullanıyor. Düşünce bir üründür. Bazen de diyor, uzam yüklemiyle. Uzam da
bir dışkın yüklemdir, içkin yüklem değildir. Ama diyor, sonsuz sayıda onun niteliği vardır. Peki
diyorum, sen burada Kant’ın dilini kullanmıyor musun? Kant, biliyorsunuz noumenal alandan söz{73}

eder. Der ki, biz bu alanı bilemeyiz. Peki, bilemezsin de niye var diyorsun? Dün dedik ya hani,
Descartes, söylemeyeydi efendim. Descartes öyle yanlış kullanmayaydı. Bizim eleştirimizden
kurtulması için yolu buydu. Bunu söyleyen de Kant. Peki, arkadaşım sen öyle bir alanın olduğunu
nereden bildin?
M- Bilemediğimizi bilemez miyiz?
Bilemeyiz.
Ç- Bilemediğimizi biliriz ama bilinmeyeni bilemeyiz.
Bilmediğimizi biliriz.
M- Onu söylemek istemiyor mu?
Hayır. Bir şeyin varlığından söz ediyor. Sen şu karşıki dağların arkasında ne var bilmiyorsun.
Bilmediğini biliyorsun. Ama sen çıkıp diyorsun ki, onun arkasında Gönen diye bir şehir var diyorsun.
Görmedim ama Gönen var, diyorsun. Ya Müjdat, Gönen’i görmedin, göreni de görmedin, atıyorsun
arkadaşım. Arkasını bilmiyorum de, saygı duyarım. Tamam, bilmediğini biliyorsun. Ama sen
Gönen’den bahsediyorsun.
Şimdi Spinoza. Sonsuz sayıda tözün öznitelikleri, öznitelik diyor o, var diyorsun. Nerede onlar,
söylemiyorsun, var diyorsun. O zaman var da niye söylemiyorsun. Bu bana felsefi gözükmüyor. Varsa
tıkır tıkır say onları, yoksa hiç söz konusu etme. Felsefe izin vermez. Demek istediğim; Spinoza,
sistemini, bunu yineliyorum, Descartes’in o kötü diline kurban etmiş, o uzamlar, bilmem neler, ruh,
gibi şeylere kurban etmiş. Zaten, bütün yönleriyle katılıyorum, Leibniz diyor ki, bu Ethica, göz
yaşartışı, acınası bir sürükleniştir.
M- Bir örnek vereceğim.
Dinliyoruz.
M- Diyor ki, eğer bizim kokuları alma duyumuz olmasaydı, biz evrenin koku boyutunu bilmeyecektik.
Ç- Bununla ilgili hiçbir şey de söyleyemeyecektik.
Doğru.
M- Spinoza da diyor ki, hocamın karşı çıktığı, biraz haklılık var sanki. Evrenimizin bilmediğimiz
boyutları var, diyor.
Ç- Onunla ilgili nasıl konuşabiliyor?
M- Hoca diyor ki, konuşamaz.
Ben felsefi bulmuyorum.
Ç- Adam bir formül kurmuş. O formüle göre diyor ki, şu parçacık var. Ama ikinci bir aşama
gerekiyor, ispat. Formülden bunu çıkardın, ama bunu bir ispata dayandırmamız gerek. Sen bunu kendi
mantığınla açıklamışsın, onu nasıl ispatlayacaksın? Mümkün değil. Yine aynı şekilde; bilinmezi,
bilinemeze dayamak mantığı bu.
Ben ve batı felsefesinden, batı ekininden, ekini, kültür anlamında kullanıyorum, batı geçmişinden, batı
tarihinden, bu özel bir duygudur ama tiksiniyorum, güvenmiyorum. Efendim, ortaçağ, ortaçağ, karanlık
çağ. Bunu kendisi söylüyor batının. Ne olmuş? Aydınlık çağa geçmişsin, sen söylüyorsun bunlar. Ne
demişsin? Rönesans, reform. E başlamışsın cadı avına! Arkadaşım, Rönesans’ın reformunu bırak,
aydınlık olduğunu söylediğin, aydınlanma çağında bile cadı avına devam etmişsin. Rönesans’ı bırak,
usun egemen olduğu bir çağ yakalamışsın. 17. yüzyılın sonu, 18. yüzyıl baştanbaşa 19. yüzyıla
tümüyle aydınlanma demişsin. Rönesans’ını yaşadın, aydınlanmanı yaşadın, reformunu yaşadın, hadi
cadı avlarını da hoş gördük, cadıları bırak, sen 20 ve 21. yüzyılda bütün insanların avına yöneldin.
Cinayet çağı başladı, hangi ortaçağ? Sen Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile tüm dünyayı kana
boyadın. Eline aldın tüfeği, gittin dünyayı istila ettin. Ondan sonra bana akıl veriyorsun. Bu batılıya
ben sağlıklı yaklaşamıyorum, üçkâğıtçı gibi görüyorum. Senin aydınlanman kanlı, Rönesans’ın kanlı,
reformun kanlı, kanlı oğlu kanlı. Ortaçağı yapmışsın günah keçisi, sövdürüp duruyorsun insanları.
Senin her çağın ortaçağ.
Burada şöyle bir noktaya gidiyorum. Bir notumda şöyle demişim: Spinoza’nın Ethika’sında, Yahudi
tanrısı Yahve, salına salına geziyor . Tek tanrıcı bir kitap, içkinlik pek göremiyorum, demişim. Bunu
bugün de yineliyorum, kurtulamamış Yahvecilikten. Dost Yayınevi’nden çıktı, bunu onu okuduktan
sonra tartışmak gerekiyor, iki tane politik üzerine kitabı var, bu sende var galiba. Aç oku; Spinoza,
Yahudiliğe, Museviliğe inanıyor mu, inanmıyor mu? {74}

M- Kesinlikle inanmıyor.
Kesinlikle inanıyor. Kesin olarak Museviliği kurtarmak için çok özenli cümleleri var. Bu cümleleri
sana getiririm. Spinoza, kafası çok karışık bir insan. Yahudiliği, iyi dinleyin, bizde hocaların şöyle
bir tezi var, o hoca bilmem ne yapmış ama, dinimizin özü güzel. Esas özü sorunlu. İnsanlar onu bir
biçimde biraz yontmuş. Spinoza da o görüşte. Dinimizin özü doğru da bir kısım hahamlar onu
halletmişler. Onu ben sana cümleli olarak sunarım.
Onun da ötesinde, bir felsefenin ayağı yere basacak. Söylediğin söz bir şeye varacak. Sen bunu
doğrulayacaksın ya da kanıtlayacaksın, üçüncü bir şık göremiyorum. Batılılar bunu sık sık yapıyor.
Hegel efendi, evrenimiz saltık geistin açılımıymış ve biz öznel tin, öznel geist imişiz, bu ortam,
kültür, tarih, siyasi yapı, hukuki yapı da nesnel tinmiş. Biz nesnel tinde kişiliğe erermişiz. Tam da
dövüldüğümüz bir yer orası. Kim söyledi sana? Dünyanın en iyi hukuku olsa, benim koymadığım
hukuk iyi değildir. Ben doğruda yanlışta değilim, ben koymadım. Birileri koymuşsa, o benim ayırdına
varamadığım bir kazık atacaktır bana. Niye koymuş ki onu? Bana diyor ki, sen koyamazsın, ben
koyarım kuralı. Niye? İşte iş orada çatallaşıyor arkadaşlar. İyi kural, kötü kural değil, benim
koyduğum ve koymadığım kural. Kardeşim, ben kötü kuralla yönetilmek istiyorum, sana ne?
Siyaset felsefesine girdiğimizde göreceğiz, bir bireyin yerine başka bir birey geçemez ya da daha
doğrusu kişinin.
M- Sanki bu çözümsüz bir soru. Her zaman, devleti meşrulaştırmak için, yönetimi meşrulaştırmak
için, şuna başvurulur. Kişiler, tutkularıyla hareket ettikleri için tek başına karar verirlerse bir kaotik
ortamda yaşamak zorunda kalırız.
Öyle olacaklarına inanırlar.
M- İnanırlar. Onların kafasında bir sopalı adam kurallar dayatmak zorundadır. Bunu diyor Rousseau
da, biz birlikte karar alarak yaparız. Dolayısıyla bu bizim özgürlüğümüze çok ters değildir. Çünkü
buna beraber karar verdik. O sopalı adam biziz aslında, diyor. Sopayı yiyen de biziz, sopalı adam da
biziz.
Doğru. Paradoks.
M- Zaten Rousseau paradokslar şeklinde kurmuş toplum sözleşmesini. Devlet dediğimiz şey, hem
benim hem ben değilim. Ama işe yaramıyor. İşe yaramadığı çok aşikar. Hocanın itirazı bence bu
anlamda. Ama diğerini de çok net ve aydınlık bir şekilde anlatmak, biçimlendirmek, kurmak benim
rastlamadığım bir şey.
Rastlamamış olabiliriz.
M- Demokrasiyle tanışmamızın nedeni bu çünkü demokrasinin biraz buna yakın bir…
Ben şunu diyorum; bir elitçilik var. Okumuşlar, bilginler, önemli adamlar yönetir, ötekiler de
yönetilir, ta Platon’dan beri bilinen. Hala bu demokrasi dediğimiz şey, demokrasi diye bir şey yok,
cumhuriyet çıkardılar. Terimlerle oynayıp bizi dolana getirmek, olay bu. Cumhuriyet Arapça, toplum
demektir cumhur, demos da Grekçe toplum demektir. Yarım yamalak siyaset bilimciler, felsefe
bilmez, öter dururlar. Cumhuriyet varmış ama sertmiş, demokrasi daha düzgün. Kim söyledi sana
bunu? Terimleri bu kadar alet etme. Bu bir, ikincisi; bir keresinde söylemiştim galiba, Türkiye’de ve
dünyanın birçok ülkesinde yargıç sistemi var. Yargıçlar hukuk bitiren, hukuk üzerine uzmanlık edinen
kimselerdir. Bunların verdiği kararların, dünyanın her tarafındaki ortalama bu ve buna yakındır,
yüzde otuzu bozuluyor, yüzde yetmişi onaylanıyor. Halkın, boyacının, kasabın, ayakkabı boyacısının,
kuaförün oluşumuyla meydana gelen jüri sisteminde kararların yüzde doksan sekizi onaylanıyor, ikisi
bozuluyor. Şunu söylüyorum: Ne yaparsanız yapın, tartışma çok önemlidir. Kamuya açılmış konu çok
önemlidir, kamu tartışmışsa zor kötü karar verir. Birileri oturmuş karar vermişse kötü karar verir. Ne
demek elit, şu yönetir bu yönetir? Biri diyecek ki, profesör, ben de diyeceğim ki beş dil bilen
profesör. Ölçüsü ne bunun? Yok. Birisi ilkokul mezuna elit diyecek, biri ortaokul, biri lise mezununa
vesaire. Ben ne zaman birilerinin kararlarına bağlı oluyorum, kötü yönetiliyorum. Kural kötü olduğu
için mi? Hayır, kuralın kötülüğü iyiliğinde değilim. Ben mi verdim, başkası mı verdi? Ben oradayım.
Ben vermemişsem, iyi olamaz. Çünkü kararı vermemişsem kötülüğünü gördüğümde keser
değiştiririm. Ama başkası vermişe ve kötü ise asla değiştiremem. Ben doktorum, kendime reçete
yazmışım, sapladım iğneyi, yan etkiler gözükmeye başladı. Kendime derim ki, arkadaş iyi hekim
değilsin, reçeteni değiştir. Peki, bu reçeteyi başka birisi vermişse? Saplayacak bana yirmi tane iğne.
Ben hikmeti onda bileceğim. Demek ki doktor verdiğine göre, bu zarar da verebilir. Bir gün
bakacağım ki tepeme dikilmiş birileri, hemşerim yolcusun. Kötüdür, iyidir, o ayrı bir konu.
M- Bunun sınırlarını belirlemek gerekiyor.
Siyaset felsefesinde göreceğiz, en ufak ödün, birilerine kaçak verdiğimiz zaman tepemize biniyorlar.
Demişler demokrasi, halk seçiyor. Halk seçsin tabi. Atatürk’ün bir deyimi var, egemenliğin zerresi
bile devredilemez, diyor. Sıkı bir Rousseau’cudur Atatürk. Ama koşullardır, şudur, 1921 ve 1924
anayasası koyu bir Montesquieu’cudur. Yani Rousseau hiç uygulanmamış. Denmiş ki, ne yapalım, iyi
kötü demokrasi olsun, delegeler seçsin. Delegeler seçsin, bir sürü hıyar, topla yemek ver, ağızlarının
kokusunu dinle, kıçlarını yala. Bir de şu var; seçildikten sonra tepene dikilirler. Gelirler, ben sana oy
verdim, seni destekledim. Meclisin bekleme odasında gelir dikilir. Demişler sonra, delege melege
yok kardeşim, ön seçim yok. İller belirlesin. Peki, iller belirlesin. Sana hiç soruyor mu, yok. İller
belirlesin, delege kalktı. Ya demişler, iller başkanı Allah kesildi, adamlar milletvekili seçiyor,
listeyi onlar belirliyor. Olmaz efendim, merkez belirlesin, parti merkezi. Tamam, o da iyi. Bir gün
bakmış ki merkezdeki heriflerin her biri kral kesilmiş. Başbakan adayının, parti genel başkanının
işine gelmiyor, herkes söz sahibi. Bir diyor ki, ya boş ver, genel başkan belirler. Bitti. İşte senin
demokrasin, genel başkan belirlesine indirgendi.
M- Kral.
Kral.
Ç- Burada o Spinoza’nın kendinde varoluş. Bu mantıkla gidince yine başa dönülüyor. Eğer biz,
mutlak bir evren düşünürsek kafamızda, evren zorunlu ama bu haliyle zorunlu. Yani benim, senin var
olman zorunlu. Sanki bunlar bir kafada planlanmış. Düşünürsek, başa dönüyor hep.
Biz onu kırmaya çalışıyoruz.
Ç- Öbür türlü, bir olasılık mantığı vardır. Bir olasılığın sonucu, çünkü gelecek dediğimiz, ortadadır
ama sonuçta bir şekilde dönüşecek ve bir şeyleri oluşturacak. O belirli değildir. Kesinlikle seçilmiş
bir zorunluluk yoktur orada.
M- Burada senin olasılık dediğini ben şöyle anlıyorum. Bir sürü tözün bağlantısı sonucunda ne
olacağını bilemeyiz. Ama bu tözün yapısal özelliklerinin zorunlu olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece
ilişkilerin yönünü tayin edemiyoruz, orada bir belirsizlik var. Çünkü yağmur yağıyor, toprak bir şey
oluyor, önüne bir şey çıkıyor, o kadar çok rastlantı ve zorunluluk işte, bir zorunluluk var, bir de
rastlantısal alanı var. Rastlantı dediğimiz şey, bizim nedensellik zincirini tümüyle kavrayacak güçten
yoksun olmamızdan kaynaklanıyor.
Ç- Bütün nedensellik zincirini insan kavrayamaz.
M- Kavrayamaz çünkü sonsuz.
Ç- Tabi. En ufak birime indiğimiz zaman bile o sonsuz olasılığı görüyoruz. Demek ki, nedensellik
zincirini tümüyle kavrayabilecek bir varlık değiliz. Öyle değilsek, o zaman zorunlu evrenden
bahsedemeyiz, söz konusu değil. İşte o yüzden, toplumdan bireye, bireyden topluma, monarşiymiş,
demokrasiymiş, oligarşiymiş, bunların içinde bir seçim yaptığımızda, bu mantıkla gittiğimiz zaman,
gelecek belirlidir, biri tarafından belirlenmiştir dediğimizde, hep başa dönüyoruz.
Konuya biraz erken girdik, onu anlıyorum. Ahlaka gireceğiz, erdeme gireceğiz. Erdemin kökeni
nedir? Toplum mudur, tarih midir, dinsel kitaplar mıdır, yoksa ontolojik bir temeli mi var, yapısal bir
temeli mi var, bunları tartışacağız. Tartıştığımız konudan şunu söyleyeyim; Spinoza’nın beşinci kitabı
var. Dikkat edersen orada, genel Ethica’dan epey ayrılır. Biraz özgürlükten söz eder gibi bir hali var.
Beşinci kitap, Ethica ile pek bağdaşmaz. Ethica’da, Spinoza’da özgürlük göremediğimi söyledim,
bunda ısrar ediyorum. Biz açılmışız, orada evrenin bir kipi olarak, modus olarak, belirlenmişiz, bilgi
edinebiliriz, bilgi edinirken, niye ediniriz? Başımıza gelenlerin neden başımıza geldiğini öğreniriz.
Başımıza gelmesini önleyemeyiz. Ben öyle anlıyorum. Yani kafama bir tuğla düşüyor. Bunu
öğreniyorum. Usta orada beceriksiz çalışmış. Ya uca koymuş rüzgâr esince, ya da çalışırken elinden
kaydırmış, kafama tuğla düşmüş, ben gitmişim. Gitmemişsem, anlıyorum ki tuğla başıma o ustanın
beceriksizliği yüzünden düşmüş. Bu özgürlük değil. Özgürlük şu: Ben yolda giderken orada tangır
tungur bir çalışma görmüşsem, inşaat denen olguyu az çok biliyorsam, oradan bir kısım tehlikeli
nesnelerin, isteyerek ya da istemeyerek düştüğünü kestirebiliyorsam, özgürüm. Yolun ortasından
giderim ya da karşı kaldırıma geçerim. Özgürlük budur, benim görüşüm. Yani dibinden gideceğim,
tuğlayı yiyeceğim, oy kafam diyeceğim, ondan sonra diyeceğim ki, ben bu zorunluluğu anladım, yer
çekimi var, orada ustanın beceriksizliği var, kafama tuğla düştü.
M- Ben de şöyle anlıyorum.
Buyur.
M- Şu an bir rüzgâr var ve rüzgârın maddeliliği ile benim maddeliliğim bir etkileşime giriyor.
Rüzgâr bana değiyor. Bu zorunludur, çünkü ben bunu yaşıyorum. Başıma gelen bir şey bu benim. Ama
benim özgürlüğüm şurada başlıyor. Başıma gelen bu şeyle nasıl ilişki kuruyorum? Yani rüzgârın beni
etkilemesini nasıl belirliyorum. Ben burada işin içine kendimi nasıl dâhil ediyorum. Rüzgârın bana
dokunması zorunlu. Tıpkı içimde kanserli hücrenin olması gibi. Tıpkı, arabamla gidiyorum, arkadan
bir adam geldi bana çarptı. Özgür değilim, çarptı. Özgürlüğüm şurada başlıyor: Ne yapacağım, ne
yapabilirim. Spinoza hep özgürlüğü söyle tanımlıyor. Ne yapmalıyım şeklinde değil, ne yapabilirim.
Ne yapabilirim diyorsa bir filozof, orada müthiş bir özgürlük var. Bizim maruz kaldığımız şeyler
vardır, diyor, bunlar zorunludur. Ama şu zorunlu değildir diyor, maruz kaldıklarımla gireceğim
ilişkiyi ben belirlerim.
Dediklerin doğru ama bunu Spinoza’nın demediği de doğru. Uyanıklık yapıp bize Deleuze’ün
dediklerini aktarıyorsun. Hasan Saka vardı, başbakandı bu. Hasan Saka, mecliste konuşurken, şamata
etmişler milletvekilleri. Parmağını oraya basmış, şamata edenlerin en öndekine demiş ki, bana bak
sen beni şaşırtmak istiyorsun, parmağımı bastım. Parmağını oraya, geldiği yere kadar koymuş ya.
Hasan Saka gibi bizi kandıramazsın. Müjdat’çığım çakmayayım diye rüzgârdan gitti, Deleuze,
dalgalardan bahseder. Der ki, dalga vuruyor bana, of dayak yiyorum, dövülüyorum, dövüyor beni
dalga. Eğer ben yüzme öğrenmişsem, dalganın ilişkilerini öğrenmişsem, o ilişkiye koşut ilişkiler
geliştirebiliyorsam, yüzmeyi de becerebiliyorsa, dalga beni dövmez, ben ona uyarım, o da bana uyar,
güzelce deniz sefası yaparım. Bu güzel, bu doğru. Buna bir şey demiyorum ama bunu Spinoza fazla
demiyor. Keşke deseydi. Ben içkinliğine de saygı duyuyorum. O da bir dünya tasarımıdır. Keşke
içkin olsaydık.
M- Üçüncü, dördüncü, beşinci kitap, sadece bunu söylüyor.
Getir o zaman. Spinoza bir yerde diyor ki, anımsıyor musun, mutlu olmak, güçlü olmaktır. Bu dil,
doğrudan doğruya Platon’un dili. Bilen, doğruyu yapar. Arethe, yani becermek, bir işi yapmaktır, onu
başarabilmektir. Biz onu aştığımızı düşünüyorum. Erdemli olmak başarabilmek değildir. O, Kant’ın
daha sonra beceri buyruğu dediği şeydir. Biz orada değiliz, kesin olarak. Biz bir irade olduğuna
inanıyoruz, bizim seçtiğimize inanıyoruz, erdemin bilgiye eklenmiş irade olduğuna inanıyoruz. Bilgi
ile yetinmek yok. Spinoza orada kalıyor.
Bugün burayı bitirelim, öbür ders ontolojiye girelim.
Bu kişi kavramının, 20. yüzyılın önemli bir Alman filozofu var, Max Scheler diye. Bunları kayda
aldığımız için söylüyorum, burada geçen kitaplar var. Mesela Max Scheler’in İnsanın Kosmostaki
Yeri diye çok önemli bir kitabı var. Çok güzel bir kitap, onu mutlaka okuyun. Max Scheler, kişi
{75}

kavramını en çok işlemiş filozoflardan birisidir ve çok iyi bir etikçidir. Bizim Bedia Akarsu, felsefe
profesörü, o daha çok onu çevirdi . Terimler Sözlüğü de var ya o bayanın. Elimize geçirdikçe onu
{76}

okuyalım ama İnsanın Kozmostaki Yeri çok görkemli bir kitaptır. Orada insan felsefesine çok güzel
bir giriş vardır. Onu sizlere naçizane öğütlemek istiyorum.
Max Scheler ve onun çağdaşı olan Nicolai Hartmann, iki büyük etikçidir. Max Scheler önceleri çok
koyu Hıristiyan’dı, Hartmann hiç Hıristiyan olmadı, hep ateist kaldı. Onun etiği kesin olarak özgürlük
etiğidir, onu geliştirmiştir. Türkçeye de çevrilmedi. Max Scheler de daha sonra ayakları suya değdi,
son kitapları daha derli toplu ve güzel. Hınç diye de bir kitabı var. Nietzsche’nin Hıristiyanlıkla
{77}

ilgili görüşlerini, ahlakın soy kütüğüyle ilgili görüşlerini, bir süzgeçten geçirir, eleştirir
diyemiyorum, çünkü çok yerlerine katılır. Çok genç gitti, felsefe için büyük kayıptır. Martin
Heidegger, Nicolai Hartmann çok gözyaşı dökmüşlerdir, çok erken gitti demişlerdir, bu bizim
çağdaşımız çok güzel kitaplar verecekti, büyük bir beyindi, erken gitti. Kişi kavramı onundur. Dikkat
ediyorsunuz, herkesin hakkını vermeye çalışıyorum. Mal etmek, aşırmak çok kötü bir şeydir, bu
düşünce evreninde, herkesin hakkını vereceksin. Bakın Descartes’i beğenmem, etmem ama büyük bir
matematikçidir. Bugünkü okullarda okutulan analitik geometrinin bulucusu Descartes’tir. Bunun
hakkını vermek lazım. Eleştireceğiz, zaten görevimiz bu bizim.
İnsana antropolojik yaklaşım, Martin Heidegger, Varlık ve Zaman’da onu yapmıştır. Ontolojiyi
insandan geliştirmiştir.
M- Dersiniz ya Spinoza, her şeyi düşünür, der. Spinoza, her şey düşünür demez ama şöyle der: Her
şey kişidir. Onu soracaktım size. Siz kişiyi sadece insan için mi kullanıyorsunuz?
Elbette. Ben, kesin olarak insan için kullanıyorum. Her zaman söylüyorum, ben insanı kutsayan hiçbir
görüşün yanında olmadım. Göklere çıkartma yok. Biz yerdeki nesnelerden bir nesneyiz ve de aman
aman da bir nesne değiliz. Bin tane pisliğimiz var. Hiç kutsanacak bir yanımız da yok. Kendimizi iyi
tanıyalım, ona göre konuşalım, ona göre düşünelim, ona göre bir dünya düzeni kuralım. Bunda
ısrarlıyım. Öteki nesnelerin üstünde onları sömürmekle görevli yetkili de rahat hegemonya kuracak.
Ağacın efendisi, havanın efendisi, evrenin, yok öyle şey. İnsanı, kendi yerinde görmek istiyorum.
Yalnız insan, tüm tözlerin en karmaşığıdır.
M- Çok güzel anlatmıştınız hocam. Otun kokması, hayvanın kokması, insanın kokması… En kötü
hangisi kokar?
Ç- İnsan.
İnsan kokar. Ne güzel değil mi? Öteki filozoflar söyleyememiş bunları. Arkadaşım bak, ne güzel
hatırlıyorsun. Demek ki insan kötü kokar. Şu demek istiyorum; insan çok karmaşıktır. İnsan birleşiktir,
diridir, duyarlıdır, düşünür, istenci var. Bütün öteki tözlerin en karmaşığı insandır. Onu tanımakta en
çok zorlandığımız töz odur. Ama işin öte yanında şu var: Kişi olmak bakımından, hayvan sorumlu
değildir, taş sorumlu değildir, düşer, birileri düşürür, yerçekimi düşürür, biri tekme atar. Hayvan,
içgüdüleriyle hareket eder, ufak tefek yetenekleri vardır ama insan, seçer. Onun için suçlu olan
insandır.
M- Ben kişiyi şöyle anlıyorum. Kişi, tek. Tek olmasını, o zaman bizim bir şekilde kanıtlamamız
lazım. Neden tek?
Tabi. Kanıtlayacağız.
M- Neden Müjdat tek, Ertan tek, Çağlar tek? Onu tek yapan, sadece seçimleri olmasa gerek.
Elbette.
M- Spinoza ona güç diyor. Var olma gücü.
Evrenin yasaları var, onları göreceğiz. Bir taşın taş olması kolay, insanın insan olması çok zor. Ona
dikkat edelim. Bir ağaca iyi bakarsın, gübresini iyi verirsin, aşısını iyi yaparsın, ilacını verirsin, ağaç
en güzel olur. İnsanı, ne yaparsan yap, iyi olmayabilir.
M- Burada itiraz edeceğim. Ağaç olmak da, taş olmak da bence bir çabayı gerektiriyor. Taş
olmadığım için ben kolayca diyebiliyorum ki, taş olmak kolaydır. Ağaç olmadığım için, ağaç olmak
çok kolaydır diyorum. Ağacın oluş hareketini hissetmiyorum. Onun köklerini yayması, suyu alması,
havayla ilişkisi vesaire. Kendini rüzgâra, yağmura, soğuk havalara, dona vesaireye korumaya karşı
çabası, kim bilir nasıl bir mücadele veriyor?
Ç- Oradaki zorluk süreç, seçme yok.
Bir gölün kenarında bir ağaç yüz metre ötede kurumuş, bir de hayvan leşi var. Ağacın kurumasına
nedendir deriz? Susuzluktan diyebiliriz. Çok sıcak bir iklim, orada ağaç kurumuş. Ağaç, seçimiyle
gidip gölden su içemezdi. Hayvan ölüsü için bunu düşünebilir miyiz? Hayvan orada ölmüş,
susuzluktan ölmüştür diyemeyiz. Hayvan içgüdüleriyle suyu görür, gider, içerdi. Hayvan başka bir
nedenle ölmüştür diyebiliriz. İkisinin koşullar karşısındaki durumu farklı. İnsana geçtiğimizde durum
tamamen değişiyor. Sadece gölün kenarında olmak değil, insanın kuyu kazıp suyu bulması olasıdır.
Kazman var, küreğin var, sen orada yeşillik gördün altını kazsan suyu çıkartabilirdin diyecek kadar
susayanı suçlayabiliriz. Hayvanı suçlayamayız, hayvan kazı yapamaz. Hele ağacı hiç suçlayamayız,
yani seçim alanları çok değişik. Hayvan içgüdüseldir, belli refleksleri vardır, düşman alanı, dost
alanı, üreme alanı. Kargalar cevizi kırıyor, bilmem şu oluyor, alet kullanıyor, abartıyoruz biz.
İçgüdüsel onlar da, sonuçta içgüdüsel. Hayvan soyuna zekâ göndermeye, atfetmeye gerek yok. Benim
kanaatim, insan olmak öteki nesne alanlarına göre, en azından ontolojik yapısı bakımından, çok zorluk
var. Karmaşık bir yapı.
M- Karmaşıklığını anlıyorum hocam. Karmaşık diyebiliriz.
Şimdi bak, o yasaları görmedik daha. Yasaları göreceğiz. Yasaları gördüğümüzde yasalar bize tıkır
tıkır söyleyecek ve doyacağız. Bak Platunus bir sürü yanlışlar yapmıştır, onu da suçluyorum. Onun
birden türemesi, birin ruha dönüşmesi, ruhun usa dönüşmesi, usun maddeye dönüşmesi, yok böyle bir
evren.
Ç- Bir de zorunluluk evreninde var olmak, kolay. Çünkü seçim yapmak gibi bir zorunluluk yok. Ben
şey derdim, sana ne yapıp ne yapmayacağını söyleyen bir kitap varsa, bu insana hakarettir, bu kişiye
hakarettir. Çünkü senin özgürlük alanını tamamen ortadan kaldırıyor. Zaten başka bir alan yok ki,
bunu yapacaksın, şunu yapmayacaksın. O zaman kişi yok ortada ve kolay, çok kolay.
Sorumluluğun yok.
Ç- Sorumluluk ortadan kalkıyor.
Nicolai Hartmann der ki, özgürlük insanın yükü.
Ç- Doğru, çok doğru.
M- Konuşmayı şu boyuta getirdiğimizi düşünüyorum. Spinoza şey der; insanın doğanın içinde ayrı bir
doğaymış gibi düşündüler, filozoflar. İnsanın farklılıklarını ortaya koy ama insanı ayrı bir doğa
atfetme. Seçimlilik, seçme, o doğanın yine bir parçası, özelliği. İnsanda kendini gösteren özelliği.
Hayvan seçemez, bitki seçemez ama insan seçer. İnsanın seçmesi doğanın bir özelliğidir.
Tabi özelliğidir. Tamam Spinoza’ya hak vereceğiz de insanı öbür nesnelerle, ontolojik kalıplar
içerisinde yerleştirirken eşit tutacağız, amenna, bir ayrıcalık tanımayacağız ama tutup gırtlağını da
sıkmayacağız. İnsanın özel bir yaratılışı var. Taş arkadaşım, gel bakalım sen de insansın, yok öyle
şey. Bu, indirgemeciliktir. İnsanı nasıl taşa indirgeyemezsen, taşı da insana çıkartamazsın. Bu
yanlıştır. Varlık alanlarını, kendi yapılarıyla inceleyeceksin, amenna ama Spinoza dedi diye
insandaki özgürlük alanını taş gibi, doğa yasalarının buyruğuna terk edemeyiz. Asla edemeyiz.
Direnirim orada, kesin olarak direnirim. İnsan bir taş değildir, ayrıca taş düşünmez. Düşünme taşın
ilkelerinde yoktur. O birleşiktir.
M- Tabi kesinlikle. Benim söylediğim tamamen bu. Taşa indirgemek diye bir şey yok.
Bundan sonra Spinoza’yı, Ethika’yı getirmezsen tartışmayacağız.
M- Kişi hocam kişi, taş, oradan yola çıkmaya çalışıyorum. Yani ben, kişiyi sadece insan olarak değil,
bir güç olarak aldığım zaman, kişi bir güçtür, bir güç toplamıdır. Sizin gücünüzle benim gücüm farklı
olduğu için, siz ayrı bir kişisiniz, ben ayrı bir kişiyim. Buradaki güç, neyi belirliyor? Seçme gücü
diyebilirsiniz mesela. Seçme gücü, sizle benim aramdaki farkları belirtir.
Söylem diyeceğiz. Granit sert, sertliği seçmiştir, öteki taşlardan daha sıkıdır.
M- Seçme, taşın bir özelliği değildir.
Değildir.
M- Bunu böyle koyarsak, o zaman granit, çakıl taşından farkı, onun gücü ile alakalıdır. Farklı bir
güçtedir. Granitle taşı taş olmaktan farklılaştıran, kişileştiren, granit ayrı bir kişidir, taş ayrı bir
kişidir ama ikisi de taştır. Hatta iki çakıl taşı bile güç olarak birbirinden farklıdır. Birini mesela,
çekiçle vurursunuz, tak diye kırılır, öbürü dört defada kırılır.
Direnir.
M- Aynı çakıl taşıdır.
Ç- Burada direnir denir mi?
E- Bağlantıların sağlamlığı mı demek o?
M- Burada direnir, insani bir sözcük ama ne kullanacağım? Daha uygun sözcük…
O kırma, çekiç vurma, dikkat edersen sen, ben vuruyoruz. Bana vurma diyen yok.
M- İkisine de bir taş düştü, daha büyük bir taş.
İşte taştan da sakınamıyor.
M- Ya da demir düştü.
Ne düşerse düşsün, sakınamıyor. Başlarına geliyor bu. Yani yaptıkları ettikleri değil de uğradıkları
şey bunlar. Uğramaktan kurtulamıyorlar. Yani daha sert olmuş olması onun bir seçimi, şusu busu
değil, onun yapı düzeni. Benim demek istediğim, ona kendinde olmayan nitelikler, ilkeler
yüklemeyelim diyorum.
M- Yüklemeyelim.
O başımıza dert olur.
M- Siz bizim yapı düzenimizi açıklarken, zincir kullanıyorsunuz ya hocam. İşte, birleşik, dirilik, en
sondada seçimlilik, seçmek diyorsunuz. Bu bizim yapı düzenimiz. Bu yapı düzenini, taşın yapı
düzenine aktarmak, aklımın ucundan geçmez.
Aktarmayalım. Ben onu diyorum. Aktarmadığımız zaman da sorun çözülüyor zaten. Biz insan diyoruz,
işte insan, çıkacağız biraz sonra, içlerine gireceğiz, ne halde göreceğiz. Göklere çıkartmayalım
diyorum. Arkadaşım sen şusun, şu yapıdasın, sen şunu şunu yapmaya her zaman hazırsın. Özgürlük
deyince, çok kişinin aklına şu gelir, iyi yapma. Yok, kötüyü yapma da özgürlüktür. Yani kahraman
olmak da elinde, gidip katil olmak da elinde. Olay bu. Özgürlük budur. Zaten kötülüğü yapma
olanağım olmasaydı, o özgürlük olmazdı. Sen, iyi olmaya dayatılmış olurdun, o zaman senin iyi olman
da değil, iyi diyemezdi sana, sen öylesin der çıkardı. Çünkü sen iyi olmak zorundaysan, iyi olman
neden bir ayrıcalık olsun?
Ç- O zaman Platon’un söylediği, bilgelik iyiyi seçer, bilge iyiyi seçer, durumu da özgürlüğü ortadan
kalkıyor. Bilge olmak özgür olmamak anlamında.
Evet. Biz onu demedik. İyiyi seçmek için iyinin ne olduğunu bileceksin ama iyinin ne olduğunu
bildiğin diye iyiyi seçersin diye bir kural yoktur.
Ç- Platonun önermesi burada bir sakatlık oluşturuyor.
M- Doğruyu bilen zorunlu olarak iyiliği yapar.
Öyle diyor.
M- Aristo da hayır, diyor. Bilmek yetmez, başka parametreler var ve örneklerini de verir. Bak bu
adam biliyor ama yanlış yapıyor. Spinoza da bunu sloganlaştırmış. Bir yazar da bizim Türkçenin
güzelliğini vurgulamak için o sloganı şöyle çevirmiş: İnsan, iyiye bakar, kötüye akar.
Kural değil yalnız.
M- Slogan dedim hocam.
Slogan tabi. Aristo’nun dediği şu; biz iyi eylemde bulunmak için iyi eylemin ne olduğunu bilmeliyiz.
Ama iyi olduğunu bilmemiz, her zaman iyi eylemi yapmamızı sağlamaz. Bu kadar basit.
11.Gün
Dil oyunları
Geçen konulardan iki tane ek yapalım ve konumuza devam edelim.
Birincisi şu: Biz nesneyi bilmeye çalışırken, nesne üzerine konuşmaya çalışırken, yargı vermeye
çalışırken, anlığımızda neler olup biter, onun üzerinde fazla durmadık gibi geliyor bana. Duyu
verileri geldi, bir neden, etki bağıntısı içerisinde, sinirlerimiz onu alma-aktarma edimi ile anlığımıza
aktardı, anlığımız, düşünceyi üretecek gereçleri elde etti. İyi de orda neler oluyor? Bir düşünceyi
ediniyoruz, bir yere koyuyoruz onu. Nasıl koyuyoruz, paketliyor muyuz, bir kapalı kutuya mı
koyuyoruz, nasıl duruyor orada? Geldiği gibi duruyorsa, geldiği gibi gider. Öyle değil, bir şeyler
oluyor ki o bizim anlığımızda bir imge olarak, bir anımsama nesnesi olarak kalıyor. Kalabilmesi için
oluşmasında bir şeyler oluyor olmalı.
Burada en ünlü örnek, benim anımsadığım, John Locke’unkidir. John Locke, duyu verilerini alır,
düşünce ile onu sentezler ama nasıl olur o hiç belli değildir. Ondan sonra der ki, sözler, düşüncenin
temsilcisidirler, işaretidirler. Dikkat buyurun, sözler, terimler, kavramlar, anlığımızdaki düşüncenin
göstergesidirler, işaretidirler, imlemidirler. Orada bir düşünce var, onu edindik, dünden edindik.
Edindik de biz onu şuna, buna, ötekine aktarabilmek için sözler kullanıyoruz. Sözler, terimler,
kavramlar, o düşünceyi başkasına aktarmamıza yarar. İşe oradan başlıyor. İyi de sen sert olan bir
nesne gördün, bu nesne serttir dedin, tamam. Ama ona taş demeden nasıl kafana koydun? On gün
sonra taşı anımsadığında taşı neyle anımsayacaksın? Sert bir nesne idi. Sert bir nesneydi dedik mi,
evrenimizde yüzbinlerce sert nesne var, hangisiydi? Biz hangisine taş demiştik? Demir de sert, kaya
da sert, kayaç da sert, bir sürü sert nesne var. Biz, hangisine taş demiştik. Taş dememişsek onu nasıl
anımsıyoruz? Demek ki sertlik niteliğiyle anımsamaya kalktığımızda çuvallıyoruz. Tatlılık
niteliğinden gidelim. Bal, tatlıdır. İyi, dünyada tatlı binlerce nesne var, yiyecek var. Ne yapacağız?
Biz birisine bal dedik ki bal dediğimiz zaman anımsıyoruz. Bir şeyler oluyor burada. Demek ki
niteliklerle adlandırma, bize hiçbir anımsama koşulu getirmiyor, sağlamıyor. O zaman, bizim us
dediğimiz yapı düzeni, dilsiz çalışamaz. Bunu bilmemiz gerekiyor.
Us dediğimiz yapı düzenimiz dilsiz çalışamaz. Siz bir nesneye sert demekte özgür değilsiniz, yumuşak
demekte özgür değilsiniz. O sertse serttir, tatlıysa tatlıdır, kokuyorsa kokuyordur. Biz konuşma
yaparken nitelikleri aynen dile getirmek zorundayız. O uylaşımla şöyle ya da böyle olmaz. Ama ad
verirken uylaşım var. Taş derken biz özgürüz. Bir uylaşımdır, taş deriz. Sert bir nesneye biz taş deriz.
Fransızlar, başka bir şey der, İngilizler bir şey der. Ama İngilizler de o dedikleri nesneye serttir
derken bizim taşa sert dediğimizi anlarlar. Nesne üzerindeki yargılarımız keyfi değildir, uylaşımsal
değildir, nesneldir. Ama ad verme nesnel olarak düşünemeyeceğimiz kadar keyfidir. Ona biz
toplumsal bir olgu deriz. Biri taş der, ötekiler de onaylar işte dil oluşmuştur.
Motorlu taşıtlar yoktu, ulaşım ne ile oluyordu? Klasik nesnelerle, at, eşek, katır, deve gibi. Motorlu
taşıtlar devreye girdi, derken başka şeyler devreye girdi. Şehirlerde yoksul insanların bindiği araçlar
türedi. Oradan bir çığırtkan bağırmaya başladı. Haydi falan yerden falan yere diye bağırıyor adam.
Birisi dedi ki ona, dolmuş. Başka dilde yok. İşte bir uylaşım. Dolunca yürüyen araç demektir, güzel
de bir ad. Aracın özelliğine hiç dokunan yok, araca şu bu diyen yok. Ama diyor ki, bunun işlevinden
dolayı, dolunca giden araç, dolmuş. Siz dolmuş terimini kullanmadan bir kimseye o dolmuşu
aktaramazsınız. Kendi anlığınızda onu tekrar anımsayamazsınız. O dolmuş diye yazılmışsa oraya,
onun imgesi oluşmuştur. Nasıl oluşmuştur? Bir kapalı araç, otobüs, minibüs cinsinden, yanında bir
çığırtkan, bir kuyruk oluşmuş, bir levha var, falan yere gidiyor. Tamam diyorsunuz, bu dolmuş.
Sözcükler, bir boşluğu dolduruyor.
Taklit dendi olmadı, öykünmeyi Türkçe olmasına rağmen öğrenemedik, birileri çıktı dedi ki,
“çakma”. Herkes çakma diyor değil mi? İşte bir söz, kimi zaman korsun tutmaz, kimi zaman da oturur.
Muhakeme-i Temyiz, elli sene önce Yargıtay deseniz bir kişi anlamazdı. Bugün Muhakeme-i Temyiz
deseniz, bir kişi anlamaz. Oysa ikisi de aynı. Bugünkü Yargıtay’ın kapısında da Yargıtay yazıldı.
Nasıl oldu bu? Şura-ı Devlet desek, kaç kişi anlar? Bu Danıştay. Birileri de çıkmış, parlamentoya
kamutay demiş, tutmamış. Orada Türkiye Büyük Millet Meclisi yazılı, kamutay yazılı değil ama onun
Türkçesi kamutaydır. Demek ki orada bizim imgemiz kamutay deyince meclise doğru gitmiyor,
havada kalıyor. Yargıtay deyince Yargıtay’a gidiyor, Danıştay deyince Danıştay’a gidiyor, cübbeli
bir kısım adamlar, kâtipler, daktilolar, duruşma odaları vesaireye gidiyor.
Bizim usumuz, dil olmadan çalışamaz, mümkün değil. Birisi onu saptamaya yarıyor, dil olarak, birisi
de onu üretmeye yarıyor. Ad verme eylemi olmadan bir çocuğu çağıramayız, o hep X olarak kalır. Ad
verdiğimiz zaman onu çağırırız. Augustine, o gün söylemiştim, aynı şunun gibi bir kitap, Kabalcı’dan
çıktı, İtiraflar’da yazıyor. Büyükler diyor, bir şey diyorlardı, ben ona özenle bakıyordum. Her
görüşlerinde aynı sözü söylüyorlardı, ben onların adının o olduğunu anlıyordum, böylece öğrendim,
İtiraflar’ın baş tarafında, çocukluğunu anlatırken. Bu anlatım Wittgenstein’ın çok hoşuna gitmiş . {78}

Wittgenstein güzel bir filozof. 20. yüzyılın Nicolai Hartmann, Max Scheler, Martin Heidegger, Ernst
Cassirer başta gelen filozoflarının bir tanesi de odur. Dehşetli bir filozoftur. İki dönemi vardır. Resim
dönemi var. Orada diyor ki, dış nesneleri alırız, ona ad veririz aynen onu yansıtırız. Bu birinci
dönemi. Çok atlayarak söylüyorum, ikinci döneminde diyor ki, Augustine’e saplandığı yerde, dili
konuşma içinde, kullanım içinde değerlendiririz, bir nesnenin adı önemi değildir. O nesne ile ilgili
bizim düşüncemizi kullanım içerisinde söyleriz, o zaman anlam kazanır, diyor, ikinci dönemindeki
Wittgenstein’da. Bugün felsefede ağırlık kazanmış olan, öteki dilcileri etkileyen yön budur. Kullanım
içinde dil. Orada der ki, dil ailelerinden ne anlıyorsunuz? Oyundan ne anlıyorsunuz? Oyundan çok şey
anlarız, diyor. Futbol bir oyun, kumar bir oyun, briç bir oyun. Peki, ne var, bu oyun dediğimiz
{79}

zaman? Biz onu nasıl kullanmışsak öyledir, diyor. Oyun diye bir şey yoktur, diyor. Bu onun görüşü,
aktarıyorum sadece. Bana sorsanız, eğer o oyun değilse ne diye oyun adını verdin, diye sorardım. Bir
şey var ki ona oyun dedin. At yarışına oyun demişsin, briçe de oyun demişsin, futbola da oyun
demişsin, birdirbire de oyun demişsin. Bir ortak yönü var, bir tözü var ki oyun demişsin, diye
diretirdim ben. Ama öyle demiyor o, kullanım içinde gider, diyor.
Felsefenin güzelliği şu; binlerce görüşü bileceksin, duyacaksın, tartışacaksın, düşüneceksin. Körün
köşeyi bellediği gibi bir köşe kötüdür, değil. Wittgenstein’ın çok görüşlerine katılmıyorum ama
söylediğim gibi, çok da büyük bir filozof. Benim beynime de büyük katkıları olmuştur, sizin de
olacaktır. Çok güzel iki kitabı, öbürleri de çevrildi, yayındadır, onu sağlarsınız, alırsınız. Birisi
Soruşturmalar diye geçen, söylediğim kitabın adıdır, ünlü bir kitaptır. Öteki de Tractatus denilen
{80} {81}

ilk kitabıdır. Bir gün ayağa kalkmış, geziyor odada. Çömezliğini Russell’ın yanında yaptı. Bir ara
Russell’a dönmüş, demiş ki, ben dahi miyim, deli miyim? Russell çok zeki adamdı. Demiş, ikisi de
olma ihtimaliniz çok fazla. Güzel bir cevap veriyor.
Bu kişi Avusturyalıydı köken olarak. Gitti, İngiltere’de felsefe yaptı. Bilgi vermek için söylüyorum
Birinci Dünya Harbi’ne girdiğinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlılarla bağlaşık
olarak, bu vatandaş da gider Yahudi kökenli olmasına karşın, orduya yazılır, aslanlar gibi gider
vatanını savunur, tutsak düşer, İtalya’ya götürürler, Monte Cassino’da yatar. Geçen gün de
söylemiştim, o ünlü Thomas Aquinas’ın manastırının olduğu tepede hapis yatar. Sonra da kurtulur,
derken felsefeyi sürdürür. Bir kısım sıkıntılı ilişkileri vardı, biliniyordu, rahatsızdı. Ölürken de bütün
tanıdıklarına iletilmek üzere, söyleyin onlara, muhteşem bir yaşamım oldu. Böyle bir parça sunmuş
olayım. Babası büyük bir makine tröstünün sahibiydi, zengindi. Beş kuruş almadı. Gitti köylerde
öğretmenlik yaptı. Gerçekten de göz kamaştırıcı bir yaşamı olmuştur, kim ne derse desin. Özverili,
askerliğini yapmış, öğretmenliğini yapmış, kimseye eyvallah etmemiş, felsefesini de yapmış, gümbür
gümbür geçmiş gitmiş. Olay bu.
Demek ki biz, dil olmadan düşünemeyiz. İşin özeti bu. Locke’u da yok saymıyorum. Tabi ki sözler
düşüncelerimizin simgeleridir, işaretleridir ama düşüncelerimiz başka bir şeyin işareti olduğu için o
da işarettir. Ben, şimdi ağaç dediğim zaman, kafamdaki ağaç düşüncesini dile getiririm ama niye
getirim? O ağaç düşüncesi evrendeki başka bir olguyu dile getirdiği için, yoksa durup dururken değil.
Söz, öncelikle bir nesnenin simgesidir, işaretidir ya da göstergesidir. Bol bol terim kullanıyorum ki
bunların hepsi geçiyor felsefede. Ama ikincil olarak da düşüncenin göstergesidir, başkasına
aktarmaya yarar.
Dilsel felsefe ve dil felsefesi diye iki tane felsefe dalı var bu alanda. Bize okullarda ne öğretirler?
Ali, camı kırdı. Bu tümcenin ögelerini bul. Ali, özne; camı, belirtili nesne; kırdı da yüklem. Bu ne,
taşkın yüklemler evreni. Bize okullarda nesnenin içyapısı ile ilgili yargıları hiç kimse anlatmadı.
Cümlenin ögelerini bulunuz. Olay hep bunun üzerine kuruldu. Dilci arkadaşlar, zaten bunu
bilebildiler, daha ötesini bilemezlerdi, kınamıyorum. Ama biz orada kalamayız. Nesnenin yapısı ile
ilgili yargılarımız, çok çok ağırlık kazanır ve biz orada dururuz. Ötekinin üzerinde şöyle bir geçerken
dururuz. Taşkın yüklemler, erdem alanında tabi önem kazanıyor. Evet Müjdat kardeş, soru var mı?
M- Soru yok da bir şey eklemek istiyorum. Dil ve toplum arasında bir bağlantı düşünüyorum.
İnsanlar, bir dönem, kurmaca yapıyorum, dilsiz olabilirler mi? Sonra cevap veriyorum, hayır
olamazlar. İnsanların dilsiz olduğu bir anı hayal edemiyorum. O zaman insanı hayal edemiyorum.
İnsanın oluşumuyla dilin oluşumu, örtüşüyor. Bu birincisi. İnsan dili sonradan öğrenmiş değil. Dil
insanı insan yapıyor, insan dili yapıyor. Birbirini yapan süreç. İkincisi, ilkel dediğimiz, yaban
toplulukların dillerini incelediğimiz zaman, yirmi-otuz sözcükten oluşan bir dilleri var. Gayet de iyi
anlaşmaya, bir nesnenin bazen on tane, kırk tane kipi var, bazen kırk nesne bir imle anlatılıyor. Çok
basit bir dil ama inanılmaz derecede anlaşılıyor. Mesela ben hep antropologların nasıl o dilleri
kolayca öğrendiklerine şaşırmışımdır. Yok ki diyor, kırk tane sözcük var. Onları öğrendin mi,
dillerini öğrenmiş oluyorsun .
{82}

Ç- Nesnelerle ilgili olan kısım tamam ama nesnesi olmayan, tözler, kavramlar, ilişki adları...
Bunların beyinde izdüşüm yaratacak durumları da yok. Var da herkeste farklı bir karşılığı var.
Üzüntü, aşk, demokrasi vesaire, bunlar nesnesi olmayan kavramlar.
Bir kere ben onun nesnesi olmadığını düşünmüyorum. Söylediklerinizin hepsinin bir biçimde nesnesi
var.
Ç- Tabi var ama sonuçta belirgin bir nesne değil.
Somut değil. Eylemler somut nesneler değil ama nesne bal gibi. Bunu daha önce konuştuk. Bağıntılara
gelince, bağıntıları biz görüyoruz. Günlük yaşantımızda, ilişkilerimizde hep görüyoruz. İki nesne
görüyoruz, bunlar çok benziyor birbirine, benzer diyoruz. Eşit diyoruz bazen, ölçüyoruz, tartıyoruz,
ikisi de on kilo geliyor, biçimleri de benziyor. Uzunluğunu ölçüyoruz, ağırlığını ölçüyoruz, eşit
diyoruz. Bu ilişkileri biz, bir biçimde saptayabiliyoruz. Dil de zaten bir günde oluşmamış. Onu da
bilmek gerekir. Diyelim Türkçe. Ben üstünde çalışıyorum, eşsiz, çok güçlü bir dil. Gerçekten üstünde
sıkıntı çekilecek hiçbir anlatım zorluğu vermiyor insana. Söylemek istediğini tak diye
söyleyebiliyorsun.
Ç- Bir selamlama kelimesine rastlamadım mesela Türkçede. Böyle bir kelime yok bildiğim
kadarıyla. Belki de toplumsal ilişkilerinde böyle bir yaklaşım yok.
M- Merhaba diyoruz.
Ç- Merhaba diyoruz, selam…
Günaydın diyoruz. Dil kurumu iki şekilde günaydın ve tünaydın diye çıkarttı bunu.
Ç- Tahmin ediyorum yeni.
Yeni, bir. İkincisi de o yine Arapçanın baskısını yaşadı. Arapça biliyorsun, selam, bildiğimiz selam
değil. Bizim selamdan anladığımız değil. Selam, s, l, m, teslim. Ben sana kendimi bırakıyorum, sana
bağlanıyorum, ben senin kulun oluyorum anlamına geliyor . Müslüman, teslim olan demek. Selam
{83}

veriyorum, ne diyorum sana, ben kendimi sana teslim ettim. Teslimlik burada bir olumlu, pozitif bir
şey değil. Belki biraz sana güveniyorum anlamına gelebilir ama teslim olmak anlamına geliyor.
Arapçadaki selam pek pozitif bir durum değil.
Ç- Merhaba var.
Merhaba {84}
var.
Ç- Türkçede böyle bir kelime yok. Geriye doğru baktığımızda o toplumsal ilişkileri de anlatıyor. Bu
kelimeyi bulamayışımız, böyle bir kelimenin olmayışı. Günaydın belki var ama…
M- İyi günler var.
Ç- Tahmin ediyorum bunlar bir selamlama kelimesi değiller ve yeniler.
Yeniler doğru. Bir de şunu kendimize söylemek zorundayız, hani itiraf diyorsunuz ya, arkadaşım senin
dilin dinsel nedenlerle Arapçanın etkisinde kalmış, yüzde doksan dokuzu Arapça olmuş. Öte yandan
dinsel bir neden olmamasına karşın, sanatsal diyelim, kültürel diyelim, Farsçanın etkisinde kalmış.
Böyle bir yapı, Sultan Mahmut, Gazneli hükümdarı ve büyük hükümdarlardan da sayılır. Öyle
cihangirlerden sayılır, bu adam Firdevsi’nin Şehname’sini yaprak yaprak, sayfa sayfa çerçeveletmiş,
sarayının duvarlarına asmış. Şehname bittiğinde, kendisine sunulmuş, çuvalla ödül vermiş.
Ç- Tersi söylenir, çok fazla itibar etmediği, Firdevsi’nin kırıldığı söylenir.
Firdevsi’nin umduğu kadar olmadığı söylenir. Firdevsi, develer yükü altın bekliyor çünkü , {85}

şımartılmış hazret. Arkadaşım peki içeriği nedir bu, Şehname’nin? Türklere küfürdür. Baştan sona
Türklere küfürdür. Senin cihan çapında devlet adamın buna ödül veriyor. Çerçeveleyip sarayına
asıyor.
Ç- Gerçi güzel tarafları var, ayrı mesele.
Bu yani. Sonuçta ne olmuş, Arapların bugün dünya çapında bir ozanları, romancıları, tiyatro yazarları
yok. Ama sen kul olmuşsun kardeşim. Şunu anlarım, Shakespeare’e hayran olmak olağandır, büyük
bir şair, Dostoyevski’ye hayran olmak olağandır, ama Araplarınkinde ne vardı da hayran oldun
kardeşim? Dilini teslim etmişsin, Arap ne dediyse onu demişsin. Osmanlıca diyorlar, arkadaşlar
Osmanlıca diye bir dil yok.
Ç- Osmanlı Türkçesi.
Olay bu. Oradan aldın, oradan çaldın, böyle dil olur mu? Hukuk fakültesine kaydoldum, ilk gün gittim
oturdum, böyle bakıyorum. Medeni hukuk profesörü geldi, aptal aptal bakıyorum. Bir ara kendimi El-
Ezher’de hissettim. Dedim herhalde El-Ezher burası, hiç Türkçe yok. Sonra kendim araştırdım,
Türkçe ile söylenemeyecek hiçbir hukuk terimi yok. Hukukun kendisi dahil, tüze. Tüzük diyorsun ya
bal gibi. Bir biçimde diyorsun ama gerçekten demen gereken noktaya gelince hukuk deyip
dayanıyorsun, anlamadan üstelik. Binlerce kişiye git sor, hukuk ne demek, kanun ne demek,
çuvallayacaktır. Ama kullanıyor.
Ç- Aslında biraz da onu sormak istiyorum. Kullanıyoruz ama kafamıza yerleştirdiğimiz, çok da o
ilişkiyi tanımlamıyor.
O öyle gidiyor. Senin dilin ne olmuş, hani şu terimin karşılığı yok dedik. İki bin sene üstünü
örtmüşsün ve utanmazca, onursuzca, aşağılık duruma düşecek kadar.
Ç- Gerçi olsaydı yine halk ozanlarının dillerinde, bir yerlerde rastlardık.
Elbette. Şimdi (Vilhelm) Thomsen Orhun abidelerini çözdü. Orhun abidelerindeki dil kadar güzel dili
daha dünyada hiç kimse bulamamış, herkes söylüyor bunu. Senin pırıl pırıl, böyle gökyüzünden
süzülmüş gibi bir dilin var. O güzellik hiçbir dilde yok. Ama sen bunu ne yapmışsın? Götürmüş
atmışsın Arapların üstüne. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğü, “can” üzerine üç yaprak açıklama var.
“Can” Farsçadır. Can üzerine o kadar terim yapmışsın, yazık ya! Canı çıktı deriz, can boğazdan gelir
deriz, canı sıkıldı deriz, canı cehenneme deriz, binlerce. Bu emeği kendi dilinde yapsaydın ya.
Aristo’nun Canlılar Üzerine, Latincesi Anima. Kendi diline bakışı böyle olmuş. Şah İsmail, Yavuz
Selim’e mektup yazıyor, pırıl pırıl Türkçe ile, bizimki Farsça. Biz dilimizi unutmuşuz. Hani Ziya
Gökalp’in bir şiiri var. Diyor ki, Hintçe yazmışız, Çince yazmışız, Türkçe ile de birkaç hece yazmışız
diyor . O nedenle de evreni tanımamız da öyle olmuş.
{86}

Ç- Ama gramer değişmemiş.


Değiştirememişler.
Ç- Türkçenin sentaksına, söz dizimine dokunamamışlar çok fazla. Hatta o Arapça tamlamalar geriye
dönmüş. Sentaks yerinde duruyor, çok da sağlam bir şekilde duruyor.
Büyüklüğünden duruyor.
Ç- Aldığımız kelimeleri de bu şekilde yapıyoruz. “Can”ı yine eklemeli bir dil olarak kullanıyoruz.
Canlılar, cansız… Onu da kendi sentaksımıza uyduruyoruz, kolay bir şekilde. Artık bizim olmuş o
kelime.
Dirilik diyoruz, yaşamak diyoruz. Orta Asya’da sürmek demişler. Bu can yerine kullanabileceğimiz
altı yedi tane de sözcüğümüz var. Bizim Anadolu’da derler, sayrılı birisi iyi olduğu zaman, dirildi
kalktı derler. Sağlığa kavuştu anlamına gelir. Sağaltım evi değil mi, hastane diyorsun. Sağaltım evi
desene. Türkçesi bu. Araplaşmışız, onu konuştukça cennete gittiğimizi sanmışız. Her Arapça terim
bizi oralara doğru götürmüş gibi gelmiştir. O dogma sizi boğmuş.
Şimdi bugün bir de ana konulara geçmeden, bilinç ne demek arkadaşlar? Bilinçten ne anlıyoruz.
Ç- Bilme yeteneği.
Acaba? O zaman niye bilgi dememişiz de bilinç demişiz?
Ç- Bilme yeteneği, bilme değil de…
Yani bilinci siz bir yapı düzeni olarak görüyorsunuz.
Ç- Evet.
Siz nasıl görüyorsunuz, Müjdat kardeşim? Çünkü çok kullanılan bir sözcük. Hocam siz ne
diyorsunuz?
E- Bir şeyin farkında olmak, hocam. Kendinin ya da başkasının farkında olmak.
Ayırdında olmak.
E- Ayırdında olmak, belki.
Şöyle diyelim, bilgi de bize bunu sağlıyor. Bir nesneye ağaç demişsek, başka bir nesneye taş
demişsek ayırdına varıyoruz. Ama yine de bilinç diyoruz. Bilgi değil, bilinç diyoruz. Bilginin daha
özelliklerine geçeceğiz, açık seçik olması gerekir. Bilgiyi daha tam bitirmedik, çünkü bilginin bir
taşıyıcısı olacak, bilginin duyumlara kapalı olduğunu göreceğiz. Şu ontolojiyi bir geçelim, dönerek
gideceğiz. Yalnız, bilgi ile bilinç arasında bir ayrım yapıyor gibi geliyor bana.
Ç- Bilinç bilgi gerektirmiyor.
Bu bir psikoloji, yok Freud’tur, Adler’dir bir sürü adam var, bilinçaltı, bilinçdışı, falan terimleri var.
Bilgi dışı, bilgi altı demiyoruz da neden hala o terimler kullanılıyor. Bilinçdışı olarak yapıldı,
bilinçaltına sakladı gibi kullanımlar var. Günlük yaşamımızda sürekli kullandığı terim olduğu için
üstünde duralım. Bilinçten ne anlıyoruz ya da ne anlamamız gerekiyor. Ayırdında olmaya katılacağım
ama neyin ayırdında, nesnelerin olmamalı. Onu bilgi sağlıyor bize. Nesneyi aşmalıyız ama nereye
gitmeliyiz? Nesnelerle ilgili bilgimiz, kesin bilgidir. Bilgi, bize açık seçik olarak evreni tanıtmaya
yeter olmalıdır. Aksi halde, söylemiştik, bilgi olmazdı. Bilgi, doğru olandır.
M- Edimlerle alakalı hocam.
Herhalde. Biraz geliyoruz galiba. Neyin ayırdında olmak? Şu Aristo’ya biraz dönebiliriz. Bilmek,
eylemek için gereklidir ama yeterli değildir, diyordu Aristo, değil mi? Acaba ne diyor o Aristo
kardeşimiz? Tekrar açalım. Bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunu bilmemiz, iyi eylemi
gerçekleştirmek, yapmak için koşuldur. Çünkü bir eylemin iyi olduğunu bilmeden onu yapma
gereğinde olduğumuzu düşünemeyiz. Ama diyor Aristo, adım atıyor. Bir eylemin iyi olduğunu bilmek,
onu yapma güvencesine kavuşturmaz, kötüsünü de yapabiliriz. Buradan gidelim bilince.
Ç- Dediğim gibi bilinç, bilmeyi gerektirmiyor.
Gerektiriyor gibi geliyor bana. Aksi halde bilinç olmazdı. Bilinçlilikten söz ediyorsak, onu bileceğiz.
Bilmediğimiz bir evrende bilinçli olduğumuzu söyleyemeyiz. Sokratik bilmeme bilinci var. Sokrat
diyor ki, ben bilmediğimin bilincindeyim, bilmediğimi biliyorum, bilmediklerim var benim.
Bilmeme bilinci var onda. Bildiklerim de var diyor ama bilmediklerim daha çok, ben onları
bilmediğimi biliyorum. Atinalılara diyor ki, siz bilmediklerinizi bilmiyorsunuz, bilmediklerinizi
bildiğinizi sanıyorsunuz. Aramızdaki fark bu, gelin bunu tartışalım, diyor. Orada söylediği odur.
Durum bu olunca, nasıl bir adım atmamız lazım? Ben Sokrat’ın, Platon’un büyük adımlar attığını
düşünmüyorum. Buna ne diyebiliriz. Bilgi eğer nesnesiyle uyuşmuyorsa, zaten bilgi değildir. Bilgi
doğru olmak zorundadır, yanlış bilgi olmaz arkadaşlar. Onu dilciler kullanıyor, atıyorlar. Yanlış
bilgi, doğru bilgi olur mu? Bilgi, bilgidir ve bilgi, doğru olandır. Yineleyelim bunu ama bu bizim için
yeterli olsaydı, bilgili adam derdik. Milyonlarca bilgili adamın bilinçli olmadığını biliyoruz.
M- Şu olabilir mi? Bilgi var, bu bilgiyi eylem alanında kullanma var. Edimselleşme dediğimiz ve
tamamen kişiye ait bir özellik. Bunun gerçekleşmiş haline, edimselleştirilmiş haline bilinçlilik hali
diyebilir miyiz?
Diyebiliriz evet. Bilgi-eylem ilişkisinde bir eylemde bulunuyoruz. Biz eğer eylemimizi doğrudan bir
bilgiye dayandırıyorsak, bu dayandırdığımız biliyorsak, eylemimizi de bu bilgi doğrultusunda
yaptığımıza inanıyorsak ya da biliyorsak bilinçliyiz demektir. Aksi halde uyurgezeriz demektir.
Söyleyelim açıkça, bir din profesörü, adam çıkıyor saatlerce konuşuyor. Tek cümlesi doğru değil,
olamaz, maval anlatıyor. Bu adam insanlara yön veriyor, eylem yapıyor, kitaplar yazıyor,
konferanslar veriyor. Peki, bu adama bilinçli diyecek miyiz biz? Bilgisi bilgi değil, eylemi eylem
değil, bilinçli diyemeyiz biz buna. Biz bu adama uyurgezer diyeceğiz. Bir kere bildiği bilginin
bilimsel bilgi, evren bilgisi olması şart. Eyleminin ona uyması şart, bilinçli adam biz buna deriz.
Yoksa efendim ben diyor, gülüyorum, falan kitapta okudum. Türk Tarih Kurumu basmış, kimdir bu
Nizamülmülk? Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun en büyük sadrazamı, Acem kökenli adam. Melik
Şah’a senin kılıcın varsa, benim de kalemim var demiş bir herif. Ben kalemi çekersem senin kılıcın
tez yıkılır demiştir. Küstahça böyle diyebilen bir adam. Bu adamı biliyorsunuz, Melikşah’ın karısı
Terken Hatun katlettirdi. Sıkı bir Türk kızıydı o, Karahanlı kızıydı. Bunun saygısız tutumuna,
küstahlıklarını götürmedi, yok etti. Nizamülmülk’ün yazdığı bir kitap var, Siyasetname . Çok ünlü
{87}

bir öğüt kitabıdır. Bu konuya yeri geldikçe dokunacağım, tarihte öğütçüler vardır. Bunlar padişahlara,
büyük insanlara öğütler, şöyle yap böyle yap, vermişlerdir. Sayısız kitaplar var. Bunlardan bir tanesi
de Kelile ve Dimne . Padişaha öğüttür o, Hindistan padişahına akıl verir. Kutadgu Bilig, Yusuf Has
{88}

Hacib’inki. Tamamen bir bilgelik kitabı olduğu iddiasındadır. Baştan başa da mavaldır, onu da
söyleyeyim. Biz başka bir şey olmadığı için ona sarılmışız. Bakın diyor ki Nizamülmülk, bunun
çevirmeni Mehmet Altay Köymen , profesör, bu kitabı Atatürk’e sunmuş, ithaf etmiş yani, başlık
{89}

öyle diyor. Atatürk’e ithaf edilen, Türk Tarih Kurumu’nca basılan kitabın bir bölümünde şöyle
deniyor: Halife Ömer’in ölümü sırasında oğlu Abdullah, babasına diyor ki kaç gün sonra bana
gözükeceksin? O da diyor ki, üç gün içinde gözükürüm, yani rüyana gelirim. Aradan geçiyor on iki
yıl, baba ancak o zaman gözüküyor. E baba diyor, böyle demiştin. Bilgelikten bahsedeceğim de onun
için söylüyorum. Gelememiş halife. Neden gelememiş? Halife iken, Bağdat’taki Dicle nehri üzerinde
bir köprü varmış, orda da bir delik varmış, koyun sürüsü geçerken koyunun biri basmış, ayağı
yaralanmış. O yaralanmadan dolayı on iki yıldır yargılanıyormuş ve gelememiş . Şimdi bu bir bilgi
{90}

arkadaşlar. Bu bize çok büyük bir siyaset kitabı diye yutturulan bir kitabın bir bölümü. Bunu yazan
adamın her yazdığı ne olabilir, bilinci ne olabilir? Maval, gazel.
Bakınız, bilinç dediğimiz şey bu. Toplumsal alanda bilinç, bir şeyi tam biliyorsak ve bu bilince göre
eylemde bulunuyorsak, bilinçliyiz demektir. Deriz ki, bu bilinçsiz hareket ediyor, gidiyor kendi
sınıfını tekmeleyerek oy kullanıyor. Bilinçsiz deriz. Bilinçli kişi nedir, kendi sınıfının çıkarlarını
öngörerek oy veren kişiye denir ya da siyasal eylemi gösteren kişiye denir. Bilinç bu. Yaptığı işin
olgulara uygun olduğunu bilen adama biz bilinçli diyoruz. Kabul edebiliyor muyuz? Bir işçi gider, bir
patron partisine oy verirse bilinçsizlik yapmıştır.
Topluma bakıyorsunuz, ben biliyorum diyor, söylemek de pek gerekmiyor ama insanların yüzde
doksan dokuzu bu. Hele bir tartışın da görün. Toz kondurmuyorlar.
Şimdi evrenin yapısına, ontolojiye dönelim. Onto varlıktır, Grekçe. Sözü edilen bilgi, yani ontoloji,
loji (logia) bilgi demektir. Ontoloji, burada evrenin bilgisi demektir. Çünkü onto, varlık dediğimiz
kipten ibarettir. Bizim elimizde, 20. yüzyılda, yeni ontoloji ve temel ontoloji diye iki büyük örnek
var. Birisi Nicolai Hartmann’ın yeni ontolojisi, birisi de Martin Heidegger’in temel ontolojisi. Bu
ontolojilerin ikisi de benim için anlaşılmaz bir şekilde, Grek ontolojisine dayanıyor. Yani katmanlı
ontolojiye dayanıyor. Bu evrenimizi katman katman görüyorlar. Yani çok kabaca söylemiş olalım, en
altta diyorlar, temelde bir inorganik tabaka var, bunun üstünde canlılar, diriler tabakası var, onun
üstünde duyarlılar tabakası var, bunun üstünde düşünenler tabakası, tin tabakası var. Biz, insan olarak
diyelim, bir sürü tabakaların en üstünde oturuyoruz. Acaba evrenimiz böyle midir? Acaba evrenimiz
bu arkadaşların düşündüğü gibi midir?
Örnek olsun diye söyleyeyim arkadaşlar, Aristo bir tanım teorisi geliştirmiştir. Tanım, Aristo’ca
şudur: Cinse ayrımı ekleriz. Bu ne demektir? Cins, bir soyun bir türün adıdır, mesela hayvan, buna
ayrımı ekleriz. Nedir ayrım insana geçerken, akla, usa sahip olmak. O zaman cinse ayrımı
eklediğimizde yaptığımız şey bir tanımdır. Düzenleyelim şöyle bir: Usu olan hayvana insan denir.
Böyle bir tanım. Bu Aristoteles’in ünlü tanım teorisidir, cinse ayrımı ekliyorsun. Ayrım insandan
hayvandan ayıran temel özelliktir. Aristo us diyor ona, usu olan hayvana insan denir, diyor. Benim
için çok büyük bir yanlış, o ayrı bir konu ama Grekler de öyle görüyordu. Ondan sonraki batılı
ontologlar da böyle görmüşlerdir. Bu anlamda, girdiğiniz alanın ne denli duyarlı olduğunu belirtmek
adına söylemiş olayım. Nicolai Hartmann da öteki etikçilerden birisi Max Scheler de diyor ki, tin en
zayıf tabakadır. En üstte yer alan tabaka, öteki tabakaların üstünde oturur, o tabakalar olmasaydı o
olmazdı, gibi bir mantıkla çok zayıf bir tabakadır diyor. Hele hele Nicolai Hartmann, çok daha etkili
bir filozof, bastıra bastıra tinsel tabaka çok zayıf, diyor. Biz göreceğiz ki onların tinsel dediği tabaka,
yani bizim düşünme ve eyleme, istenç tabakamız, insanı insan yapan özelliklerimiz, en güçlüdür. Çok
vahim bir şeydir bu. O nedenle biz, baştan belirtelim, batıdaki büyük ontolojilerle temelden
ayrılıyoruz. Bunu da kanıtlayacağız tabi, lafla olmaz. Evrenimiz katmanlı bir evren değil. Evrenimiz
karmaşık bir evrendir, nesneler yan yanadır, birbirine hiyerarşik olarak uzak yakın bir ilişkiye sahip
değildir. Bunu söylememiz lazım, bunu söylemezsek yaptığımız ontoloji havada kalır.
İnsanda pek çok özellikler içeriliyor, göreceğiz bunu, karmaşık bir yapı. Birleşiklik var, dirilik var,
duyarlılık var, düşünme var, istenç var vesaire. Ama bu benim taşın üstünde oturduğumu kanıtlamaz.
Toprağın üstünde oturduğumu, suyun, havanın üstünde oturduğumu da kanıtlamaz. Çünkü toprak da
benim gibi bir yapı düzeni. Neden onun üstüne oturacağım? Toprağın da bedeni var, benim de var.
Batılılar bunu anlamamışlar. Toprağın bedenini tutup benim altıma koymuşlar, bu anlaşılmaz bir
şeydir. Ben bir yapı düzeniyim, toprak da bir yapı düzeni. Ben daha karmaşığım tamam ama onun
üstünde oturmuyorum. Problemin büyüklüğünü anlatmak adına söylüyorum bunları. Batı ontolojisinde
çok derin yaralar var. Ben bugün de batının bu işi çözdüğünü, altından kalkabildiğini
düşünemiyorum. Bu belki Nietzsche’den beklenirdi, ontoloji yapmadı. Başka yerlere daldı, etiğe
daldı, dinsel bir felsefeye daldı, ona saldırdı iyi etti ama ontoloji yapmadı. Kim yapabilirdi, Kant
yapabilirdi. Yaptığı şey bir bilgi kuramıdır.
Şimdi kısaca bir Thales’e giriş yapayım, bugün tamamlansın. Ontolojimize yarın gireriz. Çünkü
Thales’e giriş de zaten, ontolojiye giriştir. Thales’i büyük yapan, herhangi bir buluşu değildir. Hangi
felsefe tarihini açarsanız açın, felsefe, Miletli Thales’le başlar. Thales’in geometrik bir bağıntısı
vardır, zayıf bir bağıntı. Eşkenar üçgenin kenarları eşitmiş, bu bize fazla bir şey söylemiyor bugün, o
gün de söylememiş olmalıdır. Bir güneş tutulmasını günü gününe saptadığı söylenir, doğrudur ya da
yanlış, doğruysa bir başarıdır. Onun ötesinde, ben size söylemiş olayım, su ile başlamış felsefe,
Thales’in elinde. Tüm evreni oluşturan temel yapı, sudur. Böyle diyen bir filozofun birçok felsefe
tarihinin ilk sayfasını dolduran filozofun, bugün ilkokullarda öğrettiğimiz, suyun molekül olarak H O
2

formülünü bilmediğini hatırlatmak isterim. Yani Thales su denen molekülün, iki hidrojen bir oksijen
atomundan oluştuğunu bilmiyordu. Niye büyüktü? Şunun için; büyüden, mitten, mitsel düşünceden
sıyrılıp, logic, akılsal düşünceye, ussal düşünceye geçiş olduğu için. Bu bir. İki; neden su diye
sorduğumuzda, Thales’in etkilendiği alanlara bakıyoruz. Öbür derslerimizde kısaca söylemiştik,
Mısır’ı biliyordu. Mısır’daki geometriyi işlemişti, Mısır’da bir Nil kültürü vardı. Nil taşıyor, her
tarafı birbirine katıyor, tarlaları sınırsızlaştırıyordu. Onun için geometriyi bulmak zorunda kalmıştı
Mısırlılar. Orada suyun evreni yönettiği konusunda bir ön fikir edinmişti. Thales, Babil’i de
biliyordu.
Felsefe tarihlerinde Babil diye geçiyor ama daha sonraki bulgular Mezopotamya kültürünü
yaratanların, Sümerliler olduğunu ortaya koydu, Bugün Türkçemizde 70-80 tane Sümerli kökenli
terim var. Mesela Tanrı, Orta Asya’da Tengri, Sümerlilerde Dengiri diye geçiyor . Ufak bir
{91}

değişimle dönüşerek gelen bunun gibi 70-80 terim var. Yazıyı ilk bulanlar Fenikeliler, Mısırlılar
falan değil, doğrudan doğruya Sümerliler, çiviyazısı bugün okundu, dünyanın bütün üniversitelerinde
çözüldü. Bunu Sümerliler bulmuştur. Uygarlığı yaratanlar Sümerlilerdir. Asurlular, Katlar, Babiller
çalarak, çakma uygarlık yarattılar, açıklıkla söyleyebiliriz. Bunu, ünlü Yahudi Sümerli uzmanı
Samuel Noah Kramer söylüyor. Tarih Sümer’de Başlar diye çok ünlü bir kitabı var, Türk Tarih
{92}

Kurumu’ndan çıktı.
{93}

Muazzez İlmiye Çığ’la bir karşılaşmamızda sordum. Dedim ki; hocam, Sümerler mi Sümerliler mi?
Sümer bir coğrafyanın mı adıydı, bir etnik yapının mı adıydı, bunu öğrenmek istiyorum. O da dedi ki,
kesin olarak bir coğrafyanın adıydı, Sümerler diyemeyiz, Sümerliler diyeceğiz. Mıslırlılar der gibi,
değil mi hocam? Evet, dedi. Onun için, Sümerler diye geçer tarih kitaplarında, yanlış okumadır o.
Sümerlilerin uygarlığı nerede doğmuş, iki nehrin arasında, Mezopotamya diyoruz ya, Dicle ve Fırat
nehirleri. Orada da bir su kültürü var. Thales’in etkilendiği kökenleri anlatmak adına söylüyorum.
Gökbilimini öğrendiği yerin bir su kültüründen türediğini söylüyorum. Orada da Fırat ve Dicle
basıyor ovaları, Nil basıyor, o şeyden kil yapıyorlar.
Şunun gibi bir tablet. Philadelphia üniversitesi gelmiş kazı yapmış, bunun bir parçası orada, bir
parçası İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde. Bizim bir Osmanlı uyanık, Almanlara kazı iznini verirken,
bulduğunuzun yarısı bizim demiş, aklı bir yere ermese de. Almanların kazılarından çıkanların yarısı
Almanya’da, yarısı bizim Arkeoloji Müzesi’nde. Bu tablet oradan çıkıyor, bir ucu. Bir ucu
Almanya’dan çıkıyor, bir ucu Fransa’dan çıkıyor, bir ucu Rusya’dan çıkıyor. Şu tableti Noah Kramer,
beş tane müzeyi tarayarak, didinerek bulabiliyor. Şu kadar bir tabletten yirmi sayfalık bir yazı
çıkartıyor. Nasıl oluyor, ben anlamıyorum. Çivi yazısı. Bu uygarlığa nasıl küçük diyeceğiz? Batı,
tamam amenna da Sümerliler de yazıyı bulmuş, ilk yazıyı bulanlar.
Mısır ve Nil kültürüne eklediğimiz zaman bunu, Thales’in neden su diye bağırdığını ufak ufak
anlamaya başlarız. Bu iki öge. Üçüncü öge şu arkadaşlar: Thales’in kendisi tarımcıydı, çiftçiydi, ekin
üreticisiydi. Kaçınılmaz olarak, Ege gibi sıcak bir iklimde, yağmurun önemi çok büyüktü. Akşama
kadar göğe bakıyorlardı, yağsa diye. O nedenle, onun yaşamında su, hayatı oluşturan bir ögeydi. Onun
için su diye diretmeye başladı. Dördüncüsü ise, Thales bir deniz çocuğuydu. Grek kültüründe deniz,
çok önemlidir. Ada şehirleri, ada kentleri…
Çok devingen bir toplumdu ve su üstüneydi. Adalardaydı. Dördüncü ögeyi de eklediğimiz zaman,
Thales’in neden suda direttiğini yavaş yavaş anlamaya başlarız. Buna başka bir şey ekleyebilir miyiz,
belki ekleriz. Ama gerek yok arkadaşlar. Bizim bildiğimiz şudur: Thales diyordu ki tüm evreni
oluşturan temel öge sudur. Öteki ögeler suyun türevleridir, değişkileridir. Su, su olmaktan çıkar, hava
olur, ateş olur, toprak olur. İlerledikçe göreceğiz, Thales’te asla boyut yok, düzeylerdeyiz. Su değişir,
başka şey olur. Su olarak kalmaz.
12.Gün
Özgürlük bir yüktür
İnsanoğlu evreni tanımak adına ne yapmış? Düşünme, bilme ve iletme ekonomisi adına bir
bölünmeler, kümeleşmeler yapmış, sınıflandırmalar diyorlar ya Arapça terimle. Bizim Türkçemizde
o, öbektir, kümedir ya da bölümdür. Onun karşılayan çok terimimiz var. Bu bölmelerle daha kolay
düşünmüşüz, kolay ad vermişiz, kolay nitelemişiz, kolay anlatmışız. Kaba bir iki örnek verirsek; kivi
diye bir nesne çıktı, şöyle üç on yıl önce. Onun öbeğini söylediğimizde biz onu az-çok tanımaya
başlıyoruz. Demek ki bu uzun ömürlü bir bitkiden yetişir, ağaçtan. Demek ki diyoruz, bu yenir, bunun
bir tadı var, hoş bir şey. Kısaca biz meyve ile ilgili yüklemlerimizi kiviye taşımaya başlarız.
Sınıfladığımız, bölmelere ayırdığımız, kafamızda onu daha iyi tanımaya başlarız. Onun çok ayrıntıya
giren, özel özelliklerini de zamanla öğreniriz. Mesela kivinin C vitamini bakımından turunçgillerden
dört beş kat fazla güçlü olduğunu daha sonra öğreniyoruz. Öyle diyorlar. Doğrudur yanlıştır onu
bilmiyorum, bu işin uzmanı hekimler çok güçlü bir C vitamini deposu diyorlar. Demek ki bu ayrıntıyı
da zaman içinde öğreniyoruz. Nesneleri bölmelere ayırıyoruz, öteki bölmelerle ilişkilendiriyoruz, o
ilişkiler yoluyla evreni daha bir kavranır duruma getiriyoruz, basitleştiriyoruz.
Bu Grek felsefecileri ve batı felsefecileri, hep üstünde durduk, kişisel olarak ben anlayamıyorum,
konuyu bitirdiğimizde sizi de canı gönülden dinlemek isterim ama ben batılıların bu sınıflandırma
işine aklım ermiyor. Ekonomi sağlasa da, daha kolay tanımamızı sağlasa da ben anlayamıyorum.
Örnekler vereceğim. Ondan sonra evrenin ilkelerini önümüze katıp götüreceğiz.
Müzisyensiniz, bir çalgı aleti almak için, bu işi yapan satıcı dükkana gittiniz. Dediniz ki, bana bir
araç veriniz, alet. Satıcı size bir şey anlamadım der gibi bakacaktır. Eğer geveze biriyse diyecektir ki
kardeşim uçak da bir araç, gemi de bir araç, kazma da kürek de bir araç, araç mı istiyorsun,
evrenimiz araçla dolu. Canım, diyeceksiniz siz, ben buraya geldiğime göre çalgı aracı istiyorum.
Araçtan çalgı aracına… Bu arkadaş yine fazla bir şey diyemeyecek size. Çalgı aracı çok, davul,
kontrbas, viyolonsel bile var. Siz diyorsunuz ki ben çalgı aracı istedim ama bu telli olacak, telli çalgı
aracı, ya da yaylı, ya da üflemeli, diyeceksiniz. Yine size bir şey sunamayacaktır satıcı. Çünkü her
birinden de bir sürü var. Solukla çalınan klarnet var, ney var, kaval var, bir sürü var. Bir sürü telli,
bir sürü yaylı var. Peki, diyeceksiniz ki arkadaşım ben bir bağlama istiyorum. Adam belki artık size
bir bağlamayı verebilecektir. Onun da bir sürü varyantları var ama bağlamayı verebilecektir. Peki,
örneğimize uygun olarak çalgı aracı diye bir araç var mı? Yok, bulamıyoruz. Tellisi, üflemelisi,
bulamıyoruz. En aşağıya, bireye, daha doğrusu tikele indiğimizde, al kardeşim sen bağlama istiyorsun
diyebiliyor arkadaş.
Böyle bir örnek verdim. O zaman nereden çıktı bu araç, çalgı aracı, ötekiler? Evrene bakın, her
alanda bu boşluğu göreceğiz. Ben bir ağaç gördüm. Ağaç diye bir ağaç yok arkadaşlar, ağaç diye bir
nesne yok. Ağaç bir sınıfın adı, bir soyun, öbeğin adı. Sen ağaçlardan bir ağaç görmüşsün ama o
dinleyene fazla bir şey anlatmıyor. Çınar mı, çam mı, meşe mi, kayısı mı, hiçbir şey anlatmıyor. Ağaç
diye bir kendilik yoktur. Ben hayvan gördüm, size neyi anlatır arkadaşlar? Salt böcek soyunun bir
ailesinde binlerce böcek var . Bir hayvan gördüm dediğinizde, her bir türün de böyle sayısı var,
{94}

milyonlarca var, hangisini diyorsun sen? Demek ki biz, konuşurken yayvan konuşuyoruz, ekonomi
sağlayalım derken dağılıyoruz.
Aristo mantığının Isagoge diye çözümlemesi var. Kim yapmış bunu? Plotinus. Meşhur südurcu,
fışkırmacı, taşmacı filozof. Kökeni Mısırlıdır. Sonra gitmiş Roma’da felsefe yapmış. Her iki tarafa,
halka açık şekilde felsefesi sunduğu için bir hayli öğrencisi olan bir insan. Böyle konular geçince
bunları da söylüyorum ki kafanızda bir nokta olsun, zamanla değerlendirirsiniz. Karşınıza çıktığında,
ben bunu biliyordum, şöyle bir zamanda seminerimizde konu olmuştu, diyebilesiniz diye. Plotinus,
çok ilginç bir adam. Dokuzluklar, Enneadlar diye ünlü bir kitabın yazarı . Felsefesinde üstünde sık
{95}

durulur. Ahmet Arslan’dan örnek verecek olursak, neredeyse bir cildi, Plotinus’a ayırmış. Bu göz
kamaştırıcı bir şey.
Plotinus, Mısır’da yetişmiş, öğretmeni çok ilginç bir şekilde, bir hamaldır, Ammonios Sakkas.
Sakkas, Arapça hamal demektir. Bu, çok ünlü filozofların öğretmenliğini yapmış, birisi Plotinus.
Plotinus gelmiş Roma’ya, imparatorlara, romanın ileri gelenlerine felsefe dersi vermeye başlamış.
İmparatorlar gelip dersine katılmışlar. Bunun Porpyrios diye Suriye kökenli bir öğrencisi var.
Porpyrios, Isagoge , yani giriş, başlangıç anlamına gelen bir kitap yazmış. Bütün kitapçılarda
{96}

bulursunuz. Remzi Kitabevi tarafından basılmıştır. Benimkilere baktım sabahleyin, hiçbirisi burada
değil, İstanbul’da. Keşke olsa getirseydim. Orada, Isagoge’de Aristo mantığından çok felsefesi yani
ontolojisi mevcuttur. Mantıkla ontoloji hep örtüşür. Mantıksız ontoloji, ontolojisiz mantık olmaz.
Bunu örnekleyelim. A, A’dır. Bu, mantıksal bir ilkedir. Mantıktaki düşünme yasalarındaki ilkelerden
birisidir. A, A olmayan değildir, çelişmezlik yasası. Peki bunun ontoloji ile ne ilgisi var? Evrendeki
bir nesne, başka bir nesne olamaz, mantıkta olamadığı gibi. Queen Elizabeth Zırhlısı, Queen Elizabeth
Zırhlısı’dır, bitti. Atatürk, Atatürk’tür. Her olan bir tane olur ve kendiyle bilinir. Ontolojik bir ilkedir
yani. Bunu en güzel anlatan, dikkatinizi çekmiş olmalı, Takiyettin Mengüşoğlu’dur. Bir de Heimsoeth
diye bildiğimiz, bu disiplinlerle ilgili kitabında vardır . Remzi basıyordu onu, şu anlarda basmıyor.
{97}

Küçük tip kitaplardı, niyeyse o yayınları üzüntü verecek bir şekilde durdurdu.
O Isagoge’de şunu anlatılıyor: Evrendeki nesnelerin bir temel şeması sunuluyor bize, olanların
şeması. Cinsler, türler, ayrımlar, özellikler, ilinekler var , beş ses. Kendisi beş ses diye onu
{98}

nitelendiriyor ve kitabın girişinde de diyor ki, bunların gerçekten var mı yok mu olduğunu pek fazla
tartışmayacağım, Aristo’yu izleyerek diyor, bunları anlatmaya çalışacağım. En yüksek cins ve en alt
tür diye iki terim geliştirmiş kitabında. En üst cins, özdekli, maddeli tözler diye başlamış, çatıda.
Zaten Porpyrios Ağacı’dır adı . Ağaç gibi dallanır iner aşağıya. Kökü yukarıda olan, dalları aşağıda
{99}

olan bir ağaç. Bunu böyle de çevirip kökünü aşağıya bal gibi getirebilirdi ama öyle yapmış. Ayırmış,
özdekli tözler ve ondan türetmiş, diri tözler, diri tözlerden duyarlı tözlere geçmiş, duyarlıdan
düşünenlere geçmiş, insana geçmiş inmiş aşağıya. Bu zincirleme, kurulan bu yapay hiyerarşi, bizi
nereye götürüyor? Aristo’nun düşünme evrenine.
Aristo’ya göre, cinsi bildiniz mi, ayrımı da bildiniz mi bütün nesneleri tanırsınız. Daha önce de
ufaktan dokunmuştuk; insan, aklı olan hayvandır. Hayvan cins, aklı olmak ayrım, hayvanın aklı yok,
bir ayrımla ondan kopuyoruz, geliyoruz insana. Bu Aristo’nun meşhur tanım teorisidir. Peki, ben
diyorum ki Aristo üstada, sen buradan gidince neden başka tanımlara girmiyorsun? Söz gelimi, bu
düşünme yöntemi şuna da götürür; insan, akıllı, duyarlı ağaçtır. Niye demiyorsun onu? Ya da hayvan,
duyarlı ağaçtır, niye demiyorsun? Birisi cins, ayrım ne? Duyarlı olmak, hayvanın temel özelliği. Uslu
olmak, usa sahip olmak, insanın temel özelliklerinden biri olduğu gibi duyumlu olmak. Duyu
organlarına iye olmak, sahip olmak da hayvanın ayırıcı özelliğidir, bitkiden. Niye onu demiyorsun.
Tanım teorisini, o yolu izlediğimiz zaman bu çıkıyor karşımıza. Hayvan duyuları olan bitkidir. Onu
demiyor, sırıtıyor da ondan. Aristo’nun kafası orada basıyor, sırıtıyor çünkü. Bunu bir adım daha
indirelim. Peki, bitki ne? Diri olan taştır, niye demiyorsun Aristo? Ya da diri olan inorganik
maddedir. Diyemiyorsun, sırıtıyor.
Demek arkadaşlar, araç ve Porpyrios’un, Aristo’ya dayanan cins, tür, ayrım yoluyla gittiği tanım
teorisi bu. Porpyrios, ayrım diye bir şeyin olduğunu düşünüyor. Ayrım, bizim yaptığımız bir şey, bunu
açıkça görmek lazım. Bir özellik nedeniyle bizim düşünme edimimizde ortaya çıkan bir nitelemeden
ibarettir. Akıl, insanda var, hayvanda yok. Aristo adına konuştuğumuzda, biz insana akıllı hayvan
derken, bir ayrımdan yararlanıyoruz. Ayrım bir özellik nedeniyle olan bir durumu saptamadır. Cins ve
tür gibi bir yapı düzeni değildir. Onu bile karıştırmışlar. Keşke karıştırmasalardı. Böylece bir tanım
teorisi koymuşlar önümüze. Buna bakalım arkadaşlar. Dedik ki tözsel birlik olarak, Porpyrios’un en
üste koyduğu maddesel töz, maddesel töz diye bir kendilik yok arkadaşlar. Diri töz diye bir kendilik
yoktur. Ben hiçbir şey yoktur demiyorum, hiçbir nesne yoktur demiyorum. Bir sınıf yoktur, onların
anladığı anlamda. Çünkü bizim felsefemizde, göreceğiz, diri dediğimiz zaman, diri olanlar var ama
bu Aristo’nun, Porpyrios’un anladığı anlamda değil. O kütle ağaçtan ibaret değil, hayvan da diri, biz
de diriyiz. Locke bizi götürüyor, ağacı götürüyor, bitkilerle aynı öbeğe oturtuyor. Hayır arkadaşım,
oturtamazsın. Şunu açık olarak görüyoruz; diri olmak, duyarlı olmak, usa iye olmak tözsel bir birlik
değildir, bunlar özelliklerdir. Özellikleri tözsel birliğe çevirip kümeler oluşturamazsınız.
Oluşturursanız çuvallarsınız. Bunu, evrenin ilkelerine daha geniş girdiğimizde siz de göreceksiniz.
Ondan sonra öyle düşünmeye başlayacaksınız. Bu bir.
İki: Yapı düzenlerine bir ayrım ekleyerek onu tanımlamak cinayettir. İnsan akıllı hayvandır. Bunu
varsayımsal olarak düşünelim. Sokrates, Atina’daki bir kertenkeleyi ameliyat etti, akıl koydu kafasına
Sokrates oldu çıktı, başladı ders vermeye. Var mı böyle bir şey? Hayvanın yapı düzeni, sadece aklı
olmaması, akıldan yoksun olması nedeniyle değil, binlerce nedenle… Onun da ayrı bir yapı düzeni
var. Daha kaba bir örnek vereyim. Kağnı bir arabadır. Ona bir uçak motoru takalım, uçacak mı?
Aristo, uçacak diyor. Çünkü uçağa, motoru olan araçtır, diyor. Onu öyle tanımlıyor. Demek ki kağnıya
motor koymakla onu Mercedes otomobil ya da uçak yapamadığımız gibi, hayvana bir akıl ekleyerek
onu insan yapamayız. Çünkü onun yapı düzeni apayrıdır. O sırf akıldan yoksun olduğu için hayvan
değildir. Onu, ona taşıyamayız.
En altta diyor Nicolai Hartmann, katmanlar teorisinde, inorganik tabaka var, üstünde diriler var,
üstünde duyarlılar var, üstünde düşünenler var, tin tabakası. Tin tabakası çok zayıftır, diyor. Ben
böyle bir evren göremiyorum. Biz taşın üstünde oturmuyoruz. Bizim yapı düzenimiz apayrı. Bizi
oluşturan ögeler, inorganik doğadaki taşı, herhangi bir nesneyi, herhangi bir minerali oluşturan
ögelerden çok farklı, ağacı oluşturan ögelerden çok farklı. Onu oraya, onu oraya aktaramayız. Bir
kısım özellikleri alıp monte ederek yapamayız bunu.
Bizim felsefemizde güzel güzel göreceğiz, ayağımız yere basacak. Bitki de diridir, hayvan da diri,
insan da diri ama bu diriliklerin her birinin yasaları var. Evrenin yasalarında göreceğiz, her olanı
başat ilke yönetir. Kısaca söyleyeyim, henüz daha oralara gelmedik ama mesela bitkiyi dirilik
yönetir. Nasıl diyeceksiniz, taştan farkı var bitkinin. Taşı istediğiniz kadar ekin, gübreleyin bitmez,
yeşermez ama bitki yeşerir. Demek ki onu dirilik yönetiyor. Hele ağaç, hele çınar, beş bin sene yaşar,
diri olduğu için. Tabi diri olduğu için de ölür. Taş ölmez, taş parçalanır. Ne kadar farklı şeyler! Bu
nesneleri birbirinin üstüne bindirmek, birbirine taşımak, bu bir batı yıkımıdır. Bu ilkelerimizi tek tek
gördüğümüzde bunu net bir şekilde siz de göreceksiniz, kafamıza yatacak, tamam diyeceğiz, bu böyle.
Türler, cinsler, bunlar olmaz, evrenin öyle yapıları yok.
Geriye şu kalıyor; hiç mi yok? Her yapı kendi içinde öbekleşmeye tabidir, tamam. Mesela duyarlılar,
hayvanlar, kendi içinde, başka bir şeye taşımadan, iç bölümlenmeleri vardır. Omurgalılar,
sürüngenler, uçanlar, şunlar bunlar. Siz bunu sırf akıldan yoksun diye hayvan dediniz mi, insanla onun
arasındaki ayrımı hayvana indirgediniz mi, akla indirgediniz mi yanılırsınız. Bu insandan düşük
anlamına gelmez, hayvansal mekanizma çok güçlü. Milyonlarca sene yaşamış, görüyoruz hayvanları,
evrenin çeşitli oldubittilerine meydan okuyor. Soğuğa, sıcağa kafa tutuyor, yaşıyor, türüyor, kendini
koruyor, bir sürü özellikleri var, tamam. Bir tek akıldan eksik olduğu için “insan değil” diyemez.
Sonuçta felsefede insan biçimcilik dediğimiz saçmalığa gidiyor. İnsandaki özellikleri insana
taşıyacaksın, o da şöyle ya da böyle insanlaşacak, yok böyle bir şey. Bu birini küçültme, öbürünü de
büyültme değildir arkadaşlar. Önemli olan, onları görürken tek tek incelemek ve o yanlışlığa bakmak.
Geçen gün Müjdat kardeşimiz, bu bize yıllarca anlattıkları Descartes bu mu, dedi. Frege diye bir
Alman filozofu var, çok güçlü bir filozof. Bu adamcağız bir ömür bir kitap yazdı, kümeler üzerine.
Tabi yine o batı kafasıyla yazdı. O Russell domuzuna domuz bir herif. Kitabı okumuş ve Frege’e bir
mektup yazmış. Demiş ki, üstat sizin kitabınız yanlış. Siz konuya yanlış girmişsiniz, yanlış
değerlendirmişsiniz. Frege mektubu alır, okur. Bir daha gözden geçirir ve Russell’a mektup yazar.
Sağ ol Russell der, bir ömür harcadığım emeğin boşa gittiğini bana öğrettin, yanlış yazmışım ben. Bu
büyük yanlışlar çok da doğru gibi gözükür. Aklınız almaz bunun yanlış olacağına. Oturmuşsun buraya,
her gün top gibi dönen güneş, duruyor diyorsun. Zenon’un evren olarak, acun olarak ya da yeryüzü
olarak milyonda bir boyutunda bir gezende yaşıyorum diyor, Kopernik onu diyor. Güneş bizden
küçükmüş, olacak şey mi? Futbol topu kadar bir şey, işte her gün doğdu battı diyordu.
Çok doğru gibi gözükebilir, felsefede de bilimde de çok olmuştur. Ondan sonra birisi çıkmış demiştir
ki arkadaşım yanılıyorsun. Teşekkür ediyor Frege. Çok iyi bir filozof, onu da söyleyeyim. Eyvah
diyor Russell’a, yanlış yapmışım, diretmiyor yani. Biz olsak diretiriz, doğulular diretir. Teşekkür
ediyor, bir ömür emek boşa gitse de diyor, bana yanlışımız söylediniz. Demek oluyor ki, bu en yüksek
cinsten, en alt türe doğru insanları, öteki nesneleri katmanlaştıran yapı, yanlıştır. Max Scheler’in ve
Nicolai Hartmann’ın tinsel tabaka zayıf demelerinden anlıyorum konuyu yanlış gördüklerini. Nedeni
şu: Bu iki filozof da başat ilke yasasını bilmiyorlar. Nesneleri başat ilkeleri yönetir. Bizi düşünme ve
istenç yönetir, daha çok istenç. Göreceğiz bunu.
Hayvan bir ot görür, otçulsa, koşa koşa gider. Etçilse, bir başka av görür ona saldırır. İstenci yok bu
işin. Acıkmıştır aslan, gider dalar antilop sürüsüne, hiç şakası yok. Çünkü onu yöneten duyumlardır.
Duyumları ona diyor ki, acıktın, orada antilop sürüsü var, pençelerini kullan.
İnsanı bedensel yönü yönetmez, asla yönetemez. İlk başta şöyle gözükür; insan ekonomik bir şeydir,
karnı acıkınca şu eylemi yapar, yapmaz arkadaşlar. Hiçbirimiz birinin vitrininde çok hoş bir elbisedir
diye çekip almayız, alamayız. Kimse olmasa bile alamayız. Hırsızlıktan korktuğumuz için değil, bu
benim değil deriz. Ertesin gün geliriz, dükkancı ile görüşürüz, gece geçerken vitrininizde şöyle bir
giysi gördüm, çok hoşuma gitti, bunu bir denemek istiyorum, deriz. Çünkü biz eylemi seçeriz, nesneyi
değil. Başat ilke yasası çok güzel bir yasadır. Aksi halde, şimdi savaşa gidiyorlar, evin bir oğlu,
omzuna koyuyorlar tüfeği, yürü diyorlar. Nicolai Hartmann’ın ve Max Scheler’in gerekli olanla
önemli olanı karıştırmış olmalarıyla karşı karşıyayız. Özdeksellik düzeneğimizin olduğu gereklidir.
Bir tane aletimiz için ne ameliyatlar oluyoruz, ne paralar harcıyoruz, ne acılar çekiyoruz, tamam ama
gerekli olanı ayrı önemli olanı ayrı. İnsan kesin olarak, tekrar söylüyorum, kutsanacak bir yanı yok,
insan bir cesettir, onu söylüyorum. İnsan kadüktür, kendine gelememiştir. Ve hep konuştuğumuz bir
şey var, insanla hayvan arasında kayıp bir yapı var ya da onlarla beraber yaşıyoruz. Önemli olan o
yapıyı tanımaktır.
M- Hocam burada bir itiraz edebilir miyim?
Tabi edeceksin.
M- Çok itirazım olacak da…
Çok mutlu olurum.
M- Eğer bir nesneyi temel özelliği yönetiyorsa, siz temel özellik demediniz ama…
Başat dedim.
M- Yönetiyorsa ve insanın başat özelliği seçme ise daha sonradan, şöyle diyebilir miyiz? İnsanı başat
özelliği olan seçme yönetmiyor diyebilir miyiz, burada bir çelişki yok mu?
Kanıtlaman lazım.
M- Şöyle dediniz; insan başat özelliği seçme ile yönetilir. Bakıyorum, hiç de öyle insanların o başat
özelliğiyle yönetildiğini görmüyorum.
Hayır, hayır, ara sınıftan bahsettim ben. İnsanla hayvan arasındaki bir ara sınıftan bahsettim. İnsan
diyoruz ama, dedim, bir ara sınıf onlar. Onları istençleri yönetmiyor.
M- Burada bir çelişki yok mu hocam?
Ben görmüyorum. Adına insan diyoruz.
M- Böyle bir ayrım koyabilir miyiz? Yani insanlar arasında da başat özellikleri seçme ile
yönetilenler, şu insanların başat özellikleri seçme değildir, onların başat özellikleri duyumluluktur,
onlar da öyle yönetilir.
Kesin olarak.
M- O zaman insanlar arasında da bir ara sınıf söz konusu.
Birkaç gün önce bireylerle kişiler arasında bir tartışma yaptık, değil mi? Birey olarak dediklerin
doğru. İnsan diyoruz, nüfus kağıtları var, tamam, bir devletin uyruğu, bir toplumun bireyi, tamam.
Ama kişi değil onlar.
M- O zaman biz, başat özelliği kişiye indirgemek zorundayız.
Söylüyorum ya.
M- Tam bu başat özelliği seçme yönetir dersek, bunu…
İnsandan söz ediyoruz, yani insan kişiden söz ediyoruz.
M- Kişi dersek doğru olabilir.
Ne dersen de, ben onları anlatmak istiyorum. Olay bu.
M- Diğer itirazım…
Bunu bitirelim. Arkadaşların da görüşleri vardır. Çağlar ne diyorsun?
Ç- Biyolojide taksonomi {100}
diye bir şey var. Gerçi Aristo’nun da biyolog tarafı var. Hem de ilginç
araştırmalar yapmış.
Babası hekimdi.
Ç- Su canlılarını incelemiş, çok da ilginç sonuçları da var.
Böcek türlerinin çoğunu bulan odur.
Ç- Biyolojide taksonomi var {101}
.
Bir dakika Çağlar, dikkat edersen canlılar dedin. İşte bakın dilimize girmiş oluyor, canlılar diye bir
sınıf yok. Aristo’nun bizi yanılttığı nokta o. O ruh üzerine bizi yanılttığı nokta o, canlılar diye bir sınıf
yok. Canlılar dediğimiz zaman, otu mu anlarsınız, ağacı mı anlarsınız, hayvanı mı, insanı mı?
Ç- Hepsini.
Hepsi ama o sınıf değil.
Ç- Biyoloji bu konuyu, kendi alanında rayına oturtmuş gibi. Hala sıkıntılar yaşarlar, böceklere
gelirler mesela, hangisini hangisine sokacağını şaşırırlar bazen. İyi kötü halletmiş gibi duruyor.
Kendi içinde olabilir. Ben kendi içindeye pek karşı değilim. Hayvanları kendi içinde ara
özellikleriyle bölmelere ayırabiliriz. Ama hayvanı bitkiye taşımadan, insana aktarmadan, onu
söyledim. Biyolojinin bu tutumuna katılıyorum.
Ç- Orada bir problem yok.
Ksenefon’un insan biçimci tanrıları var. Trakyalıların tanrısı mavi gözlü, Afrikalıların kara gözlü,
diyor. Atların, öküzlerin, aslanların elleri olsaydı, resim yapsalardı, kendilerine benzeyen tanrıların
resimlerini yaparlardı. Bu taşımaktır, kendini nesneye taşımak. Evet hocam siz ne diyorsunuz?
E- Doğduğunda herkes aynıdır, doğuştan yeteneği yoksa, gelişmeyle de ilgili çünkü, sonraki hayatını
belirleyen koşullar çok önemli. Bir insanın gidip çadırda pilav kuyruğuna girmesi, kendi ile alakalı
bir şey değil. Ama o da insan. İnsanı yapan ölümlü olması, istençli olması ama derecesi var. O
duyumlarına göre hareket ediyor, öbürü daha çok istencine göre hareket ediyor. Daha özgür ama
insan.
M- Ben bir şey ekleyeceğim burada. Yine aynı konu, başat özelliği duyumluluk olan hayvan dediğimiz
zaman, bir hayvan tekinden söz etmiyoruz. Genel hayvan türünden söz ediyoruz. Böyle söz ettiğimiz
zaman, şöyle diyebilir miyiz, hayvanlar içerisinde de bu başat özelliğe uymayan tekler vardır ya da
gruplar, kümeler vardır. Bunu diyemezsek, duyumlu olmazsa bir hayvan yaşayamaz. Dolayısıyla
hayvanı yöneten başat özellik eğer duyumluluksa, hiçbir hayvan teki için duyumlu değil diyemeyiz.
İnsanı yöneten başat duygu seçme ise, hiçbir insan teki için de şunu söyleyemeyiz, bu bundan
yoksundur diyemeyiz. Ya başat özellik demeyeceğiz, ya da bütün insan tekleri özeldir.
Güzel bir eleştiri ama görmediğimiz noktalar var. Gerçek olma yasası var. Bunu ilkeleri bitirdikten
sonra göreceğiz. Nedir o biliyor musun? Bir inorganik nesnenin gerçek olması, gerçek olmanın ne
olduğunu biliyoruz artık, tam olmak, sahte olmamak, bunu biliyoruz. Olgusallığı, doruk noktasına
taşımış nesneye biz, gerçek nesne diyoruz. Bir taşın gerçek olması ile bir otun, bir hayvanın, bir
insanın gerçek olması ayrı yasalara tabi. Konu etmiştik, sen bir çiftçiden, bir çobandan yüz tane kuzu
istiyorsun. Diyor ki, gelecek sene mayısta kuzuların teslimdir. Diyorsun ki kuzular bana teslim
edilirken yirmişer kilodan aşağı olmasın, kabul etmem. Kuzuların karakteri iyi olsun, huyları iyi
olsun, yalan söylemesinler, dalgacı olmasınlar, üçkağıtçı olmasınlar, demiyorsun. Belki şu şunu
dersin, belki o da, ben bu malları bana hazırlayacaksın da renkleri mor olursa daha tercih ederim.
Mor olanları seç bana ver, diyebilirsin. Bu da onun için özel bir özellik değildir. Kuzu diyorsun,
kuzunun gerçek olması, iyi beslenmesidir. Orada dikkat edersen, bireyliği kişiliğe taşıyan hiçbir
özellik yoktur. Hayvanda kişi olmaz, hayvan bireydir. Kümesinin bir benzeridir. Bazı atlar iyi koşar,
bazısı iyi kişner, bazısı yük vurunca yatar derler, olabilir ama o hayvanın at olmaktan, ya da eşek
olmaktan, deve olmaktan uzaklaştırmaz. Çok küçük bir özelliktir. İnsana geldiğimiz zaman çok
değişiyor, kabul edin bunu. Hırsızı var, hırlısı var, katili var, iyisi var, kötüsü var, binlerce özelliği
olan var. Evlenirken biz yetmiş kiloluk bir kız getirin mi diyoruz? Güzel mi, çirkin mi, huyu suyu iyi
mi, namuslu mu, sinirli mi değil mi, uyumlu mu değil mi, milyonlarca özelliğini tanıyoruz. Ondan
sonra diyoruz ki bu bize karılık yapabilir. Niye sen, yetmiş kiloluk bir kütük alır gibi evlenmiyorsun?
Ama itirazına derinliğine saygı duyuyorum, kabul. Yalnız ben sadece şunu söylüyorum, etiğe
gireceğimiz için ön hazırlıktır bu. İnsana geldiğimiz zaman, bir seçme olayı vardır, herkes seçmez.
Hep yanlış filozoflar bunu nedense övgülemişler, iyiyi ve kötüyü seçme özgürlüğü, istenç. Yok,
istenç seçmeme özgürlüğüdür bir de. Sen önünde iyi var kötü var, birini seçeceksin, o zaman yine
özgür değilsin. Seçmeme özgürlüğün olacak ki özgür olasın.
M- O zaman istençsiz insandan söz edemeyiz.
Söylüyorum işte.
M- Bundan söz edemezsek, başat ilkeler içerisinde kabul edebiliriz. Ama söz edersek, kabul
edemeyiz. Bazı insanlar istençsiz dersek…
Hayır istenç vardır da… İstenç zaten bir kiptir, bir yetidir. Herkes kullanmaz onu. Ben sana
söyleyeyim, şurada bir kavga olsun, başa baş, dişe dişe, şurada şu insanlardan bir kişi kalkmayacak.
M- Ama hocam, eğer bir yapı düzeninden söz ediyorsak ve yapı düzeninin başat özelliğinden söz
ediyorsak, nasıl istence kip diyoruz?
Bir yeti dedim. Özgürlük bir kiptir, istenç bir yetidir dedim ve diyorum. İstenç bir yetidir. Düşünme
gibi bir yetidir ama herkes düşünür, istenci herkes kullanır diye bir şey yok.
M- Şunu anlıyorum o zaman. İnsan akıl yetisine, düşünme yetisine, istenç yetisine sahiptir ama bu onu
kullandığı anlamına gelmiyor. Çünkü bunlar cevher olarak vardır fakat işlenilmesi ve kazanılması,
yaratılması gerekiyor. Dolayısıyla yapı düzeni içerisinde bunları sayarız ama pratik alanda
gözlemlerimizi yaparken ya da düşünmemizi oluştururken, bazı insanların akılsız, düşünmeyen, bazı
insanların da istençsiz olduğunu söyleyebiliriz.
*
M- Eğer düşünme nesnesinden farklı bir yapıya sahipse ki farklı bir yapıya sahip. Mesela benim
düşüncemdeki köpek havlamıyor. Bir ses duyuyor musunuz? Ama ben köpek düşünüyorum şu an.
Dolayısıyla düşüncedeki köpekle, gerçek köpek arasında bir fark var. Soyutlama çünkü, köpeğin
soyutlaması. Köpek somut, benim düşüncemdeki köpek soyut. Bunun bir uyumluluğu söz konusu. O
zaman ben ağaçtan söz ediyorum.
Ç- Yok.
M- Ağaçtan söz ediyorum çünkü ben ağacı somuttan alıp soyutlamadan farklı bir noktaya taşıyorum.
Ç- Ama eşyaya verdiğimiz isim var. Bunları birbirileriyle dolaştırırsak beynimizde şekilleri
oluşturamayız. Dili geliştiriyoruz.
M- Ad vermeden ziyade şuraya varmak istiyorum. Bizim ağaca ağaç dememizin sebebi bir soyutlama
olabilir mi? Sınıflandırmadan bağımsız olarak. Çünkü sınıflandırma olarak yaptığımızda asıl
itirazımız şu idi. Neredeyse bütün filozofların, hatta çok yakın tarihli filozofların bile yaptığı bir şey,
insanı sürekli hayvanla tanımlamak. Konuşan hayvan, düşünen hayvan, alet yapan hayvan. Spinoza
bile bu yanılgıya düşmüş, düşerken de açıklama koymuş. Herkes söylüyor, insanı hep hayvanla
tanımlıyor, ben de tanımlayacak olursam, toplumsal hayvan diyesim var. Böyle bir tanımlama
yapılamaz diyor, çünkü Spinoza sadece teklerden söz edebiliriz diyor. Sadece tekil özlerden
bahsediyor. O anlamda siz uyuşuyorsunuz. Ağaç diyemeyiz diyor, ağaç tekinin özünden söz edebiliriz,
çünkü hepsi birbirinden çok farklılar. Ama soyutlamada deriz. Hayvan da deriz, ağaç da deriz, çalgı
aleti de deriz…
Ben deme demedim. Sadece dedim ki bu bana nesneyi bulanık anlatır. Ona geleceğiz. Geçen yılki
dersleri dinlemiş olmana rağmen, acele ediyorsun. Dedik ki, ilkeleri, yaygınlık ve daralma olarak
görüyoruz. Orada var bu. Dedik ki, insan olarak insan diye bir nesneyi tanıyamayız. Ama insan
olmaklık diye bir özellikler bütünü var. Anne ile babanın birleşmesi, çocuğun doğması bir ilkeye
dayanır. Ben evleneyim, hanım insan olmasın, bir sürü sorun çıkartır, merkepten bir dişi alayım
diyebiliyor musun? Yok öyle bir şey.
M- İnsan öyle bir canlı ki hocam, onu bile yapabilir.
Ç- Bir gecelik ilişki olabiliyor.
İstenci, dayatma karşısında bir şey yapan yeti olarak sınıflamıyorum, nitelemiyorum daha doğrusu.
Ona dikkat edelim. İstenç, iyiyi seçebilir, kötüyü seçebilir, seçmeyebilir. Tekrar ediyorum, seçmek
durumundaysa istenç değildir o, bir şeye dayatılmıştır.
Ç- Belli kurallar koymuştur. Sen bunları yapmam diyorsan, hatta sen benim hiçbir önermemi
reddedemezsin. Reddedersen zaten benden değilsin. Benim dışıma çıkmış olursun. O zaman o
değilsin.
Max Scheler’in çok güzel bir sözü var. İnsanın Kosmostaki Yeri , o kitabı şiddetle öğütlüyorum.
Diyor ki; insan hayvandan üstün olabilir, hayvandan düşük olabilir ama insan asla hayvan olamaz . {102}

