Professional Documents
Culture Documents
w
>
(/)
z
Ü
__J
<(
(/)
�
::J
__J
Q..
o
1-
w
>
::s:::
.__J
o
1-
w
>
.__J
__J
�
�,,,,
- .,
lletişim Yayınlan 2250 •Araştırma-İnceleme Dizisi 372
ISBN-13: 978-975-05-1868-3
© 2015 tletişim Yayıncılık A.Ş. I 1. BASIM
1. Baskı 2015, İstanbul
2. Baskı 2021, İstanbul
Milliyetçilik
ve Toplumsal
Cinsiyet
Edebiyat, Medya, Siyaset
�,,,,,
._ .
iletişim
İÇİNDEKİLER
B1R1NC1 KISIM
Gündeliğin Günceli:
Medyada Cinsiyetin inşası
4 ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER
VE TOPLUMSAL CİNSİYET:
ERİLLİGİN BEDELİ
FUNDA GENÇOCLU ONBAŞI ... ...... ... .... . .. .... ... ........ ..... ......... . ............ ........ 143
ÜÇ ÜNCÜ KISIM
9 ÜÇ TARZ-I TAHAYYÜL:
HALİDE EDİB ADIVAR, YAKUP KADRİ
KARAOSMANOGLU VE PEYAMİ SAFA'NIN
ÜTOPYACI GELECEK KURGULARINDA
İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
StNAN YILDIRMAZ - YASEMtN TEMIZARABACI YILDIRMAZ ................ 289
}0 MİLLİYETÇİLİGİN ERKEK ANIATISI:
ERİL PASAJIARDA KADIN SİLÜETLERİ
SiMTEN COŞAR - AYLIN ÔZMAN ... . . . . . 323
................................. ......... ...... .......... ...... ...
}} MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKAR TAHAYYÜL
VE 12 EYLÜL FİLMLERİ
ÇACLA KARABAC SARI ... . . ........... . . ...................................................................... 355
9
nış biçimlerinin yapıcı bir eleştirisine ayrıldı. Aydın, "Popüler
Kültür ve Milliyetçilik - Sokağın Hissi" başlıklı katkısında, Tür
kiye'de milliyetçiliğin tarihsel seyrini, siyaseten kurucu işlevi
ni anlamak için salt tarihsel ve salt siyasal ve/ya da tarihsel-si
yasal okumanın gerekli ama yetersiz bir tercih olduğuna, milli
yetçiliğin gündeliğe sinmişliğini açığa çıkarmanın sadece muk
tedirlerin kurumsal düzlemdeki görüntülerini, yapıp etmeleri
ni değil, doğrudan tabi addedilenlerin, aynı zamanda öznellik
leri vasıtasıyla yeniden kurdukları siyasal bir oluş biçimi olarak
milliyetçiliği gönnenin doğrudan öznelik halleri ve anlatılarıy
la mümkün olabildiği saptamasından hareket ediyor. Bu çerçe
vede , Aydın tarihsel-siyasal okumanın zemininde durması ge
reken olarak antropolojik yaklaşımın altını çizerken, milliyet
çiliklerin çeşitliliklerinin tek bir kuramsal yaklaşıma sığama
yan bir olguyla karşı karşıya kalmamızı beraberinde getirdiği
ne işaret ediyor: "Bütün bu çeşitlilik, olumsallık ve tarihsellik
milliyetçilikleri, ister resmi ve popüler formları arasında ister
se farklı sorunların yaşandığı farklı coğrafyalar arasında olsun,
tek bir kuramsal açıklama içinde görebilmemize engel olmak
tadır. " Suavi Aydın'ın metodoloji üzerine tartışmasını , birin
ci kısmı tam da onun bıraktığı yerden tamamlayan Tuba Kan
cı'nın katkısı, öncelikle derlemede yer alan tüm yazıların taki
bi açısından vazgeçilmez olan teorik haritalandırmayı sunma
sı itibarıyla önemli. Kancı, feminist milliyetçilik okumalarıy
la ilgili literatür incelemesini takiben Türkiye'de bir devlet po
litikası olarak milliyetçiliğin nesiller boyunca aktarımında ka
dınlık-erkeklik rolleri vasıtasıyla doğallaştırılmasının tarihsel
izlerini dönemsel değişikliklere ve devamlılıklara bakarak sü
rüyor. Böylelikle, farklı hükümet politikalarının, farklı tarih
sel-siyasal dinamiklerin, milliyetçiliğin tezahürlerindeki etki
sini açığa çıkartırken, toplumsal cinsiyet eksenli süreklilikle
rin de altını çiziyor. Ne de olsa "ordu-millet geleneği halkımı
zın ortak karakteri"dir ve kadınların bu doğrultudaki karakter
lenme sürecinde rolleri, annelik, karılık, ev işlerinden gerekirse
meslek sahipliğine kadar uzanır. Kancı'nın okumasını , "Sevgi
nin ve Nefretin Eğilip Bükülebilirliği: Kadınların Milliyetçiliği"
10
başlıklı bölüm takip ediyor. Nagehan Tokdoğan, milliyetçilik
le hemhal olan kadınlarla birlikte yürüttüğü saha çalışmasıyla
tam da Suavi Aydın'ın işaret ettiği yönde, kadınların milliyetçi
öznel(l)iklerini gündelik pratikleri içerisinden okumaya, anla
maya, aktarmaya çalışıyor, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ba
ğıntısını feminist perspektiften değerlendirirken, kadınların ta
biliği , güçsüzleştirilmeleri, milliyetçiliğe içkin patriarkal işleyi
şe teslimiyetlerine odaklanmanın kapatıcı etkisine yanıt niteli
ğinde milliyetçi söylemin kadınların dilinde eğilip bükülebilir
liğini görmeyi öneriyor. Bunu yaparken, kadınların patriarkay
la pazarlıklarının zorunlu olarak teslimiyeti beraberinde getir
mesinin gerekli olmadığına ve söz konusu ince pazarlığın ma
nipüle edilebilir niteliğine işaret ederken, milliyetçiliğin erilliği
massedici dilini de gözden kaçırmıyor.
Derlemenin ikinci kısmı popüler kültürde milliyetçi söyle
min (yeniden) üretimine, mübadelesine , sıradanlaştırılması
na, estetize edilmesine ve bu vasıtalarla olumlanma biçimleri
ne odaklanan çalışmalara ayrıldı. Bu birbirinden çok farklı te
malar üzerinden milliyetçiliğe içkin cinsiyetçiliği, cinsiyetçili
ğe eklemlenen milliyetçi motifleri deşifre eden çalışmaların bir
leştiği zemin, toplumsal gerçekliğin üretilmesinde; gerçek ola
na ilişkin süreçlerin anlamlandırılmasında, belirleyici bir işlev
yüklenen medya metinlerini merkeze almaları.
Funda Gençoğlu Onbaşı, yazılı medyada yer alan bedelli as
kerlik-vicdani ret tatışmalarına odaklandığı, "Zorunlu-Gönüllü
Milliyetçilikler ve Toplumsal Cinsiyet: Erilliğin Bedeli" başlık
lı yazısında askerlik üzerine ana akım söylemsel pratikleri ana
liz ediyor. Bu pratiklerde , eril dilin/siyasetin; toplumsal cinsi
yet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle özdeşleşmiş cinsiyetçi ayrımcı
lığın kurulma biçimlerinin izlerini süren Gençoğlu Onbaşı "ge
rek resmi ve hakim söylemsel pratikler gerekse alternatif söy
lemler üzerinden geliştirilen argümanların yerleşik eril siyaset
pratiğiyle girdikleri ilişki"deki çelişkilere dikkat çekerken, bu
süreçte özellikle LGBT birey ve gruplara yöneltilen ayrımcılı
ğı ve ayrımcılığın yeniden üretimini gündeme taşıyor. Gençoğ
lu Onbaşı'nın bıraktığı yerden erkekliğin hegemonyasından de-
11
vamla Aksu Bora ve Tanıl Bora "Bir Erkeklik Fantezisi: Kurt
lar Vadisi" başlıklı çalışmalarında, "erkek kültürü" ve "erkeklik
deneyimi"ni görsel medyada Kurtlar Vadisi karakterleri üzerin
den okuyorlar. Bora ve Bora " [ t] elevizyon dizilerinin masal ve
fantezi dünyasının, insanların 'gerçek' hayatına nasıl nüfuz ede
bildigine" bakarken fantezide ve gerçeklikteki erkeklik ve ka
dınlık kurgularının iç içe geçmişligini açıga çıkarıyorlar. "Mo
demitenin 'baba'nın yası bile tutulamayan kaybıyla baglantılı
bir erkeklik krizi" oldugu tespitinden hareketle, kurucu erkek
lik degerlerini, erkekliğin belirli bir biçimine referansla çözüm
lüyorlar. Bunu yaparken, erkekliğin kuruluşu açısından vazge
çilmez olan kadınlara, gerçek-fantezi arasındaki geçişkenlikte
yaygın olumsuz kadın ve nadir olumlu kadın imgelerinin arzu
lanan erkekliğin üretimindeki işlevselligini irdeliyorlar. Burcu
Şenel, ana akım medyanın etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı
söylemlerin (yeniden) üretildigi, meşrulaştırıldığı ve toplumsal
gerçekligin, egemen milliyetçi ideoloj iyle uyumlu biçimde sınır
landırıldıgı bir alan olduğu tespitinden yola çıktığı, "Milliyetçi
ve Cinsiyetçi Söylemin Ortaklıgı: Haberin Kimlik Halleri" baş
lıklı yazısında, milliyetçi-ırkçı-cinsiyetçi söylemlerin kesiştikle
ri alanda, Kürt kimliğinin yazılı medyada temsil, inşa ve alım
lanma biçimlerini irdeliyor. Ana akım medyada, "eril bir anlatı
olarak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler" ,
Şenel'e göre "kadınlar ve heteronormatif olanın dışında konum
lanan farklı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın,
temsil edil(e)memenin bir alanı"nı oluşturuyor. Eylem Özde
mir de "Batı'ya Giden Her Yol Mübah Mı? Milletin Güzellik Ya
rışmalarıyla İmtihanı" başlıklı çalışmasında, ana akım medya
da yer bulan haber ve yazılar üzerinden, ulus inşa süreci ve top
lumsal cinsiyet kurgusu arasındaki ilişkiyi merkeze alarak, Tür
kiye'de düzenlenen ilk güzellik yarışması ömeginde "yeni Cum
huriyet kadını" imgesiyle milliyetçi söylemin eklemlenme süre
cini ve biçimini tartışıyor. Bu kapsamda Özdemir, okuyucunun
dikkatini "ilk güzellik yarışmalarında kullanılan milli söyle
min üç zihinsel çerçeve"sine çekiyor: " Cumhuriyet'in Batılılaş
ma hareketi ve yönelimi; 'yeni kadın'ın inşası; ve ırk söylemi"
12
Üçüncü kısım, Eylem Özdemir'in bıraktığı tarihsel dönem
le başlıyor ve günümüz Türkiye'sine uzanıyor. Tiyatrodan si
nemaya, romanlara ve tarihsel öykülemelere kadar uzanan bir
yelpazede, milliyetçilikle cinsiyetçilik arasındaki geçişkenliği,
milliyetçi söylemin toplumsal cinsiyet üzerinden yeniden üre
timini inceleyen yazılar, bir yandan kurumsal iktidar meka
nizmalarının dışında durduğu varsayılan kaynaklardan mukte
dirin dilinin işleyişine bakarken, diğer yandan muktedirin di
lindeki kırılganlığın bizatihi milliyetçiliği sahiplenen kadınla
rın dilinden görünürlüğünü ve cinsiyetçi bir söylemin barın
dırdığı nişlerin, öznesi kadınlar olduğunda nasıl manipüle edi
lebileceğini soruşturuyorlar. Bu çerçevede Kadir Dede , "Erkek
Doğmadık Diye Yurdumuza Küs Müyüz? : Halkevi Sahnelerin
den Kadın Kesitleri" başlıklı çalışmasında , ulus inşa sürecinde
görünürlük kazanan kadınlık kurgularını Halkevleri'nde sah
nelenen tiyatro eserlerinde yer bulan kadın tiplemeleri üzerin
den ele alıyor. Dede, ulus, uluslaşma ve toplumsal cinsiyet ara
sındaki ilişkiyi teorik düzlemde irdelerken, "sahneden izleyi
ciye, oradan da sokaklara ve hanelere ulaşması arzulanan me
sajın cinsiyete dair içeriği"ne odaklanıyor. Sinan Yıldırmaz ve
Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz "Üç Tarz-ı Tahayyül: Halide
Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Peyami Safa'nın
Ütopyacı Gelecek Kurgularında ideoloji ve Toplumsal Cinsi
yet" başlıklı çalışmalarında , Dede'nin çalışmasında irdelenen
mesaj a içkin gelecek kaygısının izlerini sürüyorlar. Üç farklı
dönemde, üç farklı yazar tarafından kaleme alınan ütopyaları
karşılaştırmalı bir perspektiften ele alan yazarlar, bu ütopist ya
pılar içerisinde " feminist bir milliyetçilik ile Kemalist bir mil
liyetçiliğin ortaklaştığı ve ayrıştığı" noktalarla birlikte "muha
fazakar ahlakçılıkla birleşmiş bir milliyetçi algının tahayyül et
tiği gelecekte toplumsal cinsiyetin nasıl kurgulandığı" sorusu
na yanıt arıyorlar. Simten Coşar ve Aylin Özman, Turgut Özak
man'ın üçlemesini inceledikleri, "Milliyetçiliğin Erkek Anlatısı:
Eril Pasaj larda Kadın Silüetleri"nde milliyetçiliğin içerisine gö
mülen ve dolayısıyla görünmeze sabitlenen toplumsal cinsiyet
düzenlemelerinin, erkekler ve kadınlar arasındaki hiyerarşinin
13
ö tesinde kadınlar arasındaki sınıf ve etnisite farklılıklarım ke
sen cinsiyetler hiyerarşisinin yeniden üretilişini odağa alıyor
lar. Coşar ve Özman, bir yandan Özakman'ın ilgili eserlerinde
sıradanlaştırma-mitleştirme denklemi üzerinden işletilen po
püler milliyetçi dilin kahraman arayışında, kahramansızlık aç
mazını çözümlerken, diğer yandan bu eserlerde hedeflenen mit
sahnelerine sorgusuz dahil edilen ve/ya da davet edilen diğer
metinlerle girilen monolog ve/ya da diyalogların erilliğine dik
kat çekiyorlar. Çağla Karabağ Sarı'mn, 1 2 Eylül filmleri üzerin
den yürüttüğü , "Milliyetçi-Muhafazakar Tahayyül ve 12 Eylül
Filmleri" başlıklı alımlama çalışmasında eleştirel bir okumaya
tabi tuttuğu milliyetçi-cinsiyetçi değerlendirmeler, tam da Co
şar ve Özman'ın çalışmalarında detaylandırılan mit sahnesin
de Özakman'ın seslendiği birincil kitle olan 2000'lerin gençle
rine odaklanıyor. Karabağ Sarı, analizinde popüler kültür ala
nına sirayet gücü milliyetçilik-cinsiyetçilik bileşkesiyle işleyen
tahakkümün yine popüler kültür içerisinden ve doğrudan mil
liyetçi-cinsiyetçi söylemin öznelerinin kendiliğinden okumala
rıyla kırılabileceği nişlere dikkat çekiyor. Yazarın da işaret et
tiği gibi, söylem eğer akışkanlıkla tanımlanıyorsa popüler kül
türden politik mücadeleye geçişin yolu çok uzun olmasa gerek
ya da böyle olacağını ummak gerek.
Nihayetinde, milliyetçiliğin farklı veçhelerle kişiselden top
lumsala ve kamusala uzanan hatta birdenbire , kendiliğinden ,
bağlantıda olduklarımızın dilinde ve doğrudan kendi dilimizde
beliriverdiği , kurumsal iktidar mekanizmalarının çekirdeğin
den çıkan, kurumsal iktidarı ellerinde bulunduranların gönül
lü benimsedikleri bir söylem olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz.
Bu kitapta, söz konusu farklı veçheleri , görünme biçimlerini ,
kurumsaldan kişisele oradan kolektife uzanan bir menzilde ör
nekleme amacını taşıyoruz. Bunu yaparken milliyetçiliği böy
lesine sirayet edici kılan asıl etmenin, farklı biçimleriyle cin
siyetçiliği içermesi, farklı tarihsel-siyasal dinamikler içerisin
de farklı cinsiyetçi pratikleri işletebilmesi olduğu düşüncesiy
le, milliyetçiliğin erkek yüzünü fark edip göstermenin ötesin
de Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan toplum-
14
sal cinsiyet rej imlerinin hangi milliyetçilik versiyonlarına temel
teşkil ettiklerine dair ipuçları sunmaya çalışıyoruz. Kahraman
ların, silüetlerin, figüranların olmadığı eşitlikçi bir yaşam için
toplumsal cinsiyet temelli analize dayalı bir milliyetçilik deşif
resinin elzem olduğu kabulünden hareketle, elinizdeki derle
menin sadece açığa çıkarmaya değil, soru sordurmaya, doğru
dan gündeliğin sorularıyla milliyetçi söylem vasıtasıyla sorgu
suz kabul edilegelen ayrımcı pratikleri sorgulatmaya vesile ol
masını diliyoruz .
15
B1R1NC1 KISIM
S UAVi A YDIN
Giriş
19
antropoloji "kültür bilimi"nin ve hermeneutik'in kendisine sağ
ladığı metodolojik olanakları kullanarak bu alana girdi. Antro
poloji devletten bağımsız düşünmeye alışmış bir geleneğe sahip
ti. Bu bakımdan milliyetçiliği ve ulus-devlet olgusunu bu olgula
rın faili olan insandan (özneden) hareketle ve sosyoloji gelene
ğinin tam aksine (cemiyet yerine cemaatle ilişkisi içinde) görüle
bileceği yeni bir perspektif sundu . Bu perspektif, tarihselciliğin
ve ulus-devlet odaklı sosyolojizmin kararttığı sahayı yeniden ay
dınlattı. Bu arada alanın tarihçiliği ise başka bir handikapın içi
ne düşmüştü. Tarihçiler öncelikle dergileri keşfetti ! Ve bu min
valde belirli dergileri inceleyen monografiler alanı kaplamakla
kalmadı, dergi analizleri ve fikir önderlerinin yazıları milliyet
çilik araştırmasının yegane tarihsel dayanağı haline geldi. Kla
sik Osmanlı tarihçilerinin düştüğü "defter analizi"ni (deftero
lojiyi) tarih yapmak sayan gelenek, bu kez yakın tarih için def
terin yerine dergiyi ikame ediyordu. Bütün tezler belirli dergile
rin incelenmesine odaklanınca, o dergilerde yazan fikir insanla
rının gerçek hayatta nasıl bir insan oldukları ve politik birer öz
ne olarak neyi savunup ne eylediklerinden bağımsız, dergideki
yazılan üzerinden sınıflandırıldıkları bir kanonun parçası haline
getirildiklerini gördük. Hayatın kendisi, sokak, bir siyasal hare
ket olarak milliyetçiliğin toplum içinde harekete geçirdiği dina
mikler, toplumla etkileşimi, insanların hayatı anlamlandırma bi
çimlerinin ve deneyimlerinin milliyetçilikle nasıl bir ilişki içinde
bulunduğu, insanlar arası ilişkilerin milliyetçiliğe nasıl tercüme
edildiği, özetle siyasal akımların sosyoloj isi böylelikle dışlanmış
oluyordu. Güya öznenin dili olduğu iddiasındaki postmodemist
siyaset felsefesi ise milliyetçilikle ilişkisini özneyi gözlemleyerek
ve konuşturarak değil, özne üzerine spekülasyon yaparak kur
mayı tercih etti. Sonuç elbette felsefe adına da hüsran oldu. Oy
sa Erle Hobsbawm'ın dediği gibi, "Uluslar ve milliyetçilik yuka
rıdan inşa ediliyorsa da, tam olarak ancak aşağıdan, sıradan in
sanların çoğunlukla ulusal olmayan, daha az milliyetçi olan ihti
yaç ve beklentileri üzerinden anlaşılabilir. ''1
20
Bu düzlemde de iki ana akımın çarpıştığını görürüz. Çarpışan
görüşlerden ilki milliyetçiliği harekete geçiren saikin iktisadi
gelişmeler olduğunu iddia eden ve daha çok Marksist çalışma
lardan etkilenen bir tür milliyetçilik analizi iken; ikincisi duy
guların temelini kuran bir "ortak ruh" tan hareket eden, roman
tik ve tarihselci milliyetçilik analizidir. Oysa gerçek daha ortada
bir yerde olmalıdır. Hiç kimse , milliyetçilik dediğimiz fenome
nin 19. yüzyılı şekillendiren iktisadi gelişmelerden ve modern
leşmenin etkilerinden bağımsız biçimde değerlendirilebileceği
ni ileri süremez. Kaldı ki bütün 20. yüzyıl ve 2 1 . yüzyılın başla
rı da bu tespiti haklı kılacak pek çok veri sunmaktadır. Yine hiç
kimse , vatan için canını feda etmek kabilinden bir diğerkamlığın
ve özverinin belirli kültürel ve duygusal bir temeli olduğunu da
inkar edemez . Dolayısıyla, özellikle 1 9 . yüzyılın ve 20. yüzyı
lın olaylarından hareketle milliyetçilik çalışmalarında büyük
çe bir gri alanın ortaya çıktığını ve bu alanı anlamak için büyük
bir kuramsal çabanın harekete geçirildiğini görmekteyiz. Bu gri
alanda özellikle kültürel antropoloji ve kültürel çalışmalar yazı
nının önemli bir katkı yarattığını söylemek mümkün.
Rogers Brubaker'ın altını çizdiği gibi ulus ve milliyetçilik tar
tışmaları artık dört kuramsal gelişmenin sağladığı katkılar ışı
ğında yürümektedir. Bu kuramsal katkıların başında kültürel
çalışmalar alanı içinde gelişen ağ kuramının ilham verdiği ça
lışmalar gelmektedir. ikinci önemli katkı rasyonel eylem ku
ramlarına karşı geliştirilen itirazların fikir açıcı katkılarından
doğmuştur. Üçüncüsü yapısalcı kuramsal tutumların yerini gi
derek inşacı tutumlara terk etmesidir. Dördüncüsü ise postmo
demist kuramsal duyarlılığın yükselişi eşliğinde parçalı ve gün
delik olanın daha çok vurgulanmaya başlanması ve bu çerçeve
de sabit ve kalıcı formlara ve açık seçik sınırlamalara bağlanmış
kategorilerin giderek erozyona uğramasıdır.2 Brubaker, bu ön
cü çalışmasını izleyen dönemde kimlik meselesini sahada araş
tırmaya giriştiğinde , buna bilfiil kendisinin de deneyimledi-
21
ği önemli bir başka katkıyı da ekleyecektir. Brubaker, özellikle
Transilvanya çalışmasında kimlik dinamiğini anlamak için et
nografik bakış açısını ve "aşağıdan yukarıya" yürüyen bir sor
gulama biçimini benimsemek gerektiğini söyleyerek bu beşinci
katkı alanının altını çizer.3 Benzer bir problemi ele alarak esa
sen bir "imparatorluk tebaası" iken, ulus-devletin kurulması ve
nüfuz etmesiyle sıradan halkın "milli" olana nasıl dönüştüğü
nü (veya "milli" olana nasıl dönüştürüldüğünü) araştıran bir
başka önemli saha çalışması da Michael Meeker'dan gelmiştir.4
Bütün bu kuramsal gelişmeler eşliğinde doğru soruyu yine
Rogers Brubaker sormaktadır. Ona göre temel soru "ulus ne
dir" değil , "siyasi ve kültürel bir form olarak milliyete daya
lı devletler (ulus-devletler) kendi içlerinde ve kendi araların
da nasıl kurumsallaşmaktadır" sorusu idi.5 Brubaker 1990'lar
da etnisitenin ve milliyetin, kimine göre özsel, kimine göre is
tikrar kazanmış varlıklar olarak görülmelerine karşılık, çeşit
li gruplaşma biçimlerine ve düzeylerine hayat veren , kendisi
nin ancak böylece içinde hayatiyet kazandığı özel bir bağlam
dan türeyen toplumsal kategoriler olarak anlaşılması gerekti
ğini söyledi. Ona göre bu girişim, toplumsal grupların ve grup
kimliğinin edimsel (perfonnative) olarak anlaşılmasıyla müm
kündü . Edimsel anlama, söylemsel-toplumsal alanlar içinde in
şa edilen "grup hali"ni görmeyi mümkün kılmaktaydı. "Milli
yet" ve diğer toplumsal kategoriler, tıpkı diğer durumsal (con
tingent) kimlikler gibi , kültürel bakımdan güçlü ve sembolik
etkisi olan mitler, hatıralar ve anlatılar içinde kurumsallaşır,
söylemsel olarak vaz edilir ve yerleşir. Mekan bu süreç içinde
önemli bir rol oynar. "Mekan yaratma" yoluyla seçkinler gru
bu ve onun geçmişi hakkında özgül kabullerin somutlaşması-
22
nı ve ebedileşmesini amaçlarlar. Çoğunlukla bu , resmen onay
lanmış "hafıza mekanları"nın inşasını içerir. Hafıza mekanla
rı aynı zamanda "duygu üreten" veya bilinçaltına atılmış duy
gu ve izlenimlerin geri çağrıldığı mekanlardır. Dolayısıyla mil
liyetçiliğin ve "milli duygu"nun sahada irdelenmesi hafıza , söy
lem, mekan, mit gibi insan varlığını dışavuran soyut ve somut
varlıklarla doğrudan ilişki kurulmasını gerektirir. Bu çerçeve
de , bu derlemede Nagehan Tokdoğan'ın milliyetçi kadınlar
la birlikte yürüttüğü saha çalışması üzerinden sunduğu femi
nist analiz milliyetçiliği tek tipleştirici okumaların sınırlılıkları
nı, sahanın milliyetçi dilin ve eylemliliğin eğilip bükülebilirliği
ni kaydeden açılımlarını sergilemesi açısından ömekleyicidir.
23
birlikte belirli ölçülerde dışlandılar ve bu dışlanma onların ör
gütlenmesini sağladı. Bu örgütlenme, azınlık milliyetçilikleri
nin doğuşuna yol açtı. Böylelikle aidiyet sadece kimlik kuran
değil, bir kimliğin siyasallaşmasına hizmet eden bir insan özel
liği olarak, modern-öncesine göre çok fazla öne çıkan bir kate
gori haline geldi. Bu nedenle ulus-devletlerin aynı zamanda bir
kimlik siyaseti izlemek durumunda kaldıklarını gördük.
Göç
6 Brubaker'ın önceden haber verdiği gibi, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ye
ni ortaya çıkan devletlerdeki Rus nüfusun Rusya'ya "geri çekilmesi" Rus milli
yetçiliğinin değirmenine su taşımıştır. Ruslann, Rusya'nın yakın çevresindeki
Rus yerleşimlerinden toplu göçünün giderek artması milliyetçilerin elini daha
da güçlendirecek ve mülteciler "tarihsel olarak Rus sayılan" bölgeler üzerinde
kontrolü yeniden sağlama iddiasına bağlanmış radikal milliyetçiler için anah
tar oy deposu haline gelecektir. Bkz. Rogers Brubaker, "Aftennaths of Empire
and the Unmixing of Peoples " , After Empire: Multiethnic Societies and Nation
Building içinde, Karen Barkey ve Mark von Hagen (der.) (Boulder ve Oxford:
Westview Press , 1 997) , s. 1 75 .
24
eden Yahudiler de lsrail milliyetçiliğini yükselttiler ve sertleş
tirdiler. 1 999 yılında onların kurduğu ve ağırlıklı olarak Rus
yalı göçmenlerden oy alan Evimiz lsrail Partisi (Yisrael Beyte
nu) , 2003'ten beri çeşitli kabinelerde koalisyon ortağı olma
yı başardı ve lsrail'in sertlik politikalarının esas yürütücülerin
den biri haline geldi. 7 Bu parti özellikle Filistinlilere ait toprak
larda kurulan yeni yerleşimlerin güçlü bir savunucusu oldu ve
bu konuda hiçbir biçimde ödün verilmemesini savundu . Bu ,
"Büyük lsrail" projesinin mekansal kurulumu ve Yahudi nüfu
sun lsrail'in kabul edilmiş ve işgal ettiği topraklarda homoj en
liğini temin etmek bakımından hayatiydi. Bu yerleşim politika
sı aynı zamanda Filistin Araplarına yönelik etnik temizliği ön
görüyordu . Dolayısıyla burada milli kimliğe dayalı çıkar ortak
lığı, ötekiler aleyhine tecelli eden bir maddi gerekçeye ve teme
le dayanmaktaydı.
Çoğu yerde göçmenlerin devletin gerçek sahibi gibi hareket
ettiklerine tanık olmaktayız. Zira göçmenler, orada yaşamak
tan dolayı yurttaş olanlardan daha çok, orayı yurt yapanlar ol
dukları fikrinin referansı olan özgül toplum idealine aidiyetle
rinden dolayı orada bulunduklarının bilinciyle hareket ederler.
Türk milliyetçiliğinin kurucu aktörlerinin büyük bir bölümü
nün Osmanlı lmparatorluğu'nun "kaybedilen topraklarından"
veya imparatorluğun dışındaki, özellikle Rusya'daki Müslüman
halklara mensup olması da bu bakımdan tesadüf değildir. lm
paratorluğun kalan topraklarını lslam ve Türk ahali lehine et
nik temizliğe tabi tutanlar, Balkanlar ve Ege adaları kökenli bu
sert milliyetçilerdir.8
7 Bkz. As'ad Ghanem, Ethnic Politics in lsrael: The Margins and the Ashkenazi
Centre(New York: Routledge, 20 10) ,s. 1 49- 1 50.
8 Ermeni Tehciri'nin fikri mimarlanndan Bahaeddin Şakir Bulgaristan'ın lsli
miye kasabasında doğmuştu ve lttihad-Terakki Cemiyeti'nin Türkçü-Turan
cı kanadının önderlerinden biriydi. Aynı önder kadroya mensup Dr. Nazım
Selanikli'ydi. Tehcir'in uygulayıcısı Talat Paşa, Bulgaristan'ın Kırcaali kasaba
sındandı. Türk Tarih Tezi'nin adeta amigoluğunu yapan dönemin Eğitim Ba
kanı Dr. Reşid Galip Rodosluydu. Tehcir sırasında "Diyarbekir celladı" ola
rak bilinen Dr. Reşid Rusya'da doğmuş bir Çerkes'ti. Keza Türk milliyetçiliği
nin kurucu kadrosunu oluşturan Yusuf Akçura, Reşid Rahmeti Arat, Abdülka
dir lnan, Ahmed Ağaoğlu, Sadri Maksudi Arsal , Hüseyinziide Ali ve Zeki Ve-
25
Ötekinin varlığı ve bu varlığın giderek görünür
ve "tehditkar" hale gelmesi
27
"kurban" ve "mağdur" hissetmekle beraber bu hissin toplum
sal bir maddi karşılığının bulunmaması, kişiyi "mazlum" rolü
nü oynamak bakımından daha avantaj lı bir konuma getirir ve
gerçek mağdurlara göre mutlak biçimde güçlü kılar. Bu güç, sı
radan insana başka nedenlerle yaşadığı başansızlıklan ötekinin
varlığına bağlamasını sağlayan bir aklileştirme imkanı verecek
tir. Söz konusu aklileştirmenin en önemli sonucu , kişinin öte
kine karşı uyguladığı her türlü kötü muamele ve haksızlığın,
eşitsizlik imasının ve eşitsiz davranışın, aslında kendi "üstün
lüğü'' , "haklılığı" ve bütün bunlara rağmen "mağdurluğu" gi
bi hisleri harekete geçirerek makul ve meşru kılmasıdır. Batı
Anadolu'da zaman zaman ortaya çıkan ve orada yerleşik Kürt
lere yönelmiş pogrom-benzeri kalkışmalara yön veren bu akli
leştirme ve nefretin sağladığı motivasyondu . Yukarıda da de
ğindiğim gibi aslında bu tepkisellik, büyük ölçüde refah milli
yetçiliklerinin ürünüdür. Batı ve Kuzey Avrupa'da, göçmenle
re karşı gelişen tepki ve bu tepkiye paralel olarak ırkçı ve milli
yetçi partilerin güçlenmesi aynı olgunun başka tezahürleridir.
Refahı, işi ve mekanı paylaşmamak, yabancı proleterin yaptı
ğı iş karşılığında aldığı maaştan başka bir şey istememesi ve işi
bitince de çekip gitmesi esas olarak istenen şeydir. Gitmezler
se onlara yönelik öfke ve nefret meşrulaşır ve bu çerçevede ge
lişen saldırganlığın patolojik ve kriminal niteliği, onun sosyo
kültürel tepkiselliğe dayandırılan meşruiyeti karşısında ihmal
edilmesi gereken bir durum halini alır. Bunun genellikle "milli
refleks" olarak adlandırılması da egemenlerce ne denli hoş gö
rülebileceğine dair ipuçları sunar.14 Bu bağlamda, ötekinin var
lığını ve yerleşikleşmesini simgeleyen bütün göstergeler saldı
rıya açık hale gelebilir. Batı ve Kuzey Avrupa'da gelişen tepki
selliğin, örneğin namaz kılan insana, camiye veya başörtülü bir
kadına yönelmesi yahut yerli dillerde olmayan tabela ve ilan
lara , her türlü basılı organa dönük ikon-kırıcılıklar, bu göster
gelerin yerleşik insanın değerlerine karşı bir alt-insanlık hali
ni imlemesi, hatta kötülüğün kaynağı haline gelmesi artık iş-
28
ten bile değildir. Bu eylemlilik, bir yandan da sıradan vatan
daşın kendine güvenini ve gelecek umudunu tazeler; kendisi
ni yeniden "mülk sahibi" yapar. 1 5 Sıradan vatandaşın milliyet
çilikle hissen tatmini sadece refah devletlerinin refah dönemle
rinde değil kriz dönemlerinde de devletin idamesi açısından iş
levseldir. Krizlerin yarattığı öfke ve gelecek korkusu , her türlü
ayrımcılığa ve nefret duygusunun anonimleşmesine ivme ka
zandıracaktır. Kriz durumlarında milliyetçilikler bu tepkilerle
güç kazanır ve zaman zaman sokağa hakim olur. Kurulu devlet
otoritesi kimi zaman bu hakimiyete teslim olur, kimi zaman da
bu hakimiyete teslim olmayı tercih ederek duygusal alanı ken
di lehine kullanmaya çahşır. 1 6
------ -----
15 Buradaki mülkiyet kamusal bir anlam taşır. Mülk, en geniş anlamıyla "vatan"
kavramıyla örtüşür. Devletin varlığı ile mülkiyet arasında kurulan sıkı iliş
ki akılda tutulursa, kendisini devletin öznesi sayan insanlann ona ait mülkü
vatanı-savunmalan da doğallaşır. Zira o mülk aslında o insanlann ortak var
lığıdır; başka yerden gelenlerle, yabancıyla, ôtehiyle paylaşılamaz. Nasıl dev
letler kendilerini dışandan gelen saldırılara karşı koruyorlarsa, içeriden zu
hur eden tehditlere karşı da vatandaşın örgütlenmesi ve savunmaya katılma
sı son derecede olağandır. "Yabancı düşmanlığı" işte bu doğallığın bir parça
sı olur. Bu noktada kamusal mülkiyet kavramının da ciddi bir biçimde sorgu
lanması gereği ortaya çıkmaktadır. Zira bu mülkiyete meşru ortak olmak için
mutlaka "o devletin vatandaşı" olmak gerekmektedir. Bu durumda yabancı
lar, mülteci ve sığınmacılar için kesinlikle bu mülkiyeti kullanamayacaklan
bir hukuki zemin kurulmuş olur. (bu konuda eleştirel bir bakış açısı için bkz .
Seyla Benhabib, "Twilight of Sovereignty or the Emergence of Cosmopolitan
Norms? Rethinking Citizenship in Volatile Times" , Citizenship Studies, Cilt
1 1 , Sayı 1 ( 2007) , s. 1 9-36. Hatta daha da ileri gidilerek vatandaş olduğu hal
de ôtehileştirilmiş toplumsal ve kültürel gruplar da bu mülkiyet alanının dışı
na atılır. Türkiye' de gayrimüslimlerin mal varlığına el konulması için 1 936 Be
yannamesi'nden beri pek çok devlet girişimi gerçekleşmiştir. Yargıtay 2. Hu
kuk Dairesi, 6 Temmuz 1 9 7 1 tarihli karanyla T.C. vatandaşı oldukları halde,
"Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin gayrimenkul ikti
saplan men edilmiştir; zira hükmi şahısların fertlere göre daha güçlü olmala
rı itibariyle bunların iktisaplannın tehdit edilmemesi halinde devletin çeşitli
tehlikelere maruz kalacağı ve türlü mahzurlar doğabileceği muhakkaktır," di
yerek mülkiyetin Türklükle ve devletle ilişkisini en açık biçimde ortaya koy
muştu. Bu ifadeler aslında ortalama vatandaş hissiyatının ve devlet zihniyeti
nin hukuk diline tercümesinden başka bir şey değildi.
16 2 Temmuz 1 993'te Sivas'ta sahneye konan pogrom karşısında, dönemin Baş
bakanı Tansu Çiller'in olaylann sonucunda, "Otelin etrafını saran vatandaşla
nmıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir," sözleri, sonucu lince açılan bir duy
gusal nefret alanının politik kullanımına ilişkin iyi bir örnektir. Ana muha
lefet partisi genel başkanı Mesut Yılmaz da, "Fikir özgürlüğüne bizden da-
29
Kimi zamanlarda da milliyetçi siyast hareketler, mevcut meş
ru hükümetlerin politik tercihlerine karşı oluşan tepkiyi bir
"halk hareketi" şekline sokarak kendi ideolojik meşruiyetini,
seçilmiş politik meşruiyetin üzerinde yeniden inşa etmeye gi
rişir. 1 7 Bazen iktidarlar da ellerinden kayıp gitmekte olan oto-
30
riteyi yeniden tesis etmek için yapay politik krizler yaratmayı,
kolektif duygu yoğunlaşmasını yaratılmış bir düşmana çevire
rek kendi etrafında oluşturduğu bir "birlik duygusu" üzerin
den kendi varlığını sağlamlaştırmaya yönelirler. Bu faaliyet ge
nellikle "düşman yaratma ve ajitasyon" başlığı altında ele alı
nabilir.
31
Haksızlığa uğramışlık ve hak ettiğinden mahrum bırakılmış
lık duygularının yarattığı ideolojik kurulum, "kutsal mazlum
luk" halinin toplumsallaştırılmasıyla sonuç alır. Açıkel'in be
lirttiği gibi bu kurulum Türk sağının geliştirdiği en önemli ide
oloj ik sistemdir. 1 9 Bu sistemin yürürlükte kalabilmesi için sa
nal bir şanlı geçmiş ve "yüksek bir millet" tasavvuruna ihtiyaç
vardır. Yüksek millet tasavvuru büyük ölçüde benzersiz (ve
otantik) ahlaki değerlere sahip olmak ve bu değerler bakımın
dan her hal ve karda diğerlerinden "üstün" olmak fikrine daya
nır.20 Bu fikriyatı hayata geçirmenin yolu "yeniden güçlü dev
let'' olmaktan geçer. Bu "güçlü devlet" uluslararası komplola
n boşa çıkaracak ve şanlı geçmişi bugün yeniden inşa edecek
32
Yunanistan'ın 20 1 0 yılından itibaren içine düştüğü mali kriz
den çıkmak için başvurduğu temalar, daha sol kaynaklı olmak
la birlikte, benzerdir. Yunan halkı bu iktisadi krizin nedenle
ri ve kaynakları üzerinde düşünmek ve çözüm üretmek yeri
ne, emperyalizmin çağdaş öznesi haline getirilen bir kompro
dor "Avrupa Birliği" imgesine karşı topyekun seferber edile
rek ve bolca "haysiyet" , "onur" gibi kavramlara müracaat edi
lerek yeni düşmanına "ikna edilmiştir" .22 Yunanistan örneğin
de iflas etmiş bir devletin halka sığınarak ya da başka bir deyiş
le halkı kalkan yaparak krizden çıkmaya çalıştığına tanık olu
yoruz. 23 Türkiye örneğinde ise, 2000'li yılların başlarına kadar
dünya nimetlerinden yeterince pay alamamış bu ülkenin hal
kından, gelişen yeni koşullarda görece zenginleşmesine koşut
olarak, konj ontürel fırsatlardan yararlanacağı bir "güçlü devle
te" omuz vermesi istenmektedir24 Yunanistan örneğinde "kut-
22 Yunanistan krizi üzerinden Westphalia tipi bir "hükümran devlet" söyleminin
güçlendiği görülmektedir. Bu devlet imgesi ile ulus-devletin savunulması ara
sındaki sınırlar belirsiz ve geçirgendir.
23 Yunanistan'da hükümetin AB mali antlaşmasına karşı halkı 5 Temmuz
20 1 5'de referanduma çağırması, bu bakımdan ulusal bir kalkan oluşturma
girişimiydi. Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras'ı AB'nin tekliflerinin "Yu
nan halkını aşağıladığını" belirtirken "Avrupa'da haysiyetle yaşamak için 'ha
yır' oyu" istedi . Bu "haklı mazlumluk" halini öne çıkaran söylemsel bir ter
cihti. Benzer şekilde müteveffa Kıbrıs Cumhurbaşkanı ("Solcu") Papadopulos
2004'te adanın birleşmesine yönelik Annan Planı'na karşı televizyonda ağlaya
rak "hayır" oyu istemişti. Papadopulas konuşmasında, "Ben bir devlet teslim
aldım, toplum teslim etmeyeceğim . . . Bugün Kıbrıs'ın yarını için, neslimiz için
karar vereceksiniz . . . Rum'un servetini işgalciyle paylaşması adil değil. Adaleti,
onuru savunmanı istiyorum. Bu plan, devlet varlığımızı ortadan kaldırmak is
tiyor," demişti. Bkz. Sabah, 8 Nisan 2004. işin ilginç yanı "hayır" oyu için ko
münist partilerin ve kilisenin, hatta Yeşillerin ortak bir "milli cephe" de birleş
mesiydi. Türk kesiminin milliyetçi lideri Denktaş'la Papadopulos hemen he
men benzer kaygılarla plana karşı çıkmışlardı.
24 l 989'da Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, bir anda Türkiye'de "Adriyatik'ten
Çin Denizi'ne kadar Türk dünyası" söylemi yükseldi. 1 983 yılından itibaren
Ôzal'ın başlattığı ihracata dayalı kalkınma stratejisi Türkiye sermayesinin bu
söyleme eklemlenmesini kolaylaştırdı ve Türkiye hem kapitalist girişimcile
riyle hem de devletin politik tercihleriyle bu geniş coğrafyaya yüklendi. An
cak bu konjonktüre! fırsatı yeterince değerlendiremedi ve hedeflediği coğraf
yaya giren-başta Rusya olmak üzere-başka uluslararası aktörler karşısında ge
riledi . 2002'deki iktisadi kriz atlatıldıktan ve Türkiye ekonomisi yeniden bü
yümeye başladıktan sonra, bu kez Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Afrika'da
"sözü geçen ülke" imgesi güçlendirildi. Yine konjonktüre! bir sıçrama yaşan-
33
sal mazlumluğun" tüm gücüyle bir savunma hattında devre
ye sokulduğu; Türkiye örneğinde ise yüzyıllarca Batı tarafın
dan ezilmiş bir halkın ("aziz milletin" ) "kutsal mazlumluğun
dan" beslenen hak ihtiyacının "güçlü devlet"le ikame edilece
ği bir saldırganlık hattının geliştirildiği görülmektedir. Anlaşı
lacağı gibi, iş dönüp dolaşıp "hükümran devlet"in savunulma
sına, güçlendirilmesine, hatta gücünü yayma gerektiğine gelip
dayanıyor. Sıradan insana sürekli olarak, "Bu devlet yoksa sen
de yoksun," mesajı veriliyor. Bu mesaj milliyetçilikler bakımın
dan çok etkili ve sonuç alıcıdır. Bu noktada Alman tarihselci
liğinin devlet fikrinin büyük etkisinden ve örtük devamlılığın
dan söz edebiliriz. Bu anlayışa göre bireyin özgürlüğünün tek
garantisi devlettir. Humboldt ve Droysen sadece güçlü bir dev
lette özgürlük, hukuk ve kültürel yaratıcılığın mümkün oldu
ğunu vurgulamışlardır: Devlet en yüksek ahlakiyat timsalidir
ve bu yüzden devletin kendi varlığını korumak için başvurdu
ğu bütün eylemler ahlaki ve meşrudur. Bu yüzden Alman dü
şünürlerine göre devletlerarası çatışmalar asla sadece bir "ik
tidar mücadelesi" olarak görülemez; bu çatışmalar aslında ah
lak ilkelerinin çatışmasıdır ve savaşlarda zaferi genellikle mo
ral enerjisi daha yüksek olanlar kazanmaktadır. Bu çerçevede
vatandaştan devlete bütün varlığıyla teslim olması beklenir.25
dı; ancak Suriye , Irak ve Mısır'da gelişen olaylar, Balkan ülkelerinin AB viz
yonuna yönelmeleri ve Rusya'nın Kalkasya'daki etkisinin büyümesi karşısın
da Türkiye hükümeti buralarda da istediği ivmeyi yakalayamadı . Ancak bu
gelişmeler, yine Açıkel'in sözlerine kulak verirsek, "kutsal sentez" in kitlenin
"negatif enerjisi"ni daha üst bir siyaset içinde mobilize edebilen, kitlenin top
lumsal olumsuzlukları daha büyük bir hedefle çözebileceğine ilişkin inancını
yaygınlaştırabilen ve olumsuzluklar karşısındaki umutsuzluğu erteleyerek bir
"gelecek vaadi" yaratabilen ideolojik sürdürülebilirliğini garanti etti. Bkz . Açı
kel, "'Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi'' , s. 1 5 7 .
25 Leopold von Ranke'ye göre devletlerin özgürlük derecesi , onların dünyada
ki konumlarıyla ilişkiliydi. "Moral enerji"nin yanı sıra bu güçlü konumun te
mini, devletlerin ancak içeride amaca uygun, kendisini idame ettirebilece
ği bir düzen kurmasıyla mümkündü. Bu iç düzenin askeri bir tiranlık yoluy
la kurulması dahi meşruydu. Ancak bütün vatandaşların gönüllü katılımı ve
birlikteliği ile kurulan tiranlık dünyadaki bu büyük konumu temin edebilir
di. Bu "gönüllü bir askeri tiranlık"tan başka bir şeydeğildi. Burada Ranke as
lında Almanya'da 1 8 7 l 'de Reich'ın kurulmasıyla teşekkül eden Obrigheitsta
at ( otoriter-devlet) formunu tarif ediyordu. Bkz . Leopold von Ranke , "Po-
34
Bu teslimiyet, Türkiye'deki gelenekte "ya devlet başa ya kuz
gun leşe" , "Allah devlete zeval vermesin" deyişlerinde ve "dev
let-i ebed-müddet" , "devletine-milletine bağlılık" , "devletin be
kası" veya "devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü" gibi klişe
lerde karşılığını bulur.
Devletine bağlılık milliyetçiliğin kaçınılmaz bir önkoşulu
dur. Bu bağlılığın temini için eğitim ve askerlik gibi kurumların
seferber edildiğine tanık oluruz. 20. yüzyıl boyunca devletin
çevresinde toparlanmayı sağlayan kurumlar arasına medyanın
da güçlü bir biçimde girdiğini görürüz. Okullardaki tarih kitap
larına, devletin örgütlediği enformasyon kaynaklarına ve med
yayla yayılan enformasyona "kutsal mazlumluk" ve "haksızlığa
uğramışlık" temalarının önemli bir yer kaplaması artık şaşırtı
cı değildir. Zira "kendi halindeki bireyi" , "bir devletin yurtta
şı" haline getirecek ve onun canından bile vazgeçmesine vesi
le olacak bir askere veya belirli semboller karşısında otomatik
tepkiler veren kişiye dönüştürmek devletler için elzemdir. Bu
rada resmi bir yurttaş ve millet propagandası yanında, ciddiye
alınması gereken bir popüler milliyetçilik dalgasının da önemli
işlevleri vardır. Zira devletler resmi kaynaklardan yayılan pro
paganda ve enformasyonun zayıfladığı yerde bu popüler milli
yetçilik dalgasını kullanmaya eğilimlidirler.26
35
Mirası paylaşmak ve ortak tarih yanılsamasına
yaslanmak: "Ulusal fantezi "nin inşası
36
di popüler ve giderek banal örneklerinin ve izdüşümlerini ya
ratarak ve yayarak toplumun bütün kesimleri içinde konumla
nır. Bu izdüşümler, kendisini belli bir millete ait hisseden her
keste hemen hemen aynı duyguları yaratan bir "ulusal fante
zi" dünyasına kapı açar. Kendisini "ulus" olarak tanımlayan bü
tün toplumsal varlıklar içinde, "ulusal kültür" ve "ulusal değer
ler" adı altında kişisel ve kolektif bilinçte dolaşıma sokulan ve
içinde her türlü "ulusal sembol"ün, mitin, anının, imgenin, anı
tın, hatta "öteki" ne karşı oluşturulmuş nefretin ve anlam yükle
nen her türlü mekanın yer aldığı bir "ulusal fantezi" dünyası or
taya çıkar.27 "Ulusal fantezi" dünyası, başlarda "ulusal değerler"
ve "ulusal kültür" denilen şeyin kodlarını yayan ve onlara ano
nimlik kazandıran romanlar ve tefrikalardan beslenmişti.28 An
cak iletişim alanının genişlemesine ve çeşitlenmesine bağlı ola
rak bunlara çizgi romanlar, fotoromanlar, filmler ve diziler, fes
tivaller, törenler, güzellik yarışmaları, spor müsabakaları vb. ek
lendi. "Ulusal" olarak nitelendirilen davranış kodlarımızı belir
leyen resmi ve örgün ajanların yanına bu kitle iletişim ve popü
ler kültür kanalları "ulusal fantezi"nin yeniden üretimine hizmet
ettiler. Elinizdeki derlemede, Eylem Özdemir'in incelediği Erken
Cumhuriyet dönemi güzellik müsabakalarının gazetelerde ele
alınış biçimi, esasen yeniden üretimden önce henüz üretilmekte,
kurgulanmakta olan ideal Türk kadınlannın fiziksel temsili üzeri
ne milliyetçi hissiyatla harmanlanmış resmi ve eril önerileri ak
tarması itibarıyla "milli fantezi" kurulumunun bir örneğini sun
maktadır. Bir süre sonra "ulus"u oluşturan kitle aslında çoğu ye
ni üretilmiş bu kaynakların tarihte ulusu temsil eden simgeler
olduğuna, ulusa ait geleneğin parçası olduğuna inanmış hale gel
di. Bu bağlamda pek çok "yerel" , ulusal olanın parçası haline ge
tirildi ve bu biçimde alımlanması sağlandı. Örneğin tamamen ye
rel bir etkinlik olan Kırkpınar Yağlı Güreşleri, ulusal değerler ka-
27 Lamen Berlant, "Introduction: 'I anı a citizen of somewhere else"', The Ana
tomy of National Fantasy: Hawthorne, Utopia, and Everyday Lifeiç inde, L. Ber
lant (der.) (Chicago ve Londra: University of Chicago Press , 1 99 1 ) , s. 5.
28 Bkz . Miroslav Hrosch , Social Preconditions of National Revival in Europe: A
Comparative Analysis of Social Composition of Patriotic Groups among the Smal
ler European Nations (New York: Columbia University Press, 1985) .
37
nonu içinde güreşe önemli bir yer verilmesiyle "ulusal bir önem"
kazandı ve bu yerel gelenek, dönüştürülerek ulusal fantazinin
bir parçası haline geldi. Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nin olimpik
alanda ve dünya şampiyonalannda modem Türk güreş takım
lannın altın madalyalı başanlanndan sonra görünür hale gelme
si ve geleneğe dahil edilmesi ise oldukça ironiktir. Bu gibi dahil
etmeler, akademik biçimde hazırlanmış tarih ve vatandaşlık ki
taplannın ya da ciddi edebiyat ürünlerinin yaratabileceği etkinin
çok ötesinde etki yarattılar ve kabul gördüler.29 Bu anlamda tele
vizyon-öncesi dünyada çizgi romanın çok önemli bir rol oynadı
ğından söz edebiliriz. Örneğin Amerikalı kimliğinin oluşumun
da çizgi romanın rolü , Amerika Birleşik Devletleri'nin iki büyük
savaşta oynadığı rolün ülkede yarattığı etkiden daha büyüktür.
Bu yeniden üretim sürecinde takip edilebilecek olan "banal
milliyetçiliğin" düz değişmeceli (metonymic) imgesi ateşli bir
tutkuyla daima dalgalanan bir bayrak değildir; o imge kamusal
bir binada göze çarpmadan asılı duran bayraktır.30 Banal milli
yetçilik kavramını ortaya atan Michael Billig "sürekli asılı du
ran bayrak" eğretilemesini medyaya özgüler. Ona göre kitle ile
tişim araçları ve kitle kültürü "sürekli bayrak gösterilen" en
önemli zeminlerdir. Böylelikle ulus-devletler bakımından ku
rucu bir ideoloji olan milliyetçiliğin, bu kabule göre devlet ku
rulduktan sonra rafa kalkması gerekirken ulus-devletler içinde
kendisini nasıl idame ettirdiği sorusunun cevabı da ortaya çık
maktadır. 31 Dolayısıyla medya ulusal idenin canlı tutulduğu bir
zemin olarak her örneğinde kitlenin bilinçaltına yerleşen mil
liyetçi imgeleri hazırda tutar ve sürümünü sağlar. Bunu yapar
ken, ulusal fanteziyi kuran semboller, ifadeler, anılar, anlatı
lar, imgelerle ulusal duyguyu harekete geçirecek korku , kaygı
ve nefret imgeleri her haberin, her yayımın ve her ürünün için
de yerleşik bulunur. Elinizdeki derlemede, Burcu Şenel'in ana
akım medyada Kürt kimliğinin Kürt kadın milletvekillerinin
32 Bir Cenevre Cumhuriyeti vatandaşı olan jean jacques Rousseau, çağının Fran
sızlarını "yurttaş" (citoyen) ile "burjuva"yı (bourjois) birbirine karıştırdıkları
39
hiç tasavvur etmedikleri şekilde bu genel değişimin yeni siyasi
organı ulus-devlet olacak ve aklı araçsallaştıran, insanı da on
ların anladıklarından farklı bir biçimde vatandaş kılarak ulus
devletin hizmetine sokan yeni mitler ve yeni bir idealizm in
san aklına hükmetmeye başlayacaktı. Bu yeni durum ne Fran
sız ansiklopedistleri ne de Rousseau gibi "genel yarar" kuram
cıları tarafından öngörülebildi.33 Fransız Devrimi'ni hazırla
yan bu düşünce ikliminde etnik ve dini mensubiyetler hiç ak
la gelmeyen siyasi araçlardı ; aksine özellikle din kurumunun
tamamen dışlandığı bir siyasal alan hayal ediliyordu . Hiçbiri ,
sadece Fransa'da yaşıyor olmaktan temellenen bir yurttaşlığın
yerini Fransız olmanın üstünlüğünü esas alan bir vatandaşlı
ğın alabileceğini düşünmedi. Fransa sadece verili bir formas
yondu ; etnik Fransız'a atıfla kutsallaşan bir coğrafya değil . . .
Dolayısıyla Fransa'yı savunmak, devrimi yok etmeye çalışan
Avrupa monarşilerine karşı devrimi ve böyle bir yurttaş fikri
ni savunmaktı. Ancak, Napoleon bu kurguyu tamamen değiş
tirdi. Devrimi savunmak olarak kurgulanan Fransa savunması
ve bu savunma için seferber olan yurttaşlık fikri, onun ellerin
de devrimi yaymak için başka ülkelerin fethiyle ve ordu için
de şekillenen "Fransız olmaklığın üstünlüğü"ne dayanan yurt
taşlık fikriyle yer değiştirecekti .34 Ülke içinde eşitliği savun-
için aşağılar. Yurttaş eski çağlardan beri hiçbir zaman bir hükümdarın tebası
anlamına gelmemiştir; oysa burjuva elan tebadır. Dolayısıyla "yurttaş olmak"
burjuva olmaktan çok daha üstün ve ideal bir konuma işaret eder. Bkz. Feliks
Gross, Citizenship and Ethnicity: The Growth and Development of a Democratic
Multiethnic Institution (Westport , CT.: Greenwood Press , 1 999) , s. 74-75.
33 Fransız Devrimi üzerinde en çok etkisi olan düşünürlerden j oseph Sieyes,
1 789 yılının Ocak ayında yayımladığı ünlü denemesi Qu'est que ce le Tiers
E ta t da (Üçüncü Sınıf Nedir? ) açıkça sınıfların ortadan kaldırılmasından söz
'
40
mak, böylelikle başka memleketlerde Fransa'nın hakimiyetini
savunmak haline gelecek ve devrimi yapan halk düpedüz mil
lete dönüşecekti. 35
Bundan sonrası ise ulus-devletin ikamesi sürecidir. Bu sü
reçte rasyonalite yerini usdışılığa, pozitivist anlatı ise yerini
mitlere bırakır. Schöpflin'e göre mitler, toprak mitleri , kur
tuluş ve mazlumiyet mitleri, seçilmişlik mitleri, askeri kahra
manlık mitleri, yeniden doğuş ve yenilenme mitleri, akrabalık
ve ortak ata mitleri olarak sınıflandırılabilir.36 Toprak mitleri ,
yurt olarak tanımlanan bir coğrafyada belirli bir halkın kadim
liğini ve otoktonluğunu kurar. Bu mitler "altın çağ" tanımla
malarının da temelidir. Dolayısıyla bu mitler, ulusal tarih ya
zımlarının da önemli bir parçasıdır. Buna bağlı olarak ulus
devletlerin verili ve konj ontürel siyasal sınırları bu mitin coğ
rafi zemini haline gelir. lrredantist milliyetçilikler için bu mil
li öznenin yaşadığı varsayılan bütün coğrafyalara genişletilir.
Yine Scöpflin'in sözleriyle bu coğrafyayı sembolize eden her
şey-bayraklar, haritalar, yıldönümleri-mitin güçlendirilmesi-
41
ne hizmet eder ve bütün alternatif rasyonaliteler bu coğrafya
dan dışlanır.37 Kurtuluş ve mazlumiyet mitleri , benim "direniş"
ve " özgürlük hareketi" teması üzerine inşa edilen milliyetçi
likler dediğim varyantla doğrudan ilişkilidir. Kendilerini tari
hin mazlum halkları olarak tanımlayan, kendisini müstevlile
rin zulmü altında varlığını tarih boyunca korumayı başarmış
bir halk olarak sunan antiteler bakımından bu mitler oldukça
etkin ve işlevseldir. Özellikle tarihsel imparatorlukların saha
ları içinde yaşamış ve imparatorluklar parçalanırken bağımsız
lık kazanarak ulus-devletlerini kurmuş ya da koloni impara
torluklarına karşı direnişle veya bu yapıların oralardan çekil
mesiyle bağımsızlık kazanmış halklar bu mitleri yaratır ve ge
liştirirler. Seçilmiş olma miti ise bir halkın kendisine ahlaki ve
ya ereksel bir ödev yüklendiğine inanmasıdır. O inançla ulus
adına yapılanların tarihsel bakımdan haklı, ulusa karşı yapı
lanların ise tarihin akışı bakımından kazai eylemler olarak gö
rülmesi temin edilir. Alman tarihselciliğinin Hegel'le başlayan
dünya-tarihsel yorumu bu "seçilmişlik" halini Alman devleti
nin varlığıyla özdeşleştirecek uç bir noktaya götürmüş ve I I I .
Reich'ın ırkçı değirmenine su taşımıştır. "Türk cihan hakimi
yeti mefküresi" adı altında , Türklerin dünyaya hakim olmak
gibi ilahi bir misyonla tarih sahnesinde yol aldığına dair tarih
dışı iman da aynı kapıya çıkar. Musevilerin kendilerini seçil
miş halk olarak görmeleri de Museviler arasındaki milliyetçi
damarın kan kaynağıdır. Bütün bunlar, dile getirildiğinde "de
li saçması" söylenmeler olarak görülebilir; ancak bu idenin alı
cı çıktığı ve çoğalarak kitleselleştiği zamanlarda saldırgan ve
kıyıcı milliyetçiliklerin doğduğunu görürüz.
Dolayısıyla Schöpflin'in belirttiği sınıflandırmaya dahil edi
lemeyen eski mitlerin yeniden yorumlanması ve yeni mitle
rin ve törenlerin (modern ayinlerin) toplum içindeki sürümü
önem kazanmaktadır. Zira mitlerin en temel işlevi kolektif ha
fızayı ayakta tutmaları, kolektif ruhu hazırlamaları ve kolektif
davranış biçimleri için referans oluşturmalarıdır. Ulus-devle
tin ve milliyetçiliğin en çok ihtiyaç duyduğu şey işte bu kolek-
37 A.g.y . , s. 29.
42
tivite halleridir.38 Ulus-devletler ve milliyetçilikler kolektivite
yi seferber edebildikleri ve onu daima teyakkuzda tutabildikle
ri ölçüde başarılıdırlar. O yüzden, Aydınlanma proj esinin çö
küşü anlamında, ulus-devletler ve milliyetçilikler mitleri geri
çağırdılar. Bu açıdan, bu derlemede Simten Coşar ve Aylin Öz
man'ın, Turgut Özakman'ın üçlemesinde izini sürdükleri Türk
milliyetçiliğinin belirli bir versiyonu çerçevesinde kotarılmaya
çalışılan ulusal mit yazımı ömekleyicidir.
43
ğin" işlediği seviye olarak nitelendirilmiş olsa da milliyetçi ide
olojinin gerçekleşme alanı burasıdır. Zira siyasal olan desteğini
buradan alır; entelektüel ve siyasal olan bu seviyeyi etkileme
ye çalışır. Kitleye mal olmuş milliyetçiliklerin mutlaka bir par
ti içinde veya çevresinde örgütlenmesi de gerekmez. Tıpkı çe
şitli partilerin siyasal milliyetçilik iddiasını taşımaları gibi, fark
lı partilerin seçmeni olan bireyler de milliyetçi saiklerle hare
ket edebilir, kendilerinin "milliyetçi" olduğunu iddia edebilir
ler. Dolayısıyla milliyetçiliğin çoğulluğundan bahsedebiliriz.
Bu da, tıpkı siyasal ve entelektüel seviyelerde milliyetçiliklerin
farklı odakları olabileceği gibi, yurttaşlar tarafından farklı farklı
tanımlanmış milliyetçiliklerin varlığına haber verir. Burada kri
tik olan konu , biz tanımının nasıl yapıldığıdır.
Bir grubun kendine ilişkin güven duygusunu kurmasında
maddi ve maddi olmayan etkenler rol oynar. Güven duygusu
nun kuruluşunda bir "cemaat ethos "unun varlığı güçlü bir bi
çimde hissedilir. Paylaşılan ve başkalarıyla sınırı çizen toplum
sal değerlerin , mekanın ya da ideallerin tutunumunu sağla
yan yönü çok sayıda toplumsal deneyimin merkezinde yer alır.
Paylaşılan bu değerlerin, mekan veya ideallerin sınırlılığı , as
lında bunların cemaat hayatına ilişkin olduğunu işaret eder. Bu
yüzden de "aşiret" ve "aşiretçilik" gibi yakıştırmaların bu ala
nı ifade etmek bakımından kabul edilebilir olduğu söylenebi
lir. 41 Kolektif duygunun cemaat tipi toplumsal hayatlara özgü
oluşu , bu duygunun ancak yüz yüze ilişkiler ve birbiriyle temas
eden ağlar üzerinden sürdürülebilir olduğunu ima eder. Ne var
ki, Alman tarihselciliği Hegel'den itibaren bu kolektif duygu
halini Volhsgeist kavramı üzerinden genişleterek, aynı kültüre
mensup saydığı ve aslında bu türden bir temasın olmadığı geniş
bir toplumsallığı, aynı duygulanımların geniş ilişkilenme ala
nı olarak varsaymıştır. Böylelikle geniş bir coğrafyaya yayılmış
duygudaşların mensup olduğu, sürdürdüğü ve yeniden üretti
ği (çok fazla değişmeyen, hatta değişmemesi gereken) bir kül
tür ve bu kültüre yaslanan bir tutunum biçimi tarif edilmiştir.
41 Bkz. Michel Maffesoli, The Time of the Tribes: The Decline of lndividualism in
Mass Society (Londra: Sage Publications , 1 996) , s. 1 9 .
44
Bu tanımlanmış kültürün tutunum gücü onun çok fazla değiş
memesine bağlıdır. Bu türden bir kültürün varoluşunu müm
kün kılacak kültürel zorlamalar bu tariften sonra hayata geçi
rilmiş ve gerek entelektüel gerek kitlesel ajanlar eliyle gündem
yaratmaya başlamıştır. Bu çabayı en mükemmel biçimde Orta
ve Doğu Avrupa örneklerinde görmekteyiz. Bugün bu türden
bir kültürün varlığını garanti eden en güçlü garantör ulus-dev
letler ve onların kontrolündeki medya araçlarıdır. Cemaatlerin
kendiliğinden ethos'u böylelikle tahribe açılmış ve tabiri caiz
se ulusal bir kültür lehine "görüldükleri yerde ezilmişlerdir"
Cemaatler ise, çeşitli taktik ve stratejiler geliştirerek genellik
le buna direnirler. Buna rağmen ulus-devletler, kurdukları ve
toplumu giderek saran ağları genişleterek yarattıkları sanal ko
lektiviteye kitleler nezdinde kabul edilebirlik ve gerçeklik ala
nı açarlar. Bu , yer yer kırılgan olmakla birlikte ve girdabına sü
rüklediği cemaatlerin kendi farklılıklarını vurgulayarak zaman
zaman meydan okumalarına karşın , genellikle başarılıdır. Bu
başarı, ulus-devletlerin birer ideolojik aygıt olarak daha önce
görülmeyen bir performansa sahip olmalarıyla ilintilidir. ideo
loji burada ulusal mitler haline getirilmiş figürleri kitleselleşti
rerek çağına uydurur ve sıradan insanı kimliklendirir. Örneğin
Türkiye'de ülkücü hareketin kadınları "asenalar" olarak anılır;
erkekleri ise "bozkurtlar" Büyük Birlikçilerin gençleri "Alp
Eren'dir" . Böylelikle ideoloji Türk mitolojisinin savaşçı ve ideal
erkek figürü olan "alp"la, lslamı yayan dervişlere atıfla "Erenli
ği" somut bir kişilikte birleştirerek kitleselleştirir.
Mitlere yaslanan özcü temaların sürümü dışında, milliyetçi
ideolojinin tarihin gerilerinden bugüne taşıdığı sembol ve an
latılar, ayrıca gelenek belleyerek değerleştirdiği normlar, aslın
da çok büyük ölçüde geçmişin yüksek kültür dairesine aittir.
Örneğin Osmanlı geçmişinden devşirilmiş figürlerin-ordunun,
idarenin, saray kültürünün-millileştirilmesi, modernlik öncesi
ne aidiyetleri bakımından bu figürlerin temize çekilerek yeni
den yorumlanması dışında, gerçeklikle ilişkisi olmayan ideal
leştirmelerdir. Ancak bu ecdad edebiyatı kitleler açısından çeki
cidir. Zira gündelik hayat içinde ezilen, yük çeken, geleceğine
45
umutla bakmak isteyen bireyler bu yolla geçmişin görkemiyle
ilişki kurarlar ve geçmişle bugün arasında kurulan doğrusal ai
diyet ilişkisi üzerinden bu bireylerin güven ve umut duyguları
nı tazelerler. Böylelikle "yurttaş" milli olanın bir parçası olma
ya hazır hale gelir.
Gündelik hayatta , milli olan , aslında gizlidir. Göz önünde
olanları ise biz görmeyiz, onlar gerektiğinde görünür hale ge
lirler. Bu anlamda görünürleşme, milliyetçiliğin sokakta tepki
ye ve eyleme dönüşmesiyle ilintilidir. Milliyetçiliğin sokaktaki
tezahürü, büyük ölçüde coşku ve öfke gibi temel duygular ara
sında salınır. Bu duyguların eşliğinde incelikli düşünme, ana
liz etme, eleştirellik gibi akıl yürütme biçimlerinin yeri kalmaz .
Onların yerini genellikle kaba bir reaksiyonizm işgal eder. Bu
nun son örneğini Sultanahmet'te Uygurlar lehine ve Çin hükü
meti aleyhine gösteri yürüyüşü yapan Ülkü Ocakları'na men
sup bazı kişilerin T opkapı Sarayı'nı ziyaret eden Koreli turistle
re Çinli diye saldırmalarında gördük. 42 Burada banalleşmenin
iki pratiği görülmektedir. Birincisi Çinli olmakla Çin hüküme
tini temsil ediyor olmak arasındaki farkı göremeyen bir zihin
faaliyetine istinat eden banalleşmedir. lkincisi, tamamen "göz
hizasına giren"ler arasında yapılan ve tamamen görmeye dayalı
bir seçicilikle kafalardaki klişeye ( "çekik gözlü olmaya") daya
nan bir saldırganlıktır. Normal durumda bu seçicilik işlemez,
bunun için bir impetus gerekir. O impelus , Çin hükümetinin
Uygurlara mezalim yaptığına dair haberlerdir. Tıpkı 6-7 Ey
lül'de Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atıldığı haberinin hız
la yayılması gibi. . . Öyle ki, bu güncel olayın devamında, saldır
ganların bu kişilerin " Çinli olmadıklarına" bir türlü ikna olma
dıkları gözlemlenmektedir. Aynı durumu Mersin'de yıllar önce
Türk bayrağını tahrip etmeye çalışan iki çocuğa karşı gösterilen
saldırganlıkta da gözlemleyebiliriz. Burada çocukların eylemi,
onların çocuk olmalarının önünde algılanmış ve sadece bayra
ğın ("kutsal"ın) varlığı saldırganların gözünde bu saldırganlığı
meşrulaştırabilmiştir. Eleştirellik ile banallik arasındaki ayrım
bu tür örneklerde açığa çıkar. Düşünme eylemi ile kitlenin ey-
42 "Ülkücüler Adres Şaşırdı'' , Cumhuriyet, 5 Temmuz 20 1 5 , s. 4.
46
lemi arasındaki fark da tam bu noktada görünür hale gelmek
tedir. Dışlamadan başlayarak katletmeye kadar varan eylem bi
çimlerinin, böylelikle kitlenin eylemi içinde yer bulduğunu gö
rürüz. Meşru sayılan dilin dışındaki dillerde konuşulması, de
ri rengi veya bir başka fiziki özellik, belli simgelerin varlığı ve
ya bazı kişilerde saptanması, olumsuz bir haberin yayılması, gi
yim-kuşam biçimi vs. bu eylem manzumesi içinde o ana denk
düşeni tetikler. Bu tetik (impetus) , göze çarpmayanı görünür
kılar ve ona yönelik banal milliyetçiliğin sokakta varlık haline
dönüşmesine yol açar.
48
Ulusal müzik akımları entelektüel düzeyden başlayarak sı
radan halka doğru genişleyen çeşitli eşikler yarattılar. Orta ve
Doğu Avrupa'da geleneksel olarak "iyi müzik" dinleyicisi hali
ne gelmiş kitlelerin ulusal müzik akımlarının örneklerini alım
laması ve içselleştirmesi çok daha kolay oldu . Ancak, başka
yerlerde yüksek müzik ürünlerinin alımlanması aynı derecede
başarı göstermedi. Türkiye de dahil olmak üzere ulus-devletle
şen coğrafyalarda bu kez devlet eliyle geleneksel müzik türleri
nin millileştirilmesi işine girişildi. Bir saray müziği türü olarak
esasen Osmanlı yüksek kültürünün önemli bir mecrası olan
klasik kanon, kozmopolit ve emperyal unsurlarından temizle
nerek bir "Türk sanat müziği" yaratılacaktı. Bu temizleme so
nucunda, bu müzik türünün giderek popülerleştiğini ve bir tür
"gazino müziği"ne evrildiğini görürüz . Bu tür ancak bu yolla
geniş kitlelere mal olabilmiştir. Öte yandan halk müziği ürün
leri, Ankara ve İstanbul radyolarında çalışan derleyiciler eliyle
yerel kaynaklardan toplandı; etnik unsurlarından ve devletçe
"sakıncalı" bulunan söz ve tarzlardan temizlenerek bir "Türk
halk müziği" icat edildi. Bunun gibi halk oyunlarına da müda
hale edildi ve özellikle yurt sathına yayılan beden terbiyesi öğ
retmenleri eliyle doğru şekle getirilerek ortaklaştırıldı. Bütün
bu müdahaleler aynı zamanda her tür için milli olanın yaratıl
ması anlamına geliyordu .
Bu bağlamda, mehter müziğinin tarihi de ilginç bir örnektir.
il. Mahmud'un yeniçerileri tasfiye projesi çerçevesinde 1826'da
ortadan kaldırılan Mehterhane , 1 9 1 4 yılında Harbiye Nazırı
Enver Paşa tarafından yeniden canlandırılmıştır. Ancak Meh
terhane'nin tasfiyesi sürecinde bu geleneğin ve mehter müzi
ği eserlerinin de tamamen toprağa gömülmesi sonucunda el
de hiçbir örnek bulunmadığından, Enver Paşa'nın yeni Meh
terhanesi bu geleneğe ait olmayan yeni parçalar yarattı. Cum
huriyet tarihi boyunca bu kurum kısmi olarak muhafaza edildi.
1 935 yılında kapatılıp Demokrat Parti (DP) döneminde Askeri
Müze bünyesinde yeniden kurulan mehter takımı sadece Türk
49
Silahlı Kuvvetleri'nin bando teşkilatı içinde bir gösteri unsu
ru olarak varlığını sürdürdü . Ne var ki, zaman geçtikçe sağ si
yasi iktidarların Osmanlı geçmişine dönük canlandırma faali
yeti çerçevesinde bu müzik türü ve mehter takımları yaygın
lık kazandı. Şimdi neredeyse her kent, kasaba ve bazı okullar
da birer mehter takımı var. Bu yayılma bu türün bayağılaşması
na ve niteliksizleşmesine yol açtı. Tarihsel bağlamından tama
men koparılmış olan ve yeniden yaratılan bu müzik ve etrafın
daki performans unsurları bugün banal milliyetçiliğin bir aji
tasyon aracı haline gelmiştir. Savaşı ve sadece savaşla ilgili bir
geçmişi çağrıştıran bu performansın yayılma hali, aynı zaman
da Türk milliyetçiliğinin dar ajandasına ve bu basit araçsallaş
tırmalar çevresinde kolay bir etki alanı yaratabilmesine ilişkin
fikir vermektedir.
Öte yandan bütün milliyetçilikler ve ulus-devletler müziğin
popüler formlarının ne derecede etkin ve yararlı olduğunu da
keşfettiler. Böylelikle bir "ulusal müzik kanonu" ortaya çıktı .
