Professional Documents
Culture Documents
Makaleler Yeni Düzenlenmiş
Makaleler Yeni Düzenlenmiş
Hasan Ürkmez
ayışığı kitapları
Hasan Ürkmez 1960’ta Ordu|Ünye’de doğdu. İlk ve Orta Öğrenimini
doğduğu şehirde tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için Almanya’ya gitti.
Nürnberg|Erlangen Üniversitesinde iktisat öğrenimine başladı. Bitirmedi.
Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Devlet Bilimleri
okudu. Sosyal Psikoloji dersinde ruha inanmadığını söyleyen hoca okulu
bırakmasının sebebi oldu. Reklamcılık ve yayıncılık yaptı. Edebî çalışmalarına
Mavera dergisinde başladı. Haziran 1991-Nisan 1992 arası Almanya’nın
Nürnberg şehrinde Gurbet Postası dergisini yayınladı ve çalışmalarını orada
sürdürdü. 1995-2002 yılları arasında 7 yıl boyunca Kafdağı dergisinin sanat
yönetmenliğini yaptı. Berlin TFD Televizyonu’nda 2 yıl (1998-199 9) moderatör
olarak çalıştı. Televizyonun kapanması üzerine serbest meslek hayatına döndü.
2008 yazında 16 bölümlük «Almanya’da Türk İzleri» belgeselinin Almanya
koordinatörlüğünü yaptı.2015 yılında Mahfil dergisini yayınladı. Halen
Berlin’de yayınlanan Köprü Dergisi’nin Sanat Yönetmenliğini yapan yazar,
Kasım 2013 yılından bu yana haftalık özel felsefe/hikmet ve nazarî tasavvuf
dersleri veriyor.
Evli ve üç çocuk babasıdır.
Diğer Eserleri: Kozmik Derkenar, Âfitap-Hikayeler (Yayınlanmadı), Ölümler
Yağıyor Şehrin Üstüne-Şiirler ve Türkçe’nin Kısa Grameri (Yayınlanmadı)
İÇİNDEKİLER
Birinci Bölüm
MAKALELER
BAŞLANGIÇ YERİNE......................................................................11
OKUMAK...........................................................................................13
SAÇI UZUN AKLI KISA OLMAYA DAİR......................................15
HAYAT ÜZERİNE MÜTALÂALAR................................................24
ALLAH, KÂİNAT VE İNSAN..........................................................29
DÜŞÜNCE ÜZERİNE NOTLAR......................................................32
İNSAN VE KÂİNAT DÜŞÜNCESİ, ................................................34
BU DÜŞÜNCENİN BİR SİSTEM HALİNDE
SUNULMASI VE UNSURLARININ
BELİRLENMESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER.................................34
ÜÇ MEVZU: 1. FELSEFE 2. KELAM 3. TASAVVUF...................39
ANLAMAK, ANLAŞMAK VE ANLAŞILMAK
ÜZERİNE KARMAŞIK DÜŞÜNCELER.........................................40
BİLENİN BİLMESİ BİLMECESİ.....................................................44
TASAVVUF VE İLİM........................................................................47
İBADET ŞUURUMUZ.......................................................................51
İLİM NEDİR?.....................................................................................55
BİLME KATEGORİLERİ..................................................................59
GERİ KALMIŞLIĞIMIZ ÜZERİNE.................................................61
DİL ÜZERİNE....................................................................................64
GÜTTÜĞÜMÜZ GÂYE....................................................................67
ÖLMEK...............................................................................................70
YAŞAMAK.........................................................................................72
İNSAN.................................................................................................74
AVRUPA..............................................................................................76
PEYGAMBER....................................................................................78
AİLE: ANNE, BABA VE ÇOCUK....................................................80
KADINA VE ERKEĞE DAİR...........................................................83
DOSTLUK VE DÜŞMANLIK..........................................................86
GENÇ...................................................................................................88
DİNLEMEK İLE SÖYLEMEK.........................................................90
HAKİKATİ ARARKEN BAŞIMIZA GELEN..................................92
HAKİKAT............................................................................................95
DERİNLİK VE GENİŞLİK................................................................99
MÜSAMAHA, HOŞGÖRÜ, TOLERANS..................................... 101
HOŞGÖRÜ GAYE OLABİLİR Mİ?............................................... 104
NECİP FAZIL’I HATIRLARKEN................................................... 108
SONSUZLUĞU ALGILAMAK.......................................................111
TERÖRİZM.......................................................................................114
ŞUURSUZLUK SARMALI.............................................................117
BİREYSELLİK Mİ, TOPLUMSALLIK MI?..................................119
KADİME BAĞLANMAK VE
YENİ BİR DİL İNŞA ETMEK........................................................ 124
AHLAKSIZLIK DİZ BOYU........................................................... 126
AHLÂK ÜZERİNE.......................................................................... 128
ÖZEL HAYAT.................................................................................. 130
TARİH İLE SÖZ SÖYLEME HAKKI........................................... 133
YANLIŞI BULMAK........................................................................ 135
BİLGİ VE İNTİBAK....................................................................... 138
MÜESSES NİZAMIN MUKADDER ÇÖKÜŞÜ........................... 140
SİSTEMİ KURTARMAK................................................................ 146
İYİ BİR ÖĞRETMENE İHTİYACIMIZ VAR............................... 149
MUTLU MUYUZ?.......................................................................... 152
MODERNİZM DÜNYAYA BAKIŞIMIZI DEĞİŞTİRDİ............. 155
BOŞLUĞA SESLENİŞ.................................................................... 158
AKL-I SELİM’İ BİLMEYE DAVET.............................................. 160
HIRS İLE GAYRET......................................................................... 163
HALİMİZİ DÜŞÜNÜRKEN........................................................... 171
MEZHEPLER MESELESİ.............................................................. 180
İSLAMCILIK................................................................................... 184
NİÇİN ACİZ KALIYORUZ?.......................................................... 188
İkinci Bölüm
TARİH NEDİR?
Tarih Usulü üzerine küçük bir araştırma
Üçüncü Bölüm
BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi/Söyleşi
BİTMEYEN GÖÇ.............................................................................211
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi
Sevgili dostum, aziz gönül adamı
Nusret Özcan’ın hatırasına...
Birinci Bölüm
MAKALELER
Makaleler | 11
BAŞLANGIÇ YERİNE
OKUMAK
I. Gelenekle...(*)
Geleneklere bağlı olduğumu söyleyebilirim. Ne ki bu bağlılık
salt geleneklerle yaşadığım, onları hayatımın hakim unsuru kıldı
ğım anlamını taşımıyor.
Gelenek karşıtlarının anladığı bir mânâda geleneği kabul
etmem bir yana, onların gelenekten anladıkları şeyi gelenek diye
isimlendirmek büyük bir ayıp ve bir anlayışsızlık göstergesi zaten.
Onlar toplumda ne kadar dejenere olmuş güncel ve tarihî unsur
varsa, maalesef bunların hepsini birden gelenek zannediyorlar.
Örfün karşılığı olarak geleneğin en son sırada da olsa, hukukun
oluşmasında bir yer işgal etmesi bir yana, negatiflikleri içeren bir
anlam taşımadığı akl-ı selim sahiplerinin bildiği basit bir bedahat.
Gelenek, cemiyetin ana dinamiğini belirleyen anlayışla -ki hukuk
da zaten bu anlayış üzerine kurulur/kurulmalıdır- doğrudan ilişkili
olarak geliş/tiril/en bir alt anlayış ve yaşayış biçimidir ki, ana anla
yış merkezinin mücerredlikten müşahhasa döndürülmüş ve sürek
lilik kazandırılmış olmasını ifade eder. Gelenekte «zorlaştırmayı
nız, kolaylaştırınız» ölçüsünün ruhunun varolduğunu sezebilmek
lâzımdır.
16 | Saçı uzun aklı kısa
Müslümanların bir kaç yüzyıldan beri egemenliklerini kaybet
meye, daha doğrusu anlayışlarının egemenlik alanlarının yalnızca
vicdan işi olmaya başlamasından bu yana, merkez anlayışa bağlı
olarak geliştirdiği gelenek gibi alt-anlayışlarında da önemli ölçüde
çarpıklıklar ve sapmalar ortaya çıktı. Başıboş kalan gelenek anla
mını, kendi geliştiği ortamların dışındaki, kendine yabancı başka
üst anlayış alanlarında aramaya koyuldu. Bu farklı alan içinde de
kabul edilemeyecek anlamlara büründü.
Gelenek en sağlıklı gelişme ortamını toplumunun bağlı olduğu
üst anlayışa, yani varlık, oluş ve insan görüşüne bağlı olarak bulu
yor. Bu açıdan herhangi bir müstakillik sözkonusu değil gelenek
için. Bu yüzden de bir doğu veya batı, islâm veya hıristiyan yahut
yahudi geleneğinden, hatta aynı merkezî anlayışa sâhip olmalarına
rağmen coğrafyalara bağlı olarak geliştirilen algılama biçimlerine
göre de bir türk, arap, fars veya alman, fransız, ingiliz geleneğin
den bahsetmek mümkün oluyor.
Geleneğin toplumlara, kavimlere ve cemaatlere göre şekillen
mesiveya şekillenmiş olması, bağlı olduğu üst anlayış mihrakının
kendi üzerlerindeki hakimiyetleri sürmek kaydıyla, varolduğu
sürece parça unsurların (türk, fransız, karadenizli, bavyeralı gibi)
kendi parça bütünlükleri içinde bir kendine görelik -kendine göre
alt anlayış- biçimini geliştirmesine yol açar. Esasen böyle bir
gelişme de kaçınılmazdır. Keyfiyetin fertten cemiyete doğru iler
leyen gelişme biçimini gözönünde bulundurduğumuz zaman,
bunun bu şekilde olması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkar.
Ferde kadar indirilebilecek olan bu durum eğer böyle olmayacak
olsaydı ferdî ve içtimaî keyfiyetlerin, buradan başlayarak medeni
yetleri oluşturan keyfiyetin doğması ve fertlerin şahsiyet, cemiyet
lerin ve medeniyetlerin de süreklilik kazanabilmeleri mümkün
olmazdı. Diğer yandan yaradılıştaki farklılıklarımız -herşeyin
zıddıyla kaim olması, yani hiçbir şeyin bir başka şeye benzeme
mesi- de bu görüşümüzü doğrular mahiyettedir.
Allah Kur’ân-ı Kerim’de insanları kavim kavim yarattığından
bahsediyor. İnsanları yani tek tek keyfiyetleri, kavim kavim, yani
tek tek keyfiyetlerin bir araya gelmesinden doğan ortak bir keyfi
yetle yarattığı anlamını da taşıyabilir bu ayet. Mü’min ve kâfir,
yani birbirine zıt iki keyfiyet söz konusudur burada. İnananlar,
inanmayanlar; yani mü’min artı mü’min eşittir inananlar ve kâfir
Makaleler | 17
artı kâfir eşittir inanmayanlar. Matematik dille anlatmaya devam
edersek keyfiyet artı keyfiyet eşittir keyfiyet. Burada iki keyfiyet
bir araya geldiğinde neden keyfiyetler oluşmadığı, oluşan yeni
keyfiyetin tek ve kendisini doğuran keyfiyetleri içerdiği ama
onlardan farklı olduğu herhalde anlaşılıyor. Çünkü varlığın varo
luşundaki mayası ve yapısı bundan başkasına izin vermiyor. Bu
izahın da psikolojik ve sosyolojik bir boyut kazandığının altını
çizelim böylece.
V. Netice
Bütün bu izahlardan sonra «saçı uzun aklı kısa» sözünden anla
şılan şeyin anlaşılması gereken şey olmadığını rahatça anlayabili
riz. Anlaşılması gereken açısından bu atasözümüz gerçekten çok
anlamlıdır. Dört basit kelime içerisine bu denli yoğun bir anlamın
sığıdırılabilmiş olması bir yandan Türkçe’nin ne kadar derinlikli
bir dil olduğunu ortaya koyarken diğer yandan bu atasözünün
kadınları alçaltıcı bir mânâ taşımadığı, aksine saç gibi önemli bir
hususiyetleri nezdinde bizi akıldan ziyade güzele ve sezgiile idrak
olunana yöneltmesi açısından onları yücelttiği anlaşılabilir.
Saçı uzun, yani güzel olan... Aklı kısa, yani hakikati kavramada
yalnız aklı kullanmayan, aklın dışındaki öğelere öncelik veren...
Eğer maksat akıllı olmak değil hakikati aramaksa ve akıl sadece
hakikati aramakta kullandığımız bir alet ise zaten kısadır. Varsın
kısa kalsın, bundan ne çıkar?
24 | Saçı uzun aklı kısa
Kozmolojinin konusu:
Yukarda kozmolojinin ideoloji olmadığını, «neyse o» sorusunu
cevaplamaya çalıştığını belirttik.
Şöyle bir soru soralım: İçinde yaşadığımız âlem nereden geldi,
nereye gidiyor? Bu âlem içinde insanın fonksiyonu nedir?
İşte bu sorunun cevaplanması için yapılacak olan tüm çalışma
lar kozmolojinin konusuna dahil edilebilir. (Sorunun ikinci kısmı
bir insan ve oluş teorisini de gerekli kılar ki, ayrıca ele alınmak
zorunluluğu vardır.)
Kozmolojimizi oluştururken soracağımız en önemli soru «nasıl/
ne» sorusudur. Bu soru konunun dış çerçevesinin belirlenebilmesi
için gerekli olan ilk ve belki de tek sorudur. «Nasıl» sorusu peşin
den «niçin» sorusunu getirir. Bu da olaylar arasındaki sebep sonuç
ilişkisini kurmak için gerekli olan sorudur.
Kozmolojimizi hangi yöntemle kuralım?
İnsanoğlu düşünce tarihi içinde sorunların çözümü için iki yol
kullanmış. Birisi tümden gelim, diğeri tüme varım.
Birinci yol doğruluğu bedihî olarak kabul edilenden yola çıkı
larak onun niçin ve nasıl bedihî olduğu hakkında kanaat sahibi
olabilmek için kullanılan yoldur. Bir başka ifadeyle bir bütünden
hareket ederek o bütünün parçalarına nüfüz etmek ve böylece
yeniden bütünün bütünlüğünün niçin (sebep), neden (hangi malze-
meden) ve (oluş süreci ve şekli itibariyle) nasıl olduğunu bilmek.
Tahlili ve takibi zor olduğu gibi başlangıcı da şüphelere yol acabi
36 | Saçı uzun aklı kısa
lecek bir yöntem. Vahyin doğru olduğunu kabul etmek ve bu
kabulden sonra vahyin nasıl ve niçin doğru olduğunu araştırmak
tümden gelim yöntemine örnek gösterilebilir.
İkinci yöntemde ise parçadan hareketle bütüne varmak esastır.
Örneğin bir saatin zembereğinden hareket ederek, o zembereğin
bir saate ait olduğunu belirlemek ve saatteki yerine onu yerleştir
mek tümevarımla yapılan bir iştir.