Hiçbir hayvan insan kadar ahlaksız olamaz. O kitap Ayraç Yayınevi’nden galiba. Heidegger diyor ki,
kendisine borçlu olmayan hiçbir filozofun olmadığı büyük filozofu kaybettik diyor. Gerçekten öyle,
çok genç yaşta öldü. Çok üzülürüm.
Ç- Şöyle diyebilir miyiz; kişi, eyleminden sorumlu olandır.
Hartmann, özgürlük bir yüktür, diyor. Gerçekten yüktür.
Ç- Genelde de o yüzden kaçılıyor. Aidiyet, bu işe yarıyor.
Şurada giderken bir olay görürsün, özgürlük senin tepene çöker. Orada bir kötülük vardır, dersin,
gidemezsin arkadaş, dön.
E- Hocam biz ideal insandan mı bahsediyoruz.
Evet, tabi.
E- Etrafımızda böyle bir insan yok. Gerçekten istencine göre, tamamen özgür, böyle bir insan yok.
Varsa bile tek tük var.
Bu bizi onu aramaktan alıkoymuyor, bir. İki, döküntüleri alkışlamak gibi bir zorunluluk da yok. Ben
kafamda onu yaratırım, o ideal tipi. Kendi eylemlerinde buna uymaya çalışırım, bu kadar basit.
13.Gün
Parçadan parçacıklara
Evrenin kurucu ilkelerini görmeye başlayacağız. Bunun dört tane ilkesi var. Greklerde, ortaçağda,
daha sonraki çağlarda var. Temel ilke birleşikliktir. Evrende birleşik olmayan bir nesneyi
göremiyoruz. Leibniz’in felsefesine geldiğimizde bir şeyler söyleyeceğiz. Leibniz, monatlardan söz
eder . Hatta kitabının adı da Monadoloji . Muhteşem bir kitaptır. Monadlar der, nasıl birleşik
{103} {104}

nesneler varsa, monadlar da vardır. Birleşik olan tözleri yadsımaz, onlar vardır ama bir de monadlar
vardır, der. Başlar monadların ne olduğunu anlatmaya. Monadlar, nesnelerin kurucu ögeleridir,
Leibniz’e göre. Ama der, monadların hiç penceresi yoktur. Yani insan dediğimiz tözü oluşturan, insan
monadlarının birbiriyle neden-etki bağıntısı yoktur. Onlar birleşmezler. Peki, insan dediğimiz bütünü
nasıl oluştururlar? Leibniz diyor ki, her bir monad tümüyle evreni kendi içinde yansıtır. Bu şu anlama
geliyor; her bir monad, bir küçük evrendir. Evrende ne varsa, herhangi bir monadda bu vardır. O
nedenle insanı oluşturan monadlar, önceden kurulmuş uyum yasasına göre insanı oluştururlar.
Pencereleri yoktur ama o, evrenin temel yasası olanı, bir bütüne yönelmiş olduklarından, her bir
evreni yansıttığından, her biri o insanı oluşturmakla görevli olduğundan dolayı o insanı oluştururlar.
Bu nedenle de evrende nedensiz hiçbir nesne yoktur ve amaçsız hiçbir nesne yoktur. Çünkü o müthiş,
büyük harmoni, büyük uyumu sağlamak için hiçbir şeyin eksik olmaması gerekiyor. Uyuşmanın ideal
olmasını aramıyor, iyilerle kötüler yan yana olabilir, o da gerekli diyor, evrenin düzeni bakımından
yıkımlar da gerekli. Büyük kazalar da gerekli, yangınlar, depremler, onlar evrenin oluşturucu ögeleri,
onlarsız evren olmazdı, diyor. Yani illa iyilerin birleşmesi diye bir şey düşünmüyor. O büyük ahenge
uyarlar. Her nesnenin bir amacı vardır. Bedenimizdeki her organın bir amacı vardır. Amaçsal bir
evren. Voltaire, Leibniz’in bu görüşüyle, terimin gerçek anlamıyla epey dalga geçer. Doğru der, ben
de Leibniz’e katılıyorum, çünkü Tanrı, burnumuzu gözlük takalım diye yaratmıştır. Bir amacı var ya,
düşmesin gözlük. Dalga geçiyor böyle, açık açık. Biliyorsunuz Spinoza, evrende amaçsallığı şiddetle
yadsır, onu unutmayalım. Onu iyi görmüştür, evrende öyle bir amaçsallık yoktur, ona katılmamak
mümkün değil. Onu belli bir amaca yönelik olarak görmek, eskatolojik bir yaklaşımdır.
Greklerde bu birleşiklik nasıldır? Geçenlerde söyledik; Grekler, kendinde nesneyi, yani tözü
bilmiyorlardı. Diyorlardı ki evrenimiz bizim etkileşim halindeki niteliklerden oluşmuştur, kuru-yaş,
sert-yumuşak, soğuk-sıcak. Evren onlardan ibaretti. Yani evreni niteliklerle görüyorlardı.
Diyeceksiniz ki bu görüş biraz saçma değil mi? Bana saçma gibi gözükmüyor. Bugün de günlük
konuşmamızda ne kadar sıcak der çıkarız. Güneş bizi ısıtıyor demeyiz. Dikkat ederseniz sadece bir
nitelikten söz ediyoruz. Kış geldi, ne kadar soğuk. Greklerdeki o kavrayışı bugün de belli biçimlerde
de günlük yaşantımıza yansıtıyoruz. Niteliklerle konuşuyoruz. Elmayı alır, ısırırız, ekşi deriz. Bayat
bir yemeği yedirirler, kokmuş deriz. Yemek kokmuştur diye önerme kurmayız. Belli bir nitelik, bir
nesneyi anlatmak için çoğu kez yeterli olur. Bir adam birilerine çarparak gider. Biri ötekine sorar,
neci bu, der. Tanımıyorum ama manyağın teki, der. Manyaklık bir yüklemdir. Demek ki niteliksel bir
evren tasarımı pek yadsınacak gibi gözükmüyor. Grekleri suçlamamak adına söylüyorum.
Pisagor, bir dinsel yapı kurmuş. Tarikat diyelim, bugünkü anlamda. Orada müzik öğretiyor, müziğin
bugünkü hala geçerli olan yasalarını bulmuş. Matematiksel önermeler bulmuş. Böyle bir tarikat.
Bakıyorsunuz doğuda da bir şeyler olmuş. İnsanlar dogmaları önlerine koymuş, kafaları sallamış
durmuşlar.
Bizde şöyle bir söz vardır, yangına körükle gitme, derler. Nedir bu? Bir karmaşıklık var, orada
tansiyon yükselmiş, tarafların sinirleri, uyuşmazlık doruk noktasına çıkmış. Bari oraya olumsuz gitme,
orayı daha da yükseltirsin anlamında. Pisagor diyor ki, ateşi bıçakla karıştırmayın. Ciğerine böyle
süngü gibi sokuyor. Suriye’de bir iç kavga var. Ne yapıyor Amerika, ateşi bıçakla karıştırıyor, her
gün karıştırıyor. Ajanlarıyla, taraftar devletleriyle, uğraşıyor. Ateşin bıçakla karıştırılması o. Bunu
şunun için söylüyorum; bakıyorsunuz bu adamlar, şunla bunla uğraşmış, bir kısım kuramlar
söylemişler. Bir kısım fiziksel kimyasal buluşlar yapmışlar ama yaşam görüşleri de son derece derin.
Bıçak gibi kesiyor, öyle bir toplum. Hani şimdi bunların evrenimizi niteliklerden görmesini bir
kalemde silip atamıyoruz. Ama bu zaman içerisinde töz düşüncesine dönüşmüş, dönüşebildiği kadar
o da. Ama uzun yıllar nitelikler, niteliklerin savaşı, niteliklerin karşıtlığı çelişkisi gözükmüş.
Nietzsche, Anaksimandros için, müthiş bir atlama diyor. Siz düzeylerden boyutlara fırlıyorsunuz,
aperion. O, varoluşa geliyor, nitelik olarak. Bizim görünüş alanımıza dönüşüyor, bir nitelik olarak ve
diyor ki, bu sınırlanmak, bir güç için, bir nitelik için ölümdür. Cezasını görecektir. Pisagor, niteliksel
olarak görse bile bu niteliksel dünyayı kara olarak görmez, olumlu görür. Der ki, bir nesne
sınırlanmışsa iyi, belirlenmiştir, olumludur. Öteki sınırlanmayı ölümün başlangıcı olarak görür,
Pisagor sınırlanmayı varoluşun başlangıcı olarak. Sonuçta biz şunu hep söyleyebiliriz; Grekler, genel
olarak töz fikrine sahip değildiler. Bu, Demokritos’un da içinde olduğu bir yapıdır. Demokritos da
atomlardan oluşan bir evren düşünüyordu, boşluk var diyordu. Parmenides boşluğu asla kabul etmez.
Boşluğu kabul ettiği zaman değişimi de kabul edecektir, onun için etmez. Parmenides, Abderalıdır,
Anadoluludur. Atomlar boşlukta çarpışırlar, çarpışınca bu bizim dışta gördüğü evren oluşur. Onu
yapan eden atomlardır diyor. Atom, Grekçe bir terimdir , a-tomos, bölünemeyen son parça
{105}

demektir. Bugün atomos diye bir şey kalmadı, atom parçalandı çünkü. Greklerin parçalanamaz, son
parça, son öge dedikler şey, bugün darmaduman oldu. Ama o zaman için öyle düşünüyorlardı.
Diyeceksiniz, Demokritos atomu görmüş mü? Yok, bu bir tasarımdı, bir varsayımdı. O yolda
gidiyordu. Gerçekten de bugün bilim bütün görkemine rağmen Platon’un, Aristo’nun yolunu izlemedi,
Demokritos’un yolunu izledi, oradan gidiyor. Demek ki o tasarım düzeyinde de olsa sonra derece
güçlü bir tezmiş. Ama bu bize, belirttiğim gibi bir töz fikrini vermiyor.
Bu sene çok yerinde olarak Platon’un felsefesine girelim diyorum, ontoloji adına. Aristo’nunkine
girelim diyorum. Bunun için de Platon’un ünlü idealar kuramına girelim. Aristo’nun ona getirdiği
eleştiriyi bilelim ve ondan sonra evrenin ilkelerini pişire pişire götürelim. Bazı yinelemeler oluyor
ben bunun ayırdındayım ama bu gerekli. Bir kere söylemekle olmayan bir konu felsefe. Altını, üstünü
çizmek gerekiyor. Bağlamlar içerisinde bir düşünce birkaç bağlama girebiliyor.
Rutherford, biliyorsunuz atomu parçalayan adam, fizikçi. Büyük bir laboratuvarı var, orada. Thomsen
diye de bir öncülü var. Dünyaya duyurdular. Bunu Einstein bir iki arkadaşıyla görüşürken, bu bir
yıkındır, diyor. Bir manyak çıkıp bundan bomba yaparsa ne yaparız. Atom bombasını yapan
manyaklardı, fizikçiler değildi. Einstein’a ne yaparsası, yapılıyor kardeşim, diyorlar. Amerika bunun
peşinde, birkaç ay sonra attılar bombayı.
E- Dünyanın en iyi fizikçileri Amerika’da çalıştılar, iki-üç yılda o bombayı yaptılar. Almanya’da
Hitler yaparsa önce, Almanya’nın eline geçerse dünya mahvolur anlayışıyla önce Amerikalılar yaptı
bombayı. Çünkü aynı sırada Almanlar da uğraşıyordu. Yaptılar ama fizikçiler yaptı.
Fizikçiler yaptı. Einstein’ın da derdi o. Tabi sokaktan gelen biri yapamazdı. Fiziğin içinde olacak da
demek istediği şu; Rutherford gibi, kendisi gibi adamlar bunun kökünü bulmasalar, ötekiler bir şey
yapamazlardı, onu vurgulamak istiyor. Yani dehaları suçluyor. Yapanlar orta boy adamlardı, yaptılar,
Japonya’ya attılar.
M- Bu sonsuz küçük parça arayışının sonu var mı?
E- Herhalde en sonunda insanın sınırı gelecek. Protonların ve nötronların içinde, onları oluşturan
kuarklar. Ama öyle bir teori var ki şu anda, kuarklar tek başına var olamaz, biz onları
gözlemleyemeyiz. Onlar tek başına var olamaz, ancak üçlü gruplar ya da ikili gruplar halinde olur
diyor. Oysa biz o protonu elde edebiliyoruz, kullanabiliyoruz ama onu oluşturan o kuarkları tek
başına kullanamıyoruz. Matematiksel teori, dolaylı olarak onun varlığını ispatlıyor. Kuarkların
varlığı şu anda ispatlanmış durumda. Ama kuarklar tek başına var olamaz. Bir de bu parçacıkları,
daha küçük, içlerinde parçacıklar var mı deyip çarpıştırdıklarında, onları anlamaktan ziyade başka
parçacıklar oluşuyor. En nihayetinde bunların içinde, bunları oluşturan…
Heisenberg’i söylüyorsun değil mi?
E- Yok. Bu hızlandırıcılarda…
Heisenberg diyor ki, biz bir atom altı nesnenin konumunu yakaladığımızda, hızından vazgeçmiş
oluyoruz. Halbuki o, devinim halinde, durdurmuş oluyoruz, diyor. Durdurduğumuzda o kendi olmaktan
çıkıyor. Yürüdüğü zaman, hızlandırdığımız zaman da zaten bir şey yapamıyoruz, belirsizlik kuramı
var ya. Onu biraz çağrıştırıyor söylediğiniz.
E- Başka bir belirsizlik olabilir ama söylediğiniz anlamdaki belirsizlik değil. O hızın ve konumun
aynı anda belirlenmesi mümkün değil. Zaten bir parçacığın yerini kesinlikle ölçemezsiniz, kesinlikle
bilemezsiniz.
Ölçmeye kalktın mı…
E- Zaten bilmeye imkanın yok. Sadece şurada belirli olma olasılığı var, onu sınırladığın an, hızını
ölçemezsin. Hızını kesin olarak bildiğin zaman, o parçacık her yerde olabilir, konumunu ölçemezsin.
O Heisenberg’in belirsizlik ilkesi ama o, başka şeylerde de var. Enerji-zamanda, diğer büyüklükler
arasında da o şekilde belirsizlik ilişkileri var.
Ç- Bana yolu yarılamışız gibi bile gelmiyor, bilim alanında.
E- Daha çok belirsizleşiyor her şey.
Bilemeyiz. Biz neredeyiz bilemeyiz onu. Belki daha başlangıcındayız.
E- Ama o parçacıklar olayı standart model, on iki tane parçacık belirledi, doğayı bu on iki parçacık
oluşturuyor diyor. Şu anda on iki parçacığa indi o.
Ç- Hep de şu on iki…
On iki, İsa’nın havarileri olmasın.
E- Olabilir bilemiyorum.
Ç- Hep ayağımıza on iki takılır.
Geçen gün bir kitap okudum. Diyor, on iki bölümden oluşturdum, aklınıza bir şey gelmesin.
Ç- Basketbol takımı, on iki dev adam. Niye? Her tarafta ayağımıza dolandırıyorlar.
On ikiyi evirip çevirip getiriyorlar.
14.Gün
Ve Socrates zehri içer
Bugün Platon’a girelim. Platon, felsefenin devidir. Whitehead, İngiliz filozofu, tümüyle felsefe,
Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibarettir , diyor. Bu tabii ki yüzde yüz geçerli bir tümce değil ama
{106}

çok şey anlatıyor, Platon’suz bir felsefe düşünülemez, en azından onu dile getiriyor. Buna katılmamak
mümkün değil. Otuz altı adet diyalogu var. Çok mutlu bir rastlantı diyelim buna, kelimesi kelimesine,
sözcü sözcüğüne elimizde bu diyaloglar. Aristo için bu şans yoktur. Aristo’nun hiçbir yapıtı özgün
biçimde elimizde değildir. Seminerlerde, eğitim sırasında verdiği öğretimin, öğrencilerince
notlarından ibarettir. Bu koskoca Metafizik için de geçerlidir.
Ç- Bir şey soracağım. Philebos’u okuyorum. Platon yazmış ama Sokrates konuşuyor. Konuşan
gerçekten Sokrates mi, yoksa Platon bunu kurgulamış mı?
Platon’un yapıtlarını genelde üçe ayırırlar. Gençlik çağı, Sokratik dönem derler ona, orta dönem bir
de yaşlılık, olgunluk dönemi. Sokratik diyaloglar dediğimiz ilk diyaloglarda, Platon ne söyleyecekse
Sokrates’e söyletir. Sokrates o diyaloglarda bulunmuş değildir. Onu bu şekilde, konu başlıkları
altında toplayıp konuşturan Platon’dur. Sokrates’in kendinden söz etmek gerektiği kadar biraz da
Platon’un Sokrates’inden söz etmek gerekir. O yönüyle büyük oranda sadık kalmıştır.
Aristo ve öteki filozoflar için Platon’da olduğumuz kadar şanslı değiliz. Hele hele Devlet diyalogu,
Yasalar elimizde özgün biçimiyle var, bu bizim için büyük bir mutluluktur. Platon, Sokrat’ın biricik
öğrencisi değildi. Birçok öğrencisinden biriydi ama çok önemli birisiydi. Bugün Sokrat’tan kalan
öğrenciler var. Ksenofon (Xenophon) var, Anılar diye bir kitabı var ama Sokrat’ı bize yansıtan,
büyük oranda Platon’dur. Böyle bir girişten sonra şunu sormak gerekiyor; Platon’u Platon yapan
kökenler, kaynaklar nelerdi, hangileriydi? Doğrudan, hem fiziksel anlamda, hem de düşünce
anlamında, Platon’u Platon yapan kaynak Sokrates’tir. Ne almıştır? Sokrat ya da Sokrates dediğimiz
bu Atina gezgini filozof, bir ahlakçıydı, erdemciydi. Platon’un bir diyaloğunda, yanında bir kişiyle
kırlarda gezerken Sokrat sıkılır. Der ki, ben çok sıkıldım bu ağaçlardan, derelerden, dağlardan, biz
kendi yerimize dönelim. Kant da söyler bunu. Bir yerinde, biz insanlardan şiddetle kaçarız, bir
yönüyle de o insanlar bizi şiddetle çeker, der. İki filozofun yaklaşımı bu. Kant’ın söylediğinde daha
büyük pay var gibi geliyor. Bir yandan kalabalıktan kaçmak isteriz, hepimizde bu vardır, şimdi kırda
olsak, bu hırgürün içinde olmasak, İstanbul’dan uzak, kalabalıklardan kaçmak, bir yandan da
sıkıldığımız zaman, bir çıkayım da kahvede ahbaplarla üç-beş söz edeyim, deriz. İnsanın böyle bir iki
yönü var. Sokrat’ta bu tamamen topluma dönük, topluma müthiş gömülmüş, ondan bir biçimde
kopamayan, onlarla her gün boğuşmak isteyen bir yapısı var. Zaten başka bir diyalogda konu edilir.
Orada da; bu fizikçiler, bu doğa bilimcileri, yani İyonyalılar, ne dediklerini bilmiyorlar, başkasının
yaptığı üzerine duruyorlar, der. Biz, daha çok toplumsal alanı biliriz, kendi alanımızı biliriz
anlamında bir karşı çıkış.
Demek oluyor ki Sokrates böyle bir kişi idi, erdemciydi. Sorduğu soru şuydu; erdemin özü nedir?
Erdem bir midir, çok mudur? En çok sorduğu soru buydu. Bunları diyaloglarda zengin bir şekilde
Platon tarafından çözümlenmiştir. Erdem birdir diyorlar. Yiğitlik, cömertlik, sözünde durma erdemi,
binlerce erdem, köken olarak bir köke dayanır. Erdemli olan kişi, her konuda erdemlidir. Bir konuda
yiğittir de öbür konuda da mesela hırsızdır diyemeyiz, diyorlar. Bunların, birkaç kez söylediğimiz
gibi, ana tezi şudur; bilen, erdemli olur. İyinin ve kötünün ne olduğunu bilen iyiyi işler, kötüyü
işlemez. Tez bu. Keskin bir koşutluk, paralellik. İyinin özü, kötünün özü, erdemin özü, eylemi nasıl
yapacağız, iyi eylem nasıldır, hep sorulan soru budur. İyi yaşam, Grekler iyi yaşam derler, iyi
yaşamdan mutluluğu anlarlar, mutlu olmak isterler. Mutluluk etiği dediğimiz etik. Bunun için de
bilmek gerekiyor, ona göre eylemek gerekiyor, ondan sonra da mutlu oluyoruz. Mutluluğu doyum
anlamında almıyorlardı, bireysel ya da biyolojik doyum anlamında, bir yaşama tarzı olarak
alıyorlardı.
Pierre Hadot onu şiddetle tavsiye ediyorum ,, Yunanlar diyor, söylediklerini, düşündüklerini
{107}

yaşıyorlardı. Buna ben de katılıyorum. Bir Yunan tragedyasına bakın, Yunanların günlük yaşamıydı.
Datça’da Knidos harabeleri vardı, kazılar yapıyordu, orada Amfitiyatro, açık hava tiyatrosu,
Yunandan kalan bütün kentlerde bu var. Tartışacak hiçbir şey yok. Doğudaki şehirlere bakıyorsunuz,
yıkıntılarından ancak belli başlı yaşam ögeleri çıkıyor. Tuvalet, yatak odası, vesaire. Yani polisin
tiyatrosu yok, agorası yok. Açık söylemek lazım, bu adamlar görkemli yaşamışlar. Bu iş sövmekle,
saymakla olmaz. Açıyoruz, Evripides, Aristofanes, Sofokler, halen göz kamaştırıyorlar. Çeşitli
önyargılarla bunları küçümsemenin hiçbir anlamı yok, yapmışlar. Saygı duymamız gerekiyor,
öğrenmemiz gerekiyor. Bir prototip olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Birebir taklit demiyorum,
öykünme demiyorum ama bir prototip olarak bu yaşamı göz önüne almamız gerekiyor.
İlk bakışta şöyle bir kanıya da kapılabiliyoruz. Bir felsefe üniversitesi, fakültesi yok. Nasıl olmuş da
bu adamlar bu kadar derinlikli konuları işlemişler? Bir gelenekleri var, ta İyonya’dan, İtalya’nın
güneyinden Elea’dan başlayan. O gelenek bunları kucağına almış, yetiştire yetiştire ilerletmiş. Bir
günde gelinmemiş buraya. Aristo’nun girdiği teknik konular vardır, bugün üniversiteler dahi
zorlanarak giriyor. Platon’un kendi konuları, ona da zorlanarak giriyorlar. Hala Platon, birçok filozof
için bir çökme taşıdır, anlayamıyor. Böylesine bir aşamayı elde etmişler.
Sokrates, hep konuştu, hep söyledi ve kendi savunmasında, ben bir at sineğiyim, herkesi ısırdım,
ısırırım, rahatsız ederim, diyen birisi. Konumuzla direkt ilgisi olmamasına rağmen şunu söyleyeyim,
idama yargılandı, baldıran zehri denen bir zehir içirilerek öldürüldü. Yakınları, öğrencileri
kaçmasını öğütlediler. Bunu asla yapmam, dedi. Bu nasıl bir davranış? Beni yargılayanlar zorba ise,
ben de zorba olduğunu inanıyorsam, zorbanın kararına saygı duymam. Kaçarım, savaşırım, bir
biçimde o kararı, o zorbaların keyfince uygulamasına boyun eğmem. Burada ben Sokrat’ı biraz fazla
yazgıcı buluyorum, açık söyleyeyim. Elinde olanak varken o zehri içmeme yolları vardı, bunu demedi.
Belki, çok yaşlıydı, artık ne kaldı ki demiş olabilir üstat, ona bir şey diyemiyorum.
{108}

Platon, Sokrates’ten erdemin ne olduğu konusunda doğrudan bilgi sahibi olmuştur. Erdem nedir, özü
nedir, erdem bir midir çok mudur, Platon doğrudan Aristo’dan öğrenmiştir, birebir konuşmalarından
öğrenmiştir.
Platon’un öbür kökeni İtalya, Elia, Pisagor. Platon, Pisagor’dan ve Pisagorculuktan doğrudan
etkilenmiştir. Pisagorcular ruhun ölmezliğine inanıyorlardı. Platon, bunu birebir, hiç yontmadan
almıştır. Bunu Phaidon diyalogunda ölümsüzleştirmiştir. Biraz sonra ideaları görürken göreceğiz; ruh,
herhangi bir kişiye aktarım yoluyla, tenasüh yoluyla, göç yoluyla gelmeden önce, kendi yaşama
alanında, idealarla komşu idi, diyor platon. Orada öğrendi onu. Öğrenme dediğimiz olay, ne
gözlemdir ne uslamlamadır. Sadece bir anamnesis , anımsama. Biz o idealar evreni ile yan yana
{109}

yaşarken öğrendiklerimizi yaşamımızda anımsarız. Yani bilincimize çıkartırız. O bilincimizin


altındadır bilince çıkartırız, diyecektir. Pisagorculardan ruh denen olayı almıştır, her ne ise bu ruh.
Pisagorculardan ölçü dediğimiz bir durumu da almıştır. Aristo’da doruk noktasına çıkacaktır.
Aristo’nun erdem anlayışında bir altın orta vardır. Savruk olma, pinti de olma, bunun ortası ol; kazan
ver ama ölçülü ver. Ölçü, Yunan felsefesinde çok önemli bir konudur. Savruk olup her şeyi saçma,
cimri olup, pinti olup –Türkçesi kısmıktır, kısmaktan geliyor– her şeyi kendine, istiridye gibi karnına
sokma. Bu ölçü düşüncesi Platon’da da sık sık karşımızda çıkacaktır, yeri geldikçe söyleyeceğiz.
Başka neyi almıştır, sınır fikrini. Daha önce söylediğimiz gibi, Pisagorcularda sınır, olumluyu
belirler. Sınırlar, o nesne üzerinde konuşmamızı, düşünmemizi gerçekleştirir. Bu, şudur diyebiliriz.
Sınır olmasaydı diyemezdik. Uyum fikrini almıştır, harmoni. Platonda sık sık karşımıza çıkacaktır bu.
Bir devletin yapısında bile karşımıza çıkacaktır harmoni. Yani ögelerin birbiriyle uyum içinde
olması.
Şöyle bir kısa bakışla, Platon’un Pisagorculara olan borcu epey büyüktür. Yalnız herhalde müzik
sevgisi, düşüncesini aldığını söyleyemeyiz. Platon, biliyorsunuz, sanatçılara kökten düşmandı.
Kurduğu devlete Homeros’u, Hoseidos’u sokmaz. Gelmesin onlar der, onlar ozan, onlar yalan söyler.
Köklü bir husumeti vardır. Sadece müzikçilere değil, ressamlara da ötekine de. Greklerin tiyatroya
büyük bir yakınlığı var ama bir yandan da Grek aydınlarının bir tepkisi de var. Bu Platon’da çok çok
bellidir. Bu ozanlar çocuklarımızı azdırırlar, der. Yine idealar kuramını görürken göreceğiz, tikel
nesneler, zaman ve uzay boyutuyla önümüzde duran nesneler, bir öykünmedir, bir gölgedir. İşte diyor
Platon, kendisi zaten öykünme olan şeye bir de öykünüp resim yaptın mı, bir de onun şiirini yazdın
mı, bu tam bir kepazelik olur çıkar, öykünmeye öykünme, üçüncü sınıf bir şey.
İdealar kuramına gireceğiz de girerken bunları da bilmemiz gerekiyor. Yarın okuyacaksınız çeşitli
kitapları, bu birikimlerimiz kafamızda dursun. Mesela Sokrat’ın bir doğa düşmanı olduğunu bilin.
Karl Popper var, Avusturyalı, Yahudi kökenli bir filozof, Açık Toplum ve Düşmanları diye çok
{110}

ünlü bir kitap yazdı, gerçekten göz kamaştırıcı. Elinize geçtiğinde çökün alın onu, muhteşem bir kitap,
iki ciltliktir. Orada Platon’a tam cepheden bir saldırı düzenler, kitabın birini Platon’a ayırır.
Öbürünü de Marx’a ayırır. Onlara tarihsici der, tarihselci değil. Terimleri bastıra bastıra söylüyorum
ki kafamızda yer etsin. Tarihsicilik şudur: Bu, insanlık yaşamının başlangıcından sonuna kadar belli
bir amaca dönük, güdümlenmiş, koşullanmış, kanıtlanmış bir yaşan tarzı olarak görmek,
tarihsiciliktir. Bu ne anlama geliyor? Diyelim Marx anlamında, diyor ki, sınır savaşları kalkacak,
herkes eşit olacak, devlet ortadan kalkacak, tarihin sonu. İşte bugünkü tartışılan temel konu,
Fukuyama, Amerikalı filozof, Japon kökenli. Tarihin Sonu , diye ünlü bir kitap yazdı.
{111}

M- Bir kitap okuyorum, Althusser. Marx’ın tarihsici yorumunun çok yaygın olduğunu söyler. İki taraflı
yaygın, hem Marx karşıtları, hem Marx yandaşları tarafından. Nasıl bu yanlışlığa düşüldüğünü
açılamaya çalışır. Marx’ın kesinlikle tarihsicilikle uzaktan yakından bir alakası olmadığını
serimlemeye çalışır. Bu der, bir yorumdur. Marx’ın yanlılarından bahseder, Gramsci bunun önemli
temsilcilerindendir. Yine Sovyetlerden örnekler verir. Bir çok dünya Marksist’i dünyayı böyle
yorumlamışlar. Tarihin bir amacı vardır, sınıf savaşımları belli bir süre sonra ortadan kalkacaktır
vesaire. Yok der, hiç alakası yok. Marx’ta böyle bir şey bulmak elbette mümkündür. Yorum söz
konusu olduğu zaman bir teoride bu tür şeyleri de bulabilirsiniz.
Althusser sıkı bir Marksist’tir. Şunu belirteyim, Karl Popper çok köklü bir filozof, onu Bryan
Magee’den sen de biliyorsun, onun toz kondurmadığı bir adamdır. Bir bilgi kuramcısıdır daha çok,
siyaset felsefecisi olmadan önce. Yanlışlama kuramının da bulucusudur. Söz açılmışken onu da
değerlendirmiş olalım, İngiliz deneycileri, o dilci okul, Frankfurt Okulu’nun devamcıları ve Frankfurt
Okulu, doğrulama, bir önermeyi biz doğrulayabiliyorsak doğrudur, o olanağımız yoksa yanlıştır,
derler. Karl Popper de bu okulla biraz dirsek teması içerisindedir ama tam katılmaz onlara. Der ki,
yok, bir kuramı biz yanlışlayamıyorsak, pratikte ürün vererek yaşamayı sürdürüyorsa o doğrudur,
doğrulamamız gerekmez. Bunları kısaca söylemiş olalım. Tarihsicilik konusuna gelince, Karl
Popper’in Tarihsiciliğin Sefaleti diye bir kitabı var, Açık Toplum ve Düşmanları ’nın yanında onu
{112}

da göz önünde tutalım. Karl Popper, çok etili olmuş bir filozoftur, Althusser gibi değildir. Olduğu
içindir ki Fukuyama çıkmıştır. Ne yapmıştır, Tarihin Sonu diye bir kitap yazmıştır. Amerika’ya
atlıyor. Hegel diyor ki, Alman monarşisi tarihin sonu. Doğru çıktı mı, çıkmadı. Alman monarşisi niye
tarihin sonu olsun? Fukuyama doğru mu söylüyor, yok. Amerikan demokrasisi niye tarihin sonu olsun?
Erişilmiştir, bitmiştir, eyitişim bitmiştir, diyalektik bitmiştir. Böyle saçma şey olamaz. Alexandre
Kojeve var, bu daha çok Hegel’i yorumlar. Hegel’in bir numaralı yorumcusudur. O yorumdan yola
çıkmış. Kojeve’yi anlamamış, bir; Kojeve, Hegel’i anlamamış iki. Hegel de Platon’u anlamamıştır.
İşi ta Platon’a kadar götürmüşler. Bizim Türkiye’den de, çok ilginçtir, Tarihin Sonu mu, diye bir
kitap çıktı. Yüze yakın makalenin derlemesi bu. Bu arkadaşlar Hegel’i hayatlarında ilk defa
Fukuyama’nın eserlerinden duymuşlar. Öyle makaleler yazmışlar, döktürmüşler, göz yaşartıyorlar.
Böyle şey olmaz. Ben tarihin sonuna inanmıyorum. Niye tarih son bulsun? Bu yaşam, bu çekişme,
itişme kakışma sürüp gidecektir, niye dursun ki? Bunlar kör varsayımlardır. Birileri bir gün ilginçlik
olsun diye bir şey atıyor ortaya. Wilhelm Prusya’sı çöktü gitti bir savaşta. Nesi kaldı? Almanya’da
başka rejimler var bugün. Alman toplumu yaşayıp devam ediyor. Burada tarihin sonunu kimse ilan
etme yetkisine sahip değildir.
Yine Platon’a döndüğümüzde, Karl Popper, Platon’un da bir tarihsici olduğunu söylüyor o kitapta,
okursanız karşılaşacaksınız. Diyor, gelecek değil de geçmişi yeniden kurmak istiyordu, Atina’nın eski
günlerini kurmak istiyordu. Tek kişinin, kralların yönettiği, çapulcuların söz sahibi olmadığı,
monarşik bir devleti savunuyordu, diyor. Arkadaşlar, bunu okumak gerekiyor. Çok zengin bir kitap,
dipnotları neredeyse kitabın yarısı kadar. Büyük bir filozof, emek vermiş, açıp okumak gerekiyor.
Dünyada Karl Popper’den sonra da siyasetle felsefeyi birleştiren pek kimse çıkmamıştır. Kırık
dökük. Belki de o kuşağın son sözcüsüydü diyebiliriz. Güzel de kitaplar bıraktı. Bryan Magee, onun
öğrencisidir ve çok iyi anlatıcısıdır. Onun Remzi’den de bir kitabı vardı , küçük, çoktandır
{113}

çıkmıyor. Yazık oluyor, Remzi o kitapları basmıyor şimdi.


Konumuza döndüğümüzde, demek ki Sokrates’ten sonra ikinci kaynak olarak da karşımıza Elea,
güney İtalya, Pisagorcular kökeni çıkıyor. Zaten işin özünde, Atina, kara Yunanistan diyebileceğimiz,
Atina felsefesi ve kara Yunanistan bölmesinde olan felsefe, çünkü hepsi Atina’da değildi, daha çok
İyonya’nın ve güney İtalya’nın bir sentezi gibidir. Her felsefeci iki yandan da bir şeyler almıştır. Bu
şunu da önlemiyor; güney İtalya, İyonya’dan, İyonya da güney İtalya’dan hiçbir şey almamıştır
anlamına gelmiyor. Birbiriyle etkileşim içinde olmuşlardır. Ama Yunanistan anakarasındaki felsefe
ikisinin daha belirli sentezidir.
Platon’un öbür kaynağı yine güney İtalya’dan Parmenides. Parmenides’i çok kısaca görmüştük.
Parmenides, durağanlık ve devingenlik ya da değişme karşıtlığında durağanlığı evrenin düzeni olarak
bize sunan kişidir. Platon, Parmenides’i kalıcılığın filozofu olarak görmüştür. Bütün eserlerinde baba
Parmenides diye göklere çıkartır, Herakleitos’a da fazla pas vermez. Oysa ki daha derinlikli olarak
göreceğimiz idealar kuramındaki boyut düşüncesi fazlaca Herakleitosçudur. Parmenides’le uzak
yakın ilgisi yoktur. Parmenides, bizim düzeylerde zaman ve uzay konumları içerisinde gördüğümüz
nesnelerin durağan olduğunu söylüyor, kalıcı olduğunu söylemiyor. Durağan mı devingen mi, durağan
mı değişir mi? Durağan diyor, bitti. A, A’dır, donmuş, buz kalıbına dönmüş bir evren. Parmenides
bunu söylüyor. Platon bu durağanlığı kalıcılık adına söylenmiş sayıp idealar kuramına taşıyor. Bu
yanlıştır arkadaşlar. Platon, Parmenides söz konusu olduğunda yanlış adrestedir, olay bu.
E- Durağan bir şey zaten kalıcı değil midir, hocam?
M- Kalıcılık şöyle, buğday tohumunu tarlaya serptik, buğday çıktı, buğdayı biçtik, o buğdayların hepsi
gitti, başka bir şeye dönüştü. Un oldu, ekmek oldu, biz olduk ama buğday kalmaya devam etti, seneye
tekrar ekeceğiz. Kalan buğdaya buğdayın kalıcılığı diyoruz, diğerine de buğdayın geçiciliği. İnsan da
öyle. Sokrates öldü ama ben varım. Demek bir insan kalıcılığından söz edebiliyoruz, bir de
geçiciliğinden söz ediyoruz. İnsan kalıcıdır ve geçicidir.
E- Kalıcılık anlaşılıyor ama durağanlığın kalıcılık olmadığı anlaşılmıyor.
Tabi haklısın. Kalıcılık-geçicilik, evrenin temel boyutları. Bunu Herakleitos’u görürken gördük,
logosa göre olur biter her şey, diyordu. Bunu destekleyen bir sürü fragmanı var . Müjdat kardeşim
{114}

güzel söyledi. Şimdi sen, soy olarak kalıcı bir soydansın. İnsan diye bir soy var, biz gideriz, o soy
yaşar. Ağaç, keserler orman biter ama ağaç soyu devam eder. Bu, evrenimizin kalıcı yönü, boyutu
yani. Bir de tikel insan olanlar var, tikel ağaçlar var, bunlar geçici. Aperion ne idi, kalıcı olan,
sınırlanmış olanlar da cezasını çeker, yine aperiona dönerler, diyordu Anaksimandros. Parmenides
orada değil, o boyutu hiç katmıyor. O, zaman ve uzay düzlemi, düzeyinde gördüğümüz nesneler
değişmez, diyor. Değişmezlik-devingenlikle, durağanlığı karşıtlaştırıyor.
E- Değişmezlik, neyin karşıtı dediniz?
Değişmezlik ve devingenlik, durağanlığın karşıtı; kalıcılık ve geçicilik, bir boyut meselesi.
M- Durağanlık dediğimiz şey, bir biçim değil mi? Bir nesne durağandır, sonra devingendir, sonra
durağandır, sonra devingendir. Yani durağanlık ve devingenlik, sürekli bir iki yüzün parçaları değil
midir? Yani, bütün cisimler bir aradadırlar, birbirlerini durağanlığa ya da devingenliğe etkilerler.
Doğru. Kendi içinde de daha çok anlatılmak istenen de o. Gidiyorsun bir elma alıyorsun, değil mi?
Bir kilo elma ver, diyorsun. Herakleitos diyor ki, senin elma dediğin şey, elma falan değil. Boyuttaki
elma olmaklık denen yapı düzeninin, uzay ve zaman içerisine yansımış sürekli değişen, bir süreç
diyebileceğimiz bir şey o. Elma değil, o bir süreçtir, diyor. O kendi içinde çelişkiler, çatışkılar var,
çeşitli ögeler boğuşup durur, biz ona bazen şu deriz bazen bu deriz ama hep yanılırız. O, ne şudur ne
budur, o bir süreçtir.
Thales, evrenin temel yapı taşı sudur diyor. Aneksimenes hava diyordu. Öteki nesneler bu iki temel
şeyin, Thales su diyor, öteki hava diyor, değişimidir, dönüşümüdür. Sen bir toprak mı gördün?
Tamam, diyor, bu suyun bir dönüşümü, katılaşması. Buharlaşma mı gördün? Güneş vurdu onu
buharlaştırdı, suydu. Dönüşünce su diye bir şey kalmadı. Aneksimenes de hava diyor, yoğunlaşınca
katı cisim olur. Ortada hava diye bir şey kalmıyor. Bu, bizim düzeylerde görüp gözlemlediğimiz
durumlar. Gelelim Aneksimendros’la Herakleitost’a. Düzeylerde, zaman-uzay boyutu içerisinde
gözlemlediğimiz nesneler, bir yansımadır, bir görüngüdür. Onun temelde olup bitmesini sağlayan bir
yapı düzeni vardır. Birisi aperion diyor, birisi logos. Dünya bin kere yıkılıp, bin kere yapılır ama
diyor, aperion ve logos durur. Aperion ve logos kalıcı olan, öteki düzeylerde sürekli değişip duran
şeyler de geçici olandır. Bu, geçici olan üzerinde Parmenides diyor ki, bir dakika, geçicilik diye bir
şey yoktur. O geçici dediğiniz şeyler, benim durağan dediğim şeylerdir. Onlar olmuşsa olmuştur,
değişmez, devinmez, durur öyle, diyor. Heralitos da sen öyle bil, diyor.
E- Bunu gerçekten anlayamıyorum hocam. Çünkü etrafımıza baktığımız her şey devinim içinde. Her
şey, hem zaman içinde yaşlanma, eskime var, hem mekan içinde yer değiştirme, konum değiştirme
var. Bir şey devinmez, durağandır dediğinizde, bu kavramlara göre düşündüğümüz için
anlayamıyorum.
Ç- Bunu nasıl iddia edebiliyor, onu mu…
Tabi. Mesela her şey devinim halindedir. Durup dururken devinmez gerçi. Devinimi hareket ya da
özsel bir şey olarak anlıyorum. Devinmez dediğinde, devinen şeylere ne diyeceğiz o zaman?
M- Sağduyumuz ise hiçbir şeyin devinmez olduğu, söylüyor. Diyor ki ağaç duruyor, insan öyle, kül
tablası öyle, hep aynı dünya.
E- Kuş uçarken ne diyeceksin? Bir devinim değil mi?
M- Kuş diyor, hareket ediyor sadece ama kuş olarak bir sabitlik içerisinde.
O uçma başka bir olay hocam. Kuş uçar, sen ben yürürüz ama Parmenides diyor ki, tamam yürürsün,
oraya gidersin gelirsin ama sen sensin, diyor, kuş kuştur. O kuş olarak kalır, diyor. İç devinme ile
dıştaki yerimizi değiştirmeyi karıştırmayalım.
E- Ben onu karıştırıyorum, öyle anlıyorum.
Yok. Öyle algılama. Şunu söyleyeyim; biz bunu aktarırken, Parmenides doğru söylüyor falan demedik.
E- Hayır, anlamaya çalışıyorum.
Duraklarda biz nesneleri yakalayabiliyoruz, elma alıyorsun gidiyorsun. Elma deyince karpuz
vermiyor. Parmenides, tamam sen yanlışsın deyip çıkacağız da, kardeşim öyleyse ne diye karpuz
dedin diyor, ne diye elma dedin? Çağlar dedin, her gün Çağlar diyorsun. Çağlar diye bir şey yoksa
nasıl Çağlar dedin? Oradan da git bakalım.
E- Kavram olarak elma var ama sizin de dediğiniz gibi oluşan elma, onun durağı. Biz günlük hayatta
hep duraklardan bahsediyoruz. Diğer dünyalardaki elma kavramı var orada.
Ç- Framelerle mi açıklıyor, yani bir filmin kareleri vardır ya, teker teker onlar hareket ettikçe biz bir
devinim görürüz. Onun gibi mi açıklıyor acaba, duraklar derken? Çünkü her bir resim bir duraktır.
E- O da olabilir. Filmin üzerinde kareler var ama durdurduğun zaman hala var. O filmin hareketini
görüyoruz ama film var.
Ç- Bilmiyorum tabi böyle bir iddiası mı var? Acaba Parmenides’in iddiası bu mu? Duraklar mı
vardır?
Hayır duraklardan söz etmiyor, durakları biz söylüyoruz. Diyor ki, evrende hiçbir boşluk yoktur,
hiçbir devinme yoktur, nesneler hiçbir şekilde bir değişime, devingenliğe uğramazlar durağandır. Ad
vermiş, olmuşsa olmuştur, diyor. Dikkat et, mantıktan gidiyor. A, A’dır diyor. A diyorsan, olacaktır
diyemezsin. A yoksa niye A diyorsun, diyor. Bir adım atıyor, A senin sandığın gibi vardan gelmişse,
yani değişerek gelmişse, bu saçmadır. O zaten şimdiden var, diyor. O yoktan gelmişse tümden
saçmadır. Mesele şurada; Nietzsche konuyu incelerken der ki, suyu bırakın suyun üstündeki köprü
bile akıyor. Herakleitos diyor ya her şey akar. Orada su örneği iyi bir örnek değil. Su zaten
söylediğiniz anlamda fiziksel olarak akıyor zaten. Bizim sözünü ettiğimiz kimyasal değişme.
Herakleitos bir akarsuya iki kere giremezsin değil de bir göle iki kere giremezsin dese daha iyi
ederdi. Çünkü göl, durağan bir şey gibi gözüküyor. Fiziksel olarak akmıyor, durgun.
Öyle ya da böyle evrenimiz sürüp gidiyor. Süreklilik var, kalıcılık var. İki terimi de birbirinin yerine
rahatlıkla kullanılabiliriz. Bir de geçicilikler evreni var. O bitiyor, doğuyor, ölüyor, değişiyor,
parçalanıyor, yıkılıyor, yanıyor, geçip gidiyor. Benim görüşüm bu. Ben Herakleitos’a daha yakınım.
Şurada da Parmenides’e biraz pay vermek istiyorum; günübirlik yaşamda anlaşmak zorundayız. Ben
size geldiğimde, bir otomobil gördüm, demeliyim. Bir dört tekerlekli süreç gördüm, dersem
gülersiniz. Yani orada konuyu sıkıştırmadan ikisinin de dediğini kavramak önemli.
Platon, Parmenides’in bu durağanlığını idealar kuramı için bir model olarak alır, orada yanılmıştır.
İdealar durağanlık değil, bol bol göreceğimiz gibi kalıcılığın prototipleridir, kalıcılığın nesneleridir.
Platon’un Parmenides’e niye uzandığını ben şahsen anlamış değilim.
Gelelim öbür kaynağına. Platon, Herakleitos’tan da yararlanır. Herakleitos’u da felsefesinin
kaynaklarından biri olarak kullanır. Fazla göklere çıkartmaz, orta boy bir saygı sunar. Değişen,
devingen dünyaya örnek olarak alır. Bu, Timaeus diyaloğunda vardır, daha açık bir şekilde, bir de
Cratylus diyaloğunda vardır. Cratylus zaten Herakleitos’un talebesidir. Cratylus elini oynatırmış, şu
nedir, dediğin zaman, böyle böyle dermiş. Yani bir şudur, bir bu, ad veremiyorum, ad verdiğimde
zaten o çoktan değişip gidiyor anlamına. Ağzını açmazmış, hiç yanıt vermezmiş, öyle bir tip olarak
sunulur bize.
Platon değişen nesnelere korkunç bir kinle saldırır, niye değişiyorlar diye. Değişen evreni istemiyor.
Bozguna uğramış, yıkılmış bir evren gibi görüyor. Hatta der ki bir diyaloğunda; şimdi bir fırtına eser,
bir büyük yıkım gelir, bir kısım nesneler yok olur gider. Çok acı bir bakıştır bu, kalmasını
umduğunuz, istediğiniz, iyi nesneler de çoktan yok olmuş, kalmamasını istedikleriniz orada durur. Bir
tarlayı bir fırtına vurmuştur, bakarsınız, sizin ektiğini sebzeleri tarumar etmiş rüzgar, ama ayrık, kaya
gibi duruyor. Platon diyor ki öyle bu dünya, bir yıkım geldiği zaman, kötülere hiç dokunmaz, iyileri
süpürüp gider. Bu bir yaklaşımdır, o değişimin yok ediciliğini dile getirmek adına. Ben sadece
sizlere aktarıyorum, değerlendiriyoruz. Değişen dünyaya karşı, zaten bir şöyle bir öyle olan, ad
veremediklerimiz, ne olduğun bilemediklerimiz… Sürekli küçümser durur Platon. O yönüyle bir hayli
Parmenidesçidir. Ama öte yandan da idealar kuramının kurucu babasıdır. Ben derdim ki Platon’un
yerinde olsaydım, idealar kuramını köken olarak Aneksimendros’un aperionu derdim, Herakleitos’un
logosu derdim. Çünkü Platon idealar kuramıyla bunu anlatıyor.
E- Hala Platonik dünyaya inanç var, özellikle matematikçiler arasında. Çünkü matematik ispat ve
mantıkla işliyor, ayakları çok sağlam basıyor ve matematikte bulunan her şeyin keşif olduğuna
inanılıyor. Yani icat değil keşif olduğuna inanıyor bazıları. Matematikteki o keşif de Platonik
dünyada, mükemmel, tam, eksiksiz, iyi işleyen dünya. Bulunan her şey idealarda var ve keşfediliyor.
Gerçekten de orada bulunan matematiksel bir teoriyi, zamanı geliyor bir fiziksel durumu, model
açıklayabiliyor. O matematiksel keşif, o anda olmasa bile sonradan fiziksel bir olayı açıklamak için
kullanılabiliyor. Platon’un kuramına, felsefesine tam da uygun. Gerçekten üstte matematiksel bir yapı
var, matematiği öyle görebiliriz, fizikte ya da fiziksel dünya da onunla açıklanabilir bir şey.
Çok doğru. Akademia, yani Platon’un okulunun giriş kapısında ne yazılıydı?
E- Biliyorum. Matematik bilmeyen giremez.
Güzel. Platon’un matematiksel evrene olan saygısı çok derindi. Dedik ya, ölçü, uyum,
Pisagorculardan alınma. Pisagor matematikçiydi. O yönüyle matematiğe olan saygısı çok derindi, bir.
İki, Devlet diyaloğunda matematiksel nesneleri idealarla tikel nesneler arasında görür. Yani sağlam
bir yerde görür.
E- Onun galiba beş tane geometrik şekli vardı.
Var. O Timaeus diyaloğunda vardır. Nesneleri de o geometrik şekillerden türetir, bu tikel nesneleri.
Bir de şu var; anımsayacağınızı umuyorum. Tanrı evreni matematiksel bir dille yazmıştır, diye bir
bildirim var. Kimindir bu?
E- Galileo.
Galileo’nun. Orada Platon’dan başlayan ya da daha derinlikli olarak söylersek, Pisagorculardan
başlayan evrenin matematiksel yapısı konusunda itiraz yok.
E- Şimdi ondan hiç kimse vazgeçemez.
Zaten sorun orada değil. Ona herkes katılır. Aristo, daha çok bir biyologdu. Diriler, hayvanlar,
bitkiler… Ama Platon, derinlikli matematik kafası olan birisiydi. Hatta diyaloğunun birisi
Theaetus’tur. Theaetus, büyük bir matematikçidir. Bilgi kuramını ayırmış ona, bilgi usla olur, deney
gözlemle olur, tartışılması o matematik üzerinden olur. O idealar kuramına girdiğimizde zaten bu
değimiz şeye gelmiş olacağız.
M- Bu idealar kuramına giriş mi hocam?
Evet giriş. İdealar kuramı çok çetrefilli bir kuram, girdiğimizde göreceğiz. Hoş da bir şey ama orada
karşımıza şu çıkacak; Platonik felsefenin derin yarıkları var. İdealar kuramında bu karşımıza çıkacak.
Kendisi de bunu anlamış, Parmenides adlı diyaloğu bir hesaplaşma diyaloğudur. Orada Sokrat’la
Parmenides tartışır dururlar, 69 Olimpiyatlarında, söylendiğine göre yan yana gelmişler, onu konu
edinir ve idealar kuramı tartışılır. Bir kısım yarıklar bırakmış, o yarıkları biz kapatmaya çalışacağız.
Aristo’nun da acı eleştirilerine uğramış. O eleştiriler nedeniyle de Aristo acı eleştirilere uğramış.
Tümeller konusu, o ortaçağ felsefesini okuduğunuz zaman, gırtlağına kadar tümelleri tartışıyor. Var
mıdır, yok mudur, varsa nedir? Hep o.
M- Platon ve Aristo’yu iyi anlamak gerekiyor. Her taşın altından ikisi çıkıyor.
Aristo çok zeki bir insan. Geçen gün dedim ya, durup durup adama pat diye bir laf söylüyor. Kalkmış
diyor ki, ağaçtan yanıcı olmayan bir nesne yapamazsın. Gerçekten masa da yapsan yanar, kapı da,
değnek de yapsan yanar. Aristo başka bir şey söylüyor. Bir araç ne denli çok iş için uyarlanmış ise
her bir işi uyarlandığı iş sayısı kadar eksik, kötü yapar.
M- İsviçre çakısı. Makası, bıçağı kesemez, çatalıyla doğru dürüst yemek yenmez.
Doğru. O zaman diyor, bir nesne bir şey yapılmalıdır, en iyisi odur. Güzel değil mi? İngilizlerin de
güzel bir sözü var; bir kedi yüz tane farenin peşinden koşarsa hiçbirini yakalayamaz. Ya da bir tazı
yüz tane tavşanın hiçbirini yakalamaz.
M- Yalnız Aristo, yüz tane farenin peşinden koşup neredeyse doksan dokuzunu yakalamış bir adam.
E- İşte yakalayamamış. Hepsi yanlış şu anda.
Hepsi yanlış, doğru söylüyor. Aristo gökbiliminden hiçbir şey kalmadı.
E- Hareketle ilgili söylediği, gerçi yüzlerce yıl insanlığı etkilemiş. Onun hareket teorisi şu. Bir cisim,
onu hareket ettiren bir şey olmadığı sürece hareket edemez. Mesela kül tablası şu anda hareket
ediyorsa onu ben hareket ettiriyorum. Hareket ettiren sebep, hareket ettiricidir. Soruyorlar o zaman,
ben alacağım bu şişeyi atacağım, elimden çıkacak, o nasıl hareket ediyor.
M- Sen hareket ettirdin yine.
E- Ama elimden çıkıyor. Dokunduğum sürece ben hareket ettiriyorum. Elimden çıktığında nasıl
hareket eder? Düşmesi lazım. Çünkü hareket ettirecek bir şey yok. Bunu şöyle açıklıyor. Ben bunu
elime aldığımda, bununla beraber bu, havayı hareket ettirir, ortamı hareket ettirir ve o ortam bu şişeyi
taşır. Onu hareket ettiren şey, havadır, ortamdır ve belli bir süre sonra ait olduğu yere düşer. Toprak,
her şey ait olduğu yere…
Yere gider. Yani ateş yukarı gider. Taş aşağı gider, kendi yerine.
E- Ve dünyanın, hareket edemeyeceğini bu şekilde açıklarlar. Bir kuleden bir taş düştüğünde tam
olarak kulenin dibine düşer. Dünya hareket etseydi, dibine düşmezdi, biraz geride kalırdı. Kaç yüz
yıldır, güneş merkezli evrenin açıklaması Aristo’nun bu hareket yasasına göre reddedildi.
Aristo’nun dizgesi, sistemi tümden yanlış ama müthiş bir şey var, çok tutarlı. Kendi içinde müthiş
tutarlı, ona çok çok özen göstermiş. O yüzlerce yıl, hatta Rönesans’ta bile gırtlak gırtlağa geldiler
fizikçiler, etkili olmasının nedeni bu. O fizik denen kitapta birbiriyle çelişen önermeler pek
bulamazsınız.
E- Bir de bence iyi olmasının sebebi, sağduyuya dayanması. Hep sağduyuya dayanarak açıklamalar
yapıyor. Günlük tecrübelere göre yani.
15.Gün
Kehribardaki olmaklık
Şimdi şu ünlü idealar kuramına güzel güzel girelim. Peşin olarak söylemek istediğim bir şey; bizim
felsefemizde yargılar var, yargıların bölümlenmesi var, içkin yargılar, taşkın yargılar, dışkın yargılar,
aşkın yargılar. Bu, müthiş bir turnusol, paramparça ediyor, bütün felsefeyi darmadağın ediyor. Kötü
mü ediyor? Yok, iyi ediyor. Bu Platon da olsa, Kant da olsa yanlış yanlıştır. Parçalıyor bunu, ortaya
koyuyor. Bunun çok yararını görüyoruz. Ontolojik alanda konumlar dedik, zaman ve uzay. Bu
felsefeleri, bu ontolojiye ve bu epistemolojiye vurduğunuz zaman epey yerleri çözülüyor. Ne kadar
sürçme taşı varsa, çatlak varsa ortaya çıkıyor. Keşke çıkmasaydı, şunu bunu sınava çekmek gibi bir
kaygımız yok.
İdealar, Platon’a özgü olan, ondan sonra bütün felsefeyi baştan başa kat etmiş olan bu müthiş
görkemli görüşün yurdunu bulalım. İdealar, bizim konum dediğimiz, zaman ve uzay konumlarının
dışında, üstünde. Platon felsefesinin temel yarığı, temel çatlak burada. Zamanın dışına ve üstüne
çıkıyorsunuz, dışına çıktınız mı üstüne de çıkmış olursunuz. Uzayın da dışına ve üstüne çıkıyorsunuz.
Bir yandan da anlaşılmaz bir şekilde, varlık kazanıldığından söz ediyorsunuz. Çünkü idea vardır,
diyor Platon, hem de nasıl vardır, neredeyse ötekileri silip süpürecek kadar vardır. Gerçek olanlar,
tam olanlar, yetkin olanlar, en pekiştirme sıfatıyla anlatırken kullandığımız, en yüce olanlar, en güzel
olanlar.
İdeaların evreni bizim bilip tanıdığımız zamanlı ve uzaylı alan değil. Peki, nasıl geçecek o dünyadan
bu dünyaya nesneler, yani tikeller? Diyor ki Platon, öykünerek geçeriz ya da pay alırız, ya da ikisini
aynı anlama kullanıyor. Peki, uzay ve zamanın dışındaysa biz oraya nasıl el atacağız ya da o buraya
nasıl el atacak? İşte ontolojik sıkıntı. Daha sonra göreceğimiz, Kant’ta da aynı sıkıntı fazlaca var.
Yani fenomen dediğimiz, görüngü nesneleri alanı var, bir de numen alanı var. Kant diyor ki, biz o
{115}

alanı bilmeyiz. Platon diyor ki, biz o alanı çok iyi biliriz, çünkü bizim ruhlarımız idealarla komşu.
Komşu komşuyu nasıl tanımaz, hem de çok iyi tanır, diyor. Bizim yaptığımız, bir anamnesis,
anımsama. Daha önceki oturumlarımızda görmüştük, diyordu ki Platon, düşünme ruhun kendi
kendisiyle konuşmasıdır. Bu bize sakat gözükmüştü, sen nesnesiz nasıl düşünebilirsin, demiştik.
Tıpkı Descartes’in cogito ergo sum’una getirdiğimiz eleştiri gibi. Descartes’inki kendi içinde bir
tutarsızlık. Platon’unkinde o tutarsızlık yok. Filozofumuz, bir nesnenin bilgisi demiyor, anımsama
diyor. Anımsama için nesne, zihninde var adamın. Onu anımsıyor sadece, dıştaki nesneye ihtiyacı yok
Platon’un. Platon, kendi içinde bal gibi tutarlı. Ruhun kendisiyle konuşmasıdır, doğru anımsamadır
bu. Zaten olamaz, tenezzül etmiyor, basit, değişen, kırık çıkık şeyler diyor, bu evrendeki nesnelere.
Kant ne diyor? Biz o alanı hiç bilemeyiz. Yalnız şunda Kant ısrarlı, her nesnenin bir numeni vardır,
her fenomenin bir numeni.
E- Bir şey soracağım. İdeal dünya var, Platon’un alanında. Gerçek dünya onların bir yansıması…
Olgusal dünya diyelim.
E- Olgusal dünya onların bir yansıması, kopyası ya da öykünmesi. Bir de insan var, insan gerçek
dünyadaki bir nesneyi gördüğünde o ideal dünyadaki, mesela ağaç, ağacı anımsıyor ve onu tanıyor, o
şekilde mi algılıyor?
Evet, imgesel. Kafanda senin o var, tanıyorsun sen. Askeri okula gitmişsin, bakmışsın Ahmet orada, a
diyorsun bizim mahalledendi bu. Bizim köyden, o başka okula gitmişti, Harbiye’de birleştik diyorsun.
Ahmet’i görmene, tanımana, kimliğini bilmene gerek yok. Anımsıyorsun.
E- Ya da benzeştiriyoruz. Mesela ağacı gördüğümüz zaman ideal dünyada olduğu şeye benzetiyoruz.
Zaten öyle. Anımsasak bile biz sonuçta ona yaklaştırmaya çalışıyoruz o kadar.
Devam ettiğimizde, Kant diyor ki, her bir nesnenin bir numeni vardır ama biz numenal alanı
bilemeyiz. Daha önce demiştik ki, arkadaşım bilemediğin alana niye var diyorsun? Shopenhauer,
Kant’a çok ağır eleştiriler yöneltir ve der ki, uzay ve zamanın dışına çıkıyorsun. Doğru söylüyor.
Peki, öyle bir alanda nesnelerin çokluğu nasıl olabilir ki? Nedensellik bağı olmayınca tek nesne olur
diyor, bir nesne olur. O da kendi söylediği kör istenç, evren onun yansıması. E peki, ona sormamız
gerekiyor tekrar, arkadaşım senin bu tek nesnen nasıl olabiliyor, uzay ve zaman dışına çıktık mı?
Uzayın olabilmesi için olgusal evrenin olması gerekir. Bir şunun, bir bunun, tikeller bütünün olması
gerekir, biz buna uzay diyoruz. Zamanın olabilmesi için söylediğimiz tikeller bütününün devinmesi
gerekir. Donmuş bir evrende zaman olmaz. Bu iki şey olacak. Uzay ve devinen uzay, sadece uzay
değil. Yani bir Parmenides uzayı değil, bir Herakleitos uzayı olmalı ve biz demeliyiz ki zaman da
var. Değişiyor bu nesneler demeliyiz. Shopenhauer da ters yakadan bir yere varmak istiyor,
varamıyor. Tek nesne, çok nesne, zamansız, hiçbiri olmaz arkadaşlar, uzaysız hiçbiri olmaz.
Platon’a döndüğümüzde, bu idealar evreni, böylesine ontolojik temelden yoksun gözüküyor, bunu
tartışmak isterim. Böyle bir evren, yani ideaların yurdu bizim sürekli özne değiştiren ruhlarımızın da
bir zamanlar yaşadığı bir evren, idealar evreni. Bu evren hakkında kitaplarında fazla betimleme
yapmaz. Yani oralar nasıldır, oralar hakkında bir şey söylemez. Sadece ideaları ve bizim ruhlarımızı
konu eder.
İdealar nasıl şeylerdir? Güzelliği, bilgiyi, yiğitliği, devleti, matematiksel nesneleri, eşitliği,
büyüklüğü hemen hemen bütün nesnelerin bir ideası var. İnsan mı, elbette, ağaç mı, elbette. Hatta
yapay nesnelerin, masanın, koltuğun, divanın, kapının, pencerenin, her şeyin ideası var. Parmenides
diyaloğunda, Parmenides Sokrat’a sorar. Der ki, her şeyin ideası var mıdır? O da der ki yok, mesela
kılın, pisliğin ideası yok. Bir tikelse onlar da, neden ideası yoktur, onu açmaz. Niye der bilmem. Ama
biz şöyle diyelim; tikeli olan her nesnenin bir ideası vardır, Platon’un temel iddiası bu. Güzellik
ideası, güzelliğin en yetkini, en tamı, gerçek olanı yani. Yiğitliğin en tamı, erdemin en tamı, devletin
en tamı, her olanın en yetkin olanı. Bunu da kısaca betimlemiş olduk.
Peki, bizim evrenimiz, zaman ve uzay konumları içerisindeki tikeller evrenimiz, nasıl oluşuyor?
Bizim yanımızdaki, paralelimizdeki, düzeyimizdeki nesneler evreni nasıl oluşuyor? Platon diyor ki,
bu öykünmeyle olur, mimesis , pay alma ile olur. Demek ki tikel nesneler, tümelden, ideadan, özden,
{116}

yani boyuttan pay alıyorlar. Ya da öykünüyorlar ya da ikisi birden. Felsefe tarihçileri de bunu böyle
geçiyor. Sorgulama, ben sanmıyorum. Çünkü ellerindeki gereç, böyle bir sorgulamayı onlara
sağlamıyor. Ama bizim felsefemiz sağlıyor. Nasıl?
Dedik ki; içkin yargılarla oluşmuş bir tözümüz yoksa, onun taşkın eylemleri olamaz, taşkın yargıları
olamaz. Olmayan bir töz yürüyemez, dedik. Olmayan bir insan konuşamaz, koşamaz, düşünemez. İçkin
yargılar temel. Bunu belki o zaman atlamış olabiliriz ama sırf nesneye yönelmek bakımından değil,
cogito ergo sum, düşünüyorum öyleyse varım diyebilmen için, önce var olman gerekir. Önce kendini
koy ortaya, bize kanıtla, ondan sonra düşünmeye başla. Yoksa ezbere olmaz. İçkin yüklemlerle
oluşmuş bir töz olacaksın ve eğer söz konusu olan düşünme ise, ya da başka edimlerse özne de
olacaksın. Özne şudur; hayvan da yürür, hayvan da koşar, hayvan da yem yer, su içer. Ama bu
eylemler bilinçli eylemler değildir, çünkü hayvan özne değildir. Hayvan asla özne olamaz, töz
boyutunda kalır, eylemde de bulunur. Ama bizim bilinçli eylemden söz edebilmemiz için, tözün özne
olması lazım, bu da insandır. Yani yaptığını, ettiğini bilen özne, bilen töz. Bilmesi gerekiyor.
Biliyorsa o artık öznedir ve bir insandan söz ediyoruz demektir.
Dedik ki, içkin yüklemlerle oluşmuş bir töz ve şimdi ekledik, özne yoksa taşkın yüklem olamaz. Bu
bizi nereye getirdi? Diyelim ki bir varsayımsal at, varsayımsal diyorum, X diyorum, bastıra bastıra,
seçe seçe. At olabilmek için at ideasından, atlık ideasından pay alacak. Pay almak bir edimde
bulunmaktır. Yani öznenin dışına çıkıp bir eylemde bulunmaktır, pay almak. Ya da öyküneceksin,
öykünme de bir taşkın eylemdir. Kendi öznenin sınırlarına çıkıp başka bir nesneye öyküneceksin, ona
benzemeye çalışacaksın. Bu da bir taşkın eylemdir. Bu varsayımsal X’imiz, olmak için ya da öteki
felsefecilerin çok söylediği gibi var olmak için, ideadan pay alacak. Nasıl alacak? Alabilmesi için
kendisinin töz ve özne olması gerekir. Dışına çıkmak, pay almak ya da öykünmek için bir töz-özne
olmak gerekir. Oysa ki varsayımsal X’imiz henüz o değil, daha pay almaya çalışıyor, daha
öykünmeye çalışıyor. Onu yapabilmesi için, önce at olması gerekiyor. At olabilmek için, at olmaktan,
atlıktan pay alması gerekiyor, almamış. Nasıl olacak bu? Eğer pay almamışsa, alamıyorsa, nasıl at
olacaktır. At olarak varsayacak olursak bunu, at ise o, o zaman pay almasına, öykünmesine ne gerek
var? Çok büyük bir yarık var burada. O da bizim yargılar kuramımızdan yola çıktığımızda karşımıza
çıkıyor. Bu nesne, idealardan pay almak için bir töz olmak zorundadır. Eğer töz ise, at ise, pay
almasına gerek yok. At değilse zaten pay alamaz. Çünkü eylemde bulunamaz, bir töz değil, özne değil.
M- Evrenimize baktığımız zaman, her şeyin baştan var olduğunu düşünüyoruz. İnsan, insan olarak hep
vardı, ağaç ağaç olarak hep vardı. Yani her şey vardı. Dolayısıyla bu idealardan pay alarak oldu ya
da bunların…
E- Önce nasıl oldu?
M- Hepsi tanrı tarafından yaratıldı. İkisi aynı yere çıkıyor. Tanrı yarattı ya da idealardan pay aldı.
Galiba şöyle bir şey var; biz eğer insan denilen ya da ağaç denilen tözü açıklayabiliyorsak, nasıl
oluştuğunu, nasıl varlık kazandığını açıklayabiliyorsak, o zaman bu idealar kuramını daha kolay
eleştirebileceğiz. Şu an mantık olarak evet…
Hocam güzel söyledi. Önce nasıl oldu? Tamam insan var, anladık, ağaç, her şey var ama önce? Biz
Platon adına konuşuyoruz. Yaratımdan, yaratılıştan, çıkıştan, tekvinden söz etmiyoruz. Diyoruz ki,
evren kuruluyor, kurulurken tikeller oluşacak. Tikel pay almadan olamıyor, pay alması için de olması
gerekir. Bir mantıksal çıkmaz. Platon felsefesinin temel yarığı bu.
M- Şöyle düşünemez miyiz? Tümel var, o tümelden parçalar olarak görüyor tikelleri değil mi? At
tümelin bir parçasıdır.
Diyelim.
M- Öykününücüsü. Bir yönüne öykünmüş, at olmuş. İnsan bir yönüne öykünmüş ve insan olmuş.
Nasıl öykünmüş yalnız?
M- Öykünmeyi tümelde aramak gerekiyor, tekilde değil. Çünkü tümel, ona öykünme gücü veriyor.
İtiyor, iterken öykünerek itiyor, öykün diyor. Ol diyor oluyor, öykün diyor, öykünüyor.
Hayır. Sana ikinci cübbeyi getireyim. Yok öyle şey.
M- Yok, ben Platon’u savunmuyorum.
Biz batıya öykündük değil mi? Batı bizi itti mi yani, öykünün diye tekmeledi mi? Öykünme,
öykünülen nesneye karşı duran nesnenin yapacağı bir eylemdir. Asıl olan niye öykünsün? Sen
dünyanın en büyük aktörü olmuşsun, Türkiye’de de senin bir öykünücün çıkmış, zart zurt bir aktör,
sen ona niye öyküneceksin? O sana öykünecek. Senin kılık kıyafetini takacak üstüne, eylemlerini
yinelemeye çalışacak. Sen aktörsün, ondan gelecek öykünme. Öykünme aşağıdan gelir.
E- Platon dünyasında, idealar dünyasını kim yarattı, o nereden vardı? İdealar dünyasını var kabul
ediyorsak, bu dünyayı var kabul etmemizin hiçbir mahzuru yoktur, bence.
Onu söyledik. O büyük yarığı söyledik. Dedik ki, orada ontolojik sıkıntı var.
E- O varsa, o zaman bir şekilde oradan buraya geçiş çok zor olmasa gerek.
M- Ben de onu anlatmak istedim. Tanrı varsa, ol der olur. İdealar varsa, öykün der, öykünür.
E- Bence buradan gidemeyiz.
O evrenden bu evrene geçiş, zaten nedensel bağlantılar açısından mümkün değil. Zamansız bir
alandan zamanlı bir alana geçemezsiniz, mümkün değil. Uzaysız bir alandan uzaylı bir alana geçiyor.
E- Orada kavrayamadığımız bir şey var.
Tabi, işte söylüyorum ya. Diyorum ki, konum yok orada. Konum olmayınca, varlık yok. Bir kere orası
yok. Ama dedik ki, Platon’un hatırına varsayacağız, devam edeceğiz. Güzel, bu tartışmalar çok güzel.
Ç- Biz üç boyutlu bir nesneyiz ama gölgemiz iki boyutlu. İkisi arasında boyut eksiliyor. Biz mesela
idealar alemi olsak, gölgemiz de bize göre olgusal dünya olsa, burada bir boyut eksilmesi var. Bu
şekilde mümkün görünüyor.
İdeal nesneler evrenini kuracağız. O dediğine katılıyorum. Kuracağız da o problemleri belirtiyorum.
Biz Platon felsefesinin üstünde duruyoruz. Onun adına onu eleştirmeden yeni bir felsefe kuramayız.
Bunu bitirelim bir, diyelim ki bu arkadaş, öykünme diyor. Öykünmek için bir özne olmak gerekir. Atı
bırakayım, senden gidelim. Senin öykünebilmen için insan olman gerekir. Pay alabilmen için özne
olman gerekir. Değilsin demiş, nasıl pay alacaksın, nasıl öyküneceksin? Almış isen, pay alabilecek,
öykünebilecek durumda isen almana ne gerek var? Bu iki şeyde de mantıksal sıkıntı var.
E- Peki, Platon’da tanrı inancı var mı? Tanrılar var herhalde değil mi? İnsanın, doğanın nasıl
yaratıldığı ile ya da oluşumuyla ilgili…
Timaeus diyaloğunda, evrenin kuran bir tanrıdan söz eder. {117}

E- O varsa eğer, söylem çözülüyor aslında.


Şöyle. Onun tanrısı yoktan var etmez. Ne yapar, idealara bakar. İdealar yine vardır. Soruna cevap
vermiş olmak için söylüyorum. İdealara bakar, idealara baktıktan sonra bir sanatçı gibi yapar evreni.
İdeaları yaratmaz yani.
E- İdealar her şeyin ötesinde yani. Sanatçı gibi yapar derken, idealara bakıp belki de ilk, doğada
olmayan ilk at onun tarafından olmuştur. Burada da, daha sonraki atlarda da…
Sayın hocam aşkın yüklemimiz yok bizim. Yani zamanı, uzayı aşmış yüklemimiz yok bizde. Tanrı yok,
yaratıcı yok. Tamam, yıkacağız onun sırtına ama o kolay, çok ucuz bir şey olur.
E- Tabi ucuz.
Felsefe olmaz o, dogma olur. Üst noktasında teoloji olur.
E- Şu anda da mesela, büyük patlama oldu deriz. Büyük patlamadan sonra her şey çok güzel
açıklanıyor, bilimsel olarak hangi kuvvetlerin etkisinde ne olduğu. Soru şuraya gelince, büyük
patlamaya sebep ne oldu? Bunu açıklamak gerekmiyor. Tanrının parmağı dokundu, diyebiliriz mesela.
Bizi ilgilendirmiyor çünkü sebebinin ne olduğu şu anı çok fazla değiştirmiyor. Biz anlayabiliyoruz şu
anda.
Tüm bir aşkın gücü varsaydığımızda, senin benim öykünmeme, pay almama gerek kalmıyor. Boşluğa
düşüyoruz. İkincisi de şu; dün de konu ettik, bilimsel evrenimiz bizim, hiçbir biçimde, Platon’dan,
Aristo’dan türememiştir, Demokritos çizgisinden türemiştir. Demokritos, Lucretius daha önce
Epikuros, bunların çizgisinde gelişmiştir. Biz onu yakalamaya çalışıyoruz.
E- Matematikte biraz Platonik durum var.
Geleceğiz ona. Matematikte olmasına gerek olmadan bir idealar dünyası, bir tümeller dünyasının var
olduğunu koyacağız ortaya ama yineliyorum tekrar, ben Platon’u anlatıyorum şu anda. Onun
felsefesini anlatıyorum. Kitaplarını okumaya başladığınız zaman, orada bol bol öykünme görecesiniz,
mimesis, bol bol pay alma göreceksiniz, onu çözmemiz gerekiyor. Biz evren kurmuyoruz, Platon
üzerinde duruyoruz. Sizin bu geliştirdiğiniz eleştirileri Aristo da geliştirmiş, ona da geçeceğiz. Ama
önce Platon’u tanımamız gerekiyor. Şunu demek istiyorum; bu öykünme ve pay almayı mantıksal
sıkıntıdan kurtaramıyoruz.
Pay almak, nasıl bir pay almaktır? Öykünmede fazla bir sıkıntı yok. Bir şeye öykünen, onun gibi
olmaya çalışır. Ama pay almak nasıldır? Müjdat pay almayı bize bir anlatırsa sevineceğiz. Pay almak
nasıl bir olaydır ve Platonik anlamda.
M- Bunu bilmiyorum hocam.
Pay almaktan ne anlarsınız?
M- Ne anladığımı düşünerek anlatabilirim ama daha önce düşünmedim.
Şöyle diyebilir miyiz? Sen on arkadaşınla birlikte büyük arazi satın aldın, buğday ektiniz. Buradan
yüz ton buğday çıktı. Nasıl pay ederdiniz?
M- Yüzü ona bölerek.
Bölerek. Pay alırdınız değil mi? Onar tonluk pay alırdınız. Şöyle diyelim. Yine on kişi, yüz tane
koyununuz var, yarısı erkek, yarısı dişi. Onu nasıl pay ederdiniz?
M- Yine aynı şekilde.
Nasıl?
M- Yüzü ona bölerek.
O- Dişi ve erkekleri de eşit olarak.
E- Eşit erkek eşit dişi şeklinde.
Eşit erkek, eşit dişi şeklinde yapardınız. O da güzel. Peki, bu on arkadaşın buğday tarlasını bir kenara
koyduk, sürüsünü de. Bir tane kocaman buzağıyı kestiniz, bunu nasıl pay ederdin? Kilonuz da var,
satırınız da var, gereciniz bol.
M- Uzlaşarak.
Hayır, orada bir sıkıntı yok. Geçiminiz iyi ama nasıl? Mesela herkes but alabilir miydi?
M- Alamaz. On arkadaş bir ineği bölüşeceklerse, orada bir problem var.
Bakın evrende kimi nesneler homojendir, kimi nesneler heterojendir. Buğday örneğinde sen tek
başına on ton buğday aldın, çiftçiliğe devam edebilirsin. Çünkü buğdayın özü var sende, tarlan da
var, eker biçersin. Yani ideadan pay aldın sen. Kuzu örneğinde yüz kuzuyu paylaştınız, onar tane, beşi
dişi, beşi erkek kuzun var. Sürücülük yapabilirsiniz, çiftleştirirsiniz, sürücülüğe devam edersiniz,
pay aldınız siz. Koyun ideasından pay aldınız. Ama bir buzağıyı parçaladınız, kiminiz budunu, kiminiz
şurasını, heterojen bir nesne var. Bir bütünden pay aldınız. Birinci örneklerde bir-çok ilişkisi var
ikinci örnekte bütün-parça ilişkisi. Bütünden parça almışsanız, ideadan pay almış değilsiniz.
Şuraya kocaman bir kazan koyduk. Düğün yapıyoruz. Aşçımız çorbanın gözüne dayandı, beş ton çorba
yaptı, bir kazandan. Herkesin önünde bir tas var. Birer tas çorba verdiği zaman ne yapmış olur,
paylaştırmış olur. Herkesin çorbası bir olur değil mi, aynı çorba olur. Yani tosunu parçaladığınız gibi
olmaz. Herkes, benim çorbam karşımdakinin çorbasıyla bir, der. Çünkü homojen bir nesneden pay
aldı. Platon’un Parmenides diyaloğunda epey uğraşarak söylemeye çalıştığı bu. Diyor ki; biz,
homojen bir nesneden pay almışsak, onun, genesis, soy, tür, bir örneğini, prototipini almışız demektir.
Üretiriz, çoğaltırız, genişletiriz. Pay bu. Yani bir ağaç olmaklıktan pay almışsak, biz bir dalını
almamışızdır.
M- İdea burada yüz tonluk buğday, pay alanlar da on ton alanlar.
Sen bu anlamda kocaman, dev bir meşe palamudu düşün. On tonluk bir ağaç. Sana gövdesini,
dallarını, kökünü, her tarafını vereceklerine bir tohumu versinler daha iyi. Çünkü o ideadır, ideadan
bir pay almaktır. Öteki, dal, gövde, bir bütünden parçadır. Demek oluyor ki aldığımız nesne, özü
temsil etsin, özü yansıtsın. Leibniz’in şöyle bir görüşü vardır; her bir monad evrenin yansıtır. Burada
aldığımız bizim ve Platon’un parça dediği nesne, o nesneyi yansıtmalıdır. Bir erkek bir dişi kuzu o
sürüyü yansıtır. Çiftleşir kuzu yaparlar, üretirler. Ama sana bir erkek bir dişi kuzu vereceğine,
deseler ki, sen bunu alacağına elli tane erkek kuzuyu al götür, akıllıysan razı olmamalısın. Çünkü
senin elinden ideayı, özü alıyorlar. Elli tane erkek kuzu, oranın parçasıdır, özü, ideası değildir.
Platon’un pay dediği olay bu. Bir bütünden parça değil, bütünün temsilcisi olan nesne.
M- O zaman şöyle bir şey mi? İdealar dünyası, evrene tohumlar saçıyor.
Evet. Genesis, soy.
M- O tohumlardan da bütün evren ortaya çıkıyor.
Biraz sonra geleceğiz ona. Masanın tohumu var mı peki, yok. Ama bir masa olayı var. Birileri
yapıyor masayı.
M- Masanın da tohumu var. İnsanda içerili bir durum.
Şöyle diyelim, modeli, prototipi var.
M- İnsanda ve ağaçta.
Güzel. Biz at tikelinden yola çıktık, dedik ki bunun pay alabilmesi, öykünebilmesi için at olması
gerekir, at ise de gerek yoktur. Orada mantıksal sıkıntı var dedik. Peki, şöyle diyebilir miyiz? Başka
bir nesne, illa atı yaratmak istiyoruz ya, orayı bitirmemiz gerekiyor. Biz neyiz, insanız ya da ağacız ya
da taşız. At ideasından pay alıp at olabilir miyiz biz? Öyle ya, at kendi içinde olamıyor, biz olabilir
miyiz ya da ağaç, taş olabilir mi? Bir kere hemen dikkatinizi çekmiş olmalı, taşın taş olması, ağacın
ağaç olması, insanın insan olması için de yine kendi idealarından pay almış olmaları lazım. Gene aynı
mantıksal sıkıntı başlıyor. Sen taş ideasından, taş parçası, deminki söylediğimiz anlamda almamışsan
nasıl taş olacaksın? Demek ki başka bir nesnenin de at ideasından pay alma şansı yok, bu bir. İki; bir
biçimde, varsayımsal konuşuyorum, taş, ağaç ve insan var, at ideasından pay alır mı? Niye alsın ki?
O her şeyden önce taş, her şeyden önce ağaç, her şeyden önce insan. Başka bir nesnenin payını niye
alsın. Alamaz da, neden? İdea ona diyecek ki, sen taş ideasından taşlık almışsın, taş olmuşsun, bir de
şimdi at olmaya kalkıyorsun, bu mantıksızlıktır. Demek ki başka bir nesne de bunu alamıyor. Durum
bu olunca, o kendi nesnesi içerisinde çözemedik, başka nesnelerle çözemiyoruz, o zaman nasıl
çözeceğiz?
O- Değişim söz konusu değil mi? Mesela toprak, tamamen taşlaşıyor.
Bizim kavrayış dünyamızla düşünmüyoruz, biz Platon’dayız. Bitirdik Platon’u, şimdi düzeltmek
kalıyor. Baştan alalım. Platon ideaları, zamansız ve uzaysız, meçhul, bilinmez bir yerde, üstte,
dışarıda. Onu bir kere oradan kurtaralım. Zamanlı ve uzaylı bir yere getirelim. Hocam siz getirin
bakalım. İdealar bizim bu yaşadığımız evrene bir girsinler.
E- Getiremiyoruz hocam. Getirmeye çalışıyoruz ama getiremiyoruz.
Platon’u bitirdik, biz getireceğiz. Daha doğrusu, bizim uzaysal ve zamansal evrenimizde bu nesneler
var mıdır?
E- Vardır.
Vardır, güzel. Demek ki hoplamaya, zıplamaya lüzum yok. Yani gökyüzüne, ruhlar evrenine, bilmem
zamansız, uzaysız evrene zıplamamıza gerek yok. Bu yapı düzeni bizim evrenimizin içerisinde var.
Zaten Aristo’da da göreceğiz, gerçi çok daraltıyor. Diyor ki, bu tümeller, bu idealar, bu özler, şurada
burada değil, evrenin içerisinde de demiyor, daha daraltıyor söylediğim gibi, nesnelerin içindedir
diyor. Çağlar mı, insan olmaklık onun içinde, diyor. Evrenin içerisinde demiyor, Çağlar’ın içinde.
M- Peki insan tümeli, o neyin içinde?
Onu konuşuyoruz işte. Çağlar’ın içinde diyor Aristo.
E- Her bir insanın içinde.
Evet.
E- Biz de öyle varız herhalde. Bizim doğamız bu, başka türlü olamayız.
Müjdat şaşma buna. Bu doğru da yontularak doğru. Bizim içimizde tümel olmasaydı, biz nasıl insan
olacaktık? İnsan olmaklık bizim içimizde, doğru. Ama Aristo bir şeyi boş bırakıyor. Çağlar, ben,
öteki, bütün yaşayan insanlar, yani düzeylerdeki bizim akranlarımız, zamansal boyuttaki birliktelik
olduğumuz insanlar, güm diye gidiyor bir gün, elli yüz yıl sonra gidiyor. Ama insanlık sürüyor,
insanlar gene geliyor.
M- O zaman burada bir sorun ortaya çıkıyor.
Acaba, insan olmaklık, yalnız bizim içimizde mi, yoksa evrenin de içinde öyle bir şey var mı?
Platon’un evrenini indirdik aşağıya. Yani Aristo ne demeliydi bize hocam?
E- Biraz açar mısınız?
Şöyle. Platon’un zamansız ve uzaysız evreninden Aristo, söküp alıyor ideaları, indiriyor aşağıya,
bizim varlık alanımıza. Bizim gözlem yapabileceğimiz, soluyacağımız, tutacağımız, göreceğimiz,
tepineceğimiz, yürüyeceğimiz bir evrene indiriyor. Ama orada kalmıyor, diyorum, nesnelerin içine
sokuyor. Sokmasına da bir şey diyemiyorum ama evrenin içinde indirmeden doğrudan söz etmiyor.
Dosdoğru oradan nesnelerin içine aktarıyor. Burada bizi şöyle bir boşlukta bırakıyor; tamam, yaşayan
kuşak ölünce ne olacak? Biz ölünce insan diye bir şeyin kalmaması lazımdı, Aristo’nun dediğine
göre, soy bitmesi lazımdı. Bunu açıklar mısın, diyorum. Aristo nasıl konuşmalıydı?
E- Aktarılıyor. Bizim çocuğumuza, başka nesnelere bir şekilde aktarılıyor.
İşte onu demesi için ne demesi gerekiyor? Doğru dediğin. Cornford, çok büyük bir Platon uzmanıdır.
Aristo, Platon’un idealar kuramını eleştirirken, tam da şapşallaştığı yerdedir, diyor. Ağır bir eleştiri
var. Nedeni de, nesnelerin içine sokuyor ve indirgemeyle sokuyor, başka yerde yok, diyor. Nesnelerin
içine sokmasına kızmıyor.
M- Ben de tam buna itiraz edecektim. Nesnenin içine soktun tümeli, peki, o tümel neredeydi? Tümel,
Platon’da ideadaydı, o ideadan öykünme dedi, pay dedi, kendisini açıkladı. Aristo, tümeli tikelin
içine soktu. Tikel öldü, tümel onun tohumuyla devam etti.
Tohumuyla devam edecek deseydi, o kadar ağır eleştiri niye alaydı?
M- Tümel, uzay ve zamanda tikeller yokken, nasıl var? İndirdin tümeli, şimdi ben bilim-kurgu gibi
izliyorum, Tümeli indirdik, tümel var.
E- Tümeli bir yerden indirmiyorsun ki.
M- Bir tümel varsayıyorsun ya.
E- Sen insanın varlığını, ağacın varlığını kabul ediyor musun? Gördüğün şu ağaç var mı?
M- Evet.
E- E içindeki ağaçlık tümeli de var işte.
M- Tamam da nereden geliyor o?
E- Ağaç nereden geliyor?
Güzel, o soruya cevap verdik mi, iş bitecek.
E- Kabul ediyorsan ağacın varlığını, içindeki tümeli de kabul edeceksin.
Onun nereden geldiğini söylediğimiz an problem çözülecek. Bir kelime; tohumdan. Aristo,
nesnelerdeki sürekliliği söylemiyor. Sanki bizim içimizde, biz ölünce ölecekmiş gibi, her şey
bitecekmiş gibi konuşuyor. Tamam, Platon’a getirdiği eleştiride iyi bir temel var, tümeller bizim
evrenimizin içerisindedir. İçerisinde ama bunun bir şu zamanda bir bu zamanda, bir sen taşıdın bir
deden taşıdı. Dedenin dedesi taşıdı, sonra da torununun torunu taşıdı. Bu bizim tohum dediğimiz,
üreme gücü dediğimi şeyler. İnsanı çözüyoruz artık. İnsan nasıl oluşur? Çok babayiğitmiş diye bir fil
dişisiyle evlenebilir miyiz? Öteki insanla, dişi insanla evleneceğiz, iki tarafın tohumu birleşecek, yeni
insan doğacak. Evrenimizin düzeni bu. Ağaçların tohumu var, dirilerin tohumu var. Diyelim anorganik
doğa, diri olmayan taşlar, mineraller, kayalar, madenler, birleşme yasaları var, kimyasal olaylar.
Suyun bir birleşmesi var, taşın bir birleşmesi var, her şeyin bir yapı düzeni var. Demek oluyor ki
Platon’un şu idea dediği şey, bir yapı düzenidir. Herhangi bir töz değil, bir yapı düzeninden söz
ediyor. Evrenin düzeni bu. Ağaç olmaklık, insan olmaklık, taş olmaklık, deniz olmaklık var. At
görüyorum, atlık göremiyorum diyor. Göremiyor da olsa atlık, atın tohumunda var. Sürgit yaşıyoruz,
çiftleşip ürüyorlar. Bu, Shopenhauer’da korkunç bir şekilde var. Diriler, hayvanlar, üremek için
ölüme razılar, diyor, evreni sürdürmek adına içgüdüsel olarak korkunç bir çiftleşme gereği duyarlar.
M- Evrenin yapı düzeninde dinozor var.
İdi.
M- Şimdi yok. Peki, evrenin yapı düzeninde bir tikelin varlığın, hatta tümelinin varlığı zorunlu değil.
Yani insan olmasaydı da evren olabilirdi, ya da bir böcek türü olmasaydı da evren olabilirdi. İlerde
insan olmayabilir ve evren kendi yapı düzeniyle devinmeye devam edebilir.
Doğrudur. Zorunlu diye bir şey yok. Onu hiç demedim, demem, bizim felsefemize aykırı zaten.
M- O zaman, evrenin yapısının değişkileri olmuyor muyuz?
Oluyoruz ve değişki olarak biz içimizde evrenin bir yapı düzenini taşıyoruz. Biz taşıyıcıyız, dikkat et,
el koymuş değiliz. Çağlar, insan olmakla el koymuş değil, taşıyor sadece. Evlenecek, çocuğu olacak,
aktaracak. İnsan olmaklık, Çağlar’ın yüzüğü değildir. Aksi halde biz çözemeyiz. Kant’a, Hegel’e
geleceğiz, daha değişik felsefeler var. Batılı çıkmış diyor ki; zaman, acaba mutlak olarak mı var,
nispi olarak mı var? Kardeşim zaman bir konum. Bedenli tözler olmasaydı, hava, su, deniz, dağ ve
devinmeseydi, zaman olmazdı. Zaman, bir töz nedeniyle olandır. Tözün sırtında değil dedik, çok
farklı şeyler. Platon’un bu görüşüne ben şapka çıkartıyorum. Çok iyi görmüş. Bugün bal gibi
Platon’un dilini kullanıyoruz, saçma sapan da kullanıyoruz. Ağaçlar diyoruz, insanlar diyoruz,
hayvanlar diyoruz. Platon diyor ki, diyemezsiniz. Demiyor da o anlama geliyor. Bir tane ağaç var, bir
tane insan var. Çünkü insan, ağaç, hayvan bir türün adı, bir soyun, genosun adı. İnsan olanlar de, ağaç
olanlar de, tikelleri anlatmak adına.
Yapay nesnelerden de örnek verelim. Masalardan bahseder Platon bol bol. Der ki, masanın bir
prototipi vardır. Bir yere girersiniz, falanın makamına gittim, pırıl pırıl bir masa, şöyle gözleri vardı,
şöyle yuvarlak bir masaydı, adam oturuyor, görev yapması daha kolay, her tarafa ulaşıyor, telefon,
öteki, şu bu. Demek ki masanın da bir ideal tipi var. Her şeyin bir ideal tipi var. Buradan bir bıçak
aldım, İsviçre taklidi, İsviçre’de çok güzel bıçaklar var. İstanbul’da bir arkadaşın önünde gördüm,
aynı renk, aldım baktım, olağanüstü güzel. Bu bıçağı nereden aldın, dedim. Av Dünyası’ndan aldım,
dedi, Avcılar’dan. Orada var mı, dedim. Var, çok, dedi. Gittim, elli liradan başlamak üzere bin liraya
kadar bıçak var. Ama bıçak arkadaşım. O da bıçak, benim beş liraya aldığım da bıçak.
E- Bir malın fiyatı arttıkça ideale yaklaşır mı?
Fiyatından dolayı değil. Yapı düzeni, yetkinleştikçe öyle olur. Gerçekten nesnelerin en yetkin şekli
var. Türk otomobili yapıldı, keçiler gelir kaportasını yer. Marmaris’ten Muğla’ya geliyorum, tam o
Gökova’ya geleceğimiz yerde, bir köprüde Mercedes’le bir Anadol çarpışmış. Trafik bekleniyor.
Mercedes, Alman imparatoru gibi yolun ortasında, umuru bile duymamış. Anadol da şarampole
gitmiş, darmaduman olmuş. İkisi de otomobil, daha ala ideası var mı? İşte ideal tip bu.
M- Ben yanlış mı anladım. İdeal tip, otomobil için de bıçak için de vardır dediniz. Ben bunu
anlayamadım. İdeal tip nerede var hocam, masanın ideal tipi nerede?
E- Platon’un dünyasında.
Platon’un dünyasında.
E- Biz hep onu arıyoruz.
Onu arıyoruz beyefendi.
M- Var ama bizim dünyamızda yok hocam.
Bizim dünyamızda da şöyle: Hangimiz evlenirken yetmiş kilo ağırlığında bir kız var al denilir bize.
Seçtik, baktık, ideal güzeli aradık biz. Her birimiz aradık bir biçimde. Olay bu. Biz Platon
dünyasındayız. Platon’un felsefesinin temelini, içindeki sıkıntıları, sürçme taşlarını ufak ufak görmeye
başladık.
O- Masa olayını anlamadım. Masa idealar dünyasında, masa öykünüyor mu idealar dünyasına.
E- Biz, anımsayarak yapıyoruz.
O- Yine biz yapıyoruz.
E- Yapma olduğu için onu anlamak çok basit.
O- Taşı yapmıyoruz ama.
E- Taş kendiliğinden oluyor.
Bunun da yapısı böyle. Bir arkadaş bir gün dedi ki; yapı, yapıdır. Bir kısmını çok güzel görüyoruz.
Belediye kenefi de yapı, orada duruyor, bembeyaz bir badana yemiş, Mimar Sinan’ın yaptığı yapıtlar
da. Bunlarla bunlar bir mi? Konu bu, kafasındaki en ideal yapı düzenine göre. Mimar Sinan,
Süleymaniye’yi yaparken, sıkıntı içinde, zaten kalfalığım diyor. O gözle de gittim, baktım, siz de
vardığınızda bakın İstanbul’a. Bu olayı bilirseniz bakarsınız. Süleymaniye’nin kubbesi,
Ayasofya’nınkinden küçüktür. Ne yaptıysa, gece gitmiş, incelemiş, Ayasofya’dan büyük kubbeyi
yapamamış. Kubbe yapmak değil, onu oturtmak önemli. Selimiye’ye bakın, dünyanın en büyük
kubbesidir, bırakın Ayasofya’yı. Öylesine korkunç bir usta haline gelmiş ki. Getirip de bunu bizim
evlerimizle mukayese edemeyiz, yapıdır diye. Hocam da bastırarak söyledi, bunu biz yapıyoruz. Ben
Picasso gibi resimler yapıyorum diyordu Evren. Picasso kim, sen kim? O da resim yapıyor değil mi?
Ç- Bunu ben de yaparım, diyor. Yamuk yumuk bir şey yapmış orada.
Yalnız, Platon denince, dün de söyledim, sanata karşı bir husumeti var. Nasıl olsa herhangi bir nesne
ideaların bir öykünmesidir, uyduruk. Bir de onun resmini yaptın mı, uyduruğun uyduruğunu yapmış
oluyorsun, diyor.
E- Ben belki bir yerden kaçırdım ama bu öykünmeyi çözemedik değil mi?
Öykünme diye, gördüğümüz gibi bizim evrenimizde bir olay yok. Doğal nesneler zaten
kendiliklerinden, üreme ya da birleşme yoluyla oluyor. O neye öykünecek? Öykünmek için bilinçli
özne olmak lazım, dedik. Biz öykünsek kime öyküneceğiz? Biçimimiz, boyumuz, ayaklarımız, enimiz,
kime öykünerek değiştirebiliriz?
E- O sorun olarak kalıyor.
O bilgi olarak kalıyor. Platon’u okuduğunuzda bu konuşulmuştu, tartışmıştık, onu okuyunca bilinçli
okuyacaksınız, konu bu.
Dünden bir şey kalmıştı sizin kafanızda. Boyut ve düzey acaba oturdu mu? Mesela idealar tam
boyuttur, tikeller düzeydir. Oturmadıysa daha üstünde duralım. Diyor ki Herakleitos, boyut, insan
olmaklık sonsuza dek sürer, süreklidir, kalıcıdır. Sen, ben geçicilik evreninde değişen nesneleriz.
Hem geçiciyiz, hem değişeniz, devineniz.
M- Biraz önce biz bunu sanki yanlışlamıştık.
Nasıl?
M- Dinozorlardan yola çıkarak. Dinozor olmaklık…
E- Dinozor olmaklık var ki hala ama dinozor yok.
M- Dinozor yok, dinozor olmaklık var.
Var evet doğru söylüyor.
Ç- Jurassic Park’ta vardı ya. Kehribarın{118}
içinde, sivrisinek kanını emmiş dinozorun, sonra da…
M- Tamam da o kurgu.
E- Belki ileride dna’larından bir şey bulunup yapılabilir.
Ç- Dna kodunu çözüyor, kurbağa aracılığıyla, dinozor olmaklığı tekrar hayata geçiriyor.
E- Bir de tohumu var. Tohum dediğimiz şey şu anda artık dna yapısı. Onun dna yapısını bulsan…
M- Belki de arkadaşlar milyonlarca olmaklık, şu an başka bir şeye dönüşmüş durumda.
Olabilir. Yalnız şu var; Darwin, maymun falan demiyor bizim soyumuz için.
M- Aynı atadan geldik diyor.
Özel bir tip olarak söylüyor.
Ç- Biz ondan dönüştük demiyor.
Orada kötü okumalar var. Darwin böyle arada ezilecek bir adam değil. Darwin bir bilim adamıydı,
soytarı değildi.
Platon, hala beynimizi oyuyor. Biz 1500 yıl medreseler açmışız. Sahn-ı Seman’lar, şunlar bunlar, hep
maval, baştan sona maval. Delme, takma, uydurma, kadılar, şeyh-ül İslam’lar, hazretler…
E- Ben Platon’u dinlerken, hep dinle bağlantısı varmış gibi geliyor. Sanki dinin kökeni, Platon’un
felsefesinin kökeni hep ya aynıymış ya da birçok anlamda ortak yönleri varmış gibi. Dinde de hep
uhrevi, her şeyin ötesinde, cennet-cehennem, tam Platon gibi değil tabi. Sistematik olarak hiçbir şeyi
açıklamıyor ama dünya dışı bir şey var sonuçta. Platon’da da dünya dışı bir şey var.
Dediklerine belli oranda katılıyorum. Platon’un çağı, çok tanrılar çağı. Hatta şöyle de diyebiliriz, çok
tanrıların battığı, iflas ettiği bir çağ. Platon, biraz da ironi olsun diye Zeus hakkı için diye başlar
konuşmalara. Platon’un diyaloglarında buna rastlayacaksınız. O gelenek, ta Hesiodos’tan,
Homeros’tan beri, çok tanrılı evren, dağ taş tanrı, yontularla, şunlar bunlar. Ritüellerle, bir kısım
kavrayışlarla, çünkü o Dionysos, Apollon kültürü epey kavrayış meselesidir. Bunlar birbiriyle
savaşır, birbirinin ırzına geçer, birbirinin karısını ayartır.
E- İnsan gibi yani.
İnsan gibi, evet.
E- Platon sanki bunlara bir düzen vermiş. Oradaki insan gibi değil, kavga etmez falan, böyle bir idea
var, dünya onun yansıması.
Bakarsınız kavga ederler, dövüşürler. Truva savaşında tanrının biri bir tarafı tutar, öbürü öbür tarafı,
o ona haber gönderir. İnsan biçimci dediğimiz olay bu, insana dönüşmüş tanrılar. Platon o ortamda
yetişti. Tek tanrı fikri asla yoktu. Bunlar hepsi pagancıydılar, Aristo’su da öteki de. Aristo’da her
nesneyi kendine doğru çeken salt forum olan, hiçbir özdeği olmayan bir tanrı fikri vardır. Bir nesne, o
nesne olmak için tanrı tarafından çekilir, onun çekiciliği tarafından. Hiç devinmez, kımıldamaz.
E- Aristo’da bir tanrı inancı var mı?
Var.
E- Tek tanrı gibi mi?
Gibi. Tabi, çekici tanrı. Sürekli, her nesneyi kendi çekiciliğinden, cazibe diyor ona Aristo, kendine
doğru çeken, o olmaya yönelten bir tanrı. Form, sırf form, maddesi olmayan bir tanrı. Zaten maddesi
olsa, tanrı olamazdı, diyor. Bir de onun ruh üzerine olan De Anima’da faal akıl var, etkin akıl, o da
ölümsüz bir yeti. Şunu açıkça görebiliyoruz, Platon ve Aristo bağlamında. Tanrılar, üstün güçler,
ölümsüzlükler, epey birbirine karışmış. Dediğin gibi dinsel bir yanları kesin olarak var.
16.Gün
Benim payım nerede?
Bir saray öyküsü, bizim bugün gireceğimiz konuya iyi bir başlangıç olabilir. Padişah’ın hep kızı
olmuştur, eşi yine gebedir ve doğum yapacaktır ama padişah bu kız işinden iyice dolmuştur. Der ki,
bu da kız olursa senin kelle gider. Sanki kadının elinde de erkek ya da kız doğurmak ama öykü böyle.
Gene doğum olmuş, gene kız. Gitmişler, aynı gün bir Roman ailesi erkek çocuk doğurmuş, onu
almışlar. Demişler padişaha, oğlun oldu, müjde. Kırk gün kırk gece düğün. Kız Romanlara gitmiş,
oğlan saraya gelmiş. Zaman olmuş çocuk büyümeye başlamış, konuşmuyor, hiç konuşmuyor. Yirmi
yaşına gelmiş, sarayı pikniğe gitmiş bir ormana, eğlentiye. Gençler koşa koşa padişaha bir müjde
getirirler. Müjde oğlun konuştu. Tabi büyük bir olay, hiç konuşmayan çocuk, konuşmuş. Padişah
gençlere sorar, ilk sözü ne oldu? Vallahi padişahım, meşe ağaçlarını gördü bu delikanlı, bunlardan
iyi kasnak olur, dedi. Padişah tabi naneyi anlamış. Bu çocuk Roman, bana Çingene’yi yutturdunuz.
Çocuğun genlerine işlemiş ağaç, kasnağı biliyorsunuz, elek, kalbur yapılır. Çocuğun dünyası o.
Sarayda öyle bir şey yok ki konuşsun. Kendi geçmişiyle ilgili nesneler karşısına dikildi mi bülbül
gibi ötmüş çocuk.
Bu öykü de tabi gücüllük nedir, edimsellik nedir ya da Greklerin söylediği anlamda dinamizm,
energia nedir ya da potansiellik, aktüellik nedir, bir bilinçli bilgisi yoktur. Ama diyorlar ki bundan bu
olur. Demek oluyor ki evrendeki nesnelerin yapısında, doğasında, özünde, ideasında, formunda
diyebilirsiniz, yani terimlerle dans ettirebilirsiniz, onun ne olduğu, ne olabileceği, bellidir. Her bir
nesne belli bir oranda bir edimselliktir, belli bir oranda gücüllüktür. Meşe ağacı, meşe palamuduna
göre edimselliktir ama masaya, gemiye, pencereye, kapıya, sobamızda yaktığımız oduna göre
gücüllüktür. Bir nesne belli bir konumda kesin olarak şu gücüllüğü içerir diyemeyiz. O bir edimsellik
olabilir. Yani ikisini de içerebilir. Taşın ne gücüllüğü var? Eskiden evler hep taşla yapılırdı.
Temellere, yağmur işleyen kısımlara özellikle, temel taşla dökülürdü, beton yoktu.
Bütün gücüllükler edimselleşirken aynı yolu izlemezler. Bir otun tohumu yere düştü. O, ancak doğa
tarafından yeşertilebilir. Toprakla ilişkiye girecek, su üstüne damlayacak, güneş doğacak, ancak öyle
yeşerebilir. Ağaç tohumu kayanın üstüne düştü, yeşermez. Ayrık için çiftçiler konuşur. Bir kayanın
içinde öyle arsız, öyle dirençli bir bitkidir ki ayrık, çiftçinin canına okur biliyorsunuz. Yüreği de
yanmış çiftçinin. Kırk sene güneşte kalmış, o sırada yere düşmüş, ya neredeyse kuruyacaktım, demiş.
Doğa tarafından üretilen diriler, özellikle gücüllükler var, edimsele dönüşmesi doğa tarafından. Kimi
edimsellikleri de sen, ben, özneler yaparız. Gemiyi ustası yapar, masayı ustası yapar. Taş
kendiliğinden bina olmaz, doğru, mermer de olmaz. Ama bir Mimar Sinan gelir yapar onu. Daha bir
adım atalım, bir kısım gücüllükler başımıza gelir, edimsel oluruz. Nasıl olur bu? Bir kızın başına
çökerler. Tarlada çalışırken birileri ona zorla sahip olur, çocuğu olur. Kadında çocuk yapma
gücüllüğü vardır. Onun edimselinde gebe kalmak, çocuk yapmak diye karşımıza çıkan durum vardır.
Edilgenlikte başımıza gelmede ya da uğradıklarımızda bile gücüllük, edimsellik söz konusu olur.
Evrende hangi nesneye baksanız böyle bir yapıyla karşılaşırsınız. Bu çok çeşitli kiplerde karşımıza
çıkar. Zaten bu felsefede modustur. Yani olumsallık kipi, zorunluluk kipi, gücüllükten edimselliğe
geçme durumu hep modusla anlatılır, kiptir bunlar.
Evrendeki nesnelerde hep böyle bir yapı düzeni görüyoruz. Ne görsek bir gücüllük, bir edimsellik,
kimi zaman zorunlu, kimi zaman olumsal, kimi zaman olumsuz. Diyelim bir insan, gücül olarak nedir?
Bir profesördür, katildir, canavardır, hırsızdır, hemşiredir, avukattır, esnaftır, öğretmendir. Bir
insanın gücüllüğü sayılamayacak kadardır, milyonlarca. Ay’a adamlar gitti. Demek ki insan Ay’a
gidebilirmiş. Birileri alet yaptı ama sonuçta Ay’a ayak bastı.
Bazı yöneticileri, önderleri konu ederler. Niye kızıyorsunuz, derim. Sen gitmiş pazardan eşek satın
almışsın, götürmüşsün Veliefendi’ye, diyorsun ki ben bununla yarışa katılacağım. Sıpa ile yarışa
katılabilir misin? Sıpa büyüyünce eşek olur, at olmaz. O, da onu diyor zaten, ben eşeğim diyor. Bunda
kızılacak hiçbir yan yok ama sen göremiyorsun, kızıyorsun. Bahçene götürmüşsün, ki var böyle
çiftçiler, dikmişsin yirmi tane kavak. Kayısı diktim, karadut diktim, birkaç sene geçiyor aradan,
meyve vermiyor. Kavağa ne kadar iyi bakarsan bak, kayısı vermez. Özünde o varoluş yok, bu kadar
basit. İnsan da öyle. Aristo’nun etiğinde göreceğiz bunu, gerçi bugün konumuz o değil. Aristo diyor
ki, doğadan değil bizim bilmemiz, bizim bilgi edinmemiz doğal durumumuz değil. Biz isteriz onu,
diyor. Bilmeden iyi eylemde bulunamıyoruz, diyor ya, iyi eylemde bulunmak için iyinin ne olduğunu
bilmemiz gerekir. Bir adım daha atıyor sen iyinin ne olduğunu öğreneceksin, diyor. Öğrenmemişsen
suçlusun, o senin doğal durumun değil. Burada senin gücülünde, öğrenme var, öğrenmemişsin, diyor.
Öğrenmemek, mazur görünmeni gerektirmez, suçlusun.
M- Öğrenmekten ziyade iyinin kriterini belirlemekte değil mi?
Ben Spinoza anlatmıyorum, Aristo’yu anlatıyorum.
M- Aristo’dan bahsediyorum, tamam. Öğrenmek diyor, bizim gücüllüğümüzde. Ama iyinin kriterini
kim belirleyecek de ben onu öğreneceğim? İyi ne?
Aristo öğreneceğimiz kanaatinde, iyinin ve kötünün ne olduğunu. Etikte göreceğiz bunu, orada daha
güzel tartışacağız, yeri değil şimdi. Şu var; gerçekten iyi nedir, gerçekten kötü nedir? Platon da,
Sokrates de, Aristo da bunu hiç söylemezler. Milyonlarca kişi, binlerce kişi gelmiş, bir eyleme kötü
demiş de mi kötü olmuş, yoksa başka bir nedeni mi var? Biz niye bir eyleme kötü demişiz? Çalma
eylemine neden kötü demişiz? Herkes dediği için mi acaba?
M- Ya da bir bilge çıkar, buna iyidir der.
Acaba? Bunu göreceğiz. Bana hiç de öyle gözükmüyor. Ben toplumsal bir olgu olarak görmüyorum
iyi ve kötüyü. Çünkü bir eylemin yapısında iyi olmaklık kötü olmaklık, şöyle ya da böyle olmaklık
vardır. Biz sadece onu öğreniriz. Onu etikte göreceğiz. Öyle olsaydı, gerçi bunun ters örnekleri var,
bir iki tane, genelde öldürme, bütün devletlerde suçtur, çalma bütün devletlerde suçtur. Evrensel
suçlar vardır. Ceza değişir ama suçtur. Bir iki ilkel kavimde çalmanın ödül olduğunu, başarı olduğunu
söylerler etimologlar o kadar. İşin genelinde bunlar her yerde suç olduğuna göre toplumsal bir olgu
gibi gözükmüyor. Doğasında bir kötü olmaklık var ki buna her devlet bir yaptırım getirmiş. Ben
Aristo’ya şöyle fazla katılamıyorum, benim doğduğum büyüdüğüm ortamı düşün, ben iyi olmak için
ne yapabilirdim ki? Benim okulumda kızların okuması yasaktı. Bir tane öğretmen beş sınıfı
okutuyordu, ortaokula gitmeyebilirdim, ben neyi öğrenebilirdim. Sıradan olayları öğrenmek diyorsan
amenna ama birinci sınıf etik konuları öğrenme diyorsan, bunu bir köylü çocuğu asla öğrenemez.
Mesela Hintli askerlerin omzuna, Müslüman askerlerin, İngilizler tüfek koymuş, Çanakkale’ye
getirmiş, bizim karşımıza, savaştırmışlardır. Öyle olunca iki taraf da namaz kılmıştır. Öldürenler de
düşman da dost. Bunlarda bilinç var mı? Bilinç olsa silahı İngiliz’in önüne atar. İngiliz demiş ki git
şuna sık, o kadar. Bu adam iyiyi kötüyü nasıl öğrenebilir?
Dönelim konumuza. Bugün neden gücüllükten, edimsellikten girdim? Demek ki insanda her şey var,
onu da söyledik. Tartışmasız aklınıza ne geliyorsa var. Bir insanda mesleklerin hepsini olma,
suçların, iyiliklerin hepsini işleme potansiyeline sahip. Öylesine zengin ki akıl almaz. Evrendeki
nesnelere bakın, her şey olabiliyor. Bunu öne almamım bir nedeni de şu; Aristo’nun töz anlayışı,
Platon’a karşıt olarak, form ve maddenin, özdeğin birleşimi olarak sunar. Sunarken de der ki; özdek,
bir kendilik olarak var değildir, dinamizm olarak, yani gücül olarak vardır, birleşince bir töz oluşur.
Bunu tartışmakta kolaylık çekelim diye öncelikle bu konuya girdim. İkincisi, Aristo’nun dört neden
kuramına gireceğiz. Aristo, dört neden sayar değişimlerde. Değişim, dinamizmden energiaya,
gücüllükten edimselliğe dönüşmek demektir. Ağaç, tahta masa oluyorsa, bir değişmedir. Tohum, ağaç
oluyorsa, bu bir değişmedir. Aristo diyor ki, bu değişmelerin dört nedeni vardır. Dinamizmden
aktüelliğe geçişin, yani değişmenin dört nedeni. Özdeksel neden, etker neden, formel neden, amaçsal
neden . Derinlikli bir felsefe. Öyle bir kalemde bir tarafa konacak bir felsefe değil.
{119}