Bu kanonun en önemli parçası "halk müziği" (folk-music) de
nilen alandı. Bu alandan devşirilmiş tema ve parçaların yeni
den düzenlenmesi ve kimi zaman da bu formlara uygun ola
rak üretilmiş yeni ürünler yoluyla, 50 bir ulusal duygu yoğun-
50 Alevi kanonunda olması asla beklenmeyecek biçimde , Çorumlu Aşık Hüse
yin Çırakman'dan alınan "Bugün Bize Hoşgeldiniz Erenler" deyişi içinde şu
sözler yer alır: Tarihler boyunca bir milletiz bizi llimce dünyaya vermişidik hız /
Büyük bir babanın hey dost torunlanyız/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! /Hisse
alın Çırakman'ın sözünden/ Zerre kaçmaz ariflerin gözünden/ Kemal Atatürk 'ün
hey dost aydın izinden/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! Öte yandan aslında bir
"marş" olan "Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa", "Azeri ağızla söylenmiş"
bir "Kars türküsü" olarak sunulur. Türkünün içinde türkü formunda olması
oldukça zor ajitasyon öğeleri yer alır: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa/ As
kerin, milletin, bayrağınla çok yaşa!/ Sağdan sola soldan sağal Salla bayrağı düş
man üstüne/ Dönmez geri Türk'ün askeri ! Bir "ekşi sözlük" yazarının bu ajita
tif sözleri nasıl algıladığı ve banal milliyetçilik argümanlarıyla nasıl yorumla
dığı ise oldukça öğreticidir: "hepiniz bilirsiniz aslinda turk askeri fiziken bir
cok ulke askerine gore daha zayif ve celimsiz durur, hakikaten de oyledir. la
kin turk'teki iman gucu ve vatan icin olme arzusu baska hicbir millette bu ka
dar mukemmel degildir. yani okuz gibi bir almani yada amerikaliyi bile o coş
ku ve neşe (evet neşe) içinde surklase edebilir. Asla ve asla vazifesini tamam
lamadan yada diger bir degisle olmeden gelmez" (Bütün milliyetçiliğine kar
şılık, yazarın Türkçe klavye kullanmaması ve imla özensizliği de ayrıca dik
kat çekici ! )
50
laşması, ortak bir memleket hissi yaratılmaya çalışıldı. Ancak,
bu yeniden düzenleme ve yeni yaratım süreci, büyük ölçüde
bir tahrifat sürecine de kapı açtı. Bu bağlamda, kimi özgün par
çaların sözlerinin değiştirildiği, yeni sözler eklendiği görüldü ;
hatta kentli insanın dinlerken rahatsız olacağı düşünülen mü
zikal yapıların bozulması (sadeleştirilmesi) bile denendi. Bü
tün bu çabaların altında, müzik üzerinden bir biz duygusu sağ
lamak hedefi görülür. Zira "bizim müziğimiz" aynı zamanda,
"Bizi biz yapan, bizi bize en iyi biçimde anlatan kültürel form
d\lr . " Bütün bu müzikal kodeksin şahikası ise elbette "mil
li marş" denilen şeydir. Billig'in söylediği anlamda banal milli
yetçiliğin bütün öğelerinde olduğu gibi, sözleri ne kadar ünlü
bir şair tarafından yazılmış olsa da, "milli marş"lar herkeste ay
nı çağrışımı yapacak etkiyi yaratması beklenen en önemli po
püler üründür. 5 1 Ayrıca en başta milli marş olmak üzere, ana
okullarına kadar yayılan bir genişlikte marşlar kanonu oluştu
rulmuştur. Bu kanon içinde yer alan çeşitli marşlar her zaman
"milli duygu " yu harekete geçirmek üzere coşkulu ve ateşlendi
rici bir armoniyi, milli çağrışımlarla bezenmiş ve kimi zaman
da "öteki"ne karşı nefreti dile getiren sözlerden oluşan bir epi
ği içerir.
Spor, özellikle futbol da milliyetçilikler tarafından iyi kulla
nılmıştır. Franco dönemi lspanya'sında futbol üzerinde ciddi
bir biçimde çalışıldığı görülür. Madrid'de Kont Barnabeu Sta
dı'nda oynanan 1 964 yılı Avrupa Milletler Kupası final maçın
da İspanya Milli Takımı'nın Sovyetler Birliği Milli Takımı'nı ye
nerek kupayı kazanması, Franco tarafından büyük bir milliyet
çi gösteriye ve ayine çevrilmesi, iyi bir örnektir. Franco bura
da sadece kendi millilerinin kupayı almasını değil, onların "ko-
51
münist" bir ülkenin takımını yenerek bu başarıyı elde etmesini
kullanmıştı. 52 Benzer bir durum Arjantin' de yapılan ve Arjantin
Milli Takımı'nın kazandığı 1978 Dünya Kupası'nda da yaşandı.
O sırada Arjantin cuntasının başında bulunan General Videla,
her türlü yola başvurarak şampiyonluğu Arjantin'in kazanma
sına "hizmet etmiş" ve Buanes Aires'in Monumental Stadı'nda
üniforması içinde kupayı takıma bizzat kendisi vermişti. Ta
nıl Bora'nın sözleriyle, " Cuntanın zulmü altındaki '78 şampi
yonluğunu kutlamak için sokaklara dökülenler arasında sade
ce rejimden memnun olanlar değil, muhalifler, generallere bed
dua okuyan fakirler de yer almıştı. " 53 Videla cuntası bu "futbol
zaferi"nin rüzgarıyla okşanan milli gururdan güç alan milliyet
çi aj itasyonu , Falkland/Malvinas Adaları'nı Britanya'dan geri
alacak bir savaş zaferine dönüştürmek üzere kullanacak; ancak
Arj antin, savaşın sonunda ağır bir yenilgi alacaktı. 54 Hitler de
Berlin'de düzenlenen 1 936 Olimpiyatları'nda kendi ülkesi ve
rejimi lehine benzer etkileri yaratmaya çalışmıştı . Futbol açı
sından İspanya örneğinin bir başka önemli yanı, futbolu kendi
faşist rej imi lehine kullanmaya çalışan Franco milliyetçiliğine
karşı, lspanya'daki başka halkların (özellikle Katalan ve Bask
ların) futbol üzerinden kendi milliyetçiliklerini sahaya sürebil
meleridir. 55 Futbol holiganlığının milliyetçi histerilerin sergi
lendiği gösterilere, hatta çatışma alanlarında paramiliter çetele
re dönüştüğü de sıklıkla rastladığımız bir durumdur. 56
52
Başlangıçta gazete ve süreli diğer yayınların aracılığıyla kit
leselleşme özelliği gösteren milliyetçilikler, 20. yüzyılın ilk ya
rısından itibaren radyo gibi çok önemli, her haneye girebi
len ve kitleler tarafından emisyonlarına çok daha kolay ula
şılabilen bir mecrayı kullanmaya başladılar. Bilhassa devlet
radyoları, bu cerçevede kendi ülkelerinin propaganda araçla
rı ve her ulus-devletin bir "ulusal bilinç" yaratma aygıtı hali
ne geldi. Örneğin Türkiye'de l 930'lardan itibaren devlet rad
yo yayıncılığıyla yakından ilgilenmeye başlamış ve evvelemir
de Halkevleri'ni radyolarla donatmaya girişmişti. 57 l 930'lar
dan sonra Türk dil ve tarih çalışmaları konusundaki konuş
ma ve konferansların, Halkevleri çalışmaları gibi tek parti
nin kontrolündeki ulusal kitle örgütlerinin faaliyetlerinin rad
yoda eskiye oranla daha fazla yer bulduğu görülür. Özellik
le Recep Peker'in verdiği "lnkılap Dersleri" nin radyoda nak
len yayımlanması anlamlıdır. Bu derslerin amacı ülkedeki ha
kim ideolojiyi genç kuşaklara aktarmak ve Peker'in deyimiyle
'Türk ana inanış istikameti"ni gençlere aşılamak, onların ka
fasına "yerleştirmektir" . 58 Özellikle Nazi Almanya' sının radyo
yu kullanma şekli Türkiye için örnek olmuştur. Naziler ikti
dara geldiğinde radyo dinleme oranı yaklaşık yüzde 20 seviye
sinde iken, 1 94 2'de bu oran nüfusun yüzde 70'ine ulaşmıştı. 59
1939'a gelindiğinde Türkiye'de radyonun tek parti rejimi için
çok önemli bir yer edindiğini gösteren belirtiler artmaya baş
lamıştır. 60 Parti propagandası ve devletin resmi ideoloj isinin
yayımı bir yana, radyonun kültür temelli millet fikrinin yayıl
masında ve benimsenmesinde büyük bir rolü olduğunu söyle
memiz mümkündür.61 "Halka Doğru" hareketinin bir sonucu
53
olarak, "halk kültürü" olarak tanımlanan kültürel ürünlerin
bütün yurda yayılması ve onlar üzerinden bir ulusal bütünleş
me sağlanması, radyonun en büyük "hizmetleri"nden biri ol
muştur. Adeta radyolar, 20. yüzyıl boyunca milliyetçiliği ka
musallaştıran organlardır. Ulus-devletler nezdinde artık halk
ile millet aynı şeydir ve bir halkın (ve milletin) en temel özel
liği Herder'ci anlamda "başkalarına benzemeyen bir kültürün
ve onun eşlik ettiği bir hayat tarzının sahibi olması"dır. Rad
yolar 20. yüzyıl boyunca eskinin kozmopolit ve kökeni belir
siz ya da eklektik sayılan "yüksek kültürü" yerine halk kültü
rüne dayanan "milli bir yüksek kültür"ün en önemli yaratım
ve icra mecrası olmuştur. Tabii bu "yüksek kültür"ün yaratı
mı, halk kültürü unsurlarının hegemonik otorite tarafından
seçilerek ve büyük ölçüde dönüştürülerek yayımına izin ver
diği bir "halk kültürü" ne dayanır. Adeta "ulusal kültür" un
surları yukarıdan belirlenmiş ama sanki halka dayanan ve bu
çerçevede ulusal düzeyde homoj en olduğu varsayılan bir kül
tür manzumesini oluşturmaktadır. Radyo "milli kültür" ola
rak sunulan bu yaratılmış kültürü imal eden ve yayan önder
bir kurum olarak televizyondan çok daha etkili olmuştur. T e
levizyonlar, radyonun bu işlevini büyük ölçüde hayata geçir
diği uzun bir dönemin ardından ortaya çıkmış ve 1950 sonra
sında genişleyen demokratik ortamlarda çeşitlenme ve çoğul
laşma imkanı bulmuş kurumlar olarak, bu anlamda radyodan
daha az etkilidirler.
Ataç, rejimin istediği ideal "Türk kadını"nı hazırlayacak "faydalı bilgileri" ak
tarmayı amaçlamıştı. Bu çerçevede Hasan Ali Yücel'in radyo konuşmalan, Ali
Rıza Uluçam'ın "Ziraat Saati" , radyo tiyatrolan ve "arkası yarın"lar, Feridun
Fazıl Tülbentçi'nin "Geçmişte Bugün" programı, " Radyo Çocuk Saati " , Fa
lih Rıfkı Atay, Ahmet Muhip Dıranas ve Şevket Rado'nun "Edebiyat Dersle
ri" , Behçet Kemal Çağlar'ın "Mehmetçik Konuşuyor"u gibi programlar reji
min istediği organik toplumu kurmak yolunda çok önemli bir işlev görmüş
tü. Bkz. Teoman Yazgan, "Ônce Radyo Vardı ": "Deneme Yayınlan " ve Sonra
ki Yıllar, 1 927-201 4 (Ankara: Basın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayı
nı, 20 1 5 ) . Doğrudan kulağa hitap etmek gibi bir kolaylığı olan bu öncü prog
ramlar ve onlann sonraki benzerleri, Türkiye'de "milli ortaklığı" kurmak ba
kımından önemli bir rol oynadı. Radyo herkesi ortaklaştıracak kültürel bir va
sat yaratıyordu.
54
Popüler milliyetçiliğin yayılma mecralan olarak
askerlik, militarizm ve eğitim
55
anlaşıldığında kendini kurban etme eylemi başka hiçbir tarih
sel örnekte görülmemiş a priori bir ide haline getirildi. Öyle ki,
Alman romantiklerinden Friedrich Wolters'e ( 1876- 1 930) gö
re kültürel hafıza içinde öznelliğini yeniden yaratan bu kurban
lık biçimi (Hıristiyanlıkta olduğu gibi) bireyin hayatının ida
mesini değil, anavatanın hayatının devamlılığını temin eden bir
kaynaktı. Birey, bu yeni kendini kurban etme anlayışına bağ
lı olarak ve anavatanın kendini yaşatması bağlamında restore
olacaktı. Dolayısıyla birey kendini feda etmeden anavatan da
yoktu . Onun varlığı sadece anavatan uğruna kendisini feda et
mesiyle anlam kazanıyordu. Bu kurban kültürünün olağanlaş
masıyla , birey doğduğu anda içtenlikle bir vatana da bağlan
mış olacak ve onun ölümü , ancak vatan aşkı için olursa anlam
kazanacaktır.62 Bu anlayışın kaynağı Hölderlin'in 1800 yılında
yazdığı Der Tod fürs Vaterland (Vatan için Ölüm) şiiridir. Böy
lelikle şehitlik kavramının dinsel içeriğinden sıyrılarak seküler
bir içeriğe kavuşmaya başladığını görürüz. Yine Wolters'in yaz
dıklarından hareket edecek olursak, savaşın ve vatan için kan
dökmenin yüceltilmesi, hatta fetişleştirilmesi bu bağlamda an
lam kazanır ve Almanların kendilerini koşulsuz biçimde vatan
için feda etmeleri şiddetle teşvik edilir.63 Bu bilgilerin ışığında
"Her Türk Asker Doğar" ve "Vatan Sana Canım Feda" motto
larının kaynağını daha iyi görebiliyoruz. Yalnız şehitliğin Türk
versiyonunda ciddi bir sorun vardır. "Vatan için şehadet" belir
lemesi kamuoyu nezdinde pek etkili olmayacak ki, Türkiye'de
şehitlik durumunun dini niteliği ve değeri daha vurguludur.
Buna göre şehitlik, "peygamberlik" ten sonraki en yüksek dini
"mertebedir" ve "Şehitler doğrudan cennete gidecektir, " (bu
yüzden kefensiz gömülürler) . Bu durumda "vatan için ölüm"le
"din için" ölüm -dar'ü-l harb'de ölüm- birbirine karışmaktadır.
Milliyetçiliğin askerlik ve erkeklikle kurduğu ilişki, milliyet
çiliklerin homofobik niteliğinin de kaynağıdır. Naziler, Alman
ya'da iktidara gelir gelmez eşcinsel derneklerini ve kulüpleri-
56
ni kapatmışlar ve bu yöndeki yayınlara yasak getirmişlerdi. Ar
dından bu hamleyi parti içindeki eşcinsellerin öldürülmesi iz
ledi. Gestapo eşcinsellerin isim listelerini, Gestapo ve kriminal
polis (Kripo) eşcinselleri izlemek ve kovuşturmak üzere özel
birimler oluşturmuş; bizzat Himmler eşcinselliği "çözülme
si gereken meseleler"den biri olarak işaretlemişti . Himmler eş
cinselliği bütün Alman toplumundan söküp atmak istiyordu.64
Nazilerin eşcinsellik karşıtlığı esasen kültürel bir düşmanlıktı .
Erkeklik, nasyonal sosyalist kimliğin hayati bir parçasıydı. Na
zilerin erkeklikle ilişkisi ve erkekliğe ihtiyacı Nazi hareketinin
ve devletinin militarist karakterinden kaynaklanmaktaydı. iyi
Nazi olmakla "siyaseten asker" olmak arasındaki ilişki sıklıkla
kurulmaktaydı .65 George Mosse'un gösterdiği gibi bu Nazilere
özgü bir durum da değildi. 1 9 . yüzyıldan beri bütün milliyetçi
likler adeta bir erkeklik ideolojisi olarak inşa edilmişti. 1 9 . yüz
yıl Avrupa'sında yükselen milliyetçilikle birlikte "normal cin
sellik" denilen şeyin norm ve sınırlan da çizilmiş oldu .66
Bu açıdan, "millet-i müsellaha" (das Volh in waffen) , yani "as
ker-millet" fikrinin Almanya'da ortaya çıkması da tesadüf de
ğildi � . Alman tarihselciliği içinde ulus-kültür-devlet özdeşliği
kadar, ordu-erkeklik-ulus özdeşliği de kurucu fikirlerden bi
ri olmuştur. Eğer ulus kendisini devlet haline koyabilen özgül
bir kültürün örgütlenmiş hali ise, ulusun hayatiyeti için onu
ulus olarak var eden kültürün, dolayısıyla devletin savunul
ması elzemdir ve bundan kendisini devlet halinde gerçekleştir
miş ulus topyekun sorumludur. "Topyekun (total) savaş" fik
rine dayanan "asker-millet" fikri buradan doğmuştur. Türki
ye, kendisini bir "millet" olarak örgütlemeye giriştiğinde doğal
olarak bu fikri ithal etti. Zaten kavramı icat eden kişi (General
58
parçası sayması kolaylaştırıyordu . Bütün bunlar bir araya ge
tirildiğinde , neden Türkiye'de erkeklerin birbirleriyle askerlik
anıları üzerinden ilişki kurmaya çalıştıkları ve her birinin ken
di askerlik deneyimini biricik hale getirmeye çalıştığı anlaşılır
olmaktadır. Zira askerdeyken olmasa bile, sıradan insanın as
kerlik yaptıktan sonra kendisini "değerli" ve "biricik" sayabil
mesini mümkün kılan, sonrasında kendisini "tam bir erkek"
olarak sunabildiği yegane pratik askerlik deneyimidir. Askerlik
bu bakımdan kültür içinde bir "geçiş ritüeli" haline getirilmiş
ve bu durum ulus-devlet rej iminin fazlasıyla işine gelmiştir.
Elinizdeki derlemede Funda Gençoğlu-Onbaşı'nın vicdanı ret
üzerine tartışmaların içerdiği erilliğin ve baskın erkeklik tanı
mının, milliyetçiliğin yeniden-üretimindeki rolü üzerine sun
duğu eleştirel okuma söz konusu işlevi örnekleyici niteliktedir.
Milliyetçi hareketler en etkin biçimde gençlik içinde çalışır
ve taraftarlarını gençlik içinden devşirir. Siyasal hareketler, ki
şiliğini oturtmaya çalışan ve kimlik arayışında olan gençlerin
önemli bir uğrak alanıdır. Devrimci ve aktif ideoloj iler gençler
açısından önemli çekim alanları oluştururlar. Özellikle yukarı
da ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi kriz dönemlerinde bu çekim
alanlarının anaforu çok daha etkili hale gelir. Bu açıdan milli
yetçilikler, konj ontüre göre devrimci rollerle kollayıcı-kurtarı
cı roller arasında çeşitlenir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı ön
cesinde Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'na karşı Sırp mil
liyetçiliği veya Osmanlı lmparatorluğu'na karşı Ermeni milli
yetçiliği devrimci bir rol üstlenmişti. Ancak aynı Sırp milliyet
çiliği, Yugoslavya'nın dağılması karşısında koruyucu-kurtarı
cı bir rol üstlenmek durumunda kaldı. Bu açıdan milliyetçilik
lerin status-quo'yu yıkıcı ve status-quo'yu koruyucu biçimlerin
den söz edilebilir. Her iki rolünde de milliyetçiliğin aktif mili
ler veya para-mililer güç olarak seferber edebileceği en uygun
grup daima gençler olmuştur. Bu durum, her halükarda "as
kere alınabilirlik" ve milli hedefler uyarınca "seferber edilebi
lirlik" özelliğinin önde olduğunu gösterir. Milliyetçilikler için
her çocuk geleceğin askeri, her genç her an askere alınabilecek
bir potansiyeldir. Bu nedenle bütün milliyetçilikler kendilerini
59
çocuklar ve gençler üzerinde ideolojik ve ajitatif bir doktrinas
yon çalışması içine girmek zorunda hissederler. Milliyetçiliğin
devlet ideolojisi haline gelmesiyle de (ulus-devletleşmeyle bir
likte) bu durum daha örgütlü ve sistematik hale gelecektir. Bu
açıdan "asker olma" fikriyle bir arada düşünülmeyen kadınlar
bile, en ideal (milliyetçi ve vatansever) askeri yetiştiren-yetiş
tirecek ana aktör olması açısından değerlendirilir. Kadınlar bu
bakımdan ulus-devlet rejiminin ev içindeki ajanlarıdır ve onla
ra bu açıdan önem verilmesi zorunludur.
Gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolü dikkate alındığında, sa
vaşın ve militarizmin gençler üzerindeki etkisini ele almak zo
runlu hale gelmektedir. Peter Loewenberg'in iddia ettiği gibi,
l 930'larda nasyonal sosyalistlerin seçim başarısı, esasen kuşak
sal başarılardır. Ona göre 1 9 14 ile 1 920 yılları arasında cephe
de bulunan gençlik, 1929 ile 1935 yılları arasındaki Nazi seçim
başarılarının kuşaksal altyapısını kurmuştur. 1 929'dan son
ra siyasal açıdan etkin hale gelen ve SA ve Hitler-]ugend, Bund
Deutscher-Madel gibi diğer paramiliter parti teşkilatlarının ka
demelerini dolduran yeni yetişkinler Birinci Dünya Savaşı yıl
larında toplumsallaşmış çocuklardı.69 Nazi Partisi, 1928- 1933
döneminde en çok dönemin gençlerinden güçlü bir destek gör
müş ve bu popülarite ona hızlı bir siyasal başarı getirmişti.70
Gençlik bu anlamda sadece bir oy deposu değil, aynı zamanda
bir sokak gücüydü . 1929 iktisadi bunalımının yarattığı olum
suz havanın bütün toplum kesimlerinde radikalizmi körükle
mesinin yanı sıra, bu gençlik desteğinin hem sandıktaki hem
de sokaktaki rolü Nazilerin sadece siyasal değil, imaj bakımın
dan da olduğundan daha büyük bir etkiye sahip olmalarına ve
sile olmuştu .
20. yüzyıl modem teknolojinin gücündeki muazzam artış
la ilişkili biçimde siyasal ve kişisel akıldışılığın olağanüstü ar
tışına tanık olmuş bir yüzyıldır. Tarihte hiçbir dönem akıldı
şılığın insanı bu denli harekete geçirebildiği bir olaylar dizisi-
60
ne konu olmamıştır. Bu nedenle yeni tarih yazımı psikanalizin
kavramlarından istifade etmek durumunda kalmış ve böylesi
ne büyük kitleleri seferber edebilen ideolojilerin araçlarını ve
ajanlarını anlamaya çalışmıştır. En çok da Freud'cu saplantı ve
geçmiş yaşam deneyimi (regression) kavramları bu anlama ça
basına hizmet etmiştir. Alman gençliğinin Nazizme desteğinin
nedenleri aranırken, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonra
sında henüz çocukluk ve ilkgençlik çağında olan bu gençle
rin Almanya'nın Büyük Depresyonu'nu (savaş yıllarında aç
lık ve yoksulluk, işsizlik, hükümet bunalımları ve iktidarsız
lık, gelecek hakkında yaygın bir kaygı-anksiyete-duygusu) ya
şamış olmaları dikkat çekici bir nokta olmuştur.71 Bu nedenle
lll. Reich'ın Alman milliyetçiliğine destek savaş yılları ve son
rası nedeniyle travma tik karakter edinmiş kesimlerden gelmiş
tir. Savaşın travmatik yanı, aynı zamanda 20. yüzyıl savaşları
nın artık " topyekun savaş" fikrine uygun biçimde yaşanma
sı nedeniyle çok genişlemiştir. Savaş sonrası travmalarından
ise hiçbir toplum kesiminin kaçışı yoktur. Else Frenkel-Brun
swik'e göre, "lster geçmişte isterse bugün empoze edilmiş ol
sun, travmatik karakteri oluşturan dışsal baskılar sadece oto
riter bir kişiliği öne çıkartmaz, aynı zamanda başka durumlar
da demokratik fikirli olabilecek kişilerde otoriter eğilimleri de
pekiştirir. " 72
Almanya'da gençliğin ulusal siyasetin odağı haline gelmesi
Hitler öncesine dayanır. l 900'lerin başında öğretim kurumla
rında yer alan ve kamu yaşamını düzenleyen otoriteler tarafın
dan, gençlik katı bir disiplin ve sistemleştirme içine alınmıştı. 73
Bu mirasın üzerine Naziler, gençlikten güç almalarının yanı sı
ra, gençliğe dönük çok başarılı ve gösterişli bir faaliyet alanı ya
rattı . Hedef gençliği topyekun örgütlemekti. Nitekim, "Nas
yonal sosyalizm gençliğin iradesiyle örgütlenmiştir," partinin
71 A.g.y., s. 1459-63 ; Kunzer, "The Youth of Nazi Germany" , s. 343-344.
72 E. Frenkel-Brunswik, "Environmental Controls and the lmproverishment of
Thought" , Totalitarianismiçinde, Cari ] . Friedrich (der. ) (New York: Grosset
& Dunlop, 1 964 ) , s. 1 77. Akt. Loewenberg, "The Psychohistorical Originsof
the Nazi Youth Cohort" , s. 1 464.
73 Kunzer, "The Youth of Nazi Germany", s. 342-343 .
61
resmi sloganı haline geldi. 74 Bu çerçevede nasyonal sosyalist
ler pek çok gençlik örgütü kurdular ve gençliğin başka siya
sal akımlara yönelmelerinin önüne geçecek ideolojik ve siya
sal tedbirler aldılar. Öyle ki Nazi seçkinleri, ordudan çok genç
lik üzerinde çalıştı. Ordu içinde de savaş döneminin hezeyan
lanna doğrudan maruz kalan milliyetçi genç subaylann deste
ğini sağlamaya çalıştılar; aristokratik yaşlı generalleri de tedri
cen tasfiye ettiler.75Wehrmacht yeniden doğduğunda, Nazilerin
doğrudan tertip ettikleri ve kadrolarını parti gençliğinden dev
şiren SA ve SS'ler ordu içinde ve aslında (Ernst Röhm ve He
inrich Himmler gibi Nazilerin komutası altında doğrudan par
ti kontrolünde) ordudan bağımsız ve en değerli birlikler hali
ne gelmişti.
Ulus-devletlerin gençliğe ilgisi aslında yeni değildi. Bütün
ulus-devletler gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolünü görmüş
tü. Gençliği, erken yaşlardan itibaren mililer kavram ve değer
lerle tanıştırmak, onları savaşa ruhen ve bedenen hazırlamak
ulus-devletlerin başlıca görevi olmuştur. Bu açıdan izciliğin
ilk olarak Büyük Britanya'da örgütlenmiş olması da ilgi çekici
dir. Hindistan ve Güney Afrika' da görev yapmış, bir tuğgeneral
olan Robert Baden-Powell 1 906 yılında ilk izcilik kitabını ha
zırladı. Baden-Powell askeri izcilikten esinlenerek bütün genç
liği bu yolda yetiştirecek bir kılavuz hazırlamış ve 1 907 yılında
bir izci kampı örgütleyerek bu kılavuzdaki ilkeleri tecrübe et
mişti.76 Bu model, kısa sürede Kuzey Amerika'yı ve Avrupa'yı
sardı. Gençlere askeri üniformalara benzer üniformalar giydiri
liyor ve ateşli silah kullanmak hariç askeri harekatlarda uygu
lanan keşif, taktik, haberleşme, kampçılık gibi beceriler kazan-
74 Loewenberg, "The Psychohistorical Origins of the Nazi Youth Cohort" , s.
1 469- 1470.
75 Hitler'le genç generaller arasında doğrudan bağlantıların kurulması yoluyla ,
ordunun N azizmle arasına mesafe koymuş bir "sığınak" olduğu imajı orta
dan kalktı ve bu bağlantı noktalan genç generaller aracılığıyla orduyu Üçün
cü Reich'la bütünleştiren önemli unsurlar haline geldi. Omer Bartov, "Soldi
ers, N azis and War in the Third Reich" , The Third Reich: The Essential Reading
siçinde, Christian Leitz (der.) (Londra: Blackwell, 1 999) , s. 145.
76 Robert Baden-Powell, Scoutingfor Boys: A Handbooh for lnstruction in Good Ci
tizenship (Londra: H. Cox, 1 908).
62
dırılıyordu . Bu aslında gençleri savaşa ve savaş fikrine hazırla
yan çok önemli bir kitle hareketi idi.
Bu gençlik örgütü Türkiye'ye gelmekte gecikmedi. 1 909 yılın
da Galatasaray ve İstanbul Erkek Lisesi öğretmenleri Ahmed ve
Abdurrahman Robenson kardeşler bu okullarda ilk izcilik ( keş
şaflık ) faaliyetlerini başlatmış, yine beden eğitimi öğretmeni olan
Nafi Arif (Kansu) ve Edhem Nejat beyler bu faaliyetleri diğer li
selere yaymışlardı. 1 9 1 2 yılında Belçika'dan gelen bir uzman
Türkiye'deki ilk izci oymağını kurmuş ve 1 9 1 4 yılında ilk izci
kampı tertip edilmişti. Bu ilk izcilik teşkilatı askeri bir örgütlen
me şeklini esas almış ve rütbe ve kademelerde Türkçü imgelere
yer vererek gençlere Türk milliyetçiliğini aşılayan bir rol edin
mişti. Cumhuriyet döneminde izcilik faaliyetleri bu kez devletin
gözetimi altında devam etti. 1934 yılının 23 Nisan'ında Başba
kan lsmet lnönü izcilere, "Doğru sözlü, temiz, yürekli, vatan için
kahraman ve fedakar, çalışkan ve bilgili olmaya çalışınız. Ancak
bu ahlakla ve vatan için canınızı feda etmek ülküsü ile birbirinizi
severek Türk adını göklerde tutabilirsiziniz," direktifini vermiş
ti. Aynı törende Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da
" . . . düzen ve mükemmeliyetin ayrıcı dışarıda su baylan selamla
maları gibi askerlik sevgisine dayanan güzel bir duruma yol aç
ması, Milli Eğitim Bakanlığı Beden Eğitimi Bölümü'nün askerlik
bilgi ve sevgisini öğrencilere aşıladıklarını ortaya çıkarmaktadır.
Bu nedenle, Genelkurmay'ın kutlama ve teşekkürlerini suna
nın . " diye seslenmişti.77 Bu sözler izcilik örgütlenmesinin mili
. .
63
le Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı koşullarını ve yenil
gi travmalarını yaşamış gençliğin öncülüğünde, onlarla 1920'ler,
1 930'lar gençliğinin birbirine eklemlendiği bir kuşak devamlılığı
üzerinden Cumhuriyet rejiminin bekası ve Türk devletinin var
lığı garanti altına alınmış oluyordu. Öncü kuşak, arkasından ge
leni ideolojik ve doktrin itibariyle hazırlıyor; her ikisi rejimin he
defleri bakımından birbirini destekliyor, konsolide ediyordu.79
Kuşak deneyimlerinin siyasal alana yansıması ve münhası
ran milliyetçilik deneyimleri içinde gösterdiği çeşitlilik, bir ba
kımdan da tarihsel deneyim ile siyasal ideolojiler arasındaki
ilişkiye ışık tutar ve bazı zamanlarda yükselen milliyetçi söy
leme karşın neden bu söylemin toplumda benzer bir karşılık
bulup bulamadığını da açıklar.80 Milliyetçiliğin geleceğe taşın
ması ve toplumun geniş kesimlerini seferber edebilme gücü de
bununla ilişkilidir. Kendisini tahkim etmiş ve kendisine dönük
tehdit algısını minimize eden veya ihmal edilebilecek düzeyde
64
tutan toplumlarda milliyetçi hareketlerin marj inalitesi bundan
kaynaklanır.81
Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının dayandığı toplumsal
kesim de gençliktir. Ulus-devlet geleceğini doktrine edebildi
ği bir gençliğin inşa etmesini tercih etmiş ve bu gençliğe ide
olojik olarak ve formasyon bakımından yatının yapmıştır. Ay
rıca Cumhuriyeti kuranlar, Balkan Savaşı yenilgisiyle birlikte
büyük toprakların kaybına tanık olan gençlerdi. Subay ve sı
radan asker olarak seferber edilmiş bu gençler, daha Balkan
Savaşı'nın travması ortadan kalkmadan Birinci Dünya Sava
şı'nın cephelerine sevk edilmiş ve tıpkı Almanya gibi bir "yenil
gi utancı"nı yaşamıştı. Üstelik Almanya'dan farklı olarak şehir
lerinin işgalini yaşayan, imparatorluktan büyük toprak parça
larının koparılışını izlemek durumunda kalan bu kesimin ya
şadığı travma daha derindir. Ulus-devletin kuruluşu bu kesim
için aslında travmanın tedavisi bakımından en önemli girişim
dir. O nedenle bu kurucu kesimin Osmanlı geçmişinden kopu
şu da ani ve kolay olmuştur. Sovyetler Birliği hariç, hiçbir ülke
de kendisini önceleyen tarihsel bloğun reddi ve unutulmak is
tenmesi bu kadar keskin ve alternatifsiz değildir. Daha yeni or
taya çıkmış ve temelleri oldukça zayıf bulunan Türk milliyet
çiliğinin benimsenmesi ve toplum içinde yayılabilmesi bu du
rumla yakından bağlantılıdır.
Bu nedenle Türk milliyetçiliği bir devlet milliyetçiliği biçi
minde gelişmiştir. Zira devletsizlik durumunun yaratacağı so
nuçlar konusunda kaygı yaşayan seçkinler ve orta sınıflarla ,
otoriteseverlik veya devlet korkusu nedeniyle devlet fikrine
bağlanan kesimler arasındaki bağ, milliyetçiliğin etnisist iliş
kilenmelerden ziyade devlet üzerinden kurulmasına zemin ha-
81 1 1 Eylül'den sonra tehdit algısı en üst düzeye varan Amerika Birleşik Devlet
leri'nde iktidar akıldışı önlemleri de içeren geniş bir güvenlik paketine toplu
mu ikna edebilmiş ve Amerikan milliyetçiliği politik düzeyden popüler düze
ye yayılmıştı. Ancak, Irak ve Afganistan savaşlannın çıplak (ve başansız) so
nuçlanyla yüzleşen Amerikan toplumu bu politik tercihini zaman içinde de
ğiştirebildi. Bunun gibi, Almanya'da Neo-Nazilerin toplumda "yabancı tehdi
di" konusunda geniş bir mutabakat yaratamadığı ortadadır. Bu yüzden Neo
N azi hareketi Almanya'da halen marjinal konumunu korumaktadır.
65
zırlamıştır. Buna bağlı olarak örneğin, Türkiye'deki geniş kitle
lerin pantürkist-panturanist yönelimlere itibar etmedikleri gö
rülür. Onun yerine dinle milliyetçiliği birleştiren ve bu birli
ği güçlü devlet fikriyle teğelleyen sentezler daha çok prim yap
mıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren gençliği seferber
eden doktriner çabanın da oldukça etkili olduğu görülmekte
dir. Cumhuriyet kurulmazdan önce "Türklük" fikri ve "Türk"
kimliğiyle bağı son derece zayıf olan sıradan halk, kuruluş dö
neminin doktriner örgütçülüğünün,82 kültür politikalarının,
hamleciliğinin ve Milli Mücadele'nin başarısının etkisi altında,
sıkı tutunum modellerini koruyan ve kültür politikasına kar
şı koymasa bile pasif bir direniş stratej isi izleyen farklı etnik
gruplar hariç,83 adeta hızla "Türkleştirilmiştir"
Gençlik aktivizmi ve dinamizmi, paramiliter devrimci ve
milliyetçi örgütlenmeleri daima gençliğe yöneltmiştir. Devle
tin bu yönelim karşısında zaman zaman önlemler almak zorun
da kaldığı ve ihtiyatlı davrandığı da bir gerçektir.84 Ancak ulus-
66
devletler, varlıklarını tehdit altında gördükleri zamanlarda bu
denetimi gevşetmiş ve bazen hukuk dışı unsurları da devreye
sokarak gençliği "sokak siyaseti" içinde kullanmaktan çekin
memişlerdir. En şedit ilk örnekleri Weimar döneminde görül
mekle birlikte, Soğuk Savaş döneminde bu pratiğin yayıldığı
görülür. Türkiye' de 1 960'ların son yıllarından itibaren özellikle
Milliyetçi Köylü Millet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi eliy
le milliyetçi gençlik örgütlerinin kurulup yayılması ve bu ör
gütlerin yer yer sokağa hakim hale gelmeleri, bunun önemli bir
örneğidir. Ancak, milliyetçi ideolojinin gençlik dernekleri yo
luyla örgütlenmesi, bu ideolojinin entelektüel zeminde sufiya
ne yorumlarının giderek basit neden-sonuç ilişkilerine ve basit
67
çemeyeceği saiklere dönüşür. Burada Bourdieu'den esinle söy
lenecek olursa "oyuna katılmak" ve "oyunun yapılana değdiği
ni sanmak" rahatlatıcı duygulardır.86
Lakin bu kısır çerçeve içinde eylemci bir rol üstlenen genç
lerin rol-model seçenekleri de kısırlaşır: Çizgi roman devrin
de Tarkan ve Karaoğlan etrafında veya Yüzbaşı Volkan figü
ründe cisimleşen rol-modeller, dizi film devrinde Kurtlar Vadi
si'nin Polat Alemdar'ı olur. Toplumsal mensubiyet eşikleri ba
kımından da fazlaca bir değişiklik görülmez: 1 970'lerde resmi
ideolojinin milliyetçi söyleminden etkilenmiş, sosyal ve kültü
rel sermayesi yüksek kesimlere karşı duyduğu tepkiyi anti-ko
münizm ve Batı karşıtlığı biçiminde tercüme eden, bir "sofu"
olmamakla birlikte lslami değerlere bağlı ve lslami pratiği ola
bildiğince uygulayan, sosyal-kültürel sermayesindeki yoksun
luklar nedeniyle kapitalizme tam olarak entegre olamamış, yi
ne sosyal-kültürel sermayesinin zayıflığı nedeniyle sosyal ve
iktisadi riskler alabilecek bir medeni cesaret ve girişimcilikten
uzak ve bu nedenle yakın çevre ( "memleket" ) ilişkileri için
de yuvalanmayı tercih eden ve bununla ilişkili olarak "memle
ket" çevresinin sunduğu toplumsallığın dışındaki bütün form
lara öfke ve nefret duyan bir milliyetçi-ülkücü tipolojisi mev
cuttu .87 Metropollerdeki taban da bu toplumsal eşiğin uzantı
sı şeklindeydi. Ancak Bora ve Can'ın gözlemlediği gibi, burada
ki gençlik bir "kentli cemaat" biçimini almış ve daha çok "deli
kanlılık" gösterileri, erkeklik vurgusu ve şiddet eğilimi gibi dı
şavurumlar etrafında bütünleşmişti. 88 1 990'lardan itibaren mil
liyetçi mensubiyeti olan gençliğin örgütlenmesi, bu örgütlen
meye müzahir olan parti örgütlerince daha fazla disiplin altı
na alındı ve gençlik olabildiğince şiddetten uzak tutuldu . An-
artık pek çok milli simge "pop" bir armaya dönüşüyor, böyle
ce özgül bir siyasi anlamdan görece bağımsız olarak taşınabilir
hale geliyor. Milli simgeler markalaşıyor, tüketilmelerine yol
açıyor. En kozmopolit sayılan Heavy Metal'ci gençlerde ayyıl
dız takıları görülebiliyor, Türkçü radikal milliyetçiliğin boz
kurt vb. "özel" simgeleri, pek de "politik" olmayan gençlerce
taşınabiliyor. Böylece ikili bir süreç başlıyor: Milliyetçi "teşhir
ciliğin" bir yandan gündelik ve kamusal alanda hakimiyet kur
ması, diğer yandan "poplaşarak" ehlileşmesi . 89 . .
1 29 .
69
verişler devrinde milliyetçiliğin en dinamik kaynağı olan genç
liği elinde tutması , bu nefes borusunun açılmasına bağlıdır.
Ancak bütün bunların aynı zamanda pop imgelerin banalleşti
rilmiş formlarıyla buluştuğunu veya o formları yaratan bir en
düstriyi beslediğini de belirtmek gerekir.90
Bu endüstrinin en önemli üretim kaynağı hiç şüphesiz basın
ve yayın organlarıdır. Yumul ve Özkınmlı'mn gösterdiği gibi,
örneğin gazetelerin adı bile sorgusuz-sualsiz bilinçaltımıza yer
leşen kurucu kimlik kodlarım imlemektedir.91 Bu açıdan özel
likle spor yayınlarının dili çok çarpıcı örnekler sergiler. Bunda
sporun, ulusların barıştaki çarpışma ve üstünlük gösterme ala
m gibi görülmesinin payı büyüktür. Milli takımlarla veya ülke
70
le alanları için gelecek vaadini canlı tuttuğu bir sermayenin ge
lir kalemidir.
Sonuç
72
va hareketi olarak gelişmesi ve siyaset alanında önemli bir ak
tör haline gelmesi 1 9 . yüzyıl içinde gerçekleşmiştir.
Milliyetçilikler, kendisinin "ulus" olduğunu düşünen sos
yo-kültürel grupların kendi milli devletlerini kurmak veya var
olan teritoryal bir devleti bir ulus-devlete dönüştürmek üzere
harekete geçen ideolojiler ve siyasal eylemlilikler olarak tarih
sahnesine çıkmış; böyle bir ulus-devlet ortaya çıktıktan sonra
da o devletin korunması ve o devlete bağlı "ulusal çıkarlar"ın
en üst düzeyde gerçekleştirilmesi olarak konumlanmış; ya da
yine kendilerini "ulus" olarak tasavvur eden ve belirli bir ulus
devlet içinde yaşayan farklı etnik, etno-dinsel veya kültürel
grupların özerklik veya bağımsız devlet kurma mücadeleleri
şeklini almıştır. Buradaki ilk mesele bir sosyo-kültürel varlığın
kendisini "ulus" olarak tasavvur etmeye başlaması meselesidir.
Şüphesiz hiçbir ulusal hareket, kendisinden saydığı bütün in
sanların kendilerini o "ulus"un parçası addetmeleriyle veya bu
harekete eksiksiz katılınılan ve tam bir "ulusal bilinç" sahibi
olmalarıyla ortaya çıkmaz. Bu yüzden başlangıç dönemlerinde
bütün milliyetçilikler birer entelektüel ve siyasi hareket olarak
doğarlar; kendilerinden saydıkları diğer insanları o ulusa aidi
yetleri bakımından ikna edecek programlar hazırlarlar ve bu ta
savvurun en geniş kabulünü hedeflerler. Entelektüel ve siyasal
milliyetçi hareketin gerçek anlamda politikleşmesi ise yerel ve
küresel düzeyde o hareketin mücadeleye girmesiyle kaimdir.
Bu ikinci aşamadır. Üçüncü aşama ise "devletleşme" aşaması
dır. Üçüncü aşamadan sonra milliyetçi hareketlerin bir "devlet
ideoloj isi" haline dönüştüğü ve bu resmi ideolojinin o devletin
sınırlan içinde yaşayan bütün insanlara çeşitli yollardan empo
ze edilmeye çalışıldığını görürüz.
Buraya kadar anlatılan gelişme çizgisi tarihseldir. Bir de mil
liyetçiliklerin yatay düzlemde, farklı biçimlerde yayılmasına ta
nık oluruz. Entelektüel tartışmalar içinde yeşeren milliyetçi li
teratürün, o haliyle, "milliyetçileşen" bütün insanlara yayılma
sı beklenemez. Bu yüzden milliyetçilikler çeşitli formlar halin
de yaygınlık kazanırlar ve bu olurken de kırılır, değişir ve baş
langıçtaki entelektüel tasavvurda yer almayan yeni unsurlar-
73
la bezenir veya bu tasavvurun unsurlanndan bazılannı kaybe
derler. Kitleye yaygınlaşmanın ilk mecrası Billig'in işaret etti
ği şekliyle milliyetçiliğin banalleşme biçimleridir. Bu banalleş
me, sıradan insanın kafasındaki kodları oluşturur ve bu kod
ların gündelik hayatta çözümlenerek kullanabilmesi için ze
min sağlar. Öte yandan, doğrudan ve somut herhangi bir teh
dit, tehlike veya sorun olmaksızın , milliyetçi duyguyu daima
ayakta tutacak en önemli mecra, milliyetçiliğin popüler kültür
içinde aldığı şekiller ve bu formlar üzerinden okunarak ken
disini kitle içinde yeniden üretme potansiyelidir. Devletler bu
alanı teşvik eder ve resmi devlet yüzüyle halk arasında yaratı
lan bir "arayüz" de bu popüler figürlerin yaratılıp yaşatılmasına
imkan sağlayacak bir destek sunarlar. Bu desteğe rağmen, bu
popüler arayüzde, sanki orada hiç devlet veya otoriter bir kay
nak yokmuş gibi bir algı oluşur ve bu milliyetçi duygu salım
ları ve tezahürleri, halkın kendiliğinden ve içten, adeta doğuş
tan (genetik) olarak getirdiği bir ulus ve vatan sevgisinin eseriy
miş gibi görülür. Bu arayüz, popüler alanın arkasındaki endüs
trinin (özellikle medyanın) sevk ve idare altındaki yapısını ba
şarıyla saklar.
Ancak bütün popüler dışavurumlarda olduğu gibi burada da
"kontrol edilemeyen" bir alan oluşur. Bu alanın varlığı , farklı
milliyetçilik, ulus ve vatan algılarının da yeşermesine izin ve
rir. Ve biz ulus-devletin üretip yaydığı resmi ulus ve milliyet
çilik tanımlarının dışında, pek çok farklı milliyetçilik biçimiy
le karşılaşınz. Türkiye söz konusu olduğunda, milliyetçilik ki
misinde ancak dinle birlikte düşünülen , kimisinde dinin bi
raz daha önde olduğu , kimisinde sadece toprakla bağlı, kimi
sinde Orta Asya'ya ve kadim zamanlara göndermeli, kimisin
de Batı düşmanlığı merkezli, kimisinde Arap veya lslam düş
manı bir şekilde görülür. O nedenle Türkiye'de kurulu düze
nin (establishment) parçası olan bütün siyasal yapılann kendi
lerini "milliyetçi" olarak tanımlamalarına da şaşırmamalıyız.
"Ölürüm Türkiye'm" şarkısını DYP kullanır ama bu şarkı ko
layca anonimleşebilir. MHP kendisini milliyetçiliği temsil eden
tek gerçek yapı olarak konumlar ama AKP kadroları ona "ger-
74
çek milliyetçiliğin" şu ya da bu olduğuna ilişkin bir ders vere
bilir. CHP'yi destekleyen biri kendisini "gerçek yurtsever" ola
rak varsayabilir ve Atatürk merkezli olmayan hiçbir milliyetçi
liği "gerçek Türk milliyetçiliği" saymaz, hatta Atatürk düşün
cesinden "kopanları" vatan hainliğiyle itham edebilir. Kendisini
"milliyetçi"görenler, başkaları tarafından "Amerikan projesi"
olarak sunulabilir. Karşınıza çıkan bir başkası, bütün siyaset
çilere tepki gösterip "alın teri" döken ve "helal para" kazanan
ların dışında , bütün siyasi kadroları aslında "kendi çıkarları
na hizmet eden" çıkar yapıları olarak mahkum eder ve onların
milliyetçi değil, aksine "vatan haini" olduklarını, gerçek milli
yetçinin kendisi olduğunu söyleyebilir.97 Öte yandan "ulusal
fantezi" dünyasının unsurları ve banal milliyetçiliğin kodları
karşısında bütün bu kişilerin zaman zaman bir araya gelip "or
tak duygu" altında birleştiğini de görebiliriz .
Milliyetçilikler "sorgusuz-sualsiz adanmışlık" ile bir kon
for arayışı arasındaki çok geniş yelpaze içinde yer alan saikler
den ve bu geniş yelpazeye yayılan duygu çeşitliliğinden besle
nir. Devletler bu çeşitliliği kontrol etmeye ve bir mecraya doğ
ru zorlayarak tek tipleştirmeye çalışır. Sokakla otorite arasında
böyle bir gerilim vardır. Bu gerilim, özellikle savaşın yaşandığı
veya ciddi bir tehdit algısının oluştuğu dönemlerde devlet le
hine yumuşar. Dünyanın gerilimli bölgelerindeki sert milliyet
çilikler ile refah devletlerindeki yumuşak (ve çekingen) milli
yetçilikler arasındaki farkın temel nedenlerinden birisi de bu
dur. Ayrıca etnik sınırların oluşturduğu gerilimlerin ve kimlik
krizlerinin desteklediği milliyetçi dışavurumların farklı yerler
de farklı sonuçlar üretmesi de mümkündür. Bütün bu çeşitlilik,
durumsallık (contingency) ve tarihsellik, milliyetçilikleri ister
resmi ve popüler formları arasında isterse farklı sorunların ya
şandığı farklı coğrafyalar arasında olsun, tek bir kuramsal açık-
75
lama içinde görebilmemize engel olmaktadır. Ancak bu , yine
tarihsel olarak ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, onla
nn izledikleri kimlik stratejileri bakımından benzerlikleri gör
memize de engel değildir.
76
2
TüRK1YE'DE EGİTİM, MİLLİYETÇİLİK
VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN
KESİŞİM NOKTALARI
T UBA KANCI
Giriş
77
Eğitimde kullanılan söylemler, pedagojik materyaller ve uygu
lamalar vasıtasıyla sunulan ve içselleştirilmesi beklenen ideal
kadınlık ve erkeklik kurguları, milli kimliğin kurgulanması ve
yeniden üretimi süreçlerinin önemli girdilerindendir.4 Örgün
eğitim aynı zamanda, milliyetçiliğin yeniden üretimini sağla
yan temel kaynaklardan biridir. 5 Resmi ideolojinin uygun gör
düğü milliyetçiliğin doğallaştırılmasına , normalleştirilmesine
ve yeniden üretimine ; daha genel bir düzeyde ise rejimin ko
runmasına ve sürekliliğinin sağlanmasına hizmet etmiştir. Di
yebiliriz ki milliyetçilik, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Tür
kiye'de eğitim sisteminin altyapısını oluşturan ana ideoloji, ör
gün eğitim müfredatları ve kullanılan ders kitaplarının belirle
yici söylemi olagelmiştir. Toplumsal cinsiyet rejimi ise milli
yetçiliğin bu yeniden üretim süreçlerinin bir parçasıdır.
Bu noktalardan hareketle bu yazıda, Türkiye'de ulus-devle
tin kuruluş ve konsolidasyon süreçlerinde , kimlik inşa proje
lerinin temelinde yatan milliyetçilik ideolojisi ve bu ideoloji
nin toplumsal cinsiyet kurgularıyla kesişim noktaları, ilköğre
tim ders kitaplarındaki yansımaları üzerinden incelenecektir. 6
Araştırma, Cumhuriyet'in ilk yıllarından, 1 920'lerin sonunda
Latin alfabesi kullanılarak basılan ilk kitaplardan başlayarak
süreklilikleri ve dönüşümleri inceleyebilmek amacıyla , 2000'li
yıllara kadar taşınacaktır.7 Cumhuriyet'in ilk yıllarından 2005
78
yılında gerçekleştirilen müfredat reformuna kadar kullanılan
ilköğretim ders kitaplarının söylem analizi yapılacak, sonrasın
da ise müfredat reformunun getirdiği değişiklikler (ve sürekli
likler) ilköğretim ders kitaplarının incelenmesiyle ele alınacak
tır. Cumhuriyet dönemi boyunca kullanımda olan ilköğretim
ders kitaplarına bakıldığında, eğitim alanının bu temel mater
yallerinin söylemsel altyapısını, tüm dönemler boyunca ve ya
pılan müfredat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluştur
duğu görülmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal kadınlık
ve erkeklik kurguları ise milliyetçiliğin doğallaştırılması süre
cinin önemli girdilerindendir. Milliyetçilik temelde, etnik kö
kenle ve şehit atalarla ilişkilendirilen vatan kavramı eksenin
de şekillenmekte , düşman ve savunma söylemi ile bunların et
rafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine inşa
edilmektedir.
llerleyen sayfalarda , öncelikle milliyetçilik çalışmalarının
kısa bir teorik değerlendirmesi ve toplumsal cinsiyetin bu ça
lışmalarda bir analiz kategorisi olarak ele alındığında getirdi
ği açılımlara değinilecektir. Sonrasında ise ilköğretim ders ki
taplarının analizine yer verilecektir. Örgün eğitimin, özellikle
de temel eğitim müfredatları ve ders kitaplarının incelenmesi,
Türkiye'de hakim milliyetçilik ideolojisinin ve içerdiği unsur
ların anlaşılması açısından önemlidir. llk olarak 1 920'lerin so
nundan çok partili hayata geçişe kadar olan dönemdeki kitap
lara odaklanılacaktır. Sonrasında ise l 950'ler ve sonraki yıllar
da ilköğretimde kullanılmış olan ders kitaplarındaki değişim
ve süreklilikler incelenecektir. Ulus-devletlerin kuruluş aşa
maları resmi milliyetçiliğin şekillenmesi açısından oldukça be
lirleyicidir; ancak, Slyvia Walby'nin de belirttiği üzere bir ulu
sun ve milliyetçiliğin oluşumunda tek bir kritik dönem yok
tur. Ulus-devlet sürekli bir yeniden yapılanma içindedir. Bu
yeniden yapılanma hem süreklilikleri hem de değişimi için-
79
de barındırır. Her bir değişim ise geçmişin tortularını içerir.8
Dolayısıyla, bu yazıda, Cumhuriyet'in ilk yıllan, demokrasi
ye geçiş ve konsolidasyon dönemlerinin incelenmesi sonrasın
da, 1 980 Askeri Darbesi'yle şekillenen ve küreselleşme süreç
lerinin, Türkiye'yi etkilemeye başladığı 1 980'li ve 1 990'lı yılla
rın ders kitaplarının analizi yapılacaktır. Son olarak da Avru
palılaşma süreçlerinin etkisi hissedilen 2000'li yıllara odakla
nılacak, bu süreçlerle etkileşim içinde yapılan 2005 yılı müfre
dat reformu incelenecek, bu en son ve kapsamlı reform sonra
sında yazılan kitaplar ve ilerleyen yıllarda yapılan değişiklik
ler analiz edilecektir.
80
genel anlamda milliyetçiliği, Emest Gellner'e referansla, "siyasi
ve milli birimlerin birbirleriyle örtüşmesi gerektiği"ni savunan,
"homoj en kültürel birimleri siyasi yaşamın temeli" olarak algı
layan düşünce, inanç ya da siyasi doktrin olarak tanımlayabili
riz . 1 1 Bu tanımından yola çıkarak her milliyetçiliğin, devlet ve
millet arasında örtüşmeyi ve homojenliği sağlamak için asimi
lasyon, dışlama, zorunlu göç gibi birtakım pratiklere başvurdu
ğu söylenebilir. Tüm milliyetçilikler homojen bir biz ve farklı
olan ötekiler algısına dayanmaktadır.
Milliyetçilik çalışmalarındaki bir diğer önemli ve temel alan
ise milliyetçiliklerin nasıl sınıflandırılabileceği meselesiyle ilgi
lidir; buradaki tartışma, vatandaşlığa dayalı milliyetçilik ve et
no-kültürel milliyetçilik arasında yapılan ayrım üzerine odak
lanmaktadır. Bu ayrım, Hans Kohn'un ilk olarak 1 944 yılın
da yayınlanan ve milliyetçiliği "Batı" ve "Batı-dışı" olmak üze
re ikiye ayıran çalışmasına kadar götürülebilir. 1 2 Kohn milliyet
çiliğin aslında Aydınlanma düşüncesi , ilerleme , demokrasi ve
endüstrileşme gibi öncülleri paylaştığını ileri sürer. Bu tür bir
milliyetçilik, millete aidiyeti vatandaşlık ve anayasa temelinde
tanımlar. Devlet ve onun kurumsal çerçevesi belirleyici olan
dır. Bu milliyetçilik dışlayıcı değil, asimilasyonisttir. Kohn'un
"Batı milliyetçiliği" olarak nitelendirdiği bu tür Fransız, İngi
liz ve Amerikan milliyetçiliklerinde vücut bulur; bunların dı
şında kalanlar ise "Batı-dışı milliyetçilikler" olarak tanımlanır.
Bu diğer milliyetçilikler normdan sapmalar olarak değerlendi
rilir ve Almanya örneğinde kristalleşirler. Alman milliyetçiliği,
Aydınlanma düşüncesinden değil ona tepki olarak doğan ro
mantik düşünce üzerinde şekillenir; burada uygarlık nosyonun
yerini kültür nosyonu alır. Dolayısıyla akılcı değil, tepkisel ol
makla eleştirilir. Millet organik/biyolojik bir bütün olarak al
gılanır; millete aidiyet ise etno-kültürel bağlara (kan ve kültür
bağı) dayandırılır.
Ancak Anthony D. Smith'in de belirttiği gibi aslında hiçbir
milliyetçilik tamamıyla vatandaşlık ya da etno-kültürel temel-
11 Gellner, Nations and Nationalism, s . 1 , 1 25 .
12 Hans Kohn, The Idea of Nationalism (New York: Macmillan, 1 944) .
81
li değildir; 1 3 bazı zamanlarda bazı yönlerinin öne çıkmasıyla bu
tipolojilerden birine daha yakın olduklarını söylemek mümkün
olabilir. Millete aidiyeti vatandaşlık temelinde tanımlayan milli
yetçilikler de etno-kültürel milliyetçilikler gibi, ortak bir kültür
(siyasi kültür) nosyonu içerirler ve farklı olana açık oldukları
söylenemez. Vatandaşlığa dayanan milliyetçilikler de, kanunlar
düzeyinde asimilasyonist olsalar da, gündelik hayatta dışlayıcı,
hatta ırkçı pratiklere açıktırlar. 1 4 Millete aidiyeti, temelde vatan
daşlığa dayalı olarak tanımlayan Latin Amerika milliyetçilikle
ri bu aynının normatif bir ayrım olarak değerlendirilmesindeki
sorunlara işaret eden örneklerden biri olarak gösterilebilir. Öyle
ki bu ülkeler darbeler, diktatörlükler ve anti-demokratik uygu
lamaların sıkça yaşandığı yerler olarak dikkat çekmektedirler. 1 5
Etno-kültürel temellere dayanan milliyetçiliklerin daha dışla
yıcı ve farklılıklara daha kapalı oldukları iddiası doğru olsa da,
Kyrnlicka'nın dikkat çektiği gibi, Latin Amerika örneklerinden
yola çıkarak vatandaşlığa dayalı bir milliyetçiliğin demokrasiy
le olan pozitif yöndeki ilişkisinin de bir mitten ibaret olduğunu
söyleyebiliriz. 1 6 Vatandaşlık ve etno-kültürel temelli milliyetçi
lik tipolojileri incelenmekte olan milliyetçiliğin içerdiği unsur
ları ve zaman içinde geçirdiği değişimleri analiz etme açısından
faydalı olmakla birlikte, indirgemeci yaklaşımlar oldukları açık
tır ve içerdikleri normatif değerlendirmeler sorunludur.
Milliyetçilikle toplumsal cinsiyet rejimleri 1 7 arasındaki iliş-
84
Cumhuriyet'in ilk yıllarından
Soğuk Savaş'ın iki kutuplu dünyasında
ders kitapları
25 Detaylı bir analiz ve tanışma için, bkz. E. Fuat Keyman ve Tuba Kancı, "A
Tale of Ambiguity: Citizenship, Nationalism and Democracy in Turkey" , s.
3 1 8-336.
26 Daha detaylı bir analiz için bkz, Tuba Kancı ve Ayşe Gül Altınay, " Küçük As
kerleri ve Küçük Ayşeleri Eğitmek: Ders Kitaplarında Askerileştirilmiş ve
Cinsiyetlendirilmiş Vatandaşlık" , Çokkültürlü Toplumlarda Eğitim - Türkiye ve
lsveç Deneyimleri içinde, F. Gök, M. Carlson, A. Rabo (der. ) (lstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 20 1 1 ) .
27 Ahmet Cevat Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe Kıraat, 4 . Sınıf (lstanbul:
Hilmi Kitaphanesi , 1 928) , s. 1 72. A. C. Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe
Kıraat, 5. Sınıf (lstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 928) , s. 9.
85
ve Kurtuluş Savaşı'na referansla, tarihten edinilen bir ders ola
rak şöyle der: "Sonunda anladık ki Türk'e Türk'ten başka dost
yoktur. "28 Akıncı atalar ve akıncı ruhu da milletin ortak tarihine
referansla milletin kültürel özelliklerinden birisi olarak sunulur.
1 930'ların ilk yarısında Türk Tarih Tezi'nin oluşturulması
ve ders kitaplarına girmesiyle birlikte etnik köken ve kültür
cü öz, milliyetçiliğin belirleyici özelliği haline gelir. Bu teze gö
re Türk milleti aslında ezelden beri var olan ve medeniyetin te
melini oluşturan bir millettir. "Türk'ün Türk'ten başka dostu
yoktur" anlayışı bu dönemde de bir alt söylem olarak varlığını
korumakla kalmaz, Tarih Tezi ile birlikte, milletin varoluşun
dan beri karşı karşıya olduğu bir gerçek olarak sunulur. Örne
ğin 1934'te basılan bir okuma kitabında "eski Türkler" den bah
sedilirken şöyle denir: "Türkler her zaman komşuları ile savaş
halinde olmuştur. "29
Vatan (Anadolu) ve etnik köken arasında da birebir ilişki ku
rulmaktadır. Örneğin, Türk Tarih Tezi'ne göre düzenlenen ve
1 936'da yayımlanan tarih kitaplarında şöyle denmektedir:
36 l 930'larda basılmış bir okuma kitabında yer alan iş Seçmek başlıklı parçada
bir grup erkek çocuk büyüyünce seçecekleri işleri konuşmakta ve meslekleri
tanıtmaktadırlar. Parçada sadece terzilik, kadınlann yapabileceği bir iş olarak
sunulur. 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat, Sınıf 2 (lstanbul: Türk Kitapçılığı Limited
Şirketi, 1 934) , s. 44.
37 Altınay, The Myth of the Military-Nation, s. 28-30. "Asker ruhu" ilk olarak
Türk Tarih Teziyle birlikte yazılan lise tarih ders kitaplarında tarihsel olarak
süregelen ve onların da sahip olması gereken kültürel bir özellik olarak sunu
lur. Bkz . , T.T.T. Cemiyeti. Tarih 4, Türkiye Cumhuriyeti (lstanbul: Devlet Mat
baası, 1 934) , s. 344-345 .
38 "Diğer" erkeklik ve kadınlık kurgularının detaylı bir analizi için bkz . , Kancı,
" Cumhuriyet'in llk Yıllarından Bugünlere Ders Kitaplarında Kadınlık ve Er
keklik Kurguları" , s. 88- 102.
39 Erken cumhuriyet döneminden örnekler için bkz . , 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat,
Sınıf 5, s. 28-30; Pakize İçsel ve Nazım İçsel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Ki
tabı, Beşinci Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 929) , s. 1 58- 1 6 1 ; İçsel ve İç
sel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Kitabı, Üçüncü Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitap
hanesi , 1 934) , s. 82-84.
40 Ilene Rose Feinman. Citizenship Rites: Feminist Soldiers and Feminist Antimi- li
tarists (New York ve Londra: New York University Press, 2000).
88
askerliğin kültürel özle ilişkilendirilmesi ise milletin eril ola
rak tahayyül edilmesini sağlamaktadır. Ders kitaplarını şekil
lendiren hakim söylemde Türk, tanım itibariyle bir erkektir; er
kek, milletin asıl üyesi ve birinci sınıf vatandaşı iken, kadın bu
statüden dışlanır. Erkekler, askerlik hizmetiyle ulusun ve dev
letin maddi sürekliliğini sağlayan varlık ve aktördür. Kadınlar,
vatandaşlık görevi ve kültürel bir belirleyen olarak sunulan as
kerlik görevi yerine başka bir temel görevle donatılırlar-annelik.
Orta sınıf kadını milletin biyolojik yeniden üretimin yanı sı
ra kültürel yeniden üretiminin ve sosyalizasyonun temel unsu
ru olarak karşımıza çıkar. Örneğin, 1929 tarihli bir okuma ki
tabındaki Neslin Islahı başlıklı parçada bir anne, kızına yazdığı
mektupta kadınların bedensel eğitiminin gelecek nesillerin fi
ziksel dayanıklılığı için önemli olduğunu vurgular; bunun da
dayanıklı askerler yetiştirilmesi için gerekli olduğunu belirtir.41
Bu kadınlar modernliği sembolize ederler ve modernliğin sınır
ları onlar üzerinden belirlenir. Ancak, modem olarak betim
lenen ideal kadın modemin öznesi olmaktan oldukça uzaktır.
Milliyetçiliğin öngördüğü erkekliğin özel alanda yeniden üreti
mini sağlayan da yine bu kadındır. Ders kitaplarına hakim cin
siyetçi işbölümü çerçevesinde resmedilen anne-ev kadınlarının
ev dışında çalışmaları bazı zorunluluklar dışında pek mümkün
değildir.
1950'li yıllarda Türk Tarih Tezi geçerliliğini yitirmiştir; an
cak, bir alt dil olarak ders kitaplarının söyleminde yerini korur.
Bu yıllarda ve sonrasında etnik kökene yapılan vurgular azalsa
da akıncı atalar ve akıncı ruhuna yapılan referanslar ve kültü
rel bir belirleyen olarak askerlik üzerine yapılan vurgular ders
kitaplarındaki varlıklarını sürdürürler. 1 950'lerin ders kitapla
rında gördüğümüz bir diğer önemli nokta ise savunma vurgu
suna milli güvenlik söyleminin eklemlenmesidir. Burada İkinci
Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasının ve Soğuk Sa
vaş'ın etkisini görmek mümkündür. Artık tarih kadar, jeopoli
tik kaygılar da bu söylemin bir parçasıdır ve ülkenin j eopolitik
41 lçsel v e lçsel, Kız v e Erlıelı Çocuklara Kıraat Kitabı, lllımelıtep Beşinci Sınıf, s .
44-48.
89
önemine yapılan vurgu ders kitaplarındaki hakim söylemler
den biri haline gelir.42
1 950'li ve sonraki yıllarda kullanılan ders kitaplarında sunu
lan toplumsal cinsiyet rejimi ve ideal kadınlık-erkeklik kurgula
rında herhangi bir değişiklik olmaz. Ancak orta sınıf erkek ve ka
dınlan dışındaki aktörler kitaplarda daha görünür hale gelirler.
Tüm bu yıllar boyunca, erkekliğin asker-savaşçı-koruyucu ek
senlerinde kurgulanması ve temel ekonomik aktör olarak sunul
ması söz konusudur. Milletin kültürel özü olarak sunulan asker
lik ile erkeklik arasında kurulan bağ devamlılığını korur. 1936
müfredatında olduğu üzere, 1 948 ve 1 968 yıllarının ilkokul müf
redatlarında da Türklerin tarihteki başarılan öğrencilere öğretil
mek üzere sıralanırken askerlik ilk sırada yer alır.43 Türklerin
"doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu vurgu
lanır.44 Kadınlar öncellikle anne ve ev kadınlan olarak resmedi
lirler; 1 970'lere kadar öğretmenlik ve nadiren de olsa hemşirelik
dışındaki meslek dallarında temsil edildikleri görülmez.45 Ka
dınlık ise biyolojik ve kültürel yeniden üretim eksenlerinde ve
sosyalizasyonun temel unsuru olarak kurgulanmaktadır.
91
leti denir,"48 önermesinde kristalleşir. Millet ve vatan kavram
larına yapılan vurgular artar; sosyal bilgiler kitaplarında birer
ünite konusu haline getirilirler. 1 990'ların sonunda kullanılan
kitaplarda millet tanımında bir değişiklik göze çarpar. Tanım
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk mille
ti denir"49 şeklini alır. Ancak, kitapların geneline bakıldığın
da etnik köken üzerine yapılan vurgularda herhangi bir azal
ma söz konusu değildir.
1 980'ler ve 1 990'lar boyunca ölmek ve öldürmek vatanse
verliğe referansla kutsallaştırılmaya devam eder: "Bir şairimi
zin dediği gibi, 'Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.'"50
Ayrıca 1 980'lerde yapılan müfredat değişiklikleriyle ders ki
taplarının söylemsel altyapısını oluşturan milliyetçilik ideo
loj isinde j eopolitik önem ve düşmanlar üzerine yapılan vur
gular artar. 1 986'da müfredata Atatürkçülükle ilgili Konular
başlığı altına eklenen konular arasında yer alan tehdit konu
su düşman olgusunun özellikle altını çizer. 5 1 Tehdidin sebeple
ri, "Türkiye'nin jeopolitik önemi"ne ve "güçlü bir Türkiye'nin
arzulanmayışı"na bağlanır. 1 995'te ise Atatürkçülükle ilgili Ko
nular yenilenir; fakat içerik temelde aynı kalır. Tehdit konu
su Türkiye'y e Yönelik lç ve Dış Tehditler olarak yeniden belirle
nir.52 Bu haliyle milliyetçilik korkular üzerine inşa edilir ve bu
korkular yoluyla korunmaya çalışılır. Bizim bizden başka dos
tumuz olmadığının sık sık tekrarlamasının arkasındaki temel
neden de budur. Ancak bu anlayış ötekine, farklı olana karşı
bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirir; onu tanımak, gör
mek istemez.
48 T . C . Milli Eğitim Bakanlığı, ilkokullar için Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Milli Eği
tim Basımevi, 1 99 1 ) , s. 239.
49 Güler Şenünver, v.d. , llkögretim Okulu Sosyal Bilgiler 5 (lstanbul: Milli Eğitim
Basımevi, 1 999) , s. 1 2 .
50 Nurgün Şahin v e Aziz Şahin, ilköğretim Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Salan Ya
yınlan, 1995), s. 226.
51 T . C . Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (lstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1 988) , s. 165, 1 6 7 , 225.
52 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, i lköğretim Kunımlannın Birinci Kademesindeki ôg
retim Programlan ile Ders Kitaplannda Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgi
li Konular Ankara: Milli Eğitim Basımevi , 1 995 ) , s. 50-5 1 .
92
Bu yıllarda kullanılan ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re
jimi önceki yıllarla devamlılık gösterir; askerlik, düşman ve sa
vunma söylemleri etrafında şekillenir. Bu söylemler hem etnik/
kültürel özün hem de milliyetçiliğin belirleyenleridir. Türkle
rin "doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu
vurgusu bu yıllarda da ders kitaplarında yerini alır. "Askerlik
hizmetinin kutsallığı" ve "Türk milletinin doğuştan asker olma
vasfı" 1 986'da ve 1 995'te müfredata eklenen ve özellikle üze
rinde durulması gereken Atatürkçülük konuları arasında yer
lerini alırlar. 53
1 980 ve l 990'ların ders kitaplarında ders kitaplarında ide
al kadın orta sınıf eşleştirmesi ortadan kalkar. ldeal kadın
1990'larda kullanılan bir ders kitabında şöyle tarif edilmektedir:
53 Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (İstanbul: Milli Eği
tim Basımevi , 1 988) , s. 1 60, 1 7 1 ; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, ilköğretim
Kurumlannın Birinci Kademesindeki Ôğretim Programlan ile Ders Kitaplannda
Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgili Konular (Ankara: Milli Eğitim Basıme
vi, 1 995) , s. 1 9 , 46, 47.
54 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Hayat Bilgisi ilkokul 3 (Ankara: Milli Eğitim Ba
kanlığı Yayınlan, 1 99 1 ) , s. 1 86. Vurgu bana ait.
93
revi görmektedir. Tanımdaki "Türk kadını" vurgusu da dikkat
çekicidir. Kadın, söz konusu "hayali cemaat"in iç ve dış sınırla
rının ve hiyerarşisinin korunmasını sağlamaktadır.55
Önceki yıllarda olduğu gibi 1980 ve l 990'larda da ders kitap
larına cinsiyetçi bir işbölümü hakimdir; bu işbölümü çerçeve
sinde resmedilen kadın, hane halkının özel alanda yeniden üre
timini sağlamaktadır. 56 Bu yılların ders kitaplarında artık ça
lışan ve meslek sahibi olan kadınlara rastlanmaktadır; fakat bu
durum aşağıdaki alıntıda da görülebileceği gibi onların öncel
likle ve asıl olarak anne-ev kadını olarak tanımlanmalarını de
ğiştirmez:
94
tur. 58 AB'ye tam üyelik hedefine yönelik olarak, 2000'li yılların
başlarından itibaren, Türkiye hükümetleri çeşitli yasal ve ida
ri reformlar gerçekleştirmişlerdir. 200 1 yılındaki Anayasa deği
şikliklerini, 2002 yılındaki uyum paketi izler; Adalet ve Kalkın
ma Partisi'nin (AKP) iktidara gelmesinden sonra (2002) ise re
form süreci, 2003 ve 2004 yıllarında hızlanarak devam eder. 59
Ancak eğitim ve ders kitapları alanına baktığımızda bu yıllarda
herhangi bir değişiklik göze çarpmamaktadır. 2000'lerin baş
larına ait ders kitapları geçen on yılın sonunda kullanılanlar
la aynı çizgileri izlemiştir. Tehdit ve ulusal güvenlik endişele
ri, düşman ve savunma söylemleri hala milliyetçilik söylemi
nin belirleyenleridir; etnik ve kültürcü vurgularda ise bir deği
şiklik gözlenmez.
Eğitim alanındaki kapsamlı değişiklik ise 2005 yılında ger
çekleşir; bu süreçte müfredat yeniden tasarlanır ve ders kitap
ları yeniden yazılır. Bu reformun amacı yeni ders programların
da şöyle açıklanır:
96
incelendiğinde, kitapların söylemlerinin çok katmanlı ve bazı
noktalarda tutarsız olduğu söylenebilir. Kimlik kavramı bu ki
taplarda kimlik kartlarının tanıtılmasına indirgenmiştir. Farklı
lıklar, duygular, düşünceler, karakter özellikleri ve hobiler bağ
lamında anlatılmaktadır; ayrıca bu anlatıma cinsiyetçi bir yak
laşım ve aynın hakimdir. Örneğin erkek çocuk kitap okumayı
ve bilgisayar oyunlarını sevdiğini ve okulun basketbol takımın
da olduğunu anlatır, kız çocuk ise kitap okumayı ve bebekleri
ni biriktirmeyi sevdiğini söyler ve ekler: " Çok duygusal bir kı
zım. Televizyonda üzücü bir olay görsem hemen ağlamaya baş
lıyorum. O nedenle ailemde bana 'sulu göz' diyorlar. " 64
Ailede işbölümüyle ilgili yukarıda değinilen farklı örnek ve
ıllüstrasyonlara rağmen temelde cinsiyetçi işbölümünün de
vam ettiği görülmektedir.65 Örneğin, 4. sınıfa ait bir sosyal bil
giler kitabında Hep Birlikte ünitesindeki Toplumsal Dayanışma
altbaşlıklı metnine eşlik eden bir illüstrasyonda babayı üzerin
de takım elbisesi ve elinde çantası ile apartmanın merdivenle
rini çıkarken, anneyi mutfakta ocağın yanı başında, çocuğu ise
odasında ders çalışırken gördüğümüz bir apartman dairesi kro
kisi karşımıza çıkmaktadır.66 Hatta 2002'de gerçekleşen Mede
ni Kanun değişiklikleriyle erkeğin aile reisliği tekeline son ve
rilmesine rağmen, kitaplarda hala babanın bu şekilde tanımlan
dığı örnekler bulunmaktadır.67
Anayurt ve savaşçı atalara dayanan etnik köken ve Türklük
anlatısı da sosyal bilgiler 4. ve 5. sınıf müfredatlarında olma
sa da 6. ve 7 sınıf müfredatlarında yerini almaktadır.68 Bu söy
lemde askerlik, milletin kültürüne içkin bir öğe olarak değer
lendirilmeye devam eder. Bu anlatılarla, erkekliğin savaşçı-ko-
64 Meltem Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı Ostanbul: Milli
Eğitim Bakanlığı, 200 5 ) , s. 1 4- 1 5. Diğer örnekler için bkz . , Enver Aydın Kolu
kısa, v.d. , Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan, 2006 ) , s. 1 6-23.
65 Ailede işbölümünü anlatan bir metin için bkz. , A.g.y. , s. 147.
66 Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 1 34 .
67 Enver Aydın Kolukısa, v.d. ,Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan,
2006 ) , s. 27.
68 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Sosyal Bilgi
ler 6. - 7 Sınıf Programı.
