You are on page 1of 390

1-

w

(/)
z
Ü
__J
<(
(/)

::J
__J
Q..
o
1-
w
>
::s:::
.__J
o
1-
w

.__J
__J

�,,,,
- .,
lletişim Yayınlan 2250 •Araştırma-İnceleme Dizisi 372
ISBN-13: 978-975-05-1868-3
© 2015 tletişim Yayıncılık A.Ş. I 1. BASIM
1. Baskı 2015, İstanbul
2. Baskı 2021, İstanbul

EDlTÔR Tanıl Bora


YAYINA HAZIRLAYAN Kübra Yaşasın
DiZi KAPAK TASARIMI Ümit Kıvanç
KAPAK Suat Aysu
KAPAK FOTOCRAFI Hüseyin Türk
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZEL T1 Ebru Gezici
BASKI Sena Ofset SERTiFiKA NO. 45030
Litros Yolu, 2. Matbaacılar Sitesi, B Blok, 6. Kat, No: 4NB 7-9-11
Topkapı, 34010, İstanbul, Tel: 212.613 38 46
CiLT Güven Mücellit SERTiFiKA NO. 45003
Mahmutbey Mahallesi, Devekaldırımı Caddesi, Gelincik Sokak,
Güven lş Merkezi, No: 6, Bağcılar, İstanbul, Tel: 212.445 00 04

lletişim Yayınlan SERTiFiKA NO. 40387


Cumhuriyet Caddesi, No. 36, Daire 3, Seyhan Apartmanı,
Harbiye Mahallesi, Elmadağ, Şişli 34367 lstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
Derleyenler
SİMTEN COŞAR - AYLlN ÖZMAN

Milliyetçilik
ve Toplumsal
Cinsiyet
Edebiyat, Medya, Siyaset

�,,,,,
._ .

iletişim
İÇİNDEKİLER

GİRİŞ YERİNE. . . ....................................................................................... ............. 9

B1R1NC1 KISIM

Cinsiyetleıulirilmiş Millete Bakmak

} POPÜLER KÜLTÜR VE MİLLİYETÇİLİK:


SOKAGIN HİSSİ
SUAVi AYDIN .................... ................... ............ ............................... .... ....... .. .............. 19

2 TüRK1YE'DE EGİTİM, MİLLİYETÇİLİK


VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN KESİŞİM NOKTALARI
TUBA KANCI 77

J SEVGİNİN VE NEFRETİN EGİLİP BÜKÜLEBİLİRLİGİ:


KADINLARIN MİLLİYETÇİLİGİ
NAGEHAN TOKDOCAN ııı
1K1NC1 KISIM

Gündeliğin Günceli:
Medyada Cinsiyetin inşası

4 ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER
VE TOPLUMSAL CİNSİYET:
ERİLLİGİN BEDELİ
FUNDA GENÇOCLU ONBAŞI ... ...... ... .... . .. .... ... ........ ..... ......... . ............ ........ 143

5 BİR ERKEKLİK FANTEZİSİ: KURTLAR VADİSİ


AKSU BORA TANI1- BORA 175

6 MİLLİYETÇİ VE CİNSİYETÇİ SÖYLEMİN ÜRTAKLIGI:


HABERİN KİMLİK HALLERİ
BURCU ŞENEL .......................... ..................................... ....................................................... 195

7 BATI'YA GİDEN HER YOL MüBAH MI?


MİLLETİN GÜZELLİK YARIŞMALARIYLA İMTİHANI
EYLEM ÔZDEMtR .229

ÜÇ ÜNCÜ KISIM

Geçmiş ve Bugün: Mitler, Sahneler, Aktörler

8 "ERKEK DOGMADIK DİYE


YURDUMUZA Küs MÜYÜZ?":
HALKEVİ SAHNELERİNDEN KADIN KESİTLERİ
KADiR DEDE ....................................... ...................................... ....................... ..... 257

9 ÜÇ TARZ-I TAHAYYÜL:
HALİDE EDİB ADIVAR, YAKUP KADRİ
KARAOSMANOGLU VE PEYAMİ SAFA'NIN
ÜTOPYACI GELECEK KURGULARINDA
İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET
StNAN YILDIRMAZ - YASEMtN TEMIZARABACI YILDIRMAZ ................ 289
}0 MİLLİYETÇİLİGİN ERKEK ANIATISI:
ERİL PASAJIARDA KADIN SİLÜETLERİ
SiMTEN COŞAR - AYLIN ÔZMAN ... . . . . . 323
................................. ......... ...... .......... ...... ...

}} MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKAR TAHAYYÜL
VE 12 EYLÜL FİLMLERİ
ÇACLA KARABAC SARI ... . . ........... . . ...................................................................... 355

YAZARLAR HAKKINDA ... . . .. ... ............. ..................................... �5


GlRlŞ YERİNE

Bu kitabın arka planında, farklı coğrafyalarda ve tarihsel dö­


nemlerde bir siyaset tarzı, stratejisi, siyasal söylem, hareket,
ideoloji, siyasal-kültürel bir olgu olarak farklı biçimlerde işle­
tilen milliyetçiliğe içkin toplumsal cinsiyet rejimlerine, Türki­
ye özelinde bakma kaygısıyla, 1 2. Ulusal Sosyal Bilimler Kong­
resi kapsamında gerçekleştirdiğimiz panel yatıyor. Panel milli­
yetçiliğin popüler dilde ve/ya da gündelik yaşamda çoğunlukla
fark edilmeden akıp gitme biçimlerini, laf olsun diye söylenen,
okurken görülmeyen, söylendiğinde duyulmayan, ilk bakışta
fark edilmeyenleri gündeme getirme kaygısı taşıyan çalışmalar­
dan oluşmaktaydı. Aynı kaygıyı paylaşan, farklı disiplinlerden
akademisyenlerin yazılarının eklenmesiyle, gündelik yaşamımı­
zın farklı eksenleri içinden geçen milliyetçilik hattının toplum­
sal cinsiyet merceğinden görünür kılınması, elinizdeki derleme­
nin temel katkısını oluşturdu. Derleme bizim için, bugüne ka­
dar sıradanlığı itibarıyla çalışılmamış olanın yanı sıra halihazır­
da ziyadesiyle çalışılmış temaları sıradanlık içerisinde ele alan
yazılarla, tematik ve yöntemsel çeşitliliğin ortak derdin irdelen­
mesinde engel teşkil etmediğini göstermesi açısından önemli.
Nitekim, kitabın ilk kısmının ilk yazısı Suavi Aydın'ın Tür­
kiye'de milliyetçiliğin sosyal bilimler alanındaki yaygın ele alı-

9
nış biçimlerinin yapıcı bir eleştirisine ayrıldı. Aydın, "Popüler
Kültür ve Milliyetçilik - Sokağın Hissi" başlıklı katkısında, Tür­
kiye'de milliyetçiliğin tarihsel seyrini, siyaseten kurucu işlevi­
ni anlamak için salt tarihsel ve salt siyasal ve/ya da tarihsel-si­
yasal okumanın gerekli ama yetersiz bir tercih olduğuna, milli­
yetçiliğin gündeliğe sinmişliğini açığa çıkarmanın sadece muk­
tedirlerin kurumsal düzlemdeki görüntülerini, yapıp etmeleri­
ni değil, doğrudan tabi addedilenlerin, aynı zamanda öznellik­
leri vasıtasıyla yeniden kurdukları siyasal bir oluş biçimi olarak
milliyetçiliği gönnenin doğrudan öznelik halleri ve anlatılarıy­
la mümkün olabildiği saptamasından hareket ediyor. Bu çerçe­
vede , Aydın tarihsel-siyasal okumanın zemininde durması ge­
reken olarak antropolojik yaklaşımın altını çizerken, milliyet­
çiliklerin çeşitliliklerinin tek bir kuramsal yaklaşıma sığama­
yan bir olguyla karşı karşıya kalmamızı beraberinde getirdiği­
ne işaret ediyor: "Bütün bu çeşitlilik, olumsallık ve tarihsellik
milliyetçilikleri, ister resmi ve popüler formları arasında ister­
se farklı sorunların yaşandığı farklı coğrafyalar arasında olsun,
tek bir kuramsal açıklama içinde görebilmemize engel olmak­
tadır. " Suavi Aydın'ın metodoloji üzerine tartışmasını , birin­
ci kısmı tam da onun bıraktığı yerden tamamlayan Tuba Kan­
cı'nın katkısı, öncelikle derlemede yer alan tüm yazıların taki­
bi açısından vazgeçilmez olan teorik haritalandırmayı sunma­
sı itibarıyla önemli. Kancı, feminist milliyetçilik okumalarıy­
la ilgili literatür incelemesini takiben Türkiye'de bir devlet po­
litikası olarak milliyetçiliğin nesiller boyunca aktarımında ka­
dınlık-erkeklik rolleri vasıtasıyla doğallaştırılmasının tarihsel
izlerini dönemsel değişikliklere ve devamlılıklara bakarak sü­
rüyor. Böylelikle, farklı hükümet politikalarının, farklı tarih­
sel-siyasal dinamiklerin, milliyetçiliğin tezahürlerindeki etki­
sini açığa çıkartırken, toplumsal cinsiyet eksenli süreklilikle­
rin de altını çiziyor. Ne de olsa "ordu-millet geleneği halkımı­
zın ortak karakteri"dir ve kadınların bu doğrultudaki karakter­
lenme sürecinde rolleri, annelik, karılık, ev işlerinden gerekirse
meslek sahipliğine kadar uzanır. Kancı'nın okumasını , "Sevgi­
nin ve Nefretin Eğilip Bükülebilirliği: Kadınların Milliyetçiliği"

10
başlıklı bölüm takip ediyor. Nagehan Tokdoğan, milliyetçilik­
le hemhal olan kadınlarla birlikte yürüttüğü saha çalışmasıyla
tam da Suavi Aydın'ın işaret ettiği yönde, kadınların milliyetçi
öznel(l)iklerini gündelik pratikleri içerisinden okumaya, anla­
maya, aktarmaya çalışıyor, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ba­
ğıntısını feminist perspektiften değerlendirirken, kadınların ta­
biliği , güçsüzleştirilmeleri, milliyetçiliğe içkin patriarkal işleyi­
şe teslimiyetlerine odaklanmanın kapatıcı etkisine yanıt niteli­
ğinde milliyetçi söylemin kadınların dilinde eğilip bükülebilir­
liğini görmeyi öneriyor. Bunu yaparken, kadınların patriarkay­
la pazarlıklarının zorunlu olarak teslimiyeti beraberinde getir­
mesinin gerekli olmadığına ve söz konusu ince pazarlığın ma­
nipüle edilebilir niteliğine işaret ederken, milliyetçiliğin erilliği
massedici dilini de gözden kaçırmıyor.
Derlemenin ikinci kısmı popüler kültürde milliyetçi söyle­
min (yeniden) üretimine, mübadelesine , sıradanlaştırılması­
na, estetize edilmesine ve bu vasıtalarla olumlanma biçimleri­
ne odaklanan çalışmalara ayrıldı. Bu birbirinden çok farklı te­
malar üzerinden milliyetçiliğe içkin cinsiyetçiliği, cinsiyetçili­
ğe eklemlenen milliyetçi motifleri deşifre eden çalışmaların bir­
leştiği zemin, toplumsal gerçekliğin üretilmesinde; gerçek ola­
na ilişkin süreçlerin anlamlandırılmasında, belirleyici bir işlev
yüklenen medya metinlerini merkeze almaları.
Funda Gençoğlu Onbaşı, yazılı medyada yer alan bedelli as­
kerlik-vicdani ret tatışmalarına odaklandığı, "Zorunlu-Gönüllü
Milliyetçilikler ve Toplumsal Cinsiyet: Erilliğin Bedeli" başlık­
lı yazısında askerlik üzerine ana akım söylemsel pratikleri ana­
liz ediyor. Bu pratiklerde , eril dilin/siyasetin; toplumsal cinsi­
yet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle özdeşleşmiş cinsiyetçi ayrımcı­
lığın kurulma biçimlerinin izlerini süren Gençoğlu Onbaşı "ge­
rek resmi ve hakim söylemsel pratikler gerekse alternatif söy­
lemler üzerinden geliştirilen argümanların yerleşik eril siyaset
pratiğiyle girdikleri ilişki"deki çelişkilere dikkat çekerken, bu
süreçte özellikle LGBT birey ve gruplara yöneltilen ayrımcılı­
ğı ve ayrımcılığın yeniden üretimini gündeme taşıyor. Gençoğ­
lu Onbaşı'nın bıraktığı yerden erkekliğin hegemonyasından de-

11
vamla Aksu Bora ve Tanıl Bora "Bir Erkeklik Fantezisi: Kurt­
lar Vadisi" başlıklı çalışmalarında, "erkek kültürü" ve "erkeklik
deneyimi"ni görsel medyada Kurtlar Vadisi karakterleri üzerin­
den okuyorlar. Bora ve Bora " [ t] elevizyon dizilerinin masal ve
fantezi dünyasının, insanların 'gerçek' hayatına nasıl nüfuz ede­
bildigine" bakarken fantezide ve gerçeklikteki erkeklik ve ka­
dınlık kurgularının iç içe geçmişligini açıga çıkarıyorlar. "Mo­
demitenin 'baba'nın yası bile tutulamayan kaybıyla baglantılı
bir erkeklik krizi" oldugu tespitinden hareketle, kurucu erkek­
lik degerlerini, erkekliğin belirli bir biçimine referansla çözüm­
lüyorlar. Bunu yaparken, erkekliğin kuruluşu açısından vazge­
çilmez olan kadınlara, gerçek-fantezi arasındaki geçişkenlikte
yaygın olumsuz kadın ve nadir olumlu kadın imgelerinin arzu­
lanan erkekliğin üretimindeki işlevselligini irdeliyorlar. Burcu
Şenel, ana akım medyanın etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı
söylemlerin (yeniden) üretildigi, meşrulaştırıldığı ve toplumsal
gerçekligin, egemen milliyetçi ideoloj iyle uyumlu biçimde sınır­
landırıldıgı bir alan olduğu tespitinden yola çıktığı, "Milliyetçi
ve Cinsiyetçi Söylemin Ortaklıgı: Haberin Kimlik Halleri" baş­
lıklı yazısında, milliyetçi-ırkçı-cinsiyetçi söylemlerin kesiştikle­
ri alanda, Kürt kimliğinin yazılı medyada temsil, inşa ve alım­
lanma biçimlerini irdeliyor. Ana akım medyada, "eril bir anlatı
olarak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler" ,
Şenel'e göre "kadınlar ve heteronormatif olanın dışında konum­
lanan farklı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın,
temsil edil(e)memenin bir alanı"nı oluşturuyor. Eylem Özde­
mir de "Batı'ya Giden Her Yol Mübah Mı? Milletin Güzellik Ya­
rışmalarıyla İmtihanı" başlıklı çalışmasında, ana akım medya­
da yer bulan haber ve yazılar üzerinden, ulus inşa süreci ve top­
lumsal cinsiyet kurgusu arasındaki ilişkiyi merkeze alarak, Tür­
kiye'de düzenlenen ilk güzellik yarışması ömeginde "yeni Cum­
huriyet kadını" imgesiyle milliyetçi söylemin eklemlenme süre­
cini ve biçimini tartışıyor. Bu kapsamda Özdemir, okuyucunun
dikkatini "ilk güzellik yarışmalarında kullanılan milli söyle­
min üç zihinsel çerçeve"sine çekiyor: " Cumhuriyet'in Batılılaş­
ma hareketi ve yönelimi; 'yeni kadın'ın inşası; ve ırk söylemi"

12
Üçüncü kısım, Eylem Özdemir'in bıraktığı tarihsel dönem­
le başlıyor ve günümüz Türkiye'sine uzanıyor. Tiyatrodan si­
nemaya, romanlara ve tarihsel öykülemelere kadar uzanan bir
yelpazede, milliyetçilikle cinsiyetçilik arasındaki geçişkenliği,
milliyetçi söylemin toplumsal cinsiyet üzerinden yeniden üre­
timini inceleyen yazılar, bir yandan kurumsal iktidar meka­
nizmalarının dışında durduğu varsayılan kaynaklardan mukte­
dirin dilinin işleyişine bakarken, diğer yandan muktedirin di­
lindeki kırılganlığın bizatihi milliyetçiliği sahiplenen kadınla­
rın dilinden görünürlüğünü ve cinsiyetçi bir söylemin barın­
dırdığı nişlerin, öznesi kadınlar olduğunda nasıl manipüle edi­
lebileceğini soruşturuyorlar. Bu çerçevede Kadir Dede , "Erkek
Doğmadık Diye Yurdumuza Küs Müyüz? : Halkevi Sahnelerin­
den Kadın Kesitleri" başlıklı çalışmasında , ulus inşa sürecinde
görünürlük kazanan kadınlık kurgularını Halkevleri'nde sah­
nelenen tiyatro eserlerinde yer bulan kadın tiplemeleri üzerin­
den ele alıyor. Dede, ulus, uluslaşma ve toplumsal cinsiyet ara­
sındaki ilişkiyi teorik düzlemde irdelerken, "sahneden izleyi­
ciye, oradan da sokaklara ve hanelere ulaşması arzulanan me­
sajın cinsiyete dair içeriği"ne odaklanıyor. Sinan Yıldırmaz ve
Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz "Üç Tarz-ı Tahayyül: Halide
Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Peyami Safa'nın
Ütopyacı Gelecek Kurgularında ideoloji ve Toplumsal Cinsi­
yet" başlıklı çalışmalarında , Dede'nin çalışmasında irdelenen
mesaj a içkin gelecek kaygısının izlerini sürüyorlar. Üç farklı
dönemde, üç farklı yazar tarafından kaleme alınan ütopyaları
karşılaştırmalı bir perspektiften ele alan yazarlar, bu ütopist ya­
pılar içerisinde " feminist bir milliyetçilik ile Kemalist bir mil­
liyetçiliğin ortaklaştığı ve ayrıştığı" noktalarla birlikte "muha­
fazakar ahlakçılıkla birleşmiş bir milliyetçi algının tahayyül et­
tiği gelecekte toplumsal cinsiyetin nasıl kurgulandığı" sorusu­
na yanıt arıyorlar. Simten Coşar ve Aylin Özman, Turgut Özak­
man'ın üçlemesini inceledikleri, "Milliyetçiliğin Erkek Anlatısı:
Eril Pasaj larda Kadın Silüetleri"nde milliyetçiliğin içerisine gö­
mülen ve dolayısıyla görünmeze sabitlenen toplumsal cinsiyet
düzenlemelerinin, erkekler ve kadınlar arasındaki hiyerarşinin

13
ö tesinde kadınlar arasındaki sınıf ve etnisite farklılıklarım ke­
sen cinsiyetler hiyerarşisinin yeniden üretilişini odağa alıyor­
lar. Coşar ve Özman, bir yandan Özakman'ın ilgili eserlerinde
sıradanlaştırma-mitleştirme denklemi üzerinden işletilen po­
püler milliyetçi dilin kahraman arayışında, kahramansızlık aç­
mazını çözümlerken, diğer yandan bu eserlerde hedeflenen mit
sahnelerine sorgusuz dahil edilen ve/ya da davet edilen diğer
metinlerle girilen monolog ve/ya da diyalogların erilliğine dik­
kat çekiyorlar. Çağla Karabağ Sarı'mn, 1 2 Eylül filmleri üzerin­
den yürüttüğü , "Milliyetçi-Muhafazakar Tahayyül ve 12 Eylül
Filmleri" başlıklı alımlama çalışmasında eleştirel bir okumaya
tabi tuttuğu milliyetçi-cinsiyetçi değerlendirmeler, tam da Co­
şar ve Özman'ın çalışmalarında detaylandırılan mit sahnesin­
de Özakman'ın seslendiği birincil kitle olan 2000'lerin gençle­
rine odaklanıyor. Karabağ Sarı, analizinde popüler kültür ala­
nına sirayet gücü milliyetçilik-cinsiyetçilik bileşkesiyle işleyen
tahakkümün yine popüler kültür içerisinden ve doğrudan mil­
liyetçi-cinsiyetçi söylemin öznelerinin kendiliğinden okumala­
rıyla kırılabileceği nişlere dikkat çekiyor. Yazarın da işaret et­
tiği gibi, söylem eğer akışkanlıkla tanımlanıyorsa popüler kül­
türden politik mücadeleye geçişin yolu çok uzun olmasa gerek­
ya da böyle olacağını ummak gerek.
Nihayetinde, milliyetçiliğin farklı veçhelerle kişiselden top­
lumsala ve kamusala uzanan hatta birdenbire , kendiliğinden ,
bağlantıda olduklarımızın dilinde ve doğrudan kendi dilimizde
beliriverdiği , kurumsal iktidar mekanizmalarının çekirdeğin­
den çıkan, kurumsal iktidarı ellerinde bulunduranların gönül­
lü benimsedikleri bir söylem olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz.
Bu kitapta, söz konusu farklı veçheleri , görünme biçimlerini ,
kurumsaldan kişisele oradan kolektife uzanan bir menzilde ör­
nekleme amacını taşıyoruz. Bunu yaparken milliyetçiliği böy­
lesine sirayet edici kılan asıl etmenin, farklı biçimleriyle cin­
siyetçiliği içermesi, farklı tarihsel-siyasal dinamikler içerisin­
de farklı cinsiyetçi pratikleri işletebilmesi olduğu düşüncesiy­
le, milliyetçiliğin erkek yüzünü fark edip göstermenin ötesin­
de Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan toplum-

14
sal cinsiyet rej imlerinin hangi milliyetçilik versiyonlarına temel
teşkil ettiklerine dair ipuçları sunmaya çalışıyoruz. Kahraman­
ların, silüetlerin, figüranların olmadığı eşitlikçi bir yaşam için
toplumsal cinsiyet temelli analize dayalı bir milliyetçilik deşif­
resinin elzem olduğu kabulünden hareketle, elinizdeki derle­
menin sadece açığa çıkarmaya değil, soru sordurmaya, doğru­
dan gündeliğin sorularıyla milliyetçi söylem vasıtasıyla sorgu­
suz kabul edilegelen ayrımcı pratikleri sorgulatmaya vesile ol­
masını diliyoruz .

15
B1R1NC1 KISIM

Cinsiyetlendirilmiş Millete Bakmak


1
POPÜLER KÜLTÜR VE M1LLİYETÇ1L1K:
SOKAGIN Htssı

S UAVi A YDIN

Giriş

Sosyal bilimlerde milliyetçilik dört alanda çalışıldı: Sosyoloji, si­


yaset bilimi, tarih ve antropoloji . . . Literatürün başlangıcı tarih­
sel analize dayanır. Zira özellikle 19. yüzyıl boyunca ulus-dev­
letlerin birer birer ortaya çıkışı ve bunların arkasındaki milliyet­
çi motivasyon, öncelikle bu yüzyılı ve bu yüzyılın 20. yüzyıla
sarkan etkilerini araştıran tarihçilerin ilgisini çekmişti (en iyi ör­
nek Hugh Seton-Watson'dur) . 20. yüzyılın başlarından itibaren
özellikle Almanya'da devlet nosyonunun kazandığı kutsallığa bi­
naen, kendisini devletin milli niteliğine bağlayan ve ona meşru­
iyet çerçevesi hazırlayan bir siyaset bilimi ve kamu hukuku lite­
ratürü gelişti. Anglosakson dünyanın buna cevabı sosyolojiden
geldi. Giderek bir "devlet bilimi" halini alan Alman siyaset bili­
minin özcü ve kültürcü yaklaşımına karşı, Anglosakson dünya­
sı milliyetçiliğini ve ulus-devletin tıpkı diğer sosyal olgular gibi
incelenebilir ve bu çerçevede sınıflandırılabilir fenomenler oldu­
ğunu savunan bir sosyolojiyi çıkardı. Her ne kadar kaynağı Dur­
kheim metodolojisi olsa da bu sosyolojinin manifestosunu Emst
Renan yazmıştı. ikinci Dünya Savaşı'nın ardından bu sosyoloji­
nin temel metinleri ortaya çıktı. 1970'lerde, kendisini kırsala ve
yağmur ormanlarına süren, akademik prangalarından kurtulan

19
antropoloji "kültür bilimi"nin ve hermeneutik'in kendisine sağ­
ladığı metodolojik olanakları kullanarak bu alana girdi. Antro­
poloji devletten bağımsız düşünmeye alışmış bir geleneğe sahip­
ti. Bu bakımdan milliyetçiliği ve ulus-devlet olgusunu bu olgula­
rın faili olan insandan (özneden) hareketle ve sosyoloji gelene­
ğinin tam aksine (cemiyet yerine cemaatle ilişkisi içinde) görüle­
bileceği yeni bir perspektif sundu . Bu perspektif, tarihselciliğin
ve ulus-devlet odaklı sosyolojizmin kararttığı sahayı yeniden ay­
dınlattı. Bu arada alanın tarihçiliği ise başka bir handikapın içi­
ne düşmüştü. Tarihçiler öncelikle dergileri keşfetti ! Ve bu min­
valde belirli dergileri inceleyen monografiler alanı kaplamakla
kalmadı, dergi analizleri ve fikir önderlerinin yazıları milliyet­
çilik araştırmasının yegane tarihsel dayanağı haline geldi. Kla­
sik Osmanlı tarihçilerinin düştüğü "defter analizi"ni (deftero­
lojiyi) tarih yapmak sayan gelenek, bu kez yakın tarih için def­
terin yerine dergiyi ikame ediyordu. Bütün tezler belirli dergile­
rin incelenmesine odaklanınca, o dergilerde yazan fikir insanla­
rının gerçek hayatta nasıl bir insan oldukları ve politik birer öz­
ne olarak neyi savunup ne eylediklerinden bağımsız, dergideki
yazılan üzerinden sınıflandırıldıkları bir kanonun parçası haline
getirildiklerini gördük. Hayatın kendisi, sokak, bir siyasal hare­
ket olarak milliyetçiliğin toplum içinde harekete geçirdiği dina­
mikler, toplumla etkileşimi, insanların hayatı anlamlandırma bi­
çimlerinin ve deneyimlerinin milliyetçilikle nasıl bir ilişki içinde
bulunduğu, insanlar arası ilişkilerin milliyetçiliğe nasıl tercüme
edildiği, özetle siyasal akımların sosyoloj isi böylelikle dışlanmış
oluyordu. Güya öznenin dili olduğu iddiasındaki postmodemist
siyaset felsefesi ise milliyetçilikle ilişkisini özneyi gözlemleyerek
ve konuşturarak değil, özne üzerine spekülasyon yaparak kur­
mayı tercih etti. Sonuç elbette felsefe adına da hüsran oldu. Oy­
sa Erle Hobsbawm'ın dediği gibi, "Uluslar ve milliyetçilik yuka­
rıdan inşa ediliyorsa da, tam olarak ancak aşağıdan, sıradan in­
sanların çoğunlukla ulusal olmayan, daha az milliyetçi olan ihti­
yaç ve beklentileri üzerinden anlaşılabilir. ''1

Eric Hobsbawm , Nations and Nationalism s ince 1780: Programme, Myth,


Reality(Cambridge: Cambridge University Press , 1 990) , s. 10.

20
Bu düzlemde de iki ana akımın çarpıştığını görürüz. Çarpışan
görüşlerden ilki milliyetçiliği harekete geçiren saikin iktisadi
gelişmeler olduğunu iddia eden ve daha çok Marksist çalışma­
lardan etkilenen bir tür milliyetçilik analizi iken; ikincisi duy­
guların temelini kuran bir "ortak ruh" tan hareket eden, roman­
tik ve tarihselci milliyetçilik analizidir. Oysa gerçek daha ortada
bir yerde olmalıdır. Hiç kimse , milliyetçilik dediğimiz fenome­
nin 19. yüzyılı şekillendiren iktisadi gelişmelerden ve modern­
leşmenin etkilerinden bağımsız biçimde değerlendirilebileceği­
ni ileri süremez. Kaldı ki bütün 20. yüzyıl ve 2 1 . yüzyılın başla­
rı da bu tespiti haklı kılacak pek çok veri sunmaktadır. Yine hiç
kimse , vatan için canını feda etmek kabilinden bir diğerkamlığın
ve özverinin belirli kültürel ve duygusal bir temeli olduğunu da
inkar edemez . Dolayısıyla, özellikle 1 9 . yüzyılın ve 20. yüzyı­
lın olaylarından hareketle milliyetçilik çalışmalarında büyük­
çe bir gri alanın ortaya çıktığını ve bu alanı anlamak için büyük
bir kuramsal çabanın harekete geçirildiğini görmekteyiz. Bu gri
alanda özellikle kültürel antropoloji ve kültürel çalışmalar yazı­
nının önemli bir katkı yarattığını söylemek mümkün.
Rogers Brubaker'ın altını çizdiği gibi ulus ve milliyetçilik tar­
tışmaları artık dört kuramsal gelişmenin sağladığı katkılar ışı­
ğında yürümektedir. Bu kuramsal katkıların başında kültürel
çalışmalar alanı içinde gelişen ağ kuramının ilham verdiği ça­
lışmalar gelmektedir. ikinci önemli katkı rasyonel eylem ku­
ramlarına karşı geliştirilen itirazların fikir açıcı katkılarından
doğmuştur. Üçüncüsü yapısalcı kuramsal tutumların yerini gi­
derek inşacı tutumlara terk etmesidir. Dördüncüsü ise postmo­
demist kuramsal duyarlılığın yükselişi eşliğinde parçalı ve gün­
delik olanın daha çok vurgulanmaya başlanması ve bu çerçeve­
de sabit ve kalıcı formlara ve açık seçik sınırlamalara bağlanmış
kategorilerin giderek erozyona uğramasıdır.2 Brubaker, bu ön­
cü çalışmasını izleyen dönemde kimlik meselesini sahada araş­
tırmaya giriştiğinde , buna bilfiil kendisinin de deneyimledi-

2 Rogers Brubaker, Nationalism Reframed: Nationhood and the National Ques­


tion in the New Europe, Brubaker (der.) ( Cambridge: Cambridge University
Press , 1 996) , s. 1 3 .

21
ği önemli bir başka katkıyı da ekleyecektir. Brubaker, özellikle
Transilvanya çalışmasında kimlik dinamiğini anlamak için et­
nografik bakış açısını ve "aşağıdan yukarıya" yürüyen bir sor­
gulama biçimini benimsemek gerektiğini söyleyerek bu beşinci
katkı alanının altını çizer.3 Benzer bir problemi ele alarak esa­
sen bir "imparatorluk tebaası" iken, ulus-devletin kurulması ve
nüfuz etmesiyle sıradan halkın "milli" olana nasıl dönüştüğü­
nü (veya "milli" olana nasıl dönüştürüldüğünü) araştıran bir
başka önemli saha çalışması da Michael Meeker'dan gelmiştir.4
Bütün bu kuramsal gelişmeler eşliğinde doğru soruyu yine
Rogers Brubaker sormaktadır. Ona göre temel soru "ulus ne­
dir" değil , "siyasi ve kültürel bir form olarak milliyete daya­
lı devletler (ulus-devletler) kendi içlerinde ve kendi araların­
da nasıl kurumsallaşmaktadır" sorusu idi.5 Brubaker 1990'lar­
da etnisitenin ve milliyetin, kimine göre özsel, kimine göre is­
tikrar kazanmış varlıklar olarak görülmelerine karşılık, çeşit­
li gruplaşma biçimlerine ve düzeylerine hayat veren , kendisi­
nin ancak böylece içinde hayatiyet kazandığı özel bir bağlam­
dan türeyen toplumsal kategoriler olarak anlaşılması gerekti­
ğini söyledi. Ona göre bu girişim, toplumsal grupların ve grup
kimliğinin edimsel (perfonnative) olarak anlaşılmasıyla müm­
kündü . Edimsel anlama, söylemsel-toplumsal alanlar içinde in­
şa edilen "grup hali"ni görmeyi mümkün kılmaktaydı. "Milli­
yet" ve diğer toplumsal kategoriler, tıpkı diğer durumsal (con­
tingent) kimlikler gibi , kültürel bakımdan güçlü ve sembolik
etkisi olan mitler, hatıralar ve anlatılar içinde kurumsallaşır,
söylemsel olarak vaz edilir ve yerleşir. Mekan bu süreç içinde
önemli bir rol oynar. "Mekan yaratma" yoluyla seçkinler gru­
bu ve onun geçmişi hakkında özgül kabullerin somutlaşması-

3 Roger Brubaker, vd. ,Nationalist Politics and Everyday Ethnicity in a Transylva­


nian Town, (Princeton: Princeton University Press,2006) .
4 Michael E. Meeker, A Nation of Empire: The Ottoman Legacy of Turkish Moder­
nity (Berkeley, Los Angeles ve Londra:University of California Press, 2002)
(Türkçesi: imparatorluktan Gelen Bir Ulus: Türk Modemitesi ve Doğu Karade­
niz'de Osmanlı Mirası, çev. Tutku Vardağh (lstanbul: lstanbul Bilgi Üniversite­
si Yayınlan, 2005) .
5 Brubaker, Nationalism Reframed, s. 16.

22
nı ve ebedileşmesini amaçlarlar. Çoğunlukla bu , resmen onay­
lanmış "hafıza mekanları"nın inşasını içerir. Hafıza mekanla­
rı aynı zamanda "duygu üreten" veya bilinçaltına atılmış duy­
gu ve izlenimlerin geri çağrıldığı mekanlardır. Dolayısıyla mil­
liyetçiliğin ve "milli duygu"nun sahada irdelenmesi hafıza , söy­
lem, mekan, mit gibi insan varlığını dışavuran soyut ve somut
varlıklarla doğrudan ilişki kurulmasını gerektirir. Bu çerçeve­
de , bu derlemede Nagehan Tokdoğan'ın milliyetçi kadınlar­
la birlikte yürüttüğü saha çalışması üzerinden sunduğu femi­
nist analiz milliyetçiliği tek tipleştirici okumaların sınırlılıkları­
nı, sahanın milliyetçi dilin ve eylemliliğin eğilip bükülebilirliği­
ni kaydeden açılımlarını sergilemesi açısından ömekleyicidir.

Duyguyu besleyen etkenler

Bir gruba ait hissetme

Modernleşme süreci pek çok eskil aidiyet çerçevesi üzerin­


de yıkıcı bir etki yarattı. Bir kiliseye veya cemaate ait olmak, bir
bölgeden veya yöreden olmak gibi toplumsal ve mekansal aidi­
yet çerçeveleri , 1 9 . yüzyılda iki şekilde yıkıldı. Bunlardan birin­
cisi vatandaşlık fikrinin giderek psikolojik bir üstünlük kazan­
ması, bazı yerlerde resmi kimliğin bu yeni çerçeve üzerinden
kurulması ve diğer aidiyet biçimlerinin resmiyet tarafından yok
sayılması; ikincisi ise vatandaş olmakla belirli ayrıcalıkların sa­
hibi olan bireylerin diğer aidiyetlerini giderek terk etmeleriydi.
İkinci etken, vatandaş olmakla belirli bir milli kimlikten olmayı
birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içinde gören egemen zihni­
yetin etkisi altında, bireylerin o kimlikten olmayan ötekine kar­
şı ayrıcalıklı ve üstün olarak tanımlanmaları, vatandaş kimliği­
ni önemli bir çekim alanı haline getirdi. Bilhassa Avrupa mil­
liyetçilikleri ve ulus-devletleri bu duyguya yaslandılar ve kitle­
sel desteklerini buradan sağladılar. Öte yandan bu durum, dış­
lananlarda da bir kimlik sıçraması yarattı. Kendi halinde, kendi
cemaati içinde iyi-kötü bir istikrar içinde yaşayan ötekiler, için­
de bulundukları siyasal yapının milli bir kimliği esas almasıyla

23
birlikte belirli ölçülerde dışlandılar ve bu dışlanma onların ör­
gütlenmesini sağladı. Bu örgütlenme, azınlık milliyetçilikleri­
nin doğuşuna yol açtı. Böylelikle aidiyet sadece kimlik kuran
değil, bir kimliğin siyasallaşmasına hizmet eden bir insan özel­
liği olarak, modern-öncesine göre çok fazla öne çıkan bir kate­
gori haline geldi. Bu nedenle ulus-devletlerin aynı zamanda bir
kimlik siyaseti izlemek durumunda kaldıklarını gördük.

Göç

Çeşitli etki kaynaklan olan göçler, ulus-devletlerin hem in­


san kaynağını oluşturdu hem de milli kimliği güçlendirecek bi­
çimde ulusal coğrafya olarak tanımlanan alanda ötekilerin göçe
zorlanması yoluyla, homojenleşmenin ve etnik temizliğin ka­
pısını açtı. Göç ve yer değiştirme, insanlık tarihinin başından
beri beşeri peyzajın temel oluşturucusuydu. Ancak 1 9 . yüzyıl­
dan itibaren göçün ulus-devletleri şekillendirici biçimde ve da­
ha önce bilinmeyen amaçlara binaen ortaya çıktığı görüldü. Bu
çerçevede dışarıdan aidiyet duydukları ülkeye gelenler (imm ig­
rants) genellikle milli kimliği güçlendiren bir etki yarattılar.
içeriden dışarıya sürülenler (emigrants) ise başka yerlerde (di­
yasporada) kendi milli kimliklerini geliştirdiler ya da kendile­
rine ait saydıkları ülkelere giderek bütünleşmeye çalıştılar. Son
örnek, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra kurulan Rus­
olmayan devletlerin içinde yaşayan ve Kafkasya gibi tehlikeli
savaş bölgelerinden kaçan Rusların Rusya'ya göçüdür. Bu göçle
gelenler Rusya'daki milliyetçi eğilimleri yükseltmiş ve keskin­
leştirmişti.6 Benzer biçimde, Sovyetler Birliği'nden lsrail'e göç

6 Brubaker'ın önceden haber verdiği gibi, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ye­
ni ortaya çıkan devletlerdeki Rus nüfusun Rusya'ya "geri çekilmesi" Rus milli­
yetçiliğinin değirmenine su taşımıştır. Ruslann, Rusya'nın yakın çevresindeki
Rus yerleşimlerinden toplu göçünün giderek artması milliyetçilerin elini daha
da güçlendirecek ve mülteciler "tarihsel olarak Rus sayılan" bölgeler üzerinde
kontrolü yeniden sağlama iddiasına bağlanmış radikal milliyetçiler için anah­
tar oy deposu haline gelecektir. Bkz. Rogers Brubaker, "Aftennaths of Empire
and the Unmixing of Peoples " , After Empire: Multiethnic Societies and Nation­
Building içinde, Karen Barkey ve Mark von Hagen (der.) (Boulder ve Oxford:
Westview Press , 1 997) , s. 1 75 .

24
eden Yahudiler de lsrail milliyetçiliğini yükselttiler ve sertleş­
tirdiler. 1 999 yılında onların kurduğu ve ağırlıklı olarak Rus­
yalı göçmenlerden oy alan Evimiz lsrail Partisi (Yisrael Beyte­
nu) , 2003'ten beri çeşitli kabinelerde koalisyon ortağı olma­
yı başardı ve lsrail'in sertlik politikalarının esas yürütücülerin­
den biri haline geldi. 7 Bu parti özellikle Filistinlilere ait toprak­
larda kurulan yeni yerleşimlerin güçlü bir savunucusu oldu ve
bu konuda hiçbir biçimde ödün verilmemesini savundu . Bu ,
"Büyük lsrail" projesinin mekansal kurulumu ve Yahudi nüfu­
sun lsrail'in kabul edilmiş ve işgal ettiği topraklarda homoj en­
liğini temin etmek bakımından hayatiydi. Bu yerleşim politika­
sı aynı zamanda Filistin Araplarına yönelik etnik temizliği ön­
görüyordu . Dolayısıyla burada milli kimliğe dayalı çıkar ortak­
lığı, ötekiler aleyhine tecelli eden bir maddi gerekçeye ve teme­
le dayanmaktaydı.
Çoğu yerde göçmenlerin devletin gerçek sahibi gibi hareket
ettiklerine tanık olmaktayız. Zira göçmenler, orada yaşamak­
tan dolayı yurttaş olanlardan daha çok, orayı yurt yapanlar ol­
dukları fikrinin referansı olan özgül toplum idealine aidiyetle­
rinden dolayı orada bulunduklarının bilinciyle hareket ederler.
Türk milliyetçiliğinin kurucu aktörlerinin büyük bir bölümü­
nün Osmanlı lmparatorluğu'nun "kaybedilen topraklarından"
veya imparatorluğun dışındaki, özellikle Rusya'daki Müslüman
halklara mensup olması da bu bakımdan tesadüf değildir. lm­
paratorluğun kalan topraklarını lslam ve Türk ahali lehine et­
nik temizliğe tabi tutanlar, Balkanlar ve Ege adaları kökenli bu
sert milliyetçilerdir.8

7 Bkz. As'ad Ghanem, Ethnic Politics in lsrael: The Margins and the Ashkenazi
Centre(New York: Routledge, 20 10) ,s. 1 49- 1 50.
8 Ermeni Tehciri'nin fikri mimarlanndan Bahaeddin Şakir Bulgaristan'ın lsli­
miye kasabasında doğmuştu ve lttihad-Terakki Cemiyeti'nin Türkçü-Turan­
cı kanadının önderlerinden biriydi. Aynı önder kadroya mensup Dr. Nazım
Selanikli'ydi. Tehcir'in uygulayıcısı Talat Paşa, Bulgaristan'ın Kırcaali kasaba­
sındandı. Türk Tarih Tezi'nin adeta amigoluğunu yapan dönemin Eğitim Ba­
kanı Dr. Reşid Galip Rodosluydu. Tehcir sırasında "Diyarbekir celladı" ola­
rak bilinen Dr. Reşid Rusya'da doğmuş bir Çerkes'ti. Keza Türk milliyetçiliği­
nin kurucu kadrosunu oluşturan Yusuf Akçura, Reşid Rahmeti Arat, Abdülka­
dir lnan, Ahmed Ağaoğlu, Sadri Maksudi Arsal , Hüseyinziide Ali ve Zeki Ve-

25
Ötekinin varlığı ve bu varlığın giderek görünür
ve "tehditkar" hale gelmesi

lnsan toplumsal kimliğini ötekiy le tahkim eder. Kimlik kül­


türleme (enculturation) süreci içinde elde edilen ve kişinin üye­
si olduğu topluluğun değer, alışkanlık, dünya görüşü , davranış
vb. özelliklerini bir set halinde, yaşamak ve hayatta kalmak ba­
kımından geçerli, kaçınılmaz ve en iyi yol olarak benimsemesi
sırasında, bu setin en önemli çıktısı olan bir öz-tanımlama sa­
vıdır. Bu sav, aynı zamanda, kişinin ve mensup olduğu toplulu­
ğun ötekilerden daha iyi, daima daha haklı ve daha mükemmel
olduğuna ilişkin bir inancın kaynağıdır. Kimlikler böylelikle
eleştiriye açık olmayan çatışma araçları haline gelir. "Ötekin­
den iyiysem, ondan daha iyisini de hak ederim," ya da, "Öte­
ki hep haksızsa, onun elinde olanı ondan almak da meşrudur,"
gibi savunmacı klişeler üzerinden, toplumsal ve iktisadi hayat
içinde baskın konumda olanlar fiili bir durum yaratırlar. Ki­
mi durumlarda yasallık da kazanan bu fiili durum,9 belirgin bir
baskı ortamı, toplumsal dışlama mekanizmaları ve bu fiili du­
rumu meşrulaştıracak ideolojik araçlar yaratır. Doğal olarak bu
dışlama mekanizmaları, dışlananlar açısından da kimliğin ko­
runması, saldırılar karşısında bu kimlik üzerinden bir üstünlük
ve mağduriyet dilinin yaratılması ya da dışlananların kimlik de­
ğiştirme çabaları biçiminde10 değişik etkiler yaratır.

!idi Togan Rusya'nın Türki halklanna mensuptular. Erken Cumhuriyet döne­


minin parti önderlerinden, !çişleri Bakanı ve Tehcir sırasında lskan ve Aşair
umum müdürü olan Şükrü Kaya lstanköylüydü. Bu liste daha da uzatılabilir.
9 Güney Afrika'daki Apartheid yasaları toplumsal, kültürel ve iktisadi tahak­
küm kuran beyazlann yarattığı fiili durumu yasal bir çerçeveye kavuşturmuş­
tu . l 964'e kadar Amerika Birleşik Devletleri'nde de "ırk aynını" etkisi giderek
azalmakla birlikte yasal desteğe sahipti. Suriye'de Cezire bölgesinde yaşayan
Kürtlere yıllarca kimlik verilmemesi ve buna bağlı olarak pek çok vatandaşlık
hakkından yararlandırılmamaları da benzer bir duruma işaret eder.
10 Örneğin Bulgaristan'daki Çingene nüfus, tek kelime Türkçe bilmedikleri hal­
de kendilerini "Türk" olarak tanımlamayı tercih ediyordu. Böylelikle en faz­
la dışlanan bir kimlikten, büyük toplum tarafından daha kabul edilebilir bir
kimliğe terfi etmeye çalışmaktaydılar. Aksi durum da variddir. Pek çok Türk
de kendisinin "Çingene" olarak tanımlanmasından rahatsızdır. Bkz.Destro­
ying Ethnic Identity: The Gypsies in Bulgaria, A Helsinki Watch Report ( 199 1 ) ,
26
Kendisini üstün olarak konumlayan, iktisadi, toplumsal ve
kültürel açılardan da gerçekten üst konumda bulunan "bü­
yük toplum" mensuplannın ironik biçimde öteki üzerinden bir
mağduriyet dili yaratmalan da sıklıkla rastlanan bir durumdur.
Refah milliyetçilikleri genellikle bu dil üzerinden kendilerini
inşa ederler. Onlara göre, kendi toplumsal başanlannın ve bazı
durumlarda "etnik ve ırksal üstünlüklerinin" ürünü (ve kaza­
nımı) olan devlet, ekonomi, toplumsal ve kültürel yapı, sonra­
dan bu yapılara eklemlenenlerin ( "ötekiler"in) tehditi altında­
dır. Bu tehdide karşı örgütlenmek bir vatanseverlik durumudur
ve bu vatanseverlik milliyetçi bir ideoloji etrafında kendini sa­
vunabilecek zemin yaratabilir. 1 1 Yaratılan zemin, aynı zaman­
da, kendisine kurucu ve inşa edici bir rol atfeden öznenin, ken­
disini milletle özdeşleştirmesini, milletle birlikte, onunla ayrıl­
maz bir bütün olarak tasavvur etmesini sağlayan bir "duygu­
sal nefret okuması" geliştirmeye müsaittir. 1 2 Bu zeminde nefret
mayası büyük ölçüde "sıradan insanlar"da tutar. Zira kaybede­
cek şeyi daha çok olan onlardır. Öte yandan bu nefret, temin
ettiği güçlü "biz" duygusunun yanında, olumsuzluklara karşı
gelecek umudunu besleyen bir enerj i kaynağıdır. 1 3 Kendisini
s. 7, 10, 23. Bu rahatsızlık "Çingene" kimliğinin en aşağıda olmakla eş statü­
sünü de ele verir.
11 Sara Ahmed'in "Aryan National Website"dan aktardığı alıntı üzerine geliştirdiği
yorum bu duruma iyi bir örnek teşkil eder. Bu alıntıdaki özne (beyaz milliyetçi,
ortalama bir beyaz erkek veya ev kadını, beyaz vatandaş, beyaz Hıristiyan çiftçi)
muhayyel bir "öteki" tarafından tehlikeye maruz bırakılmış bir öznedir. Bu teh­
like sadece özneyi (iş, güvenlik, refah gibi) bazı kazanımlardan mahrum bırak­
makla kalmaz, onu yerinden etmeye aday bir tehdidi işaret eder. Sara Ahmed,
"Affective Economies", Social Text, Cilt 79, Cilt 22, Sayı 2 (2004) , s. 1 1 7- 1 18.
12 Ahmed'in sözleriyle , "Birlikte nefret ederiz; bu nefret bizi beraber kılan şeydir"
(A.g.y., s. l 1 8).
13 Sara Ahmed, yine "sıradan beyaz özne" örneğinden hareketle, bu öznenin as­
lında " fantastik" olduğunu, bu fantezinin nefretin harekete geçmesiyle or­
taya çıktığını söyler. Ona göre nefret duygusu sıradan insanı canlandırır ve
"sıradan"ı kriz içinde ve "sıradan kişi"yi gerçek bir kurban gibi kurmak sure­
tiyle bu fantezinin hayata geçmesini sağlar (A.g.y., s. 1 1 8) . Seçilmiş bir söy­
lemle beslenen bu enerji, giderek "ulusa karşı tehdit" algısını besler ve sı­
radan insanları "önlem alma"ya çağırır. Bu önlemler dizisi hukuki olandan
linççi olana dek geniş bir yelpazeye yayılır; böylelikle "devletin soğukkanlı
tepkiselliği"yle inşa edilmiş nefretin şiddete varan dışavurumlarına uzanan bir
tepkiler dizisine yol açar ve bunlara meşruiyet kazandırır.

27
"kurban" ve "mağdur" hissetmekle beraber bu hissin toplum­
sal bir maddi karşılığının bulunmaması, kişiyi "mazlum" rolü­
nü oynamak bakımından daha avantaj lı bir konuma getirir ve
gerçek mağdurlara göre mutlak biçimde güçlü kılar. Bu güç, sı­
radan insana başka nedenlerle yaşadığı başansızlıklan ötekinin
varlığına bağlamasını sağlayan bir aklileştirme imkanı verecek­
tir. Söz konusu aklileştirmenin en önemli sonucu , kişinin öte­
kine karşı uyguladığı her türlü kötü muamele ve haksızlığın,
eşitsizlik imasının ve eşitsiz davranışın, aslında kendi "üstün­
lüğü'' , "haklılığı" ve bütün bunlara rağmen "mağdurluğu" gi­
bi hisleri harekete geçirerek makul ve meşru kılmasıdır. Batı
Anadolu'da zaman zaman ortaya çıkan ve orada yerleşik Kürt­
lere yönelmiş pogrom-benzeri kalkışmalara yön veren bu akli­
leştirme ve nefretin sağladığı motivasyondu . Yukarıda da de­
ğindiğim gibi aslında bu tepkisellik, büyük ölçüde refah milli­
yetçiliklerinin ürünüdür. Batı ve Kuzey Avrupa'da, göçmenle­
re karşı gelişen tepki ve bu tepkiye paralel olarak ırkçı ve milli­
yetçi partilerin güçlenmesi aynı olgunun başka tezahürleridir.
Refahı, işi ve mekanı paylaşmamak, yabancı proleterin yaptı­
ğı iş karşılığında aldığı maaştan başka bir şey istememesi ve işi
bitince de çekip gitmesi esas olarak istenen şeydir. Gitmezler­
se onlara yönelik öfke ve nefret meşrulaşır ve bu çerçevede ge­
lişen saldırganlığın patolojik ve kriminal niteliği, onun sosyo­
kültürel tepkiselliğe dayandırılan meşruiyeti karşısında ihmal
edilmesi gereken bir durum halini alır. Bunun genellikle "milli
refleks" olarak adlandırılması da egemenlerce ne denli hoş gö­
rülebileceğine dair ipuçları sunar.14 Bu bağlamda, ötekinin var­
lığını ve yerleşikleşmesini simgeleyen bütün göstergeler saldı­
rıya açık hale gelebilir. Batı ve Kuzey Avrupa'da gelişen tepki­
selliğin, örneğin namaz kılan insana, camiye veya başörtülü bir
kadına yönelmesi yahut yerli dillerde olmayan tabela ve ilan­
lara , her türlü basılı organa dönük ikon-kırıcılıklar, bu göster­
gelerin yerleşik insanın değerlerine karşı bir alt-insanlık hali­
ni imlemesi, hatta kötülüğün kaynağı haline gelmesi artık iş-

14 Tanı! Bora, Türhiye'nin Linç Rejimi (lstanbul: Birikim Yayınları, 20 1 5 ) , 4. Bas­


kı, s. 3 1 .

28
ten bile değildir. Bu eylemlilik, bir yandan da sıradan vatan­
daşın kendine güvenini ve gelecek umudunu tazeler; kendisi­
ni yeniden "mülk sahibi" yapar. 1 5 Sıradan vatandaşın milliyet­
çilikle hissen tatmini sadece refah devletlerinin refah dönemle­
rinde değil kriz dönemlerinde de devletin idamesi açısından iş­
levseldir. Krizlerin yarattığı öfke ve gelecek korkusu , her türlü
ayrımcılığa ve nefret duygusunun anonimleşmesine ivme ka­
zandıracaktır. Kriz durumlarında milliyetçilikler bu tepkilerle
güç kazanır ve zaman zaman sokağa hakim olur. Kurulu devlet
otoritesi kimi zaman bu hakimiyete teslim olur, kimi zaman da
bu hakimiyete teslim olmayı tercih ederek duygusal alanı ken­
di lehine kullanmaya çahşır. 1 6
------ -----

15 Buradaki mülkiyet kamusal bir anlam taşır. Mülk, en geniş anlamıyla "vatan"
kavramıyla örtüşür. Devletin varlığı ile mülkiyet arasında kurulan sıkı iliş­
ki akılda tutulursa, kendisini devletin öznesi sayan insanlann ona ait mülkü­
vatanı-savunmalan da doğallaşır. Zira o mülk aslında o insanlann ortak var­
lığıdır; başka yerden gelenlerle, yabancıyla, ôtehiyle paylaşılamaz. Nasıl dev­
letler kendilerini dışandan gelen saldırılara karşı koruyorlarsa, içeriden zu­
hur eden tehditlere karşı da vatandaşın örgütlenmesi ve savunmaya katılma­
sı son derecede olağandır. "Yabancı düşmanlığı" işte bu doğallığın bir parça­
sı olur. Bu noktada kamusal mülkiyet kavramının da ciddi bir biçimde sorgu­
lanması gereği ortaya çıkmaktadır. Zira bu mülkiyete meşru ortak olmak için
mutlaka "o devletin vatandaşı" olmak gerekmektedir. Bu durumda yabancı­
lar, mülteci ve sığınmacılar için kesinlikle bu mülkiyeti kullanamayacaklan
bir hukuki zemin kurulmuş olur. (bu konuda eleştirel bir bakış açısı için bkz .
Seyla Benhabib, "Twilight of Sovereignty or the Emergence of Cosmopolitan
Norms? Rethinking Citizenship in Volatile Times" , Citizenship Studies, Cilt
1 1 , Sayı 1 ( 2007) , s. 1 9-36. Hatta daha da ileri gidilerek vatandaş olduğu hal­
de ôtehileştirilmiş toplumsal ve kültürel gruplar da bu mülkiyet alanının dışı­
na atılır. Türkiye' de gayrimüslimlerin mal varlığına el konulması için 1 936 Be­
yannamesi'nden beri pek çok devlet girişimi gerçekleşmiştir. Yargıtay 2. Hu­
kuk Dairesi, 6 Temmuz 1 9 7 1 tarihli karanyla T.C. vatandaşı oldukları halde,
"Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin gayrimenkul ikti­
saplan men edilmiştir; zira hükmi şahısların fertlere göre daha güçlü olmala­
rı itibariyle bunların iktisaplannın tehdit edilmemesi halinde devletin çeşitli
tehlikelere maruz kalacağı ve türlü mahzurlar doğabileceği muhakkaktır," di­
yerek mülkiyetin Türklükle ve devletle ilişkisini en açık biçimde ortaya koy­
muştu. Bu ifadeler aslında ortalama vatandaş hissiyatının ve devlet zihniyeti­
nin hukuk diline tercümesinden başka bir şey değildi.
16 2 Temmuz 1 993'te Sivas'ta sahneye konan pogrom karşısında, dönemin Baş­
bakanı Tansu Çiller'in olaylann sonucunda, "Otelin etrafını saran vatandaşla­
nmıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir," sözleri, sonucu lince açılan bir duy­
gusal nefret alanının politik kullanımına ilişkin iyi bir örnektir. Ana muha­
lefet partisi genel başkanı Mesut Yılmaz da, "Fikir özgürlüğüne bizden da-

29
Kimi zamanlarda da milliyetçi siyast hareketler, mevcut meş­
ru hükümetlerin politik tercihlerine karşı oluşan tepkiyi bir
"halk hareketi" şekline sokarak kendi ideolojik meşruiyetini,
seçilmiş politik meşruiyetin üzerinde yeniden inşa etmeye gi­
rişir. 1 7 Bazen iktidarlar da ellerinden kayıp gitmekte olan oto-

ha saygılı bir zümre görmüyorum. Ama fikir özgürlüğünün, halkımızın mu­


kaddes değerleri için kullanılmasına hiçbir şekilde kayıtsız kalamayız , " diye­
rek ve Büyük Birlik Partisi lideri Muhsin Yazıcıoğlu, "Türkiye'de ve yurtdışın­
da, sözleri ile büyük tepkilere yol açan Aziz Nesin'i Sivas gibi hassas bir ili­
mize getirerek zehrini kusmasına sebep olanlar, olayların birinci derecede so­
rumlusudur," şeklinde konuşarak oluşturulan bu duygusal alandan olabildi­
ğince yararlanmaya çalışmışlardı. 6-7 Eylül 1 9 5 5 Olaylan sırasında hükume­
tin tutumu da buna çok benzerdir. Olaylar sonrasında hükümetc müzahir ör­
gütlerden Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Ankara Komitesi , Başbakan Mende­
res'e çektiği telgrafta, 'Tarihi günler yaşadığımız şu anlarda soğukkanlı ve va­
kur Türk milletinin genç nesli olarak, son hadiselerden doğan teessürümüz
büyüktür. Bu çeşit hukuk dışı hareketleri, milli politikamızı baltalamak hede­
fini güden gizli ellerin (a.b.ç . ) bir tertibi olarak şiddetle protesto ederiz. Türk
milletinin tarihinde, telaşın, gaspın, yağmacılığın yeri yoktur. Türk gençliği
bu tür hadiselerle hiçbir şekilde ilgili değildir," diyordu. Bkz. Milliyet, 9 Eylül
1 9 5 5 . Hükümet bu mesajla paralel hareket ederek olaylann arkasındaki "ko­
münist parmağı"nı "derhal" ortaya çıkardı. "Geç vakte kadar tevkif olunan
tahrikçi komünistler 87'yi bul" [ muş] " du" .Bkz. Milliyet, 10 Eylül 1 9 5 5 . Do­
layısıyla ortaya çıkan sevimsiz durum, tarihinde böylesi olaylar hiç görülme­
miş olan "soğukkanlı ve vakur Türk milleti"ne mal edilemezdi. Başbakana gö­
re Kıbns'ta ortaya çıkan manzara ve orada bir katliam yapılacağı söylentileri
karşısında, esasen "haklı bir protesto" olarak ve "dünyanın her tarafında gö­
rülen, nezahat dairesinde bir gençlik nümayişi nikabı altında" başlayan olay­
lar "birtakım muzır eşhasın, muzır faaliyetleri" yüzünden bu hale bürünmüş­
tü. Esasen "tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde cereyan
eden" olaylara hükümet başta müdahale etmemeyi tercih etmişti; eğer, "Orta­
da bir Kıbns meselesi mevcut bulunmasa ve iki taraf arasında bu derecede ih­
tilaflı vaziyette gösterilmemiş olsa idi ve Kıbrıs her iki memlekette adeta kutsi
bir mevzu olarak vicdanlara telkin edilmemiş olsa idi, zabıta vazifesini görmek
ve vicdani kuvvet ve kanaatiyle silahının ve kanunun verdiği kuvveti birleştir­
mek suretiyle hareketi ilk anda önlemek imkanını bulurdu. " Milliyet, 1 2 Eylül
1955, s. 7. öyleyse başbakana göre dava haklı, sonuç yanlıştı (Türkiye'de so­
nucu lince varan sokağa dökülmelerin linç duygusu ve bu duyguyu besleyen
saikler bakımından değerlendirilmesi için bkz. Bora, Türkiye'nin Linç Rejimi.)
17 1 960'larda Başkan john F. Kennedy'nin demokratik politikalanna karşı bir­
leşen ve onu "Amerikan çıkarlanna yeterince hizmet etmeyen" bir başkan
olarak tarif eden Amerikan sağı, Kennedy'ye karşı oluşan tepkiyi, Ameri­
kan milliyetçiliği duygularını yoğunlaştırarak geliştirmeye çalışmıştı. Ken­
nedy, 1960'taki seçim kampanyasından itibaren Afrika'daki milliyetçi ve ba­
ğımsızlıkçı hareketlere sempatiyle yaklaşmıştı. O bunu Soğuk Savaş'ta Sov­
yetlere karşı avantajı ele geçirmek bakımından hayati görüyordu. Bkz. Philip

30
riteyi yeniden tesis etmek için yapay politik krizler yaratmayı,
kolektif duygu yoğunlaşmasını yaratılmış bir düşmana çevire­
rek kendi etrafında oluşturduğu bir "birlik duygusu" üzerin­
den kendi varlığını sağlamlaştırmaya yönelirler. Bu faaliyet ge­
nellikle "düşman yaratma ve ajitasyon" başlığı altında ele alı­
nabilir.

Düşman yaratma ve ajitasyon

Milliyetçilikler büyük ölçüde düşman figürleri yaratarak bes­


lenirler. Her milliyetçiliğin sürekli olarak düşman yaratma faali­
yeti içinde olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Düşman yaratma faaliyetinin en önemli ayağı "haksızlığa uğra­
mışlık" ya da "hak ettiğinden mahrum bırakılmışlık" duygusu­
nun canlı tutulmasıdır. Bunun için özellikle komplo teorilerinin
büyük iş gördüğü söylenebilir. Nazizmin yükselişinde Alman­
ya'ya karşı "Yahudi komplosu" fikrinin oynadığı rol bu bakım­
dan öğreticidir. 1 8 Türkiye siyasetinde şu sıralar sıklıkla duydu­
ğumuz ve Gezi başta olmak üzere pek çok olayın arkasında bu­
lunduğu ima edilen üst akıl söylemi de aynı kapıya çıkar.

E . Muehlenbeck, "John F . Kennedy's Courting of African Nationalism", Ma­


dison Historical Review, Cilt 2, Sayı 1 (2004) , s. 1 -25. Bu onu ister istemez Af­
rikalı Amerikalıların medeni haklar hareketi açısından sempatik hale getirdi.
Amerikan ordusu içindeki şahin kanat ve Amerika'da yaşayan mülteci Küba­
lılar da özellikle "Domuzlar Körfezi" operasyonundaki başarısızlıktan onu so­
rumlu tuttular. Bu durum Kennedy'yi özellikle güney eyaletlerinde ve orta ba­
tının tutucu kamuoyu nezdinde "istenmeyen adam" haline getirecekti. Kato­
lik oluşu da, "beyaz-Protestan" (WASP) tutucu Amerikalıların ona karşı nefret
ve kuşkusunun temel kaynaklarından biriydi (konuya ilişkin güncel bir maka­
le için bkz. John Avlon, "A Beloved kon in Death, in Life Kennedy was Hated
by Many" , Telegraph, 13 Temmuz 20 1 5 .
18 "Yahudi komplosu" komplo teorileri içinde e n sık v e kolaylıkla başvurulan,
bütün kötülüklerin arkasında Yahudi parmağı ve tertibi arayan en hastalıklı
kurgulardan biridir. Bu açıdan Hıristiyanlıkla Müslümanlık, Türkiye sağının
çeşitli fraksiyonları ile Kemalistler çoğu yerde hemfikir olur. Örneğin kendisi­
ni "solda" konumlandıran Oda TV yazan Soner Yalçın, "Yahudi tertibi" açıkla­
masını, hemen bütün olayların çözümlemesinde kullanmakla bilinir. Yalçın'ın
iki cilt halinde yayımlanan Efendi: Beyaz Türklerin Büyük Sırn ve Efendi: Beyaz
Müslümanlann Büyük Sırn başlıklı kitapları münhasıran bu tezin temellendi­
rilmesine ayrılmıştır. Yalçın, işi Kanuni Sultan Süleyman'ın dahi Yahudi oldu­
ğuna kadar vardırmıştı.

31
Haksızlığa uğramışlık ve hak ettiğinden mahrum bırakılmış­
lık duygularının yarattığı ideolojik kurulum, "kutsal mazlum­
luk" halinin toplumsallaştırılmasıyla sonuç alır. Açıkel'in be­
lirttiği gibi bu kurulum Türk sağının geliştirdiği en önemli ide­
oloj ik sistemdir. 1 9 Bu sistemin yürürlükte kalabilmesi için sa­
nal bir şanlı geçmiş ve "yüksek bir millet" tasavvuruna ihtiyaç
vardır. Yüksek millet tasavvuru büyük ölçüde benzersiz (ve
otantik) ahlaki değerlere sahip olmak ve bu değerler bakımın­
dan her hal ve karda diğerlerinden "üstün" olmak fikrine daya­
nır.20 Bu fikriyatı hayata geçirmenin yolu "yeniden güçlü dev­
let'' olmaktan geçer. Bu "güçlü devlet" uluslararası komplola­
n boşa çıkaracak ve şanlı geçmişi bugün yeniden inşa edecek­

tir. Bunun için gerekirse otoriterlik, gerekirse saldırganlık meş­


ru hale gelir. Nazi Almanyası, bu bağlamda Birinci Dünya Sa­
vaşı sonrasında uğradığı Versailles Sendromu'nu (haksızlığı­
nı) ve ellerinden alınmış geleneksel Alman toprakları üzerin­
de yeniden hakimiyet tesis etme hakkını gündeme getirmiş ve
1 929 Büyük Buhranı'yla tamamen ezilmiş Alman vatandaşını
ona "haysiyetini yeniden kazandırma"21 ve "Alman üstünlüğü­
nü yeniden kurma" vaadiyle ikna etmiş; Nazi saldırganlığı böy­
lelikle halk nezdinde meşrulaştırılmıştı.

19 Bkz. Fethi Açıkel, '"Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi'' , Toplum ve Bilim,


Sayı 70 (Güz 1 996), s. 1 55 .
20 A çıkel'in çözümlemesinde "otantik hakikat" , huzur (ve güven) veren şan­
lı geçmiş ve "huzur kaçıran" kapitalist ve modernleştirmeci süreçler karşısın­
da geçmişte var olan , ancak kaybedilen kapitalizm-öncesi "huzur"lu toplum
modelinin birlikte oluşturduğu bir "kutsal sentez"e dayanır. Böylelikle kapi­
talizmin ve modernleşmenin patolojilerine ve bireyi güvensiz kılan atmosfe­
rine karşı bir direnme alanı yaratılır. Ancak içinde varolmak durumunda olu­
nan "modern iktisat" ile "geleneksel kültür" tasanmı arasında çatışmalı bir ek­
lemlenme kaçınılmazdır. Bu yüzden "kutsal sentez" bir taraftan da kapitaliz­
min maddi formlan, gelenek tasanmına ait toplum/kültür ideası içinde "yeni­
den üretilmek" (uzlaştınlmak) durumundadır. Bu durumda uyumu sağlayan
ideolojik hamle, "otoriter bir siyasal aygıt" özlemi ve "nevrotik bir güç istemi"
olacaktır. A.g.y. , s. 1 56- 1 5 7 .
21 Hitler, Versailles Antlaşması'nın hükümsüz kılınması gereğinden söz eder­
ken savaştan önce Almanya'nın elindeki kolonilerin yeniden elde edilmesini
ve daha önemlisi "ulusal şeref'in yeniden kazanılmasını vurguluyordu. Bkz.
Edward ] . Kunzer, "The Youth of Nazi Germany" , ]ournal of Educational Soci­
ology, Cilt 1 1 , Sayı 6 ( 1 938 ) , s. 345.

32
Yunanistan'ın 20 1 0 yılından itibaren içine düştüğü mali kriz­
den çıkmak için başvurduğu temalar, daha sol kaynaklı olmak­
la birlikte, benzerdir. Yunan halkı bu iktisadi krizin nedenle­
ri ve kaynakları üzerinde düşünmek ve çözüm üretmek yeri­
ne, emperyalizmin çağdaş öznesi haline getirilen bir kompro­
dor "Avrupa Birliği" imgesine karşı topyekun seferber edile­
rek ve bolca "haysiyet" , "onur" gibi kavramlara müracaat edi­
lerek yeni düşmanına "ikna edilmiştir" .22 Yunanistan örneğin­
de iflas etmiş bir devletin halka sığınarak ya da başka bir deyiş­
le halkı kalkan yaparak krizden çıkmaya çalıştığına tanık olu­
yoruz. 23 Türkiye örneğinde ise, 2000'li yılların başlarına kadar
dünya nimetlerinden yeterince pay alamamış bu ülkenin hal­
kından, gelişen yeni koşullarda görece zenginleşmesine koşut
olarak, konj ontürel fırsatlardan yararlanacağı bir "güçlü devle­
te" omuz vermesi istenmektedir24 Yunanistan örneğinde "kut-
22 Yunanistan krizi üzerinden Westphalia tipi bir "hükümran devlet" söyleminin
güçlendiği görülmektedir. Bu devlet imgesi ile ulus-devletin savunulması ara­
sındaki sınırlar belirsiz ve geçirgendir.
23 Yunanistan'da hükümetin AB mali antlaşmasına karşı halkı 5 Temmuz
20 1 5'de referanduma çağırması, bu bakımdan ulusal bir kalkan oluşturma
girişimiydi. Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras'ı AB'nin tekliflerinin "Yu­
nan halkını aşağıladığını" belirtirken "Avrupa'da haysiyetle yaşamak için 'ha­
yır' oyu" istedi . Bu "haklı mazlumluk" halini öne çıkaran söylemsel bir ter­
cihti. Benzer şekilde müteveffa Kıbrıs Cumhurbaşkanı ("Solcu") Papadopulos
2004'te adanın birleşmesine yönelik Annan Planı'na karşı televizyonda ağlaya­
rak "hayır" oyu istemişti. Papadopulas konuşmasında, "Ben bir devlet teslim
aldım, toplum teslim etmeyeceğim . . . Bugün Kıbrıs'ın yarını için, neslimiz için
karar vereceksiniz . . . Rum'un servetini işgalciyle paylaşması adil değil. Adaleti,
onuru savunmanı istiyorum. Bu plan, devlet varlığımızı ortadan kaldırmak is­
tiyor," demişti. Bkz. Sabah, 8 Nisan 2004. işin ilginç yanı "hayır" oyu için ko­
münist partilerin ve kilisenin, hatta Yeşillerin ortak bir "milli cephe" de birleş­
mesiydi. Türk kesiminin milliyetçi lideri Denktaş'la Papadopulos hemen he­
men benzer kaygılarla plana karşı çıkmışlardı.
24 l 989'da Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, bir anda Türkiye'de "Adriyatik'ten
Çin Denizi'ne kadar Türk dünyası" söylemi yükseldi. 1 983 yılından itibaren
Ôzal'ın başlattığı ihracata dayalı kalkınma stratejisi Türkiye sermayesinin bu
söyleme eklemlenmesini kolaylaştırdı ve Türkiye hem kapitalist girişimcile­
riyle hem de devletin politik tercihleriyle bu geniş coğrafyaya yüklendi. An­
cak bu konjonktüre! fırsatı yeterince değerlendiremedi ve hedeflediği coğraf­
yaya giren-başta Rusya olmak üzere-başka uluslararası aktörler karşısında ge­
riledi . 2002'deki iktisadi kriz atlatıldıktan ve Türkiye ekonomisi yeniden bü­
yümeye başladıktan sonra, bu kez Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Afrika'da
"sözü geçen ülke" imgesi güçlendirildi. Yine konjonktüre! bir sıçrama yaşan-

33
sal mazlumluğun" tüm gücüyle bir savunma hattında devre­
ye sokulduğu; Türkiye örneğinde ise yüzyıllarca Batı tarafın­
dan ezilmiş bir halkın ("aziz milletin" ) "kutsal mazlumluğun­
dan" beslenen hak ihtiyacının "güçlü devlet"le ikame edilece­
ği bir saldırganlık hattının geliştirildiği görülmektedir. Anlaşı­
lacağı gibi, iş dönüp dolaşıp "hükümran devlet"in savunulma­
sına, güçlendirilmesine, hatta gücünü yayma gerektiğine gelip
dayanıyor. Sıradan insana sürekli olarak, "Bu devlet yoksa sen
de yoksun," mesajı veriliyor. Bu mesaj milliyetçilikler bakımın­
dan çok etkili ve sonuç alıcıdır. Bu noktada Alman tarihselci­
liğinin devlet fikrinin büyük etkisinden ve örtük devamlılığın­
dan söz edebiliriz. Bu anlayışa göre bireyin özgürlüğünün tek
garantisi devlettir. Humboldt ve Droysen sadece güçlü bir dev­
lette özgürlük, hukuk ve kültürel yaratıcılığın mümkün oldu­
ğunu vurgulamışlardır: Devlet en yüksek ahlakiyat timsalidir
ve bu yüzden devletin kendi varlığını korumak için başvurdu­
ğu bütün eylemler ahlaki ve meşrudur. Bu yüzden Alman dü­
şünürlerine göre devletlerarası çatışmalar asla sadece bir "ik­
tidar mücadelesi" olarak görülemez; bu çatışmalar aslında ah­
lak ilkelerinin çatışmasıdır ve savaşlarda zaferi genellikle mo­
ral enerjisi daha yüksek olanlar kazanmaktadır. Bu çerçevede
vatandaştan devlete bütün varlığıyla teslim olması beklenir.25

dı; ancak Suriye , Irak ve Mısır'da gelişen olaylar, Balkan ülkelerinin AB viz­
yonuna yönelmeleri ve Rusya'nın Kalkasya'daki etkisinin büyümesi karşısın­
da Türkiye hükümeti buralarda da istediği ivmeyi yakalayamadı . Ancak bu
gelişmeler, yine Açıkel'in sözlerine kulak verirsek, "kutsal sentez" in kitlenin
"negatif enerjisi"ni daha üst bir siyaset içinde mobilize edebilen, kitlenin top­
lumsal olumsuzlukları daha büyük bir hedefle çözebileceğine ilişkin inancını
yaygınlaştırabilen ve olumsuzluklar karşısındaki umutsuzluğu erteleyerek bir
"gelecek vaadi" yaratabilen ideolojik sürdürülebilirliğini garanti etti. Bkz . Açı­
kel, "'Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi'' , s. 1 5 7 .
25 Leopold von Ranke'ye göre devletlerin özgürlük derecesi , onların dünyada­
ki konumlarıyla ilişkiliydi. "Moral enerji"nin yanı sıra bu güçlü konumun te­
mini, devletlerin ancak içeride amaca uygun, kendisini idame ettirebilece­
ği bir düzen kurmasıyla mümkündü. Bu iç düzenin askeri bir tiranlık yoluy­
la kurulması dahi meşruydu. Ancak bütün vatandaşların gönüllü katılımı ve
birlikteliği ile kurulan tiranlık dünyadaki bu büyük konumu temin edebilir­
di. Bu "gönüllü bir askeri tiranlık"tan başka bir şeydeğildi. Burada Ranke as­
lında Almanya'da 1 8 7 l 'de Reich'ın kurulmasıyla teşekkül eden Obrigheitsta­
at ( otoriter-devlet) formunu tarif ediyordu. Bkz . Leopold von Ranke , "Po-

34
Bu teslimiyet, Türkiye'deki gelenekte "ya devlet başa ya kuz­
gun leşe" , "Allah devlete zeval vermesin" deyişlerinde ve "dev­
let-i ebed-müddet" , "devletine-milletine bağlılık" , "devletin be­
kası" veya "devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü" gibi klişe­
lerde karşılığını bulur.
Devletine bağlılık milliyetçiliğin kaçınılmaz bir önkoşulu­
dur. Bu bağlılığın temini için eğitim ve askerlik gibi kurumların
seferber edildiğine tanık oluruz. 20. yüzyıl boyunca devletin
çevresinde toparlanmayı sağlayan kurumlar arasına medyanın
da güçlü bir biçimde girdiğini görürüz. Okullardaki tarih kitap­
larına, devletin örgütlediği enformasyon kaynaklarına ve med­
yayla yayılan enformasyona "kutsal mazlumluk" ve "haksızlığa
uğramışlık" temalarının önemli bir yer kaplaması artık şaşırtı­
cı değildir. Zira "kendi halindeki bireyi" , "bir devletin yurtta­
şı" haline getirecek ve onun canından bile vazgeçmesine vesi­
le olacak bir askere veya belirli semboller karşısında otomatik
tepkiler veren kişiye dönüştürmek devletler için elzemdir. Bu­
rada resmi bir yurttaş ve millet propagandası yanında, ciddiye
alınması gereken bir popüler milliyetçilik dalgasının da önemli
işlevleri vardır. Zira devletler resmi kaynaklardan yayılan pro­
paganda ve enformasyonun zayıfladığı yerde bu popüler milli­
yetçilik dalgasını kullanmaya eğilimlidirler.26

litisches Gesprach" , Ausgewiihlte Aufsatze und Meisters c h riften i ç inde (Stutt­


gart: Alfred Kröner Verlag, 1 942) . Ayrıca bkz. Friedrich Meinecke, Weltbür­
gertum und Nationalstaat (Münih: R.-Oldenbourg Verlag, 1 962) , s. 83 ve Geor­
ge G. Iggers, The German Conception of History: The National Tradition of His­
torical Thought from Herder to the Present (Middletown, Conn: Wesleyan Uni­
vesity Press, 1 988) , s. 9.
26 1 1 Eylül'den sonra Amerikan devleti bu popüler milliyetçiliğin yaratımında
oldukça başarılı oldu. Resmi kaynaklar aynı etkiyi sağlayamadı. Zira halk nez­
dinde Irak ve Afganistan savaşlarıyla ortaya çıkan "başarısız görüntü" devletin
resmi yüzüne karşı bir güvensizlik ve şüphe halinin yayılmasına yol açmıştı.
Bunun yerine her eve bayrak asma kampanyaları gibi vatanseverlik gösterile­
ri, Holywood filmleriyle "kötücül düşman" figürünün zihinlere kazınması ve
bu düşman karşısında "haklılık" duygusunun pekiştirilmesi daha çok işe ya­
radı. Vietnam Savaşı'ndan sonra da benzer bir durum yaşanmıştı. Vatanı için
canını veren şehit veya sakatlanan gazi imgesi bu savaşın en vatansever kaza­
nımıydı. Bunun karşısında savaşı idare edemeyen ve "kendi çıkarlarına odak­
lanmış" kötü politikacı figürü duruyordu. Kötü ve beceriksiz (hatta "vatanı
satan") politikacıların karşısına, medyatik bir "vatansever ve mağdur gazi" fi-

35
Mirası paylaşmak ve ortak tarih yanılsamasına
yaslanmak: "Ulusal fantezi "nin inşası

Seçkinler arasındaki semboller savaşı ve tarihsel mekanların


anlamının, daima bugünün anlama biçimini belirleme, sınırla­
rını çizme ve tanımlama çabası içinde nasıl sürekli olarak ye­
niden şekillendirildiği, yer değiştirdiği ve bugünün özellikle de
yannın ihtiyaçlarını karşılamak üzere nasıl yeniden dokundu­
ğu ortadadır.
Ancak, esasen entelektüel bir etkinlik olarak başlayan ve milli­
yetçiliklerin inşa dönemlerinde hayata geçirilen bu çabalar, ken-

gürü çıkarıldı. Bu karşılaşmalar çerçevesinde "vatan" fikrinin güçlendirildiği­


ni ve milliyetçiliğin bu savaşlardan pek de zarar görmeden çıktığını saptaya­
biliriz. Aynı durumun bir benzeri "düşük yoğunluklu Kürt savaşı" sırasında
Türkiye'de de yaşandı. Canını ortaya koymuş vatan evlatlarına karşı çocukla­
rını askere göndermemek üzere çeşitli düzenbazlıklar yapan "çirkin politika­
cı" görüntüsü başarıyla işlendi. Devlet, bu bağlamda politikacıyı kolaylıkla fe­
da edebilir ve "kendi bekası" bakımından "vatanseverlik" teması üzerinden
vatandaşla doğrudan ilişkiyi kurabilirdi. Savaş sırasında yaşanan hak ihlalleri­
nin mahkemelere intikal etmesiyle buralarda yapılan savunmalarda hep bu te­
ma işlendi. "Vatansever askerler ve polisler" vatanı korumak için her türlü fe­
dakarlığı yapmış, ancak hukuk yollarının önünü açan politikacılar onları "sat­
makta" hiç tereddüt göstermemişti. Susurluk Olayı'yla açığa çıkan kirli ilişki­
ler bile bu yolla savunuldu. Dönemin başbakanının "devlet için kurşun atan
da yiyen de şereflidir" sözü veya kendisine mahkeme yolu gözüktüğünde dö­
nemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın övünerek andığı "bin gizli operasyon"
itirafı bu bağlamda anlamlıdır. Bu sözlerin ardında, "Biz vatan için her şeyi gö­
ze almış milliyetçileriz, bu yolda hukuk tanımayız," meydan okuması seçilir.
Üstelik bu devlet anlayışının destek görmesini sağlayacak kampanyalar yo­
luyla kamuoyunda belirli bir meşruiyet bile sağlanmıştır. Bu meşruiyeti sağla­
yan, yurttaşların "milli duyguları"nı belirli bir biçimde şekillendiren resmi ve
gayrıresmi kaynaklardır. Bu yüzden bu kişilerin toplum içinde serbestçe , dev­
let görevi yüzünden mağdur olmuş vatanseverler ("kutsal" uğruna "mazlum"
olanlar) , hatta "bir kahraman gibi" gezmeleri de mümkün olmuştur. Bu kişilik
tipinin en güzel örneği Korkut Eken'dir. Hapis yatmış ancak çıkarken meydan
okumaktan ve yaptıklarıyla övünmekten geri durmamıştır. Buna bağlı olarak
Bahçelievler Katliamı ve Susurluk gibi operasyonlara karışmış hükümlüler de
onu taklit etmeyi yararlı bulmuştur. Kurtlar Vadisi dizisi bu insanların ve olay­
ların prototipini kamuoyuna açmış ve belirgin bir meşruiyet ve özenme zemi­
ni hazırlamıştır. Bu açıdan, elinizdeki derleme kapsamında Aksu Bora ve Ta­
nı! Bora'nın milliyetçi hissiyatla kotarılan, tahammül edilebilen, yatıştırılabi­
len erkeklik hallerinin bir örneklemesi olarak ele aldıkları Kurtlar Vadisi di­
zisi, sadece dizi kurgusallığı içinden değil, doğrudan milliyetçiliğin gündelik
politik gerçekliğe sızma biçimlerini örneklemesi itibarıyla önemlidir.

36
di popüler ve giderek banal örneklerinin ve izdüşümlerini ya­
ratarak ve yayarak toplumun bütün kesimleri içinde konumla­
nır. Bu izdüşümler, kendisini belli bir millete ait hisseden her­
keste hemen hemen aynı duyguları yaratan bir "ulusal fante­
zi" dünyasına kapı açar. Kendisini "ulus" olarak tanımlayan bü­
tün toplumsal varlıklar içinde, "ulusal kültür" ve "ulusal değer­
ler" adı altında kişisel ve kolektif bilinçte dolaşıma sokulan ve
içinde her türlü "ulusal sembol"ün, mitin, anının, imgenin, anı­
tın, hatta "öteki" ne karşı oluşturulmuş nefretin ve anlam yükle­
nen her türlü mekanın yer aldığı bir "ulusal fantezi" dünyası or­
taya çıkar.27 "Ulusal fantezi" dünyası, başlarda "ulusal değerler"
ve "ulusal kültür" denilen şeyin kodlarını yayan ve onlara ano­
nimlik kazandıran romanlar ve tefrikalardan beslenmişti.28 An­
cak iletişim alanının genişlemesine ve çeşitlenmesine bağlı ola­
rak bunlara çizgi romanlar, fotoromanlar, filmler ve diziler, fes­
tivaller, törenler, güzellik yarışmaları, spor müsabakaları vb. ek­
lendi. "Ulusal" olarak nitelendirilen davranış kodlarımızı belir­
leyen resmi ve örgün ajanların yanına bu kitle iletişim ve popü­
ler kültür kanalları "ulusal fantezi"nin yeniden üretimine hizmet
ettiler. Elinizdeki derlemede, Eylem Özdemir'in incelediği Erken
Cumhuriyet dönemi güzellik müsabakalarının gazetelerde ele
alınış biçimi, esasen yeniden üretimden önce henüz üretilmekte,
kurgulanmakta olan ideal Türk kadınlannın fiziksel temsili üzeri­
ne milliyetçi hissiyatla harmanlanmış resmi ve eril önerileri ak­
tarması itibarıyla "milli fantezi" kurulumunun bir örneğini sun­
maktadır. Bir süre sonra "ulus"u oluşturan kitle aslında çoğu ye­
ni üretilmiş bu kaynakların tarihte ulusu temsil eden simgeler
olduğuna, ulusa ait geleneğin parçası olduğuna inanmış hale gel­
di. Bu bağlamda pek çok "yerel" , ulusal olanın parçası haline ge­
tirildi ve bu biçimde alımlanması sağlandı. Örneğin tamamen ye­
rel bir etkinlik olan Kırkpınar Yağlı Güreşleri, ulusal değerler ka-

27 Lamen Berlant, "Introduction: 'I anı a citizen of somewhere else"', The Ana­
tomy of National Fantasy: Hawthorne, Utopia, and Everyday Lifeiç inde, L. Ber­
lant (der.) (Chicago ve Londra: University of Chicago Press , 1 99 1 ) , s. 5.
28 Bkz . Miroslav Hrosch , Social Preconditions of National Revival in Europe: A
Comparative Analysis of Social Composition of Patriotic Groups among the Smal­
ler European Nations (New York: Columbia University Press, 1985) .
37
nonu içinde güreşe önemli bir yer verilmesiyle "ulusal bir önem"
kazandı ve bu yerel gelenek, dönüştürülerek ulusal fantazinin
bir parçası haline geldi. Kırkpınar Yağlı Güreşleri'nin olimpik
alanda ve dünya şampiyonalannda modem Türk güreş takım­
lannın altın madalyalı başanlanndan sonra görünür hale gelme­
si ve geleneğe dahil edilmesi ise oldukça ironiktir. Bu gibi dahil
etmeler, akademik biçimde hazırlanmış tarih ve vatandaşlık ki­
taplannın ya da ciddi edebiyat ürünlerinin yaratabileceği etkinin
çok ötesinde etki yarattılar ve kabul gördüler.29 Bu anlamda tele­
vizyon-öncesi dünyada çizgi romanın çok önemli bir rol oynadı­
ğından söz edebiliriz. Örneğin Amerikalı kimliğinin oluşumun­
da çizgi romanın rolü , Amerika Birleşik Devletleri'nin iki büyük
savaşta oynadığı rolün ülkede yarattığı etkiden daha büyüktür.
Bu yeniden üretim sürecinde takip edilebilecek olan "banal
milliyetçiliğin" düz değişmeceli (metonymic) imgesi ateşli bir
tutkuyla daima dalgalanan bir bayrak değildir; o imge kamusal
bir binada göze çarpmadan asılı duran bayraktır.30 Banal milli­
yetçilik kavramını ortaya atan Michael Billig "sürekli asılı du­
ran bayrak" eğretilemesini medyaya özgüler. Ona göre kitle ile­
tişim araçları ve kitle kültürü "sürekli bayrak gösterilen" en
önemli zeminlerdir. Böylelikle ulus-devletler bakımından ku­
rucu bir ideoloji olan milliyetçiliğin, bu kabule göre devlet ku­
rulduktan sonra rafa kalkması gerekirken ulus-devletler içinde
kendisini nasıl idame ettirdiği sorusunun cevabı da ortaya çık­
maktadır. 31 Dolayısıyla medya ulusal idenin canlı tutulduğu bir
zemin olarak her örneğinde kitlenin bilinçaltına yerleşen mil­
liyetçi imgeleri hazırda tutar ve sürümünü sağlar. Bunu yapar­
ken, ulusal fanteziyi kuran semboller, ifadeler, anılar, anlatı­
lar, imgelerle ulusal duyguyu harekete geçirecek korku , kaygı
ve nefret imgeleri her haberin, her yayımın ve her ürünün için­
de yerleşik bulunur. Elinizdeki derlemede, Burcu Şenel'in ana
akım medyada Kürt kimliğinin Kürt kadın milletvekillerinin

29 Bu hazır etmede radyo programlannın ve 1 940'lardan itibaren gazetelerde ya-


yımlanan "pehlivan tefrikalan" nın rolü büyüktür.
30 Michael Billig, Banal Nationalism ( Londra:Sage Publications, 1995) , s. 8.
3 1 Bkz. A.g.y.
38
resmedilmesi ve bu resmedilme sürecinin okur kitle tarafından
yeniden-üretimine içkin duygular üzerinden eleştirel okuması
bahsi geçen milliyetçilik dolayımıyla ulusun fantezi dünyasını
anlamak açısından ipuçları sunmaktadır.
Buna alternatif medyanın ise sürekli gözetim altında tutuldu­
ğuna, sarkastik itip kakmalara ve dışlanmaya maruz bırakıldı­
ğına tanık oluruz. "Ulusal anlatı"yı bozduğu düşünülen fantas­
tik ürünler bile bu dışlamadan nasibini alır. Örneğin 1 2 Eylül
1980 müdahalesinden sonra, TRT tarafından Halit Refiğ'e yap­
tırılan ve Kemal Tahir' in romanından uyarlanan Yorgun Savaş­
çı dizisi, Çerkes Ethem'i övdüğü ve düzenli orduyu küçük dü­
şürdüğü gerekçeleriyle "ulusal anlatı"nın dışına çıktığı için ya­
saklanmış, hatta ortadan kaldırılmıştı. Yakın zamanlarda Kanu­
ni Sultan Süleyman dönemini anlatan Muhteşem Yüzyıl dizisi,
"ecdadımızı yanlış gösterdiği" söylenerek, aslında bugün mu­
hafazakar-milliyetçi çevrelerin yaymaya çalıştığı kurgusal Os­
manlı imgesine ters düşecek motifler barındırdığı için, o çevre­
lerden çok şiddetli tepkilere maruz kaldı. Aslında bu masum ve
popüler ürünlerin bile milliyetçi ve yukarıdan kurulmuş "ulu­
sal fantezi"yle uyuşmayan yeni bir "fantezi" olarak varlığına ta­
hammül edilemiyordu .

Ulusal fan tezi içinde mitlerin krallığı

Auguste Comte , 19. yüzyılın başında "akıl çağı"nın başladı­


ğını müjdeliyordu . 18. yüzyıl Aydınlanması, geleneksel otorite
kaynaklarını yerle bir eden felsefi ve siyasi bir sorgulamayla ge­
lecek için bu umudu beslemişti. Lakin 19. yüzyılda Aydınlan­
ma düşünürlerinin hesap edemedikleri bir etken belirdi. Onlar
aklın egemenliği altında doğaya hükmeden insan tasavvurunu ,
bu tasavvuru hayata geçirecek maddi temelden bağımsız olarak
kurgulamışlardı. Onların düşündüğü gibi sermaye ve insanlık
birikimi aklın ve genel yararın hizmetine girmek yerine , akıl ve
genel yarar ilkesi sermayenin hizmetine girdi. 32 Ayrıca onların

32 Bir Cenevre Cumhuriyeti vatandaşı olan jean jacques Rousseau, çağının Fran­
sızlarını "yurttaş" (citoyen) ile "burjuva"yı (bourjois) birbirine karıştırdıkları

39
hiç tasavvur etmedikleri şekilde bu genel değişimin yeni siyasi
organı ulus-devlet olacak ve aklı araçsallaştıran, insanı da on­
ların anladıklarından farklı bir biçimde vatandaş kılarak ulus­
devletin hizmetine sokan yeni mitler ve yeni bir idealizm in­
san aklına hükmetmeye başlayacaktı. Bu yeni durum ne Fran­
sız ansiklopedistleri ne de Rousseau gibi "genel yarar" kuram­
cıları tarafından öngörülebildi.33 Fransız Devrimi'ni hazırla­
yan bu düşünce ikliminde etnik ve dini mensubiyetler hiç ak­
la gelmeyen siyasi araçlardı ; aksine özellikle din kurumunun
tamamen dışlandığı bir siyasal alan hayal ediliyordu . Hiçbiri ,
sadece Fransa'da yaşıyor olmaktan temellenen bir yurttaşlığın
yerini Fransız olmanın üstünlüğünü esas alan bir vatandaşlı­
ğın alabileceğini düşünmedi. Fransa sadece verili bir formas­
yondu ; etnik Fransız'a atıfla kutsallaşan bir coğrafya değil . . .
Dolayısıyla Fransa'yı savunmak, devrimi yok etmeye çalışan
Avrupa monarşilerine karşı devrimi ve böyle bir yurttaş fikri­
ni savunmaktı. Ancak, Napoleon bu kurguyu tamamen değiş­
tirdi. Devrimi savunmak olarak kurgulanan Fransa savunması
ve bu savunma için seferber olan yurttaşlık fikri, onun ellerin­
de devrimi yaymak için başka ülkelerin fethiyle ve ordu için­
de şekillenen "Fransız olmaklığın üstünlüğü"ne dayanan yurt­
taşlık fikriyle yer değiştirecekti .34 Ülke içinde eşitliği savun-

için aşağılar. Yurttaş eski çağlardan beri hiçbir zaman bir hükümdarın tebası
anlamına gelmemiştir; oysa burjuva elan tebadır. Dolayısıyla "yurttaş olmak"
burjuva olmaktan çok daha üstün ve ideal bir konuma işaret eder. Bkz. Feliks
Gross, Citizenship and Ethnicity: The Growth and Development of a Democratic
Multiethnic Institution (Westport , CT.: Greenwood Press , 1 999) , s. 74-75.
33 Fransız Devrimi üzerinde en çok etkisi olan düşünürlerden j oseph Sieyes,
1 789 yılının Ocak ayında yayımladığı ünlü denemesi Qu'est que ce le Tiers
E ta t da (Üçüncü Sınıf Nedir? ) açıkça sınıfların ortadan kaldırılmasından söz
'

ediyordu. Ona göre bütün sınıflar ve ayrıcalıklar ortadan kaldırılmalı ve "tek


bir yurttaş ulusu" yaratılmalıydı. Onun "ulus"a dönüşmüş Fransa'sı, "siyasal
ve hukuki olarak eşit yurttaşların birliği" idi. Burada yurttaşlar birliği "halk"la
aynı şeydi ve aristokrasinin antinomu olarak kullanılıyordu. Akt. Gross, Citi­
zenship and Ethnicity, s. 77-78.
34 N apoleon'un kendisine "milliyetçi" denemez. O kendi hayalindeki -ama
Fransız modeline dayalı- modem Roma lmparatorluğu'nu kurmakla meşgul­
dü. Buna karşılık Napoleon "farkında olmadan ve dolaylı biçimde Avrupa kı­
tasında milliyetçilik çağının doğuşuna ebelik etmişti" Hans Kohn, "Napole­
on and the Age of Nationalism " , The ]oumal of Modem History, Cilt 22, Sayı

40
mak, böylelikle başka memleketlerde Fransa'nın hakimiyetini
savunmak haline gelecek ve devrimi yapan halk düpedüz mil­
lete dönüşecekti. 35
Bundan sonrası ise ulus-devletin ikamesi sürecidir. Bu sü­
reçte rasyonalite yerini usdışılığa, pozitivist anlatı ise yerini
mitlere bırakır. Schöpflin'e göre mitler, toprak mitleri , kur­
tuluş ve mazlumiyet mitleri, seçilmişlik mitleri, askeri kahra­
manlık mitleri, yeniden doğuş ve yenilenme mitleri, akrabalık
ve ortak ata mitleri olarak sınıflandırılabilir.36 Toprak mitleri ,
yurt olarak tanımlanan bir coğrafyada belirli bir halkın kadim­
liğini ve otoktonluğunu kurar. Bu mitler "altın çağ" tanımla­
malarının da temelidir. Dolayısıyla bu mitler, ulusal tarih ya­
zımlarının da önemli bir parçasıdır. Buna bağlı olarak ulus­
devletlerin verili ve konj ontürel siyasal sınırları bu mitin coğ­
rafi zemini haline gelir. lrredantist milliyetçilikler için bu mil­
li öznenin yaşadığı varsayılan bütün coğrafyalara genişletilir.
Yine Scöpflin'in sözleriyle bu coğrafyayı sembolize eden her­
şey-bayraklar, haritalar, yıldönümleri-mitin güçlendirilmesi-

1 22( 1 950) , s. 30. Napoleon'un özellikle askerliğin yapısını değiştiren müda­


haleleri, vatandaş ordusunun oluşmasına ve bu ordu etrafında şekillenen bir
vatan fikrine kapı açmıştı: "Bir imparator güvenini ulusal askere bağlar, para­
lı askerlere değil ! " diyordu. Napoleon, Rusya'dan döndüğü zaman Fransa'da
milliyetçilik oldukça gerilemişti. Zira Fransızlar savaşlardan, hatta zaferlerden
yorgun düşmüştü . 1 8 1 4 ve 1 8 1 5'te Napoleon savaşları Fransa'nın korunma­
sı için bir savunma savaşına dönüşünce, Fransa'da özgün milliyetçi coşku da
canlanmış oldu. A.g.y. , s. 33.
35 Yurttaşlar birliği olarak halk anlamında kullanılan nation kavramı, buradan,
referansları çok daha soyutlanmış bir nation kavramına evrildi. Bu değişim en
net biçimde Almancada görülmüştü. Almancada "halk" anlamına gelen volh
kavramı, daha 18. yüzyılda Alman düşünürleri tarafından siyasal değil ama
doğrudan kültürel ortaklığa sahip, ortak bir maneviyat alanı (volhsgeist) et­
rafında birleşmiş bir antite anlamında "millet"i anlatır hale gelmişti. Bundan
sonra deutschen volh, doğrudan doğruya "Alman milleti" olarak anlaşıldı. Üs­
telik, kültürü esas alan bu değişime bağlı olarak volh kavramı, sadece "millet"
değil ethnie anlamında da kullanılıyordu. Nitekim, Hitler için ideal Almanya
etnik bakımdan saf Volhsgemeinshaft'ın ( "etnik-toplum"un) yaşadığı yer ola­
rak tanımlanır hale geldi. Kavramın bu kullanılma biçimi, onun ırkçılığa bağ­
lanmasını kolaylaştırdı.
36 George Schöpflin, "The Function of Myth and A Taxonomy of Myths", Myths
and Nationhood içinde, G. Hosking ve G. Schöpflin (der. ) (New York: Routle­
dge, 1 997) , s. 28-35.

41
ne hizmet eder ve bütün alternatif rasyonaliteler bu coğrafya­
dan dışlanır.37 Kurtuluş ve mazlumiyet mitleri , benim "direniş"
ve " özgürlük hareketi" teması üzerine inşa edilen milliyetçi­
likler dediğim varyantla doğrudan ilişkilidir. Kendilerini tari­
hin mazlum halkları olarak tanımlayan, kendisini müstevlile­
rin zulmü altında varlığını tarih boyunca korumayı başarmış
bir halk olarak sunan antiteler bakımından bu mitler oldukça
etkin ve işlevseldir. Özellikle tarihsel imparatorlukların saha­
ları içinde yaşamış ve imparatorluklar parçalanırken bağımsız­
lık kazanarak ulus-devletlerini kurmuş ya da koloni impara­
torluklarına karşı direnişle veya bu yapıların oralardan çekil­
mesiyle bağımsızlık kazanmış halklar bu mitleri yaratır ve ge­
liştirirler. Seçilmiş olma miti ise bir halkın kendisine ahlaki ve­
ya ereksel bir ödev yüklendiğine inanmasıdır. O inançla ulus
adına yapılanların tarihsel bakımdan haklı, ulusa karşı yapı­
lanların ise tarihin akışı bakımından kazai eylemler olarak gö­
rülmesi temin edilir. Alman tarihselciliğinin Hegel'le başlayan
dünya-tarihsel yorumu bu "seçilmişlik" halini Alman devleti­
nin varlığıyla özdeşleştirecek uç bir noktaya götürmüş ve I I I .
Reich'ın ırkçı değirmenine su taşımıştır. "Türk cihan hakimi­
yeti mefküresi" adı altında , Türklerin dünyaya hakim olmak
gibi ilahi bir misyonla tarih sahnesinde yol aldığına dair tarih­
dışı iman da aynı kapıya çıkar. Musevilerin kendilerini seçil­
miş halk olarak görmeleri de Museviler arasındaki milliyetçi
damarın kan kaynağıdır. Bütün bunlar, dile getirildiğinde "de­
li saçması" söylenmeler olarak görülebilir; ancak bu idenin alı­
cı çıktığı ve çoğalarak kitleselleştiği zamanlarda saldırgan ve
kıyıcı milliyetçiliklerin doğduğunu görürüz.
Dolayısıyla Schöpflin'in belirttiği sınıflandırmaya dahil edi­
lemeyen eski mitlerin yeniden yorumlanması ve yeni mitle­
rin ve törenlerin (modern ayinlerin) toplum içindeki sürümü
önem kazanmaktadır. Zira mitlerin en temel işlevi kolektif ha­
fızayı ayakta tutmaları, kolektif ruhu hazırlamaları ve kolektif
davranış biçimleri için referans oluşturmalarıdır. Ulus-devle­
tin ve milliyetçiliğin en çok ihtiyaç duyduğu şey işte bu kolek-
37 A.g.y . , s. 29.
42
tivite halleridir.38 Ulus-devletler ve milliyetçilikler kolektivite­
yi seferber edebildikleri ve onu daima teyakkuzda tutabildikle­
ri ölçüde başarılıdırlar. O yüzden, Aydınlanma proj esinin çö­
küşü anlamında, ulus-devletler ve milliyetçilikler mitleri geri
çağırdılar. Bu açıdan, bu derlemede Simten Coşar ve Aylin Öz­
man'ın, Turgut Özakman'ın üçlemesinde izini sürdükleri Türk
milliyetçiliğinin belirli bir versiyonu çerçevesinde kotarılmaya
çalışılan ulusal mit yazımı ömekleyicidir.