Kozmolojimizi kurarken bu iki yöntemden de faydalanmak
zorundayız. Fakat belirleyici rolü birincisi oynayacaktır. Her ne
kadar bütünden parçaya varmanın yolu olarak da isimlendirebile
ceğimiz tümden gelim yönteminde evvelâ bütünün anlaşılması
gerekir gibi bir düşünce aklımıza gelse de, böyle bir düşünce yer
sizdir. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi tümden gelim yöntemin
de aslolan «kabul» olduğu için, kabul edilen şeyin ne olduğunu illâ
da dört başı mamur bir şekilde bilmek zorunluluğu yoktur; ayrıca
bilinemez de. Eğer bilinecek olsaydı, kendisi hakkında sağlıklı bir
bilgiye sâhip olduğumuz şeyin aranmasına gerek kalmazdı.
İnanıyoruz ve inancımızın doğruluğundan şüphe etmiyoruz.
Hatta öylesine inanıyoruz ki, inandıklarımızın toplumsal platform
da ve bir medeniyet çapında uygulamasını görebilmek için de var
gücümüzle çalışıyoruz. İçinde bulunduğumuz bilgi donanımı çer
çevesinde bir kör döğüşünü andıran bu durumun bir bilinç haline
gelebilmesi için, toplumun az da olsa küçük bir bölümünün, kav
gası verilen hadisenin hinterlandını ilmî bir platforma oturtması,
onu kitaplaştırması, mektepleştirmesi ve yarının ideal olmasını
umduğumuz cemiyetin insanına kamu vicdanı biçiminde intikal
ettirebilmesi gerekmektedir. Bunun aksi bir durum evvela insanı,
sonra cemiyeti boşlukta/başı boş hareket etmeye mahkum etmek
olur ki, bugünkü durumumuz da maalesef budur.
Allah’ta başlayıp, Allah’ta bitecek olan hayat...
Hiçbir şey yokken Allah vardı. Herşey bitince Allah yine var
olacak. Allah herşeyin iki ucunda. İki ucu birbirine bağlayan bağ
da. Onları da birbirine rabıtalandıran yine Allah. Allah olmasa
hiçbir şey yok. Oluş yok, olmak yok, süreç yok, zemin yok, tavan
yok. Allahla birlikte hepsi var. Öyle ki yok bile bir anda varlıklar
âlemindeki sırlı yerine O’nunla kuruluveriyor. Eğer yok yoksa
Allah var. Yok varsa Allah zaten var.
Niçin Allah var sorusu muhal. Bu muhale verilecek en iyi cevap
Makaleler | 37
da şu: Var olduğu için var.
Allahı Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinin dilinden dinleyelim:
«Bil ki Allah’a ibadetin başı Allah’ı bilmek (marifet)tir. Allah’ı
bilmenin başı da birlemek (tevhid)tir. Onu birlemenin nizamı da
«nasıl», «nerede», «ne zaman» sıfatlarını ondan kaldırmaktır.
Kendisine yine kendisiyle istidlal edilir. O ancak O’nun muvaffak
etmesiyle bulunur.»
Kozmolojimizin ilk konusunu böylece belirlemiş oluyoruz:
Allah.
Allahtan başlayıp hakikatte Allahta biten sonsuz bir hayatın
içinde süzülüp giden insanlık... Hayat Allah’ın bir sıfatı olduğuna
göre, bizim hayat diye nitelediğimiz şeyin aslı da beliriyor. Al
lah’ın mutlak hayatının yanında bizimkisi hayat bile sayılamaya
cak kadar cüce bir hayat. Allah’a özeniyoruz ya... Canlı kalmamı
zı bile onun sıfatıyla ifade etmeye çalışıyoruz; farkında değiliz.
38 | Saçı uzun aklı kısa
ÜÇ MEVZU
1. FELSEFE
Kısmen tümden gelim yöntemini de kullanmakla beraber genel-
de parçadan bütüne gitmenin peşinde olduğu için tüme varım
yöntemiyle çalışır. Eşyadan aşkın/transandantal olana doğru bir
hareket içindedir. Fakat herhangi bir kabulü ve nihaî noktada
imanî bir esâsa dayalı olmadığından bilgilerimizin en hamı ve
oluşa müsaade etmesi de hamlığı derecesinde az olan vehimlerden
hareketle aklın ve mantığın kurallarıyla muhakemesini yapar ve
hakikati bu doğrultuda arar. Sadece arar... Aradığının ne olduğunu
bilmediği için bulduğu şeyin aradığı şey olup olmadığını da bile-
mez. Dolayısıyla hep bir arayışı sürdürür.
Felsefeden alabileceğimiz şey kullandığı tümevarım yöntemi
ve muhakeme usulüdür. Ancak bu başıboş muhakemeyi mutlaka
iman esas alınarak yapmak gerekir. Bu da başıboş arayıştan kur-
tulmak içindir.
2. KELAM
İstidlâlî aklı kullanarak iman dairesi içinde hareket alanını
belirleyen bir ilim kolu olarak görüyoruz onu. İman dairesi içinde
Makaleler | 39
hareket ettiği için başıboş olarak addedilemez. Kozmolojimizde
önemli bir yere sahiptir. Allahın varlığı, sıfatları, yaradılış, melek-
lerin varlığı, peygamberliğin hak oluşu ve kitabın Allah’tan geldi-
ğini yani vahyi ele alır ve delillerle ispat etmeye çalışır. Ancak
insanın konumu hakkında bir bilgi vermez. İnsanın bu gerçeklerle
arasında kurulması gerekli olan rabıtaya eğilmez. Eğilmemesi de
doğaldır, çünkü uğraştığı alan olarak sadece yukardaki konular ve
bu konularla ilgili meselelerle ilgilenmeyi seçmiştir.
3. TASAVVUF
Bütünden parçaya ve/veya parçadan bütüne gitmenin yegâne
yolu... Felsefenin başıboş aradığını vahye inanmakla bir merkeze
bağlar ve arayışını bu merkezde sürdürür. Allah ve varlık, Allah ve
insan, insan ve insan, varlık ve varlık münasebetleri esas mevzuu-
dur. Evrende insanın Allah karşısındaki konumunu belirler.: Teo-
rik Tasavvuf...
İnsanla Allah arasındaki rabıtayı farklı aletlerle kategoriler/
mertebeler kurarak –ki bu mertebeler tabiatte zaten mevcuttur–
oluşturmayı amaçlar. Bunda da parçadan bütüne doğru bir hareket
içindedir.: Pratik Tasavvuf...
Birincisi ilim, ikincisi amel...
Avamdan havasa doğru çekilen bir hat üzerinden hitap sahasını
herkese teşmîl eder. En cahilinden en alimine kadar her insan,
daha doğrusu her müslüman onda kendisi için bir pay bulabilir.
Ana ve bağlayıcı kaidelerini insanın sosyal ve kişisel ilişkilerini
hukuki bazda içtimaileştiren şeriatten alır. Hiç bir zaman ona ters
düşmez, buna izin vermez. Şeriate ters düştüğü nokta tasavvufa ait
kabul edilmez. Şeriatın esnekliğini, yeknesaklığını ve sürekliliğini
bu yolla açığa vurur. Kalıpta boğulmaz.
TASAVVUF VE İLİM(*)
1.
Tasavvufu «her vechesi ilme yönelik hususi bir yaşantı biçi
mi»nin adıdır diye tarif etmeye kalkışsak, yanlış yapıldığını söyle
mek pek doğru olmaz.
2.
Makalenin başlığında bir bakımdan çekinceli ve diğer bakı
mdan da cesur sayılabilecek bir tavır takınıyor olmamız mevzu
nun hassasiyeti itibariyledir. Bu hassasiyetin çekinceli yüzü, mese
lenin olması gereken yanına dönük dururken, cesur yüzü de pra
tikte tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen dervişin durumu, onların
dış dünya ile münasebetlerini sağlayacak olan iç dünya düzenleri
ni ele verici eksikliklerden dolayıdır. Meselenin çekinceli yanını
hep zihnimizde bulundurarak, her daim yanılabileceğimiz ihtima
lini de her ân gerçekleşecekmiş edasıyla aklımızda tutarak bir
takım meselelere, özellikle bilgi ve bilgilenme meselelerine değin
meyi gerekli görüyorum.
Artık bir noktanın altının iyice çizilmesi ve zor da gelse itiraf
edilmesi gerekiyor ki (işin başındaki Allah dostları ve Onların
48 | Saçı uzun aklı kısa
dostları –ki onlar çoğu zaman ne yazılı ne de sözlü bir fikir beyan
ederler– müstesna tutulmak şartıyla) seyr-ü sülûk yoluna girdiğini
söyleyenler, üzerinde bulundukları yol hakkında pek sağlıklı bilgi
lere sâhip değiller. Bu durum çoğu zaman tasavvuf karşıtlarınca
kolay bir biçimde istismar edilebilyor ve iş tasavvuf karşıtlarının
bu yolun gerçek adamlarına hakarete varan tavır takınmalarına
kadar gidiyor. Gerçi onların tasavvufa karşı menfi tavır takınmala
rında asıl unsur bana kalırsa bu durumdan ziyade onların kendi
idraksizlikleriyle ve hadiselerin (kendi günlük yaşamlarında bile)
derûnuna nüfuz etmede sergiledikleri kabiliyetsizliklerinden kay
naklanıyor ve onlar bu kabiliyetsizliklerini ve idraksizliklerini
kapatmak için dervişlerin eksikliğini istismar ediyorlar. Sanki der
viş insan değilmiş, sanki o hata yapmazmış gibi. Ancak meselenin
bu şekilde izahı dervişin üzerine düşen yükümlülüğü hiç bir suret
te azaltmıyor.
Kişi, vuku bulan bir kötülükte kendinin de pay sahibi olabilece
ği ihtimalini unutmamalıdır. Tasavvuf yolu iyiye, daha iyiye ve
nihayetinde en iyiye doğru bir ilerleme kaydetmeye ve bu vesiley
le kemalât sahibi olmaya çalışmak, mülk âleminden yola çıkarak,
melekût, ceberut ve lahut âlemlere doğru açılmak, bu yolla nefsi
ni, dolayısıyla Allah’ı bilmek ve ona tam bir mutabakatla kulluk
etmekse, iyinin daha iyiye nisbetle, daha iyinin de en iye nisbetle
kötü olduğunun bilinmesi gerekir. Bu ifadeleri ölçü olarak kabul
edersek, tasavvufu inkâr edenlerin inkârında dervişin payının
bulunduğunu, dervişin bilgisizliğinin ve ilme uzak duruşunun kıs
men de olsa, sebep olduğunu söylemek mecburiyetinde kalırız.
Başlarken tasavvufun her vechesiyle ilme yönelik bir yaşam
biçimi/anlayışı olduğunu belirtmiştik. Bunun anlamı bir bakıma
şudur: Dervişin her yaptığı işin Allah’ın esmasının/sıfatlarının bir
tecellisi olduğunu idrak etmesi gerekiyor. Tecelli eden bu esmala
rın başında gelenlerden bir tanesi de ilim sıfatıdır ki, Cenab-ı hak
her daim topyekûn sıfatlarıyla tecelli ediyorsa ilim sıfatıyla da
tecelli ediyor demektir. Allah’ın sıfatlarını sayarken büyüklerin
yapmış oldukları sıralamaya göre ilim sıfatı hayat sıfatından sonra
sayılan ikinci sıfattır ve bu sıralama esasen gözardı edilemeyecek
önemli bir sıralamadır. Ben bu tür bir sıralamanın öyle gelişigüzel
yapıldığına inanmıyorum. Onun için de önemsiyorum. Hayat sıfa
tının daha fazla kendiliğinden işleyen bir yanı olduğunu düşünür
Makaleler | 49
ken, ilim sıfatının yaratılmışlarla ve özelde insanla daha yakından
alâkalı olduğunu kabul ediyorum. Bunu da yapılan bu sıralamadan
çıkarıyorum. Çünkü hayat sıfatı daha kuşatıcı ve diğer bütün sıfat
ları içerirken, ilim sıfatı kendisinin ortaya çıkmasında hayat sıfatı
na ihtiyaç duyuyormuş gibi... Duyuyormuş gibi diyorum, zira
esasen sıfatlar arasında böyle bir ayrım yapmanın çok zor olduğu
nu aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum.
Bütün sıfatlar lâhut âlemden, ceberut âlemine, oradan melekut
ve mülk âlemine doğru, her biri diğerine kıyasla kesret ve letafet
belirtici hususiyeti içinde bize kadar intikal ediyor. Bunlar arasın
da yine de en mücerredlerinden biri olarak ilim sıfatı kalıyor. İlim
kâğıda ve kâleme dökülmeden önce de ilim olma özelliğini korur
ve mücerredlik arzederken, kâğıda ve kâleme döküldükten sonra
da o mücerredliğinden, kendisini barındıran yazı/harf kabına rağ
men, bir şey kaybetmiyor.
İlmin mücerredlik arzeden bu kesafetinin dahi, ki bu da bir
nimettir aynı zamanda, Allah’ın bize bahşettiği diğer nimetlere
karşı yine de avantajlı durumda olduğu, hatta yeğlendiği, öne alın
dığı, bidayet ve nihayet noktaları açısından övüldüğü, bırakın
müslümanların ona biçtiği değeri, tüm insanlar tarafından artık bir
bedahat olarak tebarüz etmiş durumdadır.
İnsana nisbetle ilim hakkında birkaç mülâhazadan sonra mese
leyi dervişlik açısından bağlamaya çalışalım. İlim, bidayette ceha
let ve nihayette yine cehaletle noktalanan bir kıvam belirtiyor.
Cehlimizi yenmek için öğrenmek mecburiyetindeyiz. Dervişlik
yapabilmenin ilk şartı da şeriati öğrenmek değil mi?. Kim şeriati
bilmeden dervişlik yapma iddiasında bulunuyorsa yalan konuşu
yordemektir. İlimde kemalât sahibi olduğunu iddia edebilmek için
de ilimden soyutlanmış olmak gerekiyor. Seyyid Abdülkadir Gey
lani Hazretleri’nin «İlmin ilmi ilimden cehalettir.» sözü buna delâ
let etmektedir. Bu, bir bakıma en ileri ilmin bizim için ilimden
azadelik olduğu anlamını taşırken, bize nisbetle ilmin bitirilip
mutlak ilmin bizde galebe çalması gerektiğini de belirginleştirir.
Diyeceğimiz şudur ki, bu izahlardan sonra dervişin kendi nefsi
bir yana, bağlı olduğu yolun öncülerine laf dokundurmamak açı
sından ilimle mücehhez olması ve ilmi de amel olarak bilmesi
gerekiyor. Bütün ameller dahi son kertede ilimle aynîleşir ve
amelle ilim arasındaki fark ortadan kalkar. İlimle amelin tevhîdi
50 | Saçı uzun aklı kısa
adını verebileceğimiz bu durum ise bizim mutlak tevhîdi anlama
mıza, yani onu bir hâl olarak bünyemize giydirmemize yarayacak
en önemli, en seviyeli, en entellektüel bir unsur olarak bize yar
dımcı olacaktır.
