You are on page 1of 6

Edebiyat ve Sosyal Bilimler İlişkisine Giriş

Metin Kayahan ÖZGÜL

Şerife Aktaş hoca vefat etmeden bir kaç yıl önce Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat fakültesinde
Edebiyat Biliminin Meseleleri adında bir program düzenledi. Bu programın bildirileri
yayınlandı. Hoca ile müzakere tarzında fikir paylaşımları yapıldığı söylenmekte meselenin
teorik tarafıyla daha çok meşgul olmuştum.

Bu bahisteki itirazlarını güzel bir üslub ile ifade edeceğini belirtmiştir.

İlk itiraz Sosyal Bilimler’in bilim olduğunun zannedilmemesi olduğunu belirtmiştir. Bu


itirazları dile getirirken edebiyat hanesine artı olarak geçmesi niyetini taşımaktadır.

Edebiyat Fakülteleri var adı edebiyat fakat içinde sosyoloji, tarih ve felsefe yer alıyor fakat
bunu yadırganmadığı ve “Edebiyat Fakültesinde bunlar ne arar?” sorusunun net bir cevabı
olmalı veya “Beşeri Bilimler Fakültesi” isminde fakülteler var insan üzerine çalıştığı adından
belli ve onların içinde insanın payının az olduğunu düşünüyorum.

Herkes için kabullenilebilir olmasına rağmen Fen-Edebiyat fakültesi adlandırmasının ve bu ad


altında Fen ve Edebiyatın buluşması fikrinin garip geldiğini ifade etmektedir.

Edebiyat Fakültesi adlandırmasının bir noktada daha anlaşılır ve kabul edilebilir olduğunu şu
noktalara dayandırmaktadır:

Batı’da bulunan bilgi alanlarını tasnif etmek düşüncesi ortaçağdan beri yaygındır. Öncesinde
antik Yunan bilgi tasnifleri kullanılmakta, o tasnifin içinde Batı’nın kavradığı anlamda
Edebiyat, insanla ilişkisi olan her çeşit disiplinin altına girebileceği bir şemsiyeyi temsil eder.
Yani bu bağlamda adına Edebiyat denilen bilgi alanının içinde felsefe yer alır, tarih yer alır, o
dönemlerde henüz sosyoloji ve psikoloji yoktur ama insanla alakası olduğu düşünülen
disiplinler rahatlıkla dahil edilebilir. Ortaçağ’dan beri batı böyle bir fikirle kendisini
olgunlaştırıyor. Bu fikir yapısından bizler ne zaman ayrı düştük tarzında bir soru sorulacak
olsa sanayi devrimi ve sonrasında teknoloji merkezli bilimsel çalışmaların artması cevabını
alabiliriz.

“Bilim ne işe yarar?” sorusuna “Teknoloji’yi oluşturmaya yarar.” tarzında cevap verilecek
olursa, Teknoloji’ye hizmet eden Dünya’yı açıklamaya hizmet eden bilimleri ancak pozitif
saymaya başlayınca bazı alanları da bunun dışında tutma gereği doğuyor onların adına negatif
bilimler denilse daha rahat bir tablo çıkabilir fakat onlara pozitif denilirken bu alanın dışında
kalanlar bilimsiler, bilim gibiler var

Batı, bilimle bilim olmayanı ayırırken Antik Yunan dan beri epilstem(mutlak bilgi) ve doksa
kriterini kullanmaktadır. Epilstem, yani akılla kavranan ve gözlemlerle desteklenen,
gerektiğinde ise laboratuarda denenebilen neticesinde ise mutlak sonuçlar çıkarılabilen
bilgidir. Bu çıkan sonuçların ise evrenselliğinden eminlik söz konusudur. Doksa ise akılla
uzaktan alakası olmasıyla birlikte aslında kalb ve duygularla kavranılan bilgidir. Basit bir
ayrım yapılacak olursa Simya doksa , kimya ise bir epilstemdir. Simyanın içinde dualar,
büyüler, hayal gücü, büyük emeller var. Burası insani bir alan olarak kabul edilebilir.
Astronomi, simya bir doksadır ama astroloji en doksa diyebileceğimiz bir noktadır. Astronomi
doksadan evrilerek bilimleşen bir epilstemdir. Bu ikisi arasında olan farkı belirlerken batı
edebiyatı şemsiye alan olarak belirleyerek

