You are on page 1of 233

Makaleler

Hasan Ürkmez

ayışığı kitapları
Hasan Ürkmez 1960’ta Ordu|Ünye’de doğdu. İlk ve Orta Öğrenimini
doğduğu şehirde tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için Almanya’ya gitti.
Nürnberg|Erlangen Üniversitesinde iktisat öğrenimine başladı. Bitirmedi.
Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Devlet Bilimleri
okudu. Sosyal Psikoloji dersinde ruha inanmadığını söyleyen hoca okulu
bırakmasının sebebi oldu. Reklamcılık ve yayıncılık yaptı. Edebî çalışmalarına
Mavera dergisinde başladı. Haziran 1991-Nisan 1992 arası Almanya’nın
Nürnberg şehrinde Gurbet Postası dergisini yayınladı ve çalışmalarını orada
sürdürdü. 1995-2002 yılları arasında 7 yıl boyunca Kafdağı dergisinin sanat
yönetmenliğini yaptı. Berlin TFD Televizyonu’nda 2 yıl (1998-199 9) moderatör
olarak çalıştı. Televizyonun kapanması üzerine serbest meslek hayatına döndü.
2008 yazında 16 bölümlük «Almanya’da Türk İzleri» belgeselinin Almanya
koordinatörlüğünü yaptı.2015 yılında Mahfil dergisini yayınladı. Halen
Berlin’de yayınlanan Köprü Dergisi’nin Sanat Yönetmenliğini yapan yazar,
Kasım 2013 yılından bu yana haftalık özel felsefe/hikmet ve nazarî tasavvuf
dersleri veriyor.
Evli ve üç çocuk babasıdır.
Diğer Eserleri: Kozmik Derkenar, Âfitap-Hikayeler (Yayınlanmadı), Ölümler
Yağıyor Şehrin Üstüne-Şiirler ve Türkçe’nin Kısa Grameri (Yayınlanmadı)
İÇİNDEKİLER

Birinci Bölüm
MAKALELER

BAŞ­LAN­GIÇ YE­Rİ­NE......................................................................11
OKUMAK...........................................................................................13
SA­ÇI UZUN AK­LI KI­SA OL­MA­YA DA­İR......................................15
HA­YAT ÜZE­Rİ­NE MÜ­TA­L­ALAR................................................24
AL­LAH, K­İNAT VE İN­SAN..........................................................29
DÜ­ŞÜN­CE ÜZE­Rİ­NE NOT­LAR......................................................32
İN­SAN VE K­İNAT DÜ­ŞÜN­CE­Sİ, ................................................34
BU DÜ­ŞÜN­CE­NİN BİR SİS­TEM HA­LİN­DE
SU­NUL­MA­SI VE UN­SUR­LA­RI­NIN
BE­LİR­LEN­ME­Sİ ÜZE­Rİ­NE DÜ­ŞÜN­CE­LER.................................34
ÜÇ MEVZU: 1. FELSEFE 2. KELAM 3. TASAVVUF...................39
AN­LA­MAK, AN­LAŞ­MAK VE AN­LA­ŞIL­MAK
ÜZE­Rİ­NE KAR­MA­ŞIK DÜ­ŞÜN­CE­LER.........................................40
BİL­ENİN BİL­ME­Sİ BİL­ME­CE­Sİ.....................................................44
TA­SAV­VUF VE İLİM........................................................................47
İBA­DET ŞU­URU­MUZ.......................................................................51
İLİM NE­DİR?.....................................................................................55
BİLME KATEGORİLERİ..................................................................59
GE­Rİ KAL­MIŞ­LIĞI­MIZ ÜZE­Rİ­NE.................................................61
DİL ÜZE­Rİ­NE....................................................................................64
GÜT­TÜ­ĞÜ­MÜZ G­YE....................................................................67
ÖL­MEK...............................................................................................70
YA­ŞA­MAK.........................................................................................72
İN­SAN.................................................................................................74
AV­RU­PA..............................................................................................76
PEY­GAM­BER....................................................................................78
Aİ­LE: AN­NE, BA­BA VE ÇOCUK....................................................80
KADINA VE ERKEĞE DAİR...........................................................83
DOST­LUK VE DÜŞ­MAN­LIK..........................................................86
GENÇ...................................................................................................88
DİNLEMEK İLE SÖYLEMEK.........................................................90
HAKİKATİ ARARKEN BAŞIMIZA GELEN..................................92
HA­Kİ­KAT............................................................................................95
DERİNLİK VE GENİŞLİK................................................................99
MÜ­SA­MA­HA, HOŞ­GÖ­RÜ, TO­LE­RANS..................................... 101
HOŞGÖRÜ GAYE OLABİLİR Mİ?............................................... 104
NECİP FAZIL’I HATIRLARKEN................................................... 108
SONSUZLUĞU ALGILAMAK.......................................................111
TERÖRİZM.......................................................................................114
ŞUURSUZLUK SARMALI.............................................................117
BİREYSELLİK Mİ, TOPLUMSALLIK MI?..................................119
KADİME BAĞLANMAK VE
YENİ BİR DİL İNŞA ETMEK........................................................ 124
AHLAKSIZLIK DİZ BOYU........................................................... 126
AHLÂK ÜZERİNE.......................................................................... 128
ÖZEL HAYAT.................................................................................. 130
TARİH İLE SÖZ SÖYLEME HAKKI........................................... 133
YANLIŞI BULMAK........................................................................ 135
BİLGİ VE İNTİBAK....................................................................... 138
MÜESSES NİZAMIN MUKADDER ÇÖKÜŞÜ........................... 140
SİSTEMİ KURTARMAK................................................................ 146
İYİ BİR ÖĞRETMENE İHTİYACIMIZ VAR............................... 149
MUTLU MUYUZ?.......................................................................... 152
MODERNİZM DÜNYAYA BAKIŞIMIZI DEĞİŞTİRDİ............. 155
BOŞLUĞA SESLENİŞ.................................................................... 158
AKL-I SELİM’İ BİLMEYE DAVET.............................................. 160
HIRS İLE GAYRET......................................................................... 163
HALİMİZİ DÜŞÜNÜRKEN........................................................... 171
MEZHEPLER MESELESİ.............................................................. 180
İSLAMCILIK................................................................................... 184
NİÇİN ACİZ KALIYORUZ?.......................................................... 188
İkinci Bölüm
TARİH NEDİR?
Tarih Usulü üzerine küçük bir araştırma

TARİH NEDİR?............................................................................... 193


TARİHÇİ KİMDİR?......................................................................... 194
TARİH İLMİ..................................................................................... 196
TARİH İLMİNİN ÖNEMİ............................................................... 197
TARİH METODOLOJİSİ-TARİH İLMİNİN İLMİ....................... 197
TARİHİN SÖZLÜK VE ISTILAH ................................................ 198
ANLAMLARIYLA BİRLİKTE TARİFİ........................................ 198
TARİH YAZIMI............................................................................... 199
TARİH YAZIMINDA KAYNAKLAR............................................ 200
TARİH YAZIM ÇEŞİTLERİ......................................................... 203
TARİH İLMİNİN TEDVİNİNDE GEREKLİ................................. 206
YARDIMCI İLİM DALLARI......................................................... 206

Üçüncü Bölüm
BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi/Söyleşi

BİTMEYEN GÖÇ.............................................................................211
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi
Sevgili dostum, aziz gönül adamı
Nusret Özcan’ın hatırasına...
Birinci Bölüm
MAKALELER
Makaleler | 11

BAŞ­LAN­GIÇ YE­Rİ­NE

Hiç­bir­ şey 11 Ey­lül’le baş­la­mış de­ğil. 11 Ey­lül’den ön­ce de


dü­şü­ne­mi­yor­duk, şim­di de... Bu yüz­den ki­mi­le­ri geç­miş dö­nem­
ler­e gön­der­me ya­pa­rak mo­dern haç­lı se­fer­le­ri de­me­yi ter­cih edi­
yor olan­la­ra; ki­mi­le­ri hâ­lâ bir ta­kım komp­lo te­ori­le­riy­le izah et­me­
ye ça­lı­şı­yor. Bun­la­rın hiç bi­ri­ni top­ye­kûn red­det­mek ge­rek­me­di­ği
gi­bi top­ye­kûn ka­bul de mak­bu­lü­müz de­ğil­dir. Olan­dan ha­re­ket­le
ol­ma­sı ge­re­ke­ne da­ir bir fik­rî yü­rü­yü­şün tem­po­su­nu tut­tu­ra­ma­dı­
ğı­mız müd­det­çe bu tür ola­ya­lar­la her za­man kar­şı­laş­ma­ya de­vam
ede­ce­ğiz. Ve her olay ru­hu­muz­dan bir par­ça da­ha ko­pa­ra­cak ve
mu­ha­fa­za et­mek­te ar­tık zor­lan­dı­ğı­mız şah­si­ye­ti­miz­den bir par­ça
da­ha kay­bet­me­ye mec­bur ka­la­ca­ğız.
Bu bir ke­ha­net de­ğil... Na­sıl ki, olay­la­ra ba­kıp on­la­rın se­bep­le­ri
hak­kın­da bir fi­kir el­de ede­bi­li­yor­sak, yi­ne ay­nı olay­la­rın baş­ka
olay­la­ra se­bep ola­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­dü­ğü­müz­de bu­nun böy­le ola­bi­
le­ce­ği­ni de ko­lay­ca bu­la­bi­li­riz.
Bu­gün­kü olay­la­rın vu­ku­un­da­ki se­bep­ler­de bi­zim dah­li­miz ne
ka­dar­dır? Ya­rın­ki olay­la­ra ne ka­dar dah­li­miz ola­cak­tır? Dah­li­miz
der­ken on­la­ra te­si­ri­miz, on­la­rın oluş­la­rı­na mü­da­hâlemiz ne ka­dar­
dır de­mek is­ti­yo­ruz el­bet­te. Dü­nü, bu­gü­nü ve ya­rı­nı dü­şün­me­yi
12 | Saçı uzun aklı kısa
ge­rek­li kı­lan bu so­ru­nun ce­va­bı­nı hak­kıy­la ve­re­bil­di­ği­miz za­man
hak­kı­mız­da ve­ri­len fer­man­la­rı de­ğiş­tir­me hak­kı­na da sâhip ola­ca­
ğı­mı­zı dü­şün­mek­te bir be­is gör­me­ye ge­rek kal­maz.
En bü­yük has­ta­lı­ğı­mız: Dü­şü­ne­me­mek. Hat­ta dü­şü­ne­me­di­ği­mi­
zi bi­le dü­şü­ne­me­mek... Dü­şü­nü­yor­muş gi­bi ya­pan ama yap­tı­ğı­nın
dü­şün­mek­le hiç bir alâ­ka­sı ol­ma­yan sirk may­mun­la­rı­nın dü­şü­nür
gi­bi du­ruş­la­rın­dan fark­lı de­ğil du­ru­şu­muz. Gö­ren de bi­zim dü­şün­
dü­ğü­mü­zü zan­ne­di­yor.
İn­san­dan is­te­nen ya­ra­dı­lı­şı ica­bı akletmesidir. Eş­ya­nın ha­ki­ka­
ti­ne nü­fuz et­mek, biz­zat ha­ki­kat hak­kın­da kü­çük de olsa bir ka­na­
at sa­hi­bi ol­mak için akletmek ge­re­kir. Ya­ni eş­ya­nın eş­ya ile mü­na­
se­be­ti­ni an­la­mak, an­la­ma­ya ça­lış­mak, en azın­dan an­lar gi­bi
ol­mak... Eş­ya di­yor­sam mü­şah­has an­lam­da eş­ya­dan de­ğil, mü­cer­
red olandan bah­se­di­yo­rum el­bet­te.
Bun­la­rı mak­ro tes­bit­ler ola­rak mar­ka­la­yın.
Bir de ha­li­mi­zin mik­ro tes­bit­le­ri­ni yap­mak lâzım ki, bu, bir
ya­nıy­la ya­şa­dı­ğı­mız me­kân­la alâ­ka­lı, di­ğer ya­nıy­la doğ­ru­dan
şa­hıs­la­rı­mız­la ya­ni ken­di­miz­le...
Ya­şa­dı­ğı­mız me­kân­la alâ­ka­lı, çün­kü ya­şa­dı­ğı­mız me­kân bi­zim
için, baş­ka­la­rı ne der­se de­sin hâ­lâ «vatan» ol­mak­tan çık­mış ve­ya
çı­ka­rıl­mış de­ğildir.
Ken­di­miz­le alâ­ka­lı, zi­ra «Ki­mim ben; ne­yim?» di­ye ken­di­mi­ze
sor­du­ğu­muz­da ve­re­ce­ği­miz bir ce­va­bı­mız yok. Ce­vap di­ye dü­şün­
dük­le­ri­miz bi­rer zan­dan iba­ret yal­nız­ca. Zan­nın ise ilim­de iş­gal
et­ti­ği, ka­bul edi­le­bi­lir bir ye­ri yok.
Ha­di­se­le­ri ke­ke­le­ye­rek he­ce­le­yen­ler de­ğil, ez­ber­le­miş­çe­si­ne
oku­yup, an­la­yan­lar ve yo­rum­la­yan­lar ol­ma­dı­ğı­mız müd­det­çe
sü­rün­gen­leş­mek­ten kur­tu­la­ca­ğı­mı­zı umu­de­den­ler ya­nı­lı­yor.
Doğ­ru yol­da olan bi­ziz, ves­selâm...
Makaleler | 13

OKUMAK

Okumak sembollerden mana çıkarmaktır. Bu tanımda izah edil-


mesi gereken anahtar kelime «sembol»dür. Öyleyse sembollerin
ne olduğunu bilmek lâzımdır ki, okumanın ne olduğunu yakînen
kavrayabilelim.
Buraya kadar kurduğumuz üç cümle var ve bu üç cümlenin
içinde –dördüncü cümle olan bu cümledeki son kelimeye kadar–
kullandığımız sembolleri saymaya kalktığımızda yüzlerce sembol
var: Evvelâ harfler –Türkçe’de yirmidokuz tane–, sonra heceler,
sonra kelimeler, sonra kelime gurupları, her harfin anlamlı veya
anlamsız bir sesi, ha keza her kelimenin anlamı veya anlamsız
kelimeler ve nihayet her biri bir mana bütünlüğü arzeden cümleler
ve cümlelerin bir arada dillendirdiği üst manalar...
Böyle bir okumak sadece harf sembolleri üzerinden hareketle
okumaktır ve esasen okumanın en elementar şeklidir. Şekilden
hareketle manayı okumaya doğru hareket etmek... Okumaktan
bahis açtığımıza ve meselemiz mücerret okumak olduğuna göre
kastettiğimiz elbette şekle bağlı bir okumak değil manayı okumak
ve onu anlamaya çalışmaktır.
Bu izahlar eşliğinde ele alındığında okumak ikinci üçüncü dör-
14 | Saçı uzun aklı kısa
düncü dereceden, manayı anlamaya yönelik perdeli bir okumaktır
ki, derece arttıkça okumaktan gaye olan manayı anlamaktan da o
derece uzaklaşıyoruz demektir. Bu anlamda manaları bize anlattığı
iddiasında bulunan en çetrefil ve anlaşılması zor bir felsefe kitabı
dahi –mana ile aramızdaki perdeyi azalttığını varsayarsak– ikinci
dereceden bir okumak sayılır. Çünkü manalar yazarının kâlemin-
den sembollerle bize aktarılmıştır ve bu yüzden de perdelenmiştir.
Eşyayı okumak, hadisâtı okumak, insanı okumak, taşı, toprağı,
yeri, göğü, ağacı, hayvanı, yıldızı, nebulayı okumak yani onların
da birer sembol olan hallerinden mana çıkarmak, işaret ettikleri
manaya ulaşmak okumak dediğimiz şeye azamî derecede yaklaş-
mış olmak demektir.
Kur’ân, okumak kökünden gelen bir kelime... Öyleyse Kur’ân
da bizzat kendisiyle beraber bir semboller topluluğunu temsil edi-
yor. Öyle bir semboller topluluğu ki, yukarıda sıraladığım müşah-
has eşya ve olayların dışındaki mücerred şeyleri anlattığı gibi
onları okumak ve anlamak yolunu da bize gösteriyor. Hem
Kur’ân’ı anlayacağız, yani okuyacağız hem de Kur’ân’ın haber
verdiğini okuyup anlayacağız ki, okumak bütün olarak tahakkuk
etmiş olsun. Bütün sembollerin sembolleştiği ve asıl bu semboller-
den mana çıkarılması, yani okunması gerektiği böyle anlaşılır.
Âlem varlığı itibariyle idrak edildikçe sonsuzlaşan bir mana
yumağı olduğuna göre onu okumak ne zor bir iş anlayın.
Makaleler | 15

SA­ÇI UZUN AK­LI KI­SA OL­MA­YA DA­İR

I. Ge­le­nek­le...(*)
Ge­le­nek­le­re bağ­lı ol­du­ğu­mu söy­le­ye­bi­li­rim. Ne ki bu bağ­lı­lık
salt ge­le­nek­ler­le ya­şa­dı­ğım, on­la­rı ha­ya­tı­mın ha­kim un­su­ru kıl­dı­
ğım an­la­mı­nı ta­şı­mı­yor.
Ge­le­nek kar­şıt­la­rı­nın an­la­dı­ğı bir mânâ­da ge­le­ne­ği ka­bul
et­mem bir ya­na, on­la­rın ge­le­nek­ten an­la­dık­la­rı şe­yi ge­le­nek di­ye
isim­len­dir­mek bü­yük bir ayıp ve bir an­la­yış­sız­lık gös­ter­ge­si za­ten.
On­lar top­lum­da ne ka­dar de­je­ne­re ol­muş gün­cel ve ta­ri­hî un­sur
var­sa, maalesef bun­la­rın hep­si­ni bir­den ge­le­nek zan­ne­di­yor­lar.
Örfün karşılığı olarak ge­le­ne­ğin en son sı­ra­da da ol­sa, hu­ku­kun
oluş­ma­sın­da bir yer iş­gal et­me­si bir ya­na, ne­ga­tif­lik­le­ri içe­ren bir
an­lam ta­şı­ma­dı­ğı akl-ı se­lim sa­hip­le­ri­nin bil­di­ği ba­sit bir be­da­hat.
Ge­le­nek, ce­mi­ye­tin ana di­na­mi­ği­ni be­lir­le­yen an­la­yış­la -ki hu­kuk
da za­ten bu an­la­yış üze­ri­ne ku­ru­lur/ku­rul­ma­lı­dır- doğ­ru­dan iliş­ki­li
ola­rak ge­liş/ti­ril/en bir alt an­la­yış ve ya­şa­yış bi­çi­mi­dir ki, ana an­la­
yış mer­ke­zi­nin mü­cer­red­lik­ten mü­şah­ha­sa dön­dü­rül­müş ve sü­rek­
li­lik ka­zan­dı­rıl­mış ol­ma­sı­nı ifa­de eder. Ge­le­nek­te «zor­laş­tır­ma­yı­
nız, ko­lay­laş­tı­rı­nız» öl­çü­sü­nün ru­hu­nun va­rol­du­ğu­nu se­ze­bil­mek
lâ­zım­dır.
16 | Saçı uzun aklı kısa
Müs­lü­man­la­rın bir kaç yüz­yıl­dan be­ri ege­men­lik­le­ri­ni kay­bet­
me­ye, da­ha doğ­ru­su an­la­yış­la­rı­nın ege­men­lik alan­la­rı­nın yal­nız­ca
vic­dan işi ol­ma­ya baş­la­ma­sın­dan bu ya­na, mer­kez an­la­yı­şa bağ­lı
ola­rak ge­liş­tir­di­ği ge­le­nek gi­bi alt-an­la­yış­la­rın­da da önem­li öl­çü­de
çar­pık­lık­lar ve sap­ma­lar or­ta­ya çık­tı. Ba­şı­boş ka­lan ge­le­nek an­la­
mı­nı, ken­di ge­liş­ti­ği or­tam­la­rın dı­şın­da­ki, ken­di­ne ya­ban­cı baş­ka
üst an­la­yış alan­la­rın­da ara­ma­ya ko­yul­du. Bu fark­lı alan için­de de
ka­bul edi­le­me­ye­cek an­lam­la­ra bü­rün­dü.
Ge­le­nek en sağ­lık­lı ge­liş­me or­ta­mı­nı top­lu­mu­nun bağ­lı ol­du­ğu
üst an­la­yı­şa, ya­ni var­lık, oluş ve in­san gö­rü­şü­ne bağ­lı ola­rak bu­lu­
yor. Bu açı­dan her­han­gi bir müs­ta­kil­lik söz­ko­nu­su de­ğil ge­le­nek
için. Bu yüz­den de bir do­ğu ve­ya ba­tı, is­lâm ve­ya hı­ris­ti­yan ya­hut
ya­hu­di ge­le­ne­ğin­den, hat­ta ay­nı mer­ke­zî an­la­yı­şa sâhip ol­ma­la­rı­na
rağ­men coğ­raf­ya­la­ra bağ­lı ola­rak ge­liş­ti­ri­len al­gı­la­ma bi­çim­le­ri­ne
gö­re de bir türk, arap, fars ve­ya al­man, fran­sız, in­gi­liz ge­le­ne­ğin­
den bah­set­mek müm­kün olu­yor.
Ge­le­ne­ğin top­lum­la­ra, ka­vim­le­re ve ce­ma­at­le­re gö­re şe­kil­len­
me­si­ve­ya şe­kil­len­miş ol­ma­sı, bağ­lı ol­du­ğu üst an­la­yış mih­ra­kı­nın
ken­di üzer­le­rin­de­ki ha­ki­mi­yet­le­ri sür­mek kay­dıy­la, va­rol­du­ğu
sü­re­ce par­ça un­sur­la­rın (türk, fran­sız, ka­ra­de­niz­li, bav­ye­ra­lı gi­bi)
ken­di par­ça bü­tün­lük­le­ri için­de bir ken­di­ne gö­re­lik -ken­di­ne gö­re
alt an­la­yış- bi­çi­mi­ni ge­liş­tir­me­si­ne yol açar. Esa­sen böy­le bir
ge­liş­me de ka­çı­nıl­maz­dır. Key­fi­ye­tin fert­ten ce­mi­ye­te doğ­ru iler­
le­yen ge­liş­me bi­çi­mi­ni gö­zö­nün­de bu­lun­dur­du­ğu­muz za­man,
bu­nun bu şe­kil­de ol­ma­sı ge­rek­ti­ği de ken­di­li­ğin­den or­ta­ya çı­kar.
Fer­de ka­dar in­di­ri­le­bi­le­cek olan bu du­rum eğer böy­le ol­ma­ya­cak
ol­say­dı fer­dî ve iç­ti­maî key­fi­yet­le­rin, bu­ra­dan baş­la­ya­rak me­de­ni­
yet­le­ri oluş­tu­ran key­fi­ye­tin doğ­ma­sı ve fert­le­rin şah­si­yet, ce­mi­yet­
le­rin ve me­de­ni­yet­le­rin de sü­rek­li­lik ka­za­na­bil­me­le­ri müm­kün
ol­maz­dı. Di­ğer yan­dan ya­ra­dı­lış­ta­ki fark­lı­lık­la­rı­mız -her­şe­yin
zıd­dıy­la ka­im ol­ma­sı, ya­ni hiç­bir şe­yin bir baş­ka şe­ye ben­ze­me­
me­si- de bu gö­rü­şü­mü­zü doğ­ru­lar ma­hi­yet­te­dir.
Al­lah Kur’ân-ı Ke­rim’de in­san­la­rı ka­vim ka­vim ya­rat­tı­ğın­dan
bah­se­di­yor. İn­san­la­rı ya­ni tek tek key­fi­yet­le­ri, ka­vim ka­vim, ya­ni
tek tek key­fi­yet­le­rin bir ara­ya gel­me­sin­den do­ğan or­tak bir key­fi­
yet­le ya­rat­tı­ğı an­la­mı­nı da ta­şı­ya­bi­lir bu ayet. Mü’min ve kâ­fir,
ya­ni bir­bi­ri­ne zıt iki key­fi­yet söz ko­nu­su­dur bu­ra­da. İna­nan­lar,
inan­ma­yan­lar; ya­ni mü’min ar­tı mü’min eşit­tir ina­nan­lar ve kâ­fir
Makaleler | 17
ar­tı kâ­fir eşit­tir inan­ma­yan­lar. Ma­te­ma­tik dil­le an­lat­ma­ya de­vam
eder­sek key­fi­yet ar­tı key­fi­yet eşit­tir key­fi­yet. Bu­ra­da iki key­fi­yet
bir ara­ya gel­di­ğin­de ne­den key­fi­yet­ler oluş­ma­dı­ğı, olu­şan ye­ni
key­fi­ye­tin tek ve ken­di­si­ni do­ğu­ran key­fi­yet­le­ri içer­di­ği ama
on­lar­dan fark­lı ol­du­ğu her­hal­de an­la­şı­lı­yor. Çün­kü var­lı­ğın va­ro­
lu­şun­da­ki ma­ya­sı ve ya­pı­sı bun­dan baş­ka­sı­na izin ver­mi­yor. Bu
iza­hın da psi­ko­lo­jik ve sos­yo­lo­jik bir bo­yut ka­zan­dı­ğı­nın al­tı­nı
çi­ze­lim böy­le­ce.

II. Saç Uzun Akıl Kı­sa


Oku­yu­cu ya­zı­nın baş­lı­ğıy­la bu­ra­ya ka­dar an­la­tı­lan­lar ara­sın­da
bir bağ­lan­tı ku­ra­bil­di mi, bil­mi­yo­rum. Ku­ra­ma­yan­lar için şu­nu
söy­le­ye­lim: Sa­çı uzun, ak­lı kı­sa de­yi­mi, ka­dın­lar için kul­la­nı­lan
bir de­yim ve­ya ata­sö­zü. As­lı: Saç uzun, akıl kı­sa... As­lıy­la bir hâ­li
an­la­tan bu ifa­de uğ­ra­dı­ğı de­ği­şim so­nu­cun­da ta­ma­men fark­lı bir
düz­lem­de al­gı­la­nır ol­muş. Bu­nu duy­du­ğu­nuz za­man ka­dın­sa­nız
si­nir­le­ri­ni­zin na­sıl bo­zul­du­ğu­nu ve aşa­ğı­lan­mış ol­du­ğu­nuz duy­gu­
su­na ka­pıl­dı­ğı­nı­zı an­lı­yo­rum. Er­kek­se­niz, ka­dın­lar üze­rin­de zor­
ba­lı­ğa gi­den bir ege­men­lik hak­kı­na sâhip ol­du­ğu­nuz ze­ha­bı­na
düş­tü­ğü­nü­zü gö­rü­yo­rum. Oy­sa du­rum her iki cin­sin san­dı­ğı­nın
tam ak­si­ne­dir. İs­ter bu­gün kul­la­nıl­dı­ğı bi­çi­miy­le, is­ter­se as­li şek­
liy­le kul­la­nıl­sın, her iki du­rum­da da gü­nü­müz in­sa­nı­nın ona yük­
le­miş ol­du­ğu an­lam de­ğiş­mi­yor.
İki ta­raf da ya­nıl­gı için­de­dir bu­gün bu atasözü kar­şı­sın­da. Bu
ya­nıl­gı­nın se­bep­le­ri­ni yu­ka­rı­da ge­le­nek­le il­gi­li ola­rak an­lat­tık­la­rı­
mız­dan çı­kar­mak müm­kün­dür. Bi­raz da­ha pra­tik bir dil­le izah
et­me­ye ça­lı­şa­lım, bu­nun ne­den bir ya­nıl­gı ol­du­ğu­nu:
1. Bu ata­sö­zü bi­zim ge­le­ne­ği­mi­zin bir ürü­nü­dür.
2. Yi­ne bu ta­bir, «bu­gün­kü an­la­yış bi­çi­mi»ne bağ­lı ola­rak
yo­rum­la­nı­yor.
3. El-ân an­lam ola­rak doğ­ru­dur ama bu­gün an­la­şıl­dı­ğı an­lam­da
de­ğil.
İs­ter­se­niz cüm­le­yi ame­li­ya­ta ya­tı­ra­lım ve un­sur­la­rı­nı şöy­le bir
in­ce­le­ye­lim: Saç, uzun, akıl, kı­sa ke­li­me­le­ri bu sö­zü oluş­tu­ran dört
te­rim. Dört te­rim­den olu­şan bu cüm­le­yi ev­ve­lâ dil­bil­gi­si ka­ide­sin­
ce in­ce­le­ye­lim. «Saç(ı) uzun, akl(ı) kı­sa» ta­mam­lan­mış bir cüm­le
de­ğil; ya­rım bı­ra­kıl­mış. Cüm­le­yi ta­mam­la­ma­ya kalk­tı­ğı­mız za­man
or­ta­ya de­ği­şik tam cüm­le bi­çim­le­ri çı­ka­bi­lir.
18 | Saçı uzun aklı kısa
Ör­ne­ğin:
1.Saç(ı) uzun ola­nın akl(ı) kı­sa olur.
2.Saç uzun ise akıl kı­sa­dır.
3.Saç uzun ol­ma­lı­dır, çün­kü akıl kı­sa­dır.
4.Saç uzun ol­ma­lı­dır, yok­sa akıl kı­sa olur.
5.Saç uzun(dur), akıl kı­sa(dır).

Tek baş­la­rı­na ay­rı ay­rı an­lam­lar ta­şı­yan dört te­rim­den çı­ka­ra­dı­


ğı­mız bu beş tam cüm­le­ye bir göz at­tı­ğı­mız za­man, de­yi­min beş
ay­rı an­lam ka­zan­dı­ğı­nı gö­rü­yo­ruz. Her ne ka­dar an­lam­lar bir­bir­le­
ri­ne ya­kın­sa da nü­ans­lar­dan do­la­yı an­lam­lar­da da bir fark­lı­laş­ma
var­dır. Bu cüm­le­ler içe­ri­sin­de ken­di­si­ne en az ek ila­ve edi­le­ni­nin
be­şin­ci cüm­le ol­du­ğu­na oku­yu­cu­nun dik­ka­ti­ni çek­mek is­ti­yo­rum.
Ge­ri­ye ka­lan dört cüm­le­de ise hem ek­ler faz­la­laş­mış hem de ara­ya
ye­ni ke­li­me­ler gir­miş­tir. Bu da cüm­le­ler ara­sın­da­ki an­lam fark­lı­
lık­la­rı­nı do­ğu­ran önem­li bir et­ken­dir. Yi­ne ilk dört cüm­le­de ak­lın
kı­sa olu­şu sa­çın uzun­lu­ğuy­la bağ­lan­tı­lı­dır. Be­şin­ci cüm­le­miz ise
iki ay­rı hâ­lin yan­ya­na ge­ti­ril­miş şek­li­dir. Be­şin­ci cüm­le­den iki ay­rı
cüm­le oluş­tu­ra­bi­li­riz ve oluş­tu­ru­lan bu cüm­le­ler ken­di baş­la­rı­na
bir an­lam bü­tün­lü­ğü oluş­tu­ran tam cüm­le ola­rak ka­lır­lar:
1. Saç uzun­dur.
2. Akıl kı­sa­dır.
Tek tek te­rim­le­re ge­lin­ce: Se­man­tik açı­dan bu dört te­rim içi­ri­
sin­den bi­rin­ci­si­ni bi­li­yo­ruz. Bu her­ke­sin bil­di­ği, ba­şın üze­ri­ni
ör­ten tüy­ler­dir. Uzun ke­li­me­sin­de de an­la­şıl­ma­ya­cak bir şey yok.
Dör­dün­cü ke­li­me­den mu­rat «uzun»un zıd­dı an­la­mı­na de­ğil de
«faz­la»nın zıd­dı olan «ek­sik»tir. «Ya­ni saç(ı) uzun akl(ı) ek­sik»
den­mek is­te­ni­yor.
Üçün­cü ke­li­me­miz «akıl»dı. Za­ten işin odak nok­ta­sı da bu ke­li­
me üze­rin­de dü­ğüm­le­ni­yor.
Bu ifa­de­de en bil­me­di­ği­miz un­sur­ akıl te­ri­mi­dir. Bu­ra­da akıl
te­ri­mi­nin ne ol­du­ğu­na geç­me­den şu­nu sor­mak is­ti­yo­rum:
1. Saç ve sa­çın uzun ol­ma­sı ile an­la­tıl­mak is­te­nen ne­dir?
2. Akıl ile an­la­tıl­mak is­te­nen ne­dir?
3. Ne­den saç ile akıl gi­bi ilk ba­kış­ta bir­bi­riy­le il­gi­li gö­rül­me­yen
iki te­rim kul­la­nıl­mış­tır?
4. Kı­sa-ek­sik akıl olur mu?
5. Eğer akıl ek­sik­se, ak­lın ek­sik olan ya­nı­nı bir baş­ka şey
Makaleler | 19
ta­mam­lı­yor mu? Ta­mam­lı­yor­sa, ta­mam­la­yan bu şey ne­dir?
Şim­di bu so­ru­la­ra ke­li­me­le­rin hem se­man­tik (an­lam-bi­lim) hem
de eti­mo­lo­jik an­lam­la­rı­nı bir ara­da gö­zö­nün­de bu­lun­du­ra­rak bir
ce­vap ara­ya­lım. Bu­ra­da oku­yu­cu­nun dik­ka­ti­ni çek­mek is­te­di­ği­miz
bir nok­ta var: Ke­sin­lik­le cüm­le­nin vul­ger/halk di­lin­de an­la­şıl­dı­ğı
bi­çi­mi üze­rin­de dur­mak is­te­mi­yo­rum. Za­ten ama­cı­mız halk di­lin­
de kul­lu­nı­lan an­la­mın yan­lış ol­du­ğu­nu or­ta­ya koy­mak­tır. Bu­nu
ya­par­ken de is­ter is­te­mez ke­li­me­le­rin eti­mo­lo­ji­si ve se­man­ti­ğin­
den yo­la çı­ka­rak bu sö­zün ne an­la­ma gel­me­si ge­rek­ti­ği­ni ve­ya
ger­çek an­la­mı­nın ne ol­du­ğu­nu ir­de­le­mek lâ­zım­dır.
Ka­dın sa­çı bü­tün top­lum­lar­da ev­ve­lâ biz­zat ka­dın için, on­dan
son­ra da edil­gen ola­rak er­kek için önem­li­dir. Ka­dın­la­rın he­men
hep­si­nin ne­den saç­la­rı­na özen gös­ter­di­kle­ri­ni sa­nı­yor­su­nuz? Sırf
er­ke­ğe gü­zel gö­rün­me­si için mi? Ha­yır. Fıt­rat bu ol­du­ğu için.
Ge­le­nek bu fıt­ra­tı gör­dü­ğü­müz, bil­di­ği­miz, kav­ra­dı­ğı­mız için
ka­dın sa­çı­na da­ir ol­gu­lar çı­kar­mış­tır or­ta­ya: Sır­ma saç­lı, lü­le lü­le,
sa­çı­nın te­li, le­pis­ka saç­lı gi­bi... Bu er­ke­ğin fıt­ra­tın­da da var an­cak
ön pla­na çı­kı­şı ka­dın­da.
Fıt­rat­ta za­ten önem­li olan saç ay­nı za­man­da gü­zel­dir de. Bel­ki
de gü­zel ol­ma özel­li­ğin­den do­la­yı, gü­ze­lin za­rar gör­me­me­si için
ör­tül­mek, sak­lan­mak, ko­run­mak zo­run­da­dır. Ay­nı za­man­da za­rar
ver­me­sin di­ye de ya­pıl­ma­lı­dır bu.
«Gü­zel»in sa­nat ve es­te­tik­le, sa­nat ve es­te­ti­ğin de his ve se­ziş­le
alâ­ka­lı ol­du­ğu me­de­ni­yet­le­rin ka­bul et­tik­le­ri or­tak bir an­la­yış­tır.
Gü­zel­le alâ­ka­lı bu önem­li no­tu düş­tük­ten son­ra, söz­ko­nu­su ata­
sö­zün­de en az an­la­şı­lan ke­li­me olan «akıl» kav­ra­mı üze­rin­de dur­
mak is­ti­yo­rum.
Akıl iki bü­yük me­de­ni­ye­tin (is­lâm ve ba­tı) asır­lar­dır bir­bir­le­riy­
le ka­pış­tık­la­rı ve hâ­len de üze­rin­de kav­ga­la­rı­nı sür­dür­dük­le­ri
anah­tar bir kav­ram­dır. Her iki me­de­ni­yet bu kav­ram­dan fark­lı
fark­lı şey­ler an­la­mış­lar. Hat­ta bu me­de­ni­yet­le­rin ken­di mün­te­sip­
le­ri bi­le kav­ram üze­rin­de za­man za­man an­laş­maz­lı­ğa düş­müş­ler­
dir. Ba­tı ken­di için­de bu kav­ga­yı hâ­la sür­dü­rü­yor. İs­lâm ise uğ­ra­
mış ol­du­ğu in­kı­raz ne­de­niy­le bu­gün bu kav­ram üze­rin­de ma­ale­sef
pek dur­mu­yor­sa da geç­miş­te sür­dür­müş ol­du­ğu tar­tış­ma­lar­dan
an­la­şıl­dı­ğı ka­da­rıy­la aşa­ğı yu­ka­rı umu­mî bir kon­sen­sü­sü ken­di
için­de sağ­la­mış gi­bi­dir ve bu açı­dan da ba­tı kar­şı­sın­da avan­taj­lı
du­rum­da bu­lun­mak­ta­dır.
20 | Saçı uzun aklı kısa

III. Ken­di pen­ce­re­miz­den ra­tio:


Ba­tı, is­lâ­mın akıl kav­ra­mın­dan an­la­dı­ğı mânâ­yı yük­le­mez ak­la.
Onun ye­ri­ne «ra­tio» kav­ra­mı­nı kul­la­nır. Akıl­la ra­tio yük­len­dik­le­ri
an­lam iti­ba­riy­le ke­siş­tik­le­ri or­tak nok­ta­la­rı ol­ma­sı­na rağ­men, bir­
bir­le­riy­le bi­re bir ola­rak ör­tüş­mez­ler. Ra­tio kav­ra­mı­nın bi­ze
«akıl»ın kar­şı­lı­ğı ola­rak geç­me­si uğ­ra­dı­ğı­mız dü­şün­ce in­kı­ra­zı­nın
en be­lir­gin bi­çi­mi olan tak­lid et­me psi­ko­lo­ji­si­nin bir so­nu­cu
ol­muş­tur. Bu yüz­den ra­tio ile akıl kav­ram­la­rı­nı yan­ya­na kul­lan­
mak fik­rî açı­dan doğ­ru de­ğil­dir. Hiç­bir şe­yi an­la­ma­dan her şe­yi
an­la­mış gö­rün­me abes­li­ği­nin bir ne­ti­ce­si ola­rak ra­tio akıl di­ye ter­
cü­me edil­miş. Ken­di dü­şün­ce dün­ya­mı­zın de­ğer­le­riy­le yük­lü akıl
kav­ra­mın içi­ni bo­şalt­tık­tan son­ra ye­ri­ne ra­ti­onun an­la­mı­nı dol­du­
ru­ver­mi­şiz. Ha­ya­tı­mı­zın bu­gün­kü umû­mî man­za­ra­sı da bu­dur:
Ken­di­mi­ze ait kav­ram­la­rın içi­ni baş­ka kav­ram­la­rın an­lam­la­rıy­la
dol­dur­muş ol­mak.
Ken­di ana an­la­yış­la­rı­nı yi­ti­ren top­lum­la­rın ka­çı­nıl­maz aki­be­ti­
dir bu. Ege­men­li­ği­ni­zi bir kez el­den yi­tir­di­niz mi, di­ğer ege­men
güç­ler si­zin ege­men­lik ala­nı­nı­zı dol­dur­mak­ta ge­cik­me­ye­cek­tir hiç
bir za­man.
Ge­ri­ye doğ­ru ta­rih­sel bir ha­tır­lat­ma ya­par­sak bi­zim geç­miş­te
akıl­dan an­la­dı­ğı­mız mânâ­ya doğ­ru­dan te­ka­bül ede­cek bir kav­ra­mı
yok­tur ba­tı­nın. Oy­sa ba­tı­da ra­tio ola­rak ifa­de edi­len mânâ­nın biz­
de bir kar­şı­lı­ğı­nı bul­mak müm­kün­dür.
Ba­tı ra­ti­ocu­dur ya­ni ras­yo­nel. Bu bir ba­kı­ma eş­ya üze­ri­ne
ta­hak­küm kur­ma ve onu in­sa­nın salt dün­ye­vî men­fa­at­le­ri doğ­rul­
tu­sun­da kul­lan­ma an­la­mı­na ge­li­yor. Bu cüm­le­den yo­la çı­ka­rak
ra­ti­oyu eş­ya üze­ri­ne ta­hak­küm kur­du­ran ve in­sa­nın dün­ye­vî men­
fa­at­le­ri doğ­rul­tu­sun­da kul­lan­ma­sı­nı sağ­la­yan has­se ola­rak ta­rif
ede­bi­li­riz. Ras­yo­nel ol­mak bir­kez amaç ha­li­ne gel­di mi, anın­da
mad­de âlemiy­le içi­çe ol­muş­su­nuz de­mek­tir. Her­şe­yi ra­ti­oya bağ­lı
ola­rak dü­şün­me­ye baş­lar­sı­nız. Ya­ni ele avu­ca sı­ğar olan üze­rin­de
yo­ğun­la­şır­sı­nız. Oy­sa ev­ren­de ele avu­ca gel­me­yen ve in­san­la­ra
öy­le ahım şa­hım bir men­fa­at de sağ­la­ma­yan, an­cak var­lık­la­rı­nı
is­pat ede­me­me­si­ne rağ­men in­kâr da ede­me­di­ğin­den ka­bul et­mek
mec­bu­ri­ye­tin­de kal­dı­ğı bir yı­ğın ol­gu­su var ba­tı­nın. Bu­gün ba­tı­nın
zor­la­na­rak bul­du­ğu pa­rap­si­ko­lo­jik ol­gu­la­rın ele avu­ca sığ­dı­rı­la­bi­
lir han­gi ya­nı var? Ama red de edi­le­mi­yor bu ol­gu­lar. Ruh has­ta­
Makaleler | 21
la­rı­na kar­şı yıl­lar­dır uy­gu­la­nan tıb­bî yön­tem­ler­den ya­vaş ya­vaş
uzak­la­şa­bil­me­nin yol­la­rı­nı arı­yor ba­tı ve ar­tık ki­mi ruh has­ta­lık­la­
rı­nın se­be­bi­nin in­san­dan kay­nak­lan­ma­dı­ğı­nı ve has­ta­ya ken­di
dı­şın­da bir­ta­kım var­lık­la­rın mu­sal­lat ol­du­ğu­nu ka­bul edi­yor.
Ba­tı ra­ti­oyu hep bu alan­lar­la il­gi­li ola­rak gör­dü. Me­ta­fi­zik
ko­nu­la­ra el at­tı­ğın­da bi­le onu dün­ye­vî­leş­tir­me­nin yo­lu­nu gü­de­rek
ken­di­ni o ko­nu­la­rın dün­ya­sı içi­ne sok­ma­ya yol bu­la­ma­dı. Çün­kü
ra­tio böy­le bir şe­ye mü­sa­ade et­mi­yor­du. Her­şe­yi dün­ye­vî­leş­tir­me­
nin ve on­dan in­san men­fa­ati­ne bir pay çı­ka­ra­bil­me­nin yo­lu­nu açı­
yor­du ken­di­ne. Onu bul­du ve bu­gün ar­tık ba­tı in­sa­nı­nın da biz­zat
şi­ka­yet­çi ol­du­ğu ko­nu­ma gel­di.

IV. Akıl üze­ri­ne mü­ta­lâ­alar


Ak­lın (biz­de) eti­mo­lo­jik an­la­mı «bağ» «iki şe­yi bir­bi­ri­ne bağ­la­
yan» de­mek. Bu an­lam­dan yo­la çık­tı­ğı­mız­da ak­lın sa­de­ce ve sa­de­
ce bir alet ol­du­ğu an­la­şı­lır. Akıl hiç bir za­man özün­de­ki bu mânâ­
nın dı­şın­da iş­lev gö­re­mez. An­cak bu onun ba­sit bir alet ol­du­ğu
an­la­mı­na da gel­mez. İn­sa­nın ken­di­ni ve ha­ya­tı an­la­ma­sı için
ge­rek­li en önem­li alet­tir akıl. Mü­şah­has­lar ara­sın­da­ki bağ­lan­tı­yı
ve on­la­rın bir­bir­le­riy­le olan iliş­ki­si­ni or­ta­ya koy­ma­ya ya­ra­dı­ğı gi­bi
mü­cer­red­ler ara­sın­da­ki bağ­lan­tı­yı da kur­ma­ya ya­rar. Sa­da­ce
bu­nun­la da kal­maz. Mü­şah­has­la mü­cer­red ara­sın­da­ki kar­şı­lık­lı
iliş­ki­le­ri onun­la kur­du­ğu­muz gi­bi, ge­niş an­la­mıy­la ha­di­se­ler ara­
sın­da­ki iliş­ki­le­rin in­san­la olan bağ­lan­tı­sı­nın or­ta­ya ko­yul­ma­sı için
de akıl ge­rek­li­dir. Bu­nu ya­par­ken akıl için ge­rek­li yı­ğın­la yar­dım­
cı un­sur­lar var­dır. Ha­yâl, ta­sav­vur, beş du­yu­nun yar­dı­mı ak­la
ku­ra­ca­ğı bağ ko­nu­sun­da sü­rek­li mal­ze­me­ler ta­şır­lar. Çün­kü akıl
mal­ze­me­nin üre­til­me­si gi­bi bir gö­re­vi yük­len­miş de­ğil­dir. Do­la­yı­
sıy­la ona bu mal­ze­me­yi ve­re­cek olan yar­dım­cı un­sur­la­rın var­lı­ğı
da bu yüz­den mec­bu­rî­dir. Ak­si tak­dir­de ak­lın bu mal­ze­me­le­ri ken­
di­si­nin üret­me­si ge­re­kir ki, bu da ak­lın ta­ri­fi­ne bağ­lı ola­rak im­kân­
sız­dır. Akıl (ale­ti­nin) bağ­la­ma işi­ni ya­par­ken ger­çek­leş­tir­di­ği şey
ise in­sa­nın mu­hay­yî­le­sin­de şe­kil­le­nen şe­yin şe­kil­len­me­si­ni sağ­la­
yan un­sur, öğe, alet, bir ne­vi trans­for­ma­tör, mü­şah­ha­sı ol­du­ğu gi­bi
(ney­se o ola­rak) al­gı­la­yan, mü­cer­re­di de, is­ter zi­hin­de is­ter­se gö­rü­
nür âlem­de ol­sun mü­şah­has­laş­tı­ran ay­gıt ro­lü­nü oy­na­ma­sı­dır.
Bu­ra­da mü­şah­has­laş­tır­ma­yı bir şe­ye cis­ma­nî bo­yut­lar ka­zan­dır­
mak ola­rak an­la­ma­mak lâ­zım. Zi­ra dü­şün­dük­le­ri­miz hiç­bir za­man
22 | Saçı uzun aklı kısa
cis­ma­nî şey­ler de­ğil­dir­ler. Mü­şah­has­tır­lar, ya­ni nev-i şah­sı­na mün­
ha­sır bir şah­si­yet sa­hi­bi­dir­ler. Cis­ma­nî ol­ma­yan an­cak ta­sav­vur
yo­luy­la bir şe­kil ka­zan­mış olan şey­ler­dir. «Dü­şün­ce­le­rin şe­kil­len­
me­si» de­di­ği­miz za­man kas­tet­ti­ği­miz de bu­dur.
Akıl ko­nu­sun­da özel­lik­le eh­l-i ta­sav­vu­fun yo­rum­la­rı­nın ya­nı
sı­ra fı­kıh­çı­la­rın ve ke­lâm­cı­la­rın, kıs­men is­lâm fel­se­fe­ci­le­ri­nin
gö­rüş­le­ri tah­lil edil­di­ğin­de so­nuç­ta tü­mü­nün aşa­ğı yu­ka­rı ay­nı
nok­ta­lar­da mu­ta­ba­kat sağ­la­dık­la­rı­nı mü­şah­ha­de ede­riz.

So­ru: Ya­pı­lan bu izah­lar­dan son­ra önü­mü­ze bir­ta­kım ye­ni so­ru


ka­pı­la­rı­nın açıl­dı­ğı­nı gö­rü­rüz: Öy­ley­se bu zamana de­ğin ak­la bi­çi­
len yü­ce ko­num, onun bi­zi ha­ki­ka­te ulaş­tır­dı­ğı vs. gi­bi gö­rüş­ler
hak­kın­da ne di­ye­bi­lir­si­niz?
Ce­vap: De­riz ki, ev­ve­lâ ak­lın bir bağ ve­ya alet ol­du­ğu, onu bir
trans­for­ma­tör ola­rak gör­me­miz ge­rek­ti­ği biz­zat ke­li­me­nin eti­mo­
lo­jik an­la­mın­dan yo­la çı­ka­rak ke­sin­dir. Bu­nun böy­le ol­ma­sı­ ak­lı
iti­ba­ra al­ma­dı­ğı­mız­ve ona ehem­ni­yet ver­me­di­ği­miz an­la­mı­na gel­
mez. Bu­nu bu­ra­ya ka­dar ya­pı­lan izah­lar­dan çı­kar­mak müm­kün­
dür. Yu­kar­da­ki­le­re ek ola­rak şun­la­rı söy­le­ye­bi­li­riz: Eğer akıl ol­ma­
say­dı in­san in­san ol­du­ğu­nun far­kı­na va­ra­maz­dı. Eş­ya­yı (ya­ni
şey­le­ri, ki şey­ler de­di­ği­miz za­man kâ­inat­ta ce­re­yan eden tüm
olay­la­rı ve eş­ya­yı kas­te­di­yo­rum) tas­nif et­me im­kâ­nı doğ­maz,
do­la­yı­sıy­la il­mî te­ka­mü­lü sağ­la­ya­maz­dık. (Bu­ra­da ba­tı­nın as­lın­da
il­mî te­kü­mü­lü sağ­la­ma­dı­ğı, gö­rün­tü­de­ki çok­lu­ğun ve çe­şit­li­li­ğin
il­mî te­ka­mül de­mek ol­ma­dı­ğı­nı be­lirt­mek lâ­zım.) Gö­rü­nür ve his­
ler­le al­gı­la­na­bi­lir olan âlem­de çok yön­lü dü­ze­ni kur­ma­mız an­cak
akıl­la müm­kün.
Ak­lın bi­zi ha­ki­ka­te ulaş­tır­dı­ğın­dan bah­set­ti­ği­miz za­man, bu­nun
in­san, ak­lı ara­cı ya­pa­rak ha­ki­ka­ti arar; onu ya bu­lur ve­ya bu­la­maz
de­mek ol­du­ğu­nu an­la­ma­mız lâ­zım. Akıl bi­zi bir yer­le­re ulaş­tı­rır
ama onun bi­zi ulaş­tır­dı­ğı şe­ye, «Ha­ki­kat bu­dur!» di­ye­bi­lir mi­yiz?
Eğer ha­ki­kat ak­lın üze­rin­de bir şey­se ak­lın onu an­la­ya­ma­ya­ca­ğı,
çün­kü onu ku­şa­ta­ma­dı­ğı da or­ta­ya çı­kar. Ak­lın ma­hi­ye­ti­ni an­la­ya­
ma­dı­ğı an­cak var­lı­ğı­nı bil­di­ği şe­ye «Ha­ki­kat bu­dur!» de­me­si ne
de­re­ce doğ­ru olur? Böy­le bir şe­yi yi­ne biz­zat ak­lın ken­di­ne koy­
du­ğu kıs­tas­la­ra da­ya­na­rak di­ye­bil­mek müm­kün de­ğil. Öy­ley­se
ak­lın bi­zi ha­ki­ka­te yö­nelt­ti­ği­ni söy­le­ye­bi­li­riz an­cak bu yö­nelt­me­
nin ne­ti­ce­sin­de bi­zi ulaş­tır­dı­ğı şe­yin ha­ki­kat olup ol­ma­dı­ğı hak­
Makaleler | 23
kın­da ke­sin bir ka­na­at sa­hi­bi ola­ma­yız. U­laş­tı­ğı­mız bir şe­yin ha­ki­
kat olup ol­ma­dı­ğı­nı bil­me­miz için bir baş­ka şe­ye ih­ti­ya­cı­mız var­
dır. Bu da sezg­ile­ri­miz­dir. Sez­gi­le­ri­miz ise il­ham ve ke­şif yo­luy­la
bi­ze ula­şan şey­ler­dir. De­mek ki tek ba­şı­na akıl ile ha­ki­ka­ti bul­mak
müm­kün de­ğil­dir. Akıl ile bul­duk­la­rı­mı­za il­ham ve keş­fi ek­le­dik­
ten son­ra bul­du­ğu­muz ye­ni şey­ler­dir ki, ha­ki­kat­tir. Akıl ile bul­duk­
la­rı­mız ise bel­ki an­cak par­ça ha­ki­kat­ler­dir. Par­ça ha­ki­kat­ler de
ha­ki­ka­tin tü­mü­nü ku­şat­ma­dı­ğın­dan çok ça­buk el­den çı­ka­bi­lir­ler
ve ça­ba­la­rı­mı­zı bo­şa çı­ka­rır­lar. Fel­se­fe­yi, sü­rek­li ken­din­den ön­ce­
ki­le­ri çü­rü­tü­cü ol­ma gi­bi bir özel­li­ği iti­ba­riy­le bu­na bir mi­sal ola­
rak gös­te­re­bi­li­riz.
«Biz, akıl ve ha­ki­kat» ke­li­me­le­rin­den olu­şan cüm­le­yi ye­ni­den
dü­şü­nür­sek ak­lın bi­zi ha­ki­ka­te yak­laş­tı­ran bir cev­her ol­du­ğu­nu
an­cak ha­ki­ka­ti bu­la­ma­dı­ğı­nı an­la­rız. «Ha­ki­ka­ti akıl ile bu­lu­ruz.»
ile «Ha­ki­ka­ti akıl bu­lur.» ifa­de­le­ri iki ay­rı an­lam ta­şır­lar ve bu
an­lam­lar bir­bir­le­rin­den çok fark­lı­dır­lar. Di­ğer ta­raf­tan «Ha­ki­kat
akıl ile bu­lu­nur.» de­di­ği­miz za­man bu­nun­la ha­ki­ka­tin yal­nız akıl
ile bu­lu­na­bi­le­ce­ği­ni an­la­ya­bi­lir mi­yiz?
Bu so­ru­ya evet di­yen­ler, ze­kâ­mı­zı, iza­nı­mı­zı, id­ra­ki­mi­zi, sez­gi­
le­ri­mi­zi, il­ham­la­rı­mı­zı, ke­şif­le­ri­mi­zi ve ha­ki­ka­ti arar­ken kul­lan­dı­
ğı­mız di­ğer has­sa­la­rı­mı­zı dev­re dı­şın­da bı­rak­mış ol­ur­lar.

V. Ne­ti­ce
Bü­tün bu izah­lar­dan son­ra «sa­çı uzun ak­lı kı­sa» sö­zün­den an­la­
şı­lan şe­yin an­la­şıl­ma­sı ge­re­ken şey ol­ma­dı­ğı­nı ra­hat­ça an­la­ya­bi­li­
riz. An­la­şıl­ma­sı ge­re­ken açı­sın­dan bu ata­sö­zü­müz ger­çek­ten çok
an­lam­lı­dır. Dört ba­sit ke­li­me içe­ri­si­ne bu den­li yo­ğun bir an­la­mın
sı­ğı­dı­rı­la­bil­miş ol­ma­sı bir yan­dan Türk­çe­’nin ne ka­dar de­rin­lik­li
bir dil ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar­ken di­ğer yan­dan bu ata­sö­zü­nün
ka­dın­la­rı al­çal­tı­cı bir mânâ ta­şı­ma­dı­ğı, ak­si­ne saç gi­bi önem­li bir
hu­su­si­yet­le­ri nez­din­de bi­zi akıl­dan zi­ya­de gü­ze­le ve sez­gi­ile idrak
oluna­na yö­nelt­me­si açı­sın­dan on­la­rı yü­celt­ti­ği an­la­şı­la­bi­lir.
Sa­çı uzun, ya­ni gü­zel olan... Ak­lı kı­sa, ya­ni ha­ki­ka­ti kav­ra­ma­da
yal­nız ak­lı kul­lan­ma­yan, ak­lın dı­şın­da­ki öğe­le­re ön­ce­lik ve­ren...
Eğer mak­sat akıl­lı ol­mak de­ğil ha­ki­ka­ti ara­mak­sa ve akıl sa­de­ce
ha­ki­ka­ti ara­mak­ta kul­lan­dı­ğı­mız bir alet­ ise za­ten kı­sa­dır. Var­sın
kı­sa kal­sın, bun­dan ne çı­kar?
24 | Saçı uzun aklı kısa

HA­YAT ÜZE­Rİ­NE MÜ­TA­L­ALAR

I. Kar­ma­şık ha­lin be­lir­len­me­si­ne doğ­ru


Ba­na so­rar­sa­nız ha­ya­ta na­sıl ba­ka­ca­ğı­mı­za da­ir ge­niş bir ka­na­at
sa­hi­bi ol­ma­dı­ğı­mı­zı söy­le­ye­bi­li­rim. Ha­ya­tı al­gı­la­ma­da ve de­ğer­
len­dir­me­de en önem­li un­sur olan bü­tün­lük fik­ri­nin ha­kim ol­ma­dı­
ğı bir ha­yat an­la­yı­şı­nın ke­ma­l’e ulaş­mış bir ya­şam bi­çi­mi­ni do­ğu­
ra­ca­ğı­nı söy­le­mek ne­re­dey­se müm­kün de­ğil.
Ha­ya­ta ba­kı­şı­mız­da­ki bü­tün­lü­ğün sağ­lan­mış ol­du­ğu­nu söy­le­ye­
bil­mek için bu­nun ce­mi­ye­tin ya­şam tar­zın­da ken­di­si­ni bel­li et­miş
ol­ma­sı lâ­zım. Fer­dî ya­şam­lar nez­din­de ha­ya­tın bü­tü­nüy­le ta­hak­
kuk et­ti­ril­me­si bir an­lam­da el­bet­te müm­kün gö­zük­mü­yor. Ha­yat
hak­kın­da­ki iç­ti­maî te­lak­ki­nin bü­tün­lük ar­zet­ti­ği­ni de fer­din bil­me­
si ge­rek­mi­yor. Do­la­yı­sıy­la fer­din ha­ya­tın tü­mü­ne ha­kim ola­ma­yı­
şın­dan bah­set­ti­ği­miz za­man onun bil fi­il (de fac­to) bil­gi ola­rak
fert­te mev­cut ol­ma­dı­ğı­na işa­ret et­miş olu­yo­ruz. Ce­mi­ye­tin tü­mün­
de ha­kim olan ha­yat an­la­yı­şı­nın, fert­te ken­di­si­ni bil­gi ola­rak bel­li
et­tir­me­se de, iç­ti­maî tel­kin­ler yo­luy­la ger­çek­le­şe­ce­ği dü­şü­nü­lür­se,
fer­din far­kın­da ol­ma­dan ha­ya­tı bü­tü­nüy­le ya­şa­ya­bil­di­ğin­den bah­
set­mek müm­kün olur.
De­mek ki, bah­set­mek is­te­di­ği­miz şey, ya­ni ya­zı­mı­zın ko­nu­su,
Makaleler | 25
ha­ya­tın ne ol­du­ğu­nun bi­lin­me­si ile il­gi­li, ya­şan­mış olup ol­ma­ma­
sıy­la de­ğil. Yal­nız­ca bu­nun­la il­gi­li ola­rak kal­mı­yor el­bet­te. Eğer
fer­din fert­li­ğin­den bah­se­de­bil­me­miz için bir iç­ti­maî ha­yat ge­rek­ti­
ği­ne ina­nı­yor­sak, ha­yat hak­kın­da­ki te­lâk­ki­mi­zin fert­te ta­hak­kuk
et­ti­ril­me­si­nin (ya­ni onun bir hu­kuk ola­rak ger­çek­leş­me­si­nin) sağ­
la­na­bil­me­si için, fert­ten ön­ce «Bü­yük fert» ola­rak da isim­len­di­re­
bi­le­ce­ği­miz ce­mi­yet nez­din­de bu «ha­yat an­la­yı­şı»nın na­sıl ta­hak­
kuk et­ti­ri­le­bi­le­ce­ği­nin yo­lu­nu da ara­mak ge­re­ki­yor.
Fert mi ce­mi­yet­ten, ce­mi­yet mi fert­ten doğ­du gi­bi abes bir so­ru
sor­mak is­te­mi­yo­rum. İç­ti­maî ha­ya­tı oluş­tu­ran un­sur eğer fert­se,
ön­ce­lik her za­man fer­din­dir. Ce­mi­ye­tin fert üze­rin­de oy­na­dı­ğı en
bü­yük rol, fer­de fert­li­ği­nin far­kı­na var­ma­sı­nı sağ­la­ma­sı­dır.
Adem Aley­his­se­lam’ın he­men pe­şin­den Hz. Hav­va va­li­de­mi­zin
ni­çin ya­ra­tıl­dı­ğı­nı dü­şün­dü­ğü­müz za­man Ce­nab-ı Hakk’ın ev­ve­lâ
fer­di ya­rat­tı­ğı­nı ve he­men pe­şin­den bir iç­ti­maî ha­yat ol­gu­su­nun
işa­re­ti ola­rak Hz. Hav­vâ’yı ya­rat­tı­ğı­nı ile­ri sü­re­bi­li­riz. Hz. Hav­vâ
bir ya­nıy­la Hz. Adem (as)’ın fer­dî var­lı­ğı­nı be­lir­gin ha­le ge­ti­rir­
ken, di­ğer yan­dan da he­men bu­nun­la bir­lik­te ilk iç­ti­maî ha­ya­tın
işa­re­ti­ni ken­di fer­dî ger­çek­li­ği ara­cı­lı­ğıy­la or­ta­ya çı­kar­mış olur.
Bu­ra­dan şu so­nu­cu çı­kar­mak müm­kün­dür: De­mek ki iç­ti­maî
ha­yat ile fer­dî ha­yat hem çok sı­kı bir bi­çim­de bir­bir­le­ri­ne bağ­lı,
hem de fert ken­di­ni iç­ti­maî ha­yat içe­ri­sin­de ger­çek­leş­ti­rir­ken (bu
is­ter zi­hin­sel ol­sun, is­ter­se doğ­ru­dan pra­tik ola­rak) iç­ti­maî ha­ya­tın
sü­rek­lik ka­zan­ma­sı­nı sağ­lı­yor. Bu­na kar­şı­lık da iç­ti­mai ha­yat,
ka­zan­mış ol­du­ğu sü­rek­li­lik ne­ti­ce­sin­de üre­me­nin bir so­nu­cu ola­
rak ço­ğa­lan fer­din sü­rek­li ola­rak ken­di­ni ger­çek­leş­tir­me­si (bil­me­
si) im­ka­nı­nı ona ge­ri ia­de edi­yor.

II. Ha­yat ne­dir?


Ya­zı­nın baş­lı­ğı­nın «Ha­yat üze­ri­ne mü­ta­lâ­alar» ol­du­ğu­nu unut­
muş de­ği­lim. Bu tes­bit­le­ri yap­mak­tan mak­sa­dım ha­ya­tı an­la­mak
için ön­ce ha­yat içe­ri­sin­de bir nok­ta­dan ha­re­ket ede­rek, baş­lan­gıç
nok­ta­sı­nın ne­re­si ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni bul­ma­ya ça­lış­mak­tır. Ha­ya­tı
bu fert ve ce­mi­yet bü­tün­lü­ğü için­de ele al­ma­mız ge­re­ki­yor. Ha­ya­
tı yal­nız fert ve ce­mi­yet iki­li­si içe­ri­sin­de ele alı­şı­mız da ye­ter­li
de­ğil as­lın­da. Eğer bu iki­li nez­din­de ha­ya­tın ne ol­du­ğu hak­kın­da
fi­kir yü­rüt­me­ye kal­kar­sak so­nuç­ta or­ta­ya çı­ka­cak olan şey bu­gün
sos­yo­lo­ji­nin, psi­ko­lo­ji­nin ve sos­yal psi­ko­lo­ji­nin yap­mış ol­du­ğun­
26 | Saçı uzun aklı kısa
dan ve yal­nız­ca bun­la­ra bağ­lı ola­rak tüm in­sa­nî iliş­ki­le­rin be­lir­len­
miş ol­ma­sın­dan öte­ye gi­de­mez. Oy­sa ha­ya­tı oluş­tu­ran un­sur­lar
yal­nız bun­lar de­ğil­dir. Yer­yü­zü, gök­yü­zü ve on­la­rın için­de ce­re­yan
eden tüm olay­lar, hat­ta cen­net ce­hen­nem, ya­ni öte dün­ya, me­lek­
ler, cin­ler vs. de ha­yat içe­ri­sin­de bir fonk­si­yon sa­hi­bi ol­mak du­ru­
mun­da­dır­lar. Bu dü­şün­ce­den yo­la çı­ka­rak, zih­ni­miz­le son­suz­lu­ğa
ka­dar uzan­mak du­ru­mun­da ol­du­ğu­muz gi­bi, ta­şı, top­ra­ğı, bö­ce­ği
vs.yi de iti­ba­ra al­mak du­ru­mun­da­yız. An­cak bu nok­ta­dan son­ra
ha­ya­tın ne de­mek ola­bi­le­ce­ği hu­su­sun­da bir ta­ri­fin pe­şi­ne düş­mek
im­kâ­nı­nı ya­ka­la­mış olu­ruz.
Ne­dir ha­yat?
Şu­na pe­şin bir tes­li­mi­yet­le ina­na­lım ki, kâinat­ta ce­re­yan eden
ne ka­dar şey var­sa hep­si ce­nab-ı hak­kın es­ma­sı­nın-sı­fat­la­rı­nın bir
te­cel­li­si, ya­ni fi­il ola­rak or­ta­ya çık­ma­sı­dır. Es­ma­nın her­bi­ri­si bir
ter­tip üze­ri­ne ger­çek­le­şen ve kom­bi­ne­zo­nik bir du­rum ar­ze­den
açı­lım­lar ola­rak te­cel­li et­mek­te­dir. Ka­na­atim­ce ha­yat da Al­lah’ın
Hayy ism-i şe­rî­fi­nin bir te­cel­li­si ola­rak al­gı­lan­ma­lı­dır. Hayy di­ri
de­mek, ha­yat ise di­ri kı­lı­nan ve­ya di­ri olan­lar... (Es­ma-ül­Hüs­na’­
ya dik­kat edi­lir­se, aşa­ğı yu­ka­rı bu isim­le­rin tü­mü­ne in­sa­nın da
ken­di sı­nır­la­rı içe­ri­sin­de ma­lik ol­du­ğu­nu gö­rü­rüz.)
Bu­ra­da ilk ola­rak şu­nu an­lı­yo­ruz ki, ha­yat hak­kın­da bu zamana
ka­dar edin­miş ol­du­ğu­muz in­ti­ba­lar, iz­le­nim­ler, ile­ri sü­rü­len fi­kir­
ler hep kı­sır­dır ve ha­ya­tı bü­tü­nü için­de al­gı­la­mak­tan uzak­tır. Eğer
ha­ya­tı an­la­mak va­ro­luş­tan bu ­ya­na olan­lar hak­kın­da bir fi­kir oluş­
tur­mak ve yi­ne bu fi­kir­ler nez­din­de ge­le­ce­ğe da­ir bir fi­kir yü­rüt­
mek de­mek de­ğil­se, bu bi­zim ha­yat hak­kın­da bü­tün­cü bir ka­na­ati­
mi­zin ol­ma­dı­ğı­nın en önem­li işa­re­ti de­mek­tir. Oy­sa biz bu­gün
ha­yat de­di­ği­miz za­man sür­mek­te ola­nı an­lı­yo­ruz. Ger­çi işin de­rin­
li­ği­ne doğ­ru git­ti­ği­miz za­man sür­mek­te ola­nın sür­müş ve sü­re­cek
olan ol­du­ğu­nu an­la­mak­ta güç­lük çek­me­yiz ama, bü­tün­lük fik­ri­ne
sâhip ol­ma­yan mo­dern in­san nez­din­de sür­mek­te olan­dan bah­se­dil­
di­ği za­man sür­müş ve sü­re­cek olan hiç­bir za­man he­sa­ba ka­tıl­ma­
dı­ğı için, bu­nun kı­sır bir an­la­yış ol­du­ğu­nu, do­la­yı­sıy­la bu an­la­yı­
şın ha­ya­tı izah et­me­ye yet­me­ye­ce­ği­ni an­la­rız. Bu da bi­zim fert
ola­rak bir bü­tün ha­lin­de far­kı­mı­za var­ma­mı­zı en­gel­le­ye­ce­ği gi­bi
iç­ti­mai olu­şu­mu­zun önü­ne de bir en­gel oluş­tu­rur. Bu en­gel ise
ha­ya­tı bo­zuk bir plâk gi­bi hep bir ev­ve­lin­den baş­la­ya­rak ya­şa­ma­
mı­za yol açar. Böy­le bir ha­yat in­sa­nın ahi­re­te ha­zır­lan­ma­sı­na
Makaleler | 27
sü­rek­li bir en­gel teş­kil eder. Mo­dern in­sa­nın çık­ma­zı­nı esa­sen
bu­ra­lar­da ara­mak ge­re­kir. Mo­dern in­san ha­ya­ta bir bü­tün ta­rif
ge­ti­re­me­di­ği için ken­di­ni izah­tan da uzak­tır.