-----------------------------------------------
(*) Tasavvuf ve İlim şeklinde bir başlık esasen pek doğru değil. Tasavvuf, bün
yesinde barındırdığı şeyler itibariyle zaten başlıbaşına bir ilim. Öyleki, yanısıra
bir başka ilme ihtiyaç duymayacak kadar geniş çaplı... Buna rağmen «Tasavvuf
ve İlim» diye bir başlık kullanmamızı icap ettiren sebep, ortalıkta kol gezen
anlamsızlık ve anlayışsızlığın doğurduğu meramımızı anlatamama sıkıntısıdır.
İlim esasında herşeyin bünyesinde mevcut olan ana sıfattır. Varlık gibi... Nasıl ki
var olma hali eşyanın eşya olabilmesi için gerekli bir sıfat ise ilim de eşyanın
eşya olduğunun anlaşılması için gerekli bir başka sıfattır. Biz varlığın varlığını
da ilimle kavrarız. Varlık bize ilim öğretirken aynı zamanda ilimle varlığı da
öğreniriz. Dolayısıyla günümüzün bu pek yaygın yanlışının da artık düzeltilmesi
gerektiği ortadadır. Biz bu anlayışsızlığı kırmak için zaman zaman o anlayışsız
lığın getirdiği biçimlerden kısmen de olsa fayda devşirebileceğimiz ümidini taşı
yarak böyle bir başlık kullandık.
Makaleler | 51
İBADET ŞUURUMUZ
Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd,
Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.
Makaleler | 55
İLİM NEDİR?
BİLME KATEGORİLERİ
1. Zan
2. Vehim
3. Yanıltıcı Hayâl
4. AKIL
5. Hakikî Hayâl
6. Keşif
7. Vahiy
DİL ÜZERİNE
GÜTTÜĞÜMÜZ GÂYE
ÖLMEK
YAŞAMAK
İNSAN
AVRUPA
PEYGAMBER
DOSTLUK VE DÜŞMANLIK
27 Nisan 2014
88 | Saçı uzun aklı kısa
GENÇ
14.02.2013
90 | Saçı uzun aklı kısa
HAKİKAT
1.
Türk aydınının en az bildiği şey... Hiç aramadığı... Türk aydını
na haksızlık etmeyelim: Dünyanın neredeyse hiç bir tarafında
kendisiyle hakikat diye bilinen şey arasında bir irtibat kurarak
hayatını, zihnini, fikrini ona göre düzenlemek isteyen kimsenin
kalmadığına inanasım geliyor zaman zaman.
Nedir bu hakikat? Ne sihirli bir şeydir? Hiç kimse aramadığı
halde herkesin farkına bile varmadan aradığı, aramadan edemeyip
peşine takıldığı şey?
Buldum deyince kaybolan şeydir hakikat. Aranınca bulunan
bulunca elinden uçup giden neyse odur. Aramayınca bulunmuyor;
bulununca kayboluveriyor.
Garip bir oyun oynadığımın farkına varıyorsunuz herhalde!..
Bu oyuna biraz daha devam edelim fakat oyunun çok ciddi oldu
ğunu aklımızdan çıkarmayalım:
Aradığın şeyin ne olduğunu biliyorsan niçin arıyorsun? Aradı
ğın şeyin ne olduğunu bilmiyorsan bulduğun şeyin aradığın şey
olup olmadığını nereden biyorsun?
Biliyorsam aramama gerek olmayan, arayınca da ne olduğunu
96 | Saçı uzun aklı kısa
bilmem gereken şeyi hakikat diye nitelendirsem felsefeyle uğra
şanlar beni sofistike mantık yapmakla suçlayacaklar, biliyorum;
amamahiyeti itibariyle hakikatin böyle bir şey olması gerekir.
Ahmet Cevdet Paşa «Küllî mefhumular zihindeki fertlerine nis
betle mahiyyet diye isimlendirilir. Hariçteki fertlerinin zımnında
bulunması cihetiyle hakikat ismini alır.» diyor. Mesele zaten küllî
mefhumların hariçteki fertlerini bulma meselesi değil mi? Herkese
mantık kitabı okutsak acaba her okuyan aynı hakikate ulaşabile
cek midir?
Doğrusu hakikati bulmakla değil, onu aramakla mükellefiz.
Bulduğun her hakikat senin hakikatin olacaksa, bulduğun andan
itibaren izafileşecek, izafileşir izafileşmez de hakikat olmaktan
çıkacak zaten. Bilmek-aramak-bulmak üçgeninde gezip duruyo
ruz böylece.
Evet aramakla mükellefiz; ve bu arayıştır ki, ruhumuzun kemâl
bulmasının gerekçesidir. Bu arayışla kemâl buluyoruz. Aramayın
ca kemalât da yok. Yine bu araşıytır ki, dil, belagat, şiir, aşk, ahlâk
ve bunlarla bağlantılı ne kadar mefhum varsa, hepsinin ayrı birer
anlam kazanmasının ve hayatımızda yer edinmesinin sebebidir.
Hakikati ararken yaptığımız yanlışlar yüzünden başımıza gel
medik sıkıntı kalmıyor. Herkesin fıtratında yatan hakikati bilme-
arama-bulma arzusunun mücerred olandan ziyade müşahhas eşya
da aranması altının tavuğun karnında aranması gibi bir şey. Ne
tavuk kalıyor ortada ne de altın yumurta.
Batı medeniyeti hakikati böyle arıyor asırlardır. Onun için de
bulamaz; bulamayacaktır da... Bulduğu hakikat kırıntılarını da
hovardaca harcıyor ve bitiriyor. Bu onun kemâlâtının değil mut
suzluğunun kaynağı oluyor.
Doğuya gelince... Hakikatle arasındaki münasebeti keseli nere
deyse yüz elli sene geçti. O gün bu gündür mevcut sermayemizden
tüketiyoruz. Umulur ki, hakikatle aramızdaki münasebeti elimiz
dekini bitirmeden tesis ederiz yeniden.
2.
İnsan hakikatle kendisi arasında bir nisbet kuramamışsa yaşadı-
ğı dünyada doğru davranışlarda bulunması mümkün değildir.
Hakikat doğru yaşayabilmenin, doğru hareket edebilmenin mihenk
taşıdır, ölçüsüdür, ayarıdır. O mihenge yakınlığımız nisbetince
Makaleler | 97
doğru eylemler içinde bulunabiliyoruz. Doğru düşünmeden veya
düşünceden bahsetmiyorum; zira düşünmek bütün eylemlerimiz
için gerekli olan ilk eylem... Fiil-i ûlâ. Bu anlamda insanın tek
gerçek eyleminin düşünmek olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Hakikat, ne olduğu itibariyle değil ama hayatımıza yansıyan
tezahürleri ile kendisini bize sürekli olarak hissettirir. Bu hissediş-
le biliyoruz ki, hakikat tektir ve insanlık hakikatin tekliğinde müt-
tefiktir. Ancak hakikati idrak noktasında insanların birbirlerinden
ayrılması ve herkesin kendi bulunduğu noktadan tarif etmeye
kalkması neticesinde ortaya çıkan keşmekeş içerisinde hakikati
anlamaktan, bilmekten ve kendimizi ona ram etmekten uzak kalı-
yoruz.
Hayatımızdaki bütün keşmekeşlerin, iniş çıkışların, kaosların
sebebi budur. Bu ram olamayışın yol açtığı kavgalar dolduruyor
tarihimizi. Herkes kendine göre bir hakikatin peşinde koşmaya
başlayınca bir kıyamettir kopuyor ve birbirini yiyor insanlar böy-
lece. Hakikatle aramızdaki irtibat ta kouyor; ondan yine onu arar-
ken uzaklaşmış oluyoruz.
Uzaktan bakıldığında haklı bir durummuş gibi gözüken bu kav-
gayı mercek altına alınız ve inceleyiniz. Göreceksiniz ki, bu kavga
hakikat için (hakikat uğruna7 yapılan bir kavga değildir. İhtirasla-
rın, zevklerin, hıyanetlerin hakmış gibi ileriye sürüldüğü ve savu-
nulduğu güya hakikat savaşı arenasında boşuna ömür tüketiyoruz.
Bu hâl akılla izah ediilemez bir muhaldir. Bir yandan hakikat
diyeceksiniz, diğer yandan kendiniizi hakikatin mihengi sayacak-
sınız. Kendinizi hakikatin mihengi sayınca da ihtiraslarınız uğruna
savaşmayı ister istemez hakikat adına savaşmak zannedeceksiniz.
Hakikatin ne olduğunu belirleyen biz miyiz, ihtiraslarımız mıdır?
Yoksa herkesin ittifakla tek olduğunu tesbit ettiği fakat yine her-
kesin o tek olan hakikati kendisinin temsil ettiğini ileri sürdüğü bir
ortamda hakikat hakkındaki bilgimizi yeniden gözden mi geçir-
meliyiz.? Yeniden gözden geçirmeli değil miyiz?
«Ben haklıyım!» derken hakikatperver olduğunu öne süren
birisi ile «Haksızım!» diyen arasında ne fark vardır? «Haksızım!»
diyen de bunu söylerken hakikatperverliğini öne çıkarmış olmaz
mı? Haksızım diyen bu iddiasında kendi itirafından dolayı haklıdır
da «Haklıyım!» diyenin haklılığı yüzde ellidir.
Haklının hakikate nispeti ile haksızın hakikati nispetinin ne
98 | Saçı uzun aklı kısa
kadar olduğunu tespit etmekte bile güçlük çekiyorsak hakikat
hakkındaki bilgilerimizi acilen gözden geçirmeliyiz.
İnsan hakikati görmedikçe, bilmedikçe, anlayıp idrak etmedik-
çe hemcinsiyle yaptığı kavgada hiçbir zaman haklı olamayacaktır.
Bu kavga da körler ve sağırlar kavgası olmaktan öteye geçemeye-
cektir. Aralarındaki ilişki de körler ve sağırlar ilişkisi...
Bu körler ve sağırlar diyaloğunu gidermek için bulduğumuz
gerekçe ise bir sonraki yazının konusu olan Hoşgörü...
Makaleler | 99
DERİNLİK VE GENİŞLİK
Üç Kelime, üç mânâ
MÜSAMAHA, HOŞGÖRÜ, TOLERANS
1.
Türkiye’nin son kırk-elli yılında toplumun gündeminde en çok
yer işgal eden mefhumlardan biri «Hoş-görü» mefhumudur. Her
ne kadar ben bu mefhuma karşı biraz soğuk dursam da, onu müsa-
maha veya tolerans anlamında kullanmaya illâ da karşı değilim.
Türkiye son 150 yılını insanların birbirlerine karşı besledikleri
düşmanlıklarla geçirdi. Bu düşmanlığın siyasal, yani iktidara iliş-
kin yanı birinci derecede ön plana çıkarken, tek sebebin bu oldu-
ğunu söylemek elbette doğru olmaz.
Aslında hayata bakış açısında problemler başgösteren bir toplu-
mun er veya geç başına gelebilecek kötülük, o toplumu oluşturan
tüm fertlerin birbirleriyle ve müesselerle, müesselerin fertlerle ve
diğer müesselerle aralarına giren anlaşmazlığın düşmanlığa dönüş-
mesidir. Türkiye’nin Tanzimat Fermanı’yla açığa çıkan «hayat
telâkkisini elden kaçırma» temayülünün —bunun bir ferman
olması hasebiyle— evvelâ siyasette başgöstermesinin ardından
hayatın diğer alanlarına da sirayet ederek, zamanın akışıyla birlik-
te daima kötüleşip, kökleşerek hâlâ devam ettiğini bilmemek için
-çok afedersiniz- eşek olmak icap eder.
Makaleler | 105
Cemiyetimiz hayatın zimamının elinden kaydığını tespit edene
kadar zihinlerine, hislerine, kalplerine işlemiş olan mevcut mede-
niyet modlarını da zaten usul usul elden kaçırmış oldu. Bu şu
anlama geliyor: Artık bir tarih şuuru oluşturamıyoruz. Bu şuur
olmayınca istikbale sarkacak ve istikbali bugün üzerinden belirle-
yebilecek, şekillendirebilecek, sağlam zeminler üzerine oturtabile-
cek bir şuura da eremiyoruz.
Cemiyetimizi selamete çıkarmak isteyişimizin sebebi nedir?
Neden böyle bir işe tevessül ediyoruz?
Birileri güzel güzel(!) bizim adımıza düşünüp karar verirken
ona karşı çıkmamız içsel-insiyakî bir tepki midir? Yoksa aklî
muhasebeler neticesinde mi bu karşı duruşu sergiliyoruz? Eğer bu
muhasebeyi yaptıysak bunu ortaya koyabildik mi? Koyduysak ne
ile, nasıl ve niçin bunu yaptık veya yapabildik?Lâfı evirip çevir-
meye gerek yok. Bu sorulara cemiyet olarak verebilecek olumlu
ya da olumsuz bir cevabımız yoktur. Fakat bunlar hâlâ cevaplan-
mayı bekleyen sorulardır.
Türkiye’de son 10-15 yıllık süreçte sıkça kullanılmaya başla-
yan «Hoş-görü» mefhumunu/meselesini de bu çerçevede ele
almak ve değerlendirmek gerekir kanaatindeyim.
Bugün sıkça kullanılır bir hale gelmiş olan bu mefhum üzerin-
den, cemiyetimizin kendi ruh dinamiklerini besleyen ana kaynağa
sıkı sıkıya bağlı bir cemiyet nizamını örgüleştirmek mümkün
müdür?Soruyu bir de şöyle şöyle soralım: Hoş-görüyü eksen kıla-
rak yeni bir sosyal felsefe oluşturulabilir mi? Yeni bir siyasal
nizam, iktisadi organizasyonlar vs. vs. inşa etmenin temeline bu
mefhumu oturtmak ne kadar doğrudur?
Sorduğum sorularla okuyucu üzerinde negatif hava doğurmaya
çalıştığımı itiraf etmek isterim. Evet, benim bu sorulara verebile-
ceğim bütün cevaplar olumsuz olacaktır.
Bana göre sosyal hayatı tanzim ederken hesaba katılacak ilk
unsur elbette insandır. Evvelâ insanın ne olmaklığıyla ilgili soru-
ları ve sorunları gündeme taşıyarak çözmeye çalışmak yerine,
insan-insan ve insan-cemiyet ilişkilerinin işleyişinde alt sıralarda
bir yer bulması icap eden «Hoş-görü» fikrini birinci sıraya almak
demek, cemiyet ve insan sancısı çektiğini söyleyenler bu işlerden
anlamıyor demektir.
Çözüme ilişkin bütün tekliflerde tâkip edilecek bir usul, bir
106 | Saçı uzun aklı kısa
sıralama vardır. Eğer yapılacak ve sonuç elde edilecek bir iş oldu-
ğunu tespit ediyorsanız, evvelâ zihnî bir faaliyet yapıyorsunuz
demektir. Bu zihnî faaliyetinizi nasıl yaptığınız önemlidir. Sonra o
işi hayata geçirmek istediğinizde bir usûl ihdas etmeniz gereke-
cektir. Bu da bir zihin faaliyetini icap ettirir. Nasıl yapacağım?
sorusunun cevabını aramak zorundasınız. Bütün bunları yapma-
dan vusül gerçekleşmez.
