You are on page 1of 29

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

KADIN VE TOPLUMSAL CİNSİYET ÇALIŞMALARI YÜKSEK LİSANS


PROGRAMI

KADIN VE TOPLUMSAL CİNSİYETE GİRİŞ DERSİ


DERS SORUMLUSU; PROF. DR. AYLİN GÖRGÜN BARAN

“TOPLUMSAL CİNSİYET VE İKTİDAR”

DENİZ ERDOĞAN
OCAK, 2013

  1 
 

GİRİŞ   2 
1. ATAERKİLLİĞİN TARİHSEL KÖKENLERİ VE KADINLAR 5
2. FEMİNİZM VE TOPLUMSAL CİNSİYET 11
2.1Feminizmin Tarihsel gelişimi- Kadınların Oy Hakları ve I. Dalga Feminizm 11
2.2Feminizmin Tarihsel gelişimi - II. Dalga Feminizm/Radikal Feminizm: “Kişisel olan
Politiktir!” 13
3.TOPLUMSAL CİNSİYET VE İKTİDAR; FEMİNİST TEORİYE YENİ BİR BAKIŞ 15
3.1 Biyolojik Belirlenimcilik Ve Bedenin Toplumsal Pratik Bağlamında Değerlendirilmesi 16
A. Beden Ve Beden Sosyolojisi 17
B. Biyolojik Belirlenimcilik ve Psikanalitik Yöntem 18
3.2.Cinsiyetin Toplumsal Olarak İnşası ve Toplumsal İnşa Feminizmi 22

SONUÇ                                                                                                                              25 
KAYNAKÇA                                                                                                                     27 

  2 
GİRİŞ

“Eski Yunandan bugüne kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta
olduğunu anlamak kolaydır: kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel
değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının kişiliği dediğimiz şeyi oluşturan da işte
bu durumdur; kadın dünya kurulduğundan beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin
kurbanıdır.”
(Simone De Beauvoir, O Kadın, “İkinci Cins”)

“Benim inandığım satılık kalemlerin birçok kez hedefi oldu. Benim hakkımda insanın kanını
donduran saçma sapan hikayeler yazıldı. Cadıların içlerindeki kötülüğü çıkarmak için
kazığa bağlanıp yakıldığı zamanlarda yaşamamız çok kötü. Çünkü Emma Goldman bir
cadı! Küçük çocukları yemiyor ama daha beter şeyler yapıyor. Bomba yapıp kafa
uçuyor.”
(Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir)

Aydınlanma Çağı, belki de kadınların haklarını ve özgürlüklerini elde etmek açısından bir
dönüm noktası niteliğindedir. Liberal düşüncenin ortaya çıkışı paralelinde kadınların da
erkekler gibi oy kullanma hakkına sahip olması ve özgürlüklere kavuşması, geçmiş
dönemlere göre kadınlar açısından çok büyük bir anlama sahiptir. 19.yydan itibaren kadınlar,
özgürlük mücadelelerinde aktif olarak büyük adımlar attılar. Ortaçağdan bu yana tüm devlet
kurumlarını ve toplumu kontrol eden kilisenin kadının ruhu var mıdır tartışmasının karşısında
“kadın insandır” söylemiyle çıktılar. Bu, o döneme kadar yapılanların yanında oldukça ilerici
bir adımdı. Kadınların mücadelesi her şeyden önce bir hak savaşı, dünyada değer bakımından
silik bir nesne olmaktan ziyade bir insan olarak yaşamanın erişilebilirliği amacını taşıyan bir
mücadeledir. Özünde manevi bir inanca bağlı haklı bir davadır.

Tarih kitaplarına göz gezdirdiğimizde, hemen hemen hiçbirinde kadınların mücadelesinin


anlatıldığı özgün bir anlatıma, bunun dışında ayrıca okutulan bir kadınların tarihi temasını
işleyen kaynağa rastlamayız. Pozitif bilimlerin, tarihin, tıbbın vb. alanların hepsini ele geçiren
ataerki, kadınlara bu doğrultuda bir fırsat zemini hazırlamak şöyle dursun, kendisine göre
belirlediği etki alanının keskin sınırları içerisinden kadınları geçirmeye tenezzül bile

  3 
etmemiştir. İnsanlık tarihine yön veren felsefenin bile kadınlar konusunda olan yorumları,
modern devlet sisteminin referans aldığı düşünürlerin özgün anlatımlarında kadınlar, hep
ikincil bir varlık ve kontrol edilmesi, hükmedilmesi gereken nesneler olarak tezahür
edilmiştir. Hal böyle olunca kadınların tabiiyetinin (sadece felsefi anlamda da değil)
nedenlerini, özlerini anlamamız çok zor değildir.

Kadınların ikincil konumda olmalarının sebepleri epey araştırıldı, bunun için erkek ve kadının
biyolojik doğaları incelendi. Özgün doğalarının cinsiyetlerine yansıma biçimleri kendi
aralarında bölünerek, toplumsal olarak ayrı ayrı roller içinde koşullandırıldılar. Erkeğin
doğası gereği saldırgan ve fiziksel özellikleri dolayısıyla üstün olmasından ötürü kadına
hükmetmesi geçerli ve doğal bir neden olarak toplum gözünde kabul edildi. Aile kurumu
içinde erkeğin otoriter rolü, kamusal alanda aktif olması kadını özel alana, aile içinde
görünmez bir kafesi andıran, tabiiyetle sınırlandırılmış mahrem bir dünyaya itti. Kadın
doğurganlığı neticesinde çocuklarının anası, onların yetişmesinden sorumlu ve erkeğine sadık
bir varlık olmalıydı. Toplumun normatif değerleri bunu kabul edebilirdi. Bu ölçütlerin dışında
olan ve normatif değerlere itibar etmeyip heteroseksüel aile kurumunun yapısını bozmaya
çalışanlar yaftalanır, toplum gözünde hor görülür ve ötekileştirirler. Dolayısıyla eşcinsellik,
eşcinsel evlilik, kadının erkekten üstün olması, kadının kamusal alanda erkekten çok daha
aktif olması olguları, modern toplum yapısının muhafazakar değerlerine ters bir anlama
sahiptir. Burada sorulması gereken soru da şunlardır; birincisi toplum neden cinsiyetleri
böylesine kategorikleştirip, birincil ve ikincil değerler atfeder? İkincisi cinsiyetlerin
birbirlerine tabii kılınması doğal mıdır yoksa öğrenilmiş bir şey olarak kabul edilirse bu
durum değiştirilebilir bir şey midir? Bu sorulardan daha fazla üretilebilir. Nedenleri çok daha
fazla incelenmeli ve bu durumun çok daha ayrıntılı bir araştırma süzgecinden geçirilmesi
gerekir. Sebepleri her türlü anlaşılsa bile bu durumu düzeltmek için çözümler üretip
uygulamaya geçtiğimizde ise karşımıza ataerkinin baskıcı engellerinin çıktığını görürüz. Her
ne olursa olsun vazgeçilmemesi gereken bir mücadelenin içindeyiz ve bu haklı davamız her
geçen gün bizi bu sistemi değiştirmeye bir adım daha yaklaştırmaktadır.

Toplumsal cinsiyet ve iktidar konusunda yaptığım bu çalışmada, toplumsal cinsiyet ve iktidar


konusunda diğer kaynaklara oranla daha fazla yararlandığım Connell’ın kitabından önemli
referanslar sundum. Ayrıca kısaca felsefe tarihinin kadınlara yaklaşımını birinci bölümde
Platon’nun Aristoteles’in ve Kant’ın yapıtlarından örnekler vererek konuya ek bir katkı
sağlamaya çalıştım. Feminist tarihin özeti biçiminde incelediğim bölümlerin, ayrıca biyolojik

  4 
belirlenimcilik ve psikanaliz yöntemin kısaca anlatımlarının toplumsal cinsiyet ve iktidar
konusunda daha ayrıntılı bir inceleme olanağı sağladığı kanaatindeyim. Son bölümde ise,
Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet konusunda öncüllerinden daha farklı bir yaklaşım sunması
ve Foucault’nun düşünceleriyle iktidar konusunu daha ayrıntılı bir biçimde ele alması
bakımından, diğerlerinde ayrı bir başlık altında incelemek istedim.

  5 
1. ATAERKİLLİĞİN TARİHSEL KÖKENLERİ VE KADINLAR

Kadınlar çok uzun bir süre boyunca- ve hala- ataerkil sistem ve kurumlar içerisinde
toplumsallaşmışlar ve bu toplumsallaşma süreçlerinin bir sonucu olarak, ister istemez
içselleştirdikleri zihinsel- tinsel aşağılık ve bağımlılık duygusuyla mücadele etmek
durumunda kalmışlardır. Binlerce yıldır varlığını koruyan ve tarihsel süreçler içerisinde
konumunu sağlamlaştıran ataerki-diğer bir adıyla Patriarki toplumsal düzenin içine işleyerek,
yıkılması zor olan bir yapı yaratmıştır. Ataerkil sistem, bir cins olarak toplumda kadınların
ezilmesi sonucunu doğuran kurumsal ve kültürel düzenleme ve uygulamaları belirtir ve genel
olarak kullanıldığında erkek iktidarını ifade eder. Ancak bu ataerkil sistemin örgütlenmesinin
ve uygulanmasının tarihsel ve kültürel olarak farklılık gösterdiği gerçeğini ortadan
kaldırmamaktadır. (Berktay, 2011) Ataerkil sistem yalnızca kadının emeğini değil aynı
zamanda cinselliğini, bedenini ve doğurganlığını denetler. Bu sistem esas olarak erkeklerin
çıkarınadır. Temelini ise baba/ erkek otoritesinin devamlılığına ve soya dayalı, mülkiyetin
babadan erkek çocuğa geçtiği bir aile sistemiyle sabitler. Ataerkillik kadına ve doğaya
hükmetmek anlamına gelir. Uygarlık da esas itibariyle doğanın ve kadının üzerinde
uygulanan tahakkümün tarihidir.(Zerzan, 2010) Feminist görüş açısı kuramının yaratıcısı olan
Dorothy Smith ise, Alman İdeolojisi’nde toplumsal bilimi gerçek bireylerin faaliyetlerine ve
maddi şartlarına dayandırmak isten Marks ve Engels’ten esinlenerek feminist görüş
kuramının menşeini kadınların seslerinin duyuramadığı, her şeyi erkeklerin örgütlenerek ele
geçirdiği bir dünyadan bahseder. Bu erk örgütünü, her gücünün hem kişisel, hem de kamu
ilişkilerini belirleyen bir terim olarak, “ataerkillik” olarak tezahür eder. (Wallace&Wolf,
2012) Ayrıca kadınların edilgin olduğu bu yazılı tahakküm tarihinin her durumunda vuku
bulan ataerkinin, -söz konusu tarih yazımında- kullandığı dilin erilliği ve kadınların bu eril
tarih içerisinde gözden kaçırılması ve bu tarihe dahil edilmemesi Joan. W. Scott gibi
feministlerce de eleştirilmiştir. Kadının bir kategori olarak sadece çoğullaştırılmaya değil,
aynı zamanda tarihselleştirilmeye de ihtiyacı olduğu konusunda ısrar eden Scott, ister ulus,
ister sınıf oluşumu, isterse de ekonomik kalkınma hikayesi olsun toplumsal tarih, hayatları ve
politikaları bu hikayeye dahil edilmesi gereken bir dizi aktörü tanımlayarak yapılan işi
kolaylaştırmış olsa bile kadınların dahil edilmesini savunmanın ikircilikli bir iş olduğunu
savunur. Çünkü Scott’a göre mevcut varsayımlarda kadınlar ya erkek nosyonuna dahildirler

