You are on page 1of 6

Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i

şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta


neden 'üç gün' gibi, küsmek için pek kısa sayılabilecek, bir süreyle
sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık
sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu.

Yani hayatın bir parçasıydı küsmek. Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları


ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim fakat onların sayısı pek
azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve
çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp
tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O
dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu
ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati
görmezden gelmeyi seçiyordum.

Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. Öfkelendiğimde, zarar


vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim.
Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar
vermekten haz almam. Galip gelmek de, eğer muhatabım mutsuz oluyorsa,
hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla.
Yaratılışım böyle.

Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta


gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım.
Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan
aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki, artık öfkem diner ve korku onun sesini
bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat
nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü
aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek
zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla
da düşünmeye devam ettiğim bir meseledir bu.

Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış
açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine
ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Aman bir saniye... Peki
ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını
çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle
ya, nihayetinde, iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan
sayılmıyordu?

"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken,
müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları
ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı
görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.'
Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi
nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan
esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet
veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl
var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler
bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir.
Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur.
Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez.
Çünkü ihata lâzımdır."

Hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat asla


kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler
sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var
desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün
dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki
bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Allah'ın varlığını inkar eden insanlar,
daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler
değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve
hatta sıradan insanlarda) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin
iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen din
adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da
bunların inkarına inanılmaz?

Bana göre zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını'


dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. 'Maneviyat' diye tesmiye ettiğimiz
alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı
anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen
mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki
kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut somutun kuşatılmayışını temsil
eder.
Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut
dersiniz. Soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, lakin çevresini
saramadığınız şeydir. Duygular, soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp
formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle
açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana
da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize
(alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları, soyut
olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az, ama
kuşatabiliyorum, naabeeer?"

Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle
tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı,
ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir
varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın
açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına
sığmayacak birşey olmadığını bilir. Akıl da bir yere kadardır.

Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın


efendiliği döneminde) itibar görse de, aşkın olanı konuşmaya geldiğinde iş,
afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama
'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir
gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm
inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en
yakın olanı seçmiş ekollerdir.

Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu


gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı
gördüğünde bilim bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap
geldiğine göre şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl
yaratıcısı olabilir?

Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin


faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma
fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey
buradan besleniyor aslında. Örneğin çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli
olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri
sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya
çıkar/çıkıyor.

Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani
"Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık
bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden
sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun
nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya
gayret eder: "Allah varsa niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece
savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı?
Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse kazanır.

Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da
var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde
isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum,
ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa
sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un
Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım,
fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım)
alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:

Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile


gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna
yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan
önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor. Ardından bunun doğrultusunda
baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa
hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak aslında yokmuş!"
diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil
çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara
göre' üretilen iddialar var.

Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı


için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir
yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak
zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum.
Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde
ondan kaçabiliyorlar:
"Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de
yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve
birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi
'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim.
Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla
kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış
yoludur çünkü.

Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını


söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan
başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta
mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil, aynı zamanda düşmanı gibi
davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut
tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek
ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak,
bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların
kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu,
hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden
küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için
yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak
bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve
kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin
yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi
edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."

Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli
tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep
perdeleriyle muhatap ediyor:

"Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve


çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini
ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise
hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde
görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve
şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için, hem aklın zâhirî
nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsî, münezzeh olan kudretin bizzat
ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhirî
esbablar o kudretin tasarrufâtına perde edilmişler. O esbab ise icad
edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve
kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler."

Uzun lafın kısası arkadaşlar: Bütün bunları tefekkür ettikten sonra, Allah
Resulü aleyhissalatuvesselamın küsmekle ilgili hadisine, taklidî değil, artık
tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi
edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i
şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır
değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse,
bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın
önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru
gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu
yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden
fazla ardında gidilmeyesiydi. Elhamdülillah. Öğrendim.

You might also like