Eğer sosyal hayatta hesaba katılacak ilk unsur insansa, bu insa-
nın cemiyette kendisini gerçekleştirmesi için ihtiyaç duyduğu iki
mühim mefhum vardır. Bunların birisi Hürriyet, diğeri Adalettir.
İnsan «Hakikat»le ünsiyet kurmak ve onu kendine bir şahsiyet
olarak giydirmek yükümlülüğü altındadır. Bütün insan faaliyetle-
rinin de onun bu arzusuna uygun olarak şekillendirilmesi gerekti-
ğinin bir zaruret olduğunu düşünüyorum.
Sosyal bir nizam ihdas ederken göz önünde bulundurulması
gereken budur. Tersine ehramlar inşa etmeyi denemek isteyenler
için elbette söyleyecek bir sözümüz olamaz.
2.
Bu noktadan itibaren artık Hürriyet ve Adalet meselesini irdile-
meye başlayabiliriz: İnsan-Hakikat-Allah üçgeninde insanın ihti-
yaç duyduğu iki önemli özellik olarak önünde duran Hürriyet ve
Adalet meselesi, bugün, modernlerin ondan anladığı mânânın
dışında yorumlanmak ihtiyacındadır.Modern dünyanın temelini
oluşturan ana dayanak «güç»tür. Bütün ilimlerini, siyasetlerini,
iktisadi faaliyetlerini, hatta kültür, sanat faaliyetlerini bile esas
olarak ittihaz ettikleri bu «güç» olgusunun/felsefesinin üzerinden
geliştirirler. Modernlere göre Hürriyet ve Adalet dahi «güç» olma-
nın birer alt hukuk ve felsefe terimleridir. Anlaşılmaları da bu
bağlamda gerçekleşmektedir. İnsan istediğini yapabildiği ölçüde
hürdür, bu hürriyetin gerçekleştirilmesi için de gerekli olan hukuk
düzeni üzerinden bir adalet sistemi inşa edilmelidir modernlere
göre. Modernlerin bu konular hakkında ne düşündüklerine dair
çok şey söylenebilir.
Oysa Hürriyet ve Adalet mutlaka «Hakikat» ile ilişkilendirilme-
si gereken bir meseledir. Yaptığım veya yapmadığım şey beni
hakikate ne kadar yaklaştırıyorsa o kadar hürüm; içinde yaşadığım
sistem de bana bu imkânı sağladığı oranda âdildir.
Makaleler | 107
Hürriyet nedir? sorusunun cevabı bu ifadeler içerisinde saklı
olmasına rağmen onu açığa çıkaracak bazı ipuçlarını aramaya
başlayabiliriz:
Hürriyet insanın, yaşadığı maddi dünya içerisindeki bütün bağ-
lardan, kayıtlardan kurtularak, mutlak-mücerret hakikat ile temasa
geçme/geçmiş olma halidir. Bu temas’ı gerçekleştiren mutlak
hürriyete kavuşmuştur, çünkü mutlak hakikate bağlanmıştır. Yani
insanın hür olması demek müşahhas bir alandan mücerret bir
alana kendisini aktarması demektir ki, bu yeni alan içerisinde bağ-
lanmanın hakikatine vasıl olup hakikat karşısındaki mutlak esare-
tini idrak edebilsin. Mutlak esaret ki, hürriyetin ta kendisidir.
Adaletin bu yapı içerisindeki yeri nedir?
İnsan topluluk halinde yaşama içgüdüsü/insiyakı kendisine
verilmiş olan bir varlıktır. İnsanın tek başına yaşadığı hiçbir devir
olmamıştır. Hz. Adem kendi izahını Hz. Havva ile yaptı; Hz.
Havva da mânâsını Hz. Adem ile buldu ve cemiyet oldular.
Bugün de bu böyle... Yarın başka bir şekil alsa bile özü itibariy-
le birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Bu birliktelik çerçevesinde
gerçekleştirdiğimiz, hür olmanın peşine düştüğümüz bir hayatı-
mız, bir sosyal düzenimiz var. Birbirimizle münasebetlerimizi
sağlayan hukuk düzenlerimiz var. Bu hukuk düzenlerinin en
büyük çabası insanlar arasında adaletle hükmetme çabasıdır. Ada-
letle hükmedilmelidir, çünkü hür olunmalıdır. Hür olunmalıdır,
çünkü hakikatle tam bir bağ kurulabilmelidir. Bu birbirine bağlı
ifadelerden anlaşılması gereken şeyin ne olduğuna dair bir fikir
yürütürsek, anlamamız gereken şey şudur: İnsan ve onun baş
gayesi olan hakikati ele geçirmek arasında alt gayeler olarak
evvelâ adalet, sonra hürriyet vardır. Baş gayeye ulaşmada ihtiyaç
duyulan bu iki ilkenin alt gayeler olarak işletilmesi esnasında
bizim birbirimizle olan münasebetlerimizi geliştirmek, yerleştir-
mek, yaygınlaştırmak ve işlerliğini devam ettirmek için başka
faktörlerle birlikte ihtiyaç duyduğumuz bir faktör daha vardır ki, o
da müsamaha yani hoş-görüdür.
Meseleye bu yönüyle bakıldığı zaman hoş-görüyü bir gaye-mef-
hum olarak ortaya atmak, aslında onu hovardaca harcamak demek
olmaz mı?
108 | Saçı uzun aklı kısa
Her halde Necip Fazıl gibi bir büyük fikir ve aksiyon adamının
arkasından onu anlatma iddiasında bulunabilecek kişi ben olma-
sam gerek. Fakat etrafıma baktığım zaman bir iki ciddi değerlen-
dirmeden başka bir şey göremiyorum. Onun hakkında yazılan
değerlendirmelerin neredeyse hiç biri onu anlatmak liyaketine
ulaşamamıştır.
Mevzuya geleyim:
Ben fikir adamı nedir sorusuna şöyle bir cevap veriyorum:
Hadiselerin tespitini ve tahlilini yapan, teşhisini koyan, bu teşhis-
lerden kendi terkibini gerçekleştirerek teklifte bulunabilen ve bu
teklifin de nasıl tatbik edileceğine dair görüş beyan edebilen her-
kes derecesine göre kıymetlendirilmek kaydıyla fikir adamıdır.
Bugün Türkiye’de bu evsafta adam var mıdır? Sanmıyorum. Bu
peşin hükümde haklı olduğumu ispat edecek o kadar çok malzeme
var ki, tartışmak için yeri burası değil. Daha geniş platformlarda
tartışılması gereken bir konudur bu.
Asıl mevzu ile alâkamızı henüz kurmuş değiliz; farkındayım.
Ama bu tespiti yapmak zorundayım. Çünkü Necip Fazıl gibi fikrin
derinliğine ve genişliğine nüfuz etmiş bir dehanın ne olduğuna
Makaleler | 109
dair çerçeveyi ancak bu şekilde kurmak mümkün gibi gözüküyor
bana.
Necip Fazıl, vefatından bu yana geçen zaman içerisinde fikir
adamlığı ve hususiliği içerisinde umumi bir kuşatıcılık arzedici
fikirleri nezdinde hala tartışılmış ve hakkıyla anlaşılmış değildir.
Bu Türk tefekkürüyle ilgilendiği iddiasında bulunanların, açık
söyleyeyim, yüz karası bir durumdur.
Necip Fazıl, evet, bir şairdir; fakat şiirini bir fikre hasreden ve
o fikrin bir ömür boyu sarayını örmeye çalışan adamdır. Onu kuru
bir söz ustası, şair olarak tanımlamak, onun, içine fikrini döktüğü
şiirlerini de anlamamış olmak demektir.
Sözü ustalıklı söylemek, şiiri ses ve söz ahengi içerisinde şekil-
lendirmek elbette önemlidir. Fakat neticede tüm bu çabalar formla
alâkalıdır ve mücerred düşünme yani tefekkür ile yakından alâka-
lı değildir. Oysa Necip Fazıl, bağlısı olduğu dünya görüşünün
tefekkür plânındaki örgüsünü o beliğ cümlelerinde ve sesin ve
sözün ahengini yansıtan şiirinde saklamayı değil birebir aksettir-
meyi hakkıyla gerçekleştirebilmiştir.
İfadenin beliğ olması manadan anlamayanlar için manayı sak-
layıcıdır. Şiiri yalnızca ses ve söz düzeneği olarak görenler için
şiir, herhangi bir fikrin taşıyıcısı değildir, olamaz.
Necip Fazıl bir ideolog mudur, şair midir, sadece bir gazeteci
midir? Yoksa Türk, hatta dünya fikir hayatına istikamet veren ve
ona olmuşu, olanı ve olacağı gösteren bir mütefekkir midir? Bu
sorular bugün ebediyete intikalinden 40 yıl sonra henüz cevabını
bulabilmiş değildir. Onun ne olduğunu ve ne yapmak istediğini
anlamak isteyenlere eserlerini işaret etmekten başka çare yoktur.
Bilmek isteyen oraya müracaat etmelidir. Ama bugünün Türk
aydını diye kendini isimlendiren fikir eskizcilerinin, okumadan ve
düşünmeden kendini düşünce adamı ilan edenlerin onu anlamak
için hiç bir ciddi çaba sarfetmedikleri de ortadadır.
İdeolocya örgüsünde nasıl bir dünya görüşü örgüleştirilmiştir?
Bu dünya görüşü nasıl örülmüştür. Yukarıda bir fikir adamının
sahip olması gereken hususiyetler olarak gösterdiğimiz tespit,
tahlil, teşhis, terkip, teklif ve tatbik unsurlarının «İdeolocya Örgü-
sü»nün içerisine nasıl yerleştirildiği ve kesintisiz bir akış halinde
nasıl abideleştirildiğini görmemek için kıskanç olmak yeterlidir,
aptal olmaya ihtiyaç yoktur.
110 | Saçı uzun aklı kısa
Çile şiirinde, o muazzam ses ve söz ahenginde, bağlı olduğu
dünya görüşünün âlem, varlık ve insan telâkkisinin heykelleşmiş
şeklini bulmak mümkündür. Hatta bu şiir bunun için yazılmıştır
sanki. Âlem, varlık ve insan... Bu üç mücerredi ifade etmek için
sözün en iyi söyleniş biçimi olan şiirden başka hangi yol kullanı-
labilir?
Geçelim bunları efendim... Geçelim... Türk tefekkür dünyasının
ondan alabildiğine bakalım. Bugün kendini bize ait bir dünya
görüşünün mensubu —yeni yetmelerde ikinci el tesiri olmak şar-
tıyla— politikacısından sanatçısına, köşe yazarından kitap yayın-
cısına ve daha bilmem nerelere ve nelere kadar onun söyledikleri-
nin rüzgarından tesir almayan yok; fakat buna rağmen bu tesiri
görmeyen ve yer yer inkâr eden bir sürü -sözüm ona- şair, yazar,
çizer, gazeteci, akademisyen, siyasetçi geziyor ortalıkta.
Onun bıraktığı yerden devam ettirmek bir yana, bıraktıklarını
bile anlama liyakatinden yoksun bir kitleyi gördükçe onsuz geçir-
diğimiz son otuz senenin nasıl ziyan olduğunu düşünüyor ve üzü-
lüyorum.
Necip Fazıl’ı aşmaya değil anlamaya ihtiyacımız var. Eserleri-
nin her birinde anlayabilenler için aynı kıvamda ve nispette saklı
bulunan tesbit, tahlil, teşhis, terkip, teklif ve tatbik unsurlarının
nasıl ve niçin kullanıldığını görmek lâzım. Görmek lâzım ki,
yarınki Müslüman-Türk cemiyetinin hamurunun nasıl yoğrulması
gerektiğine dair bir fikir ve iş sahibi olabilelim.
Onu rahmetle anıyoruz....
Makaleler | 111
SONSUZLUĞU ALGILAMAK
TERÖRİZM
ŞUURSUZLUK SARMALI
1.
Bireysellik kelimesinin Batıda karşılığı individualism… Ferdi-
yetçilik diye tercüme etmek mümkün kelimeyi. Dilimizi yozlaştı-
ranların ağzıyla konuşurken bireysellik diyoruz. Bireyselcilik de
diyebilirdik.
Nasıl ifade edersek edelim, gündemimize bir karabasan gibi
oturan bu mefhumu batılılar ferdi merkeze alan düşünce ve değer-
ler sistemi diye tarif ediyorlar. Sırf teorik olarak düşünüldüğünde
kollektivizmin zıddı olarak kabul ediliyor.
Geniş halk kitleleleri nezdinde mefhum, temel anlamına bağlı
kalınmakla beraber, farklı anlamlara bürünüyor: Kişinin kendi
kararlarını kendisinin vermesi ve bunu istidiği her alanda yapması.
Bunu yaparken taplumsal kontekste uyup uymadığı asla önemli
değil. Bu durumda konformizmin zıddı olarak buluyoruz kelime-
yi. Konformizm, yani toplumla uyum içinde olma, ona ters düş-
meme, en azından öyle görünmeme hâli… Temelde felsefî bir
düşünce biçimi, fakat sosyolojik ve psikolojik unsurları da bünye-
sinde taşıyor.
Bugün toplumun ana unsururu olarak nitelenen ailenin başına
120 | Saçı uzun aklı kısa
gelenleri bu bireysellik denen yeni düşünce biçiminin bir sonucu
olarak değerlendirmek icap eder.
Bana sorar mısınız, sormaz mısınız bilmem ama cemiyetin bu
ana unsurunu artık ayakta tutamaz hale getiren ana sebep bireysel-
liğin sıradan insan nezdindeki anlayış biçiminden kaynaklanıyor.
Boşanmaların sebeplerini sağda solda arayanların esasen bu birey-
sellik sorununu etraflıca tartışması gerekir. Gerçi sıradan insanın
her şeyi yapma ve kimseye kendi işine burnunu sokturmama has-
talığının yani muhasebesi tam yapılmamış bir bireyselliğini
sorumlusu da zaten bu düşünceyi bir felsefe olarak gündeme
taşıyanlardır. Onların bireyi merkeze alıp geliştirdikleri bu teori-
den çıkabilecek olan olumsuz sonuçları kestirememeleri yüzünden
geniş kitleler ona istedikleri ilave ve çıkarmaları yapıp kendilerine
uyduruyorlar ve hiç hesap edemedikleri vahim sonuçları da olağan
gibi görüyorlar.
Elbette bireyin kendine ait bir alanı olmalıdır. Fakat bu alanın
sınırlarını tespit etmek öyle kolay olmasa gerekir. Evinde hiç kim-
seyle görüşmeyen biri bile evindeki eşyayla kurduğu sessiz inte-
raksiyonun ne kadar dışında tutabilir kendini? Odamızdaki tele-
vizyon, üzerine oturduğumuz kanepe, arkamızı yasladığımız san-
dalye, yemeğimizi yediğimiz sofra bile esasında insanın bahsedil-
diği tipte bir bireyselliği gerçekletirmesine imkân tanımıyor.