Postmodern çağda tarih kavramı yeni baştan oluşturulurken Tarih’in bir bilim olup olmadığı
yeniden tartılıyor bu tartımın sebebi ise tarihin epistem mi doksa mı olduğuna karar
vermektir. Tarih bir epistem olmak noktasında gayret ederken postmodern çağda doksa
olduğu söylenilmektedir. 19. Yy ve 20.yy zamanlarında tarihin neye vesika dediği başka türlü
tarif ediliyor. Böyle bir duruma Tarih aslında tarihçinin kişisel kayıtlarından öteye geçmiyor,
dokanın dışına taşamıyor çünkü bir şeyin tarihini yazmak demek siz onu yaşamamış iseniz
size anlatılanlardan yola çıkacaksınız demektir. Burada nakil, rivayet söz konusu olur ve
nakkal denen adam ravi denen adam edebiyatın sözlü alanının birinci ağızlarıdır. Tarihi nakl
ediyorsa tahkiyedir. Gerçeği naklederken bile tahkiyedir. Bunun sebebi ise aynı maçı
seyreden iki grubun varlığı söz konusu olsa hakem aynı olay ve aynı kişiler için hepimiz farklı
yorumlar yaparız ve farklı açılardan bakarız demek ki nakl eden kişiye güvenilemez.
Güvenilemediği yerde önümüzde cereyan eden futbol maçının tarihçesi bile bir doksaya
dönüşür. Böyle bir durumda tarih yazarı kendi birikimlerinden hareket ediyorsa Nâimâ gibi
gördüğünü yazıyor ise gördüğünün kendinde bıraktığı intibaı yazıyordur, biz iise o intibaın
tarihin en gerçek hali olup olmadığını asla bilemeyeceğiz. Nakl ediyorsa da biz o nakl
edilenin ne kadar objektif, ne kadar subjektif nakl ettiğini asla bilemeyeceğiz. Adına gerçek
dediğimiz şey aslında üzerinde fikir birliğine vardığımız çoğunluğun gerçek dediği şeydir.

Tarih tarihî roman ihtiyacını karşılayan  bir metindir. Bütün Osmanlı geleneklerinde tarih
kitaplarının böyle okunduğunu görebiliriz. Bu sebeble edebiyat şemsiyesi altına dahil
edilmektedir.Niye tarih kitaplarında mağlûbiyetlerden ya hic bahsedilmez yada bahsedildiği
yerlerde ne için iki satırla geçerde zafer anları uzun uzadıya anlatılır? Yazılan edebi kıymet
ifade eden bir metin bir anlatı olması dolayısıyla bir narasyon söz konusuysa orada taraf
tutulabilir bir durum olacaktır. Tarih çalışmak için bir bilim adamı ciddiyeti taşınması
gerekmeyecektir.

İstiklal harbinin tarihi Yunan tarihinde de böyle mi anlatılmış aynı savaşta iki taraf olduğu
için iki tarafın tarih kitabında da aynı şeyin yazması gerekmez miydi iki kere iki dört ederken
neden İstiklal Harbinin durumu iki tarafta da aynı yorumlanmamaktaydı. Bunun sebebini tarih
bir doksadır cevabını vererek açıklamak mümkündür. Edebiyat kadar doksadır hatta
edebiyatın bir alt dalıdır. Tarih uğraşıldığı takdirde kimi alanlarda bilimleşir. Herkes için
geçerli doğruları bulursunuz. Fakat vesika kullanmak tarihi bilim yapmaz çünkü vesikayı da
birileri yazmıştır.

Fransız bir kişinin ifadeleri şu şekildedir: "Yazıya geçirilen herşey aslında bir yanıyla
edebiyattır." Sözlü olan kısma Fransız ve ingilizleri baza aldığımız zaman edebiyat
denilmediğini görürüz. Edebiyat ifadesi yazılı olan kısım için kullanılmaktadır. Tarihte
yaşanan bu durum Felsefe ve Psikoloji, iktisat, sosyoloji gibi diğer alanlar için de geçerli
olmaktadır.
Adına iktisat deniliyor fakat bu dünyanın içerisinde edebiyattan hatta roman dünyasından
çıkarılmış teoriler bulunmaktadır. İktisat edebiyatın alt başlığıdır.

İktisat bir beşeri alandır, beşeri en iyi anlatan ise edebiyattır. Felsefe’nin insanı anlamak ve
açıklamak dışında bir derdi yok, hala dünyayı açılamak gibi bir derdi yoktur. Tanıdığımız
felsefeciler yazdıklarını açıklamanın yolu olarak edebiyat eseri vermişlerdir. Mesela Volter
tiyatro, şiir, roman yazmıştır. Bunlar eski felsefeyi temsil ediyor olarak düşünürsek,
günümüze yakın olarak Sartre ise existentialismi küçük bir risalede açıklamıştır. Oruç Aruoba
felsefeye hizmetini edebiyat üzerinden sürdürdü. Felsefenin kendisini ifade edebileceği yer
edebiyattır. İnsanların sizi anlamasını istiyorsanız edebiyat yoldaşınızdır. Bu bir insanlık
durumudur. İnsanı insanla anlatmak gerekir, insanı da felsefe ile değil edebiyatla anlatmak
gerekir.