97
ruyucu imajı etrafında şekillenen toplumsal cinsiyet rejimi ye
niden üretilir. Kadınlar kitaplarda yer yer "milli" mücadelele
rin katılımcıları olarak boy göstermektedirler; ancak asli un
surlardan biri olarak değil fedakar "yardımcılar" olarak tanım
lanırlar. 69
2005 müfredat reformu sonrasında oluşturulan yeni müfre
dat ve ders kitapları çeşitli eleştiriler almış ve bu tarihten iti
baren çok sayıda revizyona tabi tutulmuştur.70 Müfredat ve
ders kitaplarının 1 999 tarihli Talim ve Terbiye Kurulu Baş
kanlığı (TTKB) kararında belirlenen Atatürkçülükle ilgili ko
nu ve kazanımları içermediğini vurgulayan eleştiriler sonra
sında , düzeltmeleri belirlemek için TTKB'de bir komisyon
kurulur ve kitaplar bu eksende yeniden düzenlenir. 71 Kitap
ların cinsiyetçi söylemler açısından incelenmesi amacıyla yi
ne TTKB bünyesinde komisyonlar kurulur ve kitaplar revi
ze edilir.
Tüm bu revizyonlar sonrasında 2000'lerin ikinci on yılında
yazılan ve kullanıma sunulan ders kitaplarına baktığımızda di
yebiliriz ki, bu yeniden yapılandırılmış kitapların söylemlerin
de hala geçmişin tortularının izlerini sürmek mümkündür. Bu
çok katmanlılık, özellikle vatan , millet ve milliyetçilikle ilgi
li söylemlerde daha belirgindir. Ders kitaplarında milliyetçili
ğin etno-kültürel ekseninin temelleri yerlerini korumaktadır-
69 Kolukısa, v.d., Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 59.
70 Örneğin neo-liberal ideoloj iyi eğitime soktukları, Atatürkçülük konularını
içermedikleri bu eleştirilerden medyada geniş yer bulanlarıdır. " llköğretim
de Neo-Liberal Müfredat Geliyor" , Bianet, 21 N isan 2005; Saygı Öztürk, "Ders
Kitaplarında Atatürkçülük Şoku " , Hürriyet, 31 Temmuz 2007; Nergis Demir
kaya, "Ders Kitaplarına Atatürkçülük Rötuşu" , Sabah, 1 Ağustos 2007 Müf
redat reformunun ve ders kitaplarının araştırma odaklı eleştirileri için bkz. P.
Aşkar, F. Paykoç, F. Korkut, S. Oklun, B. Yangın, ] . Çakıroğlu, Yeni Ôğretim
Programlannı inceleme ve Değerlendirme Raporu Clstanbul: Eğitim Reformu Gi
rişimi, 2005); Gürel Tüzün (der.) Ders Kitaplannda insan Haklan Tarama So
nuçlan lI (lstanbul: Tarih Vakfı Yayınları , 2009 ) . Tarih Vakfı'nın araştırması ,
ders kitaplarında ilk projede belirlenen sorunların nicelik olarak azalsa da te
melde devam ettiğini vurgular.
71 Genelkurmay Başkanlığı'na komisyona katılımları için davetiye gönderilir.
Komisyona katılmak üzere bir yarbay ve iki subay görevlendirilir. "Ders Ki
taplarına Askeri Denetim" , 4 Eylül 2007, URL: http://www . haber7 .com/haber.
php?haber_id=266368 - Erişim Tarihi: 1 Eylül 2008.
98
lar. Etnik köken, atalar ve kültürel öze yapılan vurgular özel
likle sosyal bilgiler kitaplarının tarih konularıyla ilgili bölüm
lerinde belirgindir: Örneğin, 4. sınıf sosyal bilgiler kitabında
yer alan Geçmişimi Öğreniyorum başlıklı ünite,72 6. sınıf sosyal
bilgiler kitabında yer alan lpek Yolunda Türkler ünitesi,73 7. sı
nıf sosyal bilgiler kitabı, Türk Tarihinde Yolculuk başlıklı üni
te.74 Türklüğe yapılan vurgu ise ("Türk kültürü " , "Türk sanat
ve estetiği" , "Türk tarihi" , "Türk kadını" gibi) kitapların tümü
ne hakimdir. 75
Özellikle 6. ve 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitaplarının söy
lemleri Türk Tarih Tezi ve Türk lslam Sentezi'nin temel unsur
larını içermeye devam etmektedir. lpek Yolunda Türkler ünite
si ise öncelikle Orta Asya ve Göçler konusuna odaklanır. 76 Bu
kez resimlerde at üstünde sadece erkekler değil, kadınlar ve ço
cuklar da görülür.77 Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) kurulu
şu , Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'ye kadar geri götürülür.
Sonrasında öğrencilerden ilk Türk ordusu ile TSK'nin karşılaş
tırmasını yapmaları istenir. 78 Ünite, lslamiyetin doğuşu ve ya
yılışı ve ilk Türk lslam Devletleri konularıyla devam eder. Bu
na paralel bir şekilde , 7. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer
alan Türk Tarihinde Yolculuk ünitesinde, Türklerin "mükem-
72 Miyase Koyuncu Kaya , Özgül Dağ, Emine Koçak, Tuğrul Yıldırım, Mehmet
Üna1, 1lkögretim Sosyal Bilgiler 4, Ders ve ôgrenci Çalışma Kitabı (Ankara: Mil
li Eğitim Bakanlığı, 201 1 ) , s. 32-57.
73 Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 60-99.
74 Polat, v.d. ,llkögretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 50-93 .
75 Bu vurgulann yer aldığı birçok örnek arasında sosyal bilgiler dersinde işlen
mesi beklenen konularla Türklük arasındaki bağlantıya dikkat çekmesi açı
sından şu iki örnek anlamlıdır: "Okula yeni başladığım günlerde dedem, Türk
kültürü ve tarihi hakkında bilgiler verir, ilginç olaylar anlatırdı. Sosyal bilgiler
dersinde, dedemin anlattıklannı kaynaklanyla birlikte aynntılı olarak öğren
dim. " Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 23. "Türk çocuğunun atalannı tanıması için hangi sosyal
bilim alanında çalışmalar yapılmalıdır? Neden?" A.g.y. , s. 25.
76 A.g.y . , s. 62-7 1 .
77 A.g.y . , s . 62.
78 A.g.y . , s. 72-73.
99
mel savaşçı"lar oldukları vurgulanır,79 "Türkiye Selçukluları ve
Anadolu'da kurulan beyliklerin Anadolu'nun Türkleşmesine
yaptıkları katkıları"n altı çizilir.80
Ek olarak sosyal bilgiler 6. sınıf kitabında yer alan Sosyal Bil
giler Ôğreniyorum başlıklı ilk ünitede yer alan Atatürk ve Sosyal
Bilgiler konusu için düzenlenmiş bir gazete haberiyle Türk Ta
rih Tezi'nin nüveleri öğrencilere sunulur:
1 00
nevlerine ait 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında da yer alır.83 Yine 7.
sınıf sosyal bilgiler kitabında Mustafa Kemal' den alıntı yapılarak
milletin tanımı şöyle yapılmaktadır: "Türk milleti, halk yönetimi
olan cumhuriyetle yönetilen bir devlettir. "84 Burada da görüldü
ğü üzere millet ve devlet tanımlarında birbiri içine geçmişlik ve
kavramsal bir kargaşa hakimdir. Vatandaşlık ise hak ve vazife te
melli bir statü olarak görülmez.85 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında
yurttaşlık "yurttaş olma, bir yurtta doğup büyüme veya yaşamış
olma durumu, vatandaşlık" şeklinde açıklanır.86 Özel bir yayıne
vine ait 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında ise yurttaş "yurtlan veya
yurt duygulan bir olanlardan her biri, vatandaş" diye tanımlan
maktadır. 87 Her iki tanımda da yurttaşlık/vatandaşlık kavranıla
n ne devlete ne de millete aidiyet ekseninde açıklanmaktadır; ta
89 Mecit Mümin Polat, Niyazi Kaya, Miyase Koyuncu, Adem Özcan, ilköğretim
Sosyal Bilgiler 7, Ogretmen Kılavuz Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı ,
2009 ) , s. 20.
90 M. M . Polat, v.d. ,llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 201 1 ) , s. 167 Vurgu bana ait.
1 02
Bu örnekte de görüldüğü üzere erkek hem kadının hem de
söylemsel olarak kadınlaştırılan vatanın koruyucusu olarak su
nulmaya devam etmektedir.
Önceki yıllardaki gibi yeni ders kitaplarında da , kadınlar
"ulusal" ve askeri mücadelelerin katılımcıları olarak gösteril
mektedirler. Kurtuluş Savaşı mücadelesinde kadınların da yer
aldıklarının altı çizilmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal'e re
ferans verilerek alıntı yapılır: "Dünyada hiçbir milletin kadı
nı, 'Ben Anadolu kadınından çok çalıştım, milletimi kurtulu
şa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim,'
diyemez . "91 Bu noktada , yeni kitapların söylemlerinin geç
miş yılların kitaplarından farklı olmadığı ileri sürülebilir; an
cak, kadınların katılımının vurgulandığı tek mücadele Kurtu
luş Savaşı mücadelesi değildir. 6. sınıf sosyal bilgiler ders kita
bının lpek Yolunda Türkler başlıklı 3. ünitesinde farklı bir söy
lem karşımıza çıkar. Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'nin ağ
zından şöyle denmektedir: "Düşmanların saldırılarına karşı va
tanımızı tüm Türk milleti; kadın, erkek, yaşlı genç ayırt etmek
sizin savunduk. Bu mücadelemizden sonra "ordu millet" ola
rak tanındık. "92
Ordu-millet miti, etnik köken ve kültürün en önemli belir
leyenlerinden biridir. Askerlik böylece Türklüğün doğasına iç
kin bir değer olarak sunulur, askeri değerler yüceltilir. Yeni
ders kitaplarında da kültürel bir belirleyen olarak sunulan as
kerlik Türklerin tarihteki başarıları arasında ilk sırada yer alır.
1930'lardan bu yana ders kitaplarında vurgulandığı üzere Türk
ler doğuştan ve her şeyden önce asker bir millettir, "Türk mille
ti, ordu-millet bütünlüğünün en güzel örneğidir. "93 Tüm bun
lar, bu yazıda daha önce de değinildiği gibi, kadınların toplu
luğun asli üyeleri olarak değerlendirilmemesine, vatandaşlığın
cinsiyetçi bir temelde tanımlanmasına yol açmıştır. Askerlik gö
revi dolayısıyla erkek, milletin temel üyesi ve birinci sınıf vatan-
91 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6 , Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 67
92 A.g.y. , s. 72.
93 A.g.y. , s. 73.
1 03
daşı olarak sunulur. lşte tam bu noktada, ordu-millet miti tek
rar tanımlanır ve kadınların buradaki varlığı vurgulanır. Kadın
lar en kutsal vatandaşlık hizmeti olduğu belirtilen askerlik gö
reviyle ilişkilendirilmeseler de,94 ordu-millet miti artık, yukarı
daki alıntılarda da görüldüğü gibi, kadınlan da içermektedir. 95
Özel yayınevlerine ait ders kitaplarında da durum farklı değil
dir. Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabın
da, ipek Yolunda Türkler ünitesinde yer alan Asker-Millet başlıklı
bölümde, yine Mete Han'ın ağzından şöyle denmektedir:
1 04
sıklıkla vurgulansa da, kadın artık sadece aileyle ilişkilendirile
rek tanımlanmamaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki
varlığının altı çizilmektedir. 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer
alan Demokrasinin Serüveni başlıklı ünitede, Türk Kadınının Ça
lışma Hayatındaki Yeri başlığı altında, kadınların temsil edildiği
meslekler arasında yargıçlık, savcılık, doktorluk, mühendislik,
üniversite öğretim üyeliği, sporculuk, müzik ve sahne sanatçı
lığı, yöneticilik yer almaktadır. Alanlarında ilk olan kadınların
profillerine yer verilmektedir. Kaymakamlık, milletvekilliği, ba
kanlık, başbakanlık yapan kadınlar, makinist, arkeolog, girişim
ci kadınlar sunulan rol modelleri arasında yer almaktadırlar. 98
Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında ise,
1930 yılında lstanbul'da belediye meclis üyeliği için adaylığını
koyan bir kadının seçim afişi ve seçim programı yer alır.99
6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan Demokrasinin Serü
veni ünitesindeki Dünden Bugüne Türk Kadını başlıklı bölüm
de ilk Türk devletleri, kadının bu dönemlerdeki önemi ve yö
netimdeki yeri anlatılır, sonralan bunun değiştiği belirtilir. Os
manlı Devleti'nde kadınların eğitimiyle ilgili bazı çalışmalar
yapıldığına değinilir, "Türk kadını , günümüzde sahip olduğu
hakların birçoğuna Atatürk döneminde kavuşmuştur," diye ek
lenir. 1 00 Yine aynı sayfalarda öğrencilere, "Kadın ve erkek ara
sında ayrım yapılması bir toplumda ne gibi sorunlara yol açar?"
diye sorulur ve tartışmaları istenir. 101 Bu soruya verilecek muh
temel cevapları ünite içinde bulmak mümkündür. Örneğin bir
1 05
sonraki sayfada , "Özellikle cumhuriyet dönemine kadar top
lumda cinsiyetler arası ayrımcılık yapıldığından kadının eğitim
ve öğrenim imkanları çok kısıtlanmıştır" denmektedir. 1 02 Bu
rada da görüldüğü gibi ders kitaplarına, Cumhuriyet'le birlikte
kadınların tüm haklara sahip oldukları anlayışı hakimdir. Öte
yandan, kitaplarda kadın hakları mücadelesine hiç değinilmez.
Cumhuriyet döneminin kazanımları , kökleri önceki dönemle
re uzanan, farklı etnik kimliklere sahip kadınların hak arayışla
rının kazanımları olarak değil, tepeden inme bir şekilde bahşe
dilen hakların sonucu olarak sunulur. 1 03 Yine aynı kitabın Sos
yal Bilgiler Öğreniyorum başlıklı ilk ünitesinin Ben Etkin bir Va
tandaşım bölümünde kadınların iş hayatına girmesi , siyasal ha
yatta yer alması Cumhuriyet ile eşleştirilir. 104 Temelde insan ve
vatandaşlık haklarıyla ilgili sorunların, özellikle de kadın hak
ları sorunlarının Cumhuriyet döneminde de var olduğu, hatta
cinsiyet ayrımcılığının, etnik ve sınıfsal kökenli ayrımcılık ve
eşitsizliklerle birleşerek varlığını sürdüren önemli sorunlardan
birini oluşturduğu da göz ardı edilmektedir.
Ancak, 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer alan bir ör
nek, ironik bir şekilde, durumun hiç de ders kitaplarında an
latılmaya çalışıldığı gibi olmadığını , cinsiyet ayrımcılığının bo
yutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde Nüfus başlıklı
2. ünitede yer alan Devlet-Vatandaş Elele bölümünde , 5. sını-
1 06
fın sonunda ailesi tarafından okuldan alınan bir kız öğrencinin
hikayesine yer verilir. Lale ve üniversitede okuyan ağabeyinin
Lale'nin tekrar okula dönmesi için aileyi ikna çabaları başarısız
olur. Lale, televizyondan Haydi Kızlar Okula kampanyasını du
yar ve yardım istemek için kaymakamın yanına gider; kayma
kam, Lale'yi cesareti ve okuma azminden dolayı kutlar ve oku
la geri dönmesi için aileyi ikna eder. 1 05
Kadınların sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki varlıkları
nın vurgulanması, yeni ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re
jiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlandığını söylemek için ye
terli değildir. Ders kitaplarında kadınların eğitiminin gereklili
ğinin altı çizilir; ancak kadınların eğitimi hala erkekler ve mil
let üzerinden meşrulaştırılmakta, satır aralarında annelik gö
revlerine ve bu görev dolayısıyla milletin biyoloj ik, ideoloj ik
ve kültürel yeniden üretiminde oynamaları gereken role atıf
ta bulunulmaktadır. Örneğin, Demokrasinin Serüveni ünitesin
de, kadınların eğitiminin önemi Mustafa Kemal'e referans ve
rilerek ve alıntı yapılarak şöyle vurgulanmaktadır: "Kızlarını
okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum et
miş demektir. " 1 06 Bu noktada, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde
kullanılan kitaplarla olan benzerlik dikkat çekicidir. Örneğin,
1929 tarihli bir ilkokul ders kitabında, Tabii Servet başlıklı bir
parçada orta sınıftan eğitimli ve modem bir anne , kızına eğiti
min gerekliliğini bir mektup yazarak açıklar. Buna göre, her kız
çocuğu iyi bir anne olmak için eğitilmelidir çünkü onun eğiti
mi çocuklarına aktarılacak ve onların tabii serveti olacaktır . 1 07
Sonuç
1 07
nin söylemsel zeminini, tüm dönem boyunca ve yapılan müfre
dat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluşturduğu görül
mektedir. Milliyetçilik, etnik köken, düşman ve savunma söy
lemleriyle belirlenen vatan kavramı ekseninde şekillenmekte
ve bunların etrafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi
üzerine inşa edilmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal ka
dınlık ve erkeklik kurguları milliyetçiliğin doğallaştırılması sü
recinin önemli girdilerindendir. Erkeklik, savaşçı-koruyucu
kavramları etrafında şekillenirken ; kadınlık, bu koruma göre
vinin nesnesidir. Kadın, milletin biyolojik yeniden üretiminin
ve sosyalizasyonun temel unsuru olmanın yanı sıra, kültürel ve
ideolojik yeniden üretiminde de rol oynamaktadır. Erkek, ka
dının ve söylemsel düzeyde metaforlarla kadın olarak kurgula
nan vatanın koruyucusudur. Erkeklik ve askerlik eşleştirme
si ders kitaplarında yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rejimi
nin önemli bir parçasıdır. Millet kültürel öz, kuruluş mitleri ve
savaşçı atalara referansla ordu-millet olarak tanımlanmaktadır.
Bu erkeklik kurgusu ise sadece ideal olarak tanımlanmakla kal
maz, millete aidiyeti de belirler.
2000'li yılların başında gerçekleştirilen eğitim ve müfredat re
formu da önceki dönemlerde karşılaştığımız bu tabloyu değiş
tirmez. Söz konusu reform, eğitim ve ders işleme alışkanlıkları
nı değiştirmeye çalışır; kitapların yazılım tarzında değişiklikler
olduğu da muhakkaktır. Ancak yeni ders kitaplarının söylem
leri çok katmanlıdır, eski söylemleri içlerinde barındırır ve yer
yer tutarsızdır. Milliyetçiliğin etnik belirleyenleri ders kitapla
rında sürekliliklerini korur. Türk Tarih Tezi 1950'li yıllarda ge
çerliliğini yitirse de tüm bu zaman boyunca ve müfredat refor
mu sonrasında da bir alt dil olarak ders kitaplarının söylemin
de yer almaktadır. 1980'lerde ders kitaplarının söylemine hakim
olan Türk Islam Sentezi için de aynı şey söylenebilir; yeni ders
kitaplarında bu sentezin izlerini görmek mümkündür. Bu iki alt
söylem birlikte, Anadolu'nun etnik kökenle ilişkilendirilerek ta
nımlanmasına yardım eder. Kimlik ve farklılıklar yeni müfredat
konuları içinde yer alsa da bu kavramlara kapsayıcı bir şekil
de yaklaşılmaz; bu coğrafyada yaşamış ve yaşamakta olan fark-
1 08
lı kimlikler 2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanımda
olan ders kitaplarında da yok sayılmaya devam eder. Kitapların
söylemlerinde toplumsal cinsiyet eşitliği yönünde gelişmeler ol
sa da cinsiyetçi bir işbölümü içermediklerini söylemek müm
kün değildir. Hakim milliyetçilik ve getirdiği cinsiyetçi toplum
sal cinsiyet rejimi değişmediği sürece, ne ev içinde daha eşitlikçi
bir işbölümünün sunulması ne de kadınların sosyal, ekonomik
ve siyasal hayattaki varlıklarının vurgulanması, ders kitapların
da toplumsal cinsiyet rejiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlan
dığını söylemek için yeterli değildir. Eşitlikçi bir toplumsal cin
siyet rejimi ve demokratikleşme için eğitim alanındaki söylem
lerin demokratik vatandaşlık ekseninde, farklıklar ve eşitlik te
melinde , yeniden yapılandırılması gereklidir. Bu ise milliyetçi
ideolojinin bakış açısına ve onun tartışılmaz ve doğal kabul etti
ği iddialarına, mitlerine, ideal kadınlık ve erkeklik kurgularına
eleştirel yaklaşmayı, yeniden gözden geçirmeyi ve sorgulamayı
gerektirmektedir.
1 09
3
SEVGİNİN VE NEFRETİN
EGİLİP BÜKÜLEBİLİRLİGİ:
KADINLARIN MİLLİYETÇİLİGİ
NA GEHAN TOKDOCAN
Giriş niteliğinde literatür için bkz: Partha Chatterjee, Ulus ve Parçalan C lstan
bul: lletişim, 2002 ) ; Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet (İstanbul : lletişim,
200 7 ) ; Rubina Saigol, "Militarizasyon, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet: Şiddetli
Çatışma Alanlan Olarak Kadın Bedenleri" , Vatan Millet Kadınlar içinde, Ayşe
Gül Altınay (der. ) , (lstanbul: lletişim, 2009), s. 227-259; Afsaneh Najmabadi,
"Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak" , Vatan
Millet Kadınlar içinde, s. 1 29- 1 67
111
derecede önemli olan, (hatta belki de feminist perspektif açısın
dan daha önemli addedilebilecek olan) kadınlann milliyetçik O) e
n e yaptığı sorusunu sormak noktasında cılız kaldı.
lşte bu bölümde , Türkiye'de milliyetçi ideoloj inin siyasal
alandaki resmi temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)
ve fiili düzlemde partinin gençlik kollan olarak iş gören Ülkü
Ocaklan'nda aktif siyaset yapan ve bu haliyle milliyetçi ideolo
jinin özneleri olarak işaretleyebileceğimiz örgütlü milliyetçi ka
dınların, bu erkek ideolojiyi nasıl algıladıklarını, nasıl anlamlan
dırdıklarını, nasıl yorumladıklannı, nasıl üstlendiklerini ve na
sıl deneyimlediklerini açığa çıkarmaya çalışacağım. Örgütlü on
beş milliyetçi kadınla yaptığım görüşmeleri eleştirel feminist bir
perspektifle analiz edecek, onların milliyetçi ideolojiyi hayatla
rında nasıl bir anlam evreni içine yerleştirdiklerini anlamayı ve
anlatmayı amaçlayacak ve böylece söylemden özneye doğru tek
taraflı belirle(n)me ilişkisinin ötesine bakmayı deneyeceğim.2 Bu
bağlamda öncelikle bir duygusal yatının ideolojisi olarak milli-
2 Analiz esnasında bir aynın gözetmeyecek ve kadınlan genel bir ifadeyle "mil
liyetçi kadınlar" olarak anacak olsam da, başlamadan önce görüştüğüm kadın
lann yedisinin MHP mensubu, sekizininse Ülkü Ocaklı olduğunu belirtme ih
tiyacı duyuyorum. Zira iki kadın grubu arasında analiz açısından da anlam
lı olabilecek farklılıklar söz konusu . lki grup arasındaki yaş farkını en gözle
görülür farklılıklardan biri olarak not düşmek gerekiyor. Görüştüğüm MHP'li
kadınların yaşlan 42 ile 56 arasında değişirken Ocaklı kadınlar 20 ila 28 yaş
dilimine düşüyordu. Bu en az 15 yıllık yaş farkı onlann ideolojiyi anlamlan
dmna ve üstlenme biçimlerinde yer yer belirleyici oldu. Yaş farkının yanı sı
ra, eğitim düzeyleri ve medeni halleri de çeşitlilik arz ediyordu; Ülkü Ocaklı
kadınlann hepsi en az üniversitede okuyan, lisans mezunu veya yüksek lisans
yapan bekar kadınlarken, MHP'li kadınlar ortaokul-üniversite arasında deği
şen daha heterojen bir eğitim profiline sahiplerdi ve hepsi evliydi. Eğitim dü
zeyine ilişkin farklılığın görünümleri daha çok MHP'li kadınlarla yaptığım gö
rüşmelerde açığa çıktı . Ülkü Ocaklı kadınlar aşağı yukan benzer formasyon
lardan geldikleri için pek çok konuda benzer yorumlar yaparken, partili ka
dınlann tahsil düzeylerine göre yorumlarının da değiştiğini not düşmek ge
rekir. Sınıfsal konumlara dair kabaca bir genelleme yapmak gerekirse, Ülkü
Ocaklı kadınlann genelde memur ailelerin çocukları olduklannı, birkaçı dı
şında çoğunun annelerinin ev kadını olduğunu belirtmeliyim. Görüştüğüm
MHP'li kadınlar ise parti içindeki yönetim kademelerinden ilçe kadın kolları
mahalle temsilciliğine kadar çeşitlilik gösteren konumlanna göre sınıfsal ola
rak da daha heterojen bir profil sundular. Son olarak araştırmada gizlilik ilkesi
gereği metin boyunca görüştüğüm milliyetçi kadınlann gerçek isimlerini kul
lanmadığımı not düşmeliyim.
1 12
yetçiliğin başvurduğu duygu setlerinden ve bu duygu setlerinin
ideolojinin sürekliliğini tesis eden kutsallaştırılmış dayanaklar
la olan ilişkisinden bahsedeceğim. Kadınların milliyetçilik an
latılarına referanslarla detaylandıracağını bu bölümlerin ardın
dan milliyetçi ideolojinin "onlar"ı kurarken yaslandığı mağdu
riyet söylemine ve bu söylemin yarattığı düşmanlık ve nefret
duygularının çoklu nesnelerine yine kadınların anlatılarına baş
vurarak değineceğim. Sonuç bölümündeyse kadınların milliyet
çi söylemin yarattığı duygular alanıyla, kendi sözleriyle ifade
lendirdikleri duyguları arasındaki sızıntı ve çatlakların anlamı
na -ve önemine- dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
113
ortaklığa yönelik tehdit hissi yaratır. Bu iki bileşenli haletiru
hiyenin katmanları olan yüceltme, sadakat, güven, adanmışlık,
hayranlık ve adaletsizlik hissi ile öfke , düşmanlık, korku , kay
gı, hınç gibi duygusal uğraklar, milliyetçi ideolojinin ifade edil
mesini kolaylaştırır.4
Milliyetçiliğin tüm bu duygusal yatırım ekonomisi aracılığıy
la inşa ve ifası, görüşmelerde, milliyetçi kadınların anlatıların
da son derece baskın bir örüntü olarak ortaya çıktı. Görüştü
ğüm kadınlar mevzubahis milliyetçilik olduğunda tüm hikaye
yi duygulanımlar aracılığıyla ifade ederek aktardılar. ideoloji
nin kutsallaştırılmış dayanaklarına yönelik yorumlarına yoğun
bir sevgi yatırımının yanı sıra yüceltme , adanmışlık, güven, sa
dakat ve hayranlık duyguları eşlik ederken, ideolojik söylemde
birer tehdit unsuru olarak kodlanan meselelere ve aktörlere yö
nelik örtük ya da açık nefret içeren yorumlarına öfke, düşman
lık, korku, kaygı ve hınç eşlik etti . Geçmişi hatırlayıp bugünü
kurarken sıkça başvurdukları haksızlığa uğramışlık ve adalet
sizlik hissiyatı aracılığıyla kurdukları mağduriyet söylemiyse
onları hem kendi aralarında ortaklaştıran hem de dışarıya karşı
bir arada tutan güçlü bir motif olarak iş görüyordu .
Buradan hareketle kadınların milliyetçiliğini, alışık olduğu
muz anlamda bir siyaseti algılama ve siyasete dahil olma for
mundan çok, sevgi ve nefret duyguları arasında salınarak işle
yen ancak yer yer bu duyguların görünüşteki mutlaklığından
azade bir kırılganlık ve akışkanlıkla karakterize olan bir söy
lemsel müzakere ve mücadele alanı olarak okumaya çalışaca
ğım. Anlatılarda açığa çıkan ve katı ideolojik söylemle, onun
kadınlar tarafından üstlenilmesi arasındaki boşluğu oluşturan
kayda değer çatlakların, milliyetçiliğin inşai karakterine oldu
ğu kadar, kadınların öznelik ve faillik potansiyellerine dair de
ipuçları vereceğini umuyorum.
1 14
Kadınların aidiyet ve ortaklık duygusunun temeli:
Kutsallaştırılmış dayanaklara yönelik sevgi
115
ilişkilenme tarzı olarak da okunmalıdır. Çünkü sahip oldukla
rı ideoloj iden bahsederken kullandıkları ifadeler aslında onla
rın siyasetle kendileri arasındaki -belki kapatmaya hiç de gö
nüllü olmadıkları- mesafeden kaynaklanıyor olabilir. Şöyle ki;
kadınlar kamusal alanda birer politik özne olarak varlık göste
rirken yaptıkları şeyle siyaset arasında "sevmek, fedakarlık et
mek, hizmet etmek" gibi fiilleri kullanarak bir ayrım yapıyor
lar ve bu fiiller annelik, eşlik, ev kadınlığı gibi geleneksel ka
dınlık rollerinin gereği olan eylemleri siyasal alanda sürdürü
yor oldukları izlenimini oluşturmak açısından son derece iş
levsel görünüyor: Hem kendilerinin hem de çevrelerinin gö
zünde kamusal alandaki varlıklarını meşrulaştırıcı bir etki ya
ratıyor. 5 Kadınların özel alanın kavramsal haznesini kamusal
alana devşirerek siyasette varolan terminoloj ik sınırları muğ
laklaştıran böylesi bir meşrulaştırma taktiğine ihtiyaç duy
malarının temel nedeni, milliyetçi ideoloj inin onları özel ala
na hapseden ve onlar için kamusal alanda herhangi bir başat
rol öngörmeyen muhafazakar ve pragmatik söylemsel kurgu
su tabii.
Aslında milliyetçi ideolojinin kadınlar söz konusu olduğun
da, kamusal alanla özel alan arasındaki sınırları bir yandan katı
bir biçimde çizerken, diğer yandan muğlaklaştırdığı ve bu ha
liyle kadınların kendileri için öngörülen keskin sınırları ihlal
etmelerini kolaylaştırdığı söylenebilir. Bir milletin mensupları
birbirlerini hiç tanımasalar, görmeseler dahi hepsinin zihnin
de toplamlarının hayali yaşar. 6 Bu hayal milletin mikro ölçek
teki devamı addedilen ailede cisimleşir. Milliyetçi ideoloji, ba
şat "kutsal" dayanaklarından biri olan millet tahayyülünü aile
analoj isi vasıtasıyla kurar. Milliyetçilik, milleti oluşturan kişi
ler arasında bulunduğu varsayılan bağı temsil eden ve "doğal"
116
bir birliktelik modeli olan aileye benzetilen milletin, 7 mensup
ları tarafından uğrunda her türlü fedakarlığı yapabilecek ölçü
de sevilip sahiplenilmesini talep eder. Görüştüğüm kadınla
rın hepsinin millet algısı da, temel bir başvuru kaynağı olan ai
le metaforundan hareketle şekillenmiş gibi görünüyordu . Ka
dınlar, mensubu oldukları millete duydukları sevgi ve bağlılı
ğı, mensubu oldukları ailelere duydukları sevgi ve bağlılıkla eş
değer görüyor ve millet mefhumuna yoğun bir duygusal yatı
rım yapıyorlardı:
7 Nükhet Sirman, " Kadınlann Milliyeti", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil
liyetçilik içinde, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.) (lstanbul: iletişim Ya
yınlan, 2009 ) , s. 232.
117
Milliyetçi kadınlar, özel hayatlarıyla siyaset (kamusal alan)
arasında kurdukları bu süreklilik ilişkisinin bir devamı olarak
gelecekle ilgili kişisel beklentileri ve kaygılarından bahseder
ken de, kendi geleceklerini asla ülkenin, milletin geleceğinden
ayrı görmediklerini, kişisel kaygılardan ziyade ancak ülke adı
na kaygı duyabileceklerini, kişisel plan ve beklentilerden çok
millet adına ya da milletine faydalı olmak adına plan ve beklen
tileri olabileceğini dile getirdiler. Belli ki kavramlar üzerinden
konuştuklarında kadınlar mensubu oldukları milleti tam an
lamıyla bir adanmışlık duygusu içinde sahipleniyorlardı. Öte
yandan ülke gündemi ve somut meseleler üzerinden konuşma
ya başladıklarında, anlattıkları hikayeyle bu hikayeyi gerçekli
ğe uydurmak arasında bir zorluk yaşadıkları göze çarpıyordu .
ideal olanla somut olanın zihinlerinde sık sık çakıştığı satır ara
larında açığa çıkıyordu . Zira ideoloj inin normlarıyla kişisel de
neyimleri arasında hiç kapanmayan bir açı vardı. Örneğin Ber
na, sokakta yürürken milliyetçiliğini yaptığı insanı kolay bula
mamaktan yakınıyordu . Nalan konuşması esnasında , "Bu ül
ke bana gelecek vermiyor bu ülke bana umut vermiyor bu ülke
benim hayal kurmama izin vermiyor yani ben daha adil bi ül
ke isterdim," deyiveriyordu . Belkıs, milli değerlerin elden git
mesine üzülürken bunu günümüz Türkiye'sinde aile mefhu
munun yozlaşmışlığına ve yok olmasına bağlıyordu. Ayşe ma
neviyat yönünden çok zayıf bir nesil yetiştiğinden dem vuru
yor, Hülya kültür emperyalizmine uğramış bir Türk gençliği
nin varlığından şikayet ediyordu. Hilal ise, "Bizim arzu ettiği
miz idealist gençlik bu değil," diyordu . Şüphesiz kadınların uğ
runa her şeylerini feda etmekten bahsettikleri, aileleriyle eşde
ğer gördükleri millet mefhumu , sözünü ettikleri milli kimliğin
den ve değerlerinden uzaklaşmış olan insanlar toplamı değildi.
işte ideolojinin öngördüğü duygularla kişisel deneyimlerin bi
rer çıktısı olan duygular arasındaki bu gerilim, kadınların hare
ketin resmi söylemiyle öznellikleri arasında savrulmalarına yol
açıyordu . Resmi söylem içinden anlamlandırdıkları millet gi
bi "kutsal" mefhumlar, gündelik yaşamın hakikatiyle bir tür
lü eşleşmiyordu . Bu gerilim ve savrulma hali, kadınların duy-
118
gu yüklü milliyetçilik anlatılarında sıklıkla açığa çıkan hakim
bir örüntüydü.
Milliyetçi ideoloj inin repertuarında kutsiyet atfedilen mef
humlardan bir diğeri olan devlet, kadınların milliyetçilik anla
tılarında gerilim ve savrulma haline sebep olan bir diğer uğrak
tı. Kadınlar devlet mitosuna Türklüğün temel bir bileşeni ola
rak, milliyetçi hareketin "devlet-i ebed müddet" düsturunda
açığa çıkan aşkın ve ilahi bir anlam atfediyorlardı. Diğer yan
dan 1 2 Eylül Darbesi ve arkasından gelen askeri yönetim sü
reci , ülkücü hareketin tarihindeki en büyük travmaydı ve bu
travmanın faili devletin ta kendisiydi. 1 970'lerde komünizme
karşı mücadelede devlete yardımcı kuvvet olma misyonuyla
hareket etmiş olan milliyetçi hareket mensupları, darbeyle bir
likte Türkeş'in de diğer parti liderleri gibi kontrol altına alın
masını ve militan tabanın cezaevlerine doldurulmasını büyük
bir hayal kırıklığı ve takiben kimlik bunalımıyla karşılamıştı.
ülkücü misyonla 12 Eylül misyonunu özdeşleştirme çabaları
nın bir çıktısı olarak okunabilecek "fikri iktidarda kendi zin
danda" şiarı dahi cunta yönetimi üzerinde herhangi bir etki ya
ratmamış, 1 2 Eylül davası sonucunda dokuz ülkücü idam edil
mişti. 8 Milliyetçi kadronun tarihinde ilk kez devlet terörüne
maruz kalması, hareket içinde devlet ve rejim karşıtı bir kana
dın doğmasına ve ideolojik ve kurumsal düzeyde ayrışmalara
neden olsa da 1 990'larla birlikte daha sonra bahsedeceğim Kürt
meselesinin kazandığı ivme vesilesiyle devletin polisi ve ordu
suyla birlikte kararlı bir mücadeleyi benimsemesi , milliyetçi
hareketin özlemini duyduğu "kutsal devlet" idealini anımsata
rak hareket mensuplarının devlete tekrar yakınlaşmasını sağla
dı. 1 990'lardan itibaren MHP'nin resmi söylemi, hareketin dev
lete hiçbir zaman küsmediği, küsemeyeceği yönünde olacaktı. 9
Milliyetçi kadınların devlete dair algı ve anlatıları, resmi söy
lemin vaz ettiği, sadakat, güven ve bağlılık ile darbe deneyimi-
8 Tanı! Bora ve Kemal Can, Devlet Ocak Dergah: 1 2 Eylül'den 1 990'lara Ülkücü
Hareket (İstanbul: lletişim Yayınları, 2007) , s. 1 0 1 - 102.
9 Bora ve Can , Devlet ve Kuzgun: 1 990'lardan 2000'lere MHP (İstanbul: lletişim
Yayınları , 2004) , s. 1 4 3 .
119
nin yarattığı hayal kırıklığı ve öfke duyguları arasında salına
rak şekilleniyordu . Kadınlar resmi söylemden hareketle 1 2 Ey
lül'ün faturasını devlete değil devletin başındaki şahıslara kes
me eğilimindeydiler; faili devlet olarak değil, Kenan Evren ve
cunta rejimi olarak kodlamışlardı. Darbe deneyiminden bahse
derken milliyetçi hareket mensuplarına yaşatılan acıların so
rumlusunun zihinlerindeki "kutsal" devlet olmadığını sıklık
la dile getirdiler:
1 20
nı sıra ordu algısında da ciddi anlamda bir tahribat yarattığını
söylemek mümkün görünüyor. Milliyetçilerin ideolojik reper
tuarında ordu Türk milletinin ortaya çıkışından itibaren bir or
du-millet olageldiği iddiasıyla ve aleme nizam verme ülküsünün
aracı olarak güçlü bir orduya sahip olunması gerektiğine inanç
la halihazırda son derece pozitif anlamlar ihtiva eden bir kut
sallaştırılmış dayanaktır. 1 2 Eylül'ün yarattığı tahribatın onarıl
ması l 990'lı yılların Kürt meselesi üzerinden şekillenen siyasal
atmosferi içinde MHP'nin orduya da sadakatini tazelemesiyle
kısmen gerçekleşmiş olsa da, aslında milliyetçi cenahın zihnin
deki şanlı ordu mefhumuyla hakikatteki ordu arasında yıllar
dır ciddi bir yarığa neden olan çok daha temel bir etken vardır:
Ordunun Kemalist-laisist çizgisi. Görüştüğüm milliyetçi kadın
lardan başörtülü olan Gülsüm'ün anlattıkları, başörtüsüne re
feransla ordu mefhumu ve hakikati arasındaki gerilim hattını
açığa çıkaracak nitelikteydi. Gülsüm bir yandan ordunun Türk
milletinin kutsallarından biri olduğunu ve tartışmaya dahi açıl
maması gerektiğini düşünüyor, diğer yandan gündelik hayatta
ordunun Kemalist çizgisi nedeniyle yaşadığı ayrımcılık dene
yimleri onun orduya olan sevgi ve sadakatini sarsıyordu:
121
si zor görünüyordu . Bu hususta konuşurken sıklıkla milliyetçi
kimliği ağır bassa da aslında zihnindeki ordu mefhumuyla or
dunun gerçekteki haline yönelik duyguları arasında sıkışıp ka
lıyordu.
Gülsüm'ün hikayesinden yola çıkarak milliyetçi ideoloj inin
bir diğer kutsalı olan lslam'ın ideolojideki ve kadınların anlatı
larındaki yerini irdelemek yerinde olur. Öncelikle milli kimli
ğin her zaman dini kimlikle işbirliği içerisinde kendini var et
tiğini ve bu ikilinin birbirlerini besleyecek biçimde bir arada
iş gördüklerini not düşelim. Tam da bu nedenle lslam, Türki
ye'de milliyetçi söylemin vazgeçilmez bir unsuru olagelmiştir.
Ancak özellikle 12 Eylül sonrasında milliyetçi ideoloji içinde
lslami kimliğin egemenliği yoğunlaşmıştır. 1 0 Bunun temel ne
denlerinden biri, darbe sonrası devletin genel anlamda Türk-ls
lam sentezi politikasına yönelişiyse, diğeri MHP mensuplarının
devletten aldıkları darbenin şoku ve bunalımını atlatmak ve bir
aidiyet duygusu geliştirmek için lslam'a sarılmalarıdır. Darbe
öncesinde yalnızca araçsal ve pragmatik nedenlerle zaman za
man başvurulan bir kaynak olarak lslam, darbe sonrasında mü
cadelenin esas dinamiklerinden biri olarak algılanmaya başlan
dı. Bu eğilim sonraları hareket içi kurumsal bir bölünmeye ne
den oldu ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi darbe döneminde cezaevi
deneyimi yaşamış bazı hareket mensupları, "lslam'ın çizdiği sı
nıra kadar milliyetçi" olduklarını belirterek milliyetçiliği lslam
lehine araçsallaştırdılar. 1 1 lslam'ı ideolojik öncüllerinden eşit
ler arası birinci sayan milliyetçi kadronun sonraları tasfiye ol
ması ve 1 993 yılında Büyük Birlik Partisi (BBP) çatısı altında
toplanması, MHP'nin ideoloj ik repertuarındaki Türkçü motif
lerin o tarihten itibaren yeniden çağırılışını ve canlanışını be
raberinde getirdi. Gelgelelim görüşmeler esnasında milliyetçi
kadınların lslam'a yaptıkları yoğun göndermeler onların da ls
lam'ı ideolojik kaynakları arasında ilk sıraya yerleştirdikleri iz-
1 22
lenimini uyandırdı. Kadınların hemen hepsi lslam'ı milliyetçili
ğin temel bir bileşeni olarak vurguluyor ve milliyetçiliği tanım
larken dahi lslami aparatlara başvuruyorlardı:
1 23
ta bu liderlerin gölgesinde okunuyordu . Bu durum milliyetçi
hareket içerisinde kadınların erkek liderlerin nezaretinde iş gö
rerek kendilerini sembolik olarak yok ettikleri, 12 kendi sözleri
ni değersizleştirerek kendi suretlerini görünmez kıldıkları yö
nünde bir okumaya da kapı aralıyordu.
Görüşmelerdeyse kadınlar Fatih Sultan Mehmet'ten Ata
türk'e, Devlet Bahçeli'den milliyetçi babalarına kadar ideolojik
repertuarlarında yer bulan tüm erkek liderlere duydukları say
gı ve hayranlığı sıklıkla dile getirdiler. En büyük duygusal yatı
rımı yaptıkları figürse aşkınlaştırarak adeta ilahi bir özellik at
fettikleri Alparslan Türkeş'ti: 1 3
1 24
Sevgi'den nefrete, "biz"den "onlar"a doğru:
Öfke ve hıncın mağduriyet dili aracılığıyla inşası
1 25
dirayet verecek, ivme kazandıracak bir hesaplaşma duygusunu
ve intikam arzusunu canlı tutmaya yarar.
Açıkel'in açtığı hattan girecek olursak, milliyetçi kadınların
sıklıkla başvurdukları mağduriyet söylemine esasen geçmişi acı
ve haksızlığa uğramışlık temelinde hatırlayarak yaslandıkları
söylenebilir. Geçmişi bir mazlumluk manzumesi olarak hatırla
mak, kadınların geçmişin deneyimleri üzerinden bugünü ihtiyat
ve öfkeyle kurmalarını mümkün kılıyordu. Bu psikoloji yine ha
reketin ideolojik kutsallarıyla, bu kutsalların tarihsel ve toplum
sal karşılıkları arasındaki çelişkiye evriliyordu. Örneğin l 980 As
keri Darbesi'nin kadınların başvurdukları en yoğun mağduriyet
anlatısı olması, bu tarihsel momentin milliyetçi söylemin kuru
lumunda son derece merkezi bir yer işgal ettiğini gösteriyordu .
Kadınların anlattıkları, kutsal devleUordu ile darbeci devlet/ordu
çelişkisini bu kez mağduriyet temelinde açığa çıkarıyordu :
1 26
riyle 1 5 dakika öncesine kadar beraberdik, Alparslan gözü
mün önünde vuruldu, Adnan köylümdü yani hepsi benim ar
kadaşımdı. Onlar canlarını verdiler, yaşasalardı onların da be
nim gibi evi olacaktı, torunu olacaktı, çocuğu olacaktı . . . Yani
ben diyorum 30 yıl oldu ben arkadaşlarımı toprağa vereli, 20'li
yaşlarda biz arkadaş acısı gördük, onu gömdük içimize. Acıyla
karşılaştık bakın üzüntüyle değil, yani üzüntü ve acı çok fark
lıdır, o arkadaşlarımız bizim için acıydı yani. (Ayşe)
1 27
ların, yaptıkları faaliyetlerden bahsederken sıklıkla şehit ailesi
ziyaretlerini belirtmeleri , çıkarılan dergilerin hemen her sayı
sında şehitler üzerine ajitatif yazılar bulunması, yine dergilerin
kapak fotoğraflarında Türk bayrağına sarılı tabut ve etrafında
ağlayan kadınlar gibi görseller kullanılması, hatta derginin bir
sayısında 1 9 7 1 - 1 980 yılları arasında ölen 487 ülkücünün isim
lerinin tek tek anılması, şehitliğin ve şehitlerin Türk milliyetçi
liği ideolojisinin kemikleşmiş ma ğduriyet ve güç kaynakların
dan biri olduğunu gösterir nitelikteydi;
Yani biz bu dava için ter dökmüşüz ne ki, onlar canını verdi
ler. (Ayşe)
1 28
Bu ülkede milliyetçi olmak bi anlamda görünmemeyi, şimdi
Batı'nın bi şeyi vardır ya sana en büyük zararı seni görmeye
rekten verir. Amuda kalkarsın canı seni görmek istemiyosa ke
sinlikle görmez ve bu ülkenin yaptığı da bu . Bu ülkenin hep
si milliyetçidir falan biz gülüyoz . . . Ezanı savunan ben, bayra
ğı ben vatanı ben, aldığım oy yüzde 7 ha ha ha ha . . . . Bugün bi
Kızılay'da bi bayrak yakıldığında kimse nerde bu AKP demez,
nerde bu MHP derler. Hani kardeşim bana saygı ilgi destekte
yok ! Ama bi şey feda edilecekse nedense gözler bize döner ya
ni. (Nalan)
1 29
"Düşmanlık ve nefret"in nesneleri:
AKP meselesi, PKK ve Kürtler1 6
16 Elbette milliyetçi ideolojinin nefret nesneleri AKP, Kürtler ve PKK ile sınırlı
değildir. Nitekim kadınlar görüşmelerde komünizmden Batı'ya , Avrupa Birli
ği'nden emperyalizme kadar pek çok düşmana ufak göndermeler yaptılar; an
cak, en yoğun duygusal yatınını yaptıklan nefret ve düşmanlık nesneleri reel
politik konjonktürün bir yansıması olarak AKP, Kürtler ve PKK olduğu için,
analizi bu uğraklarla sınırlandınyorum .
17 Ahmed, "Affective Economies" , s. 1 1 9.
18 Büyük öteki, Mesut Yeğen'in bahsettiğimiz tehdit ve nefret nesneleri yerine
kullandığı Lacan'cı bir kavramdır. Bkz. Yeğen, "Türk Milliyetçiliği ve Kürt So
runu" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik içinde, s. 880-892.
1 30
le edilmesine yol açmıştır. Bu atmosferde MHP ve ülkücü hare
ket rahat bir nefes alma imkanı bulmuş ve darbe dönemi son
rası itildiği marjlardan siyasetin merkezine doğru kayma fırsa
tı yakalamıştır. 1 9
Milliyetçi hareketin entelij ensiyası başlarda Kürtlerin as
lında "dağ Türk'ü" olduklarına yönelik iddialardan hareket
le bir inkar söylemi geliştirmiş, bu meseleyi bölücü komünist
lerin oyunu veya Haçlı planlarının bir parçası olarak yorumla
mışlardır. Taban nezdindeyse Kürtlerin bir etnisite olarak var
lığını kabul eden, ancak onları gayri medeni bir etnik grup ola
rak aşağılayan ırkçı bir söylem yaygınlaşmıştır. Tabanın bu eği
limi l 990'ların ortalarına doğru parti ve hareketin üst kademe
mensupları arasında da kabul görmüş ve Kürt kimliğinin inka
rı yerine, bir tehdit unsuru ve "düşman" olarak kabulü söz ko
nusu olmuştur. Aslında Türk milliyetçiliğinin kurucu psikolo
jik motifi olan tehdit algısı ve beka kaygısının kökenleri, impa
ratorluğun kaybının Türkler üzerinde yarattığı travmada yatar.
Tarihsel olarak tehdit unsurları çeşitlilik arz etse de beka kay
gısı, Türk milliyetçiliğinin psikoloj ik kurgusunda bir devam
lılık içerisinde merkezi bir yer işgal etmiştir. Son otuz yılday
sa bu algı Kürt meselesi üzerinden güçlendirilmiş ve bu mese
le bölünme paranoyasına sağlam bir psikolojik zemin teşkil et
miştir.20
Kürt meselesinin milli bekaya yönelik bir tehdit unsuru ola
rak kodlanması milliyetçi kadınların geleceğe yönelik kaygı ve
beklentilerinden bahsettikleri anlatılarında da son derece görü
nür oldu. Kadınlar sıklıkla gelecekten büyük bir kaygı ve kor
kuyla bahsederek "ülkenin elden gideceği" yönünde değerlen
dirmeler yaptılar. Bu teyakkuz hali beraberinde milliyetçi ide
olojinin kaba söylemsel klişelerine başvurmalarını da getirdi.
Kadınların bölünme paranoyasına iç ve dış mihrakların Tür
kiye üzerinde oynadıkları "büyük oyunlar" örüntüsü eşlik et
ti. Hepsi Türkiye'nin en büyük sorununun bölücülük olduğu
nu, ülkenin var olma ve yok olma noktasında olduğunu düşü-
19 Bora ve Can, Device, Ocak, Dergah, s. 580-58 1 .
20 A.g.y., s . 95.
131
nüyor ve son derece vahim bir Türkiye tablosu çizmek husu
sunda adeta birbirleriyle yanşıyorlardı;
21 Burada elbette AKP'yi milliyetçilikten azade bir siyasi parti olarak konumlan
dırmıyoruz. Şüphesiz AKP günümüzde ana akım milliyetçiliğin en temel sa
vunucusu ve taşıyıcısı olarak iş görüyor. Dolayısıyla MHP ve AKP arasındaki
Kürt Açılımı vesilesiyle yoğunlaşan bu antagonizmayı daha çok merkez-çeper
milliyetçilikleri arasındaki bir gerilim olarak okumak yerinde olur. Değilse bu
yorum milliyetçi cenahın Kürtlerle bir problemi olmadığı yahut AKP'nin mil
liyetçi olmadığı gibi yanlış okumalara sapabilir.
1 32
ni ikame etme hallerini açığa çıkarmak açısından da iyi bir ör
nek teşkil ediyordu .
Ben AKP eşittir PKK diyorum. Hatta AKP'nin yanına KK'yı ek
lesinler. Aynı parti gözüyle bakıyorum. (Ayşe)
1 33
Kürt komşuları olduğunu ve bölücü olmadıkları sürece onlarla
herhangi bir sorunları da olamayacağını dile getirerek insanlı
ğın önemine vurgu yaptılar. Yine de hepsi en çok Kürt meselesi
üzerine konuşurken öfkelendi. Öyle ki aralarında "bölücüleri"
ve PKK'yi lanetlerken öfkesini ezeli düşman addettiği Ermeni
lere yönelten de oldu : "Zaten PKK olayı PKK'nın nerden tetik
lendiğini hepimiz biliyoruz. Menşeini biliyoruz. Daha çok için
de Ermeniler olduğunu, kandırılmış çocukların içinde olduğu
nu . . . Kürde PKK'yı ayrıştırmak lazım ! "22 (Hülya)
Politik düzlemde Kürt meselesiyle ilgili konuşurken ihtiyat
lı davranmaya özen gösteren milliyetçi kadınlar, mevzu gün
delik hayata ve somut durumlara taşındığında biraz bocalıyor
lardı. Çocukları gelecekte bir Kürt'le evlenmek istese nasıl tep
ki verecekleri yönündeki soruyu cevaplarken ya çok düşündü
ler ve ideal cevabı vermeye çabaladılar ya da ihtiyatlarını koru
yamadılar:
1 35
Kürt meselesine dair sohbet güncel politik konjonktür üze
rinden geliştikçe kadınlardan hem Kürtlerin siyasi arenada
temsiline yönelik karşı çıkışlar hem de kültürel kimliklerine
yönelik ayrımcılığa varan yorumlar geldi. Ayşe, açılım proje
sinin somut bir görüngüsü olarak yaşanan Habur deneyimini ,
Kürtler söz konusu olduğunda siyasi arenada verilen tavizle
rin bir sonucu olarak okuyor ve siyaseten önlerinin kapatılma
sı gerektiğini ifade ediyordu . Hilal BDP'yi "bölücülerin partisi"
olarak nitelendiriyor, onlara demokratikleşme ve insan hakları
adına sunulan olanakların beraberinde başka talepleri getirdi
ğinden yakınıyordu . Bu talepler silsilesinin ayrı bir devlet kur
maya kadar gidecek bir sürece dönüşmesinden korkuyordu .
BDP'li milletvekillerinin tankların üzerine çıkarak, polise tokat
atarak devlete rest çekmelerini devlet otoritesinin zafiyeti ola
rak okuyordu . Ayça, BDP'li vekillerin "terörist" kıyafetiyle mi
ting alanlarında boy gösterdiklerinden şikayet ederken öfkesi
ne hakim olmakta zorlanıyor ve son derece ırkçı bir dile teslim
oluyordu : "lki kelam biliyolar, yarım yamalak bi Kürtçe biliyo
lar bilmiyolar, yarım yamalak Türkçe konuşuyolar hiçbi şeyle
ri tam diğil ! . . . Asla sivilleşmiş olmadıkları için çözüm yolunda
hiçbi faydaları olmucaktır yani. Olmasalar daha iyi bence, mec
liste olmasalar daha iyi ! "
Görüşmelerde sohbet somut olaylar üzerinden şekillendik
çe kadınlar iyiden iyiye ajite oluyor ve meseleye dair son dere
ce gündelik bir dille, klişe yorumlar yapıyorlardı. Örneğin ana
dilde eğitim meselesinden bahsederken ne kadar istikrarlı ve
politik yorumlar yapmaya çalışsalar da çelişkilerle dolu değer
lendirmeler arasında adeta savruldular. Melike bir yandan as
lında Kürtlerin anadilde eğitim gibi bir taleplerinin olmadığını,
onları bu yönde provoke eden güç odaklarının yönlendirmesi
ne maruz kaldıklarını iddia ediyor, diğer yandan bu insanların
Türkçe bilmemelerini Türkiye Cumhuriyeti'nin o bölgedeki
eğitim politikalarındaki bir zaafiyet olarak görüyordu . Dilek de
anadilde eğitime karşıydı, Doğu'ya giden bir öğretmenin Kürt
çe bilmek zorunda olmadığını, Kürtlerin bu ülkede çocukları
nı okutmak istiyorlarsa Türkçe öğrenmek zorunda olduklarını
1 36
sert bir üslupla dile getirdi; öte yandan TRT ŞEŞ'in kurulmasını
Kürtlerin kendi dillerinde doğru haber dinlemeleri için olumlu
bir adım olarak değerlendirdiğini ekledi. Gamze ise meseleye
kendince daha soğukkanlı yaklaşıyordu : "Evde Kürtçe konuş
sunlar zaten konuşuyolar onlara kim yasak koyuya ki? "
Kürt meselesinin somut tezahürlerine dair değerlendirmele
rinde son derece indirgemeci, ayrımcı ve yer yer ırkçı bir söy
lemsel alana hapsolan milliyetçi kadınlar arasında, her halükar
da milliyetçi söylemin yükünü üstünden atarak Kürtlerle em
pati kurma ya da daha soğukkanlı değerlendirmeler yapma eği
liminde olanlar da vardı. Bu kadınlar daha çok özel hayatların
da Kürtlerle karşılaşma deneyimini yaşamış olanlardı. Bu du
rum ideolojik aidiyetleriyle kişisel deneyimleri arasında bir ge
rilim doğmasına neden oluyor, meseleye dair çelişkili ama çar
pıcı yorumlar yapmalarına kapı aralıyordu . Gamze üniversite
den en yakın arkadaşı olan Mehmet'in Kürt olduğundan, hat
ta kendisine Kürtçe öğrettiğinden, sabahları Mehmet'e Kürtçe
"günaydın" dediğinden bahsediyordu . Haliyle Gamze'nin daha
önce anadilde eğitim meselesiyle ilgili yaptığı milliyetçi klişe
lerle yüklü yorumlar bu deneyimle boşa çıkıyordu . Yine görüş
me boyunca BDP'yle ilgili olarak da öfke ve düşmanlıkla yüklü
ifadeler kullanan Gamze, Mehmet'in BDP'li olduğunu öğrense
ne hissedeceği yönündeki soruya onu hiç ilgilendirmediğini zi
ra Mehmet'i insan olarak çok sevdiğini söyleyerek yanıt verdi.
Kadınlar arasında Kürt meselesine dair en çarpıcı ve şaşırtıcı
yorumları Nalan yaptı. Urfa doğumlu olan Nalan, ülkücü olan
ailesiyle birlikte çocukluğu boyunca Mersin'de bir Kürt getto
sunda yaşamıştı. Bu deneyimin izleri onun meseleye dair mil
liyetçi söylemin sınırlarını hayli zorlayan ve hatta aşan yorum
lar yapmasına vesile oldu . Nalan gündelik yaşamdaki karşı
laşmalarda kurulan insani ilişkilerin etnik, ideolojik ya da di
ni kimlik gibi belirleyenlerden bağımsız olarak geliştiğini dü
şünüyordu :
1 37
lere siyasi değil de böyle insani boyutta da çünkü hepsinin ay
n ayn hikayelerini biliyosun ediyosun. Bi de insanlar arasında
aslında ilişki doğunca bişey olmak o kadar sıkıntı olmuyo . Ya
ni iki insan tanışık olunca ülkücü olmak, Türk, Kürt olmak o
kadar sıkıntı olmayabiliyo.
1 38
lerin, görüştüğüm tüm kadınların anlatılarında farklı düzeyler
de de olsa bulunmasının elbette bir anlamı vardı.
Sonuç
1 39
olduğuna işaret ediyor. Nihayetinde milliyetçi kadınlann mil
liyetçiliği anlama, anlamlandırma ve kendi söylemsel evrenle
rine uyarlama tarzları, onlann milliyetçi ideolojinin nesneleri
değil, bu ideolojiyi eğip bükerek dönüştürme potansiyelini ha
iz birer politik özne olduklannı gösteriyor.
1 40
iKiNCi KISIM
Gündeliğin Günceli:
Medyada Cinsiyetin İnşası
4
ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER
VE TOPLUMSAL CİNSİYET:
ERlLLİGİN BEDELİ
Giriş
1 43
luşurlar: toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle öz
deşleşmiş cinsiyetçi ayrımcılık. Bu hiyerarşide hem egemen
eril kimlik, hem de ikincilleştirilen diğer kimlikler (kadınlar
ve LGBT) birtakım değerler ve davranış normlarıyla, buna bağ
lı olarak da belli toplumsal rollerle özdeşleştirilmekte, aynı za
manda eril kimlikle özdeşleştirilen değerlere üstünlük atfedile
rek diğer kimliklere ait davranış normları da bu kimlik kerte
riz alınarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmada vurgulanmak iste
nen Türkiye'de askerliğe dair hakim yaklaşımın hem toplumsal
cinsiyet hiyerarşisinden ve ayrımcılıktan kaynaklandığı hem de
birbirine paralel ilerleyen iki süreçte bunları yeniden üretmek
te olduğudur. Böylelikle , bir tarafta, "erkek" (ve "kadın" ) olma
ya dair hakim değerler yeniden üretilir ve erkek olmanın bizati
hi kendisine bir değer atfedilirken, diğer tarafta da siyasetin kav
ramsallaştırılması ve siyasalın tanımlanmasıyla ilgili bir süreç iş
lemektedir. Bilindiği üzere, modem siyasal alan rasyonalite/akıl/
materyalizm üzerinden tanımlanırken duygular ve inançlar bu
alanın dışında kalır. Bu anlayışta, birincisi "erkek"liğin ikincisi
"kadın"lığın "öz"ü addedilir. Türkiye'de ana akım söylem içe
risinden bedelli askerliğin savunusunda ya da bedelli askerli
ğe karşı çıkışta, temel savların ekonomik rasyonalite üzerinden
kurgulanması bu açıdan anlamlıdır. Öte yandan askerliğe dair
sözün vicdani retle ilişkilendirildiği düzlem söz konusu oldu
ğunda durum değişir. Zira vicdani ret, askerliğe yaklaşımda eril
olmayan dili taşıma potansiyeli barındırdığı ölçüde "vicdan" ir
rasyoneldir, duygusaldır; dolayısıyla eril değil dişildir; dolayı
sıyla aslında akıl/rasyonalite ekseninde tanımlanmış siyasal ala
nın dışına düşer. Yani askerlik tartışmaları belli bir siyaset anla
yışının yeniden üretilmesine, bu da hakim kimliğin (eril) hege
monyasının sürekliliğine hizmet etmektedir.
Bu çerçevede bu bölümde, Türkiye'de askerlikle ilgili tartış
malar -bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı Mart 20 1 1 ile
Mart 20 1 2 arasındaki bir yıllık dönem esas alınarak- toplumsal
cinsiyet perspektifinden ve bedelli askerlik-vicdani ret tartış
maları ekseninde eleştirel bir analize tabi tutulmaktadır. Çalış
manın temel sorunsalını gerek resmi ve hakim söylemsel pra-
1 44
tikler gerekse alternatif söylemler üzerinden geliştirilen argü
manların yerleşik eril siyaset pratiğiyle girdikleri çelişkili iliş
ki oluşturmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, daha özel olarak bu
çalışma bütün bu tartışmaların LGBT birey ve grupların maruz
kaldığı ayrımcılığın (yeniden) üretilmesiyle bağıntılı olduğunu
göstermeyi amaçlamaktadır.
Cynthia Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin Neresinde ? Bazı Feminist
ipuçları " , Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler
içinde, Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci (der.) (İstanbul: lletişim Yayın
ları, 2008) , s. 1 03- 1 04.
1 45
Geleneksel erkeklik standartlarını belirleme ve koruma konu
sunda rol oynayanlar sadece erkekler değil. Kadınlar da erkek
liğin devam etmekte olan politikaları üzerinde etki sahibi. As
kerlik hizmetinden kaçınan bir erkeği, yaygın olarak kabul gö
ren erkeklik kodlarına uyamamakla suçlayan her kadın ordu
saflarını doldurmak için erkekleri harekete geçirmekte devle
te yardımcı olabilir. 2
2 A.g.y . , s. 1 04.
3 Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin N eresinde? Bazı Feminist lpuçlan" ,
s. 1 04.
4 Spike Peterson, "Sexing Political ldentities/ Nationalism as Heterosexism" , ln
ternational Feminist ]ournal of Politics, Cilt 1 No. 1 , 1 999, 34-65, s. 56. Vurgu
bana ait.
1 46
teroseksüel aile formlannı ve onlann yansıması olan heterosek
sist kimlikleri ve pratikleri doğallaştıran/normalleştirencinsel
lik/cinsiyet sistemleri"ni tanımlamak üzere heteropatriarka te
rimini önermiştir. " 5
Üçüncü olarak, "homofobi" kavramına yönelik eleştirel ba
kış açısı bu çalışmada önemli bir yer tutmaktadır. Her ne ka
dar hem akademik hem de gündelik dilde giderek yerleşikleşi
yor ve geniş kabul görüyorsa da meselenin bu kavram aracılı
ğıyla, "homofobi karşıtlığı" şeklinde dile getirilmesinin bazı so
runlara yol açabileceği düşünülmektedir. "Psikoloj i kaynakla
rına bakacak olursak fobi herhangi bir durum, nesne , aktivi
te, insan veya hayvana karşı duyulan irrasyonel, dayanılamaz ,
engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanacaktır. "6
Bu açıdan bakıldığında homofobi kavramı da "homoseksüali
te ve homoseksüellere karşı duyulan irrasyonel korku , tiksinti
ve nefreti ifade eder" 7 Sonuç olarak, homofobi kavramı LGBT
bireylerin maruz kaldığı önyargı, şiddet ve ayrımcılığın köken
lerini bazı bireylerin anksiyete bozukluklarına atıfla anlamaya
çalışan bir analiz aracı olmakta , diğer bir ifadeyle bu önyargı,
şiddet ve ayrımcılığın bir fobiden kaynaklandığını öne sürmek
tedir.8 Fakat bu yaklaşım Berk Efe Altınal'ın belirttiği gibi bazı
sorunlara neden olabilir:
1 47
mayacak aksine bir hastalığın kurbanı olarak konumlanabi
lecektir. 9
9 A.g.y., s. 86. Benzer bir yaklaşım için bkz. Yep, " From Homophobia and Hete-
rosexism to Heteronormativity" , s. 1 66- 1 6 7
10 Altına!, "Homo'fobi' ve Psikolojikleştirme" , s. 86.
11 A.g.y., s. 89.
12 A.g.y . , s. 88.
1 48
bi) değil, gündelik hayat endişelerinden kaynaklanmaktadır. " 1 3
B u bağlamda , s ö z konusu rapor insan güvenliğini tehlike
ye atan tehditlerin çeşitliliğine dikkat çekmiş ve bunları yedi
grupta toplayarak insani güvenliğin yedi farklı boyutunu şöy
le sıralamıştır: Ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık gü
venliği, çevresel güvenlik, kişisel güvenlik, topluluk güvenliği
ve siyasi güvenlik. 14 Sonuç olarak, 2003 yılında Birleşmiş Mil
letler'in bu kavrama resmi yaklaşımını açıklayan insani Güven
lik Komisyon raporu yayınlanmış ve bu rapor insani güvenli
ği insanlar için "yaşam, geçim ve haysiyeti esas alarak bunları
mümkün kılacak siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel sistemle
ri yaratmak" şeklinde tanımlanmıştır. 1 5 Bunun için iki strate
ji önerilmektedir: Koruma ve güçlendirme . Birbirini karşılıklı
olarak besleyen ve güçlendiren bu iki stratej iden koruma, dai
ma güvensizliklere işaret etmeyi ve onlarla başa çıkmaya yöne
lik normlar, süreçler ve kurumlar geliştirmeyi; güçlendirme ise
insanların sahip oldukları potansiyeli geliştirmelerini ve karar
alma süreçlerinin hakiki katılımcıları olabilmelerini sağlamayı
ifade etmektedir 1 6 Burada çok kısaca özetlenen insani güvenlik
kavramının, insanlık onuru kavramını merkeze koyan bileşen
leri, açıktır ki bu bölümün en başında sözü edilen iktidar olgu
suyla, eşitsizlikle, eşitsiz güç ilişkileriyle doğrudan ilintilidir.
Arka planında yukarıda özetlenen temel kavramlar ve ilke
ler bulunan bu bölümde, bu temelin üzerine, toplumsal cinsi
yet perspektifinden Türkiye'deki bedelli askerlik ve vicdani ret
tartışmalarının bir çözümlemesini kuruyorum. Daha özel ola
rak ise, bu çözümlemeyi LGBT bireyler ve grupların maruz kal
dıkları ayrımcılık sorunuyla bağlantılandırıyorum . LGBT bi-
1 49
reylerin Türkiye'de karşılaştıkları yaşam koşullan ve toplumun
onlara dair genel algısıyla ilgili sorunlar, ayrımcılık ve maruz
kaldıkları şiddet, aşağıda gösterileceği üzere, çeşitli akademik
çalışmalarda somutlanmıştır. Bu araştırma bulgularına bakıl
dığında LGBT bireylerin Türkiye toplumunda en dezavantaj
l ı gruplar arasında olduğu görülmektedir. Belki d e her şeyden
önce, Türkiye'de LGBT'lerin yaşam hakkı ve can güvenliği ile
ilgili olarak ciddi sıkıntılar bulunduğunu belirtmek gerekmek
tedir. Helsinki Yurttaşlar Meclisi ve ORAM'ın ( Organization for
Refuge, Asylum and Migration) birlikte hazırladıkları rapora gö
re sadece Kasım 2008 ve Nisan 2009 arasında en az on LGBT
birey cinayete kurban gitmiştir. 1 7 ILGA-Europe (International
Lesbian Gay Association) tarafından 20 1 l'de Avrupa Konseyi'ne
sunulan Türkiye'nin 20 1 0 yılına ait ilerleme raporunda on beş
trans bireyin ve geyin nefret cinayetlerinde hayatını kaybettiği
ifade edilirken Kaos GL Derneği tarafından yayımlanan " 20 1 2
Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli lnsan Hakları lh
lalleri lzleme Raporu"nda ise 20 1 2 yılına ait şu değerlendirme
dikkat çekmektedir:
1 50
lar. 1 9 Bir araştırmanın sonuçlarına göre bu bireylerin yüzode
87'si hayatları boyunca sosyal şiddet türlerinden en az birini
yaşamış, yüzde 23'ü ise fiziksel şiddet türlerinden en az birini
yaşamıştır. 20 Yine yapılan çalışmalar "nefret suçuna maruz ka
lan eşcinsel bireylerin yüzde 90'ı [ nın ] uğradıkları suçu emni
yet birimlerine bildirmediklerini" , bunun en başta gelen nede
ninin ise "polis veya emniyet birimlerinde çalışan kişiler tara
fından ikinci kere ayrımcılığa ve kötü muameleye maruz kal
ma korkusu olarak açıklanan 'ikinci travma' yaşama korkusu"
olduğunu göstermektedir. 21 Buna paralel bir şekilde, Melek
Göregenli ve Pelin Karakuş'un araştırmasında da somutlandığı
gibi, "Türkiye'de neredeyse hiç kamuoyunun gündemine gel
meyen, sadece bu alanda örgütlenmiş LGBT örgütlerinin in
san haklan ihlalleri raporlarından izlenebilecek bir başka şid
det alanı" olarak LGBT bireylerin "güvenlik güçleriyle ilişkile
rinde , farklı nedenlerle ve biçimlerde ayrımcılıktan kaynakla
nan şiddetle karşı karşıya" kalmaktadırlar.22 "LGBT bireylere
yönelik heteroseksist ayrımcılıkla ilgili veri toplanması ve ay
rımcılığın toplumsal yaşamın farklı alanlarında nasıl yaşandığı
ve sonuçlan üzerinde temel bilgiler sağlanması amacıyla Kaos
GL, Pembe Hayat ve Siyah Pembe Üçgen Dernekleri tarafından
yürütülen" bir araştırmada LGBT bireylerin yüzde SO'e yakın
bölümü farklı türlerde ayrımcılık deneyimlerinden en az birini
yaşadıklarını , ayrımcılık deneyimlerinin sadece evlerinde da
ha az yaşanmakta olduğunu , kamusal mekanlarda ise en yük
sek düzeye ulaştığını belirtmişlerdir.23 Aynca işe alınmama ,
hizmet alamama ya da normalden daha yüksek bedellerle hiz
met alma ve en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerinde bi-
19 Detaylı bilgi için bkz. Özlem Çolak, "Ayrımcılığın Görünen En Şiddetli Yüzü :
Nefret Suçu'' , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, Kaos GL
(der. ) Ankara: Aynnn Basımevi, 20 1 1 ) , s. 63-69.
20 A.g.y . , s. 66.
2 1 A.g.y . , s. 65.
22 Melek Göregenli ve Pelin Karakuş, "Türkiye'deki LGBT Bireylerin Günlük Ya
şamlannda Maruz Kaldığı Heteroseksist Aynmcı Tutum ve Uygulamalar" , He
teroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 53-62.
23 A.g.y. , s. 59-60.
1 51
le hizmet alamama şeklinde ortaya çıkan ayrımcı davranışlar,
dini inançlarla ilgili ibadetler sırasında olumsuz bakış ve j est
ler, hakaret ve tehditler, askerlik sırasında hakaret, tehdit vb.
olumsuz deneyimler, sokakta yürürken bakış ve j estelerle ay
rımcılığa maruz kalma sıklıkla dile getirilmiştir.24
Türkiye'de LGBT hakları hareketi siyasi örgütlenmeyle ilgi
li sorunlar da yaşamaktadır. Örneğin, 2008 yılında LGBT hak
ları grubu Lambda lstanbul'un "ahlaki değerlere ve aile yapısı
na aykırı" olmakla itham edilip kapatılması şeklindeki mahke
me kararı Yargıtay tarafından bozulmuş, ancak bu bozma kara
rında da derneğin bir daha kapatılma riskiyle karşı karşıya kal
maması biseksüelliği, transseksüelliği, lezbiyen gey ya da trans
olmayı "özendirme, yaygınlaştırma ve teşvik etme"ye yöne
lik faaliyetlerde bulunmaması şartına bağlanmıştır. Ayrıca An
kara'da Pembe Hayat Derneği ve lzmir'de Siyah Pembe Üçgen
Derneği de yine "genel ahlaka ve Türk aile yapısına aykırılık"
gerekçesiyle kapatma davalarıyla karşı karşıya kalmaktadır.25
Konu hakkındaki uluslararası literatüre bakıldığında, LGBT
bireylerin maruz kaldıkları ayrımcı tutum ve uygulamalar, hak
ihlalleri ve mağduriyetlerin Türkiye'yle sınırlı olmadığı görüle
bilmektedir. ILGA tarafından hazırlanan bir raporda LGBT bi
reylerin özel kişilerin olduğu kadar devlet görevlilerinin de te
cavüz, işkence ve cinayet dahil fiziksel şiddetine maruz kal-
24 A.g.y. s. 59-60.
25 Bu noktada, Türkiye'de LGBT hakları hareketinin önde gelen isimleri , 2002
yılından bu yana iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temsilciliğini
yaptığı muhafazakar ideolojiyi LGBT bireylerin zaten zor olan var oluş koşul
larını daha da güçleştiren bir başka önemli faktör olarak zikretmektedir. Ör
neğin bkz. , Göregenli, "Sistemin Meşrulaştınlması ve Sürdürülmesi ideolojisi
Olarak Muhafazakarlık" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 için
de, s. 1 09- 1 1 3 ; Devrim Sezer, "Muhafazakar Demokratların Açmazı: Toplum
sal Önyargılann Kıskacında (LGBT'lerin) lnsan Haklan" , Heteroseksizme Kar
şı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 4- 1 1 6; Nilgün Toker Kılınç, "Ya Be
nim istediğim Gibi Olursunuz ya da Toplum Sizi Hizaya Sokar", Heteroseksiz
me Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 7- 1 1 8 ; Simten Coşar, "Türk
Aile Yapısına 'Zarar Vermeme' Kaydı Nihai Olarak LGBT'yi Heteroseksüel Ol
maya Çağırmaktır" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde , s.
1 1 9- 1 2 1 ; Zeynep Gambetti , "Muhafazakarlık Ayrımcıdır ve Bundan Gocun
maz " , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 22- 1 23 .