Müjdat kardeşimiz sordu, gücüllükten edimselliğe nasıl geçiyoruz? Aristo diyor ki, bir etker neden
vardır, yapıcı vardır. Altın külçesinden süs eşyaları yapıyor, ağaçtan masa yapıyor, kumaştan elbise
yapıyor… Gücüllükleri edimselliğe dönüştürüyor, etker nedenin öznesi, insan. Arı, topluyor
çiçeklerden, bal yapıyor. Arı, balın etker nedenidir. Süt, koyunun, ineğin ürettiği bir şey. Onun etker
nedeni inektir, koyundur. Evrene baktığınız zaman bu zenginlikleri çok güzel görürsünüz. Ona güzel
bakmak lazım.
Öteki neden, daha önce söylemiştim, Aristo burada bir hayli kafa karışıklığı yaratıyor; formel neden.
Platon’un meşhur idealar kuramı, bir adı da formlar teorisidir. İdea, form demektir. İkisi de şu anlama
gelir; yapı düzeni demektir. Aristo kardeşimiz bu yapı düzeni, idea ve form ile morfe (morphe)
biçimi –şunun dış şekli, biçim o– sık sık karıştırıyor. O sıkıntısı var, keşke onu aşsaymış. Mesela, bir
mermerden yontu yapar. Mermeri özdeksel neden sayar, o yontuyu formel neden sayar. Oysa ki formel
neden değil biçimsel nedendir. Formel neden; eni, boyu, bir şeyin o olması için taşıyan ölçüler, kafa
ölçüsü, beden ölçüsü, şu bu. Onun estetik olarak o hale gelebilmesini sağlayan ölçülerdir onun formel
nedeni. Yoksa dış biçimi değildir.
Greklerde bir yontu yarışması olur. Katılırlar yontucular, heykeltıraşlar diyelim. Birisi birinci gelir,
ödülü o alır. Bunlardan birisi karşı çıkar, beni kandırdınız, der jüriye. Siz yontuyu falan tepeye
koyacağız dediniz, ben oradaki perspektifi aldım, mesafeyi aldım, yüksekliği aldım oradan baktım,
ben ona göre yaptım. Siz önünüze koydunuz, not verdiniz, kandırdınız beni, hileli davrandınız. Jüri bu
itirazı yerinde bulmuş. O tepeye götürmüşler heykeli. Oradan bakmışlar, o itiraz edenin heykeli en
güzel duruyor. Demek ki formel neden bakımından onun o ölçüleri taşıdığı nokta orası. Yapı
düzeniyle dış biçimi karıştırmış, morfe ve form. Demek istediği Aristo’nun, formdur, yani yapı
düzenidir. Platon’un idea dediği şeydir. Her nesnenin bir yapı düzeni, eidosu vardır. Ona uymazsa o
nesne olmaz anlamında.
Bir de amaçsal neden var, Aristo’da çok fazla. Aristo’da o kadar evrenin temel ilkesidir ki ne olsa
onun bir amacı vardır. Ateş, amacı yukarıda yerine doğru gider. Taş, aşağıya doğru yerine varmak
için, amacı oraya kavuşmaktır. Ne olsa bir amaç yükler. Spinoza’nın da deli gibi karşı çıktığı bir
konudur.
Ç- Evrenin yasaları, amaca mı karşılık geliyor?
Evet, en çok. Etker neden, tözsel nedenden –özdeksel nedene tözsel neden diyorum, özdeksel neden
diye bir şey olamaz.
M- Biz de buradan yola çıkarak insanı, evrenin temel amacı…
Evet, temel amacı. Zaten tanrı da kendisine doğru çeker bizi. Özdeksiz formdur tanrı, çekici. Bir şey
yapan değil de orada durur ama biz ona doğru sürüklenir gideriz. Öyle bir kavrayış.
M- Kitabı karıştırıyordum, Platon’un pay ve form olayına rastladım.
Ç- Pay nedir?
M- Pay, ideadan pay alıyor ya, ideaya öykünüyor ya... Öykünme ve pay alma. Onu Platon insan
ilişkilerine dayandırıyor. Devlet’te askerler, yöneticiler, zanaatçılar, pay almışlardır, diyor. O
yüzden onların asker, onların işçi, onların yönetici olması gerekir.
Hepsinin ideası var çünkü.
M- O zaman anlıyorsun, nedir bu pay.
Seminerler bittiğinde, bir felsefe kitabı artık sizi korkutmayacaktır. Rahat rahat okuyacaksınız.
M- Biz burada felsefe öğrenmiyoruz, felsefeyi öğrenmeyi öğreniyor.
Zaten bir etkinliktir felsefe. Felsefe bir bilim değildir. Önemli olan o. O yüzden de itici geliyor. İnsan
alıyor, tözdür, özdür, ideadır… Diyor, bu ne biçim iş.
Biz Aristo’nun özdeksel neden dediğine tözsel neden diyeceğiz. Neden? Martin Heidegger’in de
teknik üzerine bir kitabı var, orada bir kutsal kap örneği vardır. Bakırdan ya da tunçtan yapılmış bir
kase, amacı kutsal şeyler yapan bir usta diye orada da aynı karıştırma var. Özdek diye bir kendilik
yoktur, töz diye bir kendilik vardır. Mermer bir tözdür, özdek değildir, bir özellik değildir. Mermer
bildiğimiz, yaptığımız, bir tözdür. Ondan binalar yaparız, bütün inşaatlarda her şey için kullanılan,
döşeme taşı, mutfak tezgahı, tözdür.
Ç- Özdekten ne anlayacağız?
Özdekten bir özelliği anlayacağız. Renk gibi, koku gibi, birinin sırtında olabilen, kendi başına
olamayan. Müjdat’ın bir bedeni var, Müjdat bir beden değil, bedenli, renkli, kokulu. Çok ayrı şeyler
bunlar. Şu dili gelişigüzel kullanmanın cezasını çok çekti insanlar. Yani bir kendilik değil özdeklik,
bir özellik. Bunu hep bastıra bastıra söyledik. Hele hele Greklerde, ne gördülerse özellik olarak
görmüşler, töz yok. Aristo da ondan dolayı sık sık kayalara tosluyor.
M- Burada özdekliliği kavrayamamadan dolayı özdekle tözü karıştırma var, diyebilir miyiz? Çünkü
nesneye bakıyoruz, onun özdekliliğini direkt olarak kendisi zannediyoruz. Özdeklilikle özü
ayıramıyoruz.
Bakın şu ağacın bedeni var mı, var. Ama ağaçlık beden değil. Neden, diyeceksin. Ağaç diri,
bedenlilik diriliği getirmez, taşın da bedeni var. Ayrı ayrı ilkeler, karıştırmayacaksın. Ben Descartes
olmak zorunda mıyım? Zihin benim bedenimin düşünen bir parçası, o kadar. Ayak nasıl bedenin
yürüyen parçası ise anlık da, zihin de düşünen parçası. Hem de başat olarak düşünen, tüm düşünmeyi
üstüne almış da değil. Beden-zihin, yok öyle bir şey. Bu bizim yapı düzenimizdir, içkin yüklemdir
bedenlilik. Düşünürüz, bu taşkın yüklemimiz, zihin düşünür. Bu yüklemlerimiz bizim, çok önemlidir.
Bu yüklemler kuramımız çok şeyi söküp atıyor. Aristo’nun Kategoriler öğretisindeki yanlışlar, onlar
hep yansıyor felsefeye, sürüp gidiyor. Koca Nikolay Hartman, Max Scheller katmanlı bir dünya
düşünüyor, kurtulamamışlar. Katmanlı bir dünyayı hep yadsıyacağız. Evrenin ilkelerini görüyoruz,
birleşikliklerden sonra dirliğe, duyarlılığa, düşünceye geçeceğiz. Hem yapı olarak ontolojiyi, hem de
etik olarak istence geçeceğiz. Yaygınlık ve daralma ilişkilerini özetleyeceğiz. Biz daha karmaşığız.
Ç- Şu manada bir katman var mı? Diyelim ki Dostoyevski bir katman, Raskolnikov onun bir ürünü,
başka bir katman, başka bir gerçeklik.
Yok, orada yapamayız. Felsefeye en çok katkısı olan yazarlardan birisi Dostoyevski. Tolstoy’dan çok
üstün tuttuğum bir yazardır. O bir dehadır, Shakespeare gibi. İkisi de felsefeye çok katkıda
bulunmuştur. Çözümlemeleri olağanüstü güzeldir. Ama orada Raskolnikov, sonuçta bir roman
kahramanıdır. Onu üretmiştir, yaratmıştır Dostoyevski. Bir katman durumu yok orada. Katmandan
sözünü ettiğimiz şu; Hartman’da, Scheller’de, Porphyrios’ta, Plotinus’ta diyor ki, insan birkaç
katmandan oluşmuştur. Tin katmanı, onların anladığı, bulanık da olsa düşünme. Daha sonra duyarlılık,
hayvanlarla bir oldukları katman. Yok öyle bir şey. Biz taşın üstünde, hayvanın üstünde oturmayız.
Biz, evren bütünlüğü içerisinde, olanlarla yan yana yaşarız, üst üste yaşamayız. Yapı düzenlerimiz
çok ayrıdır. Birbirine taşınacak hiçbir özelliğimiz yok. Bizim bedenliliğimizle ağacın, hayvanın
bedenliliği bir mi? Felsefe bu gibi taşımalardan çok sıkıntı çekmiştir.
17.Gün
O savı gerekli görmedim
Dün, kısaca özetleyeyim. Aristo felsefesinin gücüllük-edimsellik –bizim Türkçe olarak anlattığımız
gücüllük, bazı arkadaşlar gizil güç diyorlar, Latincede potantia-actuel (ing. Potentiality and
Actuality), Grekçede dunamiÇ-energia olarak geçer– bunlar hep kipsel durumlardır. Osmanlıcada
kuvve-fiil. Bunu söylüyorum, felsefe kitaplarında geçer hala.
Evrendeki bütün nesnelerin bir gizil güçleri vardır. Değişen bir evren, o gizil güç çeşitli durumlarla,
bazen biz değiştiririz, bazen kendisi değiştirir, bir biçimde değişir. O gizil güç, edimsele dönüşür.
Çok kısaca söylersek, şu ağaç tohumu bakımından edimseldir, tohumu bunun gizil gücüdür ama bir
masa için gizil güçtür, edimsel değildir. Mesela Ertan, en yakınımda o, annesi-babası bakımından
edimseldir ama çocukları bakımından bir gizil güçtür.
Aristo’nun dört nedenini gördük dün. Bir, özdeksel neden; iki, etker neden; üç, formel neden; dört,
amaçsal neden diyor. Bütün gizil güçlerden edimselliğe geçişte bu dört neden iş başındadır.
Değişimin, oluşumun dört nedeni. Özdeksel bir neden düşünmüyoruz, sadece tözsel neden olarak
görüyoruz. Aristo’nun orada, Grek kavrayışı nedeniyle dil sürçmesi var ya da kavrayış eksikliği var.
Neden tözsel nedendir? Ev örneğinde, diyelim ağaç, tahta, taş, tuğla, kiremit, demir, çimento,
aklımıza gelen bütün yapı ekipmanları, gereçleri tözsel nedendir. Bunlar olmadan bir konutu
yapamazsınız. Peki, bunlar olduğu zaman yapabilir misiniz? Gene yapamazsınız, bir usta tutacaksınız.
O yapıyı, o gereçleri, birbiriyle bağlantıya yapıya dönüştüren bir etker neden, usta gerekli. Aristo
buna etker, yapıcı neden diyor. Üç; neye göre olur bu? Aristo’nun formel neden, form dedikçe ideayı
hatırlayın, yapı düzenini hatırlayın, biçimi asla hatırlamayın. Formel neden dediğimiz, o binanın yapı
düzeniyle ilgili durum demektir. Kim yapar bunu? Mimar yapar, projesi var. Ya da sen usta bir
adamsın, oturmuş projeyi sen yapmışsındır. Kim yaparsa yapsın sonuçta o bir formel nedendir.
Diyelim ki iki yüz metrekarelik bir konut yapıyorsun, bunun yüz metrekaresini mutfağa ayırmışsın, on
metrekaresini salona, üç metrekaresini balkona. Bir arkadaşın gelip diyor ki, ya böyle proje mi olur,
saçma sapan. İşlevlerine göre mutfak, günde az girilip çıkılan, yemekten yemeğe girip çıkılan yer,
yirmi-otuz metrekare olabilir, salon elli metrekare olmalıydı, balkon yirmi-yirmi beş metrekare
olmalıydı. Bakın, yapı düzenini eleştiriyor. Onun o bina olarak ortaya çıkması için bir yapı düzeni
gerekir. Çatısı, temeli, iç işlevinin dengeleri, uyumu olması gerekir. Bu da formel neden. Bina oldu
bitti, çatısı, penceresi, geriden baktınız. Grekler buna morfe (morphē) diyor, dış biçim.
Bir de amaçsal neden var. Bu konutun amacı ne? Barınmak, soğuktan sıcaktan korunmak, yemek
yemek, dinlenmek, oturmak, vesaire. Aristo buna da amaçsal neden diyor. Bu olmasaydı, bina niye
olsun? Eskiler çadır kurmuş yaşamış, binlerce yıl. Bu işleri çadırlar görmüş, bugün de konutlar
görüyor. Belki yarın başka şeyler görecek.
Bu nedenleri, dün özdekseli anlattık, bu bir tözsel nedendir. Eğer bir mermerden bir yontu
yapılıyorsa, mermer artık bir tözdür. Söylediğimiz gibi ağaçtan, taştan, şundan bundan ev yapılıyorsa
bunlar tözdür, özdek değildir. Daha sonra göreceğiz, Aristo’nun Platon’a yönelttiği, idealar kuramıyla
ilgili eleştiriyi ele alırken, Aristo’nun kendisinin ciddi sıkıntıları var. Sırf bu yüzden. Bunu bilmemiz
gerekiyordu.
Etker neden. Dün de çok kısa söyledik. Siz bir şeyi doğrudan yaparsınız. Masayı, doğramacı yapar,
ustasıdır, etker neden. Yapıcıdır, eyleyicidir. Falan usta, elbiseyi diker, terzidir. Çiftçi tarlayı sürer,
eyleyicidir. Bazen, katlanırız, başımıza gelir. Yaşamda kölenin başına her şey o tip gelir, hiçbir şey
yapmaz. O bir su almaya, yemek almaya, efendisinin ayağını yıkamaya, başına geldiği için girişir.
Hatta anlatılır ki Epiktetos, köleydi. Romalı bir bayın –bay demek zengin demektir, efendi demektir–
kölesiydi. Efendisi bir yaratıktı, bir biçimde evrenimize gelmiş. Bir gün değneği almış eline
Epiktetos’u dövüyor ve de özellikle bacağına vuruyor. Epiktetos demiş ki; bay, bacağımı
kıracaksınız. Bay, dövmeye devam etmiş ve bacak kırılmış. Bak, demiş Epiktetos, ben sana
söylemedim mi, bacağımı kıracaksın diye, işte kırıldı. Dehşeti görüyor musunuz? Başına geliyor,
yaşamaya uğruyor köle. Onda istenç, şu, bu yok.
Hegel’in Tinin Fenomenolojisi adlı eserinde, efendi-köle diyaloğu vardır. İki kişi ölümüne kavgaya
girişir, onur için. Bu girişmeyi Kojeve, çok güzel işlemiştir. Hegel’le ilgili Kojeve’nin kitapları,
Yapı Kredi’den yayınlanmıştır . Tülin Bumin diye bir profesör de bunu daha bir açmıştır .
{120} {121}

Haberiniz olsun, ilgilendiğinizde almaya çalıştığınızda yabancı kalmayasınız diye söylüyorum. Bu


Kojeve’nin açılımını da Amerikalı, Japon asıllı filozof Fukuyama “Tarihin Sonu mu?” diye, ünlü olan
eserinde işlemiştir. Orada şöyle bir şey var: Diyor ki Kojeve, burada savaş, Hegel de öyle diyor, bir
şu için bir bu için değil, beni tanı, bir onur için. Beni tanı, gerisi kolay. Kavga sürer, belli bir noktada
birisi yenileceğini anlar. Yenilmenin sonu ölümdür, onu da biliyor. O zaman el kaldırır, der ki, ben
seni tanıyorum. Kölelik, böyle başlamıştır diyor Hegel. O ölümcül savaşta, karşısındakini tanımıştır.
Tanıdıktan sonra, belli bir süre sonra anlamıştır, kendisini kim tanıyor? Kendisini tanıyan, ucu bucağı
bir köle, tanısa ne olur, tanımasa ne olur? Bay, kendini boşlukta hissetmeye başlamıştır, ben niye
tanındım? Sürtük, korkak bir herif beni tanıdı da ne oldu? O, artık kısır döngünün içinde boğulur
gider, diyor Hegel. Evrenimizi, üretimi, değişimi sağlayacak olan köledir. Köle, doğayı değiştirir,
değişimi öğrenir, ondan sonra kendisi de efendileşmeye başlar. Sadece anlatıyorum, yorumunu hep
beraber yaparız. Ana örneğimizde, başına gelmek de bir etker nedendir. Birileri yapmıştır, etmiştir
ama bizim de başımıza gelmiştir. Bu yaşam öyle gariptir ki her gün bizim karşılaştığımız durum ve
olaylarda yüzde doksan hep başımıza gelir, fark etmeyiz. Foucault’nın dediği gibi, bizim yaşam
alanımız kırmızı ışıklarla, yasaklarla tıka basa doludur. Bu da başımıza gelmek, edilgen olmak,
uğramakla ilgili durumumuzdur.
Bir de doğa, kendi içerisinde, kendi nesnelerini milyonlarca sene aktara aktara getirmiştir. Tohum
olmuştur, düşmüştür, rüzgar savurmuştur, toprakla karışmıştır, yeşermiştir, yağmur yağmıştır, güneş
çıkmıştır. Koca koca ormanlar. Düşünebiliyor musunuz o Sibirya ormanlarını? Milyonlarca kilometre
alan, hep orman. Kendiliğinden olmuş, bunu ne bizim atalarımız yapmış, ne de orayı sonradan işgal
eden Ruslar yapmış. Doğa kendi kendine yapmış bunu. Doğa kendi içinde, diri dediğimiz nesneleri
oluşturuyor. Diri olmayan nesneleri birleşikler şekline dönüştürüyor. Bir yerde altın madeni, bir
yerde kömür madeni, granit taşlar, mineraller vesaire. Alabildiğine engin bir evren. Orada da
nesneler değişerek, dönüşerek yürüyüp gidiyor.
E- Burada doğa, etker neden midir?
Elbette.
M- Hoca, geçen sene Spinoza’nın bir önermesini şiddetle reddetmişti. Spinoza, tanrı evrenin içkin
nedenidir, der. Başka bir önermede, tanrı, evrenin etker nedenidir, der. Hoca da etker nedene karşı
çıkmıştı. Demişti ki, içkinse etker dememeliyiz. Çünkü etkerde bir yaratıcılık var.
Evrenden söz ediyorum ben, tanrıdan söz etmiyorum.
M- Doğa ya da tanrı…
Şöyle. Yine bastıra bastıra söyleyeyim, milleti kandırmana izin veremem. Şimdi bak. İçkinlik evreni
kesin olarak yaratıcılığı, yapıcılığı, etkerliği yadsır. O, olmuş bitmiş, zorunlu bir evrendir, olacak da
değildir. O nedenle ikiliği kesin olarak yadsıyorum. İçkin evrende her şey olmuş bitmiştir ve özgürlük
sıfırdır, zorunlu bir evren. Hiç arama özgürlüğü orada. Spinoza’nın adamı kodlanmıştır. Onun yapı
düzeni, şu ya da bu olmaya, şu ya da bu olmanın ötesinde şunu ya da bunu yapmaya kodlanmıştır.
Burada biz işimizi bitiririz, ben ofisime doğru giderim, sen iş yerine doğru gidersin, kardeşlerim
kendi alanlarına doğru çekilir giderler. Spinoza’nın adamı gidemez. O nereye gitmeye kodlanmışsa,
buradan kalkar kalkmaz gitmeye başlar.
M- Burada bir itirazım var. Zorunluluk alanı, diyor Spinoza, doğadan bir zorunluluktur. Doğa, belli
bir zorunluluğa göre hareket eder, belli yasalara göre hareket eder. Fakat buradan yola çıktığımız
zaman doğaya irade, özgürlük, ahlak, iyi, güzel, bunları atfedemeyiz, der. Doğada böyle şeyler yoktur.
Dolayısıyla özgürlük de yoktur. Ama insanda, iyi, güzel, doğru, çirkin, özgürlük vardır. Bunlar farklı
farklı alanlardır, bunu iyi ayırmak gerekir, biz özgürüz, der.
Bu senin yorumun ve doğru, ben de o görüşteyim. Doğa, kendi yasalarıyla olur, değişir, yaşar gider,
tamam. Doğada zorunluluk vardır, katılıyorum. Evren üzerine ise amenna ama Spinoza üzerine
olduğunda yanlış. Neden yanlış? İnsan doğanın bir parçası. Ontolojik olarak insanı, senin de çok iyi
bildiğin gibi, krallık içinde bir krallık gibi görmeyin, der Spinoza. Onu bağımsız, apayrı bir nesne
gibi görmeye kalkmayın. O, doğanın, evrenin bir parçasıdır. Peki, bu parça, bütünün yazgısından nasıl
paçayı sıyırıyor, ben onu anlamıyorum. Ontolojik olarak mümkün değil.
M- Ama şöyle bir şey var hocam. Parça, bütünü ifade etmez.
Eder.
M- O zaman parçaya biz parça diyemeyiz, bütün deriz.
Geçen gün pay almada konuştuk, hani homojen nesnelerde parça başkadır, heterojen nesnelerde parça
olmak başkadır. Sen, dersen ki bu ağaç yanıcıdır ama bunun dalları yanıcı değildir, kökleri yanıcı
değildir, dur orada. Ağaç yanıcıdır önermesi, bütünü için söylenmiş bir önermedir. Bütünü için
söylenmiş önerme, parçayı kapsar. İstanbul’un havası çok kötüdür. Bu, Beyoğlu’nu kapsar. Ama
Beyoğlu’nunki iyidir diyemezsin. Diyeceksen, o zaman İstanbul’un havası çok kötüdür önermesini
söylememeliydin. Demeliydin ki İstanbul’un büyük bir bölümünün havası kötüdür demeliydin. Ama
sen bütüncül bir yargı veriyorsun.
M- Ben bunu reddetmiyorum. Parça, bütün değildir diyorum.
Parça bütündür demedim. Bütünle ilgili yargı, parçayı kapsar, anlatır dedim. İnsan, bütün evreni
oluşturan ilkelerle oluşmuyor mu Spinoza’da? Oluşuyor. O nasıl özgür oluyor, bana bunu anlat.
Kendini anlatma, Spinoza’yı anlat. Spinoza’da bir önerme var; anlak istençtir, düşünme istençtir.
Durum bu olunca, sen istenci nasıl yapıştırıyorsun insana? Bunu bana anlat. Sırıtan bir önermesi var.
M- Spinoza’ya göre doğa, bir öznel tanrı gibi olmadığı için, bütün tavırları…
Kipleri de.
M- Kipleri bir etkileşimi olduğu için, şöyle bir yerde oturan, emirler veren bir durum söz konusu
değil. Dolayısıyla her kipin bir tabiatı, doğası var. Tabiatı demeyelim de sizin söyleminizde yapı
düzeni var. İnsanın yapı düzeninde de seçme var. Ağacın yapı düzeninde seçme yok ama ağaçla insan
aynı evrenin öğeleri ya da tavırları. Bir dal yanıyorsa, ağaç yanıyor diyorsunuz, öbür dal yanmıyor.
Yok yanar.
M- Yanacak.
Yanacak.
M- O zaman ağaç da istençlidir.
Ağaç yanıcıdır dedin mi, arkadan da dalları yanıcı değildir dedin mi bir bakımdan sakata düşersin,
mantık bakımından. Ağaç yanıcıdır önermesi, dallarını da köklerini de kapsar, hiç zorlama kendini.
Aksi halde ağaç yanıcıdır dememelisin. Ağacın bir bölümü yanıcıdır demelisin, neresi yanıcıysa.
Demeye çalıştığım, Spinoza şu ya da bu demiyor. Bütünüyle evreni iki temel öz nitelikten türetiyor.
Taşla insan arasında bir ayrım yapmıyor, yok öyle bir ayrım. Taş düşünür. Diyemiyor onu, gerçi
kekelemesi var. Anlatım gücü zayıf ama dese onu diyecek. Taş düşünür, ağaç düşünür, kendisi
söylüyor onu, ben söylemiyorum. Çünkü evreni sen iki ilke ile kurmuşsan, ağaç bir tarafa dursun, ben
onu odun yapacağım diyemezsin.
Eğer sen şunu anlatmak istiyorsan, buna katılırım. Sen, benim başıma neler gelecek, ben neler
yapacağım belli ise, kodlanmışsa ve ben bu nedenleri biliyorsam özgürüm diyorsun. Başına
gelecekleri bilmen seni niye özgür yapsın? Bak, atom bombasını yapmışlar. Bu işin uzmanları
enerjiyi kilitlemişler, vermişler Amerikalı bir subayın eline. Git, bunu Hiroşima’nın üzerinde at,
demişler. Bunu yapanlar bunun ne kadar enerji taşıdığını biliyor mu? Biliyor. Ne kadar adam
öldüreceğini aşağı yukarı biliyor. Sen, Amerikalıların Hiroşima’ya attığı atom bombasından
farksızsın Spinoza’ya göre. Kodlanmışsın, kilitlenmiş sana bir enerji, bir yapı düzeni, bitmişsin sen.
Şimdi diyorsun ki sen, ya Amerikalılar onu nasıl biliyorsa, benim de bilinebilir durumum. Bu seni
özgür yapmaz. Senin neler yapabileceğin senin bilincine girdiğinde, özgür yapmaz. Mesela gidip bir
efendinin emrinde çalışacağını bilmen seni niye özgür yapsın? Kodlanmışsın sen. Orayı
karıştırıyorsun, orayı geçeceksin. Spinoza’da özgürlük, istenç, seçme yoktur. Olamaz da. İçkin evren,
zorunlu evrendir, özgürlük olamaz. Leibniz, ne diyor? Önceden kurulmuş bir uyum. Bu kurulmuşsa,
bunun ne olacağı kodlanmış. Özgürlük neresinde? Mesela, kendi deyimim; Sezar, Rubikon’u geçecek.
Rubikon bir nehrin ve köprünün adı. Diyor ki o, Sezar kavramında içerilmiştir. Dirilik, düşünmelik
nasıl içerilmişse, onun içinde varsa, Rubikon’u geçmek de onun içinde vardır, diyor. Bu şu anlama
geliyor; Fatih, İstanbul’u fethetmek zorundadır. Atatürk, Sakarya’yı kazanmak zorundadır.
Kodlanmışlardır onlar. İşte ben bu evreni anlamıyorum.
M- Bunu ben de anlamıyorum ve kabul etmiyorum.
Yalnız Spinoza’nın, Leibniz’in dediği bu. Biraz sonra amaçsal nedenleri açıklayacağız. Katılıyorum,
doğada seçim yok. Canım isterse düşerim, canım istemezse düşmem diyen bir taşa rastlayamayız.
Boşlukta kalan nesne düşer. İnsan alanına geldiğimiz zaman, eşsiz ve tartışılmaz bir özgürlük alanına
geliriz.
M- Çok ayrı bir yere koymak…
Evet ayrı bir yer. Amaçsal neden, sen İstanbul’a gitmiyor musun? Niye gidiyorsun? Spinoza
eleştirmiş, öteki eleştirmiş, bu bizi niye ilgilendirsin.
M- Temellendirmemiz gerekiyor.
Tabi, temellendireceğiz.
M- Nasıl, doğadan ayrı bir doğada gördüğümüzü temellendirmemiz lazım. Bütün konuşmalarımız,
insanla doğanın diğer yapı düzenleri gibi bir yapı düzenidir diyoruz, sonra da hayır.
Yok, öyle demiyoruz.
M- Öyle dedik hocam.
Hayır, demedik.
M- Şahidim olur musunuz?
Arkadaşlardan medet umma.
Ç- Notlar var, bakarsın.
Notlar var, doğru söylüyor. Nesneleri oluşturan ilkeler var. Dedik ki, birleşikler, diriler, diriler aynı
zamanda birleşik, duyarlılar var. İnsana geçtik, düşünendir insan ve isteyendir. İnsan, ister. Ontolojik
olarak onu temellendiriyoruz. İnsan çok karmaşık bir nesnedir, bütün yapı düzenlerinin temel
özelliklerini alır ama kendine göre alır, birleşiktir, diridir, duyarlıdır, düşünür ve ister. Bunu dedik.
M- Tamam, bunda bir sıkıntı yok.
Yoksa, o zaman şu var. Sen insana istençsizdir diyemezsin, Spinoza asla istençlidir demiyor.
Spinoza’ya iyi bir çalış sen.
M- Çalışıyorum zaten hocam. Her gün biraz daha çalışıyorum. Daha da iyi anlıyorum. Eskiden bir ve
ikinci kitabı anlayamıyordum, şimdi anlıyorum. Bu çok mutluluk verici bir şey benim için. Ağaçlar
kendi aralarında toplanmışlar konuşuyorlar. Mesela, hayvanlar konuşuyor. Biz bitki değiliz. Bitki
değiliz ama bu bizim yapı düzenimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Ama biz diyor, farklıyız. Tamam,
farklıyız. Bizim hareket etme yeteneğimiz var, bizim duyu organlarımız var, biz duyuyoruz dünyayı,
kokluyoruz, tadıyoruz, vesaire, bitki bunu yapamaz. Başlıyorlar tartışmaya. Birisi diyor ki, biz
hayvanlar özellikliyiz, ayrı bir doğaya sahibiz diyor, doğanın içinde ayrı bir doğayız. Bitkiler de tabi
diğer doğanın özellikleri oluyorlar. Ne fark kaldı burada hocam? Biz insanlar konuştuğumuz için
böyle konuşuyoruz, hayvanlar konuşuyor olsaydı böyle konuşacaklardı, bitkiler konuşsaydı, onlar da
kendilerini ayıracaklardı. Elbette bir ayrım var ki biz hayvan, insan, bitki diyoruz. Ama bunların ayrı
olması, evrenin parçaları olmadıkları anlamına gelmiyor ki. Ya da insanın ayrı bir doğada, doğanın
dışında, krallık içinde bir krallık olduğunu anlamına gelmiyor.
Ama sen bana da Spinoza’ya da söylemediklerimizi söyletiyorsun. Bizim haberimiz yok bu laflardan.
Dinliyorum, ya bunları kim söyledi diyorum. Gerçekten, Spinoza’ya bir daha çalış. Tabi bu,
birilerinin kafasından böyle geçiyor ve saldırıyorlar demekle iş bitmez. Cemal Yıldırım’ın
çevirisidir Bilimsel Felsefenin Doğuşu , onu aldık mıydı? Reichenbach.
{122}

M- Artık onların baskısı yok, hocam.


Onu bir biçimde bulalım. Orada güzel bir eleştiri var. Reichenbach, çok büyük bir filozoftur. Orada
söylediği şudur; bilgi erdemdir kavrayışının son temsilcisi Spinoza’dır. Bunlar kodlanmış insanı
anlatır bize der ve ağır şekilde eleştirir. Dikkat edersen, Deleuze’de de var bu. O deli herifin
Spinoza’ya mektupları var, hatırlıyor musun?
M- Blyenbergh .{123}

Spinoza bir noktada kayaya tosladığını anlar. O mektuplar boş değildir. O herif bilinçli sorular sorar.
Sordukça Spinoza sıkışır, yeter der, bırak yakamı. Neden der, biliyor musun? Spinoza çıkamaz. O
deli herifin soruları çok kötü sıkıştırır. Biz, kesin olarak kodlanmış değiliz, bizi bir şey
nedenleyemez. Spinoza bunu söylemiyor, istenci yadsıyor. Siz, istenç diye bir yetiyi yadsıyan kişiye
insana özgürlük veriyor diyemezsiniz, zorluyorsunuz. Buna dair bize bir önerme getir, şapkamızı
çıkartmaya hazırız. Şunu da söyleyeyim; Spinoza, kitabında kendi içyapısı bakımından sık sık
çelişkiye düşen birisidir, epey örneklerini söyledik. Tekil özlerden bahseder, bol bol da ideadan
bahseder. Platon’un ideasından bal gibi bahseder, hem de olumlayarak. Spinoza’da bana göre çok
fazla dil sıkıntısı var. Evreni oluşturan sonsuz sayıda öz nitelikten söz eder, iki tanesini söyler. Bu
yanlış bir şeydir. İki tanesini de yanlış söyler, ikisi de ilke değildir. Ben Spinoza’da pek tutulacak bir
güç görmüyorum. Ontolojisi temel sıkıntılarla doludur. Ama senin özel bir sempatin var, onu da
anlayışla karşılıyorum. Düşünce, söyledik, bir ilke değildir, uzam bir ilke değildir. Söylüyoruz,
insanı, ağacı, taşı, hayvanı, evreni oluşturan temel ilkeler belli. Onları sayıyoruz, deneylerimize,
gözlemlerimize sesleniyor bunlar. Bitki diri derken, bunu doğruluyoruz. Hayvan duyarlı derken,
doğruluyoruz. İnsan düşünür derken, insan seçer derken, doğruluyoruz. Ayağı yere basmayan bir
düşüncemiz yok bizim. İnsan bal gibi seçer. Biraz sonra amaçsal nedenlere gideceğiz, şudur budur
demeye lüzum yok. İnsan, amaçları için yaşar. İnsan belki, belli oranlarda nedenlenir, acıkınca
yemeğe doğru yönelir, vesairedir ama amaçlar, değerler yaratığıdır. Bunu hiç yadsıyamayız. Epikür’ü
görürken göreceğiz, Epikür hiç anlaşılmamış bir adamdır. Hazcı olarak tanınır, ben neresi hazcıdır
hiç anlayamadım. Epikür, Demokritos asla bir özdekçi değildir, onların anladığı anlamda. Etikle
ilgili en çok kitap yazanlar bunlardır. Kardeşlerimiz de tartışsın, sen ne diyorsun?
Ç- Konuyu yeterince tartıştık diye düşünüyorum ben. Çok da fazla üstüne konulacak bir şey yok gibi
duruyor.
Ben de yok diye düşünüyorum.
Ç- Müjdat’tan Spinoza’yı aldım. Sonra da Müjdat’a sordum, sen bu adamda ne buldun? Açıkçası
merak ettim. Ben bir şey bulamadım ama sen ne buldun, diye sordum. Zaten baştaki önermesiyle
kıskaca alıyor. Koskocaman bir tanrı önermesiyle başlıyor. E biz onunla başlarsak, diğer kitaplarda
toparlandığı söylüyor…
M- Hoca da derse o önermeyle başladı.
Ç- Tanrı önermesiyle mi?
M- Kendi kendinin nedeni olan, tözle başlıyorum dedi. Oradaki tanrı, töz demek.
Çarpıtıyorsun bak. Ben dedim ki, Spinoza’nın töz kavrayışı bu. Causa sui, kendinin nedeni, özü
varoluş içeren. Ben dinamizm, energia fikrini anlatırken, bu iyi bir örnektir, diye başladım. Spinoza
diyor ki, özü varoluş içeriyorsa bu zorunludur. Dedim ki; öz, zorunlu olarak var olursa, özle varoluş
ayrımı da yoktur. Benim evrenin kurucu ilkeleriyle, Spinoza’nın ilkeleri arasında ad bile benzemez.
M- Tözle başladık. Hatta fazla konuşuldu ya. Spinoza’da ilk önermesinde tözü anlatıyor {124}
. Tözle
başlıyor yani.
Töz o değil yalnız. Töz, Spinoza’nın dediği değil. Tözden biz onu anlamıyoruz. Töz, kendi başına
bilinen, kendi ile tanınan. Dedik ki ilinekler var, hatta örnekler verdik, ben koku gördüm dersen biz
güleriz sana. Koku, bir nesnenin üzerindeki ilinektir, dedik. Ama töz, elma gördüm dersen inanırız.
Kendi ile bilinendir. Bizi Spinoza’ya götürme lütfen. O yanlış oluyor.
M- Ben böyle arada arada çomak sokacağım.
Sok, onu saygıyla karşılarım da töz o değil. Tözün baştan beri bir evrimi olmuştur. Onun da bir töz
anlayışı vardır. Mesela Descartes, dedik ya hani, ruhsal töz, bedensel töz, nasıl oluyorsa. Bundan da
dedik, Platon sorumludur. Phaidon diyaloğunda, beden ruhun hapishanesidir, böyle diyen bir adam.
Düşünme ruhun kendi kendine konuşmasıdır. Ruhla alıp ruhla gidiyor. Nereden almış,
Pisagorculardan. Biz bunların hepsini yadsıdık ve dedik ki, ruh diye bir şey de yok, varsa göster.
Bugün dört nedenin amaçsal nedenini de görelim. Evrenin bir amacı yoktur arkadaşlar. Bunu bastıra
bastıra söyleyebiliriz. Evrende herhangi bir nesnenin bir amacı olamaz. Çünkü evren düşünmez. İnsan
dışında evrenin öteki ögelerinin de bir şu bir bu nesne diye düşünmesi mümkün değildir. Düşünce
dediğimiz ürün, düşünen bir nesnenin ürünüdür. Bunu da sadece insan yapar. Düşünen nesne
olmadıktan sonra da hiçbir yönelme olamaz, evrenin amacı olamaz. Dünyadaki birçok varlık şunun
için olmuştur. Deniz gemileri taşımak için, hava uçakları taşımak için, bitkiler şunun için olmuş, hep
bize göre yontulmuş bir dünya. Bu, siyasal bir görüştür. Evreni bir kısım yutucular, kendilerine
yontmak için öyle düşünmüşlerdir. Her şey insan için, dünyada ne varsa insan için.
M- Neredeyse teolojinin kaynağı bu. Çünkü insan her şeye amaçlılık perspektifinden bakınca, şunu
görüyor. Tamam, benim için üretilmiş ağaç, balıklar vesaire. Ama diyor, bunları ben yaratmadım.
Bunları ben yaratmadığıma göre bunları benim için birisi yarattı. Benim için biri bunları yarattıysa, o
biri, beni de kendisine itaat etmek için yaratmış olmalı.
O işin kamuflajı. Onu, ötekileri buyruğuna almak için kullanıyor. İçten değil son söylediğinde.
M- Öyle bir yanılsaması olamaz mı?
Lafta var o.
M- Belki bunu ilk ortaya atan ama insanların buna inandıklarını düşünüyorum.
Etikte göreceğiz. İnsanların çok büyük bir kısmı gerçekten tepmecidir. Ne demek? Aşmacı ve
tepmecilere geleceğiz. Sen aşmacıysan, dersin ki bana bu evrendeki nesneler gerekli. Bunda ayıp bir
şey mi var? Ben bunları edinmeliyim. Bunun neresi kötü oluyor? Niçin tepeceğim ben birileri istedi
diye? Yerim, içerim, doyarım, gezerim, bu evren öteki nesneler gibi benim de evrenim, ben de
yararlanacağım. Arkadan şunu diyorum; tamam ama senin evren kavrayışın hayvanınkinden farklı.
Hayvan karnı doyar yatar oraya. Sen yatmayacaksın, senin karın doyurmak amacın da değil. O senin
bir gereksinimindi, gördün. Sen onu aş, sen o değilsin. Aşma bu. Epikür’e şiddetle katılıyorum.
Sömürücülerin canına okuyor. Öte dünya fetvacılarının canına okuyor. Burada da yerim, her yerde de
yerim, diyor.
Bizim bu dünyanın nesneleriyle bizim çok yakın ilgimiz, şu ya da bu olmamızı gerektirmiyor. Sen gel
ye, biz ötede nasılsa alacağız. Yok öyle şey! Bir de tepmeciler var. Ben yemeyim birileri yesin, ötede
daha rahat yeriz. Çok yiyen iyi değildir. Bu dünyanın nimetleri lanetlidir, geçicidir. Mala düşkünlük
ahlaksızlıktır. Yok arkadaşım. Nietzsche’yi de göreceğiz, bunlara sövüyor. Ben gücü isterim, güçlü
olmayı isterim, diyor, güçlü olmak yaşamaktır. Demek istediğim şu: Evrenin bir amacı olmayabilir.
Yoktur, olamaz da. Bilinçli bir yapı değil ama evrendeki bizleri, evrenin bir parçası olan bizler
bilinçliyiz. Amaçlarımız var, akşama kadar o amaçlar peşinde koşar dururuz. Bunun kötü yanı da hiç
yoktur. Etikte bunu göreceğiz.
M- Tekrar aynı konuya dönmek istemiyorum ama tam da şu sözcükleri kullandığınız için, anlamak
adına söyleyeceğim. Evrenin bir amacı yoktur ama evrenin bir parçası olan insanın bal gibi bir amacı
vardır ve bu amaçlılığı kötü bir şey değildir. Cümle bu. Ağaç yanar ama dalı yanmaz, dalın
yanmaması kötü bir şey değildir, dersem. Nasıl bir şey olur, parça bütün ilişkisi anlamında.
Aşağı yukarı doğru söylersin. Ben insanı hemen ayırdım ki karıştırmayalım diye. O eleştiri doğru.
Everende biz, bir bütünün parçasıyız, evrenin bir amacı yok, insanın da yoktur dememiz, o eleştiriye
hak veriyorum. Ama hemen insanı ayırdım. Bizim dışımızdaki evrenin parçasının amacı yoktur.
M- Burada bir ontolojik sıkıntı var hocam.
Yok.
M- Bizim dışımızda bir evren dediğimiz zaman, ayrı bir temellendirmeye ihtiyacımız var. Bizim
dışımızda bir evren, bu birazcık hani şeye benziyor, Platon’un idealarını, bir dış olması gerekiyor, o
dış yaratması gerekiyor. Onlar olmadan o nasıl yaratacak ya da düşünüyorum öyleyse varım,
düşünebilmek için bir bedene ihtiyaç var. Bizim dışımızdaki evren deyince ben, biraz bocalıyorum.
Bocalama. İnsan alanının dışında bir sürü varlık alanları var. Bunu yadsıyamayız. Hayvana amaç
yükleyemezsin. Arı bal yapıyor, niye yapıyor, insanlar mutlu yaşasınlar, sofralarına bal koysunlar,
yok öyle şey. İnsana geldiğimizde, kendi yapısı içerisinde, evrenin bütünlüğüyle, bütün
mekanizmalarıyla paralel çalışan bir yapı değil. Onu vurguluyoruz. Evrenin ilkelerini görürken dedik
ki, insana geldiğimizde, insan düşünür, insan istençlidir dedik. Ağaç istençlidir dedik mi?
M- Spinoza bu ontolojik problemi şöyle çözüyor: Diyor ki; evren düşünür, o yüzden insan düşünür.
Evren düşünür ama hayvan düşünemez, bitki düşünemez. Evren diridir, o yüzden bitki diridir. Evren
duyumludur, o yüzden hayvan duyumludur, böyle çözüyor. Evrende bir düşünme var.
Ç- Biz şöyle diyebiliyor muyuz; Ağaç düzdür, ağacın üstüne bardak, kül tablası koyarız? Hayır.
Potansiyel olarak ağaçta masa olma var.
M- Evrenin bir özelliği olmasaydı, insana nereden gelmiş olabilirdi? Soru bu.
Ç- Ben de onu diyorum, potansiyel olarak var.
M- Evrenin dışında başka bir evrenden bize bir düşünme gücü verildi, biz o sayede düşünüyoruz.
Ç- Potansiyel olarak var. Nasıl ağaçta masa olmaklık var, ondan bahsetmiyor muyuz? Ağacın
etrafında oturur sohbet ederiz, üstüne bardak koyarız, kül tablası koyarız, diyemiyoruz. Potansiyel
olarak masa olmayı taşıyor. Masa olduktan sonra bunu yapabiliyoruz. Demek ki onu diyemeyiz. Evren
bunu taşıyor, potansiyel olarak aklı taşıyor ama kendisine akıl yüklersek iş biraz çatallaşıyor.
E- Burada bir yanılsama var. Müjdat onu demiyor. Evrene bir akılsallık ya da düşünce katalım
demiyor.
Ç- Evren düşünür ne demek?
E- Evren düşünür derken, evrenin içinde bir düşünme özelliği var.
Var.
E- Ama bu düşünme insanda var.
O da doğru. Potansiyeli insanda var.
M- Hiçbir şeyde yok başka. Taşta yok, yıldızda yok, dağda yok ama insanda var.
Bunu söylemek için neden Spinoza’nın dilini kullanacağız onu anlamıyorum.
M- O adamın dilini kullanmadım.
Kullanma.
M- Burada kullanmadım. Burada benim kendi itirazım.
Bunu zaten söylüyoruz. Evrende düşünme, istenç var tamam ama bunu Spinoza’nın diliyle
söylememeli. Neden, biliyor musun? Spinoza’nın diliyle söylediğimiz zaman, doğrudan doğruya taşı
da düşünür yapacağız, yapmak zorundayız. Ontolojik olarak onu söylüyor. Orada zorlamış olacağız.
Tabi evrenin içinde düşünme var.
M- Böyle dediğimiz zaman problem çözülüyor. Çünkü o zaman insanın düşünmesine aşkın bir şey
aramak zorunda kalmıyoruz.
Evrenin ilkelerinde düşünme var mı, yok mu? Daralmış ilke olarak var. İstenç, en daralmış ilke
olarak var. Şemayı getir, var o, yine göreceğiz. O şemayı biraz da düzelteceğiz. İçinde, dedik.
M- O şemaya göre problem yok hocam. O evren şemasında istençlilik, düşünme evrenin bir özelliği.
İçinde dedik, o dairenin içinde. Batılılardan çok ayrı bir şekilde de söyledik. Batılılar yapı düzenleri
kuruyorlar, hayvan diyorlar, insan diyorlar, bitki diyorlar. Biz onu demiyoruz. İlkelerimiz var,
ilkelerin yaygınlığı var, daralması var. Olay bu.
M- Çünkü bunu böyle bağladığımız zaman insanın düşünme yetisini, istenç yüklemini evrensel
yasalarla açıklayabiliriz anlamına da geliyor.
Zaten öyle oluyor.
M- Yoksa olayı teolojiye bağlamak zorundayız.
Zaten öyle yaptık ve dedik ki istençli nesneler, çok sınırlı, daralmış bir alandır. Ama hepimiz
birleşiğiz değil mi? Hepimiz duyarlıyız insan olarak. Hepimiz diriyiz de dedik. Bütün diriler düşünür
değildir, bütün diriler duyarlı değildir alanlar ayrı. Dirilik bitkide başkadır, hayvanda başkadır,
insanda başkadır. Ne yaparsan yap, kesin olarak bunlar başat ilke yasasına bağlı olacaktır, göreceğiz.
Ç- Hatta bilgiyi tartışırken biraz o konuya girmiştik. Genetik kodlardaki hayvanların bir takım
tepkiler göstermesi, bize bilgiymiş gibi geliyor. Arının kendi yolunu bulması, peteği geometrik şekle
sokması... Ama bu bilgi, genetik olarak aktarılan bir “bilgi”. Demek ki evrende o potansiyel var. Ama
evren bilgili veya evren akıllı, bütünü bir akıl diyemiyoruz. Zaten o, tanrı oluyor, o mantıkla
düşünürsek. Öbür türlü iş kolay o potansiyeli taşıyorsa. Bize doğru giderken bu aşamalarda aklı
bulabiliyoruz, karmaşıklaştıkça.
Bir şeyi hatırlatayım. Platon’dan yola çıkıp, ruh-beden ikiliğini taşırız, ta Spinoza, Descartes’e kadar
gelmiş, darmaduman etmiş o adamları. Bu bir yıkımdır. Batı toparlayamamış, kendine gelememiş,
hala gelemedi. Uzun yıllar gelebileceğini de sanmıyorum. John Searle var, açın okuyun o bilinç
üzerine kitaplarını, o bile hala bir sıkıntıda. Onun dışında sen böyle demişsin, ben ona katlanacağım,
yok öyle bir şey. Evrenimiz bizim bir gizem değil ama gizemlerle dolu. Çözmeye çalışıyoruz,
uğraşıyoruz, epey de yol aldık. İnsanoğlu epey de emek vermiş, epey problemleri çözmüş. Bunlara
hep saygı duyuyoruz, bunları anlatıyoruz. İnsanlığa buluş yapmış olanları saygıyla anıyoruz ama o
dünyaya kendi olmayan nitelikleri yükleyerek palavra kesenlerin de hiçbir yardımı olmamış. Ruhla
başlamış, ruhla bitirmişler.
M- Bir noktada daha tespitte bulunacağım. Çağlar dedi ki, bir ilerleme sözü geçti.
Ç- Aşama.
M- Aşama, ilerleme, karmaşıklaşma dendi. Sizin evren şemanızda yok o. Hiyerarşi yok. Bana
ilerleme, aşama, katmanlar bunların hepsi bir hiyerarşiyi çağrıştırıyor {125}
. Sanki amaç insana doğru,
akla doğru, zihne doğru evrilmekmiş gibi bir amaçlılık görüyorum ben.
Onu kendine sor.
Ç- Hayır. Sondan başa doğru bakarsan, sonuçtan nedene doğru gidersin. Niye amaçlılık olsun ki? Bir
noktadan gerçekleşmemiş sonuca gidersen amaçlılık olur. Biz şu anda sonuçtayız. Sonuçtan geriye
doğru gitmiyor muyuz?
M- Ama bunu sonuç ve başlangıç olarak düşünürsen…
Ç- Şu anda akıl sahibiyiz. Demek ki geriye doğru takip edebiliyoruz. Ama ben baştan akla gitmiyorum
ki. Akıldan başlayıp geriye doğru takip edebiliyorum, tek hücrelilere kadar gidebiliyorum.
M- Tartışmak istediğim nokta bu. Burada bir ilerleme, çünkü hala filozoflar tartışıyorlar, tek
hücrelilerden insana kadar varmıştır. Bu basamak basamak nihai amaç insandır.
Ç- Sonuçta bir aşama var. Yavaş yavaş bir gelişimimiz var. Amaç yok sonuç var.
M - Doğanın Diyalektiği’nde Engels der. Eğer insan yok olsa dünya üzerinde, doğa yeniden bir
bilinçli varlık yaratacaktır.
Ç- Ben şüpheliyim. Olası ama şart değil.
M- Ben kesinlikle evreni böyle görmüyorum. Sürekli etkileşimler sonucunda oluşan bir sürü
etkileşim ürünlerinden… İnsanın aklı da seçmesi de böyle çok abartılacak, çok ilerlemenin bir
sonucu olarak görülebilecek olay yerine…
Napolyon Laplace’e demiş ki, senin sisteminde tanrı nerede? Benim evrenimde tanrı diye bir
varsayım yok, demiş Laplace . Sizin tartıştığınız konu da deney alanımızın dışında. Varsayım
{126}

yapıyorsunuz. Deney alanının dışına çıkamıyoruz biz. Kant’ın belki tek hizmeti budur, deney alanının
dışına çıkmayın, algı alanının, duyu alanının dışına.
M- Transandantal ne oluyor hocam? O çıkmış ama.
Ben Kant’ı savunmam da o çıkma değil. O, baştan kavramlar, yani aşkın kavramlar, peşin kategoriler
var diyor zihnimizde. Düşünmenin, anlığın kategorileri bir de algının kategorileri diye baştan bir
bilgiyi varsayıyor. Ona geleceğiz ama o, deney alanının dışına numende çıkmış, birçok uyarısına
rağmen. Sizin tartıştığınız konuda şunu demek istiyorum, bizim ilkelerimiz belli. Biri ötekinin
üstündedir, hiyerarşi vardır, biri iyidir, öteki kötüdür, yok. Alanlar vardır, alanları bileceksin, o
kadar. Evrenimizin düzeni budur. Çözümlemek kalıyor, çözümleyince de çıkıyor karşımıza.
Amaç kategorisi, o önemliydi, başka alanlara girdik. Olan var, evrenimizin tümü bir olandır. Bir de
olması gereken alan var. Biz, insansal yaşama, kültürel yaşama, tarihsel yaşama, siyaset yaşamına
geçeceğiz. Bir topluma giriyorsun, diyelim Fransa’ya gittin. Aklının köşesinden geçmeyen şeyler
başına gelmeye başlar. Adamların yapı düzeni, toplumsal düzeni, kuralları bizimkinden çok çok
farklı. Bu bizim yaşam alanımız, kurallar konmuş. Olması gerekenler alanımızdır, amaçsal alanımız.
Doğada aile diye bir kurum var mı? Yok, kümeleşme var, görüyoruz. Ama insan evleniyor, yuva
kuruyor, çocuk sahibi oluyor, çocuklarını eğitiyor. Demek bir amaçlılık alanı var. Bir hukuk düzeni
kuruluyor. Ben gece uyurken, birileri gelip bıçaklarsa beni ne olacak, diyor. Devlet kurmuş. Devlet
yapay bir olay. Doğada devlet diye bir şey yok. Devleti işleten yasalar yapmış, mekanizmalar
üretmiş. Kültür üretmiş. Düğünün bir şekli vardır. Sen falan kızı beğendin, bugün gidip yatalım,
evlilik başlasın, diyebiliyor musun? Annen gidiyor, baban gidiyor, arkadaşların devreye giriyor, sen
iletişime giriyorsun, onun ailesiyle tanışıyorsun. Efendim bunu biz böyle yapalım. Yok, öyle
yapamazsın kardeşim. Toplumda kurallar var, bunun hep yöntemleri var, olması gereken alanları var.
Bunlar ölçülmüş biçilmiş.
Burada insanların elbette ki amaçsal alanıyla baş başayız. Sosyoloji, tarih, hukuk, dil, kültür, hepsi
bizim amaçsal alanımızdadır. Biz, daha iyi yaşayabilmek için, daha düzenli yaşayabilmek için bir
sürü amaçlar koymuşuz. Yasayı niye koyarsın? Suçtan korunmak için ya da bir işlemi usulüne göre
yapmak için. Borç işlemi vardır, alışveriş işlemi vardır, bonolar, ticaret kanunu düzenlenmiş. Müjdat
bir mal satıyor, çek ver diyor. O beş paralık kağıt ne ki para yerine geçiyor? Toplumsal düzen demiş
ki ben bunun arkasındayım. Bu bay bunu ödemezse, sana katkıda bulunurum, onun hakkında takibat
yaparım, demiş. Onun için güveniyorsun sen, kambiyo senetleri dediğimize. Bunlar bizim toplumsal
alanımız. Nasıl kuracağız, nasıl geliştireceğiz, nasıl olursa iyi olur?
Batı, bizim idolümüz değildir. Batıdaki demokrasileri biliyoruz. Batıda on tane padişahlık var, onu
biliyoruz. Batının tüm dünyadaki en çirkin cinayetlerin failliğine örneklik yaptığını da biliyoruz. Bu
gün de yapıyor. Onun için toplumsal alanı düzenlerken biz, elbette ki felsefeden yararlanacağız,
bilimden yararlanacağız ve bunları tartışacağız.
18.Gün
Mağaradan selam
Aristo’nun Platon’un karşısındaki tutumu söz konusu oldu. Onun için dedik ki biz, öncelikle
Aristo’nun kendisine girelim, ondan sonra Platon’a geldiğinde Platon’la karşılaştıralım. Aristo’ya
gücüllük, edimsellik ve dört neden öğretisiyle girmeye çalıştık. Metafizik adlı ünlü notlarında, notlar
diyorum çünkü bu kitap değil, fizikten sonra yazıldığı için fiziğin ötesi denmiş, öğrencilerinin tuttuğu
notlar. Platon’un bütün kitapları mot a mot, virgül virgül elimizde, Aristo’nun bir kitabı bile elimizde
değil. Bu düşündürücü bir şey, neden öyle olmuş bilemiyorum. Aristo’dan kalan çok şey bugün –
bilinçte– az çok biliyoruz.
Aristo diyor ki, töz dediğimiz olgusal nesne, özdekle biçimin, formun birleşimidir. Özdek, gücül
durumda bulunuyor. Bu, formla birleştiği zaman bir töz karşımıza çıkıyor. Aristo’ya dönelim kısaca.
Bir formel neden var, eşyanın yapı düzeni. Dün kullandığımız bir paradigma vardı; ev, eğretileme
olarak kullanmıştık. Evi yaparken evin bir formel nedeni vardır. Mimar tarafından ya da bu işi
beceren birisi tarafından o evin içsel düzenini, yapı düzenini dizayn eden bir plan. Aristo’nun özdek
dediği, bizim töz dediğimiz şeyler de vardı. Ağaçlar, kiremitler, tahtalar, şunlar bunlar. Usta, etker
neden, onları bir araya getirip yapıyordu, bu yapı düzenine göre. Tahta, kiremit, çimento, demir, diğer
gereçler var. Dikkat ederseniz gücül halde diye bir şey yok, onlar töz olarak vardır öncelikle.
Aristo’nun bize dedirtmeye çalıştığı husus şu: Diyor ki, gücül halde olan, bir olmayandır. Arkadaşlar
gücül halde olmak da olmaktır. İşte ağaç, tahta için gücül halde bir nesnedir. Daha uzak, bir gemi için
gücül halde bir nesnedir. Ama öncelikle bir ağaç var. Aristo bize demek istiyor ki, özdeklilik, gücül
halde bir durumdur. İyi de nedir? Eğer o yok ise formla nasıl birleşecek? Varsa o zaman birleşmesine
ne gerek var? Bakın yine mantık çıktı karşımıza. O koca mantıkçı, mantığa tosluyor. Bu nedenle
Aristo’nun Metafizik’te bize sunduğu teori sağlıklı gözükmüyor.
Platon, o bizim Greklerden, İyonya’dan getirdiğimiz boyut dediğimiz evrenin en temel yapı düzeninin
temel özelliğini idealar kuramıyla ele alıyor. Bunu uzaysal ve zamansal yokluğa taşıyor. Öyle bir
evren yok. Aristo buna karşı çıkıyordu. Uzaysal ve zamansallıktan çıkarsan, böyle bir evreni
göremezsin. O nesnelerin içinde diyor. Dikkat edin, bir yere geldik. Özdekle birleşiyor, nesnenin
içine sokmaya çalışıyor Aristo. Biz diyoruz ki; Aristo, çok indirgemiş. Bu boyut dediğimiz ilkeler,
idealar, öz, eidoslar ya da formlar, evrenimizin içindedir. Yani zamanın ve uzayın içindedir. Aynı
zamanda, Aristo’nun da dediği gibi nesnelerin de içindedir. Fakat şu var; salt nesnelerin içinde
değildir, çünkü o bir boyuttur. Aristo, bu gibi yapılara düzey deyip çıkıyor. Bizim karşı çıktığımız o.
Eğer idealar düzeyse, eğer nesnelerin içinde olmak dışında hiçbir özellikleri yoksa, nesneler
öldüğünde ölür. Masalık ideası masanın içinde, tamam. Aristo’ya orada katılıyoruz ama masalık
dediğimiz idea, masanın dışında da var. Evrenin içinde ama masanın dışında da var. Masa kırıldı,
yandı geçti gitti. Usta yine masa yapar. Çünkü boyut olarak o, yapı düzeni olarak ustasının kafasında
var. Bir ev yıkılır, deprem evleri yıkıyor, yerine yapılıyor. Bir insan ölüyor ama bakıyorsun bir sürü
insan da yaşıyor. Demek ki idealar boyut olarak evrenimizin içinde vardır. Boyuttur, asla düzey
değildir. Düzeyde de vardır. İnsanın içinde, öteki nesnelerin içinde vardır. Olmasaydı biz olamazdık.
Platon’un pay almak, öykünmek dediği olay.
Bakın, iki filozofu da eleştirdik. Ama bunlardan çok öge de aldık. Demek ki nesnelerin bir temel yapı
düzeni var, ezbere gitmiyoruz. Sokrat’ın kavram dediği şey var, hayvan kavramı, insan kavramı, ağaç
kavramı. Ama bir tikel de var. Kavramlar olmasaydı, bilgi olmazdı. Arda Denkel, kitaplarında
Aristo, gelip gelip Platon’un dağlarının dibinde çöker, der. Her şeyini kabul eder ama ideaları kabul
etmez. Kabul etmediğin ideaların bilgisini nasıl kabul ediyorsun? Bilgi, tümelin bilgisi der, Aristo.
Bal gibi der, bunu Metafizik’te der hem de. Madem tümel diye bir şey yok onun nasıl bilgisi var.
Cornford’a katılıyıorum, bocalayıp duruyor. Platon’un bir türlü aşmak mı aşmamak mı, yirmi yıl
kalmış Akademia’da. İliklerine kadar Platonculuk işlemiş, ondan bir türlü yakayı sıyıramıyor. Ama
bir biçimde, kendisi de büyük bir deha, ondan da sıyrılmak istiyor. Demek oluyor ki, özdek diye
gücül halde bir olguyu kabullenmek mümkün gözükmüyor. Çünkü bir olgusallık olmadan form ile
birleşemez. Örneğini verdik. Buraya kadar bir sıkıntı var mı?
M- Benim aklıma şöyle bir şey geldi. Uzamlılığı sonradan edindiğimiz bir özellik olarak saydık.
Dışkın yüklem dedik.
M- Dışkın yüklem olarak söyledik. Bu bedenlilik için de geçerli.
Elbette. Beden, uzam demektir. Uzayın bir parçası demektir.
M- Özdekle beden de aynı şey diyebiliriz.
Diyemiyoruz. Özdekle özdekliliği karıştırmayalım diyoruz. Sen özdeklisin, bedenlisin, gövdelisin
ama sen bir özdek değilsin. O ufak vurguyu hep yapalım.
M- Siz dediniz ki biz uzamlıyız. Uzamlı olduğumuz için de uzamlılık, bizim içkin yüklemimiz
değildir, dışkın yüklemimizdir. Biz ancak oluşa geldikten sonra uzamlı oluruz, ondan önce uzamlı
değiliz. Bu birazcık şuna benzemiyor mu? Uzamlılık, yani bedenlilik ya da özdeklilik, gücül halde
var, oluşa geldiğimiz zaman formla birleşiyor ve biz artık özdekli, bedenli ve uzamlı oluyoruz.
Eğer işi oraya götürürsek, bütün ilkeleri öyle düşünmeye başlarız. Dirilik diye bir ilke yoksa, sen,
ben, ya da bitki nasıl diri olabileceğiz? Evrende öyle bir ilke yoksa biz nasıl o ilke ile var olacağız?
O yönden gidersen her şey evrende gücül olarak vardır, diyebilirsin. Biz ona karşı çıkmıyoruz. Bizim
dediğimiz şu; Aristo’nun tözle karıştırarak, elle tutulur, gözle görülür, duyumlarımıza seslenen bir
nesne olarak sunmasına karşıyız özdeği. Yoksa özdeklilik elbette ki renklilik gibi bir gücüllük
durumunda. Olabilir, ona karşı çıkmıyoruz. İnsan tohumunun içinde dirilik var, duyarlılık var şu var
bu var. Orada gözüküyor mu? Zigotta kulak var mı? Ama biz diyoruz ki bu içerilmiştir, yarın
büyüyecek, doğduğunda gözü, kulağı olacak diyoruz. Tamam, ona bir şey demiyorum, şiddetle
katılıyorum dediğine.
M- Benim dediğim o.
Ona katılıyorum ama sen elle tutulur, gözle görülür, duyumlarımıza seslenen nesneye, töz yerine
özdek dersen karşı çıkarım, diyorum. Özdek, biraz sonra da göreceğiz, bir niteliktir. Renk gibi, koku
gibi, sertlik, yumuşaklık gibi bir niteliktir, o kadar. Bütün bu ilkelerle olduktan sonra da biz,
uzamlılık, bir kip kazanıyoruz.
Aristo’nun Greklerden gelen o yapı düzeninde büyük bir devrim yapamamış. Demiştik ki Grekler,
tözü bilmezler. Niteliklere takılmışlar, ilkelere takılmışlar, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk,
nemlilik-kuruluk, evreni öyle görüyorlar. İşte Aristo bundan paçayı sıyıramamış. Bunu da söyledik,
töz fikri çok yavaş gelişmiştir. Daha sonra Latinlere geçeceğiz, substance diyecekler. Ne demek,
{127}

dayanak. Yüklemlerinin dışında bir töz yok, yüklemleriyle var dedik. Tartışacağımız bir şey varsa
tartışalım. Benim dediğim, batı felsefesi, Platon’dan beri ruh-beden ikiliğini çıkartmış, Aristo buna
belli oranlarda katılmış. Aristo omuz silker sık sık ama önümüze de bir şey koymaz. Boşa da omuz
silkmez, onu da söyleyeyim. Platon diyor ki; ruh, bu idealar evreninde yaşar. Tenasüh, yani ondan ona
geçme diyelim, şu insandan bu insana geçer. Tikellere geçtiğinde idealar evreninden indiğinde
anımsar, bilgi odur der. Bu bize çok pahalıya mal oluyor. Beden ve zihin ikiliğine sebep oluyor.
Bütün felsefecilerin ayaklarına dolandığı şeydir. Öyle bir şey de yok, çok da basit bana göre. Biz
bedenliyiz, o kadar. Anlığımız, bedenimizin düşünen bir parçası. Bedeni boğazdan aşağıya,
kafalarındaki o, yukarı zihin. Yok öyle bir şey. O da beden. Ayak gibi bu da bedenin bir parçası. Bu,
ince gibi gözükse de bana çok derin gözükmüyor. Niye bu kadar ayaklarına dolandı? Bir de çok açık
gibi gözüküyor bana. Sadece eskatolojik düşünceler, gökyüzüne çıkmaya çalışmalar, bunları
şaşırtmış, yolundan etmiş.
Ç- Bunların hiçbirinde metafor yok değil mi? Yani dosdoğru bunu tartışıyorlar.
Gözüktüğü kadar yok.
Ç- O manada belki kabul edilebilir hale gelir ama…
Platon’un kendi deyimi var. Diyor ki, metaforlar, paradigmalar kullanarak bir bilgiyi kolay
anlaşılırdan zor anlaşılıra doğru gitmek için kullanacağız. Benim de hoşuma gidiyor bu. Ama burada
metafor yok.
Ç- Daha öncesinde vardı. Doğa olaylarını, astronomiyi o şekilde anlatıyorlardı. Bunlarda yok
herhalde.
Zorlama olacak. Biz, tözü Aristo gibi algılayamıyoruz. Ama Kategoriler’de çok güzel bir töz tanımı
var. Diyor ki, kendi ile olan ve bilinendir. Yapı düzenine girmeden. İlinekleriyle töz arasındaki
ilişkiyi gündeme getirir. Kimi olanlar, diye başlar zaten. Kimi olanlar da başkasının sırtında olur,
der, renk, koku gibi, ilinek dediğimiz şeyler. Katılıyorum buna. Diri olmasa Müjdat olamaz, duyumlu,
uslu, istençli, birleşik olmasa olamaz. Ama Müjdat bir metre seksen santimse bu özel ilineğidir. İki
metre de olabilirdi, bir metre on santim de olabilirdi. Esmer, beyaz, sarı olması, kumral olması
ilineğidir. Onun o olmaktan çıkartmaz, o olmasını da sağlamaz.
Platon’da, geçerken herhalde atladık diyelim, bir şeyi vurgulamak istiyorum. Platon, idealar arasında
göze görünür bir hiyerarşi yapmıyor. O önemli, o önemsiz, şu daha önemli gibi bir şey yapmıyor.
Yalnız bir ideayı, o da iyi ideasıdır, bunu tartışmak istiyorum sizinle, başat idea olarak bütün
ideaların ve bütün evrenin ondan türediği yollu bir görüşü var, Devlet diyaloğunda. Diyor ki; iyi
ideası hem nesnelerin olmasını sağlar, hem bilinmesini sağlar, güneş gibi. Güneş nesneleri
aydınlatmasaydı biz göremezdik, cinsinden.
M- Öncelikle biz, ideayı kabul ediyor muyuz?
İdeayı kabul ediyor muyuz, etmiyor muyuz sorununda değiliz. Nesnelerin yapı düzeni dedik, onu kabul
ettik, evrenin içindedir dedik, onu kabul ettik, Platon’u yonttuk. Aristo’yu tamir ettik. Nesnelerin
içinde değil, evrenin içinde vardır, kavram dedik buna. Yapı düzeni dedik, var. Ama biz orada
değiliz. Biz Platon’dayız.
M- İyi ideasını, bizim o ideayı kabul etmemiz gerekiyor. Platon’un dediği gibi bir idea var, o halde
şimdi iyi ideasından…
Platon’un dediği gibiye zorlamadan, deriz ki evrenin içinde idealar var, tümeller var, yapı düzenleri
var.
E- İdeal iyi, ondan mı bahsediyoruz? Platon’un dünyasına geçmeden.
Geçmeden. Sen evrenin içinde kal, öyle düşün.
E- Herkes için iyi.
Ben sadece Platon’un dediğini aktardım, onu tartışalım dedim.
M- Benim kafamda idea, tam oturmuyor. Ben ideadan çok basit bir şey anlıyorum. Evrensel yapı
düzeninden ziyade ya da Platon’un her şeyin ortaya çıktığı şeyden ziyade, benim ideadan anladığım,
çok insani.
Mesela ne?
M- İdea, bizim zihnimiz olmasa var olabilir miydi?
Olabilirdi. Bizim anlığımız hiç yok. Hayvanlar türeyip gitmeyecek mi, çiftleşmeyecekler mi? Aslan
olmayacak mı, aslanın yavrusu olmayacak mı?
M- Bunlar olacak ama bunların ideası olmayacak.
Onu konuştuk. Aslan diye bir yapı düzeni var.
E- Ben bu ideayı çok genişletme taraftarı değilim aslında. Her şeye belki uyarlanmaz. Penrose diye
bir bilim adamı var, Tübitak’tan da Kralın Yeni Usu diye bir kitabı var . Tam matematiği buraya
{128}

yerleştiriyor. Popper gibi üçlü dünya sistemi var. Sadece matematiksel Platonik dünya, fiziksel dünya
ve dinsel dünya. Diyor ki, her şeyin üstünde bu matematiksel dünya vardır, oradaki formlar vardır.
Hocamın dediğine burada katılıyorum, insanlar bunu keşfederler. Orada objektif bir gerçeklik var,
matematiksel dünya. Öyle şeyler var ki, fraktallar mesela, ilginç çizimler. O aslında doğada var. Biz
onun denklemini yazıyoruz, bilgisayara verdiğimiz zaman öyle bir şekil çıkıyor ki ortaya, insanın
aklının hayalinin alamayacağı bir şey. O gerçekten olmasa, nasıl çıkacak ortaya? İnsan yaratımı değil
o, var. Çünkü insan yapamaz onu. Çok basamaklı bir sayıyla, çok çok basamaklı bir sayının
çarpımını, insan düşünebilir mi? Ama var. Bir matematik form dünyası var ve bu matematik form
dünyası, fiziksel dünyayı biçimlendiriyor. Baktığımız zaman doğadaki her şeyi matematiksel formülle
açıklayabiliyoruz. Belki ileride, bu henüz başarılabilmiş değil ama insanın davranışı, beyni bile
matematiğin diliyle, belki çok karmaşık denklemlerle ifade edilecek diye bir inanç var. Matematiksel
dünyanın bütün yapısını henüz anlayamıyoruz. İnsanlar aslında o matematiksel dünyayı keşfediyorlar,
zihinleriyle.
İki dünya diyor Popper. Doğal ve yapay dünya. Dil düzeni, sosyolojik yapılar, değerler sistemi
vesaire yapay düzen diyor.
E- Bence burada ideadan ziyade Aristo’nunki daha yakın. Doğada böyle bir potansiyel vardır.
Ç- Gücüllük.
E- Gücüllük vardır. İnsan, sonuçta bir ideaya göre oluşmadı ama doğada böyle bir potansiyel vardı.
Cansız madde, bir şekilde bir araya gelip üreme yeteneği kazandıkça ve bilgisini bir sonraki nesle
aktardıkça, canlılar oluştu. Doğada böyle bir potansiyel vardı ama idea yoktu demek bana da daha
yakın geliyor. Doğa bütün olasılıkları karşımıza çıkarıyor, aklımıza gelen ve gelmeyen. Olası olan
her şeyin ortaya çıkması var. İdea yok, sadece olabilecek şeyler oluyor. Biz de olasılıklardan bir
tanesiyiz sadece.
Platon ideaların bir resmini çizmiş değil. Karşıdan, idea geliyor diyebileceğimiz bir resim yok ama
demek istedikleri var. Hangi kitabına girsek, diyor ki, bu güzellik, uyduruk bir güzellik, güzellik
ideasına pek uymuyor. Yani güzelliğin bir ideası var. Devleti işler, böyle devlet olmaz der, devlet
ideasına ulaşmaya çalışmalıyız, devletin bir ideası var. En yetkin biçim diyebiliriz, en olgun biçim.
Olabilecek en güzel, sağlamı, en düzgünü şeklinde anlatabileceğimiz yapı düzenleri. Yoksa bir yere
çıktık, gittik, uzay yok, zaman yok, idealar orada kendi evrenlerinde oynayıp düğün yapıp geziyorlar.
Yok öyle bir şey. Ama evrenimizi tanımak gerekiyor. Trilyonlarca nesneyle boğuşup dururduk, eğer
bu yapı düzenlerinde ortaklık olmasa. Bir ağaç soyu var, o ağaçtan gelen kendi yapı düzenleri
içerisinde binlerce tikel ağaç var. Meyveli, meyvesiz, ince yaprak, kalın yaprak… Bu kavramsal
ekonomi elimizde olmasaydı baş edemezdik. Şunu da söylüyorum; Platon’u yonttuk, indirdik aşağıya.
Öyle bir evren yok, deney alanımızda, gözlemimizde değil. Aristo’nun söylediği gibi, boyutları iterek,
boyutları bir tarafa atarak sen, tikellerin içine soktuğun nesnelerle yaşatamazsın. Öldüğünde ölür o.
Eğer ölmez diyorsan, benim dediğimi diyorsun. Ölür diyorsan, o zaman evren diye bir şey kalmaz.
Türü gitmiş ağaçlar, bitkiler, hayvanlar olabilir ama evrenin kesin olarak bir boyutu var. Aksi halde
süremezdi. Süren ne, diye sorarlar size. Evrenin bir kalıcılık-geçicilik boyutu diye düşündük, bir de
değişen-durağan evren. Yok durağan evren yok, her şey değişiyor ama bu değişen evrenin tepesinde
bir de kalıcı evren var. Terimler farklı, olgular farklı, yapılar farklı. Biz bir kalıcılıktan söz ediyoruz.
Kalıcılık kesin olarak var, ama şöyle yorumlayın ama böyle yorumlayın.
M- İdeadan yola çıkarsak olayı fiziksel olarak anlatmıyoruz. Fizikten yola çıkarak olayı
anlayabiliyoruz. Evren, bir enerjidir, bu enerjinin biçimleri vardır, bir sürü cisme dönüşür. Bunlar
belli orantılarda bir yapı düzeni oluşturur. Buna insan deriz, bitki deriz, hayvan deriz, taş vesaire
deriz. Bunlar aynı cisimlerdir aslında.
Terimlerin adını değiştiriyorsun. Bu, evrenin yapısını değiştirmez. Bu hesaba göre her yüzyılda ayrı
nesneler olmalıydı. Dediğin gibi fiziksele indirgediğimiz zaman, her yüzyılda ayrı ayrı…
M- Yüzyılı bırakın hocam, şu an bir sürü nesne yok oluyor ve bir sürü nesne oluşuyor. Saniyede
bence değişiyor.
Grek tragedyası var. Orada anlatır böyle, insanların evrensel karakterlerini, kıskançlık nedir, hırs
nedir anlatır. Alıp okursunuz, sanki mahallenizdeki olayları anlatıyorlar, onun için hoşunuza gider. O
zaman anlarsınız bu eski Yunan sitelerindeki amfi tiyatroların neden dolup dolup taştığını.
Yakalamışlar, insanın evrensel doğasını anlamaya çalışmışlar. Bunları yadsıyamayız, bunu
vurgulamaya çalışıyorum.
Bizim burada yapmaya çalıştığımız, bu çok büyük insanların ürünlerini tartışmak. Ben Platon’u
anlattım, Platon bunu dedi, bunu bileceğiz. Benimsemeye gelince, yaşam çok çeşitli koşullarda
geliyor önümüze. Bunu değerlendirirken daha güzel değerlendireceğiz. Sorguladığımız zaman bu
olacak. Aristo’dan paçasını sıyıramadan batı, batı uygarlığını kuramadı. Yüzyıllarca Aristo’yla
boğuştu. Hatta o gün sen Eagleton dedin, hala Aristocu. Aristocu bir sürü adam var, bütün
yanlışlarına rağmen. İyi de Aristo, insanın ufkunu genişletmiştir. Bilimsel bakışı sağlayabilmen için
sana bir ufuk vermiştir. Sen git dağda üç tane geri zekalı, ağzı soğan kokan herifle tartış tartış sohbet
et, bir gün gel bilimsel ol, olamazsın. Ama gitmiş Atina’da Platon’un, Aristo’nun dizinin dibine
oturmuşsan bilim adamı olmak adına bilimin dibine gelmişsin demektir. O ufuk veriyor sana. Bizim
yapmaya çalıştığımız o.
Ç- Başladığımız yer, “iyi” idi.
Onu tartışalım demiştim, onu epey aştık.
M- Baştan reddettik çünkü.
Müjdat ayak koydu bize. Onu tartışalım istiyorum ben. İyi çok açık ki bizim bugünkü dilimiz
bakımından bir etik terim. Kötünün karşıtı olan terim. İyiye ne demiştik biz? Dedik ki, doğru. Halk
arasında doğru eylem deriz. Doğru terimi, bir göçmen olarak, konuk sanatçı olarak etik alanda yer
aldığında ona doğru deriz, bu eylem doğru. Etik alanın temel terimi iyi ve kötüdür. Fiziksel
nesnelerin tümeli nasıl iyi olabilir? Bir eylemin tümeli olan iyi, nasıl olur da fiziksel nesnelerin de
tümeli olabilir? Esas onu sormak istedim. Demek istedim ki, Platon’un Devlet diyaloğunda söylediği
bu. Bütün olanların oluş nedeni ve bu olanları bilmemizi sağlayan güneş.
Ç- Soruyu yine soralım. O ayrımı iyice koyarsak, insan yoksa iyi de yok kötü de. Bunu söyleyebilir
miyiz?
M- Bence söyleyebiliriz.
Ç- İnsan yoksa iyi de yok kötü de yok.
Ona geleceğiz. İyi ve kötü, birileri ona öyle demiş diye değildir. Vardır da asla bilinmeden
kalacaktır. Bizim anlığımıza getirip çaktığımız zaman Berkeleyci olup çıkarız. Anlığımızda olmayan
olmaz. Sen bil bilme, bir iyi olmalı evrende, bir kötü olmalı. Çünkü iyi ve kötü uzlaşım sorunu
değildir. Bir doğa sorunudur, buna geleceğiz. İnsan var, bunu akıllı felsefeci tartışmaz, yani onun
varsayımsal yokluğu üzerinden felsefe yapmaz.
M- Ben Çağlar’ın dediğini şöyle anladım. İyi ve kötü kavramlarını doğaya atfedemeyiz. Doğada iyi
ve kötü yoktur, sadece insanda vardır. İnsan için kavramlardır, yapay kavramlardır. Ama yapay
olması, onun uzlaşımsal olduğu anlamına gelmez. İnsan doğası için basbayağı da doğaldır.
Bir insan alanı var, iyi ve kötü alan var. Yine kaçtık, kaçıyoruz, Platon’dayım ben. Bu iyi ideası ve
kötü ideası eylemlerle ilgili. Eylemi değerlendirdiğimiz zaman karşımıza çıkan bir durum. Bu
eylemlerin iyi ya da kötü olmasının fiziksel nesnelerle ne ilgisi var? İyi nesne olur mu? Onu sordum.
M- Benim anladığımı söyleyeyim. İnsan, iyiyi ve kötüyü yaşıyor. Nesnelerin iyiliğinden ya da
kötülüğünden değil, nesnelerin onda bıraktığı etkiden dolayı yaşıyor. Siz ona eylem diyorsunuz
galiba.
Ben eylem demiyorum ona, o başımıza geliyor.
M- Başımıza gelen bir şeye kötü diyemeyiz.
Diyemeyiz. Etik anlamda kötü diyemeyiz, zararlı deriz.
E- İnsanın yaptığı şeyler iyi ya da kötü olabilir.
Zararlı var, kötü var, yararsız var.
M- Buradan soruyu şimdi sorarsak, tartışabiliriz. İnsanlar arasındaki ilişkilerde idealden söz edebilir
miyiz? İdeal toplum yaşamı, ideal ilişkiler, ideal yaşama biçimi… İnsan ilişkilerinde iyi ve kötüyü
yaratan nedenler nelerdir? Biz neden bir eylemi iyi ya da kötü olarak algılarız. Bence öncelikle bu
soruyu yanıtlamak gerekiyor.
Daha oraya gelmedik. O soruya bir saat iki saatte yanıt veremeyiz. İyinin ne olduğu, kötünün ne
olduğu konusu etiğin omurgasıdır. Onu yanıtladığın an etik, konu olarak bitmiş demektir. Benim şu
andaki konum şu: Bir eylemin özelliği, iyi ideası, bir eylemin nitelenmesidir. İyi ya da kötü olması, o
eylemin niteliğidir. Buradan iyi ideasından fiziksel nesnelere Platon nasıl kaymış? Onu demek
istiyorum, kayabilir mi? Ağacın ideası, iyi ideası olabilir mi?
Ç- Olabilir.
Olamaz.
M- Şimdi yetkinlikten mi söz ediyoruz?
Hayır.
M- İyiden kastı etik değil mi hocam?
Etiksel de demiyor. İyi ideası, devlette yazılanı aktarıyorum, öteki bütün nesnelerin oluşlarının ve
bilinmelerinin nedenidir, diyor. Oluşlarının dediğine göre, başat idea mevkiine getiriyor. Bu, şu
anlama geliyor; insanın da ideası iyi ideasıdır, diyor. İnsanın üstünde bir iyi ideası var. Bu doğru
olabilir mi, onu tartışmak istiyorum. Açıkça söyleyeyim ben, Platon burada bir uçuşa çıkmış, fazla
abartmış gibi geliyor. İyi ideası, iyi eyleminin ideası olabilir. Bir eylem ideasıdır, nesnelerle ilgili
olmamak gerekir. Aksi halde terimler yerlerinden edilmiş olur.
M- Bana da öyle geliyor. Nesnelerle pek alakalı değil. Ama sanki Platon, sizin aktardığınıza göre, her
şeyin bir iyiye göre tanımlanması…
Bakın, Plotinos’a geçerken gerekli olacak. Platon, Timaeus diyaloğunda diyor ki; Tanrı, iyi
olduğundan dolayı, iyilikte dolmuştur, taştığı için evreni yaratmıştır. Çünkü iyinin doğasında iyilik
etmek vardır, diyor. Burada bir evren tasarımı var. Bunları niye söylüyorum? Yarın okuyacaksınız bu
kitapları. Bunları okudukça, bunları nasıl atlamışız, demeyesiniz söylüyorum. Bir biçimde Platon’da
var bunlar .
{129}