III. Ha­ya­tın özü­ne doğ­ru


Kur’ân bi­ze ger­çek­leş­ti­ril­me­si ge­re­ken ha­yat­tan ha­ber ve­ri­yor.
Bu­nu ha­ber ver­mek­le kal­mı­yor yal­nız­ca. Onu na­sıl ger­çek­leş­ti­re­
bi­le­ce­ği­miz hak­kın­da da bi­zi ay­dın­la­tı­yor. Bu ay­dın­lat­ma­nın en
ha­kim ör­ne­ği­ni ise Al­lah’ın Re­su­lü’nün şah­sın­da göz­lem­le­ye­bi­li­
yo­ruz. O yap­tık­la­rı ve yap­tık­la­rı­na ge­tir­di­ği izah­lar­la bir yan­dan
Kur’ân’ı ger­çek­leş­ti­rir­ken diğer yan­dan da bi­ze ger­çek­leş­ti­ri­le­cek
ola­nın hem ne ol­du­ğu­nu, hem de na­sıl ger­çek­leş­ti­ri­le­ce­ği­ni­nin
nu­mu­ne­lik bir ör­ne­ği­ni ve­ri­yor.
Ha­ya­tın bir bü­tün ola­rak al­gı­lan­ma­sı­nın en be­lir­gin ör­ne­ği­ni
«Lâ ilâ­he il­lâl­lah» ifa­de­sin­de bu­lu­yo­ruz. Al­lah’ı ve on­dan baş­ka
hiç­bir şe­yin ol­ma­dı­ğı­nı, on­dan baş­ka her­şe­yin bir hiç ol­du­ğu­nu
(yok de­ğil) an­la­tan bu ifa­de as­lın­da ha­yat hak­kın­da­ki an­la­yı­şı­mı­
zın na­sıl ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne da­ir en gü­zel ör­nek­tir. Bu ör­ne­ğin
ha­ri­cin­de­ki her­şey te­fer­ru­at­tır ve yal­nız­ca bu ifa­de­yi doğ­ru­la­mak
için var­dır. Esas bu­dur. Bu­ra­da çok önem­li bir nok­ta da­ha var. O
da bu esa­sın te­za­hür ediş bi­çi­mi­dir ki, ken­din­den son­ra­ki­le­re ay­rı­
ca esas teş­kil eden «Mu­ham­me­dun re­su­lul­lah»tır. Lâ­ilâ­he il­lâl­lah
bir ya­nıy­la ya­ra­dı­lı­şın şe­ha­det âlemi­ne ula­şan bi­çi­mi için­de de­ğer­
len­di­ri­le­bi­le­ce­ği gi­bi bir ba­kı­ma da ya­ra­dı­lış ger­çek­leş­me­den
he­nüz Ce­nab- Hakk Âma’da iken bu­lun­du­ğu du­rum için­de de
de­ğer­len­di­ri­le­bi­lir. Ben bu ikin­ci de­ğer­len­di­riş bi­çi­mi­ni göz önün­
de bu­lun­du­ra­rak «Mu­ham­me­dun Re­su­lul­lah»ı da­ha doğ­ru de­ğer­
len­di­re­bi­le­ce­ği­miz ka­na­atin­de­yim. Bu ko­nu­da Ce­za­yir­li Şeyh
Ah­med el Ali­ve (k.s.) şöy­le bir yak­la­şım­da bu­lu­nu­yor:
«Bu ikin­ci şe­ha­det üç âlemi içi­ne alır: Mu­ham­med âlem-i mül­
kü, ya­ni his­se­di­len dün­ya­yı tem­sil eder; ri­sa­let (Re­sullük B.N.)
sö­zü de âlem-i me­le­kû­ta işa­ret eder ve so­yut an­lam­la­rın sır­la­rı­nın
bu­lun­du­ğu, hu­dûs­la kı­dem ara­sın­da bir ara­cı­dır. Ulu­hi­yet (İlahlık
B.N.) sö­zü ise duy­gu ve an­la­mın fış­kır­dı­ğı bir de­niz olan Âlem-i
ce­be­ru­ta bir işa­ret­tir.»
Bu söz­ler bir ba­kı­ma ha­ya­tı na­sıl an­la­ma­mız ge­rek­ti­ği­ni ifa­de
eden «Lâ ilâ­he il­lâl­lah» lâf­za-i şe­ri­fi­nin zu­hur ediş bi­çi­mi­ni gös­te­
rir ve al­gı­la­na­bi­lir ha­le gel­me­si­ni sağ­lar. Eğer efen­di­miz ol­ma­say­
28 | Saçı uzun aklı kısa
dı ha­ya­tı na­sıl an­la­ya­ca­ğı­mız hak­kın­da bir fi­kir sa­hi­bi ola­ma­ya­ca­
ğı­mı­zı an­cak ke­li­me-i şe­ha­de­tin ikin­ci kıs­mıy­la an­la­ya­bi­li­yo­ruz
de­mek ki.
Şeyh Ali­ve (k.s.) de­vam edi­yor söz­le­ri­ne: «Re­sul (el­çi) ger­çek­
te hâ­dis olan­la ka­dîm olan ara­sın­da bir ara­cı­dır, çün­kü o ol­ma­dan
var­lık di­ye bir­şey ol­maz. Hâ­dis olan­la kadîm olan kar­şı­laş­say­dı,
or­ta­da hâ­dis di­ye bir­şey kal­maz, yal­nız­ca kadîm olan ba­ki ka­lır­dı.
El­çi bu iki­siy­le ke­sin ola­rak iliş­ki­li kı­lı­nın­ca âlem dü­ze­ne ka­vuş­tu
(ha­yat ta­hak­kuk et­ti B.N.), çün­kü o za­hi­ri ola­rak bir ça­mur par­ça­
sı, ba­tı­ni ola­rak da âlem­le­rin rab­bi­nin ha­li­fe­si­dir.»
De­mek ki ha­yat bir ucuy­la top­ra­ğa, di­ğer ucuy­la efen­di­mi­ze ve
onun ara­cı­lı­ğıy­la da Al­lah’a bağ­lı olan­dır ve ger­çek­ten mu­kad­des­
tir. Ha­ya­tı böy­le al­gı­la­mak lâzım.
Bun­dan son­ra ha­ya­tı al­gı­la­ma­da iz­le­ne­cek yön­tem­ler üze­ri­ne
fi­kir yü­rü­te­bil­me im­kâ­nı­nın yo­lu­nu aça­bi­li­riz.
Makaleler | 29

AL­LAH, K­İNAT VE İN­SAN

Âlem ezel­de ve ebed­de ahad olan Al­lah’ın bir nef­ha­sı-üf­le­me­si


ne­ti­ce­sin­de bir an­da var ol­du ve o an­da da en can­sı­zın­dan en di­ri
ola­nı ara­sın­da­ki mü­na­se­bet­ler ku­ru­lu­ver­di. Bu ya­ra­dı­lış hâ­lâ sü­rü­
yor ve âlem her­ dem ahad olan Al­lah’ın ye­ni ve öncesiz nef­hâlâ­
rıy­la bir var­mış bir yok­muş mi­sâli ya­ra­dı­lı­yor ve yok edi­li­yor.
Öte yan­dan yi­ne bi­li­yo­ruz ki, âlem­de her ne var ise bir se­bep ve
ne­ti­ce­ler sil­si­le­si için­de bir­bi­ri­ne bağ­lı ve bir­bi­ri­ni et­ki­le­yen bir
bi­çim­de var­lı­ğı­nı sür­dü­rü­yor. Bu cüm­le­de­ki «her ne var ise» ifa­
de­si ki­mi fi­lo­zof­la­rı Al­lah’ı da bir se­bep-ne­ti­ce zin­ci­ri­ne bağ­la­ma­
ya kal­kış­mak gi­bi bir yan­lı­şa dü­şür­müş. Var­lı­ğı hak­kın­da dış ve iç
du­yu­la­rı­mız­la şu ve­ya bu şe­kil­de bil­gi sa­hi­bi ola­bil­di­ği­miz Al­
lah’ın ma­hi­ye­ti hak­kın­da bir bil­gi­ye sâhip ola­ma­yı­şı­mız bu zin­ci­
rin bi­lin­me­yen ma­hi­yet­ler üze­rin­de yü­rü­tü­le­me­ye­ce­ği­ni de or­ta­ya
ko­yar.
De­mek ki se­bep-ne­ti­ce iliş­ki­si ma­hi­yet­ler hak­kın­da bil­gi sa­hi­bi
olun­du­ğu za­man ge­çer­li olu­yor. Hak­kın­da se­bep-ne­ti­ce iliş­ki­si
yo­luy­la bil­gi sa­hi­bi ola­ma­dı­ğı­mız ve ken­di­si­ne an­cak ken­di­si­ni
se­bep gös­te­re­bi­le­ce­ği­miz tek ve mut­lak olan var­lık Ce­nab-ı
Hakk... Ona gi­den yol on­dan ge­çi­yor. Hat­ta ken­di­si­ni ken­di­si­ne
30 | Saçı uzun aklı kısa
se­bep ola­rak gös­ter­me­miz bi­le ma­hi­ye­ti hak­kın­da bil­gi sa­hi­bi ola­
ma­ya­ca­ğı­mız ola­nın ma­hi­ye­ti­ne yö­ne­lik bir bil­gi uzan­tı­sı ol­du­ğu
için doğ­ru de­ğil. En doğ­ru­su Ce­nab-ı Hakk hak­kın­da bir se­be­bin
hat­ta bir se­bep­siz­li­ğin da­hi dü­şü­nü­le­me­ye­ce­ği­dir. İd­ra­ki­miz bu
ko­nu­da bi­ze, bu­nun ken­di dı­şın­da bir va­kıa ol­du­ğu­nu sez­di­ri­yor ve
bir zevk ha­lin­de al­gı­la­ma­mız ge­rek­ti­ği­nin yo­lu­nu açı­yor. Zevk ve
keşf ha­li­nin, se­bep­ler ve ne­ti­ce­ler zin­ci­ri içe­ri­sin­de vu­ku­bu­lan
olay­la­rın dı­şın­da ol­ma­sı ge­re­ki­yor. Eğer bir şey üze­rin­de se­bep ve
ne­ti­ce zin­ci­ri içe­ri­sin­de bir fi­kir yü­rüt­me yo­lu­na gi­de­bi­li­yor­sak
ko­nu­yu akıl, ze­ka ve id­rak sı­nır­la­rı için­de tu­tu­yo­ruz de­mek­tir.
Zevk’in ve keş­fin bu un­sur­la­rın üze­rin­de/dı­şın­da bir du­rum ol­du­
ğu göz önün­de bu­lun­du­rul­du­ğun­da bu id­di­amı­zın doğ­ru ol­du­ğu da
or­ta­ya çı­kar.
Ya­ra­dı­lış bir­bi­rin­den ay­rıl­ma­yan, bir­bi­ri­ni ar­dar­da tâkip eden
bir bü­tün­lük ve bir­bi­rin­den kop­maz­lık ar­ze­den mer­ha­le­ler bi­çi­
min­de ger­çek­le­şi­yor. Bu ar­dar­da­lı­ğı çok iyi tâkip ede­me­di­ği­miz
müd­det­çe o bü­tün­lü­ğü ve ar­dar­da­lı­ğı an­la­ya­bil­me­miz de müm­kün
ol­mu­yor.
Muh­yid­din ibn-i Ara­bi’ye gö­re her şey Al­lah’ın za­tın­dan bir
key­fi­yet ola­rak var. Öy­le ki, bu key­fi­ye­ti on­dan ay­rı dü­şün­mek, o
key­fi­yet ile Al­lah ara­sın­da bir fark gör­mek bi­le müm­kün de­ğil.
Bü­tün oluş­lar kay­na­ğı Ce­nab-ı Hakk olan mut­lak key­fi­ye­tin her
şe­yi ve her ye­ri ku­şat­mış­lı­ğı için­de vü­cu­da gel­di­ği­ne gö­re, kâ­inat­
ta Hakk’ın dı­şın­da ce­re­yan eden hiç­bir şey yok­tur. Bu nok­ta­da
ka­der sır­rı­nın na­sıl te­cel­li et­ti­ği­ne da­ir bir fi­kir bu­lur­ken, in­sa­nın
ira­de-i kül­li­ye için­de ira­de-i cü­zi­ye­siy­le bu ira­de-i kül­li­ye­yi ger­
çek­leş­tir­me­nin dı­şın­da hiç bir şey ya­pa­ma­dı­ğı­na şa­hit olu­yo­ruz.
Bü­tün iyi­lik­le­rin ve kö­tü­lük­le­rin, ya­ra­dı­lı­şın ba­şı­na doğ­ru git­ti­ği­
miz za­man, or­ta­dan kay­bol­du­ğu ve göz­le­ne­mez/bilinemez ol­du­ğu
be­lir­gin­lik ka­za­nı­yor. Al­lah’ın nez­din­de iyi­lik ve kö­tü­lü­ğün ara­
sın­da­ki bü­tün fark­lar or­ta­dan kal­kı­yor ve sa­de­ce bir te­cel­li bi­çi­mi
ola­rak var olu­yor. İyi­lik ve kö­tü­lü­ğün bi­ze nis­bet­le var ol­ma­sı,
do­la­yı­sıy­la yar­gı­lan­ma­nın da an­cak bu nis­bet için­de ol­ma­sı söz
ko­nu­su­dur ki, bu nis­be­tin da­hi Al­lah’ın ira­de­siy­le te­cel­lî et­me­si
ge­re­ki­yor. Ak­si tak­dir­de her­şe­yin Al­lah’tan gel­di­ği­ni ve yi­ne ona
rü­cû et­ti­ği­ni ka­bul et­me­mek gi­bi bir du­rum­la kar­şı kar­şı­ya ka­lı­rız.
İn­sa­nın dün­ya­nın gü­neş et­ra­fın­da dö­nü­şü­ne gö­re ayar­lı za­man
bi­ri­mi (gü­neş sis­te­mi) için­de­ki öm­rü or­ta­la­ma ola­rak sek­sen yıl.
Makaleler | 31
Gü­ne­şin de için­de bu­lun­du­ğu sa­man­yo­lu sis­te­mi­ne gö­re ayar­lı
za­man için­de­ki öm­rü se­kiz sa­ni­ye ve uzay sis­te­mi için­de­ki öm­rü
ise san­ki bir an­lık. Do­la­yı­sıy­la dün­ye­vî za­man an­la­yı­şı için­de var­
lı­ğı­na bir an­lam ka­zan­dır­ma­ya ça­lı­şan in­sa­nın fonk­si­yon­la­rı­nın
uzay sis­te­mi için­de hiç bir mâ­nâ ifa­de et­me­ye­ce­ği ken­di­si­ni böy­
le­ce açı­ğa çı­ka­rır.
İş­te bu ör­nek mu­va­ce­he­sin­de bir de­ğer­len­dir­me yap­tı­ğı­mız
za­man iyi­lik ve kö­tü­lü­ğün Al­lah’ın nez­din­de­ki ye­ri­ni ve bu­nun
yal­nız­ca bir te­cel­lî­den iba­ret ol­du­ğu­nu, bu de­ğer­len­dir­me­nin
ge­niş­le­til­miş ve­ya ya­vaş­la­tıl­mış bir za­man ola­rak de­ğer­len­di­re­bi­
le­ce­ği­miz bi­zim za­ma­nı­mız için­de bir kıy­met ifa­de ede­ce­ği­ni,
bu­nun da iza­fî, ya­ni «bi­ze gö­re» bir de­ğer­len­dir­me ola­ca­ğı­nı an­la­
ma­mız ko­lay­la­şa­cak­tır.
Te­ka­rüb-üz za­man de­di­ği­miz za­ma­nın yak­laş­ma­sı, ya­ni bi­zim
ya­vaş­la­tıl­mış za­ma­nı­mı­za gö­re hız­lan­dı­rıl­mış olan za­man içe­ri­sin­
de bu nis­bet­le­rin Al­lah in­din­de bir de­ğe­ri kal­mı­yor ve her şey
onun nez­din­de eşit­len­miş bir se­vi­ye­ye ge­li­yor. Bu­nun böy­le ol­ma­
sı rah­met sı­fa­tı­nın bir ge­rek­li­li­ği­dir. Eğer böy­le bir fark söz ko­nu­
su ol­ma­say­dı ka­fi­rin rı­zık sa­hi­bi ol­ma­sı, onun da bu ve­si­ley­le
rah­met­ten pay al­mış ol­ma­sı izah edi­le­mez­di. Al­lah’ın rah­me­ti­nin
her şe­yi ku­şat­tı­ğı­nı bi­ze bil­di­ren Al­lah ol­du­ğu­na gö­re bu­nun da
böy­le ol­ma­sı icap eder.
32 | Saçı uzun aklı kısa

DÜ­ŞÜN­CE ÜZE­Rİ­NE NOT­LAR

Bi­li­nen­den ha­re­ket ede­rek bi­lin­me­ye­ne var­ma sü­re­ci dü­şün­


mek. Bi­li­nen­den bi­lin­me­ye­ne var­dık­tan son­ra bi­li­nen şey dü­şün­
ce­nin ürü­nü...
İlk bil­gi biz­de na­sıl şa­ha­det âlemin­de or­ta­ya çık­tı?
İn­san bir yan­da âlem-i er­vah ve bir yan­da da âlem-i şu­hud ile
ku­şa­tıl­mış va­zi­yet­te dün­ya­ya ge­lir. Âlem-i şu­hud âlem-i er­va­hın
âlem-i mi­sal­den ge­çe­rek zu­hu­ra çık­ma­sı. Şe­kil­ler ve ci­sim­ler dün­
ya­sı... Sö­ze dö­kü­len cüm­le­ler de bu mi­sal­den­dir.
Ko­lay an­la­şıl­ma­sı açı­sın­dan bi­ri­ne iç âlem, di­ğe­ri­ne dış âlem
di­ye­lim. Dün­ya­ya ge­len in­san bir yan­dan in­sa­na ya­pı­şık, ya­ni
in­san ol­ma­dan var­lı­ğı şa­ha­det âlemin­de ta­ay­yün et­me­yen, il­lâ bir
be­de­ne ih­ti­yaç du­yan ru­hu­muz, ce­nab-ı hak­kın «Biz Ade­m’e
bü­tün isim­le­ri öğ­ret­tik» hik­me­t-i ila­hi­si ile tüm bil­gi­le­ri ­ya­ni
ulum-u ila­hiy­ye­yi (ma­lu­ma­tı de­ğil) bün­ye­sin­de mün­de­miç bir hal­
de...
Di­ğer yan­dan da sos­yal ha­yat de­di­ği­miz şa­ha­det âlemi­nin en
can­lı par­ça­sı...
Ru­hu­muz­da mün­de­miç olan bil­gi­nin or­ta­ya çık­ma­sı se­beb­le­re
bağ­lı ola­rak müm­kün ol­du­ğu­na gö­re, biz­de ilk bi­li­gi­nin dı­şa te­za­
Makaleler | 33
hür et­me­si­nin se­be­bi dış âlem­de ham bil­gi mal­ze­me­si ola­rak el­de
et­tik­le­ri­miz ile ru­hu­muz ara­sın­da far­kın­da ola­rak ve­ya ol­ma­ya­rak
kur­du­ğu­muz bağ ile, dış âlem­de şa­hi­di ol­du­ğu­muz bir ola­yın ru­hu­
muz­da­ki ye­ri­ni bul­mak­tır ki, bu bu­luş­ma ile be­ra­ber o ola­yın bil­
gi­si biz­de doğ­muş olur.
Bu bil­gi ay­nı za­man­da akıl ve man­tık süz­ge­cin­den de geç­miş­tir.
Bil­gi­le­ri­miz bu süz­geç­ten geç­tik­ten son­ra akı­llı ve man­tık­lı ol­ma
ni­te­li­ği­ni ka­za­na­bi­lir­ler.
Bu, bir­bi­ri ar­dı sı­ra vu­ku­bu­lan bu­luş­ma­lar ço­ğal­dık­ça in­san,
yi­ne ruh­ta mün­de­miç me­rak un­su­ru­nun yar­dı­mı, olay­la­rı bir­bi­ri­ne
bağ­la­ma ye­ti­si ve bu unu­sur­la­rın biz­de mev­cut ol­du­ğu­nu bil­di­ri­ci
bir üst un­sur­la, ye­ni bil­gi­ler edin­me ih­ti­ya­cı­nı du­yar.
Dı­şar­dan tek tek al­dı­ğı­mız mal­ze­me­ler­le oluş­tur­du­ğu­muz bir­bi­
riy­le ra­bı­ta­sız bil­gi­ler ara­sın­da ra­bı­ta­lar ku­ra­rak ye­ni bil­gi­ler el­de
et­mek ve o bil­gi­ler­le ge­le­ce­ğe yö­ne­lik fi­kir­ler or­ta­ya ko­ya­bil­mek
için iç âlem­den sü­rek­li bes­le­nen bir dış âlem­den alın­ma bil­gi­ler
man­zu­me­sin­den do­ğan her­şey dü­şün­ce­nin ürün­le­ri ola­rak kar­şı­
mı­za çı­kar.
Bu sü­re­ci bi­linç­li bir bi­çim­de yap­tı­ğı­mız za­man dü­şün­mek
ey­le­mi­ni ger­çek­leş­tir­miş olu­ruz. Bu ay­nı za­man­da bi­zim bü­tü­ne
gö­tü­rü­cü par­ça bü­tün­le­ri de el­de et­me­miz de­mek­tir.
Ru­hu­mu­zun iş­let­ti­ği bu me­ka­niz­ma­nın mut­la­ka bi­linç ha­li­ne
ulaş­mış ol­ma­sı ge­rek­mez.
Ya­hut şöy­le söy­le­ye­lim: Dü­şün­ce­nin bir ürü­nü olan mal­ze­me­
nin pra­tik ha­yat­ta­ki so­nuç­la­rın­dan ha­re­ket­le ha­ya­tı­mı­zı be­lir­le­mek
için de mut­la­ka dü­şün­müş ol­mak mec­bu­ri­ye­ti var­dır. Ne ya­pı­yor­
sak bir mu­ha­ke­me so­nu­cu ya­pı­yo­ruz. Far­kın­da ol­sak da, ol­ma­sak
da...
Bu mu­ha­ke­me­nin bi­lin­ci­ni ta­şı­yan­lar, bu bi­linç­le­ri­ni yont­tuk­la­
rı, ço­ğalt­tık­la­rı, fi­kir­leş­tir­dik­le­ri, ya­ni bir dü­şün­ce man­zu­me­si
ha­li­ne ge­tir­dik­le­ri oran­da de­ğer­li ve er­bab-ı fi­kir ola­rak isim­len­di­
ril­me­ye lâ­yık olan­lar­dır.
34 | Saçı uzun aklı kısa

İN­SAN VE K­İNAT DÜ­ŞÜN­CE­Sİ,


BU DÜ­ŞÜN­CE­NİN BİR SİS­TEM HA­LİN­DE
SU­NUL­MA­SI VE UN­SUR­LA­RI­NIN
BE­LİR­LEN­ME­Sİ ÜZE­Rİ­NE DÜ­ŞÜN­CE­LER

Ev­ve­lâ dü­şün­ce­nin bi­li­nen­den ha­re­ket ede­rek bi­lin­me­ye­ne var­


ma sü­re­ci ol­du­ğu­nu göz önün­de bu­lun­dur­mak ge­re­ki­yor.
Bu ge­nel ka­bul­den ha­re­ket­le bir kâinat gö­rü­şü oluş­tur­mak için,
se­vi­ye­si ne olur­sa ol­sun el­de­ki mev­cut ve­ri­ler­den yo­la çık­mak
ge­rek­li­li­ği or­ta­da.
Bu kâ­inat gö­rü­şü­nün adı­na Koz­mo­lo­ji-Kevniyyat di­yo­ruz.
Kâ­i­nat gö­rü­şü­nün ge­rek­li­li­ği ha­ya­tı top­ye­kün ola­rak izah ede­
bil­mek için şart. İn­sa­nın tek ba­şı­na ken­di­sin­den baş­la­ya­rak, için­de
ya­şa­dı­ğı sos­yal çev­re­yi, bu çev­re­nin do­ğur­du­ğu ik­ti­sa­dî, si­ya­sî,
kül­tü­rel, ilmî tüm olay­la­rı bir bü­tün ha­lin­de ve çe­liş­mez bir bi­çim­
de izah ede­bil­me­si lâ­zım­dır. Ak­si du­rum­da bir­bi­ri­ne bağ­lı ol­ma­
yan gö­rüş ve dü­şün­ce­ler­den ha­re­ket­le or­ta­ya ko­nu­la­cak fer­dî ve
top­lum­sal öne­ri­ler­le doğ­ru­ya var­dı­rı­cı, özel­lik­le müs­lü­man­la­rın
di­nin ön­gör­dü­ğü ku­ral­la­rı ke­sik­siz ola­rak ha­ya­ta ak­ta­ra­bil­me­si
için ge­rek­li alt ya­pı ku­rul­ma­mış de­mek­tir. Dav­ra­nış­la­rı­mı­zın bu
koz­mo­lo­ji için­de yer al­ma­sı ge­re­ki­yor.
Koz­mo­lo­ji ide­olo­ji de­ğil­dir. Koz­mo­lo­ji ile ide­olo­ji­yi bir­bi­rin­
den ayı­ran en önem­li özel­lik şu: Koz­mo­lo­ji «ney­se o» ha­li­nin ne
ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar­ken ide­olo­ji mev­hu­me­ler­den yo­la çı­kı­la­rak
Makaleler | 35
el­de edi­len sağ­lık­sız ak­li is­tid­lal­le­re yas­la­nı­la­rak «ol­ma­sı ge­re­ken/
is­te­nen» hak­kın­da da­yat­ma­cı bir dün­ya gö­rü­şü­nü sis­tem ha­li­ne
ge­tir­mek­tir.
Bu ko­nu­da ya­pı­la­cak ilk iş ge­le­nek­sel bir çiz­gi üze­rin­den ge­ri­ye
doğ­ru gi­de­rek is­lâm dü­şün­ce ha­ya­tı için­de, geç­miş is­lâm dü­şü­nür­
le­ri­nin ge­liş­tir­di­ği an­la­yış­la­ra bu­gü­nün an­la­yış bi­çi­mi­ni ön­ce bağ­
la­ya­rak, son­ra da bu gün­kü­nü geç­mi­şin doğ­ru hat üze­rin­de­ki an­la­
yı­şı­nın bir uzan­tı­sı ola­rak ye­ni bir an­la­yış ha­lin­de or­ta­ya koy­mak­
tır. Ge­le­nek­ten ko­puk bir an­la­yı­şın ye­ni bir şey ka­zan­dı­ra­ca­ğı­nı
san­mı­yo­rum. Her şe­yi sil­baş­tan yap­mak an­lam­sız bir iş. So­nuç­ta
sağ­lık­lı bir yön­tem­le va­rı­la­cak so­nuç ay­nı ola­ca­ğı­na gö­re lü­zum­
suz ve ba­şı­boş ara­yış­la­ra gir­mek so­run­la­ra bu­lu­na­cak çö­zü­mün
sü­re­si­ni uzat­mak­tan öte­ye git­mez.

Koz­mo­lo­ji­nin ko­nu­su:
Yu­kar­da koz­mo­lo­ji­nin ide­olo­ji ol­ma­dı­ğı­nı, «ney­se o» so­ru­su­nu
ce­vap­la­ma­ya ça­lış­tı­ğı­nı be­lirt­tik.
Şöy­le bir so­ru so­ra­lım: İçin­de ya­şa­dı­ğı­mız âlem ne­re­den gel­di,
ne­re­ye gi­di­yor? Bu âlem için­de in­sa­nın fonk­si­yo­nu ne­dir?
İş­te bu so­ru­nun ce­vap­lan­ma­sı için ya­pı­la­cak olan tüm ça­lış­ma­
lar koz­mo­lo­ji­nin ko­nu­su­na da­hil edi­le­bi­lir. (So­ru­nun ikin­ci kıs­mı
bir in­san ve oluş te­ori­si­ni de ge­rek­li kı­lar ki, ay­rı­ca ele alın­mak
zo­run­lu­lu­ğu var­dır.)
Koz­mo­lo­ji­mi­zi oluş­tu­rur­ken so­ra­ca­ğı­mız en önem­li so­ru «na­sıl/
ne» so­ru­su­dur. Bu so­ru ko­nu­nun dış çer­çe­ve­si­nin be­lir­le­ne­bil­me­si
için ge­rek­li olan ilk ve bel­ki de tek so­ru­dur. «Na­sıl» so­ru­su pe­şin­
den «ni­çin» so­ru­su­nu ge­ti­rir. Bu da olay­lar ara­sın­da­ki se­bep so­nuç
iliş­ki­si­ni kur­mak için ge­rek­li olan so­ru­dur.
Koz­mo­lo­ji­mi­zi han­gi yön­tem­le ku­ra­lım?
İn­sa­noğ­lu dü­şün­ce ta­ri­hi için­de so­run­la­rın çö­zü­mü için iki yol
kul­lan­mış. Bi­ri­si tüm­den ge­lim, di­ğe­ri tü­me va­rım.
Bi­rin­ci yol doğ­ru­lu­ğu be­di­hî ola­rak ka­bul edi­len­den yo­la çı­kı­
la­rak onun ni­çin ve na­sıl be­di­hî ol­du­ğu hak­kın­da ka­na­at sa­hi­bi
ola­bil­mek için kul­la­nı­lan yol­dur. Bir baş­ka ifa­dey­le bir bü­tün­den
ha­re­ket ede­rek o bü­tü­nün par­ça­la­rı­na nü­füz et­mek ve böy­le­ce
ye­ni­den bü­tü­nün bü­tün­lü­ğü­nün niçin (sebep), ne­den (hangi malze-
meden) ve (oluş süreci ve şekli itibariyle) na­sıl ol­du­ğu­nu bil­mek.
Tah­li­li ve ta­ki­bi zor ol­du­ğu gi­bi baş­lan­gı­cı da şüp­he­le­re yol aca­bi­
36 | Saçı uzun aklı kısa
le­cek bir yön­tem. Vah­yin doğ­ru ol­du­ğu­nu ka­bul et­mek ve bu
ka­bul­den son­ra vah­yin na­sıl ve ni­çin doğ­ru ol­du­ğu­nu araş­tır­mak
tüm­den ge­lim yön­te­mi­ne ör­nek gös­te­ri­le­bi­lir.
İkin­ci yön­tem­de ise par­ça­dan ha­re­ket­le bü­tü­ne var­mak esas­tır.
Ör­ne­ğin bir sa­atin zem­be­re­ğin­den ha­re­ket ede­rek, o zem­be­re­ğin
bir sa­ate ait ol­du­ğu­nu be­lir­le­mek ve sa­at­te­ki ye­ri­ne onu yer­leş­tir­
mek tü­me­va­rım­la ya­pı­lan bir iş­tir.
Koz­mo­lo­ji­mi­zi ku­rar­ken bu iki yön­tem­den de fay­da­lan­mak
zo­run­da­yız. Fa­kat be­lir­le­yi­ci ro­lü bi­rin­ci­si oy­na­ya­cak­tır. Her ne
ka­dar bü­tün­den par­ça­ya var­ma­nın yo­lu ola­rak da isim­len­di­re­bi­le­
ce­ği­miz tüm­den ge­lim yön­te­min­de ev­ve­lâ bü­tü­nün an­la­şıl­ma­sı
ge­re­kir gi­bi bir dü­şün­ce ak­lı­mı­za gel­se de, böy­le bir dü­şün­ce yer­
siz­dir. Zi­ra yu­ka­rı­da da be­lirt­ti­ği­miz gi­bi tüm­den ge­lim yön­te­min­
de as­lo­lan «ka­bul» ol­du­ğu için, ka­bul edi­len şe­yin ne ol­du­ğu­nu il­lâ
da dört ba­şı ma­mur bir şe­kil­de bil­mek zo­run­lu­lu­ğu yok­tur; ay­rı­ca
bi­li­ne­mez de. Eğer bi­li­ne­cek ol­say­dı, ken­di­si hak­kın­da sağ­lık­lı bir
bil­gi­ye sâhip ol­du­ğu­muz şe­yin aran­ma­sı­na ge­rek kal­maz­dı.
İna­nı­yo­ruz ve inan­cı­mı­zın doğ­ru­lu­ğun­dan şüp­he et­mi­yo­ruz.
Hat­ta öy­le­si­ne ina­nı­yo­ruz ki, inan­dık­la­rı­mı­zın top­lum­sal plat­form­
da ve bir me­de­ni­yet ça­pın­da uy­gu­la­ma­sı­nı gö­re­bil­mek için de var
gü­cü­müz­le ça­lı­şı­yo­ruz. İçin­de bu­lun­du­ğu­muz bil­gi do­na­nı­mı çer­
çe­ve­sin­de bir kör dö­ğü­şü­nü an­dı­ran bu du­ru­mun bir bi­linç ha­li­ne
ge­le­bil­me­si için, top­lu­mun az da ol­sa kü­çük bir bö­lü­mü­nün, kav­
ga­sı ve­ri­len ha­di­se­nin hin­ter­lan­dı­nı il­mî bir plat­for­ma oturt­ma­sı,
onu ki­tap­laş­tır­ma­sı, mek­tep­leş­tir­me­si ve ya­rı­nın ide­al ol­ma­sı­nı
um­du­ğu­muz ce­mi­ye­tin in­sa­nı­na ka­mu vic­da­nı bi­çi­min­de in­ti­kal
et­ti­re­bil­me­si ge­rek­mek­te­dir. Bu­nun ak­si bir du­rum ev­ve­la in­sa­nı,
son­ra ce­mi­ye­ti ­boş­luk­ta/başı boş ha­re­ket et­me­ye mah­kum et­mek
olur ki, bu­gün­kü du­ru­mu­muz da ma­ale­sef bu­dur.
Al­lah’ta baş­la­yıp, Al­lah’ta bi­te­cek olan ha­yat...
Hiç­bir şey yok­ken Al­lah var­dı. Her­şey bi­tin­ce Al­lah yi­ne var
ola­cak. Al­lah her­şe­yin iki ucun­da. İki ucu bir­bi­ri­ne bağ­la­yan bağ­
da. On­la­rı da bir­bi­ri­ne ra­bı­ta­lan­dı­ran yi­ne Al­lah. Al­lah ol­ma­sa
hiç­bir şey yok. Oluş yok, ol­mak yok, sü­reç yok, ze­min yok, ta­van
yok. Al­lah­la bir­lik­te hep­si var. Öy­le ki yok bi­le bir an­da var­lık­lar
âlemin­de­ki sır­lı ye­ri­ne O’nunla ku­ru­lu­ve­ri­yor. Eğer yok yok­sa
Al­lah var. Yok var­sa Al­lah za­ten var.
Ni­çin Al­lah var so­ru­su mu­hal. Bu mu­ha­le ve­ri­le­cek en iyi ce­vap
Makaleler | 37
da şu: Var ol­du­ğu için var.
Al­la­hı Cü­neyd-i Bağ­da­di Haz­ret­le­ri­nin di­lin­den din­le­ye­lim:
«Bil ki Al­lah’a iba­de­tin ba­şı Al­lah’ı bil­mek (ma­ri­fet)tir. Al­lah’ı
bil­me­nin ba­şı da bir­le­mek (tev­hid)tir. Onu bir­le­me­nin ni­za­mı da
«na­sıl», «ne­re­de», «ne za­man» sı­fat­la­rı­nı on­dan kal­dır­mak­tır.
Ken­di­si­ne yi­ne ken­di­siy­le is­tid­lal edi­lir. O an­cak O’nun mu­vaf­fak
et­me­siy­le bu­lu­nur.»
Koz­mo­lo­ji­mi­zin ilk ko­nu­su­nu böy­le­ce be­lir­le­miş olu­yo­ruz:
Al­lah.
Al­lah­tan baş­la­yıp ha­ki­kat­te Al­lah­ta bi­ten son­suz bir ha­ya­tın
için­de sü­zü­lüp gi­den in­san­lık... Hayat Al­lah’ın bir sı­fa­tı ol­du­ğu­na
gö­re, bi­zim ha­yat di­ye ni­te­le­di­ği­miz şe­yin as­lı da be­li­ri­yor. Al­
lah’ın mut­lak ha­ya­tı­nın ya­nın­da bi­zim­ki­si ha­yat bi­le sa­yı­la­ma­ya­
cak ka­dar cü­ce bir ha­yat. Al­lah’a öze­ni­yo­ruz ya... Can­lı kal­ma­mı­
zı bi­le onun sı­fa­tıy­la ifa­de et­me­ye ça­lı­şı­yo­ruz; farkında değiliz.
38 | Saçı uzun aklı kısa

ÜÇ MEVZU

1. FELSEFE
Kısmen tümden gelim yöntemini de kullanmakla beraber genel-
de parçadan bütüne gitmenin peşinde olduğu için tüme varım
yöntemiyle çalışır. Eşyadan aşkın/transandantal olana doğru bir
hareket içindedir. Fakat herhangi bir kabulü ve nihaî noktada
imanî bir esâsa dayalı olmadığından bilgilerimizin en hamı ve
oluşa müsaade etmesi de hamlığı derecesinde az olan vehimlerden
hareketle aklın ve mantığın kurallarıyla muhakemesini yapar ve
hakikati bu doğrultuda arar. Sadece arar... Aradığının ne olduğunu
bilmediği için bulduğu şeyin aradığı şey olup olmadığını da bile-
mez. Dolayısıyla hep bir arayışı sürdürür.
Felsefeden alabileceğimiz şey kullandığı tümevarım yöntemi
ve muhakeme usulüdür. Ancak bu başıboş muhakemeyi mutlaka
iman esas alınarak yapmak gerekir. Bu da başıboş arayıştan kur-
tulmak içindir.

2. KELAM
İstidlâlî aklı kullanarak iman dairesi içinde hareket alanını
belirleyen bir ilim kolu olarak görüyoruz onu. İman dairesi içinde
Makaleler | 39
hareket ettiği için başıboş olarak addedilemez. Kozmolojimizde
önemli bir yere sahiptir. Allahın varlığı, sıfatları, yaradılış, melek-
lerin varlığı, peygamberliğin hak oluşu ve kitabın Allah’tan geldi-
ğini yani vahyi ele alır ve delillerle ispat etmeye çalışır. Ancak
insanın konumu hakkında bir bilgi vermez. İnsanın bu gerçeklerle
arasında kurulması gerekli olan rabıtaya eğilmez. Eğilmemesi de
doğaldır, çünkü uğraştığı alan olarak sadece yukardaki konular ve
bu konularla ilgili meselelerle ilgilenmeyi seçmiştir.

3. TASAVVUF
Bütünden parçaya ve/veya parçadan bütüne gitmenin yegâne
yolu... Felsefenin başıboş aradığını vahye inanmakla bir merkeze
bağlar ve arayışını bu merkezde sürdürür. Allah ve varlık, Allah ve
insan, insan ve insan, varlık ve varlık münasebetleri esas mevzuu-
dur. Evrende insanın Allah karşısındaki konumunu belirler.: Teo-
rik Tasavvuf...
İnsanla Allah arasındaki rabıtayı farklı aletlerle kategoriler/
mertebeler kurarak –ki bu mertebeler tabiatte zaten mevcuttur–
oluşturmayı amaçlar. Bunda da parçadan bütüne doğru bir hareket
içindedir.: Pratik Tasavvuf...
Birincisi ilim, ikincisi amel...
Avamdan havasa doğru çekilen bir hat üzerinden hitap sahasını
herkese teşmîl eder. En cahilinden en alimine kadar her insan,
daha doğrusu her müslüman onda kendisi için bir pay bulabilir.
Ana ve bağlayıcı kaidelerini insanın sosyal ve kişisel ilişkilerini
hukuki bazda içtimaileştiren şeriatten alır. Hiç bir zaman ona ters
düşmez, buna izin vermez. Şeriate ters düştüğü nokta tasavvufa ait
kabul edilmez. Şeriatın esnekliğini, yeknesaklığını ve sürekliliğini
bu yolla açığa vurur. Kalıpta boğulmaz.

Özetleyerek anlattığımız üç mevzuyu es geçmeyiniz.


Her biri kitaplık çapta araştıma konusu olan bu mevzuları inan-
dığımız değerler penceresinden ve yeniden ele alarak tetkik etmek
zarureti vardır. Bu mevzularda hakkıyla kâlem oynatanlar yok
değil elbette. Ama meselenin künhünü idrak ettirici çalışmalardan
maalesef hâlâ yoksunuz. Bugün düçâr olduğumuz içtimaî, siyasî,
iktisadî, ticarî, edebî, ferdî vs. ne kadar meselemiz varsa bunlarla
ilişkilidir.
40 | Saçı uzun aklı kısa

AN­LA­MAK, AN­LAŞ­MAK VE AN­LA­ŞIL­MAK


ÜZE­Rİ­NE KAR­MA­ŞIK DÜ­ŞÜN­CE­LER

1. An­la­mak­ta zor­la­nı­yo­ruz. An­laş­mak­ta da...


2. An­la­mak­ta zor­lan­ma­mı­zın ana ne­de­ni, an­la­mak­tan bah­set­ti­
ği­miz­de ço­ğu za­man «bir şe­yi an­la­mak»tan söz edil­di­ği­nin dü­şü­
nül­me­si­dir.
Oy­sa «an­la­mak» ile «bir şe­yi an­la­mak» bir­bir­le­rin­den fark­lı
şey­ler. Sa­de­ce «an­la­mak»tan bah­se­dil­di­ği za­man salt mü­cer­red
mânâ­da bir an­la­ma­nın söz ko­nu­su ol­ma­sı­na kar­şın, «bir şe­yi an­la­
mak»tan bah­se­dil­di­ğin­de de an­la­ma­yı bir nes­ne­ye bağ­lı kı­la­rak ve
esa­sen ba­kış­la­rı­mı­zı o nes­ne­ye yö­nelt­ti­ği­mi­zi ve an­la­ma­yı özel bir
ala­na çe­ke­rek ger­çek­leş­tir­di­ği­mi­zi far­ket­mi­yo­ruz. Bu söy­le­dik­le­
ri­miz «Bir şe­yi an­la­ma»yı ha­fi­fe al­dı­ğı­mız ve önem­se­me­di­ği­miz
an­la­mı­na gel­mi­yor el­bet­te.
Ge­nel­de in­san fa­ali­yet­le­rin­de çok yay­gın bir ala­nı kap­sa­yan
«Bir şe­yi an­la­ma»nın mü­cer­red mâ­nâ­da an­la­mak ile na­sıl içi­çe
ol­du­ğu­nu ve an­la­mak için istidlâlî bir usûl kul­la­nıl­dı­ğın­da an­la­ma­
yı ön­ce «Bir şe­yi an­la­ma» sü­re­cin­den ge­çir­mek zo­run­da ol­du­ğu­
mu­za da sa­tır ara­la­rın­da de­ği­ne­ce­ğiz.
3. Bir­bi­ri­miz­le an­laş­ma­nın yo­lu­nu arar­ken bir tür­lü an­la­şa­ma­
ma­mı­zın ana ne­den­le­ri ara­sın­da yer alan çok önem­li ko­nu­dur an­la­
Makaleler | 41
mak. Mü­cer­red dü­şün­me­ye alı­şık ol­ma­yan­lar sü­rek­li nes­ne­ler
dün­ya­sı için­de, an­la­ma­yı o nes­ne­le­re has kıl­mak­tan ko­pa­mı­yor­lar.
Bir şe­yi ak­let­miş ol­duk­la­rı­nı an­la­ma­dık­la­rı gi­bi nes­ne­le­rin çok­lu­
ğu ve ci­sim­ler âle­min­de bir­bir­le­rin­den çok­luk­la­rıy­la oran­tı­lı olan
fark­lı gö­rün­tü­le­ri, sü­rek­li nes­ne­ler nez­din­de dü­şün­me­ye alış­mış
ve do­la­yı­sıy­la dü­şün­me­yi ve an­la­ma­yı nes­ne­le­rden ba­ğım­sız ola­
rak al­gı­la­ma­mış olan­la­rın bir­bir­le­riy­le an­laş­ma­la­rı­nı sağ­la­ya­mı­
yor. Esa­sen an­la­ma­nın ne de­mek ol­du­ğu­nu il­lâ da nes­ne­le­re bağ­lı
ola­rak yapılması, an­la­ma­nın ne ol­du­ğu­nun bi­lin­me­me­si de­mek­tir.
4. An­la­mak ev­ve­la ak­let­me­yi ge­rek­li kı­lı­yor. Ak­let­mek zih­ni­mi­
zin eş­ya­ya yö­nel­miş ol­du­ğu­nun ilk gös­ter­ge­si. Eş­ya­nın var­lı­ğı­nı
bi­ze sez­di­ren ise ilk ker­te­de ruh ve son ker­te­de ru­ha bağ­lı bir
fa­kül­te ola­rak ça­lı­şan -ki, bu esa­sen in­sa­nın bü­tün fa­ali­yet­le­rin­de
böy­le­dir- ze­kâ­mız­dır. Tek tek nes­ne­le­rin far­kı­na ze­kâ­mız­la va­rı­rız.
Ze­kâ­mız nes­ne­ler ara­sın­da­ki ba­ğı kur­du­rur bi­ze ama onu an­la­mış
ol­ma­mı­zı sağ­la­maz. Nes­ne­ler ara­sın­da bağ ku­rul­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni
ze­kâ­ya tel­kin eden akıl­dır. Tel­kin eder, çün­kü bu­ra­dan bir üs­te çık­
ma­nın yo­lu­nu ara­ma­nın ih­ti­ya­cı­nı du­yar hep, yâ­ni onu an­la­ma­nın
gay­re­ti­ni sar­fe­der. Bir­şe­yi an­la­mak için gay­ret sar­fet­mek ise o şe­yi
an­la­mış ol­mak de­mek ol­ma­ya­ca­ğı gi­bi, bir şe­yi an­la­mak için böy­
le bir gay­re­tin sar­fe­dil­me­si­nin ge­rek­li­li­ği­ni de gös­ter­mez bi­ze.
5. Ara­da unut­tu­ğu­muz bir şey da­ha var: İd­râk(*). Biz id­rak ko­nu­
sun­da da ya­nıl­dı­ğı­mı­zın far­kın­da de­ği­liz. Zan­ne­di­yo­ruz ki, bir şe­yi
id­râk eder­sek onu an­la­mış olu­ruz. Ev­ve­la id­râk ke­li­me­si­nin de
teş­rih edil­me­si ge­re­ki­yor. İki tür­lü: Cis­mi id­râk, mânâ­yı id­râk. Her
ne tür olur­sa ol­sun, za­ten in­sa­nın iler­le­yen ke­ma­lât de­re­ce­le­rin­de
or­ta­dan kal­kan ci­sim/mad­de ve mânâ fark­lı­lı­ğı bi­ze bir ta­raf­tan
id­râ­ki an­la­ma­yı zor­laş­tı­rır­ken, di­ğer ta­raf­tan bi­zi bir­li­ğe/tev­hi­de
gö­tü­ren bir un­sur ola­rak ka­şı­mı­za çı­kar. Bir baş­ka cep­he­siy­le, her
ne ka­dar id­râ­ki an­la­ma­yı zor­laş­tır­sa da id­râk et­me­mi­zi ko­lay­laş­tı­
rır. Dı­şar­dan hiç bir mü­dâ­ha­le yok­tur bu­ra­da.
An­la­mak ya­hut an­la­mış ol­mak bü­tün bu sa­yı­lan­la­rın fa­ali­yet­le­
ri ne­ti­ce­sin­de kal­bi­mi­ze dü­şen mâ­nâ­dır. Ka­fa­mız­da ta­hay­yül et­ti­
ği­miz ve gö­rün­tü­ler âle­mi­ne yan­sı­ma­sı ken­di­ni ey­lem/amel­le
gös­te­ren ve mi­sâl­ler âle­mi­nin bir uzan­tı­sı olan sû­ret­ler­den öte bir
şey de­ğil­dir. Öy­ley­se an­la­mak sû­ret­le­re ait de de­ğil­dir.
Ke­li­me arap­ça­da feh­met­mek ola­rak kar­şı­la­nır. Fık­hın kar­şı­lı­ğı
ola­rak da kul­la­nı­lır. Fı­kıh­sa bir şe­yin hu­ku­ku­nu yap­mak de­mek.
42 | Saçı uzun aklı kısa
Bir baş­ka ifa­dey­le an­la­mak mâ­nâ­yı kal­be dü­şü­re­rek ak­let­mek,
ya­ni feh­met­mek de­mek olur.
Ne­ti­ce-i ke­lâm, an­la­dım de­mek için mâ­nâ­yı kâl­be dü­şür­müş
ol­mak lâ­zım ki, bu da baş­lı­ba­şı­na ele alın­ma­sı ge­re­ken bir ko­nu­
dur. Bu ko­nu hak­kın­da şim­di­den sa­de­ce şu­nu söy­le­ye­bi­li­riz: Kal­bî
mâ­nâ­da an­la­ma­yı esa­sen herkes ken­di­si için ya­par ve bu ko­nu­da
hiç bir tec­rü­be bir baş­ka­sıy­la uyuş­maz. An­cak bu uyuş­maz­lık bir­
bir­le­ri ara­sın­da bir zıt­lık da teş­kil et­mez. Bu yüz­den­dir ki, in­san­lar
ara­la­rın­da sü­re ge­len an­laş­ma­yı de­vam et­ti­re­bi­lir­ler. Yâ­ni tec­rü­be­
le­rin uyu­şum için­de ol­ma­la­rı de­ğil­dir bi­zi bir­bi­ri­miz­le an­la­şa­bi­lir
kı­lan, tec­rü­be­ler ara­sın­da­ki zıt­lı­ğın yok­lu­ğu ve­ya bu zıt­lı­ğın müm­
kün ol­du­ğun­ca aza in­di­ril­me­si­dir.
6. An­la­mak­tan an­laş­ma­ya yap­tı­ğı­mız bu hız­lı ge­çiş­ten son­ra
tek­rar ge­ri­ye dö­nüp bu iki kav­ram ara­sın­da­ki ak­ra­ba­lık bağ­la­rı­nı
kur­ma­ya ça­lı­şa­lım: An­laş­mak için en az iki şe­ye ih­ti­yaç var: An­la­
yan ve an­la­şı­lan. An­la­yan­la an­la­şı­lan ara­sın­da­ki mü­na­se­bet­ten
olum­lu so­nuç­lar alı­nı­yor­sa an­laş­ma, olum­suz so­nuç­lar alı­nı­yor­sa
an­laş­maz­lık söz­ko­nu­su­dur.
Bir kim­se­nin kal­bî mânâ­da an­la­dı­ğı bir di­ğe­ri­nin an­la­dı­ğı­nın
ay­nı­sı ol­ma­dı­ğı­na gö­re, iki ki­şi­nin an­la­şa­bil­me­si­nin her­han­gi bir
ze­mi­ni­nin oluş­ma­dı­ğı­nı söy­le­ye­bi­lir bi­ri­le­ri. Oy­sa yu­ka­rı­da be­lirt­
ti­ği­miz gi­bi an­la­mak­tan do­ğan bir­li­ğin uyuş­ma hâ­li ol­ma­dı­ğı­nı,
ak­si­ne zıt­la­rın or­ta­dan kalk­tı­ğı­nı he­sa­ba kat­tı­ğı­mız­da an­la­dı­ğı­mız/
an­la­şı­lan şey­le ara­mız­da­ki zıt­lı­ğı ber­ta­raf et­miş ol­du­ğu­mu­zu ve
böy­le­ce onun­la ara­mız­da da bir an­laş­ma­nın doğ­du­ğu­nu an­la­ya­bi­
li­riz. Cüm­le­nin so­nun­da kul­lan­dı­ğı­mız «an­la­ya­bi­li­riz» ifa­de­si
ke­sin­lik­le bu vak­te ka­dar id­dia edil­di­ği gi­bi akıl­la olan bir şey
de­ğil­dir. Bu işi ze­kâ ve­sa­ire de za­ten ya­pa­ma­dı­ğı­na gö­re ge­ri­ye
kâlp ka­lı­yor ki, son ker­te­de işi bi­ti­rip an­la­ma­yı ve an­laş­ma­yı, bun­
la­ra bağ­lı ola­rak da (kar­şı­lık­lı ola­rak) an­la­şıl­ma­yı sağ­la­yan odur.
Kâl­bin rû­ha bağ­lı ha­re­ket et­ti­ği­ni, hat­ta doğ­ru­dan doğ­ru­ya rû­hun
ke­sâ­fet ka­zan­dı­ğı bir tramp­len ol­du­ğu­nu söy­le­mek müm­kün bu­ra­
da. Bu im­kân­dan ya­rar­la­nır­sak an­la­ma­nın ve onun bir ne­ti­ce­si
olan an­laş­ma­nın da an­cak ve an­cak doğ­ru­dan doğ­ru­ya rûh ol­du­ğu­
nu feh­me­de­bi­li­riz.
-----------------------------------------------
(*) Ke­li­me De-re-ke’den ge­li­yor. De­re­ke ise bir şe­yi yu­ka­rı­dan aşa­ğı­ya in­dir­
mek, se­vi­ye­si­ni dü­şür­mek de­mek. İd­rak et­mek ise ke­li­me­nin eti­mo­lo­jik/­söz­lük
Makaleler | 43
an­la­mı­na uy­gun ola­rak bel­ki yü­ce­ler âlemin­den bi­ze ge­len mânâ­yı, ka­bi­li­yet­le­ri­
mi­zin el­ver­di­ği öl­çü­de al­gı­la­ya­bil­mek ve an­la­ya­bil­mek de­mek. Öy­ley­se id­rak
et­miş ol­mak­la yü­ce­ler âlemin­den ge­len mânâ­yı ney­se o ola­rak an­la­mış ol­ma­yız.
Bir baş­ka ifa­dey­le id­rak et­mek mu­ra­dı bil­miş ol­mak mânâ­sı­na gel­mi­yor ke­sin­lik­
le.
44 | Saçı uzun aklı kısa

BİL­ENİN BİL­ME­Sİ BİL­ME­CE­Sİ

Ben en çok «Ben bi­li­yo­rum!» di­yen­den çe­ki­ni­yo­rum. Sa­de­ce


ben de­ğil, top­lum­da­ki ge­nel ka­bul de bu­dur. Ge­ri­ne ge­ri­ne ya­hut
en mü­te­va­zı bir eda ile «Ben bi­li­yo­rum!» id­di­asın­da bu­lu­nan her­
ke­se ön­ce bir kem göz­le ba­kı­lır ve son­ra bu id­di­anın sa­hip­le­ri
şöy­le bir tar­tılıp hak­la­rın­da son ka­rar ve­ri­lir. Umu­mi­yet­le «Bi­li­yo­
rum!» id­di­ası­nı ya­pan­la­rın esa­sın­da çok şey bil­me­dik­le­ri ka­bul
edi­lir.
Böyle bir id­di­a­da ken­di­ni be­ğen­miş­lik var­dır; uka­lâ­lık sı­zar
sa­ğın­dan so­lun­dan bu be­ya­nın; doğ­ru­dur; fa­kat bu­na rağ­men
«Bi­li­yo­rum» id­di­asın­da bu­lu­nan­la­rın da so­nu­na ka­dar ne­yi bi­lip
bil­me­dik­le­ri­ni ken­di­le­rin­den din­le­mek, on­la­rı sor­gu­la­mak ge­rek­ti­
ği­ne ina­nı­yo­rum.
Bil­mek, bi­li­yo­rum di­ye­bil­mek bü­yük id­di­adır. Her ne ka­dar
re­ali­te­de bil­me id­di­asın­da bu­lu­nan­la­rın ço­ğu id­di­ala­rı­nın ta­şı­yı­cı­
la­rı ola­mı­yor­lar­sa da bu, «Bi­li­yo­rum» id­di­asın­da bu­lu­nan her­ke­sin
böy­le ol­du­ğu an­la­mı­nı ta­şı­mı­yor el­bet­te. Ola ki, id­di­asın­da doğ­ru­
dur, hak­lı­dır. Bel­ki de du­ru­mun ik­ti­za­sı­na uy­gun ola­rak söy­le­yi­şi
uka­la­lık ve ken­di­ni be­ğen­miş­lik ola­rak da al­gı­lan­mış ola­bi­lir.
Evet, bil­mek id­di­asın­da bu­lu­nan­lar­dan kork­ma­lı, çe­kin­me­li...
Makaleler | 45
Mekânına, id­dia ediş bi­çi­mi­ne ve za­ma­nı­na gö­re bu id­di­anın
sa­hip­le­ri­ne kar­şı ih­ti­yat­lı dav­ran­mak zo­run­da­yız. Baş­ta bah­set­ti­ği­
miz umu­mî ka­bu­lün ter­si­ne, adam ger­çek­ten bi­li­yor ve biz pe­şin
ola­rak bil­me­di­ği­ne hük­me­di­yor isek iki ha­ta­yı bir­den iş­le­miş olu­
ruz. Ev­ve­la bi­le­ne kar­şı ön­yar­gı­lı ve say­gı­sız­ca dav­ran­mış olu­ruz;
son­ra da bil­di­ği şe­yi on­dan öğ­re­ne­me­mek gi­bi başka bir yan­lı­şa
dü­şe­riz. Onun o bil­gi­sin­den mah­rum ka­lı­rız. Yok eğer bil­mi­yor ve
biz onu, ne­yi bil­me­di­ği­ni bil­mi­yor ol­ma­mı­za rağ­men bi­li­yor ka­bul
edi­yor­sak, ha­ta­nın bü­yü­ğü­nü de o za­man iş­li­yo­ruz de­mek­tir.
Bi­len­ler, in­sa­nın bil­giy­le olan mü­na­se­be­ti­ni, ya­ni onun bi­len
ve­ya bil­me­yen ol­ma­sı­nı dört ka­te­go­ri­de de­ğer­len­di­ri­yor­lar.
1. Bil­me­yen ve bil­me­di­ği­ni de bil­me­yen. Bun­la­ra ka­ra câhil
de­nir. Ka­ra ca­hil­lik hiç bir bil­gi­yi bün­ye­ye sok­ma­mış ol­mak
de­mek­tir. Cemiyette en çok bunlardan vardır.
2. Bil­me­yen ama bil­me­di­ği­ni bi­len. Bil­me­nin ilk ba­sa­ma­ğı­na
adı­mı­nı at­mış­tır ve bil­me­di­ği­ni bil­mek­le ilk bil­gi­si­ni el­de et­miş­tir.
Bun­la­rın adı ca­hil­dir. Bu an­lam­da ca­hil­lik in­sa­nın bün­ye­sin­de bil­
me­nin ilk kı­vıl­cı­mı­nı ta­şı­yan ha­li­dir.
3. Bi­len fa­kat bil­di­ği­ni bil­me­yen. Ken­din­den ha­ber­siz nâ­dan
ta­kı­mı... Baş­ka bir ifa­dey­le ah­mak­lar, uyuk­la­yan­lar. Bu ta­ife­ye
ge­rek­li ikaz­lar ya­pıl­ma­lı ve ken­di­le­rin­de mev­cut olan bil­gi­le­ri­nin
far­kı­na var­dı­rıl­ma­lı­dır­lar. Bi­linç­len­me de­di­ği­miz sü­re­ce en çok
ta­bi tu­tul­ma­la­rı ge­re­ken­ler bel­ki de bun­lar­dır.
4. Bi­len ve bil­di­ği­ni de bi­len­ler. Asıl bil­gi sa­hi­bi olan­lar bun­lar­
dır. Bu ta­ife ne yap­tı­ğı­nı bi­lir. Bil­gi ile ala­ka­lı şu­ura ulaş­mış­lar­dır.
Ya­ni ir­fa­na... Bun­la­ra da arif is­mi­ni ve­rir­ler.
İm­di sen, bi­li­yo­rum di­ye­nin bil­di­ği­ni de bi­len ol­du­ğu­nu bi­li­yor­
san, o sa­na «Ben bi­li­yo­rum» dediğinde sa­kın ona «Ne­re­den bi­li­
yor­sun?» di­ye sor­ma. So­rar­san bil­me­di­ği­ni an­la. Bil­me­di­ği­ni
an­la­dıy­san ilk üç ka­te­go­ri­den han­gi­si­ne da­hil ol­du­ğu­nu araş­tır ve
ken­di­ni ye­ni­den yok­la. Ye­ni­den bil­gi­le­ri­ni ta­ze­le, ek­siklik­le­ri­ni
gi­dermenin çaresini ara.
Bi­li­yo­rum di­ye­nin «bil­me­di­ği­ni da­hi bil­me­yen» ol­du­ğu­nu bi­li­
yor­san, ona hiç çe­kin­me­den bil­di­ği şe­yi an­lat­ma­sı­nı söy­le. Baka-
lım bir şey anlatabilecek mi? Eğer bu­nu de­mi­yor­san bil­gi-ma­ri­fet
adı­na en bü­yük ahlâk­sız­lı­ğı sen yap­mış olur­sun.
En iyi­si ken­din bil, ken­di­ni bil. Ki­min bi­lip bil­me­di­ği­ni sen
bi­lir­sen, bi­lir­sin. Bil­mez­sen, ne bi­lir­sin ki­min ne­yi bi­lip bil­me­di­ği­
46 | Saçı uzun aklı kısa
ni?. Öy­le ise id­rak mu­rad edilen mânâ ile bi­zim ara­mız­da bir
per­de oluş­tu­ru­yor de­mek­tir. Eğer mânâ­yı doğ­ru­dan ve mümkün
olduğunca va­sı­ta­sız an­la­mak (ki, va­sı­ta­sız an­la­mak mut­lak mânâ­
da hiç­bir za­man müm­kün de­ğil­dir) ve­ya fık­he­de­mi­yor­sak bi­le en
azın­dan feh­met­mek is­ti­yor­sak ara­dan id­ra­ki de kal­dır­ma­mız ya­hut
onu aş­ma­mız ve id­ra­kin üze­rin­de ne var­sa ona u­laş­ma­mız ge­rek­
mek­te­dir. An­la­mak­tan mu­rat mu­rad-ı ilâ­hî­yi an­la­mak ise id­rak
de­di­ği­miz şe­yin bel­ki de son ker­te­de ip­tal edil­me­si za­rûrî olacak­
tır.
Makaleler | 47

TA­SAV­VUF VE İLİM(*)

1.
Ta­sav­vu­fu «her vec­he­si il­me yö­ne­lik hu­su­si bir ya­şan­tı bi­çi­
mi»nin adı­dır di­ye ta­rif et­me­ye kal­kış­sak, yan­lış ya­pıl­dı­ğı­nı söy­le­
mek pek doğ­ru ol­maz.