Bireyselleşelim derken irtibatta olduğumuz eşya üzerinden kollek-
tif bir hayatın tam da ortasında buluyoruz kendimizi. Bu noktadan
sonra konfirmizmle karşı karşıya kalıyoruz ki, bireysellik dediği-
miz olgu da böylece ayağımızın altından kayıp gidiyor.
Bireysellikte bir bakıma kendini aramak var. Kendi olmak var.
Fakat toplumsal hadiselerle daha dünyaya geldiğimiz andan itiba-
ren kaçınılmaz olarak bir ilişki içine giriyorsak, birey olmamızın
sınırlarını da dış dünya ile temasımızda belirleyememek gibi bir
sorunumuz var demektir.
Neticede birey dediğimiz de bir insan… İnsansa derinliğine ve
genişliğine iki yönlü bir varlık. Genişlik alanı ile kollektif yahut
konfirmist olurken, derinlik yanımızla da birey olmaklığımız söz
konusu. Bu açıdan bakıldığında yapılması gereken şeyin derinlik
ve genişliğimizin birbirine olan sınırlarının belirlenmesinden iba-
rettir. Bu sınırların belirlenmesinin ise öyle, oldu demeyle olacak
bir iş olduğunu sanmıyorum.
Makaleler | 121
Meselenin sosyolojik/toplumsal ve psikolojik olmak üzere iki
yönlü ele alındığını söyledik. Yani problem bir başka ifadeyle
toplumsal olanla psikolojik olan arasındaki sınırı belirlemektir. Bu
sınır belirlinemediği içindir ki, bireysel hayatımızda daima mut-
suzluklar yaşarken, toplumsal hayatımızda da hep bir didişme ile
karşı karşıya kalıyoruz.
2.
Birey olmaktan ne anladığımızı veya anlamamız gerektiğini
belirlemeden önce insanın biri ufka doğru genişleyen, öbürü içi-
mize doğru derinleşen farklı, ama birbirine sıkı sıkıya bağlı iki
özelliği olduğunu bilmek lâzımdır. Bu iki özellik bizim insan
olarak tebarüz etmemizin belki de temelini oluşturmaktadır. Belki
diyorum, çünkü çok yönlü bir varlık olan insanın iki temel özelli-
ğinin bu olduğunu iddia etmek ispatı güç bir vakıadır ve yanılma
ihtimali büyüktür. Bu yanılmaya düşmemek için temkinli davra-
narak söz söylemek icabeder.
İnsan, derinliği ile kendini bilmenin peşinde koşmaktadır.
Genişlik yanı ile de kendini bilmenin dış şartlarını yerine getirir.
Yani içine doğduğu tabiatı ve cemiyeti bilmesi, onun genişliğine
yönünü oluşturur ve esasen bu yönü de onun kendini bilme dava-
sında mütemmim cüzlerinden biridir.
İnsanın bireyselliğiniden bahsederken bundan anlamamız gere-
ken şeyin kendimizi bilmek olduğunu söylüyorum.
Birey yani kendi olmak ile özgürlük arasında kurulmaya çalışı-
lan ilişkiyi de gözardı etmemek gerekiyor. Evet birey olmak için
özgür olmak kaçınılmaz olarak kendisini gösterir. Fakat özgür
olmaktan ne anladığının bilinmemesi durumunda, birey olmak
için gerekli şartın yerine getirilmemiş olduğunu anlamak zor
değildir. Öyleyse özgürlük meselesini de mutlaka birey olma süre-
cinde gündeme getirmek icabeder.
Bugünkü cari anlayışta özgür olmak kurallara uymamak anla-
mını taşıyor ve bireysellik üzerine fikir yürütenler tarafından açık-
ça dile getiriliyor. Bu kural tanımama düşüncesinin elbette sınırla-
rı çizilmeye çalışılıyor. Fakat bu sınırlar kanunla veya bir biçimde
toplumsal baskı yoluyla belirlenmeye çalışılıyorsa da, bu sınırların
ne kadar muhafaza edilebildiği tartışmaya açık bir başka konudur.
Toplumda suç işleme oranlarının artması, aile müessesesinin
122 | Saçı uzun aklı kısa
karşı karşıya kaldığı vahim durum, cinselliğin sadece bir haz mev-
zuu haline gelmiş olması, fertlerin birbirlerine güveninin azalması,
herkesin zengin olma peşine düşmesi, istismarların her alanda boy
göstermiş olması, fertler arasındaki dayanışmanın kendiliğinden
yürümesi gerekirken birtakım kurumlar aracılığıyla yürütülmeye
kalkılması, herkesin kendini önemsemesi gerektiği söylemleri gibi
sosyologlarımızın mutlaka ilgi alanına giren meselelerin yoğun bir
biçimde gündemimizi işgal etmesi bireysellik meselesini zorunlu
olarak tartışmaya açık kılmaktadır.
Genişliğine ve derinliğine insandan bahsetmek esasen bireyi
esas almak ve cemiyeti onun etrafında örmek demek. Bunun
hukuk dilinde karşılığını hürriyet ve adalet olarak belirlemek
mümkündür.
Öyleyse bu iki kavram üzerinde de durmak lüzumu vardır.
Hürriyet bugünün insanının anladığı anlamda kural tanımamaz-
lık değildir. Başkalarının hürriyetine müdahale etmemek kaydıyla
herşeyi yapabilmek demek aslında kendi hürriyet alanını genişlet-
mek için başkalarının hürriyet alanlarını daraltmak demektir.
İnsanın tabiatında var olan bencillik hissi onu ister istemez
böyle bir davranışın içine girmeye zorlamaktadır.
Nitekim kendindeki iyi ve kötü yanları ayırdetmek için ne yap-
ması gerektiğine dair hiç bir fikir üretmeyen bugünün dünyası, bu
bencillik hissinin devreye girmesini önlemek kudretine sâhip
değildir. Bu olmayınca da başkalarının hürriyet alanının daraltıl-
mak istenmesi ve kendi hürriyet alanımızın bu şekilde geniş tutul-
maya çalışılması bireyler arasında sıkı bir kavganın doğmasına yol
açmaktadır.
Bu kavgaya tutuştuğumuz zaman da kendi bireyselliğimizi ger-
çekleştirmek yani içimizde derinleşmek, bir başka ifadeyle derin-
liğine insan meselesini çözüme ulaştırmak güçleşmekte, insanın
kendisini bilme çabası bu yüzden akamete uğramaktadır.
Bireyselliğin gerçekleşmesi için giriştiğimiz çaba bir yandan
bizim derinliğimizi ortaya çıkarmazken, diğer taraftan da genişli-
ğimize olan yanımızdaki ilişkilerde de sürekli bir kavganın ortaya
çıkmasına yol açıyor. Bu ise bizim hem kendimizi gerçekleştirme-
mizi ve hem de toplumla uyum içerisinde oluşumuzu engelliyor.
Yani Dimyat’a pirince giderken ister istemez evdeki bulgurdan
oluyoruz.
Makaleler | 123
İnsanın eşya ve hadiselerle ilişkisini sağlamak için onun hürri-
yetini kısıtlamadan veya hürriyetimizi elde etmek için toplumu
itip kakalamadan, hem bir birey ve hem de bir toplum düzeni
üzerinde yeniden düşünmek vazifemiz vardır. İnsanı toplum için-
de harcamadan ve toplumu birey uğruna fesada uğratmadan inşa
edilmesi gereken bir hayat anlayışına sâhip olmak için insan+top-
lum= nedir? sorusunun cevabını aramak ve bulmak, mutlu olmak
istiyorsak, boynumuzun borcudur.
124 | Saçı uzun aklı kısa
KADİME BAĞLANMAK VE
YENİ BİR DİL İNŞA ETMEK
AHLÂK ÜZERİNE
28 Mart 2013
130 | Saçı uzun aklı kısa
ÖZEL HAYAT
9 Kasım 2013
Makaleler | 133
19 Mayıs 2013
Makaleler | 135
YANLIŞI BULMAK
BİLGİ VE İNTİBAK
Mukadder çöküş
İbn-i Halduna göre her toplum ve düzeni de insanlar gibi doğar,
büyür-gelişir ve ölür-yıkılırlar. Bu görüş bugün herkes tarafından
142 | Saçı uzun aklı kısa
bir bedahat olarak kabul görmüş bir görüştür. tartışmak icabetmez.
Toplumların mukadder çöküşlerinin ana sebebini onların top-
lum hayatında kendilerine gaye-hedef olarak tespit ettikleri iyi,
güzel ve doğru anlayışlarının izafiliklerinde aramak gerekir. İbn-i
Haldun toplumların çökeceklerinden haber verirken belki de insa-
nın mutlak anlamda bu üç ilkeye uiaşamayacaklarını ifade etmek
istiyordu. Çöküş evvela mukadderdir. Bu kesin...
Fakat bu nasıl olur?
Bunun da farklı biçiimleri olduğunu tarihte müşahede ediyoruz.
İnsanlar ya mevcut müesses nizamın işlemez olduğunu anlayıp
kurumlarını ve anlayışlarını değiştirerek yeni bir toplum düzenine
geçiyorlar veya bunu farkedemeyenler darbelere veya halk ayak-
lanmalarına müracaat ederek müesses nizamı alt üst edip yerine
yenisini ikame etmeye çalışıyorlar. Her iki örneekte de cemiyetler
sıkıntılara düçar oluyor elbette. Fakat birinci tür çöküşlerden
sonra kurulan yeni nizamlar müesseleşmelerini daha az sıkıntılı
olarak atlatırken ikinci tür değişimler daha sert, daha zalım, daha
can yakıcı oluyor.
Birinciye örnek islâm toplumlarından ve onların müesses
nizamlarını değiştirme biçiminden verilebilir. Bir Fransız devrimi
veya Rus devrimi, Avrupa’nın uzun yıllar süren toplumsal değişi-
mini de ikinci tür değişimlere örnek olarak göstermek mümkün-
dür.
Bu anlamda değişim eski müesses nizamı yenisiyle takas
etmek anlamına geliyor. Her iki durumda da sözkonusu olan
müesses nizamdır. Önce müesses nizam yıkılır yahut yıkılmaya
başladığı anlaşılır ve sonra yıkılan yahut yıkılmaya başladığı anla-
şılan müesses nizamın yerine yeni bir nizam tesis olunur. Yani
mevcut hukuk kaidelerinin yerine yeni ve daha iyi olduğu düşünü-
len başka kaideler ikame olunur.
Müesses nizamların mukadder çöküşlerinin sıkıntılı olduğun-
dan yukarıda bahsetmiştik. Bu sıkıntılar muhakkaak ki her toplu-
mun tarihî, sosyal, kültürel, iktisadi şartlarına göre de farklılık
arzedecektir. Kimi topluluklarda çöküş yalnızca kültürel bir saha-
da tahakkuk edebilir. Başka topluluklarda örneğin tarihten kopuş
yüzünden bir çöküş yaşanması da muhtemeldir. Fakat toplumların
yapı taşlarını oluşturan bu parçalar birbirleriyle sıkı ilişki içinde
olduklarından çoğu zaman sıkıntının nereden başladığını kestir-
Makaleler | 143
mek de buna bağlı olarak elbette güçleşmektedir.
Avrupa’da rönesans esas itiibariyle kültürel bir değişim olarak
başlamış fakat giderek toplum hayatının bütün katmanlarına sira-
yet etmiştir. Farklı bir kültür anlayışının ikame ettirilmeye çalışıl-
ması, sonuçta siyasal yapılanmanın yanısıra iktisadi yapılanmanın
da farklılaşmasına yol açmıştır. Değişim çevrimsel olarak gerçek-
leşmiş, biri ötekini tetiklemiştir. Öyle ki sonunda değişimin haya-
tın tümüne sirayet ettiği belli olmuştur.
Avrupa değişimini topyekün bir zihniyet ve hayat telakkisini
değiştirme biçiminde gerçekleştirmiştir. Bunun Avrupa’nın şartla-
rına uygun bir değişim olup olmadığı onların muhasebesini yap-
mak zorunda oldukları bir iştir.Bu yazının asıl değinmek istediği
bizdeki değişmenin nasıl başladığı ve şu anda hangi seyri tâkip
ettiğini belirlemeye çalışmaktır.
Dünyanın en yaşlı ağacı Güney Afrikada bir yerde. Bu ağacın
yaşının 6-7 bin sene falan olduğu söyleniyor. Bu ağaç dikiildiğin-
den bu yana her gün değişti, gelişti, sertleşti. Yakından bakıldığın-
da ağaç olduğunu anlama imkanınız yok. Hatta içine restoran,
kafe, diskolu bir eğlence merkezi bile kurulmuş. Ağaç olduğunu
anlamanız için en az 150-200 metre geriye çekilmeniz ve öyle
bakmanız icabediyor. Neticede bu ağaç, hâlâ ağaç fakat kesinlikle
bundan üçbin sene önceki ağaç değil; hatta bin sene, beşyüz sene
elli sene önceki ağaç da değil. Kendini ağaç olmaya fikslemiş,
bütün yıkıcı dış etkenlerden ve kemirici iç güvelerden kendini
korumuş olmalı ki bu güne kadar gelebilmiş.
Müesses nizamların uzun ömürlü olmalarına bir önrek teşkil
etmesi bakımından söyle bir anekdota baş vuruyoruz. Ağaç olma
özelliğini yitirmeden ve kendini her türlü iç ve dış yıkıcı tesirler-
den koruyan her ağaç aynı ömrü sürdürebilir elbette. Müesses
nizamlar da aynı bu ağaç misalinde olduğu gibi kendisinin en
önemli hususiyeti olan hukuk nizamını insan-toplum-tabiat-varo-
luş-varediliş-vareden dinamikleri üzerine inşa ettiği müddetçe
hayatta kalma şansını da ele geçirmiş demektir. Roma İmparator-
luğunun uzun ömürlü oluşunun altında kurduğu hukuk nizamının
doğruluğundan çok onu muhafaza edebilmiş olması sözkonusu-
dur. Aynı şey tarihin en uzun ikinci imparatorluğu olan Osmanlı
için de geçerlidir elbette.
Osmanlı hukuk nizamının küçük yaralar ala ala bozulması ve
144 | Saçı uzun aklı kısa
bu bozuluşu ilk defa 2. Mahmut zamanında aşikar edişinden yıkı-
lışına kadar geçen süreyi Osmanlı medeniyetinin kurucu faktörle-
ri açısından incelediğimizde göreceğimiz şey hukuk nizamının
çökmesiyle birlikte müesses nizamın da yerini bir başka müesses
nizama bırakmış olduğudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninin arkasında yatan
şey budur. Öyle bize yıllardır anlatıldığı gibi kötü sultanlar değil-
dir. Nitekim Sultan 2. Abdülhamid Han’ı yıllardır Kızıl Sultan
olarak niteledikten sonra onun hiç te öyle sanıldığı gibi kötü bir
insan olmadığı ortaya çıkmıştır. Aynı şey Sultan Vahidettin için de
geçerlidir. Yıllarca vatan haini olarak nitelendirildikten sonra yine
onu vatan haini diye takdim eden elitin siyasi kanadı olan CHP’nin
eski ve müteveffa lideri tarafından hain olmadığı itiraf edildi.