  6 
ya da özel ev içi veya cinsel alanla ilişkilendirildiklerinden dolayı kamusal olay anlatıları
açısından önemsiz atfedilmektedirler. (Scott, 2013:40)

Tarih sahnesinde etkin bir biçimde bulunan kadınların nicel bakımdan erkeklere nazaran çok
az bir orana sahip oldukları net bir gerçektir. Bu durum tarih yazımının tamamen erkekliğin
tekelinde olduğunun da bir örneği sayılabilir. Arat, düşünce tarihini incelediğimizde, Greek
toplumunda kadınların kölelerle eş tutulması ve kadınların hukuksal bir konumları ve
varlıkları olmadığından dolayı yaşamları boyunca edilgen bir varlık kategorisinde, doğal
olana/doğaya ait determinist bir bakış açısı çerçevesinde konumlandırıldıklarından ötürü,
zoon-politikon tanımı içerisine girmedikleri gerçeğini Hesiodos’un şu sözleriyle
örneklendirir; “Her erkeğin kadınları ve çocukları üstünde yasa koyma yetkisi vardır.”
(Arat, 2010:30) Kadın, Yunan toplumunda ebedi bir küçük olarak görülmüştür; hiçbir yasal
yetkisi yoktur. On beş yaşından itibaren babası tarafından evlendirilebilir ve asla bir mal
edinemez. Eğitimi ise ev işleriyle sınırlıdır. (Estin-Laporte, 2003:58)

İnsanlık tarihinin, uygarlık kurma fiili sürecinde rol model aldığı en önemli medeniyetlerden
biri olan Antik Yunan’da kadının yerinin harem ve ev içinde, yani bütünüyle özel alanla
sınırlı kalması tarihsel olarak yeniden üretilmiş ve kadını sadece özel alanda rol alan ve
erkeğe tabii tutulan bir cins olarak betimlemiştir. Siyasal düşüncenin en önemli (güncel
terminolojide feminizmin ilk tohumlarını atan filozof olarak gören yorumcular olmasına
karşın) düşünürlerinden biri olan Platon, Devlet adlı yapıtında üç element alegorisiyle
kategorileştirdiği yönetici- koruyucu ve yönetilen sınıf temelli devlet sistemi kurgusunda da
bahsettiği üzere “Mayalarında altın olan kadınların ve erkeklerin filozof kral olmak üzere eşit
eğitim görmeleri gerektiğini” savunmasına rağmen, “Kadının hiçbir işte bir erkek kadar
olamayacağını” dile getirerek görünürde feminizme atıfta bulunduğu söylemini çürütmüş
bulunmaktadır. Ayrıca, Yunan toplumunun eşcinselliğe karşı seks dürtüsünün kökenlerinin
kültürel inançlardan kaynaklandığı savının üstüne giden Platon; eşcinsellik dürtüsünü
insanlığın başlangıçta üç cinse ayrılmasına dayandırır; erkek, kadın ve aynı anda her ikisi.
Platon’a göre başlangıçta insanlar iki yüze, iki tür cinsel organa, dört ayağa ve dört kola
sahiptir. Bu insanların başlangıçtaki beden yapıları öylesine mükemmel işlemektedir ki,
tanrıların huzurunda kibre kapılmaktan geri kalmazlar. Bu da tanrıların tanrısı Zeus’u oldukça
kızdırır ve Zeus hepsini ikiye böler. Sonuç ise, şimdiki insanlardır; yaşamları boyunca diğer
yarılarını aramaya mahkum olan canlılara dönüşmüşlerdir. Androjenlikten gelenler karşı
cinse karşı özlem duyarlar ve çift dişiden yontulmuş kadınlar kadınlara, çift erkekten

  7 
yontulmuşlarsa erkeklere ilgi duymaya başlarlar. Platon’a göre, çift erkeklikten kesilip
gelenler “soylarının en iyileridir” ve cesur, mert ve erildirler.(Berkowitz, 2012) Bu düşünce,
erkekliğin türlerin en üstünü ve altın elemente sahip elit- yönetici sınıf olarak tezahür
edilmesi, kadınların onların iktidarı altında yönetilen ve onlara tabi olan edilgen bir sınıf
olarak ortaya çıkması, siyasal-kamusal alanın erkeklere mahsus, özel-doğal alanın ise
kadınlara ait olması gerekliliğini savunan bir bakış açısının ilk örneklerinden sayılabilir.

Platon’un öğrencilerinden olan Aristoteles ise, Politika adlı eserinde, şeylerin doğal gelişimini
inceleyerek, öteki eşi olmadan etkinlikten yoksun kalacak şeylerin çift çift birleştirilmesi
gerektiğini, üreme için erkekle dişinin zorunlu birleşimini, biri olmadan ötekinin
olamayacağını savunur. (Politika, Kitap 1: Bölüm 2) Bu durum, önceden düşünülerek ya da
tasarlanarak gerçekleştirilen bir eylem olmaktan ziyade, aslen doğanın hayvanlara ve bitkilere
de verdiği gibi kendi benzerlerini çoğaltma arzusundan ileri gelir. Yöneten ve yönetilen sınıf
arasındaki birleşmenin de doğal yasayla tasarlandığı, kadın ver erkek arasındaki dikotomiyi
yöneten-yönetilen sınıf dikotomisine bağlayan Aristoteles, nasıl ki erkek olmadan kadın
olmayacaksa, yöneten olmadan yönetilen-ya da tam tersi- var olamaz der. Doğaca rasyonel
olan, gerekli şeyleri zekasıyla önceden gören kimse doğaca yönetici ve efendidir, oysa beden
gücüyle bunları yapabilen bir kimse köledir ve dolayısıyla yönetilendir. Bu durumda kadının
doğurganlığı doğal bir eylem olarak kabul edilmekte ve kadının irrasyonelliği doğanın ona
şart koştuğu köleliği ve yönetilen olma zorunluluğunu beraberinde getirmez midir? Bu
sorunun cevabı, feminist bir bakış açısıyla ele alındığından kuşkusuz evet olacaktır.

Fakat Aristoteles, burada farklı bir eklemleme yapmış -ve her ne kadar erkeğin kadından
üstün bir zekası olduğu kendiliğinden belli olsa da ve doğanın bedenle olan ilişkisi
kapsamında kadın doğurarak bedensel bir eylem gerçekleştirdiğinden ötürü, doğal kölelik
vasfına dahil edilse de- kadın ve köle arasında bir ayrım yaparak- aile içindeki iş bölümlerini
ikisi arasında paylaştırmıştır- ilk ailenin erkeklerin bu “ikisiyle” yani kadınlar ve kölelerle
birleşerek meydana geldiğini iddia etmiştir. Aristoteles, şehir devletini meydana getiren
parçalardan en önemlisi olan aileyi alt bölümlere ayırarak en küçük parçaları; efendi-köle,
koca-karı, baba-çocuklar olmak üzere ortaya koyar ve bunlardan ilkini anlatmak için
“despotluk” sözünü, öteki ikisini anlatmak içinse “kocalık” ve “babalık” sözlerini
kullanır.(Politika, Kitap 1: Bölüm 4) Öte yandan, yapıtında söz gelimi evliliğin “kocalık”
olarak tezahürü, ailenin bir bakıma babanın(erkeğin) otoritesinde vuku bulduğu iddiası,
erkeğin rasyonel ve eril doğası gereği bir efendi olarak kendisinden aşağıda olanları

  8 
yönetmesi bakımından aileyi bir yöneten-yönetilen ilişkisi (bir nevi iktidar pratiği içinde ele
aldığından dolayı) içinde çözümlediğini görürüz. Aristoteles’in bu ataerkil aile örneği daha
sonraları ortaya çıkan modern devlet sistemindeki ailenin bir çeşit referans kaynağıdır desek
yanılmış olmayız. Nitekim aile kurumu (Parsons’ın İşlevselciliğine1 atıfta bulunacak olursak)
toplumsal cinsiyet ve iktidar ilişkisinde kilit bir öneme sahiptir.

Antik Yunan’dan Roma’ya geçtiğimizde de durum değişmemektedir. M.Ö 195’te kadınların


görünüş ve davranışlarının Roma senatosu tarafından ciddi bir mesele haline gelmesi,
kadınların gösteriş alışkanlıklarını yasaklayıp servetlerine el koyan “Oppian Yasası”nın
yürürlüğe girmesiyle sonuçlandı.(Berkowitz, 2012:106) Bu yasa, Cannae Savaşı’nda
Roma’nın Hannibal’ın denetimine girdiği çalkantılı dönemde, M.Ö 215’te senato tarafından
onaylanarak, kadınların sahip olabileceği altın miktarını yarım onsla (yaklaşık 14gr) sınırlı
tutuyor ve dini bayramlar dışında kamusal alanda görünmelerini (örneğin arabaya binmelerini
ve halka açık yerlerde özgürce gezinmelerini) yasaklıyordu. Bunun neticesinde kadınlar söz
konusu yasayı protesto ederek, senatoyu kuşattılar. Cato The Elder olarak bilinen Marcius
Porcius Cato, meselenin çığırdan çıkması üzerine senatoyu suçlayarak, erkeklerin haklarının
kadınlara özgürlüğü tattırması bakımından “artık bastırılma ve çiğnenme” tehlikesiyle karşı
karşıya olduğunu ileri sürmüş ve senatonun yasayı kaldırmasının akabinde, cinsiyetlerin
eşitliği konusunda tehlikeli bir durum oluşacağını belirtmiştir.

“Ehlileşmemiş bu canlıların kontrol edilemez doğalarının ipleri gevşek tutulup,


özgürlüklerine kendi başlarına sınır koymaları beklenirse, bu tam bir özgürlük olur, daha
doğrusu onların arzuladığı özgürlük...Sizinle eşit oldukları andan itibaren de sizin efendiniz
olmaya başlarlar.”(2012:107)

Bunun üzerine, yüzlerce kadının senatoyu kuşatıp, mülkiyet, evlilik, miras hakları ve daha iyi
bir statü için reformlar yapılması konusunda ayaklanma benzeri bir savaşıma girmeleri
sonucu, tutucu senato yasayı yürürlükten kaldırarak, kadınlar için bir reform yasanını da
kabul etti. (Arat, 2010:31) Augustus zamanında ise toplumsal, hukuksal ve ekonomik haklara
sahip olan kadınlar, Roma’nın çökmesinin ardından gelen Ortaçağ döneminde çeşitli

                                                        
1Parsons, Essays In Sociological Theory eserinde de bahsettiği üzere aile içinde cinsiyet rol farklılaşmaları
çözümlenmesine göre, araçsal liderlik rolü, aile şöhreti ve gelir babaya verilmelidir. Anne ise babanın meslek
sorumlulukları yüzünden çocukların toplumsallaştırılmasında liderlik görevini üstlenmelidir. Feministlere göre,
Parsons’ın ailede bu araçsal/etkili iş bölümünün pozitif işlevleri ile ilgili ifadeleri, status quo’nun devam
ettirilmesini haklı çıkarmak çabasındadır. Feministler Parsons’ın cinsiyeti toplumsallaştırma kuramını, özellikle
kadına yönelik ama her iki cins için de baskıcı diye eleştirirler. (Wallace& Wolf, 2012:61) 