Psikoloji’den önce de adına bilim deyin demeyin gerek tasavvufla gerek kıyafetnamelerde
insan ruhunu çözmeye karşı bir çaba vardı. Aristotales’den beri insan ruhunu anlamak bir
derdimizdir. Adına insan eğitimi dediğimiz hususun ne kadar büyük bir kısmının pskolojik
malumat olmadıkça gerçekleşemeyeceğini düşünmek gerektir. Tasavvuf eğitimine
baktığımızda nefsini öldürmek denilen sistemi psikoloji bilmeden mümkün değildir. Fakat bu
bir doksa, ilm-i ruh denilen ruh üzerinden ilerleyen bir bilgidir. Pozitif olmadığı için bilim
diyemeyiz fakat çok derin bir bilgidir. Edebiyatın bir parçasıdır. Freud, Adler edebiyat
alanıyla ilişkili çalışmalar yapmışlardır. Mesela Adler, insan ruhunun malzemesi edebiyatta
yattığı için masallar ve mitoslar üzerinde çalışmışdır. Kırmızı başlıklı kızın psikolojik yönünü
ele almaya çalışır. O masalı ortaya koyan edebiyat içerisinden ve derin bir psikiyatri bilgisi
var ama adı bu değil malzeme olarak doksa olarak orada bulunuyor. Frued’un Musa kitabı bir
psikolojik roman olarak kabul edilebilir. Bütün kutsal kitaplar doksanın alanına girer. Kıssa
dediğimiz an edebiyatın alanında olursunuz. Rüya yorumları insanlığın müşterek doksalarına
dair bilgi veriyor. Yorum demek insanın kendi cümleleri vardır ve subjektif bir çalışma
yapıldığı ortadadır. Bu ise Frued’un yaptığının doksa olduğunu gösterir. Frued’un Rüya
Yorumları kitabı ile Endülüs de yetişen Nablûsi’nin tabirnâmesini açıp aynı imgeler için
bakıldığında birebir örtüştüğü görülecektir. Böyle bir durumda Nablûsinin bilim yaptığı mı
düşünülür yoksa psikiyatrinin bilim olmadığına mı?

Psikiyatri edebiyatın ruhu kurcalayan ruhun derinliklerine inmeye çalışan tarafını anlamak
için geliştirilmiş bir şey olarak görünüyor. İnsanlığa uygulandığında birisine “Sen niye katil
oldun? Çocukken baban seni mi dövüyordu?”şeklinde sorulması dahi bir tahkiye grubuna
girer. Sebeb-sonuç ilişkisi kurarark bir küçük hikaye yazmaya çalışıldığı gözlemlenmekde. O
yüzden narasyon denilmektedir. Tarih ne kadar yaşanan hadşselerin tahkiyesi ise Frued’un
anlattığı adam da o kadar narasyondur. Ne için histori kelimesi ile story kelimesi bu kadar
benziyor bir düşünelim.

Sosyoloji, Auguste Comte oluşturmuş diye söylensin veya söylenmesin hiç fark etmez
sosyoloji varlığını cemiyet olduğu sürece korumaktadır. Cemiyeti, milleti bir arada tutmak
için sosyoloji bilmek gerekir. Bunları sadece Aguste Comte’ye bağlamak mümkün değildir.
İlm-i ictimâi bir insanlık durumudur, doksadır ve edebiyat alanına girer. Doksanın olduğu
alanda bilgiler belirir fakat edebiyat bilimi diye bir bilim belirmez. Edebiyatın hepsiyle ilişkisi
var çünkü onlar çok uzun zamanlardan beri edebiyat alanındadır. Mecelle’yi okurken atalar
sözü gibi sözler ortaya çıkıyor mecellede edebiyatla alakalıdır. La Fontenin masalları
kocaman bir iktidarın hukuksuz ve adaletsiz olduğunu ortaya koyduğu için yasaklanmışdır.
Hukuk alanı da edebiyatla ilişklidir ve bir alt dalıdır. Bahsi geçen hukuk şaman çağından beri
alakalı olan bir hukuktur. Günümüz hukukuna baktığımızda edebiyatla ilişkisini kestiği için
edebiyatla alakalı olduğu anlaşılamaz. Adalet hissi adalet sarayına değil Raskolnikof’u
okuduğunuzda öğreneceğiniz bir şeydir. Hukuk’un temelleri derken birazda kasıt edebiyat ve
onun edeb arayışı olduğunun fark edilmesidir.