Kitlede milliyetçilik tezahürleri


ve ideolojinin vulgarizasyonu

Bir ideoloji ve halk hareketi olarak milliyetçilik üç seviyede in­


şa olmaktadır.39 Birincisi entelektüel seviyedir. ikincisi siyasal
seviye ve üçüncüsü de halk ve kitle seviyesidir.40 Üçüncü sevi­
ye, yukarıda da belirtildiği gibi her ne kadar "banal milliyetçili-

38 Schöpflin miti kolektivitelerin -bu bağlamda ulusların- kendi varlığının te­


mellerini, ahlak sistemlerini ve değerlerini kuran ve ayakta tutan yollardan bi­
ri olarak tanımlar. Bu bakımdan mitler genellikle anlatılar halinde öne çıkarı­
lan inanç setleridir. Mitler tarihsel olarak gösterilebilen gerçeklerden çok al­
gılar hakkındadır. Bu nedenle dünyayı düzene koyan ve dünya görüşlerini ta­
nımlayan biricik yolun arayışı içinde entelektüel ve bilişsel bir tekel kurarlar.
Dolayısıyla mitler kültürel yeniden-üretimin temel araçlarından biridir. A.g.y. ,
s. 1 9-20.
39 Milliyetçiliğin bir ideoloji olarak tanımlanmasına itirazlar vardır. Bu itiraz ,
milliyetçiliğin evrensel bir niteliği olmadığından hareketle dile getirilir. Her
"ulusal" özne kendi milliyetçiliğini geliştirdiğine göre, bu düşüncenin evren­
sel niteliğinden söz edilemez. Bu görüşe göre milliyetçiliğin , siyasal ideolojile­
rin kendilerini rasyonel biçimde temellendirme ihtiyaçlarının ve evrensel bir
analizden hareket etme iddiasının aksine daha çok moral ve duygusal bir ze­
mini vardır. Örneğin bkz. William Pfaff, The Wrath of Nations: Civilization and
the Furies of Nationalism (New York: Touchstone, 1 993 ) , s. 14. Milliyetçilikle­
rin moral ve duygusal zeminden hareket etmeleri temel bir olgu olmakla bir­
likte, milliyetçiliğin çoğulluğu bu çoğulluk içinde mevcut ortak niteliklerini
görmemize engel değildir. Bu ortak niteliklerin başında milliyetçiliğin modern
siyasetin içine doğması ve iktidar için iktidarı isteyen başkaca ideolojilerle çar­
pışması, onun ideolojik bir programla hareket etmesini zorunlu kılar ve ister
istemez bütün milliyetçilikleri, içinde varoldukları dünyanın somut analizin­
den harekete zorlar. Bu zorlama onu Hegelci anlamda bir weltanshaaung hali­
ne getirir. Bu hal tamamen ideolojilere özgüdür.
40 Bu seviyelenmelerle ilgili olarak bkz. Hrosch, Social Preconditionsof National
Revival.

43
ğin" işlediği seviye olarak nitelendirilmiş olsa da milliyetçi ide­
olojinin gerçekleşme alanı burasıdır. Zira siyasal olan desteğini
buradan alır; entelektüel ve siyasal olan bu seviyeyi etkileme­
ye çalışır. Kitleye mal olmuş milliyetçiliklerin mutlaka bir par­
ti içinde veya çevresinde örgütlenmesi de gerekmez. Tıpkı çe­
şitli partilerin siyasal milliyetçilik iddiasını taşımaları gibi, fark­
lı partilerin seçmeni olan bireyler de milliyetçi saiklerle hare­
ket edebilir, kendilerinin "milliyetçi" olduğunu iddia edebilir­
ler. Dolayısıyla milliyetçiliğin çoğulluğundan bahsedebiliriz.
Bu da, tıpkı siyasal ve entelektüel seviyelerde milliyetçiliklerin
farklı odakları olabileceği gibi, yurttaşlar tarafından farklı farklı
tanımlanmış milliyetçiliklerin varlığına haber verir. Burada kri­
tik olan konu , biz tanımının nasıl yapıldığıdır.
Bir grubun kendine ilişkin güven duygusunu kurmasında
maddi ve maddi olmayan etkenler rol oynar. Güven duygusu­
nun kuruluşunda bir "cemaat ethos "unun varlığı güçlü bir bi­
çimde hissedilir. Paylaşılan ve başkalarıyla sınırı çizen toplum­
sal değerlerin , mekanın ya da ideallerin tutunumunu sağla­
yan yönü çok sayıda toplumsal deneyimin merkezinde yer alır.
Paylaşılan bu değerlerin, mekan veya ideallerin sınırlılığı , as­
lında bunların cemaat hayatına ilişkin olduğunu işaret eder. Bu
yüzden de "aşiret" ve "aşiretçilik" gibi yakıştırmaların bu ala­
nı ifade etmek bakımından kabul edilebilir olduğu söylenebi­
lir. 41 Kolektif duygunun cemaat tipi toplumsal hayatlara özgü
oluşu , bu duygunun ancak yüz yüze ilişkiler ve birbiriyle temas
eden ağlar üzerinden sürdürülebilir olduğunu ima eder. Ne var
ki, Alman tarihselciliği Hegel'den itibaren bu kolektif duygu
halini Volhsgeist kavramı üzerinden genişleterek, aynı kültüre
mensup saydığı ve aslında bu türden bir temasın olmadığı geniş
bir toplumsallığı, aynı duygulanımların geniş ilişkilenme ala­
nı olarak varsaymıştır. Böylelikle geniş bir coğrafyaya yayılmış
duygudaşların mensup olduğu, sürdürdüğü ve yeniden üretti­
ği (çok fazla değişmeyen, hatta değişmemesi gereken) bir kül­
tür ve bu kültüre yaslanan bir tutunum biçimi tarif edilmiştir.

41 Bkz. Michel Maffesoli, The Time of the Tribes: The Decline of lndividualism in
Mass Society (Londra: Sage Publications , 1 996) , s. 1 9 .
44
Bu tanımlanmış kültürün tutunum gücü onun çok fazla değiş­
memesine bağlıdır. Bu türden bir kültürün varoluşunu müm­
kün kılacak kültürel zorlamalar bu tariften sonra hayata geçi­
rilmiş ve gerek entelektüel gerek kitlesel ajanlar eliyle gündem
yaratmaya başlamıştır. Bu çabayı en mükemmel biçimde Orta
ve Doğu Avrupa örneklerinde görmekteyiz. Bugün bu türden
bir kültürün varlığını garanti eden en güçlü garantör ulus-dev­
letler ve onların kontrolündeki medya araçlarıdır. Cemaatlerin
kendiliğinden ethos'u böylelikle tahribe açılmış ve tabiri caiz­
se ulusal bir kültür lehine "görüldükleri yerde ezilmişlerdir"
Cemaatler ise, çeşitli taktik ve stratejiler geliştirerek genellik­
le buna direnirler. Buna rağmen ulus-devletler, kurdukları ve
toplumu giderek saran ağları genişleterek yarattıkları sanal ko­
lektiviteye kitleler nezdinde kabul edilebirlik ve gerçeklik ala­
nı açarlar. Bu , yer yer kırılgan olmakla birlikte ve girdabına sü­
rüklediği cemaatlerin kendi farklılıklarını vurgulayarak zaman
zaman meydan okumalarına karşın , genellikle başarılıdır. Bu
başarı, ulus-devletlerin birer ideolojik aygıt olarak daha önce
görülmeyen bir performansa sahip olmalarıyla ilintilidir. ideo­
loji burada ulusal mitler haline getirilmiş figürleri kitleselleşti­
rerek çağına uydurur ve sıradan insanı kimliklendirir. Örneğin
Türkiye'de ülkücü hareketin kadınları "asenalar" olarak anılır;
erkekleri ise "bozkurtlar" Büyük Birlikçilerin gençleri "Alp­
Eren'dir" . Böylelikle ideoloji Türk mitolojisinin savaşçı ve ideal
erkek figürü olan "alp"la, lslamı yayan dervişlere atıfla "Erenli­
ği" somut bir kişilikte birleştirerek kitleselleştirir.
Mitlere yaslanan özcü temaların sürümü dışında, milliyetçi
ideolojinin tarihin gerilerinden bugüne taşıdığı sembol ve an­
latılar, ayrıca gelenek belleyerek değerleştirdiği normlar, aslın­
da çok büyük ölçüde geçmişin yüksek kültür dairesine aittir.
Örneğin Osmanlı geçmişinden devşirilmiş figürlerin-ordunun,
idarenin, saray kültürünün-millileştirilmesi, modernlik öncesi­
ne aidiyetleri bakımından bu figürlerin temize çekilerek yeni­
den yorumlanması dışında, gerçeklikle ilişkisi olmayan ideal­
leştirmelerdir. Ancak bu ecdad edebiyatı kitleler açısından çeki­
cidir. Zira gündelik hayat içinde ezilen, yük çeken, geleceğine

45
umutla bakmak isteyen bireyler bu yolla geçmişin görkemiyle
ilişki kurarlar ve geçmişle bugün arasında kurulan doğrusal ai­
diyet ilişkisi üzerinden bu bireylerin güven ve umut duyguları­
nı tazelerler. Böylelikle "yurttaş" milli olanın bir parçası olma­
ya hazır hale gelir.
Gündelik hayatta , milli olan , aslında gizlidir. Göz önünde
olanları ise biz görmeyiz, onlar gerektiğinde görünür hale ge­
lirler. Bu anlamda görünürleşme, milliyetçiliğin sokakta tepki­
ye ve eyleme dönüşmesiyle ilintilidir. Milliyetçiliğin sokaktaki
tezahürü, büyük ölçüde coşku ve öfke gibi temel duygular ara­
sında salınır. Bu duyguların eşliğinde incelikli düşünme, ana­
liz etme, eleştirellik gibi akıl yürütme biçimlerinin yeri kalmaz .
Onların yerini genellikle kaba bir reaksiyonizm işgal eder. Bu­
nun son örneğini Sultanahmet'te Uygurlar lehine ve Çin hükü­
meti aleyhine gösteri yürüyüşü yapan Ülkü Ocakları'na men­
sup bazı kişilerin T opkapı Sarayı'nı ziyaret eden Koreli turistle­
re Çinli diye saldırmalarında gördük. 42 Burada banalleşmenin
iki pratiği görülmektedir. Birincisi Çinli olmakla Çin hüküme­
tini temsil ediyor olmak arasındaki farkı göremeyen bir zihin
faaliyetine istinat eden banalleşmedir. lkincisi, tamamen "göz
hizasına giren"ler arasında yapılan ve tamamen görmeye dayalı
bir seçicilikle kafalardaki klişeye ( "çekik gözlü olmaya") daya­
nan bir saldırganlıktır. Normal durumda bu seçicilik işlemez,
bunun için bir impetus gerekir. O impelus , Çin hükümetinin
Uygurlara mezalim yaptığına dair haberlerdir. Tıpkı 6-7 Ey­
lül'de Selanik'te Atatürk'ün evine bomba atıldığı haberinin hız­
la yayılması gibi. . . Öyle ki, bu güncel olayın devamında, saldır­
ganların bu kişilerin " Çinli olmadıklarına" bir türlü ikna olma­
dıkları gözlemlenmektedir. Aynı durumu Mersin'de yıllar önce
Türk bayrağını tahrip etmeye çalışan iki çocuğa karşı gösterilen
saldırganlıkta da gözlemleyebiliriz. Burada çocukların eylemi,
onların çocuk olmalarının önünde algılanmış ve sadece bayra­
ğın ("kutsal"ın) varlığı saldırganların gözünde bu saldırganlığı
meşrulaştırabilmiştir. Eleştirellik ile banallik arasındaki ayrım
bu tür örneklerde açığa çıkar. Düşünme eylemi ile kitlenin ey-
42 "Ülkücüler Adres Şaşırdı'' , Cumhuriyet, 5 Temmuz 20 1 5 , s. 4.

46
lemi arasındaki fark da tam bu noktada görünür hale gelmek­
tedir. Dışlamadan başlayarak katletmeye kadar varan eylem bi­
çimlerinin, böylelikle kitlenin eylemi içinde yer bulduğunu gö­
rürüz. Meşru sayılan dilin dışındaki dillerde konuşulması, de­
ri rengi veya bir başka fiziki özellik, belli simgelerin varlığı ve­
ya bazı kişilerde saptanması, olumsuz bir haberin yayılması, gi­
yim-kuşam biçimi vs. bu eylem manzumesi içinde o ana denk
düşeni tetikler. Bu tetik (impetus) , göze çarpmayanı görünür
kılar ve ona yönelik banal milliyetçiliğin sokakta varlık haline
dönüşmesine yol açar.

Milliyetçil iğin ak tığı popü ler kanallar


Milliyetçiliğin 1 9 . yüzyılda romanlarla ve periyodik basının
ortaya çıkmasıyla geniş kitlelere nüfuz ettiği genel olarak kabul
edilen bir savdır.43 Bunlara şiir, müzik, tiyatro , spor gibi bu­
gün kültür sosyolojisinin ve kültürel çalışmaların konusu olan
alanların eklendiğini görürüz. 18. yüzyılda Herder'le başlayan
ve 19. yüzyılda özellikle Hölderlin gibi önde gelen isimler eliy­
le ciddi bir milliyetçilik mecrası haline gelen Alman şiiri önem­
li bir örnekti.44 Böylelikle sanatın araçsallaştığı ve muhafazakar
(klasik) sanat anlayışının karşısında ajitatif ve romantik sana­
tın doğduğu görülür. Müzikte bu Napoleon sonrası Avrupa'sın­
da ortaya çıkan ve " Geç Romantik Dönem" olarak adlandırı­
lan dönemin bestecilerinin eserlerinde, ilerideki ulusal müzik
akımlarının habercisi olarak tezahür etmiştir.45 Belki de müzik-
43 Bu konudaki çığır açıcı yayın, bilindiği gibi , Benedict Anderson'ın çalışma­
sıdır. Bkz . B. Anderson, lmagined Communities: Rej!ections on the Origin and
Spread of Nationalism (Londra: Verso, 1 99 1 ) , 2. baskı.
44 Hölderlin'in Alman milliyetçiliği üzerindeki etkisi çok büyüktür. Öyle ki 20.
yüzyılın başlarında Almanya'da oluşan Stephan George edebiyat çevresine
mensup şair ve yazarlar Almanları "Hölderlin'in halkı" olarak nitelendiriyor­
lardı. Onlara göre "Almanya Hölderlin'e aitti " . Bkz. joseph Suglia, "On the Na­
tionalist Reconstruction of Hölderlin in the George Circle" , German Life and
Letters, Cilt 5 5 , Sayı 4 (2002) , s. 387-397
45 Bu dönem bestecilerinin eserlerinin betimlenmesi için özellikle bkz. Marc A.
Radice, " Nationalism in French Chamber Music of the Late Romantic Era:
Franck, Debussy, Saint-Saens, Faure, and Ravel" Chamber Music: An Essential
History içinde (Ann Arbor: University of Michigan Press, 20 1 2 ) , s. 1 7 1 - 1 88.
47
teki Geç Romantik Dönem'in en önemli figürü Alman besteci
Richard Wagner'di. Wagner tam bir Alman milliyetçisi ve an­
ti-Semitikti. Bu açıdan bir ön-Nazi olarak nitelendirilmiştir.46
Gençliğinde Alman milliyetçi düşüncesinin mimarı olan Her­
der'den üst düzeyde etkilenmiş ve ]unges Deutschland (Genç
Almanya) hareketinin bir parçası haline gelmişti.47 Eserlerin­
de özellikle yazdığı operalarda, daima Cermen ve Nordik efsa­
nelerini işledi, onları Almanlar nezdinde popülerleştirerek sıra­
dan halkı bu efsanevi kökle bütünleştirmeye çalıştı.48 Böylelik­
le mitlerin yeniden yaratılması ve modern Alman milli düşün­
cesinin bir parçası haline getirilmesinde büyük bir katkısı oldu .
Orta ve Doğu Avrupa'da ulusal müzik akımları Wagner'in güç­
lü başlangıcım izledi ve önemli ekoller yarattılar. Polonya, Çek,
Rus ve Macar müziği, böylelikle etnografik araştırmanın da bir
parçası haline geldiler ve halk kültürünün yüksek kültüre nü­
fuz etmesi bağlamında önemli örnekler oldular. Aynı zamanda
bu yolla esasen yüksek kültürün bir parçası sayılan sanat müzi­
ği de belirli ölçülerde popülerleşti ve milliyetçi duygunun teza­
hür ettiği ve "milli ortaklık" hissini besleyen önemli mecralar­
dan biri haline geldi.49
46 Bkz . Bryan Magee, Wagner and Philosophy ( Londra ve New York: Penguin
Books, 2000) veAspects of Wagner (Oxford ve New York: Oxford University
Press, 1 988) , s. 23-25. Hitler'in şu sözleri Wagner'in Nazizm üzerindeki etki­
sini göstermek bakımından öğreticidir: "Her kim Nasyonal Sosyalist Alman­
ya'yı anlamak istiyorsa Wagner'i bilmek zorundadır. " A.g.y. , s. 55.
47 Frank B. josserand, "Richard Wagner and German N ationalism" , The South­
westem Social Scinıce Quarterly, Cilt 43, Sayı 3 ( 1 962) , s. 223.
48 Wagner, müziği ulus fikrine yaklaştıran en güçlü figür olarak tanımlanabi­
lir. Bu bağlamda dramatik müziğin ilk temsilcisidir. Wagner operaları lirik et­
kiyi en fazla taşıyan ve operayı "ulusal drama" kavramıyla birleştiren ilk ör­
neklerdir. Bkz. Bruno Markwardt, Geschichte der deutschen Poetih IV(Berlin:
Thormann&Goetsch, 1 959) , s. 349. Opera Wagner'in eserleriyle bir aşkınlaş­
ma yaşamış ve bir yüksek duygu aktarım ortamı haline gelmişti. Böylelikle eğ­
lencelik karakterinin sona erdiğine ilişkin işaretleri Mozart ve Gluck'un eser­
lerinde veren opera sanatı, yüksek amaçlara hizmet eden ve 1 9 . yüzyılın ro­
mantik devlet liderlerince desteklenen bir kültür ürünü haline geliyordu. Ro­
derick Cavaliero, Gnıius, Power and Magic: A Cultural History of Germany from
Goethe to Wagner (New York: Tauris, 20 1 0 ) , s. 145.
49 Doğu ve Orta Avrupa sanat müziğindeki etkinin benzerini yaratmak isteyen
Erken Cumhuriyet rejimi, aynı amaçlarla yeni bir Türk müziği yaratmaya ça­
lıştı. Bu çerçevede yurtdışına gönderilerek yetiştirilen besteciler, bir "Türk

48
Ulusal müzik akımları entelektüel düzeyden başlayarak sı­
radan halka doğru genişleyen çeşitli eşikler yarattılar. Orta ve
Doğu Avrupa'da geleneksel olarak "iyi müzik" dinleyicisi hali­
ne gelmiş kitlelerin ulusal müzik akımlarının örneklerini alım­
laması ve içselleştirmesi çok daha kolay oldu . Ancak, başka
yerlerde yüksek müzik ürünlerinin alımlanması aynı derecede
başarı göstermedi. Türkiye de dahil olmak üzere ulus-devletle­
şen coğrafyalarda bu kez devlet eliyle geleneksel müzik türleri­
nin millileştirilmesi işine girişildi. Bir saray müziği türü olarak
esasen Osmanlı yüksek kültürünün önemli bir mecrası olan
klasik kanon, kozmopolit ve emperyal unsurlarından temizle­
nerek bir "Türk sanat müziği" yaratılacaktı. Bu temizleme so­
nucunda, bu müzik türünün giderek popülerleştiğini ve bir tür
"gazino müziği"ne evrildiğini görürüz . Bu tür ancak bu yolla
geniş kitlelere mal olabilmiştir. Öte yandan halk müziği ürün­
leri, Ankara ve İstanbul radyolarında çalışan derleyiciler eliyle
yerel kaynaklardan toplandı; etnik unsurlarından ve devletçe
"sakıncalı" bulunan söz ve tarzlardan temizlenerek bir "Türk
halk müziği" icat edildi. Bunun gibi halk oyunlarına da müda­
hale edildi ve özellikle yurt sathına yayılan beden terbiyesi öğ­
retmenleri eliyle doğru şekle getirilerek ortaklaştırıldı. Bütün
bu müdahaleler aynı zamanda her tür için milli olanın yaratıl­
ması anlamına geliyordu .
Bu bağlamda, mehter müziğinin tarihi de ilginç bir örnektir.
il. Mahmud'un yeniçerileri tasfiye projesi çerçevesinde 1826'da
ortadan kaldırılan Mehterhane , 1 9 1 4 yılında Harbiye Nazırı
Enver Paşa tarafından yeniden canlandırılmıştır. Ancak Meh­
terhane'nin tasfiyesi sürecinde bu geleneğin ve mehter müzi­
ği eserlerinin de tamamen toprağa gömülmesi sonucunda el­
de hiçbir örnek bulunmadığından, Enver Paşa'nın yeni Meh­
terhanesi bu geleneğe ait olmayan yeni parçalar yarattı. Cum­
huriyet tarihi boyunca bu kurum kısmi olarak muhafaza edildi.
1 935 yılında kapatılıp Demokrat Parti (DP) döneminde Askeri
Müze bünyesinde yeniden kurulan mehter takımı sadece Türk

Beşleri" ekolü yarattılar; ama bu çaba, Orta ve Doğu Avrupa'daki benzerleri­


nin etkisini Türkiye'de yaratamadı.

49
Silahlı Kuvvetleri'nin bando teşkilatı içinde bir gösteri unsu­
ru olarak varlığını sürdürdü . Ne var ki, zaman geçtikçe sağ si­
yasi iktidarların Osmanlı geçmişine dönük canlandırma faali­
yeti çerçevesinde bu müzik türü ve mehter takımları yaygın­
lık kazandı. Şimdi neredeyse her kent, kasaba ve bazı okullar­
da birer mehter takımı var. Bu yayılma bu türün bayağılaşması­
na ve niteliksizleşmesine yol açtı. Tarihsel bağlamından tama­
men koparılmış olan ve yeniden yaratılan bu müzik ve etrafın­
daki performans unsurları bugün banal milliyetçiliğin bir aji­
tasyon aracı haline gelmiştir. Savaşı ve sadece savaşla ilgili bir
geçmişi çağrıştıran bu performansın yayılma hali, aynı zaman­
da Türk milliyetçiliğinin dar ajandasına ve bu basit araçsallaş­
tırmalar çevresinde kolay bir etki alanı yaratabilmesine ilişkin
fikir vermektedir.
Öte yandan bütün milliyetçilikler ve ulus-devletler müziğin
popüler formlarının ne derecede etkin ve yararlı olduğunu da
keşfettiler. Böylelikle bir "ulusal müzik kanonu" ortaya çıktı .
Bu kanonun en önemli parçası "halk müziği" (folk-music) de­
nilen alandı. Bu alandan devşirilmiş tema ve parçaların yeni­
den düzenlenmesi ve kimi zaman da bu formlara uygun ola­
rak üretilmiş yeni ürünler yoluyla, 50 bir ulusal duygu yoğun-
50 Alevi kanonunda olması asla beklenmeyecek biçimde , Çorumlu Aşık Hüse­
yin Çırakman'dan alınan "Bugün Bize Hoşgeldiniz Erenler" deyişi içinde şu
sözler yer alır: Tarihler boyunca bir milletiz bizi llimce dünyaya vermişidik hız /
Büyük bir babanın hey dost torunlanyız/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! /Hisse
alın Çırakman'ın sözünden/ Zerre kaçmaz ariflerin gözünden/ Kemal Atatürk 'ün
hey dost aydın izinden/ Bugün bize hoş geldiniz erenler! Öte yandan aslında bir
"marş" olan "Hoş gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa", "Azeri ağızla söylenmiş"
bir "Kars türküsü" olarak sunulur. Türkünün içinde türkü formunda olması
oldukça zor ajitasyon öğeleri yer alır: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa/ As­
kerin, milletin, bayrağınla çok yaşa!/ Sağdan sola soldan sağal Salla bayrağı düş­
man üstüne/ Dönmez geri Türk'ün askeri ! Bir "ekşi sözlük" yazarının bu ajita­
tif sözleri nasıl algıladığı ve banal milliyetçilik argümanlarıyla nasıl yorumla­
dığı ise oldukça öğreticidir: "hepiniz bilirsiniz aslinda turk askeri fiziken bir­
cok ulke askerine gore daha zayif ve celimsiz durur, hakikaten de oyledir. la­
kin turk'teki iman gucu ve vatan icin olme arzusu baska hicbir millette bu ka­
dar mukemmel degildir. yani okuz gibi bir almani yada amerikaliyi bile o coş­
ku ve neşe (evet neşe) içinde surklase edebilir. Asla ve asla vazifesini tamam­
lamadan yada diger bir degisle olmeden gelmez" (Bütün milliyetçiliğine kar­
şılık, yazarın Türkçe klavye kullanmaması ve imla özensizliği de ayrıca dik­
kat çekici ! )

50
laşması, ortak bir memleket hissi yaratılmaya çalışıldı. Ancak,
bu yeniden düzenleme ve yeni yaratım süreci, büyük ölçüde
bir tahrifat sürecine de kapı açtı. Bu bağlamda, kimi özgün par­
çaların sözlerinin değiştirildiği, yeni sözler eklendiği görüldü ;
hatta kentli insanın dinlerken rahatsız olacağı düşünülen mü­
zikal yapıların bozulması (sadeleştirilmesi) bile denendi. Bü­
tün bu çabaların altında, müzik üzerinden bir biz duygusu sağ­
lamak hedefi görülür. Zira "bizim müziğimiz" aynı zamanda,
"Bizi biz yapan, bizi bize en iyi biçimde anlatan kültürel form­
d\lr . " Bütün bu müzikal kodeksin şahikası ise elbette "mil­
li marş" denilen şeydir. Billig'in söylediği anlamda banal milli­
yetçiliğin bütün öğelerinde olduğu gibi, sözleri ne kadar ünlü
bir şair tarafından yazılmış olsa da, "milli marş"lar herkeste ay­
nı çağrışımı yapacak etkiyi yaratması beklenen en önemli po­
püler üründür. 5 1 Ayrıca en başta milli marş olmak üzere, ana­
okullarına kadar yayılan bir genişlikte marşlar kanonu oluştu­
rulmuştur. Bu kanon içinde yer alan çeşitli marşlar her zaman
"milli duygu " yu harekete geçirmek üzere coşkulu ve ateşlendi­
rici bir armoniyi, milli çağrışımlarla bezenmiş ve kimi zaman
da "öteki"ne karşı nefreti dile getiren sözlerden oluşan bir epi­
ği içerir.
Spor, özellikle futbol da milliyetçilikler tarafından iyi kulla­
nılmıştır. Franco dönemi lspanya'sında futbol üzerinde ciddi
bir biçimde çalışıldığı görülür. Madrid'de Kont Barnabeu Sta­
dı'nda oynanan 1 964 yılı Avrupa Milletler Kupası final maçın­
da İspanya Milli Takımı'nın Sovyetler Birliği Milli Takımı'nı ye­
nerek kupayı kazanması, Franco tarafından büyük bir milliyet­
çi gösteriye ve ayine çevrilmesi, iyi bir örnektir. Franco bura­
da sadece kendi millilerinin kupayı almasını değil, onların "ko-

51 Milli marşla ulusal kimlik arasındaki ilişkiyi inceleyen E . Bodnar ve A . Gilboa,


lsrail'de yaptıkları üç deneyin üçünde de milli marşın milliyetçi duygulan ça­
ğırdığını bulguladılar. Kanadalı müzik eğitimcisi K. K. Veblen milli marşın
toplum için neyin önemli olduğunu ve bu seçicilikle toplumdaki egemen kül­
türün değerlerini, geleneklerini, tarihini, kültürel baglamını ve ideolojisini ha­
tırlattığını söyler. Akt. M. C. Kennedy ve S. C. Guerrini, " Patriotism, Nationa­
lism, and National Identity in Music Education: 'O Canada', How well do we
know thee ? " , Intemational ]oumal of Music Education, Cilt 3 1 , Sayı 1 (20 1 2 ) ,
s. 79-80.

51
münist" bir ülkenin takımını yenerek bu başarıyı elde etmesini
kullanmıştı. 52 Benzer bir durum Arjantin' de yapılan ve Arjantin
Milli Takımı'nın kazandığı 1978 Dünya Kupası'nda da yaşandı.
O sırada Arjantin cuntasının başında bulunan General Videla,
her türlü yola başvurarak şampiyonluğu Arjantin'in kazanma­
sına "hizmet etmiş" ve Buanes Aires'in Monumental Stadı'nda
üniforması içinde kupayı takıma bizzat kendisi vermişti. Ta­
nıl Bora'nın sözleriyle, " Cuntanın zulmü altındaki '78 şampi­
yonluğunu kutlamak için sokaklara dökülenler arasında sade­
ce rejimden memnun olanlar değil, muhalifler, generallere bed­
dua okuyan fakirler de yer almıştı. " 53 Videla cuntası bu "futbol
zaferi"nin rüzgarıyla okşanan milli gururdan güç alan milliyet­
çi aj itasyonu , Falkland/Malvinas Adaları'nı Britanya'dan geri
alacak bir savaş zaferine dönüştürmek üzere kullanacak; ancak
Arj antin, savaşın sonunda ağır bir yenilgi alacaktı. 54 Hitler de
Berlin'de düzenlenen 1 936 Olimpiyatları'nda kendi ülkesi ve
rejimi lehine benzer etkileri yaratmaya çalışmıştı . Futbol açı­
sından İspanya örneğinin bir başka önemli yanı, futbolu kendi
faşist rej imi lehine kullanmaya çalışan Franco milliyetçiliğine
karşı, lspanya'daki başka halkların (özellikle Katalan ve Bask­
ların) futbol üzerinden kendi milliyetçiliklerini sahaya sürebil­
meleridir. 55 Futbol holiganlığının milliyetçi histerilerin sergi­
lendiği gösterilere, hatta çatışma alanlarında paramiliter çetele­
re dönüştüğü de sıklıkla rastladığımız bir durumdur. 56

52 Alejandro Quiroga , "Spanish Fury: Football and National ldentities under


Franco" , European History Quarterly, Cilt 45, Sayı 3 ( 20 1 5 ) , s. 506-507.
53 Tanı! Bora, "Gözyaşları, Yakışır Arjantin'e" , Radikal, 6 Temmuz 20 10.
54 Tanı! Bora, "Futbolda Erkeklik, Militarizm , Milliyetçilik: Tek Kale " , Erkek
Millet Asker Millet: Türkiye'de Militarizm, Milliyetçilik, Erkek (lik)ler içinde, N.
Y. Sümbüloğlu (der.) (lstanbul: lletişim Yayınları, 20 1 3 ) , s. 488.
55 1 960'larda ve 1 970'lerin ilk yansında futbolun Katalan ve Bask milliyetçilik­
leri bakımından bir katalizör rolü oynadığı kabul edilir. Bölgesel milliyetçilik­
ler futbolu toplumun farklı kesimlerine ulaşma yolu olarak kullanmışlardır.
ispanya Milli Takımı üzerinden milliyetçi duyguların optimizasyonu hedef­
lendiği kadar, Franco rejimi lspanyollann depolitizasyonu açısından da futbol
üzerine özellikle eğilmiştir. Bkz. Quiroga, "Spanish Fury. Fury: Football and
National Identities under Franco" , s. 508-524.
56 Bunun Sırp örnekleri için bkz. Bora, "Futbolda Erkeklik, Militarizm, Milliyet­
çilik: Tek Kale", s. 488-489.

52
Başlangıçta gazete ve süreli diğer yayınların aracılığıyla kit­
leselleşme özelliği gösteren milliyetçilikler, 20. yüzyılın ilk ya­
rısından itibaren radyo gibi çok önemli, her haneye girebi­
len ve kitleler tarafından emisyonlarına çok daha kolay ula­
şılabilen bir mecrayı kullanmaya başladılar. Bilhassa devlet
radyoları, bu cerçevede kendi ülkelerinin propaganda araçla­
rı ve her ulus-devletin bir "ulusal bilinç" yaratma aygıtı hali­
ne geldi. Örneğin Türkiye'de l 930'lardan itibaren devlet rad­
yo yayıncılığıyla yakından ilgilenmeye başlamış ve evvelemir­
de Halkevleri'ni radyolarla donatmaya girişmişti. 57 l 930'lar­
dan sonra Türk dil ve tarih çalışmaları konusundaki konuş­
ma ve konferansların, Halkevleri çalışmaları gibi tek parti­
nin kontrolündeki ulusal kitle örgütlerinin faaliyetlerinin rad­
yoda eskiye oranla daha fazla yer bulduğu görülür. Özellik­
le Recep Peker'in verdiği "lnkılap Dersleri" nin radyoda nak­
len yayımlanması anlamlıdır. Bu derslerin amacı ülkedeki ha­
kim ideolojiyi genç kuşaklara aktarmak ve Peker'in deyimiyle
'Türk ana inanış istikameti"ni gençlere aşılamak, onların ka­
fasına "yerleştirmektir" . 58 Özellikle Nazi Almanya' sının radyo­
yu kullanma şekli Türkiye için örnek olmuştur. Naziler ikti­
dara geldiğinde radyo dinleme oranı yaklaşık yüzde 20 seviye­
sinde iken, 1 94 2'de bu oran nüfusun yüzde 70'ine ulaşmıştı. 59
1939'a gelindiğinde Türkiye'de radyonun tek parti rejimi için
çok önemli bir yer edindiğini gösteren belirtiler artmaya baş­
lamıştır. 60 Parti propagandası ve devletin resmi ideoloj isinin
yayımı bir yana, radyonun kültür temelli millet fikrinin yayıl­
masında ve benimsenmesinde büyük bir rolü olduğunu söyle­
memiz mümkündür.61 "Halka Doğru" hareketinin bir sonucu

57 Uygur Kocabaşoğlu , Şirket Telsizinden Devlet Radyosuna (TRT ôncesi Dônemde


Radyonun Tarihsel Gelişimi ve Türk Siyasal Hayatı içindeki Yeri) (Ankara: A.Ü.
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1 980) , s. 1 1 3 - 1 14.
58 A.g.y . , s. 1 1 7 , 1 20.
59 A.g.y. , s. 1 1 8- 1 1 9 .
60 Örneğin 1 939 yılında " CHP Büyük Kurultayının Tetkikine Sunulan Program
Projesi" başlıklı bir belgede, "Parti, radyoyu milletin kültür ve politika terbi­
yesi için en değerli vasıtalardan sayar," ibaresi yer almaktadır. A.g.y., s. 1 78.
61 l 940'larda Ankara Radyosu'nda "Evin Saati" programını hazırlayan Galip

53
olarak, "halk kültürü" olarak tanımlanan kültürel ürünlerin
bütün yurda yayılması ve onlar üzerinden bir ulusal bütünleş­
me sağlanması, radyonun en büyük "hizmetleri"nden biri ol­
muştur. Adeta radyolar, 20. yüzyıl boyunca milliyetçiliği ka­
musallaştıran organlardır. Ulus-devletler nezdinde artık halk
ile millet aynı şeydir ve bir halkın (ve milletin) en temel özel­
liği Herder'ci anlamda "başkalarına benzemeyen bir kültürün
ve onun eşlik ettiği bir hayat tarzının sahibi olması"dır. Rad­
yolar 20. yüzyıl boyunca eskinin kozmopolit ve kökeni belir­
siz ya da eklektik sayılan "yüksek kültürü" yerine halk kültü­
rüne dayanan "milli bir yüksek kültür"ün en önemli yaratım
ve icra mecrası olmuştur. Tabii bu "yüksek kültür"ün yaratı­
mı, halk kültürü unsurlarının hegemonik otorite tarafından
seçilerek ve büyük ölçüde dönüştürülerek yayımına izin ver­
diği bir "halk kültürü" ne dayanır. Adeta "ulusal kültür" un­
surları yukarıdan belirlenmiş ama sanki halka dayanan ve bu
çerçevede ulusal düzeyde homoj en olduğu varsayılan bir kül­
tür manzumesini oluşturmaktadır. Radyo "milli kültür" ola­
rak sunulan bu yaratılmış kültürü imal eden ve yayan önder
bir kurum olarak televizyondan çok daha etkili olmuştur. T e­
levizyonlar, radyonun bu işlevini büyük ölçüde hayata geçir­
diği uzun bir dönemin ardından ortaya çıkmış ve 1950 sonra­
sında genişleyen demokratik ortamlarda çeşitlenme ve çoğul­
laşma imkanı bulmuş kurumlar olarak, bu anlamda radyodan
daha az etkilidirler.

Ataç, rejimin istediği ideal "Türk kadını"nı hazırlayacak "faydalı bilgileri" ak­
tarmayı amaçlamıştı. Bu çerçevede Hasan Ali Yücel'in radyo konuşmalan, Ali
Rıza Uluçam'ın "Ziraat Saati" , radyo tiyatrolan ve "arkası yarın"lar, Feridun
Fazıl Tülbentçi'nin "Geçmişte Bugün" programı, " Radyo Çocuk Saati " , Fa­
lih Rıfkı Atay, Ahmet Muhip Dıranas ve Şevket Rado'nun "Edebiyat Dersle­
ri" , Behçet Kemal Çağlar'ın "Mehmetçik Konuşuyor"u gibi programlar reji­
min istediği organik toplumu kurmak yolunda çok önemli bir işlev görmüş­
tü. Bkz. Teoman Yazgan, "Ônce Radyo Vardı ": "Deneme Yayınlan " ve Sonra­
ki Yıllar, 1 927-201 4 (Ankara: Basın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayı­
nı, 20 1 5 ) . Doğrudan kulağa hitap etmek gibi bir kolaylığı olan bu öncü prog­
ramlar ve onlann sonraki benzerleri, Türkiye'de "milli ortaklığı" kurmak ba­
kımından önemli bir rol oynadı. Radyo herkesi ortaklaştıracak kültürel bir va­
sat yaratıyordu.

54
Popüler milliyetçiliğin yayılma mecralan olarak
askerlik, militarizm ve eğitim

Askerlikle milletin "erkekliği" arasında doğrudan bir iliş­


ki vardır. Bütün milliyetçiliklerin öznesi olan milletin geçmiş­
ten bugüne ilerleyişini askeri başarılar üzerinden ikmal etmeyi
gündemlerinin ilk sırasına koymuşlardır. Askerlik millete karşı
fedakarlığın ve kahramanlığın şüphesiz eşsiz bir tezahür alanı­
dır. Zaten bütün milliyetçilikler askerlik yetenekleri olmasaydı
milletin bugüne gelemeyeceği ön kabulünden hareketle, aske­
ri bakımdan "yetersiz" ve "yenik" halkların tarih sahnesinden
çekildiklerini ve bu yüzden de -eğer varsa- devletlerini kaybet­
tiklerini vaz eder. Devletini kaybeden yok olur; zaten hiç devle­
ti olmayanın da tarihi yoktur. Bu yüzden milliyetçilik hareket­
lerinin pek çoğu , öznesi olan milletin "hesaba katılması" için
tarihte mutlaka bir devlet kurmuş olduklarını ispata girişirler
ya da varlıklarının tarihselliğini sürekli bir "direniş" ve "özgür­
lük hareketi" mitinin üzerine inşa ederler. Örneğin lskoç ve İr­
landa milliyetçilikleri kendilerini bu şekilde meşrulaştırır. Keza
Kürt hareketi, 1 840'lardaki Bedirhan Beğ Ayaklanması'nın veya
1880'lerdeki Şeyh Ubeydullah lsyanı'nın milliyetçi saiklerle or­
taya çıktığını sorgusuz kabul eder. Bu isyan geleneğinin mitolo­
jik temeli ise Demirci Kava efsanesine dayandırılır: Bu isyan ge­
leneği Kürtlere çok erken devirlerde milliyetçi bir bilinç kazan­
dırmış ve bu bilinç Ahmetli Hanl'nin şiirleriyle o erken zaman­
larda ete kemiğe bürünmüştür.
Devleti kutsamak, milliyetçi ideolojiler bakımından esastır.
Bu yüzden her ne kadar kendilerini sürekli özgürlük hareketi
olarak tanımlasalar da bütün milliyetçilikler, öznesi olan mil­
letin devletini kurma ve varsa o devleti en yüksek düzeyde ko­
ruma hareketleridir. Devlet kurmak ve devleti korumak, son
tahlilde askeri bir iştir. Askerliğin yurttaşın ödevi olarak yeni­
den tanımlanması, askerlikle doğrudan ilişkili bir durumu , ya­
ni vatan ve millet uğruna ölme diğerkamlığını yurttaş olmanın
olmazsa olmaz bir parçası haline getirdi. Böylelikle milleti te­
mel alan yeni bir kurban kültürü inşa edilmiş oluyordu . Böyle

55
anlaşıldığında kendini kurban etme eylemi başka hiçbir tarih­
sel örnekte görülmemiş a priori bir ide haline getirildi. Öyle ki,
Alman romantiklerinden Friedrich Wolters'e ( 1876- 1 930) gö­
re kültürel hafıza içinde öznelliğini yeniden yaratan bu kurban­
lık biçimi (Hıristiyanlıkta olduğu gibi) bireyin hayatının ida­
mesini değil, anavatanın hayatının devamlılığını temin eden bir
kaynaktı. Birey, bu yeni kendini kurban etme anlayışına bağ­
lı olarak ve anavatanın kendini yaşatması bağlamında restore
olacaktı. Dolayısıyla birey kendini feda etmeden anavatan da
yoktu . Onun varlığı sadece anavatan uğruna kendisini feda et­
mesiyle anlam kazanıyordu. Bu kurban kültürünün olağanlaş­
masıyla , birey doğduğu anda içtenlikle bir vatana da bağlan­
mış olacak ve onun ölümü , ancak vatan aşkı için olursa anlam
kazanacaktır.62 Bu anlayışın kaynağı Hölderlin'in 1800 yılında
yazdığı Der Tod fürs Vaterland (Vatan için Ölüm) şiiridir. Böy­
lelikle şehitlik kavramının dinsel içeriğinden sıyrılarak seküler
bir içeriğe kavuşmaya başladığını görürüz. Yine Wolters'in yaz­
dıklarından hareket edecek olursak, savaşın ve vatan için kan
dökmenin yüceltilmesi, hatta fetişleştirilmesi bu bağlamda an­
lam kazanır ve Almanların kendilerini koşulsuz biçimde vatan
için feda etmeleri şiddetle teşvik edilir.63 Bu bilgilerin ışığında
"Her Türk Asker Doğar" ve "Vatan Sana Canım Feda" motto­
larının kaynağını daha iyi görebiliyoruz. Yalnız şehitliğin Türk
versiyonunda ciddi bir sorun vardır. "Vatan için şehadet" belir­
lemesi kamuoyu nezdinde pek etkili olmayacak ki, Türkiye'de
şehitlik durumunun dini niteliği ve değeri daha vurguludur.
Buna göre şehitlik, "peygamberlik" ten sonraki en yüksek dini
"mertebedir" ve "Şehitler doğrudan cennete gidecektir, " (bu
yüzden kefensiz gömülürler) . Bu durumda "vatan için ölüm"le
"din için" ölüm -dar'ü-l harb'de ölüm- birbirine karışmaktadır.
Milliyetçiliğin askerlik ve erkeklikle kurduğu ilişki, milliyet­
çiliklerin homofobik niteliğinin de kaynağıdır. Naziler, Alman­
ya'da iktidara gelir gelmez eşcinsel derneklerini ve kulüpleri-

62 Suglia, "On the Nationalist Reconstnıction of Hölderlin in the George Circle"


s. 395-396.
63 A.g.y . , s. 396.

56
ni kapatmışlar ve bu yöndeki yayınlara yasak getirmişlerdi. Ar­
dından bu hamleyi parti içindeki eşcinsellerin öldürülmesi iz­
ledi. Gestapo eşcinsellerin isim listelerini, Gestapo ve kriminal
polis (Kripo) eşcinselleri izlemek ve kovuşturmak üzere özel
birimler oluşturmuş; bizzat Himmler eşcinselliği "çözülme­
si gereken meseleler"den biri olarak işaretlemişti . Himmler eş­
cinselliği bütün Alman toplumundan söküp atmak istiyordu.64
Nazilerin eşcinsellik karşıtlığı esasen kültürel bir düşmanlıktı .
Erkeklik, nasyonal sosyalist kimliğin hayati bir parçasıydı. Na­
zilerin erkeklikle ilişkisi ve erkekliğe ihtiyacı Nazi hareketinin
ve devletinin militarist karakterinden kaynaklanmaktaydı. iyi
Nazi olmakla "siyaseten asker" olmak arasındaki ilişki sıklıkla
kurulmaktaydı .65 George Mosse'un gösterdiği gibi bu Nazilere
özgü bir durum da değildi. 1 9 . yüzyıldan beri bütün milliyetçi­
likler adeta bir erkeklik ideolojisi olarak inşa edilmişti. 1 9 . yüz­
yıl Avrupa'sında yükselen milliyetçilikle birlikte "normal cin­
sellik" denilen şeyin norm ve sınırlan da çizilmiş oldu .66
Bu açıdan, "millet-i müsellaha" (das Volh in waffen) , yani "as­
ker-millet" fikrinin Almanya'da ortaya çıkması da tesadüf de­
ğildi � . Alman tarihselciliği içinde ulus-kültür-devlet özdeşliği
kadar, ordu-erkeklik-ulus özdeşliği de kurucu fikirlerden bi­
ri olmuştur. Eğer ulus kendisini devlet haline koyabilen özgül
bir kültürün örgütlenmiş hali ise, ulusun hayatiyeti için onu
ulus olarak var eden kültürün, dolayısıyla devletin savunul­
ması elzemdir ve bundan kendisini devlet halinde gerçekleştir­
miş ulus topyekun sorumludur. "Topyekun (total) savaş" fik­
rine dayanan "asker-millet" fikri buradan doğmuştur. Türki­
ye, kendisini bir "millet" olarak örgütlemeye giriştiğinde doğal
olarak bu fikri ithal etti. Zaten kavramı icat eden kişi (General

64 Robert Gellately ve Nathan Stoltzfus, "Social Outsiders and the Construction


of the Community of People" , Social Outsider in Nazi Germany içinde, Robert
Gellately ve Naıhan Stoltzfus (der.) (Princeton: Princeton University Press,
200 1 ) , s. 1 3 .
65 Geoffrey J . Giles, "Homosexual Panic" , Social Outsider i n Nazi Gennanyiçinde,
s. 238.
66 Bkz. George L. Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal
Sexuality in Modem Europe (New York: 1 985) , akt. A .g.y . , s. 238.
57
von der Goltz) Osmanlı son dönemi yöneticilerinin ve Türki­
ye Cumhuriyeti'nin kurucu kadrosunun Harbiye Mektebi'nde
hocası olmuştu.
Cumhuriyet rejimi orduyu sadece bir askerlik meselesi ola­
rak ele almadı; aksine daha geniş bir biçimde bir öğretileme or­
tamı olarak kullanmaya çalıştı. Rej imin uyguladığı yaygın ve
tavizsiz asker alma politikası , ordu kurumlarını bir okul gibi
kullanabilmesine izin veriyordu .67 Askere biçimlenmemiş ola­
rak gelen genç erkekler, her daim vatan için ölmeye hazır birer
"sadık vatandaş" ( "sürekli asker" ) olarak oradan ayrılıyordu .
Bu öğretileme süreci boyunca banal milliyetçiliğin bütün öğe­
leri bu genç erkeklere aktarılarak onların hem toplumsal cinsi­
yet kodları hem de milliyetçi değerlerle donanmış olarak kıta­
dan ayrılmaları sağlanmaktaydı. Böylelikle pratikte "asker-mil­
let'' yaratılmış olacaktı.68 Askerlik müddetince banal milliyet­
çiliğin topluma yayılan slogan ve davranış kalıplan bilinçaltı­
na ekilmekteydi. "Her şey vatan için" , "Her Türk asker doğar" ,
"Ne mutlu Türk'üm diyene" gibi slogan ve mottolar askerlik
sürecinde doğallaştırılmaya çalışılmaktaydı. Ayrıca ideal vatan­
daşta aranan davranış kalıplan askerlere gösteriliyor ve benim­
senmesi sağlanıyordu. Düzenli vatandaş ordusuna çok geç bir
dönemde geçilmiş olmasına karşılık, sanki ezelden beri böyle
bir düzen varmış gibi ordunun "peygamber ocağı" olduğu, as­
kerlik yapmayana kız verilmeyeceği, her Türk'ün askere davul­
zurnayla uğurlanması gerektiği gibi icat edilmiş gelenekler, bu­
günün insanıyla geçmişi birbirine bağlıyor, bir süreklilik ve üs­
tünlük duygusu yaratıyor ve askerin bu ezeli müesseseye bağ­
lanarak kendisini ( "peygamber ocağı"nın ve dünyanın en es­
ki ordusunun parçası olmak gibi) büyük bir misyonun güncel
67 Ortaöğretimde askerlik fikrine hazırlanan ve bu deneyimi yaşamadan askere
gelen gençlerin öğretilendiği her iki mecranın ("Ordunun okul, okulun ordu"
oluşunun) değerlendirilmesi için bkz. Ayşe Gül Altınay, The Myth of the Mili­
tary-Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey, (New York: Palgrave
Macmillan, 2004 ) , s. 1 1 9- 1 40.
68 Bkz . Suavi Aydın, "Toplumun Militarizasyonu : Zorunlu Askerlik Sistemi­
nin ve Ulusal Orduların Yurttaş Yaratma Sürecindeki Rolü " , Çarklardaki Kum
içinde, Ö. H. Çınar ve C. Üsterci (der.) (İstanbul: lletişim Yayınlan, 2008 ) , s.
25-48.

58
parçası sayması kolaylaştırıyordu . Bütün bunlar bir araya ge­
tirildiğinde , neden Türkiye'de erkeklerin birbirleriyle askerlik
anıları üzerinden ilişki kurmaya çalıştıkları ve her birinin ken­
di askerlik deneyimini biricik hale getirmeye çalıştığı anlaşılır
olmaktadır. Zira askerdeyken olmasa bile, sıradan insanın as­
kerlik yaptıktan sonra kendisini "değerli" ve "biricik" sayabil­
mesini mümkün kılan, sonrasında kendisini "tam bir erkek"
olarak sunabildiği yegane pratik askerlik deneyimidir. Askerlik
bu bakımdan kültür içinde bir "geçiş ritüeli" haline getirilmiş
ve bu durum ulus-devlet rej iminin fazlasıyla işine gelmiştir.
Elinizdeki derlemede Funda Gençoğlu-Onbaşı'nın vicdanı ret
üzerine tartışmaların içerdiği erilliğin ve baskın erkeklik tanı­
mının, milliyetçiliğin yeniden-üretimindeki rolü üzerine sun­
duğu eleştirel okuma söz konusu işlevi örnekleyici niteliktedir.
Milliyetçi hareketler en etkin biçimde gençlik içinde çalışır
ve taraftarlarını gençlik içinden devşirir. Siyasal hareketler, ki­
şiliğini oturtmaya çalışan ve kimlik arayışında olan gençlerin
önemli bir uğrak alanıdır. Devrimci ve aktif ideoloj iler gençler
açısından önemli çekim alanları oluştururlar. Özellikle yukarı­
da ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi kriz dönemlerinde bu çekim
alanlarının anaforu çok daha etkili hale gelir. Bu açıdan milli­
yetçilikler, konj ontüre göre devrimci rollerle kollayıcı-kurtarı­
cı roller arasında çeşitlenir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı ön­
cesinde Avusturya-Macaristan lmparatorluğu'na karşı Sırp mil­
liyetçiliği veya Osmanlı lmparatorluğu'na karşı Ermeni milli­
yetçiliği devrimci bir rol üstlenmişti. Ancak aynı Sırp milliyet­
çiliği, Yugoslavya'nın dağılması karşısında koruyucu-kurtarı­
cı bir rol üstlenmek durumunda kaldı. Bu açıdan milliyetçilik­
lerin status-quo'yu yıkıcı ve status-quo'yu koruyucu biçimlerin­
den söz edilebilir. Her iki rolünde de milliyetçiliğin aktif mili­
ler veya para-mililer güç olarak seferber edebileceği en uygun
grup daima gençler olmuştur. Bu durum, her halükarda "as­
kere alınabilirlik" ve milli hedefler uyarınca "seferber edilebi­
lirlik" özelliğinin önde olduğunu gösterir. Milliyetçilikler için
her çocuk geleceğin askeri, her genç her an askere alınabilecek
bir potansiyeldir. Bu nedenle bütün milliyetçilikler kendilerini

59
çocuklar ve gençler üzerinde ideolojik ve ajitatif bir doktrinas­
yon çalışması içine girmek zorunda hissederler. Milliyetçiliğin
devlet ideolojisi haline gelmesiyle de (ulus-devletleşmeyle bir­
likte) bu durum daha örgütlü ve sistematik hale gelecektir. Bu
açıdan "asker olma" fikriyle bir arada düşünülmeyen kadınlar
bile, en ideal (milliyetçi ve vatansever) askeri yetiştiren-yetiş­
tirecek ana aktör olması açısından değerlendirilir. Kadınlar bu
bakımdan ulus-devlet rejiminin ev içindeki ajanlarıdır ve onla­
ra bu açıdan önem verilmesi zorunludur.
Gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolü dikkate alındığında, sa­
vaşın ve militarizmin gençler üzerindeki etkisini ele almak zo­
runlu hale gelmektedir. Peter Loewenberg'in iddia ettiği gibi,
l 930'larda nasyonal sosyalistlerin seçim başarısı, esasen kuşak­
sal başarılardır. Ona göre 1 9 14 ile 1 920 yılları arasında cephe­
de bulunan gençlik, 1929 ile 1935 yılları arasındaki Nazi seçim
başarılarının kuşaksal altyapısını kurmuştur. 1 929'dan son­
ra siyasal açıdan etkin hale gelen ve SA ve Hitler-]ugend, Bund­
Deutscher-Madel gibi diğer paramiliter parti teşkilatlarının ka­
demelerini dolduran yeni yetişkinler Birinci Dünya Savaşı yıl­
larında toplumsallaşmış çocuklardı.69 Nazi Partisi, 1928- 1933
döneminde en çok dönemin gençlerinden güçlü bir destek gör­
müş ve bu popülarite ona hızlı bir siyasal başarı getirmişti.70
Gençlik bu anlamda sadece bir oy deposu değil, aynı zamanda
bir sokak gücüydü . 1929 iktisadi bunalımının yarattığı olum­
suz havanın bütün toplum kesimlerinde radikalizmi körükle­
mesinin yanı sıra, bu gençlik desteğinin hem sandıktaki hem
de sokaktaki rolü Nazilerin sadece siyasal değil, imaj bakımın­
dan da olduğundan daha büyük bir etkiye sahip olmalarına ve­
sile olmuştu .
20. yüzyıl modem teknolojinin gücündeki muazzam artış­
la ilişkili biçimde siyasal ve kişisel akıldışılığın olağanüstü ar­
tışına tanık olmuş bir yüzyıldır. Tarihte hiçbir dönem akıldı­
şılığın insanı bu denli harekete geçirebildiği bir olaylar dizisi-

69 Peter Loewenberg, "The Psychohistorical Origins of the Nazi Youth Cohort" ,


American Historical Review, Cilt 76, Sayı 5 ( 1 9 7 1 ) , s. 1 458.
70 A.g.y . , s. 1459.

60
ne konu olmamıştır. Bu nedenle yeni tarih yazımı psikanalizin
kavramlarından istifade etmek durumunda kalmış ve böylesi­
ne büyük kitleleri seferber edebilen ideolojilerin araçlarını ve
ajanlarını anlamaya çalışmıştır. En çok da Freud'cu saplantı ve
geçmiş yaşam deneyimi (regression) kavramları bu anlama ça­
basına hizmet etmiştir. Alman gençliğinin Nazizme desteğinin
nedenleri aranırken, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonra­
sında henüz çocukluk ve ilkgençlik çağında olan bu gençle­
rin Almanya'nın Büyük Depresyonu'nu (savaş yıllarında aç­
lık ve yoksulluk, işsizlik, hükümet bunalımları ve iktidarsız­
lık, gelecek hakkında yaygın bir kaygı-anksiyete-duygusu) ya­
şamış olmaları dikkat çekici bir nokta olmuştur.71 Bu nedenle
lll. Reich'ın Alman milliyetçiliğine destek savaş yılları ve son­
rası nedeniyle travma tik karakter edinmiş kesimlerden gelmiş­
tir. Savaşın travmatik yanı, aynı zamanda 20. yüzyıl savaşları­
nın artık " topyekun savaş" fikrine uygun biçimde yaşanma­
sı nedeniyle çok genişlemiştir. Savaş sonrası travmalarından
ise hiçbir toplum kesiminin kaçışı yoktur. Else Frenkel-Brun­
swik'e göre, "lster geçmişte isterse bugün empoze edilmiş ol­
sun, travmatik karakteri oluşturan dışsal baskılar sadece oto­
riter bir kişiliği öne çıkartmaz, aynı zamanda başka durumlar­
da demokratik fikirli olabilecek kişilerde otoriter eğilimleri de
pekiştirir. " 72
Almanya'da gençliğin ulusal siyasetin odağı haline gelmesi
Hitler öncesine dayanır. l 900'lerin başında öğretim kurumla­
rında yer alan ve kamu yaşamını düzenleyen otoriteler tarafın­
dan, gençlik katı bir disiplin ve sistemleştirme içine alınmıştı. 73
Bu mirasın üzerine Naziler, gençlikten güç almalarının yanı sı­
ra, gençliğe dönük çok başarılı ve gösterişli bir faaliyet alanı ya­
rattı . Hedef gençliği topyekun örgütlemekti. Nitekim, "Nas­
yonal sosyalizm gençliğin iradesiyle örgütlenmiştir," partinin
71 A.g.y., s. 1459-63 ; Kunzer, "The Youth of Nazi Germany" , s. 343-344.
72 E. Frenkel-Brunswik, "Environmental Controls and the lmproverishment of
Thought" , Totalitarianismiçinde, Cari ] . Friedrich (der. ) (New York: Grosset
& Dunlop, 1 964 ) , s. 1 77. Akt. Loewenberg, "The Psychohistorical Originsof
the Nazi Youth Cohort" , s. 1 464.
73 Kunzer, "The Youth of Nazi Germany", s. 342-343 .

61
resmi sloganı haline geldi. 74 Bu çerçevede nasyonal sosyalist­
ler pek çok gençlik örgütü kurdular ve gençliğin başka siya­
sal akımlara yönelmelerinin önüne geçecek ideolojik ve siya­
sal tedbirler aldılar. Öyle ki Nazi seçkinleri, ordudan çok genç­
lik üzerinde çalıştı. Ordu içinde de savaş döneminin hezeyan­
lanna doğrudan maruz kalan milliyetçi genç subaylann deste­
ğini sağlamaya çalıştılar; aristokratik yaşlı generalleri de tedri­
cen tasfiye ettiler.75Wehrmacht yeniden doğduğunda, Nazilerin
doğrudan tertip ettikleri ve kadrolarını parti gençliğinden dev­
şiren SA ve SS'ler ordu içinde ve aslında (Ernst Röhm ve He­
inrich Himmler gibi Nazilerin komutası altında doğrudan par­
ti kontrolünde) ordudan bağımsız ve en değerli birlikler hali­
ne gelmişti.
Ulus-devletlerin gençliğe ilgisi aslında yeni değildi. Bütün
ulus-devletler gençliğin milliyetçiliği taşıyıcı rolünü görmüş­
tü. Gençliği, erken yaşlardan itibaren mililer kavram ve değer­
lerle tanıştırmak, onları savaşa ruhen ve bedenen hazırlamak
ulus-devletlerin başlıca görevi olmuştur. Bu açıdan izciliğin
ilk olarak Büyük Britanya'da örgütlenmiş olması da ilgi çekici­
dir. Hindistan ve Güney Afrika' da görev yapmış, bir tuğgeneral
olan Robert Baden-Powell 1 906 yılında ilk izcilik kitabını ha­
zırladı. Baden-Powell askeri izcilikten esinlenerek bütün genç­
liği bu yolda yetiştirecek bir kılavuz hazırlamış ve 1 907 yılında
bir izci kampı örgütleyerek bu kılavuzdaki ilkeleri tecrübe et­
mişti.76 Bu model, kısa sürede Kuzey Amerika'yı ve Avrupa'yı
sardı. Gençlere askeri üniformalara benzer üniformalar giydiri­
liyor ve ateşli silah kullanmak hariç askeri harekatlarda uygu­
lanan keşif, taktik, haberleşme, kampçılık gibi beceriler kazan-
74 Loewenberg, "The Psychohistorical Origins of the Nazi Youth Cohort" , s.
1 469- 1470.
75 Hitler'le genç generaller arasında doğrudan bağlantıların kurulması yoluyla ,
ordunun N azizmle arasına mesafe koymuş bir "sığınak" olduğu imajı orta­
dan kalktı ve bu bağlantı noktalan genç generaller aracılığıyla orduyu Üçün­
cü Reich'la bütünleştiren önemli unsurlar haline geldi. Omer Bartov, "Soldi­
ers, N azis and War in the Third Reich" , The Third Reich: The Essential Reading­
siçinde, Christian Leitz (der.) (Londra: Blackwell, 1 999) , s. 145.
76 Robert Baden-Powell, Scoutingfor Boys: A Handbooh for lnstruction in Good Ci­
tizenship (Londra: H. Cox, 1 908).
62
dırılıyordu . Bu aslında gençleri savaşa ve savaş fikrine hazırla­
yan çok önemli bir kitle hareketi idi.
Bu gençlik örgütü Türkiye'ye gelmekte gecikmedi. 1 909 yılın­
da Galatasaray ve İstanbul Erkek Lisesi öğretmenleri Ahmed ve
Abdurrahman Robenson kardeşler bu okullarda ilk izcilik ( keş­
şaflık ) faaliyetlerini başlatmış, yine beden eğitimi öğretmeni olan
Nafi Arif (Kansu) ve Edhem Nejat beyler bu faaliyetleri diğer li­
selere yaymışlardı. 1 9 1 2 yılında Belçika'dan gelen bir uzman
Türkiye'deki ilk izci oymağını kurmuş ve 1 9 1 4 yılında ilk izci
kampı tertip edilmişti. Bu ilk izcilik teşkilatı askeri bir örgütlen­
me şeklini esas almış ve rütbe ve kademelerde Türkçü imgelere
yer vererek gençlere Türk milliyetçiliğini aşılayan bir rol edin­
mişti. Cumhuriyet döneminde izcilik faaliyetleri bu kez devletin
gözetimi altında devam etti. 1934 yılının 23 Nisan'ında Başba­
kan lsmet lnönü izcilere, "Doğru sözlü, temiz, yürekli, vatan için
kahraman ve fedakar, çalışkan ve bilgili olmaya çalışınız. Ancak
bu ahlakla ve vatan için canınızı feda etmek ülküsü ile birbirinizi
severek Türk adını göklerde tutabilirsiziniz," direktifini vermiş­
ti. Aynı törende Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da
" . . . düzen ve mükemmeliyetin ayrıcı dışarıda su baylan selamla­
maları gibi askerlik sevgisine dayanan güzel bir duruma yol aç­
ması, Milli Eğitim Bakanlığı Beden Eğitimi Bölümü'nün askerlik
bilgi ve sevgisini öğrencilere aşıladıklarını ortaya çıkarmaktadır.
Bu nedenle, Genelkurmay'ın kutlama ve teşekkürlerini suna­
nın . " diye seslenmişti.77 Bu sözler izcilik örgütlenmesinin mili­
. .

ter ve milliyetçi mahiyetini ortaya koymak bakımından oldukça


aydınlatıcıdır. Özellikle lkinci Dünya Savaşı yıllarında erkek öğ­
rencilerin yaz döneminde askeri kamplara alınarak askeri eğiti­
me tabi tutulmaları da gençliği savaşa hazır hale getirmek açısın­
dan devletin dikkat ve gayretini ortaya koymaktadır.78 Böylelik-

77 Bkz. lsmail G üven, "Osmanlı'dan Günümüze izciliğin Gelişimi ve Türk Eği­


tim tarihindeki Yeri " , A. Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt 36, Sayı 1-2
( 2003 ) , s. 65-73.
78 iki savaş arası dönemde bu uygulama ilkin Amerika Birleşik Devletleri ve Al­
manya'da yaygınlaştırılmıştı. Bkz. Kenny Cupers, "Goveming through Natu­
re: Camps and Youth Movements in Interwar Germany and the United Sta­
tes", Cultural Geographies, Cilt 1 5 , Sayı 2 (2008) , s. 1 73-205 .

63
le Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı koşullarını ve yenil­
gi travmalarını yaşamış gençliğin öncülüğünde, onlarla 1920'ler,
1 930'lar gençliğinin birbirine eklemlendiği bir kuşak devamlılığı
üzerinden Cumhuriyet rejiminin bekası ve Türk devletinin var­
lığı garanti altına alınmış oluyordu. Öncü kuşak, arkasından ge­
leni ideolojik ve doktrin itibariyle hazırlıyor; her ikisi rejimin he­
defleri bakımından birbirini destekliyor, konsolide ediyordu.79
Kuşak deneyimlerinin siyasal alana yansıması ve münhası­
ran milliyetçilik deneyimleri içinde gösterdiği çeşitlilik, bir ba­
kımdan da tarihsel deneyim ile siyasal ideolojiler arasındaki
ilişkiye ışık tutar ve bazı zamanlarda yükselen milliyetçi söy­
leme karşın neden bu söylemin toplumda benzer bir karşılık
bulup bulamadığını da açıklar.80 Milliyetçiliğin geleceğe taşın­
ması ve toplumun geniş kesimlerini seferber edebilme gücü de
bununla ilişkilidir. Kendisini tahkim etmiş ve kendisine dönük
tehdit algısını minimize eden veya ihmal edilebilecek düzeyde

79 Erken Cumhuriyet rejiminin halkla arasında ideolojik bir kopuşun bulundu­


ğu ve DP'nin başarısının bu kopukluktan kaynaklandığı şeklindeki muhafa­
zakar yorumlar birer şehir efsanesinden ibarettir. Bu çatışma, esasen, yine seç­
kinler arası kopuşlardan kaynaklanır. Rejimin partisi CHP ile halk arasında gi­
derek oluşan mesafenin sebebi, esas itibariyle ekonomik nedenlere dayanmak­
tadır. Halkın büyük kesiminin böyle bir çatışmayı yaşatacak ve politik bir po­
zisyona dönüştürecek düzeyde olgunlaşmış bir ideolojik motivasyonu yoktur.
Nitekim DP, Cumhuriyet ideolojisinden kopuşu değil, onun üzerindeki bir
restorasyonu temsil eder. DP kurucularının CHP'nin içinden çıkması , emek­
li olduktan sonra muhalif tarafa geçen Mareşal Çakmak gibilerin uzun yıllar
CHP nomenklaturası içinde en önemli mevkilerden birini işgal etmiş olması ,
Atatürk'ün itibarsızlaştırdığı istiklal Savaşı komutanlarının ismet lnönü'nün
cumhurbaşkanı oluşuyla yeniden itibar kazanması gibi görünümler, bu muha­
fazakar kurgunun maddi temelinin zayıflığını ikna edici biçimde ortaya koy­
maktadır. Nitekim DP döneminde Cumhuriyet rejiminin devletin resmi ideo­
lojisi olarak vaz ettiği Türk milliyetçiliği, bir miktar Osmanlı sosuyla süslene­
rek olduğu gibi ve güçlenerek devam etmiştir.
80 Örneğin Türkiye'de zaman zaman yaşanan kısmi pogromlara karşılık, genel
bir "Kürt düşmanlığı" havasının yaratılamadığı ve bunun genel bir sokak ça­
tışması haline dönüşmediği görülür. Bu kısmi pogromların önemli bir bö­
lümünün de yapay kışkırtmalardan beslendiği teşhis edilmektedir. AKP'nin
"çözümcü" söylem ve uygulamalarına karşın son seçimlere kadar aldığı güç­
lü seçmen desteği ve MHP'nin yüzde l O'lar civarında gezen oy oranı başka
türlü açıklanamaz. Ote yandan AKP'nin Suriye krizini söz konusu ederek ya­
ratmak istediği "milli birlik" havası da seçmenden yeterince destek görme­
miştir.

64
tutan toplumlarda milliyetçi hareketlerin marj inalitesi bundan
kaynaklanır.81
Cumhuriyet'in kurucu kadrolarının dayandığı toplumsal
kesim de gençliktir. Ulus-devlet geleceğini doktrine edebildi­
ği bir gençliğin inşa etmesini tercih etmiş ve bu gençliğe ide­
olojik olarak ve formasyon bakımından yatının yapmıştır. Ay­
rıca Cumhuriyeti kuranlar, Balkan Savaşı yenilgisiyle birlikte
büyük toprakların kaybına tanık olan gençlerdi. Subay ve sı­
radan asker olarak seferber edilmiş bu gençler, daha Balkan
Savaşı'nın travması ortadan kalkmadan Birinci Dünya Sava­
şı'nın cephelerine sevk edilmiş ve tıpkı Almanya gibi bir "yenil­
gi utancı"nı yaşamıştı. Üstelik Almanya'dan farklı olarak şehir­
lerinin işgalini yaşayan, imparatorluktan büyük toprak parça­
larının koparılışını izlemek durumunda kalan bu kesimin ya­
şadığı travma daha derindir. Ulus-devletin kuruluşu bu kesim
için aslında travmanın tedavisi bakımından en önemli girişim­
dir. O nedenle bu kurucu kesimin Osmanlı geçmişinden kopu­
şu da ani ve kolay olmuştur. Sovyetler Birliği hariç, hiçbir ülke­
de kendisini önceleyen tarihsel bloğun reddi ve unutulmak is­
tenmesi bu kadar keskin ve alternatifsiz değildir. Daha yeni or­
taya çıkmış ve temelleri oldukça zayıf bulunan Türk milliyet­
çiliğinin benimsenmesi ve toplum içinde yayılabilmesi bu du­
rumla yakından bağlantılıdır.
Bu nedenle Türk milliyetçiliği bir devlet milliyetçiliği biçi­
minde gelişmiştir. Zira devletsizlik durumunun yaratacağı so­
nuçlar konusunda kaygı yaşayan seçkinler ve orta sınıflarla ,
otoriteseverlik veya devlet korkusu nedeniyle devlet fikrine
bağlanan kesimler arasındaki bağ, milliyetçiliğin etnisist iliş­
kilenmelerden ziyade devlet üzerinden kurulmasına zemin ha-

81 1 1 Eylül'den sonra tehdit algısı en üst düzeye varan Amerika Birleşik Devlet­
leri'nde iktidar akıldışı önlemleri de içeren geniş bir güvenlik paketine toplu­
mu ikna edebilmiş ve Amerikan milliyetçiliği politik düzeyden popüler düze­
ye yayılmıştı. Ancak, Irak ve Afganistan savaşlannın çıplak (ve başansız) so­
nuçlanyla yüzleşen Amerikan toplumu bu politik tercihini zaman içinde de­
ğiştirebildi. Bunun gibi, Almanya'da Neo-Nazilerin toplumda "yabancı tehdi­
di" konusunda geniş bir mutabakat yaratamadığı ortadadır. Bu yüzden Neo­
N azi hareketi Almanya'da halen marjinal konumunu korumaktadır.

65
zırlamıştır. Buna bağlı olarak örneğin, Türkiye'deki geniş kitle­
lerin pantürkist-panturanist yönelimlere itibar etmedikleri gö­
rülür. Onun yerine dinle milliyetçiliği birleştiren ve bu birli­
ği güçlü devlet fikriyle teğelleyen sentezler daha çok prim yap­
mıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren gençliği seferber
eden doktriner çabanın da oldukça etkili olduğu görülmekte­
dir. Cumhuriyet kurulmazdan önce "Türklük" fikri ve "Türk"
kimliğiyle bağı son derece zayıf olan sıradan halk, kuruluş dö­
neminin doktriner örgütçülüğünün,82 kültür politikalarının,
hamleciliğinin ve Milli Mücadele'nin başarısının etkisi altında,
sıkı tutunum modellerini koruyan ve kültür politikasına kar­
şı koymasa bile pasif bir direniş stratej isi izleyen farklı etnik
gruplar hariç,83 adeta hızla "Türkleştirilmiştir"
Gençlik aktivizmi ve dinamizmi, paramiliter devrimci ve
milliyetçi örgütlenmeleri daima gençliğe yöneltmiştir. Devle­
tin bu yönelim karşısında zaman zaman önlemler almak zorun­
da kaldığı ve ihtiyatlı davrandığı da bir gerçektir.84 Ancak ulus-

82 Doktriner örgütçülük derken, Cumhuriyet seçkinlerinin özellikle gençliği he­


def alan ve okullaşma hızı, Halkevleri gibi kamuya dönük bildung örgütleri,
izcilik ve askeri gençlik kampları gibi militer eğilimli düzenlemeler, eleştiriye
kapalı bir milli tarih yazımının teşvik edilmesi ve bu " tarih bilinci"nin çeşit­
li tertiplerle yaygınlaştınlması, ulusal bir edebiyatın oluşturulması, "yurt sev­
gisi" konulu etkinliklerin bütün ülkeyi saracak biçimde yayılması, parti genç­
lik örgütü kurulmasa bile gençliğin doktrin doğrultusunda yetiştirilmesine
önem verilmesi, kadınların ulusal aktörler olarak öne çıkarılacağı örgün eği­
tim kurumlan ve kadına yönelik benzer etkinlikler üzerine yoğunlaşmış hü­
kümet politikaları kast edilmektedir. Bu politikalarla ilgili olarak bu derleme
kapsamında Tuba Kancı'nın eğitim politikalarını feminist perspektiften tarih­
sel mercek altına aldığı yazısına ve Kadir Dede'nin Halkevleri bünyesindeki ti­
yatro faaliyetlerini toplumsal cinsiyet ekseninde eleştirel bir okumaya tabi tut­
tuğu katkısına işaret etmek yerinde olur.
83 Bunların başında elbette Kürtler geliyor. Kürtler etnik varlıklarını ve dilleri­
ni korumayı başardılar ve büyük oranda Türkleşmediler. Bunun gibi inanç­
sal farklılıkları görmezden gelinen ve devletin Sünni lslam yorumu karşısında
yok sayılan Aleviler de pasif bir direnme biçimini benimseyerek inanç sistem­
lerini ve geleneklerini korudular.
84 Örneğin tek parti döneminde Orta ve Doğu Avrupa ile Akdeniz Avrupa'sında
örnekleri görülen parti gençlik örgütlerinin kurulması pek istenmemiş; baş­
ka politik mecraların gençliği örgütlemesine de asla izin verilmemiştir. Bunun
nedeni gençliğin aktivist ve dinamik nitelikleri nedeniyle kontrol edilemeye­
bilecek bir potansiyel taşıması ve bunun kullanılabilirliğidir. Bu bakımdan er­
ken Cumhuriyet dönemi yöneticileri, Recep Peker ve Falih Rıfkı gibi ltalya ve

66
devletler, varlıklarını tehdit altında gördükleri zamanlarda bu
denetimi gevşetmiş ve bazen hukuk dışı unsurları da devreye
sokarak gençliği "sokak siyaseti" içinde kullanmaktan çekin­
memişlerdir. En şedit ilk örnekleri Weimar döneminde görül­
mekle birlikte, Soğuk Savaş döneminde bu pratiğin yayıldığı
görülür. Türkiye' de 1 960'ların son yıllarından itibaren özellikle
Milliyetçi Köylü Millet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi eliy­
le milliyetçi gençlik örgütlerinin kurulup yayılması ve bu ör­
gütlerin yer yer sokağa hakim hale gelmeleri, bunun önemli bir
örneğidir. Ancak, milliyetçi ideolojinin gençlik dernekleri yo­
luyla örgütlenmesi, bu ideolojinin entelektüel zeminde sufiya­
ne yorumlarının giderek basit neden-sonuç ilişkilerine ve basit

biz ve onlar, biz ve ötekiler ayrımları üzerinden belirlenen tep­


kilere indirgenmesine de yol açar. Bu yüzden kıyıcılık ve şid­
det de artar. O durumlarda banal milliyetçiliğin yüzü çok daha
net bir biçimde gözükür.85 Bu tür örgütler incelikli düşünme ve
politik akıl yürütme gibi müzakereci modeller yerine, eylemi
esas alan bir politik davranış sergileme tercihiyle öne çıkarlar.
Gençliğin kimlik inşası sırasında işe yarayan "kavgada öne çık­
ma" , "dava için risk alma" , "gerekirse bedel ödeme" gibi saik­
ler, müzakereden daha önemli hale gelir. Bütün bunlar kişinin
"kendisini önemli hissetmesi" ve daha önemlisi yakın ve uzak
kamuoyu nezdinde "önemli biri olarak algılanması" için vazge-

Almanya'dan etkilenenler hariç, oldukça ihtiyatlı idiler. Bkz. H. Aliyar Demir­


ci, "Tek Parti Döneminde Siyaset-Gençlik ilişkilerine Bir Örnek: Gençlik Teş­
kilatı Tasanlan" , A. O. SBF Dergisi, Cilt 58, Sayı 2 ( 2003 ) , s. 55-77. Yöneti­
ci seçkinler, gençliği parti yerine devletin kontrolü altında tutmayı yeğlediler.
85 Bu tür örgütlerde sosyal ve kültürel sermaye düşüklüğü sıklıkla gözlenen bir
durumdur. Birol Caymaz'ın AKP Gençlik Kollan ve Ülkü Ocaklan üzerine
yaptığı çalışmada taşra ve ilçe örgütlerinde daha düşük olan kültürel sermaye
birikiminin metropol örgütlerine ve genel merkeze doğru gidildikçe yüksel­
diği gözlenmekle birlikte, buralarda bile üyelerin mezun olduğu veya devam
ettiği yüksek öğrenim kurumlannın "ulusal standartlarda ortanın altında ko­
numlanan, üniversite olarak girmesi görece kolay, diploması piyasada iş imka­
nı yaratma anlamında sıkıntılı yerler"den oluşu ve bu üyelerin çok büyük bir
bölümünün yabancı dil bilmemesi kültürel ve sosyal sermayenin düşüklüğü­
nü ele vermektedir. Bkz. Caymaz, "Mücadele Alanı Olarak Parti Gençlik Kol­
ları: AKP Gençlik Kollan ve Ülkü Ocaklan'nda 'Gençlik"' , Ileti-ş-im, Sayı 22
(Haziran 20 1 5 ) , s. 36-37.

67
çemeyeceği saiklere dönüşür. Burada Bourdieu'den esinle söy­
lenecek olursa "oyuna katılmak" ve "oyunun yapılana değdiği­
ni sanmak" rahatlatıcı duygulardır.86
Lakin bu kısır çerçeve içinde eylemci bir rol üstlenen genç­
lerin rol-model seçenekleri de kısırlaşır: Çizgi roman devrin­
de Tarkan ve Karaoğlan etrafında veya Yüzbaşı Volkan figü­
ründe cisimleşen rol-modeller, dizi film devrinde Kurtlar Vadi­
si'nin Polat Alemdar'ı olur. Toplumsal mensubiyet eşikleri ba­
kımından da fazlaca bir değişiklik görülmez: 1 970'lerde resmi
ideolojinin milliyetçi söyleminden etkilenmiş, sosyal ve kültü­
rel sermayesi yüksek kesimlere karşı duyduğu tepkiyi anti-ko­
münizm ve Batı karşıtlığı biçiminde tercüme eden, bir "sofu"
olmamakla birlikte lslami değerlere bağlı ve lslami pratiği ola­
bildiğince uygulayan, sosyal-kültürel sermayesindeki yoksun­
luklar nedeniyle kapitalizme tam olarak entegre olamamış, yi­
ne sosyal-kültürel sermayesinin zayıflığı nedeniyle sosyal ve
iktisadi riskler alabilecek bir medeni cesaret ve girişimcilikten
uzak ve bu nedenle yakın çevre ( "memleket" ) ilişkileri için­
de yuvalanmayı tercih eden ve bununla ilişkili olarak "memle­
ket" çevresinin sunduğu toplumsallığın dışındaki bütün form­
lara öfke ve nefret duyan bir milliyetçi-ülkücü tipolojisi mev­
cuttu .87 Metropollerdeki taban da bu toplumsal eşiğin uzantı­
sı şeklindeydi. Ancak Bora ve Can'ın gözlemlediği gibi, burada­
ki gençlik bir "kentli cemaat" biçimini almış ve daha çok "deli­
kanlılık" gösterileri, erkeklik vurgusu ve şiddet eğilimi gibi dı­
şavurumlar etrafında bütünleşmişti. 88 1 990'lardan itibaren mil­
liyetçi mensubiyeti olan gençliğin örgütlenmesi, bu örgütlen­
meye müzahir olan parti örgütlerince daha fazla disiplin altı­
na alındı ve gençlik olabildiğince şiddetten uzak tutuldu . An-

86 Caymaz'ın yaptığı etnografik saha çalışması bu yöndeki bulguları güçlendir­


mektedir. Kendisini "davaya adamak" veya "ilkeleri savunma memnuniyeti"
biçiminde izah edilen davranışlar, Daniel Gaxie tarafından bu izahları birer
"görünen" olarak yorumlar. Görünenin altında yatan asıl motivasyon ise "ye­
tersiz eğitim sermayesinin ikamesi"dir. Bkz. A.g.y . , s. 44-46.
87 Bkz. Tanı! Bora ve Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergah: 1 2 Eylül'den 1 990'lara Ül­
kücü Hareket (lstanbul: iletişim Yayınları, 1 99 1 ) , s. 53.
88 A.g.y. , s. 55.
68
cak milliyetçi gençliği besleyen toplumsal kaynakların niteliği­
bir ara Batı Anadolu ve Batı Akdeniz'in kıyı kentlerinde orta­
ya çıkan "beyaz Türk" katılımı bir yana konulacak olursa - çok
fazla değişmedi. Bu kez devlet onlara 1 980 öncesinde olduğu
kadar yakın değildi ancak onlar devlete bağlılıklarını ve devlet
fikrine ilişkin sabitelerini koruyorlardı. Öte yandan her ne ka­
dar şiddetten uzak tutulmaya çalışılsalar da zaman zaman gö­
rülen ancak henüz kısmi niteliğini koruyan pogrom tipi yerel
kalkışmalarda özellikle Ülkü Ocakları ve Alperen Ocaklan'na
mensup gençlerin sokakta olduğunu ve bu eylemlere aktif bi­
çimde katıldığını gözlemliyoruz. Daha önce alışık olunmadığı
biçimde Kemalist eğilimli milliyetçi gruplar da (örneğin Türki­
ye Gençlik Birliği) artık sokaktadır.
Bütün bu grupları biraraya getiren ise "banal milliyetçiliğin"
çağrı ve kodlarıdır. Söz edildiği gibi sosyal ve kültürel sermaye­
nin düşüklüğü, bu ortaklaşmada önemli bir rol oynar. Bu banal
milliyetçilik, özellikle gençlerde görünür hale gelen bir pop­
milliyetçilik türüyle bütünleşti. l 970'lerin ülkücü gençliğinin
muhafazakar ve "memleketçi" sınırlarını zorlayıp dışarıya ka­
pı açan yegane soluk borusu da bu olmalı ! Tanıl Bora'nın vur­
guladığı gibi:

artık pek çok milli simge "pop" bir armaya dönüşüyor, böyle­
ce özgül bir siyasi anlamdan görece bağımsız olarak taşınabilir
hale geliyor. Milli simgeler markalaşıyor, tüketilmelerine yol
açıyor. En kozmopolit sayılan Heavy Metal'ci gençlerde ayyıl­
dız takıları görülebiliyor, Türkçü radikal milliyetçiliğin boz­
kurt vb. "özel" simgeleri, pek de "politik" olmayan gençlerce
taşınabiliyor. Böylece ikili bir süreç başlıyor: Milliyetçi "teşhir­
ciliğin" bir yandan gündelik ve kamusal alanda hakimiyet kur­
ması, diğer yandan "poplaşarak" ehlileşmesi . 89 . .

Ancak başka çare yoktur. 1 980'lerden itibaren dünyaya yön


veren "tüketim çağı" içinde milliyetçiliğin tutunması ve öte
yandan "iletişim çağı" denilen yaygın ve çoklu temaslar ve alış-

89 Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Kara Bahan (lstanbul: Birikim Yayınları , 1 99 5 ) , s.

1 29 .

69
verişler devrinde milliyetçiliğin en dinamik kaynağı olan genç­
liği elinde tutması , bu nefes borusunun açılmasına bağlıdır.
Ancak bütün bunların aynı zamanda pop imgelerin banalleşti­
rilmiş formlarıyla buluştuğunu veya o formları yaratan bir en­
düstriyi beslediğini de belirtmek gerekir.90
Bu endüstrinin en önemli üretim kaynağı hiç şüphesiz basın
ve yayın organlarıdır. Yumul ve Özkınmlı'mn gösterdiği gibi,
örneğin gazetelerin adı bile sorgusuz-sualsiz bilinçaltımıza yer­
leşen kurucu kimlik kodlarım imlemektedir.91 Bu açıdan özel­
likle spor yayınlarının dili çok çarpıcı örnekler sergiler. Bunda
sporun, ulusların barıştaki çarpışma ve üstünlük gösterme ala­
m gibi görülmesinin payı büyüktür. Milli takımlarla veya ülke­

yi temsil eden kişi ve takımlarla kurulan özdeşim, bu sporcu­


ların her türlü başarısını insanların sanki kendi başarılarıymış
gibi görmelerini sağlayan duygusal bir atmosfer yaratır. Spor
yayınlarına hakim olan kavgacı ve alaycı üslup da bu atmosfe­
re şiddeti sokar; karşı tarafta kızgınlık yaratır. Burada Sara Ah­
med'in işaret ettiği türden bir "duygu ekonomisi"nin varlığı en
çarpıcı biçimde görünür hale gelmektedir. Her faaliyet bu duy­
gu ekonomisini besler ve sonuç ne olursa olsun bir "artık" üre­
tir. Bu "artık" , Billig'in işaret ettiği gibi, "okuyucuların yurdu
olarak kurgulanmış ulusal vatan"92 fikri içinde var olan ulusal
basının beslendiği, kendisini yeniden-ürettiği ve yeni mücade-
90 Bunların tipik örnekleri arasında özellikle Almanya'da yaşayan Türklerin ya­
rattığı milliyetçi hip-hop ve rap müziğini, Türk bayraklı bandanaları, Onuncu
Yıl Marş ı nın tekno-versiyonunun yayılıp her türlü ortamda çalınır hale gel­
'

mesini, milli bayramlarda askeri bandonun pop müzik parçalan da çalarak


güya "halkla buluşması"nı, çeşitli fonlar önünde çekilmiş ve kartpostal havası
verilmiş komando-asker fotoğraflarını sayabiliriz.
91 Gazetelerin adlan ve sloganlarına tek tek bakıldığında bu kimlik kuran motif­
ler seçilebilmektedir: Hürriyet ( "Türkiye Türkler içindir" , köşede yıllarca du­
ran , dalgalanan Türk Bayrağı motifi de cabası ) , Türkiye, Milliyet, Cumhuri ­
yet, Milli Gazete, Ortadoğu, Yeni Asya vb. B kz . Arus Yumul v e Umut Ôzkınm­
lı, " Reproducing the Nation: 'Banal Nationalism' in the Turkish Press " , Me­
dia, Culture and Society, Cilt 22, Sayı 6 ( 2000 ) , s. 789. Yumul ve Ôzkınmlı bu
makalede, gazetelerin dilini aynntılı bir çözümlemeye tabi tutmuş ve "Türk" ,
"Türklük" , "Türkiye" , "biz" , "bizim" , "onlar" , "yabancı" gibi kavramların, bu
gazetelerin siyasal yakınlıkları ne olursa olsun sıradanlaştırılarak haber dilinin
organik bir parçası haline getirildiğini göstermişlerdir.
92 Billig, Banal Nationalism, s. 11.

70
le alanları için gelecek vaadini canlı tuttuğu bir sermayenin ge­
lir kalemidir.

Bir "devleti koruma projesi" olarak milliyetçilik

Milliyetçilik bir ulus-devlet kurma projesi olduğu kadar bir


"ulus-devleti koruma proj esi"dir de . . . Hobsbawm'ın vurgula­
dığı gibi millet ancak belirli bir tür modern teritoryal devletle ,
ulus-devletle ilişkisi kurulabildiği ölçüde toplumsal bir varlık­
tır. Milleti ve milliyeti, bu tür bir devletle ilişkisini kurmadan
tartışmak anlamsızdır.93 Hiç kuşku yok ki milliyetçilikler, 1 648
\Vestphalia Antlaşması'nın kurduğu devletlerarası düzen için­
de belirginleşen "hükümran devlet" anlayışının üzerine gel­
miştir. Westphalia'dan beri, özellikle Avrupa'da şekillenen ye­
ni devletler rej imi, aynı zamanda milliyetçiliğin kuluçkaları ol­
muş ve hemen hemen hazır veya vaad edilmiş sınırları etrafın­
da ulus-devletleşerek milliyetçiliğin kurucu ideoloj i olmasına
ve devletin resmi ideolojisi olarak kurumsallaşmasına hizmet
etmişlerdir. 20. yüzyılda da milliyetçiliğin devlet rej imlerinin
oluşmasına yön verdiğini ve oluşmuş devletlerin milliyetçili­
ği kendilerini korumak üzere seferber ettikleri görülür. "Devlet
sahibi olma" tutkusu , genellikle yaşanmış travmaların bir so­
nucudur. Örneğin Türkiye'de 1 9 . yüzyıl ve 20. yüzyıl muhacir­
lerinin ülkeyi bir "sığınak" , devleti de bu "sığınağın sahibi" ve
koruyucusu olarak görmeleri , onların "korumasız kalmışlık"la
ilişkilendirdikleri kendi tarihleri üzerinden, burada devlete sa­
hip çıkmaları gerektiği fikrine yol açmış;94 bu kitleler Türk mil­
liyetçiliğine bu yolla bağlanmıştır. Türk milliyetçiliğinin ana
damarının daima devlet esaslı bir düşünme geliştirmesi de onu
demokratik milliyetçilik biçimlerinden uzak tutmuştur. O ne­
denle Türk milliyetçiliği devletsiz düşünemez ve milliyetçiliği
bir devlet milliyetçiliği biçiminde inşa eder.

93 Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality, s.


9-10.
94 Bkz. Suavi Aydın , "Amacımız Devletin Bekas ı ": Demok ratikleşme Sürecinde
Devlet ve Yurttaşlar (lstanbul: TESEV Yayınları, 2005) .
71
Nazi toplama kamplarından sağ çıkmış insanların aynı za­
manda lsrail devletinin kurucuları olması, hem bu devleti ku­
ranların kendilerine bir koruyucu kalkan (askeri bir devlet)
inşa etmeleri hem de bu devleti ayakta tutacak bir milliyet­
çiliği yaratarak ve sürekli yeniden-üreterek devletin varlığı­
nı ve sürekliliğini güvence altına almaya çalışmaları da ben­
zer travmatik etkilerle açıklanabilir.95 lsrail'i kuranlar "sosya­
list bir devlet" kurdukları iddiasında idiler. Kuruluşundan iti­
baren var olan işçi hareketinin güçlü etkisi yavaş yavaş gücü­
nü yitirirken sağ partiler devleti korumayı temel alan milli­
yetçi siyasetleri tecrübe ettilerve lsrail kamuoyundan büyük
bir destek aldılar. 96 Solda görünen partiler de bu politik mev­
zilenmeye ayak uydurdular. Aynı durum Ermenistan için de
geçerlidir. Ermenistan, tarihsel koşulların farklılığı nedeniy­
le askeri bir devlet halini alamamış olsa da ideolojik zemini­
ni tamamen 1 9 1 5 travmasından edinen bir tutunum alanı in­
şa ederek siyasal varlığını güvence altına almaktadır. lsrail ve
Ermenistan, herkesin tanıdığı bu travmatik geçmiş nedeniy­
le, dokunulmaz ve kurban devletlerdir. Bu yüzden her ikisi de
tarihsel travmalarından güç alan birer devlet milliyetçiliği in­
şa etmişlerdir.

Sonuç

Milliyetçi duygunun ve popüler bir düşünce ve eylem olarak


milliyetçiliğin tarihini , kabaca devlet-öncesi ve devlet-sonra­
sı tezahürleri açısından incelemek mümkündür. Bir siyaset ve
ideoloji olarak milliyetçiliğin 18. yüzyıldan itibaren gelişen en­
telektüel kaynakları olmakla birlikte, milliyetçiliğin bir burju-

95 N orman Finkelstein İsrail devletinin ve Musevi diasporasının İsrail devletini


"kurban devlet" olarak dokunulmazlık zırhı içine alan bu girişimlerinin top­
lamına "Holocaust endüstrisi" adını vermiştir. Finkelstein'a göre bu "endüs­
tri" esasen Musevi kültürüne ve özgün Holocausı hafızasına zarar vermektedir.
Bkz. Norman Finkelstein , The Holocaust Industry (Londra ve New York: Verso
Books,2000) .
96 Bkz. Michael Shalev, Labour and Political Economy in lsrael (Oxford: Oxford
University Pres..� . 1 992) .

72
va hareketi olarak gelişmesi ve siyaset alanında önemli bir ak­
tör haline gelmesi 1 9 . yüzyıl içinde gerçekleşmiştir.
Milliyetçilikler, kendisinin "ulus" olduğunu düşünen sos­
yo-kültürel grupların kendi milli devletlerini kurmak veya var
olan teritoryal bir devleti bir ulus-devlete dönüştürmek üzere
harekete geçen ideolojiler ve siyasal eylemlilikler olarak tarih
sahnesine çıkmış; böyle bir ulus-devlet ortaya çıktıktan sonra
da o devletin korunması ve o devlete bağlı "ulusal çıkarlar"ın
en üst düzeyde gerçekleştirilmesi olarak konumlanmış; ya da
yine kendilerini "ulus" olarak tasavvur eden ve belirli bir ulus­
devlet içinde yaşayan farklı etnik, etno-dinsel veya kültürel
grupların özerklik veya bağımsız devlet kurma mücadeleleri
şeklini almıştır. Buradaki ilk mesele bir sosyo-kültürel varlığın
kendisini "ulus" olarak tasavvur etmeye başlaması meselesidir.
Şüphesiz hiçbir ulusal hareket, kendisinden saydığı bütün in­
sanların kendilerini o "ulus"un parçası addetmeleriyle veya bu
harekete eksiksiz katılınılan ve tam bir "ulusal bilinç" sahibi
olmalarıyla ortaya çıkmaz. Bu yüzden başlangıç dönemlerinde
bütün milliyetçilikler birer entelektüel ve siyasi hareket olarak
doğarlar; kendilerinden saydıkları diğer insanları o ulusa aidi­
yetleri bakımından ikna edecek programlar hazırlarlar ve bu ta­
savvurun en geniş kabulünü hedeflerler. Entelektüel ve siyasal
milliyetçi hareketin gerçek anlamda politikleşmesi ise yerel ve
küresel düzeyde o hareketin mücadeleye girmesiyle kaimdir.
Bu ikinci aşamadır. Üçüncü aşama ise "devletleşme" aşaması­
dır. Üçüncü aşamadan sonra milliyetçi hareketlerin bir "devlet
ideoloj isi" haline dönüştüğü ve bu resmi ideolojinin o devletin
sınırlan içinde yaşayan bütün insanlara çeşitli yollardan empo­
ze edilmeye çalışıldığını görürüz.
Buraya kadar anlatılan gelişme çizgisi tarihseldir. Bir de mil­
liyetçiliklerin yatay düzlemde, farklı biçimlerde yayılmasına ta­
nık oluruz. Entelektüel tartışmalar içinde yeşeren milliyetçi li­
teratürün, o haliyle, "milliyetçileşen" bütün insanlara yayılma­
sı beklenemez. Bu yüzden milliyetçilikler çeşitli formlar halin­
de yaygınlık kazanırlar ve bu olurken de kırılır, değişir ve baş­
langıçtaki entelektüel tasavvurda yer almayan yeni unsurlar-

73
la bezenir veya bu tasavvurun unsurlanndan bazılannı kaybe­
derler. Kitleye yaygınlaşmanın ilk mecrası Billig'in işaret etti­
ği şekliyle milliyetçiliğin banalleşme biçimleridir. Bu banalleş­
me, sıradan insanın kafasındaki kodları oluşturur ve bu kod­
ların gündelik hayatta çözümlenerek kullanabilmesi için ze­
min sağlar. Öte yandan, doğrudan ve somut herhangi bir teh­
dit, tehlike veya sorun olmaksızın , milliyetçi duyguyu daima
ayakta tutacak en önemli mecra, milliyetçiliğin popüler kültür
içinde aldığı şekiller ve bu formlar üzerinden okunarak ken­
disini kitle içinde yeniden üretme potansiyelidir. Devletler bu
alanı teşvik eder ve resmi devlet yüzüyle halk arasında yaratı­
lan bir "arayüz" de bu popüler figürlerin yaratılıp yaşatılmasına
imkan sağlayacak bir destek sunarlar. Bu desteğe rağmen, bu
popüler arayüzde, sanki orada hiç devlet veya otoriter bir kay­
nak yokmuş gibi bir algı oluşur ve bu milliyetçi duygu salım­
ları ve tezahürleri, halkın kendiliğinden ve içten, adeta doğuş­
tan (genetik) olarak getirdiği bir ulus ve vatan sevgisinin eseriy­
miş gibi görülür. Bu arayüz, popüler alanın arkasındaki endüs­
trinin (özellikle medyanın) sevk ve idare altındaki yapısını ba­
şarıyla saklar.
Ancak bütün popüler dışavurumlarda olduğu gibi burada da
"kontrol edilemeyen" bir alan oluşur. Bu alanın varlığı , farklı
milliyetçilik, ulus ve vatan algılarının da yeşermesine izin ve­
rir. Ve biz ulus-devletin üretip yaydığı resmi ulus ve milliyet­
çilik tanımlarının dışında, pek çok farklı milliyetçilik biçimiy­
le karşılaşınz. Türkiye söz konusu olduğunda, milliyetçilik ki­
misinde ancak dinle birlikte düşünülen , kimisinde dinin bi­
raz daha önde olduğu , kimisinde sadece toprakla bağlı, kimi­
sinde Orta Asya'ya ve kadim zamanlara göndermeli, kimisin­
de Batı düşmanlığı merkezli, kimisinde Arap veya lslam düş­
manı bir şekilde görülür. O nedenle Türkiye'de kurulu düze­
nin (establishment) parçası olan bütün siyasal yapılann kendi­
lerini "milliyetçi" olarak tanımlamalarına da şaşırmamalıyız.
"Ölürüm Türkiye'm" şarkısını DYP kullanır ama bu şarkı ko­
layca anonimleşebilir. MHP kendisini milliyetçiliği temsil eden
tek gerçek yapı olarak konumlar ama AKP kadroları ona "ger-

74
çek milliyetçiliğin" şu ya da bu olduğuna ilişkin bir ders vere­
bilir. CHP'yi destekleyen biri kendisini "gerçek yurtsever" ola­
rak varsayabilir ve Atatürk merkezli olmayan hiçbir milliyetçi­
liği "gerçek Türk milliyetçiliği" saymaz, hatta Atatürk düşün­
cesinden "kopanları" vatan hainliğiyle itham edebilir. Kendisini
"milliyetçi"görenler, başkaları tarafından "Amerikan projesi"
olarak sunulabilir. Karşınıza çıkan bir başkası, bütün siyaset­
çilere tepki gösterip "alın teri" döken ve "helal para" kazanan­
ların dışında , bütün siyasi kadroları aslında "kendi çıkarları­
na hizmet eden" çıkar yapıları olarak mahkum eder ve onların
milliyetçi değil, aksine "vatan haini" olduklarını, gerçek milli­
yetçinin kendisi olduğunu söyleyebilir.97 Öte yandan "ulusal
fantezi" dünyasının unsurları ve banal milliyetçiliğin kodları
karşısında bütün bu kişilerin zaman zaman bir araya gelip "or­
tak duygu" altında birleştiğini de görebiliriz .
Milliyetçilikler "sorgusuz-sualsiz adanmışlık" ile bir kon­
for arayışı arasındaki çok geniş yelpaze içinde yer alan saikler­
den ve bu geniş yelpazeye yayılan duygu çeşitliliğinden besle­
nir. Devletler bu çeşitliliği kontrol etmeye ve bir mecraya doğ­
ru zorlayarak tek tipleştirmeye çalışır. Sokakla otorite arasında
böyle bir gerilim vardır. Bu gerilim, özellikle savaşın yaşandığı
veya ciddi bir tehdit algısının oluştuğu dönemlerde devlet le­
hine yumuşar. Dünyanın gerilimli bölgelerindeki sert milliyet­
çilikler ile refah devletlerindeki yumuşak (ve çekingen) milli­
yetçilikler arasındaki farkın temel nedenlerinden birisi de bu­
dur. Ayrıca etnik sınırların oluşturduğu gerilimlerin ve kimlik
krizlerinin desteklediği milliyetçi dışavurumların farklı yerler­
de farklı sonuçlar üretmesi de mümkündür. Bütün bu çeşitlilik,
durumsallık (contingency) ve tarihsellik, milliyetçilikleri ister
resmi ve popüler formları arasında isterse farklı sorunların ya­
şandığı farklı coğrafyalar arasında olsun, tek bir kuramsal açık-

97 Bu çeşitliligi , insanların kendi milliyetçilikleri ve Türklükleri hakkında ko­


nuşurken hangi referanslardan hareket ettiklerini, yorumlarındaki farklı ton
ve temaları görmek bakımından Kente!, Ahıska ve Genç'in çalışması oldukça
öğretici ve aydınlatıcıdır. Bkz. F. Kente!, M. Ahıska ve F. Genç, "Milletin Bö­
lünmez Bütünlüğü ": Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilih (ler)
(lstanbul: TESEV Yayınları,2007) .