2.
Ma­ka­le­nin ba­şlı­ğın­da bir ba­kı­mdan çe­kin­ce­li ve di­ğer ba­kı­
mdan da ce­sur sa­yı­la­bi­le­cek bir ta­vır ta­kı­nı­yor ol­ma­mız mev­zu­
nun has­sa­si­ye­ti iti­ba­riy­le­dir. Bu has­sa­si­ye­tin çe­kin­ce­li yü­zü, me­se­
le­nin ol­ma­sı ge­re­ken ya­nı­na dö­nük du­rur­ken, ce­sur yü­zü de pra­
tik­te ta­sav­vuf yo­lun­da iler­le­mek is­te­yen der­vi­şin du­ru­mu, on­la­rın
dış dün­ya ile mü­na­se­bet­le­ri­ni sağ­la­ya­cak olan iç dün­ya dü­zen­le­ri­
ni ele ve­ri­ci ek­sik­lik­ler­den do­la­yı­dır. Me­se­le­nin çe­kin­ce­li ya­nı­nı
hep zih­ni­miz­de bu­lun­du­ra­rak, her da­im ya­nı­la­bi­le­ce­ği­miz ih­ti­ma­
li­ni de her ân ger­çek­le­şe­cek­miş eda­sıy­la ak­lı­mız­da tu­ta­rak bir
ta­kım me­se­le­le­re, özel­lik­le bil­gi ve bil­gi­len­me me­se­le­le­ri­ne de­ğin­
me­yi ge­rek­li gö­rü­yo­rum.
Ar­tık bir nok­ta­nın al­tı­nın iyi­ce çi­zil­me­si ve zor da gel­se iti­raf
edil­me­si ge­re­ki­yor ki (işin ba­şın­da­ki Al­lah dost­la­rı ve On­la­rın
48 | Saçı uzun aklı kısa
dost­la­rı –ki on­lar ço­ğu za­man ne ya­zı­lı ne de söz­lü bir fi­kir be­yan
eder­ler– müs­tes­na tu­tul­mak şar­tıy­la) seyr-ü sü­lûk yo­lu­na gir­di­ği­ni
söy­le­yen­le­r, üze­rin­de bu­lun­duk­la­rı yol hak­kın­da pek sağ­lık­lı bil­gi­
le­re sâhip de­ğil­­ler. Bu du­rum ço­ğu za­man ta­sav­vuf kar­şıt­la­rın­ca
ko­lay bir bi­çim­de is­tis­mar edi­le­bil­yor ve iş ta­sav­vuf kar­şıt­la­rı­nın
bu yo­lun ger­çek adam­la­rı­na ha­ka­re­te va­ran ta­vır ta­kın­ma­la­rı­na
ka­dar gi­di­yor. Ger­çi on­la­rın ta­sav­vu­fa kar­şı men­fi ta­vır ta­kın­ma­la­
rın­da asıl un­sur ba­na ka­lır­sa bu du­rum­dan zi­ya­de on­la­rın ken­di
id­rak­siz­lik­le­riy­le ve ha­di­se­le­rin (ken­di gün­lük ya­şam­la­rın­da bi­le)
de­rû­nu­na nü­fuz et­me­de ser­gi­le­dik­le­ri ka­bi­li­yet­siz­lik­le­rin­den kay­
nak­la­nı­yor ve on­lar bu ka­bi­li­yet­siz­lik­le­ri­ni ve id­rak­siz­lik­le­ri­ni
ka­pat­mak için der­vi­şlerin eksik­li­ği­ni is­tis­mar edi­yor­lar. San­ki der­
vi­ş in­san de­ğil­miş, san­ki o ha­ta ya­p­maz­mış gi­bi. An­cak me­se­le­nin
bu şe­kil­de iza­hı der­vi­şin üze­ri­ne dü­şen yü­küm­lü­lü­ğü hiç bir su­ret­
te azalt­mı­yor.
Ki­şi, vu­ku bu­lan bir kö­tü­lük­te ken­di­nin de pay sa­hi­bi ola­bi­le­ce­
ği ih­ti­ma­li­ni unut­ma­ma­lı­dır. Ta­sav­vuf yo­lu iyi­ye, da­ha iyi­ye ve
ni­ha­ye­tin­de en iyi­ye doğ­ru bir iler­le­me kay­det­me­ye ve bu ve­si­ley­
le ke­ma­lât sa­hi­bi ol­ma­ya ça­lış­mak, mülk âlemin­den yo­la çı­ka­rak,
me­le­kût, ce­be­rut ve la­hut âlem­le­re doğ­ru açıl­mak, bu yol­la nef­si­
ni, do­la­yı­sıy­la Al­lah’ı bil­mek ve ona tam bir mu­ta­ba­kat­la kul­luk
et­mek­se, iyi­nin da­ha iyi­ye nis­bet­le, da­ha iyi­nin de en iye nis­bet­le
kö­tü ol­du­ğu­nun bi­lin­me­si ge­re­kir. Bu ifa­de­le­ri öl­çü ola­rak ka­bul
eder­sek, ta­sav­vu­fu in­kâr eden­le­rin in­kâ­rın­da der­vi­şin pa­yı­nın­
bu­lun­du­ğu­nu, ­der­vi­şin bil­gi­siz­li­ği­nin ve il­me uzak du­ru­şu­nun kıs­
men de ol­sa, se­bep ol­du­ğu­nu söy­le­mek mec­bu­ri­ye­tin­de ka­lı­rız.
Baş­lar­ken ta­sav­vu­fun her vec­he­siy­le il­me yö­ne­lik bir ya­şam
bi­çi­mi/an­la­yı­şı ol­du­ğu­nu be­lirt­miş­tik. Bu­nun an­la­mı bir ba­kı­ma
şu­dur: Der­vi­şin her yap­tı­ğı işin Al­lah’ın es­ma­sı­nın/sı­fat­la­rı­nın bir
te­cel­li­si ol­du­ğu­nu id­rak et­me­si ge­re­ki­yor. Te­cel­li eden bu es­ma­la­
rın ba­şın­da ge­len­ler­den bir ta­ne­si de ilim sı­fa­tı­dır ki, Ce­nab-ı hak
her da­im top­ye­kûn sı­fat­la­rıy­la te­cel­li edi­yor­sa ilim sı­fa­tıy­la da
te­cel­li edi­yor de­mek­tir. Al­lah’ın sı­fat­la­rı­nı sa­yar­ken bü­yük­le­rin
yap­mış ol­duk­la­rı sı­ra­la­ma­ya gö­re ilim sı­fa­tı ha­yat sı­fa­tın­dan son­ra
sa­yı­lan ikin­ci sı­fat­tır ve bu sı­ra­la­ma esa­sen gö­zar­dı edi­le­me­ye­cek
önem­li bir sı­ra­la­ma­dır. Ben bu tür bir sı­ra­la­ma­nın öy­le gelişigüzel
ya­pıl­dı­ğı­na inan­mı­yo­rum. Onun için de önem­si­yo­rum. Ha­yat sı­fa­
tı­nın da­ha faz­la ken­di­li­ğin­den iş­le­yen bir ya­nı ol­du­ğu­nu dü­şü­nür­
Makaleler | 49
ken, ilim sı­fa­tı­nın ya­ra­tıl­mış­lar­la ve özel­de in­san­la da­ha ya­kın­dan
alâ­ka­lı ol­du­ğu­nu ka­bul edi­yo­rum. Bu­nu da ya­pı­lan bu sı­ra­la­ma­dan
çı­ka­rı­yo­rum. Çün­kü ha­yat sı­fa­tı da­ha ku­şa­tı­cı ve di­ğer bü­tün sı­fat­
la­rı içe­rir­ken, ilim sı­fa­tı ken­di­si­nin or­ta­ya çık­ma­sın­da ha­yat sı­fa­tı­
na ih­ti­yaç du­yu­yor­muş gi­bi... Du­yu­yor­muş gi­bi di­yo­rum, zi­ra
esa­sen sı­fat­lar ara­sın­da böy­le bir ay­rım yap­ma­nın çok zor ol­du­ğu­
nu ak­lım­dan çı­kar­ma­ma­ya ça­lı­şı­yo­rum.
Bü­tün sı­fat­lar lâ­hut âlem­den, ce­be­rut âlemi­ne, ora­dan me­le­kut
ve mülk âlemi­ne doğ­ru, her bi­ri­ di­ğe­ri­ne kı­yas­la kes­ret ve le­ta­fet
be­lir­ti­ci hu­su­si­ye­ti için­de bi­ze ka­dar in­ti­kal edi­yor. Bun­lar ara­sın­
da yi­ne de en mü­cer­red­le­rin­den bi­ri ola­rak ilim sı­fa­tı ka­lı­yor. İlim
kâ­ğı­da ve kâleme dö­kül­me­den ön­ce de ilim ol­ma özel­li­ği­ni ko­rur
ve mü­cer­red­lik ar­ze­der­ken, kâ­ğı­da ve kâleme dö­kül­dük­ten son­ra
da o mü­cer­red­li­ğin­den, ken­di­si­ni ba­rın­dı­ran ya­zı/harf ka­bı­na rağ­
men, bir şey kay­bet­mi­yor.
İl­min mü­cer­red­lik ar­ze­den bu ke­sa­fe­ti­nin da­hi, ki bu da bir
ni­met­tir ay­nı za­man­da, Al­lah’ın bi­ze bah­şet­ti­ği di­ğer ni­met­le­re
kar­şı yi­ne de avan­taj­lı du­rum­da ol­du­ğu, hat­ta yeğ­len­di­ği, öne alın­
dı­ğı, bi­da­yet ve ni­ha­yet nok­ta­la­rı açı­sın­dan övül­dü­ğü, bı­ra­kın
müs­lü­man­la­rın ona biç­ti­ği de­ğe­ri, tüm in­san­lar ta­ra­fın­dan ar­tık bir
be­da­hat ola­rak te­ba­rüz et­miş du­rum­da­dır.
İn­sa­na nis­bet­le ilim hak­kın­da bir­kaç mü­lâ­ha­za­dan son­ra me­se­
le­yi der­vi­şlik açı­sın­dan bağ­la­ma­ya ça­lı­şa­lım. İlim, bi­da­yet­te ce­ha­
let ve ni­ha­yet­te yi­ne ce­ha­let­le nok­ta­la­nan bir kı­vam be­lir­ti­yor.
Ceh­li­mi­zi yen­mek için öğ­ren­mek mec­bu­ri­ye­tin­de­yiz. Der­viş­lik
ya­pa­bil­me­nin ilk şar­tı da şe­ri­ati öğ­ren­mek de­ğil mi?. Kim şe­ri­ati
bil­me­den der­viş­lik yap­ma id­di­asın­da bu­lu­nu­yor­sa ya­lan ko­nu­şu­
yor­de­mek­tir. İlim­de ke­ma­lât sa­hi­bi ol­du­ğu­nu id­dia ede­bil­mek için
de ilim­den so­yut­lan­mış ol­mak ge­re­ki­yor. Sey­yid Ab­dül­ka­dir Gey­
la­ni Haz­ret­le­ri’nin «İl­min il­mi ilim­den ce­ha­let­tir.» sö­zü bu­na de­lâ­
let et­mek­te­dir. Bu, bir ba­kı­ma en ile­ri il­min bi­zim için ilim­den
aza­de­lik ol­du­ğu an­la­mı­nı ta­şır­ken, bi­ze nis­bet­le il­min bi­ti­ri­lip
mut­lak il­min biz­de ga­le­be çal­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni de be­lir­gin­leş­ti­rir.
Di­ye­ce­ği­miz şu­dur ki, bu iza­hlar­dan son­ra der­vi­şin ken­di nefsi
bir ya­na, bağ­lı ol­duğu yo­lun ön­cü­le­ri­ne laf do­kun­dur­ma­mak açı­
sın­dan ilim­le mü­ceh­hez ol­ma­sı ve il­mi de amel ola­rak bil­me­si
ge­re­ki­yor. Bü­tün amel­ler da­hi son ker­te­de ilim­le ay­nî­le­şir ve
amel­le ilim ara­sın­da­ki fark or­ta­dan kal­kar. İlim­le ame­lin tev­hî­di
50 | Saçı uzun aklı kısa
adı­nı ve­re­bi­le­ce­ği­miz bu du­rum ise bi­zim mut­lak tev­hî­di an­la­ma­
mı­za, ya­ni onu bir hâl ola­rak bün­ye­mi­ze giy­dir­me­mi­ze ya­ra­ya­cak
en önem­li, en se­vi­ye­li, en en­tel­lek­tü­el bir un­sur ola­rak bi­ze yar­
dım­cı ola­cak­tır.
-----------------------------------------------
(*) Ta­sav­vuf ve İlim şek­lin­de bir baş­lık esa­sen pek doğ­ru de­ğil. Ta­sav­vuf, bün­
ye­sin­de ba­rın­dır­dı­ğı şey­ler iti­ba­riy­le za­ten baş­lı­ba­şı­na bir ilim. Öy­le­ki, ya­nı­sı­ra
bir baş­ka il­me ih­ti­yaç duy­ma­ya­cak ka­dar ge­niş çap­lı... Bu­na rağ­men «Tasavvuf
ve İlim» diye bir başlık kul­lan­ma­mı­zı icap et­ti­ren se­bep, or­ta­lık­ta kol ge­zen
an­lam­sız­lık ve an­la­yış­sız­lı­ğın do­ğur­du­ğu me­ra­mı­mı­zı an­la­ta­ma­ma sı­kın­tı­sıdır.
İlim esa­sın­da her­şe­yin bün­ye­sin­de mev­cut olan ana sı­fat­tır. Var­lık gi­bi... Na­sıl ki
var ol­ma ha­li eş­ya­nın eş­ya ola­bil­me­si için ge­rek­li bir sı­fat ise ilim de eş­ya­nın
eş­ya ol­du­ğu­nun an­la­şıl­ma­sı için ge­rek­li bir baş­ka sı­fat­tır. Biz var­lı­ğın var­lı­ğı­nı
da ilim­le kav­ra­rız. Var­lık bi­ze ilim öğ­re­tir­ken ay­nı za­man­da ilim­le var­lı­ğı da
öğ­re­ni­riz. Do­la­yı­sıy­la gü­nü­mü­zün bu pek yay­gın yan­lı­şı­nın da ar­tık dü­zel­til­me­si
ge­rek­ti­ği or­ta­da­dır. Biz bu an­la­yış­sız­lı­ğı kır­mak için za­man za­man o an­la­yış­sız­
lı­ğın ge­tir­di­ği bi­çim­ler­den kıs­men de ol­sa fay­da dev­şi­re­bi­le­ce­ği­miz ümi­di­ni ta­şı­
ya­rak böy­le bir baş­lık kul­lan­dık.
Makaleler | 51

İBA­DET ŞU­URU­MUZ

Al­lah Re­su­lü’nün Haz­re­ti Ömer Efen­di­miz yo­luy­la nak­le­di­len


ve Cib­ril Ha­di­si ola­rak isim­len­di­ri­len Ha­dis-i Şe­rif­le­rin­de Ceb­ra­il
Aley­his­se­lam ge­le­rek efen­di­mi­ze iman, islâm ve ih­san­dan so­rar.
İh­san so­ru­su­nun ce­va­bı­nı şu şe­kil­de ve­rir efen­di­miz: “İhsan,
Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmü-
yorsan da O seni mutlaka görüyor”(*)
Bu ha­di­si şe­rif­ten sü­ze­bil­di­ği­miz en de­rin mânâ­lar­dan bi­ri islâ-
mın ilim ve amel bü­tün­lü­ğü­nü na­sıl ger­çek­leş­tir­me­miz ge­rek­ti­ği­
dir. Me­se­le­yi fel­se­fi bir dil­le izah et­me­ye kal­kar­sak, bu ha­di­si
şe­rif­te ne­yin ni­çin ve na­sıl ger­çek­leş­ti­ril­me­si ge­rek­ti­ği­ne da­ir en
önem­li un­su­ru be­lir­le­miş olu­ruz. Za­ten ule­ma­nın bu ha­di­si şe­rif­le
il­gi­li ola­rak yap­mış ol­du­ğu tes­bit, bu ha­di­s-i şe­ri­fin di­nin bü­tü­nü
izah eden en önem­li ha­di­si şe­rif­ler­den bi­ri ol­du­ğu yo­lun­da­dır.
İman ve islâm bah­si bir ba­kı­ma me­se­le­nin iç içe geç­miş bir bi­çim­
de ne ve ni­çin yanını, ih­san ve­ya ihlâs bah­si ise na­sıl yanını ku­cak­
lı­yor. İhlâs bir nok­ta­da bi­zim iba­det­le­ri­mi­zi han­gi kıs­tas­la­ra gö­re
yap­ma­mız ge­rek­ti­ği hu­su­sun­da be­di­hi bir bil­gi edin­me im­ka­nı­mı­
zı sağ­lı­yor.
Me­se­le­nin bu yö­nüy­le faz­la il­gi­len­mek is­te­mi­yo­rum. Asıl üze­
52 | Saçı uzun aklı kısa
rin­de dur­mak is­te­di­ğim şey ih­san bah­si­nin iba­det­le­ri­miz­le bağ­lan­
tı­lı olan ya­nı ol­mak­tan zi­ya­de doğ­ru­dan doğ­ru­ya iba­det­le­ri­mi­zin
ken­di­si­ol­ma­sı­dır.
İh­san bah­siy­le or­ta­ya çı­kan bir şey var: O da bi­zim mut­lak
su­ret­te iba­det et­mek mec­bu­ri­ye­tin­de olu­şu­muz­dur. Öy­le ki iba­de­
ti­mi­zi ya­par­ken gö­zö­nün­de bu­lun­du­ra­ca­ğı­mız mut­lak nok­ta san­ki
Al­la­hı gö­rü­yor­muş­ça­sı­na iba­det et­mek­tir. Bizim bu mut­lak nok­ta­
ya ulaş­mak­ta acz içi­ne dü­şe­ce­ği­miz he­pi­miz­ce ma­lum.
Bü­tün bunl­ar bir ta­ra­fa... Bu­ra­da an­la­şıl­ma­sı ge­re­ken en önem­
li me­se­le bi­zim iba­det et­mek zo­run­da olu­şu­muz­dur.
Evet, ibadet etmek zo­run­da­yız, çün­kü in­sa­noğ­lunun, eğer ya­ra­
dı­lış ga­ye­si­ne uy­gun ha­re­ket et­mek is­ti­yor­sa, iba­det et­mek­ten baş­
ka çı­kar yo­lu yok­tur. Bu ce­na­b-ı hak­kın «Ben in­san­la­rı ve cin­le­ri
ba­na iba­det et­me­le­ri için ya­rat­tım» em­riy­le sa­bit ve de­ğiş­mez bir
ku­ral. Ya­ni bu­nun için ya­ra­tıl­dı in­sa­noğ­lu. Her işi bu doğ­rul­tu­da
ol­ma­lı. Bu nok­ta­da kar­şı­mı­za bir baş­ka ka­pı da­ha çı­kı­yor. Eğer her
işi­miz iba­det ni­te­li­ği­ni ta­şı­mak mec­bu­ri­ye­tin­de ise ya­pıl­ma­sı ge­re­
ken ve bel­ki de ba­na gö­re bu za­ma­na ka­dar ih­mal edil­miş bir
ko­nu­nun izah edil­me­si ge­re­ki­yor. Bu da iba­det ne­dir so­ru­su­na
aran­ma­sı ge­re­ken ce­vap­tır. Bu ko­nu­da islâm ule­ma ve su­le­ha­sı­nın
önem­li ça­lış­ma­la­rı var el­bet­te. An­cak ne ya­zık­tır ki, in­sa­nı­mız
ço­ğu me­se­le­de ol­du­ğu gi­bi bu me­se­le­de de pek ge­ri kal­mış­tır ve
iba­de­tin mânâ ve hik­me­ti hak­kın­da ye­ter­li bir bil­gi­ye sâhip de­ğil­
dir. Biz iba­det de­yin­ce bir­ta­kım rit­mik­leş­miş ve mânâ­sın­dan uzak­
laş­tı­rıl­mış ha­re­ket­ler­den baş­ka­sı­nı an­la­mı­yo­ruz. El­bet­te na­maz
kı­la­ca­ğız, oruç tu­ta­ca­ğız, hac­ca gi­dip ze­kat ve­re­ce­ğiz. Bun­lar
ya­pıl­ma­sı ge­re­ken iba­det­le­rin en baş­ta ge­len­le­ri. Za­ten cib­ril ha­di­
sin­de islâm bah­sin­de bu me­se­le açık ola­rak izah edil­miş du­rum­da­
dır. An­cak ora­da iba­det­le­rin sem­bol ve öz ola­rak ifa­de edil­miş
ol­ma­la­rı me­se­le­yi bi­zim açı­mız­dan tam ola­rak an­la­şı­lır kıl­ma­mak­
ta, al­lah re­su­lü­nün öz ola­rak ifa­de et­ti­ği bu ha­ki­ka­tin te­fer­ru­at­ta
ne­le­ri kap­sa­ya­bi­le­ce­ği­ni de iyi­ce dü­şün­mek ge­re­ki­yor. Ge­nel ola­
rak iba­det­le­rin na­maz, oruç, hac ve ze­kat ola­rak özet­len­miş ol­ma­
sı esa­sen bu iba­det­le­rin ni­te­li­ği iyi­ce an­la­şıl­dı­ğın­da na­sıl bü­tün bir
ha­ya­tı ku­cak­la­yı­cı ol­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Na­maz ki­şi­nin ça­lış­ma
ha­ya­tın­da­ki dü­ze­ni­nin ken­di­si­ne gö­re ha­zır­lan­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne
işa­ret eder­ken, oruç sos­yal ha­yat­ta id­ra­ki­ne va­ra­ma­dı­ğı­mız bir
me­se­le­nin ken­di şah­sı­mız­da bir kez da­ha de­nen­me­si an­la­mı­na
Makaleler | 53
ge­le­mez mi? Ha ke­za ze­kât. Ti­ca­ret ya­pa­rak baş­ka­sın­dan he­lâl
yol­lar­la al­dı­ğı­mız ve yi­ne baş­ka­la­rın­dan al­mak­la o baş­ka­la­rı­nı rız­
kı­mı­za se­bep kıl­dı­ğı­mız için, ka­zan­dı­ğı­mı­zın bir kıs­mı­nı yi­ne
ve­li­ni­me­ti­miz olan müş­te­ri­le­ri­mi­zin bel­li bir kıs­mı­na ia­de ede­rek
al­ma­yı ve mec­ca­nî ola­rak ve­re­bil­me­yi bi­ze öğ­ret­mi­yor mu? Hac
sos­yal bir bir­lik­te­li­ğin na­sı­lı­nı ve ni­dü­ğü­nü umu­mi bir kong­re
ha­li­ne ge­ti­rmek ve bu kong­re ile ken­d­imi­ze ye­ni bir ruh ka­zan­ma­
nın adı de­ğil mi­dir?
Bü­tün bun­la­rı say­mak­la bi­tir­mek el­bet­te müm­kün de­ğil. An­cak
bu­ra­da or­ta­ya çı­kan bir şey var: İlk ba­kış­ta bel­ki bu ana iba­det­ler­
le bağ­lan­tı­sı­nı kur­mak­ta zor­la­na­ca­ğı­mız te­fer­ru­at­la­ra dal­dı­ğı­mız­
da ço­ğu za­man ha­ya­tı­mı­zın te­fer­ru­at­la ge­çen kı­sım­la­rı­nın bir iba­
det şu­uru için­de ya­ni Al­lah’a kul­luk et­me bi­çi­min­de geç­me­si
ge­rek­ti­ği­nin de far­kı­na var­ma­mız ge­rek­mek­te­dir. Eğer bir ar­ka­da­
şı­mız­la et­ti­ği­miz soh­be­tin, in­san­lar­la iç­li dış­lı olur­ken dik­kat ede­
ce­ği­miz ada­b-ı mu­aşe­rat ku­ral­la­rı­nın, alış­ve­ri­şi­mi­zin, tar­la­da­ki
işi­mi­zin, fab­ri­ka­da var­di­ya­ya gi­di­şi­mi­zin, ora­da yap­tı­ğı­mız üre­ti­
min de iba­det mef­hu­muy­la bağ­lan­tı­sı ol­du­ğu­nu he­sa­bet­mek ge­re­
ki­yor.
Öy­le ya biz her ân Al­la­h’a kul­luk et­mek için ya­ra­dıl­dık. O hal­
de tu­va­le­te git­me­mi­zin de, ço­cu­ğu­mu­zu eğit­me­miz, bir ye­ti­mi
se­vin­dir­me­miz, hat­ta dev­le­ti ida­re eder­ken yö­ne­ti­ci­le­rin yap­tık­la­
rı­nın, ka­nun tek­lif­le­ri­nin, mec­lis mü­za­ke­re­le­ri­nin, se­çim­le­rin ve
da­ha bil­mem ne­le­rin bi­le iba­det ol­ma­sı ve bü­tün bun­la­rın bir iba­
det şu­uru için­de ya­pıl­ma­sı zo­run­lu ol­mu­yor mu? Hiç bi­ri­miz Al­
lah’ın bi­zim için çiz­di­ği o ge­niş, lü­tuf­kâr, mer­ha­met­li da­ire­si­nin
dı­şı­na çı­ka­ma­ya­ca­ğı­mı­za gö­re ve biz yal­nız­ca ona kul­luk ya­ni
iba­det et­mek için ya­ra­tıl­dıy­sak, yi­ne Al­la­h’ın bir lü­tuf ola­rak bi­ze
ik­ram et­ti­ği cü­z’î ira­de­mi­zi kul­la­na­rak şu­ur­la ha­re­ket et­me­nin
dı­şın­da hiç bir şan­sı­mız yok.
Ama ne ya­zık ki, gaf­let de­ni­len ay­maz­lık ve duy­maz­lık ha­li
bi­zim bu ha­ki­ka­ti gör­me­mi­zi en­gel­li­yor ve biz yap­tı­ğı­mız her işi
yal­nız yal­nız bir kü­çük şu­ur kı­rın­tı­sıy­la iba­de­te dö­nüş­te­bi­le­cek
im­ka­na sa­hip­ken onu gü­na­ha, ma­si­yet­te dön­de­ri­ve­ri­yo­ruz da
Ce­na­b-ı hak­kın rah­me­ti ye­ri­ne ga­za­bı­nı cel­be­di­yo­ruz. Ak­lı olan
bu­na şaş­maz da ne ya­par.
Al­lah bi­zi şa­kın­lar züm­re­si ol­mak­tan kur­tar­sın ve bi­ze her­şe­yin
bir iba­det hal­ka­sı da­hi­lin­de ha­ya­tı­mı­zı ku­şat­tı­ğı­nı bil­me, an­la­ma
54 | Saçı uzun aklı kısa
ve ona gö­re ya­şa­ma im­ka­nı­nı bah­şet­sin in­şa­al­lah...
-----------------------------------------------
(*) Hadis-i Şerifin tam metni şöyledir:
Ömer İbnü’l-Hattâb radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunduğumuz
sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri
bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanı-
na sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini
(kendi) dizlerinin üstüne koydu ve:
- Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat! dedi.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü
olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen,
ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret
(hac) etmendir” buyurdu. Adam:
- Doğru söyledin dedi. Onun hem sorup hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti.
Adam:
- Şimdi de imanı anlat bana, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inan-
mandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” buyurdu.
Adam tekrar:
- Doğru söyledin, diye tasdik etti ve:
- Peki “ihsan” nedir, onu da anlat, dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-
lem:
- “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmü-
yorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu.
Adam yine:
- Doğru söyledin dedi, sonra da:
- Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.”
cevabını verdi.
Adam:
- O halde alâmetlerini söyle, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
-”Cariyelerin sahiplerini doğurması, yalın ayak, başı kabak, çıplak koyun
çobanlarının, yüksek ve mükemmel binalar kurmada birbirleriyle yarışmalarıdır.
“ buyurdu.
Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
- “Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
- Allah ve Rasûlü bilir, dedim.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- “O Cebrâil’di, size dininizi öğretmeye geldi.” buyurdu.

Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd,
Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.
Makaleler | 55

İLİM NE­DİR?

1. İlim, hiç­bir is­pa­ta ih­ti­yaç duy­mak­sı­zın doğ­ru ol­du­ğu­nu be­di­


hi ola­rak bi­ze ka­bul et­ti­ren ve ken­di­si­ne hiç bir iti­raz pa­yı bı­rak­
tır­ma­yan şey­dir. İbn-i Mes’ud (r.a.) şöy­le bu­yu­ru­yor: «İlim çok
ri­va­yet­ten iba­ret de­ğil­dir, an­cak bir nur­dur ve kal­be atı­lır.»
2. Bu nok­ta­dan ha­re­ket­le ilim bir sü­reç be­lirt­mek­ten zi­ya­de bir
so­nuç be­lir­tir.
3. İlim­le bil­me ara­sın­da bir ay­rım ya­pı­yo­rum ve il­min bil­me
ol­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yo­rum.
4. İlim el­de et­mek için, ya­ni bir so­nu­ca var­mak için mal­ze­me
gö­re­vi­ni ifa eden şe­ye bil­gi ve­ya ri­va­yet- di­yo­rum.
5. Dör­dün­cü nok­ta­da­ki ta­ri­fe gö­re bil­me­nin-ri­va­ye­tin ma­lu­mat
ol­mak­tan öte­ye geç­mek gi­bi bir şan­sı­nın ol­ma­dı­ğı­nı söy­lü­yo­rum.
6. Bi­rin­ci nok­ta­ya dö­ne­rek, il­min bil­gi­nin yar­dı­mıy­la el­de edil­
di­ği­ni, ama bil­gi­nin bi­za­ti­hi ilim ol­ma­dı­ğı­nı an­la­mış olu­ruz.
7. Bil­gi bir mal­ze­me ise, bu onun (bil­gi­nin) yar­dım­cı bir un­sur
ol­du­ğu­nu gös­te­rir.
8. Öy­ley­se bu yar­dım­cı un­sur ne­yin yar­dım­cı­sı­dır ki, onun yar­
dı­mıy­la ilim sa­hi­bi olu­yo­ruz so­ru­su za­ru­rî­dir.
9. İlim bir so­nuç ise (2. mad­de), bu­nun bir şe­yin so­nu­cu ol­ma­sı
56 | Saçı uzun aklı kısa
da hâke­zâ za­ru­rî­dir. Öy­ley­se ilim han­gi şe­yin za­ru­rî so­nu­cu­dur?
10. Bir şe­yin so­nu­cu za­ru­rî ise ken­di­si­nin de za­ru­rî ol­ma­sı
zo­run­lu­luk be­lir­tir. Ya­ni ilim za­tı iti­ba­riy­le de za­ru­rî­dir.
11. Eğer ilim bir so­nuç, bil­gi de bi­zi bu so­nu­ca ulaş­tı­ran mal­ze­
me ise ve biz bu mal­ze­me­ye ma­lu­mat adı­nı ve­ri­yor­sak, ilim ya
içi­miz­den ve­ya dı­şı­mız­dan ge­len bir şe­yin so­nu­cu­dur.
12. İn­san Hz. Ali’ye gö­re kü­çük âlem ise bü­yük in­san de­di­ği­miz
âlem­de­ki bü­tün un­sur­lar ve bü­tün mânâ­lar da ken­din­de mün­de­
miç­tir.
13. Bü­yük in­san de­di­ği­miz âlem esa­sen in­sanın anlaması ve
anlaşılması için bir mi­sal ola­rak var ise, in­sa­nın dı­şın­da hiç­bir şey
vu­ku bul­mu­yor de­mek­tir.
14. Öy­ley­se on­bi­rin­ci mad­de­de­ki ih­ti­mal­le­re gö­re ilim sa­de­ce
içi­miz­de­ki bir şe­yin so­nu­cu­dur. Bu ise il­min biz­de (içi­miz­de) bil­
kuv­ve mev­cut ol­du­ğu­nu gös­te­rir.
15. İl­min içi­miz­de bil­kuv­ve mev­cu­di­ye­tin­den bah­se­di­yor­sak,
onu ic­ma­len (ma­hi­ye­ti hak­kın­da bir şey bil­mi­yor ol­sak da) bil­fi­il
ha­le ge­tir­miş olu­ruz. (Bu­ra­da ilim­de ic­mal-taf­sil di­ye bir ba­his
söz­kon­su­dur. Her ic­mal bil­kuv­ve­lik­ten bil­fi­il­li­ğe çık­tık­ça taf­si­lî
ol­ma­ya doğ­ru gi­di­yor de­mek­tir.)
16. Bu du­rum­da ilim sa­hi­bi ol­mak biz­de bil­kuv­ve mev­cut ola­
nın bil­fi­il açı­ğa çık­ma­sı de­mek­tir ki, bu da doğ­ru­dan doğ­ru­ya
ken­di­mi­zi keş­fet­mek an­la­mı­nı ta­şır.
17. Keş­fet­mek­ten mu­rat içi­miz­de­ki bi­lin­me­ye­ni bi­li­nir ha­le
ge­tir­mek, ya­ni açı­ğa çı­kart­mak­tır.
18. Bir şe­yin bi­li­nir ha­le gel­me­si onu bil­gi ko­nu­mu­na dön­de­rir.
Bu du­rum­da üçün­cü mad­de­de­ki ay­rım ile çe­liş­ki­li bir du­rum or­ta­
ya çı­kar.
19. Çe­liş­ki iki­li­ği do­ğu­rur; iki­lik ise eş­ya­nın ta­bi­atı­na ay­kı­rı­dır.
Bu yüz­den bil­gi ve ilim bu nok­ta­da bir­le­şir­ler. Bu nok­ta bil­gi­nin
ilim, il­min de bil­gi ola­rak te­za­hür et­ti­ği nok­ta­dır. Ya­ni ilim ola­rak
el­de et­ti­ği­miz so­nuç, açı­ğa çık­ma­sı iti­ba­riy­le ay­nı za­man­da bir
bil­gi/ma­lu­mat olur. Biz bu ma­lu­ma­tı kul­la­na­rak ye­ni bir il­min
pe­şi­ne dü­şe­riz ve içi­miz­de bil­kuv­ve mev­cut ola­nı ara­ma­ya ve onu
açı­ğa çı­kar­ma­ya (bil­fi­il ha­le ge­tir­me­ye), böy­le­ce de ma­hi­ye­ti­ni
bil­me­ye/bil­miş ol­ma­ya yö­ne­li­riz.
20. Ma­hi­yet­le­ri bil­mek de­mek içi­miz­de bil­kuv­ve mev­cut olan
il­min bil­fi­il ha­le ge­ti­ril­me­si ya­ni bil­gi­ye/ma­lu­ma­ta dön­de­ril­me­si/
Makaleler | 57
dön­de­ril­miş ol­ma­sı de­mek­tir.
21. On­do­ku­zun­cu mad­de ge­re­ğin­ce ilim sa­ye­sin­de bil­gi sa­hi­bi
olu­ruz. El­de et­ti­ti­ği­miz bil­gi­le­ri ye­ni bir ilim için mal­ze­me ola­rak
kul­la­nı­rız. Bir yan­dan ilim sa­hi­bi olur­ken di­ğer yan­dan da bil­gi­mi­
zi/ma­lu­ma­tı­mı­zı ço­ğalt­mış olu­ruz.
22. Bi­li­nen­den ha­re­ket ede­rek içi­miz­de bil­kuv­ve mev­cut olan,
fa­kat he­nüz bil­fi­il du­ru­ma gel­me­dik­le­ri için bi­lin­mez hal­de olan
il­me yö­ne­li­riz.
23. Bu yö­ne­li­şi «Bi­li­nen­den ha­re­ket­le bi­lin­me­ye­ni or­ta­ya çı­kar­
ma» di­ye isim­len­di­re­lim.
24. Bi­li­nen­den ha­re­ket­le bi­lin­me­ye­ni or­ta­ya çı­kar­ma fa­ali­ye­ti­ne
«te­fek­kür» di­yo­rum. (Bkz. Sh. 31’deki Dü­şün­ce üze­ri­ne Notlar
isimli makale)
25. Te­fek­kür bir fa­ali­yet ise bir sü­re­ci ve her sü­reç de bir so­nu­
cu ge­rek­ti­rir.
26. Te­fek­kür sü­re­ci­nin so­nun­da or­ta­ya çı­kan şe­ye «fi­kir» di­yo­
rum.
27. Al­lah’tan baş­ka her şey bir za­ma­na ve me­kâ­na muh­taç ol­du­
ğu­na gö­re fi­kir de bir za­man ve me­kân­da ger­çek­le­şir. Za­ten 23.
mad­de­de bah­se­di­len sü­reç bu­na işa­ret et­mek­te­dir. Za­man her ne
ka­dar me­kân­dan ba­ğım­sız ola­rak iş­le­se de bi­zim onun bu iş­le­yi­şi­
ni an­la­ma­mız onu an­cak bir me­kâ­na hap­se­de­rek müm­kün­dür. Bu
bi­zim za­ma­n bahsini müs­ta­kil ola­rak ele al­ma­mı­zı ge­rek­ti­rir; ye­ri
bu­ra­sı de­ğil...
28. Fi­kir te­fek­kü­rün so­nu­cu ise bir baş­lan­gıç me­kâ­nı­nın ol­ma­sı
zo­run­lu­dur. Bu me­kân hem te­fek­kü­rün hem de fik­rin bu­lun­du­ğu
yer­dir. Bu­nun adı­na da «mü­fek­ki­re» di­yo­rum.
29. Fik­rin fi­kir, te­fek­kü­rün te­fek­kür ve bun­la­rın me­kâ­nı­nın
mü­fek­ki­re ol­du­ğu­nu ne ile an­lı­yo­ruz?
30. Eğer bun­la­rı yi­ne fi­kir ve­ya te­fek­kür ile an­lı­yor­sak, fik­ri ve
te­fek­kü­rü bir şe­ye ara­cı kı­lı­yo­ruz de­mek­tir. Öy­ley­se ken­di­si­ne ara­
cı ge­rek­ti­ren bir baş­ka şey da­ha var­dır. Bu ne­dir?
31. Yir­do­ku­zun­cu mad­de­nin so­nun­da ağ­zı­mız­dan ka­çır­dı­ğı­mız
bir ifa­de var: An­la­mak... Öy­ley­se an­la­mak ne­dir ve ne­yi ne ile
na­sıl an­lı­yo­ruz so­ru­la­rı da ka­çı­nıl­maz­dır. (Sh. 41’deki «an­la­mak,
an­laş­mak ve an­la­şıl­mak üze­ri­ne» isim­li ma­ka­le­ye mü­ra­ca­at edi­
niz.)
32. Ne­ti­ce­ye doğ­ru yü­rü­ye­lim: Bü­tün bun­la­rı yal­nız­ca akıl ile
58 | Saçı uzun aklı kısa
ya­pa­rız. Akıl ke­lam­cı­la­ra gö­re Al­lah’ın ilk ya­rat­tı­ğı şey­dir. Bu ifa­
de ta­sav­vuf­ta da­ha so­mut bir şe­kil­de ifa­de edi­lir: Al­lah’ın ilk
ya­rat­tı­ğı Nur-u Mu­ham­me­dî’dir. Her şey o nur­dan ne­şet eder.
Ke­lâm ve ta­sav­vu­fun bu ifa­de­le­ri­ni tel­fik eder­sek ak­lın bir nur
ol­du­ğu­nu söy­le­ye­bi­li­riz. Di­ğer yan­dan 1. mad­de­de İbn-i Me­
sud’dan (r.a.) nak­let­ti­ği­miz cüm­le­de­ki «ilim an­cak bir nur­dur»
ifa­de­si­ni ha­tır­lar­sak akıl ile il­min nur ol­du­ğu­nu do­la­yı­sıy­la iki­si­
nin de ay­nı şey ol­du­ğu­nu an­la­rız.
33. Bir şe­yin bir baş­ka şe­yin ay­nı­sı ol­du­ğu­nu söy­le­mek esa­sın­
da o şe­yin di­ğer şey ile ay­nı ol­ma­dı­ğı­mı söy­le­mek de­mek­tir. Eğer
ay­nı ol­sa­lar­dı iki şey ol­maz­lar­dı. İki ay­rı şey­den bah­set­ti­ği­mi­ze
gö­re bir şe­yin bir baş­ka şe­yin ay­nı­sı ol­mak de­mek o şe­yin (mü­cer­
red) şek­li­nin ay­nı ol­du­ğu­nu fa­kat (mü­cer­red) muh­te­va­sı­nın ay­rı
ol­du­ğu­nu, do­la­yı­sıy­la mut­lak ay­ni­lik ol­ma­dı­ğı­nı an­la­rız. Akıl ve
ilim ara­sın­da­ki ay­nî­lik de bu­nun gi­bi­dir.
34. İlk ya­ra­tı­la­nın ilim de­ğil akıl ol­du­ğu­nu ve her şe­yin bu akıl­
dan (Nur-u Mu­ham­me­dî’den) ne­şet et­ti­ği­ni bil­di­ği­mi­ze gö­re nur
olan il­min nur olan akıl­dan in­ti­şar et­ti­ği­ni an­la­rız.
35. Al­lah nu­run nu­ru­nun nu­ru­dur. Akıl nu­run nu­ru... İlim ise
sa­de­ce nur. Nur bi­lin­me­den, yani nur sahibi olunmadan, nurlan-
madan, nu­run nu­ru, nu­run nu­ru bi­lin­me­den de nu­run nu­ru­nun nu­ru
bi­li­ne­mez. Baş­ka bir ifa­dey­le: Al­lah ol­ma­dan ak­lın, akıl ol­ma­dan
da il­min ifa­de ede­bi­le­ce­ği hiç bir an­lam yok­tur. Bun­lar bi­lin­me­
yin­ce de bi­li­yo­rum de­di­ği­miz her şey sa­de­ce ceh­li­mi­zi ifa­de eder.
(Bkz. Miş­kat-ül En­var, İmam-ı Gaz­za­li, 1. Fa­sıl)
36. Nu­run nu­ru­nun nu­ru­nu bil­mek ise onun bi­li­ne­mez­li­ği­ni bil­
mek­tir. Böy­le olun­ca kul Al­lah’ın bi­li­ne­mez­li­ği­ni bil­mek için
nu­run kap­sa­dı­ğı bü­tün alan­la­rı bil­me­li ki, O’nun bi­li­ne­mez­li­ği­ni
bil­sin ve O’nun kar­şı­sın­da ile­le­bet câhil ka­la­ca­ğı­nı an­la­sın.
37. De­mek ki, ilim ki­şi­nin Al­lah’a nis­bet­le ceh­li­ni bil­me­si­ne
ya­ra­yan vaz­ge­çil­mez mu­kad­des nur­dur ve kal­be atı­lır, atıl­mış­tır,
atı­la­cak­tır, ha­len atıl­mak­ta­dır.
38. Bi­ze ken­di­ni be­dî­hî ola­rak ka­bul et­ti­ren ve hiç­bir iti­ra­za
ma­hal bı­rak­ma­yan nur bu nur­dur.
Şa­ir di­yor ki:
«An­la­mak yok ço­cu­ğum, an­lar gi­bi ol­mak var;
Akıl için son ta­vır, saç­la­rı­nı yol­mak var...» (NFK)
Makaleler | 59

BİLME KATEGORİLERİ

Bilgi kategorisi 7’dir:

1. Zan
2. Vehim
3. Yanıltıcı Hayâl
4. AKIL
5. Hakikî Hayâl
6. Keşif
7. Vahiy

• Zan asla bilgi sayılamaz. Çünkü istidlali değildir. Kaba tabirle


atmasyondur.
• Vehim ispatlanamayan bilgidir; itibar edilmez.
• Yanıltıcı Hayal pseudo/sahte bir isbatla başkasına kabul ettiri-
lebilecek bilgi üretme kabiliyetimizdir; buna da itibar edilmez.
• AKIL isbatlanabilir bilgiye ulaşmamızı sağlayan ana özelliği-
mizdir. Ulemanın sınıfı budur.
• 2. Hakikî Hayal isbatlanabilir tekliflerimizi ve öngörülerimizi
kapsar. Bu mertebede elde ettiğimiz bilgiyi AKIL düzeyine indire-
60 | Saçı uzun aklı kısa
rek müsbet/isbatlanmış bir hale döndeririz veya kendimize özgü
kılarak bir üste doğru tırmanırız. Spekülatif düşünmeyi bilenler,
dahiler, mütefekkirler, dünyaya ilişkin büyük vizyon sahipleri bu
kategoriye dahildirler. Bu kategorinin en üstünde keşif sahibi
olmayan veliler bulunur.
• Keşif, kişiye mahsustur ve illâ da isbatı gerekmez. Kişi kendi-
sini aklın üzerinde bir alana açtığı için sadece kendisine isbatla
mükelleftir, karşısındakine isbat etmek zorunda değildir. Büyük
evliyanın dahil olduğu kategori budur.
• Vahye gelince insan için bilgilenmenin en üst seviyesi. Yalnız-
ca peygamberlere mahsustur. Bilgide bu mertebeye gelenler/geti-
rilenler hiç bir isbatla mükellef değildirler. Bu noktada peygambe-
rin bize bildirdiklerini/söylediklerini ya bir basamak aşağıdan
anlayarak kendimize özgü kılarız; buna «peygambere kişisel itti-
ba» denir. Veya iki basamak alta indirerek umumun istifadesine
sunarız. Bu işi yapana da alim diyoruz. Alim bu işi yaparken keşfe
müracaat edemez. Çünkü keşif kişiye özel bir bilgi türüdür.
Bu mertebeleri tasavvuf diliyle söylersek:
1. Nefs-i Emmare
2. Nefs-i Levvame
3. Nefs-i Mülhime
4. NEFS-İ MUTMAİNNE
5. Nefs-i Raziyye
6. Nefs-i Mardiyye
7. Nefs-i Safiye
Bu mertebelerin hepsinin birbirleriyle irtibatları ve birbirlerine
alttan ve üstten degrade geçiş alanları vardır.
Nefs-i Emmarenin altına geçiş yoktur. Altında bilmeye ilişkin
başka bir şey de yoktur.
Nefs-i Safiye’nin üstüne de geçiş yoktur fakat üstü vardır. Buna
Ulûhiyyet diyoruz. Üstüne geçiş olmadığından efendimiz miraçta
perdeyi kaldırınca arkasında yine kendini görmüştür. Eğer Allah’ı
görmüş olsaydı insan, hâşâ, Allahlık mertebesine ulaşabilir olurdu
ki, muhaldir. Hristiyanlar’ın Hz. İsa efendimizde tanrılık vehmet-
meleri bu yüzdendir.
Zira Ulûhiyyet bir bilme işi değildir. Mutlak biliştir.
Makaleler | 61

GE­Rİ KAL­MIŞ­LIĞI­MIZ ÜZE­Rİ­NE

Şu ge­ri kal­mış­lık me­se­le­si­ni çö­ze­me­di­ği­miz­den do­la­yı ya­ka­lan­


dı­ğı­mız aşa­ğı­lık komp­lek­si­nin si­ya­sal are­na­da­ki yansımalarını
dü­şü­nen mut­la­ka var­dır. Fa­kat ne hik­met­se pi­ya­sa­da dü­şün­me
işi­ni re­hin­le­ri­ne al­mış olan­lar­dan pek bir şey işi­te­mi­yo­ruz.
Dik­kat eder­se­niz, si­ya­si­le­ri­mi­zin, hu­su­siy­le de ba­zı sö­zü­m o­na
si­vil top­lum ör­güt­le­ri­nin ken­di­le­ri­ni ve­ya or­ta­ya at­tık­la­rı bir me­se­
le­yi, me­se­lâ in­san hak­la­rı­nı sa­vu­nur­ken ta­kın­dık­la­rı ta­vır ve­ya
güt­tük­le­ri man­tık tam bir has­ta­lık te­za­hü­rü gi­bi ge­li­yor ba­na.
Adam gü­ya id­di­ası­nı sa­vu­na­cak ve­ya te­zi­ni doğ­ru­la­ya­cak; ken­
di­ne gö­re doğ­ru ol­du­ğu­na inan­dı­ğı ge­rek­çe­le­ri sa­yar ve so­nun­da
bü­yük hik­me­ti, çok afe­der­si­niz, yu­murt­lar:
—Bu­gün Av­ru­pa’da bu iş böy­le olu­yor.
San­ki bir işin Av­ru­pa’da şöy­le ve­ya böy­le olu­yor ol­ma­sı ha­ki­
ka­ti ifa­de edi­yor ve­ya bir işin Av­ru­pa’da her­han­gi bir bi­çim­de
ya­pı­lı­yor ol­ma­sı bi­zim de onu öy­le­ce yap­ma­mı­zı mec­bu­ri ha­le
ge­ti­ri­yor­muş gi­bi... İş­te bu hâl bir has­ta­lık ha­li­dir ve in­sa­nın ken­
di­ni ve ce­mi­ye­ti­ni izah ede­me­di­ği her yer­de der­hal bir sal­gın ha­li­
ni ala­rak ya­yı­lır.
Pe­ki ne­den böy­le ya­par­lar?
62 | Saçı uzun aklı kısa
Ev­ve­lâ bun­la­rın ken­di­le­ri­ne ait bir dün­ya gö­rüş­le­ri yok­tur.
Sa­hip ol­duk­la­rı­nı id­dia et­tik­le­ri dün­ya gö­rüş­le­ri­nin esa­sın­da ne­le­ri
ih­ti­va et­ti­ği­ni bil­mez­ler. İh­ti­va et­ti­ği şe­yin ne ol­du­ğu­nu bi­li­yor gi­bi
gö­zük­se­ler de bu­nun ya­şa­dık­la­rı ce­mi­yet bün­ye­si­ne ze­hir te­si­ri
ya­pa­ca­ğı­nı kes­ti­re­cek ka­dar akıl­lı de­ğil­dir­ler. Bi­zim ge­ri kal­dı­ğı­
mı­zı id­dia eden­ler de bun­lar­dır.
Ne de­mek­tir ge­ri kal­mış­lık?
Za­ma­nı li­ne­ar ola­rak al­gı­la­yan bir an­la­yış üze­ri­ne bi­na edi­len
ha­yat telâkkilerinin tü­mün­de ile­ri­lik ve ge­ri­lik­ten söz et­mek bel­ki
müm­kün­dür. Fa­kat bi­zim gi­bi za­ma­nı li­ne­ar ol­mak­tan çok, ba­şı­nın
ve so­nu­nun ne­re­de başlayıp nerede bittiğini kes­tir­me­nin zor ol­du­
ğu spi­ral-da­ire­vî ola­rak al­gı­la­yan ve ba­na gö­re böy­le yap­mak­la
za­ma­nı di­ğer­le­rin­den da­ha iyi an­la­mış olan ce­mi­yet­ler için ile­ri­lik
ve ge­ri­lik iki gü­lünç ve abes mef­hum ol­mak­tan öte­ye ge­çe­mez.
İler­le­me­nin öl­çü­sü ne­dir?
Ta­şı ta­şın üs­tü­ne ko­yup gök­yü­zü­ne doğ­ru met­re­ler­ce yük­selt­
mek yahut de­mi­ri de­mi­re ek­le­yip al­tı­na las­tik ta­ka­rak şu­ra­dan
şu­ra­ya ha­re­ket et­tir­mek mi?
Uçak de­di­ği­niz ne­dir ki?
Mi­ni­cik kuş­lar­dan alel ace­le ve ace­mi­ce ça­lın­mış mo­del­le­rin
de­mi­re ve­ya de­mir cin­sin­den bir baş­ka ma­de­ne uy­gu­la­ma­ya kal­
kış­mış ol­mak­tan baş­ka bir an­la­mı var mı uça­ğın?
Efen­dim, in­san için bü­yük ko­lay­lık sağ­lı­yor­muş. Kı­sa za­man­da
şu­ra­dan şu­ra­ya gi­di­li­yor­muş ve sa­ire...
Te­ka­rüb’üz-za­man ve tayy-ı mekân gi­bi iki mef­hu­mu olan bir
me­de­ni­ye­tin ço­cuk­la­rı için bu ger­çek­ten de gü­lünç bir şey...
Za­ma­nı ve me­sa­fe­le­ri kı­salt­mak için bu ka­dar sı­kın­tı­ya kat­lan­
ma­nın ve in­san­la­rı ilim ve iler­le­me adı­na ez­me­nin, al­dat­ma­nın ve
mut­suz et­me­nin hiç bir an­la­mı yok­tur. Otur­du­ğu­nuz yer­den bi­le
bun­la­rı hal­let­me­nin im­kâ­nı var­dır. Tek şart: Se­beb­le­re te­ves­sül­dür;
ya­ni se­beb­le­ri ve­si­le edin­mek... Son­ra za­ma­nı kı­salt­ma­ya kalk­mak
il­la da ge­rek­li mi­dir? Za­man uza­nır kı­sa­lır bir şey mi­dir?
İn­san esa­sen ru­hun­da bir din­gin­lik ara­ma­ya her­şey­den da­ha
mü­sa­it­tir.
Bi­zi il­er­li­yo­ruz di­ye al­da­tan­la­rın, ge­ri kal­dı­nız di­ye ayıp­la­yan­
la­rın ha­ya­tı­mı­za ge­tir­dik­le­ri en önem­li mef­hum stres ol­muş­tur.
Bel­ki de gün­de­lik ha­ya­tı­mız için­de en sık kul­lan­dı­ğı­mız ke­li­me
ar­tık bu­dur: Stres... Stre­si­ni­zi ar­tı­rın ha­fa­kan ha­li­ne va­rır­sı­nız; onu
Makaleler | 63
da ar­tı­rın ve çıl­dı­rın. İş­te si­ze mut­lu­luk adı­na su­nu­lan iler­le­me­den
el­de ede­ce­ği­niz so­nuç.
Za­ma­nı li­ne­ar ola­rak al­gı­la­yan­lar hiç bir şey­de sa­bit ka­dem ola­
ma­ya­cak­la­rı için bul­duk­la­rı şe­yi an­la­ma­dan ye­ni­le­ri­nin pe­şi­ne
ko­şa­cak­lar­dır. Ya­la­ma­dan yut­mak di­yor­lar bu­na. Ha­zım prob­le­
mi... Ruh­la­ra çek­ti­ri­len azap­tır bu...
Zamanı spi­ral-da­ire­vi ola­rak al­gı­la­yan­lar ise ger­çek­ten üze­rin­de
bu­lun­duk­la­rı ev­re­ni an­la­ma­nın ve ev­re­nin ya­pı­sı­na uy­gun ola­rak
ha­re­ket et­me­nin re­çe­te­si­ni de böy­le­ce bul­muş olan­lar­dır. On­lar
eş­ya­ya tes­hir eder­ler ve Al­lah’a ha­li­fe­lik et­me­nin sır­rı­na erer­ler.
Evet eş­ya­ya ve ha­di­se­le­re tes­hir eder­ler, ya­ni on­la­rın bü­yü­sü­nü
çö­zer­ler ve böy­le­ce eş­ya­nın ha­ki­ka­ti­ne va­kıf olur­lar. Bu vu­ku­fi­yet
on­la­rın ken­di dı­şın­da va­re­di­len­le na­sıl uyum için­de ola­cak­la­rı­nı
öğ­re­tir on­la­ra...
Za­ma­nı li­ne­ar ola­rak an­la­yan­lar ise eş­ya­ya ve ha­di­se­le­re ta­hak­
küm eder­ler. Onu hük­mü al­tı­na alır, ezer, bü­ker, şe­kil­den şe­k­le
so­kar, ge­ni­ne mü­da­ha­le eder, as­li­ye­ti­ni bo­zar.
Bi­zim ge­ri kal­mış­lık prob­le­mi­miz yok­tur; za­man ve me­kan
id­ra­ki­miz bo­zul­muş­tur.
Böy­le ol­du­ğu müd­det­çe de doğ­ru­nun öl­çü­sü ola­rak hep baş­ka­
la­rı­nı gös­ter­mek zo­run­da kal­dı­ğı­mı­zı an­la­ya­bi­le­cek miyiz acaba?
64 | Saçı uzun aklı kısa

DİL ÜZE­Rİ­NE

Dil üzerine söz söylemek isteyenlerin yaptıkları şey çoğu


zaman dil felsefesine yöneliktir. Dil denen mücerred hadiseden
bahsetmek istenildiğinde onu felsefî bir alana çekmekten daha
doğal bir eğilim yoktur.
Elbette öyle olmalıdır. Ancak dili bir medeniyetin taşıyıcısı
olması hasebiyle insanların onunla münasebeti açısından ele
almak icap ettiği zaman yapılan felsefî tartışmaların muhtevasında
bir değişiklik yapmadan dilin kullanım alanları üzerinde de konuş-
mak icab eder. Bu bir bakıma dilin muhafazası, yaygınlaştırılması,
muhtevasının doğru bilinmesi ile de alâkalı bir durumdur.
İnsanların dil ile münasebetleri doğdukları günden öldükleri
güne kadar sürüyor. Doğar doğmaz kulağımıza fısıldanan ezan
bizim dil ile ilk temasımız. Ölürken getirdiğimiz şehadet ise fizik
dünyamızdaki son temas. Dil ile temasımız hayatımızın başlangıç
ve bitiş sahaları içerisinde hiç kesilmeden devam ediyor.
İnsan nutkiyetinden yani bünyesinde mündemiç söz söyleyebil-
me kabiliyetinden ötürü «Hayvan-ı Natık» (Konuşan diri, canlı)
diye isimlendirilmiş. Natıkıyyet insanda var olan bir hususiyet ve
onu sair dirilerden ayıran mümeyyiz vasfı... Bu vasfımızın ortaya
Makaleler | 65
çıkması ise sesleri belli bir düzen içerisinde terkip edip birlikler
oluşturmakla mümkün. Bu birliklerin çoğu kendi başlarına, bir
kısmı da diğer birliklerin yanında birer anlam ifade ederler. Dil bu
birliklerin ve bu birliklerden elde edilen terkiplerden meydana
getirdiğimiz tertibatın ismi. Öyle kolayca tertibat deyip geçilebile-
cek bir vakıa değil bu elbette. İnsan zihnini asırlardan beri meşgul
eden, cemiyatleri kimi zaman karşı karşıya getirip birbirlerini
didiklemeye vardıracak ebatlarda gerilmelere yol açan tehlikeli ve
o ölçüde önemli bir tertibatla karşıkarşıya olduğumuzun farkına
varmak icabeder.
İnsanları ve oluşturdukları toplulukları birbirinden farklı kılan
en önemli âmil bana sorarsanız dildir. Evet, sadece dil. Dilde keli-
melere yüklenen mânâlar, o mânâlarla edindiğimiz alışkanlıklar,
bu alışkanlıklarla elde ettiğimiz yaşama biçimimiz, kültürümüz,
ahlâkımız... Kısaca hayatla iligi olarak neyimiz var, neyimiz yoksa
hepsinin altında insanoğluna bahşedilen ve adına dil dediğimiz
mucize var.
Kimliğimiz, şahsiyetimiz, bir topluluğa ait oluşumuz hep dili-
mizle anlaşılıyor. O olmasa sanki biz de yokuz. Başkaları karşısın-
daki üstünlüğümüzü dile borçluyuz. Savaşların bile söz ile kazanı-
lanı makbul.
İki insan arasındaki iletişimin sağlanmasında en önemli rolü dil
üslenir. İki kişinin kendi aralarında anlaşmaları için gerekli olan
dil aleti ile sağlanmaya çalışılan bu iletişim esnasında tarafların
karşılıklı olarak birbirlerini anlayacakları bir zemine ihtiyaç var-
dır. Bu zemin, anlaşılacak meselenin anlaşılması esnasında kulla-
nılan birimlerin —bu birimlere dilbilgisinde kelime deniyor—
mahiyetlerinden ibarettir. Yani anlaşmak için kullanılan birimlere
yüklenmiş olan manalardan oluşan mahiyetlerin anlaşılması gere-
kir. Bu olmadığı takdirde anlaşabilmek mümkün olmaz.
Esasında bu mesele daha geniş bir platforma taşındığında görü-
lecektir ki, aynı dili konuşan her topluluk hem kendi dillerine bağlı
ve hem de kendi dillerinin bağlandığı manalar bütünü etrafında
birbirleriyle anlaşırlar. Fertler şahsiyetlerini ve kimliklerini, top-
lumlar aynı ülkü etrafında bir araya gelebilme şuurlarını dillerini
bağladıkları ve dillerinin bağlandığı bu manalarla oluştururlar.
Varlığı, varoluşu, kendilerini bilmenin yolunu bu dil coğrafyası
üzerinden ararlar ve bulurlar.
66 | Saçı uzun aklı kısa
Burada tartışılması gereken mevzu dilin aslî unsuru olan keli-
melerin mânâlarını oluşturan mahiyetlerin o kelimelere nasıl ve
niçin yüklendiğinin bilinmesidir. Bu ise olayı medeniyetler ve
dünya görüşleri boyutunda ele almayı gerekli kılar. Bu durumda
kâinatı nasıl idrâk ettiğimiz, onu zihnimizde nasıl canlandırdığı-
mız, zihnimizde canlandırdığımız şeyi dışarıya hangi ses, söz ve
mânâ bütünlüğü içinde yansıttığımız önemlidir. Bu, dil denen
vasıta ile olurken dil denen vasıta da bu idrâk edişe ve bu idrâk
edişin getirdiği üst idrake bağlı olarak şekillenir ve kökleşir. Fer-
din tek başına bu süreci değiştirme iktidarı yok gibidir. Onun
yapabileceği bu sürecin sağlıklı olarak işleyebilmesine yardımcı
olmaktır ki, bu da öyle küçümsenecek bir hadise değildir.
Dil-dünya görüşü-medeniyet-insan... Bu mefhumlar arasındaki
bütün bağlantılar-münasebetler mânâlıdır ve hangisinin hangisin-
den önce geldiğini belirlemek zordur.
Eğer dilin dünya görüşünü ifade etmenin bir aleti olduğunu ve
yine dil denen aynı vakıa ile biz dünya görüşümüzü oluşturduğu-
muzu söylüyorsak, bu, dilin ne derece ehemmiyetli olduğunu bir
kez daha ortaya koyar. Bu açıdan dil insanın vazgeçemeyeceği en
mühim aletidir. Dili atlayarak yapabileceğimiz bir şey yoktur.
Bu noktada karşımıza yeni bir mesele çıkar: Dünyada tek bir dil
yoktur. Tek dil olmadığı gibi tek bir dünya görüşü de yoktur. İnsa-
nı tek bir dünya görüşü ortaya çıkaracak tek bir zihin faaliyetine
mahkum edemeyeceğimize göre hangi dil bir dünya görüşünü en
iyi ifade edebilir veya bir dünya görüşü en iyi hangi dille kurulur
sorularını da sormamız gerekecektir.
Netice itibariyle insanın çabası hakikatle arasındaki münasebe-
ti kurmak, onu anlamak ve hakikatin kendisine telkin ettiği şekilde
yaşamak olduğuna göre bütün çabalarımızın hasbelkader sahip
olduğumuz dilin malzemelerinden yola çıkarak hakikati aramak
olduğunu bilmek lâzımdır.
Hakikati ararken kullanacağımız dil «anadil» olacağına göre
herkesin kendi «ana dilim» dediği diline sıkı sıkıya sarılma zaru-
reti kendiliğinden ortaya çıkmıyor mu?
Başkalarının anadilleriyle bulunacak her hakikat başkalarının
hakikati olacaktır.
Makaleler | 67

GÜT­TÜ­ĞÜ­MÜZ G­YE

Neredeyse darb-ı mesel olmuş şu sözü herkes bilir: Küçük kafa-


lar insanları, orta kafalar hadiseleri, büyük kafalar ise fikirleri
konuşurlar.
Bu sö­zü çer­çe­ve­let­ti­rip du­va­ra asan elin sa­hi­bi bu­nun­la ne­yin
kas­te­dil­di­ği­ni muh­te­me­len sez­miş ol­ma­lı ki, onu bir çer­çe­ve­ye
yerleşti­rip her­ke­sin is­ti­fa­de­si­ne sun­muş.
Ben bu sö­ze o za­man pek önem ver­miş­tim. Hâ­lâ da de­vam edi­
yo­rum önem ver­me­ye. Ay­nı söz as­ker­lik yap­tı­ğım tu­ga­yın ya­tak­
ha­ne ko­ri­do­run­da da ası­lıy­dı.
Bu sö­zü esas kabul ederek et­ra­fı­nı­za dik­kat­li­ce ba­kar­sa­nız,
özel­lik­le si­ya­set, sa­nat, ah­lâk ve ik­ti­sat gi­bi ha­ya­tın en önem­li
sa­hâlâ­rın­da boy gös­te­ren­le­rin he­men hep­si­nin kü­çük ka­fa­lar
me­sa­be­sin­de ol­duk­la­rı­nı an­la­mak­ta ge­cik­mez­si­niz. Zi­ra hep­si­nin
tar­tış­tı­ğı şey in­san­lar, ya­ni Ah­met, Meh­met, da­ha doğ­ru­su de­di­ko­
du me­sa­be­si­ni aş­ma­yan söz­ler. Her­ke­sin de­li ol­du­ğu yer­de akıl­lı­
nın de­li ad­de­dil­me­si he­sa­bı, her­kes de­di­ko­duy­la iş­ti­gal et­ti­ği için
en iyi de­di­ko­du ya­pan en akıl­lı adam me­sa­be­sin­de gö­rü­lü­yor.
İs­te­di­ği­niz ka­dar hep­si­nin yan­lış yap­tı­ğı­nı id­dia edin, gü­lü­ne­cek
du­rum­da da­ima siz ola­cak­sı­nız.
68 | Saçı uzun aklı kısa
Bu­nun se­be­bi ne­dir? Uzun uzun dü­şün­me­ye ge­rek yok. Ak­tar­
dı­ğım söz­de bu­nun ce­va­bı aşi­kar­dır: Bü­yük ka­fa ol­ma­yı­şı­mız.
Ne­den? Çün­kü fi­kir­le­ri tar­tı­şa­mı­yo­ruz. Ne­den? Çün­kü ger­çek­ten
fi­kir di­ye ni­te­le­ne­bi­le­cek bir fik­re sâhip de­ği­liz. Doğ­ru­su fi­kir
sa­hi­bi de­ği­liz. En doğ­ru­su «Fi­kir Ada­mı» li­ya­ka­ti­ni ta­şı­mı­yo­ruz.
Eğer cin­si, so­yu, ka­li­te­si ne olur­sa ol­sun, is­ter­se bir oyun­cak
hak­kın­da ol­sun, bir fi­kir sa­hi­bi ola­bil­sey­dik, sa­hi­bi ol­du­ğu­muz
fik­rin tav­rı­nı ta­şı­ya­bi­li­yor, so­rum­lu­lu­ğu­nu yük­le­ne­bi­li­yor ol­say­dık
fi­kir­le­ri tar­tış­ma­yı, fi­kir­ler üze­rin­de yo­ğun­laş­ma­yı da el­bet­te bi­lir­
dik. Tar­tış­ma­dı­ğı­mı­za gö­re bil­mi­yo­ruz. Bil­me­di­ği­miz için de tar­
tı­şa­mı­yo­ruz.
Fi­kir sa­hi­bi ola­bil­me­yi unu­ta­lı beri ne­re­dey­se iki as­rı ge­ri­de
bı­rak­tık. Şim­di her­ke­sin gü­ya bir be­da­hat ola­rak ka­bul et­ti­ği bu
özel­li­ği ka­za­na­bil­mek için ge­re­ken ça­ba­yı sar­fet­mek bir ya­na,
bu­nun ger­çek­ten lü­zum­lu ol­du­ğu­nu an­la­mak için bi­le di­şe do­ku­
nur bir şey yap­mı­yo­ruz.
Azı­cık ak­lı ba­şın­da olan bi­ri­si ki­min fi­kir sa­hi­bi ol­du­ğu­nu ve
ki­min ol­ma­dı­ğı­nı he­men ya­nı­ba­şın­da­ki ar­ka­da­şı­na, iki adım öte­
sin­de­ki bak­ka­la, te­le­viz­yo­na çı­kıp bir şey ko­nuş­tu­ğu­nu zan­ne­den
sah­te­kar si­ya­set­çi­ye, fi­kir sar­det­ti­ği­ni dü­şü­nen ma­lu­mat­fü­ru­şa,
sa­nat­tan bah­set­ti­ği­ni id­dia eden şar­la­ta­na, ders ve­ren ho­ca­ya, onu
din­le­yen ta­le­be­ye göz ucuy­la şöy­le bir bak­sın he­men an­la­ya­cak­tır.
İn­san­dan is­te­nen ya­ra­dı­lı­şı ica­bı fik­ret­me­si­dir. Eş­ya­nın ha­ki­ka­
ti­ne nü­fuz et­mek, biz­zat ha­ki­kat hak­kın­da bir kü­çük ka­na­at sa­hi­bi
ol­mak için fik­ret­mek ge­re­kir. Ya­ni eş­ya­nın eş­ya ile mü­na­se­be­ti­ni
an­la­mak, an­la­ma­ya ça­lış­mak, en azın­dan an­lar gi­bi ol­mak... Eş­ya
di­yor­sak mü­şah­has an­lam­da eş­ya­dan de­ğil, mü­cer­red an­lam­da
şey­ler­den bah­se­di­yo­ruz el­bet­te.
So­rul­ma­sı ge­re­ken bi­rin­ci so­ru şu­dur: Ne yap­ma­lı da fi­kir sa­hi­
bi olup bü­yük ka­fa­lar sı­nı­fın­da yer al­ma­lı? İkin­ci so­ru: Ni­çin
bü­yük ka­fa sa­hi­bi ol­ma­lı­yız?
Eğer her sı­kış­tı­ğı­mız­da ah­va­li­mi­zin kö­tü­lü­ğü­nü, işe ya­ra­maz­lı­
ğı­nı, bo­zul­du­ğu­mu­zu ha­tır­lı­yor, bu­nun böy­le git­me­me­si ge­rek­ti­ği­
ni his­se­di­yor ve se­zi­yor­sak ne­den bü­yük ka­fa sa­hi­bi ol­mak ve
fi­kir­le­ri tar­tış­mak ge­rek­ti­ği­ni de an­la­rız.
Fik­rin, olay­la­rın ve in­san­la­rın üs­tün­de bir şey ol­du­ğu­nu ve esa­
sen in­san ha­ya­tı­nın her yön­den ida­me­si için ona ih­ti­yaç duy­du­ğu­
mu­zu dü­şü­nü­yor­sak, odun par­ça­sı me­sa­be­sin­de da­hi ol­sa, bir fik­
Makaleler | 69
rin et­ra­fın­da kü­me­len­mek yo­lu­na bak­mak icap et­ti­ği­ni bi­li­riz.
Sü­rek­li gün­de­lik olay­la­rın için­de, on­la­rın dağ­da­ğa­sın­da bo­ğu­la­
rak ya­şa­ma alış­kan­lı­ğı­mız yü­zün­den bir tür­lü ya­ka­mı­zı kur­ta­ra­ma­
dı­ğı­mız ön­yar­gı­la­rı­mız­dan ötü­rü bu ka­dar çok iş ge­li­yor ba­şı­mı­za.
Gün­lük ale­la­de iş­le­rin bi­raz uza­ğı­na gi­de­bil­sek ve olan­la­ra te­pe­
den bir ba­ka­bil­sek, o za­man na­sıl fik­re­de­ce­ği­mi­zi de bi­li­riz.
Bu ay­nı za­man­da gütmemiz icabeden gayedir de...
70 | Saçı uzun aklı kısa

ÖL­MEK

Ga­li­ba in­sa­noğ­lu­nun en çok zor­u­na gi­den şey öl­mek... İnanç­sız


bi­ri­si öl­me­mek için elin­den ne ge­li­yor­sa ya­pı­yor. Ne ka­dar uzun
ya­şar­sa onu ken­di­si­ne kâr sa­yı­yor. Uzun ya­şa­mak için il­mî ve­ya
gay­ri il­mî her tür­lü ça­re­ye baş vu­ru­yor. Tıp il­mi­nin bu­gün ba­tı­da
al­dı­ğı an­lam as­lın­da öl­me­mek için ya­pı­lan ça­lış­ma­lar ola­rak açık­
la­na­bi­lir.
İnanç­lı bi­ri­si de elin­den ne ge­lir­se ya­pı­yor. Hiç öl­me­ye­cek­miş
gi­bi dün­ya için ça­lış­mak gi­bi bir ça­ba­nın içe­ri­si­ne gi­ri­yor. Bu­nun
ya­nın­da inan­ma­yan­dan fark­lı ola­rak ya­rın öle­cek­miş gi­bi de ahi­ret
için ça­lış­ma­yı il­ke edi­ni­yor. Dik­kat edi­lir­se dün­ya için de ahi­ret
için ­de ça­lış­mak ölüm ek­se­nin­de izah edi­li­yor. Tem­kin­li ya­ni... İş
cid­di­ye­te bin­di­ği za­man ölüm­den kor­kar ina­nan adam da; ama bu
kor­ku­nun öl­me­mek gay­re­ti pe­şin­den ko­şan inanç­sız in­sa­nın kor­
ku­sun­dan fark­lı­dır.
İs­ter inan­sın is­ter inan­ma­sın, in­sa­nın ölüm­le mü­na­se­be­ti söz­ko­
nu­su olun­ca ten­ler­de be­li­ren bir ür­per­me söz ko­nu­su­dur.
Ben ina­nan adam­la­rın sa­fın­da­yım ve on­la­rın ölüm­le olan mü­na­
se­be­ti­ni di­ğer­le­ri­ne kı­yas­la da­ha man­tık­lı ve akıl­lı­ca bu­lu­rum.
Ölüm ve son­ra­sı hak­kın­da bir ha­yat te­lâk­ki­si in­sa­nı as­lın­da ra­hat­
Makaleler | 71
la­tan bir ol­gu psi­ko­lo­jik ola­rak. Öl­dük­ten son­ra bir ha­yat ol­sa da
ol­ma­sa da on­la­rın bu dün­ya ya­şam­la­rın­da ölüm ön­ce­si ve ölüm
son­ra­sı di­ye bir ay­rım yap­ma­la­rı se­be­biy­le ölüm ön­ce­sin­de sür­
dür­dük­le­ri ha­yat­la­rın da­ha az te­lâ­şe­li ve en­di­şe­siz geç­ti­ği dü­şü­nü­
lür­se be­nim hak­lı ol­du­ğum or­ta­ya çı­kar. Ölüm­den son­ra­ki bir
ha­ya­ta ha­zır­lan­mak bu dün­ya­da ola­ca­ğı­na gö­re, bu dün­ya­da sür­
dü­rü­le­cek er­dem­li bir ha­yat öte dün­ya ya­şa­mı­nı ko­lay­la­şa­cak­tır
ina­nan in­sa­na gö­re.
Me­se­le öl­mek ve­ya öl­me­mek de­ğil as­lın­da, ölü­me ha­zır­lan­
mak... Ölüm­den kor­ku­muz as­lın­da bi­raz da ölüm­le il­gi­li ha­zır­lı­ğın
ta­mam­la­na­ma­mış ol­ma­sın­dan­dır. Hz. Mev­lâ­na gi­bi, Muh­yid­din
ibn-i Ara­bî haz­ret­le­ri gi­bi ken­di­ni aş­mış in­san­la­rın, Şah-ı Nak­şi­
bend ve İmam-ı Rab­ba­ni gi­bi nefs­le­ri­ni top­rak hi­za­sı­na in­dir­miş
ulu­la­rın ya­ni adem­lik­ten/yok ol­mak­lık­tan adam­lı­ğa in­kı­lab et­miş
olan­la­rın ölüm­den kork­ma­la­rı­na el­bet­te ge­rek yok.
Şim­di­ki adem­ler üç gün has­ta­lan­ma­ya gör­sün­ler... Etek­le­ri tu­tu­
şu­ve­rir hep­si­nin. Adam ol­mak gay­re­ti­nin na­sıl bir an­da ip­tal edil­
di­ği­ni bi­raz­cık gö­zü açık olan­lar he­men gö­rür­ler.
Şim­di­ki­ler öl­mek kar­şı­sın­da da sa­mi­mi de­ğil­ler. Oy­sa öl­mek
çok cid­di bir iş­tir ve onun­la sa­mi­mi ol­mak ge­rek­iyor.
72 | Saçı uzun aklı kısa

YA­ŞA­MAK

Gö­rü­nüş­te öl­mek mef­hu­mu­nun zıd­dı gi­bi du­ru­yor ama ne ya­şa­


yan­lar var ki öl­mek­ten be­ter ya­şı­yor­lar. Ne ölen­ler var ki, ya­şa­yan­
lar­dan da­ha di­ri... Öl­mek de ya­şa­mak de­mek bir baş­ka ha­ya­tı...
Öy­ley­se ya­şa­mak ne de­mek? Onu na­sıl ta­rif et­me­li? Onu şöy­le bir
for­mül­le izah et­mek müm­kün:
Ha­yat = Ya­şa­mak + Öl­mek
=> Öl­mek = Ha­yat - Ya­şa­mak ve­ya
Ya­şa­mak = Ha­yat - Öl­mek
Bi­ri ol­ma­dan di­ğe­ri­ni an­la­mak yok. Ölü­mü de ya­şa­ma­yı da
an­la­ma­dan ha­yat de­nen mu­am­ma­yı bil­mek yok as­lın­da. Bir­bi­riy­le
ir­ti­bat­lı üç mef­hum var kar­şı­mız­da. Ya­şa­mak bu dün­ya­da ol­mak,
öl­mek öbür dün­ya­da... Ha­yat, her iki­sin­de ol­mak...
Ço­ğu za­man ya­şa­ma­yı güç­leş­tir­di­ği­ni gö­rü­yo­ruz in­sa­nın. Ki­mi
ya­şar­ken hiç­bir ku­ral ta­nı­ma­ya­rak zor­laş­tı­rı­yor; ki­mi de­ her şe­yi
ku­ral­laş­tı­ra­rak mo­no­ton­laş­tı­rı­yor ya­şa­ma­yı. Son­ra ide­olo­ji­ler,
kav­ga­lar, in­san­la­r a­ra­sı it da­laş­la­rı...
Ga­li­ba in­san ken­di­ne bu şe­kil­de zul­me­di­yor ve ha­ya­tı da ölü­mü
de ya­şa­mak üze­rin­den böy­le id­rak ede­mi­yor.
Ya­şa­mak, adem­den bu ya­na de­vam eden se­rü­ve­ni­miz; ha­ya­tı­
Makaleler | 73
mı­zın en kı­sa di­li­mi. Ya­ra­dı­lı­şın vu­ku­un­dan âlem-i şe­ha­det­te­ki
zu­hu­ru­mu­za ka­dar ge­çen dev­re­yi ya­şa­mak­tan say­mı­yo­ruz ve ya­nı­
lı­yo­ruz. Âlem-i Şe­ha­det­ten gö­çü­müz­le son­suz­luk âlemi­ne in­ti­ka­
li­mi­zi de ya­şa­mak­tan say­mı­yor, bir kez da­ha ya­nı­lı­yo­ruz.
Bir bakıma böy­le yap­mak­la hak­sız da sa­yıl­ma­yız; zi­ra id­ra­ki­
miz âlem-i şe­ha­det­te­ki zu­hu­ru­muz­dan ön­ce­ki dev­re­yi al­gı­la­ya­ma­
dı­ğı gi­bi, ay­nı âlem­den gö­çü­mü­zü de an­la­yıp al­gı­la­ya­mı­yor. Ge­ri­
den ge­len ve önü­müz­den gi­den ha­ya­tın/ha­ya­tı­mı­zın far­kın­da
­ola­mı­yo­ruz ne ya­zık ki!.. Fa­kat far­kı­na var­ma is­ti­da­dın­da ol­du­ğu­
mu­zu ha­tır­lat­mak is­te­rim doğ­ru­su.
Ölüm son­ra­sı­nı ha­yat­tan sa­yan ne ka­dar­sa, ya­şa­ma­yı bi­len de o
ka­dar.
İn­san dün­ya­yı alt üst ede­cek iş­le­ri -iyi­siy­le kö­tü­süy­le- hep
ya­şar­ken ya­pı­yor. Ta­rih ya­pı­yor, ge­le­cek ya­pı­yor, yı­kı­yor, in­şa edi­
yor, vu­ru­yor, kı­rı­yor, se­vi­yor ve sa­ire...
Ben ya­şa­ma­yı id­rak et­mek­te her za­man zor­lan­dım. Ya­şa­ma­yı
id­rak ede­me­yin­ce ölü­mü, ölü­mü id­rak ede­me­yin­ce de ha­ya­tı bir
bü­tün ola­rak na­sıl id­rak ede­ce­ğim?
Ya­şa­mak zor ze­na­at doğrusu!..
74 | Saçı uzun aklı kısa