1 52
dıklan ifade edilmekteyken26 başka bir çalışmada LGBT birey
lerin marj inalleştirilmesinin sağlık, barınma , eğitim hizmet
lerinden ve istihdam olanaklarından dışlanmalarıyla yürüyen
bir süreç olduğu belirtilmektedir.27 Aynca, 'Toplumsal dışlan
madan, şiddetten, hatta bazen yok edilmekten kaçabilmek için
LGBT bireyler sıklıkla aileleri ve ait oldukları topluluk tarafın
dan, toplumsal olarak kabul edilebilir cinsiyet kimliklerini ve
heteroseksüel ilişki biçimini benimsemeye zorlanmaktadır. Bu
ise, ciddi duygusal hasara yol açmaktadır. " 28
LGBT bireylerin yukarıda özetlenen zor ve olumsuz varo
luş koşullan Türkiye gibi militarizmin siyasi kültürün ayrılmaz
parçası olduğu ve dolayısıyla askerliğin zorunlu olduğu ülke
lerde daha da pekişmektedir. Buradan hareketle, bu çalışma
nın temel iddiası Türkiye' de askerlik hizmeti üzerine -resml ya
da gayri resml- hakim söylemin heteroseksist ayrımcılığı üret
mekte ve yeniden üretmekte , böylelikle LGBT bireylerin mar
jinalize edilmesi ve ikincilleştirilmesinde önemli rol oynamak
ta olduğudur. Açmak gerekirse , Türkiye'de yazılı medyadaki
bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının esas aldığı temel
meselelerin içeriği ve bunların ele alınış biçimi , toplumdaki
yerleşik heteroseksist iktidar ilişkilerini hem yansıtmakta hem
de yeniden üretmektedir. Bu , birbirine paralel giden iki boyut
ta gerçekleşmektedir. Bunlardan ilki, "kadınlık" ve "erkeklik"
kategorilerine dair neyin "normal" olduğuyla ilgili geleneksel
ve özcü tanımların altının bir kez daha kalınca çizilip görünür
kılınması, yerlerinin sağlamlaştırılmasıdır. lkinci boyutta, söz
1 53
konusu iktidar ilişkileri daha örtük bir biçimde yeniden üre
tilmektedir. Bu kez söz konusu olan siyasalın akıl, rasyonali
te ve materyalizmle eşleştirilen "erkeklik" üzerinden tanımlan
masıdır. Yukarıda değinildiği gibi, siyasal alanın tanımlayıcı bi
leşenleri bunlardır. Siyasal alan erillikle tanımlandığı ölçüde ,
bu egemen kimlik dışındaki kimlikler de bu alanın dışına dü
şer. Her iki şekilde eşitsiz iktidar ilişkileri ağı içerisinde yeni
den üretilen heteronormativite, heteroseksizme, yani dışlama
ya, ötekileştirmeye, ayrımcılığa yol açmaktadır. Sayılan bütün
bu unsurların bir grup insanın gündelik yaşamlarında kendi
lerini güvende hissetmemesi/hissedememesi için fazlasıyla ye
terli olduğu kabul edildiği ölçüde, bu meseleyi demokratik si
yaset/demokratik mücadele açısından dert edinmemek imkan
sız hale gelir. Ayrıca, çizilen bu çerçeve içine yerleştirildiğinde,
LGBT bireylere karşı ayrımcılık ve bununla mücadele mesele
si, birçok önemli siyasi kavramın içinden geçen, hayli karma
şık siyasi bir meseledir: iktidar, hegemonya, cinsiyet hiyerarşi
si, feminizm, ayrımcılık, güvenlik, milliyetçilik, militarizm, si
yaset, siyasal olan gibi. Takip eden bölümde, yazılı medya üze
rinden geçekleştirilen analiz aracılığıyla şimdiye kadar anlatı
lanlar somutlaştırılmaya çalışılacaktır.
1 54
konulma, yeniden üretilme ve karşı konulma biçimlerini çalı
şan araştırma biçimidir. Bu muhalif araştırmayla, eleştirel söy
lem analistleri açıkça pozisyon alırlar ve böylelikle toplumsal
eşitsizliği anlamak, onu açığa çıkarmak ve en nihayet ona di
renmek isterler. "29
Sözü edilen zaman dilimine ait günlük gazeteler askerlik me
selesi (bedelli askerlik ve vicdani ret) referans noktası alınarak
incelendiğinde30 ilk etapta şunu tespit etmek mümkün: "Bedel
li Askerlik Yasası" olarak bilinen yasal düzenlemenin kamuo
yunda ve özellikle medyada ele alınış biçimiyle vicdani ret me
selesinin ele alınış biçimi neredeyse tamamen farklıdır. Önce
likle , bedelli askerlik uygulaması, en sonuncusu Kasım 20 l l 'de
olmak üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca farklı hükümetler ta
rafından birkaç sefer yürürlüğe konmuş ve aslında hiçbirinde
toplumun genelinden ya da parlamentodaki ya da parlamen
to dışındaki partilerinden çok ciddi bir muhalefetle karşılaş
mamıştır. Öte yandan, vicdani retle ilgili olarak tam tersi yön
de bir eğilimden bahsetmek mümkündür. Bu bölüm kapsamın
da gerçekleştirilen gazete taramasına dayanarak, vicdani ret ko
nusunun bedelli askerlik kadar yoğun bir şekilde tartışılmadı
ğı, nadiren köşe yazılarında konu edildiğinde de büyük çoğun
lukla kategorik olarak reddedildiği söylenebilir. lkinci olarak,
bedelli askerlik savunulurken ya da karşı çıkılırken öne sürü
len argümanlar neredeyse tamamen ekonomik terimlerle oluş
turulmaktadır.
Bedelli askerlik tartışmasıyla başlamak gerekirse, ilk söylene
bilecek şey, en azından Mart 20 1 1 -Mart 20 1 2 arasındaki bir yıl
lık döneme ait gazeteler özelinde, bedelli askerliğin, siyasi par
tiler nezdinde olduğu gibi Türkiye yazılı basınında da genel ka
bul görmüş olduğudur. Çok sayıda vicdani ret davasının avu
katlığını üstlenen Davut Erkan'ın ifadesiyle "en milliyetçisinin
1 55
dahi mazur gördüğü"31 bu yasaya verilen destek medyada fark
lı gerekçelere dayandırılabilmektedir. En sık rastlanan gerek
çe şudur: Askerlikte, yararsız ya da lüzumsuz işler yaparak har
canan zaman sadece bir erkeğin ömründen ve zamanından çal
mak anlamına gelmez; bu ayrıca ülke ekonomisine de büyük za
rar vermek demektir. Bu erkek mesleğinin, işinin gücünün ba
şında kalmak yerine bunları bırakıp askerde angarya işler yap
maya mecbur bırakıldığında, milli gelire yapabileceği katkıdan
ülke ekonomisi mahrum kalmaktadır. Çünkü "yaş sınırı hayata
atılarak bir iş tutmuş ama askerliğini yapmamış erkekleri kap
sama alıyor. Askerliğin bu kişilerin işlerini bozacağı endişesin
den hareket ediliyor. Bu anlayışta ekonomik açıdan bir rasyo
nalite var. "32 Ayrıca zorunlu askerlikle askere alınan bir erke
ğin ailesinin yaşayacağı maddi sıkıntı da bedelli askerlik için
öne sürülen gerekçeler arasındadır:
Hadi diyelim ihtiyaç var diye askere alıyorsun, peki askerlik
süresince istihdam ettiğin insana neden hiç değilse asgari ücret
ödemiyorsun? insanı karşılıksız çalıştırmanın neresi adil? Zor
la askere aldığın o insanın ve ailesinin çektiği ekonomik sıkın
tıları neden görmüyorsun?33
Burada ön plana çıkarılmak istenen husus zorunlu askerli-
ğin ekonomik açıdan verimli ve işlevsel olmamasıdır. Sonuçta,
31 Özlem Altunok , " Savaşa Hayır Diyenlerin 'Sivil Ölüm'ü " , Cumhuriyet,
28. 1 1 . 20 1 1 .
32 Seyfettin Gürsel , "CHP'den Bedelsiz Bedelli Teklifi" , Radikal, 1 7.03.20 1 1 .
33 Resul Tosun, "Zorunlu Askerlik Sorunludur" , Yeni Şafak, 23. 1 1 . 20 1 1 .
34 Abdurrahman Dilipak, "Vicdani Red ! " , Yeni Akit, 27. 1 1 . 20 1 1 .
1 56
nel sayısına dair hayli detaylı resmi açıklamasına dayanarak or
dunun büyüklüğüne ve TSK'nın zaten dünyanın en kalabalık or
dularından biri olduğuna dikkat çekilmektedir. Diğer bir ifa
deyle, TSK'da, yeteri kadar hatta belki de gereğinden fazla sa
yıda asker mevcuttur; zorunlu askerlik yoluyla daha fazlasının
silahaltına alınmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. 35 Burada baş
ka bir hesaplama da devreye girer: lhtiyaç olmadığı halde sade
ce zorunlu askerlik yasası gerekçesiyle ordunun bünyesine ka
tılan askerler de aslında ülke ekonomisine zarar vermektedir.
"450 bin acemi asker bulundurmak yerine 1 00 bin profesyonel
asker bulundurmak hem savunmamızı daha güçlü kılar hem
de daha ekonomik olur. "36 Bu askerlerin silahları, üniformala
rı ve diğer askeri ekipmanın yanı sıra gıda ve sağlık hizmeti gi
bi gereksinimleri de devlet tarafından karşılanmak zorunda ol
duğundan çok büyük bir masraf kalemi ortaya çıkmaktadır. Do
layısıyla, zorunlu askerlik hiç maliyet-etkin değildir. Şu örnekte
görüldüğü gibi son derece detaylı bilgiler ve sayısal veriler ko
nuya dair gazete haberlerinde ve köşe yazılarında geniş yer tu
tabilmektedir:
1 57
açar (bilgisayar mühendisinin garson, şoför vs. olarak çalış
tırılması gibi) , süre ve eğitim göz önüne alındığında askerlik
hizmeti açısından da verimsiz olur. Bunun yanı sıra , zorun
lu askerlik, ülke ekonomisinin maliyetlerini de artırmaktadır.
Mesela son on yıllık dönemde savunma bütçesi içinde perso
nel harcamalarının payı ortalama yüzde 40, silahlanma harca
malarının payı ortalama yüzde 1 9 , silah ve personel dışı cari
harcamaların (PDCH) yani ordunun yiyecek, giyecek, barın
ma, ulaşım vb. giderlerinin oranı ise yüzde 38'dir. Görüldü
ğü gibi savunma bütçesinin yüzde 40'a yakını zorunlu asker
lik hizmeti yapanların günlük giderlerinin karşılanması için
harcanmaktadır. 37
37 Yusuf Engin, " Çözüm Bedelli Değil Profesyonel Askerlik" , Yeni Şafak ,
25 . 1 2. 20 1 1 .
1 58
lara adreslemesi, kriz sürecinde finansal disipline özen bakı
mından da önemli. 38
1 60
masının toplum vicdanını zedeleyeceği , dayanışma duygusu
na zarar vereceği vurgulanır. Bedelli askerlik hem " [ z ] ahmet
siz para toplama" hem de "hizmet adı altında gençleri, toplu
mu , yeni bölünmelere yönlendirme, birbirileriyle yabancılaştır
ma yöntemi"dir.46 Buna bağlı olarak, "Hükümet, toplumun çe
şitli zümrelerindeki paralılar rahat etsin diye özel ve tercihli ya
sa çıkarırsa, vicdanlarda çok ağır bir yara açar ! . . Türkiye, şöh
retin bedeli, bedellinin şöhreti uğruna bireyler arasında ayrıca
lık yapacak lükse sahip değildir ! . . "47 Ekonomik rasyonalitenin
popüler milliyetçilikle soslanmış halinin doğrudan iktisat-ma
liye terimleriyle ifadesine dönecek olursak:
46 A.g.y.
47 Faraç, "Şöhretin Bedeli"
1 61
ması ilkeleriyle uyumlu bulmadığım gibi bir tür uyanıklık gös
terisi olarak da yorumluyorum. 48
1 62
Bu bağlamda zaman zaman paranın nerede , hangi amaç
la kullanılması gerektiğine dair öneriler de sunulmaktadır. Ki
mine göre "bedelli ile sağlanan gelir ordunun ihtiyaçları için
kullanılmalıdır" ;5 1 kimine göre "bu paranın ciddi bir kısmı Do
ğu ve Güneydoğu'ya yatırıma harca [ nmalıdır] ki askere gitme
yenlerin de terörün sona ermesine bir katkısı olsun" ;52 kimine
göre ise bedelli askerlik bir kereye mahsus değil, kısa dönem ya
da uzun dönem askerlik gibi kalıcı bir seçenek olarak kalmalı,
buradan sağlanan gelirle uzun dönem askerlere iyi bir maaş ve
sosyal güvence sağlanarak böylece ek maliyet getirmeden ordu
nun profesyonel asker ihtiyacı karşılanmalıdır. 53
Bu tartışmanın en çarpıcı özelliği bedelli askerliğe destek ve
renlerin de bu uygulamaya karşı çıkanların da argümanları
nı ekonomik rasyonalite üzerine kurmuş olmalarıdır. Tartış
malarda dolaşımda olan temel kavramlar ve öne sürülen ilke
ler üzerinden örneklenen taraf alışlar yukarıda aktardığım alın
tılarda somutlanmaktadır. Özetle denebilir ki, esasen popüler
milliyetçi dilde ve maliyet-fayda analizinde ortaklaşan taraflar
somut, ölçülebilir, hesap edilebilir verilere ve değişkenlere, ik
tisadi-mali terimlere, istatistiksel hesaplamalara (milli gelir, or
dudaki erlerin bütçeye maliyeti, askere alınan erkeklerin çalış
mamalarından ve üretmemelerinden kaynaklanan maliyet, be
delli askerlikten devletin yaratması beklenen kaynak, bu kay
nakla finanse edilebilecek sosyal hizmetlerin değeri, asker sayı
sı gibi) atıfla konuşmayı ve hep maliyet-fayda analizlerine da
yanmayı tercih ederken hem ekonomik rasyonalite hem de po
püler milliyetçi eksenlerde ortak olan cinsiyetçi perspektifin
içerisinden konuşmaktadırlar.
Vicdani ret söz konusu olduğunda ise farklı bir tablo ortaya
çıkıyor. tık farklılık, yukarıda belirtildiği üzere, bedelli asker
likle kıyaslandığında vicdani reddin hem Türkiye medyasında
hem de siyasi partiler arasında çok daha yoğun bir reddedişle
karşı karşıya kalıyor olmasıdır. Türkiye şu anda Avrupa Komis-
1 63
yonu üye ülkeleri arasında vicdani ret hakkını yasalaştırmamış
iki ülkeden biri (diğeri Azerbaycan) olduğu gibi, aşağıda da gö
receğimiz gibi, aslında bu konu siyasi bir mesele olarak alınma
maktadır. Bilindiği üzere, vicdani ret, "Bireyin politik görüşle
ri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda asker
liği reddetmesidir . . . Vicdani retçil erde en çok karşılaşılan red
sebepleri ise; düşman olsa bile insan öldürmeyi ahlaki bulma
mak, hiyerarşik ve statüsel yapılandırmalarda yer almayı red
detmek ve güncel sorunlardan dolayı o ülkenin silahlı birli
ğinde bulunmayı ideolojik ve dini inanca aykırı bulmaktır. " 54
Vicdani ret hakkı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyo
nu ve Avrupa Parlamentosu tarafından temel insani hak ola
rak kabul edilmiş olup Türkiye'de bu konunun yakın zaman
da hatırlanmasına neden olan gelişme ise Avrupa lnsan Hak
ları Mahkemesi'nin (AlHM) 2004 yılında Türkiye'den yapılan
başvuruya dair gerekçeli kararını Kasım 20 l l'de açıklaması ve
Türkiye'yi tazminata mahkum etmesi olmuştur. Kararda, Tür
kiye'de askerliğe alternatif bir kamu hizmetinin bulunmadığı
nın altı çizil [ erek] bu yapının toplum ile vicdani retçilerin çı
karları arasında adil bir denge oluşturmadığına işaret edilmiş
tir. 55 Bundan önce 2006 yılında da, Türkiye aynı şekilde mah
kum olmuştur. Türkiye'nin, AlHM kararı doğrultusunda vic
dani retle ilgili düzenleme yapmaması üzerine Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi sürekli olarak uyarılarda bulunmakta fakat
bu gidişata rağmen resmi yaklaşım Başbakan Recep Tayyip Er
doğan'ın şu sözlerinde temsil edilmektedir: "Vicdani ret olarak
adlandırılan bir düzenleme hükümetimizin gündeminde asla
olmamıştır. Askerlik bu milletin, bu topraklar için en kutsal va
zifelerden biri olarak kabul edilmiştir. Biz askerimize 'Mehmet
çik' derken bunun bir anlamı var; bu 'Küçük Muhammed' an
lamındadır. Biz askerliği Peygamber Ocağı olarak görmüşüz. "
Yanı sıra , Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 'son genel seçim
ler sonrasındaki (20 1 1 ) kompozisyonuna bakıldığında vicdani
ret hakkını savunan sadece bir siyasi parti bulunmaktadır. Bu
54 "Anarşist Bir Duruş Olarak Vicdani Red" , BirGün, 3 . 2 . 20 1 2 .
55 " A lH M 'den Türkiye'ye Vicdani Red Cezası" , Radikal, 23. 1 1 . 20 1 1 .
1 64
konuda hem iktidar partisi hem de iki büyük muhalefet parti
sinin aynı dilden konuşuyor olması dikkat çekmektedir. Örne
ğin Milliyetçi Hareket Partisi "vicdani reddi her koşulda red
detmeye devam edecekleri"ni sürekli vurgulamaktadır. Bu du
rum medyada da çok farklı değildir; vicdani ret kavramına siya
si partiler nezdindeki mesafeli duruş medya için de geçerlidir.
Aslında , yakın zamanda Bilkent Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi
ve KONDA tarafından yapılan hayli geniş çaplı bir araştırmada
katılanların yüzde 82'sinin vicdani redde karşı olduklarını ifa
de etmiş olmaları, bu muhalefetin ne gazetelerin köşe yazılarıy
la, ne iktidar partisiyle ne de muhalefet partileriyle sınırlı oldu
ğunu göstermektedir. 56
Vicdani reddi redderken öne sürülen gerekçeler referans
noktaları bakımından bedelli askerlik karşısındaki muhalif gö
rüşlerden farklıdır. Bunlar genel olarak üç başlık altında top
lanabilir: llk olarak, tahmin edilebileceği üzere, askerlik olgu
sunun Türk-Müslüman kültürünün ayrılmaz parçası hatta özü
olduğu düşüncesi dillendirilmekte, buradan hareketle de vic
dani ret hakkının yasalaşmasının milli kültürü dej enere edecek
bir adım olacağı görüşü savunulmaktadır. Bu görüş, aşağıda
ki örneklerde olduğu gibi, bazen ironik biçimde bir militarizm
eleştirisiyle bağdaştırılabilmektedir:
56 Detaylar için bkz . "Bilmedikleri 'Vicdani Red'e Karşılar" URL: http://www . ha
berturk. com/polemik/haber/69 1 398-bilmedikleri-vicdani-rete-karsilar. Eri
şim Tarihi: 13 Ocak 20 1 3 .
1 65
"vatani vazife" denir ve Anayasa'da da "vatan hizmeti" başlığı
altında düzenlenir. Vatandaşımız vatan hizmetine çok önem
verir. Zorunlu askerlik, toplumumuzda değer yargısı en yük
sek sosyal kurumdur. Vatanseverlik seviyesi çok yüksek olan
milletimiz için askerlik şerefli bir hizmet ve şehitlik erişilecek
en büyük mertebedir. 57
1 66
"Kültürel kodları Müslümanlık tarafından oluşmuş bir ül
kede" ana fikir, Bulaç'a göre "Savaş karşıtlığı değil anti-mili
tarizm" olmalıydı. Savaş adil ve haklı olmadığı sürece meş
ru değildi ama "ülkesi düşman işgaline uğramışsa her Müslü
man; dini, yurdu ve namusu için savaşır(dı) , bu cihattı ve farz
dı" "Cihadı hayatından çıkarmış bir toplum , varlığım devam
ettiremez"di. Mümtaz Sosyal , 26 Kasım'da Cumhuriyet'te, "Bu
arada toplumun moralini bozmak ve ulusal özgüvenin önem
li unsuru olan askerliği yıpratmak isteyenler yeni bir konu da
ha bulmuşa benziyorlar: Vicdani ret denen kaytancılık" diye
rek, konuya girdi. Ardından AlHM kararlarıyla desteklenen bu
hakkın "hangi gerekçeyle olursa olsun insan öldürmeyi günah
sayan Museviliğin ve Hıristiyanlığın inançlarına ters düştüğü
için, o inançların insanları açısından geçerli" olabileceğini be
lirtti. "Ama Müslüman bir toplumda ve hele ulusal savunma
gerekleri olan Türkiye gibi bir ülkede fanteziden başka bir an
lam taşıyamaz"dı. 60
60 Ahmet lnsel , " T ü rklük ve Müslümanlık Vicdani Redde Karşı" Radi kal,
29. 1 1 . 20 1 1 .
1 67
Askere gitmeyi , devletin otoritesini külliyyen reddettiği için
reddeden, zaten dağa çıkmış demektir. Bugün de yüz yıl ön
ce de böyleydi bu. "Eşkıya kimlik kullanmaz" Dağdan ölüsü
-o da bazen- iner. Böyle adam vatandaş olsa ne olur olmasa ne
olur! Eşkıya dağdan geri dönerse zaten eşkıyalıktan da dön
müş demektir. Eline silah verir misiniz? Hele cepheye, gönde
rir misiniz? Kendisine bayrağınızı ve namusunuzu itimat eder
misiniz? Sabıkalılık ve af meselesi. Islah olmuşsa neden olma
sın. Askere alacağınız genç , dağa henüz çıkmamış, ama da
ğa çıkmayı her an düşünen bir gençse, askere alsanız ne işini
ze yarar? Eğitip devletle ve toplumla barıştırmanıza kışla kat
kı yapacaksa doğruca askere alın ! Yoksa önce medreseye gön
derin. İşte onun için devletin medreseye destek olması lazım.
Kaldı geriye, silahı ve öldürmeyi vicdanen reddettiği için ya da
yeterince -yani ölmeye hazır olacak kadar- cesur olmadığı için
askere gitmek istemeyen vicdani retçiler. 6 1
1 68
Buradaki, "eline silah alan/geceleri kışlada kalan/cesur" -mas
külen-Türk erkekleri ile eline silah alamayan/korkak/feminen
(temizlik ve mutfak işleri gibi geri hizmetleri yapan ve geceleri
evlerine giden, belki de kışlada kalmayı hak etmeyen) Türk er
kekleri arasındaki ayrım üstü örtülemeyen bir heteroseksizmi
işaret etmektedir. Cesarete, cesur olmaya yapılan bu vurguyla
beraber vicdani reddin korkaklıkla özdeşleştirilmesinin daha
da açık ve örtülmeye de çalışılmayan bir heteroseksist tonlama
ya sahip olan biçimi ise şu örnekte kendini gösterir: " [ T ] otişi
yemediği için kendisini hümanist, özgürlükçü olarak görenler
eline silah almadıkları için 'insan öldürmeye karşıyım' nutukla
rı atacak. "63 Nitekim tespit edilen bu "samimiyetsizlik" halinin
testi de beraberinde gelir:
1 69
Sonuç
1 70
gelen ve adeta sembol olmuş isimlerinden inan Süver'in verdiği
bir röportajda vicdani reddini "cesur olmak" ve "cesaret" üze
rinden meşrulaştırmasını, asıl cesaret isteyenin vicdani retçi ol
mak olduğunun altını çizmesini hatırlamak gerekir. Süver'e gö
re " [ v ] icdani red cesaret gerektirir. . . Korkaklar saldırır. Cesur
lar ise gelecek tehlikeye hazırsa saldırmaz, onu bekler. "67 Bel
li şekilde tanımlanmış hakim erkeklik tanımının zaman zaman
vicdani reddi savunanlarca dahi dile getirilebilecek kadar sos
yo-politik yapının iliklerine işlemiş olduğunu bundan daha iyi
ne gösterebilir? Serpil Sancar'ın dikkat çektiği gibi:
67 Cem Bahtiyar, "Vicdani Red: Devletin Sopasını Elinden Almak" , inan Süver'le
söyleşi, BirGün, 2 1 . 1 2. 20 1 1 .
68 Serpil Sancar, "Vicdani Red ve Eril Şiddet", Çarklardaki Kum: Vicdani Red Dü
şünsel Kaynaklar ve Deneyimler içinde, s. 1 3 5- 1 36.
1 71
ya da faydalanmak, uhdesinde böyle bir meydan okuma bann
dırmadığı için yerleşik siyasette kendine daha kolay yer bula
bilmektedir. O zaman, heteronormativite hem bu durumun ar
kasında yatan temel faktör hem de sonuç olmaktadır. Bu du
rum yazının en başında belirtildiği gibi , modern siyaset tanı
mıyla birlikte düşünüldüğünde daha da kolay anlamlandırı
labilir. Askerlik hakkındaki hakim söylem modern (eri l ola
rak okuyunuz) siyaset kavramsallaştırmasından beslenmekte
ve aynı zamanda onu (yeniden) üretmektedir. Modern siyaset
kavramsallaştırması siyasal alam rasyonalite, akıl ve materya
lizm üzerinden kurgularken duygular ve inançlar bu alanın dı
şında bırakılır. Ilk sayılanlar erkek olmanın, ikinciler ise kadın
olmanın özü addedilir. Bedelli askerliğe dair tartışmanın, yani
bedelli askerliği savunur ya da ona itiraz ederken dile getirilen
görüşlerin, daima ekonomik rasyonalite (somut rakamsal veri
lere dayalı fayda-maliyet hesaplaması yani akıl-mantık-mater
yalizm) ekseninde yürümesi bu kurgunun yeniden üretiminde
işlevseldir. Çünkü siyaset tam da bu sayılanlann alamdır. Di
ğer bir ifadeyle, bu pencereden bakıldığında , bedelli askerlik
mevzusu , siyasalın belli biçimde tanımlanmış alam içerisinde
meşru bir tartışma konusu olarak kabul edilmiş olan, yine bel
li biçimde belirlenmiş siyasal terminoloji çerçevesinde ele alı
nan siyasi bir meseledir; sistem dışı bir uygulama ya da tartış
ma konusu değildir.
Öte yandan , vicdani ret için aynı şey söylenemez . Vicdani
ret, kadın ve erkek olmaya dair yapılmış tammlan ve çizilmiş
sınırlan zorladığı yetmezmiş gibi siyasala dair tammlan ve çi
zilmiş sınırlan da zorlamaktadır.69 Her şeyden önce vicdan mo
dern siyaset kavramsallaştırmasının dışanda bıraktığı irrasyo
naliteyi, duygu ve inancı uhdesinde banndırır; hem de vicdan
ölçülebilir, hesap edilebilir, görünür-gösterilir, somut olarak
ispat edilebilir bir şey değildir. Kısaca, eril değildir. O nedenle
1 72
politik de değildir. lşte burası aynı anda hem milliyetçilik, mili
tarizm ve kapitalizmin üstüste bindiği hem de bu karışımın ha
kim eril kimliğin lehine bir cinsiyet hiyerarşisiyle harmanlan
dığı ve ortaya son derece tesirli bir iksirin çıktığı yerdir. Bura
da "aklın hamle anlamına, strateji anlamına geldiği bir iklim"
hüküm sürmekte, "asal soruların fantezi kabul edildiği, akılla
duygunun farklı masalara yatırıldığı bir dünya inşaatı" devam
etmektedir. 70 Vicdani redde karşı çıkışların da meseleyi siyasi
ilkeler ve kavramlar temelinde tartışmak yerine, bu kavramı ve
ilgili talepleri tamamen göz ardı etmekle "askerlik Türk/Müs
lüman olmanın gereğidir"/"vicdani retçilerin asıl derdi asker
likten kaytarmak"/"vicdani retçiler aslında korkaklar" şeklinde
özetlenebilecek bir tutum arasına sıkışıp kalması da aslında bu
meseleyi bizatihi siyasi bir mesele olarak kabul etmeye gösteri
len direnci sembolize etmektedir. Siyasal alan erillikle özdeşle
şen değerlerle tanımlandığı ölçüde, hakim eril kimlik dışındaki
kimlikler (kadınlar ve LGBT) açısından bu durumun çıktısı or
taktır: Siyaseten ikincilleştirilme , ötekileştirilme, sessizleştiril
me; nihayetinde, dışlanma.
70 A.g.y.
1 73
5
BİR ERKEKLİK FANTEZİSİ:
KURTLAR VAD1S1 1
1 75
da iç ilişkilerinde de-hiyerarşinin genel icaplarını gözeterek
formaliteye bakmaz , hudut tanımaz. Bağırmak çağırmak, kırıp
dökmek, erkekliği kanıtlayan patlamalar; şiddet, içki ve cin
sel azgınlıklar, homo-sosyal bağları güçlendiren muteber or
tak deneyimler sayılır. Atak bir cinselliğin ve yüksek libido
nun yüceltilmesi, eşcinselliği "bile" aklar.4 SS tarzı erkeklik
ise, büyük ölçüde bu örgütün lideri Himmler'in belirleyicili
ği altında, SA tarzı erkekliğe nizam ve intizam vermeye dönük
bir düzeltme çabasına dayanır. SA'ların kodaman karşıtı, kapi
talizm karşıtı, bürokrasi karşıtı plebyen-faşist reaksiyonlarını
kontrol alma stratejisiyle örtüşen bir arayıştır. SS tarzı erkek
lik, katı kurallı, had safhada kontrollü, "doğru-düzgün" bir er
kekliktir; Himmler cinayetlerin bile usulü dairesinde, "doğru
düzgün" icra edilmesini ister. Erkeklik ideali : asker adamdır.
Erkek adam, askerce ciddi , kurallara ve otoriteye hilafsız bağlı
olmalıdır. SA'ların erkek kardeşliği muhabbetinin yerini, dava
ve kurallarla belirlenen erkek yoldaşlığı azmi almalıdır. Erkek
(ve asker) adamlar, öncelikle birbirlerine değil öncelikle dava
ya ve vazifeye (ve onları kişileştiren Führer'e/lidere) sadık ol
malıdır. Erkeklerin birbirlerini sevmesinden ve "fazlaca" bir
birlerine bağlanmasından duyulan kuşku , kuşkusuz homofo
biyle de bağlantılıdır. SA tarzı, erkeklik korsesini çıkartıp atar
ken, SS tarzı korseyi iyice sıkılar. SS tarzı erkeklik, homofobi
den öte, genel olarak cinsel hazza tehlikeli bir ayartı olarak ba
kar. Neredeyse aseksüel bir püritanizmle, üremeye (üstün ır
kın zürriyetini sürdürmeye) indirger cinselliği. SS üyelerinin,
bu yüksek ahlaklarıyla , üstün ırkın en seçkin unsurları (er
kekleri) olması hedeflenmiştir.
Erkekler arasındaki ilişkinin eşit kardeşler değil, ortak da
vaya (Führer'e) bağlı yoldaşlar arasındaki ilişki olması, temel
önemdedir. itaat ve sadakat, adeta kurucu erkeklik değerleri
dir.5 Türkiye'de 1939 yılında yayınlanan ve Genelkurmay Baş-
4 SA'lann önderi Emst Röhm açık eşcinseldi.
5 Mehmet Celil Çelebi, Kurtlar Vadisi'yle ilgili yayımlanmamış yüksek lisans te
zinin "Otorite ve Erkeklik" başlıklı bölümünde bu noktayı vurguluyor: "(Val
ley of Wolves) as a Nationalist Text", Medya ve Kültür Çalışmaları Programı,
ODTÜ, 2006.
1 76
kanlığı tarafından okutulması tavsiye edilen Ordu Sosyolojisi
Yolunda Bir Deneme isimli kitaptan destek alalım:
Orduda Aile, Babacı Aile Gibidir: Babacı ailede baba, ailenin
hakimi ve dini bakanıdır. Ordu ailesinde de baba, birliğin ve
vazifenin tekil ettiği dinin başkanıdır . . . Baba isterse ferdi, aile
den kovabilir. Ferdi evlendirmek hakkı da vardır. Ferd evle
nebilmek için babanın müsaadesine muhtaçtır . . . Baba aynı za
manda hakimdir. Bir derece kadar adli haklan ve salahiyetleri
vardır. Kendi kadrosundaki bu mahkemenin kararlarını onay
lar veya geri çevirebilir. Bu mahkeme , babanın resmi ve adil
6
vicdanını teşkil ediyor.
6 Akt. Selda Şerifsoy, "Aile ve Kemalist modernizasyon projesi, 1 928- 1 950'' , Va
tan Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der . ) (İstanbul: iletişim Yayınla
n , 2000) , s. 1 89 .
1 77
marn-zemini gözetmesini ihtar ederek gem vurur. Ama dizgini
ara ara gevşeterek ve "bir gün mutlaka" vaadini hep canlı tuta
rak. Kendisi SS misyonunu üstlenmiştir; fakat bu misyonu SA
tarzının enerj isini, doğaçlama yeteneğini, "samimiyeti"ni yi
tirmeden yürütüyordur. O tarz kontrol altında tutulmalı ama
gür bir kaynak olarak kurumasına izin verilmemeli; çocukların
"şevki kırılmamalı, elleri soğutulmamalı" dır. Askere, polise de
ğil, son kertede "adamları"na güvenir Polat.
Bu gerilim bir başka ikilikle de alakalıdır: Taşralı/gelenek
sel erkek-adamlar ile şehirli salon adamları. Bir tarafta, kavruk,
içinden geldiği gibi, otosansürsüz davranan, bozulmamış, sa
mimi, dürüst, sahici erkek-adamlar vardır. Bazen komik duru
ma da düşseler, dahası kötü de olsalar, aslında iyi, mayası temiz
adamlardır bunlar. Tek kelimeyle, erkek adamlardır. Misal, Za
za, olanca kıyıcılığına, hesapçılığına-pazarlıkçılığına, en önem
lisi karşı tarafta (Polat'ın karşısında) yani kötü adam olmasına
rağmen, "tatlı"dır. Dahası, PKK'nin metropol hücresinden Mu
ro ve adamları bile (çocuksu ilkellikleri iyice vurgulanmak kay
dıyla) bu saflıktan pay taşırlar; nitekim sonunda "iyi Kürt" ola
rak Polat'la işbirliği yapacaklardır.
Diğer taraftaki erkek tipi, züppe, riyakar, "siyasetçi" , bazen
basbayağı kadınsı, alçak salon erkeğidir. Dizide bu tipin billur
laşmış bir örneği , Neco'nun canlandırdığı Mehmet Fikret Ha
zarbeyoğlu'dur. Gayet medeni, eğitimli cilasının altında gerçek
bir katil yatmaktadır aslında. Ağabeyini bıçakla öldürecek ka
dar hain ve gaddar, en yakın adamının kızına sarkacak kadar
ahlaksızdır. Mehmet Fikret Hazarbeyoğlu tipinde denetim al
tında görünen psikopatoloji, bir başka tipte, Ragıp Savaş'ın oy
nadığı Fuat Tataroğlu'nda büsbütün açığa çıkar. Fuat, dizinin
büyük burjuvazi temsilcilerinin en önemlisi olan Davut Tata
roğlu'nun dej enere oğludur ve Memati tarafından öldürülür.
Her ikisinin de bütün gaddarlıklarının yanında aynı zamanda
kadınsı olduklarının altını çizmek gerekir. Mehmet Fikret zam
paralık peşindeyken bile inandırıcı olamayan erkekliğiyle, Fuat
kendisinin "şekerim Fuat" olarak anılmasına neden olacak ko
nuşma tarzıyla belirgin biçimde kadınsıdırlar. Bunlara ek, bun-
1 78
lar kadar kötücül olmayan bir erkek tipi, Polat Alemdar'ın karı
sı Ebru tarafından çizilir: Ebru , Polat'la ilk yemeğe çıktıkların
da onun Elifin hatırasına nasıl bağlı olduğunu görünce, "Se
nin gibi erkekler özlemez, sevmez sanırdım, " demişti. Ona gö
re özleyen, seven erkekler, "Hani böyle gözlüklü , sırtına ka
zak koyan erkekler . . . "dir. Takdir ederek ama biraz küçümser
bir edayla söyler bunu. Zira o entel tipler, doğrusu pek de ger
çek erkek değildirler. Ebru da eninde sonunda, o tiplerin ince
liğindense, bizim kaba saba adamların mertliğini yeğleyecektir.
Kurtlar Vadi s i 'nin 2007'de yayına giren serisi "Pusu " nun
baş kötüsü , Amerikalı -aslında bizzat Amerika'yı kişileştiren
Aron Feller de, şehirli züppe salon adamının timsalidir. Kor
kunç gaddardır ama kendisi aksiyon adamı değildir, işini maşa
larına gördürür, hatta iş vuruşmaya geldiğinde tırstığım görü
rüz. Çene sakalı, endamı, sanatla meşgul olması (üstelik, hobi
si heykeltıraşlıktır - "put" yapıyordur yani ! ) , oturup kalkması,
Türkçesinin yabancı aksanıyla, aslına bakılırsa, Frenk mukal
lidi olarak klişeleştirilen (Yeşilçam'ın "patron" karikatürlerin
den bildiğimiz) yerli erkeklerden uyarlanmıştır bu tip !
Kahramanımız Polat Alemdar, bu iki düzlem arasındaki ge
rilime de hakimdir. Her iki erkek dünyasını da bilir, ikisinde
de sözünü geçirir. Temiz yürekli taşralı harbi delikanlıları bi
raz şekle sokmaya çalışır; salon adamlarını da gerekirse onla
rın protokolüne uygun, ama asla karşılarında ezilmeden, tersi
ne üstten bakan bir tavırla idare eder.
Tabii kahraman , yürek-akıl dengesini ve bütünlüğünü de
idare edendir. Polat'ın (sonradan bir savaş hilesi olduğunu an
layacağımız) alemlerden çekilme kararını açıklamasının ardın
dan, adamlarından Güllü Erhan, "Ahi, beyin olmadan bu me
ret çalışmaz, sen olmadan ne yapacağız? " diye serzenişte bulu
nur. Polat'ın, "Ben yoksam Memati var," teminatına karşı Gül
lü Erhan, ikisi arasındaki farkı gayet net koyar: "Ahi, Memati
Ahi yürektir. Onsuz olmaz. Ama beyin sensin ! " Polat, asıl ola
rak beyindir. Yürekli beyin. Memati, dizinin ilk bölümlerinde
bir keresinde gururla ve tehditkar, şunu söylemiştir: "Ben dü
şünmem ! " Düşünme zaafına yenilmeden, yüreğiyle eyler o. lta-
1 79
at eder ve icabını yapar. Aklı önce Çakır'a, sonra Polat'a ema
nettir. Her şeyi Polat'a sorar: " Neden lskender'i öldürmüyoruz
usta ? "
Akıl/yürek ikiliğinin sınıfsallığına değinmeden olmaz: El
bette ki, akıl üst ve orta sınıfların bir özelliğiyken, yürek asıl
olarak aşağıdakilere özgüdür. Bu minvalde Kazım'ın Alman
ya'da edindiği (Almanca/Almancı telaffuzuyla) "ştandart" ları
sürdürmeye çalışması , ancak gülünç olabilir. Memati ile Ka
zım arasındaki meşhur kahvaltı diyaloğu tam Türk oğlan-erge
nini kendinden geçirecek tondadır: "Bu ne Kazım? " "Kahvaltı
ahi. . . " "Kedi maması mı bu Kazım? " "Yok ahi, bu benim ştan
dart kahvaltım. İçinde her şey var: Protein, vitamin , mineral. . .
" Kazım ben kahvaltıda protein yemem , peynir yerim ! " Me
mati'nin Kazım'a hatırlattığı şey, bütün o alışılmadık, alengir
li "ştandartlar" ın, kendilerine göre olmadığıdır. Polat'ın özel
liği burada da ortaya çıkar; o hem dengeleri hesap edebilecek
akla hem de bütün dengeleri altüst edebilecek yüreğe sahiptir.
1 80
yoktur; ahinin delikanlılığı ve hamaseti, ideal ve davanın ika
mesi gibidir. Abiye ve birbirine erkekçe sadakat, en yüksek ide
aldir, istikamet verir, hayatın anlamını belirler.
Aynı zamanda , bu ideal pek ulaşılabilen bir ideal değildir.
Ağabeylerle en yakın adamları arasındaki bütün ilişkiler, iha
netle ve kırgınlıkla yüklüdür. Sadakatiyle bildiğimiz bu ikin
ci adamlar içinde ihanete hiç yaklaşmayan iki kişi, dizinin ilk
sezonundan hatırladığımız Laz Ziya'nın "adamı" Orhan ile Za
za'nın Cevher'idir. Her ikisi de bilinmeyen bir eski zamanda ,
şehirlerden uzakta, geleneğin hakim olduğu coğrafyalarda baş
lamış ilişkilerdir. Bunların harcının neyle karıldığından hiçbir
zaman emin olamayız. Burada akrabalık, eskilerden taşınmış
ataerkil vesayet ilişkileri, çok eski borçlar vardır. . . Kurtlar Va
disi'nin göbeğinde ya da çeperlerinde kurulan tabiiyet ilişkile
ri ise, her zaman güvenilmezlikle maluldür. MematVPolat iliş
kisinde bile , Abdülhey'in (sözde) ölümünden sonraki kopuş,
ihanete değilse bile ağır bir kırgınlığa varır; o kadar ki , Mema
ti'nin akılsızca ve öfkeyle yaptığı bazı girişimler, Polat'ın bütün
hesaplarını altüst eder. . .
Bütün bu ihanetler ve güvensizlikler bilinirken, "ahi için ca
nını verme" söylemi, güçlü bir biçimde varlığını sürdürür. Dur
madan sadakatten, sağlamlıktan, güvenilirlikten söz etmek
bunların varlığını mümkün kılacakmış gibi. Racon, sadece bir
gösteriş değil, bu anlamda bir performans olarak görülmelidir.
Elde olmayanı ele geçirmenin bir yoluymuş gibi. . .
1 81
ödeyemez. " Cevher, Zaza Dayı'ya seslenmeye kalkan bir üçün
cül karakteri, "Edepsiz, dayı çağrılır mı? Yanına gideceksin ! "
diye azarlar. lskender, son sezonun final bölümünde Polat'tan
kendisini "öldürecekse asker gibi öldür"mesini ister: "Kurşu
na diz. Şerefsizler gibi ipe çekme ! " Hafiften ağıra doğru , bir
kaç örnek. . .
Burası, racon vadisidir. Kostaklanma sahneleri, meydan oku
yan, had bildiren tiradlar, şerefsiz mevkisine düşmenin her an
her yerde kol gezen sinsi tehdidi karşısında kasılmalar, Kurtlar
Vadisi'nin seyirci kitlesi nazarında kültleşmesini sağlayan do
ruklarıdır. Erkekliğin kesintisiz teyakkuz halinde beklenmesi
gereken bir kale, bitmeyen bir iddialaşma olduğu duygusunu
kanırtmakla , Kurtlar Vadisi'nin üstüne yoktur. Tanıdığımız bir
ergenin dediği gibi: "Bu ergenlik çok zor bir şey, sürekli guru
runu kurtarman gerekiyor ! "
Cevher, Memati gibi sert erkeklerin iğneden korkması gibi
komiklikler mesela , tam da onların sert erkekliğini belirginleş
tiren bir nazar boncuğu işlevi görür. Ama ilke olarak, tensel ve
ruhsal yaralar, erkek adamın behemahal içe atması, asla göster
memesi gereken zaaflardır. Dertleşme de racon kesme formun
da cereyan eder; ağır, tok sözler teati edilir. Duygusallaşma be
lirtileri yakaladığı anda üzerine çökülür, parmağa dolanır. Bazı
iyi erkeklerin ağladığı olur gerçi. Lakin en ağır ahilerin ağladığı
da görülmez. Polat, kırk yılda bir gözleri yaşarır gibi olduğunda
(lskender, yeni doğmuş çocuğunu kaçırmıştır) , bir el işaretiyle
adamlarını kovalar hemen; bunu görmemelidirler.
Zaza, bir defasında lskender'e der ki (Elazığ ağzıyla) : "Bizim
oralarda kadınlarla fazla konuşulmaz. Sizin orada arkadaş ol
madığı için mecburen konuşisiz. " (Aynı zamanda, lskender'in
de, hem Zaza gibi harbi erkeklerin hem salon züppelerinin ale
mine hakim bir kahraman olduğunu hatırlatır Zaza'yla diyalo
ğu . ) Böylece bize hatırlatılır ki, sahih beşeri münasebet, erkek
ler arası münasebettir. Önemli, anlamlı, içi dolu olan, arkadaş
ça, riyasız, yiğitçe olan, erkekler arası konuşmalardır. Kurtlar
Vadisi'ndeki bariz homososyallik, bu hikmeti teyit eder. Beşe
ri münasebet, sosyal olan, esasen erkek erkeğedir; sosyalleşme,
1 82
erkekler arasında gerçekleşir. Erkek meclisleri, uzun uzun otu
rurlar dizide. Onların bu oturmaları-konuşmaları da aksiyon
dur; önemli ve anlamlıdır çünkü .
Mekanları, erkeklerin üsleridir. Korumalar, gösterişli odalar,
büyük masalar, " tarihte Türk devletleri" serisinden bayraklar,
basit ama sekmeyen kabul-teşrifat protokolü , tokalaşmalar, bu
yur etmeler, selam sabahlar ve bunların her seferinde teker te
ker gösterilmesi, her ziyareti, her "birinin yanına gitme"yi bir
aksiyona dönüştürür. Bir yerden toplanıp kalkma, toplu halde
kostak kostak yürüyerek gidip (ki buralar bazen ağır çekimde
verilir) arabalara binme, kapıların çarpılması ve bir yere "inti
kal etme" sahneleri, dakikalarca sürer Kurtlar Vadisi'nde. Dizi
yi bütün geceye yaymak için zamanı sündürme ihtiyacı, böyle
ce bir estetiğe dönüşür.
Bazı adamların basbayağı müstahkem mevkileri vardır. Me
sela Zaza. Öte yandan onun mekanı, efendisinin kudret ve zen
ginliğine rağmen, bekar erkek evi estetiğiyle dikkat çekicidir.
Kadınsız hayat püritenliğin, sadeliğin, aynı zamanda serbestli
ğin fırsatı olmuştur. Pide ısmarlanır, muttasıl çay içilir.
Birinin mekanına gitmek, tabii onu tanımaktır. Mekanı bas
mak ise (jargonuyla söylersek: "mekana çökmek" ) , en büyük
meydan okuma, en büyük hakaret. Kurtlar Vadisi'nin ilk sezo
nundan beri en fazla can kaybı, bu "mekana çökme" şölenle
rinde yaşanmıştır.
Homoerotizm?
1 83
bu ne, bunlar ne? " diye sorar. Yılmaz cevap verir: "Odundur . . .
Anızdır . . . Kıldır . . . Yaş odundur . . . Kesimlik kütüktür . . . ağam. "
Bunun üzerine Cevat Ağa bunları n e yapmak lazım geldiğini
sorar. Yılmaz, "Yakmak lazım, yakarsın ağam," der. (Nitekim
adamın veya adamların üzerine benzin döküp yakarlar. ) Ahi
nin/patronun/ağanın otoritesinin şehvetli bir teyididir bu dü
etler. Aynı zamanda, korku perdesi ardında, bir nevi cilveleş
me edası taşırlar.
Adamların ahilerinin/ustalarının/patronlarının yanında ço
cuklaştıkları, yılıştıkları, şımardıkları durumlarda da bir cil
veleşme havası vardır. Bilhassa Zaza'nın, hamisi lskender'den
muhabbet görme arzusu , zaman zaman nazlı, işveli bir kisveye
bürünür. Zaza'nın herkesin kafasına kaktığı, "Beni seviyor mu
sun? " sorgusu , tehditle karışık bir biat talebinin ifadesidir; fa
kat bir keresinde lskender'le sert münakaşaları sırasında, "Be
ni sevmiyorsun," diye figan ettiğinde, derin bir hayal kırıklığı
nı hissederiz . Örtülü bir homoerotizmden söz edebilir miyiz
buralarda? Erkeklik zırhının veya korsesinin gevşediği -ya da
fazla sıktığı- anlarda, homoerotik heyecanların dışavurduğunu
gözleyebilir miyiz?
Canını birbirine emanet etmiş erkek adamlar arasındaki, ka
dınlarla ilişkilerdeki nazdan, kaypaklıktan, kalleşlikten, oros
puluktan uzak, riyasız sıkı dostluk, sözsüz ve tezahürsüz, bir
tür platonik aşk olarak temsil edilir Kurtlar Vadisi'nde. Dizinin
ilk sezonunda, Çakır ile Polat arasındaki dostluk, bu türün en
belirgin örneğidir herhalde. Çakır, alemlerin kralı olma yolun
da hızla ilerlerken, başa çıkmakta zorlandığı bir rakibinin Polat
tarafından "indirildiği"ni öğrenir. Polat'ın adını ilk böyle du
yar. Polat'a hediye ettiği ve yeni açtığı kumarhanesinde rulet
masasına koymasına "paha biçilmez" diyerek engel olduğu tes
pih, dostluklarının nişanesidir.
Bazı duygusal anlarda Polat'ın adamlarına ama bilhassa Ab
dülhey'e, adamlarının da Polat'a bakışlarında, aşk dolu rikka
ti görebilirsiniz . Adamların abilerine sadakatlerini veya onun
yanındaki mevkilerini yarıştırdıkları rekabetlerde, ahinin sev
gisine mazhar olmakla ilgili alınganlıkların, kıskançlıkların da
1 84
esintisi hissedilir. Mesela Memati bir ara gözden düşüp de Po
lat bir yere giderken yanına onun yerine (aslında Memati'nin
adamı olan) Kazım'ı aldığında , karşılıklı takındıkları tavırlar
da, flört eden liseli kızların, oğlanların birbirini kıskandırma
ya dönük havalarından bir şeyler vardır. Veya Kazım, ahileri
nin gözünden düştüğünde öyle mahzunlaşır ki , kapıldığı ha
yal kırıklığının sırf racon ve "kariyer"le ilgili olmadığını hisse
dersiniz. Memati'nin Polat'ın kollarında öldüğü sahne, erkek
ler arasındaki "ölümü"ne bağlılığı izlediğimiz zirve noktalar
dan biridir dizide.
SA ve özellikle SS'lerin erkek ortamında homofobiyle bitişik
homoerotik heyecanlarla ilgili olarak, bu grupların sürekli me
saisini oluşturan şiddet orjilerinin bir telafi işlevi görmüş oldu
ğunu biliyoruz. Kurtlar Vadisi'nin cömertçe sunduğu şiddet or
jilerinde7 de böyle bir işlevin payını arayamaz mıyız? Dizinin
ilk sezonunun bir sahnesinde, şiddetin homoerotik telafi işlevi
gördüğü şüphesi , aşikardır:
Çakır, öldürülen kız kardeşinin otopsi sonucunu açıklayan
doktorun kızın hamile olduğunu söylemesi üzerine , bebeğin
babasının Polat olduğundan şüphelenir. Bir gece vakti, ıssız bir
yere gidip yumruk yumruğa dövüşmeye başlarlar. Alışılageldi
ği üzere seyirciler önünde sahnelenen bir performans değildir
bu (dövüşün feci koreografisi bir yana) ; hemen hemen hiç ko
nuşulmayan yumruklaşmanın sonunda her ikisi de bitap dü
şer, yüzleri dağılmış ve kan revan içinde yere çökerler, ancak
o zaman konuşmaya başlarlar: "Hadi bana bu şerefsizliği yakış
tırdın, ölmüş bacına leke sürmeye utanmıyor musun," minva
linde giden konuşma, gerçekte bir dostluk pekiştirme sahnesi
dir. Sevişme sahnelerinden sonra çiftin yatakta yan yana uza
nıp sohbet etmesine benzeyen bir yanı vardır: Fiziksel perfor
mansın yorucu ama aynı zamanda rahatlatıcı etkisi altında, ya
tışmış ve sakinleşmiş bir sohbet. Sonra birbirlerine sarılmış, gü
lerek uzaklaşırlar. . .
7 Kurtlar Vadisi'ni şiddet pornografisi olarak ele alan bir yazı: Tanı! Bora, "Kurt
lar Vadisi, Şiddetin Pornografisi ve Tekinsizliği" Türkiye'nin Linç Rejimi için
de (İstanbul: Birikim Yayınlan , 2008 ) .
1 85
Yitik babalar
8 Bu konuda geniş ilhamlar veren bir eser: Zeynep Ergun, Erkeğin Yittiği Yerde
(lstanbul: Everest Yayınlan, 2009 ) .
1 86
yiz. Sanki bu ilişki dışında bir varlığı yok gibidir (ideal bir ba
ba ! ) . Polat'ın "ihtiyarlar"la bağını kuran odur. İhtiyarlar, dev
letin çekirdeğindeki gruptur. Operasyon emri onlardan gelmiş
tir. Aslan Bey'in onlarla ilişkisinin niteliği tam olarak anlaşıla
maz ama onun devre dışı kalmasıyla heyetin bir üyesinin Po
lat'la doğrudan bağlantı kurması gerekir ve heyet böylece görü
nür hale gelir. Bu görünürlük, onların "kutsal devlet" halesini
epeyce yitirip eleştirilebilir bir topluluk olmalarına neden olur;
nitekim Polat da pek çok kez ihtiyarlarla görüş ayrılığına düşer,
onların hareketsizliği ve kuralcılığına isyan eder.
Polat, Aslan Bey tarafından yeniden dünyaya getirildikten
çok kısa bir süre sonra , ikili arasındaki çatışmalar başlar. As
lan Bey'in aşırı kontrol merakı ve Polat'ın hareketlerini sınırla
ma isteği, bu çatışmanın esasını oluşturur. Polat'ın ihtiyacı olan
desteği (bilgi, loj istik, akıl. . . ) vermeye devam etse de, zaman
içinde anlaşmazlıkları giderek artar (bu size bir yerlerden tanı
dık geldi mi? ! ) . . . Bir noktada, Aslan Bey diziden kaybolur. Üs
telik Polat'a geçmişiyle ilgili sırlan anlatmadan.
Polat'ın ikinci (ve biyolojik) babası, sonradan ortaya çıkaca
ğı üzere, operasyona konu olan Konsey'in başkanıdır. lkisi ara
sındaki bağı bilen tek kişi Aslan Bey'in bu operasyon için Polat'ı
görevlendirmesi, çok eski bir husumetten kaynaklanıyor gibi
görünür - iki baba arasındaki bilinmeyen bir zamandaki husu
metten. Bu adam, Mehmet Bey (Mehmet Karahanlı . . . Hem ka
ranlık tarafı ama aynı zamanda Osmanlı dışındaki birkaç aris
tokratik aileden birini, yani soyluluğu temsil eden bir isim) , ci
simleşmiş bir iktidardır adeta. Son derece kontrollü , mukte
dir, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan biri. Bir suç ör
gütünü yönetmekte olduğunu unutturacak kadar 'devletlü' gö
rünümlü. Cinayet de dahil her türlü şiddeti kullanabilen ama
üzerinde hiç kan lekesi tutmayan bir adam. Bu adamın kırıl
ganlığına tanık olduğumuz tek sahne, yıllar sonra izini buldu
ğu oğlu Ali'nin ölmüş olduğunu sanarak onu yetiştiren aile
ye gidişi, oğlunun odasına kapanışıdır. Yatağın üzerine uzanır,
Ali'nin çocukken yaptığı resimlere bakarak onun varlığını his
setmeye çalışır. Bu sahnede , Mehmet Bey'in, ô muktedir ada-
1 87
mm erkekliğindeki yarayı görürüz: Oğlunu düşmanına kaptır
mıştır. Oğlu yoktur. Sadece uzaklara gönderdiği kızı vardır. Ba
balığı yarımdır.
Polat'ı yetiştiren baba ise, "Ömer Baba"dır (Ömer Candan.
Malıyla mülküyle, iktidarıyla, hatta aklıyla bile değil; dünyada
duruşuyla, varlığıyla, neye üflediği ruhuyla önemlidir-canıy
la. Hiçbir sözü , hiçbir müdahalesi hesapçı değildir, o hep doğ
rudan, haktan yanadır; candandır) . Bey ya da ağabey değil, ad
lı adınca baba. Sadece Polat değil, ona herkes Ömer Baba, der.
Kimliğinin esası, budur. Bir de dindarlığı. Onu tanıdığımız ilk
bölümde, mahalle camiinin imamıdır. Ancak oğlunun ölümün
den sonra emekliye ayrılır, küçük dükkanında ebru yaparak,
ney üfleyerek yaşamaya devam eder. Kadınlara has olduğu dü
şünülebilecek türden derin bir sabır ve diğerkamlığın yanı sı
ra, karşısındakinin duygularını anlama becerisi, akıl ve bilgiy
le de donanmıştır. Her duruma ilişkin anlatabileceği meseller,
vereceği öğütler vardır. Bir "aksiyon insanı" değildir ama hep
sinin öğüdünü ve onayını istediği, saygı duyduğu biridir. Ölü
mü de secdede olur - yaşamıyla ölümü arasındaki sınır tama
men belirsizdir; öyle ki, dizide ölümü şiddetsiz olan tek kişi
Ömer Baba'dır.
Ömer Baba'nın bir "sır katibi" olduğunu , o öldükten son
ra öğreniriz . O sadece Polat'ı ye tiştirmekle kalmamış , "ak
saçlılar"ın bütün sırlarını kuşaklar boyunca taşıyan zincirin
bir halkası da olmuştur. Böylece Baba , kahraman erkeği bü
tün kahraman erkekler silsilesine bağlayan kişi haline gelir. Po
lat'ın "gelenek"le bağını kuran kişi Aslan Akçabey değildir; o
yalnızca bir görevi ifa etmiştir - asıl derin bağ, kutsallıkla taç
lanmış aidiyet, Ömer Baba tarafından kurulmuştur. Polat'ın bu
üç babanın bir ürünü olduğu söylenebilir: Kalp, Akıl ve Gele
nek. Ve üç babadan sadece Ömer Baba onun hayatındaki varlı
ğını sürdürebilir - bütün aksiyonun içinde kurtarılmış bir hu
zur vahası ve hakikatin temsilcisi olarak.
Babalığın erkekliği tamamlayan ve pekiştiren işlevini, lsken
der'in öldürmeye azmettiği iki hasmının çocuklarına himaye
vaat etmesinde de görürüz. Bu çocuklara bakmayı istediğinden
1 88
değil, rakibinin erkekliğine hasar vereceği için ister bunu . On
ların babalığını, dolayısıyla da erkekliklerini eksilteceği için.
Aslında böylelikle öldürme eylemini katmerlendirecektir de . . .
Canını aldığı yetmiyormuş gibi, erkekliğini d e sakatlayarak.
Memati'nin oğlu oğlu , Polat'ın kızı da kızıdır. Polat'ın öldü san
dığı kızının gerçekte en büyük düşmanı Aron Feller tarafından
vaftiz edilirken görülmesini de böyle bir çerçevede düşünebi
liriz: Tıpkı bir zamanlar Mehmet Bey'in başına geldiği gibi, oğ
lu Polat da çocuğunu düşmanına kaptırmıştır. Üstüne üstlük,
bu düşman, çocuğu dininden etmektedir (ister istemez Battal
Gazi'nin Bizans tekfuru tarafından bebekken kaçırılan oğlunu ,
Seyyid Battal'ı hatırlıyoruz burada . . . Ama kız evladın kanı da
Seyyid'inki kadar güçlü çıkar ve aslına rücu eder.
lyi Kürt?
Bir parantez açıp dizideki Kürtler üzerine de birkaç şey söyle
mek gerek. Dizinin unutulmaz Kürt karakteri Muro , biraz da
karakteri canlandıran Mustafa Üstündağ'ın başarısıyla, başlan
gıçta öngörülen kötü bir yan karakter olmanın çok ötesine ge
çip en azından bir sezon boyunca en önemli tiplerden biri ha
line geldi . Hep yanında gezdirdiği iki adamıyla , cesur ve ze
ki , ama aynı zamanda saf ve kandırılmaya kolay biri olarak
öne çıktı. Sevildikçe komikleşti, komikleştikçe sevildi. Örgü
tün "başkan" larından biriyken, uyuşturucu işinden rahatsızlı
ğı, "içindeki insan sevgisi" , sahtekarlığa karşı adeta doğal tep
kisiyle, Polat'la birlikte çalışacak kadar saf değiştirdi. Muro'nun
sonu , önce iki adamını feci biçimlerde kaybetmek, arkasından
uyuşturulmuş bir biçimde canlı bomba haline getirilerek ken
disiyle birlikte bir kahvede oturan insanları da havaya uçur
mak oldu . Onu uyuşturup canlı bomba haline getiren, elbette
ki Aron Feller'di.
Diğer iyi Kürt Abdülhey, karakter olarak Muro'nun tam zıd
dıdır: Az konuşan, mizah duygusu çok gelişkin olmayan, ölü
müne sadık, cesur ve yiğit biri. Kendi başına hareket etmez, her
zaman emirleri yerine getirir. Onu değerli kılan da budur. Ama
1 89
Abdülhey de Muro'yla benzer bir kaderi paylaşır: Aron Feller
tarafından beynine müdahale edilir, hafızasını yitirir. . . Kürt er
keklerin beyinlerine ve düşüncelerine sahip olamayışları, Ame
rika'yı temsil eden Aron Feller tarafından sakatlanmaları, dizi
nin önemli alt metinlerinden birini oluşturur.
Cevat gibi bütünüyle kötü ve zırdeli yahut Muro'nun adam
ları Çeto ve Yıldırım gibi komik ve aciz , Zaza gibi kurnaz . . .
Görünen o ki, yaşlı ve dindar, geleneksel feodal Baba Mem
duh'tan başka güvenilir bir Kürt erkeği yok ! Dizinin bir nokta
sında Kürtlerin temsilini yılansı bir kadının üstlendiğini de ha
tırlatalım.
Dizi bir erkek dizisi ama bildiğiniz üzere, erkeklerin erkek ola
bilmeleri için kadınlar gerekir. D olayısıyla , az sayıda ve ge
ri planda olsalar da, dizide kadınlar vardır. Onlarla ilgili söy
lenebilecek ilk şey, bu kadınların neredeyse tamamının olum
suz karakterler olduğudur. Elif akıllı, sadık ve cesurdur ama di
sipline girmeyen, kendini gerektiği biçimde erkeğine bütünüy
le teslim etmeyen, onun bazı sırları olabileceğini bir türlü anla
mayan biridir. Bu haliyle her zaman sorun yaratır, hem kendi
sinin hem de başkalarının hayatlarını tehlikeye atar. Elifin ha
lefi Ebru , her şeyden önce onun kadar sevilmemesiyle eksik
tir. Güzeldir ama ne Elif kadar cesur ne de onun kadar sadıktır.
Üstelik Polat'ın gözde adamı Abdülhey'i vurarak sonraki büyük
felaketlere kapıyı açan da odur.
Elifin arkadaşı Leyla, Polat Alemdar'ın gönül ilişkisi kurdu
ğu üçüncü kadındır: Elife olan sadakati ve bu sadakati Polat'ın
kızı Elife aktarmasıyla, Nazife Anne ve Ömer Baba'ya saygısıy
la gözümüze girer. Üstelik Leyla, cesur ve kararlı bir savcıdır.
Tehditlere boyun eğmez, doğru bildiği yoldan şaşmaz. Bu an
lamda, karakter sahibi bir kadın modelidir - Elif gibi bireysel
ve dediğim dedik de değildir, Ebru gibi "kadınsı" ve "duygu
sal" da. Harbi kızdır.
Harbi kızlar, cesaretleriyle bir nevi erilleşme istidadı göste-
1 90
ren, kadınsı "yozlukları"nı da bu istidatlarıyla geride bırakan
kızlardır. . . Arketipsel örneği, Nihal Atsız'ın Bozkurtlann Ôl ü
mü romanındaki Ay Hanım'dır bunun.9 Her iki kadının baba
larından söz etmeden geçmek olmaz: Elif babasız büyümüştür.
Ebru'nun babası ise Gladio'nun adamıdır - bir hain. Dolayısıy
la, öldürülmesi gerekir; bu işi Abdülhey yapar - sonradan Ebru
tarafından vurulması, bu yüzdendir.
Olumlu denebilecek tek kadın figürü , beklenebileceği gibi,
Polat'ın annesi, Nazife Anne'dir. O da kocası gibi, sadece Alil
Polat'ın değil, herkesin "anne" diye hitap ettiği biridir: Büyük
harfle "Anne" demek gerekir herhalde ! Nazife Anne, bir anne
nin olması gerektiği gibi fedakar ve sadık ve aseksüel, bütün bu
özellikleriyle de bir tür kudsiyet halesiyle çevrilidir. Doğurarak
değil, besleyerek anne olmuş bir kadın; üstelik evladını öldü bi
lirken başka bir yüz ve kimlikle karşısına çıktığında sorgusuz
sualsiz bağrına basacak kadar cömerttir. 1 0 Bütün bu özellikle
riyle dizi izleyicilerinin gönlünde taht kurduğu anlaşılır; karak
teri canlandıran Serpil Tamur, bir röportaj ında şöyle diyordu :
"Bana 'anam' deyip sarılan, 'Polat'ın annesi bizim de annemiz
dir,' diyen o kadar çok kişi oldu ki. . .
Dizinin bir başka olumlu kadın karakteri, Abdülhey'le evlen
menin eşiğinden dönen Sultan'dır. Sultan, Polat'ın adamların
dan birinin karısıdır. Kocası ölünce, onu ofiste çay ve temizlik
işlerine bakması için alırlar . . . Sultan hem güzeldir hem de cin
sel cazibesi vardır. Abdülhey'le aralarında bir ilişki başlar, ev
lenmeye karar verirler. Bu karara Memati'nin tepkisi, müthiş
olur. Sultan'ın kocasından sonra bir başka erkekle, hele koca
sıyla aynı dava peşindeki Abdülhey'le bir ilişkinin olması fik
ri , onun için büyük bir ahlaksızlıktır. Bu nedenle Sultan'a ha
karet eder, Abdülhey'le de giderek tırmanacak bir gerilim ya
şarlar. Memati genel olarak kadınlara güvenilmeyeceğini düşü
nür, onlarla ne yapacağını pek bilemez (ama böyle olması, çok
9 Bu konuda bkz. Tanı\ Bora, "Analar Bacılar Orospular" , Şerif Mardin'e Arma
ğan içinde, Ahmet Öncü ve Orhan Tekelioğlu (der.) (İstanbul: lletişim Yayın
lan, 2005), s. 254-26 1 .
1O Nazife Anne'nin Ersoy'la bağını "Kurtlar Vadisinde Anneler" başlıklı başka bir
yazıda ele almak gerekir herhalde !
191
güzel bir kadının onun için ölümü göze almasını engellemez
soylu vahşinin çekiciliği ! ) ; ama bu olayda Sultan'ı ahlaksızlık
la itham etmesi, erkekler arasındaki ilişkiler düzenini tehdit et
tiği algısından kaynaklanır. Sultan olumlu bir karakterdir; bü
tün bu hakaretlere ağlamaktan başka tepki göstermez, sonun
da da tamamen çekilip kaybolur. (İzleyicilerden bir grup Sultan
ile Abdülhey'in ilişkisini onaylayanlar için bir facebook sayfası
açmıştı ama pek az üye bulabildi bu sayfa. )
Dizide "Lale Zara" ismiyle boy gösteren Kürt lideri, güvenil
mezliği, kurnazlığı ve acımasızlığıyla temayüz eder. Bu özellik
leri o kadar belirgindir ki, cesareti ve inancı geri planda kalır.
Ne Muro gibi sevimlileştirilebilir ne de diğer Kürt karakterler
gibi isimsizleştirilebilir. Anneliği ve evlat acısı bile Lale'nin se
vimsizliğinin, gaddarlığının nişanesi haline gelir. Anlaşılan, ka
dın düşmanlığı Kürt düşmanlığından bile daha kuvvetli olabi
liyor !
Erkekliğin aynası
1 92
buna bağlayabiliriz ancak: Gerçekliğin tamamen fantastik hale
geldiği bir dünyada, onu bize anlaşılır nedensellikler içinde an
latmaya devam etmesine.
Kurtlar Vadisi erkekliğin kitabını yazan, bunu yaparken say
faların pek çoğunun eksik, kayıp ve yırtık olduğunu açık eden
bir dizi. . . Bütün racona, kafaya sıkmaya, erkek yoldaşlığı gü
zellemelerine rağmen bu böyle. Bütün bunlar, erkekliğe ilişkin
kaygıları ortadan kaldırmaya yetmiyor; çocuklar kayboluyor,
en yakın adamlar ihanet ediyor, babalardan ancak eski düş
manlıklar ve kimlik kayıpları kalıyor. Cazibesinin bir nedeni
de bu olmalı. Her perşembe akşamı, memleketin her köşesin
de, evlerde, kahvehanelerde , birahanelerde, lokantalarda , mey
hanelerde Kurtlar Vadisi izlemek üzere erkek meclisleri kuru
luyor. Kimi izleyicileri, mekana gelişleri, yerlerini alışları, san
dalyelerinde kaykılışlarıyla, kendilerini Kurtlar Vadisi nin için
'
1 93
6
MİLLİYETÇİ VE CİNSİYETÇİ
SÖYLEMİN ORTAKLIGI:
HABERİN KİMLİK HALLERİ1
B UR C U ŞENEL
Giriş
1 95
konumlarına hapsederek müdahalesini gerçekleştirmektedir" 3
Bu anlamda Michel Foucault'nun söylem aracılığıyla "hakikat
etkilerinin kodlandığı bölgelerden biri" olarak işaret ettiği ve
Louis Althusser'in kavramsallaştırmasıyla "devletin ideoloj ik
aygıtı" olarak görülebilecek medya ve içerisinde yer bulan ha
berler, varolan güç konumlarını sürdürmeye ve yaygınlaştır
maya hizmet ederken, "mevcut habercilik anlayışından en faz
la zarar görenler, toplumsal güç ilişkilerinde ikincil konumda
olan ve üzerinde hakimiyet kurulmaya çalışılan kesimlerdir" 4
Toplumsal yaşamın içinde egemenin kendisine benzetmeye,
dönüştürmeye çalıştığı, bu anlamda da yok saydığı ya da farklı
şekillerde susturmaya çabaladığı etnik ve dinsel azınlıklar için
ana akım medya, etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı söylemle
rin dolaşıma sokulduğu , bu bakışın meşrulaştırıldığı ve sürdü
rüldüğü bir yerde konumlanmaktadır. Ulus-devletin inşasın
da bir ulusal kimlik olarak Türk-Sünni kimliğin öne çıkarıldı
ğı , Ermeniler ve Kürtlerden başlayarak farklı etnisitelerin inkar
edildiği ve/ya da asimilasyona tabi tutulduğu Türkiye'de de ana
akım medya, büyük çoğunlukla toplumsal gerçekliği egemen
milliyetçi ideolojiye göre çizmek ve yeniden üretmek, bu şe
kilde hegemonyasını sağlamlaştırmak açısından işlevseldir. Bir
öteki/düşman algısı üzerinden kendisini kuran milliyetçilik,
Türk milliyetçiliğinin kimlik kurgusunda da kendisini göster
mekte, sürekli "tehdit" algısı ve bunun devamı olarak kendisi
ni gösteren gücünü ve bütünlüğünü koruma kaygısı sıradan bir
günde dahi yüze çarpılmakta, medya da bunun yer bulduğu en
temel mecralardan biri olmaktadır. Arus Yumul ve Umut Öz
kırımlı'nın, Michael Billig'in milletlerin gündelik hayatın içeri
sinde doğal ve sıradan bir şekilde yeniden üretilmelerini sağ
layan sürece işaret ettiği banal (sıradan) milliyetçilik kavram
sallaştırmasından yola çıkarak Türkiye'de sıradan bir günde çı-
3 Çiler Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında Haber Etiği", Fe Dergi, Cilt
2 , Sayı 1 ( 20 1 0 ) , s. 28.
4 Michel Foucault, iktidarın Gözü, Işık Ergüden (çev . ) (lstanbul: Ayrıntı Yayın
lan, 20 1 2 ) , s . 1 7 7 Louis Althusser, ideoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları (ls
tanbul: lthaki Yayınları , 2003 ) . Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında
Haber Etiği", s. 2 1 .
1 96
kan haberleri inceledikleri çalışma da bunu doğrular nitelikte
dir. 5 Yumul ve Özkırımlı'nın 16 Ocak 1997 tarihinde yayımla
nan 38 günlük gazeteye odaklandıkları çalışma, gazetelerde sı
radan bir günde, temelde "Türklük" vurgusuyla "biz"in tanım
landığını, bu çerçevede "biz/onlar" ayrımının sürekli hatırlatıl
dığını, Türk bayraklı, Türkiye haritalı logolar kullanıldığını ve
Türklüğü çağrıştıracak başlık ve sloganlara yer verildiğini orta
ya koyuyor. Bunun yanında söz konusu milli birlik ve bütün
lüğü ilgilendiren olaylar ya da onu tehdit eden kriz anları ol
duğunda ise, hem gündelik hayattaki hem de medyadaki yansı
maları da kullanılan dilden başlayarak ırkçılığa varan düzeyde
keskinleşiyor ve katlanarak artıyor.
Etnik ve dinsel azınlıklara yönelik haberlerde dolaşıma so
kulan milliyetçi-ırkçı söylemlerin , aynı zamanda toplumsal
cinsiyete atıflarla, cinsiyetçilikle birbirlerine eklemlenerek yol
aldığını söylemek gerekiyor. Varolan güç ilişkilerinin sürdü
rülmesinde işlevsel olan ana akım medyada, eril bir anlatı ola
rak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler, ka
dınlar ve heteronormatif olanın dışında konumlanan fark
lı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın, temsil
edil ( e ) memenin alanını oluşturuyor. Kadınların ana akım
medyadaki temsiline bakıldığında, geleneksel rollerle birlikte
"anne ve eş" , şiddetin nesnesi birer "kurban" ya da erkeğin sey
rine sunulan "cinsel nesne" olarak resmedildikleri görülüyor.6
Sesleri haberlerde duyulmaz olan, özne olma hallerine ket vu
rulan kadınlar, "edilgen cümlelerin belirsiz failleri" durumu
na geliyorlar.7 Farklı sosyo-kültürel ve politik koşullarla örülü
farklı kadınlık deneyimlerine gelindiğinde ise, bütün kadınla-
1 98
liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerinde olduğu gibi farklı düzlem
lerde kesişen farklı ayrımcılık türlerini üreten ve dolaşıma so
kan haberler oluşturuyor. Sözcü'de genel olarak, Tanıl Bora'nın
"sol milliyetçilik olma iddiasındaki Kemalist ulusçuluk" diye
tanımladığı, "ulusalcılık" ana hattı oluştururken, laikleşme ve
dindışı toplumsal bağları öne çıkaran milliyetçi dilin öne çıktı
ğı görülüyor. 1 1 Bu bağlamda gazetenin, bir yandan "sol" kim
lik talebini oluşturan Türk milliyetçiliğinin toprak/vatan ve va
tandaşlık bağına bağlı, hümanist-evrenselci bir çizgi çizme id
diasını 12 ve aynı zamanda da laiklik vurgusunu öne çıkardığı,
diğer yandan içerisinde barındırdığı liberal, milliyetçi-muhafa
zakar gibi duruşlarla çizilen farklı milliyetçi dillere de eklemle
nen bir yerde konumlandığı söylenebilir.
Bu bölümün ana teması açısından göze çarpan, gazetede
özellikle ulusal birlik, vatanın bütünlüğü gibi vurgularda açı
ğa çıkan Kürt karşıtı söylemlerdir. Logosunda bulunan TC ifa
desi, o ifadeye eklemlenen Türk bayrağı motifi ve onun üzeri
ne kondurulan Mustafa Kemal'in ileriye/geleceğe bakan gözle
riyle, "Sözcü: Cumhuriyet'in Gözcüsü" sloganının birleşiminin
de fikir verebileceği gibi Sözcü , sıradan bir günde dahi milli
yetçi referanslarla "Türklük" vurgusunu öne çıkarmakta, "mil
let adına konuşan" bir çerçeve çizmektedir. Çalışmada odakla
nılacak tarihsel dönem, daha önce değindiğim "milli kriz" an
larına denk düşen zamanı kapsaması ve Sözcü'deki yansımala
rının görülmesi açısından önem teşkil etmektedir. Zira bu ta-
---- ----
1 99
rih aralığı, Rojava kantonlarından birini oluşturan Kobane'ye
IŞlD'in (Irak ve Şam lslam Devleti) müdahalesinin şiddetlen
diği, bununla birlikte YPG/j'nin ( Yekineyen Parastina Gel!]ine
- Halk/Kadın Savunma Birlikleri) süregelen direnişine deste
ğin artırılması ve aynı zamanda savaş ortamının sonlandırılma
sına dönük olarak Türkiye'deki tartışma ve eylemlerin hararet
lendiği, 46 kişinin yaşamını yitirdiği bir süreci içerisinde barın
dırmaktadır. 1 3
Basının kamuoyunu ilgilendiren konularda önde gelen bil
gi kaynaklarından biri olduğu ve okuyucuların fikirlerini oluş
turma süreçleriyle ilişkisi birlikte düşünüldüğünde , Sözcü'de
Kürtlerin temsili ile okuyucuların gazetedeki haberlerle ilişki
lenmelerine bakmak önemli görünmektedir. Sözcü'nün analiz
açısından önemini destekleyen diğer bir unsur, gazetenin Ocak
20 1 4 itibariyle Türkiye' de en çok satılan dördüncü gazete ol
ması ve Facebook sayfasındaki 2 milyona yakın beğeninin işa
ret ettiği gibi takip edilme ve okunma oranının oldukça/görece
yüksek bulunmasıdır. 14 Sonuç olarak belli bir ideolojik süzgeç
ten geçerek haberlerde ve yorumlarda yer bulan temsilin, belir
li toplumsal, kültürel ve tarihsel arka planla harmanlanarak şe
killendiğini ve kökleştiğini göz önünde bulundurduğumuzda,
böyle bir söylemsel çözümleme, bu arka plana bakmak ve mil
liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerin hangi çerçeve içerisinde ras
yonelleştirildiğini anlayabilmek açısından önem taşımaktadır.