  9 
haksızlıkların, baskıların ve zulümlerin odak noktası haline geldiler. Ortaçağ’ın feodal
yapısının en çok etki ettiği kamusal alanda hiçbir yer ve değerleri yoktu. Ayrıca bu dönemin
karanlık çağ olarak kayıtlara geçmesinin bir nedeni olan Kilisenin halk üzerindeki baskıcı ve
son derece katı tutumlarından en çok etkilenenler kadınlardı. Cadılık ve şeytanla işbirliği
yaptıkları gerekçesiyle kilise tarafından kurulan engizisyon mahkemelerince yargılanıp,
yakılarak infaz edilen kadınların sayısı oldukça fazlaydı. 2

Ortaçağın karanlık atmosferinin silinmesi, Fransız Devrimi’yle gerçekleşti. Bu dönemde


ortaya çıkan İnsan Hakları söylemi aynı zamanda Amerikan Devrimi’nin de temel unsuru
sayılarak, erkek ve kadının kendini idame ettirebilmek adına mümkün olan en yetkin yaşam
tarzını seçme hakkının olduğunu ve toplumun görevinin bu hakkı muhafaza etmek olduğu
yönünde ortaya çıkan bu ahlaksal ilke doğrultusunda, yeni fikir akımları gelişmeye başladı.
Kadınlar, Fransız Devrimi’nde çok etkili bir yer alarak bu yeni fikir akımlarının kadınların
kurtuluşunu gerçekleştireceğine inandılar. (Arat,2010: 32) Tanrı’nın işgal ettiği yere,
Toplumu koyan dünyevi bir ahlakçılık çerçevesi, aralarında feminizm ve liberterliğin ilk
biçimlerinin de yer aldığı epeyce geniş bir toplumsal tavırlar silsilesiyle birlikte, 191-1792
yılları arasında hem Fransa’da hem de İngiltere’de “erkek haklarının” hemen ardından
“kadınların haklarına” ilişkin bildiriler yayınlanmaya başlandı. (Connell, 1998: 49) 1792
yılında, A Vindication Of Rights Of Women (Kadın Haklarının Savunusu) başlıklı kitabın
yazarı olan Mary Wollstonecraft, Thomas Paine’in The Rights of Man başlıklı kitabında
geçen (man) erkek sözcüğünün her iki cinsi kapsadığına karşı çıkarak; Paine’in sosyal adalet
kavramının sadece erkeği referans almasının yanlışlığına ve haksızlığına vurgu yaptı.
Connell’ın da belirttiği üzere, Wollstonecraft kadınların ahlaki karakterinin içinde
bulundukları baskıcı koşullar tarafından çarpıtıldığını ısrarla vurguluyordu. (1998) Aynı
zamanda, cinsiyet eşitliğinin bir insan hakkı olduğunu belirterek, kadınların aşağı konumunun
o zamana dek öne sürüldüğü gibi akıldan daha az pay almalarından, toplumsal olarak
erkeklere bağımlı olmalarından kaynaklandığını, dolayısıyla erkeklerle eşit haklara sahip
olmaları gerektiğini savundu. Eğitimin gerekliliğine çokça değinen Wollstonecraft öte yandan
Klasik liberal çerçevenin de ötesine geçerek cinsiyet eşitliğinin gerçekleşebilmesi için
toplumsal bir değişimin gerekliliği vurguladı. (Berktay, 2011) Özgürlük ve hak kavramlarına
işlevsellik kazandırma ve bunları somutlaştırma çabaları, 19. yy da ortaya çıkan Klasik
Liberalizmin temel amaçları haline geldi. Eşit hak ve bireysel özgürlük kavramları liberal
                                                        
2 Bu konuyla ilgili olarak, Milos Forman’nın 2006 yapımı Goya’nın Hayaletleri adlı filmi ve Lars Von Trier’ın
2009 yapımı Anti- Christ filmleri örnek verilebilir. Her iki filmde de ortaçağın karanlık teması ve engizisyonun
topluma olan etkileri işlenmiştir. Özellikle Anti-Christ filminin kadına yönelik bakış açısı oldukça eleştirilmiştir.

  10 
demokrasinin ön koşulları oldukları halde, Avrupa ve Amerika’da bu hakların kazanılması
20.yy başlarına kadar geçen sürede bir hayli güçlükle karşılaştı. Nitekim bu güçlükleri
karşılayan en önemli demografik grup kadınlardı. Toplumsal cinsiyete ilişkin ahlaki
argümanın dünyevileştirilmesi yürürlükte kalarak, artık liberalizmin fazlaca güç kazanmasıyla
birlikte bir yurttaşlık talebine dönüştü. (Connell, 1998: 49) 1848 yılında Amerika’da Seneca
Falls’taki genel kurulda kabul edilen ilk Ulusal Kadın Hakları bildirisi-kadınların ilk politik
seferberliği olarak- İnsan Hakları Bildirisi örnek alınarak hazırlanmıştır. (Firestone, 1993:27)
Ayrıca, liberal ve faydacı çerçevede ele alındığında, kadınların yurttaşlık haklarının önüne bir
itiraz sebebi koymak oldukça güç bir hale geldi. Mill’in, The Subjection of Women eserinde
geçen, “oy kullanma hakkının erkeklere tanınıp kadınlara tanınmaması için hiçbir neden
yoktur” ifadesi eşitlikten yana mantıksal sonuçlara varıldığının göstergesi haline geldi.

18.yy düşünürlerinden biri olan Kant’ın da eleştirel düşüncesi başka birçok alanda olduğu
gibi feminizm ve cinsiyet farklılığı üzerinde de etkili oldu. Buna göre Kant’ın, Cinsiyetlerin
Karakteri adlı bölümü kitabının ikinci kısmını oluşturan “Antropolojik Karakterizasyon” alt
başlığında da ifade ettiği gibi, karakterizasyondan kasıt insanın “mann” dışı temel alınarak
biçimlenebilmesi ve insanların dışsal özelliklerinin tasnifinden hareketle, bu dışsal
özelliklerine tekabül ettiği varsayılan içsel özelliklerin tasnifi asıl amaçtır. (Kovanlıkaya,
2012) Kant, iki temel tespitle cinsiyetler arası farklı açıklar ve ilk olarak kadının daha zayıf
olduğunu ikinci olarak da kadının da erkek gibi akıllı bir varlık, akıllı bir hayvan olduğunu
savunur. Doğa, türün korunmasını gözeterek, kadını erkekten daha zayıf yaratmış, kadının
tasarımında doğa kendi hünerini göstermiştir.(2012) Antropology From A Pragmatic Point of
View adlı eserinde de bahsettiği üzere, ahenkli ve çözülmez bir birlik her bakımdan mümkün
olmadığı için, kadın ile erkeğin farklı bakımlardan üstün olması gerektiğini, birinin diğerini o
bakımdan tahakküm altına alması ve yönetmesi gerektiğini savunur. Kadının bazı
bakımlardan üstün olduğu lakin erkeğe karşı üstünlüğünün zemininin her zaman “zayıflığı”
olacağının altını çizmektedir. Bu bakımdan ele alındığında ise kadının zayıf doğası ironik bir
biçimde tasvir edilmektedir Kant tarafından. Söz konusu olan durum, kadının üstünlüğü ve
zayıflığı arasında ters orantı kuran bir ifadenin, kadının her ihtimalde zayıflığından ötürü
erkeğin tahakkümü altına girmesi gerektiğinin de altını çizmektedir. Sonraları ise kadının
doğal olarak ortaya çıkan “zayıf” ve “narin” karakterinin biyoloji ve psikoloji disiplinleriyle
incelenip, bu konuda oldukça güncel bir kitap yazan Connell’ın toplumsal cinsiyetin
teorileştirilmesinde Bilim ve Radikalizm, Beden ve Toplumsal Pratik alt başlıkları içerisinde
de incelediği üzere katı bir determinizmle ataerkil iktidar hiyerarşisinin altında yer aldığına

  11 
tanık oluruz. (Connell, 1998:52-100) Tarih yazımı, tıp, siyaset gibi alanlarda her daim kendini
göstermiş ve kadını ikincil ve edilgen plana iten ataerkil iktidara karşı olarak çıkan feminizm
tarihsel olarak şekillenen ve tarihle ilişkili olan toplumsal koşulları altında bölünmelere
uğrayarak yorumlanan güçlü bir akım olarak ortaya çıkmıştır.

2. FEMİNİZM VE TOPLUMSAL CİNSİYET

2.1 Feminizmin Tarihsel gelişimi- Kadınların Oy Hakları ve I. Dalga Feminizm

Feminizm, en genel anlamıyla kadın ve erkeğin eşit olması düşüncesine dayanan, kadınlara
eşit haklar talep eden ve kadınlar ile erkekler arasında yapısal olarak var olan iktidar
ilişkilerinin değiştirilmesini amaçlayan siyasal bir akımdır. Basitçe ifade etmek gerekirse
feminizm cinsiyetçiliği, cinsiyetçi baskıyı ve cinsel sömürüyü sona erdirmeyi amaçlayan bir
harekettir. (Hooks, 2012: 12) Hooks, bu tanımın, sistemi baştan sona etkileyen
kurumsallaşmış cinsiyetçiliğe dair bir kavrayış içerdiğini ve ucu açık olan kapsamlı bir tanım
olduğunu öne sürerek, kadın erkek ilişkilerinin özünde yatan iktidar sorunsalının
anlaşılabilmesi için, feminizmden önce cinsiyetçiliği anlamanın gerekliliğini savunmaktadır.
Öte yandan, insanlığın yarısını oluşturan demografik bir grubun ve uygarlık tarihi boyunca
hep ikincil konumda yaşamak zorunda kalan bir cinsin(kadınların) bu durumdan kurtuluş
hareketinin öğretisidir. (Arat, 2010:29) Kadınla erkek arasındaki toplumsal farklılığa
odaklanan feminizmin asıl amacı bu farklılık olgusunun paradigmalarını, nedenlerini ve
sonuçlarını, ikili bir düzen yaratarak pekiştiren ve yeniden üreten ataerkil siyasal ideolojinin
temelinde arar ve cinsiyetçi-ayrımcılık olgusunun karşısına çıkar.