İN­SAN

İn­san­dır sa­nı­yor­dum mu­kad­des yü­ke ha­mal;


Ha­mal­lık ki, so­nun­da ne rüt­be var ne de mal.
Necip Fazıl

Üs­tad Ne­cip Fa­zı­l’ın gö­züy­le in­san bu­dur. Şi­irin­de böy­le ta­rif


edi­yor in­sa­nı. Yan­lış mı ya­pı­yor? Şi­ir­de in­sa­nı hem va­ro­luş ga­ye­si
ve hem de var­lık için­de­ki ko­nu­mu iti­ba­riy­le an­lat­mak şa­ir işi ol­sa
ge­rek.
Üs­ta­dın, in­sa­nı mu­kad­des yü­ke ha­mal ola­rak gör­me­si ya­hut
öy­le san­ma­sı ve bu ha­mal­lı­ğın so­nun­da da bir rüt­be­si­nin ol­ma­yı­
şı­nı be­lirt­me­si isa­bet­li­dir. Yi­ne ay­nı gö­rüş açı­sı iti­ba­riy­le de­ğer­len­
di­ril­di­ğin­de, in­sa­nın as­lî bir va­zi­fe­si­nin ol­du­ğu­na işa­ret et­me­si
fa­kat o va­zi­fe­yi unut­muş ol­ma­sı da an­la­tıl­mak­ta­dır.
Bi­raz ya­van­laş­tı­ra­lım: İn­san unu­tan, nis­yan üz­re olan de­mek.
Nis­yan ke­li­me­si­nin çağ­rı­şı­mıy­la is­yan eden de­mek ol­du­ğu­nu da
id­dia ede­bi­lir­si­niz. İs­yan et­mek ma­ya­sın­da ta­at olan­la­rın ve­ya ita­
at et­me­si­ni bi­len­le­rin işi.
Be­şer, nas, in­san di­ye üç ay­rı ke­li­me var söz­lük­le­ri­miz­de.
Kur’ân’da da yer alan üç ke­li­me... Al­lah’ın re­su­lü «Ben de si­zin
Makaleler | 75
gi­bir bir be­şe­rim.» di­yor­lar da in­sa­nım ve­ya nas­ta­nım ifa­de­si­ni
kul­lan­mı­yor­lar.
Be­şer­li­ği­miz bi­zim bi­yo­lo­jik ya­pı­mız­la il­gi­li; onu ifa­de­len­di­ri­
yor.
Nas ol­mak­lı­ğı­mız­la iç­ti­mai ya­nı­mız or­ta­ya çı­ka­rı­lı­yor ve öne
ko­nu­yor. İn­san­lı­ğı­mız ise her tür­lü ahlâki ke­ma­la­tı­mız­la müm­kün.
Ya­ni in­san ol­mak bir ruh ame­li­ye­si, ruh işi.
Al­lah’ın re­su­lü «Ben gü­zel ah­lâ­kı ta­mam­la­mak için gön­de­ril­
dim» der­ken in­san ya­nı­nı açı­ğa çı­ka­rı­yor, bu sö­zü in­san ya­nıy­la
söy­lü­yor bi­ze. Nas ve­ya be­şer vas­fıy­la fa­lan de­ğil. Çün­kü ah­lâ­kî
ter­bi­ye an­cak in­san eliy­le müm­kün. Be­şer bir in­san ara­cı­lı­ğıy­la en
iyi şekilde ter­bi­ye edi­le­rek in­san­lık vas­fı­nı ka­za­nır. Ak­si hal­de
be­şer­lik vas­fı ile ya­şar, gi­der dün­ya­dan ve öy­le­ce haş­ro­lu­nur. Ya­ni
efen­di­miz bu sö­zü söy­ler­ken be­şer ol­mak­la in­san ol­mak ara­sın­da­
ki far­kı da be­lirt­miş­tir ay­nı za­man­da.
Her do­ğan be­şerdir ve is­lâm fıt­ra­tı üze­re do­ğar; ya­ni in­san
ol­ma­ya is­ti­dat­lıdır doğduğunda. Bu is­ti­da­dın üze­ri­ne iş­le­nen ka­bi­
li­yet oya­sıy­la in­san­lı­ğı­nı te­kâ­mül et­ti­rir, ke­ma­lât nok­ta­sı­na ulaş­tı­
rır ve­ya ulaş­tı­ra­maz.
Öy­ley­se efen­di­mi­zin bu sö­zü­ne bi­na­en ki­min in­san ol­du­ğu­nu
da her hal­de an­la­mış olu­yo­ruz. Müs­lü­man ol­ma­yan her­kes be­şer
vas­fı­na sâhip nastır, fa­kat in­san ol­ma is­ti­da­dı­nı da ha­izdir ay­nı
za­man­da.
Lâ­ilâ­he il­lâl­lah diyen boşuna kur­tul­muş sayıl­mıyor.
76 | Saçı uzun aklı kısa

AV­RU­PA

Ne­cip Fa­zıl Av­ru­pa­lı ol­ma­ma­yı bir şe­ref ka­bul eder. Onun bu


ka­bu­lü­nü ay­nen alı­yo­rum ve onay­lı­yo­rum. Av­ru­pa­lı ol­ma­mak
şe­re­fi Av­ru­pa­lı ol­ma­yan her­ke­se ye­ter.
Ne­den mi?
Yer­yü­zü ta­rih bo­yun­ca ve şu an­da Av­ru­pa me­de­ni­ye­ti ka­dar
se­fil, Av­ru­pa me­de­ni­ye­ti ka­dar in­sa­nın ya­ra­tı­lı­şı­na ya­ban­cı, Av­ru­
pa me­de­ni­ye­ti ka­dar in­sa­nı mut­suz eden, Av­ru­pa me­de­ni­ye­ti ka­dar
in­sa­na zul­me­den, onun ru­hu­na ta­şı­na­maz ağır­lık­lar yük­le­yen bir
baş­ka me­de­ni­ye­te ta­nık­lık et­miş mi­dir aca­ba?
Çin­li­le­rin in­san­la­ra uy­gu­la­dık­la­rı iş­ken­ce­ler he­pi­mi­zin ma­lu­
mu. Fa­kat Çin’in o akıl al­maz iş­ken­ce tek­nik­le­ri bi­le in­sa­nın ruh
dün­ya­sı­na si­ra­yet et­mek­ten uzak kal­mış­tır .
İn­sa­noğ­lu­nun fıt­ra­tı­na ters dü­şen ne ka­dar iş var­sa Av­ru­pa
me­de­ni­ye­tin­de baş ta­cı edil­miş­tir. Er­kek ta­nım­sız­dır Av­ru­pa
me­de­ni­ye­tin­de; ka­dın ta­nım­sız­dır ve er­kek­le yan­ya­na ko­yu­la­rak-
er­ke­ğe nis­pet edi­le­rek ta­nım­lan­mak is­ten­miş­tir. Bu yüz­den de
yal­nız­ca cin­sel­li­ğiy­le iş ya­par bir mev­ki­ye dü­şü­rül­müş­tür. Kı­sa­ca­
sı in­san ta­nım­sız­dır, var­lık ta­nım­sız­dır, eş­ya ta­nım­sız­dır, ha­di­sat
ta­nım­sız­dır. Hırs­la­rı­na esir edi­len in­san­la­rın me­de­ni­ye­ti ol­mak­tan
Makaleler | 77
baş­ka bir an­la­yış ge­liş­ti­re­me­miş­tir me­de­ni­yet adı­na. Hu­kuk­la­rı
bu­dur, ik­ti­sat­la­rı bu­dur. Ta­rih­te ken­di­le­rin­den baş­ka­sı yok­tur. Ta­ri­
hin olu­şu­mun­da ek­sen yal­nız­ca ken­di­le­ri­ni gö­rür­ler. Kur­duk­la­rı
ge­çim sis­te­mi, ki adı­na eko­no­mi di­yor­lar, in­san­la­rın bir­bir­le­ri­ne
kar­şı en acı­ma­sız yön­tem­ler­le sal­dır­ma­la­rın­dan baş­ka bir şey
de­ğil­dir. Bu ha­lin adı­na da re­ka­bet di­yor­lar.
Ta­rih­te dün­ya­yı fe­sa­da ve­ren Çin­li­ler mi­dir? Mo­ğol­lar
mı­dır? Türk­ler mi­dir? Arap­lar mı­dır? Yok­sa Av­ru­pa­lı­lar mı­dır? İki
DÜN­YA SA­VA­ŞI’nın kah­ra­man­la­rı Av­ru­pa me­de­ni­ye­ti­nin ço­cuk­
la­rı de­ğil mi­dir?
«İn­san in­sa­nın kur­du­dur» di­yen bir man­tık, ha­ya­tı bu fel­se­fe
üze­ri­ne in­şa eden, kendi­le­ri­ne ha­yat hak­kı bul­mak için baş­ka­la­rı­na
ha­yat hak­kı ta­nı­ma­ma­yı il­ke edi­nen bir top­lu­luk ve bu top­lu­lu­ğun
oluş­tur­du­ğu me­de­ni­yet... Av­ru­pa bu­dur.
Av­ru­pa ken­din­den baş­ka­sı­nı da in­san say­say­dı, baş­ka me­de­ni­
yet­le­re ve o me­de­ni­yet­le­rin in­san­la­rı­na re­va gör­dü­ğü bu ka­dar işi
ya­par mıy­dı? Ya­pa­bi­lir miy­di? Vic­da­nı bun­la­rı yap­ma­ya el­ve­rir
miy­di? Ego­ist ve ken­din­den baş­ka­sı­nı yal­nız­ca ken­di men­fa­at­le­ri
mev­zu­ba­his ol­du­ğu müd­det­çe he­sa­ba ka­tan bu me­de­ni­yet­ten ve
onun in­sa­nın­dan in­san­lık me­det uma­bi­lir mi?
Bu­ ha­li göz önü­ne ge­ti­rin ve biz­de­ki ah­mak­la­rın ağ­zı açık ba­tı
hay­ran­lı­ğı yap­ma­la­rı­nın ne ka­dar va­him ol­du­ğu­nu an­la­yın.
Av­ru­pa’da in­san­lık le­hi­ne or­ta­ya çı­kan, eğer baş­ka­la­rın­dan
arak­la­ma­dıy­sa, ne bir bil­gi, ne bir fel­se­fe eko­lu, ne bir ik­ti­sat te­ori­
si, ne bir tek­no­lo­jik atı­lım, ne bir ta­ri­hi yar­gı, ne bir sos­yo­lo­jik
de­ğer­len­dir­me var­dır. Olan­la­rın hep­si pa­lav­ra­dır. Sı­ra­dan bir koz­
mo­lo­ji, ba­sit bir on­to­lo­ji ve düz­me­ce bir epis­te­mo­lo­ji eşliğinde işi
el ça­buk­lu­ğu ma­ri­fe­tiy­le hal­let­mek ba­tı­nın en bü­yük ma­ha­re­ti­dir.
İş­te bu yüz­den ba­tı­dan, ba­tı in­sa­nın­dan ve onun me­de­ni­ye­tin­
den, il­min­den -ya­ni ilim­siz­li­ğin­den-, ir­fa­nın­dan -ya­ni ir­fan­sız­lı­
ğın­dan- top­ye­kûn tik­si­ni­yo­rum ve Av­ru­pa­lı ol­ma­mak­la şe­ref
du­yu­yo­rum.
Yer­yü­zün­de­ki bü­tün mut­suz­luk­la­rın kay­na­ğı olan bu me­de­ni­ye­
te ilik­le­ri­me ka­dar düş­ma­nım.
Ey düş­ma­nım, sen be­nim ifâ­dem ve hı­zım­sın
Gün­düz ge­ce­ye muh­taç, ba­na da sen lâ­zım­sın.
Necip Fazıl
78 | Saçı uzun aklı kısa

PEY­GAM­BER

Mef­hu­mun Arap­ça­sı re­sul; pey­gam­ber fars­ça­sı. Re­sul, ir­sal edi­


len ya­ni gön­de­ri­len de­mek; pey­gam­ber, ha­ber ge­ti­ren... İki­sin­de
de tam isa­bet var mef­hum­la­rın. Pe­ki ne­yin ha­be­ri­ni ge­ti­ri­yor pey­
gam­ber ve ni­çin?
İş­te pey­gam­ber­den bir ha­ber: «Se­mâ mevc-i mek­fûf­tur.»
Se­ma gök­yü­zü­nü de içi­ne alan gök­yü­zü de­mek. Mevc-i mek­fûf
sı­nır­lan­mış, ya­sak­lan­mış, dü­rül­müş, du­rul­muş, dur­gun­laş­mış
de­niz de­mek. Pek gü­zel... Fa­kat «Se­mâ mevc-i mek­fûf­tur.» de­mek
ne de­mek? Ke­li­me­le­rin kar­şı­lı­ğı­nı bil­mek mâ­nâ­la­rı bil­mek mi­dir?
Öy­ley­se bu söz ne­yi ha­ber ve­ri­yor bi­ze? Bir şe­yi ha­ber ver­di­ği
ke­sin, ama ne­yi? Her şey­den önem­li­si ni­çin böy­le bir söz söy­le­me
ih­ti­ya­cı­nı du­yu­yor Pey­gam­ber aley­his­se­la­tü ves­se­lâm?
Bun­lar san­ki zih­ni­mi­zin du­var­la­rı­nı zor­la­mak, ak­lı­mı­zı son ker­
te­si­ne ka­dar ça­lış­tır­mak için söy­len­miş söz­ler. İle­ri­ye mâ­tuf... Ve
re­sul­ler yal­nız­ca bu­nun için gön­de­ril­miş gi­bi­dir...
Al­lah var! di­yor re­sul ve ek­li­yor: Şun­dan, şun­dan do­la­yı var...
De­me­se eğer, kim bi­le­bi­lir Al­lah’ı? İn­sa­nın tek ba­şı­na böy­le bir
kud­re­ti mi var­mış? Var­sa bi­le Al­lah hak­kın­da ya­kî­ni­ni ar­tır­mak
için ih­ti­yaç duy­du­ğu bil­gi­ye ken­di ken­di­ne ula­şa­bi­le­cek mi aca­ba?
Makaleler | 79
Akıl bel­ki Al­lah’ın va­rol­du­ğu­nu bi­le­bi­lir, ama o ka­dar­la da ka­lır.
Ak­lın Al­lah’a kar­şı dav­ra­nı­şı­mı­zın ne ola­ca­ğı­nı be­lir­le­ye­cek kri­
ter­le­re sâhip ola­bi­le­ce­ği­ni san­mı­yo­rum.
Pey­gam­ber gel­me­miş ol­sa eğer, ye­mek bi­le ye­mek­ten aciz
ka­lır­dı in­san, de­ğil ki Al­lah’ı bil­mek ve ona kul­luk ede­bil­mek
müm­kün ol­sun.
Hiç kim­se ama hiç kim­se on­la­rın ya­lan söy­le­di­ği­ne şa­hit ol­ma­
dı, ola­ma­dı... Ak­lın­dan bi­le ge­çi­re­me­di hiç kim­se ki, pey­gam­ber
de ya­lan söy­le­ye­bi­lir. Hâ­şâ..
En saf, en ula­şıl­maz, en ahlâkî, en iç­ti­maî ta­vır­la­rın ye­ga­ne
sa­hi­bi Pey­gam­ber.
Her­kes onun ya­nın­da gü­ven­de his­set­ti ken­di­ni. Şim­di de ona
ina­nı­yo­ruz di­ye gü­ven­de ol­du­ğu­mu­zu­gör­mü­yor mu­yuz?
Pey­gam­ber ol­ma­say­dı ne olur­du ha­li­miz?.. Dün­ya­nın ha­li na­sıl
olur­du aca­ba?
Bu­gün be­ğen­me­di­ği­miz dün­ya­yı ni­çin beğen­mi­yo­ruz? Pey­
gam­be­re it­ti­ba et­miş bir dün­ya­nın da­ha mut­lu, da­ha mü­ref­feh,
da­ha se­vim­li, da­ha can­lı, da­ha adil, da­ha hür ola­ca­ğı­nı kes­ti­re­mi­
yor bü­tün bir in­san­lık. Ne ya­zık, ne ya­zık!..
O var di­ye âlem var dostlar; haberiniz ol­sun ...
80 | Saçı uzun aklı kısa

Aİ­LE: AN­NE, BA­BA VE ÇOCUK

Sos­yo­log­lar ce­mi­ye­tin en kü­çük bi­ri­mi ola­rak ta­rif edi­yor­lar


ai­le­yi. Bu ta­rif top­lu­mu esas alan bir ta­rif. Oy­sa ai­le esa­sı­nı teş­kil
et­me­liy­di top­lu­mun. Es­ki­den öy­ley­di. Top­lum bü­yü­tül­müş ai­le idi;
ai­le kü­çül­tül­müş top­lum...
Bu­gün­kü ta­ri­fe uy­gun ola­rak ha­re­ket eder­sek, top­lu­mun en
kü­çük par­ça­sı ola­rak fer­di gös­ter­me­li­yiz. Ni­te­kim post-mo­dern
çağ­da du­rum za­ten bun­dan iba­ret bir hâl al­dı. Ar­tık sing­le ol­mak
mo­da. Ma­ri­fet ce­mi­yet­te tek ba­şı­na kah­ra­man­lık tas­la­mak­ta...
Bir fert, iki fert, üç fert eşit­tir an­ne ar­tı ba­ba ar­tı ço­cuk... Av­ru­
pa­da ai­le bu ka­dar. Üç ki­şi­den mü­te­şek­kil. De­de yok, ni­ne yok,
am­ca yok, da­yı yok, hâlâ yok, tey­ze yok, am­ca­oğ­lu, da­yı kı­zı yok
bu ai­le­nin için­de. Sos­yo­lo­ji­nin ta­nı­mı­na gü­ve­nen ba­tı­nın bu­gün
içi­ne düş­tü­ğü iç­ti­mai dra­mı­nı ak­lı ba­şın­da her­kes en­di­şey­le tâkip
edi­yor­dur sa­nı­rım. Or­ta­da ai­le fa­lan yok ar­tık ba­tı­da. Çe­kir­dek
ai­le­ye dön­dü dö­ne­li mut­lu ola­maz ol­du in­san­lar, yal­nız­laş­tı­lar.
An­ne, ba­ba ne ka­dar kut­sal­dır biz­de... Ço­cuk ne ka­dar çok se­vi­
lir. Se­vi­lir­di en azın­dan, ba­tı­ya bu ka­dar so­kul­maz­dan ev­vel.
So­kul­duk­ça ba­tı­ya on­la­ra ben­zi­yo­ruz mut­suz ol­mak­ta da...
An­ne var ol­ma­nın im­kan ze­mi­ni; ba­ba var­lık ze­mi­ni­miz. Cen­
Makaleler | 81
net an­ne­le­rin ayak­la­rı al­tın­da ama ba­ba­nın du­ası alın­ma­dan o cen­
ne­te gir­mek de öy­le ko­lay de­ğil. Ba­ba­nın du­ası­nı alan abad olur,
al­ma­yan pe­ri­şan. Ana­la­rı­mı­zın yü­re­ği ne ka­dar yu­mu­şak­tır... Bed­
du­ala­rı­nı kalp­ten et­mez­ler hiç; hep dil­le­rin­de ka­lır o la­net oku­ma­
la­rı fa­lan.
Fa­kat genç­li­ğin en önem­li kay­bı bu tec­rü­be­le­ri geç edi­ni­yor
ol­ması. Onun için hür­met­le­rin­de ku­sur edi­yor­lar za­man za­man.
Yaş­la­nın­ca an­lı­yo­ruz he­pi­miz işin as­lı­nı ama, bi­raz ge­cik­miş olu­
yo­ruz.
Ço­cuk ise is­tik­bal de­mek... Öy­le bir is­tik­bal ki, ölüm­süz­lük­ten
ha­ber ve­ri­yor bi­ze. Öle­ce­ğiz ama öl­mek is­te­me­di­ği­mi­zi ço­cuk­la­rı­
mız üze­rin­den is­pat edi­yo­ruz. Bu is­te­ğe gâ­vur-müs­lü­man he­pi­miz
da­hi­liz be­şer ol­mak­lı­ğı­mız­la.
Av­ru­pa­lı ve av­ru­pa­lı ka­fa­sın­da olan­lar bunu da an­lamıyor­lar.
Yazık...
Ço­cuk bi­zim ölüm­süz­lü­ğü­mü­zün sem­bo­lü. On­da in­sa­nın
öl­mez­lik is­te­ği rem­ze­di­li­yor.
Her ölüm bir kı­ya­met­se her ço­cuk bir ba’sü ba’del mevt, bir
di­ri­liş de­mek.
Ço­cu­ğa düş­man me­de­ni­yet­le­re ta­nık­lık eden­ler var mı­dır aca­
ba? Av­ru­pa­lı­lar ha­riç. On­lar ço­cuk­la­ra da düş­man... Ço­uk­lar­da
ölüm­süz­lü­ğün sem­bol­leş­miş ol­du­ğu­nu gör­me­le­ri on­la­rı kıs­kan­dı­
rı­yor. Bu yüz­den çe­ke­mi­yor­lar ço­cuk­la­rı. Za­ten bu gi­diş­le ne­sil­le­
ri ku­ru­ya­cak; far­kın­da bi­le de­ğil­ler.
Bel­ki ölüm­süz­lük­ten kor­ku­yor­lar; son­suz­luk­tan ür­kü­yor­lar.
Öy­le ya di­bi gö­rün­mez bir uzak­lık gi­bi du­ru­yor son­suz­luk. On­lar
son­suz­lu­ğa ulaş­ma­yı bi­le ken­di ka­fa­la­rı­na gö­re ta­hay­yül et­tik­le­rin­
den ol­sa ge­rek, tıb­bi bir ta­kım yön­tem­ler­de arı­yor­lar öl­me­me­yi.
Her ney­se... Bi­zi ço­cuk il­gi­len­di­ri­yor.
Ço­cuk­ta de­vam­lı­lık var... Al­la­hın ebe­di­lik sı­fa­tının zu­hur ye­ri
ço­cuk bel­ki de; kim­bi­lir... Al­lah ebe­di­lik vas­fı­nı ço­cuk üze­rin­den
gös­te­ri­yor bi­ze.
Öte­den be­ri bir şey hep dik­ka­ti­mi çek­miş­tir: Ma­lum, ki­tap­la­rın
ilk say­fa­la­rın­da ve­ya ka­pak ar­ka­la­rın­da ya­zar hak­kın­da bil­gi­ler
olur za­man za­man. Şur­da doğ­du, bur­da oku­du, şu­nu yap­tı, bu­nu
yap­ma­dı gi­bi ya­za­rın öz­geç­mi­şiy­le il­gi­li bil­gi­ler... Bu öz geç­miş­ler
hep şöl­ye bi­ter aşa­ğı yu­ka­rı: Falan falan olan ya­zar ev­li ve bil­mem
kaç ço­cuk sa­hi­bi­dir.
82 | Saçı uzun aklı kısa
Ya­ni «ben ço­cu­ğu olan bi­ri­si­yim, son­suz­luk­la ir­ti­ba­tım var;
öl­mek be­nim için ar­tık so­run de­ğil» de­mek is­ter san­ki.
Bir de bir yer­de bi­ri­siy­le ta­nı­şır­sı­nız. Adı­nız, so­ya­dı­nız, işi­niz
ve sa­ire... So­nun­da mu­ha­ta­bı­nı­zın ev­li ol­du­ğu­nu tah­min edi­yor­sa­
nız mut­la­ka sor­du­ğu­muz so­ru­lar­dan bi­ri de şu­dur: Kaç ço­cu­ğu­nuz
var?
Bu me­rak ni­çin der­si­niz? 
Bu me­rak­la baş­lan­gıç­ta söy­le­dik­le­rim ara­sın­da­ki mü­na­se­be­ti
siz de ku­ru­yor ol­ma­lı­sı­nız.
Makaleler | 83

KADINA VE ERKEĞE DAİR

İki asra yakındır aynı tartışmayı yapıyoruz: Kadın ve erkek


birbirine eşit midir, eşdeğer midir?
Kadın ve erkek mevzuu öteden beri esasen ontolojik bir mesele
olarak ele alınmış ve tartışılmıştır diyeceğim ama bu tartışma maa-
lesef ya büyük filozoflar arasında veya büyük nazariyatçı muta-
savvıflar arasında kalmıştır. Siyasetçiler ve sosyal bilimciler her
zaman her şeyde olduğu gibi, bu meseleyi de kendi dar bakışlarına
mahkum etmişler ve asla düşünce adamlarının söylediklerini anla-
maya çalışmadan, kendi üstün-körü ve salt meslekleri ile sınırla-
yarak ele almışlardır.
Kadın ve erkek meselesinin anlaşılması için bir varoluş-varediş
görüşünün sahibi olmak gerektiğini kendilerine hatırlatsanız, bu
hatırlatmanın çok felsefi olduğunu söyleyerek, hem felsefeyi
(daha doğrusu düşünmeyi) küçümsemiş olduklarının farkına var-
mazlar, varamazlar.
Devleti ve onun üyelerini (vatandaşı) ilgilendiren her konu, her
iş ve eylem alanı esasen insanın bilinmesi ile doğrudan alâkalıdır.
İnsan bilinmediği müddetçe ne hukukun, ne siyasetin, ne ahlâkın,
ne de aklınıza gelen ne kadar bilgi ve iş disiplini varsa hiçbirinin
84 | Saçı uzun aklı kısa
yerli yerince izah edilmesi mümkün değildir.
Böyle olunca, insanın ne olduğuna dair genişliğine ve derinliği-
ne malumat sahibi olunmadan -bilerek marifet sahibi demiyorum-
kadına ve erkeğe dair bir söz söylemek ne derece mümkün olur
acaba?
Kadına ilişkin söz söyleyenlerde garibime giden bir şey olmuş-
tur her zaman. Ortada ne olduğu bilinmeyen bir mahluk ve o
mahluk -halkedilmiş varlık- etrafında döndürülen olaylar silsile-
si... Gitti, geldi, eşitlendi, ezildi, sömürüldü, dövüldü, sevildi,
evlendi, boşandı, ayaklarının altında cennet, mukaddes varlık...
Falan filândan öteye gitmeyen kısır bir tartışma sürdürülür gider.
Bugün de böyle oluyor ve hadisenin derinliğine nüfuz etmeye
çalışan bir allahın kulu ortaya çıkamıyor.
Öyleyse bendeniz bu vazifeyi üslenerek, başkalarına hem tartış-
mak için bir yol açayım, hem de onları bir sorumluluktan kurtar-
manın ilk adamı olayım.
Bir şeyi arızî hususiyetleriyle tanımlamaya kalkışmak o şeyi
tanımlamış olmak sayılmazken, acaba kadını anlatmak isteyenler
anlattıklarını zannetmekten öteye kendilerine bir yol bulabilirler
mi?
Görünen o ki bulamıyorlar. Bulamayınca da sosyal hadiselerin
eğilip bükülmeleri üzerinden kadına daima ve yalnızca toplumsal
bir rol biçmenin yolunu arıyorlar. Onu kendi başına, müstakil ve
bu yoldan erkekle irtibatlandırılması gereken bir varlık olarak
göremiyorlar.
Oysa ister kadının olsun, isterse erkeğin, kendisine verilen isti-
datlar ve o istidatları işleterek ortaya koydukları kabiliyetler üze-
rinden edindiği şahsiyeti ve müstakilliği hakkında söz söyleyebil-
mek lâzımdır. Ayrı ayrı keyfiyetlerin aynı kefelerde tartılması ve
tartışılmasının lüzumsuzluğu, bu tek bir kaynaktan neşet ederek
iki ayrı şahsiyet ve keyfiyet belirten varlıkların bu yönlerinin tar-
tışılmamasıyla ortaya çıkar. Tartışabilseydik insan nev’inin bu iki
cinsi hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşacağımız şüphesizdi.
Kadını bilmek demek erkeği bilmiş olmak demektir. Erkeği
bilirseniz kendinizde kadını anlamaya doğru bir yol bulabilirsiniz.
Bu iki cümlede kadın ve erkeğin yerlerini değiştirin, farketmez.
Birinin bilinmesi için diğerine nisbet edilmesi gereken bu iki var-
lık hakkında, onların var oluşları veya varedilişleri adına, varediliş
Makaleler | 85
gayeleri adına ne oldukları, hatta mefhûm-u muhâlifinden hareket-
le ne olmadıklarına dair derinlikli bir fikir sahibi olunmadan -mev-
zumuz kadın olduğu için- kadına toplum içerisinde bir yer biçme
ve mevcut yeri (ezilişi, hırpalanışı, istismar edilişi, zorla evlendi-
rilişi, çalışması, çalışmaması kısaca sosyolojik, ekonomik, siyasî
vs... açıdan bakıldığında konuşulacak ne kadar kadın mevzuu
varsa hepsi) hakkında yapılan bütün tespitler ya yalandır, ya
uydurmadır, ya da başka bir şeydir ama kesinlikle doğru ve isabet-
li olduğu hiç bir şekilde iddia edilemez.
İnsanı bilmeyen bir toplum kadını nasıl tartışmaya cesaret ede-
biliyor, doğrusu anlayamıyorum.
Herhalde külli câhilin cesûr oldukları için olsa gerek...
86 | Saçı uzun aklı kısa

DOST­LUK VE DÜŞ­MAN­LIK

Bi­ri ol­ma­dan öbü­rü­nü izah et­mek zor. Bu zo­ru aşa­bil­me­nin


yo­lu tev­hid sır­rı­nı an­la­mış ol­mak­la alâ­ka­lı­dır.
Bir­bi­ri­ni dış­la­yan ve­ya dış­lar gi­bi gö­zü­ken bu iki mef­hu­mu bir
ara­da mü­ta­laa et­me za­ru­re­ti de on­la­rın bir­bir­le­rin­den çı­kan an­mal­
lar­la izah edi­le­bi­lir ol­ma­sın­dan kay­nak­la­nı­yor bel­ki de.
Marxist fel­se­fe­ye gö­re tez-an­ti­tez-sen­tez mantı­ğıy­la ha­re­ket
eder­sek Dost­luk te­zi, düş­man­lık an­ti­te­zi ifa­de edi­yor di­ye­bi­li­riz.
Bu iki­sin­den bir sen­tez oluş­tur­ma­lı öy­ley­se. Pe­ki ama na­sıl?
Dost­lu­ğu düş­man­lı­ğa ba­ka­rak ta­rif et­mek ve­ya ter­si­ni yap­mak
man­tık il­mi­ne gö­re doğ­ru de­ğil. Bu şe­kil­de ya­pı­lan bir ta­ri­fe ta­rif
de­mek ol­maz bu yüz­den.
Fa­kat ben si­ze bir ip ucu ve­re­yim ve siz ora­dan dost­lu­ğu da düş­
man­lı­ğı da an­lar­sı­nız:
Hz. Ebu­be­kir’i bi­li­yor­sa­nız, dost­lu­ğu bi­li­yor­su­nuz de­mek­tir.
Ebu Ce­hil’i bi­len de düş­man­lı­ğı bi­li­yor­dur.
Dün­ya­da fay­da­sız hiçbir şey yok der­ler ya... Di­yen doğ­ru söy­
le­miş. Ye­ri gel­di­ğin­de Ebu Ce­hil’den bi­le bir şey öğ­re­ne­bi­li­yo­ruz.
İki ki­şi ve­ya iki şey ya­hut bir ki­şi ile bir şey ara­sın­da­ki ün­si­yet,
on­la­rın bir­bir­le­ri­ni ka­bu­lü, bir­bir­le­ri ara­sın­da­ki fe­dâ­kar­lık iliş­ki­le­
Makaleler | 87
ri ve sa­ire hep dost­luk kri­ter­le­ri­miz ol­ma­lı bi­zim. Düş­man­lı­ğın
kri­ter­le­ri­ni de bel­li edi­yo­ruz böy­le­ce. Dost­luk in­sa­nın arı­zî bir
vas­fı gi­bi... İza­fî, ya­kış­tır­ma, ol­ma­sa da olur... Ama bir dost uğ­ru­
na ya­pı­lan fe­da­kar­lık­lar­la do­lu ta­ri­hin sa­tır ara­lık­la­rı. Bir­bir­le­ri­ne
düş­man olan­la­rın kin­le­ri­ni ve nef­ret­le­ri­ni de ay­nı ta­ri­hin ay­nı sa­tır
ara­la­rın­da bu­lur­su­nuz hiç şüp­he­siz.
Dost­luk adı­na söy­len­miş ne ka­dar söz var­sa ter­si­ne çe­vi­rin ve
düş­man­lı­ğa ula­şın.
Ben­den ger­çek dos­tun Al­lah, ger­çek düş­ma­nın da şey­tan ol­du­
ğu­nu söy­le­me­mi bek­li­yor­sa­nız, ya­nı­lı­yor­su­nuz. Al­lah’tan bah­se­
dil­di­ğin­de dost­luk da düş­man­lık­ta kal­kar or­ta­dan. Or­da aşk var­dır
ve aşk her iki­si­ni ­de dev­re dışı bırakır.

27 Nisan 2014
88 | Saçı uzun aklı kısa

GENÇ

Kelimenin kaynağı Farsça… Hazine demek. Yani gizlenmiş ve


bulunmayı bekleyen. İranlılar bu kelimenin yerine yine kendi
lisanlarından Civan kelimesini de kullanıyorlar. Biz de zaman
zaman genç adamın özelliği olarak kullanıyoruz Civan kelimesini.
Onu Arapça ve Farsça‘dan aldığımız diğer kelimeler gibi hançere-
mize uydurmuş ve türkçeleştirmişiz. Öyle ki, bu kelimeler Tek
Parti döneminin dil faciasından yakasını kurtarabilmiş, hatta fırtı-
nadan hiç etkilenmemiş bile.
Genç yani hazine. Demek ki, saklı. Öyleyse keşfedilmesi, ara-
nıp bulunması gerekiyor. Aslında insanın içinde olanı keşfetmeyi
kastediyoruz. Hakikatle burun buruna gelip, onu kendine henüz
maledememiş olandır genç.
Pedagoglar, yani çocuk eğiticileri bir çocuğun yetiştirilmesi
sürecinde, onda olanı ortaya çıkarma ve kabiliyetlerini, istidatları-
na uygunluğu doğrultusunda ortaya koymak yerine, kendi bağlı
oldukları dünya görüşleri, yani ideolojileri doğrultusunda eğiyor-
lar. Eğitiyorlar yani.
Eğitmek eğmekten geliyor. Dilbilgisinde eğmek kelimesinden
türetilen ve farklı anlamlara gelen başka kelimeler de var: Eğil-
Makaleler | 89
mek, eğirmek, eğdirmek, eğrilmek, eğriltmek gibi. Eğmek fiilinin
köküne –it eki ekleyerek ondan yeni bir fiil üretmek var mı dili-
mizde? Demek oluyor ki, gencimizi terbiye etmek için kullanaca-
ğımız bir kavramımız bile yok artık.
Terbiye kelimesini kullandım dikkat ederseniz. Bu kelimenin
kökü de Rab. Cenab-ı Hakkın İsimlerinden… Terbiye eden
demek. Dilimizde terbiye edicilere mürebbiye diyoruz. Oysa Rab
demeliydik. Fakat Rablik yalnızca cenab-ı hakka mahsus oldu-
ğundan, doğrudan bu kelimeyi kullanma yerine mürebbi-terbiye
edici (bugünün diliyle eğitici) kelimesini tercih ediyoruz. Önemli
bir incelik bu. Cenab-ı Allah’ın insanda tecelli eden isim ve sıfat-
larının doğrudan kullanılması yerine onu biraz daha incelterek
kullanmak önemli bir terbiye işini yerine getirmektir.
Gençliğin en çok istismar edildiği bir çağda yaşıyoruz. Tüketim
ekonomisinin en büyük besleyici gücü olarak görülüyor gençlik.
Egemenlerin gençliğin önemine dair çektiği nutuklara dikkat eder-
seniz, bunu görürsünüz. Ekonominin taze ve zinde gücü, cinselli-
ğin vazgeçilmez ana parçası gençlik. Siyasette [Her şey gençlik
için!] sloganları esasında gencin doğru düşünmesi ve zihin zinde-
liğini yakalamasından ziyade, piyasaya sürülmesi gereken pazu
gücü elemanları olarak takdim ediliyor.
Oysa gençlik kendi içinde bir gizliyi taşıyan insan. Açığa çıka-
rılması gereken bir sırrı taşıyor genç adam. Fakat bu sırrın ne
olduğu ise kimseyi ilgilendirmiyor, ne hikmetse. Nedir bu sır?
Cevaplanması gereken soru budur. Yoksa gençlerin ister yetişmiş
ister yetişmemiş bir güç olarak piyasaya sürülmesi, onların har-
canması anlamından öteye gitmez.

14.02.2013
90 | Saçı uzun aklı kısa

DİNLEMEK İLE SÖYLEMEK

Biri söyleyecek ki öbürü dinlesin. Dinleyen olmadı mı söyleyen


ne söylesin? birbirine muhtaç iki mefhum: Dinlemek ve söyle-
mek... Söylemeyi anlamak için dinlemeyi anlamak lâzım veya
söyleneni anlamak için dinlemeyi bilmek lâzım. başka türlü ifade
etmeye çalışırsak dinlemekle söylemek ikiz kardeştir. Biri ne
yaparsa öbürü de aynısını yapan ikiz kardeşler vardır ya işte öyle...
Cemiyette dinlemeyi bilen yoksa söylemeyi bilen yok demektir.
Söylemeyi bilen varsa dinlemeyi bilen de çıkar. Kaide budur lâkin
etrafınıza şöyle bir bakın, söyleyenden geçilmiyor. Gazeteler söy-
lüyor, televizyonlar söylüyor, tabipler söylüyor, hatipler söylüyor,
köylü söylüyor, şehirli söylüyor, genç söylüyor, ihtiyar söylüyor,
kadın söylüyor, erkek söylüyor. Ama bunları yine bunlar dinlemi-
yor. Yukarıda kurduğum mantığa göre söyleyen varsa dinleyen de
olacaktı hani? Ben iddiamda sabitim; fikrimi değiştirmiyorum ve
iddia ediyorum ki, söyleyenler söyledim, söylüyorum, söyleyece-
ğim zannediyor kendisini, dinleyenler dinledik zannediyor. Eğer
öyle olmasıydı hakikatle aramızda bu kadar büyük ve uzun bir
mesafe olur muydu? Bugün cemiyet olarak hakikatle aramızdaki
mesafe bu kadar uzadıysa, hatta kaybolduysa bunun sebebi asıl
Makaleler | 91
budur işte: Söylemek ve dinlemek yerine söyledim ve dinledim
zehabına kapılmak. Bir vehmin kurbanıyoz bu bahiste esasen ve
vehimlerimizle hayata tutunmaya çalışıyor, hakikate onunla yak-
laşmak için böşuna didiniyoruz.
Dinlemek büyük maharet, vehme tahammül etmez. Söylemek
de öyle. Meşhur atasözümüz: Söz gümüşse sükût altındır. Sükût...
yani dinlemek. Söz... Yani söylemek. Burada dinlemek söyleme-
nin fevkinde.
— Söylemek gerek!
— Hayır, dinlemek gerek!
— Peki, dinleyelim ozaman.
— Hayır, söyleyelim
— Evet, söyleyelim.
— Ama dinlemek de gerek!
— Evet, ama söylemek de gerek birader.
Demek ki dinlemek ve söylemek, tavuk ile yumurtanın bilme-
cesi gibi. Söylemek dinlemeyi gerektiriyor; dinlemek için de söy-
lemek kaçınılmaz oluyor.
Kıssadan hisse çıkaralım:
Hem söyleyelim, hem dinleyelim. Söylenecek sözü bilirsek
dinlenecek sözü de bilmiş oluruz. Söylerken dinlemeyen, dinler-
ken söyleyemez.
Son söz: Söylemenin fayda etmediği yerde susmak elde edile-
bilecek azami faydayı sağlar.
92 | Saçı uzun aklı kısa

HAKİKATİ ARARKEN BAŞIMIZA GELEN

İnsan, kendini ifade etmesi için kullanabileceği yüzlerce, belki


binlerce yöntem ihdas edebilir. Neticede kendimizi ifade etmek
için kelimelerden örülü anlamlı bir dünya kurmak çabasındayız
hepimiz.
Önemli olan bu anlamlı dünyadan ne anladığımızdır. Sadece ne
anladığımız değil anlamlı bir dünya kurma çabası ile neyi hedef-
lediğimizdir. Demek ki, kelimelerden yola çıkarak zihnimiz, aklı-
mız, zekamız ve diğer bilgi edinme vasıtalarımız aracılığyla bir
dünya kurmanın çabası içerisindeyiz. Bu dünya ister insanın günü-
birlik hayatının, isterse topyekün bir cemiyetin tanzimi için olsun,
kullanılacak aletler hep aynı kalacaktır.
Fıtratı hakikate mütemayil olarak yaradılmış varlıklarız. Bu
temayülümüz neticesindedir ki, hiçkimse kendi düşündüğünün,
söylediğinin ve yaptığının hakikat olduğu iddiasından vazgeçmek
istemez.
Emeller ferdi olandan içtimai olana doğru yükseldikçe hakikat-
lerimizdeki ortaklık da bu yükselmeyle orantılı olarak artıyor.
Sonuçta cemiyetler, cemaatler, kavimler, milletler, devletler
ortaya çıkıyor.
Makaleler | 93
Bütün bu oluşlar esnasında gözümüzden kaçırmamak zorunda
olduğumuz şey başlangıçta hakikati aramaya olan temayülümüz-
den yola çıktığımız gerçeğidir. Bu gerçek bir kere gözden kaçırıldı
mı geriye dönüş çok zor oluyor.
Bugün insanlığın başına gelen musibetlerin, sıkıntıların, buh-
ranların, zulümlerin arkasında, esasen bu sebebi aramak gerekir.
Yani hakikati aramaktan vazgeçişimiz yüzünden geliyor, insanlı-
ğın başına ne geliyorsa.
Çağın insanı hakikati aramaktan vazgeçmiştir. Mutluluk haki-
katle temas ettiğiniz ölçüde vardır. Adalet, cemiyette hakikati
ihdas ettiğiniz sürece gerçekleşecektir. Hürriyet tam anlamıyla
kendinizi hakikate teslim ettiğiniz zaman elde edilecektir.
Kendimden yola çıkarak, kendimi gerçekleştirmek, yani kâmil
anlamda bir fert olmak istiyorsam, mutlaka hakikat denen «neyse
o» şeyin, bilinçli veya bilinçsiz olarak peşine düşmeli ve kendim-
le hakikat arasında bir köprü kurmalıyım.
Uzatmayalım. Sonuçta mesele hakikatin mahiyetinin ne olduğu
üzerinde düğümlenip kalmaktadır. Bugün insanoğlunun birbirini
yemesinin arkasında bu yatıyor. Yani «Hakikat Nedir» sorusuna
aradığı ama bir türlü bulamadığı cevap....
Herkese göre olan şey midir hakikat, yoksa herkesin üzerinde
ittifak etmesi gereken bir şey midir? Bilmiyoruz.
Öğrenmemiz icabeden belki de en hayatî mesele budur. Bu soru
cevaplandıktan sonra hürriyet, adalet, fert, cemiyet, hayat, bilgi,
kısaca insana ilişkin ne kadar soru varsa cevaplanma imkânını
bulabilecektir.
Hayatı düalite üzerinden anlamlandırabiliyoruz. Kimileri «Ben
ve Öteki» diyor buna. Hadiseyi müşahasslaştırıyor. Ben, yani
benim gibi düşünen; öteki, yani benim gibi düşünmeyen.... Bu
anlayışta karşıdakinin ne düşündüğü asla önemli değildir. Müslü-
manlar «İman-Küfür» ayrımı üzerinden yapıyor. Bunu yaparken
iyi müslim olmak için küfrü en iyi bilmeyi gerekli görüyor. Muh-
yiddin ibn-i Arabi Hazretlerinin tabiriyle «Kâmil iman küfrü en iyi
bilendedir». Demek ki, bizim yaptığımız ayrımda esas olan sadece
ben değilim, karşımdakini de mutlaka hesaba katmalıyım. Bu
hesaba katıştır ki, benim kendime ve cemiyetime ilişkin hakikatim
bir bütün olarak tezahür edebilsin. Aksi takdirde hakikatle aramda
kurmaya çalıştığım münasebet yarım kalacaktır.
94 | Saçı uzun aklı kısa
Bize insanlarla münasebetimizi, hadiselere bakışımızı ve eşyayı
değerlendişimizi bu şekilde yapmamızı emreden bir hakikat arayı-
şı, diğer insanların hakikat arayışının derhal üzerine çıkar.
Çıkar ama heyhat! Böyle bir hakikat arayışından uzaklaşalı
neredeyse iki asrı geçen bir dönemi bıraktık arkamızda. Şimdi
kendimize ait olmayan sahte hakikatlerle kendimizi ve cemiyeti-
mizi şekillendirmeye uğraşıyoruz.
Bu kendine ait olmayan arayıştan çıkacak olan şeyin ne olduğu-
nu fazla düşünmeye gerek yok: Sadece hüsran ve zillet...
Makaleler | 95

HA­Kİ­KAT

1.
Türk ay­dı­nı­nın en az bil­di­ği şey... Hiç ara­ma­dı­ğı... Türk ay­dı­nı­
na hak­sız­lık et­me­ye­lim: Dün­ya­nın ne­re­dey­se hiç bir ta­ra­fın­da
ken­di­siy­le ha­ki­kat di­ye bi­li­nen şey ara­sın­da bir ir­ti­bat ku­ra­rak
ha­ya­tı­nı, zih­ni­ni, fik­ri­ni ona gö­re dü­zen­le­mek is­te­yen kim­se­nin
kal­ma­dı­ğı­na ina­na­sım ge­li­yor za­man za­man.
Ne­dir bu ha­ki­kat? Ne si­hir­li bir şey­dir? Hiç kim­se ara­ma­dı­ğı
hal­de her­ke­sin far­kı­na bi­le var­ma­dan ara­dı­ğı, ara­ma­dan ede­me­yip
pe­şi­ne ta­kıl­dı­ğı şey?
Bul­dum de­yin­ce kay­bo­lan şey­dir ha­ki­kat. Ara­nın­ca bu­lu­nan
bu­lun­ca elin­den uçup gi­den ney­se odur. Ara­ma­yın­ca bu­lun­mu­yor;
bu­lu­nun­ca kay­bo­lu­ve­ri­yor.
Ga­rip bir oyun oy­na­dı­ğı­mın far­kı­na va­rı­yor­su­nuz her­hal­de!..
Bu oyu­na bi­raz da­ha de­vam ede­lim fa­kat oyu­nun çok cid­di ol­du­
ğu­nu aklımızdan çıkarmayalım:
Ara­dı­ğın şe­yin ne ol­du­ğu­nu bi­li­yor­san ni­çin arı­yor­sun? Ara­dı­
ğın şe­yin ne ol­du­ğu­nu bil­mi­yor­san bul­du­ğun şe­yin ara­dı­ğın şey
olup ol­ma­dı­ğı­nı ne­re­den bi­yor­sun?
Bi­li­yor­sam ara­ma­ma ge­rek ol­ma­yan, ara­yın­ca da ne ol­du­ğu­nu
96 | Saçı uzun aklı kısa
bil­mem ge­re­ken şe­yi ha­ki­kat di­ye ni­te­len­dir­sem fel­se­fey­le uğ­ra­
şan­lar be­ni so­fis­ti­ke man­tık yap­mak­la suç­la­ya­cak­lar, bi­li­yo­rum;
ama­ma­hi­ye­ti iti­ba­riy­le ha­ki­ka­tin böy­le bir şey ol­ma­sı ge­re­kir.
Ah­met Cev­det Pa­şa «Kül­lî mef­hu­mu­lar zi­hin­de­ki fert­le­ri­ne nis­
bet­le ma­hiy­yet di­ye isim­len­di­ri­lir. Ha­riç­te­ki fert­le­ri­nin zım­nın­da
bu­lun­ma­sı ci­he­tiy­le ha­ki­kat is­mi­ni alır.» di­yor. Me­se­le za­ten kül­lî
mef­hum­la­rın ha­riç­te­ki fert­le­ri­ni bul­ma me­se­le­si de­ğil mi? Her­ke­se
man­tık ki­ta­bı okut­sak aca­ba her oku­yan ay­nı ha­ki­ka­te ula­şa­bi­le­
cek mi­dir?
Doğ­ru­su ha­ki­ka­ti bul­mak­la de­ği­l, onu ara­mak­la mü­kel­le­fiz.
Bul­du­ğun her ha­ki­kat se­nin ha­ki­ka­tin ola­cak­sa, bul­du­ğun an­dan
iti­ba­ren iza­fi­le­şecek, iza­fi­le­şir iza­fi­leş­mez de ha­ki­kat ol­mak­tan
çı­kacak za­ten. Bil­mek-ara­mak-bul­mak üç­ge­nin­de ge­zip du­ru­yo­
ruz böy­le­ce.
Evet ara­mak­la mü­kel­le­fiz; ve bu ara­yış­tır ki, ru­hu­mu­zun ke­mâl
bul­ma­sı­nın ge­rek­çe­si­dir. Bu ara­yış­la ke­mâl bu­lu­yo­ruz. Ara­ma­yın­
ca ke­ma­lât da yok. Yi­ne bu ara­şıy­tır ki, dil, be­la­gat, şi­ir, aşk, ah­lâk
ve bun­lar­la bağ­lan­tı­lı ne ka­dar mef­hum var­sa, hep­si­nin ay­rı bi­rer
an­lam ka­zan­ma­sı­nın ve ha­ya­tı­mız­da yer edin­me­si­nin se­be­bi­dir.
Ha­ki­ka­ti arar­ken yap­tı­ğı­mız yan­lış­lar yü­zün­den ba­şı­mı­za gel­
me­dik sı­kın­tı kal­mı­yor. Her­ke­sin fıt­ra­tın­da ya­tan ha­ki­ka­ti bil­me-
ara­ma-bul­ma ar­zu­su­nun mü­cer­red olan­dan zi­ya­de mü­şah­has eş­ya­
da aran­ma­sı al­tı­nın ta­vu­ğun kar­nın­da aran­ma­sı gi­bi bir şey. Ne
ta­vuk ka­lı­yor or­ta­da ne de al­tın yu­mur­ta.
Ba­tı me­d­eni­ye­ti ha­ki­ka­ti böy­le arı­yor asır­lar­dır. Onun için de
bu­la­maz; bu­la­ma­ya­cak­tır da... Bul­du­ğu ha­ki­kat kı­rın­tı­la­rı­nı da
ho­var­da­ca har­cı­yor ve bi­ti­ri­yor. Bu onun ke­mâ­lâ­tı­nın de­ğil mut­
suz­lu­ğu­nun kay­na­ğı olu­yor.
Do­ğu­ya ge­lin­ce... Ha­ki­kat­le ara­sın­da­ki mü­na­se­be­ti ke­se­li ne­re­
dey­se ­yüz el­li se­ne geç­ti. O gün bu gün­dür mev­cut ser­ma­ye­miz­den
tü­ke­ti­yo­ruz. Umu­lur ki, ha­ki­kat­le ara­mız­da­ki mü­na­se­be­ti eli­miz­
de­ki­ni bi­tir­me­den te­sis ede­riz ye­ni­den.

2.
İnsan hakikatle kendisi arasında bir nisbet kuramamışsa yaşadı-
ğı dünyada doğru davranışlarda bulunması mümkün değildir.
Hakikat doğru yaşayabilmenin, doğru hareket edebilmenin mihenk
taşıdır, ölçüsüdür, ayarıdır. O mihenge yakınlığımız nisbetince
Makaleler | 97
doğru eylemler içinde bulunabiliyoruz. Doğru düşünmeden veya
düşünceden bahsetmiyorum; zira düşünmek bütün eylemlerimiz
için gerekli olan ilk eylem... Fiil-i ûlâ. Bu anlamda insanın tek
gerçek eyleminin düşünmek olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Hakikat, ne olduğu itibariyle değil ama hayatımıza yansıyan
tezahürleri ile kendisini bize sürekli olarak hissettirir. Bu hissediş-
le biliyoruz ki, hakikat tektir ve insanlık hakikatin tekliğinde müt-
tefiktir. Ancak hakikati idrak noktasında insanların birbirlerinden
ayrılması ve herkesin kendi bulunduğu noktadan tarif etmeye
kalkması neticesinde ortaya çıkan keşmekeş içerisinde hakikati
anlamaktan, bilmekten ve kendimizi ona ram etmekten uzak kalı-
yoruz.
Hayatımızdaki bütün keşmekeşlerin, iniş çıkışların, kaosların
sebebi budur. Bu ram olamayışın yol açtığı kavgalar dolduruyor
tarihimizi. Herkes kendine göre bir hakikatin peşinde koşmaya
başlayınca bir kıyamettir kopuyor ve birbirini yiyor insanlar böy-
lece. Hakikatle aramızdaki irtibat ta kouyor; ondan yine onu arar-
ken uzaklaşmış oluyoruz.
Uzaktan bakıldığında haklı bir durummuş gibi gözüken bu kav-
gayı mercek altına alınız ve inceleyiniz. Göreceksiniz ki, bu kavga
hakikat için (hakikat uğruna7 yapılan bir kavga değildir. İhtirasla-
rın, zevklerin, hıyanetlerin hakmış gibi ileriye sürüldüğü ve savu-
nulduğu güya hakikat savaşı arenasında boşuna ömür tüketiyoruz.
Bu hâl akılla izah ediilemez bir muhaldir. Bir yandan hakikat
diyeceksiniz, diğer yandan kendiniizi hakikatin mihengi sayacak-
sınız. Kendinizi hakikatin mihengi sayınca da ihtiraslarınız uğruna
savaşmayı ister istemez hakikat adına savaşmak zannedeceksiniz.
Hakikatin ne olduğunu belirleyen biz miyiz, ihtiraslarımız mıdır?
Yoksa herkesin ittifakla tek olduğunu tesbit ettiği fakat yine her-
kesin o tek olan hakikati kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü bir
ortamda hakikat hakkındaki bilgimizi yeniden gözden mi geçir-
meliyiz.? Yeniden gözden geçirmeli değil miyiz?
«Ben haklıyım!» derken hakikatperver olduğunu öne süren
birisi ile «Haksızım!» diyen arasında ne fark vardır? «Haksızım!»
diyen de bunu söylerken hakikatperverliğini öne çıkarmış olmaz
mı? Haksızım diyen bu iddiasında kendi itirafından dolayı haklıdır
da «Haklıyım!» diyenin haklılığı yüzde ellidir.
Haklının hakikate nispeti ile haksızın hakikati nispetinin ne
98 | Saçı uzun aklı kısa
kadar olduğunu tespit etmekte bile güçlük çekiyorsak hakikat
hakkındaki bilgilerimizi acilen gözden geçirmeliyiz.
İnsan hakikati görmedikçe, bilmedikçe, anlayıp idrak etmedik-
çe hemcinsiyle yaptığı kavgada hiçbir zaman haklı olamayacaktır.
Bu kavga da körler ve sağırlar kavgası olmaktan öteye geçemeye-
cektir. Aralarındaki ilişki de körler ve sağırlar ilişkisi...
Bu körler ve sağırlar diyaloğunu gidermek için bulduğumuz
gerekçe ise bir sonraki yazının konusu olan Hoşgörü...
Makaleler | 99

DERİNLİK VE GENİŞLİK

İnsan derinliğine ve genişliğine iki yönlü bir varlık.


Varlıkta işleyen tevhid gözönüne alındığında insanı tarif etmek-
ten çok uzak olan bu ifadeyi kullanışımızdaki maksat, onun kendi
varlığı üzerinden «vahdeti idrak edebilmesi için kesret yanının
açığa çıkarılması» gerektiğindendir.
Tekamül birbirini dışlamayan aksine birbirini aşarak ilerleyen
mertebeler biçiminde gerçekleştiğine göre, kesretin sürekli olarak
aşılması ve tekliğin bulunması için kendimize seçeceğimiz bir
başlangıç noktasının zaruri olduğu ortaya çıkar. İnsanın derinliği-
ne ve genişliğine iki yönlü varlık olmasından bahsediyorsak,
evvelâ evrendeki kesretin insan üzerinde de mahal bulduğunu,
herşeyin herşeyle alâkalı olması prensibi ile herşeyin herşeyle öz
itibariyle benzeş/aynı oluşu prensibinden hareket etmiş olduğu-
muzu ve bundan dolayı da mevzunun neden özellikle insan olarak
seçilmiş olduğunu anlarız.
Diğer yandan evrende herşeyin insan için, insanın da Allah’a
kulluk için yaratıldığını düşündüğümüz zaman insandan bahset-
memizin meşruiyyetini de belirlemiş oluruz.
Aslında genişliğine insan mevzuundan müstakil olarak bahset-
100 | Saçı uzun aklı kısa
me imkanımız yok, çünkü zekâmız hep bir düalite eşliğinde işle-
diğinden ve unsurları tek başına idrak edemeyişimiz yüzünden
derinliğine insan mevzuunu anlaşılır kılabilmek için genişliğine
insan mevzuunu da sun’i olarak karşımıza çıkarır ve derinliğine
insan mevzuunun anlaşılmasında vazgeçilmez önemli bir unsur
olarak belirir.
Necip Fazıl «İnsan, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun,
genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü
yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur.»
diyor. Aklın ruhun emrinde çalışan bir fakülte olduğunu hatırlar-
sak, aslında insanın bütün çabasının derinliğine doğru kendini
gerçekleştirmek, yani kendini kendisine bilinir hale getirmek ve
kendi üzerinde tecellî eden varlığın hakikatinde Allah’ı bilmekle
yükümlüdür ve esas olarak bundan başka bir yükümlülüğü de
yoktur. Bize var gibi görünen farklı yükümlülükler de bu yüküm-
lülüğün farkına vardırıcı alt ve yardımcı yükümlülükler olarak
değerlendirilmesi gereken unsurlardır.
Derinliğine ve genişliğine insan mevzuu, biri içe ve diğeri dışa
olmak üzere, ikincisi hep birincisine bağlı kalmak şartıyla, iki ayrı
«oluş»u gerekli kılar. Bir başka ifadeyle iç oluş ile insanın ferdî
keyfiyetini, dış oluş ile de onun toplumsal keyfiyetini belirlemiş
oluruz.
Makaleler | 101

Üç Ke­li­me, üç mânâ
MÜ­SA­MA­HA, HOŞ­GÖ­RÜ, TO­LE­RANS

Er­ba­bı bi­lir: Mef­hum­la­rın söz­lük­ler­de ol­ma­yan mânâ­la­rı da


var­dır. Ha­ya­tı­mı­zı et­ki­le­yen mâ­nâ­lar mef­hum­la­rın söz­lük­ler­de
olan mânâ­la­rın­dan çok ha­yat içe­ri­sin­de bil­fi­il iş­le­yen, ha­ya­tın her
ala­nı­na sız­mış bu­lu­nan ve bi­zi her ân te­si­ri al­tın­da bu­lun­du­ran
mânâ­lar­dır. Eş­ya­ya ve olay­la­ra bu mânâ­lar­la yö­ne­li­riz. Ken­di­mi­zi
o mânâ­lar­la ara­rız, bu­lu­ruz, bi­li­riz. Yo­lu­mu­zu ay­dın­la­tan ve­ya
ka­rar­tan hep ha­ya­tın her kö­şe­si­ne sız­mış, her şe­ye sin­miş olan o
mânâ­lar­dır. On­lar gö­rül­mez ve bi­lin­mez­ler; se­zi­lir­ler, his­se­di­lir­ler.
Bu se­ziş ve his­se­diş için ge­rek­li has­sa­la­rı­nı­zı ça­lış­tı­ra­mı­yor, han­gi
mânâ­la­rın te­si­ri al­tın­da kal­dı­ğı­nı­zı bil­mi­yor­sa­nız, te­si­ri al­tın­da
kal­dı­ğı­nız bu mânâ­la­rın si­zi ne­re­ye yö­nelt­ti­ği­ni de bil­me im­kâ­nı­nı
eli­niz­de bu­lun­du­ra­mı­yor­su­nuz de­mek­tir. Ya­ni mo­da ta­bir­le bi­linç­
li ha­re­ket et­mi­yor­su­nuz de­mek­tir.
İn­sa­na gör­dük­le­rin­den çok gör­me­dik­le­ri, duy­duk­la­rın­dan çok
duy­ma­dık­la­rı, an­la­dık­la­rın­dan çok an­la­ma­dık­la­rı, ha­sı­lı bil­dik­le­
rin­den çok bil­me­dik­le­ri te­sir eder. Ha­ya­tı bu te­sir­le­rin al­tın­da an­lar
ve şe­kil­len­di­rir in­san ço­ğu za­man.
Top­lum­la­rın de­ğiş­me­si ve­ya de­ğiş­ti­ril­me­si, in­san­la­rın ken­di­le­
ri­ni bir şe­kil­den di­ğer şek­le sok­ma­la­rı ve­ya so­kul­ma­la­rı hep bu
102 | Saçı uzun aklı kısa
gö­rül­me­yen, du­yul­ma­yan, an­la­şıl­ma­yan ve­ bi­lin­me­yen te­sir­ler
ara­cı­lı­ğıy­la olu­yor. Sos­yal psi­ko­lo­jiy­le il­gi­le­nen­ler bu­nun böy­le
ol­du­ğu­nu he­men söy­le­ye­cek­ler­dir. Bil­me­yen­ler ise bu ve­si­ley­le
öğ­ren­miş olu­yor­lar.
Sö­zü ne­re­ye ge­tir­mek is­te­di­ği­miz her hal­de an­la­şı­lı­yor­dur: Baş­
lık­ta kul­lan­dı­ğı­mız üç ke­li­me... Son gün­ler­de bel­ki de en çok kul­
lan­dı­ğı­mız bu üç ke­li­me ilk ba­kış­ta san­ki bir­bi­ri­nin ay­nı ol­du­ğu
iz­le­ni­mi­ni ve­ri­yor. Dü­şün­me­yi bil­me­yen düz ka­fa­ya bu üç ke­li­me
ara­sın­da­ki far­kı so­ru­nuz. Ce­va­bı muh­te­me­len şu min­val üze­re ola­
cak­tır: Mü­sa­ma­ha Arap­ça, to­le­rans La­tin­ce ve hoş­gö­rü Türk­çe/
Fars­ça olan ve hep­si ay­nı an­la­ma ge­len üç ke­li­me­dir ve ara­la­rın­da
söy­le­niş­le­rin­den baş­ka mânâ­ca bir fark yok­tur.
Aca­ba di­ye so­ra­lım ve gi­riş­te bah­set­ti­ği­miz me­se­le­yi ha­tır­la­ya­
lım he­men. Aca­ba ger­çek­ten de öy­le mi­dir? Bu üç ke­li­me mânâ
ola­rak bir­bi­ri­nin ay­nı mı­dır?
Bu üç ke­li­me/mef­hum ara­sın­da­ki far­ka geç­me­den ev­vel kü­çük
bir ay­rın­tı­ya dik­kat çek­mek is­ti­yo­rum: Bu üç ke­li­me­den en çok
kul­la­nı­la­nı Tür­ki­ye’de hoş­gö­rü ve Av­ru­pa‘da ise to­le­rans. Arap­la­
rın, mü­sa­ma­ha ke­li­me­si­nin ih­ti­va et­ti­ği an­la­mı sa­ma­ha kö­kün­den
ge­len se­ma­hat ke­li­me­siy­le ifa­de et­tik­le­ri­ni söz­lük­ler­den bi­li­yo­ruz
ve esasen bi­zi on­la­rın na­sıl kul­lan­dık­la­rı da bu­ra­da o ka­dar il­gi­len­
dir­mi­yor. Türk­çe yaz­dı­ğı­mı­za gö­re me­se­le bu mef­hum­la­rın türk­
çe­de na­sıl kul­la­nı­lıp an­la­şıl­dı­ğı­dır.
Sa­de­de ge­le­lim ve mef­hum­la­rı­mı­zı aci­len ame­li­ya­ta ya­tı­ra­lım
ve sözlüklerde olmayan mânâlarına bakalım:
Mü­sa­ma­ha: Bir yan­lı­şa o yan­lı­şı ya­pa­na kız­ma­dan, da­rıl­ma­
dan, onun­la olan mü­na­se­be­ti­mi­zi boz­ma­dan, ona sev­gi ile yak­la­
şa­rak, be­lir­li bir müd­det içe­ri­sin­de dü­zel­til­me­si şar­tıy­la sab­ret­
mek­tir.
To­le­rans: Bir kim­se­nin se­nin is­te­di­ğin şe­yi ya­hut bir şe­yi se­nin
is­te­di­ğin gi­bi yap­ma­sı için be­lir­li bir müh­le­tin ta­nın­ma­sı... Mü­sa­
ma­ha­ya ben­zi­yor ama ay­nı­sı de­ğil, fark var.
Hoş­gö­rü: Bir yan­lı­şın ya­pıl­ma­sı­na sü­rek­li göz yum­mak ve o
yan­lı­şı ya­pa­na hiç iliş­me­mek. Bu­nun da mü­sa­ma­ha­ya ben­zer bir
ya­nı var fa­kat bu da ne mü­sa­ma­ha­nın, ne de to­le­ran­sın ay­nı­sı­dır.
Bu ta­rif­le­re iti­raz ede­cek­le­rin ço­ğun­luk­ta ol­du­ğu­nu bi­li­yo­rum
ve on­la­ra he­men şu so­ru­yu yö­nel­ti­yo­rum: İyi ama bu ke­li­me­ler/
mef­hum­lar si­zin söy­le­ye­cek­le­ri­ni­zin ya­nı sı­ra be­nim söy­le­di­ğim
Makaleler | 103
mânâ­la­ra da gel­mi­yor mu? İş­te bu­na iti­raz ede­mez­si­niz. Eğer
öy­ley­se için­de bu mânâ­la­rı da ba­rın­dı­ran bu ke­li­me­ler­den han­gi­si­
ni ter­cih et­me­li­yiz der­si­niz?
Mü­sa­ma­ha gi­bi sa­rih ve ga­yet in­sa­nî ta­vır içe­ren bir mânâ­yı
ta­şı­yan mef­hu­mu mu, to­le­rans gi­bi bi­zim me­de­ni­ye­ti­mi­ze ya­ban­cı
ve ta­ma­men ego­izm ko­kan bir mef­hu­mu mu, yok­sa hoş gör­mek
gi­bi ku­la­ğa hoş ge­len bir ifa­de­den yo­la çı­ka­rak uy­du­ru­lan hoş­gö­rü
mef­hu­mu­nu mu ter­cih et­me­miz icab eder? Bu­nun için se­çi­mi si­ze
bı­rak­ma mü­sa­ma­ha­kar­lı­ğı­nı gös­ter­mek­ten ge­ri kal­ma­ya­ca­ğım.
Ter­ci­him ise mü­sa­ma­ha­kâr­lık­tan yana ol­mak, hoş görüye ve
toleran­sa müsamahakâr ol­mamak­tır.
Bunları tartışamıyoruz ama tartışmalıyız.
104 | Saçı uzun aklı kısa

HOŞGÖRÜ GAYE OLABİLİR Mİ?