E- Tanrı iyilikle dolmuş, taşıyor ama yarattıktan sonra bir sürü kötülük oluşuyor.
İyi ki kötülükle dolmamış diyeceksin, katılıyorum.
Ç- Bu biraz mitolojiye kayıyor.
Bu, Platon’un görüşü. Yoksa evrenimiz iyi anlamına asla gelmiyor. Kendi kendilerine şişeyi
doldurmuş boşaltmışlar. Evrenimiz pek o kadar iç açıcı değil.
Bir de arkadaşlar, bilgi kuramı bakımından, aydının görevi bakımından açıklamak istediğim şu var:
Devlet diyaloğunda mağara eğretilemesi vardır. Bu tam eğretilemedir, ortaya bir paradigma koyuyor.
Mağarada nesneler var. Nesneler, konmuş oraya sıra sıra, bir de sahne var. Bir tiyatro düşünün.
Arkada da bir ışık yanıyor. Ateş yakmışlar her tarafı aydınlatıyor. Biz insanlar da nesnelerle perdenin
arasında oturmuşuz perdeye bakıyoruz. Arkada neler oluyor bilmiyoruz. Işığı görmüyoruz, nesneleri
görmüyoruz. Işık yanıyor, nesnelerin gölgesini sahneye yansıtıyor, biz görüyoruz. Platon diyor ki; bu
gördüğünüz tikeller, uyduruk nesneler, öykünmeler, gölgeler, ölü nesneler, değişen dünya, sövüyor.
Siz orada karanlığa girmişsiniz, boğulmuşsunuz, bu nesnelerle olmuş ve bitmişsiniz. Ve diyor ki; siz,
orada o karanlığın içinde hiçbir bilgiye kavuşamazsınız. Orayı bırakacaksınız, mağaradan
çıkacaksınız, idealar evrenine gidip bilgiyi edineceksiniz. Aydın budur, diyor.
Platon burada tabii ki çok temel bir konuya değiniyor. Her felsefe tarihinde vardır mağara
eğretilemesi. Orada ağzı soğan kokan toplumun içine gömüldün, onun söyleşileri, günlük deyimleri,
tartışmaları, onların içinde oldun bittin, diyor. Onları terk edip gerçek bilgiye kavuşmadan onları
aydınlatamazsın. Arkadan ışık yanar, nesnelerin gölgesi sahneye vurur, sen onu görürsün. Orayı terk
et, mağaradan çık, karanlıktan çık. Bugün bakıyorsun ki senin aydın dediğin, ya da aydın demek
istediğin adamlar mağaradaki karanlığın yoğunluğundan rahatsızlar. Diyorlar ki, daha karanlık
olsaydı, daha karanlık olsaydı da hiçbir nesneyi göremeseydik. Öteki insanlar da göremeseydi, onları
çaka çaka kullansaydık. Platon’un dediği bu. Kalabalıktan, mağaradan çık, aydınlığa git, ideaların
içine gir, yapısını öğren, ondan sonra toplumu aydınlat. Sana bir paradigma koyuyor, evren bu, diyor.
Sen yaşam alanına taşıyorsun bunu, bakıyorsun, tıka basa her tarafın dogmatik adamlarla dolmuş.
Platon’un dediği, bilgi bakımından, böyle bir eğretileme. Bunu da bilmiş olalım.
M- Çok güzel bir eğretileme. Belki de bu kadar süre insan zihninde canlı olmasının sebebi, çünkü çok
şeyi açıklıyor.
Mağaradan çıktın mı görüyorsun her şeyi {130}
.
Hiyerarşi, salgın hastalığa benzer. Kraldan yanına, yanındakinden yanına, ta aşağıya kadar iner.
Karanlıkta olmak işimize geliyor diyorsun ya o hiyerarşide biz de bir yerdeyiz de onun için.
M- O olayın bir tarafı. Bir tarafı da şu, biz önce gölgeleri görürüz, diyorum ben.
E- İnsan olarak mı, toplumun içindeki birey olarak mı?
M- İnsan olarak.
E- Ben ona katılmıyorum.
Ç- Ben de katılmıyorum.
E- Biz böyle bir toplumun içine doğduğumuzdan bunlar kafamızda biçimleniyor.
M- O zaman şöyle söyleyeyim. Eğer bir adada doğmuş olsaydın, önce gölgeleri görecektin.
E- Önce gölgeleri değil ama bilgimiz olmayacaktı.
M- Gölgelerden kastım şu; biz, nesnelerin etkisine maruz kalırız ve maruz kaldığımızda zihnimizde
oluşan bir fikir oluşur. Biz o fikri ilk bilgi olarak alırız. İşte o nesnelerin etkisiyle oluşturduğumuz o
ilk bilgiye, gölgeler diyorum.
Ç- İlkellerin her nesneye ruh yüklemesi gibi mi?
M- Hayır o değil. Biz, bedenli olarak, dünyadaki, evrendeki bir sürü nesneden etkilenerek oluştururuz
ilk bilgileri. Bunun ötesine geçtiğimiz zaman o nesnenin özelliğini anlarız. Ondan önce nesnesin
etkisini, bizdeki etkileşimi anlıyorum.
Ben toplumu çok ağır görüyorum. Toplum bizi yüzde doksan dokuz, hatta daha fazla, kalıplıyor.
Geçen gün de söyledim, doğduğumuz yer belirliyor. Batıdan aldığımız hukuk bile, o koca Atatürk’ün
aldığı hukuk bile, bir sürü kadın-erkek eşitsizliğine neden olmuştur. İnsan kendini göremiyor,
kalıplanmış. Eskiden kadın ticaret yapamazdı, kocasının iznini götürüp mahkemeden karar alacaktı,
İsviçre medeni kanunu. Ben toplumun büyük bir felaket olduğunu düşünüyorum. Toplum bizim
başımızın belasıdır. Doğar doğmaz kafamıza çullanıyor.
E- Büyük oranda toplum belirliyor. Bu gölgeler dünyası, düzenin sürdürülmesi için gereken bir şey.
Bu yalanlar her zaman bize pompalanıyor. Televizyonlar, tam bir yalan makinesi. Eğitim, okuduğumuz
gazeteler, tam bir yalan makinesi onlar. Bu sistem devam etsin, bir şekilde hiyerarşik düzen sürsün.
M- Eğer biz gölgeler yardımıyla, gölgeler içselliğinde bir bilgi edinmeseydik, o yalanlar işler miydi?
İmgelemleriyle hareket ettiği için insanlar, onlar da o imgelere oynuyorlar.
E- İnsanın bir özelliği var, insan öğrenebiliyor. Bu öğrenme özelliği çok önemli. Toplumda
doğduğumuz zaman biz, bazı şeyleri öğreniyoruz.
Ç- Bazı şeylere de şartlanıyoruz.
E- Tabi. Şartlanma da bir öğrenmedir sonuçta. İnsanda böyle bir kapasite var. İnsanda böyle görme
kapasitesi yok, insanda öğrenme kapasitesi var. İnsan onu yanlış öğreniyor. Yanlış öğrendiğimiz için
bu şekilde görüyoruz dünyayı, yanılsamalar içinde görüyoruz.
George M var, Lübnanlı Arap, Hıristiyan. Amerikalı profesör imiş, ölmüş gitmiş. Daha çok
medreseleri, mescitleri inceledi. Eskiden, diyor mescit han vardı. Han, yurt yerine geçiyor. Eskiden
mescitte eğitim yapılıyordu, camide değil. Gelenekçilerle akılcıların tartışmalarını tarihsel boyutta
inceliyor. Kim bu akılcılar dediği kimseler? Mutezile kelamcıları. Ötekiler galip geldi, diyor. Bütün
medreselerden, bütün mescit okullarından felsefeyi dışarıya attılar. Mutezile akılcı kelam, bugün
gelse dünyanın en gerici adamı der çıkarız. O zaman öyleydi. Ona bile tahammül etmediler. Bütün
okullardan felsefeyi çıkarttılar. Osmanlı medreselerinde felsefe yoktur. Osmanlılarda 600 yıl
felsefenin f’si bile olmamıştır. Böyle bir ortamda aydın çıkabilir mi, mümkün mü? Ahmet Yaşar
Ocak’ın Zındıklar ve Mülhidler diye çok güzel bir kitabı var . Alın bir okuyun. Nasıl adamlar
{131}

asılmış, pisi pisine, görün. Adam basit bir şey söylemiş. Götürmüşler, Sultanahmet Meydanı’nda ipe
çekmişler. Tıpkı Bogomilleri ateşe verip yaktıkları gibi.
Ben, toplumsal alanı çok tehlikeli görüyorum. Galile, Kopernik, Kepler… Kepler’in anasını cadı
diye idam ettiler biliyor musunuz? Galile evinde hapis öldü. Kopernik eserini papaya ithaf etti de
öyle yayınına izin verdiler. Kopernik kitabının yayınından yüz yıl sonra kafirler listesine alındı. Buna
ne diyelim?
19.Gün
Yaygınlık ve daralma
Evrenin düzenini sürdürüyoruz. Birleşikler alanını görmeye çalıştık. Yolumuz ilerledikçe şunu
göreceğiz arkadaşlar; göç yolda düzülür. Eksikleri tamamlaya tamamlaya ilerleyeceğiz. Bileşikler
alanında eksiklerimiz varsa tamamlayacağız. Birleşiklik evrenin temel bir ilkesidir, bir. En yaygın
ilkesidir, iki. Yaygınlığı göreceğiz, ne demektir. Şimdilik bu kadar söyleyebiliyoruz. Başka bir alana
demiyorum, diriliğe gireceğiz. Birleşikliğin devamı olan bir alan. Yan yana olan daha ötesi iç içe
olan bir alan. Bir alanı bırakıyor, öbür alana geçiyor değiliz. Bulunduğumuz alandayız, yalnız
bulunduğumuz alanda yeni bir nesne çeşidiyle karşı karşıyayız. Çok açık, her bir nesne aynı zamanda
birleşiktir. Birleşiklik ilkesine dirilik ilkesini de eklemiş olacağız, o kadar. Yoksa değişik bir alana
geçmiyoruz.
Önce bir terimden yola çıkalım. Dün Müjdat kardeşle konuşurken, şu olmazsa bu olmazsa evren yine
eski evren olurdu olmazdı diye bir konu geçti. Bitkiler yok olsun insanoğlu 48 saat içinde ölür. Bunun
somut örneğini biz yaşadık, gördük. Birileri Ay’a çıktılar. Yirminci yüzyılın son çeyreği, Ay’ı
fethetme, elde etme kavgasıyla tıka basa doludur. Astronotlar bindi, çıktı vesaire. Dediler ki, Ay’da
yaşam yokmuş. Buldukları toz toprak, taş, kaya yığınıymış. Döndü geldiler. Gördüler ki, yeryüzü
dediğimiz parçasından götürdükleri ekipmanlar olmasa birkaç saniye Ay’da duracak durumda da
değiller. Gireceğimiz ilkenin evren için önemini anlatmak adına söylüyorum. Demek oluyor ki evren
bütünlüğü içerisinde bu ilkelerin bir tanesi eksik olsun, yaşam olanaksızlaşıyoruz.
Araplar hayat diyor, hayatını kaybetti, hayata kavuştu, işte hayat bu, gibi. Türkçeye de girmiş.
Farslar can diyorlar, can Türkçe değildir. Bu iki Türkçe olmayan terimle bir sürü deyim türetmişiz.
Can boğazdan gelir, canı çıktı, canımı sıkma vesaire. Hayatını kaybetti, Arapça bir terim. Bunun ne
anlama geldiğini biliyoruz. Canı çıktı bu da farsça söylem. Türkçe bunu tek sözcükle, öldü,
karşılamış. Nara atmaya gerek yok, bir olguyu anlatıyor musun karşındakine, tamam. Telefonu açtın,
birisinden söz ederken, öldü diyor musun, o anlar. Şimdi kullanacağımız terim de Türkçede eşsiz bir
şekilde yer etmiş: Dirilik. Bizim Anadolu’da sayrılı, hasta insanlar düzelince, dirildi kalktı derler.
Diriliş deriz, Rönesans bir diriliştir. Yeniden doğum diyorsun, her doğum bir dirilmedir. Bir ulusun
kalkınması, ilerlemesi, yeniden patlaması dirilişle anlatılır. Kurtuluş Savaşı bir diriliştir. Görüyor
musunuz dilin güzelliğini? Doğadaki bir olayı almışsın, topluma aktarıyorsun. Çok güzel bir terim
diriliş. Bunu anlam olarak birebir karşılayan öteki sözcükleri söyleyeyim: Yaşam. Yaş, ıslak yere ne
yaşarmış deriz, yaş yer deriz. Yaşamak… Yaş olan yaşar. Deriz ki ağaç yaş, kuru değil, odun değil.
Düşündüğünüz zaman yaşla anlattığınız o kadar olgu var ki, bir anda aklınıza gelmeyebilir. Yaş , {132}

yaşamak, dirlik, diri olmak bir anlama geliyor. Hayatı, canı ne diye aldın? Senin pırıl pırıl, tertemiz
terimlerin var. Söyleyeyim arkadaşlar, birçok profesör, Osmanlıcayı kullanamıyor. Buna haiz diyor,
buna havi diyor. Önce öğren, yanlış da olsa öğren. Oysa Türkçeyi böyle sıkıntılarla öğrenmenin
gereği yok, pırıl pırıl bir dil, kullanımı kolay, söylemesi kolay, anlaması kolay. Bizim gireceğimiz
alanı anlatmak için başka bir dile gereksinimimiz yok.
Aristo’nun Latince olarak De Anima, Türkçeye Ruh Üzerine diye çevrildi. Alıp okumanızı öğütlerim,
güzel bir kitap. Girmek zorundayız. Gideceğimiz yolun üstüne birileri lağım kazmış, siz onu
geçmeden amacınıza koyduğunuz yere gidemiyorsunuz. Ya soyunuyorsunuz ya köprü kuruyorsunuz,
lağımın üstünden geçiyorsunuz. Niye geçiyorsunuz diye eleştirmenin gereği yok. Var çünkü,
yolumuzun üstüne konmuş.
Bunları biz söylemeden geçemiyoruz. Aristo, o kitapta ruhu üçe ayırıyor. Bir, bitkisel ruh; iki,
hayvansal ruh; üç, insansal ruh. Bugünkü konuşacağımız dille diriliğe de duyarlılığa da düşünmeye de
ruh diyor. Nasıl içinden çıkılır bilemiyorum. Üç tane işlevi bir olguya bal gibi yüklemiş bu ünlü Grek
filozofu. Bunlar arasındaki ayrımı anlatmaya başlamış. Biz bunu kesin olarak yadsıyoruz ve diyoruz
ki bizim birleşiklikten sonraki ilk ilkemiz diriliktir, sürmektir, yaşamaktır. Bunun adı diriliktir,
diriliğin özelliği bellidir, duyarlılığın bellidir, düşünmenin bellidir. Birini ötekine aktarma şansımız
kesin olarak yoktur. Duyarlılığı görünce göreceğiz, düşünmekle ve dirilikle aralarında Himalaya
dağları var. Basit gibi görüyoruz, demin söyledik, gördünüz işte, Ay’da yaşam yokmuş. Nasıl basit
olabilir, hiçbir şey yok orada işte. Diyelim ki ilk çıkanlar geldi, dünyaya ilan ettiler, Ay’da yaşam
var. Bugün yarım metre toprak bile kalmamış olurdu. Bu dünyayı, evrenimizin yeryüzü dediğimiz
parçasını parselleyen canavarlar, orayı da işgal ederlerdi. Yaşam o kadar önemli. Baktılar ki toz
toprak yığını, döndüler geldiler. Demek ki bu ilkeler çok önemli.
Bunun temel özelliği nedir, ontolojik olarak nasıl temellendireceğiz? Nedir bu dirilik, ne anlıyoruz?
Anorganik doğa diye tanıdığımız ki bunları kullanırken içime sıkıntı giriyor. Birileri kullanmış ve
çoğu kez yanlış kullanılmış. Bu yanlışın üstünden giderken uyarı yaparak gitmek zorunda kalıyoruz.
Biz, salt birleşik olan nesne alanında, birleşikliği görüyoruz. Neden dirilerden ayrı bir alan, onu
göreceğiz. Önce, ayrım nedir? Çok önemli bir felsefi terimden söz ediyorum; ayrım. Bunun üzerinde
bir duralım.
Bir alanımız var, başka bir alan söz konusu, diyoruz ki bu alan ötekinden ayrı. Şimdi şurada on tane
bayan var, oturuyorlar. İçlerinde bir tane de bıyıklı adam var. Sen diyorsun ki, abi bakma bir tane
erkek var orada, gerisi kadın. Ben de diyorum ki, Müjdat bu erkek ötekilerden nasıl ayrılıyor? Bazı
özel organları olduğu için, bir özelliği var. Özelliği olduğu için ötekilere kadın, ona erkek demişiz,
ayırmışız. Bu ayrımda da bir temel özellik var. Ayrım dediğimiz olgunun temelinde olan, birini
ötekinden ayrı saymamızı gerektiren bir temel özellik var. Biz ne yapıyoruz? Anlıksal ve dilsel olarak
onu anlatıyoruz ve buna ayrım diyoruz. Ayrım, bir temel özellik demek anlamına gelmez. Temel
özellik nedeniyle bizim anlıksal ve dilsel olarak yaptığımız işlemin adıdır. Isagoge’yi alacak ve
okuyacaksınız. Porphyrios’un Aristo’nun felsefesi, mantığı üzerine olan o ünlü eserini alıp
okuyacaksınız, beş sestir: Cins, tür, ayrım, özellik, ilinek. Tabi yanlış bu. Cins ve tür, ses kavram
tamam ama ayrım kavram değil. Ayrım, söylediğim gibi, bir özellik nedeniyle bizim anlıksal ve dilsel
olarak yaptığımız işlemin adıdır. Bu yönüyle de özneldir. Söylediğim gibi nesnel bir temele
dayanmaktadır.
Ayrımı iyi tanıyalım. Ayrım, felsefede çok çok geçecek olan bir terimdir. Birleşikler, diriler alanına
yan yana koyup bunun ayrımı budur, diyeceğiz demesine, diriler alanının kendi içinde de milyonlarca
ayrımla karşılaşacağız. Evrene bakın, ne kadar ot var. Kısa ömürlü diriler diyelim, bitkiler. Ağaçlara
geçeceksiniz, saymakla bitmez. Birleşiklerden bir temel ayrımla, dirilikle ayrılmış. Kendi içerisinde,
batılıların cins ve bireyleri dediği olay. Nesneler arasında yok, kesin olarak kabul etmiyoruz bunu.
Ama bir yapı düzeninin kendi içerisinde küçük ayrımla ayrılan, binlerce, milyonlarca değişkesi var.
Onun için büyük ayrımları da küçük ayrımları da göreceğiz. Bu bize gerekli çünkü insan alanına
geçtiğimiz zaman istenç de bir ayrım olacak. Diyeceğiz ki, sadece düşünen insandan istençli insan
ayrıdır. Bir özellik nedeniyle, o da dirilik dediğimiz özellik nedeniyle, iki alan arasındaki bağıntıyı
kurmuş oluyoruz. Dirilik, diri nesnelerin içinde. Birleşiklik alanına taşmıyoruz biz, birleşikliğe
sadece diriliği eklemiş oluyoruz, aynı alandayız. Çünkü diri dediğimiz nesneler de birleşik ama salt
birleşik değil, diri birleşik.
Platon’un Phaidon ve Yasalar diyaloğunda geçer, ruh nedir? Sokrates ve Platon da kendinden
{133}

devinme yetisi olarak niteliyorlar. Taş, orada duruyor, altında güzel dayanaklar var. Birileri geliyor,
avadanlık, kazma-kürek ya da başka bir gereçle altını oyuyor, düşüyor. Yer çekimi nedeniyle bunu
fizikçiler daha güzel izah ederler. Nesnelerin birbirini çekmesi nedeniyle bu taş oradan boşlukta
kalınca düşüverdi. Demek ki taşın başına geldi bu, biz düşürdük. Onun altını eşmeseydik
düşmeyecekti. Ya da bir deprem, heyelan olunca kayar. Bu, salt birleşikler alanındaki devinmeler,
değişmeler, evrenin kendi iç düzenindeki yapılarla oluyor. Bunlar, neden-etki bağlantısı içerisinde,
bir dış bağlantıyla oluyor. Kendi içinden taş kalkıp yürüyemiyor. Bir etkileşim sonucunda oluyor.
Doğanın güçleri tarafından da olabilir. Güneş ısıtıyor, buhar çıkıyor, yağmur yağıyor. Burada doğa
başına gelenleri yaşıyor, uğradıklarını yaşıyor. Diyelim ki balkonunuzda oturuyorsunuz. Hanımefendi
de çiçek meraklısı, çiçekleri koymuş balkona. Tam bu sırada çocuğunuz yaramazlık yaptı, saksının
birisini düşürdü, dört katlı yer, indi aşağıya. Saksı parçalandı. Çiçek de bir biçimde orada kaldı. O
saksı milyonlarca sene geçse yürüyerek gelip sizin balkondaki yerine dönemez. Ama o bitki, oraya
bir biçimde tutunmuşsa, orada büyüyebilir, sara sara sizin dördüncü kata gelebilir, bir gün size selam
verir, ahbap ben geldim, çünkü ben yaşım, der. Balkonu saran çiçekler yok mu? Binlerce var. Demek
ki yaş nesneler kendiliğinden büyüyebiliyor, kendiliğinden üreyebiliyor ve bir gün ölüp gidebiliyor.
Yaş nesneler alanı, eşsiz derecede seçeneklere sahip. Yaş nesneler deyince, bitkide, otta takılı
kalmayalım, hayvan da yaş nesne, insan da. İleride göreceğiz, bitkideki yaşlık, hayvandaki yaşlık,
dirilik, insandaki dirilik ayrı yasalara tabi. Bunlar çok özel ve güzel konular.
M- Bir şeye itiraz edebilir miyim?
Tabi.
M- İtiraz şu; ayrı yasalara tabi, sözü. Ben şöyle düşünüyorum: Birleşikler de diriler de duyarlılar da
düşünenler de istençliler de evrensel yasalara tabidir. Evrenin yasaları her cisim için, her yerde
aynıdır.
Buna katılmak mümkün değil. Senin benim uyduğum yasalarla hocamın talebelerinin uyduğu yasalar
bir mi? Zil çalınca niye koşup gitmiyoruz hocamın sınıfına doğru. Ama talebeler koşuyor. Zil,
hocamın talebeleri için, içeri gir yasasıdır. Seni, beni hiç ilgilendirmez.
M- Ama evrensel bir yasa değil ki bu.
Anlatamadım ben, onlar için evrensel. Alanların bağlı olduğu ilkeler var. Dedik ki, salt birleşiklerde
bir dış etki söz konusu olmadan kendiliğinden yürüyüp gidemez ama diri kendiliğinden yürüyüp
gider, dirilik ilkesi var. Kendiliğinden yürüyebilmek bir ilkedir. Duyarlı, hayvana geçeceğiz, bitki hiç
göremez, koklayamaz, öteki duyuları da yok. Bizim kurt, köpek, aslan, kaplan, görür, koklar, kaçar,
eder, eyler. Alanların yasaları çok farklı.
E- Müjdat biraz daha indirgemeci düşünüyor. En temele indirgiyor. Hareket ilkesi, bu var. Bunu daha
da indirgediğin zaman maddelerin hareketi düşünülüyor. Maddeler birbirini iter ya da çeker. Çok
indirgediğimiz zaman evrenin özünde bütün yapılar aynıdır. Her nesne aynı yasalara tabidir.
Ona katılıyoruz. Taş düşer, insan düşmez mi? Taşın düşmesi ile insanın düşmesi aynı yasaya tabi,
tamam. Ama taş elleriyle bir yerlere yapışamaz düşerken. Senin usunla bulduğun gereçler vardır, o
yapı düzenine meydan okuyabilecek güçtesin, sen bir taş değilsin. Tabi evrensel yasalar var, ona
katılıyoruz ama daraldıkça yasalar da incelmeye başlar. Bitki yer çekimi yasasına bağlı ama öte
yandan büyüme gücü de var. Yer çekiminin tam tersi yönde büyür gider.
Felsefe laboratuvara girmiyor. Zaten girerse kaybeder. Ama bu alanlarda uzmanlar felsefeye uğramak
durumundalar. Hangi bilim disiplini içerisinde olurlarsa olsunlar felsefeye uğramaları gerekiyor.
Genel yasaları, genel ilkeleri kavramak adına.
Yaygınlık ve daralma. Arkadaşlar terimi biraz yadırgadılar gibime geliyor. Bunu daha kaba bir
örnekle anlatayım. Kır bekçileri vardır, kendi bölgemizden örnekler verelim. Diyelim ki çok geniş bir
köy var, arazisi çok geniş, tutmuşsunuz iki tane kır bekçisi. Her gün kırda hırsızlık oluyor, siz de
muhtarsınız. Kır bekçileri gelip size diyor ki, sen bu kadar araziye iki tane bekçi tuttun, tabi olacak
hırsızlık. Bu kadar geniş araziye iki bekçi az, on tane tutmalıydın diyorlar. Geniş, çok yaygın bir
arazi. Bekçi diyor ki, benim alanımı daralt ki ben görevimi daha iyi yapayım. Diyorsunuz ki doğru,
oradan o uca iki günde gidemezsin, senin alanın burası, daraldı alanın. Önünüzde bir göl var, gittiniz
bir şişe mürekkep döktünüz içine, Baykal gölü gibi bir göl. Bir şişe mürekkep, yayılır gider. Ama o
bir şişe mürekkebi bir bidon suya dökerseniz rengini değiştirir, daralmıştır çünkü. Kabaca
anlatabildim değil mi? Bu ilkelerde de biz bunu göreceğiz. Zaten daralmanın çok önemli özellikleri
var. Daraldıkça evrende çok değişik özellikler çıkıyor karşımıza. Dünya giderek bizim
tanıyabileceğimiz evrene dönüşüyor.
Bizim sistemimizde kaçacak yer yoktur. Aristo der ki, diriliğin falan töze göre daha geniştir cins
olma, tür olması. Sıkıntı şurada; Aristo, diriliği bir töz olarak görür. Hala o kafada. Grek felsefesinde
özelliğin bir töz gibi görülmesi var. Kategorileri okuyun, orada bir nesnenin diri olduğunu söyler.
Diriliğin bir ilke olduğunu, şu ya da bu nesnede sadece oluşturucu bir ilke olduğunu unutur, töz gibi
görmeye başlar. Hayvan gibi, ağaç gibi, insan gibi bir töz bütünlüğü olarak, yapı düzeni olarak
görmeye başlar. Platon Parmenides diyaloğunda bunu az-çok konu eder. Parmenides’le Sokrates
arasındaki konuşmada ilkelerin ideası var mı diye sorarlar birbirlerine. Basit ilineklerin, renklerin,
kokuların, sertliklerin, yumuşaklıkların ideası var mı, diye. Biz tözseldir bunlar, dedik, bir yapı
düzenidir. İlkelerin ne ideası olabilir dedik ama onu tartışmışlardır. Bir sonuca da varmış değildirler,
onu da söyleyeyim. Bu ilkelerin, niteliklerin ya da ilineklerin ideası vardır ya da yoktur diye bir nokta
koyabilmiş değildirler.
Geçerken onu da söylemiş olalım, Platon’un diyaloglarının yüzde doksanında tartışılan konu bir
sonuca bağlanmaz, tartışılır ve bırakılır. Tartışıldı ve görüldü ki şu sonuca varıldı demez. Tartışma
bir bakmışsın ki pat diye biter. Dersin ki, sen ne diyorsun? Anladık bu diyalogdaki kişiler konuyu
tartıştı ama bir filozof olarak sen ne diyorsun? Platon onu demez. Parmenides diyaloğunda bu ilkeler
de tartışılmıştır. Aristo, bu ilkeleri, falan canlıdır, diye bal gibi taşır. Oysa ki canlılık bir özelliktir,
ilkedir.
Demek oluyor ki dirilik, kendinde devinme gücü olan, devinebilen, yaşayabilen, üreyebilen ve ölen
bir nesnenin adıdır ya da özelliğidir. Yaşam gücü, üreme gücü. Burada başa gelmek olarak ölme
yazgısı diyelim, ölmeye uğramak. Çünkü diri nesneler bir gün ölür. Zeytin iki bin sene yaşıyor. Bir ot,
birkaç sene yaşıyor. Yoncalar vardır mesela, bizim Anadolu’da çok ekilir, dikilir, biçilir. On sene,
on beş sene aynı bitki, biçerler gene ürer, biçerler gene ürer. Bir senelik değildir. Yoncayı hiç
düşünmezler, yirmi sene yaşayan yoncalar var.
20.Gün
Derece mi, öz mü?
Duyarlılığı duyumluluğu biz epistemolojide insan bakımından incelemiştik. Demiştik ki, duyumlular
özneye töz bilgisi getirmez. Duyu verilerini sinirlere kadar getirir, sinirler de bu verileri anlığımıza
aktarır. Durum bu olunca bir soru çıkıyor karşımıza. Duyumluları biz, hayvanlar denilen, felsefenin
öyle dediği bölümler için söz konusu edeceğiz. Biz duyarlıların bir kısmı olarak düşünüyoruz. Çünkü
insanlar da duyarlı. Hayvanlar açısından bakalım. Problemi ortaya koyuyorum. Bir doğa filminde
izliyoruz, antilop sürüsü bir aslan sürüsüyle karşılaşıyor. Hiç zaman geçirmeden tepki veriyorlar ve
kaçıyorlar. Duyum bilgisi, töz bilgisi vermez ise, bu antiloplar nasıl oluyor da aslan denen nesneden
korkup kaçıyorlar? Dişini, tırnağını bile görmüyorlar. Kendilerinden biraz değişik bir başka hayvan.
Ama öyle olmuyor, görür görmez, o koca sürü kaçmaya başlıyor. Sadece duyumlar bir kısım
yüklemleri, özellikleri alabiliyorsa, yani tözü alamıyorsa, aslan tözünü, yırtıcı hayvan tözünü,
öldürücü hayvan tözünü nasıl algılıyor da kaçıyor?
İşin bir yanında şu var. Descartes, hayvan soyunu dağda, bayırda gördüğümüz kaya gibi, taş gibi,
toprak gibi bir fiziksel nesne sayar. O kadar söyleyeyim ki bir ağaç bile saymaz, diri bile saymaz.
Yani doğanın edilgenlik yasalarının egemen olduğu alandan sayar. Ne gelirse başına, başa gelmedir,
uğramadır. Hayvan hiçbir şey yapamaz. Böyle bir Descartesçi anlayış da var, onu söylemiş olalım.
Bizim için problem şudur: Acaba bizim duyumlarımız sadece özelliği alırken hayvanların duyumları
bu özellikleri daha mı değişik alıyor? Ya da eğer bizim gibi algılıyorsa, duyumsuyorsa bu, töz
düşüncesini edinen bir düşünme mekanizmaları da mı vardır? Biz bir ağacın altında yatıyoruz, kıra
gitmişiz. Üstten bir gürültü geliyor. Kulağımız bir gürültü duyuyor. Başka duyumlarımız da getirir,
uzaktan bir dumanı gözümüz algılar. Ne dedik, anlığımızdaki uçak imgesiyle biz o gürültüyü hemen
birleştiririz ve deriz ki üstümüzden bir uçak geçiyor. Yani bizim bütün o nesnenin yüklemlerini
duyumsamamıza, algılamamıza gerek yok. Bir tanesiyle yetinebiliyoruz, o nesneyi önceden tanıyor
isek, demiştik. Hayvanda böyle bir şey yok. O sürüde kaçanların büyük bir çoğunluğu belki aslanı ilk
kez görüyor. Dil yok, Anasından, babasından o imgeyi öğrenemeyeceğine göre, nasıl oluyor da
kaçıyor? Yılan yavrusu çıkar çıkmaz böceklerin arkasına düşüyor. Kim söyledi böceklerin onun
midesine uygun düşeceğini? Burada problem bu. Yani batı felsefesi, bana göre çok kısmi kestirmiş.
Tamam demiş, hayvanların sırf duyumları var, düşünemez. Peki, ben soruyorum, düşünemez ise niye
kaçıyorlar? Niye nesnelere yaklaşımları, tıpkı düşünen bizler gibi, özneler gibi? Birinci problem bu.
Bunu düşünedururken bir şeyi vurgulama gereğini duyuyorum.
Biz ilkeleri görürken dedik ki, batı felsefesi bizi bir bataklıkla karşı karşıya bırakmış. Katmanlı bir
evren, üst üste binmiş neneler, biri ötekine tabanlık yapıyor vesaire. Bu Nikolay Hartman’a kadar
uzanmış bir yanılgı. Büyük oranda Atina’da başlamış bir temel ve ondan sonra sürmüş bir yanılgı,
dedik. Bundan yakayı sıyırmaya çalışıyoruz ama yine de boğuşmak zorundayız.
Bakın evrene, yer kürenin dörtte üçü deniz, su, dörtte biri kara parçası, havayı da söylemeye lüzum
yok. Böyle bir yapı var karşımızda. Bu yapıyla bizim gördüğümüz yaygınlık-daralma ilişkisini asla
karıştırmayın. Bu sözünü ettiğim büyük kütleli nesneler sonuçta tözdür. Birinci madde bu. Demek
istiyorum ki, bu deniz, bu toprak, bu hava, öteki nesnelerin içinde değil. Kendi yapısı içerisinde,
tamam dünyanın büyük parçasını dolduruyor, hiçbir karşı çıkış yok. Ama bu ne kadar öyle olursa
olsun, onun yaygınlık içinde olduğunu, en çok yaygın olan nesnelerden o olduğunu asla kanıtlamıyor.
Çünkü yaygınlığın bu söylediğimle uzak-yakın ilgisi yok. O zaman yaygınlığın neyle ilgisi var?
Yaygınlık, bir ilkenin hangi varlık alanlarına yayıldığını ve kaç tanesine yayıldığını anlatıyor.
Diyelim ki birleşiklik, deminki söylediğim alana yayılıyor, o alanın içinde, dirilere yayılıyor, onun
içinde. Duyarlılara yayılıyor, biraz sonra göreceğiz, onun içinde. İnsan alanına, yani düşünen ve
istençli alanın içine giriyor, bu birleşik. Onun için en yaygın diyoruz. Buraya vurguyu özellikle
getiriyorum, büyük kitleyi kapsadığı için demiyoruz, batı felsefesiyle ayrılmak adına. Bakın,
birleşiklik beş alana da giriyor. En yaygın ilke diyoruz. Yaygınlık ve daralma bir özsel ilişki, demin
sözünü ettiğim ilişkiyse sadece bağlamsal, uzaysal bir ilişki, daha tanıdığımız bir tabirle dışkın bir
ilişki. Onun için bununla bunu asla karıştırmayalım. Yani deniz, toprak, hava gelip öteki nesnelerin
içine girmez. Onlar da senin benim gibi birleşiklerden bir tanesi, yaygınlık ve daralma ilişkisi
açısından hiç bir ayrıcalığı yoktur. Vurguyu tekrarlıyorum; yaygınlık ve daralma ilişkisi özsel bir
ilişkidir. Nesnelerin içine girme ve o nesnelerle oluşan evrensel konumlar içerisine yayılma olayıdır.
Bu “içinde”yi biraz daha açmak istiyorum, kavranması iyi yerleşmesi gerekiyor. Marrano ne demek?
İspanya’daki Yahudiler. Araplar gitti İspanya’yı işgal ettiler, Araplar zamanında onların Yahudiliği
kendileri için çok büyük problem olmadı. İslam, hukukuna göre, fıkıha göre Müslüman olmayanlar
zimmi hükmündedir. Zimmi korunan demektir. Korunan bir bedel öder, Osmanlı hukuk dilinde cizye,
bizim kelle, baş vergisi diye nitelediğimiz vergiyi verir. O nedenle Müslümanlar nereyi işgal
etmişlerse ora halkını İslamiyet’e çevirmede çok fazla ısrarcı olmamışlardır. Sen dininde kal, bize de
kelle vergisini ver. Başka külfetleri de var. Hıristiyanlar geldi aldılar. 1492 yıllarında, bize gelen
göçten biraz önce, Kurtuba (Cordoba) devletine son verdiler, Hıristiyan güçler. Hıristiyanlar,
Yahudilere çok baskı yaptılar, Portekiz’de ve İspanya’da, tabi Avrupa’nın diğer ülkelerinde de.
Dediler ki onlara, Hıristiyanlığı benimseyeceksiniz. Onlar da dediler ki, yaşamak adına, benimsedik,
biz Hıristiyan’ız. Oysa ki benimsemediler. İçleri yine Yahudi kaldı, dışları Hıristiyan gibi gözüktü.
İçlerinde Hıristiyanlık yok, ama Hıristiyanların içerisinde yaşadılar, belli bir süre. Hıristiyanlar geri
çekiliyor, Yahudilerin evlerini dikizliyorlar, Cumartesi günü. Cumartesi günü Yahudilerin tatil
günüdür, dinlenme günüdür, hiçbir iş göremezler. Soba yakmazlar, yemek pişirmezler. Hıristiyanlar
bakıyor, Yahudi’nin evinden duman çıkıyor mu çıkmıyor mu? Ahbap gel bakalım sen, Hıristiyan
oldum diyorsun ama cumartesi günü yine Yahudi yasağına uyuyorsun, evinden hiç duman çıkmıyor.
Böyle bir dünya. Bizim için gerekli olan husus şu; Hıristiyan olmaklık Yahudilerin içine girmemiş.
Platon’un Devlet kuramında şöyle bir şey var: Kadınlar bir, çocuklar iki ve çok az bir kısım mallar
da ortak olsun. Platon’un asıl derdi, çocuklar ve karılar – kadın demiyorum, karılar diyorum. Sokakta,
bayırda, çayırda kaba bir terim olarak geçiyor ama kocası olan kadına denir. Hukuki ve meşhur bir
terimdir. Diyor ki, karılar ve çocuklar ve kocalar ortak olacak. Atinalı, soylu, alt sınıflara
öğütlemiyor bunu, yönetici, bilgeler sınıfı için öğütlüyor. Bu gibi nazik konular ortak olursa, kavga en
aza iner. Kavga neden olur, benim dediğin zaman, özelden doğar, özel mülkiyet bir kavga nedenidir.
Ortak olursa herkes buna uyar, gibi bir fikir. Diyor ki, bir karı bütün Atinalı erkekleri, belli olan
sınıfın erkeklerini, kocası sayacak. İçinde bütün erkekler bulunacak. Gelecek, birleşecek, tohum
bırakacak, hangisi bırakırsa. Bütün Atinalı soylu erkekler, bütün Atinalı karıların içinde. Doğan
çocuk kime baba diyecek? Bütün Atinalı soylu erkeklere. Atinalı soylu erkekler de bütün çocuklara,
çocuğum diyecek. Çünkü onun anası ile yatmış olabilir. Kuramı aynen anlatıyorum, bugünkü
kavrayışımıza ne kadar saçma gelirse gelsin kuram bu. Hiçbir çocuk, bu soylu erkeklerden herhangi
birisinin babası olduğundan kuşku duymayacak. Düşünün diyor, böyle bir toplumdaki huzuru. Demek
ki çocukta, bütün babalar çocuğun içinde, çocuğun anasının içinde, çocuk ve anası bütün Atinalıların
içerisinde. Böyle bir mekanizma, içinde ve içerisinde. Aristo diyor ki, bu sistem, toplumda barış
değil kaos sebebidir. Aristo’nun gerekçesi de şu; akşam olduğu zaman erkek bir eve gidecek, kim
gider çirkin bir karının evine? Tabii ki güzeller tercih edilecek. Vardın bir tane güzel bir karının
evine, baktın ki kuyrukta bin tane adam bekliyor. İşte diyor, kavga. O nedenle, Aristo’ya borcumuzu
söylemek adına söylüyorum, bunu aşağı sınıflara öğütleyelim, onlar birbirini gırtlaklasın, boğsun,
diyor. Politika’da anlattığı bu.
Evrenin ilkelerini görürken, dedik ki; bu birleşiklik tüm nesne alanlarını kaplıyor, hepsinin içine
giriyor. İlave ettik; insanla anorganik doğa arasında birleşik olmak bakımından bir ayrım yoktur.
İnsanda bir kısım daha ek ilkeler vardır, o kadar. Batının o katmerli yapısından kurtulmak ve
doğrusunu da söylemek oluyor. Adım adım biz daralmaya başladık. Salt birleşiklerden diri
birleşiklere geçtik, diri birleşiklerden duyumlulara geçtik. Duyumlular, hayvan alanı ve insan alanı.
İnsan alanını epistemolojide gördük. Hayvan alanında acaba hayvan, duyularıyla nesneleri nasıl alır,
töz fikrini nasıl oluşturur ve nasıl yaşar? Alman hayvan bilimci Uexküll’ün tanımlamasıyla, hayvanın
iki alanı var, dost alanı, düşman alanı, bir de belli mevsimlerde üreme alanı. Dostunu nasıl bilecek,
düşmanını nasıl bilecek? Otobur, koyun, keçi, inek, yeşil bir ovaya girdi, bunun ot olduğunu nasıl
anlayacak? Sadece görüyor, kokusunu bile almıyor ama oraya doğru yöneliyor. Bir su kütlesi görüyor
ileriden, hayvan ağaç değil, ağaç kurur burada oraya gidemez ama hayvan gider, suyunu içer,
yaşamını sürdürür. Tartışmak istediğim nokta şu; hayvan bu düşünceyi nasıl edinir de bu tepkileri, bu
hareket sistemini geliştirir. Biliyorsunuz hayvanlar, yerlerini değiştirebilirler. Yerini demiyorum,
yerlerini diyorum, bu bağlamdan başka bağlama geçebilirler. Binlerce, on binlerce kilometre
gidebilirler. Söz gelimi göçmen kuşlar, kalkıyor buradan Afrika’nın güneyine kadar gidiyorlar.
Hocam ne dersiniz, sizden başlayalım. Bu hayvanlarda düşünce var mıdır? Özeti bu.
M- Geçen biz Çağlar’la konuşmuştuk. Hayvanlarda beyin var mı, var. Hayvanlarda beynin olması,
bence önemli bir başlangıç.
E- Bir öğrenme var. Sonuçta beynin çalışması, hücreler arasında iletişim kurulur. Sinapslar {134}

arasında elektrik bağları kullanılır. Demek ki belli oranda, hayvanın beyninde de zamanla ya da
yaşadıkça, antilop örneği belki tamamen doğuştan ama kedide ya da köpekte zamanla o değişiklikler
bir şekilde oluyor. Kokuları tanıyorlar, sahibinin kokusuyla beyninde oluşan ilişki onu bir şekilde
hareket ettiriyor. Bu da öğrenmeyi insan gibi mi yapıyor, bilemiyorum. Fiziksel olarak, kendiliğinden
olabilir.
Evet, Müjdat kardeşim.
M- Ben düşünmeyi dille bağlantılandırıyorum. Hayvanlarda da dil yok. Dolayısıyla da hayvanlar
düşünemez diyorum. Ama beyinsel işlemlerini yerine getirebilirler. Yoksa o beynin orada olmasının
hiçbir anlamı olmazdı. Kavramlar bize ait, bizim alanımıza ait öğeler. Biz düşünürüz, çünkü bizim
kavramlarımız var, dilimiz var. Bizim dilimiz de toplumsallığımızla alakalı. Biz toplumsal
olmasaydık, dilimiz olmayacaktı. Muhtemelen toplum öncesi, insan öncesi yakın akrabalarımıza
baktığımız zaman, onların dilinin olmadığını söyleyebiliriz. Dil ve düşünce, birbirini yaratarak
oluşmuş. Önce dil vardı, sonra düşünme oldu, ya da tersi değil. Bunlar birbirine eklene eklene
oluşmuş. Bunun hayvandan çok farklı olmadığını, bir derece farkı olduğunu düşünüyorum. Bu bizim
mekanizmamız sadece. En nihayetinde neye yarıyor? Yaşamaya yarıyor. Hayvandaki, bitkideki,
yaşamaya. Araçlar farklı.
İnsanın düşünme örgütlenmesi ile hayvanınki bir derece farkı, diyorsun.
E- Ama niteliği çok farklı. Bazı durumlarda derece, artık eskisi olmaz, yeni bir şeydir, niteliği
değişmiştir. Hayvanda beyin vardır ama dil devreye girdiğinde o düşünce ya da o beyin fonksiyonu,
tamamen nitelik değiştirmiştir. Tamamen farklı bir şeydir.
O- Alt derecesi gibi değil yani.
E- Değil. Derede farkı değil yani.
M- Dereceyi nasıl anlıyoruz onu bence belirlemeliyiz.
Ben anladım, hocamınki çok net. Hocam diyor ki bir öz farkı var, diyor. Yani nitelikleri, özleri çok
farklı, insan bilgisi ile hayvan bilgisinin. İnsan diliyle bilgiyi tespit eder, tarihi vardır insanın.
Hayvanda bu yok, diyor. Diyorsunuz herhalde.
O- Müjdat diyor onu.
E- Öğrenme oluyor ama tamamen duyumlara göre. Hayvanın aldığı duyumlar beyinde bir şeylere
uyarıyor ve o daha önce oluştuğu için ona tepki gösteriyor.
Yani sentez dediğimiz olay oluyor, diyorsunuz. Onu netleştirelim. Hayvan, belli bir duyumu alıyor,
neden-etki bağıntısı içerisinde. Karşıdan gelen bir nesneyi duyuyor, sinirler bunu beyne aktarıyor.
Oraya kadar tamam. Ben diyorum ki, gelen duyum genelde tek bir duyumdur, görmedir, duymadır.
Aristo’nun ortak duyular da vardır. Göz, hem biçimini görür, hem rengini görür, hem büyüklüğünü-
küçüklüğünü görür. Göz epey ortak bir duyumdur. Dokunma birkaç özelliği taşıyabilir. Sertliğini,
yumuşaklığını, sıcaklığını, soğukluğunu, nemli mi, rutubetli mi, pütürlü mü, düz mü vesaire. Aristo
buna ortak duyular diyor. Var sayalım ki ortak duyu getirdi bu veriyi. Yine de eğer bir imge yoksa,
bizde olduğu gibi, onu neyle birleştirecek, problem burada.
E- Ben o imgeyi tamamen beyinde kurulan hücreler arasında bir üçken olarak düşünüyorum. İnsan o
üçgeni isimlendiriyor ama hayvan o üçgeni isimlendirmiyor. O üçgen orada var.
Yani yine imgeden faydalanıyor.
E- Olmasa olmaz.
Olmaz, ben onu diyorum.
E- Orada bir öğrenme var. Bir kalıp, bir iz bırakmış sahibinin kokusu. Sahibinin kokusu iz bıraktığı
için, orada onunla birleştirince, bir davranış şekli oluyor. İnsanda o bırakılan izin başka bir yere
gitmesi, dil mesela, beyin çok karmaşık olduğu için o izi isimlendiriyor, başka bağıntılar kuruyor.
İnsan daha farklı ama derece farkı mı, ben orada derece farkı olduğunu düşünmüyorum çünkü niteliği
tamamen değişiyor. Mekanizma, işleyiş, birbirine benziyor.
Etikte bize gerekecek. Etikte göreceğiz ki bilgi, iyi eylemi sağlamıyor. Aristo’nun heksis dediği,
{135}

kazanılmış bir veriler, tözler toplamı, tözlerin bilgisi toplamı. Bu bizi erdemli yapmıyor, onu
seçmemiz de gerekiyor. Şunu mu demek istiyorsunuz? Bilgi, bir seçmeyi gerektirmediği halde yine de
bizi hayvandan ayrı yapmaya yeterli mi, istenci göz önüne almadığımız halde? Bunu şunun için
soruyorum; benim felsefemde, yani ben kursaydım hayvanla insan dediğimiz nesnelere arasında bir
ara sınıf sokardım. Dört ayaklı yapmazdım belki ama üç ayaklı yapardım. Düşünüyor, biliyor gibi
gözükenlerin hiç birisi, ne düşünüyor ne biliyor. O bizim antiloptan farkı olmayanlar büyük
çoğunlukta. Böyle bir ara sınıf yaratmak isterdim. Var da biz göremiyor da olabiliriz. Ortaya
getirdiğin düşünce son derece güzel, üstünde duralım bunun. Öz farkı mı derece farkı mı? Müjdat
kardeşimiz diyor ki bir derece farkıdır, siz diyorsunuz ki öz farkıdır, bunu tartışmak lazım.
Ç- İkisini bağlayabiliriz. Diyalektikten gidersek, burada da nicelik, niteliğe dönüşüyor. Tavuk
örneğini vermiştik. Tavukta tek mühürlük bir alan boş, o da ilk dakikalarda doluyor, yumurtadan
çıktıktan sonra. Kafasında bir kod var. Bu kod diyor ki, ilk gördüğün şey senin takip edeceğindir. O,
bu doğanın potansiyel aklı. O potansiyel akıl, bir şekilde onu buraya kadar getirmiş. Çok daha
önceden edindiği bilgi bu, genlerine işliyor. Yumurtadan çıktıktan sonra da ne görürse onu takip
ediyor. Bazen kaz oluyor, kimi civcivlerin bir kazı takip ettikleri oluyor, çünkü ilk gördüğü nesne o.
Merak ederdim, bu civcivlerin derdi ne, ha bire öterler, sürekli. Onun kafasında şu yok; ben bu sesi
sürekli yayayım ki çevremdekiler de beni korusun, kabul etsin. O sesi çıkarmazsam beni başka bir şey
zannederler, düşman zannederler, öldürürler. Bu düşünce yok ama o, bu tepkiyi sürekli veriyor,
doğuştan bir öğrenme, edinme var. Doğa ona bunu bir şekilde yaptırıyor. Bilincinde değil tabi. Tavuk
ne yapıyor, kümese aldığı civcivlere bakıyor, bu sesi çıkarıyorlar mı. Çıkarmıyorsa onu yabancı
sayıyor, tehlike görüyor. Hatta bir deneyde kocaman bir gelincik, civciv sesi çıkartıyor. Tavuk
{136}

tuhaflık hissediyor ama yine de saldırmıyor.


O- Burada bir öğrenme var mı?
Ç- Şöyle öğrenme var, bizim dilimizdeki öğrenme değil doğanın canlıya yüklediği öğrenme. Zamanla
gelişen bir öğrenme. Nedir, av-avcı ilişkisi, eş seçimi. Hayvan bu şekilde öğreniyor ve genlere de bu
şekilde aktarıyor. Sonradan edindiği bilgileri aktaramıyor tabi. Bu dünyada ya da bu evrende
potansiyel akıl var. Bizim şu an sahip olduğumuz akılla çok farklı.
Siz ne düşünüyorsunuz?
O- Sanki Ertan’ın söylediği daha kabul edilebilir geliyor. Derece farkından ziyade öz farkıymış gibi
görünüyor. Hayvanlarınki hayatta kalmaya yönelik, insanınki daha karmaşık.
M- Bence bitki de hayvan da insan da tek amacı hayatta kalmak. Onu güdüleyen, onu yönlendiren,
onun özsel parçalarını, niteliklerini oluşturan tek şey yaşamak. Yaşamaktan başka elimizde hiçbir veri
yok. Sadece yaşama güçleri bütün cisimlerin farklı. Mesela bir arı bizim göremediğimiz bir sürü
yetiye sahip. Bir böcek, bizim alamadığımız bir sürü kokuyu alabiliyor. Yaşaması için gerekli güze
sahip. Benim yaşamam için gerekli güç ise, benim onları niteliksel olarak, ya da sizin söylediğiniz
gibi derece olmayıp o artık nitel sıçramadır dedirten şey o, dil. Ama neden bu niteliksel bir sıçrama
olsun. O da bizim hayatta kalmamız için gerekli olan bir güç değil mi? İnsanla ilgili alanımızda bütün
saydığımız nitelikler, bizim yaşama gücümüzün nitelikleri değil mi? Bizim yaşama gücümüzün
nitelikleriyle ağacınki, hayvanınki, hatta kendi içlerinde bile bir sürü farklılıklar barındırıyor. En
nihayetinde hepsini şurada birleştiremez miyiz: Yaşam.
Hayatta kalmak. Murat bir şey soracaktınız.
Mu- Niye ha bire yaşamaya çalışıyoruz?
M- Başka bir şey yok çünkü elimizde.
Mu- Belki geniş kapsamlı bir soru ama hızlıca sorasım geldi.
E- Öyle bir amacımız yok, yaşamak diye bir amacımız yok.
Mu- Ama bakarsak, gözüken tek amaç dediği gibi bu gözüküyor. Ne olursa olsun yaşamak.
E- Orada potansiyel olarak bizim içimizde o var. Biz yaşıyoruz.
M- İçimizde yaşamak dışında bir şey yok. Olsaydı ondan da söz edebilirdik.
Müjdat conatusu hatırlayacaksın. Ne demek conatus?
M- Çaba.
Latince conatus, Spinoza’nın çok kullandığı ve sevdiği bir terim. Diyor ki, her olan olmayı
sürdürmeye çabalar.
Mu- Söylediğiniz bana çok yakın. Yaşam istenci zaten tüm varoluşun kökü ve temeli, Schopenhauer’e
göre. İsteme yani. Sonsuzca varoluş, sonsuzca yaşamak. Hatta bireyin önemi yok, türün önemi var.
Birey görmezden gelinebilir, türün sonsuz devamı uğruna. Örneğin, insan toplumunda şu yadırganır;
yaşlı kadın genç erkek evliliği ya da tersi. Çok şişman bir kadın, çok zayıf bir erkek. Ahlaksal olarak
nedense bunun acayip olduğunu düşünürüz. Hatta bazı toplumlar şiddetle bu yaş farkı vesaireyi kınar.
Sebebi, çok basit bir biçimde, sağlıklı bir çocuk ortaya koyamayacak olmalarıdır. Bireylerin birbirini
delice istemesinin bir önemi yoktur. Türe hizmet etmiyorlarsa onlar kınanır. Artık etik kılıfına
bürünmüştür ama kökü başka bir şeydir. Dil meselesine gelince, hayvanlarda dil vardır. Farkı,
onların dilinin soyut bir yapısının olmaması. En önemli ayrım bence bu. Bizdeki dil, bizim soyut
düşünmemize yardımcı oluyor. Ama kuşların ötüşünü, köpeklerin havlamasını, yunusların tuhaf sesler
çıkarmasını, arıların vızıldamasını, bunların bir dil olmadığını söyleyemeyiz. İletişim kuruyorlar, bir
takım şeyleri anlatıyorlar. Bir de tabi ölçü olmadan değerlendirme yapamayız. İnsanda bir insanlık
şovenizmi var. Olayın merkezi biziz ve sanki tabiat bizim çevremizde şekilleniyormuş gibi. Halbuki
bir kuş olsaydık, bir kuş olmanın en mükemmel koşulları bizde toplanmış olacaktı ve insan
aparatlarına ihtiyacımız olmayacaktı. Bazen insanın bu dünyaya antagonist olduğunu düşünüyorum.
Fiziksel olarak çok uyumlu gibiyiz, fakat bir taraftan da hiç uyumlu gibi değiliz. Örneğin soğukta
yaşayamayız, sıcakta yaşayamayız, çiğ et sindiremeyiz, çiğ karbonhidrat sindiremeyiz, örtünmezsek
olmaz, çok giyinirsek olmaz. Ama kutup ayısı öyle mi? Üzerinde kürkü var, eksi otuz derecede
yaşayabiliyor. Balığın yiyeceği gıda, hemen etrafında.
M- Şurada bir parantez açayım. Son buzul döneminde buzullaşma başlıyor, hayvanlar göç ediyorlar.
Ondan önceki şartlara alışmış olan kalan hayvanlar ölüyor ama insanlar alışık olmadıkları halde
kutuplarda yaşama olanağı buluyorlar. Yani araçlarımız farklı bence. İnsanla hayvanı aşağı-yukarı
tanımlamak yerine, araçlarımız çok farklı diyebiliriz.
Çok hoş bir sohbet yapıyorsunuz. Unesco, Eskimoları taşımak istedi. Dedi ki; siz dokuz ay
karanlıktasınız. On iki ay eksi kırk derecede yaşıyorsunuz, hiçbir ekipmanlarınız yok, bir iki basit
olta, bir iki basit silah. Hiçbir Eskimo buna yanaşmadı. Burayı terk edemem, burada yaşamak
istiyorum dedi. Devam edin ben sadece bilgi olarak aktardım.
Mu- Demek istediğim; insan, fiziksel olarak bulunduğu koşullara hiçbir şekilde uymamasına rağmen
kendini zihinsel gücüyle oraya adapte ediyor. İnsanın bir habitatı yok. Habitat, canlının doğal olarak
yaşam çevresine sahip olması anlamına geliyor. Yani balık denizde yaşar, kaplan ormanda yaşar, kuş
havada yaşar diyelim, insan nerede yaşar? Bunun bir cevabı yok. Buna benzer bir canlı türü daha var,
bakteri, virüs gibi şeyler. Böyle baktığımızda…
Pardon bir şey söyleyeyim, Scheler’in fikrini biliyor musunuz? Hani insan dünyaya açık, hayvan
çevresine açık, diye bir fikri var. Anımsıyor musunuz?
Mu- Evet anımsadım. Doğru, zaten bunu söylemeye çalıştım. Bizim düşünme farkımız, artık buna
derece mi deriz, nitelik mi deriz, kavram üretebilen bir sinir sistemimiz var. Yoksa yunustaki beyinle
insandaki beynin, organik yapı itibarıyla hemen hemen hiçbir farkı yok. Çok yakın birbiriyle,
şempanzeyle oldukça yakın. Hatta bu sinir sistemi o kadar gerilere gidiyor ki bir jöleden ibaret
denizanasında bile bunun temellerini görüyoruz. Böyle bir yakınlık var düşünme anlamında. Hayvanın
düşünmesi kendi alanına yeterli. O yüzden soyut düşünme ihtiyacı yok gibi.
İkinize bir soru sorayım. Durum bu ise, on bin yıl önceki herhangi bir tikel hayvanla, bugünkü tikel
hayvan arasında bir ayrım yapabilecek miyiz? On bin yıl önceki tikel insan, çok perişandı. Benim
kuşağımdaki insanlar çok şeyi yapıyordu, çok üstün başarılara ulaştılar. Gökyüzüne çıktılar,
gezegenleri buldular. Yaşama koşulları eskinin kat kat üstünde. Bu anlamda ne diyorsunuz? Tikel
hayvan, on bin yıl öncekinden bugün farklı mı?
M- Ben bir şey söyleyebilir miyim?
Tabi. Söyleyin diye sordum zaten. Bu çünkü hocamın öz dediği konuyu bize verecek ya da
vermeyecek.
M- İlerleme kavrama çerçevesinde sorulmuş bir soru.
Ben ilerlemeden sormuyorum. O terime bağlı kalmam.
M- On bin yıl önce ile şimdi arasında muazzam bir fark var. Çok şey başardık, çok şey geliştirdik,
her anlamda. Avrupalı ilk ilkel kabileyle karşılaştığında, acımışlar onlara. Zavallılar nasıl yiyorlar,
çatalları yok, giysileri yok, hiçbir şeyleri yok, teknolojiden bihaberler, dişleri acısa ne yapacaklar,
doktorları yok. Ama öyle değil, tam on bin çeşit bitkinin işlevini biliyorlar, ezbere. Hangi bitkinin
özsuyunun hangi hastalığa iyi geldiğini biliyorlar ve hastalık problemleri yok. Dışarıdan bakıldığı
zaman, bunlar karınca sürüsü gibi geberiyorlardır diye düşünüyorsunuz. Bizim teknolojimiz var, biz
yiyeceklerimizi çok güzel bir şekilde üretebiliyoruz. Adamlar dört saat çalışıyorlar ve kesinlikle
yaşamı çalışmadan ayırmamışlar. Yaşama ve çalışma aynı. Siz kaç saat çalışıyorsunuz diye sormuş
birisi, o ne demek demiş, çalışma kavramı yok. Yaşamın bir parçası çalışmak. Dolayısıyla çalışmak
bir eziyete dönüşmemiş. Şu anki uygarlığımıza bakın, eziyetin eziyeti bir çalışma içerisindeyiz. İnsan
ne yapmış? İnsan ta buraya kadar getirmiş işi. İnsanın kafası karışık.
Sevgili Müjdat özel olarak söyleyeyim, kendi yaşamımdan. Çocukken başım ağrıdı, bayağı da şiddetli
ağrımış olmalı ki mahallemdeki bütün bayanlar toplandı başımıza, kimi anneme diyor ki bunun
kulağını kesmek lazım, kan çıkartalım, kimi kafasını yaralım, kimi bilmem ne diyor. Hiçbirisinin bir
doktora götürelim dediği olmadı. Ben Atatürk’ün ölümünden altı sene sonra doğdum, yani uygarlığın
çok çok boy attığı bir dönemde doğdum ama bunu da yaşadım. Bir kere kesin olarak onu yadsıyorum.
Yani ben insanlar dün geriydi, bugün ilerlediler demiyorum. Çünkü bu çok görece bir kavram. Ama
şu var; bu bir gerçek, bugün arkadaşım sen cebine el atıyorsun, bu uygarlığın erdemi adına söylenmiş
bir söz değil kesin olarak, Amerika’daki kardeşinle bir saniyede konuşuyorsun. Eskiden
Amerika’daki kardeşinin yanına gitmek için birkaç ayın gerekliydi. Ben onu demek istedim. Bunu asla
küçümsemeyelim.
Ç- Daha ötesi de var. Bugün biz insanları birbirine de bağladık. Bu, düşünen dünya demek. Bir sinir
sistemi kurduk. Şu an dünya üzerinde, belki fark edilmiyor ama o internet ağları, bir sinir sistemi gibi
çalışıyorlar. İki fikir, iki zeka, dünyanın herhangi bir noktasında birbiriyle bağlantı kuruyor. Bu biraz
beyne benziyor. Artık dünya, düşünen bir yaratığa dönüşmüş durumda. Onu değerlendirmek lazım.
Eğer derece farkıysa, burada da muazzam sıçrama yapmış durumdayız. Nasıl ki matbaanın bulunması
bir sıçrama, elektriğin bulunması bir sıçrama, internetin bulunması da öyle. Gerçekten nitelik farkı
ortaya çıkıyor. Artık dünyanın tamamı tümleşik zekaya dönüşme yolunda.
Ben şunun için sordum bu soruyu, katılıyorum...
Mu- Bir örnek vermek istiyorum. On birinci yüzyıl, İmam Gazali, bir kitabında şikayet ediyor.
Kendisi o sırada Kahire civarlarında. Endülüs’te bir kitap çıkmış, bu kitap kendisine üç ay sonra
gelmiş. Biz diyor, nasıl ilim yapacağız? Endülüs’teki kitap bize üç ay sonra gelirse, bizim ilmimiz
nasıl ilerleyecek.
Çok kızıyor buna, doğru.
Mu- Endülüs Kahire arası herhalde bin kilometre var mı {137}
, daha mı fazla? Zamanın koşullarıyla çok
uzun bir mesafe.
M- Hocam, Kitle ve İktidar yazıldıktan yirmi sene sonra Türkçeye çevrildi.
Mu- Gibi. Sonsuz örnek var. Diğer taraftan nicelik niteliği son derece örten ve boğan bir şey. Bir şeyi
saklamanın en iyi bana göre onu tam ortaya koymak. Dün konuştuk. Bir kitapçıya girdiğiniz zaman
artık on binlerce kitap görüyorsunuz. Bu sizi şöyle bir ikilemde bırakıyor; bunların hangisine
yönelmeliyim. Belki de bunu düşünürken ıskalıyorsunuz, çoğu zaman ıskalanıyor zaten.
Şu var; bizim seminerde o türün, kalıcılığın önemi çok çok vurgulanır. Girmediğiniz için,
Herakleitos, Aneksimendros bağlamından başlayarak, tikellerle tümeller arasında, boyut ve düzey
arasında, onu çok güzel terimlerle biz yaklaştık. Onu belli bir yere de getirdik. Bir de bizim
tartışmamızda şöyle bir şey var; bizim her nesnemiz pişme yolunda. Yani şu bitti, alın kullanın yok
bizde, o pişecek. Şu tartışma sürecek. Bu güzel bir tartışmadır, bunu ilerleteceğiz.
Mu- Bu düşünce konusunda, hayvanlar, insanlar vesaire... Bence apriori, aposteriori hikayesinden
başlamamız gerekiyor. Anlığın kalıpları olarak, siz belki bundan hoşlanmayacaksınız ama…
Nereden biliyorsunuz?
Mu- Kalem çizip geçiyorsunuz.
M- Bu terimleri hiç kullanmadı. Belki bir ayı geçtik, daha henüz apriori sözcüğünü duymadık. Felsefe
kitapları da tıka basa apriori ve aposteriori sözcüğüyle dolu.
Ç- Baştan.
Baştan diyorum tabi, ben Türkçe olarak kullanıyorum. İşin en kötü yanı, benim ona yaklaşmamam
değil, ben yaklaşırım ama en çok kullananların o terimleri bilmeyişi beni delirtiyor. Kant hemen
aklımıza geliyor. Kant’a senin üstat çok da saldırır.
Mu- Tabi, evet. Onunla başlar, onu reddeder.
Onunla başlar, onun da çamurunu çıkartır, onu da söyleyeyim. Bir kere Türkçe terimleri seviyorum.
İkinci olarak da bu kavramsal yapıda ben apriori bilgi düzenleri göremiyorum. Bundan gücüllüğü
anlıyorsak, amenna. Onu zaten daha çok savunuyorum ama hazır helal, kurşunu erittin, getir kalıba
dök, kalıp orada bekliyor seni, kafada o kalıplar var. Yok öyle şey. Ben orada, bizim beynimizin
fazla mıncıklanmamış olduğunu düşünüyorum. Bilginin son derece zor elde edilebilen, büyük çaba
gerektiren bir uğraş olduğunu düşünüyorum.
Mu- Sizin söylediğiniz rafine bir dil. Benim bahsettiğim, az önce örneğini verdiğiniz yılanın doğar
doğmaz sineğin peşinde koşması. Ya da kaplumbağanın çıkar çıkmaz suya doğru gitmesi, antilobun
aslandan kaçması. Şimdi bu uzay-zaman, sebep-sonuç kalıpları, insan zekasının kavrayışının bunlarla
oluştuğunu varsayıyor Doğuştan getirdiğimiz, apriori yerine, önceden getirdiğimiz, önsel diyelim, bu
önsel yetiler olmazsa, zaten düşünce ve kavrayış söz konusu değil. Yani bir mekân algısı olmayan bir
beyin, büyük-küçük, iri vesaire, boyutla ilgili özelliklerden tamamen muaf…
Şimdi arkadaşlarımız size diyor ki, bu mekân dediğin şey, biz Türkçe uzay diyoruz, nedir, diyorlar?
Mu- Atatürk, hangi dili konuşuyordu?
Bir gün Falih Rıfkı Atay’la konuşurken diyor ki, ben Türkçe istiyorum. Falih Rıfkı Atay da birkaç
Türkçe önüne sunuyor. Evlat, diyor, senin benim için demedim, Türk ulusunun geleceğini
düşünüyorum. Yani diyor ki biz naneyi zaten yemişiz. Atatürk’ün Nutuk diye ünlü kitabını, düşün.
Mu- Osmanlıca bilmezsek anlayamayız.
O zaman sen açıkla da biz bilelim bakalım.
Mu- Ama mekan çok açık.
Yok. Bakınız, dün konuştuk biz. Arapça hayat, Farsça can ama biz karşısında birkaç tane Türkçe
koyduk. Bal gibi, şıkır şıkır. Bu hiç lüks değildir. Bir ulusun kendi diline sahip çıkması, onu
kullanması, onu diriltmesi, yüceltmesi, en doğal hakkıdır. Öyle düşünüyorum. Aksi halde biz, çıkış
yapamayız. Benim yaşım sizden daha fazla. Ben bir kitabın, dede, oğul ve torun tarafından
sadeleştirildiğini gördüm. Öyle kitaplar okudum. Onu önleyelim diyorum. Her yirmi yılda bir kuşak
bir dil yaratmasın. Bir İngiliz açıp Shakespeare okuyor. Şimdi Bâki’yi açsam kaç kelime anlarsın?
21.Gün
Dogmatik uyku
Birleşiklik, daha daralmış, daha az yaygın, daha az sürekli bir ilke dirilik, arkadan duyarlık. Du-
yarlılıkta dün bir kısım noktalarda takılmıştık. Acaba duyarlı nesneler alanında düşünme dedi-ğimiz
yapı düzeni var mıdır? Hocam dedi ki, ben bir öz ayrımı göremiyorum. Müjdat kardeşimiz de bir öz
ayrımı gördüğünü söyledi. Öz ayrımından söz ettiğimiz de bir ilkeden söz etmemiz gerekir. Yani
bilinen adıyla konuştuğumuzda, bitkilerden sonra, diri bileşiklerden sonra, duyarlılığa geçerken bir
atlama yapmamız gerekir, eğer öz farkı meselesini kabul edecek olursak. Doğrudan düşünmeye
atlamamız gerekir. Bu ise bizim sistemimize ters. Biz, dirilik, duyarlılık, düşünme, istenç diye
gidebiliyoruz. Doğa fazla atlamayı sevmiyor. Atlamayı seviyor da birinin üstünden atlamayı
sevmiyor. Zaten yapılan deneyler, gözlemler de bunu böyle ortaya koyuyor. Diri nesneler, duyarlı
nesneler, uslu ve istençli nesneler. Onun için ben, hayvan dediğimiz yapı düzeninde bir düşünme
örgütlenmesini göremiyorum. Belki bir kısım ögeler var, hocam onu güzel anlattı. Bir kısım
kodlamalar var. Kendi alanıyla ilgili tanımalar var. Onu kabul ediyorum ama bizim bilgi dediğimiz
bilgi anlamında bilgi edindiklerini söylemek çok zor. Şu ana kadarki deneyler de bunu doğruluyor.
Hayvan dediğimiz yapı düzeninde yaşam koşullarına uyma, biraz da kendi bilim alanının söylediği
gibi içgüdüsel olarak bir uyma var gibi gözüküyor. Bu, söylediğim gibi felsefede her konu gibi
rahatlıkla tartışılabilir. Düşünme, geçen dersimizde gördüğümüz gibi insana özgür bir yapı düzenidir
ve insanı başlatan temel ilkedir. Öz farkı, derece farkı gibi terimler kullandınız dün. Bu öz farkı
dediğimiz bizim, ilkelerin, büyük ayrım dediğimizin başka adıdır. Dirilik büyük ayrımdır, bir özdür,
bir yapı düzenin kurucu ögesidir. Duyarlılık öyledir. Öteki yapı düzeniyle birleşip özü yaratıyor ve
ayrımı ortaya koyuyor. Onu ondan ayırmamızı sağlıyor. Dedik ki; ayrım, bizim anlıksal ve dilsel
olarak yaptığımız bir işlemdir. Ontolojik bir temele dayanıyorduk, ezbere yapmıyorduk.
Düşünmeyi gördüğümüz için, insan bakımından, burada biraz hızlı geçmek gerekiyor ama ben en
azından sahibine saygı anlamında, ünlü Frege’den söz etmek istiyorum.
Mu- Gottlob Frege.
Evet. Matematiğin İlkeleri diye çok ünlü bir kitabı var. Bir derste söylemiştik. Öbekler, kümeler
kuramını geliştirmiş, ömür vermiş. O kitaptan bir tanesini de Russel’a göndermiş. Russel da mektup
yazmış, üstat siz yanlış yazmışsınız ve işareti de koymuş, şurada. Frege alıp okuyor, tabi sağduyulu
insanlar bunlar, önyagılı insanlar değil. Cevap yazıyor, diyor ki, üstat bütün ömrümü yaktın sen, emek
boşa gitti, dediğin doğru, yanılmışım. Bu düzeydeki insanların bu tutumları çok güzel. Frege
dediğimiz kişi bu. Tabi orada yanıldı başka alanda hiçbir şey söylemedi anlamına gelmiyor.
Felsefeye çok büyük katkıları olmuştur. Bizim bildiğimiz dilsel felsefenin başlatıcısıdır. İlk temel
koyan odur. Frege’in öne koyduğu bir kısım düşünceleri dile getirmek istiyorum. Çünkü duyum ve
düşünceyle çok yakından ilgili.
Düşünce nedir? Anlığımızdaki nesnelerle ilgili tasarımın öteki adı düşüncedir. Frege diyor ki,
bunların dört özelliği var. Beş diyebilirsin, üç de diyebilirsin, felsefe bu. Ama Frege çıkmış, dört
özelliği var demiş.
Birinci özelliği, bir dış özne herhangi bir anlıktaki düşünceyi duyumsayamaz. Müjdat’ın kafasındaki
gül düşüncesini hiçbirimiz gül diye koklayamayız. Onu diyor Frege. Çünkü diyor, düşünce
duyumsanamaz. Bunu biraz daha genişletirsek, anlığımızdaki diken düşüncesi kimseye batmaz.
Anlığımızdaki engerek yılanı düşüncesi kimseyi sokmaz. Anlığımızdaki ateş düşüncesi sigara
yakarken bize hiç yardımcı olmaz. Duyuma açık değildir. En yakınınız, çocuğunuz, anneniz, babanız,
kardeşiniz, dişi ağrıyor, inim inim inliyor. Onun ağrısını, ağrı düşüncesini siz duyumsayamazsınız.
Kestirimde bulunursunuz. Onun ne durumda olduğuyla ilgili bir kısım kestirimlerde bulunursunuz.
Dersiniz ki, acı çekiyor, doktora erken yetiştirelim. Ama onun çektiği acı, ancak oradadır, o düşünce
oradadır.
İkincisi; her düşüncenin bir sahibi vardır. Biz onun sahibiyiz diyor. Yeşil düşüncesi, gördüm bir
çayırlık, orada kurbağaları gördüm. Frege öyle diyor. Bu benim, iye olduğum, sahip olduğum bir
düşüncedir. Onu duyumsayan, düşünce haline getiren benim. Benim anlığımda, ben onun sahibiyim,
başka biri değil.
Üç; hiçbir düşünce taşıyıcısız olmaz, diyor. Hani ben onun sahibiyim ama başka düşüncelerin de
başka sahipleri var. Tamam, nesnel dünya kendinde vardır. Ama düşünce, anlıksal bir durumdur,
diyor. Anlıksal bir durum da açık ki bir anlığı ve anlığın öznesini gerekli kılar. Buradan bir yerlere
gideceğim tabi. Bir yerleri deşiyorum ben. Frege de deşmiş.
Dört; bunu kişiye özel olarak görüyorum, diyor Frege. Hepsi birbirine sıkı bağlı ama biraz daha
ayrıntı vermek gerekiyor.
Burada ayraçla belirtmek istiyorum, bizim dillerimizde ağrı, üzüntü, acı terimleri hep bir çorba olur,
karıştırılır. Ağrı, fiziksel bir durumdur. Bedensel düzenimizde bir kısım değişimler olur. Bir bıçak
keser, kafamıza bir taş düşer, ayağımızı çarparız vesaire. Duyduğumuz ağrıdır. Tıp bilimi de buna
ağrı der. Bir de üzüntü, acı vardır. Yine konu terimi olarak söylüyorum, acı üzüntünün eşanlamlısıdır,
ağrının değil. Ağrı yerin kullanılır, şuram acıdı, diye. Acımak anlıksal bir durumdur. Üzüntü gibi,
duygusal bir konudur. Siz gittiniz diş hekiminin koltuğuna oturdunuz. Diş hekimi aleti aldı, dişinize
dokunmaya başladı, bir ağrı duymaya başladınız. Anlığınızdan, düşünme evreninizden bir şeyler de
geçiyor. Diyorsunuz ki, bu dişçi çok paracı bir adam, hiç kimseye acımıyor, yoksul falan dinlemiyor,
herkesten para alıyor, insanlık adına çok üzüntü verici, diyorsunuz. Bakın, duyduğunuz ağrı başka,
üzüntü başka. Bunu bilhassa belirtmek istiyorum, üzüntü bir duygudur, ağrı fiziksel bir durumdur.
Duygu olarak üzüntü ya da bir acı duygusu, sonuçta özneldir, kişide olur biter. Buradan bir yere
gitmek istiyorum. Frege de oraya gitmiş. Her ne hal ise biz deneyci, gözlemci olarak çok iyi notlar
verdiğimiz, hatta benimsediğimiz John Locke, David Hume, Berkeley gibi ada düşünürleri,
biliyorsunuz arkadaşlar deneycidir bunlar, gözlemcidir. Kısa Avrupası filozofları usçudur, klasik
üçleme Descartes, Spinoza, Leibniz. Orada da bir üçleme vardır onlar da deneyci olarak bilinir.
Burada belki de bir ironi var, Frege’in de karşı çıktığı nokta o. Diyor ki; siz düşünce diyorsunuz,
düşünce varsa nesne vardır, düşünce yoksa nesne yoktur. Hatta Berkeley en doruk noktadadır, bunu
söz konusu da etmiştik, var olmak algılanmaktır, bizim deyimimizle duyumsanmaktır, yoksa nesne
yoktur diyor. Frege’in dediği neydi, bizim geçmişte biraz söylemeye çalıştığımız? Düşüncenin bir
taşıyıcısı var, taşıyıcısız düşünce olmaz, diyor. Getirdiği bir eleştiri bu. Berkeley’e yöneltmek istiyor
ki; tamam düşünce diyorsun ama onun taşıyıcısı ne olacak? Eğer taşıyıcısı varsa, demek ki anlık diye
bir şey de var. Çünkü düşüncenin olabilmesi bir anlık gerektiriyor. Bu anlık da bir tözü, özneyi
gerektiriyor. Hani sen var olmak, düşüncede olmak diyordun ya, demek ki düşünceden önce bir anlık
bir özne olmalıdır, diyor. Eleştiri son derece derin. Önce bir taşıyıcıyı, özneyi, anlığı var sayacağız.
Varsaymadan sen o düşünceyi havada, vardır düşünemezsin.
Yine Frege meşhur sabah yıldızı-akşam yıldızı diye bir gözleme başvurur. Nedir bu? Sabahleyin de
gördüğümüz parlak bir yıldız vardır, onu akşamleyin de görürüz. Eskiden bu akşam yıldızı, bu da
sabah yıldızı diye algıladılar senelerce. Ama bir gün dediler ki, bu bizim Venüs gezegeni dediğimiz
gezegen. Sabahleyin de gözüküyor, akşamleyin de gözüküyor. İki yıldız değil bir yıldız var, bugün bu
biliniyor. Tabi bunu bulan Frege değil, çok çok önce biliniyordu bu. Frege aldı dedi ki, sabah yıldızı
diyoruz ve ekliyoruz akşam yıldızıdır diyoruz. Bunların en azından söylemi ayrı. Anlamları ayrı, biri
akşamleyin gözüküyor, biri sabahleyin gözüküyor. Ama diyor, gönderimleri bir, Venüs gezegenine
gönderiyor. Demek ki gönderimsiz bir söylem olamaz. Bu üç filozofa sessizce yönelttiği eleştiri bu.
Sen gönderimsiz bir düşünceden söz ediyorsun. Bu anlığımızda olmuş bitmiş, gönderimin nedir,
nereye gönderiyorsun, diyor. Veya bizim Türkçeyle söylediğimiz imlemin ne? Bir imin var burada,
edinmişsin, nereden edinmişse o da belli değil ama gönderimin ne, hangi nesneye gönderiyorsun?
Gösterge, bir gönderim gerektirir, diyor. Frege’in bu düşüncesini çok özet olarak sizlere sundum.
Frege ile ilgili Türkiye’de iki kitap yayınlandı , vitrinlerde denk gelirseniz almakta sıkıntı
{138}

çekmeyeceğiniz bir düşünürdür. Matematikçi filozoftur.


Mu- Berkeley’in aslında yanıtı var gönderim hususunda. Diğer ikisinin yok, John Locke ve David
Hume’un. Locke ve Hume düşüncenin taşıyıcısı noktasında bir yere pek varamazlar ama Berkeley çok
güzel varır; var olmak algılamaktır ve algılanmaktır. Biz algılamadığımız vakit nesneler nerede diye
bir sorudan yola çıkar bilirsiniz.
Umarım bizi yukarılara götürmezsin.
Mu- Ben götürmüyorum Berkeley götürüyor.
Anladım, ayağın yerden kesildi de.
Mu- Sorusu şu: Tamam, bir algılayan olmazsa varlıktan söz edemeyiz. Biliyoruz ki ben görmesem de
kapalı bir kapının arkasında ofis eşyaları duruyor. Peki, bunun durduğundan nasıl emin olabiliyoruz.
Ben onu algılamazken orada varoluşundan nasıl emin olabiliyoruz? O da diyor, işte Tanrı’nın her şeyi
aynı anda algılamasından, neşet eder.
Yani bizim anlığımızda değil ama Tanrı’nın anlığında.
Mu- Dün potansiyel akıldan bahsettiniz. Berkeley enteresan bir adam, düşünceleri çok radikal, bana
göre.
Piskopostur biliyorsun.
Mu- Evet. Taşıyıcı olmakla ilgili Berkeley’in elinde bir Tanrı imgesi var, diğerlerinin yok. Locke ve
Hume, o konuda belirsizler. Zaman zaman tanrıya kayar ikisi de.
Kayar doğru. İkisinde de var o düşünce, biliyorum. Hatta Hume’un Din Üzerine kitabı da var.
Mu- David Hume’u çok beğenirim. Çok enteresan fikirleri vardır.
Kant diyor ya beni dogmatik uykumdan uyandıran adamdır. David Hume’un derinlikli olduğunu hep
konuşuyoruz, kabul ediyoruz. Yalnız şu var: Temellendirme bu olunca biz düşünemiyoruz. Biz, insan
öznelerden söz ediyoruz. Tanrısal öznenin zihninde vardı yoktu, bunu konu edemiyoruz. Bu
Berkeley’in kendi sığındığı bir şey, o bizi temellendirmiyor. Biz, senin bulunmadığın oturumlarda
yüklemleri sınıflandırdık, içkin yüklemlerden söz ettik. Bunu çok özet olarak, sana aktarmamız
anlamında… Seni yüklemlerin oluşturur. Sen bir bileşiksin, dirisin, duyarlısın, düşünensin, istençli
bir nesnesin. Descartes’i eleştirdik. Düşünüyorum diyorsun, sen olmadan nasıl düşünüyorsun. Frege
onu diyor zaten, sen önce bir ol, ondan sonra düşünürsün.
Mu- Açıkçası ben Frege’i çok önemsememiştim. Derhal edineceğim.
Edin. Frege çok derinlikli biri. Zihin bir dış dünya değil mi? Algılamak için ona ihtiyacın var değil
mi? O yoksa neyle algılayacaksın. Burada Berkeley tosluyor. Demek ki anlığımızda var diyebilmek
için anlığımızın olması gerekiyor. Anlığımız ise dış dünyanın bir parçası. Oysa sen onu kanıtlamaya
çalışıyorsun. Bir yandan var sayıyorsun hem de kanıtlamaya çalışıyorsun. Bu felsefede yok. Biz buna
gözbağcılık deriz. Sen önce bir, anlık, zihin, düşünen özne var diye kanıtlayacaksın, ortaya
koyacaksın, ondan sonra düşüneceksin. O söz bize havada geliyor. Onun için benimsemiyoruz. İki;
Frege’in eleştirisi Descartes’e yöneliyor, doğrudan doğruya. Bir taşıyıcı olmadan düşünce olamaz.
Düşünüyorum diyorsun, ondan sonra düşünene geçiyorsun, geçemezsin diyor. Önce düşüneni ortaya
koy. Çünkü düşünme edimi ve düşünce ürünü, bir düşünen yoksa yoktur. Bunu tartışılacak hiçbir yanı
yok.
Bunu epistemolojik bölümdeki boşluğumuza eklemiş olalım. Yalnız dünkü tartıştığımız konuda şöyle
bir şey olabilir mi, diye merak ettim, ediyorum. Acaba diyorum, evrenin yasaları da var, onu da
göreceğiz, evrenin yasalarında karşımıza çıkacak olan bir konu olabilir mi? Her bir nesne alanı bir
ilke ile ortaya çıkıyor. Ben biliyorum, insana geçtiğimizde karşımıza iki nesne çıkacak ve bizim
Müjdat karşıma dikilecek. Evet insan iki ilke ile oluşuyor, nasıl oluyor, diyecek. Anorganik doğa,
birleşikler, tek ilke. Otlar, ağaçlar, ikinci ilke ekleniyor, diriler de ekleniyor birleşikliğe. Hayvan
alanına geçiyoruz duyum ekleniyor. Ama insana geçince iki ilke, düşünebilirlik ve istençlilik, yani us
ve istenç, yeti olarak konuştuğumuzda. Aklından geçiyor değil mi, bu iki ilke neden var, diye. Bu
böyle arkadaşlar. Bilen insanla eğleyen insan çok ayrı insanlardır. Bunu etikte göreceğiz. Acunumuz
bilenlerle dolu, tıka basa, herkes biliyor ama isteyen yok. İstek değil, istenç gösteren yok.
Dün belki unuttuk, hayvanlar istek duyar. Hayvanlar seçmez. Acıkınca yiyecek arar, susar suyu arar.
O gereksinim istektir, bizim çıplak anlattığımız, bizim de sık sık duyduğumuz. Karnımız acıkırsa,
yemek yememiz bir isteğin yerine getirilmesidir. Orada istence gerek yok. Ama istenç, yeme işlemini
gerçekleştirirken, edimin seçiminde gerekli. Yoksa bir ekmeğe, aşa yönelirken değil, edinirken. Sana
diyor ki acıktınsa yemek ye ama lokantanın camını kırarak ye, demiyor. Çalmış olursun. Acaba
diyorum, hayvan âlemine geçtiğimizde, dün hocamın da söylediği, onu ben düşünmemiştim, bazı
kodlamalar var mı, hayvanda bu ikileme başlıyor mu? İnsanda sırıtır halde göreceğimiz ikileme,
hayvanda bir gücüllük olarak karşımıza çıkıyor mu? Yavaş yavaş beliriyor mu? Çünkü hayvanları da
bir kenara atamıyoruz. Gerçekten evreni iyi tanıyorlar. Ona bir başlangıç mı, diye merak ediyorum.
Ç- Ben öyle olduğunu düşünüyorum açıkçası. Bir arkadaşın köpeği var, öteki arkadaşta da kediler
var. Arkadaş ona gidince kedileri seviyor, eve döndüğünde köpek bunu kokluyor, o kedi kokusunu
alıyor ve patisini vuruyor. Bozuk atıyor, kıskanıyor, bir rahatsızlık duyuyor. Demek ki burada ufak
tefek var, onu hissettiren.
Geçen gün bir bakıcı çocuğu dövüyordu, televizyon gösteriyor. Kedi bakıcının üstüne atlıyor.
Müdahale ediyor yani.
Ç- İlginç örnekler var tabi. Başka bir arkadaşımın Pitbull’u vardı. Hayvan eğitimine gönderdi.
Geldikten sonra bir alışkanlık edinmişti. Arka-daş bağırdığında, sert çıktığında, arka ayağını kaldırıp
tekletmeye başlardı. Hiçbir problemi yok ama.
Mu- Şartlı refleks olmuş.
Ç- Belki de. Ben merak ediyorum, o numarayı yapmayı öğrendi mi acaba? Öğrenme ihtimali var
gibime geliyor.
Mu- Öğreniyorlar. Fakat onlardaki düşünce, somut düşünce, soyut düşünceye geçmiyorlar.
Ç- Buna dair de örnek var.
Mu- İpuçları da yok değil, var. Mesela ayılar suyun başında balık avlıyorlar ya, sadece karnını
ısırıyor, geri kalanını atıyor. Hâlbuki kocaman balık, onu yiyip karnını doyurabilir, bir tür keyif
yapıyor gibi. Çok daha farklı örnekler var.
Ç- Şempanzeler sayı saymasını öğrenebiliyor. Önlerine bilgisayar koyuyorlar. Ondan dokuza,
dokuzdan ona sıralayabiliyor. Bu tam bir soyutlama gibi görünüyor.
Kargalar cevizi kırmızı yanarken atıyor bekliyor, biraz sonra yeşil yanıp arabalar cevizi kıracak
toplayacaklar.
Mu- Bir filozofun bir lafı var, beni çok güldürür. İsmini hatırlamıyorum, çağdaş düşünürlerden biri
sözde. Der ki; maymunun biri yukarıdaki muzu almak için bir kamış kullanarak onu dürtükleyebilir.
Sonra düşürür ve düşürdüğü vakit de derhal yer. Fakat burada akılla ilgili hiçbir şey yoktur, apaçık
ortadadır ki bu iştahın zaferidir. Ne yapması gerekiyor, tabi düşürdükten sonra muzu yiyecek.
İştahın bir tek maymunda olduğunu ortaya koyması gerekir ki hayvanların hepsinde var.
Mu- Bir kürek bahçe toprağı aldığımızda içinde milyonlarca mikroorganizma buluruz. Çok küçük,
nematod denen solucan benzeri şeyler vardır. Bunların damak zevkleri var. Önlerine marul yaprağı,
kereviz yaprağı, maydanoz yaprağı koyuyorsunuz, kerevizi tercih ediyorlar. Hepsiyle beslenebilir.
Tabi bu düşünceyi biraz işlemek gerekiyor. Batılılar pek fazla yapmamışlar. Uexküll anlamında
söylüyorum, büyük bir hayvanbilimciydi. Dost alanı, düşman alanı, üreme alanı diyor ama felsefe
olarak boşlukta bırakıyor. Bir nesne bir kısım şeyleri biliyorsa bilme yetisi olmadan onu nasıl
bilecek. Uexküll’e bizim sorabileceğimiz soru budur. Bir hayvanın dost alanındaki, düşman
alanındaki sayısız nesneleri ki sayısızdır. Bir etobur için ne kadar eti yenen nesne varsa bu dost
alanıdır. Yine o hayvanın binlerce düşmanı vardır ormanda bunların her birini tanıyor olması gerekir.
Tanıyor olabilmesi için de o nesneleri tanıması gerekir. Uexküll adına söylüyorum, üç alanı var,
başka alanı yok demek, onu bilgi yetisinden yoksun etmiyor. O alanları bildiğine göre bir bilgi yetisi
var demektir. Çünkü bildiğinden söz ediyoruz.
Ç- Şunu da ekleyelim, çok daha önemli. İşaret dilini öğreniyorlar kimi primatlar.
M- Burada şöyle bir ayrım koyabilir miyiz? Hayvanlar bilebilir ama bildiklerini bilemezler.
O tabi, kesin. Hayvan alanının, hatta bitki alanının bile o kadar hızlı geçilmemesi gerektiğini
düşünüyorum. Bunları bizim insanımız, çevremizdekiler basite alıyorlar, basite alınacak konular
değiller.
Mu- Serol Teber’i bilirsiniz herhalde, Sibernetik isimli bir kitabı vardır. Orada bu bilinç düzeyini
çok daha yaymış. Örneklerinden biri, buzdolabı. Buzdolabının iç ısısı, dört derece ile yedi derece
arasında değişiyor. Fakat belli bir anda kaç derecede olacağını önceden kestiremiyoruz. Bu,
buzdolabının bilincidir, diyor. Kaç derecede olacağına kendisi karar verir gibi bir yaklaşımı var.
Murat kardeş bunu bizim arkadaşlarla da konuştuk. Bir saati kuruyorsunuz, alırken de satıcı size
söylemiş olabilir. Diyor ki; bu saati kurdunuz mu, kırk iki saat çalışır diyor. Siz kurdunuz, koydunuz,
bir arkadaşınıza diyorsunuz bu saat kırk iki saat çalışacağını biliyor. Diri olmayan nesneler,
tasarımını kendi koyamaz, birileri koymak zorunda. Orada buzdolabı bilemez. Birileri onu
kilitlemiştir.
Mu- Tabi, buna formel bir bilinç diyemeyiz ama durumun değiştiğini de ortaya koyuyor.
O taşımadır. Yani insanbiçimcilik dediğimiz, diriliği bütün evrene taşımışlar Grekler. Thales diyor
ki, her şey tanrılarla dolu.
Ç- Çevremize sürekli akıl yüklüyoruz. Akıllı buzdolabı, akıllı fırın… Onun ötesinde, yavaş yavaş
programlamaya da başladık. Pek çok endüstriyel alanda kullanılan gelişkin bir sistem var; bulanık
mantık. Olguları rastlantısal olarak da değerlendirmeye başlamış. Önemli bir gelişme. Biz akıl
yükledikçe sanırım eşya iyice akıllanacak.
Mu- Bu sene epistemoloji üzerine sohbetler ediyorsunuz. Şunu sormak istiyorum; elimizde hala en net
bilgi tanımı Platon’unki gibi gözüküyor değil mi?
Yok, Platon’da değiliz. Platon’u konu ettik elbette. Platon’un her kitabında bilgi ile ilgili çeşitli
parçalar var. Theaitetos adlı (Theaitetos bir matematikçidir), Kratylos adlı (Kratylos, Herakleitos’un
hayranıdır), öteki kitaplarında Parmenides dâhil, Phedon (Phaidon)… Anamnesis, anımsama, özet
olarak söylersek –biz ruh terimini ne de karşıyız– ruh diye bir yetimiz varmış, o idealar evreniyle
komşu imiş, oradan ideaları tanıyormuş. Bu tikeller evrenine indiğimizde her bir insanda o ruh olduğu
için o anımsıyormuş, idealar evrenindeki ilk tanıdıklarını. Bilgi demek anımsama demektir. Hatta
Phedon diyaloğunda şöyle bir sözü de var Platon’un; düşünme ruhun kendi kendisiyle konuşmasıdır.
Biz buna karşıyız nesnesiz düşünemezsin. Biz Platon’u biliyoruz ama katılmadığımız çok kısmı var.
Mu- Nesnesiz düşünürüz bence.
Düşün bakalım.
Mu- Soyut düşünce, matematik.
Yok. Bu Nicolai Hartmann’ın real varlık alanı, ideal varlık alanı dediği bir ayrımdan yola çıkalım.
Diyor ki, tüm dünyadaki gözlemlediğimiz, uzaylı ve zamanlı nesneler real varlık alanıdır. Ağaç, taş,
kaya, insan… Bir de, ilişkiler alanı var, mantıksal ilişkiler, matematiksel ilişkiler. Burada nesneler
soyuttur, diyor. Üçgen dediğiniz zaman aklınıza bin tane üçgen gelebilir. Sayın hocam fizik öğretmeni,
derse girse dese ki arkadaşlar siz zaten üçgeni biliyorsunuz, dörtgeni biliyorsunuz, anımsama
kuramına göre benim ne gereğim var, ben çıkayım da gideyim, derse ne olur? Müdür kutlar mı? Bizim
felsefemizde varsayımlar yok. Oturacaksın, kanıtlayacaksın ya da doğrulayacaktır. Eğer Popper’ci ise
yanlışlayacaksın. Yoksa biz ona bilgi demeyiz, diyemeyiz. Diyeceğimizi birilerinin ortaya koyması
gerekir. Nesnesiz düşünemezsin, bu matematik de olsa çocuk deneysel, gözlemsel dünyasından
rakamları bilecek. Öğretmenler aylarca çocuklara kerrat cetvelini öğretir, rakamları öğretir, biçimleri
öğretir. Bizim o olgusuz diye düşündüğümüz alanda bile birçok veri, bize öğretilmeden o işlemleri
yapamıyoruz.
Mu- Ada filozofları gibi konuştunuz, John Locke gibi. Tabula rasa’dan bahsediyorsunuz.
Tabi, öğrenmemiz gerekiyor. Aksi halde, girdik sınıfa, dediğim gibi çok soyut da olsa, siz her şeyi
biliyorsunuz, hadi eyvallah. Yok öyle bir şey. Onu atlamak istemiyorum, mantık yasaları düşünce
yasaları değildir, düşünme yasalarıdır. Nasıl düşüneceğimiz öğretir bize. Bir nesne ile yüklemlerinin
tanınması işleminden çok farklıdır. Aldın bir nesneyi, taş, ağırlığı var, bu bir gözlemdir, deneydir.
Sert, içine işlenemezliğinden anlıyorsun. Özgül ağırlığı şu, rengi şu, kokusu şu. Bu, bizim bildiğimiz
bilgi edinmenin deneysel yoludur. Bir de düşünmenin yasaları var. O mantık yasaları dediğimiz
şeydir. Düşünme edimi sırasında diyor ki sana mantık, beni saygıyla önüne koy, bana uy. Demek
istiyor ki; taş diye belirlediğin nesneye on dakika sonra, durum değiştikçe ağaç deme, dedirtmem
sana. Zırvalatmam sana, diyor. Taş demişsen taş, taştır.
Mu- Durum değişti, fizikçiler bunu değiştirdi. Tek yarıkta girişim olayı.
E- İki olasılık var, ya A’dır ya A değildir. Mantığın üçüncü yasası.
Mu- Bence felsefenin ne kadar gerekli olduğuna dair güzel bir örnek.
E- Burada ikisi de olabilir durumu var.
Ben size somut bir örnek vereyim, onun üzerinden çalışalım. Yağmur ya yağacak ya yağmayacak.
Bunun klasik örneği budur.
E- Klasik dünyada söylediğiniz geçerli ama kuantum durumunda bunu mantığa nasıl uyarlayacağız
bilmiyorum. Bir şey artık hem A, hem de A değildir, olabiliyor. Daha doğrusu onu hayatımıza
sokabiliyor.
Bunu biraz örneklesek.
Mu- Deneyi anlatmalıyız . Fakat bu mantığın temel yasalarını yok sayıyoruz anlamında değil.
{139}

Bununla ilgili bir kitap var, ismi Fizik ve Felsefe . Heisenberg, müthiş bir fizikçi, hepimiz biliyoruz
{140}

tanıyoruz. Bu deneyler üzerine felsefi çıkarımlar yapıyor. Fakat felsefeden o kadar bihaber ki yaptığı
yorumlar çocukça. Tüm bilimlerde böyle bir bilgi sınırına geldiği vakit o işin erbapları, doğal olarak
bunun felsefesini yapmaları beklenir ve gerekir. Ama felsefeyi o vakte kadar dışarıda tutup ihtiyacınız
olduğunda kendi verilerinizi yorumlamaya kalkınca ortaya çok garip bir durum çıkıyor. Felsefenin ne
kadar gerekli olduğuna dair bir örnek olarak düşünmüşümdür ben. A, ya A’dır ya A değildir hususu,
şu an kuantum fiziğindeki bir deneyde…
Oraya gitmene gerek yok. Biz gördük, bir Herakleitos’umuz var bizim. O bunu daha güzel söylüyor
bana sorarsanız. A, diye bir şey yok diyor. A, A da dese A, A olmayan da olabilir, bu bir süreçtir
diyor. Yani hem A’dır hem A olmayandır. Onu Herakleitos çok daha felsefi bir dille anlatmıştır, buna
bir şey demiyoruz. Biz iletişim dünyasında, bir nesnel dünyada yaşıyoruz. Nesneleri tanımak,
birbirimize aktarmak gerekiyor. Onu tartışıyoruz, saygı da duyuyoruz amenna da önümüzdeki çam
ağacı da elli yüz sene yaşıyor karşımızda. Diyoruz ki, bu çam ağacı.
E- Schrödinger Kedisi olayı var. O kutunun içinde kedi ölü müdür, değil midir? Ya ölüdür ya
değildir? İkisi birden, hem ölüdür hem diridir. Kuantum fiziği artık bunu ortaya getiriyor. Gözlem
yapmadan bir şeyi belirleyemezsin. Gözlem yaptığınız an, sadece bir olasılığı, bir seçeneği
gözlemliyorsunuz. Gözlem yapmadığınız sürece fiziksel gerçeklik milyonlarca olasılığı barındırıyor.
Bir parçacık nerededir? Her yerde olabilir. Gözlem yaptığınız zaman sadece bir yerdedir. İkili
durumlarda, o çift yarık deneyinde bu daha net oluyor. Parçacık dalga mı, ya oradan geçmiştir, ya
oradan geçmiştir. Gözlem yapmadığımız sürece, yarıkların arkasında oluşan desen öyle bir desen ki
bunu ya buradan ya buradan geçmiştir diye açıklayamıyoruz. İkisinden birden geçmiştir şeklinde
açıklıyoruz. Tek parçacık sanki bir dalgaymış gibi davranıyor.
Ben ona saygı duyarım. O Hegel’in ki Hegel’in değildir o diyalektik. Diyalektik, doğrudan doğruya
Herakleitos’undur.
Mu- Schopenhauer der ki, Hegel için; tarih bir daha sıradan bir köylüyü bir dahi gibi gösterecekse,
bunu Hegel gibi birahaneci suratlı bir Almandan yapmasın.
Ben de aynı görüşteyim. Çok gürültü yapıyor. Bir felsefeci değil arkadaşımız. Bir kısım saptamaları
var, ona saygı duyarım. Heidegger, Herakleitos’u bir profesörle diyalog şeklinde kitaplaştırmışlar,
tek doğru cümle yok. Yazıklar olsun.
22.Gün
Mikro itirazlar
İstenç, evrenimizin en daralmış, en son ilkesi. Biliyorsunuz ilkeler, içkin düzenimizin kaçınılmaz
öğeleri. Öteki yapılarda biz, çift ilke görmedik. Ama insan yapısında bir us ilkesi, düşünebilirlik ve
istenç ilkesi görüyoruz. Bu ikilem nereden kaynaklanıyor, nasıl olabiliyor, bunu nasıl
yorumlayacağız? Bir; bunun üstünde duracağız, öncelikle istenç nedir? İki; niyet nedir? Çok
duyarsınız bunu, o çok iyi niyetli; iyi niyetlerle yola çıktık; kötü niyetli; senin kötü niyetli olduğun
belliydi. Günübirlik konuşmada bu iyi niyet, kötü niyet çok konuşulan bir konu. Bir, bunun
Türkçesini arayacağız. İki, ne anlama geldiğini arayacağız. Üç, iyi niyet kötü niyet –daha öz olarak
niyet– ile eylem arasındaki bağıntıyı inceleyeceğiz. Çok önemlidir. Denebilir ki etiğin omurgası
orada kilitleniyor. Bütün dinler buna çok ağırlık vermişlerdir. Eski Ahit’te var, Yeni Ahit’te var,
Kuran’da var, bir biçimde hepsi buna başvurmuş.
El-Ezher Üniversitesi’nin bir Berber Kapısı vardır, ne anlama geliyor bilmiyorum . O kapının
{141}