Osmanlının asıl yıkılış sebebini hukuk nizamının iflâsında ara-
mak gerekmektedir. Tarihin Roma Hukuku da dahil olmak üzere
en sağlam hukuk kodifikasyonuna sâhip olmasına rağmen koca bir
imparatorluğun 100 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde çökmesi
başka türlü izah edilemez. Olan olmuştur ve şimdi onun yerini bir
başka müesses nizam almıştır. Bizi bu yazıyı kâleme almaya iten
asıl sebep bu son müesses nizamımızın son günlerde yaşadığı
büyük handikaptır.
Kurulduğundan bu yana hem içinden ve hem de dışından kemi-
rile kemirile, hukuken ve siyaseten belli bir oranda güç kazanma-
sına rağmen zihnen ve fikren gittikçe küçülen, çünkü müesses
nizamı besleyici bir ana fikrinin olmayışı yüzünden artık taham-
mül gücünün sonuna ulaştığı sinyallerini veren bir müesses nizam
var karşımızda.
Kurulduğundan bu yana tam 27 yıl tek parti diktatoryası ile
yönetiliş, sonra 10 yıllık kısmî bir rahatlama...
Peşinden müesses nizamları düzeltme adına yapılan ve hiç bir
sosyal başarı, kültürel getiri, iktisadi atılım vs. sağlayamayan 27
Mayıs darbesi...
Peşinden gelen 10 yılda bu darbenin izlerini silmek, bozdukla-
rını düzeltmek için bir çırpınış; peşinden 12 Mart muhtırası, onun
peşinden 12 Eylül... Yıllarca 12 Eylül rejimiinin müesses nizamı
koruma adına hayatımızda bize ait (bizi ağaç olarak yaşatabilecek)
ne kadar unsur varsa hepsini yok edici tesirlerini kaldırmakla
uğraşan hükümetlerin yaraya pansuman mesabesindeki tedbirleri
Makaleler | 145
almakla uğraşıp durduk. Yetmedi 28 Şubat, yetmedi 27 Nisan,
yetmeri 17-25 Aralık, Yetmedi gezi ve yetmedi 15 Temmuz giri-
şimlerini
Bu tedbirler bizim esası muhafaza etmek için, sağlıklı düşün-
memizi engellemiş ve ömrümüz müesses nizam dediğimiz ağacın
hayatını idame ettirmeye çalışmakla geçmiştir.
Bugün, son darbe teşebbüsleriyle ve çeteleşmeler biçimiyle
gündeme gelen tüm oluşumlar, girişimler ve hukukî, askerî, siyasî
müdahalelerin hepsi aslında müesses nizamın büyük bir sıkıntı
geçirdiğinin ifadesi olmaktan başka birşey değildir.
Politikacıların birbirlerini suçlaması, askerin şöyle veya böyle
davranması, hukukçuların almaya çalıştıklar tedbirler... Peşinden
yine hukukçular eliyle girişilen jüristokratik darbe girişimleri...
Paralel yapılanmalar... Hepsi bunun birer işareti olarak duruyor
karşımızda.
Artık müesses nizamın İbn-i Haldun’un hâlâ geçerli olan kanu-
nu doğrultusunda sonuna geldik de haberimiz mi yok?
146 | Saçı uzun aklı kısa
SİSTEMİ KURTARMAK
MUTLU MUYUZ?
BOŞLUĞA SESLENİŞ
TÜRK MÛSÎKÎSİ
-----------------------------------------------
(*) Köçek Mustafa Dede…
Beyâtî âyininin bestekarı büyük musîkî adamı…
Doğum tarihini kesin olarak bilmiyoruz ama dördüncü Murad dönemi beste-
karlarından. Bir rivayete göre Afyonlu, bir başka rivayete göre de Edirneli.
Ağırlık Edirneli olduğunda…
Çilesini 1001 gün boyunca Edirne Mevlevîhanesinde doloduruyor ve Dede
170 | Saçı uzun aklı kısa
lakabını kullanmaya hak kazanıyor. Fakat bu dedelik yakıştırma, bugünkü tabir-
le çakma değil, ismiyle müsemma bir dedelik. Dergahta görevi aşçıbaşılık. Ama
bestekar da. Bestelemiş olduğu Beyati âyini kusursuz bir usul, makâm ve melodi
bütünlüğü sağlaması açısından övgüye şayan, sesi olağan üstü güzel ve üslabu
muazzam. Temiz bir tükçe ile söyleyişi var. Miladi 1683-hicri 1095 yılında vefat
ettiğinde edirneli şair Rüşdü şu beyitlerle tarih düşüyor ölümüne:
HALİMİZİ DÜŞÜNÜRKEN
1.
1839 Tanzimat Fermanından bu yana giderek gerileyen düşün-
me kabiliyetimiz bildiklerimizin de erimesine yol açtı.
Eğer bir geri kalmak söz konusu ise bunu düşünce ve bilgi
edinme veya bilgi erimesi meselesi üzerinden ele almak gerekir.
Yoksa bizim batı karşısında, batının tekniğine ve yaşam biçimine
uyum sağlayıp sağlamamamız üzerinden bir gerilik ve ilerilik
tartışması sırf bir aşağılık psikolojisinin yansıması olmaktan öteye
geçmez. Takriben 180 küsur yıllık bir dönemin ardından yapılma-
sı gereken önemli meselelerden biri bu uzun boşluktan kaynakla-
nan bilgi kaybının yeniden güncellenmesidir. Kısacası son yıllar-
daki siyasi gelişmelerin verdiği cesaretle birlikte [Nerde kalmış-
tık?] diye sorarak kaldığımız yerden meseleleri yeniden ele alıp
kaldığımız yer ile bugün arasında oluşan düşüce boşluğunu dol-
durmak ve istikbale kesintisiz bir biçimde devam etmek lazımdır.
Elbette bu bir zaman ve organize meselesidir.
Arada kalan boşluğun doğurduğu psikozu üzerimizden atmak
öyle sanıldığı gibi kolay halledilebilecek bir sıkıntı değildir.
Osmanlının geçirdiği fetret devri onbir yıl yerine, mesela yüzonbir
172 | Saçı uzun aklı kısa
yıl olsaydı kendini herhalde kolay kolay toplayamazdı. Bizim
şansımız aradaki uzun kopuşa rağmen, bu kopuştan önce elde
ettiğimiz birikime ulaşma ve onu yeniden harmanlama, yeni nesil-
lere aktarma ve bu yolla güncelleme imkanına mâlik oluşumuzdur.
Dinamik bir siyasî yapının mümkün kıldığı dimanik iktisadî
dönüşümler yine dinamik fikrî dönüşümümüzü kolaylaştıracak bir
altyapıyı oluşturmaya imkan vermektedir. Bugün kitlenin siyaset
sayesinde yeniden osmanlıcayı gündeme taşımasıyla yolu açılan
lisanın ve lisan terbiyesinin artık en küçük birimlere bile ulaştıra-
bilmenin imkânı da doğmuştur. Düne kadar tartışamadığımız
siyasî tabular, tarihi karalayan iftiralar birer birer günyüzüne çık-
maya başlamış bulunuyor.
Bazan «Nereden çıktı bu kadar bilge insan?» demekten kendimi
almıyorum. Ümidimizin tükenmekte olduğunu düşünmekle yanıl-
dığımı itiraf ederim. Meğer için için büyüyen ve yürüyen bir oluş
ve yeniden bilgileniş serüvenini millet olarak hiç elden bırakma-
mışız. Hamdolsun.
Tarihi yeniden okumaya başlıyoruz. Çünkü tarihin hep canlı
kalan dilini öğreniyoruz. Hayatı yeniden okumaya çalışıyoruz,
çünkü dün nasıl düşündüğümüzü ve yarın nasıl düşünmemez
gerektiğini, düşe kalka da olsa, düşünmeye ve zihnimizi bununla
yoğunlaştırmaya çalışıyoruz.
Bilgimizi tazelemek ve dünü yarına bağlayacak fikir altyapısını
oluşturmak. Bu bir usul meselesidir. Dolayısıyla bilgiyi güncelleş-
tirmenin en önemli yolu onu bir usule bağlamaktır ki, bu usul de
dünden yarına tevarüs ettirilecek bilgi güncellenmesinin en önem-
li mevzuları arasında yer almalıdır. Bu şu anlama geliyor: Dün
nasıl düşünüyorduk, bugünkü düşünme biçimimiz dün ile nasıl
irtibatlandırılacaktır ve yarın, dünle sıkı sıkıya bağlantılı düşünme
biçimimiz nasıl olacaktır/olmalıdır?
Şimdilik sorulması gereken soru budur ve bu bir usul inşası
demektir ki, bilginin güncelleştirilmesinde en önemli alet olma
konumundadır.
2.
Bilginin güncelleştirilmesi ne demektir? Bilgiyi niçin güncel-
leştirmek zorundayız? Nasıl güncelleştireceğiz? Tabi bu arada
bilginin kendisi ne demektir? Bu sorular üzerinden bilgiyi güncel-
Makaleler | 173
leştirmeye olan ihtiyacımızı açıklamaya çalışacağız.
Bilindiği gibi öğrenmek bir ihtiyaçtır. Bilmek bir ihtiyaçtır.
Varlığı, oluşu ve insanı anlamak için bilmeye ihtiyacımız vardır.
Herşeyden önce kendimizi bilmek için bilmeye ihtiyacımız vardır.
Çünkü biz zaten ilimle kuşatılmış olan varlıklarız. Varlıkla olan
her ilişkimiz ilim mesabesindedir. Bakmak öğrenmektir. Duymak
öğrenmektir. Düşünmek öğrenmektir; düşünmemek dahi öğren-
mektir. Dokunmak öğrenmektir. Dokunarak dokunduğumuz şeyin
sert mi, yumuşak mı veya katı mı, sıvı mı olduğunu öğreniyoruz.
Yine dokunarak dokunduğumuz şeyin sıcaklığını ve soğukluğunu
biliyoruz. Duyarak, sesler üzerinden bu ses güzel midir, çirkin
midir; bir kuş cıvıltısı mıdır, insan sesi midir, rüzgar uğultusu
mudur; anlamlı bir söz müdür, anlamsız bir söz müdür, bunları
öğreniyoruz. Tadarak ekşi midir, tatı mıdır yoksa tuzlu mudur onu
öğreniyoruz.
Düşünerek, düşündüğümüz şeyin arkasında saklı olan anlamı
ortaya çıkarıyoruz. Dolayısıyla hikmetin peşine koşarken hak ve
hakikatin ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Düşündüklerimiz
üzerinden kendimize göre bir hak ve hakikat anlayışı oluşturarak
elde ettiğimiz dünya ve hayat görüşüyle dünyaya yönelir, dünyayı
ve kendimizi anlamaya, istikbale ilişkin bir fikir yürütmeye çalışı-
rız. Başlangıcımıza ve sonumuza ilişkin nereden gelip nereye
gidiyorum sorusuna cevap ararız.
Bütün bunların hepsi, evvelâ öğrenerek, dolayısıyla bilerek,
dolayısıyla malumat/bilgi ve ilim olarak yukarıda birleştirilmek
üzere tek bir mefhum altında toplanabilecek meselelerdir.
Bilgi dediğimiz şey iki açıdan ele alınabilir. Kelâm ilmiyle veya
özel olarak usûl ilmiyle uğraşanlar bilirler. Her ilmin bir mevzuu,
bir de gayesi vardır.
İlmin mevzuu, ilmin ne olduğunu öğrenmek istediğimize göre,
bizzat ilmin kendisidir. (burada Yunus’un şu sözünü hatırlayalım:
İlim ilmi bilmektir.) Yani ilim yapmak için ilmi evvela kendine
mevzu kılarak bilmek, bir başka ifadeyle ilmin ilmini yapmaktır.
Biz ilim nedir diye sorduğumuz zaman aslında ilmin kendisinin
kendine mevzu teşkil ettiğini söylemiş oluruz. Bu anlamda ilim
kendisini yine kendisiyle tanımlar ve kendisini kendisinin mevzuu
olarak tanımladıktan sonra yine kendisiyle başka işleri yapmamıza
imkan açar. Hem kendisini izah eder hem de kendisinden başkala-
174 | Saçı uzun aklı kısa
rının istifade etmesine alan açar. Fakat insan öğrenmeye muhatab
olması itibariyle, öğrendiklerini de bir şekilde muhafaza etmek
mecburiyetindedir. Eğer bu muhafaza işi gerçekleşmezse ilim
tebarüz etmez. Yani söze veya yazıya veya fiiliyata aktarılamaz.
Yani İlmin muhafazası zihinde gerçekleşir ve biz onu muhayyile-
mizden muakkilemize oradan da dil üzerinden dışa aktarıyoruz.
Bilginin muhafazasında devamlılık ikinci bir aşama olarak karşı-
mıza çıkar. Bilgiyi zihinde form olarak muhafaza etmek bizim
onunla yeni bilgilere ulaşabilmemiz içindir. Bu bize ilmin mahiye-
ti itibariyle ilimde derinleşme imkânını verdiğinden dolayı, ilim
zamana bağlı olarak sürekli bir biçimde değişen, gelişen ve böyle-
ce kemalat kesbettiren bir şeydir. Bu yüzden kayıt altına alınması
gereken bir şey... Onu ancak kayıt altına aldığımızda muhafaza
edebiliyoruz. Her şey, ne olursa olsun, zamana muhatab kılındığı,
zamanla irtibatlandığırıldığı için, zaman onu bir şekilde eskitiyor;
şu veya bu biçimde tüketiyor, bir biçimde öğrenilen şeyin kendi
kendisini yenileme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu zorunluluk bir
açıdan zamana bağlı olarak ortaya çıkarken bir başka açıdan da
yine zamana bağlı kalarak zihnimizin sonsuza açılmasını sağlıyor.
Zihnimiz sonsuza açıktır. Meselâ sonsuzu tasavvur edebiliriz.
Gözünüzü yumun ve sonsuzu tasavvur etmeye çalışın; edersiniz.
Öyle bir sonsuzluk ki, sınırlı olmadığını bilmenize rağmen, son-
suzluğu tasavvur ederken zihninizde ona bir sınır koyarsınız:
Sınırlandırılmış ama sonsuz; sonsuz ama sınırlı... Yani, biliriz ki
bizim sonsuzluğu tasavvurumuz sonsuz değil ama zihnimizin
kapasitesini aşan bu sonsuzu kavramaya, anlamaya çalışır, onun
mefhumunun ne olduğunu bilmek, anlamak için büyük bir efor
sarfederiz. Sonsuzluğun dışında ne var derken hem zihnimizde
sonsuzluğun sınırını genişletir, hem de onu idrak edemeyeceğimi-
zi anlarız.