1.
Türkiye’nin son kırk-elli yılında toplumun gündeminde en çok
yer işgal eden mefhumlardan biri «Hoş-görü» mefhumudur. Her
ne kadar ben bu mefhuma karşı biraz soğuk dursam da, onu müsa-
maha veya tolerans anlamında kullanmaya illâ da karşı değilim.
Türkiye son 150 yılını insanların birbirlerine karşı besledikleri
düşmanlıklarla geçirdi. Bu düşmanlığın siyasal, yani iktidara iliş-
kin yanı birinci derecede ön plana çıkarken, tek sebebin bu oldu-
ğunu söylemek elbette doğru olmaz.
Aslında hayata bakış açısında problemler başgösteren bir toplu-
mun er veya geç başına gelebilecek kötülük, o toplumu oluşturan
tüm fertlerin birbirleriyle ve müesselerle, müesselerin fertlerle ve
diğer müesselerle aralarına giren anlaşmazlığın düşmanlığa dönüş-
mesidir. Türkiye’nin Tanzimat Fermanı’yla açığa çıkan «hayat
telâkkisini elden kaçırma» temayülünün —bunun bir ferman
olması hasebiyle— evvelâ siyasette başgöstermesinin ardından
hayatın diğer alanlarına da sirayet ederek, zamanın akışıyla birlik-
te daima kötüleşip, kökleşerek hâlâ devam ettiğini bilmemek için
-çok afedersiniz- eşek olmak icap eder.
Makaleler | 105
Cemiyetimiz hayatın zimamının elinden kaydığını tespit edene
kadar zihinlerine, hislerine, kalplerine işlemiş olan mevcut mede-
niyet modlarını da zaten usul usul elden kaçırmış oldu. Bu şu
anlama geliyor: Artık bir tarih şuuru oluşturamıyoruz. Bu şuur
olmayınca istikbale sarkacak ve istikbali bugün üzerinden belirle-
yebilecek, şekillendirebilecek, sağlam zeminler üzerine oturtabile-
cek bir şuura da eremiyoruz.
Cemiyetimizi selamete çıkarmak isteyişimizin sebebi nedir?
Neden böyle bir işe tevessül ediyoruz?
Birileri güzel güzel(!) bizim adımıza düşünüp karar verirken
ona karşı çıkmamız içsel-insiyakî bir tepki midir? Yoksa aklî
muhasebeler neticesinde mi bu karşı duruşu sergiliyoruz? Eğer bu
muhasebeyi yaptıysak bunu ortaya koyabildik mi? Koyduysak ne
ile, nasıl ve niçin bunu yaptık veya yapabildik?Lâfı evirip çevir-
meye gerek yok. Bu sorulara cemiyet olarak verebilecek olumlu
ya da olumsuz bir cevabımız yoktur. Fakat bunlar hâlâ cevaplan-
mayı bekleyen sorulardır.
Türkiye’de son 10-15 yıllık süreçte sıkça kullanılmaya başla-
yan «Hoş-görü» mefhumunu/meselesini de bu çerçevede ele
almak ve değerlendirmek gerekir kanaatindeyim.
Bugün sıkça kullanılır bir hale gelmiş olan bu mefhum üzerin-
den, cemiyetimizin kendi ruh dinamiklerini besleyen ana kaynağa
sıkı sıkıya bağlı bir cemiyet nizamını örgüleştirmek mümkün
müdür?Soruyu bir de şöyle şöyle soralım: Hoş-görüyü eksen kıla-
rak yeni bir sosyal felsefe oluşturulabilir mi? Yeni bir siyasal
nizam, iktisadi organizasyonlar vs. vs. inşa etmenin temeline bu
mefhumu oturtmak ne kadar doğrudur?
Sorduğum sorularla okuyucu üzerinde negatif hava doğurmaya
çalıştığımı itiraf etmek isterim. Evet, benim bu sorulara verebile-
ceğim bütün cevaplar olumsuz olacaktır.
Bana göre sosyal hayatı tanzim ederken hesaba katılacak ilk
unsur elbette insandır. Evvelâ insanın ne olmaklığıyla ilgili soru-
ları ve sorunları gündeme taşıyarak çözmeye çalışmak yerine,
insan-insan ve insan-cemiyet ilişkilerinin işleyişinde alt sıralarda
bir yer bulması icap eden «Hoş-görü» fikrini birinci sıraya almak
demek, cemiyet ve insan sancısı çektiğini söyleyenler bu işlerden
anlamıyor demektir.
Çözüme ilişkin bütün tekliflerde tâkip edilecek bir usul, bir
106 | Saçı uzun aklı kısa
sıralama vardır. Eğer yapılacak ve sonuç elde edilecek bir iş oldu-
ğunu tespit ediyorsanız, evvelâ zihnî bir faaliyet yapıyorsunuz
demektir. Bu zihnî faaliyetinizi nasıl yaptığınız önemlidir. Sonra o
işi hayata geçirmek istediğinizde bir usûl ihdas etmeniz gereke-
cektir. Bu da bir zihin faaliyetini icap ettirir. Nasıl yapacağım?
sorusunun cevabını aramak zorundasınız. Bütün bunları yapma-
dan vusül gerçekleşmez.
Eğer sosyal hayatta hesaba katılacak ilk unsur insansa, bu insa-
nın cemiyette kendisini gerçekleştirmesi için ihtiyaç duyduğu iki
mühim mefhum vardır. Bunların birisi Hürriyet, diğeri Adalettir.
İnsan «Hakikat»le ünsiyet kurmak ve onu kendine bir şahsiyet
olarak giydirmek yükümlülüğü altındadır. Bütün insan faaliyetle-
rinin de onun bu arzusuna uygun olarak şekillendirilmesi gerekti-
ğinin bir zaruret olduğunu düşünüyorum.
Sosyal bir nizam ihdas ederken göz önünde bulundurulması
gereken budur. Tersine ehramlar inşa etmeyi denemek isteyenler
için elbette söyleyecek bir sözümüz olamaz.

2.
Bu noktadan itibaren artık Hürriyet ve Adalet meselesini irdile-
meye başlayabiliriz: İnsan-Hakikat-Allah üçgeninde insanın ihti-
yaç duyduğu iki önemli özellik olarak önünde duran Hürriyet ve
Adalet meselesi, bugün, modernlerin ondan anladığı mânânın
dışında yorumlanmak ihtiyacındadır.Modern dünyanın temelini
oluşturan ana dayanak «güç»tür. Bütün ilimlerini, siyasetlerini,
iktisadi faaliyetlerini, hatta kültür, sanat faaliyetlerini bile esas
olarak ittihaz ettikleri bu «güç» olgusunun/felsefesinin üzerinden
geliştirirler. Modernlere göre Hürriyet ve Adalet dahi «güç» olma-
nın birer alt hukuk ve felsefe terimleridir. Anlaşılmaları da bu
bağlamda gerçekleşmektedir. İnsan istediğini yapabildiği ölçüde
hürdür, bu hürriyetin gerçekleştirilmesi için de gerekli olan hukuk
düzeni üzerinden bir adalet sistemi inşa edilmelidir modernlere
göre. Modernlerin bu konular hakkında ne düşündüklerine dair
çok şey söylenebilir.
Oysa Hürriyet ve Adalet mutlaka «Hakikat» ile ilişkilendirilme-
si gereken bir meseledir. Yaptığım veya yapmadığım şey beni
hakikate ne kadar yaklaştırıyorsa o kadar hürüm; içinde yaşadığım
sistem de bana bu imkânı sağladığı oranda âdildir.
Makaleler | 107
Hürriyet nedir? sorusunun cevabı bu ifadeler içerisinde saklı
olmasına rağmen onu açığa çıkaracak bazı ipuçlarını aramaya
başlayabiliriz:
Hürriyet insanın, yaşadığı maddi dünya içerisindeki bütün bağ-
lardan, kayıtlardan kurtularak, mutlak-mücerret hakikat ile temasa
geçme/geçmiş olma halidir. Bu temas’ı gerçekleştiren mutlak
hürriyete kavuşmuştur, çünkü mutlak hakikate bağlanmıştır. Yani
insanın hür olması demek müşahhas bir alandan mücerret bir
alana kendisini aktarması demektir ki, bu yeni alan içerisinde bağ-
lanmanın hakikatine vasıl olup hakikat karşısındaki mutlak esare-
tini idrak edebilsin. Mutlak esaret ki, hürriyetin ta kendisidir.
Adaletin bu yapı içerisindeki yeri nedir?
İnsan topluluk halinde yaşama içgüdüsü/insiyakı kendisine
verilmiş olan bir varlıktır. İnsanın tek başına yaşadığı hiçbir devir
olmamıştır. Hz. Adem kendi izahını Hz. Havva ile yaptı; Hz.
Havva da mânâsını Hz. Adem ile buldu ve cemiyet oldular.
Bugün de bu böyle... Yarın başka bir şekil alsa bile özü itibariy-
le birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Bu birliktelik çerçevesinde
gerçekleştirdiğimiz, hür olmanın peşine düştüğümüz bir hayatı-
mız, bir sosyal düzenimiz var. Birbirimizle münasebetlerimizi
sağlayan hukuk düzenlerimiz var. Bu hukuk düzenlerinin en
büyük çabası insanlar arasında adaletle hükmetme çabasıdır. Ada-
letle hükmedilmelidir, çünkü hür olunmalıdır. Hür olunmalıdır,
çünkü hakikatle tam bir bağ kurulabilmelidir. Bu birbirine bağlı
ifadelerden anlaşılması gereken şeyin ne olduğuna dair bir fikir
yürütürsek, anlamamız gereken şey şudur: İnsan ve onun baş
gayesi olan hakikati ele geçirmek arasında alt gayeler olarak
evvelâ adalet, sonra hürriyet vardır. Baş gayeye ulaşmada ihtiyaç
duyulan bu iki ilkenin alt gayeler olarak işletilmesi esnasında
bizim birbirimizle olan münasebetlerimizi geliştirmek, yerleştir-
mek, yaygınlaştırmak ve işlerliğini devam ettirmek için başka
faktörlerle birlikte ihtiyaç duyduğumuz bir faktör daha vardır ki, o
da müsamaha yani hoş-görüdür.
Meseleye bu yönüyle bakıldığı zaman hoş-görüyü bir gaye-mef-
hum olarak ortaya atmak, aslında onu hovardaca harcamak demek
olmaz mı?
108 | Saçı uzun aklı kısa

NECİP FAZIL’I HATIRLARKEN

Her halde Necip Fazıl gibi bir büyük fikir ve aksiyon adamının
arkasından onu anlatma iddiasında bulunabilecek kişi ben olma-
sam gerek. Fakat etrafıma baktığım zaman bir iki ciddi değerlen-
dirmeden başka bir şey göremiyorum. Onun hakkında yazılan
değerlendirmelerin neredeyse hiç biri onu anlatmak liyaketine
ulaşamamıştır.
Mevzuya geleyim:
Ben fikir adamı nedir sorusuna şöyle bir cevap veriyorum:
Hadiselerin tespitini ve tahlilini yapan, teşhisini koyan, bu teşhis-
lerden kendi terkibini gerçekleştirerek teklifte bulunabilen ve bu
teklifin de nasıl tatbik edileceğine dair görüş beyan edebilen her-
kes derecesine göre kıymetlendirilmek kaydıyla fikir adamıdır.
Bugün Türkiye’de bu evsafta adam var mıdır? Sanmıyorum. Bu
peşin hükümde haklı olduğumu ispat edecek o kadar çok malzeme
var ki, tartışmak için yeri burası değil. Daha geniş platformlarda
tartışılması gereken bir konudur bu.
Asıl mevzu ile alâkamızı henüz kurmuş değiliz; farkındayım.
Ama bu tespiti yapmak zorundayım. Çünkü Necip Fazıl gibi fikrin
derinliğine ve genişliğine nüfuz etmiş bir dehanın ne olduğuna
Makaleler | 109
dair çerçeveyi ancak bu şekilde kurmak mümkün gibi gözüküyor
bana.
Necip Fazıl, vefatından bu yana geçen zaman içerisinde fikir
adamlığı ve hususiliği içerisinde umumi bir kuşatıcılık arzedici
fikirleri nezdinde hala tartışılmış ve hakkıyla anlaşılmış değildir.
Bu Türk tefekkürüyle ilgilendiği iddiasında bulunanların, açık
söyleyeyim, yüz karası bir durumdur.
Necip Fazıl, evet, bir şairdir; fakat şiirini bir fikre hasreden ve
o fikrin bir ömür boyu sarayını örmeye çalışan adamdır. Onu kuru
bir söz ustası, şair olarak tanımlamak, onun, içine fikrini döktüğü
şiirlerini de anlamamış olmak demektir.
Sözü ustalıklı söylemek, şiiri ses ve söz ahengi içerisinde şekil-
lendirmek elbette önemlidir. Fakat neticede tüm bu çabalar formla
alâkalıdır ve mücerred düşünme yani tefekkür ile yakından alâka-
lı değildir. Oysa Necip Fazıl, bağlısı olduğu dünya görüşünün
tefekkür plânındaki örgüsünü o beliğ cümlelerinde ve sesin ve
sözün ahengini yansıtan şiirinde saklamayı değil birebir aksettir-
meyi hakkıyla gerçekleştirebilmiştir.
İfadenin beliğ olması manadan anlamayanlar için manayı sak-
layıcıdır. Şiiri yalnızca ses ve söz düzeneği olarak görenler için
şiir, herhangi bir fikrin taşıyıcısı değildir, olamaz.
Necip Fazıl bir ideolog mudur, şair midir, sadece bir gazeteci
midir? Yoksa Türk, hatta dünya fikir hayatına istikamet veren ve
ona olmuşu, olanı ve olacağı gösteren bir mütefekkir midir? Bu
sorular bugün ebediyete intikalinden 40 yıl sonra henüz cevabını
bulabilmiş değildir. Onun ne olduğunu ve ne yapmak istediğini
anlamak isteyenlere eserlerini işaret etmekten başka çare yoktur.
Bilmek isteyen oraya müracaat etmelidir. Ama bugünün Türk
aydını diye kendini isimlendiren fikir eskizcilerinin, okumadan ve
düşünmeden kendini düşünce adamı ilan edenlerin onu anlamak
için hiç bir ciddi çaba sarfetmedikleri de ortadadır.
İdeolocya örgüsünde nasıl bir dünya görüşü örgüleştirilmiştir?
Bu dünya görüşü nasıl örülmüştür. Yukarıda bir fikir adamının
sahip olması gereken hususiyetler olarak gösterdiğimiz tespit,
tahlil, teşhis, terkip, teklif ve tatbik unsurlarının «İdeolocya Örgü-
sü»nün içerisine nasıl yerleştirildiği ve kesintisiz bir akış halinde
nasıl abideleştirildiğini görmemek için kıskanç olmak yeterlidir,
aptal olmaya ihtiyaç yoktur.
110 | Saçı uzun aklı kısa
Çile şiirinde, o muazzam ses ve söz ahenginde, bağlı olduğu
dünya görüşünün âlem, varlık ve insan telâkkisinin heykelleşmiş
şeklini bulmak mümkündür. Hatta bu şiir bunun için yazılmıştır
sanki. Âlem, varlık ve insan... Bu üç mücerredi ifade etmek için
sözün en iyi söyleniş biçimi olan şiirden başka hangi yol kullanı-
labilir?
Geçelim bunları efendim... Geçelim... Türk tefekkür dünyasının
ondan alabildiğine bakalım. Bugün kendini bize ait bir dünya
görüşünün mensubu —yeni yetmelerde ikinci el tesiri olmak şar-
tıyla— politikacısından sanatçısına, köşe yazarından kitap yayın-
cısına ve daha bilmem nerelere ve nelere kadar onun söyledikleri-
nin rüzgarından tesir almayan yok; fakat buna rağmen bu tesiri
görmeyen ve yer yer inkâr eden bir sürü -sözüm ona- şair, yazar,
çizer, gazeteci, akademisyen, siyasetçi geziyor ortalıkta.
Onun bıraktığı yerden devam ettirmek bir yana, bıraktıklarını
bile anlama liyakatinden yoksun bir kitleyi gördükçe onsuz geçir-
diğimiz son otuz senenin nasıl ziyan olduğunu düşünüyor ve üzü-
lüyorum.
Necip Fazıl’ı aşmaya değil anlamaya ihtiyacımız var. Eserleri-
nin her birinde anlayabilenler için aynı kıvamda ve nispette saklı
bulunan tesbit, tahlil, teşhis, terkip, teklif ve tatbik unsurlarının
nasıl ve niçin kullanıldığını görmek lâzım. Görmek lâzım ki,
yarınki Müslüman-Türk cemiyetinin hamurunun nasıl yoğrulması
gerektiğine dair bir fikir ve iş sahibi olabilelim.
Onu rahmetle anıyoruz....
Makaleler | 111

SONSUZLUĞU ALGILAMAK

Sonsuzluk, mefhumunu tasavvur edebileceğimiz fakat kendisi-


ni tasavvur edemeyeceğimiz bir şeydir. Biz o sonzusluğun içeri-
sinde yer alıyoruz. Sen, ben, o, biz, siz, onlar hepimiz orada varız.
Eşya o sonsuzluğun içerisinde, varlık o sonzuzluğun içerisinde.
—Sonsuzluk Allahın bizzat kendisi midir?
—Değildir.
— Allahın kendisinden uzak mıdır?
—O da değildir.
—Sonsuzluk böyle bir şeydir. Bu sonsuzluğu şeffaf bir şey ola-
rak kabul edin.
Yani baktığınız zaman arkası görünen bir şey.
Şimdi bu sonsuzluğu sonsuzluğa yayın. Ne olur?
—Sonsuzluğun görünmez bir şey olduğu anlaşılır/görülür.
—Öyle bir yerden bakıyorsunuz ki, her tarafı şeffaf ama son-
suz. Böyle bir yerden baktığınız zaman, baktığınız şeyi görme
imkanınız var mıdır?
— ……..
— Böyle bir sonsuzluğun başı ve sonu vardır, diyebilir miyiz?
—Diyemeyiz.
112 | Saçı uzun aklı kısa
— Öyle ise sonsuzluk ezeli ve ebedidir. Yani bidayetinden ve
nihayetinden bahsedilebilecek bir sonsuzluk yoktur. Bu anlamda
sonsuzluk bir mutlaklık ifade ediyor. Böyle bir sonsuzluk yalnızca
Allaha nisbet edilebilir ki, bu yüzden Allah ezeli ve ebedidir diyo-
ruz. Sadece mefhumu hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz ama
zatı hakkında, mefhumundan öteye bir bilgi sahibi olamayacağı-
mız bir tasavvurdur sonsuzluk.
Şimdi bu tasavvurun üzerine yüzde birlik bir gri alan ekleyin.
Bunun üzerine yüzde birlik bir gri alan daha ekleyin. Bu ekleme
işini aynı oranlarda sonuna kadar sürdürün. Yani yüzde yüze kadar
ulaşın. Her eklemede afaki olarak alanın yine yüzde birlik ölçüler
halinde daraldığını düşünün. En orta noktaya gelindiği zaman
tablomuz zifiri bir siyahlık arzedecektir. Sonsuzluğun tam ortası
burasıdır.
Sozsuzluğun tam ortasından dışarıya doğru açıldığımız her
defasında o zifiri alan biraz aydınlanıyor olmasına rağmen, sadece
karanlığı algılamaya ayarlı olan bir bünye o aydınlanmanın farkı-
na varamayacaktır. Her defasında, eğer karanlığın içinde olduğu-
nuzu kabul ediyor ve sonsuz aydınlığı bulmak istiyorsanız, etrafı-
nızın biraz daha aydınlandığını, yani şefaaflık kazandığını farke-
dersiniz. Bu kazanım sizin varlığı algılamanızda da farklılaştığınız
anlmana gelecektir. Çünkü karanlıkta farkedilen varlık ile aydın-
lıkta farkedilen varlık arasında varlığın kendi zatına ilişkin muhte-
vası itibariyle bir farklılık yoksa da, varalığın görünüşü itibariyle
bir farklılık olduğunu anlarsınız. Biz muhtevaya ilişkin bilgimizi
varlıktan görebildiğimiz kadarına bağlı olarak elde ettiğimize
göre, zifiri olandan şeffaf olana doğrü ilerlerken algıladığımız
varlığın muhtevasına ilişkin bilgimiz de aynı oranda artacak
demektir.
Başlangıçta karanlığın nasıl şeffaflaşmaya doğru gittiğini anla-
yamayacağımız gibi orta yere geldiğimizden sonra da aydınlığın
nasıl arttığını farkına varmamız gittikçe güçleşecek, ilk gri alanın
oluştuğu alana geldiğimiz zaman vardığımız bu noktanın hem son
olmadığını, hem de şeffaflaşmanın sürüp süremeyeceğini bileme-
yeceğiz.
Görünmez olan sonsuzluk böylece görünür olur.
Şeffaflıktan, yani letafetten kesafete doğru ilerlerken şeffaflığın
üzerine eklenenen gri alanlar (her gri alan bir tecelliyi ifade eder)
Makaleler | 113
sonsuzlukta bir tabakalaşma yapmaz. Yani kalınlaşmaz. Sonsuz-
luk başta nasıl idiyse sonda da yanı en karanlık noktasında da aynı
kalınlıkta, aynı ağırlıkta varolmaya devam etmekte, aynı sonsuz
mekana sâhip olmaktadir. Böyle tasavvur edelim. Bu tasavvurun
gerçek olup olmadığını ayrıca ele almak icap eder. Önemli olan
böyle bir tasavvurun bizim tarafımızdan yapılıp yapılamayacağı-
dır. Şu anda böyle bir şeyi hayal ediyor olsak bile bu bizim onu
tasavvur edebileceğimiz anlamına gelmektedir. Hatta tasavvur
ediyoruz demektir. Tasavvur edilen herşey kendine ilişkin bir ger-
çeklik ile tasavvur edilebildiğine göre bizim bu tasavvurumuz
karşılığı olmayan bir hayal olmaktan çıkar ve gerçeklik kazanır.
Öyle ise henüz gerçeklik alanının dışına çıktığımız söylenemez.
Sonsuzluğun yalnızca mefhumunu tasavvur edebilirken, üzerine
eklenen gri alanlar aracılığıyla sonsuzluğu kendimiz için tasavvur
edilebilir bir hale getiriyoruz. Bu tasavvur, sonsuzluk olduğu gibi,
kendisine hiç bir eklme yapılmaksızın tasavvur edildiğinde gere-
çek olarak tasavvur edilmiş olacağından, arızalı bir tasavvurdur.
Esasen yoğunluk belli bir miktara, örneğin yüzde ellilik bir mikta-
ra gelinceye kadar sonsuzluğun mahiyeti hakkında bilgi sahibi
olamayacağız. Yüzde ellilik miktara ulaştığımızda biz sonsuzlu-
ğun mahiyetine ilişkin bir bilgi sahibi olsak bile bu yüzde elli
arızalı bir bilgi demektir. Öyleşse «arızasız bilgi»ye ulaşmak da
mümkün değildir.
Başlangıçta, grisiz alan halinde iken sonsuzluk ne kadar kalın
ise yüzde yüz gri, yani siyah hale geldiğinde de sonsuzluk aynı
kalınlıkta ve ağırlıktadır. Her hangi bir mekanda da değildir. Muh-
tvasına her ne kadar grilikler halinde birşeyler eklenmiş gibi dursa
da bu grilikler onun kendi zatından zuhur ettiği için muhtevasında
bir artma veya değişme sözkonusu değildir.
Varlığın zuhur alanına intikal etmesi, yani onun bizim beş
duyumuzla algılnır hale gelmesi demek, aslında bahsettiğimiz bu
grileşen alanın siyaha en yakın olduğu yer demektir. Belki de
yüzde yüzlük siyah alandır. Buna sonsuzluğun kesafet kazanmış
hali diyoruz. Âlem-i ecsam budur.
Bundan ötesi var olarak düşünülecek bir alandır.
114 | Saçı uzun aklı kısa

TERÖRİZM

Cemil Meriç, “Bir Facianın Hikayesi” kitabının daha ikinci


sayfasında tarif ediyor terörizmi: «Hiçbir felsefî sisteme bağlana-
maz. Her çağda, her ülkede insanlığın başına belâ olan bir öfke, bir
isyan. bir intikam belirtisi.»
Üstadın bu tespitine katılmamak mümkün değil. Fakat insanlı-
ğın başına belâ kesilen bu öfkenin, isyanın, intikam belirtisinin bir
sebebi olsa gerek. Üzerinde düşünülmesi icabeden önemli bir
mesele bence.
İnsanlık düşünmeyi unutmuş gözüküyor. Ferdî çabalarla hâlâ
düşünmeyi canlı tutmaya çalışan insanlar tamamen el etek çekmiş
değil dünyamızdan. Ancak bu ferdi çabalar içtimaileşip cemiyet-
lerin bünyesinde yer edinmedikçe ele avuca gelen bir katkı sağla-
yamazlar insanlığa. Terörizm meselesinde de aynı sıkıntıyı yaşı-
yoruz. Tarifini yapamadığımız bir meselenin kendisini doğuran
sebeplerini bulma imkânını da elde edemiyoruz bu yüzden.
Terörizm bir reaksiyon mudur? Yoksa birilerinin insanlığa
korku salarak kendi egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları
bir araç mıdır? Eğer bir reaksiyonsa hangi düşünceye karşı geliş-
tirilmiştir bu reaksiyon? Bu nasıl bir düşüncedir ki insanlığa karşı
Makaleler | 115
böylesine acımasız ve sinsi yöntemler kullanarak öfkesini açığa
vuruyor, isyan ediyor ve intikam almaya kalkıyor insanlıktan?
Hem bir reaksiyon, hem de insanlıktan intikam almaya kalkıyor...
Bu ifadelerdeki çelişkiyi yakalamak zor değil. Eğer reaksiyonsa
intikamını düşmanından almalı değil mi? Eğer insanlığa karşı
işlenen bir suç ise terörizmle uğraşanları insanlık düşmanı diye
yaftalamak icap eder. Bir cinnet hali olduğu apaçık.
Eğer terör insanlığın başına belâ kesilmiş bir şey ise onu insan-
lığa musallat eden bir başkaları var muhakkak. Durup dururken
hiç bir musibet gelmiyor insanoğlunun başına. Demek ki birileri
birilerinin terörist olmasına yol açan işler yapıyor.
Yapanı meçhul bir hadiseden istifade etmek, onu kendi menfa-
atleri doğrultusunda kullanmak tüm hayatlarını kendi egemenlik-
lerini sürdürmek uğruna strateji geliştirmekle meşgul olanlar için
kullanılması çok kolay bir yöntem. Nasıl olsa kimin yaptığı bilin-
miyor. Arkasında muhayyel yüzlerin saklı olduğu bir olayı kendi
menfaatiniz için kullanmanız çok kolaydır. Yaparsınız, stratejiniz
çok iyiyse saklanırsınız; o muhayyel yüzün aleyhinde propagan-
danızı yaparak geminizi yürütürsünüz.
Ortak akıl dediğimiz şey kötülük üzerine bir şey inşa edemez.
Bir topluluğun yanlışta ittifak etmesi fıtrata aykırı bir durum. Bu
bedahate rağmen ortada işlenen bir insanlık suçu varsa onu işleyen
ferdi akıllar söz konusu demektir. Ortak akıldan ve bir topluluğun
yanlışta ittifak etmemesinden kastım çok umumidir. Topyekün
dünyanın aklından bahsediyorum.
Bu dünyanın içinden üç-beş veya üçyüz-beşyüz akıl bir araya
gelse ve birşeye karar verse bu ortak aklın verdiği bir karar olmaz.
Dünyayı tek bir toplum kabul edininiz. Asıl bu toplumdan yanlış
karar çıkmaz ama bu toplumun ne hakkında doğru karar verdiğini
bulmak ve bilmek ferdi akıllara düşer. Yanlış karar verenler asıl
bunlardır. Bunlar parça çokluklar halinde tezahür edebilir. Bu
tezahürlerin yanlışta ittifak etmeleri, eğer ellerinde hakkaniyet
denen bir ölçü yoksa neredeyse yüzde yüzlük bir ihtimaldir.
Eğer insanlık denen ortak akıldan kötülük çıkmayacaksa, fakat
buna rağmen ortada kol gezen bir kötülük varsa bunun sahibini
aramak, bulmak ve insanlığa karşı işlediği suçun cezasını hakka-
niyet adına vermek, bunu yaparken de hiç bir acıma hissine kapıl-
mamak lâzımdır.
116 | Saçı uzun aklı kısa
Sağınıza solunuza bakınız. Bugün dünyada kendi hırslarını tat-
min etmek için, dünyaya egemen olmak isteyenin kim olduğunu
bilirseniz teröristin, yani insanlığa karşı asıl kimin suç işlediğinizi
görmeniz kolaylaşacaktır. Cahillik edip, birilerinin (stratejileri
icabı) hiç kimseye görünmeden gaz vermesiyle sağa sola bomba
atanların terörist değil maşa olduklarını da anlarsınız zaten.
Yazının başında Cemil Meriç”ten yaptığım alıntının siyakına
göz atıp bitirelim:
Avrupanın son ikiyüz yıllık tarihi:
a) Anarşizm: Bu dönemde azgınlaşan bir hastalık; daha doğrusu
Avrupa toplumlarının içine düştüğü buhranı sona erdirmek için
baş vurulan cerrahî bir ameliyat.
b) Terörizm: Hiçbir felsefî sisteme bağlanamaz. Her çağda, her
ülkede insanlığın başına belâ olan bir öfke, bir isyan. bir intikam
belirtisi.
Etrafımızda olup bitenlere bir de bu gözle mi bakmak lâzımdır
acaba?
Makaleler | 117

ŞUURSUZLUK SARMALI

Tarih biraz da içinde bulunduğumuz anı tespitte zorlandığımız-


dan ortaya çıkmış gibi gözüküyor.
İçinde bulunduğumuz ânın hercümerci bizi ne olup bittiğini
anlamaktan alıkoyuyor. Bu yüzden yapılan veya yapılması istenen
işler karşısında karar vermekte de zorlanıyoruz. Üzerinden zama-
nın geçmesini ve yaşadığımız fırtınaların durulmasını bekliyoruz.
Bunun bir sebebi var.
Soruyu şöyle soralım: Acaba yaşadığımız ânı tesbitte zorlanma-
mızın bize kaybettirdiği bir şeyler var mıdır? Varsa, bunlar neler-
dir ve niçin ânı tespit edemiyoruz?
Ânı anlamak bir şuur halidir. Daima uyanık, daima tetikte bek-
leyen ve daima vakıaların içindeyken bile kendisini bize dışardan
seyrettirebilecek bir şuur hali... Vaktin adamı olmak işi... Sufîlerin
Ebu-l vakt ve ibn-ul vakt dedikleri hâl. Yani vaktin babası ve vak-
tin oğlu.
Vaktin babası olmak daima içinde yaşadığın hâli bilmek demek
ve vaktin oğlu olmak ta yaşanması gerekeni yaşıyor olmak. Mâzi,
hâl ve istikbâlin aynı ânda tahakkuk ettirilmesi işi.
Bugün söylediklerimiz yarın eskiyor yahut bugün söyledikleri-
118 | Saçı uzun aklı kısa
mizden yarın utanıyorsak veya bugün söylememiz gerekeni yarın
söylemediğimizi farkedip anladığımızda pişmanlık duyuyorsak,
bunu sebebi, bizim ân’a hükmedecek olan şuurumuzun eksikliğin-
den falan değil, düpedez yokluğundandır.
Toplumumuzun bütün aksiyon sahalarına hakim olduğunu tes-
pit ettiğimiz şuursuzluk hâlimizin sebebi âna hükmedecek, onu
emrimiz altına aldıracak fikrimizin olmayışındandır. Ebu-l vakt ve
ibn-ul vakt olamayışımızdandır.
Tek tek bireylerin hâllerinden tutun, topyekün cemiyetin ayrı
ayrı ve topluca aksiyon sahalarında gösterdiğimiz istikrarsızlık,
isabetsizlik, hesapsızlık ve birbirini didikleme hâlinin arkasında
yatan, öyle sanıyorum ki, yalnızca budur.
Bu hâli nasıl aşacağız?
Bunun ilk şartı, böyle olduğumuzu bilmektir. Kendimize güve-
ni de sağlayacak olan bir şuurun sahibi olmadığımızı bilmediği-
miz müddetçe, nasıl olacağımız hakkında bir fikir ileriye süreme-
yeceğimiz de muhakkaktır.
Bu sarmalın içinde kurtalmak mümkün müdür?
Eğer hâlâ soru sorabiliyor, “yahû ne oluyoruz” diyebileyorsak
ve hâlâ olan bitene baktığımızda bir memnuniyetsizlik hâli içinde
olduğumuzu sezip, hâlâ mutlu olmadığımızı iddia edebiliyor ve bu
iddiamızı delillendirebiliyorsak, bu sarmalın içinden çıkmanın da
mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
Bu imkân mevcuttur.
Mevcut olmayan şey, bunun tespit edilememiş ve bizde bir şuur
hâlinin varlık kazanamamış olmasıdır.
Siyasette en âşikâr örneklerini gördüğümüz bu şuursuzluk
hâlinden bizi çekip çıkartacak olan ilk eylemin düşünemediğimizi
anlamak, bilmek ve sonra bütün düşündüklerimizi yeniden gözden
geçirerek, nasıl ve niçin düşünmemiz gerektiğini yeni bir formatta,
yeni bir dil ile ve yeni bir usûle kavuşturarak, bu şuursuzluk hâli-
nin üstesinden gelebileceğimiz olduğunu anlamak ta kolaylaşa-
caktır.
Aslolan bu şuursuzluk halinden kurtulmaktır.
Gerisi sonraki iş.
Makaleler | 119

BİREYSELLİK Mİ, TOPLUMSALLIK MI?

1.
Bireysellik kelimesinin Batıda karşılığı individualism… Ferdi-
yetçilik diye tercüme etmek mümkün kelimeyi. Dilimizi yozlaştı-
ranların ağzıyla konuşurken bireysellik diyoruz. Bireyselcilik de
diyebilirdik.
Nasıl ifade edersek edelim, gündemimize bir karabasan gibi
oturan bu mefhumu batılılar ferdi merkeze alan düşünce ve değer-
ler sistemi diye tarif ediyorlar. Sırf teorik olarak düşünüldüğünde
kollektivizmin zıddı olarak kabul ediliyor.
Geniş halk kitleleleri nezdinde mefhum, temel anlamına bağlı
kalınmakla beraber, farklı anlamlara bürünüyor: Kişinin kendi
kararlarını kendisinin vermesi ve bunu istidiği her alanda yapması.
Bunu yaparken taplumsal kontekste uyup uymadığı asla önemli
değil. Bu durumda konformizmin zıddı olarak buluyoruz kelime-
yi. Konformizm, yani toplumla uyum içinde olma, ona ters düş-
meme, en azından öyle görünmeme hâli… Temelde felsefî bir
düşünce biçimi, fakat sosyolojik ve psikolojik unsurları da bünye-
sinde taşıyor.
Bugün toplumun ana unsururu olarak nitelenen ailenin başına
120 | Saçı uzun aklı kısa
gelenleri bu bireysellik denen yeni düşünce biçiminin bir sonucu
olarak değerlendirmek icap eder.
Bana sorar mısınız, sormaz mısınız bilmem ama cemiyetin bu
ana unsurunu artık ayakta tutamaz hale getiren ana sebep bireysel-
liğin sıradan insan nezdindeki anlayış biçiminden kaynaklanıyor.
Boşanmaların sebeplerini sağda solda arayanların esasen bu birey-
sellik sorununu etraflıca tartışması gerekir. Gerçi sıradan insanın
her şeyi yapma ve kimseye kendi işine burnunu sokturmama has-
talığının yani muhasebesi tam yapılmamış bir bireyselliğini
sorumlusu da zaten bu düşünceyi bir felsefe olarak gündeme
taşıyanlardır. Onların bireyi merkeze alıp geliştirdikleri bu teori-
den çıkabilecek olan olumsuz sonuçları kestirememeleri yüzünden
geniş kitleler ona istedikleri ilave ve çıkarmaları yapıp kendilerine
uyduruyorlar ve hiç hesap edemedikleri vahim sonuçları da olağan
gibi görüyorlar.
Elbette bireyin kendine ait bir alanı olmalıdır. Fakat bu alanın
sınırlarını tespit etmek öyle kolay olmasa gerekir. Evinde hiç kim-
seyle görüşmeyen biri bile evindeki eşyayla kurduğu sessiz inte-
raksiyonun ne kadar dışında tutabilir kendini? Odamızdaki tele-
vizyon, üzerine oturduğumuz kanepe, arkamızı yasladığımız san-
dalye, yemeğimizi yediğimiz sofra bile esasında insanın bahsedil-
diği tipte bir bireyselliği gerçekletirmesine imkân tanımıyor.
Bireyselleşelim derken irtibatta olduğumuz eşya üzerinden kollek-
tif bir hayatın tam da ortasında buluyoruz kendimizi. Bu noktadan
sonra konfirmizmle karşı karşıya kalıyoruz ki, bireysellik dediği-
miz olgu da böylece ayağımızın altından kayıp gidiyor.
Bireysellikte bir bakıma kendini aramak var. Kendi olmak var.
Fakat toplumsal hadiselerle daha dünyaya geldiğimiz andan itiba-
ren kaçınılmaz olarak bir ilişki içine giriyorsak, birey olmamızın
sınırlarını da dış dünya ile temasımızda belirleyememek gibi bir
sorunumuz var demektir.
Neticede birey dediğimiz de bir insan… İnsansa derinliğine ve
genişliğine iki yönlü bir varlık. Genişlik alanı ile kollektif yahut
konfirmist olurken, derinlik yanımızla da birey olmaklığımız söz
konusu. Bu açıdan bakıldığında yapılması gereken şeyin derinlik
ve genişliğimizin birbirine olan sınırlarının belirlenmesinden iba-
rettir. Bu sınırların belirlenmesinin ise öyle, oldu demeyle olacak
bir iş olduğunu sanmıyorum.
Makaleler | 121
Meselenin sosyolojik/toplumsal ve psikolojik olmak üzere iki
yönlü ele alındığını söyledik. Yani problem bir başka ifadeyle
toplumsal olanla psikolojik olan arasındaki sınırı belirlemektir. Bu
sınır belirlinemediği içindir ki, bireysel hayatımızda daima mut-
suzluklar yaşarken, toplumsal hayatımızda da hep bir didişme ile
karşı karşıya kalıyoruz.

2.
Birey olmaktan ne anladığımızı veya anlamamız gerektiğini
belirlemeden önce insanın biri ufka doğru genişleyen, öbürü içi-
mize doğru derinleşen farklı, ama birbirine sıkı sıkıya bağlı iki
özelliği olduğunu bilmek lâzımdır. Bu iki özellik bizim insan
olarak tebarüz etmemizin belki de temelini oluşturmaktadır. Belki
diyorum, çünkü çok yönlü bir varlık olan insanın iki temel özelli-
ğinin bu olduğunu iddia etmek ispatı güç bir vakıadır ve yanılma
ihtimali büyüktür. Bu yanılmaya düşmemek için temkinli davra-
narak söz söylemek icabeder.
İnsan, derinliği ile kendini bilmenin peşinde koşmaktadır.
Genişlik yanı ile de kendini bilmenin dış şartlarını yerine getirir.
Yani içine doğduğu tabiatı ve cemiyeti bilmesi, onun genişliğine
yönünü oluşturur ve esasen bu yönü de onun kendini bilme dava-
sında mütemmim cüzlerinden biridir.
İnsanın bireyselliğiniden bahsederken bundan anlamamız gere-
ken şeyin kendimizi bilmek olduğunu söylüyorum.
Birey yani kendi olmak ile özgürlük arasında kurulmaya çalışı-
lan ilişkiyi de gözardı etmemek gerekiyor. Evet birey olmak için
özgür olmak kaçınılmaz olarak kendisini gösterir. Fakat özgür
olmaktan ne anladığının bilinmemesi durumunda, birey olmak
için gerekli şartın yerine getirilmemiş olduğunu anlamak zor
değildir. Öyleyse özgürlük meselesini de mutlaka birey olma süre-
cinde gündeme getirmek icabeder.
Bugünkü cari anlayışta özgür olmak kurallara uymamak anla-
mını taşıyor ve bireysellik üzerine fikir yürütenler tarafından açık-
ça dile getiriliyor. Bu kural tanımama düşüncesinin elbette sınırla-
rı çizilmeye çalışılıyor. Fakat bu sınırlar kanunla veya bir biçimde
toplumsal baskı yoluyla belirlenmeye çalışılıyorsa da, bu sınırların
ne kadar muhafaza edilebildiği tartışmaya açık bir başka konudur.
Toplumda suç işleme oranlarının artması, aile müessesesinin
122 | Saçı uzun aklı kısa
karşı karşıya kaldığı vahim durum, cinselliğin sadece bir haz mev-
zuu haline gelmiş olması, fertlerin birbirlerine güveninin azalması,
herkesin zengin olma peşine düşmesi, istismarların her alanda boy
göstermiş olması, fertler arasındaki dayanışmanın kendiliğinden
yürümesi gerekirken birtakım kurumlar aracılığıyla yürütülmeye
kalkılması, herkesin kendini önemsemesi gerektiği söylemleri gibi
sosyologlarımızın mutlaka ilgi alanına giren meselelerin yoğun bir
biçimde gündemimizi işgal etmesi bireysellik meselesini zorunlu
olarak tartışmaya açık kılmaktadır.
Genişliğine ve derinliğine insandan bahsetmek esasen bireyi
esas almak ve cemiyeti onun etrafında örmek demek. Bunun
hukuk dilinde karşılığını hürriyet ve adalet olarak belirlemek
mümkündür.
Öyleyse bu iki kavram üzerinde de durmak lüzumu vardır.
Hürriyet bugünün insanının anladığı anlamda kural tanımamaz-
lık değildir. Başkalarının hürriyetine müdahale etmemek kaydıyla
herşeyi yapabilmek demek aslında kendi hürriyet alanını genişlet-
mek için başkalarının hürriyet alanlarını daraltmak demektir.
İnsanın tabiatında var olan bencillik hissi onu ister istemez
böyle bir davranışın içine girmeye zorlamaktadır.
Nitekim kendindeki iyi ve kötü yanları ayırdetmek için ne yap-
ması gerektiğine dair hiç bir fikir üretmeyen bugünün dünyası, bu
bencillik hissinin devreye girmesini önlemek kudretine sâhip
değildir. Bu olmayınca da başkalarının hürriyet alanının daraltıl-
mak istenmesi ve kendi hürriyet alanımızın bu şekilde geniş tutul-
maya çalışılması bireyler arasında sıkı bir kavganın doğmasına yol
açmaktadır.
Bu kavgaya tutuştuğumuz zaman da kendi bireyselliğimizi ger-
çekleştirmek yani içimizde derinleşmek, bir başka ifadeyle derin-
liğine insan meselesini çözüme ulaştırmak güçleşmekte, insanın
kendisini bilme çabası bu yüzden akamete uğramaktadır.
Bireyselliğin gerçekleşmesi için giriştiğimiz çaba bir yandan
bizim derinliğimizi ortaya çıkarmazken, diğer taraftan da genişli-
ğimize olan yanımızdaki ilişkilerde de sürekli bir kavganın ortaya
çıkmasına yol açıyor. Bu ise bizim hem kendimizi gerçekleştirme-
mizi ve hem de toplumla uyum içerisinde oluşumuzu engelliyor.
Yani Dimyat’a pirince giderken ister istemez evdeki bulgurdan
oluyoruz.
Makaleler | 123
İnsanın eşya ve hadiselerle ilişkisini sağlamak için onun hürri-
yetini kısıtlamadan veya hürriyetimizi elde etmek için toplumu
itip kakalamadan, hem bir birey ve hem de bir toplum düzeni
üzerinde yeniden düşünmek vazifemiz vardır. İnsanı toplum için-
de harcamadan ve toplumu birey uğruna fesada uğratmadan inşa
edilmesi gereken bir hayat anlayışına sâhip olmak için insan+top-
lum= nedir? sorusunun cevabını aramak ve bulmak, mutlu olmak
istiyorsak, boynumuzun borcudur.
124 | Saçı uzun aklı kısa

KADİME BAĞLANMAK VE
YENİ BİR DİL İNŞA ETMEK

Hayatımızı şekillendiren kodlarımızı kaybettik. İstikbale doğru


gideceğimiz istikametimizi tayin etmekte çektiğimiz sıkıntının
sebeplerini arayıp bulacak takatimiz mi kalmadı? Galiba… Alev
Alatlı’nın muhafazakârlar için söylediklerini düşünmeden edemi-
yorum. Haklı buluyorum Alatlı’yı. Kadimle olan bağlantısını
kopardı muhafazakârlar. Neyi, niçin ve nasıl muhafaza edecekle-
rini bilmiyorlar. Bu yüzden istikballerini nasıl ve niçin şekillendi-
rebileceklerini de bilemiyorlar. Bu, onların modern hayat biçimi-
nin dayatmalarını olduğu gibi üslenmelerine yol açıyor. Muhasebe
yapamıyorlar. Ne geçmişin, ne geleceğin ve ne de içinde yaşadık-
ları anın muhasebesini yapamamak, onların bugün içine düştükle-
ri acziyetin birebir göstergesidir.
Mefhumlar zihnimizde suretlendirdiğimiz ve kendileriyle
düşünmeye yol açtığımız lâfızlar üzerinden oluşuyor. Lâfızlar
kalıpsa, mefhumlar muhtevadır.
Her medeniyet kendi lâfızlarına kendi manalarını yükleyerek
kuruluyor ve bir kendilik ifade ediyor.
Kendi lâfızlarının içine başkalarının manalarını yükleyen, belki
de tek toplum biziz hâl-i hazırda. Yahut kendini en çok kendi eliy-
Makaleler | 125
le ve şuursuzca tahrip eden yegane toplum konumundayız.
Toplumların sağlıklı işleyen bir siyaset, adalet, iktisat, sosyal
hayat sahibi olduklarını söyleyebilmek için, onların kendi lâfızla-
rına kendi kodlarını nasıl yüklediklerine, yani onlara kendi kadîm-
lerinin kazanımlarını nasıl giydirdiklerine bakmak lâzım.
Dilimizin durumu ortadadır. İnsanımızın konuşurken kullandığı
kelime sayısına bakınca nasıl kekeme bir toplum olduğumuz anla-
şılıyor. Kekeme yani düşünmenin malzemesini hakkıyla kullana-
mama hâli… Siyasetten, iktisada, iktisaddan ahlâka, sosyal ve
zihinsel hayatımızı ilgilendiren bütün alanlarda üstün fikirler
oluşturamamamızın altında bu kekemeliğin yattığının farkında
mıyız?
Sözlüklere küskün ve manalara uzak, ömür tüketiyoruz. Gözle-
rimizin önünden akıp giden hayatı söze dökmekte zorlanıyoruz.
Söze dökülemeyeni zihne giydirmek ve oradan manalara sarkabil-
mek ve sarkılan bu manalarla sancılarımıza ilişkin otoriteyi kur-
mak hâliyle mümkün olmuyor.
Kıyısından köşesinden bakıp müdahil olma numarası yaparak
belirlemeye çalıştığımız sancılarımızın giderilmesi için gereken
şeyin, kadîmle bağlantılı yeni bir dil alanının oluşturulması oldu-
ğunu düşünüyorum. Yeri geldiğinde kadîmin kodlarını olduğu gibi
bugüne taşıyarak inşa edilecek bu dil alanı…
Herşeyi, ama herşeyi bu dil alanı üzerinden tekrar yorumlaya-
rak, tesbitlerimizi, tahlillerimizi, terkiplerimizi, tekliflerimizi ve
tatbiklerimizi bu dil alanı aracılığıyla yapmak icabeder. Bunu
yapabilecek âkil adamların zuhur edeceği günleri, etrafımızda
olup bitenlerle bağlantılı olarak daha bir heyecanla beklediğimiz
bu günlerin kıymetini bilmek ve olaylara belki bu bağlamda
müdahil olmak kaçınılmazdır.
İki asırdır duran ibre yeniden yukarıya doğru hareketlenmiştir.
126 | Saçı uzun aklı kısa

AHLAKSIZLIK DİZ BOYU

Mesele bir ahlâk ve ilke sorunudur. İlkeleriniz yoksa ahlâk sahi-


bi olduğunuz gülünç bir iddia olarak kalır. Gülerler adama... Aslın-
da bu gülünç durum bir acımanın da ifadesidir. Gülünç duruma
düşen adamın acınacak hali vardır; çünkü kendini zor durumda
bırakmış ve başkalarını güldürmüştür kendine.
Adalet sistemimizin içine düştüğü durum böyle izah edilebilir.
İlkesiz yani ahlâksız; gülünç yani acınak durumda.
Sanmayınız ki, bu sorun sadece adalet tevzi edenler ile ilgilidir.
İrfanımızı her yönden istilâsı altına almış olan bu komik ve ahlâk-
sız durum bünyeye sirayet etmiş bir virüs gibi bizi yiyip bitiriyor
ve her geçen gün biraz daha tefessüh ediyoruz.
Aynı ahlâk fukaralığı yargıda olduğu gibi siyasette, ekonomide,
kültürde, sanatta da var. Sokakta yürüyen adamın yürüyüşüne bile
sirayet etmiş bir tefessühün karşılığını ilmiyle tebarüz ettiği düşü-
nülen nice zatlarda görüyoruz.
Gündelik hayatımızda hergün gördüğümüz yine aynı manzara.
Mahalle bakkalından alışveriş yaparken manzara farklı değil.
Stadyumda maç seyreden fanatik, fanatikliği ile bir ilkesizliğin
ve doğrudan ahlâksızlığın temsilcisi olarak karşımıza geçip, ban-
Makaleler | 127
gır bangır bu ahlâksızlığı bağırıyor.
Ahlâksızlık... Yani hilkat ile aramızda olması gereken uyumun
varolmaması hali...
Ne alâkası var diyenler çıkabilir.
Onlar için söyleyelim: İnsanın her yaptığı iş, onun hilkati-yara-
dılışı ile bağlantılıdır. Hilkat ile aramızda kurduğumuz ilişki hilka-
te uygun olduğu sürece ahlâklıyız. Yoksa kendimizle nefsimiz
arasında kurulacak irtibattan ortaya çıkacak olanın -hadi Kank’ın
diliyle konuşalım: Vicdanın- ahlâkîliğinden bahsetmek mümkün
değildir. Bu meseleyi anlamak isteyenler varoluşun nasıl gerçek-
leştiğini ve ne şekilde işlediğini öğrenmek zahmetine katlanmalı-
dırlar.
Ahlâk herşeyden evvel, hilkatle bağlantılı olduğu için, bir naza-
riyat işidir. Bu yüzden de ilke/düstur ile sıkı sıkıya bağlantılı onto-
lojik bir vakıadır. Bu bağlantı dolayısıyladır ki, ahlâklı olmak ile
düstur sahibi olmayı birbiriyle alâkalandırmak ve edinilmiş ahlâkî
davranışlarımızı bu yol üzerinden gerçekleştirmek zorundayız.
Nefsin kendini vareden karşısında, varedenin ondan istediğine
uygun olarak takınacağı tavırlardır bizi ahlâklı kılan. Bu tavrın,
hayatın aklımıza gelen veya gelmeyen her alanında görülür kılın-
ması, cemiyetlerin sağlıklı olarak işleyip işlemediğinin de göster-
gesi olacaktır.
Hukukçu, kendisinden en çok beklenen adaletli olma tavrını,
taraf tutarak veya taraf tuttuğunu ima ederek veyahut herhangi bir
tarafı tutmasa bile, taraflardan birini suçlayarak veya suçlamaya
yeltenerek belirleyemez. Böyle yaptığı takdirde âdil olmaktan
uzaklaşacak ve cemiyetin en önemli istinadgâlarından birini yani
adaleti zedelemiş olacaktır.
Adalet tevziini işletmek gibi başlıca bir görevi olan siyaset, eğer
yolunu bulamıyor, cemiyeti adalet ve hürriyet ilkeleri gereğince
yönlendiremiyorsa orta yerde bir ahlâksızlık olduğunu söylemek
zor olmayacaktır.
Bence çağımızın hikâyesi bundan ibarettir.
Kısacası: Ahlâksızlık diz boyu...
27 Nisan 2014
128 | Saçı uzun aklı kısa

AHLÂK ÜZERİNE

Ahlâklı olmaktan bahsetmek çoğu insan için muhtevası zaten


belli olduğu zannedilen bir mevzu. Bir çırpıda söyleyiveririz:
Ahlâksızlık yapma, ahlâklı adam veya çok ahlâklı bir iş ve saire.
Oysa Türk fikir tarihinde, özellikle Tanzimat ve Cumhuriyet
dönemlerinde fikir adamlarımızın ahlâk üzerine ileriye sürdükleri
bir tezleri, görüşleri, oluşturulmuş bir felsefeleri yoktur. Kınalıza-
de’nin Ahlâk-ı Alâi’sinden sonra konuyla ilgili yazılmış bir eser
varsa da konuyu dört başı mamur bir şekilde ele almadıkları
hemen belli olur. Veya batı felsefesinin ahlâk anlayışlarının ülke-
mize birebir aktarılmasından öteye hiç bir şey yapılmamıştır.
Düşünmeyi kendilerine meslek edindiklerini iddia edenlerin en
başta halletmesi gereken işlerdendir ahlâk meselesi.
Bir açıdan bakıldığında varlığın oluşu ve insanın varoluşunun
ilkelerinin ne olduğunu belirlemek, bir başka açıdan bakıldığında
insanın tüm yapıp ettiklerinin, yani fiillerinin bütününe ilişkin
görüş beyan eden bir disiplin olarak telâkki edilmelidir ahlâk.
Küllî kaidelere cüz’î irademizle bir uyum sağlamak ve bu uyumla
hayatı sürdürmek olarak tarif etmek, ahlâk dediğimiz olguyu ne
kadar belirgin hale getirir bilemem, fakat en azından onu bir yek-
Makaleler | 129
parelik içinde tarif etmeye çalışmış olduğumuzun farkına varmak
için çaba sarfettiğimizi anlamış oluruz. Ahlâk, zıddı ancak yine
kendisinden yola çıkılarık ifade edilmeye çalışılan bir kavram.
Ahlâksızlık diyoruz. Yani ahlâklı hâlin bulunmadığı bir alandan
bahsediyoruz. Doğruya yanlış, güzele çirkin, iyiye kötü, gerçeğe
yalan gibi bir zıdlık-karşıtlık alanı bulabilirken ahlâk söz konusu
olduğunda onun karşısına müstakil bir terim veya mefhumla çıka-
mıyor, onu kendi içinde olumsuzlaştırarak anlamaya ve anlatmaya
çabalıyoruz.
Bu ne anlama geliyor?
Demek ki, ahlâk esasen zıddı olmayan bir hâli ifade ediyor.
Demek ki, gayet kuşatıcı... Demek ki, hayatımızı her yönden sarıp
sarmalayan bir hâl ahlâk veya ahlâklı olmak. Ahlâksızlık ise bu
hâlin dışında bir meçhulün içinde kaybolmaktan, bir izahsızlık
girdabına yuvarlanmaktan başka birşey değil. Yani ahlâksızlık
insan için tahammülü mümkün olmayan bir boşluğa düşüş, bir
girdapta boğuluş ve nihayetinde kendini ve topyekûn hayatı elden
kaçırma, onu artık anlamlandıramama ve bu anlamsızlık içerisinde
belirlediğimiz bir hayatı, daha doğrusu bir hayatsızlığı sürdürme
işidir.
Varlıktan, varoluştan ve insandan, buradan hareketle erkekten
ve kadından, bu ikisiyle birlikte hayattan ne anlamamız gerekir
sorusunu sormadan ve ona bir cevap bulamadan ahlâklı olmaktan
bahsetmek mümkün müdür? Eğer ahlâk yaradılışla uyum halinde
olmamız demekse, yaradılışı ve onun işleyişini bilmeden ahlâklı
olduğunu iddia etmek hayalet taşlamaktan öteye bir anlam taşıma-
yacaktır.
Sokaktaki çocuğun çelik çomak oyununda bile bir kaide varsa
ve çocuk bu kaideye uyduğunda ahlâklı davranmış oluyorsa, âle-
min de devasa bir kaidesi var demektir. Bize düşen de bu kaideler
bütününe kendimizi uyarlamaktır. İşte o zaman ahlâklı olduğu-
muzdan bahsetme hakkını elde ederiz. Yoksa yarım yamalak ahlâk
anlayışları ile, âlem bir yana, tek bir insanın bile kendini düzene
sokması, yani ahlâklı davranması mümkün olmaz.
Bu mümkün olmadığı için dünyayı kasıp kavuran bir mutsuzluk
denizinde yüzüp duruyoruz.

28 Mart 2013
130 | Saçı uzun aklı kısa

ÖZEL HAYAT

Önce şu [özel] kelimesinden başlayalım ve herkesin bir mari-


fetmiş gibi savunduğu ve toz kondurmadığı kelimeyi teşrih etme-
ye çalışalım.
[Özel] kelimesi [Öz] kelimesine eklenen ve isim yapma eki gibi
kullanılan [-el] eki ile yapılmış, ancak çoğunlukla sıfat olarak
kullanılan bir kelime. [-el] eki 1974 yılında Türk Dil Kurumu
tarafından yayınlanan Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu’nun [Türkçenin
Ekleri] isimli kitabında yer almıyor. Bunun gibi bir kaç kelime
daha var, son dönem Türkçesine zorla sokulmuş… Tüzel, sözel,
genel, tek-el(monopol kelimesinin karşılığı olarak), ilkel (iptidaî)
gibi… Sözel, söz-lü karşılığında kullanılıyor. Peki yazılı yapılan
bir iş için [yazal] niçin demiyoruz? Özel kelimesindeki [-el] eki
kelimeye öze ilişkin anlamı veriyor. Sözel kelimesine [söze iliş-
kin] anlamını verdiğimizde bugünkü kullanımın dışında bir anlam
yüklemiş oluyoruz. Aynı ekten farklı anlamlar kazanan kelimeler
üretmek esasında Türkçenin yapısına uygun gözükmüyor.
Hadi bu lâf kalabalığı gibi gözüken ifadelerden vazgeçelim de,
doğruluğuna veya yanlışlığına bakmadan bu sözün kullanımının
toplumsal karşılığına bakalım.
Makaleler | 131
Özel hayat var mıdır gerçekten? Varsa nasıl bir şeydir. Özel
hayat kişinin kendisine ait bir şey ise kapsamı nedir? Meselâ bir
evin içerisinde bir insanın özel hayatı nedir? Erkeğin hanımıyla
olan ilişkisi veya tersi [özel hayat] mıdır? Eğer özelse ve özel olan
sadece bireyin kendisine ait bir hayatsa karı-koca arasındaki ilişki
iki kişi arasında gerçekleştiği için derhal özel olmaktan çıkar ve
birden bire genel olmanın ilk basamağına çıkar.
Bir başka misâl: Evimde içki içiyorum. Özel hayatım, diyebilir
miyim? İçki ile kurduğumuz münasebet aslında dışarı ile kurduğu-
muz bir münasebet biçimi sayılmaz mı? Öyle ya içki içiyorum ve
sarhoş olacağım. Oysa içki dışarıda gerçekleştirilen bir serüveni
anlatmaktadır. Üretilmiştir. Onu üreten, satan, hakkında kanunlar
yapan insanlar vardır. Hakkında kanunlar vardır. Almak için har-
canan bir emek vardır. Bütün bunları hesaba katmaksızın içki
içmeyi kendi özel hayatına ilişkin bir iş saymak ne derece doğru
olur?
Özel olan yalnızca kişiye ilişkin bir şey olmalı ve asla başka
toplumsal ilişkilerle alakalı olmamalı değil midir? Kendime, var-
lığıma, varoluşuma ilişkin sorularım, hayallerim, vehimlerim,
fikirlerim, ibadetlerim bile ilk bakışta sadece kendimle alakalı
gözükse bile toplumda karşılığı olan kavramlar olması hasebiyle
genel olan bir alanla derhal ilişkilendirilebilecek olan kavramlar-
dır.
Hukukun insan hayatının her alanına sirayet etmesi gerektiğinin
zorunlu olduğu bir dünyada –ki hep böyle olacaktır- özel hayat
denen şey aslında kanundan kaçmak, hukuktan uzaklaşmak ve
biraz daha ileriye götürüldüğünde hukuku çiğnemek ve müthiş bir
adaletsizliğe yol açmaktan ve aramaktan başka bir şey değildir.
Tuvalette üzerine oturup def-i hacetimizi giderdiğimiz tuvalet
taşı bile, eğer bir takım normlara göre yapılıyor ve bu normlar
kanun tarafından belirleniyorsa, o işi yaparken bile hayatımıza
dolaylı yollardan müdahale ediliyor demektir; yani özel değildir.
İyi ki ediliyor, yoksa ortalığı pislik götürecektir. İçkiyi içince sah-
roş olanların evlerinde nasıl bir hayat sürdüklerini gazetelerden
okuyoruz. İçki yüzünden karısını döven adam, babasını bıçakla-
yan çocuk, kocasını ihmal eden kadın, evden kaçan kız hikâyele-
riyle dolu gazetelerimiz.
Başkalarının hayatı bir yana, kendi hayatlarını bile zehir eden
132 | Saçı uzun aklı kısa
bir [özel] hayat, kabul edilebilir bir hayat mıdır?
Özel hayattan bahsedenlerin kahir ekseriyeti sosyolojik bir olgu
olarak takdim ediyorlar bize özel hayatı. Farkında bile değiller
bunun.
Özel hayat olsa olsa kişinin kendi kemalâtını derinleştirmek
için tercih edeceği ve kanunların kendisine karışma imkânını bula-
mayacağı bir hayat olabilir.
Özel olmak isteyen, kendisine yönelmek ve kendisi dışında
herşeyle irtibatını sıfıra doğru yaklaştırmak zorundadır.

9 Kasım 2013
Makaleler | 133

TARİH İLE SÖZ SÖYLEME HAKKI

Hadiseleri kronolojik bir tertiple kayda geçirmek tarih ilminin


usulüne ilişkin bir kaidedir. Her tarihçi bu kronolojik tertip üzerin-
den dün yaşananların bugüne aktarılmasına aracılık eder.
Tarihin malzemelerini doğru tespit etmek ve onu doğru olarak
nakletmek ise tarihçi olmanın vazgeçilmez özelliği olsa gerek.
Fakat tarihi anlamak demek bu malzemelerden haberdar olmak
demek değildir.
Geçmişte vuku bulanın ne olduğunu anlatmaktan ziyade onların
evvelâ nasıl olduklarını, yani hadisenin vuku buluş gerekçelerini
bilmenin yanısıra, asıl niçin vuku bulduklarını da bilmek kaçınıl-
mazdır.
Ancak bu nasıl ve niçin üzerinden yapacağımız terkipler aracı-
lığıyla onu güne aktarmak ve yarın için kurulacak dünyanın mal-
zemesini yoğurmak gerekmektedir ki, tarih sadece geçmiş millet-
lerin bilgisi olmaktan kurtulsun, gelecek nesiller için de yol göste-
rici bir fonksiyon üstlenebilsin.
Bugün bireysel hayatımızdan tutun, toplumsal hayatımızın tüm
alanlarına kadar çekilen sıkıntıların sebeplerinden bence en önem-
lisi olarak tarihin bu fonksiyonu ile ele alınamayışı gösterilebilir.
134 | Saçı uzun aklı kısa
Tarihi yığılmış malzemeler bütünü olarak görmek ve geride
kalanların yaşantılarını anlamak şeklinde değerlendirmek ve onu
bu haliyle bir ilim olarak tedvin etmek, tarih denen zamanın sürek-
li akışını istikbale yönlendirememek ve ondan bugün için öğreni-
lecek olanı elde edememektir. Bu bağlamda tarihe bakışımızdaki
eğriliğin giderilmesi ve onun bir büyük fikrin taşıyıcısı olarak
görülmesi gerekir.
Ne var ki, dünyanın son binbeşyüz yıllık tarihine damga vuran
bir milletin bugün tarihle ilişkisi bir fikir üzerinden devam etme-
mekte ve sıradan bir tarihi roman düzeyine düşmüş vaziyettedir.
Kişi düştüğü yerden kalkar. Milletler de öyle… Düştüğümüz
yerin sağlıklı tesbitini yapabildiğimiz zaman, tarihle ilişkimizi
yeniden kurduğumuzu söyleyebileceğimiz zaman olacaktır.
Nasıl düştük? Niçin düştük? Nerde düştük? Düştüğümüz
zaman diliminde varlığın izahı nasıl yapılıyordu? Nasıl bir insan
anlayışına sahiptik? Âlemle olan ilişkimizi nasıl kuruyorduk?
Bugün bize dayatılan varlık ve hayat telâkkisi ile dünkü telâkkiler
arasındaki fark nedir? Tercihimizi yaparken bu soruların cevapla-
rını ne kadar aradık? Aradıysak onları nasıl aradık? Aramadıysak
niçin aramadık?
Her biri kendi çapında ayrı ayrı çalışmayı gerektiren bu soru-
ları çoğaltmak mümkündür elbette.
Fakat mesele sadece soru sormak değildir. Bir yandan bu soru-
ları sorarken, diğer yandan da bu sorulara verilecek cevapların
peşine koşmak gerekmez mi? Fikrin içinden fiili/eylemi çıkarmak,
fikri üretirken onun tatbikine ilişkin ameliyesinin ne olacağının
peşine koşmak tefekkür mesleğini seçenlerin daima zihinlerini
meşgul etmiş bir mevzudur.
Her meseleye olduğu gibi tarihi anlamaya ve onu bugüne taşı-
yarak yarının inşasında malzeme olarak kullanmak için sorulan
sorular olarak görelim bu soruları.
Kendimizi zürriyetlerimiz üzerinden sonsuz kılmanın tılsımını
belki o zaman bulma imkânını da elde ederiz.
Yoksa bugün ile hiçbir alâkası kurulamayan ve saf fikir olarak
değerlendirilmeyen bir tarih anlayışı ile istikbale ilişkin söz söyle-
me hakkımız hiç bir zaman olmayacaktır.

19 Mayıs 2013
Makaleler | 135

YANLIŞI BULMAK

Mesele müesses nizamın geldiği durumdur. Yanlış temeller


üzerine kurulan bir sistemin ekonomisini düzeltseniz hukuku,
hukukunu düzeltseniz siyaseti, siyasetini düzeltseniz ahlâkı eliniz-
de kalır. Nitekim vukua gelenlerin arkasını okumayı bilenlerden-
seniz bir sistemi oluşturan farklı unsurların işleyişindeki kopuk-
lukların ve sürtüşmelerin müesses nizamın nasıl da sağlıksız
zeminler üzerine oturtulmuş olduğunu farkedersiniz.
Hâdiseleri doğuran sebeplerin sağlıklı olarak tespit edilememe-
si o hadiselerin halihazırda nasıl vuku bulmakta olduğunun tesbi-
tini de zorlaştıracaktır. Yani hâdisenin biçimi ve içeriği itibariyle
ne olduğunun analizini sağlıklı olarak yapma imkânı ortadan kal-
kacaktır.
Oratada sıkıntı veren bir problem varsa, bunun asıl sebebinin
bizzat müesses nizamdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını sorgu-
lamadan ve bu müesses nizamın nasıl ve hangi yanlış veya doğru
temeller üzerine inşa edilip edilmediği tespit edilmeden sistem
içerisinde başgösteren sorunu analiz edebilmek güçtür.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda başlatılan yanlış
bugünlere kadar sürmüştür. Bu yüzden en küçük bir hâdise karşı-
136 | Saçı uzun aklı kısa
sında bile bir devletin baş müessesesi olan hukuku daima tartışma-
ların odak noktasına alarak mesele çözmeye çalışıyoruz.
Hukuk neden lâzımdır sorusunun sorulması zaruridir.
Bir defa bedahat olarak biliyoruz ki toplumsal yaşamın olmazsa
olmaz şartı toplumun örgütlenmesidir ve bu örgütlenmenin adı da
devlettir. Devletin en öne koyması gereken ise hukuktur.
İkincisi hukuk neden en öne koyulması gereken bir şeydir?
Türkiye’de bu soruların hakkıyla cevabının verilip verilmediği
tartışmasının yapılıp yapılmadığı bir yana, böyle bir sorunun
sorulması gerekliliği bile hakkıyla ortaya konamamıştır.
Bu şu anlama gelmektedir: Bir devlet kurulurken kurucuların
ya o devleti kurmak için zarurî olan felsefî alt yapısının bilgi ve
eylem malzemesine sahip olmalı veya sahip değillerse bu altyapı-
nın inşa edilmesi için gerekli fikri üretmeleri gerekir. Çağdaş
dönemlerde bu genellikle anayasalar üzerinden tebarüz ettirilebi-
lecek olan bir durumdur. Hâlâ anayasa tartışmalarının bitirileme-
diği gözönüne getirilirse, Türkiye’nin hukuk sisteminin altyapısını
oluşturacak olan bir devlet felsefesine mâlik olmadığı açığa çıkar.
Hukuk herkesin malumu olmadığı üzere adalet ilkesi üzerine
inşa ediliyor. Bu söz herkes tarafından sadece bir tekerleme olarak
kullanılıyor ve asla bireyle irtibatının ne olduğu tam olarak belir-
tilmeden tartışılıyor.
Adalet insanın faaliyet alanlarının tümünde işletilmesi gereken
bir kavram. Sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel her alanda herşeyi
yerli yerine koymak adaletse bu işin gerçekleştirilmesine sağlayan
düzenlemelerin tümü de bir sistem halinde tebarüz ettirilince
Hukuk Sistemi dediğimiz şey ortaya çıkar.
Bütün olan bitenlerin ve olup biteceklerin içinde yer aldığı
muazzam bir yapının adıdır Hukuk. Devlet ise bunu işleten, bunu
işletirken de asla adalet ilkesinin bireyin kendini gerçekleştirmesi,
birey kendini gerçekleştirirken bu adalet sınırları içerisinde kendi
sosyal ilişkilerini kurması gerektiğini akalından çıkarmamak
zorundadır. Burada karşılıklı bir gözetme sözkonusu. Devlet
denen mücerred aygıt bir yandan bireyler ve onların fikirleri üze-
rinden inşa edilirken birebir bireyi yâni kendini/devleti yapanı,
diğer taraftan da birey, adaleti yani bir system olarak hukukun
işletilme zemini olan devleti, yani kendi yaptığını gözetmek
zorundadır.
Makaleler | 137
Son olayları –biraz değil– tamıtamına bu eksende değerlendir-
mek icap eder.
Birey yığınlarının devletle düştüğü tezadı ve devletin bireylerle
düştüğü tezadı böyle anlamak lâzımdır.
Yanlışı bulacaksak böyle bulmalıyız. Ne devlete posta koymalı,
ne de bireyi ezmeli…
138 | Saçı uzun aklı kısa

BİLGİ VE İNTİBAK

Bizim iki asırdan fazla bir zamandır geri kalmışlığımızdan bah-


setmek icabederse, bu geri kalmışlığımızı eşyadaki hakimiyetimi-
zi kaybetmiş olmamız olarak görebiliriz. Eşyaya ve oaylara bakı-
şımızdaki intibaksızlıktan kaynaklanan bir sorun olarak bu karşı-
mıza çıkar aslında.
İnsanın değişmesi vakıalara bağlı olarak gerçekleşmez. Vakıa-
lar neticede bizim yaptığımız işler. Onları ortaya çıkaran insan…
Eğer insansa, insan nasıl bir vakıa? O nasıl bir vakıa ortaya çıka-
rıyor ki, o vakıa ile hem içinde yaşadığı zamanın algılamasını
değiştiriyor, hem kendini değiştiriyor, hem de eşya ve hadiselere
yeni bir bakış açısı getiriyor. Bunu etraflıca incelemek, üzerinde
düşünmek lâzımdır. Bizim geri kalış sebebimizin eşya ve hadise-
lere kendi dünya görüşümüz açısından bakamadığımız olduğunu
iddia edebiliriz. İddia edebiliriz, çünkü eşyaya ve vakıalara intibak
edemeyişimiz, onları çözümleyemeyişimiz, zamanın işleyişini
takip edemeiğimiz için yeni bilgi donanımlarını elde edemedik.
Dolayısıyla bu intibaksızlık bizi hem madde ve hem de ruh açısın-
dan zor durumdu bırakmıştır.
Madde ve ruh diye bir ayrım yapmak mümkün müdür bilmiyo-
Makaleler | 139
rum ama, zannımca böyle bir ayrım esasında varlığın oluş sürecini
ve oluş biçimini, varlığın özündeki teklik hakikatini düşündüğü-
müz zaman bek mümkün gözükmüyor. Fakat anlamayı kolaylaş-
tırmak açısından biz ruh ve madde diye bir ayrım yapıyoruz.
Böyle yapmakla da pek aklın dışına çıkmış sayılmayız, çünkü
akıl zaten bu tür düaliteler üzerinden işleyen bir şey. Bu düaliteler
üzerinden hadiseleri değerlendiriyoruz. Var diyoruz; onun karşısı-
na var’ı anlayabilmek için «yok» diye mevhum bir şey otaya
çıkarıyoruz. Üstelik o mevhumu bir de mefhumlaştırıyoruz.
«Yok» karşımıza bir mefhum olarak çıkıyor bu sefer. Böylece
varlık kategorisinin karşısına koyduğumuz ve zıddı diye iddia
ettiğimiz şeyi dahi varlık alanına çekiyoruz. Yani yok diye bir
varlık inşa ediyoruz. Bir varı adına yokluk dediğimi bir başka var
ile inşa ve izah ediyoruz. Güzel diyoruz, onun karşısına çirkin diye
bir başka mevhum mefhum koyuyoruz. Güzel veya çirkin dediği-
miz zaman neye istinaden güzeli ve çirkini veya sadece güzeli
anlayabileceğiz? İnsan için aslında üç önemli kavram var: İyi,
güzel ve doğru… Bütün hayatımıza hâkim olan unsurların, işlerin,
sosyal hayatımızda karşımıza çıkan kültürün, edebiyatın, sanatın,
ekonominin, siyasetin, belediyeciliğin veya kanalizasyon temizle-
menin temelinde aslında iyi, güzel ve doğru dediğimiz bu üç kav-
ram var. Biz bunları izah ederken karşılarını kötü, çirkin ve yanlı
kavramlarını mevhum birer mefhum olarak zihnimizde var saya-
rak düaliteler kurarak izah etmeye çalışıyoruz. Yokluğu da bu
açıdan bir varlık olarak anlamak lazımdır. Bu anlamda var olana,
var olduğunu anladığımız, farkettiğimiz, idrak ettiğimiz şeyi kar-
şısına mevhum olarak uydurduğumuz ve adına yok dediğimiz bir
başka var üzerinden yapıyoruz. Yani ree olanı diyelim, reel olma-
yan, sadece zihinde varlığı olan yok üzerinden, karşıtmlığı olan bir
zıt üzerinden izah etmek zorunda kalıyoruz. Madde ve ruh ayrımı-
nı da haliyle bu şekilde anlamak icabeder.
Zaman bizim dışımızda, bizi içten ve dıştan kuşatan bir şey…
Biz zamanın işleyişini her an her hareketimizde, mekanın üzerin-
deki her gidiş-gelişte, her eylemimizde farkediyoruz. Zamanı tarif
etmek için zamanın karşısına bir zamansızlık koyma şansını bile
bulamıyoruz kendimizde.
140 | Saçı uzun aklı kısa

MÜESSES NİZAMIN MUKADDER ÇÖKÜŞÜ

Önce bu çelişkili gibi görünen başlıktan başlayalım çözümle-


meye. Sonra sırayla son günlerde memleketin her köşesinde ve her
kesiminde gerilimi tırmandıran, sinirleri geren ve can sıkan olay-
lar üzerinden anlatmaya devam edebiliriz.