75
lama içinde görebilmemize engel olmaktadır. Ancak bu , yine
tarihsel olarak ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, onla­
nn izledikleri kimlik stratejileri bakımından benzerlikleri gör­
memize de engel değildir.

76
2
TüRK1YE'DE EGİTİM, MİLLİYETÇİLİK
VE TOPLUMSAL CİNSİYETİN
KESİŞİM NOKTALARI

T UBA KANCI

Giriş

Zorunlu ve kamusal bir niteliğe sahip olması dolayısıyla kitlele­


ri şekillendirme gücüne sahip olan temel eğitim, ulus-devletle­
rin kuruluş aşamalarında kullanılan ana araçlardan biri olarak
karşımıza çıkar. 1 Gerek müfredatlar gerek ders kitapları, ulus­
devlet sisteminin sosyal ve politik söylemlerinin ana taşıyıcıla­
rı arasında yer almaktadır.2 Türkiye'de de temel eğitim, ulus­
devletin inşası, ulusal kimliğin oluşturulması ve yeniden üreti­
mi için kullanılan belli başlı mekanizmalardan biri olmuştur.3

Eugene Weber, Peasants into Frenchmen: The Modernization of Rural France,


1 870- 1 9 1 4 (Stanford: Stanford University Press, 1 9 76) ; Emest Gellner, Nati­
ons and Nationalism (Oxford: Basil Blackwell, 1 983 ) .
2 Müfredatla ilgili çalışmalar için bkz. ,Michael W. Apple, ldeology and Curricu­
lum, (New York, Londra: Routledge Falmer, 2004, 3. baskı ) ; 1. Goodson, der. ,
lnternational Perspectives in Curriculum History, (Londra, Sydney, Wolfeboro:
CroomHelm, 1 987) .
3 Bkz. Fatma Gök, der. ,75 Yılda Eğitim, (İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Top­
lumsal Tarih Vakfı, 1 999) ; Füsun Üstel, "Makbul Vatandaş "ın Peşinde: ll. Meş­
rutiyet'ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi (İstanbul: 1letişim Yayınlan, 2004) ; Ay­
şe Gül Altınay, The Myth of the Military-Nation, Militarism, Gender, and Educa­
tion in Turkey (New York: Palgrave Macmillan, 2004 ) ; E. Fuat Keyman ve Tu­
ba Kancı, "A Tale of Ambiguity: Citizenship, Nationalism and Democracy in
Turkey", Nations and Nationalism, Cilt 1 7 , Sayı 2 (201 1 ) , s. 3 1 8-336.

77
Eğitimde kullanılan söylemler, pedagojik materyaller ve uygu­
lamalar vasıtasıyla sunulan ve içselleştirilmesi beklenen ideal
kadınlık ve erkeklik kurguları, milli kimliğin kurgulanması ve
yeniden üretimi süreçlerinin önemli girdilerindendir.4 Örgün
eğitim aynı zamanda, milliyetçiliğin yeniden üretimini sağla­
yan temel kaynaklardan biridir. 5 Resmi ideolojinin uygun gör­
düğü milliyetçiliğin doğallaştırılmasına , normalleştirilmesine
ve yeniden üretimine ; daha genel bir düzeyde ise rejimin ko­
runmasına ve sürekliliğinin sağlanmasına hizmet etmiştir. Di­
yebiliriz ki milliyetçilik, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Tür­
kiye'de eğitim sisteminin altyapısını oluşturan ana ideoloji, ör­
gün eğitim müfredatları ve kullanılan ders kitaplarının belirle­
yici söylemi olagelmiştir. Toplumsal cinsiyet rejimi ise milli­
yetçiliğin bu yeniden üretim süreçlerinin bir parçasıdır.
Bu noktalardan hareketle bu yazıda, Türkiye'de ulus-devle­
tin kuruluş ve konsolidasyon süreçlerinde , kimlik inşa proje­
lerinin temelinde yatan milliyetçilik ideolojisi ve bu ideoloji­
nin toplumsal cinsiyet kurgularıyla kesişim noktaları, ilköğre­
tim ders kitaplarındaki yansımaları üzerinden incelenecektir. 6
Araştırma, Cumhuriyet'in ilk yıllarından, 1 920'lerin sonunda
Latin alfabesi kullanılarak basılan ilk kitaplardan başlayarak
süreklilikleri ve dönüşümleri inceleyebilmek amacıyla , 2000'li
yıllara kadar taşınacaktır.7 Cumhuriyet'in ilk yıllarından 2005

4 Bkz. ,Tuba Kancı, "Cumhuriyet'in llk Yıllarından Bugünlere Ders Kitapların­


da Kadınlık ve Erkeklik Kurguları " , Cinsiyet Halleri: Türkiye'de Toplumsal Cin­
siyetin Kesişim Alanlan içinde , N. Mutluer (der. ) (İstanbul: Varlık Yayınları,
2008), s. 88- 102.
5 Bkz . lsmail Kaplan, Türkiye'de Milli Eğitim ideolojisi ve Siyasal Toplumsallaş­
ma üzerindeki Etkisi (İstanbul: iletişim, 1999 ) ; Etienne Copeaux, Tarih Ders
Kitaplannda (1 93 1 - 1 993) Türk Tarih Tezinden Türk-lsldm Sentezine, (İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2000, 2 . baskı ) .
6 Bu araştırmanın bir kısmı Swedish Research Council tarafından desteklenen Fu­
ture C itizens in Pedagogic Texts and in Educational Policies - Examples from Le­
banon, Sweden and Turkey başlıklı proje (proje no20 1 O-3 726 1 -78644-4 1 ) kap­
samında desteklenmiştir.
7 Bu çalışmada, Türkiye'de, zorunlu ve kamusal olması dolayısıyla, ilköğretime
odaklanılmıştır. incelenen ders kitapları ilköğretim düzeyindeki Türkçe, ha­
yat bilgisi, tarih ( 1 968'e kadar) , sosyal bilgiler ( 1968 sonrası) kitaplarıyla sı­
nırlandınlmıştır. ( 1 968 yılında tarih ve coğrafya dersleri ilköğretim düzeyin-

78
yılında gerçekleştirilen müfredat reformuna kadar kullanılan
ilköğretim ders kitaplarının söylem analizi yapılacak, sonrasın­
da ise müfredat reformunun getirdiği değişiklikler (ve sürekli­
likler) ilköğretim ders kitaplarının incelenmesiyle ele alınacak­
tır. Cumhuriyet dönemi boyunca kullanımda olan ilköğretim
ders kitaplarına bakıldığında, eğitim alanının bu temel mater­
yallerinin söylemsel altyapısını, tüm dönemler boyunca ve ya­
pılan müfredat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluştur­
duğu görülmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal kadınlık
ve erkeklik kurguları ise milliyetçiliğin doğallaştırılması süre­
cinin önemli girdilerindendir. Milliyetçilik temelde, etnik kö­
kenle ve şehit atalarla ilişkilendirilen vatan kavramı eksenin­
de şekillenmekte , düşman ve savunma söylemi ile bunların et­
rafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine inşa
edilmektedir.
llerleyen sayfalarda , öncelikle milliyetçilik çalışmalarının
kısa bir teorik değerlendirmesi ve toplumsal cinsiyetin bu ça­
lışmalarda bir analiz kategorisi olarak ele alındığında getirdi­
ği açılımlara değinilecektir. Sonrasında ise ilköğretim ders ki­
taplarının analizine yer verilecektir. Örgün eğitimin, özellikle
de temel eğitim müfredatları ve ders kitaplarının incelenmesi,
Türkiye'de hakim milliyetçilik ideolojisinin ve içerdiği unsur­
ların anlaşılması açısından önemlidir. llk olarak 1 920'lerin so­
nundan çok partili hayata geçişe kadar olan dönemdeki kitap­
lara odaklanılacaktır. Sonrasında ise l 950'ler ve sonraki yıllar­
da ilköğretimde kullanılmış olan ders kitaplarındaki değişim
ve süreklilikler incelenecektir. Ulus-devletlerin kuruluş aşa­
maları resmi milliyetçiliğin şekillenmesi açısından oldukça be­
lirleyicidir; ancak, Slyvia Walby'nin de belirttiği üzere bir ulu­
sun ve milliyetçiliğin oluşumunda tek bir kritik dönem yok­
tur. Ulus-devlet sürekli bir yeniden yapılanma içindedir. Bu
yeniden yapılanma hem süreklilikleri hem de değişimi için-

den kaldınlmış, yerlerine sosyal bilgiler dersleri konulmuştur.) 1 997 yılına


kadar temel eğitim beş yıl olarak değerlendirilmeye alınmıştır. 1 997 sonrasın­
da ise, zorunlu eğitim ve ilköğretimin yedi yıla çıkanlması göz önüne alınarak,
bu yedi yıllık eğitim sürecine ait kitaplara bakılmıştır.

79
de barındırır. Her bir değişim ise geçmişin tortularını içerir.8
Dolayısıyla, bu yazıda, Cumhuriyet'in ilk yıllan, demokrasi­
ye geçiş ve konsolidasyon dönemlerinin incelenmesi sonrasın­
da, 1 980 Askeri Darbesi'yle şekillenen ve küreselleşme süreç­
lerinin, Türkiye'yi etkilemeye başladığı 1 980'li ve 1 990'lı yılla­
rın ders kitaplarının analizi yapılacaktır. Son olarak da Avru­
palılaşma süreçlerinin etkisi hissedilen 2000'li yıllara odakla­
nılacak, bu süreçlerle etkileşim içinde yapılan 2005 yılı müfre­
dat reformu incelenecek, bu en son ve kapsamlı reform sonra­
sında yazılan kitaplar ve ilerleyen yıllarda yapılan değişiklik­
ler analiz edilecektir.

Milliyetçilik çalışmaları ve toplumsal cinsiyet

Milliyetçilik, özellikle 1 980'lerden bu yana, akademik dünya­


da üzerinde gittikçe artan sayıda çalışma yapılan bir alan haline
geldi. Bu çalışmaların bir sonucu olarak, milletlerin modemite
öncesi etnik gruplara dayandığını ileri süren, milletleri akraba­
lık ilişkilerinin doğal bir uzantısı olarak değerlendiren ve ilk­
çi (primordialist) olarak adlandırılan yaklaşımlar, zaman içeri­
sinde giderek etkisini kaybetti. 9 Özellikle son yıllardaki akade­
mik çalışmalar, milliyetçiliği modem zamanlarda ortaya çıkan
bir düşünce, inanç ya da doktrin olarak tanımlar ve milliyetçi­
liklerin milletleri yarattığını ileri sürer. Milletler ve milliyetçi­
lik, kökenleri 18. yüzyılda bulunabilecek olan, Fransız Devri­
mi'nin ve sanayileşmenin ürünü olan tarihsel olgulardır. 1 0 En

8 Sylvia Walby, "Woman and Nation" , lntemational]oumal ofComparative Soci­


ology, Cilt 3 , Sayı 1-2 ( 1 992) , s. 8 1 - 1 00.
9 Pierre van den Berghe, "Race and Ethnicity: A Sociobiological Perspective" ,
Ethnic and Racial Studies, Cilt 1 , Sayı 4 ( 1 998) , s. 40 1 -4 1 1 ; Clifford Geerız ,
"The lntegrative Revolution" , Old Societies and New States içinde, Clifford Ge­
ertz (der.) (New York: Free Press, 1963 ) ; Edward Shils, "Primordial, Personal,
Sacred, and Civil Ties" , British ]oumal of Sociology, Cilt 7 ( 1 957) , s. 1 3-46.
10 Emesi Gellner, Nations and Nationalism (Oxford: Basil Blackwell, 1 983 ) ; Be­
nedict Anderson, lmagined Communities: Reflections on the Origins and Spread
of Nationalism (Londra, New York: Verso, 1 99 1 ) ; Eric ] . Hobsbawm, Nations
and Nationalism since 1 780: Programme, Myth and Reality ( Cambridge: Camb­
ridge University Press, 1 992) .

80
genel anlamda milliyetçiliği, Emest Gellner'e referansla, "siyasi
ve milli birimlerin birbirleriyle örtüşmesi gerektiği"ni savunan,
"homoj en kültürel birimleri siyasi yaşamın temeli" olarak algı­
layan düşünce, inanç ya da siyasi doktrin olarak tanımlayabili­
riz . 1 1 Bu tanımından yola çıkarak her milliyetçiliğin, devlet ve
millet arasında örtüşmeyi ve homojenliği sağlamak için asimi­
lasyon, dışlama, zorunlu göç gibi birtakım pratiklere başvurdu­
ğu söylenebilir. Tüm milliyetçilikler homojen bir biz ve farklı
olan ötekiler algısına dayanmaktadır.
Milliyetçilik çalışmalarındaki bir diğer önemli ve temel alan
ise milliyetçiliklerin nasıl sınıflandırılabileceği meselesiyle ilgi­
lidir; buradaki tartışma, vatandaşlığa dayalı milliyetçilik ve et­
no-kültürel milliyetçilik arasında yapılan ayrım üzerine odak­
lanmaktadır. Bu ayrım, Hans Kohn'un ilk olarak 1 944 yılın­
da yayınlanan ve milliyetçiliği "Batı" ve "Batı-dışı" olmak üze­
re ikiye ayıran çalışmasına kadar götürülebilir. 1 2 Kohn milliyet­
çiliğin aslında Aydınlanma düşüncesi , ilerleme , demokrasi ve
endüstrileşme gibi öncülleri paylaştığını ileri sürer. Bu tür bir
milliyetçilik, millete aidiyeti vatandaşlık ve anayasa temelinde
tanımlar. Devlet ve onun kurumsal çerçevesi belirleyici olan­
dır. Bu milliyetçilik dışlayıcı değil, asimilasyonisttir. Kohn'un
"Batı milliyetçiliği" olarak nitelendirdiği bu tür Fransız, İngi­
liz ve Amerikan milliyetçiliklerinde vücut bulur; bunların dı­
şında kalanlar ise "Batı-dışı milliyetçilikler" olarak tanımlanır.
Bu diğer milliyetçilikler normdan sapmalar olarak değerlendi­
rilir ve Almanya örneğinde kristalleşirler. Alman milliyetçiliği,
Aydınlanma düşüncesinden değil ona tepki olarak doğan ro­
mantik düşünce üzerinde şekillenir; burada uygarlık nosyonun
yerini kültür nosyonu alır. Dolayısıyla akılcı değil, tepkisel ol­
makla eleştirilir. Millet organik/biyolojik bir bütün olarak al­
gılanır; millete aidiyet ise etno-kültürel bağlara (kan ve kültür
bağı) dayandırılır.
Ancak Anthony D. Smith'in de belirttiği gibi aslında hiçbir
milliyetçilik tamamıyla vatandaşlık ya da etno-kültürel temel-
11 Gellner, Nations and Nationalism, s . 1 , 1 25 .
12 Hans Kohn, The Idea of Nationalism (New York: Macmillan, 1 944) .

81
li değildir; 1 3 bazı zamanlarda bazı yönlerinin öne çıkmasıyla bu
tipolojilerden birine daha yakın olduklarını söylemek mümkün
olabilir. Millete aidiyeti vatandaşlık temelinde tanımlayan milli­
yetçilikler de etno-kültürel milliyetçilikler gibi, ortak bir kültür
(siyasi kültür) nosyonu içerirler ve farklı olana açık oldukları
söylenemez. Vatandaşlığa dayanan milliyetçilikler de, kanunlar
düzeyinde asimilasyonist olsalar da, gündelik hayatta dışlayıcı,
hatta ırkçı pratiklere açıktırlar. 1 4 Millete aidiyeti, temelde vatan­
daşlığa dayalı olarak tanımlayan Latin Amerika milliyetçilikle­
ri bu aynının normatif bir ayrım olarak değerlendirilmesindeki
sorunlara işaret eden örneklerden biri olarak gösterilebilir. Öyle
ki bu ülkeler darbeler, diktatörlükler ve anti-demokratik uygu­
lamaların sıkça yaşandığı yerler olarak dikkat çekmektedirler. 1 5
Etno-kültürel temellere dayanan milliyetçiliklerin daha dışla­
yıcı ve farklılıklara daha kapalı oldukları iddiası doğru olsa da,
Kyrnlicka'nın dikkat çektiği gibi, Latin Amerika örneklerinden
yola çıkarak vatandaşlığa dayalı bir milliyetçiliğin demokrasiy­
le olan pozitif yöndeki ilişkisinin de bir mitten ibaret olduğunu
söyleyebiliriz. 1 6 Vatandaşlık ve etno-kültürel temelli milliyetçi­
lik tipolojileri incelenmekte olan milliyetçiliğin içerdiği unsur­
ları ve zaman içinde geçirdiği değişimleri analiz etme açısından
faydalı olmakla birlikte, indirgemeci yaklaşımlar oldukları açık­
tır ve içerdikleri normatif değerlendirmeler sorunludur.
Milliyetçilikle toplumsal cinsiyet rejimleri 1 7 arasındaki iliş-

13 Bkz . Anthony D. Smith , National Identity (LasVegas: University of Nevada


Press, 1 99 1 ) , s. 1 3 .
14 Fransa örneği için bkz. ,Maxim Silverman, Deconstructing the Nation: Immigra­
tion, Racism, and Citizenship in Modern France (New York: Routledge, 1992).
Yack'ın da belirttiği bir diğer örnek de Amerika Birleşik Devletleri'dir (ABD) .
Örneğin, belirli dönemlerde ABD'de birçok ABD vatandaşı "Amerikan olma­
yan siyasi prensipleri benimsedikleri" gerekçesiyle suçlanmış ve yargılanmış­
tır. Bemard Yack, "The Myth of CivicNation", Theorizing Nationalism içinde, R.
Beiner (der.) (Albany: State University of New York Press, 1999) , s. 1 1 5- 1 1 6.
15 Bkz. Will Kymlicka, "Misunderstanding Nationalism", Theorizing Nationalism
içinde, R. Beiner (der.) (Albany: State University of New York Press, 1 999 ) , s.
1 3 1 - 140.
16 Ag.y. , s. 1 3 5 .
17 R. W. Connell, "The State, Gender and Sexual Politics: Theory and Appraisal" ,
Theory and Society, Cilt 1 9 ( 1 990) , s . 507-544 .
82
kiler ise tüm bu ana akım milliyetçilik çalışmalarında çoğun­
lukla göz ardı edilmiştir. Primordialist yaklaşımlar, milleti ak­
rabalık ilişkilerinin bir uzantısı olarak görürken, onu geniş bir
aile olarak tanımlar; ancak bu , aile içindeki toplumsal cinsi­
yet hiyerarşisine dikkat çekmek için değil, milletin doğallığı­
nı vurgulamak içindir. Modernist yaklaşımı benimseyen bir­
çok milliyetçilik teorisinde ise toplumsal cinsiyet körlüğü söz
konusudur. 1 8 Oysa çoğu milliyetçiliklerde gördüğümüz , mil­
letin geniş bir aile, ailenin de milletin mikro-kozmosu olarak
sunulmasının ardında milliyetçiliğin toplumsal cinsiyet rej i­
miyle olan doğrudan ilişkisi yatmaktadır. Milliyetçiliğin top­
lumsal cinsiyetle olan ilişkisi, önceleri az sayıda ve çoğunluk­
la feminist araştırmacıların çalışmalarıyla sınırlı olmuş olsa da ,
son yıllarda giderek artan sayıda çalışmanın konusunu oluş­
turmuştur. 1 9

18 Örneğin bkz, Gellner, Nations and Nationalism; Anderson, Imagined Communi­


ties; Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1 780; Anthony D . Smith, Eth­
nic Origins of Nations (Blackwell, 1 988) ; Liah Greenfeld, Nationalism: Five Ro­
ads to Modernity ( Cambridge: Harvard University Press, 1 993) .
19 Bazı farklı çalışmalar için bkz. Franz Fanon, Black Skin, White Masks ( 1 952)
(Londra: Pluto, 1 986) ; George Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectabi­
lity and Abnonnal Sexuality in Modern Europe (New York: Howard Fertig, Inc . ,
1 985) ; Etienne Balibar, "Thenation Form - History and Ideology " , New Left
Review, Cilt 1 3 , Sayı 3 ( 1 990) , s. 3 29-36 1 ; Partha Chatterjee, The Nation and
itsFragments: Colonial and Postcolonial Histories. (Princeton, N .j . : Princeton
University Press, 1 993) .
Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkilere odaklanan çalışma­
lar; ilk örnekler için bkz. Cynthia Enloe, Does Khaki Become You ? The Militari­
zation of Women's Lives (Londra: Pluto Press, 1983 ) ; Kumari jayawardena, Fe­
minism and Nationalism in the Third World (Londra: Zed Books , 1 986) ; Carole
Pateman, The Sexual Contract (Stanford: Stanford University Press, 1 988) ; Ni­
ra Yuval-Davis ve Floya Anthias (der.) Woman-Nation-State (Londra: Macmil­
lan, 1 989) ; Enloe, Bananas, Beaches and Making Bases: Making Feminist Sen­
se of International Politics (Berkeley: University of California Press, 1 989); De­
niz Kandiyoti, " Identity and its Discontents: Women and the Nation" , Mil­
lennium, Cilt 20, Sayı 3 ( 1 99 1 ) , s. 429-444; Andrew Parker, Mary Russo, Do­
ris Sommer, Patricia Yaeger (der. ) , Nationalisms and Sexualities (New York:
Routledge, 1 992) ; Sylvia Walby, "Woman and Nation " , International ]ournal
of Comparative Sociology, Cilt 3, Sayı 1 -2 ( 1 992) , s. 8 1 - 1 00; Nira Yuval-Davis,
Gender and Nation (Basingstoke: Macmillan, 1 997 ) ; joane Nagel, "Masculinity
and Nationalism: Gender and Sexuality in the Making of Nations" , Ethnic and
Racial Studies, Cilt 2 1 , Sayı 2 ( 1 998) , s. 242-269.
83
Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias, kadınların ulusal süreç­
lere katılımlanyla ilgili beş ana yol tanımlar: Etnik toplulukla­
rın mensuplarının biyolojik üreticileri olarak; etnik ve ulusal
grupların sınırlarının yeniden üreticileri olarak; topluluğun
ideolojik yeniden üretiminde merkezi bir rol alarak ve kültü­
rün aktancısı olarak; etnik, ulusal farklılıkların gösterenleri
olarak (semboller olarak) ; ulusal, ekonomik, siyasal ve askeri
mücadelelerin katılımcılan olarak.20 Yuval-Davis, daha sonra­
ki bir çalışmasında, millet kurgulannın belirli kadınlık ve er­
keklik kurgularını içerdiğini vurgular ve farklı milliyetçilik ti­
polojilerinin (kültür ve etnik köken temelli olanlar ile vatan­
daşlık temelli olanlar) toplumsal cinsiyet ilişkileri düzeyinde
de farklılaştığına dikkat çeker .21 George Mosse'un da belirt­
tiği üzere milliyetçilik Batı'da modern erkekliğe paralel ola­
rak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Modern erkeklik, milliyet­
çi hareketlerin tüm türlerinde merkezi bir yere sahiptir. Mos­
se söz konusu çalışmasında, burj uva ailesi ve ahlakının yükse­
lişi ile milliyetçiliğin yükselişi arasındaki bağlantı ve paralel­
liklerin altını çizer.22 Cynthia Enloe ise çalışmalannda milli­
yetçilik, erkeklik ve militarizm arasındaki ilişkileri ortaya ko­
yar. 23 Belirli erkeklik tiplerinin belirli kadınlık kurgulannı ge­
rektirdiğini vurgular: Koruyucu ile korunan ve savunulanlar
arasında yapılan ayrım üzerine kurulan toplumsal cinsiyet rol­
leri bunlardan en belirleyici olanıdır. Koruyucu erkek, korun­
maya muhtaç "kadın ve çocuklar" var olduğu sürece varlığını
sürdürebilecektir. 24

20 Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias (der.) Woman-Nation-State, s. 7-8.


21 Yuval-Davis, Gender and Nation, s. 21.
22 Mosse, Nationalism and Sexuality.
23 Enloe, Bananas, Beaches and Making Bases.
24 Enloe, Maneuvers: The Intemational Politics of Militaıizing Women's Lives (Ber­
keley: University of Califomia Press, 2000 ) . Aynca bkz. Jacklyn Cock, C o l o­
nels and Cadres: War and Gender in South Afıica ( Cape Town, New York: Ox­
ford University Press, 1 99 1 ) , s. x.

84
Cumhuriyet'in ilk yıllarından
Soğuk Savaş'ın iki kutuplu dünyasında
ders kitapları

Türkiye'de 1 920'lerden 20. yüzyılın son çeyreğine kadar kulla­


nılan ilköğretim ders kitaplannın analizi, farklı yazarlara ve de­
ğişen müfredatlara rağmen, karşımıza ana hatlarıyla şöyle bir
tablo çıkarmaktadır: Milliyetçilik, ders kitaplarında anlatılanla­
rın ve kullanılan söylemlerin ana malzemesini oluşturmaktadır.
Vatan kavramı hakim milliyetçiliğin en temel öğesidir ve ince­
lenen tüm dönemler boyunca ders kitaplarında bu vurgu değiş­
mez. Atalar ve etnik kökene yapılan vurgular bu kavramla sim­
biyotik bir ilişki içindedirler; etnik kökene yapılan vurgu dö­
nemsel olarak değişiklikler gösterse de varlığını korur. 25 Düş­
man söylemi ise milletin fertlerinin sadakat ve görevlerinin sı­
nırlarını çizer; biz ve anlan kesin çizgilerle ayınr; öldürme ve öl­
menin, vatanseverliğe referansla kutsallaştırılmasına yol açar.26
Tüm bu metinler, bir yandan devletin egemenliği altındaki top­
raklarda yaşayanlara, özümleyici bir yaklaşımla, milletin par­
çası olarak yaklaşırken, bir yandan da millete aidiyeti etnik kö­
ken, soy, otantik kültür gibi nesnel faktörler etrafında tanımla­
maya çalışır; milleti organik/biyolojik bir bütün olarak sunarlar.
Vatan kavramına yapılan vurgu 1920'lerin kitaplarında kar­
şımıza daha çok "kendini feda etmek" üzerine kurulan Kurtu­
luş Savaşı anlatılanyla çıkar. Anadolu "şehitlerin vatanı" olarak
tanımlanır.27 Düşman söylemi de bu anlatılara eşlik eder. 1930
yılında basılan bir tarih kitabında yazar, Birinci Dünya Savaşı

25 Detaylı bir analiz ve tanışma için, bkz. E. Fuat Keyman ve Tuba Kancı, "A
Tale of Ambiguity: Citizenship, Nationalism and Democracy in Turkey" , s.
3 1 8-336.
26 Daha detaylı bir analiz için bkz, Tuba Kancı ve Ayşe Gül Altınay, " Küçük As­
kerleri ve Küçük Ayşeleri Eğitmek: Ders Kitaplarında Askerileştirilmiş ve
Cinsiyetlendirilmiş Vatandaşlık" , Çokkültürlü Toplumlarda Eğitim - Türkiye ve
lsveç Deneyimleri içinde, F. Gök, M. Carlson, A. Rabo (der. ) (lstanbul: Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 20 1 1 ) .
27 Ahmet Cevat Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe Kıraat, 4 . Sınıf (lstanbul:
Hilmi Kitaphanesi , 1 928) , s. 1 72. A. C. Emre, Cumhuriyet Çocuklarına Türkçe
Kıraat, 5. Sınıf (lstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 928) , s. 9.
85
ve Kurtuluş Savaşı'na referansla, tarihten edinilen bir ders ola­
rak şöyle der: "Sonunda anladık ki Türk'e Türk'ten başka dost
yoktur. "28 Akıncı atalar ve akıncı ruhu da milletin ortak tarihine
referansla milletin kültürel özelliklerinden birisi olarak sunulur.
1 930'ların ilk yarısında Türk Tarih Tezi'nin oluşturulması
ve ders kitaplarına girmesiyle birlikte etnik köken ve kültür­
cü öz, milliyetçiliğin belirleyici özelliği haline gelir. Bu teze gö­
re Türk milleti aslında ezelden beri var olan ve medeniyetin te­
melini oluşturan bir millettir. "Türk'ün Türk'ten başka dostu
yoktur" anlayışı bu dönemde de bir alt söylem olarak varlığını
korumakla kalmaz, Tarih Tezi ile birlikte, milletin varoluşun­
dan beri karşı karşıya olduğu bir gerçek olarak sunulur. Örne­
ğin 1934'te basılan bir okuma kitabında "eski Türkler" den bah­
sedilirken şöyle denir: "Türkler her zaman komşuları ile savaş
halinde olmuştur. "29
Vatan (Anadolu) ve etnik köken arasında da birebir ilişki ku­
rulmaktadır. Örneğin, Türk Tarih Tezi'ne göre düzenlenen ve
1 936'da yayımlanan tarih kitaplarında şöyle denmektedir:

Anadolu ve Trakya en eski ve başı bilinmeyen zamanlardan


beri Türkün elindedir. . . Fakat daha sonra göreceğimiz gibi
Türkün bazı zayıf düştüğü , uykuda bulunduğu zamanlarda
yabancılar bu güzel yurda göz dikmişler, bir zaman için onu
ele geçirmişlerdir. Lakin ölümü olmıyan, tekleri öldükçe ve kı­
rıldıkça kuvvetli taze can bularak gelişen ve hiçbir zaman kö­
30
leliğe boyun eğmiyen Türk Milleti ne yapıp yapmıştır.

Etienne Copeaux'un da belirttiği üzere, bu Anadolu üzerin­


deki bu farklı hak iddialarına bir tepkidir. 31 Ancak, Anado­
lu'nun etnik kökenle ilişkilendirilerek tanımlanması bu coğraf­
yada yaşamış ve yaşamakta olan farklı kimliklerin üstünü örter;

28 Abdülbaki Nasır ve Sabri Esat Siyavuşgil, Yavrumun Tarih Kitabı, llhmehtep 4.


Sınif (İstanbul: Şirketi Mürettibiye Matbaası, 1 930) , s. 1 59 .
29 lbrahirn Hilmi Çığıraçan, llh Kıraat, Sınif 4 (İstanbul: Türk Kitapçılığı Ltd Şir­
keti, 1 934) , s. 2 1 5 .
30 T . C. Kültür Bakanlığı, Tarih, 4 . Sınıf (lstanbul: Devlet Basırnevi, 1 936) , s. 67-68.
31 Copeaux, Tarih Ders Kitaplannda (1 93 1 - 1 993) Türk Tarih Tezinden Türh-ls­
ldm Sentezine, s. 3 1 -32.
86
onları Türklüklerini unutmuş olan topluluklar ya da yabancı
unsurlar olarak değerlendirir.
Yukarıda da görüldüğü gibi vatan ve etnik köken arasın­
da kurulan bu ilişki düşman, işgal, kan ve ölüm temalarıy­
la beslenir. Vatan ve millete yönelik olarak sıklıkla dillendiri­
len bu temalar, bazı örneklerde devletle de ilişkilendirilmek­
tedir. 1 935 yılında basılmış bir okuma kitabında şöyle denir:
"Devletin varlığını , sağlığını korumak için her Türk, kanını
döker, canını verir. " 32 Tüm bu örneklerde, ölmek ve öldür­
mek savunma ve zaferle ilişkilendirilerek normalleştirilmek­
tedir. Örneğin, bir başka okuma kitabındaki Yengi başlıklı bir
şiirde ise şöyle denmektedir: "Anneler dindiriniz gönlünüzün
yasını , / Düşman kanıyla sildik palamızın pasını / / Biz , ta­
ze kanlarını özgenliğine katan / Bir nesliz; ülkemizde biziz bi­
ricik sultan. " 33
Milliyetçilik, düşman ve savunma söylemi ve bu söylemle­
rin etrafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi üzerine
inşa edilir. Ders kitaplarında ideal kadın ve erkek temelde or­
ta sınıf kadını ve erkeği olarak resmedilir.34 Yeni ideal orta-sı­
nıf kadını, hegemonik cinsiyet olarak sunulan orta-sınıf erke­
ğine tabi, onunla ortaklık içinde ve ancak aileyle ilişkilendiri­
lerek tanımlanabilmektedir.35 Bu ideal erkek hem ailenin hem
de ailenin doğal bir uzantısı olarak tasarlanan milletin ve yeni
düzenin koruyucusu ve ekonomik olarak yeniden üreticisi ro-

32 T . C . Milli Egitim Bakanhgı, Okuma Kitabı, 4. Sınıf (İstanbul: Maarif Matbaası,


1 935 ) , s. 3. Kitap 1935'ten 1 945'e kadar ufak degişikliklerle kullanılmıştır.
33 T. C. Milli Egitim Bakanlıgı, Okuma Kitabı, 5. Sınıf (İstanbul: Maarif Matbaası ,
1935) , s. 3 1 . Kitap 1955'e kadar ufak degişikliklerle kullanılmıştır. Bkz . , T.C.
Maarif Vekaleti,Okuma Kitabı, Beşinci Sınıf (İstanbul: Maarif Basımevi, 1 94 1 ) ,
s. 30; T . C . Maarif Vekaleti, Yeni Okuma Kitabı 5 (İstanbul: Maarif Basımevi,
1955) , s. 6 .
34 Pierre Bourdieu'nun egitimle ilgili çalışmaları b u konuya ışık tutmaktadır.
Bourdieu, egitim süreçlerine orta sınıf kültürünün herkesin sahip oldugu (ve­
ya sahip olması gereken) kültür oldugu varsayımının hakim kılındıgını ileri
sürer. Pierre Bourdieu ve jean-Claude Passeron, Reproduction in Education, So­
ciety and Culture (Londra: Sage Publications, 1 990)
35 Farklı erkeklik ve kadınlık kurgularının nasıl birbirlerine tabi kılınarak ve or­
taklık içinde kunılduguna dair teorik bir çalışma için bkz. R.W. Connell, Mas­
culinities (Oxford: Polity Press, 1 995 ) .
87
lünü üstlenir.36 Orta sınıf erkeği, milletin mikrokozmosu ola­
rak sunulan ailede akılcılığı temsil ederken, millet söz konusu
olduğunda romantik ve savaşçı niteliklerle tanımlanır. Bu nite­
liklerle doğrudan bağlantılı olan ve Türk Tarih Tezi ile birlik­
te Türklüğün "kültüreVulusaVırksal bir özelliği" olarak kurgu­
lanan "asker ruhu"37 da ideal erkeklik kurgusunun en önem­
li parçalarındandır.
Kuşkusuz, ders kitaplarında karşımıza çıkan başka erkeklik
kurguları da vardır. Ancak, bu örneklerde karşımıza çıkan er­
keklik kurguları da orta sınıf normları temel alınarak ve ideal
erkekliğin asker-savaşçı-koruyucu imajı etrafında sunulur.38 Er­
kek, hem kadının hem de simge, metafor ve söylemlerle kadın­
laştırılan vatanın koruyucusudur.39 Kadın ise bu kurguyla nes­
neleştirilir. Kadının bütünün (ailenin ve milletin) bir parçası ol­
mak dışında varlığı söz konusu değildir. Askerliğin millete aidi­
yetin kültürel belirleyenlerinden biri, hatta en önemlisi, olarak
sunulması ise kadınların millete üyelikleri meselesini sorunlu
hale getirir. ilene Rose Feinmann erkekler için zorunlu askerlik
hizmetinin tesis edilmesinin devletin erilleşmesinde ve vatan­
daşlığın cinsiyetlendirilmesinde kilit rol oynadığını belirtir;40

36 l 930'larda basılmış bir okuma kitabında yer alan iş Seçmek başlıklı parçada
bir grup erkek çocuk büyüyünce seçecekleri işleri konuşmakta ve meslekleri
tanıtmaktadırlar. Parçada sadece terzilik, kadınlann yapabileceği bir iş olarak
sunulur. 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat, Sınıf 2 (lstanbul: Türk Kitapçılığı Limited
Şirketi, 1 934) , s. 44.
37 Altınay, The Myth of the Military-Nation, s. 28-30. "Asker ruhu" ilk olarak
Türk Tarih Teziyle birlikte yazılan lise tarih ders kitaplarında tarihsel olarak
süregelen ve onların da sahip olması gereken kültürel bir özellik olarak sunu­
lur. Bkz . , T.T.T. Cemiyeti. Tarih 4, Türkiye Cumhuriyeti (lstanbul: Devlet Mat­
baası, 1 934) , s. 344-345 .
38 "Diğer" erkeklik ve kadınlık kurgularının detaylı bir analizi için bkz . , Kancı,
" Cumhuriyet'in llk Yıllarından Bugünlere Ders Kitaplarında Kadınlık ve Er­
keklik Kurguları" , s. 88- 102.
39 Erken cumhuriyet döneminden örnekler için bkz . , 1. H. Çığıraçan, ilk Kıraat,
Sınıf 5, s. 28-30; Pakize İçsel ve Nazım İçsel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Ki­
tabı, Beşinci Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitaphanesi, 1 929) , s. 1 58- 1 6 1 ; İçsel ve İç­
sel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Kitabı, Üçüncü Sınıf (İstanbul: Hilmi Kitap­
hanesi , 1 934) , s. 82-84.
40 Ilene Rose Feinman. Citizenship Rites: Feminist Soldiers and Feminist Antimi- li­
tarists (New York ve Londra: New York University Press, 2000).
88
askerliğin kültürel özle ilişkilendirilmesi ise milletin eril ola­
rak tahayyül edilmesini sağlamaktadır. Ders kitaplarını şekil­
lendiren hakim söylemde Türk, tanım itibariyle bir erkektir; er­
kek, milletin asıl üyesi ve birinci sınıf vatandaşı iken, kadın bu
statüden dışlanır. Erkekler, askerlik hizmetiyle ulusun ve dev­
letin maddi sürekliliğini sağlayan varlık ve aktördür. Kadınlar,
vatandaşlık görevi ve kültürel bir belirleyen olarak sunulan as­
kerlik görevi yerine başka bir temel görevle donatılırlar-annelik.
Orta sınıf kadını milletin biyolojik yeniden üretimin yanı sı­
ra kültürel yeniden üretiminin ve sosyalizasyonun temel unsu­
ru olarak karşımıza çıkar. Örneğin, 1929 tarihli bir okuma ki­
tabındaki Neslin Islahı başlıklı parçada bir anne, kızına yazdığı
mektupta kadınların bedensel eğitiminin gelecek nesillerin fi­
ziksel dayanıklılığı için önemli olduğunu vurgular; bunun da
dayanıklı askerler yetiştirilmesi için gerekli olduğunu belirtir.41
Bu kadınlar modernliği sembolize ederler ve modernliğin sınır­
ları onlar üzerinden belirlenir. Ancak, modem olarak betim­
lenen ideal kadın modemin öznesi olmaktan oldukça uzaktır.
Milliyetçiliğin öngördüğü erkekliğin özel alanda yeniden üreti­
mini sağlayan da yine bu kadındır. Ders kitaplarına hakim cin­
siyetçi işbölümü çerçevesinde resmedilen anne-ev kadınlarının
ev dışında çalışmaları bazı zorunluluklar dışında pek mümkün
değildir.
1950'li yıllarda Türk Tarih Tezi geçerliliğini yitirmiştir; an­
cak, bir alt dil olarak ders kitaplarının söyleminde yerini korur.
Bu yıllarda ve sonrasında etnik kökene yapılan vurgular azalsa
da akıncı atalar ve akıncı ruhuna yapılan referanslar ve kültü­
rel bir belirleyen olarak askerlik üzerine yapılan vurgular ders
kitaplarındaki varlıklarını sürdürürler. 1 950'lerin ders kitapla­
rında gördüğümüz bir diğer önemli nokta ise savunma vurgu­
suna milli güvenlik söyleminin eklemlenmesidir. Burada İkinci
Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasının ve Soğuk Sa­
vaş'ın etkisini görmek mümkündür. Artık tarih kadar, jeopoli­
tik kaygılar da bu söylemin bir parçasıdır ve ülkenin j eopolitik

41 lçsel v e lçsel, Kız v e Erlıelı Çocuklara Kıraat Kitabı, lllımelıtep Beşinci Sınıf, s .
44-48.

89
önemine yapılan vurgu ders kitaplarındaki hakim söylemler­
den biri haline gelir.42
1 950'li ve sonraki yıllarda kullanılan ders kitaplarında sunu­
lan toplumsal cinsiyet rejimi ve ideal kadınlık-erkeklik kurgula­
rında herhangi bir değişiklik olmaz. Ancak orta sınıf erkek ve ka­
dınlan dışındaki aktörler kitaplarda daha görünür hale gelirler.
Tüm bu yıllar boyunca, erkekliğin asker-savaşçı-koruyucu ek­
senlerinde kurgulanması ve temel ekonomik aktör olarak sunul­
ması söz konusudur. Milletin kültürel özü olarak sunulan asker­
lik ile erkeklik arasında kurulan bağ devamlılığını korur. 1936
müfredatında olduğu üzere, 1 948 ve 1 968 yıllarının ilkokul müf­
redatlarında da Türklerin tarihteki başarılan öğrencilere öğretil­
mek üzere sıralanırken askerlik ilk sırada yer alır.43 Türklerin
"doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu vurgu­
lanır.44 Kadınlar öncellikle anne ve ev kadınlan olarak resmedi­
lirler; 1 970'lere kadar öğretmenlik ve nadiren de olsa hemşirelik
dışındaki meslek dallarında temsil edildikleri görülmez.45 Ka­
dınlık ise biyolojik ve kültürel yeniden üretim eksenlerinde ve
sosyalizasyonun temel unsuru olarak kurgulanmaktadır.

Küreselleşme süreçleri ve ders kitaplarında


milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet kurgularının
yeniden üretimi

l 980'lerden itibaren küreselleşme sürecinin Türkiye üzerin­


deki ekonomik, kültürel ve politik etkilerinden bahsetmek
42 Bkz. Faik Reşit Unat ve Kamil Su, Tarih, 5. Sınıf (lstanbul: Milli Eğitim Bası­
mevi, 1 947) , s. 2 1 1 ; F. R. Unat ve K. Su, Tarih Dersleri, V. Sın ıj (lstanbul : Ka­
naat Yayınlan, 1 954) , s. 1 2 1 .
43 T . C . Kültür Bakanlığı, ilkokul Programı (lstanbul, Devlet Basımevi, 1 936) , s.
80; T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, llkokul Programı (lstanbul, Milli Eğitim Bası­
mevi, 1 948) , s. 1 26; T . C . Milli Eğitim Bakanlığı, llkokul Programı (lstanbul:
Milli Eğitim Basımevi, 1 968) , s. 69.
44 Niyazi Akşit ve Osman Eğilmez, Tarih, Sınıf 4 ( lstanbul : Remzi Kitabevi,
1 954) , s. 60. Bu tarih kitabı l 960'larda da kullanımdadır.
45 1950'\erden bir hayat bilgisi kitabındaki bir okuma parçasında ise çocukların
büyüyünce ne olacakları anlatılmaktadır. içlerinden sadece bir kız çocuğu­
na bir meslek uygun görülmüştür: Terzilik. Şükriye lrge, Hayat Bilgisi Okuma
Parçaları, Sınıf 3 (Ankara: Güney Matbaacılık, 1953), s. 10- 1 1 .
90
mümkündür. Dünyada Yeni Sağ'ın güç kazanmasına paralel
olarak, Türkiye'de de bu dönemde neo-liberal ekonomik poli­
tikalar, minimal devlet söylemi ve serbest piyasa rasyonalite­
sinin benimsendiğini görmekteyiz. Ayrıca bu dönemde Yeni
Sağ politikalarının bir diğer ayağı olan muhafazakarlığın, mil­
liyetçiliğe eklemlenerek yükselişine tanık olmaktayız. Yine bu
yıllar, dünyada kimlik taleplerinin ve kimlik siyasetinin etki­
li olmaya başladığı ve buna paralel olarak Türkiye'de ise Kürt
ve İslami kimliklerin yükselişe geçtiği yıllardır. 1 990'larda kü­
reselleşme süreci gittikçe daha etkin bir hal alır; Soğuk Sa­
vaş sonrasının çok kutuplu dünyasında, yeni düzen tartışma­
ları ve arayışlarının da getirdiği belirsizlik içinde ulus-devle­
ti ve onun egemen sınıflarını, küreselleşmenin etkilerine kar­
şı etnik köken ve kültürcü bir öze dayalı bir milliyetçiliğe ve
onunla eklemlenmiş bir milli güvenlik söylemine sarılmaya
yönlendirir. 46
1 980 Askeri Darbesi sonrasında , hegemonya mücadelesi­
nin bir parçası olarak hakim milliyetçilik revize edilirken doğ­
ru milliyetçilik, "Atatürk milliyetçiliği" olarak tanımlanır. Si­

yasal ve etno-kültürel milliyetçiliğin birbirleriyle olan sim­


biyotik ilişkisi 1 980'lerin ders kitaplarında da devam eder.
Ders kitaplarında milletin tanımı "aynı topraklar üzerinde ya­
şamak" , "ortak bir kültür" , "ortak bir ülkü" ve "ortak bir ta­
rih" üzerinden yapılır.47 1 990'larda ise "dil birliği" bu tanım­
da öne çıkarılır. Etnik kökene yapılan vurgu ve dışlayıcı yak­
laşım, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk mil-
46 Bkz. , Ümit Cizre , "Turkey's Kurdish Problem: Borders, Identity and Hege­
mony" , Right-Sizing the State içinde , B. O'leary, 1 . S. Lustick ve T. Callaghy
(der. ) (New York: Oxford University Press, 200 1 ) ; E. Fuat Keyman ve Ahmet
lçduygu, (der . ) , Citizenship in a Global World: European Questions and Turkish
Experiences (Londra: Routledge , 2005) ; Tuba Kancı , "The Reconfigurations
in the Discourse of Nationalism and National Identity: Turkey at the Tum of
the Twenty-first Century" , Studies in Ethnicity and Nationalism, Cilt 9, Sayı 3
( 2009) , s. 359-375.
47 Ferruh Sanır, Tank Asal ve Niyazi Akşit, llkokul Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul:
Milli Eğitim Basımevi , 1 987, 14. baskı), 229-230. (Aynı tanımlamalar 1 970'le­
rin sonlarında kullanılan sosyal bilgiler kitaplarında da bulunmaktadır. Bkz . ,
Ferruh Sanır, Tank Asal v e Niyazi Akşit, llkokullar için Sosyal Bilgiler, 4 . Sınıf
Clstanbul: Milli Eğitim Basımevi , 1 978, 5. baskı) , s. 229-230. )

91
leti denir,"48 önermesinde kristalleşir. Millet ve vatan kavram­
larına yapılan vurgular artar; sosyal bilgiler kitaplarında birer
ünite konusu haline getirilirler. 1 990'ların sonunda kullanılan
kitaplarda millet tanımında bir değişiklik göze çarpar. Tanım
"Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk mille­
ti denir"49 şeklini alır. Ancak, kitapların geneline bakıldığın­
da etnik köken üzerine yapılan vurgularda herhangi bir azal­
ma söz konusu değildir.
1 980'ler ve 1 990'lar boyunca ölmek ve öldürmek vatanse­
verliğe referansla kutsallaştırılmaya devam eder: "Bir şairimi­
zin dediği gibi, 'Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.'"50
Ayrıca 1 980'lerde yapılan müfredat değişiklikleriyle ders ki­
taplarının söylemsel altyapısını oluşturan milliyetçilik ideo­
loj isinde j eopolitik önem ve düşmanlar üzerine yapılan vur­
gular artar. 1 986'da müfredata Atatürkçülükle ilgili Konular
başlığı altına eklenen konular arasında yer alan tehdit konu­
su düşman olgusunun özellikle altını çizer. 5 1 Tehdidin sebeple­
ri, "Türkiye'nin jeopolitik önemi"ne ve "güçlü bir Türkiye'nin
arzulanmayışı"na bağlanır. 1 995'te ise Atatürkçülükle ilgili Ko­
nular yenilenir; fakat içerik temelde aynı kalır. Tehdit konu­
su Türkiye'y e Yönelik lç ve Dış Tehditler olarak yeniden belirle­
nir.52 Bu haliyle milliyetçilik korkular üzerine inşa edilir ve bu
korkular yoluyla korunmaya çalışılır. Bizim bizden başka dos­
tumuz olmadığının sık sık tekrarlamasının arkasındaki temel
neden de budur. Ancak bu anlayış ötekine, farklı olana karşı
bir tahammülsüzlüğü de beraberinde getirir; onu tanımak, gör­
mek istemez.

48 T . C . Milli Eğitim Bakanlığı, ilkokullar için Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Milli Eği­
tim Basımevi, 1 99 1 ) , s. 239.
49 Güler Şenünver, v.d. , llkögretim Okulu Sosyal Bilgiler 5 (lstanbul: Milli Eğitim
Basımevi, 1 999) , s. 1 2 .
50 Nurgün Şahin v e Aziz Şahin, ilköğretim Sosyal Bilgiler 4 (lstanbul: Salan Ya­
yınlan, 1995), s. 226.
51 T . C . Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (lstanbul: Milli
Eğitim Basımevi, 1 988) , s. 165, 1 6 7 , 225.
52 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, i lköğretim Kunımlannın Birinci Kademesindeki ôg­
retim Programlan ile Ders Kitaplannda Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgi­
li Konular Ankara: Milli Eğitim Basımevi , 1 995 ) , s. 50-5 1 .
92
Bu yıllarda kullanılan ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re­
jimi önceki yıllarla devamlılık gösterir; askerlik, düşman ve sa­
vunma söylemleri etrafında şekillenir. Bu söylemler hem etnik/
kültürel özün hem de milliyetçiliğin belirleyenleridir. Türkle­
rin "doğuştan" ve "her şeyden önce asker bir millet" olduğu
vurgusu bu yıllarda da ders kitaplarında yerini alır. "Askerlik
hizmetinin kutsallığı" ve "Türk milletinin doğuştan asker olma
vasfı" 1 986'da ve 1 995'te müfredata eklenen ve özellikle üze­
rinde durulması gereken Atatürkçülük konuları arasında yer­
lerini alırlar. 53
1 980 ve l 990'ların ders kitaplarında ders kitaplarında ide­
al kadın orta sınıf eşleştirmesi ortadan kalkar. ldeal kadın
1990'larda kullanılan bir ders kitabında şöyle tarif edilmektedir:

Kadın ailenin temelidir. Anneler, çocukların beslenmesi, eğiti­


mi, sağlığı gibi hususlarla yakından ilgilenirler. Evin temizliği,
yemeğin pişirilmesi, çamaşırların yıkanması gibi işler de anne
tarafından yapılır.
Kadın, aile hayatını düzenler. Kadın ailenin mutluluğunda
önemli görevler üstlenmiştir.
Kadının toplum içindeki yeri ve değeri de çok büyüktür.
Türk kadını bugün olduğu gibi geçmişte de topluma pek çok
hizmet vermiştir.

Türklerde aile kutsaldır ve toplumun temelidir. Aile birey­


lerini birbi rlerine sevgi ve saygı ile bağlayan kadındır. Çünkü,
Türk kadını fedakardır. 54

Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü üzere kadın, bu yıllarda da


aileyle ilişkilendirilerek tanımlanmaktadır; fedakarlığı ve hiz­
metleriyle bütünün parçalarını birbirine bağlayan bir unsur gö-

53 Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, ilkokul Programı (İstanbul: Milli Eği­
tim Basımevi , 1 988) , s. 1 60, 1 7 1 ; Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlan, ilköğretim
Kurumlannın Birinci Kademesindeki Ôğretim Programlan ile Ders Kitaplannda
Yer Alması Gereken Atatürkçülükle ilgili Konular (Ankara: Milli Eğitim Basıme­
vi, 1 995) , s. 1 9 , 46, 47.
54 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Hayat Bilgisi ilkokul 3 (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı Yayınlan, 1 99 1 ) , s. 1 86. Vurgu bana ait.

93
revi görmektedir. Tanımdaki "Türk kadını" vurgusu da dikkat
çekicidir. Kadın, söz konusu "hayali cemaat"in iç ve dış sınırla­
rının ve hiyerarşisinin korunmasını sağlamaktadır.55
Önceki yıllarda olduğu gibi 1980 ve l 990'larda da ders kitap­
larına cinsiyetçi bir işbölümü hakimdir; bu işbölümü çerçeve­
sinde resmedilen kadın, hane halkının özel alanda yeniden üre­
timini sağlamaktadır. 56 Bu yılların ders kitaplarında artık ça­
lışan ve meslek sahibi olan kadınlara rastlanmaktadır; fakat bu
durum aşağıdaki alıntıda da görülebileceği gibi onların öncel­
likle ve asıl olarak anne-ev kadını olarak tanımlanmalarını de­
ğiştirmez:

Türk kadını çocukların ı yetiştirir ve evinin işlerini yapar. Ay­


nca, öğretmenlik, doktorluk, avukatlık, hakimlik gibi çeşitli
mesleklerde görev alır. Kadınlarımızın pek çoğu devlet daire­
lerinde çeşitli görevler yapmaktalar.
Türk kadını; tarlada, bağda, bahçede erkeğinin yanında ça­
lışır. Daha rahat yaşamak için erkeği ile birlikte evinin geçimi­
ne yardımcı olur. Böylece; Türk kadını çalışma hayatında yeri­
ni almıştır. 57

Avrupalılaşma süreçleri ve Türkiye'de eğitim:


Dönüşüm ve süreklilikler

2000'lerin başından itibaren Türkiye'de, küreselleşmeye ek­


lemlenen Avrupalılaşma süreciyle birlikte artan demokratikleş­
me talepleri dikkat çekicidir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam
üyelik için aday ülke olarak kabul edilmesi ( 1 999) ve Kopen­
hag kriterlerini uygulaması şartıyla müzakerelerin başlamasına
karar verilmesi ( 2002) bu süreçteki dönüm noktaları olmuş-
55 Hayalı cemaat kavramı için bkz. Anderson, Imagined Communities.
56 "Her evin temizlik, alışveriş, yemek, çamaşır, bulaşık vb. işleri vardır. Evin iş­
leri ailenin fertleri arasında işbölümü ile yapılır. Ailede anne ev işlerine bakar.
Gerekirse bir işte çalışarak aile bütçesine katkıda bulunur. Baba bir işte çalı­
şır ve kazancını aile fertlerinin geçimi için harcar." Vedat Öğün, ilkokul Hayat
Bilgisi 3 (Ankara: Öğün Yayınlan, 1985 ) , 22. Orijinal vurgu.
57 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Hayat Bilgisi ilkokul 3 (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı Yayınlan, 1 99 1 ) , s. 1 88. Vurgu bana ait.

94
tur. 58 AB'ye tam üyelik hedefine yönelik olarak, 2000'li yılların
başlarından itibaren, Türkiye hükümetleri çeşitli yasal ve ida­
ri reformlar gerçekleştirmişlerdir. 200 1 yılındaki Anayasa deği­
şikliklerini, 2002 yılındaki uyum paketi izler; Adalet ve Kalkın­
ma Partisi'nin (AKP) iktidara gelmesinden sonra (2002) ise re­
form süreci, 2003 ve 2004 yıllarında hızlanarak devam eder. 59
Ancak eğitim ve ders kitapları alanına baktığımızda bu yıllarda
herhangi bir değişiklik göze çarpmamaktadır. 2000'lerin baş­
larına ait ders kitapları geçen on yılın sonunda kullanılanlar­
la aynı çizgileri izlemiştir. Tehdit ve ulusal güvenlik endişele­
ri, düşman ve savunma söylemleri hala milliyetçilik söylemi­
nin belirleyenleridir; etnik ve kültürcü vurgularda ise bir deği­
şiklik gözlenmez.
Eğitim alanındaki kapsamlı değişiklik ise 2005 yılında ger­
çekleşir; bu süreçte müfredat yeniden tasarlanır ve ders kitap­
ları yeniden yazılır. Bu reformun amacı yeni ders programların­
da şöyle açıklanır:

Tüm dünyada bireysel, toplumsal ve ekonomik alanda yaşan­


makta olan değişimi ve gelişimi; ülkemizde de demografik ya­
pıda, ailenin niteliğinde, yaşam biçimlerinde , üretim ve tüke­
tim kalıplarında , bilimsellik anlayışında , toplumsal cinsiyet
alanında, bilgi teknoloj isinde , iş ilişkileri ve iş gücünün niteli­
ğinde , yerelleşme ve küreselleşme süreçlerinde görmek müm­
kündür. Tüm bu değişim ve gelişimleri eğitim sistemimize ve
programlarımıza yansıtmak bir zorunluluk haline gelmiştir.
Hazırlanmış olan program, dünyada yaşanan tüm bu deği­
şimler ve gelişmelerle birlikte , Avrupa Birliği normlarını ve
eğitim anlayışını, mevcut programların değerlendirmelerine
ilişkin sonuçları ve ihtiyaç analizlerini dikkate almaktadır. 60

58 Avrupalılaşma süreci AB'ye entegrasyonla eşanlamlı değildir; ancak bu süreç­


ler birbirleriyle ve küreselleşmeyle doğrudan ilişki içindedirler. Bkz. Gerard
Delanty ve Chris Rumford, Rethinking Europe: Social Theory and the Implicati­
ons of Europeanization (Londra: Routledge, 2005) .
59 Ancak, gerek AB'ye üyelik gerekse reform süreçlerinin daha sonraki yıllarda
duraksama ve belirsizlikler içerdiğini de burada vurgulamam gerekiyor.
60 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Sosyal Bilgi­
ler 6. - 7. Sınıf Programı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 2007) , s. 1 4 .
95
Programda belirtildiği üzere bu kapsamlı değişikliğin sebe­
bi Türkiye'de ve dünyada yaşanan gelişmeler ve AB normla­
rını eğitime de yansıtma ihtiyacıdır. Yine vurgulandığı üzere ,
AB uygulamaları ve mevcut programların analizleri yeni öğre­
tim programlarının ortak referans noktalarını oluşturmuştur.61
Müfredat reformu sonrasında yayınlanan ders kitaplarının
gerçekten de önceki örneklerinden oldukça farklı olduğu söy­
lenebilir. Reformun tanıtım kitapçığında da belirtildiği üzere ,
müfredatın ve ders kitaplarının tasarlanma şekli ile ders işleme
alışkanlıkları değiştirilmeye çalışılmıştır. 62 Her bir ders için ha­
zırlanan materyaller sadece ders kitaplarını değil, öğrenci ça­
lışma kitaplarını ve öğretmen kitaplarını da içermektedir. Ki­
taplara bakıldığında ilk göze çarpan yeni bir tarzda yazılmış
olduklarıdır. Çocuklar merkeze alınmakta, eğitim-öğretim fa­
aliyetinin temel aktörleri olarak sunulmaktadırlar. Kimlik ve
farklılıklar, demokrasi, çevre gibi konular kitapların yenilik­
leri arasındadır. Kitaplardaki rol modelleri bilim adamları, fi­
lozoflar, sanatçılar, sporcular, politikacılardır. Bu rol modelle­
ri arasında kadınlar da vardır. Kadınlar ev dışı rollerde ve fark­
lı mesleklerde gösterilmektedirler. Ailede işbölümü söz konu­
su olduğunda ise erkeklerin sofrayı hazırladığı , servis ve temiz­
lik yaptığı örneklere , önlük giyen, elinde kova ve fırça tutan ba­
ba illüstrasyonlarına rastlanmaktadır. 63
Ancak daha detaylı bir analiz tüm bu değişikliklerin aslında
o kadar da kapsamlı olmadığını göstermektedir. Kitapların ya­
zılım tarzında değişiklikler olduğu muhakkaktır. Öte yandan,
eski müfredatın ve kitapların tortularını hala barındırmaktadır­
lar. 2006 tarihli ilköğretim 4. ve 5 . sınıf sosyal bilgiler kitapları

61 Referans noktalarını oluşturması amacıyla incelenen programlar ve kitaplar


sadece AB ülkeleriyle de sınırlı değildir; (ABD gibi) dünyanın başka bölgele­
rinden de referanslar söz konusudur. Müfredat reformu için kurulan komis­
yonlardan biri olan Sosyal Bilgiler Komisyonu'nun katılımcılarından biriyle 4
Haziran 20 1 2 tarihinde yapılan mülakat.
62 T.C. llköğretim Genel Müdürlüğü . Eğitimde Reform. Daha Aydınlık Gelecek !
(Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı) , s. 6.
63 Demet Karagöz, v.d. ,llkôğretim Sosyal Bilgiler 5 Ders Kitabı (lstanbul: Milli
Eğitim Bakanlığı, 2005) , s. 1 5 .

96
incelendiğinde, kitapların söylemlerinin çok katmanlı ve bazı
noktalarda tutarsız olduğu söylenebilir. Kimlik kavramı bu ki­
taplarda kimlik kartlarının tanıtılmasına indirgenmiştir. Farklı­
lıklar, duygular, düşünceler, karakter özellikleri ve hobiler bağ­
lamında anlatılmaktadır; ayrıca bu anlatıma cinsiyetçi bir yak­
laşım ve aynın hakimdir. Örneğin erkek çocuk kitap okumayı
ve bilgisayar oyunlarını sevdiğini ve okulun basketbol takımın­
da olduğunu anlatır, kız çocuk ise kitap okumayı ve bebekleri­
ni biriktirmeyi sevdiğini söyler ve ekler: " Çok duygusal bir kı­
zım. Televizyonda üzücü bir olay görsem hemen ağlamaya baş­
lıyorum. O nedenle ailemde bana 'sulu göz' diyorlar. " 64
Ailede işbölümüyle ilgili yukarıda değinilen farklı örnek ve
ıllüstrasyonlara rağmen temelde cinsiyetçi işbölümünün de­
vam ettiği görülmektedir.65 Örneğin, 4. sınıfa ait bir sosyal bil­
giler kitabında Hep Birlikte ünitesindeki Toplumsal Dayanışma
altbaşlıklı metnine eşlik eden bir illüstrasyonda babayı üzerin­
de takım elbisesi ve elinde çantası ile apartmanın merdivenle­
rini çıkarken, anneyi mutfakta ocağın yanı başında, çocuğu ise
odasında ders çalışırken gördüğümüz bir apartman dairesi kro­
kisi karşımıza çıkmaktadır.66 Hatta 2002'de gerçekleşen Mede­
ni Kanun değişiklikleriyle erkeğin aile reisliği tekeline son ve­
rilmesine rağmen, kitaplarda hala babanın bu şekilde tanımlan­
dığı örnekler bulunmaktadır.67
Anayurt ve savaşçı atalara dayanan etnik köken ve Türklük
anlatısı da sosyal bilgiler 4. ve 5. sınıf müfredatlarında olma­
sa da 6. ve 7 sınıf müfredatlarında yerini almaktadır.68 Bu söy­
lemde askerlik, milletin kültürüne içkin bir öğe olarak değer­
lendirilmeye devam eder. Bu anlatılarla, erkekliğin savaşçı-ko-

64 Meltem Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı Ostanbul: Milli
Eğitim Bakanlığı, 200 5 ) , s. 1 4- 1 5. Diğer örnekler için bkz . , Enver Aydın Kolu­
kısa, v.d. , Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan, 2006 ) , s. 1 6-23.
65 Ailede işbölümünü anlatan bir metin için bkz. , A.g.y. , s. 147.
66 Tekerek, v.d. ,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 1 34 .
67 Enver Aydın Kolukısa, v.d. ,Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı (Ankara: A Yayınlan,
2006 ) , s. 27.
68 T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Sosyal Bilgi­
ler 6. - 7 Sınıf Programı.

97
ruyucu imajı etrafında şekillenen toplumsal cinsiyet rejimi ye­
niden üretilir. Kadınlar kitaplarda yer yer "milli" mücadelele­
rin katılımcıları olarak boy göstermektedirler; ancak asli un­
surlardan biri olarak değil fedakar "yardımcılar" olarak tanım­
lanırlar. 69
2005 müfredat reformu sonrasında oluşturulan yeni müfre­
dat ve ders kitapları çeşitli eleştiriler almış ve bu tarihten iti­
baren çok sayıda revizyona tabi tutulmuştur.70 Müfredat ve
ders kitaplarının 1 999 tarihli Talim ve Terbiye Kurulu Baş­
kanlığı (TTKB) kararında belirlenen Atatürkçülükle ilgili ko­
nu ve kazanımları içermediğini vurgulayan eleştiriler sonra­
sında , düzeltmeleri belirlemek için TTKB'de bir komisyon
kurulur ve kitaplar bu eksende yeniden düzenlenir. 71 Kitap­
ların cinsiyetçi söylemler açısından incelenmesi amacıyla yi­
ne TTKB bünyesinde komisyonlar kurulur ve kitaplar revi­
ze edilir.
Tüm bu revizyonlar sonrasında 2000'lerin ikinci on yılında
yazılan ve kullanıma sunulan ders kitaplarına baktığımızda di­
yebiliriz ki, bu yeniden yapılandırılmış kitapların söylemlerin­
de hala geçmişin tortularının izlerini sürmek mümkündür. Bu
çok katmanlılık, özellikle vatan , millet ve milliyetçilikle ilgi­
li söylemlerde daha belirgindir. Ders kitaplarında milliyetçili­
ğin etno-kültürel ekseninin temelleri yerlerini korumaktadır-
69 Kolukısa, v.d., Sosyal Bilgiler 4 Ders Kitabı, s. 59.
70 Örneğin neo-liberal ideoloj iyi eğitime soktukları, Atatürkçülük konularını
içermedikleri bu eleştirilerden medyada geniş yer bulanlarıdır. " llköğretim­
de Neo-Liberal Müfredat Geliyor" , Bianet, 21 N isan 2005; Saygı Öztürk, "Ders
Kitaplarında Atatürkçülük Şoku " , Hürriyet, 31 Temmuz 2007; Nergis Demir­
kaya, "Ders Kitaplarına Atatürkçülük Rötuşu" , Sabah, 1 Ağustos 2007 Müf­
redat reformunun ve ders kitaplarının araştırma odaklı eleştirileri için bkz. P.
Aşkar, F. Paykoç, F. Korkut, S. Oklun, B. Yangın, ] . Çakıroğlu, Yeni Ôğretim
Programlannı inceleme ve Değerlendirme Raporu Clstanbul: Eğitim Reformu Gi­
rişimi, 2005); Gürel Tüzün (der.) Ders Kitaplannda insan Haklan Tarama So­
nuçlan lI (lstanbul: Tarih Vakfı Yayınları , 2009 ) . Tarih Vakfı'nın araştırması ,
ders kitaplarında ilk projede belirlenen sorunların nicelik olarak azalsa da te­
melde devam ettiğini vurgular.
71 Genelkurmay Başkanlığı'na komisyona katılımları için davetiye gönderilir.
Komisyona katılmak üzere bir yarbay ve iki subay görevlendirilir. "Ders Ki­
taplarına Askeri Denetim" , 4 Eylül 2007, URL: http://www . haber7 .com/haber.
php?haber_id=266368 - Erişim Tarihi: 1 Eylül 2008.

98
lar. Etnik köken, atalar ve kültürel öze yapılan vurgular özel­
likle sosyal bilgiler kitaplarının tarih konularıyla ilgili bölüm­
lerinde belirgindir: Örneğin, 4. sınıf sosyal bilgiler kitabında
yer alan Geçmişimi Öğreniyorum başlıklı ünite,72 6. sınıf sosyal
bilgiler kitabında yer alan lpek Yolunda Türkler ünitesi,73 7. sı­
nıf sosyal bilgiler kitabı, Türk Tarihinde Yolculuk başlıklı üni­
te.74 Türklüğe yapılan vurgu ise ("Türk kültürü " , "Türk sanat
ve estetiği" , "Türk tarihi" , "Türk kadını" gibi) kitapların tümü­
ne hakimdir. 75
Özellikle 6. ve 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitaplarının söy­
lemleri Türk Tarih Tezi ve Türk lslam Sentezi'nin temel unsur­
larını içermeye devam etmektedir. lpek Yolunda Türkler ünite­
si ise öncelikle Orta Asya ve Göçler konusuna odaklanır. 76 Bu
kez resimlerde at üstünde sadece erkekler değil, kadınlar ve ço­
cuklar da görülür.77 Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) kurulu­
şu , Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'ye kadar geri götürülür.
Sonrasında öğrencilerden ilk Türk ordusu ile TSK'nin karşılaş­
tırmasını yapmaları istenir. 78 Ünite, lslamiyetin doğuşu ve ya­
yılışı ve ilk Türk lslam Devletleri konularıyla devam eder. Bu­
na paralel bir şekilde , 7. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer
alan Türk Tarihinde Yolculuk ünitesinde, Türklerin "mükem-

72 Miyase Koyuncu Kaya , Özgül Dağ, Emine Koçak, Tuğrul Yıldırım, Mehmet
Üna1, 1lkögretim Sosyal Bilgiler 4, Ders ve ôgrenci Çalışma Kitabı (Ankara: Mil­
li Eğitim Bakanlığı, 201 1 ) , s. 32-57.
73 Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 60-99.
74 Polat, v.d. ,llkögretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 50-93 .
75 Bu vurgulann yer aldığı birçok örnek arasında sosyal bilgiler dersinde işlen­
mesi beklenen konularla Türklük arasındaki bağlantıya dikkat çekmesi açı­
sından şu iki örnek anlamlıdır: "Okula yeni başladığım günlerde dedem, Türk
kültürü ve tarihi hakkında bilgiler verir, ilginç olaylar anlatırdı. Sosyal bilgiler
dersinde, dedemin anlattıklannı kaynaklanyla birlikte aynntılı olarak öğren­
dim. " Komisyon, llkögretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 23. "Türk çocuğunun atalannı tanıması için hangi sosyal
bilim alanında çalışmalar yapılmalıdır? Neden?" A.g.y. , s. 25.
76 A.g.y . , s. 62-7 1 .
77 A.g.y . , s . 62.
78 A.g.y . , s. 72-73.
99
mel savaşçı"lar oldukları vurgulanır,79 "Türkiye Selçukluları ve
Anadolu'da kurulan beyliklerin Anadolu'nun Türkleşmesine
yaptıkları katkıları"n altı çizilir.80
Ek olarak sosyal bilgiler 6. sınıf kitabında yer alan Sosyal Bil­
giler Ôğreniyorum başlıklı ilk ünitede yer alan Atatürk ve Sosyal
Bilgiler konusu için düzenlenmiş bir gazete haberiyle Türk Ta­
rih Tezi'nin nüveleri öğrencilere sunulur:

Atatürk'ün Manevi Kızı Binlerce İskelet Üzerinde Çalıştı.


Afet İnan ( 1 908- 1 985)

Atatürk'ün manevi kızı olan Afet lnan, Cumhuriyet Dönemi­


nin ilk tarih profesörlerindendir. Cenevre Üniversitesi'nde Ya­
kınçağ ve Modern Tarih Bölümü'nde eğitim gördü . 'Türk Hal­
kının ve Türk Tarihinin Antropolojik Karakteri Üzerine" te­
zi için Anadolu'da binlerce iskelet inceledi. Türk Tarih Kuru­
munun kuruluş çalışmalarında yer aldı ve uzun yıllar asbaş­
81
kanlık yaptı.

Kuşkusuz bu haber pek çok açıdan sorunludur. Burada sade­


ce millete etnik temelli bir yaklaşım söz konusu değildir; aynı
zamanda grubun fiziki sınırları olduğu da ima edilmekte, Ana­
dolu etnik kökenle ilişkilendirilerek tanımlanmakta ve bu coğ­
rafyada yaşamış ve yaşamakta olan farklı kimlikler yok sayıl­
maktadır.
l 990'lardan itibaren milletin tanımlanmasında vurgulanan
esaslardan biri (hatta ilki) olan dil birliğine yapılan vurguyu , ye­
ni ders kitaplarında da görmek mümkündür. 7 sınıf sosyal bil­
giler kitabında millet "çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşa­
yan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği
olan insan topluluğu" olarak tanımlanır.82 Aynı tanım özel yayı-
79 Polat, v.d. ,llhögretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 201 1 ) , s . 85.
80 A . g .y . , s. 93.
81 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 201 1 ) , s . 24.
82 1 83 . Vurgu bana ait. Bu tanım sadece ders kitaplan için yazılmış bir
A.g.y . , s.
tanım değildir; kavramın Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük'te yer alan
tanımı aynen alınmıştır. URL: www .tdk.gov . tr Erişim Tarihi: 28 Mart 20 1 5 .

1 00
nevlerine ait 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında da yer alır.83 Yine 7.
sınıf sosyal bilgiler kitabında Mustafa Kemal' den alıntı yapılarak
milletin tanımı şöyle yapılmaktadır: "Türk milleti, halk yönetimi
olan cumhuriyetle yönetilen bir devlettir. "84 Burada da görüldü­
ğü üzere millet ve devlet tanımlarında birbiri içine geçmişlik ve
kavramsal bir kargaşa hakimdir. Vatandaşlık ise hak ve vazife te­
melli bir statü olarak görülmez.85 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında
yurttaşlık "yurttaş olma, bir yurtta doğup büyüme veya yaşamış
olma durumu, vatandaşlık" şeklinde açıklanır.86 Özel bir yayıne­
vine ait 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında ise yurttaş "yurtlan veya
yurt duygulan bir olanlardan her biri, vatandaş" diye tanımlan­
maktadır. 87 Her iki tanımda da yurttaşlık/vatandaşlık kavranıla­
n ne devlete ne de millete aidiyet ekseninde açıklanmaktadır; ta­

nımlarda belirleyici olan öğe vatana aidiyettir.88


Ölme ve öldürmenin vatanseverliğe referansla kutsallaştı­
rılması yeni kitaplarda da devam eder. Bu konudaki referans-

83 A. Ahun, Y. Doğan, E. Uzun, llhôğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara:


Altın Kitaplar, 2 0 1 1 ) , s. 180.
84 Polat, v.d. ,llhôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 44. Vurgu bana ait.
85 Vatandaşlık kavramı, vatandaşlık çalışmalarının en temel eserlerinden ka­
bul edilen T . H . Marshall'ın Citizenship and Social Class and Other Essays'ine
( Cambridge: Cambridge University Press, 1 950) referansla, haklar temelinde
tanımlanan bir statü olarak tanımlanabilir. Ancak, liberal geleneğin öne çıktı­
ğı bağlamlarda vatandaşlık daha çok haklar temelinde tarif edilirken, cumhu­
riyetçi geleneğin güçlü olduğu bağlamlarda daha çok vazifelere vurgu yapılır.
Adrian Oldfield , " Citizenship. An Unnatural Practice ? , Political Quarterly, Cilt
6 1 ( 1 990) , s. 1 77 - 1 8 7
8 6 A.g.y . , s. 185.
87 Mehmet Metin Arslan, llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Anıt­
tepe Yayıncılık, 20 1 1 ) , s. 220. Bu tanım Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Söz­
lük'te yer alan tanımın aynısıdır. URL: www . tdk.gov. tr Erişim Tarihi: 27 Mart
20 1 5 .
88 Brubaker Avrupa'daki vatandaşlık v e göç siyasetini karşılaştırmalı v e tarihsel
olarak incelediği makalesinde, vatandaşlığın nasıl ulus-devlete üyelik olarak
tanımlandığını açıklar ve Almanya ve Fransa'da ulus-devletin kuruluş aşama­
larını inceleyerek iki tür vatandaşlık rejimden bahseder: Almanya örneğinde
söz konusu olan millete aidiyettir, Fransa örneğinde ise devlet eksenli bir yak­
laşım ortaya çıkmaktadır. Rogers Brubaker, "Immigration , Citizensh i p , and
the Nation-State in France and Germany: A Comparative Historical Analysis" ,
Intemational Sociology, Cilt 5 , Sayı 4 ( 1 990) , s. 379-407
1 01
lar genelde tarih konularıyla ilgili bölümlerde, özellikle de 7 .
sınıf sosyal bilgiler kitaplarının Ülkeler Arası Köprüler ünite­
sinde bulunan Çanakkale Savaşı'yla ilgili bölümlerinde yer al­
sa da, bu tür referanslara başka ünitelerde de rastlamak müm­
kündür. Örneğin 7 sınıf sosyal bilgiler öğretmen kılavuz kita­
bında, 2. ünitenin ( Ülkemizde Nüfus) "doğrudan verilecek de­
ğeri" vatanseverlik olarak belirlenir ve vatanseverlik kendini
vatan için feda etmek olarak tanımlanır. Kitapta öğretmenle­
re , "Uğrunda fedakarlık yapılacak en önemli varlık vatandır,"
diye belirtilir; öğrencilere sunulması önerilen örnekler içinde ,
Mithat Cemal Kuntay'ın şiirinden alıntılar yer alır: "Bayrakla­
rı bayrak yapan üstündeki kandır. / Toprak eğer uğrunda ölen
varsa vatandır. " 89
2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanımda olan ders
kitaplarının toplumsal cinsiyet rejimi önceki yıllarla devamlı­
lık gösterir; milliyetçilik, etnik/kültürel öz ve düşman-savun­
ma söylemiyle ve bu söylemlerin etrafında kurgulanan bir top­
lumsal cinsiyet rejimi etrafında şekillenir. Hegemonik erkek­
lik hem ailenin hem de ailenin doğal bir uzantısı olarak tasar­
lanan milletin ve düzenin koruyucusu ve ekonomik olarak ye­
niden üreticisi rolünü üstlenmeye, erkeklik kurguları savaşçı­
koruyucu imajı etrafında şekillenmeye devam etmektedir. Ör­
neğin, 7. sınıf sosyal bilgiler kitabında Ülkeler Arası Köprüler
ünitesinde yer alan Çanakkale Geçilmez başlıklı bölümde, Ça­
nakkale Savaşı anlatılırken, savaşan bir askerden alıntı yapılır:

Bir gece ateş açtılar üzerimize, 26. Alayı toprağa gömüverdiler.


Biz, 25 kişi, bir keçi yolu bulup çıktık. Bir de baktık Seddülba­
hir önlerindeyiz. Gökyüzünde bir mermi patlıyor. Lapırlapır
dolu gibi kurşun yağıyor üzerimize. Bir binbaşı, bizi orada bir
derenin içine götürdü . "Arkadaşlar, vatan elden gidiyor, namus
elden gidiyor, ırz gidiyor. " diye konuştu . (Er Yetim Mehmet) 90

89 Mecit Mümin Polat, Niyazi Kaya, Miyase Koyuncu, Adem Özcan, ilköğretim
Sosyal Bilgiler 7, Ogretmen Kılavuz Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı ,
2009 ) , s. 20.
90 M. M . Polat, v.d. ,llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 201 1 ) , s. 167 Vurgu bana ait.

1 02
Bu örnekte de görüldüğü üzere erkek hem kadının hem de
söylemsel olarak kadınlaştırılan vatanın koruyucusu olarak su­
nulmaya devam etmektedir.
Önceki yıllardaki gibi yeni ders kitaplarında da , kadınlar
"ulusal" ve askeri mücadelelerin katılımcıları olarak gösteril­
mektedirler. Kurtuluş Savaşı mücadelesinde kadınların da yer
aldıklarının altı çizilmektedir. Bu noktada Mustafa Kemal'e re­
ferans verilerek alıntı yapılır: "Dünyada hiçbir milletin kadı­
nı, 'Ben Anadolu kadınından çok çalıştım, milletimi kurtulu­
şa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim,'
diyemez . "91 Bu noktada , yeni kitapların söylemlerinin geç­
miş yılların kitaplarından farklı olmadığı ileri sürülebilir; an­
cak, kadınların katılımının vurgulandığı tek mücadele Kurtu­
luş Savaşı mücadelesi değildir. 6. sınıf sosyal bilgiler ders kita­
bının lpek Yolunda Türkler başlıklı 3. ünitesinde farklı bir söy­
lem karşımıza çıkar. Asya Hun Devleti hükümdarı Mete'nin ağ­
zından şöyle denmektedir: "Düşmanların saldırılarına karşı va­
tanımızı tüm Türk milleti; kadın, erkek, yaşlı genç ayırt etmek­
sizin savunduk. Bu mücadelemizden sonra "ordu millet" ola­
rak tanındık. "92
Ordu-millet miti, etnik köken ve kültürün en önemli belir­
leyenlerinden biridir. Askerlik böylece Türklüğün doğasına iç­
kin bir değer olarak sunulur, askeri değerler yüceltilir. Yeni
ders kitaplarında da kültürel bir belirleyen olarak sunulan as­
kerlik Türklerin tarihteki başarıları arasında ilk sırada yer alır.
1930'lardan bu yana ders kitaplarında vurgulandığı üzere Türk­
ler doğuştan ve her şeyden önce asker bir millettir, "Türk mille­
ti, ordu-millet bütünlüğünün en güzel örneğidir. "93 Tüm bun­
lar, bu yazıda daha önce de değinildiği gibi, kadınların toplu­
luğun asli üyeleri olarak değerlendirilmemesine, vatandaşlığın
cinsiyetçi bir temelde tanımlanmasına yol açmıştır. Askerlik gö­
revi dolayısıyla erkek, milletin temel üyesi ve birinci sınıf vatan-

91 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6 , Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 67
92 A.g.y. , s. 72.
93 A.g.y. , s. 73.
1 03
daşı olarak sunulur. lşte tam bu noktada, ordu-millet miti tek­
rar tanımlanır ve kadınların buradaki varlığı vurgulanır. Kadın­
lar en kutsal vatandaşlık hizmeti olduğu belirtilen askerlik gö­
reviyle ilişkilendirilmeseler de,94 ordu-millet miti artık, yukarı­
daki alıntılarda da görüldüğü gibi, kadınlan da içermektedir. 95
Özel yayınevlerine ait ders kitaplarında da durum farklı değil­
dir. Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabın­
da, ipek Yolunda Türkler ünitesinde yer alan Asker-Millet başlıklı
bölümde, yine Mete Han'ın ağzından şöyle denmektedir:

Bizim yaşadığımız Orta Asya bozkırları, halkın tümünün ay­


nı zamanda asker olmasını da zorunlu kılıyordu . Komutanla­
rın yönetiminde erkeği, kadını, yaşlısı ve genciyle tüm halk as­
keri bir yapının içindeydi. Halkın tümü her an savaşmaya ha­
zır durumdaydı. Bu nedenle ordu-millet geleneği halkımızın ge­
nel karakteriydi . 96

Bu örnekte de görüldüğü üzere , önceki dönemlere benzer bir


şekilde, askeri değerler sadece yüceltilmekle kalmaz, özcü bir
yaklaşımla, tüm etnik topluluğun doğasına içkin ve sivil alanı
da kapsayacak şekilde sunulur.
Önceki yıllarda kullanılan kitaplarla karşılaştırıldığında ,
2000'lerin ikinci on yılında kullanımda olan kitapların ev içi
işbölümü konusunda daha az sorunlu olduğu ileri sürülebi­
lir; ders kitaplarında işbölümünde eşit rol dağılımına vurgu ya­
pan metin ve görsellere rastlamak mümkündür.97 Aile ve önemi
94 Öte yandan, bir önceki yıla (20 10) ait 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında, kadın­
ların da askerlik yapmasının gerekliliğini vurgulayan bir okuma parçası bu­
lunmaktadır. E. Genç, M . M . Polat, S. Başol , N. Kaya, H. Azer, S. Gökçe, M .
Koyuncu, A. Gök, A . Yılmaz, D. Yılmaz, A . Özcan, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6,
Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 0 ) .
95 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 72.
96 A. Altun, Y. Doğan, E. Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara:
Altın Kitaplar, 201 1 ) , s. 69. Vurgu bana ait.
97 İstanbul Bilgi Üniversitesi, Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Birimi (SEÇBlR)
raporu benzer bir noktaya işaret etmektedir. Bkz . , Sosyoloji ve Eğitim Ça­
lışmaları Birimi , Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet: iyileşmeler, Problem­
ler, ôneriler (lstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi , 20 1 2 ) . Ancak, sorunlu ör­
neklere Mla rastlanmak mümkündür. Bkz . , Adnan Altun, Yasin Doğan, Efkan

1 04
sıklıkla vurgulansa da, kadın artık sadece aileyle ilişkilendirile­
rek tanımlanmamaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki
varlığının altı çizilmektedir. 6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer
alan Demokrasinin Serüveni başlıklı ünitede, Türk Kadınının Ça­
lışma Hayatındaki Yeri başlığı altında, kadınların temsil edildiği
meslekler arasında yargıçlık, savcılık, doktorluk, mühendislik,
üniversite öğretim üyeliği, sporculuk, müzik ve sahne sanatçı­
lığı, yöneticilik yer almaktadır. Alanlarında ilk olan kadınların
profillerine yer verilmektedir. Kaymakamlık, milletvekilliği, ba­
kanlık, başbakanlık yapan kadınlar, makinist, arkeolog, girişim­
ci kadınlar sunulan rol modelleri arasında yer almaktadırlar. 98
Özel bir yayınevine ait 6. sınıf sosyal bilgiler ders kitabında ise,
1930 yılında lstanbul'da belediye meclis üyeliği için adaylığını
koyan bir kadının seçim afişi ve seçim programı yer alır.99
6. sınıf sosyal bilgiler kitabında yer alan Demokrasinin Serü­
veni ünitesindeki Dünden Bugüne Türk Kadını başlıklı bölüm­
de ilk Türk devletleri, kadının bu dönemlerdeki önemi ve yö­
netimdeki yeri anlatılır, sonralan bunun değiştiği belirtilir. Os­
manlı Devleti'nde kadınların eğitimiyle ilgili bazı çalışmalar
yapıldığına değinilir, "Türk kadını , günümüzde sahip olduğu
hakların birçoğuna Atatürk döneminde kavuşmuştur," diye ek­
lenir. 1 00 Yine aynı sayfalarda öğrencilere, "Kadın ve erkek ara­
sında ayrım yapılması bir toplumda ne gibi sorunlara yol açar?"
diye sorulur ve tartışmaları istenir. 101 Bu soruya verilecek muh­
temel cevapları ünite içinde bulmak mümkündür. Örneğin bir

Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Altın Kitaplar, 20 1 1 ) .


Özel bir yayınevine ait bu kitapta hala cinsiyetçi işbölümü örnekleri bulun­
maktadır. Burada okulların Milli Eğitim Bakanlığı ya da özel yayınevleri tara­
fından yazılmış kitapları seçebildiklerini, seçtikleri kitapların öncelikle TTKB
tarafından incelendiğini ve onaylanmaları halinde her takvim yılı başında lis­
te halinde genelgeyle duyurulduğunu belirtmek gerekiyor.
98 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 68, 1 69.
99 A. Altun, Y. Doğan, E. Uzun, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara:
Altın Kitaplar, 20 1 1 ) , s. 1 5 7 .
100 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı , 20 1 1 ) , s. 1 66- 167.
101 A.g.y . , s. 1 67

1 05
sonraki sayfada , "Özellikle cumhuriyet dönemine kadar top­
lumda cinsiyetler arası ayrımcılık yapıldığından kadının eğitim
ve öğrenim imkanları çok kısıtlanmıştır" denmektedir. 1 02 Bu­
rada da görüldüğü gibi ders kitaplarına, Cumhuriyet'le birlikte
kadınların tüm haklara sahip oldukları anlayışı hakimdir. Öte
yandan, kitaplarda kadın hakları mücadelesine hiç değinilmez.
Cumhuriyet döneminin kazanımları , kökleri önceki dönemle­
re uzanan, farklı etnik kimliklere sahip kadınların hak arayışla­
rının kazanımları olarak değil, tepeden inme bir şekilde bahşe­
dilen hakların sonucu olarak sunulur. 1 03 Yine aynı kitabın Sos­
yal Bilgiler Öğreniyorum başlıklı ilk ünitesinin Ben Etkin bir Va­
tandaşım bölümünde kadınların iş hayatına girmesi , siyasal ha­
yatta yer alması Cumhuriyet ile eşleştirilir. 104 Temelde insan ve
vatandaşlık haklarıyla ilgili sorunların, özellikle de kadın hak­
ları sorunlarının Cumhuriyet döneminde de var olduğu, hatta
cinsiyet ayrımcılığının, etnik ve sınıfsal kökenli ayrımcılık ve
eşitsizliklerle birleşerek varlığını sürdüren önemli sorunlardan
birini oluşturduğu da göz ardı edilmektedir.
Ancak, 7 sınıf sosyal bilgiler ders kitabında yer alan bir ör­
nek, ironik bir şekilde, durumun hiç de ders kitaplarında an­
latılmaya çalışıldığı gibi olmadığını , cinsiyet ayrımcılığının bo­
yutunu gözler önüne sermektedir. Ülkemizde Nüfus başlıklı
2. ünitede yer alan Devlet-Vatandaş Elele bölümünde , 5. sını-

102 A.g.y., s. 1 69.


1 03 Kadın hakları mücadelesine tek referans ise sosyal bilgiler 7. sınıf kitabında
yer alır. Ekonomi ve Sosyal Hayat başlıklı 5. ünitede Kadınlar Halk Fırkası'na
(Partisi'ni) değinilir ve şöyle denir: "Türk kadınları, haklarını savunmak, ge­
liştirmek ve sosyal hayatın içinde daha da aktif görev almak için ilk defa 1923
yılında Kadınlar Halk Fırkasını kurmuşlardır . " Mecit Mümin Polat, Niyazi
Kaya, Miyase Koyuncu, Adem Özcan, llkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı
(Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 1 28.
Partiyle ilgili tüm anlatılanlar bununla sınırlı kalır; partinin kuruluşuna
izin verilmediği ve ancak Kadın Birliği adıyla demek olarak kurulabildiğin­
den, kurucusu Nezihe Muhittin'in ve üyelerinin kadın hakları mücadelesin­
den bahsedilmez. Bkz . , Zafer Toprak, "Kadınlar Halk Fırkası" , Tarih ve Top­
lum, Sayı 5 1 ( 1 988) ; Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız inkılap: Nezihe Muhittin, Ka­
dınlar Fırkası, Kadınlar Birliği (lstanbul: Metis Yayınları, 2003) .
1 04 Komisyon, ilköğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı , 20 1 1 ) , s. 23.

1 06
fın sonunda ailesi tarafından okuldan alınan bir kız öğrencinin
hikayesine yer verilir. Lale ve üniversitede okuyan ağabeyinin
Lale'nin tekrar okula dönmesi için aileyi ikna çabaları başarısız
olur. Lale, televizyondan Haydi Kızlar Okula kampanyasını du­
yar ve yardım istemek için kaymakamın yanına gider; kayma­
kam, Lale'yi cesareti ve okuma azminden dolayı kutlar ve oku­
la geri dönmesi için aileyi ikna eder. 1 05
Kadınların sosyal, ekonomik ve siyasal hayattaki varlıkları­
nın vurgulanması, yeni ders kitaplarının toplumsal cinsiyet re­
jiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlandığını söylemek için ye­
terli değildir. Ders kitaplarında kadınların eğitiminin gereklili­
ğinin altı çizilir; ancak kadınların eğitimi hala erkekler ve mil­
let üzerinden meşrulaştırılmakta, satır aralarında annelik gö­
revlerine ve bu görev dolayısıyla milletin biyoloj ik, ideoloj ik
ve kültürel yeniden üretiminde oynamaları gereken role atıf­
ta bulunulmaktadır. Örneğin, Demokrasinin Serüveni ünitesin­
de, kadınların eğitiminin önemi Mustafa Kemal'e referans ve­
rilerek ve alıntı yapılarak şöyle vurgulanmaktadır: "Kızlarını
okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkum et­
miş demektir. " 1 06 Bu noktada, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde
kullanılan kitaplarla olan benzerlik dikkat çekicidir. Örneğin,
1929 tarihli bir ilkokul ders kitabında, Tabii Servet başlıklı bir
parçada orta sınıftan eğitimli ve modem bir anne , kızına eğiti­
min gerekliliğini bir mektup yazarak açıklar. Buna göre, her kız
çocuğu iyi bir anne olmak için eğitilmelidir çünkü onun eğiti­
mi çocuklarına aktarılacak ve onların tabii serveti olacaktır . 1 07

Sonuç

Cumhuriyet dönemi boyunca kullanımda olan ilköğretim ders


kitaplarına bakıldığında, eğitim alanının bu temel materyalleri-
1 0 5 M. M. Polat, v.d.,Ilkôğretim Sosyal Bilgiler 7, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı, 20 1 1 ) , s. 38.
1 06 Komisyon, llkôğretim Sosyal Bilgiler 6, Ders Kitabı (Ankara: Milli Eğitim Ba­
kanlığı, 20 1 1 ) , s. 149.
107 içsel ve içsel, Kız ve Erkek Çocuklara Kıraat Kitabı, Beşinci Sınıf (lstanbul: Hil­
mi Kitaphanesi , 1 929) , s. 27-30.

1 07
nin söylemsel zeminini, tüm dönem boyunca ve yapılan müfre­
dat değişikliklerine rağmen, milliyetçiliğin oluşturduğu görül­
mektedir. Milliyetçilik, etnik köken, düşman ve savunma söy­
lemleriyle belirlenen vatan kavramı ekseninde şekillenmekte
ve bunların etrafında kurgulanan bir toplumsal cinsiyet rejimi
üzerine inşa edilmektedir. Ders kitaplarında sunulan ideal ka­
dınlık ve erkeklik kurguları milliyetçiliğin doğallaştırılması sü­
recinin önemli girdilerindendir. Erkeklik, savaşçı-koruyucu
kavramları etrafında şekillenirken ; kadınlık, bu koruma göre­
vinin nesnesidir. Kadın, milletin biyolojik yeniden üretiminin
ve sosyalizasyonun temel unsuru olmanın yanı sıra, kültürel ve
ideolojik yeniden üretiminde de rol oynamaktadır. Erkek, ka­
dının ve söylemsel düzeyde metaforlarla kadın olarak kurgula­
nan vatanın koruyucusudur. Erkeklik ve askerlik eşleştirme­
si ders kitaplarında yeniden üretilen toplumsal cinsiyet rejimi­
nin önemli bir parçasıdır. Millet kültürel öz, kuruluş mitleri ve
savaşçı atalara referansla ordu-millet olarak tanımlanmaktadır.
Bu erkeklik kurgusu ise sadece ideal olarak tanımlanmakla kal­
maz, millete aidiyeti de belirler.
2000'li yılların başında gerçekleştirilen eğitim ve müfredat re­
formu da önceki dönemlerde karşılaştığımız bu tabloyu değiş­
tirmez. Söz konusu reform, eğitim ve ders işleme alışkanlıkları­
nı değiştirmeye çalışır; kitapların yazılım tarzında değişiklikler
olduğu da muhakkaktır. Ancak yeni ders kitaplarının söylem­
leri çok katmanlıdır, eski söylemleri içlerinde barındırır ve yer
yer tutarsızdır. Milliyetçiliğin etnik belirleyenleri ders kitapla­
rında sürekliliklerini korur. Türk Tarih Tezi 1950'li yıllarda ge­
çerliliğini yitirse de tüm bu zaman boyunca ve müfredat refor­
mu sonrasında da bir alt dil olarak ders kitaplarının söylemin­
de yer almaktadır. 1980'lerde ders kitaplarının söylemine hakim
olan Türk Islam Sentezi için de aynı şey söylenebilir; yeni ders
kitaplarında bu sentezin izlerini görmek mümkündür. Bu iki alt
söylem birlikte, Anadolu'nun etnik kökenle ilişkilendirilerek ta­
nımlanmasına yardım eder. Kimlik ve farklılıklar yeni müfredat
konuları içinde yer alsa da bu kavramlara kapsayıcı bir şekil­
de yaklaşılmaz; bu coğrafyada yaşamış ve yaşamakta olan fark-

1 08
lı kimlikler 2000'lerin ikinci on yılında yazılan ve kullanımda
olan ders kitaplarında da yok sayılmaya devam eder. Kitapların
söylemlerinde toplumsal cinsiyet eşitliği yönünde gelişmeler ol­
sa da cinsiyetçi bir işbölümü içermediklerini söylemek müm­
kün değildir. Hakim milliyetçilik ve getirdiği cinsiyetçi toplum­
sal cinsiyet rejimi değişmediği sürece, ne ev içinde daha eşitlikçi
bir işbölümünün sunulması ne de kadınların sosyal, ekonomik
ve siyasal hayattaki varlıklarının vurgulanması, ders kitapların­
da toplumsal cinsiyet rejiminin eşitlikçi bir çerçevede tanımlan­
dığını söylemek için yeterli değildir. Eşitlikçi bir toplumsal cin­
siyet rejimi ve demokratikleşme için eğitim alanındaki söylem­
lerin demokratik vatandaşlık ekseninde, farklıklar ve eşitlik te­
melinde , yeniden yapılandırılması gereklidir. Bu ise milliyetçi
ideolojinin bakış açısına ve onun tartışılmaz ve doğal kabul etti­
ği iddialarına, mitlerine, ideal kadınlık ve erkeklik kurgularına
eleştirel yaklaşmayı, yeniden gözden geçirmeyi ve sorgulamayı
gerektirmektedir.