Oy kullanma ve erkeklerle eşit haklara erişim kadınlar için 19.yüzyılın sonlarına doğru
gerçekleşti. Dünyevi ve tanrısal ahlak ikileminde, “kadının ruhu var mıdır yok mudur?” diye
tartışan kilise kurullarının karşısına “kadın insandır” sloganıyla çıkarak, din dışında başka bir
grup kadın da annelik otoritesine sığınarak, toplumdaki annelik rolünün kadınları
güçlendirdiğini ve ataerkil uygulama ve düşüncelerin en azından bir kısmına direnme cesareti
verdi.(Berktay, 2011) Liberalizmle birlikte gelişen söylemler ve talepler, kadınların kolektif
bir şekilde örgütlenerek, erkeklerle eşit hak ve olanaklara sahip olduğu kadar vicdanlara da
sahip oldukları, sağlıklı bir toplum yaratmayı amaçladılar. Toplumsal, dinsel, siyasal,
hukuksal ve eğitsel açıdan tüm alanlarda geçerli olan insan haklarından eşit ölçüde
yararlanmalarını, yani birebir eşitliği muhafaza ederek koruyan bir akım olan feminizmi

  12 
ortaya çıkardılar. Bu akım I. Dalga Feminizm olarak anıldı. Ayrıca, eşit haklar öğretisinin
etkisiyle de Avrupa, Amerika ve öteki kolonilerde feminist seferberliği körükledi ve
1920lerle birlikte kadınlar, özellikle oy kullanma, mülkiyet ve eğitimden yararlanma
konularındaki resmi veya hukuksal haklarını kullanmaktan yoksun bırakılma biçimlerini
araştırıp bularak- çoğunlukla da karşı gelerek- kadınların tabi kılınmasının doğal ya da adil
değilse nasıl ortaya çıkmıştır sorusunu sordular. (Connell, 1998) Bu soruların doğrudan
toplum ile ilgili ampirik sorular olduklarını ve böylece eşit haklar öğretisinde mantıksal bir
sonucu olacak toplumsal cinsiyete dair bir toplum teorisi oluşturdular. 19.yy sonları, 20yy
başlarında ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik gelişmeler, bu durumun gelişmesine katkı
sağladılar. Sanayileşmenin ve modernleşmenin yarattığı ayrıcalıkların en önemlisi kadınların
işgücüne katılımlarını sağlamaktı. Kadınların salt doğurganlık ya da annelik özellikleriyle,
evlilik dışında ekonomik bir özgürlüğe sahip olmaları gerekti. Lakin, bu koşullar
gerçekleşmeden ataerkil egemenliğe alternatif yaşam ve varoluş biçimlerini tahayyül edip
kavramsallaştıran ve bu hedef için mücadeleyi örgütleyip kendi aralarında dayanışma
kurmaları da mümkün görünmemekteydi. (Berktay, 2011)

17.yy da eğitim-annelik; çocukları daha iyi eğitebilmenin yolu kadınların kendilerini


eğitmeleri demekti- daha sonra 19.yy da aynı talep doğrultusunda ulus-devletlerin de
gelişmesine paralel olarak “ulusun anaları” miti üretildi. Buna göre, milletleri, biyolojik,
kültürel ve sembolik olarak üreten sadece bürokrasi ya da entelijensiya değil kadındır (Davis,
2003:19) söylemiyle doğru orantılı olarak, daha iyi yurttaşların yetişmesi için ulusun
analarının eğitilmesi gerekliliğiyle ilgilenildi. Fakat kadınlar, sadece ulusun anaları olarak
değil, aynı zamanda kendi vatandaşlım ve otonom taleplerini öne sürerek siyasal oy hakkında
yoğunlaşan kamusal hak talebine girdiler. Fakat Pateman’ın da incelemesinde olduğu gibi,
toplumsal sözleşme hakkındaki klasik teorilerin sivil toplumu kamusal ve özel alana böldüğü
gerçeği mevcuttur.(1998: 19) Buna göre kadınlar, siyasal açıdan önemsiz olduğu savunulan
aileye yani özel alana yerleştirilerek, özel/kamusal alan ikiliğinde kadının siyasal /kamusal
alandan dışlanması söz konusudur. Bu tartışma, daha sonraları 1960larda kendini gösteren
ikinci dalga feminizmin “kişisel olan politiktir” sloganıyla yeniden vuku bulacaktır.

2. 2 Feminizmin Tarihsel gelişimi - II. Dalga Feminizm/Radikal Feminizm: “Kişisel


olan Politiktir!”
Erkeklerle eşit haklara sahip olmanın getirdiği coşku, hedeflere ulaşılmış gibi bir yanılgıyı da
beraberinde getirdi. 1960larda yeniden ortaya çıkan feminizm dalgası bu sefer erkeklerle eşit

  13 
hak ve özgürlüklere erişme talebinden ziyade, beden, cinsellik, toplumsal cinsiyet rolleri ve iş
bölümü konuları üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Buna göre “Kişisel olan politiktir”3 sloganı,
özel- kamusal alan ayrımına karşı yapılan bir eleştiri olarak, özel alanın ve cinsiyete dayalı iş
bölümünün de dönüştürülmesini ve bu amaç doğrultusunda kolektif mücadele zeminini
yaratmayı planlar. Bu bakımdan, tüm kadınların ortak bir ezilmişliğe maruz kaldıkları
sonucundan yola çıkarak, menfaatlerinin ortak paydada bütünleştiği bir kız-kardeşlik
yapılanması ortaya çıkmıştır. İkinci dalga feminizm; sorunsallaştırdığı toplumsal cinsiyet
ilişkileri, eylem biçimleri ve çözüm arayışları bakımından birinci dalga feminizmden ayrılır.
Birinci dalga feminizmin dile getirdiği toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunu, eşit değerdeki işe
eşit ücret, eğitimde, istihdamda fırsat eşitliği, seçme seçilme hakkı gibi taleplere
odaklanırken, 1960larda ortaya çıkan ikinci dalga hareket, akademik ve kuramsal düzeyde
hem de aktivizm düzeyinde ataerkini, özel alandaki kadın erkek arasındaki güç ilişkilerini,
kadına yönelik erkek şiddeti aile içi iş bölümünü, cinsel taciz ve pornografiyi
sorunsallaştırarak birinci dalga feminizme bir katman ekler ve farklılıklara odaklanır.
(Aliefendioğlu, 2013) Kadınlar, Hanisch’inde belirttiği üzere “ezilen bir sınıftı” ve sırf kadın
oldukları için eziliyorlardı. Bu görüş, erkek egemenliğine karşı güçlü bir duruş sergileyerek,
Kadın Özgürlük Hareketi’nin(WLM) önceki taleplerine oranla daha radikal, hatta kimi zaman
devrimci olması, hangi yolla olursa olsun “kadının sosyal rolünü değiştirmeye ilişkin olan
ortak arzularının sonucuydu.” (Heywood, 2010: 92) Dolayısıyla ikinci dalga feminizm ya da
diğer bir deyişle radikal feminizmin başlıca temaları, ilk olarak toplumun cinsel veya gender;
yani toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile karakterize edilebileceği, ikinci olarak ise erkek
iktidarını yansıtan bu yapının yıkılması gerekliliğiyle ilgiliydi. Feminist kız kardeşliğin
köklerinin ataerkil adaletsizliğin bütün biçimleriyle mücadele sorumluluğunu paylaştığına
inanan Bell Hooks, kadınlar arasındaki politik dayanışmanın cinsiyetçiliği daima
zayıflattığını ve ataerkinin devrilmesi için uygun koşullar yarattığını savunuştur. (Hooks,
2012) erkek egemen kültürün kadını ikincil bir plana ittiği gerekçesiyle, ataerkil toplumun
hiyerarşik yapılanmasına karşı çıkan kız kardeşlik, yine kız kardeşlik güçlüdür sloganı altında
kadın oldukları için ortak bir ezilmişliğe maruz kalanları kendi bünyesinde topladı. Fakat,
feminist hareket içinde kızkardeşlik anlayışına eleştiriler yöneltilmesi gecikmedi. Buna göre
Juliet Mitchel ve Ann Oakley, kişisel deneyimlerin aktarılmasının ve kız kardeşliğin
yüceltilmesinin kendi kendisini tekrar eden bir nitelik taşıdığına dikkat çektiler. Ayrıca
Hooks, daha sonraları kadınların diğer kadınlar üzerinde oportünist bir şekilde hak iddia eden

                                                        
3
Carol Hanisch’in ünlü mottosu ve yine “1969 Red-Stockings Manifest” (Kırmızı-Jartiyerler Manifestosu) de
belirtildiği üzere; kolektif bir kız-kardeşliğin altında toplanan tüm kadınlar ortak bir mücadele eylemine
çağırılır.

  14 
kadınların sayılarının artmasıyla birlikte, güçlü olan zayıf olana hükmetmelidir biçimindeki
ataerkil görüşten etkilendiğini vurgulayarak, kız kardeşliği eleştirmiştir.

Kız kardeşliğin bütünleştirici etkisi tartışmasızdı fakat tekil ve homojen bir kadın
kategorisinin sorgulanmasını önleyemedi. Bundan hareketle, kadınların hiyerarşik bir
dünyada yaşayan varlıklar olarak kendi aralarında bölünmeleri, aynı zamanda egemenlik ve
baskı araçlarıyla mücadele etmeleri kız kardeşliğin tek tipe indirgediği kadınlık anlayışında
farklılıkların ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Kadınlar kendi aralarında hiyerarşik ilişkiler
kurmaya başladıkça, karşı çıktıkları ataerkil sisteme bir bakıma hizmet ediyor, baskı
araçlarının yeniden üretimine katkı sağlıyorlardı. Dolayısıyla, salt bir ortak ezilmişlik
anlayışıyla homojen kadın kolektifi anlayışından yola çıkan kız kardeşlik ilkesi eski önemini
yitirmeye başladı ve onun kavramsallaştırdığı birlik ve dayanışma, amaçlanan ve arzulanan
hedefler haline geldi. Kadınlar arasında etnik, sınıfsal, ırksal ve kültürel çeşitlilik söz konusu
olduğu için sadece salt bir kadın ezilmişliğinden ziyade bu alanların kendi iktidar
yapılanmalarının her biri ayrı ayrı ele alınmalıydı. Genelleme yapmak her bakıma riskli bir
eylemdi çünkü herhangi bir toplumun, kültürel, siyasal ve tarihsel yapılarında üretilen iktidar
pratiklerinin toplumsal cinsiyetle olan ilişkilerini hesaba katmaksızın analiz etmek doğru
değildir.

Sonuç olarak, feminizm evrensellik ve yerellik olguları içerisinde bir ikilemin ortasına
girerek, bölünmelere uğradı. Sınıfa, ırka, dine, etkinliğe ve cinsel yönelime vb. dayanan
farklılıkların öne çıkmasıyla birlikte, sınırları donmuş kimlik politikalarının da yarattığı bir
bölünmüş dünyada kadınlardan birleşik ve bölünmez bir kategoriymişçesine söz etmek ve
politik pratiğini buna dayandırmak eskisi kadar kolay olmadı. 1960ların ortalarından itibaren
yükselen ikinci feminist dalganın içinde daha başından ayırt edilmeye başlanan farklı akımlar
da (liberal, radikal, sosyalist, Marksist), bir bakıma kadınlar arasındaki önemli kuramsal,
siyasal, ekonomik ve toplumsal bölünmelerin yansımasıydı. (Berktay, 2011) Buna bağlı
olarak kendi içinde ayrışan feminizm, sınıfsal farklılığa vurgu yapan Marksist Feminizm ve
uzlaştırıcı bir yaklaşımı benimseyen Sosyalist Feminizm olarak farklı yollara bölündü. Fakat
tüm bu somut bölünmelere rağmen, II. Dalga Feminizm, bütün kadınların sırf kadın olmaktan
doğan ortak çıkarları olduğunu göstererek erkek egemenliğine karşı ortak bir mücadele
zemini yaratmaya çalışması bakımından önemli bir gelişmedir. Nitekim, 1980 ve 1990lardan
sonra feminist teoride yeni açılımların meydana gelmesi, özellikle toplumsal cinsiyet ve
iktidar pratiklerini yorumlamak açısından önemlidir.