Müesses Nizam» nedir?


Bir şey tesis edilmiş ise bunun tam ve kâmil anlamda tahakkuk
etmiş bulundağunu kastetmiş oluruz. Eğer bir şey kamil anlamda
tahakkuk ettirilmiş ise belli hukuk kaidelerine de bağlanmış
demektir. Tahakku ettirmek demek zaten bir şeyi hukuka bağlamış
olmaktır. Hukuk kaidelerinin hayatın her alanında karşımıza çıkan
meselelere müteallik olduğunu biliyoruz. Yani iktisattan, siyasete,
sanattan ticarete kadar her alan, bir kaideler bütünü olarak tarif
edilebilecek olak hukukla denetleniyor demektir. Hatta cenazele-
rin bile kaç metrekarelik bir alana defnedileceği kanun ile yani
hukuk kullanılarak tespit edildiğini hatırlarsak bir nizamın, siste-
min, yönetimin -ne derseniz deyin– hukukla tanzim edildiğini
biliriz. Yani hukuk bizim gündelik hayatımızda, ister ferdi isterse
içtimai faaliyet alanlarımızda bütün yapıp ettiklerimizi üzerine
Makaleler | 141
bina ettirdiğimiz olgudur. Hukuksuzluk dahi hukuka nisbetle tarif
edilebilecek bir şeydir. Biz hukuk kaideleri içerisinde yerini bula-
mayan her eylemimizi «hukuksuzluk» olarak nitelendiririz ve
yapanına da bir başka alt hukuk nizamı olan «Ceza Hukuku»
kaidelerince hakettiğinin karşılığını veririz. Cezalandırır yahut
mükâfatlandırırız. İşte böylece bir hukuk kaideleri bütününe bağlı
olarak kuruulan her sistem, rejim, düzen müesse nizam olma key-
fiyetini elde etmiş olur.
Hukukun bizim için nasıl bir kıymet ifade ettiği sorusunun
yanısıra niçin bir kıymet ifade ettiği de cevaplandırılması gereken
bir başka sorudur. Aslında insanî faaliyetlerimizin tümünde bir
şeyi nasıl yapmak gerektiğini düşünmek onun niçin yapılması
gerektiğini de düşünmeyi zorunlu hale getirir.
Bir sistemin «müesses bir nizam» olmayı ifade etmesi onun
düzenli olarak işlediği izlenimini verse bile, bunun illâ da böyle
olması gerekmez. Her müesses nizam evvelâ –insana uygun olup
olmaması itibariyle– doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin
kategorilerinden birine dahil edilebilir. Yani sadece iyi veya güzel
veya doğru olabileceği gibi sadece kötü veya çirkin veya yanlış
olabilir. Bir müesses nizam sadece iyi ve güzel ama yanlış, kötü
ama güzel ve doğru da olabilir.
Her müesses nizam iyiyi, güzeli ve doğruyu hedeflemek zorun-
dadır. Çünkü neticede içinde barındırdığı insanın şu veya bu vesi-
leyle mutluluğunu hedef almak tarih boyunca bütün nizamların
vazgeçemedikleri ana düstur olmuş, fakat iyi, güzel ve doğru
tanımlanırken yapılan tercihler izafî olmaktan kurtulamadığı için
müesses nizamlar birbirlerinden başta isim olarak, sonra kuruluş
ve kurumlaşması itibariyle, daha sonra işleyişleri bakımından
farklılıklar arzetmiştir.
Bu yüzdendir ki, tarih boyunca bir arada yaşama zorunluluğunu
his ve idrak etmiş bütün insan toplulukları çeşitli isim ve yapılan-
malar etrafında kümelenmiş, bu kümelenişi iyi, güzel ve doğru
adına bir kurala bağlamış, yani hukuklandırmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de bunlardan bir tanesidir.

Mukadder çöküş
İbn-i Halduna göre her toplum ve düzeni de insanlar gibi doğar,
büyür-gelişir ve ölür-yıkılırlar. Bu görüş bugün herkes tarafından
142 | Saçı uzun aklı kısa
bir bedahat olarak kabul görmüş bir görüştür. tartışmak icabetmez.
Toplumların mukadder çöküşlerinin ana sebebini onların top-
lum hayatında kendilerine gaye-hedef olarak tespit ettikleri iyi,
güzel ve doğru anlayışlarının izafiliklerinde aramak gerekir. İbn-i
Haldun toplumların çökeceklerinden haber verirken belki de insa-
nın mutlak anlamda bu üç ilkeye uiaşamayacaklarını ifade etmek
istiyordu. Çöküş evvela mukadderdir. Bu kesin...
Fakat bu nasıl olur?
Bunun da farklı biçiimleri olduğunu tarihte müşahede ediyoruz.
İnsanlar ya mevcut müesses nizamın işlemez olduğunu anlayıp
kurumlarını ve anlayışlarını değiştirerek yeni bir toplum düzenine
geçiyorlar veya bunu farkedemeyenler darbelere veya halk ayak-
lanmalarına müracaat ederek müesses nizamı alt üst edip yerine
yenisini ikame etmeye çalışıyorlar. Her iki örneekte de cemiyetler
sıkıntılara düçar oluyor elbette. Fakat birinci tür çöküşlerden
sonra kurulan yeni nizamlar müesseleşmelerini daha az sıkıntılı
olarak atlatırken ikinci tür değişimler daha sert, daha zalım, daha
can yakıcı oluyor.
Birinciye örnek islâm toplumlarından ve onların müesses
nizamlarını değiştirme biçiminden verilebilir. Bir Fransız devrimi
veya Rus devrimi, Avrupa’nın uzun yıllar süren toplumsal değişi-
mini de ikinci tür değişimlere örnek olarak göstermek mümkün-
dür.
Bu anlamda değişim eski müesses nizamı yenisiyle takas
etmek anlamına geliyor. Her iki durumda da sözkonusu olan
müesses nizamdır. Önce müesses nizam yıkılır yahut yıkılmaya
başladığı anlaşılır ve sonra yıkılan yahut yıkılmaya başladığı anla-
şılan müesses nizamın yerine yeni bir nizam tesis olunur. Yani
mevcut hukuk kaidelerinin yerine yeni ve daha iyi olduğu düşünü-
len başka kaideler ikame olunur.
Müesses nizamların mukadder çöküşlerinin sıkıntılı olduğun-
dan yukarıda bahsetmiştik. Bu sıkıntılar muhakkaak ki her toplu-
mun tarihî, sosyal, kültürel, iktisadi şartlarına göre de farklılık
arzedecektir. Kimi topluluklarda çöküş yalnızca kültürel bir saha-
da tahakkuk edebilir. Başka topluluklarda örneğin tarihten kopuş
yüzünden bir çöküş yaşanması da muhtemeldir. Fakat toplumların
yapı taşlarını oluşturan bu parçalar birbirleriyle sıkı ilişki içinde
olduklarından çoğu zaman sıkıntının nereden başladığını kestir-
Makaleler | 143
mek de buna bağlı olarak elbette güçleşmektedir.
Avrupa’da rönesans esas itiibariyle kültürel bir değişim olarak
başlamış fakat giderek toplum hayatının bütün katmanlarına sira-
yet etmiştir. Farklı bir kültür anlayışının ikame ettirilmeye çalışıl-
ması, sonuçta siyasal yapılanmanın yanısıra iktisadi yapılanmanın
da farklılaşmasına yol açmıştır. Değişim çevrimsel olarak gerçek-
leşmiş, biri ötekini tetiklemiştir. Öyle ki sonunda değişimin haya-
tın tümüne sirayet ettiği belli olmuştur.
Avrupa değişimini topyekün bir zihniyet ve hayat telakkisini
değiştirme biçiminde gerçekleştirmiştir. Bunun Avrupa’nın şartla-
rına uygun bir değişim olup olmadığı onların muhasebesini yap-
mak zorunda oldukları bir iştir.Bu yazının asıl değinmek istediği
bizdeki değişmenin nasıl başladığı ve şu anda hangi seyri tâkip
ettiğini belirlemeye çalışmaktır.
Dünyanın en yaşlı ağacı Güney Afrikada bir yerde. Bu ağacın
yaşının 6-7 bin sene falan olduğu söyleniyor. Bu ağaç dikiildiğin-
den bu yana her gün değişti, gelişti, sertleşti. Yakından bakıldığın-
da ağaç olduğunu anlama imkanınız yok. Hatta içine restoran,
kafe, diskolu bir eğlence merkezi bile kurulmuş. Ağaç olduğunu
anlamanız için en az 150-200 metre geriye çekilmeniz ve öyle
bakmanız icabediyor. Neticede bu ağaç, hâlâ ağaç fakat kesinlikle
bundan üçbin sene önceki ağaç değil; hatta bin sene, beşyüz sene
elli sene önceki ağaç da değil. Kendini ağaç olmaya fikslemiş,
bütün yıkıcı dış etkenlerden ve kemirici iç güvelerden kendini
korumuş olmalı ki bu güne kadar gelebilmiş.
Müesses nizamların uzun ömürlü olmalarına bir önrek teşkil
etmesi bakımından söyle bir anekdota baş vuruyoruz. Ağaç olma
özelliğini yitirmeden ve kendini her türlü iç ve dış yıkıcı tesirler-
den koruyan her ağaç aynı ömrü sürdürebilir elbette. Müesses
nizamlar da aynı bu ağaç misalinde olduğu gibi kendisinin en
önemli hususiyeti olan hukuk nizamını insan-toplum-tabiat-varo-
luş-varediliş-vareden dinamikleri üzerine inşa ettiği müddetçe
hayatta kalma şansını da ele geçirmiş demektir. Roma İmparator-
luğunun uzun ömürlü oluşunun altında kurduğu hukuk nizamının
doğruluğundan çok onu muhafaza edebilmiş olması sözkonusu-
dur. Aynı şey tarihin en uzun ikinci imparatorluğu olan Osmanlı
için de geçerlidir elbette.
Osmanlı hukuk nizamının küçük yaralar ala ala bozulması ve
144 | Saçı uzun aklı kısa
bu bozuluşu ilk defa 2. Mahmut zamanında aşikar edişinden yıkı-
lışına kadar geçen süreyi Osmanlı medeniyetinin kurucu faktörle-
ri açısından incelediğimizde göreceğimiz şey hukuk nizamının
çökmesiyle birlikte müesses nizamın da yerini bir başka müesses
nizama bırakmış olduğudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninin arkasında yatan
şey budur. Öyle bize yıllardır anlatıldığı gibi kötü sultanlar değil-
dir. Nitekim Sultan 2. Abdülhamid Han’ı yıllardır Kızıl Sultan
olarak niteledikten sonra onun hiç te öyle sanıldığı gibi kötü bir
insan olmadığı ortaya çıkmıştır. Aynı şey Sultan Vahidettin için de
geçerlidir. Yıllarca vatan haini olarak nitelendirildikten sonra yine
onu vatan haini diye takdim eden elitin siyasi kanadı olan CHP’nin
eski ve müteveffa lideri tarafından hain olmadığı itiraf edildi.
Osmanlının asıl yıkılış sebebini hukuk nizamının iflâsında ara-
mak gerekmektedir. Tarihin Roma Hukuku da dahil olmak üzere
en sağlam hukuk kodifikasyonuna sâhip olmasına rağmen koca bir
imparatorluğun 100 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde çökmesi
başka türlü izah edilemez. Olan olmuştur ve şimdi onun yerini bir
başka müesses nizam almıştır. Bizi bu yazıyı kâleme almaya iten
asıl sebep bu son müesses nizamımızın son günlerde yaşadığı
büyük handikaptır.
Kurulduğundan bu yana hem içinden ve hem de dışından kemi-
rile kemirile, hukuken ve siyaseten belli bir oranda güç kazanma-
sına rağmen zihnen ve fikren gittikçe küçülen, çünkü müesses
nizamı besleyici bir ana fikrinin olmayışı yüzünden artık taham-
mül gücünün sonuna ulaştığı sinyallerini veren bir müesses nizam
var karşımızda.
Kurulduğundan bu yana tam 27 yıl tek parti diktatoryası ile
yönetiliş, sonra 10 yıllık kısmî bir rahatlama...
Peşinden müesses nizamları düzeltme adına yapılan ve hiç bir
sosyal başarı, kültürel getiri, iktisadi atılım vs. sağlayamayan 27
Mayıs darbesi...
Peşinden gelen 10 yılda bu darbenin izlerini silmek, bozdukla-
rını düzeltmek için bir çırpınış; peşinden 12 Mart muhtırası, onun
peşinden 12 Eylül... Yıllarca 12 Eylül rejimiinin müesses nizamı
koruma adına hayatımızda bize ait (bizi ağaç olarak yaşatabilecek)
ne kadar unsur varsa hepsini yok edici tesirlerini kaldırmakla
uğraşan hükümetlerin yaraya pansuman mesabesindeki tedbirleri
Makaleler | 145
almakla uğraşıp durduk. Yetmedi 28 Şubat, yetmedi 27 Nisan,
yetmeri 17-25 Aralık, Yetmedi gezi ve yetmedi 15 Temmuz giri-
şimlerini
Bu tedbirler bizim esası muhafaza etmek için, sağlıklı düşün-
memizi engellemiş ve ömrümüz müesses nizam dediğimiz ağacın
hayatını idame ettirmeye çalışmakla geçmiştir.
Bugün, son darbe teşebbüsleriyle ve çeteleşmeler biçimiyle
gündeme gelen tüm oluşumlar, girişimler ve hukukî, askerî, siyasî
müdahalelerin hepsi aslında müesses nizamın büyük bir sıkıntı
geçirdiğinin ifadesi olmaktan başka birşey değildir.
Politikacıların birbirlerini suçlaması, askerin şöyle veya böyle
davranması, hukukçuların almaya çalıştıklar tedbirler... Peşinden
yine hukukçular eliyle girişilen jüristokratik darbe girişimleri...
Paralel yapılanmalar... Hepsi bunun birer işareti olarak duruyor
karşımızda.
Artık müesses nizamın İbn-i Haldun’un hâlâ geçerli olan kanu-
nu doğrultusunda sonuna geldik de haberimiz mi yok?
146 | Saçı uzun aklı kısa

SİSTEMİ KURTARMAK

İflâs etmiş bir sistemi canlandırmak, onu sürdürmeye gayret


etmek boşunadır. Böyle bir durumda yapılacak olan şey o sistemi
iptal edip yerine yenisini inşa etmektir. İktisadî sistemlerde şirket-
ler mevzuu üzerinden bu meseleyi ele alırsak, yönetiminde,
gelir-giderinde tıkanmalar yaşayan şirketler belli bir müddet sonra
kendilerini yenilemek veya devreden çıkmak istediğinde iflâs
masasına müracaat ederek bu işten çekildiklerini ilân ederler ve
tasfiye olunurlar.
Fakat tasfiye olunan şirketin malları, demirbaşları vesaire
olmak üzere elde kalanlar ya başkalarına devredilir veya iflâs
etmiş olan firmayı bir başkası satın alarak onu yeniden şekillendi-
rir ve hayatta kalmasını sağlar.
Türkiye’de birçok kuruluş bu ikinci yol üzerinden hayatta kalır-
ken bir çoğu da iktisadî hayatımızdan el etek çekerek kaybolup
gitmişlerdir.
İyi de iflâs eden, bir devletin sistemi ise ne olacaktır? O devletin
varını-yoğunu ikinci bir devlete devretmek esarete razı olmak
demek olacağına göre, geriye ikinci yol kalıyor demektir. O da
devletin içinde, devleti yürütmekle görevlendirilen kişilerin duru-
Makaleler | 147
munun yanısıra, devleti yönetmek için inşa edilmiş sistemin yeni-
den tanzim edilemeyişi yüzünden işlemez hale geldiğini tespit
etmek ve görevi devralacak olanların doğrudan doğruya sistemin
yeniden ve başka bir formda inşa edilmesi işini yüklenmeleri
gerektiğidir.
Devlete ilişkin bitmişlik-tükenmişlik hâli, yine devletin, eskinin
tamiriyle uğraşarak değil, yeni bir sistem tasavvuru geliştirip bunu
hayata sokmasıyla bertaraf edilebilir.
Ortada bedahat belirten bir durum var ve sistemin oyuncuları bu
bedahati oyunun içinde olduklarından göremiyorlar: Sistem tüken-
miştir. Tükenmiştir, çünkü, bir tarafı, örneğin iktisadiyatı, örneğin
sağlık hizmetleri düzelirken öbür tarafından bir başka çatlama
ortaya çıkıyor ve düzeltilen yanı yıkmasa bile işlemesini zaafa
uğratıyor.
İşte bugün hukuk sistemimizin allak bullak olması –daha doğ-
rusu– sisteme dışardan müdahale etmek isteyenler tarafından
parçalanma ile karşı karşı karşıya kalması… İnsan hak ve hürri-
yetlerinin birtakım dinlemelerle veya başka haince yöntemlerle
çiğnenmesi, cemiyeti birbirine katacak kara propagandalar….
Yarın öbür gün bu parçalanmaların ve çürümelerin yol açacağı
ahlâk zaafımız ortaya çıktığında ne yapabileceğimizi bilmiyoruz.
Hattâ bütün bu olanların bir ahlâk zaafından kaynaklandığını,
yarın bu zaaf yüzünden cemiyet paldır küldür çöktüğünde altında
kalacağımızı aklımıza bile getiremiyoruz. Sistemin çökmüş oldu-
ğu, asıl bu durum ortaya çıktığında anlaşılacaktır.
Milli eğitimimiz –açıkça söyleyelim– 90 yıldır yanlış inşa edil-
diğinden, iyi niyetle düzeltmeye kalkanların onu düzeltmekte nasıl
zorlandıklarını görüyoruz. Zorlanma olmasaydı her iki yılda bir
bakan atamak mecburiyetinde kalır mıydık?
Netice itibariyle üzerinde düşünülmesi gereken şey sistemin
nasıl kurtarılacağı değil, nasıl ve niçin yeni bir sistem inşa edilme-
sinin gerektiğidir.
Bu konu aydınların üzerine düşen bir vazifedir. Siyasetçiler
aksiyon adamlarıdır ve ellerindeki planı uygulamak gibi bir vazi-
feleri vardır. Aydın fikir inşa eder, teklifte bulunur. Yapılması
gerekene işaret eder, yeri gelince onun nasıl hayata geçirecekleri-
ne ilişkin fikirler inşa eder.
Lâkin, ortada çok büyük bir sorun daha var:
148 | Saçı uzun aklı kısa
Aydın kimdir; kime denir?
Türkiye’nin aydınına aydın demek ne kadar doğrudur?
Aydınlar kendi aydınlıklarını sorgulamadıkları sürece aydınlat-
mak gibi bir vazifeyi üstlenmiş olma hakkını elde edemezler.
Öyleyse durum oldukça vahimdir ama bir yol gösterici ve bir
başlangıç olması bakımından Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabe’sini
herkesin, hislerini bir tarafa bırakarak, yeniden delikanlılık günle-
rine dönerek okumalarını tavsiye ederim.
Makaleler | 149

İYİ BİR ÖĞRETMENE İHTİYACIMIZ VAR

Kelimelerin efsunu altında eziliyoruz. Gönlümüzün idrakimizle


buluştuğu noktada etrafımıza saçılan kıvılcımlardan doğan bilgi-
nin yakıcılığı altında çaresizliğimizi görememenin getirdiği top-
lumsal sancılarımız bizi rüzgârın önünde uçan yapraklar konumu-
na sokuyor. Aklımız karışıyor. Bireysel varoluşumuzun toplululuk
halinde tezahürü hafakanlar şeklinde yer ediyor gündemimizde.
Daha da kötüsü hafakanlarımızı fikir olarak telâkki ediyor oluşu-
muz…
Bu telâkkilerin ruhumuzda açtığı yaraları sarmak için hâzık bir
tabibe duyulması gereken ihtiyacın gün be gün kendini daha da
farkettirdiği bu çağın, kendini yenilemesini beklemek ne kadar
doğrudur?
Postmodern tercihlerin modern üzerine inşa edildiğinin farkına
varmaksızın yeni birşey söylediğini zanneden adamının ukalâ
tavırları, kendi acziyetini yine kendisinin kendisinde gizlediğini
farketmeyişi anlamını taşıyor kanaatimce.
“Kendimizi kendi içimizde, içinden ve dışından kucaklayarak
olgunluğa eriştirmeden dışarda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir”
diyor Necip Fazıl. Haklı olmadığını söylemek için insaf sahibi
150 | Saçı uzun aklı kısa
olmamak lazımdır.
Post/modern insanın sorunu budur. Yani kendimizi kendi içi-
mizde idrak edemeyişimiz… Her seferinde yeni bir azim ve aşkla
girişilen kendini yenileme ve bilme gayretlerimiz yine her seferin-
de boşa çıkan birer hamle olmak zorundadır. İnsanın, evet yeni bir
hamleye ihtiyacı vardır. Fakat her yeni hamlede olması gerektiği
gibi, son hamlesinde de, hamlesinin malzemesini yani mevzuunu
ve gayesini belirlemeden yola koyuluşu onu yeni hayal kırıklıkla-
rına uğramaktan alıkoymayacaktır.
Kelimelerin bizi saran efsunlu dünyası… İçinde yaşadığımız
minicik nokta…
Hakikat içimizde var olan ve dışa çıkarılmayı bekleyen bir anka
kuşu… Ürkütmeye gelmez. Ürkütürsek elimizden kaçar gider.
Batı toplumlarının her icat ettiği yeni felsefi anlayışın sonunda
elinden kaçırdığı kuş, bu kuştur. Sonuçları itibariyle başıboş bir
arayıştan öteye geçemeyen bu çabaların bizi içine soktuğu ruh
bunalımlarını normal bir şeymiş gibi karşılıyoruz. Oysa bu bir
anomali… Yani mutluluğumuzun önüne çekilen set… Günübirlik
tatminlerden öteye geçemeyen şizofrenik bir hâl ile mi karşı kar-
şıyayız acaba?
Acı çekiyoruz, acıyı bilmeden…
Mutlu değiliz; sorunların varlığını bilmekle mutlu olcağımızı
sanıyoruz.
Kadınız, erkeğe özeniyoruz; erkeğiz, kadını çiğniyoruz.
Bilmiyoruz, çünkü bildiğimizi sandığımız ne varsa, her yeni
hamlemizle bilmediğimiz oluveriyor; cehlimiz artıyor.
Bütün güvenlik alanlarımız asla kendisine güvenemeyeceğimiz
alanlarımız oluveriyor; ümidimiz ye’se dönüşüyor.
Postmodernitenin postmodernite sonrasında ne olacağını bile-
miyoruz. Hiç kimse daha iyi olacağını söylemek kudretine sâhip
değil. Bu konuda sadece zehabımız var. Öyle olmasını umudedi-
yoruz yani...
Evet, bütün bunlar bir bakıma insanın hakikati arayışı olarak
görülebilir. Fakat bizi her defasında yeni bir çıkmazla karşı karşıya
getiren bu hâl sürdükçe, bizi olgunlaştıran bir değişmeden nasıl
bahsedebiliriz? Bahsedebilir miyiz?
Değişmekten söz açtığımızda kastettiğimiz bir önceki hâle nis-
betle daha da ileride olmak lâzım gelirken, bir hâlden bir başka
Makaleler | 151
hâle geçmekten öteye yapılan bir şey var mı?
Hâlden hâle girmek ile değişmek arasındaki muazzam farkı
görememek… Görmek için daima kendi benimizden hareket
etmek… İnsan yoruluyor… Oysa kendi içinde zaten hakikati mah-
fuz olan insan… Kendi kendine onu meydan yerine çıkarmakla
yükümlü olan yine insan… Kendimizin kendimize kendimizle
yapmak zorunda olduğumuz bu işin tahakkuk ettirilmesi için ne
yapmalıyız?
Galiba bizim iyi bir öğretmene ihtiyacımız var dostlar, ne der-
siniz!
152 | Saçı uzun aklı kısa

MUTLU MUYUZ?

Mutlu olamıyoruz. Mutlu olmamamız için kötüler ellerinden


gelen her şeyi yapıyorlar. Bunların en başında fikir hokkabazlıkla-
rı var. Cümleleri arka arkaya dizerek fikir ürettiklerini düşünenler,
bu cümlelerin kulağa hoş gelenleri ile hakikati yansıtanlar arasın-
da tercih yapmaya zorluyorlar bizi.
Fıtratta zaaf sahibi oluşumuz yüzünden hislerimize hitabeden
cümlelere hemen kanıveriyoruz. Yani çabucak ikna ediliyoruz.
Doğruyu yanlıştan ayırdetmek için gerekli düşünce kriterlerine
sahip olamayışımız yüzündenz laf ebelerinin fikir hokkabazlıkla-
rına kanmak en büyük eksiğimiz.
Son günlerin değil yalnızca, son iki asrdır ağızları laf yapan
ukela takımının söylediklerini fikir mihengine vurduğumuz zaman
hemen anlaşılacaktır ki, esasen neredeyse tüm söylenenler içi boş
laflardır.
Örnek mi istiyorsunuz? Alın size [Batıcılık], [Muasırlaşmak],
[Milliyetçilik], hatta sanki mübarek bir çağrışım yapıyormuş gibi
duran [İslamcılık]... Her birisi, onları batıdan arakladığımız veya
batı tarafından bize yutturulduktan sonra asla içini dolduramadığı-
mız, içinin dolmasının asla mümkün olmadığını anlayamadığımız
Makaleler | 153
bir sürü kavram ve bu kavramlar etrafında örülmeye çalışılan fikir
dünyamız.
Ne kadar berbat bir haldeyiz...
Akıl kavramını rasyo zannettik.
Ruh denince cin peri anladık...
Hayat denince ölümü hatırlamaz olduk.
Cennet deyince huriler ve gılmanlar geldi aklımıza.
Cehennem deyince kısır tasavvurlarımızın ürettiği tiplemeler
canlandı gözlerimizin önünde.
Bilemedik ki sembollerin dili var... Öte dünyaya ilişkin manalar
bu dünyanın tasavvurları ile suretlendirilemez... Anlayamadık.
Maddenin, ruhun katılaşmış hali olduğunu, dolayısıyla ruh ile
madde arasındaki sıkı ilişkiyi göremedik uzunca bir zamandır.
Şeytan Cenab-ı Hakkın mudill sıfatının tecelli etmesi demek-
ken, onu Allah’ın mukabili zannettik. Böyle düşünmekle tam bir
hrıstiyan tasavvurunu zihnimize doldurduğumuzu aklımıza bile
getiremedik.
Ernest Renan’ın yüz yılı aşkın bir süre önce soframıza sürdüğü
din-bilim tartışması ile din anlayışımızın, algımızın, idrakimizin
bugün geldiği nokta tam bir sefalet belirtiyor. Din ve ilim, din ve
ahlâk, din ve siyaset, din ve ekonomi, din ve kültür, din ve sosyal
hayat diye başlayan tüm cümlelerden, ileriye sürülen tezlere kadar
hepsinin uydurma ve zihin dünyamızı katleden seküler düşünce-
nin birer uzantısı olarak dünyamıza girdiğinin farkına varamadık
meselâ.
Afgani ile çömezlerinin modernist kafa yapılarıyla güya dini
yenilemeye ve böylece koskoca düşünce tarihimizi silip atmaya
kalkmalarını hür düşünce zannettik. Kendini satmış kafaların
lüzumsuz mezhep tartışmalarına şahit olduk. Mezhepleri redde-
denlerin bu reddedişlerinde yeni bir mezhep inşasının var olduğu-
nu tespit edemediklerine şahit olduk.
İşi öylesine ileriye götürdük ki, inanmış olmanın vazgeçilmez
şartı olan kelime-i şehadeti ortasından ikiye ayırarak yarısını kal-
dırıp atmaya yeltenen ve bu yolla başkalarına yaltaklananları
gördük.
Abduh ve Efgani’nin fikirsiz takipçilerini kahraman ilân eder-
ken lüzumsuz ve anlamsız bir taklide düşmenin sıkıntısını çeke-
medik. Taklitçiliğe karşı gelirken —en sefilinden— bir başka
154 | Saçı uzun aklı kısa
taklit çukuruna düştük. İlerlemeyi kemalât zannettik. Linear bir
hayat tasavvurunun peşinde sürüklendiğimizi bilemedik.
Kemalâtın hakikatle irtibatını ve modernizmin sunduğu ilerleme
anlayışının hakikatten uzaklaşmak olduğunu sezemedik.
Yani...
Düşünemedik.
Sezemedik.
Farkedemedik.
Fikredemedik.
Anlayamadık.
Anlatamadık.
Bilemedik.
Göremedik.
Yapamadık.
Yaşayamadık.

Peki öyleyse nasıl mutlu olacağız ki?...


Makaleler | 155

MODERNİZM DÜNYAYA BAKIŞIMIZI DEĞİŞTİRDİ

Herşeyi izafi gözlerle seyrediyoruz artık. Mutlak olanla aramız-


da kurduğumuz ilişkinin koparılması bizi dünyaya sığ/yüzüysel/
derinliksiz bakar hale getirdi. Herşeyi bir sebep sonuç ilişkisi içe-
risinde izah etmeye kalkmamızın elbetteki bir anlamı var; buna
itiraz etmiyorum, fakat bu sebep sonuç ilişkisini dar anlamından
daha geniş bir alana yaymaya kalktığımız zaman bu ilişkiyi doğ-
ruan sebep hakkında da bizi malumat sahibi kılabilecek olan nedir
sorusunu bir türlü soramıyoruz artık modernizm sayesinde. Herşe-
yi pragmatist sınırlar içerisinde izah edecek noktaya getirip bırakı-
yoruz. Pragmatist, yani menfaat düzleminde insan-insan ilişkile-
rinden doğacak olan ahlâkın hesaba katılmadığı bir durum...
Oysa kadîm medeniyetlerin neredeyse tamamında bütün eylem-
ler insanın ahlâklı olması üzerine bina ediliyor. Ahlâklı, yani tabii
olana uygunluk... Buna fıtrata uymak halinin aranması ve yakalan-
ması da diyebilirsiniz.
Ahlâklı toplumların en büyük özelliği hiç bir işlerini menfaat
üzere inşa etmemeleridir.
Kadim toplumların merkezinde insan-insan, insan-toplum, top-
lum-toplum ve insan-varlık ilişkilerini belirleyen esas umde ahlâk
156 | Saçı uzun aklı kısa
iken, modern insanın hayatında bu ilke sadece insanların birbirle-
riyle olan bireysel davranışları üzerinden ele alınıyor. Bu yüzden
de varlıkla aramızda kurulması gereken ilişki bir türlü kurulama-
dığı gibi içtimai bir tesanüdün sağlanması da mümkün gözükmü-
yor. Varlıkla ilişkisini belirleyemeyen insanın kendisiyle ve kendi
hemcinsiyle kuracağı ilişkide bir nisbet noktası bulmasını da
engelliyor.
Bireysel akıl tek başına hareket ettiği zaman doğruyu bulma
şansına asla sahip değil. Herkesin tek başına hareket ettiği zaman
birbirleriyle olan ilişkilerde ortaya çıkacak olan sadece kaostur.
Düzen akıllar arasındaki irtibatın sağlanması ile elde edilebildiği-
ne göre yukarıya doğru tırmanıldığında ister istemez bir tekliğe
doğru yönelmek zorunda kalacaktır:
Akıl, üstün akıl, mutlak akıl... Ahlâk ile akıl arasında yakın bir
irtibat var. Akıllı insan ahlâklı insandır diyebileceğimiz gibi ahlâk-
lı insan akıllı insandır da diyebiliriz. Ahlâk bizi akıl sahibi kıldığı
gibi akıl da bizi ahlâklı olmaya zorlar.
Ehl-i Hikmet genel hatları içerisinide ahlâkı üç kategoride ele
alıyor:
1. İlm-i Ahlâk
2. Tedbir-i Menzil (Aile Yönetimi)
3. Siyaset-i Mudun (Devlet Yönetimi)
Bu üç kategori ameli hikmetin mevzuudur ve buradan elde edi-
lecek sonuç bizi adil kılacaktır. İlm-i Ahlâk her ne kadar ayrı bir
kategori imiş gibi gözükse de diğer iki kategori ahlâk ilminin
tamamlayıcı cüzleri olarak görülebileceği gibi devlet yönetiminde,
dolayısıyla toplumun tüm katmanlarında, adil olabilmek için bire-
yin ahlâkıyla ilgilenen ahlâk ilmi ile aile yönetiminde takip edile-
cek ahlâkî ilkeler temeli oluşturmalıdır/oluşturmaktadır.
Bugün siyasetin geldiği noktaya bu kısa teorik bilgilerden hare-
ket ederek bir göz atalım:
Siyaset artık bütün alavere ve dalaverelerin normal karşılandığı
bir alan haline gelmiştir. Bu yüzden de toplum büyük adaletsizlik-
lerle karşı karşıya kalmaktadır ve derin bir ızdıraba razı olmak
zorunda bırakılmıştır.
Bu anlayış elbette kendiliğinden oluşmuş değildir. Batının
(modernizmin de diyebiliriz) salt menfaatler üzerine oluşturduğu
ve ne aileyle ne de devletle irtibatlandırdığı ahlâk anlayışına bağlı
Makaleler | 157
olrarak ikame ettiği bir dünya görüşünün ürünü olarak vardır.
Örneğin dış politikada adaletli olmak lâzım değil midir? Sadece
menfaatler üzerinden yürütülen dış politikalarla devletler birbirle-
riyle sürekli sürtüşmekten başka hangi sonucu alabildiler bu vakte
kadar. Batının dünyaya tam bir egemenlik sağlamasından bu yana
iki dünya savaşına ve yüzlerce bölgesel savaşa ve kargaşaya kat-
lanmak zorunda kaldı insanlık.
Milyonlarca insan bu bozuk ahlâk anlayışından dolayı yerlerin-
den ve yurtlarından edilmiş durumdadır. Ülkelerin mülteciler
yüzünden birbirlerine dalaşmaları aslında bir ahlâksızlığın su
yüzüne çıkmış olmasından başka bir şey değildir.
«Dış politikada dostluklar değil menfaatler önemlidir» şeklinde
ilkeleştirilen durum sadece bir ahlâksızlık halidir. Bunun nasıl
biradaletsizliğe yol açtığını ve insanların ne derin acılara katlan-
mak zorunda kaldıklarını hergün apaçık bir şekilde yaşıyoruz.
Birleşmiş Milletler, tüm uluslararası askeri oluşumlar, dünya
devi sanayi kuruluşları yalnızca bu ahlâksızlığın birer ürünü
olmaktan öteye geçemiyorlar.
Üretim tüketim ilişkilerinin insanın ihtiyaçlarını karşılamak
üzere kurulu olduğunu söyleyebilir miyiz? Ekonomideki ilke şu:
İhtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kısıtlı. Kaynaklar kısıtlıysa bu kadar
üretim için bu kadar kaynağı nereden buluyorsunuz, diye soran
yok. Buradaki tuhaflık görülmüyor. Bu anlamda topyekûn kapıta-
lizm bir ahlâksızlık üretme ve adaletsizlik yayma modelinden
öteye geçemez.
İnsanın mutluluğu kapitalizmde/modern dünyada bu yüzden
asla mümkün görülemiyor.
Yazının başlığını hatırlayalım:
Modernizm dünyaya bakışımızı değiştirdi.
158 | Saçı uzun aklı kısa

BOŞLUĞA SESLENİŞ

Arkası doldurulmamış aksiyonların kurbanı olmuş bir toplu-


mun kendi istikbaline ait bir tasavvuru olamaz. Olsa bile bu tasav-
vur sadece bir ütopyadır.
Fikir zemininden mahrum aksiyonların çöpleriyle dolu dünya...
Çöp dağlarıyla doldurulmuş bir dünyada mutlu olabilmenin imkâ-
nı var mıdır acaba diye soruyorum kendime sürekli.
İnsan ne zaman mutlu olur? Nasıl mutlu olur? Niçin mutlu olur?
Vakıaların yani aksiyonların, hak ve hakikatle uyumu oranında
mutlu olabiliyoruz.
Hak ve hakikat… Bunun bile kendisini dayandıracağı bir isti-
natgâhı, bir nisbet yeri olmalı değil mi? Bu soruyu sorduğumuzda
dahi hak ve hakikati nasıl da izafileştiriyor, onu kendi inhisarımız
altına alarak, nasıl kendimize göre izah etmeye kaltığımızın farkı-
na varmak gerekir.
İnsan, mutlaktan bahsettiği zaman bunu aslında kendi dışında
cereyan eden, hatta kendini ortadan kaldıran bir zaman ve mekan
tasavvuruyla yapıyor. Yani hak ve hakikatten bahsedildiğinde ken-
dini tüm aksiyonlardan soyutlayıp mutlak bir aksiyorsuzluk hali
diye de ifade edebileceğimiz en üst bir aksiyon çabası içerisine
Makaleler | 159
girmedikçe hak ve hakikat tasavvuruna ulaşamıyoruz.
Sadece bu tasavvur bile bizim aksiyon dediğimiz işin nasıl da
bir fikir zeminine oturtulması gerektiğini belli etmiyor mu?
Gündemi işgal eden soysuz tartışmaların arkasında yatan bu
fikirsizlik hâlidir. Bu yüzden herkesi hareket halinde ve bir aksi-
yon içinde zannederken içine düştüğümüz fikirsizlik girdabının
bizi nasıl yuttuğunu görmek gibi bir kabiliyetimiz bile gelişmiş
değil.
Kabiliyetler yerine reflekslerin işlediği hengâmede gördükleri-
mizi aksiyon/iş zannetmek vehminin doğurduğu bir it dalaşı içeri-
sinde itişip kakışan siyasetçilerin, ekonomik aksiyon sahaları
açtıklarını iddia eden iktisatçıların, aksiyonu izah ettiğini düşünen
toplumbilimcilerin, felsefede aksiyonun yerini aramaktan öteye
geçemeyen felsefecilerin, falancaların ve filancaların cirit attığı bir
toplumda dejenere olduklarını fark bile edemeyen yığınların psi-
kolojileri birbirini yemekten ibaret kalacaktır.
Başını örttü diye, başını örten vekile hayasızca saldıran ve bu
saldırıyı aksiyon zanneden geri zekalı siyasetçi ile başını örtmeyi
en masumane, belki de en pısırık bir şekilde savunmayı yeğleyen
ve bir dünya görüşü bağlılığının icabını hakkıyla savunamayan
siyasetçinin eylemi arasında hak ve hakikate ilişkin izafi bir ayrış-
madan başka bir şey yoktur.
Dünyanın en kıymetli malına sahip bir tüccarın göğsünü gere
gere, fakat asla böbürlenmeye yeltenmeden malını satma hakkının
elinden alındığı tek ülke bizim ülkemiz değil. Tüm insanlık böyle
bir haktan mahrum bırakmıştır kendini.
Hak… Hakikat… Hakkaniyet… Adalet… Hürriyet… İnsan…
Varlık… Eşya… Ey âlemin tüm yaratılmışları! Ey sonsuz boşluk/
doluluk!
Bir duyan yok mu?
160 | Saçı uzun aklı kısa

AKL-I SELİM’İ BİLMEYE DAVET

- Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, sağduyu, hissise-


lim
- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama
gücü.
- (Descartes’da) Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru
yargılama gücü.
- (Günümüzde) Günlük yaşamda iyi yargılama gücü. (Verdiği
yargılardan her zaman doğruluk beklenemez.)

Şimdilerde bilgiye ulaşmak kolaylaştı ya, akl-ı selim ne demek-


tir diye internette yaptığım küçük bir kurcalama ile ne demek
olduğuna dair yukarıda verilen bilgilere ulaşmak zor olmadı.
Sadece gezi parkı değil, en küçük bir olayda bile birileri birile-
rini hemen akl-ı selime davet ediyor. Ne güzel!.. Meselenin hemen
çözüldüğünü zannedip rahatlıyoruz. Bir çeşit kendini tatmin…
Yukarıda yapılan tariflere bir göz atalım, bakalım ne kadar anlı-
yoruz akl-ı selimin ne demek olduğunu.
Mantıkta kuraldır; bir mefhumun tarifi yapılırken tarife muhtaç
başka mefhumlara müracaat etmek nakıs bir tariftir. Tarif sayılmaz
Makaleler | 161
yani. Tarifte kullanılan kelimelere bir göz atalım, bakalım karşımı-
za ne çıkacak.
İzaha muhtaç sözler şunlar:
Doğru
Yanlış
Birbirinden ayırma, yani tefrik etme… Temyiz de diyebilirsiniz.
Yargılama
Güç.
Yargılama gücü.

Doğrunun ne olduğunu bilmeden yanlışın, yanlışın ne olduğunu


bilmeden doğrunun ne olduğunu ne ile nasıl bileceğiz? Bunlar tek
tek mi anlaşılacaktır? Yoksa birbirleri üzerinden mi?
Bunu bilmeyince bu ikisini birbirinden nasıl ayırt edeceğiz?
Zaten bu ikisini bildiğiniz zaman bu ayrımı da yapmış olacaksınız.
Yargılamanın zatı ile ne olduğunu bilmeden onun fonksiyonu
mesabesinde olan yargılama gücünün ne olduğunu nasıl bilece-
ğiz? Sadece bu değil, bir de tek başına gücün ne olduğunu bilmek
icabedecektir. Gücün –epeyce bir sayıda entellektüelimiz de dahil
olmak üzere- geniş kitlenin zihnindeki karşılığının kaba kuvvetten
başka ne anlamı var? Yargılamanın mahkeme karşısında hakimin
suçluya yaptığı uygulamanın ötesinde bir zihin faaliyeti olduğunu,
dolayısıyla burada kullanılan güç kelimesinin de bu zihin faaliye-
tine bağlı bir mefhum olduğunu biliriz.
Doğru ve yanlış kavramları bizim zihin dünyamızda sadece
«bana göre-sana göre» olmaktan öteye bir anlam taşımıyor. Doğ-
runun ne olduğunu yanlıştan çıkarmaya çalışmak elbette müm-
kündür. Bunun tersi olan yanlışı da doğrudan çıkarmaya çalışmak
da mümkündür; fakat mefhumları birbirine nisbetle izah etmek
aslında onu izah edememiş demek olduğuna ve insanın temayülü-
nün doğruyu bilmek olduğunu bildiğimize göre acaba doğru mef-
humunu hiçbir şeye nisbet etmeden anlamak mümkün müdür diye
kaç kişi sormuştur kendine?
Kısacası şu: Eğer birilerini akl-ı selime davet edeceksek, bunu
kurgulanmış tarifler ve zaten biliniyormuş tavırları ile yapmak hiç
kimseyi akl-ı selim üzere hareket etmeye sevketmeyecektir. Eğer
sevketmiş olsaydı zaten son onbeş gündür yaşadığımız olaylar
olmazdı. Olamazdı. Hiçkimse böyle bir akıldışılığa ve akıl tutul-
162 | Saçı uzun aklı kısa
masına kendi içinde cevaz veremezdi. Böyle olunca da sokağa
dökülemezdi.
İnsanımız tahriklere maalesef çok çabuk geliyorsa bu onun
suçu değil, ona akl-ı selimin ne olduğunu ve akl-ı selim ile nasıl
hareket edilmesi gerektiğini öğretmeyenlerindir.
Onun için, başta hükmedenler olmak üzere hiç kimseyi akl-ı
selime davet etmiyorum. Bunun yerine önce akl-ı selimin ne oml-
duğunu bilmeye davet ediyorum herkesi.
Zihnimizde, elbette şu veya bu şekilde bir karşılığı olan bu
mefhumun zihinlerde tam karşılığını bulmak için girişilecek bir
«irfanı yeniden inşa» hareketine şiddetle muhtaç olduğumuz kana-
atideyim. Düşünmesini unutmuş bir milletin birbirini didikleme-
sinden daha doğal ne olabilir, allahaşkına?
Söyler misiniz?
Makaleler | 163

HIRS İLE GAYRET

Hırs ile gayret arasındaki farkı anlatmaya ihtiyaç duymaya kal-


karsak kelimelerin morfolojik yapılarını bile birbirinden ayırd
edemediğimiz anlaşılır. Oysa fark var. Fark varsa kelimelerin
mânâları arasında da fark var demektir.
Şekil itibariyle kelimelerin birbirlerinden farklılıklarını anla-
mak görsel olarak kolaydır. Ancak o kelimeleri hayatı anlamlandı-
rırken kullandığımız zaman bu farkı hemen unutuveriyoruz. Aklı-
mıza bile getiremiyoruz.
Nasıl ki cömertlik müsriflik, iktisatlı olmak cimrilik, ketumluk
az konuşmak veya gevezelik çok konuşmak demek değilse, bir
insanın hırs sahibi olması da onun gayretli olduğu anlamına gel-
miyor.
Parayı lüzûmlu yere harcadığınız müddetçe cömet, lüzûmsuz
ve faydasız işlere harcadığınızda müsrif olursunuz. Lüzûmlu işle-
re harcamadığınızda cimri, lüzûmsuz yere harcamadığınızda ikti-
satlı sayılırsınız. Konuşulması gereken yerde susmak ketumluk
iken, icap eden yer ve zamanda, hiçbir zaman kaydına bağlı
olmaksızın, icap ettiği kadar konuşmak az konuşmaktır. Konuşul-
ması gerekmeyen yerde bir kelime dahi söyleseniz çok konuşmuş
164 | Saçı uzun aklı kısa
sayılırsınız. Yine konuşulması gerekmeyen yerde konuşmak,
gevezelikten öteye geçemezken, gerektiği yerde satlerce konuş-
mak asla gevezelik sayılmaz.
Hayatımızda buna benzer yüzlerce örnek buluruz.
Fikirde derinleştikçe kafayı yemek mümkün olduğu, hattâ
zaman zaman sapıtmakla karşı karşıya kaldığımız durumlar oldu-
ğu gibi, yine fikirde derinleştikçe mütefekkir olunacağı ve ilme ve
düşünmeye büyük katkılarımızın olacağı o kadar çok sık durumlar
vardır ki…
Meselâ son günlerin tartışmasında odak olan bir şahsın bilgile-
rindeki çokluğunda [yani malûmatfüruşluğunda] hiç kimsenin
şüphesi yok iken, bu malûmatlardan ürettiği pseudo-fikirler ile
nasıl yalan yanlış işlere ayağının dolandığını görmeyen kalmadı.
Demek ki, fikirde derinleşmek, asla bilgiyi yığmak ve yığılan
bilgiyi, yığınlara kendine has [amiyane/sıradan] bir üslûpla
[meselâ ağlayarak] anlatmak ile fikir aktarmak arasında fark var.
Hem de çok büyük bir fark vardır. Fakat fikrin ne olduğunu bilme-
yen insan, bu malûmat aktarımı altında ezildiğinden, onun [yani
fikir sardettiğini iddia edenin] orijinal bir fikir sahibi olduğunu
zannediyor. Ortada malûmatın çokluğundan dolayı söylenenlerin
fikir olduğunu zannetmekten başka bir şey yoktur.
Fikir, bildiğini, gözlemlediğini, zihnine depoladığını aktarma-
nın değil, bunlardan özümsediğini, hazmettiğini, gözlemlerinden
ve zihinde depolananlardan elde ettiğini, kendine ait bir üslûp ile
ve ilmin kaidelerine göre oluşturduğun terkibin adıdır. Bu terkipte
mevcut malzemelerin kime ait olup olmadığına bakılmaksızın
terkip sahibinin telif hakkı vardır. Çünkü kişi, anladığı şeyin sahi-
bidir; bu yüzden de bu telif hakkı, anladığı şey üzerinden onun
malıdır.
Benzer durum siyasette de vardır.
Siyaset istikbale ait iyi, güzel ve doğru işler yapma mesleğinin/
sanatının adı ise cevaplamak mecburiyetinde olduğumuz bir kaç
önemli soru vardır:
İyi nedir, güzel nedir, doğru nedir, iş nedir; yapmak nedir, mes-
lek nedir; sanat nedir?
Dikkat ederseniz bu sorular esasen felsefenin iştigal sahasına
giren sorulardır ama felsefenin temel olarak bir tefekkür mesleği
olmasına karşılık, siyasetin bir eylem mesleği olduğunu düşünür-
Makaleler | 165
seniz fikri eyleme dönüştürecek olanların eylemlerine sağlıklı bir
yön verebilmeleri için düşünce adamlarının ürettikleri cevabı bil-
mek mecburiyetleri vardır.
Özellikle seçimler öncesinde yapılan konuşmaları düşününüz.
O konuşmaları fikrin süzgecinden geçiriniz! Kaç tanesinde derin-
lik vardır? Kaç tanesi istikbale ait bir fikir ileriye sürebilmiştir.
Şimdilerde [proje] dediğimiz işin aslında bir zihin ürünü olması
gereken bir şey olduğunu kim biliyor?
Siyasetteki bu it dalaşı topyekün hayatımıza sirayet etmiştir.
Bu it dalaşı üzerinden Türkiye’de düşünebilen adam sayısının
bir elin parmak sayısını geçmediğini anlamak hiç de zor değildir.
Fikir olmayınca da bir gayretler mücadelesi değil bir hırslar
savaşı yaşadığımız bedahat kazanır. Gayret yoksa fikir de yok,
fikir yoksa hırs var demektir.
Allah akıl fikir versin.
166 | Saçı uzun aklı kısa

TÜRK MÛSÎKÎSİ

Musîkîyi şöyle tarif etmeye çalışıyorlar: „Musîkî, sesleri kulağa


hoş gelecek şekilde terkip etmektir.“ Bir başka tarif de şöyledir:
„Musîkî, ölçülü sesler vasıtasıyla estetik bir tesir ve heyecan mey-
dana getirme sanatıdır.“
Eğer bu tarifle yetinecek olursanız musîkîyi seslerin geometrisi
içine hapsetmiş olursunuz.
Onu bir de ben tarif etmeye çalışayım:
İnsan ulvî bir alemden süfli bir aleme indirilmiş; ve o gün bu
güne kadar da indirildiği o yüce alemin araşıyışı içinde...
Bu ulvî alem hakîkatin topyekün tecellî ettiği ve kelimelerle
izah edilemeyen bir alem...
Ve biz yaşadığımız bu kesret alemi içerisinde her an iştiyakı
içerisinde olduğumuz o yüceler alemine, hakîkatin bizzat varoldu-
ğu o aleme dönme ve onu arama, yeniden bulma çabası içerisinde
çırpınıp duruyoruz. Kah kelimelere başvuruyoruz ve en güzel ve
duyulmamış sanatlı sözlerle onu arıyoruz, kah hakîkat adına yer-
yüzünde birbirimizi kırıp geçiyoruz. Oysa hakîkatin sözle dillen-
dirilemez olduğunu, dillendirilince hakîkat olmaktan çıktığını
anlamıyoruz.
Makaleler | 167
Aslında anlamıyoruz demekle kendimize haksızlık ettiğimin
farkındayım. Anlıyoruz… Hem de bal gibi anlıyoruz… Bu yüzden
tecessüsümüzü-merakımızı kelimelerin ötesine çevirmeye çalışı-
yoruz; zihnimizin, belki de kalbimizin derinliklerinden gelen
hakîkatin sessiz çığlığını herkese duyurmak için ihtiyaç duyduğu-
muz sesi yeni bir form içerisinde yâni sırf ses yâni nağme olarak
ortaya döküyoruz.
Bu bir formsuzluktur. Şekillerden uzaklaşmak ve hakîkati bütün
kayıtlardan uzak, olduğu gibi arama biçimidir.
Fakat heyhaat! Bu formsuzluk, bu şekilsizlik bir zaman sonra
yeni formlar olarak karşımıza çıkıyor ve biz aramaya devam edi-
yoruz.
İşte musîkî formsuz-şekilsiz hakîkatin aranması işinde insan
oğlunun ruhuna en çok yaklaştırdığı ve ruhunu en çok yaklaştırdı-
ğı hakîkati aramanın en sanatlı yöntemi.
Her milletin bir musîkîsi var ama bizimkisi başka….
Her millet kendince hakîkati arar ama bizim arayışımız başka…
Aslında her millet hakîkati ararken musîkîyi bulur karşısında
araç olarak. Onu kendine göre formlandırır. Fakat bizim formlan-
dırışımız başka…
Biz ona formsuzluk kalıbı içinde öyle bir form giydiririz ki,
kimse yetişemez. Sesi ikiye böleriz, yetmez; dörde böleriz, gene
yetmez; sekize böleriz, onaltıya böleriz, otuz ikiyi böleriz, atmış-
dörde böleriz ve çatlarız, çıldırırız. Ne kadar da hakîkat-perver
olduğumuz, ne kadar başkalarından ayrıldığımız çıkar ortaya böy-
lece.
Sizi biraz daha zorlayayım musîkîmizi anlamanız için:
İnsan ya küllî aklın nuruyla öğrenir peygamberler ve nebiler
gibi, yahut küllî ruhun nuruyla aydınlanır, öğrenir veliler gibi…
Sair insanların bilmedeki nasibi bu ikinci yol iledir.
Büyük düşünür Gazzalî külli akıl ile küllî ruhun birbiriyle olan
münasebetini-irtibatını Adem ile Havvanın birbiriyle olan irtibatı-
na benzetir. Bize düşen Hz. Havva’nın şahsında temsil edilme
imkânını bulan külli ruh ile öğrenmek ve hakîkati bu yolla ara-
maktır.
Musîkî bizim hakîkati arayış biçimimiz değil miydi? Şimdi
düşünün biz neden musîkîyi kemale ulaşmak için hayat rafımızın
en üst sıralarına koyuyoruz.
Musîkîmizin en tepesinde yer alan Mevlevî âyinlerinden her-
hangi birini dinleyiniz. Ruhunuzun dinginleştiğini, kendinizi aşan
bir çoşkunun içinde nasıl kaybolduğunuzu kabiliyetiniz nispetinde
derhal idrak edersiniz.
Meselâ Köçek Mustafa Dede’nin(*) bestelediği Beyatî âyinini
ele alalım. Bu makâmın en önemli özelliği inici ve çıkıcı bir dizi
yapısına sahip olmasıdır. Okyanus dalgaları arasındaki bir gemi-
nin sulara batıp çıkması gibi biz de inip çıkarak dalgalanırız din-
lerken.
Mevlevî âyinleri formu itibariyle de bahse değerdir ve sadece
bu form üzerinden yola çıkılarak, üzerinde yüzlerce eser vermeye
lâyıktır.

Yeri gelmişken mevlevî âyinleri hakkında kısaca bir bilgi verer-


meye çalışayım:
Mevlevî âyinlerine giriş bir peşrevle yapılır. Bu sanki çıkılacak
bir yolculuğun hazırlığıdır.
Sonra ‚Selâm‘ adı verilen dört bölüm:
I. Selâm insanın kendi kulluğunu idrak ediş,
II. Selâm Allah‘ın büyüklüğü ve kudreti karşısında duyulan
hayranlık ve bu hayranlıktan neşet eden şaşkınlık,
III. Selâm bu hayranlık ve şaşkınlığın aşka dönüşmesi,
IV. Selâm ise insanın yaratılıştaki vazifesine, yâni kulluğa geri
dönüş, yâni makâmların en üstününe ricat ediş ve duruluştur.
Mevlevî Âyinleri‘nin I. Selâm‘ı çoğunlukla devr-i revan bazen
de ağır düyek usûlleri ile ölçülendirilmiştir. II. ve IV.Selâm‘lar
mutlaka ağır evfer usûlünde. Bu iki Selâm’ın güfte ve melodisi
çoğu zaman birbirinin aynısı. Bazan melodi aynı kalırken güftede
farklılaşma olabiliyor.
Âyinlerin III. Selâm’ları en geniş ve sanatlı olanları. Bu bölüm-
de usûl geçkilerinin yanısıra çarpıcı makâm geçkileri de görülür.
III. Selâm genellikle 28 zamanlı devr-i kebir usûlüyle başlar. Dev-
r-i kebir yerine bazen ağır düyek, frenkçin, fahte, çifte düyek de
kullanılmış. III. Selâm‘da bu ilk kısımdan sonra aksaksemai usû-
lünden bestelenmiş bir saz terennümü ile Eflâki Dede‘nin:
Ey ki hezâr âferin bu nice sultân olur
Kulu olan kişiler hüsrev ü hâkân olur
Her ki bugün Veled’e inanuben yüz süre
Makaleler | 169
Yoksul ise bay olur bay ise sultân olur
dörtlüğü yürük-semai usûlü ile bestelenir. bunu aynı usûlden
bestelenmiş saz terennümleriyle birbirine bağlanan güfteler izler
yürük-semai hızlanarak devam eder coştukça coşar.
Mevlevî âyinleri‘nin Selâmları kendi mana ve tezahürlerine
uygun olarak hatta bu duyguları oluşturacak nağmelerle bestelen-
miştir. sema‘ töreni‘nin III.Selâm‘ı Allah‘ın büyüklüğü ve kudreti
karşısında duyulan hayranlığın aşka dönüşmesiyle oluşan bir
cezbe halini sembolize eder. Yâni bir nevi mirac halidir. Mevlevî
âyinleri‘nde de bu bölümler gittikçe ilerleyen ritmlerle ve yükse-
len perdelerle bestelenmiştir.
IV.Selâm ise insanın kulluğa dönüşünü ve kulluğunu idrakini
temsil eder. Burada kullanılan ağır evfer usûlü ile melodi ve ritm-
deki coşkunluk yerini kararlı bir huzûra bırakır. IV.Selâm‘dan
sonra sazlarla icra edilen düyek usûlünde bir son peşrev ve son
yürüksemai ile âyin sona erer. Bu yapısı ile mevlevî âyinleri türk
mûsikisi‘nin en büyük ve sanatlı eserleridir. Bu yüzden âyin bes-
telemek bestekarlıkta zirve kabûl edilir.

Bahsi Yahya Kemâl’in dizeleriyle bitirelim:

Çok insan anlayamaz eski musîkîmizden


Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden
Açar bir altın anahtarlarla rûh ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını
Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten rûh,
Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nûh,
O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost
Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post...
Bu neslin ortada dâhîcedir başardığı iş,
Vatan nasıl karışır mûsıkîyle, göstermiş.

-----------------------------------------------
(*) Köçek Mustafa Dede…
Beyâtî âyininin bestekarı büyük musîkî adamı…
Doğum tarihini kesin olarak bilmiyoruz ama dördüncü Murad dönemi beste-
karlarından. Bir rivayete göre Afyonlu, bir başka rivayete göre de Edirneli.
Ağırlık Edirneli olduğunda…
Çilesini 1001 gün boyunca Edirne Mevlevîhanesinde doloduruyor ve Dede
170 | Saçı uzun aklı kısa
lakabını kullanmaya hak kazanıyor. Fakat bu dedelik yakıştırma, bugünkü tabir-
le çakma değil, ismiyle müsemma bir dedelik. Dergahta görevi aşçıbaşılık. Ama
bestekar da. Bestelemiş olduğu Beyati âyini kusursuz bir usul, makâm ve melodi
bütünlüğü sağlaması açısından övgüye şayan, sesi olağan üstü güzel ve üslabu
muazzam. Temiz bir tükçe ile söyleyişi var. Miladi 1683-hicri 1095 yılında vefat
ettiğinde edirneli şair Rüşdü şu beyitlerle tarih düşüyor ölümüne:

Rüşdi-i bîçâre didi fevtinin tarihini


Bülbül-i gülzar-ı cennet ola Köçek Mustafa

Biçare Rüşdü söyledi ölüm tarihini


Cennet bahçesinin bülbülü olsun Köçek Mustafa
Makaleler | 171

HALİMİZİ DÜŞÜNÜRKEN

1.
1839 Tanzimat Fermanından bu yana giderek gerileyen düşün-
me kabiliyetimiz bildiklerimizin de erimesine yol açtı.
Eğer bir geri kalmak söz konusu ise bunu düşünce ve bilgi
edinme veya bilgi erimesi meselesi üzerinden ele almak gerekir.
Yoksa bizim batı karşısında, batının tekniğine ve yaşam biçimine
uyum sağlayıp sağlamamamız üzerinden bir gerilik ve ilerilik
tartışması sırf bir aşağılık psikolojisinin yansıması olmaktan öteye
geçmez. Takriben 180 küsur yıllık bir dönemin ardından yapılma-
sı gereken önemli meselelerden biri bu uzun boşluktan kaynakla-
nan bilgi kaybının yeniden güncellenmesidir. Kısacası son yıllar-
daki siyasi gelişmelerin verdiği cesaretle birlikte [Nerde kalmış-
tık?] diye sorarak kaldığımız yerden meseleleri yeniden ele alıp
kaldığımız yer ile bugün arasında oluşan düşüce boşluğunu dol-
durmak ve istikbale kesintisiz bir biçimde devam etmek lazımdır.
Elbette bu bir zaman ve organize meselesidir.
Arada kalan boşluğun doğurduğu psikozu üzerimizden atmak
öyle sanıldığı gibi kolay halledilebilecek bir sıkıntı değildir.
Osmanlının geçirdiği fetret devri onbir yıl yerine, mesela yüzonbir
172 | Saçı uzun aklı kısa
yıl olsaydı kendini herhalde kolay kolay toplayamazdı. Bizim
şansımız aradaki uzun kopuşa rağmen, bu kopuştan önce elde
ettiğimiz birikime ulaşma ve onu yeniden harmanlama, yeni nesil-
lere aktarma ve bu yolla güncelleme imkanına mâlik oluşumuzdur.
Dinamik bir siyasî yapının mümkün kıldığı dimanik iktisadî
dönüşümler yine dinamik fikrî dönüşümümüzü kolaylaştıracak bir
altyapıyı oluşturmaya imkan vermektedir. Bugün kitlenin siyaset
sayesinde yeniden osmanlıcayı gündeme taşımasıyla yolu açılan
lisanın ve lisan terbiyesinin artık en küçük birimlere bile ulaştıra-
bilmenin imkânı da doğmuştur. Düne kadar tartışamadığımız
siyasî tabular, tarihi karalayan iftiralar birer birer günyüzüne çık-
maya başlamış bulunuyor.
Bazan «Nereden çıktı bu kadar bilge insan?» demekten kendimi
almıyorum. Ümidimizin tükenmekte olduğunu düşünmekle yanıl-
dığımı itiraf ederim. Meğer için için büyüyen ve yürüyen bir oluş
ve yeniden bilgileniş serüvenini millet olarak hiç elden bırakma-
mışız. Hamdolsun.
Tarihi yeniden okumaya başlıyoruz. Çünkü tarihin hep canlı
kalan dilini öğreniyoruz. Hayatı yeniden okumaya çalışıyoruz,
çünkü dün nasıl düşündüğümüzü ve yarın nasıl düşünmemez
gerektiğini, düşe kalka da olsa, düşünmeye ve zihnimizi bununla
yoğunlaştırmaya çalışıyoruz.
Bilgimizi tazelemek ve dünü yarına bağlayacak fikir altyapısını
oluşturmak. Bu bir usul meselesidir. Dolayısıyla bilgiyi güncelleş-
tirmenin en önemli yolu onu bir usule bağlamaktır ki, bu usul de
dünden yarına tevarüs ettirilecek bilgi güncellenmesinin en önem-
li mevzuları arasında yer almalıdır. Bu şu anlama geliyor: Dün
nasıl düşünüyorduk, bugünkü düşünme biçimimiz dün ile nasıl
irtibatlandırılacaktır ve yarın, dünle sıkı sıkıya bağlantılı düşünme
biçimimiz nasıl olacaktır/olmalıdır?
Şimdilik sorulması gereken soru budur ve bu bir usul inşası
demektir ki, bilginin güncelleştirilmesinde en önemli alet olma
konumundadır.