1 09
3
SEVGİNİN VE NEFRETİN
EGİLİP BÜKÜLEBİLİRLİGİ:
KADINLARIN MİLLİYETÇİLİGİ

NA GEHAN TOKDOCAN

Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisine odaklanan feminist


literatür, daha çok milliyetçi söylemin kurulması ve yeniden
üretilmesinde kadın kimliğinin etkili bir biçimde araçsallaştı­
rıldığı ve bu anlamda son derece merkezi bir yer işgal ettiği yö­
nündeki argümanlar etrafında ilerledi. 1 Milliyetçiliğin erkek bir
ideoloji olduğu , kadınları hem söylemsel düzeyde hem de ger­
çekte bütünüyle ataerkil kodlarla şekillenmiş rollere hapsede­
rek işlevsel kıldığı ve nesneleştirdiği yönündeki feminist eleşti­
ri, beraberinde kadın kimliğini milliyetçiliğin öngördüğü sınır­
lar içinde iş gören, ideolojinin pasif bir taşıyıcısı ve yeniden üre­
ticisi olarak sabitleme riskini de getirdi. Bu yönelim en nihaye­
tinde milliyetçilik ve kadın kimliği arasındaki ilişkinin tek taraf­
lı bir belirle(n)me ilişkisi olarak okunmasına da zemin teşkil et­
ti. Başka deyişle milliyetçiliğin kadmlar(l)a ne yaptığı yönündeki
sorular etrafında şekillenen yüklü feminist külliyatın sesi, aynı

Giriş niteliğinde literatür için bkz: Partha Chatterjee, Ulus ve Parçalan C lstan­
bul: lletişim, 2002 ) ; Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet (İstanbul : lletişim,
200 7 ) ; Rubina Saigol, "Militarizasyon, Ulus ve Toplumsal Cinsiyet: Şiddetli
Çatışma Alanlan Olarak Kadın Bedenleri" , Vatan Millet Kadınlar içinde, Ayşe
Gül Altınay (der. ) , (lstanbul: lletişim, 2009), s. 227-259; Afsaneh Najmabadi,
"Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak" , Vatan
Millet Kadınlar içinde, s. 1 29- 1 67
111
derecede önemli olan, (hatta belki de feminist perspektif açısın­
dan daha önemli addedilebilecek olan) kadınlann milliyetçik O) e
n e yaptığı sorusunu sormak noktasında cılız kaldı.
lşte bu bölümde , Türkiye'de milliyetçi ideoloj inin siyasal
alandaki resmi temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)
ve fiili düzlemde partinin gençlik kollan olarak iş gören Ülkü
Ocaklan'nda aktif siyaset yapan ve bu haliyle milliyetçi ideolo­
jinin özneleri olarak işaretleyebileceğimiz örgütlü milliyetçi ka­
dınların, bu erkek ideolojiyi nasıl algıladıklarını, nasıl anlamlan­
dırdıklarını, nasıl yorumladıklannı, nasıl üstlendiklerini ve na­
sıl deneyimlediklerini açığa çıkarmaya çalışacağım. Örgütlü on
beş milliyetçi kadınla yaptığım görüşmeleri eleştirel feminist bir
perspektifle analiz edecek, onların milliyetçi ideolojiyi hayatla­
rında nasıl bir anlam evreni içine yerleştirdiklerini anlamayı ve
anlatmayı amaçlayacak ve böylece söylemden özneye doğru tek
taraflı belirle(n)me ilişkisinin ötesine bakmayı deneyeceğim.2 Bu
bağlamda öncelikle bir duygusal yatının ideolojisi olarak milli-

2 Analiz esnasında bir aynın gözetmeyecek ve kadınlan genel bir ifadeyle "mil­
liyetçi kadınlar" olarak anacak olsam da, başlamadan önce görüştüğüm kadın­
lann yedisinin MHP mensubu, sekizininse Ülkü Ocaklı olduğunu belirtme ih­
tiyacı duyuyorum. Zira iki kadın grubu arasında analiz açısından da anlam­
lı olabilecek farklılıklar söz konusu . lki grup arasındaki yaş farkını en gözle
görülür farklılıklardan biri olarak not düşmek gerekiyor. Görüştüğüm MHP'li
kadınların yaşlan 42 ile 56 arasında değişirken Ocaklı kadınlar 20 ila 28 yaş
dilimine düşüyordu. Bu en az 15 yıllık yaş farkı onlann ideolojiyi anlamlan­
dmna ve üstlenme biçimlerinde yer yer belirleyici oldu. Yaş farkının yanı sı­
ra, eğitim düzeyleri ve medeni halleri de çeşitlilik arz ediyordu; Ülkü Ocaklı
kadınlann hepsi en az üniversitede okuyan, lisans mezunu veya yüksek lisans
yapan bekar kadınlarken, MHP'li kadınlar ortaokul-üniversite arasında deği­
şen daha heterojen bir eğitim profiline sahiplerdi ve hepsi evliydi. Eğitim dü­
zeyine ilişkin farklılığın görünümleri daha çok MHP'li kadınlarla yaptığım gö­
rüşmelerde açığa çıktı . Ülkü Ocaklı kadınlar aşağı yukan benzer formasyon­
lardan geldikleri için pek çok konuda benzer yorumlar yaparken, partili ka­
dınlann tahsil düzeylerine göre yorumlarının da değiştiğini not düşmek ge­
rekir. Sınıfsal konumlara dair kabaca bir genelleme yapmak gerekirse, Ülkü
Ocaklı kadınlann genelde memur ailelerin çocukları olduklannı, birkaçı dı­
şında çoğunun annelerinin ev kadını olduğunu belirtmeliyim. Görüştüğüm
MHP'li kadınlar ise parti içindeki yönetim kademelerinden ilçe kadın kolları
mahalle temsilciliğine kadar çeşitlilik gösteren konumlanna göre sınıfsal ola­
rak da daha heterojen bir profil sundular. Son olarak araştırmada gizlilik ilkesi
gereği metin boyunca görüştüğüm milliyetçi kadınlann gerçek isimlerini kul­
lanmadığımı not düşmeliyim.

1 12
yetçiliğin başvurduğu duygu setlerinden ve bu duygu setlerinin
ideolojinin sürekliliğini tesis eden kutsallaştırılmış dayanaklar­
la olan ilişkisinden bahsedeceğim. Kadınların milliyetçilik an­
latılarına referanslarla detaylandıracağını bu bölümlerin ardın­
dan milliyetçi ideolojinin "onlar"ı kurarken yaslandığı mağdu­
riyet söylemine ve bu söylemin yarattığı düşmanlık ve nefret
duygularının çoklu nesnelerine yine kadınların anlatılarına baş­
vurarak değineceğim. Sonuç bölümündeyse kadınların milliyet­
çi söylemin yarattığı duygular alanıyla, kendi sözleriyle ifade­
lendirdikleri duyguları arasındaki sızıntı ve çatlakların anlamı­
na -ve önemine- dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Bir duygusal yatının ideoloj isi olarak milliyetçilik

Milliyetçilik ontoloj ik olarak mensuplarından yoğun bir duy­


gusal yatırım talep eden bir ideolojidir. Varlığını , gücünü ve
devamlılığını böyle tesis eder. Onu diğer ideoloj ilerden ayı­
ran en temel özellik, ideoloj ik söylemde kutsiyet atfedilen be­
lirli dayanaklar aracılığıyla bir kolektif inanç ve duygular siste­
mi yaratmasıdır. Bu sistem, topluluğun üyeleri arasında kutsal
ve bütünleştirici bağlılıkların doğmasını ve dolayısıyla ideoloji­
nin etkin bir biçimde işlemesini mümkün kılar. 3 Milliyetçiliğin
omurgasını oluşturan kolektif duygu sisteminin iki ana bileşe­
ni vardır; Vatan, millet, aile, devlet, ordu , lider gibi "biz" tahay­
yülünü mümkün kılan "kutsal" dayanaklara yönelik sevgi ve
bununla eşzamanlı işleyen, "onlar" kategorisinin bir tehdit nes­
nesi olarak inşası vesilesiyle kurulan nefrettir. ldeoloj ik reper­
tuarda sevgi ve nefret duygularının nesneleri olan öğeler çok­
ludur, zira sevgi ve nefretin tam da bu çokluk içindeki mobi­
lizasyonu , milliyetçiliğin nüfuzunu ve yaygınlaşmasını kolay­
laştırarak onu her daim canlı ve güçlü kılar. Sevgi, farklı nes­
neler arasında gezinerek topluluğun üyeleri arasında bir ortak­
lık hissi yaratırken, nefret farklı nesneler arasında gezinerek bu

3 Milliyetçilik ve kutsallaştınlmış dayanaklarına ilişkin detaylı bir değerlendir­


me için bkz: Anthony D. Smith, Chosen Peoples (New York: Oxford University,
2003 ) , s. 4.

113
ortaklığa yönelik tehdit hissi yaratır. Bu iki bileşenli haletiru­
hiyenin katmanları olan yüceltme, sadakat, güven, adanmışlık,
hayranlık ve adaletsizlik hissi ile öfke , düşmanlık, korku , kay­
gı, hınç gibi duygusal uğraklar, milliyetçi ideolojinin ifade edil­
mesini kolaylaştırır.4
Milliyetçiliğin tüm bu duygusal yatırım ekonomisi aracılığıy­
la inşa ve ifası, görüşmelerde, milliyetçi kadınların anlatıların­
da son derece baskın bir örüntü olarak ortaya çıktı. Görüştü­
ğüm kadınlar mevzubahis milliyetçilik olduğunda tüm hikaye­
yi duygulanımlar aracılığıyla ifade ederek aktardılar. ideoloji­
nin kutsallaştırılmış dayanaklarına yönelik yorumlarına yoğun
bir sevgi yatırımının yanı sıra yüceltme , adanmışlık, güven, sa­
dakat ve hayranlık duyguları eşlik ederken, ideolojik söylemde
birer tehdit unsuru olarak kodlanan meselelere ve aktörlere yö­
nelik örtük ya da açık nefret içeren yorumlarına öfke, düşman­
lık, korku, kaygı ve hınç eşlik etti . Geçmişi hatırlayıp bugünü
kurarken sıkça başvurdukları haksızlığa uğramışlık ve adalet­
sizlik hissiyatı aracılığıyla kurdukları mağduriyet söylemiyse
onları hem kendi aralarında ortaklaştıran hem de dışarıya karşı
bir arada tutan güçlü bir motif olarak iş görüyordu .
Buradan hareketle kadınların milliyetçiliğini, alışık olduğu­
muz anlamda bir siyaseti algılama ve siyasete dahil olma for­
mundan çok, sevgi ve nefret duyguları arasında salınarak işle­
yen ancak yer yer bu duyguların görünüşteki mutlaklığından
azade bir kırılganlık ve akışkanlıkla karakterize olan bir söy­
lemsel müzakere ve mücadele alanı olarak okumaya çalışaca­
ğım. Anlatılarda açığa çıkan ve katı ideolojik söylemle, onun
kadınlar tarafından üstlenilmesi arasındaki boşluğu oluşturan
kayda değer çatlakların, milliyetçiliğin inşai karakterine oldu­
ğu kadar, kadınların öznelik ve faillik potansiyellerine dair de
ipuçları vereceğini umuyorum.

4 Sevgi ve nefret duygulannın milliyetçi ideoloji açısından hayati önemine ve bu


duygulann nesnelerinin çoklu doğasına dair etkili bir yazı için bkz. Sara Ah­
med, "Affective Economies" , Social Text, 79, Cilt 22, Sayı 2 (Yaz 2004) , s. 1 1 7-
1 39 . Milliyetçiliğin duygu iklimine ilişkin ayrıca bkz. Ahmed, "On Collective
Feelings or the Impressions Left by Others" , Theory, Culture and Society, Cilt
1 , Sayı 20 ( 2004), s. 25-42 .

1 14
Kadınların aidiyet ve ortaklık duygusunun temeli:
Kutsallaştırılmış dayanaklara yönelik sevgi

Milliyetçi kadınlardan milliyetçiliğin onlar için ne anlama gel­


diğini açıklamalarını, başka deyişle milliyetçiliği tanımlamala­
rını istediğimde, hepsi onu gayri ihtiyari sevgi sözcükleri ara­
cılığıyla tanımlamaya çalıştı. Bunu yaparken milliyetçi ideolo­
jinin önemli sacayakları olan mensup oldukları milleti, içinde
yaşadıkları vatanı , bağlı oldukları devleti, ait oldukları mille­
tin/vatanın/devletin şanlı geçmişini hatırlatan bayrağı sevmek­
ten bahsediyor, milliyetçiliği tüm bu kutsallaştırılmış dayanak­
lara bağlılık ve sadakatin ifade bulduğu bir kimlik olarak algılı­
yorlardı. Milliyetçiliği yücelterek ondan bir siyasal ideolojiden
ziyade, son derece kutsal bir hissiyat olarak bahsediyorlardı. Bu
hissiyatı insan olmaya içkin doğal ve gerekli bir özellik olarak
görüyor, içinde milliyetçilik duygusu olmayan insanları eksik,
değersiz ve idrak edilemez addediyorlardı:

Milliyetçilik. . . Aşk derim, sevgi derim . . . Ya Türkiye'de yaşa­


yan herkesin Türk milliyetçisi olma zorunluluğu vardır, di­
ye düşünüyorum yani başka bi kavramı beynime sığdıramı­
yorum ben. Yani bu ülkeni sevmek vatanını sevmek bayrağı­
nı sevmek halkını sevmek milletini sevmek ! Yani milliyetçi­
lik budur. (Ayşe)

. . . milletiniz için her türlü onun varolabilmesi yaşayabilmesi


için şartlarınız imkanlarınız neyse o ölçüde ona hizmet etmek­
tir. . . . Her türlü fedakarlığı milletiniz adına ülkeniz adına yapa­
bilmektir. (Hilal)

Kadınların sözlerinde açığa çıkan, milliyetçiliği sevgi etra­


fında dolaşan gündelik kavramlarla tanımlama eğilimlerini ,
milliyetçi ideoloj iye mahsus bir özellik olarak okumak yerin­
de olur. Zira daha önce de zikrettiğim gibi milliyetçilik varlı­
ğını ve etkisini duygular üzerinden inşa edip sürdüren bir ide­
olojidir. Ancak burada mevzubahis kadınlar olduğundan, bu
açıklama yeterli olmayabilir. Milliyetçi ideoloj inin öznesi olan
kadınların bu eğilimi , aynı zamanda kadınlığa özgü siyasetle

115
ilişkilenme tarzı olarak da okunmalıdır. Çünkü sahip oldukla­
rı ideoloj iden bahsederken kullandıkları ifadeler aslında onla­
rın siyasetle kendileri arasındaki -belki kapatmaya hiç de gö­
nüllü olmadıkları- mesafeden kaynaklanıyor olabilir. Şöyle ki;
kadınlar kamusal alanda birer politik özne olarak varlık göste­
rirken yaptıkları şeyle siyaset arasında "sevmek, fedakarlık et­
mek, hizmet etmek" gibi fiilleri kullanarak bir ayrım yapıyor­
lar ve bu fiiller annelik, eşlik, ev kadınlığı gibi geleneksel ka­
dınlık rollerinin gereği olan eylemleri siyasal alanda sürdürü­
yor oldukları izlenimini oluşturmak açısından son derece iş­
levsel görünüyor: Hem kendilerinin hem de çevrelerinin gö­
zünde kamusal alandaki varlıklarını meşrulaştırıcı bir etki ya­
ratıyor. 5 Kadınların özel alanın kavramsal haznesini kamusal
alana devşirerek siyasette varolan terminoloj ik sınırları muğ­
laklaştıran böylesi bir meşrulaştırma taktiğine ihtiyaç duy­
malarının temel nedeni, milliyetçi ideoloj inin onları özel ala­
na hapseden ve onlar için kamusal alanda herhangi bir başat
rol öngörmeyen muhafazakar ve pragmatik söylemsel kurgu­
su tabii.
Aslında milliyetçi ideolojinin kadınlar söz konusu olduğun­
da, kamusal alanla özel alan arasındaki sınırları bir yandan katı
bir biçimde çizerken, diğer yandan muğlaklaştırdığı ve bu ha­
liyle kadınların kendileri için öngörülen keskin sınırları ihlal
etmelerini kolaylaştırdığı söylenebilir. Bir milletin mensupları
birbirlerini hiç tanımasalar, görmeseler dahi hepsinin zihnin­
de toplamlarının hayali yaşar. 6 Bu hayal milletin mikro ölçek­
teki devamı addedilen ailede cisimleşir. Milliyetçi ideoloji, ba­
şat "kutsal" dayanaklarından biri olan millet tahayyülünü aile
analoj isi vasıtasıyla kurar. Milliyetçilik, milleti oluşturan kişi­
ler arasında bulunduğu varsayılan bağı temsil eden ve "doğal"

5 Kadınların görüşmeler esnasında biraz politik ifadeler kullandıklarında ya da


propagandayı çağrıştıran sözler sarf ettiklerinde mutlaka hemen ardından gül­
meleri ve kendileriyle ve söyledikleri şeyle dalga geçmeleri, siyasetle kendile­
ri arasında eril ideolojik söylemin ördüğü , onların da belki stratejik olarak be­
nimsedikleri kalın duvarın cisimleşmiş hali niteliğindeydi.
6 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayı lması
(İstanbul: Metis Yayınlan, 2009 ) , s. 20.

116
bir birliktelik modeli olan aileye benzetilen milletin, 7 mensup­
ları tarafından uğrunda her türlü fedakarlığı yapabilecek ölçü­
de sevilip sahiplenilmesini talep eder. Görüştüğüm kadınla­
rın hepsinin millet algısı da, temel bir başvuru kaynağı olan ai­
le metaforundan hareketle şekillenmiş gibi görünüyordu . Ka­
dınlar, mensubu oldukları millete duydukları sevgi ve bağlılı­
ğı, mensubu oldukları ailelere duydukları sevgi ve bağlılıkla eş­
değer görüyor ve millet mefhumuna yoğun bir duygusal yatı­
rım yapıyorlardı:

Vatan duygusunu biraz aile duygusuyla benzeştiriyorum in­


san ailesiyle ilgili bi problem olduğunda nasıl bununla ilgilen­
mek tabiyatındansa bence daha geniş ailesi olan milletiyle ilgi­
lenmek de bu derece insanidir ve olması gerekendir. (Gülsüm)

Kadınlar aileyi yalnızca mensubu oldukları milleti tahayyül


etmekte değil, içinde bulundukları siyasal yapılarla olan iliş­
kilerini anlamlandırmakta da araçsallaştırarak kullanıyorlar­
dı. Parti ya da Ocak'la olan bağlarını profesyonel bir siyasi an­
gaj mandan ziyade, enformel ve duygulara dayalı bir ailevi iliş­
ki gibi kurguluyorlardı. Zihinlerinde, özel hayatları ve siyaset
arasında son derece net ve mutlak bir süreklilik söz konusuy­
du . Örneğin Filiz, Ocak'taki davranışlarıyla aile içindeki dav­
ranışları arasında bir paralellik kurarak nasıl ki aile büyükle­
rinin karşısında bacak bacak üstüne atmıyor, onların sözü­
nü dinliyor ve onlara saygı duyuyorsa, teşkilattaki hal ve tav­
rının da aynı mantıkla işlediğini anlatıyordu . Ailesinden aldı­
ğı terbiyenin aslında "Ocak'ın realitesi" olduğunu söylüyordu .
MHP'de görevli olan Hülya ise partisine olan bağlılığını anla­
tırken ondan ailesinin bir ferdi, hayatının doğal bir parçasıy­
mış gibi bahsetti ve uzun yıllar partiye hizmet etmiş biri ola­
rak başka partilerden çok büyük makam teklifleri aldığını an­
cak onlara tek bir yanıt verdiğini söyledi , "Benim tabutum üç
hilalli bayraktır ! "

7 Nükhet Sirman, " Kadınlann Milliyeti", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil­
liyetçilik içinde, Tanıl Bora ve Murat Gültekingil (der.) (lstanbul: iletişim Ya­
yınlan, 2009 ) , s. 232.

117
Milliyetçi kadınlar, özel hayatlarıyla siyaset (kamusal alan)
arasında kurdukları bu süreklilik ilişkisinin bir devamı olarak
gelecekle ilgili kişisel beklentileri ve kaygılarından bahseder­
ken de, kendi geleceklerini asla ülkenin, milletin geleceğinden
ayrı görmediklerini, kişisel kaygılardan ziyade ancak ülke adı­
na kaygı duyabileceklerini, kişisel plan ve beklentilerden çok
millet adına ya da milletine faydalı olmak adına plan ve beklen­
tileri olabileceğini dile getirdiler. Belli ki kavramlar üzerinden
konuştuklarında kadınlar mensubu oldukları milleti tam an­
lamıyla bir adanmışlık duygusu içinde sahipleniyorlardı. Öte
yandan ülke gündemi ve somut meseleler üzerinden konuşma­
ya başladıklarında, anlattıkları hikayeyle bu hikayeyi gerçekli­
ğe uydurmak arasında bir zorluk yaşadıkları göze çarpıyordu .
ideal olanla somut olanın zihinlerinde sık sık çakıştığı satır ara­
larında açığa çıkıyordu . Zira ideoloj inin normlarıyla kişisel de­
neyimleri arasında hiç kapanmayan bir açı vardı. Örneğin Ber­
na, sokakta yürürken milliyetçiliğini yaptığı insanı kolay bula­
mamaktan yakınıyordu . Nalan konuşması esnasında , "Bu ül­
ke bana gelecek vermiyor bu ülke bana umut vermiyor bu ülke
benim hayal kurmama izin vermiyor yani ben daha adil bi ül­
ke isterdim," deyiveriyordu . Belkıs, milli değerlerin elden git­
mesine üzülürken bunu günümüz Türkiye'sinde aile mefhu­
munun yozlaşmışlığına ve yok olmasına bağlıyordu. Ayşe ma­
neviyat yönünden çok zayıf bir nesil yetiştiğinden dem vuru­
yor, Hülya kültür emperyalizmine uğramış bir Türk gençliği­
nin varlığından şikayet ediyordu. Hilal ise, "Bizim arzu ettiği­
miz idealist gençlik bu değil," diyordu . Şüphesiz kadınların uğ­
runa her şeylerini feda etmekten bahsettikleri, aileleriyle eşde­
ğer gördükleri millet mefhumu , sözünü ettikleri milli kimliğin­
den ve değerlerinden uzaklaşmış olan insanlar toplamı değildi.
işte ideolojinin öngördüğü duygularla kişisel deneyimlerin bi­
rer çıktısı olan duygular arasındaki bu gerilim, kadınların hare­
ketin resmi söylemiyle öznellikleri arasında savrulmalarına yol
açıyordu . Resmi söylem içinden anlamlandırdıkları millet gi­
bi "kutsal" mefhumlar, gündelik yaşamın hakikatiyle bir tür­
lü eşleşmiyordu . Bu gerilim ve savrulma hali, kadınların duy-

118
gu yüklü milliyetçilik anlatılarında sıklıkla açığa çıkan hakim
bir örüntüydü.
Milliyetçi ideoloj inin repertuarında kutsiyet atfedilen mef­
humlardan bir diğeri olan devlet, kadınların milliyetçilik anla­
tılarında gerilim ve savrulma haline sebep olan bir diğer uğrak­
tı. Kadınlar devlet mitosuna Türklüğün temel bir bileşeni ola­
rak, milliyetçi hareketin "devlet-i ebed müddet" düsturunda
açığa çıkan aşkın ve ilahi bir anlam atfediyorlardı. Diğer yan­
dan 1 2 Eylül Darbesi ve arkasından gelen askeri yönetim sü­
reci , ülkücü hareketin tarihindeki en büyük travmaydı ve bu
travmanın faili devletin ta kendisiydi. 1 970'lerde komünizme
karşı mücadelede devlete yardımcı kuvvet olma misyonuyla
hareket etmiş olan milliyetçi hareket mensupları, darbeyle bir­
likte Türkeş'in de diğer parti liderleri gibi kontrol altına alın­
masını ve militan tabanın cezaevlerine doldurulmasını büyük
bir hayal kırıklığı ve takiben kimlik bunalımıyla karşılamıştı.
ülkücü misyonla 12 Eylül misyonunu özdeşleştirme çabaları­
nın bir çıktısı olarak okunabilecek "fikri iktidarda kendi zin­
danda" şiarı dahi cunta yönetimi üzerinde herhangi bir etki ya­
ratmamış, 1 2 Eylül davası sonucunda dokuz ülkücü idam edil­
mişti. 8 Milliyetçi kadronun tarihinde ilk kez devlet terörüne
maruz kalması, hareket içinde devlet ve rejim karşıtı bir kana­
dın doğmasına ve ideolojik ve kurumsal düzeyde ayrışmalara
neden olsa da 1 990'larla birlikte daha sonra bahsedeceğim Kürt
meselesinin kazandığı ivme vesilesiyle devletin polisi ve ordu­
suyla birlikte kararlı bir mücadeleyi benimsemesi , milliyetçi
hareketin özlemini duyduğu "kutsal devlet" idealini anımsata­
rak hareket mensuplarının devlete tekrar yakınlaşmasını sağla­
dı. 1 990'lardan itibaren MHP'nin resmi söylemi, hareketin dev­
lete hiçbir zaman küsmediği, küsemeyeceği yönünde olacaktı. 9
Milliyetçi kadınların devlete dair algı ve anlatıları, resmi söy­
lemin vaz ettiği, sadakat, güven ve bağlılık ile darbe deneyimi-

8 Tanı! Bora ve Kemal Can, Devlet Ocak Dergah: 1 2 Eylül'den 1 990'lara Ülkücü
Hareket (İstanbul: lletişim Yayınları, 2007) , s. 1 0 1 - 102.
9 Bora ve Can , Devlet ve Kuzgun: 1 990'lardan 2000'lere MHP (İstanbul: lletişim
Yayınları , 2004) , s. 1 4 3 .

119
nin yarattığı hayal kırıklığı ve öfke duyguları arasında salına­
rak şekilleniyordu . Kadınlar resmi söylemden hareketle 1 2 Ey­
lül'ün faturasını devlete değil devletin başındaki şahıslara kes­
me eğilimindeydiler; faili devlet olarak değil, Kenan Evren ve
cunta rejimi olarak kodlamışlardı. Darbe deneyiminden bahse­
derken milliyetçi hareket mensuplarına yaşatılan acıların so­
rumlusunun zihinlerindeki "kutsal" devlet olmadığını sıklık­
la dile getirdiler:

Ülkücüler devletine hiç küsmedi . . . (Hilal)

Hükümetler hata yapar, hükümetin başındakiler hata yapar


ama benim devletim hata yapamaz , yapmaz ! Bu o dönemki
yönetimin bir hatasıydı. (Filiz)

Diğer yandan 12 Eylül deneyiminin milliyetçi kadrolarda ya­


rattığı "kullanılıp yüzüstü bırakılma" duygusu, kadınların dev­
let için fedakarlık yapma hususunda konuşurken mutlaka bir
şerh koymalarına neden oluyordu . Ayşe insanların ülkücüleri
ülkenin sigortası olarak gördüklerini ancak artık devletin poli­
si, j andarması ve askeriyesi olduğunu dile getiriyor ve "Ülkü­
cüler bu ülkenin jandarması değil ! " diyordu . Kadınların devlet
algısı da son derece kaygan ve kırılgan bir söylemsel düzlem­
de şekilleniyordu . Kadınlar bir yandan devlete sadakat ve dev­
letle uyum gibi ideolojik kaidelere sadık kalarak devletin çok
kıymetli bir kurum olduğunu , tartışılacaksa dahi ihtiyatla, yıp­
ratılmadan tartışılması gerektiğini dile getiriyor, diğer yandan
ise milliyetçi normların vaz ettiği devlete biat etme kültürünü
eleştiriyor ve yeri geldiğinde devletten de hesap sorulması ge­
rektiğini düşünüyorlardı. Bu vesileyle ideolojik normlar ve so­
mut deneyim ve hissiyatlar arasındaki açı bir kez daha ortaya
çıkıyordu.
Bununla birlikte kadınların içine düştükleri savrulma ha­
linin yalnızca devlet algısına değil , genel anlamda ideoloj i­
nin tüm kutsallaştırılmış dayanaklarıyla bağlantıları üzerinden
kurdukları anlam dünyasına hakim olduğunu belirtmek gere­
kiyor. Nitekim 1 2 Eylül'ün milliyetçilerin devlet algısının ya-

1 20
nı sıra ordu algısında da ciddi anlamda bir tahribat yarattığını
söylemek mümkün görünüyor. Milliyetçilerin ideolojik reper­
tuarında ordu Türk milletinin ortaya çıkışından itibaren bir or­
du-millet olageldiği iddiasıyla ve aleme nizam verme ülküsünün
aracı olarak güçlü bir orduya sahip olunması gerektiğine inanç­
la halihazırda son derece pozitif anlamlar ihtiva eden bir kut­
sallaştırılmış dayanaktır. 1 2 Eylül'ün yarattığı tahribatın onarıl­
ması l 990'lı yılların Kürt meselesi üzerinden şekillenen siyasal
atmosferi içinde MHP'nin orduya da sadakatini tazelemesiyle
kısmen gerçekleşmiş olsa da, aslında milliyetçi cenahın zihnin­
deki şanlı ordu mefhumuyla hakikatteki ordu arasında yıllar­
dır ciddi bir yarığa neden olan çok daha temel bir etken vardır:
Ordunun Kemalist-laisist çizgisi. Görüştüğüm milliyetçi kadın­
lardan başörtülü olan Gülsüm'ün anlattıkları, başörtüsüne re­
feransla ordu mefhumu ve hakikati arasındaki gerilim hattını
açığa çıkaracak nitelikteydi. Gülsüm bir yandan ordunun Türk
milletinin kutsallarından biri olduğunu ve tartışmaya dahi açıl­
maması gerektiğini düşünüyor, diğer yandan gündelik hayatta
ordunun Kemalist çizgisi nedeniyle yaşadığı ayrımcılık dene­
yimleri onun orduya olan sevgi ve sadakatini sarsıyordu:

Mesela ben başörtülüyüm ve GAT A'da bi arkadaşımı ziya­


ret etmeye gittim. Rahatsızlanan bi arkadaşımı çok da ciddi bi
operasyon geçirmişti. Başörtümüm iğnesini çıkarmak zorunda
kaldım kapıda , bence insanlık dışı bi uygulama ! Ama bu Türk
ordusunun şerefine veya itibarına zarar getirmez, o bi mef­
hum. Fakat TSK'nın bu uygulaması insanı irrite eden, rahat­
sız eden, üzen ve insan haklarına da aykırı olduğunu düşün­
düğüm bir hadise. Hani bunun için de gidip işte ülkemi Av­
rupa lnsan Haklan Mahkemesi'ne filan şikayet etmem bu be­
nim ülkem ve ben bunu hoşgörüyle çözmek zorundayım . . . As­
la TSK'dan nefret edenlerden olmadım ve başörtülü olmam
hasebiyle bunu vurguluyorum, hani ülkücülüğüm bunu za­
ten ispat eder ama.

Gülsüm'ün başörtülü bir kadın olarak kendi gerçekliğini var


olan ordu kurumunun dine mesafeli gerçekliğiyle eşleştirme-

121
si zor görünüyordu . Bu hususta konuşurken sıklıkla milliyetçi
kimliği ağır bassa da aslında zihnindeki ordu mefhumuyla or­
dunun gerçekteki haline yönelik duyguları arasında sıkışıp ka­
lıyordu.
Gülsüm'ün hikayesinden yola çıkarak milliyetçi ideoloj inin
bir diğer kutsalı olan lslam'ın ideolojideki ve kadınların anlatı­
larındaki yerini irdelemek yerinde olur. Öncelikle milli kimli­
ğin her zaman dini kimlikle işbirliği içerisinde kendini var et­
tiğini ve bu ikilinin birbirlerini besleyecek biçimde bir arada
iş gördüklerini not düşelim. Tam da bu nedenle lslam, Türki­
ye'de milliyetçi söylemin vazgeçilmez bir unsuru olagelmiştir.
Ancak özellikle 12 Eylül sonrasında milliyetçi ideoloji içinde
lslami kimliğin egemenliği yoğunlaşmıştır. 1 0 Bunun temel ne­
denlerinden biri, darbe sonrası devletin genel anlamda Türk-ls­
lam sentezi politikasına yönelişiyse, diğeri MHP mensuplarının
devletten aldıkları darbenin şoku ve bunalımını atlatmak ve bir
aidiyet duygusu geliştirmek için lslam'a sarılmalarıdır. Darbe
öncesinde yalnızca araçsal ve pragmatik nedenlerle zaman za­
man başvurulan bir kaynak olarak lslam, darbe sonrasında mü­
cadelenin esas dinamiklerinden biri olarak algılanmaya başlan­
dı. Bu eğilim sonraları hareket içi kurumsal bir bölünmeye ne­
den oldu ve Muhsin Yazıcıoğlu gibi darbe döneminde cezaevi
deneyimi yaşamış bazı hareket mensupları, "lslam'ın çizdiği sı­
nıra kadar milliyetçi" olduklarını belirterek milliyetçiliği lslam
lehine araçsallaştırdılar. 1 1 lslam'ı ideolojik öncüllerinden eşit­
ler arası birinci sayan milliyetçi kadronun sonraları tasfiye ol­
ması ve 1 993 yılında Büyük Birlik Partisi (BBP) çatısı altında
toplanması, MHP'nin ideoloj ik repertuarındaki Türkçü motif­
lerin o tarihten itibaren yeniden çağırılışını ve canlanışını be­
raberinde getirdi. Gelgelelim görüşmeler esnasında milliyetçi
kadınların lslam'a yaptıkları yoğun göndermeler onların da ls­
lam'ı ideolojik kaynakları arasında ilk sıraya yerleştirdikleri iz-

10 Bora "Nationalist Discourses in Turkey" , Symbiotic Antagonisms: Competing


Nationalisms in Turhey içinde, Ayşe Kadıoğlu ve E. Fuat Keyman (der. ) (Salt
Lake City: The University of Utah Press, 20 1 1 ) , s. 73.
11 Bora ve Can, Devlet Ocak Dergaah, s. 28 1 -326.

1 22
lenimini uyandırdı. Kadınların hemen hepsi lslam'ı milliyetçili­
ğin temel bir bileşeni olarak vurguluyor ve milliyetçiliği tanım­
larken dahi lslami aparatlara başvuruyorlardı:

Vatanın olmazsa seccadeni serecek yerin olmaz , vatanın ol­


mazsa namusun olmaz, vatanın olmazsa dinin olmaz. (Şefika)

Nizam-ı aleme giden yolda aslolan tslamiyet'i taşımak olduğu


için, sadece buna en iyi hizmet eden milletin Türkler olduğu­
nu düşündüğümüz için milliyetçiliğini yapıyoruz. Yoksa me­
sela [ milliyetçi ] gelenekle dini bir kural çatıştığı zaman, asla
geleneğe bakılmaz . (Berna)

Berna'nın da dile getirdiği gibi kadınlar dini, milliyetçi gele­


nekten ayırarak aralarında tartışılmaz bir hiyerarşi kuruyor ve
adeta lslam lehine milliyetçiliği araçsallaştırıyorlardı. Bu eğili­
min görüşmeler esnasında en görünür olduğu nokta bazı ka­
dınların parti ya da ocaktaki varlıklarını "Allah'ın rızasını ka­
zanmak" gibi uhrevi bir motivasyonla açıklamalarıydı . Hem
ocaklı hem de partili kadınlar arasında kendisini önce müslü­
man sonra milliyetçi olarak görenler azımsanmayacak sayıday­
dı. Davaya hizmeti , dini bir sorumluluk olarak anlamlandır­
mak onlarda hem yoğun bir manevi tatmin duygusu yaratıyor
hem de aslında yine geleneksel rollerinin dışında hareket ede­
rek kamusal alanda oluşlarına meşruluk kazandırmak için sağ­
lam bir referans noktası teşkil ediyordu .
Milliyetçi kadınların yoğun bir sevgi yatırımı yaptıkları son
kutsallaştırılmış kaynak milliyetçi liderlerdi . Milliyetçi ideo­
loj inin sacayaklarından (lider-teşkilat-doktrin) ilki olan lider
kültü, onlar için geniş bir erkek figürler listesini ifade ediyordu.
Örneğin Ocaklı kadınların çıkardığı Genç Asena dergisinin her
sayısında tekrar eden özelliği, ilk sayfaların sırasıyla "Ata' dan" ,
"Başbuğ' dan" , "Lider' den" ve "Genel Başkan' dan" başlıklarıy­
la Atatürk, Alparslan Türkeş, Devlet Bahçeli ve Ülkü Ocakları
başkanı Harun Öztürk'ün sözlerine ayrılmasıydı. Öyle ki dergi­
lerin tüm sayfalarının üst çerçevesine Atatürk, Türkeş ve Bah­
çeli'nin suretleri yerleştiriliyor ve dergi kadınlar tarafından ade-

1 23
ta bu liderlerin gölgesinde okunuyordu . Bu durum milliyetçi
hareket içerisinde kadınların erkek liderlerin nezaretinde iş gö­
rerek kendilerini sembolik olarak yok ettikleri, 12 kendi sözleri­
ni değersizleştirerek kendi suretlerini görünmez kıldıkları yö­
nünde bir okumaya da kapı aralıyordu.
Görüşmelerdeyse kadınlar Fatih Sultan Mehmet'ten Ata­
türk'e, Devlet Bahçeli'den milliyetçi babalarına kadar ideolojik
repertuarlarında yer bulan tüm erkek liderlere duydukları say­
gı ve hayranlığı sıklıkla dile getirdiler. En büyük duygusal yatı­
rımı yaptıkları figürse aşkınlaştırarak adeta ilahi bir özellik at­
fettikleri Alparslan Türkeş'ti: 1 3

Başbuğumuysa anlatmak değil yaşamak lazım. Yani ona keli­


meler yetersiz kalır. Başbuğum canlı tarihti, başlı başına can­
lı tarih ! (Hülya)

Başbuğumuz Alpaslan Türkeş, böyle hişi yok ! O başka, o sev­


damın mimarı derim ben. Sevdamın mimarı . . . Şimdi Türk mil­
liyetçisi olarak bakış açısı, tavrı, yani böyle hişi var, duruşu ,
çok başka ! Lider işte yani o başka bişey ! Ben hep diyorum ki
sevdamın mimarı başbuğum! (Şenay)

Kadınların Türkeş' ten bahsederken kullandıkları kelimeler,


üslup ve takındıkları tavır, lidere duydukları hayranlığın bo­
yutlarını görmek açısından son derece çarpıcıydı. Başbuğ'a yö­
nelik sevginin bu denli duygusal bir terminolojiyle ifadesi, Tür­
keş'in milliyetçi cenahı bir arada tutan kutsallaştırılmış daya­
nakların belki de en sahicisi olmasından kaynaklanıyordu .

12 Sembolik yok edilme kavramı, Gaye Tuchman'ın kadınların kamusal alanda­


ki görünürlüğüne dair medya özelinde geliştirdiği bir kavram olmasına rağ­
men feminist eleştiri açısından son derece işlevseldir. Bkz. Gaye Tuchman,
"Introduction: The Symbolic Annihilation of Women by the Mass Media" ,
Heart and Home: lmages of Women in the Mass Media içinde, Tuchman, Arle­
ne Kaplan Daniels ve james Benit (der. ) (New York: Oxford University Press,
1978), s. v-viii.
13 Milliyetçi ideolojinin vazgeçilmez kuısal kaynaklarından biri olan lider kültü ,
Türkeş'in varlığında cisimleşmiştir. Türkeş'e atfedilen ve eski Türklerde "baş­
kan" yahut "komutan" anlamına gelen başbuğ sıfatı, onun hareket ve ideolo­
jinin kurucu ilkelerinden birisi olarak aşkınlaştırıp kuısallaştırılmasına vesile
olmuştur.

1 24
Sevgi'den nefrete, "biz"den "onlar"a doğru:
Öfke ve hıncın mağduriyet dili aracılığıyla inşası

Ü lkücü çileyi en iyi bilendir,


Ül kücü ihanete karşı dimdik durabilendir. 1 4

Milliyetçi kadınların milliyetçiliği anlamlandırmaları ve üstlen­


meleri elbette yalnızca sevgi ekseninde gerçekleşmiyordu . Ka­
dınların anlatılarına aynı zamanda yoğun bir mağduriyet söy­
lemi hakimdi ve bu örüntü , hem zihinlerinde "biz" tahayyülü­
nü oluşturmanın hem de "biz"in dışında kalanlara yönelik hınç
ve öfke duygularını geliştirmenin etkili bir aracı olarak iş gö­
rüyordu .
Fethi Açıkel, 1 5 Türk-lslam sentezinin siyasal psikanalitik bir
okumasını yaptığı ufuk açıcı makalesinde, mazlumluk psikolo­
jisinin ürettiği eziklik söylemlerinin intikamcı bir tazmin duy­
gusunu ve iktidar istemini nasıl biçimlendirdiğini anlatır. Kut­
sal Mazlumluk olarak kavramsallaştırdığı ruh halinin, aslın­
da Türk sağının tüm bileşenlerine işlemiş olan bir ideoloji ola­
rak kavranması gerektiğini iddia eder. Kutsal Mazlumluk, için­
de acı, ıstırap , çile ve hınç söylemlerini barındıran ve bu söy­
lemlerin gündelik yaşamdan siyasal alana naklini mümkün kı­
lan bir ideoloj idir. Mazlum, bir yandan sınırsız bir sevgi ve şef­
kate gereksinim duyarken diğer yandan patoloj ik bir biçimde
iktidar istemi ve intikam duygusuyla doludur. "Dünyanın acı­
masızlığı" , "Avrupa'nın nankörlüğü " , "sisteminin adaletsizli­
ği'' , "hayatın zalimliği" ve "feleğin kahpeliği" karşısında ben­
ideali tehdit altına girmiştir ve bu tehdit algısının getirdiği kor­
ku ve kaygıya , itilip kakılmanın, horlanmanın , haksızlığa ve
ihanete uğramanın neden olduğu hınç ve öfke eşlik eder. Maz­
lum, tarihi kendinden doğru bir mazlumluk manzumesi olarak
okur ve geçmişi hatırladıkça, acısını canlandırdıkça hıncı daha
da katlanır. Bu nedenle mazlumun geçmişi hatırlaması, basitçe
bir kutsama ve yüceltmeye değil, bugünkü mücadelesinde ona

14 Genç Asena dergisi, 1 5 (2006), s. 26.


15 Fethi Açıkel, "Kutsal Mazlumluğun Psikopatolojisi " , Toplum ve Bilim, 70
( 1 996) , s . 1 53- 1 98.

1 25
dirayet verecek, ivme kazandıracak bir hesaplaşma duygusunu
ve intikam arzusunu canlı tutmaya yarar.
Açıkel'in açtığı hattan girecek olursak, milliyetçi kadınların
sıklıkla başvurdukları mağduriyet söylemine esasen geçmişi acı
ve haksızlığa uğramışlık temelinde hatırlayarak yaslandıkları
söylenebilir. Geçmişi bir mazlumluk manzumesi olarak hatırla­
mak, kadınların geçmişin deneyimleri üzerinden bugünü ihtiyat
ve öfkeyle kurmalarını mümkün kılıyordu. Bu psikoloji yine ha­
reketin ideolojik kutsallarıyla, bu kutsalların tarihsel ve toplum­
sal karşılıkları arasındaki çelişkiye evriliyordu. Örneğin l 980 As­
keri Darbesi'nin kadınların başvurdukları en yoğun mağduriyet
anlatısı olması, bu tarihsel momentin milliyetçi söylemin kuru­
lumunda son derece merkezi bir yer işgal ettiğini gösteriyordu .
Kadınların anlattıkları, kutsal devleUordu ile darbeci devlet/ordu
çelişkisini bu kez mağduriyet temelinde açığa çıkarıyordu :

80 Darbesi'yle birlikte biz devletten çok pis bi darbe yedik.


Devletten yediğimiz darbenin anlatılacak bi tarafı yok ya­
ni Kurt Bakışı diye bi kitap var. O kitapta yapılan işkencele­
rin bi kısmını okursunuz, aklınıza gelecek gelmiyecek her tür­
lü işkence çeşidini ülkücüler gördü . Ülkücüler bunun yanın­
da idam edildi ve bunu yaparken gerçekten bu ülkenin milli­
yetçi damarlan da çok ciddi bi şekilde zedelendi. Bu ülkede bi­
zim yaklaşık iki bin sekiz yüz küsür şehidimiz var. Biz bunla­
nn hiçbirisini anlatamadık biz bunlan anlatamamanın yanın­
da biz 80 dönemiyle yüzleşemedik gidip de, "Allah belanı ver­
sin Kenan Evren," diyemedik. (Nalan)

Yani o dokuz tane arkadaşımızın idamını onaylayan Kenan


Evren'e hiç bi ülkücü hakkını helal etmiyecektir. Yani adil ola­
lım diye bi sağdan bi soldan astık diyen bir zihniyet ! İnsanlar
suçlu mudur değil midir diyen bi zihniyete bizim iki cihanda
da hakkımız helal değildir. (Hilal)

Maalesef 1 2 Eylül, ülkücüler ü zerine kıyım yapılmak üze­


re planlanmış bir ihtilaldir . . . Dokuz tane Gazi Eğitim'in şehi­
di var hepsi benim arkadaşım hepsini birebir tanıyorum, bi-

1 26
riyle 1 5 dakika öncesine kadar beraberdik, Alparslan gözü­
mün önünde vuruldu, Adnan köylümdü yani hepsi benim ar­
kadaşımdı. Onlar canlarını verdiler, yaşasalardı onların da be­
nim gibi evi olacaktı, torunu olacaktı, çocuğu olacaktı . . . Yani
ben diyorum 30 yıl oldu ben arkadaşlarımı toprağa vereli, 20'li
yaşlarda biz arkadaş acısı gördük, onu gömdük içimize. Acıyla
karşılaştık bakın üzüntüyle değil, yani üzüntü ve acı çok fark­
lıdır, o arkadaşlarımız bizim için acıydı yani. (Ayşe)

Tek suçları, ülkücü ve milliyetçi olmaktı, başka hiçbir suçla­


rı yoktu ! (Hülya)

Kadınların milliyetçi hareketin tarihindeki en travmatik de­


neyim olan 1 2 Eylül'e dair anlatılarında işkence , ölüm, acı, ma­
sumiyet gibi kavramlarla aktarmaya çalıştıkları mağduriyet his­
siyatının yanı sıra, tazmin edilememiş bir hınç duygusu da var­
dı. "Kenan Evren' den hesap soramamış olmak" , milliyetçi ha­
reketin "kutsal devlet" söylemiyle yakından ilgiliyken, "Kenan
Evren'e hakkını helal etmemek" bu intikam duygusunun ahi­
rete kadar gidecek bir nevi kan davası olarak yaşandığının gös­
tergesiydi. Ayrıca yaşanan deneyimin gündelik hayata dair (ar­
kadaşını kaybetme) bir "acı" olarak kavramsallaştırılması ve
milliyetçilere yönelik işkence ve zulmün bir türlü anlatılama­
mış olmasından yakınılması, devletle kurulan "kol kırılır yen
içinde kalır" tarzı ilişkinin gerilim hattını da açığa çıkarıyordu .
Tam da bu nedenle zulmün faili kişileştirilip hissedilen öfke
bastırılmaya çalışılıyor ve hesap sorma ahirete erteleniyordu .
Mağdur ama mağrur özneler olarak milliyetçilerse bu vesileyle
yüceltiliyordu . Tüm bunlar aynı zamanda "iade-i itibar" , "ikti­
dar" , "saygınlık" ve "hınç" arayışının, dolayısıyla güç isteminin
bir göstergesiydi. Üstelik geçmişi "acı" ve "haksızlığa uğramış­
lık" hissiyatı çerçevesinde hatırlamak, hem hareketi yüceltme­
ye hem de milliyetçi kadınların aidiyetlerini ve mücadele etme
arzularını güçlendirmeye yarıyordu.
Milliyetçi kadınların yaslandıkları mağduriyet söylemi , 1 2
Eylül'ün yanı sıra şehitliğe ve şehitlere dair algılar ve anlatılar­
da da yoğun bir biçimde açığa çıktı. Ülkü Ocakları'ndaki kadın-

1 27
ların, yaptıkları faaliyetlerden bahsederken sıklıkla şehit ailesi
ziyaretlerini belirtmeleri , çıkarılan dergilerin hemen her sayı­
sında şehitler üzerine ajitatif yazılar bulunması, yine dergilerin
kapak fotoğraflarında Türk bayrağına sarılı tabut ve etrafında
ağlayan kadınlar gibi görseller kullanılması, hatta derginin bir
sayısında 1 9 7 1 - 1 980 yılları arasında ölen 487 ülkücünün isim­
lerinin tek tek anılması, şehitliğin ve şehitlerin Türk milliyetçi­
liği ideolojisinin kemikleşmiş ma ğduriyet ve güç kaynakların­
dan biri olduğunu gösterir nitelikteydi;

Anam dedin Babam dedin Atam dedin bayrağa/ Hem al bayrak


oldun işte , hem bayrakta al oğul. (Genç Asena, 2006: 1 5 , ka­
pak fotoğrafı)

Tabiri caizse ateş çemberinden geçen bir ailenin çocuğuyum.


En son beş yıl evvel de Mamak'ta yatan dayımın oğlu Has böl­
gesinde, Hatay'ın Has bölgesinde PKK kurşunuyla şehit oldu !
Bizi yıldıramazlar yıldıramazlar ! (Hülya)

Yani biz bu dava için ter dökmüşüz ne ki, onlar canını verdi­
ler. (Ayşe)

Şehitliğe yapılan onca vurgu , milliyetçi kadınların gözün­


de hareketin kutsallığını perçinleyen, onu yücelten ve böyle­
ce hareket mensuplarının aidiyet ve dayanışma duygularını ,
"hınç"larını, ayakta kalma mücadelelerini diri tutan, güçlendi­
ren bir işlev görüyordu . Üstelik şehitliğe ve şehitlere referansla
inşa edilen intikam duygusu , ölümün yarattığı acıya dayandı­
rılarak meşrulaştırılıyordu . Milliyetçi kadınların mazoşizan bir
biçimde kendilerinin harekete katkılarını ve hizmetlerini şehit­
lik-ölüm gibi kutsallar karşısında değersizleştirmeleriyse, ta­
kındıkları çileci tutumun göstergesiydi.
Kurulan mağduriyet söylemi, beraberinde hareket mensup­
larının içlerinde biriken hınç ve öfkenin başkaca kaynaklara
yöneltilmesini de getiriyordu . Kadınlar milliyetçi hareketi baş­
kalan tarafından değersizleştirilen, itibar görmeyen, hakkı ve­
rilmeyen, dışlanan, kullanılıp kenara atılan, görmezden gelinen
mazlum bir hareket olarak algılıyor ve aktarıyorlardı;

1 28
Bu ülkede milliyetçi olmak bi anlamda görünmemeyi, şimdi
Batı'nın bi şeyi vardır ya sana en büyük zararı seni görmeye­
rekten verir. Amuda kalkarsın canı seni görmek istemiyosa ke­
sinlikle görmez ve bu ülkenin yaptığı da bu . Bu ülkenin hep­
si milliyetçidir falan biz gülüyoz . . . Ezanı savunan ben, bayra­
ğı ben vatanı ben, aldığım oy yüzde 7 ha ha ha ha . . . . Bugün bi
Kızılay'da bi bayrak yakıldığında kimse nerde bu AKP demez,
nerde bu MHP derler. Hani kardeşim bana saygı ilgi destekte
yok ! Ama bi şey feda edilecekse nedense gözler bize döner ya­
ni. (Nalan)

Nalan'ın bu sitemi , içinde milliyetçi hareket mensupları dı­


şındaki herkese karşı yoğun bir öfkeyi de barındırıyordu . Ben­
zer şekilde Hülya da hareketin dışındakileri milliyetçileri tanı­
mak için herhangi bir çaba sarf etmemekle, hatta milliyetçile­
ri yanlış tanımlayarak itibarlarını zedelemekle suçluyordu. Hi­
lal'se bu eğilimi dizilere bağlıyor, dizilerde sol tandanslı sena­
ristlerin hep " tipten kaybedenleri" ve "eli kanlı katilleri" ülkü­
cüler olarak göstermelerini eleştiriyordu .
Tüm bu mağduriyet anlatılarının dışında bir de kadınların
sırf harekete mensubiyetlerinden kaynaklanan, ödün vermek,
fedakarlık etmek, çile çekmek gibi fiiller etrafında kurdukları
bireysel mağduriyet deneyimleri vardı. Örneğin Ayşe hem ken­
disi hem de eşi ülkücü olduğu için atamalarının yapılmadığı­
nı, yıllarca işsiz kaldıklarını, ölüm tehdidi dahi aldıklarını iddia
ediyordu . Hülya ise şunları söylüyordu : "Biz bu vatanı karşı­
lıksız sevdik ! Gerçekten de böyle, hakikaten de karşılıksız sev­
dik, hiçbir karşılığı olmadan tam tersi ailemizden, okulumuz­
dan çocuklarımızdan ödün vererek, hatta hayatımızdan da ! "
Kadınların milliyetçi harekete kutsallığa varan bir değer at­
fetmelerini sağlayan mağduriyet anlatısı , hepsinde milliyetçi
ideoloj inin birer bileşeni olarak güçlü bir aidiyet bilinci oluş­
turmuştu . İçinde mağdur oldukları sistemin ortak bilinçte ya­
rattığı öfke ve hıncın düşmanlık ve nefrete dönüşmesiyse, olu­
şan kolektiviteye yönelik daha somut tehdit nesnelerinin söy­
lemsel inşasını gerektiriyordu .

1 29
"Düşmanlık ve nefret"in nesneleri:
AKP meselesi, PKK ve Kürtler1 6

Türk milliyetçiliğinin kimlik kurgusunda kurucu öğelerden bi­


ri de kutsallaştırılmış dayanaklara yönelik tehdit algısıdır. Yu­
karıda değindiğim öfke ve nefret duygularının yanı sıra düş­
manlık, kaygı ve korku bu tehdide karşı geliştirilen reaksiyo­
nun duygusal eksendeki kurucu unsurlarındandır. Tehdit algı­
sının yarattığı güvensizlik hissi kolektif bir kaygı ve korkuya,
korkuysa öfke ve düşmanlığa ve nihayet algılanan tehdit nes­
nesine yönelik nefrete tercüme edilir. Böylece sevginin yarattığı
biz tahayyülüne karşılık nefret onlar tahayyülünü yaratır. Nef­
ret de tıpkı sevgi gibi çok mekanlı ve mobilizedir. Farklı nesne­
ler arasında gezinerek ve dolayısıyla çoklu bir onlar tahayyülü
oluşturarak kendini sürekli var eder. 1 7 Nefret nesneleri zaman
zaman birbirleriyle yer değiştirir, birbirlerini ikame ederler.
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından itibaren tehdit nes­
neleri konjonktürel olarak değişse de tehdit algısının kendi­
si, milliyetçi duyguları besleyip kadim kılmaya devam etmiş­
tir. Mesut Yeğen'e göre Türk milliyetçiliğinin ortaya çıktığı dö­
nemdeki büyük öteki si 1 8 geleneksel lslami geçmişken, sonrala­
rı gayrimüslimlik ve dışansı, 1 970'li yıllarla birlikteyse komü­
nizm olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun çökme­
siyle komünizm temel tehdit nesnesi olmaktan çıkmış, yerini
1 980'li yıllarda boyutlanan ve 1 990'larda alevlenen Kürt mese­
lesine bırakmıştır. Kürt meselesi, yalnızca rejime sunduğu teh­
ditle değil , kamusal alan-sivil halk düzeyinde yarattığı alarm
duygusuyla da gündelik hayatta milliyetçi duyguların manip-

16 Elbette milliyetçi ideolojinin nefret nesneleri AKP, Kürtler ve PKK ile sınırlı
değildir. Nitekim kadınlar görüşmelerde komünizmden Batı'ya , Avrupa Birli­
ği'nden emperyalizme kadar pek çok düşmana ufak göndermeler yaptılar; an­
cak, en yoğun duygusal yatınını yaptıklan nefret ve düşmanlık nesneleri reel­
politik konjonktürün bir yansıması olarak AKP, Kürtler ve PKK olduğu için,
analizi bu uğraklarla sınırlandınyorum .
17 Ahmed, "Affective Economies" , s. 1 1 9.
18 Büyük öteki, Mesut Yeğen'in bahsettiğimiz tehdit ve nefret nesneleri yerine
kullandığı Lacan'cı bir kavramdır. Bkz. Yeğen, "Türk Milliyetçiliği ve Kürt So­
runu" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik içinde, s. 880-892.

1 30
le edilmesine yol açmıştır. Bu atmosferde MHP ve ülkücü hare­
ket rahat bir nefes alma imkanı bulmuş ve darbe dönemi son­
rası itildiği marjlardan siyasetin merkezine doğru kayma fırsa­
tı yakalamıştır. 1 9
Milliyetçi hareketin entelij ensiyası başlarda Kürtlerin as­
lında "dağ Türk'ü" olduklarına yönelik iddialardan hareket­
le bir inkar söylemi geliştirmiş, bu meseleyi bölücü komünist­
lerin oyunu veya Haçlı planlarının bir parçası olarak yorumla­
mışlardır. Taban nezdindeyse Kürtlerin bir etnisite olarak var­
lığını kabul eden, ancak onları gayri medeni bir etnik grup ola­
rak aşağılayan ırkçı bir söylem yaygınlaşmıştır. Tabanın bu eği­
limi l 990'ların ortalarına doğru parti ve hareketin üst kademe
mensupları arasında da kabul görmüş ve Kürt kimliğinin inka­
rı yerine, bir tehdit unsuru ve "düşman" olarak kabulü söz ko­
nusu olmuştur. Aslında Türk milliyetçiliğinin kurucu psikolo­
jik motifi olan tehdit algısı ve beka kaygısının kökenleri, impa­
ratorluğun kaybının Türkler üzerinde yarattığı travmada yatar.
Tarihsel olarak tehdit unsurları çeşitlilik arz etse de beka kay­
gısı, Türk milliyetçiliğinin psikoloj ik kurgusunda bir devam­
lılık içerisinde merkezi bir yer işgal etmiştir. Son otuz yılday­
sa bu algı Kürt meselesi üzerinden güçlendirilmiş ve bu mese­
le bölünme paranoyasına sağlam bir psikolojik zemin teşkil et­
miştir.20
Kürt meselesinin milli bekaya yönelik bir tehdit unsuru ola­
rak kodlanması milliyetçi kadınların geleceğe yönelik kaygı ve
beklentilerinden bahsettikleri anlatılarında da son derece görü­
nür oldu. Kadınlar sıklıkla gelecekten büyük bir kaygı ve kor­
kuyla bahsederek "ülkenin elden gideceği" yönünde değerlen­
dirmeler yaptılar. Bu teyakkuz hali beraberinde milliyetçi ide­
olojinin kaba söylemsel klişelerine başvurmalarını da getirdi.
Kadınların bölünme paranoyasına iç ve dış mihrakların Tür­
kiye üzerinde oynadıkları "büyük oyunlar" örüntüsü eşlik et­
ti. Hepsi Türkiye'nin en büyük sorununun bölücülük olduğu­
nu, ülkenin var olma ve yok olma noktasında olduğunu düşü-
19 Bora ve Can, Device, Ocak, Dergah, s. 580-58 1 .
20 A.g.y., s . 95.
131
nüyor ve son derece vahim bir Türkiye tablosu çizmek husu­
sunda adeta birbirleriyle yanşıyorlardı;

Bence Türkiye'nin en büyük sorunu kurulması hayal edilen


Kürdistan proj esi ! Benim için Türkiye'nin en büyük sorunu
Çanakkale'deki şehitlerimin aç sefil aldığı toprakların Kürdis­
tan olarak kurulması. Benim için en önemlisi bu. Ben karnım
doyduğunda sallanmayan bir Türk bayrağı varsa ben o tok ka­
rını istemiyorum! (Şenay)

Türkiye'nin üzerinde oynanan çok büyük oyunlar yani bu be­


ni çok korkutuyor. (Şefika)

Varolma ve yok olma noktasındayız . lnanın böyle düşünüyo­


rum. (Hülya)

Kadınların yoğun bir alarm duygusu içerisinde ajitatif bir


biçimde ifadelendirdikleri bu kolektif korku ve kaygılar, re­
el-politik düzlemde Kürt meselesi özelinde yaşanan konjonk­
türel gelişmelerle doğrudan bağlantılıydı. Görüşmelerin yapıl­
dığı dönem AKP hükümetinin Kürt Açılımı proj esinin henüz
tazeliğini , güncelliğini ve toplumun belli kesimleri nezdin­
de inandırıcılığını koruduğu bir dönemdi. Kürt Açılımı proj e­
si milliyetçi cenahın zihninde "vatana ihanet" ve "ülkeyi par­
çalama" proj esi olarak karşılık buldu . Bu da beraberinde mil­
liyetçi kadınların Kürt meselesiyle ilgili değerlendirmelerini
AKP'nin Kürt Açılımı projesi üzerinden yaparak, yer yer ırkçı
göndermeler barındıran düşmanlığı , bölünme sürecinin temel
aktörü olarak gördükleri AKP'ye yöneltmelerini getirdi.21 On­
lara göre ortada bir Kürt meselesi yoktu , AKP meselesi vardı.
Bu hedef sapması daha önce de bahsettiğimiz milliyetçi söy­
lemde nefret nesnelerinin çok mekanlılığı ve yer yer birbirleri-

21 Burada elbette AKP'yi milliyetçilikten azade bir siyasi parti olarak konumlan­
dırmıyoruz. Şüphesiz AKP günümüzde ana akım milliyetçiliğin en temel sa­
vunucusu ve taşıyıcısı olarak iş görüyor. Dolayısıyla MHP ve AKP arasındaki
Kürt Açılımı vesilesiyle yoğunlaşan bu antagonizmayı daha çok merkez-çeper
milliyetçilikleri arasındaki bir gerilim olarak okumak yerinde olur. Değilse bu
yorum milliyetçi cenahın Kürtlerle bir problemi olmadığı yahut AKP'nin mil­
liyetçi olmadığı gibi yanlış okumalara sapabilir.

1 32
ni ikame etme hallerini açığa çıkarmak açısından da iyi bir ör­
nek teşkil ediyordu .

Etnisite siyasetiyle bu millette bi kere, farklı bir bilinci, millet


bilinci uyandırmaya başlaması ve insanların bu kimlikle ken­
dilerini ifade etmeye başlaması, bunun da Türkiye'de bir bö­
lünme sürecini yaratması beni en çok rahatsız eden kısmı bu .
Bakın dokuz sene öncesine kadar bu millet, işte kendini ben
Kürt'üm diye ifade ediyor, ben bilmem Türkmen'im diyor ve­
ya biz çok fazla söylemiyorum bunu ama özellikle işte Doğu ,
Güneydoğu, Karadeniz , etnik siyasetin önünü açtı AKP ve bu
uygulanmaya başladı. (Hilal)

Ben AKP eşittir PKK diyorum. Hatta AKP'nin yanına KK'yı ek­
lesinler. Aynı parti gözüyle bakıyorum. (Ayşe)

Kadınların AKP'ye yönelik öfke ve düşmanlıkları, yalnızca


Kürt meselesi üzerinden şekillenmiyordu . AKP'nin demokra­
si ve özgürlükler konusundaki baskıcı ve otoriteryan tavrını da
eleştiriyor ve rej imin AKP'yle birlikte aldığı hali "faşizm" ola­
rak nitelendiriyorlardı. Yine AKP'nin başörtüsü ve dini, siyasi
arenada bir rant malzemesi olarak kullandığını iddia ediyor, bu
yüzden de özellikle Recep Tayyip Erdoğan'a karşı son derece
kişiselleştirilmiş bir düşmanlık ve nefret besliyorlardı.
Milliyetçi kadınlar söz konusu Kürt meselesi ve Kürtler ol­
duğundaysa son derece savunmacı bir pozisyon aldılar. Mese­
leye ırkçı saiklerle yaklaşmadıklarını anlatma çabası içerisine
girdiler. Öfke , düşmanlık ve nefretlerini asla doğrudan Kürtle­
re yöneltmediler. Bu tavırları ifade etmelerini AKP kadar PKK
de bahsi de kolaylaştırdı. Kadınlar etnik bir kimlik olarak Kürt­
lüğü tanıdıklarını, Kürtlerle bir sorunları olamayacağını ısrar­
la vurgularken, söz konusu "Kürtçülük yapanlar" , "bölücüler"
ya da PKK olduğunda milliyetçi söylemin kaba klişelerine te­
reddütsüz yaslandılar. Filiz, Kürtlere değil , Kürtçülük yapan­
lara tepki duyduğunu , Melike, Türkiye'nin Kürt sorunu değil
PKK sorunu olduğunu , Şenay ve Hilal ise Kürtlerle PKK'yi bir­
birinden ayırmak gerektiğini; zira oturdukları apartmanlarda

1 33
Kürt komşuları olduğunu ve bölücü olmadıkları sürece onlarla
herhangi bir sorunları da olamayacağını dile getirerek insanlı­
ğın önemine vurgu yaptılar. Yine de hepsi en çok Kürt meselesi
üzerine konuşurken öfkelendi. Öyle ki aralarında "bölücüleri"
ve PKK'yi lanetlerken öfkesini ezeli düşman addettiği Ermeni­
lere yönelten de oldu : "Zaten PKK olayı PKK'nın nerden tetik­
lendiğini hepimiz biliyoruz. Menşeini biliyoruz. Daha çok için­
de Ermeniler olduğunu, kandırılmış çocukların içinde olduğu­
nu . . . Kürde PKK'yı ayrıştırmak lazım ! "22 (Hülya)
Politik düzlemde Kürt meselesiyle ilgili konuşurken ihtiyat­
lı davranmaya özen gösteren milliyetçi kadınlar, mevzu gün­
delik hayata ve somut durumlara taşındığında biraz bocalıyor­
lardı. Çocukları gelecekte bir Kürt'le evlenmek istese nasıl tep­
ki verecekleri yönündeki soruyu cevaplarken ya çok düşündü­
ler ve ideal cevabı vermeye çabaladılar ya da ihtiyatlarını koru­
yamadılar:

Bölücü olmaması şartıyla ! Yani olabilir de şimdi. . . . Yani yapı­


cak bi şi yok, n'apıcaksınız, olabilir . . . (Hilal)

Yalla bu çok ııııı ben şöyle dua ediyorum çocuklarıma, vatanı­


nı, bayrağını, ezanını, büyüğünü , küçüğünü , bilen kişiler Al­
lahım nasip etsin. Ondan evvel ülkücü , diyodum açıkçası. Bir
kızım bir ülkücüyle evlendi çok şükür çok da mutlular . . . Kıs­
met derim. Allah iyi insanlarla karşılaştırsın. Allahım iyi insan­
larla karşılaştırsın ! (Hülya)

Bu Kürt Açılımı olmadan önce , AKP iktidara gelmeden ön­


ce çok rahatlıkla hiç düşünmeden kızım istedi gözüm kapa­
lı verirdim ama şimdi bende nasıl bir ötekileştirme oluştur­
duysa, karşıki insan da bana, onun da bana karşı bi ötekileştir­
me oluşturdu . Onun için çok mı düşünmem lazım. (Nermin)

22 Kürtlerin Ermeniler gibi gayrimüslim olan "ezeli düşmanlarla" özdeşleştiril­


mesi Türk milliyetçiliğinde sık rastlanan bir söylemsel pratiğe karşılık geliyor.
Mesut Yeğen, özellikle Irak'ın işgalinden sonra Kürtlerin yoğunlukla Yahudi­
lerle özdeşleştirildiğinden ve "Yahudi-Kürtler" olarak anılmaya başladığından
bahsediyor. Bkz. Yeğen, "Turkish Nationalism and the Kurdish Question" ,
Ethnic and Racial Studies, Cilt 30, Sayı 1 (Ocak 2007) , s . 1 1 9- 1 5 1 .
1 34
Ay ama zor ya anlaşmak halay malay acayip çekiyolar, yeme­
ği. . . Yok yok almazdım ! Şimdi arkadaşlık farklı aileye girmek
farklı. Ben onların dilinden falan anlamam . . . . Koyu bir Kürt'e
çocuğum da olsa vermezdim almazdım kızım ! Uymazdık çün­
kü . . . . Mümkün diğil olmaz. (Belkıs)

Aslında yukarıdaki tablo, görüştüğüm milliyetçi kadınların


teşkilat içindeki konumlarına göre heterojen yapısını da açığa
çıkarır nitelikte gibi görünüyor: Yukarıdan aşağı doğru bir oku­
mayla Kürtlerle ilgili görüşlerin gittikçe daha samimi ve gün­
delik ifadelerle ortaya konduğuna tanık oluyoruz. Alıntılar ara­
sındaki bu ton farkı, tamamen görüşmecinin hareket içindeki
konumuyla bağlantılı olarak oluşuyor. Oldukça kişisel olan bu
soruya ihtiyatla politik cevaplar vermeye çalışan kadınlar, ha­
reket içinde daha çok üst makamlarda görevliyken, düşüncele­
rini daha samimi biçimde ve gündelik hayatın içinden dile ge­
tirenler mahalli makamlarda görev alan kadınlardı. Dolayısıyla
siyasetin merkezine olan mesafe azaldıkça kadınlar stratejik dili
daha kolay benimserken, mesafe arttıkça daha gerçek ve doğru­
dan yorumların önü açılıyordu . Bu minvalde yukarıda özellik­
le Belkıs'ın söyledikleri kültürel bir kimlik olarak Kürtlüğe da­
ir algı ortalamasını da gözler önüne serer nitelikteydi. Kadınlar
tarafından Kürtlüğün etnik ve siyasi bir kimlik olarak tanınma­
sı reel-politik atmosfer gereği daha olağanmış gibi görünse de
söz konusu kültür, gelenek ve yaşanan -ya da yaşanması muh­
temel- sahici deneyimler olduğunda ifadeler ayrımcı bir yöne
kayarak sertleşiyordu .
Kadınların Kürtlere yönelik algılarına dair bir başka göster­
ge , aralarında akrabaları , eşleri yahut kendileri Kürt olan ka­
dınlar olmasına rağmen görüşmeler esnasında onlara doğru­
dan sorulmadığı sürece bunu dile getirmemeleriydi. Kadınlar
etnik bir kimlik olarak Kürtlüğü inkar etmeseler de kendi -ola­
sı- Kürtlüklerine şüpheyle yaklaşıyor ve kişisel olarak bu kim­
liği sahiplenmiyorlardı: "Hayır ama nenede falan Kürtlük var.
O kadar. . . Öyle bir akrabalarımızda falan da var yani öyle Kürt­
lük. " (Nalan)

1 35
Kürt meselesine dair sohbet güncel politik konjonktür üze­
rinden geliştikçe kadınlardan hem Kürtlerin siyasi arenada
temsiline yönelik karşı çıkışlar hem de kültürel kimliklerine
yönelik ayrımcılığa varan yorumlar geldi. Ayşe, açılım proje­
sinin somut bir görüngüsü olarak yaşanan Habur deneyimini ,
Kürtler söz konusu olduğunda siyasi arenada verilen tavizle­
rin bir sonucu olarak okuyor ve siyaseten önlerinin kapatılma­
sı gerektiğini ifade ediyordu . Hilal BDP'yi "bölücülerin partisi"
olarak nitelendiriyor, onlara demokratikleşme ve insan hakları
adına sunulan olanakların beraberinde başka talepleri getirdi­
ğinden yakınıyordu . Bu talepler silsilesinin ayrı bir devlet kur­
maya kadar gidecek bir sürece dönüşmesinden korkuyordu .
BDP'li milletvekillerinin tankların üzerine çıkarak, polise tokat
atarak devlete rest çekmelerini devlet otoritesinin zafiyeti ola­
rak okuyordu . Ayça, BDP'li vekillerin "terörist" kıyafetiyle mi­
ting alanlarında boy gösterdiklerinden şikayet ederken öfkesi­
ne hakim olmakta zorlanıyor ve son derece ırkçı bir dile teslim
oluyordu : "lki kelam biliyolar, yarım yamalak bi Kürtçe biliyo­
lar bilmiyolar, yarım yamalak Türkçe konuşuyolar hiçbi şeyle­
ri tam diğil ! . . . Asla sivilleşmiş olmadıkları için çözüm yolunda
hiçbi faydaları olmucaktır yani. Olmasalar daha iyi bence, mec­
liste olmasalar daha iyi ! "
Görüşmelerde sohbet somut olaylar üzerinden şekillendik­
çe kadınlar iyiden iyiye ajite oluyor ve meseleye dair son dere­
ce gündelik bir dille, klişe yorumlar yapıyorlardı. Örneğin ana­
dilde eğitim meselesinden bahsederken ne kadar istikrarlı ve
politik yorumlar yapmaya çalışsalar da çelişkilerle dolu değer­
lendirmeler arasında adeta savruldular. Melike bir yandan as­
lında Kürtlerin anadilde eğitim gibi bir taleplerinin olmadığını,
onları bu yönde provoke eden güç odaklarının yönlendirmesi­
ne maruz kaldıklarını iddia ediyor, diğer yandan bu insanların
Türkçe bilmemelerini Türkiye Cumhuriyeti'nin o bölgedeki
eğitim politikalarındaki bir zaafiyet olarak görüyordu . Dilek de
anadilde eğitime karşıydı, Doğu'ya giden bir öğretmenin Kürt­
çe bilmek zorunda olmadığını, Kürtlerin bu ülkede çocukları­
nı okutmak istiyorlarsa Türkçe öğrenmek zorunda olduklarını

1 36
sert bir üslupla dile getirdi; öte yandan TRT ŞEŞ'in kurulmasını
Kürtlerin kendi dillerinde doğru haber dinlemeleri için olumlu
bir adım olarak değerlendirdiğini ekledi. Gamze ise meseleye
kendince daha soğukkanlı yaklaşıyordu : "Evde Kürtçe konuş­
sunlar zaten konuşuyolar onlara kim yasak koyuya ki? "
Kürt meselesinin somut tezahürlerine dair değerlendirmele­
rinde son derece indirgemeci, ayrımcı ve yer yer ırkçı bir söy­
lemsel alana hapsolan milliyetçi kadınlar arasında, her halükar­
da milliyetçi söylemin yükünü üstünden atarak Kürtlerle em­
pati kurma ya da daha soğukkanlı değerlendirmeler yapma eği­
liminde olanlar da vardı. Bu kadınlar daha çok özel hayatların­
da Kürtlerle karşılaşma deneyimini yaşamış olanlardı. Bu du­
rum ideolojik aidiyetleriyle kişisel deneyimleri arasında bir ge­
rilim doğmasına neden oluyor, meseleye dair çelişkili ama çar­
pıcı yorumlar yapmalarına kapı aralıyordu . Gamze üniversite­
den en yakın arkadaşı olan Mehmet'in Kürt olduğundan, hat­
ta kendisine Kürtçe öğrettiğinden, sabahları Mehmet'e Kürtçe
"günaydın" dediğinden bahsediyordu . Haliyle Gamze'nin daha
önce anadilde eğitim meselesiyle ilgili yaptığı milliyetçi klişe­
lerle yüklü yorumlar bu deneyimle boşa çıkıyordu . Yine görüş­
me boyunca BDP'yle ilgili olarak da öfke ve düşmanlıkla yüklü
ifadeler kullanan Gamze, Mehmet'in BDP'li olduğunu öğrense
ne hissedeceği yönündeki soruya onu hiç ilgilendirmediğini zi­
ra Mehmet'i insan olarak çok sevdiğini söyleyerek yanıt verdi.
Kadınlar arasında Kürt meselesine dair en çarpıcı ve şaşırtıcı
yorumları Nalan yaptı. Urfa doğumlu olan Nalan, ülkücü olan
ailesiyle birlikte çocukluğu boyunca Mersin'de bir Kürt getto­
sunda yaşamıştı. Bu deneyimin izleri onun meseleye dair mil­
liyetçi söylemin sınırlarını hayli zorlayan ve hatta aşan yorum­
lar yapmasına vesile oldu . Nalan gündelik yaşamdaki karşı­
laşmalarda kurulan insani ilişkilerin etnik, ideolojik ya da di­
ni kimlik gibi belirleyenlerden bağımsız olarak geliştiğini dü­
şünüyordu :

Ama işte arkadaşlarımdan sonra PKK'ya katılanlar oldu, bom­


balı pankartlı hapse girenler oldu falan filan . . . Biraz daha bu iş-

1 37
lere siyasi değil de böyle insani boyutta da çünkü hepsinin ay­
n ayn hikayelerini biliyosun ediyosun. Bi de insanlar arasında
aslında ilişki doğunca bişey olmak o kadar sıkıntı olmuyo . Ya­
ni iki insan tanışık olunca ülkücü olmak, Türk, Kürt olmak o
kadar sıkıntı olmayabiliyo.

Nalan'ın bu yaklaşımı, Kürt meselesinin ortaya çıkış koşulla­


rına dair milliyetçiliğin kırmızı çizgilerini ihlal eden değerlen­
dirmeler yapmasını da mümkün kılıyordu . Ona göre PKK'nin
temelleri, Diyarbakır Cezaevi'nde Kürtlere yapılan işkenceler­
le atılmıştı. PKK bir yandan da "alt kesimdeki insanların 'beni
gör' çığlığıydı aslında, o kendini evin içinde fark ettirmek iste­
yen çocuğun ağlaması , etrafı kırıp dökmesi gibi . " Esasen görüş­
me boyunca son derece aykın değerlendirmeler yapsa da Na­
lan'ın bu tavrı zaman zaman yerini milliyetçi söylemin ırkçı/ay­
rımcı diline bırakıyor, o da bu dile teslim olarak savruluyordu :

Bu açılımla birlikte falan bi çoğu şunu zannediyo , işte açılım­


la birlikte lzmir'in kızı bana bakacak. Sana değil Yörük köy­
lüsüne de bakmıyo yani senin Kürtlüğün Türklüğünle alaka­
lı değil ! Diyelim ki çocuk oturmayı kalkmayı bilmiyo , ko­
nuşmayı bilmiyo , sokakta kıza laf atıyo , kız ona ters cevap ve­
riyo , Kürt'üm [diye ) diyo ! Yani biraz bu algılar oluşturuldu ya­
ni bundan bir 40 yıl önce böyle şeyler yoktu. Bi Doğulu sade­
ce işte taşralıydı, yemek yemeyi bilmez falandı. Biraz da bu
mesela şeydir Doğu' da havalı kızlar ve havalı erkekler düzgün
Türkçe konuşur. Yani aslında biraz alt kültür olarak kalmış­
tır ve şöyle söleyeyimbi gıpta var bir heves var ama bunu ifade
ediş tarzları çok farklı ! Yani bu devlet isteği falan olmayan bir
şeyken bugün artık Kürtlerin kafasına silah dayıya dayıya bu­
nu yaptıracaklar.

N alan'ın öznel deneyimleri ve bu deneyimlerden hareketle


oluşmuş düşünceleriyle, benimsediği milliyetçi ideolojinin sesi
sık sık çatıştı. Görüşme boyunca milliyetçi ideolojinin söylem­
sel sınırlarıyla kendi kişisel deneyimlerini eşleştirme çabası, or­
taya çelişkilerle dolu bir anlatının çıkmasını sağladı. Bu çelişki-

1 38
lerin, görüştüğüm tüm kadınların anlatılarında farklı düzeyler­
de de olsa bulunmasının elbette bir anlamı vardı.

Sonuç

Milliyetçi kadınların vatan, millet, aile, devlet, ordu, din ve li­


der gibi milliyetçi ideolojinin kutsiyet atfettiği kaynaklara yü­
celtme, sadakat, güven, adanmışlık ve hayranlık gibi duygular
aracılığıyla yaptıkları yoğun sevgi yatırımıyla, bu sevgi nesnele­
rinin varlığına yönelik birer tehdit unsuru teşkil eden mefhum
ve aktörlere duydukları öfke, hınç, kaygı, korku , düşmanlık ve
nefret duygularını, milliyetçi ideolojiye içkin olan, ona gücü­
nü veren ve onun devamlılığını sağlayan başat bir özellik ola­
rak okumak mümkün. Ancak kadınlar milliyetçilikten bahse­
derken görüşmelere hakim olan atmosferi ve onların tüm bu
gündelik, siyasi j argondan uzak, duygusal değerlendirmelerini
kadınlara özgü siyasetle ilişkilenme tarzı olarak da okumak ge­
rekiyor. Zira kadınlar ile iktidar, özellikle de siyasi iktidar ara­
sında ezelden beri var olan sorunlu ilişki, onların iktidara da­
ha uzak konumlanışını ve aktif siyasetteyken dahi siyasi jargo­
nun dışına çıkarak, daha gündelik ve duygusal bir dil tutturma­
larını beraberinde getiriyor. Haliyle görüşmelere hakim olan bu
örüntüyü daha çok onları bireysel ve toplumsal olarak belirle­
yen, kadınlık kimliğine özgü (belki stratejik) bir özellik olarak
görmek yerinde olur.
Milliyetçi kadınlarla yaptığım görüşmeler, ideolojiler ve söy­
lemlerin özneleri tarafından hiçbir zaman onlara sunuldukları
biçimiyle üstlenilmediğini de gözler önüne seriyor. Kadınların
anlatılarında her ne kadar ideolojinin sesi baskın gelmiş gibi
görünse de, aslında ortaya çıkan tablo , üstlendikleri ideolojiy­
le uzlaştıkları kadar çatıştıklarını, ideoloj inin çizdiği sınırlara
sadık kaldıkları kadar o sınırları ihlal de ettiklerini gözler önü­
ne seriyor. Görüşmeler boyunca zihinlerindeki sevgi ve nefret
nesneleriyle, onların somut bağlamlardaki karşılıkları arasında
savruluşları, ideoloj iyle aralarında tek taraflı bir belirlenim iliş­
kisinden ziyade , söylemsel bir müzakere ve mücadele ilişkisi

1 39
olduğuna işaret ediyor. Nihayetinde milliyetçi kadınlann mil­
liyetçiliği anlama, anlamlandırma ve kendi söylemsel evrenle­
rine uyarlama tarzları, onlann milliyetçi ideolojinin nesneleri
değil, bu ideolojiyi eğip bükerek dönüştürme potansiyelini ha­
iz birer politik özne olduklannı gösteriyor.

1 40
iKiNCi KISIM

Gündeliğin Günceli:
Medyada Cinsiyetin İnşası
4
ZORUNLU-GÖNÜLLÜ MİLLİYETÇİLİKLER
VE TOPLUMSAL CİNSİYET:
ERlLLİGİN BEDELİ

F UNDA GENÇOCLU ONBAŞI

Giriş

Bu çalışmanın başlangıç noktasında Türkiye'de yerleşik siya­


sette askerlik olgusuna dair ana akım yaklaşımın bir çelişkiy­
le malul olduğuna dair tespit yer almaktadır. Bu çelişkinin iki
katmanlı olduğunu söylemek mümkün. llk olarak tuhaf biçim­
de, bedelli askerlik belli aralıklarla farklı hükümetler tarafın­
dan birkaç kez uygulamaya konulmasına ve en sonuncusunda
da görüldüğü üzere, toplumun genelinde ya da siyasi partiler
arasında çok büyük bir tepkiye yol açmamasına rağmen, vic­
dani reddin hem resmi söylemler ve yazılı basın içerisinde hem
de gündelik dilde kategorik olarak reddedilmesi göze çarpmak­
tadır. lkinci olarak gerek muhalefet partilerinden gerekse yazı­
lı medyadan bedelli askerlik yasasına yönelen -ve vicdani red­
de yönelik itirazlarla karşılaştırıldığında hayli cılız kalan- iti­
razlarda (ve dikkat çekecek derecedeki destekte) neredeyse is­
tisnasız biçimde sadece bu yasanın ekonomik sonuçlarına atıfta
bulunulması anlamlı görünmektedir.
Bu çalışmadaki çifte-çelişki çıkış noktası alınarak askerlik
üzerine ana akım söylemsel pratikler analiz edilmektedir. Söz
konusu çelişkinin neden ve sonuçları temelde aynı noktada bu-

1 43
luşurlar: toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve bu hiyerarşiyle öz­
deşleşmiş cinsiyetçi ayrımcılık. Bu hiyerarşide hem egemen
eril kimlik, hem de ikincilleştirilen diğer kimlikler (kadınlar
ve LGBT) birtakım değerler ve davranış normlarıyla, buna bağ­
lı olarak da belli toplumsal rollerle özdeşleştirilmekte, aynı za­
manda eril kimlikle özdeşleştirilen değerlere üstünlük atfedile­
rek diğer kimliklere ait davranış normları da bu kimlik kerte­
riz alınarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmada vurgulanmak iste­
nen Türkiye'de askerliğe dair hakim yaklaşımın hem toplumsal
cinsiyet hiyerarşisinden ve ayrımcılıktan kaynaklandığı hem de
birbirine paralel ilerleyen iki süreçte bunları yeniden üretmek­
te olduğudur. Böylelikle , bir tarafta, "erkek" (ve "kadın" ) olma­
ya dair hakim değerler yeniden üretilir ve erkek olmanın bizati­
hi kendisine bir değer atfedilirken, diğer tarafta da siyasetin kav­
ramsallaştırılması ve siyasalın tanımlanmasıyla ilgili bir süreç iş­
lemektedir. Bilindiği üzere, modem siyasal alan rasyonalite/akıl/
materyalizm üzerinden tanımlanırken duygular ve inançlar bu
alanın dışında kalır. Bu anlayışta, birincisi "erkek"liğin ikincisi
"kadın"lığın "öz"ü addedilir. Türkiye'de ana akım söylem içe­
risinden bedelli askerliğin savunusunda ya da bedelli askerli­
ğe karşı çıkışta, temel savların ekonomik rasyonalite üzerinden
kurgulanması bu açıdan anlamlıdır. Öte yandan askerliğe dair
sözün vicdani retle ilişkilendirildiği düzlem söz konusu oldu­
ğunda durum değişir. Zira vicdani ret, askerliğe yaklaşımda eril
olmayan dili taşıma potansiyeli barındırdığı ölçüde "vicdan" ir­
rasyoneldir, duygusaldır; dolayısıyla eril değil dişildir; dolayı­
sıyla aslında akıl/rasyonalite ekseninde tanımlanmış siyasal ala­
nın dışına düşer. Yani askerlik tartışmaları belli bir siyaset anla­
yışının yeniden üretilmesine, bu da hakim kimliğin (eril) hege­
monyasının sürekliliğine hizmet etmektedir.
Bu çerçevede bu bölümde, Türkiye'de askerlikle ilgili tartış­
malar -bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı Mart 20 1 1 ile
Mart 20 1 2 arasındaki bir yıllık dönem esas alınarak- toplumsal
cinsiyet perspektifinden ve bedelli askerlik-vicdani ret tartış­
maları ekseninde eleştirel bir analize tabi tutulmaktadır. Çalış­
manın temel sorunsalını gerek resmi ve hakim söylemsel pra-

1 44
tikler gerekse alternatif söylemler üzerinden geliştirilen argü­
manların yerleşik eril siyaset pratiğiyle girdikleri çelişkili iliş­
ki oluşturmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, daha özel olarak bu
çalışma bütün bu tartışmaların LGBT birey ve grupların maruz
kaldığı ayrımcılığın (yeniden) üretilmesiyle bağıntılı olduğunu
göstermeyi amaçlamaktadır.

Teorik ve vicdani arka plan

Bu bölümün temel dayanaklarını siyasal düşüncenin bazı temel


kavramlarına dair kuramsal yaklaşımların yanı sıra bu okuma­
larla yoğrulan politik bir vicdan oluşturmaktadır. Türkiye'de­
ki bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının çözümlemesi­
ne geçmeden önce bu temel dayanakları irdelemek yerinde ola­
caktır. llk olarak ayrımcılık karşıtlığının demokratik siyasetin
kalbinde yatan ilke olduğu tespitinden bahsetmem gerekiyor.
Böyle bir politik konumlanmanın doğal sonucu ise sosyo-poli­
tik hayata dair analizlerin ancak bu yapıyı sarıp sarmalayan ik­
tidar ilişkileri ve dolayısıyla hegemonya olgusuna odaklanarak
mümkün olduğu düşüncesidir. Böyledir çünkü mevcut hege­
monyayı sorgulamanın ve/ya da eşitsiz iktidar ilişkileriyle öz­
deşleşen ayrımcılığa karşı mücadelenin ilk adımları bu iktidar
ilişkilerini görmek, anlamak, deşifre etmek ve göstermek ol­
mak durumundadır.
Cynthia Enloe "vicdani reddi bütünüyle anlamak için femi­
nist bir meraka sahip olmak" tan bahseder ve tam anlamıyla fe­
minist bir soru olarak nitelendirdiği şu soruyu sorar: "Vicdani
ret panoramasının tamamında kadınlar neredeler? " 1 lşte bu ça­
lışmanın ikinci dayanağı, tam da bu soruda sembolik ifadesi­
ni bulan milliyetçilik-militarizm-toplumsal cinsiyet ilişkisinde
kadınların rolüne atfedilen önemdir. Nitekim Enloe bu kışkır­
tıcı soruyu sorarken şuna dikkat çekmeye çalışmaktadır:

Cynthia Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin Neresinde ? Bazı Feminist
ipuçları " , Çarklardaki Kum: Vicdani Red Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler
içinde, Özgür Heval Çınar ve Coşkun Üsterci (der.) (İstanbul: lletişim Yayın­
ları, 2008) , s. 1 03- 1 04.

1 45
Geleneksel erkeklik standartlarını belirleme ve koruma konu­
sunda rol oynayanlar sadece erkekler değil. Kadınlar da erkek­
liğin devam etmekte olan politikaları üzerinde etki sahibi. As­
kerlik hizmetinden kaçınan bir erkeği, yaygın olarak kabul gö­
ren erkeklik kodlarına uyamamakla suçlayan her kadın ordu
saflarını doldurmak için erkekleri harekete geçirmekte devle­
te yardımcı olabilir. 2

Bu çalışmada , Enloe'nun altını çizdiği "ilk bakışta resmin dı­


şındaki ya da çerçevenin içindeki önemsiz figürler olarak gö­
rünseler de . . . erkeklik standartlarının inşacıları olan kadınlar"3
tanımlaması temel olarak ve aynı nedenle milliyetçilik ve mili­
tarizmle yoğrulmuş ana akım söylemler karşısında , bilhassa ka­
dınlar tarafından sergilenen eleştirel tutumların hayatiyetini bir
kez daha vurgulayacaktır. Kadınların milliyetçi-militarist söy­
lemler karşısında göstereceği bu eleştirel tavrın hakim anlayı­
şa alternatif bir siyasi duruş geliştirebilmede ki anahtar rolüne
duyulan inancın bir yansıması, en azından bu bölümdeki ba­
kış açısından, bu eleştirel tavırla LGBT hakları hareketinin dik­
kat çektiği sorunlar arasında bir bağ kurulmasıdır. Burada kas­
tedilen, feminizmin cinsiyetçilikle (sexism) mücadelesi ile he­
tero-cinsiyetçilik (heterosexism) karşıtı mücadele arasında ku­
rulan köprüdür. Spike Peterson'ın belirttiği gibi , "heterosek­
sizm geleneksel bakış açısından bakıldığında -ve hatta eleştirel
yaklaşımların çoğunda da- siyasi kimliklerin ve onlar arasın­
daki potansiyel çatışmaların en görünür, en göze çarpan boyu­
tu değildir. . . halbuki temelindeki karşıtlık, durmaksızın hiye­
rarşik farklıklıkları üretmekte ve özellikle de hiyerarşilerin nor­
malleşmesine hizmet etmektedir. "4 Peterson'un belirttiği gibi,
1 994'te Lynda Hart "ikiz süreçler" olarak düşündüğü hetero­
normativite ve patriarkayı birleştiren bir kavram olarak ve "he-

2 A.g.y . , s. 1 04.
3 Enloe, " Kadınlar Askeri Vicdani Reddin N eresinde? Bazı Feminist lpuçlan" ,
s. 1 04.
4 Spike Peterson, "Sexing Political ldentities/ Nationalism as Heterosexism" , ln­
ternational Feminist ]ournal of Politics, Cilt 1 No. 1 , 1 999, 34-65, s. 56. Vurgu
bana ait.

1 46
teroseksüel aile formlannı ve onlann yansıması olan heterosek­
sist kimlikleri ve pratikleri doğallaştıran/normalleştirencinsel­
lik/cinsiyet sistemleri"ni tanımlamak üzere heteropatriarka te­
rimini önermiştir. " 5
Üçüncü olarak, "homofobi" kavramına yönelik eleştirel ba­
kış açısı bu çalışmada önemli bir yer tutmaktadır. Her ne ka­
dar hem akademik hem de gündelik dilde giderek yerleşikleşi­
yor ve geniş kabul görüyorsa da meselenin bu kavram aracılı­
ğıyla, "homofobi karşıtlığı" şeklinde dile getirilmesinin bazı so­
runlara yol açabileceği düşünülmektedir. "Psikoloj i kaynakla­
rına bakacak olursak fobi herhangi bir durum, nesne , aktivi­
te, insan veya hayvana karşı duyulan irrasyonel, dayanılamaz ,
engellenemez ve devamlı bir korku olarak tanımlanacaktır. "6
Bu açıdan bakıldığında homofobi kavramı da "homoseksüali­
te ve homoseksüellere karşı duyulan irrasyonel korku , tiksinti
ve nefreti ifade eder" 7 Sonuç olarak, homofobi kavramı LGBT
bireylerin maruz kaldığı önyargı, şiddet ve ayrımcılığın köken­
lerini bazı bireylerin anksiyete bozukluklarına atıfla anlamaya
çalışan bir analiz aracı olmakta , diğer bir ifadeyle bu önyargı,
şiddet ve ayrımcılığın bir fobiden kaynaklandığını öne sürmek­
tedir.8 Fakat bu yaklaşım Berk Efe Altınal'ın belirttiği gibi bazı
sorunlara neden olabilir:

Birincisi, böyle bir tanım bütün bir tarihsel , kültürel, sosyal,


heteropatriarkal, ekonomik vs. bağlanılan göz ardı ederek so­
runu birey düzeyine indirger. İkincisi, sorun psikolojik ola­
rak nitelendirildiği için soruna karşı mücadele de politik ola­
rak değil psikolojik olarak verilir. Üçüncüsü , herhangi bir ki­
şi psikoloj ik olarak rahatsız olarak tanı aldığında bu ona ba­
zı haklar verir; söz gelimi artık işlediği suçlardan sorumlu ol-

5 A.g.y., s. 57, dipnot 7.


6 Berk Efe Altınal, " Homo'fobi' ve Psikoloj ikleştirme" , Heteroseksizme Karşı
Gôkkuşagı Antihomofobi 3 içinde, Kaos GL (der. ) , Ankara : Ayrıntı Basımevi,
20 1 1 , s. 85-89 , 85.
7 Gust A. Yep, " From Homophobia and Heterosexism to Heteronormativity"
]oumal of Lesbian Studies, Cilt 6, Sayı 3-4 (2002) , s. 1 63- 1 76.
8 Altına!, "Homo'fobi' ve Psikolojikleştirme" , s. 86 .

1 47
mayacak aksine bir hastalığın kurbanı olarak konumlanabi­
lecektir. 9

Altınal'ın da vurguladığı gibi LGBT bireylere ve/ya da etnik


ve dinsel azınlıklara yönelik önyargı, şiddet ve ayrımcılık bu­
gün homofobi, zenofobi, lslamofobi gibi kavramlarla anılıyor
olsa da aslında , "Bu söylemler birer fobi değildirler. Bu söy­
lemler belli birtakım politik duruşların tezahürleri olarak or­
taya çıkmaktadırlar. " 1 0 O zaman, aslında mesele bazı bireyle­
rin irrasyonel korkuları değil ırkçılık ve ayrımcılık gibi siyasi
meselelerin ve dolayısıyla sistematik olarak işleyen siyasal du­
ruşların tezahürleridir. LGBT bireylere yönelik önyargı , şiddet
ve ayrımcılığın kaynağını homofobik bireylerde aramak, "Psi­
kolojikleştirme olarak adlandırılan indirgemeci ideolojinin içi­
ne düşmek olur. " 1 1 Bu tespitin önemi şurada yatmaktadır: " [ M ]
eseleyi politik alandan psikoloj ik alana çekmek baskıcı kurum­
lara prestij ve iktidar kazandır [ ır] " 1 2
Son olarak, bu çalışmanın teorik v e vicdani arka planında
"insani güvenlik" kavramı da büyük öneme sahiptir. Son yıl­
larda çok tartışılan ve büyük bir akademik ilgi uyandırmış olan
bu kavram, güvenlik olgusunu daha çok güvenlikleştirme (se­
curitization) ekseninde ele alan ana akım yaklaşımın dışında
kalarak yorumlaması ve bunu ana akımın ihmal ettiği "insanlık
onuru" (human dignity) düşüncesini merkeze koyarak yapma­
sı bakımından dikkate değer bir yaklaşımı temsil eder. Özünde
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (United Nations De­
velopment Program UNDP) 1 994 tarihli bir raporunda dile geti­
rilen, geleneksel (ya da dar) güvenlik tanımının günümüz dün­
yasında insanların karşı karşıya kaldığı zorluklarla halleşmek­
te yetersiz kaldığı tespiti yatmaktadır. Çünkü, "Bugün pek çok
insan için güvensizlik hissi geleneksel olarak felaket adı verilen
olayların neden olduğu korkulardan (savaşlar, doğal afetler gi-

9 A.g.y., s. 86. Benzer bir yaklaşım için bkz. Yep, " From Homophobia and Hete-
rosexism to Heteronormativity" , s. 1 66- 1 6 7
10 Altına!, "Homo'fobi' ve Psikolojikleştirme" , s. 86.
11 A.g.y., s. 89.
12 A.g.y . , s. 88.

1 48
bi) değil, gündelik hayat endişelerinden kaynaklanmaktadır. " 1 3
B u bağlamda , s ö z konusu rapor insan güvenliğini tehlike­
ye atan tehditlerin çeşitliliğine dikkat çekmiş ve bunları yedi
grupta toplayarak insani güvenliğin yedi farklı boyutunu şöy­
le sıralamıştır: Ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık gü­
venliği, çevresel güvenlik, kişisel güvenlik, topluluk güvenliği
ve siyasi güvenlik. 14 Sonuç olarak, 2003 yılında Birleşmiş Mil­
letler'in bu kavrama resmi yaklaşımını açıklayan insani Güven­
lik Komisyon raporu yayınlanmış ve bu rapor insani güvenli­
ği insanlar için "yaşam, geçim ve haysiyeti esas alarak bunları
mümkün kılacak siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel sistemle­
ri yaratmak" şeklinde tanımlanmıştır. 1 5 Bunun için iki strate­
ji önerilmektedir: Koruma ve güçlendirme . Birbirini karşılıklı
olarak besleyen ve güçlendiren bu iki stratej iden koruma, dai­
ma güvensizliklere işaret etmeyi ve onlarla başa çıkmaya yöne­
lik normlar, süreçler ve kurumlar geliştirmeyi; güçlendirme ise
insanların sahip oldukları potansiyeli geliştirmelerini ve karar
alma süreçlerinin hakiki katılımcıları olabilmelerini sağlamayı
ifade etmektedir 1 6 Burada çok kısaca özetlenen insani güvenlik
kavramının, insanlık onuru kavramını merkeze koyan bileşen­
leri, açıktır ki bu bölümün en başında sözü edilen iktidar olgu­
suyla, eşitsizlikle, eşitsiz güç ilişkileriyle doğrudan ilintilidir.
Arka planında yukarıda özetlenen temel kavramlar ve ilke­
ler bulunan bu bölümde, bu temelin üzerine, toplumsal cinsi­
yet perspektifinden Türkiye'deki bedelli askerlik ve vicdani ret
tartışmalarının bir çözümlemesini kuruyorum. Daha özel ola­
rak ise, bu çözümlemeyi LGBT bireyler ve grupların maruz kal­
dıkları ayrımcılık sorunuyla bağlantılandırıyorum . LGBT bi-

13 J. S. Therien, "Human Security: The Making of a UN ldeology," Global Society,


20 1 2 , Cilt 26, Sayı 2 ( 20 1 2 ) , s. 199.
14 A.g.y. İnsani güvenlik kavramı hakkında detaylı bilgi için bkz. F. Fouinat, "A
comprehensive framework for human security" , Conflict, Security & Develop­
ment, Cilt 4, Sayı 3 ( 2004 ) , s. 284-297.
15 Aktaran A. Sfeir-Younis, "Violation of Human Rights is a Threat to Human Se­
curity," Conflict, Security & Development, Cilt 4 , Sayı 3 (2004 ) , s. 395. Çeviri
bana ait.
16 A.g.y, s. 395.