Diğer yandan haberlerin söylemsel çözümlemesiyle okuyucu
yorumlarının birlikte ele alınmasının daha bütünlüklü bir ana
liz gerçekleştirmenin önünü açacağını düşünüyorum. Zira söy
lemsel çözümlemesine girişilen temsil pratikleri ve öne sürülen
toplumsal gerçeklikler, onlara yüklenen anlamlarla var olmak-
13 insan Haklan Derneği, "Kobane Direnişi ile Dayanışma Kapsamında Yapılan
Eylem ve Etkinliklere Müdahale Sonucu Meydana Gelen Hak ihlalleri Raporu
( 2- 1 2 Ekim 20 1 4 ) " , URL: http://ihd.org. tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/
el-raporlar-mainmenu-90/2888-kobane-direnisi-ile-dayanisma-kapsaminda
yapilan-eylem-ve-etkinliklere-mudahale-sonucu-meydana-gelen-hak-ihlalle
ri-raporu-2- 1 2-ekim-20 14.html. Erişim Tarihi: 1 1 Kasım 20 14.
14 Tiraj lara http://www . medyatava .com/tiraj adresinden, Sözcü gazetesinin
Facebook sayfasına https://www . facebook.com/sozcugazetesi ?fref=ts linkin
den ulaşılabilir.
200
ta ve yeniden üretilmektedir. Okuyucu yorumlarına bakmak
bize, anlamın çokluğuna vurgu yapan ve alımlamanın egemen,
müzakereci ya da muhalif olarak üç farklı şekilde gerçekleşebil
diğini belirten Staurt Hall'un işaret ettiği gibi, haberleri kuşatan
söylemin ne şekilde alımlandığını, ne ölçüde yeniden üretildi
ğini ya da muhalif bir okumaya tabi tutulduğunu gösterebilir. 1 5
15 Stuart Hail , "Encoding, Decoding" , The Cultural Studies Reader içinde, Simon
During (der . ) (New York: Routledge : Taylor &: Francis e-Library, 1 999) , s.
5 1 5- 5 1 7 .
16 v a n Dij k'in söylem çözümlemesi modeli , haberin mikrove makro yapısına
odaklanan iki çerçeveden oluşur. Mikro yapının analizi , sözcük seçimleri ,
cümle yapıları ve diğer metinsel ifadeleri ele alır. Makro yapının analizi ise,
haberin oturtulduğu bağlama bakar. van Dijk'e göre yalnızca metinden ibaret
olmayan söylemin analizi için bağlama da bakmak gerekir çünkü söylem her
zaman bir bağlam içerisinde varlık gösterir; bağlamı kontrol etmek, söylemi
kontrol etmektir ("Söylem ve iktidar" , s. 1 4 ) .
201
Bu çerçevede, haberlerin başlıkları, analiz için ilk durağı oluş
turuyor. Haberlerde ilk göze çarpan ve haberin içeriğine dair bil
gi veren metinler olan başlıklar, van Dijk'in belirttiği gibi gazete
okuduktan ya da televizyon izledikten sonra anımsadıklanmıza
denk düşer ve en iyi ezberleme şekli de sayılabilir. 1 7 Aynı zaman
da da haberin şekillendiği editoryal sürece ve ideolojik çerçeve
ye dair fikir verir. Sözcü'de belirtilen dönemde vuku bulan olay
lan genel olarak çerçevelediğini düşündüğüm ve Kürtlerin tem
siline dair odaklanmayı seçtiğim 1 0 haberin başlıkları aşağıda
ki gibidir. Bu başlıkların büyük çoğunluğunda dikkat çeken or
tak nokta, Kürt siyasi aktörlerin, Kürtlerin de mücadele içerisin
de yer aldığı siyasi partilerin ve PKK'nin dahil edilerek haber içe
riklerinde daha da net gözlemlenebilen şekilde, Kürtleri şiddet
le özdeşleştiren ve şiddeti eyleyen birer fail olarak çizmeleridir.
203
vurgulandığına dikkat çekiyor. 1 8 Dalga metaforu , bir yandan
göçün, diğer yandan da göçmenlerin ülkeye girişlerini bir teh
dit olarak resmediyor. "Sayıları 200 bini aşan" ifadesi de diğer
ifadelerle birleşerek bir yandan Türkiye devletinin yardım ve
hoşgörüsünü öne çıkarırken, göçmenlerinse "bizim alanımızı
işgal edenler" olarak çizilmesine neden oluyor. Tuğluk özelin
de düşünüldüğünde, bu yardımsever/hoşgörülü insanlara taş
la karşılık veren "nankör" olarak çiziliyor. "Akdoğan'dan Tuğ
luk'a: Nankörlük" başlığı ve haberde yer verilen Akdoğan'ın
sözleri de bu düşünceyi pekiştirir niteliktedir. Akdoğan'ın şu
sözleri haberde alıntılananlar arasında bulunuyor: "Bir tarafta
siz 1 40 bin Kürt'ü kabul etmişsiniz , kapınızı , gönlünüzü açmış
sınız . Bir taraftan da içeride birileri habire gerilim üretiyor. [ . . ] .
204
ıwwyt'ıı ) � > ·A� Twil... .....,,, rtİ etti • •
Suruç't.a Metımetçiie taş at.an rnıllıttve4cilı A)'W't T�'u ıtl�ren Dawtotıu, 1IJl'lan kiaydııı\tj : "Son
donemd& Kobanl' den IJl!{&n w�tuo de lrapımızı açtık. Hiçbir aynın tozetmedüı. Mıa bir \leldl
tuttu. o ka�mizirı e!indm tutam Mırtanımm ıçiııe çeMn o am Metımetçilc'l' � ıtma
edepsfztlltııi �· Ona bura<lan �lyon.wn. Sunye'den ıeten o tr.A'de1� etnik ve mezlıebl
ı.ôlıenl ne olutSa oouıı tell!'lller senin 1çın ıı:etmedlter.
Sen oradıı oldufuı için �ler. Mııfımetçliirı � lıuz:ıır but.altız diye ıı:etdıler. Eie:r
Melımetçılt orada olmasaydı onlar, o l<apıya s:ıP>amazlarclı. 8lı toprııldıtrm mllMfm da hamisi de bu
205
karanlar editörlerdir. Değindiğim haber başlıklarında da Davu
toğlu ve Akdoğan'dan alıntıların başlığa taşınmasında ve kulla
nılan tırnak işaretlerinde bunun yansıması görülebilmektedir.
ideolojik olarak hükümet-karşıtı konumlanırken, milliyet
çi-cinsiyetçi çizgisiyle hükümetle aynı söylemsel düzlemde bu
lunduğu gözlemlenen Sözcü'nün internet sitesinde haberlerin/
başlıkların sunumunda kullanılan diğer bir stratejiyi ise, habe
rin konusuna ve ona konu olan kişiye yönelik başka haberlerin
linklerinin haberin ortasına serpiştirilmesi oluşturuyor. Ara
ya yerleştirilen haberler, işlenen haberin durduğu noktayı sağ
lamlaştıran ve/ya da meşrulaştıran bir yere oturtuluyor. "Aysel
Tuğluk edepsizlik etti" başlığını taşıyan haberin sunumu bu
nun için güzel bir örnek teşkil ediyor. Bu haberin yukarıdaki
görselde örneklendirdiğim sitedeki sunumuna göz atıldığında,
habere dair ayrıntıların arasına "Davutoğlu'ndan esnafı güldü
ren açıklama" başlıklı başka bir haberin linkinin iliştirildiği gö
rülüyor. Gazetenin genel çizgisi ve yayın akışı içerisinde , poli
tikaları ve sözleri fazlasıyla eleştirilen Davutoğlu'nun Tuğluk'a
dair sözleri, onu düz bir bakışta olumladığı düşünülen başka
bir haberle pekiştirilmiş bulunuyor. Sonuç olarak sınırda ger
çekleşen protestolara yönelik askerin şiddetine dair hiçbir ay
rıntı haberlerde başlıklara ya da içeriğe yansımazken , Tuğluk
başlığa taşınıyor, şiddetin faili ve sorumlusu olarak kodlanıyor.
Buna da eril dil ve cinsiyetçilik eşlik ediyor.
Bu çerçevede Sözcü'nün söylemlerinin milliyetçilik ve cinsi
yetçilik söz konusu olduğunda egemenden yana işlediği; özel
likle Tuğluk'a dönük cinsiyetçi söylemde hükümetin çizgisiy
le net bir şekilde uzlaştığı söylenebilir. Tokdoğan'a atıfla da
ha önce değindiğim gibi, Tuğluk'a dair anlatılarda da Kürt ka
dın, okuyucu yorumlarında daha somutlaşacak şekilde ya bede
ni ya da "terörist" kimliği üzerinden yer buluyor. "Nankör" ve
ya onun işaret ettiğini söyleyebileceğimiz "terörist" tanımlama
sını, yıllarca devlet söyleminde "Kürt" kimliğinin inkar edilmesi
ve Kürt hareketine destek ve mücadelenin getirdiği tanınma sü
recinin dışında okumak elbette mümkün değildir. Diğer yandan
milliyetçi-cinsiyetçi söylemin birleştiği "edepsiz" nitelendirme-
206
sinin de işaret ettiği gibi, etnik-milli süreçlerin cinsiyetle kesişe
rek ilerlediğine, söylemlerin birbirine eklemlendiği noktanın da
daha çok kadın ve bedeni olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.
Bunun izi ulus-devletlerin oluşum sürecinde milliyetçi söylem
de çizilen kadınlık ve erkekliğe bakıldığında açıkça görülmekte
dir. Milletlerin sınırlarının kurulmasında kültürel, yasal ve siya
si söylemlerin oluşturduğu biz/onlar gibi sınıflandırmaların ne
siller boyu aktarılması gerekir ve bu süreçte kadınlar, "milletin
biyolojik yeniden üreticileri" olarak, "ideolojik ve kültürel akta
rımın sağlayıcıları" , "topluluğun taşıyıcıları" olan birer anne ve
eş olarak yer bulurlar. 22 Kadınların, ulusun yeni kuşaklarını do
ğuran ve yetiştiren anneler olarak kodlanması, kadına biyolojik
bir obj e olarak bakılmasını, nüfus politikalarıyla' birleştiğinde
de beden ve cinselliklerinin denetlenmesini beraberinde getirir.
Ulusun toplumsal cinsiyet kazanmasının yansımalarını taşıyan
bu süreç, ulusun aile metaforuyla tanımlanmasında da görüle
bilir. Vatandaşlık bağlarını kardeşlik bağları gibi ören aile miti,
"Topluluğun beraberliğinin devamı ve yeniden üretimi için ge
rekli olan 'ulusal birlik' ögesine meşruiyet zemini sağlar. "23 Or
tak geçmiş ve ortak gelecek/kader tahayyülü içerisinde iyi bir
evlat/vatandaş olarak erkeğe ve kadına biçilen roller de aile içe
risinde öğretilir. Kadınlar için iyi bir vatandaş olmak "annelik
ten" geçerken, erkekler için "ailesini geçindirebilen, iş sahibi
baba" olmaya denk düşer.24 Kemalist milliyetçi ideolojinin taşı
yıcıları kadınlar/anneler de, "Hem büyük harfli ailesinin (vata
nının) hem de küçük harfli ailesinin (kendi ailesi) onurunu/iffe
tini koruyacak, ocağının sönmesine izin vermeyecek ve sıcağını/
devamını sağlayacaktır. "25 Vatandaşlığın sevgi bağlarına dayan
dırıldığı bu söylemsel çerçeve, içerisinde barındırdığı hiyerarşi
nin ve iktidar ilişkilerinin üstünü örter. Dolayısıyla "kadınların
ve erkeklerin 'doğal' rollerini oynadıkları, başında erkek bir re-
22 Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet (lstanbul: 1letişim Yayınları , 20 10), s. 6 1 .
23 Selda Şerifsoy, "Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1 928- 1 950" , Vatan
Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der. ) (lstanbul: 1letişim, 20 1 3 ) , s. 1 69.
24 A.g.y. , s. 1 70.
25 Meltem Ağduk , " Cumhuriyet'in Asil Kızlarından '90'ların Türk Kızlarına . . .
1 990'larda bir 'Türk Kızı': Tansu Çiller" , Vatan, Milet, Kadınlar içinde, s . 305 .
207
is bulunan bir aile"yi andıran bu ulus tahayyülü içinde,26 milli
yetçi söylemin nesnesi kılınan kadın, kendine biçileni kabul et
mediğinde ise onu çevreleyen baskı ve denetim yumağı sıkılaşır.
Tuğluk örneğinde olduğu gibi, okuyucu yorumlarında daha ay
rıntılı ele alacağım 'had bildirme', 'yola getirme' yolunda eylem
ve söylemler kadını kuşatır.
D eğindiğim diğer başlıklara döndüğümüzde , Kobane'de
ki savaşa ve Kobanelilere iletilmesi gereken desteğin/yardım
l arın önünün tıkanması sonucunda Türkiye'nin farklı yerle
rinde gerçekleşen protestolar ve 6-7 Ekim Olayları diye anıla
cak çatışmalarla ilgili haberlerden örnekler teşkil ettiklerini gö
rüyoruz. Bu başlıklarda da ilk bakışta dikkat çeken unsur, as
ker/polis şiddetine hiçbir şekilde değinilmemesi ve olayların ta
mamen PKK'nin "şiddeti" ne indirgenmesi durumudur. İçerik
se, aşağıda örneklendirdiğim gibi "taş/molotof atan" , "yakıp yı
kan" göstericilere karşı polisin/askerin kendilerini ve ülkeyi sa
vunması çerçevesinde çizilmektedir:
208
yumsatan ve bir yandan da izleyicilere , gösterilen eylemlerin
dışında olduklarını hissettiren etkileri , haberlerin gerçekçi me
tinler o larak iş görmelerini kolaylaştırıyo r . "27 Bu haberlerde
Kürtlerin şiddetine yapılan vurgu , görsellerle desteklenmeye ve
gerçekçi kılınmaya çalışılıyor.
209
Değinilmesi gereken diğer bir unsur ise , haberlerin içerik
lerinde şiddettin faili olarak gösterilen PKK, HOP, BDP, DBP ,
PYD (Partiya Yekitiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi) ve
YPG/j'nin bir tutulması ve Kürt halkının da doğrudan bu ör
gütlerle özdeşleştirilmesidir. Haberler içerisinde geçen "Suri
ye'nin Kürt kenti Kobani'de yaşanan çatışmalar" , "PKK'nın Su
riye' deki kolu PYD'nin silahlı gücü YPG " , "Kobani'ye destek
için Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı mahallelerde başlayan
eylemler" gibi ifadeler bunun örneğini oluşturuyor.
Bunların yanında, haberlerde IŞlD'in sunumu üzerinden gi
dildiğinde de fark edilebilecek açıklıkta, IŞlD ile YPG'nin, on
lara eklemlenerek de Kürtlerin aynı po tada eritildiği görülü
yor. "YPG'liler tedavi için Türkiye'de" haberi buna örnek ola
rak gösterilebilir. Belirtilen tarih aralığında medyada sıklıkla,
IŞlD'lilerin Türkiye'den askerlerin üniformalarını giyerek sı
nırı geçtiklerine dair duyulan haberler, Sözcü'de YPG üzerin
den kuruluyor. "Sınırda Kıyafet Değişikliği lddiası" alt başlı
ğının ardından, "YGP'li savaşçıların askeri kıyafetlerinin sınır-
�> � • · -
210
da değiştiri lerek Türkiye'ye ge tirildikleri iddiasını da burada
çokça duydu k . " ifadesine yer veriliyor. Bu duruşu pekiştiren
" I ŞlD'den ne farkın var, o da terörist sen de ! " başlıklı haber ise ,
aslında haberin içeriğinde yer verilen Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan'ın HDP'ye ve aslında dolayısıyla PKK/YPG'ye
yönelik sözlerinden alıntıyı okurlara taşıyor.
Bu haberde aynı zamanda alıntının tırnak içine alınmadan
kullanıldığını görüyoruz . Bu stratej i ise , söz konusu ifadenin/
duygunun sanki hem gazetenin hem de hitap ettiği kesim ola
rak bütün milletin ortak yargısıymış gibi resmedilmesinin önü
nü açıyor. Sonuç olarak bu süreçte IŞlD'in Sözcü'de olumlayı
cı bir şekilde resmedi ldiği n i , değilse de YPG/j'nin şiddeti kar
şısında öne çıkarılmadığı n ı söyleyebiliri z . Aşağıda yer verilen
" IŞ l D militanı Kürt kadına ne yaptı ? " başlıklı video haber de bu
anlamda dikkat çekenler arasında bulunuyor.
21 1
de, IŞID militanının Kürt kadına ne yaptığını soran ve onu gös
termek için tıklanmayı bekleyen link, videoda IŞID militanının
şiddetine/tecavüzüne uğrayan Kürt kadını izlemeye çağırır ni
teliktedir; okuyucu yorumlarının analizinde daha da derinleş
tireceğim bağlamda özünde Kürt kadını, Türk erkeğinin sey
rine sunma gayretindedir. Haberin içeriğine bakıldığında ise,
başlıkta çağrışım yapandan farklı olarak, "YPG'nin Kobani çev
resinde terk ettiği yaşlı Kürt kadına IŞID'in sahip çıktığını gös
teren görüntüler tartışılıyor" cümlesi okuyucuyu karşılamak
tadır. "Terk etmek" ve "sahip çıkmak" ifadelerinden, haberin
IŞID'i olumlayan bir yerde durduğu aşikardır.
Değinilen çerçevede, Kürtlere dönük ırkçı/ayrımcı söylemi
kuran söylemsel stratej ilere bakıldığında , ilk olarak fail/mağ
dur ikiliğini kuran Kürt/Türk karşıtlığınırı/düşmanlaştırma
nın oluşturulduğunu ve fail ile mağdura dair çizilen özellikle
rin genelleştirildiğini görüyoruz. Bu süreçte başlıklarda ve içe
rikte yer verilen kelimelere bakıldığında, Kürtlerin büyük ço
ğunlukla " terörist, savaş alanı , bombalamak, yakmak, ateşe
vermek, işgal etmek, nankörlük, edepsizlik" gibi şiddetle beze
li kelimelerle birlikte anıldığı ve olumsuz özellikler yüklenerek
tanımlandığı görülüyor. Bunun sonucu olarak ise, ortaya koyu
lan eylemlilik Kürtlerin amaçları açısından değil, ortaya çıkan
gerilim ve şiddet açısından haberleştirilmekte , kriminal/yasadı
şı eylem olarak çizilmektedir. Kullanılan görseller de bunu pe
kiştirir niteliktedir. Buna karşılık, Türklerin hoşgörüsü ve kah
ramanlığı özellikle vurgulananlar arasındadır. Askerirı/polisin
şiddeti de meşru müdafaa, savunma ve ülkeyi/toprağı koruma
olarak, özünde güvenlik söylemiyle resmedilmektedir. Aske
rirı/polisin şiddetinin bu bağlamda aslında bir bakıma münferit
di kadınların intihar ettiği ortaya çıktı . " (URL: http://www. milliyet.eom. tr/
isid-in-eline-dusen-ezidi/dunya/detay/l 988 5 1 8/default.htm Erişim Tarihi: 28
Aralık 20 1 4 ) , Hürriyet'in " IŞlD'in seks kölesi yaptığı kızın korkunç itirafla
rı" (URL: http://www.hurriyet.eom. tr/dunya/27 1 67033.asp Erişim Tarihi: 28
Aralık 20 1 4 ) , Radikal'in "Iraklı kadınlar IŞlD tecavüzünden kaçıyor" URL:
http://www . radikal . com. tr/du nya/ira kli_kadinlar_isid_ tecavuzunden_kaci
yor- 1 1 97090 Erişim Tarihi: 28 Aralık 20 14) başlıklı haberleri buna örnek teş
kil edilebilir.
21 2
bir olay gibi ortaya koyulduğu söylenebilir; zira devletin o coğ
rafyadaki sistematik şiddetine dair haberlerde hiçbir ayrıntı
ya yer verilmemektedir. Dolayısıyla, değinilen olayların hemen
hepsinin, art alan bilgisi verilmeden ve bağlamından kopartıla
rak haberleştirildiğini söyleyebiliriz. Bu durum, aynı zamanda
kapalı bir metin yaratarak, metni alternatif anlamlandırmalara
ve okumalara kapatmaktadır.
Dikkat çeken diğer bir strateji ise , "statüko içinde yer alan ve
statükoyu sürdüren kurumların sözcüleri" nin sözlerinin sık
lıkla alıntılanması, hatta başlıklara taşınmasıdır. Sözcülerin öz
nel görüşlerinin, işaret ettiği kurumsal kaynakların nesnel ola
rak temsil edilmesi , haberin söylem yapısı içerisinde ideoloji
nin işleyişinde bir stratej i olarak oldukça önemlidir ve ideo
loj inin işleyişini kolaylaştırır görünmektedir.29 Burada ironik
olan, Kürtlere dair haberlerde Kürtlerin seslerinin duyulma
ması , cümlelerin yapıları itibarıyla Kürtler şiddetin faili kılınır
ken, sözleri duyulamayacak kadar edilgenliğe hapsedilmeleri
dir. Bunların yanında , Tuğluk'a ilişkin olarak başlığa taşınan
"edepsiz" nitelendirmesinde gördüğümüz gibi, Sözcü'de cin
siyetçi söylemlerin de milliyetçi-ırkçı olana eklemlenerek ege
menden yana işlediğini tekrar vurgulamak gerekmektedir. Di
ğer yandan van Dijk'in belirttiği gibi, haberlerde neyin söylen
diği kadar neyin söylenmediği de önem taşımaktadır. YPJ'nin,
Kobaneli kadınların direnişi bu süreçte özellikle uluslararası
medyada sıklıkla yer bulurken, incelenen tarih aralığında Sözcü
gazetesi (Türkiye'deki ana akım pek çok gazeteyle uzlaşan şe
kilde) kadınların direnişini görmezden gelmiştir.30 Bu durum,
21 3
gazetenin Kürtlerin direnişini iyi ve güçlü çizecek temsillerden
özellikle kaçınmış olma ihtimaline işaret etmektedir.
Son olarak, haberlerde resmi milliyetçiliğin söz kalıpları ve
simgelerinden sıklıkla yararlanıldığını belirtmek gerekiyor.
"Bayrak" , "Mehmetçik" , "Atatürk (büstü)" gibi ifadeler/simge
ler, Türkiye'de milli kimliğin ve milletin kurulması ve yeniden
üretilmesinde "biz" bilincini yaratan unsurlar arasındadır. Do
layısıyla, "biz" birlikteliğini oluşturan ve kutsallaştırılan bu un
surlara, "bayrağın yakılması" , "Mehmetçiğe taş atılması" , "Ata
türk büstünün yakılması" gibi örneklerde olduğu gibi zarar ve
rilmesi , "biz "den olmayanın, "öteki"nin yapacağı bir eylem
miş gibi gösterilmektedir. Bu sembol ve ifadeler üzerinden biz/
onlar ayrımı pekiştirilmekte, bu eylemlerin faili olarak çizilen
Kürtlerle karşısındaki Türkler ikiliği yeniden üretilmektedir.
Değinilen çerçevede Sözcü'de haberler, Gramsci'nin hegemon
ya kavramının işaret ettiği gibi, egemenin ideolojisini ve kendi
çıkarını uzlaşılmış ve evrensel çıkar gibi göstermesine yarayan,
aynı zamanda da ona tabi olanların kendi çıkarının gerçekleşti
ği yanılmasına sahip olduğu bir hegemonya aracı olarak okuna
bilir. Bu süreç , okuyucu yorumlarında somutlaşacağı gibi ege
men ideolojinin doğrudan baskıyla değil, rızanın üretimi ve ik
na yoluyla yöneterek ve yönlendirerek işlediğinin de yansıma
larını taşımaktadır.
Okuyucu yorumları
dent.co.uk/news/world/middle-east/kurdish-female-suicide-bomber-attacks
isis-in-fight-for-kobani-9776779 . h tmlErişim Tarihi: 1 5 Ocak 20 1 5 . Valerie
Toranian, " Resiste '', URL: http://www. elle. fr/Societe/Edito/Resiste-Par-Vale
rie-Toranian-281 7202 Erişim Tarihi: 15 Ocak 20 1 5 . )
214
rihsel-politik koşullar içinde , bağlama göre oluştuğu , dolayı
sıyla izleyicinin tam anlamıyla "bağımsız" bir konumu olmadı
ğının da akılda tutulması gerekmektedir.31 Benzer şekilde, ha
berlere yapılan yorumların birkaç muhalif okuma dışında bü
yük çoğunlukla gazetenin politik-ideoloj ik konumuyla örtüşen
ve söylemlerini yeniden üreten milliyetçi bir çizgide bulundu
ğunu söylemek gerekiyor. Bunu somutlaştıran örnekleri orta
ya koyacağım izlekte, öncelikle haberlerin içeriğinde yer veri
len olaylara dair okuyucuların neler düşündüklerine odaklana
cağım. Sonrasında ise okuyucuların Kürtleri nasıl algıladıkları
nı, tanımladıklarını, adlandırdıklarını ve bunları kuran söylem
sel uğraklarını ele alıp Türkiye'deki tarihsel-politik bağlam içe
risinde değerlendirmeye çalışacağım.
Okuyucu yorumlarında öncelikle, haberlerde de dikkat çe
kildiği gibi ortaya çıkan çatışma/savaş ortamının sorumlusu
ve faili olarak Kürtlerin işaretlendiğini görüyoruz. Bu süreçte
Kürtlerle PKK, YPG ve IŞID'in birbirine denk tutulduğu dik
kat çekiyor. Diğer yandan AKP ve HDP ülke sınırları içerisin
deki çatışma ve gerginliğin müsebbibi olarak öne çıkarılıyor
ve bu siyasi partiler de , okuyucu yorumlarında sıklıkla rastla
nan "AKPKK" , "HDPKK" gibi adlandırmalarda görüldüğü gibi
PKK'ye , dolayısıyla Kürtlere eş tutuluyor. Diğer yandan, haber
lerdekileri onaylar şekilde IŞID'i olumlayan ifadelere okuyucu
yorumlarında da rastlanıyor:
21 5
• M. D. : " [ . . . ] son 1 2 yıldır TSKnın yapamadığını yapıyor ışid.
sırf pkklı itlaf ediyor diye adamlara sıcak bakasım geldi. "
21 6
tününe genellendiğini görüyoruz. Bu süreç ise ırkı-ayrımcı bir
hatta evrilen milliyetçi söylemi yeniden üretiyor:
• Berdu: [ " . . . ] neden 2500 yıl boyunca bir kabile olmaktan öte
gidemediniz ? [ . . . ] 2 1 . y.y. da, aşiret ayağına hala çıkar için
bir birini vuran, kendi kızlarına aile içinde tecavüz edip ,
sonra yine aile içinde vurup öldüren bir kabileden ne bekle
nebilir yahu ? ! "
21 7
lerinin de bu bağlamda, Mesut Yeğen'in Devlet Söyleminde Kürt
Sonınu34 kitabında ortaya koyduğu , Kürtlerin farklı dönemler
de devlet söylemindeki tanımlarıyla örtüştüğü görülüyor. Ye
ğen kitabında, cumhuriyet dönemi devlet söyleminin öncelikle
uzun süre Kürtlerin varlığını inkarla hareket ettiğini, fakat bu
nunla sınırlı kalmayarak, Kürt meselesinin "kendisinden başka
bir şey olarak" yeniden kurulduğunu belirtiyor.35 Bu bağlam
da Yeğen'e göre, Kürt sorunu cumhuriyet dönemi devlet söyle
mi içerisinde geçmişe özlem olarak "irtica" , modernlik öncesine
ait toplumsallıkların direnci olarak "aşiret ya da eşkıya" , yaban
cı devletlerin tezgahı olarak "ecnebi kışkırtması" ve iktisadi bü
tünleşme sorunu olarak "bölgesel geri kalmışlık" şeklinde yeni
den kuruluyor.36 Nitekim "geri kalmışlık" vurgusu da, okuyucu
yorumlarında "cahillik" ve "haksız kazanç sağlayan" ifadeleriyle
birleşerek Kürtlere dair tanımlamalarda yer alıyor:
kar için bir birini vuran, kendi kızlarına aile içinde tecavüz
edip, sonra yine aile içinde vurup öldüren [ . . . ] "
• Sürüpsi holojisi : "komutanım cahile nelaf anlatıyosun geçir
dipçiği ağzına pisliğin"
• k im: "2,3 tane kadınla evlenip 1 5 ,20 çocuk yapıyorlar sağlık
bedava eğitim bedava vs türklerse 1 tane çocuk anca yapıyor
bu gidişle 1 5 ,20 seneye adamlar bizim tırnaklarımızla elde
ettiğimiz ülkeyi beleşe alıcak"
218
bir etnisite olarak tanınan Kürtlerin, okuyucu yorumlarıyla ke
sişen şekilde haksız kazançla geçinen, işgalci , bölücü, cahil ve
kültürsüz olarak tanımlanarak dışlandıklarını ortaya koyuyor.
Bu tanımlama Saraçoğlu'na göre , devletin resmi milliyetçi söy
leminin yanında , gündelik hayat içerisindeki karşılaşmaların
bu algının şekillenmesindeki etkisine işaret ediyor. Dolayısıyla,
devletin resmi milliyetçi söyleminde ve onu dolaşıma sokan en
temel araçlardan biri olabilen medyada da beslenen Kürt karşıt
lığı, gündelik hayat pratiğinde yansıma buluyor ve aslında daha
da derinlere kök salma yolunda ilerliyor.
Etienne Balibar'ın "ırksız ırkçılık" olarak tanımladığı, biyo
lojik olana yapılan vurgudan kültürel özelliklerin aşılmazlığına
geçildiği gözlemlenen bu süreçte, diğer yandan da cinsiyetçili
ğe eklemlenen bir ayrımcı söylemin okuyucu yorumlarında do
laşıma sokulduğu görülüyor. 38 Değinilen haberler bağlamında
cinsiyetçi/türcü çıkışlar daha çok Tuğluk'a dair yapılan haber
lerin peşi sıra geliyor:
219
ve cinselliği, milli görevi olan sağlıklı nesiller yetiştirmek için
denetim altındadır. Devletin kadına ve aileye dönük siyaseti
ne baktığımızda da, nüfus politikalarının ve bununla birlikte
işleyen ahlaki kontrollerin, milletin yeniden üretimine ve ço
ğalmaya dönük uygulamalara işaret ettiği görülür. Kürtajın ya
saklanmasına dönük girişimler, doğum kontrolüne dair kısıtla
malar ya da mümkün mertebe kullanılmamasına dönük ifade
ler, ailelere çok çocuk doğurma çağrısının peşi sıra gelen çok
çocuklu ailelere teşvikler. . . 40 "Vatansever Türk çocuklar" do
ğuracak kadınlara/annelere yönelik teşvikler böyle süregelir
ken, bir toplumdaki tüm kadınlar için bu süreç aynı şekilde iş
lemez. "Milletin kalitesi uğruna" "doğru" etnik kökenden ka
dınlar bu çağrının davetlisidir.41 Örneğin söz konusu Kürtler
olduğunda, çok çocuk doğurmaları "işgal" anlamına gelir; zi
ra Kürtler bu şekilde homoj en toplum tahayyülünü bozmak
tadır. Benzer bir yaklaşım, Kürtlerin hijyen söylemi içinde ele
alınmalarında karşımıza çıkar: "Kuzey Irak'ta devlet kursalar
220
da [ . . . ] sürüversek oraya . . . ilaçlanmış ev gibi tertemiz olur yur
dumuz" yorumunda olduğu gibi, Kürtlerin gitmesi "annma"ya
işaret etmektedir. Diğer yandan, bir etnik kimlik yerilmek ya
da yok edilmek istendiğinde , başlanılacak yer gelecek nesli do
ğuracak kadın ve bedeni olmaktadır. "Öteki"ne bakış da, tam
da bu noktada "öteki"nin kadınına yönelik eylem ve söylem
lerde vücut bulur: "Bizim kadınlarımızın" iffetine/namusuna/
güzelliğine karşılık, onlarınkinin "orospuluğu"/namussuzluğu/
çirkinliği.42 Tuğluk'a dair yorumlarda yer alan "çirkin" ifadesi
bu bağlamda özellikle dikkat çekiyor. "Onların kadını"nın çir
kinliği ve Kürtlerin kirliliğine yapılan atıf birlikte düşünüldü
ğünde, "biz"den olmayana bakışın "öteki"nin bedeni, milliyet
çi ve cinsiyetçi söylemlerin düğümlendiği noktada kadın bede
ni üzerinde somutlaştırılma halini ve ona karşı duyulan iğren
meyi çağrıştırır nitelikte bulunuyor.
Diğer yandan yorumlarda bu düşüncelere , Kürtlerin hazza
düşkünlüğü ve sapkınlığına dair ifadeler eşlik ettiği görülüyor:
221
hayranlık hem de iğrenme duygularını eşzamanlı hareke
te geçirir. "43 tık iki yorumda yer bulan "dağ" vurgusunda ör
neklendiği gibi , "cinsel hazların anlık tatminine olanak tanı
yan dağ, orman, mağara gibi doğa/kültür ikileminin doğa tara
fına düşen "medeniyetten" nasibini almamış Öteki'nin yaşam
alanları, cinsellik açısından fantastik saltanatın, duyumsallığın,
erotizmin ve dekadanlığın mekanlarıdır. "44 Dolayısıyla aslında
bu durum, Nira Yuval-Davis'in ifadesiyle , "yasaklanmış zevk
lerin hayallerini ve iktidarsızlık korkularını 'öteki'ne yükleyen
ırksallaştırılmış imgelemin merkezine cinselliğin koyulması"nı
göstermekte; "biz"in kendi hazzıyla karşılaşma anına, hem de
alınan hazdan duyulan huzursuzluğa denk düşmektedir.45
Bunlara ek olarak, son yorumun işaret ettiği tecavüze dair is
tek ise, Tuğluk'ta vücut bulan Kürt kadına tecavüzle, bir halk
olarak Kürtleri aşağılamaya ve erkeklik onurunu , dolayısıyla
da halkın onurunu tahrip etmeye dönük bir çağrı niteliğinde
dir. Bunun en önemli nedeni ise , milliyetçi söylemde ana, eş,
sevgili, bakire imgeleriyle bezeli olarak kodlanan kadının na
musunun/utancının, aynı zamanda ulusun namusunu/utancı
nı temsil etmesidir.46 Cinsel namusla ulusal namusun karşılık
lı olarak birbirini oluşturduğu bu bakış, vatanı "sevilip atlanıla
cak, sahiplenip korunacak, uğruna ölünüp öldürülecek bir ka
dının bedeni" olarak kuran söylemle iç içedir.47 Cinselleştiri
len bu "coğrafi beden"i korumak, vatanın kadınlarını ve namu
sunu korumaya denk düşer; bu şekilde kadın bedeni üzerin
den kurgulandığı söylenebilecek savaşlardaki toprak kayıpları
da, sevdiği kadının namusunu koruyamayan bir erkeğin utan
cına benzer bir duygu yaratır.48 Kadının tecavüze uğraması, bu
45 A g y . , s. 104.
. .
46 A.g.y., s. 543.
47 Afsaneh Najmabadi, "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplen
mek, Korumak" , Vatan, Millet, Kadınlar içinde, s. 1 32.
48 A.g.y., s. 133.
222
bağlamda erkeğin ve onunla özdeşleştirilen milletin yenilgisi
ni gösterir niteliktedir. Daha önce değindiğim, " IŞlD militanı
Kürt kadına ne yaptı ? " başlığının da aslında, tecavüz yorumuy
la aynı ideolojik çerçevenin süzgecinden geçerek haberde vü
cut bulduğu görülmektedir.
Gazetenin milliyetçi/ırkçı diliyle kesişen şekilde okuyucu
yorumlarında göze çarpan son unsuru , Kürtlere yönelik kul
lanılan "Ermeni Kürtler" ifadesi oluşturuyor. Burada öncelikle
dikkat çeken ise , Kürtlerle Ermeniler arasında kurulan özdeşlik
oluyor. Bu özdeşliğin doğrudan ne üstünde temellendiğini yo
rumlarda görmek mümkün olmamakla birlikte, tarihsel olarak
aynı coğrafyada birlikte yaşamış olmanın ve Ermeni/Kürt kim
liklerinin tarih boyunca mütemadiyen "biz"in karşısında düş
manlaştırılan ve tehdit unsuru olarak kodlanan konumlarının
bunda etkili olduğu düşünülebilir. Devlet erkanının söylemle
rinde de yer bulmuş olan, Abdullah Öcalan için "Ermeni dö
lü" adlandırması gibi örneklerle de örtüştüğü gibi, aslında çok
katmanlı bir nefret söylemi bu şekilde yeniden üretilip dolaşı
ma sokulmaktadır. Diğer yandan, Ardahanlı olduğunu ve dola
yısıyla çok Kürt tanıdığını, fakat tanıdığı Kürtlerin "bölücü" ol
madığını belirten bir yorumcunun, "Kurtlerle ermeni donmele
rini karistirmayin guneydoguda askere tas kursun atan kurt de
gil ermeni donmesi onlar" cümlesinin gösterdiği gibi, Kürtleri
bir kenara koyup Ermenilerin şiddet ve bölücülükle özdeşleş
tirildiği yorumlar da dikkat çekiyor. Yorumdan net bir çerçeve
çıkarılamamakla birlikte , bu yaklaşımın aslında sık sık karşıla
şılan "Müslüman Kürt'ten zarar gelmez" düşüncesiyle kesiştiği,
dolayısıyla "biz"den olmayan başka bir dine mensup Ermenile
rin şiddetin ve suçun faili olarak çizilmesiyle ilişkili olduğu dü
şünülebilir. Zira aynı ifadelerin yer yer Kürtlerin varlığını red
deder şekilde Hıristiyanları ve Yahudileri hedef alan bağlamlar
da yeniden üretildiği sıklıkla görülmektedir.49
49 Mesut Yeğen'in Müstakbel-Türk'ten Sözde-Vatandaşa kitabında (İstanbul: tle
tişim Yayınları, 20 1 4 ) ele aldığı Kürtlere dönük "Yahudi-Kürtler" tanımlama
sı bu çerçevede okunabilir. Yeğen, Irak'ın işgaliyle birlikte öne çıktığını belirt
tiği Kürtlerin Yahudi olduğuna dair dolaşıma giren ifadelerin, Barzani ailesi
nin de aslında Yahudi olduğuna dair söylentilerle geliştiğini söylüyor (s. 94) .
223
D eğinilen çerçevede , Kürtlerin karşısında konumlanan
Türklük anlatısına baktığımızda ise yorumlarda da haberlerle
kesişen şekilde mağduriyet ve kahramanlık anlatısı hakimdir.
Tarihin farklı dönemlerinden bugüne Kürtler, uzlaşılamayan
ve aynı zamanda da sürekli mücadele edilmesi gereken, bu sü
rekliliğin işaret ettiği haliyle de bir türlü alt edilemeyen bir düş
man gibi gösterilmektedir. Fethi Açıkel, bu mağduriyet/maz
lumluk psikolojisinin güç istemiyle bağlantısını kurarak için
de barındırdığı eziklik hallerinin ve "büyük Türkiye" , "şanlı ta
rih" , gücünü dünyaya kabul ettirmiş "bir ülke" gibi ifadelerde
vücut bulan idealize edilmiş tarih anlatılarının, iktidar fetişiz
mi ve intikamcı bir tazmin eğilimiyle bağlantılı olduğunu söy
lemektedir. 5° Kitlelerin ezikliği anlatısı üzerinde yükselen tarih
hınç, intikam ve iktidar arayışı etrafında yazılmaktadır ve bas
kıcı siyasal pratiklerin üretilmesi ve kitlelerce içselleştirilme
siyle mazlum öznenin de bu anlatı çerçevesinde yaşadığı dö
neme bakmasını beraberinde getirmektedir.51 Diğer yandan bu
mağduriyet anlatısının, gerek haberlerde gerek de yorumlarda
Umberto Eco'nun "ur-faşizm" olarak kavramsallaştırdığı kök
faşizmin yansımalarını da taşıyan unsurlarla zaman zaman iç
içe geçtiği görülmektedir. 52 Ur-faşizm , idealize edilen tarih an
latısı üzerinden geleneğe olan bağlılık ve onu oluşturan uyuma
karşı çizilen farklı olana duyulan korkuyu , dolayısıyla yaban
cı düşmanlığını ve ırkçılığı içinde barındırır. Düşmanlaştırılan
o farklının bir yandan karşısındakini aşağılanmış hissettiren
servet ve kudretine , diğer yandan da zayıflığına yapılan vurgu
224
ve "komplo saplantısı"yla da harmanlanan ihanetine duyulan
inanç bunlara eşlik eder. Yabancı olana karşı savaşta vücut bu
lan kahramanlık ve "Mehmetçik" anlatısının eklemlendiği "şe
hitliğin" kutsallaştırılması gibi, o çileli mücadele yolunu taç
landıran ölümle birlikte; eleştiriyi reddetme, doğrudan eyleme
geçme ve kadın düşmanlığı gibi unsurlar ur-faşizmin değişme
yen özelliklerindendir.53 Değinilen okuyucu yorumlan bu çer
çevede, yer yer haberlerdeki temsille de örtüşen şekilde sıradan
faşizmin yansımalarını taşıyor görünmektedir.
Okuyucu yorumları arasında Sözcü'de odaklanılan haberler
deki temsille çatışan kırılmaların nadiren yer bulduğu görül
mektedir. Bunlardan ilk ikisi aslında diğer yorum ve temsil
lerle örtüşmeyen; fakat kendi içerisinde ırkçı ayrımcı dili yeni
den üreten "lafım her Kürt'e değil" yaklaşımı şeklinde karşımı
za çıkmaktadır. URFALI'nın "bende urfadan asil kürdüm [ . . . ]
kim bu güzelim vatanımıza zedelemeye gölge DÜSÜREN olur
sa ALLH BELALARIN I VERSiN ALLAHIM KiMSEYi VATAN
SIZ BIRAKMA ALLAHIM" yorumu ile ona cevap olarak gelen,
"sözümüs senin gibi Vatansever kürt kökenli vatandaslarimi
za asla degildir" sözleri buna örnek olarak verilebilir. "Kürtlere
saygım var, ama vatansever olanlarına" vurgusu, Kürtlerin se
vilmesi için vatan sevgisine sahip olmaları şerhinin koyulduğu
nu göstermektedir. Dolayısıyla, o vatanı oluşturan "biz"e say
gı duymayana biz de duymayız düşüncesi etrafında yorumcu
nun yaklaşımını meşrulaştırmaya çalıştığı görülmektedir. van
Dijk'in "ırkçı değilim ama . . . " gibi cümleler üzerinden okudu
ğu "inkar stratej ileri"yle dolaşıma sokulan ırkçılıkta olduğu gi
bi, bu yorumlar da kasti ya da değil, üstü örtük, dolaylı ırkçılı
ğın üretilmesi ve görünürlük kazanmasının örneğidir. 54 Bunla
rın yanında yorumlar içerisinde karşılaşılan muhalif okuma ör
nekleri, incelenen tarih aralığındaki çatışmalara dönük olarak
"hizbul ulku ocakları polisi de suclamanız ve teshir etmeniz ge
rekir sozcu ve diger ana akım turk medyası" şeklinde ifade edi-
53 A.g.y. , s . 45-54.
54 Hatice Çoban Keneş, "Irkçı Aynmcı Söylemlerin Kurucu ögeleri Olarak inkar
Stratejileri " , Kültii r ve iletişim, Cilt 14, Sayı 2 (20 1 1 ) , s . 79.
225
len, Sözcü'de "yer verilmeyenler" e dair eleştirileri içermekte
dir. Gezi isyanını ezilenin tarafından gören ve direnişi destek
leyen bir tablo çizen Sözcü'nün, söz konusu Kürtler olduğunda
neden aynı duruşu sergilemediğini soran iki yorum da bulun
maktadır. Buna ek olarak, "Kürtler bu toprakların has sahiple
rinden. [ . . . ] Kürt, Türk, Laz, Ermeni, Rum, Çingene [ . . . ] Hep
si sahibi ! " yorumunda olduğu gibi, "bu ülke hepimizin" yakla
şımı da göze çarpanlardandır. Diğer yandan, "Sansür yapılıyor
[ . . ] Sizin demokrasiniz bu kadar boş işte ! " çıkışının özetledi
.
Sonuç
226
Haberlerde Kürt kimliğinin temsiline ve okuyucu yorumla
rına baktığımızda, milliyetçi-ırkçı söylemin ilk olarak birbiriy
le örtüşen şekilde ikilikler/karşıtlıklar üzerinden kurulduğunu
görmekteyiz. Kürtlere dair düşmanlaştırıcı ifadelerle pekiştiri
len Kürt!fürk karşıtlığı bu süreçte karşımıza çıkmaktadır. Fa
il/mağdur ikiliği de buna eşlik etmektedir. Kürtler, incelenen
bütün haberlerde şiddet çerçevesinde haberlere konu olmak
ta; "terörist" , "düşman" , "bölücü" ya da "işgalci" olarak, Türk
lere ve de Türkiye'ye yönelik bir tehdit unsuru şeklinde çizil
mektedir. Ele alınan bütün haberlerde ve yorumların hemen
hepsinde de bunu gerçekleştirmeye dönük şiddetin failleri ola
rak kodlanmaktadır. Diğer yandan nankör, geri kalmış, cahil ve
haksız kazanç sağlayan gibi olumsuz özellikler yüklenerek ta
nımlama , Tuğluk örneğinde görüldüğü gibi şeytanlaştırma, de
ğersizleştirme ve faile dair çizilen bu özellikleri genelleştirme
de tüm bu söylemsel stratejilere eşlik etmektedir. Bu süreçte
ise, bağlamından koparma, ardalan bilgisi vermeme ve ortaya
koyulanların münferit birer olay şeklinde çizilmesi gibi strateji
lerle de ilgili haberler farklı okumalara kapalı hale getirilmekte
dir. Kullanılan başlıklar ve görseller, yapılan alıntılar, yer veri
len ve yorumlarda kullanılan milliyetçVcinsiyetçi söz kalıpları
ve simgeler de tüm bu süreci pekiştiren bir yerde durmaktadır.
Bu süreçte Söz:cü'de, milliyetçi-ırkçı söylemlerin cinsiyetçi
liğe eklemlenerek yol aldığının, özellikle okuyu cu yorumla
rında görüldüğü gibi sıklıkla toplumsal cinsiyete atıfla kulla
nıldığının ve ortaklaştıkları noktanın da kadın bedeni olduğu
nun vurgulanması gerekmektedir. Milliyetçi söylemin "kadın
özneden doğru ve kadın-özne varsayarak konuşmadığı; kadın
lar hakkında, kadınlara hitaben, erkek-biz'den doğru konuştu
ğu" düşüncesi, haber ve yorumlarda somutlaşmaktadır.55 Mil
liyetçi söylemin gelecek nesillerVevlatları/vatansever vatandaş
ları doğuracak salt "rahim" / "anne" olarak çizdiği ve evin/ai
lenin içinde tanımladığı edilgen kadın çizgisinin dışında, Tuğ
luk gibi hem aktif siyasetçi kimliği, hem de eylemliliğiyle er-
227
ke " kafa tutan " , Kürt kimliğiyle birleştiğinde de "suçu " kat
lanan Kürt kadına had bildirmek, "milli görev" niteliğine bü
rünebilmektedir. Savaşların kadınları hedef alması gibi, mil
li kriz anlarına denk düşen değindiğim tarih aralığında da yo
rumlar Kürtleri, Tuğluk örneğinden hareketle Kürt kadın be
deni üzerinden vurma telaşındadır. Değinilen çerçevede, Söz
cü'nün Kürt kimliğinin temsilinde ördüğü milliyetçi, ırkçı ve
cinsiyetçi söylemleri yeniden ürettiği açıktır. Gazetenin, oku
yucu yorumlarıyla birleştiğinde de daha da somut bir şekilde
vücut bulan, Eco'nun söyleqiği gibi "sivil giysilere bürünmüş
şekilde" faşizan söylemleri dolaşıma sokabilen nitelikte oldu
ğu söylenebilir.
Sonuç olarak bu çalışma, Sözcü'den hareketle medyanın res
mi tarih anlatılarına da eklemlenerek milliyetçiliğin/cinsiyet
çiliğin ve milletin yeniden üretiminin teşvik edildiği bir söy
lemsel alan olarak nasıl iş gördüğünü somutlaştırması açısın
dan önem taşımaktadır. Medya bu şekilde, resmi tarihi yeni
den üretmekte , diğer yandan ise "günümüzü kayda geçirir
ken, tarihin metnini, resmi tarihi de yaratmaktadır. " 56 Bu açı
dan, sıradan bir günden başlayarak özellikle milli kriz anların
da toplumsal barışın sağlanmasında önemli rol oynayabilecek
bir araç olan Sözcü'nün milliyetçi-ırkçı ve cinsiyetçi söylemle
rine müdahale edilmesi ve dilinin dönüştürülmesi elzem gö
rünmektedir.
228
7
BATI'YA GİDEN HER YOL MÜBAH MI?
MİLLETİN GÜZELLİK YARIŞMALARIYLA
İMTİHANI
E YLEM ÖZDEMIR
Giriş
Doğan Duman ve Pınar Duman, "Kültürel Bir Değişim Aracı Olarak Güzellik
Yarışmaları" , Toplumsal Tarih, Sayı 42 ( 1 99 7 ) , s . 20-26.
229
malar Batılı bir kültürel dönüşümün aracı olarak, yeni toplu
mun yeni kültür kodlarının oluşumuna hizmet edeceği ümi
diyle düzenlenmiştir. lkinci tespit ise bu yarışmalarla beraber
Cumhuriyet'in Kemalizmle biçimlenen "yeni kadın" imgesinin
annelik, vatanperverlik dışında feminenliği de içerecek şekilde
kurulmak istenmesidir.2 Böylece "yeni kadın" imgesinin farklı
katmanlardan oluştuğu vurgulanmıştır. Bu tespitlere ek olarak
bu bölümde, bu imgenin 1 930'larda gelişen ırk temelli bir mil
liyetçilik söyleminden de etkilendiği ve bu yarışmalarda ortaya
çıkan söylemin, "yeni kadın"ı Türk ırkının güzelliğinin temsil
cisi olarak resmettiği ileri sürülüyor.
Şerif Mardin, Cumhuriyet aydınlarının milliyetçiliği kurar
ken aldıkları hızın ırk teorisi, öjeni teorisi ya da bir kültür kü
mesinin meydana getirilmesinden mi kaynaklandığının pek
ayırt edilemediğini belirtir.3 Nitekim söz konusu kurulum sü
recinde Avrupa'daki her çeşit entelektüel kaynaktan ve ideolo
jik açılımdan yararlanılmıştır.4 Aslında güzellik yarışması gibi
küçük bir popüler kültür olayında kurulan söylemde bile farklı
izleklerin olduğu görülmektedir. Bu örnek olayda "yeni kadın"
imgesinin farklı katmanlarıyla ırk fikri ve öjeni teorisinin etkisi
izlenirken, Cumhuriyet'in erken yıllarındaki Kemalizm'in top
lum mühendisliği gayreti dikkat çekicidir.
Önemli toplumsal değişim süreçlerinde toplumsal cinsiyetin
mühendislik faaliyetiyle kurgulanması , elbette ne sadece Ke
malizme ne söz konusu döneme özgü . Ayrıca reklam yapmak
tan siyasi amaçlara kadar çeşitli sebeplerle güzellik yarışmaları
na da hala başvuruluyor. Örneğin henüz 20 1 2 senesinin Nisan
ayında özel bir üniversite İnternet sayfasında herkesi şaşırtan
bir ilan yayınlayarak "Güzel bir kariyer için ilk adım . . . " sloga
nıyla öğrencilerini düzenlediği güzellik yarışmasına davet etti.
Maltepe Üniversitesi'nin "Miss Maltepe 20 1 2 " adıyla duyurdu-
2 Pınar Ôztamur, "Cumhuriyet'in llk Yıllarında Güzellik Yarışmaları ve Femi
nen Kadın Kimliğinin Kuruluşu " , Toplumsal Tarih, Sayı 99 ( 2002) , s. 46-53.
3 Şerif Mardin, "Kimlik ve Söylemlerde Katmanlar" , Kimlikler Lütfen/ Türkiye
Cumhuriyet'inde Kültürel Kimlik Arayışı ve Temsili içinde, Gönül Pultar (der. )
(Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2009 ) , s. 6 1 -66.
4 A.g.y., s . 65.
230
ğu yarışmanın amacı, "Türk insanını ve özellikle çağdaş Türk
kadınını en güzel şekilde temsil ederek emsallerine örnek oluş
turacak kanaat önderi olabilecek, nitelikli genç kızların belir
lenmesi," olarak açıklanmıştı. 5 Bu , 1930'lardaki ilk güzellik ya
rışmalarının hedefleriyle çok uyumlu. Düzenleyen bir üniver
site olmasaydı onlarca benzerinin yanında yer alır, dikkat çek
meyebilirdi. Ne var ki duyurulduğu anda, başta feministler ol
mak üzere çeşitli kesimlerde infiale yol açması üzerine hemen
iptal edildi.
Bu olaydan bir yıl sonra, 20 1 3 Nisan'ında yine bir güzellik
yarışması gündem oldu . Sıra dışı bir girişimle, Diyarbakır'ın
"Dünya Medeniyetler Kraliçesi" yarışmasına ev sahipliği yapa
cağı duyuruldu . Yarışma organizasyonu , "Dünya medeniyet
lerinin ve Mezopotamya'nın merkezi olduğu için Diyarbakır"6
dese de aynı günlerde siyasetin başlıca gündemlerinden biri,
Kürt sorununun siyasi çözümü için yol haritası belirlemek üze
re devletin Abdullah Öcalan'la yaptığı müzakerelerdi. Yarışma
komitesi bu konuda hiçbir beyanda bulunmamakla birlikte ba
sında "çözüm sürecine katkı amacıyla Diyarbakır'da yapılması
planlanan . . . " ifadeleri sıklıkla kullanıldı. Ne var ki bu yarışma
da kentte bir hafta kamp yapan 22 adayı geri göndermek pa
hasına iptal edildi. Bu kez iptale yol açan tepki feministlerden
ya da beklenebileceği gibi Türk milliyetçilerinden değil, ay
nı tarihlerde Kutlu Doğum Haftası'm idrak etmeye hazırlanan
muhafazakar Diyarbakır'dan, kendilerinin deyimiyle "sahabe
şehri"nden geldi ve 4 7 sivil toplum örgütü ortak bir açıklamay
la " çirkinlik yarışması" ve "modern köle pazarları" gibi ifade
ler de kullanarak yarışmayı protesto ettiler. Yarışma girişimin
den geriye, adayların zırhlı polis araçları önünde ve Diyarbakır
Kalesi'nde verdiği fotoğraflarla "Miss Diyarbakır" tartışmala
rı kaldı. Bugün temsil ettiği sosyal ve siyasal anlamlar sebebiy
le Diyarbakır kentiyle bir güzellik yarışmasını yan yana getir
mekte, toplumun nasıl zorlandığına bakarak, 1 930'larda gele
nekle bağlarım koparmakta olan bir "yeni toplum" için güzel-
5 Taraf, 2 7 .04 . 20 1 2 .
6 Hürriyet, 03 .04. 20 1 3 .
231
lik yanşmalannın temsil ettiği mühendislik içeriğine belki yak
laşabiliriz. Bu yazıda bu mühendislik içeriğinin de çözümlen
mesi de amaçlanmaktadır.
1 9 29- 1 933 yılları arasında Atatürk'ün teşvikiyle Cumhuri
yet gazetesi tarafından düzenlenen ilk yarışmalar sırasında kul
lanılan milli söylemin üç zihinsel çerçeve etrafında şekillendi
ği söylenebilir: Bunlardan birincisi Cumhuriyet'in Batılılaşma
hareketi ve yönelimi, ikincisi "yeni kadın"ın inşası ve üçüncü
sü daha sonra siyasi planda Türkçülük olarak şekillenmiş olan
ırk söylemidir. Birincisinde güzellik yarışmaları Türk milleti
ni diğer dünya milletleri içinde temsil etmenin/göstermenin
bir aracı olarak kurulur. İkincisinde güzellik yarışmaları, Os
manlı'dan kopmakta olan Türk kadınların yeni kimliğinin sem
bollerinden biridir. Üçüncüsünde ise bu yarışmalar kanalıyla ,
Türk ırkının üstün özelliklerine dayalı bir millet fikrinin kadın
güzelliğinde temsil edilmesi hedeflenmiştir. Görüldüğü gibi bu
üç çerçeve iç içedir; zaman zaman çelişkili içeriklerle birlikte
çoğu yerde kesişir ve aslında tek bir siyasi projede, yeni bir mil
letin inşasında ortaklaşır.
Cumhuriyet gazetesinin
1 929'da düzenlediği ilk yarışma
233
üzere başvurulan diğer bir yol da okurlara yarışmayla ilgili fi
kir beyan etmeleri yönünde yapılan ısrarlı çağrılar ve okurla
rın finalistlerin seçimine katılmasıdır. Halkın katılımını sağla
mak üzere, oy kullanacak okurlara çekilişle verilmek üzere he
diyeler belirlenmiş, okurların yarışmayla ilgili tüm soruları ya
nıtlanmış, yarışmanın ilan edildiği günden seçimin yapılması
na kadar geçen sürede her gün diğer ülkelerdeki yarışmalardan
da haber veren yayınlar yapılmıştır.
Batılı ve ahlaklı
235
nevi olmak üzere iki ayrı alana bölerek geçekleştirir. Maddi
alan, dışarıdaki alan , ekonominin, devlet işlerinin, bilimin ve
teknolojinin alanıdır. Chatterj ee'nin deyişiyle " . . . Batı'nın ken
di üstünlüğünü ispatlamış ve Doğu'nun da boyun eğmiş oldu
ğu alandır. " 1 7 Manevi alan, içerideki alan ise kültürel kimliği
ve onu oluşturan sembolleri taşıyan yer olarak Batı'dan farklı
lığın çizildiğVgösterildiği alandır. Chatterjee, bu manevi alan
da milliyetçiliğin en güçlü , en yaratıcı, en önemli projesini ha
yata geçirdiğini söyler. Bu , "modern , ancak modern olması
na rağmen Batılı olmayan bir milli kültürün şekillendirilme
si projesidir" 18 Bu tip toplumların en önemli kültürel sorunu ,
kimliğin hem modern hem Batı'dan farklı bir şekilde kurulma
sıdır. 1 9
Düzenlenen bu ilk güzellik yarışmasının hem ahlaka uygun
luk açısından hem Batı dünyasına girmenin biçimleriyle ilgili
olarak eleştirilmesinde, Chatterj ee'nin kullandığı anlamda bir
manevi alanın nasıl tanımlanacağına ilişkin bir tartışma yürü
mektedir, aslında. Nitekim Osmanlı modernleşmesini karakte
rize eden Doğu-Batı ikiliği, Tanzimat'tan başlayarak uygarlığın
maddi ve manevi yanlarının ayrıştırılmasıyla biçimlenmiştir. 20
Mahmut Esat, Ahmet Mithat, Namık Kemal gibi entelektüeller
Batı uygarlığının maddi yanını alma eğilimindeyken, Şemsettin
Sami , Hüseyin Cahit gibi Batıcılar maddi uygarlıkla kültür ve
düşünce dünyasının bütün olduğunu savunmuşlardır. 21 Milli
yetçiliğin gelişiminde de bu farklı tasarıların izleri görülmekte
dir. Benzer şekilde , Serpil Sancar, Türk modernleşmesinin Ba
tı'yla özdeşleşme ve Batı'dan farklı olma arasındaki çelişki için
de şekillenirken, milliyetçiliğin bir yandan Batıcı akımların et-
17 A.g.y . , s. 22.
18 A.g.y. s. 23 .
19 Nükhet Sirman, "Kadınların Milliyeti" , Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil
liyetçilik, Cilt 4 içinde , Tanı! Bora (der.) (İstanbul: 1letişim Yayınlan, 2003 , 2.
Baskı), s. 226-244.
20 Nilüfer Göle, Modern Mahrem/Medeniyet ve ôrtünme (İstanbul: Metis Yayınla
n, 20 1 1 , 1 1 . Baskı) , s. 50.
21 N iyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ahmet Kuyaş (yay. haz . ) ( İstanbul :
YKY, 20 14, 20. Baskı) , s. 370-386.
236
kisinde olduğunu , bir yandan Batı'dan farklı olma üzerine ku
rulduğunu vurgular. Bu tarz milliyetçilikte farklı olmanın en
bilinen ifadesi de Batı'nın bilim ve teknolojisini alıp milli kül
türü korumak şeklindedir. 22 Yukarıda gazeteden aktarılan tar
tışma da bu tutumun tipik bir yansıması olarak görülebilir. Ba
tı'nın sanatı, ilim ve zihin dünyası gıpta edilen bir hedeftir ama
kalanı konusunda temkinli olmak yeğdir. Hatta mesele temkin
li olmaktan daha fazlası, Cumhuriyet'le birlikte "yeni kadın" ın
nasıl tanımlanacağı, Batı'yla mesafesinin ne olacağıdır.
Bilindiği gibi bu tartışma , Cumhuriyet'in kuruluşuyla bir
likte birden zuhur etmemiştir. Cumhuriyet'in temsil ettiği ye
ni toplumun inşası nasıl Osmanlı Tanzimat reformları ve fikir
lerine dayanıyorsa, "yeni kadın" tahayyülünün kökleri de ay
nı dönemdedir. Tanzimat döneminde hem kadınlar kamusal
alanda daha çok yer almaya başlamış hem de cinsiyet eşitliği ve
kadınların toplumsal rolleri tartışmaya açılmıştır. Bu dönemde
devlet yönetimi ve Mekteb-i Mülkiye kadınlara kapalı olsa da
1842'de Mekteb-i Tıbbiye'de ebelik dersleri verilmeye başlan
mış, 1 859'da kızlar için ilk rüştiye mektebi ve takip eden yıllar
da Darülmuallimat gibi kız meslek okulları açılmıştır.23 İkin
ci Meşrutiyet'e gelindiğindeyse artık Osmanlı kadınları dernek
lerde , gazeteler ve dergilerde, edebiyatta faal, görünür ve örgüt
lüdürler.24 Bu gelişmeler, Cumhuriyet döneminde çok daha
belirgin bir şekilde ortaya çıkan "yeni kadın" fikrinin tohumla
rı olarak görülebilir.
237
bu dönemde kadın haklarını vatanperverlik göstergesi olarak,
milli bir dava adına savunduklarını ve Avrupa taklidi saydıkları
feminizme karşı milliyetçi bir söylem geliştirdiklerini özellikle
Halide Edib'in yazdıklarına dayanarak tespit etmiştir.
238
ken, Kemalist kadın idealine içkin çoklu kadın kimliklerinin
altım çizmiştir.28 Durakbaşa da aynı yöndeki tespitiyle " Kema
list kadın imgesinin tek bir imge değil; birbirleriyle çelişik gibi
görülebilecek birkaç imgeden oluştuğu"nu vurgulamıştır. Ger
çekten de Cumhuriyet'in "yeni kadın" imgesine dair zihinleri
mizde yer etmiş ilk resim, " . . . koyu renkli kostümler, kısa saç
ve makyajsız yüzlerle kamusal yaşama girmiş"29 cinsiyetsiz ka
dınlardır. Öte yandan Batılı gece giysileriyle balolarda dans et
mesi beklenen ve teşvik edilenler de aynı kadınlardır. 30
l 930'ların sonuna gelindiğinde "yeni kadın" imgesi , mo
dernleşmeyle ilişkili iki kadın modeli taşır: " Kamusal alanda
ciddi , erkeksi, meslek kadını" modeli ile "özel alanda neşeli ,
alımlı, bilgili, doğurgan kadın" modeli üzerine kurulan çeliş
kili kadınlık rollerinde, kadınlardan özelle kamusal arasındaki
mesafeye dayanarak bu çelişkinin üstesinden gelmeleri bekle
nir. 3 1 Tabii bu kadınlardan esas beklenen, toplumun gelenek
ve göreneklerine uygun bir modernleşme çizgisi tutturmaları
ve buna sadık kalmalandır.32 1928- 1945 yılları arasındaki ders
kitaplarında kurgulanan toplumsal cinsiyet kimliklerini çö
zümlediği çalışmasında Tuba Kancı da, bu kitaplardaki anne
ev kadınlarının modern giyimli, bakımlı, eğitimli, orta sınıf ka
dınlar olduğunu anlatmıştır. Bunlar hem özel alanda iyi ahlaklı
çocuklar yetiştiren, aile düzenini sağlayan hem kamusal alanda
görünen, medenileştirme misyonu taşıyan kadınlardır.33
28 Öztamur, " Cumhuriyet'in tik Yıllarında Güzellik Yarışmaları ve Feminen Ka
dın Kimliğinin Kuruluşu" , s. 47.
29 Deniz Kandiyoti, "Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek Egemenliği
nin Çözümlenmesine Yönelik Notlar" , 1 980'ler Türkiyesi'nde Kadın Bakış Açı
sından Kadınlar içinde, Şirin Tekeli (der.) ( İstanbul: tletişim Yayınları, 20 1 0 ,
4. Baskı), s. 327-340.
30 A.g.y . , s. 335.
31 Ayşe Saktanber, " Kemalist Kadın Hakları Söylemi" , Modern Türkiye'de Siyasi
Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde , Ahmet insel (der.) (İstanbul: lletişim Yayın
lan, 2002, 2. Baskı ) , s. 323-333.
32 A.g.y . , s. 327.
33 Tuba Kancı, " Erken Cumhuriyet Dönemi ( 1 928- 1 945) Ders Kitaplarında Ka
dınlık ve Erkeklik Kurguları" , Kimlikler Lütfen/Türkiye Cumhuriyeti'nde Kül
türel Kimlik Arayışı ve Temsili içinde, Gönül Pultar (der.) (Ankara: ODTÜ Ya
yıncılık, 2009 ) , s. 105-1 20.
239
Sancar, erken modernleşme döneminin romanlarında tasvir
edilen "yeni kadın" için en tehlikeli sınırın "aşın Batılılaşma"
olarak belirdiğine işaret etmiştir. Bu romanlarda vaaz edilen
"yeni kadın " , geleneğe uygun bir modernliğe, Batılı ve Anado
lulu motiflere birlikte sahiptir: "Hem Batılı tarzda eğitim gör
müş hem Anadolu'nun saf ve temiz kızı olabilmiş ve aynı za
manda kurucu erkeklerin dünyası olan kamusal alanda asek
süel olmayı bilen kadınlar. . . "34 "Anadolu kadını" imgesi, Ke
malist proje içinde Batı medeniyetine yönelen bir milletin yer
lilik bilincini temsil etmektedir. Nilüfer Göle, Anadolu kadını
nın Kemalist tasarıda hem kurtaran hem kurtarılan olduğunu
ve medeniyetle millet arasında köprü kurmaya çalıştığını be
lirtmiştir. 35
Cumhuriyet'in ilk yıllarına hakim kadın tasavvurundaki bu
ikiliklerde bir bakıma, Osmanlı-Türk modernleşmesinin taşıdı
ğı iç gerilimler tezahür etmektedir. Üçüncü Dünya ülkelerinin
modernleşme deneyimlerinde olduğu gibi Türkiye modernleş
mesinde de Doğu-Batı arasındaki çekişme, Batılılaşma ve gele
neksel/lslami değerlerle malul bir yerellik arasındaki gerilim
"yeni kadın" imgelerini de belirlemiştir. Fatmagül Berktay ise
Doğu-Batı karşıtlığının cinsiyet kimlikleri alanına yansıtılması
nı, Batı geleneğinden ödünç alınan klasik zihin-madde, tin-be
den, erkek-kadın arasındaki cinsiyetçi ikici düşünme tarzının
bir uzantısı olarak değerlendirir.36 Doğu , zihin ve ruhla dona
tılırken, Batı haz peşindeki bedendir. Böyle ele alındığında da
tehlikeli sınır, gerçekten "aşırı Batılılaşmadır" Öyle ki döne
min roman ve öykülerinde bu sınırı ihlal eden ve fazla modern
leşen kadınlar, annelik rolünü reddederek haz peşinde koşan,
meş'um kadın tiplemesiyle resmedilirler.37
241
Denilebilir ki güzellik aynı zamanda ve belki daha ziyade sıh
hat ve saadetin parlak alametidir. Filhakika hiçbir hasta vücu
dun güzel olması ve güzel görünmesi ihtimali yoktur. Onun
için güzellik demek her şeyden evvel sıhhat ve salabet demek
tir. Fertçe ve milletçe hayatta muvaffak ve mesut olmanın ilk
şartı ise budur ve yalnızca budur. 39
42 Soner Çağaptay, " 1 930'larda Türk Milliyetçiliğinde Irk, Dil ve Etnisite" , Mo
dern Türlıiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçililı, Cilt 4 içinde, s. 245-26 1 .
43 Ag.y.
44 Yeni Türkiye'nin, Kemalist aydınlanmaya adanmış "yeni kadını" nın tipik
temsilcisi olan Afet lnan, öğretmenliğe başladığı sırada tanıştığı Atatürk'ün
kendisinden Türklerin san ırka mensup olup olmadığını araştırmasını iste
mesi üzerine hükümet bursuyla lsviçre'ye gönderilmiştir. Bkz. Özgür Sevgi
Göral, "Afet lnan " , Modern Türlıiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 için
de, s. 220-227.
45 Bkz. Suavi Aydın, " Cumhuriyet'in ideolojik Şekillenmesinde Antropoloji
nin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü " , Modern Türlıiye'de Siya
si Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde, s. 344-369; Nazan Maksudyan, Türklüğü
ôlçmelı (İstanbul: Metis Yayınlan, 200 5 ) ; Zafer Toprak, Darwin'den Dersim'e
Cumhuriyet ve Antropoloji (İstanbul: Doğan Kitap, 20 1 2 ) .
46 Alemdaroğlu , "Öjeni Düşüncesi"
47 Kancı, "Erken Cumhuriyet Dönemi ( 1 928- 1 945) Ders Kitaplarında Kadınlık
ve Erkeklik Kurguları" , s. 1 1 0- 1 1 1 .
243
Bu dönemde gelişen ırk ideoloj isinde özellikle Türk ırkının
üstünlüğü , sarı ırktan kopartılması, uygarlaştırıcı olması un
surlarını görürüz. Bu unsurları bir araya getiren en önemli sa
iklerden biri Batılı milletlerle eşit olunduğunu, onlardan geri
kalır bir tarafın olmadığını kanıtlamaktır. Güzellik yarışmala
rı etrafında kurulan milli söylemde de tüm bu unsurlar ve yö
nelim görünür haldedir. Bir bakıma güzel/sağlıklı millet söy
lemi, "vatanperver anne kadın"la "podyumda yürüyen alımlı ,
dişi kadın" , "Anadolu'nun saf, temiz, yerli kızı"yla "Batı'nın fe
minen, bakımlı, cazibeli kadını" arasında aracı olmuştur. De
nilebilir ki milli söylem , ırk ideoloj isi saydığımız unsurlarıy
la, bu farklı kadın kimlikleri arasındaki çelişkileri elverişli bir
kombinasyonla bir arada tutmayı mümkün kılmıştır. Irkın gü
zelliği, milletin sağlığı/sağlamlığı hem kadın güzelliğiyle sem
bolleştirilir hem nesilden nesile aktarılır. 1929'da düzenlenen
ilk yarışmaya çoğunlukla gayrimüslim kızların ilgi gösterme
siyle birlikte yapılan, " Güzeller müsabakamıza iştirak ediniz
de Türkiye güzeli hakiki bir Türk güzeli olsun,"48 çağrısındaki
"hakiki Türk güzeli"yle ne ima edildiği belirsizdir. Ancak bel
li ki, kadınlardan taşımaları istenen güzellik, milletin güzelli
ğidir aslında .
245
olan bütün Türkiye'dir, bütün Türk kadınlığıdır ve yeni Tür
kiye'nin en büyük inkılabıdır: Türk kadınını esaretten hürri
yete çıkaran Türk inkılabı ! 53
60 A.g.y.
61 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 2 Ağustos 1932.
62 Cumhuriyet, 3 Ağustos 1932.
63 A.g.y.
248
bu yolda sürekli bir tekamül gerçekleştirmelerini salık verir.
Yine kuvvetli bir ırk vurgusu Safa'dan gelmiştir. Bu yarışmala
rın, bir ırkın efsanevi üstün özelliklerine dayalı mistik bir mil
li söylemin aracı haline getirilişini onun satırlarında ziyadesiy
le görürüz:
68 A.g.y.
69 Bağış Erten ve Görkem Doğan, "Cumhuriyet'in Cumhuriyet'i: Cumhuriyet Ga
zetesi" , Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde, s. 50 1 - 5 1 2 .
250
Sonuç
74 Hürriyet, 03.04.20 1 3 .
7 5 Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 05.04.20 1 3 .
252
daha kapsamlı ve amaçlı bir cinsiyet kurgusu içinde işlev gör
müştür. Diğerinin işlev üstlendiği sosyal ve siyasal bağlamla
rın ayrıca incelenmesi gerekir. Ancak, her ikisinde de kadınla
rın farklı milliyet proj elerinin aracı olduğu bir mühendislik fa
aliyetini gözlemek mümkün.
253
ÜÇ ÜNC Ü KISIM
Geçmiş ve Bugün:
Mitler, Sahneler, Aktörler
8
"ERKEK DOGMADIK DlYE
YURDUMUZA KÜS MÜYÜZ?":
HALKEVİ SAHNELERİNDEN KADIN KESlTLERİ1
KAD1R DEDE
Giriş
257
sından genişliğini gerekli kılar. Bu yönüyle inşa sözcüğü , ulus
olgusu kadar, önceki dönem mekanizmalarının yerini doldu
racak yenilerinin yaratılması sürecini de kapsar. Bu kapsayışta
özellikle yaratılacak olan kurumların belirlenmesi, yönlendiril
mesi ve koordinasyonu açısından en önemli rolü devletin üst
leneceğini düşünmek zor değildir. Cumhuriyet'in ilan edilme
siyle birlikte devlet, modemleş(tir)me, ulus inşasını yönlendir
me ve sadakat-aidiyet açısından yeni bağlar kurma gibi iç içe
geçmiş bir gündemle karşı karşıyadır. Her üç unsur çerçeve
sinde de içinde bulunulan gecikmişlik durumu , devlet ile birey
arasındaki ilişkinin dönüşümünü zorunlu kılmaktadır. Dolayı
sıyla devletin birey ile ilişki içinde olduğu alanların daha etkin
kılınmasıyla yeni ve kapsamlı ilişki biçimlerinin kurulması bir
zorunluluk halini alır; devletin türü fark etmeksizin hem mev
cut aygıtlarından daha hızlı sonuç alması hem de yeni aygıtlar
tesis etmesi gerekmektedir.