üstündeki kitabede şöyle bir anlatım var: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey
vardır”. Eylemleriniz niyetlerinize bakılarak değer biçilir. Sizin ödülleriniz niyetlerinize göre
verilecektir. Bu bir hadis, bunu göklere çıkartırlar. Gördüğünüz gibi oldukça sade, yalın, anlamı açık,
söylemesi de çok basit. Yani önemli olan niyettir, diyor. Eylem ikincildir, niyetiniz iyiyse gerisi
önemli değil. Tabi biz etiğimizde, kesin olarak öyle düşünmüyoruz. Niyeti çözümlerken göreceğiz.
İstenci çözümleyeceğiz, niyeti çözümleyeceğiz, eylemi çözümleyeceğiz. Eylem olmadan erdem
üzerine konuşamayız. O içsel dünya, vicdanım, benim içim, benim niyetim falan bunlar mavaldır.
Eylem olmadan biz, etik üzerine, ahlak felsefesi üzerine, erdem üzerine konuşamayız. Öncelikle
sormamız gereken şudur: Eylem nedir? Eylemlerin insansal yaşamdaki değişkelerine bakacağız.
Erdem alanı var, suç ve ceza alanı var, işlemler alanı var, geçimlik alanları var. Bunun erdemle ne
ilgisi var, ona bakacağız. Amaç kategorisi işin içine girecek. Dün de bir parça söyledik, insan
alanımız, yapay alan, bir dünya kurmuşuz orada yaşıyoruz, hayvanların böyle bir dünyası yok. Biz
görmesek de yapay alan bizi çepeçevre sarmış. Hatta doğadan fazla sarmış. Doğayı tanıyoruz. Soluk
alıyoruz, güneş doğuyor, deniz, rüzgâr var, biliyoruz. Ama insan alanında biz, çok sıkıntılıyız.
Acunumuz bildiğimiz ve bilmediğimiz yasaklarla, kurallarla dolu, üstelik kuralsızlıklarla da dolu.
Birileri çıkıp ben böyle emrettim diyebiliyor; gel bakalım arkadaş, uyaydın, yasak. Böyle bir alan.
Birileri gelip bir gün diyebiliyor ki, hadi arkadaş, seni başka yere gönderiyoruz. Ne suçum var, ne
yaptım ben, evim, bahçem, tarlam var burada. Tarlanı başkasına verdik, evini de. Bizim yaşam
alanımız böyle çetrefil bir alan, bunu çözmek gerekiyor. Bu etik alanı, çok karmaşık bir alan, üzerinde
durulması gereken çok şey var. Sokaktakilerin, ben şöyle düşünüyorum, sen benim niyetime bak,
gerisi önemli değildir, öyle değil arkadaşım.
İstenç nedir? İstenç, çok yalın bir şekilde, bir seçme yetisidir, bir yetinin adıdır. Us gibi, anlık gibi,
kesin olarak bir yetinin adıdır. Hani derler ki özgür istenç, bu totolojidir. Düşünen us der gibi,
düşünmeyen us olmazsa.
Ç- Biz Müjdat’la oraya varmıştık geçen sene. Özgür istenç demenin bir anlamı olmadığına…
Evet. İstenç özgürlük yetisidir, özgürlük bir kiptir. Gördük kiplerin ne olduğunu, kipler bizim
dışımızdadır. Bu da eylem alanının bir kipi, dışımızdadır. Biz özgürlüğün içerisindeyiz, özgürlük
bizim içimizde değil. Biz hep o kipin içerisindeyiz, o nedenle de özgürüz. Köle de özgürdür. Hani
Spinoza’nın –Müjdat sevinsin diye söylemiyorum, öyle olduğu için söylüyorum– zorunluluk ve
zorlanmış ayrımı vardır. Üçgenin iç açılı olması zorunluluktur ama köle, köleliğe zorlanmıştır.
Birileri ona sen kölesin diye dayatmışlardır. O köle olarak dayatılmışlık içerisinde de olsa yine de
özgürdür, onu da bilin. Çünkü o özgürlüğünü kullanabilir, efendisi uyurken efendisinin kafasına bir
taş geçirebilir veya kaçabilir. Yani kölenin bile düşündüğümüz zaman sayamayacağımız kadar çok
seçenekleri vardır. Ama Hegel’in dediği gibi o, bir biçimde onu seçmiştir. Niye seçmiştir? Dikkat
edin, özgür olduğu için seçmiştir. Özgür olmasaydı köleliği bile seçemezdi. Kölelik başına gelmiş
gibi, bir uğrama gibi, köleliğe uğramış gibi gözükse bile seçmiştir. Şunu açıkça söyleyebiliriz; köle,
ben köleyim ne yapayım dediği zaman bile, yan cebime koyun demek istiyordur. O, özgür yaşamayı
yük bulmuştur. Özgürlük bir yüktür arkadaşlar. Özgürlüğün, yükümlülük diyeceğiz Türkçesine,
Arapçasıyla külfettir. Bu hep bizi sıkmıştır, özgür olmak, seçiyor olmak. Hemen, babama sorayım,
falana sorayım, danışacağım bunu… Alamıyor o yükü üstüne, birilerine sorma gereği duyuyor.
Seçimlerin bir kısım ağababaların güdümüne girmesinin temel psikolojik nedeni budur. Bu bir
ontolojik yapıdır, bunu biliyorlar. Varıp birilerine soruyorlar, ben kime oy vereyim diye.
Çalıştığım bir bölgede böyle bir ağayla söyleşide bulunurken, bu ağa çevresinde kendisine bağlı olan
obaların beylerini birilerine satmıştı. Dedim, nasıl güveniyorsun bunların söylediğin yerlere
kullanacaklarını. Dedi; bunlar, Neptün yıldızına bile gitseler, orada bile benim dediğimi yapmak
zorundalar, başka seçenekleri yoktur. Söylediği reylerin hepsi çıktı gerçekten. Yani kölelik, baş
eğmişlik, ne kadar bizim sağduyu dediğimiz kaba gözlemimize aykırı olursa olsun, çok hoşa gider.
Görücü usulü evlenme vardır, gençler bayılır. Anasının, babasının, teyzesinin, halasının gidip kendi
adına kız aramasından mutlu olur. Aklının köşesinden bile o kızın boyu posu nedir, huyu suyu nedir,
yüzü nasıldır bakmak gelmez. Birileri ona bakıyor mu, tamam. Bu gencin görüldüğü kadarıyla hiç
kimseye de ekonomik bağıntısı yoktur. Genç, en çok üreten o. Yani diyemez ki ben bakayım, göreyim
ederim, hoşuna gider çünkü. Birileri onun yerine seçiyor, yükten kurtarıyor. Affedersiniz eşek bile
semerden bu kadar coşkuyla kurtulmaya çalışmamıştır. O özgürlük yükünden kurtulmaya çalışmak,
insanların doğasında vardır. Yine bu öyle olmasa, seçmen dediklerimiz nasıl üretilecekti? Hiç
birisinin seçimle, seçmekle ilgisi yoktur. Birileri diyor, git şu kâğıdın altına bir mühür bas da paçayı
sıyır, bitti. Adam diyor, beş sene sandığa gitmeyeceğim, tamam.
Demek ki istenç, bir seçme yetisidir ve özgürlük bir kiptir. Kara kıtasındaki Avrupalılar topladı,
gemilere bindirdi, Amerika’da pazarlarda Afrikalı insanları yüzlerce yıl sevk etti, aktardı ve sattı.
Ölenleri denize attılar yolda, çok adam öldü. Bunun araştırması henüz yapılmış değildir, çok insan
katledildi. Yalnız şu var, gemilerden kaçıp, atlayıp denize intihar etme vakası hemen hemen hiç
olmadı. Ben köle olarak yakalandım, satıldım, Amerika’ya gidip ikinci bir satışa uğrayacağım, o
kaygı olmamıştır, kuzu kuzu gitmişlerdir.
Bir adım daha atalım. O da insan soyumuzun çok acı bir öyküsüdür. Özgürlük getirenler çok
sevilmemişlerdir. Özgürlük getirenlerden tiksinilmiştir, nefret edilmiştir. İnsanoğlunu binlerce yıllık
prangalardan kurtaranlar, hiç de iyi anılmamıştır. Bugün biz de yaşıyoruz bunu. Bir örnek vereyim.
Avam, yani halk, kara budun –Orta Asya’da kara budun derlerdi, budun ulusun bir toplum biçimindeki
durumuna deniyor. Türk budunu, Çin budunu, Hint budunu, devlet değil de toplum, sosyolojik bir
terim– diyor halka, yani onu aşağılıyor. Kara budun dedikleri, aşağıladıkları bölümü bir kenara
koyalım. Türk Kurtuluş Savaşı’nı yapan Büyük General Kurtarıcı Mustafa Kemal, cumhuriyeti
kurmaya kalktığında önüne dikilenler en yakın silah arkadaşları oldu. Bunların hepsi generaldi, hepsi
çağcıldı, hepsi çağdaşlık nedir çok iyi biliyordu ve hepsi hanedanın ihanetini somut olarak görmüştü.
Buna rağmen, bizim babamız, dedemiz, soyumuz, topumuz padişahtan ekmek yedi diye cumhuriyete
yanaşmamışlardır. Atatürk yapayalnız kalmıştır. Kara budunu bırakın arkadaşlar, görüyor musunuz
kölelik nasıl hoşa gidiyor? Diyor ki; gene padişahımız olsun, efendimiz olsun, biz onun kölesi olalım,
Türkçesi bu. Padişah olmak kulu olmak gerektirir, bağıntılı. Padişah olup özgür vatandaş olunmaz,
nesnenin doğasına aykırı. Bunu söyleyen bir sürü koskoca general. Ondan sonra siz çıkıp diyeceksiniz
ki, Atatürk devrimlerini halk içselleştiremedi. En yakın arkadaşları içselleştirememiş. Demek ki
tarihsel olarak özgürlük getirenler göklere çıkartılmamıştır. Özne oldu mu kendisi karar verecek, bu
hiç hoşuna gitmiyor.
M- Bununla ilgili Lars von Trier bir filmi var. Çok da enteresan bir filmdir . Tiyatro sahnesinde,
{142}

sinema filmi çekti. Dekor neredeyse hiç yok. Tebeşirle alanlar çizilmiş. Duvarlar, kapılar yok. Bir
mafya babasının kızı var. Bir kasabaya rastlıyorlar, kasabada köleler var. Bu kız çağcıl bir kız. Ben
bunları kölelikten kurtaracağım, diyor ve onları kölelikten kurtarmaya gayret ediyor. Hiçbiri o kadını
sevmiyor, tek suçlu o kadını görüyorlar. Sen bize ne yaptın? Her şeyi biliyorduk, nasıl yaşamamız
gerektiğini, nasıl davranmamız gerektiğini. Hayat yordamımız belliydi, her şeyimiz belliydi. Şimdi
her şey belirsiz, şimdi yer şeyi biz seçmek zorundayız.
Hiç bilmiyorum ben bunu ama resmi güzel çizmiş. Ben buna şiddetle katılıyorum çünkü gerçekten
özgürlük, istenç bir yük. O yeti beynimizde sanki bir ur gibi duruyor. İnsanlar, eğer ellerinde olsaydı
tümörlerinden önce o istenç denen bölümü söktürmeye çalışırlardı, rahatlamak için. Bunu bilelim
arkadaşlar.
M- Tabi burada sorun asıl şu: İnsan özgürlük yetisine sahip bir özne olarak nasıl oluyor da köleliği
seçebiliyor?
Sorun o, onu göreceğiz. Ucundan da dokunduk. Birileri benim yerime karı seçiyor, birileri benim
yerime yönetim seçiyor, birileri benim yerime yaşam biçimi seçiyor, rahatlıyor.
Ç- Kolay çünkü. Hiçbir sorumluluk yok.
M- Kolay sözcüğü burada yine karşımıza çıktı. Demiştim ya daha önce kişioğlu kolay olanı seçer.
Ursula Le Guin diye bir bilimkurgu yazarı var. Onun özgürlük tanımı çok hoşuma gitmişti. Sizin
tanımıza çok benziyor. Özgürlük, yokuş yukarı taşınan bir yüktür, diyor . Bir çuvalda taşırsın, sonra
{143}

yokuşu çıkarsın, bırakırsın. Ferahlama duygusu ama önce onu taşıyacaksın, ta yokuşun tepesine.
Aynen öyle. Hepimiz düşünüyoruz, en azından biz düşünüyoruz şu anda. Kadın denen bir özne var. Bu
bizim geçmişimiz, tarihimiz bakımından, binlerce sene belli bir kilidin altına sokulmuş, özne
sayılmamış. Mustafa Kemal diye bir kahraman gelmiş, sen tanık olmak bir yere, savcı, yargıç, avukat,
kaymakam, pilot, doktor, devlet başkanı olursun. Bugün erkeğin yaptığı her şeyi kadına yapmayı
emretmiştir. Mustafa Kemal’in zamanından kalma, çok ünlü, destanlaşmış, söylencelere girmiş pilot
kadınlarımız var. Atatürk’ün kendi yanında yetiştirdiği insanlar var. Eşeğe binmeye cesaret edemeye
kadını, uçağa oturtmuş. Ama o kadın bunu bugün tekmeliyor. Demek ki öznelik ağır gelmiş kadına.
Bugün dinsel akımlara körük taşıyan kadınlardır. İstediğiniz kadar yadsıyın bu, bu. Kadınlar, bu
değirmene su taşıyorlar. Diyorsun, sen üniversiteyi bitirmişsin, hukuku bitirmişsin, mühendis
olmuşsun hala oradasın. Ona bile ağır gelmiş Mustafa Kemal’in getirdiği. Bu çok korkunç! Hani
özgürlük diyorduk ya, demiş ki; sen iki metrekarelik odalarda oturmamaya tutuklu değilsin, çık
dışarıya. O Platon’un mağarasına doğru sürü sürü giden kadınları siz görmüyor musunuz?
M- Burada şöyle bir belirsizlik yok mu? Kadınlar diyoruz, kadınlar dediğimiz an bir soyutlama
yapıyoruz. O soyutlamadan da bir yere varamıyoruz. Çünkü kadınlar dediğimiz zaman artık bir
kadından söz etmiyoruz. Bir kadından söz edebilseydik eğer, eylemlerinden dolayı o kadınla ilgili
çok olgusal ve gerçek konuşabilirdik. Ama kadınlar dediğimiz zaman artık başka bir şeyi daha
devreye sokmamız gerekiyor. O da toplumsal yasalar. Tarih, din, gelenek, hukuk, hepsinin toplamı.
Bazı toplumsal kriterler ortaya koymadan kadınlar diyemeyeceğimiz kanısındayım. Yoksa kadın
şöyle, erkekler böyle, gündelik hayatta en çok kullanılan kalıplaşmış konuşmalar.
Tamam bu. Yani siz dışkın yüklemlerimizi karşımıza alalım diyorsunuz, bağıntıları, bağlamları
elimize alalım, amenna. Bırakın bir kadını, bir ağacı, taşı, balığı bile o dediğiniz koşullardan
soyutlayarak düşünemeyiz. Zaten ben de oradan geldiğim için böyle söylüyorum. Sizin söylediğinizi
somutlaştırmak istediğimizde, Osmanlı koşullarını düşünürüz. Dinsel yapı baskın, Padişah her şeye
egemen, herkes kul, ataerkil bir aile, dinsel bir aile… Öyle bir yapıda kadını anlıyorum. Ama ben o
bağlamdan söz ediyorum. Mustafa Kemal diyorum, devrim yapmış, dünyayı ayağının altına getirmiş,
üniversitelerin kapısına arkasına kadar açmış, gel kızım demiş. Ben o bağıntılardan gidiyorum.
M- Beş bin yıllık kölelikten sonra yüz yıllık bir tecrübeyle çok yol kat ettiler.
Ben etmediler demiyorum. Edemediklerinden söz ediyorum.
Ç- Hazıra kondular ama.
Evet hazıra kondular, onun için kıymetini bilmediler. Bu kadınlar Atatürk’ten yüz yıl geçtikten sonra
bu yolda olmamalılar. Kabul etmiyorum, mazur göremem. Bu insanın temel köleliği ile ilgili,
söylediğimiz, ontolojik yapıyla ilgili bir tutumdur. Yoksa çevre koşulları diyorsun, düşünebiliyor
musun, biz orada kızların omzuna bir torba takarlardı, gönderirlerdi hocaya. Git hoca, gel hoca. Bir
gün kız gelirdi ki evde birileri var. Dünür geldiler kızım, seni verdik, bitti. Kız bu konumda mı
şimdi? Getirilen olanakları kötüye kullandılar, ben öyle düşünüyorum.
Ç- Önlerinde bir alternatif var. Çocuk yaşta bahsetmiyorum, o tornadan geçecekler ama yine de bir
seçme şansları var.
M- Elbette olacaktır ama siz tornanın gücünü o kadar yadsıdınız ki…
Ç- Tornanın gücünü yadsımıyorum. İstenci ortadan kaldırırsan zaten ona bir şey diyemeyiz.
M- Zorluğun ölçüsünü ortaya koymak için söylüyorum.
Ç- Kaldırırsak diyorum, o bizim nesnemiz olmayacak, o başka bir türe girecek.
M- İstenci düşünürken, bu iki yapıyı birlikte düşünmek zorundayız.
Ben düşünmeyelim demiyorum, dikkat buyurun. Bu olmasaydı bile insan soyu yine de bir biçimde
ontolojik eğilimi kötüye doğru. İyi, zorluyor onu, hoşuna gitmiyor. Çünkü iyinin bedeli var, iyi
olmanın bir bedeli var. Erdemde göreceğiz, oraya girdik zaten. Bedelsiz olsaydı, herkes erdemli
olurdu.
M- Kötünün de bedeli var hocam. Sadece iyinin bedeli var değil.
Kötünün epey de ödülü var, onu da söyleyeyim. İyiye ödül yok.
Ç- İnsan kendi seçerse, sonuçlarından sorumlu tutabileceği tek bir insan olabiliyor, kendisi. Mutsuzsa
kendi seçiminin sonucu. Yaptığından dolayı sakatlanır, yaralanır, aç kalır, susuz kalır vesaire, yine
kendisini sorumlu tutar. Özgür olmayan bunu yapmıyor. Diyor ki, onlar yüzünden, senin yüzünden,
öteki yüzünden. Hep bunu söylüyor, kendisine hiçbir sorumluluk kalmıyor. Seçimler ona ait değil
çünkü. Özgür insan, yaptıklarından dolayı sorumluluğun büyük bir kısmını kendinde bulmak
durumunda kalıyor. Arada böyle bir fark var, iyi veya kötü.
Şöyle bir konu var, o beni sıkıntıya sokuyor. Bu sözünü ettiklerimiz, gel seni bu işin tam uygulandığı
ülkeye götürelim, her koşulun yerine gelecek ama o rejimin yaptığı gibi yaşayacaksın, gelmezler. Gel
seni Osmanlı’ya götürelim desek, gelmezler. Ben bir meslek olarak söylüyorum, deney olsun diye
binlerce soru sormuşumdur. Gel şu sizin kalıtınızı, mirasınızı İslam hukukuna göre çözelim
demişimdir, hiç kimse yanaşmamıştır.
M- Burada da devreye, yine etiği konuşurken tanımlamamız gereken kişisel çıkar devreye girmiyor
mu? Kişisel çıkar, daha sonradan belirlenmiş yapay kriteri altüst ediyor.
Ama dün ne yapıyordu? Dün ona iyi diyordu. Şu andakiler, Atatürk’ün getirdiği her şeyi kucaklıyorlar
da fazla geliyor. İçselleştirememişler ama bir biçimde onun iyi olduğunu da o hayvansı içgüdüleriyle
duyuyorlar, hissediyorlar.
Ç- Benim bir kafesin olsun ama kafesim geniş olsun.
Bu kadınların tutumunun ötesinde, ontolojik olarak bağımsız olmak, özgür olmak, insanların fazla
hoşuna gitmez. Mustafa Kemal diyor ki, bağımsızlık benim karakterimdir. Onun için savaştım,
bağımsız olmalıyım, diyor. O halde ulusumu da oraya getirmeliydim diyor, bunu iyi anlamak lazım.
Tabi çok döneceğiz istence. İstençle epey boğuşacağız.
M- Ethica’da istenç denince hep haz ve acı ile karşılaştım. Bir tarafta haz duygumuz vardır bizi
yönlendiren, bir tarafta acı duygumuz vardır yine bizi yönlendiren. Bir tanesini seçeriz, hazza
yöneliriz. Bütün bedenimiz bizi hazza yönlendirir. Yine bütün bedenimiz bizi acıdan uzak tutmaya
çalışır. Bütün bu etik alandaki seçimlerimizi bu iki kritere doğal kritere göre yaparız. Tabi istisnalar
devreye girecek şimdi, acıdan kaymayan insanlar var denecek, o zaman ne diyeceksin.
Yok onu demeyeceğim
Ç- Ben de demeyeceğim.
M- Ya da hazzı istemeyen insanlar vardır, o zaman ne diyeceksin.
Onu da demeyeceğim, başka şey diyeceğim. Bu üstat, hazzı nasıl seçiyor, hangi yetisiyle, ya da acıyı?
M- Yönelme. Haz…
Biraz sonra göreceğiz, niyetin Türkçesi yönelmedir. Ama yönelme, niyet, kesin olarak anlıksal
düzeydedir. Potansiyel, gücüllük düzeyindedir. Yani asla eylem aşamasını anlatmaz. Kesin olarak
anlıksal düzeydedir, düşünme düzeyindedir, bilme düzeyindedir, asla edim düzeyine geçmemiştir.
M- Hazzı ve acıyı seçmek için değil, etiği anlamaya çalışırken, haz ve acı önemli kavramlar olarak
düşünüyorum.
Onu kullanırken işin asıl sahibine in. Bu haz ve acı, ağrı daha doğrusu, acı üzüntünün eş anlamlısıdır,
Spinoza’nın dediği ağrıdır, haz hoşlanmadır, yani sevinç ve üzüntüden bahsetmiyor.
M- Çeviriler çok muğlak.
Bizim Türkçemiz üzüntü ve sevinç olarak daha iyi anlatır.
M- Hilmi Ziya Ülken, üzüntü ve sevinç, Aziz Yardımlı, haz ve acı demiş.
Epikür, bizim işimiz ağrıdan kaçmak sevince yaklaşmak, yaşamımız odur. Ama diyor, bizim haz
dediğimiz şey o değildir. Epikür, Spinoza ile aynı şeyi anlamıyor. Spinoza’nın, bilmem anımsayacak
mısın, bir önermesi var. İnsanın özü, nedir, ne der?
M- Arzudur.
İstektir. İnsanın özü istektir diyor, çok açık bu. Ne demek? Bedensel dünyamıza tutuklanmak demektir.
Yeme, içme, barınma, yaşam. Olay o. İstençle bunun ilgisi yoktur. İnsanın özü istek değildir, hayvanın
özü istektir.
M- O istekle istenci şöyle ayırıyor, isteğin bilincinde olma haline istenç diyor.
Yok. Spinoza istekle istenç arasında bir bağlantı kurmaz, istek der, bizi ona indirger. Bu bizim
bildiğimiz hayvansal yaşamın temel özelliğidir. İstençle ilgili önermesi var; düşünmek, istençli
olmaktır. O önermesi de var. Yani düşünme ile isteme arasında hiçbir çizgi çizmez, o odur der.
Burada kesin olarak o önerme var. Biraz erken girdik o konuya.
M- Etiğin temel kavramlarını anlamaya çalışıyoruz ya…
İstençteyiz daha, isteğe geleceğiz. Çok erken girdik. Çıkamayız o zaman işin içinden, boğuluruz.
İkinci hususumuz niyet, yönelmek. Bir kısım filozoflar, dinler, önemli olan niyet, eylem ortada olmasa
da olur, der. Ya da eylem nasıl olursa olsun, diyelim ki iyi niyetliyim gerisi önemli değil, gibi son
derece sıradan bir düşünceye sahiptirler. Neden sıradan diyorum? Niyet ve eylem kuşkusuz ki çok
ayrı olgulardır. Birbirleriyle bağlantıları vardır ama biri ötekine doğrudan gitmez. Söz gelimi siz çok
iyi yönelimli olursunuz. Ne demektir yönelimli olmak –niyeti kullanmıyorum? Anlık, düşünme
düzeyinde, çıkıp dersiniz ki falan eylemi yapmak doğrudur. Kararınızı o eylemin yanında kurarsınız.
İyilik etmek iyidir, yalan söylememek iyidir, çalmamak iyidir, bu bir yönelimdir.
M- Eylemden yola çıkıyor.
Tabi onu değerlendireceğiz. Etik alanında biz, yüklemlerin yüklemleriyle uğraşacağız, dedik. Çalmak
bir edimdir, iyi ya da kötü diyoruz. Başka bir alandayız. Anlık düzeyinde bizim yönelimimiz de zaten
eylemleri değerlendiriyoruz. Çalmak kendi başına hiçbir anlam ifade etmiyor. Diyorsun ki çalmak
kötüdür, bu bir yönelimdir.
M- İyi niyetle çalmak. Onu öyle tanımlıyorlar ya hocam. Ben çaldım, çalmak kötüdür ama yönelimim
iyiydi. Çaldım onda çok vardı, biri açlıktan ölmek üzereydi, ondan alıp ona verdim. Yönelimim iyi
olduğu için bu kötü değil.
Acele etme, çok acele ediyorsun. Bağlantıları var diyoruz. Sen, çok iyi yönelim içinde olursun, hiçbir
kötü yönelimin yoktur ama kötüyü yaparsın. O durumlar yaşam alanımızda sık sık karşımıza gelir, sık
sık insanın başına gelir. Araba kullanırsın, adam öldürmek diye bir yönelimin var mı? İstemeden
çarparsın, öldürürsün.
Ç- Mesela denizde adam boğulmuş, adam ölmeyecek belli, biri de yardım etmeye kalkıyor. Kalp
masajı yaparken göğüs kafesini kırıyor, adamı sakatlıyor.
Gibi. Yani yönelimimizle eylemimizin uyuşmadığı çok durum vardır. Sen ava gitmiş, dan çekmişsin,
istemeden adam öldürmüşsün, öldürürsün. Sen keklik mi vurmak istedin, adam mı? Yönelimimizle
eylemlerimiz koşut olmayabilir. Yaşam alanımızda bunun binlerce örneği vardır. O nedenle de hukuk,
bunu düzenlemiştir. Diyor ki, amacı aşan eylem, niyeti aşan eylem. Buna tutmuş iki sene ceza vermiş,
adam öldürme dememiş. Birisine hırsla bir tokat patlatıyorsun. Tokat patlatmak senin öldürme
isteğini hiç de ortaya koymaz, sonuçta bir kızgınlık. Ama adam bir tokat atınca gidiyor. Burada hukuk
diyor ki senin yönelimini aşmış bu. Bir de şu var; kötü niyetli olursun, iyilik yaparsın. O da var.
Yaşam alanında bunlar hep var.
Esas noktasına gelelim. Acaba iyi niyetli olmak bizi ne kadar aklar. Diyelim ki biz gerçekten çok iyi
bir yönelime sahibiz, her şeyin iyi olmasını istiyoruz, bütün eylemlerin en olumlusunun peşindeyiz,
insanların yüzünü güldürecek, mutlu edecek eylemleri düşünüyoruz. Bu, deposunda çuvallar dolusu
altını olan adamın iyilik yapmayı düşünüp de kimseye bir kuruş vermemesine benzer. Hiç kimse
böyle pinti, kısmık adama ödül vermez. Ben iyi yönelimliyim, benim niyetim iyiydi ama
gerçekleştirmedim. Ninem de öyle yapardı. Sen iyi niyetliysen bunu eyleminle desteklemelisin.
M- Bundan önce bundan önce bir soruyu açıklığa kavuşturmamız gerekmiyor mu? Baştan tanımlı
varsaydığımız bu iyi ve kötü, nasıl kavramlar da biz bütün kavramlarımızı sanki bunlar veriliymiş
gibi, iyi ve kötü var, şimdi bütün mesele şimdi bunları yorumlamak, iyi ve kötüyü durumlara
uygulamak, istisnalarını keşfetmek… Bu iyi ve kötü ne? İyi ve kötüyü nasıl belirliyoruz. Bunlar bizim
doğamızda…
Bu ontolojiyi çok seviyor bizim Müjdat, farkında değil. Epistemolojide doğruluğun çeşitlerini
görürken anımsayacaksın, notlarımızda olmalı bu. Dedik ki, doğruluk ve yanlışlık epistemolojinin
temel terimleridir. O epistemolojide kendi evinde oturur, başka alanlara da geziye gider. Mesela
etiğe de gider, dedik. Orada doğruluktan ve eğrilikten söz ederiz, doğruluk ve yanlışlıktan değil.
Oradaki doğru iyi karşıtlığının değişik terimlerle, göç etmiş terimlerle anlatılmasıdır, dedik. Bunların
ne olduğunu etikte göreceğiz, orada bıraktık onu. Ama diyeceğiz daha. Etik bitti demedik ki sen iyiye
kötüye girdin.
Niyeti biraz açalım. İngilizcesi nedir yönelmenin? Intention diye bir terim var mı?
Ç- Evet.
Yönelmeden bir nesneyi düşünemeyiz. Daha önce de bu birçok filozof tarafından konmuştur. Bir
nesne olmadan o nesne üzerinde düşünemezsin. Bu yönelmede de herhangi bir eylem söz konusu.
Anlığımızda bir eylemi söz konusu etmişizdir. Demişizdir ki bu eylem iyi, yapılması gereken bir
eylem, ben onu yapayım. Yönelme budur, daha hiçbir eyleme geçmemişiz. Diyoruz ki Amerika, Irak’ı
işgal etmiştir, ben gideyim orada Irak’ın yerli güçlerine destek vereyim, ben de asker yazılayım,
savaşayım. Diyorsun ki, bu yönelme iyi. Bir gün birisi geliyor diyor ki, kardeş biz Irak’ta zulüm
gören askerlere yardım topluyoruz, biraz parasal yardım yapabilir misin? Her nedense oraya asker
gitmeye kafanda karar vermişsin ama bu yardım heyetine elli kuruş da vermiyorsun. Böyle yönelme,
eskilerin iyi niyet dediği şeyi oluşturmaz. Yani kuru kuruya bir yönelme olmaz. Böyle bir yardım
kurulu gelmişse, en büyük yardımlardan birisini senin yapmış olman gerekir ki, benim öyle bir
kararım vardı, öyle bir yönelimim vardı diyeceksin. Yaşam alanında şöyle de bir şey var; insanın
usundan neler geçmiyor ki, iyilik yapmak adına. Ama çoğu elimizin altında olduğu halde yapmaktan
kaçınıyoruz. Ondan sonra diyoruz ki ben çok iyi niyetli bir adamım. O zaman kötü niyet de belli
olmaz hale geliyor. Siz birilerini evlatlık edinmişsiniz, Türk hukuku buna izin veriyor. Ya demişsin
evlat kuru kuruya yaşamaz, evlendirmişsiniz. Muhteşem bir kadın, göz koymuşsunuz sizin evlatlığın
karısına. Ya diyorsun toplum ne der buna? Yani kötü niyetin en koyusu içimizi işgal etmiş. Ar namus
duygusunu bir tarafa bırakmışsınız. Dikkat edin gerçekleştirme henüz yok. Belki sonsuza dek de
olmayacak ama siz, namussuzun namussuzusunuz. Elinizle büyüttüğünüz, elinizle everdiğiniz
evlatlığınızın karısına göz dikmişsiniz. Nedeni ne olursa olsun, bunu açığa vuramamışsınız,
gerçekleştirememişsiniz. Gerçekleştirseydiniz ancak bu kadar namussuz olurdunuz. Yani
Hıristiyanların göz zinası denen şey. Sen bakıyorsun, şu kadın benim olsa. Diyor ki, zina etsen ne
olur, aynı şey. Demek istediğim şu, bütün yönelimler insanı aklamaz. Kötü yönelim seni o eylemi
gerçekleştirmişsin gibi erdemsiz yapar, arsız yapar –ar terimi namusun Türkçesidir. Günlük yaşamda
bu böyledir. Onu ne kadar eleştirilecek bir eylem olarak düşünürseniz düşünün, ayrı bir konudur ama
onu yapmış sayılırsınız.
İyiyi düşündüğünüzde onu yapmış olmanızı şart koştum ama kötüde yapmış olman hiç gerekmiyor.
Onu koşullar elverdiğinde yapmanız için hiçbir engel yoktur, yaparsınız.
M- Komşunun kadınına kötü niyetle yöneliyorsunuz. Bu bir yönelmedir, bir de bunu
gerçekleştiriyorsunuz. Gerçekleşmiş durumla yönelme durumun aynı odluğunu söylüyorsunuz. Hukuk
açısından aynı değil. Hukuk, yönelmeyi asla cezalandırmaz.
Biz etikteyiz, hukukta değiliz. Ceza alanında elbette ki niyetin böyle, gel bakalım seni yargılayacağız
diyemez, eylem çıkacak. Burada niyeti yargılıyoruz, iyi ve kötü niyetleri sorguluyoruz. Bunu
kavramamız, sorgulamamız gerekiyor. İyi niyet eylemle desteklenmeden hiçbir anlam taşımaz.
Taşıdığını söylediği öznesine bir ödül, bir artı getirmez. Onu herkes kolayca söyleyebilir. Ama kötü
niyet, eyleme geçsin geçmesin, taşıyıcısı için utanç nedenidir. Bunun herhalde kabul ederseniz.
Etmiyorsanız koyun ortaya tezinizi tartışalım.
M- Kabul edilmeyecek bir durum yok.
Bütün eylemlerimizde var. Dünyamızda ne kadar eylem varsa, her alanda bu niyetin eylemle olan
ilişkisi hep vardır.
23.Gün
İyinin ve kötünün ötesinde
Dedik ki niyetin Türkçesi yönelmedir. İyiye, iyi bir eyleme yönelme anlıksal bir durumdur. Bu hiçbir
zaman –dışkın– eylem değildir. Anlığın kendi içindeki bir eylemidir, kesin olarak bizi insan özne
olarak harekete geçirmeyen bir durumdur. Bunu şöyle belirtelim. Düşünme bir eylemdir sonuçta, hem
de taşkın eylemdir. Motoru çalıştırdınız, motor çalışıyor sisteme vermemişsiniz. Sisteme vermek için
şanzımanı devreye sokmanız gerekir. Debriyaja basmanız, vites kolunu hareket ettirmeniz, motorla
şanzıman arasındaki bağlantıyı kurmanız gerekir. O zaman sistem motora varır. Bu da ikinci bir
eylem. Bizim söylediğimiz, iyiye yönelme, kötüye yönelme gibi durumlarda motorun çalışması var.
Şanzımana vermemişsin, sistem o motorun çalışmasına katılmamış. Anlığımız düşünüyor, diyor ki bu
eylem çok iyi, yapılırsa iyi olur. Ya da diyor ki şu eylem kötü, yapılmazsa iyi olur, ondan sakınmak
gerekir. İyi yönelimli insan, bakıyorsun yaşamda hiç de iyi bir eylem gerçekleştirmiyor. Peki o zaman
sormak gerekiyor, o yönelimi benimsememiş olan kişi ile bunun ayrımı ne olacak? Yani
dudaklarından dökülecek bir cümle, ben iyi niyetliyim. O zaman bize şu kalır: Bir, bunu nasıl
anlayacağız? İki, ne yazar? Gözünün önünde adam öldürülüyor seyrediyorsun. Senin iyi niyetin o
adama hiçbir şey kazandırmıyor. O adam bağıra bağıra gidiyor. İyi niyetli kişi, eyleme geçirmediği
sürece, sadece bir korkaktır. Dikkat buyurun, ahlaksız demiyoruz, erdemsiz demiyoruz, korkak. O gün
dedik ki bütün erdemsizliklerin yüzde doksanına yakınını hiçbir şey yapmayarak yaparız biz.
Sıvışarak, kaçarak, sessiz kalarak, tanıklık yapmayarak, kendi halimizde kalarak yaparız. Eyleyerek
ya da eylemeyerek yaptığımız bir çok erdemsizlikler vardır ama en çoğu da budur.
Kötü niyette şu var: Kötü niyeti besleyen kişi eyleme geçmişse kötü niyetini gerçekleştirmiş demektir.
Bu ahlaksızdır. Eğer kötü niyetini, otomobil örneğindeki gibi eğer sisteme geçirmemiş, kafasında
saklıyor ise, bu hem ahlaksız hem korkaktır. Çünkü en kötüyü düşünüyor ama yüreği yetip onu
gerçekleştirmiyor, ikisi de var. Bilgi kuramında şöyle bir yoldan gitmiştik, Platon’un sempozyumunu
işlerken, bilge olanlar bilge olmayanlar. Bilge olmayanları ikiye ayırmıştık; zır cahiller karşıtlar, bir
de çelişik olanlar filozoflar. Burada da ona çok yakın, ahlaksızlar var, gerçekleştirsin
gerçekleştirmesin kötü niyetli olanlar. Onunun karşısında ahlaklı olmayanlar var, iyi niyet besleyip de
gerçekleştirmeyenler. Bunlar ahlaklının ve ahlaksızın çelişiğidirler. Dünyamızı bunlar tıka basa
doldurmuştur.
Ç- Ahlakı anlamadığımız için havada kalıyor. Tanım eksik oluyor, iyiyi ve kötüyü sonraya bıraktık.
İstersen ona geçelim. Dün de Müjdat cephesinden bir sıkıntı oldu. Tartışmaya açalım. Müjdat
kardeşimiz iyiden ne anlıyor kötüden ne anlıyor, göçmen terim olarak doğrudan eğriden neyi anlıyor?
M- Sormadıkları zaman biliyorum ama…
Sordukları zaman, diyorsun Augustinus gibi…
M- İyi ve kötü, bizim peşinen bildiğimizi kabul ettiğimiz bir kavram. Kime sorarsanız iyi ve kötüyü
bilir. Ama iyi ve kötü nedir desen, kimse cevap veremez. Dolayısıyla burada bir gerçeklik var, o
gerçeklik de şu; demek ki iyi ve kötü bireylerin kendi kafalarına göre uydurdukları, göreceli bir
kavramlar değil. Bir standardı, programı var. Bu program, tarihte kötü. Tarihsel değişimler,
toplumların değişimleri, kültürlerin değişimleri, çeşitleri, o toplumda eylem halinde bulunan
insanların oluşturdukları, ya da kendiliğinden oluşan kavramlar. Benim aklıma iyi deyince hemen,
zarar görmemek geliyor. Başkasının bana zarar vermemesi, benim zarar vermemem. Yarar karışıyor
mesela, yararlı olana iyi diyorum. Diyorum ki üzüm iyidir ama arsenik kötüdür. İyinin de bir sürü
çeşidi var. İşlevsel olan iyiler var.
Şöyle diyelim. Orestes annesini öldürdü. Annesine zarar verdi, belli değil mi? Ama eylem kötü bir
eylem değildi. Zarar vermek ve vermemek, iyinin ölçütü sayılırsa, çok zararlı eylemin iyi olduğunu
görürüz. Mesela devletin tutuklama, cezalandırma eylemleri var. Diyorsun ki bu iyi oldu. Şimdi
burada bir ünlü hırsız var, çarşıda bir dolaştı mı bütün evler birbirine telefon ediyor, senin sokakta
görüldü diye. Bu adamı devlet içeri atarsa, herkes diyecek ki, iyi oldu. Ona zarar verecek ama herkes
de iyi oldu diyecek. Orada başka ölçütlere sarılsak iyi olur.
M- Ama yine de bir zarar söz konusu. Devlet suçluyu yakaladığı zaman bundan suçlu zarar görüyor.
Bu suçlu için kötü. Ama geri kalanlar için iyi. Yine zarardan iyi ve kötüye çıkıyoruz.
Tabi, çıkıyoruz. Demek ki zarar vererek iyilik yapılır.
M- Ya da Orestes, annesini öldürüyor, bir zarar var ama bir yarar da var. Bir intikam var. Zararın
bağlandığı iyi ilişki.
Seni oraya getirmek istiyorum zaten. Sonuçta Spinoza’da bu çok zengin bir şekilde var, ilişkilerin
birleşmesi. Oraya kayarsak Spinoza’dan yararlanmış olacağız. Bir ana şema kursak daha iyi olur diye
düşünüyorum. Açıkladığın kısım doğru. Tarihsel boyuta kısaca bir bakmak gerekiyor. Ön Sokratikler
diyebileceğimiz bir akım, sofistler. İyonya, güney İtalya felsefeleri daha çok fizikle, doğayla ilişkili
idiler. Bunu Cornford, Sokrates'ten Önce ve Sonra isimli kitabında güzel açıklıyor. Bu, daha önce
{144}

bu konular hiç görüşülmedi anlamına gelmez. Herakleitos’ta çok zengin bir şekilde var, hatta
Ksenophanes’te var. İnançlarımızı, değerlerimizi, yaşadığımız alanlarda uyduğumuz kuralları herkes
kendine göre yaratıyor, bir görecelik var, onu anlatıyordu. Herakleitos da yok, dediğin gibi değil, her
olan logos’a göre olur biter diyor. Burada anlatacağımız konunun kökenleri var. Herakleitos’tan
Platon ve Sokrat’a gelen bir köken var, sofistlere gelen var. Protagoras, olanların olduğunun,
olmayanların olmadığının bilgisi, insana göredir; her olanın durumu insana göredir. Nesnelerle ilgili
bilgimiz, görecedir, her insan kendine göre bir insan kurar. Gorgias, bu da tam klasik sofistlerdendir.
Diyor ki, herhangi bir şey olamaz, olsa da bilemezdik, bilseydik bile aktaramazdık. Göreceliğin
doruk noktası, nesne üzerine konuşamayız bile, o kadar özneliz. Bunlar eskilerin izafi dediği, bizim
görecelik dediğimiz konunun doruk noktaları. Sokrat’a geldiğimizde, nesnel bilgi vardır, erdem nedir
biz biliriz, diyor. Hatta din konusunu tartıştığı diyalogda Platon, Sokrates’i muhatabıyla konuştururken
der ki, sence dindarlık, dindar olan mıdır, tanrının din dediği midir? O şöyle ya da böyle cevaplar
verir, Sokrat da yok, bir din vardır, dinin özü vardır der. Tanrı öyle buyurduğu için o olmamıştır, din
öyle olduğu için Tanrı ona din demiştir. Burada çok katı bir doğalcılık, nesnelcilik var. İyi ya da kötü
olurken, şu ya da bu olurken, doğası onun öyle olmak ya da olmamak durumundadır. Sofistlerden,
görecelikten kaydık, saltıkçılara geçtik. Aristo der ki; mutlu, iyi yaşam usa uygun yaşamdır, usun
kurallarına uygun yaşamdır. Bu tam bir doğacılık anlatımıdır. Şunun bunun verdiği karara göre
yaşamak, toplumun düşündüğü gibi yaşamak demiyor, nesnenin doğasına uygun yaşam.
Bu Grek’teki başlangıcından, dinlere bir geçelim. O tartışma akmış gelmiş. Greklerden sonra
Hıristiyanlık ve İslam’ı etkilemiş bu yapılar. İslamiyet’te Mutezile kelamı vardır. Onlar derler ki; iyi
olanın doğası iyidir, kötü olanın doğası kötüdür. Tanrı, doğası iyi olduğu için ona iyi demiş, doğası
kötü olduğu için ona kötü demiş. Mutezile de tam Sokrat, Platon, Aristo ve Herakleitos düzleminde
bir doğacı. Bunun karşısında El-Eş’ari var, teistik sübjektivizmin, yani tanrısal öznelcilik. Gazali,
İmam Şafi bunlardandır. Diyor ki hayır, iyi Tanrı buyurduğu için iyidir, kötü Tanrı buyurduğu için
kötüdür, bize ona uymak düşer. Böyle bir çatışma, Greklerdeki çatışma buradaki ekollere böyle
girmiş. Tabi herkes kendi terimiyle konuşuyor. Burada iki akım karşımıza çıkıyor.
Acaba bizim erdem dediğimiz olgular, doğadan mı erdemli ya da erdemsiz, yoksa bu yapay bir şey
midir? Bu tanrı olabilir, insan olabilir, bir kısım güçler olabilir. İyi ya da kötüyü diyen, doğa dışında
bir güç olabilir, onun önemi yok. Bizim bugünkü ölçülerimize göre iyiye kötüye kim karar verir,
siyasal güçler. Siyasal güç, idam etmek iyidir der, idam iyi olur. Çünkü adam öldürmeyi kötü
sayıyor. Başka bir akım gelir, der ki, idam iyi bir ceza değildir, uygar ülkelerde kaldırılmıştır,
sonsuza dek hapiste kalsın, insanca olan ceza odur. Burada yapay alana geçtik. Birilerinin iradesine
geçtik. Bunu devlet, sen, ben koyarız, yasa koyucu koyar. Birileri de kalkar savunur. Geldiğimiz
noktada şunu sormak zorundayız: Yapay olan açık. Bir kısım güçler çıkmışlar, şu ya da bu eyleme iyi
demişler, kötü demişler, orta yol, nötr demişler. Bunu hiç tartışmaya gerek yok. Sıkıntı, doğal olanın
ne olduğu. Çıkacağız Sokrat, Platon, Aristo gibi, diyeceğiz ki iyilik nesnenin doğasında vardır ya da
yoktur, eylemin doğasında vardır ya da yoktur. Buna bakmamız gerekiyor. Aristo diyor, tamam. İyi
yaşam, mutlu yaşam, usa göre yaşamdır. Bu bir şey anlatmıyor bize, hiçbir şey söylemiyor. Usa göre
yaşam ne, diye sorarız. Bizim burada yakalamak istediğimiz, elle tutulabilir olmalı. Soyut alandan
kaymalıyız.
Toplumsal alanda, bireysel alanda biz, sayısız ilişkiler içindeyiz. Bir evlilik kurumu var, eş, çocuk,
akrabalar. Ekonomik ilişkiler alanındayız, alıyoruz, veriyoruz, satıyoruz vesaire. Düşündükçe
aklınıza her şey gelir. Bakıyorum doğa filmine, o dev dişi aslan, beş altı tane yavrusuyla çok mutlu.
Onlarla oynuyor, tepişiyor, sevişiyor, çok güzel. Hele de o gün anne aslan, bir antilop parçalamış
yemişse daha da mutlular. Görünen şu; yavrularıyla aslan anne çok mutlu, ilişkiler çok iyi. Karınları
doymuş, hava güzel, güvendeler. Anne görevli, ertesi gün ava çıkıyor. Dönüyor ki sırtlanlar yavruları
haklamış. Kalmış orada bir tanecik yavru, kenarda. O herkesi parçalarken gözünden bir damla yaş
düşmeyen aslan, inim inim inlemeye başlıyor, acı bir sesle, bunu hissediyorsunuz, çünkü ilişkisi
parçalanıyor. Yavruları elinden gitmiş, akşamleyin beş altı tane yavru ile gireceği inine bir yavruyla
girmek zorunda. Acıyla titriyor bir hayvan olmasına rağmen. Bunu bir insan alanına aktaralım. Bir
anne, baba işe gitti, geldi. Önlerinden bir nehir akıyor, çocuklarından biri boğulmuş veya birileri
öldürmüş. Aslanın hissettiğinin belki de aynısını diyeceğiz, ikisi de sonuçta anne. İlişkiler
parçalanmıştır, evde bir kişi yok. Başlayacak ağlamaya, inlemeye, çırpınacak. O boşluk, sonsuza dek
o ailenin yakasını bırakmayacak, o boşluk duracak. Diyoruz ki biz, ölüm kötüdür. İşte bize dedirten,
bu yaşam deneyimimiz. Boşlukta kaldın, elinden en sevdiğin parça geçti gitti, bir daha
kavuşamayacaksınız. On tane çocuğunuz olsa, o bir tanenin kaybını asla gidermez. İşte, ölüm denen
şeyin dehşet saçmasını bu. Öldürülen yanda, herkesi titretir, toplumu titretir. İlla da gizemli yerlere
parmak sokmaya gerek yok. Bu ölümün kötülüğü, kötü eylemin kötülüğü bizim yaşama alanımızda
ilişkilerimizi parça parça ediyor. Sen ekmişsin, biçmişsin, dağlarını şenlendirmişsin. Kavun, karpuz
ekmişsin. Kavunlar sararmış, karpuzlar kuzucuk gibi olmuşlar, iyi diyorsun. Çocuklarını bir gün
topluyorsun, kardeşlerini alıyorsun, araba tutuyorsun, diyorsun bunları derlemeye gidelim. Biraz
yeriz, birazını satarız, konu komşuya veririz. Geçiminiz buna yüklenmiş, başka geliriniz yok. Beş
dönüm tarlayı ektiniz, toplamaya gidiyorsunuz. Gittiniz, hiçbir şey yok. Ne olursunuz? Darmadağın,
perişan olursunuz. Mal gitmiş ona yanarsınız, birisi haksız olarak götürmüş ona yanarsınız, emeğinize
yanarsınız. İşte bunlar gözlem alanımız. Biz olguları göklerde aramayalım, bunları hep yaşıyoruz.
Eyvah diyorsun, benim emeğimi aldı götürdü. İlişki, senin ektiğini senin toplaman gerekir. Hukuksal
ilişki diyor ki senin malın, o tarla senin, tapusu cebinde, sen işlemişsin, sen toplayacaksın. Birileri
geliyor senin ilişkini altüst ediyor. Kamyonu veriyor gece, üç beş tane kendi gibi iti kopuğu getiriyor,
karpuzunu alıp götürüyor. Ne diyorsun ondan sonra, hırsızlık kötüdür. Ya da gelip evine giriyor. Bir
gün geziye gitmişsin, dönüyor bakıyorsun ki değerli nesnelerin gitmiş, masa devrilmiş, kitapların
saçılmış. Diyorsun, hırsızlık kötüdür.
Bütün suçlar, bütün kötülükler, bütün erdemsizlikler buna benzer. Bizim yaşam alanımıza girer, bizi
darmaduman eder. Mutsuz eder, kötü eder, eksik yaşatır. Gelir birisi birilerine tabanca sıkar, gelir
senin bacağını keselerler. Düğünlerde silah atılır, durup dururken birinin beyninden gelir geçer. Oldu
kaza. Kazası var mı? Bir insanın hayatı geçti gitti işte.
Demek ki, bizim nesnel dünyamızda iyiliğin ve kötülüğün ontolojik bir kökeni vardır. Öyle
olmasaydı, iyiliğe iyi, kötülüğe kötü diyen görece düşünen adamlar da boşlukta kalırlardı. Onlar da
çaktırmadan bu doğal durumdan yararlanıyorlar. Diyelim ki göreceli diyenler oturmuşlar bir yasa
yapıyorlar, bu beyler ölüme niye kötü desinler? İyi de diyebilirler, ödül de verebilirler ama öyle
yapmıyorlar. Doğalcılar gibi basıyorlar cezayı. Onlar da ontolojik temele dayanıyor. Amerika’daki
doğalcılar, Türkiye’deki doğalcılar, Fransa’daki doğalcılar tıpatıp, birbirine uygun düzenlemeler
yapmıyorlar. Bu onların görececi olduğunu, ontolojik temele dayanmadığını göstermez. Bütün bu
saydığım toplumlar ve saymadıklarımızın hepsinde ölüm denenmiştir, görülmüştür. Toplumsal
ilişkiler, insan ilişkilerini insanın doğal düzeneğini paramparça ediyor, hepsi yaşamış ve cezalar
koymuşlar. Biri idam demiş, biri müebbet demiş. Tutup da hiçbirisi bunun altından heykelini dikeyim
dememiş. Hırsızlık, dünyanın her yerinde suçtur. Kiminde on sene, kiminde on beş, kiminde beş
senedir. Gasp dünyanın her yerinde suçtur. Birileri gelip senin malını elinden zorla alıyor. Dünyanın
hiçbir yerinde bunlara ödül verilmiyor. Efendim sen yaptın bunu, inanın kanaatine göre değişir,
kanaat neye göre oluşmuş? Bana göre öznelciler savuruyor. Doğalcılar daha ayakları yere basıyor.
Her yerde tıpatıp olmayabiliyor. Toplum yapıları başka, ilişkilerin düzenlenişi başka. Bütün evren
göz önüne alındığında, kesin olan bir şey vardır; iyiye iyi, kötüye kötü denmiştir.
Bunun tek tek ele alınması var, eylem kısmında göreceğiz bunu. Diyelim ki adam öldürme, bin çeşidi
vardır. Tabancayı tuttun, çektin tetiği, savuştu. Senin yönelimin onu öldürmekti, isabet ettiremedin.
Kanun sana aferin boşa gitmiş demiyor. Seninki eksik girişim, nakıs teşebbüs, diyor. Sen bunu
öldürmek istedin ama beceremedin. Öldürme var, nakıs teşebbüs var, tam teşebbüs var kısaca, bir
ölümde bile. İstemeden, amacını aşan, kazaen, idam etme var, savaşa götürüp öldürme var. Sen bir
yüzbaşıya diyebilir misin, emrindeki asker niye vuruldu öldü. Bu eylem alanı bizim insansal yaşam
alanımızı tıka basa doldurur. Her bir olaya özel bakmak gerekir.
Bu eylemlerin doğal olup olmamasına bir diyeceğimiz, soracağımız ekleyeceğimiz var mı?
Ç- İnsan, sadece eylemden etkileniyor, her durumda. Etkilenişine göre de iyiyi ve kötüyü
tanımlıyoruz. Oradan yola çıkabiliyoruz.
Tabi o da doğaya gider.
Ç- Bu beni olumsuz etkiliyor, iyi sayamıyorum. Toplumsal olarak da böyle. Hırsızlıktan kendimizi
korumak için onu kötü diye tanımlamamız gerekiyor. Bize zarar veriyor, korkutuyor.
Sonuçta doğa bu. Siz ne dersiniz Müjdat kardeş.
M- İyinin bu doğal tanımı, işi çok kolaylaştırıyor. Öncelikle onu söyleyeyim. Bizim toplumsal
alanımızdaki iyi ölçütünde bu doğal alan var. Zaten biz nesnel olarak yaşadığımız için, onu toplumsal
bir ölçüt olarak belirlemişiz, bunun uzantısı doğa. Ama daha başka bir sürü ölçüt belirlemişiz. Bir
yönetim biçiminin, bir iktidarın, bir gücün demesi var. Bunu böyle yapıyorum buna iyi diyeceksiniz,
bunu değiştirebilirim daha sonra, kötü diyebilirim, o zaman da kötü diyeceksiniz. Burada biraz
karışıyor olay. İnsanlar neye iyi diyecekler, neye kötü diyecekler, hangi eylem iyi hangi eylem kötü bu
konuda bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Dolayısıyla iyi yaşam, kötü yaşam alanında da kafa karışıklığı
oluşuyor. Acaba iyi bir yaşamım mı var, kötü bir yaşamım mı var? Eylemlerim iyi mi, kötü mü?
Toplumsal alanda bir zorunluluk var. Yani doğal alandaki o basit tanımlar, toplum alanını açmaya
yetmiyor. Basit şeylerde açıyor tamam, adam öldürme herkes için kötü. Bunda bir anlaşmazlık yok
zaten, hırsızlıkta da yok. Ama toplum alanı sadece bunlardan oluşmuyor. Bir sürü ilişki biçimimiz
var, bunlarda bir sürü iyi ve kötü var, eylemlerin çeşitliliğinden kaynaklı. Burada ölçüt nasıl
belirlenecek, kim belirleyecek?
Soru oldukça felsefi, ona şiddetle katılıyorum. Eskatolojik düzenlerde tartışma yetkin sıfır, kural bu,
uyacaksın. Ya da uymayacaksın gözün kesiyorsa. Doğru mu, yanlış mı tartışamazsın. Onun dışında
tartışabileceğimiz ortamlar varsa, öyle bir rejim varsa, ki ben bu batı tipi demokrasilerde bunu
tartışabildiğimizi sanmıyorum, bizim Türkiye’mizde de. Yasaların on kere değiştiğini gördüm. Dört
beş tane anayasa değişimi yaşadım hepsinden önce. Tepemden geldi geçti hepsi. Hangisi doğruydu
bunun? İlk yapılan doğru idiyse ötekini niye yaptın, diye sorarım ben. Diyelim ben 61 anayasasından
eğitim aldım, ona göre yazılmış kitaplar okudum. O çok iyiydi de 82 niye geldi? 82 iyiydi de onu niye
madde madde değiştirdin? Atatürk’ün kendisi iki anayasa yaptı. Senin gerçekten derinlikli. Burada
herkes çıkıp diyecek ki, ben doğaya göre yasalar yapmak istiyorum. Toplumsal ve bireysel, insansal
ilişkilerin hepsine doğa olarak, yapı düzeni olarak uygun. Diyeceksin ama düşmeyecek dediğin dört
beş tanesini değiştirmişsin, sonradan niye değişmeyecek olsun? Ben sana kuşkulu bakıyorum, son
yaptığın da değişecek demektir benim için. Bunlar gerçekten derinlikli sorular, katılmamak mümkün
değil ama dışarıdan gelen eskatalojik buyruklarda olduğu gibi değil. Sonuçta az ya da çok bir tartışma
var. Bugün demokrasi dediğimiz yönetimlerde çok az da olsa kimi konular tartışılabiliyor, böyle
değildir diyebiliyorsun, boğuşma bu alanı kapsıyor. Fakat hep söylüyorum, demokrasi adı altında tüm
dünyada uygulanan bir oligarşidir. Demokrasi bir patent, bir başlık olarak kullanılıyor. Bir kısım
insanlar dünyayı idare ediyorlar. Ne zamanki insanlar kendi kendilerini idare ederler, bu dediğinden
kurtulurlar.
24.Gün
Bilgiden “bilgi”ye
Eylem, insan öznelerin devinmesidir. Öyle tantanalı, süslü tanımlara hiç gereksinimimiz yok.
Hayvanlar da devinir, nesneler de ama onların devinmesi eylem değildir. Salt insanın devinmesi
eylemdir. Çünkü eylem çok özellikli bir devinme biçimidir.
Türkçemizde çok eğretilemeli sözler var, deyim dediğimiz. Deyim, öz anlamını değil de, taşındığı
yapıdaki anlamını bize sunan söylem biçimidir. Diyor ki, falan adam kulak kesilmişti. Biri
konuşuyordur o da kulak kesilmiştir, bir müzik vardır o da kulak kesilmiştir. Kulak kesilmek, dinleme
dediğimiz edimin doruk noktasıdır. Zaten eğretilemelerde bu hep var. Türkçemizde çok eşsiz sözler
var. Bir dilci arkadaşımla söyleşide bulunurken şöyle söyledi; Türkçedeki eğretilemeli sözler, yani
deyimler, dünya dillerinin toplamının on katı. Eğretilemeli dil, çok büyük bir dildir. Hani denir ki;
kız, istenirken güzeldir. Burada elbette ki denen, kızın istendiği anda çok güzel olduğu değildir. Her
eğretileme, her paradigma, her deyim gibi bu da bize başka bir şey söylüyor. Bir eylem, uzaysal ve
zamansal olarak en değerli, en geçerli olduğu an en güzeldir, doruktadır.
Uzak yoldan Müjdat’a telefon ediyorlar. Diyorlar ki, size geliyoruz, yaya olarak, yeni çıktık. Saate
bakıyor Müjdat, saat dört. Dört, beş saat yol sürer, dağ bayır. Gelen adam, hele kırdan gelen bir
küme, hoşbeş ama ondan sonra yemeği umar. Biz bir eylemin çeşitli yapı düzenlerinden söz edeceğiz,
bunları önümüze koymak istiyorum. Müjdat kardeşimiz çok güzel bir koç hazırlamış, konuklar geliyor
ve bıçağı ondan sonra eline alıyor. Size bir koç keseyim de yiyelim, diyor. Kesmek, ayıklamak,
temizlemek nereden baksanız iki üç saat. Öteki adam acından ölmüş. Sen o geldiğinde ona bir çorba
verseydin, üç saat sonra vereceğin koç kızartmasından daha iyi olurdu. Demek ki orada içlerinden
geçen, kardeşim kız istenirken güzeldir. Buna benzer çok deyim var. Hangi deyimini söylerseniz
söyleyin, bir eylemin doruk biçimini dile getirir. Gözü kara deriz, bu yiğitliğin doruk biçimidir, her
olaya ölümüne atlayan. Asık yüzlü deriz, çok canı sıkılmışı anlatırken. Tatlı dilli deriz, güzel
konuşuyor, insanı şenlendiriyor. Ata arpayı yokuşun dibinde verme diyor, önceden besle, zamanı
onun o. Kızını dövmeyen dizini döver. Tabi orada çocuk dövmeden söz etmiyor, onu onaylamazdık.
Demek istiyor ki terbiyesini ver, sonra dizini döversin, eğit onu. Eskiler dövmeyi eğitimin bir yolu
olarak düşünüyorlardı, eğretileme öyle çıkmıştır. Ama onu biz öyle yorumlamıyoruz.
Eylemlerin yapı olarak en tam oldukları biçimlerinden söz ediyor bu eğretilemeler. Aklınıza ne
geliyorsa söyleyin, deyim olarak, o eylemin en dolu biçimini anlatır bize. Burun kıvırdı deriz, ağzını
eğdi deriz, ipi kırdı deriz. Kaçmayı anlatırken ipi kırdı deriz. İp nasıl kırılır, hızla çekersen,
kaçacaksın çünkü. Sıvıştı derler, öyle gizlendi ki kimseye görünmemek için. Bu bizim için niye
gerekli? Dedik ki, eylem bir tözdür. Demek ki en olgun biçiminde vardır. Şimdi eylemleri hukuksal
alanda görelim.
Bir çalma eylemi var. Bunun töz olarak çalma sayılabilmesi için ne gerekli. Konu yargıcın önüne
geldi, bakıyor. Diyor ki yargıç, öncelikle ben bunun çalmaya yöneldiğini temellendirmeliyim. Niyet
unsuru. Anlıkta çalma konusunda bir düşünce oluşmuş, gerçekleşmek için bekliyor. Yargıç diyecek ki,
ben çalma eylemine yöneldiğini ortaya koymalıyım. Siz giderken acıkmışsınız, bir tarlaya girip bir
karpuz yiyorsunuz, bu çalma değildir. Yasa diyor ki; aç kalmıştır, zorunluluktan bir karpuz kesmiş
yemiştir. Zorunluluk yasaları da vardır çünkü. Öyle ise bunda çalma yönelimi yoktur. Ama sen oraya
kamyonetini dayamışsın, kamyonetin yarısını doldurmuşsun, o sırada yakalanıyorsun. Ben karnımı
doyurdum, yok. Orada yargıç der ki, bir kamyonet dolusu karpuzu yiyemezsin. Bir. Yönelimini
temellendirmek gerekiyor, çalma özünü oluşturacağız ya.
İki; başkasının egemenlik alanındaki bir nesneyi, kendi egemenlik alanımıza geçirmek. Müjdat’ın
tarlasında bir pırpır var. Hemşerisi geliyor, çalıştırıyor ve kendi tarlasına götürüyor, orada bir
kulübeye saklıyor. Ben Müjdat kardeşimi çok severdim de motorunu yağmurdan korumak için
götürdüm, gülerler buna. Bizim hukukta birisi kasttır, birisi de suçun maddi unsurudur, suçun maddi
ve manevi unsuru diye geçer. Biz felsefi olarak, yönelmek ve gerçekleştirmek diyoruz. Bu iki öğe yan
yana geldiği zaman bu çalma eylemi gerçekleşmiş olur. İşin içine girdiğimiz zaman türlü çalma
biçimleri vardır. Çalmak kolay ise ceza daha ağırdır. Bir kere demiştik, bir inşaatın bekçisi oradaki
malları kolay çalar. Çünkü oralar hep onun, mülkiyet olarak değilse bile, etkinlik olarak, tasarruf
alanındadır.
Demek ki bir eylemin tam olabilmesi için bu ögeleri içinde taşıması gerekir. Öldürme diyelim. Birisi
geliyor, bir insanı, bir araç kullanarak ya da daha fiziksel nesnelerle yaşamına son veriyor. Bu
öldürmedir. Burada şöyle bir şey de var; sayın yargıç diyor, benim bahçeme girmişti, elinde tabanca
vardı, beni öldürecekti. Gören var mı? Üç dört köylü diyor ki elinde silah vardı, Hasan’ı öldürecekti.
Hasan onu öldürmüş, Hasan beraat ediyor, meşru savunma dediğimiz olay. Demek ki orada öldürme
eylemi bizim bildiğimiz anlamda bir öldürme eylemi olmuyor. Olsa bile diyorsun ki bu bir savunma.
Doğa kendini gizliyorsa eğer, neyi görüyoruz? Biz açalım o perdeyi. Bizim edimlerimiz,
devinimlerimiz, eylemlerimiz nesneleri değiştiriyor. Diyelim gittin bir adamın evini yıktın,
değiştirdin. Ağacını kestin, değiştirdin. Otomobilini havaya uçurdun. Neneleri, konumları
değiştiriyor. Pırpırı alıp kendi alanına götürüyor. O nesnenin uzaysal konumunu alıp başka yere
taşıyor. Durumları değiştiriyor. Yol kesiyor. Yürüyen giden adamın önünü kesiyor, dövüyor, oradan
gidemezsin diyor. Adam tarlasında çalışıyor. Hayır diyor, çalışmayacaksın, geç. İçkin yüklemlerini
değiştiriyor, yapı düzenini parçalıyor, dışkın yüklemlerini değiştiriyor, taşkın yüklemlerini
değiştiriyor. Bunların siyasi, ekonomik boyutlarını bir düşünün. Bu arada devletleri düşünün. Yasalar
çıkartıyor, şunu yapabilirsin, şunu yapamazsın. Eylemlerin önü çeşitli barikatlarla kesilebiliyor.
İnsan öznelerin devinmesi eylemse, bu eylemler başka eylemlere yöneliyor. Adım adım gidiyoruz.
Hayvanın, denizin, toprağın, kara parçasının, havanın devinmesi eylem değildir. Çünkü o, kesin
olarak bir nesneye yönelir. İnsan, eyleme yönelir. Kafasına koydu, adamı öldürecek. Bunu bir eylemle
öldürecek ama orada yöneldiği o ya da başka adam değil, öldürme eylemi. Bankayı soyacak.
Bankanın kapısındaki bekçiyi tanıyor mu bu adam. Onun onla işi yok. Orada kim olursa olsun
öldürecek, öldürmeyi kafasına koymuş. Ben onu indiririm, bankayı soyarım, diyor. Bizim her
eylemimiz başka bir eyleme yönelir. Ahlak demiştik, eylemlerin değerlendirilmesi olacak. Eylemlere,
eylemli yönelimlerimiz olacak. Çalmadan kaçacağız. Çalmak bir eylemin adıdır. Kaçmak da başka
bir eylemin adıdır. Biz çok ilginç bir alandayız.
Tam bu noktada karşımıza şu çıkıyor. Dedik ya, hayvan alanıyla, öteki alanlarla devinmemiz çok çok
ayrıdır. Bizim nesnelerle ilgili bilgimiz, bizde mutlaka bir kip yaratır. Bizi bir modusa sokar, bir
tavra sokar. Siz televizyonda izlersiniz, adamlar yakalanmış götürülüyor. Haber diyor ki, bir ton zehir
yakalandı. Bu adamların hiçbirini daha görmediniz. Bu adamların yüzünü bile görmeden bu
adamlardan tiksiniyorsunuz. O da iki ayaklı benim gibi. Demek ki milyonlarca çocuğun ciğerini
sökmek için bunlar hiç de tereddüt etmiyorlar. Birkaç duygu birden patlayıveriyoruz. Tiksinme,
nefret, korku, öç alma duygusu çıkıyor. Daha siz nesneyi görmediniz. Orada zehir kaçakçılığı yapan
kim olursa olsun sizin duygunuz değişmez. Çünkü sizin yöneldiğiniz şey bir eylemdir, eylemi
değerlendiriyorsunuz. Bu sizde bir tavır uyandırıyor. Hani toplu linçler olur. Hiç ilgisiz adam gelir
cezaevinin önüne. Ne olmuş, çok küçük bir çocuğu kesmiş, annesini kesmiş bir cani, polis götürüyor.
Binlerce kişi üstüne saldırır. O adamı tanıyor mu, hayır. Ondan öç almak istiyor, eyleme yöneliyor.
Bu Spinoza’da daha değişik bir şekilde sunuluyor. David Hume’da daha bir zayıfça sunuluyor.
Aristo’da bir başlangıç var. Duygularla ilgili bir yazın, felsefe, düşünme var ama bunların hepsinde
bir nesneye yönelme var. Bunu kesin olarak onaylamıyorum. Biz nesnelere dolayımlı olarak yöneliriz,
yönelmeyiz demiyorum. Duygu, bir eylem eşliğinde bir nesneye yönelir.
M- Spinoza’yı diğer filozoflardan en ayırt eden özellik, duygular üzerine çok çalışması, ayrıntıyla.
Ondan sonra duygular üzerine çalışcan Nietzsche var, daha da ayrıntıya inmiş. Çünkü eylem alanı,
sonsuz çeşitlilikte bir alan, duygu alanı öyle. Spinoza’daki eylem, daha önce de söylediğim gibi
kızıma isim vermemin sebebi o. Spinoza nesne demiyor. Kitabında geçebilir, kafası karışmış olabilir
ama bize aktardığı kadarıyla, ya da başka yorumculara aktardığı kadarıyla, bir çok yorumcu eylem
görmüş. Hatta Orestes örneği de tam anlamıyla eylemi açıklıyor. Hatta Spinoza’da eylemlere
bağlanma diye bir kavram var. Bir eylem başka bir eyleme bağlanarak yorumlanıyor. Eylem konusunu
işlerken, Spinoza’nın işlediği temel kavram, yaşama gücünün arması ve azalması. Bütün verdiğiniz
örnekleri o sözle düşündüm. Pırpırın başka bir egemenlik alanına götürülmesi, emek ürününün
tamamen ortadan kaldırılması, bedensel yapısının çökertilmesi, bunların hepsinde yaşama gücünün
azalması veya yok edilmesi var. Ya da artması, bunda da iyi eylemlerden bahsedebiliriz.
Dediklerine katılmak istiyorum da bizim amaç alanımızı tümüyle –Spinoza’nın deyimiyle conatus–
her nesne, insan için değil bütün nesneler için söylüyor, var kalmayı sürmek isterler. Doğru mu?
M- Doğru.
Taş için de bu geçerli, hava, toprak için de geçerli. Ama biz bunu daha çok insan biçimci bir yorum
sayıyoruz. Çünkü taşın öyle bir çabası olamaz. O kendi yasalarına bağlı değil. Evrenin genel
yasalarına bağlı. İnsan özne bizi çok ilgilendiriyor, hele de bulunduğumuz alanda. Bu yaşama
gücünden biz neyi anlayacağız? Fiziksel terimlerle, buna çok dikkat etmeliyiz.
M- Biraz önce söylediniz ya hocam. Mesela televizyonda bir eylem görüyoruz ve bu bizde bir duygu
uyandırıyor. Bu duygu bizi harekete geçiriyor, eyleme geçiriyor. Bu eylemin kökeninde yaşama
gücünün artması ve azalması var. Bazı eylemler bizim yaşama gücümüzü arttırıyor, bazıları da
azaltıyor. Bu çerçevede biz ona nefret duygusu veya sevgi duygusu diyoruz.
Yani duygu ve kiple konuşuyoruz değil mi? Yani bir çıkarla konuşmuyoruz.
M- Hayır, çıkar değil. Yaşama gücümüzü azaltmasaydı eğer o zehir satıcılar, biz onlardan nefret
etmezdik. O çocuklarla bir duygudaşlıktan ziyade kendimizle alakalı bir şey. Biz o toplumda
yaşıyoruz, insanlarla beraber yaşıyoruz.
Buna ben katılıyorum. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü’nde der ki Hıristiyanlar bizim dünyamıza,
acunuma sövdüler. İsa için söylüyor. Sürekli karaladılar, gözümüzden çıkartmak için ellerinden
geleni yaptılar, diyor. Hınç diye bir olay var. Evrenimize hınç duymamız için ellerinden geleni
yaptılar bunlar. Konumuzla doğrudan ilgili değil ama ben söyleyeyim. Nietzsche burada biraz yanlış
görmüş. Bütün metafiziksel sistemler, kesin olarak bu dünyalıdır, öte dünyalı değildir. Görünürde öte
dünya için savaşırlarmış gibi yaparlar, bizim bu acunumuza söverler, bizi oraya yöneltmek isterler
ama dertleri kesin olarak bu değildir. Haham ve papaz, müthiş yaşamayı severler, boyunları kalındır.
Nietzsche güç istenci diyor, gücü isteme. Oradaki istenç, bunu önemle vurgulamak istiyorum.
Nietzsche en çok okuyacağınız filozof olacak, çok güzel yazar. Güzel yazma deyince bu özel bir
anlatım biçimi midir, elbette. Söz gelimi Platon, çok güzel yazar. David Hume, Schopenhauer çok
güzel yazar. Bunlar yazarlığı çok güzel, ozanlığı da filozofluğu kadar değerli olan insanlar. Elinize
aldığınız zaman Aristo, engebeli çakıllı taşlı bir yolda gidermişsiniz gibi olur. Platon ise en güzel
dökülmüş asfaltta gidiyormuşsunuz gibi, ses yok, akar gider. Güç istenci, Nietzsche’nin yaşamı
sırasında çıkan bir yapıtı değildir. Ölümünden sonra kız kardeşinin derlemesiyle ortaya çıkmıştır.
Nietzsche bunu elden geçirmeyi, bir kızım yerleri çıkarmayı, bazı eklemeler yapmayı düşünmüş ama
yapamadı gitti.
M- Bu arada kız kardeşi bir Nazi sempatizanı ve destekçisiydi.
Evet. O, öyle bir kitabı çıkarttı, eline sağlık demek lazım. Orada, Spinoza bize değerler alanından söz
etmez. Güç istenci bizim bildiğimiz iyiyi seçmek, doğruyu seçmek gibi bir şeyler anlatmaz. Conatusu,
yaşama gücünü anlatır. Fiziksel nesneler, iyi yiyin der, bu acunumuzu doya doya içinize çekin.
Nietzsche budur. Efendi ahlakı, bir de köle ahlakı vardır. O ahlak, korkakların, ödleklerin,
şerefsizlerin, ikinci sınıf, üçüncü sınıf saydığı adamların ahlakıdır. Yoksa bizim bildiğimiz köle
değildir o. Onlar düşük yaşam biçiminde, istiridye gibi kıvrılmış adamlardır. Efendi yaşamında güçlü
olmak vardır. Boyun eğmemek de buna dâhil, onu söyleyeyim. Sonuçta bizim doğuda kavradığımız
anlamda iyiyi kavramıyorlar, değerleri öyle kavramıyorlar. Onlar hep fiziksel terimlerden öteye
geçmiyorlar. David Hume’u açın okuyun, onun bir ahlak felsefesi de var, yemek içmek üstüne. Onun
dünyasında iyi olan, Greklerin arethesi. Bu yürümüş gelmiş 20. yüzyıla, hatta günümüze, batılılar bu
arethe ile düşünür. Onların yaşam alanında bu, şiddetle vardır. Platonda iyi ideası bütün ideaların
başat ideasıdır, ondan türemiştir. Ama iyi nedir, fazla söylemez. Aristo yine söylemez.
Biz eylemlerin seçimine geçmeden önce, istenç, duygu ve bilgi üçlemini elimize almadan önce bunu
tartışmak isterim.
M- Bu iyi ve kötüye şuradan gidebilirsek… Spinoza yorumcusu Deleuze, conatusun Spinoza’da çok
önemli bir yer tutmasına rağmen Spinoza’nın kuramının, teorisinin özünü yansıtmadığını söyler.
Önemli değildir der, oraya çok vurgu yapmamak gerekir. Conatus elbette yaşama gücüdür, var
olmada sebattır. Ama başka bir alandan bahseder Spinoza, der. Bahsettiği alan değerler alanıdır.
Fakat fiziksel olarak, geometrica, o kadar çok takmış ki, hep idealarla açıklamaya çalışılan, bunu yere
indirmek istiyor. Duygular bedenseldir, fizikseldir. Bizim eylemlerimiz de fiziki ve bedenseldir.
O değerlerle ilgili önermeleri biz görmek istiyoruz. Spinoza çok zorlar, öğrenin, bilin der. O bilgiye
vurduğu vurdu son derece anlamlıdır. Buna katılıyorum. Bilmek, istemektir der. Ama ben değerler
alanıyla ilgili önermelerini bilemiyorum. Seçimle ilgili bir önermesini bilemiyorum. Bunu yineledim,
yineliyorum. Bir eylemin iyi ya da kötü olduğunu bilmek, onu seçmeyi ya da seçmemeyi Spinoza’da
gerektirmez. Asla. Seni götürdüler mezara tıktılar, bu sana ne yarar sağlar? Spinoza bize kazma
vermez, yarın da çıkın demez. Orada olmanın bilinci bana ne yarar sağlıyor? Sıkıntımız orada.
M- Bilgi ile eylemi bağlıyor. Eylem bilgisiz söz konusu bile olamaz. Biz, insan tözün düşünen ve
istençli bir tözdür, dedik. Düşünmek, bilmek eylemden kopuk olmadığı gibi onun önkoşuludur.
Bilmek eylemek için yeterli değil. Eylemek bir yüklemse eğer, o yüklemin özellikleri ayrı olmak
zorunda.
Bende oradayım. Anlık, bilme yetisi olarak neyin iyi neyin kötü olduğunu bize, buyrun dedi, altın
tabakta sundu. Biz iyi eylemi hangi yetimizle seçeceğiz ve iyi eylemi gerçekleştireceğiz? Sıkıntımız
bu, Spinoza’nın yanıtlamadığı bu. Sen tutup anlığı onu seçen yeti haline getirirsen, bu felaket olur.
Anlığın öyle bir özelliği yok, o düşünür.
M- Şimdi biz anlığı nasıl düşünürüz? Genelde beyin yordamıyla düşünürüz.
Biz anlığı bilme yetisi olarak düşünürüz. Yaşam alanımız tıka basa bunlarla dolu. Benim gördüğüm
şu: Orta boy bir dünya görüşü olan kimse, yuvarlak diyelim, derin demeyelim, iyi ve kötüyü bilir. Söz
gelimi dağdaki çoban, öldürmenin kötü olduğunu bilir. Ama yine de bal gibi çalar. Çalmanın kötü
olduğunu bilmeyen hırsız olamaz. Niye çalar? Spinoza’nın hesabına göre çalmaması gerek. Benim
hesabıma göre çalması, seçim olayıyla başlar ve biter. Zihin seçmiyor.
M- Spinoza diyor ki; insan anlığında nesnelerin, eylemlerin, şeylerin upuygun bilgilerine ve upuygun
olmayan bilgilerine sahiptir. Upuygun olmayan bilgiler bizi çalmaya yönlendirir. Ancak upuygun
olmayan bilgiye sahip bir kişi çalar, öldürür, tecavüz eder, zehir satar. Burada upuygun olmayan
bilgiden söz ediyor. Upuygun olmayan bilginin yönelttiği eylem, burada kötü eylem.
Upuygun olmayan bilgi, bize çalmanın kötü olduğunu söyler mi?
M- Söyler.
Söylemez. Söylüyorsa uygun bilgidir. Söylemiyorsa bilgi değildir. Hep söylüyorum. Spinoza’nın
terimlerine özen gösterelim, bizi kandırmasın. Upuygun olmayan bilgi olmaz, bu totolojidir. Dişi
olmayan kadın olmaz, dişi olmayan kadın diyor Spinoza bize. Dikkat et totoloji var orada.
E- Siz bilgiyi öyle tanımladınız değil mi? Tam olan. Upuygun olmayan bilgi olmuyor o zaman. Bilgiyi
böyle tanımlarsak.
Mecburen öyle tanımlayacağız. Bilgi, doğru olandır.
E- Bilgi ama eksik bilgi olarak, günlük hayatta hep kullanıyoruz.
Eksik bilgi olabilir. Birini tam öğrenememiş olabilirsin. Ama yanlışa bilgi demen başka. Eğer sen
uygun düşünceye sahipsen, bilgiye sahipsin, o da doğrudur.
E- Ama doğru olduğunu bilmiyoruz ki bir bilginin.
Bilmemiz lazım.
E- Mesela gazetede okuyoruz, bilgiyi alıyoruz. Gerçekte o…
O başka bir boyut. Biz şu üzümdür diyorsak, bu önerme doğrudur. Upuygun olmayan diyorum, bilgi
olmaz. Neden upuygun öyleyse?
M- Şöyle açıklayabilirim. Diyor ki Spinoza, özene ve nesne bir ilişki içindedir. Ben üzümü görürüm,
üzüm bende bir etkiye yol açar, bu etkilenmede üzümün özünü bilmem. Etkilenmenin derecesini
bilirim. Ancak daha sonra usumla üzümün özünü bilirim. Birinci bilmeye upuygun olmayan bilgi
diyor. Bütün nesneler bizi etkiler ve bu bizde bir bilgi yaratır. Yanlış bilgi, ya da eksik bilgi,
etkilenme bilgisi diyor ona. Etkiledi beni, bana çarptı. Mesela hep şu örneği verir. Bir köpek gördüm,
köpekle ilgili bir bilgim yok. Havlıyor ve beni ısırdı. Sonra arkadaşıma anlatıyorum, köpek havlayan
ve ısıran bir canlıdır. O da diyor ki köpek aynı zamanda yalan bir canlı. Şöyle şöyle diyor ve ben
ortak kavramlar sonucunda köpeğin tam bilgisini oluşturuyorum. Tam bilgisini oluşturmadan önce
köpekle ilgili bilgilerim var benim, ısırması. Ama ısıran ve havlayan birinci türden bilgi. Havlamak,
duyuyorum; ısırmak, hissediyorum. Bende bir bilgi oluşuyor.
Affectio.
M- Etkilenme sonucunda oluşan bilgi. Sonra öznenin ve nesnenin ortak kavramlarından yola çıkarak o
nesnenin özünü anladığı zaman da ona ikinci tür bilgi diyor, akılsal bilgi.
Üçüncüye ne diyor?
M- Sezgisel bilgi.
Ben bu bilgi kuramına pek katılmıyorum. Bir yerinde öz bilgisi der, değil mi? Üçüncü boyut bilgi. Bir
yandan özün ne olduğunu yadsır, ideayı kavramı yadsır. Bunlar hep totolojidir. Biz ağacın özünden
söz ederken trilyonlarca ağacın o yapıda olduğunu söylemek için özünden söz ederiz. Totolojilere çok
dikkat etmeniz gerek. Ben upuygun bilgi dediğinde de upuygun olmayan bilgi dediğinde de aynı
totolojiyi görüyorum. Bilgi ise upuygun olmasına ve upuygun olmamasına gerek yoktur. Burada
diretirim ben, bilgi bilgidir. Nesnesine uygunsa bilgidir, değilse onun adı bilgi değil, yanlıştır.
E- Ama eksik bilgi olabilir hocam.
Eksik bilgi demeyelim de bilgi sandığımız yanlışlar diyelim.
M- Ama hocam havlıyor ve ısırıyor, onlarda bir yanlışlık yok ki.
Spinoza örnek verir. Der ki girdin denize. Dalgalarla hiçbir yakınlığım yok, denizin dalgaları bana
vuruyor beni her seferinde yıkıyor. Ne zaman yüzmeyi öğrenirim, o dalgaların ritmini öğrenirim,
yüzmeye başlarım, o dalgalar bana dayak atmaz. Burada, yüzmeyi öğrenmiş artık. Bilgi kuramını
altüst eder. Şu yaklaşım, Spinozacı yaklaşım bilgiyi altüst eder. Bunu zorladık mı nereye oturtacağız?
M- Şuraya. Biz, duyularımızla dünyayı alıp zihnimize taşıyoruz ve düşünceler oluşturuyoruz. Biz önce
duyularımızla alıyoruz hocam, sonra akılla işliyoruz, Spinoza bunu demeye çalışıyor bence. Önce
duyularımızla alırız, buna duyusal bilgi diyoruz. Duyularımızla aldığımız verilere o bilgi diyor,
duyusal bilgi. Akılla işleriz, işlediğimize de akılsal bilgi deriz.
Orada dur. Duyu verileri dediğimizde sen bilgiyi nasıl ediniyorsun? Bunu bana anlat.
M- Nesnenin beni etkilemesi suretiyle.
İyi de bunu sana yapı düzenindeki hangi merkez söylüyor?
M- Bizim yapı düzenimiz böyle oluşmuş hocam. Duyu verilerini işlemeyle oluşuyor.
Nere işliyor bunu? Duyu verilerini neren işliyor senin?
M- Bedenim.
Bedeninin neresi.
M- Anlığım.
O zaman us bilgisi oluyor.
M- Anlık eşittir us mudur?
Tabi.
E- Algı her zaman anlığa gitmiyor mu? Anlıkta işleniyor.
Duyu verilerini bilgisini kestik attık. Batı felsefesi bunu demiş, yanlış. Duyu verisiyle bilgi
edinemezsin sen. Dedik ki ortak duyu var. Göz, biçimi, rengi, büyüklüğü, küçüklüğü vesaire;
dokunma sertliği, sıcaklığı, soğukluğu, yumuşaklığı alır. Ama sana bilgi vermez. Bunu onlar yapmış,
bana ne? Duyu verisinde sinirlerle buluştuğu an görevi biter. Onu anlığa aktaracaksın, anlık onu
düzenleyecek. Öteki duyu organlarından gelen verileri toplayacak ya da imgeden, önceden hazır olan
bilgilerle işleyecek. Anlıksal bilgi diyorsun, duyu bilgisi diyorsun, bu ayrımı yapamazsın. Ben
yapamam.
M- Burada şu sorun çıkıyor o zaman. Bütün insanlar, anlığa sahip oldukları için doğru bilgilere
sahipler, sonucu çıkıyor.
Öyle bir şey yok, öyle bir şey demedim.
M- İnsanlar duygusal davranıyorlar diyoruz, duyularına göre hareket ediyorlar diyoruz. Bir etkilenme
sonucunda hareket ediyorlar. Mesela bir şeyden etkileniyorlar, nefret ediyorlar, etkileniyorlar sevinç
duyuyorlar. Sürekli bir etkilenme sonucunda oluşan anlıksal bilgi var.
Terimleri kötüye kullanıyorsun, cezalanacaksın. Duyu bilgisi olmaz çünkü adı üstünde o duyudur.
Verirsin tamam, göz verir. Gözün görevi düşünmek değildir. Anlıktan geçmemiş bir bilgi olmaz, onu
kesin olarak reddettik. Sen bir ses duydun, nasıl top sesi diyeceksin bana? Diyemezsin, ses duyarsın,
sesi topun sesi olsa da. Kuşlar gibi fırlar uçarsın havaya. Neden-etki bağıntısı. Onun top gürültüsü
olduğunu bilmen için topu bilmen gerekir.
Ç- Acaba reflekslerle mi karıştırılıyor. Çünkü top patladığı vücut bir tepki verir. Ama bir reflekstir
bu. Sıçradıktan sonra deriz, a top patladı. Ondan sonra değerlendirir ve korkmayız.
E- Çok az bir süre var ikisi arasında. Önce korkarız, sonra düşünürüz.
M- Güneş doğdu, güneş battı deriz mesela. Çünkü gördüğümüz odur. Ama bu doğru değildir. Bu bir
bilgidir ama doğru bilgi değildir.
Bilgi değildir diyelim.
M- Gözümüz öyle görüyor ve öyle diyor. Buna ne diyeceğiz, bu bilgi değilse ne?
Ç- Üzerine bir sürü bilgi ekledik.
M- Ben ilk diyorum, güneşi gördük, doğdu.
Ç- Yanlıştı.
Gök gürültüsü vardı. Gök gürültüsünden çok korkuyordu insanlar. Tanrıyı kızdırdık diyorlardır.
Gökten geliyor, onu bir tanrı yaptı, bağırdı çağırdı gibi algılıyorlardı. Kulak duyuyor, göz de görüyor,
şimşek çakıyor. Zamanla öğrendi ki bu bir elektriklenme olayıdır. O bilgiyi edindikten sonra biz onu
tanıdık. Daha önceki bilgi değildi.
M- Ben sizin ayrımınızı orada kabul etmek durumundayım. Güneş doğuyor demek bir bilgi değil. Ya
da gök gürültüsü, tanrı ağlıyor demek yağmur demek değil.
25.Gün
İçimize dert olan Spinoza
Evet Müjdat kardeş, seni dinliyoruz.
M- Beni dinlemeyelim hocam.
Niye?
M- Karışık mevzular. Bence açın başlayın.
Arada böyle bir ses duymak istiyoruz, hoşumuza gidiyor. Onu duyalım.
M- Önce şunu söyleyeyim. Spinoza, birinci tür, ikinci tür bilgi derken farklı bir epistemolojiden
bahsediyor. O birinci tür bilgi dediği şeye aslında bilgi demiyor, imgelem diyor.
Dedikodu.
M- Bir beden olarak, dolayısıyla da bir zihin olarak dış ritimlerin etkisine maruz kalırız. Bu maruz
kalmaya o, birinci tür bilgi diyor. Maruz kalma bizde bir iz bırakır.
Şunu sorayım, acaba anımsıyor musun? Ethica’nın hangi kitabından okudum bilmiyorum. Orijinal
metin, biliyorsun Latincedir. Orada affectio-affectus ayrımı var. Anımsıyor musun? Oradan git.
M- Affectio bir cismin başka bir cisimle bir karışım içine girerek o cismi etkilemesi sonucunda o
cismin üzerinde bıraktığı etkiye deniyor. Duygulanış Türkçesi. Duyularım benim, bir sürü cismin
etkisini taşıyor bedenime. Güneş bir cisim, güneş ışığı bedenime çarpıyor. Güneş mi çarptı, güneş
ışığı mı çarptı? Diyor ki, duygulanışta önemli olan güneşten ziyade etkilenen bedendir.
Fazla ilerlemeden müdahale edeyim, kusura bakma. Spinoza ne demiş olursa olsun, duyulanış demek
istiyor. Duygu değil.
M- Duygu değil. İkisi farklı. Duyulanış, yani etkileniş. Duyulanıştan kastı şu: Bedenin bir etki
sonucundaki değişimi. Güneş çarpıyor, vücudum ısındı diyoruz, o ısınma bir duyulanış. Bir köpek
görüyor irkiliyor, o irkilme duyulanış. Bir nesne var, o nesneden bir duyu sonucunda etkilenmeye
uğruyoruz. Bunun önemli bir sonucu var. Diyor ki, duyulanışlar bizde çok önemli bir yere sahiptir.
Bir başka cisimle yaşadığımı ilişki sonucunda eyleme gücümü artar ya da azalır. Bu bir varyasyon
şeklindedir, artar azalır, artar azalır. Sürekli biz karşılaşmalara maruzuzdur. Doğar doğmaz, bir sürü
nesne ile tesadüfi karşılaşmalar yaşarız. Bu nesneler bizde sürekle eyleme gücümüzü arttırır azaltır.
Karşılaşmalardan çok korkuyor Spinoza. Sabahleyin kalktın, birisi sana, yahu hoca senin rengin niye
kaçmış, sen dün çok iyiydin, diyor. Tamam diyor Spinoza, bir şişe arsenik içtin, zehirlendin. Biraz
sonra boyun kasların kasılacak, başın ağrımaya başlayacak, o gün gitti. Karşılaşma. Yedeklerinizde
güç olsun, karşıya saldırın. Sen de mezardan çıkmışa benziyorsun deyin ona. Ona o fırsatı vermeyin.
O size, gücünüzü azaltmak için üzüntü saplar, siz de ona karşı koyun, sen daha kötüsün deyin bir daha
yapmasın, diyor. Devam.
M- Bizim duyulanış sonucunda oluşan etkilerimizin bir de ideaları var. Anlıksal bir canlık olduğumuz
için bedenimize etki eden her şeyin zihnimizde aynı düzene ait olmak üzere bir ideası var. Yani güneş
bana etki ettiği zaman bende bir güneş ideası oluşuyor. Ama bu idea, eksik idea ya da birinci tür idea,
eksik demiyor da…
E- Fikir desene. Fikir değil mi o?
M- Fikir diye çeviriyorlar ama…
Düşünce, evet.
M- Bir güneş fikri oluşuyor. Fakat bu güneş fikri güneşi kuşatmıyor. Çünkü benim etkilenimim
sonucunda oluşmuş. Ben ancak daha sonra kendi bedenimi ve güneşin bedenini çözümlediğim zaman,
yapılarını öğrendiğim zaman, analiz ettiğim zaman güneşin ne olduğunu biliyorum. Daha öncesinde
etkilenmede güneşin ne olduğunu bilmiyorum. Sadece vücudum ısındı diyorum, güneş bile
demiyorum. Sonra diyorum, vücudumla güneş arasında bir bağ var, ilişki var, ortaklık var, yoksa
güneş beni nasıl ısıtsın, bana nasıl etki etsin, demek ki güneşle bende ortaklıklar var. İşte o ortalıkları
bulma durumuna da ortak kavramlar diyor ve kavramak diyor. Bilmek kavramaktır diyor dolayısıyla.
Kavradım dediğiniz an doğru yoldasınız. Etkilendim dediğiniz an yanlıştasınız. Etkilenmeden çıkıp
kavrama aşamasına geçmeniz gerekiyor bu da felsefe gerektirir, diyor. İnsanların çoğu etkilenme
aşamasındadır, sadece etkileri alırlar.
Hani dün siz diyordunuz ya, toplum biliyor mu? Yok, toplum…
M- Toplum etkileniyor. Sürekli karşılaşıyor ve sürekli etkileniyor.
Terledim, sıcak diyor. Canım sıkıldı, diyor. Toplum, Heidegger’in dediği gibi dedikodu, dıştan
konuşma, sıradandık onun içinde yüzüp gidiyor. Peki, istenç alanına geçtiğimizde…
M- Hocam biraz devam edeyim. Dolayısıyla etkilenme sonucunda bizde bir şey oluşuyor. Azalıyor ya
da çoğalıyor. Sevmediğin bir adamla karşılaştın, bende ne oluyor? Tamam etkileniyorum ama nasıl
bir etkilenme bu? Oraya takılıyorum, bir azalma oluyor. Bende bir güç var yaşama gücü, eyleme
gücü. Eyleme gücümün bir kısmını sevmediğim adamla karşılaşmama harcıyorum. Bloke ediyorum
gücümü. Güç bloke edilince yapmam gereken başka şeylere onu aktaramıyorum. Ancak ondan
kurtulursam eyleme gücüne geçebilirim. Onu da şöyle açıklıyor: Beni olumsuz etkileyenler, eyleme
gücümü azaltanlar bana üzüntü verenler. Üzüntüyle açıklıyor. Eyleme gücünün azalmasıdır diyor
üzüntü. Eyleme gücümün artması da, mesela sevdiğim bir adamla karşılaştım, burada da eyleme
gücüm arttı. Çünkü bana uyan bir başka bir cisimle uyumlu bir birliktelik gerçekleştirdim. Gücüm
onun gücümle birleşti.
Burada bir ara soru var. Tartışmak adına söylüyorum, Spinoza’nın bu görüşünü sorgulamak adına.
Kurtuluş savaşları var. Düşman geliyor, bir kısım kentleri işgal ediyor, insanlara eziyete başlıyor.
Yaşadığımız çok iyi bildiğimiz bir olay. Her gün o toplumda yaşayan, basın yayın yoluyla, ya da
dedikodu yoluyla ya da gözlemleriyle çok korkunç haberler alıyorlar. Irza geçiliyor, öldürülüyor,
topraklar elinden alınıyor. Bu anlamda bir keder. Ama keder, üzüntü, korkunç bir güç veriyor. Öyle
olmasa kurtuluş savaşını yapamazdık. Mesela Mustafa Kemal, bu keder, bu üzüntü olmasaydı orduyu
toplayamazdı. O keder, bir kurtuluş savaşına neden oluyor, bu bir. İki; mutlu, kavşamış bir toplum.
Rahat, yiyor, içiyor, keyfi yerinde, müzik, eğlence… İkinci dünya öncesi Fransa. Şişko generaller,
ordu çalışmıyor, ordu hiçbir eğitim yapmıyor, silahlanma yok. Adolf Amca, elini kolunu sallayarak
Paris’te gözüküyor. Sevinç güç veriyorsa Fransızların çok iyi kavga etmesi gerekirdi, keder gücü
azaltıyorsa Türklerin kökünün kazınması gerekirdi. Churchill’in anıları var, çok zeki bir adam.
Kendinden öncekilere çok acı eleştiriler yöneltir. Der ki, Adolf fabrika üstüne fabrika yaparken
bizimkiler yan geldi yattı, ben uyardım. Arkadan da ekler: Gaflet ihanet demek değildir, ama ulusların
başında gelen yıkımların en çoğu gaflet yüzünden gelmiştir. Yani ulusların uğradıkları kötülüklerin
ihanetten çok gafletten kaynaklandığını söylüyor. Kurtuluş savaşının yapıldığı yerleri birebir gezdim.
Haritaları alır çalışırım. Şu bölük neredeydi, şu alay neredeydi, düşman neredeydi. O nedenle
Türkiye’nin savaşlarını aşağı yukarı, bir asker gözüyle, uzmanca, biliyorum. Sakarya Savaşı’na 174
bin asker katıldı. Kaç kişi kaçtı? 256 bin kişi kaçtı. Neye rağmen? Mustafa Kemal bütün birimlerde
üç tane darağacı dikmişti, asıyordu. Kuva-i Milliyeciler getirip asker kaçaklarını çekiyorlardı. Hatta
birçok generalle yaptığım sohbette bunu konu etmişizdir Türk insanı Yunandan çok Mustafa
Kemal’den korkuyor. Yunan uzak, Mustafa Kemal yakın, bizi asacak. Diyor ki affedersin, kıçının
korkusundan gitti kurtuluş savaşına. İşin bir yönü o. O işin bir boyutu olarak hep var, yarın da olacak.
Ama öte yandan, İngiliz, Fransız güçleri İzmir’i işgal gibi bir hata işlemeseydiler Sevr Anlaşması’nı
daha yumuşak önlemlerle geçiştirseydiler, Mustafa Kemal’in bir kurtuluş savaşı koparması mümkün
olmazdı. Yani o, gelen düşmanı kullanmıştır. En azından o asma eylemini gerçekleştiren aktif kadro
adına kullanmıştır. Yani kederi, acıyı kullandı. Burada bunu çözümlememiz gerekiyor.
M- Verdiğiniz örnek, karışık bir örnek. O örnekten yola çıkamayız. Felsefe yaparken olguları örnek
alarak, hem de karışık bir savaş olgusu, oradan yola çıkmak, işi sadece bulandırmaya yarar. Çünkü
etkilenmede tekil özlerden söz ediyoruz. Tekil özlerden söz ederken kurtuluş savaşında sanki bir tekil
öz varmış gibi konuşmak, bir yanlışlık olur. Biz tekil özlerden bahsediyoruz ve tekil özlerde, daha
önce sizin söylediğiniz gibi, iktidarlar her zaman üzüntülü insanlara ihtiyaç duyarlar, çünkü onları
yönetmek çok kolaydır. Üzüntülü insan, bireysel hayatlarımızda milyonlarca kere deneyimlediğimiz
gibi, hareket edemez. Kendini savunamaz. Diğeri refleksiftir. Birisi boğazına sarılırsa, orada bir
üzüntü değil orada bir karşı gelme vardır. Üzüntülü insan, kim saldırırsa saldırsın, hanesine bile
tecavüz edilse hiçbir şey yapamaz. Bitmiştir çünkü o, seyreder. Şu an halimiz işte. Herkesi üzüntülü
hale getirdiler, kimse hareket edemiyor.
Peşi şuna ne diyeceksin?
M- İkincisini söyleyeyim hocam. Üzüntü ve sevinç arasındaki geçişlilik, enteresan. Çok enteresan
sevinçler var mesela. Diyor ki, bunlar telafi sevinç deriz. Sizin bedeninize uymayan bir cismin kötü
durumda olduğunu görmenizden kaynaklanan bir sevinç vardır. Bu sevincin kökeni kederdir, diyor. O
keder yakanızı bırakmaz, istediğiniz kadar sevinçli hissedin kendinizi. O sevinç, hasettir,
kıskançlıktır.
Dostoyevski’nin bir sözü var. Diyor ki, bir yıkım haberi aldığımızda çok seviniriz. Birilerinin başına
geldiği için değil de bizim başımıza gelmediği için. Devam edin.
M- Burada çok somut ve fiziksel bir olgu var. Dedik ki Ahmet’le karşılaştım, Ahmet’i sevmiyorum.
Ahmet, çok somut değil mi? Daha somuta inelim. Deleuze örnek veriyor, peynir diyor. Peyniri yerim.
Eğer peynir benim vücudumla uyuşmuyorsa peyniri sevmem. Peynir beni bozar. Bir bozulma halidir,
bir uyuşmama halidir. Nietzsche bunu çok iyi anlamış. Her şey diyor, zehirlenme ya da zehirlenmeme
meselesidir. Yani biz bir nesne ile uyuşmazsak, zehirlendim deriz. O nesne bizim bağıntımızı çözer,
dağıtır, yok eder. Arsenik dediğimiz nedir? Bir kimyasal bileşik. Ama koca insan özneyi, birkaç
saniye içerisinde darmaduman ediyor. Biz sürekli bunlarla karşılaşırız. Buradan affectus dediğine
geçiyor. Duygu da diyor, benim bu karşılaşmalarımda –benim bağıntıma uyan ya da benim bağıntımı
bozan– benim bağıntımı bozana ben nefret duyarım. Nefret, duygudur artık diyor orada. Bir
varyasyon, bir geçişlilik değildir, eyleme gücünün azalması çoğalması değildir. Bütün duyguları
sevgi ve nefrete indirgiyor. Sonra hepsini açıyor, neden bu sevgidir bu nefrettir diye. Ve diyor ki,
üzüntü alanında kaldığımız sürece kavrama alanına geçemeyiz. Hiçbir şey bizi üzüntü alanından
kavrama alanına taşımaz. O yüzden insanlar hep üzüntülerinin toplamını yaparlar. Şu sorunum var, bu
derdim var, bu adam bana böyle dedi, işler de şöyle. Bir başlarlar üzüntü toplamlarını sıralamaya, bu
toplamlardan bir şey çıkmaz. Sevinçleri toplayarak ancak kavrama gücünü elde ederiz. Sevinçleri
toplayarak daha sonra üzüntü adama da inebiliriz diyor.
Üçüncü alana geçiyorsun sen.
M- Üçüncü alan değil ikinci alan, kavrama alanı.
Hayır. Üçüncü adam, Spinoza’nın Ethica’da var. İki sevinçli adam, üç adam eder.
M- Artık o üçüncü bireydir. Sadece bunu adamlara da bağlamıyor. İki nesne birleşiyor, müzik ve ben.
Mozart dinliyorum, mozartı çok seviyorum. Birleştik, artık Mozart ve benden oluşan bir birey,
öncekinden daha güçlü. Çünkü o müzik, o ses, o bağıntıyı öyle bir hale getirdi, güçlendirdi, ileriye
taşıdı ki o, ondan öncekiyle kıyaslanamaz.
Buraya kadar çok güzel. Problemler var, onları çözelim. Ben şöyle düşünüyorum: Kısa dönemde
keder, insan gücünü azaltır, doğru. Sevimsiz bir adam, sinirlerin bozuldu. Pislik, canını sıktı,
diyorsun evrenin kiri. Yani orada Spinoza doğru söylüyor. Ama uzun vadede insan toparlıyor kendini.
Bu gibi kederler karşısında devinmeye başlıyor. Bedenin bir karşı koyması var. Diri bir nesne yara
alır. Gelir öküzün biri atını bağlar ağaca, at ağacı kemirir. Benim evimin önündeki söğüt ağacının
dibindeki arabacıların atları kemirdiler. Ağaç ne yapacak, savaş verecek, teslim olmayacak. Onu
onarmaya çalışıyor onarabildiği kadar. Hayvan yar alıyor, yalamaya başlıyor, sinek konmasın,
ölmemek için. Uzun vadede o Spinoza’da söylenmiyor. Söyleniyor bağıntısız söyleniyor. Conatus, her
olan olmaya çabalar. Tamam etkilendir, keder seni zayıflattı ama öte yandan da o var. Onu da
söyleyen yine Spinoza. Keşke bir bağlantı kursaydı.
M- Zaten onu şöyle söylüyor: Keder bir çabadır. Kederlendiğimiz zaman yaptığımız şey aslında bizi
kederlendiren, yani bağıntımızı bozan şeyi, bağıntımızı bozmamaya yönelik uzaklaştırma eylemidir.
Mesela zehirlendim, vücudumun belli bir bölgesinin bağıntısı bozuldu. Vücudum mücadele içerisine
girer o zehirden kurtulmak için. Aynısı diğerleri için de geçerli.
Durum bu ise o zaman gücümüzün azaldığından değil, çoğalmaya başladığından söz etmeye de
başlamamız gerekiyor.
M- Gücümüzün azaldığı da değil, bloke olması diyor. Güç azalmaz da çoğalmaz da.
Ya bu Spinoza illa kurtaracak paçayı. Orayı anladım. Diyor ki zayıflatır bizi, onu diyor. Sevinç
gücümüzü arttırır. Diyorum ki ben, uzun vadede keder bizi güçlendirebilir. Bak güçlendirir
demiyorum, güçlendirebilir. Sevinç bizi çökertebilir.
M- Sevinç ve kederi nasıl tanımladığımıza bağlı.
Şimdi siz giysi satışı yapıyorsunuz. Sabahleyin geldiniz, yanınızda bitmiş adam, sizin ürünlerin on
katı güzel, fiyatlar da yarı fiyatı. Yahu diyorsun, şerefsize bak burnumuzun dibinde bitti. Ne olacak
şimdi? Keder, gücün azaldı. Peki dükkana kilit mi vuracaksın? Ben orada Spinozacı değilim. Orada
diyeceksin ki buna bir kontra çıkalım. Zarar da edecek de olsak, fiyatları bunun altına çekelim. Ben
falan falan bir firmalarla görüşeyim en iyi ürünlerini getirelim. İnat da bir murattır, diyorsun. Önemli
bu herifin çalımını yememek. Bu bir tutumdur. Bunun çok örneklerini gördüm. Yani kederin insanı
toparlatıp güce sevk ettiğini gördüm. Çok yoksul aile çocuklarının çok büyük güç elde ettiklerini
gördüm. Çok zengin ailelerin mutluluğa gark olup gittiklerini gördüm. Burada da var.
M- Şöyle demek gibi bir şey. Ben bazı arseniklerin insanları güçlendirdiğini gördüm. Ben de hiçbir
arseniğin insanı güçlendirdiğini görmedim hocam.
Buradaki aileleri göz önüne al. Benim geldiğimde bir numarayla gösterilenler şimdi dilencilik
yapıyor. Ben geldiğimde burada şunun bunun yanında inşaatçılık yapanlar şimdi katrilyonluk.
M- Bir adam geldi, bana rakip oldu. Bu beni kederlendirmiyor. Aksine bakın şöyle bir şey var. Ben,
benim bedenime uyan arayışlar içerisindeyim. Yaşam, bedenime uyan şeylerle buluşma, bedenime
uymayanları da def etme çabası. Yoksa ben gidip zehir yiyemiyorum ama kavun yiyorum. Kavun
yiyorsam ben demek ki hep bana uyan şeyleri arıyorum. Güzel insanlarla oturuyorum değil mi? Niye
gidip diğerleriyle oturmuyorum kahvede? O da beni güçlendiriyor. Diyorum ki adam açtı. Ben
diyorum şimdi daha güzel şeyler getiririm, daha hoş şeyler getiririm. Daha ucuzuna satarım. Bir
şekilde rekabet denen şeyi kavramışım. Üzüntü burada şöyle olurdu hocam. O gelip benim camımı
kırsaydı, bana iftira atsaydı, o beni kederlendirirdi ve beni mahvederdi. Ben mal almayı
düşünemezdim. Güzel mallar koymayı, dekorasyonumu düzeltmeyi, taktikler geliştirmeyi
düşünemezdim. Sadece o kadar çalmayla uğraşırdım, gücümün büyük bir kısmını o adamın attığı
iftirayla. Ya da mesela bir arkadaşım, bana öyle bir şey yaptı. O arkadaşımın bana nasıl olur da yalan
söylediğini kafaya takar ve devam edemezdim. Çok incelikli bir alan olduğu için bu örneklerimiz hem
çok somut vermeliyiz, hem de karıştırmamak zorundayız.
Öyle deşeriz de genel felsefe, Spinoza bakışıyla o size rekabet için kurulmuş tecim evi sizi
kederlendirir, hiç hoşunuza gitmez. Onu daha iyi olmam için bir diyalektik öğe olarak kullanırım,
diyorsunuz. Zaten benim dediğim de o. Çöküp kalmazsınız. Dikkat ederseniz, o beni kederlendirmez
diyorsunuz ama ona çare de düşünüyorsunuz.
M- Arseniğin vücuduma verdiği, bağıntıma verdiği… Spinoza diyor ki bölgesel bozulmalar vardır,
bütünsel bozulmalar vardır. Benim karşıma bir rakip dükkanın açılması, bana bölgesel bir keder
verecektir. Düşüneceğim, bu adam eğer benden daha başarılı olursa ben yaşayamayacağım. Ya başka
bir alanda çalışmak zorundayım ya da ben bu adamla savaşacağım. Burada devreye başka şeyler
giriyor. Eğer o adam Zara olsaydı ben onunla savaşmazdım bile. Başka bir iş yapalım derdim.
Burada keder nerede? Çekiliyorsunuz.
Spinoza dedi ve olduya girme. O yanlışımız oluyor galiba. Günübirlik yaşamda gerçekten olumsuz
şeyler ne olursa olsun her insanı etkiler. Bizim kabaca moral bozuntusu dediğimize uğrarlar. Canı
sıkılır, kederlenir, üzülür buna katılıyorum. Ama yine Spinoza’dan çıkış yaptığınızda, bakın diyor,
örnek verdim, her insan yaşamda kalmaya çalışır, savaşır. Bu keder beni boğar demenin çok tersidir,
tam karşıtıdır. Burada diri olan nesneler özellikle, savaş veriyor. Hem de çok kötü savaş veriyor. Bir
ağaç bile yarasını müthiş sarıyor. Kendini kurtarıp yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yani ona gelmiş,
Spinoza adına bir yaralama, kederdir. Orada onarma var. Burada doğa yasaları içindeki gibi kesin
noktalar aramayalım. Bu dediğiniz, kısa vadede doğrudur. Spinoza’ya orada ben de katılırım. Ben de
yaşadım, yaşıyorum.
M- Eksik anlattığım bir konu var, onu tamamlayayım. Spinoza, donuk bir kederden ya da donuk bir
sevinçten söz etmiyor. Varyasyon diyor. Varyasyon, çeşitleme, çeşitlilik, sürekli akan bir durum var.
Spinoza asla üzüntü, ya da asla sevinç demiyor. Her zaman ikisini birlikte kullanıyor. Diyor ki biz,
sürekli karşılaşmalar yaşarız, sonsuz. Üzülürüz seviniriz, üzülürüz seviniriz. Varyasyon bu. Yani
sadece üzülüyor olsak, hiçbir şey yapamayız. Sadece üzülmüyoruz, aynı zamanda seviniyoruz da.
Bizim bedenimize uyan bir sürü karşılaşma var. Bu bizde dediğiniz gibi bir mücadele etme,
yaralarımızı sarma, kederden kurtulma olanağı veriyor.
Ben de onu söylüyorum. Dondurmaz bizi, yani Spinoza terimleri çok kere sağlıksız kullanıyor.
Ç- Keder ve sevinç kısa vadeli bir durum mu?
M- Bazı insanlar doğduklarından öldüklerine kadar sadece keder ve sevinç ekseninde yaşıyorlar.
Ç- Burada o sevince dair eylem de mi kısa vadeli? Eğer birikirse tamam.
M- Bu bir etkilenme. Etkilenmenin süresi kadar. Mesela kötü bir adam gördün, hoşuna gitmiyor ve
lanet olsun dedin. Spinoza diyor ki mesele etkilenmede değil, mesele etkilenmeye verdiğimiz
değerde. Sen sürekli o adamı kafana takarsan, gece yattın hala o adamı düşünüyorsun, sabah kalk hala
düşünüyorsun. İşte o zaman bunu uzatmış olursun. Etkilenmeyi yaşarsın. Ondan kaçamazsın.
Şimdi şöyle Çağlar. Sorduğunu daha değişik anladım, öyle cevap vereyim. Sen dağdasın, Kalaharili
bir köylüsün. Birkaç aslan sesi duydun, korktun. Tamam dedin, iş bitti. Yapacağın hiçbir şey yok gibi
gözüküyor. Korkmak bir duygudur, aslandan değil aslanın öldürücülüğünden korkuyorsun. Sana
deselerdi ki bu aslanları duyacaksın ama canını sıkma, bu aslanların hepsinin dişi dökülmüş,
tırnakları çıkarılmış aslanlar, umursamazsın bile. Çünkü aslanın eylemi seni korkutuyor idi, o eylem
de şimdi koyuna dönmüştür, vız gelir diyorsun. Ama aslan öldürücü. O sırada bir tane otomobil
görüyorsun, sana doğru geliyor ve duruyor. İçinden diyorsun ki tamam, biliyorsun aslanlar otomobile
motorlu araçlara saldırmıyorlar, kurtuldum. Orada korku duygusu orada biter.
Ç- O zaman buradaki etkilenim çok değişken. Eğer bu kadar değişkense eyleme etki edişi de değişken
olacak. O zaman belirleyici olarak kullanma şansımız yok.
M- Neyi belirleyici olarak kullanıyoruz? Bunu belirleyici olarak kullanmıyoruz, bu başımıza geliyor.
Ç- Şu bakımdan. Bu benim eylemimi etkiler. Ben bir gün içinde kederlenirim, sevinirim. Bu benim
yapacağımı etkiler, belki etkiler belki etkilemez. Nasıl bunu belirleyeceğiz? Keder burada nasıl
belirleyici oluyor?
M- Şöyle. Bizim yapmaya çalıştığımız şey ne? Sürekli eyleme gücümüzü arttırmak değil mi? Eğer bu
karşılaşmaların tesadüflüğü alanında kalmaya devam edersek, yani kavrama gücümüzü
geliştirmezsek, bilimsel gücümüzü geliştirmezsek, o tesadüflü hayatın alanında sürekli üzülür
seviniriz, üzülür seviniriz. Bu kadar. Yaşamız bundan ibaret olur, bu da çok saçma, kısır, yoksul bir
yaşam olur. Bizim bir üst alana geçebilmemiz için bunu kontrol edebilmemiz gerekiyor. Yani bizim
artık tesadüfi karşılaşmalar alanından çıkıp, nesnelerin ne olduğunu kendimizin ne olduğunu
bildiğimiz, kavradığımız, kavrama alanında hareket etmemiz gerekiyor.
Ç- Keder ve sevinci aşmamız gerekiyor. O zaman zaten orada kalmıyoruz ki.
Yani şimdi Spinoza’yı çözmek adına konuşuyoruz. Biz kendi düşüncemize fazlaca girmedik.
İsterseniz bunu daha genişletiriz, istence geçelim.
M- Geçelim hocam.
Ne diyor Spinoza?
M- …
Felsefe bize fazla kaçacak delik bırakmaz. Keşke bıraksaydı.
M- İstenç konusunda Descartes’i eleştiriyor hocam. Descartes diyor ki, insan beyninin ortasında bir
tane bez var, o bez yap derse yapar, yapma derse yapmaz. İradeye böyle bir tanım koymuş. Bu
iradecilerin çıktıkları nokta tanrıdır, diyor. Tanrı, iradeye sahiptir, ol derse olur, olma derse olmaz.
İrade atfederler, insanbiçimci düşündükleri için de tanrıyı, kendilerinde de yapıp yapmama iradesini
görürler diyor. İradeyi bu şekilde anlamama eğiliminde. İstediğim şeyi yaparım, istemediğim şeyi
yapmam, buna beynimdeki bir bez karar verir. Hiç bu kadar basit değil, diyor.
Bu eleştiri pek de sağlıklı değil. Descartes bu eleştiriye göre tanrısal düşünüyorsa, o kozalaksı bezin
hiçbir karar vermemesi gerekir. Tanrıyı algılayacak, duyduklarını algılayacak. O eleştiriyi sağlıklı
görmüyorum da şu var: İşi ontolojik açıdan götürmek istiyorum. Daha önce söyledik. İçkinci evren
tasarımında özgürlük yoktur. Onu aşamayız. Eğer aşabiliyorsak içkinci âlemde değiliz demektir.
M- Doğru. Spinoza, öz olarak özgürlüğe, akla, zekaya sahip olmadığımızı söyler.
Buradan gidelim. Bu Hıristiyan teslisçiler derler ki 20. yüzyılda, onların güzünün içine baka baka,
diyalog. Sinagog, kilise, cami üçlemesi falan çadırlar kurulur, şov yapılır. Keşke haçlı seferleri
sırasında da öyle çadırlar kursalardı, ne güzel olurdu. Bu Hıristiyan dünya diyor ki, bütün tek tanrılı
dinler kardeştir, birbirlerini hoş görürler, aralarında ufak tefek farklar vardır. Öyle mi? Arkadaşım
sen ortaya tanrısal bir yapı koymuşsan, ötekiler naneyi yemiştir. Sen artık çoğulculuktan, eşitlikten,
kardeşlikten söz edemezsin, senin tezin yanlış. Bu tezinle, temel iddian arasındaki bir çelişkiyi
anlatır. Beni de kandırmaya yönelik olur. Benim de dediğim bu. Spinoza diyor ki; Tanrı, evren olarak
karşımdadır. Tanrıyken evren olmuştur diye bir olay yok, bunu yineliyorum. İçkincilikte boyut yok.
Boyut düzeyde erimiştir. Erimeseydi, boyut olsaydı, içkincilik olmazdı, aşkıncılık olurdu.
Spinoza’nın evreninde tanrı, modüsler olarak, kipler olarak, değişkiler olarak ortaya çıkmış. Evren
dediğimiz şey de bu. Bu anlamda tanrı yok evren var diyebiliriz, çünkü erimiştir. Olmuş bitmiş bu.
İddia öyle, ben söylemiyorum, sahibi söylüyor. Bu dünyada artık bir tane olumsallık bulamazsın.
M- Buna olmuş bitmiş dediğiniz anda ben de oluş diyorum. Spinoza her şey oluştur diyor. Oluşla,
olmuş bitmiş arasında çok fark var hocam.
Bakın. Ben hep söylerim. Spinoza neden devinmeden, değişkeden, hareketten bahseder bunu
anlamıyorum. O içkinci yapıdan Parmenides’in donmuş dünyası çıkar. Devinen bir dünya olamaz.
Neden? Üçgen olabilir mi? Üç olmuş bitmiş. Üç açısı, üç açısı olan bir nesne. Değişkelerini çizersin
o kadar. Olmuş bitmiş, zorunlu bir dünya. Yani burayı anlamadan biz hareket edemeyiz. Bir yandan
içkincilik diyeceksin –ki bu Spinoza’da var– bir yandan da devinen dünya, değişen dünya diyeceksin,
bu çelişkilidir.
M- Buradaki çelişkiyi anlayamıyorum. İçkin dünya, yani evrenin bütünlüğü, değil mi? Evrende her
şey birbirini yaratır, birbiriyle etkileşir.
Öyle bir şey yok.
M- İçkincilik böyle.
Öz, varoluş içeriz. Causa sui. Tanrı, kendinin nedenidir. Tanrı, özü varoluş içerendir. Bu şu demektir:
Özü bir varoluş şeklinde görüyoruz. Ya da varoluş, özün bize gözüken cephesi. Öz-varoluş ikiliği
yok. Öz varsa varoluş var. İçkin dünya bu. Sana dedim ki, natura naturans yaratıcı dünya, natura
naturata yaratılmış dünya, yok böyle bir şey. Ha Spinoza demiş, demeseydi.
M- Buradan istence nasıl bağlayacağız. Evren zorunlu yasalarla yönetiliyorsa, zorunluluk olan yerde
istenç de yoktur, mu diyorsunuz?
Elbette.
M- Spinoza zaten öyle demiyor ki. Evet, evren zorunlu yasalarla yönetilir, zorunluluğu bilmek,
zorunluluğu fark etmek, zorunluluğu kavramak özgür olmaktır, diyor. O yüzden özgürlük bir kiptir,
diyor. Özgür doğulmaz, özgür olunur. Akıllılır bir kiptir.
Ç- Onu konuşmuştuk. Başımıza geleceği bilmek, neden bizi özgür yapsın?
Biz olmuşuz. Şunu anla, özgür insanı bırak, devinmeyi bile niye konu ediniyor Spinoza, ona
şaşıyorum.
M- Spinoza’da olmuş bitmiş hiçbir şey yok. Ben de bunu anlamıyorum. Spinoza da her şey oluş
halinde. Diyor ki, güçtür diyor herşey. Tanrı da güçtür, tanrının modusları da güçtür. Eyleme gücü,
var olma gücü. Dolayısıyla bir oluş halindedir. Sürelik bir güç arayışı, istenci söz konusu.
Deseydi ki bize, tanrı bir boyuttur, kalıcıdır. Bir de geçicilik evreni var. Şu bizim durağanlık
değişmezlik, değişen dünya, devinmenin olduğu dünya. Bu dünyada her şey değişir ama kalıcılık
sürer gider deseydi, öper başıma kordum.
M- Bunu ben de bulamadım Spinoza’da. Hayvanlar, insanlar sözcüğüne önem vermiyor. Bu insan
imgeleminin sınırlılığından kaynaklı, türettiği uydurduğu, kavram bile demiyor laflardır diyor. Biz
diyor, bağıntı kümesi olarak bir güçten söz edebiliriz. Hayvanlardan bile böyle söz ediyor. Hayvanlar
demek hiçbir şey demek değildir, hayvanların eyleme güçlerini, o haritayı çıkartmadığımız sürece,
hayvanlar demiş olmamızın hiçbir anlamı yoktur.
Sen ne diyorsun buna?
M- Süper bir düşünce bu.
Buna süper diyorsun değil mi?
M- Ama çözemediğim şu, insan denilen bir tür var. O da diyor ki sonra bana, tür yok demedim ki, tür
var da hiçbir şey anlatmıyor dedim.
Türe, cinse, ilkelerden geldiğimiz için ben de önem vermiyorum. Ama bu yapıdan yapıya geçişte
yoktur, dedim. Duyarlı alanda hayvanlarda türler var, nasıl yok. Gözümüzün önünde işte, inek
diyoruz, at diyoruz, aslan diyoruz.
M- Örneği vereyim hocam.
Öküzle at örneğini vereceksin. Ben biliyorum ve ona gülüyorum. Bir varsayımsal dünya kuruyor, çok
da inat.
M- Çok somut bir dünya hocam.
Yok. Zorlama kendini. Şunu bile savunmaman gerekir. Erdemin ilkelerinde, söyledik bunu, uzam diye
bir şey olmaz. Evrenin ilkelerinde düşünce diye bir şey yok. Spinoza’nın söylediği bu. Biz bunu hani
Spinoza söylemiş, içkinci bir dünya kurmuş, varsayımsal olarak, yoksa saçma sapan bir düşünce bu.
Uzam bir öz nitelik değildir, bir konumdur. İstediğin kadar kıvır. Düşünce bir ilke değildir, düşünce
bir üründür. Yani Spinoza mekanizması olarak zihin, düşünme edimi olarak eylemler ve düşünce
denen ürünlerle birbirinin arasındaki farkı görememiştir. Onu bile görememiş. Tutmuş, benim
evrenim böyle bir evren, açılmış bir tanrı. Açıkça söylüyor, özgürlük diyor, istenç düşünmedir.
Düşünme ile istenci özdeş kılıyor. İstenç diye bir yetiyi reddediyor. Oysa ki biz yaşama evrenimizde
bir günde her birimiz binlerce kez seçeriz. Yeri geldiğinde söyleyeceğiz, her eylem etik eylemdir.
Böyle bir insan yapısı, tutar dersen ki kodlanmıştır, bir kısım enerjilerin depo edildiği bir
modifikasyondur, bu çok yanlış olur. O zaman insanı anlayamayız. İnsanın gırtlağından da tutamayız,
kodlanmıştır o. Bu, bana şunu da getirir. Bu dinsel bir insandır. Bir kısım dinsel kitaplar insanları
kodluyor, diyor ki sen şusun. Bir kitap diyor ki siz kendi halinize bırakılmazsınız. Ben öyle bir evren
yaşadığımızı düşünmüyorum. Ben, insanın sonsuz derece seçme gücü olduğuna inanıyorum, sonsuz
seçenekler içinde olduğunu düşünüyorum ve sonsuz derecede de seçebileceğine inanıyorum.
M- Bedenimizin seçme yetisi var mı hocam?
Bedenden bahsetmiyoruz.
M- Ama insan bedendir.
İnsan beden değildir. İnsan bedenlidir Müjdat. Bu kadar yoldan sonra bunu söyleyemezsin. Seçen de
bedeninin bir parçasıdır tamam ama insan bir beden değildir. Batılıların diliyle konuşmayalım. Ağaç
da bedenlidir, şu masa da bedenlidir. Bunları konuştuk. Spinoza beşinci kitapta bir şeyler söylemeye
başlıyor. Şunu da söyleyeyim: Tekil insanlar, tekil hayvanlar, bal gibi idealardan bahsediyor. Yani
tümellerden bahsediyor, nasıl tekilde kalır, kalmaz. Bir yerde tekil özlerden bahseder, güç
merkezlerinden bahseder, bir yandan tümellerden idealardan bahsede. Bir yanda içkincilikten
bahseder, bir yandan der ki tanrı evrenin etker nedenidir. Etker neden yaratıcıdır, yaratıcı
yukarıdadır, içinde değildir evrenin. Aç Muhiddin Arabi’yi bir zırvalamalar külliyatı. Sen ne
diyorsun kardeşim? Tanrı içimizdedir. Peki, şu sizin yukarıdaki ne oluyor? Benim özelliğim şu;
kaçacak yer bırakmam ben sana. Yakalarım ben seni. Spinoza’nın evreninde özgürlük yoktur. Bir kere
temelden söylüyorum, içkin evrende özgürlük olamaz. Donmuş bitmiş o. Spinoza Yahudi’ydi
biliyorsunuz. Oradayız biz. Spinoza diyor ki, tanrı açılmıştır, özü varoluş içerendir. Bitti, dondu
dünya.
M- Deleuze’un bir arkadaşı varmış, Spinoza’nın içkinciliğini şöyle betimlemeyi seviyor. Bir orkestra
düşünün, orkestra çalıyor, müthiş bir senfoni. Evren işte bir senfonidir, içkincilik de budur, diyor.
Onu söyledik. Hepimiz belli oranda içkinciyiz ama boyutumuz var. Biz yitip gitmiyoruz bu evrende.
Biz ölüyoruz, değişiyoruz, deviniyoruz, insan soyu sürüyor. Ağaç soyu, hayvan soyu sürüyor.
Görüyoruz, gözlemliyoruz. Ama sen diyorsun ki ben getirdim.
M- Niye tuhaf olsun, insan soyunun sürmesi, hayvan soyunun sürmesi?
Ben tuhaf demedim. Bunu yadsımak tuhaf dedim, Spinoza’nın yaptığına. Ben sürdüğünü söylüyorum.
M- Burada ince bir nokta var. Benim kafama tam oturmuyor ama şöyle: Doğru kilit bir noktaya
getirdiniz Spinoza’da hiç geçmiyor. Kalıcılık hiç geçmiyor. Sadece bir oluş var, sadece bir hareket.
Cisimler birleşiyorlar, insanı oluşturuyorlar, insan devam ediyor. Çünkü doğa yasalarına göre her şey
devam etmek ister. Tohum bırakır devam eder. Sadece insana ait değil, bitkiler de hayvanlar da
ürerler. Üremek, var olma çabasının bir tezahürü. Soru sadece şu, neden? Oraya vardığımız zaman,
neden evren vara kadar varırız hocam.
O metafiziksel sorularla felsefeci uğraşmaz. Köken sorununa felsefeci girmez. Der ki, bu bilim gittiği
yere kadar gidecek, bulacak, araştıracağız. Ama varsayımlar ileri sürmez akıllı felsefeci. Şöyle
türediydik, şöyle yaratıldıydık. Büyük patlama kanıtlanır, ortaya konur, kabul edilir. Onu saygıyla
karşılıyorum. Tez bilimsel olacak. Darwin, belki söylediğinin yüzde doksanı yanlıştır ama bilimseldi.
M- Evrimsel zaman o kadar geniş ki bize insan kalıcıymış gibi geliyor. İki milyon yıldan beri insan
var, çok uzun bir zaman. Bizim zamanımız yetmiş seksen yıl. O kadar uzun geliyor ki biz kalıcılığı çok
önemsiyoruz. Hâlbuki kalıcılık değil önemli olan, sadece cisimlerin birleşmesi. Senfoni orkestrası.
Söyledik biz, insan yapı düzenidir dedik. Töz dediğimiz, yapı düzenidir.
Şu konuştuğumuz konu ile Schopenhauer-Nietzsche arasında karşılaştırma yapalım. Güç istenci, hep
konuşuyoruz. Schopenhauer, kör istenç, boyutlarda bir kör istenç var, evrenimiz bu istencin bir
yansımasıdır tezi var. Bu kör istenç, uzayın ve zamanın olmadığı bir X evren. Kendi kafasına göre
oluşturduğu boyut. Orada bir tane kör istenç var, kendi anlatımı, Kant gibi her nesnenin numeni yok,
bir tane kör istenç var. O kara, kör, oldukça olumsuz, dehşet saçan bir evrenin boyutudur, oradan
oluşmuştur. İstenç ve tasarım olarak dünyanın kapanışı. Dünya bir güç istencidir, sizler de güç
istencisiniz başka bir şey değilsiniz. Schopenhauer böyle diyor. Nietzsche ne diyor? Metafizik
boyutunu çıktık mı bu dünya bir güç istencidir. Olgusal bir dünyada boyutu yadsımış, düzeylere inmiş,
ayakları yere basan bir Nietzsche. Schopenhauer’ın bu belirsiz boyutuna katılmamakla haklı
buluyorum ama Nietzsche’ye sormamız gerekenler var. Bu düzeylerdeki olanlar nasıl oluyor? Belirsiz
bir yıldız pat pat ben öldükçe benim yerime biri mi geliyor. Yoksa benim oğlum, sizlerin çocukları mı
sürdürüyor bunu. Bir evrenin yapı düzeni mi var? Bunu açıklamak gerekiyor. Tamam düzeylerdeyiz,
boyut ne oldu? Ben dedim oldu, olmuyor. Burada uğraşır, çırpınır, didinir, güç istencini anlatmaya
çalışır. Elde alınmış notlar var, kardeşinin yayınladığını söylediğimiz. Çok çeşitli söyledikleri var da
çok da güzel söyledikleri var. Bengi dönüş var Nietzsche’de. Peki, kardeşim nedir bu, evrenin sonsuz
dönüşü. Geldin mi boyuta? Geldin. E niye saklıyorsun? Kaçamadın. Bengi dönüş o. Evren yinelenir
durur.
E- Konuşurken hep şunu düşündüm. Bütün filozoflarda ortak bir yön var. Platon’da idealar,
Leibniz’de monadlar, Schopenhauer’da kör istenç, Kant’ta numenler… Benim aklıma şu geldi: Evreni
yöneten, ben onu fiziksel yasalar, maddeyi hareket ettiren fiziksel yasalar olarak düşünüyorum. İki
madde arasındaki kuvvet, ya da o hareketi, dinamizmi sağlayan evrenin yasaları. Kimisi buna numen
demiş, idea demiş, bizim boyut dediğimiz evrenin dışına atmış. Ama orada bizim kavrayamadığımız o
evrenin yasalarından bahsediyoruz gibi geliyor bana hep. Evrenin yasaları ama bu evrene içkin, bu
evrenin içinde. Aslında bütün felsefede bu ortak yön var. Birbirinden çok kopuk değil. İstenç
diyorsunuz ama insan merkezli bir yaklaşım. Doğaya istenç yüklemek, onu merkeze yerleştirmek.
Gerçeği belki de çok yansıtmıyor.
M- Çok güzel konuştun ama çok kötü bağladın.
Evet, kötü bağladı.
E- Amatörüz daha.
Onu gözden çıkartmak istemiyorum. O benim için çok erişilmez bir görüş. İstenci gözden çıkarmak
istemiyorum. Ötekiler yerden göğe doğru. Arkadaşım in şu evrene, evrenin içine in. Bu evren bizim
de içimize girsin.
E- Biz içkinciyiz.
Söyledim. Ama bu dünyaya in. Şu metafiziksel katmandan bizi kurtar. Yani zamanın ve uzayın
olmadığı yere bizi götürme. Bizim karşı çıktığımız o. İki; tamam indik ama o kadar da çok fazla
indirme. Bizim bir boyutumuz var. Koca Herakleitos bağıra bağıra söylemiş, her şey logosa göre olur
ve biter. Nietzsche’nin yasaları, sizin söylediğiniz fiziksel yasalar. Ondan söz ediyor. O şöyle demiş
böyle demiş. Nietzsche ile Schopenhauer’a girmemin sebebi şu: Tamam boyutundan kaçıyorsun.
Kaçma öyle olmaz. Sen Kant’ı eleştirdin, Schopenhauer Kant’ı eleştirdi. Diyor ki, uzay ve zamanın
olmadığı yerde çokluk olmaz. Peki birlik nasıl olur? Orada mı yaşıyorsun sen, sizin muhtarlık orada
mı? Sen nerede gördün? Deney alanımın dışında diyorsun ama var diyorsun. Olmaz. Çok olmazsa bir
de olmaz. Nietzsche’nin Schopenhauer’a söylemesi gereken bu. Ama tutuyor diyor ki, kör istenç
yoktur. Canım kör istenç olabilir. Boyut olarak vardır, evrenin boyutudur, bu dünyanın içindedir
derse olur. Bengi dönüş de o. Şimdi kaçtın, gene geldin oraya. Eleştiriyi temelli yap, o kaçacak
korkacak bir şey değildir. Bengi dönüş, Herakleitos’un boyutu. Nietzsche bir de çok koyu bir
Herakleitosçudur. Bir evrenimiz var, biz evrenimiz var. Biz bu evrenin düzeylerinde yaşarız ama
boyutları vardır ve boyutlar olmasaydı evren olmazdı. Önemli olan bilimsel olarak bunları bulmak,
metafiziğe girmemek, ayağını yere basmak.
Ç- Galiba biraz da şunda yanılıyorlar. Tartışmaların içinde geçiyor bazen. Akıl diyoruz, genelde de
böyle bakıyoruz, kozmosa baktığımızda da bizde varsa niye onda yok, onda da olması gerek, diyoruz.
Bir istenç var, kozmosa bakınca onda da olması gerek. Bizdeki küçük ondaki mutlak, bizdeki küçük
ondaki daha büyük. Bu şekilde aranıyor, o zaman deniyor ki evren düşünür, evrenin iradesi vardır,
evren üretir.
Burada insan biçimci konuşuyoruz.
M- Senfoni orkestrasında bir viyola, eğer dünyaya viyola gözüyle baksaydı, viyolanın özelliklerini ön
plana çıkaracaktı. Ama viyola orkestrada farklı bir ses. Ben de farklı bir sesiz diyorum. Siz de şöyle
mi diyorsunuz acaba? O farklı sesin bir özelliği olarak istençten söz edelim.
Dedik ki, insan belirlenmiştir. Nereye, belirsizliğe.
M- Belirlenme var yine de.
Belirlenme var. Ama belirsizliğe.
M- Bu paradoks değil mi hocam.
Değil. Japonya’ya atom bombasını atan pilotlar, subaylar, atom bombası attıklarını bilmiyorlardı.
Kendilerine bunun bir atom bombası olduğu söylenmemişti. Sadece bomba, atacaksın zarar
vereceksin. Yani onların yüzbinlerce insanı katledeceğini söylememişlerdi. Neden? Atamazlar, elleri
titrer, vicdanları sızlar, başaramazlar endişesiyle onları kodlamışlar, şunu götürüp atacaksınız. Ama
arkadaşım o bombaya bir düzenek yüklemiş mi Amerika? Yüklemiş. İçine korkunç bir enerji
kilitlemiş, ona bir ayar vermiş. Bunu şöyle alalım. Sen birisine dedin ki komutan olarak, şunu götür
falan yere at. Yalnız dedin, on saatten fazla gecikme. Diyelim o saat kırk iki saat çalışıyor, sonra
duracak. Saat belirlenmiş mi belirlenmemiş mi? Belirlenmiş. Ama o onun kırk iki saatte patlayacağını
bilmiyor. Sadece belirsiz diyor. Senin benim belirlenmem böyle bir belirlenme. Evet biz bir şeyleri
yapmaya belirlenmiş. Ama bunu ne zaman yaparız, yapar mıyız, yapmaz mıyız, yapıp yapmamak bizim
elimizde. Biz potansiyel olarak istençliyiz. Şurada birisi öldürülürken kafamızı çevirip gidebiliriz.
İnsanların da yüzde doksan beşi öyle yapar. Bir kısmının canı sıkılır ama onlar da gider. Belki
içinden bir tanesi ne oluyor ya der. İşte bu istençtir. Yani istenç çok güçlüdür ama bize çok zarar
veren eylemleri de yaptırır. İstencin kazançla ilgisi yok.
M- İstenç havada kalıyor. Nasıl bir şey ki bu bize yaptırıyor, yaptırmıyor…
E- Daha çözülmüş bir konu değil. Beynin yapısı, bu özgür irade hala tartışılıyor.
Siz beynin içine fiziksel, olarak ya da tıp olarak giremezsiniz. Girersiniz de kadavra üzerinde
çalışıyor olursunuz. Biliyorsunuz canlılar üzerinde o deneyleri yasakladır. Bir kısım doktorlar kaçak
yapıyor. Yapmaları gerekir mi gerekmez mi, onu bilmiyorum. Organ nakline izin verilince buna da
izin vermek gerekir, o da ayrı bir konu. Ama biz gözlem alanındayız, felsefe olarak. Gözlem alanında
seçim var mı, yok mu? Var. Ben derdim ki dünyamız seçimden ibaret.
M- Tabi seçim var. Az önce dedim ki önümüze iki şey koysak. Bir kavun olsun, biri arsenik olsun.
Biz gider kavunu seçeriz. Seçimlerimizde belirleyici olan nedir, sorusu. Neye göre seçeriz? Biz,
bizim bağıntımıza uyanı seçeriz, bağıntımıza uymayanı seçmeyiz. Ama diyorsunuz bu adam
bağıntılarına uymadığı halde onu seçti. Fani bir örnek veriyorsunuz, sanki o teori güme gitmiş gibi
oluyor. Hayır o teori işlemeye devam ediyor. Herkes, her canlı kendisine uyanı seçiyor, uymayanı
seçmiyor.
E- Sen de bağıntıya dayandırıyorsun. Her şeyi bağıntıyı sürdürmek olarak düşünüyorsun. Bağıntı
nedir? Bedenin bağıntısı nedir, onu oluşturan nedir? Bağıntıyı niye sürdürmek istiyorsun? Bağıntıyı
açıklaman gerekiyor o zaman. Sen istenci anlayamıyoruz diyorsun, belirsiz diyorsun.
Örnek verelim. Sahil boyu yürüyüşe çıktın, yalnız gidiyorsun. İlerledin. Orada bir adam denizde
yüzüyor. Bağırmaya başladı, boğuluyorum diye, ne yaparsın?
M- Yapabileceğim yaparım.
Ne yaparsın mesela?
M- Yapabileceğimiz. Çok açık değil mi hocam? Eğer gücüm onu kurtarmaya yetiyorsa kurtarırım.
Gücüm onu kurtarmaya yetmiyorsa kurtarmam.
İkinci soru. Bunun tüm insanlık açısından alırsak, yüzde kaçı bunu yapar?
M- Yüzde yüzü kurtarmaya gücü yetiyorsa kurtarır.
Garanti bir durumdan bahsediyorsun sen yalnız. Çok garanti. Müjdat bu adamı gider kurtarır, bunu
gücü yeter, yap öyleyse.
O- Risk.
Risk var beyefendi, onu soruyoruz. Bu herif senin gırtlağına yapışabilir, senden güçlü bir pehlivan
olabilir, boğar atar seni iki dakikada. Gücün yetiyorsa, orada bir ağaç kütüğü değil ki kurtarasın.
M- Tamam da hocam, o gücün içinde o risk de var.
Bu riski tüm insanların tümü alır diyorsan, ben orada yokum.
M- Hayır. Güç o riski de içerir diyorum. O gücü hesaplarken o riski de hesaplıyor diyorum.
Ç- O zaman risk olmaz ki.
M- Biz risk hesabı yapmadan hareket etmeyiz. Harekete geçeriz, riski var ama geçeyim. O risk
gerçekleşir ya da gerçekleşmez.
O- Gücünü ona göre belirliyorsun ama.
Ç- İçin içinde risk varsa, dersin ki gücüm yetmeyebilir ama yine de deneyeceğim.
Erdem budur. Ben ne olursa olsun bir insan olarak görevimi yapayım demek bir erdemdir.
M- Kant alanındayız. Ne yapmalıyım, görev, ödev.
Kant alanında değiliz. Erdemli kişi orada kurtarıp kurtarmayacağını bilemez. Gerçekçi olalım. Herif
bağırıyor, ağırlığı kaç kilo, kafasından ölçemezsin ki. Sen de yüzmeyi biliyorsun, şu insan ölüm
gidecek yazık, gideyim kurtarmaya çalışayım. Erdemli eylem bu. Ama o hesaplara girdiğin zaman, o
ne olur biliyor musun? Sadece belediyenin kurtarma ekibindeki bir memur olursun sen.
M- Ben şurada iki kere boğuluyordum neredeyse hocam, iskelede yaklaşık yüz kişi vardı, üç kişi
vardı. Neden atladı o üç kişi? Erdemli oldukları için değil, kurtarma gücüne inandıkları için.
Atlayanlardan bir tanesi, çok enteresan, kendine o gücü bulmuş, ama beni kurtaramadı, o da batmaya
başladı. Sonraki gelenler hepimizi kurtardılar. Mahalleden arkadaşımdı o benim. Dedim, beni
kurtaramayacağın halde niye atladın, ya bana kurtarabilecekmişim gibi geldi, dedi.
İşte o adam erdemli. Erdemli eylem o, kendini riske atıyordu. O kalabalık olmasaydı atar mıydı,
bilemem.
O- Hocam, erdemli davranış o zaman bağıntıyı bozuyor.
Bozar. Bağıntıda değilim. Tanımadığın adamla ne bağıntın var, insanlık dışında? Spinoza’da hiç
değiliz, buralara hiç girmez. İstenç, insan olmanın temel özelliğidir, onu o yapan özelliktir. Ötekiler
var, hayvanda da var öteki insanlarda da var. Milyonlarca insanda var. Ben filozof olarak istenci çok
önemsiyorum.
M- Hocam biz denizde boğulan bir adamı nasıl bir şekilde onu kurtarmalıyım diye düşünüyoruzu
anlamamız gerekir? Sokaktaki bir adama yardım ederken, bir olaya müdahale ederken, bir eyleme
karışırken. Bizi o eyleme motive eden nedir? Biz o eylemi değil de öteki eylemi seçtiren nedir? Eğer
bu görev değilse, ödev değilse, belirlenmiş bir şey değilse nedir?
Geleceğiz bunlara. Bugün duyguların, bilgilerin ve istencin ilişkisine girecektik, senin Spinoza bizi
uzattı.
26.Gün
Gönderimin nereye?
Bugün de ben istiyorum Spinoza’yı, hep Müjdat mı isteyecek? Dün Müjdat kardeşimiz çok güzel bir
konuya girdi. Affectio-affectus . Affectio, bizim bildiğimiz, bilgi kuramından tanıdığımız, duyu
{145}