1 49
reylerin Türkiye'de karşılaştıkları yaşam koşullan ve toplumun
onlara dair genel algısıyla ilgili sorunlar, ayrımcılık ve maruz
kaldıkları şiddet, aşağıda gösterileceği üzere, çeşitli akademik
çalışmalarda somutlanmıştır. Bu araştırma bulgularına bakıl­
dığında LGBT bireylerin Türkiye toplumunda en dezavantaj ­
l ı gruplar arasında olduğu görülmektedir. Belki d e her şeyden
önce, Türkiye'de LGBT'lerin yaşam hakkı ve can güvenliği ile
ilgili olarak ciddi sıkıntılar bulunduğunu belirtmek gerekmek­
tedir. Helsinki Yurttaşlar Meclisi ve ORAM'ın ( Organization for
Refuge, Asylum and Migration) birlikte hazırladıkları rapora gö­
re sadece Kasım 2008 ve Nisan 2009 arasında en az on LGBT
birey cinayete kurban gitmiştir. 1 7 ILGA-Europe (International
Lesbian Gay Association) tarafından 20 1 l'de Avrupa Konseyi'ne
sunulan Türkiye'nin 20 1 0 yılına ait ilerleme raporunda on beş
trans bireyin ve geyin nefret cinayetlerinde hayatını kaybettiği
ifade edilirken Kaos GL Derneği tarafından yayımlanan " 20 1 2
Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli lnsan Hakları lh­
lalleri lzleme Raporu"nda ise 20 1 2 yılına ait şu değerlendirme
dikkat çekmektedir:

Eşcinsel, biseksüel ve translar için 20 1 2 yılı "zor" bir yıl ol­


du. 20 1 2 yılında 1 1 nefret cinayeti gerçekleşti. 6 trans ve 5 gey
nefret cinayeti sonrasında hayatını kaybetti. Kaosgl.org'a yan­
sıyan 8 nefret saldırısı gerçekleşti. linç gösterileri, işkence, kö­
tü muameleler, aile içi şiddet, tecavüz ve siber saldırılarla ge­
çen zor bir yıl oldu . 1 8

B u değerlendirmeden d e anlaşılacağı üzere , yaşam hakkı ih­


lallerinin dışında , Türkiye'de LGBT bireyler başka şekillerde
de nefret suçlarının başta gelen mağdurları konumundadır-
17 Helsinki Citizens Assembly and Organization for Refuge , Asylum and Mig­
ration, " Unsafe Haven, The Security C hallenges Facing Lesbian , Gay, Bi­
sexual and Transgender Asylum Seekers and Refugees in Turkey"den alıntı­
lanmıştır URL: http://www .hyd.org. tr/staticfiles/files/unsafe_latest. pdf URL:
h ttp://www .hyd.org. tr/staticfiles/files/unsafe_haven_20 1 1 . pdf Erişim Tarihi:
28.08. 20 1 2 .
18 U R L : http://www. kaosgldernegi .org/resim/yayin/dl/kaos_gl_20 l 3_cinsel_
ynelim_ve_cinsiyet_kimligi_teme 1 li_insan_haklari_ihlalleri_izleme_raporu .
pdf Erişim Tarihi: 04.04 . 20 1 5 .

1 50
lar. 1 9 Bir araştırmanın sonuçlarına göre bu bireylerin yüzode
87'si hayatları boyunca sosyal şiddet türlerinden en az birini
yaşamış, yüzde 23'ü ise fiziksel şiddet türlerinden en az birini
yaşamıştır. 20 Yine yapılan çalışmalar "nefret suçuna maruz ka­
lan eşcinsel bireylerin yüzde 90'ı [ nın ] uğradıkları suçu emni­
yet birimlerine bildirmediklerini" , bunun en başta gelen nede­
ninin ise "polis veya emniyet birimlerinde çalışan kişiler tara­
fından ikinci kere ayrımcılığa ve kötü muameleye maruz kal­
ma korkusu olarak açıklanan 'ikinci travma' yaşama korkusu"
olduğunu göstermektedir. 21 Buna paralel bir şekilde, Melek
Göregenli ve Pelin Karakuş'un araştırmasında da somutlandığı
gibi, "Türkiye'de neredeyse hiç kamuoyunun gündemine gel­
meyen, sadece bu alanda örgütlenmiş LGBT örgütlerinin in­
san haklan ihlalleri raporlarından izlenebilecek bir başka şid­
det alanı" olarak LGBT bireylerin "güvenlik güçleriyle ilişkile­
rinde , farklı nedenlerle ve biçimlerde ayrımcılıktan kaynakla­
nan şiddetle karşı karşıya" kalmaktadırlar.22 "LGBT bireylere
yönelik heteroseksist ayrımcılıkla ilgili veri toplanması ve ay­
rımcılığın toplumsal yaşamın farklı alanlarında nasıl yaşandığı
ve sonuçlan üzerinde temel bilgiler sağlanması amacıyla Kaos
GL, Pembe Hayat ve Siyah Pembe Üçgen Dernekleri tarafından
yürütülen" bir araştırmada LGBT bireylerin yüzde SO'e yakın
bölümü farklı türlerde ayrımcılık deneyimlerinden en az birini
yaşadıklarını , ayrımcılık deneyimlerinin sadece evlerinde da­
ha az yaşanmakta olduğunu , kamusal mekanlarda ise en yük­
sek düzeye ulaştığını belirtmişlerdir.23 Aynca işe alınmama ,
hizmet alamama ya da normalden daha yüksek bedellerle hiz­
met alma ve en temel insan hakkı olan sağlık hizmetlerinde bi-

19 Detaylı bilgi için bkz. Özlem Çolak, "Ayrımcılığın Görünen En Şiddetli Yüzü :
Nefret Suçu'' , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, Kaos GL
(der. ) Ankara: Aynnn Basımevi, 20 1 1 ) , s. 63-69.
20 A.g.y . , s. 66.
2 1 A.g.y . , s. 65.
22 Melek Göregenli ve Pelin Karakuş, "Türkiye'deki LGBT Bireylerin Günlük Ya­
şamlannda Maruz Kaldığı Heteroseksist Aynmcı Tutum ve Uygulamalar" , He­
teroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 53-62.
23 A.g.y. , s. 59-60.

1 51
le hizmet alamama şeklinde ortaya çıkan ayrımcı davranışlar,
dini inançlarla ilgili ibadetler sırasında olumsuz bakış ve j est­
ler, hakaret ve tehditler, askerlik sırasında hakaret, tehdit vb.
olumsuz deneyimler, sokakta yürürken bakış ve j estelerle ay­
rımcılığa maruz kalma sıklıkla dile getirilmiştir.24
Türkiye'de LGBT hakları hareketi siyasi örgütlenmeyle ilgi­
li sorunlar da yaşamaktadır. Örneğin, 2008 yılında LGBT hak­
ları grubu Lambda lstanbul'un "ahlaki değerlere ve aile yapısı­
na aykırı" olmakla itham edilip kapatılması şeklindeki mahke­
me kararı Yargıtay tarafından bozulmuş, ancak bu bozma kara­
rında da derneğin bir daha kapatılma riskiyle karşı karşıya kal­
maması biseksüelliği, transseksüelliği, lezbiyen gey ya da trans
olmayı "özendirme, yaygınlaştırma ve teşvik etme"ye yöne­
lik faaliyetlerde bulunmaması şartına bağlanmıştır. Ayrıca An­
kara'da Pembe Hayat Derneği ve lzmir'de Siyah Pembe Üçgen
Derneği de yine "genel ahlaka ve Türk aile yapısına aykırılık"
gerekçesiyle kapatma davalarıyla karşı karşıya kalmaktadır.25
Konu hakkındaki uluslararası literatüre bakıldığında, LGBT
bireylerin maruz kaldıkları ayrımcı tutum ve uygulamalar, hak
ihlalleri ve mağduriyetlerin Türkiye'yle sınırlı olmadığı görüle­
bilmektedir. ILGA tarafından hazırlanan bir raporda LGBT bi­
reylerin özel kişilerin olduğu kadar devlet görevlilerinin de te­
cavüz, işkence ve cinayet dahil fiziksel şiddetine maruz kal-

24 A.g.y. s. 59-60.
25 Bu noktada, Türkiye'de LGBT hakları hareketinin önde gelen isimleri , 2002
yılından bu yana iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin temsilciliğini
yaptığı muhafazakar ideolojiyi LGBT bireylerin zaten zor olan var oluş koşul­
larını daha da güçleştiren bir başka önemli faktör olarak zikretmektedir. Ör­
neğin bkz. , Göregenli, "Sistemin Meşrulaştınlması ve Sürdürülmesi ideolojisi
Olarak Muhafazakarlık" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 için­
de, s. 1 09- 1 1 3 ; Devrim Sezer, "Muhafazakar Demokratların Açmazı: Toplum­
sal Önyargılann Kıskacında (LGBT'lerin) lnsan Haklan" , Heteroseksizme Kar­
şı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 4- 1 1 6; Nilgün Toker Kılınç, "Ya Be­
nim istediğim Gibi Olursunuz ya da Toplum Sizi Hizaya Sokar", Heteroseksiz­
me Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 1 7- 1 1 8 ; Simten Coşar, "Türk
Aile Yapısına 'Zarar Vermeme' Kaydı Nihai Olarak LGBT'yi Heteroseksüel Ol­
maya Çağırmaktır" , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde , s.
1 1 9- 1 2 1 ; Zeynep Gambetti , "Muhafazakarlık Ayrımcıdır ve Bundan Gocun­
maz " , Heteroseksizme Karşı Gökkuşağı Antihomofobi 3 içinde, s. 1 22- 1 23 .

1 52
dıklan ifade edilmekteyken26 başka bir çalışmada LGBT birey­
lerin marj inalleştirilmesinin sağlık, barınma , eğitim hizmet­
lerinden ve istihdam olanaklarından dışlanmalarıyla yürüyen
bir süreç olduğu belirtilmektedir.27 Aynca, 'Toplumsal dışlan­
madan, şiddetten, hatta bazen yok edilmekten kaçabilmek için
LGBT bireyler sıklıkla aileleri ve ait oldukları topluluk tarafın­
dan, toplumsal olarak kabul edilebilir cinsiyet kimliklerini ve
heteroseksüel ilişki biçimini benimsemeye zorlanmaktadır. Bu
ise, ciddi duygusal hasara yol açmaktadır. " 28
LGBT bireylerin yukarıda özetlenen zor ve olumsuz varo­
luş koşullan Türkiye gibi militarizmin siyasi kültürün ayrılmaz
parçası olduğu ve dolayısıyla askerliğin zorunlu olduğu ülke­
lerde daha da pekişmektedir. Buradan hareketle, bu çalışma­
nın temel iddiası Türkiye' de askerlik hizmeti üzerine -resml ya
da gayri resml- hakim söylemin heteroseksist ayrımcılığı üret­
mekte ve yeniden üretmekte , böylelikle LGBT bireylerin mar­
jinalize edilmesi ve ikincilleştirilmesinde önemli rol oynamak­
ta olduğudur. Açmak gerekirse , Türkiye'de yazılı medyadaki
bedelli askerlik ve vicdani ret tartışmalarının esas aldığı temel
meselelerin içeriği ve bunların ele alınış biçimi , toplumdaki
yerleşik heteroseksist iktidar ilişkilerini hem yansıtmakta hem
de yeniden üretmektedir. Bu , birbirine paralel giden iki boyut­
ta gerçekleşmektedir. Bunlardan ilki, "kadınlık" ve "erkeklik"
kategorilerine dair neyin "normal" olduğuyla ilgili geleneksel
ve özcü tanımların altının bir kez daha kalınca çizilip görünür
kılınması, yerlerinin sağlamlaştırılmasıdır. lkinci boyutta, söz

26 Daniel Ottoson ve ILGA, " State-Sponsored Homophobia: A World Sur­


vey of Laws Prohibiting Same-Sex Activity Between Consenting Adults" Ni­
san 2007, http ://www. ilga.org/State_Sponsored_Homophobia_ILGA_07. pdf
(Helsinki Citizens Assembly and Organization for Refuge, Asylum and Mig­
ration, "Unsafe Haven, The Security Challenges Facing Lesbian , Gay, Bisexu­
al and Transgender Asylum Seekers and Refugees in Turkey" den alıntılan­
mıştır. http://www.hyd. org. tr/staticfiles/files/unsafe_latest. pdf Erişim tarihi:
28 Agustos 20 1 2 .
27 Michael O'Flaherty v e john Fisher, "Sexual Orientation, Gender Identity and
Intemational Hurnan Rights Law: Contextualising the Yogyakarta Principles" ,
Human Rights Law Review, Cilt 8, Sayı 2, (2008 ) , s. 207-248.
28 Helsinki Citizens Assernbly, "Unsafe Haven . " Çeviri bana ait.

1 53
konusu iktidar ilişkileri daha örtük bir biçimde yeniden üre­
tilmektedir. Bu kez söz konusu olan siyasalın akıl, rasyonali­
te ve materyalizmle eşleştirilen "erkeklik" üzerinden tanımlan­
masıdır. Yukarıda değinildiği gibi, siyasal alanın tanımlayıcı bi­
leşenleri bunlardır. Siyasal alan erillikle tanımlandığı ölçüde ,
bu egemen kimlik dışındaki kimlikler de bu alanın dışına dü­
şer. Her iki şekilde eşitsiz iktidar ilişkileri ağı içerisinde yeni­
den üretilen heteronormativite, heteroseksizme, yani dışlama­
ya, ötekileştirmeye, ayrımcılığa yol açmaktadır. Sayılan bütün
bu unsurların bir grup insanın gündelik yaşamlarında kendi­
lerini güvende hissetmemesi/hissedememesi için fazlasıyla ye­
terli olduğu kabul edildiği ölçüde, bu meseleyi demokratik si­
yaset/demokratik mücadele açısından dert edinmemek imkan­
sız hale gelir. Ayrıca, çizilen bu çerçeve içine yerleştirildiğinde,
LGBT bireylere karşı ayrımcılık ve bununla mücadele mesele­
si, birçok önemli siyasi kavramın içinden geçen, hayli karma­
şık siyasi bir meseledir: iktidar, hegemonya, cinsiyet hiyerarşi­
si, feminizm, ayrımcılık, güvenlik, milliyetçilik, militarizm, si­
yaset, siyasal olan gibi. Takip eden bölümde, yazılı medya üze­
rinden geçekleştirilen analiz aracılığıyla şimdiye kadar anlatı­
lanlar somutlaştırılmaya çalışılacaktır.

Yazılı/basında bedelli askerlik


ve vicdani ret meselesi

Türkiye'de yakın dönemde basında bedelli askerlik ve vicda­


ni ret meselesinin ele alınma ve tartışılma biçimini incelemek
için Mart 20 1 1 ve Mart 20 1 2 arası uygun bir zaman dilimi gi­
bi durmaktadır. Bu zaman dilimi, bedelli askerlikle ilgili son
yasal düzenleme Kasım 20 1 1 tarihinde hayata geçirildiği için,
bu yasanın öncesi ve sonrasında askerliğe dair tartışmaların en
yoğun olduğu dönemi kapsamaktadır. Bu tartışmaları eleştirel
söylem analizi üzerinden inceledim . Bu yöntemi Teun A. Van
Dijk, şöyle tanımlar: " [ E ] leştirel söylem analizi, toplumsal ve
siyasal bağlamlarda , toplumsal iktidarın suiistimalinin, tahak­
kümün ve eşitsizliğin metin ya da konuşma yoluyla yürürlüğe

1 54
konulma, yeniden üretilme ve karşı konulma biçimlerini çalı­
şan araştırma biçimidir. Bu muhalif araştırmayla, eleştirel söy­
lem analistleri açıkça pozisyon alırlar ve böylelikle toplumsal
eşitsizliği anlamak, onu açığa çıkarmak ve en nihayet ona di­
renmek isterler. "29
Sözü edilen zaman dilimine ait günlük gazeteler askerlik me­
selesi (bedelli askerlik ve vicdani ret) referans noktası alınarak
incelendiğinde30 ilk etapta şunu tespit etmek mümkün: "Bedel­
li Askerlik Yasası" olarak bilinen yasal düzenlemenin kamuo­
yunda ve özellikle medyada ele alınış biçimiyle vicdani ret me­
selesinin ele alınış biçimi neredeyse tamamen farklıdır. Önce­
likle , bedelli askerlik uygulaması, en sonuncusu Kasım 20 l l 'de
olmak üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca farklı hükümetler ta­
rafından birkaç sefer yürürlüğe konmuş ve aslında hiçbirinde
toplumun genelinden ya da parlamentodaki ya da parlamen­
to dışındaki partilerinden çok ciddi bir muhalefetle karşılaş­
mamıştır. Öte yandan, vicdani retle ilgili olarak tam tersi yön­
de bir eğilimden bahsetmek mümkündür. Bu bölüm kapsamın­
da gerçekleştirilen gazete taramasına dayanarak, vicdani ret ko­
nusunun bedelli askerlik kadar yoğun bir şekilde tartışılmadı­
ğı, nadiren köşe yazılarında konu edildiğinde de büyük çoğun­
lukla kategorik olarak reddedildiği söylenebilir. lkinci olarak,
bedelli askerlik savunulurken ya da karşı çıkılırken öne sürü­
len argümanlar neredeyse tamamen ekonomik terimlerle oluş­
turulmaktadır.
Bedelli askerlik tartışmasıyla başlamak gerekirse, ilk söylene­
bilecek şey, en azından Mart 20 1 1 -Mart 20 1 2 arasındaki bir yıl­
lık döneme ait gazeteler özelinde, bedelli askerliğin, siyasi par­
tiler nezdinde olduğu gibi Türkiye yazılı basınında da genel ka­
bul görmüş olduğudur. Çok sayıda vicdani ret davasının avu­
katlığını üstlenen Davut Erkan'ın ifadesiyle "en milliyetçisinin

29 Van Dijk, " Critical Discourse Analysis. URL: http://www . discourses.org/Ol­


dArticles/Critical% 20discourse%20analysis. pdf. Erişim Tarihi 26 Ağustos
20 1 2 , s. 352. Çeviri bana ait.
30 Gazete taraması Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi'nin günlük ulusal
gazeteler veri tabanında, "vicdani ret" ve "bedelli askerlik" anahtar kelimeleri
girilerek yapılmıştır.

1 55
dahi mazur gördüğü"31 bu yasaya verilen destek medyada fark­
lı gerekçelere dayandırılabilmektedir. En sık rastlanan gerek­
çe şudur: Askerlikte, yararsız ya da lüzumsuz işler yaparak har­
canan zaman sadece bir erkeğin ömründen ve zamanından çal­
mak anlamına gelmez; bu ayrıca ülke ekonomisine de büyük za­
rar vermek demektir. Bu erkek mesleğinin, işinin gücünün ba­
şında kalmak yerine bunları bırakıp askerde angarya işler yap­
maya mecbur bırakıldığında, milli gelire yapabileceği katkıdan
ülke ekonomisi mahrum kalmaktadır. Çünkü "yaş sınırı hayata
atılarak bir iş tutmuş ama askerliğini yapmamış erkekleri kap­
sama alıyor. Askerliğin bu kişilerin işlerini bozacağı endişesin­
den hareket ediliyor. Bu anlayışta ekonomik açıdan bir rasyo­
nalite var. "32 Ayrıca zorunlu askerlikle askere alınan bir erke­
ğin ailesinin yaşayacağı maddi sıkıntı da bedelli askerlik için
öne sürülen gerekçeler arasındadır:
Hadi diyelim ihtiyaç var diye askere alıyorsun, peki askerlik
süresince istihdam ettiğin insana neden hiç değilse asgari ücret
ödemiyorsun? insanı karşılıksız çalıştırmanın neresi adil? Zor­
la askere aldığın o insanın ve ailesinin çektiği ekonomik sıkın­
tıları neden görmüyorsun?33
Burada ön plana çıkarılmak istenen husus zorunlu askerli-
ğin ekonomik açıdan verimli ve işlevsel olmamasıdır. Sonuçta,

. . . bir bilgisayar mühendisi, bir teknoparkta çalışarak, geliştir­


diği projelerle ordusuna daha fazla hizmet edebilir. . . Bu işi is­
teyerek yapanlar, severek yapanlar, daha verimli olacaklardır.
Daha fazla asker her zaman daha verimli ve etkin bir savun­
ma anlamına gelmiyor. Hatta bu durum bazen risk bile oluş­
34
turur.

Diğer taraftan, yasa tasarısının netleşmesinden önce, Genel­


kurmay Başkanlığı'nın Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) perso-

31 Özlem Altunok , " Savaşa Hayır Diyenlerin 'Sivil Ölüm'ü " , Cumhuriyet,
28. 1 1 . 20 1 1 .
32 Seyfettin Gürsel , "CHP'den Bedelsiz Bedelli Teklifi" , Radikal, 1 7.03.20 1 1 .
33 Resul Tosun, "Zorunlu Askerlik Sorunludur" , Yeni Şafak, 23. 1 1 . 20 1 1 .
34 Abdurrahman Dilipak, "Vicdani Red ! " , Yeni Akit, 27. 1 1 . 20 1 1 .

1 56
nel sayısına dair hayli detaylı resmi açıklamasına dayanarak or­
dunun büyüklüğüne ve TSK'nın zaten dünyanın en kalabalık or­
dularından biri olduğuna dikkat çekilmektedir. Diğer bir ifa­
deyle, TSK'da, yeteri kadar hatta belki de gereğinden fazla sa­
yıda asker mevcuttur; zorunlu askerlik yoluyla daha fazlasının
silahaltına alınmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. 35 Burada baş­
ka bir hesaplama da devreye girer: lhtiyaç olmadığı halde sade­
ce zorunlu askerlik yasası gerekçesiyle ordunun bünyesine ka­
tılan askerler de aslında ülke ekonomisine zarar vermektedir.
"450 bin acemi asker bulundurmak yerine 1 00 bin profesyonel
asker bulundurmak hem savunmamızı daha güçlü kılar hem
de daha ekonomik olur. "36 Bu askerlerin silahları, üniformala­
rı ve diğer askeri ekipmanın yanı sıra gıda ve sağlık hizmeti gi­
bi gereksinimleri de devlet tarafından karşılanmak zorunda ol­
duğundan çok büyük bir masraf kalemi ortaya çıkmaktadır. Do­
layısıyla, zorunlu askerlik hiç maliyet-etkin değildir. Şu örnekte
görüldüğü gibi son derece detaylı bilgiler ve sayısal veriler ko­
nuya dair gazete haberlerinde ve köşe yazılarında geniş yer tu­
tabilmektedir:

Eskiden olduğu gibi şu anda da yaklaşık 720 binlik mevcu­


du ile dünyanın en kalabalık ordularından birisi . Yaklaşık
720 bin kişilik ordunun, 365'i general, 40 bini subay, 96 bi­
ni astsubay, 65 bini de uzman erbaş ve er olmak üzere yak­
laşık 200 bini profesyoneldir. Geriye kalan yaklaşık 450-500
bin kişi de 1 5 ve 6 aylık zorunlu askerlik hizmeti yapanlardan
oluşuyor. 1 5 aylık askerlik süresi ile Türkiye , Avrupa' da zo­
runlu askerlik uygulamasının en uzun olduğu ülkedir . . . Pek
çok gencin hayata atıldığı yıllarda karşısına çıkan zorunlu as­
kerlik öğrenim, çalışma ve mesleki eğitimine fiili olarak en­
gel olmaktadır. Zorunlu askerlik; kişisel kapasite ile yaptırı­
lan iş arasındaki uyumsuzluktan dolayı hizmet kaybına yol

35 Geçmiş dönemlerden farklı olarak son bedelli askerlik düzenlemesinde bu ya­


sa kapsamına girenler askerlik hizmetinden tamamen muaf tutulmuşlardır.
Daha önceki ( 1 987, 1 992 ve 1999) düzenlemelerde bedel ödeyenler ayrıca
-kısa bir süre de olsa- askerlik yapmak zorundaydılar.
36 Tosun, "Zorunlu Askerlik Sorunludur. "

1 57
açar (bilgisayar mühendisinin garson, şoför vs. olarak çalış­
tırılması gibi) , süre ve eğitim göz önüne alındığında askerlik
hizmeti açısından da verimsiz olur. Bunun yanı sıra , zorun­
lu askerlik, ülke ekonomisinin maliyetlerini de artırmaktadır.
Mesela son on yıllık dönemde savunma bütçesi içinde perso­
nel harcamalarının payı ortalama yüzde 40, silahlanma harca­
malarının payı ortalama yüzde 1 9 , silah ve personel dışı cari
harcamaların (PDCH) yani ordunun yiyecek, giyecek, barın­
ma, ulaşım vb. giderlerinin oranı ise yüzde 38'dir. Görüldü­
ğü gibi savunma bütçesinin yüzde 40'a yakını zorunlu asker­
lik hizmeti yapanların günlük giderlerinin karşılanması için
harcanmaktadır. 37

Bu bakış açısı , Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, çeşitli te­


levizyon kanallarında yayınlanan 29 Kasım 20 1 1 tarihli Ulusa
Sesleniş konuşmasında, " [ t ] lgili kurumlarla yaptığımız istişare­
ler neticesinde, mevcut asker sayımızı ve asker potansiyelimi­
zi de dikkate alarak, bedelli askerlik için gerekli şartların oluş­
tuğuna kani olduk" , cümlesinden anlaşılacağı gibi aynı hattı iz­
leyen bir haklılaştırma içinde olmasıyla daha da güçlenmiştir.
Bedelli askerlik vasıtasıyla toplanacak paranın devlet için önemli
bir gelir kaynağı olabileceği düşüncesi de bedelli askerliğe des­
tek niteliğinde öne sürülen bir diğer argümandır. Burada özel­
likle dikkat çekilen husus, yasa metninde yer alan elde edilen
kaynağın "şehit yakınları, gaziler, engelliler, muhtaç erbaş ve er
aileleleri, TSK'ye mensup maluller ile emniyet hizmeti sınıfına
mensup malullere yönelik sosyal hizmet ve yardım faaliyetleri­
nin finansmanında " kullanılacağı ifadesidir. Buradan hareket­
le, şu türden tespitler sıkça yapılmaktadır:

Beklenti, 200 bin civarında başvuru olacağı yönünde. Bu da


kaba bir hesapla 6 milyar liralık bir kaynak oluşturur ki, denk
bütçe kaygısı taşıyan, bütçe açığına önem veren yönetim için
iyi bir kaynak. Şehit yakını, gazi, engelli ve malulleri için zaten
sosyal projeler peşindeki hükümetin, bedelli gelirini bu alan-

37 Yusuf Engin, " Çözüm Bedelli Değil Profesyonel Askerlik" , Yeni Şafak ,
25 . 1 2. 20 1 1 .

1 58
lara adreslemesi, kriz sürecinde finansal disipline özen bakı­
mından da önemli. 38

Konuya dair gazete haberlerinin neredeyse tamamında, ay­


nı zamanda da birçok yazısında, "30 yaş" kriterine göre bu yasa
kapsamına girenlerin sayısı, tahminen kaçının başvuruda bulu­
nacağına dair Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açık­
lamalara dayanan hesaplamalara yer verildiği görülmektedir. 39
Hatta bedelli askerliğin bedelinin 30 bin TL olmasının "ekono­
mik mantığı" da köşe yazılarında izah edilebilmektedir:

6- 1 8 ay arasında hiç askere gitmeden "kazanılan sürenin" or­


talamasını 1 2 ay olarak kabul eder, milli gelirin 10 bin dolar
yani aylık 1 . 500 TL olduğunu da varsayarsak, karşımıza şöy­
le bir tablo çıkar: Askere gitmeyen ortalama bir aday 1 2 ayını
"getiri sağlamaya devam ederek geçirecek" Bu adaylar arasın­
da 1 . 500 TL kazananlar olduğu gibi 1 1 . 500 TL kazananlar da
olacak. Bu aralığı da "ortalamaya" insaflı bir algılamayla indi­
rince karşımıza 2. 500 TL gibi bir değer çıkacak. 1 2 ay askere
gitmeyen, aylık 2. 500 TL kazanmaya devam edecekse, bu as­
kerliğin ona basit faizden arındırılmış net getirişi 30 bin TL
40
olacak.

Yazılı medyada bedelli askerlik uygulamasına eleştirel yak­


laşanlarda da aynı ekonomik rasyonalitenin izlerini görmek
mümkündür. Ancak, bu kez popüler milliyetçilikle soslanmış
bir rasyonaliteden bahsetmek mümkün: Bu yasa 30 yaş ve üze­
rindeki bütün erkekler için bedelli askerliği mümkün kılmak-

38 Şeref Oğuz, "Bedelli Askerlik Fonu " , Sabah, 23. 1 1 . 20 1 1 .


39 Milli savunma bakanı, "Bu çalışmamız mali bir ihtiyaçıan dolayı yapılmamak­
tadır" , şeklinde açıklama yaparken, aynı açıklamada "ihtiyaç" kavramına vur­
gu yaparak şunu da ifade etmiştir: "Genel bir sosyal gerçeklikten kaynakla­
nan bir ihtiyacı karşılamak için yapılacak bir düzenlemedir. Öyle bir mali ihti­
yaçtan kaynaklanmış değil. Türkiye'nin mali kaynaklan güçlüdür. Avrupa'nın
ekonomik bakımdan güçlü bir ülkesiyiz. Mali kaynaklan kaynaklanan sorun
olsa 2B'ye öncelik veririz. Bu da bize mali kaynak bulmak için yeterlidir. Bu
çalışma yineliyorum , toplumumuzun bir ihtiyacı. " Bkz. Vatan, "Bedelli Asker­
lik Toplumsal Bir İhtiyaç'' , 6. 1 1 . 20 1 1 .
40 Yiğit Bulut, "Bedelli lçin Alınacak Para 'Anlaşılabilir' Sınırlar İçinde ! " , Haber
Türk, 23 . 1 1 . 20 1 1 .
1 59
ta, ancak, bunun için gerekli olan 30.000 TL bedeli ödeyebile­
cek durumda olanlarla bu parayı asla ödeyemeyecek durumda
olanlar arasındaki ekonomik eşitsizliği görmezden gelmektedir.
Bu yaklaşımda dikkat çeken husus, birinci gruba dahil olanla­
rın toplumda küçük bir azınlık olmalarıdır. Yani, aslında be­
delli askerlik "5-10 bin ayrıcalıklı insan, 3-5 bin sosyetik figür,
okul kayıtlarını uzattıkça uzatan 50-60 şarkıcı-artist askere git­
mesin diye [yürütülmüş ] müthiş bir lobi çalışması"nın sonucu­
dur. Ve böylelikle, "Parayı bastıran askerlikten yırtacak. .. eko­
nomiyi allak bullak eden zam yağmuruyla fakir fukaranın be­
lini büken hükümet ise kasasını dolduracak [ tır] ! " 41 Paralel bir
şekilde, bir gazetede bedelli askerlik bir kelime oyunuyla man­
şetten şu şekilde tanıtılmaktadır: "30 Bin TL Mukabilinde Cüz­
dani Red Bastır Parayı Al Tezkereyi" 42 Diğer bir ifadeyle, be­
delli askerlik "ensesi kalınlar" için biçilen bir kılıftır. " 43 Bu çiz­
gi üzerinden üretilen eleştirilerde açık ya da örtük bir şekilde
ifade bulan ortak sorular şöyle listelenebilir:

Peki , bırakın 30 bin lirayı, 30 liraya bile muhtaç olan yoksul


yurttaşın günahı ne? Parası olanın askerden muaf tutulduğu
bir adalet nerede var acaba ? . . Parası olmayanın aylar boyun­
ca dağlarda terörist kovaladığı bir ülke nerede var acaba? " 44

600 TL asgari maaş alan bir genç , 50 ayda kazanacağı para­


yı yatırırsa askerlik yapmayacak. Parası yeterli değilse , ban­
kadan kredi alacak ! Peki işsizse, yoksulsa , tarlası, davarı yok­
sa, arkasında dayısı bulunmuyorsa, kredi alamıyorsa ne yapa­
cak? . . Tabii askerlik yapacak ! . . Eşitlik bunun neresinde? . . Vic­
dan, adalet, hak bunun neresinde ! 45

Görüldüğü gibi bu yaklaşımda, toplumda var olan derin sos­


yo-ekonomik uçurumun bedelli askerlikle iyice görünür kılın-

41 Mehmet Faraç, "Şöhretin Bedeli" , Aydınlık, 25. 1 1 . 20 1 1 .


42 "30 Bin TL Mukabilinde Cüzdani Red Bastır Parayı Al Tezkereyi" , Yeniçag,
23. 1 1 .201 1 .
43 Yılmaz Özdil, "T$K" , Hürriyet, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .
44 Faraç, "Şöhretin Bedeli."
45 Fikri Sağlar, "Bedelli Anayasaya Aykırı mı? Boş Ver ! " , Birgün, 25. 1 1 . 20 1 1 .

1 60
masının toplum vicdanını zedeleyeceği , dayanışma duygusu­
na zarar vereceği vurgulanır. Bedelli askerlik hem " [ z ] ahmet­
siz para toplama" hem de "hizmet adı altında gençleri, toplu­
mu , yeni bölünmelere yönlendirme, birbirileriyle yabancılaştır­
ma yöntemi"dir.46 Buna bağlı olarak, "Hükümet, toplumun çe­
şitli zümrelerindeki paralılar rahat etsin diye özel ve tercihli ya­
sa çıkarırsa, vicdanlarda çok ağır bir yara açar ! . . Türkiye, şöh­
retin bedeli, bedellinin şöhreti uğruna bireyler arasında ayrıca­
lık yapacak lükse sahip değildir ! . . "47 Ekonomik rasyonalitenin
popüler milliyetçilikle soslanmış halinin doğrudan iktisat-ma­
liye terimleriyle ifadesine dönecek olursak:

iktisada giriş , kamu maliyesi ya da kamu ekonomisi kitapla­


rında, mal ve hizmetlerin bir ayrımı da "özel-kişisel mallar"
"kamusal-toplumsal mallar" şeklindedir. Kamusal-sosyal mal­
lar toplumun yararlandığı, bir bireyin tüketiminin diğer birey­
lerin tüketimini engellemediği, kısıtlamadığı ; bireylerin eşit
yararlanma olanağına sahip olduğu , bedelinin tüketim sıra­
sında ödenmediği mallar olarak tanımlanabilir. Toplum halin­
de yaşamanın gereği olarak sosyal malların üretilmesi zorun­
ludur. lç ve dış güvenliğin sağlaması da bir sosyal mal, kamu­
sal hizmettir. Bireyin tek başına yararlanmadığı, tek başına tü­
ketemediği, yararı paylaşılan hem de eşit şekilde paylaşılabi­
len sosyal malların üretilmesi, üretim için kaynak sağlanması,
kaynak özgüllenmesi, tahsisi gerekir. Toplumsal-sosyal mal­
ların üretiminin yükünü kuşkusuz toplum taşıyacaktır. Top­
lumun özverisi, fedakarlığı ile ancak bu tür mallar, hizmetler
üretilebilecektir. Ülkenin, özellikle dış tehditlere karşı korun­
ması, güvenliğinin, savunmasının sağlanması da bir kamusal
mal, bir sosyal hizmettir. Bu hizmetin, daha teknik deyişle ka­
musal malın maliyeti, diğer kamusal mallarda da olduğu gibi
olabildiğince adil bir şekilde, toplumu oluşturan bireyler tara­
fından , bireylerin özverisi, fedakarlığı ile karşılanacaktır. Be­
delli askerliği, vicdani reddi, toplumsal hizmetlerin karşılan-

46 A.g.y.
47 Faraç, "Şöhretin Bedeli"

1 61
ması ilkeleriyle uyumlu bulmadığım gibi bir tür uyanıklık gös­
terisi olarak da yorumluyorum. 48

Bedelli askerliğe karşı öne sürülen diğer bir argüman da yine


bu uygulamayla elde edilmesi beklenen geliri kabul ederken,
bu kaynağın gerçekten de vaat edildiği biçimde kullanılacağı­
na dair bir şüpheden hareket etmektedir. Bazı yazarlar bu yön­
de yapılan resmi açıklamaları inandırıcılıktan uzak bulmakta
ve toplanan paranın gaziler, şehitler, engelliler ya da yoksullar
adına değil başka amaçlar doğrultusunda kullanılacağını iddia
etmektedirler:

Düzenleme vicdanlan daha az acıtsın diye elde edilecek gelir şe­


hit ve gazilere yardımda kullanılacak deniyor. Daha önce çıka­
nlan ve 1 2 yıldır ödediğimiz deprem vergileri ne kadar deprem
yaralannı sarmak için harcandıysa bunlar da o kadar gazilere ve
şehitlere harcanır emin olun! Eleştirim buna da değil. Kızdı­
ğım yer salak yerine konulmak. . . Yasa kapsamına giren herkes
hakkını kullansa 1 3 milyar TL gelir olacak. Yansı yapsa yansı.
Bu paranın tamamının şehit ve gazilere gideceğine inanan kim­
se var mı memlekette? Varsa Aziz N esin'e başvursun. 49

Başka bir bakış açısından ise, bu paranın kullanım alanıyla il­


gili konuşmaların "şehitleri bu işe karıştırmadan" yapılması ge­
rektiği vurgulanır; çünkü :

[ş] ehitliğin bedeli olmaz. Eğer şehit ailelerinin vicdanında yer


açalım diye , bu parayı size vereceğiz derseniz o vicdanı da­
ha fazla yaralarsınız . Bedelliden alıp vereceğiniz para, "şehit­
lik bedeli" gibi "kan bedeli" gibi olur ki, şehitliğe para biçmiş
olursunuz, gerçekten yürekleri kanatırsınız. Kaç bedelli bir şe­
hit eder? Sonra hesabı nasıl yapacaksınız ki? Kaç bedelli para­
sı bir şehit edecek, mesela? Bunu nasıl hesaplayacaksınız? Kaç
50
şehit ailesine bölüştüreceksiniz? Kişi başına ne düşecek? "

48 Öztin Akgüç, "Toplumsal Yükümlülük" , Cumhuriyet, 27. 1 1 . 20 1 1 .


49 Fatih Altay l ı , "Bu Paralar Ş e h i t l e re ve G a z i l e re G i tmez" HaberTü rk ,
0 1 . 1 2 . 20 1 1 .
50 Fikret Bila , "Şehitleri Karıştırmasak Bu lşe ! " , Milliyet, 25. 1 1 .201 1 .

1 62
Bu bağlamda zaman zaman paranın nerede , hangi amaç­
la kullanılması gerektiğine dair öneriler de sunulmaktadır. Ki­
mine göre "bedelli ile sağlanan gelir ordunun ihtiyaçları için
kullanılmalıdır" ;5 1 kimine göre "bu paranın ciddi bir kısmı Do­
ğu ve Güneydoğu'ya yatırıma harca [ nmalıdır] ki askere gitme­
yenlerin de terörün sona ermesine bir katkısı olsun" ;52 kimine
göre ise bedelli askerlik bir kereye mahsus değil, kısa dönem ya
da uzun dönem askerlik gibi kalıcı bir seçenek olarak kalmalı,
buradan sağlanan gelirle uzun dönem askerlere iyi bir maaş ve
sosyal güvence sağlanarak böylece ek maliyet getirmeden ordu­
nun profesyonel asker ihtiyacı karşılanmalıdır. 53
Bu tartışmanın en çarpıcı özelliği bedelli askerliğe destek ve­
renlerin de bu uygulamaya karşı çıkanların da argümanları­
nı ekonomik rasyonalite üzerine kurmuş olmalarıdır. Tartış­
malarda dolaşımda olan temel kavramlar ve öne sürülen ilke­
ler üzerinden örneklenen taraf alışlar yukarıda aktardığım alın­
tılarda somutlanmaktadır. Özetle denebilir ki, esasen popüler
milliyetçi dilde ve maliyet-fayda analizinde ortaklaşan taraflar
somut, ölçülebilir, hesap edilebilir verilere ve değişkenlere, ik­
tisadi-mali terimlere, istatistiksel hesaplamalara (milli gelir, or­
dudaki erlerin bütçeye maliyeti, askere alınan erkeklerin çalış­
mamalarından ve üretmemelerinden kaynaklanan maliyet, be­
delli askerlikten devletin yaratması beklenen kaynak, bu kay­
nakla finanse edilebilecek sosyal hizmetlerin değeri, asker sayı­
sı gibi) atıfla konuşmayı ve hep maliyet-fayda analizlerine da­
yanmayı tercih ederken hem ekonomik rasyonalite hem de po­
püler milliyetçi eksenlerde ortak olan cinsiyetçi perspektifin
içerisinden konuşmaktadırlar.
Vicdani ret söz konusu olduğunda ise farklı bir tablo ortaya
çıkıyor. tık farklılık, yukarıda belirtildiği üzere, bedelli asker­
likle kıyaslandığında vicdani reddin hem Türkiye medyasında
hem de siyasi partiler arasında çok daha yoğun bir reddedişle
karşı karşıya kalıyor olmasıdır. Türkiye şu anda Avrupa Komis-

51 Özcan Yeniçeri, "Bedelli Askerlik" , Yeniçag, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .


52 Altaylı, "Bu Paralar Şehitlere ve Gazilere Gitmez " , 0 1 . 1 2.201 1 .
53 Ersoy Dede, "Bedelli Tamam ya Vicdani Red ? " , Yeni Akit, 8. 1 1 . 20 1 1 .

1 63
yonu üye ülkeleri arasında vicdani ret hakkını yasalaştırmamış
iki ülkeden biri (diğeri Azerbaycan) olduğu gibi, aşağıda da gö­
receğimiz gibi, aslında bu konu siyasi bir mesele olarak alınma­
maktadır. Bilindiği üzere, vicdani ret, "Bireyin politik görüşle­
ri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda asker­
liği reddetmesidir . . . Vicdani retçil erde en çok karşılaşılan red
sebepleri ise; düşman olsa bile insan öldürmeyi ahlaki bulma­
mak, hiyerarşik ve statüsel yapılandırmalarda yer almayı red­
detmek ve güncel sorunlardan dolayı o ülkenin silahlı birli­
ğinde bulunmayı ideolojik ve dini inanca aykırı bulmaktır. " 54
Vicdani ret hakkı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyo­
nu ve Avrupa Parlamentosu tarafından temel insani hak ola­
rak kabul edilmiş olup Türkiye'de bu konunun yakın zaman­
da hatırlanmasına neden olan gelişme ise Avrupa lnsan Hak­
ları Mahkemesi'nin (AlHM) 2004 yılında Türkiye'den yapılan
başvuruya dair gerekçeli kararını Kasım 20 l l'de açıklaması ve
Türkiye'yi tazminata mahkum etmesi olmuştur. Kararda, Tür­
kiye'de askerliğe alternatif bir kamu hizmetinin bulunmadığı­
nın altı çizil [ erek] bu yapının toplum ile vicdani retçilerin çı­
karları arasında adil bir denge oluşturmadığına işaret edilmiş­
tir. 55 Bundan önce 2006 yılında da, Türkiye aynı şekilde mah­
kum olmuştur. Türkiye'nin, AlHM kararı doğrultusunda vic­
dani retle ilgili düzenleme yapmaması üzerine Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi sürekli olarak uyarılarda bulunmakta fakat
bu gidişata rağmen resmi yaklaşım Başbakan Recep Tayyip Er­
doğan'ın şu sözlerinde temsil edilmektedir: "Vicdani ret olarak
adlandırılan bir düzenleme hükümetimizin gündeminde asla
olmamıştır. Askerlik bu milletin, bu topraklar için en kutsal va­
zifelerden biri olarak kabul edilmiştir. Biz askerimize 'Mehmet­
çik' derken bunun bir anlamı var; bu 'Küçük Muhammed' an­
lamındadır. Biz askerliği Peygamber Ocağı olarak görmüşüz. "
Yanı sıra , Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 'son genel seçim­
ler sonrasındaki (20 1 1 ) kompozisyonuna bakıldığında vicdani
ret hakkını savunan sadece bir siyasi parti bulunmaktadır. Bu
54 "Anarşist Bir Duruş Olarak Vicdani Red" , BirGün, 3 . 2 . 20 1 2 .
55 " A lH M 'den Türkiye'ye Vicdani Red Cezası" , Radikal, 23. 1 1 . 20 1 1 .

1 64
konuda hem iktidar partisi hem de iki büyük muhalefet parti­
sinin aynı dilden konuşuyor olması dikkat çekmektedir. Örne­
ğin Milliyetçi Hareket Partisi "vicdani reddi her koşulda red­
detmeye devam edecekleri"ni sürekli vurgulamaktadır. Bu du­
rum medyada da çok farklı değildir; vicdani ret kavramına siya­
si partiler nezdindeki mesafeli duruş medya için de geçerlidir.
Aslında , yakın zamanda Bilkent Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi
ve KONDA tarafından yapılan hayli geniş çaplı bir araştırmada
katılanların yüzde 82'sinin vicdani redde karşı olduklarını ifa­
de etmiş olmaları, bu muhalefetin ne gazetelerin köşe yazılarıy­
la, ne iktidar partisiyle ne de muhalefet partileriyle sınırlı oldu­
ğunu göstermektedir. 56
Vicdani reddi redderken öne sürülen gerekçeler referans
noktaları bakımından bedelli askerlik karşısındaki muhalif gö­
rüşlerden farklıdır. Bunlar genel olarak üç başlık altında top­
lanabilir: llk olarak, tahmin edilebileceği üzere, askerlik olgu­
sunun Türk-Müslüman kültürünün ayrılmaz parçası hatta özü
olduğu düşüncesi dillendirilmekte, buradan hareketle de vic­
dani ret hakkının yasalaşmasının milli kültürü dej enere edecek
bir adım olacağı görüşü savunulmaktadır. Bu görüş, aşağıda­
ki örneklerde olduğu gibi, bazen ironik biçimde bir militarizm
eleştirisiyle bağdaştırılabilmektedir:

Hayatımın hiçbir döneminde asla militarist olmadım; bilakis


askeri tahakküme ve müdahalelere karşı daima demokrasiyi
savundum. Lakin mukaddes, mübarek, muazzez bir peygam­
ber ocağı olarak gördüğüm Türk Ordusu'nun varlığına ve lü­
zumuna her zaman inandım . . . Kim ne derse desin, Türk Mille­
ti, "asker millet" tir. Bu hususiyet, milletimize asırların kazan­
dırdığı çok önemli bir haslet ve atalarından tevarüs ettiği bir
milli terbiyedir. Milattan öncesine kadar uzanan şanlı tarihin­
de , bu hususiyeti sayesinde yüzden fazla devlet kurmuş olan
milletimiz, daima bağımsız yaşamış ve en zor zamanında da­
hi "İstiklal Mücadelesi" verebilmiştir. Bizde askerlik hizmetine

56 Detaylar için bkz . "Bilmedikleri 'Vicdani Red'e Karşılar" URL: http://www . ha­
berturk. com/polemik/haber/69 1 398-bilmedikleri-vicdani-rete-karsilar. Eri­
şim Tarihi: 13 Ocak 20 1 3 .

1 65
"vatani vazife" denir ve Anayasa'da da "vatan hizmeti" başlığı
altında düzenlenir. Vatandaşımız vatan hizmetine çok önem
verir. Zorunlu askerlik, toplumumuzda değer yargısı en yük­
sek sosyal kurumdur. Vatanseverlik seviyesi çok yüksek olan
milletimiz için askerlik şerefli bir hizmet ve şehitlik erişilecek
en büyük mertebedir. 57

Vicdani ret kurumu gençlerimizi tarihi reflekslerinden biraz


daha kopartacak. Yanlış anlaşılmasın. "Her Türk asker doğar"
saplantısı içinde değilim. Ama bu milletin genlerindeki emsal­
siz meşru müdafaa melekesi tarihe karışacak. "Söz konusu va­
tansa gerisi teferruattır" sloganları yalan olacak. Millet olma
şuurunun tarihi örgüsü felce uğrayacak. 58

Konuya "asker Türk Milleti" tespiti üzerinden yaklaşanlar


olduğu gibi lslam dininde meşru savaş kavramına ve Hazreti
Muhammed'in bizzat katıldığı ve yönettiği savaşlara atıfla vic­
dani redde karşı çıkanlar da olmuştur:

Kur'an'ın emri, düşmana karşı caydırıcı güce sahip olmamızdır.


Ümmet gücünün yettiği kadar bu emri yerine getirecek, düş­
manların saldırmaya cesaret edemeyecekleri ölçüde askeri güce
de sahip olacaktır. Meşru savaşa katılmak, durumu ve gücü bu­
na müsait olanlara farzdır (isteğe bağlı değildir, red hakkı yok­
tur) . tslam'da paralı askerlik söz konusu olamaz; çünkü cihad
şerefli ve sevaplı bir ibadettir, ibadet para ile olmaz, cihadda öl­
mek şehadettir ve şehitlik çok değerli bir manevi derecedir. 59

Ahmet lnsel burada çok önemli bir noktanın altını çizmekte­


dir: Vicdani redde Türk-Müslüman kültürüne atıfla karşı çık­
mak konusunda Kemalistler ve muhafazakar-Müslüman çevre­
ler arasındaki uyum. lnsel kendi yazısında Ali Bulaç ve Müm­
taz Soysal'ın konuyla ilgili görüşlerine yer vererek bu benzeş­
meyi gözler önüne serer. lnsel'in aktardığına göre:

57 Hasan Celal Güzel, "Asker Ocağı Sönmemeli" , Sabah, 19. 1 1 . 20 1 1 .


58 Gültekin Avcı, "Vicdani Reddin Vicdanı", Bugün, 20. 1 1 . 20 1 1 .
59 Hayrettin Karaman , " Reddedilen Askerlik m i Vicdan mı? " , Yeni Şafak,
8 . 1 2 . 20 1 1 .

1 66
"Kültürel kodları Müslümanlık tarafından oluşmuş bir ül­
kede" ana fikir, Bulaç'a göre "Savaş karşıtlığı değil anti-mili­
tarizm" olmalıydı. Savaş adil ve haklı olmadığı sürece meş­
ru değildi ama "ülkesi düşman işgaline uğramışsa her Müslü­
man; dini, yurdu ve namusu için savaşır(dı) , bu cihattı ve farz­
dı" "Cihadı hayatından çıkarmış bir toplum , varlığım devam
ettiremez"di. Mümtaz Sosyal , 26 Kasım'da Cumhuriyet'te, "Bu
arada toplumun moralini bozmak ve ulusal özgüvenin önem­
li unsuru olan askerliği yıpratmak isteyenler yeni bir konu da­
ha bulmuşa benziyorlar: Vicdani ret denen kaytancılık" diye­
rek, konuya girdi. Ardından AlHM kararlarıyla desteklenen bu
hakkın "hangi gerekçeyle olursa olsun insan öldürmeyi günah
sayan Museviliğin ve Hıristiyanlığın inançlarına ters düştüğü
için, o inançların insanları açısından geçerli" olabileceğini be­
lirtti. "Ama Müslüman bir toplumda ve hele ulusal savunma
gerekleri olan Türkiye gibi bir ülkede fanteziden başka bir an­
lam taşıyamaz"dı. 60

Insel'den yapılan bu uzun alıntıda göze çarpan husus, kendisi


bunu vurgulamamış olsa da, vicdani redde karşı çıkışın ideolojik
ayrımları içten kesmesi ve bunu yaparken de aslında farklı ide­
olojik duruşlar arasında cinsiyetçiliğin ortak bir nokta olduğu­
nu iyice belirginleştirmesidir. ikinci olarak, vicdani ret hakkına
karşı çıkanların çoğunun bu hakkın savunuculuğunu yapanla­
rın "samimiyeti"nden duydukları şüphe göze çarpmaktadır. Ba­
zı yazarlar vicdani ret hakkı savunucularını, gerçek niyetleri as­
kerlik hizmetinden kaçmak olduğu halde bu niyetlerini ve kor­
kaklıklarını vicdani ret savunuculuğu kisvesi altına saklamakla,
böylelikle aslında askerlikten bunun için bir bedel dahi ödeme­
den kaçmanın peşinde olmakla eleştirmektedirler. Vicdani red­
din cesaret karşısında korkaklık üzerinden tespit edilmesi asker­
liği reddetmekle vicdani ret arasındaki farka dikkat çeken, bu
farkın da askerliğin niçin reddedildiğine bağlı olduğunu öne sü­
rerek bir "tasnif' denemesine girişen ömekt� şahikasına ulaşır:

60 Ahmet lnsel , " T ü rklük ve Müslümanlık Vicdani Redde Karşı" Radi kal,
29. 1 1 . 20 1 1 .

1 67
Askere gitmeyi , devletin otoritesini külliyyen reddettiği için
reddeden, zaten dağa çıkmış demektir. Bugün de yüz yıl ön­
ce de böyleydi bu. "Eşkıya kimlik kullanmaz" Dağdan ölüsü
-o da bazen- iner. Böyle adam vatandaş olsa ne olur olmasa ne
olur! Eşkıya dağdan geri dönerse zaten eşkıyalıktan da dön­
müş demektir. Eline silah verir misiniz? Hele cepheye, gönde­
rir misiniz? Kendisine bayrağınızı ve namusunuzu itimat eder
misiniz? Sabıkalılık ve af meselesi. Islah olmuşsa neden olma­
sın. Askere alacağınız genç , dağa henüz çıkmamış, ama da­
ğa çıkmayı her an düşünen bir gençse, askere alsanız ne işini­
ze yarar? Eğitip devletle ve toplumla barıştırmanıza kışla kat­
kı yapacaksa doğruca askere alın ! Yoksa önce medreseye gön­
derin. İşte onun için devletin medreseye destek olması lazım.
Kaldı geriye, silahı ve öldürmeyi vicdanen reddettiği için ya da
yeterince -yani ölmeye hazır olacak kadar- cesur olmadığı için
askere gitmek istemeyen vicdani retçiler. 6 1

Bu durumda askerliği reddedenler eşkıya, vicdani retçiler ise


korkaklardır. Bir gazetede hükümetin vicdani retle ilgili bir ya­
sal düzenleme hazırlığı içerisinde olduğunu duyurmak üzere
hazırlanmış haber metni ise "erkek gibi" askere gitmeyi redde­
decek olanları nelerin beklediğini şöyle anlatmaktadır:

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin Türkiye'nin AB'ye üye­


liği için şart koştuğu askerlik yapmak istemeyenlerin "vicdani
ret" hakkının tanınması ile ilgili çalışmalar sürüyor. .. Buna gö­
re , vicdani retçiler, askeri tesislerde ellerine silah almadan, ge­
ri hizmetlerde görevlendirilecek. .. Garson, berber ve hizmet­
li gibi görevlerde bulunacak olan vicdani retçiler, silah kulla­
nılmayan birimlerde görev alacak. Askeri birliğin mutfağı, te­
mizlik işleri gibi işleri yapacak olan vicdani retçiler bir anlam­
da patates ve soğan doğrayarak kamu hizmeti görevini yerine
getirecek. Askeri birlikte görev yapanlar kışlada konaklamaya­
cak, akşam evlerine gidecek. 62

61 Ahmel Balta!, "Anayasaya Dokunmayın" , Yeni Asya, 23. 1 1 . 20 1 1 .


62 Erhan Seven, "Vicdani Retçiler Geri Hizmete " , Yeni Şafak, 1 7. 1 1 .201 1 .

1 68
Buradaki, "eline silah alan/geceleri kışlada kalan/cesur" -mas­
külen-Türk erkekleri ile eline silah alamayan/korkak/feminen
(temizlik ve mutfak işleri gibi geri hizmetleri yapan ve geceleri
evlerine giden, belki de kışlada kalmayı hak etmeyen) Türk er­
kekleri arasındaki ayrım üstü örtülemeyen bir heteroseksizmi
işaret etmektedir. Cesarete, cesur olmaya yapılan bu vurguyla
beraber vicdani reddin korkaklıkla özdeşleştirilmesinin daha
da açık ve örtülmeye de çalışılmayan bir heteroseksist tonlama­
ya sahip olan biçimi ise şu örnekte kendini gösterir: " [ T ] otişi
yemediği için kendisini hümanist, özgürlükçü olarak görenler
eline silah almadıkları için 'insan öldürmeye karşıyım' nutukla­
rı atacak. "63 Nitekim tespit edilen bu "samimiyetsizlik" halinin
testi de beraberinde gelir:

Sen hükümet olarak şimdiden açıkla bakalım, de ki "Vicdani


retçiler sadece Güneydoğu'nun ilçe ve köylerindeki sağlık ve
eğitim kuruluşlarında sivil olarak görev yapacaktır. Şemdinli,
Çukurca, Erciş, Kulp, Eruh, Lice vesaire ve onların köyleri . . . "
Bak bakalım sonrasında, piyasada kaç vicdani retçi sahtekar
64
kalacak ! Hepsi askere gitmek için kuyruğa girer.

Görüldüğü üzere, tıpkı bedelli askerlikle ilgili tartışmalarda


olduğu gibi vicdani ret tartışmalarında da popüler milliyetçi­
lik yine başroldedir. Bu durumda, vicdani redde karşı öne sü­
rülen iddiaların "asker millet" , "Peygamber Ocağı" , "şeref" ,
"şehitlik" "cesaret/korkaklık" , "samimiyet(sizlik) " gibi kav­
ramlar üzerine inşa edilmesi şaşırtıcı değildir. Aslında bu du­
rum , vicdani redde karşı kullanılan bu siyasal dilin de ne ka­
dar duygusal olduğunu göstermektedir. Bu durum ise daha de­
rinde, siyaset ve rasyonalite arasında kurulan bağlantının ikir­
cimli yapısını gözler önüne sermesi bakımından özel bir öne­
me sahiptir.

63 Metin Özkan, "'Vicdani Red' 'Açılımın' Devamı mı? '' , Güneş, 1 8. 1 1 . 20 1 1 .


64 Emin Çölaşan, "Şimdi de Bedelli Dümeni", Sözcü, 1 6. 1 1 . 201 1 .

1 69
Sonuç

Türkiye'de yazılı medyanın bedelli askerlik ve vicdani redde


yaklaşımına dair bütün bu gözlemler toplumsal cinsiyet eksen­
li bir tartışma için ne tür veriler sunmaktadır? En başta, bu tar­
tışmalarda alttan alta sürekli vurgulanan, daha da belirginleş­
mesi ve devamlılığı sağlanan hususun erkeklik/erillik ve kadın­
lık/dişilik kategorilerine dair yerleşik normların ve değerlerin
şekillendirdiği tanımlar olduğu aşikardır. Bu şekilde "erkek"
ve "kadın"ın oynaması gereken (farklı) rollere dair mevcut yar­
gılar pekiştirilmektedir. Buna göre , erkeklik/erilliğin tanımla­
yıcı özellikleri cesaret, savaş, kavga ve bir asker olarak ölme­
ye ve öldürmeye hazır olmak, silah kullanmayı bilmek/öğren­
meyi istemektir. Bu tanımlarla el ele yürüyense , Gregory He­
rek'in "heteroseksüel olmayan her türlü davranış, kimlik, ilişki
ya da topluluğu inkar eden, aşağılayan ve damgalayan bir ide­
olojik sistem" olarak tanımladığı heteroseksizmdir.65 Böyle ta­
nımlandığında heteroseksizmle ırkçılık ve cinsiyet ayrımcılığı
gibi önyargıdan beslenen tutum ve davranışlar arasında önemli
benzerlikler olduğu açıkça görülür. Türkiye'deki bedelli asker­
lik ve vicdani ret tartışmalarında da bu tutumu görebilir ve er­
keklerden askerlik hizmetini yerine getirerek ve/ya da vicdani
reddi reddederek aslında erkekliklerini ispatlamalarının bek­
lendiğini söyleyebiliriz . Vicdani retçiler ise aynı nedenle Spike
Peterson'ın ifadesiyle "yeterince maskülen olmayan erkekler"
(insufficiently masculine men) olarak yaftalanmaktadır.66 Vicda­
ni retçi erkekler "erkek olmak"la özdeş görülen özellikleri (sa­
vaşçılık, askerlik vb.) reddetmekte, üstüne üstlük bunu hiç de
erkekçe ya da eril bir çağrışımı olmayan vicdan kavramına gön­
dermede bulunarak yapmaktadır. Maskülen olmamak ise, er­
kek kimliği için başlı başına bir kusur, defo olarak kabul edil­
mektedir. Tam da bu noktada vicdani ret hareketinin en önde

65 Herek, G. M . ( 1 990) . The Context of Anti-gay Violence : Notes on Cultural


and Psychological Heterosexism" , ]ournal of Interpersonal Violence, 5, s. 3 1 6-
333. Çeviri yazara ait.
66 Peterson, "Sexing Political Identitiesı' Nationalism as Heterosexism", s. 40.

1 70
gelen ve adeta sembol olmuş isimlerinden inan Süver'in verdiği
bir röportajda vicdani reddini "cesur olmak" ve "cesaret" üze­
rinden meşrulaştırmasını, asıl cesaret isteyenin vicdani retçi ol­
mak olduğunun altını çizmesini hatırlamak gerekir. Süver'e gö­
re " [ v ] icdani red cesaret gerektirir. . . Korkaklar saldırır. Cesur­
lar ise gelecek tehlikeye hazırsa saldırmaz, onu bekler. "67 Bel­
li şekilde tanımlanmış hakim erkeklik tanımının zaman zaman
vicdani reddi savunanlarca dahi dile getirilebilecek kadar sos­
yo-politik yapının iliklerine işlemiş olduğunu bundan daha iyi
ne gösterebilir? Serpil Sancar'ın dikkat çektiği gibi:

. . . aile'de kadınlan ve gençleri yönetmek, piyasada üretime ko­


şulan işçileri disipline etmek, ulus-devletin düşmanlarına kar­
şı savaşmak erkeklerden beklenen ve çoğu zaman şiddet kul­
lanmayı içeren toplumsal roller i dir] . "Erkek olma" ile özdeş­
leşen değerler ne kadar şiddet kullanmayı içeriyorsa, o ölçüde
bu şiddet ilişkisini normalleştiren iktidar stratejileri ile sarma­
lanmış oluyor. . . Buradan bakıldığında , vicdani ret tartışmala­
rı kaçınılmaz olarak eril kültür'ün sorgulanması ile birbirine
paralel gelişme gösteriyor. Şiddet kullanmaya zorlanan erkek­
ler bu bağlamda basitçe kendi istemedikleri bir şeyi yapmış ol­
maya zorlanmıyorlar; aynı zamanda bir tür erkeklik değerleri­
ni ve davranışlarını da onaylamaları ve içselleştirmeleri kaçı­
nılmaz hale geliyor. Bu anlamda, vicdani ret tartışmaları mili­
tarizm ile özdeşleşmiş şiddete dayalı erkeklik değerlerinin de
eleştirisini ve dönüşümünü sağlamanın yolunu açıyor. 68

işte, erkek olmak ve kadın olmakla ilgili değerler ve normla­


ra dair bir eleştiri ve sorgulamanın kapısını aralaması ve hatta
bunlara meydan okuma potansiyelini içinde barındırması, vic­
dani reddin Türkiye'de bu kadar geniş çaplı bir reddiyeyle kar­
şılaşmasının arkasındaki esas sebep olmaktadır. Ö te yandan,
bedelli askerliği savunmak, bu yasadan faydalanmayı istemek

67 Cem Bahtiyar, "Vicdani Red: Devletin Sopasını Elinden Almak" , inan Süver'le
söyleşi, BirGün, 2 1 . 1 2. 20 1 1 .
68 Serpil Sancar, "Vicdani Red ve Eril Şiddet", Çarklardaki Kum: Vicdani Red Dü­
şünsel Kaynaklar ve Deneyimler içinde, s. 1 3 5- 1 36.
1 71
ya da faydalanmak, uhdesinde böyle bir meydan okuma bann­
dırmadığı için yerleşik siyasette kendine daha kolay yer bula­
bilmektedir. O zaman, heteronormativite hem bu durumun ar­
kasında yatan temel faktör hem de sonuç olmaktadır. Bu du­
rum yazının en başında belirtildiği gibi , modern siyaset tanı­
mıyla birlikte düşünüldüğünde daha da kolay anlamlandırı­
labilir. Askerlik hakkındaki hakim söylem modern (eri l ola­
rak okuyunuz) siyaset kavramsallaştırmasından beslenmekte
ve aynı zamanda onu (yeniden) üretmektedir. Modern siyaset
kavramsallaştırması siyasal alam rasyonalite, akıl ve materya­
lizm üzerinden kurgularken duygular ve inançlar bu alanın dı­
şında bırakılır. Ilk sayılanlar erkek olmanın, ikinciler ise kadın
olmanın özü addedilir. Bedelli askerliğe dair tartışmanın, yani
bedelli askerliği savunur ya da ona itiraz ederken dile getirilen
görüşlerin, daima ekonomik rasyonalite (somut rakamsal veri­
lere dayalı fayda-maliyet hesaplaması yani akıl-mantık-mater­
yalizm) ekseninde yürümesi bu kurgunun yeniden üretiminde
işlevseldir. Çünkü siyaset tam da bu sayılanlann alamdır. Di­
ğer bir ifadeyle, bu pencereden bakıldığında , bedelli askerlik
mevzusu , siyasalın belli biçimde tanımlanmış alam içerisinde
meşru bir tartışma konusu olarak kabul edilmiş olan, yine bel­
li biçimde belirlenmiş siyasal terminoloji çerçevesinde ele alı­
nan siyasi bir meseledir; sistem dışı bir uygulama ya da tartış­
ma konusu değildir.
Öte yandan , vicdani ret için aynı şey söylenemez . Vicdani
ret, kadın ve erkek olmaya dair yapılmış tammlan ve çizilmiş
sınırlan zorladığı yetmezmiş gibi siyasala dair tammlan ve çi­
zilmiş sınırlan da zorlamaktadır.69 Her şeyden önce vicdan mo­
dern siyaset kavramsallaştırmasının dışanda bıraktığı irrasyo­
naliteyi, duygu ve inancı uhdesinde banndırır; hem de vicdan
ölçülebilir, hesap edilebilir, görünür-gösterilir, somut olarak
ispat edilebilir bir şey değildir. Kısaca, eril değildir. O nedenle

69 Yıldınm Türker'in "vicdan da ret de dilimizin en zor döndüğü , sorunlu ke­


limeler" saptaması vicdani reddin bu sistem-dışılığının , Türker'in ifadesiy­
le "tekinsizliği"nin sembolik bir ifadesidir. Bkz. "Tolstoy'dan Bu Yana Reddin
Vicdanı", Radikal, 20. 1 1 . 20 1 1 .

1 72
politik de değildir. lşte burası aynı anda hem milliyetçilik, mili­
tarizm ve kapitalizmin üstüste bindiği hem de bu karışımın ha­
kim eril kimliğin lehine bir cinsiyet hiyerarşisiyle harmanlan­
dığı ve ortaya son derece tesirli bir iksirin çıktığı yerdir. Bura­
da "aklın hamle anlamına, strateji anlamına geldiği bir iklim"
hüküm sürmekte, "asal soruların fantezi kabul edildiği, akılla
duygunun farklı masalara yatırıldığı bir dünya inşaatı" devam
etmektedir. 70 Vicdani redde karşı çıkışların da meseleyi siyasi
ilkeler ve kavramlar temelinde tartışmak yerine, bu kavramı ve
ilgili talepleri tamamen göz ardı etmekle "askerlik Türk/Müs­
lüman olmanın gereğidir"/"vicdani retçilerin asıl derdi asker­
likten kaytarmak"/"vicdani retçiler aslında korkaklar" şeklinde
özetlenebilecek bir tutum arasına sıkışıp kalması da aslında bu
meseleyi bizatihi siyasi bir mesele olarak kabul etmeye gösteri­
len direnci sembolize etmektedir. Siyasal alan erillikle özdeşle­
şen değerlerle tanımlandığı ölçüde, hakim eril kimlik dışındaki
kimlikler (kadınlar ve LGBT) açısından bu durumun çıktısı or­
taktır: Siyaseten ikincilleştirilme , ötekileştirilme, sessizleştiril­
me; nihayetinde, dışlanma.

70 A.g.y.
1 73
5
BİR ERKEKLİK FANTEZİSİ:
KURTLAR VAD1S1 1

AKSU B ORA - T ANIL B ORA

Milliyetçiliğin "zaten hep" bir erkek fantezisi olduğunu söyle­


mek fazla mı olur? Emin misiniz? Ya da belki erkekliğin belir­
li bir biçiminin milliyetçi fantezi olduğunu söylesek? Bütün o
"sabrımızı zorlamasınlar"ın, "en sert şekilde karşılık verilecek­
tir"lerin?
Nasyonal sosyalistlerin iki paramiliter örgü tlenmesi olan
SA'lar ve SS'ler,2 şedit ve hamasi bir erkeklik imgesi kuran, bu
imgeyi yeniden üreten bir erkek kültürü ve erkeklik deneyimi
geliştiren yapılardı . Aynı zamanda, şedit ve hamasi erkekliğin
iki farklı türünü karşı karşıya getiren yapılar.3 SA tarzı erkek­
lik, bu örgütün alt sınıflara dayanan plebyen profiline uygun
olarak, kabadır. Kendini hiçbir biçimde kısıtlamamayı, gazını
istediği gibi boşaltmayı, erkekliğin şanından sayar. Dışa karşı

1 Bu yazının ilk versiyonu, Birikim dergisinin Ağustos-Eylül 20 1 0 (256-257) sa­


yısında yayımlandı. "Kurtlar Vadisi ve Erkeklik Krizi: Neden lskender'i Öldür­
müyoruz Usta ? "
2 SA: Sturmabteilung, Hücum Bölümü veya Kıtası. SS: Schutzstaffel, Koruma
Bölüğü. SA, taban hareketi olarak örgütlendi. SS, ilkin SA'nın içinde Hitler'e
özel koruma sağlama işleviyle kuruldu , sonra özerkleşerek büyüdü, özellikle
1 933'te SA'nın tasfiyesinden sonra polisle de bütünleşerek dev bir devlet terö­
rü aygıtına dönüştü.
3 Peter Longerich, Heinrich Himmler (Berlin: Pantheon, 20 10), s. 1 3 7 vd. , 243 vd.

1 75
da iç ilişkilerinde de-hiyerarşinin genel icaplarını gözeterek­
formaliteye bakmaz , hudut tanımaz. Bağırmak çağırmak, kırıp
dökmek, erkekliği kanıtlayan patlamalar; şiddet, içki ve cin­
sel azgınlıklar, homo-sosyal bağları güçlendiren muteber or­
tak deneyimler sayılır. Atak bir cinselliğin ve yüksek libido­
nun yüceltilmesi, eşcinselliği "bile" aklar.4 SS tarzı erkeklik
ise, büyük ölçüde bu örgütün lideri Himmler'in belirleyicili­
ği altında, SA tarzı erkekliğe nizam ve intizam vermeye dönük
bir düzeltme çabasına dayanır. SA'ların kodaman karşıtı, kapi­
talizm karşıtı, bürokrasi karşıtı plebyen-faşist reaksiyonlarını
kontrol alma stratejisiyle örtüşen bir arayıştır. SS tarzı erkek­
lik, katı kurallı, had safhada kontrollü, "doğru-düzgün" bir er­
kekliktir; Himmler cinayetlerin bile usulü dairesinde, "doğru
düzgün" icra edilmesini ister. Erkeklik ideali : asker adamdır.
Erkek adam, askerce ciddi , kurallara ve otoriteye hilafsız bağlı
olmalıdır. SA'ların erkek kardeşliği muhabbetinin yerini, dava
ve kurallarla belirlenen erkek yoldaşlığı azmi almalıdır. Erkek
(ve asker) adamlar, öncelikle birbirlerine değil öncelikle dava­
ya ve vazifeye (ve onları kişileştiren Führer'e/lidere) sadık ol­
malıdır. Erkeklerin birbirlerini sevmesinden ve "fazlaca" bir­
birlerine bağlanmasından duyulan kuşku , kuşkusuz homofo­
biyle de bağlantılıdır. SA tarzı, erkeklik korsesini çıkartıp atar­
ken, SS tarzı korseyi iyice sıkılar. SS tarzı erkeklik, homofobi­
den öte, genel olarak cinsel hazza tehlikeli bir ayartı olarak ba­
kar. Neredeyse aseksüel bir püritanizmle, üremeye (üstün ır­
kın zürriyetini sürdürmeye) indirger cinselliği. SS üyelerinin,
bu yüksek ahlaklarıyla , üstün ırkın en seçkin unsurları (er­
kekleri) olması hedeflenmiştir.
Erkekler arasındaki ilişkinin eşit kardeşler değil, ortak da­
vaya (Führer'e) bağlı yoldaşlar arasındaki ilişki olması, temel
önemdedir. itaat ve sadakat, adeta kurucu erkeklik değerleri­
dir.5 Türkiye'de 1939 yılında yayınlanan ve Genelkurmay Baş-
4 SA'lann önderi Emst Röhm açık eşcinseldi.
5 Mehmet Celil Çelebi, Kurtlar Vadisi'yle ilgili yayımlanmamış yüksek lisans te­
zinin "Otorite ve Erkeklik" başlıklı bölümünde bu noktayı vurguluyor: "(Val­
ley of Wolves) as a Nationalist Text", Medya ve Kültür Çalışmaları Programı,
ODTÜ, 2006.

1 76
kanlığı tarafından okutulması tavsiye edilen Ordu Sosyolojisi
Yolunda Bir Deneme isimli kitaptan destek alalım:
Orduda Aile, Babacı Aile Gibidir: Babacı ailede baba, ailenin
hakimi ve dini bakanıdır. Ordu ailesinde de baba, birliğin ve
vazifenin tekil ettiği dinin başkanıdır . . . Baba isterse ferdi, aile­
den kovabilir. Ferdi evlendirmek hakkı da vardır. Ferd evle­
nebilmek için babanın müsaadesine muhtaçtır . . . Baba aynı za­
manda hakimdir. Bir derece kadar adli haklan ve salahiyetleri
vardır. Kendi kadrosundaki bu mahkemenin kararlarını onay­
lar veya geri çevirebilir. Bu mahkeme , babanın resmi ve adil
6
vicdanını teşkil ediyor.

Bahse konu " kardeşler birliği" , Freud'un bahsettiği türden


bir ortak suç etrafında kenetlenmiş eşitlerden değil, babanın
mutlak otoritesiyle bağlı "fert" lerden oluşan bir topluluk; en
azından öyle görünüyor. Baba figürünün gerçekliği ve varlığı­
nın bir vakıa mı yoksa ideal mi olduğu konusunu yeniden dön­
mek üzere şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Sadece bir şeyi not
ederek: Moderniteyi "baba"nın yası bile tutulamayan kaybıy­
la bağlantılı bir erkeklik krizi olarak düşünmek, 1 939'dan ka­
lan bu metindeki güçlü baba özleminin günümüzün erkekleri­
ni cezbeden Kurtlar Vadisi 'nde de aynen devam etmesini anla­
makta bir giriş noktası olmalı.

lki erkeklik tarzı

Kurtlar Vadisf nde Polat Alemdar'ın ve çevresindeki erkek ce­


maatinin, SA tarzı erkeklikle SS tarzı erkeklik arasında gergin
bir salınımı temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Polat, tam iki­
sinin arasında bir yerdedir -elbette alaturka- bir SS tarzı er­
kekliği, SA tarzı erkekliğe yedirmeye çalışır; ama SA tarzının
"erdemleri"ni kesinlikle çöpe atmadan ! Memati'nin gönlünce
"kafaya sıkma" , mekan basma, adam kaldırma arzularına, za-

6 Akt. Selda Şerifsoy, "Aile ve Kemalist modernizasyon projesi, 1 928- 1 950'' , Va­
tan Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der . ) (İstanbul: iletişim Yayınla­
n , 2000) , s. 1 89 .

1 77
marn-zemini gözetmesini ihtar ederek gem vurur. Ama dizgini
ara ara gevşeterek ve "bir gün mutlaka" vaadini hep canlı tuta­
rak. Kendisi SS misyonunu üstlenmiştir; fakat bu misyonu SA
tarzının enerj isini, doğaçlama yeteneğini, "samimiyeti"ni yi­
tirmeden yürütüyordur. O tarz kontrol altında tutulmalı ama
gür bir kaynak olarak kurumasına izin verilmemeli; çocukların
"şevki kırılmamalı, elleri soğutulmamalı" dır. Askere, polise de­
ğil, son kertede "adamları"na güvenir Polat.
Bu gerilim bir başka ikilikle de alakalıdır: Taşralı/gelenek­
sel erkek-adamlar ile şehirli salon adamları. Bir tarafta, kavruk,
içinden geldiği gibi, otosansürsüz davranan, bozulmamış, sa­
mimi, dürüst, sahici erkek-adamlar vardır. Bazen komik duru­
ma da düşseler, dahası kötü de olsalar, aslında iyi, mayası temiz
adamlardır bunlar. Tek kelimeyle, erkek adamlardır. Misal, Za­
za, olanca kıyıcılığına, hesapçılığına-pazarlıkçılığına, en önem­
lisi karşı tarafta (Polat'ın karşısında) yani kötü adam olmasına
rağmen, "tatlı"dır. Dahası, PKK'nin metropol hücresinden Mu­
ro ve adamları bile (çocuksu ilkellikleri iyice vurgulanmak kay­
dıyla) bu saflıktan pay taşırlar; nitekim sonunda "iyi Kürt" ola­
rak Polat'la işbirliği yapacaklardır.
Diğer taraftaki erkek tipi, züppe, riyakar, "siyasetçi" , bazen
basbayağı kadınsı, alçak salon erkeğidir. Dizide bu tipin billur­
laşmış bir örneği , Neco'nun canlandırdığı Mehmet Fikret Ha­
zarbeyoğlu'dur. Gayet medeni, eğitimli cilasının altında gerçek
bir katil yatmaktadır aslında. Ağabeyini bıçakla öldürecek ka­
dar hain ve gaddar, en yakın adamının kızına sarkacak kadar
ahlaksızdır. Mehmet Fikret Hazarbeyoğlu tipinde denetim al­
tında görünen psikopatoloji, bir başka tipte, Ragıp Savaş'ın oy­
nadığı Fuat Tataroğlu'nda büsbütün açığa çıkar. Fuat, dizinin
büyük burjuvazi temsilcilerinin en önemlisi olan Davut Tata­
roğlu'nun dej enere oğludur ve Memati tarafından öldürülür.
Her ikisinin de bütün gaddarlıklarının yanında aynı zamanda
kadınsı olduklarının altını çizmek gerekir. Mehmet Fikret zam­
paralık peşindeyken bile inandırıcı olamayan erkekliğiyle, Fuat
kendisinin "şekerim Fuat" olarak anılmasına neden olacak ko­
nuşma tarzıyla belirgin biçimde kadınsıdırlar. Bunlara ek, bun-

1 78
lar kadar kötücül olmayan bir erkek tipi, Polat Alemdar'ın karı­
sı Ebru tarafından çizilir: Ebru , Polat'la ilk yemeğe çıktıkların­
da onun Elifin hatırasına nasıl bağlı olduğunu görünce, "Se­
nin gibi erkekler özlemez, sevmez sanırdım, " demişti. Ona gö­
re özleyen, seven erkekler, "Hani böyle gözlüklü , sırtına ka­
zak koyan erkekler . . . "dir. Takdir ederek ama biraz küçümser
bir edayla söyler bunu. Zira o entel tipler, doğrusu pek de ger­
çek erkek değildirler. Ebru da eninde sonunda, o tiplerin ince­
liğindense, bizim kaba saba adamların mertliğini yeğleyecektir.
Kurtlar Vadi s i 'nin 2007'de yayına giren serisi "Pusu " nun
baş kötüsü , Amerikalı -aslında bizzat Amerika'yı kişileştiren­
Aron Feller de, şehirli züppe salon adamının timsalidir. Kor­
kunç gaddardır ama kendisi aksiyon adamı değildir, işini maşa­
larına gördürür, hatta iş vuruşmaya geldiğinde tırstığım görü­
rüz. Çene sakalı, endamı, sanatla meşgul olması (üstelik, hobi­
si heykeltıraşlıktır - "put" yapıyordur yani ! ) , oturup kalkması,
Türkçesinin yabancı aksanıyla, aslına bakılırsa, Frenk mukal­
lidi olarak klişeleştirilen (Yeşilçam'ın "patron" karikatürlerin­
den bildiğimiz) yerli erkeklerden uyarlanmıştır bu tip !
Kahramanımız Polat Alemdar, bu iki düzlem arasındaki ge­
rilime de hakimdir. Her iki erkek dünyasını da bilir, ikisinde
de sözünü geçirir. Temiz yürekli taşralı harbi delikanlıları bi­
raz şekle sokmaya çalışır; salon adamlarını da gerekirse onla­
rın protokolüne uygun, ama asla karşılarında ezilmeden, tersi­
ne üstten bakan bir tavırla idare eder.
Tabii kahraman , yürek-akıl dengesini ve bütünlüğünü de
idare edendir. Polat'ın (sonradan bir savaş hilesi olduğunu an­
layacağımız) alemlerden çekilme kararını açıklamasının ardın­
dan, adamlarından Güllü Erhan, "Ahi, beyin olmadan bu me­
ret çalışmaz, sen olmadan ne yapacağız? " diye serzenişte bulu­
nur. Polat'ın, "Ben yoksam Memati var," teminatına karşı Gül­
lü Erhan, ikisi arasındaki farkı gayet net koyar: "Ahi, Memati
Ahi yürektir. Onsuz olmaz. Ama beyin sensin ! " Polat, asıl ola­
rak beyindir. Yürekli beyin. Memati, dizinin ilk bölümlerinde
bir keresinde gururla ve tehditkar, şunu söylemiştir: "Ben dü­
şünmem ! " Düşünme zaafına yenilmeden, yüreğiyle eyler o. lta-

1 79
at eder ve icabını yapar. Aklı önce Çakır'a, sonra Polat'a ema­
nettir. Her şeyi Polat'a sorar: " Neden lskender'i öldürmüyoruz
usta ? "
Akıl/yürek ikiliğinin sınıfsallığına değinmeden olmaz: El­
bette ki, akıl üst ve orta sınıfların bir özelliğiyken, yürek asıl
olarak aşağıdakilere özgüdür. Bu minvalde Kazım'ın Alman­
ya'da edindiği (Almanca/Almancı telaffuzuyla) "ştandart" ları
sürdürmeye çalışması , ancak gülünç olabilir. Memati ile Ka­
zım arasındaki meşhur kahvaltı diyaloğu tam Türk oğlan-erge­
nini kendinden geçirecek tondadır: "Bu ne Kazım? " "Kahvaltı
ahi. . . " "Kedi maması mı bu Kazım? " "Yok ahi, bu benim ştan­
dart kahvaltım. İçinde her şey var: Protein, vitamin , mineral. . .
" Kazım ben kahvaltıda protein yemem , peynir yerim ! " Me­
mati'nin Kazım'a hatırlattığı şey, bütün o alışılmadık, alengir­
li "ştandartlar" ın, kendilerine göre olmadığıdır. Polat'ın özel­
liği burada da ortaya çıkar; o hem dengeleri hesap edebilecek
akla hem de bütün dengeleri altüst edebilecek yüreğe sahiptir.

Ahiler ve ustalar meclisi

Kurtlar Vadisi'nde tüm beşeri münasebetler ağı, erkek hiyerar­


şileriyle örülüdür. Hikayenin temel birimleri , erkek ikilileri­
dir: Biri patron veya abidir, öteki onun "adamı" : Sağ kol, baş
yardımcı, mafyavari consigliori, sadık bende veya koruma. Hi­
yerarşinin şiddeti değişebilir. Adamların adamlarının adamla­
rı da olabilir: Polat-Memati-Sedat zinciri , örneğin . . . Memati ,
Polat'a "usta" der, Sedat, Memati'ye "ahi" Polat'a umumiyetle
"abi"denir. Başta Polat'ın ve onun karşısında lskender'in kutup
olduğu , daha geniş ağlar da vardır. Bu tabiiyet ilişkisi, patron/
lider/ahi adamlarını işe koştuğu kadar koruyup/kolluyor, aynı
zamanda onları adam ediyorsa, ayrı bir değer kazanır; usta-çı­
rak bağının ahlaki ağırlığı ve romantizmi siner ilişkiye.
Adamlar/erkekler arasındaki bu ilişki, bütün hayata, ahla­
ka, her şeye nizam veren eksendir. Abi, kutuptur. Yüksek ide­
aller, "dava", her ne ise, onun şahsında cisimleşir. Doğrusu , za­
ten idealler veya davanın içeriği adına söylenen fazla bir şey de

1 80
yoktur; ahinin delikanlılığı ve hamaseti, ideal ve davanın ika­
mesi gibidir. Abiye ve birbirine erkekçe sadakat, en yüksek ide­
aldir, istikamet verir, hayatın anlamını belirler.
Aynı zamanda , bu ideal pek ulaşılabilen bir ideal değildir.
Ağabeylerle en yakın adamları arasındaki bütün ilişkiler, iha­
netle ve kırgınlıkla yüklüdür. Sadakatiyle bildiğimiz bu ikin­
ci adamlar içinde ihanete hiç yaklaşmayan iki kişi, dizinin ilk
sezonundan hatırladığımız Laz Ziya'nın "adamı" Orhan ile Za­
za'nın Cevher'idir. Her ikisi de bilinmeyen bir eski zamanda ,
şehirlerden uzakta, geleneğin hakim olduğu coğrafyalarda baş­
lamış ilişkilerdir. Bunların harcının neyle karıldığından hiçbir
zaman emin olamayız. Burada akrabalık, eskilerden taşınmış
ataerkil vesayet ilişkileri, çok eski borçlar vardır. . . Kurtlar Va­
disi'nin göbeğinde ya da çeperlerinde kurulan tabiiyet ilişkile­
ri ise, her zaman güvenilmezlikle maluldür. MematVPolat iliş­
kisinde bile , Abdülhey'in (sözde) ölümünden sonraki kopuş,
ihanete değilse bile ağır bir kırgınlığa varır; o kadar ki , Mema­
ti'nin akılsızca ve öfkeyle yaptığı bazı girişimler, Polat'ın bütün
hesaplarını altüst eder. . .
Bütün bu ihanetler ve güvensizlikler bilinirken, "ahi için ca­
nını verme" söylemi, güçlü bir biçimde varlığını sürdürür. Dur­
madan sadakatten, sağlamlıktan, güvenilirlikten söz etmek
bunların varlığını mümkün kılacakmış gibi. Racon, sadece bir
gösteriş değil, bu anlamda bir performans olarak görülmelidir.
Elde olmayanı ele geçirmenin bir yoluymuş gibi. . .

Racon: Hafiften ağıra doğru

Racon aynı zamanda, Kurtlar Vadi s i 'nin belirleyici kipidir de.


Gerideki dünya görüşü , ahlak, toplumsal ve grup içindeki ko­
num . . . öndeki sahnede, racon kesilerek ifade edilir. Hatta belki
de öndeki sahnenin aslında her şey olduğu söylenebilir. Dün­
ya görüşü , ahlak, konum . . . her şey aslında racondan ibaret­
tir. Polat, ilk yemeğe çıktıklarında Ebru hesabı paylaşmakta ıs­
rar edince, centilmence falan değil, kaş çatıp sesini yükselterek
tepki gösterir: "Benim olduğum masada hesabı benden başkası

1 81
ödeyemez. " Cevher, Zaza Dayı'ya seslenmeye kalkan bir üçün­
cül karakteri, "Edepsiz, dayı çağrılır mı? Yanına gideceksin ! "
diye azarlar. lskender, son sezonun final bölümünde Polat'tan
kendisini "öldürecekse asker gibi öldür"mesini ister: "Kurşu­
na diz. Şerefsizler gibi ipe çekme ! " Hafiften ağıra doğru , bir­
kaç örnek. . .
Burası, racon vadisidir. Kostaklanma sahneleri, meydan oku­
yan, had bildiren tiradlar, şerefsiz mevkisine düşmenin her an
her yerde kol gezen sinsi tehdidi karşısında kasılmalar, Kurtlar
Vadisi'nin seyirci kitlesi nazarında kültleşmesini sağlayan do­
ruklarıdır. Erkekliğin kesintisiz teyakkuz halinde beklenmesi
gereken bir kale, bitmeyen bir iddialaşma olduğu duygusunu
kanırtmakla , Kurtlar Vadisi'nin üstüne yoktur. Tanıdığımız bir
ergenin dediği gibi: "Bu ergenlik çok zor bir şey, sürekli guru­
runu kurtarman gerekiyor ! "
Cevher, Memati gibi sert erkeklerin iğneden korkması gibi
komiklikler mesela , tam da onların sert erkekliğini belirginleş­
tiren bir nazar boncuğu işlevi görür. Ama ilke olarak, tensel ve
ruhsal yaralar, erkek adamın behemahal içe atması, asla göster­
memesi gereken zaaflardır. Dertleşme de racon kesme formun­
da cereyan eder; ağır, tok sözler teati edilir. Duygusallaşma be­
lirtileri yakaladığı anda üzerine çökülür, parmağa dolanır. Bazı
iyi erkeklerin ağladığı olur gerçi. Lakin en ağır ahilerin ağladığı
da görülmez. Polat, kırk yılda bir gözleri yaşarır gibi olduğunda
(lskender, yeni doğmuş çocuğunu kaçırmıştır) , bir el işaretiyle
adamlarını kovalar hemen; bunu görmemelidirler.
Zaza, bir defasında lskender'e der ki (Elazığ ağzıyla) : "Bizim
oralarda kadınlarla fazla konuşulmaz. Sizin orada arkadaş ol­
madığı için mecburen konuşisiz. " (Aynı zamanda, lskender'in
de, hem Zaza gibi harbi erkeklerin hem salon züppelerinin ale­
mine hakim bir kahraman olduğunu hatırlatır Zaza'yla diyalo­
ğu . ) Böylece bize hatırlatılır ki, sahih beşeri münasebet, erkek­
ler arası münasebettir. Önemli, anlamlı, içi dolu olan, arkadaş­
ça, riyasız, yiğitçe olan, erkekler arası konuşmalardır. Kurtlar
Vadisi'ndeki bariz homososyallik, bu hikmeti teyit eder. Beşe­
ri münasebet, sosyal olan, esasen erkek erkeğedir; sosyalleşme,

1 82
erkekler arasında gerçekleşir. Erkek meclisleri, uzun uzun otu­
rurlar dizide. Onların bu oturmaları-konuşmaları da aksiyon­
dur; önemli ve anlamlıdır çünkü .
Mekanları, erkeklerin üsleridir. Korumalar, gösterişli odalar,
büyük masalar, " tarihte Türk devletleri" serisinden bayraklar,
basit ama sekmeyen kabul-teşrifat protokolü , tokalaşmalar, bu­
yur etmeler, selam sabahlar ve bunların her seferinde teker te­
ker gösterilmesi, her ziyareti, her "birinin yanına gitme"yi bir
aksiyona dönüştürür. Bir yerden toplanıp kalkma, toplu halde
kostak kostak yürüyerek gidip (ki buralar bazen ağır çekimde
verilir) arabalara binme, kapıların çarpılması ve bir yere "inti­
kal etme" sahneleri, dakikalarca sürer Kurtlar Vadisi'nde. Dizi­
yi bütün geceye yaymak için zamanı sündürme ihtiyacı, böyle­
ce bir estetiğe dönüşür.
Bazı adamların basbayağı müstahkem mevkileri vardır. Me­
sela Zaza. Öte yandan onun mekanı, efendisinin kudret ve zen­
ginliğine rağmen, bekar erkek evi estetiğiyle dikkat çekicidir.
Kadınsız hayat püritenliğin, sadeliğin, aynı zamanda serbestli­
ğin fırsatı olmuştur. Pide ısmarlanır, muttasıl çay içilir.
Birinin mekanına gitmek, tabii onu tanımaktır. Mekanı bas­
mak ise (jargonuyla söylersek: "mekana çökmek" ) , en büyük
meydan okuma, en büyük hakaret. Kurtlar Vadisi'nin ilk sezo­
nundan beri en fazla can kaybı, bu "mekana çökme" şölenle­
rinde yaşanmıştır.

Homoerotizm?

Racon hep vardır ama farklılaşabilir. Örneğin iki "feodal"in (bi­


rinin Kürt diğerinin adı üzerinde, Zaza olduklarını söylemeye
gerek var mı? ! ) , Zaza Dayı'nın ve Cevat Ağa'nın, consigliori'le­
riyle yaptıkları standart düetler, farklılaşmanın tipik örnekleri­
dir. Zaza, uyarmak veya hal'letmek istediği kişiye gözünü dikip
yanındaki adamı Cevher'e, "Bu beni seviyor mu Cevher'im ? "
diye sorar. Cevher'in repliği: "Seni sevmeyen ölsün,"dür. Kö­
tülüğü ve gaddarlığı dizinin kimi "fan" larına bile fazla gelen
Cevat Ağa, tenkiline karar verdiği birisi için adamına "Yılmaz,

1 83
bu ne, bunlar ne? " diye sorar. Yılmaz cevap verir: "Odundur . . .
Anızdır . . . Kıldır . . . Yaş odundur . . . Kesimlik kütüktür . . . ağam. "
Bunun üzerine Cevat Ağa bunları n e yapmak lazım geldiğini
sorar. Yılmaz, "Yakmak lazım, yakarsın ağam," der. (Nitekim
adamın veya adamların üzerine benzin döküp yakarlar. ) Ahi­
nin/patronun/ağanın otoritesinin şehvetli bir teyididir bu dü­
etler. Aynı zamanda, korku perdesi ardında, bir nevi cilveleş­
me edası taşırlar.
Adamların ahilerinin/ustalarının/patronlarının yanında ço­
cuklaştıkları, yılıştıkları, şımardıkları durumlarda da bir cil­
veleşme havası vardır. Bilhassa Zaza'nın, hamisi lskender'den
muhabbet görme arzusu , zaman zaman nazlı, işveli bir kisveye
bürünür. Zaza'nın herkesin kafasına kaktığı, "Beni seviyor mu­
sun? " sorgusu , tehditle karışık bir biat talebinin ifadesidir; fa­
kat bir keresinde lskender'le sert münakaşaları sırasında, "Be­
ni sevmiyorsun," diye figan ettiğinde, derin bir hayal kırıklığı­
nı hissederiz . Örtülü bir homoerotizmden söz edebilir miyiz
buralarda? Erkeklik zırhının veya korsesinin gevşediği -ya da
fazla sıktığı- anlarda, homoerotik heyecanların dışavurduğunu
gözleyebilir miyiz?
Canını birbirine emanet etmiş erkek adamlar arasındaki, ka­
dınlarla ilişkilerdeki nazdan, kaypaklıktan, kalleşlikten, oros­
puluktan uzak, riyasız sıkı dostluk, sözsüz ve tezahürsüz, bir
tür platonik aşk olarak temsil edilir Kurtlar Vadisi'nde. Dizinin
ilk sezonunda, Çakır ile Polat arasındaki dostluk, bu türün en
belirgin örneğidir herhalde. Çakır, alemlerin kralı olma yolun­
da hızla ilerlerken, başa çıkmakta zorlandığı bir rakibinin Polat
tarafından "indirildiği"ni öğrenir. Polat'ın adını ilk böyle du­
yar. Polat'a hediye ettiği ve yeni açtığı kumarhanesinde rulet
masasına koymasına "paha biçilmez" diyerek engel olduğu tes­
pih, dostluklarının nişanesidir.
Bazı duygusal anlarda Polat'ın adamlarına ama bilhassa Ab­
dülhey'e, adamlarının da Polat'a bakışlarında, aşk dolu rikka­
ti görebilirsiniz . Adamların abilerine sadakatlerini veya onun
yanındaki mevkilerini yarıştırdıkları rekabetlerde, ahinin sev­
gisine mazhar olmakla ilgili alınganlıkların, kıskançlıkların da

1 84
esintisi hissedilir. Mesela Memati bir ara gözden düşüp de Po­
lat bir yere giderken yanına onun yerine (aslında Memati'nin
adamı olan) Kazım'ı aldığında , karşılıklı takındıkları tavırlar­
da, flört eden liseli kızların, oğlanların birbirini kıskandırma­
ya dönük havalarından bir şeyler vardır. Veya Kazım, ahileri­
nin gözünden düştüğünde öyle mahzunlaşır ki , kapıldığı ha­
yal kırıklığının sırf racon ve "kariyer"le ilgili olmadığını hisse­
dersiniz. Memati'nin Polat'ın kollarında öldüğü sahne, erkek­
ler arasındaki "ölümü"ne bağlılığı izlediğimiz zirve noktalar­
dan biridir dizide.
SA ve özellikle SS'lerin erkek ortamında homofobiyle bitişik
homoerotik heyecanlarla ilgili olarak, bu grupların sürekli me­
saisini oluşturan şiddet orjilerinin bir telafi işlevi görmüş oldu­
ğunu biliyoruz. Kurtlar Vadisi'nin cömertçe sunduğu şiddet or­
jilerinde7 de böyle bir işlevin payını arayamaz mıyız? Dizinin
ilk sezonunun bir sahnesinde, şiddetin homoerotik telafi işlevi
gördüğü şüphesi , aşikardır:
Çakır, öldürülen kız kardeşinin otopsi sonucunu açıklayan
doktorun kızın hamile olduğunu söylemesi üzerine , bebeğin
babasının Polat olduğundan şüphelenir. Bir gece vakti, ıssız bir
yere gidip yumruk yumruğa dövüşmeye başlarlar. Alışılageldi­
ği üzere seyirciler önünde sahnelenen bir performans değildir
bu (dövüşün feci koreografisi bir yana) ; hemen hemen hiç ko­
nuşulmayan yumruklaşmanın sonunda her ikisi de bitap dü­
şer, yüzleri dağılmış ve kan revan içinde yere çökerler, ancak
o zaman konuşmaya başlarlar: "Hadi bana bu şerefsizliği yakış­
tırdın, ölmüş bacına leke sürmeye utanmıyor musun," minva­
linde giden konuşma, gerçekte bir dostluk pekiştirme sahnesi­
dir. Sevişme sahnelerinden sonra çiftin yatakta yan yana uza­
nıp sohbet etmesine benzeyen bir yanı vardır: Fiziksel perfor­
mansın yorucu ama aynı zamanda rahatlatıcı etkisi altında, ya­
tışmış ve sakinleşmiş bir sohbet. Sonra birbirlerine sarılmış, gü­
lerek uzaklaşırlar. . .

7 Kurtlar Vadisi'ni şiddet pornografisi olarak ele alan bir yazı: Tanı! Bora, "Kurt­
lar Vadisi, Şiddetin Pornografisi ve Tekinsizliği" Türkiye'nin Linç Rejimi için­
de (İstanbul: Birikim Yayınlan , 2008 ) .

