Professional Documents
Culture Documents
Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış
açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine
ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Aman bir saniye... Peki
ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını
çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle
ya, nihayetinde, iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan
sayılmıyordu?
"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken,
müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları
ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı
görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.'
Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi
nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan
esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet
veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl
var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler
bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir.
Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur.
Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez.
Çünkü ihata lâzımdır."
Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle
tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı,
ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir
varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın
açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına
sığmayacak birşey olmadığını bilir. Akıl da bir yere kadardır.
Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani
"Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık
bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden
sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun
nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya
gayret eder: "Allah varsa niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece
savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı?
Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse kazanır.
Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da
var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde
isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum,
ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa
sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un
Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım,
fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım)
alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:
"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut
tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek
ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak,
bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların
kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu,
hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden
küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için
yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak
bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve
kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin
yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi
edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."
Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli
tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep
perdeleriyle muhatap ediyor:
Uzun lafın kısası arkadaşlar: Bütün bunları tefekkür ettikten sonra, Allah
Resulü aleyhissalatuvesselamın küsmekle ilgili hadisine, taklidî değil, artık
tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi
edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i
şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır
değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse,
bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın
önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru
gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu
yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden
fazla ardında gidilmeyesiydi. Elhamdülillah. Öğrendim.