Bugün edebiyat sanat olarak mı yoksa bir sosyal alan olarak mı oluşturduğunu ciddi ciddi
düşünme noktasındadır. Bir zamanlar kendi şemsiyesi altında bulunan alanlar disiplin halini
alıp doksadan uzaklaşmaya çalışıyorlar. Edebiyat eser verirken doksa ile meşguldur. Edib eser
verirken doksanın alanında edebiyatçı ise verilmiş eser üzerine incelemelerini yaparken
disiplin olan edebiyatın alanında kendini buluyor. Edebiyat hem beşeri alan olduğunu hem de
bir güzel sanat olduğunu hatırlamak zorunda kalıyor.

Edebiyatın incelemesi bilimsel olmadan yapılabilir mi sorusu başka sanatların da nasıl


değerlendirildiğini anlamaya yönelmeyi gerektirir. Beğenmedim ifadesinden sonra herhangi
bir açıklamaya ihtiyaç duymamasından dolayı edebiyatın en namuslu eleştirmeni Nurullah
ataç olduğunu ifade etmektedir. Hangi alan yardımcı olursa olsun bir eserin
değerlendirmesinde neyi aradığınız, neyi bulamayınca onu eleştirdiğinizi açıklamak mümkün
değildir. Pozitif, reel ve mantıklı bir açıklaması kimsede yoktur. Muhteşem denildiğinde
herhangi bir ölçüsü yoktur. Tutunamayanlar çok önemli diyecek olduğumuzda bunun bilim
olabilmesi için yüzyıllar sonra da aynı objektiflikte devam etmesi gerekmektedir.

Sosyal alanlar tespitte bulunur fakat bunlar asla değişemez değildir. Edebiyat şemsiyesi
altında bulunan bütün alanlar gibi her zaman olumlamak ve olumsuzlamak durumunu içinde
barındıran kaypak bir zeminde çalışıyor. Bugün söylenilen yarın değişebilir, bugünün doğrusu
yarın yanlış olabilir. Bunun sebebi bu alanın değişmez gerçekler barındırmamasıdır. Doksa
böyle bir durumdur ve sosyal bilimlerin hepsinde vardır. Hepsinin ortak sıkıntııs ve ortak
kabiliyetidir. Sosyal alanlar bilim olmak için kendilerini yormasalar çok daha geniş
imkanlarla çalışılacak. Bu sebeble postmodern gelişmeler olumlu bulunabilir. Yeniden
inanca, tarihe, milli değerlere dönmeye çalışılması anlamlı görünmektedir. Pozitif bilimler
evrenseldir. Sosyal bilim denilenlerin hiç biri evrensel değildir. Suyun kaynama sıcaklığı
bölgeye ve yere göre değişkenlik arz etmez. Fakat sosyal alanların hiçbirinde verilen hüküm
aynı olmaz veriler, yorumlar ve yorumlayanlar farklıdır. İngiliz feminizmi şu neticeye vardı
Türkiye’de de bunu yapsak aynı sonucu alırız diyemeyiz. Şartlar farklıdır, insanlar farklıdır
sonuçta buna dayanarak farklılık arz eder.

Modern bilim deyince artık post-modern bilim anlaşılır ve bu bilim doksa kavramına daha
yumuşak bakmaktadır. Durum böyle iken Edebiyat Bilimi tabiri yanlış anlaşılmalara müsait
bir şekil alır. Edebiyat Bilimi yerine ilim kelimesini canlandırarak hareket etmek gerektiğini
söylemekte. İlim kelimesi doksayı daha içine kapsar bir durumdadır. Edebiyat ilmi deyince
burada ilim kelimesini olabilecek en yumuşak haliyle anlamak gerekmektedir. Bilim olsun
diye yapısalcılığa müracaat çözüm değil, kabukla meşgul olan alanlarda pek tabi değişmez
sonuçlar bulmak mümkündür. Bir mısra sadece sentaks noktasından değerlendirip anlamına
bakılmıyorsa orada hiç yanılmayacak bir tespitte bulunmak mümkündür. Fakat bu bir şiir
tespiti sayılmaz orada bir sanat yoktur cümlenin tespiti söz konusudur. Bu durumda
strüktüralist olunmuş ve bir yapı incelemesi söz konusu olmuştur. Zahirde görünen yapı kişiyi
veya durumu ne kadar yansıtabilir. Bir romanın yapı incelemesinden çıkan hangi sonuçlar ben
bu romanı hakikaten anladım dedirtebilir?