1 85
Yitik babalar

En başta, yası bile tutulamamış baba kaybının yarattığı erkek­


lik krizinden söz etmiştik.8 Şimdi bunu biraz deşelemenin sı­
rası geldi. Bütün bu raconlar, dayılanmalar, mütemadiyen "gu­
ruru kurtarma" telaşında olmalar . . . neye işaret ediyor? Dizinin
bütün sezonlarını dikkate alarak baba ya da baba muadili ka­
rakterleri şöyle bir sıraladığımızda, bu sorunun yanıtına dair
pek çok ipucuyla karşılaşıyoruz.
Dizinin esas kahramanı olan Polat, "gerçek" biri değildir
(onun Zorro ve türevleri, kostümlü/maskeli kahramanlar di­
zisinin bir halkası sayılıp sayılmayacağı tartışması , son derece
ufuk açıcı olurdu . Maskenin yüzün ta kendisi olması. "Süper
kahramanlığa" geçişin dönüşsüzlüğü) . llk bölümde, onu Ali
isminde bir diplomat olarak görürüz. Balkanlar'da bir yerler­
de ataşedir ama tabii ki "monşer" değildir; yerel milisleri eğit­
mek gibi birtakım mühim gizli faaliyetler yürütmektedir. Der­
ken , merkeze çağrılır ve yeni bir operasyonla görevlendirilir.
Bu operasyon, ondan hayatını ve kimliğini feda etmesini iste­
mektedir. Ailesine ve sevgilisine veda için bir günü vardır, erte­
si gün, sahte bir kazada ölecek, başka bir kimlik ve yüzle yeni­
den doğacaktır. Bu yeniden doğuşa babalık eden, Aslan Bey'dir.
(Aslan Akçabey. Alemlerin kralı ve beyazla simgelenen iyi ta­
rafın temsilcisi . . . Bazen, Polat'a ihanet ettiğinden şüphelendi­
ğimizde bile Aslan Akçabey'in tanımı gereği iyi tarafta olduğu­
nu hatırlarız ! ) Sonradan öğreneceğimiz gibi, Aslan Bey sade­
ce bir amir değildir; bebek Efe'yi ailesinden kaçırıp Ali ismiy­
le yeni bir aileye veren, onun eğitimi ve kişiliğinin biçimlen­
mesinde belirleyici olan kişidir de . . . (Böylece - Ali'nin gerçek­
liği de problemli hale gelir. ) Aslan Bey, Polat'ın babasız/çok ba­
balı erkekliğini biçimlendiren en önemli figürdür. Onu dövü­
şürken, silah kullanırken hiç görmeyiz . Ama böyle bir geçmi­
şi olduğunu sezeriz. Aslında Aslan Bey'in AlVPolat'la ikili sah­
neleri dışındaki yaşamına ilişkin de neredeyse hiçbir şey bilme-

8 Bu konuda geniş ilhamlar veren bir eser: Zeynep Ergun, Erkeğin Yittiği Yerde
(lstanbul: Everest Yayınlan, 2009 ) .

1 86
yiz. Sanki bu ilişki dışında bir varlığı yok gibidir (ideal bir ba­
ba ! ) . Polat'ın "ihtiyarlar"la bağını kuran odur. İhtiyarlar, dev­
letin çekirdeğindeki gruptur. Operasyon emri onlardan gelmiş­
tir. Aslan Bey'in onlarla ilişkisinin niteliği tam olarak anlaşıla­
maz ama onun devre dışı kalmasıyla heyetin bir üyesinin Po­
lat'la doğrudan bağlantı kurması gerekir ve heyet böylece görü­
nür hale gelir. Bu görünürlük, onların "kutsal devlet" halesini
epeyce yitirip eleştirilebilir bir topluluk olmalarına neden olur;
nitekim Polat da pek çok kez ihtiyarlarla görüş ayrılığına düşer,
onların hareketsizliği ve kuralcılığına isyan eder.
Polat, Aslan Bey tarafından yeniden dünyaya getirildikten
çok kısa bir süre sonra , ikili arasındaki çatışmalar başlar. As­
lan Bey'in aşırı kontrol merakı ve Polat'ın hareketlerini sınırla­
ma isteği, bu çatışmanın esasını oluşturur. Polat'ın ihtiyacı olan
desteği (bilgi, loj istik, akıl. . . ) vermeye devam etse de, zaman
içinde anlaşmazlıkları giderek artar (bu size bir yerlerden tanı­
dık geldi mi? ! ) . . . Bir noktada, Aslan Bey diziden kaybolur. Üs­
telik Polat'a geçmişiyle ilgili sırlan anlatmadan.
Polat'ın ikinci (ve biyolojik) babası, sonradan ortaya çıkaca­
ğı üzere, operasyona konu olan Konsey'in başkanıdır. lkisi ara­
sındaki bağı bilen tek kişi Aslan Bey'in bu operasyon için Polat'ı
görevlendirmesi, çok eski bir husumetten kaynaklanıyor gibi
görünür - iki baba arasındaki bilinmeyen bir zamandaki husu­
metten. Bu adam, Mehmet Bey (Mehmet Karahanlı . . . Hem ka­
ranlık tarafı ama aynı zamanda Osmanlı dışındaki birkaç aris­
tokratik aileden birini, yani soyluluğu temsil eden bir isim) , ci­
simleşmiş bir iktidardır adeta. Son derece kontrollü , mukte­
dir, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan biri. Bir suç ör­
gütünü yönetmekte olduğunu unutturacak kadar 'devletlü' gö­
rünümlü. Cinayet de dahil her türlü şiddeti kullanabilen ama
üzerinde hiç kan lekesi tutmayan bir adam. Bu adamın kırıl­
ganlığına tanık olduğumuz tek sahne, yıllar sonra izini buldu­
ğu oğlu Ali'nin ölmüş olduğunu sanarak onu yetiştiren aile­
ye gidişi, oğlunun odasına kapanışıdır. Yatağın üzerine uzanır,
Ali'nin çocukken yaptığı resimlere bakarak onun varlığını his­
setmeye çalışır. Bu sahnede , Mehmet Bey'in, ô muktedir ada-

1 87
mm erkekliğindeki yarayı görürüz: Oğlunu düşmanına kaptır­
mıştır. Oğlu yoktur. Sadece uzaklara gönderdiği kızı vardır. Ba­
balığı yarımdır.
Polat'ı yetiştiren baba ise, "Ömer Baba"dır (Ömer Candan.
Malıyla mülküyle, iktidarıyla, hatta aklıyla bile değil; dünyada
duruşuyla, varlığıyla, neye üflediği ruhuyla önemlidir-canıy­
la. Hiçbir sözü , hiçbir müdahalesi hesapçı değildir, o hep doğ­
rudan, haktan yanadır; candandır) . Bey ya da ağabey değil, ad­
lı adınca baba. Sadece Polat değil, ona herkes Ömer Baba, der.
Kimliğinin esası, budur. Bir de dindarlığı. Onu tanıdığımız ilk
bölümde, mahalle camiinin imamıdır. Ancak oğlunun ölümün­
den sonra emekliye ayrılır, küçük dükkanında ebru yaparak,
ney üfleyerek yaşamaya devam eder. Kadınlara has olduğu dü­
şünülebilecek türden derin bir sabır ve diğerkamlığın yanı sı­
ra, karşısındakinin duygularını anlama becerisi, akıl ve bilgiy­
le de donanmıştır. Her duruma ilişkin anlatabileceği meseller,
vereceği öğütler vardır. Bir "aksiyon insanı" değildir ama hep­
sinin öğüdünü ve onayını istediği, saygı duyduğu biridir. Ölü­
mü de secdede olur - yaşamıyla ölümü arasındaki sınır tama­
men belirsizdir; öyle ki, dizide ölümü şiddetsiz olan tek kişi
Ömer Baba'dır.
Ömer Baba'nın bir "sır katibi" olduğunu , o öldükten son­
ra öğreniriz . O sadece Polat'ı ye tiştirmekle kalmamış , "ak
saçlılar"ın bütün sırlarını kuşaklar boyunca taşıyan zincirin
bir halkası da olmuştur. Böylece Baba , kahraman erkeği bü­
tün kahraman erkekler silsilesine bağlayan kişi haline gelir. Po­
lat'ın "gelenek"le bağını kuran kişi Aslan Akçabey değildir; o
yalnızca bir görevi ifa etmiştir - asıl derin bağ, kutsallıkla taç­
lanmış aidiyet, Ömer Baba tarafından kurulmuştur. Polat'ın bu
üç babanın bir ürünü olduğu söylenebilir: Kalp, Akıl ve Gele­
nek. Ve üç babadan sadece Ömer Baba onun hayatındaki varlı­
ğını sürdürebilir - bütün aksiyonun içinde kurtarılmış bir hu­
zur vahası ve hakikatin temsilcisi olarak.
Babalığın erkekliği tamamlayan ve pekiştiren işlevini, lsken­
der'in öldürmeye azmettiği iki hasmının çocuklarına himaye
vaat etmesinde de görürüz. Bu çocuklara bakmayı istediğinden

1 88
değil, rakibinin erkekliğine hasar vereceği için ister bunu . On­
ların babalığını, dolayısıyla da erkekliklerini eksilteceği için.
Aslında böylelikle öldürme eylemini katmerlendirecektir de . . .
Canını aldığı yetmiyormuş gibi, erkekliğini d e sakatlayarak.
Memati'nin oğlu oğlu , Polat'ın kızı da kızıdır. Polat'ın öldü san­
dığı kızının gerçekte en büyük düşmanı Aron Feller tarafından
vaftiz edilirken görülmesini de böyle bir çerçevede düşünebi­
liriz: Tıpkı bir zamanlar Mehmet Bey'in başına geldiği gibi, oğ­
lu Polat da çocuğunu düşmanına kaptırmıştır. Üstüne üstlük,
bu düşman, çocuğu dininden etmektedir (ister istemez Battal
Gazi'nin Bizans tekfuru tarafından bebekken kaçırılan oğlunu ,
Seyyid Battal'ı hatırlıyoruz burada . . . Ama kız evladın kanı da
Seyyid'inki kadar güçlü çıkar ve aslına rücu eder.

lyi Kürt?
Bir parantez açıp dizideki Kürtler üzerine de birkaç şey söyle­
mek gerek. Dizinin unutulmaz Kürt karakteri Muro , biraz da
karakteri canlandıran Mustafa Üstündağ'ın başarısıyla, başlan­
gıçta öngörülen kötü bir yan karakter olmanın çok ötesine ge­
çip en azından bir sezon boyunca en önemli tiplerden biri ha­
line geldi . Hep yanında gezdirdiği iki adamıyla , cesur ve ze­
ki , ama aynı zamanda saf ve kandırılmaya kolay biri olarak
öne çıktı. Sevildikçe komikleşti, komikleştikçe sevildi. Örgü­
tün "başkan" larından biriyken, uyuşturucu işinden rahatsızlı­
ğı, "içindeki insan sevgisi" , sahtekarlığa karşı adeta doğal tep­
kisiyle, Polat'la birlikte çalışacak kadar saf değiştirdi. Muro'nun
sonu , önce iki adamını feci biçimlerde kaybetmek, arkasından
uyuşturulmuş bir biçimde canlı bomba haline getirilerek ken­
disiyle birlikte bir kahvede oturan insanları da havaya uçur­
mak oldu . Onu uyuşturup canlı bomba haline getiren, elbette
ki Aron Feller'di.
Diğer iyi Kürt Abdülhey, karakter olarak Muro'nun tam zıd­
dıdır: Az konuşan, mizah duygusu çok gelişkin olmayan, ölü­
müne sadık, cesur ve yiğit biri. Kendi başına hareket etmez, her
zaman emirleri yerine getirir. Onu değerli kılan da budur. Ama

1 89
Abdülhey de Muro'yla benzer bir kaderi paylaşır: Aron Feller
tarafından beynine müdahale edilir, hafızasını yitirir. . . Kürt er­
keklerin beyinlerine ve düşüncelerine sahip olamayışları, Ame­
rika'yı temsil eden Aron Feller tarafından sakatlanmaları, dizi­
nin önemli alt metinlerinden birini oluşturur.
Cevat gibi bütünüyle kötü ve zırdeli yahut Muro'nun adam­
ları Çeto ve Yıldırım gibi komik ve aciz , Zaza gibi kurnaz . . .
Görünen o ki, yaşlı ve dindar, geleneksel feodal Baba Mem­
duh'tan başka güvenilir bir Kürt erkeği yok ! Dizinin bir nokta­
sında Kürtlerin temsilini yılansı bir kadının üstlendiğini de ha­
tırlatalım.

Meş'um kadın, harbi kız

Dizi bir erkek dizisi ama bildiğiniz üzere, erkeklerin erkek ola­
bilmeleri için kadınlar gerekir. D olayısıyla , az sayıda ve ge­
ri planda olsalar da, dizide kadınlar vardır. Onlarla ilgili söy­
lenebilecek ilk şey, bu kadınların neredeyse tamamının olum­
suz karakterler olduğudur. Elif akıllı, sadık ve cesurdur ama di­
sipline girmeyen, kendini gerektiği biçimde erkeğine bütünüy­
le teslim etmeyen, onun bazı sırları olabileceğini bir türlü anla­
mayan biridir. Bu haliyle her zaman sorun yaratır, hem kendi­
sinin hem de başkalarının hayatlarını tehlikeye atar. Elifin ha­
lefi Ebru , her şeyden önce onun kadar sevilmemesiyle eksik­
tir. Güzeldir ama ne Elif kadar cesur ne de onun kadar sadıktır.
Üstelik Polat'ın gözde adamı Abdülhey'i vurarak sonraki büyük
felaketlere kapıyı açan da odur.
Elifin arkadaşı Leyla, Polat Alemdar'ın gönül ilişkisi kurdu­
ğu üçüncü kadındır: Elife olan sadakati ve bu sadakati Polat'ın
kızı Elife aktarmasıyla, Nazife Anne ve Ömer Baba'ya saygısıy­
la gözümüze girer. Üstelik Leyla, cesur ve kararlı bir savcıdır.
Tehditlere boyun eğmez, doğru bildiği yoldan şaşmaz. Bu an­
lamda, karakter sahibi bir kadın modelidir - Elif gibi bireysel
ve dediğim dedik de değildir, Ebru gibi "kadınsı" ve "duygu­
sal" da. Harbi kızdır.
Harbi kızlar, cesaretleriyle bir nevi erilleşme istidadı göste-

1 90
ren, kadınsı "yozlukları"nı da bu istidatlarıyla geride bırakan
kızlardır. . . Arketipsel örneği, Nihal Atsız'ın Bozkurtlann Ôl ü­
mü romanındaki Ay Hanım'dır bunun.9 Her iki kadının baba­
larından söz etmeden geçmek olmaz: Elif babasız büyümüştür.
Ebru'nun babası ise Gladio'nun adamıdır - bir hain. Dolayısıy­
la, öldürülmesi gerekir; bu işi Abdülhey yapar - sonradan Ebru
tarafından vurulması, bu yüzdendir.
Olumlu denebilecek tek kadın figürü , beklenebileceği gibi,
Polat'ın annesi, Nazife Anne'dir. O da kocası gibi, sadece Alil
Polat'ın değil, herkesin "anne" diye hitap ettiği biridir: Büyük
harfle "Anne" demek gerekir herhalde ! Nazife Anne, bir anne­
nin olması gerektiği gibi fedakar ve sadık ve aseksüel, bütün bu
özellikleriyle de bir tür kudsiyet halesiyle çevrilidir. Doğurarak
değil, besleyerek anne olmuş bir kadın; üstelik evladını öldü bi­
lirken başka bir yüz ve kimlikle karşısına çıktığında sorgusuz
sualsiz bağrına basacak kadar cömerttir. 1 0 Bütün bu özellikle­
riyle dizi izleyicilerinin gönlünde taht kurduğu anlaşılır; karak­
teri canlandıran Serpil Tamur, bir röportaj ında şöyle diyordu :
"Bana 'anam' deyip sarılan, 'Polat'ın annesi bizim de annemiz­
dir,' diyen o kadar çok kişi oldu ki. . .
Dizinin bir başka olumlu kadın karakteri, Abdülhey'le evlen­
menin eşiğinden dönen Sultan'dır. Sultan, Polat'ın adamların­
dan birinin karısıdır. Kocası ölünce, onu ofiste çay ve temizlik
işlerine bakması için alırlar . . . Sultan hem güzeldir hem de cin­
sel cazibesi vardır. Abdülhey'le aralarında bir ilişki başlar, ev­
lenmeye karar verirler. Bu karara Memati'nin tepkisi, müthiş
olur. Sultan'ın kocasından sonra bir başka erkekle, hele koca­
sıyla aynı dava peşindeki Abdülhey'le bir ilişkinin olması fik­
ri , onun için büyük bir ahlaksızlıktır. Bu nedenle Sultan'a ha­
karet eder, Abdülhey'le de giderek tırmanacak bir gerilim ya­
şarlar. Memati genel olarak kadınlara güvenilmeyeceğini düşü­
nür, onlarla ne yapacağını pek bilemez (ama böyle olması, çok
9 Bu konuda bkz. Tanı\ Bora, "Analar Bacılar Orospular" , Şerif Mardin'e Arma­
ğan içinde, Ahmet Öncü ve Orhan Tekelioğlu (der.) (İstanbul: lletişim Yayın­
lan, 2005), s. 254-26 1 .
1O Nazife Anne'nin Ersoy'la bağını "Kurtlar Vadisinde Anneler" başlıklı başka bir
yazıda ele almak gerekir herhalde !

191
güzel bir kadının onun için ölümü göze almasını engellemez­
soylu vahşinin çekiciliği ! ) ; ama bu olayda Sultan'ı ahlaksızlık­
la itham etmesi, erkekler arasındaki ilişkiler düzenini tehdit et­
tiği algısından kaynaklanır. Sultan olumlu bir karakterdir; bü­
tün bu hakaretlere ağlamaktan başka tepki göstermez, sonun­
da da tamamen çekilip kaybolur. (İzleyicilerden bir grup Sultan
ile Abdülhey'in ilişkisini onaylayanlar için bir facebook sayfası
açmıştı ama pek az üye bulabildi bu sayfa. )
Dizide "Lale Zara" ismiyle boy gösteren Kürt lideri, güvenil­
mezliği, kurnazlığı ve acımasızlığıyla temayüz eder. Bu özellik­
leri o kadar belirgindir ki, cesareti ve inancı geri planda kalır.
Ne Muro gibi sevimlileştirilebilir ne de diğer Kürt karakterler
gibi isimsizleştirilebilir. Anneliği ve evlat acısı bile Lale'nin se­
vimsizliğinin, gaddarlığının nişanesi haline gelir. Anlaşılan, ka­
dın düşmanlığı Kürt düşmanlığından bile daha kuvvetli olabi­
liyor !

Erkekliğin aynası

Televizyon dizilerinin masal ve fantezi dünyasının, insanların


"gerçek" hayatına nasıl nüfuz edebildiğine, Kurtlar Vadisi ka­
dar çarpıcı bir örnek az bulunur. ilk bölümün sonlarında Ça­
kır "karakteri"nin ölümü üzerine gazetelere taziye ilanı verildi­
ğini ve mevlüt okutulduğunu duymuşsunuzdur. Polat'ın kra­
vatsız siyah takım elbisesi, dik yakalı beyaz gömleği, kayık bo­
yu ayakkabıları, mafyalıkla gayri nizami harp kırması "alem" e
imrenenlerin ve ülkücü gençliğin üniforması olmuş durumda.
Abdülhey'in saçının jöleli olmasının, öncesinde onu "yozluk"
alameti sayan ülkücüler arasında bu müstahzarın meşrulaşma­
sındaki payını da küçümsememeli ! Kurtlar Vadisi sadece j eo­
politik gelişmeler üzerine aktüel vaazlarıyla değil, gerçek ha­
yatta birebir taklit edilen raconlar ve hal-tavırlarla bir hakikat
kuruyor. Yapımcıları da "gerçeklik" üzerindeki bu kudretleri­
nin zevkini çıkarıyorlar. Son üç sezondur dizinin tamamen ak­
tüaliteye kitlenmesine, senaryonun iler tutar yanının kalmama­
sına rağmen reytinglerinin hala çok yüksek olmasını herhalde

1 92
buna bağlayabiliriz ancak: Gerçekliğin tamamen fantastik hale
geldiği bir dünyada, onu bize anlaşılır nedensellikler içinde an­
latmaya devam etmesine.
Kurtlar Vadisi erkekliğin kitabını yazan, bunu yaparken say­
faların pek çoğunun eksik, kayıp ve yırtık olduğunu açık eden
bir dizi. . . Bütün racona, kafaya sıkmaya, erkek yoldaşlığı gü­
zellemelerine rağmen bu böyle. Bütün bunlar, erkekliğe ilişkin
kaygıları ortadan kaldırmaya yetmiyor; çocuklar kayboluyor,
en yakın adamlar ihanet ediyor, babalardan ancak eski düş­
manlıklar ve kimlik kayıpları kalıyor. Cazibesinin bir nedeni
de bu olmalı. Her perşembe akşamı, memleketin her köşesin­
de, evlerde, kahvehanelerde , birahanelerde, lokantalarda , mey­
hanelerde Kurtlar Vadisi izlemek üzere erkek meclisleri kuru­
luyor. Kimi izleyicileri, mekana gelişleri, yerlerini alışları, san­
dalyelerinde kaykılışlarıyla, kendilerini Kurtlar Vadisi nin için­
'

de hayal ederken gözleyebilirsiniz. O erkek meclisleri, öylesine


büyülenmiş, kendi fantezilerine , kendi yaralarına, kendi kaygı­
larına bakıyorlar ekranda . . .

1 93
6
MİLLİYETÇİ VE CİNSİYETÇİ
SÖYLEMİN ORTAKLIGI:
HABERİN KİMLİK HALLERİ1

B UR C U ŞENEL

Giriş

Temsili yaratan ve toplumsal gerçekliğin üretilmesinde etkin


rol oynayan medya, gerçek olana ilişkin bir seçme , değerlen­
dirme ve inşa sürecini içerisinde barındırır. Kurulan gerçek­
likse bu temsilin çizildiği söylem ve art alanını oluşturan ide­
olojinin süzgecinden geçmekte, dolaşıma sokulmakta ve taşın­
maktadır. Bu anlamda Teun A. van Dijk'in belirttiği gibi, söy­
lemi kontrol etmek, onun aracılığıyla benimsenen bilgi, ideo­
loji ve tutumlarla insanların zihin ve eylemlerinin denetlenme­
sini besleyen yollardan birini oluşturur.2 Medya, bu çalışmada
yer bulacağı haliyle haberler de, söyleme hakim konumda ola­
nın ideolojik çerçevesine göre, hayatlarını ve kendilerini temsil
ettiği, sergilediği insanları/grupları "adlandırarak, kategorize
ederek [ . ] halihazırda kullanılan hayata dair belirli haber te­
. .

malarının içine sıkıştırarak onları haber anlatısına ve diline bo­


yun eğdirerek, iyi veya kötü , köle veya efendi, kurban veya fail

Bu yazının hazırlanması ve yayımlanmasına yönelik fikir ve katkılanndan do­


layı Simten Coşar'a teşekkür ederim.
2 Teun A. van Dijk, "Söylem ve iktidar", Nefret Suçlan ve Nefret Söylemi içinde,
Hrant Dink Vakfı (der. ) (Ankara : Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2010) , s . 1 3 .

1 95
konumlarına hapsederek müdahalesini gerçekleştirmektedir" 3
Bu anlamda Michel Foucault'nun söylem aracılığıyla "hakikat
etkilerinin kodlandığı bölgelerden biri" olarak işaret ettiği ve
Louis Althusser'in kavramsallaştırmasıyla "devletin ideoloj ik
aygıtı" olarak görülebilecek medya ve içerisinde yer bulan ha­
berler, varolan güç konumlarını sürdürmeye ve yaygınlaştır­
maya hizmet ederken, "mevcut habercilik anlayışından en faz­
la zarar görenler, toplumsal güç ilişkilerinde ikincil konumda
olan ve üzerinde hakimiyet kurulmaya çalışılan kesimlerdir" 4
Toplumsal yaşamın içinde egemenin kendisine benzetmeye,
dönüştürmeye çalıştığı, bu anlamda da yok saydığı ya da farklı
şekillerde susturmaya çabaladığı etnik ve dinsel azınlıklar için
ana akım medya, etnik önyargıların, ırkçı ve ayrımcı söylemle­
rin dolaşıma sokulduğu , bu bakışın meşrulaştırıldığı ve sürdü­
rüldüğü bir yerde konumlanmaktadır. Ulus-devletin inşasın­
da bir ulusal kimlik olarak Türk-Sünni kimliğin öne çıkarıldı­
ğı , Ermeniler ve Kürtlerden başlayarak farklı etnisitelerin inkar
edildiği ve/ya da asimilasyona tabi tutulduğu Türkiye'de de ana
akım medya, büyük çoğunlukla toplumsal gerçekliği egemen
milliyetçi ideolojiye göre çizmek ve yeniden üretmek, bu şe­
kilde hegemonyasını sağlamlaştırmak açısından işlevseldir. Bir
öteki/düşman algısı üzerinden kendisini kuran milliyetçilik,
Türk milliyetçiliğinin kimlik kurgusunda da kendisini göster­
mekte, sürekli "tehdit" algısı ve bunun devamı olarak kendisi­
ni gösteren gücünü ve bütünlüğünü koruma kaygısı sıradan bir
günde dahi yüze çarpılmakta, medya da bunun yer bulduğu en
temel mecralardan biri olmaktadır. Arus Yumul ve Umut Öz­
kırımlı'nın, Michael Billig'in milletlerin gündelik hayatın içeri­
sinde doğal ve sıradan bir şekilde yeniden üretilmelerini sağ­
layan sürece işaret ettiği banal (sıradan) milliyetçilik kavram­
sallaştırmasından yola çıkarak Türkiye'de sıradan bir günde çı-

3 Çiler Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında Haber Etiği", Fe Dergi, Cilt
2 , Sayı 1 ( 20 1 0 ) , s. 28.
4 Michel Foucault, iktidarın Gözü, Işık Ergüden (çev . ) (lstanbul: Ayrıntı Yayın­
lan, 20 1 2 ) , s . 1 7 7 Louis Althusser, ideoloji ve Devletin ideolojik Aygıtları (ls­
tanbul: lthaki Yayınları , 2003 ) . Dursun, "Kadına Yönelik Şiddet Karşısında
Haber Etiği", s. 2 1 .

1 96
kan haberleri inceledikleri çalışma da bunu doğrular nitelikte­
dir. 5 Yumul ve Özkırımlı'nın 16 Ocak 1997 tarihinde yayımla­
nan 38 günlük gazeteye odaklandıkları çalışma, gazetelerde sı­
radan bir günde, temelde "Türklük" vurgusuyla "biz"in tanım­
landığını, bu çerçevede "biz/onlar" ayrımının sürekli hatırlatıl­
dığını, Türk bayraklı, Türkiye haritalı logolar kullanıldığını ve
Türklüğü çağrıştıracak başlık ve sloganlara yer verildiğini orta­
ya koyuyor. Bunun yanında söz konusu milli birlik ve bütün­
lüğü ilgilendiren olaylar ya da onu tehdit eden kriz anları ol­
duğunda ise, hem gündelik hayattaki hem de medyadaki yansı­
maları da kullanılan dilden başlayarak ırkçılığa varan düzeyde
keskinleşiyor ve katlanarak artıyor.
Etnik ve dinsel azınlıklara yönelik haberlerde dolaşıma so­
kulan milliyetçi-ırkçı söylemlerin , aynı zamanda toplumsal
cinsiyete atıflarla, cinsiyetçilikle birbirlerine eklemlenerek yol
aldığını söylemek gerekiyor. Varolan güç ilişkilerinin sürdü­
rülmesinde işlevsel olan ana akım medyada, eril bir anlatı ola­
rak kurulan ve cinsiyetçi söylemlerle iç içe geçen haberler, ka­
dınlar ve heteronormatif olanın dışında konumlanan fark­
lı cinsel kimlikler/yönelimler için de yok sayılmanın, temsil
edil ( e ) memenin alanını oluşturuyor. Kadınların ana akım
medyadaki temsiline bakıldığında, geleneksel rollerle birlikte
"anne ve eş" , şiddetin nesnesi birer "kurban" ya da erkeğin sey­
rine sunulan "cinsel nesne" olarak resmedildikleri görülüyor.6
Sesleri haberlerde duyulmaz olan, özne olma hallerine ket vu­
rulan kadınlar, "edilgen cümlelerin belirsiz failleri" durumu­
na geliyorlar.7 Farklı sosyo-kültürel ve politik koşullarla örülü
farklı kadınlık deneyimlerine gelindiğinde ise, bütün kadınla-

5 Arus Yumul ve Umut Özkırımlı , "Reproducing the Nation: 'Banal Nationa­


lism' in the Turkish Press" , Media, Culture and Society, Sayı 22 ( 2000) , s. 787-
804. Michael Billig, Banal Milliyetçilik, Cem Şişkolar (çev . ) (lstanbul: Gelenek
Yayıncılık, 2002) .
6 Hülya Uğur Tanrıöver, "Medyada Kadınların Temsil Biçimleri ve Kadın Hak­
ları ihlalleri" , Kadın Odaklı Habercilik içinde, Sevda Alankuş (der. ) (lstanbul:
IPS iletişim Vakfı Yayınları , 20 1 2 ) , s. 1 58- 162.
7 Eser Köker, "Kadınların Medyadaki Hak ihlalleriyle Baş Etme Stratej ileri " , Ka­
dın Odaklı Habercilik içinde, s. 1 4 1 .
1 97
rın ayrımcılığı aynı şekilde deneyimlemediği görülüyor. Farklı
etnisitelerden kadınların, hem kadın olmalarına hem de azınlık
etnik kimliği taşımalarına bağlı olarak katlanan ezilme biçim­
leriyle karşılaşıyor olduklarını söyleyebiliriz. Ana akım medya­
nın da bunu somutlaştıran mecralardan biri olabileceğini tah­
min etmek zor değil. Nagehan Tokdoğan'ın Kürt kadınların ya­
zılı basında neredeyse hiç temsil edilmedikleri, yer buldukla­
rında ise daha çok "töre cinayetine kurban gidenler" veya "te­
rörist" olarak çizildikleri gözlemi/tespiti bunu destekler nite­
liktedir. 8 Diğer yandan, bu tespiti somutlaştıracak düzeyde ,
Kürt kadınların Türkiye yazılı basınında temsiline odaklanan
neredeyse hiçbir çalışma bulunmamaktadır.
Değinilen bağlamda bu çalışmanın konusunu, milliyetçi-cin­
siyetçi söylemlerin kesiştiği noktada Kürt kimliğinin Türki­
ye'de yazılı basında nasıl temsil ve inşa edildiğiyle bu haberle­
rin okuyucuları tarafından nasıl alımlandığı oluşturmaktadır.9
Sözcü gazetesi örnek alınarak, 15 Eylül- 1 5 Ekim 20 1 4 tarihle­
ri arasında Kürtlerin konu edildiği haberler arasından seçilen­
ler ile gazetenin sitesinde haberlerin altında yer bulan okuyu­
cu yorumları söylem analizine tabi tu tulmaktadır. 1 0 Gazete­
nin Facebook sayfasındaki yorumlardan da verileri zenginleş­
tirmek için yararlanılmaktadır. Sözcü gazetesinin seçilmesinin
nedenini politik-ideolojik konumuyla gazetede öne çıkan mil-
8 Nagehan Tokdoğan " Hak Haberciliğinde Temel Bir Uğrak: Kadın Odaklı Ha­
bercilik ve jinha Örneği'' , Mülkiye Dergisi, Cilt 37, Sayı 3 (20 1 3 ) , s. 23-25.
9 Türkiye yazılı basınında en çok nefret söylemine maruz kalan etnisitelerden
biri olan Kürtlerin ırkçı-ayrımcı temsilini somutlaştırması açısından medyada
nefret söylemi raporlarına göz atılabilir. (http://www . nefretsoylemi.org/rapor­
lar.asp)
10 Çalışmanın yöntemini oluşturan eleştirel söylem çözümlemesi, dil içinde ku­
rulan farklı iktidar/güç ilişkilerinin kurulma süreçlerine ilişkin bir analiz
yöntemidir. Bkz. M . Ayşe inal, Haberi Okumak (İstanbul: Temuçin Yayınla­
rı, 1 996) , s. 107. iktidar, hegemonya, ideoloj i gibi kavramlar çerçevesinde ta­
hakkümün söylem aracılığıyla yeniden üretilmesine odaklanır. ideolojik ve
bu ideolojik çerçeveyi dolaşıma sokan söylemsel bir alan olan haberler, resmi
söylemin karşıtlarına az yer verirken, özellikle ana akım medyadaki haber me­
tinleri "egemen söylemlerin etrafında kapanır" (A.g.y., s. 99) . Eleştirel söylem
çözümlemesi bu kapat/nmaları; haberi oluşturan sözcükler, seçilen başlıklar,
örülen cümleler, kullanılan görseller, bunların birbirine bağlandığı nedensel­
lik ve içerisine oturtulduğu bağlam çerçevesinde çözümlemeyi amaçlar.

1 98
liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerinde olduğu gibi farklı düzlem­
lerde kesişen farklı ayrımcılık türlerini üreten ve dolaşıma so­
kan haberler oluşturuyor. Sözcü'de genel olarak, Tanıl Bora'nın
"sol milliyetçilik olma iddiasındaki Kemalist ulusçuluk" diye
tanımladığı, "ulusalcılık" ana hattı oluştururken, laikleşme ve
dindışı toplumsal bağları öne çıkaran milliyetçi dilin öne çıktı­
ğı görülüyor. 1 1 Bu bağlamda gazetenin, bir yandan "sol" kim­
lik talebini oluşturan Türk milliyetçiliğinin toprak/vatan ve va­
tandaşlık bağına bağlı, hümanist-evrenselci bir çizgi çizme id­
diasını 12 ve aynı zamanda da laiklik vurgusunu öne çıkardığı,
diğer yandan içerisinde barındırdığı liberal, milliyetçi-muhafa­
zakar gibi duruşlarla çizilen farklı milliyetçi dillere de eklemle­
nen bir yerde konumlandığı söylenebilir.
Bu bölümün ana teması açısından göze çarpan, gazetede
özellikle ulusal birlik, vatanın bütünlüğü gibi vurgularda açı­
ğa çıkan Kürt karşıtı söylemlerdir. Logosunda bulunan TC ifa­
desi, o ifadeye eklemlenen Türk bayrağı motifi ve onun üzeri­
ne kondurulan Mustafa Kemal'in ileriye/geleceğe bakan gözle­
riyle, "Sözcü: Cumhuriyet'in Gözcüsü" sloganının birleşiminin
de fikir verebileceği gibi Sözcü , sıradan bir günde dahi milli­
yetçi referanslarla "Türklük" vurgusunu öne çıkarmakta, "mil­
let adına konuşan" bir çerçeve çizmektedir. Çalışmada odakla­
nılacak tarihsel dönem, daha önce değindiğim "milli kriz" an­
larına denk düşen zamanı kapsaması ve Sözcü'deki yansımala­
rının görülmesi açısından önem teşkil etmektedir. Zira bu ta-
---- ----

11 Tanı! Bora, "Türkiye'de Milliyetçilik Söylemleri " , Birikim, Sayı 6 7 ( 1 994) , s.


9-24. Türkiye'deki milliyetçilik anlayışının dilini homojen bir söylemden çok
bir söylemler dizisi olarak ele alan Bora, bu dili dörde ayırıyor. Birincisi, Ke­
malist resmi milliyetçiliğin, milli devleti inşa etme ve beka misyonuna odak­
lanmış dili; ikincisi "sol milliyetçilik" olma iddiasındaki Kemalist ulusçuluk
dili; üçüncüsü küreselleşme çağının vaatleriyle büyülenerek serpilen Batıcı bir
medeniyetçi-refahçı milliyetçilik dili ve son olarak da "Kemalist milliyetçiliğin
sapkın bir lehçesi olan ırkçı-etnisist Türk milliyetçiliğinin neo-pan Türkizmi
ve Kürt milli hareketine tepkiyi işleyerek canlanan dili" (s. 1 1 ) . Diğer yandan
beşinci bir dil olarak, Bora'nın Refah Partisi (RP) üzerinden ele aldığı, "Türki­
ye'nin lslam dünyasının ve birliğinin önderi" olarak tanımlandığı ideolojik te­
melde, kalkınmacılık-gelişmecilik söylemleriyle birlikte işleyen lslamcı milli­
yetçilik ele alınabilir (A.g.y. , s. 22) .
12 A.g.y.,s. 1 4 .

1 99
rih aralığı, Rojava kantonlarından birini oluşturan Kobane'ye
IŞlD'in (Irak ve Şam lslam Devleti) müdahalesinin şiddetlen­
diği, bununla birlikte YPG/j'nin ( Yekineyen Parastina Gel!]ine
- Halk/Kadın Savunma Birlikleri) süregelen direnişine deste­
ğin artırılması ve aynı zamanda savaş ortamının sonlandırılma­
sına dönük olarak Türkiye'deki tartışma ve eylemlerin hararet­
lendiği, 46 kişinin yaşamını yitirdiği bir süreci içerisinde barın­
dırmaktadır. 1 3
Basının kamuoyunu ilgilendiren konularda önde gelen bil­
gi kaynaklarından biri olduğu ve okuyucuların fikirlerini oluş­
turma süreçleriyle ilişkisi birlikte düşünüldüğünde , Sözcü'de
Kürtlerin temsili ile okuyucuların gazetedeki haberlerle ilişki­
lenmelerine bakmak önemli görünmektedir. Sözcü'nün analiz
açısından önemini destekleyen diğer bir unsur, gazetenin Ocak
20 1 4 itibariyle Türkiye' de en çok satılan dördüncü gazete ol­
ması ve Facebook sayfasındaki 2 milyona yakın beğeninin işa­
ret ettiği gibi takip edilme ve okunma oranının oldukça/görece
yüksek bulunmasıdır. 14 Sonuç olarak belli bir ideolojik süzgeç­
ten geçerek haberlerde ve yorumlarda yer bulan temsilin, belir­
li toplumsal, kültürel ve tarihsel arka planla harmanlanarak şe­
killendiğini ve kökleştiğini göz önünde bulundurduğumuzda,
böyle bir söylemsel çözümleme, bu arka plana bakmak ve mil­
liyetçi-ırkçı/cinsiyetçi söylemlerin hangi çerçeve içerisinde ras­
yonelleştirildiğini anlayabilmek açısından önem taşımaktadır.
Diğer yandan haberlerin söylemsel çözümlemesiyle okuyucu
yorumlarının birlikte ele alınmasının daha bütünlüklü bir ana­
liz gerçekleştirmenin önünü açacağını düşünüyorum. Zira söy­
lemsel çözümlemesine girişilen temsil pratikleri ve öne sürülen
toplumsal gerçeklikler, onlara yüklenen anlamlarla var olmak-
13 insan Haklan Derneği, "Kobane Direnişi ile Dayanışma Kapsamında Yapılan
Eylem ve Etkinliklere Müdahale Sonucu Meydana Gelen Hak ihlalleri Raporu
( 2- 1 2 Ekim 20 1 4 ) " , URL: http://ihd.org. tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/
el-raporlar-mainmenu-90/2888-kobane-direnisi-ile-dayanisma-kapsaminda­
yapilan-eylem-ve-etkinliklere-mudahale-sonucu-meydana-gelen-hak-ihlalle­
ri-raporu-2- 1 2-ekim-20 14.html. Erişim Tarihi: 1 1 Kasım 20 14.
14 Tiraj lara http://www . medyatava .com/tiraj adresinden, Sözcü gazetesinin
Facebook sayfasına https://www . facebook.com/sozcugazetesi ?fref=ts linkin­
den ulaşılabilir.

200
ta ve yeniden üretilmektedir. Okuyucu yorumlarına bakmak
bize, anlamın çokluğuna vurgu yapan ve alımlamanın egemen,
müzakereci ya da muhalif olarak üç farklı şekilde gerçekleşebil­
diğini belirten Staurt Hall'un işaret ettiği gibi, haberleri kuşatan
söylemin ne şekilde alımlandığını, ne ölçüde yeniden üretildi­
ğini ya da muhalif bir okumaya tabi tutulduğunu gösterebilir. 1 5

Sözcü'de Kürtlerin temsili

Bu bölümde , Sözcü gazetesinin inter net sitesinde 1 5 Eylül 1 5 -

Ekim 20 14 tarihleri arasında Kürt kimliğine dair yayımlanan


haberler arasında ırkçı/cinsiyetçi söylemlere de eklemlenerek
milliyetçi söylemin en baskın olduğunu düşündüğüm 10 ör­
nek haberi söylem analizine dayanarak incelemeyi amaçlıyo­
rum. Analizde van Dij k'in söylem çözümlemesi modelinden
yararlanarak öncelikle mikro yapıların analizinden hareketle
haber metinlerinin kendisine odaklanıyorum . 1 6 Bu süreci , fa­
il/mağdur gibi ikiliklerin inşasının, tanımlamaların ve adlan­
dırmaların ne şekilde gerçekleştiği; tüm bunlarda kimlerin sö­
zünün referans alındığı, kime/neye kaynak olarak başvuruldu­
ğu gibi sorularla birlikte örmeye çalışıyorum. Daha sonra, orta­
ya çıkan karşıtlıklar/ikilikler/dışlamaları makro çerçeveye otur­
tup; neden-sonuç ilişkisi ve tarihsel arka planla , özünde bağ­
lama dair neler söyleyebileceğimize geçiyorum. Son olarak bu
çerçevenin işaret ettiği , Kürt kimliğinin yer aldığı haberlerin te­
matik çerçevesi, kullanılan milliyetçi söz kalıpları ve simgeler­
le birlikte haberleri ören söylemsel stratejileri değerlendirme­
ye çalışıyorum.

15 Stuart Hail , "Encoding, Decoding" , The Cultural Studies Reader içinde, Simon
During (der . ) (New York: Routledge : Taylor &: Francis e-Library, 1 999) , s.
5 1 5- 5 1 7 .
16 v a n Dij k'in söylem çözümlemesi modeli , haberin mikrove makro yapısına
odaklanan iki çerçeveden oluşur. Mikro yapının analizi , sözcük seçimleri ,
cümle yapıları ve diğer metinsel ifadeleri ele alır. Makro yapının analizi ise,
haberin oturtulduğu bağlama bakar. van Dijk'e göre yalnızca metinden ibaret
olmayan söylemin analizi için bağlama da bakmak gerekir çünkü söylem her
zaman bir bağlam içerisinde varlık gösterir; bağlamı kontrol etmek, söylemi
kontrol etmektir ("Söylem ve iktidar" , s. 1 4 ) .

201
Bu çerçevede, haberlerin başlıkları, analiz için ilk durağı oluş­
turuyor. Haberlerde ilk göze çarpan ve haberin içeriğine dair bil­
gi veren metinler olan başlıklar, van Dijk'in belirttiği gibi gazete
okuduktan ya da televizyon izledikten sonra anımsadıklanmıza
denk düşer ve en iyi ezberleme şekli de sayılabilir. 1 7 Aynı zaman­
da da haberin şekillendiği editoryal sürece ve ideolojik çerçeve­
ye dair fikir verir. Sözcü'de belirtilen dönemde vuku bulan olay­
lan genel olarak çerçevelediğini düşündüğüm ve Kürtlerin tem­
siline dair odaklanmayı seçtiğim 1 0 haberin başlıkları aşağıda­
ki gibidir. Bu başlıkların büyük çoğunluğunda dikkat çeken or­
tak nokta, Kürt siyasi aktörlerin, Kürtlerin de mücadele içerisin­
de yer aldığı siyasi partilerin ve PKK'nin dahil edilerek haber içe­
riklerinde daha da net gözlemlenebilen şekilde, Kürtleri şiddet­
le özdeşleştiren ve şiddeti eyleyen birer fail olarak çizmeleridir.

• HDP Milletvekili Aysel Tuğluk'tan Mehmetçiğe taşlı saldırı !


(23 . 09 . 2 0 1 4)
• Akdoğan'dan Tuğluk'a : Nankörlük (24.09 . 20 1 4)
"Aysel Tuğluk edepsizlik etti" ( 2 7. 09 . 20 1 4)
• IŞlD Kürt güçlerin başını kesti (02 . 1 0 . 20 1 4)
• PKK yanlıları Avrupa Parlamentosu'nu işgal e tti (0 7 . 1 0 .
20 14)
• Önce bombalayıp sonra ateşe verdiler (07 . 1 0. 20 1 4)
• Antalya'da Türk bayrağı yaktılar ! (08. 1 0 . 20 1 4)
• IŞlD'den ne farkın var, o da terörist sen de ! ( 1 1 . 1 0 . 20 1 4)
• YPG'liler tedavi için Türkiye'de ( 1 2. 1 0 . 20 1 4)
• IŞlD militanı Kürt kadına ne yaptı? ( 1 5 . 1 0 . 20 1 4)

llk üç haber, Kobane'ye yönelik IŞlD saldırılarının hararet­


lenmesini takiben, sınır komşusu Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde
hem Kobane'den kaçanlara sınırın açılması hem de Kobane'ye
gereken desteğin sağlanması için sınırda ortaya çıkan tepki­
ler/protestolar içinde askerin sınırdaki şiddeti ve uygulamala­
rına tepki gösteren Aysel Tuğluk'a dairdir. Bu haberlerde, Tuğ­
luk'un gaz bombası atan askerlere "taşlı saldırısı" haberleştiril­
mekte ve gündeme taşınmaktadır.
1 7 A.g.y.,s. 20.
202
Cl sozaı.com.trJ...0 14/gundem/!ıdp -mı!l..ıw-;li·&yseHuglu n-melım<Oı�-J.Hfi wkfiri-607124/
�------"-� '-Ilı;
....,,.. , ...... ,, _.
...... .,.. ,� ı.· � """ .......
HOP milletvaklH Aysel Tlıtluk'tan Mehmetçıte taJlı saldlnl

ııtc> .. _.. ,_'lt _ lor> - .,. .., .... ..,..


- ....... ....... _ ..._. ,_,.,,. _ ..._ ... _ .. __

Yukarıda yer aldığı gibi, haberin sunumu için kullanılan gör­


sel Tuğluk'un taş atmasını somutlaştırır niteliktedir. Haberin
içeriğinde ise, sayıları 200 bini aştığı vurgulanan, Kobane'den
kaçan Suriyeli Kürtleri sınırda karşılayan olarak gösterilen
"Türk askeri" nin hoşgörüsüne/iyiliğine vurgu yapılıyor. Şid­
detle özdeşleştirilen Tuğluk ise , "provokatör" olarak tanımla­
nıyor. Diğer yandan tam da burada, Sözcü'de sık sık yer veril­
diğini düşündüğüm iki unsura dikkat çekmek gerekiyor. Birin­
cisi, haberde yer bulan "Suriyeli Kürtler" ifadesidir. İncelenen
tarihsel dönem içerisinde Türkiye'ye Kobane'den göç edenler,
"Kobaneli" ya da daha farklı şekilde adlandırılmazken, Suriye­
li Kürtler ifadesinde yer bulduğu gibi göç edenlerin "Kürt" ol­
dukları vurgusuyla haberlerde yer aldıkları görülüyor. lkinci
önemli nokta ise, "sayıları 200 bini aşan" vurgusudur. van Di­
jk, göçmenlere dair yaptığı çalışmasında , ana akım medyada
göçmenlerin, büyük gruplar olarak "dalga dalga" geldiklerinin

203
vurgulandığına dikkat çekiyor. 1 8 Dalga metaforu , bir yandan
göçün, diğer yandan da göçmenlerin ülkeye girişlerini bir teh­
dit olarak resmediyor. "Sayıları 200 bini aşan" ifadesi de diğer
ifadelerle birleşerek bir yandan Türkiye devletinin yardım ve
hoşgörüsünü öne çıkarırken, göçmenlerinse "bizim alanımızı
işgal edenler" olarak çizilmesine neden oluyor. Tuğluk özelin­
de düşünüldüğünde, bu yardımsever/hoşgörülü insanlara taş­
la karşılık veren "nankör" olarak çiziliyor. "Akdoğan'dan Tuğ­
luk'a: Nankörlük" başlığı ve haberde yer verilen Akdoğan'ın
sözleri de bu düşünceyi pekiştirir niteliktedir. Akdoğan'ın şu
sözleri haberde alıntılananlar arasında bulunuyor: "Bir tarafta
siz 1 40 bin Kürt'ü kabul etmişsiniz , kapınızı , gönlünüzü açmış­
sınız . Bir taraftan da içeride birileri habire gerilim üretiyor. [ . . ] .

Karşıdaki insanı bağrına basan Mehmetçiği siz öbür tarafta taş­


layacaksınız , bu çok büyük bir nankörlüktür. " Diğer başlık da ,
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun sözlerinden alıntılanarak veri­
liyor: "Aysel Tuğluk edepsizlik etti . "
TDK'de de yer verildiği haliyle "toplum töresine uygun dav­
ranma"ya, "iyi ahlak"a, "terbiye"ye işaret eden "edep" ten yok­
sun olma tespiti , "kadınlar toplum içinde kahkaha atmasın"
"hamile dışarıda gezmesin" gibi yaklaşımların bir uzantısı du­
rumunda ve aslında cinsiyetçi bir yerde konumlanıyor. 1 9 Söz­
cü gazetesi de bu düşünceyi onaylar şekilde başlığa taşıyor.
Başlıkta kimin sözüne , nasıl yer verildiği ise bu bağlamda üze­
rinde durulması gereken diğer bir unsuru oluşturuyor; çünkü
bu yayın organının ideolojik konumlanışını göstermesi açısın-
18 A.g.y., s. 20.
19 Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 28 Temmuz 201 4'te, Türkiye'de ahlaki çö­
küntüye işaret ederken, "Kadın iffetli olacak. .. Herkesin içinde kahkaha atma­
yacak. Bütün hareketlerinde cazibeder olmayacak, iffetini koru yacaksın," de­
mişti . (Bkz. "Arınç: Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak," URL: http://
www .radikal.com. tr/politika/arinc_kadin_herkesin_icinde_kahkaha_atmaya­
cak- 1 2042 1 7 Erişim Tarihi: 4 Ocak 20 1 5 . ) 24 Temmuz 20 14'te TRT l 'de bir
iftar programına konuk olan tasavvuf düşünürü Ömer Tuğrul lnançer, " Ha­
mileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karın­
la sokakta gezilmez. Her şeyden önce estetik değildir. . . Ayıptır ayıp," demiş­
ti. (Bkz. "TRT'de ilginç yorum: Hamile kadınlar sokakta gezmemeli" , U RL:
http://www . radikal.com. tr/turkiye/trtde_ilginc_yorum_ham ile_kadinlar_so­
kakta_gezmemeli- l l 43303 Erişim Tarihi: 3 Ocak 20 1 5 . )

204
ıwwyt'ıı ) � > ·A� Twil... .....,,, rtİ etti • •

"Aysel Tuğluk edepsizlik etti "


8 ·1 o '

BaJbakan Ahmet Doıvuıoğıu, Kırşehlf'de cıuzınıenen 27. Ahilik Haftası


töreninde konuştu.

Suruç't.a Metımetçiie taş at.an rnıllıttve4cilı A)'W't T�'u ıtl�ren Dawtotıu, 1IJl'lan kiaydııı\tj : "Son
donemd& Kobanl' den IJl!{&n w�tuo de lrapımızı açtık. Hiçbir aynın tozetmedüı. Mıa bir \leldl
tuttu. o ka�mizirı e!indm tutam Mırtanımm ıçiııe çeMn o am Metımetçilc'l' � ıtma
edepsfztlltııi �· Ona bura<lan �lyon.wn. Sunye'den ıeten o tr.A'de1� etnik ve mezlıebl
ı.ôlıenl ne olutSa oouıı tell!'lller senin 1çın ıı:etmedlter.

Davutııt lu'ndan es.Nlft güldüren


açıklama

Sen oradıı oldufuı için �ler. Mııfımetçliirı � lıuz:ıır but.altız diye ıı:etdıler. Eie:r
Melımetçılt orada olmasaydı onlar, o l<apıya s:ıP>amazlarclı. 8lı toprııldıtrm mllMfm da hamisi de bu

dan önem taşıyor. Başlığa taşınan söz, öne çıkarılarak öncelik­


le değerli kılınıyor ; diğer yandan da tırnak içinde sunulmasıy­
la birlikte tüm ideolojik çerçeveden arınmış , yansız bir ifade iz­
lenimi veriliyor. "Basının yansızlığı iddialarınca beslenen bir
profesyonellik anlayışı içinde bu sözün içeriğinin onu aktara­
nı bağlamadığı iddia edilebilir. "20 Ancak, "haberlerde kullanı­
lan aktarma işaretleriyle nesnelliği sağlama iddiası sorgulanabi­
lir yönlere sahiptir" 21 Zira bu ifadeyi başlığa taşıyarak öne çı-
20 Eser Köker ve Ülkü Dojtanay, Irkçı Deği l i m Ama: Yaz ı l ı Bası nda Irkçı Ay nmcı
Söylemler (Ankara: !HOP, 20 1 0 ) , s. 65.
21 Çiler Dursun, T V Haberlerinde ideoloji (Ankara: imge Kitabevi, 20 1 4 ) , s . 1 50.

205
karanlar editörlerdir. Değindiğim haber başlıklarında da Davu­
toğlu ve Akdoğan'dan alıntıların başlığa taşınmasında ve kulla­
nılan tırnak işaretlerinde bunun yansıması görülebilmektedir.
ideolojik olarak hükümet-karşıtı konumlanırken, milliyet­
çi-cinsiyetçi çizgisiyle hükümetle aynı söylemsel düzlemde bu­
lunduğu gözlemlenen Sözcü'nün internet sitesinde haberlerin/
başlıkların sunumunda kullanılan diğer bir stratejiyi ise, habe­
rin konusuna ve ona konu olan kişiye yönelik başka haberlerin
linklerinin haberin ortasına serpiştirilmesi oluşturuyor. Ara­
ya yerleştirilen haberler, işlenen haberin durduğu noktayı sağ­
lamlaştıran ve/ya da meşrulaştıran bir yere oturtuluyor. "Aysel
Tuğluk edepsizlik etti" başlığını taşıyan haberin sunumu bu­
nun için güzel bir örnek teşkil ediyor. Bu haberin yukarıdaki
görselde örneklendirdiğim sitedeki sunumuna göz atıldığında,
habere dair ayrıntıların arasına "Davutoğlu'ndan esnafı güldü­
ren açıklama" başlıklı başka bir haberin linkinin iliştirildiği gö­
rülüyor. Gazetenin genel çizgisi ve yayın akışı içerisinde , poli­
tikaları ve sözleri fazlasıyla eleştirilen Davutoğlu'nun Tuğluk'a
dair sözleri, onu düz bir bakışta olumladığı düşünülen başka
bir haberle pekiştirilmiş bulunuyor. Sonuç olarak sınırda ger­
çekleşen protestolara yönelik askerin şiddetine dair hiçbir ay­
rıntı haberlerde başlıklara ya da içeriğe yansımazken , Tuğluk
başlığa taşınıyor, şiddetin faili ve sorumlusu olarak kodlanıyor.
Buna da eril dil ve cinsiyetçilik eşlik ediyor.
Bu çerçevede Sözcü'nün söylemlerinin milliyetçilik ve cinsi­
yetçilik söz konusu olduğunda egemenden yana işlediği; özel­
likle Tuğluk'a dönük cinsiyetçi söylemde hükümetin çizgisiy­
le net bir şekilde uzlaştığı söylenebilir. Tokdoğan'a atıfla da­
ha önce değindiğim gibi, Tuğluk'a dair anlatılarda da Kürt ka­
dın, okuyucu yorumlarında daha somutlaşacak şekilde ya bede­
ni ya da "terörist" kimliği üzerinden yer buluyor. "Nankör" ve­
ya onun işaret ettiğini söyleyebileceğimiz "terörist" tanımlama­
sını, yıllarca devlet söyleminde "Kürt" kimliğinin inkar edilmesi
ve Kürt hareketine destek ve mücadelenin getirdiği tanınma sü­
recinin dışında okumak elbette mümkün değildir. Diğer yandan
milliyetçi-cinsiyetçi söylemin birleştiği "edepsiz" nitelendirme-

206
sinin de işaret ettiği gibi, etnik-milli süreçlerin cinsiyetle kesişe­
rek ilerlediğine, söylemlerin birbirine eklemlendiği noktanın da
daha çok kadın ve bedeni olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.
Bunun izi ulus-devletlerin oluşum sürecinde milliyetçi söylem­
de çizilen kadınlık ve erkekliğe bakıldığında açıkça görülmekte­
dir. Milletlerin sınırlarının kurulmasında kültürel, yasal ve siya­
si söylemlerin oluşturduğu biz/onlar gibi sınıflandırmaların ne­
siller boyu aktarılması gerekir ve bu süreçte kadınlar, "milletin
biyolojik yeniden üreticileri" olarak, "ideolojik ve kültürel akta­
rımın sağlayıcıları" , "topluluğun taşıyıcıları" olan birer anne ve
eş olarak yer bulurlar. 22 Kadınların, ulusun yeni kuşaklarını do­
ğuran ve yetiştiren anneler olarak kodlanması, kadına biyolojik
bir obj e olarak bakılmasını, nüfus politikalarıyla' birleştiğinde
de beden ve cinselliklerinin denetlenmesini beraberinde getirir.
Ulusun toplumsal cinsiyet kazanmasının yansımalarını taşıyan
bu süreç, ulusun aile metaforuyla tanımlanmasında da görüle­
bilir. Vatandaşlık bağlarını kardeşlik bağları gibi ören aile miti,
"Topluluğun beraberliğinin devamı ve yeniden üretimi için ge­
rekli olan 'ulusal birlik' ögesine meşruiyet zemini sağlar. "23 Or­
tak geçmiş ve ortak gelecek/kader tahayyülü içerisinde iyi bir
evlat/vatandaş olarak erkeğe ve kadına biçilen roller de aile içe­
risinde öğretilir. Kadınlar için iyi bir vatandaş olmak "annelik­
ten" geçerken, erkekler için "ailesini geçindirebilen, iş sahibi
baba" olmaya denk düşer.24 Kemalist milliyetçi ideolojinin taşı­
yıcıları kadınlar/anneler de, "Hem büyük harfli ailesinin (vata­
nının) hem de küçük harfli ailesinin (kendi ailesi) onurunu/iffe­
tini koruyacak, ocağının sönmesine izin vermeyecek ve sıcağını/
devamını sağlayacaktır. "25 Vatandaşlığın sevgi bağlarına dayan­
dırıldığı bu söylemsel çerçeve, içerisinde barındırdığı hiyerarşi­
nin ve iktidar ilişkilerinin üstünü örter. Dolayısıyla "kadınların
ve erkeklerin 'doğal' rollerini oynadıkları, başında erkek bir re-
22 Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet (lstanbul: 1letişim Yayınları , 20 10), s. 6 1 .
23 Selda Şerifsoy, "Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1 928- 1 950" , Vatan
Millet Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der. ) (lstanbul: 1letişim, 20 1 3 ) , s. 1 69.
24 A.g.y. , s. 1 70.
25 Meltem Ağduk , " Cumhuriyet'in Asil Kızlarından '90'ların Türk Kızlarına . . .
1 990'larda bir 'Türk Kızı': Tansu Çiller" , Vatan, Milet, Kadınlar içinde, s . 305 .

207
is bulunan bir aile"yi andıran bu ulus tahayyülü içinde,26 milli­
yetçi söylemin nesnesi kılınan kadın, kendine biçileni kabul et­
mediğinde ise onu çevreleyen baskı ve denetim yumağı sıkılaşır.
Tuğluk örneğinde olduğu gibi, okuyucu yorumlarında daha ay­
rıntılı ele alacağım 'had bildirme', 'yola getirme' yolunda eylem
ve söylemler kadını kuşatır.
D eğindiğim diğer başlıklara döndüğümüzde , Kobane'de­
ki savaşa ve Kobanelilere iletilmesi gereken desteğin/yardım­
l arın önünün tıkanması sonucunda Türkiye'nin farklı yerle­
rinde gerçekleşen protestolar ve 6-7 Ekim Olayları diye anıla­
cak çatışmalarla ilgili haberlerden örnekler teşkil ettiklerini gö­
rüyoruz. Bu başlıklarda da ilk bakışta dikkat çeken unsur, as­
ker/polis şiddetine hiçbir şekilde değinilmemesi ve olayların ta­
mamen PKK'nin "şiddeti" ne indirgenmesi durumudur. İçerik­
se, aşağıda örneklendirdiğim gibi "taş/molotof atan" , "yakıp yı­
kan" göstericilere karşı polisin/askerin kendilerini ve ülkeyi sa­
vunması çerçevesinde çizilmektedir:

"Minibüsü devirdiler, 3 otomobili ateşe verdiler" (07. 1 0 .


20 1 4)
" Ellerinde Abdullah Öcalan posterleriyle içeriye giren ey­
lemciler PKK yanlısı sloganlar attı . " (07 . 1 0 . 20 1 4)
"Dershaneye ses bombası ve molotofkokteylleri atan gös­
tericiler, içeride bulunan görevlileri de yakmak istedi .
(07. 1 0 . 20 1 4)
"Eylemciler, IŞ1D'in Kobane'ye saldırılarını bahane ederek
[ . . . ) yollara barikatlar kurup, lastik yaktı. Göstericiler, olay
yerine gelen polis ekiplerine de ses bombası , hava fişek ve
taşlarla saldırdı. Polis, saldırganlara gaz bombası ve tazyikli
su ile müdahale etti . " (22. 1 0. 20 1 4)

Bu haberlerin sunumunda kullanılan görsellere bakıldığın­


da da benzer şekilde şiddete atıfta bulunan fotoğrafların kulla­
nıldığı görülüyor. Dursun'un belirttiği gibi, "Görüntüsel söy­
lemin, izleyici için orada olma hissi yaratan, doğrudanlığı du-

26 Joane Nagel, "Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun inşasında Toplumsal Cinsiyet


ve Cinsellik" , Vatan Millet Kadınlar içinde, s. 84.

208
yumsatan ve bir yandan da izleyicilere , gösterilen eylemlerin
dışında olduklarını hissettiren etkileri , haberlerin gerçekçi me­
tinler o larak iş görmelerini kolaylaştırıyo r . "27 Bu haberlerde
Kürtlerin şiddetine yapılan vurgu , görsellerle desteklenmeye ve
gerçekçi kılınmaya çalışılıyor.

27 Dursu n , TV Haberleri nde ideoloj i , s . 1 68 .

209
Değinilmesi gereken diğer bir unsur ise , haberlerin içerik­
lerinde şiddettin faili olarak gösterilen PKK, HOP, BDP, DBP ,
PYD (Partiya Yekitiya Demokrat/Demokratik Birlik Partisi) ve
YPG/j'nin bir tutulması ve Kürt halkının da doğrudan bu ör­
gütlerle özdeşleştirilmesidir. Haberler içerisinde geçen "Suri­
ye'nin Kürt kenti Kobani'de yaşanan çatışmalar" , "PKK'nın Su­
riye' deki kolu PYD'nin silahlı gücü YPG " , "Kobani'ye destek
için Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı mahallelerde başlayan
eylemler" gibi ifadeler bunun örneğini oluşturuyor.
Bunların yanında, haberlerde IŞlD'in sunumu üzerinden gi­
dildiğinde de fark edilebilecek açıklıkta, IŞlD ile YPG'nin, on­
lara eklemlenerek de Kürtlerin aynı po tada eritildiği görülü­
yor. "YPG'liler tedavi için Türkiye'de" haberi buna örnek ola­
rak gösterilebilir. Belirtilen tarih aralığında medyada sıklıkla,
IŞlD'lilerin Türkiye'den askerlerin üniformalarını giyerek sı­
nırı geçtiklerine dair duyulan haberler, Sözcü'de YPG üzerin­
den kuruluyor. "Sınırda Kıyafet Değişikliği lddiası" alt başlı­
ğının ardından, "YGP'li savaşçıların askeri kıyafetlerinin sınır-

�> � • · -

IŞIO'den ne farkın var, o da ter<>rlst sen del


• "A

Cumhutbışkını Erdogın, Recep Tayyip ErdoQın Unlverslletl'nln 2014-20 1 5


Akademik. Yılı ıı;ıhşında yeptıgı konuşmasında Hrt mes jlar verdi.
(ltwl

210
da değiştiri lerek Türkiye'ye ge tirildikleri iddiasını da burada
çokça duydu k . " ifadesine yer veriliyor. Bu duruşu pekiştiren
" I ŞlD'den ne farkın var, o da terörist sen de ! " başlıklı haber ise ,
aslında haberin içeriğinde yer verilen Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan'ın HDP'ye ve aslında dolayısıyla PKK/YPG'ye
yönelik sözlerinden alıntıyı okurlara taşıyor.
Bu haberde aynı zamanda alıntının tırnak içine alınmadan
kullanıldığını görüyoruz . Bu stratej i ise , söz konusu ifadenin/
duygunun sanki hem gazetenin hem de hitap ettiği kesim ola­
rak bütün milletin ortak yargısıymış gibi resmedilmesinin önü­
nü açıyor. Sonuç olarak bu süreçte IŞlD'in Sözcü'de olumlayı­
cı bir şekilde resmedi ldiği n i , değilse de YPG/j'nin şiddeti kar­
şısında öne çıkarılmadığı n ı söyleyebiliri z . Aşağıda yer verilen
" IŞ l D militanı Kürt kadına ne yaptı ? " başlıklı video haber de bu
anlamda dikkat çekenler arasında bulunuyor.

Öncelikle , süregelen saldırılarında özellikle kadınlara yöne­


lik farklı şekillerde şiddet haberleriyle sıklıkla gündeme gelen
I Ş l D ' e dair o k uyucunun/izleyicinin zihninde belirli bir şema
oluşmuş olduğunu belirtmek gere k . 28 Diğer yandan bu haber-

28 I Ş I D ' i n kad ı n l a ra yön e l i k ş i dd e ı i n e d ö n ü k o l a ra k , kaynakçada ayrı n t ı l a r ı ­


na yer vcrdiı'!,i m , ana a k ı m gaze t e l e rden M i l l iy t'l ' i n " I Ş I D' i n e l i n e d ü ş e n F z i -

21 1
de, IŞID militanının Kürt kadına ne yaptığını soran ve onu gös­
termek için tıklanmayı bekleyen link, videoda IŞID militanının
şiddetine/tecavüzüne uğrayan Kürt kadını izlemeye çağırır ni­
teliktedir; okuyucu yorumlarının analizinde daha da derinleş­
tireceğim bağlamda özünde Kürt kadını, Türk erkeğinin sey­
rine sunma gayretindedir. Haberin içeriğine bakıldığında ise,
başlıkta çağrışım yapandan farklı olarak, "YPG'nin Kobani çev­
resinde terk ettiği yaşlı Kürt kadına IŞID'in sahip çıktığını gös­
teren görüntüler tartışılıyor" cümlesi okuyucuyu karşılamak­
tadır. "Terk etmek" ve "sahip çıkmak" ifadelerinden, haberin
IŞID'i olumlayan bir yerde durduğu aşikardır.
Değinilen çerçevede, Kürtlere dönük ırkçı/ayrımcı söylemi
kuran söylemsel stratej ilere bakıldığında , ilk olarak fail/mağ­
dur ikiliğini kuran Kürt/Türk karşıtlığınırı/düşmanlaştırma­
nın oluşturulduğunu ve fail ile mağdura dair çizilen özellikle­
rin genelleştirildiğini görüyoruz. Bu süreçte başlıklarda ve içe­
rikte yer verilen kelimelere bakıldığında, Kürtlerin büyük ço­
ğunlukla " terörist, savaş alanı , bombalamak, yakmak, ateşe
vermek, işgal etmek, nankörlük, edepsizlik" gibi şiddetle beze­
li kelimelerle birlikte anıldığı ve olumsuz özellikler yüklenerek
tanımlandığı görülüyor. Bunun sonucu olarak ise, ortaya koyu­
lan eylemlilik Kürtlerin amaçları açısından değil, ortaya çıkan
gerilim ve şiddet açısından haberleştirilmekte , kriminal/yasadı­
şı eylem olarak çizilmektedir. Kullanılan görseller de bunu pe­
kiştirir niteliktedir. Buna karşılık, Türklerin hoşgörüsü ve kah­
ramanlığı özellikle vurgulananlar arasındadır. Askerirı/polisin
şiddeti de meşru müdafaa, savunma ve ülkeyi/toprağı koruma
olarak, özünde güvenlik söylemiyle resmedilmektedir. Aske­
rirı/polisin şiddetinin bu bağlamda aslında bir bakıma münferit

di kadınların intihar ettiği ortaya çıktı . " (URL: http://www. milliyet.eom. tr/
isid-in-eline-dusen-ezidi/dunya/detay/l 988 5 1 8/default.htm Erişim Tarihi: 28
Aralık 20 1 4 ) , Hürriyet'in " IŞlD'in seks kölesi yaptığı kızın korkunç itirafla­
rı" (URL: http://www.hurriyet.eom. tr/dunya/27 1 67033.asp Erişim Tarihi: 28
Aralık 20 1 4 ) , Radikal'in "Iraklı kadınlar IŞlD tecavüzünden kaçıyor" URL:
http://www . radikal . com. tr/du nya/ira kli_kadinlar_isid_ tecavuzunden_kaci­
yor- 1 1 97090 Erişim Tarihi: 28 Aralık 20 14) başlıklı haberleri buna örnek teş­
kil edilebilir.

21 2
bir olay gibi ortaya koyulduğu söylenebilir; zira devletin o coğ­
rafyadaki sistematik şiddetine dair haberlerde hiçbir ayrıntı­
ya yer verilmemektedir. Dolayısıyla, değinilen olayların hemen
hepsinin, art alan bilgisi verilmeden ve bağlamından kopartıla­
rak haberleştirildiğini söyleyebiliriz. Bu durum, aynı zamanda
kapalı bir metin yaratarak, metni alternatif anlamlandırmalara
ve okumalara kapatmaktadır.
Dikkat çeken diğer bir strateji ise , "statüko içinde yer alan ve
statükoyu sürdüren kurumların sözcüleri" nin sözlerinin sık­
lıkla alıntılanması, hatta başlıklara taşınmasıdır. Sözcülerin öz­
nel görüşlerinin, işaret ettiği kurumsal kaynakların nesnel ola­
rak temsil edilmesi , haberin söylem yapısı içerisinde ideoloji­
nin işleyişinde bir stratej i olarak oldukça önemlidir ve ideo­
loj inin işleyişini kolaylaştırır görünmektedir.29 Burada ironik
olan, Kürtlere dair haberlerde Kürtlerin seslerinin duyulma­
ması , cümlelerin yapıları itibarıyla Kürtler şiddetin faili kılınır­
ken, sözleri duyulamayacak kadar edilgenliğe hapsedilmeleri­
dir. Bunların yanında , Tuğluk'a ilişkin olarak başlığa taşınan
"edepsiz" nitelendirmesinde gördüğümüz gibi, Sözcü'de cin­
siyetçi söylemlerin de milliyetçi-ırkçı olana eklemlenerek ege­
menden yana işlediğini tekrar vurgulamak gerekmektedir. Di­
ğer yandan van Dijk'in belirttiği gibi, haberlerde neyin söylen­
diği kadar neyin söylenmediği de önem taşımaktadır. YPJ'nin,
Kobaneli kadınların direnişi bu süreçte özellikle uluslararası
medyada sıklıkla yer bulurken, incelenen tarih aralığında Sözcü
gazetesi (Türkiye'deki ana akım pek çok gazeteyle uzlaşan şe­
kilde) kadınların direnişini görmezden gelmiştir.30 Bu durum,

29 Dursun, TV Haberlerinde ideoloji, s. 1 50.


30 Kürt kadınların direnişi, değinilen tarih aralığı ve sonrasında BBC , Independent
gibi özellikle uluslararası gazete/ajanslarda yer bulmuş, bunların yanında mo­
da dergileri Elle ve Marie Claire'de haberleştirilmiş ve tartışmaları beraberinde
getirmişti. (Bkz. Elizabeth Griffin, "These Remarkable Women Are Fighting
against ISIS. It's Time You Know Who They Are " , URL: http://www . mariecla­
ire.com/culture/news/a6643/these-are-the-women-battling-isis/ Erişim Tarihi:
15 Ocak 20 1 5 . Gabriel Gatehouse, "IŞID'e Karşı Savaşan Kürt Kadınlar", URL:
http://www .bbc.co. uk/turkce/haberler/20 1 4/09/1 40909_isid_kurt_ypg_kadin
Erişim Tarihi: 1 5 Ocak 20 1 5 . Loulla-Mae Eleftheriou-Smith, "Kurdish Female
Suicide Bomber Attacks Isis in Fighı for Kobani '', URL: http://www.indepen-

21 3
gazetenin Kürtlerin direnişini iyi ve güçlü çizecek temsillerden
özellikle kaçınmış olma ihtimaline işaret etmektedir.
Son olarak, haberlerde resmi milliyetçiliğin söz kalıpları ve
simgelerinden sıklıkla yararlanıldığını belirtmek gerekiyor.
"Bayrak" , "Mehmetçik" , "Atatürk (büstü)" gibi ifadeler/simge­
ler, Türkiye'de milli kimliğin ve milletin kurulması ve yeniden
üretilmesinde "biz" bilincini yaratan unsurlar arasındadır. Do­
layısıyla, "biz" birlikteliğini oluşturan ve kutsallaştırılan bu un­
surlara, "bayrağın yakılması" , "Mehmetçiğe taş atılması" , "Ata­
türk büstünün yakılması" gibi örneklerde olduğu gibi zarar ve­
rilmesi , "biz "den olmayanın, "öteki"nin yapacağı bir eylem­
miş gibi gösterilmektedir. Bu sembol ve ifadeler üzerinden biz/
onlar ayrımı pekiştirilmekte, bu eylemlerin faili olarak çizilen
Kürtlerle karşısındaki Türkler ikiliği yeniden üretilmektedir.
Değinilen çerçevede Sözcü'de haberler, Gramsci'nin hegemon­
ya kavramının işaret ettiği gibi, egemenin ideolojisini ve kendi
çıkarını uzlaşılmış ve evrensel çıkar gibi göstermesine yarayan,
aynı zamanda da ona tabi olanların kendi çıkarının gerçekleşti­
ği yanılmasına sahip olduğu bir hegemonya aracı olarak okuna­
bilir. Bu süreç , okuyucu yorumlarında somutlaşacağı gibi ege­
men ideolojinin doğrudan baskıyla değil, rızanın üretimi ve ik­
na yoluyla yöneterek ve yönlendirerek işlediğinin de yansıma­
larını taşımaktadır.

Okuyucu yorumları

Bu bölümde , yukarıda değindiğim haberlerin okuyucular ta­


rafından nasıl alımlandığına bakmaya çalışacağım. Daha ön­
ce Hall'a referansla değindiğim gibi, izleyicilerin/okuyucula­
rın medya içerikleriyle etkileşiminde medya anlamlandırma
sürecini tek taraflı belirlemez. Diğer yandan, okuyucunun bu
" özerkliği"nin , kimliğini oluşturan farklı belirlenimler ve ta-

dent.co.uk/news/world/middle-east/kurdish-female-suicide-bomber-attacks­
isis-in-fight-for-kobani-9776779 . h tmlErişim Tarihi: 1 5 Ocak 20 1 5 . Valerie
Toranian, " Resiste '', URL: http://www. elle. fr/Societe/Edito/Resiste-Par-Vale­
rie-Toranian-281 7202 Erişim Tarihi: 15 Ocak 20 1 5 . )

214
rihsel-politik koşullar içinde , bağlama göre oluştuğu , dolayı­
sıyla izleyicinin tam anlamıyla "bağımsız" bir konumu olmadı­
ğının da akılda tutulması gerekmektedir.31 Benzer şekilde, ha­
berlere yapılan yorumların birkaç muhalif okuma dışında bü­
yük çoğunlukla gazetenin politik-ideoloj ik konumuyla örtüşen
ve söylemlerini yeniden üreten milliyetçi bir çizgide bulundu­
ğunu söylemek gerekiyor. Bunu somutlaştıran örnekleri orta­
ya koyacağım izlekte, öncelikle haberlerin içeriğinde yer veri­
len olaylara dair okuyucuların neler düşündüklerine odaklana­
cağım. Sonrasında ise okuyucuların Kürtleri nasıl algıladıkları­
nı, tanımladıklarını, adlandırdıklarını ve bunları kuran söylem­
sel uğraklarını ele alıp Türkiye'deki tarihsel-politik bağlam içe­
risinde değerlendirmeye çalışacağım.
Okuyucu yorumlarında öncelikle, haberlerde de dikkat çe­
kildiği gibi ortaya çıkan çatışma/savaş ortamının sorumlusu
ve faili olarak Kürtlerin işaretlendiğini görüyoruz. Bu süreçte
Kürtlerle PKK, YPG ve IŞID'in birbirine denk tutulduğu dik­
kat çekiyor. Diğer yandan AKP ve HDP ülke sınırları içerisin­
deki çatışma ve gerginliğin müsebbibi olarak öne çıkarılıyor
ve bu siyasi partiler de , okuyucu yorumlarında sıklıkla rastla­
nan "AKPKK" , "HDPKK" gibi adlandırmalarda görüldüğü gibi
PKK'ye , dolayısıyla Kürtlere eş tutuluyor. Diğer yandan, haber­
lerdekileri onaylar şekilde IŞID'i olumlayan ifadelere okuyucu
yorumlarında da rastlanıyor:

• Türk Milleti Sağolsun: "ışidle pkk savaşıyormuş. Harika bir


haber, hepsi gebere-ne kadar yesinler birbirlerini"
• Doğrucu: "açık açık kürt ırkçılığı ve pkk propakandası ya­
panlan görünce ister istemez insan işite sempatiyle bakıyor"
31 inal, Haberi Okumak, s. 1 5 2 . Althusser'in ideoloj inin insanları özne olarak ç a ­
ğırdığı ve öznenin bu ideolojik ve politik çerçeve içerisinde kurulduğunu or­
taya koyan yaklaşımı bu bağlamda önemlidir. Althusser'in ideoloj i tahayyülü­
ne göre, özne olarak çağrılan insanlar, kendi gerçek varoluş koşullarıyla hayali
bir ilişki içerisinde toplumsal gerçekliği kurarlar. Bu özneleşme/tabi olma sü­
recinde, çerçevelenen düşünce şemaları ve temsil sistemleri büyük çoğunluk­
la, yönetici ideolojinin süzgecinden geçip gelene işaret eder. Dolayısıyla doğ­
rudan baskıyla işlemeyen bu süreci işleten devletin ideolojik aygıtları da, med­
ya örneğinde olduğu gibi , ideolojiyle biraz daha gizlenmiş ve simgeselleşmiş
bir şekilde yola koyulur ve insanları "yola getirirler" (A.g.y . , s. 1 7 1 ) .

21 5
• M. D. : " [ . . . ] son 1 2 yıldır TSKnın yapamadığını yapıyor ışid.
sırf pkklı itlaf ediyor diye adamlara sıcak bakasım geldi. "

Yukarıdaki örneklere bakıldığında , yorumların "Düşmanı­


mın düşmanı dostumdur" düşüncesinde ortaklaştığı görülü­
yor. "Düşman" olarak kodlanan Kürtlerin karşısında , özdeş­
leştirildikleri " terörist/bölücü" PKK'ye zarar verdiği düşünü­
len IŞID ve eylemleri destekleniyor. Diğer yandan , belirtilen
tarih aralığı içerisinde özellikle Kobane'ye desteğe dönük ta­
leplerin dikkate alınmamasına getirilen eleştiriler ve Türkiye
sınırları içerisinde de yer bulan çatışmalar, okuyucuların bü­
yük çoğunluğu tarafından, "Erkeksen Kobani'ye gi t de ora­
d a savaş , düşüncesiyle karşılanıyor. Yukarıdaki örnekler­
le de birlikte düşünüldüğünde , bu süreçte okuyucuların or­
tadaki duruma dair yorumları arasına Kürtlere dair düşün­
celerini serpiştirdikleri görülüyor. Burada bir parantez açıp
tüm bu yorumlar içerisinde Kürt kimliğinin tanındığını ve ka­
bul edildiğini belirtmek gerekiyor. Bu tanınmanın , uzun yıllar
boyunca devletin resmi söyleminde inkar edilen ve tanınma­
yan Kürtlerin gelişen kazanımlarıyla ilişkili olduğu düşünü­
lebilir. Okuyucu yorumlarında bu bağlamda "Kürt" kelimesi­
nin bir etnisiteye atıfla kullanıldığı ve "Kürtçe "ye de Kürtle­
rin anadili olarak değinildiği görülüyor. Diğer yandan, Kürtle­
rin nasıl algılandıkları ve tanımlandıklarına bakıldığında ise ,
yorumlarda şu başlıklar öne çıkıyor: Dış mihrakların oyunu­
na gelen, işbirlikçi, terörist/bölücü/düşman/nankör, aşiret/eş­
kıya/işgal eden , cahil/geri kalmış ve haksız kazanç sağlayan­
lar olarak Kürtler.
Aşağıdaki alıntılar Kürtlerin bölücü , terörist, aşiret, eşkı­
ya , özünde "bizden olmayan düşman" olarak tanımlandıkla­
rı yorumlara örnek olarak verilebilir. Odaklanılan haberlerde­
ki sunumla kesişen şekilde, okuyucuların zihninde de Kürtle­
rin mücadelesinin etnik ve politik bir zemine oturtulup kendi
tarihsel bağlamı içerisinde düşünülmediği, aksine vatanın bü­
tünlüğünü sarsan bir tehdit olarak işaretlenerek, atfedilen bü­
tün değerlerin, özünde değersizleştirmenin, Kürt halkının bü-

21 6
tününe genellendiğini görüyoruz. Bu süreç ise ırkı-ayrımcı bir
hatta evrilen milliyetçi söylemi yeniden üretiyor:

• Adalet: "Mehmetçiğe taş atan o ellerin kırılsın, seni ayak­


ta tutan VATAN TOPRACIMIZA basan o ayakların kötrüm
olsun;sizi vatan haini, ABD uşakları, siyonist köpekleri sizi."
• kerim: " tarih boyunca osmanlıya selçukluya hep bir isyan
halinde olmuşlar hep bir hainlikle büyümüşler. . . maalesef
genlerinde yapılarında hainlik var. kesinlikle güvenilmez
insanlar yüzünüze gülüp arkanızdan neler yaparlar neler. . .
zannedersiniz iyi insan anında sizi satar"
• Ô. E. : " [ ] amaç çözüm falan değil. Özerk Kürdistan. Tek
. . .

amaçları ülkeyi bölerek, kendilerinin baş olacağı bir yapı


oluşturmak.
• M. Ş. : "Eşkiyalık ruhlarında var. N e kadar okusalar Vahşi­
lik"leri son bulmaz ! " . .

• Berdu: [ " . . . ] neden 2500 yıl boyunca bir kabile olmaktan öte
gidemediniz ? [ . . . ] 2 1 . y.y. da, aşiret ayağına hala çıkar için
bir birini vuran, kendi kızlarına aile içinde tecavüz edip ,
sonra yine aile içinde vurup öldüren bir kabileden ne bekle­
nebilir yahu ? ! "

Yukarıdaki yorumlar, Kürtlerin gazete içindeki temsiliy­


le yer yer örtüşür şekilde görünürken, bu kesişimi sadece ha­
berle okurun etkileşiminde aramamak, van Dijk'in belirttiği gi­
bi metni kimin okuduğuna ve zihninde Kürtlere dair oluşan şe­
maların şekillenme sürecindeki diğer ideolojik ve söylemsel çer­
çeveye bakmak gerekmektedir. 32 Zira Kürtlere dair tek bir şey
duymuyoruz. Sürekli olarak radyoda dinlediğimiz, televizyon­
da izlediğimiz , gazetede tekrar tekrar okuduğumuz haberlerin
yanında,33 Althusser'in çağnlan özne tahayyülünün işaret ettiği
gibi ders kitaplarından, edebiyata, aileden gündelik karşılaşma­
lara kadar pek çok alanda karşılaştığımız temsiller, zihnimizde
Kürt kimliğine dair bir çerçeve çiziyor. Yukarıda örneklendiri­
len dış mihrakların oyununa gelen/bölücü/düşman/eşkıya ifade-
32 van Dijk, "Söylem ve iktidar" , s. 25.
33 A.g.y .. s. 26.

21 7
lerinin de bu bağlamda, Mesut Yeğen'in Devlet Söyleminde Kürt
Sonınu34 kitabında ortaya koyduğu , Kürtlerin farklı dönemler­
de devlet söylemindeki tanımlarıyla örtüştüğü görülüyor. Ye­
ğen kitabında, cumhuriyet dönemi devlet söyleminin öncelikle
uzun süre Kürtlerin varlığını inkarla hareket ettiğini, fakat bu­
nunla sınırlı kalmayarak, Kürt meselesinin "kendisinden başka
bir şey olarak" yeniden kurulduğunu belirtiyor.35 Bu bağlam­
da Yeğen'e göre, Kürt sorunu cumhuriyet dönemi devlet söyle­
mi içerisinde geçmişe özlem olarak "irtica" , modernlik öncesine
ait toplumsallıkların direnci olarak "aşiret ya da eşkıya" , yaban­
cı devletlerin tezgahı olarak "ecnebi kışkırtması" ve iktisadi bü­
tünleşme sorunu olarak "bölgesel geri kalmışlık" şeklinde yeni­
den kuruluyor.36 Nitekim "geri kalmışlık" vurgusu da, okuyucu
yorumlarında "cahillik" ve "haksız kazanç sağlayan" ifadeleriyle
birleşerek Kürtlere dair tanımlamalarda yer alıyor:

• Berdu: " [ . . ] neden 2 . 500 yıl boyunca bir kabile olmaktan


.

öte gidemediniz ? [ . . ] 2 1 . y.y. da, aşiret ayağına hala çı­


.

kar için bir birini vuran, kendi kızlarına aile içinde tecavüz
edip, sonra yine aile içinde vurup öldüren [ . . . ] "
• Sürüpsi holojisi : "komutanım cahile nelaf anlatıyosun geçir
dipçiği ağzına pisliğin"
• k im: "2,3 tane kadınla evlenip 1 5 ,20 çocuk yapıyorlar sağlık
bedava eğitim bedava vs türklerse 1 tane çocuk anca yapıyor
bu gidişle 1 5 ,20 seneye adamlar bizim tırnaklarımızla elde
ettiğimiz ülkeyi beleşe alıcak"

Diğer yandan, Kürtlerin ayrı bir etnisite olarak tanınma­


sı; fakat cahillik, "bedava" yaşamak, ülkeyi işgal etmek ya da
tüm bunlarla çizilen geri kalmışlık vurgusuyla tanımlanmaları,
Cenk Saraçoğlu'nun "tanıyarak dışlama" kavramsallaştırmasını
akla getiriyor. Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler3 7 çalışmasında Sara­
çoğlu , İzmirli orta sınıfların Kürt algısına bakıyor ve artık ayrı

34 Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu (İstanbul: iletişim Yayınlan, 20 1 3 ) .


35 A.g.y., s. 263.
36 A.g.y., s. 2 1 6.
37 Cenk Saraçoğlu, Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler Ostanbul: iletişim Yayınlan, 20 1 2 ) .

218
bir etnisite olarak tanınan Kürtlerin, okuyucu yorumlarıyla ke­
sişen şekilde haksız kazançla geçinen, işgalci , bölücü, cahil ve
kültürsüz olarak tanımlanarak dışlandıklarını ortaya koyuyor.
Bu tanımlama Saraçoğlu'na göre , devletin resmi milliyetçi söy­
leminin yanında , gündelik hayat içerisindeki karşılaşmaların
bu algının şekillenmesindeki etkisine işaret ediyor. Dolayısıyla,
devletin resmi milliyetçi söyleminde ve onu dolaşıma sokan en
temel araçlardan biri olabilen medyada da beslenen Kürt karşıt­
lığı, gündelik hayat pratiğinde yansıma buluyor ve aslında daha
da derinlere kök salma yolunda ilerliyor.
Etienne Balibar'ın "ırksız ırkçılık" olarak tanımladığı, biyo­
lojik olana yapılan vurgudan kültürel özelliklerin aşılmazlığına
geçildiği gözlemlenen bu süreçte, diğer yandan da cinsiyetçili­
ğe eklemlenen bir ayrımcı söylemin okuyucu yorumlarında do­
laşıma sokulduğu görülüyor. 38 Değinilen haberler bağlamında
cinsiyetçi/türcü çıkışlar daha çok Tuğluk'a dair yapılan haber­
lerin peşi sıra geliyor:

• mimkemal: "Hiçbir erkek onun suratına bile bakmaz, canı­


nın bir bit kadar bile değeri olmazken. Bir kenenin bile ya­
şama hakkına saygı duyarız ama bu yaratıkta ne böyle. "
• Somnium: " N e kadar çirkin bir kadın. Bunların hepsi böyle
çirkin zaten. İçlerinin çirkinliği bedenlerine yansımış. "
• Berdu: " Kadın hariç her şeye benziyor"

Yukarıda yer verilenler, daha önceki yorumlarla birleştiğin­


de , Tuğluk üzerinden aslında Kürt kadınların ve genellenebile­
cek şekilde Kürtlerin ensest ilişki kuran, çok eşli, çok çocuk­
lu , çirkin ve benzeri gibi olumsuzluk atfedilen niteliklerle ta­
nımlandıkları görülüyor. Bu ifadeler "geri kalmışlık" ve "iş­
gal" tanımlamalarıyla iç içe geçtiğinde, Kürtlerin Türklere ait
olan kültürel özellikleri bozduğunu yansıtan bir yaklaşımı içe­
risinde barındırıyor. Bu yaklaşım, "saf-ari ırk" yaratma çaba­
sıyla "milletin kalitesi"yle ilgilenen öj enist söylemi akla geti­
riyor.39 "Ulusun biyolojik üreticileri olarak" kadınların bedeni
38 Köker ve Doğanay, Irkçı Değilim Ama,s. 3.
39 Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet, s. 70.

219
ve cinselliği, milli görevi olan sağlıklı nesiller yetiştirmek için
denetim altındadır. Devletin kadına ve aileye dönük siyaseti­
ne baktığımızda da, nüfus politikalarının ve bununla birlikte
işleyen ahlaki kontrollerin, milletin yeniden üretimine ve ço­
ğalmaya dönük uygulamalara işaret ettiği görülür. Kürtajın ya­
saklanmasına dönük girişimler, doğum kontrolüne dair kısıtla­
malar ya da mümkün mertebe kullanılmamasına dönük ifade­
ler, ailelere çok çocuk doğurma çağrısının peşi sıra gelen çok
çocuklu ailelere teşvikler. . . 40 "Vatansever Türk çocuklar" do­
ğuracak kadınlara/annelere yönelik teşvikler böyle süregelir­
ken, bir toplumdaki tüm kadınlar için bu süreç aynı şekilde iş­
lemez. "Milletin kalitesi uğruna" "doğru" etnik kökenden ka­
dınlar bu çağrının davetlisidir.41 Örneğin söz konusu Kürtler
olduğunda, çok çocuk doğurmaları "işgal" anlamına gelir; zi­
ra Kürtler bu şekilde homoj en toplum tahayyülünü bozmak­
tadır. Benzer bir yaklaşım, Kürtlerin hijyen söylemi içinde ele
alınmalarında karşımıza çıkar: "Kuzey Irak'ta devlet kursalar

40 Türkiye de benzer söylemlere dair kabarık bir listeye sahip. Cumhurbaşka­


nı Recep Tayyip Erdoğan'ın en az üç çocuk çağrısıyla başlayıp artarak devam
eden çocuk talebi, "Kürtaj cinayettir" sözlerini takip eden, "Bu ülkede yıllar­
ca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar ve neslimizi kurutma yoluna gittiler. "
Çıkışı; bununla birlikte "davaya gönül vermiş kadınlar"ın -"Bir Türk annesi
olarak Türk kadınının"- bu "oyunu bozabileceği" ,çocuk doğurarak "bu mil­
lete hibe etmeleri" gibi çağrılan bu bağlamda değerlendirilebilir. Üzerine tar­
tışmaların sürdüğü fakat uygulanmamış bulunan, 201 3'ün sonlarına doğru
gündeme taşınan "Kadın istihdam Paketi" , kadınların evden-kısmi çalışmala­
rı gibi şekillerde çalışma saatleri ve sürelerinde esnekleşme gibi unsurları içe­
ren, aslında doğrudan "annelik"le ilişki kurularak çalışma hayatında düzen­
lemelere gidilme çabasının yansımalarını taşıyan diğer bir örnektir. Sağlık Ba­
kanı Mehmet Müezzinoğlu'nun, "Anneler, annelik kariyeri dışında başka bir
kariyeri merkeze almamalıdır," yorumuyla birleştiğinde ise, uygulamaya so­
kulmayan bu paket ve benzerlerinin uygulanmasına dönük atılacak adımların
tekrar gündeme geleceği izlenimi vermektedir . ( Neslihan Cangöz, "Beşikleri
Boş Duran Halklar imparatorluk Kuramaz" , URL: http://www . bianet.org/bi­
anet/ toplumsal-cinsiyet/160197 -cumhurbaskanini-kadin-dusmanliginda-yal­
niz-birakmayanlar Erişim Tarihi: 1 1 Ocak 20 1 5 . Çiçek Tahaoğlu, "Kadın istih­
damı Politikaları Kadınlara Ne Sunuyor? " URL: http://www . bianet.org/bianet/
kadin/1 60066-kadin-istihdami-politikalari-kadinlara-ne-sunuyor Erişim Ta­
rihi: 10 Ocak 20 1 5 . "Sağlık Bakanı'ndan Kadına Kariyer Planı", URL: http://
www .bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/1 6 1 23 1 -saglik-bakani-ndan-kadi­

na-kariyer-plani Erişim Tarihi: 5 Ocak 20 1 5 . )


41 A.g.y. ,s. 2 1 3 .

220
da [ . . . ] sürüversek oraya . . . ilaçlanmış ev gibi tertemiz olur yur­
dumuz" yorumunda olduğu gibi, Kürtlerin gitmesi "annma"ya
işaret etmektedir. Diğer yandan, bir etnik kimlik yerilmek ya
da yok edilmek istendiğinde , başlanılacak yer gelecek nesli do­
ğuracak kadın ve bedeni olmaktadır. "Öteki"ne bakış da, tam
da bu noktada "öteki"nin kadınına yönelik eylem ve söylem­
lerde vücut bulur: "Bizim kadınlarımızın" iffetine/namusuna/
güzelliğine karşılık, onlarınkinin "orospuluğu"/namussuzluğu/
çirkinliği.42 Tuğluk'a dair yorumlarda yer alan "çirkin" ifadesi
bu bağlamda özellikle dikkat çekiyor. "Onların kadını"nın çir­
kinliği ve Kürtlerin kirliliğine yapılan atıf birlikte düşünüldü­
ğünde, "biz"den olmayana bakışın "öteki"nin bedeni, milliyet­
çi ve cinsiyetçi söylemlerin düğümlendiği noktada kadın bede­
ni üzerinde somutlaştırılma halini ve ona karşı duyulan iğren­
meyi çağrıştırır nitelikte bulunuyor.
Diğer yandan yorumlarda bu düşüncelere , Kürtlerin hazza
düşkünlüğü ve sapkınlığına dair ifadeler eşlik ettiği görülüyor:

• MC559: "PKK 'ın dağ kadrolarında ki militanlarına sermaye


olmuş bu paçavraya "MEHMETÇİK "sadece tükürür."
• sarızeybek li: "[ . . . ] kimbilir o daglarda kac kisi üzerinden
gecti"
• EnBüyük TürkAtatürk: "APO'nun tezgahından geçtiği belli
olmuyormu ? Kesin bunu da kapatmıştır. Yoksa MV yapar­
mıydı? "
• TCHaluk64: "aponun hanımları i ş başında"
• TC Ö. G . : "sana tüm abazalar tecavüz etsin Aysel Tuğluk kö­
peği"

Kürtlerin " çirkinliğine" ve "kirliliğine" yapılan vurgu , bu


"aşırılık" tanımlamasıyla birleştiğinde , Yumul'un belirttiği gi­
bi tüm çirkinliğine rağmen, "Öteki'nin baştan çıkarıcı, ayar­
tıcı cinselliğinden kendini alamama"ya işaret eder ve "bu tür
söylemlerde Öteki'nin bedeni hem çekici hem de iticidir, hem

42 Tanı! Bora, "Analar, Bacılar, Orospular: Türk Milliyetçi-Muhafazakar Söyle­


minde Kadın" , Şerif Mardin'e Armağan içinde, Ahmet Öncü ve Orhan Tekeli­
oğlu (der.) ( İstanbul: lletişim Yayınlan, 2009) , s . 242.

221
hayranlık hem de iğrenme duygularını eşzamanlı hareke­
te geçirir. "43 tık iki yorumda yer bulan "dağ" vurgusunda ör­
neklendiği gibi , "cinsel hazların anlık tatminine olanak tanı­
yan dağ, orman, mağara gibi doğa/kültür ikileminin doğa tara­
fına düşen "medeniyetten" nasibini almamış Öteki'nin yaşam
alanları, cinsellik açısından fantastik saltanatın, duyumsallığın,
erotizmin ve dekadanlığın mekanlarıdır. "44 Dolayısıyla aslında
bu durum, Nira Yuval-Davis'in ifadesiyle , "yasaklanmış zevk­
lerin hayallerini ve iktidarsızlık korkularını 'öteki'ne yükleyen
ırksallaştırılmış imgelemin merkezine cinselliğin koyulması"nı
göstermekte; "biz"in kendi hazzıyla karşılaşma anına, hem de
alınan hazdan duyulan huzursuzluğa denk düşmektedir.45
Bunlara ek olarak, son yorumun işaret ettiği tecavüze dair is­
tek ise, Tuğluk'ta vücut bulan Kürt kadına tecavüzle, bir halk
olarak Kürtleri aşağılamaya ve erkeklik onurunu , dolayısıyla
da halkın onurunu tahrip etmeye dönük bir çağrı niteliğinde­
dir. Bunun en önemli nedeni ise , milliyetçi söylemde ana, eş,
sevgili, bakire imgeleriyle bezeli olarak kodlanan kadının na­
musunun/utancının, aynı zamanda ulusun namusunu/utancı­
nı temsil etmesidir.46 Cinsel namusla ulusal namusun karşılık­
lı olarak birbirini oluşturduğu bu bakış, vatanı "sevilip atlanıla­
cak, sahiplenip korunacak, uğruna ölünüp öldürülecek bir ka­
dının bedeni" olarak kuran söylemle iç içedir.47 Cinselleştiri­
len bu "coğrafi beden"i korumak, vatanın kadınlarını ve namu­
sunu korumaya denk düşer; bu şekilde kadın bedeni üzerin­
den kurgulandığı söylenebilecek savaşlardaki toprak kayıpları
da, sevdiği kadının namusunu koruyamayan bir erkeğin utan­
cına benzer bir duygu yaratır.48 Kadının tecavüze uğraması, bu

43 Arus Yumul, "Rojin'i Dağa Kaldırmak ya da Militarizm, Kadın ve Mizah" , Er­


kek Millet Asker Millet içinde, Nurseli Yeşim Sünbüloğlu (der. ) (İstanbul: lle­
tişim Yayınlan, 20 1 3 ) , s . 546.
44 A g.y . , s. 546.
.

45 A g y . , s. 104.
. .

46 A.g.y., s. 543.
47 Afsaneh Najmabadi, "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplen­
mek, Korumak" , Vatan, Millet, Kadınlar içinde, s. 1 32.
48 A.g.y., s. 133.

222
bağlamda erkeğin ve onunla özdeşleştirilen milletin yenilgisi­
ni gösterir niteliktedir. Daha önce değindiğim, " IŞlD militanı
Kürt kadına ne yaptı ? " başlığının da aslında, tecavüz yorumuy­
la aynı ideolojik çerçevenin süzgecinden geçerek haberde vü­
cut bulduğu görülmektedir.
Gazetenin milliyetçi/ırkçı diliyle kesişen şekilde okuyucu
yorumlarında göze çarpan son unsuru , Kürtlere yönelik kul­
lanılan "Ermeni Kürtler" ifadesi oluşturuyor. Burada öncelikle
dikkat çeken ise , Kürtlerle Ermeniler arasında kurulan özdeşlik
oluyor. Bu özdeşliğin doğrudan ne üstünde temellendiğini yo­
rumlarda görmek mümkün olmamakla birlikte, tarihsel olarak
aynı coğrafyada birlikte yaşamış olmanın ve Ermeni/Kürt kim­
liklerinin tarih boyunca mütemadiyen "biz"in karşısında düş­
manlaştırılan ve tehdit unsuru olarak kodlanan konumlarının
bunda etkili olduğu düşünülebilir. Devlet erkanının söylemle­
rinde de yer bulmuş olan, Abdullah Öcalan için "Ermeni dö­
lü" adlandırması gibi örneklerle de örtüştüğü gibi, aslında çok
katmanlı bir nefret söylemi bu şekilde yeniden üretilip dolaşı­
ma sokulmaktadır. Diğer yandan, Ardahanlı olduğunu ve dola­
yısıyla çok Kürt tanıdığını, fakat tanıdığı Kürtlerin "bölücü" ol­
madığını belirten bir yorumcunun, "Kurtlerle ermeni donmele­
rini karistirmayin guneydoguda askere tas kursun atan kurt de­
gil ermeni donmesi onlar" cümlesinin gösterdiği gibi, Kürtleri
bir kenara koyup Ermenilerin şiddet ve bölücülükle özdeşleş­
tirildiği yorumlar da dikkat çekiyor. Yorumdan net bir çerçeve
çıkarılamamakla birlikte , bu yaklaşımın aslında sık sık karşıla­
şılan "Müslüman Kürt'ten zarar gelmez" düşüncesiyle kesiştiği,
dolayısıyla "biz"den olmayan başka bir dine mensup Ermenile­
rin şiddetin ve suçun faili olarak çizilmesiyle ilişkili olduğu dü­
şünülebilir. Zira aynı ifadelerin yer yer Kürtlerin varlığını red­
deder şekilde Hıristiyanları ve Yahudileri hedef alan bağlamlar­
da yeniden üretildiği sıklıkla görülmektedir.49
49 Mesut Yeğen'in Müstakbel-Türk'ten Sözde-Vatandaşa kitabında (İstanbul: tle­
tişim Yayınları, 20 1 4 ) ele aldığı Kürtlere dönük "Yahudi-Kürtler" tanımlama­
sı bu çerçevede okunabilir. Yeğen, Irak'ın işgaliyle birlikte öne çıktığını belirt­
tiği Kürtlerin Yahudi olduğuna dair dolaşıma giren ifadelerin, Barzani ailesi­
nin de aslında Yahudi olduğuna dair söylentilerle geliştiğini söylüyor (s. 94) .