Bu durum, muhtemelen imparatorluk döneminde tahayyülü
mümkün olmayacak şekilde, yaşamın hemen her alanında ken
disini hissettiren bir seferberlik halini ortaya çıkarmıştır. Ulus
inşası açısından bürokrasi ve iktidar ağlarının yanında popüler
bir milliyetçi coşkuyla bütünleştirilen ve devletin merkezi rol
oynadığı kitle iletişimi, eğitim sistemi ve idari düzenlemeler
den yararlanılır.3 Bu yolla hedeflenen varış noktası ise bireyin
doğumundan ölümüne dek gündelik pratikler ve aygıtlar ağıy
la bir homo nationalis niteliği kazanmasıdır.4
Halkevleri'nin kurulması ve tiyatro oyunları başta olmak
üzere girişilen faaliyet türleri, bireylerin homo nationalis haline
gelmeleri için ihtiyaç duyulan gelişmiş kitle iletişimi ve eğitim
sisteminin bir parçasıdır. Sağladığı yeni iletişim olanakları ve
yüklendiği pedagojik misyonla Halkevleri, üyelerinden birinin
diğerini tanımadığı ve çoğu hakkında hiçbir şey işitmediği top
lumda ulusun, daha çok kişi tarafından hayal edilen bir cemaat
3 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler - Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması
(lstanbul: Metis Yayınlan, 2009 ) , s. 196.
4 Etienne Balibar, "Ulus Biçimi: Tarih ve ideoloji" , Irk Ulus Sınıf - Belirsiz Kim
l i k l e riçinde E. Balibar, 1 . Wallerstein (der.) (lstanbul: Metis Yayınlan, 2002) ,
,
s. 1 1 7- 1 1 8.
2 58
olmasını sağlama çabasında etkili olacaktır. 5 Tiyatro oyunları
başta olmak üzere bu etkiyi sağlamak için girişilen her bir faa
liyet biçimi ise aynı zamanda ulusçuluğun, büyük grubun üye
lerini " çok daha çeşitli konulardan, etkin biçimde haberdar et
me kapasitesini"6 geliştirmiştir.
Halkevleri, ilk olarak 1 9 Şubat 1 932 tarihinde 1 4 ilde olmak
üzere faaliyete geçen, yeni rej imin kitlelere milliyetçi, seküler
ve halkçı ilkelerini benimsetmek amacıyla kurduğu kültürel
ve siyasi merkezlerdir. 7 Radyo, televizyon ve yazılı basın gibi
propaganda araçlarının hiç bulunmamaları ya da minimum dü
zeyde mevcut olmaları, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki ko
pukluk ve okuma yazma oranının düşük olması , iletişim araç
larının kullanımını engellemektedir.8 Dolayısıyla , Halkevleri
rejimin ilk olarak yeni iletişim biçimlerini yaygınlaştırmaya dö
nük arayışının yansımalarını sunmaktadır.
Halkevleri, genel itibariyle Polonya'da Albay Pilsudski'nin,
"Devleti yaratan millet değil, milleti yaratan devlettir, " ya da
ltalya'da Massimo d'Azeglio'nun, "ltalya'yı yarattık; şimdi de
ltalyanları yaratmalıyız, " sözleriyle9 dile getirdikleri süreç ve
hedeflere ulaşılmasında geliştirilmiş birer araç niteliğindedir
ler. Kendilerinden umulan yararların uzun listesi, söz konusu
yaratım sürecine atfedilen titizliği de ortaya koymaktadır. Buna
göre halk ile aydın arasında farklı türlerde alışverişin sağlanma
sı ve köylünün seviyesinin yükseltilmesi, farklı sınıf ve meslek
grupları arasında etkileşim sağlanması, çağdaş uygarlık seviye
sine ulaşılması çabasında halkın desteğinin sağlanması ve "kişi-
259
nin teklikten ve aylaklıktan kurtulması" Halkevleri'nden umu
lan yararlar arasında yer almaktadır. 1 0
işte tam d a b u yoğun amaç/beklenti listesi içinde Halkev
leri'nin farklı saha ve biçimlerde faaliyet göstermeleri bir zo
runluluk halini alır. Buna göre Dil, Tarih, Edebiyat ve Halkbi
lim, Güzel Sanatlar, Temsil-Tiyatro, Spor, Sosyal Yardım, Halk
dershaneleri ve Kurslar, Kü tüphane ve Yayın, Köycülük ile
Müze ve Sergi , Halkevleri çatısı altında faaliyet gösteren kol
lar olarak tesis edilmiştir. Bu kollardan tiyatro, Halkevleri'nden
umulan yarar ve amaçların gerçekleştirilmesi açısından diğer
faaliyet türleriyle kıyaslandığında oldukça özgün bir konuma
oturmaktadır. Örneğin Halkevleri tarafından CHP genel mer
kezine gönderilen raporların hemen hepsinde tiyatro faaliyet
leri diğerlerine göre daha ağırlıklıdır.
Bu durum, hem bir sanat türü olarak tiyatronun kendine has
özelliklerine hem de yeni rej imin tiyatroya atfettiği öneme da
yanır. Nitekim tiyatronun tüm sanat türleri arasında en faz
la politik olan tür olmasının yapılan tercihte belirleyici oldu
ğu söylenebilir. 1 1 Tiyatro, kamusal bir forum oluşturması açı
sından diğer sanat türlerinden ayrılmakta, mesajını tek bir bi
reye ya da az sayıda insan topluluğu yerine kalabalık kitlelere
aynı anda ulaştırması itibarıyla bu vasfı kazanmaktadır. 1 2 Ayrı
ca tiyatro , niteliği itibarıyla yazılı değil sözlü bir iletişim biçi
midir ve bu özelliği vasıtasıyla eğlence için olduğu kadar sosyal
ve kültürel dönüşüm ile eğitim konusunda da her zaman popü
lerlik kazanmaktadır. 1 3 l 930'ların Türkiyes'inde okuma-yazma
bilmeyen nüfusun fazlalığı göz önüne alındığında böylesi bir
iletişim aracının önemi de anlaşılır.
Tiyatro aracılığıyla iletilen mesaj ın öncelikli odağı ise ulus
1 4 Slyvia Walby, "Gender Approaches to Nations and Nationalisms " , The Sage
Handbook of Nations and Nationalisms içinde , G. Delanty ve K. Kumar (der.)
(Londra: SAGE Publications, 2006 ) , s. 1 1 9.
1 5 Oyunların genelinin "Mektep Temsilleri " , " 1 0. Yıl Kutlamaları i ç i n Yazılan
Oyunlar" , "Türk Tarih Tezi'yle ilgili Oyunlar" ve "Köy Oyunları" şeklinde sı
nıflandırılmış bir sunumu ve anlatıbilimsel açıdan incelenmesi için bkz. Esra
Dicle Başbuş, Resmi ideoloji Sahnede (lstanbul: iletişim Yayınlan, 20 1 3 ) .
261
ve Halkevleri tarafından yayımlananlara öncelik tanınmıştır.
Söz konusu inceleme çerçevesinde ilk olarak bir ulus inşası ara
cı olarak Halkevleri ve tiyatronun önemi ele alınmış ve söz ko
nusu araçların ulus, cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin ele alınma
sında sağlayacağı katkılar değerlendirilmiştir. Devamında ise
Halkevleri'nde sahnelenmiş tiyatro oyunlarının metinleri; ulus,
uluslaşma ve toplumsal cinsiyet konularının genel teorik tar
tışmaları bağlamında analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçeve
de kadınlara atfedilen konum ve önemin, ulus inşası süreçleri
nin kadınlarla olan ilişkisinin genel manzarasıyla karşılaştırıl
ması mümkün olmuş; sahneden izleyiciye, oradan da sokakla
ra ve hanelere ulaşması arzulanan mesajın c i nsiyete dair içeriği
ortaya konmaya çalışılmıştır.
262
alanda insanlığın büyük ya da küçük bir sorunu üzerine konu
şulmasına vesile olur. 1 7
Türkiye pratiğinde siyasal iktidarların tiyatronun sunduğu
katkılara başvurmaları durumu Cumhuriyet'le birlikte orta
ya çıkmış değildir. Örneğin lkinci Meşrutiyet'in ilanı sonrasın
da sahneler, marşlarla başlayıp söylevlerle son bulan oyunlar
la adeta birer miting alanı olmuşlardır. 1 8 Buna karşılık Cumhu
riyet dönemi uygulamalarının çok daha titiz ve kapsamlı oldu
ğu not edilmelidir. Bir kere yalnız başkent ya da büyük kent
lerle sınırlı kalmayan ve köylere kadar uzanacak bir tiyatro se
ferberliği söz konusudur. Dahası, sahne sayısının artması ve fa
aliyetlerin coğrafi açıdan giderek yaygınlaşmasına karşın mer
kezin, her bir tiyatro kolunun faaliyetine olabildiğince müdahil
olma gayreti dikkat çekmektedir. CHP tarafından düzenlenen
farklı yıllara ait Halkevi Öğrenekleri ya da Çalışma Talimatna
meleri'nde gösterilen titizlik ve ayrıntılı düzenlemeler bu duru
mu yansıtır. Halkevleri'nde yalnızca Parti Genel Yönetim Ku
rulu'nca seçilen ya da Kurul tarafından yazdırılan piyesler oy
nanabilmesi bu durumun en somut tezahürüdür. Ayrıca tem
sillerin amacı parti tarafından açık biçimde tanımlanarak genç
leri güzel ve serbest konuşmaya alıştırmak, fikir ve sanat terbi
yelerine yardımcı olmak ve iyi hatip yetiştirmek, memleket ve
cemiyet için faydalı telkinlerde bulunmak biçiminde ifade edil
mektedir. 1 9 Sahnelenen oyunların önemli bir kısmı bizzat dev
let matbaasında bastırılmış ya da Cumhuriyet Halk Partisi Gös
terit Yayını, CHP Halkevleri Temsil Yayınlan gibibaşlıklar altın
da yayımlanmıştır.
Rejimin tiyatroya atfettiği önem ve ondan beklentilerinin en
önemli göstergelerinden biri de rejimin ileri gelenlerinin tiyat
ro faaliyetlerine duydukları ilgidir. Gerek Atatürk, gerekse İnö
nü Ankara ve İstanbul Halkevleri'nde sahnelenen oyunların sü
rekli izleyicileri arasında olmuşlardır. Üstelik Atatürk'ün ilgisi
263
seyircilikten ibaret olmamış, Metin And'ın kendisini "ilk Türk
drainaturgu"olarak anmasına sebep teşkil edecek şekilde oyun
ların yazılma sürecinde müdahalelerde bulunmuştur.20 Yazar
lara oyunlar ısmarlaması, konular önermesi ve zaman zaman
provalarda hazır bulunması dışında, başta Münir Hayri Ege
li tarafından kaleme alınmış Bayönder21 ve Taş Bebek22 oyunla
rı olmak üzere bazı oyunları bizzat okuyarak düzeltmiş ve de
ğişiklikler yapmıştır.23
Sonuç itibariyle tiyatro, CHP ileri gelenlerince sahip olduğu
"eşsiz telkin kudreti" , Kemalizm ilkelerini ve dolayısıyla ulus
ve ulusçuluk düşüncesini halka benimsetmek doğrultusun
da kullanılmak üzere önemsenmektedir. Sürecin işleyiş man
tığı , kimi kez oldukça basit matematiksel hesaplara dayanır:
Halkevleri'ne ait faaliyet raporlarına yansıdığı biçimiyle bir fik
rin "tezli bir piyes"le 136 Halkevi'nde 1 36.000'den fazla yurtta
şa bir iki gün içinde telkin edilebileceği öngörülmektedir.24 Bu
önemseyiş nihayetinde tiyatronun hemen her Halkevi için te
mel faaliyet biçimi halini almasına neden olur. 1 932- 1950 yılla
rı arasında faaliyet göstermiş olan 4 78 Halkevi'nin sahnesinde
1 1 1 'i doğrudan parti tarafından yayımlanmış yaklaşık 390 ayn
oyun gösterilmiştir.25
Tiyatro oyunlarında ortaya konan anlatılar, genel itibarıyla
devletin ulus inşasında yerleştirmeye çalıştığı düşünce biçim
leri, tarih algısı ve toplumsal yapıya dair tahayyülle uyum içe
risindedir. Ancak burada dikkat çekici olan, oyun yazarlarının
kaleme aldıkları oyunlarda rej imin bu alandaki görüş ve tavrını
20 Metin And, Başlangıcından 1 983 'e Türk Tiyatro Tarihi (tstanbul: iletişim Ya-
yınlan, 2010) , s. 1 58.
21 Münir Hayri, Bayônder (Ankara, 1 934) .
22 Münir Hayri, Taş Bebek (Ankara: Halkevi, 1 934) .
23 Değişikliklerin kapsamı dilde arılaşma politikaları kapsamında kullanılan
kelime(ler)den başlayıp yer verilen bir karakterin akıbetine kadar uzanabil
mekte, ayrıca bazı kavramsal değişiklikleri de kapsamaktadır. Bkz. Metin And,
"Atatürk and the Arts, with Special Reference to Music and Theater" , Natio
nality and Nationalism içinde, A. S. Leoussi ve S. Grosby (der.) (Londra: l.B.
Tauris, 2004) , s. 1 1 4.
24 Yeşilkaya, Halkevlen: ideoloji ve Mimarlık, s. 94.
25 Karadağ, Halkcvlen Tiyatro Çalışma/an 1 932- 1 95 1 , s. 1 38.
264
giderek daha gönüllü biçimde yansıtmalarıdır. Yeni dönem uy
gulamalarının onanması ve övgüsü; ulusa ve ulusçuluğa atfedi
len önem; ulusun kökenlerinin yansıtılmasıyla yakın ve uzak
tarihe ilişkin şahıs ve olayların olumlayıcı ya da yerici biçimde
sunumu , dönemin tüm oyunlarında karşılaşılabilecek temala
rı oluşturmuştur.
Oyunların genelinde gözlenen bir husus yıllar süren savaş
lar ve buna bağlı yıkımlar karşısında insanlara ulus oldukları
ve ulusal bilinçlerini korudukları müddetçe felaketlerden kur
tulacakları iyimserliğinin aktarılmaya çalışılmasıdır. Tiyatroyla
aktarılan telkinlerin başında ulus bilincinin kişide güveni pe
kiştirdiği ve geleceğe daha iyimser bakmasını sağladığı düşün
cesi gelmektedir. Bu doğrultuda çoğu kez naif bir iyimserlikte
ve mutlu sonlarla bezeli oyunlarla karşılaşılır. İyimserliği tesis
doğrultusunda konu ve kişiler, yaşanan gerçekliklerden ziya
de benimsenen doğrular üzerinden kurgulanmaktadır. Sahne
den aktarılanlar ise didaktik nitelikleriyle yüzyıllarca kul ola
rak kendi gücünü görmezden gelmeye zorlanan halka özgüven
aşılama çabasıyla dikkat çekmektedir.26
Oyunların konu edindiği zaman dilimleri farklılıklar gös
terse de, kendi aralarında tarihsel ve güncel oyunlar biçimin
de gruplandırılabilir. Güncel oyunlarla kastedilen, anlatılanla
rın Cumhuriyet'in ilanı sonrasında yaşanıyor olmasıdır. Bun
larda Anadolu insanının erdemi, zekası , gücü yüceltilmekte
ve ulusçulukla birlikte halkçılık ilkesinin de bayraktarlığı ya
pılmaktadır. Yakın geçmişe atıfla katedilen yolun büyüklüğü
nün ve öneminin dile getirildiği oyunlarda kimi kez de sahne,
Cumhuriyet'in ideallerinin gerçekleştiği ütopik ortamları ak
tarmaktadır. 27 Örneğin Değişen Adam, aydın ile köylü arasında
ki mesafenin kapandığı ve elbirliğiyle ülke kalkınmasına çaba
lanan bir tablo sunmaktadır. Kentliler, Halkevleri ve Halkoda
ları gibi mekanizmalarla köylünün ayağına gitmiş, köylüyü sa
mimiyet ve sevgisine ikna ederken onun yeniliğe ve ilerleme-
266
cak bir şekilde Türklüğe ve Türk geleneğine düşkünlüğü çer
çevesinde kapsamlı bir Timur olumlamasına yer verilmektedir.
Beyazıt ise Türklerin sonradan kabul ettiği Islam dinini ön pla
na alarak devletinin Türk niteliğini geri plana itmesiyle eleşti
rilmektedir. Oyunun finalinde Timur'un Yıldırım Beyazıt'a yö
nelttiği " Görüyorsun aldandın, alet oldun bir dine / Türklü
ğünü unutan ! Dönmelisin kendine" şeklindeki eleştiri, Anka
ra Savaşı'nın çok ötesine geçerek yeni dönemde millet ile din
arasındaki kutuplaşma bağlamında bir taraf da sunmaktadır.34
Osmanlı Devleti'nin yakın ya da uzak geçmişinin bir oyun
da yer buluşu , Cumhuriyet öncesi dönemin muhakkak suret
te eleştirilmesiyle paraleldir. Tanıl Bora'nın Türk milli kimliği
nin öteki-imgesinin "Eski Türkiye" , diğer bir ifadeyle "Osman
lı" olduğu ve dini dünya görüşünün çerçevelediği eski medeni
yetin de bu kategoride yer bulduğu tespiti,35 tiyatro oyunları
nın genel özellikleri bağlamında bütünüyle geçerlidir. Oyunla
rın geneli, Osmanlı Devleti'nin Türk köyünü ihmal ettiği, köy
lüyü "sağmal bir inek" gibi gördüğü , Anadolu'da kalkınma
ya yönelik hiçbir şey yapmadığı, avam ile havas arasında derin
bir uçurum yarattığı ve devletin üst kademelerinin "halkın ya
şayış biçimine uzak, yabancı ve yoz" bir kültürün parçası oldu
ğu iddialarını yansıtmaktadır.36 Bu hususların sahnede yer alı
şı, her defasında, bir yönüyle eskinin ötekileştirilmesi yoluy
la yeni olanın olumlanması ve desteklenmesi anlamına da gel
mektedir. 37
Bugünkü ulusun yüceliğini tarihi olaylara referansla açıkla
maya çabalayan oyunların hiçbiri Osmanlı Devleti'ni konu edin-
267
memektedir. Bilakis imparatorluk dönemi, içinde bulunulan di
riliş ve şahlanış dönemini geciktiren, zora sokan ve neredeyse
Anadolu'nun kaybına ve mahvına yol açan neden olarak görül
mektedir. Dahası iyi ile kötünün birbirlerinden bütünüyle ay
rıştırılarak sunulduğu temsillerde kötü rolünü üstlenen karak
terler eski düzeni temsil eden kişiler olmaktadır. Gerçekten de
ulusçu , köylüden yana , Atatürk ilkelerini benimsemiş bir ka
rakterin karşısına yerleştirilen kötü, genel olarak ümmetçi, hi
lafetçi, işbirlikçi, halk ve köylü düşmanı ve/ya da ulus bilincin
den mahrum olanlardır. 38 Oyunların kurgusu ve akışı kötüy
le iyi, devrimciyle karşı devrimci, milliyetçiyle vatan haini, ile
riciyle gerici, bilimle hurafe arasında sürüp giden bir mücadele
şeklinde işletilmekte ve final sahnesinde Kemalist rejimi savu
nan karakterler ve değerler rakipleriyle yürüttükleri savaşı ka
zanmaktadır. 39 Bu durumun istisnası sayılabilecek ve iyi ile kö
tünün mücadelesi biçiminde işlemeyen Sönmeyen Ateş, Uyanış
gibi oyunlarda ise anlatı, ulusa, köylüye, kurtuluşa ve Milli Mü
cadele'ye uzak, ilgisiz ya da karşıt birinin aşama aşama nasıl mil
liyetçi ve vatansever bir şahsa dönüştüğü üzerinden kurulur.40
Ulusçuluk ideolojisinin karmaşık bir hatırlama ve unutma
diyalektiği içinde işlemesi hususu tiyatronun sunduğu tabloda
da kendini gösterir. Burada suskun kalınan ve bir oyun konusu
olma potansiyeline karşın görmezden gelinen birçok olgunun,
Ernest Renan'ın belirttiği üzere ulusların kuruluşunda haya
ti bir öğe olan unutmayla ilişkilendirilmesi mümkündür.41 Ta-
268
rih, en güncel oyunlarda dahi bir şekilde temas halinde olun
masına karşın genellikle münasip taraflarıyla alınmakta ve bir
çok kısmı da sahnede yer bulamamaktadır. Dolayısıyla, sahne
de unutulanlar listesinde Anadolu'nun çok kültürlü ve çok-et
nili yapısı, hilafet ve saltanat başta olmak üzere eski idari yapı
ile dinsel kurum ve kişilerin gündelik hayattaki etkinlikleri ön
sırada gelmektedir.
Unutmanın karşıtı olarak hatırlamaya ise oyunlarda sıkça
başvurulur. Cumhuriyet rej imi ve tarih anlayışı, Türklüğün
Osmanlı öncesi tarihine geri dönme gayretini temsil eder. Bu
geri dönüş de adeta yüzyıllarca süren bir uykudan uyanış ola
rak açıklanır. Ancak, gerek Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi
ve yürütülen tarihsel, antropolojik ve coğrafi araştırmalar, ge
rekse bunların paralelinde devam eden tiyatro oyunlarının ne
yi hatırladığı ve neyi icat ettiği çözümsüz bir soru olarak orta
da durmaktadır. Burada özellikle dönem oyunları, söz konu
su mantık neticesinde bir ulusal mitolojinin ya da soy mitinin
tesisinde ve mitin akademik bir konu olmaktan çıkarak kitle
ler nezdinde yansımalar bulmasında önemli roller üstlenmiştir.
Anthony Smith, herhangi bir ulusal mitoloji ya da soy miti
nin tipik olarak bir dizi motif ya da unsuru barındırdığına dik
kat çeker. Mitoloj i bu çerçevede , ulusun ne zaman doğduğu
(zamandaki başlangıç miti) , nerede doğduğu (mekandaki baş
langıç miti) , ulusu kimin doğurduğu (soy miti) , ulus üyeleri
nin nereleri aşıp geldiği (göç miti) , ulusun nasıl özgürleştiği
(kurtuluş miti) , nasıl büyüyüp kahraman olduğu (altın çağ mi
ti) , nasıl bozulduğu (çöküş miti) ve ulusun eski şanlı günlere
nasıl döneceği (yeniden doğuş miti) gibi sorulara dair yanıtla
rı barındırmaktadır.42 Cumhuriyet'le birlikte ulus inşası çaba
sı , ulusal mitoloj inin farklı içerikleriyle çeşitli biçimlerde ör
tüşmektedir. Halkevleri'nde sahnelenen tiyatro oyunları ise , bu
kapsamdaki hemen hemen her soruya en az bir oyunla yanıt
vermekte , oyunların bütünü adeta mitoloj inin direğini oluş
turmaktadır. Sümer Ülkerleri ve Oğuz Destanı zamandaki ve
269
mekandaki başlangıç mitinin; Bay önder ve Tarih Anlatıyor soy
mitinin; ôzyurt ve Akın göç mitinin; Ergenekon ve Çoban kurtu
luş mitinin; Hakan ve Atilla altın çağ mitinin; Timurhan ise çö
küş mitinin yansıması olan oyunlara örnektir.43 Günceli konu
edinen tüm oyunlar ise bir yönüyle Atatürk'ün önderliğinde za
ten eski şanlı günlere dönüldüğünü müjdeleyerek yeniden do
ğuşun gerçekleştiğini vurgulamaktadır.
Sonuç itibariyle, erken Cumhuriyet dönemi , ulus inşasına
dönük faaliyetin çok çeşitli alanlarda yoğunlaştığı ve tiyatro
nun da bu noktada kendine has ve etkin bir konuma sahip ol
duğu bir süreçtir. Tiyatro oyunları rejim politikalarını hararet
le benimsemiş ve söz konusu ilkelerin hayata geçirilmesi doğ
rultusunda kendine has özellikleri vasıtasıyla önemli başarılar
kazanmıştır. Bu yönüyle tiyatro , devletin milletini aradığı sü
reçte44 milletin, öngörülen nitelikleri haiz bir biçimde yaratıl
ması çabasının parçası olmuştur. Bu kapsamda devletin zama
na, mekana, toplumsal sınıflara, dinsel teamüllere, kahraman
lara ve hainlere dair tüm yönlendirmelerini benimsemiş ve yay
gınlaşmasının mücadelesini vermiştir.
Ancak, inşa sürecinde gözlemlenebilen, ulusun mensupları
nın taşıması gereken özellikler listesi bunlardan ibaret değildir.
Belki de sürecin bu sıralananların hepsinden daha önemli bir bo
yutu cinsiyete ve erkeklik dışındaki cinsiyetlere atfedilen özel
liklerle ilgilidir. Çalışmanın bundan sonraki kısmında ulus in
şa sürecinde tiyatro oyunlarının ulus ve kadınlar arasında kur
dukları ilişki biçimi irdelenmeye çalışılacaktır. Bu çabada kaçı
rılmaması gereken bir nokta devletin genellikle erkeklik, ulusun
ise kadınlık üzerinden cinsiyetlendirilmesi durumudur.45 Farklı
43 lsmet Alkan, Sümer Ülkerleri (İstanbul: Ülkü Kitaphanesi, 1934) ; Vehbi Cem
Aşkun, Oğuz Destanı (İstanbul: Milli Mecmua Matbaası, 1935) ; Fuat Edip Al
ta, Tarih Anlatıyor (Safranbolu: Muallimler Birliği Neşriyatı, 1935) ; Faruk Na
fiz, ôzyurt (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1 932); Nihat Şevki, Ergene
kon (İstanbul , y.y. , 1932) ; Behçet Kemal, Çoban (Ankara: MCM, 1933) ; Ab
dülhak Hamid, Hakan (İstanbul: Akşam Matbaası, 1935) .
44 Ayşe Kadıoğlu , "Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları " ,
Türkiye Günlüğü, Sayı 33 ( 1 996) , s. 9 1 - 1 00.
45 jan jindy Pettman, Worlding Women: A Feminist International Politics (Londra:
Routledge, 1996) , s. 49.
270
deneyimlerde kadınlık, genelde ulusun sembolik bir biçimi ola
rak inşa edilirken, erkekler bu sürecin asıl aktörü konumlandı
nlmış ve sunulmuştur. Konuya bu şekilde yaklaşıldığında, mil
letini arayan devlet ile kadınını arayan erkek arasında bir koşut
luk kurulabilecektir. Hatta erkeklerin ulus inşasında başvurduk
lan bir mekanizma olarak tiyatroda, kadınlara aynlan yer de bu
ilişki ekseninde değerlendirilebilir. Erkek siyasetçilerin yönlen
dirmesi ve telkiniyle erkek yazarlar tarafından yazılan oyunlarda
yer bulan kadınlar, bir yönüyle erkeklerce gerçekleştirilen arayı
şın yansıması olarak okunabilir.
Sahnedeki kadınlar
271
nun ötesine geçip sahnedeki kadın tiplerine atfedilen özellik
ler ve onlar üzerinden verilen mesajlarla birlikte ortaya çıka
bilecektir.
Burada kadın tiplerine dair bir analizin üç ana eksen üzerin
den yapılması mümkündür. Bunların başında yasal düzenleme
lerde ve rejim önderlerinin söylemlerinde sıkça karşılaşılan ka
dınlara yönelik övgüler ve bunların gerekçelendiriliş biçimleri
gelmektedir. Geride kalan uzun savaş yıllan kadınların eski dö
nemlerde alışık olmadıkları misyon ve yükleri üzerlerine almak
zorunda kalışlanyla anılmaktadır. Bu anma, erkeklerin cephe
de bulunduğu dönemde kadınların gerek cephe gerisindeki
desteklerini, gerekse toplumsal hayatın devamlılığında sağla
dıkları katkıyı kutlamakta ve övmektedir. Ancak bu övgü , belli
açılardan erkeklerin yokluğunda kadınların erkekler gibi dav
ranarak erkeklerin yerini doldurmaları gibi bir vasıf da taşır.
Kendi içinde çelişkiler arz eden bu durumun çeşitli ayrıntıları
nın sahnedeki oyun ve tiplerde gözlenmesi mümkün olacaktır.
Kadın tiplerinin analizinde başvurulabilecek diğer iki çer
çeve ise kadınların birer biyolojik üretici ve sembol olarak ko
numlandırılmalanyla ilgilidir. Floya Anthias ve Nira Yuval
Davis, kadınların etnik ve ulusal sürece dahil olmalarının beş
farklı yol ve sıfatla gerçekleştirildiğini açıklarken bunlar ara
sında etnik topluluk mensuplarının biyolojik üreticisi olma
larına ve etnik-ulusal farklılıkların göstereni olmalarına da yer
verirler.48 Burada doğurganlığa tekabül eden biyolojik üretici
lik vasfı, kadınlara bakışın bizatihi merkezi bir öğesi olduğun
dan ulus inşası süreçlerinde de kaçınılmaz olarak yer bulur. Fa
kat anneliğin önemi yalnız doğumdan ibaret kalmamakta, an
nenin aynı zamanda çocuğun ilk öğretmeni olması vasfı, nesil
lerin eğitimi bakımından da önemli görülmektedir.
Kadınların sembolik niteliği ise etnik ve ulusal kategorilerin
dönüşümü, yeniden üretimi ve inşasında kullanılan ideoloj ik
söylemlerde kritik bir yer tutmaktadır. Bu çerçevede yakın geç
mişin olumsuzlanmasında rejim, kadının o dönemki toplumsal
272
ve siyasal konumuna sıkça başvurmuştur. Kadınlann tamamen
özel alana sıkıştınldıklan ve burada da baskı altında olduklan,
hukuken erkeklerle eşit olmadıklan, evliliklerin gerçekleşmesi
ve sonlanması başta olmak üzere medeni hukuk, miras hukuku
ve siyasal haklan bakımından mağdur konumunda bulunduk
lan , bu yöndeki eleştirilerin temel taşlandır. Buna bağlı ola
rak cumhuriyet idaresi , kadınlara haklarını sunuşunu ve özel
likle de onlan erkeklerle eşit kılma doğrultusunda getirdiği ya
sal düzenlemeleri sıkça vurgulayacaktır. Bu vurgu kadının eski
ile yeni arasındaki farkı sergilemede önemli bir gösterge oluşu
nun bir sonucudur ve her ne kadar kadını simgesel bir araç ha
line getirişiyle eleştiri konusu olabilecekse de rejim politikalan
çerçevesinde işlevseldir.49 Bu işlevsellik kendisini tiyatro sah
nesinde de kaçınılmaz olarak gösterir. Dolayısıyla kadın, yakın
tarihteki başanlan çerçevesinde bir övgü konusu olarak ve bi
yoloj ik üretici ve sembol olma vasıflan çerçevesinde işlevsel bir
tercihle tiyatro oyunlannda karşımıza çıkacaktır.
Tiyatro sahnesinde bir övgü nesnesi olarak kadın, övgünün
gerekçeleriyle uyumlu biçimde, gösterilen fedakarlık ve cesaret
temelinde karşımıza çıkmaktadır. O, gündelik hayatında her
hangi bir itiraz yöneltmeden bütün gün akşama kadar tarlada
çalışan, ekmeği yoğuran, çamaşın yıkayan, evi temizleyen, hay
vanlara bakandır. 50 Ancak bunların ötesinde , erkeklerin cep
hede olduğu süreçte kimi kimsesi yokmuş gibi davranmayan,
yurdunu "arpacı kumrusu gibi düşünmekle kurtaramayacağı
nın" farkında olandır. 5 1 Bu farkındalıkla yapabileceği ne var
sa yapar da. Uyanış 'ta cephedeki asker için dikiş diken ve Yanık
Efe'de cephe gerisinde hemşirelik yapan kadınlar birçok oyun
da karşımıza çıkan figürlerden yalnızca ikisidir. 52
Dar günlerde gösterdikleri azim , kadınlann yeni dönemde
belli hak ve özgürlüklere kavuşmalarının gerekçesini oluştura-
49 Fatmagül Berktay, " Cumhuriyet'in 7 5 Yıllık Serüvenine Kadınlar Açısın
dan Bakmak" , 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler içinde, A . Berktay Hacımirzaoğlu
(der.) (lstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998) , s. 4.
50 Yaşar Nabi, Köyün Namusu (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1933) , s. 1 7
51 Kazım Nami, Uyanış (Ankara: C.H.F. Katibiumumiliği, 1933), s. 2 1 .
52 Yusuf Sururi, Yanık Efe (Ankara: Ulus Basımevi, 1 936) , s . 1 9 .
273
caktır. Atatürk Köyünde Uçak Günü oyunundaki Kamunbay 'ın
söyledikleri, sıkça başvurulan söylemin basit bir örneğidir:
2 74
bir yönüyle kadına dair ayırt edici özelliklere zekanın eklen
mesi anlamına gelmektedir. Ayrıca Leyla, bir kadının ulaşabi
leceği nihai ve ebedi saadetin de kadının kendini milletine ada
masında olduğunu dile getirir. Bu yolla savaş yıllanndan fark
lı ama yine de feda karlığın ön plana çıktığı bir kadın imgesine
tercüman olur:
56 A.g.y. , s. 45.
57 Nami, Uyanış, s. 23.
58 A.g.y . , s . 23.
275
ne atmaktadır. Hiçbir işte geri ya da aşağı olmama önem atfe
dilen bir husustur. Ama bu vasfın kaynağı, kadınlık değil men
subu olunan ulustur.
Kadınlık ile Türklük arasındaki belirleyicilik vasfının ikinci
sinden yana olması durumu, kadınlara sembolik açıdan anlam
yükleme pratiklerinde çok daha net gözlenir. Oyunlara yansı
yan biçimiyle rejimin evrensel bir kadın algısı bulunmamak
ta, oyun metinleri önemini Türklüğünden alan bir kadın algı
sı üzerinden şekillenmektedir. Kadınlara sembolik açıdan yük
lenen anlam ise evrensel düzlemde ve Batılı kadınlarla yapı
lan karşılaştırmalarda kendini gösterir. Diğer bir deyişle, "Türk
kadını"nın başka kadınlarla mukayese edildiğinde yerleştirildi
ği yüce konum, Türklüğe atfedilen bir niteliği de içermektedir.
Bu yüceliğin bir boyutu, 'Türk kadını"nın, asrilik adına ya
paylaşma ve kirlenme gibi hususlardan uzakta görülmesidir.
Bu konumlandırma , Tırtı l lar örneğinde Temel'in kendisini
makyajlı ve köy ölçeğinde alışılmışın dışında kıyafetlerle karşı
layan nişanlısı Aygül'e verdiği tepkiden izlenebilir. Temel açı
sından önemli olan, köyünün Avrupa'dakilere benzemesi de
ğil, saflığını ve temizliğini korumasıdır. Köyüyle nişanlısı ara
sında doğrudan bir özdeşlik kurulacak şekilde, Temel için Av
rupa görmek, doğduğu yeri beğenmemek demek değildir ve bu
pınar başında bıraktığı Akgül için de böyledir. 59 Sonuç ola
rak Temel'in bakışında Akgül, "asrilik adına renksiz suratları
nı maskeleyenler" karşısında doğru , iyi ve saf olanın temsili ol
malıdır.
Türk kadınını yabancı hemcinsleriyle kıyaslayan orijinal ör
neklerden biri ise Karagöz'ün Greto Garbo'yla karşılaşması
nın konu edildiği Karagöz Ankara'da'dır.60 Bu hayali buluşma
da Karagöz, kendine has diliyle Garbo'nun yürüyüşüne, konuş
ma tarzına eleştiriler getirmekte ve Garbo'nun kendi güzelliğini
öven sözlerini yermektedir. Garbo yürüyüş tarzını övüp sine
maya ne kadar uygun olduğunu ifade ederken Karagöz, (ideal)
kadınların Garbo gibi değil Türk kadını gibi yürümesi gerek-
59 Münir Hamdi Kutsal, Tırtıllar (Ankara: C . H . P . Gösteril Yayını, 1 939) , s. 62.
60 lsrnail Hakkı Baltacıoğlu , Karagöz Ankara'da (Ankara: Sebat Basırnevi , 1 940) .
276
tiğini, Garbo gibi yürümesi halinde soysuzluğun başlayacağı
nı ve böylesi bir yürüyüşle mutfakta, beşik başında, fabrikada,
cephede işlerin geri kalacağını söyler.61 Bu yöndeki mukayese
lerden çıkarılabilecek iki sonuçtan ilki daha önceden de vur
gulandığı üzere Türklüğün kadınlıktan önce gelmesi anlayışı
nın ne denli yaygın olduğudur. "Türk kadını" ve başka ulus
lardan kadınlar arasında bu denli ayrılıkların olduğu yerde te
mel belirleyenin ulus olduğu aşikardır. Batılı kadınlar ve Türk
kadınlar arasında bir mukayeseye girişilmesi, kadına sembolik
bir anlam yüklenilerek yaklaşılmasının da en önemli örnekle
rindendir. Burada basit biçimiyle Türk ulusuyla diğer uluslara
rasında bir hiyerarşi kurulmamaktadır. Ancak, ulusun bir sem
bolü olarak kurgulanan kadınların üstünlüğü ekseninde Batı'ya
karşı bir üstünlük iddiası gündeme gelmektedir.
Kadınların simgesel düzlemde kurgulanmaları Batı'yla yapı
lan mukayeselerle sınırlı kalmamaktadır. Benzer bir kurgu , ka
dınların saadet ve mutluluk için kendilerini millete adama ül
küsünü temsil ettikleri örnekler için de geçerlidir. Bir Yağmur
Gecesi, gelişim ve finali çerçevesinde Orhan'ın Kaya'yla aşkını
konu edinirken oyunda Kaya'ya atfedilen nitelikler bambaşka
bir mesajı barındırmaktadır. Buna göre Kaya, kendisini oyunda
kullanılan ifadeyle "vatan işi"ne bağlayan bir kadın öğretmen
dir ve bu bağlılığının aynı zamanda kendi saadetine bağlanma
anlamına geldiği fikrindedir. 62 Orhan'ın Kaya'ya duyduğu aşk
ve ona yakın olabilmek için geçirdiği dönüşüm ise Kaya sem
bolü çerçevesinde milli bilince ve gerekliliklere kendini adama
anlamına gelecektir.
Kadınların simgesel kurulumlarının diğer bir ekseni namus
konusu etrafında şekillenir. Kadınların hal ve hareketleriyle
maruz kaldıkları çeşitli davranışlar, namusun ele alınış biçim
lerinde olduğu üzere önce erkekleri, sonrasında parçası olu
nan topluluğu ve son kertede de ulusu ilgilendiren bir çerçe
veye yerleştirilmektedir. Bu açıdan özellikle savaşlarda ve milli
61 A.g.y . , s. 40.
62 Reşat Nuri Güntekin, Bir Yağmur Gecesi (Ankara: C . H . P Halkevleri Yayını,
1 94 1 ) , s . 96.
277
çatışmalarda sefalete düşen, tecavüz edilen kadınlara, milli iffe
te dönük bir saldırının nesnesi olarak sahip çıkılmakta; tecavüz
ulusun namusuna dönük bir eylem sayılmaktadır.63 Söz konu
su mantık, tiyatro oyunlarında da mevcuttur. Köyün Namusu
bizatihi bu meseleyi konu edinen bir oyun olmasının ötesin
de , Türk kadınlannın sahip oldukları özelliklere "namusa sü
rülmüş lekeyi temizlemeden ölmez"ilkesini dahil etmektedir.64
Tohum ise düşman tarafından esir alınanın cinsiyetinin ne gi
bi farklı sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyan bir olay örgü
süne sahiptir. Kardeşi Osman'ın düşman tarafından alıkonma
sını ve öldürülmesini sineye çeken Ferhad Bey'in, sonrasında
kardeşinin karısının kaçırılması karşısında isyan edişi bu duru
mu örnekler. Ferhad'ın bakış açısı, gerekli hallerde erkek kar
deşin "bir koyun gibi" düşmana teslim edilmesini, ancak onun
yadigarı olan eşi gündeme geldiğinde konunun bir ırz meselesi
olarak görülmesini içerir.65
Ferhad Bey, bir kadının namusunun tehlikeye girmesi kar
şısında gözü pek şekilde mücadeleye giren bir karakterken ;
Canavar oyununda yer alan Ahmet, farklı olay örgüsüne kar
şın neticede kadının namusunun erkek tarafından gözetilme
sinin bir diğer örneğidir. O, nişanlısı Zeynep'i düşmanlardan
korumaya çalışmış ancak kalabalık karşısında tek başına ka
lınca kurtuluş için tek bir çare görmüştür. Kendisinin "Gör
müştüm iki afet önünde kızı / Hayatını verirsem dedim kurtu
lur ırzı"sözleriyle ifade ettiği durumda başka yol bulamamış ve
namusunun kirlenmemesi için Zeynep'i kendi elleriyle öldür
müştür. 66 Ahmet'in bu tavrı , kurgusal bir tiyatro oyununda
sahneyi dramatikleştirme için başvurulan bir abartı olarak de
ğerlendirilebilir. Ancak döneme ait gerçek yaşam tanıklıkları ,
namusu korumak için ölümü ve öldürmeyi göze almanın yay
gınlığını gözler önüne sermektedir. Dünyanın ilk kadın savaş
pilotu Sabiha Gökçen'e Dersim'de katılacağı harekat öncesinde
278
Atatürk tarafından bulunulan telkinler bu noktada ilgi çekici
dir. Atatürk, Gökçen'e kendi silahını armağan eder. Kullanma
sına gerek kalmamasına dair temennisini ilettikten sonra şeref
ve haysiyetine dokunacak bir durumla karşılaşması halinde si
lahı ya karşısındakine karşı ya da kendi beynine boşaltmaktan
çekinmemesini söyler. 67 Bu açıdan bakıldığında kadının na
musu ile ulusun namusu iç içe geçmiş durumdadır ve korun
ması uğrunda ölümün göze alınması, kurgusal bir oyun karak
terinden rejimin önderine kadar uzanan bir yelpazede yer alan
erkekler tarafından savunulabilmektedir.
Oyunlarda namus olgusu kadınlar tarafından önemseniyor
sa da, ona zarar gelip gelmediği ya da korunması için neyin ya
pılması gerektiğinde son söz erkeklerde olmaktadır. Benzer bir
durum, kadınların erkeklerin koruyuculuğunu ve yönlendiri
ciliğini gönüllü bir şekilde kabullenmesinde de mevcuttur. Ka
rakterinin, zekasının, bireyselliğinin ve özgürlüğünün altının
çizildiği oyunlarda dahi finalde erkeğin dediğini , öğütlediğini
ya da talep ettiğini yerine getiren kadınlar sıkça karşımıza çık
maktadır. Buradaki erkekler, kocadan amcaya, babadan ağabe
ye kadar değişse de, boyun eğen ve kabullenenin kadın olma
sı sabittir. Örneğin Alev'de, başroldeki Melike karakterinin tek
başına yaşayabilme ve hayatını sürdürme konusundaki irade
si aktarılmakta ve Cumhuriyet rejiminde yasaların elvermesiy
le kadınların bireyselliklerini kazandığı vurgulanmaktadır. Ka
dınlar artık, eşlerini özgürce seçmek ve sürdürmek istemedik
leri evlilikleri sonlandırma haklarına sahiptir. Ancak oyun, ka
dın karakterin, kadınların özgürlüğünü vurgulayan uzun tirat
larına karşın bilge bir erkek olarak sunulan amcasının telkinle
ri ve gönlünün sesini dinlemesi sonucunda, kendisini aldatmış
olan kocasına geri dönmesiyle sonuçlanır: Hak ve bilinç sahibi
kadın, tüm bu vasıflarına karşın bir erkeğin telkiniyle yaşamını
bir başka erkekle sürdürmeye devam etmektedir.68
67 Sabiha Gökçen, Atatıirh 'le B i r Ômıir ( tstanbul : A ltın Kitaplar, 1 996) , s .
l l 7'den aktaran Ayşe Gül Altınay, "Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın ilk Ka
dın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen" , Vatan Millet Kadınlar içinde , Ayşe Gül Altı
nay (der . ) (İstanbul, lletişim Yayınlan: 20 1 1 ) , s. 269.
68 Ali Süha Delilbaşı, Alev (Ankara: C . H . P . Halkevleri Temsil Yayınlan, 1 940) .
279
Duygularına kapılarak evliliğini sonlandırmak isteyen ya
da ailesinin istemediği bir evliliğe kalkışan kadınların doğruyu
bulmaları başka oyunlarda da karşımıza çıkan bir durumdur.
Öyle ki, yetkinlik ya da rasyonellik açısından kadınların yeter
sizliği vurgusunu alt metinde sunan örneklerde baba figürü , ai
le içinde gönlünden geçeni yapabilecek kız çocuğunu doğruya
yöneltecek bir yol olarak sunulur. Tıpkı Kahraman oyununda
yer bulan şu dizeler gibi:
280
dışındaki rol tanımlarının genel hatları da erkekler tarafından
çizilmektedir.
Halkevleri'nde sergilenen oyunlarda savaş dönemi ister iste
mez çok geniş yer tutmuş, buna bağlı olarak kadın karakterler
de bu sürecin gereklilikleriyle paralel bir şekilde resmedilmiş
tir. Kadınların genel özelliklerinin ötesinde, kadın-erkek iliş
kisinin seyri de benzer biçimde savaş koşullarının etkisi altın
dadır. Bu etki , sadece tiyatro için değil Türk edebiyatının di
ğer türleri içinde de önemli bir yer tutan aşk ve evlilik konula
rında önemli yansımalara sahiptir.71 Ulus fikri ve ulusa atfedi
len önem karşısında kadın-erkek ilişkileri, içeriğinden bağım
sız bir biçimde ikincilleşmekte, bu durum kadın kadar erkeğin
de geri plana atıldığı oyunları karşımıza çıkarmaktadır.
Aşk, Erken Cumhuriyet dönemi romancılığında, ulus fikrini
yaygınlaştırmanın aciliyetiyle ilişkilendirilmesi güçlükler yara
tan bir konu olagelmiştir. Burada yazarlar, bireysel bir duygu
olarak aşkı, ulus kavramsallaştırmasının birey üzerindeki genel
belirleyiciliği karşısında meşrulaştırma ihtiyacı içerisinde ol
muşlardır.72 Tiyatro oyunlarında ise böylesi çetrefilli bir çaba
nın gösterilmesine dahi gerek kalmamış; aşk, milli gereklilikler
karşısında daha ileri dönemlere ertelenen bir ilişki olmuştur.
Ak Akça ve Mavi Yıldınm gibi oyunlarda kadın ve erkeğin bir
likte yaşayarak ulaşacakları mutluluk, içinde bulunulan şartla
ra bağlı vazifelerini yerine getirmelerinin sonrasına bırakılmak
tadır. Vazifenin tamamlanması için evliliğin ertelenmesi, Mavi
Yıldırım'da, "Büyük matem içinde düğün yapılmaz , "sözlerine
dayandırılır. 73 Ak Akça'da ise savaş kazanılmış , ülke kurtul
muştur. Ancak, sevgililerin evlilik çatısı altında kavuşmaları yi-
71 Türkiye'de roman türünde birçok eser d e tiyatro ile benzer şekilde b u bağlam
da örnekler sunmaktadır. sunmaktadır. Peyami Safa'nın Sözde Kızlar, Yakup
Kadri'nin Ankara, Halide Edib'in Yeni Turan ve Ateşten Gömlek, Esat Mahmut
Karakurt'un Dağlan Bekleyen Kız ve Son Gece gibi eserler, kadın ve erkek iliş
kisinin aktarımı , savaş koşullan ve "milli dava" çerçevesinde idealler rol ta
nımlarını barındırmaktadır.
72 Tülin Ural , "Theme of 'Marriage with a Foreigner': Nationalism and Fema
le Authorship in the Early Republican Novel" , Turkish Studies, Cilt 10, Sayı 3
( 2009 ) , s. 436.
73 Aka Gündüz, Mavi Yı ldınm (Ankara: C . H .F Temsil Neşriyatı, 1 934) , s. 8.
281
ne mümkün değildir. Zira sıra ülkenin kalkınması ve altyapısı
nın geliştirilmesi doğrultusundaki savaştadır. Bu defasında sa
vaş meydanında olanlar askerler değil mühendislerdir ve bun
lardan biri olan Suat, saadetlerinin temelini "istikbali kazan
mak" olarak görür.74 Dolayısıyla istiklalin kazanılmasından is
tikbal için verilen mücadeleye kadar ulusal çıkar ve gereklilik
ler, aşkın gündeme gelmesini engeller ve bu , erkek ya da kadın
fark etmeksizin bireylerin tümüne kendini dayatır.
Tiyatro oyunlarında kadınların temsili, onlara atfedilen özel
likler, savaş ve barış şartlarındaki toplumsal rolleri ve modern
leşme , ulusun şahsiyeti ya da bireysel saadet gibi konulardaki
sembolik anlamları çerçevesinde çelişkili addedilebilecek, an
cak son kertede kadınları araçsallaştırıcı bir nitelik taşımakta
dır. Öte yandan , kadınların erkekler ve ulus için bir araç ola
rak görüldüğü en temel ve yaygın konu anneliktir. Sahnelen
miş oyunların çoğu bir anne karakterine ön planda yer vermek
tedir. Buna karşın Kurtuluş Savaşı'nın sıkça konu edilmesi ne
deniyle anneliğin anlam ve içeriği de bu koşullar çerçevesinde
sunulmaktadır. Biyolojik üretici ve yetiştirici misyonunun içe
riğinde de kurtuluş ve ulus konularına bağlı olarak değerlen
dirmelerde bulunulur. Bazı oyunlarda başrolde olan ve olayla
rın akışını bizzat belirleyen anneler de mevcuttur. Ana oyunu
nun en belirgin örneği olduğu bu kategoride anne, ulus bilin
cine bütünüyle erişmiş ve etrafına da bu doğrultuda rehberlik
eden bir figürdür. Fakat annelik vazifesini ne şekilde yerine ge
tirdiği sorusunun yanıtı yetiştirdiği çocuğun vasıflarıyla verile
cektir. Diğer bir deyişle oyunlardaki anneler, doğurdukları ve
yetiştirdikleri çocuklarla önemsenip övülmekte ya da eleştiril
mektedir. Bu durum, A!ev'de çocuğa atfedilen toplumsal anla
mın bir sonucu olarak ele alınabilir. Oyunda vurgulandığı biçi
miyle cemiyet için aile fertleri arasında en fazla önem arz eden
çocuktur ve bütün kanun ve kaidelerin temelinde onun korun
ması vardır. Çocuğun böylesi bir konuma yerleştirilmesi kar
şısında ise ebeveynin herhangi bir kıymeti bulunmayacaktır. 75
74 A . Turgut Simer, Ak Akça (Ankara: C.H.P. Temsil Yayını, 1 942) , s. 6.
75 Delilbaşı, Alev, s. 45.
282
Melike'nin kocasından boşanacağı bilgisini verdiği amcası
Yusuf Paşa'dan aldığı bu telkinler, belli açılardan Kemalist reji
me ve Cumhuriyet dönemi uygulamalarına içkin kadınlara ba
kışın önemli bir veçhesini içermektedir. Rej imin kabulünü öv
gü konusu ettiği kanunlar uyarınca kadın boşanma ve evlenme
kararında özgürdür. Ancak, doğa kanunlan gereğince çocuğu
nu yetiştirmesi halen asıl görevi olarak görülmektedir. Kanu
nen tanınan bir hak gündelik hayatla çeliştiğinde, anneye do
ğasının kendine yüklediği misyonu ön plana alması salık veril
mektedir. Toplumun merkezine çocuğun yerleştirilmesi ise an
neye atfedilen araçsal ve üretimci rolün örtük bir kabulü niteli
ğindedir. Her şeyin başı çocuk olduğuna göre anne de onun bi
yolojik üreticisi olması sebebiyle önemli bulunacaktır.
En büyük vazifenin yerine tam olarak getirildiğinin göster
gesi ise yetiştirilen çocuğun vatan ve millet sevgisine sahip ve
bunları her şeyin üzerine koyan bir karakter arz etmesidir. Bu
nun yerine getirilmediği ya da yeterince gerçekleştirilmediği du
rumlarda ise annenin vazifesi, vatan ve milletin çıkarlarının ge
rektirdiğini yapmaktır. Ana oyunundaki Behiye ve oğlunun akı
beti, ulus söz konusu olduğunda evladın ne denli önemsizleş
tiğinin bir simgesi niteliğindedir. Behiye, Kurtuluş Savaşı esna
sında Hilafetçi safta yer alan oğluna karşın milliyetçi köylülerin
saygı gösterdiği ve kendisinden kurtuluş mücadelesi doğrultu
sunda akıl aldıkları bir kadındır. Çizdiği portreyle ulusun çıka
rı için bir kadının erkeklerden çok daha önemli misyonlar yük
lenebileceğinin sembolü olurken, temsilcisi olduğu Türk kadı
nının övgü konusu edilen vasıflarını da yeniden üretir. Oyunun
değişik kısımlarında, farklı karakterler tarafından "Türk kadını
na yakışan o sonsuz büyüklüğü" defalarca dile getirilen Behiye,
oyunun sonunda oğlunu , milli mücadele için giderek daha bü
yük bir tehlike olduğu ve etraftaki milliyetçilere zararı dokuna
cağı için kendi elleriyle öldürecektir. Onu öldürürken hissetti
ği duygu ise pişmanlık değil "büyük işler yapan her büyük Türk
kadınlarının duyabilecekleri bir sevinç ve övünme"dir. Çünkü
ne yaptıysa "sevgili yurdu , sevgili Türkiyesi" için yapmıştır.76
76 S. Behzad , Ana (Ankara: C.H.P. Gösteril Yayını, 1 936) , s . 58.
283
Ana'dan farklı olarak Vatan Uğrunda 'da ise bilinçli bir düş
manlıktan değil, bütünüyle saflığından ötürü neredeyse gizli
belgeleri düşmana verecek olan gelinin öldürülmesiyle karşıla
şılmaktadır. 77 Atatürhe llh Kurban 'da78 babanın oğlunu , Gönül
lülerin Türhüs ü 'nde79 ise oğulun babasını vatan ve millet uğru
na öldürmeleri de listeye eklendiğinde, bahsedilen türde bir fe
dakarlığın neredeyse normalleştirildiği gözlenecektir. Öyley
se denebilir ki, Cumhuriyet Ç oc uhla n 'nda aktarılan ancak, di
ğer örneklerde de yer bulan anlayış, yurdun evlat üzerinde ai
leden daha büyük haklara sahip bir varlık olarak tanımlanma
sıdır. Bu, oyundaki karakterlerden Doğan'ın sözleriyle "damar
ları sarıp bütün benliği kuşatan köklü bir duygunun verdiği
düşünce"nin bir sonucudur.80 Dolayısıyla annelerin evlatlarını
doğurup yetiştirmeleri de benzer biçimde damarlara kadar işle
miş doğal bir tavrı barındırır. İçinde bulunulan durum vatan ve
millet sevgisiyle çeliştiğinde ise anne için evladın, evlat için de
annenin değer ve önemi geri plana atılacaktır.
Sonuç
284
Tiyatronun bu durumla paralelliği, kadınların sahneye çık
tıkları andan itibaren gözlenir. Sahnedeki kadın oyuncu , ül
ke genelinde kadın özgürleşmesi açısından oldukça önemlidir.
Dolayısıyla sürdürülen tiyatro faaliyetleri , tıpkı kadınlara ta
nınan siyasal haklarda olduğu gibi ileri ve değerli bir adımdır.
Ancak bu , kritik bir soruyu gündemden kaldırmaz: Kadınların
giderek daha fazla sahneye çıkmaya başlamaları, özgürleştikle
ri anlamına da gelmekte midir?
Halkevi sahnelerinin diğer bazı özellikleri, bu soruya verile
cek yanıtı etkileyecektir. Nitekim çalışma kapsamında incele
nen oyunların biri hariç tamamı erkek yazarlar tarafından ka
leme alınmıştır.81 Sergilen her bir oyunda sahnedeki özgür ka
dın, tıpkı ad koyma hakkına kavuşamayışı gibi, tamamen er
kekler tarafından yaratılmış kadın rollerine hayat vermekte, er
kekler tarafından çizilmiş sınırlar içerisinde hareket etmektedir.
Üstelik oyunlardaki kadınlar çoğu zaman erkeklerce canlandı
rılan karakterlerin olay örgüsü içindeki yerlerinin netleştirilme
si için birer destekten ibaret kalmaktadır. Erkek kahramanı ce
sur ya da aydın yapan, Alev, Köyün Namusu ya da Tırtıl lar'da ol
duğu gibi kadınları içine düştükleri ergin olmama halinden, so
runlardan ya da cehaletten kurtarışı olmaktadır. Bu durum Ke
malist rejimin kadınları, simgesel bir düzlemde kurguladığı ve
nesne olma durumunun köklü bir değişime uğramadığı yönün
deki tespitlerin geçerliliğini yansıtmaktadır.82 Özetle kadının
konumu konusunda toplumsal ve siyasal hayatta temel belirle
yici önder iken, oyunlarda onun yerini metin yazarı almaktadır.
Sahnedeki kadınlar açısından nispeten olumlu bir tabloya ise
Kurtuluş Savaşı'nı konu edinen metinlerde rastlanır. Burada
ki bakış ve değerlendirmelerde, savaş ve ona bağlı gündelik ha-
81 B u durumun tek istisnası v e inceleme konusu edilen oyunlar arasında yaza
rı kadın olan tek metin C . H . P Yeni Seri Temsil Yayınları'ndan çıkmış olan
( 1 94 1 ) Hülya Gözalan'ın Yanlış Yol'udur. Oyun, evli bir banka memurunun
" kötü" bir kadına tutulması ve onun için çalıştığı bankayı soymasıyla hapiste
son bulan öyküsüdür. Burada Gözalan, annenin aldatılmışlığına karşın evladı
nı sahiplenişini bir övgü olarak oyuna sunarken babanın hayatına giren kadı
na dair ağır eleştirileriyle mevcut ataerkil ahlaki duruşu yeniden üretmektedir.
82 Zehra F. Arat, " Kemalizm ve Türk Kadını" , 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler için
de, s. 5 3 .
285
yat pratiklerinin etkisi aşikardır. Bu pratik içinde yüklendikleri
misyonları yerine getirişleri ve kazandıkları başarılar, eski dü
zenin alışılageldik kadınlık algısını bir daha geri gelemeyecek
biçimde gündemden çıkarmıştır. Savaş şartları içinde erkeklere
nazaran hiçbir fedakarlıktan geri kalmayan kadınlar, bu yönle
riyle Cumhuriyet'in hak ve özgürlük sahibi bireyleri olacaklar
dır. Fakat bu yurttaş profili, toplumsal cinsiyet eşitliği anlamı
na gelmemektedir.
Kadın ile erkek arasındaki ilişkinin hiyerarşik biçimde kur
gulanması, az sayıdaki aksi örneğe karşın genel durumu özet
ler. Burada kadın ile erkeğin eşitliğine yapılan retorik vurgu
pratikteki eşitsizliği gizlemekte işlevseldir. Öncelikle , savaş gi
bi istisnai sayılabilecek hallerin dışında kadınlara, savaş şart
larındaki güzelleme ve övgülerin yapılmadığından bahsedile
bilir. Diğer bir deyişle, seferberlik günlerinden uzaklaşıldıkça,
kadınlar, kamusal alanda erkeklere kıyasla daha az yer bulmak
tadır. Bu durum, doğrudan bir eleştiri ya da bu yöndeki telkin
den ziyade kadınların itinayla belirli sınırlar nispetinde kamu
sal alana dahil edilmeleri vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Deniz
Kandiyoti'nin altını çizdiği üzere bu dahil oluş, kadınların ço
ğu kez "cinsiyetsiz" bir kimliğe, hatta bir ölçüde erkek kimliği
ne bürünmeleriyle meşrulaştırılmaktadır.83 Tiyatro sahnesi de
dahil olmak üzere hemen her kamusal alan, kadınları nicel açı
dan oldukça az; nitelik itibariyle da sembolik olmaktan öteye
gidemeyen bir şekilde içermektedir. Çizilen bu sınırları aşma
girişimleri de kabul görmemektedir. Erken Cumhuriyet döne
mi kadın örgütlenmesi ve hareketlerinin rejim tarafından ma
ruz bırakıldığı durumla Kadın Say lav oyununun tek perdelik
bir komedi olması, genel tutumun farklı yansımalarıdır.84 Nite
kim kadınlara seçme hakkı tanınırken özgür örgütlenmelerinin
engellendiği bir ülkede, kocasından habersiz milletvekili adayı
olarak onun aleyhine bir şekilde seçimi kazanan bir kadın ka
rakter de ancak komedi konusu olabilmektedir.
286
Eşitlik söyleminin retorik niteliğinde kalmasının oyunlarda
ki diğer bir yansıması, kadın ile erkek arasında ancak vazife ve
sorumluluklar bağlamında bir eşitliğe yer verilmesidir. Bazı ör
neklerde, her ne kadar erkekler ile eşit kadın figürleri sahne
de yer buluyorsa da bu, vatana hizmet konusunda bir eşitliktir.
Diğer bir deyişle, devlet ile yurttaş ilişkisinde haklar ve ödev
ler dengesi, ödevlerden yana ağır basarken, bunları yerine ge
tirmelerinin gerekliliği açısından kadın ile erkek arasında ay
rım yapılmamaktadır. Gerek tiyatrodaki tipler, gerekse siyasal
hayatın gelişiminin bize sunduğu , özgürlükler ve toplumsal ya
şamın diğer yönleri bakımından daha fazlasını içermemektedir.
Dolayısıyla ulus ve vatan uğruna oğullarına ve gelinlerine kı
yan kadınlar ile babalarını, karılarını öldüren erkekler arasında
bahsedilebilecek olan yegane eşitlik, ulus için gösterilecek fe
dakarlıktaki eşitliktir. Bunun devamında ise sıra, vazifeye bağ
lılık, ulusa hizmet ile kendini ona adamaya gelmekte, devlet ve
milletin üstteki konumu karşısında erkek ve kadın arasındaki
hiyerarşi anlamsızlaşmaktadır.
Sonuç itibariyle kadınlar, Kemalist rejimin ulus inşasında ve
eskinin eleştirisi yoluyla yeniye meşruiyet kazandırılması çaba
sında ön planda olmuştur. Bu durum, kadınların gerek savaş
yıllarında gösterdikleri katkının övgü konusu olması , gerekse
biyolojik üretici olma vasfı nedeniyle atfedilen önemle bağlan
tılıdır. Ancak kadınların yeni dönemde ön plana çıkan konu
mu , hepsinin ötesinde uluslaşma ve Batılılaşma gibi süreçlerde
taşıdığı sembolik değer nedeniyledir. Kadınlar, yeniyi eskiden,
"biz"i "öteki"nden ayırmada sağlayacakları katkı nispetinde ön
planda, gündemde ya da kamusal alanda olmuştur. Tiyatro me
tinlerinin genel özellikleri bu durumu eksiksiz biçimde yansıt
maktadır. Sahnede bir kadının yer alması da, sahnelenen kadın
karakterinin nitelikleri de kendisinin yerleştirildiği araçsal ko
num dolayımıyladır. Bu açıdan bakıldığında erken cumhuriyet
dönemi, milliyetçi hareketlerin kadınları annelik, eğitimcilik,
işçilik gibi farklı alt başlıklarda ancak her seferinde birer ulusal
aktör olarak toplum hayatına daha fazla katan ancak bunu ya
parken kültürel olarak kabul edilebilir kadın davranışlarının sı-
287
nırlannı da sıkı biçimde tayin eden karakterini bütünüyle yan
sıtmaktadır.85 Dönemin siyasal ve toplumsal gelişimlerinin bir
parçası olan tiyatro sahnesi ise aynı hususu oyunlarında, aktris
lerinde ve kadın karakterlerinde yeniden üretmektedir.
288
9
ÜÇ TARZ-1 TAHAYYÜL:
HALİDE EDİB ADIVAR, YAKUP KADRİ
KARAOSMANOGLU VE PEYAMİ SAFA'NIN
ÜTOPYACI GELECEK KURGULARINDA
İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
S INAN YILDIRMAZ
YASEM1N TEM1ZARA BACI YIL DIRMAZ
289
En genel anlamıyla ütopyalar, başka bir dünyanın mümkün ol
duğunu ortaya koymak için yazılmış, eleştirel metinlerdir. Her
ütopya içerisinde yazarın tasavvurundaki yeni dünyaya ulaşma
nın programatik esaslan aynı zamanda yazarın kendi fikri dün
yasını da ortaya çıkartmaktadır. Bu açıdan ütopyaların karşılaş
tırmalı bir biçimde ele alınması bir çeşit entelektüel tarih çalış
ması olarak düşünülmelidir. Burada yapılacak olan karşılaştır
ma üç farklı dönemde, üç farklı düşünce yapısına sahip yazarın
toplumsal ve politik anlayışlarının ipuçlarım sunmaktadır. As
lında, ilk anda dönemsel ve ideoloj ik olarak karşılaştırılamaz
mış gibi gelen bu üç farklı dönemde yazılmış ütopyaların karşı
laştırması, merkezi siyasete müdahale etme fırsatını ele geçirmiş
Cumhuriyet entelektüellerinin geleceğe dönük algılarındaki or
taklaşmaları ve ayrımları da göstermesi bakımından önemlidir.
Özellikle Türkiye'de teorik literatürün yanında karşılaştır
malı analizlerin yaygınlaşması, toplumsal cinsiyet rollerinin
fikri düzeyde nasıl meşru bir millet kurgusu içerisinden sunul
duğunu göstermesi bakımından önemlidir. Burada ele alınacak
olan yazarların bir kısmı açısından normalleştirilmiş olarak su
nulan cinsiyetçi bir gelecek, bazıları tarafından da sorgulama
nın odağında yer alacaktır. Bu farklılaşan ütopist yapılar içeri
sinde feminist bir milliyetçilik ile Kemalist bir milliyetçiliğin
ortaklaştığı ve ayrıştığı yerlere ve bununla birlikte muhafazakar
ahlakçılıkla birleşmiş bir milliyetçi algının tahayyül ettiği gele
cekte toplumsal cinsiyetin nasıl kurgulandığına bakmak günü
müzün entelektüel mirası açısından da ipuçları sunmaktadır.
290
nemin ürünüdür. Bu açıdan kitabın yazıldığı dönem 1 923 son
rası toplumsal ve politik ortamla da benzerlikler taşımakta
dır. Halide Edib bu dönemin genç bir entelektüeli olarak 1 9 1 1
( 1329) yılında tefrika edilen ve 1 9 1 2 yılında basılan Yeni Turan
romanıyla bu dinamik sürecin nasıl devam etmesi gerektiği
ne dönük bir müdahalede bulunmaya çalışacaktır. 1 923 yılın
da yeniden basılacak olan roman, böylelikle yeni devletin reji
mi tarafından da kabul görecektir. Romanda anlatılanlar 1 34 7
( 1 928- 1 929) yılında -romanın yazılışından yaklaşık 1 8 yıl son
ra- yaşanmaktadır. Bu durum erken dönem Türk ütopyalarının
genel özelliği olan oldukça kısa bir süre içerisinde gerçekleşme
niteliğine de uygundur. Ayrıca Yeni Turan, uzak bir gelecekte
gerçekleşebilecek bir tahayyülden çok mevcut iktidara progra
matik bir öneri amacıyla yazıldığından çok farklı bir zamansal
ve mekansal uzaklığa ihtiyaç duymamaktadır.
Halide Edib , Yeni Turan'ı Londra'ya yaptığı ikinci seyaha
ti sonrasında yazmıştır. İngiltere gezisi sırasında gözlemledi
ği lsabel Fry ve Quaker komünalizmine uygun oluşturdukla
rı aile ve toplum yaşamlarından etkilendiği ve Yeni Turan'ı da
buna uygun bir toplum tasavvuru olarak yazdığı söylenmek
tedir. 3 Halide Edib'in özellikle ademi merkeziyet fikrini ve ör
gütlü eğitim ve dayanışma faaliyetlerini Anglosakson gelenek
ten aldığı kitap boyunca açıkça görülebilmektedir. Bu yaklaşım
hem bir modernleşme hem de giderek çözülen imparatorluğu
bir çeşit yeni Osmanlıcılık altında toparlama çabası olarak da
nitelenebilir. Halide Edib, Yeni Turan'da bu yeni oluşumu şöyle
açıklıyor: "Bu adeta yeni bir Amerika kuruluşu gibi bir şey ! Din
ve mezhep ayrılığına bakmadan, yüzlerce yıl görülmeyen bir
adalet ve eşitlikle, ileriyi gören bir politikayla, Osmanlı Türk
hükümetini kuruyorlar. "4
291
"Yeni Turan"ı kuracak olan süreç, aslında Halide Edib'in ki
tabı yazdığı dönemdeki politik cephelerin temel söylemlerinin
yer değiştirmesi yoluyla olacaktır. İktidardaki ittihat ve Terak
ki kendisini geliştirerek "Yeni Turan" , "Hürriyet ve ltilaP' par
tisi olduğu tahmin edilen muhalefetteki örgüt ise "Yeni Os
manlılar" ismini almaktadır. Fakat daha önce merkeziyetçi bir
politikayı savunan İttihat ve Terakki yerine bu yeni oluşum
ademi merkeziyetçiliği temel almakta, ademi merkeziyetçi olan
diğer parti ise daha merkezi bir politikayı takip etmektedir. Ha
lide Edib'in temel politik çatışmasının bu dönüşümde rol oy
nadığı söylenebilir. Türkçülüğü savunan bir yazar olarak da
ha İslamcı ve Osmanlıcı bir yerde duran Hürriyet ve ltilaf'ı des
teklemesi söz konusu olamazken, ademi merkeziyet fikriyle it
tihat ve Terakki'nin Türkçülük anlayışını kaynaştırmaya ve ge
liştirmeye çalışmaktadır. Milliyetçi uygulamaları dışında "Türk
kadını uyanıyor, uyansın, uyanmasın diye haykıran, şekli Av
rupa'dakinden başka olan Türk feminizmi bile, İttihat ve Tera
ki'nin geniş ve olduğu belirsiz çevresinde yaşayıp gidiyordu , "
( s . 1 4) sözleriyle kadınların d a siyaset yapabileceği bir yer ola
rak yine İttihat ve Terakki'yi işaret eden Halide Edib, toplumu
dönüştürecek dinamizmi ve politik müdahale anlayışını orada
bulmaktadır.
Kitap başından itibaren "vadedilmiş ülke" veya "altın çağ"
özlemi "Turan ülkesi" üzerinden tanımlanmaktadır. Kitapta
birkaç kez tekrarlanan, neredeyse bir marş gibi roman karak
terleri tarafından söylenen "Yeni Turan" şiiri bu ütopya ülke
sine duyulan özlemi ve arayışı dile getirmektedir (s. 27) . Tu
ran arayışı içerisinde geliştirdiği yeni düzen düşüncesini Zi
ya Gökalp'e dayandırdığını söyleyenler olduğu gibi, roman
da yer alan Türkçü anlayışın Yusuf Akçura'dan etkilenmey
le oluşturulduğu da ileri sürülmektedir. 5 Karakterlerin isim
lerinin değiştirilmesinden, yenilen ve içilen her şeyin Türkçü
lük anlayışının bir yansıması olduğu söylenebilir. Bu ideolo
jik içeriğiyle roman dünya basını tarafından da lttihat ve Te-
292
rakki'nin "aşın" milliyetçiliğinin bir göstergesi olarak anlaşıl
mıştır.6
Romanın Türkçü kültürelcilikle bezenmiş politik içeriği
nin dışında, dönemin ana akım milliyetçiliğinin devlet oluşu
mu anlayışıyla tam bir karşıtlık içinde olduğu söylenebilir. Ha
lide Edib kendi anılarında da Ziya Gökalp'le olan ayrılıkları
nı vurgulamakta ve aslında "Pantürkizm" yerine "kültürel" ve
"bölgesel" bir milliyetçiliği öne çıkartmaktadır.7 Bu yaklaşımı
nı daha çok Prens Sabahattin'in savunmuş olduğu ademi mer
keziyetçilikle birleştirerek Osmanlı'nın çoğul milliyetlere daya
lı toplumsal yapısını bu yeni devletin ayrılmaz bir unsuru ola
rak korumak istemektedir. Bu nedenle "Yeni Turan" devleti
nin ilk hükümeti çoğulcu etnik bir anlayış üzerinden oluştu
rulmuştur (s. 8 1 ) .
Romanın yazılmasının ardından başlayacak olan Balkan Sa
vaşı bu çok etnili siyasal düzen algısını kökünden değiştirecek
bir etkide bulunacaktır. Savaş sonrasında yazılacak olan ütop
ya veya geleceğe dönük ideolojik projeksiyonların hiçbirisinde
tekil ve kurucu Türk milleti dışında diğer milliyetlere de yöne
timde yer veren bir uygulama görülmeyecektir. Bununla birlik
te Yeni Tu ran 'ın milliyetçi algısı Balkan Savaşları sırasında bile
popüler olmaya devam etmiştir. Çalışlar'ın verdiği bilgilere gö
re, Halide Edib savaş sırasında birçok askerden Yeni Turan'a da
ir mektup alacak ve hatta bazıları, "Şehit olursak Yeni Tu ran ın '
293
"şoven" bir milliyetçilik olmadığı açıkça dile getirilmekle bir
likte (s. 40) özellikle kültürel konularda Türklere ayrıcalıktan
daha fazlasının tanındığı anlar da görülmektedir.
Yeni Tu ran'ın Türkçü ve ademi merkeziyetçiliği ön plana çı
karan içeriği dışında aslında en gelişkin olduğu yerler yeni top
lum tahayyülü içerisinde kadınlığın durumuna ilişkin olanlar
dır. Bir sonraki bölümde daha detaylı inceleneceği için burada
yalnızca Halide Edib'in Yeni Turan'a ilişkin kendi düşünceleri
ni vermek yeterli olacaktır:
Yeni Turan hiç şüphesiz bir Utupya idi ve bütün Utupyalar gi
bi tahakkuk ettirilmesi mümkün olmayan gayeleri vardı. Bu
eser kadınların rey sahibi olacağı , hayat ve insan münasebet
leri makul ve muntazam olabileceği bir devri tahayyül ediyor
du . Bilhassa Türk kadını, kafa ve kalbindeki itidal ve cemiyete
karşı muhabbetle dolu olduğu bir zamanın hasretini çekiyor
du. Bilhassa , Osmanlı devrinin Bizanslaşan intihap devrinde ,
süs, israf, gösterişe kaçan kadın sınıfını şiddetle tenkid ediyor
du . Liberal ve demokratik Türkiye, emek ve sadeliğe doğru gi
den idare sisteminde şövenliğe yer vermeyen, Yakın Şarkda bir
nevi birleşmiş milletler şeklini istihdaf eden bir Türkiye bu ki
tabın baş gayesi idi. 9
294
dünyasında farklı biçimlerde de olsa yer almaya devam edecek
tir. Yeni devletin kuruluşu ardından "yaratıcı hamle" nin gücü
nü yeni iktidarın dinamizminde görerek, geleceği yeniden in
şa ederken karşılaşılabilecek olan sorunları düzeltmeye dönük
olarak sürekli bir müdahale anlayışını geliştirecektir. Özellik
le 1 932 yılında Kadro dergisiyle tam anlamıyla somutlaşacak
olan bu yaklaşım, Yakup Kadri'nin "iktidarla birlikte, iktidarın
içerisinden, iktidarı dönüştürme" ütopyasının da oluşmasında
önemli bir yere sahiptir.
llhan Tekeli ve Selim llkin'in de söylediği gibi, "Ankara ro
manı, Kadro hareketi anlaşılmadan yorumlanamaz. Denilebilir
ki Ankara, Kadro'nun roman biçimde ifade edilmiş şeklidir. " 1 2
Kadro'nun iki temel yönelimi olacaktır: Bunlardan ilki Cum
huriyet ilkelerinin birbirinden bağımsız ve ideoloj ik birlikten
yoksun bir içerikte sunulmasına müdahale etme; ikinci olarak
da toplumsal ve idari düzeyde "inkılabın coşkusunu uyanık tu
tarak yayınlaştırmaktır " 1 3 Kadroculara göre , inkılabın en cü
retkar unsurları iktidarın ele geçirilmesinin ardından bürokra
tik bir yozlaşma içerisine girecek ve hem kurucu ilkelerin hem
de halkın uzağına düşeceklerdir. Yakup Kadri'nin "kaltaban
lar" olarak adlandırdığı bu "oppurtunist tipler" den 14 toplumu
kurtaracak olanlar ise, Kadro sözüyle de anlatmak istenen yeni,
dinamik ve idealist inkılapçılardan oluşmuş öncülerdir.