Dolayısıyla bu sonsuz süreç içerisinde insanın öğrendikleri, bu
öğrenme zihin üzerinden gerçekleştiği için, sonsuza açık olan zih-
nin, her öğrendiği ile yeni bir şey inşa etmek mecburiyetinde kal-
dığı çıkar karşımıza. Her yeni şey aslında bir öncekinin eskidiği
anlamına gelir. Bu bağlamda meseleyi ele aldığımız zaman bilgi-
nin sürekli olarak kendini yenilemesi, güncelleştirilmesi zorunlu
olarak ortaya çıkar. Demek ki her öğrendiğimiz yeni şey ondan
önce öğrendiğimizi eskitiyor, onu eski hale getiriyor. Biz bu eski-
Makaleler | 175
ler üzerinden veya eskiler üzerine yeniyi inşa ettiğimiz için de, hiç
kimse ilmin gelenekselleşmesini, gelenekselleşme mecburiyetinde
olduğunu gözardı etmez, edemez. Ettikleri zaman tükenirler; ettik-
leri zaman medeniyet inşaaları, temeddünleri biter. Tefekkürleri
biter, tezekkürleri biter, taakkulleri biter; kısaca her şeyleri biter.
Şu anda burada bulunan herkesin kendisine ilişkin bir bilgi
mazisi var. Bu maziyi kendinizden sildiğiniz zaman, sizden geriye
hiçbirşey kalmaz. İsminizi bile bilemezsiniz. Var mısınız, yok
musunuz, onu dahi bilemezsiniz. Konuşuyorsanız, dinliyorsanız,
anlıyorsanız, yarına ilişkin bir şey kurmaya çalışıyorsanız, bu sizin
daha önceki birikmiş bilgi malzemeniz ile oluyor. Dünün malze-
mesini bu güne ve yarına taşıyarak ondan yeni şeyler üretiyorsu-
nuz. İki gününüzü birbirine eşit geçirmiyorsunuz; geçiremiyorsu-
nuz. İşte bu mazinin sağlıklı bir biçimde bu güne ve istikbale
intikal ettirilebilmesi bir usul meselesi olarak karşımıza çıkmakla
birlikte bir devamlılık arzeden mesele olarak da karşımıza çıkar.
Tüm bu anlatılanları bir arada düşündüğümüzde her seferinde
bilginin yeni bir versiyonu ile karşı karşıya kalıyoruz demektir.
Meselâ şu anda, son beş veya on dakika önce benden dinledikleri-
nizi zihninizde daha önce var olan bilgi ile harmanlayarak yeni bir
bilgi/biliş versiyonuna kavuşturdunuz demektir. Çünkü daha önce
belki hiç duymadığınız yeni şeyler öğrendiniz. Bu öğrendikleri-
nizle yeni şeyler düşünmeye başlayacak, yeni şeyler icad edecek-
siniz; belki hayatınızı bu yenilikler üzerinden tekrar inşa edecek,
onu yeniden düzenlemek veya değiştirmek mecburiyetinde hisse-
deceksiniz kendinizi. Belki bu zamana kadar öğrendiklerinizi
yeniden rektefe etmekle karşı karşıya kalacaksınız. Belki de his-
setmeyeceksiniz. Diyeceksiniz ki, bunları ben zaten aştım.
Aklımaza şöyle bir soru gelebilir: Madem bunlar kendiliğinden
oluyor, o zaman bilginin güncelleştirilmesinden niçin bahsediyo-
ruz?
Cevap: Bilgi kendiliğinden güncelleşmediği için onu güncelleş-
tirmekten bahsediyoruz. Bilmenin sürekliliğini sağlayan, sadece
zihnimizin sonsuzluğu algılayabilme kabiliyeti ve onun zamanla
bağlantılı olarak çalışıyor olmasıyla alâkalı değil. Sosyal ilişkiler,
tarihî gelişmeler, iktisadî değişmeler, ahlâkî tavırlar, kültürel olgu-
lar vs.. eğer sağlıklı olarak ele alınmaz, işlenmez ise, bilginin
duraklamasına ve eskimesine yol açar. Bunları takip etmediğimiz
176 | Saçı uzun aklı kısa
zaman, eski bilgilerle, bize sormadan geçen zaman içerisinde kar-
şımıza çıkan yeni soruları cevaplayabilmek kabiliyetimizi yitiririz.
Bu ise bizi anakronik bir hale getirir. Yani içinde bulunduğumuz
zamanın dışında yaşar, bugünün mevzularına dünün sorularıyla
cevap bulmak gibi bir çelişki ile karşı karşıya kalırız.
Burada Hz. Mevlananın şu sözünü hatırlayalım: Ne kadar söz
varsa düne dair, artık yeni şeyler söylemek lâzım.
Oysa biliyoruz ki, insan içinde bulunduğu anı yaşamak, o ana
hükmetmekle sorumlu bir varlık.
Geçen geçmiştir, onu bir daha yaşayamazsınız, gelecek gelme-
miştir, onu da yaşayamazsınız. Geriye kalan sadece an...
İnsanın içinde yaşadığı an’ı idrak etmesi lâzımdır ki, içinde
yaşadığı cemiyete uyum sağlayabilsin veya olması gerekene, ideal
olana uygun olarak kendini ve cemiyetini şekillendirebilsin.
Eğer an’ı bilmiyorsan zaten içinde yaşadığın toplumu da bilmi-
yorsun demektir. Nerede yaşadığını bilmiyorsan, neyi değiştirece-
ğini de bilme şansını elde edemezsin. Senin ve toplumun hakikat-
le ilişkisinin var olup olmadığını bilme şansın yok demektir. Bu
şansın yoksa çağın dışında yaşamak zorunda kalırsın. Ne çağ sana
etki edebilir ne de sen çağa yön verebilirsin. Örneğin 1327 sene-
sinde ne olduysa onunla idare etmek zorunda kalırsın. Bu da bizi
cemiyetin temeddününden, zamana ve olaylara bağlı olarak toplu-
mun ve bilginin değişmesi karşısında alacağımız tavrı belirlemek-
ten uzaklaştırır.
Bilginin bu açıdan da güncelleştirilmesi gerekmektedir. Bizim
böyle bir sorunumuz var.
Gerçekten böyle bir sorunumuz var mıdır?
Bu önemli bir meseledir ve düşünce adamlarımızın öteden beri
sadece tartıştığı ama bir sonuca bağlayamadığı meseleler arasın-
dadır. Batı karşısında neden geri kaldık sorusu da esasen bu sorun-
la alâkalıdır. İlerilik gerilik meselesinin bir bilgi/bilgilenme/bilgi-
den uzak kalma meselesi olduğunu maalesef yeterince düşünmüş
ve idrak edebilmiş değiliz. Esasında hiç düşünmüş değiliz. Bize
dikte ettirilen geriliğin kabul edilmesi üzerine geleceğimizi inşa
etmeye çalışıyoruz. 1839 Tanzimat fermanıyla birlikte yavaş
yavaş soğumaya ve kaybolmaya başlayan düşünme kabiliyetimiz
ve giderek belirginleşen düşünememe özelliğimiz bizi bundan
alıkoymaktadır. Eldeki günü geçmiş verilerle idare etmeye kalk-
Makaleler | 177
tık. Genel düşünme dinamiklerimizin istinatgahını eskittik. Onu
bugüne taşıyamadık. Geleneğin değişmez kaidelerine itibar etme-
meyi marifet sayarak her şeyi ya yeniden inşa veya başkalarından
hazır/beleş bilgiler olarak kopyalama yöntemine tamah ettik.
Eldeki verilerin ne denli işe yaradığı veya yaramadığı konusunda
herhangi bir tartışmayı başlatamadık.
Bu meselede yeterince düşünmüş değiliz, çünkü eğer tarihi
süreç ile birlikte düşünürsek 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ila-
nından bu yana açığa çıkmış olarak, sağlıklı düşünebilme kabili-
yetimizi kaybetmiş bulunuyoruz. O tarihten bu yana eldeki veri-
lerle idare etmeye kalktık; eldeki verilerin yeterli olup olmadığını
tespit edebilmek için gerekli bir tartışma alanı açamadık. Bu,
zamanın bizden bağımsız olarak işlemesi ve âlemin yine bizden
bağımsız ve bizimle birlikte sürekli değiştiğini, yenilendiğini,
dolayısıyla bizim de bu zamanî ve mekanî değişmeye bağlı olarak
değişmemiz açısından normal, fakat bizim bu değişiklikleri farke-
demeyişimiz yönüyle de anormal bir durumdur.
Bizi değiştiren yalnızca insan–insan, insan–eşya ilişkileri değil-
dir. Zaman ve sürekli hareket halinde olan mekan da bizi farkına
varmaksızın değiştirir. Bu değişmenin farkına ancak zaman üzeri-
mizden geçtikten sonra varabiliyoruz.
Aradan geçen zaman içerisinde ortaya çıkan şey bizim bu
zaman, mekan, insan ve eşya değişmelerini farketmekte geciktik.
Bugün ortadaki durum bunu göstermektedir. Çok vahim bir taklit
psikolojisiyle düşünceye ilişkin olarak sadece başkalarından,
hazır, daha doğrusu muhasebesi yapılmamış ve kendi ruh dünya-
mızla irtibatlandırılmamış bilgiler devşirdik. Devşirmek mecburi-
yetinde mi kaldık, yoksa devşirdik mi, bu da bir başka soru...
Herkes kendi dünya görüşüne göre bir insan tipi, bir cemiyet
modeli ve âlem tasavvuru ortaya koymaya çalışıyor. Herkesten
kastım aslında iki büyük medeniyetin –Doğu ile Batı’nın– birbi-
riyle karşılaştırılması: Batı ve özelde bizim de kendisini mensubu
kabul ettiğimiz islâm medeniyeti olmak üzere Doğu... Yani müs-
lümanca düşünme kriterleriyle batılı tarzda düşünme kriterleri ile
karşı karşıyayız.
Biz müslümanca düşünme biçimlerimizi son ikiyüz yıldır fark-
lı düşünme biçimleri içerisinde, Mısır’da Mısır ekolü ile, Hindis-
tan’da yine Mısır ekolünü andıran benzer bir mantıkla, Türkiye’de
178 | Saçı uzun aklı kısa
daha farklı bir biçimde oluşturduk. Bu modellerin hepsi hâlâ tartı-
şılıyor. Bu konuda Prof. Bedri Gencer’in İslâm Modernleşmesi
isimli geniş çalışması bu tartışmanın en son örneğini oluşturuyor.
Orada bu meseleler gayet ciddi bir biçimde tartışılmaktadır. Bilgi-
nin farklılaşması, donuklaşması, bilgide geri kalınmasının sebep-
leri ele alınıp tartışmaya sunulmakta.
Şu aşikârdır ki, müslümanlar belli bir düşünme durağanlığına
girdiler. Böyle bir durağanlığa girmek esasen normaldir. Çünkü
düşünce dediğimiz şey sonuçta insanın ürettiği bir şey. Biz ne
yapıyorsak aklın sınırları içerisinde yapıyoruz. Bu noktada mev-
zumuz biraz dallanıp budaklaşacak ama semiiyattan, yani aklın
sınırları üzerinde vahyin bildirdikleri haricinde aklın bize söyle-
diklerini kullanma alanı bize açılmıştır. Bu alanı biz kullanmama-
ya başladık. Semiiyyattan olan meseleleri anlamak, meselâ aklın
alanını aşan allahın zatı, cennet, cehennem, ahiret gibi meseleleri
asla elle tutulup gözle görülür bir delille ispat etme imkanımız
yoktur. Bizim akıl yolu ile bu meselelerin keyfiyetine dair bilgi
edinme imkanımız Kur’an ve Sünnetin bize bildirdiği şekliyle ve
mücerred olarak kabul ederiz. Bu anlamda Kur’an ve Sünnet, bir
diğer tabirle Vahiy, aklın dışındaki alanlar hakkında bir bilgi edin-
me kaynağı olma hüviyetini kazanır. Keyfiyetlerine ve mahiyetle-
rine sirayet etme imkanını ancak vahyin bildirdiği vech ile ve
keyfiyet üstü bir keyfiyet olarak biliriz.
Fakat aklın bize yüklediği bir vazife var ve o vazife de bizim
daima zihinsel bir üretkenlik içerisinde olmamız gerektiğidir.
Bu anlamda efendimizin hurmaların aşılanmasıyla ilgili tavrını
hatırlayalım. Efendimiz diyor ki, sahabe-i kirama, hurmaları bu
şekilde aşılamayın. Şöyle aşılayın. Öyle aşılıyorlar fakat o sene
verim az oluyor. Bunun üzerine efendimiz «Siz dünya işlerini
benden daha iyi bilirsiniz. Nasıl biliyorsanız öyle yapın.» buyuru-
yor. Burada dünya işleri derken esasen bizim aklımızı kullanma
alanımızın bize bırakıldığını görürüz. Yoksa peygamberin –haşa–
hata yaptığını söylemek gibi bir yanlışa düşeriz. Biliyoruz ki,
onlar asla hata yapmazlar. Zelle dediğimiz durumlarda bile bize
öğrettikleri bir incelik vardır. Burada bizi aklı kullanmaya zorlayı-
cı, daha doğrusu teşvik edici bir durum sözkonusudur. Dolayısıyla
biz akıl denen melekeyi kullanma meselesini ihmal ettik. Bu bir
yanlıştı elbette. Bu ihmalin sıkıntısını da neredeyse iki asırdır
Makaleler | 179
çekiyoruz. İçine düştüğümüz bu hal asla düşmanın büyüklüğün-
den değil, bizim üzerimize düşen vazifeyi yapmamamızdan kay-
naklanıyor.
Necip Fazıl’dan bir alıntıyla bitirelim:
«Kendimizi kendi içimizde, fert ve cemiyetimizi içinden ve
dışından kucaklayarak kendi içimizde tamamlığa erdirmeden
dışarıda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan sonra
düşünülecek iş...»
180 | Saçı uzun aklı kısa
MEZHEPLER MESELESİ
İSLAMCILIK
01.09.2012
188 | Saçı uzun aklı kısa
16.01.2014
Makaleler | 191
İkinci Bölüm
TARİH NEDİR?
Tarih Usulü üzerine küçük bir araştırma
192 | Saçı uzun aklı kısa
Makaleler | 193
TARİH NEDİR?
TARİHÇİ KİMDİR?
Tarihi «ilim gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve
(sentez) halinde umûmî kıymet hükümlerine» bağlayıp tarihin bir
ilim olarak kanunlarını vaz eden kişi.
Tarihçi üzerinde çalıştığı ve tedvin etmek istidiği ilmin icabet-
tirdiğini yerine getirebilmek için bir takım özelliklere sâhip olma-
lıdır
Kafiyeci’ye göre tarihçi hadis rivayet edenlerin sâhip olduğu
kriterlere sâhip olmalıdır.
Bu kriterler şunlardır:
1. Akıl, 2. Zapt, 3. İslâm, 4. Adalet.
Bu dört kriterden üçüncüsünün haricindeki diğer kriterler aslın-
da tarih bilimiyle uğraşanların üzerinde ittifak ettikleri kriterlerdir.
Adalet kriteri üzerinde en çok tartışılan ve herkesin kendi bağlı
olduğu dünya görüşüne göre şekillenebilecek, bu şekle uygun bir
muhtevaya sâhip olacak bir kriterdir. Bize göre tarihçi ile ilgilgili
tartışmaların ana eksenini bu özellik oluşturmaktadır.