223
D eğinilen çerçevede , Kürtlerin karşısında konumlanan
Türklük anlatısına baktığımızda ise yorumlarda da haberlerle
kesişen şekilde mağduriyet ve kahramanlık anlatısı hakimdir.
Tarihin farklı dönemlerinden bugüne Kürtler, uzlaşılamayan
ve aynı zamanda da sürekli mücadele edilmesi gereken, bu sü­
rekliliğin işaret ettiği haliyle de bir türlü alt edilemeyen bir düş­
man gibi gösterilmektedir. Fethi Açıkel, bu mağduriyet/maz­
lumluk psikolojisinin güç istemiyle bağlantısını kurarak için­
de barındırdığı eziklik hallerinin ve "büyük Türkiye" , "şanlı ta­
rih" , gücünü dünyaya kabul ettirmiş "bir ülke" gibi ifadelerde
vücut bulan idealize edilmiş tarih anlatılarının, iktidar fetişiz­
mi ve intikamcı bir tazmin eğilimiyle bağlantılı olduğunu söy­
lemektedir. 5° Kitlelerin ezikliği anlatısı üzerinde yükselen tarih
hınç, intikam ve iktidar arayışı etrafında yazılmaktadır ve bas­
kıcı siyasal pratiklerin üretilmesi ve kitlelerce içselleştirilme­
siyle mazlum öznenin de bu anlatı çerçevesinde yaşadığı dö­
neme bakmasını beraberinde getirmektedir.51 Diğer yandan bu
mağduriyet anlatısının, gerek haberlerde gerek de yorumlarda
Umberto Eco'nun "ur-faşizm" olarak kavramsallaştırdığı kök­
faşizmin yansımalarını da taşıyan unsurlarla zaman zaman iç
içe geçtiği görülmektedir. 52 Ur-faşizm , idealize edilen tarih an­
latısı üzerinden geleneğe olan bağlılık ve onu oluşturan uyuma
karşı çizilen farklı olana duyulan korkuyu , dolayısıyla yaban­
cı düşmanlığını ve ırkçılığı içinde barındırır. Düşmanlaştırılan
o farklının bir yandan karşısındakini aşağılanmış hissettiren
servet ve kudretine , diğer yandan da zayıflığına yapılan vurgu

Türk milliyetçiliğinin sesinin yükseldiği bu süreç, Türklüğe asimile edileme­


yen ama kültürel hakları da tanınmak istenmeyen Kürtlerin, Türk ve Müslü­
man olmayan başka bir toplulukla özdeş kılınarak kültürel ve siyasi hayatın
dışında bırakılma çabasının bir uzantısı olarak okunabilir. Kürtlere ve gayri­
müslimlere iyice kapatılmış bir Türklük fikri üzerine inşa edilmiş bu tanımla­
ma, Yeğen'e göre daha homojen bir siyasi hayalin de bir belirtisi durumunda­
dır ve aynı zamanda "dış mihraklar" iddiasına da eklemlenir (s. 1 1 6 ) .
50 Fethi Açıkel, "Kutsal Mazlumluğun Psikopatoloj isi" , Toplum ve B ilim Sayı 7 0
,

( 1 996) , s. 1 5 3 - 1 96; 1 53- 1 54.


51 A.g.y. , s. 1 55.
52 Umberto Eco, "Ur-Faşizm Ya Da Sonsuz Faşizm" , Faşizm Yazılan içinde , Sibel
Özbudun (der.) (Ankara: Ütopya Yayınevi) , 200 1 , s. 37-54.

224
ve "komplo saplantısı"yla da harmanlanan ihanetine duyulan
inanç bunlara eşlik eder. Yabancı olana karşı savaşta vücut bu­
lan kahramanlık ve "Mehmetçik" anlatısının eklemlendiği "şe­
hitliğin" kutsallaştırılması gibi, o çileli mücadele yolunu taç­
landıran ölümle birlikte; eleştiriyi reddetme, doğrudan eyleme
geçme ve kadın düşmanlığı gibi unsurlar ur-faşizmin değişme­
yen özelliklerindendir.53 Değinilen okuyucu yorumlan bu çer­
çevede, yer yer haberlerdeki temsille de örtüşen şekilde sıradan
faşizmin yansımalarını taşıyor görünmektedir.
Okuyucu yorumları arasında Sözcü'de odaklanılan haberler­
deki temsille çatışan kırılmaların nadiren yer bulduğu görül­
mektedir. Bunlardan ilk ikisi aslında diğer yorum ve temsil­
lerle örtüşmeyen; fakat kendi içerisinde ırkçı ayrımcı dili yeni­
den üreten "lafım her Kürt'e değil" yaklaşımı şeklinde karşımı­
za çıkmaktadır. URFALI'nın "bende urfadan asil kürdüm [ . . . ]
kim bu güzelim vatanımıza zedelemeye gölge DÜSÜREN olur­
sa ALLH BELALARIN I VERSiN ALLAHIM KiMSEYi VATAN­
SIZ BIRAKMA ALLAHIM" yorumu ile ona cevap olarak gelen,
"sözümüs senin gibi Vatansever kürt kökenli vatandaslarimi­
za asla degildir" sözleri buna örnek olarak verilebilir. "Kürtlere
saygım var, ama vatansever olanlarına" vurgusu, Kürtlerin se­
vilmesi için vatan sevgisine sahip olmaları şerhinin koyulduğu­
nu göstermektedir. Dolayısıyla, o vatanı oluşturan "biz"e say­
gı duymayana biz de duymayız düşüncesi etrafında yorumcu­
nun yaklaşımını meşrulaştırmaya çalıştığı görülmektedir. van
Dijk'in "ırkçı değilim ama . . . " gibi cümleler üzerinden okudu­
ğu "inkar stratej ileri"yle dolaşıma sokulan ırkçılıkta olduğu gi­
bi, bu yorumlar da kasti ya da değil, üstü örtük, dolaylı ırkçılı­
ğın üretilmesi ve görünürlük kazanmasının örneğidir. 54 Bunla­
rın yanında yorumlar içerisinde karşılaşılan muhalif okuma ör­
nekleri, incelenen tarih aralığındaki çatışmalara dönük olarak
"hizbul ulku ocakları polisi de suclamanız ve teshir etmeniz ge­
rekir sozcu ve diger ana akım turk medyası" şeklinde ifade edi-

53 A.g.y. , s . 45-54.
54 Hatice Çoban Keneş, "Irkçı Aynmcı Söylemlerin Kurucu ögeleri Olarak inkar
Stratejileri " , Kültii r ve iletişim, Cilt 14, Sayı 2 (20 1 1 ) , s . 79.

225
len, Sözcü'de "yer verilmeyenler" e dair eleştirileri içermekte­
dir. Gezi isyanını ezilenin tarafından gören ve direnişi destek­
leyen bir tablo çizen Sözcü'nün, söz konusu Kürtler olduğunda
neden aynı duruşu sergilemediğini soran iki yorum da bulun­
maktadır. Buna ek olarak, "Kürtler bu toprakların has sahiple­
rinden. [ . . . ] Kürt, Türk, Laz, Ermeni, Rum, Çingene [ . . . ] Hep­
si sahibi ! " yorumunda olduğu gibi, "bu ülke hepimizin" yakla­
şımı da göze çarpanlardandır. Diğer yandan, "Sansür yapılıyor
[ . . ] Sizin demokrasiniz bu kadar boş işte ! " çıkışının özetledi­
.

ği, içerisinde küfür veya hakaret olmayan bu tür yorumlara dair


Sözcü'nün uyguladığı sansüre dair şikayet yorumlarının da bu­
lunduğunu belirtmek gerekiyor.

Sonuç

Türkiye yazılı basınında Kürt kimliğinin nasıl temsil edildiği


ve bu haberlerin okuyucuları tarafından nasıl alımlandığı so­
rularından hareketle bu çalışmada, Sözcü gazetesi örnek alına­
rak 15 Eylül- 1 5 Ekim 20 14 tarihleri arasında gazetenin İnter­
net sitesinde yayınlanan haberler arasından seçilen on haber ve
bu haberlere dair okuyucu yorumları analiz edilmiştir. Sıradan
bir günde dahi logosunda cisimleştiği gibi milliyetçi bir çizgisi
olan Sözcü'nün milli kriz diyebileceğimiz bir sürece denk dü­
şen bu tarih aralığında Kürtlere yönelik milliyetçi-ırkçı/cinsi­
yetçi söylemleri ve milli duygu ve patlamaları teşvik eden ifade­
leri ne gibi söylemsel stratejilerle dolaşıma soktuğuna odakla­
nılmıştır. Çalışmada medyanın nesnel, tarafsız , toplumsal ger­
çeği yansıtan bir araç olmaktan ziyade, Althusser ve Gramsci'ye
referansla egemenin ideolojisini dolaşıma sokan ideoloj ik bir
aygıt ve mevcut iktidar ilişkilerinin devamlılığını sağlamaya
dönük rızanın üretildiği bir hegemonya aracı olduğunu söy­
leyen eleştirel medya kuramları literatürüne yaslanılmıştır ve
bir mücadele alanı olan söyleme odaklanılmıştır. Bu bağlamda
analizde yöntem olarak, egemenin ideolojisinin çerçevelediği
hakikatin inşasının nasıl kurulduğuna odaklanan eleştirel söy­
lem çözümlemesi temel alınmıştır.

226
Haberlerde Kürt kimliğinin temsiline ve okuyucu yorumla­
rına baktığımızda, milliyetçi-ırkçı söylemin ilk olarak birbiriy­
le örtüşen şekilde ikilikler/karşıtlıklar üzerinden kurulduğunu
görmekteyiz. Kürtlere dair düşmanlaştırıcı ifadelerle pekiştiri­
len Kürt!fürk karşıtlığı bu süreçte karşımıza çıkmaktadır. Fa­
il/mağdur ikiliği de buna eşlik etmektedir. Kürtler, incelenen
bütün haberlerde şiddet çerçevesinde haberlere konu olmak­
ta; "terörist" , "düşman" , "bölücü" ya da "işgalci" olarak, Türk­
lere ve de Türkiye'ye yönelik bir tehdit unsuru şeklinde çizil­
mektedir. Ele alınan bütün haberlerde ve yorumların hemen
hepsinde de bunu gerçekleştirmeye dönük şiddetin failleri ola­
rak kodlanmaktadır. Diğer yandan nankör, geri kalmış, cahil ve
haksız kazanç sağlayan gibi olumsuz özellikler yüklenerek ta­
nımlama , Tuğluk örneğinde görüldüğü gibi şeytanlaştırma, de­
ğersizleştirme ve faile dair çizilen bu özellikleri genelleştirme
de tüm bu söylemsel stratejilere eşlik etmektedir. Bu süreçte
ise, bağlamından koparma, ardalan bilgisi vermeme ve ortaya
koyulanların münferit birer olay şeklinde çizilmesi gibi strateji­
lerle de ilgili haberler farklı okumalara kapalı hale getirilmekte­
dir. Kullanılan başlıklar ve görseller, yapılan alıntılar, yer veri­
len ve yorumlarda kullanılan milliyetçVcinsiyetçi söz kalıpları
ve simgeler de tüm bu süreci pekiştiren bir yerde durmaktadır.
Bu süreçte Söz:cü'de, milliyetçi-ırkçı söylemlerin cinsiyetçi­
liğe eklemlenerek yol aldığının, özellikle okuyu cu yorumla­
rında görüldüğü gibi sıklıkla toplumsal cinsiyete atıfla kulla­
nıldığının ve ortaklaştıkları noktanın da kadın bedeni olduğu­
nun vurgulanması gerekmektedir. Milliyetçi söylemin "kadın­
özneden doğru ve kadın-özne varsayarak konuşmadığı; kadın­
lar hakkında, kadınlara hitaben, erkek-biz'den doğru konuştu­
ğu" düşüncesi, haber ve yorumlarda somutlaşmaktadır.55 Mil­
liyetçi söylemin gelecek nesillerVevlatları/vatansever vatandaş­
ları doğuracak salt "rahim" / "anne" olarak çizdiği ve evin/ai­
lenin içinde tanımladığı edilgen kadın çizgisinin dışında, Tuğ­
luk gibi hem aktif siyasetçi kimliği, hem de eylemliliğiyle er-

55 Bora, "Analar, Bacılar, Orospular: Türk Milliyetçi-Muhafazakar Söyleminde


Kadın" , s. 27 1 .

227
ke " kafa tutan " , Kürt kimliğiyle birleştiğinde de "suçu " kat­
lanan Kürt kadına had bildirmek, "milli görev" niteliğine bü­
rünebilmektedir. Savaşların kadınları hedef alması gibi, mil­
li kriz anlarına denk düşen değindiğim tarih aralığında da yo­
rumlar Kürtleri, Tuğluk örneğinden hareketle Kürt kadın be­
deni üzerinden vurma telaşındadır. Değinilen çerçevede, Söz­
cü'nün Kürt kimliğinin temsilinde ördüğü milliyetçi, ırkçı ve
cinsiyetçi söylemleri yeniden ürettiği açıktır. Gazetenin, oku­
yucu yorumlarıyla birleştiğinde de daha da somut bir şekilde
vücut bulan, Eco'nun söyleqiği gibi "sivil giysilere bürünmüş
şekilde" faşizan söylemleri dolaşıma sokabilen nitelikte oldu­
ğu söylenebilir.
Sonuç olarak bu çalışma, Sözcü'den hareketle medyanın res­
mi tarih anlatılarına da eklemlenerek milliyetçiliğin/cinsiyet­
çiliğin ve milletin yeniden üretiminin teşvik edildiği bir söy­
lemsel alan olarak nasıl iş gördüğünü somutlaştırması açısın­
dan önem taşımaktadır. Medya bu şekilde, resmi tarihi yeni­
den üretmekte , diğer yandan ise "günümüzü kayda geçirir­
ken, tarihin metnini, resmi tarihi de yaratmaktadır. " 56 Bu açı­
dan, sıradan bir günden başlayarak özellikle milli kriz anların­
da toplumsal barışın sağlanmasında önemli rol oynayabilecek
bir araç olan Sözcü'nün milliyetçi-ırkçı ve cinsiyetçi söylemle­
rine müdahale edilmesi ve dilinin dönüştürülmesi elzem gö­
rünmektedir.

56 Barış Çoban, "Medya, Resmi Tarih ve Milliyetçilik" , Medya Milliyetçilik Şiddet


içinde, Barış Çoban (haz . ) (lstanbul: Su Yayınları, 2009) , s. 29.

228
7
BATI'YA GİDEN HER YOL MÜBAH MI?
MİLLETİN GÜZELLİK YARIŞMALARIYLA
İMTİHANI

E YLEM ÖZDEMIR

Giriş

Bu bölümde Türkiye' de düzenlenen ilk güzellik yarışmalarında


ortaya çıkan toplumsal cinsiyet kurgusunun ulus inşa süreciy­
le ilişkisi ve Cumhuriyet'in "yeni kadın" tasarımında üstlendiği
rol incelenmektedir. 1 929 ve 1 933 yılları arasında Cumhuriyet
gazetesi tarafından düzenlenen bu yarışmalar, Türkiye'de mil­
li devletin kurulduğu yıllarda toplumsal cinsiyet rollerinin de
milli kimliği kurmak üzere yeniden tanımlandığını gösteren iyi
bir örnektir. tlgili tarihlerdeki Cumhuriyet gazetelerinin taran­
dığı bu incelemede, yarışmayla ilgili haber ve yazılara dayana­
rak "Kemalist, çağdaş, yeni Cumhuriyet kadını" imgesiyle dö­
nemin milliyetçilik söyleminin eklemlendiği bağlamları göster­
meye çalıştım.
Daha önceki çalışmalarda bu yarışmaların taşıdığı toplum­
sal cinsiyet temsiline ilişkin olarak iki tespit yapılmıştı . Birin­
cisi, Cumhuriyet tarihinin ilk popüler kültür örneklerinden bi­
ri olan ilk güzellik yarışmalarının, Kemalist devrimin Batılılaş­
ma proj esinin hedeflerini yansıtmasıdır. 1 Buna göre bu yarış-

Doğan Duman ve Pınar Duman, "Kültürel Bir Değişim Aracı Olarak Güzellik
Yarışmaları" , Toplumsal Tarih, Sayı 42 ( 1 99 7 ) , s . 20-26.

229
malar Batılı bir kültürel dönüşümün aracı olarak, yeni toplu­
mun yeni kültür kodlarının oluşumuna hizmet edeceği ümi­
diyle düzenlenmiştir. lkinci tespit ise bu yarışmalarla beraber
Cumhuriyet'in Kemalizmle biçimlenen "yeni kadın" imgesinin
annelik, vatanperverlik dışında feminenliği de içerecek şekilde
kurulmak istenmesidir.2 Böylece "yeni kadın" imgesinin farklı
katmanlardan oluştuğu vurgulanmıştır. Bu tespitlere ek olarak
bu bölümde, bu imgenin 1 930'larda gelişen ırk temelli bir mil­
liyetçilik söyleminden de etkilendiği ve bu yarışmalarda ortaya
çıkan söylemin, "yeni kadın"ı Türk ırkının güzelliğinin temsil­
cisi olarak resmettiği ileri sürülüyor.
Şerif Mardin, Cumhuriyet aydınlarının milliyetçiliği kurar­
ken aldıkları hızın ırk teorisi, öjeni teorisi ya da bir kültür kü­
mesinin meydana getirilmesinden mi kaynaklandığının pek
ayırt edilemediğini belirtir.3 Nitekim söz konusu kurulum sü­
recinde Avrupa'daki her çeşit entelektüel kaynaktan ve ideolo­
jik açılımdan yararlanılmıştır.4 Aslında güzellik yarışması gibi
küçük bir popüler kültür olayında kurulan söylemde bile farklı
izleklerin olduğu görülmektedir. Bu örnek olayda "yeni kadın"
imgesinin farklı katmanlarıyla ırk fikri ve öjeni teorisinin etkisi
izlenirken, Cumhuriyet'in erken yıllarındaki Kemalizm'in top­
lum mühendisliği gayreti dikkat çekicidir.
Önemli toplumsal değişim süreçlerinde toplumsal cinsiyetin
mühendislik faaliyetiyle kurgulanması , elbette ne sadece Ke­
malizme ne söz konusu döneme özgü . Ayrıca reklam yapmak­
tan siyasi amaçlara kadar çeşitli sebeplerle güzellik yarışmaları­
na da hala başvuruluyor. Örneğin henüz 20 1 2 senesinin Nisan
ayında özel bir üniversite İnternet sayfasında herkesi şaşırtan
bir ilan yayınlayarak "Güzel bir kariyer için ilk adım . . . " sloga­
nıyla öğrencilerini düzenlediği güzellik yarışmasına davet etti.
Maltepe Üniversitesi'nin "Miss Maltepe 20 1 2 " adıyla duyurdu-
2 Pınar Ôztamur, "Cumhuriyet'in llk Yıllarında Güzellik Yarışmaları ve Femi­
nen Kadın Kimliğinin Kuruluşu " , Toplumsal Tarih, Sayı 99 ( 2002) , s. 46-53.
3 Şerif Mardin, "Kimlik ve Söylemlerde Katmanlar" , Kimlikler Lütfen/ Türkiye
Cumhuriyet'inde Kültürel Kimlik Arayışı ve Temsili içinde, Gönül Pultar (der. )
(Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2009 ) , s. 6 1 -66.
4 A.g.y., s . 65.
230
ğu yarışmanın amacı, "Türk insanını ve özellikle çağdaş Türk
kadınını en güzel şekilde temsil ederek emsallerine örnek oluş­
turacak kanaat önderi olabilecek, nitelikli genç kızların belir­
lenmesi," olarak açıklanmıştı. 5 Bu , 1930'lardaki ilk güzellik ya­
rışmalarının hedefleriyle çok uyumlu. Düzenleyen bir üniver­
site olmasaydı onlarca benzerinin yanında yer alır, dikkat çek­
meyebilirdi. Ne var ki duyurulduğu anda, başta feministler ol­
mak üzere çeşitli kesimlerde infiale yol açması üzerine hemen
iptal edildi.
Bu olaydan bir yıl sonra, 20 1 3 Nisan'ında yine bir güzellik
yarışması gündem oldu . Sıra dışı bir girişimle, Diyarbakır'ın
"Dünya Medeniyetler Kraliçesi" yarışmasına ev sahipliği yapa­
cağı duyuruldu . Yarışma organizasyonu , "Dünya medeniyet­
lerinin ve Mezopotamya'nın merkezi olduğu için Diyarbakır"6
dese de aynı günlerde siyasetin başlıca gündemlerinden biri,
Kürt sorununun siyasi çözümü için yol haritası belirlemek üze­
re devletin Abdullah Öcalan'la yaptığı müzakerelerdi. Yarışma
komitesi bu konuda hiçbir beyanda bulunmamakla birlikte ba­
sında "çözüm sürecine katkı amacıyla Diyarbakır'da yapılması
planlanan . . . " ifadeleri sıklıkla kullanıldı. Ne var ki bu yarışma
da kentte bir hafta kamp yapan 22 adayı geri göndermek pa­
hasına iptal edildi. Bu kez iptale yol açan tepki feministlerden
ya da beklenebileceği gibi Türk milliyetçilerinden değil, ay­
nı tarihlerde Kutlu Doğum Haftası'm idrak etmeye hazırlanan
muhafazakar Diyarbakır'dan, kendilerinin deyimiyle "sahabe
şehri"nden geldi ve 4 7 sivil toplum örgütü ortak bir açıklamay­
la " çirkinlik yarışması" ve "modern köle pazarları" gibi ifade­
ler de kullanarak yarışmayı protesto ettiler. Yarışma girişimin­
den geriye, adayların zırhlı polis araçları önünde ve Diyarbakır
Kalesi'nde verdiği fotoğraflarla "Miss Diyarbakır" tartışmala­
rı kaldı. Bugün temsil ettiği sosyal ve siyasal anlamlar sebebiy­
le Diyarbakır kentiyle bir güzellik yarışmasını yan yana getir­
mekte, toplumun nasıl zorlandığına bakarak, 1 930'larda gele­
nekle bağlarım koparmakta olan bir "yeni toplum" için güzel-
5 Taraf, 2 7 .04 . 20 1 2 .
6 Hürriyet, 03 .04. 20 1 3 .
231
lik yanşmalannın temsil ettiği mühendislik içeriğine belki yak­
laşabiliriz. Bu yazıda bu mühendislik içeriğinin de çözümlen­
mesi de amaçlanmaktadır.
1 9 29- 1 933 yılları arasında Atatürk'ün teşvikiyle Cumhuri­
yet gazetesi tarafından düzenlenen ilk yarışmalar sırasında kul­
lanılan milli söylemin üç zihinsel çerçeve etrafında şekillendi­
ği söylenebilir: Bunlardan birincisi Cumhuriyet'in Batılılaşma
hareketi ve yönelimi, ikincisi "yeni kadın"ın inşası ve üçüncü­
sü daha sonra siyasi planda Türkçülük olarak şekillenmiş olan
ırk söylemidir. Birincisinde güzellik yarışmaları Türk milleti­
ni diğer dünya milletleri içinde temsil etmenin/göstermenin
bir aracı olarak kurulur. İkincisinde güzellik yarışmaları, Os­
manlı'dan kopmakta olan Türk kadınların yeni kimliğinin sem­
bollerinden biridir. Üçüncüsünde ise bu yarışmalar kanalıyla ,
Türk ırkının üstün özelliklerine dayalı bir millet fikrinin kadın
güzelliğinde temsil edilmesi hedeflenmiştir. Görüldüğü gibi bu
üç çerçeve iç içedir; zaman zaman çelişkili içeriklerle birlikte
çoğu yerde kesişir ve aslında tek bir siyasi projede, yeni bir mil­
letin inşasında ortaklaşır.

Cumhuriyet gazetesinin
1 929'da düzenlediği ilk yarışma

Hakikaten hafızalarımız güzellik, eğitim, kültür gibi nitelikler­


le donanmış kadınların, çağdaşlığın timsali olarak Türk mille­
tini resmetmelerine aşinadır. Cumhuriyet'in ilk yıllarından bu
yana, güzellik yanşmalan Türkiye'de modern kadın imgesinin
kurulmasında araç olarak kullanılmıştır. Gerçi 1925 veya 1926
senesinde lstanbul'da bir film şirketi t�.rafından düzenlenen ilk
güzellik yarışmasının, şirketin kendi reklamı için yapıldığı be­
lirtilir. 7 Yarışmanın düzenlendiği Melek Sineması'nda yer gös­
tericilik yapan Ermeni bir genç kızın, Araksi Çetinyan'ın bi­
rinci olduğu bu yanşma ulusal çapta ilgi görmemiştir. Ulusal
bir gündem yaratılarak düzenlenen ilk yarışmayı ise, 1929'da

7 Mehmet Alkan, "tik Pop-Star Yanşmalan ve Güzellik "Kıraliçalan" , Toplumsal


Tarih, Sayı 1 24 (2004) , s . 68-71.
232
Cumhuriyet gazetesi düzenler. Bu yarışmadan çıkacak Türki­
ye güzelinin, Dünya Güzellik Yarışması'na gönderilmesinin he­
deflendiği Cumhuriyet gazetesinde duyurulmuştur. "Türk ka­
dını niçin Amerika'da , Avrupa'da kendi milletinin güzelliğini
göstermesin? "8 sorusuyla yapılan ilk çağrıdan itibaren üst üs­
te yapılan yayınlarda yarışmanın önemi anlatılmış ve milli bir
mesele olmasına gayret edilmiştir. Bu gayretin en açık örnekle­
rinden biri "Beynelmilel güzeller arasında Türkiye niçin temsil
edilmesin? " başlığını taşıyan haberdeki ifadelerdir:

.. . Türk güzellerinin Avrupa ve Amerika kadınlarına nazaran


ne noksanı vardır? Bilakis, Türk güzelleri, dünya güzellerine
her cihetten müteveffiktir. Bütün dünya memleketlerinde mil­
li bir mesele addedilen ve o suretle intihap edilerek beynelmi­
lel müsabakaya gönderilen güzellik birincileri arasında Türki­
ye güzelinin de bulunması zaruri olmak, bu bizim için de mil­
li bir mesele addedilmek lazımdır . . . . Bu meseleyi her vatan­
daş ehemmiyetle telakki eder ve milli bir vazife edinirse Tür­
kiye'nin en güzel kadınını intihap için yapacağımız müsabaka
isabetli bir netice verir. 9

Türk kadının dünyadaki hemcinslerinden güzellik bakımın­


dan aşağı kalmadığı, evrensel düzeyde rekabet edebileceği yö­
nündeki telkin, pek çok haber ve yazıda sık sık yer alır. Halkın
yarışmanın önemine ikna edilmesi için yapılan bu yayınların
bazılarında Yunanistan'ın da bu müsabakalara katıldığı özel­
likle belirtilmiştir: " . . . Yunan gazetelerinde okunduğuna göre
Yunanlar da mezkur müsabakaya iştirak etmeğe karar vermiş­
ler ve Miss Ellas'ı intihap eylemişlerdir. " 1 0 örneğindeki gi­
bi düz haberlerin yanında, "Yunanlar yapıyor, biz neden yap­
mayalım? . . . Yunanistan bile yukarıda resmini gördüğünüz kızı
Paris'e gönderdi" 1 1 gibi daha manipülatif haberler de yapılmış­
tır. Ve nihayet bu yarışmaları milli bir mesele haline getirmek

8 Cumhuriyet, 5 Şubat 1929.


9 Cumhuriyet, 7 Şubat 1929.
10 Cumhuriyet, 9 Şubat 1929.
1 1 Cumhuriyet, 1 9 Şubat 1 929 .

233
üzere başvurulan diğer bir yol da okurlara yarışmayla ilgili fi­
kir beyan etmeleri yönünde yapılan ısrarlı çağrılar ve okurla­
rın finalistlerin seçimine katılmasıdır. Halkın katılımını sağla­
mak üzere, oy kullanacak okurlara çekilişle verilmek üzere he­
diyeler belirlenmiş, okurların yarışmayla ilgili tüm soruları ya­
nıtlanmış, yarışmanın ilan edildiği günden seçimin yapılması­
na kadar geçen sürede her gün diğer ülkelerdeki yarışmalardan
da haber veren yayınlar yapılmıştır.

Batılı ve ahlaklı

Han edilen yarışma şartlarında "her namuslu Türk kızının işti­


rak edebileceği, ırk, din ve mezhep farkının aranmadığı" 1 2 ifade
edilir. Şartlar arasında "bar kadınlarının iştirak edemeyeceği"
de belirtilmiştir. Bütün bu çağrılara ve yarışma şartlarının ilanı­
na binaen gazeteye hem başvuruların hem çeşitli okur mektup­
larının geldiği görülüyor. Nitekim bu tarihlerde yarışmayla il­
gili olarak yapılan haberlerin bir kısmı okur mektuplarına veri­
len yanıtlardan oluşmaktadır. Bu mektuplarda yarışmanın nasıl
yapılacağıyla ilgili çeşitli görüş bildirmelerden , "erkeklerin kıs­
kançlığı ve kızlarının yarışmaya katılmasına nasıl izin verecek­
lerine; başarılı olmayan kızların gururlarının kırılabileceği"ne
kadar bir dizi sorunun yer aldığı anlaşılıyor. Aynı zamanda ya­
rışmaya karşı eleştiriler de başlamış ve eleştirilere de yanıt ve­
rilmiştir. Bu eleştirilerin bir kısmının yarışmanın ahlaka uy­
gunluğuna dair olduğunu bizzat Yunus Nadi'nin yazısından
anlıyoruz. "Bazı ahlaksız şarlatanların ima etmek istedikleri gi­
bi güzellik müsabakalarında gayri ahlaki hiçbir cihet yoktur"
diyen Nadi, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD)
senelerdir bu yarışmaların yapıldığını anlatmıştır: " . . . Bu iş bü­
tün milletin alakadar olduğu çok nezih bir iştir ve zaten bütün
milletin gözü önünde cereyan eder. Bir memleketin en güzeli
olmak elbette şerefli bir şeydir" 1 3
Ahlaka uygunlukla beraber yarışmanın yol açtığı tartışmala-
12 Cumhuriyet, 15 Şubat 1929.
13 Cumhuriyet, 1 4 Şubat, 1929.
234
rın bir kısmı da beklenebileceği üzere Batılılaşmayla ilgilidir.
Yarışmanın düzenlenmesindeki baskın motivasyonun, Batı me­
deniyet dairesine ait olma hedefi olduğu net bir şekilde gözle­
nebilir. Seçilen güzellik kraliçesi, uluslararası yarışmada Batı'ya
yönelmiş bütün bir Türk milletinin temsilcisi, Batılı bir kültü­
rel yönelimin sembolizmi, açık ilanı olacaktır. Aynı zamanda
bu yarışmalardan, Batı'nın kültür ve zihin dünyasına her fırsat­
ta girme, her türlü tanınma imkanını kullanma umulmaktadır.
Cumhuriyet gazetesinde hem eleştirinin hem ona verilen yanı­
tın yer aldığı bir yazıda bu tutum açık olarak görülür. Eleştiri­
de Batı'nın ilmini almak varken güzellik yarışmasıyla uğraşmak
abes bulunur:

. . . Beynelmilel hayata , öteki milletler gibi evvela alimler, ka­


şifler, muhteriler, tayyareciler, fen ve edebiyat , felsefe ve sa­
nat adanılan gönderelim de "güzel Türk kadını" sonraya kal­
sın. Bütün fikir, beden , sanat sahalarında dünyaya meçhul
iken , topal eşekle kervana karışmak değil de kel başa şimşir
tarak ! . . 1 4

Buna mukabil b u itiraza verilen yanıtta gazete, yarışmaya ka­


tılmayı uluslararası arenaya, Batılı dünyaya girmenin bir yolu
olarak savunmuştur. Batılı milletler içinde yer almak ve rüştü­
nü ispatlamak için memleketin her türlü kaynağını seferber et­
mesi meşrudur: " . . . Beynelmilel hayata elimizde ne varsa gön­
deririz; şunlar yok diye olanları ne diye göndermeyelim . . . . Tür­
kiye her vesile ile kendini Dünyaya tanıtmağa , göstermeğe ,
medeni bir millet olduğunu bildirmeğe , propaganda yapmağa
mecburdur. " 1 5
Partha Chatterj ee, sömürgecilik karşıtı milliyetçilik projele­
rine ilişkin analizinde, parçalı alanlardan söz eder. 1 6 Bu anali­
ze göre, bu tür milliyetçilik toplum içinde kendi egemenliği­
ni, toplumsal kurumlar ve gelenekler dünyasını maddi ve ma-

14 Cumhuriyet, 1 2 Şubat 1 929.


15 A.g.y.
1 6 Partha Chatterjee, Ulus ve Parçaları. lsmail Çekem (çev . ) (lstanbul: lletişim
Yayınlan, 200 2 ) .

235
nevi olmak üzere iki ayrı alana bölerek geçekleştirir. Maddi
alan, dışarıdaki alan , ekonominin, devlet işlerinin, bilimin ve
teknolojinin alanıdır. Chatterj ee'nin deyişiyle " . . . Batı'nın ken­
di üstünlüğünü ispatlamış ve Doğu'nun da boyun eğmiş oldu­
ğu alandır. " 1 7 Manevi alan, içerideki alan ise kültürel kimliği
ve onu oluşturan sembolleri taşıyan yer olarak Batı'dan farklı­
lığın çizildiğVgösterildiği alandır. Chatterjee, bu manevi alan­
da milliyetçiliğin en güçlü , en yaratıcı, en önemli projesini ha­
yata geçirdiğini söyler. Bu , "modern , ancak modern olması­
na rağmen Batılı olmayan bir milli kültürün şekillendirilme­
si projesidir" 18 Bu tip toplumların en önemli kültürel sorunu ,
kimliğin hem modern hem Batı'dan farklı bir şekilde kurulma­
sıdır. 1 9
Düzenlenen bu ilk güzellik yarışmasının hem ahlaka uygun­
luk açısından hem Batı dünyasına girmenin biçimleriyle ilgili
olarak eleştirilmesinde, Chatterj ee'nin kullandığı anlamda bir
manevi alanın nasıl tanımlanacağına ilişkin bir tartışma yürü­
mektedir, aslında. Nitekim Osmanlı modernleşmesini karakte­
rize eden Doğu-Batı ikiliği, Tanzimat'tan başlayarak uygarlığın
maddi ve manevi yanlarının ayrıştırılmasıyla biçimlenmiştir. 20
Mahmut Esat, Ahmet Mithat, Namık Kemal gibi entelektüeller
Batı uygarlığının maddi yanını alma eğilimindeyken, Şemsettin
Sami , Hüseyin Cahit gibi Batıcılar maddi uygarlıkla kültür ve
düşünce dünyasının bütün olduğunu savunmuşlardır. 21 Milli­
yetçiliğin gelişiminde de bu farklı tasarıların izleri görülmekte­
dir. Benzer şekilde , Serpil Sancar, Türk modernleşmesinin Ba­
tı'yla özdeşleşme ve Batı'dan farklı olma arasındaki çelişki için­
de şekillenirken, milliyetçiliğin bir yandan Batıcı akımların et-

17 A.g.y . , s. 22.
18 A.g.y. s. 23 .
19 Nükhet Sirman, "Kadınların Milliyeti" , Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil­
liyetçilik, Cilt 4 içinde , Tanı! Bora (der.) (İstanbul: 1letişim Yayınlan, 2003 , 2.
Baskı), s. 226-244.
20 Nilüfer Göle, Modern Mahrem/Medeniyet ve ôrtünme (İstanbul: Metis Yayınla­
n, 20 1 1 , 1 1 . Baskı) , s. 50.
21 N iyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ahmet Kuyaş (yay. haz . ) ( İstanbul :
YKY, 20 14, 20. Baskı) , s. 370-386.

236
kisinde olduğunu , bir yandan Batı'dan farklı olma üzerine ku­
rulduğunu vurgular. Bu tarz milliyetçilikte farklı olmanın en
bilinen ifadesi de Batı'nın bilim ve teknolojisini alıp milli kül­
türü korumak şeklindedir. 22 Yukarıda gazeteden aktarılan tar­
tışma da bu tutumun tipik bir yansıması olarak görülebilir. Ba­
tı'nın sanatı, ilim ve zihin dünyası gıpta edilen bir hedeftir ama
kalanı konusunda temkinli olmak yeğdir. Hatta mesele temkin­
li olmaktan daha fazlası, Cumhuriyet'le birlikte "yeni kadın" ın
nasıl tanımlanacağı, Batı'yla mesafesinin ne olacağıdır.
Bilindiği gibi bu tartışma , Cumhuriyet'in kuruluşuyla bir­
likte birden zuhur etmemiştir. Cumhuriyet'in temsil ettiği ye­
ni toplumun inşası nasıl Osmanlı Tanzimat reformları ve fikir­
lerine dayanıyorsa, "yeni kadın" tahayyülünün kökleri de ay­
nı dönemdedir. Tanzimat döneminde hem kadınlar kamusal
alanda daha çok yer almaya başlamış hem de cinsiyet eşitliği ve
kadınların toplumsal rolleri tartışmaya açılmıştır. Bu dönemde
devlet yönetimi ve Mekteb-i Mülkiye kadınlara kapalı olsa da
1842'de Mekteb-i Tıbbiye'de ebelik dersleri verilmeye başlan­
mış, 1 859'da kızlar için ilk rüştiye mektebi ve takip eden yıllar­
da Darülmuallimat gibi kız meslek okulları açılmıştır.23 İkin­
ci Meşrutiyet'e gelindiğindeyse artık Osmanlı kadınları dernek­
lerde , gazeteler ve dergilerde, edebiyatta faal, görünür ve örgüt­
lüdürler.24 Bu gelişmeler, Cumhuriyet döneminde çok daha
belirgin bir şekilde ortaya çıkan "yeni kadın" fikrinin tohumla­
rı olarak görülebilir.

Anne kadınlardan feminen kadınlara

Meşrutiyet dönemindeki "yeni kadın" imgesinde, kadın hakla­


rının vatan için savunulması olgusu , en önemli içeriklerden bi­
ri olarak karşımıza çıkar. Ayşe Durakbaşa, kadın yazarların da

22 Serpil Sancar, Türlı Modernleşmesinin Cinsiyeti: Erlıelıler Devlet Kadınlar Aile


Kurar (lstanbul: lletişim Yayınları, 20 1 2 ) , s. 1 26.
23 Ayşe Durakbaşa, Halide Edip Türlı Modernleşmesi ve Feminizm (lstanbul: ileti­
şim Yayınları, 2009 , 4. Baskı) , s. 97.
24 Bkz. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi (lstanbul: Metis Yayınları, 1994) .

237
bu dönemde kadın haklarını vatanperverlik göstergesi olarak,
milli bir dava adına savunduklarını ve Avrupa taklidi saydıkları
feminizme karşı milliyetçi bir söylem geliştirdiklerini özellikle
Halide Edib'in yazdıklarına dayanarak tespit etmiştir.

Bir kadın evvela Osmanlı, bir vatanperverdir. Vatanın hu­


kuku kadınlık hukukundan bin kat mühim ve muhteremdir,
onun için kadınlar bugün hukukumuz diye haykırırken bunu
kendileri için değil , vatana yetiştirecekleri evlada lazım olan
terbiyeyi verebilmek için olduğunu der - hatır etmelidirler. 25

Durakbaşa aynı zamanda , bu dönemde vaaz edilen kadın


kimliğinin Batılı anlamda femininiteye karşı olduğunu da be­
lirtir. Geleceğin umudu olan genç kızlar, "Avrupalılaşmış süs
kadınları" değil, vatana evlat yetiştiren sorumlu anneler, ye­
ni medeniyetin taşıyıcısı olan kadınlardır.26 Bu bakımdan gü­
zellik yarışmalarına içkin dişiliğin sembolü olan feminen ka­
dın kimliğinin Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kadın imgesin­
de bir yenilik olduğunu söyleyebiliriz. Tabii buna bakarak "va­
tanperver anne kadın" söyleminden vazgeçildiği düşünülme­
meli. Nitekim Yunus Nadi, 1 929'daki ilk yarışmanın sonuçlan­
dığını zafer coşkusuyla duyurduğu yazısında güzellik yarışma­
larının bundan sonra topluma ne tür faydalar getireceğini an­
latırken bu söylemi devam ettirir: " . . . vatan evladının müstak­
bel anaları olan genç kızlığımız , her gün daha ziyade itina ve
ihtimama mazhar hakiki güzellikler içinde inkişaf ve inşirah
bulacaktır. "27
Yeni kadınların feminenlikleri, güzellik ve endamlarıyla va­
tana hizmet etmeleri çağrısını düşünecek olursak, bu dönemde
kadınlar üzerine kurulan milli söylemin genişleyerek ve fark­
lı kimlikleri içererek yeniden inşa edildiğini belirleyebiliriz. Pı­
nar Öztamur, ilk güzellik yarışmaları üzerine yaptığı çalışma­
da feminen kadın kimliğinin söylemsel kuruluşuna odaklanır-

25 Halide Edib' den aktaran Durakbaşa, "Cumhuriyet Döneminde Kemalist Kadın


Kimliğinin Oluşumu" , Tarih ve Toplum, Sayı 51 ( 1 988) , s. 39-43 .
26 A.g.y. , s. 40.
27 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 3 Eylül 1929.

238
ken, Kemalist kadın idealine içkin çoklu kadın kimliklerinin
altım çizmiştir.28 Durakbaşa da aynı yöndeki tespitiyle " Kema­
list kadın imgesinin tek bir imge değil; birbirleriyle çelişik gibi
görülebilecek birkaç imgeden oluştuğu"nu vurgulamıştır. Ger­
çekten de Cumhuriyet'in "yeni kadın" imgesine dair zihinleri­
mizde yer etmiş ilk resim, " . . . koyu renkli kostümler, kısa saç
ve makyajsız yüzlerle kamusal yaşama girmiş"29 cinsiyetsiz ka­
dınlardır. Öte yandan Batılı gece giysileriyle balolarda dans et­
mesi beklenen ve teşvik edilenler de aynı kadınlardır. 30
l 930'ların sonuna gelindiğinde "yeni kadın" imgesi , mo­
dernleşmeyle ilişkili iki kadın modeli taşır: " Kamusal alanda
ciddi , erkeksi, meslek kadını" modeli ile "özel alanda neşeli ,
alımlı, bilgili, doğurgan kadın" modeli üzerine kurulan çeliş­
kili kadınlık rollerinde, kadınlardan özelle kamusal arasındaki
mesafeye dayanarak bu çelişkinin üstesinden gelmeleri bekle­
nir. 3 1 Tabii bu kadınlardan esas beklenen, toplumun gelenek
ve göreneklerine uygun bir modernleşme çizgisi tutturmaları
ve buna sadık kalmalandır.32 1928- 1945 yılları arasındaki ders
kitaplarında kurgulanan toplumsal cinsiyet kimliklerini çö­
zümlediği çalışmasında Tuba Kancı da, bu kitaplardaki anne­
ev kadınlarının modern giyimli, bakımlı, eğitimli, orta sınıf ka­
dınlar olduğunu anlatmıştır. Bunlar hem özel alanda iyi ahlaklı
çocuklar yetiştiren, aile düzenini sağlayan hem kamusal alanda
görünen, medenileştirme misyonu taşıyan kadınlardır.33
28 Öztamur, " Cumhuriyet'in tik Yıllarında Güzellik Yarışmaları ve Feminen Ka­
dın Kimliğinin Kuruluşu" , s. 47.
29 Deniz Kandiyoti, "Ataerkil Örüntüler: Türk Toplumunda Erkek Egemenliği­
nin Çözümlenmesine Yönelik Notlar" , 1 980'ler Türkiyesi'nde Kadın Bakış Açı­
sından Kadınlar içinde, Şirin Tekeli (der.) ( İstanbul: tletişim Yayınları, 20 1 0 ,
4. Baskı), s. 327-340.
30 A.g.y . , s. 335.
31 Ayşe Saktanber, " Kemalist Kadın Hakları Söylemi" , Modern Türkiye'de Siyasi
Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde , Ahmet insel (der.) (İstanbul: lletişim Yayın­
lan, 2002, 2. Baskı ) , s. 323-333.
32 A.g.y . , s. 327.
33 Tuba Kancı, " Erken Cumhuriyet Dönemi ( 1 928- 1 945) Ders Kitaplarında Ka­
dınlık ve Erkeklik Kurguları" , Kimlikler Lütfen/Türkiye Cumhuriyeti'nde Kül­
türel Kimlik Arayışı ve Temsili içinde, Gönül Pultar (der.) (Ankara: ODTÜ Ya­
yıncılık, 2009 ) , s. 105-1 20.

239
Sancar, erken modernleşme döneminin romanlarında tasvir
edilen "yeni kadın" için en tehlikeli sınırın "aşın Batılılaşma"
olarak belirdiğine işaret etmiştir. Bu romanlarda vaaz edilen
"yeni kadın " , geleneğe uygun bir modernliğe, Batılı ve Anado­
lulu motiflere birlikte sahiptir: "Hem Batılı tarzda eğitim gör­
müş hem Anadolu'nun saf ve temiz kızı olabilmiş ve aynı za­
manda kurucu erkeklerin dünyası olan kamusal alanda asek­
süel olmayı bilen kadınlar. . . "34 "Anadolu kadını" imgesi, Ke­
malist proje içinde Batı medeniyetine yönelen bir milletin yer­
lilik bilincini temsil etmektedir. Nilüfer Göle, Anadolu kadını­
nın Kemalist tasarıda hem kurtaran hem kurtarılan olduğunu
ve medeniyetle millet arasında köprü kurmaya çalıştığını be­
lirtmiştir. 35
Cumhuriyet'in ilk yıllarına hakim kadın tasavvurundaki bu
ikiliklerde bir bakıma, Osmanlı-Türk modernleşmesinin taşıdı­
ğı iç gerilimler tezahür etmektedir. Üçüncü Dünya ülkelerinin
modernleşme deneyimlerinde olduğu gibi Türkiye modernleş­
mesinde de Doğu-Batı arasındaki çekişme, Batılılaşma ve gele­
neksel/lslami değerlerle malul bir yerellik arasındaki gerilim
"yeni kadın" imgelerini de belirlemiştir. Fatmagül Berktay ise
Doğu-Batı karşıtlığının cinsiyet kimlikleri alanına yansıtılması­
nı, Batı geleneğinden ödünç alınan klasik zihin-madde, tin-be­
den, erkek-kadın arasındaki cinsiyetçi ikici düşünme tarzının
bir uzantısı olarak değerlendirir.36 Doğu , zihin ve ruhla dona­
tılırken, Batı haz peşindeki bedendir. Böyle ele alındığında da
tehlikeli sınır, gerçekten "aşırı Batılılaşmadır" Öyle ki döne­
min roman ve öykülerinde bu sınırı ihlal eden ve fazla modern­
leşen kadınlar, annelik rolünü reddederek haz peşinde koşan,
meş'um kadın tiplemesiyle resmedilirler.37

34 Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyet, s. 1 3 1 .


35 Göle, Modem Mahrem, s. 9 1 .
36 Fatmagül Berktay, "Doğu ile Batı'nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgula­
nışı", Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, Cilt 3 için­
de, Uygur Kocabaşoglu (der. ) (lstanbul: lletişim Yayınları, 2004, 3. Baskı) , s.
275-285.
37 A.g.y. s. 282.
240
Milli güzeller ve ırkın temsili

Cumhuriyet'in "yeni kadın" tasavvurundaki Batı'ya doğru ama


Batı'yla dertli bu iç gerilimler düşünülecek olursa güzellik ya­
rışmalarının zorlu bir işin üstesinden gelmeye çalıştığı söylene­
bilir: Bir yanda Batılılaşma hedefine hizmet ederken, diğer yan­
da yerel değerleri de koruyacaktır. Bu noktada yarışmaya katıl­
mayı vatana hizmet etmekle özdeşleştiren milliyetçi söylemin
anahtar rol oynadığı söylenebilir. Yunus Nadi, 1 929'daki ilk ya­
rışmanın sonuçlarının açıklandığı günkü başyazısında zor bir
işi başardıklarına işaret ederken, Feriha Tevfik'in birinci seçil­
diği yarışma organizasyonunu sonuna kadar getirmiş oldukla­
rı için önce kendilerini tebrik etmiştir. Nadi yarışma sırasında
gelen eleştiriler ve az ilgi, düşük katılım sebebiyle yaşadıkla­
rı güçlükleri anlattıktan sonra, " Cumhuriyet Türkiye'sinin di­
ğer dünya memleketlerinden geri kalacak kusuru olmadığı"nı
ve ilk kez yapılan böyle zor bir işi tamamlamış olmaktan mut­
lu olduklarını dile getirmiştir:

Şeytanın ayağı kırılmış ve ilk müşkül merhalenin, ilk müşkül


mertebesi atlanmıştır. Bundan sonraki müsabakalarımızın da­
ha geniş iştiraklerle, daha parlak neticelerde karar kılacağına
şimdiden kuvvetle ve emniyetle hükmedebiliriz. Güzelliğin
yalnız keyfü heves aleti olacak bir oyuncak değil, belki bir mil­
let bünyesinin salabetine temel taşı teşkil edebilecek çok mak­
bul ve çok ahlaki -tabii daima bedii- bir kuvvet olduğu , bizde
bundan sonra daha iyi takdir olunacaktır. 38

Nadi'nin yazısının hem alıntı yapılan bu kısmında hem kalan


kısmında dikkat çekici unsur, güzelliğin bir milletin sağlık ve sağ­
lamlık alameti olarak tarif edilmesidir. Bu şekilde, güzellik yarış­
malarının düzenlenmesinde vazedilen milli söylemin Batılılık ve
vatana hizmet unsurlarından sonra fizyolojik unsurlarla da kar­
şılaşmış oluruz. Nadi'nin bu yazısında doğrudan ırk özellikleri
anılmamakla birlikte güzelliği bedenle ve millet sağlığıyla ilişki­
lendiren biyolojik yaklaşımı, ırka dair çağrışımlar içermektedir:
38 Yunus Nadi , Cumhuriyet , 3 Eylül 1929.

241
Denilebilir ki güzellik aynı zamanda ve belki daha ziyade sıh­
hat ve saadetin parlak alametidir. Filhakika hiçbir hasta vücu­
dun güzel olması ve güzel görünmesi ihtimali yoktur. Onun
için güzellik demek her şeyden evvel sıhhat ve salabet demek­
tir. Fertçe ve milletçe hayatta muvaffak ve mesut olmanın ilk
şartı ise budur ve yalnızca budur. 39

Nadi, adeta biyolojik olarak da sağlam, sağlıklı ve güzel bir


millet temennisini dile getirmiştir. Yine düzenledikleri güzellik
yarışmasıyla ilgili bir başka yazısında milletçe güzellik yolun­
da ilerleyebilmek için kız ve erkek çocukların beden eğitiminin
önemini anlatmıştır:

Mekteplerimizde bedeni terbiyeye çok ehemmiyet vermek yo­


lundayız. Bedeni terbiyeye bu pek haklı itinamızın erkek ço­
cuklarımız için olduğu kadar kız çocuklarımız için de çok ha­
yırkar neticeler vereceğinden emin olalım . En güzel vücut
şüphe yok ki tabii neşvüneması tam ve kamil olan vücuttur.
Bu esasat daima göz önünde bulunursa güzellik yolunda ala­
cağımız mesafenin hangi istikamet üzerinde yürüyeceğini iyi
kavramış oluruz. 40

Görüldüğü gibi güzellik yarışmalarıyla kurulan ilişkide ve bu


yarışmaların düzenlenmesinde mesele ne sadece Batılılaşma ,
Batı medeniyet dairesine dahil olma ne de uluslararası bir plat­
formda milleti temsil etme, tanıtmadır. Aynı zamanda kadın­
lar nezdinde tescillenen güzel bir ırk ve millet arzusunun yan­
sımasını görüyoruz. Aynı yıllar Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil
Teorisi'nin geliştirildiği, Türk Tarih Kongresi'nin düzenlendi­
ği yıllardır. Bilindiği gibi 1 930'larda, Kemalist ideoloji Türk ır­
kının kendine özgü bir etno-ırk tanımını geliştirmiş, öjenizm
bir nüfus siyaseti olarak tartışılmış ve etkili olmuştur.41 Birin­
ci Türk Tarih Kongresi'nde Afet lnan'ın ayrıntılı olarak anlattı­
ğı Türk Tarih Tezi'ne göre Türkler, Hint-Avrupalılar dahil tüm
39 A.g.y.
40 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 14 Şubat 1 929.
41 Ayça Alemdaroğlu, "Öjeni Düşüncesi" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce: Mil­
liyetçilik, Cilt 4 içinde, s. 4 1 4-42 1 .
242
brakisefal ulusların, göç ettiği yerlerdeki tüm medeniyetlerin
atasıdır.42 Aynı Kongre'de Reşit Galip, birtakım fiziksel özellik­
ler sıralayarak "Türk"ü beyaz ırkın en güzel örneklerinden biri
olarak ifade etmiştir.43 Ayrıca Türk Tarih Tezi'nin Afet lnan'ın
Atatürk'ün yönlendirmesiyle yurtdışına gönderilerek Türk ır­
kı üzerine yaptığı antropoloj ik çalışmayla temellendiği bilin­
mektedir.44
Bu dönemde Osmanlı'dan kopmak üzere Anadolu halkla­
rının Türklüğünü kanıtlamak, Türk kültürünü lslam-önce­
sinden başlayarak uygarlığın taşıyıcısı olarak konumlandır­
mak üzere antropoloj inin kurumlaştığını görüyoruz.45 Yine
l 930'larda etkili olan öj eni söylemi, bir ulusal kimlik tasarı­
mının parçası olarak, sağlıklı, disiplinli milli bedenlerin yara­
tılmasını ilerlemenin önemli koşullarından biri olarak öngör­
müştür. 46 Bu dönemde ders kitaplarında yer alan ve ırkın ıs­
lahı için zihinsel eğitim kadar beden terbiyesinin de önemini
vurgulayan metinler bu söylemin örneklerini oluşturur.47 Ha­
yatı ırklar arası bir mücadele ve insan bedenini de devletin en
önemli sermayesi olarak gören öjenik düşüncenin izleri bu gü­
zellik yarışmaları sırasında kullanılan dilde de gözlenebilir.
Güzellik yarışmaları da bu ırk temelli yaklaşımlar için elveriş­
li bir araç olmuştur.

42 Soner Çağaptay, " 1 930'larda Türk Milliyetçiliğinde Irk, Dil ve Etnisite" , Mo­
dern Türlıiye'de Siyasi Düşünce: Milliyetçililı, Cilt 4 içinde, s. 245-26 1 .
43 Ag.y.
44 Yeni Türkiye'nin, Kemalist aydınlanmaya adanmış "yeni kadını" nın tipik
temsilcisi olan Afet lnan, öğretmenliğe başladığı sırada tanıştığı Atatürk'ün
kendisinden Türklerin san ırka mensup olup olmadığını araştırmasını iste­
mesi üzerine hükümet bursuyla lsviçre'ye gönderilmiştir. Bkz. Özgür Sevgi
Göral, "Afet lnan " , Modern Türlıiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 için­
de, s. 220-227.
45 Bkz. Suavi Aydın, " Cumhuriyet'in ideolojik Şekillenmesinde Antropoloji­
nin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü " , Modern Türlıiye'de Siya­
si Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde, s. 344-369; Nazan Maksudyan, Türklüğü
ôlçmelı (İstanbul: Metis Yayınlan, 200 5 ) ; Zafer Toprak, Darwin'den Dersim'e
Cumhuriyet ve Antropoloji (İstanbul: Doğan Kitap, 20 1 2 ) .
46 Alemdaroğlu , "Öjeni Düşüncesi"
47 Kancı, "Erken Cumhuriyet Dönemi ( 1 928- 1 945) Ders Kitaplarında Kadınlık
ve Erkeklik Kurguları" , s. 1 1 0- 1 1 1 .

243
Bu dönemde gelişen ırk ideoloj isinde özellikle Türk ırkının
üstünlüğü , sarı ırktan kopartılması, uygarlaştırıcı olması un­
surlarını görürüz. Bu unsurları bir araya getiren en önemli sa­
iklerden biri Batılı milletlerle eşit olunduğunu, onlardan geri
kalır bir tarafın olmadığını kanıtlamaktır. Güzellik yarışmala­
rı etrafında kurulan milli söylemde de tüm bu unsurlar ve yö­
nelim görünür haldedir. Bir bakıma güzel/sağlıklı millet söy­
lemi, "vatanperver anne kadın"la "podyumda yürüyen alımlı ,
dişi kadın" , "Anadolu'nun saf, temiz, yerli kızı"yla "Batı'nın fe­
minen, bakımlı, cazibeli kadını" arasında aracı olmuştur. De­
nilebilir ki milli söylem , ırk ideoloj isi saydığımız unsurlarıy­
la, bu farklı kadın kimlikleri arasındaki çelişkileri elverişli bir
kombinasyonla bir arada tutmayı mümkün kılmıştır. Irkın gü­
zelliği, milletin sağlığı/sağlamlığı hem kadın güzelliğiyle sem­
bolleştirilir hem nesilden nesile aktarılır. 1929'da düzenlenen
ilk yarışmaya çoğunlukla gayrimüslim kızların ilgi gösterme­
siyle birlikte yapılan, " Güzeller müsabakamıza iştirak ediniz
de Türkiye güzeli hakiki bir Türk güzeli olsun,"48 çağrısındaki
"hakiki Türk güzeli"yle ne ima edildiği belirsizdir. Ancak bel­
li ki, kadınlardan taşımaları istenen güzellik, milletin güzelli­
ğidir aslında .

. . . Türk kadını deyince herkesin aklına bilaistisna "güzel" mef­


humu gelir. Çünkü onda bu mefhumun tılsımları en bariz hat­
larla tecessüm etmiştir. Levent boyu , mütenasip endamı ve bol
kirpikli gözleriyle Türk kadını güzelliğin abideleşmiş bir şek­
lidir. 49

1930'daki yarışmaya yapılan çağrıda "memleketimiz ve mil­


letimiz namına ele geçen masrafsız bir propaganda fırsatından
istifade etmek" milli bir vazife olarak tanımlanır. Peki, tam ola­
rak propagandası yapılacak olan nedir? Önceki yıl Amerika'da
düzenlenen ve Türkiye'yi Feriha Tevfik'in temsil ettiği yarışma­
ya atıfla şöyle anlatılır haberde:

48 Cumhuriyet, 23 Şubat 1929.


49 Cumhuriyet, 8 Şubat 1929.
244
Feriha Tevfik Hanım'ın yalnız resimlerinin Amerika gazetele­
rinde intişarı bizim lehimizde ne mühim bir propaganda oldu.
Türkleri zenci, sarı veya kırmızı ırktan zanneden sürü sürü
Amerikalılar kendileri kadar beyaz ve güzel olduğumuzu Feri­
ha Hanım'ın resimlerinden anladılar. 50

Düzenlenen yarışmalarda ırkın güzelliğine yapılan gönder­


me bu kadarla sınırlı değildir. l 930'da yine Cumhuriyet'in yap­
tığı yarışmanın sonucu ilan edildiğinde , aynı zamanda j üri üye­
si olan Peyami Safa, Mübeccel Namık'ın birinciliğini ve nitelik­
lerini edebi bir dille anlatmıştır:

. . . Mübeccel Namık Hanım ırkımızın bütün seciyesini taşıyor.


. . . Lirik şairlerin genç kız diye tahayyül ettikleri, fakat asrın ah­
laki bulanıklığı içinde eşini az buldukları masum, gözü açıl­
mamış tipik aile kızı Zekası terbiye , vücudu idman görmüş, li­
san biliyor. 5 1

Elbette tek göndermenin ırkla ilgili olmadığını d a görüyoruz .


Safa'nın kaleminde "derisinin ince kumaşı üstünde hiç parmak
izi bulunmayan lekesiz, sivilcesiz , tertemiz ve levent bir vücut"
olarak tasvir edilen Mübeccel Namık, güzel, eğitimli ve aile kızı
olma vasıflarını bir milletin ve ırkın özellikleri olarak taşımak­
tadır. Mübeccel Namık, büyük bir kalabalığın ilgisi eşliğinde
Paris'teki Avrupa yarışmasına giderken Cumhuriyet'in de man­
şetindedir: " Dün haremde doğup yarın operanın gümüş köprü­
sü üzerinde yükselmek ! . . . Bir milletin tekamülünde ne büyük
mesafedir. "52 Cümle Paris'te çıkan Le ]oumal gazetesinden alın­
tıdır. Cumhuriyet gazetesi bu yazının tamamına yer vermiştir ve
Yunus Nadi de buraya referansla kendi yazısında yarışmadan
büyük bir milli coşkuyla söz eder:

Gümüş köprü , 4 Şubat akşamı Paris'in meşhur Opera'sında


verilecek baloda güzellerin birer birer üzerinden geçecekle­
ri nurlara boğulmuş gümüş köprüdür. . . . Köprüden geçecek

50 Cumhuriyet, 29 Kasım 1929.


51 Peyami Safa, Cumhuriyet, 1 4 Ocak 1 930.
5 2 Cumhuriyet, 30 Ocak 1 930.

245
olan bütün Türkiye'dir, bütün Türk kadınlığıdır ve yeni Tür­
kiye'nin en büyük inkılabıdır: Türk kadınını esaretten hürri­
yete çıkaran Türk inkılabı ! 53

Nadi'nin "Türk kadınını örten simsiyah perdenin" kalkma­


sıyla toplumca "birdenbire yepyeni ve nurlarla dolu bir aleme
varıverdiğimiz"i yazdığı bu metinde, güzellik yarışmasının, se­
çilen kraliçe Mübeccel Namık'ın Atatürk devriminin yüceltil­
mesinde ve Batılılaşma hedefinde yüklendiği sembolizmi tüm
açıklığıyla görürüz Nitekim "Türk'e istiklalini kazandıran si­
hirkar bir el" , "siyah perde" , "nurlu köprü" gibi metaforlarla
hem inkılaplar hem yarışma mistikleştirilir ve kutsallaştırılır.
Mübeccel Namık'ın milli bir dava haline getirilerek gönde­
rildiği 1 930 yarışmasının ironisi ise Yunan güzelinin Avrupa
güzeli seçilmesi olmuştur. Sonucun duyurulduğu ilk haberde
açık olarak haksız bir seçim yapıldığı ve Yunan güzelinin çir­
kin olduğu söylenmektedir. Sonraki günlerde , "Yunan güzeli
neden kazandı? Mis Avrupa İntihabının lç Yüzünü Naklediyo­
ruz" başlığıyla verilen bir haberde ise, bunun bir güzellik yarış­
ması olduğu , siyasi bir içeriği olmadığı, Türk-Yunan rekabetine
çevirmenin manasızlığı anlatılmıştır. Yine de asıl haber, Avru­
pa'nın hep olagelen Yunan hayranlığı, seçilen Yunan güzelinin
o kadar da güzel olmadığı ve nihayet kimin himayesinde , usul­
süz seçildiğine dair dedikodular üzerinedir. 54

Öğretmen ve Türkiye güzeli

1 932'de düzenlenen uluslararası yarışmadan alınan sonuç, Yu­


nan güzelinin seçilmesine duyulan tepki ve içerlemeyi iyileşti­
recek nitelikte olmuş, Keriman Halis Dünya Güzeli seçilmiş­
tir. Ancak bundan önce, 1 93 l 'de düzenlenen yarışma da yol
açtığı tartışmalarla dikkate değer. Bu üçüncü yarışmanın gali­
bi, bir öğretmen, Naşide Saffet Hanım, ikincisi de bir güzel sa­
natlar öğrencisidir. Naşide Saffet Hanım'ın öğretmen olmasına

53 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 30 Ocak 1 930.


54 Cumhuriyet, 1 5 Şubat 1930.
246
rağmen yarışmaya katılmış olması, öğretmenlik mesleğinin şe­
ref ve haysiyetini tehdit etmekle eleştirilmiş, meslekten alına­
bileceğine dair haberler çıkmış; bu olmamakla birlikte okullara
gönderilen bir genelgeyle öğrenci ve öğretmenlerin bu tür ya­
rışmalara katılmalarının yasak olduğu bildirilmiştir. 55 Bir bakı­
ma, "yeni kadın"ın çoklu kimliklerindeki çelişkiler bu örnekte
açığa çıkar. Esasen kamusal yaşamda cinsiyetsiz çizilen kadın­
lık rolüyle feminen bir kadın kimliği yan yana konulamamak­
tadır. "Muallimlikle bu müsabakalar arasında bir tezat oldu­
ğuna da şaşmamak lazım gelir,"56 diyen Falih Rıfkı'ya ve böyle
düşünenlere karşılık Yunus Nadi'nin cevabı, tam da bu rollerin
bir arada var olabileceği bir ideali anlatmaktadır: "Bize sorulur­
sa Naşide Saffet Hanım'ın tesadüfen bir de hoca bulunması asri­
Türk kadınlığının timsaline ilave olunmuş yepyeni ve pek yük­
sek bir meziyettir der geçeriz. "57
Böyle tartışmalı bir üçüncü yarışmanın ardından 1932'de dü­
zenlenmek üzere duyurusu yapılan yarışma sadece 10 başvu­
ruyla hiç ilgi görmeyerek iptal edilir ve Türkiye Avrupa yarış­
masında temsil edilmez. Ancak, dünya yarışması için uluslara­
rası jürinin ısrarıyla tekrar düzenlenen yarışmaya, "Dünya kra­
liçeliği, milletinin asaletini, vatanının hürriyetini, tarihinin ih­
tişam ve azametini, cins ve ırkının ince, necip yaradılışını ben­
zersiz bir halita halinde nefsinde toplayan Türk güzelinden
hangi başa daha yaraşabilir? " diyerek çağrı yapılmıştır. 58 Bu­
na rağmen yarışma ilgi görmez ve sekiz başvuru arasından Ke­
riman Halis seçilir. Cumhuriyet'in daha sonra yaptığı yayınlar­
dan, hem ilgi görmeyen yarışmanın hem de bu kadar az katılım
içinde birinin seçilmesinin eleştiri hatta alay konusu olduğu ,
Keriman Halis'e "Türklerin değil Cumhuriyet'in güzeli"59 de­
nildiği anlaşılıyor. Ama Keriman Halis'le " Cumhuriyet, dört se-
55 Milliyet, 21 Ocak 1 93 1 , 24 Ocak 193 1 , aktaran Duman ve Duman, " Kültürel
Bir Değişim Aracı Olarak Güzellik Yanşmalan" , s. 24.
56 Milliyet, 26 Ocak 1 93 1 , aktaran Duman ve Duman, " Kültürel Bir Değişim Ara-
cı Olarak Güzellik Yarışmaları" , s. 24
57 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 24 Ocak 193 1 .
58 Cumhuriyet, 25 Haziran 1932.
59 Cumhuriyet, 2 Ağustos 1932.
247
nelik mesaisinin en semereli neticesi"ni60 alacaktır. Yunus Na­
di, Halis'in Dünya Güzelliği'ni, "şahsında bütün Türk kadınlı­
ğını" ve milleti tebrik ederek, yine ırka duyduğu inanca refe­
ransla selamlar: "Cumhuriyet gazetesi dört seneden beri ısrar ile
takip ettiği bu teşebbüste daima cesaretle yürümek için ırkımı­
zın kuvvet ve asaletine olduğu kadar Türk kadınlığının cidden
yüksek olan kabiliyet ve faziletine de istinat ediyordu . "61
Ve yine, bu yarışmanın Türk kadınının çarşaftan da harem­
den de çıktığını tüm dünyaya göstermek, Avrupa ve ABD'de­
ki hemcinslerinden bir farkı olmadığını kanıtlamak için dü­
zenlendiği vurgulanmıştır. Tahmin edileceği gibi Nadi'nin teb­
rik yazısı, gazetenin bu yarışma kanalıyla Atatürk inkılaplarına
ve Türk kadınlığına hizmet eden çabasını "anlamayan" herke­
se , tüm eleştirilere karşı bir zafer yazısıdır. Ertesi günkü gaze­
tede Yunan basınında Türkiye'nin Yunanistan'ı yendiği, Yunan
güzelinin Avrupa güzeli olmasına karşılık Türk güzelinin Dün­
ya güzeli olduğuyla ilgili haberlerin yer aldığıyla bilgisi birin­
ci sayfadan büyük puntolarla verilmiştir.62 Bunun tam bir mil­
li zafer olduğu böylece ispatlanmıştır. Mustafa Kemal'in hem
Cumhuriyet gazetesini hem Keriman Halis'i kutlayan açıklama­
sı ise tümüyle Türk ırkının güzelliğine referans veren bir içe­
riktedir:

Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya


milletleri içinde mümtaz olan asil güzelliğini göstermek te­
şebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya üzerinde muvaffakiyet­
le intaç eylemiştir. . . . Şunu ilave edeyim ki Türk ırkının dün­
yanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için Türk
kızlarından birinin Dünya Güzeli intihap olunmuş olmasını
63
çok tabii buldum.

Yanı sıra Mustafa Kemal, tüm Türk gençliğine seslenerek sa­


hip oldukları doğal güzelliği fenni tarzda da korumalarını ve

60 A.g.y.
61 Yunus Nadi, Cumhuriyet, 2 Ağustos 1932.
62 Cumhuriyet, 3 Ağustos 1932.
63 A.g.y.
248
bu yolda sürekli bir tekamül gerçekleştirmelerini salık verir.
Yine kuvvetli bir ırk vurgusu Safa'dan gelmiştir. Bu yarışmala­
rın, bir ırkın efsanevi üstün özelliklerine dayalı mistik bir mil­
li söylemin aracı haline getirilişini onun satırlarında ziyadesiy­
le görürüz:

Keriman Halis'in gözlerine o siyah kıvılcımı koyan ve bütün


vücuduna maddenin hudutları fevkinde bir cazip veren şey,
Türk ırkının damarlarında gezinen ve dün bir dasitani zafer,
bugün de klasik bir insan güzelliği halinde beliren kabiliyetler­
dir . . . . Eski Yunan heykellerinde harap olmuş büyük bir mede­
niyetin sanat, felsefe ve metafizik telakkilerini nasıl arıyorsak
bugün de Keriman Halis'in milli edayı ve manayı klasik bir teş­
rihi mükemmeliyetle esrarengiz bir surette birleştiren güzelli­
ğinde Türk cemiyetinin ruhunu buluyoruz. Bu güzellik, Türk
ırkının ve medeniyetinin dasitani bir manzumesidir. 64

l 933'te düzenlenen beşinci yarışmaya giderken Yunus Nadi,


Keriman Halis'in başarısından sonra artık yarışmaya itirazların,
eleştirilerin kesildiğini yazmıştır. 65 Ancak bu sefer, tartışmalar
yarışma düzenlendikten ve güzel seçildikten sonra yaşanmıştır.
Nazire Hanım'ın birinci olduğu yarışmada hakem heyetinin ta­
raflı olduğuna , yanlış karar verdiğine, halkın ikinci olan Feriha
Hanım'ı istediğine dair pek çok dedikodu çıkmış ve Cumhuriyet
tüm bunları, "Ayıptır efendiler ! " diyerek sert bir dille cevapla­
mıştır.66 Ne var ki, basında yer alan usulsüzlük söylentilerinin
çok artması, Cumhuriyet gazetesiyle Nazire Hanım'ın anlaşmalı
olduğu yönünde iddiaların yer almasıyla , Cumhuriyet seçimin
nasıl yapıldığını, jüride kimlerin hangi adaylara oy verdiğini ve
tüm seçim hesabını ayrıntılarıyla yayınlamıştır. 67
Cumhuriyet'in daha sonra da yaptığı yayınlardan bu konuda­
ki tartışmanın tüm basını meşgul ettiğini, günlerce bu konuda
yayın yapıldığını ve yarışmanın yenilenmesi için baskı yapıldı-

64 Safa, Cumhuriyet, 3 Ağustos 1932.


65 Yunus Nadi , Cumhuriyet, 30 Ocak 1933.
66 Cumhuriyet, 12 Şubat 1933.
67 Cumhuriyet, 13 Şubat 1933.
249
ğını anlıyoruz. O kadar ki başından beri halkı yarışmanın öne­
mine ikna etmek üzere her yolu deneyen Cumhuriyet, basının
bu kadar üzerine gelmesi karşısında, "Bir kıyamettir kopuyor.
Gören ve işiten memleketin gayet mühim bir işi, son derece ha­
yati bir meselesi mevzuu bahsoluyor, sanır,"68 demiştir. Gazete
yarışmaya fesat karışma ihtimali olmadığı savunmasıyla seçimi
iptal etmemiş ve yarışmayı yenilememiştir. Ancak bu , 1950'de
düzenlenen yarışmaya kadar son yarışma olmuştur. Yapılan ya­
yınlara bakıldığında, Cumhuriyet'in bu kadar şaibe altında kal­
dığı bir organizasyonu tekrar üstlenemediği sonucuna varmak
yanlış olmaz.
Cumhuriyet gazetesinin güzellik yarışmalarıyla olan kısa
ömürlü serüvenine alaycı itiraz ve küçümsemeler, sert eleştiri­
ler, Dünya güzelliği gibi milli gururu yükselten başarılar, sahte
seçim iddialarına varan şayialar bir arada sığmıştır. "Batılı ya­
şam tarzını ve beğenilerini Türkiye toplumuna benimsetmeyi,
kendine en önemli misyonlarından biri olarak atfeden" Cum­
huriyet gazetesi için güzellik yarışması düzenlemek, gazeteci­
lik açısından da hiç şüphesiz yenilikçi bir hareketti.69 Nitekim
gelen okur mektuplarından ve basında yer alan tartışmalar­
dan da, yarışmaya ikircikli tepkiler verildiğini, kültürel kodla­
rın zorlandığını ve hazmetme süreci geçirildiğini anlıyoruz. O
günlerde yeni olan ve beş yıl devam eden yarışma hadisesi her­
halde en çok, millet inşasına girişmiş Batıcı bir siyasi projenin
her yönüyle toplumu dönüştürme, modernleştirme arzusunun
kararlı bir ifadesi olarak yansımaktadır. Diğer bir ifadeyle, gü­
zellik yarışmalarının tipik bir toplum mühendisliği örneği ol­
duğu söylenebilir: Toplumun cinsiyet örüntülerine müdaha­
le eden ve aslında hedeflediği toplumu içeriden, derinden, kül­
türel-manevi alandan değiştirecek toplumsal cinsiyet kurgula­
rı tasarlayan bir toplum mühendisliği. . . Ve elbette yeniden inşa
ettiği toplumu denetlemek için önce kadınların bedenlerini de­
netlemeye yönelen bir iktidar pratiği. . .

68 A.g.y.
69 Bağış Erten ve Görkem Doğan, "Cumhuriyet'in Cumhuriyet'i: Cumhuriyet Ga­
zetesi" , Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt 2 içinde, s. 50 1 - 5 1 2 .

250
Sonuç

Türkiye' de kadınlar her zaman, giyim kuşanılan, kamusal alan­


da var olma biçimleri, cinsiyet rolleriyle farklı toplum ve me­
deniyet tasarılarının çarpışma alanlarından biri oldular. Os­
manlı-Türk modernleşmesinin en güçlü sembolizmini cinsi­
yet örüntülerindeki belirgin değişmeyle kadınlar taşıdılar. Bu
bakımdan Cumhuriyet devrimleriyle birlikte devletin yapısını
değiştirmekle kalmayıp yaşam şekline, gündelik hayata ve top­
lumun örfüne nüfuz etmek isteyen Kemalist medeniyet proj e­
si70 için de önemli bir araç oldular. Kuşkusuz Cumhuriyet ga­
zetesinin düzenlediği güzellik yarışmaları , bu araçsallığın te­
zahürlerinden sadece biridir. Erken Cumhuriyet döneminden
alınan kesitler, gazetelerden ders kitaplarına, sanattan edebiya­
ta kadar pek çok alanda toplumsal cinsiyetin ulus inşa süreci­
nin ihtiyaçlarına uygun kodlarla kurgulandığını ve kadınların
da bu çerçevede rol üstlendiğini göstermektedir. Ahu Antmen,
sanat tarihimizdeki kadın imgelerini araştırdığı çalışmalarında
bu durumu kadınların "kendi deneyimlerinin öznesi olmama­
sı" şeklinde adlandırmıştır. 71
Antmen, Meşrutiyet dönemi resimlerinde görünen modern
kadınların Osmanlı toplumunda değişen bir dünyanın görün­
tüsünü üstlenmiş varlıklar olduğunu , modern kadın simge­
sinin, kadınların deneyimlerinden çok erkeklerin gözlemleri
üzerine temellendiğini belirtmiştir.72 Üstelik bu dönemde ka­
dınları konu edinen Osmanlı ressamlarının , etraflarına değil ,
Avrupalı meslektaşlarının resimlerine bakarak tasvir ettikleri
modern kadın görüntüleri de, kültürel bir kimlik arayışıyla şe­
killenmiş fantezilerin ürünleridir.73 Antmen'in Meşrutiyet dö­
nemi Osmanlı resimleri için tespit ettiği durum, Osmanlı-Türk
modernleşmesindeki sosyal ve kültürel iklimi de yansıtıyor as-
70 Göle, Modem Mahrem, s. 83.
71 Ahu Antmen, " Çağdaş Sanat Öncülerinin Kimlikleri Neden Pembe ? " , Kim­
likli Bedenler/ Sanat Kimlik Cinsiyet, içinde (İstanbul: Sel Yayınları , 20 1 3 ) , s.
1 09- 1 4 2 .
72 A.g.y . , s. 34.
73 A.g.y . , s . 46.
251
lında. Türkiye'deki ulus inşa ve modernleşme sürecinin özel­
likle erken devrelerinde, kadınlar gerçek yaşantılarıyla öznele­
şerek bu süreçleri dönüştürmek yerine, çekişme halindeki top­
lum tasarılarının sembol nesnesi haline geldiler. Başka bir ya­
zı ve tartışma konusu olmakla birlikte, ilki hayata geçtiği ölçü­
de Türkiye modernliğinin de daha sahici bir kimliğe kavuştu­
ğu söylenebilir.
Öte yandan yazının başında sözü edilen, güzellik yarışmala­
rının aktüel örneklerinde, kadınların hala kolaylıkla araçsallaş­
tırıldığını ve bu tür yarışmaların hala işlev üstlendiğini görüyo­
ruz. Diyarbakır örneğinde, Türkiye'nin uluslaşma sürecinin bir
fonksiyonu olarak düzenlenen ilk güzellik yarışmasından 85
yıl sonra yine bir güzellik yarışması, Kürt sorununun bir fonk­
siyonu olarak cereyan etti. Yarışmaya 2 1 ülkeden 22 güzel ka­
tılıyordu ve bunun sebebi Türkiye adına yarışan iki aday olma­
sıydı. Bunlardan birinin üzerindeki kuşakta "Miss Turkish Re­
public" -ki gelen eleştiriler üzerine "Miss Turkey" olarak de­
ğiştirildi- diğerinin kuşağında ise " Miss Diyarbakır" yazıyor­
du . 74 Yarışma hem Türk milliyetçisi hem lslami-muhafazakar
kesimlerin tepkisini çekmekle birlikte iptal edilmesi dinsel du­
yarlılıklar sebebiyle oldu .
lronik bir şekilde Türkiye modernleşmesi ve uluslaşması­
na içkin olan tüm kimlik gerilimlerinin bir yarışma hikayesin­
de tezahür ettiği söylenebilir. Ana akım medyanın tanınan kö­
şe yazarlarından biri, "22. Güzele Alışmak" başlıklı yazısın­
da "Miss Diyarbakır" ifadesini federal yapıya giden yolun bir
aşaması olarak yorumladı ve " G elecek güzellik yarışmasın­
da 22'nci güzelin kuşağının üstünde 'Miss Amed' yazısını gö­
rürsek şaşırmayacağız . . . . Üniter devleti şimdilik Kutlu Doğum
Haftası kurtardı," diye yazdı.75
Türkiye'nin sosyal ve siyasal dinamikleri bakımından çok
farklı evrelerine ait iki farklı güzellik yarışmasında farklı top­
lum ve siyaset tasarılarının sembolleştiğini kolaylıkla görebili­
riz. Elbette Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği yarışmalar çok

74 Hürriyet, 03.04.20 1 3 .
7 5 Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 05.04.20 1 3 .
252
daha kapsamlı ve amaçlı bir cinsiyet kurgusu içinde işlev gör­
müştür. Diğerinin işlev üstlendiği sosyal ve siyasal bağlamla­
rın ayrıca incelenmesi gerekir. Ancak, her ikisinde de kadınla­
rın farklı milliyet proj elerinin aracı olduğu bir mühendislik fa­
aliyetini gözlemek mümkün.

253
ÜÇ ÜNC Ü KISIM

Geçmiş ve Bugün:
Mitler, Sahneler, Aktörler
8
"ERKEK DOGMADIK DlYE
YURDUMUZA KÜS MÜYÜZ?":
HALKEVİ SAHNELERİNDEN KADIN KESlTLERİ1

KAD1R DEDE

Giriş

Türkiye'de Erken Cumhuriyet döneminin temel karakteristi­


ğini oluşturan uygulama, politika ve ilkeler, ulus inşası doğ­
rultusunda gerekli mekanizmaların yaratılması ve işletilmesiy­
le ilişkilidir. Diğer bir deyişle, lkinci Dünya Savaşı yıllarına ka­
dar uzatılabilecek olan takvim, rejimin sahip olduğu ya da ya­
rarlanma imkanına eriştiği çok çeşitli aygıtlar aracılığıyla kap­
samlı bir üretim sürecine tekabül eder. Bu sürecin temel gayesi­
ni Craig Calhoun'un ulusçuluk tanımıyla bağdaştırmak müm­
kündür: Dönem içinde harcanan çaba, "insanları, özlemlerini
ulus ve ulusal kimlik bağlamında düşünmeye ve o çerçeve içi­
ne yerleştirmeye götüren kültürel anlayışın, dil ve düşünce tür­
lerinin üretimi" niteliği taşımaktadır.2
Üretimi amaçlanan olguların geniş kapsamı, bu doğrultuda
başvurulacak olan mekanizmaların da nicelik ve etkinlik açı-

Bu metin, 4-6 Aralık 20 1 3 tarihlerinde Ankara'da gerçekleştirilmiş olan TSBD


13. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan "Aktrisler, Roller, Temsiller:
Halkevi Sahnelerinde Kadınlar ve Kadınlık "başlıklı tebliğin gözden geçirilmiş
ve genişletilmiş halidir.
2 Craig Calhoun, Milliyetçilik ( İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
200 7 ) , s. 7-8.

257
sından genişliğini gerekli kılar. Bu yönüyle inşa sözcüğü , ulus
olgusu kadar, önceki dönem mekanizmalarının yerini doldu­
racak yenilerinin yaratılması sürecini de kapsar. Bu kapsayışta
özellikle yaratılacak olan kurumların belirlenmesi, yönlendiril­
mesi ve koordinasyonu açısından en önemli rolü devletin üst­
leneceğini düşünmek zor değildir. Cumhuriyet'in ilan edilme­
siyle birlikte devlet, modemleş(tir)me, ulus inşasını yönlendir­
me ve sadakat-aidiyet açısından yeni bağlar kurma gibi iç içe
geçmiş bir gündemle karşı karşıyadır. Her üç unsur çerçeve­
sinde de içinde bulunulan gecikmişlik durumu , devlet ile birey
arasındaki ilişkinin dönüşümünü zorunlu kılmaktadır. Dolayı­
sıyla devletin birey ile ilişki içinde olduğu alanların daha etkin
kılınmasıyla yeni ve kapsamlı ilişki biçimlerinin kurulması bir
zorunluluk halini alır; devletin türü fark etmeksizin hem mev­
cut aygıtlarından daha hızlı sonuç alması hem de yeni aygıtlar
tesis etmesi gerekmektedir.
Bu durum, muhtemelen imparatorluk döneminde tahayyülü
mümkün olmayacak şekilde, yaşamın hemen her alanında ken­
disini hissettiren bir seferberlik halini ortaya çıkarmıştır. Ulus
inşası açısından bürokrasi ve iktidar ağlarının yanında popüler
bir milliyetçi coşkuyla bütünleştirilen ve devletin merkezi rol
oynadığı kitle iletişimi, eğitim sistemi ve idari düzenlemeler­
den yararlanılır.3 Bu yolla hedeflenen varış noktası ise bireyin
doğumundan ölümüne dek gündelik pratikler ve aygıtlar ağıy­
la bir homo nationalis niteliği kazanmasıdır.4
Halkevleri'nin kurulması ve tiyatro oyunları başta olmak
üzere girişilen faaliyet türleri, bireylerin homo nationalis haline
gelmeleri için ihtiyaç duyulan gelişmiş kitle iletişimi ve eğitim
sisteminin bir parçasıdır. Sağladığı yeni iletişim olanakları ve
yüklendiği pedagojik misyonla Halkevleri, üyelerinden birinin
diğerini tanımadığı ve çoğu hakkında hiçbir şey işitmediği top­
lumda ulusun, daha çok kişi tarafından hayal edilen bir cemaat
3 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler - Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması
(lstanbul: Metis Yayınlan, 2009 ) , s. 196.
4 Etienne Balibar, "Ulus Biçimi: Tarih ve ideoloji" , Irk Ulus Sınıf - Belirsiz Kim­
l i k l e riçinde E. Balibar, 1 . Wallerstein (der.) (lstanbul: Metis Yayınlan, 2002) ,
,

s. 1 1 7- 1 1 8.

2 58
olmasını sağlama çabasında etkili olacaktır. 5 Tiyatro oyunları
başta olmak üzere bu etkiyi sağlamak için girişilen her bir faa­
liyet biçimi ise aynı zamanda ulusçuluğun, büyük grubun üye­
lerini " çok daha çeşitli konulardan, etkin biçimde haberdar et­
me kapasitesini"6 geliştirmiştir.
Halkevleri, ilk olarak 1 9 Şubat 1 932 tarihinde 1 4 ilde olmak
üzere faaliyete geçen, yeni rej imin kitlelere milliyetçi, seküler
ve halkçı ilkelerini benimsetmek amacıyla kurduğu kültürel
ve siyasi merkezlerdir. 7 Radyo, televizyon ve yazılı basın gibi
propaganda araçlarının hiç bulunmamaları ya da minimum dü­
zeyde mevcut olmaları, kentsel ve kırsal alanlar arasındaki ko­
pukluk ve okuma yazma oranının düşük olması , iletişim araç­
larının kullanımını engellemektedir.8 Dolayısıyla , Halkevleri
rejimin ilk olarak yeni iletişim biçimlerini yaygınlaştırmaya dö­
nük arayışının yansımalarını sunmaktadır.
Halkevleri, genel itibariyle Polonya'da Albay Pilsudski'nin,
"Devleti yaratan millet değil, milleti yaratan devlettir, " ya da
ltalya'da Massimo d'Azeglio'nun, "ltalya'yı yarattık; şimdi de
ltalyanları yaratmalıyız, " sözleriyle9 dile getirdikleri süreç ve
hedeflere ulaşılmasında geliştirilmiş birer araç niteliğindedir­
ler. Kendilerinden umulan yararların uzun listesi, söz konusu
yaratım sürecine atfedilen titizliği de ortaya koymaktadır. Buna
göre halk ile aydın arasında farklı türlerde alışverişin sağlanma­
sı ve köylünün seviyesinin yükseltilmesi, farklı sınıf ve meslek
grupları arasında etkileşim sağlanması, çağdaş uygarlık seviye­
sine ulaşılması çabasında halkın desteğinin sağlanması ve "kişi-

5 Anderson, Hayali Cemaatler.


6 Christophe jaffrelot, "Bir Milliyetçilik Kuramı lçin" , Milliyetçiliği Yeniden Dü­
şünmek - Kuramlar ve Uygulamalar içinde, A. Dieckhoff ve Christophe Jaffre­
lot (der. ) (lstanbul: iletişim Yayınlan, 20 10), s. 30.
7 Kemal Karpat, "The lmpact of the People's Houses on the Development of
Communication in Turkey" , Die Welt des Islams, Cilt 1 5 , Sayı 1/4 ( 1 974) , s.
69; N eşe Gürallar Yeşilkaya, Halkevleri: ideoloji ve Mimarlık (lstanbul : lletişim
Yayınlan, 2003) , s. 6 1 .
8 Sefa Şimşek, Bir ideolojik Seferberlik Deneyimi: Halkevleri, (lstanbul: Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, 2002), s. 45.
9 Erle J . Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit ve Gerçeklik (lstan­
bul: Aynntı Yayınlan, 2006 ) , s. 63'te alıntılanmıştır.

259
nin teklikten ve aylaklıktan kurtulması" Halkevleri'nden umu­
lan yararlar arasında yer almaktadır. 1 0
işte tam d a b u yoğun amaç/beklenti listesi içinde Halkev­
leri'nin farklı saha ve biçimlerde faaliyet göstermeleri bir zo­
runluluk halini alır. Buna göre Dil, Tarih, Edebiyat ve Halkbi­
lim, Güzel Sanatlar, Temsil-Tiyatro, Spor, Sosyal Yardım, Halk
dershaneleri ve Kurslar, Kü tüphane ve Yayın, Köycülük ile
Müze ve Sergi , Halkevleri çatısı altında faaliyet gösteren kol­
lar olarak tesis edilmiştir. Bu kollardan tiyatro, Halkevleri'nden
umulan yarar ve amaçların gerçekleştirilmesi açısından diğer
faaliyet türleriyle kıyaslandığında oldukça özgün bir konuma
oturmaktadır. Örneğin Halkevleri tarafından CHP genel mer­
kezine gönderilen raporların hemen hepsinde tiyatro faaliyet­
leri diğerlerine göre daha ağırlıklıdır.
Bu durum, hem bir sanat türü olarak tiyatronun kendine has
özelliklerine hem de yeni rej imin tiyatroya atfettiği öneme da­
yanır. Nitekim tiyatronun tüm sanat türleri arasında en faz­
la politik olan tür olmasının yapılan tercihte belirleyici oldu­
ğu söylenebilir. 1 1 Tiyatro, kamusal bir forum oluşturması açı­
sından diğer sanat türlerinden ayrılmakta, mesajını tek bir bi­
reye ya da az sayıda insan topluluğu yerine kalabalık kitlelere
aynı anda ulaştırması itibarıyla bu vasfı kazanmaktadır. 1 2 Ayrı­
ca tiyatro , niteliği itibarıyla yazılı değil sözlü bir iletişim biçi­
midir ve bu özelliği vasıtasıyla eğlence için olduğu kadar sosyal
ve kültürel dönüşüm ile eğitim konusunda da her zaman popü­
lerlik kazanmaktadır. 1 3 l 930'ların Türkiyes'inde okuma-yazma
bilmeyen nüfusun fazlalığı göz önüne alındığında böylesi bir
iletişim aracının önemi de anlaşılır.
Tiyatro aracılığıyla iletilen mesaj ın öncelikli odağı ise ulus

10 Nurdan Karadağ, Halhevleri Tiyatro Çalışmaları 1 932- 1 95 1 (Ankara: Kültür


Bakanlığı Yayınları, 1 998) , s. 66.
11 Amelia Howe KrilZer, Political Theatre in post-Thatcher Britain: New Writing,
1 995-2005 (Londra: Palgrave Macmillan, 2008) .
12 Michael Patterson, Strategies of Political Theatre - Post-War British Playwright
(New York: Cambridge University Press, 2003 ) .
13 Eyal Ari, "The People's Houses and the Theatre i n Turkey", Middle Eastern
Studies, Cilt 40, Sayı 4 (2004) , s. 3 2 .
260
fikrinin yaygınlaştırılması ve insanların kendilerini bir ulu­
sun parçası olarak görmelerini sağlayacak bilincin sağlanma­
sıdır. Fakat bu iletimde diğer ulus inşa pratiklerinde de göz­
lendiği gibi , üzerinde çok durulmayan ya da çoğu kez gör­
mezden gelinen bir boyut daha vardır. O da ulus ve ulusçulu­
ğun cinsiyetle ilişkisi ve özellikle de kadınlara bakışıdır. Ulus
inşasının bir boyutu , inşacı aktörlerin kadınlara ve erkekle­
re çeşitli roller a tfetmelerine ve onların toplum içerisindeki
yerlerini ayrıntılı bir biçimde tasarlamalarıyla ilişkilidir. Bu
inşa sürecinde dün ve gelecek, dostlar ve düşmanlar, hedef­
ler ve ilkeler kapsamlı bir şekilde inşa edilirken, aynı zaman­
da kadınlığın ve erkekliğin inşası da söz konusudur. Nitekim
Sylvia Walby'nin ifadesiyle ulusçuluk proj eleri, aynı zaman­
da birer toplumsal cinsiyet proj esidirler. 1 4 Dolayısıyla, kadın
ve erkeklerin birbirleri ve ulusla olan ilişkilerinin üzerinde ti­
tizlikle durulması , ulus inşası sürecinin tam olarak anlaşıla­
bilmesinde kritik önemdedir. Bu önem, ulus inşasının aracısı
olan kurumlar özelinde de geçerlidir ve Halkevleri'nde sahne­
lenen tiyatro oyunlarının böylesi bir çaba için önemli bir sa­
ha olduğu açıktır.
Bu bölümde, Kemalist rejimin kadına ilişkin görüş ve poli­
tikalarının, tiyatroda yer bulan kadın tipleriyle karşılaştırılarak
ele alınması ve sahnedeki kadınların arz ettikleri karakteristik­
leri ortaya koymayı amaçlıyorum. Bu doğrultuda iktidarın teş­
vik ve yönlendirmesiyle belirlenmiş ve Halkevleri'nde sahne­
lenmiş olan oyunlardan 80'i, oyunlarda yer alan kadın tipleri ,
bunlara atfedilen özellikler ve bu kadınlar üzerinden güncele
dair sunulan model ve mesaj ekseninde irdelenecektir. 1 5 Oyun­
ların seçiminde, döneminde popülerlik kazanmış ve yaygın bi­
çimde gösterilmiş oyunlar ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)

1 4 Slyvia Walby, "Gender Approaches to Nations and Nationalisms " , The Sage
Handbook of Nations and Nationalisms içinde , G. Delanty ve K. Kumar (der.)
(Londra: SAGE Publications, 2006 ) , s. 1 1 9.
1 5 Oyunların genelinin "Mektep Temsilleri " , " 1 0. Yıl Kutlamaları i ç i n Yazılan
Oyunlar" , "Türk Tarih Tezi'yle ilgili Oyunlar" ve "Köy Oyunları" şeklinde sı­
nıflandırılmış bir sunumu ve anlatıbilimsel açıdan incelenmesi için bkz. Esra
Dicle Başbuş, Resmi ideoloji Sahnede (lstanbul: iletişim Yayınlan, 20 1 3 ) .

261
ve Halkevleri tarafından yayımlananlara öncelik tanınmıştır.
Söz konusu inceleme çerçevesinde ilk olarak bir ulus inşası ara­
cı olarak Halkevleri ve tiyatronun önemi ele alınmış ve söz ko­
nusu araçların ulus, cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin ele alınma­
sında sağlayacağı katkılar değerlendirilmiştir. Devamında ise
Halkevleri'nde sahnelenmiş tiyatro oyunlarının metinleri; ulus,
uluslaşma ve toplumsal cinsiyet konularının genel teorik tar­
tışmaları bağlamında analiz edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçeve­
de kadınlara atfedilen konum ve önemin, ulus inşası süreçleri­
nin kadınlarla olan ilişkisinin genel manzarasıyla karşılaştırıl­
ması mümkün olmuş; sahneden izleyiciye, oradan da sokakla­
ra ve hanelere ulaşması arzulanan mesajın c i nsiyete dair içeriği
ortaya konmaya çalışılmıştır.

Bir Halkevi faaliyeti olarak tiyatro

Halkevleri çatısı altında toplumun ideolojik bir seferberliğe so­


kulması amacıyla en fazla kullanılan araçlardan birinin tiyat­
ro olduğu aşikardır. 1 6 Ancak bu, söz konusu sanat türüne olan
düşkünlükten ziyade onun sağlayacağı farklı yararlar çerçeve­
sinde yapılan bir tercihtir. Yalnız kırsal bölgeler değil, kentsel
alanlar için de geçerli olmak üzere insanların belli bir sosyalli­
ğe erişmeleri, katılım düzeylerinin yükselmesi ve nihai olarak
belli bir kamusal alanın tesisi hususunda tiyatro kritik bir rol
üstlenebilmektedir. Genelde Halkevleri, özelde ise tiyatro faali­
yetleri, bir yandan yeni bir kamusallık ve sosyalliğin tesis edil­
mesini sağlayabileceği gibi, önceki dönemde bu konuda bel­
li bir ağırlığa sahip olan dinsel mekanların da ikamesi vasfını
taşımıştır. Dahası, katılım ve kamusallığın kontrollü bir şekil­
de devlet eliyle tesisi, kamusal alanda aktarılan mesajın bura­
da kalmayıp özel alana tezahüründe de yarar sağlayacaktır. Re­
şat Nuri Güntekin'in sözleriyle tiyatro, özellikle faaliyet göster­
diği bölgedeki genç nüfusa bir toplantı nedeni vermekte; gerek
evlerin içinde, gerekse çevresinde canlı ve hareketli bir sosyal
yaşam yaratmaktadır. Sahneye konmuş iyi bir oyun, bu sosyal
16 Şimşek, Bir ideolojik Seferberlik Deneyimi, s. 203.

262
alanda insanlığın büyük ya da küçük bir sorunu üzerine konu­
şulmasına vesile olur. 1 7
Türkiye pratiğinde siyasal iktidarların tiyatronun sunduğu
katkılara başvurmaları durumu Cumhuriyet'le birlikte orta­
ya çıkmış değildir. Örneğin lkinci Meşrutiyet'in ilanı sonrasın­
da sahneler, marşlarla başlayıp söylevlerle son bulan oyunlar­
la adeta birer miting alanı olmuşlardır. 1 8 Buna karşılık Cumhu­
riyet dönemi uygulamalarının çok daha titiz ve kapsamlı oldu­
ğu not edilmelidir. Bir kere yalnız başkent ya da büyük kent­
lerle sınırlı kalmayan ve köylere kadar uzanacak bir tiyatro se­
ferberliği söz konusudur. Dahası, sahne sayısının artması ve fa­
aliyetlerin coğrafi açıdan giderek yaygınlaşmasına karşın mer­
kezin, her bir tiyatro kolunun faaliyetine olabildiğince müdahil
olma gayreti dikkat çekmektedir. CHP tarafından düzenlenen
farklı yıllara ait Halkevi Öğrenekleri ya da Çalışma Talimatna­
meleri'nde gösterilen titizlik ve ayrıntılı düzenlemeler bu duru­
mu yansıtır. Halkevleri'nde yalnızca Parti Genel Yönetim Ku­
rulu'nca seçilen ya da Kurul tarafından yazdırılan piyesler oy­
nanabilmesi bu durumun en somut tezahürüdür. Ayrıca tem­
sillerin amacı parti tarafından açık biçimde tanımlanarak genç­
leri güzel ve serbest konuşmaya alıştırmak, fikir ve sanat terbi­
yelerine yardımcı olmak ve iyi hatip yetiştirmek, memleket ve
cemiyet için faydalı telkinlerde bulunmak biçiminde ifade edil­
mektedir. 1 9 Sahnelenen oyunların önemli bir kısmı bizzat dev­
let matbaasında bastırılmış ya da Cumhuriyet Halk Partisi Gös­
terit Yayını, CHP Halkevleri Temsil Yayınlan gibibaşlıklar altın­
da yayımlanmıştır.
Rejimin tiyatroya atfettiği önem ve ondan beklentilerinin en
önemli göstergelerinden biri de rejimin ileri gelenlerinin tiyat­
ro faaliyetlerine duydukları ilgidir. Gerek Atatürk, gerekse İnö­
nü Ankara ve İstanbul Halkevleri'nde sahnelenen oyunların sü­
rekli izleyicileri arasında olmuşlardır. Üstelik Atatürk'ün ilgisi

17 Karadağ, Halkevleri Tiyatro Çalışmalan 1 932- 1 95 1 , s. 107.


18 Süreyya Karacabey, "Gelenekselden Batı'ya Türk Tiyatrosu" , Tiyatro Araştır­
maları Dergisi, Sayı 1 2 ( 1 995 ) , s. 9.
19 Neşe Gürallar Yeşilkaya, Halkevleri: ideoloji ve Mimarlık, s. 94.