verilerinin bir neden-etki bağıntısı içerisinde öznemize aktarılması olayıdır, etkileşimler, duyumlar.
Spinoza onu söylemese de biz söyledik. Sinirlerimiz alıyor, bunu algı şeklinde anlığımıza aktarıyor.
Özellikle Gilles Deleuze’de var bu. Spinoza’da çok açık sırıtmıyor. Oradan bir iki cümlesinden alıp
açmış Deleuze ve ince bir konu.
Felsefede ince konudan kaçarsanız felsefe yapamazsınız. Ayrıntıya gireceksiniz, inceliklere
gireceksiniz, bu hep söylediğimiz bir şey. Ne diyor Gilles Deleuze? Affectio ile affectus arasında çok
temel bir ayrım var. Dün pek açılmadı orası. Etkileşimler alanı, duyu verileri geliyor bilgi oluyor.
Bir de duygu var, çok temel bir ayrım. Onu Deleuze bastıra bastıra söyler. Buna güzel bir giriş
yapmak gerekiyor. Bir terim var, pek kullanılmaz edilmez de sözün arasında halk çok kullanır. Demek
ki çok işlevli tatlı bir sözcük ki halk kullanıyor. Ama bizim bilim dünyası bunu elinin tersiyle iter,
gene o meşhur Arapçasına sarılır, konuşur durur. Temsil terimini ne ile karşılıyoruz Türkçede? Biz
milletvekili seçiyoruz, bizi temsil ediyor.
M- Yerine.
Yerine. Bizim Anadolu’da düğüne çağrılı olur bir aile. Baba çok yaşlıdır, tutar der ki büyük oğluna,
benim yerime sen git, der. Çocuk varır, düğün sahibine der ki; Ahmet Amca, babam biliyorsun yaşlı,
gelemedi, çok selamı var, onun yerine ben geldim. Eczaneye gidersiniz, eczacı der ki, bayım bu
doktor beyin yazdığı reçetedeki ilaçlardan şunun orijinali yok bende. Onun yerine benzerini vereyim
mi der. Tarlada çalışıyor Müjdat. Bir vatandaştan da yüz lira alacağı var. O sırada geliyor komşu,
diyor ki benim sana yüz lira borcum var, onun yerine iki gün pır pır sürsem olur mu? Elbise
giyiyordun, onun yerine tişört giyiyorsun. Binlerce uygulaması var ve çok tatlı bir terimdir.
Affectio alanında, duyu verileri, bilgi alanında biz nesnenin yüklemlerini, duyu organlarımızla, neden-
etki bağıntısıyla alıyoruz. Bunu sinirler beyne aktarıyor, beyin bunlardan bir töz oluşturuyor. Bastıra
bastıra dedik ki anlık, tözlerle uğraşır. Duyu verilerini birleştirir, tözü oluşturur, der ki; benim
yardımcılarım olan duyu organlarının getirdiği verilerle ben şu tözü yarattım. İşte bu, düşüncedir.
Dedik ki, aslan düşüncesi. Aslanla ilgili bütün verileri getirdi organlarımız, aslan düşüncesini
edindik ve dedik ki bu bir aslandır. Bizim Türkçede, gösterge terimi var, gösterge-gösteren ikilisi,
gösteren-gösterilen biçiminde de söyleyebiliriz. İm-imlem, işaret-nesne, imge-nesne, tasarım-nesne.
Görüyor musunuz, hiç de sıkıntı çekmiyoruz. Bunlar pırıl pırıl Türkçe sözcükler. Bizim anlığımızda,
evrendeki bir nesneyi diriltiyoruz. Kırdan geldik, eşimize çocuklarımıza diyeceğiz ki ben bir aslan
gördüm. Ormandan getirdik koyduk mu önlerine? Anlığımızdaki o imgeyi, tasarımı, işareti, göstereni
ya da imi kullanarak nesneye gittik.
Bu saydıklarımın hepsi, bizim yerine dediğimiz durumdur. Nesne yerine imge, gösterilen yerine
gösteren, nesne yerine işaret, imlem yerine im. Bunların hepsi yerinedir, nesnenin yerine. Onun yerine
anlığımıza onun çeşitli yüklemlerinden oluşturduğumuz bir imge yerleştiririz. Deleuze, burada biz
bilgide, affectioda bir nesneye, nesnenin tasarımına gideriz diyor, nesnenin tasarımına. Bir temsil
vardır demek istiyor.
M- Nesnel gerçeklik dediğimiz.
Evet. Aslanın yüklemlerini edindik. Nasıl edindik? Serengeti’deki, Kalahari’deki bir yemiş
toplayıcısı gibi mi edindik? Ya da orada bir konakta oturuyoruz, eşimiz dostumuz gelmiş, bayanlar
içeride öğle yemeği hazırlıyorlar, biz de dışarıda çay içip tavla atıyoruz. Aşağıda da aslanlar
yavrularıyla oynaşıyorlar. Kalaharili köylünün, ormanın altındaki yemişleri topladığında aslanla
karşılaşınca kendisine gelen duyu verileriyle çok başka duyu verileri geliyor bize. Dedik ki, algı
seçicidir, balkondayız. Aslanın yelesi geliyor, aslanın yavrularını sevmesi geliyor, aslanın kuyruğu
geliyor, rengi genel görüşü geliyor. Turistiz ya bayılıyoruz. Kalaharili köylü, bakıyor ki orada aslan
var. O diyor, beni biraz sonra yakalayacak, tırnaklarıyla parçalayacak, dişleri hele. Algı alanları çok
değişti, balkondaki değil o. Konuyu tabi Kalaharili köylü gibi almak durumundayız, çünkü bizi
ötekilerin duygusu biraz cıvıkça geliyor. Aslan sevimli bir hayvan, turistik bir hayvan, ısırmaz belki
de. Ama Kalaharili diyor ki, ben gittim arkadaş, çıplak bir güçle karşılaştım, beni götürecek.
Öldürücü eylem. Onun duyu verilerinin kendisine taşıdığı töz öldürücü eylem tözüdür.
Bu eylemlerle ilgili öldürücü töz düşüncesini edindik. Aslana sonra geçeriz çünkü öldürücülük sırf
aslanın özelliği değildir, bu işi bir kobra yılanı, bir anakonda, bir panter de yapabilirdi. Nesne
önemli değil, eylem önemli, bu bir. İki; binlerce aslanı getirin hayvanat bahçesine koyun,
çocuklarımızı alır seyrederiz. Önünde bilek kalınlığı demirler var, korkmayız. Öldürücü eylem sıfır
çünkü.
Anlığımızda öldürücü eylem düşüncesinin edindik, başladık korkmaya. Peki diyor Gilles Deleuze,
korkunun, daha genel olarak duygunun temsili var mı, hangi nesneye gönderir? Duygunun nesnesi yok,
duygu hiçbir yere göndermez, diyor.
M- Ama nesnesiz de duygu olmaz, diyor.
Eyleminden gittik zaten, açıklıyoruz onu. Korku dediğimiz zaman, bir gönderiminden söz edemeyiz.
Yani korku, bir düşünce değildir, duygudur. Duygunun gönderimi yok, diyor. Buna katılıyorum.
M- Buna biçimsel gerçeklik diyor sanki hocam. Nesnel gerçeklik, aslanı duyu verileriyle taşınması,
bir düşüncenin oluşması. Korku ise o idenin kendi başına da bir gerçekliği olduğunu söylüyor. Yani
nesnesinden bağımsız bir gerçeklik.
Gönderimsizliği biraz sonra işimize yarayacak. Kierkegaard ve Heidegger çok ilginç şeyler söyler bu
konuda. Sorge , korku, kaygı, genel olarak büyük anlamda, her yeri sarmış anlamında. Ne derseniz
{146}

deyin Türkçede, büyük korku deyin, büyük kaygı deyin. Şundan bundan, aslanın eyleminden, yılanın
eyleminden korktuğumuz gibi korku değildir bu. Hepimiz evrende bir kaygı içindeyiz ama hangi
eylemden korktuğumuz belli değil. Genel olarak korkarız, diyor. Geleceğim ne olacak, ölür müyüm,
geçim durumun ne olacak, çocuklarım hasta olursa ne yaparım... Binlerce kaygı. İşte diyor
Kierkegaard ve Heidegger, bu sorgedir. Sarmış yaşamımızı, tir tir titreriz. Neden, belli değil. İlginç
bir görüş. Onlar bir hayli geçmişteki duygu ile ilgili görüşlere dayanıyorlar. Ama ikisinin boyutu
daha fazla.
Biz sürekli olarak görüş, düşünce ediniriz, düşünce ile eylemi tanırız. Ondan sonra bu bizde bir tavır
yaratır. Bakın düşünce değil. Biz aslanın eylemini önümüze koyunca artık düşünce olarak biliriz,
öldürücü bir eylem. Peki korku ne? Korku hiçbir yere göndermiyor. Bu, takındığımız tavırdır, kiptir.
Ya kaçacağız, ya saldıracağız, ya bir ağaca çıkacağız vesaire bir tavır alırız. Tabi her zaman böyle
öldürücü şeyle karşılaşmayabiliriz. Günlük yaşamda binlerce kez karşılaşırız, tavır alırız. Duygu,
tavır almadır. Kızarız, sinirleniriz, elime geçersen görürsün deriz, öç alma duygusuna bürünür ya da
severiz, hoşumuza gider. Duygu insanın temel yapı düzelerinden bir tanesidir. Akıl almayacak kadar
duygu vardır. Birbirine karışmıştır, nüansları var. Kimi zaman birbirine kılı kılına benzer, ufak
ayrımlarla ayırabilirsiniz. Kimi zaman çok çok karşıttırlar. Böyle bir yapı düzeni.
Ç- Hayvanları da aynı gruba katabiliyoruz. Çünkü onlar da bu duyguları yaşıyor.
Biraz
Ç- Özellikle memeliler, üzülüyor, seviniyor, korkuyor, bu duyguların hepsini yaşıyorlar.
Elbette. O kip durumunda, bilgi durumundakinden daha yoğun olduklarını düşünüyorum. Git bir
hayvanın yavrusunu al bakayım elinden. Ölümüne saldırır size.
M- Uexküll’ün şöyle bir projesi var. Hayvanları deyip geçeriz, diyor. Hiçbir şey ifade etmez. Etki
alma güçleri aslında duygulanma kapasiteleri. Ne kadar etki alabiliyor? Bir kene anlatmıştınız. Kene,
üç etki alma gücüne sahip. Bütün yaşamı bu üç etki alma gücünden oluşuyor. Ama bir insanı
düşündüğümüz zaman sonsuzca etki alma gücü var. Yani sonsuzmuş gibi görünüyor, o kadar çok
bileşke var ki duygular arasında. Bir çift atının bir yarış atından farklı etki alma gücüne sahip olduğu.
Etki alma gücüyle değerlendirilirse, çift öküzüyle çift atının duygu olarak birbirine benzerdir, diyor.
Onları arkadaş olmaya bıraksan, o at gider diğer atla değil de öküzle arkadaşlık kurar, gibi bir
insanileştirme yapıyor. Etki alma gücünü önemsiyorum ben, çünkü bu birazcık anlama kuvvetimizi
arttıran bir şey. İnsanlara bakıyorum, insan diyorum, hiçbir şey ifade etmiyor. Ama etki alma
güçlerini düşünüyorum, Çağlar’ın etki alma gücünü, Oğuz’un etki alma gücünü, çocuğun, yaşlının…
O zaman bir şeyler anlamaya başlıyorum. Bir harita çıkartıyorum, etki alma güçleri haritası. Yani
hem zamansal olarak, çocuk, genç, yaşlı hem ayrı ayrı bireyler olarak. Hastalanma mesela,
hastalanmayı da hep bir etki alma gücüne dâhil etmemiz gerekir, der. O yine Kızılderililer örneğini
verir. Onlar da grip mikrobuna karşı etki alma güçleri yok. Olmadığı için de ölüyorlar. Ötekinin var,
alıyor ve ortadan kaldırabiliyor.
Duygu, hiçbir nesneye göndermez, dedik ve orada kaldık. Bir adım daha atacağız; eylem. Sonuçta biz
insan özneler olarak hayvan alanının çok çok dışına çıkmışız, eylem alanına yönelmişiz. Bunlar ilk
anda pek onaylanır gibi gözükmüyor. Sen acıkıyorsun, canın yemek istiyor. Kırdayım, karnımı iyice
doyurayım, tarlamda çalışacağım, diyorsun. Burada ilk bakışta suya yönelmiş gibi oluyoruz. Şu ya da
bu yemeğe yönelmiş gibi oluyoruz. Dikkat edin, eğer düzgün bir adamsak biz bunları tarlamızda
düşünürken, yanımızda çok rahat yiyebileceğimiz çeşitli nesne öbekleri olabilir. Meyveler, sebzeler,
vesaire ama oralara dalmayız. Hele hele orası bizim fazla tanımadığımız, değişik bir alansa. Diyelim
Belçika, Belçika’da bir tarladayız, haddine mi sen komşudan gidip karpuz alacaksın. Seni yakalatıp
hapse attırır. Öyle ortamları da düşüneceksin. Sen acıktın, bisikletin varsa, araban varsa bin, çarşıya
in, bir markete gir, oradan ihtiyacını al gel, karnını doyur. Hepsinde eyleme yöneliyoruz. Çok erken
söylenmiş bir sözdü, söyledik; her eylem etik eylemdir. İnsan hep seçerek eyler.
27.Gün
Bir el freni
Yavaş yavaş konumuza, istenç alanımıza girelim. Bazı temeller atmamız gerekiyor. Öncelikle
birleşikler alanını, diriler alanını, diriler, duyarlılar alanını biliyoruz. İnsan alanını temelde
belirleyen, onun bir bilgi öznesi olması mıdır, yoksa bir istenç öznesi olması mıdır? Temel
ayrımımız, o mu, o mu? Ya da bir biçimde her ikisidir de aralarında bir ilişki mi vardır? Birinci
problem bu. Çünkü her alanı bir temel ilke belirliyordu. İnsanda bu ilke ikileşti. Onu bir çözmemiz
gerekir. İki; söylenmiş, yazılmış bir kitabın üstüne başka isim yazmak, çalmanın bir şeklidir. İstenci,
daha bir ortaya koyan varoluşçu filozoflardır. Felsefeyi sokanlar onlardır. Adlarını vermek adına
onlardan söz etmemiz gerekiyor. Başka birinin değil de daha çok onların buluşudur. Bu Aristo’dan
başlar, belli bir noktaya kadar gelir. Kierkegaard denen Danimarkalı filozofla doruk noktasına ulaşır,
varoluşçuların babası olarak o tanınır. Ondan sonra en güçlü temsilcilerini Martin Heidegger’de,
Karl Jaspers’de, biraz Schiller’de, biraz Sarter’da bulmuştur. Ama temel olarak Kierkegaard’ın
buluşları, görüşleri daha çok saygı görür. Onu da göreceğiz. Bir de şu problem var, bunu sizinle
tartışmak da istiyorum. Bakıyoruz birleşikler alanında nesneler kendi içlerinde bir kısım türlere
ayrılmış, binlerce, milyonlarca. Diriler alanında keza, bakıyoruz bitkiler, ağaçlar sayısız türlere
ayrılmış ve bireyleri var. Duyarlı alanda keza öyle çok türlülük var. At da duyarlı, öküz de, kuşlar da
vesaire. Bu varlık alanı kendi içerisinde, ötekine kaydırma yapmadan belirttiğimiz gibi binlerce türe
ayrılıyor. Bir hayvanbilimci değilim ama dışarıdan gözlemlerimizle hepimiz bunu görüyoruz. Hayvan
türlerini birbirinden kolayca ayırabiliyoruz. Omurgalılar omurgasızlar, tek tırnaklı çift tırnaklılar,
memeliler… Hani Spinoza’nın hani atla öküz arasında bir ayrım göremiyorum, güçleriyle ölçeriz
dediğinde, bir de öz birliği var zaten, ikisi de duyarlı, ikisi de başkalarının hayvan dediği nesne. İkisi
de insanlara güdü ile yardım eden yaratıklar. Onun için birbirlerine benzetilmeleri çok kolay.
Demek ki bu varlık alanlarında bir temel ayrım var. Onun özünü oluşturuyor bunu görüyoruz. Bir de
küçük ayrımlar dediğimiz ayrımlar var. Hepsinde var bu. Bu epey bir çeşitlilik yaratıyor, sayısızca.
Bu ölçüleri kullanarak insan alanına geçtiğimizde, insanda küçük ayrımlar yok. Dünyanın neresine
bakarsanız bakın, insan iki ayaklık, kafası var, iki kolu var, düşünür, istençli. Bunun küçük ayrımı
yok. O basit basit renk ayrımı, kafa ölçüleri bunlar ayrım değil. Bunlar biçimsel farklar. Güneşte
durursun sen de siyah olursun. Onlar ayrım değil, renk bir temel özellik değil ki ayrım olsun. Dahası,
şunu söyleyeyim; at cinsi ile diğer memeliler cinsini çiftleştirin yavru yapmazlar. Kendi içinde
hayvan olmasına rağmen türdeş olmaları gerekir. Güvercinle karga birleşemez, çiftleşemez. Ama
kuzey kutupta yaşayan Eskimo ile Afrika’da yaşayan bir inanı evlendirin, çocukları olur. Çünkü insan
alanında öteki alanlarda gördüğümüz tür ayrımı yok. Şu ulus, bu ulus, bunlar zorlanmış yapılardır.
Belli alanlarda bir ana-babadan büyüyenlere ulus demişiz, ötekine başka ulus demişiz ama bunlar
kökeninde hiçbir temel özellik ayrımı sağlamıyor. İyi de, bakıyoruz yedi milyar insan var, hepsi de
çok çok ayrı. Öteki alanlardaki tür ayrımı yok ama öylesine korkunç tekillikler alanı ki iki kişi
birbirine benzemiyor. Yapıca, karakterce, düşüncece, istenççe… Kaç insan tipi var dersek, kaç tane
insan varsa o kadar. Lokantaya gittin, seslendir, dana pirzola dedin. Bekledin, yarım saat sonra yemek
geldi, kuzu pirzola. Garson yanlış anlamış, ya da garsonun söylediğini usta yanlış anlamış bir biçimde
geldi. Ne yaparsınız? Çok titiz bir adam değilseniz saplarsınız çatalı. Amat gittiniz kız istediniz.
Ayşe’yi beğenmişsin. Düğün oldu, dernek oldu, düğün alayı gitti getirdiler Fatma’yı sana. E canım
Ayşe’nin yerine Fatma olsun der misini? Siz insan seçmişsiniz, tekil insan. Fatma, Zeynep, Ayşe ne
fark eder, diyemiyorsunuz. İşe adam alıyorsunuz, güvenlik araştırması yapıyorsunuz, boyu, kilosu
yetmiyor size. Demek ki insan alanında eşsiz bir çeşitlilik var, milyonlarca, milyarlarca. Oysa ki
türsel ayrım yok. Garip bir durum olmuyor mu? Peki bunu yaratan ne? Bugün bunu tartışmak
gerekiyor.
M- Biz kedilere bakarız, hepsi aynıdır. Bu biraz Japonlara bakıp, ya bunların hepsi aynı, demek gibi.
Kedilerin hiçbiri aynı değil. Kedi türü kendi içinde tekillik barındırıyor ve bu tekillik içerisinde
hiçbir kedi, hiçbir kedi ile aynı değil. Bunu sinekler konusunda bilmiyorum, sinekler daha kolay
gözlemlenmiyor ama bütün hayvanlarda böyle. Ağaçlar konusunda bile böyle. Onlar da kendi
aralarında bir tekillik ayrımına dayanıyorlar.
Bu dediğin, yerden göğe kadar haklı. O zaman sen bize varlık alanlarında başından başla, de ki
tekilleşmelerden insana kadar bir gel bakalım. Haklı. Yani girmemiz gereken bir konu. Gerçekten
dediğin gibi, pazara getirmiş bir at. Kaç kilo bu, iki yüz kilo. Boyu ne kadar, almıyoruz değil mi?
Huyunu soruyoruz, yürümesini soruyoruz, tekme atıp atmadığını, ısırıp ısırmadığını soruyoruz. Onu
diyorsun galiba.
M- Evet.
O zaman varlık alanlarından başla, yaygınlık durumuna göre, bize bu tekilleşme olayını bir anlat.
Neden diyeceksin, biz zaten oradayız. Bireysel olan ile kişi olan ayrımındayız zaten. Seçme olayına
gireceğiz.
M- Benim itirazım yok. Sadece duyarlı alanda türleşme varken, insan alanında türleşme yok. Burada
şöyle bir sıkıntı var zaten. Bu birçok filozofa şunu dedirtmiş –neden onu dediklerini burada çok iyi
anlayabiliyoruz aslında sizin bu terimlerinizden sonra– insan düşünen hayvandır. İnsan demiş,
duyarlılar aleminin bir türüdür, at gibi, öküz gibi. Bu türün kendine ait özellikleri vardır. Tıpkı at
sineğinin kendine ait özellikleri olduğu gibi, sineğin kendine ait özellikleri olduğu gibi. Onu ayrı bir
sınıflandırmaya koymamıza gerek yok, demiş. Galiba bunun için demiş olabilir. Bunun türleri yok, bir
hayvan türü. Bunu ayrı bir tür olarak…
Yalnız, insana hayvan demeyi kabul etmiyoruz. Dedik ki yapı alanları çok ayrı, birinden ötekine
aktarım yaptığımız zaman sistemler bozuluyor. Bir hayvana akla eklediğimiz zaman, hatta dedik ki
kertenkele neden akıllı olsun? Bir biçimde bir operasyonla Atina sokaklarında dolaşan bir
kertenkeleye us ekledik diyelim, beyin, bu Sokrates olup çıkmaz dedik. Grek yanlışına takılmayalım
diye düşünüyorum.
M- İnsanın türlerinin olmayışını, tekilliğine bağladığınız için bunu konuşuyorum. Türleri yok ama
dediniz, duyarlıların türleri var, insanın türleri yok ama insanın tekillikleri o kadar farklı ki, ben de
ona karşı söylüyorum.
Umarım bunu kabul ediyorsundur.
M- Kabul ediyorum ama bunu kediler için de kabul ediyorum. Mesela bir kedi dört tane yavru
doğuruyor. Dördünün de ayrı kimliği, kişiliği, ayrı tarzı var.
Ben buna da katıldığımı söyledim ve dedim ki…
M- Ama o zaman insanla, duyarlılık alanında bir fark kalmıyor.
Kalıyor. Zorlamış olacağız.
M- İnsanı ayrı bir varlık alanı olarak kabul ettik ama bunun temellendirmesini onun tekilliği
üzerinden yapamayız diyorum ben.
Yapacağız. Daha yapmadık yalnız. Daha oraya yeni giriyoruz. Ben şu dediğine katılırım ama onu
biraz açmanı isterim. Çünkü açılacak yer var. Gittin, kurbanlık koç alıyorsun, bir kız ister gibi
alamıyorsun. Yanınızda bu işten anlayan bir kasap varsa ne güzel, kasap bir iki dokunuyor, bunu al
götür diyor. Kız alır gibi almıyorsunuz. Bir sürü araştırma yapıyorsunuz. Yine de bir sürü hatalarınız
çıkıyor. Burada duyarlılar alanında olsun, diriler alanında olsun, nesnelerin birbiriyle ayrımında yapı
düzenlerinde ufak tefek ayrımlar var, onu söyledik. İnsan alanında eşsiz bir tekillikler alanı var.
Ç- Kişiselleştirdiğimiz hayvanlar dünyasında, eğer evimize bir köpek alacaksak karakterine
bakıyoruz. Av köpeği alacaksak niteliklerine bakıyoruz, iyi koşsun, uysal olsun. Ceviz ağacı
dikeceksek bol yemiş vermesine bakıyoruz. Onun dışında pek bakmayız. Oradaki kişiselleşme bizden
ona. Sokak kedisinin bir karakteri var, hepsi farklı. Ama bizim için pek fazla işlevi yok.
Ben de onu diyorum. Bu, abartılacak noktada değil. Sonuçta kedi kedidir diyorsun, ufak tefek ayrımlar
olabilir diyorsun ama insana geldiğin zaman ayrımlar çok korkun. Biri tehlikede olan adamı kendi
yaşamını hiçe sayarak kurtaracak kadar özverili, biri de hiç gözünün yaşına bakmadan katledecek
kadar namussuz. Biz bir alana gireceğiz.
M- Tekillikleri değerlendirme ölçütünde burada kıyak kabul edemez hocam. İnsan tekilliklerinin
birbiriyle kıyaslanmasıyla kedi tekilliklerinin birbiriyle kıyaslanması aynı olamaz. Muhtemelen
kediler konuşuyor olsaydı burada, ya kediler ne kadar farklılar, biri babasını öldürürken biri de…
derlerdi hocam. Ama biz insan aleminden kedilere baktığımız için insan kavramlarıyla baktığımız için
onlardaki tekillikleri törpülemek eğilimindeyiz.
O kadar görmüyorum ben, abartıyoruz. Çocukluğum kırsalda geçti. O eşekler dünyasını düşünüyorum,
pek orada bizi şaşırtacak ayrımlar olmaz. Çifte atarlar, yellenirler, yük vurursun taşırlar.
M- Biraz içinde yaşamayla ilgili. Bizim keçi çobanı amca keçilerin içinde yaşıyor. Bana keçileri
anlatıyor. Hepsine isim vermiş, hepsini tanıyor anlamında. Diyor ki, şu keçi şöyle özelliklere sahip,
hatta başkasının yediği ottan yemez, hep yalnız takılır. Öbürü şunu yapar, öbürü bunu yapar. Senin
keçilere baktığım zaman hepsini aynı görüyorum. Hepsi de yayılmış otluyormuş gibi görüyorum.
Bunların hepsini fabrikadan çıkmış gibi algılıyoruz. O içinde yaşayan onları sürekli gözlemlediği için
hepsinin arasındaki farkların muazzam olduğunu söyleyebiliyor.
Ona katılıyorum, yadsımadım. Ama dedim ki burada sonuçta istençle seçmeyle ilgili bir ayrım yok.
M- Bunu tabi insanla karşılaştıramayız.
Baştan beri asla karıştırmayalım diyorum. Dediğin tekilliklere katılıyorum, nasıl katılmam? Alanları
birbirine karıştırmayalım. Bu batılıların düştüğü yanlış olur, içinden çıkamayız. İnsanın temel
özelliği, istençtir. Hayvanda istenç yok, hayvan seçiyor diyemeyiz. Sorun da burada. Ağaç seçiyor
diyemeyiz. Şu olmuştur. Diyelim o koyunlar, keçiler, anne-babası daha iyi bir beslenmiştir, yaşam
koşulları iyidir, daha iyi otlaklarda otlamışlardır, veya iyi çobanların elinde yetişmişlerdir vesaire.
Olay orada başla ve biter. İnsan alanı, öteki alanlarla hiçbir biçimde yanyana koyamayacağımız bir
alandır. Ve ben Aristo’ya karşı çıktım, aklı olan hayvana insan denir, yok öyle. O zaman da söyledim,
o zaman duyarlı olan ağaca da hayvan deriz. Bunu benim kanaatim zorlamış oluruz ama arkadaşların
kanaatlerini alalım. Ne dersin?
Ç- Ben, yine bizim alanımızdan onlara bakarken bir çeşitlilik görüyorum. Ama kendi alanımız
gerçekten onunla kıyaslanmayacak kadar zengin. Bir çeşitlilik var, bir karakterleri de var, onu
reddedemeyiz. Her hayvanın, özellikle de memelilerin, teker teker baktığımızda çeşitliliğe sahip
olduğunu görüyoruz. Çünkü biz kendi dünyamıza kültürü koymuşuz, sanatı koymuşuz, ticareti
koymuşuz bunların hepsi ayrı ayrı alanlar oluşturmuş.
E- Bu çeşitliliği belirleyen, insandaki çokluğu belirleyen, insanın kendinden kaynaklanmıyor.
Çağlar’ın dediği gibi, kültürel bir yapıysa, toplumsal bir yapıysa bu tekilliğin fazla olmasını sağlayan
içinde yaşadığı toplum. İnsan belki de aynı şartlarda yaşasa bu kadar çok çeşitli olmayacak.
Yalnız orada değiliz hocam. İnsandaki tekillik var mı yok mu? Var. Nedeninde değiliz şu an. Onu
daha önce konuşmuştur. Toplumsal ortam, süreklilik dediğimiz olgu hep ve herkes için vardır.
Einstein görecelik kuramını bulduğunda Einstein’ın bildiği matematiksel ve fiziksel bilgileri, binlerce
profesör vardı. Ama Einstein buldu görecelik kuramını. Yani orada ortam herkesi aynı yapmayabilir.
Düşman geldi, yurdumuzu istila etti. Kimi seyretti, kimi artık onlarla uyuşmak gerekir manda kuralım
dedi ama başka biri de çıktı dedi ki, mandayı ineği anlamam ben dedi. Kırbacı eline aldı kovaladı.
Hep aynı ortamdaydık. Burada vurgulamak istediğim şu vardır: Şurada aynı ortamdan ya da birbirine
yakın ortamdan gelmiş insanlar hep yanyana olsa koyun sürüsü olmayız biz. Her hal ve durumda o
kişiliği yaratan çeşitliliğimiz ayrı olur.
M- Sorumuzun çıktığı yeri bence kaçırdık. Sorumuz şuydu: Bütün yapı düzenleri alanlarında türler
varken, neden insan yapı alanında türler yok.
İşte batılı bunu söylememiş.
M- İnsan değil ama hayvan dediğimiz zaman bir sürü türü var, milyonlarca. Bitki dediğimiz zaman
öyle. İnsanda tür yok. Tartıştığımız şey aslında bu. İnsandaki tür yokluğunu, bütün alanlarda varsa
insanda neden yok? Hocam ona ikâme yaptı, ikâmesi şuydu…
İkâme deme ikame de.
M- İkame, yerine. Dedi ki insandaki tür yokluğunun yerini tekillerin çokluğu alıyor. Tartıştığımız bu.
Ben de buna, hayvan türlerinin kendi içinde de tekillerin çokluğu vardır, dolayısıyla bu ayırıcı bir
özellik gibi gelmiyor bana, diye itiraz ettim.
Tamam onu herhalde konuştuk. Orada da sanıyorum anlaştık.
Ç- Bir de biyolojiden biraz yardım alalım istiyorum. İnsanın genetik olarak, birbirine en uzak olduğu
noktalarda bile coğrafi olarak mesela, farklılığı çok azdır. Afrika’da iki yüz kilometrelik bir alanda
aynı primat grubundan bir aile ile diğer primat grubundan bir aile arasındaki genetik fark çok daha
fazladır. İnsan çok dar bir aile grubundan çıkmış, genetik dağılımından bahsediyorum. O yüzden çok
fazla birbirine benziyor. Kendi içimizde genetik farklığımız tür oluşturacak kadar çeşitlenmemiş,
dağılma göstermemiş. Eğer coğrafi sınırlarımız izin vermeseydi, belki aramızda türleşme olacaktı.
Belki at ile eşek arasındaki durum gibi bir durum olabilecekti.
E- Bu paylaşım katkısı, dna’mızın çeşitlenmesine sebep olmuyor mu, türleşmeye?
Ç- Şöyle diyeyim: Biz gen alışverişini birbirimizle yapmışız, insan türü olarak. Aradaki zamansal
mesafe buna izin vermemiş.
E- Gen paylaşımından yeni bir tür ortaya çıkmıyor mu?
Ç- Çıkmaz.
E- Kendi kapalı bölgesinde mi?
Ç- Kendi kapalı bölgesinde yaşayacak. Aralarında gen akışı olmayacak. Olursa türleşme olmaz.
Aralarında pek az genetik fark vardır ama kromozom farkı yüzünden at ve eşek birleşince ortaya kısır
bir tür çıkar, o çoğalmaz.
Ne diyorsunuz birader, sizin kafanızdan ne geçiyor?
O- Valla bilemiyorum. Düşünüyorum, herkes söyledi.
Bektaşi bir yere gitmiş. Varmış ki orada iki insan çok kötü bir kavga yapıyor, kan revan içindeler.
Derken Bektaşi’yi görmüşler, hah bulduk. Gel hakem. Demişler ki, bak arkadaş biz niye kavga
ediyoruz, birimiz güneş büyük diyoruz birimiz ay büyük diyoruz. Söyle bakalım sen ne diyorsun,
güneş mi büyük ay mı büyük? Bektaşi anlamış ki güneş büyük dese ay büyük diyenin, ay büyük dese
güneş büyük diyenin dayağını yiyecek. Durmuş durmuş, valla ben buraların yabancısıyım, demiş.
Müjdat kardeş şöyle. Koyunların kendi toplumunda, keçilerin kendi toplumunda o dediğimiz şeyler
var. Kurt sürüsü, aynı duyarlı soydan, aynı ilke ile olmuş olmalarına rağmen kurt arkadaş giriyor
koyun sürüsüne budayıp geçip gidiyor. Aralarında o tür ayrılığı korkunç ayrılıklara sebep olabiliyor.
Hani kurtların kendi içerisinde de o dediğin vardır, aslanların vardır. Şunu izledim: Bir küme, süre
antilobu düşürmüş, onu kapışıyor, yiyor. Orada belli artık, yaşlı bir aslan, ömrünün sonuna gelmiş,
geldi bir süre onları izledi. Yiyemiyor, dalamıyor onların arasına, gidici yani. O durumu biraz
izledikten sonra çekip gidiyor. Şimdi o sürüden bu aslanla ilgilenen fazla çıkmadı. Bir tanesi oradan
et yemekten koptu, yetişti o yolcu aslana, biraz koklaştılar sarıldılar, ondan sonra bırak o yazgısıyla
baş başa yürüdü gitti. İçlerinden bir tanesi ona, belki de kardeşiydi onu bilemiyorum. Bu
duygudaşlığın temelini ben çözemiyorum. Bir tanesi gösterdi, gidiyorsun arkadaş güle güle,
anlamında. Bunlar hep oluyor. Ama yineliyorum, bunu kendi içerisinde öyle düşünmek gerekiyor,
bunu abartmamak gerekiyor, koyun koyundur diyoruz, aslan aslandır, kaplan kaplandır. İnsan
dediğimiz zaman, al arkadaşım bu bir insandır diye kimsenin önüne altın tabakla o nesneyi
sunamıyoruz. Çünkü o bir insan. Yedi milyardan birisi, ne yapacağını kendisi bile bilmiyor, öyle bir
evren. Hani Jaspers’in sınır durumları var, kötülük tehlike geldiği zaman kimin ne yapacağını
bilemiyorsun. Ben bunları yaşadım. Çok korkak gibi gördüğümüz arkadaşlar aslan kesildi, aslan
sandığımız arkadaşlar tavuktan bin beter korkakmış. Çok belirsiz bir alan. Tekilliklerin kesin egemen
olduğu bir alan. Bunu tartışırız.
M- Zaten şuna itiraz yok: İnsanın tekillik alanında zenginliği, çeşitliliği ya da temelliğine bir itiraz
yok. Bu tam da benim düşünmeyi isteyebileceğim bir yaklaşım. Gerçekten insanları tekil olarak
düşünmek. Siz diyorsunuz ki insanların tekilliğini belirleyen insanların belirsizliğe belirlenmiş
olmasıdır. Hayvanların tekilliğini belirleyense ortak içgüdüleridir. Onların tekilliği her ne kadar
tekillikse de bir belirlenmişlik söz konusudur. Ama insanda tekillik belirlenmiş değildir. İnsanın
tekilliğinin belirsizliği üzerine konuşmak gerekir. Gerçekten belirsiz diyorsak, belirsizliği sonuna
vardırmamız gerekir. Ya belirsizdir, mantığı öğrendik, ya da belirlidir. Biraz belirlidir, biraz
belirsizdir dediğimiz zaman belirsizliğe belirlenmiştir diyemeyiz. Ama insan hem belirsizliğe
belirlenmiştir, hem de belirliliğe belirlenmiştir dersek…
Zaten belirliliğe belirlenmiş, bir kere insan olmuş o. Ama öte yandan da belirsiz.
M- O zaman insanın belirlenmişlik alanıyla, insanın belirsizlik alanını ayırabilir miyiz?
Belirlenmiş alanı şu: Hocam fizikçi, fizik yasalarını bilir, onunla uğraşır. Başka bildiği yoktur
anlamında değil, işi o. Boşlukta kalan bir ağırlık, nesne düşer. Bu taş da olsa, ağaç da olsa, insan da
olsa düşer. İnsan o anda belirlenmiştir. Bir kere birleşiklerin bağlı olduğu temel doğa yasalarına o da
bağlı. Bunu unutmayalım. Diri… Diriler yiyor, içiyor, büyüyor, çiftleşiyor, ölüyor. O yasalara sen de
ben de kuzu gibi tabiyiz. Salt birleşiklerin, salt dirilerin, salt duyarlıların alanının temel yasalarına
bağlıyız. Görmeden, duymadan, koklamadan, dokunmadan bilgi edinebiliyor muyuz? Edinemiyoruz.
Hayvan alanıyla ortak yönümüz var. O senin yasan. Öyle olmasa zaten insan olamazdın. Sen o
yasaların üstüne oturuyorsun, bunlar var, dışına çıkamazsın. Ben boşlukta kalıyorum ama iradem var
düşmem, düşersin. Ama sen onların dışında özel bir düşünme gücüne iye, özel bir istence sahip
nesnesin.
M- Diğer alanları belirlemeyen bir yasa var ki sadece insana ait. Biz insanı ayırt ederken o ayrımdan
yola çıkıyoruz.
Evrenin yasaları var diyorum, çok önemlidir diyorum. Bunları orada göreceğiz. Biz bir atlama
yapıyoruz bazen, belki de her şeyi birden öğrenmek istediğimizden oluyor. Biz, seçim alanındayız,
insanın belirleyen temel ilkenin ne olduğunu tanımak için istençteyiz. Öteki alanlarda, koyunlara
keçilere de fazla girmemiz gerekmiyor. Kendi içlerinde türleri var. O, biyoloğun işi zooloğun işi.
M- Yasa alanından da çıkmadan da insanın diğer alanlardan farklı olarak başka bir yasaya tabi
olduğunu söylemek, insanın istençli olduğunu söylemekle aynı. İnsanın istençlilik yasasına uyması
gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Ç- İstençlilik yasası!
Elbette o da bir yasadır da illa bizi yine Sipnoza’nın deliğine sokma.
M- Spinoza ile hiç ilgisi yok hocam.
Bir kere dedik ki, balkonda çiçek saksısı da düşer, insan da düşer. O zaman saksı, toprak, çiçek
arasında bir ayrım yapmıştık. Balkondan sandalye de düştü ben de düştüm. Sandalye iradesini
kullanıp balkona geri gelemez. Ben eğer şuram buram kırılmamışsa, kalkarım üstümü silkerim
balkona çıkarım. Düşerken doğa yasalarına bağlıydık ikimiz de. Onun ötesinde biz kilitlenmiş değiliz,
biz seçeriz. Bu bizim yaşamımızda gözlemimizle gördüğümüz, metafiziksel bir sav değil bu.
M- Ben de yasa derken tam da bunu söylemek istiyorum. Metafiziksel olmaktan çıkarmamız için bunu
yasalaştırmak gerekiyor. Seçiyorsak, belli bir yasa çerçevesinde yaparız.
Öyle diyelim.
M- Spinoza dediniz, ben açayım. İnsan yer çekim yasasıyla yere bağlıysa, başka bir ysasayla da
havada uçuyor. Bizim istençliliğimiz de böyle bir yasa sonucunda gerçekleşebilir. Ama bunu
temellendirmemiz gerekiyor.
Gerekecek işte, oraya geleceğiz. Müjdat kardeşimiz izin verirse tabi.
Biraz Kierkegaard’a gireyim. Şunun için: Danimarkalı filozoftur. Bir kısım filozofları birebir
özgeçmişleriyle de tanıyabilirsek yardımcı olur bize genel kültür bakımından. Çünkü bir filozofun
yaşamını öğrenmek, biraz da hocamın dediği gibi düşüncelerini öğrenmektir. İnsan ortamından
kopamaz, o ortam onu şekillendirir. Oradan soyutlanmış düşünürsek o insan bir tüpe girmiş olur, bu
felakettir. Yine dediğimiz gibi, insan seçme gücünü her ortamda kullanır, o kişi olmayı sürdürür.
Bazen kullansan ne yazar? Osmanlı toplumundasın, medresede yetişmişsin. Ya da bir hoca efendinin
elinde yetişmişsin. Ne yapıyor müderris kardeşimiz? Diyor ki, arkadaşım ben sana berat verdim hadi
git. Git devlete başvur, kadı olacaksın. Her köşede bir üniversite var, seyyar üniversite. Bu
üniversitelerde felsefe yasak. Ta Araplar demiş, düşünmeyin, tartışmayın. Böyle bir ortamda yetişen
bir insanın, senin benim gibi felsefe yapacağımızı nereden düşünebiliriz? O dediğin o yönden doğru.
Atinalı sabahleyin kalkmış, dağın başında Zeus var, Hera var, şu var bu var. Kim dinler ya gel
bakalım diyor, gümbür gümbür tartışıyorlar. Kimse de niye tartışıyorsunuz, niye bu konulara
giriyorsunuz diyen yok. Sabaha kadar, doya doya, vura vura tartışıyorlar. Ötekinde ağzını açsan
boyunda ip, berikinde doya doya tartışma var. Elbette bu ortam insanın yetişmesini etkiler. Zaten
etkilemiş ki bugün bu haldeyiz. İnsanın seçebilmesi için, defalarca konuştuk, Aristo diyor ki bilmen
gerekir. Bilmeyen adam neyi seçecek? Seçse ne yazar? O yine on karanlığı biliyorsa, o on karanlıktan
birini seçer. Seçti mi diyeceğiz ona? Buna seçim mi diyeceğiz? Sen karanlıklar arasında, kıçına
tekme yemiş futbol topu gibi dolanıp duruyosun, buna seçme denmez. Onun için zaten bilin alanı,
bilim alanı, bilgi alanı, evreni usumuzla tanıma alanında duruyoruz. İnsan bilen nesnedir.
Epistemoloji koskoca bir disiplin olmuş, baştan beri. Grekler hep bunu tartışmış. Bizde de hiç
tartışma olmamış. Ona hiç diyecek yok. İlkokul birde idim, beş sınıf birarada okuyorduk. Bir
öğretmen beşinci sınıflara ders veriyor. Tabi beşinci sınıflara verilen dersi de dinleriz, bire verilen
dersi beş dinler, tek salon. Öğretmen sordu öğrencisine: Bir mi çok, beş mi çok? Bunu yaşadım.
Çocuk beş çok dedi. Cam bardak vardı masada, çocuğun kafasına fırlattı. Çocuk kafasını sakındı gitti
duvara, parça parça oldu. Bir, tanrının niteliğiymiş efendim. Müderris falan değil, cumhuriyetin
öğretmeni bu. Bu tabi öğretmenler adına bir eleştiri değil, kesin olarak. Adam öyle bir ortamda
yetişmiş ki hep ona bakıyor. Matematiği bile tanrılaştırmış. Bu adam nasıl özgür düşünebilir?
İstencini nasıl kullanabilir? Usu onun önüne bir şey koymamış.
M- Burada kafama bir konu takıldı. Madem böyle bir biçimlendirme ortamında insanlar
seçemiyorlar, nasıl oluyor o zaman hocam bu? Bilmenin ve seçmenin onların da yüklemi olduğunu
söyleyemeyecek miyiz?
Evet, seçmiş. Karanlığı seçmiş beyefendi. İlla iyiyi seçme değil ki.
M- Dedik ki karanlık onu koşullandırdı, sonra da seçti diyoruz, aynı değil bunlar.
İstenç, seçme yetisidir. İyiyi seçme yetisi değildir.
M- İyiyi seçme ya da kötüyü seçme olarak söylemiyorum. Koşullandırmadan bahsediyorum.
Koşullanmışın sen, önüne konmuş mesela dört mezhep. Demişin falan mezhep. Seçmişsin yine. İstenç
işe girmiş. Karanlığın birini seçmişsin sen, seçmişsin.
M- Ama hocam koşullandırmada seçme yok ki. Pavlov bize gösterdi ki kızgın bir sacın üzerinde
zıplatılan bir insan…
Ç- Hayvan o.
M- İnsanda da yapıyorlar bunu. İnsanda da başka koşullandırma biçimleri var. Pavlov zaten o
çalışmaları hayvanlar için yapmadı, insanlar için yaptı.
Ç- Öyle olsaydı şu ramazan davulcusu çaldığı zaman hepimiz uyanırdık.
M- Hepiniz uyanıyoruz zaten.
Ç- Sonra yemeğe de başlıyor musun?
İbni Batuta, Tanca kentindendir, orada doğmuş büyümüş, çıkmış gezmiş. Kahire, Mekke, Medine,
Bağdat, Şam, Halep hepsini gezmiş. Oradan gelmiş Osmanlıya, Orhan Bey’in hükümdar olduğu
döneme. Oradan geçmiş Kırım’a, oradan Orta Asya’ya gitmiş. Bütün Arap dünyasını dolaşmış,
gördüğü iki tane yaşlı kadın. Koskoca seyahatnamenin başından sonuna görebildiği iki kadın. Bu
adam, Osmanlı’ya gelmiş, diyor ki Orhan Bey evde yoktu. İznik’e gelmiş. Beni karısı karşıladı diyor,
Nilüfer Hatun. Yemeğimi o verdi, bana ne gibi ikram gerekiyorsa o karşılattı emir verdi, sarayında
kadınlar görev yapıyordu, diyor. Diyor ki, Türklerde kadın-erkek toplumun içerisinde beraberler.
Tatarlara geçiyor aynı, Orta Asya’ya geçiyor aynı, Türk toplumunda kadın, erkek gibi diyor. Bir yere
de gidiyor ki kadın hüküm var. Hindistan’ın kuzeyinde. Şimdi arkadaşım, sen o ülkelerde, Tanca’dan
çıkmış adamın gezdiği ülkelerde hangi seçimden bahsedeceksin? Kadını görmüyor musun, kapalı bir
toplum. Diyor ki; Kahire’ye gittim, dört mezhep camide ayrı ayrı namaz kılıyorlardı. Bir bölümünde
Malikiler, birinde Hambeliler, birince Şafiler, birinde Hanefiler. Neyi seçeceksin burada? O da bir
seçimdir, bunu hiç unutma.
Ç- Onlar da istençliler sonuçta, kendi dünyaları içinde seçiyorlar. Onu da ihmal etmemek gerek.
Ben seçiyorlar diyorum.
M- Ben şunu diyorum. Seçebilmek için en az iki seçenek gerek. Sadece karanlık varsa ve aydınlık
yoksa, sadece karanlığın içinde ona, bu adam karanlığı seçmiştir nasıl diyeceğiz ki? Sadece karanlık
içinde. Karanlık içinde karanlık seçilir zaten, dolayısıyla bir seçme değildir. Karanlık içinde
karanlığı yaşamak bir zorunluluktur. O karanlığı yaşamaya belirlenmiştir. O toplum tarafından.
Burada bir seçme değil bir belirlenme var. Birey, o toplumda karanlığı yaşamaya belirlenmiştir.
Kadınların sokakta olmaması bir seçme değil, belirlenmedir. Burada seçmeyi öne çıkartıp,
belirlenmeyi arka plana attığımız zaman olayı anlayamıyoruz.
Güzel bir nokta ama sen olayı toplum olarak almıyorsun. Toplumun tümü karanlığın içerisinde.
Platon’un mağarasını hatırlıyorsun değil mi? Diyor ki oradan çık, karanlıktan çık, aydınlığı gör, ondan
sonra geri dön, orayı kurtar diyor sana. Bizim de dediğimiz o. Sen karanlığın içerisine gömülmüşsün,
anan baban soyun sopun, söylüyoruz zaten. Koşullar ne olursa olsun, istencini yitirmişler
diyemiyorsun.
Ç- Kendi dar alanında yine bir seçme durumu var. Örnek belki biraz kafa karıştırdı.
Osmanlı’da bir kısım aydınlar çıkmış, götürmüş idam etmişler. Hoca Lütfi var , alkışlarla
{147}

Sultanahmet meydanında idam ettiler. Kımıldayanı götürdüler. Bedreddin, ufak bir baş kaldırdı, gitti.
Ama sen tutup dersen ki efendim karanlığın içinde doğmuştur ama onu istenç yetisi dumura uğramıştır,
değil. O çalışmamıştır ya da o yine önüne konan gereçler dahilinde seçimler yapmıştır. Nasıl
seçmiştir? Dindarlığın bir derecesi yok mu? Biri beş vakit namaz kılıyor, biri sabaha kadar ibadet
ediyor. O da sabaha kadar ibadet etmeyi seçiyor. Ben bir karıyla yaşama yaşamam, on tane karıyla
yaşamayı seçiyorum, diyor. Haremi seçiyor, seçmiş. Seçmemiştir diyemeyiz. Oba toplumu demiştik,
obada birey vardır, kişi yoktur. Onun içerisinde düştün mü, oba kurallarını koyar. Oranı buranı keser,
istediğiyle evlendirir, istediğiyle savaşa sokar, istediği avı yaptırır, istediği ormanı toplamanı
emreder. Biz zaten oradayız. Biz bundan kurtulmanın yolunu arıyoruz.
M- Burada sizin söylediğinizi şöyle anladım. Seçmek bir yetidir, kullanılır ya da kullanılmaz. Ama o
yeti onu kullansa da kullanmasa da onda vardır. Toplum ne kadar onu koşullandırsa da ne kadar
belirlese de ve o belirleniş içinde ne kadar yaşasa da onda o yeti vardır ve pat diye ortaya çıkabilir.
İyiyi seçebilir, kötüyü seçebilir, hiçbirini seçmeyebilir dedik değil mi? Zaten dedik ki, hiçbirini
seçmeme yetkisinde değilse, zaten istenç değildir. Eğer herhangi birini seçmek zorunda ise o istenç
olmaktan çıkar. Yine dayatılıyor çünkü. Binlerce de olsa seçenek, birine zorladığında yine istenç
olmaktan çıkar.
Kierkegaard’a girecektik, biraz girelim. Dedik Danimarkalı. Babası çok koyu bir teolog, papaz. Onun
bir teolog olmasını istiyor, teoloji fakültesine göndermiş. Çocuğun da o tarafta bezi yok gibi. Bu
takmış kafayı başka alanlara, yazına, edebiyata, felsefeye, sosyal bilimlere takılmış. Almanya’ya
gitmiş Schelling’i, Hegel’i dinlemiş, Alman felsefesini tanımış. Hegel’i çok beğeniyor, görkemli bir
metafiziksel sistem yaratmıştır, diyor. Ama yanlış bu sistem, nereden çıkardın bunu, diyor. Sonuçta
Hegel ve sistemini yadsıyor. Sen bir biçimde çaktırmadan, arkasından dolanarak Hıristiyanlığı
kurtarmaya çalışıyorsun, benim gibi açık ol, diyor. Kierkegaard, dinden de vazgeçer belli bir süre.
Sonra korkunç bir sevinçle, çığlıklar arasında tekrar Hıristiyanlığa döner. Çok kısa olarak bu.
Kierkegaard’ın felsefe bakımından önemi nerededir? Bizim istenç, seçme yetisi dediğimiz insansal
yetiye vurgusu. Bunun asıl yapmış? Diyor ki, insan seçer. Bilincin düzeyler ya da varoluş alanları, üç
düzey ya da üç alan, diyor. Bir, estetik; iki, törel; üç, dinsel. Bizim bilincimizin ya da varoluşumuzun
üç düzeyi, alanı var. Bu düzeyler karşısında istenç ne iş görür, bu düzeyler nedir? Estetik düzeyde bu
filozof kesin olarak bizim estetikten anladığımızı söylemiyor. Estetik, güzellikle ilgili, güzel
nesnelerle ilgili bir durumdur, onu söylemiyor. Söylediği, bir kısım filozofların Epikür’e söylüyor
dediği, haz, hoşlanma. Diyor ki, insan bir hoşlanma, haz alanında yaşar. Burada istenç, Don Juan
olmayı seçmiştir. Onu örnek veriyor. Kahramanı onun Don Juan’dır, diyor. Bedensel yapımızın
yaşamsal gereklerini karşılarız, bu bizim bilincimizin bir düzeyidir, varoluşsal bir alanımızdır.
Seçimimiz hep nesnelerin elde edilmesiyle ilgilidir, diyor. Bir nesne-eylem ayrımı yapmadan bunu
kullanıyor.
Sokratik okullar vardır, keşke zaman olsa da bunlara da girsek. İki dala ayırılır. Birisi stoalara giden
yol. Diyor ki; Mutlu olmak, erdemli olmaktır. Sen erdemliysen, zulüm içinde de olsan, en kötü
fiziksel koşullarda da olsan mutlusundur. Bu stoaya giden yoldur. Daha sonra stoacılar bununla yatıp
bununla kalkacaklardır. Erdemli ol, gerisi önemli değil. Sokrat’tan bir yol daha çıkar: Yaşamaya bak.
Diyojen var arkadaşlar. Eline ne geçirirse yiyor, geçmezse yemiyor. Gidiyor mezbelelikte yaşıyor.
Kalabalıkların içinde istimna yapıyor. Ben böyle istiyorum, diyor. Sokrat da perişan hayat yaşadı, hiç
tenezzül etmedi şuna buna. Başına attı pelerinini, yalınayak Atina sokaklarında dolaştı, diyor. Böyle
de bir başlangıç var. Her şey erdemdir diyen kanaldan stoaya gitmek bana göre kolay gibi gözüküyor,
bir yol var. Ama böyle bildiğim gibi yaşarım, her tür bana uygundur, Diyojen. Büyük İskender’le
karşılaştığı söylenir, Sinoplu’dur bu adam. Ne istiyorsun diye sorunca, gölge etme yeter der,
küpünün içinde. Diyeceksiniz ki bu hazzı yadsımaktır, değildir. Ben böyle bir haz duyuyorum, diyor.
Buradan da Epikür’e doğru bir yol gidiyor, biraz ince de olsa stoalarınki kadar geniş bir yol olmasa
da. Ne diyor Epikür? Hazlarımız çok önemlidir. Hazlarımızı yaşamalıyız, hoşlandığımız şeyleri
yemeliyiz, içmeliyiz, kullanmalıyız. Burada kalmıyor, burada kalmayın diyor. Korkmayın, korkulu
yaşam kötüdür. Ölümden de korkmayın. Ölüm varsa siz yoksunuz, siz varsanız ölüm yok, bu kadar
açık. Korkarsanız, yaşayamazsınız diyor. Bunu diyen adam, şunu diyor: Bir insansal alanınız var,
korkudan da korkmayın, eksiklikten de korkmayın, elinize geçerse yiyin, geçmezse yemeyin. Yedikten
sonra, doyunca, başka insansal şeylere bakın. Epikür, gerçekten çok derinlikli bir adam. Bütün
felsefesi açısından savunduğu tezi bizim Kierkegaard, birinci düzeyde dile getirir. Ama onu aşarak
değil de bunu yaşayarak, daha öteye geç, birinci bölümde yok. Birinci bölümde sadece Epikür’ün
yaşayın haz alın dediğini yineliyor. İkinci bölüme geçiyor, ikinci bölümde tam Epikürleşmeye
başlıyor. Sen birinci aşamada yaşıyorsun, bir sıkıntı başlayacak sende, mutsuzluk. Sen mutsuz
olacaksın, umutlarını yitirecek, umutsuzluk içindesin, bu seni doyurmaz. İnsansal yönün bu değil.
Gördün ki kendini bitiremedin, başka şeylerin de var onu arıyorsun. İşte buna sıçrama diyor. Trajik
alana, ikinci alan, törel alan. Burada Sokrates var, diyor. Sokrates evrensel erdemin peşindeydi,
trajik bir kahramandı ve öyle olduğu için de içti zehri geçti gitti. Böyle bir yaşam sürdü. Erdemin
yasaları vardı, o yasalar uydu. Orada birincide olduğu gibi umutsuzluk yerine başka şeyle karşılaştı,
günahla. Onu bu defa günah köşeye sıkıştırdı, bundan nasıl kurtulurum. Trajik alandan, yani törel
alandan kurtulmanın yollarını aradı o. Yine seçerek. Bir sıçrama daha yaptı, dinsel alana geçti.
Kierkegaard böyle söylüyor. Trajik kahramanı aştı, dinsel kahramana geçti. Burada inanın tanrı ile
bir olması, tanrıya kavuşması, artık onun evrenseli ahlak ilkeleri, haz ilkeleri değil, tanrı ile bir
olmak, tanrı ile bütünleşmek. Bunu başardığında sen erdemli olacaksın, mutlu olacaksın, insan
olmana ulaşacaksın, kendini bulacaksın. Buranın kahramanı, model insanı kim? İbrahim Peygamber.
Oğlunu kurban etmeye söz verdi, günü geldiğinde de bıçağı aldı eline, kesmeye götürdü. Çünkü tanrı
ile birebir özdeşleşmişti, başka bir şey yapamazdı. Bu dinsel insanın modelidir. Burada Hegel ile
Kierkegaard’ı karşı karşıya getiren bir durum var. Kierkegaard diyor ki sen, varoluşun üç alanında da
hep seçiyorsun, sürüden paçayı sıyırıyorsun, sürü olmaktan kurtuluyorsun. Yalnız o bizim gibi kişi
oluyor demiyor, birey oluyor diyor. Ya da onu öyle yansıttılar bize. Onun birey dediği kişi. Sürü
olma, ondan ayrıl deyince bireyden çıkar kişileşiriz. Onun yolu diyor, seçmektir. Seçeceksin ve
kendin olacaksın. Bu çizgi, okursanız, Sarter’da, Heidegger’de, Jaspers’te, Camu’de, bütün
varoluşçularda vardır. Seçeceksin, kendini kendin yapacaksın. Seçerek sen şu ya da bu olursun,
diyor.
Hegel ne diyor? Sen saltık geistte, mutlak tinde eriyeceksin. Devletin, toplumun içinde bir birey
olacaksın. Ne kadar birey olursan o kadar özgür olursun. Bu nasıl olur, ben bilmiyorum. Kierkegaard
da bilmiyor. Devletin, toplumun içine gömülürsem, bireyliğimi bile yitirip tek nesne olup, nasıl özgür
olurum anlamıyorum, diyor. Ve diyor ki; Hegel hem hem de diyor, diyalektiğini alaya alıyor. Ben öyle
demiyorum, ya ya da diyorum, diyor. Ya böyleyim, sıçrarım öbürü olurum, ben seçerim. Hegel diyor
ki, sentez iyi ile kötünün diyalektiğinden doğar. İyi mi doğar, hayır; kötü mü doğar, hayır, ikisinin
sentezi. Kierkegaard, yok diyor. Ya onu seçeceksin ya onu seçeceksin. Senin diyalektiğin çorba,
diyalektiğinden şu ya da bu çıkmaz, salata çıkar. Kierkegaard’ın getirdiği bu eleştiri dikkatinizi
muhakkak çekmiştir, köklüdür. Biz seçim alanındayız, istenç ortalamalar yetisi değildir, diyor.
Kierkegaard söylediği bu. Toplum içinde erimeyi, sürüde yok olup gitmeyi, Herakleitos kadar,
Nietzsche kadar derinlikli saldırı konusu yapar. Fazla tanınmayan bir filozoftur. Son yıllarda
varoluşçuluk nedeniyle gündeme gelmiştir. Filozofluğunu epeyi Katolikleşerek epeyi gölgelemiştir,
yazık etmiştir. Ondan sonraki Karl Barth diye bir teolog, ona model olmuştur. Bir sürü ruhban kökenli
filozofa model olmuştur. O yönüyle çok eleştirilen bir filozoftur ama istenci, seçmeyi gün yüzüne
çıkartan adamdır.
Ç- Herakleitos diyor, iyi ve kötü bir ve aynı {148}
. Öyle bir fragmanı var.
M- Hegel ondan mı almış?
Ç- Acaba? Onu düşünüyorum, oradan yola çıkarak da Kierkegaard, ikisine de karşı çıkıyor bu
durumda. Çorba dediğine göre.
Yalnız şu var. Hegel ile Herakleitos’un fazla ilgisi yok.
Ç- Bu önermede bir akrabalık var ama.
O önermede bir akrabalık var gibi gözüküyor da Herakleitos pek diyalektikte değil, seçimde. Kesin
olarak istençte. İyi olmamızı istiyor Herakleitos. Yalnız şu var: Onu az buçuk görmüştük. Hegel orayı
karıştırıyor. Çelişkiler nesneyi oluşturuyor Herakleitos’ta. Çelişkiler sonra bir nesne oluşturuyor
değil, başından beri o bir nesneyi oluşturuyor. O anlamda iyi ve kötü bir. Yani onu demek istiyor,
nesnenin içinde hem o var, hem o var. Daha sonra sentez şeklinde oluşacaktan söz etmiyor. Süreç
diyor.
28.Gün
Masadan önce masa
İyilik, kötülük, değerlerin, erdemin varlık tarzı konusunda bir konuşmamız olmuş muydu?
M- Doğada iyilik ve kötülük yoktur, dedim. Bizim doğaya bakışımızda vardır, bizde vardır.
Biraz durmak istiyorum, orayı ayrıştırmak gerek. Zaten yeterinden fazla var, kara kutu yüklemeyelim.
Çıkamayız işin içinden. Neden biliyor musun? İnsanın bir bilgi olması başka, bilgi edinebilir olması
başka. İnsanda ikincisi var. Gücül olarak insan, bilgi edinmeye düzenlenmiş bir mekanizmadır. Bu
onun bilgi olduğu anlamına gelmez. İnsan kötülük edebilir ama o başka, kötü olmak başka, kötülüğün
onda olması başka. Ona yer bulmamız gerekiyor. İnsan gizil güç olarak trilyonlarca eylem çeşidine
uygundur, hepsini yapabilir. Bir iki kere söz konusu ettik. Nicolai Hartmann’ın çok güzel bir görüşü
var, bu buluşlara saygı duymamız gerekir. Bir real varlık alanı, bir de ideal varlık alanı var. Real
varlıktan anladığı bizim olgusal dünyamız. Bedenli tözlerle oluşmuş, uzaysal zamansal evrenimiz. Bir
de ideal varlık alanı var. Zaman ve uzay olarak gitmiyor, soyut ilişkiler alanından gidiyor.
Evrenimizde bu var. Pisagor’dan önce Pisagor bağıntısı vardı değil mi hocam?
E- Vardı.
Vardı. Pisagor gelmiş bunu bulmuş. Bugün biz bilsek de bilmesek de bir dik açılı üçgende
hipotenüsün karesi öteki iki kenarın karesine eşit olurdu. Bu bir ilişkidir. Hartmann onu diyor.
Matematiksel bir alan vardır, geometri, aritmetik var. Sayıların, şekillerin kendi aralarında kendi iç
düzenlerinde sayısız ilişkiler var. Bunlar diyor, ideal varlık alanı. Biz bilelim bilmeyelim, yapalım
yapmayalım, ortaya çıkaralım çıkarmayalım. En boyutlu evren… Biz bunu matematiksel olarak
söyleriz, kanıtlarız. Ama bunu olgusal dünyaya aktarmaya imkânımız yok.
Hartmann yine sürdürüyor, değerler var, diyor. Bu değerler alanı, biz yapalım yapmayalım,
gerçekleştirelim gerçekleştirmeyelim var. Demek istiyor ki bir öldürme olayı var, sen yap yapma.
Birbirine iyilik etme olayı var. Onu bizim içimize sokmaya kalkarsak bu yıkım olur. Diyelim masa,
yapay bir nesne, doğramacıların yaptığı. Yapılmadan önce masa var mıydı? Vardı. Hartmann diyor ki
ideal varlık alanında bir masa olmaklık vardı. Öyle olmasa bu, anlığımızda nasıl olacaktı? İyi de bu
nereden geldi kafamıza? Benim kafamdaki imgenin gönderimi yoksa o imge hayaldir. Ben uçan at
hayal edebilirim, peri kızı hayal edebilirim. İmgem buna uygun ama bunun olgusallığı yok. Bir
nesneyi söylediğimiz, düşündüğümüzde o nesneyi düşünebiliyor olmamız gerekir. İyilik-kötülük
dediğimizde onu düşünebilmeliyiz. Bizim kafamızda o, boşlukta olur yoksa. Ceza yasacıları oturuyor,
şu eylem ırza geçmedir, diyor. Biri çıkıyor, şu ögeyi eksik bıraktın diyor. Mağdur, razı olmuşsa bu
yine ırza geçme olur mu? Diyor olmaz, gönüllü olmuştur. Oradan biri parmak kaldırıyor, olmaz diyor
reşit değil, bu ırza geçmedir, o neyin iyi neyin kötü olduğunu yasal olarak bilecek durumda değil,
fizik olarak bilse bile. İş bizim pratiğimize geliyor.
Hartmann büyük bir filozof. Takiyettin (Mengüşoğlu) hocanın birebir öğretmeniydi. Çok değerli bir
felsefeci yetiştirmiş, göndermiş. Katılmadığım çok yönleri çok. Hartmann’dan önce de benim
kafamdan geçen buydu. Bu evrenimizde var, uzaysız zamansız olması önemli değildir. Onun varlık
tarzıyla ilgilidir. Bir de özneye veriliş tarzıyla ilgilidir. Olgusal evrenimiz, özdekli dediğimiz, somut
dediğimiz, bedenli töz diyelim, bunun veriliş tarzı ile bir matematik işleminin veriliş tarzı çok
farklıdır. Matematik için sayıyı öğreneceksin, sayıyı rakamlarla yazacaksın ki biz ona simge
diyeceğiz.
Kendimizde kötülük-iyilik, ona bir yer bulmak gerek. Ona yer bulamayız. Anlığımız, düşünme
yetisidir, eylemleri algılar, bir kipe bürünür, ister, karar verir, eyleme geçirir. Onun dışında, evrenin
ilkeleri buna izin vermiyor. Baktım ontologlara, gerçekten çok fazla söz etmişler. Occam’ın Usturası
çalışsa iyi olur. Çok yanlışlar görüyorum bunları da benimseyemiyorum. Madem ruh diye kafanda bir
imge var, o zaman gönder bakalım nereye gönderiyorsun? Duyu organlarının hepsini yükle gönder,
nereye gidecek, olmayan bir şeye gidecek. O zaman ruhtan söz etme. O bir kara kutudur.
Erdem dediğimiz olay böyle bir değerler alanıdır. Mesela Hartmann bir araç değerler ve amaç
değerlerden bahseder. Diyelim ki sen geçiminin için çalışıyorsun. Buna araç değerler diyor, sonuçta
sen buğday edineceksin, elma üzün edineceksin, satacaksın, geçimini sağlayacaksın. Bir de yüksek
değerlerden söz ediyor. Yolda gidiyorsun, bir insanın görmemesi, duymaması, uğramaması gereken
bir olayla karşılaşıyorsun. Biri birisine saldırıyor. Varacaksın diyor, müdahale edeceksin, onu
kurtaracaksın. Yüksek değer bu, diyor. Bizimle araçsal olarak hiçbir ilgisi olmayan değerlere diyor.
M- Galiba ben bir yeri yanlış anladım mı acaba diye sormak istiyorum. Masa, kafamızın içinde var
dediniz, ben bunu anlamadım.
Düşünce olarak var.
M- Masa yokken, masanın bende düşünce olarak oluşması…
Mimar Sinan, Selimiye’yi yapmadan önce bir Selimiye düşüncesi var mıydı?
M- Vardı.
Nerede?
M- Süleymaniye’de vardı, köprülerinde vardı, Ayasofya’da vardı, Athena Tapınağı’nda vardı. Ama
bütün bunların bileşkesi olarak Selimiye ortaya çıktı.
Sen, söylediğimizi söylüyorsun.
O- Masa için de aynısını söyleyebiliriz.
M- Masa da yoktu ama ne vardı?
O- Masaya benzer nesneler vardı.
M- Masaya benzer nesneler de yoktu. Bir ağacın yontulabilirliği vardı. Ağacın şekillendirilebilir,
kesilebilir, birbirine eklenebilir olması vardı. Ama masa yoktu.
Aynı şeyi söylüyorsun, bir yere gelince o ölçüleri kullanmıyorsun. Bir kere İslamiyet’ten önce cami
yoktu, yapı vardı. Çeşitli yapılar, tapınaklar vesaire. Sonuçta onlar da yoktu bir tarihte. Caminin,
yapının tasarımı yok demedim. Selimiye’nin ya da Süleymaniye’nin tasarımı yoktu. Çıktı, düşündü,
böyle bir yapı olabilir dedi. Demek ki yapı düzeni olarak evrenimizde olabilirliği var. Kubbesi,
dayanakları olan bir nesne yapılabilir. Bak boğaz köprüleri var. Beş yüz sene önce boğaz
köprülerinin olabileceğini söyleseler, deli derlerdi. Birileri sonra düşündü ve yaptı. Matematiksel
ilişkiler diyoruz, sen bul bulma var. Daha bulamadığımız sayısız ilişki veya nesne var.
M- Onlara var diyemeyiz. Mesela çok enteresan bir nesneyi düşünün. Gücül olarak var, olabilirliği
var, ama o nesne hakkında hiçbir fikrimiz yok. Dolayısıyla ona var demek hiçbir anlam ifade etmez.
Ancak bir nesne var olduktan sonra onun gücüllüğü hakkında konuşabiliriz.
Terimleri meşru kullanmak gerek. Var demek şu; sen ben var diyemiyoruz ama o vardır. Bizden
bağımsız, dikkat et. Pisagordan önce Pisagor bağıntısı yok mu diyecektik? Bilmiyoruz, söz
edemiyoruz ama var.
M- Onu diyorum. Ancak Pisagor o bağıntıyı keşfettikten sonra biz varmış diyoruz.
Söz etmek ayrı, var olmak ayrı. Karıştırmayalım. Berkeley’in felsefesini anımsayalım. Çıkıp diyor ki,
bizim anlığımızda olmayan var değil. Peki senin anlığında olmayan trilyonlarca şey var, çok iyi
biliyoruz, onu ne yapacağız? Berkeley böyle dedi, mi diyeceğiz? Üstüne konuşmak söz konusu
olduğunda Berkeley haklı. Sen görmediğin, duymadığın, algılarına gelmemiş şeyler hakkında konuşma
diyor, doğrudur. Berkeley de bize o yoktur demesin. Çıkamamış, biz algılamıyoruz ama tanrı
algılamıştır diyor, bütün evren için. Daha başka yanlışları var da… Bakın, tanrının sırtına binerek
felsefe yapılmaz. Yürüyerek yapılır.
E- Mesela bu masa, yapılmadan önce ya da her hangi bir nesne yapılmadan önce, siz var…
Yapı düzeni olarak var. Yapılabilir olarak anlayalım.
E- Dolayısıyla var olan her şey, yapılmadan önce, bir şekilde yapı düzeni olarak var, biz onu
yapabiliyoruz. O zaman siz şöyle diyorsunuz; insanlar olmayan nesneleri keşfediyor.
Evet, diyorum.
E- Müjdat da icat ediyorlar diyor. Olmayanı var olanlardan icat ediyorlar diyor.
Diyorum ki bizim kafamızdan Türkçe bile uydurduğumuz, hep var değildir. Dedim ki, uçan at. Ne
kadar imgende var olursa olsun, reelde öyle bir nesne olmadığı için onu yapamazsın. Olgusal evrende
onun yapılabilir olması gerekir.
E- İnsan devreye girdiğinde işler biraz karışıyor.
Sokratik bir diyalogda diyor ki; din tanrı yarattığı için mi vardır, din diye bir olgu var mı? Tartıştığı
kişi der ki, tanrı yarattığı için var. Sokrates de der ki, olmasaydı tanrı nasıl yaratacaktı. Onun bir
ideası, tasarımı var. Cesareti tartışır, cesaretli olmak ne demek diye. Platon’un kitapları bunlar.
Cesaret diye bir olgu olmasaydı, sen ben nasıl cesur olacaktır? Niye birine cesur diyecektik de
öbürüne korkak diyecektik? Bir eylemler bütünü var. Bunu böyle anlamaya çalışalım. Bu, benim
açıklamam son açıklamadır anlamına asla gelmiyor. Tartışıyoruz. Ama bunu insana indirgediğimiz
zaman bize eleştiri gelir. Ontolojik olmaz bu. Varlık tarzı ve veriliş tarzlarını karıştırmayalım, ben
orada bastırıyorum. Zamanla bunu geliştirirsiniz, belki tartıştığımızdan iyi bir noktaya geliriz, felsefe
bu.
***