Şimdi bu kriterlere kısaca göz atalım:
1. Akıl: İnsanın bilgi edinmesi ve edindiği bu bilgileri aslına
sadık, yani neyse o halleriyle anlayıp aktarabilmesi yeteneği.
Makaleler | 195
Komple bir akıl tartışmasını gerektirir. Geniş bilgi için felsefe,
kelâm ve tasavvuf kitaplarına müracaat edilmelidir. Tekevvünî ve
içtimaî tarih yazımında kesinlikle müracaat edilmesi gereken kri-
terdir.
2. Zapt: Duyduğunu, gördüğünü, okuduğunu, duyduğu, gördü-
ğü ve okuduğu gibi hatırlayabilmesi, bunları öylece üçüncü şahıs-
lara yazılı veya sözlü olarak aktarabilmesidir. Özellikle tarih
ilminin teknik yönüyle ilgilenilirken gerekli olan bir husûsiyettir.
Rivayetçi ve öğretici tarih yazımında öncelikli müracaat kriteridir.
3. İslâm: Bize göre tarihi en iyi, en doğru ve yanlışsız bir şekil-
de ancak Kafiyeci’nin belirlediği kriterlere sâhip bir tarihçi yaza-
bilir/yazmalıdır. Bu yüzden tarihçinin islâm akidesine ait temel
esasları ve o akideye bağlı olarak gelişen diğer ilim dallarını
uzman sayılabilecek kadar bilmelidir. Özellikle usul ve alet ilim-
lerinde belli bir seviyede olmalıdır. Bu onun adil hareket edebil-
mesinin şartıdır.
4. Adalet: Adaleti vakıalar karsışında takınılması gereken itidal
tavrı, vakıalar arasına kendi subjektif yargısını katmaması, vakıa-
nın hakikati neyse onu ortaya koyması meselesidir. Adaleti dış
faktörlerin telkininden etkilenmeden istikrarlı ve ahlâkın kuralla-
rına mutabık bir biçimde gerçekleştirilen ruh dengesi ve ahlâkî
olgunluk diye tarif edebiliriz.
Tarihçi, vakıaların hikmetine yönelik tespitleri yaparken her ne
kadar kendisini subjektiflikten kurtarmakta zorlanacak olsa bile,
vakıaları olduğu gibi tesbit etmesi gerektiğini bildiği, yani adalet
ilkesine uymaya gayret ettiği müddetçe onların hikmetini anlama-
ya daha fazla istidat kesbetmiş olacaktır.
(Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi Adalet maddesi, C I, Sh. 341-
344, İst. 1988)
EXKURS
Kişi ve olay eleştirisi:
İbni Haldun kişi eleştirisinden çok olay eleştirisinin gerekli
olduğuna inanır ve bu yüzden tarihe sebeblilik ilkesini (Neden-na-
sılcı tarih anlayışı) getirmiş kişi olarak kabul edilir. Bu konu hadis
rivayetiyle alâkalıdır. Hadis rivayetinde önemli olan ravinin kişili-
ğidir ve ravinin kişiliğinde herhangi bir problem yoksa ravinin
naklettiği sözde de herhangi bir problem olmaz. Bu doğrudur.
196 | Saçı uzun aklı kısa
Çünkü râvinin naklettiği söz üzerinde doğruluğu tartışılmayacak
olan sözdür. Peygamber sözüdür. Fakat tarihî hadiseler doğruluğu
veya yanlışlığı tartışılamayacak şeyler değildir. Tarihî hadiselerin
vuku bulmuş olup olmadıklarını, vakıanın kendi iç mantığına
bakarak tespit etmek icabeder ki, buna tarih metodolojisinde iç
tenkid denir.
Her ne kadar tarihi vakıaların doğruluğu veya yanlışlığının tar-
tışılması zaruri ise de, tarihî olayları nakledenlerin hadis râvilerin-
de aranan özelliklere sâhip olmaması doğru olmaz. Neticede tarih
bize ancak tarihçi aracılığıyla ulaşmaktadır. Bu da tarihçinin key-
fiyetinin önemini ortaya koymaktadır. Ibn-i Haldun’un bahsettiği
olay eleştirisini özellikle sözlü tarih için itibara almak zorundayız.
Yazılı tarihte ise bu konu biraz daha hassasiyet gerektirmektedir.
Yazılı tarihte önemli olan evvela belgedir. Fakat bu, bizim sözko-
nusu belgeyi yazan veya tanzim eden hakkında bir fikir yürütme-
mizi engellemez. Tarihçinin, elindeki belgeyi doğru bir belge
olarak telâkki ettiğini düşünelim. Bu durumda tarihçi ya doğru
veya yanlış karar vermiştir. Doğru karar verdiğini tarihçinin sâhip
olduğu kriterlere bakarak anlayabiliriz. Yanlış karar verdiğini o
belgenin iç düzeneğindeki mantığa bakarak, o belgede anlatılanın
vaki olup olamayacağı hakkında bir karar vererek anlarız ki, İbn-i
Haldunun yeğlediği budur. Fakat aynı zamanda bu belge bir tarih-
çi tarafından değerlendirmeye tabi tutulduğuna göre kişi eleştiri-
sinden vazgeçmek te mümkün görünmemektedir. Bu konuda en
sağlıklı yol kişi ve olay eleştirisini sürekli birbirine paralel olarak
ele almaktır.
Bu çalışmada güttüğümüz amaç, tarihçi olmaktan çok tarihi
nasıl öğrenmek gerektiği olduğundan, bizim için tarihî vakıalar
kadar tarihçinin de doğru kriterlerle hareket edip etmediğini gözet-
mek önem arzeder. Tarihçiye olan güvenimiz, mevzubahis olan
vakıaları tarihçinin kabul veya reddine uygun olarak kabul veya
reddimizi mümkün kılacaktır.
TARİH İLMİ
Tarihçinin tarihle ilgilenmek ve ilgilendiği bu işten doğru neti-
celere ve yeni bilgilere ulaşmak için ilmirihçinin tarihle ilgilen-
mek ve ilgilendiği bu işten doğru neticelere ve yeni bilgilere
ulaşmak için ilmin kaidelerine göre geliştirmek zorunda olduğu
Makaleler | 197
sistematik yapının adına Tarih ilmi diyoruz.
TARİH YAZIMI
Her ilim yazıya dökülmek ve böylece sonraki nesillere intikal
ettirilerek kalıcı kılınmak zorundadır. Bu, tarih ilmi için de sözko-
nusudur. Tarih ilmi yazılırken ilgilendiği alanları bir usule bağla-
mak açısından önemlidir.
Muhyiddin Ebû Abdillah Muhammed b. Süleyman el-Kâfiyeci
(788-879 h./ 1386-1474 m.) bu ilmin tedvininde şu üç yöntemin
kullanılması gerektiğini söyler:
1. Tahditle takrir: Bir olayı bütün incelikleriyle araştırılıp
hakikatinin niçin, nasıl, nerede ve ne zaman sorularına cevap
olarak ortaya çıkarılması ve yazıl, nerede ve ne zaman sorularına
cevap olarak ortaya çıkarılması ve yazılması.(Belirleme)
2. Tayinle takrir: Bir olayı benzeri veye diğer olaylardan ayı-
ran özelliklerin belirlenmesi ve ne anlama geldiğinin söz (ve yazı)
ile ifade edilmesi. (Yorumlama)
3. Tevkit: Vakitlerin tayin ve tespit edilip kayda geçirilmesi.
Yani kronolojik bir sıralamanın yapılması. (Zamanlama)
Bu üç kural kullanılarak dört çeşit tarih yazımı mümkün olur:
1. Naklî veya rivayetçi tarih
2. Şe’nî veya öğretici tarih
3. Tekevvünî-genetik tarih
4. İçtimaî tarih
200 | Saçı uzun aklı kısa
İzah edelim:
1. Naklî veya Riveyetçi Tarih:
Hadiseleri hiçbir yoruma tabi tutmaksızın olduğu gibi aktar-
maktır. Rivayetçi tarih yazımında tarihçi vakıaları sistemleştir-
mek onları kronolojik bir tasnife tabi tutmak sıkıntısı çekmez.
Hadiseyi nasıl duydu, gördü veya okuduysa o şekilde sözlü veya
yazılı olarak aktarır.
Rivayetçi tarih yazımı hadiselerin bir nevi çetelesini tutmaktır
ve diğer tarih yazım kurallarına malzeme oluşturması bakımından
önemlidir. Taberi ve İbn-ül Aşir’in tarihleri, Heredot tarihi bu tür
tarih yazımına örnek teşkil ederler.
2. Şe’nî veya öğretici tarih:
Tarihçinin tarihi hadiselerden faydalı sonuçlar çıkarma gayesi-
ne uygun olarak yazılır. Hal tercümeleri, siyer kitapları, manakıp
kitapları bu gayeye matuf olarak yazılmış tarih kitapları olarak
telâkki edilebir.
3.Tekevvünî-genetik tarih:
Hadiselerin doğuş sebeplerini araştırmak, nasıl olduğunu belir-
lemek gayesini güden tarih yazım şeklidir. Tekevvünî tarih bir
bakıma bizim tarihî vakıalara yönelttiğimiz «nasıl» sorusuna
cevap aramaktır.
Neden/nasılcı tarih olarak da isimlendirilmektedir.
4. İçtimaî tarih:
Tarihî vakıaları kanunlaştırmak gayesini güden bu tarih yazım
şekli, öğretici tarih yazımının hissî taraflarını ve şahsi kanaatleri
bir tarafa bırakır, vakıaları bu gözle inceler. Burada da «niçin»
sorusuna aranan cevap sözkonusudur. Oswald Spengler’in Batının
Çöküşü isimli eseri bu türden bir tarih yazımıdır.
Kaynakça:
1. TDV İslâm Ansiklopedisi C I; İst. 1988)
2. Geschichte; Egon Boshof, Kurt Düwell, Hans Kloft; Böhlau Verlag, Köln
Waimar Wien, 4. Auflage; 1994
3. Tarihte Usul; A.. Zeki Velidî Togan; 4. Baskı; Enderun Kitabevi; İstanbul,
1985
4. Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü; Dr. Ümid Meriç; Ötüken Yayı-
nevei; İstanbul 1975
5. Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü; Ahmet Davudoğlu, Divan -
İlmi Araştırmalar Dergisi 1999/2 Yıl: 4, Sayıayı: 7
6. Kafiyeci’de Tarih Usulü; Kasım Şulul, İnsan Yayınları, Birinci Baskı, İstan-
bul, Ocak 2003
7. Milletlerin Düzeninde İlmi Usuller; İbrahim Müteferrika; Sadeleştiren:
208 | Saçı uzun aklı kısa
Ömer Okutan; MEB, İstanbul 1990
8. İbn-i Haldun; Prof. Dr. Ahmet Arslan; Vadi Yayınları, Ankara 2002, 3.
Basım
9. Mukaddime; İbn Haldun, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB Yayınları; Cilt
I-III; İstanbul 1988, 1. Baskı
10. İhsan Fazlıoğlu; Nizam-ı Âlem “insan” demektir.; Anlayış Dergisi, Ekim
2003; Sh. 90-91
11. Necip Fazıl Kısakürek; Ulu Hakan 2. Abdülhamit Han; Büyük Doğu
Yayınları, 10. Baskı; Ağustos 1999; Sh 7-9
Makaleler | 209
Üçüncü Bölüm
BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi
Söyleşi
210 | Saçı uzun aklı kısa
Makaleler | 211
BİTMEYEN GÖÇ
Almanya’da 60 Yılın Felsefesi
Bunu nasıl göze alabildiler? Büyük bir cesaret işi olması lâzım
bunun.
Burada kişilerin kendilerine yönelik, dünyalarına ilişkin bir
kurmaca da var kafalarında. Yani diyor ki, ben kendimi kurtardı-
ğım zaman, bu bana yeter. Neticede bu fukaralık Türkiye’de her
yerde olan bir şey değil. Belli katmanlarda parası olanlar da var;
yürüyen bir düzen, işleyen bir iktisadi sistem, bir para sistemi var.
O dönemde askerin ihtilâl yapmış olması ve ihtilâlin getirmiş
olduğu zorluklar da söz konusu ama, yine de Türkiye ayakları
üzerinde duran bir ülke. Fakir de olsa, iktisadi kaynaklarını iyi
işletemese de bu var. Neticede insanların kendilerine yönelik bir
düşünceleri var. Diyor ki, ben gideyim, bir traktöre ihtiyacım var,
alıp geleyim. Çünkü bu insanlar kendi memleketlerindeki ekono-
mik durumun farkında da değiller aslında. Neden? Çünkü sizin
birşeyin iyi veya kötü olduğunu bilebilmeniz için bir ölçünüz
olması lâzım. O ölçü yok. Yani Avrupa’da herkes zengin, parası
var falan deniyor ama bu nasıl bir şeydir bilinmiyor. Çünkü o,
paralı bir komşusu varsa onu da görüyor. komşusundaki para onun
ölçüsü olabiliyor. Yani çok dar anlamda insanlar kendi pozisyon-
larını düşünerek böyle bir maceraya atılmak zorunda kaldılar ve
Makaleler | 213
kendilerine sunulan bu imkanı değerlendirmeye çalıştılar.
Bu değerlendirme onları buralara kadar sürükledi. Köyden şehi-
re inmeden, medeniyetin en yoğun olarak yaşandığı iddia edilen
bir ülkede kendilerini buldular. Herhalde biz burada yaşıyorsak
orada da yaşarız dediler. Neticede yaşadılar da…
Bu kimliği koruma mücadelesi bir refleks işi mi, yoksa bir hesap
kitap işi mi?
Biz kimliğimizi korumak için herhangi bir hesap-kitap peşinde
değiliz. Zaman zaman bu işin hesabının yapıldığı söyleniyor ama
bunlar daha ziyade sosyolojik tespitlerden ibaret kalıyor. Dolayı-
sıyla reflekslerle kimliğimizi korumaya çalışıyoruz.
218 | Saçı uzun aklı kısa
Oysa sosyolojik tespitler felsefî olarak değerlendirilmeye tabi
tutulmak zorunda olan şeylerdir. Yani işin felsefesini yapmak
gerekir. Neden, niçin, nasıl, neyi, ne zaman, ne ile, kim ile sorula-
rını analitik bir yöntemle cevaplayarak ve bu soruları cevaplaya-
cak insanları arayıp bularak, eğer yetişmiş insan yoksa, önce
onları yetiştirerek yapılması icabeder. Türk toplumu burada bu
soruları cevaplayacak elit kadrosu olan bir topluluk değildir. Bu
yüzden de kimlik muhafazası genellikle refleksler biçiminde olur.
Bir de karşıdan gelen ve anlaşılmayan, [bu bana saldırıyor] hissi-
ni veren tavırlar karşısında gard almaktan ibarettir. Birisi size biraz
sert bir yumruk atsa gardınız dağılacak durumdadır yahut geliştir-
diğiniz refleks günü geldiğinde çalışmaz bir vaziyete gelecektir ve
refleksini felsefesiyle işleten kim ise, o kazanacaktır.