  15 
3- TOPLUMSAL CİNSİYET VE İKTİDAR; FEMİNİST TEORİYE YENİ BİR BAKIŞ

Feminizm uzunca bir süre genel ezilmişliğe odaklanmıştı. Kadınlar arasındaki pek çok
farklılığın algılanması, tekçi ve bütünleştirici kadın kavramının sarsılmasına neden
oldu.(Berktay, 2011) 1980lerde, post modern söylemlerin ışığında feminizmin kendi içinde
ayrımı da farklı bir yöne seyretti. Buna göre, feminizmin toplumsal cinsiyet terimine yönelişi
siyasetten kesin bir kopuştu ve bu yöneliş alanın kendi kimliğinin kazanmasına neden oldu.
Çünkü toplumsal cinsiyet doğrudan doğruya bir ideolojik amaç taşımayan nötr bir
terimdir.(Scott, 2013) Bu yaklaşım, kadınların tarihinin akademik bir alan olarak ortaya
çıkışını, feminizmden kadınlara, kadınlardan toplumsal cinsiyete doğru bir evrimi
içermektedir. Toplumsal yapı ve toplumsallaşma olgularını feminist literatüre girmesi,
kadınların toplumsal yapı içerisindeki konumlarını sorgulamak ve ayrışmaların nedenini
anlamak açısından yeni bir perspektif sunar. Genel olarak toplumsal yapı, insan ilişkilerini
kuşatan bir sistem görünümü olarak tezahür edilse de, bu yapıyı oluşturan bireylerin yaşadığı
ilişkiler kategoriktir ve bir kategori olarak ortaya çıkan kadın ve erkek bireysel olarak
toplumsal hayatın temel karakteristik unsurlarını oluştururlar. Cinsiyet olarak kavramsallaşan
bu olgu, bireye yönelik toplumsal algılamaları, değerleri, rolleri biçimlendiren , özellikleri ve
beklentileri ihtiva eden önemli bir sosyal kategoridir.(Ersoy, 2009)

Dolayısıyla toplumsal yapı ve bu yapıyı oluşturan cinsiyetlerin biyolojik ve toplumsal olarak


ayrımı yapılmıştır. Toplumsal cinsiyet, doğal olarak bedenimizde olduğu varsayılan cinsiyet
kategorisine eklendiği varsayılan ve sosyal süreç olarak ilişkiselliği ve tarihselliği barındıran
analitik bir kategori olarak özellikle cinsiyet araştırmalarında ve sosyal bilimlerde yer
bulmuştur. Toplumsal cinsiyetin tarihselliği onun doğal göstereni olan cinsiyetten farklı
olarak sosyal ilişkiler ve iktidarla ilişki içerisinde biçimlenen ve tarih içerisinde değişen
“kimlik” yönüne vurgu yapan bir kavram olarak cinselliği araştırmalara açıyordu. (Köse,
2013)Toplumsal cinsiyet (gender) terimini kadınlık ve erkeklik arasındaki bölünmeleri ifade
etmek için kullanan Ann Oakley, kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılığı ifade etmek
için de cinsiyet (sex) terimini kullanmıştır. Buna göre toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetten
farklı olarak, toplumsal ve kültürel olarak belirlenen, dolayısıyla içeriği yere ve zamana göre
değişebilen “cinsiyet konumu” ya da “cins birliğidir”.(Berktay, 2011) Dolayısıyla kadın ve
erkeğin kategorikleşmiş toplumsal rolleri vardır. Bu kategorikleşmiş rolleri tanımlamak
açısından farklı görüşler ihtiva eden biyolojik modeller, kadın ve erkek arasındaki farklılıkları
doğal ve evrimsel bir görüş çerçevesinde belirler. Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar

  16 
kitabında bu durumu Beden ve Toplumsal Pratik alt başlığı altında eleştirir. Connell’a göre,
doğal farklılık açmazında toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal ilişkilerin kuruluşunun
bedenin biyolojik yapısını oluşturduğu yönündeki varsayım sorgulanmalıdır. Biyolojinin
toplumsal cinsiyeti belirleyen faktör olduğu yönündeki varsayım, toplumsal yapıyı ve
toplumsal cinsiyetle ilişkili olarak iktidar pratiklerinin salt bir doğal çerçevede sunması
bakımından yetersizdir. Cinsiyet dolayımında koyu determinist bir bakış açısı sergilemek,
kadın ve erkek arasındaki farklılığın çeşitli kültürel, siyasal ve toplumsal yönlerini irdelemek
açısından indirgemeci ve tek-tipleştirici bir eylemdir. Biyolojik belirlenimcilik, eril ve dişil
olarak insanlar arasında kesin bir farklılık kurması bakımından toplumsal yaşamın
karmaşıklığını açıklamada geri kalır. Bu nedenle de toplum, cinsiyetler arasındaki ayrımı
kültürel olarak ayrıntılandırır ve bunları abartarak kategorikleştirir. (Connell, 1998) Buna
bağlı olarak bir cinsiyet rolü teorisinin ortaya çıkardığı rol paradigması da cinsiyet ilişkilerin
çeşitli şekillerde uygulanabilir. Bu rol paradigmasının kendi içinde bir muğlaklığı vardır ve
bu muğlaklığın özünde yatan ise, erkek ve kadın olmanın anlamının kişinin cinsiyetiyle
belirlenen normatif genel bir rolün canlandırılmasıyla olur. Buna göre cinsiyet rolü teorisi,
yapıdaki tamamlanmamış unsuru biyolojik cinsiyet kategorisiyle örtülü bir biçimde
sağlanmaya çalışır.

3.1 Biyolojik Belirlenimcilik Ve Bedenin Toplumsal Pratik Bağlamında


Değerlendirilmesi

Biyolojik belirlenimciliğin toplumsal cinsiyet ve iktidar ilişkilerini yorumlaması açısından


oldukça tartışmalı bir boyutu vardır. Bedenin toplum içinde yeniden konumlandırılması için
biyolojinin denetiminden geçmesi ve buna göre belirlenmesi eleştirel bir bakış açısı
çerçevesinde incelenmelidir. Bu konuyu biyolojinin belirlediği beden, bedenin ise toplumsal
olarak inşa ettiği kimlik üzerinden değerlendirmemiz açısından beden ve beden sosyolojisine
kısaca değinmemiz yararlı olacaktır.

A. Beden Ve Beden Sosyolojisi

Yeni beden sosyolojisi bir anlamda, klasik öncelleri (predecessors) gibi anlam ve simge ile
oldukça ilgilidir. En başta gelen kuramcılardan biri sosyoloji ile ilgili tanımını; “toplumsal
eylemin anlamı, yani toplumsal bireyler olarak insanın öznel bakış açısı, duyguları ve
heyecanları ile ilgili” olarak yapmıştır. Burada vurgulanmaya çalışılan asıl nokta bireysel ve

  17 
toplumsal hayat için bedenin ve fiziksel deneyimlerin çok önemli olduğudur. Bedene ve bir
biyolojik tür olan insana duyulan bu yeni ilgi, birbirlerinden oldukça farklı iki şekilde
kendini göstermektedir;
1- Ağırlıkla fenomenoloji ve kültürel araştırmalara dayanan bir beden sosyolojisi
bağlamında incelenerek,
2- Evrimsel biyoloji ya da sosyobiyoloji ile evrimsel kuramın sosyolojiye doğrudan
doğruya uygulanması olarak. (Wallace&Wolf, 2012)

Beden sosyolojisi bu bağlamda sembol ve anlam kavramlarıyla bedenin anlaşılması


gerektiğini savunur. Ayrıca bedenlerimizin hem doğuştan var olduğunu hem de toplumsal bir
yapı olduğunu göstermektedir. Shilling’ e göre ise; çağdaş popüler kültürde bedenin yeri
şimdiye kadar görülmemiş ölçüde bireyselleşmiş, giderek artan sayıda insanlar kendi
bedenlerinin sağlık, biçim ve görünüşleri ile bireysel kimliklerinin ifadesi olarak daha fazla
ilgilenmeye başlamışlardır. (Wallace&Waolf, 2012) Bedenin ayrı bir alan olarak son
dönemlerde ele alınması da beraberinde bedenin feminizm içinde (özellikle 1980’den sonraki
dönemde) önemli bir alan haline gelmesi söz konusudur. Bu konuda, F. Héritier-Augé kadının
toplumda iki açmazın olduğunu vurgular. Bunlardan ilkinde kadın evin dışındaki işlerde
çalışır ve baskın erkek ideolojisi nedeniyle genellikle yüksek konuma ulaşamaz çünkü kadın
belli değer yargıları vasıtasıyla örneğin akılcı olamayışı gibi, bu konuları hak edemeyecektir.
İkinci nokta ise, kadının ev içinde kalmasıdır. Burada da aynı biçimde toplum tarafından
zayıf, duygusal olması gibi biyolojisini vurgulayan değer yargıları işlemeye başlayacaktır.
(Işık, 1998: 62) Buna göre; “bir majör bir minör, bir kuvvetli ve bir zayıf cins, bir güçlü ve
bir güçsüz ruh vardır. Doğuştan ve doğal zayıflığı, bedeni dahil olmak üzere, kadının baskı
altında oluşunu vurgular ve meşrulaştırır.”4 Buna göre bu baskılanış, kadının doğurganlığına
bağlanır.

B. Biyolojik Belirlenimcilik ve Psikanalitik Yöntem

Bir diğer açıklama ise doğal farklılık açmazı doğrultusunda ortaya çıkar. Buna göre; dişi ve
erkek biyolojik kategoriler olarak özel bir tür üreme sisteminde ortaya çıkarlar. İnsanlar,
hayvanlar ve bitki türlerinin büyük bir bölümüyle bu ayrımı paylaşırlar. İnsan gelişkin bir tür
olarak(eşeysiz üreme- deniz yosunları, mantarlar ve parazitler- çilek ve orkide- hem eşeyli
                                                        
4 Bu konuda yararlandığım bir diğer kaynak olan Beden ve Toplum Kuramı adlı kitapta, yazar Emre Işık’ın
verdiği referansı özellikle feminist kuramın beden konusuna yönelmesine örnek teşkil ettiği bakımından
doğrudan vermeyi tercih ettim.  

  18 
hem eşeysiz üreme-farklı olarak) cinsel yolla ürerler. Üreme eyleminin cinsiyet temelinde
karşılaşılan iş bölümü evrimi açısından önem arz etmektedir. Kültürde üreme ikiliğinin
günlük yaşamda toplumsal cinsiyet ve cinselliğin mutlak temelli olduğu varsayılmaktadır.
İnsanlığın bir bakıma en büyük çelişkisi, sınıfsal olmak üzere bütün çelişkilerinden önce
cinsel bir eşitsizlik- çelişki olduğunu ileri süren Firestone, biyolojizmi erkek egemenliğinin
devam etmesi ve tümüyle cinsiyetçiliği vurgulamak adına kullanır. (Firestone, 1993)