2.
Bilginin güncelleştirilmesi ne demektir? Bilgiyi niçin güncel-
leştirmek zorundayız? Nasıl güncelleştireceğiz? Tabi bu arada
bilginin kendisi ne demektir? Bu sorular üzerinden bilgiyi güncel-
Makaleler | 173
leştirmeye olan ihtiyacımızı açıklamaya çalışacağız.
Bilindiği gibi öğrenmek bir ihtiyaçtır. Bilmek bir ihtiyaçtır.
Varlığı, oluşu ve insanı anlamak için bilmeye ihtiyacımız vardır.
Herşeyden önce kendimizi bilmek için bilmeye ihtiyacımız vardır.
Çünkü biz zaten ilimle kuşatılmış olan varlıklarız. Varlıkla olan
her ilişkimiz ilim mesabesindedir. Bakmak öğrenmektir. Duymak
öğrenmektir. Düşünmek öğrenmektir; düşünmemek dahi öğren-
mektir. Dokunmak öğrenmektir. Dokunarak dokunduğumuz şeyin
sert mi, yumuşak mı veya katı mı, sıvı mı olduğunu öğreniyoruz.
Yine dokunarak dokunduğumuz şeyin sıcaklığını ve soğukluğunu
biliyoruz. Duyarak, sesler üzerinden bu ses güzel midir, çirkin
midir; bir kuş cıvıltısı mıdır, insan sesi midir, rüzgar uğultusu
mudur; anlamlı bir söz müdür, anlamsız bir söz müdür, bunları
öğreniyoruz. Tadarak ekşi midir, tatı mıdır yoksa tuzlu mudur onu
öğreniyoruz.
Düşünerek, düşündüğümüz şeyin arkasında saklı olan anlamı
ortaya çıkarıyoruz. Dolayısıyla hikmetin peşine koşarken hak ve
hakikatin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Düşündüklerimiz
üzerinden kendimize göre bir hak ve hakikat anlayışı oluşturarak
elde ettiğimiz dünya ve hayat görüşüyle dünyaya yönelir, dünyayı
ve kendimizi anlamaya, istikbale ilişkin bir fikir yürütmeye çalışı-
rız. Başlangıcımıza ve sonumuza ilişkin nereden gelip nereye
gidiyorum sorusuna cevap ararız.
Bütün bunların hepsi, evvelâ öğrenerek, dolayısıyla bilerek,
dolayısıyla malumat/bilgi ve ilim olarak yukarıda birleştirilmek
üzere tek bir mefhum altında toplanabilecek meselelerdir.
Bilgi dediğimiz şey iki açıdan ele alınabilir. Kelâm ilmiyle veya
özel olarak usûl ilmiyle uğraşanlar bilirler. Her ilmin bir mevzuu,
bir de gayesi vardır.
İlmin mevzuu, ilmin ne olduğunu öğrenmek istediğimize göre,
bizzat ilmin kendisidir. (burada Yunus’un şu sözünü hatırlayalım:
İlim ilmi bilmektir.) Yani ilim yapmak için ilmi evvela kendine
mevzu kılarak bilmek, bir başka ifadeyle ilmin ilmini yapmaktır.
Biz ilim nedir diye sorduğumuz zaman aslında ilmin kendisinin
kendine mevzu teşkil ettiğini söylemiş oluruz. Bu anlamda ilim
kendisini yine kendisiyle tanımlar ve kendisini kendisinin mevzuu
olarak tanımladıktan sonra yine kendisiyle başka işleri yapmamıza
imkan açar. Hem kendisini izah eder hem de kendisinden başkala-
174 | Saçı uzun aklı kısa
rının istifade etmesine alan açar. Fakat insan öğrenmeye muhatab
olması itibariyle, öğrendiklerini de bir şekilde muhafaza etmek
mecburiyetindedir. Eğer bu muhafaza işi gerçekleşmezse ilim
tebarüz etmez. Yani söze veya yazıya veya fiiliyata aktarılamaz.
Yani İlmin muhafazası zihinde gerçekleşir ve biz onu muhayyile-
mizden muakkilemize oradan da dil üzerinden dışa aktarıyoruz.
Bilginin muhafazasında devamlılık ikinci bir aşama olarak karşı-
mıza çıkar. Bilgiyi zihinde form olarak muhafaza etmek bizim
onunla yeni bilgilere ulaşabilmemiz içindir. Bu bize ilmin mahiye-
ti itibariyle ilimde derinleşme imkânını verdiğinden dolayı, ilim
zamana bağlı olarak sürekli bir biçimde değişen, gelişen ve böyle-
ce kemalat kesbettiren bir şeydir. Bu yüzden kayıt altına alınması
gereken bir şey... Onu ancak kayıt altına aldığımızda muhafaza
edebiliyoruz. Her şey, ne olursa olsun, zamana muhatab kılındığı,
zamanla irtibatlandığırıldığı için, zaman onu bir şekilde eskitiyor;
şu veya bu biçimde tüketiyor, bir biçimde öğrenilen şeyin kendi
kendisini yenileme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu zorunluluk bir
açıdan zamana bağlı olarak ortaya çıkarken bir başka açıdan da
yine zamana bağlı kalarak zihnimizin sonsuza açılmasını sağlıyor.
Zihnimiz sonsuza açıktır. Meselâ sonsuzu tasavvur edebiliriz.
Gözünüzü yumun ve sonsuzu tasavvur etmeye çalışın; edersiniz.
Öyle bir sonsuzluk ki, sınırlı olmadığını bilmenize rağmen, son-
suzluğu tasavvur ederken zihninizde ona bir sınır koyarsınız:
Sınırlandırılmış ama sonsuz; sonsuz ama sınırlı... Yani, biliriz ki
bizim sonsuzluğu tasavvurumuz sonsuz değil ama zihnimizin
kapasitesini aşan bu sonsuzu kavramaya, anlamaya çalışır, onun
mefhumunun ne olduğunu bilmek, anlamak için büyük bir efor
sarfederiz. Sonsuzluğun dışında ne var derken hem zihnimizde
sonsuzluğun sınırını genişletir, hem de onu idrak edemeyeceğimi-
zi anlarız.
Dolayısıyla bu sonsuz süreç içerisinde insanın öğrendikleri, bu
öğrenme zihin üzerinden gerçekleştiği için, sonsuza açık olan zih-
nin, her öğrendiği ile yeni bir şey inşa etmek mecburiyetinde kal-
dığı çıkar karşımıza. Her yeni şey aslında bir öncekinin eskidiği
anlamına gelir. Bu bağlamda meseleyi ele aldığımız zaman bilgi-
nin sürekli olarak kendini yenilemesi, güncelleştirilmesi zorunlu
olarak ortaya çıkar. Demek ki her öğrendiğimiz yeni şey ondan
önce öğrendiğimizi eskitiyor, onu eski hale getiriyor. Biz bu eski-
Makaleler | 175
ler üzerinden veya eskiler üzerine yeniyi inşa ettiğimiz için de, hiç
kimse ilmin gelenekselleşmesini, gelenekselleşme mecburiyetinde
olduğunu gözardı etmez, edemez. Ettikleri zaman tükenirler; ettik-
leri zaman medeniyet inşaaları, temeddünleri biter. Tefekkürleri
biter, tezekkürleri biter, taakkulleri biter; kısaca her şeyleri biter.
Şu anda burada bulunan herkesin kendisine ilişkin bir bilgi
mazisi var. Bu maziyi kendinizden sildiğiniz zaman, sizden geriye
hiçbirşey kalmaz. İsminizi bile bilemezsiniz. Var mısınız, yok
musunuz, onu dahi bilemezsiniz. Konuşuyorsanız, dinliyorsanız,
anlıyorsanız, yarına ilişkin bir şey kurmaya çalışıyorsanız, bu sizin
daha önceki birikmiş bilgi malzemeniz ile oluyor. Dünün malze-
mesini bu güne ve yarına taşıyarak ondan yeni şeyler üretiyorsu-
nuz. İki gününüzü birbirine eşit geçirmiyorsunuz; geçiremiyorsu-
nuz. İşte bu mazinin sağlıklı bir biçimde bu güne ve istikbale
intikal ettirilebilmesi bir usul meselesi olarak karşımıza çıkmakla
birlikte bir devamlılık arzeden mesele olarak da karşımıza çıkar.
Tüm bu anlatılanları bir arada düşündüğümüzde her seferinde
bilginin yeni bir versiyonu ile karşı karşıya kalıyoruz demektir.
Meselâ şu anda, son beş veya on dakika önce benden dinledikleri-
nizi zihninizde daha önce var olan bilgi ile harmanlayarak yeni bir
bilgi/biliş versiyonuna kavuşturdunuz demektir. Çünkü daha önce
belki hiç duymadığınız yeni şeyler öğrendiniz. Bu öğrendikleri-
nizle yeni şeyler düşünmeye başlayacak, yeni şeyler icad edecek-
siniz; belki hayatınızı bu yenilikler üzerinden tekrar inşa edecek,
onu yeniden düzenlemek veya değiştirmek mecburiyetinde hisse-
deceksiniz kendinizi. Belki bu zamana kadar öğrendiklerinizi
yeniden rektefe etmekle karşı karşıya kalacaksınız. Belki de his-
setmeyeceksiniz. Diyeceksiniz ki, bunları ben zaten aştım.
Aklımaza şöyle bir soru gelebilir: Madem bunlar kendiliğinden
oluyor, o zaman bilginin güncelleştirilmesinden niçin bahsediyo-
ruz?
Cevap: Bilgi kendiliğinden güncelleşmediği için onu güncelleş-
tirmekten bahsediyoruz. Bilmenin sürekliliğini sağlayan, sadece
zihnimizin sonsuzluğu algılayabilme kabiliyeti ve onun zamanla
bağlantılı olarak çalışıyor olmasıyla alâkalı değil. Sosyal ilişkiler,
tarihî gelişmeler, iktisadî değişmeler, ahlâkî tavırlar, kültürel olgu-
lar vs.. eğer sağlıklı olarak ele alınmaz, işlenmez ise, bilginin
duraklamasına ve eskimesine yol açar. Bunları takip etmediğimiz
176 | Saçı uzun aklı kısa
zaman, eski bilgilerle, bize sormadan geçen zaman içerisinde kar-
şımıza çıkan yeni soruları cevaplayabilmek kabiliyetimizi yitiririz.
Bu ise bizi anakronik bir hale getirir. Yani içinde bulunduğumuz
zamanın dışında yaşar, bugünün mevzularına dünün sorularıyla
cevap bulmak gibi bir çelişki ile karşı karşıya kalırız.
Burada Hz. Mevlananın şu sözünü hatırlayalım: Ne kadar söz
varsa düne dair, artık yeni şeyler söylemek lâzım.
Oysa biliyoruz ki, insan içinde bulunduğu anı yaşamak, o ana
hükmetmekle sorumlu bir varlık.
Geçen geçmiştir, onu bir daha yaşayamazsınız, gelecek gelme-
miştir, onu da yaşayamazsınız. Geriye kalan sadece an...
İnsanın içinde yaşadığı an’ı idrak etmesi lâzımdır ki, içinde
yaşadığı cemiyete uyum sağlayabilsin veya olması gerekene, ideal
olana uygun olarak kendini ve cemiyetini şekillendirebilsin.
Eğer an’ı bilmiyorsan zaten içinde yaşadığın toplumu da bilmi-
yorsun demektir. Nerede yaşadığını bilmiyorsan, neyi değiştirece-
ğini de bilme şansını elde edemezsin. Senin ve toplumun hakikat-
le ilişkisinin var olup olmadığını bilme şansın yok demektir. Bu
şansın yoksa çağın dışında yaşamak zorunda kalırsın. Ne çağ sana
etki edebilir ne de sen çağa yön verebilirsin. Örneğin 1327 sene-
sinde ne olduysa onunla idare etmek zorunda kalırsın. Bu da bizi
cemiyetin temeddününden, zamana ve olaylara bağlı olarak toplu-
mun ve bilginin değişmesi karşısında alacağımız tavrı belirlemek-
ten uzaklaştırır.
Bilginin bu açıdan da güncelleştirilmesi gerekmektedir. Bizim
böyle bir sorunumuz var.
Gerçekten böyle bir sorunumuz var mıdır?
Bu önemli bir meseledir ve düşünce adamlarımızın öteden beri
sadece tartıştığı ama bir sonuca bağlayamadığı meseleler arasın-
dadır. Batı karşısında neden geri kaldık sorusu da esasen bu sorun-
la alâkalıdır. İlerilik gerilik meselesinin bir bilgi/bilgilenme/bilgi-
den uzak kalma meselesi olduğunu maalesef yeterince düşünmüş
ve idrak edebilmiş değiliz. Esasında hiç düşünmüş değiliz. Bize
dikte ettirilen geriliğin kabul edilmesi üzerine geleceğimizi inşa
etmeye çalışıyoruz. 1839 Tanzimat fermanıyla birlikte yavaş
yavaş soğumaya ve kaybolmaya başlayan düşünme kabiliyetimiz
ve giderek belirginleşen düşünememe özelliğimiz bizi bundan
alıkoymaktadır. Eldeki günü geçmiş verilerle idare etmeye kalk-
Makaleler | 177
tık. Genel düşünme dinamiklerimizin istinatgahını eskittik. Onu
bugüne taşıyamadık. Geleneğin değişmez kaidelerine itibar etme-
meyi marifet sayarak her şeyi ya yeniden inşa veya başkalarından
hazır/beleş bilgiler olarak kopyalama yöntemine tamah ettik.
Eldeki verilerin ne denli işe yaradığı veya yaramadığı konusunda
herhangi bir tartışmayı başlatamadık.
Bu meselede yeterince düşünmüş değiliz, çünkü eğer tarihi
süreç ile birlikte düşünürsek 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ila-
nından bu yana açığa çıkmış olarak, sağlıklı düşünebilme kabili-
yetimizi kaybetmiş bulunuyoruz. O tarihten bu yana eldeki veri-
lerle idare etmeye kalktık; eldeki verilerin yeterli olup olmadığını
tespit edebilmek için gerekli bir tartışma alanı açamadık. Bu,
zamanın bizden bağımsız olarak işlemesi ve âlemin yine bizden
bağımsız ve bizimle birlikte sürekli değiştiğini, yenilendiğini,
dolayısıyla bizim de bu zamanî ve mekanî değişmeye bağlı olarak
değişmemiz açısından normal, fakat bizim bu değişiklikleri farke-
demeyişimiz yönüyle de anormal bir durumdur.
Bizi değiştiren yalnızca insan–insan, insan–eşya ilişkileri değil-
dir. Zaman ve sürekli hareket halinde olan mekan da bizi farkına
varmaksızın değiştirir. Bu değişmenin farkına ancak zaman üzeri-
mizden geçtikten sonra varabiliyoruz.
Aradan geçen zaman içerisinde ortaya çıkan şey bizim bu
zaman, mekan, insan ve eşya değişmelerini farketmekte geciktik.
Bugün ortadaki durum bunu göstermektedir. Çok vahim bir taklit
psikolojisiyle düşünceye ilişkin olarak sadece başkalarından,
hazır, daha doğrusu muhasebesi yapılmamış ve kendi ruh dünya-
mızla irtibatlandırılmamış bilgiler devşirdik. Devşirmek mecburi-
yetinde mi kaldık, yoksa devşirdik mi, bu da bir başka soru...
Herkes kendi dünya görüşüne göre bir insan tipi, bir cemiyet
modeli ve âlem tasavvuru ortaya koymaya çalışıyor. Herkesten
kastım aslında iki büyük medeniyetin –Doğu ile Batı’nın– birbi-
riyle karşılaştırılması: Batı ve özelde bizim de kendisini mensubu
kabul ettiğimiz islâm medeniyeti olmak üzere Doğu... Yani müs-
lümanca düşünme kriterleriyle batılı tarzda düşünme kriterleri ile
karşı karşıyayız.
Biz müslümanca düşünme biçimlerimizi son ikiyüz yıldır fark-
lı düşünme biçimleri içerisinde, Mısır’da Mısır ekolü ile, Hindis-
tan’da yine Mısır ekolünü andıran benzer bir mantıkla, Türkiye’de
178 | Saçı uzun aklı kısa
daha farklı bir biçimde oluşturduk. Bu modellerin hepsi hâlâ tartı-
şılıyor. Bu konuda Prof. Bedri Gencer’in İslâm Modernleşmesi
isimli geniş çalışması bu tartışmanın en son örneğini oluşturuyor.
Orada bu meseleler gayet ciddi bir biçimde tartışılmaktadır. Bilgi-
nin farklılaşması, donuklaşması, bilgide geri kalınmasının sebep-
leri ele alınıp tartışmaya sunulmakta.
Şu aşikârdır ki, müslümanlar belli bir düşünme durağanlığına
girdiler. Böyle bir durağanlığa girmek esasen normaldir. Çünkü
düşünce dediğimiz şey sonuçta insanın ürettiği bir şey. Biz ne
yapıyorsak aklın sınırları içerisinde yapıyoruz. Bu noktada mev-
zumuz biraz dallanıp budaklaşacak ama semiiyattan, yani aklın
sınırları üzerinde vahyin bildirdikleri haricinde aklın bize söyle-
diklerini kullanma alanı bize açılmıştır. Bu alanı biz kullanmama-
ya başladık. Semiiyyattan olan meseleleri anlamak, meselâ aklın
alanını aşan allahın zatı, cennet, cehennem, ahiret gibi meseleleri
asla elle tutulup gözle görülür bir delille ispat etme imkanımız
yoktur. Bizim akıl yolu ile bu meselelerin keyfiyetine dair bilgi
edinme imkanımız Kur’an ve Sünnetin bize bildirdiği şekliyle ve
mücerred olarak kabul ederiz. Bu anlamda Kur’an ve Sünnet, bir
diğer tabirle Vahiy, aklın dışındaki alanlar hakkında bir bilgi edin-
me kaynağı olma hüviyetini kazanır. Keyfiyetlerine ve mahiyetle-
rine sirayet etme imkanını ancak vahyin bildirdiği vech ile ve
keyfiyet üstü bir keyfiyet olarak biliriz.
Fakat aklın bize yüklediği bir vazife var ve o vazife de bizim
daima zihinsel bir üretkenlik içerisinde olmamız gerektiğidir.
Bu anlamda efendimizin hurmaların aşılanmasıyla ilgili tavrını
hatırlayalım. Efendimiz diyor ki, sahabe-i kirama, hurmaları bu
şekilde aşılamayın. Şöyle aşılayın. Öyle aşılıyorlar fakat o sene
verim az oluyor. Bunun üzerine efendimiz «Siz dünya işlerini
benden daha iyi bilirsiniz. Nasıl biliyorsanız öyle yapın.» buyuru-
yor. Burada dünya işleri derken esasen bizim aklımızı kullanma
alanımızın bize bırakıldığını görürüz. Yoksa peygamberin –haşa–
hata yaptığını söylemek gibi bir yanlışa düşeriz. Biliyoruz ki,
onlar asla hata yapmazlar. Zelle dediğimiz durumlarda bile bize
öğrettikleri bir incelik vardır. Burada bizi aklı kullanmaya zorlayı-
cı, daha doğrusu teşvik edici bir durum sözkonusudur. Dolayısıyla
biz akıl denen melekeyi kullanma meselesini ihmal ettik. Bu bir
yanlıştı elbette. Bu ihmalin sıkıntısını da neredeyse iki asırdır
Makaleler | 179
çekiyoruz. İçine düştüğümüz bu hal asla düşmanın büyüklüğün-
den değil, bizim üzerimize düşen vazifeyi yapmamamızdan kay-
naklanıyor.
Necip Fazıl’dan bir alıntıyla bitirelim:
«Kendimizi kendi içimizde, fert ve cemiyetimizi içinden ve
dışından kucaklayarak kendi içimizde tamamlığa erdirmeden
dışarıda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan sonra
düşünülecek iş...»
180 | Saçı uzun aklı kısa

MEZHEPLER MESELESİ

Son dönemde sıkça konuşulan bir mesele. Mezheplere karşı


çıkanlarla taraftar olanlar arasında süren anlamsız bir cedelleşme...
Reddeden neden reddettiğini, kabul eden de neden kabul ettiği-
ni bir türlü îzâh edemiyor.
Şöyle bir soru soralım: Avrupa’da kaç mezhep vardır?
Bu soruya verilecek cevap esâsında mezheplerin ne olduğunu
da ortaya koymaya yetecektir. Cevap şu değil: Katoliklik, Protes-
tanlık, Ortodoksluk, Anglikanizm ve saire...
Doğrusu şöyle: Alman mezhebi, İngiliz mezhebi, Fransız mez-
hebi, İtalyan mezhebi, İsveç, Norveç, Danimarka... mezhepleri.
Bu arada şu tesbîti yapalım: Tartışmaların ana konusu esâsen
bizim amelî mezhepler dediğimiz alan üzerinden yürütülüyor. İti-
kadî mezhepler üzerinden yapılan tartışmalar oldukça zayıf... Biz
de tartışmayı piyasaya uyarak amelî mezheplerle üzerinden sürdü-
relim.
Mezhepler ne ile meşgul olurlar?
Günlük hayatımızda karşılaştığımız her mesele ile ilgilendikle-
rini biliyoruz; hatta Avrupa’dan farklı olarak, ibadetlerle/ritüellerle
ilgili meseleleri de zâten ihmâl etmezler. Haddizâtında bir müslü-
Makaleler | 181
man için yaptığı her şey şuûrî ve irâdî olmak şartıyla ibadet dere-
cesindedir.
Bir insanın evlenmesi mezheplerin konusudur; nikâh bahsi
altında incelenir. Mezhepler ticaretle ilgilenir, siyâsetle ilgilenir,
devletin âdil olmak için yapması gereken tek tek mevzûlar hakkın-
da hükümler verir.
Ekonomiyle ilgilenir, çocuk terbiyesi ile ilgilenir, dahası ölenle
bile ilgilenir. Bir mezarın nasıl olacağının hükmünü belirler. Cena-
zenin nasıl defnedileceğini kâide altına alır. Üretime ve tüketime
ilişkin kararlar verir. Ücretlere ilişkin kuralları belirler.
Yâni kısaca aklımıza gelen/gelmeyen tüm insanî faaliyetleri
tafsîlî olarak ele alıp onlar hakkında hükümler verir. Bu hükümler,
kurumlar aracılığıyla yürürlüğe konur. Bireyleri doğrudan ilgilen-
diren meseleleri bireyler kendileri uygular. Otorite bunun tâkibini
yapar.
Sıradan bir fıkıh kitabına baktığınızda bütün bu meselelerin
belli başlıklar altında ele alınıp incelendiğini görürsünüz.
Mezheplerin –esâsları belirlemenin yanı sıra– vermiş olduğu
fetvâlar, bu günün diliyle, emsâlî kararlar niteliğindedir. (Fetevâ–
yı Hindîye böyledir meselâ). Mezhepleri bir usûle bağlayan fıkıh
kitaplarında ise bir kararın verilmesinde dikkat edilecek olan
hususların nasıl ortaya konacağına dâir bilgiler vardır.
İslâm Ansiklopedisinde tarifi şöyle verilmiş: «Sözlükte “git-
mek” anlamındaki zehâb kökünden hem masdar hem de “gidecek
yer ve yol” mânasında mekân ismi olan mezheb kelimesi, terim
olarak “...aslî veya fer‘î hükümler...in dayandığı delilleri bulmakta
ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimle-
rin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem”
diye tanımlanabilir. Tanımda yer alan aslî hükümler dinin inanç
esaslarını, fer‘î hükümler ise ibadetler ile insanlar arası münase-
betleri hedef almaktadır. İman esaslarını konu edinen mezhepler
itikadî, diğerleri de fıkhî mezhepler diye isimlendirilmiştir.» (TDV
İA Mezheb Maddesi)
İtikadî mezhepler bir metod muvâcehesinde, kaynaklara sıkı
sıkıya bağlı kalınarak, inanmayı bir usûle bağlar.
Bugün, bu hususlarla ilgilenen alana biz Hukûk diyoruz. Mez-
hepler gibi bugünkü hukûk sistemleri de bizim gündelik hayatı-
mızla ilgili tüm konularda görüş belirtirler. Bunu Hukûk Usûlü
182 | Saçı uzun aklı kısa
çerçevesinde, zaman zaman doğrudan vâkıalardan hareketle,
zaman zaman da spekülatif bir biçimde vâkıalardan istinbât ettik-
leri üzerinden yaparlar. (Medeni kânuna bir göz atın, anlarsınız.)
Diyeceğim şu ki, mezheplerin ne olduğu diğer milletlerin
hukûk sistemleriyle kıyaslanarak daha kolay anlaşılabilir. Devlet-
lerin hukûk sistemlerinin her biri birer mezhep niteliğinde telâkki
edilebilir. Avrupa Hukûk Sistemi’lerinde birisi herhangi bir suç
işlese, bu insan suçu işlediği mahalde cârî olan hukûk sistemi
dâhilinde yargılanır.
Meselâ bir İtalyan vatandaşı Almanya’da suç işlese, yargılama
yeri esâsen Almanya’dır. Eğer istisnaî bir durum varsa İtalya’ya
iâde edilir ve orada yargılanır.
Suçluların iâdesi hukûkta, bilindiği gibi hâlen çözülebilmiş bir
mesele değildir.
İtalya’ya göre, Almanların suç saydığı bir fiili işleyen bu adam
Almanya’ya göre suçlu, fakat İtalya’ya göre suçsuz olabilir veya
aynı suç İtalya’da iki yıl hapisle cezalandırılabilirken, Almanya’da
aynı suçu işleyen birisi beş yıl hapis cezası alabilir. Bu da devlet-
lerin kendi vatandaşlarını ve/veya kendi hukuk sistemlerini koru-
ma adına, devletler arasında zaman zaman sorun teşkil eder.
Anlayacağınız, mezhepler birer müstakil hukûk sistemlerini
temsil ederler. Bizim mezheplerimizi Avrupalılar’ın Konfession
dedikleri şeyle karıştırmamak lâzım.
Avrupa mezhepleri (haydi hukûk sistemleri diyelim) coğrafya-
lara göre tanzim edilmiştir. Bir ülke–coğrafya üzerindeki düşünce
farklılıklarını itibâra almaz.
Mezhepler düşünce ve coğrafya farklılıkları hesâba katılarak
tanzim edilmiştir. İslam coğrafyasının neresinde yaşadığınız
önemli değildir. Hüküm verilirken coğrafya yine de dikkate alınır,
çünkü hukûkun, coğrafyanın doğurduğu şartlara göre farklılık arz
ettiği noktalar olabilir. Dolayısıyla mezheplerin coğrafyalara bağlı
hükümleri, sistemi zenginleştirmenin yanı sıra insânîleştirir de...
Mezheplerin en büyük ortak özellikleri multi/çoklu hukûk sis-
temi olmalarıdır ki, başka hiçbir millette bireyin kendi kabulüne
bağlı olarak geliştirilmiş çoklu bir hukûk sistemi yoktur. Farklı
düşünmenin zemîni bu yolla kânun güvencesi altına alınır. Şâfîle-
rin çokça yaşadığı yerde bir hanefî kendi fıkhına uyar. Kendi fık-
hına göre yargılanma hakkı vardır. Kültürel olarak oradaki çoğun-
Makaleler | 183
luğa uymak isterse bunda serbesttir. Ama işine geldiği gibi bunu
yapamaz. Hukûku kendi kafasına göre işletemez yâni. Canım
sıkıldı Şâfî, canım sıkıldı Hanefî olayım diyemez. Bunu diyebile-
cekleri istisnaî durumlar vardır.
Mezhepler asla müstakil bir inanç sistemi değildir. Genel inanç
sisteminin farklı yorumlarına biz mezhep diyoruz.
Bir meselenin herkes tarafından aynı olarak anlaşılmadığı ve
yorumlanmadığı mâlumdur. Bu yüzden farklı yorumlara genel
inanç sistemlerinin esâslarına bağlı olarak yol açılmış olur. Bu,
hem düşünceyi besler hem de insanların ana esâsa bağlı kalmak
şartıyla kabul ettikleri yorumlara uygun yaşamasının imkânını
sağlayarak hür olmalarını mümkün kılar.
Hakîkat tek, ona giden yol çoktur.
Bunları hesaba kattığımız zaman mezhepleri reddetmenin
anlamsızlığı kendiliğinden ortaya çıkar. Mezhepleri reddedenler
aslında kendi kabullerini bir mezhep olarak takdim etmiş olurlar
ki, bu da onların mezheplere karşı çıkmalarını hükümsüz kılar.
Mezheplere karşı olmak, akla zarar, bir tavırdır.
184 | Saçı uzun aklı kısa

İSLAMCILIK

Kavramlar önce dilimize sonra da zihnimize yerleşiyor. Hiç


kimse kavramların doğuş biçimi hakkında düşünmeye yaklaşmı-
yor. Bügünlerde gazetelerin, televizyorların, köşe yazılarının,
ciddi ciddi yapılan araştırmaların bolca kullandığı bazı kavramlar
var, “Mezhep Kavgası“ “İslâmcılık”, “Evrensel Hukuk” gibi.
Nerden geldiler, nasıl geldiler, kim bu kavramları soktu günde-
mimize? Bu kavramlar gerçekten isabetli midirler? İstenilen mera-
mı anlatmaya yetiyorlar mı? Gerçekten mezhep mensupları sırf
mezheplerinden dolayı mı birbirleriyle kavga ediyorlar? Yoksa
birileri mezhepler üzerinden biryerlere ulaşmaya mı çalışıyor,
belli değil.
Belli değil diyorum, çünkü birazcık açıkgöz olanlar ve siyasal
olayları aklı selimle takipedenler işin aslını söz arasında dile getir-
seler de meselenin üzerine dikkatlice eğilmiyorlar. En azından
bana öyle geliyor ki, mesele öyle gerektiği gibi ciddiye alınmıyor.
Kim ve neci oldukları meçhul birilerinin ortaya attığı kavramlar
üzerinden görüş oluşturmaya çalışır olduk.
Kavramlar irdelenmesi gereken önemli unsurlar hayatımızda.
Önce birer lafız olarak giriyorlar dünyamıza; peşinden zihinlerde-
ki yerini alıyor ve artık bir mütearife imiş gibi kullunılmaya baş-
lanıyor.
Bizim Batıcılık serüvenimizde en çok yaptığımız işlerden birisi
bu. Kavramların nasıl ortaya çıktıklarını ve bu çıkışların yerinde
olup oladıklarını hiç tartışmadığımızdan dolayı onların zihin dün-
yamızda yer almaları da kolaylaşıyor. Onları zihnimize birer
mütearife olarak yerleştirdikten sonra da düşüncelerimizi, bu yete-
rince, hatta çoğu zaman hiç tartışılmayan kavramlarla dünyamızı
örmeye başlıyoruz. Kurgularımız, fikirlerimiz, hayallerimiz, ter-
cihlerimiz, siyasetimiz, edebiyatımız, ekonomimiz, kısacası haya-
ta ilişkin neyimiz varsa onların tümünü bu nev-zuhur kavramlar
üzerinden inşa etmeye çalışıyoruz.
Son dönemlerin en meşhur kavramı “Mezhep Kavgası” oldu.
Bundan yaklaşık iki asır önce de “İslamcılık” kavramı türemişti.
Demek ki, iki asırdan bu yana zihin dünyamızda esasen karşılığı
olmayan kavramlar üzerinden iş görmeye çalıştığımızı söyleyebi-
liriz. Nitekim birçok aydınımızın önemle üzerinde durduğu kav-
ram/mefhum meselesi de bizim haklılığımızı gösteriyor.
Tam da İslâmcılık tartışmalarının çıktığı bu günlerden biraz
önce yayınlanan Bedri Gencer’in İslam‘da Modernleşme kitabının
kocaman bir bölümünü oluşturan bu mesele halledilmeden, bizim
güne ve istikbale yönelik olarak yapacağımız bütün tesbitler ve
teklifler kendi zihin ürünümüz olmayan kavramlar üzerinden
yapılacağı için yeterli ve geçerli olamayacaktır.
Batının bize olan üstünlüğü, onun teknik olarak bizden farklı
bir gelişme takip etmesinde değil, esasen kendi kavramlarını oluş-
turarak bir dünya görüşü, bir epistemoloji kurmuş olmasındadır.
Onlar, başkalarını bile kendi dünya algılamalarına uygun kavram-
larla izah ederken, biz, tam tersi bir yol izleyerek, —ister Mısır
müslümanları olsun, isterse Osmanlı-İstanbul müslümanları olsun,
onların bizim hakkımızda kullandıkları kavramları esas alarak
düşünme yolunu seçtik. Bu yüzden de kaybeden taraf olduk. Eğer
bir geri kalmışlıktan sözedeceksek, meseleye bu perspektiften
bakmak icap eder.
Bütün bu mefhum kargaşasına rağmen, son günlerin İslamcılık
tartışmalarının belki de tek faydalı tarafı, ağırlıklı olarak kavram
etrafında yapılıyor olması. Zaten Sayın Ali Bulaç ile Sayın Müm-
taz‘er Türköne’nin bir dönem aralarındaki çekişmenin ana sebebi
de İslamcılık kavramının tanımı üzerinde anlaşamıyor olmaları.
Tartışmaya hariçten katılanları -Etyen Mahçupyan gibi- itibara
almaya gerek bile yoktur. Onlar meseleyle sadece gündem olma-
sından dolayı ilgileniyor gibiler. Bir inanmışlıkları, kabulleri veya
taraf olmaları sözkonusu değil.
Ali Bulaç’ın da, Mümtaz’er Türköne’nin de sosyolog olmaları
itibariyle bu meseleyi bilmediklerini düşünmek elbette doğru
değil. Sanıyorum ikisinin de gözden kaçırdıkları şey, bu meseleyi
sadece sosyolojik ve siyasî olarak ele almalarıdır. Her ne kadar Ali
Bulaç meseleyi zaman zaman müslümanlık bütünü içinde ele ala-
rak değerlendiriyor gibiyse de, esasen meseleyi müslümanlığın
hayat anlayışı, itikat-ibadet telakkisi, ilim-amel birlikteliği üzerin-
den ele alışındaki nâkıslık yüzünden tartışma bir türlü bitmiyor.
Biteceğe de benzemiyor. Bugün bitse bile yarın yeniden gündeme
gelip tartışılacaktır. Ne zaman ki meseleye bir hayat telekkisi üze-
rinden bakılıp, kendi kavramlarımızla düşünmeye başlarız, o
zaman bu tartışma da yerini başka tartışmalara bırakabilir

Zihinleri bulandıran kavramlardan biri de yukarıda bahsettiğim


“Mezheb Kavgası” denilen anlamsız söylemsel olgu...
Bir kere Irakta, Suriye’de veya başka müslüman memleketler-
de, çıkan kavgaların sebebi sanki insanların mezhepleri imiş gibi,
bir imaj yaratılmaya çalışılıyor. Yıllardan beri bir Allah’ın kulu-
nun çıkıp da, ben kendi mezhebimden olmayanlarla kavga edece-
ğim, dediğini duyan var mıdır ki, ortadaki kavganın Mezheb
Kavgası olduğunu söyleyebilelim. Batılıların, her zaman yaptıkla-
rı alçaklıklardan biri olarak, aramıza soktukları nifaktan kaynakla-
nan siyasi sürtüşmeleri Mezheb Kavgası olarak görmek ve onu
dilimize, sonra da giderek zihnimize yerleştirmenin ne anlamı
var? Eğer bir Mezheb Kavgası var ise o zaman belli mezhep men-
suplarının birbirlerine karşı sadece mezheblerini savunmak veya
diğer mezhebi yok etmek için birbirleriyle kavga etmesi gerekmez
miyidi? Oysa durum hiç te öyle değil. A mezhebinden olduğunu
bildiği bir adamı, B mezhebinden biriyle karşı karşıya getirtip,
onların birbirleriyle siyasi ikbal için sürtüşmelerine yol açtıktan
sonra o sürtüşmenin adını Mezheb kavgası olarak nitelendirmek
sadece düşmanların oyununa gelmek demek olur ki, bugün yaşa-
dığımız siyasî hadiselerin neredeyse tümü bu babtandır.
Makaleler | 187
Bundan ikiyüz sene evvel müslümanların kendi aralarındaki
tartışmayı fırsat bilen ve onu müslümanlık dairesinin dışında bir-
şeymiş gibi takdim eden batının icad ettiği “İslamcılık” kavramını
da, bugün yeni icad ettiği “Mezheb Kavgası” kavramını da ben
altın olsa almam ve kullanmam.
Evvelki akşam katıldığı bir televizyon proğramında yaptığı
konuşmada geri kalmışlığımızdan yola çıktığımızda ilerlemiş ola-
rak bize takdim edilen batının eksen olarak kabul edileceğini ve
bunun doğru olmadığını söyleyen Bulaç, acaba İslamcılık (Isla-
mism) kavramının müslümanlar tarafından icad edilmediğini bil-
miyor mu? Pekala biliyor. Öyleyse neden, bir kere başkasının
düşünce dünyasının ürünü olan kavram zihnimizde yer edindiğin-
de bizim de usul usul onlar gibi düşünmeye başlayacağımızı hesap
etmez? Bunu anlamak zor.
Ama ikiyüz yılı geride bırakan bir meselenin öyle bir günde
halledileceğini söylemek de hiç kolay değil.

01.09.2012
188 | Saçı uzun aklı kısa

NİÇİN ACİZ KALIYORUZ?

Olup bitenlerin tümü bizim acizane bu sayfalarda yazdıklarımı-


zı doğruluyor. Yazmaya başladığımızdan beri Türkiye’nin asıl
sıkıntısının düşünememek olduğunu, akl-ı selimini devreye soka-
madığını, hadiseler karşısında sorması gereken nasıl ve niçin
sorularına kendini muhatap kılamadığını, olguların adını isabetli
koyamadığını, algılar üzerinden sürekli yanıltıldığını söyleyip
duruyoruz. Bunları kâh açıkça, kâh üstü kapalı olarak/zımnen
belirttik.
İki asra varan düşünce hayatımızın dumura uğraması macerası-
nın artık sonlandırılması gerektiğini ve bunun bir [Âkil Adamlar]
ordusu kurularak gerçekleştirilmesi gerektiğini savunduk. Sesimiz
cüssemiz kadar bile duyulur mu bilmiyoruz.
Fakat artık bugün gelinen noktada bu sesi biraz daha gür çıkar-
manın gerekli olduğu kanaatini taşıyoruz. Hadiselerin sağlıklı
olarak tesbit edilip kullanılabilir hale getirilmesi elbette gereklidir.
Sağlıklı tesbitlerin yapılamadığı bir alanda ne geriye dönerek o
hadiselerin çıkış sebeplerinin zihinsel dinamiklerini, ne de ileriye
dönük olarak bu hadiselerden çıkarılacak sonuçlara bağlı olarak
bir [istikbal inşası]nı gerçekleştirebiliriz.
Makaleler | 189
Kendisini baği konumuna düşürenlerle, bu bağiliğe karşı savaş-
mak —hadi tabiri yumuşatalım da yanlış anlaşılmasın— mücade-
le etmek zorunda olanların meydan yerinde söylediklerine ilâve
olarak geri plânda yeni bir [anlama ve bilme sistematiğinin inşası]
ile sistematik-düşünsel bir zihin alanı açmak zorunda olduklarını
bir kez daha hatırlatalım. Bu, Türkiye’nin entellektüel düşük sevi-
yesinin yukarılara çekilmesi anlamına gelecektir.
Mesele yerli düşünmek veya yabancı gibi düşünmek meselesi
değildir. Hak ve hakikat karşısında gösterilecek olan duruşun, hak
ve hakikat ile insanlığa daha adil ve hür bir sistemin, anlayışın
kuru bir model olarak sunulması değil sinelere sindirilmiş bir
hayat biçiminin ortaya çıkarılması ve topyekûn insanlığa takdim
edilmesi işidir. Bu işte gurupların, kliklerin, ekollerin, cemaatlarin,
sub-kültür olmaktan ileriye gidemeyecek olan, hatta gitmemesi
gereken düşünce ve eylem yapılanmalarının asla yeri olmamalıdır.
Bu, alt yapılanmaların dışlandığı anlamına gelmiyor. Aksine, bu
tür oluşumlar en ideal toplumlarda bile olacağına/olması gerekti-
ğine göre, onlardan herhangi birisinin tekeline girmemesi anlamı-
na geliyor.
Bu kuru bir sentez olarak da düşünülmemeli... Kuru sentezler
çoğu zaman eklektik birer yapıya dönüşüyorlar. İlkelerin, her ne
kadar insan tarafından inşa ediliyorsa da, insanı aşan bir yanı var.
Hukuk gibi meselâ... Siyaset gibi... Ahlâk gibi... İlim gibi... Devlet
gibi...
Bunun gerçekleştirilmesi zor bir iş olduğunu, sabırla pişirilmesi
gereken çetin bir insan çabasını gerektirdiğini biliyorum. Bir bakı-
ma zehirle pişmiş bir aş bu... Sormak lâzım: Yemeye kim gelir?
Zehirle pişmiş aşı yemeye talip olanların bulunabileceğini
düşünüyorum. Onların hâlâ var olduklarına inanıyorum. Kenar-
da-izbede, gizlendikleri mütevazılık köşelerinde edeplice bekleş-
tiklerine inanıyorum. Bu vatanın çocukları kedilerini hak ve haki-
kat namına fedâ eden çok insan gördü. Bundan sonra da olacaktır
bu fedakâr insanlar. Bunları aramak, bulmak, yollarını açmak ve
yetiştirmek yahut yetişmeleri için onlara kıymetlerine yakışır
zeminler oluşturmak lâzımdır. Boynumuzun borcudur bu.
Osmanlı, şairine keseyle altın veriyordu. Şimdi şair derbeder bir
hayat sürüyor. Edibini baştacı ediyordu. Edip artık kendini dinle-
yecek adam, kendini ifade edebilecek bir zemin bulamıyor. İlim
190 | Saçı uzun aklı kısa
adamı şehrin sokağında kendine gösterilen iltifâtın kurbanı olmu-
yor, ilmin omuzlarına yüklediği sorumluluğun ona verdiği güven-
le yürüyordu. Artık selâmını alacak birine rast gelmiyor. K enar-
da köşede, mahalle aralarında, gizli-kaçak bir kaç kelâm edebil-
mek için canları çıkıyor. Söylediklerinin, başta saçma bir fikir
olarak tebarüz etse bile, itibara alınmak zorunda olduğunu anlaya-
mıyoruz. Filozofumuz yok, kelimeleri ardarda getirince kurduğu
cümleden hikmet pırıltıları saçılan bir hakîmimiz yok ama felsefe-
cimiz ve hikmet yumurtlayanımızdan geçilmiyor.
Filozof değil felsefeci, hâkim değil hikmetci, hâdim değil hiz-
metçilerle iş kotarmaya kalkınca da en küçük bir sorun karşısında
apışıp kalıyoruz.
Aklımızı başımıza almak mecburiyetindeyiz, çünkü durum
vahîmdir...

16.01.2014
Makaleler | 191

İkinci Bölüm

TARİH NEDİR?
Tarih Usulü üzerine küçük bir araştırma
192 | Saçı uzun aklı kısa
Makaleler | 193

TARİH NEDİR?

Üzerinde bulunduğumuz andan itibaren geriye doğru varlığın


başlangıcına kadar uzanan zaman içerisinde cereyan eden ve belli
sebepleri, biçimleri ve sonuçları olan, kendine has mekânlarda
gerçekleşen vakıaların bütününe tarih diyoruz.
Bu tarif tarihin ıstılah anlamıdır. Sözlük anlamı «Vakti belirle-
mek»tir ve ıstılah anlamını ihtiva etmektedir. Bu ihtiva mantıktaki
umum-husus kaidesincedir.
Öyleyse tarihin sözlük anlamı umum belirtirken ıstılah anlamı
da husus belirtmektedir. Her umum kendine ait hususu kapsar.
Tarihi inceleme işini üç yönden ele alabiliriz:
1. Hikmet yönü: Tarihi hikmet yönünden ele alan, onu kafasın-
daki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder.
Bu tarihin ilim olarak tedvin edilmesini şart koşan bir durumdur.
Bunu yapmak sanat ve tefekkür adamının işidir.
2. İlim yönü: Vakıaları sağlam bir analiz ve sentez halinde
umûmî kıymet hükümlerine bağlamak, yani tarihin kanunlarını
vazetmek işi. Bu işi yapana tarih alimi (tarihçi), bu işin adına da
tarih ilmi diyoruz.
3. Teknik yönü: Tarih ilmine malzeme ve ham madde temin
etme ve gerisini tasa etmeme yönü. Buna da tarih teknisyenliği
194 | Saçı uzun aklı kısa
diyebiliriz. Bu işi yapan ise tarih teknisyeni.
Bizde tarih amelesi çoktur, alimi varla yok arasıdır, tarih hakimi
ise hiç yoktur. Bu çalışmanın amacı biraz da buna yolaçabilmektir.
«Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet
hamurkârı büyük fikirci, ikincisi tarihi kendi içerisinde ve zamanı-
nın anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci (demek ki zama-
nın üzerinde muhasebe büyük fikircinin işi veya bunu yapan büyük
fikirci), üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız
dış şekil bakımından «doğru» ve «yanlış» ölçüsüylle hareket eden
ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahadeci...
Herbirinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki,
dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta
fırça sahibi; daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı... İlkinde hikmet
kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuiyle kayıtlı mahalli idrak, daha
öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye aza-
metli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat
düşer.» (NFK)

TARİHÇİ KİMDİR?
Tarihi «ilim gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve
(sentez) halinde umûmî kıymet hükümlerine» bağlayıp tarihin bir
ilim olarak kanunlarını vaz eden kişi.
Tarihçi üzerinde çalıştığı ve tedvin etmek istidiği ilmin icabet-
tirdiğini yerine getirebilmek için bir takım özelliklere sâhip olma-
lıdır
Kafiyeci’ye göre tarihçi hadis rivayet edenlerin sâhip olduğu
kriterlere sâhip olmalıdır.
Bu kriterler şunlardır:
1. Akıl, 2. Zapt, 3. İslâm, 4. Adalet.
Bu dört kriterden üçüncüsünün haricindeki diğer kriterler aslın-
da tarih bilimiyle uğraşanların üzerinde ittifak ettikleri kriterlerdir.
Adalet kriteri üzerinde en çok tartışılan ve herkesin kendi bağlı
olduğu dünya görüşüne göre şekillenebilecek, bu şekle uygun bir
muhtevaya sâhip olacak bir kriterdir. Bize göre tarihçi ile ilgilgili
tartışmaların ana eksenini bu özellik oluşturmaktadır.
Şimdi bu kriterlere kısaca göz atalım:
1. Akıl: İnsanın bilgi edinmesi ve edindiği bu bilgileri aslına
sadık, yani neyse o halleriyle anlayıp aktarabilmesi yeteneği.
Makaleler | 195
Komple bir akıl tartışmasını gerektirir. Geniş bilgi için felsefe,
kelâm ve tasavvuf kitaplarına müracaat edilmelidir. Tekevvünî ve
içtimaî tarih yazımında kesinlikle müracaat edilmesi gereken kri-
terdir.
2. Zapt: Duyduğunu, gördüğünü, okuduğunu, duyduğu, gördü-
ğü ve okuduğu gibi hatırlayabilmesi, bunları öylece üçüncü şahıs-
lara yazılı veya sözlü olarak aktarabilmesidir. Özellikle tarih
ilminin teknik yönüyle ilgilenilirken gerekli olan bir husûsiyettir.
Rivayetçi ve öğretici tarih yazımında öncelikli müracaat kriteridir.
3. İslâm: Bize göre tarihi en iyi, en doğru ve yanlışsız bir şekil-
de ancak Kafiyeci’nin belirlediği kriterlere sâhip bir tarihçi yaza-
bilir/yazmalıdır. Bu yüzden tarihçinin islâm akidesine ait temel
esasları ve o akideye bağlı olarak gelişen diğer ilim dallarını
uzman sayılabilecek kadar bilmelidir. Özellikle usul ve alet ilim-
lerinde belli bir seviyede olmalıdır. Bu onun adil hareket edebil-
mesinin şartıdır.
4. Adalet: Adaleti vakıalar karsışında takınılması gereken itidal
tavrı, vakıalar arasına kendi subjektif yargısını katmaması, vakıa-
nın hakikati neyse onu ortaya koyması meselesidir. Adaleti dış
faktörlerin telkininden etkilenmeden istikrarlı ve ahlâkın kuralla-
rına mutabık bir biçimde gerçekleştirilen ruh dengesi ve ahlâkî
olgunluk diye tarif edebiliriz.
Tarihçi, vakıaların hikmetine yönelik tespitleri yaparken her ne
kadar kendisini subjektiflikten kurtarmakta zorlanacak olsa bile,
vakıaları olduğu gibi tesbit etmesi gerektiğini bildiği, yani adalet
ilkesine uymaya gayret ettiği müddetçe onların hikmetini anlama-
ya daha fazla istidat kesbetmiş olacaktır.
(Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi Adalet maddesi, C I, Sh. 341-
344, İst. 1988)

EXKURS
Kişi ve olay eleştirisi:
İbni Haldun kişi eleştirisinden çok olay eleştirisinin gerekli
olduğuna inanır ve bu yüzden tarihe sebeblilik ilkesini (Neden-na-
sılcı tarih anlayışı) getirmiş kişi olarak kabul edilir. Bu konu hadis
rivayetiyle alâkalıdır. Hadis rivayetinde önemli olan ravinin kişili-
ğidir ve ravinin kişiliğinde herhangi bir problem yoksa ravinin
naklettiği sözde de herhangi bir problem olmaz. Bu doğrudur.
196 | Saçı uzun aklı kısa
Çünkü râvinin naklettiği söz üzerinde doğruluğu tartışılmayacak
olan sözdür. Peygamber sözüdür. Fakat tarihî hadiseler doğruluğu
veya yanlışlığı tartışılamayacak şeyler değildir. Tarihî hadiselerin
vuku bulmuş olup olmadıklarını, vakıanın kendi iç mantığına
bakarak tespit etmek icabeder ki, buna tarih metodolojisinde iç
tenkid denir.
Her ne kadar tarihi vakıaların doğruluğu veya yanlışlığının tar-
tışılması zaruri ise de, tarihî olayları nakledenlerin hadis râvilerin-
de aranan özelliklere sâhip olmaması doğru olmaz. Neticede tarih
bize ancak tarihçi aracılığıyla ulaşmaktadır. Bu da tarihçinin key-
fiyetinin önemini ortaya koymaktadır. Ibn-i Haldun’un bahsettiği
olay eleştirisini özellikle sözlü tarih için itibara almak zorundayız.
Yazılı tarihte ise bu konu biraz daha hassasiyet gerektirmektedir.
Yazılı tarihte önemli olan evvela belgedir. Fakat bu, bizim sözko-
nusu belgeyi yazan veya tanzim eden hakkında bir fikir yürütme-
mizi engellemez. Tarihçinin, elindeki belgeyi doğru bir belge
olarak telâkki ettiğini düşünelim. Bu durumda tarihçi ya doğru
veya yanlış karar vermiştir. Doğru karar verdiğini tarihçinin sâhip
olduğu kriterlere bakarak anlayabiliriz. Yanlış karar verdiğini o
belgenin iç düzeneğindeki mantığa bakarak, o belgede anlatılanın
vaki olup olamayacağı hakkında bir karar vererek anlarız ki, İbn-i
Haldunun yeğlediği budur. Fakat aynı zamanda bu belge bir tarih-
çi tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğuna göre kişi eleştiri-
sinden vazgeçmek te mümkün görünmemektedir. Bu konuda en
sağlıklı yol kişi ve olay eleştirisini sürekli birbirine paralel olarak
ele almaktır.
Bu çalışmada güttüğümüz amaç, tarihçi olmaktan çok tarihi
nasıl öğrenmek gerektiği olduğundan, bizim için tarihî vakıalar
kadar tarihçinin de doğru kriterlerle hareket edip etmediğini gözet-
mek önem arzeder. Tarihçiye olan güvenimiz, mevzubahis olan
vakıaları tarihçinin kabul veya reddine uygun olarak kabul veya
reddimizi mümkün kılacaktır.

TARİH İLMİ
Tarihçinin tarihle ilgilenmek ve ilgilendiği bu işten doğru neti-
celere ve yeni bilgilere ulaşmak için ilmirihçinin tarihle ilgilen-
mek ve ilgilendiği bu işten doğru neticelere ve yeni bilgilere
ulaşmak için ilmin kaidelerine göre geliştirmek zorunda olduğu
Makaleler | 197
sistematik yapının adına Tarih ilmi diyoruz.

TARİH İLMİNİN ÖNEMİ


Her insan doğduğu andan itibaren tarihle ilişki içerisine girdiği-
ne, yani bir geçmişi olduğuna göre tarihin insanoğlu için nasıl bir
önem arzettiğini anlamak kolaylaşır. Tarihin tanımını verirken onu
varlığın başlangıcına kadar uzanan bir zam Tarihin tanımını verir-
ken onu varlığın başlangıcına kadar uzanan bir zaman dilimi içe-
risinde cereyan eden hadiseler bütünü olarak tarif ettiğimizi hatır-
larsak aslında tarih ilminin insanoğlunun yaradılış hikmetini ara-
mak için ne kadar önemli bir ilim olduğunu kestirebiliriz. Her ilim
bir hikmeti bünyesinde taşımak zorunda olduğuna göre tarih
ilmini de ister istemez bu kategoride ele alacağız ve onu sadece
vakıaların çetelesini tutmak gibi bir vazifeden yola çıkarak hikme-
te ulaşmak için kullanabileceğimiz bir hikmet aracı mesabesine
yükseltmiş olacağız.
Bir başka ifadeyle tarih ilmi, tarihçinin tarih teknisyeninden alıp
işlediği ham maddeyi ve malzemeyi tefekkür erbabına ulaştırmak
için yapılan iştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus tarihçi ve
tarih teknisyeninin iki ayrı kimlik oluşturduğu fakat iki ayrı şahsi-
yet olması icab etmediğidir.
Her ilim, erbabından sorulur. Tarih ilmi de... Öyleyse «Tarihçi
kimdir?» sorusuna cevap aramak, tarih metodolojisini yazarken
öncelikli olarak cevaplandırılması gereken bir sorun olarak karşı-
mıza çıkar. Fakat bu sorun bizi, tarihçide aranması gereken vasıf-
lar açısından birtakım yeni sorularla karşı karşıya getirir ve zaman
zaman açmazlara da sürükler.
Tarih ilminin tarihi yapılacak olsa bunu orada görmemiz icabe-
derdi.

TARİH METODOLOJİSİ-TARİH İLMİNİN İLMİ


Tarihçi tarih ilmini tedvin ederken evvelâ uymak zorunda oldu-
ğu bir usulü/metodu esas almalıdır. Tarihçi tedvin ettiği ilimle
tarihçi olma husûsîyetini kazandığına göre, tarihçiyi anlatırken
aslında tarih ilmini de anlatmış olacağız. Buna rağmen tarihçi ile
tarih ilmi arasında bir ayrım yapmak ve ikisini ayrı ayrı kaidelere
ve kanunlara sâhip unsurlar olarak ele almak zorundayız. Bu ise
tarih ilminin ilmini yapmaktan başka birşey diğildir. Tarih ilminin
198 | Saçı uzun aklı kısa
metodolojisi -kısaca tarih metodolojisi- budur.
Buraya kadar söylenenlerden anlıyoruz ki, tarih (ilmi) vakıala-
rın ardından koşmak ve onun kronolojik/zaman sıralamasına göre
bir çetelesini tutmak değildir. Tarihçiyi/Tarihi yalnızca vakıaların
çetelesini tutmakla görevli kabul etmek, bizim varlıkla aramızdaki
münasebeti kuramamamız demektir. Onu bu işle sınırlı kabul
etmek hikmetin ve hakikatin peşinde koşan insanla varlık/varoluş
arasına bir set çekmek anlamına gelecektir ve hadiselerin idrakini
namümkün kılacaktır.. Öyleyse bu alanı mutlaka genişletmek ve
onu umûmî anlamda varlıkla/varoluşla, husûsî anlamda ise kendi-
mizle kendi aramızdaki münasebeti bir bütün olarak kavramamıza
aracı olan bir ilim diye tanımlamak zarureti vardır. Bu varlığın
varlıkla, varlığın insanla ve insanın insanla münasebetini belirle-
mek demektir.
(Not: İnsan hikmeti aramak ve hikmetin gerektirdiğine göre
hareket etmek/eylem yapmak gayesini gütmek zorunda olduğuna
göre, aynı işi tarih ilmini öğrenirken de hesaba katmak zorundadır.
Çünkü hikmet insanın nutkiyetinde mevcut bir durumdur ve
eylemlerimiz/amellerimiz bu nutkiyetle bağlantılıdır. Bu konuda
İhsan Fazlıoğlunun kaynakçada verilen makalesini okuyunuz.)
Alman Tarihçi Ernst Bernheim tarihi şöyle tarif ediyor:
«Tarih ilmi, insanların zaman ve mekân çerçevesinde husule
getirdikleri tekamül hadiselerini, bunların ma’şeri (içtimai) bir
vücudun fertleri ve toplulukları sıfatıyla yaptıkları fiillerinde, bu
ma’şeri hayatta mevzu-u bahis ayrı hallerdeki rol ve ehemmiyet-
leri tayin ve tespit eden psiko-fizik amillerin teşkil ettiği illî bağlı-
lıklar çerçevesinde tecelli eylemeleri itibariyle tetkik ve tasvir
eder.» (Z. Velidi Togan, Tarihte Usûl , Sh. 7-8)
Bu tarifte sadece insanların husule getirdikleri tekamül hadise-
leri sözkonusu edilmektedir.
İnsanlardan bağımsız olarak vücuda gelen deprem gibi, yangın
ve tufan gibi felaketlerin yol açtığı tebadül-değişim hadiseleri
sözkonusu edilmemektedir. (Bu yorum tartışılabilir.)

TARİHİN SÖZLÜK VE ISTILAH


ANLAMLARIYLA BİRLİKTE TARİFİ
Tarihin sözlükte vakti belirlemek olduğunu söylemiştik. Bu
arifane tarif bize onun ıstılah anlamını da kendi içinde mündemiç
Makaleler | 199
olarak verir.
Vakti belirlemek deyince aşağıdaki soruları sormamız icabeder:
1.Neyin vaktini? Vakıanın vvarlığının tesbiti. Tarih yazımında
kaynak zarureti bu sorudan çıkar.
2.Niçin? Gaye nedir?
3.Nasıl? Vakıanın kaynağını bulma işi. Oluş ve bitiş biçimleri.
Sebepler ve sonuçlar...
4.Ne zaman? Vakıanın hangi vakitte vuku bulduğu, bu vaktin
varsa, özellikleri vs...
5.Ne ile? Takvim ihtiyacını doğuran soru...
6.Nerede? Mekânın tesbiti. Coğrafya bilgisi...
Bu sorulara verilecek cevaplardan süzülecek olan tarif tarihin
ıstılah anlamını ortaya çıkaracaktır. Tarih ilminin muhtevasında
olması gerekenler de zaten bu sorulara bulunacak olan cevaplar
olmalıdır.

TARİH YAZIMI
Her ilim yazıya dökülmek ve böylece sonraki nesillere intikal
ettirilerek kalıcı kılınmak zorundadır. Bu, tarih ilmi için de sözko-
nusudur. Tarih ilmi yazılırken ilgilendiği alanları bir usule bağla-
mak açısından önemlidir.
Muhyiddin Ebû Abdillah Muhammed b. Süleyman el-Kâfiyeci
(788-879 h./ 1386-1474 m.) bu ilmin tedvininde şu üç yöntemin
kullanılması gerektiğini söyler:
1. Tahditle takrir: Bir olayı bütün incelikleriyle araştırılıp
hakikatinin niçin, nasıl, nerede ve ne zaman sorularına cevap
olarak ortaya çıkarılması ve yazıl, nerede ve ne zaman sorularına
cevap olarak ortaya çıkarılması ve yazılması.(Belirleme)
2. Tayinle takrir: Bir olayı benzeri veye diğer olaylardan ayı-
ran özelliklerin belirlenmesi ve ne anlama geldiğinin söz (ve yazı)
ile ifade edilmesi. (Yorumlama)
3. Tevkit: Vakitlerin tayin ve tespit edilip kayda geçirilmesi.
Yani kronolojik bir sıralamanın yapılması. (Zamanlama)
Bu üç kural kullanılarak dört çeşit tarih yazımı mümkün olur:
1. Naklî veya rivayetçi tarih
2. Şe’nî veya öğretici tarih
3. Tekevvünî-genetik tarih
4. İçtimaî tarih
200 | Saçı uzun aklı kısa
İzah edelim:
1. Naklî veya Riveyetçi Tarih:
Hadiseleri hiçbir yoruma tabi tutmaksızın olduğu gibi aktar-
maktır. Rivayetçi tarih yazımında tarihçi vakıaları sistemleştir-
mek onları kronolojik bir tasnife tabi tutmak sıkıntısı çekmez.
Hadiseyi nasıl duydu, gördü veya okuduysa o şekilde sözlü veya
yazılı olarak aktarır.
Rivayetçi tarih yazımı hadiselerin bir nevi çetelesini tutmaktır
ve diğer tarih yazım kurallarına malzeme oluşturması bakımından
önemlidir. Taberi ve İbn-ül Aşir’in tarihleri, Heredot tarihi bu tür
tarih yazımına örnek teşkil ederler.
2. Şe’nî veya öğretici tarih:
Tarihçinin tarihi hadiselerden faydalı sonuçlar çıkarma gayesi-
ne uygun olarak yazılır. Hal tercümeleri, siyer kitapları, manakıp
kitapları bu gayeye matuf olarak yazılmış tarih kitapları olarak
telâkki edilebir.
3.Tekevvünî-genetik tarih:
Hadiselerin doğuş sebeplerini araştırmak, nasıl olduğunu belir-
lemek gayesini güden tarih yazım şeklidir. Tekevvünî tarih bir
bakıma bizim tarihî vakıalara yönelttiğimiz «nasıl» sorusuna
cevap aramaktır.
Neden/nasılcı tarih olarak da isimlendirilmektedir.
4. İçtimaî tarih:
Tarihî vakıaları kanunlaştırmak gayesini güden bu tarih yazım
şekli, öğretici tarih yazımının hissî taraflarını ve şahsi kanaatleri
bir tarafa bırakır, vakıaları bu gözle inceler. Burada da «niçin»
sorusuna aranan cevap sözkonusudur. Oswald Spengler’in Batının
Çöküşü isimli eseri bu türden bir tarih yazımıdır.

TARİH YAZIMINDA KAYNAKLAR


Tarihin sözlük ve ıstılah anlamını incelerken sonduğumuz birin-
ci sorunun cevabı tarih yazımında kullanılacak olan kaynakların
bulunmasını ve bilinmesini gerekli kılar. Bu kaynaklar bize vakıa-
nın geçmişte vâkî olduğunu, uydurma olmadığını gösterir.
Kaynaklar üç kategoride değerlendirilir:
1. Yazılı ve resimli kaynaklar
2. Sözlü kaynaklar
3. Bakiyeler (Überreste)
Makaleler | 201
Bu kaynaklar muvacehesinde geçmiş toplulukların hayatları
hakkında umûmî ve husûsî bilgilere ulaşabiliriz. Eski kavimlerin
günlük, şahsi hayatlarından toplumsal düzenlerine, anlayışlarına,
dillerine, tedvin ettikleri ilimlere, örf, adet, gelenek ve görenekle-
rine, dillerine, yazılarına ait ne kadar unsur varsa, bunların hepsini
bu kaynaklar aracılığıyla tesbit ederiz.
Bu kaynakları biraz daha yakından inceleyelim:
1. Yazılı ve Resimli/Görüntülü kaynaklar:
a) Kitabeler (Epigrafi-Inschriften)
b) Şecereler
c) Vakanüvislerin yazdıkları kronolojiler
d) Hal tercümeleri
e) Otobiyografiler
f) Seyahatnameler
g) Mektuplar
h) Risaleler, kitaplar
i) Resimler, çizimler, haritalar...
j) Kanunnameler, mevzuatlar ve resmi evrak, vs...
k) Mevkuteler (Gazete, dergi vs..)
l) Bilgisayarlar ve bunlarla yapılan yayınlar.
m) Filmler (TV, VCD, CD, Sinema filmleri aynı zamanda
ses kayıtlarına sâhip olduklarından sözlü kaynak olarak da kulla-
nılabilirler.)
2. Sözlü Kaynaklar:
a) Sözlü olarak aktarılan tarihi şiirler
b) Destanlar
c) Hikâyeler
d) Masallar
e) Esatirî anlatılar
f) Efsaneler
g) Menkabeler
h) Anekdotlar
i) Fıkralar vs...
Sözlü kaynaklar yazıya döküldüklerinde yazılı kaynak niteliği
de kazanırlar.
3. Bakiyeler:
Bakiyeler geçmişteki insan topluluklarından geri kalan
her türlü malzemelerdir.
202 | Saçı uzun aklı kısa
Bunlar:
a) Mimari eserleri (Evler, saraylar, çeşmeler,
ibadethaneler vs..)
c) Tablolar.
Tasvir ettikleri şeylerden dolayı birinci kategoride de
değerlendirelbilecek olan tablolar, insanların resim
sanatıyla ilgilendiklerin göstermeleri açısından birer
bakiye olarak da kıymet arzederler.
d) Kâğıt, kalem, kazma, kürek, kaldıraç, çatal, bıçak gibi
malzemeler, tarımda kullanılan aletler vs...
e) İnsan ve hayvan kalıntıları,
f) İnsan ve mekân isimleri,
g) Yazı/Kitap sanatı ile ilgili bilgiler için yazma eserler
(Aynı zamanda yazılı kaynak oluştururlar. Kitaplar
geçmiş devirlerde ciltçilik ve kağıtçılık sanatı
hakkında bilgi verirler.)
h) Kanunî vesikalar
i) Dînî ve lâ-dînî bütün kitaplar
j) Heykeller, mumyalar vs...
k) Eski paralar (Nümismatik)
l) Savaş aletleri

Bütün bu kaynakların okunması, anlaşılması, tertip, tasnif, tah-


lil edilip yorumlanması, iç ve dış tenkidlere tabi tutulması sonu-
cunda ortaya ilim haline gelmiş bir tarih eseri çıkar.
Bütün bunların yapılabilmesi için eski dönemlere ait dillerin de
bilinmesi icabeder ki, bu da yine gerekli kaynaklara ulaşmak ve
onları çözümlemek yoluyla olur.
Herşeyden önemlisi tarihçinin bu bilgiler ışığında sağlam bir
sonuca ulaşabilmesi için eserini verdiği dili çok iyi bilmesi, ken-
disinde aranan vasıflara sahip olması ve o vasıflarla iş yapabilme-
si lâzımdır. İyi tarihçi kendisinde aranan şartlara iyi riayet edendir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, amacımız tarih yazmak değil,
tarih öğrenmek olduğuna göre, bizim tarihi öğrenenler olarak dik-
kat etmemiz gereken en önemli konu tarihçinin tarih ilmini tedvin
etmede gerekli olan şartlara ne kadar haiz olup olmadığını bilmek-
tir. Bu, bizim tarihî hadiseleri değerlendirirken subjektiflikten
kurtulup objektif ve sağlıklı değerlendirmeler yapabilmemizin
Makaleler | 203
yolunu açacaktır.

TARİH YAZIM ÇEŞİTLERİ


Yukarıda incelediğimiz kaynaklar bize tarih yazımında, yani
tarihi bir ilim olarak tedvin işinde malzeme olurlar. Bu kaynakları
tek tek bilmekle henüz tarih ilmini tedvin etmiş olmayız.Tarih
ilminin tedvini için bahsi geçen malzemeleri evvelâ zamana göre
sıralamak ve tarihî hariselerdeki zamanî bütünlüğü yakalamak
gerekir. Bundan sonra yapılacak olan şey malzemenin tahlilidir ki,
bu da elimizdeki malzemenin ne derece sahih ve güvenilir olduğu-
nu araştırmak demektir. Tahlil işi aynı zamanda tarih tenkidinin
konusudur. Tarihi malzemelerin intikadı onların tahlili yoluyla
mümkün olur. (Sahte ve uydurulmuş vesikalarla doğru tarih tedvi-
ni mümkün değildir. Bunlarla ancak tarihte yapılan sahteliklerin
boyutunu öğrenebiliriz. Sahtekarlığın tarihini yazmak isteyenler
için sahte belgeler de önem arzeder. Tarihi yanıltanlar artık sahte
belge değil, sahte vakıalar üreterek -11 Eylül gibi- tarihi saptırı-
yorlar.)
Bu bütünlük elde edildikten sonra da mekâna ve konularına
göre tarihin tasnifini yapmak gerekir. Sadece zaman sıralamasına
göre tarih yazımı elbette mümkündür fakat tarih idrakini zorlaştı-
ran bir yazım şeklidir. Çünkü tarihteki vakıalar değişik dünya
görüşlerinin tezahürleri olarak vuku bulmuşlardır. Bu açıdan
bakıldığında olaylar arasındaki münasebetlerin kurulmasında zor-
luk çekilir. Bu yüzden de onu ya vuku buldukları mekânlara bağlı
olarak veya konularına göre ele almak tarihi anlamamızı kolaylaş-
tıracaktır.
Hatta biraz daha genişleterek söylemek icap ederse:
Tarihî hadiseler deyince her şeyden evvel insanla doğrudan
bağlantılı olan hadiseleri kastediyoruz. Tabii olayların bile izahı
yapılırken insanlar kendi anlayış bütünü içinde ona bir izah getir-
diklerine göre tarihi olayları bu anlayışlara göre, daha da ileri
giderek bu anlayışlar nezdinde oluşturulan dünya görüşleri ve
medeniyetleri itibara alınarak bir tarih yazımını söz konusu ede-
biliriz. Bu şekilde bir tarih yazımı bizi hadiselerin zaptı esnasında
onların ana hatlarıyla tesbit edilmesi gerekliliğiyle karşı karşıya
getirir. Aksi takdirde bütün teferruatlara girmek icap eder ki esasen
insan takatinin buna güç yetirmesi zordur.
204 | Saçı uzun aklı kısa
Bu problematiği de hesaba katarak tarih yazımını
1. Umûmî-Makro tarih yazımı,
2. Husûsî-Mikro tarih yazımı olarak sınıflandırmış, bu vesi-
leyle de tarih yazımını detaylandırma, detaylandırırken tarihin
bütününü yakalama gayreti içerisine kendimizi sokmuş oluruz.
Bu değerlendirme tarih yazımını ister istemez izafîleştirecektir.
Meselâ bir Dünya Tarihi’ne kıyasla Osmanlı Tarihi husûsî tarih
kategorisine sokulabilecektir. Umûmî Osmanlı Tarihi yazan bir
tarihçi için Osmanlılarda Askerî Sistem husûsî tarih olacaktır.
Umûmî askerlik tarihi yazan bir tarihçiye göre de Osmanlı Asker-
lik Tarihi husûsîlik arzedecektir. Dolayısıyla tarihin umûmî veya
husûsî tarih şeklinde bir tasnife tabi tutulmasının ele alınan mev-
zuların birbirleriyle olan umum-husus münasebetine göre yapıldı-
ğını akıldan çıkarmamak gerekir.
Umûmî bir tarih eserinden husûsî bir bölüm ortaya çıkarılabilir.
Yukarda verilen misâlde bunu görebiliriz. Fakat bazan husûsî bir
tarih kitabından her nekadar umûmî tarih hakkında bir izlenim
sahibi olabilirsek de bu umûmîlik o husûsînin vuku bulduğu
zaman ve mekânla sınırlı kalacaktır.
Bu durumda umûmî hakkındaki bilgimiz icmalî olacaktır ve
tafsili-umûmî bir bilgiyi elde edemeyiz. Buna misal olarak şahıs-
lar hakkında yazılan biyografileri zikredebiliriz. Biyografiler
husûsî bilgilerden oluşurlar lâkin o husûsî bilgilerin kolay anlaşıl-
ması için biyografi sahibinin yaşadığı zaman hakkında umûmî
bilgi sahibi olunmadan o husûsî bilgilerin pek bir şey ifade etme-
yeceği de bilinir.
Netice itibariyle her husus, umum olanla ihata edildiğine ve her
umum da içinde bir hususu barındırdığına göre umum-husus prob-
leminin mantıkî düzlemde ele alınmasından sonra yazılacak bir
umûmî veya husûsî tarihten elde edeceğimiz sonuçlar tarihi vakıa-
lar hakkında elde ettiğimiz bilgileri daha sağlıklı hale getirecektir.
Buraya kadar anlattıklarımızdan teorik olarak altı ayrı tarih
yazım çeşidi elde etmiş oluyoruz:
1. Zamana göre umûmî tarih
2. Mekâna göre umûmî tarih
3. Konularına göre umûmî tarih
4. Zamana göre husûsî tarih
5. Mekâna göre husûsî tarih
Makaleler | 205
6. Konularına göre husûsî tarih
Bu yazım şekillerine göre bir tarih yazım plânı çıkarmak gere-
kirse:
1. Zamana göre tarih
a. Yakın zamanın tarihi:
Günümüzden itibaren geriye doğru yaklaşık bir asırlık
zaman dilimini ele alarak yazılacak tarih. Bu tarih
dilimini makro olarak ele alıp inceleyebileceğimiz gibi,
bu zaman dilimi içerisinde cereyan etmiş bir olayı ön
plana çıkarıp onu mikro bir araştırmaya tabi tutabiliriz.
Birinci şekle yakın zamanın umûmî tarihi adını verebilir,
ikincisine de yakın zamanda vuku bulmuş bir olayın
husûsî olarihi adını verebilir, ikincisine de yakın zamanda
vuku bulmuş bir olayın husûsî olarak incelenmesi
diyebiliriz.
b. Uzak zamanın tarihi
Yukarıda kullanılan usulü buraya da uygulayabiliriz ve
umûmî-husûsî biçimde tarihi konuluları ele alıp
inceleyebiliriz. Misâl: 10. Asrın Tarihi...
2. Konularına göre tarih:
— Devletler tarihi
— Kavimler tarihi
— İlimler tarihi
• Arkeoloji,
• Tıp,
• Ekonomik bilimler,
• Politik bilimler,
• Felsefe tarihi,
• Dînî ilimlerin tek tek veya topluca tarihi,
(Sadece bu konu bile tarih yazımının boyuttlarının
hangi dereceye kadar yayılabileceği hakkında bize
bilgi verir.)
• Dil tarihi, vs...
—Olaylar Tarihi
• İhtilaller tarihi,
• Savaşlar tarihi,
• Göçler tarihi, vs...
—Şehirler tarihi
206 | Saçı uzun aklı kısa
—Meslekler tarihi
• Askerlik,
• Politika,
• Diplomasi
• Mimarlık,
• Sanat tarihi, vs...
3. Mekânlara göre tarih:
• Kıtaların ayrı ayrı tarihi
Asya kasının tarihini yazmak isteyen bir tarihçi Asya kıtasını iyi
bilmeli, orada geçen olaylar hakkında bizi malumat ve fikir sahibi
kılabilmelidir.
—Kıtaların bir birbirleriyle münasebetleri açısından ele alınıp
tarihlerinin yazılması
• Ön Asya tarihi
• Batı Avrupa tarihi
• Orta Afrika tarihi vs...
Coğrafi sınırlandırmalar ön plana çıkarılarak yapılan tarih çalış-
malarını bu kategoride sayıyoruz.
Yukarıda sıraladığımız örneklerin herbirisi ayrı ayrı veya bera-
berce hem umûmî tarih yazımının hem de husûsî tarih yazımının
konusunu teşkil edebilirler. Bu yüzden umûmî tarih ile husûsî tarih
yazımının arasındaki farkı belirleyebilmek güçleşmektedir.
Biz daha kolay anlaşılabilmesi için şöyle bir tarifi önermek
istiyozuz:
1. Husûsî tarih: Tek bir konuyla ilgilenen ve konu hakkında
detaylı bilgi veren tarih yazımıdır.
2. Umûmî tarih: Bir çok konuyu bir arada ele alıp, onları bütün
tefferruatlarıyla değil de ana hatlarıyla ele alıp inceleyen ve mevzu
hakkında topluca bilgi veren tarih çalışmalarıdır.