Bugün anlama dediğimiz edime de geçmek istiyorum. Açıklama vardır, sizin fiziğinizde bu açıklanır.
Şu düşmeyi açıklayacağım çocuklar dersin, dersimiz yer çekimi. Doğa yasaları ne ise senin
biliminde, açıklarsın, rakamlarla ortaya koyarsın. Ama şu var: Kalkarsın bazen, konuşurken, ben o
şerefsizin bana kötü kötü baktığından neyi düşündüğünü anlamıştım. Burada hangi yasaya
uyacağız? Her gün kullanıyoruz benzerlerini. Onun kötü düşünceleri yüzünden belliydi, anlamıştım.
Herkes anladı, deriz. Greklerin mitsel görüşlerini anlıyorum. Neyi anlıyorsun sen? Bu bizim
bildiğimiz, bilme edimindeki bilme gibi mi anlıyorsun, açıklayabilecek şekilde mi anlıyorsun, yoksa
başka bir bilme tarzı mı bu anlama? Demek ki anlama diye bir edim var. Zaten duyguları biz
bilmeyiz, anlarız. Senin yüz hatlarından, bakışlarından, beden dilinden, bütün eylemlerinden senin
ilgili kişiye karşı yakın mı, uzak mı, düşman mı, dost mu olduğunu öyle anlayacaktır. Fizik
yasalarından anlamayacak. Bu da bir düşünme edimidir. Anlığımız tarafından gerçekleştirilen bir
edimdir. Bu anlama, yasalı olmayan, tarzları, kipler, davranışları öngörerek bizim bir bilme
tarzımızdır. Duyguları öyle anlıyoruz. Duygu bir bilgi değildir, hiçbir gönderimi yoktur. İnsanın
eylemlerini de etkiler.
***
Kantın etiğine de bakalım. Kant, numenal alan, yani fenomenlerin alanını aştık, uzaysız ve zamansız
bir alan seçtik, kendinde olan bir alan, orada koşulsuz bir ahlak olabilir diyor. İstenç orada
yürürlükte olabilir. Burada bir vurgu yapmak istiyorum. Kant demek istiyor ki hava olmasaydı
güvercin daha iyi uçardı, kanatlarına engel olmayacak ya. Hava olmasaydı, biliyorsunuz, güvercin
uçamazdı. Ben koşulsuz alana, özgürlüğümün hiçbir kısıtlamayla bağlı olmayacağı bir alana geçtikten
sonra özgür olmuşum, ninem de olur o özgürlüğü. Bir sürü engellere rağmen, bir sürü beni çelen
eğilimlerime rağmen özgür olabiliyor muyum? O özgürlüktür. Yoksa koşulsuz bir alanda özgür
olmuşum neye yarar. Ona özgürlük denmez, boşlukta kalma denir. Tabi eğer öyle bir evren varsa.
Kant’ın etiği, benim usum yasa koyar, pratik usum da ona uyar diyor. Biliyorsunuz Kant’ta us, ideler
yetisidir. Tanrı idesi, özgürlük idesi gibi. Peki anlık? Bilme yetisidir. Kant’ın öyle çeşitli duvarlar
ayırdığı anlıksal bir dünya var. Yargı gücünün eleştirisine, ya da Pratik Aklın Eleştirisi’ne bu sefer
işler görev değiştirir. Bizim yeti alanımızı Kant, kendince işleve sokmuş, görevlendirmiş, şuradayken
şunu yapar demiş, iyi bir felsefe eğlencesi yaratmış.
Düşünür, eylemleri görür, ona göre bize tarz verir, ondan sonra biz eylemlere geçeriz. İstencimiz
yapar ya da yapmaz. Bizim usumuz bu. Burada şöyle bir nokta var: Biz bilmemekten de sorumlu
muyuz? İyiyi, kötüyü veya ortayı bilmeden eylem yapamıyorsak, acaba bilmemekle sorumluluktan
kurtulabilir miyiz? Aristo, kurtulamazsın diyor. Sen yetilerin, donanımın bakımından bilebilirdin,
bilmeyi öğrenebilirdin, çamura yattın diyor. Bilmemek senin suçundur. Çünkü istenç, bilmeyi de
isteme istencidir. Bilme edimini de isteyeceksin. İyiyi bilmeden istenç bir iş göremiyor ama diyor ki,
sen istencinle önce bil, öğrenmeyi de edim olarak istemeliydin. Gittin dalga geçmeyi, içmeyi,
kıraathanelerde vakit geçirmeyi, yan gelip yatmayı seçtin, öğrenmedin. Ne söyletiyor ona bunu?
Atina’da yüzlerce felsefe okulu var. Herkes ders veriyor, bize kalanlar bunlar. Aristo diyor ki; yok,
her toplumda öğrenebilirsin. Biz ne diyebiliriz? Tamam bir köyde öğretmen yok, okul yok,
öğrenememiş. Kınayamayız anladım, tamam. Peki kapısının dibinde üniversite olanlar ne olacak?
Bırak sen kapısının dibinde üniversiteyi, üniversiteyi bitirmiş olacak? Onu da bırak üniversitede ders
veren ne olacak? O da iyi bilmiyor. Ben size söyleyeyim, Türkiye’deki profesörlerin, sosyal bilim
alanında, yüzde doksan dokuzu karanlığa hizmet ediyor. Bunu ne yapacağız? Bursalı köyündeki Hasan
tamam, okul bulamadı, de ki istese yapamazdı. Ama Hasan’ı bırak, adam bitirmiş bunları, yurt
dışında eğitim görmüş, profesörlük yapmış. Gelmiş, hala avam peşinde. İşte sana bir problem. Bu bir.
İki; tamam, bilgiyi bir biçimde öğrettik diyelim. Acaba istenci öğretebilir miyiz? Falan eylem iyidir,
onu öğrettik. Ama o eylemi yapmak da iyidir. Onu öğretebilir miyiz? İşte öğretemediğimiz bu. Bizim
insansal sınırımız orada bitiyor. İstenci öğretemiyoruz. İyi budur, yaparsın ya da yapmazsın.
M- Bu öğretilemez.
E- Sadece öğrenilir.
M- Bilge, filozoflar öğrenir, onlar diğerlerine bunu koşullar diyor Platon. Ama onlar öğrenemezler.
Zor yoluyla ya da güzellik yoluyla öyle davranmalarını sağlarlar. O yüzden yöneten sınıfın
filozoflardan olması, yani bilenlerden olması gerekiyor. İdeal olanı öğrenmeleri, uygulatmaları
gerektiğini söylüyor ama ideal olanın ne olduğunu söylemiyor Platon.
Platon’da bunlar açık değil, ona katılıyorum. Platon’da bir iyi ideasının konusu var ama o evrenin
sanki fiziksel yasalarını da biçimlendiren form gibi sunuluyor. Bize fazla bilgi vermiyor.
M- O günden beri gelmiş bu düşünce. Bir tarafta kalabalıklar var, bir tarafta yönetenler var.
Yönetenler biliyorlar ve yönetilenlere bunu kendi tarzlarında anlatıyorlar. Bundan fazlasını söylemek
gerektiğini düşünüyorum.
Biz bugün Greklerin mutluluk ahlakı, Kant’ın ödev ahlakı, oralarda değiliz. Bizim ahlak anlayışımız
şu: Bir eylem iyi mi, iyi. Yapacaksın ya da yapmayacaksın veya kötünün. Onun arkasında bir şey oldu
mu erdem olmaktan çıkar. Bunu aklımızda tutalım. Sen eğer iyi bir eylemi bir biçimde beklenti için
yapıyorsan o erdem olmaktan çıkar. O eylemden sen, genelde çok zarar da görebilirsin. Genelde olan
da odur. Ona rağmen seçeceksin. Diyelim ki milyonlarca insan senin aleyhine geçecek, onu
yapmalısın. Çok iyi biliyorsun ki şu eylemi yaptığında milyonlar seni alkışlayacak, ama içinden
diyorsun ki bu kötü bir eylem, yapmam.
Şunu da söyleyeyim, kayıtlarımıza girsin: İstenç, devredildiği zaman istenç olmaktan çıkar. İsten
seçme yetisi, vermişsin başkasına, kalmış mı sende? Sen, artık seçemezsin. Eğer o başkasına geçerse
istenç değildir o.
29.Gün
Kahraman doğulur mu olunur mu?
Varlık tarzları… Türkçesi kip. Müjdat yürüyor, yürümek onun kipi. Oturuyor, oturmak onun kipi. Kip,
biraz benzetebilirsek eğer, duruma benzer. Biraz konuma benzer. Tarz, bana göre kullanıldığını alanın
anlamını tam veriyor gibi gözükmüyor. Bizim Türkçemizdeki kip, daha uygun gibi geliyor bana.
Köyde araziyi sürmeye başlıyorsun, orada bir yaşam alanı var. Ekeceksin, bu toprak senin ektiğini
yeşertecek, ürün verecek. O bir kip, bir tarz içerisinde, bunları verebilir durumda. Gösterilen yer
deniz değil, denizde traktör koşamazsın, toprağa koşarsın. Onun gücülünde o belli nesneleri üretme
gücü var. Anımsayalım Aristo’yu, gücüllük ve edimsellik, yani kendi deyimiyle dinamizm ve
energia. Bir de söz gelmişken onu da söylemiş olalım. Aristo’da bir de erectia terimi var.
Energiadan daha öte bir şey olabilirliği, hani bizim gerçek olma dediğimiz, ona doğru yönelme. Yine
anımsayalım, Aristo’da nesnelerin amacı var. Amacına doğru gider, nedenler etkilemez de amaçlar
etkiler, sürükler. Ateş göğe doğru gider çünkü onun yeri yukarıdadır. Taş yere doğru düşer, çünkü
onun yeri aşağıdır. Amaç onu sürükler, çeker. Bir adım daha atalım, Aristo’nun tanrısı da zaten
sürükleyen bir tanrıdır. Şunu yap, bunu et diye buyruklar veren, kurallar dikte eden bir tanrı değildir.
Onu bütün nesneler çok sevdiği için sürüklenirler, onun arkasından koşarlar. Özdeği olmayan bir
form, diyor Aristo. Daha sonra Latincede potansiyellik, aktüellik dediğimiz, bugün de kullandığımız
terimler.
Tarlamız bize bir kip olarak sunuluyor, sen bunu ek, biç, geçin. Tarlamızda bu güç var, biz bunu
yapıyoruz. Bu işte bizim, bütün felsefecilerin varlık tarzı dediği, bizim de varlık kipi dediğimiz
durumdur. Evrende bu kipler tıka basa doludur. Yaşamımızda bu değişme dediğimiz olay da zaten
bundan dolayı vardır ve gelişir. İçinde vardır onun değişmeye doğru yönelme. Batı felsefesi bu
konuda epey de sıkıntı çekmiştir. En çok da işleyen, Aristo’dan sonra, Nicolai Hartmann’dır. En çok
üzerinde kitap yazan ve çalışan odur. Ortaçağda biraz işlenmiştir. Bana göre de orta boy bir duruş
yapmıştır.
Nedir evrende durum? Her gün konuştuğumuz, günübirlik yaşamımızda bize egemen olan bir
zorunluluk alanı vardır. Zorunluluk vardır deriz, konuşuruz. Sen bunu yapmak zorundasın, burada
bir zorunluluk var. Oğul dikelmiş babasına, beni evlendir. Baba da diyor, tamam da askerlik var.
Çocuk soruyor, askere gitmesem olmaz mı? Olmaz zorunluluk, devletin yasası var. Çocuğa diyor ki,
sen askerlik denilen zorunluluğu yerine getirmen gerekiyor. Bu toplumsal, devletsel bir zorunluluk.
Tek tipi yok zorunluluğun, çok çeşitli. Günübirlik yaşamımızda da böyle.
Hartmann’ı önümüze koyarak çalışmakta yarar var. Zorunluluk alanı, gerçek olma ve olanaklılık, üç
tane olumlu tarz/kip söylüyor. Üç tane de olumsuz kip söylüyor; rastlantı, gerçek olmama,
olanaksızlık. Taş, kaya, doğum yapamaz, çocuk doğuramaz. Olanaksızlık neden bir tarz oluyor?
Olmayan bir nesnenin bir tarzı olabilir mi? Ama sayın profesör var demiş, ben de yok diyorum. Kaya
çocuk doğurma gücüne sahip değil demenin bir anlamı yok. Olmayan üzerine konuşmuş oluruz,
Parmenides’in hesabı. Evrende zaman içerisinde değil, uzay içerisinde değil, yani bir konumu yok,
varlık kazanmamış, ben ona kip yükleyeceğim, olmaz. Yani olanaksızlık bir kip değil. Şu olur: Bir
insandır, hayvandır, üremeye gücü vardır ama bir biçimde dumura uğramıştır, sakatlanmıştır. Biz
buna üreyemez deriz. Gözün görmemesi ayrı, gözün olmaması ayrı, kör olmak ayrı. Mesela kenenin
gözü yok, tutup da kene kördür diyebilir miyiz?
İlk pozitif kiplerden başladığımızda, evrende, toplumda, mantıkta bir zorunluluk var. Böyle bir yapı
düzeni içindeyiz. Dünyayı, acunu yaşanır hale getiren bir kip. Diyorsun ki şu olacak, ya da şuna yakın
bir şey olacak. Kış gelecek, odun alacağız. Hiç kimse kış gelmeyecek demez, odun almayalım demez.
Sobasını kurar, kaloriferli ev arar vesaire, kışa bir hazırlık yapar. Bu işte o tarzla yaşama alanı
içerisindeki bir bağdaşmadır. Bağdaşma, onunla bir uyum sağlama. Bir zorunluluk var kışın gelmesi
konusunda, ben ona hazırlık yapayım. Bizim bildiğimiz kimya, biyoloji, fizik, evrendeki yasaların en
çok yoğunlaştığı alanda müthiş bir zorunluluk var. Koşullara göre değişiklik gösteren durumlar
vardır, tamam ama sonuçta olur.
Mantıktaki zorunluluk nedir? Matematik demedim çünkü ikisini bir görüyorum. Hatta rakamlarla dile
getirdiğimiz bir mantıktır matematik, mekanizma birdir. Bunlar bizim için yabancı değil artık, bol bol
gördük. Kendi ile bir olmak, özdeşlik. Bir olmaklık diye niteledim, özdeşlik çünkü birden fazla
nesneyi var sayıyor, dilimiz bakımından. A, A’dır. Çelişmezlik yasadı ve üçüncü halin olmazlığı
yasası. Gördüğümüz için ayrıntılarına girmiyorum. Mantıkta keskin yasalar var. Son derece soyut, son
derece doğrudur da ondan. Hiç içerik söylemez. Matematik öyle. Demek ki bir zorunluluk alanı var.
Hep kurallar işletir.
Gelelim toplumsal alana. Toplumsal alanda zorunluluk var mı? Rastlantısallık… Bunu Hartmann
kullanıyor, rastlantılar ve zorunluluklar, karşıt terimler olarak. Ben o zorunluluğun karşıt terimi olarak
olanaklılığı kullanıyorum. Diyelim Lenin, 1916’da öldü. Bu bir rastlantıdır. Sovyet Rusya dediğimiz
imparatorluğun doğumundan önce Lenin adlı bir adam Çarlık zamanında çıkmış ortaya, bir şeyler
yapmış. Ama bu adam 1916’da ölüyor, şöyle ya da böyle bir nedenle. Durum bu olduğunda acaba bir
1917 Rus İhtilali’ni düşünmek mümkün olabilir mi, olamaz mı? Adolf Hitler adlı kişi 1932’de aynı
Lenin gibi ölseydi. Bir Nazi imparatorluğu olur muydu? Toplumsal alandayız. Bir Yahudi soykırımı
olur muydu? İkinci dünya savaşı olur muydu? Bir kişi üzerinde duruyoruz ve de büyük etkiler diyoruz.
Anadolu istila edilmiş. Büyük güçler göndermişler Yunan’ı, işgal ettirmişler. Ona para, silah
vermişler, destekliyorlar. Bir sürü Osmanlı generali var. Mustafa Kemal de bunlardan bir tanesinin
adı. Mustafa Kemal hiç olmasaydı ya da diyelim ki 1918 gibi bir yılda ölmüş olsaydı, bir kurtuluş
savaşı olur muydu? Felsefenin rastlantı dediği duruma bakın, bizi nerelere taşıyabiliyor. Bir kısım
kişiler çıkar derler ki, Rusya’da müthiş bir sömürü vardı, insanlar açtı, savaşa girilmiştir, daha da
beter hale gelinmiş, o nedenle Lenin çıkmasaydı bile bir Rus ihtilali olurdu. Almanya’da öyle bir
ortam vardı ki Versay imzalanmıştı, işgal güçleri Almanya’yı ablukayı almıştı, kanını emiyorlardı,
birileri çıkacaktı. Acaba Versay, kıtlık, işsizlik, çeşitli sol-sağ partilerin sokağa dökülmesi
Almanya’da bir Nazi yönetimi ya da onun benzerini yaratır mıydı? Bu Yahudileri katleder miydi ve
bu sonuç olarak ikinci dünya savaşına sebep olur muydu?
Benim kanaatim, bunu sizlerle tartışmak isterim, buradaki –rastlantı dedikleri batılıların– olayı hafife
almak istemiyorum. Ben sürekliliğin gerekli olduğuna inanıyorum ama önemli olanın başlangıç
olduğuna da inanıyorum. Bu süreklilikler olabilirdi, bu batıklıklar olabilirdi, Rusya o halde
olabilirdi, Türkiye işgal edilebilirdi. Ama bir Lenin’siz, Mustafa Kemal’siz bu eylemleri
düşünemiyorum. Belki ufak tefek patırtılar olabilirdi. Belki Anadolu’da birçok başkaldırılar olup
Yunanlıları uzun vadede kovalayabilirdik, gerilla savaşlarıyla. Ama arkasından bir Türkiye
Cumhuriyeti zor gelirdi. Rusya’da Lenin’siz bir Rus ihtilalini düşünemiyorum. Hitler’siz bir Nazi
imparatorluğu düşünemiyorum. Bu bize felsefemiz bakımından neyi getiriyor? Toplumda da nedenler
ve etkiler bağlamında acaba bu nedenler zorunlu olarak şu sonucu doğurur mu, rastlantılar ağır mı
basıyor? Konu bu. Tarihsel olaylara bakıyorsunuz, İstanbul yüz kere kuşatılmış ama Fatih Sultan
Mehmet almış. Zorunluluklar var idi ise, neden Yıldırım Bayezid alamadı, neden Birinci Murat
alamadı da Fatih aldı? Bu hep konuştuğumuz, düşündüğümüz bir alan. Toplumda ne var diyeceğiz,
zorunluluk mu, olumsallık mı, rastlantı mı var diyeceğiz? Bizim derdimiz toplumu çözmek. Bizim
irademizin dışında mı olup bitiyor, bir güç mü var, süreklilik her şeyi bastırıyor mu, yoksa bireysel
olarak da bir kısım ögelerimiz var mıdır? Bunu tartışalım.
M- Geçen sene biz buna biraz başlamıştık.
Tabi, kipsiz yalnız.
M- Ama yumurta-tavuğa dönüşmüştü. Bir kısmımız başlangıçları önemli görmüştü, bir kısmımız
süreklilikleri önemli görmüştü ve işin içinden çıkılamamıştı. Dil, bireyin bir özelliği midir, toplumun
bir özelliği midir? İkisi de. Ben biyolojik olarak dilsel bir yeteneğe sahibim ama aynı zamanda
toplum olmadan da dilim olamaz. Dil, başka insanları başka insanlarla ilişkileri zorunlu kılar. Demek
ki hem bireysel bir alan var, hem toplumsal bir alan var. Toplum bireysel olanın kendini ifade ettiği,
kendini gerçekleştirdiği bir alan. Toplumsal koşullar bireyin kendini ifade etmesini sağlıyor.
İsimlerini saydıklarımızın durumları buna uyuyor. Zorunluluk alanı var, o koşulların belirlediği,
koşullandırdığı bireyler var ve o bireylerin eylemleri var. Bunlar birbirinden ayrı değil.
Bu dediğinize katılıyorum. Yalnız şu ayrıştırmayı yapmanı da istiyorum. Zorunluluk var, koşullar var,
toplumsal ortam çok çok uygun. Ama neden Lenin, Hitler, Atatürk? Milyonlarca insan vardı. Neden
onlar, sorun burada.
M- Toplumsal koşullanmalar bireyin kendini ifade etmesini sağlıyor. Mustafa Kemal, toplumsal
koşullanmaların bir sonucu değil mi? Lenin öyle değil mi? Bütün o koşullar onları yaratmadı mı,
uzaydan gelmediler.
Buna katılıyoruz.
M- Siz neden Mustafa Kemal, diyorsunuz. O koşullar farklı isimleri de yarattı. Troçki’yi, Stalin’i,
İnönü’yü… Bunun kesin bir yanıtı olduğunu düşünmüyorum. Arşimet kaldırma kuvvetini bulmuştur,
bunun yanıtı yok. Arşimet bulmasa idi başka biri bulacaktı. Koşullar başka bir Arşimet’i yaratacaktı.
Bu sözünü ettiğimiz toplumlara benzer bir sürü toplumlar olmuştur. Bugün de vardır. Mesela Irak
vardır. 1945’ten beri Japonya ordusuzdur, tutsaktır. Buna benzer başka toplumlar da gösterebiliriz.
Arap toplumlarının hepsini gösterebiliriz. Bunlar niye çıkartmıyor? Bazen de çıkartmayabilir mi
acaba? Koşullar zorluyor, tamam ama bir türlü de o doğum sancısından bir çocuk doğmuyor, düşük
yapıyor. Düşük yapan toplumlar da çok. Bunu nasıl açıklayacağız.
M- Özdeşlik kurarsak. Irak ve Türkiye mesela, özdeş olsalardı Irak bir Mustafa Kemal yaratırdı. Ama
birebir değiller, koşullar aynı değil. Başka bir zaman, belki yüz yıl sonra.
Bir ortam olmalı, ona katılıyorum. Fakat bu ortam neden belli bir kişiye odaklanıyor? Sıkıntı orada.
Dinler için de aynı. Neden bir Musa, neden bir Musa, neden bir Muhammed? Arabistan’a bakıyorsun,
bir dinin doğması için fazlaca da koşul yok. Dünyayı şöyle ya da böyle etkileyecek bir dinin doğması
için fazla neden yok?
M- İsa’dan önce bir sürü İsa gibi adam vardı. Koşullar yeterli değil. Piramitlerle ilgili örnek
vereyim. Piramitler birden dikilmedi, piramitlerden önce bir sürü mimari deneme var. Onlar
arkeolojik olarak tespit edilebiliyor, deniyorlar. Binlerce yılın deneyimleri sonucunda ortaya çıkıyor,
piramitler. Biz ise sadece sonuca bakıyoruz. Öyle bakınca birileri çıkıp, uzaylılar geldi piramitleri
yaptı, diyebiliyor. Sürece baksalar bunu söyleyemezlerdi.
Yani siz sonuçta toplumsal olaylarda da zorunluluk var diyorsunuz.
E- Toplumun insanı ve bireyi belirlediğine inanıyorum. Bir taraftan bireyin rolünün olduğunu da
düşünüyorum. Bu bir açmaz. Toplum, şartlar, koşullar insanı belirliyor ama bireyin de bazen çok
önemli sonuçlara sebep olacak katkısı var. İkisi birden diyorum ben. Ne bireyi çok fazla
önemsiyorum, ne de her şeyi toplum belirler diyorum. Bir bütün olarak düşünüyorum.
Yani hem, hem de diyorsunuz. Yalnız, ya zorunluluk ya rastlantı, sonuçta tartıştığımız konu bizi
seçime zorluyor gibime geliyor.
E- Kişiyi soyutlayıp tek olarak, sadece kendisiymiş gibi ele almak sakıncalı. Koşullar, şartlar her ne
ise bireyi belli oranda belirliyor. Bir çakışma noktası hem kişi hem toplum etkili oluyor. Görelilik
teorisini Einstein buldu ama eminim Einstein bulmasaydı çok yakın zamanda bulunacaktı. Çünkü onun
adımlarını Lorentz açtı , Lorentz dönüşümleri var, o ortaya çıkardı. Hareket eden cisimlerin
{149}

kısaldığını gösterdiler, tam Einstein’in görecelik teorisi ile ilgili. Ama o tamamen gerçek, fiziksel bir
kısalma olarak düşünüldü, yanlış. Sonra Poincaré neredeyse yaklaştı ama o da zamanın göreceliğinde
takıldı. Einstein ile aynı yıl neredeyse. O şartlar altında o yapılmak zorundaydı çünkü çok önemli bir
problem vardı. Maxwell’in o elektromanyetik dalgaları bir referans sisteminden başka bir referans
sistemine geçerken değişiyordu. Bu çözülmesi gereken bir problemdi. Bunu Einstein çözdü. Ama o
bir şekilde çözülecekti. Yani hem şartlar çok önemli, çünkü Einstein sıfır noktasından çıkıp bu
kurama ulaşamazdı.
Açıklamalarınızı kabul ediyorum. Beni sıkan bir nokta var bu konuyu düşünürken. Etikle de çok yakın
ilgisi var konunun. Sonuçta sen bir toplumun bireyisin. Bu toplum seni yetiştiriyor, değerleri var,
değersizlikleri var, sıkıntıları var. Bir kısmı gidip hırsızlık yapıyor, bir kısmı gidip cinayet işliyor,
bir kısmı da bir sürü dümenler çeviriyor. Az bir kimse de dürüst kalabiliyor. Burada ortamı
tanrılaştırırsak, bireyin özgürlüğü sıkıntıya giriyor diye düşünüyorum. Biz neyiz? Tamam, toplum
böyle olabilir, ben de benim diyemez miyiz? Diyemezsek, o zaman sonuçta biz bir uydu oluruz,
toplumun uydusu. Toplum beni nereye sürüklerse oraya giderim. Toplum şu dinden ben de o dinden,
toplum ahlaksız ben de ahlaksız, değerlerini yitirmiş ben de değerlerimi yitirmişim. Acaba diyorum,
zorunluluğu doğadaki gibi getirtip oturtursak bizim bireysel özgürlüğümüz, kişiliğimiz güme gitmez
mi? Olayı sırf devlet kurma, siyaset felsefesi açısından, savaşlar açısından görmek istemiyorum.
Burada çok kötü ortamlarda insan ben kalabilir mi? Kalmalı mı? Hatta şaka yollu da söylemişimdir,
sen Roma’da doğsaydın Katolik olurdun, Atina’da doğsaydın Ortodoks olurdun, Berlin’de doğsaydın
Protestan olurdun. Sen toplumun akıntında gitmişsin, kişiliğin silinmiş diye ironi de yaparım ben
bazen.
E- Zorunlulukla bu pek çelişmiyor gibi geliyor hocam.
Acaba? Buradan kaçmayalım, konu bizi yıldırmasın. Biraz çözmek gerek.
E- Ben burada determinizm olarak anlıyorum zorunluluğu.
Belirlenmek tabi.
E- Zorunluluk, tamamen tıpatıp aynı koşulların aynı sonucu yaratmasıdır. Buna kimse itiraz edemez,
böyledir. İlk koşullar aynı olduğu sürece sonuç her zaman aynıdır, zorunluluktan ben bunu anlıyorum.
Aynı koşullarda iki taşı koyduğunuz zaman, aynı şekilde davranırlar. Eğer insanın durumunu da aynı
şekilde, aynı koşullara getirdiğimiz zaman aynı şekilde davranacaklardır. İnsan söz konusu olduğunda
koşullar hiçbir zaman aynı olmuyor. Örnek vermiştiniz, denizde boğulan bir kişiye yardım mesela.
Burada seçim var. Zorunluluk şu; eğer bir kişi aynı koşullarda aynı olayla karşılaşsaydı hep aynı
şekilde davranacaktı.
Biraz daha açayım izin verin. Ağ atmışız denize, içinde balıklar kalmış çıkamıyor. Yakalandı gitti,
zorunlu. Biraz sonra tavamızda olacak gibi mi düşünelim? Düşünürsek şu çıkabilir karşımıza:
Tarihteki bir sürü bağnazı, geri zekâlıyı aklamış olmaz mıyız? Ne yapalım ortamımdı. Ben buna
yanaşmak istemiyorum. Benim sorumluluğum nerede kalıyor? Birileri elime bıçak tutuşturmuş, kes
bunları diyor. Burada işi uç noktasına kadar taşımam, daha iyi anlaşılsın diye. Buradan ben kişisel
sorumluluğa gitmek istiyorum. Yani yaratım, Lenin, Atatürk örnekleriyle başarılardan taşarak etik
sorumluluğa da gitmek istiyorum. Her devirde birilerine, hatta birileri demeyelim bir kısım
ahlaksızlara kapı aralamış olmaz mıyız? Tartışıyorsun, bir bakıyorsun yükü sırtından topal eşek gibi
atıveriyorlar. Bunlara bu fırsatı vermemek gerekir, köşeye kıstırmak gerekir, diye düşünüyorum.
Toplumsal alanda kişileri, al kardeşim sen şuraya yıkılıver demeyelim, kaykılacağı bir köşe
göstermeyelim bunlara. Bu bizim için vahim olur. Burnuna çakalım, ahbap bundan sen sorumlusun,
kıvırma.
M- Bu hassasiyet bence iki yere götürür hocam. Bunlardan bir tanesi bireye götürür, diğeri de
topluma götürür. Ya bireyi eleştirmek ve bireyi yargılamakta kalınır, ya da toplumsal koşulları.
İçinde yaşadığımız toplumsal koşullanmalara bakarsak, insanların davranışlarını ifade etmelerinin
zemini. Bu insanların davranışlarını haklı çıkartmıyor. Davranışın belirleyicisi olan koşullara
yoğunlaşırsak o zaman bireyin davranışını da çözmüş oluruz. Bu koşulları ortadan kaldırırsam, iyi bir
toplumsal sistem kurarsam, insanların ihtiyaçlarını…
Kim kuracak bunu?
E- Aslında ben de senin söylediğine katılıyorum. Hocam hep kötülük yapan birey suçlanıyor. Bireyi
suçlayacağımıza toplumu suçlayalım.
Sevgili hocam, oraya kadar çok iyi anlıyorum. Benim anlatmaya çalıştığım ince bir yerde. Bunu
değiştirmek için sahne alacak bay da bu toplumun içinden geliyor, nasıl değiştirecek? Sıkıntı burada.
E- Orada bir lider gerekiyor.
O zaman uyanıklık yapıyorsunuz. Aydan bir adam getiriyorsunuz.
E- Bu toplum o lider de yaratacak galiba.
O toplumdan hırsız çıkar, sizin anlattığınızdan üçkâğıtçı çıkar. Eğer bireysel özelliklerde önem yoksa
o toplumun içerisinden ancak böyle kendi gibi sümüklü adam çıkar. O zaman nasıl çıkacağız biz bu
işin içinden? Postmodernleri eleştiren bir yazar diyordu ki; eğer her söylem doğru ise olgu önemli
değilse, yüzlerce söylem varsa ki var diyorsunuz, o zaman sizin söyleminize ayrıcalık tanımamızın
nedeni nedir? O zaman ben başka bir söylemi benimserim, seninkini niye benimseyeyim ki? O zaman
postmodernlik de güme gitme mi, diyor? Lütfen buraya özen gösterelim. Bu toplumun içerisinden,
eğer bu toplumu altüst edecek, düzeltecek, reforme edecek bir güç birey olarak çıkmayacaksa, o
toplumun içinden ancak kendi gibiler çıkacaksa işimiz yaş demektir. Ona aykırı güç olacak kişi nasıl
çıkacak? Sizin açıklamanız bizi oraya tutukluyor.
M- Yok hocam. Toplumdan soyut bir şey gibi bahsediyoruz. Toplum, ilişkiler toplamı.
Şuna da cevap ver yalnız. Bir kişi çıkartma, bu toplumdan epey kişi çıkart. Toplumun yarısına yakını
o topluma aykırı düşünüyor olsun ki…
M- Tam da öyle düşünüyorum. Çünkü bir toplumu devindiren güçler olmalı. Çünkü toplumlar sabit
kalmamış, bir tarihten söz ediyorsak. Demek ki toplumların değişiminin bir motoru var. Bir toplumu
oluşturan yapı ne? İnsanlar neden toplum kurmuşlar? İnsanların ihtiyaçları var. Yemek, barınmak,
sohbet etmek, sevmek, üremek, bütün bunlardan dolayı insanlar bir ilişki kurmuşlar. Üretim biçimi
neymiş? Üretim biçimi bize o toplumun yapısını veriyor, o toplumun değişmesinin aktörlerini veriyor.
Bizim üretim biçimimize baktığımız zaman, kapitalist üretim biçimi, yani sermayenin kendini sürekli
arttırdığı. Dolayısıyla sermaye sahipleri var, bir de sermayeye sahip olmayanlar var. Demek ki bu
toplum biçimini dönüştürecek olan aktörler, sermaye sahibi olmayanlardan ortaya çıkmak durumunda.
Ç- Niye?
M- Öbürleri çünkü düzenin devam etmesini istiyor.
Ç- Anlamadım, onların içinden niye çıkmıyor?
M- Nasıl çıkacak?
Ç- Bakacak, bu düzenin devam etmesini istiyorum ama revize edeceğim, daha güzel bir hale
getireceğim diyecek.
M- Sürekli revize ediyor zaten.
Ç- Biraz konunun başından alabilir miyim? Ben yine ikisinin sentezini alacağım tabi doğal olarak.
Doğada güzel örnek var. Aslında hayat, hemen hemen bütün olasılıkları denemeye çalışan bir yapıya
sahip. O olasılıkları denediği için de zaten hayat sürekli, değişimlere rağmen devam ediyor.
Çeşitliliği önümüze sermeseydi, nasılsa bu yapı devam ediyor, bütün canlı türleri aynı olsun. O
zaman en ufak bir değişiklikte hayat güme giderdi. Sanayi kelebekleri çok bir örnektir. Kırsal alan
çok geniş olduğu için kelebeklerin renkleri kırmızı, beyaz bu tip renklere sahipler, çiçeklerin
renklerine. Aralarında binde birlik belki çok daha az oranda gri, koyu renkler. Bizim şu andaki şehrin
renkleri. O zavallılar kuşlar tarafından daha çabuk av oluyorlar. Yavaş yavaş bir bakıyoruz,
şehirleşme artıyor ve kırsal alan geriye doğru çekilmeye başlıyor. Bu koyu renkteki kelebeklerin
yaşama şansı artıyor. Bir bakıyoruz o küçücük oran çoğunluk haline geliyor. Bugün renkli kelebek
görmek daha zordur. Hayat o olasılıkları denediği için. Toplumsal alanda nasıl? Orada da böyle bir
durum var. Bakıyorum şimdi Atatürk 1870’te doğsaydı ne olurdu? Olmasaydı ayrı da bir de böyle
durum var. Acaba Atatürk yine bir lider olabilir miydi? Ben onu düşünüyorum. Özelliklerine
bakıyorum, çalışkan bir insan, hırslı bir insan, meraklı bir insan, yükselme arzusu olan bir insan.
Bunları düşündüğümüz zaman, o koşullar içinde on yıl geriye atarsak gelebileceği yer belki çok iyi
bir paşa olurdu. Ama ne Türkiye Cumhuriyeti olurdu, ne de o lider olabilirdi. Zannediyorum ki yine
bir yer bulurdu kendine. Einstein için de aynısını söyleyebilirim. Ortaçağda yaşasaydı, o kafa
yapısıyla belki yine başarılı bir bilim adamı olabilirdi, koşulları elveriyorsa. Okula gidebilseydi, bir
çiftçinin çocuğu olmasaydı, bir Cizvit okuluna gidebiliyor olsaydı, o zekâyla o potansiyelle yine bir
şeyler bulacaktı. Belki de bugüne kadar aklımıza gelmeyen bulgusunu tarih yazacaktı, bilemeyiz.
Hayat illa ki önümüze olasılıkları seriyor. O olasılıkların içinden de koşullar elveriyorsa birisi öne
doğru çıkıyor. Burada ben zorunluluk görmüyorum açıkçası. Burada daha çok rastlantısallık,
neredeyse sonsuz çeşitlilik görüyorum. Kendimizi de düşünüyorum. Diyorum ki ben acaba başka bir
çağda yaşasaydım, dine bakışım, bilime, felsefeye bakışım nasıl olurdu? Sizlerin ya da arkadaşların
farklı olur muydu?
Olurdu.
Ç- Ama kafamın işleyişini düşündüğümde, kendimi hiçbir zaman ne bir papaz olarak
düşünebiliyorum, ne bir molla olarak, zannetmiyorum ki olabileyim.
O zaman da yontuculara söverek geçirecektin.
E- Bence olabilirdin Çağlar. Olabilirdik.
Çağlar’ın söylediği şu. Bir Yunan toplumunda yaşasaydı, dağ taş yontularla dolu. Zeus’tur,
Athena’dır, Artemis’itr vesaire. Çağlar, ona sövüyor olarak bulurduk kendimizi, diyor.
E- Ben onu pek düşünmüyorum.
Bir ekleme yapayım, yine tartışmaya devam edelim. Eskiden tarih bir kısım insanlar için, bir kısım
olaylar için yazılırmış. Sarayın tarihi var, İngiltere kraliçesinin tarihi var, yok efendim şu devirler.
Bakıyorsun İngiltere’nin tarihine hepsi o kraliyet ailesinin tarihiyle ilgili düzenlemeler. Fransa’ya
bakıyorsun hep aynı, Osmanlı’ya bakıyorsun aynı. Son elli yıldır 1930’dan sonra başladı. Kokunun
tarihi bile yazıldı. Kerhanelerin tarihi, cadıların tarihi… Tarihçiler dediler, sizin ne ayrıcalığınız var,
her şeyin tarihi var. Küçük adamın tarihi yazılmaya başladı, köşe bucaktakilerin. Demircinin,
kuaförün, art mahallede yaşayan sürtüğün tarihi yazılmaya başladı. Sırf siz yoksunuz, onlar da var,
dendi. O da çok iyi oldu bana soruyorsanız. Orada sizin dediğinizi şu oranda katılmak istiyorum ve
katılıyorum. Geçmiş genelde böyle olmuştur. Yani bilgi iktidara hizmet etmiştir, iktidarın kölesi
olmuştur. Tanrı’nın tarihi yazılmıştır, peygamberlerin tarihi yazılmıştır, gerisi susturulmuştur. Sırf
susturulma adına susturulma da değil. Bildiğimiz bal gibi sömürme adına susturulma, onun kanını
emme adına. Birileri bilgiyi kendi lehlerine, güçleri lehlerine kullanmışlar, toplumları kendilerine
hizmet ettirmişler. Benim yapım bu, ben kurdum, buna hizmet edeceksiniz, demişlerdir. Söyler misiniz
bana, bir ay davul çalındı, gıkımız çıkabildi mi? Çıkmadı. Çıkartın da göreyim. Bir miting yapabilir
miydik, yapabilirdik. Şurada toplanırdık, yeter lan diyebilirdik, diyemedik. Çünkü bizim kümemize
kimse katılmaz diye kuşku duyduk, doğruydu da. Bunları görmemiz gerek. Sen bu oturtulmuş,
yapılaştırılmış bilginin dışına çıkıp kafanı uzattığın zaman, darbeyi yiyorsun. İşte ben bunu çözmek
istiyorum.
E- Biraz önce sordunuz ya bazı yerlerde niye olmuyor diye, belki de bu yüzden olmuyordur. Farklı
düşünen biri çıksa bile, kendini ifade edemez, öyle bir ortam yok. İndirirler.
Ç- Gerçek orada duruyor, sadece insanını bekliyor.
Ben de öyle düşünüyorum.
30.Gün
Son gün
Daha önce anmıştık sanıyorum, Ernst Cassirer, İnsan Üstüne Bir Deneme kitabı var. Geçen sene
{150}

aradık, bulamadık. Bu sene umarım çıkar, çıkması gereken bir kitap. Raflara atılacak bir kitap değil.
Orada Cassirer diyor ki; insan, sembol yaratan hayvandır . Hani insanlar bir alana girerler, o alanı
{151}

öne çıkartmak için o alanla ilgili tanımları böyle burun yaptırarak önümüze korlar. Dilci mi, o zaman
der ki insan konuşan hayvandır. Mantıkçı mı, insan mantıklı hayvandır. Bu bilim adamının bağlı
olduğu disipline göre değişiyor. O kitabı açıp okuduğunuzda zaten dil , sanat, din, tarih gibi toplumsal
alanı ilgilendiren konular ağırlıktadır. Konumuzu gireceğiz ama bu girişi yapmam daha yararlı olur.
Viko şöyle diyor; –ki herkes onun Yeni Bilim’ini başlangıç kabul eder ve oradan yola çıkar–biz
doğayı, evreni zor kavrarız. Çünkü evreni biz yapmadık. O zaman biz toplumsal alandaki yapıları,
yani kültürel yapıları daha iyi kavrarız. Biz yaptık çünkü. O koca kitabın ana tezi bu. Tabi burada
{152}

biz dediğinde sözünü ettiği kişi Ali-Veli değil. Tür olarak insan diyor, kendi alanı çok iyi kavrar. Bu
tartışılır. Evreni mi daha iyi kavran kendi yaptığını mı, bana sorarsanız kendi yaptığı alan bir hayli
çetrefilli. Her biri ayrı bir şey yapmış. Amerika ayrı bir anayasa yapmış, Avrupa ayrı yapmış,
Türkiye, Çin, öteki çok değişikler. Bunun hangisini biz yaptık diye övünelim, türsel olarak? Burada
alabildiğine çok bir çeşitlilik var. Daha iyi kavrıyoruz dediğimizde ayaklarımız fazla yere basıyor
sayılmaz. Vico öyle diyor onu aktarmış olduk. Böyle bir alan var, kültürel alan. Dilthey tin bilimleri
diyor. Doğan Özlem bu çevirileri yaptı , eline koluna sağlık, çok güzel bir çalışma yaptı. Bu alanla
{153}

ilgili kendi yapıtları da var, aklınızda olsun. İyi bir kültür bilimci, tarih bilimci, tarihle felsefenin,
tarihle öteki alanların, hatta doğa felsefesiyle doğrudan felsefenin ilişkilerini çözümleyen bir insan.
Burada şu var: Tin bilimleri, kültür bilimleri, toplumsal bilimler, ne derseniz deyin… Tarih de son
yıllarda otuz-kırk yıldır sosyolojik tarih, tarihsel sosyoloji, kişinin hangi disiplinde olduğuna bağlı
olarak adlandırılıyor. Sosyologsa, sosyolojik tarih diyoruz. Tarihçi ise tarihsel sosyoloji diyoruz.
Bizde Elisabeth Özdalga diye biri var, öne çıkan tarih sosyoloğu odur. Bir kısım ek yazarlar da
vardır, aklımızda olsun.
Dilthey’ın temel tezini özet olarak söylüyorum, bugünkü konumuz o değil. Diyor ki; insan yaşama
alanını sürekli düzenler, bir kültür yaratır. O kültürün içinde yaşar ve o kültürün içerisinde boğulur.
Bunu tezi daha sonra Gadamer –herhalde anımsayacaksınız Hakikat ve Yöntem, Paradigma’dan çıktı
iki cildi çıkmıştı, üçüncü çıkacaktı, Hüsamettin Arslan çeviriyordu, son cildinin çıkıp çıkmadığını
bilmiyorum– daha da ileri götürüyor. Diyor ki; insan yetiştiği ortamın içinden bükülerek –
Gadamer’in terimini kullanıyorum– bakar geçmişine. Tarihine, tarihinde yaşadığı ortamlara, kültürel
alanlara, bütün yaratımlarına kendi içerisinde yaşadığı kültürel ortamın dışından bakamaz. Tezi bu,
ben doğru demiyorum. Gadamer önemli bir kültür bilimcidir onu söylemiş olayım. Martin
Heidegger’in yetiştirmelerindendir. Ondan ders almıştır, etkilenmiştir. Hatta şimdi öyle de bir kitap
çıktı; Heidegger’in Çocukları . Onda Gadamer yok da, Hannah Arendt, Karl Löwith, Hans Jonas,
{154}

Herbert Marcuse var. Öyle bir kitap çıkarmışlar ki iyi de etmişler.


Bu kitaplarda özet şu arkadaşlar, ikiye ayrılıyorlar. Rickert en başta, bu kişi Yeni Kantçılardandır.
Yeni Kantçılar birkaç şehirde kümelenirler, tek grup değildirler, bir tanesi de budur. Bu kültür
alanındaki olguların bir açıklama ile çözüme kavuşacağını savlayan kişilerdir. Doğa bilimlerinde biz
bir yasayı açıklarız, bir fizik yasasını, bir kimya, biyolojik yasayı. Bu yasanın anlam diye bir yanı
olamaz. Düşme yasası varsa biz bunu açıklarız. Rickert diyor ki, toplumsal alan, kültür alanı doğa
gibi açıklanmalıdır, yasalara bağlıdır. Ötekiler Vico başta olmak üzere, Dilthey, Gadamer, Karl
Löwith biz anlarız diyorlar. Bir anlam alanıdır burası, burada yasa yok, yorumlar var. Hermeneutik
bir tutum içerisinde olabiliriz, yorumlarız, değerlendiririz. Böyle de bir ikilem var orada. İki taraf da
birçok gerekçeler ileri sürmüşlerdir, tartışılan güzel konulardır.
Bu kısa girişten sonra dünkü konumuza dönmek istiyorum. Onu bir şekle bağlayalım, yine tartışarak.
Müjdat kardeşimiz dün dedi ki; toplumsal alan, kültürel alan, tarihsel alan bir süreklilik şeklinde
gerçekleşiyor, sonuçta da bir zorunluluk alanıdır. Tez ileri sürdü onu sürekli tartıştık. Ben
katılamayacağım, görüşümü belirteyim. Gerekçesini söylüyorum. Diyelim bir tarla, buğday ya da
ayçiçeği tarlası, ekiliyor. Yağmur yağıyor, güneş çıkıyor, iklimsel koşullar, bakıyorsunuz binlerce baş
türüyor. Birbirine üç aşağı, beş yukarı benziyor. Birisi yüz metre, birisi bir metre değil. Eşit ya da
eşite yakın boylarda oluşuyor, ürün dediğimiz de ondan alınıyor. Yani ortam, yetiştirdiği ürünlere
neredeyse eşit derecede etkide bulunuyor. Onun büyümesini, yetişmesini sağlarken, büyük bir ayrım
yapmıyor. Zorunlulukla onun ürettiği alan arasını çözümlüyoruz, dikkat buyurun. Rusya’daki koşullar,
Almanya’daki koşullar, Türkiye’deki koşullar, dünkü örneklerimize döndüğümüzde, zorunluluk olsa
idi Rusya’da milyonlarca Lenin yetişmeliydi. Almanya’da Hitler yetişmeliydi. Adı Hitler
olmayabilirdi, fonksiyonel olarak konuşuyorum, o işi yapacak özneler. Türkiye’de milyonlarca
milyonlarca Mustafa Kemal yetişmeliydi. Ortam zorunlu olarak bir kurtarıcı yetiştirecek ise bir kişiye
dönüşmemeliydi diye düşünüyorum. Bu benim görüşümdür. Tartışırsınız düşünürsünüz, ileride belki
benim gibi düşünmeye başlarsınız, belki kendi düşüncelerinizle direnirsiniz. Dün Müjdat kardeşimiz
dedi ki bu ortam bir Hitler, bir Lenin, bir Mustafa Kemal yetiştirecek idi. Bu değil de başkası, yine
bir öndere dönüşmüş oluyordu. Adı farklı olabilirdi, sonuçta yine bir kişi ise bu çıkacak önder, o
zaman yine zorunluluktan söz edemeyiz. Yine bir rastlantı var ortada. Çünkü çıkan bir kişi. Bu ortam
güm diye milyonlarca Lenin, Hitler, Mustafa Kemal çıkarttı, bunu pek göremiyoruz. Hocamın kendi
alanı, Einstein çıkıyor. Einstein’ın önündeki veriler, birçok fizikçinin elinde idi. O çıktı görelilik
kuramını buldu. Hocam, oradan gidelim, fizik dersi veriyor. Tahtada şemalar, formüller, anlatıyor.
Sonra yazılı yapıyor bakıyor biri on, biri sıfır alıyor, biri bir, biri beş alıyor. Aynı dersi verdiği
halde insan denen öge bunu pek bize yansıtamıyor. Her yazılıda da bunlar sürekli yineleniyor. Birinci
sürekli iyi not alıyor, tembel kötü not alıyor. Hocam bir kısım talebesinin kulağını tıkamıyor, ders
verirken. Ben ortamın gerekli olduğuna inanıyorum. Ama bu ortamın mutlaka bir önder çıkartacağı
konusunda kuşkuluyum. Çıkarsa çok az çıkıyor ve bu bir kişi oluyor, toplum olmuyor. Burada
ısrarlıyım. Yunan işgali varsa neden bütün Türkiye ayaklanmadı?
Bir adım daha gidelim. İzmir’de Cumhuriyetin 50. Yıl kutlama toplantısına katıldım. Kalktım o ilk
kurşuna karşı çıktım. Dedim ki; Yunanlar çıkar derler ki tek kurşun attınız, ona da heykel
dikiyorsunuz. Hasan Tahsin’in kurşunu, ikinci bir kuruşun yok. Eğer bir işgal toplumsal bir travma
yaratıyorsa, büyük bir tepki yaratıyorsa çok kurşun sıkılmalıydı. Elini kolunu sallayarak geldi
Yunanlar, ta Sakarya boylarına kadar. Çok az direniş gördüler. O zorunluluğun yaratacağı tepki
gelmedi. Bunu böyle görüyorum, tartışmak da isterim. Kişisel yaratılış sürekliliğe aşan bir etkiye
sahip gibi gözüküyor bana. Tarih bana böyle gösteriyor. Kesin olarak bir kahraman kültüne boyun
eğdiğim anlamına gelmesin. Biz bir çözümleme yapıyoruz. Hani Pascal’ın çok güzel bir sözü var;
Cleopatra’nın burnu biraz daha büyük olsaydı, dünya tarihi başka olurdu. Demek istiyor ki o zaman
Antonius ona aşık olmazdı, ona aşık olmayınca Octavianus’la kapışmazlardı, Roma tarihi dolayımıyla
da dünya tarihinin akışı başka olurdu diyor. İşin bir yanında bu doğru. Dünyaya böyle bireysel,
rastlantısal olaylar çok değişik renkler verebiliyor. Bu, zorunluluğu bir hayli değişik bir yoruma tabi
tutmaktan öte değildir. Ne dersiniz.
Mu- Tarihte bunun bir istisnası var. Benim bildiğim tek istisna, Pisagor. Biliyorsunuz devlet işlerine
de bulaşmış bir adam. Pisagor okulu var, zor aşamalardan geçmek suretiyle buraya öğrenciler kabul
ediliyor. İki kısım. İlk kısım ilk katılanların oluşturduğu grup. Bunlar sadece dinliyorlar, soru sorma,
konuşma hakları yok. Birkaç yılı bu şekilde geçirdikten sonra başka bir takım zorlu testleri de
aşarlarsa anca Pisagor’un yüzünü görme şerefine ulaşıyorlar. İkinci aşamada elit grup var. Bunlar
Pisagor’la birebir görüşüyorlar, onun ağzından her çıkanı not ediyorlar. Biliyorsunuz Pisagor,
Mısır’dan geldikten sonra kendi memleketine gider, Susam adasına. Fakat orada tutunamaz, oradan
defederler. İtalya’nın güneyinde Kroton denen bir yer var, oraya gidiyor. Orada bu teşkilatlanmayı
gerçekleştiriyor. Bu asıl grup, bir süre sonra site yönetimini ele geçiriyor. Zaten üyelerinin çoğu
halihazırda yönetimdekilerin, ileri gelenlerin çocukları, yakınları. Üç yüz kişilik bir grup, bizzat
Pisagor’un bulunduğu site yönetimini ele geçirir. Kendi düzenlerini, kendi sistemlerini getirirler. Site
bundan çok memnun olur. O kadar hoş bir yönetim şekli oluşur ki Pisagor’un bulunduğu sitede, bir
süre sonra civar site devletleri de benzer modeli uygulamaya başlarlar. Tek yönetici tarzında değil,
seçkin bir grubun Aristokratik tarzında. Diğer sitelere de bu yayılmaya başlayınca, politik anlamda
iktidarı sarsılanlar Pisagor ve grubuna öfkelenirler. Baskın yaparlar, okulunu dağıtırlar, bazı
söylentilere göre Pisagor orada ölmüştür, evini yakarlar vesaire. Bu istisnai gibi geliyor bana. Tek
lider çıkaran bir toplumun ötesinde, bir elitler grubu belli süre en azından düzenli işlev görebildiği
bir yapı oluşturabilmiş.
Pisagor’dan söz ediyorsun sürekli. Yani bir Pisagor ögesi var.
Mu- Bir başlangıç ögesi var ama o bizzat yönetimin tepesinde bir konumda değil.
Bir Pisagor ögesi var, yol gösteren, öğreten bir kişi. Benim demek istediğime ters bir durum yok.
Orada yine tarihi yorumlayan, öne çıkan bir kişi var, senin anlattığın örnekte.
Mu- Yönetim noktasına gelirsek. O kendisi bizzat yönetimin değildi. Biraz Karl Marx’ın durumuna
benziyor. Teorisyen gibi o. Ama sonra Lenin, Stalin gibi Rus olayına baktığımızda binlerce teorisyen
görüyoruz. Binlerce teorisyen sosyalizmle ilgili çalışmalar yapıyorlar. Nazi yönetimine baktığımızda,
Hitler’in o faşist, gaddar tutumunun SS subayları arasında on binlercesinde neredeyse
bireyselleştiğini görüyoruz. Her biri birer cani haline dönüşebiliyorlar. Belki Hitler ortadan
kalksaydı onun boşluğunu fazlasıyla dolduracak halefleri vardı etrafta. Ortada birinin görünmesi,
sizin düşüncenizi destekliyor gibi ama onun arkasında da…
Benim düşüncemi desteklemesi önemli değil. Vurgu yapıyorum, orayı iyi anlayalım. Kurtuluş savaşını
düşünelim. Mustafa Kemal daha İstanbul’dayken bile Kuvai Milliye Anadolu’da çoktan başlamıştı.
Mesela ünlü Kel Ali, Ayvalık’ta direnişi çoktan başlatmıştı. Antep’te Kılıç Ali çoktan başlatmıştı.
Adana'da Sinan Tekelioğlu çoktan başlatmıştı. Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efendi, Çerkez
Ethem… Oradan gidersek, var bu ögeler, onu yadsımıyorum. Burayı iyi vurgulayalım. Tarih yazılıyor,
üniversiteler bu yol açmışlar, adamlar hâkim vaziyette. Diyorlar ki; cumhuriyet Tanzimat’ın
devamıdır. Ben söyleyeyim; 1839 Tanzimat Fermanı’nı lütfen açın okuyun. Sanki kutsal metni
okumaya başlamış gibi olursunuz. Tanzimat’ın temel tezi; durum kötü, bunu düzeltelim, batıya uyalım,
bilime uyalım değildir. Geçin o mavalları siz. Resmen şudur: Şeriattan ayrıldık, başımıza bu geldi. O
zaman dönelim ona. Bu mu Mustafa Kemal’e atılan süreklilik? Buradan cumhuriyete siz nasıl
atlayacaksınız? Tanzimat’tan Mustafa Kemal dışında her şey çıkar. Arkadan Abdülhamit yönetimi
gelmiştir otuz üç yıl. O tarihsel ortamdan ancak teokratik rejim doğar. Mustafa Kemal asla doğmaz.
Ç- Ama o da o ortamın içinden çıkmış. Abdülhamit döneminin çocuğu.
Sürekliliği konuşuyorsak dedim. Nereden bakarsak bakalım, bir bilgi olayı var. Bir kısım insanlar
çağını kalabalıktan çok farklı yorumlayabiliyor. Bir kişi, iki kişi çıkıyor, az çıkıyor. Sizin
düşündüğünüz yanlış diyor. Mustafa Kemal bunlardan birisidir. O ortamın çok çok aykırısında duran
bir tip. Bu bir. İki; istenç açısından belki Mustafa Kemal gibi görenler vardı, birkaç kişi diyelim.
Ama çıkıp da ben bunu yapacağım diyen çok kişi yoktu. Bilgi, istenç bir de deha var. Dehayı
küçümsemeye imkan yoktur. Ötekilerin hem gücü hem dehası bu işi yapmaya uygun değildi.
Toplumsal alandaki olaylarda ne gibi ilkeler var, ne gibi yasalar var ya da yok, bunları tartışmak
istiyorum. Kişisel bir kısım ögelerin ortama rağmen ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. Sıfırdan
ortam yaratır demiyorum ama ortamı bir kısımları çok daha güzel değerlendiriyor. Niye tuhaf
karşılıyorsunuz? Ta 1923’te cumhuriyet kurmuşuz, 1924’te halifeliği kaldırmışız, bugün yüz yıl sonra,
gidin sandığı koyun, Abdülhamit ya da Vahdettin mi Mustafa Kemal mi diye oylama yapın, onlar
kazanır, Vahdettin kazanır. O zaman düşünmek gerekiyor.
M- Benim anlamakta zorluk çektiğim bir temel var. Bu görüşü neye dayandırıyoruz ve hangi amaçla
öne sürüyoruz? Bireyi anlamak için mi, bireyin sınırlarını belirlemek için mi, toplumla ilişkisini
belirlemek için mi, yoksa toplumun etkisini anlamak için mi? Asıl meselenin insanların tarih yaparken
bireysel öğelerin mi ön palana çıktığı yoksa toplumsal koşullanmaların ön plana çıktığı ise, ben
tarihin bireyler tarafından yapılmadığı düşünüyorum. Ama toplum dediğimiz, bütün bireylerde
bulunuyor. Birey demek toplum demek, toplumdan bağımsız bir bireyden söz edemeyiz. Cumhuriyetin
ilan edildiği gün, yani 29 Ekim 1923, Mustafa Kemal faktörünü bir kenara koyarak, meclisi, toplumu
karıştırma, toplum dünden Vahdettin’i seçerdi de, Atatürk’ün oluşturduğu bir oylama olsaydı,
padişahlığın, halifeliğin lehine mi olurdu aleyhine mi?
M- Soruyu doğru bulmadım.
Ben öyle soruyorum. Ben toplumu katmıyorum bak. Toplum diyorum dünden böyle yapardı da,
Mustafa Kemal’in etkilediği, yönlendirdiği mecliste bile Mustafa Kemal faktörünü çıkartsaydık,
padişahlığın lehine çıkardı. Bunu kimse yadsıyamaz.
E- Meclisteki vekiller eski yönetimin üst katmanında insanlar. Onlar bir kriter olamaz ama.
Konum olarak dediğiniz doğru ama onlar İstanbul’dan kaçmış gelmişler. Dikkat et, kurtuluşa
gelmişler. Orada konu buna dönüşür. Mustafa Kemal’in korkularından vermişlerdir oyu. Bu bir
olgudur. O günü de bıraktık diyorum, bugün diyorum, yine o dediğim olur. Demek ki toplumdaki
zorunluluğu kırmak için özel dehalar gerekiyor. Dinsel bir yapı, böyle akıp gideceğiz, herkes böyle.
Bu kör zorunluluk. Umarım sizin dediğiniz doğru çıkar ama ben toplumların kör bataklığa kolayca
saplanacağı düşüncesindeyim. Kolay kolay aydınlanamayacağı düşüncesindeyim. Toplumu
çözümlerken, karanlık dünyasını aman iyimser gözlerimizle aklamayalım. Bu bir uyarıdır.
Mustafa Kemal’in ağzından çıkan sözler var. Diyor ki; bu söylediklerim behemehal yasa olacaktır
ama olabilir ki bazı keller gidebilir. Bunu niye söylesin Müjdat? Bugün çıksa bir adam, bunu
{155}

söylese mecliste, ne derler? Çıldırmış, derler. Ama Mustafa Kemal söyledi bunu. Niye söyledi?
Güvenmiyor. Bunu inceltmenin hiçbir gereği yok. Bir şeyi kurtarmayız biz. Bilimsel olmaktan
uzaklaşırız. Siz bu dinsel yapıdan nasıl bir Mustafa Kemal’i türetebilirsiniz, süreklilik adına? Soru
bu. O dediğiniz tamam, dıştan çok etkilenmiştir.
Ç- Nedenlerin de bir özgün tarafı var. Çanakkale direnişi olmasaydı, o cephede başarı
kazanılmasaydı Lenin olmasına rağmen Sovyet devrimi de olmayacaktı. Bunu da katalım, kafamızı
biraz o karıştırıyor gibime geliyor. Evet hakikat bir yerde duruyor, keşfedeceği insanını bekliyordur.
Şu an bile binlercesi vardır.
E- Platon’un dünyası.
Ç- Evet. Yine de nedenler özgün, o nedenlerden biri eksildiği zaman da aynı sonuç
gerçekleşmeyebiliyor. İnsan o ortamda mevcut olsa bile. Böyle bir durum var o biraz kafamızı
zorluyor.
Zaten zorladığı için tartışıyoruz ya. Dün konuştuk, mantıksal zorunluluk dedik, ontolojik zorunluluk
dedik, hiç üstünde durulmadı, geçtik. Çünkü bizi ilgilendiren toplumsal zorunluluk. Acaba orada
durum ne, hep takıldık oraya, haklı olarak. Ben o alanda uğraşıyorum. Umarım bir sene fırsat bulur,
oraya da güzelce gireriz, siyaset felsefesine. Batılı diyor ki, ben demokratım. Ben arkadaşlara
anlatıyorum. Diyorum, siz batıyı göklere çıkartıyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannediyorsunuz. Batı bir
mezarlıktır. On tane padişahlık var diyorum. O kral diyor, sen padişah diyorsun. {156}

Mu- Otuz küsur Alman prensliği var.


Buyur işte. Efendim diyor görevi yok. Hocam söyler misin, sen fizikçisin? İngiltere kralının ya da
kraliçesinin yetkisi yokmuş. Arkadaşım İngiltere parlamentosunun yarısı avam, yarısı lortlar
kamarasıdır. Lortların hepsini hiç kimse karışmadan tayin eden tek başına kraldır. Bu adamın nasıl
yetkisi yok? İnceleyin arkadaşlar, Avrupa’daki kralların hepsinin yetkisi İngiltere’dekinden fazladır,
az değildir. O zaman çıkarsın, ben monarşiyim dersin demokrasiyim demezsin. Şimdi diyorlar ki
İngiltere’de demokrasi var, yoktur. Bir ülkede iki yönetim biçimi olmaz, ben siyaset felsefecisiyim.
***
Arkadaşlar kiplerimiz de bitti sayılır. Geriye temel olarak siyaset felsefesi kald. Bu sene güzel sohbet
ettik, zevkli bir ay geçirdik. Bitirebiliriz. Gelecek sene de eğer uygun görürseniz siyaset felsefesi
yaparız.
1.Gün Çınar ağacının altı 2
2.Gün Temel ilkeler 23
3.Gün Yanardağın ağzı 40
4.Gün Töz devleti, devlet tözü 61
5.Gün Kara Mamba 83
6.Gün Kazanılmış içkin 110
7.Gün Ana katilleri 128
8.Gün Doğru yere bak 147
9.Gün Düşünüyor, o halde? 158
10.Gün Bilmediğimizi biliyoruz 181
11.Gün Dil oyunları 212
12.Gün Özgürlük bir yüktür 230
13.Gün Parçadan parçacıklara 246
14.Gün Ve Socrates zehri içer 253
15.Gün Kehribardaki olmaklık 273
16.Gün Benim payım nerede? 296
17.Gün O savı gerekli görmedim 305
18.Gün Mağaradan selam 324
19.Gün Yaygınlık ve daralma 343
20.Gün Derece mi, öz mü? 352
21.Gün Dogmatik uyku 370
22.Gün Mikro itirazlar 384
23.Gün İyinin ve kötünün ötesinde 399
24.Gün Bilgiden “bilgi”ye 409
25.Gün İçimize dert olan Spinoza 423
26.Gün Gönderimin nereye? 447
27.Gün Bir el freni 455
28.Gün Masadan önce masa 475
29.Gün Kahraman doğulur mu olunur mu? 484
30.Gün Son gün 498
{1}
İlkçağ Yunan felsefesinde, evrenin sonlu y a da sınırlı olduğuna inanan Platon, Aristoteles gibi filozoflar dışında, evrenin sınırsızlığını savunan Anaximandros, Anaximenes, Ksenephanes, Melisson v e Demokritos gibi filozoflarda geçen
sınırsızlık düşüncesini ifade eden Yunanca terim.

Aperion, ay rıca evrenin kendisinden mey dana geldiği ilk maddey i, y a da arkey i aray an Milet Okulunda, suy u arke y apan Thales’i, su gibi nicelik bakımından sınırlı, nitelik bakımından belirli bir maddenin doğadaki çokluğu açıklamay a
y etmey eceğini öne sürerek eleştiren Anaximandros’un nicelik bakımından sınırsız, nitelik bakımından belirsiz anlamına gelen arkhesini, ilk maddesini, maddi nedenini ifade eder. – Paradigma Felsefe Sözlüğü
{2}
doksa (Yun.) İlkçağ Yunan felsefesinde “gerçek bilgi” anlamında kullanılan gnosis y a da episteme’y e karşılık oluşturulan; “sanı”, “kanı” y a da “inanca day alı bilgi”y e karşılık gelen terim.

Gerçek bilgi (episteme) ile daha aşağı düzey de, duy ulara day alı, değişken bilgi türü (doksa) arasındaki bilgikuramsal ay rımın kökleri Sokrates öncesi felsefede Ksenophanes ve Parmenides’e kadar gider. Sonraları Platon ile Platoncu gelenekte bu
bilgikuramsal ay rım incelikle işlenmiş, nesneleri duy ular y oluy la algılanan tek tek varlıklar olan doksa karşısında, nesneleri İdealar olup bizi tümelin bilgisine ulaştıran episteme her zaman, üstün tutulmuştur. (Devlet, 476e-480a;
Theaitetos, 187c-200d), Aristotales de benzer bir tutumla doksay ı “başka türlü de olabilecek” kesin olmay an bilme türü diy e tanımlar (Metafizik, 1939b). Aristoteles başka bir y erde de doksa’nın olumsallık hakkında, episteme’nin ise
zorunluluk hakkında konuştuğunu; ses verdiğini söy ler (İkili Çözümlemeler 1, 88b-89b). Bilim ve Sanat Felsefe Sözlüğü
{3}
Sanskritçe "mati", "ma" kökünden geldiği düşünülmektedir. Yunan mitolojisinde, Okeanos ile Tethy s'in kızı, Hikmet tanrıçasıdır. Metis, tanrıların başı olan Zeus'un ilk karısı ve akıl tanrıçası Athena'nın annesi olarak anılır. Zeus karısının hamile
olduğunu öğrenince, kendi tahtını sarsabilecek, kendisinden güçlü bir çocuk doğacağı korkusuy la Metis'i y utar. Bunun sonucunda Metis Zeus'a ömrü boy unca iy i ve kötü hakkında bilgi verir. Metis'in hamile olduğu akıl ve sanat'ın tanrıçası
Athena, Zeus'un başından zırhıy la çıkar.
Metis, ilahi bilginin ve kutsal aklın, y ani "hikmet"in tasviri, vücut bulmuş halidir. Hikmetin sembolü olan "su", Metis'in de başlıca sembolüdür. (viki)
{4}
academy (n.) late 15c., "the classical Academy," from Fr. Académie, from L. Academia, from Gk. Akademeia "grove of Akademos," a legendary Athenian of the Trojan War tales (his name apparently means "of a silent district"), whose
estate, six stadia from Athens, was the enclosure where Plato taught his school.
{5}
“Ruhları barbar olanların gözleri ile kulakları kötü tanıklardır.”
“Poor witnesses for men are the ey es and ears of those who have barbarian souls”
{6}
Eros god of love, late 14c., from Gk. eros (pl. erates), lit. "love," related to eran "to love," erasthai "to love, desire," of uncertain origin. Freudian sense of "urge to self-preservation and sexual pleasure" is from 1922. Ancient Greek
distinguished four way s of love: erao "to be in love with, to desire passionately or sexually ;" phileo "have affection for;" agapao "have regard for, be contented with;" and stergo, used especially of the love of parents and children or a
ruler and his subjects.
{7}
Mit ve Destan 1 - Avrupa Halklarının Destanlarında Üç İşlev İdeolojisi, Georges Dumezil, Çev: Ali Berktay , Yapı Kredi Yay ınları

{8}
Kara Atena, Martin Bernal, Çev: Özcan Buze, Kay nak Yay ınları
{9}
The Isagoge (Εἰσαγωγή). Aristo'nun Organon'una giriş, içerisindeki tümeller konuları ele alınır.
{10}
“I willfully admit that it was David Hume that woke me from my dogmatic slumber.”
{11}
Principia Mathematica
{12}
Geneleme. (Os. Haşiv, Tekriri abes, Tekrar, İadei mânâ, Tekrârı lâfız, Tatvil, Tekriri merdûd; Fr. Al. Tautologie, İng. Tautology, İt. Tautologia) Ay nı sözü ay nı anlamdaki çeşitli sözcüklerle söy leme... Mantık açısından konusu ve y üklemi
ay nı kavram olan bir önermey i dile getirir. Özellikle tanıtlanması istenenin tanıt olarak kullanılmasını dile getirir. « Tanrı vardır, çünkü düny ay ı y aratan Tanrı’dır» gibi önermeler böy ledir. Mantıkta savı kanıtsama (Os. Müsadere
alelmatlûp, Fr. Pétition de principe)’nın bir biçimidir ki mantıksal kusur (Os. Nakîsei mantıkîy e) olarak nitelenir. Ay nı şey i söy lemek anlamındaki Yu. touton legein sözcüklerinden alınmıştır (Ay nı anlamına gelen Yu. to auton ve söz
anlamına gelen Yu. logos). Bilerek ve bir mantık oy unu olarak y apılabildiği gibi bilgisizlik ürünü de olabilir. Kimi bilgisizler ve gelişmemiş bey inliler zorunlu olarak genelemelerle konuşurlar. Türk Dil Kurumunca önerilen ve otuz beş
y ıldan beri kullanılan geneleme dey imi y erine son günlerde gene Türk Dil Kurumunca eşsöz dey imi önerilmiştir.
{13}
Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, Friedrich Nietzsche, Çev: Gürsel Ay taç, Say Yay .
Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe, Friedrich Nietzsche, Çev: Turan Erdem, Ary a Yay .
{14}
LOGOS (Yu. Herakleitos) Ussal y asa... Logos sözcüğü Yunancada usla kavrama anlamındadır ve duy guy la kavrama anlamındaki pathos sözcüğü karşılığında kullanılır. Yunanca kavrama ve seçme anlamlarım veren leg kökünden
türemiştir. Kök anlamıy la ilgili olarak us ve bu usa day anan söz, y asa, düzen, bilgi, bilim anlamlarım da dilegetirir. (Emile Mey erson, Du Cheminement de la Pensée adlı y apıtında düşüncey le dil arasındaki uy gunluğun logos sözcüğünün
bu ikili anlamında saklı bulunduğunu ileri sürer, s. 563-4). Yu. legein sözcüğü söy lemek anlamındadır, bu y üzden Hıristiy an ve İslâm tanrıbilimcileri logos dey imini tanrısal söz (Lâ Léxis; Ar. Kelâm) anlamında kullanmışlardır. Logos
dey imini terimleştiren antikçağ Yunanlılarının en seçkin düşünürü Herakleitos’tur. Herakleitos’un dilinde logos, doğa yasasıdır; evrendeki düzenliliği, y asallığı, uy umu o sağlar. Bundan da öte o, Herakleitos’un açıklıkla belirttiği gibi bir
değişme y asası’dır. Herakleitos onu evrensel değişmenin, sürekli oluşun y asası olarak ileri sürüy or ve bir anlamda tanrısal değişmezliğe karşı çıkıy or. Herakletos’un verdiği anlam, Anaksagoras’m başkavramı olan nous (Tr. Anlak, Os.
Zekâ, Fr. Intelligence)’dan da farklıdır. Nous bir düzenley ici olarak evrenden önce de vardır ve evrene dışardan gelir, logos’sa evrenle birliktedir ve bizzat evrensel oluşun içindedir (Bk. Nous). Platon ve Aristoteles logos dey imini
mantıksal temel anlamında kullanmışlardır (Bk. Logike, Logistikon). Platon’a göre bilgi, logos’ta te temellenir. Idea’lar, hem düşünceler (Yu. Logoi) hem de bu düşüncelerin ilksiz ve sonsuz nesne (Yu. Onta)’leridir. Düşünce’y le nesne
arasındaki özdeşlik bu y üzdendir, y âni düşünce nesnesine her ikisi de idealar da temellendiği için uy gundur. Antikçağ Yunan felsefesinde bu terime tanrısal bir anlam veren Stoacılar olmuştur, onlara göre doğada içkin bulunan tanrısallık
koinos logos (Tr. Evrensel us, Os. Küllî akıl, Fr. Logos universel y a da raison commune)’tur. Yeniplatoncular, özellikle Philon, bu anlamı güçlendirmişler ve onu tanrısal söz (Fr. Parole divine) ve evrensel güç (Fr. Force cosmique)
dey imleriy le nitelemişlerdir. Hıristiy an tanrıbilimcilerinin söz (Fr. Le verbe) anlay ışı, Stoa ve Yeniplatoncular y olundan gelmektedir. Hıristiy an inancına göre logos, insan kılığına giren İsa’da gerçekleşen tanrısal sözdür (Bk. Hipostas).
Böy lelikle evrensel değişirlik y asası’m dile getiren Herakleitos’un baş kavramı logos, tam karşıt bir anlama dönüşmüş olmaktadır. Her şey akar, geçer, değişir der Herakleitos; evrende kalıcı olan hiç bir şey y oktur. Bu sürekli evrensel
değişirlik logos’ça düzenlenmiştir, logos y asasına göre olup bitmektedir. Ortaçağ skolâstiği, özellikle Augustinus, logos kavramını tanrısal ışık (eşdey işle bilgi kay nağı, y âni bizzat tanrı) anlamında kullanır. Hegel vb. gibi y eni idealistlerin
evrensel us anlamındaki kullanımları da gerçekte bundan başka bir şey değildir; eşdey işle evrensel us, evren ruhu, saltık düşünce, kavram vb. gibi dey imlerle bizzat tanrı’y ı dile getirirler.
{15}
Sözlükler de farklı tanımlar getiriy orlar:

ousia (Yu. Aristoteles) Varlığın özü... Aristoteles terminolojisinde öz anlamını dilegetiren ousia terimi Lâtincey e essentia sözcüğüy le çevrilmiştir. Antikçağ Yunan felsefesinde ilk düşünür say ılan Thales’ten Demokritos’a kadar felsefe ousia’y ı
aramıştı, ilk (Yu. Arkhe)’in araştırılması ousia’mn araştırılmasıy dı. Varlığın özu’nün hangi özdekten mey dana geldiği bilinmek isteniy ordu. Buna çeşitli karşılıklar verilmiş; ousia’mn su (Thaïes), sonsuz ve sınırsız (Anaksimandros), hava
(Anaksimenes) vb. olduğu ileri sürülmüştü. Ne var ki bütün bu y anlış ileri sürüşlerde evrenin özdeksel bir temele day andığı doğru bilgisi y atıy ordu. Aristoteles’e göre ousia, nesnel varlıkları gerçekleştiren, onların içy apılarında bulunup
onları oluşturan öz’leridir. Bu düşüncesiy le üstün bir özdekçi görüşe varmış bulunan Aristoteles nesnel gerçekliğin dışında ay rıca kavramsal bir ousia’y ı, Platon’a karşı olarak, y adsımaktadır. Ona göre ousia biçimlenmenin tek ve etkin
nedenidir. (Orhan Hançerlioğlu – Felsefe Sözlüğü)

ousia. Antik Yunan felsefesinde, özellikle de Aristotales’te hem töz ve hem de öz anlamına gelen Yunanca terim. Buna göre, ousia öncelikle. 1 töz, değişmez varlık, kalıcı gerçeklik; somut gerçeklikte söz konusu olan her tür değişmenin, doğadaki
süreçlerin gerisindeki day anak; 2 mantıkta, tüm kategorilerin temelinde bulunan töz kategorisi; birinci derecedentöz anlamına gelecek şekilde kullanılır. 3 öz, bir şey in özsel doğası, bir şey i her ne ise o şey y apan öz; bir türün üy esi olan
şey in gerçek doğası; birinci dereceden tözü şu y a da bu türün üy esi kılan öz y a da form; tümel kavrama karşılık gelen formel öğe y a da türsel öz anlamına gelecek şekilde ifade edilir. Bu bağlamda, varoluşu duy ulara day anılarak bilinen
birinci dereceden töze, şu diy erek gösterdiğimiz birey sel varlığa ousia aisthetete adı verilir. Buna karşın, Ortaçağ felsefesinde, y aratılmış öze, birey sel insan ruhuna, bedene can veren, bedensel araçlar varolmay a devam ettiği sürece,
duy usal nesneleri algılama gücüne sahip olan entelektüel öze, bedenin ölümünden sonra y aşamay a devam edeceğine inanılan tinsel töze ousia gennete denmiştir. 4 Ousia nihay et y okluğa karşıt olarak, varlık, varoluş anlamına gelir.
Terimi Theaetetos adlı dy aloğunda varlık anlamında kullanan Platon, nitekim, Devlet’te İy i ideasının ousia’nın, y ani varlığın ötesinde olduğunu söy lemiştir. (Paradigma Felsefe Sözlüğü)
{16}
Ölümüy le ilgili söy lentiler çelişkili. Nitekim, Herakleides bay gın kadı-nın öy küsünü, Empedokles’in ölü kadını canlandırıp gönderdikten sonra nasıl ünlendiğini anlatırken, Peisianaks’ın tarlasının önünde kurban keÇ-tiğini söy ler. Dostlarından
bazıları bu törene çağrılmıştı, aralarında Pau-sanias da vardı.
Şölenden sonra, ötekiler sofradan kalkıp dinlenmey e çekildiler: Kimi y akındaki tarlada ağaçların altında, kimi canı nerede isterse orada; o ise şölende oturduğu y erde kaldı. Ertesi gün kalktıklarında, bir tek o y oktu. Aradılar, köleleri sorguy a
çektiler, ama onlar da bilmiy ordu; y alnız bir tanesi gece y arısı Empedokles diy e bağıran çok y üksek bir ses duy duğunu, kalkıp bakınca göky üzünde bir ışık ve bir meşale ışıltısı gördüğünü, başka bir şey bilmediğini söy ledi; hepsi bu olanlar
karşısında şaşırıp kaldılar, Pausanias gelip onu aramay a birilerini gönderdi. Ama sonra, istenen bir şey in gerçekleştiğini, ona tanrılardan biri gibi kurban kesmek gerektiğini söy ley erek fazla uğraşmamalarını istedi.
Hermippos’un anlattığına göre , hekimlerin umut kestikleri Pantheia adında Akragaslı bir kadını iy ileştirince, kurban kesmiş; şölene çağrılanlar y aklaşık seksen kişiy miş . Hippobotos da onun sofradan kalkıp Etna dağına gittiğini söy ler;
alev kraterinin başına gelince, tanrılaştığı söy -lentisini pekiştirmek için, içine atlamış ve gözden kay bolmuş; ama son-radan ay akkabılarından biri kraterden dışarı püskürtülünce ―çünkü hep bronz ay akkabı giy erdi― durum anlaşılmış.
Bu anlatı Pausanias’ın sözleriy le çelişiy ordu .
Ephesoslu Diodoros, Anaksimandros üzerine y azdığı eserde Empe-dokles’in tragedy a sahnesine özgü ağır davranışlara ve giy silere bürüne-rek ona özendiğini söy ler. Selinuslular y akınlardaki pis kokulu bir ır-mağın veba salgınının
pençesine düşünce (hem kendileri ölüp gidiy or, hem kadınlar doğum y aparken ölüy orlardı), Empedokles harcamalarını kendi cebinden karşılay arak o y akınlardaki iki ırmağı oray a getirmey i düşünmüş; ve ırmakları birleştirip suların
tatlanmasını sağlamış. Böy lece veba salgım son bulup Selinuslular ırmak kıy ısında şenlik y aparken Empedokles ortay a çıkmış; bunun üzerine y erlerinden fırlay ıp bir tanrı gibi önünde eğilmişler ve dua etmişler, işte Empedokles bu
kanıy ı pekiş-tirmek için kendini ateşe atmış.
Timaios onun (Sicily a’dan) ay rılıp Peloponnesos’a gittiğini ve bir daha dönmediğini söy ley erek bu anlatıy a karşı çıkar ; dolay ısıy la nasıl öldüğü de karanlıktır. Dördüncü kitapta ad vererek Herakleides’in anlatısına karşı çıkar; çünkü
Peisianaks Sy rakusailıy dı ve Akragas’ta toprağı y oktu; ay rıca, böy le bir söy lenti y ay ılmış olsay dı, Pausanias dostunun bir hey kelini diker, ona tanrı gibi bir hey kel ve küçük bir tapmak y apardı: çünkü zengin bir adamdı. “O y akınlarda
bulunduğu halde hiç anmadığı kratere nasıl atladı ki?” diy or Timaios.
“Demek ki Peloponnesos’ta ölmüştür. Mezarının bulunmaması da şaşırtıcı değildir; çünkü daha birçok kişinin mezarı bulunmamıştır.” Timaios bunları söy ledikten sonra şöy le ekliy or: “Ama Herakleides zaten her zaman böy le
saçmalıklar anlatan biridir: Ay dan bir adam düştüğünü söy ley en de odur.”
Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, Yapı Kredi Yayınları
{17}
anamnesis. (Yu. Platon) Anımsama... Atitikçağ Yunan düşünürü Platon, orphik düşünceden y ararlanarak, insan bilgisini anamnesis kavramıy la dile getirmiştir. Gerçek bilginin, elle tutulup gözle görülen nesnelerde değil İdea'larda
bulunduğu savunulunca bu idea'ların nasıl bilindiği sorusunu karşılamak zorunday dı. Platon bunu ruhun ölümsüzlüğü varsay ımıy la çözmey e çalışmıştır. Orphik inançtan gelen bu varsay ıma göre ruh ölümsüzdür, düny ay a tekrar tekrar
gelir. Öy ley se hem bu düny ada, hem de düny ay a geliş aralarında oturduğu öteki düny ada (Yu. Hades) görüp öğrendiklerini hatırlay acaktır. Bilgi, anamnesis’tir... Bu terim, ruhbilimde ve psikopatolojide (Fr. Anamnése), geri çağırma
(Fr. Rappel) ve anımsatma (Fr. Remémoration) anlamlarında kullanılır.
{18}
category (n.) 1580s, from M.Fr. catégorie, from L.L. categoria, from Gk. kategoria, from kategorein "to speak against; to accuse, assert, predicate," from kata "down to" (or perhaps "against;" see cata-) + agoreuein "to declaim (in the
assembly )," from agora "public assembly ," from PIE root *ger- "to gather" (see gregarious). Original sense of "accuse" weakened to "assert, name" by the time Aristotle applied kategoria to his 10 classes of things that can be named.

cata- from Gk. kata-, before vowels kat-, from kata "down from, down to." Its principal sense is "down," but with occasional senses of "against" or "wrongly." Also sometimes used as an intensive or with a sense of completion of action. Very
active in ancient Greek, this prefix is found in English mostly in words borrowed through Latin after c.1500.
{19}
Ontolojinin Işığında Bilgi, Nicolai Hartmann, Türkiy e Felsefe Kurumu Yay ınları, Çev: Harun Tepe
{20}
dynamic 1817 as a term in philosophy ; 1827 in the sense "pertaining to force producing motion" (the opposite of static), from Fr. dy namique introduced by German mathematician Gottfried Leibnitz (1646-1716) in 1691 from Gk.
dy namikos "powerful," from dy namis "power," from dy nasthai "to be able, to have power, be strong enough," of unknown origin. The figurative sense of "active, potent, energetic" is from 1856 (in Emerson). Related: Dy namically. –
Online Etymology Dictionary
~ Fr dy namique 1. güce ilişkin, 2. güçlü, atak ~ EYun dy namikós δυναμικός < EYun dýnamai δύναμαι muktedir olmak, gücü y etmek +ikos << HAvr *deu- y apmak, etmek, hay ırlı olmak. Benzer sözcükler: aerodinamik, dinamizm, elektrodinamik,
termodinamik. – Sözlerin Soyağacı, Sevan Nişanyan
{21}
actual (adj.) early 14c., "pertaining to an action," from O.Fr. actuel "now existing, up to date" (13c.), from L.L. actualis "active, pertaining to action," adjectival form of L. actus (see act (n.)). The broader sense of "real, existing" (as
opposed to potential, ideal, etc.) is from late 14c. – Online Etymology Dictionary
~ Fr actuel 1. fiili, ey lemli, 2. güncel << OLat actualis fiili, ey lemsel < Lat actus fiil, ey lem +alis < Lat agere, act- ey lemek → aksiy on. Benzer sözcükler: aktüalite, aktüalize. – Sözlerin Soyağacı, Sevan Nişanyan
{22}
popular late 15c., "public," from L. popularis "belonging to the people," from populus "people." Meaning "well-liked, admired by the people" is attested from c.1600. Popular Front "coalition of Communists, Socialists, and radicals" is from
1936. – Online Etymology Dictionary
~ Fr populaire halka ait, halka uy gun, halkça sevilen << Lat popularis a.a. < Lat populus halk, kamu, cumhur. Latince sözcüğün y apısı muğlaktır E&M 924. Sıfat hali publicus (halka ait, kamusal) şeklini alır. Benzer sözcükler: popülarite, popülist,
popülizm. – Sözlerin Soyağacı, Sevan Nişanyan
{23}
Üçlü argüman:

1. Bilinecek bir şey y oktur,


2. Bir şey varsa bile bilinemez,
3. Bilinse bile başkalarına bildirilemez.

Trilemma
i. Nothing exists
ii. Even if existence exists, it cannot be known
iii. Even if it could be known, it cannot be communicated.
{24}
erdem [Aim. Tugend] [Fr. vertu] [İng. virtue] [Lat. virtus] [Yun. arete] [es. t. fazilet]: 1 — İstencin ahlaksal iy iy e y önelmesi. 2 — İnsanın tinsel ve ruhsal y etkinliği. / / Felsefe tarihi boy unca erdem kavramına değişik anlamlar verilmiştir.
Filozofların ahlak öğretileri, genellikle erdeme —ahlaksal iy iy e— verdikleri anlamla birbirinden ay rılırlar. Platon’dan beri temel erdemler olarak şunlar say ılır: bilgelik, y iğitlik, doğruluk, ölçülülük. – Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri
Sözlüğü
{25}
“Bundan ötürü bir şey i gerçek olarak bilmek istiy orsak, tenden ay rılmamız, y alnız ruhla, nesneleri kendiliklerinde temaşa etmemiz gerekir, bunu artık biz, iy ice anladık: İşte ancak o zamandır ki, kendisine o kadar âşık olduğumuzu
söy lediğimiz bilgeliğe belki kavuşmuş oluruz; fakat daha hay atta iken değil, uslamlamanın gösterdiği gibi, öldükten sonra. Gerçekten, tenle beraber bulundukça hiçbir şey i arıklığı içinde öğrenmek mümkün değilse, iki şey den biri: y a gerçek
bilgi hiç mümkün değildir, y a da onu y alnız ölümden sonra elde edeceğiz, çünkü tenden ay rılan ruh ancak o zaman kendi kendisiy le kalır; daha önce buna imkân y oktur. Bundan başka biz y aşadıkça öy le sanıy orum ki, ancak tenden
uzaklaştığımız, mutlak zorunluk halleri bir y ana bırakılırsa onunla hiçbir ilgimiz olmadığı, dokunması ile bizi kirletmesine müsaade etmediğimiz ve tanrının kendisi bizi gelip kurtarıncay a kadar kendimizi arıtmağa çalıştığımız nispette
hakikate y aklaşmış oluruz. Sonra tenin çılgınlıklarından kurtularak böy le arınmış bir hale gelince, muhtemel ki bizim gibi arınmış varlıklarla y aşay acağız ve o doğrudan başka bir şey olmay an saf özü kendimizde tanıy acağız. Gerçekten saf
olmay an biri için saf olan bir şey i kavramak imkânsızdır.” Phaidon, Platon, MEB, 1989
{26}
[213] ONE day Columbus was at a dinner which a Spanish gentleman had given in his honor, and several persons were present who were jealous of the great admiral's success. They were proud, conceited fellows, and they very soon
began to try to make Columbus uncomfortable.
"You have discovered strange lands bey ond the seas," they said, "but what of that? We do not see why there should be so much said about it. Any body can sail across the ocean; and any body can coast along the islands on the other
side, just as y ou have done. It is the simplest thing in the world."
Columbus made no answer; but after a while he took an egg from a dish and said to the company :—
"Who among y ou, gentlemen, can make this egg stand on end?"
One by one those at the table tried the experiment. When the egg had gone entirely around and none had succeeded, all said that it could not be done.

Then Columbus took the egg and struck its small end gently upon the table so as to break the shell a little. After that there was no trouble in making it stand upright.
"Gentlemen," said he, "what is easier than to do this which y ou said was impossible? It is the simplest thing in the world. Any body can do it,—after he has been shown how!"
Adaptasyon; James Baldwin
{27}
Nature likewise teaches me by these sensations of pain, hunger, thirst, etc., that I am not only lodged in my body as a pilot in a vessel, but that I am besides so intimately conjoined, and as it were intermixed with it, that my mind and body
compose a certain unity . (VI-13)
Docet etiam natura, per istos sensus doloris, famis, sitis & c., me non tantùm adesse meo corpori ut nauta adest navigio, sed illi arctissime esse conjunctum & quasi permixtum, adeo ut unum quid cum illo componam. (VI-13)
Ben, sadece tıpkı bir gemideki kaptan gibi, bir bedene geçici olarak y erleşmiş bir zihin olsay dım, bu takdirde, Descartes, şunu kabul etmek durumunda kalır:
“Bedenim yaralandığı zaman, sadece düşünen bir şey olduğumu görerek acı hissetmemem; ancak, yarayı, tıpkı gemisinin bir parçası hasar gördüğü zaman, bir kaptanın bunu görme yoluyla algılaması gibi, sadece "müdrike" ile idrak
etmem gerekirdi.”
Bir geminin hasara uğraması ile ilgili husus şudur: Kaptan, ister onu görmüş, isterse duy muş olsun (geminin sancak tarafında hasar efendim) O, hasarın, kendisinin dışında olan bir şey olarak farkındadır. Sey ahat ettiği gemi y ara
almıştır fakat o, hala y ara almamış biridir. Zarar belki de onarılabilir, belki can simitlerini alabilir, vey a y eni bir gemiy e binebilir. Ancak her halükârda olup biten, onu sadece, dey im y erindey se, olumsal olarak ve dolay lı bir
biçimde etkiler. Bunun tersine, bir silindir ay ağımın üzerinden geçtiği zaman, sadece sinir sisteminden "sağ ay ağım y aralandı" biçiminde bir mesaj almam. Bir y anlışlığın var olduğunu içten içe fark ederim…
Descartes, Altıncı Meditasyon: Dış Dünya, "Doğa" ve İnsan Tecrübesi, John Cottingham, Çev: Ülker Öktem
{28}
Erişkin kara mambaların ortalama boy u 2,5 metre civarındadır. En büy ükleri ise 4,5 metre kadar olabilirler. Kara mambalar isimlerini zey tin y eşiline çalan vücut renklerinden değil, ağızlarının içindeki siy ah renkden alırlar. Kara
mambanın karada y aşay an en hızlı y ılan olduğu bilinmektedir. İddialara göre saatte 20 km. civarı bir hıza ulaşabilir.
Kara mambanın tek bir ısırığı 100 civarı insanı öldürmey e y etecek kadar zehir içerir. Gerekli panzehir uy gulanmadığı zaman ölüm kesindir. Ölüm oranı y üzde y üz olan tek y ılandır. Kara mamba son derece agresif bir y ılandır.
Kendini tehdit altında hissettiği zaman çoğu y ılanın aksine kaçmak y erine saldıracaktır. Kara mamba saldırı pozisy onu aldığı zaman boy nunu düzleştirir, y üksek sesle tıslar ve siy ah ağzı ile dişlerini gösterir. Vücudunun üçte biri kadar
uzaklığa saldırabilir. Bu da y aklaşık olarak 1.20 metrey e denk gelmektedir. Bu say ede bir çok y ılanın aksine kafa ve vücuda saldırır.
Rahatsız edilmedikleri sürece inlerinde uzun zaman kalırlar. Kara mambalar hem gündüz hem gece aktif olarak avlanan y ılanlardır. Kara mamba küçük hay vanları avlarken bir kez ısırır ve geri çekilerek avının felç geçirmesini
bekler. Fakat avı bir kuş olduğu zaman ısırır ve avının uçmasına engel olmak için avını bırakmaz.
Nörotoksik zehri doğadaki en etkili zehirlerden biridir. sinir sistemini etkiler ve kişiy i paralize eder. birey bilek y a da parmaktan ısırıldıy sa, zehir insanı dört saatte öldürebilir. ama y üz y a da gövdeden alınan bir ısırık insanı 20 dakikada
öldürebilir. tek bir ısırıkta zerk edilen zehir devasa boy utlarda olabilir. acilen panzehirle tedavi edilmezse, 10 ila 20 mg. arası insanlar için öldürücü olabilir. ama kara mamba bir ısırışta 100 ila 400 mg. arası zehir zerk edebilir. y ol
kenarında duran bir kara mamba, sey ahat halindeki arabalara saldırabilmekte, araç sürücüsü camı açık sey ahat ediy orsa ne olduğunu bile anlamadan ısırılabilmektedir. (National Geographic Chanel)
{29}
Toplam tür say ısının 2.000.000 olduğu kabul edilmektedir. Tür, cins, family a gibi taksonomik kategoriler bakımından 6-10 mily on say ıy a ulaşırlar ve Düny adaki hay vanların %90 kadarını oluştururlar. (Vikipedia, böcek maddesi)
{30}
E’nin burada anlatmak istediğini sonra daha iy i kavradım sanıy orum. Ağaç örneğinin sonuçlarına dair tüm olasılıklar ve parametreler bilinebilsey di y a da karşıy a geçerken düşmemize neden olacak hiçbir sorunla karşılaşmay acağımızı
bilsey dik, karşıy a sağ-salım geçebileceğimizi bilsey dik geçerdik, diy or. Ağaç gövdesi y erde iken bunu bilir ve tereddüt etmey iz. Ağaç gövdesi y üksekte iken durum değişir. Fakat bizi ey lemden alıkoy an, bilmemek değil bilmek gibi
geliy or y ine de. Çünkü bir şekilde aşağıy a düşersek, öleceğimiz bilgisine sahibiz.

{31}
1955 y ılında doğdu. 1980 y ılında i.ü. cerrahpaşa tıp fakültesini bitirdi. 1982 y ılına kadar i.ü. istanbul tıp fakültesi fizy oloji ana bilim dalında bey in biy ofiziği ağırlıklı çalışmalar y aptıktan sonra ay nı fakültenin psikiy atri bölümüne geçti ve
1986 y ılında “organo-dinamik teorinin epistemolojik kritiği” adlı teziy le psikiy atr oldu. elektroansefalografi tekniği ve psikanalitik psikoterapi konusunda özel eğitim gördü. 1993 y ılında imago psikoterapi merkezini kurdu.
{32}
Kunu-ri (Kore) Muharebeleri ve Geri Çekilmeler (1950- 1951) - TTK, Yay ın Yılı: 2006, 848 say fa

{33}
Faik Türün (d. 17 Ekim 1913; Bursa, Türkiy e - ö. 15 Şubat 2003; İstanbul, Türkiy e), Türk asker ve siy asetçi, emekli Orgeneral. Bursa'da Işıklar Askeri Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1933'de Kara Harp Okulu'nu, 1942'de de Harp
Akademisi'ni bitirdi. 1950 y ılında Harekat Şube Müdürü olarak Türk Tugay ı ile Kore'y e Muhabere binbaşı rütbesiy le gönüllü olarak[kay nak belirtilmeli] gitti ve orada 1953 y ılında ateşkes sağlanana kadar tüm muharebelere katıldı. BM
Kuvvetleri Komutanı olan ve evvelce Ankara'y a gelip Atatürk'le tanışmış olan Mareşal Douglas MacArthur'dan Birleşmiş Milletler liy akat madaly ası aldı.
{34}
Beşy üzler Meclisi
{35}
"Democracy means that if the doorbell rings in the early hours, it is likely to be the milkman."

{36}
gaflet (a.i.) 1. gafillik, boş bulunma, dalgınlık, dikkatsizlik, / ihtiy atsızlık. 2. ihmal, endişesizlik.
{37}
Töz, nicelik, nitelik, y er, zaman, durum, sahiplik, etki, edilgi, bağıntı
1.Substance (οὐσία, ousia, essence or substance).
2.Quantity (πόσον poson, how much)
3.Qualification or Quality (poion, of what kind or quality )
4.Relative or Relation (pros ti, toward something)
5.Where or Place (pou, where)
6.When or Time (pote, when)
7.Being-in-a-position, posture, attitude (keisthai, to lie)
8.Having or state, condition (echein, to have or be)

9.Doing or Action (poiein, to make or do)


10.Being-affected or Affection (paschein, to suffer or undergo)
{38}
Plotinus'da monist bir varlık anlay ışı bulunur. Onun felsefesinin ontolojik hiy erarşisinin ilkesi hem varlık, hem İy ilik ve de Uluhiy et olan Bir'dir. Her şey Bir'den südur (emanation) eder. İlk olarak ruh (spirit), idealar düny ası olan nous südur
eder. Nous'un kendi kendine y önelişi ile ikilik (düalizm) ortay a ve dolay ısıy la da tin, nefs (soul) ortay a çıkar. Ancak bu nefs tek tek fertlerin değil düny anın nefsidir ve birey sel nefsleri olduğu gibi tüm düny ay ı da canlandırır. Ortay a çıkan
nefsler (souls) nous ile biçim aldıkları bedenin arasındaki bir konumda bulunurlar. Bir'den en son südur eden şey maddedir. Madde varlığın en düşük düzey idir.
{39}
Heksis. (Yu. Aristoteles) Yetenek... Antikçağ Yunan felsefesinde Aristoteles erdemlerin çalıştırılmay la heksis hâline getirilmelerini ister ve bu dey imi alışkanlıkla elde edilen y etenek anlamında kullanılır. Stoacı Zenon’a göre de ruh,
canlılarda ruh ve cansızlarda heksis’ti. Skolâstikler bu Yunanca dey imi habitus kavramıy la Lâtincey e çevirmişlerdir. (Hançerlioğlu)

hexis. Bir şey in davranışını, bir insan varlığının, faaliy et ve ey lemlerini doğrudan etkiley en ve değiştirilmesi kolay olmay an eğilim ve alışkanlıları için kullanılan Yunanca sözcük (Paradigma Felsefe Sözlüğü)
{40}
Praksis, kelime anlamıy la uy gulama, aksiy on, pratiğin önemi gibi anlamlara gelmekte olan felsefi ifade.
Amaç, sonuca ulaşmay a y öneliktir ve bu bedensel ve ruhsal çabanın ürünüdür. Marksist felsefey e içkin bir içerik ile daha çok formüle edilmiş olan praksis, bilimsel, politik ve sanatsal görünümler ile ortay a çıkabilir. Henri Lefebvre'e göre
praksis ihtilalci bir etkinliktir. Louis Althusser'e göre kuramsal ve pratiğe ilişkin bir bütünlüğün ifadesi iken, Sartre'a göre praksis doğrudan doğruy a amaca değgin bir biçimde ortay a çıkar. Ay nı zamanda tarihsel bir etkinliğin ifadesidir.
Karl Marx'a göre ise praksis, toplumsal organizasy onun tümünü değiştirmey e y önelik etkinlikler toplamıdır. Bunu "Filozoflar düny ay ı y alnızca çeşitli biçimlerde y orumlamışlardır; oy sa sorun onu değiştirmektir." söy ley işi ile ortay a
koy maktadır. Bu değiştirme etkinliği praksisin kendisine denk gelmektedir. Praksis bir davranışın da ifadesidir. Bu davranış, bütün varlığıy la düşünen ve hareket eden, bu şekilde mücadele eden bir birey in davranışıdır. (Viki)
{41}
In Locke's philosophy , tabula rasa was the theory that the (human) mind is at birth a "blank slate" without rules for processing data, and that data is added and rules for processing are formed solely by one's sensory experiences.

tabula rasa [Lat. - Boş, üzerine hiç bir şey y azılmamış kâğıt]: Deney ci ve duy umcu öğretilerin, her türlü deney den önce ruhun durumunu göstermek için kullandığı kavram. // Bu öğretiler, bilen öznede doğuştan kavramlar ve önsel
bilgiler olmadığını, her bilginin y alnızca dıştan gelen duy u izlenimlerinden oluştuğunu savunur. – Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü
{42}
Formu gözle görülebilir şekil, doğa y a da tür olarak tanımlay an ünlü İlkçağ düşünürü Platon’da form, nesnelerden ay rı ve bağımsızdır. Forma ay nı zamanda İdea da diy en Platon’a göre, F formunu bilmek, F’nin doğasını anlamaktır. Bu
bağlamda, Adalet Formunu bilen kişi, y alnızca hangi ey lemlerin adil olduklarını değil, fakat onların niçin adil olduklarını da bilir. Aristoteles’te ise, form öz diy e, maddede bulunup da, onu her ne ise o şey y apan şey, ona şekil veren y apı,
bir şey i anlaşılır hale getiren ve akıl tarafından kavranan ilke olarak tanımlanır.
Platon’un tüm formların nenelerden ay rı olduğu ve bağımsız bir varoluşa sahip bulunduğu görüşüne karşı çıkan Aristoteles’e göre, bağımsız bir biçimde varolanlar y alnızca tözlerdir ve tözler de madde ve formdan mey dana gelir. Bu iki tözden
y alnızca form, nesnelerdeki bilinebilir öğey e karşılık gelmektedir. Maddenin insan zihni tarafından ay ırt edilemey en, y apıdan ve belirlemeden y oksun bileşen olduğu y erde, Aristoteles’e göre, form insan zihni tarafından bilinebilen, y ani
tasvir edilebilen, tanımlanabilen, sınıflanabilen y ön y a da bileşendir. Bu çerçeve içinde form, belirsiz olan maddey i belirley erek, onu belirli bir nesne haline getiren, söz konusu nesney i, başka bir şey değil de, her ne ise o şey y apan
belirleme ilkesidir, özdür, özelliktir. (Paradigma Felsefe Sözlüğü)

{43}
“Düzensizliğin y a da entropinin zamanla artması, zamanın oku denen ve zamanın y önünü belirterek gelecek ile geçmişi ay ıran kavramın bir örneğidir. Zamanın en az üç değişik oku vardır. Birincisi, düzensizliğin y a da entropinin arttığı,
zamanın termodinamik okudur. Bundan sonra zamanın psikolojik oku gelir. Bu, zamanın geçtiğini hissettiğimiz, geleceği değil de geçmişi anımsadığımız y öndür. Zamanın son oku ise evrenbilimsel oktur. Bu da, evrenin büzülmey ip,
genişlediği zaman y önüdür.” – Zamanın Kısa Tarihi, Stephen W. Hawking, Milliyet Yayınları, s.155
{44}
God does not play dice.
Einstein'ın kurumlaşmış dinle ilk karşılaşması Münih’teki Katolik okulunda oldu. O dönemde Yeni Ahit te y azan her şey e inanarak ailesinden daha dindar hale gelmişti. Derken bilimi keşfetti. Sonra ne olduğunu özy aşamöy küsünde kendi anlatıy or:
“Popüler bilim kitaplarını okudukça kısa zamanda Kitabı Mukaddes’teki hikây elerin çoğunun doğru olamay acağı gibi bir kanıy a ulaştım. Bunun sonucu, kesinlikle radikal bir özgür düşünme ve devletin y alanlarla gençleri bilerek kandırdığı
şeklinde bir izlenim oldu: Bu her şey i değiştiren bir izlenimdi. Bu deney imin sonucunda her tür otoritey e karşı şüphem arttı, herhangi bir sosy al çevredeki kanaatlara karşı şüpheci bir tavır benimsedim. Sonraları neden sonuç ilişkilerini
daha iy i kavradığım zaman, keskinliği biraz azalsa da bu tavır beni bir daha hiç terk etmedi."
Bir başka dey işle, Einstein’ın bilimle ilişkisi onun dinsel otorite de dahil her türlü otoritey i sorgulamasına neden oldu. Bu dindar bir insan olmadığı anlamına gelmiy or; ama belki “manevi” y anı güçlüy dü demek doğru olabilir. Ünlü olduktan sonra
Einstein’a sık sık Tanrı’y a inanıp inanmadığı soruldu. Bu soruy u y anıtlarken her seferinde dualarımızı dinley en ve y anıtlay an “kişisel” Tanrıy la, evrenin düzeniy le -y ani evrenin belli y asalara uy uy or gibi görünmesi olgusu ve bu
y asaların insanlar tarafından anlaşılabilmesi- simgelenen Tanrı arasında ay rım y aptı. Bu ay rımın ışığında Einstein kişisel bir Tanrıy a inanmıy ordu, ama evrende büy ük bir düzenley ici ruhun varlığına kuvvetle inanıy ordu. Einstein bazen
"Yaşlı Adam” diy e adlandırdığı bu ruhtan sıkça bahsederdi. Sık sık fiziğin asıl işinin Yaşlı Adam'm sırlarını keşfetmek olduğunu söy lerdi; sonunda bu sırların çok basit ve evreni y öneten y asaların da çok güzel olduğunun anlaşılacağını
düşünüy ordu. Tanrının çirkin y asalar y apacak kadar fena olmay acağına inanırdı; bir keresinde “Tanrı kurnazdır, ama kötü niy etli değildir.” demişti. – Jeremy Bernstein, Albert Einstein, Tübitak
{45}
Kausalgesetz und Willensfreiheit, Publisher: Berlin: Verlag von J. Springer, 1923. (Nedensellik Yasası ve Özgür İrade / Fakat kitabın çevirisini bulamadım)
{46}
Modern Doğa Anlay ışı ve Kuantum Teorisine Giriş, Belge Yay ınları, Çev: Yılmaz Öner. (Planck’ın Türkçey e çevrilmiş tek kitabı bu. Kitabın içinde “Nedensellik Yasası ve İrade Özgürlüğü” diy e bir bölüm var.)
{47}
For if it exists only in the understanding, it can be thought to exist in reality as well, which is greater. So if that than which a greater cannot be thought exists only in the understanding, then the very thing than which a greater cannot be
thought is something than which a greater can be thought. But that is clearly impossible. Therefore, there is no doubt that something than which a greater cannot be thought exists both in the understanding and in reality. – Anselm,
Proslogion, Chapter 2
{48}
City of God (De Civitate Dei), St. Augustine of Hippo
{49}
İtiraflar, Augustinus, Kabalcı Yay ınevi, çev: Çiğdem Dürüşken, 2010
İtiraflar, Augustinus, Kaknüs Yay ınları, çev: Dominik Pamir, 1999
{50}
354’te Roma İmparatorluğu’nun Numidia ey aletinde doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hıristiy an bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma'nın çöküşüne ve Hıristiy anlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir.
Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez.
17 y aşında Kartaca’y a gider. Bir y andan Roma Afrikası’nın başkentinde y aşay an öğrencilerin çalkantılı y aşamına katılırken bir y andan da Latin tarihçileri ve şairleri inceley erek retorik konusunda kendisini y etiştirir. Akıl dışı masallardan ibaret
gördüğü Kitab-ı Mukaddes’in karşısına koy duğu felsefey i, Hortensius’nda keşfeder. Ay nı dönemde kendisine 15 y ıl bağlı kalacağı bir eş seçer. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus, dokuz y ıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu
felsefey e göre düny a “iy i ile kötü arasında pay laşılmıştır ve maddenin koy u karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır.” Böy lece bu felsefey e bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. Manici Piskopos Faustus’la
tanışmasının y arattığı düş kırıklığı, irade y etisini kabul etmey en ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik hocalığına atanır. Bu arada aray ışı sürmektedir.
Yeni Platoncuların eserleri onda y eni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kay nak da Pavlos’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hristiy anlara y aklaşır. Belli bir süre bu kendi içinde çalkantılara sebep
olduktan sonra 386 y ılında Hıristiy an olmay a karar verir. 386’da Akademisy enlere karşı, Mutlu y aşam, Düzen adlı üç eserini kaleme alır. 387 y ılında Afrikay a döner.
395’te Piskopos olan Augustinus, 396’da Hippo Regius’ta Valerius’un y erine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler y aşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı y ürüttükleri mücadeley e katılan piskopos Donatus’un mirasçıları
bir arınmışlar kilisesini savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuluğa ve şiddet y oluy la Katoliklerin denetimine karşı direnenlere karşı y ürütülen mücadelede ve öğreti tartışmalarında çok önemli bir rol oy nar. Donatusçuların, dini
sapkınları cezalandıran bir y asay a tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının y ay ınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu kilise’nin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi
üzerine Tanrı Devleti eserini kaleme alır. Augustinus, Donatusçu kilise karşısında zaferden sonra Pelagius’la mücadeley e girişir. Pelagius, verdiği vaazlarla Afrika’dan Britany ay a kadar etkisi olan bir Piskopostur. İnsan iradesine büy ük bir
önem atfeden Pelagius, ilk günahı reddetmektedir. Augustinus Pelagius karşısında kendi “Tanrısal bağışlay ıcılık” anlay ışını geliştirir. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, hasımlarını
aforoz ettirmey i başarır (418). 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’y ı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus, son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. (viki)
{51}
“What then is time? If no one asks me, I know: if I wish to explain it to one that asketh, I know not:” (Confessions, XI. kitap, çev: E. B. Pusey )
{52}
Orta Asy a 'da Kutsal Bitkiler ve Hay vanlar, Kabalcı Yay ınları, çev: Ay kut Kazancıgil / Lale Arslan Özcan

{53}
“Akşam olur sabah olur yar gelmez / Sanırım ki beklediğimi bilmez
Gelmez canım gelmez gülüm / Gelmez yavrum ah gelmez”
{54}
Efsanevî şahsiy et kimliğini daha y aşarken elde ettiği söy lenmektedir. Hay atını anlatan Saltukname destanı, bu 13. y üzy ıl alperen inin savaşlarını ve çeşitli kerametlerini konu almaktadır.
Hacı Bektaş-ı Veli'nin müridlerinden olan Sarı Saltuk'un Anadolu ve Balkanlar`da çok say ıda türbesi bulunmaktadır. Bu türbelerin bazıları Müslümanların y anı sıra Hristiy an ahaliler için de ziy aret y eri konumundadır. Saltukname’de Sarı
Saltuk`un on iki mezarı olduğu belirtilmektedir. Sarı Saltuk, bey lerin ve kralların mezarına sahip çıkmak istey eceklerini söy ley erek her istey ene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiy et etmiştir. (viki)
{55}
Sarı Saltık (Popüler İslam'ın Balkanlar'daki Destani Öncüsü), Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yay ınları
{56}
Akinolu Thomas. 1225-1274 y ılları arasında y aşamış olan, ünlü Hıristiy an filozof.
Düşünce tarihinin tanıdığı en büy ük kafalardan biri; Platon ve Aristoteles klasik düny a y a da Yunan felsefesi için ney se, Ortaçağ vey a Ortaçağ felsefesi için o olan; senteziy le, felsefenin Ortaçağda ulaştığı en y üksek düzey i ifade eden Aquinalı
Thomas herşey den önce kendisinden önceki Hıristiy an düşünürlerin y apmış olduğu gibi, tutarlı bir teoloji geliştirmek, kilisenin vey a kilse babalarının öğretisindeki kimi çelişik unsurları ortadan kaldırmak ve Hıristiy an inancını
sistemleştirmek işiy le meşgul olmuştur. Fakat Aquinalı Thomas’ın gerçekleştirdikleri, o ay nı zamanda büy ük bir filozof olduğu için, bundan ibaret değildir. Onun içinde y aşadığı ve Hıristiy anlığın hakim olduğu düny a bir süreden beri
öy lesine değişmiş ve genişlemiştir ki, Hıristy an teolojisinin salt öte düny acı şeması tatmin edici olmaktan çıkıp, önemli ölçüde y etersiz hale gelmey e başlamıştır. Yeni sanat formları, üniversitelerin doğuşu, doğa bilimine dönük ilginin ilk
kez olarak zuhuru, İslam düny asından y apılan çevirilerin ardından klasik düny ay a y önelik bakışın gözden geçirilmesine duy ulan ihtiy aç varolan teolojik şemay ı zorlamay a başlay ınca, Aquinalı Thomas, Hıristiy an düny a görüşünü y eni
ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu y epy eni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiy acı içinde olmuştur. Başka bir dey işle, o Ortaçağ insanı XIII. y üzy ıldan itibaren Ortaçağ karanlığından y avaş y avaş çıkmay a başlay ıp, kültür ve
uy garlığını y eniden inşa eder ve düny evi şey lere ilgi duy may a başlarken, teolojiy le felsefenin, iman ile aklın, Hıristiy an düny a görüşüy le klasik düny a görüşünün, çağının ihtiy açlarına uy gun düşen y eni ve sağlam bir sentezini
y apmıştır. Thomas’a bu sentezinde en büy ük y ardımı, hiç kuşku y ok ki Aristoteles ve felsefesi sağlamıştır.
Aquinalı’nın temel eserleri, Katolik inancının bir savunmasından oluşan Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı), Tanrı’nın varoluşu, özü, sıfatları, insanın durumu, kurtuluşuy la ilgili alabildiğine ay rıntılı bir Skolastik öğretiy i açımlay an, başy apıtı
niteliğindeki Summa Theologica (Teolojiy e Dair Savunma), De Principtis Naturae (Doğanın İlkeleri Üzerine), De Unitate Intellectus (Aklın Birliği Üstüne) ‘tur.
Metafiziği: Aklın, her ne kadar sınırları ve sınırlamaları bulunsa da, sağlam ve güvenilir bir araç olduğuna inanan, buna ek olarak Aristoteles’i kendisine rehber alan Aquinalı Thomas bundan sonra evreni ve evrende y er alan varlıkların ontolojik
mahiy etini açıklamay a y önelmiştir. Ortaçağ felsefesine y akın zamanlara kadar hakim olan, bir y andan tanrısal düny anın diğer y anda ise gerçeklikten y oksun maddi düny anın bulunduğu Augustinusçu ve dolay ısıy la Platoncu iki düny alı
evren tasarımına karşı, filozof Aristotelesçi evren görüşünü temel alıp, madde ve form aracılığıy la tanımlanabilen bir birey sel tözler toplamı olarak evren görüşünü öne sürmüştür. Söz konusu evren konsepsiy onuna göre, varlı alanı, biri
tinsel öteki maddi varlık gibi iki ay rı varolan türünden değil, fakat formun edimselleşmesine bağlı bir derecelenmey e tabi olan tek bir varlık türünden mey dana gelir. Buradan çıkan sonuç ise fiziki düny anın biricik gerçekliği belli belirsizce
taklit eden gerçeklikten y oksun bir gölgeler düny ası olmadığıdır. Buna göre, Yaratıcı ve y aratıklar sürekli bir tözler hiy erarşısi içinde, tek bir evren oluştururlar. Aristoteles’in natura scalae’si vey a varlık cetvelinin y erini alan bu
hiy erarşinin en tepesinde, doğal olarak Tanrı bulunur. Ünlü Beş Yol’unda Tanrı’nın varoluşunu beş ay rı delille kanıtlay an Aquinalı Thomas, daha sonra O’nun doğasını açıklamay a, temel sıfatlarını say may a geçmiştir.
Buna göre, Tanrı herşey den önce cisimsel olmay an bir varlıktır, çünkü cisimler hareket ettirilmedikleri sürece, hareket edemezler ve Tanrı, hareket ettirilen değil, fakat hareket ettiren varlıktır, hatta İlk Muharriktir. İkinciley in, Tanrı cisimsel
olmadığına ve cisim olanlar bir madde ve bir formdan mürekkep olduklarına göre, maddi bir varlık da değildir. Tanrı, daha az iy i ve y a da daha iy i şey lerin iy ilik derecelerine kendisiy le kaar verdiğimiz bir iy ilik standardı olduğu için,
mutlak olarak iy i olan varlıktır. O ay rıca, bileşik bir varlık değildir, çünkü bileşikler parçalarından sonra gelirler. Tanrı, y ine bileşik olmamanın bir sonucu olarak, özüy le varoluşu birbirinden ay rılamay an varlıktır. Daha doğru bir dey işle,
Tanrı, Aquinalı Thomas’a göre, bütün varlıklar içinde özüy le özdeş olan biricik varlıktır. Buna göre, Aristoteles için olduğu gibi, Thomas için de “öz”, bir şey i her ne ise o şey y apan şey dir.
Özün söz konusu anlamından hareket edildiğinde, ne Sokrates ne de sonlu bir başka şey in hiçbir anlamda özüy le özdeş olduğu söy lenemez. Herşey den önce, insanlığın Sokrates’in özünün bir parçsı olduğunu dikkate aldığımızda, başka insanlar da
varolduğu için, insanlığın Sokrates’i aştığını söy lememiz gerekir. İkinci olarak, Sokrates, özüne ek olarak, çok çeşitli araz y a da ilineklere sahiptir. Sokrates “oturuy or” vey a “ay akta duruy or” y a da “y atıy or” olabilir; bu hal y a da
y aşantılar, onu her ne ise o şey y apan şey in bir parçası değildir. O zaman haklı olarak Sokrates’in ve başkaca sonlu şey lerin, özleriy le özdeş olmadıkları, bir anlamda özlerinden fazla, başka bir anlamda daha az oldukları söy lenebilir.
Oy sa bu durum Tanrı için geçerli değildir. Tanrı’da hiçbir ilineğin varlığından söz edilemez; O özünde ne daha az ne de daha fazladır.
Özüy le özdeş olan, varoluşu özünden farklı olmay an Tanrı, ay nı zamanda y etkin varlık olmak durumundadır. Zira Tanrı’nın özüy le özdeş olması O’nun bütünüy le aktüel olduğu; buna karşın varoluşunun da özünden ay rılmaması, O’nun
varoluşunu kendisine borçlu olduğu bir dış kay nak y a da nedenin bulunmadığı anlamına gelir. Tanrı bütünüy le gerçekleşmiş, varoluşunu özünden alan y etkin varlıktır. Tanrı y ine akıllı bir varlık olup, eksiksiz bir bilgiy e sahiptir. Buna göre, o
sadece tümelleri değil, fakat tikelleri de bilir. Öte y andan, Tanrı tek tek varlıkları, özellikle de insanları bilmekle kalmaz, fakat onları gözetir. Yani, o iradi bir varlıktır. Tanrı y ine mutlak kudrete sahip olan varlıktır, O’nun gücü herşey e y eter.
Tanrı nihay et, varolan herşey i hiçten y aratmış olan y aratıcı varlık olup, onun inay eti varolanlar üzerinden hiç eksik olmaz.
Aquinalı Thomas’a göre, Tanrı tüm varlıkların kay nağı ise, varlığın, varolan şey lerin başka bir kay nağı olamaz. Tanrı bu bakımdan bir sanatkarla, örneğin bir hey keltraşla karşılaştırılamaz. Bir hey keltraş varolan malzemey e şekil verir. Oy sa,
y aratışıştan önce, y alnızca Tanrı vardı; bu nedenle varlığa gelen herşey varoluşunu Tanrı’y a borçludur. Bu düny a, y aratılmış şey türlerinin mümkün en iy i düzenlemesini içerdiği için, en iy i düny adır.
Aquinalı, varlık alanının Tanrı dışındaki unsurlarını da, Aristoteles’ten aldığı form ve madde, töz/ilinel ve potansiy el/aktüel varlık ay rımlarını kullanarak açıklamıştır. Potansiy el varlıkla aktüel varlık arasındaki ay rım, ona göre, bir şey in fiilen
olduğu şey ile onun olabileceği şey arasındaki ay ırımdan oluşur. Buna göre, bir parça kömür belli bir zamanda fiilen siy ahtır, soğuk ve katıdır, buna karşın y akılıp kül olabildiği için, potansiy el olarak gri, siy ah ve sıcaktır. Yine, bir parça
kömürü, y alnızca sıcak oluncay a kadar ısıtmak, onda ilineksel bir değişme mey dana getirmektir., oy sa onu kor oluncay a kadar y akmak, kömürde tözsel bir değişmey e y ol açmaktadır.
İlineksel değişmede töz ay nı kalır, tözsel değişmede ise, o başka bir töz haline gelir. Tözsel değişmey e uy gun bir y apıda olan bir şey için madde terimini kullan Thomas, Aristotelesçi hilomorfik varlık anlay ışıy la, y ery üzünde bulunan herşey in
madde ve formda mey dana geldiğini öne sürmüştür. Melekler, ona göre, cisimsel olmay an varlıklardır ve her melek kendi formuna sahip olup, diğer meleklerden formuy la ay rılır. Oy sa, hem madde ve hem de formdan mey dana gelen
insan varlıkları birbirlerinden maddeleriy le, y ani vücutlarıy la ay rılırlar. Aristoteles, bir şey i o şey y apan şey in form olduğunu savunurken, Aquinalı, bir formun aktüelleşmesinden çok, varlığa gelme ediminin önemli olduğunu öne
sürmüştür. (Paradigma Felsefe Sözlüğü)
{57}
Doy mak bilmey en iştahı sadece aklıy la sınırlı değildi. Sürekli ve çok miktarda y emek y iy ordu. Zaten uzun boy lu biriy di ve bu şişmanlık onu bir dev gibi ağır hareketlere mahkum etmişti. Hocası ile kıy aslandığı zaman epey ce genç
say ılacak bir y aşta olduğu halde artık günlük y aşantısını sürdürmek konusunda bir hay li zahmeti vardı. Yanındakiler gerçi ona y ardım etmek konusunda birbirleriy le adeta y arış halindey diler; fakat o gerçekten bir deve benziy ordu ve
vücudu kendisini taşımakta zorluk çekiy ordu.
{58}
Renaissance from Fr. renaissance des lettres, from O.Fr. renaissance, lit. "rebirth," usually in a spiritual sense, from renaître "be born again," from V.L. *renascere, from L. renasci "be born again," from re- "again" + nasci "be born" (Old
L. gnasci; see genus).
Yeniden doğmak anlamına geliy or ve genellikle spritüal anlamda kullanılıy or. Yüklendiği anlam bakımından kelime, dinsellik taşıy or. Burada sormamız gereken soru, bizde neden “y enilik” benzeri bir karşılık bulduğu.
{59}
…about 1480 to 1750 / The last executions of people convicted as witches in Europe took place in the 18th century . (viki)
{60}
re- prefix meaning "back to the original place, again," also with a sense of "undoing," c.1200, from O.Fr. and directly from L. re- "again, back, against." Often merely intensive.
Yeniden asıl y erine dönmek anlamındaki önek.
Kimi sözlüklerde “ıslahat”, “y eniden biçim vermek” karşılıklarını veriy or. Bu karşılıklarla da “y eni”y i, “devrim”i anlamamız mümkün değil. Hele “Rönesans” kelimesi ile birlikte düşünürsek, tümüy le olanaksızlaşıy or.
{61}
“Many leading Protestants of the following centuries, their differences with the Catholic Church notwithstanding, adopted nearly identical views. Even humanists such as Desiderius Erasmus and Thomas More believed in witches.” – Carl
Sagan, The Demon-Haunted World.
{62}
God is the efficient cause not only of the existence of things, but also of their essence. (1-25)
{63}
1-29: Doğada olası hiçbir şey y oktur; tersine her şey tanrısal doğanın zorunluluğu sonucunda, belli bir şekilde varolmay a ve bir ey leme belirlenmiştir. (Çiğdem Dürüşken)
Şey lerin Doğasında olumsal hiçbirşey y oktur, ama tüm şey ler tanrısal doğanın zorunluluğundan belli bir y olda varolmay a ve ey leme belirlenir. (Aziz Yardımlı)
Nothing in the universe is contingent, but all things are conditioned to exist and operate in a particular manner by the necessity of the divine nature.
2-1: Düşünce Tanrı’nın bir sıfatıdır; y ani Tanrı düşünen varlıktır. (Ç.D)
Düşünce Tanrının bir y üklemidir; y a da Tanrı düşünen bir şey dir. (A.Y.)
Thought is an attribute of God, or God is a thinking thing.
2-11: İnsan zihnini fiili olarak kuran ilk öğe, fiilen varolan tekil bir şey in fikrinden başkası değildir. (Ç.D.)