Kadroculuk'un edebi bir dışavurumunun yapıldığı Anka
ra romanı, eğer Kadro siyaseti temel alınarak yeni bir toplum
sal dinamizm yakalanırsa , Türkiye toplumunun nereye doğru
evrileceğinin görüntüsünü sunmaktadır. Üç bölümden oluşan
Ankara'nın ilk bölümünde Sakarya Savaşı öncesi ( 1 92 1 ) Ana
dolu ve Milli Mücadele'nin yarattığı "yaratıcı hamle" anlatıl
makta ve "kurtuluşu" takiben yeni devletin kuruluşu ve Cum
huriyet'in ilanını izleyen yıllar ( 1 926) ikinci bölümde eleştirel
295
bir gözle değerlendirilmektedir. Kitabın ütopya olarak değer
lendirilen son bölümü ise Cumhuriyet'in on dört ve yirminci
yılları arasındaki dönemi anlatmaktadır ( 1 93 7- 194 3) .
Her bölümde ana karakter olan Selma, dönemin karakterini
" tercih ettiği eşler" üzerinden tanımlamaktadır. Bütün bu ter
cihler arasında aslında Yakup Kadri, her dönemin kendine özgü
yozlaşmış ve dinamik unsurları olduğunu ve bir dönemin dina
mik kadrolarının daha sonraki dönemlerde yozlaşmayacağının
bir garantisinin olmadığını, böylelikle toplumu her zaman da
ha ileriye taşıyacak her dönemde yeni başka kadrolann oluşa
bileceğini ve desteklenebileceğini söylemek istemektedir. Böy
lelikle Kemalizm her ne kadar dinamik bir kurucu öğe olarak
Milli Mücadele ve ardından Cumhuriyet'le kendinden beklene
ni gerçekleştirmiş olsa da , bu dinamizmi süreklileştirmek için
yeni kadrolara her zaman yer vermek gerekmektedir.
Ankara imgesi kitabın başından itibaren bir kurtuluş meka
nı, hayal ülkesi, ideal topraklar olarak tanımlanmaktadır. Ye
ni bir ülke, yeni bir ülkü , bu yeni merkezde kirlenmemiş temiz
topraklarda gerçekleştirilebilirdi ancak. Fakat kurtuluş son
rası Ankara'nın da kirlenmesi yeni bir kurtuluşu daha gerek
li kılacaktır Yakup Kadri için. Ütopyası ise bu kurtuluşun ger
çekleşmesiyle nelerin değiştiğini anlatmakla şekillenir. Anka
ra romantik Anadolucu söylemin mekanı olarak aslında Türk
lüğün ve saflığın merkezi olarak da tanımlanıyor. Aslında "bir
çölün ortasında bir kaya parçasından hiç farkı olmayan bu şe
hir" (s. 44) . Anadolu'nun bütün kentleri gibi "şatafatın, göste
rişin, reklam ve palavraların hiç geçmediği bir diyardır" (s. 36) .
" Ruhu [ n ] un milli muvazenesini" (s. 87) bulmak için "Kitabı
Mukaddes'ten bir satır ( . . . ) hayatın yegane manası" (s. 89) olan
Ankara, "zihinde bir hayal ülkesi olarak yaşayan bu yeri adeta
bir masal iklimi haline sokmuştu" (s. 24) . Ankara doğrudan bir
zıtlık içerisinde lstanbul'un karşısına konmakta ve hatta sonra
ki dönemlerde bile yozlaşmış olan unsurlar lstanbul'a gönderil
mekteydi. Yeni ülke , yeni ütopya eskinin üzerine değil, yoktan
var edilen bir kentin üzerinde gelişebileceği için lstanbul'un
kurtuluşunu bile ütopyaya dahil etmemektedir Yakup Kadri .
296
Medeniyet ve modernleşme süreçlerini aslında burada ele
alınan her üç yazar da aynı düzlemde değerlendirmektedir. Şe
kil esaslarıyla ilişkili bir modernleşmenin yanlışlığı hepsinin
temel derdidir. Hepsi modern olmak ister fakat herkes modem
olmayı "yanlış" anlamaktadır:
297
lerini, hayal inkisarlarını, içsıkıntılarını unutuyordu ," (s. 96) .
Romanın "ütopik" olan son bölümünde bile gerçeklikle ku
rulan ilişki "çalışmak" üzerinden gerçekleştirilecektir. Çünkü
bütün kötülüklerin anası olan " tembellik" yeni dönemde ken
disine bir yer bulamaz:
298
ütopyalarda geniş ve verimli tarlalar, sürekli artan bir üretim
resmi çizilmektedir. Burada da yeni Ankara' da sürekli artan bir
üretim zinciri kurulmuştur (s. 1 86, 228) . Bunu insanlar daha
çok çalışarak yapmışlardır. Köylüler ve işçiler devletin kontro
lünde ve güvencesinde çalıştıkları için hayatlarından memnun
ve geleceklerinden emin bir şekilde üretimi gerçekleştirmekte
dirler. Yakup Kadri bu aşamada işçilerin başından "patron" be
lasını kaldırdığını söyleyecek ve onun yerine "devlet"i geçire
rek bu işin çözülebileceğini iddia edecektir. Artık işçilerin hep
si birer devlet memuru olduğu için kimsenin esiri değil, devle
tin çalışanları ve dolayısıyla kendileri için çalışanlardır (s. 1 87) .
Çünkü devlet kendilerinin devletidir, artık.
Fakat bunun gerçek olduğuna dair pek bir şey görülemez ye
ni Ankara' da. İşçilerin, köylülerin veya sıradan halkın yönetim
le ya da devletle, siyasetle bir ilişkisi kurulmamıştır. Zaten dü
şünülmesine izin verilmeyen bir çalışma düzeni kurulduğu için
insanların siyasetle de uğraşmalarına gerek kalmamıştır. Hiç
bir yerde seçim, yerel siyaset veya başka türden siyasi bir katı
lım süreci tarif edilmemiştir. Fethi Naci bu durumu eleştirecek
ve , "Her konuda iyimserliği gülünçlüğe vardırmaktan kaçınma
yan Yakup Kadri, halkın kendi kendini yönetmesine bir türlü
katlanamamaktadır," 1 5 diyecektir.
Sonuçta Yakup Kadri'nin ütopyası, bireyin ortadan kaldırıl
dığı ve cemiyet, "umum" içinde yoğrulmanın gerçekleştiği bir
düzene dönüşecektir. Halkevlerine benzer toplumsal eğitim
ve kontrolün amaçlandığı içtimai Mükellefiyet Teşkilatı 'yla (s.
1 79) , Tarih ve Dil Cemiyetleri'nin birleştirilerek oluşturuldu
ğu Türk A kademyas ı 'yla (s. 1 84) ya da modernize edilmiş halk
kültürünün kitlesel biçimde kutlandığı şölenlerin gerçekleştiği
Pınarbaşı (s. 205) gibi kurumlarıyla bireyin yerini kolektif de
ğil, "bütünleşmiş kitlesel bir milli varlık" alacaktır. Bu milli ya
pı içerisinde Türklük kimliği dışında herhangi başka bir ulu
sal kimlik tanımlanmamış, tanımlanmaya çalışılmamıştır. Ar
tık Türkleşmiş bir coğrafya ve ülkede, Yakup Kadri'nin ütop-
15 Fethi Naci, Yüz Yılın 1 00 Türk Romanı (lstanbul: Türkiye lş Bankası Kültür Ya
yınlan, 2008) , s. 74.
299
yasında Halide Edib'de olduğu gibi herhangi bir gayrimüslime
ya da azınlığa rastlanmaz; adı bile anılmaz olur. Peyami Safa'da
da benzer bir biçimde Türklük dışında herhangi bir millet ta
nımına rastlanmaz.
Ankara romanının içerisinde Yakup Kadri'nin yaşanan tarih
ten yola çıkarak yine yakın bir gelecekte kurguladığı bu ütop
ya , Batı ve yerel Türk kimliği karşıtlığından oluşmuş, kalkın
mak için çalışmaya dayalı, düşünce ve eylemin yönünün öncü
kadrolar tarafından belirlendiği, otantik ve kültürel Türkçülü
ğün hedef gözetildiği, doğru anlaşılmış ve uygulanmış bir "Ke
malizm" tarif etmektedir. Yeni ve daha önce gerçekleşmemiş
bir tahayyülden daha çok, romanda da söylendiği gibi , bu ütop
ya aslında "dünyanın ikinci yaratılışı" dır (s. 1 78) .
Türkiye'de muhafazakarlık denilince akla ilk gelen ve yaz
dıklarıyla muhafazakar düşünceyi Türkiye'ye özgü bir biçim
de kuramsallaştıran kişidir Peyami Safa . Cumhuriyet'in kuru
luş yıllarında iktidarın modernleşme çabalarına tereddütlü bir
onay sunacak olan Safa , tek parti yönetiminin kurumsallaştı
ğı, dil ve tarih alanında kendine özgü bir köken arayışına gittiği
dönemlerde iktidarın sıkı bir destekçisi olmuştur. Daha son
raki hayatında iktidarla ilişkisini bozmamaya dikkat etmek
le birlikte , Demokrat Parti'yle birlikte bu sefer yeni iktidarın
güçlü bir savunucusu haline gelecektir. Her dönemin iktidar
larıyla tereddütlü ve sıkıntılı da olsa yakın bir ilişki kuran Sa
fa , 27 Mayıs 1 960 Darbesi'nden sonra bu yakınlığı da kaybe
decektir. 1 6
Peyami Safa'nın Yalnızız romanını yazdığı dönem, daha ön
ce oluşmuş olan muhafazakar anlayışını mistisizmle birleştir
diği ve ahlakçı yönü ön plana çıkan eserler verdiği , iktidar
la ilişkileri açısından da yeni bir başlangıcın gerçekleşeceği ta
rihsel bir dönüşüm anına denk düşmektedir. Modernleşme
nin her evresine uygun olarak yenilenen ve genişleyen muhafa-
16 Peyami Safa'nın muhafazakarlığının dönemleştirilmesi ve genel anlamda Tür
kiye'de muhafazakarlığın Peyami Safa'yla ilişkisi üzerine bkz. Sinan Yıldırmaz,
"Türk Muhafazakarlığında Doğu ve Batı Mitoslarının Çatışma Alanı: Fatih
Harbiye,"Pasaj , Sayı 3 (2006); "ikinci Dünya Savaşı Sonrası Dönemde Muha
fazakar Müdahale: Türk Düşüncesi Dergisi, " Top lum ve Bi l i m, Sayı 1 2 1 (201 1 ) .
300
zakar anlayış 1 7 özellikle lkinci Dünya Savaşı'nın ardından ken
disini yeniden oluşturacak ve dönemin ruhuna uygun bir konu
ma geçecektir. Daha önce aile, kültür ve tarihin Kemalist mo
dernleşme karşısında muhafazası temelinde kendisini oluştu
ran Türkiye'de muhafazakar anlayış, aynı kalıpları korumak
la birlikte, bu yeni dönemde din ve antikomünizm konuların
da daha açık bir tutum almayı öncelikleri arasına koyacaktır.
Yalnızız,Peyami Safa'nın, özellikle lkinci Dünya Savaşı sonra
sındaki dönemde, çatışmalı toplum ve siyaseti uzlaştırmaya dö
nük ahlaki bir müdahale ihtiyacının sonucu olarak oluşturul
muş ve içinde bütün bu çatışmadan uzak yeni bir cennetin yara
tıldığı muhafazakar bir tahayyüldür.
Yalnızız romanı, kitabın bütününde değil ama ana karakter
olan Samim'in yazdığı ve roman boyunca aralara girerek anlat
tığı Simeranya isimli bir "mükemmel ülke" tahayyülü üzerin
den, aynı Ankara gibi, ütopist karakterli olarak tanımlanmakta
dır. Romanın içerisinde sanki bir karaktermiş gibi sunulan Si
meranya çoğu ütopya gibi derli toplu bir içerikte sunulmaz . Ro
manda karşılaşılan sorunlara bir çare olarak, "eğer böyle bir ül
ke olsaydı" orada bu işlerin nasıl halledileceğine dair "mükem
mel bir çözüm" olarak Peyami Safa tarafından önerilir.
"Yelkenli"yle gidilen bir "ada" formunda olan Simeranya var
lık ve yokluk arasındaki dengenin oluşturulabileceği bir "cen
net" olarak tanımlanmaktadır. Herhangi bir cennet tahayyü
lünde de olduğu gibi buraya da ancak "eski dünya"ya ilişkin
her türden hissiyat ve kurumlaşmadan arınmış olarak girilebil
mektedir. 1 8 Fakat yine de bu yeni toplum yeryüzündedir ve bu
günden yaklaşık 1 50 yıl sonrasında (s. 1 1 7) gerçekleştiği söy
lenen yeni toplum içerisinde, "eski dünya"dan kalma sorun
ların çözüme kavuşturulduğu "eski dünya problemleri şube
si" de bulunmaktadır (s. 55) . Eski dünyanın meseleleri prob
lemleri veya Simeranya içerisinde daha önceki toplum yapısın-
17 Tanı! Bora, "Muhafazakarlığın Değişimi ve Türk Muhafazakarlığında Bazı Yol
l z leri, " Toplum ve Bilim, Sayı 74 ( 1 997) , s. 7.
18 Peyami Safa, Yalnızız, (lstanbul: Ötüken Yayınları , 2007, 1 7 . Baskı) , s. 28.
Bundan sonra Yalnızız'dan yapılacak alıntılar için bu kaynak esas alınacaktır.
Alıntıların sayfa numaralan metin içerisinde gösterilecektir.
301
da sorun olarak görülen her şey, Safa'nın "dip-zıtlık" adını ver
diği "varlıkla yokluk" arasındaki temel bir çatışma alanına in
dirgenmektedir. En genel anlamıyla Safa'nın Simeranya üzerin
den anlatmaya çalıştığı "dip-zıtlık" , elektrik ışığında olduğu gi
bi "pozitifi ve negatifi hayırlı bir senteze" kavuşturmaktır (s.
1 42) . Toplum içerisinde yaratılmış bütün zıtlıklar, toplumsal
varoluşu hastalıklı bir ruh haline sokan çatışmayı yaratmakta
dır. Bu çatışmaların çözümü ise bu zıtlıkların uyumlaştırılma
sı ve sınırlandırılmasında yatmaktadır. Bu nedenle Simeranya,
madde ile mana arasındaki ayrımların ortadan kalktığı, "mad
denin katılaşmış bir ruh ve ruhun beş duyumuzla idraki müm
kün olmayan ince bir madde olduğu kabul edil [ en ] " (s. 14 3)
günümüz dünya algılarının dönüştüğü bir metafizik evren ola
rak oluşturulmuştur.
Bütün bu günümüzün algı ve bilgisini aşma isteği, aslında
dönemsel olarak kapitalizmin geldiği noktada aşılamayan bü
tün çatışmaların çözümüne dönük bir çaba olarak tanımlanabi
lir. Yeni dönemde kapitalizmin galibiyetinin yarattığı sınıflı dü
zenin, muhafazakar hissiyatta yarattığı çaresizlik ve tam anla
mıyla ruhsuz bir dünyanın ruhu olabilmek için, umudun Sime
ranya gibi aşkın bir gerçeklikte yattığını söylemek istemektedir
Peyami Safa . Yalnızız romanının ütopik yanıyla birlikte bu fik
ri geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. Zaten Safa da romanda yer
alan, "Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleş
tirdiği bir dünyada yalnızım," (s. 3 5 1 ) sözleriyle giderek yal
nızlaşan insanlığın çözümsüzlüğünü vurgular.
Bunu aşmanın yolu olarak da Yakup Kadri'nin çalışmayı te
mel alan düşüncesinden daha farklı bir çözüm önermez. Yakup
Kadri'de olduğu gibi tembellik ve iç sıkıntısı insanın en büyük
düşmanıdır: "insanı yalnız bir illet öldürür: Sıkıntı" (s. 6 1 ) . Sa
fa'nın "sıkıntı"yla ifade etmek istediği toplumsal ve bireysel ça
tışma ve kararsızlık anlarıdır aslında. Farklı seçenekler ve seçe
neksizlik arasında bunalım geçiren bireylerden oluşan Yalnızız,
baş karakter ve ütopya yazarı Samim'in "kutuplaşma dramı" (s.
56) adını verdiği gerilimi yaşatmaktadır okura. Hastalıklar bile
bu kutuplaşmayı, "hasta ile hastalığı arasındaki zıtlaşmayı or-
302
tadan kaldırmak" (s. 66) esasına göre tedavi edilecektir. Sosyo
loji de fizyoloj i gibi çalışmaktadır. Diğer bir ifadeyle, insan be
deni ile toplumsal varoluş arasında işleyiş bakımından tam bir
örtüşme görülmektedir. O yüzden iyi bir toplum tasarımı için
toplumun da hasta bedenler gibi "zıtlaşmayı ortadan kaldıra
rak" tedavi edilmesi şarttır. Bunun için de herkesin "çalışması"
gerekmektedir, "çalışmamak yasaktır" (s. 78) .
Kapitalizmin emekle kurduğu eşitsiz ilişki, muhafazakarlığın
sürekli bir statüko isteğiyle çelişir. Emek ve sermaye arasında
ki uzlaşmaz çelişkiyi, muhafazakarlık çoğu zaman korporatist
bir ekonomi siyaseti üzerinden aşmaya çalışır. Simeranya'da
da durum çok farklı değildir. Safa'ya göre kapitalizmin soru
nu "çalışanlar ve sermayeciler arasındaki kazanç farkları [ nın]
nispetsiz" (s. 77) oluşudur. Bu da yine biyoloj ik rahatsızlık
lar gibi toplumda bir çatışma ve huzursuzluk yaratacaktır. Çö
züm ise üzerinde oldukça fazla düşünüldüğü belli olan devlet
ve kurumsal bir aracı üzerinden üretim sürecine müdahaledir
(s. 77-78) .
Eğitim de bu çalışmaya dayalı, mesleki ilkeler ve yeterlilikler
üzerinden planlanmıştır. Platon'dan beri aslında çoğu ütopya
da insanların "doğuştan gelen yeteneklerine göre" ayrıştırılma
ya çalışılan mesleki eğitim arzulanmaktadır. Simeranya'da da
buna uygun olarak genç yaşta çocuklar "istidatları tayin eden
mükemmel testler" uygulanarak "ayrı ayrı meslek şubelerinde
staj görürler" (s. 40) . Çünkü gereksiz olarak tanımlanan hiçbir
eğitim Simeranya'da bulunmamaktadır (s. 38) . Böyle mükem
mel bir eğitim sisteminin temel sebebi insanların iş bulma kay
gılarını ve bununla birlikte işsizlik gibi meseleleri baştan engel
leyici ve düzenleyici bir mekanizmanın geliştirilmesinde yat
maktadır. Mükemmel testler sonucunda belirlenmiş bir iş ha
yatı, "istidatları" doğuştan patron ve işçi olmayı gerektiren bir
mesleki ayrım, meşru , sorgulanmaz ve böylelikle de çatışma
dan uzak bir üretim ilişkisi yaratacaktır Safa'ya göre.
Ayhan Yalçınkaya'nın Yalnızız ve Simeranya'ya ilişkin eleşti
rileri muhafazakar bir gelecek tahayyülünün yarattığı çıkmaz
lara da işaret etmektedir:
303
Her ne kadar, kimileri Yalnızız'ı kurgusuyla ve değindiği ko
nularla çağdaş Türk edebiyatında en derli toplu ütopya örne
ği olarak nitelese de, bu kitabın ne kurgusu, ne değindiği ko
nular ütopiktir. Eğer, her romanda, her defter tutup hayalleri
ni yazanı ütopyacı; ahlak ve mistisizm üzerine her nutuk ata
nı sufi saymayacaksak, Peyami Safa ne ütopyacı olmayı, ne de
mistik olmayı becerebilmiştir. Ü topyacılığı, muhafazakarlığı
nın altında gizlenen arzularının depreşmesi, mistisizmi cin
sel aşka düşmanlık ve açlığını üstünün örtülmesi, ahlakçılığı
genel geçer ahlakın bütün ikiyüzlülüğüyle meşrulaştırılması,
toplumculuğu ise var olan toplumsal düzenin savunusundan
öteye gitmemektedir. 1 9
304
politik ve toplumsal konumunu belirleme mücadelesinin oluş
turduğu söylenebilir. Berna Moran'ın da söylediği gibi:
21 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1-Ahmet Mithat'tan Ahmet
Hamdi Tanpınar'a İstanbul: lletişim Yayınlan, 1 998) , s. 1 1 9 .
2 2 Nurdan Gürbilek, Kôr Ayna, Kayıp Şark ( lstanbul : Metis Yayınları, 200 7 ) .
Özellikle bkz. s. 5 1 -74.
23 Peyami Safa, Fatih-Harbiye (lstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000, 20. Baskı) , s. 94.
305
öncü rol, kadınların politik birer özne olmak ihtiyacını da hay
kıran bir öneme sahiptir. "Şimdi iki güçlü fakat karşıt ruh, ka
dın ve erkek, karşı karşıya iki taraftan da , mübalağa edilmeye
çalışılan bir sağlamlık ve sertlikle, ayakta, birbirlerine bakıyor
lardı," (s. 46) sözleriyle yeni toplumun kuruluşunda yaşanacak
çatışmayı ve kadınların da birer "güçlü ruh" olarak dirayetli bir
siyaset izlemesi gerektiği metnin birçok yerinde vurgulanmak
tadır. Modern ve yeni bir toplum yaratmadaki öncü rol bir an
lamıyla erkeklerden daha çok kadınlara verilmek istenmekte
ve Kaya'nın siyasette "Yeni Turan"ın lideri Oğuz'u aşan anah
tar bir görevi olduğu vurgulanmaktadır (s. 48) .
"Yeni Turan" devletinin kadınları, modernleşme sürecini iş
leyen çoğu romanda görüldüğü gibi, modern olmanın "kadın
sılaştırıcı" etkisini ortadan kaldıran bir işlevi de üstlenmek
tedir. İstanbul ve Anadolu arasındaki karşılaştırma ve bunun
üzerinden yalnızca "şekilci" bir modernleşme Halide Edib'in de
temel eleştirisi olacaktır. İstanbullu kadınlar "birer kukla, birer
ulussuz, işsiz, amaçsız, süslenmiş kukla" (s. 1 1 3) olarak tanım
lanırken, "Yeni Turan" kadınları "ahlaki ve sosyal bir devrim
yapan; kadınları bir et, bir makine halinden çıkar [ an] " (s. 28)
bir işleve sahip olacaktır. Bu çerçevede aslında kadınları top
lum içerisinde kontrol etmeye yarayan bütün şekli uygulama
ların ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, modernizmin kadınları
"kukla" yapan değil "özgürleştiren" yanlarına vurgu yapan bir
yeni toplum arzusunu dillendirmektedir Halide Edib.
Bütün bunlara rağmen, lider konumunda tarif edilen Ka
ya dışında yeni sistemin kadınları doğrudan bir siyasi aktör ya
da bağımsız politik özneler olarak değil , yine erkeklerin "ya
nında " , onlara "yardımcı" rolleri üstlenmektedir. Kadınla
rı birer "et parçası kuklalar" olmaktan çıkaran sistem aynı za
manda onları "erkeklere temiz, çalışkan bir arkadaş, çocukla
ra ve bütün memlekete bir ana, bir mürebbi yapmak için" (s.
28) oluşturulmuştur. Kaya her şeyden önce bir "öğretmen" ve
"Yeni Turan" okullarında "memleketi mezara sürükleyecek fe
na fikir [ ler] " değil "pratik ziraat" , "sağlık" gibi Türk köylüsü
ne dönük "nüfus çoğalımı" eğitimleri verilmektedir (s. 20-2 1 ) .
306
Bu haliyle verilen eğitim, Cumhuriyet döneminde uygulama
ya geçecek olan Kız Enstitülerinin öncü bir uygulamasını an
dırmaktadır. Fakat yine de yeni toplumda en çok tartışma, fe
derasyon tartışmasıyla birlikte kadınlann öğrenimimeselesinde
ortaya çıkmaktadır. Oğuz'un ölümü de, Kaya'nın siyasetten dü
şürülmesi de "Yeni Turan" da bile kadınların bu kadar ön plana
çıkarılmasına duyulan tepki sonucunda olacaktır. Aslında Ha
lide Edib mevcut şartlar altında elde edilebilecek, sınırlandınl
mış bir feminizm tahayyül etmekte, bu kadar kısa zamanda tam
anlamıyla kurtuluşu gerçekleştirmiş bir kadınlıktan daha çok,
kadınların kurtuluşunu sağlayabilecek yolu açacak merkezi
yetçi erken dönem düzenlemelerini, bir nevi devlet feminizmini
önermektedir. Bu tavrını milliyetçi öğeler içeren federalist bir
yapı içerisinde Türklere tanınan yirmi yıl sürecek pozitif ay
rımcılık uygulamasına benzer bir biçimde, temelini lslam'dan
daha çok Orta Asya Türk geleneğinde yer aldığı söylenen eşit
katılım ve birlikte çalışmaya vurgu yapan güçlü kadın figürüne
dayandıracaktır.
Halide Edib aslında içinde yaşadığı topluma dönük feminist
bir eleştiri getirmekte , bütün bu sorunların çözümünü ise ka
dınların eğitimi ve çalışmasında görmektedir. Bu konuda genel
bir sonuç çıkartmak gerekirse , Ankara'da ve Yalnızız'da oldu
ğu gibi Yeni Turan'da da "çalışmak" özgürlüğün anahtarı ola
rak sunulmaktadır, demek çok yanlış olmayacaktır. Çalışmak
ülküsü de yine tek bir amaca hizmet etmek üzere gerçekleşti
rilmektedir: Kalkınma. "Yolları ve küçük temiz evleri ve otelle
riyle mütevazı bir İsviçre köyü" (s. 1 1 4) olan gelecekteki "De
ğirmendere" , Anadolu'ya refahı, sanayileşmeyi ve teleferik gi
bi yenilikleri getirecek olan, zorunlu ilköğretimle (s. 94) ye
tişmiş yeni nesillerin kurabileceği bir yer olacaktır. Bütün bu
Türk milliyetçiliği ve çalışkanlık imgeleriyle kuvvetlendirilmiş
kadın hakları savunusunu Ayşe Durakbaşa şöyle gerekçelen
dirmektedir:
307
uyum içindeydi. Türk milliyetçiliği içinde Türk erkeği kadar
çalışkan, otantik bir Türk kadını imajı Türk'ün milli karakteri
nin çekirdeğini oluşturuyordu; Osmanlı'nın lüks ve asalak ha
rem yaşamını boş geçiren israfçı, Osmanlı aylak üst sınıf ha
nımları yerine bu yeni imaj konuluyordu . Batı'daki Oryantalist
yazın içinde de "harem kadınları" nın Osmanlıları temsil etti
ği düşünülüyordu. Bu nedenle Türk milliyetçiliği için otantik
Türk kadınına ilişkin bu karşı-imgenin yaratılmasının ve yay
gınlaştırılmasının önemi anlaşılabilir. Güçlü bir Türk milliyet
çiliği gelişirken bu yeni imge yalnız Batı'ya karşı bir savunma
değildi, aynı zamanda Osmanlı-Türk toplumunda geçerli olan
muhafazakar feminite biçimlerine ve imgelerine karşı yeni bir
model öneriyordu . 24
308
göstermekten çok, okuyucuya kadınlardan yana yeni bir düze
nin kuruluşunun yolunu göstermeye çalıştığını ve kurtuluşun
da ısrarlı ve kendisini feda etmekten bile çekinmeyen öncü ka
dınların iradesiyle gerçekleşebileceğini düşündüğünü söyleye
biliriz. l 9 70'lerden sonra gelişen "feminist ütopya" örnekleri
nin de temelini oluşturan bu ucu açık ütopya yaklaşımı (h eu ris
tic ütopya) 2 5 Yeni Turan romanında da gözlemlenebilmektedir.
Yeni Turan bir siyasi mücadelenin romanı olduğu kadar üç
lü bir aşk ilişkisi üzerinden kurgulanan bir yapıya da sahiptir.
Kaya'ya sadece cinsel bir aşkla bağlı "ihtiyar" Hamdi Paşa'nın
karşısında , Kaya ve Oğuz arasında yaşanan "göz kamaştıran
sert ve temiz aşk" (s. 1 22) yeni dünyanın da temelini oluştur
maktadır. Hamdi Paşa Yeni Osmanlılar'ın lideri olduğundan,
Kaya'ya duyduğu aşk aynı zamanda siyasi bir hamle olarak da
görülmektedir. Yeni toplumun kuruluşunda kadın ve erkeğin
birbirlerine duydukları aşk aynı zamanda ideallerine duyduk
ları aşkla iç içe geçmiştir ve bu "alçak ve köhne nefsinden baş
ka" (s. 1 24) bir şey düşünmeyen Hamdi Paşa'nın aşkından çok
daha üstündür. Çünkü Kaya'nın sözleriyle, bu aşkta , "büyük
rüyasını gerçekleştirmek için ikimizin de, genç ve yıpranma
mış kalbinde, dünyalarla karşı karşıya gelecek cesaret ve umut
var [dır] " (s. 1 1 7) .
Ankara'da ise Selma'nın duyduğu aşk ve aşkının tesiriyle
yaptığı seçimler, Türkiye'yi modern ve kalkınmış bir ütopyaya
götüren anahtar olacaktır. Bütün roman asıl olarak Selma'nın
yaptığı eş seçimlerine göre dönüşen politik ve toplumsal ala
nı oluşturmaktadır. Selma , romanın her döneminde dinamik
ve yaratıcı olan erkekler arasından birisini seçerek Türkiye'nin
dönüşümüne uygun bir değişim geçirmektedir. Eski eşi Na
ziften ayrılması ve Milli Mücadele'nin kahraman subayı Hak
kı Bey'e yakınlaşması yalnızca karşı cinse duyulan bir sevgiye
değil, Hakkı Bey'in simgelediği yeni düzene de sevdalanmasına
yol açacaktır. Selma'nın dönüşümünü Yakup Kadri şöyle anlat
maktadır: "Bu devir, Selma Hanım için, yalnız karılık kocalık
309
bakımından değil, fikirce, hisçe bütün benliğine şamil bir inkı
labın kaynağı oldu . Naziften ayrıldıkça Ankara'ya Ankara'nın
ifade ettiği milli manaya bağlılığı artıyordu ," (s. 99) .
Milli Mücadele'nin ortaya çıkarttığı yaratıcı hamle karşısında
"bir cins arap kısrağı gibi, barut kokusu ve silah sesleriyle he
yecana gelen Selma Hanım"ın (s. 9 1 ) , Cumhuriyet'in kurulma
sının ardından giderek yozlaşarak bürokratlaşan ve modernleş
meyi kadınsılaşmış bir davranış kalıbı olarak benimsemeye baş
layan Hakkı Bey'e karşı olan aşkı da kısa sürede sona erecek
tir. Hakkı Bey'in içine düştüğü durumu , "Yarabbi, asker ünifor
ması içinde her hareketi, o kadar şahsi, o kadar kusursuz olan
bu adamı, sivil kıyafet, ne kadar acayipleştirmiş, salaklaştırmış,
kendiliğinden ayırıp sunileştirmişti ," (s. 1 24) cümleleriyle di
le getiren Selma, geleceği ve ütopik Ankara'yı kuracak olan ye
ni ve dinamik bir erkeğe yönelecektir.
Selma'nın seçiminin Türkiye'nin ve Ankara'nın seçimi olarak
simgeleştirilmiş olmasına rağmen, Yeni Tu ran 'da olduğu gibi
aktif bir özne olmaya yaklaşmış bir kadın karakter yoktur An
kara romanında. Selma pasif bir seçici rolünü üstlenmekte, seç
tiği erkekler Yakup Kadri'nin ideolojik yönelimine uygun birer
"Kadro" olarak tasvir edilmektedir. Selma hiçbir durumda ve
dönemde seçilen yolun belirlenmesinde bir etkide bulunma
dığı gibi seçimin yönünü değiştiren bir etkileme gücüne de sa
hip değildir. Yalnızca "doğru olan yolun" takipçisi ve destekçi
sidir. Çünkü Selma'nın, "Beş yıldan beri bütün manasıyla haya
ta, hayat mücadelesine atılmış olmakla beraber, gene, ruhunda
eski salon kadını pasifliğinden, zayıflığından bir şey vardı," (s.
1 77) ve ancak bir kadın olmanın getirdiği bütün bu zaaflardan
kurtulması halinde yeni Ankara'nın ruhunu yakalayabilecektir.
Selma ikinci dönem tercihlerinde bu zaaflarından da kurtul
maya çalışacak ve modern, Avrupai olmaya çalışan Cumhuriyet
dönemi kadın ve erkeklerine rağmen kendisini milli bir gerçek
likte bulmaya doğru yol alacaktır. Daha önceki dönemde Bin
başı Hakkı Bey'in söylediği, "Anadolu ordusunda asker kadın
lar yok mu? Vatan hizmeti Türk kadının yalnız evlerin çatısı
altında mı bekliyor? " (s. 70) sözleri Selma'ya bu ülkenin gele-
310
ceğinde aradığı rolü tanımlarken, yeni dönemin Avrupa'ya ya
ranmaya çalışırken "yapmacıklaşması" karşısında hüsrana uğ
rayacaktır. Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin şekilciliği
ne karşı bir tavrı da içeren bu eleştiriyi Yakup Kadri şu şekilde
dile getirecektir romanda:
31 1
rel yozlaşmaya ve toplumsal çöküşe yol açmaktadır. Cumhuri
yet'in yeni sahiplerinin gözünde kadınlar, hala süslü birer kuk
la olarak, dans etmekten başka işe yaramayan ve aslında başka
bir ihtiyaçlarının kalmadığı, her türlü hakkın Cumhuriyet ta
rafından verildiği kişiler olarak görülmeye devam edeceklerdir.
Bir zamanlar Selma'nın kadınları yücelttiği için hayran olduğu
Hakkı Bey bile Selma'nın bu bakışı eleştirmesi karşısında, "ge
riye alırsak kıymetini o vakit anlarsınız" (s. 1 58) diyebilecektir.
Yakup Kadri burada Cumhuriyet'in kadınlara verdiği hakların
onları özgürleştirmek yerine hala aynı kadınlık rollerinde de
vam etmelerinin istenmesinin ve bu hakların erkekler tarafın
dan bahşedildiği yönündeki düşüncenin bir eleştirisini yapmak
istemektedir. Selma da roman içerisinde buna itiraz edecek ve
verilen hakların yetersiz olduğunu , "Ben, bize verdiğiniz 'cour
tisane' hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşit
lik talep ediyorum," (s. 1 63) sözleriyle dile getirecektir.
Yakup Kadri'nin kadınların eşitliği için getirdiği çözüm, bu
rada incelenen diğer örneklerde benzer şekilde vurgulandığı
gibi, yine "çalışmak" olacaktır. Kadınların hakları konusunda
pek fazla yorumun görülmediği roman boyunca, kadınları mo
dernleşmenin biçimsel yanlışlıklarından kurtaracak olan eko
nomik özgürlüklerini kazanmak için çalışmak olarak tanım
lanmaktadır:
31 2
da oluşuna dair pek fazla söz etmemesi, kadın ve modernleşme
ilişkisini yalnızca üst sınıflara ait bir olgu olarak kurguladıkla
rını ortaya koymaktadır. Ev içi emeğin hiçbir zaman tanımlan
maması, çalışmak denildiği zaman yalnızca ev dışında bir yer
de çalışmayı kastettikleri düşünüldüğünde, kadının ev içi emek
üzerinden ailedeki durumunu çok da fazla sorun haline getir
mediklerini söylemek mümkündür. Selma da benzer bir biçim
de, "Bir bankada veya bir şirkette çalışmayı hiç cazip bulmu
yordu. O yapacağı işin insani ve içtimai bir kıymeti olsun isti
yordu ," (s. 1 64- 1 65) . Bu nedenle, neredeyse genel bir kanı ola
rak kadınlara özgü addedilebilecek işlerden birisini kendisine
uygun görecektir: "Gözüm pek yükseklerde değildir. Himayei
Etfal'de bir çocuk bakıcılığı veya hastanelerin birinde bir hem
şirelik benim içi yeter artar bile . . . " (s. 1 64) . Bu ve benzeri işle
rin kadınlara "uygun" olarak tanımlanması genel anlamda ata
erkil bir toplum yapısının tanımlamaları olduğu gibi, örneğin
Platon'un Devlet, Thomas Moore'un Ütopya ya da Campanel
la'nın Güneş ülkesi gibi klasik ütopyalarda sıklıkta tekrar edi
len bir görüştür. Çünkü Campanella'nın da açıkça söylediği gi
bi, "Kadınlar erkekleri değil, yalnızca kadınları yönetebilir, ço
cukların eğitim yönetimiyle uğraşabilirler. "2 6 Bu "klasik" anla
yışın Ankara' da ve burada incelenen diğer ütopya örneklerinde
de benzer biçimlerde yer aldığı söylenebilir.
Yeni Ankara , yeni bir çalışma ve kültür anlayışıyla yeni bir
insan tipi yaratacaktır. Bu yeni nesil içinde Neşet Sabit'in ti
yatro çalışmaları sırasında yakın olduğu zeki, çalışkan ve gü
zel oyuncu Yıldız'a karşı Selma'nın duyduğu "kıskançlık" aynı
zamanda yeni neslin yeni kadınlık algısını da ortaya koyacak
tır. Selma'yı kıskançlık benzeri düşüncelere götürecek olan bu
"mesai arkadaşlığı" , sonradan anlaşılacağı gibi cinsel bir yakın
laşmaya yol açmayacak, açamayacaktır. Çünkü yeni nesil artık
Selma gibi on altı yaşından önce "bütün kötülüklere aklı eren"
(s. 226) bir insanın yetişmesine imkan sağlayacak bir kültür
içerisinde büyümemektedir. Sonuç olarak Yakup Kadri'ye göre
çalışmak, kadınların bu türden kadınlara özgü kötülüklere yö-
26 Temizarabacı Yıldırmaz, Ütopyanın Kadınlan Kadınların Ütopyası, s. 48.
313
nelmelerini engelleyeceği için toplumda ahlaksızlığın da önü
ne geçilmiş olacaktır.
Peyami Safa, Yalnızız'da kadınlar arasında bir derecelendir
me yapmaktadır. Ona göre her kadın aynı ahlak ve statüye sa
hip olamayacağı için farklı isimlerle anılmalıdır. "Bu kız , Ya
rabbi, bu kadın, nasıl, bu karı, of, bu mahluk nasıl benim hisle
rimin tarihine ve içimin en mahrem galerisine, sonunda kovul
mak için bile olsa, nasıl, nasıl girebildi," (s. 282) sözleri, ken
disini etkisi altında bırakan "kadınlar" arasındaki sınıflandır
mayı ortaya koyar. Kızdan mahluka uzanan bu derecelendirme,
her kadının aynı "hile yapma gücü" ne sahip olmadığını , erkeği
etkileyen kötülüğün kadınların kendi arasındaki sınıflandırma
ya göre değişebileceğini vurgulamak için yapılmaktadır. Zira:
314
Gürbilek'e göre, modernleşmeyle birlikte Osmanlı ve Türk top
lumuna da girecek olan Batı tipi roman, içerisinde barındırdığı
kültür açısından özellikle dönüşüm yaşamakta olan toplumun
kadınlarını "baştan çıkarıcı" bir işleve sahiptir.27 Yalnızız'ın her
an baştan çıkabilecek olan karakteri Meral, henüz bu etkilen
menin başındadır. "Her birinde beşer onar sayfa okunmuş, say
falarının hepsi açılmamış romanlar"la (s. 1 7 4) dolu olan oda
sında henüz romanların hepsi okunmadığı için, beklenen kö
tü etki de oluşmamıştır. Bu nedenle, Samim hemen duruma
müdahale edecek ve Meral'in okuma açlığını kendisi giderme
ye çalışacaktır. Fakat "tehlikenin farkında" olan Samim etkile
menin yönünü garantiye almak için Meral'e verdiği Rilke'nin
bir kitabında "onun dikkatle okumasını istediği bazı sahifele
rin kenarlarını kırmızı kalemle çizmişti [ r ] " (s. 1 77) . Safa , bi
linçli bir biçimde kadınları modernleşme sonrasında karşı kar
şıya kalacakları "şekilci" dönüşümün etkisinden kurtarabilmek
için egemen kültür tarafından yönlendirilmeleri gerektiğini di
le getirmektedir. Aksi takdirde , "aşkı daima birinci planda, aç
lığın bile önünde gör [ en] . . . kadın kısmı" (s. 96) toplumsal ah
lakın ortadan kalkmasına yol açacak bir yozlaşmayla yüz yüze
kalabilir. Samim'in- yol gösterici erkek karakterin- aşık oldu
ğu ve kendisini tercih etmezse doğru yoldan sapacağına inan
dırmaya çalıştığı Meral'in annesiyle Meral doğmadan önce iliş
kiye girmesi ve bu nedenle Meral'in kendi kızı olma ihtimali
bile Samim'in ahlaksız olarak tanımlanmasına yol açmayacak
(s. 252-253 ) , geleceğin uyumlu toplumu Samim'in çizdiği yol
da kurgulanacaktır.
Ahlak ve namus Yalnızız'ın ütopik olmayan kısımlarında
en çok üzerinde durulan meselelerden birini oluşturmaktadır.
Modern ve geleneksel olan toplumsal yapıların ahlaki anlayış
larının farklılığına romanda sıkça değinilmektedir. Bu farklılık
lar, roman karakterlerinin içinde yer aldığı "dej enere" aile iliş
kileri üzerinden tanımlanmaktadır ve bu durum toplumsal ah
lakı zedelediği kadar, toplumsal bir çatışmaya da zemin hazır
lamaktadır. Çünkü modernleşmenin yarattığı bu ahlaki yok-
27 Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, s. 29 .
31 5
sunluk kişilerin yalnızlaşmasına ve toplumun kuralsızlaşma
sına yol açacaktır. G enel ahlak bu anlamda aileyi, toplumu ve
ülkeyi bir arada tutan namus kavramı üzerinden değerlendiril
mektedir. Meral'in erkek kardeşi Ferhat da bu konuda Meral'i
suçlayacak ve kurtuluşu ev, toplum ve ülke dışında arayan Me
ral'in bu kuralsızlığını şöyle açıklayacaktır:
316
de kurmak istemektedir Peyami Safa. Simeranya bir uyum ve
tevekkül dünyasıdır: "Oraya ilk adımını atar atmaz , kendini
her tarafa yayılmış bir umumi intibak ve ahenk atmosferi için
de bulursun. Herkes bu ruh sağlığının yollarını bilir ve hasta
landıktan sonra, kendi kendisini, isyandan tevekküle giden yo
lu açacak telkinlere uygun bir hazırlık �ulur," (s. 67) . Böylelik
le hiçbir aşırılığa yer kalmamıştır. İnsanların geleceğe dönük
bir dönüşüm ihtiyaçlarının kalmadığı, "tereddüt ve buhranla
ra" yer olmayan bir uyum ve düzen ülkesidir Simeranya. Bu dü
zen, çatışmaların ortadan kaldırılması için her türden aşırılıkla
rın zararsız bir hale sokulduğu ; yukarıdaki alıntıda olduğu gi
bi her türlü duygunun öldürüldüğü veya baskılandığı bir yerde
gerçekleşmektedir.
Kadın ve erkek arasındaki çelişkiler de, daha önce bahsedi
len emek yaşamındaki çelişkilere benzer biçimde sonuçlandı
rılacaktır. Safa'nın "kutuplaşma dramı" adını verdiği olgu Si
meranya'nın bütün varoluşunu belirleyen temel unsurdur. Bü
tün Simeranya kurumları bu kutuplaşmayı ortadan kaldırmak
için çalışmaktadır. Bu nedenle, bütün sorunlar "ne cinsiyete, ne
menfaate, ne de gurura bağlanması mümkün olmayan bir aşk"
(s. 42) anlayışıyla çözümlenmektedir. Bütün çatışmalar "aşk
enstitüsü"nde halledilmektedir. Bu enstitü temelde "bütün" adı
verilen bir "bilimsel" anlayış etrafında çalışmaktadır. "Simeran
ya ilminde fizik hadise, biyolojik hadise , sosyal hadise, diye bir
birinden ayrı vak'a serileri yoktur," (s. 56) her şey bu "bütün"ün
bir parçası olarak incelenir. Böylece aslında Peyami Safa, bütün
sorunları birbirine bağlayarak, organik bir bütün olarak hareket
eden sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum yaratmış olacaktır.
Sonuç
317
si açısından bu doğru olduğu kadar zorunlu bir gelişmeydi. Da
ğılma ve yıkımdan kurtulabilmek için Batı gibi olmanın en kı
sa yolunu bulmak ve bir an önce kalkınmak gerekliydi. Fakat
geçiş sürecinde Batı'nın değerlerinin mevcut toplumsal yapıyla
uyuşmaması ve kalkınmayla beraber gelen kültürel dönüşüm
çoğu entelektüel için bir sorun oluşturmaktaydı. Bu nedenle,
belki en büyük Türk ütopyası Batı'nın tekniğini alıp kültürünü
bırakmak düşüncesi olmuştur. Burada incelenmiş olan üç ütop
yanın hepsinde ortak tema, Türkiye'nin gelişmiş ve kalkınmış
bir ülke olması için izlemesi gereken yol olmuştur. Çok açık
bir biçimde, herhangi bir başka ülke için değil, Türkiye toplu
mu için önerilen bir yoldur, bu . Peyami Safa'nın Si m era ny a'nın
önsözünde seslendiği "insanlık" (s. 389) bile, kitabın genelin
de yapılan Avrupalılaşma eleştirisi düşünüldüğünde , bütün in
sanlığı kapsamamaktadır.
Kısa bir zaman döneminde yaşanmış ve yaşanacak temel po
litik yönelime müdahale amacını taşıyan bu üç ütopya Batı'nın
değerleri üzerine sundukları eleştiri sonrasında aslında yine
Batı'nın kendisinden başka bir şey olmayan bir yere varmakta
dırlar. Yalnızız'da Proust'tan Leon Blum'a kadar verilen örnek
lerin bütün kaynağı Batı edebiyatı, felsefesi ve siyasetidir. Ye
ni Turan yaratmaya çalıştığı yeni düzenini Anglosakson siya
si kültürüne ve lsviçre'nin kalkınmış köylerine benzetmeye ça
lışmaktadır. En nihayetinde Ankara Batı'nın neredeyse her şe
yini reddetmek üzerine kurulu söylemine rağmen, ütopyayla
gerçekleşen yeni dünya, ya "Virgilus'un Bukolik'lerindeki kır
safaları" na ya da "Fransa'nın Provansa'sına" (s. 230) benzeye
cektir. Batı'ya rağmen Batı gibi olmak sevdası ütopyaların teme
lini oluşturmaktadır.
Bunun belki de en temel sebebini, hem yazarların hem de ro
manlarda anlatılan karakterlerin Batı eğitimi görmüş, yöneti
ci elit arasında bulunmuş ve halkla kaynaşmak gereğini ifade
etseler bile, kendinden menkul bir halk-millet yüceltmesi dı
şında, pek de fazla halkla yakınlaşmamış kimseler olmaların
da aramak gerekmektedir. Doğu-Batı eleştirisi de, kadın-erkek
ilişkilerinin biçimi de aynı elit çevrenin içerisinden çıkıp gel-
318
miş gibidir. Eleştirilen Batı tipi modernleşmenin sonucu olarak
erkekler kibar beyefendiler olmak dışında , kadınlar ise birer süs
nesnesi, kukla olarak erkeklerinin yanında gezmek dışında pek
bir iş yapmayacaklardır. Bu nedenle bu asalak, dejenere sınıfını
terbiye etmenin tek yolu olarak çalışmak gösterilecektir.
Çalışmak, bu üç ütopyada da merkezi bir yere sahiptir ve
hem kalkınmanın bir gereği hem de kötülüğün kaynağı olan
sıkıntının ortadan kaldırılması için en temel müdahale biçimi
olarak tanımlanmıştır. Alt sınıfların, köylülerin ve işçi sınıfı
nın modernleşme olsa da olmasa da zaten çalışmak durumun
da olması yalnızca devlet kontrolünde düzenlenmesi gereken
bir detay olarak yer alır. Aslında bir tarafıyla çalışma eyleminin
bu kadar yüceltilmesi Batı oryantalizminin egemen kıldığı tem
bel Doğu imgesinin kabulü anlamına da gelir. Doğu toplumları
Batı gibi kültürel ve ekonomik dönüşüm geçirmediğinden de
ğil, yalnızca teknik bir sorun olarak görülen tembelliği ve kon
formizmi yüzünden geri kalmış olarak düşünülmektedir. Bugü
ne kadar tekrarlanacak olacak Batı'nın tekniği ütopyasına ulaş
mak için yapılması gereken tek şey daha fazla çalışmak ve ça
lışmaktır.
Çalışmaya dayalı bu toplumsal yapıya ulaşabilmek için ise
kültürel ve toplumsal anlamda Batı gibi olmak gerekli değildir;
Türk milletinin kendine özgü vasıfları bu kalkınan Türkiye ide
alini gerçekleştirecek gücü sağlamaktadır. Milliyetçilikle birleş
miş bir kalkınan toplum ideali, bir anlamda yeni kurulan Tür
kiye Cumhuriyeti'nin de ideali olduğu için burada ele alınan
aydınlar açısından bu koalisyon çok büyük bir sorun yaratmaz .
Yalnızca bu sürecin daha sağlıklı ve yazarlar açısından daha is
tenilir sonuçlara ulaşması için gerekli bazı müdahalelere ihti
yaç vardır. Bu nedenle, burada incelenen ütopyalar, daha ön
ce de tekrarlandığı gibi, çok uzak bir geleceği kurmaya dönük
tahayyüller içermezler. Yeni Cumhuriyet zaten birçok konuda
doğru müdahalelerde bulunmaktadır; yalnızca bazı tehlikele
rin ve doğru yolun tekrar gösterilmesine ihtiyaç vardır. Peyami
Safa açısından bu durum biraz daha farklıdır. Safa'nın muhafa
zakar anlayışının ve dönemsel olarak yaşadığı sıkıntının bir so-
319
nucu olarak yaratılacak olan yeni gelecek, bugünle olan bütün
bağların ortadan kaldırıldığı bir toplumsal temele dayanmakta
dır. En azından bugünü korumak kaygısıyla hareket edenlerin
geleceği ancak cennette kurabileceğinin bilincindedir.
Modernleşme süreciyle dertleri olan bu üç yazarın da, mo
dernleşmenin en görünen tarafı olan kadınların yeni toplum
içerisindeki konumuna ilişkin de oldukça sorunlu çözümle
ri bulunmaktadır. Öncelikle modernleşmenin getirdiği şekil
ci dönüşüm içerisinde kadınlar her zaman bu şekilciliğin se
bebi olarak tanımlanmaktadır. Erkeklerin kollarında birer süs
nesnesi olmaktan başka işe yaramayan bu kadınların da en
başta çalışarak yeni topluma katkıda bulunması beklenmek
tedir. Modernleşmenin kadını bu konuma itmesinin ve ka
dının da bunu kabullenmesinin ahlaksız bir düzen yarataca
ğı öngörüldüğünden, çalışan kadının bu türden kötülüklere
vakti ve ihtiyacı kalmayacağı düşünülmektedir. Burada da yi
ne benzer bir biçimde üç ütopyanın hepsinde yalnızca üst sı
nıftan kadınların ve kadınların yalnızca ev dışındaki çalışma
larının dikkate alındığı söylenebilir. Alt sınıf kadınların za
ten çalışmak zorunda olması , modernleşmenin bu "nimetle
rinden" yararlanan kesimlerin sınırlı olması meselesi yalnız
ca Yakup Kadri'nin Selma'nın halktan "yabancılaşması"nı an
latmak istediği bölümler dışında çok da dile getirilmemekte
dir. Ankara'da Selma sıkıntılı bir halde gezerken eski mahal
lesine gider ve oradaki kadınlarla karşılaşır ve modernleşme
nin getirdiği farklılığı ilk defa fark eder: "Önlerinde duran bu
kürklü , kadife şapkalı ve beyaz eldivenli mahluk, onlar için,
kaç yıldır uzaktan uzağa yaratıldığını işittikleri bir alemin ( . .. )
merak uyandırıcı bir örneği idi" (s. 1 72) . "Mahluk" sıfatı , Pe
yami Safa'nın da modernleşmiş ve bu nedenle kötü ve yaban
cı kadınları tanımlamak için kullandığı bir sıfat olarak Yakup
Kadri'yle ortaklaştıkları yönlerden birini daha ortaya çıkar
maktadır. Modern kadın , her üç romanda da, kötülüğe ve ah
laksızlığa yatkın, toplumdan yabancılaşmış bir yaratık olarak
tanımlanır. Bütün yazarların bu tür kadınlara önerdikleri ise
yine çalışmaktır.
320
Feminist bir perspektife sahip olması açısından Halide
Edib'in diğerlerinden çok daha önde olan romanında bile ev içi
emek değerli kabul edilmemiş, dile getirilmemiştir. Kadınlık
rollerini bir gereği olarak, her kadının kendisine uygun düşen
işlerde çalışması dikkate alınırken, ev işlerinden ya da bu işle
ri yapan kadınlardan çok da bahsedilmez. Ama anlaşılmaktadır
ki zaten başkarakter olan kadınlar daha üst sınıfa mensuptur ve
"o gibi" işleri yapacak hizmetkarlara sahiptirler. lster erkek is
ter kadın olsun, yazarların kendisi gibi, kendilerinin yapmadı
ğı işleri değersiz gören bir çalışma anlayışının bütün romanlar
da ortak olduğunu ve bu nedenle ev içi emekten hiç bahsedil
mediği ileri sürülebilir.
incelediğimiz her üç ü topyada da kadınlara , hemen her
ütopyada olduğu gibi , yaşanılan zaman ve topluma kıyasla da
ha etkin roller, toplumsal yaşam içinde daha fazla yer verildiği
görülmektedir. Ancak, bu roller belirli alanlarla sınırlıdır. Ye
ni Turan gibi feminist olarak nitelenebilecek bir ütopyada bi
le, kadınlar genel olarak, kadınlara özgü olduğu kabul edilen
roller, etkinlikler ve mesleklerde yer almaktadırlar. Kadınlar
her ne kadar ailede, toplumda, siyasette bir alan kazanmışlarsa
da, üçünde de kadınların namuslu , dini değerlere ve/veya top
lumun genel geçer ahlak kurallarına bağlı olması beklenmek
tedir. Bu üç ütopyada esas olan topluma faydalı bireyler yetiş
tirmek, toplumun kalkınma ve ilerlemesine hizmet etmek ol
duğundan kadınların kendilerini geliştirmesi ve toplumsal ha
yata katılımı bireysel bir hak ve özgürlük meselesinden ziyade
toplumsal fayda esasıyla savunulmaktadır. Aslında birçok baş
ka ideolojide de görüldüğü gibi, burada incelenen birbirinden
farklı ideolojik yönelime sahip ütopya örneklerinde de kadınla
nn kurtuluşu ancak milletin kurtuluşuyla gelebilecektir.
321
10
MtLLİYETÇİLİGİN ERKEK ANIATISI:
ERİL PASAJIARDA KADIN StLÜETLERİ
Giriş
Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, çev. Şen Süer - Selahattin Erkanlı; haz. Hil
mi Yavuz ( lstanbul: Alan Yayıncılık, 1 986) .
323
mezliği milliyetçi söylem için varoluşsal bir tehdide işaret eder.
Milli kimlik bu şekilde ezeli ve ebedi kılınırken her türlü sor
gulamanın bertaraf edilmesi söz konusudur.
Bu süreç içerisinde tarihin "yalan"a döndürülmesi ve/ya da
" örtülme"sinden ziyade eğilip bükülmesine işaret etmek ge
rekir.2 Daha açık bir ifadeyle, milliyetçi tarih dökümü belirli
bir mitik inşadır: Ve "mit [ okuru ] arar" , çağırır.3 Okuru , tari
he özgü durumsallığı ebedileştirmeye, tarihsel analizi tanımla
yan müphemliği gidermeye, belirli bir tarihsel anı dondurma
ya çağırır. Böylelikle, tarihi kapatır.4 Diğer bir ifadeyle , alterna
tif tarih okumalarını ve alternatif özneleri yok hükmünde kı
lar. Genelde tüm milliyetçi yazınlar özelde Türk milliyetçiliği
ni temsil eden metinler böyle bir dışlama ve dolayısıyla yok kıl
ma anlatısı üzerine kurulurlar. Yok kılmanın süreğenleştiril
mesi, milletin tarihinin anlatılmasında, "basitliği, dramatikleş
tirmeyi ve geçmişin anlatısının seçici bir şekilde kurulması"nı
gerektirir. 5 Anlatılar, milletin ezeli ve ebedi varoluşunu tespit
etme kaygısıyla işletilir. Bu anlatılarda , korku-cesaret, zayıflık
güçlülük, ihanet-sadakat/kahramanlık, kötülük-iyilik, nefret
aşk zıtlıkları, basitleştirici işlevleriyle ulus miti yazımının hiz
metine sokulur. Milli özneyi arayan/çağıran mit(ler) bu basit
leştirmeyi, aşkın addedileni kişisel hasletler vasıtasıyla keşfede
rek gerçekleştirir(ler) . Dolayısıyla, anlatılar boyunca aşkın bir
olgu olarak temsil edilen milleti tariflemek için "kötü-zayıf
hain"le "iyi-güçlü-sadık/kahraman" karşı karşıya getirilir. Bu
radaki bağ aşk-nefret ikilisiyle ifadelendirilen duygularla kuru
lur. Türk milliyetçi söyleminde sıklıkla karşımıza çıkan "hain
Yunan" ya da "korkak Yahudi" ya da "çalışkan Türk" "kahra
man Türk" nitelemeleri , belirli bir tarihsel-siyasal bağlam içe
risinden böyle bir duygulanımı temsil eden ve yeniden üreten
bir anlatının bileşenleri olarak görülebilir.
325
Diri liş ( 2008)ve Cumhuriyet-Türk Mucizesi, 1-II (2009 ; 20 1 0)
adlı kitaplarının tam da böyle bir hikayeleştirme denemesi ol
duğunu düşünüyoruz. Özellikle Şu Çılgın Türkler, satış profi
liyle farklı değerlendirmeleri davet etmiştir: Elisabeth Özdal
ga'nın ifadesiyle sadece bir "elkitabı" ndan ibaret olan,1 1 Ayşe
Hür'ün değerlendirmesiyle 1 2 Türklüğün aşağılık ve üstünlük
kompleksi arasında salınımının bir çıktısı olarak görülebile
cek bu kitaba ek olarak üçlemenin diğer bileşenleri, sosyo-psi
koloj ik, siyasal, kültürel ve ekonomik alanları kesecek şekil
de milletin cinsiyetlendirilmiş yeniden-kurulumunun örnek
leri olarak alınabilir.Yazar ise çalışmasını "belgesel roman" 1 3
sınıfına dahil etmekte . Biz , bu bölümde metinleri edebi açı
dan değerlendirmiyoruz ; Özakman metinlerin , hangi ede
bi kategori içerisinde yer alırsa alsın , incelenmesinde "ulus
miti"yazımının referans alınmasının açımlayıcı olacağını dü
şünüyoruz. 14 Bu ise, bizi her şeyden önce , mitin aradığı insan
ların kim olduğu sorusuna götürüyor.
Bu sorunun yanıtını bulmak için Turgut Özakman'ın kurdu
ğu hikayenin örüntüsünü çevreleyen bağlamsal unsurlara bak
mak gerekiyor. Özakman, Cumhuriyet'in ilk kuşağı içerisin
den Kemalist cumhuriyetçi politik duruşu temsil etmesi ve bu
duruşu bireysel-kolektif düzlemde eserlerinde yansıtıyor olma
sı açısından önemli. Paralel şekilde, eserlerde Kemalist cumhu
riyetçi duruşun, didaktik, aydınlanmacı üslupla aktarıldığını
görmek mümkün. Yazar ele aldığımız eserlerini belirli bir kit
leyi hedefleyerek ifşa etmek ve aydınlatmak iddiasıyla sunuyor.
Kitapların yazar tarafından hazırlanan önsöz bölümlerinde ve
özellikle sonnotlarda açıkça görüldüğü gibi seslenilen ana kit
le gençler. Burada Özakman iki farklı tarih yazımını, "biri öte
kine benzemeyen iki tarih"i gündeme getirmekte . "Biri [ ken-
11 Elisabeth Özdalga, " Those Crazy Turks: 'Polemical' Pamphlet rather than His
torical Novel" , Middle East Critique, Cilt 18, Sayı 1 ( 2009), s. 6 1 -7 1 .
12 Ayşe Hür, "Şu Çılgın Türkler v e Yaralı Ulusal Onur", URL: http://www.bi
rikimdergisi. com/guncel/su-cilgin-turkler-ve-yarali-ulusal-onur ( 14 Ekim
2005) Erişim Tarihi: 20 Aralık 20 1 4 .
13 Özakman, Diriliş Çanakkale 1 915, s. 1 7 .
14 Bkz. Levi-Strauss, Mit ve Anlam; Barthes, Myhtologies.
326
di romanının Şu Çılgın Türkler] esas aldığı, sağlıklı ve dü
-
Ey sevgili gençler !
Bu savaşları, lütfen sabırla, dikkatle , düşüne düşüne okuyu
nuz . Bunları irade, akıl, buluş, yurtseverlik, milli duruş, bilinç,
sebat, kararlılık, inanç , benlik, gerçek kahramanlık, insanlık
ve karakter sergisi oldukları için anlattım, bilmenizi istedim.
Karşımızdakiler dünyanın dörtte üçüne egemendi . Çok
güçlü, çok zengin, çok etkiliydiler.
Atalarımız bu kudreti yendiler. 1 7
327
olay" olarak alınabilecek bu popülerlik,20 piyasa terimleriyle ,
yazarın kayda değer bir kitleye ulaşması hakkında bir fikir ve
rebilir. Bu popülerliğin bir etmeni kitabın TSK ve bazı CHP be
lediyeleri tarafından toplu olarak alınarak dağıtılmasında bulu
nabileceği gibi dolaşım eksenli bu başarıda kitabın konjonktür
açısından uygun bir zamanda yayınlanmış olmasının da belir
leyici bir payı olduğunu söylemek mümkün.
Bu bölüm, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz yaklaşımdan ha
reketle üç alt-bölümden oluşuyor. llk bölümde, milliyetçi anla
tılarda toplumsal cinsiyet rollerinin kurgulanışını feminist bir
perspektiften ele alıyoruz. ikinci bölümde Özakman'ın çalış
malarında Türk milliyetçiliğinin toplumsal cinsiyet rolleri üze
rinden yeniden-üretilişini inceliyoruz. Üçüncü ve son bölüm
de, Özakman'ın bugüne dünden bakışını, bugünün belirli bir
okur kitlesine dünü hatırlatarak erişme çabasını 2000'lerin si
yasal konjonktürüne ve dolayısıyla toplumsal cinsiyet rejimine
referansla okuyoruz.
328
homojen millet kaygısı, "milli çıkarlar açısından asli addedilen
milli topluluğu daimi kılmak ve nüfusunu artırmak" önceliği
ne vurgu yaparken, milletin ezeli ve ebedi oluşu mitini sürdür
mek amacıyla dolaşıma sokulan "milli hayali cemaatler"in mi
tik birliği" içerisinde yinelenen "'biz' ve 'onlar"'22 ayrımı hakim
eril söylem içerisinden toplumsal cinsiyet rollerini ikili katego
riler içinde özselleştirir. Söz konusu , hayali statü , düşten iba
ret kılınan bir bütünlük, kök arayışından ziyade, mevcudu , bu
gün ve sonrası için tahayyül edilen, arzulanan bir sosyo-poli
tik inşanın tahkimine çağırmakla alakalıdır. Diğer bir ifadey
le, hafızaya seslenen bir inşa sürecinde, ulus olarak hedeflenen
topluluk seçici bir unutuş-hatırlama sürecine davet edilir. Ge
rek unutmanın gerekse hatırlamanın erilliği, ulusun köklerinin
temsilinden, bugününün inşasına ve geleceğinin idealleştiril
mesine uzanan bir yelpazeye yayılan bütünsel anlatıda izlene
bilir. Bu açıdan, kadınların milli mitler içerisinde var kılınma
larında maddi yeniden-üretimle sembolik yeniden-üretimin iç
içe geçmişliği anlamlıdır: Kadınlar milletin hem "sembolik 'sı
nır bekçileri' [ hem] topluluğun cisimleşmiş hali [ hem de] kül
türel yeniden-üreticileri"23 olarak konumlandırılırlar.
Oysa millete üyelik aileye üyelik gibi basit bir düzlem
de işler: " İçerisine doğarsınız ya da bazı durumlarda kabul
edilirsiniz. "24 Bu basitliğin siyaseten işaret ettiği tercihe/kara-
22 A.g.y., s. 23.
23 A.g.y .. Burada Yuval-Davis, john A . Armstrong'un milletler ve milliyetçilik
arasındaki tarihsel ilişki üzerine okumasında altını çizdiği, sembolik sınır çiz
gilerine gönderme yapıyor. Öte yandan, Yuval-Davis ve Marcel Soetzler, top
lumsal cinsiyet ilişkilerinin ve kadınların bu ilişkilenmedeki rollerini, ulus
devletin sınırlarına işaret eden sınır kavramı yerine ulus-devletin hitap etti
ği kolektivitenin sınırlanna işaret eden "çeper bekçileri"yle tanımlamayı ter
cih ediyorlar. Bkz. Yuval-Davis ve Stoetzler, "lmagined Boundaries and Bor
ders: A Gendered Gaze " , The European ]ournal of Women's Studies, Cilt 9, Sayı
3 ( 2002 ) , s. 3 29-344.
24 Burada Carol Delaney'in benzetmesini yer değiştirerek veriyoruz. Delaney il
gili çalışmasında, Türkiye'de millli kimliğin kurgulanışında ailecimetaforlann
kullanımına eğiliyor. Bkz. Carol Delaney, "Father State, Motherland, and the
Birth of the Modern Turkey", Naturalizing Power içinde, Sylvia Yanagisako ve
Carol Delaney (der . ) (New York ve Londra: Routledge, 1995 ) , s. 1 77. Bu ya
zıda, kültürelci bir perspektiften ziyade, Yuval-Davis'e paralel olarak, sırf kül
türel analizin sosyo-politik olgulan "kültürleştirmek - toplumsal olanın kül-
329
ra dayalı üyelikten çıkılabilirlik durumu ise her iki kurumsal
oluşumun da doğallaştırılmasını -diğer bir ifadeyle , tarihleri
nin kaçınılmazlığını, doğallaştınlmasını- gerektirir. Aksi , mil
lete aidiyetin vazgeçilebilir olmasını beraberinde getirir. Milli
mitler tam da bu noktada devreye girer: Vazgeçilmezliği süre
ğen bir şekilde koyutlamak milletin tarihinin organikleştiril
mesi , inşa sürecinden çıkartılması , olmazsa olmazlaştırılma
sı, diğer bir ifadeyle doğallaştırılması vasıtasıyla sağlanır. Söz
konusu doğallaştırma mitik anlatılara özgü bir şekilde tarih
sel olarak tekrar tekrar üretilir. Bu süreçte kadınların ve er
keklerin milletin üyesi olarak rolleri toplumsal cinsiyet ekse
ninde bölünür, ayrıştırılır, birleştirilir. Ayrıştırmanın ve birleş
tirmenin karşılaşmalarına içkin çelişkiler tarihin sosyo-politik
uzantılardan mit dolayımıyla kopartılması sayesinde örtülür.
Diğer bir ifadeyle, kadınlar milletin yeni üyelerinin -biyolo
j ik ve sembolik olarak- üretimi için vazgeçilmezdirler: Doğur
gan ve annedirler. Yanı sıra , biyolojik anne olamasalar da mil
letin annesi olarak sembolik değerlerini korurlar. Öte yandan,
kadınlar aynı zamanda annelikten kopartılmayacak şekilde fe
dakarlık -vesilesiyle- kahramandırlar. Çelişkinin en belirgin
olduğu anlatı düzlemi tam da bu noktada su yüzüne çıkar:
Annelik kaçınılmaz olarak cinsel rolleri çağrıştırırken, kahra
manlık bir nevi aşkınlaştırılmış, dolayısıyla cinsiyetten olmasa
da cinsellikten arındırılmış bir kadınlık haline işaret eder. Çe
lişki, annelik vatana işaret ettiği ölçüde daha da belirginleşir:
Vatan kahramanlığın alanıdır, kahramanlığın amacıdır; öznesi
değildir. 2 5 Oysa milletin mitik tarihinin kahramanları eril kod
lar üzerinden kurulurlar.
Yukarıda kabaca çizilen milletin mitik kurulumunda top-
332
seninde) temelli dışlamaların yerini çatışmalı da olsa kabullen
melerin, birlikte hareket etme pratiğinin almış olması özellikle
kayda değer bir gelişme.
Türkiye'deki kadın hareketinin tarihi ile Türk milliyetçiliği
nin tarihini eşzamanlı okurken net bir şekilde gözlemlenebi
lecek olan bu görünürde çelişkili, iki kollu gelişme 1 980 son
rası işleyen sosyo-politik yeniden yapılandırma sürecinin son
aşaması olarak alabileceğimiz 2000'lerde çözülmeye başlamış
tır. Bugün geldiğimiz noktada ise, ismi konmadan Türk-lslam
soslu bir neo-liberal-muhafazakar cinsiyet rej iminden bahset
mek mümkündür. Kısaca bugün feminist politikanın, henüz
"geri tepme" olarak nitelendirilemeyecek,30 muhafazakar-mil
liyetçi bir kurumsal dirençle karşı karşıya olduğu söylenebilir
ken, bu direncin yapısal sınırlarını neo-liberal aklın ve politi
ka uygulamalarının oluşturduğu , direncin ataklarının ise mu
hafazakar-milliyetçi mitten beslendiği gözlemlenmektedir. He
men burada, milliyetçi söylemin yayılmacı özelliğinin Özak
man'ın metinlerinde "ulus miti"kurgusu üzerinden izleyebile
ceğimiz milliyetçi çizgiyle, yine yazarın örtük olarak muhatap
aldığı milliyetçi-muhafazakar ve/ya da İslamcı grupların siya
sal söylemlerinde izlenebilecek milliyetçi çizgi arasındaki or
taklığı mümkün kılarken söz konusu çizgiler arasındaki ayrış
maların, üzerinden işleyegeldikleri farklı toplumsal cinsiyet re-
30 Kuzey Amerika'da, lngiltere'de ve Kıta Avrupa'sında "geri tepme " yle ni
telendirilen dönem , ikinci dalga feminizmin kazanımlarının somu tlaştığı
1 9 70'lerle birlikte tedrici olarak güçlenen yeni muhafazakar söylemsel pra
tiklerin söz konusu kazanımlardan geri adım atılmasına götürecek şekilde ,
toplumsal cinsiyet eşitliğinin göz ardı edilmesi ve/ya da reddini örtük ya da
açık bir şekilde benimseyen yönetimlerin uyguladıkları politikalarda izlene
bilir. ilgili uygulamalar, feminizmin kötü bir ünle anılmasından, kadınların
erkeklerle eşit olmadığını ve asli yerlerinin aile olduğunu benimseyen hü
kümetler eliyle kotarılmıştır.Türkiye örneğinde ise feminist taleplerin he
nüz tam anlamıyla kazanım hanesine yazılmadığı bir dönemde, sadece otuz
yıllık bir bağımsız feminist örgütlenme olduğu ve kadın hakları eksenli ta
leplerin henüz yeni yeni kurumsal dile sızmaya başladığı göz önüne alındı
ğında tepecek bir geri olmadığı söylenebilir. Kuzey Amerika ve l ngiltere ör
nekleri için bkz. Susan Faludi, Bachlash: The Undeclared War Against Ame
rican Women ( N ew York: Anchor Books, 1 992) ; Anne Oakley ve juliet Mitc
hell (der. ) , Who's Afraid of Feminism: Seeing through the Bachlash (New York:
The New Press, 1 99 7 ) .
333
jimlerinin biçimleri ve işleyişlerine referansla netleştiğini söy
lemek mümkün. Dolayısıyla Özakman'ın, yukarıda değindiği
miz ulus inşa sürecinin milliyetçiliğini yeniden kurmaya yöne
len son dönem milliyetçi bir girişim olarak okunabilecek me
tinlerinde sahne arkasından konuşan toplumsal cinsiyet kodla
rının işaretledikleri anne/kan olarak, yurttaş olarak ve potansi
yel kahraman olarak Türk kadınlarla ilgili imgeler ve anlatılar,
2000'li yılların muhafazakar-milliyetçi çizgisinde şu ana kadar
geldiği şekliyle, Türk ailesinin geleneksel yapılanması içerisin
de yer aldığı ölçüde ve doğası itibarıyla anne olarak, işçi olarak,
bakıcı olarak Türk kadınına işaret eden politika uygulamaları
nın karşısına yerleşmektedir. Oysa, sonuç bölümünde de vur
gulayacağımız gibi, söz konusu -burada hem Özakman'ın me
tinlerindeki hem de günümüz Türkiye'sindeki cinsiyetçi söyle
min işleyişinde haklılaştırıcı bir role sahip, ağırlıklı olarak ku
rumsal iktidar kaynaklı- anlatılar feminist bir okumaya tabi tu
tulduklarında aynı patriarkal zeminin farklı biçimlerine gömü
lü oldukları açığa çıkar.
Özakman örneğinde ortaklık çok daha netleşir; zira Türk
milliyetçiliğinin farklı okumalarında karşımıza çıkan, anne
lik-yurttaşlık-kahramanlık geçişlerinde bulanıklaşan kadın
olma hallerini yazarın anlatısında görmek mümkün değildir.
Bunun yerine, anlatının silik bir unsuru olan , sahnede figü
ranlıkla devreye sokulan, ağırlıklı olarak sözsüz ve dolayısıy
la etkisiz , ağırlıklı olarak ciddi/kamusal/herkesi ilgilendiren
meselelerle değil , kişisel meselelerle uğraşan, ciddiyete işa
ret eden pratiklerinde -savaşta hizmet, medeniyetin gösteril
mesi- erkeklerin dolayımıyla hareket eden kadınlar görürüz.
Böyle bir yerleştirme , bir yandan, milliyetçi tahayyüle içkin,
"an"a bağlı annelik-yurttaşlık-kahramanlık geçişlerinden do
layı belirsizlik arz etmeleri itibarıyla kadınlarla ne yapacağını
bilememe halinin geçici de olsa üstesinden gelir. Öte yandan
ve ironik bir şekilde , Özakman'ın mitik kurgusunu , toplum
sal cinsiyet ekseninde , haddini bildirmeyi hedeflediği gruba
yaklaştırır.