TARİH İLMİNİN TEDVİNİNDE GEREKLİ


YARDIMCI İLİM DALLARI
Tarih ilminin tedvini ile ilgili olarak öğrendiklerimiz, tarihçinin
bu ilmin tedvini esnasında kendisinde olması gerekli bir takım
özelliklerden bahsetmiştik. Bu özelliklerin elde edilebilmesi ve
tarihçinin bu ilmin tedvininde gerekli olan kaidelere hakkıyla ria-
yet edebilmeslmesi ve tarihçinin bu ilmin tedvininde gerekli olan
kaidelere hakkıyla riayet edebilmesi için bir takım yardımcı ilim
Makaleler | 207
dallarına bazan ana hatlarıyla bazan da teferruatlarıyla bilmesi
gereken ilimler vardır. Bu ilimler özetle şunlardır:
Evvelâ ilim adamı olma iddiasında olan herkesin bilmesi gerek-
li iki alet ilmi hakkında kesinlikle derinlikli bir bilgi sahibi olmak
kaçınılmazdır. Bunlar Dil ve Mantıktır.
Dil ve mantığa dair bilgisi olmayan hiçbir ilim adamının tahlil
ve terkibine güven olmaz.
Mantık doğru düşünmeyi, dil ise doğru düşünüleni doğru söy-
lemeyi/yazmayı öğretir.

Özellikle müslüman bir tarihçinin bilmesi gereken diğer ilimler


şunlardır:
•Din ilimleri ve onların usullerine dair bilgiler: Tefsir, hadis,
kelam, fıkıh, taasavvuf ilimleri ve bunlara ait usul ilimleri,
•Takvimiyat diyebileceğimiz Kronoloji ve Metroloji,
•Meskukat - Sikkelere dair bilgileri öğrenme usulleri,
•Arkeoloji - Uzak dönemlere ait tarihi bilgilere tetkikî olarak
ulaşmanın yollarını öğreten bir ilim dalıdır. Özellikle sanat tarihi
çalışmalarında çok sık müracaat edilmesi gerekir.
•Coğrafya (Geçmişte yaşanan olayların mekânları hakkında
bilgi için gerekli ilimler coğrafya ilmi aracılığıyla elde edilebilir.)
•Etnoğrafya - Kavimler bilgisi ve Antropoloji
•Lisaniyat - Filoloji
•İktisat ve Sosyoloji
•Diplomasi (Diplomatik bir yazışma ile belgelerin incelenme-
sinde)

Kaynakça:
1. TDV İslâm Ansiklopedisi C I; İst. 1988)
2. Geschichte; Egon Boshof, Kurt Düwell, Hans Kloft; Böhlau Verlag, Köln
Waimar Wien, 4. Auflage; 1994
3. Tarihte Usul; A.. Zeki Velidî Togan; 4. Baskı; Enderun Kitabevi; İstanbul,
1985
4. Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü; Dr. Ümid Meriç; Ötüken Yayı-
nevei; İstanbul 1975
5. Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü; Ahmet Davudoğlu, Divan -
İlmi Araştırmalar Dergisi 1999/2 Yıl: 4, Sayıayı: 7
6. Kafiyeci’de Tarih Usulü; Kasım Şulul, İnsan Yayınları, Birinci Baskı, İstan-
bul, Ocak 2003
7. Milletlerin Düzeninde İlmi Usuller; İbrahim Müteferrika; Sadeleştiren:
208 | Saçı uzun aklı kısa
Ömer Okutan; MEB, İstanbul 1990
8. İbn-i Haldun; Prof. Dr. Ahmet Arslan; Vadi Yayınları, Ankara 2002, 3.
Basım
9. Mukaddime; İbn Haldun, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları; Cilt
I-III; İstanbul 1988, 1. Baskı
10. İhsan Fazlıoğlu; Nizam-ı Âlem “insan” demektir.; Anlayış Dergisi, Ekim
2003; Sh. 90-91
11. Necip Fazıl Kısakürek; Ulu Hakan 2. Abdülhamit Han; Büyük Doğu
Yayınları, 10. Baskı; Ağustos 1999; Sh 7-9
Makaleler | 209

Üçüncü Bölüm

BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi

Söyleşi
210 | Saçı uzun aklı kısa
Makaleler | 211

BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi

Hikâyenin evvelinden başlayalım isterseniz. Nasıl başladı bu


hikâye? Hangi süreçler yaşandı? Bilinenlerin dışında bilinmesi
gereken daha başka şeyler var mı?
İsterseniz sorunuzu cevaplamadan önce bir giriş yapayım.
Almanya’daki Türklerin konumunu, onlarla ilgili bir dönemi ince-
lemek gerektiği zaman, bunu aşama aşama yapmak gerekir. Bu
aşamalardan birisi olgulardır…Daha doğrusu o dönemdeki olgu-
ların neler olduğunun tespitidir. Birtakım değerlendirmeleri
yaparken olgulardan yola çıkıyoruz elbette. O olguları tespit
etmek, problemin kaynağını bulmuş olmak demek olmadığı gibi,
o olguların sonuçlarını bilmek için yeterli de değildir. Bundan
dolayı olguların oluş sebeplerini ve o olgulardan doğacak netice-
leri hesabederek düşünmek icabeder. Sorunuzu bu bağlamda ele
almak daha doğru olur.
Türklerin Almanya’ya gönderilmeleri esasen çok boyutlu bir
hadisedir… Bunun devlet boyutu var, insan boyutu var, iktisadi
boyutu var, siyasal, felsefî boyutları var…
1960larda, ihtilâlden henüz yeni çıkmış olan bir devletin, yer-
leşmemiş düzeni, bu düzen içerisinde insanların iktisadi zorlukları
sözkonusu. Bahsettiğim iktisadi zorluklar 1923’te Türkiye Cum-
212 | Saçı uzun aklı kısa
huriyeti’nin kurulmasıyla başlayan, tabir-i caiz ise atalet dönemi-
mizle, bir türlü kalkınamama dönemimizle de ilişkilendirilebilir.
Bu dönemde insanların topluca bir sıkıntıya düşmeleri sözkonusu.
Yıllardan beri gelen bu fakirlik birikimi, sosyal çöküntü biriki-
mi vs… Bütün bunlar, karşılarına iktisadi zorluklarını halledebi-
lecek bir imkân çıktığı zaman, sadece çalışmak ve para kazanmak
imkânı çıktığı zaman, gidilecek yerin mahiyeti hakkında herhangi
bir bilgiye sâhip olma ihtiyacını doğurmuyor. Doğurmadığı için de
insanlar hiç düşünmeden, yahu ben oraya gideceğim ama, kendi
bireysel hayatım açısında neyle karşılaşacağım, sorusunu sorma-
dan, fukaralıklarının getirmiş olduğu sıkıntı, onlara böyle bir
maceraya atılmayı kolaylaştırıyor.
Türkler’in Almanya’ya gelmekte bu kadar ısrarlı olmalarının
altında sakladıkları bireysel olgu budur. Yani ortada bir yokluk
vardı, kültürel bir çözülme vardı; insanlar ne yapacaklarının far-
kında değildiler ama hiç değilse karınlarını doyurmak maksadıyla
buralara kadar gelmeyi hiç çekinmeden göze alabildiler.

Bunu nasıl göze alabildiler? Büyük bir cesaret işi olması lâzım
bunun.
Burada kişilerin kendilerine yönelik, dünyalarına ilişkin bir
kurmaca da var kafalarında. Yani diyor ki, ben kendimi kurtardı-
ğım zaman, bu bana yeter. Neticede bu fukaralık Türkiye’de her
yerde olan bir şey değil. Belli katmanlarda parası olanlar da var;
yürüyen bir düzen, işleyen bir iktisadi sistem, bir para sistemi var.
O dönemde askerin ihtilâl yapmış olması ve ihtilâlin getirmiş
olduğu zorluklar da söz konusu ama, yine de Türkiye ayakları
üzerinde duran bir ülke. Fakir de olsa, iktisadi kaynaklarını iyi
işletemese de bu var. Neticede insanların kendilerine yönelik bir
düşünceleri var. Diyor ki, ben gideyim, bir traktöre ihtiyacım var,
alıp geleyim. Çünkü bu insanlar kendi memleketlerindeki ekono-
mik durumun farkında da değiller aslında. Neden? Çünkü sizin
birşeyin iyi veya kötü olduğunu bilebilmeniz için bir ölçünüz
olması lâzım. O ölçü yok. Yani Avrupa’da herkes zengin, parası
var falan deniyor ama bu nasıl bir şeydir bilinmiyor. Çünkü o,
paralı bir komşusu varsa onu da görüyor. komşusundaki para onun
ölçüsü olabiliyor. Yani çok dar anlamda insanlar kendi pozisyon-
larını düşünerek böyle bir maceraya atılmak zorunda kaldılar ve
Makaleler | 213
kendilerine sunulan bu imkanı değerlendirmeye çalıştılar.
Bu değerlendirme onları buralara kadar sürükledi. Köyden şehi-
re inmeden, medeniyetin en yoğun olarak yaşandığı iddia edilen
bir ülkede kendilerini buldular. Herhalde biz burada yaşıyorsak
orada da yaşarız dediler. Neticede yaşadılar da…

Geliş serüvenine dönelim isterseniz... Nasıl gerçekleşti bu?


Kanunî düzenlemeler, ön anlaşmalar yapıldı mı veya daha başka
neler yapıldı? Devlet onlar için bir ön hazırlıkta bulundu mu
meselâ?
Türkiye Cumhuriyeti 1961’de bir işçi mübadelesi sözleşmesi
imzaladı denir. Böyle bir yazılı sözleşme yok aslında. 1964’te
böyle bir şifahî anlaşmanın yazıya dökülmüş şekli vardır. Ondan
önceki anlaşmaların hepsi nota değerindedir. Yani gerekli devlet
birimleri arasındaki yazışmalarla ortaya çıkmış bir şeydir. Yoksa
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1961’de işçiler buraya gelmeye
başlamadan önce bir anlaşma yaparak onları göndermiş değil. Bu
süreç aslında 1957’de başlamış olan bir süreçtir.
Bu tarihte Alman firmaları özel olarak gelip Türkiye’den işçi
alıyorlardı. Onların işlemlerini yapıp vizelerini veriyor, onlar da
Almanya’ya gidiyorlardı.
Yani devletler arasında bir anlaşma falan sözkonusu değil.
1961’de bu, nota düzeyinde halledilmeye çalışılmış, 1964’te de
bunun formaliteden bir imza merasimi yapılmıştır. Bu iş ondan
sonra resmiyet kazanmıştır. Arada üç yıl gibi bir zaman vardır ve
bu süre içerisinde de epey bir Türk işçisi Almanya’ya gitmiştir
zaten. Yani fiilî durumu resmîleştirmek için bir imza atılmıştır
aslında.
Demek ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hadiselerin nereye
varacağını zaten başından beri düşünerek ve hesaplayarak hareket
etmemiştir.
Bunu, bizi işçi olarak isteyenlerden beklemek de anlamsız bir
iştir, bana göre. Zaten o adam kendisinde çalışacak işçi arıyor ve
bulduğu zaman, eli var, ayağı var, gücü kuvveti yerinde, pazusu
var, bu benim işime yarar, deyip alıyordu. Onun bunu düşünmesi-
ne ihtiyaç yoktu.
Bugün Edirne’den alıp Kars’a gönderdiğin bir adamın bile
orada kalacak evi, yatacak yeri, ısınacak sobası var mıdır, diye
214 | Saçı uzun aklı kısa
düşünmek zorundasın. Ama Almanya’ya, yurtdışına işçi gönderi-
yorsun ve bu işi sadece nota düzeyinde yapıyorsun. Artı, bazı
şeyler sizin inisiyatifiniz olmadan gerçekleşiyor zaten. Bu Türkiye
Cumhuriyeti’nin daha başından beri yapmış olduğu bir öngörü-
süzlük demektir. Bu maalesef oldu. Bunun neticesinde de Türk
işçileri buraya gelirken buradaki sosyal haklarının elde edilmesi
için epey bir zamanın üzerinden geçmesi icap etti. Çok kötü şartlar
altında çalışmak zorunda kaldılar. Çocuk paralarının alınması için
bir sürü döğüşler, kavgalar edildi. Buradaki insanların kültürel
ihtiyaçlarının giderilmesi için hâlâ bugün sıkıntı çekiliyor. Aradan
50 yıl geçmesine rağmen, türklerin kendi kimliklerini korumak
için gerekli örgütlenmeleri henüz yoktur meselâ. Birbirinden fark-
lı örgütler vardır ve bunlar kendi aralarında, bağlı oldukları siyasî
görüşlerine göre mensuplarını bir arada tutmaya çalışırlar. Onların
tümünü temsil edecek ve alt kurumlarını sağlamlaştıracak bir
yapılanma bugün de yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti maalesef bunları düşünmedi, düşüneme-
di. Çünkü Türkiye o dönemde siyasi olarak çok kötü bir pozisyon-
daydı. Devletin zaten yerleşmemiş bir felsefesi vardı ; hatta yer-
leşmemiş demek doğru olmaz; yoktu. Türkiye Cumhuriyeti, dev-
let felsefesine malik olarak kurulmuş bir devlet değildir. Bu doğ-
rudur, yanlıştır, kabul ederiz veya etmeyiz ayrı bir meseledir, ama
maalesef benim gördüğüm kadarıyla, böyle bir muhasebesi
yapılmış devlet felsefesi olmadığı için bir takım yapay felsefeler
oluşturulmaya çalışılmıştır ki, bunlar da bugün hâlâ tutmuş değil-
dir. Henüz neşv-ü nema bulması için uğraşılan bu tür sunî devlet
felsefeleri devrinde bunları devletten beklemek doğal birşey de
değildir. Zaten beceremezdi. Beceremedi. Beceremeyince de
buradaki insanlar kendi üzerlerine düşenin ne olduğunu bilemedi-
ler. Meselâ dil öğrenemediler; çünkü günde 8 saat işe giden bir
adam, sekiz saat sonra evine gelecek, yemeğini yapacak, bulaşığı-
nı yıkayacık, çamaşırını yıkayacak, dinlenecek vesaire… Sonra
dil öğrenecek...
Biliyorsunuz buraya ilk geldiklerinde aileleriyle birlikte gelme-
diler. Tek başlarına geldiler. Ne yapacak bu adam? 8 saat çalışa-
cak, para kazanacak, çünkü 2 sene sonra geri dönecek, çamaşır,
bulaşık, dinlenme derken siz bu adamdan bir de almanca öğren-
mesini isteyeceksiniz. Bu olmaz. Olması için buna o imkânı açma-
Makaleler | 215
lısınız.

Gözlemlenen bir şey var. O da Türklerin hep kendi aralarında


öbekleşmiş olmaları. Bu onların uyumlarında engel teşkil ediyor
mu? Daha çok Almanlarla ilişki içerisinde olunamaz mıydı? Bu
vesileyle birbirlerini anlamaları, birbirlerine yakınlaşmaları daha
kolay sağlanamaz mıyıdı örneğin? Örgütlenmeler de ona göre
olmuş. Neden böyle birşeye meylettiler?
20 tane Adapazarlı Adapazarı’ndan kalkıp gelince, burada Ada-
pazarlı’yı arıyor veya 20 tane falan görüşe mensup insan Alman-
ya’ya geldiğinde kendi görüşüne uygun adam arıyor. Sağ görüş-
lüyse sağ görüşlüyü, sol görüşlüyse sol görüşlüyü arayıp buluyor.
Bunların küçük guruplar halinde bir araya gelmeleri, kendi birey-
sel varlıklarını sürdürebilmek açısından önemliydi. Ama toplum-
sal varlıklarını sürdürmek açısından bu yeterli değil. Yeterli olma-
sı mümkün değil. Sosyolojik olarak mümkün değil. Onların top-
lumsal olarak varlıklarını sürdürebilecekleri üst yapıların olması
gerekirdi. Bu da ancak onlara bu yolu gösterebilecek olanlar
tarafından kurulabilirdi. O dönemleri düşünün, daha devletçi poli-
tikalar ile yönetiliyoruz o demlerde. Bu yüzden bunu devletin
yapması gerektiğine inanılan bir devirdi o devir. Bu yüzden de
bunu devlet yapmalıydı. Sivil Toplum denilen örgütlenme biçim-
leri son 20 yılın örgütlenme biçimleridir. Ondan önce daha devlet-
çi bir mantık hâkim. Bu yüzden de insanlar toplumsal örgütlenme-
lerini devletten beklediler ama devlet bunu yapamadı. Bu açıdan
öbekler halindeki örgütlenmeler onların kişisel varlıklarını muha-
faza etme imkânını sağladı. Toplumsal örgütlenmeleri olmadığı
için de içinde yaşadıkları, toplumsal değerleri farklı, kişisel değer-
leri farklı, anlayışları farklı, yaşam biçimleri farklı, hayatı algıla-
maları farklı, dolayısıyla düşünme biçimlerinin farklı olduğunu
bildiğimiz toplum içerisinde bir yer edinmelerini ve kabul edilme-
lerini zorlaştırdı; imkânsızlaştırdı.
Oysa burada bir problem daha vardı. İçinde yaşanılan toplum,
küçük öbekler halinde de olsa, kendi içinde yaşayan insanları bil-
mek ister. Bu onun egemenlik hakkının gerektirdiği bir şeydir.
Kendi içinde olanları bilmesi gerekir. Bu çok doğal bir şey. Türki-
ye’ye birileri gelse, bunların ne yaptıklarını bilmek istemez mi
devlet? İster, doğal olarak. Dolayısıyla içinde yaşanılan toplumun
216 | Saçı uzun aklı kısa
önderleri bu gurupların bir şekilde topluma kazandırılmasının
yolunu aradılar. Ama bunu tek taraflı yaptılar. Madem siz kendini-
zi bir bütün halinde temsil ederek ortaya koyamıyorsunuz, öyleyse
biz sizi kendi bütünümüze uygun olarak, kendi istediğimiz biçim-
de içimize kabul ederiz dediler. Çatışmanın başladığı yer burasıdır.

Bu kimlik sorunu nedir? Nedir bunun altında yatan?


Kimlik sorunu şudur aslında: Herşeyden önce [Ben kimim]
sorusu felsefî derinliği olan bir sorudur. Kimlik sorununun felse-
fesini düşünmeden bu işi çözmek mümkün değildir. Bu soru
hemen peşinden kültürel değerleri, düşünsel değerleri, zihni
değerleri ve yaşam biçimlerini gündemimize taşır. En sona yaşam
biçimlerini alıyorum, çünkü düşünce biçimimiz aslında bizim
yaşam biçimimizi belirleyen şeydir. Biz nasıl yaşayacağımızı
düşündüklerimizle tespit ediyoruz veya nasıl yaşadığımız, bizim
nasıl düşündüğümüzü gösterir. Dolayısıyla kimlik bizim düşünce
tarzımızın bir ürünü olarak tezahür eden bir şeydir. Kimliği oluş-
turan unsurlar nelerdir, bunu bilmek lâzım.
Biz doğudan gelen bir milletiz. Doğudan gelen bir topluluğuz.
Doğu ve batı ayrımı ta Asurlar’dan, Sümerler’den beri var. Bu
daha sonra Büyük İskender döneminde Ege Denizi’nin sağı ve
solu olarak düşünülmüş, çünkü herkes kendini merkez alarak bu
ayrımı yapıyor. Asurlar, Sümerler de kendilerinin sağlarını ve sol-
larını doğu-batı diye tanımlamışlar. Daha sonra Roma merkezli bir
dünya algılayışı içerisinde Roma’nın hakim olduğu bölgelerin
ötesi doğu, berisi batı oldu. Doğu ve batı artık bir coğrafî farklılı-
ğın yanı sıra, bir düşünce farklılığının, bir dünya algılaması fark-
lılığının da adı olmuştur. Bu düşünce farklılığını oluşturan unsur-
lar hayat tarzlarında kendisini belli ediyor. Tersinden okursak
hayat tarzlarımızdaki farklılıklardan düşünmemizin de farklı
olduğunu anlıyoruz. Genelde doğu ve batı medeniyetleri, özelde
Avrupa diye işaretlediğimiz batı medeniyeti ile Türkiye’nin de
içinde yer aldığı islâm medeniyeti, birbiriyle zaman zaman kesi-
şen, ama esasta ayrışan ve birbirine zıtlaşan iki düşünce alanı
demektir. Bunu biliyoruz zaten. Eğer bir benzerlik varsa bu ben-
zerlik onların birbirlerine zıt oluşlarında aranmalıdır. Zıtlar birbir-
lerine zıtlıklarıyla benzerler çünkü. O buna zıttır, bu ona zıttır.
Benzeşen yanları işte bu zıtlıklarıdır. Ama neticede bunlar birbir-
Makaleler | 217
lerine zıttırlar. Zıtlıkta benzeyiş diye çerçeveleyebiliriz bunu.
Bir örnekle izah etmeye çalışayım: A meselesinde benim A
hakkındaki değerlendirmem ile onun A hakkındaki değerlendir-
mesi, her ikimiz de A meselesini konuşuyor olmamıza rağmen
farklıdır. Bu kadın meselesinde kendini gösterir, eğitimde kendini
gösterir; erkekte kendisini pek fazla göstermez. Göstermemesinin
sebebi, aslında batının –bu ifademe belki çoğu kimse karşı çıkacak
ama– aslında erkek egemen bir toplum olmasından kaynaklanır.
Bizde bu farklıdır, bilinmez. Bizde derken, bizim şu andaki fiili
hayat tarzımızda değil; bizim zihin dünyamızın kaynaklarında bu
böyledir. Yani medeniyetimizi oluşturan düşünce dinamıklerinde
bu böyledir. Uzun bir mevzudur ve işin felsefî derinliklerine dal-
mak gerekir.
İşte bu iki dünyanın birbiriyle karşılaşması, onların birbiriyle
örtüşmediğinin de ortaya çıkması anlamına geliyor. Örtüşmeyince
ve insanlar kimliklerini birbiriyle örtüşmeyen bu unsurlar üzerin-
den aramaya ve anlamaya kalkınca, bulamıyor, anlayamıyor.
Fakat kimliği muhafaza etmek dediğimiz şey, senin doğudan kal-
kıp batıya gelmiş olman sözkonusu olsa, eğer sen kendi kültürünü
bir coğrafi özellikle sınırlamıyorsan, onu bütün bir düşünce dün-
yası olarak algılıyorsan, yani hakikatle senin arandaki ilişkinin
kurulma biçimi olarak değerlendiriyorsan, o zaman, ister doğuda
yaşa, istersen batıda yaşa, sâhip olduğun kültürün devam ettirilme-
sini sağlamış olman, kimliğin muhafaza edilmiş olduğu anlamına
gelir. Kimlik böyle muhafaza edilebilirdi. Bu açıdan önemli bir
sorundur, çünkü insanlar ancak kendi kültürlerinin farkına vardık-
ları müddetçe hayatlarını anlamlı kılabileceklerdir. Yoksa bir kim-
liği bir başka kimlikle değiştirmek, zaman içerisinde o kültür
mensuplarının kaybolmasına sebeb olur.
Yeni bir kimlik oluşturmak öyle bir asırda, iki asırda olacak bir
şey değil.

Bu kimliği koruma mücadelesi bir refleks işi mi, yoksa bir hesap
kitap işi mi?
Biz kimliğimizi korumak için herhangi bir hesap-kitap peşinde
değiliz. Zaman zaman bu işin hesabının yapıldığı söyleniyor ama
bunlar daha ziyade sosyolojik tespitlerden ibaret kalıyor. Dolayı-
sıyla reflekslerle kimliğimizi korumaya çalışıyoruz.
218 | Saçı uzun aklı kısa
Oysa sosyolojik tespitler felsefî olarak değerlendirilmeye tabi
tutulmak zorunda olan şeylerdir. Yani işin felsefesini yapmak
gerekir. Neden, niçin, nasıl, neyi, ne zaman, ne ile, kim ile sorula-
rını analitik bir yöntemle cevaplayarak ve bu soruları cevaplaya-
cak insanları arayıp bularak, eğer yetişmiş insan yoksa, önce
onları yetiştirerek yapılması icabeder. Türk toplumu burada bu
soruları cevaplayacak elit kadrosu olan bir topluluk değildir. Bu
yüzden de kimlik muhafazası genellikle refleksler biçiminde olur.
Bir de karşıdan gelen ve anlaşılmayan, [bu bana saldırıyor] hissi-
ni veren tavırlar karşısında gard almaktan ibarettir. Birisi size biraz
sert bir yumruk atsa gardınız dağılacak durumdadır yahut geliştir-
diğiniz refleks günü geldiğinde çalışmaz bir vaziyete gelecektir ve
refleksini felsefesiyle işleten kim ise, o kazanacaktır.

O zaman korkulan şey olur mu? Değerlerimizi, dolayısıyla kül-


türümüzü ve kimliğimizi mi kaybederiz?
Birincisi Türk kültürel değerleri dediğimiz şeyi açmak lâzım.
Başta hatırlarsanız olgular dedim. Türk kültür değerleri dediğimiz
şeyi şu anda sâhip olduğumuz olgulardan hareketle değerlendire-
cek olursak, bundan birşey çıkmaz. Hâl-i hâzırda sâhip olduğu-
muz değerleri baştan sorgulamak ve yargılamak lâzım.
Şu ân –Türkiye’yi ele alalım meselâ– herkesin üzerinde ittifak
ettiği bir zihinsel ve kültürel yozlaşma var. Herkesin derken bu işle
uğraşanları kastediyorum. Yoksa sokaktaki vatandaştan görüş
beyan etmesi beklenmez. Bu onun için bir yüktür, ona sıkıntı verir.
Bu işle ilgilenen kim varsa, onların bu sorulara vereceği felsefî
cevaplar neticesinde çözülebilecek bir şeydir. Şimdi bu bağlamda
baktığımız zaman Türkiye’nin sâhip olduğu kültür olgularının
sağlıklı kültür olguları olduğunu söylemek çok zordur. Hatta
doğru değildir. Bir defa iki asırdan beri kendisiyle kültür alışveri-
şinde bulunduğumuz bir başka medeniyetle karşı karşıyayız.
Kutuplaşmalar olmuş. Bir taraf kendi kültürünü muhafaza etmek
isterken, diğer tarafta, hayır öyle değil böyle olsun diyen, batı
kültürüne endeksli, ama onu anlamaktan çok uzak, buna rağmen
batı kültürünü standart kabul eden ve yıllarca devlete egemen
olmuş bir anlayış vardır ki, halkın arasında da belli katmanlarda
revaç bulmuş bir anlayıştır. Bu ikisi arasında süren kavgalar var-
dır. Sonuçta Türkçülük, İslâmcılık, Batıcılık tartışmalarının başla-
Makaleler | 219
dığı döneme kadar giden bir meseledir bu. Kısacası Türk Kültürü
dediğimiz şeyi bugünkü olgulara bakarak tesbit etmemiz mümkün
değildir. O zaman bize kalan tek şans, geriye dönüp, sağlıklı hayat
dönemlerimizde, zihin dünyamızın sağlıklı işlediği devirlerde biz
hangi değerlerin, ilkelerin sahibi idik; onlara bakmak icabeder. O
ilkeler yaşandıkları dönemde işletilen ilkelerdi, kitabîleşmiş ve
dolayısıyla zihinlerde yer edinmiş ilkelerdi. Zihinlerde yer edin-
miş ilkeler oldukları için de hayata aktarılabiliyorlardı. Yani insan-
lar ân üzerinden istikbali kurarken maziyi gözden çıkarmıyorlardı.
Bizim yapmamız icap eden de budur.
Türk kültürü bu bağlamda ele alındığında batı kültürüyle bir
takım kesişme noktaları olan ama esasen asla birbiriyle örtüşme-
yen bir dünyadır. Birbiriyle kesişen ve ayrışan noktaları belirle-
mek lâzım.Meselâ herkes yemek yer, doğulu da yer, batılı da yer,
ama doğuda yemek yeme tarzı, mantığı ile batıda yeme tarzı ve
mantığı ayrıdır. Kesişti ve ayrıştı. Herkes cinsel ihtiyacını giderir.
Ama doğuda öyle giderir, batıda böyle giderir. Birisi ona kendine
göre ahlâkî bir tavır kazandırır, öteki daha farklı bir ahlâk ile bunu
yapar.Cinsel ihtiyaçları gidermek bir kesişme noktasıdır. Ama onu
şöyle veya böyle kaidelere bağlayarak yapmaları çatışma veya
ayrışma noktalarıdır. Birincisi bu. İkincisi bizim batı medeniyetine
ve onun anlayışına coğrafî olarak yakın olmamız da bu iki kültü-
rün birbirleriyle olan geçişme noktalarının oluşmasını sağlamıştır.
Doğu ve batı probleminin bizde çözülmemiş olmasının arkasında
bu yakınlaşmanın sonuçlanmamış olması da vardır. Aradaki sını-
rın belki kesin çizgilerle belirlenmemiş olması vardır. Bu girişken-
liğin sınırı tam belirlenemediği için insanların zihinlerindeki
karışıklık devam ediyor. Fakat işin ilginç yanı batı böyle bir sıkın-
tı çekmiyor. O kendi zihin dünyası içerisinde yaşamaktan mem-
nun ve mutludur. Belki bizde batıya meylin sebebi bu memnuniyet
ve mutluluğun hâl-i hazırda bizde olmamasıdır. Sorun bizim iki
dünya arasındaki farkı kavrayamamış olmamızdan ve kendimize
gereksiz bir girişkenlik alanı açmamızdan kaynaklanıyor. Yani biz
kendi kimliğimizi kendinden zuhur ile belirlemek ve muhafaza
etmeye çalışmak yerine onu öykünmeci bir mantıkla başka kim-
liklerle değiştirmeye kalkışıyoruz ve böylesine tehlikeli ve kaygan
alanlar doğuruyoruz. Aslında bu gerekli olmayan bir arayış biçmi-
dir ve bu arayış insanları halledilmesi mümkün olmayan sıkıntıla-
220 | Saçı uzun aklı kısa
ra sokmaktadır.
Şimdi bu birleşme noktalarından ayrı olarak birbiriyle temelde
hiç örtüşmeyen iki medeniyetin kültürlerini birbirlerine karıştır-
mak demek, yeni bir şey ortaya çıkarmak demektir. Fakat bunu
batılı istemez. Bizim istememiz lâzım mıdır? Hayır; bizim de
istememiz gerekmez. Neden? Çünkü ben hakikatle aramdaki
münasebeti sâhip olduğum bu değerler üzerinden kuruyorum ve
onun doğru olduğunu düşünüyorum. Onun doğru olduğundan
şüphelendiğim zaman benim kültürel değerimin varlığından bah-
setmem mümkün olmaz; dolayısıyla kimliğimden bahsedemem.
Ben bir şeyim, diyemem. O zaman problemin çıkmasının sebeple-
rini başka yerlerde aramak lâzım gelir. Nasıl arayacağım ki?
Dağılmış bir kültür anlayışı var, dağılmış bir medeniyet anlayışı
var; olmaz. Dolayısıyla bizim, biraz önce bahsettiğim zihin-
sel-kültürel olgular bağlamında buradaki kültürle çatışmamız
kaçınılmazdır. Şu anda yaşanan da bu çatışmadır.

Peki bireysel dostluklar kurulamaz mı? En azından bu yolla bir


anlaşma, yakınlaşma zemini aranamaz mı?
Aranamaz ve kurulamaz. Kurulamaması da gayet normaldir.
Bireysel dostluklar bireysel alışkınlıkların devreye girmesiyle
oluyor. Size bir misal vereyim. Diyelim benim bir Alman arkada-
şım var, beni evine davet ediyor. Kabul edip gidiyorum evine ve
oturuyorum. İyi de bir Alman, kızının veya oğlunun yanında rahat-
lıkla çırılçıplak giyinip soyunmakta bir beis görmüyor. Ben ne
yapacağım? Nasıl davranacağım bu durum karşısında? Havuza
gidiyorsun meselâ, Alman hiç çekinmeden çırılçıplak soyunup
giyinebiliyor. Ben aynı havuza Almanla beraber nasıl girip yüze-
bileceğim? Oğlumu, kızımı oraya nasıl gönderebileceğim? Bana
göre tam bir edepsizlik olan bu hâl onun için hiç bir sorun teşkil
etmiyor. Ahlâk anlayışındaki bu farklılıklar bireysel dostlukların
kurulmasında tam bir engel. Ahlâk anlayışımı mı terkedeyim?
Neden? O kendi anlayışını terketsin. Benim yanımda benim
değerlerime saygılı olsun. Esas olan giyinmek ise ben onun yanın-
da soyunmadığım müddetçe ona saygısızlık etmem, çünkü onun
değerlerini yıkacak, ona ters gelebilecek bir şey yapmıyorum.
Ama o benim değerlerime ters gelecek bir şekilde rahatça hareket
edebiliyor, yani benim değerlerime bir kuruşluk saygı göstermi-
Makaleler | 221
yor; göstermeyi aklından bile geçirmiyor.
Veya Alman benim evime geliyor. Kendi hanımıyla istediği gibi
şakalaşabiliyor. Öpüşebiliyor meselâ. Ben bunu yapmıyorum ve
yapmayı da doğru bulmuyorum. Aynı şeyi benim evimde yapma-
ya kalkarsa ne olacak? Ben zaten kendi evimde yapmadığım bir işi
onun evinde de yapmam. Yapmamam benim onun ahlâk anlayışı-
na bir zarar vermez. Ama onun yapması benim ahlâkî değerlerimi
hiçe saymak anlamına gelmez mi? Bunun gibi daha bir sürü misâl
bulunabilir. Temizlik anlayışı farklı, konuşacağınız mevzular fark-
lı, alış veriş mantığınız farklı, gezmeniz farklı, eğlenmeniz farklı
vesaire.
Ben taksi ile biryere gidip gelirken gidiş parasını kendisi öde-
diyse, geliş parasını karısına ödettiren insanlar gördüm. Arkadaşı-
na bir bardak bira ısmarladığı zaman, şarabı ona ısmarlatan adam-
lar gördüm. 10 Avro’luk yemek parasının beş kişinin kendi arala-
rında taksim edip ödediğini herkes biliyor. Böyle davranmak onlar
için normal olabilir ama bize uymaz. Bizi bozar bunlar. Bizim
insanlık, dostluk, arkadaşlık, kardeşlik anlayışımız bunları kabul
etmez. Benden bunu bırakmamı da kimse isteyemez.
Birbirinizle konuşacak ortak değerleriniz yok. Konuşulacak
ortak bir meseleniz varsa bile bu onun değerleri üzerinden mi
yapılacak, benim değerlerim üzerinden mi yapılacak?
Yoksa Doğu-Batı sentezini mi gerçekleştireceğiz? Bizde bir
Türk–İslâm sentezi yapmaya kalkıştılar, o bile tutmadı. Bu tutar
mı? Bu gerçekleşirse nasıl birşey olur? Hakikati ararken birisi bu
tarafa gidiyor diğeri öbür tarafa. Üçüncü bir taraf bulmak o kadar
kolay mı? O zaman herkes, kendi kültür ve anlayışını reddetmek
zorunda kalmaz mı? Kalınca her iki taraf ta sıkıntıya düşmez mi?
Bu sıkıntıya katlanmaya ihtiyaç var mı? Böyle bir ihtiyacı doğur-
maya kalkmak ne kadar doğal bir şey olur? Herşeyden önemlisi,
insanlık tarihinde bunun bir örneği var mı, ki oraya bakıp yapsak?
Bir sürü soru. Bu, bizi kurulmuş medeniyetlerin inkârına, yok
edilmesine, insanlığı –batı ağzıyla konuşayım– taş devrine dön-
meye zorlamaz mı? Bunlar düşünülebilir ihtimallerdir ama insan-
lığı çok zor durumda bırakabilecek olan durumlardır da aynı
zamanda. Hem ihtiyaç yoktur, hem de halledilmesi kolay işlerden
değildir. Dolayısıyla bireysel dostluklar üzerinden bu işi halletmek
te mümkün değildir. Ancak nötr ortamlarda, dış şartların gerekli
222 | Saçı uzun aklı kısa
kıldığı kadarıyla, belli bir mesafe korunarak dostluklar inşa etmek
mümkündür ve yapılmalıdır. Aksi takdirde bütün kesişme ve bir-
leşme noktalarını iptal etmiş oluruz ki, bu da doğru değildir. Türk-
ler bunu zaten yapıyorlar ve çok güzel dostluklar da kuruyorlar.
Ama aradan mesafe kaldırıldığında durum hemen farklılaşıyor.
Değişik sonuçlar ortaya çıkıyor.
Ben 1977’den beri Almanya’da yaşıyorum. 11 Eylül’den önce
bir Alman arkadaşım vardı. Yegâne Alman arkadaşım... Bir de
onun kız arkadaşı… Beraber aylık bir gazete çıkarıyoruz. Onlar
Almancasını yapıyor, ben de Türkçe editörüyüm. 11 Eylül oldu,
beni 12 Eylül’de sabah telefonla aradı, ne düşündüğümu sordu.
Dedim ki ona, karar vermekte acele etmeyin. Olayın arkasındaki
sebeblerin tam olarak açığa çıkmasını bekleyelim, ondan sonra bir
karar veririz. Bu çok büyük bir olay, hemen bir karar vermek
doğru olmaz. İşin çapına bakınca bunu düşünebilirsin falan dedim.
Bana verdiği cevap şu oldu: İçimden, dışarıya çıkıp ne kadar
yabancı dükkânı varsa yakasım, taşlayasım geliyor. Demek ki
daha bana telefon etmeden kafasında kurmuş. Onların tabiriyle
[Kara Kafalı] insanların tümü bu işi yapabilecek zihniyette ona
göre. Benimle irtibatı kesti ve o gün bu gündür bir alman arkada-
şım bile yok artık. Benim arkadaşımda bu şekilde tezahür eden ilk
tepki sonra nerelere kadar uzundı, biliyorsunuz. Topyekün islâm
düşmanlığına. Bu düşmanlık ta Türk kavramı üzerinden yapıldı.
İşte en son katliamlar ve birtakım göstermelik, sahte gözyaşları...

Bütün bunlara rağmen bir uyumdan söz edebilir misiniz?


Uyum sağlamak ne demek? Onu izah etsinler uyalım. Uyumun
izahı yok, yapamıyorlar.

Sizin düşüncenize göre uyum veya entegrasyon konusunda hiç


hatalı olduğunuz yerler yok mu? Bizde de gerçekten şu yanlışlar
var dediğiniz bir şey var mı?
Bizim de hatalı olduğumuz yerler elbette var. Kültürel dejene-
rasyonumuzun bizde yol açtığı bir davranış bozukluğu var herşey-
den önce. Biz bu topluma davranış bozukluklarımızı yansıttık.
Kendi kültür değerlerimizi doğru davranışlar halinde yansıtabil-
seydik herhangi bir problem olmayabilirdi. Bizi anlayabilirler ve
belki o zaman bizim değer yargılarımıza daha fazla itibar edip,
Makaleler | 223
bizimle olan ilişkilerinde bunlara dikkat edebilirlerdi. Alman top-
lumu nihayetinde derin felsefesi olan bir toplumdur. Düşünmeyi
bilir. Kültürü yozlaşmış, refleksleri zayıflamış, iktisadi gücü kal-
mamış insanları köyünden, mahallesinden alıp buraya gönderiyor-
sunuz. Adam köyünde nasıl davranıyorsa burada da öyle hareket
ediyor. Köyünde yaptığı o hareket belki çok doğal. Çevre ve top-
lum şartlarına uygun. Herkes birbirinin dilinden şu veya bu şekil-
de anlıyor ve anlaşabiliyor. Ama şehre geldiğinde nasıl davranaca-
ğını bilmeyen insanlar başka bir medeniyetin tam ortasına gelince
ne yapabilirler ki?
Bunu onları suçlamak veya küçümsemek için söylemiyorum.
Suç, onları bulundukları yerlerden alıp trenlere doldurarak bir
meçhule gönderenlerin. Sadace onların değil, bu insanları kendi
ülkelerine çağıranların da suçu var. Bu tür sorunların çıkabileceği-
ni en az bizim başımızdakiler kadar onların da düşünmesi, hesa-
betmesi gerekiyordu.
Neticede kendi içlerine tanımadıkları birilerini davet ettiler.
Ama kimse suçu kendinde görmüyor; olan arada kalan bizim
insanımıza oluyor. Ezilen, itilip kakılan ve sıkıntı çeken, hakarete
uğrayan, istismar edilen hep onlar oluyor. Üç nesildir bu böyle
devam ediyor. Sıra dördüncü nesle geldi. Bakalım onların başına
neler gelecek, göreceğiz.

Peki avrupalılar kültürel olarak kendine benzeyen toplulukları


daha mı kolay kabul ediyorlar aralarına?
Bu galiba insanın fıtratında olan bir şey. Bu fıtrî hâl topluma bir
şekilde yansıyor. Dolayısıyla bir Alman’ın bir Fransız’la veya
İtalyan’la anlaşması daha kolaydır. Bu toplumların kültürlerini
incelediğimizde yukarıda aynı çatı altında buluştuklarını görüyo-
ruz. Herkes ayrı ayrı odalarda yaşıyor ama hepsi aynı evin içinde.
Ama iki ayrı çatı altından gelen insanların birbirleriyle biraraya
geldikleri zaman karşı karşıya kalacakları sıkıntıyı düşünün. Evi
evime benzemiyor, odası odama benzemiyor. Yemek yiyor ama
benim gibi yemiyor. Benim gibi içmiyor. Benim gibi düşünmüyor.
Dikkat edin, hep BENİM GİBİ, BENİM GİBİ diyorum. İster
istemez kendisi gibi olanlara daha fazla yakınlık duyuyor doğal
olarak. Demek ki, bu, insanın fıtratında olan bir şey.
Burada Avrupa medeniyetiyle ilgili önemli bir problem daha
224 | Saçı uzun aklı kısa
var. Avrupalı tarih boyunca kendisi gibi düşünmeyen ve yaşama-
yan insana hep şek ve şüphe ile bakmıştır. Oryantalizm dediğimiz
şey tam da bu şek ve şüphe ile bakmanın tezahürü olarak doğmuş-
tur. Kendisi ile başkası arasına hemen mesafe koyar ve o mesafeyi
çiğnetmek istemez. Kavramlarını bunun üzerine inşa eder. Meselâ
bizim «Misafir» diye tercüme ettiğimiz GAST kelimesi Almanca-
da kendisine mesafeli durulacak kişi anlamına geliyor. Kelimenin
etimolojik anlamı bu. Daha dil kurma aşamasında bu kelimenin
manasına uygun bir yaklaşım sözkonusudur. Peki misafir kelime-
sinin anlamı ne? Sefere çıkmış, yolculuğa çıkmış olan demek.
Bunun karşılığı nedir? Aman, bu belki yorgundur, açtır, yoldan
gelmiştir, dinlenmek ister ve saire… Oysa Gast kelimesinin içinde
bu anlam yoktur, karşılığı da bizdeki gibi değildir. Şimdi bu iki
anlayışı bir araya nasıl getireceksiniz?
Gast kelimesini olumsuzlayarak anlatmış oldum. Gast kelime-
sinden bunu anlayabilirler. Bizde de olumsuz anlama gelen, farklı
bağlamları olan başka kavramlar vardır. Herkes kendi hayatının
akışını bu anlamlara uygun olarak tanzim etmiş bir biçimde. Bunu
terketmesini ondan isteme hakkımız var mı? Yok. Peki onun biz-
den bizimkini terketmemizi isteme hakkı var mı? O da yok. Peki,
o zaman ne olacak? Bunun bir orta yolu var mıdır? Bunu filozof-
lar, fikir adamları düşünecek. Sokaktaki adam da kendi bildiği gibi
yaşamaya devam edecek.
Politikacılar bu işin üstesinden gelemeyeceklerini çoktan belli
ettiler. Sosyologlar zaten bu işi çözemez, zira onların işi sadece
olguları tespit etmek o kadar. Onların işi, aa bu da varmış, şu da
varmış, demek. Benim biraz önce yaptığım tesbit gibi. Öğretmen-
ler için çocuklar okulda mesaî saatini tamamlamanın aracıdırlar.
Hiçbir ahlâk kaygısı taşımazlar. Kanunların kendilerine yüklediği-
ni yerine getirmekle etik davrandıklarını düşünürler, işleri biter.
Psikologlar ne yapar? Sosyoloğun toplumsal alanda yaptığı
tespiti o, bireysel bazda yapar. Psikolog, yani ruhu bilen adam, ruh
söz konusu olduğunda ahlâkın derhâl devreye girdiğini ne kadar
bilir? Bana sorsalar, ben şöyle yapın derim, çıkarım işin içinden.
Bunu kendi bağlısı olduğum dünya görüşüne göre yaparım. Bu da
bir çözüm olmaz.
Bu durumun anlattığınızdan daha derin bir sebebi olmalı!
Doğru söylüyorsunuz. Bunu da iyi okuyabilmek lâzım. Bu var-
Makaleler | 225
dır, çok aşikardır da… Fakat iyi bakmasını bilmek lâzım. Bu şu
demek: Onların kendinden olmayan, bugünlerde [öteki] diye ifade
edilen toplumlara bakışındaki felsefeyi bilmek lâzım. Bu Hegel’in
Köle-Efendi diyalektiğine kadar uzanan bir şeydir. Sokaktaki batı-
lı vatandaşın, yanındaki bir doğuluya, ben senden biraz daha iler-
deyim, ben senden farklıyım, ben daha medenîyim gözüyle bak-
ması ki, bu bizim burada günlük hayatımızda çok sık olarak karşı-
laştığımız bir olaydır, biz medenîyiz, siz değilsiniz diyen yüzlerce
insan bilirim ben. Bunun en son örneği Sarrazin’dir meselâ..
Kitabı satış rekorları kırdı. Yani toplumsal bir kabul gördü söyle-
dikleri. Neden söylüyor bunu? Çünkü medenî olmak ona göre
ancak kendi ölçülerine uygun bir hayat tarzının sahibi olmak,
kendisi gibi yaşamak demektir. Ona uygun bir hayat sürmüyorsa-
nız, medenî değilsiniz.
Oysa medenî olmak, civilize olmak, şehir hayatıyla, düşünce
hayatıyla, köy yaşantısıyla, hayatta karşılaştığımız her türlü şeyle
bağlantılı olarak yaşamak demek. Medenî insan, kendi hayat anla-
yışına uygun biçimde yaşayan insandır. Bu anlamda medenîlik bir
üstünlük vasfı değildir. Beğenirsin beğenmezsin, ben kendi hayat
anlayışıma uygun yaşıyorsam, medenî olmanın hiç değilse asgari
şartını yerine getiriyorum demektir. Eğer o, böyle nötr bir tarif
yapabilse ve medenî olmayı kendi inhisarına almasa, işin en
önemli kısmını çözmüş olacak.
İkinci kısmı nedir? Bu nötr tarifi herkesin kendi üzerinde nasıl
uyguladığına bakmak gerekir. Bu da karşıdakinin dünya görüşü-
nün bilinmesiyle alâkalıdır. Her dünya görüşünün –batılının diliy-
le söyleyelim– kendi kozmolojisi, yani âlem tasavvuru, bir onto-
lojisi, yani varlık ve varoluş tasavvuru ve bir epistemolojisi, bilgi
edinme yöntemi vardır. Ben sâhip olduğum bilgilenme yöntemim
ile varlık ve âlem hakkında bir tasavvur sahibi olurum ve bu tasav-
vurun hayatıma egemen olmasını isterim, ona göre yaşamayı ter-
cih ederim. Bunu düşünmediğin, bilmediğin ve hesaba katmadığın
vakit kendini standart olarak kabul edersin. Bu, batıda, sokaktaki
vatandaşta da böyle, politik mekânizmalarda da böyle, hayatta
karşılaşılan ne kadar alan varsa oralarda da öyledir.
Bu düşüncenin kaynağı, Hegelin [Köle-Efendi] diyalektiğinin
hâlâ yürürlükte olan bir anlayış olmasıdır. Yani bu anlayışı sistem-
leştiren Hegeldir. Nedir bu anlayış? Toplumların kendi öz bilinç-
226 | Saçı uzun aklı kısa
lerini sağlayabilmeleri için, o özbilincin karşısında bir başka öz
bilinç bulunmalıdır ve bu özbilinç öylesine bulunmalıdır ki, yok
edilmemelidir; yok edilirse ben kendi öz bilincimin farkına vara-
mam, öyleyse ötekini, yani karşımdakini kendi öz bilinci içinde
bırakmalıyım, onu yok etmemeliyim ama esas ben olduğum için
ona ben egemen olmalıyım, anlıyışıdır. Batıda işleyen aslında bu
mantıktır. Dolayısıyla bir avrupalının bir doğuluya, şimdilerde bir
Müslümana, [biz sizden ileriyiz, biz sizi döveriz] mantığı ile bak-
ması, bahsetttiğim bu [Köle-Efendi] mantığına dayanan bir şeydir.
Bugünkü batı kaynaklı savaşların arkasında da bu mantık vardır.
Günümüzde yapılan savaşlara bakarsanız, topyekün yok etme
mantığı yoktur. Güçsüz bırakma, sindirme, ezme ve o ülkelerin
bütün imkânlarını kendine göre ayarlayarak kullanma biçiminde
gerçekleşmektedir. Bu, [Köle-Efendi] mantığının tam bir biçimde
uygulanmasıdır. Bunun sıradan bir batılı vatandaş nezdindeki yan-
sıması da kendi bilgilenme seviyesine uygun bir şekilde oluyor.
Onun için Türkiye’den gelen bir adama, hâlâ kaç tane deven var,
senin de dört karın var mı, diye sorabiliyor adam. Bu kadar banal,
bu kadar itici, bu kadar sevimsiz olabiliyor ve bunun farkına var-
mıyor. Nasıl varacak ki? Toplumun kurucuları böyle, filozofları
böyle, siyasetçileri böyle, tüccarları böyle, –toptancı olacağım–
hepsi böyle maalesef. İstisnası olabilir, ayrı mesele…

Peki asimile mi oluyoruz? Nereye doğru bir gidiş var sizce?


Bu asimilasyon dedikleri biraz da kendiliğinden gerçekleşecek
bu gidişle.
Ortada bize ilişkin böyle reflekslerle hareket etme, kurumsalla-
şamama, Türk toplumunun ana fikrini, mensuplarına yayamama
varolduğu ve devam ettiği müddetçe kendiliğinden olacak olan
budur.
İçinde yaşadığımız toplum baskın bir toplum. Başkalarının
değerlerini öyle pek fazla bilen ve bilmek isteyen, bilse bile itiba-
ra alan bir toplum değil. Bunu onlardan beklemek pek o kadar
doğru da değil. Sen geldiysen eğer, kendini de takdim edebilmeyi
bilmelisin. Bilmiyorsan, senin sorunun. Dağdan gelip bağdakini
kovmanın da bir anlamı yok. İster istemez, Türkiye’den gelen
adam geldiği yerin insanı nezdinde, onun değerlerine bağlılığı
oranında az veya çok kabul görecek. Az bağlıysa az, çok bağlıysa
Makaleler | 227
çok kabul görecek. Hiç bir ilgisi yoksa, hiç kabul görmeyecek.
Kendi tabiatına uygun olanı yapacak. Sen kenidini takdim edemi-
yorsun, zira sende bir şey yok, öbürü baskın durumda, öyleyse
ister istemez bugün olmazsa yarın, yavaş yavaş ona doğru evrile-
ceksin ve birden bire asimile olduğunu anlayacaksın. O zaman da
iş işten geçmiş olacak.
Bunun izleri yer yer görülüyor maalesef. Bunların başında asi-
milasyon, entegrasyon falan gibi derdi olmayan, zihnen zaten
söyleşimizin başında bahsettiğim, Türkiye’deki kültür çatlamasın-
da kendini şu veya bu şekilde buraya yakın gören, şu veya bu
sebeple o şekilde zihnini yönlendirmiş olan insanlar geliyor. Onlar
da esasen bizim insanımız ve bu konularda aydınlatılması gereki-
yor onların. İkincisi, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde –çoğ zaman
bilinçsiz olarak– kendi kültürüm dediği şeyi muhafaza etmek
isteyenler var ki, bunlara baktığımızda bunların da kendilerini
asimile olmaktan koruyacak hiç bir önlemleri yok. Kupkuru, içi
boş söylemler üzerinden kendilerini muhafaza edebileceklerini
zannediyorlar. Bunlar genelde muhafazakar–dindar diye kendile-
rini isimlendirenlerdir. Kendi toplumlarının tümüne hitabedebile-
cek bir örgütlenmeleri yoktur meselâ. Bunun en son örneği olarak
Müslümanlar –daha doğrusu mezhep mensupları, sünnîler, daha
sonra bunlara alevî örgütlenmeleri de eklenmiştir– kendi araların-
da örgütlenemedikleri için, almanlar tarafından örgütlenmeye
çalışılmışlardır. Almanya İslâm Konferansı şimdi onları örgütle-
meye çalışıyor. Yani sonuçta kendi yapmaları gereken bir işi
hâkim kültürün mensupları, kendi istidikleri biçimde örgütleye-
rek, onları da kendi bünyelerine, yer yer müslümanların söylemle-
rini kullanarak ama kendi anlayışlarını işleterek dahil etmeye
çalışıyorlar. Alevîler bu birliktliği kısmen sağlamış gibi gözükü-
yorlar ama onların alevîlikleri esasa ilişkin olmaktan çok, folklorik
olma özelliğine sâhip olduğundan, hâkim kültür tarafından daha
fazla kabul görüyor. Sünnîler ise kendi politik ve sosyal mensubi-
yetlerine uygun olarak geliştirdikleri anlaşıylarını aşıp kendilerine
geniş anlamda bir düşünce alanı açamadıkları için bir bütünlük
oluşturamıyorlar. Bu işi onlar için Alman deveti yapmaya kalkı-
yor. Güler misin, ağlar mısın. Tam bir garabettir ortaya çıkan.
Bunun sonucu olarak asimile olmak zaman içerisinde bu yüz-
den kaçınılmaz olarak bizi beklemektedir ne yazık ki. Bu elbette
228 | Saçı uzun aklı kısa
Almanları rahatlatan bir şeydir ama, bizim insanımız dediğimiz
insanlara, bir vakit gelecek, artık [onlar hâlâ bizim insanımız]
diyemeyeceğiz. Eskiden bu bizdenmiş diyeceğiz. Bunun büyük
dedesi Türk’müş diyeceğiz.
Bu, Alman devleti bizi asimile ediyor anlamına gelmez. Sen
ister istemez bu kültüre pilin bittiği, enerjin tükendiği zaman ram
olmak zorunda kalırsın. Önemli olan bu enerjiyi tüketmemektir.
Dikkat edilmesi gereken şey budur; buna dikkat edilmesi gerekti-
ğinin sebebi de senin kültürel değerlerinin hakikatle olan ilişkisin-
deki kıymetiyle alâkalıdır. Eğer ben kendi kültür değerlerimin
hakikatle olan ilişkisini önemsiyorsam, ona bir kıymet atfediyor-
sam, doğru olduğuna inanıyorsam, onu biliyorsam, tanıyorsam, o
halde onu muhafaza etmek için gerekli olanı da bilmek ve ona
göre tedbirimi almak zorundayım. İstediğin takdirde yaparsın
da… Yeter ki iste... Senin kültürel değerlerin o zaman sana onu
yapmayı zorunlu kılar. İster istemez yapmak zorunda kalırsın.
Eğer yapamıyorsan senin kendinle, kimliğinle, değerlerinle prob-
lemin var demektir. Bu problem çözülmediği müddetçe 20’li yıl-
larda Polonyalıların başına gelenden başkası olmaz. Erir gidersin.
Bu problemlerin başında dil meselesi gelir. Dil meselesinde
Türkler tamamen başıboş bir vaziyettedirler. Dili muhafaza etmek
çok önemlidir, dememize rağmen onu müesseseleştirip gelen
nesillere aktaramıyoruz. Aktarılamadığı müddetçe dil unutulacak-
tır; çünkü kültürün, inancın, dünya görüşlerinin yegâne aktarıcısı
ve taşıyıcısı dildir. Bunu dil üzerinden başka hiçbir şeyle gerçek-
leştiremezsiniz. Varlığı dil ile anlayacaksınız, âlemi dil ile anlaya-
caksınız, insanı dil ile anlayacaksınız, karşınızdakini dil ile anla-
yacaksınız. Onun diliyle değil kendi dilinizle… Söylersiniz dil,
yazarsınız dil, dinlersiniz dil, anlarsınız dil… Dili muhafaza ede-
mediğiniz müddetçe kaybolmaya mahkûmsunuz. Yapılan diğer
işlerin hiç bir anlamı yoktur.
Başka bir şey yapmanın imkânı da yoktur.
Şimdi bu entegrasyon çalışmaları esnasında sık söylenen bir
şey var: [Biz sizin kültürünüzü kaybetmenizi istemeyiz.] İyi ama
bunda samimî isen, benim kültürümü muhafaza etmem için dil
denen müesseseyi canlı tutmam gerekiyor. Bunun için bana hangi
şansı veriyorsun? Sorduğum zaman diyorsun ki, evinizde öğrenin.
Böyle bir abes olabilir mi? Hangi dil evde öğrenilmiş? Dil okulda
Makaleler | 229
öğrenilir, bu işin mektebinde öğrenilir. Öyle hafta sonu kurslarında
olacak iş değil bu. Müessesesi olmayan dil muhafaza edilemez.
Öyleyse sen benim kültürümü muhafaza etmemi istemiyorsun.
Sadece yaldızlı lâf söylüyorsun.
Bu normal değil. Almanlar bu imkânı sağlamıyor, Türkler de
bunun böyle olduğunu bilmiyor maalesef; düşünemeyince de çık
işin içinden çıkabilirsen.
Sonuçta benim dedemin babası çok güzel Türkçe konuşurmuş,
aslında biz türküz, müslümanız deme ihtimalimiz çok büyük maa-
lesef.

Yani siz öyle düşünüyorsunuz...


Evet. Umarım düşündüğüm doğru çıkmaz; ama önlem alınmaz-
sa gidişat bunu gösteriyor.
Bizim burada bir önemli problemimiz daha var. Biliyorsunuz
azınlık statüsünde olmak hukukî bir meseledir. Uluslararası hukuk
aracılığıyla tanımlanır azınlık olmak. Belli kaideleri, şartları var-
dır. Siz o şartları hâiz olmadığınız müddetçe azınlık olarak kabul
edilemezsiniz. Küçük toplumların büyük topluluklar içerisinde
azınlık statüsüyle yer alması bir takım hakları elde etmek açısın-
dan çok daha sağlıklıdır. Meselâ Almanya’da azınlık olarak tanın-
mış Sorblar vardır. Slav halklarındandır. Kendi dillerini konuşur-
lar, kendi okulları vardır, kurumlarında kendi dillerini kullanırlar .
Bunlar Almancayı da bilirler. Alman Devleti bunlara kendi dille-
rinde hizmet vermek zorundadır. Nüfusları da yaklaşık 60 000
kadardır. Bunlar Federal Almanya vatandaşları ama Sorb’durlar.
Dinleri ayrı, dilleri ayrı. Alman Devleti onlara her yıl şu kadar
milyon bütçe ayırmak zorunda.
Yahudi cemaatinin toplam üyesi 105 000 civarında bildiğim
kadarıyla ve devletle aralarında anlaşma var. İhtiyaçları olmama-
sına rağmen devlet onlara her yıl 5 milyon Avro vermeyi o anlaş-
ma metninde taahhüt etmiştir.
Şimdi bir hesap yapalım: 105 bin kişiye 5 milyon veriyorsa, 3
milyon kişiye 142-143 milyon vermesi icabeder. İyi de kime vere-
cek, nereye verecek, nasıl verecek, kim alacak, nasıl harcayacak,
nereye harcayacak?
Bu hesaba ister komiklik deyin, isterseniz vahamet deyin; ne
derseniz deyin… Durum bu...
230 | Saçı uzun aklı kısa
Biz, bırakın ana dilde eğitimi, ana dil eğitimi bile yapamıyoruz.
Bunun imkânı ciddî olarak verilmiyor. Bir takım işbilmez dernek-
lerin inhisarında bu işi götürmeye çalışıyoruz. Bizim de bir azınlık
statümüz olsa, belki iş biraz daha farklılaşabilir. Statün azınlık
değil. Peki ne? Göçmen. Evvelâ misafir işçiydi, sonra Emigrant
oldu, Migrant oldu, Auswanderer-Göçmen oldu. Daha ismi bile
konulmamış bir topluluk var orta yerde. Allah yardımcımız olsun,
ne diyeyim. İsmi bile konulmamış bir topluluğun çok büyük bir
trauma halinde yaşadığını düşünmek zor değil. İnsanlar [ben
neyim?] sorusuna kimliklerinden ufak ufak yemeye başlayarak
cevap arıyorlar ve bulamıyorlar.

Neden bizi bir azınlık olarak görmüyorlar? Türkleri azınlıkmış


gibi kabul edip, ona göre davranılamaz mı?
Göremezler, çünkü çoğumuz hâlâ başka bir ülkenin vatandaşı-
yız. Başka bir ülkenin vatandaşı olduğun müddetçe bu mümkün
değil. Uluslararası bir sorun oluşturur bu takdirde. Önce vatandaş
olacaksın, belki o memlekette asırlar geçecek, ikiyüz yıl, üçyüz yıl
geçecek. En önemlisi almanlar öyle çok çeşitliliği tasvip eden bir
yapıda da değiller. Bu bahsettiğim azınlıklar bir çok açıdan içinde
yaşadıkları kültüre yakın insanlardan oluşuyor. Aynı çatının altın-
da farklı bir odadan gelmişler ve bir başkasının geniş odasında bir
köşede yer almışlar.
Yani özetle durum vahim… Öyle pek iç acıcı bir durumda deği-
liz. Kötü yani.

Entegrasyon meselesine dönmek istiyorum tekrar. Hâlâ güncel-


liğini koruyan bir mesele olması hasebiye... Sizce nedir bu enteg-
rasyon?
Şöyle izah etmeye çalışayım:
Entegrasyon bütüne ait olmayan bir parçaya bütün içinde bir
yer buldurmak demektir. Bu parça zamanla öyle bir hâl almalıdır
ki, bütün içindeki yeri bütüne ait özelliklerin hiç birinin kaybolma-
sına yol açmasın ve muhafaza edilsin. [Kelimenin almancası Eing-
liederung; aynı anlama gelen Integration latince kökenli bir keli-
me.] Bunun böyle olmadığını iddia edenler olabilir. Denebilir ki,
bütüne ait olmayan bu parça bütüne eklendiği zaman ortaya çıkan
şey eski bütünden farklı bir bütün oluşturur. Dolayısıyla entegras-
Makaleler | 231
yon korkulacak veya yadırganacak bir şey değildir.
Bu tür bir yaklaşımı bir anlığına doğru kabul ettiğimizi düşüne-
lim. Fakat bizim bu kabulümüz işi çözüme kavuşturmayacak,
aksine oluşacak yeni bütünün oluşma süreci ve bu sürecin sonun-
da ortaya çıkabilecek durumun niteliği daha başka tartışmalara yol
açacaktır.
Evvelâ küçük olanın büyük olana entegrasyonu sözkonusudur.
Avrupalının asırlardan beri geliştirdiği mantığın sonucu olarak
büyük balık küçük balığı yutacaktır ve hiç bir zaman küçük balığa
yaşama şansı tanımayacaktır. Bu konuda Almanlar bize bunun
böyle olmayacağına dair bir teminat veremezler. Eğer verecek
olsalardı toplumu oluşturan büyük-küçük bütün unsurların entegre
olmasından değil, hiç biri kendi hususiyetinden herhangi bir şey
kaybetmeksizin, belki her unsura kendi tarihî ve kültürel statüleri-
ne uygun hukukî zeminler hazırlayarak bir arada yaşamaktan
bahsederlerdi. Bu durumda kelime sosyolojik anlamını yitirir,
kemmiyet olarak eşit olmayan, keyfiyet olarak birbirinden tama-
men farklı ve biraraya getirilmesi mümkün olmayan iki unsurun
yanyana durması sözkonusu olurdu. Böyle bir durum kesinlikle
sözkonusu değildir. Almanlar buna ne yaklaşmaktadırlar, ne de
böyle bir hukukî statü meselesini tarihî gelişimlerine, kültür ve
zihin yapılarına bağlı olarak düşünebilmek iktidarındadırlar.
Yabancıların asimile edilmek istendikleri doğrultusunda söyle-
diklerimizin doğru olduğunu ispat etmek için özellikle son birkaç
yıldır, göç, uyum, entegrasyon vesaire ile ilgili yasaların tartışıl-
maya başlandığı tarihlerden itibaren yazılan ve konuşulanlara
biraz dikkat etmek yeterlidir.
Bu yazılanların ve konuşulanların temelinde entegrasyonun
nasıl olması gerektiğine dair söylenen üç şey var: Almanlara göre
entegrasyon üç aşamalı olacak. Birincisi dilde ertegrasyon [spra-
chliche Integration], ikincisi toplumsal entegrasyon [soziale Integ-
ration] ve nihayet üçüncüsü kültürel entegrasyon [kulturelle Integ-
ration]. Bu sıralamaların hiç birisinde entegrasyondan ne anlaşıl-
dığına veya anlaşılması gerektiğine dair bir fikir yoktur. Bu
durumda entegrasyon kelimesini daha serbest bir biçimde yorum-
lama hakkına sâhip oluyoruz demektir.
Pratik görüntülerini veya sonuçlarını günü geldikçe birer birer
göreceğimiz bu üç kategoriyi teorik olarak kısaca yorumlayalım:
232 | Saçı uzun aklı kısa
1. Dilde Entegrasyon: Vatandaşlık hakkını elde edebilmek için
dil şartının koşulmasının yanısıra yürürlüğe sokulmaya çalışılan
ve sağda solda artık aleniyetle konuşulan şey yabancı-müslüman
çocukların daha ana sınıfına başlarken almancayı bilmeleri şartı...
Bu, bir yabancının Alman dilini öğrenerek daha çocuk yaşta bir
Alman gibi düşünmeye alışması demektir.
Sadece dilde yapılmak istenen entegrasyonun esasen daha ilk
aşamada bir asimilasyon hareketi demek olduğu ortaya çıkıyor.
Ben üniversiteye giderken, bizden 600 saatlik bir Almanca kur-
sunu bitirmemiz isteniyordu. Şimdi köyden gelmiş adamdan 900
saat Almanca öğrenmesi isteniyor. Bunu ne ile yorumlayacağız?
2. Toplumsal Entegrasyon: Dili öğrenmiş bir kişi ister istemez
kendisini topluma uydurmaya mecbur kalacaktır. Öyle düşünüyor-
lar. Giyim-kuşamı, toplum içinde davranışları, yemesi-içmesi,
insanlarla olan ilişkileri de almanlarınkine uygun olarak değiştir-
melidir. Almanlara uygun diyorum çünkü öyle olmasaydı sosyal
entegrasyondan bahsetmek gerekmeyecek herkes kendi toplum-
sallık anlayışına göre hareket etmeye devam edecekti ki, bu da
istenmemektedir. Kadınlarımızın kıyafetleri ve erkeklerimizin
bıyıklarından rahatsızlık duyduklarını hepimiz biliyoruz. Son gün-
lerin islâm tartışmalarını Almanya adına başka nasıl yorumlayabi-
liriz?
3. Kültürel Entegrasyon: Dil ve toplumda yer edinme sorunu
halledildikten sonra artık Alman toplumunun geleceğini düşüne-
cek yeni zinde kuvvetler topluma kazandırılmış demek olacağına
göre sorun da çözülmüş olacaktır. Yani asimilasyon operasyonu
böylece tamamlanacaktır.
Geçenlerde bir gazetede haber olarak çıktı. Her yıl yaklaşık 4
bin yabancı çocuk şu veya bu sebeple ailelerinden alınıp, Türk aile
bulunamadığı için bakıcı Alman ailelerine veriliyor. Bu ne demek-
tir, düşünmek icap eder bunu.
Bütün bu anlatılanlar için uzunca bir sürecin geçmesi gerek-
mektedir ve yaklaşık 40-50 yıla ihtiyaç vardır. Tarih içerisinde bir
kıymeti olmayan bu zaman dilimi, tarihin aktörleri tarafından pek
farkedilemeyecektir.
Bu kategorilerin hiçbirisinde sözümona entegre edilecek olan-
ların kimliklerinin, dillerinin, tarihlerinin, kültürlerinin vs... korun-
masına, geliştirilmesine ve sürdürülmesine dair herhangi bir ip
Makaleler | 233
ucu yoktur ve bu meseleyi hangi Almana açarsanız açın rahatsız
olur.
Bundan sonra artık asimilasyonun ne demek olduğunu tarif
edebiliriz: Asimilasyon, bir toplumun bir başka toplumu aşamalı
olarak kendisi gibi yapmak, bunu yaparken ona evvelâ dilini,
sonra toplumsal davranışını ve nihayet kültürünü ve kimliğini
unutturmak demektir. Almanların entegrasyon gibi daha yumuşak
ve sevimli gözüken, fakat sonucu itibariyle asimilasyondan başka
bir şey olmayan bir kelimeyi öne çıkararak yaptıkları ve yapmak
istedikleri bize göre sadece budur.
İşi hamasetten uzak tutmaya çalışıp tarihin gölgesine sığınarak
söyleyebiliriz ki, biz hiç bir zaman başkalarının kimliğine dokun-
madık; hele başkalarının diline hiç bir müdahalede bulunmadık.
Müslümanlığı kabul ederken bile dil hassasiyetini koruyan ve
dininin dilini hür iradesiyle diline ekleyen bir milleti asimile
etmek Helmut Schmidt’in söylediği gibi, mümkün değildir.
Eğer bu memlekette birlikte yaşayacaksak bize ait bir hukukî
zemini hazırlamaları için Almanların biraz kafa yormaları gerek-
mektedir. Biz bunu tarihte bizimle beraber yaşayan ama bizden
olmayan her millete uyguladık ve hepsini memnun bıraktık. Bu
aynı zamanda demokrasiye -eğer bünyesi bunu kaldırabilirse-
kazandırılacak yeni bir çehredir ve samimiyetle istenirse başarıya
ulaşmaması mümkün değildir.

You might also like