Edebiyat’ın ruhu yeniden hatırlanmak zorundadır. Yorum yapılması hermonitik bilinmesini


gerektirir. Edebiyat alanında analiz yapmak ruhların, davranışların analizini yapmaktır.
Edebiyat güzel sanatlar gibi ben kavramına açık olan alanlardır. Suyun 100 derecede
kaynaması bütün insanlığa açık bir durum fakat otuz beş yaşına gelmiş bir okurun Otuz Beş
Yaş şiirini okuması çok öznel bir durumdur. Ve bu değerlendirmede bence ifadesini
kullanmalıdır. Sosyal alanların her biri bana göre denilebilen alanlar olmalıdır. Bilim olmak
adına ben kavramından çıkarak ruhtan uzaklaşılmamalıdır. Yumuşamak gerekli yumuşadıkça
eserin özüne ulaşmak mümkündür. Akademi dünyasının en önemli sıkıntısı birilerinin falanca
harekete dahil sayılmasıdır. Birileri post-modern edebiyat kuramını okumuş okuduğu günden
itibaren her gördüğü yere bu kuramın uyarlmasını yapmak sevdasında görünüyor. Ahmed
Mithat Efendi’nin Romanlarında post-modernizm adında yazı görülmesi hayret vericidir.
İnsan elindeki malzemeye dikkat etmelidir. Bütün bu bilim alanları bize bir imkan sağlıyor.
Bu imkan her çeşit edebiyat teorisi, her çeşit edebiyat metodu, her çeşit analitik imkan bize
metne yaklaşmak için fırsat tanıyacaktır. Bu imkanların her birini öğrenelim, kaç tane mevcud
hareket varsa hepsini okuyalım. Sadece bir alana bağlı kalınmamalıdır. Aynı metin yedi-sekiz
metodu iç içe geçirerek hepsini de kullanarak tahlil edilmeye çalışılsa sonuç çok daha verimli
olmaz mı? Biz bu alanların sadece birisini seçmek mecburiyetinde olmamalıyız.

Kanonsuz edebiyat olmaz. Mesela Asya’da tespit edilen ilk şiirlerde mısra başı kafiyesi var
kanon öyle gelmiş ama bir tarih geliyor kafiye mısranın sonuna taşınıyor ve kanon değişikliği
yaşanıyor küçük bir şey gibi görünse bile metin kavrayışımızı tam tersine çevirdiğimizi
gösterdiğinden önemli bir durumdur. Bu bir kanondur ve poetik olarak değeri vardır. Mesela
hecenin yanına aruzu eklemek ciddi bir kanon değişikliğidir. Mesnevi ve meddah hikayesini
terk edip romana geçişimiz kanon değişikliğidir. Kanon kelimesini batıdaki karşılığıyla
kullanmaktan vazgeçmemiz gerekmektedir. Kanonu olmayan bir kabile bile yoktur. Amazon
ormanlarında ateşin etrafında türkü söylüyorsa onun da bir kanonu vardır. Kanon kelimesini
yerli uyarlamayla birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

Bir metni bir teoriye dayandırmak ne kadar doğrudur?

Batı’da edebiyat teorilerini edebiyatçılar koymazlar. Bizim felsefecilerimiz edebiyat


bilememekte, edebiyatçılarımızda felsefe bilmemektedir. Batı’da önce sanatçı eserleri ortaya
çıkarır sonra o sanatçıların eserlerindeki müşterek yanlardan hareketle bunun teorisini felsefe
bilen birisi oluşturur. Mevcud eserlerdeki küçük çıkıntıları gören birisi yeni halin teorisini
kurar. Mesela, önce modern ötesi eserler belirmeye başlar sonrasında bunları değerlendirerek
birileri post-modern edebiyata dair teori oluşturur. Bizde tam tersi oluyor edebiyat teorisi
çalışan yok ama batıdan hangi edebiyat teorisi tercüme edilmişse o teoriye göre eser vermeye
çalışan birileri çıkıyor. Yanlış olan durum bu ters işleyiştir. Onlarda eser verilip teori oradan
çıkarılıyor bizde ise batıda teorinin tercümesi görülünce bunlar varmış hemen bir post-modern
romanda ben yazayım denilebiliyor. Bu sıralama sağlıklı bir durum değildir. Bunu
değiştirerek kendi edebiyatımızın teorisini ortaya koymak için felsefe bilen kişilere
ihtiyacımız vardır.

You might also like