Dolayısıyla cinsel bakımdan irdelendiğinde toplumsal cinsiyet ilişkileri biyolojik ya da sözde


biyolojik açıklamaların büyük ölçüde yaygın bir güvenirliğe sahip olduğu çok güçlü bir
biçimde ifade edilmektedir. Cinsel politikayla ilgili tartışmalar genelde erkekler ve kadınların
temel olarak birbirlerinden farklı olduğuyla ilgilenir. Connell, psikanaliz ve biyolojinin
feminizme dahil edilmesine karşı bir tutum sergilemektedir. Örnek olarak
Macoby&Jacklin’in The Psychology of Sex Differences- Cinsiyet Farklılıkları Psikolojisinde
de öne sürdüğü gibi; “saldırganlık gibi kişilik özelliklerinde gözlemlenen farklılıklarla ilgili
biyolojik ve toplumsal açıklamalara ilişkin yaklaşım biçimleri çok farklıdır.”
(Connell,1998)Bu bağlamda biyolojik açıklamalar ulaşılabilir olduklarında kesinlikle
önceliğe sahiptir. Toplumsal açıklamalar ise ancak ikincil önem taşımaktadırlar. Bir diğer
bakış açısı ise, psikanalitik yöntemle bu konuya yaklaşır. Bu konu ise nihai belirlenimcilik ve
Freud’un bakış açısıdır. Psikanalitik kuramın önde gelen ismi Freud bilinçdışının yapısını,
süreçlerini ve mekanizmasını keşfederek en azından bilinçdışı şeyi fark etmek suretiyle kültür
üstünde çığır açıcı bir etki meydana getirmiştir. (Durudoğan, 2012) Freud’un kuramına göre,
ego çok büyük bilinçdışı süreçlerin eseri olmakla birlikte, öznenin ruhsal olarak normal ya da
anormal olup olmadığının olduğu kadar, ruhsal olarak sağlıklı bir erkeğe ya da kadına
dönüşüp dönüşmeyeceğinin cevabını da bilinçdışının ilişkisinde gizli olan psikoseksüel
gelişimin evresinde arar. Zira, psikoseksüel gelişimin bir evresine kadar cinsler arasında bir
ayrım gözetilmemektedir. Freud’a göre cinsel gelişimin nörolojik yani biyolojik nedenleri
vardır; buna göre kadınının cinsiyet gelişimini Öidipal evrede arar. Kadının cinselliğinin,
erkeğin cinselliğinden ayrılmasının iki nedeni vardır; birincisi; küçük kızın normal bir kadın
olması için ve doğru cinsel objeye yani erkeğe yönelmesi için penise benzetilen ve
gelişmemiş bir penis olarak ele alınan klitorisinin esas genital bölge olmaktan çıkıp, onun
yerini vajinanın almasının zorunluluğudur ve ikincisi ise ilgi ve sevgi beklentilerinin ilk odağı
olan annesinin etkisinden uzaklaşıp Öidipus kompleksinin etkisiyle, bu beklentileri babasına
yöneltmesidir.(Durudoğan, 2012) Oral ve anal evreleri takip eden fallik dönemde ortaya çıkan
Öidipus kompleksi, kız çocuğunda penisi olmadığını fark etmesiyle başlar. Bu durum kız

  19 
çocuğu için büyük bir hayal kırıklığıdır ve annesine olan sevgisi ona bir penis vermediği
gerekçesiyle nefrete dönüşür. Sevgisini babasına yöneltir. Kız çocuğundaki penis kıskançlığı
kız çocuğu için Öidipus kompleksinin nedeni olarak, onu ileride gerçek bir kadın yapacak
şeydir. Freud’a göre esasında eksik bir erkekten başka bir şey değildir ve esas olan penisi
olandır yani erkektir. Dolayısıyla kadın penis arzusu yoluyla var olur.

Freud’un yöntemi, biyolojik ve toplumsal cinsiyete ilişkin şimdiye dek önerilmiş en radikal
toplum analizlerinden birini yapmıştır. Freud bu noktada nihai biyolojik belirlenimciliğe
inanmaktadır. Freud’un ardılları da örneğin Theodore Reik cinsiyetlerin duygusal farklılıkları
adlı makalesini basit bir biyolojik belirlenime dayandırırken, Robert May de şizofreni
imgelem ve mit üzerine araştırmaları için kadınlar ve erkekler arasındaki doğal farklılık
dışında hiçbir düzenleyici etkiden bahsetmemektedir.  Millet, Cinsel Politika adlı kitabında
Freudcu bakış açısınıve Freud’un kadın ruh bilimi kuramını eleştirmektedir. Millet’e göre
eski davranış biçimlerinin yeniden formüle edilişi, bilim ve özellikle gelişmekte olan
ruhbilim, toplumbilim gibi-yani toplumsal denetim ve yönetimin en yararlı ve en baskıcı
araçları-toplumsal bilimler temeline dayanmalıydı.(Millet, 2011) Millet ayrıca trajik sayılacak
ölçüde acı bir gelişimle, bilinçaltı ve çocuk cinselliği konusundaki kuramlarıyla insanın
anlaşılmasına büyük katkıda bulunan Freud’un buluşlarının temelde tutucu bir görüş açısına
yol açtığını söylemektedir. Freud, özellikle kadınlar konusundaki kuramları hakkında
toplumun kişilere zorladığı kısıtlamalardan doğan doyumsuzluğun bir kanıtı olarak değil,
toplumsal koşullardan ayrı ve evrensel bir kadın eğiliminin belirtisi olarak ele almıştır. Freud
bu eğilimi penis özentisi olarak adlandırmış, kökenini ise çocukluk deneylerine indirmiş ve
kadın ruh bilimi kuramını bunun üzerine kurmuştur. Freud daha sonra kadınların kadın olarak
doğmanın hadım edilmiş olmak demek olduklarına inandıklarını savunmuş ve bunun üzerine
şöyle bir yorumda bulunmuştur;

“Ruh çözümsel çalışmalarda gördüğümüz gibi, kadınlar çocukluklarından itibaren


kendilerinde eksiklik olduğuna, haksız yere eksik bırakıldıklarına inanırlar ve son
çözümlemede ortaya çıktığı gibi kız çocukların çoğunun annelerine karşı olmalarının kökeni,
kendilerini erkek değil de kız olarak dünyaya getirmiş olmalarıdır.”5

Bu bağlamda Millet “neden” sorusunu sorar. Erkeklik doğal olarak üstün bir olaydır ve böyle
olduğu takdirde “daha iyi oluşu” deneysel yönden kanıtlanıp ortaya konulabilir; ya da kadın

                                                        
5 Kate Millet, Cinsel Politika (s: 291)

  20 
kendinin üstün olmadığı gibi yanlış bir fikre saplanmış ve yanlış bir mantık hatasına girmiştir.
Öyleyse, kadının kendisini aşağı bir yaratık olarak görmeye iten deneysel, toplumsal ve
toplumsallaştırmaya değin güçlerin neler olduğunun araştırılması gereklidir. Millet ayrıca;
“Freud kadının erkek egemenliğindeki bir kültür yapısı içinde değerlendirmelerini anatomik
ölçülere kadar vardıran ve bu yüzden de biyolojik olayları simgesel güçler olarak
yorumlayabilen bir kafa yapısındaki toplum içinde kadın olarak dünyaya geldiğini nesnel
6
biçimde kabul edebilseydi, varsayımının belirli bir anlamı olabilirdi.” ifadesinde
bulunmuştur.

Bilimsel sosyobiyolog olan E.O. Wilson, İnsan Doğası Üzerine adlı çalışmasında, evrim
teorisindeki yeni ilerlemelerin yardımıyla insan cinselliğinin çok daha keskin bir biçimde
tanımlanması için genetik üstünlük hesaplamasına başvurulması gerekliliğini vurgular.
Connell Wilson'ı tümüyle ortama ilişkin bir açıklamayı reddettiği ve özellikle ailenin evrensel
olduğunu savunup eşcinselliğin bütüncül bir kişilik olduğu sonucu çıkardığı için
eleştirmektedir. Connell toplumsal cinsiyet için insan eyleminin kolektif anlamda fazlasıyla
yapılandırılmış olduğunun, yani bağlam dışı bireysel eğilimlerle değil karşılıklı etkileşimle
olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekliliğini savunmaktadır. örneğin savaş, tarih
içinde toplumsal ve kurumsal bir süreçtir, yoksa saldırganlığa yönelik yüzbinlerce genetik
eğilimin toplamı değildir. Ayrıca ona göre sosyobiyoloji, bilimsel açıklamaya ilişkin tüm
iddialarına rağmen inceleme için biyolojik nedensellik mekanizmaları üretmez. Bu bağlamda
beden ve davranış arasında organik evrimin yönlendirdiklerinden tamamen farklı bir ilişki
için gerekli zemin oluşması yüzünden demode bir yaklaşımdır.(Connell, 1998) ve
indirgemeciliğin farklı bir biçimi biyolojiyi bireysel özellikleri belirleyen değil, toplumsal
düzenlemelerin farklılaşabileceği sınırlar koyan bir şeydir. Tüm toplumlar kendilerini ve
üyelerini yeniden üretmek ve bu yüzden de yeni insanlar üreten cinsel ve toplumsal ilişkileri
barındırıp ayakta tutmak zorundadırlar ve toplumlar kendilerini cinsiyetin biyolojik
olgularıyla bağdaştırmak zorundadırlar. Dolayısıyla tüm toplumların çekirdek aile ya da onun
bir türevi üzerinde temellenmek zorunda olduğu düşüncesi ortaya çıkmış olur. Bu konuda
Parsons ve Mead’in işlevselcilik kuramı aklımıza gelir. Buna göre; cinsellik ve üremenin
evrensel biyolojik taleplerine yanıt veren bir toplumsal biçim oluşundan ötürü çekirdek
ailenin evrenselliği, herkesin rahatlıkla kabul edebileceği bir görüştür. Bu sınırları aşan
toplum ise ya çökecek ya da çok büyük bir gerilim altına girecektir.

                                                        
6 (s:292) 

  21 
İşte bu nedenle, işlevselciliği savunan Parsons’a göre bütün toplumlar, cinsiyet rollerinin
farklılaşmasını güçlendirmek ve aileyi korumak amacıyla eşcinselliğe ilişkin yaptırımlar
içerir. Aile bu konuda diğer toplumsal baskı mekanizmalarının nüvesi olarak ortaya
çıkmaktadır. Millet’a göre de ataerkil ideolojinin sürdürüldüğü ve ataerkil düzen çerçevesinde
reformlar yapıldığı için temel düzen olduğu gibi kalarak, toplumsal düzenin kadınların
bağımlılığı itibariyle değil tutucu politikaların hedef aldığı ölçüde kadınların bağımlılığına
yol açan aile yapısını getirdi. Devletin eğitici bir kolu niteliğindeki ataerkil aile, alabildiğine
desteklendi. (Millet, 2011) Bu sistem kendi içinde bir devinim halinde olduğu içinse, kadın
aile içinde <<ev içinde>> baskılanan edilgin bir konumda, iktidar pratiğinin işlediği bir nesne
haline gelmiştir.

Evlilik, aile kurumu bu konu itibariyle bir çeşit iktidar pratiğidir. Buna göre, Foucault’dan
örnek vermekte yarar var. Foucault, batının cinselliği yönetmek için oluşturduğu iki büyük
kurallar sistemi olduğunu ve bunlardan ilkinin evlilik hukuku(aile kurumu) ikincisinin ise
arzuların düzeni olduğunu ifade etmektedir. (Foucault, 2012) böylece aile kurumuyla iktidar
cinselliğin yükümlüğünü üstlenerek bedenlere dokunmayı bir görev bilir, onları gözleriyle
okşar, onların belirli bölgelerini yoğunlaştırır, karşılık anlarını dramatikleştirir. Bu olgu iki
sonuç doğurur; Kendi pratiği, iktidar için bir itki oluşturur, gözetleyen ve iktidarı daha da ileri
götüren bir heyecanla ödüllendirilir, itirafla bireyi kontrol eden iktidar ve bu itirafın şiddeti,
sorgulamadaki merakı yeniden harekete geçirir. (Foucault, 2012) Bu bakımdan evlilik hem
kadınları ataerkil iktidara tabi kılan bir denetleme kurumu olarak hem de toplumu tam
teşekküllü olarak denetleyen, gözleyen ve himayesi altına alan bir iktidar pratiğidir. Emma
Goldman, kadınların evlilik kurumu içerisindeki konumlarını oldukça eleştirel bir şekilde
açıklar. Goldman’e göre evlilik, öncelikle bir ekonomik düzenleme, bir sigorta
anlaşmasıdır.(Goldman, 2006) sıradan bir hayat sigortasından tek farkı ise, herhangi bir
poliçeden daha bağlayıcı oluşu ve daha fazla titizlik gerektirmesidir. Bu bakımdan evlilik
poliçesi, kadını hem bireysel hem de toplumsal düzeyde hayat boyu bağımlılığa, asalaklığa ve
tam anlamıyla işlevsizliğe mahkum etmektedir.(2006:22) Beauvoir’a göre, kadının biyolojik
özelliği olarak doğurganlığının sosyal anlamları dolayısıyla bedenine ve döngüsel ev içlerine
mahkum kılındığını belirtir, kadının bedenine içkin kılınması erkeğin ise evin dışındaki
üretkenliği nedeniyle aşkınlığı bu tabi kılınma durumunu açıklar. (Köse, 2013) diğer bir
yönden, kadını ikincil kılan şey doğrudan biyolojik özelliği olan doğurganlığıdır. (Firestone,
1993) Bu yüzden, çocukların bakımını üstlenerek hem ev içi iş bölümünde hem de ev
dışındaki iş yükü neticesinde fazla sorumluluk alarak, ikincil bir konuma düşürülür. Connell