334
Mit yazılırken kadınlar:
Bedenler ve fıguran-kahramanlar
335
kahramanlar erkeklik ölçütleri içinden görünürler. Dolayısıy
la, kadınların kahramanlık halleri ya istisnalar vasıtasıyla ka
dınlığın geride bırakıldığı süreçlere ve/ya da sembolik düzlem
de milletin ayrışmaz bütünlüğü iddiasından çıkan herkesin ay
nılığına ya da nafile de olsa öykünme örneklerine refer�nsla an
latıya yerleştirilir. Birbirini dışlamayan bu görünmelerin her bi
rinde, kadınlar milliyetçi anlatılarda kahraman olarak görün
dükleri anlarda bile figürandırlar. Öyleyse kahramanlık er
kek işi olduğu ölçüde ve yukarıda da değindiğimiz gibi ya ka
dınlar erkeklik vasıtasıyla kahramanlığa yamanırlar ya da kah
ramanlık vasıtasıyla kadınlıktan eksilirler.Milliyetçi anlatıla
rın ve pratiklerin "eşikte olma" hallerinin, içerdikleri toplum
sal cinsiyet rejimlerinde örneklenen "ikiye bölünme, muğlak
lık ve tereddüt"33 halinin tam da bu figüran-kahraman/kahra
man-figüran simbiyozunda somutlandığını söyleyebiliriz . Bu
ise Özakman'ın ulusun tarihini anlatırken, tercihinin kadınla
rın varoluşlarını tarihsellikten çıkartmak vasıtasıyla tarihin kı
yısına yerleştirmek yönünde seyretmesinde görülür. Açmak ge
rekirse, ulus mitleri doğallaştırılmış tarihsel gerçeklikte ısrar
eden metinler oldukları ölçüde, bu gerçekliğin eril kurgusu ka
dınların yokluğundan ziyade bağımlı, ikincil ve önemi erkek
ten menkul bir şekilde temsillerini gerektirir. Öyleyse , kadın
lar, her şeyden önce erkeklerin ve dolayısıyla ulus-devletin ya
şamının merkezinde, ama ulus mitinin ve milli hafızanın kıyı
sında konumlandırılırlar.
336
Yaşamın merkezinde, hafızanın kıyısında:
Figüranlar-kahramanlar, kahraman-figüranlar
Bugün, milli olan her şeye karşı çıkan, Türk sözcüğünü bi
le yasaklayan, millicileri özel mahkemelerde yargılatan , hap
seden, idama mahkum eden , İngili zlere ihbar eden, Malta'ya
sürdüren, Milli Mücadele'yi söndürmek için özel silahlı birlik
ler kuran , Şeyhülislam'dan 'düşmanla savaşan millicilerin öl
dürülmesi gerektiği' hakkında fetva alan, fetvayı İngiliz ve Yu
nan uçaklarıyla Anadolu'ya attıran . . . çağdışı, ruhsuz, onursuz,
yurt sevgisinden ve bağımsızlık düşüncesinden yoksun, İngi
liz işbirlikçisi ve hizmetkarı, suçu ve günahı bol İstanbul yöne
timinin iflas ettiği gündü .
Kadınların , kızların peçesiz sokaklara dökülmeleri , bağı
rıp çağırmaları, erkek işlerine karışmaları softaları çok rahat
sız etmişti. Bunlara neden olan olaylara, insanlara dişlerini gı
cırdatıyorlardı. Kadına hak tanımayan anlayış da iflas mı ede
cekti yoksa ? 43
341
Hanımlar !
Gönülü hemşire olarak uygarlık hareketinin öncüleri arasına
sizler de katıldınız. Bu cesur tavrınız dolayısıyla hepinizi kut
luyorum.
Beni iyi dinleyiniz!
Oturduğum mahallede, kadınlar sokağa yüzlerini kara pe
çeyle örterek çıkıyorlar. Bir erkek görürlerse, arkalarını da dö
nüyorlar. Duvara dönüp çömelenler de var. Dini bir gereklilik
mi bunlar? Hayır. Peki ne? Düpedüz ilkellik. Yazık ki birçok
ilkelliğimiz daha var.
342
-dolayısıyla Avrupai- Ankara'dan katılanlar "potinli" olduk
ları özellikle belirtilir. Burada özellikle vurgulanması gereken,
kadınlar arasındaki karşılaştırmanın toplantıda yapılan konuş
malar üzerinden değil, çarşaf ve "sıkma baş" , "iskarpin" ve "po
tin" sembolleri üzerinden verilmesidir. Dikkat çekici başka bir
husus ise, Özakman'ın romanları boyunca izlenebilecek çizgi
den vazgeçmeden burada da tek bir kişiyi, bu kez Halide Edip'i
ön plana çıkartmasıdır. Halide Edib kadınlardan cepheye mad
di yardım isterken, anlatıcının araya girerek Halide Edib'in An
karalı kadınların tutumluluklarını bildiğine işaret etmesi döne
min Ankarası hakkındaki resmi tarih anlatısına uyar: Yoksul,
taşra, fedakar. Öte yandan, yukarıda değindiğimiz gibi, bahse
dilen toplantı, erkeklerin savaştıkları koşullar altında bir pasaj
içerisinde aktarılır. Halide Edib'in kitapta ilk görünüşü bu top
lantıda cephedeki askerlere para yardımı toplamak için yaptığı
konuşmayla olur. Takip eden sayfalarda ve üçlemenin diğer ki
taplarında da hep satır aralarında ve genelde erkeklerin -yaza
rın ya da romanlardaki erkeklerin- anlatımıyla görünür.
Özakman'ın üçlemesinde kadınlar hep pasajlarda yer alırlar.
Ağırlıklı olarak o anda sahnedeki ana olayın, ana ve/ya da yan
erkek aktörlerini konuşturmak ve/ya da duygulandırmak, bu
aktörlerin özelliklerinin açığa çıkmasına vasıta/vesile olmak ve
her zamanki gibi kurtarılmak için var olurlar. Bu durum, kadın
ları genelde sözsüz kılar. Kadınların cümleleri erkeklerin ko
nuşmalarına ve/ya da yapmalarına aracı olacak şekilde kurulur.
Kadınların erkeklerle diyalogları erkeklerin öğretici/eğiticive/ya
da kurtarıcı rolünü süreğen bir şekilde yeniden üretir. Bu , öğ
retme-erkek/öğrenme-kadın halleri kah Diriliş'te Kadınlar Dün
yas ı'nı okumaktan kah Şu Çılgın Türkler'de mücadeleye destek
vermek için önce Ankara'ya "kaçan" , kaçışı sırasında tanıştığı, o
zamanlar yüzbaşı ve artık lstanbul'da, binbaşı olan Faruk'la ya
zışmalarıyla resmedilen Nesrin'le ilgili hemen her pasajda izle
nebilir. Kısaca, Kadınlar Düny ası'nı okurken resmedildiği pasaj
da bir silüetten öteye geçirtilmeyen Nesrin\ Şu Çılgın Türkler'de
milli bilinci süreğen bir şekilde gelişen ve Cumhuriyet'le birlik
te Faruk'la ilişkisi üzerinden kadınlığa yeniden davet edilen bir
343
süreçte görüyoruz.Nesrin ile Faruk'un evlenmeleriyle somutla
şan bu davet, aslında yeni bir öğretme/öğrenme, kurtarma/kur
tarılma sürecinin de başlangıcını temsil ediyor. Nesrin'in mil
li bilincinin gelişmesinde ya da militaristleşmesinde görüyoruz.
Bunun en çarpıcı örneğini Faruk'a olan aşkını ifade etmek için
üzerine, "Seni zafer ve barış kadar seviyorum," yazdığı"M. Ke
mal Paşa ile muzaffer komutanları gösteren" bir kartpostal yol
lamasında görüyoruz.47 asker kimliğiyle bir rol üstlendirilen Fa
ruk'a, bu kez koca kimliğiyle, Nesrin'in toplumsal konumunu
iyileştirmek yolunda bir misyon yükleniyor. Nikahlarının ertesi
akşamı Nesrin'i akşam yemeğine götüren Faruk sayesinde Nes
rin o güne kadar ilk kez o lokantaya giden "hanım"mertebesine
yükseliyor. Faruk'un "kendine bir duble rakı, Nesrin'e portakal
suyu" istediği sahnenin hemen ardından farklı bir pencere açı
yor Özakman ve Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi'nin ağzın
dan kadın haklan ve uygarlık ilişkisi çerçevesinde Nesrin'in bir
kadın olarak lokantada bulunmasının önemi vurgulanırken, Fa
ruk'un kurtarıcı/öğretici rolü kutsanıyor.48
Aynı öğretme/öğrenme pratiği gerçek hayattan aktarılmış
portrelerde daha da belirginleştirilir. Zira Nesrin ve Faruk gi
bi kurgu karakterler Özakman'ın büyük resmi tarih anlatısı
nın içerisinde devamlı bahsedilmelerine rağmen süreğenlikten
mahrum kılınırlar, daha ziyade, büyük anlatının kenar motifle
ri olarak sabitlenirler.49 Bu açıdan ismet Paşa'nın, karısı Mevhi
be Hanım'la, kendisiyle Lozan görüşmelerine gelmesi için yap
tığı ikna konuşması önemlidir:
47 A.g.y . , s. 679.
48 Cumhuriyet Türk Mucizesi, ikinci Kitap, s. 47-49.
49 Esasen bu, savaşın komuta kadrosu ve özellikle Mustafa Kemal söz konusu ol
duğunda diğer tüm erkeklerin de motiflere-kadınlığa-itildikleri bir anlatı kar
şımıza çıkar. Ancak, milli mitin yazılımına içkin cinsiyetçi çelişkilere refe
ransla anlaşılabilecek şekilde, her vatanseverin kahramanlığının vurgulanma
sı kahramanlığın ve dolayısıyla cinsiyetin muğlaklaşmasını da beraberinde ge
tirir. Diğer bir ifadeyle , milliyetçi söylem ve "ulus miti" yazımı kahramanlara
ihtiyaç duyar, herkesi kahramanlığa çağınr; öte yandan, erillik üzerinden iş
lemeye mahküm olduğu ölçüde "herkes"in bir kısmını kahramanlıktan men
eder. Nihayetinde, lidere yapılan vurgudan vazgeçilememesi, her erkeği hep
bir parça eksik kahramanlığa mahküm eder.
344
Hanımcığım, biz bu mücadeleye ailelerimize güvenerek gir
dik. En büyük gücü , yardımı sizden alacağız. Eğer düşüncele
rimi paylaşıyorsanız, memleketemizin, insanlarımızın esenliği
için alışkanlıklarınızı aşıp öteki hanımlara şimdiden örnek ol
malısınız. Siz artık sadece benim eşim olarak kalamazsınız. Bi
zim ikimizin beraberce topluma örnek olmamızın zamanı gel
miştir. Yeni hayata birlikte başamak için sizden cesaret isti
yorum. Sizin desteğinize , özverinize muhtacım. Özellikle Lo
zan'da, beni bundan yoksun bırakmayınız. 50
. . . Gri bir pardösü ile iskarpin vs. aldı. Başını sıkma baş yapa
caktı. Bunların ne büyük bir özveri olduğunu bir erkek acaba
bilebilir miydi?
Ama hak ve söz vermişti.
Milletinin şerefi ve saygınlığı için böyle giyinmek günah da
olsa sonucuna katlanacaktı. Yüce Allah'ın bu özveriyi, bu ken
dini feda edişi beğeneceğini ümit ediyordu . Tersi sırf kendi
ni düşünmek yani bencillik olurdu . Bunu ne Allah hoş görür
dü , ne de kul. 51
346
diğer kadınların hislerine havale ederek dile getirir. Buna gö
re, Latife Hanım, eğitimlidir, çağdaş bir giyim tarzına sahiptir,
kararlıdır, kendini önce Mustafa Kemal'e ardından vatana ada
maya hazırdır. Ancak, bir kadının kendi başına kararlılığı eril
okuma açısından fazladır; dolayısıyla, Latife Hanım aynı za
manda sakıncalıdır. Bu sakıncalılık durumu , kah Zübeyde Ha
nım'ın dilinden -"Latife iyi kız, çok iyi kız . . . Ama oğluma göre
değil. . . . O oğlumu değil, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'yı se
viyor,"- açıkça kah Halide Edib'in Fikriye Hanım'ın aşkı karşı
sında Latife Hanım konusundaki kararsızlığını muğlak bir şe
kilde belirtmesiyle aktarılır. Özakman'ın, Latife Hanım'la ilgili
en net yargısı ise Latife Hanım'ın hayatını kadınların tarihi için
den anlatan lpek Çalışlar'ı eleştirisinin satır aralarında okuna
bilir. Buna göre:
347
natif bir okumayı da temsil etmektedir. Benzer bir sahneleme
Ayşe Durakbaşa'nın Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Femi
nizm adlı kitabına referansla görülebilir. 54 Özakman'ın üçleme
sinde kah cephe gerisinde Mustafa Kemal'i desteklemek üze
re kah Ankara'da kadınlara konuşma -yaparken değil- yapma
dan önce ve yaptıktan sonra, kah Ankara'da Mustafa Kemal'le
fikri tartışma içerisinde resmedilen, nihayetinde siyasi fikirle
rini sürekli değiştirmesi ve dolayısıyla tutarsız olduğu imasıy
la ve alınganlığı ve "küsme huyuyla" tespit edilen Halide Edib,
Durakbaşa'nın çalışmasında bağımsız entelektüel tutumuyla
ön plana çıkar. Yanı sıra, Özakman'ın üçlemesinde özellikle Şu
Çılgın Türkler'i konu edinen akademik ve entelektüel eleştiriler
söz konusu sahnenin yeniden inşasında işlevseldirler. 55
Esya Özyürek'in Cumhuriyet'in ilk döneminde yetişen ka
dınlarla yürüttüğü etnografik çalışma da böyle bir mit sahne
si içerisine dahiledilebilir.56 Çalışma, katılımcı kadınların anla
tılarında gözlemlenebilecek hafıza kurulumu çabasını/özlemi
ni örneklerken, kadınların anlatılarının tam da, 2000'ler Tür
kiyesi'ndeki sosyo-politik yapısal dönüşümle sürtüşen söylem
sel süreç üzerinden mit sahnesinin yeniden inşasına örnek teş
kil ettiği söylenebilir. Bu anlatılar Özakman'ın ait olduğu kuşa
ğın kadın bedenleri üzerinden Cumhuriyet tanımıyla ilişkilen
dirilebilir. Özakman'ın eserlerinde izlenen hatırlamaya çağrıda
özellikle ön plana çıkan kadın bedeni, erken Cumhuriyet nes
linin 2000'ler Türkiyesi'nin sosyo-politik dinamikleri karşısın
da duydukları yabancılığın da bir göstergesidir. Özyürek'in ça
lışmasında açıkça görüldüğü gibi yabancılık ve bu yabancılığın
348
nedeni olarak işaret edilen muhafazakarlaşma kaynaklı tedir
ginlik, örtünme pratiği üzerinden ifadelendirilir. Bu ifadelen
dirmede erken Cumhuriyet yıllarıyla bugün arasında doğru
dan bir karşıtlık kurulur: "O zamanlar peçe kullananlar çok az
dı. . .Başörtüsü takarlardı. . . Bugünkü kadınların aksine saçının
bir tek telini bile göstermemen gerektiğine inanmazlardı. . . O
zamanlar kadınlar başlarını açmaya o kadar hazırdılar ki bu
gün başlarını örtmeyi nasıl isteyebildiklerini anlamıyorum. "57
Özakman'ın metinlerinde , bu anlayamama haliyle bağlantı
lı olarak okuyabileceğimiz , Erken Cumhuriyet geçmişi içeri
sinden bugünün hedef kitlesine yöneltilen mesaj açıktır: "Al
lah'ın emri mi bu [ türban ] ? Hayır. Kendini Allah yerine ko
yan, O'nun adına yeni yasaklar getiren yobazın emri. "58 Öyley
se uyanık olun ! Açıktır ki bu , kadın bedeninin Kemalist yöneti
minin elden gidişinden duyulan rahatsızlığı imler.
Bu noktada, bugün, kadın bedeni üzerinden yapılan pazar
lıktan bahsetmek yerinde olur. Bu pazarlığın tarafları olarak
ulusalcı, milliyetçi-muhafazakar ve Islamcı cenahları tespit et
mek mümkün. Pazarlığın ana eksenini ise Cumhuriyet velya da
toplum velya da devlet için ideal insanın oluşturulması hedefi
oluşturuyor. Söz konusu cenahları birbirinden ayıran çizgi Is
lam'ın okunmasında çiziliyor. Özakman'ın metinlerinde tem
sil edilen Erken Cumhuriyet kurgusu içerisinde pozitivist gö
rüş hakimdir. Bu durum, inancın Cumhuriyet bağlamında ye
niden-ve yazara göre , kuşağını da temsilen, en doğru şekilde
yorumlanmasını beraberinde getirir. Nitekim, Özakman, Türk
lük-Müslümanlık ilişkisini tarihsel bir doğallık içerisinde ve
rirken, Türklükle özdeşleştirdiği ideal Müslümanlık kurgusu
nu merkeze alır:
57 A.g.y.
58 Diriliş Çanakkale 1 91 5 , s . 1 54.
349
olmaz yerde ve biçimde kullanılmaması için çocuklarına bu
adı vermez, onun hafifletilmiş biçimi olan Mehmet'i kullanırdı.
Bu Türklere özgü bir dikkatti.
Önlerine gelen yerde, gösterişli bir halde namaz kılmaları
da şaşırtıyordu. Türk kulluğu kulluğa yaraşır bir alçakgönül
lülükle, derin bir sadelik ve saygı içinde, gözden uzak yapma
ya çalışırdı.
Bu da Türklere özgü bir incelikti. 59
351
Sonuç
352
miyle gerçekleşir. Metinlerde mütemadiyen mitleştirilen Cum
huriyet ve öncesinde Türklük, yazarın 2000'ler gençliğiyle ile
tişim bağını oluşturur. Öncelikle yazar, kaybedilme tehlikesi
altında olduğunu hissettiği geçmişi yeniden canlandırmaya çı
kar. Bu sürece geçmişin sayesinde varolduğuna inandığı genç
özneleri de eklemeye çalışırken verdiği mesaj açıktır: Teyak
kuza davet. Gençlik, kayıp gitmekte olduğu düşünülen cumhu
run değerlerini ya da Kemalist mirası korumaya davet edilir. Bu
353
11
MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKAR TAHAYYÜL
VE 1 2 EYLÜL FİLMLERİ
Demet Lüküslü, Türkiye'de Gençlik Miti: 1 980 Sonrası Türkiye Gençligi, (İstan
bul: Iletişim Yayınlan, 2009) , s. 14.
2 Bu yazıda kullanılan veriler Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı'nda yazılmış olan " 1 2 Eylül Film
lerinin Üniversiteli Gençler Tarafından Alımlanması" başlıklı doktora tezin
den alınmıştır. Alan çalışması kapsamında Ankara'daki devlet üniversitelerin
de (Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Ortado-
355
gençlerin 2000 sonrası çekilen 1 2 Eylül filmlerini okuyup yo
rumlarken, milliyetçi-muhafazakar tahayyülün "bağlamsal bir
söylem"3 ve bir okuma stratej isi olarak nasıl devreye girdiği
dir. Böyle bir inceleme gençlerin film yorumlarında politik ve
kültürel anlamların nasıl (yeniden) üretildiğini gösterirken ,
onların hem filmlerle hem d e politikayla ilişkisi üzerine dü
şünme imkanını sunar.
" Gerçek izleyiciler" in, "tarihsel olarak spesifik özneler"in
anlamlarına yönelik ilgiyi "etnografik dönüş"le (ethnograph
ic turn) ilişkilendirebiliriz. Shaun Moores'un belirttiği gibi
l 970'lerin sonlarından itibaren, medya tüketimi üzerine yapı
lan çalışmalarda böylesi bir dönüşten söz etmek mümkündür.4
Özelde sinema-izleyici ilişkisine baktığımızda , Robert Allen'a
göre başlangıçta sinema tarihi , izleyici boyutu göz ardı edile
rek ya filmler herkes tarafından aynı biçimde izleniyormuş ya
da sinema tarihi, aygıtın ortaya çıkışından itibaren filmleri izle
yen milyonlarca kişinin tarihinden uzak ve ayrıcalıklıymış gi
bi yazılmıştır. 5 Film çalışmaları l 960'larda akademik bir disip
lin haline geldiğinde de, temel olarak auteur'lere ve onların ya
pıtlarına odaklanılmıştır. 6 Ancak, l 980'lerde ve l 990'larda film
çalışmaları alanında izleyicinin tarihsel olarak konumlandırıl
masının giderek daha fazla merkeze çekilmesiyle , sinema tari
hi sadece filmlerin ve yönetmenlerin değil, izleyicilerin filmlere
hangi anlamları atfettiğinin de tarihi haline gelmiştir. 7
ğu Teknik Üniversitesi) öğrenim görmekte olan 20 gençle, 1 2 Eylül filmlerini
nasıl alımladıklannı anlamaya yönelik olarak, her bir öğrenciyle üçer kez ol
mak üzere toplam 60 yan-yapılandırılmış görüşme yapılmıştır. 2000 sonrasın
da çekilen 1 2 Eylül filmleri arasından örneklem olarak seçilenler ise , Vizontele
Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004), Babam ve Oğlum (Çağan ırmak, 2005) ve Eve
Dönüş (Ömer Uğur, 2006) filmleridir.
3 Kavram janet Staiger'a aittir.
4 Shaun Moores, Interpreting Audiences (Londra: Sage, 1 995), s. 1
5 Robert C. Ailen, "From Exhibition to Reception: Reflections on the Audience
in Film History" , Screen, Cilt 3 1 , Sayı 4, ( 1 990) , s. 348.
6 Graeme Turner, " Cultural Studies and Film" , The Oxford Guide to Film Studies
içinde, john Hill ve Pamela Church Gibson (der.) (Oxford ve New York: Ox
ford University Press, 1998) , s. 1 96.
7 Robert Stam, Film Theory: An Introduction (Maiden, MA: Blackwell, 2008), Ro
bert Stam, Film Theory: An Introduction (Maiden, MA: Blackwell, 2008) , s. 23 1 .
3 56
Alımlama araştırmaları, izleyici tercihlerini ya da medya etki
lerini öngörmek ya da elde edilen bulguları genellemek yerine,
görgül materyali kuramsallaştırarak izleyicilerin medya metin
lerini nasıl anlamlandırdığını anlamaya ve açıklamaya çalışır.8
Bu çalışmalar, antropolojik araştırmalarla bazı genel niyetlerde
ortaklaşır; örneğin anlamlandırma ve sosyal bağlam açısından
ortak bir ilginin altı çizilebilir. Nitel izleyici araştırmaları, sosyal
özneler tarafından üretilen anlamları ve onların gündelik yaşam
pratiklerini, daha geniş yorumlama çerçeveleriyle iktidar yapı
lan içinde konumlandırarak açıklamaya çalışır. Bu ise kültürü
yalnızca betimlemekle kalmayıp, onu eleştirel bir biçimde ana
liz eden etnografik bir perspektife işaret eder.9
Sinemada alımlama çalışmaları konusunda bilişsel yakla
şım, etnografik yaklaşım ve tarihsel materyalist yaklaşım ol
mak üzere üç temel eğilimden söz etmek mümkündür. Bu bö
lümde ise tarihsel materyalist yaklaşım ile etnografik yakla
şım bir arada ele alınmaktadır. janet Staiger'ın ( 1 986) ilk ola
rak "The Handmaiden of Villainy: Methods and Problems in
Studying The Historical Reception of a Film" başlıklı makale
sinde önerdiği tarihsel materyalist yaklaşımda , inceleme ma
teryali olarak film eleştirileri kullanılır; filmler etrafında kuru
lan hakim ve alternatif söylemlerle bunların tarihsel bağlamı ir
delenir. 1 0 Etnografik yaklaşımda ise gerçek öznelerin anlamları
sorgulanmakta, bu anlamlar tarihsel materyalist yaklaşıma pa
ralel biçimde tarihsel ve kültürel bağlamlar çerçevesinde ana
liz edilmektedir.
Etnografik yaklaşımın tarihsel materyalist yaklaşımla birlik
te kullanılması hem tarihsel ve kültürel olarak spesifik özne-
3 57
lerin anlamlarını irdelemeyi hem de bağlamın öneminin altını
kalınca çizerek dolaşımdaki söylemlerin anlam çerçevesi ola
rak nasıl devreye girdiğini göstermeyi mümkün kılar. Nitekim
bu bölümde üniversiteli gençlerin 2000 sonrası çekilen 1 2 Ey
lül filmlerini okuyup yorumlarken, milliyetçi-muhafazakarlı
ğın, "bağlamsal bir söylem" ve bir okuma stratejisi olarak nasıl
devreye girdiği nitel yöntem ve teknikler aracılığıyla toplanan
veriler çerçevesinde tartışılmaktadır. Bunu yaparken ilk olarak,
neo-liberalizmin milliyetçi-muhafazakarlıkla ilişkisine kısaca
değinilmekte , ardından analiz kapsamında ele alınan üç film
hakkında bilgi verilmektedir. Takiben, "anti-sol söylem" , "an
ti-politika" , buna bağlı olarak toplumu "kaynaşmış bir kitle"
olarak tahayyül etme ve toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin öz
cü kavrayış temaları üzerinden milliyetçi-muhafazakar tahay
yüllün film okumalarındaki izleri sürülmektedir. Ayrıca milli
yetçi-muhafazakar görüşmecilerin film karakterleriyle kurdu
ğu ilişki de değerlendirilmektedir.
Neo-liberalizm ve milliyetçi-muhafazakarlık
3 58
landırmaya göre 1 980 sonrası farklı milliyetçilik hallerinin or
taklığı Sağ'ın "ruh hali, duruş/duyuş biçimi , üslubu . . . " olarak
muhafazakarlıkta kurulur. Tam da bu ortaklık, Türk-Islam Sen
tezi'nde vücut bulan egemen milliyetçi söylemsel pratiklerin he
gemonikleşmesini sağlar.
Milliyetçi-muhafazakarlığın neo-liberalizmle ilişkisi, ilk ba
kışta çelişkili gibi görünse de devamlılıklar üzerinden takip
edilebilir. Piyasa güçlerinin ve bireyciliğin yükselişiyle neo-li
beralizm, geleneği süpüren ana güçlerden biridir. Öte yandan
neo-liberalizm, meşruluğunu korumak ve muhafazakarlıkla
bağlantılı görünmek için ulus, cinsiyet, din ve aile gibi alanlar
da geleneğin sürmesine bağımlıdır. 1 2 David Harvey'nin belirt
tiği gibi neo-liberalizm ilk bakışta, kurumsal bir çerçeve için
de güçlü özel mülkiyet hakları, serbest pazar ve serbest ticaret
le nitelenen politik ekonomi pratikler teorisidir. Buna göre be
şeri refahı geliştirmenin en iyi yolu , bireysel girişimcilikle ilgi
li vasıf ve özgürlüklerin liberalleştirilmesidir. Burada devletin
rolü kurumsal çerçeveyi oluşturmak ve muhafaza etmekle ta
nımlanır. 1 970'lerden itibaren dünyanın her yerinde neo-libe
ral politik ekonomi pratiklere ve düşünüşe yönelim söz konu
su olmuş, neo-liberalizm dünyayı anlama ve yorumlama konu
sunda sağduyuya dönüşerek hegemonik bir söylem durumu
na gelmiştir. 1 3
Harvey, neo-liberal dönüşte , rızanın nasıl inşa edildiğini
açıklamak için Gramsci'nin "ortak kanı" (common sense) kav
ramına başvurur. Ortak kanı, yanıltıcı, zihin bulandırıcı ola
bilir; ya da gerçek sorunların kültürel önyargılarla maskelen
mesinde işlevsel olabilir. Kültürel ve geleneksel değerler (Tan
rı inancı, kadınların toplumdaki yeri) ve korkular (komünist,
göçmen, yabancı ya da "öteki" korkusu) harekete geçirildiğin
de, diğer gerçekliklerin üzeri örtülür. Gramsci politik sorunla
rın kültürel maskeler altında gizlendiğinde "çözümsüz" duru-
359
ma geldiğini kaydeder. Politik alanda rızanın nasıl inşa edildi
ğini anlayabilmek için de, politik anlamların altında gizlendi
ği kültürel kabuğu incelemek gereklidir. Buna göre, neo-liberal
dönüşü meşrulaştıran popüler rızanın üretimi için çeşitli ka
nallar kullanılmış, ideolojik etki, kurumlar, medya ve sivil top
lumu oluşturan kuruluşlar (okul, dini kurumlar, meslek kuru
luşları gibi) aracılığıyla dolaşıma girmiştir. 1 4
Pierre Dardot v e Christian Laval "çağdaş kapitalizmin ak
lı " olarak nitelendirdikleri neo-liberalizmi "insanların evren
sel rekabet ilkesi uyarınca yönetilmesinin yeni bir tarzını be
lirleyen söylemlerin, pratiklerin, düzeneklerin bütünü " ola
rak tanımlarlar. Yazarlara göre neo-liberalizm "bir ideoloji ya
da iktisadi politika olmadan önce öncelikle ve temel olarak bir
akı lsallık"tır "ve bu sıfatla, yalnızca yönetenlerin eylemini ya
pılandırmaya ve örgütlemeye yönelmekle kalmayıp, yönetilen
lerin de tutumlarını" yapılandırır ve örgütler. 1 5
Neo-liberal siyaset devletin basitçe geri çekilmesini değil, ye
ni temeller, yöntemler ve hedefler ekseninde politikaya katılı
mını gerektirir. Milliyetçi-muhafazakar siyasetle özdeşleştirilen
iç ve dış düşmanlar karşısında kendini savunma söylemi, poli
sin ve devlet denetiminin güçlenmesi, yerleşik otoritenin, baş
ta aile olmak üzere geleneksel kurum ve değerlerin yeniden te
sisi. 1 6 Bu saptama Ümit Cizre'nin , 1 980 sonrasında milliyet
çi-muhafazakar söylemin yönetsel düzeydeki taşıyıcıları olan
merkez sağ partiler üzerine okumasıyla paraleldir: Neo-libera
lizm, " 1 980 sonrası Türkiyesi'nde siyasal demokrasi ve ekono
mik liberalleşmenin arkasındaki itici güç" tür. 1 7
Neo-liberalizmin 1980 sonrası siyasal süreçlerde belirleyi
ci konumu her şeyden önce 1 980- 1 983 askeri rejiminin mev
cut sosyo-politik yapıyı çökertip yerine yeni bir yapı inşa etme-
16 A.g.y . , s. 246.
17 Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ-Ordu-lsldmcılık (lstanbul: lleti
şim Yayınlan, 2005), s. 29.
360
siyle mümkün kılındı. Geçiş süreci ve onu takip eden sivil re
jimlerde, bir yandan bireysel hak ve özgürlükler için neo-libe
ralizm savunulurken öte yandan topluma, muhafazakar sosyo
kültürel söylemlerle hitap edilmekteydi. Böylece rızanın inşa
sı ikili bir eksende kuruluyordu : Bireysel hak ve özgürlükler
söylemi, homo economicus'a referansla inşa edilir ve pratiğe ge
çirilirken, diğer taraftan muhafazakar sosyo-kültürel söylem
ler aracılığıyla cemaat toplumu arzusu yeniden canlandırılı
yordu . Bu ikilik, ekonomik ve sosyal alanların ayrımını çağıran
neo-liberal önceliklerle çelişmek bir yana, son derece uyumlu
dur. 1 8 Türkiye'de 2000'li yıllarda söz konusu olan ise, "ustalık
dönemi"ndeki AKP'nin milliyetçi-muhafazakarlığı , başka de
yişle Türk-Sünni lslam sentezini siyasal ve kültürel alanda he
gemonik hale getirmesidir.
Bölümün izleyen kısımlarında ele alınacak olan veriler ,
tam da neo-liberal-muhafazakar-milliyetçi eksenlerde seyre
den siyasal yeniden yapılanma sürecinin olgunluk evresi olan
2000'lerde , gençlerin 1 2 Eylül filmlerini yorumlarken, milli
yetçi-muhafazakarlığın bir anlam çerçevesi olarak nasıl dev
reye girdiğini göstermektedir. Veri analizine geçmeden önce
ise 2000 sonrası çekilen " 1 2 Eylül filmleri" içerisinden seçil
miş olan Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004) , Babam ve
Oğlum ( Çağan Irmak, 2005) ve Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006)
filmleri hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Takip
eden bölümde ise gençlerin milliyetçi muhafazakar bir söy
lemsel çerçeveden bu filmleri nasıl yorumladıkları üzerinde
durulacaktır.
18 Simten Coşar, "The AKP's Hold on Power: Neoliberalism Meets the Turkish
Islamic Synthesis" , Silent Violence: Neoliberalism, Islamist Politics and the AKP
Years in Turhey içinde, Simten Coşar ve Gamze Yücesan-Özdemir (der.) (Ot
tawa: Red Quill Books, 20 1 2) , s . 87-88.
361
darbe sonrası yaşananlardan, ana karakterlerin öyküleri ara
cılığıyla kesitler sunmaktadır. Filmler farklı türsel ve anlatı
sal özelliklere sahiptir. Vizonte Tuuba komedi, Babam ve Oğlum
melodram, Eve Dönüş ise politik dram olarak tarif edilebilir.
Filmlerin öykülerine ve ana karakterlerine değinecek olur
sak, Vizontele Tuuba'da 1 2 Eylül'e giden süreçte ülkenin Do
ğu'sundaki bir kasabadaki gündelik hayattan kesitler sunul
maktadır. Güner Sernikli (Tarık Akan) 1 9 eşi Aysel (ldil Fırat)
ve kızı Tuba'yla (Tuba Ünsal) birlikte siyasi görüşlerinden do
layı Anadolu'nun kütüphanesi bulunmayan ücra bir kasabası
na kütüphane müdürü olarak sürgün edilmiştir. Onları "kasa
banın delisi" olarak görülen Emin (Yılmaz Erdoğan) karşılar.
Güner Bey kasabaya bir kütüphane kurmak ister. Belediye baş
kanının (Altan Erkekli) , Emin'in ve Tuba'nın yardımlarıyla bu
nu başarır. Halkı kütüphaneye çekebilmek için de yıllar önce
toprağın altına gömülmüş olan televizyonu kullanırlar. Bu ara
da Emin ile Tuba arasında çocuksu bir aşk doğar.
Bir 1 2 Eylül filmi olarak baktığımızda , öncelikle Vizontele
Tuuba'nın darbeye ve sonrasında yaşananlara değil, darbeden
önceki süreçte, bütün yoksun bırakılmışlıklarına rağmen, ken
di halinde yaşamları olan insanların gündelik hayatlarından ke
sitlere odaklandığını söyleyebiliriz. 1 980 öncesi politik kutup
laşmayı filmin geçtiği kasabada görmeyiz; siyasal mücadele, iki
devrimci grup arasında naif fraksiyon çekişmesiyle ve belediye
başkanı Nazmi ile Latif (Cezmi Baskın) isimli karakter arasında
kurulan "iyi niyetli, halkı için çalışan, dürüst politikacı" "kay
pak, çıkarcı, üç kağıtçı politikacı" ikiliği üzerinden işlenmiştir.
Filmde memlekette olup bitenler ise televizyondaki haberler
aracılığıyla özet biçimde verilir. Filmin sonlarında 12 Eylül As
keri Darbesi gerçekleşir. Kütüphane askerler tarafından darma
dağın edilir. Güner Sernikli ve kasabanın gençleri askeri araçla
ra bindirilip götürülürler. Tuba da hüzünlü bir şekilde Emin'le
19 Tarık Akan'ın filmde canlandırdığı Güner Sernikli, gerçek hayattan aynı isimle
alınmış bir karakterdir. Filmde Van'ın Gevaş ilçesine sürülen idealist bir dev
let memuru olan Güner Sernikli, gerçekte 1 2 Eylül 1 980'de Hakkari'ye sürgün
edilmiş ve orada yedi yıl yaşamış bir kütüphane memurudur.
362
vedalaşıp annesi ve onları almaya gelmiş olan anneannesiyle
birlikte kasabadan ayrılır.
Babam v e Oğlum'da ise darbe, filmin hemen başında ger
çekleşir. Gazeteci olan Sadık (Fikret Kuşkan) darbe yapıldı
ğından habersiz eşi Aysun'u (Tuba Büyüküstün) doğum için
hastaneye yetiştirmeye çalışır. Taksi bulamazlar ve sokaklar
da yardım edecek kimse yoktur. Aysun bebeğini bir parkta
doğurmak zorunda kalır ve hayatını kaybeder. Şok durumun
daki Sadık kucağında bebeğiyle darbe olduğu haberini sokak
taki askerlerden alır. Filmin açılış sekansının ardından j ene
rik başlar. jenerik yazılarıyla birlikte perdeye yansıyan görün
tüler bize Sadık'ın hapishanede gördüğü işkenceyi, bu arada
oğlu Deniz'in ( Ege Tanınan) sütannesi tarafından büyütülü
şünü , ardından Sadık'ın hapishaneden çıkarak oğluna kavuş
masını , Sadık'ın anne (Hümeyra) ve teyzesinin (Şerif Sezer)
ziyaretlerini gösterir. Yönetmen , 12 Eylül Darbesi'nin ardın
dan Sadık'ın yaşadıklarını bu özet görüntüler aracılığıyla ak
tarmayı tercih etmiştir.
Anlatı, aradan yedi yıl geçtikten sonra devam eder. Darbe gü
nü sabaha karşı dünyaya gelen Deniz büyümüştür. Sadık, De
niz'i de yanına alarak Seferihisar'daki baba evine doğru yola çı
kar. Çeşitli ipuçları verilmekle birlikte seyirci , Sadık ve baba
sı Hüseyin Efendi (Çetin Tekindor) arasındaki diyaloğa ve has
tanede Hüseyin E fendi'nin doktordan öğrendiklerini diğer aile
üyelerine açıkladığı sahneye kadar, Sadık'ın hapishane koşulla
rı ve işkence yüzünden ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve
kısa bir süre sonra öleceğini bildiği için oğlunu emanet etmek
üzere baba ve annesinin yanına döndüğünü bilmez.
Film doğrudan darbeye odaklanmak yerine, baba-oğul ilişki
si üzerinden ilerlemekteyse de, anlatıdaki tüm acı olayların do
laylı nedeni 1 2 Eylül'dür: Aysun'un sokak ortasında doğum ya
parak ölmesi, Sadık'ın cezaevinde gördüğü işkence ve kötü mu
amele sonucu ölümcül bir hastalığa yakalanması, Deniz'in an
nesiz büyümesi ve sonunda babasını da kaybetmesi, Hüseyin
Efendi ve Nuran Hanım'ın bir yandan evlat acısı çekerken diğer
yandan torunlarını büyütme sorumluluğunu almaları.
363
Vizontele Tuuba ile Babam ve Oğlum' dan farklı olarak Eve Dö
nüş filminde darbe sonrası yaşananlar, özellikle işkence boyu
tuyla anlatının odak noktasında yer almaktadır. Mustafa (Meh
met Ali Alabora) ve Esma (Sibel Kekilli) aldıkları renkli tele
vizyon yüzünden borçlanmışlardır, maddi güçlükleri aşmak
için fazla mesaiye kalmaktadırlar. Fabrikada işçi olarak çalışan
Mustafa ve Esma vardiyaları çakışmadığı için birbirlerini pek
göremezler, bu yüzden de karşılıklı not yazarak haberleşirler.
Bu arada kızlarına da anneannesi (Perihan Savaş) bakmaktadır.
Tatil günlerini arkadaşlarıyla piknik yaparak değerlendirecek
leri bir günde darbe olduğunu öğrenirler. Pikniğin iptal olma
sına ve darbenin tatil gününe denk gelmesine üzülürler. Esma
ev kiralarının artmasından endişe eder. Ülkedeki politik müca
deleden uzak olan bu çiftin, darbenin olası siyasi ve toplumsal
sonuçlarından haberi yoktur. Sokaklara asker hakimdir, Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) emir ve bildiriler yayınlamakta; Es
ma ile Mustafa'nın çevresinde durmadan tutuklamalar olmak
tadır. Mustafa ve Esma ise gündelik hayatlarına devam eder.
Mustafa fabrika dışındaki zamanları kendisi gibi politik mev
zularla ilgilenmeyen arkadaşlarıyla kahvede geçirir.
Bir gece kapının çalınma sesine uyanırlar. Sürekli onlara ev
den çıkmaları için baskı yapan ev sahibinin geldiğini düşünür
ler. Oysa gelen polislerdir. Esma ile kızlarının çığlıkları ve göz
yaşları arasında Mustafa'yı alıp götürürler. Mustafa, örgüt üye
si olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. 22 gün boyunca ağır bir
işkenceye maruz kalır. Şehmuz olmadığını defalarca söylemesi
ne ve polislere yalvarmasına rağmen işkence devam eder. "Ho
ca" olarak anılan, gözaltındaki bir başka kişi de (Altan Erkek
li) gördüğü çok ağır işkenceye rağmen, onun Şehmuz olmadı
ğını teyit etmiştir. Hoca, Mustafa'ya suçlamaları kabul etmeme
sini söyler.
Mustafa, örgüt üyesi olmadığı anlaşılınca serbest kalır. Bun
dan sonra Mustafa için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşin
den bir türlü haber alamayan, hiçbir sebep gösterilmeden işten
çıkarılan, ev sahibi tarafından kapıya konulan ve çok zor gün
ler geçiren Esma, baba evine yerleşmek durumunda kalmıştır.
364
Mustafa da dışarı çıkınca bu eve gelir. Tekrar fabrikaya dönmek
ister ancak içeriye girmiş olduğu gerekçesiyle işe geri alınmaz.
Kabuslar, halüsinasyonlar görür. İşkencenin yarattığı travma
yı atlatamaz ve Hoca'yı aklından çıkaramaz. Sonunda bir gaze
tede Hoca'nın çatışmada öldürüldüğü haberini okur, oysa onu
en son gördüğünde siyasi şubede vücuduna elektrik verilmiştir
ve ölmek üzeredir. Hoca'nın verdiği adrese gitmeye ve evdeki
lere haber vermeye karar verir. Ayak seslerini duyar ve korkuy
la oradan uzaklaşır. İçeridekiler Hoca'nın annesi ve kız karde
şidir. Yolda siyasi şubeden polisler Mustafa'yı durdurur ve içeri
alıp öldürmekle tehdit ederler. Bu sırada onu örgüt üyesi oldu
ğu gerekçesiyle ihbar eden kişinin ev sahibi olduğu ortaya çıkar.
Mustafa bir hışımla kahveye gelir, ev sahibini bulur ancak ona
hiçbir şey söyleyemez . Bu arada diğer bir masada okey oyna
makta olan kişiler onun hakkında konuşmaya başlarlar; "bu iş
lerle uğraşmayanlar"ın başlarının belaya girmeyeceğini düşün
mektedirler. Tam bu konuşma sırasında polisler içeri girer, ta
rifteki eşkale uydukları gerekçesiyle başlarına bir şey gelmeye
ceğini düşünen iki adamı alıp götürürler. Adamlar şaşkın vazi
yette götürülürken, duvarda asılı duran Kenan Evren ve MGK
fotoğrafını görürüz. Film darbenin bilançosuyla beraber, darbe
cilerin yargılanmamış olduğu ve ülkenin halen 1 2 Eylül Ana
yasası ile yönetilmekte olduğunu söyleyen yazılarla son bulur.
365
"Anti-sol" ve "anti-politika"
20 Tanı! Bora, 'Türk Sağı: Siyasi Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve Deneme
si" , Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman imgeleri içinde, inci Özkan Keresteci
oğlu ve Güven Gürkan Ôztan (der. ) C lstanbul: lletişim Yayınları, 201 2 ) , s. 10.
2 1 A.g.y. , s. 1 1 .
366
pit edebiliriz. Bu düşünceyi doğrular biçimde, kimi görüşmeci
ler kendilerine yöneltilen soruları yanıtlarken, politik filmlerin
ve 12 Eylül filmlerinin daha çok sol bakış açısından çekildiğini
söylemekte ve bundan duydukları rahatsızlığı dile getirmektey
diler. Örneğin görüşmecilerden Ülkü (AÜ , 2, K, 22) 22 bu doğ
rultuda bir görüş bildirmiş ancak söz ettiği konuda örnek ver
mesi istendiğinde , filmlerden çok Hatı rla Sevgili, Çemberim
de Gül Oya gibi televizyon dizilerinden söz etmiştir. Kendisi
ni açıkça milliyetçi olarak tanımlamasa da , taşıdığı kimi sem
bollerden (tuğra şeklindeki bir kolye , cep telefonunun ekra
nındaki Türk bayrağı gibi) ve Kürt meselesi gibi ihtilaflı konu
lara milliyetçi önceliklerle yaklaştığını söyleyebileceğimiz Ül
kü, sağ-sol çatışmasını "yapay bir boğuşma" şeklinde görmek
te , toplumu ise , "kaynaşmış bir kitle" olarak tahayyül etmek
tedir. Nitekim Vizontele Tuuba filminde çatışma halindeki iki
devrimci grubu "saçma sapan bir şey yüzünden birbirine giren
sağcı ve solcu gençler" biçiminde yorumlamıştır. Yanı sıra, bu
karakterler üzerinden, 1980 öncesi sağ-sol çatışmasına da atıfta
bulunarak uğraştıkları şeylerin, içinde bulundukları çatışma
nın ne kadar boş ve saçma olduğunu vurgulamıştır.
Ülkü , Vizontele Tuuba filmindeki iki farklı fraksiyonu temsil
eden devrimci gençler arasında geçen "Vatan tepesine yazı yaz
ma mücadelesi" ni de komik ve anlamsız bulduğunu söylemiş
tir. Onun düşüncesine göre filmde neden böyle bir sahne oldu
ğu anlaşılmaya çalışıldığında, filmle doğrudan bağlantısını kur
mamakla birlikte , dağlardaki Türk bayrağına ilişkin tam ola
rak hatırlayamadığı bir haberden söz etmiştir: " ( . . . ) bizim dağ
larımızda biliyorsunuz işte Türk bayrağı vardır, işte ay yıldızı
mız vardır filan. Onlarla ilgili bir haber olmuştu , bir bakan mı
ne , onları oradan sileceğiz gibi. . . Yani onu bana çağrıştırdı, onu
mu acaba şey yapmak istemiyor diye . . . Bence alakası yok ama . . .
Alakası olmaması gerekir. . . " Ülkü'nün sözünü ettiği haberin
içeriğinin ne olduğu anlaşılamasa da -"dağlarımız, ay yıldızı-
367
mız" gibi- kullandığı sözcüklerdeki aidiyet/sahiplenme vur
gusu dikkat çekmektedir. Bu noktada, vatan toprağını sahiplik
üzerinden anlamlandıran, bayrak gibi simgelere kutsallık atfe
den bir tahayyülde, o topraklardan bayrağı silmek isteyen "düş
man" algısıyla, beğenilen bir filmi yan yana getirmeme arzusu
nun yorumu yönlendirdiğini söylemek mümkün.
Ülkü , filmin son sahnesine ilişkin yorumunda da yine si
yasi meselelerin boş olduğunu vurgulayarak, Vizontele Tuu
ba'nın siyasetin ötesinde , asıl önemli olan şeyi -Tuba-Emin
aşkı üzerinden- iki insan arasındaki sevgiyi gösterdiğini söy
lemiş; Babam ve Oğlum filmini de, benzer bir şekilde "insana
verilmesi gereken değeri" gösteren bir film olarak tarif etmiş
tir. Ona göre filmin izleyicisi , olaylan hem Sadık karakterinin
hem de babasının bakış açılarından görebilmekte ve onların
neler yaşadığını anlayabilmektedir. Sadık'ın ailesini geride bı
rakıp politik nedenlerle evden ayrılışına ilişkin Ülkü , kendi
yaşantısından hareketle , insanın bazen doğru olduğunu dü
şündüğü şeyler uğruna gidebildiğini , ancak bunun da bir be
deli olduğunu , sonuçta yanlış şeylere sebep olabildiğini anlat
mıştır. Vizontele Tuu ba gibi B abam ve Oğlum'u da "geriye ka
lan tek şey sevgi" önermesiyle özetlenebilecek bir biçimde yo
rumlamaktadır. 2 3
23 Kadın görüşmecilerden bir diğeri olan Delal de (HÜ, 1, K, 18) Ülkü gibi Vizon
tele Tuuba ile Babam ve Oğlum filmlerini yorumlarken insanların birbirini sev
mesinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Fakat Ülkü'den farklı ola
rak Delal, Viwnte Tuuba filminde Emin ve Tuba karakterlerinin bir araya ge
lişlerini "öteki"likleri üzerinden anlamlandırmakta, Babam ve Oğlum'da baba
sının Sadık'ın mücadelesine omuz vermesi gerektiğini düşünmekteydi. Dola
yısıyla Delal için sevgi, "çatışmanın ve mücadelenin boş, anlamsız" olduğu dü
şüncesiyle değil, birbirini anlamanın, dayanışmanın, yan yana durmanın, bir
likte değiştirmenin ve dönüştürmenin imkanıyla anlam bulan bir kavramdı.
368
lar oluyor yani. O kadar olan şeyden sonra insanları birleşti
ren de tek şey bu .
369
Eve Dönüş filminde ana karakter Mustafa'nın arkadaşı Cahil
ile sendikanın iş yeri temsilcisi arasında geçen diyalog üzerine
konuşurken Ülkü , insanların mutlaka temel haklarının sağlan
ması gerektiği ; ancak sınıf çatışması eksenindeki politik mü
cadelenin "bizi ayrıştırdığı için" yanlış olduğu düşüncesini di
le getirmiştir. Ülkü'ye göre demokrasi, özgürlük gibi "soyut te
rimlerle" bir şeylerin çözülmesi mümkün olmadığından, sen
dikal mücadele içindeki karakterin söyledikleri, Mustafa ve ar
kadaşları için anlamlı değildir ve bu da anlaşılabilir bir şeydir:
370
çıkarlarının en iyi popülist seçkinler ve aydınlann vesayeti altın
da korunacağı düşünülür.25
Böyle bir seçkincilik, organizmacı toplum anlayışını ve radi
kal ve devrimci değişim önerilerinin, geleneğin korunması ve
silesiyle reddini çağırır.26 Ülkü'nün filmler üzerine yaptığı yo
rumları, toplumu organik bir bütün olarak gören, siyasal çatış
manın yerini "insanüstü" bir hakikat ve ölçüt olan "sevgi"nin
aldığı , hak olgusunu mücadeleyle edinilen değil, "başımızda
ki insanlar tarafından sağlanması gereken" bir olgu olarak an
lamlandıran sağ-muhafazakar söylemin içinde konumlandıra
biliriz . Süleyman Seyfi Öğün de muhafazakarlar için kamusal
hayatın, politik değil , kültürel bir anlamı olduğunu söyler. Bu
na göre "kamusal hayat orta sınıf değerler üzerinden iyi, dü
rüst insanların oluşturduğu ahlaki bir hayat küresidir"27 ve Ül
kü'nün vurgularıyla söylersek bu kürenin içinde siyasal kutup
laşma boş ve anlamsızdır. Bu düşünme biçimi, aynı zamanda
neo-liberalizmin siyaseti "yönetişim"e indirgeme ve politik ça
tışma olasılıklarının üzerini tutucu kültürel söylemlerle örtme
stratejileriyle de uyumludur.
Milliye tçi-muhafazakar söylemin anti-sol karakterine bir
başka görüşmeci olan ve kendisini milliyetçi olarak tarif eden
Tuğrul'un (GÜ , 2, E, 2 1 ) sözleri örnek gösterilebilir. Tuğrul'a
göre 12 Eylül'den önceki süreçlerde "Marx, Lenin, bunların ga
zına gelip Türkiye'de birtakım insanlar bir şeyleri değiştirme
ye çalışmış, bazıları da buna ( . . . ) müdahale etmeye çalışmış" tır;
dolayısıyla kavgayı başlatan solculardır ve ülkücülerin buna
karşı mücadelesi haklıdır. Tuğrul'un Eve Dönüş filminde de
darbeye ilişkin gördüğü şey, "suçlu"nun yanında "suçsuzlar"ın
da işkence görmüş, acı çekmiş oluşudur. 28 Tuğrul'un sözleri-
371
nin işaret ettiği şeyi Bora'nın "ülkücü hareketin uyguladığı şid
det ve terörü meşrulaştırmak için başvurduğu" gerekçenin adı
olan "milli refleks " kavramıyla açıklamak mümkündür:
372
Faşist hareket, tematik-programatik açıdan asli ideoloj ik il
ham ve başvuru kaynağını teşkil eden "aşın" -milliyetçi ve ırk
çı fikriyattaki özcü karakteri, sorunsalını belirleyen totaliter ve
radikal dünya görüşü içinde uçlaştırmış, aşkınlaştırmıştır. Fa
şist ideoloj i ırkçı-milliyetçiliği, bir politika ya da gelişme/kal
kınma/kurtuluş/diriliş stratej isi olmaktan öte, bizatihi dünya
görüşü ölçeğinde yeniden üretir. Doğuştan "verilmiş" , ezelden
ebede giden "sahih" bir üstün kimliğin oluşturduğu hale, fa
şizmin hedef kitlesini tatmine uygundur. 31
31 A.g.y. , s. 1 44 .
32 A.g.y. , s. 1 46.
33 Sağ tahayyülde solcu imgesinin şeytanlaştırılan bir "düşman" figürü olması
nı, özellikle Soğuk Savaş döneminin "anti-komünizm"iyle başlatabiliriz. Sinan
Yıldırmaz'ın belirttiği gibi "ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en yaygın po
litik unsurlarından biri" olan anti-komünizm, savaş öncesi dönemde de var
dır. Ancak, savaş sonrasının öncekinden farkı, "artık anti-komünizmin bir ne
vi devlet politikası olarak uygulanması ve bunun uygulanmasına yönelik yeni
araçların geliştirilmesidir" .Yıldırmaz, bu dönemde "Türkiye'deki anti-komü
nist propagandanın temel unsurları"nı '"milli gurur' eşliğinde kurgulanan mil
liyetçilik, toplumsal paranoya ve korkular ve toplumsal grupların yaşam tarz
larına yönelik muhtemel tehditler" olarak sıralar. Sinan Yıldırmaz, "Nefretin
ve Korkunun Rengi: 'Kızıl"' , Türk Sagı: Mitler, Fetişler, Düşman imgeleri için
de, s. 48, 56-57 .
34 Giddens, Sag ve Solun Otesinde, s. 16�
373
rollerine ilişkin yorumlan hem muhafazakar zihinsel örüntüle
ri göstermek hem de neo-liberal zamanların ruhunu ifşa etmek
bakımından anlamlı görünmektedir. Görüşmecilerin ifadeleri
ne bakıldığında milliyetçi-muhafazakar düşüncelerin genellik
le "aileden geldiğinden" söz edilebilir:
374
ların ve değerlerin muhafaza edilmesi gerektiğini düşünmek
tedir. Ona göre aksi halde ailelerin dağılması, boşanmalar gi
bi olumsuz durumlar ortaya çıkmaktadır. Tayfun Atay'ın ifa
desiyle gelenekçilik, '"gelenek' addedilen her ne ise onu ala
bildiğine öne çıkaran, özneleştiren, hatta bazı örneklerde kut
sallaştırma noktasına kadar varabilen bir fikriyattır" .35 Muha
fazakar düşüncede aileye ve ona ilişkin değerlere kutsallık at
fedildiği gibi büyüklerin, özellikle de babanın otoritesi mutlak
kabul edilir. Aileye bakışla millet tahayyülü arasında da bir de
vamlılık vardır: Buna göre millet-organizmacı toplum anlayı
şıyla uyumlu bir şekilde-genellikle aileye benzetilir ve bu kez
"devlet baba" nın otoritesi mutlak ve meşrudur. Ülkü , Alper ve
Mehmet'in aileye ilişkin görüşleriyle devlet otoritesine bakışla
rı arasında böyle bir paralellikten söz etmek mümkün. Üç gö
rüşmecinin de aile ve millet nosyonlarında "birlik ve beraber
lik" vurgusunun ağırlıkla yer aldığı gözlemlenmiştir. Ayrıca ai
leyi kutsayan bu muhafazakar söylem, başta da belirtildiği gibi
neo-liberalizmin ihtiyaç duyduğu geleneksel kurum ve değer
lerin yeniden tesisi için de hayati önem taşımaktadır. Dolayı
sıyla, gençlerin aileye ilişkin sözlerinin neo-liberal zamanların
ruhuyla uyumlu olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Bunun
yanında ailenin muhafazasının, kadınlara ve erkeklere yükle
nen geleneksel-ataerkil rollerin de muhafazası anlamına geldi
ğini hemen belirtmek gerekir.
Şöyle ki, milliyetçi-muhafazakarlık özcü bir zihniyet örüntü
süne gönderme yapar. Bu kalıp içinde millet, milliyet, vatan ai
le, din gibi kavramların yanı sıra kadınlık ve erkeklik de özcü
bir biçimde kavranır. Görüşmecilerden Mehmet, Eve Dönüş fil
minden hareketle, onun düşüncesinde şiddetin meşru olduğu
durumlar olup olmadığı sorusuna verdiği yanıtta, erkeklik ve
şiddet ilişkisini bu türden bir özcülükle açıklamaktadır:
375
çok geldi. Nasıl diyeyim, bu , erkeklerin genel özelliğidir di
yeyim, hani yanında bir kız olursa mesela, sevgilin olsun, ha
ni arkadaşın olsun, başkası senin yanında ona sulanıyorsa, ha
ni ona karşı bir şey yapıyorsa, bu erkeklerde böyledir, hani bu
nasıl diyeyim bu genetik olarak açıklanabilir bence, ben bu
açıdan düşünüyorum. lnsan hani bir saldırma psikolojisi, ha
ni kadım koruma psikolojisi ya da kendi sinir olmasından do
layıdır da diyebiliriz. Hani kavga edebilir ya da belli durumlar
var eğer kaçamıyorsan, hani kavga etmek zorundaysan mec
bur kavga edeceksindir.
376
monik erkeklik düzleminde rahatlıkla bağlantı kurulabilir. Üs
telik milliyetçi söylemde çoğunlukla vatanın kadın bedeni ola
rak temsil edildiği düşünüldüğünde36 kadının korunmasıyla
vatanın korunması arasındaki devamlılık belirgin biçimde dik
kat çekmektedir. Ayşe Gül Altınay milliyetçilik çalışmaların
daki ortak varsayımları sıralarken "milliyetçiliğe sırf dar anla
mıyla bir siyasi ideoloji olarak değil, sosyal, ekonomik, kültü
rel oluşumların arkasındaki fikirler ve pratikler bütünü , dün
yayı algılayış biçimi olarak bakmak" gerektiğine dikkat çeker. 37
Bu da bakışın "siyasi arenadan kültürel alana" kaydırılması de
mektir. Nira Yuval-Davis'in de vurguladığı gibi milliyetçiliğe
içkin kültürelleşmiş söylemde, cinsiyetlendirilmiş beden
ler ve cinsellik" milletlere ve topluluklara dair anlatıların yeni
den üreticisi ve işaretleyicisi konumundadır. Toplumsal cinsi
yet ilişkileri de kültürel mücadelenin temel eksenlerinden biri
ni oluşturmaktadır.38
Genel olarak milliyetçi-muhafazakar gençlerin film yorum
larında öne çıkan vurgulara baktığımızda politik bir pozisyonu
savunmaktan çok kadın ve aileye bakışlarında doğal ve verili
kabul edilen kültürel söylemleri yeniden üretiyor olmaları dik
kat çekicidir. Bu da milliyetçi-muhafazakarlığın ideolojik ola
nı, kültürün diline çevirip doğallaştırma stratej isi olarak görü
lebilir. Gramsciyan bir ifadeyle söylersek bu strateji sayesinde
politik anlamlar kültürel kabuğun altına gizlenmektedir. Mu
hafazakar düşüncede kültür, nesilden nesile geçen bir pratikler
bütünü olarak görüldüğünden, kadın-erkek ilişkileriyle top
lumdaki kadınlık ve erkeklik rollerinin de dünden bugüne ge
len özsel bir karakteri olduğu savunulur. Bu "doğallık" , "otan
tiklik" , "özsellik" söylemi ataerkinin yeniden inşası için önem
li ve gereklidir:
36 Afsaneh Naj mabadi, "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplen
mek, Korumak " , Vatan, Millet, Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der) . (lstan
bul: lletişim Yayınlan, 20 1 1 ) , s. 1 29, 1 3 1 - 134.
37 Ayşe Gül Altınay, "Giriş: Milliyetçilik, Toplumsal Cinsiyet ve Feminizm" , Va
tan, Millet, Kadınlar içinde, s. 1 7
38 Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet. Ayşin Bektaş (çev.) (lstanbul: iletişim Ya
yınları, 20 10) , s. 83-84.
377
Hegemonik kültürler, dünyanın anlamı ve toplumsal düzenin
doğası hakkında özgül bir görüş sunarlar. Bu tür bir perspek
tif için kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler hayatidir ve bu
yüzden birçok toplumda kadınların erkekler tarafından de
netlenmesi de hayatidir. Kadınlar topluluk sınırlarının kültü
rel sembolleri olarak, topluluğun "şerefi"nin taşıyıcıları olarak
ve topluluk kültürünün nesillerarası yeniden üreticileri ola
39
rak kurulurlar.
39 A.g.y . , s. 1 3 1 - 1 32.
378
sındaki çeşitli bağlantıları tanımlayan bir kültürel süreçler bü
tününe gönderme yapar. Sinemasal özdeşleşmeye ilişkin ça
lışmaların önemli bir bölümü Freud'çu ve Lacan'cı psikanali
ze dayalıdır. Bunlardan farklı olarak jackie Stacey Star Gazing
isimli kitabında özdeşleşmenin kadın izleyiciler için ne anlama
geldiğini; sinemasal özdeşleşmenin, sadece erken dönem psişik
gelişimle analoj i kurarak değil, sinemanın ötesindeki sosyal an
lamlarla ilişkili kültürel bir süreç olarak nasıl kavramsallaştırı
labileceğini sorgular.40
Kişisel deneyim, tarihsel ve toplumsal koşullar içinde inşa
edildiğinden bu çalışmada da görüşmecilerin film karakterle
riyle kurdukları ilişki, kültürel ve politik bir bağlamda ele alın
maktadır. Görüşmeci gençlere filmleri izlerken kendilerini ye
rine koydukları bir karakter olup olmadığı, yakın-uzak/sempa
tik-antipatik/olumlu-olumsuz buldukları karakterlerin hangi
leri olduğu ; kimi zaman da tek tek karakterleri sayarak onlar
hakkında neler düşündükleri sorulmuştur.
Milliyetçi-muhafazakar gençler , Eve Dönüş filminde genel
olarak Mustafa karakterine olumlu , Hoca dışındaki solcu-dev
rimci karakterlere karşı ise, milliyetçi-muhafazakarlığın anti
sol karakteriyle uyumlu biçimde , olumsuz bir bakışla yaklaş
maktadırlar. Erdemli, akil bir karakter olarak çizilen Hoca'nın
devrimcilere karşı olumsuz yargılan bütünüyle altüst etmese
de bir miktar aşındırdığını söylemek mümkün. Benzer bir du
rumu Babam ve Oğlum filmindeki Sadık ve Vizontele Tuuba'da
ki Güner Sernikli karakterleri için de tespit edebiliriz . Sadık ve
Güner Sernikli örgütlü mücadele içindeki devrimci karakterler
değilseler de, birer solcu temsili olarak milliyetçiler dahil tüm
görüşmeciler tarafından olumlanmaktadırlar. Bir örnek vermek
gerekirse Tuğrul "sosyalist bir adama benziyor" diye tarif ettiği
Sadık'ın iyi bir karakter olduğunu , oğlunu çok sevdiğini, baba
sının onun için çizdiği yola isyan edip kendi inandığı değerle
rin peşinden gittiğini söylemiştir.
Görüşmecilerin politik konumları ve siyasetle ilişkilenme bi-
40 Jackie Stacey, Star Gazing: Hollywood Cinema and Female Spectatorship (Lond
ra ve New York: Routledge, 1994), s . 130, 1 3 5 .
379
çimleri onların film karakterleri hakkındaki görüş ve yorum
larında etkilidir. Ancak hemen burada filmde karakterin na
sıl temsil edildiğinin, hangi özellikleriyle öne çıkarıldığının da
son derece önemli olduğunu vurgulamak gerekir. Örneğin Ba
bam ve Oğlum filminde Sadık, politik duruşu ve eylemliliğiyle
değil, bir baba ve oğul olarak aile ilişkileri çerçevesinde ele alın
maktadır. Üstelik acı çeken, çaresiz ve mağdur bir insan por
tesi çizilmektedir. Dolayısıyla izleyiciler film hakkında konu
şurken sürekli olarak hislerinden söz etmekte, Sadık karakte
riyle de duygusal bir ilişki kurmaktadırlar. Hemen hemen tüm
görüşmeciler Babam ve Oğlum filminde ve film karakterlerin
de "kendilerinden bir şeyler buldukları" m söylemişler; "tipik
Türk ailesi" , "tipik Anadolu insanı" , "tıpkı babama benziyor" ,
"bizim insanımız" gibi aşinalığa vurgu yapan sözcükler sıklıkla
tekrar edilmiştir. Kurulan bu duygusal bağ sayesinde, milliyet
çi bir gencin gözünde Sadık "sosyalist bir adama benziyor"sa
da "iyi" biridir.
Buradan hareketle ve milliyetçi-muhafazakarlığın temel un
surlarından birinin "anti-sol" karakteri olduğunu göz önün
de bulundurarak, örgütlü milliyetçilerin ve "banal milliyetçi
lerin" solcu-devrimcilere ilişkin olumsuz imgesini aşındırmak
için, insani ve evrensel duygu ve durumlar üzerinden anlatıyı
kurmak bir temsil stratej isi olarak önerilebilir. Öte yandan, bu
duygulanım durumunun, bir ruhsal boşalımla sonuçlanmasını
engelleyecek, film bittikten sonra izleyicinin "normal yaşamı
na" dönmek yerine , sinema salonundan kafasında soru işaretle
riyle ayrılmasını sağlayacak anlatı stratej ilerinin nasıl olabilece
ği üzerine ayrıca düşünmek gerekir. Yanı sıra , film karakterle
rinin anlatıda deneyimleri sonucu değişip dönüşmelerinin, ba
sit fakat etkili bir politik strateji olduğu öne sürülebilir.
Sonuç bölümüne geçmeden önce film karakterlerine ilişkin
okumalarda ortaya çıkan kadın bakışının yokluğu meselesine
değinmek yerinde olacaktır. Buna göre yalnızca milliyetçi-mu
hafazakar olarak tarif ettiklerimizin değil, genel olarak kadın
görüşmecilerin, kendilerini yerine koydukları ya da kendileri
ne yakın buldukları film karakterleri çoğunlukla erkektir. He-
380
men ilk bakışta bu durum, örneklem alınan filmlerin anlatısın
da erkek karakterlerin (Vizontele Tuuba'da Emin, Babam ve Oğ
lum' da Sadık, Eve Dönüş'te Mustafa) kadın karakterlere göre da
ha merkezi konumlarda bulunmasıyla ilişkilendirilebilir. Bu
nunla birlikte Vizontele Tuuba'da filme ismini veren Tuba'nın,
Babam ve Oğl um'da (diğer filmlerdeki kadın karakterlerle kar
şılaştırıldığında daha ikincil olmakla birlikte) Sadık'ın anne
sinin, Eve Dö n üş te Esma'nın önemli karakterler oldukları da
'
41 Laura Mulvey, "Visual Pleasure and Narrative Cinema " , Film Theory: Critical
Concepts in Media and Cultural Studies lll içinde , Philip Simpson, Andrew Ut
terson ve K. ] . Shepherdson (der.) (New York: Routledge, 2004 ) , s. 56-67 . .
42 Mulvey, "Afterthoughts on 'Visual Pleasure and Narrative Cinema' Inspired by
King Vidor's Dud in the Sun ( 1 946) " , Film Theory: Critical Concepts in Media
and Cultural Studies lll içinde, s. 68-77
381
ya bir kütüphane yapılması, insanları kütüphaneye çekebilmek
için oraya konulan televizyonun tamiri gibi konularda etken
bir karakter olan Emin, Yılmaz Erdoğan tarafından canlandırı
lıyor olması dolayısıyla da cazibe kazanmaktadır. Fakat anlatı
nın kapanışında Emin de diğer karakterler gibi pasif bir konu
ma gelir. Darbe olur, kütüphane darmadağın edilir, Güner Bey
kasabanın solcu gençleriyle birlikte tutuklanır. Emin'in yapa
bildiği tek şey ise, ayrılmak zorunda olduğu Tuba'nın adını bü
yük harflerle dağa yazmaktır.
Babam ve Oğlum'da Sadık, Eve Dönüş'te Mustafa değiştirme
ve dönüştürme gücü olan değil , acının ve mağduriyetin mer
kezine konumlandırılmış karakterlerdir. Sadık babasıyla küs
künlüğünün son bulması konusunda bile aktif bir rol üstlen
mez ; aralarındaki buzların çözülmesi ancak hastalandığı ve öl
mek üzere olduğu gerçeğinin ortaya çıkışıyla mümkün olabilir.
Eve Dönüş'teki Mustafa siyasi şubede geçirdiği 22 gün sonun
da "bu işlerle ilgisi olmayanların" da darbe dolayısıyla başları
na gelebilecek korkunç şeyleri acı biçimde deneyimlemiş olur.
Fakat bu deneyimden karaktere kalan mücadele arzusu değil,
korku ve travmadır. Dolayısıyla bu filmlerdeki ana erkek ka
rakterler üzerinden anlatıyı takip etmek, kahramanların aktif
liğinden çok mağduriyetin yarattığı duygusal yakınlıkla ilişki
lendirilebilir. 43
Kuşkusuz ki biyolojik olarak kadın olmak, kadın bakış açı
sına sahip olmayı , kadınların hikayelerine merak duymayı , an
latılardaki kadınların yerine kendini koyarak film izlemeyi ge
rektirmez. Erkek egemen bir kültürde ve toplumda bütün bun
lar ancak feminist bilince, ataerkil sisteme ya da toplumsal cin
siyet eşitsizliğine ilişkin farkındalığa sahip olmakla mümkün
dür. Görüşmeci kadınların öykülerle ve karakterlerle kurduk
ları ilişkiye bakıldığında önemli bir kısmında böyle bir bilincin
ya da farkındalığın bulunmadığı söylenebilir.
382
Bununla beraber kadın görüşmecilerin karakterlerle kurduk
ları ilişkide, erkeklerle karşılaştırıldığında ortaya önemli bir
fark çıkmaktadır ve bunu "çoklu özdeşleşme" biçiminde tarif
edebiliriz. Kadın görüşmeciler erkeklerden çok daha sık biçim
de , olayları yorumlarken birden fazla karakterin bakış açısını
öne çıkarmışlardır. Buna göre kadınların filmleri izlerken olay
ları farklı açılardan anlama ve yorumlama olasılıklarının erkek
izleyicilerden daha yüksek olduğunu iddia etmek mümkün. Bu
durumu da kadınların gerek özel, gerekse kamusal alanda bir
birinden farklı, zaman zaman da çatışmalı ve çelişkili olan rol
ve kimlikleri taşırken ve performe ederken kazandıkları bece
riyle ilişkilendirebiliriz .
Sonuç
383
ni, cinsiyete dayalı geleneksel rolleri doğal ve verili kabul etme,
kadınları, vatanı ve milleti koruma görevini üstelen bir hege
monik bir erkeklik kavrayışı.
Bu yazıda yorumları incelenen milliyetçi-muhafazakar genç
ler, 2000'lerin 1 2 Eylül filmlerini genel olarak zihinlerindeki
toplum ve politika kavrayışlarına uygun, onları destekleyen ve
pekiştiren bir biçimde anlamlandırmaktadır; başka deyişle zi
hinlerindeki anlam çerçevelerini "muhafaza" etme eğiliminde
dirler. Eleştirel politik bilinç ve farkındalık yaratmanın yolu ,
popüler kültürden muhakkak geçmekteyse de anlam üzerinde
ki mücadelede muhalif anlamlan üretmek/yeniden üretmek ve
yaygınlaştırmak zorlu bir iştir ve ancak uzun vadeli, kapsamlı,
bir politik mücadeleyle mümkün olabilir.
384
YAZARLAR HAKKINDA
385
TAN IL BORA 1 963 Ankara doğumlu . İstanbul Erkek Lisesi'ni ve
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. 1 984-88
arasında haftalık haber dergisi Yeni Gündem'de gazetecilik yap
tı. 1 988'den beri lletişim Yayınları'nda araştırma-inceleme dizi
si editörüdür. O zamandan beri kitap çevirmenliğiyle de meşgul
dür. 1 993'ten 20 14'e kadar üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum
ve Bilim dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1989'dan beri dü
zenli yazdığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim'in 20 1 2'de yayın
koordinatörlüğünü üstlendi.
Ağırlıklı çalışma alanlan, Türkiye'de siyasal düşünceler, özellikle
sağ ideoloji ve milliyetçiliktir. Bu konularda yayımlanmış kitapları:
Devlet Ocak Dergah - 1 980'lerde Ülkücü Hareket (Kemal Can'la bir
likte - Iletişim Yayınlan, 199 1 ) , Milliyetçiliğin Kara Bahan (Birikim
Yayınları, 1 995 ) , Türk Sağının Üç Hali (Birikim Yayınları , 1 998) ,
Devlet ve Kuzgun - 1 990'lardan 2000'lere MHP (Kemal Can'la birlikte
- lletişim Yayınlan, 2004 ), Medeniyet Kaybı - Milliyetçilik ve Faşizm
Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006) , Türkiye'nin Linç Rejimi
(Birikim Yayınlan, 2008) , Sol, Sinizm, Pragmatizm (Birikim Yayınlan,
20 1 0) , Cereyanlar - Türkiye'de Siyasi ldeolojiler (tletişim Yayınları,
20 1 7) , Zamanın Kelimeleri (Birikim Kitapları, 20 1 8) , Hasan Ali Yücel
(tletişim Yayınlan, 202 1 ) .
386
biyat-siyase t ilişkisi, gündelik yaşam ve popüler kültür konula
rı oluşturmakta ve bu alanlarda makaleleri ve kitap bölümleri bu
lunmaktadır.
387
Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü'nde yüksek lisans ve doktora
derecelerini aldı. 1 997-20 1 2 yıllan arasında çalışmalarım Hacette
pe Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü , Siyaset
ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı'nda öğretim üyesi olarak sürdür
dü. Halen TED Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası llişki
ler Bölümü'nde öğretim üyesidir. Türk siyasal hayatı, Türkiye'de
siyasal düşünce, siyaset kuramı ve toplumsal cinsiyet konuların
da çalışmakta olan yazarın, bu alanlarda çeşitli kitap ve dergilerde
yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.
388
rileri vardır. Aynı zamanda Kampfplatz Felsefe ve Sosyal Bilimler
Dergisi yayın kurulu üyesidir.
389
"Mllliyetçlllğln farklı veçhelerle kişiselden toplumsala ve kamu
sala uzanan bir hatta birdenbire, kendiliğinden, bağlantıda ol
duklarımızın dilinde ve doğrudan kendi dilimizde beliriverdiği,
kurumsal iktidar mekanizmalarmm çekirdeğinden çıkan, kurum
sa/ iktidarı ellerinde bulunduranların gönüllü benimsedik/eri bir
söylem olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. [... ] Mll/lyetçlliğl böy
lesine sirayet edici kılan asli etmenin farklı biçim/eriyle cinsi
yetçi/iği içermesi, farklı tarihsel-siyasal dinamikler içerisinde
farklı cinsiyetçi pratikler/ işletebilmesi olduğu düşüncesiyle,
mllliyetçlllğin erkek yüzünü fark edip göstermenin ötesinde Tür
kiye 'de cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan toplumsal cinsi
yet rejimlerinin hangi milliyetçilik versiyonlarına temel teşkil
ettiklerine dair ipuçları sunmaya çalışıyoruz. "
M
birçok cephesiyle ele alan yazılardan oluşan bir der
leme: Eğitim düzeninin cinsiyetçilikle milliyetçiliği
birbirine lehimleyerek yeniden üreten yapısı. . . Med
ya ve haber dilinden güzellik yarışmalarına, Kurtlar
Vadisi'ne, milliyetçiliğin eril karakterinin tezahürleri . . . Buna karşılık,
kadınların milliyetçiliği "eğip bükmedeki" becerisi. . . Halkevleri sah
nelerinden ve Halide Edib Adıvar, Peyami Safa, Yakup Kadri Kara
osmanoğlu romanlarından Turgut Özakman'ın popüler milli hama
set metinlerine ve 12 Eylül filmlerine uzanan tarihsel seyirde, milli
yetçiliğin cinsiyet hiyerarşisiyle eklemlenmesinin analizi . . .
�,,,,
- . ,
İletişim