İnsan anlığının edimsel varlığını oluşturan ilk şey edimsel olarak varolan tekil bir şey in ideasından başka bir şey değildir. (A.Y.)

The first element, which constitutes the actual being of the human mind, is the idea of some particular thing actually existing.
2-48 Zihinde mutlak y a da özgür irade diy e bir şey y oktur, sadece zihnin bir nedene bağlı olarak şu y a da bu seçimi y apması belrlenmiştir; any şekilde bu neden de başka bir nedene bağlı olarak belirlenmiştir, bu başka neden de y ine başka bir
nedene bağlı olarak belirlenmişr ve bu böy le sonsuza sürer gider. (Ç.D)

Anlıkta ne saltık ne de özgür istenç vardır; ama anlık şunu y a da bunu istemey e bir neden tarafından belirlenir ki, bu da bir başkası tarafından belirlenir, ve bu da bir başkası tarafından, ve bu sonsuza dek böy le gider. (A.Y)
2-49 Zihinde seçim diy e bir şey y oktur, y ani bir fikrin fikir olarak içerdiğinden başka bir olumlama y a da olumsuzlama y oktur. 2-50 İrade ve akıl bir ve ay nı şey dir. (Ç.D)
Anlıkta ideanın bir idea olduğu sürece içerdiğinden başka hiçbir isteme y a da doğrulama ve y adsıma y oktur. 2-50 İstenç ve anlak bir ve ay nıdır. (A.Y.)
{64}
Günümüzde en önemli y apıtı say ılan ancak 1710’da Dublin’de basıldığında pek de ilgi görmemiş olan İnsan Bilgisinin İlkeleri Ürerine Bir Soruşturma adlı y apıtı, John Locke ile Fransız Kartezy encilerinden Nicolas Malebranche'ın Berkeley
üzerindeki etkilerinin kolay lıkla izlenebildiği y apıtıdır. Berkeley bu y apıtına insan bilgisinin nesnelerinin neler olduğunu araştırmakla başlar. Bu bilgi nesnelerinin başında ışık, renk, koku, tat, ses, sertlik, y umuşaklık, soğukluk, devinim ve
direnç gelir. Yeni Bir Görme Kuramın daki görüşlerini çağrıştıran bir ağızla Berkeley, bu temel bilgi nesnelerinin birkaçının bir aray a gelerek “ideler topluluğu” y a da “duy ulur şey ler” denilen karmaşık birimleri ortay a çıkardığını öne
sürer. İşte Berkeley ’in ünlü “esse est perapi” (“varolmak algılanmaktır”) savı bu duy ulur şey lere uy gulanır. Çağdaşlarının çoğu, algının zihinden bağımsız olamay acağından ötürü, şey lerin özünde algının y attığını kabul etmiş olsa da pek
azı bu y aklaşımı metafizik bir ilke olarak benimsemiştir: “Kendisi ruh olmay an bir şey varsa, o halde o şey varolmak için algılanmalıdır.” Berkeley ’in bu temel savına hep ağaç, kitap, masa gibi şey lerin algılanmasalar da varoldukları
söy lenerek karşı çıkılmıştır. Berkeley ise bu itirazları, ister algılansın ister algılanmasın her iki durumda da düşünen bir zihne gereksinim duy ulduğunu söy ley erek kolay lıkla bertaraf edecektir. Berkeley açısından dış düny anın zihinden
bağımsız olamay ışı kuşku götürmez bir durumdur. Ne var ki, bu durumdan maddi nesnelerin varoluşlarının zihne bağımlı olduklarından öte bir sonuç çıkmazken, Berkeley bir adım daha atarak zihinsiz maddi nesne anlay ışlarının y a
anlamsız y a da çelişkili olduğunu ileri sürer. (Bilim ve Sanat Felsefe Sözlüğü)
{65}
Parmenides, söz konusu metafiziğinde, şöy le akıl y ürütür: Var olan herşey i gerçeklik, var olan vey a Varlık olarak niteley elim. Varlık varlığa nereden gelmişti? Burada iki alternatif vardır. Varlık varlığa y a varlıktan (y ani, varolan bir
şey den) y a da y okluktan (y ani, var olmay an bir şey den) gelmiş olabilir. İkinci alternatif, tüm Yunanlı filozoflar gibi, Parmenides için de kabul edilemez olan bir alternatiftir, çünkü Yunanlılara göre, hiçten hiçbir şey çıkmaz. Birinci
alternatif söz konusu olduğunda ise, Varlığın y aratılmamış olduğu sonucu çıkar, çünkü O varlığa kendisinden gelmiştir. Yani, varlık kendi kendisiy le ay nıdır.
Varlığın, Parmenides’e göre, parçaları da y oktur. Bir an Varlığın y a da Gerçekliğin parçaları olduğunu düşünelim. Bu parçalar y a gerçek parçalar olacak ve dolay ısıy la bir varlığa sahip bulunacaklar y a da gerçek olmay acaklardır. İkinci
alternatif söz konusu olduğunda, parçalar var olmay acaklardır. Buna karşın, birinci alternatif söz konusu olduğunda, parçalar varlık olmak bakımından bütünle ay nı olacaklardır. Bu ise, Varlığın bir olduğu ve parçalarının bulunmadığı
anlamına gelir.
Varlık, Parmenides’e göre, bir, bölünemez ve süreklidir. Var olanı dolu olanla, var olmay anı da boşluk vey a boş uzay la özdeşleştiren filozof için varlığın bölünememesinin nedeni, varlığın içinde var olmay anın, boşluğun bulunmamasıdır. Varlık
bölünemez olduğuna göre, o ay nı zamanda sürekli olan, benzer, ay nı cinsten bir bütündür. Varlık y a da gerçeklik, sınırsız değil de, y etkin olması, hiçbir şey e muhtaç bulunmaması anlamında, sonlu y a da sınırlıdır. Varlık alanında, onu
sınırlay an, ondan başka bir varlık olmadığı için, o ay nı zamanda birdir. (…) Varlık hakkında, onun var olduğu dışında hiçbir şey söy lenemez. Varlık hareket edemez, değişmez, çok olamaz, zira hareket eder, değişir ve çok olursa, var
olmay an bir şey, y okluk haline gelir. Varlığın var olmak dışında hiçbir özelliği y oktur. Nitekim, Parmenides, özdeşlik ilkesine day anarak, y alnızca “Varlık vardır, y okluk y a da var olmay an var değildir” demiştir. (Paradigma Felsefe
Sözlüğü)
{66}
Varlık ve Zaman, 2004, İdea Yay ınevi, Çev: Aziz Yardımlı
Varlık ve Zaman, 2011, Agora Kitaplığı, Çev: Kaan H.Ökten
{67}
Norbert Elias, Zaman Üzerine, Orjinal isim: Über die Zeit, Ay rıntı Yay ınları, çev: Vey sel Atay man
{68}
Yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üstüne Akatça dilinde, çivi y azısı ile y azılmış olan kanunlar 282 maddedir, ancak bu maddelerin 33'ü (madde 66-99) şu anda okunamay acak durumdadır. 13 say ısı uğursuz say ıldığı için 13. madde
y azılmamıştır. Bazıları şunlar:

Bir hırsız duvar delerek bir eve girmişse, o deliğin önünde ölümle cezalandırılır ve gömülür.

Bir evde y angın çıkar ve oray a y angını söndürmey e gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa, kendisi de ay nı ateşe atılır.

Adam kendisine bir çocuk veren karısından y a da kendisine bir çocuk veren kadından ay rılmak isterse, o zaman karısına çey izini geri verir ve çocuklarına baksın diy e tarlanın, bahçenin ve malların bir kısmının kullanım hakkını verir.

Çocuklarını büy üttüğü zaman çocuklara verilenlerden bir parça, oğlanınkine eşit olan bir parça da ona verilir. Ondan sonra kalbinin erkeği ile evlenebilir.

Bir adam bir kadın alır da bu kadın ona bir kadın hizmetçi verirse ve çocuklarına bakarsa; ancak, buna rağmen adam başka bir kadın almak isterse ona izin verilmez; bu adam ikinci bir kadın alamaz.

Bir adam bir çocuğu evlatlık alır ve oğlu olarak ona ismini verirse ve onu besley ip büy ütürse, büy ümüş bu çocuk bir daha geri istenemez.

Bir adam başka bir kişinin özgürlüğünü kısıtlay acak hareket ederse ay nı ceza ona verilir.

Bir kişi hırsızlık y apsa eli kesilir, tecavüz etse ölüm cezası y a da erkeklikten men edilir.

Babasını döven evladın iki eli kesilir.

Bir adamın gözünü çıkaranın gözü çıkarılır.

Birisini suçlay an ispata mecburdur. İspat edemezse ölüm cezasına çarptırılır.

Bir tapınakta vey a hükümdar hazinesinde hırsızlık y apan ölümle cezalandırılır.

{69}
Evrenden Torpilim Var / İstemek Olmanın Yarısıdır, Ay kut Oğut, Dharma Yay ınları.
{70}
Kozmik Sipariş Servisi, Barbel Mohri, Kozmik Kitaplar.
{71}
“Öny argıları y ok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.”
{72}
Birinci kitap, önerme 29
Note—Before going any further, I wish here to explain, what we should understand by nature viewed as active (natura naturans), and nature viewed as passive (natura naturata). I say to explain, or rather call attention to it, for I think that, from
what has been said, it is sufficiently clear, that by nature viewed as active we should understand that which is in itself, and is conceived through itself, or those attributes of substance, which express eternal and infinite essence, in other
words (Prop. xiv., Cor. i., and Prop. xvii., Cor. ii.) God, in so far as he is considered as a free cause.
{73}
Numen (Noumenon) vey a Ding an sich, y ani "kendinde olan şey ", Kant felsefesinde fenomenin ötesindeki bilinemez ve tanımlanamaz "gerçeklik", "gerçek bilgi" manasındadır. Bilginin imkânı y a da imkânsızlığına y önelik düşünceler
çerçevesinde, özne'nin ilişki kurduğu nesnenin görüntüsünün ardındaki gerçek özünü tanımlama çabası olan numen, somutun ifade bulduğu "fenomen"'in karşıtı olup, varoluşsal özü ifade eder. Herhangi bir varlığın algımızdan bağımsız,
kendi içinde oluşur.

Etimolojik olarak Yunanca "nous"dan (akıl) gelmektedir. Çoğulu Noumena`dır. Her ne kadar bazı y azarlar "noumena"y ı kullanmay ı daha uy gun görmüş olsalarda sadece tekil vey a çoğul hâlinin kullanımı bile sorun y aratmaktadır. Zira "numen",
algıladığımız fenomenin ötesindeki bilinemez gerçeklik olduğu için, gerçekte "tekil" vey a "çoğul" olma hâli y ani ferdiy et de bir numendir. Kant felsefesinde numenin karşıtı fenomendir; çünkü fenomen algılarımızla oluşturduğumuz
düny a, algılarımızla kavradığımız "gerçeklik" ve "bilgi"dir.

Alman düşünürü Kant’a göre öz, kendinde şey ve phenomenon karşıtı olarak numendir. Asla bilinemez. Bizler sadece nesnelerin görünüşlerini bilebiliriz, kendinde ne olduklarını bilemey iz.
Kant bu konudaki düşüncelerini ve görüşlerini "Saf Aklın Eleştirisi" isimli eserinde belirtmiştir. (viki)
{74}
1-XXII. — Din sözkonusu olduğunda, insanın Tanrı'y ı ve y etkin bir ruhu ne kadar çok severse o kadar özgür ve o kadar kendiy le uy umlu olacağı kesindir. Bununla birlikte, görmezden geldiğimiz doğanın düzenini değil de y alnızca aklın dinle
ilgili buy ruklarını gözönünde bulundurduğumuz sürece, ve ay nı zamanda aklın dinle ilgili bu buy ruklarını, Tanrı'nın bizde de sesini duy urduğu açınım olarak y a da y asalar biçiminde ortay a çıkmış pey gamberler olarak düşündüğümüz
sürece, insani bir dille konuşmak gerekirse, şu insanın, kendisini bütünsel bir ruhla seven Tanrı'y ı dinlediğini, ve tersine, kendini kör arzuy a kaptıran bir başka insanın da günah işlediğini söy ley ebiliriz. Ama ay nı zamanda şunu da
anımsamalıy ız: nasıl kil çömlekçinin gücüne boy un eğiy orsa biz de Tanrı'nın gücüne öy le boy an eğiy oruz; çömlekçi, ay nı topraktan kimiy le onurlandığı kimiy le utandığı kaplar y apar, ay nı biçimde insan da, ruhumuza y asalar gibi y a da
pey gamberlerin y asaları gibi basılmış olan Tanrı'nın bu buy rultularıy la tersleşen bir biçimde davranabilir, ama tüm evrene kazılmış olan ve tüm doğanın düzenini ilgilendiren ölümsüz buy rultuy la tersleşen bir biçimde davranamaz.
3-X Demek ki her birey , nerede olursa olsun, Tanrı'y a gerçek bir dinle say gı gösterebilir ve dinin esenliğini gözetebilir, bu da her y urttaşın görevidir.
Tractatus Politicus, Spinoza, Dost Kitabevi, 2009
{75}
İnsanın Kosmostaki Yeri, Max Scheler, Ay raç Yay ınları, Çev: Harun Tepe
{76}
Kişi Kavramı ve İnsan Olma Sorunu (Max Scheler Felsefesi'nde Kişi Kavramı ve İnsan - Olma Sorunu), Bedia Akarsu, İnkılâp Kitabevi
{77}
Hınç, Max Scheler, Kanat Kitap, Çev: Abdullah Yılmaz
{78}
“Augustınus örneğinde çocuk, sözlerin kullanımını önceden bilmediği için, o gösterime Wittgenstein, "gösterici öğretim" demişti. Ama ikinci örnekte çırak, sözlerin kullanımını önceden bilir. Bu durumda y apılan ise "gösterici tanım"dır. Buna
y ukarıda ay nı anlamda olmak üzere y alnızca "açıklama" denmişti. "Gösterici tanım, sözün kullanımını, anlamını açıklar. Buna göre, örneğin usta "Tuğla!" diy e seslendiğinde –ki bunun anlamı bu dil-oy ununda "Tuğla getir!"dir– çırağın
tuğlay ı getirmesi, seslenişin kullanımını, anlamını ortay a koy ar. Bu dil-oy ununu anlay an biri olarak çırak, bu dilin kullanım tekniğini daha önce öğrenmiş olmalıdır; y ani hangi nesney i getireceğini. Bu y üzden o, y apılan açıklamay a uy gun
tepkiler verir. Belirli bir dilde bulunan dil oy unları, bu oy unu oy nay anların, bu dili konuşanların, bu oy un içindeki y aşam biçimini gösterir.” – Ömer Naci Soy kan, Felsefe ve Dil - Wittgenstein Üstüne Bir Araştırma, Mvt Yay ıncılık

{79}
“Bu benzerlikleri nitelendirmek için ‘aile benzerlikleri’nden daha iy i bir ifade düşünemiy orum; çünkü bir ailenin üy eleri arasındaki çeşitli benzerlikler: Yapı, çehre, göz rengi, y ürüy üş, huy, vs vs ay nı şekilde üst üste gelir ve çapraşıklaşır. –
ve şöy le diy eceğim: ‘oy unlar’ bir aile oluşturur.” – Ludwig Wittgensteın, Felsefi Soruşturmalar, Çev: Deniz Kanıt, Kürey el Yay . İstanbul 1998
“Felsefi Soruşturmalar’da dili belirlediğimiz şey dil oy unlarıdır. Dil oy unları ile Wittgenstein y apıcı öğeleri değil, dile ilişkin bütün etkinlikleri ifade eder. Böy lece birinci döneminden farklı olarak tek bir kurala day alı olarak ortay a çıkan, sabit,
değişmez dil anlay ışını –dilin mozaik y apısını- terk ederek, kullanım içerisinde, kendi kuralları ile çeşitli şekillerde belirlenen bir “dil oy unu” kuramını benimser.” – Wittgenstein Felsefesinin İki Dönemindeki Fikri Farklılıklar, Ay şegül
Yıldırım, Ankara 2008
{80}
Felsefi Soruşturmalar, Ludwig Wittgenstein, Metis Yay ınları, Çev: Haluk Barışcan
Felsefi Soruşturmalar, Ludwig Wittgenstein, Totem Yay ıncılık, Çev: Deniz Kanıt
{81}
Tractatus, Ludwig Wittgenstein, Yapı Kredi Yay ınları
{82}
Bir dili öğrenmek için kelime bilmek y etmey ecektir. Sentaksı, söz dizimini ihmal edemey iz.
{83}
Selam: Arapça slm kökünden gelen salām 1" ‫ﺳﻼ م‬. sağ ve sağlam olma, güvende olma, barışık olma, 2. sağlık, selamet, barış, güvenlik" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça salima "sağ ve sağlam idi" fiilinin masdarıdır. (NOT: Bu
sözcük Akatça ay nı anlama gelen şalāmu vey a şulmu sözcüğü ile eş kökenlidir. Akatça sözcük Sumerce ay nı anlama gelen silim sözcüğü ile eş kökenlidir.

Teslim: Arapça slm kökünden gelen taslīm 1" ‫ﺗﺴ ﻠﯿ ﻢ‬. sunma, tüm haklarını birine devretme, boy un eğme, 2. selam verme" sözcüğünden alıntıdır.

Müslüm (çoğ. Müslüman) Arapça slm kökünden gelen muslim ‫" ﻣﺴ ﻠ ﻢ‬teslim olan, islam olan" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça islām ‫" إﺳﻼ م‬teslim olma, direnmeme, islam dini" sözcüğünün ifˁāl vezni (IV) failidir. – Sevan
Nişany an, Sözlerin Soyağacı
{84}
Arapça marḥabā ‫'" ﻣﺮﺣﺒﺎ‬ferahlıkla' (karşılama sözü)" fiilinden alıntıdır. Arapça fiil Arapça rḥb kökünden gelen raḥab ‫" رﺣ ﺐ‬ferah ve geniş olma" sözcüğünün zarfıdır. – Sevan Nişany an, Sözlerin Soy ağacı
{85}
“…eserinin her bey ti karşılığında bir dinarla ödüllendirileceği sözü y erine getirilmey ip de dinar y erine her bey tine bir dirhem verilmesi Firdevsî’y i son derece üzdü.” Şahname, Kabalcı Yay , s.31
“Nizâmî-Yi Arûzî’nin Çehâr Mahâle’deki aktarımlarına göre, Sultan şaire 20.000 dirhem hediy e etti. Beklentilerini karşılamay an bu bağış karşısında üzülen şair, hamama giderek içki içti ve aldığı dirhemleri oradakilere dağıttı.”
{86}
“Bazen Hintli bazen Çinli olmuşuz / Arap Acem Frenk dinli olmuşuz
Ne bir Türk hukuku Türk felsefesi / Ne Türkçe inley en bir şair sesi
Şair hâkim gelmiş bizden de çokça / Kimi Farisi y azmış kimi Arapça
Fransızca, Rusça, Çince y azmışız / Türkçe ancak birkaç hece y azmışız”

{87}
Siyasetname, Nizamül Mülk, Türkiy e İş Bankası Yay ınları, Çev: Mehmet Taha Ay ar
Siyasetname, Nizamül Mülk, Dergah Yay ınları, Çev: Nurettin Bay rutlugil
{88}
Yazan: Bey deba
{89}
Kültür Bakanlığı Yay ınları, baskısı y ok.
{90}
“— Babacığım seni ne zaman görebilirim?
—Öteki düny ada.
— Daha çabuk görmek istiy orum.
— Ey oğul, düny adan ay rıldığımın birinci, ikinci vey a üçüncü gecesi rüy anda görebilirsin.
On iki y ıl geçtiği halde onu rüy asında görmedi. Bu sıralarda Abdullah (r.a) bir gece babasını rüy asında görünce sordu:
—Babacığım üç gece sonra seni rüy amda görebileceğimi söy lememiş miy din?
—Sevgili oğlum, Bağdat y akınlarında bir kasabanın eskimiş bir köprüsü varmış, memurlarım onu düşünüp tamir ettirmemiş, koy unlar köprüden geçerken, birinin ay ağı bir deliğe girmiş ve kırılmış. Ben de bu güne kadar onun cevabıy la meşgul
idim, diy e cevap verdi". – Siyasetname, Nizamül Mülk, Dergâh Yay ınları
{91}
Fritz Hommel, Diemel, Pöbel, Falkenstein gibi düny a çapında tanınmış bilim adamları tarafından okunan ilk sözcüklerin içinde günümüzdeki Türkmen diline hem y ansıma, hem de anlam bakımından çok y akın sözcüklerin bulunması ilginç,
anlamlı ve dikkate değerdir. Örneğin DİNGİR: Tanrı (tengri), DU: di (demek), Tİ: diri, Kİ, GİR: y er, y urt. Sümerlerin y aşadığı y erlerin kır (gır) olduğunu göz önünde tutarsak bu iki sözcüğün aslında bir olmak ihtimali güçlüdür diy e
düşünülmektedir. – Begmy rat Gerey , 5000 Yıllık Sümer-Türkmen Bağları, IQ Kültür Sanat Yay ıncılık
{92}
Tarih Sümer’de Başlar/ Yazılı Tarihteki Otuzdokuz İlk, Samuel N. Kramer, Kabalcı Yay ınları, Çev: Hamide Koy ukan
{93}
İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Bulunan Sumer Edebî Tablet ve Parçaları, Sumerian Literary Tablets And Fragments in the Archaeological Museum Of İstanbul, II 1976, Samuel Noah Kramer
{94}
Türce en zengin böcek family ası cepkenli böcekgiller (Staphy linidae) family asıdır. 2010 verilerine göre 56.768 türle canlılar (bitki ve hay vanlar) arasında en çok tür barındıran family adır. İkinci en büy ük böcek grubu hortumlu böcekgiller
(Curculionidae) family asıdır. (viki)
{95}
Dokuzluklar 1, Plotinos, Birleşik Dağıtım Kitabevi, Çev: Zeki Özcan
{96}
Isagoge- Aristoteles'in Kategorilerine Giriş, Porphy rios, Remzi Kitabevi, Çev: Betül Çotuksöken (y eni baskısı y ok)

{97}
Felsefenin Temel Disiplinleri, Heinz Heimsoeth, Doğu Batı Yay ınları, Çev: Takiy ettin Mengüşoğlu
{98}
definition (horos), cins
genus (genos), tür /nevi
differentia (diaphora), ay ırım
property (idion), özgülük / hassa
accident (sumbebekos), ilinti.
{99}
Porpyrios ağacı Aristoteles’in mantık kitaplarına giriş olarak İsagoji adında bir kitap y azmış olan Porphy rios’un, gerçekliğin ve kavramların düzenini vey a onların nasıl düzen kazandıklarını göstermek üzere tasarlamış olduğu ay gıt; en y üksek
cinsten, türsel ay rımlarla bölünemez türe ulaşan ve bu arada beş tümeli örnekley en ve açıklay an şema.

Aristoteles’in kategorilerinin mantıksal ve metafiziksel içerimlerinin sonucu olan söz konusu y apı y a da şemada, iki y ana dal veren bir ağaç en y üksek cinsten y ola çıkar ve bu cinsi (cisimsel ve cisimsel olmay an töz diy e) iki alt cinse böler. Bu
şekilde bölünme sürecinde, en altta bölünemez tür olarak insan varlığı erişilir. Buna göre, insan varlığı, ağacın aşağıy a doğru uzanan sol dalları alt alta birbirine eklendiklerinde, ölümlü, akıllı, duy gulu, canlı ve cisimsel varlık y a da töz
olarak tanımlanabilir. (Paradigma Felsefe Sözlüğü)
{100}
Taksonomi (Grekçe ταξινομία < τάξις taksis, « düzenleme» , ve νομία nomia, « y öntem» ) y a da sınıflandırma bilimi,[1] canlıların sınıflandırılması ve bu sınıflandırmada kullanılan kural ve prensipler. Taksonomi terimi Yunanca taksis
(düzenleme) ve nomos (y asa) sözcüklerinden türetilmiştir. (viki)
{101}
Taksonlar: Üst Alem, Alem, Alt Alem, Grup, Üst Şube, Şube, Alt Şube, Üst Sınıf, Sınıf, Alt Sınıf, Üst Takım, Takım, Alt Takım, Üst Family a (Aile), Family a (Aile), Alt Family a (Aile), Oy mak, Cins, Tür, Alt Tür
{102}
“Bundan dolay ı haklı olarak denebilir ki, insan hay vandan daha ileri vey a geri olabilir, fakat asla hay van olamaz.” İnsanın Kosmos’taki Yeri, Max Scheler, Yaprak Kitap, s.34.
{103}
monad/monadoloji (İng. monade/monadology; Fr. monade/monadologie; Alm. monade/monadologie) Eski Yunanca’da “bir olan” anlamına gelen monas’tan türetilen monad, G.W.Leibniz’in çokça varlık kuramının tekil tözlerine;
“bölünmez bir birlik olan sonsuz say ıdaki tözlerin her birine” verilen addır. Monadoloji terimi de Leibniz’in monad diy e adlandırdığı tekil-tözlerle ilgili kuramın sunduğu evrenin başlığından gelir.
Monadoloji’de Leibniz, diğer her şey in y apı taşı olan tözlerden, y ani monadlardan söz eder. Monadlar temel parçaları olmay an, bölünmez tözlerdir ve karmaşık şey ler bu y alın tözlerden mey dana gelir. Yalnız, monadlar fizikteki atomlardan
farklıdır. Atomlar bölünebilir oy sa monadlar bölünmez ve boy utsuzdur, uzamda y er kaplamazlar, bu nedenle de şekil y a da büy üklükleri y oktur. Her monadın kendine özgür özellikleri vardır ve bu özelliklerin neler olduğu –y ani bir
monadın hangi y üklemleri alabileceği- daha y aratılırlarken Tanrı tarafından belirlenmiştir. Leibnz buna önceden kurulmuş uyum ilkesi der. Leibniz’e göre Tanrı evreni bir saat gibi kurmuştur ve bu say ede her şey in şaşmaz bir işley işi
vardır. Bütün monadların ortak özelliklerinden biri fiziksel etkileşimle y aratılamamaları ve y ok edilememeleridir. Monadlar Tanrı’nın bir mucizesiy le y aratılır ve y ok edilirler. Her monad çevresindeki monadları algılar, ama bu
algılamada her monadın bilinç düzey i –algılamasındaki açık seçiklik- ay nı değildir (örneğin, insan ruhunu bir monad olarak ele alırsak, onun başka düzeneklerde bulunan monadlara göre, mesela bir bitkideki monada vey a monadlara göre
daha bilinçli olduğunu söy leme eğiliminde oluruz). Her monadın düny ay a bir bakış açısı vardır. Bu bakış açısı monadların algıları toplamınca –vey a bilinç düzey ince- tanımlıdır. Monadlar herhangi bir fiziksel değişime uğramazlar ama
kendi içlerinde değişirler. Görüngüdeki değişim aslında monadların kendi iç değişimlerinin bir y ansımasıdır. Bir anlamda her monad değişmekte olan diğer monadları algıladığı ve buna bağlı olarak değiştiği için düny anın geri kalanının bir
temsilidir.
Leibniz’in Monadoloji’de y apmay a çalıştığı, hay atı boy unca savunduğu çokça görüşü dizgeleştirmek ve ilkçağ Yunan felsefesinden beri süregelen birlik ve çokluk sorununa Descartes’in ve Spinoza’nın çözüm önerilerinde eksik bulduğu y anları
tamamlay arak bir y anıt vermektir. (Bilim ve Sanat Felsefe Sözlüğü)
{104}
Monadoloji Ya da Felsefenin İlkeleri, Wilhelm Leibniz, Biblos Kitabevi, Çev: Ogün Ürek
Monadoloji, Wilhelm Leibniz, Pinhan Yay ıncılık, Çev: Devrim Çetinkasap
Monadoloji & Metafizik Üzerine Konuşma, C. W. Leibniz, Doğu Batı Yay ınları, Çev: Atakan Altınörs
{105}
atom late 15c., as a hy pothetical indivisible body, the building block of the universe, from L. atomus (especially in Lucretius) "indivisible particle," from Gk. atomos "uncut, unhewn; indivisible," from a- "not" + tomos "a cutting," from
temnein "to cut"
{106}
"The safest general characterization of the European philosophical tradition is that it consists of a series of footnotes to Plato." – Alfred North Whitehead, Process and Reality, p. 39, Free Press, 1979
{107}
İlkçağ Felsefesi Nedir?, Pierre Hadot, Dost Kitabevi, Çev: Muna Cedden
Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe, Pierre Hadot, Pinhan Yay ıncılık, Çev: Kübra Gürkan
Yaşam İçin Felsefe, Pierre Hadot, Pinhan Yay ıncılık, Çev: Kağan Kahveci
{108}
“Geriye bizler kaldık ve kendi aramızda, durumumuzu ve söylenmiş olan sözleri bir kez daha gözden geçirdik, sonra başımıza gelmiş olan bu uğursuzluğa verdik veriştirdik. Bundan böyle, babasını yitirmiş bir öksüz gibi yaşamımızı
sürdürmek zorunda kaldığımız kanısında birleştik.
O yıkandıktan ve yanına getirilen çocuklarıyla görüştükten, - iki küçük oğlu, bir de büyük oğlu vardı - ve yakını olan kadınlarla Kriton'un yanında konuştuktan, ve onlara söyleyeceklerini söyledikten sonra kadınları ve çocuklarını yolladı, ve bizim
yanımıza geldi.
Güneş batmak üzereydi. Çünkü o içerde uzunca bir süre kalmıştı. Yanımıza gelir gelmez yıkandı ve oturdu, şimdiye dek pek bir şey söylememişti. Bu sırada içeriye On Birlerin adamı girdi. Bu kişi ona yaklaştı ve dedi ki: Sokrat! Yukarıdan gelen
buyruğa göre kendilerine zehri içmeleri gerektiğini bildirdiğimde bana kızıp söven kimselere içimde duymuş olduğum öfkeyi sana karşı asla duyamam. Senin ise burada karşılaştığım kimselerin en soylusu, en yücesi ve en iyisi olduğunu
görüyorum ve şimdi bana kızmayacağını da pek iyi biliyorum – çünkü sen de seni buraya yollayanların kimler olduğunu pek iyi bilirsin. Kızacaksan onlara kız. Şimdi sana ne demek için geldiğimi anlamışsındır: Elveda! Artık
değiştirilemeyecek olan yazgıya sıkıntı çekmeden katlanmanı dilerim. Bu sırada ağlamaya başladı, döndü ve gitti.
Sokrat ise onun arkasından bakakaldı, ve dedi ki: “Sana da elveda! Biz de üzerimize düşeni yapacağız.” Sonra bizlere dönüp dedi ki: “Bu ne kadar ince bir adam. Bana hep iyi davrandı. Benimle hoş konuştu. Çok iyi bir insan. Şimdi de ardımdan
nasıl da içtenlikle ağlıyor. Haydi Kriton! Biz de ona uyalım, içecek hazırlanmış ve sıkılmışsa getirsinler, değilse hazırlansın.”
Bu sırada Kriton dedi ki: “Ama Sokrat, dışarıda dağlar görünüyor, demek ki güneş daha batmamış, hem, başkalarının bu içeceği artık içmeleri gerektiği kendilerine bildirildikten çok sonra, çok geç içtiklerini; üstelik çok iyi yemek yediklerini ve
içki içtiklerini, yanlarına istek duydukları bir güzeli getirttiklerini biliyorum; onun için acele etme, daha erken.”
Bunun üzerine Sokrat dedi ki: “Senin sözünü ettiğin o başkaları tabii böyle yaparlar Kriton, çünkü onlar son ana dek bir şeyler kazanacaklarını sanırlar. Ben ise onlar gibi yapmayacağım, çünkü ben artık bir az daha geç kalmakla bir şey
kazanmayı ummuyorum; yaşama yapışır ve artık elde olmayanı elde tutmaya çalışırsam kendi gözümde kendimi gülünç bulurum. Haydi bakalım, beni dinle ve dediğimi yap.”
Bunun üzerine Kriton yakınında duran oğlana eliyle bir işaret verdi ve bu oğlan dışarı çıktı ve dışarıda biraz kaldıktan sonra daha önce hazırlamış olduğu içeceği bir çanakta sunacak olan adamı içeri getirdi.
Sokrat bu adamı görünce, iyi, dedi, “bunu alınca ne yapılacağını pekâlâ bilirsin”. “Bir şey yapmak gerekmez”, dedi adam, “yalnız, bunu içtikten sonra burada bacakların ağırlaşıncaya kadar biraz dolaşırsın, sonra uzanırsın ve bu etkisini gösterir.”
Bunu söyledikten sonra Sokrat'a çanağı uzattı ve o da bunu aldı. Ve önemli bir şey değilmiş gibi, hiç eli titremeden, yüzünü ekşitmeden, renk vermeden, her zaman yaptığı gibi karşısındaki adama gözlerini dikerek sordu: “Bu ne kadar? Karşılığında
ne verelim?” “Biz, yalnızca etkili olduğunu bildiğimiz kadarını hazırlıyoruz Sokrat”, diye adam cevap verdi. Anlıyorum, dedi Sokrat. “Öyleyse, şimdi bir sakıncası yoksa Tanrılara yalvarabilirim. Şimdi, şunu diliyorum: Buradan oraya
yolculuk rahat olsun ve olacak olan olsun!” Bunu der demez zehri içmeye başladı ve dipdiri ve korkusuz kalarak içip bitirdi.
Çoğumuz bu ana dek ağlamamak için kendimizi tutmayı başarmıştık; ama onun o şeyi içmeye başladığını ve içip bitirdiğini görünce artık dayanamadık. Benim bile gözlerimden, damla damla değil, sel gibi yaşlar boşandı, öyle ki, yüzümü saklamak
zorunda kaldım. En çok da, böyle iyi bir dostu kaybetmenin verdiği acıyla kendime acıyarak ağlıyordum. Kriton da göz yaşlarını tutamadığı için benden biraz daha önce bir köşeye çekilmişti. Daha önceden ağlamaya başlamış ve ağlaması
kesilmemiş olan Apollodoros ise şimdi hıçkırıklarıyla yüreklerimizi parçalıyor, Sokrat dışında hepimizi acılara boğuyordu.
O ise dedi ki: “Burada ne yapıyorsunuz bakayım, ne biçim adamlarsınız! Kadınları bu hataya düşmesinler diye yolladım. Birisi ölürken sessiz kalmak gerektiğini hep işitirdim. Onun için şimdi susun ve metin olun.” Bu sözleri duyunca çok utandık
ve hemen ağlamayı kesip kendimizi toparladık. O ise oda içinde dolaşıyordu ve bacaklarının ağırlaştığını anlayınca sırtüstü uzandı; çünkü ona zehri veren adam böyle söylemişti. Bundan sonra o adam ara sıra onun ayaklarını ve bacaklarını
yoklamaya başladı. Biraz sonra ayağına sıkıca bastırıp bir şey hissedip hissetmediğini sordu. O, hayır, dedi. Biraz sonra dizine bastırdı ve yavaş yavaş yukarı doğru çıkarak bize onun nasıl soğuduğunu göstermiş oldu. Sonra bir kez daha
yokladı ve bize dönüp dedi ki, “bu kalbine gelince bu iş bitecek”. Bedeninin alt bölümü iyice soğumuşken o birdenbire üzerindeki örtüyü açtı, çünkü örtünmüştü. Dedi ki, ve bunlar da onun son sözleriydi: “Ay Kriton! Bizim Asklepios'a bir
horoz borcumuz vardı. Bunu ona verin. Sakın unutmayın!” – “Bu yapılacak”, dedi Kriton, “başka bir şey söylemeyecek misin?” Kriton'un bu sorusuna bir karşılık vermedi. Biraz sonra titredi ve katılıp kaldı ve adam onun üstündeki örtüyü
kaldırdı. Gözleri donmuştu. Kriton bunu görünce onun gözlerini ve ağzını kapadı.
İşte, bu bizim dostumuzun sonuydu, ve bizim kanımıza göre çağdaşlarımız arasında gördüklerimizin, tanıdıklarımızın ve sınadıklarımızın en soylusu, en anlayışlısı ve en doğrusu o'ydu.” Kay nak: H. J. Störig - İlkçağ Felsefesi (Platon, Phaidon)
{109}
Özellikle Phaidon ve Menon diy aloglarında öne sürülür.
Platon için bu teori, bilginin nesneleri olan İdeaların ay rı bir düny ay a y erleştirilmesinden dolay ı zorunlu olmuştur. Başka bir dey işle, Platon’da bilgi kavramların, y ani kendisinin İdealar adını verdiği soy ut gerçekliklerin bilgisi olduğuna, genel
kavramlar da duy u-deney iy le bilinemediğine ve Platon’un İdeaları zamanın ve mekanın dışında olan ezeli-ebedei ve soy ut gerçeklikler olduğuna göre, onun bilgi anlay ışında temel problem, zaman ve mekanın dışında olan varlıklar olarak
İdeaların zaman ve mekanın içinde olan sonlu insan varlığı tarafından nasıl olup da bilinebildiği problemi olarak ortay a çıkar. Platon işte bu problemi çözmek ve genel kavramların bilgisinin a priori bir bilgi, y ani akla day anan ve
duy udeney inden önce ve bağımsız olan bir bilgi olduğunu göstermek amacıy la, bilginin anımsama olduğunu öne sürer.
Buna göre, insan ruhu, ki Platon’da ruh insanı mey dana getiren bileşenlerin ölümsüz olanıdır, bir beden içine girmezden önce İdealar düny asıy la tanışmıştır. Şu halde, ölümsüz olan ruh, bu düny adaki varoluşundan önceki varoluşunda gerçek
bilgiy e sahip olmuştur. İnsan ruhu bir beden içine hapsoldukran sonra, bu gerçek ve doğru bilgiy i unutur, bu bilgi artık onun belleğinin derinlerinde saklı kalır. Buna göre, gerçek bilgi genel kavramların, bu düny ay a gelmezden (y ani, her
türlü duy udeney imden) önce kazanılmış olan bilgisinin anımsanmasından ibarettir.
Demek ki Platon’da inan zihni doğuşta, üzerine daha sonra işaretlerin çizildiği boş bir levha, daha sonra öğrenim y oluy la doldurulan boş bir şişe değildir. Tam tersine, insan zihni doğuştan doludur ve onun zihnindeki bilgiler diy alektiğin de
y ardımıy la, bir anımsama süreci sonunda açığa çıkar.
{110}
Açık Toplum Düşmanları (2 Cilt; 1. Cilt Platon Açık Toplum ve Düşmanları, 2. Cilt Hegel, Marx ve Sonrası Açık Toplum ve Düşmanları), Karl R. Popper, Liberte Yay ınları, Çev: Harun Rızatepe

{111}
Tarihin Sonu ve Son İnsan, Francis Fukuy ama, Profil Yay ıncılık, Çev: Zülfü Dicleli
Tarihin Sonu mu?, Francis Fukuy ama, Vadi Yay ınları, Çev: Kollektif
{112}
Tarihsiciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, Plato Film Yay ınları

Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, İnsan Yay ınları, Çev: Sabri Orman
{113}
Karl Popper'in Bilim Felsefesi ve Siy aset Kuramı, Bry an Magee, Remzi Kitabevi, Çev: Mete Tunçay / Şahin Alpay (y eni baskısı y ok)
{114}
“Bu logos ki vardır her zaman insanlar uslarıy la y abancıdır ona, duy madan önce de, bir kez duy duktan sonra da. Her şey bu logos’a göre olup biter oy sa, ama onlar ne y aptıklarını bilmez görünürler, benim her birini doğasına göre
ay ırarak ve nasıl olduğunu göstererek ortay a koy duğum türden sözler y a da ey lemlerde. Başka insanlar uy anıkken ne y aptıklarını bilmezler, tıpkı uy kuda y aptıklarını unuttukları gibi.” 1. Fragman

“Logos ortak da olsa, sanki kendilerine özgü bir düşünceleri varmış gibi y aşar insanlar.” 2. Fragman
“Ruhun sınırlarına ulaşamaz y olculuğunda, tüm y olları denese de insan, öy lesine derindir ondaki logos.” 45. Fragman
“Beni değil logos’u dinlemek ve her şey in bir olduğunu uy umla söy lemektir bilgelik.” 50. Fragman
“Aptal insan şaşkına döner her şey deki logos karşısında.” 87. Fragman
“Ruhta kendi kendine çoğalan bir logos vardır.” 115. Fragman
Samih Rifat, Herakleitos, Söz Ustasıyla Buluşma Denemesi, Yapı Kredi Yay ınları, Kasım 2004
{115}
Noumenon (Yu. Kant) Ancak usla kavranabilen öz... İlkin Antikçağ Yunan felsefesinde Platon tarafından düşünsel bilgi nesnesi anlamında ve bundan ötürü de gerçek dey imiy le anlamdaş olarak kullanılan noumenon (Tr. Numen, Fr.
Noumène) dey imi, Alman düşünürü İmmanuel Kant tarafından felsefe diline sokulmuştur. Yunanca nooumena dey imi kavranabilir (Fr. Intelligible) demektir ki bu, gözle görülüp elle tutulamay an ve ancak düşünceyle anlaşılabilen şeyi
dile getirir. Platon’da noeton dey imini bu anlamda kullanmıştır (Thimeo, 51 D). Platon düşünceciliğine göre gerçek, İdealardır ve bundan ötürü de noetondur, duy ularımızla algılanabilen phainomena (Tr. Fenomen, Fr. Phénomène)
gerçek olmay an bir görüntüden başka bir şey değildir. Bir y anıy la Platon düşünceciliğini sürdüren Alman düşünürü Kant, bu Yunan dey imini çevri y azıy la (Fr. Transcription) noumenon biçiminde ve kendi y orumunu kattığı Platon
anlamıy la Alman düşünceciliğine mal etmiş, ay nı y olla ve ay nı anlamda mal ettiği phaenomenon dey imi karşılığında kullanmıştır. Kant’a göre noumenon, duy ularla bilinemediği için anlıkça da bilinemez. O, bir kendiliğinde şey (Os.
Bizâtihi şey, Al. Ding an sich)’dir. Kendiliğinde şey ler bize olduklarından başka türlü görünürler, çünkü biz onları duy arlığımızın önsel zaman ve uzay kalıpları içinde değiştirerek, eşdey işle bizim için şey ’leri y aparak algılarız. Demek ki
bunlar artık nesnelerin kendileri değil, sadece görüntüleridir. Duy arlığımızın önsel kalıpları içinde kendimiz için varlaştırdığımız bu görüntülerden nesnelerin kendiliğine bir geçiş (Lâ. Transcensus) olanaksızdır, noumenon’la phainomenon
arasındaki duvar bilimsel olarak aşılmazdır. Çünkü fenomeni y apan biziz, o bizim dışımızda varolan bir şey değil, bizde varolan ve bizim ürünümüz olan şey dir, kendi y aptığımız şey den asla bilmediğimiz ve bilemey eceğimiz şey e
göçemey iz. O bir inan konusu olabilir ama bir deney, eşdey işle bilim konusu olamaz. Kant’ın bu ileri sürüşleri, metafiziği y ıkarken, fiziği nasıl bir metafiziğe sürüklediğini belirtir. Kant için « duy ulara sonsuzca sır kalan anlığa da sonsuzca
sır kalacaktır» . Demek ki bizler sırlarla dolu bir evrende y aşamaktay ız, bildiğimizi sandığımız şey ler asla bilemey eceğimiz şey lerin kendi ürünümüz olan görüntüleridir. Öy ley se bizler gerçek olanla asla ilişki kuramay ız ve kendi
y arattığımız bir düşler evreninde y aşamak zorunday ız. Kant’ın bilinemezciliği ve fenomenizmi denilen kuram budur. Kant, y apıtlarında, noumenon dey imini duy usal bir sezgi objesi olarak olumsuz ve duy usal olmay an bir sezgi objesi
olarak olumlu anlamlarda olmak üzere iki anlamda kullanmıştır. Ey tişimsel ve tarihsel ökzdekçiliğin kurucularından Engels, Ludwig Feuerbach adlı ünlü y apıtında (Almanca 4. baskı, s. 16) bu konuda şöy le der: « Bütün öteki felsefesel
saçmalıkları olduğu gibi bunu da en açık biçimde çürüten şey pratik, eşdey işle deney ve endüstridir. Eğer biz bir doğa fenomeni üstündeki bilgimizin doğruluğunu onu bizzat mey dana getirmek, üretmek, üstelik de kendi amaçlarımız için
kullanmak y oluy la tanıtlay abilmişsek Kant’ın o anlaşılmaz kendiliğinde şey ’inin işi bitmiş demektir. Bitki ve hay van organizmalarında mey dana gelen kimy asal maddeler, kimy a bilimi bunları art arda üretmey e başlay ıncay a kadar işte
böy le kendiliğinde şey ’ler olarak kalmışlardı. Ne var ki bilim bunları bizim için şey y aptı, tıpkı artık tarlalarda y etiştirmey erek çok daha kolay ve ucuza maden kömürü katranından çıkardığımız kök boy anın renkli maddesi alizarin gibi.» .
Kant’ın bu ileri sürüşleri gerçekte biçim ve öz, görünüşle gerçek arasında aşılmaz duvarlar örmek amacını gütmektedir. Ne var ki ünlü bir diy alektikçinin de dediği gibi « noıimenon’un phainomenon’a dönüşümünü her insan pratikte
mily onlarca kez görmüştür ve bilgi bu dönüşümden ibarettir» . Öz, biçim aracılığıy la; gerçek, görünüş aracılığıy la algılanır... Kant’ın bu dey imi Osmanlıcay a hakikati mâkûle, hakikati mutlaka, şey ’i fizâtihî, zâtı vücut, hakikati eşy a,
vücudu mutlak dey imleriy le çevrilmiştir.
{116}
Mimesis (Yu. Platon) Öy künme... Platon’un idealar öğretisinde başlıca sorun, duy ulur düny a (nesneler)’y la duy ulur düny a (idealar) arasında bağlantının nasıl kurulduğu sorunuy du. Bu iki düny a arasında bir bağlantı kurulmadıkça her
nesnenin kendi ideasına uy gun olarak mey dana geldiği elbette söy lenemezdi. Nasıl oluy ordu da idealar nesneleri mey dana getirebiliy orlardı? Platon ilkin bu soruy a mikson eidion, methexis ve parousia kavramlarını ileri sürerek karşılık
bulduğunu sanmıştı. Ona göre her iki düny a arasında bir orta düny a (Yu. mikson eidion) vardı, iki düny a arasındaki ilişki bu ortada kuruluy ordu. Nesneler idealardan pay alıy or (Yu. metheksis)’lar, buna karşı idealar da nesnelerin içine
girerek onlarda bulunuy or(Yu. parousia)’lardı. Platon, daha sonra, bu görüşünden vazgeçerek ideaları nesnelerin ilkörnekleri (Yu. paradeigmata) say mış ve tanrısal us (Yu. nous)’un bu ilkömekleri taklit (Yu. mimesis) ederek, onlara
benzeterek nesneleri mey dana getirdiğini ileri sürmüştür. Aristoteles de bu tanrısal sanat (Os. İlâhî y aratma) karşısında insansal sanat(Os. insânî y aratma)’ı mimesis işi say mıştır. (Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü)
{117}
“Gerçekten, Tanrı her şey in elden geldiğince iy i olmasını, kötü olmamasını istediğinden, devinimsiz olmay an, kuralsız düzensiz bir devinim içinde olan, gözle görünen şey lerin bütününü aldı; düzenin her bakımdan daha iy i olduğunu
düşünerek onu düzensizlikten düzene soktu. Ama her şey den üstün olanın y aratacağı nesnenin, en güzel nesne olmamasına olanak y oktu ve y oktur. Biraz düşününce, ay rımına vardı ki, gözle görünecek biçimde y aratılmış şey lerden, hiçbir
zaman zekâsı olan bir bütünden daha güzel, zekâsız bir bütün çıkamaz. Bundan başka, hiçbir varlıkta ruh olmay ınca zekâ bulunamay acağını da anladı. Bu düşüncenin sonunda zekây ı ruha, ruhu da bedene koy du ve evrene özü bakımından
olabildiğince iy i bir y apıt y aratırcasına biçim verdi. İşte bu temelin, y akın düşünüşe göre gerçekten bir ruhu, bir zekâsı olan bu evrenin, bu canlı varlığın, Tanrı kay rasıy la y aratıldığını söy lemek gerekir.” – Platon, Timaios, Çev: Erol
Güney -Lütfi Ay , MEB
{118}
Kehribarın varlığı tümüy le, y ery üzünde reçine salgılay an ağaç topluluğunun oluşmasıy la ilgilidir. Dolay ısıy la bu ağaçların y aşadığı, reçine salgıladığı, bu reçinenin sedimanların altına gömüldüğü, bunların üzerine gelen çökel (sediman)
lerin y arattığı basınç ve sıcaklığın oluşturduğu fiziko-kimy asal değişimlerin y aşandığı dönem anberin oluşum y aşının başlangıcını oluşturur. Reçinenin türü, gömüldüğü jeolojik ortama taşınan çökellerin miktarı ve cinsi, reçinenin
gömüldüğü derinliklerdeki koşullar gibi bir çok faktör reçinenin Kehribara dönüşüm sürecini belirler. Değişen iklim koşullarına bağlı olarak Düny anın değişik y erlerinde, farklı zamanlarda mey dana gelen bol reçine veren ağaçların
y aşadığı ormanların çağına bağlı olarak kehribarın oluşum y aşının 20 mily on y ıldan 345 mily on y ıla kadar y ay ıldığı kabul edilmektedir. 20 mily on y ıldan genç kehribarlar, bir çoklarınca Copal sınıfında kabul edilmektedirler.
Kehribarın y aşı, öncelikle içinde oluştuğu jeolojik formasy onların (kil, silt, kum, lignit v.b.) y aşına bağlı olarak belirtilir. Bu formasy onların y aşı, kehribara bağlı olmaksızın, içlerinde bulunan karakteristik fosil**lerin y aşına göre belirlenir. Eğer
kehribar içinde y aşı belirlenebilen inklüzy on (Kapanım) fosil varsa, buradan da belirgin bir y aş söy lenebilir. Avrupa kıtasında 50 farklı y aşa ait kehribar belirlenmiştir.
Bilinen en eski kehribar 345 mily on y ıl, Üst Karbonifer (Upper Carboniferous) y aşında olup, Northumberland-USA da bulunmuştur. Fosil bulunduran en eski kehribar Alt Kretase (Lower Cretaseous) 146 mil. y ıl y aşındadır. Karboniferden,
Pleistosene kadar sediment (tortul) kay açlar içinde kehribara rastlanmıştır. Kehribarın, Düny a üzerinde en bol bulunduğu y aş aralığı 20-65 mily on y ıl olup Tersiy er dönemidir.

Her ne kadar kehribarların, büy ük rezervler oluşturan bölümü Tersiy er de y ani, dinozorların y ery üzünden çekilmelerinden sonra oluşmuşlarsa da Düny anın çeşitli y erlerinde Dinozor Çağına ait kehribar oluşumları mevcuttur. Böceklerin
y ery üzündeki varlığı dinozorlardan eski olduğu için, mily onlarca y ıl önce y aşamış sivrisineklerin (mosqiutos) kurbanları arasında dinozorlarda vardı. Dolay ısıy la, "Jurassic Park" filminin y apımcısı Steven Spielberg in filmde, kehribar
içinde tuzağa düşmüş sivrisineğin bir dinozordan emdiği kandan elde ettiği DNA ile y arattığı dinozorlar mantık zincirine ters düşmemektedir. http://www.kehribar-amber.com/kehribarin_y asi.html
{119}
Material cause, formal cause, efficient cause, final cause.
{120}
Hegel Felsefesine Giriş, Alexandre Kojêve, Yapı Kredi Yay ınları, Çev: Selahattin Hilav
{121}
Hegel (Bilinç Problemi, Köle-Efendi Diyalektiği, Praksis Felsefesi), Tülin Bumin, Yapı Kredi Yay ınları
{122}
Bilimsel Felsefenin Doğuşu, Hans Reichenbach, Bilgi Yay ınevi, Çev: Cemal Yıldırım
{123}
Kötülük Mektupları, Benedictus Spinoza/ Bly enbergh, Çev: Alber Nahum, Norgunk Yay .
{124}
İlk kitabın başlığı “Concernıng God”, “Tanrı hakkında”.
İlk önermesinde değil, üçüncüsünde töz (substance) kelimesi geçiy or. “By ‘substance’ I mean that which is in itself, and is conceived through itself: in other words, that of which a conception can be formed independently of any other
conception.”
{125}
Aşama, karmaşıklaşma neden hiy erarşiy i çağrıştırsın?
{126}
"[Sire,] je n'avais pas besoin de cette hy pothèse-là."
"I did not need to make such an assumption."
{127}
substance (n.) c.1300, "essential nature," from O.Fr. substance (12c.), from L. substantia "being, essence, material," from substans, prp. of substare "stand firm, be under or present," from sub "up to, under" + stare "to stand," from PIE
root *sta- "to stand" (see stet). A loan-translation of Gk. hy postasis. Meaning "any kind of corporeal matter" is first attested mid-14c. Sense of "the matter of a study , discourse, etc." first recorded late 14c.
{128}
Kralın Yeni Usu I - Bilgisayar ve Zeka / Kralın Yeni Usu 2 - Fiziğin Gizemi / Kralın Yeni Usu 3 - Us Nerede? Roger Penrose, Tübitak Yay ınları, Çev: Tekin Dereli
{129}
Timaios - Öyleyse, oluşla evreni yaratanın, onları neden yarattığını söyleyelim. Yaratan iyiydi, iyi olanda da hiçbir şeye karşı hırs uyanmaz. Hırs duymadığından her şeyin de elden geldiğince kendisine benzemesini istedi. Bilge insanların
kanısına göre oluşan evren düzeninin en esaslı ilkesi budur, biz de bu kanıyı güvenle paylaşabiliriz. Gerçekten, Tanrı her şeyin elden geldiğince iyi olmasını, kötü olmamasını istediğinden, devinimsiz olmayan, kuralsız düzensiz bir devinim
içinde olan, gözle görünen şeylerin bütününü aldı; düzenin her bakımdan daha iyi olduğunu düşünerek onu düzensizlikten düzene soktu. Ama her şeyden üstün olanın yaratacağı nesnenin, en güzel nesne olmamasına olanak yoktu ve yoktur.
Biraz düşününce, ayrımına vardı ki, gözle görünecek biçimde yaratılmış şeylerden, hiçbir zaman zekâsı olan bir bütünden daha güzel, zekâsız bir bütün çıkamaz. Bundan başka, hiçbir varlıkta ruh olmayınca zekâ bulunamayacağını da
anladı. Bu düşüncenin sonunda zekâyı ruha, ruhu da bedene koydu ve evrene özü bakımından olabildiğince iyi bir yapıt yaratırcasına biçim verdi. İşte bu temelin, yakın düşünüşe göre gerçekten bir ruhu, bir zekâsı olan bu evrenin, bu canlı
varlığın, Tanrı kayrasıyla yaratıldığını söylemek gerekir. Bu iyice anlaşıldıktan sonra, yaratanın, evreni hangi canlı varlığa benzeterek yarattığını söylemeliyiz. Onun istekleri bakımından birer bütün değil de, ancak birer parça olan
şeylerden birine benzetilerek yaratıldığını sanmayalım; çünkü tam olmayan bir şeye benzeyen herhangi bir şey, hiçbir zaman güzel olamaz. Ama, birer parça olarak teker teker ya da tür tür bütün öteki canlı varlıkları içine alan bir şeye
benzetildiğini, evrenin her şeyden çok böyle bir şeye benzediğini ilke edinelim. Gerçekten bu örnek, bütün kavranabilen canlıları içine alır, tıpkı bu evrenin hem bizi, hem de yarattığı gözle görünen bütün varlıkları içine aldığı gibi. Çünkü
Tanrı dünyayı, olabildiğince kavranabilen varlıkların en güzeline ve her bakımdan en kusursuzuna benzetmek istediğinden, özleri bakımından bütün canlı varlıkları içine alan, gözle görülür bir tek canlı varlık yaratmıştır. – Timaios, Platon,
Çev: Erol Güney -Lütfi Ay , MEB
{130}
[514a] “Ve şimdi,” diy e sözüme devam ettim, “doğamızdaki (y aradılışımızdaki) eğitilmişlik ve eğitilmemişlik hali arasındaki farkı aşağıdaki olay lara bakarak benzetme (eğretileme) halinde kavramay a çalış. İnsanları y erin altındaki,
mağaray a benzer bir mekânın içinde kafanda ve gözündecanlandır; bu mekânın, ışığın geldiği y önde, mağaranın kendisi kadar geniş bir ağzı (girişi) bulunmaktadır. Bu mağaranın içinde insanlar, çocukluktan itibaren orada y aşamak
mecburiy etinde kalmış ve sadece karşılarına (ön tarafa) bakabilecekleri, ama zincirlerden ötürü başlarını (sağa sola) çeviremey ecekleri şekilde boy unlarından ve bacaklarından zincirlenmiş halde y aşamaktadırlar; çok uzaklardan,
arkalarından ve y üksekten bir ateşin ışığı parlamaktadır; bu ışık ve zincirlenmiş insanların arasında, bir y ol y ukarılara gitmektedir; bu y olun üzerinde, tıpkı kukla oy natanların sey ircinin önüne çekmiş oldukları ve üzerindeki sahnede
sanatlarını icra ettikleri tahta-perdey e benzey en alçak bir duvar düşün.”
“Kafamda canlandırabiliy orum,” dedi Glaukon.
“Bu duvarda, bunu da canlandırmay a çalış, insanlar (uçları duvar hizasından taşan) çeşitli araç gereci, insanların ve başka y aratıkların tahtadan ve taştan hey kellerini, kısaca sanat y oluy la (y apay y oldan) imal edilmiş her şey i taşıy arak
geçsinler ve (duvarın arkasından y ürüy üp giderken) y er y er konuşup, y er y er suskun olsunlar.”

“Sözünü ettiğin benzetme ve şu zincirlenmiş olanlar çok ilginç.”


“Bizlere benziy orlar! Çünkü başlangıçta ateşin (ışığının) karşılarındaki duvara y ansıttığı kendi gölgelerinden ve öteki şey lerin gölgelerinden başka bir şey görmüy orlar, anlıy or musun?”
“Elbette, vücutlarını ömür boy u hareketsiz tutmay a mecbur olduklarına göre!”
“Ay nı şey (arkalarında kalan alçak duvarın arkasında) taşınan araç gereç için de geçerlidir, öy le değil mi?”
“(Bu zincirlenmiş insanlar) kendi aralarında konuşabilecek olsalar, gördükleri gölgelerden söz ederken, gerçek (hakiki) nesnelerden söz ettiklerini sanacaklardır, öy le değil mi?”
“Mecburen!”
“Şimdi bu hapishanede (mağarada) karşılarındaki arka duvardan bir ses y ankısı olsa, (arkalarında kalan) duvarın arkasından geçenlerden biri bir şey ler söy lese, (zincirlenmiş olanlar) bu sesin önlerindeki duvara y ansımış gölgelerden başka bir
y erden gelmemiş olacağını düşünmezler mi?”
“Ay nen öy le y aparlar Zeus aşkına!”
“Sonuç olarak: Bu insanlar o araç gerecin gölgelerinden başka hiçbir şey i gerçek (sahici) y erine koy may acaklardır.”
“Zorunlu olarak.”

“Şimdi artık nasıl olmuş olursa olsun, bu insanların zincirlerden ve olup biteni anlamama durumundan kurtulup esenliğe çıktıklarını ve şu söy ley eceklerimin olup olmay acağını bir düşün. Aralarından birinin zincirleri çözülüp hemen ay ağa
kalkmay a ve başını sağa sola çevirmey e, y ürüy üp ışığa bakmay a mecbur tutulduğunu; bütün bunları y aparken, daha önce gölgelerine bakmak durumunda kaldığı nesnelere, bunların ışığı y ansıtıp göz kamaştırmaları y üzünden
bakamadığını düşün –daha önce sadece boş şey ler görmüş olduğu, şimdi ise oluş’a daha y akın durduğu ve gerçek (sahici) nesnelere y öneldiği için daha doğru (hatasız) gördüğü kendisine söy lenecek olsa ne y apar sanıy orsun? (Daha önce
arkasında kalmış alçak duvarın arkasından geçen) her bir kişi için dikkati çekilerek bunların ne olduğu sorusuna cevap vermey e zorlansa? Şaşkınlığa uğray ıp daha önce gördüklerinin şimdi kendisine gösterilenden daha gerçek (sahici)
olduğunu düşünmey ecek midir?”
“Kesinlikle.”
“Peki, onu ışığa bakmay a zorlasalar gözleri acıy acak ve bakması gerekene şöy le kaçamak bir şekilde bir göz atacaktır; bu gördüğünün, ona son gösterilenden daha açık seçik (belirgin) olduğunu düşünecektir, öy le değil mi?”
“Öy le!”
“Peki onu,” diy e sormay a devam ettim, “bulunduğu y erden zorla çekip alsalar, güneşin ışığını görene kadar bırakmadan zahmetli ve dik y okuştan y ukarı çıkarsalar bu sürüklenmey e karşı acı duy up isteksiz olmay acak mıdır? Ve güneş ışığına
çıktığında, gözleri ışığın parlaklığından iy ice kamaşmış halde, bundan böy le hakiki diy e ona göstermey e çalıştıkları şey lerden tek birini bile fark edemey ecektir, öy le değil mi?”
“En azından hemen!”
“Mağaranın dışındaki (üst) düny ay ı incelemesi gerekiy orsa, önce (gözlerinin ışığa) alışması gerekir diy e düşünüy orum; başlangıçta en rahat fark ettiği şey ler gölgeler olacaktır, ardından insanların ve öteki nesnelerin sudaki y ansılarını. Sonra da
onların kendilerini; bunun ardından gündüzleri güneşi ve ışığını değil de özellikle geceley in gökteki nesneleri çok daha kolay inceley ebilecek, y ıldızların ve ay ın ışığına başını kaldırıp bakabilecektir.”
“Elbette!”
“Ancak en son, güneşi, o da sudaki y a da başka bir cisimdeki y ansımasıy la değil de, gökteki y erinde görüp varlığını (özünü) fark edecektir.”
“Mecburen!”
“Ardından akıl y ürütme y oluy la mevsimleri ve y ılları y aratanın ve düny ada görünebilen her şey i y önetenin ve bir şekilde gördüğü her şey in ilk nedeninin güneş olduğunu anlay acaktır.”
“Elbette, buray a kadar getirecektir akıl y ürütmey i!”
“Şimdi devam edelim. Şimdi kalkıp da biri ona ilk ikametgâhını, o zamanki bilgilerini ve onunla birlikte tutsak edilmiş olanları hatırlatacak olsa, y erini değiştirmiş olduğundan ötürü bunu mutlulukla karşılay ıp ötekilere üzülmey ecek mi?”
“Hem de çok!”
“Bir zamanlar kendi aralarında, önlerinden geçen nesneleri (gölgeleri) en net görmüş, nesnelerin hangisinin ötekilerden önce, hangilerinin daha sonra, hangilerinin de birlikte geçip gittiğini en iy i fark etmiş ve bunları kafasına en kesin şekilde
kay detmiş, bu bakımdan da gelecekte ne olacağına akıl y ürütme ile karar verebilecek olanlara onurlu mevkiler ay ırmış ve aralarında ödüller koy muş olsunlar, bu adam o eski y erdekilere özel bir özlem duy up onların arasında onurlu bir
mevkiy e sahip olan, iktidarlı ve kudretli kimseleri kıskanır mı, y oksa o Homeros’un dediği gibi, ‘Kırsalda y oksul bir adamın y anında, ücretle iş y apmay a mı can atacaktır?’ O geçmişteki boş düşünceleri taşımak ve o eski tarzda y aşamak
y erine her şey e katlanmay ı mı y eğley ecektir?”
“Bence, o (mağarada) y aşamaktansa, her şey e katlanacaktır.”

“O zaman şunu da bir düşün: Böy le biri tekrar geri dönüp oray a inse ve y erine otursa, az önce güneşli y erden geldiği için gözleri karanlıkla dolmay acak mıdır?”
“Hem de nasıl!”
“Ve aşağıda, hâlâ zincirli olanlarla, kendi gözleri henüz karanlığa alışmadan gölgelerin birbirinden ay ırt edilmesi konusunda iddialara girişse –biliy orsun karanlığa alışma süresi pek o kadar kısa değildir– kendisine gülüp y ukarıda gözleri y ozlaşarak
geri döndüğünü ileri sürerek onunla alay etmey ecekler mi? Dolay ısıy la da tırmanmay ı göze almay a değmey eceğini söy lemey ecekler mi? Ve (bu kişi) kalkıp ötekileri zincirlerinden kurtarmay a ve y ukarıy a çıkarmay a çalışacak olursa
onu ellerine geçirdiklerinde öldürmey e bile kalkmay acaklar mıdır?”
“Eminim öy le y apacaklardır.”
{131}
Zındıklar ve Mülhidler, Ahmet Yaşar Ocak, Tarih Vakfı Yurt Yay ınları
{132}
“Yeşil” sözcüğü de (y aşıl) “y aş”tan geliy or.
{133}
Yasalar diy aloğu son diy aloglarından birisidir, diy alog demek de pek zordur. Çünkü Sokrat’ın çok gölgeleştiği y apıtlardır, son eserleri. O ilk diy aloglardaki baş konuşmacı Sokrates gider, y erine gölge gibi, sisler arasındaki bir imge gibi bir
figür kalır. Bu biraz da Platon’un kendini bulduğundan kay naklanan bir y azma biçimidir. O nedenle Yasalar’da Sokrat gölge gibidir.
{134}
a. (fr. Sy napse; y un. Sy napsis, birleşme bağlantı’dan) Nörol. Nöronlar arasında iletişimi sağlamak üzere sinir hücrelerinde mey dana gelen biçimsel ve işlevsel farklılaşma.
Sinaps kavramı Ramon y Cajal’ın (1909), nöron kuramından doğdu. Bu kurama göre nöronlar birbirinden ay rı bütünlerdir. İki çeşit sinaps vardır.
Elektriksel sinapslar: İki nöronun zarlarının birbirinden (birkaç y üz angströmlük) bir aralıkta ay rıldığı, ancak y üzey leri mikron kare ile ölçülebilen bazı hücrelerarası köprülerle bağlantılı kaldıkları hücre farklılaşmaları biçimindedir. Bu y apı zar
potansiy ellerinin bir nörondan diğerine serbestçe geçmesini sağlar ve elektrikli bir sinapsla birbirine bağlı nöronların elektrik etkinliği tamamen eşzamanlıdır. Elektrikli sinaps ilkel omurgalılarda daha sık görülmekle birlikte, memelilerde de
bulunur.
Kimy asal sinapslar: Elektrikli sinapsların tersine kimy asal sinapslar bakışımsızdır. Genellikle alsonun biliminde sinaps öncesi bir öğe bulunur ve burası sinirsel ileticileri depolay an say ısız sinaps parmaklığı biçiminde farklılaşmış hücre zarına
y akındırlar ve bunun açılması sinirsel ileticilerin sinaps y arığına boşalmasını sağlay abilir. Sinapsöncesi y apının karşısında bulunan sinapsaltı ay gıt, sinirsel aracılardaki özgül alıcılar ve sinirsel aracıların etkisizleşmesini sağlay an enzimleri
içeren bir zar kalınlaşmasıy la belirgindir. Sinapsın çalışması kimy asal aracılarla açıklanmaktadır. Etkilerin göre sinapslar uy arıcı ve tutuklay ıcı olarak ikiy e ay rılır. Bu öğelerin sinapsöncesinde ve sonrasında bulunmasına göre de sinapslar
çeşitlere ay rılır.
{135}
Heksis. (Yu. Aristoteles) Yetenek... Antikçağ Yunan felsefesinde Aristoteles erdemlerin çalıştırılmay la heksis hâline getirilmelerini ister ve bu dey imi alışkanlıkla elde edilen y etenek anlamında kullanılır. Stoacı Zenon’a göre de ruh,
canlılarda ruh ve cansızlarda heksis’tir. Skolâstikler bu Yunanca dey imi habitus kavramıy la Lâtincey e çevirmişlerdir.
{136}
Değişik canlı türlerinin y aşantı düny aları, “gerçeklikleri” arasında uzanan geniş uçurum, başka bir y oldan gelerek, onun gerçekliğine müdahale edere de gözler önüne serilebilir. Davranışbilimcilerin tanımlamasıy la “orijinalin” elinden,
tepkiy i “başlatıcı” anahtar siny ali alarak, ne olacağına bakma y öntemidir bu. Hele orijinali harekete geçiren asıl davranış çözücü kay nağı tespit edip ortadan kaldırır y a da daha doğrusu bu kay nağın tepki gösteren mekanizmasına
ulaşmasını önlerseniz, kimiley in durum bay ağı trajikleşebilmektedir. Deney sel y oldan hay vanın “gerçekliğine” müdahale edip değiştirdiğiniz anda, deney hay vanının gerçekliği onun gerçekliği olmaktan çıkıp y anlış bir gerçeklik
olmaktadır.

Söy lediklerimizi bildik bir deney le daha anlaşılır kılabiliriz. Yumurtaları y eni açılmış kuluçka bir tavuk biy olojik y önden anlaşılır nedenlerden ötürü oldukça saldırgandır. Davranış bilimcilerin diliy le söy ley ecek olursak, saldırganlık davranışını
devrey e sokan program eşikleri iy ice alçalmıştır. Kümese y aklaşan her şey, sert gaga darbeleriy le karşılanacaktır. Ama deney cinin kümesten bilerek uzaklaştırdığı civciv, geri dönmek istediğinde, “cik cik” ötmey e başladığında işler
değişir. Ana tavuk, civcivi çağıran seslerle baş ve gaga hareketleriy le kanat ve tüy leri altına sokmay a çalışır.
Eh bundan da doğal ne olabilir ki? Açıklamay a bu kadar az ihtiy aç gösteren ender olay vardır. Tavuğun “kendi” civcivini karşısında görünce onun dönüşünü desteklemesi ve saldırganlığını bir y ana bırakıp bu dönüşü kolay laştırıp cazip hale
getirmesi olağan, anlaşılır bir davranış değil midir? Gelgeleelim olup biteni böy le y orumlamay a kalktığımızda, hay vanların da biz insanlar gibi “görme” dediğimiz o güç soy utlama faaliy etinin üstesinden gelebildiğini, gördüğü şey ile
y avrusunu özdeşleştirme gibi çok zahmetli bir işi başarabildiğini de ileri sürmüş oluruz. Oy sa, bu durumda da tavuğun gördüğü şey ile bizim ay nı durumda görmüş olacağımız şey in birbirine hiç benzemediklerini unutmamamız
gerekmektedir.
Gerçekten de tavuğun ve bizim “gördüğümüz” civcivin birbirine benzemedikleri konusundaki şüphemizin ne kadar y erinde olduğunu bize gene bu tür soy utlama faaliy etlerinin kay nağını ve niteliğini araştırırken ömür tüketen bilim adamlarının
deney ler göstermektedir. Civcivin cikciklemesinin kuluçkadan y eni kalkmış tavuğu etkiley en tay in edişi siny al olduğunun anlaşılmasından sonra Lorenz öğrencisi Wolfgang Schleidt, basit mi basit iki deney y aptı. Her iki deney sonucu da
tek sözcükle trajikti.
İlk deney de, tavuğun kulaklarını bantlarla iy ice kapay an araştırmacı, civcivin sesinin anay a ulaşmasını önledi. Tavuk iy ice sakinleştikten sonra civcivi saldığında, hay van gene “cikcikley erek” annesine doğru seğirtti, ama bu kez gördüğü
muamele farklı, sonuçsa bir felaketti: Annesine y anaşan civciv birkaç gaga darbesiy le y aşamını y itirivermişti.

Gene, insan olarak öny argılarımızın ışığında değerlendirildiğinde, ikinci deney de alabildiğine trajikomik sonuçlanmıştı. Schleidt içi doldurulmuş bir gelinciğin karnına civciv sesi çıkartan bir hoparlör y erleştirip bu ölü gelinciği anne tavuğa
y aklaştırdı. Hoparlörden y olunu şaşırmış, annesini aray an bir civciv sesi duy ulmaktay dı.
Gerçi tavuk civcive pek benzemey en, ama civciv sesi çıkartan bu tuhaf “çeşidi” biraz tedirginlikle karşılamıştı; ama iki farklı davranış programının ay nı anda devrey e girdikleri de apaçık belli oluy ordu: Civciv bakımı ve kümesi (y uvay ı)
savunma biçimindeki birbiriy le çelişen iki davranış, hay vanın kafasının iy ice karıştığını gösteriy ordu. Tereddütlü, boşta, havada kalan birkaç gagalamanın ardından, sinirli ve kendinden pek emin değilmiş gibi görünen tavuk, baş düşmanı,
içi doldurulmuş gelinciği hiçbir karşı koy ma davranışı göstermeksizin sonunda kümese buy ur ediverdi. Ana tavuk için, “kendi civcivi” anlamına gelen ses siny ali, sonunda tavuğa kendini kabul ettirmişti. – Dinozorların Sessiz Gecesi,
Hoimar Von Ditfurth, s.63-65
{137}
Yaklaşık olarak 4000 km.
{138}
Aritmetiğin Temelleri, Gottlob Frege, Çev: Bülent Gözkan, Yapı Kredi Yay ınları
{139}
Young deney i olarak da bilinen çift-y arık deney i, madde ve enerjinin ay nı anda dalga ve parçacık özellikleri sergiley ebileceğini gösterir. Deney in basit versiy onunda lazer ışını gibi koherent (eş fazlı) bir ışık kay nağı, iki paralel y arık
açılmış ince bir levhay ı ay dınlatır, ve y arıktan geçen ışık levhanın arkasındaki bir ekranda gözlemlenir. Işığın dalga doğası ışık dalgalarının iki y arıktan da geçerek girişim y apmasını, ve ekranda ay dınlık ile karanlık bantlar oluşturmasını
sağlar, ki bu sonuç ışık tamamen parçacıklı y apıda olsa beklenemez. Fakat, parçacıklardan vey a fotonlardan oluşuy ormuş gibi, ekranda her zaman ışığın soğurulduğu görülür. Bu durum dalga-parçacık ikiliği olarak bilinen prensibi ortay a
koy ar. (viki)

{140}
Fizik ve Felsefe, Werner Heisenberg / Yılmaz Öner, Belge Yay ınları
{141}
Bab al-Muzayinīn. İnternet sitesindeki bilgiy e güvenecek olursak, kapıy a bu ismin verilmesinin sebebi, girişinde öğrencilerin başlarının traş edilmesi.
“So named because students would have their heads shaved outside of the gate.”
{142}
İlk film Dogville. Bu filmde kasabay a gelen y abancının köleleştirilmesi işleniy or. İkinci film Manderlay . Bunda ise kölelerin arasına bir y abancı giriy or.
{143}
“Freedom is a heavy load, a great and strange burden for the spirit to undertake. It is not easy. It is not a gift given, but a choice made, and the choice may be a hard one. The road goes upward towards the light; but the laden traveler
may never reach the end of it.”
“Özgürlük ağır bir y üktür, ruhun y üklenmesi gereken büy ük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, y apılan bir seçimdir; bu seçim de zor bir seçim olabilir. Yol, y ukarıy a, ışığa doğru çıkar; ama y üklü y olcu oray a
hiçbir zaman y aramay abilir.” – Atuan Mezarları, Ursula K. Leguın, Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay .
{144}
Sokrates’ten Önce ve Sonra, F.M. Cornford, Ay raç Yay ınları, Çev: Ufuk Can Akın
{145}
“Spinoza'nın "Etik" adlı Latince y azılmış temel kitabında iki kelimey e rastlıy oruz: Affectio ve Affectus. Bazı çevirmenler çok tuhaf bir şekilde ay nı sözcükle karşılıy orlar bu ikisini. Bu tam bir felakettir. Bu iki terimi, affectio ile affectus'u
ay ırt etmeksizin "affection" (duy gulanış) diy e çeviriy orlar. Bunun bir felaket olduğunu söy lüy orum, çünkü eğer bir filozof iki farklı kelime kullanıy orsa, ilke olarak, bir nedeni vardır bunun. Üstelik Fransızca da affectio ile affectus'u
tercüme edebilecek iki kesin sözcüğü kolay ca sunuy or bize: Affectus için affect (duy gu) affectio içinse affection (duy gulanış). Bazı çevirmenler affec-tio'y u affection diy e, affectus'u ise "sentiment" (his) diy e tercüme ediy orlar. Ay nı
sözcükle çevirmekten daha iy i bu; ama Fransız-cada affect sözcüğü dururken "his" sözcüğüne başvurmay a bir gerek görmüy orum. Demek ki, affect (duy gu) sözcüğünü kullandığımda, Spinoza'nın affectus'undan bahsediy orum. Affection
(duy gulanış) sözcüğüy le ise, affectio'y u kastediy orum.” – Gilles Deleuze, Spinoza Üstüne 11 Ders, Çev: Ulus Baker, Öteki Yay ınevi
{146}
“Kay gı, düş gören tinin nitelik kazanmasıdır, böy lece psikolojideki y erini edinir. Uy anıkken, kendim ile ötekim arasındaki ay rım vaaz edilir; uy kuday ken ertelenir; düş görürken ise bu ay rım, dolay lı olarak haberdar olduğumuz hiçliktir. Tin,
etkinlik halindey ken, kendi olanağını cezbeden bir biçim olarak sürekli ortay a çıkar, ama bu olanağı elde etmek için aray ışına başlar başlamaz gözden kay bolur; aradığı, kay gıy ı doğurabilecek tek şey olan hiçliktir. Ortay a çıkıp kendini
göstermekten ötesine gidemediği sürece, daha fazlasını da y apamaz. Kay gı kavramına psikolojide hemen hemen hiç değinilmemiştir. Bu terimin "korku"dan ve korkuy a bağlı, belirli bir nesnesi olan benzer kavramlardan tümüy le farklı
olduğunu belirtmeliy im. Kay gı bu nedenle hay vanda bulunmaz; çünkü tin, hay vana y üklenmiş bir nitelik değildir. (…)
Masumiy ette vaaz edilmiş kay gı, bir suç olmadığı gibi, bir dert y ükü, masumiy etin takdis edilmişliğiy le uy umsuzluk gösteren bir ıstırap da değildir. Çocukları gözlemlediğimizde, kay gının belirli olarak maceray a, korkunç, esrarlı olana
y öneldiğini görürüz. Bu kay gının ortay a çıkmadığı çocuklardan söz etmek hiçbir şey i kanıtlamaz, çünkü hay vanda da y oktur; tin sığlaştıkça, kay gı da azalır. Bu kay gı çocuğa özsel olarak aittir, onsuz y apamaz. Kay gıy a kapılacağını bildiği
halde, haz veren bu kay gılılık haliy le sarmalanır. Çocuksuluğu tinin düş görmesi olarak tanımlay an tüm toplumlarda, bu kay gıy a rastlarız. Kay gı derinleştikçe, toplum da derinlik kazanır. Bunun bir bozukluk olduğunu söy lemek, olsa olsa
sıkıcı ve aptal bir düşüncey e işaret eder. Kay gı, ne zaman ki özgürlük tarihin eksik biçimlerinden geçip sözün tam anlamıy la kendisine döner, işte o ilerideki noktada depresy on [Tungsind] ile eş anlamlı say ılır.
Kay gı ile nesnesi (hiçlik olan bir şey : Dil de bunu ifade etmey e gebedir - bir hiç uğruna kay gılanmak) arasındaki ilişkinin muğlak olması gibi, masumiy etten suça geçiş de o kadar diy alektiktir ki, bunun, olması gerektiği gibi, psikolojik bir açıklama
olduğunu görürüz. Nitel sıçrama, muğlaklığın dışında kalır. Suçlu olan kişi, kay gı aracılığıy la masumiy etini korur, çünkü onu suça iten kendisi değil, y abancı bir güç olan kay gıdır. Sevmediği bu güç, onu kay gılanmay a iter. Ama gene de
suçludur; korktuğu halde sevmekten vazgeçemediği kay gıy a sürüklenmiştir. Düny ada daha muğlak bir şey y oktur, böy lece bu tek psikolojik açıklamadır. Ama bir kez daha y inelemek gerekirse, bu açıklama nitel sıçramay ı içermez.
İnsanın Yasak tarafından cezbedildiğini, baştan çıkarıcıy a kandığını öne süren her görüş, y üzey sel saptaması y üzünden y eterince muğlaktır. Ama nicel bir belirlenim getiren bu y aklaşım, etik ilkelere ay kırı olduğu gibi, psikolojinin
y ardımıy la, etik ilkeleri kurban etmek uğruna insana bir armağan verir; öy le ki, etik açıdan aklı başında herkesin bu armağanı y eni ve daha derin bir baştan çıkarma olarak görüp reddetmesi gerekir.” – Soren Kierkegaard, Kaygı Kavramı,
Çev: Türker Armaner, Türkiy e İş Bankası Yay ınları
{147}
“Kaynakların ortak ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla, ulemadan kalabalık bir grup bizzat II. Bayezid'in huzuruna çıkarak Molla Lûtfî'nin bir sapkın olduğu, kendisinde "katli mucip akvâl ve efâl müşahede ettikleri", bununla da kalmayıp
halkı da sapkınlığa teşvik ettiği, dolayısıyla din ve devlet için vücudunun zararlı olup ortadan kaldırılması gerektiği yolunda ihbarlarda bulundular. (…) Sonunda başta zamanın şeyhülislamı Efdalzâde Molla Hamîdeddîn olmak üzere, Divan-ı
Hümâyun'da Hatipzâde, Molla İzârî, Molla Arap ve Molla Ahaveyn'den ve diğer yüksek ulemadan oluşan bir mahkeme kuruldu. Ayrıca, içinde Molla Lûtfî'nin talebesinden bazılarının da yer aldığı iki yüz kadar şahit de mahkemeye
celbedildi. (…) Molla Lûtfî'nin bu savunması, şahitlerin ifadeleriyle cerhedildi. Bunlar şahidi olduklarını söyledikleri birtakım olayları ve sözleri nakl ve kendisinin ilhadına şahadet ettiler. Bu şahadetlerin ne derece gerçeği yansıttığı
konusunda kaynaklara bakıldığı zaman, hemen hepsinin de, bunların garaz ve haset şevkiyle verilmiş ifadeler olduğu konusunda birleştikleri görülür. (…) Molla Lûtfî şahitlerin ileri sürdükleri her iddiayı reddetmeye, her fırsatta sağlam bir
mümin ve Müslüman olduğunu defalarca tekrarlamaya ve Taşköprülüzâde'nin ifadesiyle onların şahadetlerini "tîğ-i tekzîb ile cerh eylemeye" çalıştıysa da, mahkeme heyeti, şahitlerin çokluğunu ve verilen ifadeleri göz önüne alarak bu
savunmayı kabule yanaşmadı. (…) Sonunda, Şakâyık-ı Nu'mâniyye'dcki kesin tarihe göre, 25 Rebîulâhir 899/2 Şubat 1494 (pazar) günü, At Meydanı'nda (bugünkü Sultanahmet), bu değerli, hırçın, büyük, büyük olduğu kadar da kendini
beğenmiş Osmanlı âlimi, hüküm gereği kılıçla boynu vurularak idam edilmiştir.” – Ahmet Yaşar Ocak, Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yay ınları
{148}
“İy iy le kötü, bir ve ay nı. Kesip biçen, y akan, türlü acılar veren hekimler, boşuna suçluy orlar hastalarını hak ettikleri paray ı vermediklerinde. Çünkü hastalıkla ay nı şey , verdikleri iy ilik.” 58. Fragman
“58 (Hippoly tos, Tüm Sapkınlıkların Çürütülmesi, IX, 10, 3) Oldukça tartışmalı bir parça. Baştaki "iy iy le kötü bir ve ay nı"nın özgün parçada y er almadığını düşünenler var. Son tümcecik için de çok farklı öneriler verilmiş. Roussille: "...çünkü
onlar hem iy ilik hem hastalık veriy orlar hastalara." Bollack-Wismann: "...çünkü onlar bu paray ı hastalardan, başarıdan, hastalıklardan kazanıy orlar." Ben y ine genel eğilimi y eğliy orum. – Samih Rifat, Herakleitos, Söz Ustasıyla Buluşma
Denemesi, Yapı Kredi Yay ınları, Kasım 2004
{149}
“Lenard’m görelilik kuramını y arattığını iddia ettiği ikinci kişi, Schrödinger’in Viy ana Üniversitesi’ndeki en sevdiği öğretmen olan Friedrich Hasenhohrl adında, gelecek vadeden Avustury alı bir fizikçiy di. Hasenhohrl Einstein'ın 1905
makalesinden önce kovuk ışınımı üzerine biraz araştırma y apmıştı ve bu ışınımın enerjisinin kütley le E=mc2 denklemi üzerinden ilişkili olabileceğini söy lemişti. Lenard Einstein’m aslında özgün bir çalışma y apmadığını göstermek için
buna tutundu. Hasenhohrl ölmüş olduğu için bu konuda bir y orum y apamay acak olması Lenard’ın işine geliy ordu. Lorentz’i seçse daha iy i ederdi, ne de olsa Einstein’ın özel görelilik kuramından türettiği dönüşümleri ilk olarak Lorentz
kâğıda dökmüştü. Ama 1928’de ölecek olan Lorentz o sırada hay attay dı ve Einstein’ın en büy ük hay ranlarından biriy di ve bu duy gusu karşılıksız değildi.” – Jeremy Bernstein, Albert Einstein-Fiziğin sınırları, Çev: Yasemin Uzunefe
Yazgan Tübitak Yay .
{150}
İnsan Üstüne Bir Deneme, Ernst Cassirer, Çev: Necla Arat, Yapı Kredi Yay ınları

{151}
“İnsan dünyası, apaçık bir şekilde tüm başka organizmaların yaşamını yöneten o dirim bilimsel kurallar için hiçbir ayrıcalık tanımaz. Buna karşılık insan dünyasında insan yaşamının ayırıcı göstergesi olarak görünen yeni bir özellik buluruz:
İnsanın işlevsel çevresi yalnız nicelik bakımından genişlemekle kalmaz aynı zamanda niteliksel bir değişmeye de uğrar. İnsan kendisini çevreye uydurmak için yeni bir yöntem bulmuştur. Hayvan türleri arasında rastlanan alıcı ve etkileyici
dizgeler yanında, insanda simgesel dizge olarak betimleyebileceğimiz bir üçüncü halka buluyoruz. Bu yeni halka, insan yaşamının tümünü değiştirir. Öteki hayvanlarla karşılaştırıldıkta insan yalnız daha geniş bir gerçeklik içinde değil,
gerçekliğini yeni bir boyutu içinde yaşar. Organik tepkilerle insan yanıtları arasında yanlış anlamaya yer vermeyen bir ayrım vardır. Organik tepkide bir dış uyarıcıya doğrudan doğruya ve hemen yanıt verilir; ikinci durumda ise yanıt
geciktirilir. Yavaş ve karmaşık bir düşünce süreci yanıtı kesintiye uğratıp geciktirir. Böylesine bir gecikme ilk bakışta kuşku götürür bir kazanç gibi görünebilir. Filozofların çoğu bizi bu sözde gelişmeye karşı uyarırlar. Rousseau, -L'homme
qui medite, est un animal deprave- diyor. Yani, organik yaşamın sınırlarını aşmak insan doğasının gelişmesi değil, yozlaşmasıdır.
Ama, doğal düzenin bu tersine dönüşü için bir çare de yoktur. İnsan, kendi başarılarından kaçamaz. Kendi yaşamının koşullarını benimsemekten başka bir şey yapamaz. İnsan artık yalnız bir fiziksel evrende değil, bir simgesel evrende de
yaşamaktadır. Dil, söylence (mitos), sanat ve din bu evrenin parçalarıdırlar. Onlar simgesel ağı dokuyan değişik iplikler, insan yaşantısının karmaşık dokularıdır. İnsanın düşünce ve deney alanındaki tüm ilerlemesi bu ağı arındırır ve
güçlendirir.
Artık insan, gerçeklikle hemen karşı karşıya gelemez. Onunla eskiden olduğu gibi yüz yüze kalamaz. İnsanın simgesel etkinliği geliştikçe fiziksel gerçeklik bu gelişmeye oranla art alanda kalır gibi görünür. İnsan, nesnelerin kendileriyle uğraşacak
yerde, bir anlamda sürekli olarak kendi kendisiyle konuşmaktadır. Kendisini dilsel biçimler, sanatsal imgeler, söylencebilimsel simgeler veya dinsel törenler içine öylesine kapamıştır ki bu yapay ortam araya girmeden hiçbir şeyi görüp
bilemez. Durumu kuramsal alanda da eylemsel alandakinin aynıdır. İnsan eylemsel alanda bile katı bir olgular dünyası içinde veya doğrudan doğruya gereksinme ve isteklerine göre yaşayamaz. Tersine imgesel duyguların, umut ve
korkuların, yanılgı ve yanılsamaların, kuruntu ve düşlerin ortasında yaşar. Epiktetos, insanı rahatsız edip korkutan nesneler değil, onun nesnelere ilişkin sanı ve kuruntularıdır demişti.
Klasik insan tanımını şu anda varmış olduğumuz görüş açısına dayanarak genişletip düzeltebiliriz. Modern usdışıcılığın (irrasyonalizm) tüm çabalarına karşın, insanın düşünen hayvan -animal rationale- olarak tanımı gücünü yitirmemiştir.
Gerçekten de düşünme tüm insan etkinliklerinin doğasında bulunan bir özelliktir. Söylencebilim (mitoloji) bile yalnızca boş-inanların, büyük kuruntuların kaba bir birikimi sayılamaz. Dizgesel veya kavramsal bir biçime sahip olduğu için,
karmakarışık (kaotik) olduğunu da söyleyemeyiz: Ama, yine de söylencenin yapısını ussal olarak belirlemek olanak dışıdır. Dil, çok kez usla veya usun asıl kaynağı ile özdeşleştirilmiştir. Ama bu tanımın tüm dilsel alanı kapsamayacağı
kolayca görülür. 0, bir “pars pro toto”dur; yani, bize tümün yalnız bir parçasını verir. Çünkü, kavramsal dilin hemen yanında bir de duygusal dil vardır. Mantıksal ya da bilimsel dilin yanısıra poetik imgelemin dilinden de söz ederiz. Dil,-
öncelikle düşünceleri ya da düşünleri değil, duyguları ve duygulanımları dışlaştırır. Kant'ın tasarımlayıp işlediği şekilde salt usun sınırları içinde kalan bir din de yalnızca bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Böyle bir din; gerçek ve
somut bir dinsel yaşamın yalnızca bir gölgesi olup bize böyle bir dinsel yaşamın ideal biçimini gösterir. İnsanı ussal hayvan -animal rationale- olarak tanımlayan büyük düşünürler ne deneyciydiler ne de insan doğasının deneysel bir
değerlendirmesini yapmak istiyorlardı. Onlar, bu tanımla daha çok temel bir ahlaksal buyruğu dile getiriyorlardı. Us, insanın kültürel yaşam biçimlerini tüm zenginlik ve çeşitlilikleri içinde kavrayabilmemize elverişli bir terim değildir. Bu
nedenle, insanı ussal hayvan olarak tanımlamak yerine simgeleştiren hayvan -animal symbolicum- diye tanımlamalıyız. Ancak bu şekilde onun ayırıcı özelliğini belirtebilir ve insana açılan yeni yolu, uygarlık yolunu anlayabiliriz.
{152}
Yeni Bilim, Giambattista Vico, Çev: Sema Önal Akkaş, Doğu Batı Yay ınları

{153}
Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Wilhelm Dilthey , Çev: Doğan Özlem, Notos Kitap Yay ınevi
{154}
Heidegger’in Çocukları, Richard Wolin, Çev: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yay ınları
{155}
“Üç encümen, bir odada içtima etti. Riyasetine Hoca Müfit Efendiyi intihap eyledi Meseleyi müzakere etmeğe başladılar. Şer'iye Encümeni mensup hoca efendiler; hilafetin saltanattan münfek olamıyacağını, maruf safsatalara istinat
ettirerek, iddia ettiler. Bu müddeayatın cerh ve nakzında serbest idarei kelam edenler, ortaya çıkar görünmediler. Biz çok kalabalık olan ayni odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Bu tarzda, müzakerenin maksut neticeye iktiranına
intizar etmek, beyhude idi. Bunu anladık. Nihayet; müşterek encümen reisinden söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle, şu beyanatta bulundum: «Efendim, dedim. Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye,
ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına, vazıulyet olmuşlardı; bu tasallutların altı asırdan beri idam
eylemişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız,
bırakmıyacak mıyız? meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine
hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
İşin ciheti ilmiyesine gelince; hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim» dedim ve uzun uzadıya birtakım izahatta bulundum. Bunun üzerine Ankara Meb'uslarından, Hoca Mustafa Efendi, affedersiniz
Efendim; dedi biz meseleyi başka noktai nazardan mütalâa ediyorduk; izahatınızdan tenevvür ettik. Mesele, Müşterek Encümence halledilmişti.
Süratle kanun layihası, tespit olundu. Ayni günde Meclisin ikinci celsesinde okundu. Tayini esami ile reye vaz'ı, teklifine karşı, kürsüye çıktım. Dedim ki, buna hacet yoktur, memleket ve milletin istiklalini ebediyen mahfuz kılacak esasatı Meclisi
Alinin, müttefikan kabul edeceğini zannederim (Reye sesleri) yükseldi. Nihayet, reis, reye koydu; ve müttefikan kabul edilmiştir, dedi. Yalnız menfi bir ses işitildi; «ben muhalifim !.».. Bu sada ( söz yok! ) sadalarile boğuldu. İşte Efendiler;
Osmanlı saltanatının; inhidam ve inkıraz merasiminin son safhası bu suretle cereyan etmiştir.” Nutuk, cilt II.
{156}
Dünyada monarşi: Avusturaly a (Federal Meşruti Monarşi), Antiller ve Barbados ((Meşruti Monarşi), Bahamalar (Meşruti Monarşi), Bahrey n (Mutlak Monarşi), Belçika (Meşruti Krallık), Belize (Meşruti Monarşi), Bhutan (Parlementer
Monarşi), Birleşik Arap Emirlikleri (Monarşi ile y önetilen 7 emirlikten oluşan federasy on), Brunei (Meşruti Monarşi), Büy ük Britany a / İngiltere (Meşruti Krallık), Danimarka (Meşruti Krallık), Fas (Meşruti Krallık), Grenada (Meşruti
Monarşi), Hollanda (Meşruti Krallık), İspany a (Meşruti Krallık), İsveç (Meşruti Krallık), Jamaika (Meşruti Monarşi), Japony a (Meşruti Monarşi), Kanada (Meşruti Monarşi), Kuvey t (Meşruti Monarşi), Lesotho (Monarşi), Liechtenstein
(Parlementer Monarşi), Lüksemburg (Meşruti Monarşi), Monako (Meşruti Monarşi), Malezy a (Federal Meşruti Monarşi), Nepal (Meşruti Monarşi), Norveç (Meşruti Krallık), Papua Yeni Gine (Meşruti Monarşi), Solomon Adaları
(Meşruti Monarşi), Suudi Arabistan (Mutlak Monarşi), Svaziland (Meşruti Monarşi), Tay land (Meşruti Monarşi), Tonga (Meşruti Monarşi), Umman (Meşruti Monarşi), Ürdün (Parlementer Monarşi), Vatikan (Seçime Day alı Mutlak
Monarşi), Yeni Zelanda (Meşruti Monarşi)
Table of Contents
1.Gün Çınar ağacının altı
2.Gün Temel ilkeler
3.Gün Yanardağın ağzı
4.Gün Töz devleti, devlet tözü
5.Gün Kara Mamba
6.Gün Kazanılmış içkin
7.Gün Ana katilleri
8.Gün Doğru yere bak
9.Gün Düşünüyor, o halde?
10.Gün Bilmediğimizi biliyoruz
11.Gün Dil oyunları
12.Gün Özgürlük bir yüktür
13.Gün Parçadan parçacıklara
14.Gün Ve Socrates zehri içer
15.Gün Kehribardaki olmaklık
16.Gün Benim payım nerede?
17.Gün O savı gerekli görmedim
18.Gün Mağaradan selam
19.Gün Yaygınlık ve daralma
20.Gün Derece mi, öz mü?
21.Gün Dogmatik uyku
22.Gün Mikro itirazlar
23.Gün İyinin ve kötünün ötesinde
24.Gün Bilgiden “bilgi”ye
25.Gün İçimize dert olan Spinoza
26.Gün Gönderimin nereye?
27.Gün Bir el freni
28.Gün Masadan önce masa
29.Gün Kahraman doğulur mu olunur mu?
30.Gün Son gün

You might also like