  22 
ise evlilik kurumunu, toplumsal cinsiyet rejimleri ve cinsiyet düzeni alt başlığında inceler.
Buna göre aile muhafazakar ideoloji açısından toplumun temelidir ve onun temeli olmasının
ötesinde onun en karmaşık ürünlerinden biridir.(Connell, 1998) ailenin içi jeolojik katmanlar
gibi birbiri üzerine yığılmış çok katmanlı bir ilişkiler sahnesidir. Başka hiçbir kurumda
ilişkiler böylesine yaygın, temas esnasında böylesine yoğun; ekonomi, duygu, iktidar ve
direniş örgüleri açısından böylesine sıkı değildir.(1998:167) ailelerin işleyiş biçimi kısmen
kocaların, karılarının durumunu tanımlayamaya yönelik iktidarının sonucudur ve bu
bakımdan da kadınları ve gençleri erkeklere tabi kılan ataerkil örüntü, bu örüntüleri
destekleyen erkeksi otorite ideolojileriyle birlikte yeniden ortaya çıkmaktadır. Evlilik kurumu
ve aile, toplumun nüvesi olarak iktidarın en önemli kontrol mekanizmalarından biridir.

3. 2. Cinsiyetin Toplumsal Olarak İnşası -Toplumsal İnşa Feminizmi ve Maddeci


Feminizm

Çağdaş feminist kuramda öncüllerinden daha farklı bir yaklaşım olan Toplumsal İnşa
Feminizmi, bir bütün olarak cinsiyetlendirilmiş toplumsal düzene ve onu inşa eden süreçlere
yönelir. Tüm feminist kuramlar gibi, her türlü değerli kaynağa erişimde toplumsal cinsiyetin
kilit bir rol oynadığını savunarak, bireylerin cinsiyet oluşturma ve böylece zaman içinde
farkları ve eşitsizliklerinin kalıcılığı, yaygınlığı ve sürekliliğine dair kaçınılmaz olarak etkide
bulunma süreçlerine ilişkin analizlerde bulunur. (Berktay, 2011) Cinsiyetin toplumsal olarak
inşa edildiğini ifade eden ve feminist teoriye Queer7 kuramıyla yeni bir bakış açısı getiren
Judith Butler’ın cinsiyet teorisine göre, toplumsal cinsiyetin performanslarının tekrarıyla
söylemsel olarak kurulduğu düşüncesine varılır. Butler’a göre toplumsal cinsiyet ifadelerinin
gerisinde bir cinsiyet kimliği yoktur; o kimlik kendi sonuçları olduğu söylenen ifadeler
tarafından performatif olarak bizzat oluşturulur. (Butler, 2012) Butler, performatif edimlerin
otoriter söz söyleme biçimleri olduğunu ifade eder. örneğin; birçok performatif telaffuz
edildiğinde belli bir eylemi gerçekleştiren ve bağlayıcı bir iktidarı uygulayan söz söyleme
biçimidir. (Butler, 1993) Buna göre bir yetkilendirme ya da ceza ağı barındıran performatifler
yasal hükümleri, vaftiz ritüellerini, açılış merasimlerini ve özetle bir eylemi
gerçekleştirmeden öte icra edilen bir eyleme bağlayıcı bir iktidar atayan sözleri de içerir.
Performans dolayısıyla iktidarın söylem olarak işlediği bir alan halene gelerek “ben” özne

                                                        
7 Queer kuramı Feminist literatüre Butler tarafından giren ve feminizmi radikal bir biçimde dönüştürmeyi
amaçlayan bir olgudur. Aynı zamanda Heteroseksizmi ve cinsiyetli varoluşu sorgulaması bakımından da oldukça
önemli bir yaklaşımdır.  

  23 
olarak iktidar tarafından çağırıldıkça ve isimlendirildikçe meydana gelen bir “ben”dir ve bu
söylemsel kuruluş ve tanınma biçimi ise “ben”den çok önce vuku bulan bir durumdur.

Öte yandan Judith Butler’a göre, anlaşırlığın sınırında inşa edilmiş bir yeniden anlamlandırma
imkanının açıldığı, kendilerini kuran yasaya itiraz edebilme mekanını olan bedenlerdir.
(Direk, 2012) Buna göre butlerın feminist literatüre kattığı Queer kuramı da tıpkı ırk kavramı
gibi abject olanın yeniden anlamlandırılmasının alanı haline gelişi veçhesinden ilgi
çekicidir.(2012) Butler ayrıca, kadınları feminizmin özneleri olarak ele alır ve feminist
kuramın çoğunlukla siyasi özne olarak ele aldığı kadınların temsil edilmesiyle bir kimlik
varsayımından yola çıkar. Temsil bir yandan kadınlara siyasi görünürlük sağlamayı
hedefleyen bir eylem, diğer yandan da kadınlar kategorisine dair bazı varsayımları çarpıttığı
söylenen bir dilin normatif işlevidir. (Butler, 2012:43) Temsil edilebilmek için öncelikle özne
olmak gerekir. Kadınların özne olarak temsili ise sorgulanmalıdır. Bu konuda Foucault’dan
örnek verir Butler. Foucault; hukuki iktidar sistemlerinin, sonrasında temsil ettikleri özneleri
ürettiklerine işaret ederek iktidarın siyasi mefhumlarının siyasi yaşamı tümüyle olumsuz
düzenlemelerle, denetimlerle ve hatta bireyin bu siyasi yapıyla arasında olan ilişkiyi olumsal
ve geri çekilebilir bir seçim edimiyle kurmuş olduğundan dolayı, korur.(Butler, 2012)
Buradan hareketle, Butler’ı feminist kuramın içinde kılan şey, toparlayıcı kadın kimliğinin
tümüyle yıkılmasından ve kendisini ortaya çıkaran farklılıkların yarattığı atomizasyonun
karşısında bulan feminist kuramın, kadını bir özne ya da kolektif özne varsaymadan temsilin
kendisini sorgulayarak nasıl yapılabileceği kaygısına yanıt vermeyi denemiş olmasıdır.
(Direk, 2012) Ayrıca Butler’ın maddeleşen beden kuramına göre; beden maddeleşen bir
varlık olarak ele alınır ve toplumsal cinsiyet mekanizmaları sayesinde düzenlenir. Beden
maddeşelerek bir özne haline gelir ve özne olmak için her şeyden önce yasa önünde tanınması
gerekir. Bu bakımdan yasa önce özneye korku aşılar ve sonra cezalandırmakla tehdit ederek,
tehdit ettiği şeyi bir özne olarak tanır, onu kabul eder. buna göre özne tabi kılınan demektir.
(2012) öznellik olgusu yasaya tekabül eden bir iktidarla tanışma, onunla ilişki kurma şartına
dayanmaktadır. Özneyi özne yapansa yasadır, dolayısıyla özne olabilmenin şartı iktidara tabii
kılınmaktan geçmektedir. Öznelliğin bu boyutunu gizleyen mekanizmaların altında, öznenin
egemenliğini çoktan beri yitirmiş olduğunu gösteren yanılsamalar söz konusudur. Butler’a
göreyse birileri özneyse eğer aynı zamanda hem iktidar hem de iktidara tabi olandır ve başka
birilerini dışlamak adına bir kimlik üretmiştir. (Butler, 2012)

  24 
Temsilin kendisi başlı başına sorunlu bir kategoridir. Hal böyleyken, feminist politikanın
temsili sahiplenerek kadınları o politikanın özneleri biçiminde tanımlaması ve kamusal
alandaki görünürlüğe vurgu yaparak meşru kılma çabası özünde çelişkiler barındırmaktadır.
Butler kadınların temsilinde dilin işlevselliğini de tartışır. Dil, feministlerin kadınlar hakkında
doğru kabul ettiği çarpıtmadan, olduğu gibi temsil edebilir mi? Bu durumda Butler yine
Foucault’ya dayanır; buna göre yasaların iktidar sistemleri daha sonra temsil ettikleri özneleri
üreterek, bireyi sınırlandırır, kendi yapısına tabi olarak konumlandırır. Bu bakımdan feminist
kuramın öznesi olan kadın da iktidarın temsil politikasının ürettiği bir durum olarak karşımıza
çıkar. Kadınların kurtuluşu, kendisini söylemsel olarak üreten bu politik sistem tarafından
sağlanacak bir olaydır ve bu politik sistem tüm toplumsal cinsiyetlendirme mekanizmalarıyla
birlikte heteroseksüel bir iktidar ya da tahakkümdür. Bu yüzden ürettiği özneyi eril
varsaymaktadır. Böyle bir sistemin kadınları özgürleştirebileceği düşüncesi ise tam anlamıyla
bir yanılgıdan ibarettir.

Tarihi bir dışlama tarihi olarak okuyan Butler, bu dışlama tarihi sorununun toplumsal
cinsiyetlendirme fiiliyle doğrudan bir biçimde ilişkili olduğunu öne sürer. Buna göre,
toplumsal cinsiyetlendirme pratiği cinsiyetin maddeleşmesini üreten normatif, zorlayıcı ve bir
o kadar da baskıcı bir eylemdir. Toplumsal cinsiyet normları olarak tezahür edilenler yalnızca
düzenleyici değil, aynı zamanda da bedenin maddeleşmesini üretenlerdir. Feministlerin uzun
bir süre kullandıkları toplumsal inşa modeli toplumsal olanın, yani tek taraflı bir biçimde
doğal olanı kendi parametreleri ve anlamlarıyla yüklediği görüşüne dayanmasının zayıflığına
dikkat çeker Butler. Ona göre bu eylem, doğanın da bir tarihinin olduğunun unutulması
demektir. (Direk, 2012) Bu sebepten, cisiyetleri cinselliğin bir uzanınımın yorumu saymak
yerine bu olgunun kararsız kendi içinde keyfiliğe tekabül eden bir kavram olarak anlaşılması
gerekir. Söylem öncesi doğallaşmış, şeyleşmiş bir cinsellik kavrayışı savunulmaz, aksine
cinsiyetleri olduğu gibi, cinsiyetleri de üretenler türlü söylemlerdir. (Taburoğlu, 2012) Böyle
söylendiğinde ise yazgıya ait olan etkenler, biyolojik ya da anatomik türden gerçeklikler
değil, kültürel ve söylemsel belirlenimler haline gelmektedir. Buna göre cinsiyet toplumsal
cinsiyetin ürettiği bir kurgudur ve doğanın kendi tarihi de bir kurgu tarihinden başka bir şey
değildir.

Butler’a göre cinsiyet bir kurgudan ibaret olsa bile, biz onun zorunlulukları içinde yaşayan
varlıklarızdır, cinsiyet hayat boyu cinsellikle olan edimsel bağlarını korur. Belli bir kimliğe
sahip olanın cinselliği tekrarlama yoluyla cinselliğini aralıksız olarak ilan etmesi şeklinde

  25 
yorumlanır. Cinsiyetin görünür varlığı söylemsel olan bir kimilk parçasını bedensel edimlere
dönüştürme kararlılığı ve tutarlılığıyla ilgilidir ve bedenin aslında doğal olmayan bu icrası,
ısrarlı tekrarların varlığı nedeniyle doğalmış gibi görünür. Bu da bedenin üzerine geçirilen bir
maske görevidir.(Taburoğlu, 2012) Öte yandan bizi biz yapan yani özne olarak tanıyan
yasanın, özneye uyguladığı tek biçimciliği ve uyumlu davranışı dayattığı yerde, itaatsizlikle
karşılaşması onun gücünü sarsabilir. Kadın toplumsal cinsiyetini dayatan yasanın, bedenin bu
yasayı gereğinden fazla üstlenmesi ve abartarak tekrar etmesi bu itaatsizlik durumuna bir
örnektir. Burada bedenin özne ya da “kötü özne” olmadan evvel performatik bir varlık olarak
ortaya çıkması, performansın yalnızca yasayı ya da otoriteyi ihlal etmekle kalmadığını, aynı
zamanda bu ihlalle birlikte muktedir hale gelişini de ortaya çıkarır. (Direk,2012) Sonuç
itibariyle Butler’ın teorisi feminizmin bedenle iktidar arasındaki ilişkiyi ve iktidarın
cinsiyetlendirme politikasını yeniden gözden geçirme olanağı sağlaması bakımından
önemlidir.
SONUÇ

Toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak kuruluşunu ve iktidar mekanizmasıyla olan ilişkini


incelediğim bu çalışmanın son bölümünde feminist literatüre önemli bir katkı sağlayan
butlerın cinsiyet kuramına ayrıntılı bir yer verdim. Bu kuramın toplumsal cinsiyet ve iktidar
olgusuna yeni bir bakış getirdiğinden dolayı önemli olduğunu düşünüyorum. Toplumsal
cinsiyet olarak bize verilen kadınlık ve bu kadınlığın toplumsal kuruluş biçimleri, biyolojik
olarak içselleştirilen bir fiilden çok kültürel ve toplumsal olarak öğrenilen ve yeniden üretilen
bir eylemdir. Doğal / biyolojik cinsiyetten bağımsız düşünülemeyen toplumsal cinsiyet, bu
doğal cinsiyetin ötesinde ele alındığında ise aslında değiştirilebilir, tercih edilebilir bir
olgudur.

Toplumsal cinsiyeti belirleyen ve onu bireyleri özne olarak tanıma aşamasında kurgulayan
iktidar, normatif değerler doğrultusunda bu eylemi yeniden üretir. Eğer ki biyolojik
cinsiyetimiz bizi toplumsala yöneltecek ve onun içinde tanınmamızı sağlayacak bir şeyse,
doğal olandan vazgeçip tercih ettiğimiz cinsiyet içinde yaşamamız bizi toplumsaldan bir o
kadar uzaklaştırır. Toplumsal normlar göz önüne alındığında, biyolojik cinsiyeti ve ona
atfedilen toplumsal rolleri tümüyle reddedip, tercihlerimiz doğrultusunda seçtiğimiz “doğal
olmayan” cinsiyetlerimiz içinde iktidar tarafından tanınmamız bir o kadar zorlaşır ki aynı şey
toplum nazarında da söz konusudur. Modern toplum Foucault’nun da dediği gibi iktidar
pratiğiyle birlikte cinsellikleri denetim altına alır, heteroseksüelliğe sağdık bir görüşe sahiptir.

  26 
Modern aile kurumu, heteroseksüel cinselliğin yaşandığı, erkeğin baskın, kadının tabi olduğu
bir nüvedir. Dolayısıyla toplum her yönüyle heteroseksüel bir yapı olarak, kendi ideal
çizgisinden dışarıda olanları tümüyle dışlar, ötekileştirir ve onları tanımaz. Pekala biyolojik
olarak kadın doğan birey, illa ki toplumun ona yüklediği rolleri içselleştirerek, bu rolleri
tümüyle kabullenmeli midir? Ya da biyolojik olarak erkek doğan bir birey, sonrasında bu
doğal bedeninin onun ruhuna ait olmadığını düşünerek cinsiyetini değiştiremez midir?
Erkeklik rollerini bütünüyle reddederek bir kadın gibi hissettiği için, kadın olamaz mıdır?
Elbette olabilir. Yalnız bu durum ne yazık ki toplumun tümüyle kendisini bağımlı kıldığı
denetleme fiilinden geçtikten sonra, doğal olmadığı için ötekileştirilecektir. Nihai sonuç
olarak bu durum roller ve normlar kapsamında ele alınacak ve bunlara uymadığı gerekçesiyle
dışlanacaktır. Yine de özünde benimsediğimiz bir şey de kendini göstermekten geri durmaz.
Ne olursa olsun, içine doğduğumuz bedenlerimizde yaşama ya da onları değiştirme hakkına
sahibiz. Hissettiğimiz ölçüde bir cinsiyetin içindeyiz. Kategorik olarak kadın ya da erkek ya
da tamamen üçüncü bir cins...

Bu bağlamda Beauvoir’un “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü her cinsiyet için kendini var
eden bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla her şeyi doğduktan sonra toplum tarafından öğreniriz.
Kimimiz kadın, kimimiz erkek, kimimiz ise her iki birden olabiliriz...

KAYNAKÇA

1. ALİEFENDİOĞLU, Hanife. “ Türkiye’de İkinci Dalga Feminizm Üzerine; Sorunlar,


Eylemler, Örgütler Ve Yayınlar”, Radikal Feminizm Üzerine- Kişisel Olan Politiktir,
Derleyenler; Hanife Aliefendioğlu & A. Nazar Erişkin, Kült Neşriyat, 1.Basım, Mayıs
2013, Ankara
2. ARAT, Necla. “Feminizmin ABC ’si”, Say Yayınları, 2.Basım, 2010, İstanbul
3. ARİSTOTELES, “Politika”. Çeviri; Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, 13. Basım, Aralık
2010, İstanbul
4. BEAUVOIR, Simone. “O Kadın-İkinci Cins”, Fransızca Aslından Çeviren; Bertan
Onaran, Payel Yayınları, 8.Basım, Kasım 1993, İstanbul

  27 
5. BERKTAY, Fatmagül. “Feminist Teoride Açılımlar”, Toplumsal Cinsiyet
Çalışmaları, T.C. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Yayınları, 1. Basım
Ekim 2011, Eskişehir
6. BERKOWITZ, Eric. “Seks Ve Ceza- Arzuyu Yargılamanın Dört Bin Yıllık Tarihi”,
Çeviri; Orhan Düz, Kolektif Kitap, 1.Basım Nisan 2013, İstanbul
7. BUTLER, Judith. “Cinsiyet Belası-Feminizm Ve Kimliğin Alt Üst Edilmesi”, Çeviri;
Başak Ertürk, Metis Yayınları 3.Basım Aralık 2012, İstanbul
8. CONNELL, R. W. “Toplumsal Cinsiyet Ve İktidar- Kişi Ve Cinsel Politka”, Çeviri;
Cem Soydemir, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım Mart 1998, İstanbul
9. DAVIS, Nira-Yuval. “Cinsiyet Ve Millet”, Çeviri; Ayşin Bertaş, İletişim Yayınları,
1.Basım 2003, İstanbul
10. DİREK, Zeynep. “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet Ve Bedenin Maddeleşmesi”,
Cinsiyetli Olmak- Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar, Derleyen Zeynep Direk, Yapı
Kredi Yayınları, 3.Basım Şubat 2012, İstanbul
11. DURUDOĞAN, Hülya. “Unnes Femmes: Kristeva, Psikanaliz Ve Kadın”, Cinsiyetli
Olmak- Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar, Derleyen Zeynep Direk, Yapı Kredi
Yayınları, 3.Basım Şubat 2012, İstanbul
12. ERSOY, Ersan. “Cinsiyet Kültürü İçerisinde Kadın Ve Erkek Kimliği (Malatya
Örneği) Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt: 19, Sayı: 2, Sayfa: 209-230,
2009, Elazığ
13. ESTIN, Collette& LAPORTE, Héléne. “Yunan Ve Roma Mitolojisi”, Çeviri; Musa
Eran, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 8.Basım Nisan 2003, Ankara
14. FIRESTONE, Shulamith. “Cinselliğin Diyalektiği”, Çeviri; Yurdanur Salman, Payel
Yayıncılık, 2.Basım Mart 1993, İstanbul
15. FOUCAULT, Michel. “Cinselliğin Tarihi”, Çeviri; Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı
Yayınları, 4.Basım 2012, İstanbul
16. GOLDMAN, Emma. “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir”, Çeviri;
Necmi Bayram, Agora Kitaplığı, 1.Basım Ağustos 2006, İstanbul
17. HANISCH, Carol. “Radikal Feminizm Üzerine- Kişisel Olan Politiktir”, Derleyenler;
Hanife Aliefendioğlu & A. Nazar Erişkin, Kült Neşriyat, 1.Basım, Mayıs 2013,
Ankara
18. HOOKS, Bell. “Feminizm Herkes İçindir, Tutkulu Politika”, Çeviri; Ece Aydın,
Berna Kurt, Şirin Özgün, Aysel Yıldırım, bgst Yayınları, 2.Basım Ocak 2012, İstanbul

  28 
19. IŞIK, Emre. “Beden Ve Toplum Kuramı- Öznenin Sosyolojisinden Bedenin
Sosyolojisine”, Bağlam Yayınları, 1.Basım Kasım 1998, İstanbul
20. KOVANLIKAYA, Aliye. “Kant’ta Cinsiyet Farklılığı”, Cinsiyetli Olmak- Sosyal
Bilimlere Feminist Bakışlar, Derleyen Zeynep Direk, Yapı Kredi Yayınları, 3.Basım
Şubat 2012, İstanbul
21. KÖSE, Elifhan. “Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet İkiciliği Üzerine Yaklaşımlar Yada
Doğa Doğal Mıdır?” Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi-Toplumsal Cinsiyet Iı,
Doğu Batı Yayınları, 1.Basım Mayıs 2013, Ankara
22. SCOTT, Joan W. “Feminist Tarihin Peşinde”, Derleyenler; Fahriye Dinçer &Özlem
Aslan, bgst Yayınları 1.Basım Ocak 2013, İstanbul
23. TABUROĞLU, Özgür. “Queer Kuramı: Yapılaşmamış Kimlikler, Keyfi Cinsiyetler”,
Doğu Batı Üç Aylık Düşünce Dergisi-Toplumsal Cinsiyet II, Doğu Batı Yayınları,
1.Basım Mayıs 2013, Ankara
24. WALLACE, Ruth& WOLF, Allison. “Çağdaş Sosyoloji Kuramları- Klasik Geleneğin
Genişletilmesi”, Çeviri; M. Rami Ayas& Leyla Elburuz, Doğu Batı Yayınları, 3.
Basım Mart 2012, Ankara
25. YARDIMCI, Sibel& GÜÇLÜ, Özlem. “Queer Tahayyül”, Sel Yayıncılık, 1.Basım
Şubat 2013, İstanbul
26. ZERZAN, John. “Patriarchy, Civilization And The Origins Of Gender”, The
Anarchist Library, October 20, 2010- Retrieved On 13 April 2010 From;
http://insurgentdesire.org.uk/patriarchy.htm

  29 

You might also like