263
seyircilikten ibaret olmamış, Metin And'ın kendisini "ilk Türk
drainaturgu"olarak anmasına sebep teşkil edecek şekilde oyun­
ların yazılma sürecinde müdahalelerde bulunmuştur.20 Yazar­
lara oyunlar ısmarlaması, konular önermesi ve zaman zaman
provalarda hazır bulunması dışında, başta Münir Hayri Ege­
li tarafından kaleme alınmış Bayönder21 ve Taş Bebek22 oyunla­
rı olmak üzere bazı oyunları bizzat okuyarak düzeltmiş ve de­
ğişiklikler yapmıştır.23
Sonuç itibariyle tiyatro, CHP ileri gelenlerince sahip olduğu
"eşsiz telkin kudreti" , Kemalizm ilkelerini ve dolayısıyla ulus
ve ulusçuluk düşüncesini halka benimsetmek doğrultusun­
da kullanılmak üzere önemsenmektedir. Sürecin işleyiş man­
tığı , kimi kez oldukça basit matematiksel hesaplara dayanır:
Halkevleri'ne ait faaliyet raporlarına yansıdığı biçimiyle bir fik­
rin "tezli bir piyes"le 136 Halkevi'nde 1 36.000'den fazla yurtta­
şa bir iki gün içinde telkin edilebileceği öngörülmektedir.24 Bu
önemseyiş nihayetinde tiyatronun hemen her Halkevi için te­
mel faaliyet biçimi halini almasına neden olur. 1 932- 1950 yılla­
rı arasında faaliyet göstermiş olan 4 78 Halkevi'nin sahnesinde
1 1 1 'i doğrudan parti tarafından yayımlanmış yaklaşık 390 ayn
oyun gösterilmiştir.25
Tiyatro oyunlarında ortaya konan anlatılar, genel itibarıyla
devletin ulus inşasında yerleştirmeye çalıştığı düşünce biçim­
leri, tarih algısı ve toplumsal yapıya dair tahayyülle uyum içe­
risindedir. Ancak burada dikkat çekici olan, oyun yazarlarının
kaleme aldıkları oyunlarda rej imin bu alandaki görüş ve tavrını

20 Metin And, Başlangıcından 1 983 'e Türk Tiyatro Tarihi (tstanbul: iletişim Ya-
yınlan, 2010) , s. 1 58.
21 Münir Hayri, Bayônder (Ankara, 1 934) .
22 Münir Hayri, Taş Bebek (Ankara: Halkevi, 1 934) .
23 Değişikliklerin kapsamı dilde arılaşma politikaları kapsamında kullanılan
kelime(ler)den başlayıp yer verilen bir karakterin akıbetine kadar uzanabil­
mekte, ayrıca bazı kavramsal değişiklikleri de kapsamaktadır. Bkz. Metin And,
"Atatürk and the Arts, with Special Reference to Music and Theater" , Natio­
nality and Nationalism içinde, A. S. Leoussi ve S. Grosby (der.) (Londra: l.B.
Tauris, 2004) , s. 1 1 4.
24 Yeşilkaya, Halkevlen: ideoloji ve Mimarlık, s. 94.
25 Karadağ, Halkcvlen Tiyatro Çalışma/an 1 932- 1 95 1 , s. 1 38.

264
giderek daha gönüllü biçimde yansıtmalarıdır. Yeni dönem uy­
gulamalarının onanması ve övgüsü; ulusa ve ulusçuluğa atfedi­
len önem; ulusun kökenlerinin yansıtılmasıyla yakın ve uzak
tarihe ilişkin şahıs ve olayların olumlayıcı ya da yerici biçimde
sunumu , dönemin tüm oyunlarında karşılaşılabilecek temala­
rı oluşturmuştur.
Oyunların genelinde gözlenen bir husus yıllar süren savaş­
lar ve buna bağlı yıkımlar karşısında insanlara ulus oldukları
ve ulusal bilinçlerini korudukları müddetçe felaketlerden kur­
tulacakları iyimserliğinin aktarılmaya çalışılmasıdır. Tiyatroyla
aktarılan telkinlerin başında ulus bilincinin kişide güveni pe­
kiştirdiği ve geleceğe daha iyimser bakmasını sağladığı düşün­
cesi gelmektedir. Bu doğrultuda çoğu kez naif bir iyimserlikte
ve mutlu sonlarla bezeli oyunlarla karşılaşılır. İyimserliği tesis
doğrultusunda konu ve kişiler, yaşanan gerçekliklerden ziya­
de benimsenen doğrular üzerinden kurgulanmaktadır. Sahne­
den aktarılanlar ise didaktik nitelikleriyle yüzyıllarca kul ola­
rak kendi gücünü görmezden gelmeye zorlanan halka özgüven
aşılama çabasıyla dikkat çekmektedir.26
Oyunların konu edindiği zaman dilimleri farklılıklar gös­
terse de, kendi aralarında tarihsel ve güncel oyunlar biçimin­
de gruplandırılabilir. Güncel oyunlarla kastedilen, anlatılanla­
rın Cumhuriyet'in ilanı sonrasında yaşanıyor olmasıdır. Bun­
larda Anadolu insanının erdemi, zekası , gücü yüceltilmekte
ve ulusçulukla birlikte halkçılık ilkesinin de bayraktarlığı ya­
pılmaktadır. Yakın geçmişe atıfla katedilen yolun büyüklüğü­
nün ve öneminin dile getirildiği oyunlarda kimi kez de sahne,
Cumhuriyet'in ideallerinin gerçekleştiği ütopik ortamları ak­
tarmaktadır. 27 Örneğin Değişen Adam, aydın ile köylü arasında­
ki mesafenin kapandığı ve elbirliğiyle ülke kalkınmasına çaba­
lanan bir tablo sunmaktadır. Kentliler, Halkevleri ve Halkoda­
ları gibi mekanizmalarla köylünün ayağına gitmiş, köylüyü sa­
mimiyet ve sevgisine ikna ederken onun yeniliğe ve ilerleme-

26 Sevda Şener, Cumhuriyet'in 75 Yılında Türk Tiyatrosu ( lstanbul: Türkiye iş


Bankası Kültür Yayınlan, 1 998) , s. 89.
27 A.g.y . , s. 58.
265
ye ne kadar açık olduğunu bizzat öğrenmiştir. Bu etkileşimle
birlikte karşılıklı işbirliği tarımda modernleşmeyi, bataklıların
kurutulmasını , köylerde dispanserler ve okullar inşa edilmesi­
ni mümkün kılmıştır.28 Beyaz Kahraman ise Cumhuriyet'in 60.
yılı civarının Türkiye'sinde geçmekte ve dünyaca ünlü profesör
Türkoğlu Dayan'ın yaşamını konu edinmektedir. Dayan, Hal­
kevi vasıtasıyla kendini milletine adamanın ne kadar kutsal ol­
duğunu , taşımakta olduğu kanın içerdiği cevheri ve otuz bin
yıl önce dünyaya medeniyeti dağıtan milletin bir parçası oldu­
ğunu öğrenmiştir. Kansere ve vereme çare bulan ve çölleri or­
man haline getiren özsuyunun mucidi; kendisine gelen tebrik­
leri, asıl tebrik edilmesi gerekenin Türk milleti ve Halkevleri'ni
açan Gazi olduğunu söyleyerek karşılamaktadır.29
Güncel oyunlara kıyasla daha fazla başvurulan tarihsel ni­
telikteki oyunlar ise binlerce yıl öncesinden mütareke süreci­
ne uzanan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Bunlardan Akın
Türklerin Orta Asya'da yaşadıkları ,30 Atilla Hunların Avrupa'da
fethe çıktıkları,31 Timurhan Ankara Savaşı'nın öncesindeki ,32
Köprülüler ve Lale Devri gibi örnekler ise Osmanlı devletinin
gerilediği dönemde geçmektedir. 33 Bu oyunların en temel özel­
liği sergilemekte oldukları tarihsel periyoda oldukça araçsal
yaklaşmalarıdır. içinde bulunulan zaman diliminde rejim tara­
fından savunulan ilkelerin kökenlerinin ne denli geriye gittiği­
nin vurgulanması ve bu yolla güncel gelişmelere bir meşruiyet
kazandırılması izlenen yöntemlerden biridir. Tarihe yaklaşım­
da diğer bir yol ise bugün savunulan ve taraftarı olunan ilke­
lerin geçmişte ihmal edilmesi karşısında yaşanan acıların altı­
nı çizen bir yöntemdir. Bu hususta en dikkat çeken oyunlardan
biri Timurhan'dır. Oyunda Timur'un Yıldırım Beyazıt'la girişti­
ği Ankara Savaşı anlatılmakta, sonraki yıllarda karşılaşılamaya-
28 Vedat Nedim Tör, Değişen Adam (Ankara: C.H.P. Halkevleri Yayını, 1 94 1 ) .
29 Aka Gündüz, Beyaz Kahraman (Ankara: Aka Gündüz Kitapevi, 1 932) .
30 Faruk Nafiz, Akın (Ankara: Halkevi, 1932) .
31 Behçet Kemal Çağlar, Atilla (Ankara: Ulus Basımevi, 1935) .
32 Feyzi Kutlu, Timurhan (tstanbul: Şirketi Mürettebiye Matbaası, 1 934) .
33 Musahipzade Celal, Köprülüler (tstanbul: Kanaat Kitabevi, 1 936); Musahipza­
de Celal, Lale Devri (lstanbul: Kanaat Kitabevi, 1 936) .

266
cak bir şekilde Türklüğe ve Türk geleneğine düşkünlüğü çer­
çevesinde kapsamlı bir Timur olumlamasına yer verilmektedir.
Beyazıt ise Türklerin sonradan kabul ettiği Islam dinini ön pla­
na alarak devletinin Türk niteliğini geri plana itmesiyle eleşti­
rilmektedir. Oyunun finalinde Timur'un Yıldırım Beyazıt'a yö­
nelttiği " Görüyorsun aldandın, alet oldun bir dine / Türklü­
ğünü unutan ! Dönmelisin kendine" şeklindeki eleştiri, Anka­
ra Savaşı'nın çok ötesine geçerek yeni dönemde millet ile din
arasındaki kutuplaşma bağlamında bir taraf da sunmaktadır.34
Osmanlı Devleti'nin yakın ya da uzak geçmişinin bir oyun­
da yer buluşu , Cumhuriyet öncesi dönemin muhakkak suret­
te eleştirilmesiyle paraleldir. Tanıl Bora'nın Türk milli kimliği­
nin öteki-imgesinin "Eski Türkiye" , diğer bir ifadeyle "Osman­
lı" olduğu ve dini dünya görüşünün çerçevelediği eski medeni­
yetin de bu kategoride yer bulduğu tespiti,35 tiyatro oyunları­
nın genel özellikleri bağlamında bütünüyle geçerlidir. Oyunla­
rın geneli, Osmanlı Devleti'nin Türk köyünü ihmal ettiği, köy­
lüyü "sağmal bir inek" gibi gördüğü , Anadolu'da kalkınma­
ya yönelik hiçbir şey yapmadığı, avam ile havas arasında derin
bir uçurum yarattığı ve devletin üst kademelerinin "halkın ya­
şayış biçimine uzak, yabancı ve yoz" bir kültürün parçası oldu­
ğu iddialarını yansıtmaktadır.36 Bu hususların sahnede yer alı­
şı, her defasında, bir yönüyle eskinin ötekileştirilmesi yoluy­
la yeni olanın olumlanması ve desteklenmesi anlamına da gel­
mektedir. 37
Bugünkü ulusun yüceliğini tarihi olaylara referansla açıkla­
maya çabalayan oyunların hiçbiri Osmanlı Devleti'ni konu edin-

34 Kutlu , Timurhan, s. 40.


35 Tanı! Bora , "inşa Döneminde Türk Milli Kimliği" , Toplum ve Bilim, Sayı 7 1
( 1 996) , s . 183- 1 84.
36 G . Gürkan Öztan, "Türk Milliyetçiliğinde Taşra Fetişizmi ve Toplumsal Cin­
siyet" , Doğu Batı, Sayı 38 ( 2006) s. 8 1 -82.
37 Öteki üzerinden şekillenen anlatının belki de en ilginç örneği geleneksel Kara­
göz-Hacivat oyununun eskiyi ötekileştiren ve bu ötekileştirme nispetinde ye­
ninin övgüsünü yapan Halkevi versiyonlandır. Karagöz Stepte ve Karagöz An­
hara'da gibi oyunlar, Hacivat'ın kişiliğinde temsil edilen eski düzenin Karagöz
tarafından yerilmesine ve eskinin yıkımının Karagöz'ün Hacivat'a darbelerin­
de simgelenmesine yer vermektedir.

267
memektedir. Bilakis imparatorluk dönemi, içinde bulunulan di­
riliş ve şahlanış dönemini geciktiren, zora sokan ve neredeyse
Anadolu'nun kaybına ve mahvına yol açan neden olarak görül­
mektedir. Dahası iyi ile kötünün birbirlerinden bütünüyle ay­
rıştırılarak sunulduğu temsillerde kötü rolünü üstlenen karak­
terler eski düzeni temsil eden kişiler olmaktadır. Gerçekten de
ulusçu , köylüden yana , Atatürk ilkelerini benimsemiş bir ka­
rakterin karşısına yerleştirilen kötü, genel olarak ümmetçi, hi­
lafetçi, işbirlikçi, halk ve köylü düşmanı ve/ya da ulus bilincin­
den mahrum olanlardır. 38 Oyunların kurgusu ve akışı kötüy­
le iyi, devrimciyle karşı devrimci, milliyetçiyle vatan haini, ile­
riciyle gerici, bilimle hurafe arasında sürüp giden bir mücadele
şeklinde işletilmekte ve final sahnesinde Kemalist rejimi savu­
nan karakterler ve değerler rakipleriyle yürüttükleri savaşı ka­
zanmaktadır. 39 Bu durumun istisnası sayılabilecek ve iyi ile kö­
tünün mücadelesi biçiminde işlemeyen Sönmeyen Ateş, Uyanış
gibi oyunlarda ise anlatı, ulusa, köylüye, kurtuluşa ve Milli Mü­
cadele'ye uzak, ilgisiz ya da karşıt birinin aşama aşama nasıl mil­
liyetçi ve vatansever bir şahsa dönüştüğü üzerinden kurulur.40
Ulusçuluk ideolojisinin karmaşık bir hatırlama ve unutma
diyalektiği içinde işlemesi hususu tiyatronun sunduğu tabloda
da kendini gösterir. Burada suskun kalınan ve bir oyun konusu
olma potansiyeline karşın görmezden gelinen birçok olgunun,
Ernest Renan'ın belirttiği üzere ulusların kuruluşunda haya­
ti bir öğe olan unutmayla ilişkilendirilmesi mümkündür.41 Ta-

38 Sahnelenen oyunlann bu türdeki kutuplaşmayı yansıtması gereği, bizatihi re­


jimin önde gelen isimlerince de vurgulanmıştır. Örneğin Reşit Galip'e göre ,
tam da yukarıdaki ifadeyle örtüşecek bir şekilde , "Saltanat'la Cumhuriyet'in
irtica ile inkılabın, modem mekteple köhne medreselerin, iyi vatandaşla fena
vatandaşın, umumi cemiyet menfaatleriyle şahsi menfaatleri . . . Mukayesesi gi­
bi daha sayılabilecek mevzular da Halkevlerinin temsil mesaisine zemin teşkil
edeceklerdir. " Reşit Galip'in 19 Şubat 1932 tarihinde Ankara Halkevi'nde yap­
tığı konuşmadan aktaran Erdem Ünal Demirci, Türkiye'de Tiyatronun Siyasal
Rolü (1 850- 1 950) Clstanbul: Federe Yayınlan, 20 1 0) , s. 1 88.
39 Şimşek, Bir ideolojik Seferberlik Deneyimi, s. 1 96.
40 Nahit Sırrı, Sönmeyen Ateş (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1 933) ; Ka­
zım Nami, Uyanış (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1 933) .
41 Emest Renan, Nutuklar v e Konferanslar (Ankara: Sakarya Basımevi, 1 946) , s . 103.

268
rih, en güncel oyunlarda dahi bir şekilde temas halinde olun­
masına karşın genellikle münasip taraflarıyla alınmakta ve bir­
çok kısmı da sahnede yer bulamamaktadır. Dolayısıyla, sahne­
de unutulanlar listesinde Anadolu'nun çok kültürlü ve çok-et­
nili yapısı, hilafet ve saltanat başta olmak üzere eski idari yapı
ile dinsel kurum ve kişilerin gündelik hayattaki etkinlikleri ön
sırada gelmektedir.
Unutmanın karşıtı olarak hatırlamaya ise oyunlarda sıkça
başvurulur. Cumhuriyet rej imi ve tarih anlayışı, Türklüğün
Osmanlı öncesi tarihine geri dönme gayretini temsil eder. Bu
geri dönüş de adeta yüzyıllarca süren bir uykudan uyanış ola­
rak açıklanır. Ancak, gerek Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi
ve yürütülen tarihsel, antropolojik ve coğrafi araştırmalar, ge­
rekse bunların paralelinde devam eden tiyatro oyunlarının ne­
yi hatırladığı ve neyi icat ettiği çözümsüz bir soru olarak orta­
da durmaktadır. Burada özellikle dönem oyunları, söz konu­
su mantık neticesinde bir ulusal mitolojinin ya da soy mitinin
tesisinde ve mitin akademik bir konu olmaktan çıkarak kitle­
ler nezdinde yansımalar bulmasında önemli roller üstlenmiştir.
Anthony Smith, herhangi bir ulusal mitoloji ya da soy miti­
nin tipik olarak bir dizi motif ya da unsuru barındırdığına dik­
kat çeker. Mitoloj i bu çerçevede , ulusun ne zaman doğduğu
(zamandaki başlangıç miti) , nerede doğduğu (mekandaki baş­
langıç miti) , ulusu kimin doğurduğu (soy miti) , ulus üyeleri­
nin nereleri aşıp geldiği (göç miti) , ulusun nasıl özgürleştiği
(kurtuluş miti) , nasıl büyüyüp kahraman olduğu (altın çağ mi­
ti) , nasıl bozulduğu (çöküş miti) ve ulusun eski şanlı günlere
nasıl döneceği (yeniden doğuş miti) gibi sorulara dair yanıtla­
rı barındırmaktadır.42 Cumhuriyet'le birlikte ulus inşası çaba­
sı , ulusal mitoloj inin farklı içerikleriyle çeşitli biçimlerde ör­
tüşmektedir. Halkevleri'nde sahnelenen tiyatro oyunları ise , bu
kapsamdaki hemen hemen her soruya en az bir oyunla yanıt
vermekte , oyunların bütünü adeta mitoloj inin direğini oluş­
turmaktadır. Sümer Ülkerleri ve Oğuz Destanı zamandaki ve

42 Anthony Smith, Ulusların Etnik Kökeni (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları ,


2002) , s. 245.

269
mekandaki başlangıç mitinin; Bay önder ve Tarih Anlatıyor soy
mitinin; ôzyurt ve Akın göç mitinin; Ergenekon ve Çoban kurtu­
luş mitinin; Hakan ve Atilla altın çağ mitinin; Timurhan ise çö­
küş mitinin yansıması olan oyunlara örnektir.43 Günceli konu
edinen tüm oyunlar ise bir yönüyle Atatürk'ün önderliğinde za­
ten eski şanlı günlere dönüldüğünü müjdeleyerek yeniden do­
ğuşun gerçekleştiğini vurgulamaktadır.
Sonuç itibariyle, erken Cumhuriyet dönemi , ulus inşasına
dönük faaliyetin çok çeşitli alanlarda yoğunlaştığı ve tiyatro­
nun da bu noktada kendine has ve etkin bir konuma sahip ol­
duğu bir süreçtir. Tiyatro oyunları rejim politikalarını hararet­
le benimsemiş ve söz konusu ilkelerin hayata geçirilmesi doğ­
rultusunda kendine has özellikleri vasıtasıyla önemli başarılar
kazanmıştır. Bu yönüyle tiyatro , devletin milletini aradığı sü­
reçte44 milletin, öngörülen nitelikleri haiz bir biçimde yaratıl­
ması çabasının parçası olmuştur. Bu kapsamda devletin zama­
na, mekana, toplumsal sınıflara, dinsel teamüllere, kahraman­
lara ve hainlere dair tüm yönlendirmelerini benimsemiş ve yay­
gınlaşmasının mücadelesini vermiştir.
Ancak, inşa sürecinde gözlemlenebilen, ulusun mensupları­
nın taşıması gereken özellikler listesi bunlardan ibaret değildir.
Belki de sürecin bu sıralananların hepsinden daha önemli bir bo­
yutu cinsiyete ve erkeklik dışındaki cinsiyetlere atfedilen özel­
liklerle ilgilidir. Çalışmanın bundan sonraki kısmında ulus in­
şa sürecinde tiyatro oyunlarının ulus ve kadınlar arasında kur­
dukları ilişki biçimi irdelenmeye çalışılacaktır. Bu çabada kaçı­
rılmaması gereken bir nokta devletin genellikle erkeklik, ulusun
ise kadınlık üzerinden cinsiyetlendirilmesi durumudur.45 Farklı
43 lsmet Alkan, Sümer Ülkerleri (İstanbul: Ülkü Kitaphanesi, 1934) ; Vehbi Cem
Aşkun, Oğuz Destanı (İstanbul: Milli Mecmua Matbaası, 1935) ; Fuat Edip Al­
ta, Tarih Anlatıyor (Safranbolu: Muallimler Birliği Neşriyatı, 1935) ; Faruk Na­
fiz, ôzyurt (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1 932); Nihat Şevki, Ergene­
kon (İstanbul , y.y. , 1932) ; Behçet Kemal, Çoban (Ankara: MCM, 1933) ; Ab­
dülhak Hamid, Hakan (İstanbul: Akşam Matbaası, 1935) .
44 Ayşe Kadıoğlu , "Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları " ,
Türkiye Günlüğü, Sayı 33 ( 1 996) , s. 9 1 - 1 00.
45 jan jindy Pettman, Worlding Women: A Feminist International Politics (Londra:
Routledge, 1996) , s. 49.

270
deneyimlerde kadınlık, genelde ulusun sembolik bir biçimi ola­
rak inşa edilirken, erkekler bu sürecin asıl aktörü konumlandı­
nlmış ve sunulmuştur. Konuya bu şekilde yaklaşıldığında, mil­
letini arayan devlet ile kadınını arayan erkek arasında bir koşut­
luk kurulabilecektir. Hatta erkeklerin ulus inşasında başvurduk­
lan bir mekanizma olarak tiyatroda, kadınlara aynlan yer de bu
ilişki ekseninde değerlendirilebilir. Erkek siyasetçilerin yönlen­
dirmesi ve telkiniyle erkek yazarlar tarafından yazılan oyunlarda
yer bulan kadınlar, bir yönüyle erkeklerce gerçekleştirilen arayı­
şın yansıması olarak okunabilir.

Sahnedeki kadınlar

Sahnede rol alacak kadın oyuncu sıkıntısı, kökenleri Osmanlı


lmparatorluğu'na kadar uzanan bir meseledir. Sorun Cumhuri­
yet döneminde de birden çözülememiş; özellikle Halkevleri ta­
rafından sergilenen oyunları etkilemiştir. Beyaz Kahraman ve
Erkek Kukla gibi oyunların metinleri, kadın oyuncu sayısının
yeterli olmadığı durumlarda hangi kadın karakterlerin metin­
den çıkarılarak yerlerini erkeklere bırakacağına dair açıklama­
lar içermektedir.46 Bu bakımdan kadın rollerinin ulus ve cinsi­
yet bağlamında nasıl bir mesaj verdiğinin tartışılmasının önce­
sinde, sahnede bir kadın oyuncunun yer almasının başlı başına
önemli olduğu anımsanmalıdır. Ülkenin farklı yerlerinde ka­
dınların sahnede yer bulması ve bu durumun teşviki, rejimin
kadınların kamusal görünürlüğünün artmasındaki olumlu kat­
kılarından biridir.47 Rej imin ve sahip olunan milliyetçilik anla­
yışının kadınlara bakışının bütüncül resmi ise kadınların sah­
nede yer alabilmesinin önemini göz ardı etmeden, ancak bu-

46 Şevket Bilgisel, Erkek Kukla (Ankara: Ulusal Matbaa, 1 940) .


47 Ancak bahsedilen katkının herhangi bir tartışma yaratmadığı ve genel bir ka­
bul gördüğü de düşünülmemelidir. Bu çerçevede "kadınların namahrem ola­
rak kabul edilen erkeklerle beraber katıldıkları Halkevi faaliyetleri" nedeniy­
le CHP'ye gönderilen şikil.yet mektuplan ve buna bağlı teftiş raporlarının ele
alındığı bir çalışma için bkz. Alexandros l..amprou , "Halkevi Sahnesinde 'Yeni
Türk Kadını': 1 930'lu ve 1 940'lı Yıllarda Kadınlı-Erkekli Yeniliklerin 'Sahne­
lenmesi"' , Toplum ve Bilim, Sayı 1 30 (2014), s . 6-35 .

271
nun ötesine geçip sahnedeki kadın tiplerine atfedilen özellik­
ler ve onlar üzerinden verilen mesajlarla birlikte ortaya çıka­
bilecektir.
Burada kadın tiplerine dair bir analizin üç ana eksen üzerin­
den yapılması mümkündür. Bunların başında yasal düzenleme­
lerde ve rejim önderlerinin söylemlerinde sıkça karşılaşılan ka­
dınlara yönelik övgüler ve bunların gerekçelendiriliş biçimleri
gelmektedir. Geride kalan uzun savaş yıllan kadınların eski dö­
nemlerde alışık olmadıkları misyon ve yükleri üzerlerine almak
zorunda kalışlanyla anılmaktadır. Bu anma, erkeklerin cephe­
de bulunduğu dönemde kadınların gerek cephe gerisindeki
desteklerini, gerekse toplumsal hayatın devamlılığında sağla­
dıkları katkıyı kutlamakta ve övmektedir. Ancak bu övgü , belli
açılardan erkeklerin yokluğunda kadınların erkekler gibi dav­
ranarak erkeklerin yerini doldurmaları gibi bir vasıf da taşır.
Kendi içinde çelişkiler arz eden bu durumun çeşitli ayrıntıları­
nın sahnedeki oyun ve tiplerde gözlenmesi mümkün olacaktır.
Kadın tiplerinin analizinde başvurulabilecek diğer iki çer­
çeve ise kadınların birer biyolojik üretici ve sembol olarak ko­
numlandırılmalanyla ilgilidir. Floya Anthias ve Nira Yuval­
Davis, kadınların etnik ve ulusal sürece dahil olmalarının beş
farklı yol ve sıfatla gerçekleştirildiğini açıklarken bunlar ara­
sında etnik topluluk mensuplarının biyolojik üreticisi olma­
larına ve etnik-ulusal farklılıkların göstereni olmalarına da yer
verirler.48 Burada doğurganlığa tekabül eden biyolojik üretici­
lik vasfı, kadınlara bakışın bizatihi merkezi bir öğesi olduğun­
dan ulus inşası süreçlerinde de kaçınılmaz olarak yer bulur. Fa­
kat anneliğin önemi yalnız doğumdan ibaret kalmamakta, an­
nenin aynı zamanda çocuğun ilk öğretmeni olması vasfı, nesil­
lerin eğitimi bakımından da önemli görülmektedir.
Kadınların sembolik niteliği ise etnik ve ulusal kategorilerin
dönüşümü, yeniden üretimi ve inşasında kullanılan ideoloj ik
söylemlerde kritik bir yer tutmaktadır. Bu çerçevede yakın geç­
mişin olumsuzlanmasında rejim, kadının o dönemki toplumsal

48 F. Anthias ve N. Yuval-Davis, Racialized Boundaries ( Londra : Routledge ,


1 992 ) , 5. 20.

272
ve siyasal konumuna sıkça başvurmuştur. Kadınlann tamamen
özel alana sıkıştınldıklan ve burada da baskı altında olduklan,
hukuken erkeklerle eşit olmadıklan, evliliklerin gerçekleşmesi
ve sonlanması başta olmak üzere medeni hukuk, miras hukuku
ve siyasal haklan bakımından mağdur konumunda bulunduk­
lan , bu yöndeki eleştirilerin temel taşlandır. Buna bağlı ola­
rak cumhuriyet idaresi , kadınlara haklarını sunuşunu ve özel­
likle de onlan erkeklerle eşit kılma doğrultusunda getirdiği ya­
sal düzenlemeleri sıkça vurgulayacaktır. Bu vurgu kadının eski
ile yeni arasındaki farkı sergilemede önemli bir gösterge oluşu­
nun bir sonucudur ve her ne kadar kadını simgesel bir araç ha­
line getirişiyle eleştiri konusu olabilecekse de rejim politikalan
çerçevesinde işlevseldir.49 Bu işlevsellik kendisini tiyatro sah­
nesinde de kaçınılmaz olarak gösterir. Dolayısıyla kadın, yakın
tarihteki başanlan çerçevesinde bir övgü konusu olarak ve bi­
yoloj ik üretici ve sembol olma vasıflan çerçevesinde işlevsel bir
tercihle tiyatro oyunlannda karşımıza çıkacaktır.
Tiyatro sahnesinde bir övgü nesnesi olarak kadın, övgünün
gerekçeleriyle uyumlu biçimde, gösterilen fedakarlık ve cesaret
temelinde karşımıza çıkmaktadır. O, gündelik hayatında her­
hangi bir itiraz yöneltmeden bütün gün akşama kadar tarlada
çalışan, ekmeği yoğuran, çamaşın yıkayan, evi temizleyen, hay­
vanlara bakandır. 50 Ancak bunların ötesinde , erkeklerin cep­
hede olduğu süreçte kimi kimsesi yokmuş gibi davranmayan,
yurdunu "arpacı kumrusu gibi düşünmekle kurtaramayacağı­
nın" farkında olandır. 5 1 Bu farkındalıkla yapabileceği ne var­
sa yapar da. Uyanış 'ta cephedeki asker için dikiş diken ve Yanık
Efe'de cephe gerisinde hemşirelik yapan kadınlar birçok oyun­
da karşımıza çıkan figürlerden yalnızca ikisidir. 52
Dar günlerde gösterdikleri azim , kadınlann yeni dönemde
belli hak ve özgürlüklere kavuşmalarının gerekçesini oluştura-
49 Fatmagül Berktay, " Cumhuriyet'in 7 5 Yıllık Serüvenine Kadınlar Açısın­
dan Bakmak" , 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler içinde, A . Berktay Hacımirzaoğlu
(der.) (lstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998) , s. 4.
50 Yaşar Nabi, Köyün Namusu (Ankara: Hakimiyeti Milliye Matbaası, 1933) , s. 1 7
51 Kazım Nami, Uyanış (Ankara: C.H.F. Katibiumumiliği, 1933), s. 2 1 .
52 Yusuf Sururi, Yanık Efe (Ankara: Ulus Basımevi, 1 936) , s . 1 9 .

273
caktır. Atatürk Köyünde Uçak Günü oyunundaki Kamunbay 'ın
söyledikleri, sıkça başvurulan söylemin basit bir örneğidir:

Asil Türk bayanı, bu hiç bozulmayan, elleri nasırlı, bağrı yurt


sevgisi ile yananlardır. Tarlada, bağda, her yerde erkeğiyle çalı­
şan o da yetmiyormuş gibi kağnısının yanına da yalın ayak dü­
şerek şehre odun, buğday götürüp satan evinin eksiklerini gö­
53
ren, yuvasını şenleten de budur.

Kamunbay'ın bu sözleri oyunda kullanılan ifadeyle "karıy­


nan kişiyi bir eden"Atatürk'e şükranlarını sunan kadınlara hi­
tabendir. Kendisi, devletin temsilcisi olarak orada bulunurken,
devletin konuya yaklaşımını da özetler. Nitekim bizzat Ata­
türk'ün savaşta hizmet veren kadınlara dair sözleriyle oyunda­
ki replikler paralellikler taşımaktadır. 54 Oyunda vurgulanan di­
ğer nokta ise kadınların Atatürk'e müteşekkirliğine karşın, Ka­
munbay'ın süreci kadınların hak ettiklerine ulaşmaları olarak
görmesidir. Cephede savaşan erkeklerin arkasında kadınlar da
açlık, bakımsızlık, yorgunluk ve kimsesizlikte savaşmışlar ve
sonuç itibarıyla haklarını almışlardır.
Kadınlara atfedilen fedakarlık ve adanmışlık gibi özellikler,
yalnız savaş yılları için değil yeni dönemde de tanımlayıcı ni­
teliktedir. Bu dönemde geçen Değişen Adam oyununda Leyla,
hem alışılageldik kadın algısının eleştirisinde hem de ideal ka­
dının niteliklerinin dile getirilmesinde aracıdır. Yakınları tara­
fından bir kadın gibi davranmadığı konusunda eleştirilen Ley­
la'nın onlara cevabı, erkeklerin kafalarını vücutlarının üzerin­
de süs gibi taşıyan dişilere alıştığı, oysa gerçek kadının kafası­
nı kullanmasını bilen kadın olduğu biçimindedir. 55 Bu yanıt,
53 Vehbi Cem Aksun, Atatürk Köyünde Uçak Günü (Ankara: C.H.P. Gösteril Ya­
yını, 1936) , s. 1 7 .
54 " Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu , keresteyi getiren, mahsulatı paza­
ra götürerek paraya kalbeden, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bun­
larla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip,
kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, hep o
ulvi,o fedakar, o ilahi Anadolu kadınlan olmuştur. " aktaran Müjgan Cumhur,
"Atatürk'e Göre Türk Kadını ile llgili Sorunlar ve Değerlendirmeleri" , Erdem -
Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1 2 ( 1 988) , s. 727.
55 Tör, Değişen Adam, s. 13.

2 74
bir yönüyle kadına dair ayırt edici özelliklere zekanın eklen­
mesi anlamına gelmektedir. Ayrıca Leyla, bir kadının ulaşabi­
leceği nihai ve ebedi saadetin de kadının kendini milletine ada­
masında olduğunu dile getirir. Bu yolla savaş yıllanndan fark­
lı ama yine de feda karlığın ön plana çıktığı bir kadın imgesine
tercüman olur:

Süslenip püslenmekten, suratını boyamaktan, çaylara gidip


dedikodu yapmaktan duyduğu zevki , bir köyde çocukların
saçlarını tarayıp örmekten , bitlerini temizlemekten , köy ka­
dınlarının arasına girip onlara daha rahat, daha temiz, daha in­
sanca yaşamayı öğretebildiğinde bambaşka bir saadet telakki­
sine kavuşmak olacaktır. 56

Benzer nice olumlu anlatıma karşın metinlerin tartışma yara­


tacak yönleri de oldukça fazladır. Kadınların övgü konusu edi­
len yönlerinin referans kaynağı bunlann başında gelir. Oyunla­
nn birçoğunda kadınlar, nitelikleri ve karakterleriyle övgü ko­
nusu olurken bunun gerekçesini kendi bireysellikleri, doğası
ya da sosyalizasyonu oluşturmaz. Bilakis kadınların önemi ve
belli açılardan başarılan bizatihi erkeklere yaklaşmaları, onları
daha fazla andırır olmalan nedeniyledir. Toplumsal açıdan er­
keklere has görünen davranışlar kadınlar tarafından sergilendi­
ği müddetçe, olumlu bir kadın algısını güçlendirmektedir. Bu
bakımdan Uyanış'taki, "Bir erkek ne yaparsa, bir kadın da onu
yapabilir," ifadesi kadınlara dönük bir övgü olarak dile getiri­
lir. 57 Uyanış ayrıca kadına dair tahayyülün ortaya konmasın­
da Türklüğün kadınlıktan önce geldiğini vurgulayan bir oyun­
dur. Bu çerçevede , oyundaki karakterlerden Güner'in, "Tar­
lada, damda erkekten aşağı olmayan Türk kadını, hiçbir şey­
de aşağı olmaz; yeter ki biz Türk kadınları, Türk olduğumu­
zu bilelim,"şeklindeki sözleri oldukça manidardır. 58 Kadınla­
rın önemi ve yeterliliklerinin erkeklere referansla ortaya ko­
nulmasına ek olarak aynı ifade, kadınlığı Türklüğün de gerisi-

56 A.g.y. , s. 45.
57 Nami, Uyanış, s. 23.
58 A.g.y . , s . 23.
275
ne atmaktadır. Hiçbir işte geri ya da aşağı olmama önem atfe­
dilen bir husustur. Ama bu vasfın kaynağı, kadınlık değil men­
subu olunan ulustur.
Kadınlık ile Türklük arasındaki belirleyicilik vasfının ikinci­
sinden yana olması durumu, kadınlara sembolik açıdan anlam
yükleme pratiklerinde çok daha net gözlenir. Oyunlara yansı­
yan biçimiyle rejimin evrensel bir kadın algısı bulunmamak­
ta, oyun metinleri önemini Türklüğünden alan bir kadın algı­
sı üzerinden şekillenmektedir. Kadınlara sembolik açıdan yük­
lenen anlam ise evrensel düzlemde ve Batılı kadınlarla yapı­
lan karşılaştırmalarda kendini gösterir. Diğer bir deyişle, "Türk
kadını"nın başka kadınlarla mukayese edildiğinde yerleştirildi­
ği yüce konum, Türklüğe atfedilen bir niteliği de içermektedir.
Bu yüceliğin bir boyutu, 'Türk kadını"nın, asrilik adına ya­
paylaşma ve kirlenme gibi hususlardan uzakta görülmesidir.
Bu konumlandırma , Tırtı l lar örneğinde Temel'in kendisini
makyajlı ve köy ölçeğinde alışılmışın dışında kıyafetlerle karşı­
layan nişanlısı Aygül'e verdiği tepkiden izlenebilir. Temel açı­
sından önemli olan, köyünün Avrupa'dakilere benzemesi de­
ğil, saflığını ve temizliğini korumasıdır. Köyüyle nişanlısı ara­
sında doğrudan bir özdeşlik kurulacak şekilde, Temel için Av­
rupa görmek, doğduğu yeri beğenmemek demek değildir ve bu
pınar başında bıraktığı Akgül için de böyledir. 59 Sonuç ola­
rak Temel'in bakışında Akgül, "asrilik adına renksiz suratları­
nı maskeleyenler" karşısında doğru , iyi ve saf olanın temsili ol­
malıdır.
Türk kadınını yabancı hemcinsleriyle kıyaslayan orijinal ör­
neklerden biri ise Karagöz'ün Greto Garbo'yla karşılaşması­
nın konu edildiği Karagöz Ankara'da'dır.60 Bu hayali buluşma­
da Karagöz, kendine has diliyle Garbo'nun yürüyüşüne, konuş­
ma tarzına eleştiriler getirmekte ve Garbo'nun kendi güzelliğini
öven sözlerini yermektedir. Garbo yürüyüş tarzını övüp sine­
maya ne kadar uygun olduğunu ifade ederken Karagöz, (ideal)
kadınların Garbo gibi değil Türk kadını gibi yürümesi gerek-
59 Münir Hamdi Kutsal, Tırtıllar (Ankara: C . H . P . Gösteril Yayını, 1 939) , s. 62.
60 lsrnail Hakkı Baltacıoğlu , Karagöz Ankara'da (Ankara: Sebat Basırnevi , 1 940) .

276
tiğini, Garbo gibi yürümesi halinde soysuzluğun başlayacağı­
nı ve böylesi bir yürüyüşle mutfakta, beşik başında, fabrikada,
cephede işlerin geri kalacağını söyler.61 Bu yöndeki mukayese­
lerden çıkarılabilecek iki sonuçtan ilki daha önceden de vur­
gulandığı üzere Türklüğün kadınlıktan önce gelmesi anlayışı­
nın ne denli yaygın olduğudur. "Türk kadını" ve başka ulus­
lardan kadınlar arasında bu denli ayrılıkların olduğu yerde te­
mel belirleyenin ulus olduğu aşikardır. Batılı kadınlar ve Türk
kadınlar arasında bir mukayeseye girişilmesi, kadına sembolik
bir anlam yüklenilerek yaklaşılmasının da en önemli örnekle­
rindendir. Burada basit biçimiyle Türk ulusuyla diğer uluslara­
rasında bir hiyerarşi kurulmamaktadır. Ancak, ulusun bir sem­
bolü olarak kurgulanan kadınların üstünlüğü ekseninde Batı'ya
karşı bir üstünlük iddiası gündeme gelmektedir.
Kadınların simgesel düzlemde kurgulanmaları Batı'yla yapı­
lan mukayeselerle sınırlı kalmamaktadır. Benzer bir kurgu , ka­
dınların saadet ve mutluluk için kendilerini millete adama ül­
küsünü temsil ettikleri örnekler için de geçerlidir. Bir Yağmur
Gecesi, gelişim ve finali çerçevesinde Orhan'ın Kaya'yla aşkını
konu edinirken oyunda Kaya'ya atfedilen nitelikler bambaşka
bir mesajı barındırmaktadır. Buna göre Kaya, kendisini oyunda
kullanılan ifadeyle "vatan işi"ne bağlayan bir kadın öğretmen­
dir ve bu bağlılığının aynı zamanda kendi saadetine bağlanma
anlamına geldiği fikrindedir. 62 Orhan'ın Kaya'ya duyduğu aşk
ve ona yakın olabilmek için geçirdiği dönüşüm ise Kaya sem­
bolü çerçevesinde milli bilince ve gerekliliklere kendini adama
anlamına gelecektir.
Kadınların simgesel kurulumlarının diğer bir ekseni namus
konusu etrafında şekillenir. Kadınların hal ve hareketleriyle
maruz kaldıkları çeşitli davranışlar, namusun ele alınış biçim­
lerinde olduğu üzere önce erkekleri, sonrasında parçası olu­
nan topluluğu ve son kertede de ulusu ilgilendiren bir çerçe­
veye yerleştirilmektedir. Bu açıdan özellikle savaşlarda ve milli

61 A.g.y . , s. 40.
62 Reşat Nuri Güntekin, Bir Yağmur Gecesi (Ankara: C . H . P Halkevleri Yayını,
1 94 1 ) , s . 96.

277
çatışmalarda sefalete düşen, tecavüz edilen kadınlara, milli iffe­
te dönük bir saldırının nesnesi olarak sahip çıkılmakta; tecavüz
ulusun namusuna dönük bir eylem sayılmaktadır.63 Söz konu­
su mantık, tiyatro oyunlarında da mevcuttur. Köyün Namusu
bizatihi bu meseleyi konu edinen bir oyun olmasının ötesin­
de , Türk kadınlannın sahip oldukları özelliklere "namusa sü­
rülmüş lekeyi temizlemeden ölmez"ilkesini dahil etmektedir.64
Tohum ise düşman tarafından esir alınanın cinsiyetinin ne gi­
bi farklı sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyan bir olay örgü­
süne sahiptir. Kardeşi Osman'ın düşman tarafından alıkonma­
sını ve öldürülmesini sineye çeken Ferhad Bey'in, sonrasında
kardeşinin karısının kaçırılması karşısında isyan edişi bu duru­
mu örnekler. Ferhad'ın bakış açısı, gerekli hallerde erkek kar­
deşin "bir koyun gibi" düşmana teslim edilmesini, ancak onun
yadigarı olan eşi gündeme geldiğinde konunun bir ırz meselesi
olarak görülmesini içerir.65
Ferhad Bey, bir kadının namusunun tehlikeye girmesi kar­
şısında gözü pek şekilde mücadeleye giren bir karakterken ;
Canavar oyununda yer alan Ahmet, farklı olay örgüsüne kar­
şın neticede kadının namusunun erkek tarafından gözetilme­
sinin bir diğer örneğidir. O, nişanlısı Zeynep'i düşmanlardan
korumaya çalışmış ancak kalabalık karşısında tek başına ka­
lınca kurtuluş için tek bir çare görmüştür. Kendisinin "Gör­
müştüm iki afet önünde kızı / Hayatını verirsem dedim kurtu­
lur ırzı"sözleriyle ifade ettiği durumda başka yol bulamamış ve
namusunun kirlenmemesi için Zeynep'i kendi elleriyle öldür­
müştür. 66 Ahmet'in bu tavrı , kurgusal bir tiyatro oyununda
sahneyi dramatikleştirme için başvurulan bir abartı olarak de­
ğerlendirilebilir. Ancak döneme ait gerçek yaşam tanıklıkları ,
namusu korumak için ölümü ve öldürmeyi göze almanın yay­
gınlığını gözler önüne sermektedir. Dünyanın ilk kadın savaş
pilotu Sabiha Gökçen'e Dersim'de katılacağı harekat öncesinde

63 Bora, Milliyetçiliğin Kara Bahan (İstanbul: Birikim Yayınlan, 1 995) , s. 3 1 7


64 Nabi, Köyün Namusu, s . 47.
65 Necip Fazıl Kısakürek, Tohum Clstanbul: Büyük Doğu Yayınlan, 1994) , s. 34.
66 Faruk Nafiz Çamlıbel, Canavar (lstanbul: Kültür Matbaası, 1944), s. 62.

278
Atatürk tarafından bulunulan telkinler bu noktada ilgi çekici­
dir. Atatürk, Gökçen'e kendi silahını armağan eder. Kullanma­
sına gerek kalmamasına dair temennisini ilettikten sonra şeref
ve haysiyetine dokunacak bir durumla karşılaşması halinde si­
lahı ya karşısındakine karşı ya da kendi beynine boşaltmaktan
çekinmemesini söyler. 67 Bu açıdan bakıldığında kadının na­
musu ile ulusun namusu iç içe geçmiş durumdadır ve korun­
ması uğrunda ölümün göze alınması, kurgusal bir oyun karak­
terinden rejimin önderine kadar uzanan bir yelpazede yer alan
erkekler tarafından savunulabilmektedir.
Oyunlarda namus olgusu kadınlar tarafından önemseniyor­
sa da, ona zarar gelip gelmediği ya da korunması için neyin ya­
pılması gerektiğinde son söz erkeklerde olmaktadır. Benzer bir
durum, kadınların erkeklerin koruyuculuğunu ve yönlendiri­
ciliğini gönüllü bir şekilde kabullenmesinde de mevcuttur. Ka­
rakterinin, zekasının, bireyselliğinin ve özgürlüğünün altının
çizildiği oyunlarda dahi finalde erkeğin dediğini , öğütlediğini
ya da talep ettiğini yerine getiren kadınlar sıkça karşımıza çık­
maktadır. Buradaki erkekler, kocadan amcaya, babadan ağabe­
ye kadar değişse de, boyun eğen ve kabullenenin kadın olma­
sı sabittir. Örneğin Alev'de, başroldeki Melike karakterinin tek
başına yaşayabilme ve hayatını sürdürme konusundaki irade­
si aktarılmakta ve Cumhuriyet rejiminde yasaların elvermesiy­
le kadınların bireyselliklerini kazandığı vurgulanmaktadır. Ka­
dınlar artık, eşlerini özgürce seçmek ve sürdürmek istemedik­
leri evlilikleri sonlandırma haklarına sahiptir. Ancak oyun, ka­
dın karakterin, kadınların özgürlüğünü vurgulayan uzun tirat­
larına karşın bilge bir erkek olarak sunulan amcasının telkinle­
ri ve gönlünün sesini dinlemesi sonucunda, kendisini aldatmış
olan kocasına geri dönmesiyle sonuçlanır: Hak ve bilinç sahibi
kadın, tüm bu vasıflarına karşın bir erkeğin telkiniyle yaşamını
bir başka erkekle sürdürmeye devam etmektedir.68
67 Sabiha Gökçen, Atatıirh 'le B i r Ômıir ( tstanbul : A ltın Kitaplar, 1 996) , s .
l l 7'den aktaran Ayşe Gül Altınay, "Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın ilk Ka­
dın Savaş Pilotu Sabiha Gökçen" , Vatan Millet Kadınlar içinde , Ayşe Gül Altı­
nay (der . ) (İstanbul, lletişim Yayınlan: 20 1 1 ) , s. 269.
68 Ali Süha Delilbaşı, Alev (Ankara: C . H . P . Halkevleri Temsil Yayınlan, 1 940) .

279
Duygularına kapılarak evliliğini sonlandırmak isteyen ya
da ailesinin istemediği bir evliliğe kalkışan kadınların doğruyu
bulmaları başka oyunlarda da karşımıza çıkan bir durumdur.
Öyle ki, yetkinlik ya da rasyonellik açısından kadınların yeter­
sizliği vurgusunu alt metinde sunan örneklerde baba figürü , ai­
le içinde gönlünden geçeni yapabilecek kız çocuğunu doğruya
yöneltecek bir yol olarak sunulur. Tıpkı Kahraman oyununda
yer bulan şu dizeler gibi:

Kızının gönlü kadar babasının aklı var,


O gönül yağmur gibi nereye olsa yağar
Baba billurdan daha parlak olan bu seli,
Bir bataklığa değil, bi r tarlaya vermel i.
69
Kızın gönlü var diye nereye olsa atma t

Tiyatro oyunlarında kadınların özgürlüğü vurgusunun ata­


erkilliği yeniden üreten anlayış içerisinden sunulması Cum­
huriyet tarihinin geneline yayılmış bir durumdur. Dolayısıy­
la kabul edilen bir yasanın uygulamada herhangi bir sonuç ya­
ratmaması durumu gibi Halkevleri de modem Türk kadınının
nasıl olması gerektiği konusundaki mesajı, kadınların gerekli
hallerde bütünüyle geri plana itilebileceği durumları vurgula­
yarak vermektedir. Muhakkak ki , kadınlar da önemli misyon­
ları üstlenebilmekte, önemli işlerin üstesinden gelebilmekte­
dir. Ancak gerektiğinde geride kalmaları ve işi erkeklere bı­
rakmaları tercih edilendir. Zafer lç in d e Leman'ın cepheye gi­
'

den sevgilisine veda sözleri , kadın ve erkek arasındaki ilişki­


nin idealini özetler niteliktedir. Leman'ın sözleriyle erkek "va­
dilerden dumanlı dağlardan millete kurtuluş yolunu açacak
olan" dır. Ancak erkekler sayesinde kadınlar düşman pençesi
altında tutsak olmaktan kurtulacak, "erkeğin gölgesi altında"
serbestçe yaşayabilecektir. 7° Kurtuluş Savaşı gibi istisnai du­
rumlarda rol tanımlarının karmaşıklaşması, kadınların da nor­
malde erkeklere izafe edilen görevleri yüklenebilmeleri müm­
kündür. Ancak belirtildiği gibi bu bir istisna halidir ve bu hal
69 Faruk Nafiz, Kahraman (İstanbul: Cumhuriyet Kütüphanesi, 1 933) , s. 1 3 .
70 Muallim Naci, Zafer için (İstanbul: Resimli A y Matbaası, 1933) , s . 9 .

280
dışındaki rol tanımlarının genel hatları da erkekler tarafından
çizilmektedir.
Halkevleri'nde sergilenen oyunlarda savaş dönemi ister iste­
mez çok geniş yer tutmuş, buna bağlı olarak kadın karakterler
de bu sürecin gereklilikleriyle paralel bir şekilde resmedilmiş­
tir. Kadınların genel özelliklerinin ötesinde, kadın-erkek iliş­
kisinin seyri de benzer biçimde savaş koşullarının etkisi altın­
dadır. Bu etki , sadece tiyatro için değil Türk edebiyatının di­
ğer türleri içinde de önemli bir yer tutan aşk ve evlilik konula­
rında önemli yansımalara sahiptir.71 Ulus fikri ve ulusa atfedi­
len önem karşısında kadın-erkek ilişkileri, içeriğinden bağım­
sız bir biçimde ikincilleşmekte, bu durum kadın kadar erkeğin
de geri plana atıldığı oyunları karşımıza çıkarmaktadır.
Aşk, Erken Cumhuriyet dönemi romancılığında, ulus fikrini
yaygınlaştırmanın aciliyetiyle ilişkilendirilmesi güçlükler yara­
tan bir konu olagelmiştir. Burada yazarlar, bireysel bir duygu
olarak aşkı, ulus kavramsallaştırmasının birey üzerindeki genel
belirleyiciliği karşısında meşrulaştırma ihtiyacı içerisinde ol­
muşlardır.72 Tiyatro oyunlarında ise böylesi çetrefilli bir çaba­
nın gösterilmesine dahi gerek kalmamış; aşk, milli gereklilikler
karşısında daha ileri dönemlere ertelenen bir ilişki olmuştur.
Ak Akça ve Mavi Yıldınm gibi oyunlarda kadın ve erkeğin bir­
likte yaşayarak ulaşacakları mutluluk, içinde bulunulan şartla­
ra bağlı vazifelerini yerine getirmelerinin sonrasına bırakılmak­
tadır. Vazifenin tamamlanması için evliliğin ertelenmesi, Mavi
Yıldırım'da, "Büyük matem içinde düğün yapılmaz , "sözlerine
dayandırılır. 73 Ak Akça'da ise savaş kazanılmış , ülke kurtul­
muştur. Ancak, sevgililerin evlilik çatısı altında kavuşmaları yi-
71 Türkiye'de roman türünde birçok eser d e tiyatro ile benzer şekilde b u bağlam­
da örnekler sunmaktadır. sunmaktadır. Peyami Safa'nın Sözde Kızlar, Yakup
Kadri'nin Ankara, Halide Edib'in Yeni Turan ve Ateşten Gömlek, Esat Mahmut
Karakurt'un Dağlan Bekleyen Kız ve Son Gece gibi eserler, kadın ve erkek iliş­
kisinin aktarımı , savaş koşullan ve "milli dava" çerçevesinde idealler rol ta­
nımlarını barındırmaktadır.
72 Tülin Ural , "Theme of 'Marriage with a Foreigner': Nationalism and Fema­
le Authorship in the Early Republican Novel" , Turkish Studies, Cilt 10, Sayı 3
( 2009 ) , s. 436.
73 Aka Gündüz, Mavi Yı ldınm (Ankara: C . H .F Temsil Neşriyatı, 1 934) , s. 8.

281
ne mümkün değildir. Zira sıra ülkenin kalkınması ve altyapısı­
nın geliştirilmesi doğrultusundaki savaştadır. Bu defasında sa­
vaş meydanında olanlar askerler değil mühendislerdir ve bun­
lardan biri olan Suat, saadetlerinin temelini "istikbali kazan­
mak" olarak görür.74 Dolayısıyla istiklalin kazanılmasından is­
tikbal için verilen mücadeleye kadar ulusal çıkar ve gereklilik­
ler, aşkın gündeme gelmesini engeller ve bu , erkek ya da kadın
fark etmeksizin bireylerin tümüne kendini dayatır.
Tiyatro oyunlarında kadınların temsili, onlara atfedilen özel­
likler, savaş ve barış şartlarındaki toplumsal rolleri ve modern­
leşme , ulusun şahsiyeti ya da bireysel saadet gibi konulardaki
sembolik anlamları çerçevesinde çelişkili addedilebilecek, an­
cak son kertede kadınları araçsallaştırıcı bir nitelik taşımakta­
dır. Öte yandan , kadınların erkekler ve ulus için bir araç ola­
rak görüldüğü en temel ve yaygın konu anneliktir. Sahnelen­
miş oyunların çoğu bir anne karakterine ön planda yer vermek­
tedir. Buna karşın Kurtuluş Savaşı'nın sıkça konu edilmesi ne­
deniyle anneliğin anlam ve içeriği de bu koşullar çerçevesinde
sunulmaktadır. Biyolojik üretici ve yetiştirici misyonunun içe­
riğinde de kurtuluş ve ulus konularına bağlı olarak değerlen­
dirmelerde bulunulur. Bazı oyunlarda başrolde olan ve olayla­
rın akışını bizzat belirleyen anneler de mevcuttur. Ana oyunu­
nun en belirgin örneği olduğu bu kategoride anne, ulus bilin­
cine bütünüyle erişmiş ve etrafına da bu doğrultuda rehberlik
eden bir figürdür. Fakat annelik vazifesini ne şekilde yerine ge­
tirdiği sorusunun yanıtı yetiştirdiği çocuğun vasıflarıyla verile­
cektir. Diğer bir deyişle oyunlardaki anneler, doğurdukları ve
yetiştirdikleri çocuklarla önemsenip övülmekte ya da eleştiril­
mektedir. Bu durum, A!ev'de çocuğa atfedilen toplumsal anla­
mın bir sonucu olarak ele alınabilir. Oyunda vurgulandığı biçi­
miyle cemiyet için aile fertleri arasında en fazla önem arz eden
çocuktur ve bütün kanun ve kaidelerin temelinde onun korun­
ması vardır. Çocuğun böylesi bir konuma yerleştirilmesi kar­
şısında ise ebeveynin herhangi bir kıymeti bulunmayacaktır. 75
74 A . Turgut Simer, Ak Akça (Ankara: C.H.P. Temsil Yayını, 1 942) , s. 6.
75 Delilbaşı, Alev, s. 45.

282
Melike'nin kocasından boşanacağı bilgisini verdiği amcası
Yusuf Paşa'dan aldığı bu telkinler, belli açılardan Kemalist reji­
me ve Cumhuriyet dönemi uygulamalarına içkin kadınlara ba­
kışın önemli bir veçhesini içermektedir. Rej imin kabulünü öv­
gü konusu ettiği kanunlar uyarınca kadın boşanma ve evlenme
kararında özgürdür. Ancak, doğa kanunlan gereğince çocuğu­
nu yetiştirmesi halen asıl görevi olarak görülmektedir. Kanu­
nen tanınan bir hak gündelik hayatla çeliştiğinde, anneye do­
ğasının kendine yüklediği misyonu ön plana alması salık veril­
mektedir. Toplumun merkezine çocuğun yerleştirilmesi ise an­
neye atfedilen araçsal ve üretimci rolün örtük bir kabulü niteli­
ğindedir. Her şeyin başı çocuk olduğuna göre anne de onun bi­
yolojik üreticisi olması sebebiyle önemli bulunacaktır.
En büyük vazifenin yerine tam olarak getirildiğinin göster­
gesi ise yetiştirilen çocuğun vatan ve millet sevgisine sahip ve
bunları her şeyin üzerine koyan bir karakter arz etmesidir. Bu­
nun yerine getirilmediği ya da yeterince gerçekleştirilmediği du­
rumlarda ise annenin vazifesi, vatan ve milletin çıkarlarının ge­
rektirdiğini yapmaktır. Ana oyunundaki Behiye ve oğlunun akı­
beti, ulus söz konusu olduğunda evladın ne denli önemsizleş­
tiğinin bir simgesi niteliğindedir. Behiye, Kurtuluş Savaşı esna­
sında Hilafetçi safta yer alan oğluna karşın milliyetçi köylülerin
saygı gösterdiği ve kendisinden kurtuluş mücadelesi doğrultu­
sunda akıl aldıkları bir kadındır. Çizdiği portreyle ulusun çıka­
rı için bir kadının erkeklerden çok daha önemli misyonlar yük­
lenebileceğinin sembolü olurken, temsilcisi olduğu Türk kadı­
nının övgü konusu edilen vasıflarını da yeniden üretir. Oyunun
değişik kısımlarında, farklı karakterler tarafından "Türk kadını­
na yakışan o sonsuz büyüklüğü" defalarca dile getirilen Behiye,
oyunun sonunda oğlunu , milli mücadele için giderek daha bü­
yük bir tehlike olduğu ve etraftaki milliyetçilere zararı dokuna­
cağı için kendi elleriyle öldürecektir. Onu öldürürken hissetti­
ği duygu ise pişmanlık değil "büyük işler yapan her büyük Türk
kadınlarının duyabilecekleri bir sevinç ve övünme"dir. Çünkü
ne yaptıysa "sevgili yurdu , sevgili Türkiyesi" için yapmıştır.76
76 S. Behzad , Ana (Ankara: C.H.P. Gösteril Yayını, 1 936) , s . 58.

283
Ana'dan farklı olarak Vatan Uğrunda 'da ise bilinçli bir düş­
manlıktan değil, bütünüyle saflığından ötürü neredeyse gizli
belgeleri düşmana verecek olan gelinin öldürülmesiyle karşıla­
şılmaktadır. 77 Atatürhe llh Kurban 'da78 babanın oğlunu , Gönül­
lülerin Türhüs ü 'nde79 ise oğulun babasını vatan ve millet uğru­
na öldürmeleri de listeye eklendiğinde, bahsedilen türde bir fe­
dakarlığın neredeyse normalleştirildiği gözlenecektir. Öyley­
se denebilir ki, Cumhuriyet Ç oc uhla n 'nda aktarılan ancak, di­
ğer örneklerde de yer bulan anlayış, yurdun evlat üzerinde ai­
leden daha büyük haklara sahip bir varlık olarak tanımlanma­
sıdır. Bu, oyundaki karakterlerden Doğan'ın sözleriyle "damar­
ları sarıp bütün benliği kuşatan köklü bir duygunun verdiği
düşünce"nin bir sonucudur.80 Dolayısıyla annelerin evlatlarını
doğurup yetiştirmeleri de benzer biçimde damarlara kadar işle­
miş doğal bir tavrı barındırır. İçinde bulunulan durum vatan ve
millet sevgisiyle çeliştiğinde ise anne için evladın, evlat için de
annenin değer ve önemi geri plana atılacaktır.

Sonuç

Siyasal haklar bağlamında karşılaştığımız tartışma ve konum­


lanmalar, belli açılardan tiyatronun oyun öncesi hazırlık evre­
sinde yer bulmaktadır. Burada devletin kadınlara belli hak ve
özgürlükleri vermesi hususu , genel olarak olumlu yorumlansa
da ayrıntılara inildiği noktada bazı sıkıntıları barındırır. Dev­
letin esas itibarıyle erkek egemen yapının bir tezahürü olduğu
göz önüne alındığında, yaşanan süreç kadınların erkekler tara­
fından özgürleştirilmesi görünümündedir. Böyle bir özgür kıl­
ma pratiği, netice olarak gerek duyulması halinde özgür bıra­
kanın yeniden egemenlik altına alabilmesi potansiyelini de sak­
lı tutar.

77 Osman Sabri, Vatan Uğrunda (İstanbul: Resimli Ay Matbaası, 1 93 1 ) .


78 Hüsamettin Işın, Atatürke ilk Kurban (İstanbul: Bozkurt Matbaası, 1 93 5 ) .
79 R. Gökalp Arkın, Gönüllülerin Türküsü (Balıkesir: Vilayet Matbaası, 1937) .
80 H. Tahsin Kalafatoğlu, Cumhuriyet Çocuklan (Ankara: C.H.P. Halkevleri Tem­
sil Yayınları, 1 948) , s . 38.

284
Tiyatronun bu durumla paralelliği, kadınların sahneye çık­
tıkları andan itibaren gözlenir. Sahnedeki kadın oyuncu , ül­
ke genelinde kadın özgürleşmesi açısından oldukça önemlidir.
Dolayısıyla sürdürülen tiyatro faaliyetleri , tıpkı kadınlara ta­
nınan siyasal haklarda olduğu gibi ileri ve değerli bir adımdır.
Ancak bu , kritik bir soruyu gündemden kaldırmaz: Kadınların
giderek daha fazla sahneye çıkmaya başlamaları, özgürleştikle­
ri anlamına da gelmekte midir?
Halkevi sahnelerinin diğer bazı özellikleri, bu soruya verile­
cek yanıtı etkileyecektir. Nitekim çalışma kapsamında incele­
nen oyunların biri hariç tamamı erkek yazarlar tarafından ka­
leme alınmıştır.81 Sergilen her bir oyunda sahnedeki özgür ka­
dın, tıpkı ad koyma hakkına kavuşamayışı gibi, tamamen er­
kekler tarafından yaratılmış kadın rollerine hayat vermekte, er­
kekler tarafından çizilmiş sınırlar içerisinde hareket etmektedir.
Üstelik oyunlardaki kadınlar çoğu zaman erkeklerce canlandı­
rılan karakterlerin olay örgüsü içindeki yerlerinin netleştirilme­
si için birer destekten ibaret kalmaktadır. Erkek kahramanı ce­
sur ya da aydın yapan, Alev, Köyün Namusu ya da Tırtıl lar'da ol­
duğu gibi kadınları içine düştükleri ergin olmama halinden, so­
runlardan ya da cehaletten kurtarışı olmaktadır. Bu durum Ke­
malist rejimin kadınları, simgesel bir düzlemde kurguladığı ve
nesne olma durumunun köklü bir değişime uğramadığı yönün­
deki tespitlerin geçerliliğini yansıtmaktadır.82 Özetle kadının
konumu konusunda toplumsal ve siyasal hayatta temel belirle­
yici önder iken, oyunlarda onun yerini metin yazarı almaktadır.
Sahnedeki kadınlar açısından nispeten olumlu bir tabloya ise
Kurtuluş Savaşı'nı konu edinen metinlerde rastlanır. Burada­
ki bakış ve değerlendirmelerde, savaş ve ona bağlı gündelik ha-
81 B u durumun tek istisnası v e inceleme konusu edilen oyunlar arasında yaza­
rı kadın olan tek metin C . H . P Yeni Seri Temsil Yayınları'ndan çıkmış olan
( 1 94 1 ) Hülya Gözalan'ın Yanlış Yol'udur. Oyun, evli bir banka memurunun
" kötü" bir kadına tutulması ve onun için çalıştığı bankayı soymasıyla hapiste
son bulan öyküsüdür. Burada Gözalan, annenin aldatılmışlığına karşın evladı­
nı sahiplenişini bir övgü olarak oyuna sunarken babanın hayatına giren kadı­
na dair ağır eleştirileriyle mevcut ataerkil ahlaki duruşu yeniden üretmektedir.
82 Zehra F. Arat, " Kemalizm ve Türk Kadını" , 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler için­
de, s. 5 3 .

285
yat pratiklerinin etkisi aşikardır. Bu pratik içinde yüklendikleri
misyonları yerine getirişleri ve kazandıkları başarılar, eski dü­
zenin alışılageldik kadınlık algısını bir daha geri gelemeyecek
biçimde gündemden çıkarmıştır. Savaş şartları içinde erkeklere
nazaran hiçbir fedakarlıktan geri kalmayan kadınlar, bu yönle­
riyle Cumhuriyet'in hak ve özgürlük sahibi bireyleri olacaklar­
dır. Fakat bu yurttaş profili, toplumsal cinsiyet eşitliği anlamı­
na gelmemektedir.
Kadın ile erkek arasındaki ilişkinin hiyerarşik biçimde kur­
gulanması, az sayıdaki aksi örneğe karşın genel durumu özet­
ler. Burada kadın ile erkeğin eşitliğine yapılan retorik vurgu
pratikteki eşitsizliği gizlemekte işlevseldir. Öncelikle , savaş gi­
bi istisnai sayılabilecek hallerin dışında kadınlara, savaş şart­
larındaki güzelleme ve övgülerin yapılmadığından bahsedile­
bilir. Diğer bir deyişle, seferberlik günlerinden uzaklaşıldıkça,
kadınlar, kamusal alanda erkeklere kıyasla daha az yer bulmak­
tadır. Bu durum, doğrudan bir eleştiri ya da bu yöndeki telkin­
den ziyade kadınların itinayla belirli sınırlar nispetinde kamu­
sal alana dahil edilmeleri vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Deniz
Kandiyoti'nin altını çizdiği üzere bu dahil oluş, kadınların ço­
ğu kez "cinsiyetsiz" bir kimliğe, hatta bir ölçüde erkek kimliği­
ne bürünmeleriyle meşrulaştırılmaktadır.83 Tiyatro sahnesi de
dahil olmak üzere hemen her kamusal alan, kadınları nicel açı­
dan oldukça az; nitelik itibariyle da sembolik olmaktan öteye
gidemeyen bir şekilde içermektedir. Çizilen bu sınırları aşma
girişimleri de kabul görmemektedir. Erken Cumhuriyet döne­
mi kadın örgütlenmesi ve hareketlerinin rejim tarafından ma­
ruz bırakıldığı durumla Kadın Say lav oyununun tek perdelik
bir komedi olması, genel tutumun farklı yansımalarıdır.84 Nite­
kim kadınlara seçme hakkı tanınırken özgür örgütlenmelerinin
engellendiği bir ülkede, kocasından habersiz milletvekili adayı
olarak onun aleyhine bir şekilde seçimi kazanan bir kadın ka­
rakter de ancak komedi konusu olabilmektedir.

83 Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar - Kimlikler ve Toplumsal Dönü­


şümler (İstanbul: Metis Yayınlan, 2007), s. 1 96.
84 Şinasi Okur, Kadın Saylav C lstanbul: Bozkurt Matbaası, 1935) .

286
Eşitlik söyleminin retorik niteliğinde kalmasının oyunlarda­
ki diğer bir yansıması, kadın ile erkek arasında ancak vazife ve
sorumluluklar bağlamında bir eşitliğe yer verilmesidir. Bazı ör­
neklerde, her ne kadar erkekler ile eşit kadın figürleri sahne­
de yer buluyorsa da bu, vatana hizmet konusunda bir eşitliktir.
Diğer bir deyişle, devlet ile yurttaş ilişkisinde haklar ve ödev­
ler dengesi, ödevlerden yana ağır basarken, bunları yerine ge­
tirmelerinin gerekliliği açısından kadın ile erkek arasında ay­
rım yapılmamaktadır. Gerek tiyatrodaki tipler, gerekse siyasal
hayatın gelişiminin bize sunduğu , özgürlükler ve toplumsal ya­
şamın diğer yönleri bakımından daha fazlasını içermemektedir.
Dolayısıyla ulus ve vatan uğruna oğullarına ve gelinlerine kı­
yan kadınlar ile babalarını, karılarını öldüren erkekler arasında
bahsedilebilecek olan yegane eşitlik, ulus için gösterilecek fe­
dakarlıktaki eşitliktir. Bunun devamında ise sıra, vazifeye bağ­
lılık, ulusa hizmet ile kendini ona adamaya gelmekte, devlet ve
milletin üstteki konumu karşısında erkek ve kadın arasındaki
hiyerarşi anlamsızlaşmaktadır.
Sonuç itibariyle kadınlar, Kemalist rejimin ulus inşasında ve
eskinin eleştirisi yoluyla yeniye meşruiyet kazandırılması çaba­
sında ön planda olmuştur. Bu durum, kadınların gerek savaş
yıllarında gösterdikleri katkının övgü konusu olması , gerekse
biyolojik üretici olma vasfı nedeniyle atfedilen önemle bağlan­
tılıdır. Ancak kadınların yeni dönemde ön plana çıkan konu­
mu , hepsinin ötesinde uluslaşma ve Batılılaşma gibi süreçlerde
taşıdığı sembolik değer nedeniyledir. Kadınlar, yeniyi eskiden,
"biz"i "öteki"nden ayırmada sağlayacakları katkı nispetinde ön
planda, gündemde ya da kamusal alanda olmuştur. Tiyatro me­
tinlerinin genel özellikleri bu durumu eksiksiz biçimde yansıt­
maktadır. Sahnede bir kadının yer alması da, sahnelenen kadın
karakterinin nitelikleri de kendisinin yerleştirildiği araçsal ko­
num dolayımıyladır. Bu açıdan bakıldığında erken cumhuriyet
dönemi, milliyetçi hareketlerin kadınları annelik, eğitimcilik,
işçilik gibi farklı alt başlıklarda ancak her seferinde birer ulusal
aktör olarak toplum hayatına daha fazla katan ancak bunu ya­
parken kültürel olarak kabul edilebilir kadın davranışlarının sı-

287
nırlannı da sıkı biçimde tayin eden karakterini bütünüyle yan­
sıtmaktadır.85 Dönemin siyasal ve toplumsal gelişimlerinin bir
parçası olan tiyatro sahnesi ise aynı hususu oyunlarında, aktris­
lerinde ve kadın karakterlerinde yeniden üretmektedir.

85 Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, s. 1 69.

288
9
ÜÇ TARZ-1 TAHAYYÜL:
HALİDE EDİB ADIVAR, YAKUP KADRİ
KARAOSMANOGLU VE PEYAMİ SAFA'NIN
ÜTOPYACI GELECEK KURGULARINDA
İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL CİNSİYET

S INAN YILDIRMAZ
YASEM1N TEM1ZARA BACI YIL DIRMAZ

Türkiye'de ütopya edebiyatı, roman ve hikayenin edebi biçim


olarak Türkçede yaygınlaşmasına koşut olarak gelişecektir.
Özellikle modernleşmenin entelektüeller arasında yayılması ve
reformcu düşüncelerin etkisini arttırmasıyla birlikte, aslında
tam anlamıyla politik bir müdahale olarak da tanımlanabilecek
olan ütopya örnekleri Türk edebiyatında da ortaya çıkar. 1 Fa­
kat Türk edebiyatındaki ütopyalarda, özellikle erken dönem­
lerde , çok uzak bir gelecek veya çok farklı bir mekan tasavvu­
runa pek fazla başvurulmayacaktır. Çünkü çoğu zaman "mua­
sır medeniyet seviyesine ulaşmak" temel politik algıyı şekillen­
dirdiğinden çoğu ütopya örneğinde, "Türkiye'nin geleceği ola­
rak tasavvur edilen, Batı'nın şimdisidir. "2

Türkiye'de ütopya edebiyatının gelişimini özetleyen birçok çalışma yapılmış


olduğu için aynı bilgilerin tekranndan kaçınmak için bu yazıda detaylı bir su­
num yapılmayacaktır. Türün Türkiye'deki gelişimi için şu kaynaklara bakıla­
bilir: "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türk Ütopyalan" , Bilim ve Ütopya özel sa­
yısı, Cilt 1 6 , Sayı 187 (Ocak 20 10); Engin Kılıç, "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e
Edebi Ütopyalara Bir Bakış " , Kitaplık, Sayı 76 (Ekim 2004); A. Ömer Türkeş,
"Önce Hayaller Ölür" , Milliyet Sanat, Sayı 550 (Ocak 2005) ; Ayhan Yalçınka­
ya, Eğerden Meğere: Ütopya Karşısında Türk Romanı (Ankara: Phoenix Yayıne­
vi, 2004); Firdevs Canbaz Yumuşak, "Ütopya, Karşı-Ütopya ve Türk Edebiya­
tında Ütopya Geleneği " , Bilig, Sayı 61 (Bahar 20 1 2 ) .
2 Kılıç, "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Edebi Ütopyalara Bir Bakış " , s. 86.

289
En genel anlamıyla ütopyalar, başka bir dünyanın mümkün ol­
duğunu ortaya koymak için yazılmış, eleştirel metinlerdir. Her
ütopya içerisinde yazarın tasavvurundaki yeni dünyaya ulaşma­
nın programatik esaslan aynı zamanda yazarın kendi fikri dün­
yasını da ortaya çıkartmaktadır. Bu açıdan ütopyaların karşılaş­
tırmalı bir biçimde ele alınması bir çeşit entelektüel tarih çalış­
ması olarak düşünülmelidir. Burada yapılacak olan karşılaştır­
ma üç farklı dönemde, üç farklı düşünce yapısına sahip yazarın
toplumsal ve politik anlayışlarının ipuçlarım sunmaktadır. As­
lında, ilk anda dönemsel ve ideoloj ik olarak karşılaştırılamaz­
mış gibi gelen bu üç farklı dönemde yazılmış ütopyaların karşı­
laştırması, merkezi siyasete müdahale etme fırsatını ele geçirmiş
Cumhuriyet entelektüellerinin geleceğe dönük algılarındaki or­
taklaşmaları ve ayrımları da göstermesi bakımından önemlidir.
Özellikle Türkiye'de teorik literatürün yanında karşılaştır­
malı analizlerin yaygınlaşması, toplumsal cinsiyet rollerinin
fikri düzeyde nasıl meşru bir millet kurgusu içerisinden sunul­
duğunu göstermesi bakımından önemlidir. Burada ele alınacak
olan yazarların bir kısmı açısından normalleştirilmiş olarak su­
nulan cinsiyetçi bir gelecek, bazıları tarafından da sorgulama­
nın odağında yer alacaktır. Bu farklılaşan ütopist yapılar içeri­
sinde feminist bir milliyetçilik ile Kemalist bir milliyetçiliğin
ortaklaştığı ve ayrıştığı yerlere ve bununla birlikte muhafazakar
ahlakçılıkla birleşmiş bir milliyetçi algının tahayyül ettiği gele­
cekte toplumsal cinsiyetin nasıl kurgulandığına bakmak günü­
müzün entelektüel mirası açısından da ipuçları sunmaktadır.

Üç dönem, üç yazar, üç ütopya


Burada tartışılan üç ütopya metninin toplumsal cinsiyet kurgu­
su açısından incelenmesinden önce , ele alınacak kitapların ya­
yımlandığı tarih sırasına göre , yazarların ve dönemin tarihselli­
ğini, metinlerin nasıl ve hangi politik ve kültürel dönemde üre­
tildiklerine kısaca değinmek gerekecektir.
Yeni Turan, 1908 Devrimi'nin henüz sıcaklığını ve dinamiz­
mini kaybetmediği ve Balkan Savaşları'mn başlamadığı bir dö-

290
nemin ürünüdür. Bu açıdan kitabın yazıldığı dönem 1 923 son­
rası toplumsal ve politik ortamla da benzerlikler taşımakta­
dır. Halide Edib bu dönemin genç bir entelektüeli olarak 1 9 1 1
( 1329) yılında tefrika edilen ve 1 9 1 2 yılında basılan Yeni Turan
romanıyla bu dinamik sürecin nasıl devam etmesi gerektiği­
ne dönük bir müdahalede bulunmaya çalışacaktır. 1 923 yılın­
da yeniden basılacak olan roman, böylelikle yeni devletin reji­
mi tarafından da kabul görecektir. Romanda anlatılanlar 1 34 7
( 1 928- 1 929) yılında -romanın yazılışından yaklaşık 1 8 yıl son­
ra- yaşanmaktadır. Bu durum erken dönem Türk ütopyalarının
genel özelliği olan oldukça kısa bir süre içerisinde gerçekleşme
niteliğine de uygundur. Ayrıca Yeni Turan, uzak bir gelecekte
gerçekleşebilecek bir tahayyülden çok mevcut iktidara progra­
matik bir öneri amacıyla yazıldığından çok farklı bir zamansal
ve mekansal uzaklığa ihtiyaç duymamaktadır.
Halide Edib , Yeni Turan'ı Londra'ya yaptığı ikinci seyaha­
ti sonrasında yazmıştır. İngiltere gezisi sırasında gözlemledi­
ği lsabel Fry ve Quaker komünalizmine uygun oluşturdukla­
rı aile ve toplum yaşamlarından etkilendiği ve Yeni Turan'ı da
buna uygun bir toplum tasavvuru olarak yazdığı söylenmek­
tedir. 3 Halide Edib'in özellikle ademi merkeziyet fikrini ve ör­
gütlü eğitim ve dayanışma faaliyetlerini Anglosakson gelenek­
ten aldığı kitap boyunca açıkça görülebilmektedir. Bu yaklaşım
hem bir modernleşme hem de giderek çözülen imparatorluğu
bir çeşit yeni Osmanlıcılık altında toparlama çabası olarak da
nitelenebilir. Halide Edib, Yeni Turan'da bu yeni oluşumu şöyle
açıklıyor: "Bu adeta yeni bir Amerika kuruluşu gibi bir şey ! Din
ve mezhep ayrılığına bakmadan, yüzlerce yıl görülmeyen bir
adalet ve eşitlikle, ileriyi gören bir politikayla, Osmanlı Türk
hükümetini kuruyorlar. "4

3 Halide Edib Adıvar, Mor Salkımlı Ev (lstanbul: Yeni Matbaa, 1963 ) , s. 1 6 1 ;


ipek Çalışlar, Halide Edib-Biyografisine Sığmayan Kadın (lstanbul : Everest Ya­
yınları, 20 10), s. 102; Ayşe Durakbaşa, Halide Edib-Türk Modernleşmesi ve Fe­
minizm (lstanbu İ : iletişim Yayınlan, 2000), s. 1 94.
4 Halide Edib Adıvar, Yeni Turan - Raik'in Annesi, 6. baskı Clstanbul: Özgür Yayın­
lan, t.y. ) , s. 33. Bundan sonra Yeni Turan'dan yapılacak alıntılar için bu kaynak
esas alınacaktır. Alıntıların sayfa numaralan metin içerisinde gösterilecektir.

291
"Yeni Turan"ı kuracak olan süreç, aslında Halide Edib'in ki­
tabı yazdığı dönemdeki politik cephelerin temel söylemlerinin
yer değiştirmesi yoluyla olacaktır. İktidardaki ittihat ve Terak­
ki kendisini geliştirerek "Yeni Turan" , "Hürriyet ve ltilaP' par­
tisi olduğu tahmin edilen muhalefetteki örgüt ise "Yeni Os­
manlılar" ismini almaktadır. Fakat daha önce merkeziyetçi bir
politikayı savunan İttihat ve Terakki yerine bu yeni oluşum
ademi merkeziyetçiliği temel almakta, ademi merkeziyetçi olan
diğer parti ise daha merkezi bir politikayı takip etmektedir. Ha­
lide Edib'in temel politik çatışmasının bu dönüşümde rol oy­
nadığı söylenebilir. Türkçülüğü savunan bir yazar olarak da­
ha İslamcı ve Osmanlıcı bir yerde duran Hürriyet ve ltilaf'ı des­
teklemesi söz konusu olamazken, ademi merkeziyet fikriyle it­
tihat ve Terakki'nin Türkçülük anlayışını kaynaştırmaya ve ge­
liştirmeye çalışmaktadır. Milliyetçi uygulamaları dışında "Türk
kadını uyanıyor, uyansın, uyanmasın diye haykıran, şekli Av­
rupa'dakinden başka olan Türk feminizmi bile, İttihat ve Tera­
ki'nin geniş ve olduğu belirsiz çevresinde yaşayıp gidiyordu , "
( s . 1 4) sözleriyle kadınların d a siyaset yapabileceği bir yer ola­
rak yine İttihat ve Terakki'yi işaret eden Halide Edib, toplumu
dönüştürecek dinamizmi ve politik müdahale anlayışını orada
bulmaktadır.
Kitap başından itibaren "vadedilmiş ülke" veya "altın çağ"
özlemi "Turan ülkesi" üzerinden tanımlanmaktadır. Kitapta
birkaç kez tekrarlanan, neredeyse bir marş gibi roman karak­
terleri tarafından söylenen "Yeni Turan" şiiri bu ütopya ülke­
sine duyulan özlemi ve arayışı dile getirmektedir (s. 27) . Tu­
ran arayışı içerisinde geliştirdiği yeni düzen düşüncesini Zi­
ya Gökalp'e dayandırdığını söyleyenler olduğu gibi, roman­
da yer alan Türkçü anlayışın Yusuf Akçura'dan etkilenmey­
le oluşturulduğu da ileri sürülmektedir. 5 Karakterlerin isim­
lerinin değiştirilmesinden, yenilen ve içilen her şeyin Türkçü­
lük anlayışının bir yansıması olduğu söylenebilir. Bu ideolo­
jik içeriğiyle roman dünya basını tarafından da lttihat ve Te-

5 Celal Metin, " i l . Meşrutiyette Türkçü Ütopya: 'Yeni Hayat',"Modem Türklük


Araştırma/an Dergisi 5, Sayı 3 (2008) , s . 82-83 .

292
rakki'nin "aşın" milliyetçiliğinin bir göstergesi olarak anlaşıl­
mıştır.6
Romanın Türkçü kültürelcilikle bezenmiş politik içeriği­
nin dışında, dönemin ana akım milliyetçiliğinin devlet oluşu­
mu anlayışıyla tam bir karşıtlık içinde olduğu söylenebilir. Ha­
lide Edib kendi anılarında da Ziya Gökalp'le olan ayrılıkları­
nı vurgulamakta ve aslında "Pantürkizm" yerine "kültürel" ve
"bölgesel" bir milliyetçiliği öne çıkartmaktadır.7 Bu yaklaşımı­
nı daha çok Prens Sabahattin'in savunmuş olduğu ademi mer­
keziyetçilikle birleştirerek Osmanlı'nın çoğul milliyetlere daya­
lı toplumsal yapısını bu yeni devletin ayrılmaz bir unsuru ola­
rak korumak istemektedir. Bu nedenle "Yeni Turan" devleti­
nin ilk hükümeti çoğulcu etnik bir anlayış üzerinden oluştu­
rulmuştur (s. 8 1 ) .
Romanın yazılmasının ardından başlayacak olan Balkan Sa­
vaşı bu çok etnili siyasal düzen algısını kökünden değiştirecek
bir etkide bulunacaktır. Savaş sonrasında yazılacak olan ütop­
ya veya geleceğe dönük ideolojik projeksiyonların hiçbirisinde
tekil ve kurucu Türk milleti dışında diğer milliyetlere de yöne­
timde yer veren bir uygulama görülmeyecektir. Bununla birlik­
te Yeni Tu ran 'ın milliyetçi algısı Balkan Savaşları sırasında bile
popüler olmaya devam etmiştir. Çalışlar'ın verdiği bilgilere gö­
re, Halide Edib savaş sırasında birçok askerden Yeni Turan'a da­
ir mektup alacak ve hatta bazıları, "Şehit olursak Yeni Tu ran ın '

kopyalarını zabitlere dağıt," diye vasiyette bulunacaktır.8


Yeni Turan'da yer alan Türkçülük bugünden bakıldığın­
da aslında tam anlamıyla bir pozitif ayrımcılık olarak formü­
le edilmektedir. Türklere yirmi yıl sürecek ve onları kalkındır­
ma amaçlı yönetsel ve kültürel bir ayrıcalık tanıyarak (s. 75) ,
"büyük Arabistan ve elinde kalan adalarıyla Asya ve ortak bir
Türklük anlayışı altında toplanan meşruti bir 'federasyon"' ta­
sarlanmaktaydı (s. 38) . Uygulanacak olan Türklük anlayışının

6 Çalışlar, Halide Edib-Biyografisine Sığmayan Kadın, s. 1 1 1 .


7 Zeynep Uysal , "Bir Toplum Projesinin Peşinde Halide Edib Adıvar" , Doğu-Ba­
tı, Sayı 35 (2006) , s. 9 1 .
8 Çalışlar, Halide Edib, s. 107

293
"şoven" bir milliyetçilik olmadığı açıkça dile getirilmekle bir­
likte (s. 40) özellikle kültürel konularda Türklere ayrıcalıktan
daha fazlasının tanındığı anlar da görülmektedir.
Yeni Tu ran'ın Türkçü ve ademi merkeziyetçiliği ön plana çı­
karan içeriği dışında aslında en gelişkin olduğu yerler yeni top­
lum tahayyülü içerisinde kadınlığın durumuna ilişkin olanlar­
dır. Bir sonraki bölümde daha detaylı inceleneceği için burada
yalnızca Halide Edib'in Yeni Turan'a ilişkin kendi düşünceleri­
ni vermek yeterli olacaktır:

Yeni Turan hiç şüphesiz bir Utupya idi ve bütün Utupyalar gi­
bi tahakkuk ettirilmesi mümkün olmayan gayeleri vardı. Bu
eser kadınların rey sahibi olacağı , hayat ve insan münasebet­
leri makul ve muntazam olabileceği bir devri tahayyül ediyor­
du . Bilhassa Türk kadını, kafa ve kalbindeki itidal ve cemiyete
karşı muhabbetle dolu olduğu bir zamanın hasretini çekiyor­
du. Bilhassa , Osmanlı devrinin Bizanslaşan intihap devrinde ,
süs, israf, gösterişe kaçan kadın sınıfını şiddetle tenkid ediyor­
du . Liberal ve demokratik Türkiye, emek ve sadeliğe doğru gi­
den idare sisteminde şövenliğe yer vermeyen, Yakın Şarkda bir
nevi birleşmiş milletler şeklini istihdaf eden bir Türkiye bu ki­
tabın baş gayesi idi. 9

Yakup Kadri Karaosmanoğlu , dönemin bütün entelektüelle­


ri gibi, hem politik hem de kültürel olarak İmparatorluğun son
dönemindeki gelişmelerden etkilenecektir. 1 ° Fakat onu dü­
şünsel anlamda asıl oluşturacak olan Birinci Dünya Savaşı ve
ardından gelen Milli Mücadele'nin ortaya çıkarttığı "yaratıcı
hamle" olmuştur. Bergson'cu mistisizminden etkilendiği erken
dönemlerde "Batı felsefesi ve halk ruhunu , halk sufiliğini" bir­
leştiren "yaratıcı hamle" düşüncesi, 1 1 ilerleyen dönemlerde Ya­
kup Kadri'nin daha materyalist bir içeriğe kavuşacak olan fikri
9 Adıvar, Mor Salkımlı Ev, s. 1 6 1 .
10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun erken dönem hayatı için bkz: llhan Tekeli
ve Selim tikin, Bir Cumhuriyet ôyküsü - Kadroculan ve Kadro'yu Anlamak (İs­
tanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınlan, 2003) , s . 3-42.
11 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi (İstanbul: Ülken Yayınla­
rı , 1994) , s. 376.

294
dünyasında farklı biçimlerde de olsa yer almaya devam edecek­
tir. Yeni devletin kuruluşu ardından "yaratıcı hamle" nin gücü­
nü yeni iktidarın dinamizminde görerek, geleceği yeniden in­
şa ederken karşılaşılabilecek olan sorunları düzeltmeye dönük
olarak sürekli bir müdahale anlayışını geliştirecektir. Özellik­
le 1 932 yılında Kadro dergisiyle tam anlamıyla somutlaşacak
olan bu yaklaşım, Yakup Kadri'nin "iktidarla birlikte, iktidarın
içerisinden, iktidarı dönüştürme" ütopyasının da oluşmasında
önemli bir yere sahiptir.
llhan Tekeli ve Selim llkin'in de söylediği gibi, "Ankara ro­
manı, Kadro hareketi anlaşılmadan yorumlanamaz. Denilebilir
ki Ankara, Kadro'nun roman biçimde ifade edilmiş şeklidir. " 1 2
Kadro'nun iki temel yönelimi olacaktır: Bunlardan ilki Cum­
huriyet ilkelerinin birbirinden bağımsız ve ideoloj ik birlikten
yoksun bir içerikte sunulmasına müdahale etme; ikinci olarak
da toplumsal ve idari düzeyde "inkılabın coşkusunu uyanık tu­
tarak yayınlaştırmaktır " 1 3 Kadroculara göre , inkılabın en cü­
retkar unsurları iktidarın ele geçirilmesinin ardından bürokra­
tik bir yozlaşma içerisine girecek ve hem kurucu ilkelerin hem
de halkın uzağına düşeceklerdir. Yakup Kadri'nin "kaltaban­
lar" olarak adlandırdığı bu "oppurtunist tipler" den 14 toplumu
kurtaracak olanlar ise, Kadro sözüyle de anlatmak istenen yeni,
dinamik ve idealist inkılapçılardan oluşmuş öncülerdir.
Kadroculuk'un edebi bir dışavurumunun yapıldığı Anka­
ra romanı, eğer Kadro siyaseti temel alınarak yeni bir toplum­
sal dinamizm yakalanırsa , Türkiye toplumunun nereye doğru
evrileceğinin görüntüsünü sunmaktadır. Üç bölümden oluşan
Ankara'nın ilk bölümünde Sakarya Savaşı öncesi ( 1 92 1 ) Ana­
dolu ve Milli Mücadele'nin yarattığı "yaratıcı hamle" anlatıl­
makta ve "kurtuluşu" takiben yeni devletin kuruluşu ve Cum­
huriyet'in ilanını izleyen yıllar ( 1 926) ikinci bölümde eleştirel

12 Tekeli ve tikin, Bir Cumhuriyet Oyhüsü s. 382. Vurgular yazarlara aittir.


13 A.g.y., s. 1 48.
1 4 Yakup Kadri Karaosmanoglu, Ankara (İstanbul: iletişim Yayınları , 1 999, 8.
Baskı) , s . 1 96 . Bundan sonra Anhara'dan yapılacak alıntılar için bu kaynak
esas alınacaktır. Alıntıların sayfa numaraları metin içerisinde gösterilecektir.

295
bir gözle değerlendirilmektedir. Kitabın ütopya olarak değer­
lendirilen son bölümü ise Cumhuriyet'in on dört ve yirminci
yılları arasındaki dönemi anlatmaktadır ( 1 93 7- 194 3) .
Her bölümde ana karakter olan Selma, dönemin karakterini
" tercih ettiği eşler" üzerinden tanımlamaktadır. Bütün bu ter­
cihler arasında aslında Yakup Kadri, her dönemin kendine özgü
yozlaşmış ve dinamik unsurları olduğunu ve bir dönemin dina­
mik kadrolarının daha sonraki dönemlerde yozlaşmayacağının
bir garantisinin olmadığını, böylelikle toplumu her zaman da­
ha ileriye taşıyacak her dönemde yeni başka kadrolann oluşa­
bileceğini ve desteklenebileceğini söylemek istemektedir. Böy­
lelikle Kemalizm her ne kadar dinamik bir kurucu öğe olarak
Milli Mücadele ve ardından Cumhuriyet'le kendinden beklene­
ni gerçekleştirmiş olsa da , bu dinamizmi süreklileştirmek için
yeni kadrolara her zaman yer vermek gerekmektedir.
Ankara imgesi kitabın başından itibaren bir kurtuluş meka­
nı, hayal ülkesi, ideal topraklar olarak tanımlanmaktadır. Ye­
ni bir ülke, yeni bir ülkü , bu yeni merkezde kirlenmemiş temiz
topraklarda gerçekleştirilebilirdi ancak. Fakat kurtuluş son­
rası Ankara'nın da kirlenmesi yeni bir kurtuluşu daha gerek­
li kılacaktır Yakup Kadri için. Ütopyası ise bu kurtuluşun ger­
çekleşmesiyle nelerin değiştiğini anlatmakla şekillenir. Anka­
ra romantik Anadolucu söylemin mekanı olarak aslında Türk­
lüğün ve saflığın merkezi olarak da tanımlanıyor. Aslında "bir
çölün ortasında bir kaya parçasından hiç farkı olmayan bu şe­
hir" (s. 44) . Anadolu'nun bütün kentleri gibi "şatafatın, göste­
rişin, reklam ve palavraların hiç geçmediği bir diyardır" (s. 36) .
" Ruhu [ n ] un milli muvazenesini" (s. 87) bulmak için "Kitabı­
Mukaddes'ten bir satır ( . . . ) hayatın yegane manası" (s. 89) olan
Ankara, "zihinde bir hayal ülkesi olarak yaşayan bu yeri adeta
bir masal iklimi haline sokmuştu" (s. 24) . Ankara doğrudan bir
zıtlık içerisinde lstanbul'un karşısına konmakta ve hatta sonra­
ki dönemlerde bile yozlaşmış olan unsurlar lstanbul'a gönderil­
mekteydi. Yeni ülke , yeni ütopya eskinin üzerine değil, yoktan
var edilen bir kentin üzerinde gelişebileceği için lstanbul'un
kurtuluşunu bile ütopyaya dahil etmemektedir Yakup Kadri .

296
Medeniyet ve modernleşme süreçlerini aslında burada ele
alınan her üç yazar da aynı düzlemde değerlendirmektedir. Şe­
kil esaslarıyla ilişkili bir modernleşmenin yanlışlığı hepsinin
temel derdidir. Hepsi modern olmak ister fakat herkes modem
olmayı "yanlış" anlamaktadır:

Bunlar, hep, inkılabın yanlış anlaşılmasından çıkan neticeler . . .


İnkılabı, kocanız kendine göre, Murat Bey kendine göre, Şeyh
Emin kendine göre anlıyor, hani, bazı dinler vardır ki, müfes­
sir ve müçtehitlerinin çokluğu yüzünden mana ve mahiyeti­
ni değiştirir; işte, bizim inkılabımızın başına da böyle bir şey
gelmektedir ve bizim ıstırabımızın sebebini burada aramak la­
zımdır. (s. 1 49) .

Türkiye'deki erken dönem ütopya yazınına, en azından bu­


rada incelenen üç örneğe ve üç yaklaşıma temel motifini veren
her şeyin yanlış ve eksik anlaşıldığı üzerinedir. Toplum aslın­
da daha iyi olabilir ve bu haliyle daha iyiye gidebilir. Yalnızca
bu "yanlışların düzeltilmesi" gereklidir. Bunun için ise, aydın
"kadro"ların müdahalesi gereklidir.
Yakup Kadri'nin modernizme getirdiği eleştiri bu aşamada
diğerleriyle de oldukça benzerdir. "Biz Garp namına Garpta
hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlak ve istihsal şartlarını
kendimize tatbike uğraşmaktayız. ( . . . ) Milliyetçi Türk garpçı­
sı için garpçılığın en karakteristik vasfı garplılığa Türk üslubu­
nu , Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hakim değil, biz şap­
kaya hakim olmalıydık," (s. 14 2) sözleri Halide Edib ve Peya­
mi Safa'da da ortak görülebilecek bir eleştiridir. Bu yanlış anla­
mayı ortadan kaldırmanın yolu ise "yaratıcı müdahale"den ge­
çer: "Garp/Batıcılık nedir? "Garpçılığı bir eğlence tarzı telakki
etmeyiniz. Garpçılık her şeyden evvel bir yapma, yaratma, kur­
ma, iletmeveişletme gücüdür. Bütün bu yaptığınız şeyler hep
ondan sonra gelir. " (s. 1 50) . Romanın bütününde "çalışmak"
en önemli erdem olarak tanımlanmaktadır. Selma kendi ken­
dine yürürken bile bunu düşünmektedir: '"Çalışmak, çalışmak.
Bir şeye yaramak, bir şeye yaradığını hissetmek, işte, yaşama­
nın yegane manası' diyordu ve böyle düşünürken bütün keder-

297
lerini, hayal inkisarlarını, içsıkıntılarını unutuyordu ," (s. 96) .
Romanın "ütopik" olan son bölümünde bile gerçeklikle ku­
rulan ilişki "çalışmak" üzerinden gerçekleştirilecektir. Çünkü
bütün kötülüklerin anası olan " tembellik" yeni dönemde ken­
disine bir yer bulamaz:

Yeni kıymetlere göre teşekkül eden bu cemiyet içinde artık fe­


nalığa kendiliğinden yer kalmamıştır. Çünki , en ziyade mu­
hayyelenin ve binaenaleyh tembelliğin, işsizliğin, ne yapacağı­
nı bilmemezliğin, yürek sıkıntısının mahsulü olan kötülük, bu
açık, aydınlık, havadar ve dinamik muhitte filiz sürmeden ku­
ruyup gidiyor. Demin buradan çıkıp giden kızın birtakım lub­
rique hayaller kurnıağa vakti var mı, sabahtan akşama kadar
her saati bir meşguliyetle doludur ve sportun rasyonel usulle­
ri sayesinde onun bünyesi gibi ahlakı da sıhhatli ve faziletli bir
inkişafa doğru feyz alıp gitmektedir. (s. 225) .

Bu yeni toplumda, düşüncenin, felsefenin ve özgürlüğün ge­


lişebileceği bir "boş vakit" ten söz edilmemektedir. Aslında bü­
tün kötülüklerin kendiliğinden yok olmasını sağlayan bu boş
vakit eksikliği, insanların kendisi için düşünmesine de imkan
tanımayacağından, gündelik yaşamı, sistemi ve yönetimi sor­
gulamaya, Yakup Kadri'nin belirttiği gibi birtakım karanlık ha­
yaller kurmaya da vakti kalmayacaktır. Böylece muhalefetin kö­
tülüğü de kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Toplumun sı­
nıflardan oluşmamasını, sınıfsız bir toplum kurulmasını hayal
eden Kadrocu düşünceye göre , düşünme edinimini bile onun
için yapacak bir kadro zaten vardır ve bu kadroların dediklerini
yapmak ve bunu çalışarak gerçekleştirmek dışında yapacak hiç­
bir işi olmazsa kötülük de-sınıf çatışması-gerçekleşmez . Yeni
toplum, bu nedenle, bir kadronun sözleri ardından kurulmaya
başlayacaktır. Öyleyse, Atatürk'ün " 1 0 . Yıl Nutku"nda bahsedi­
len yeni toplum düzeninin kurgulanması, onun yarattığı dina­
mizmin yeniden şekillendirilmesinden başka bir şey değildir,
Yakup Kadri'nin ütopyası.
Çalışmanın tek amacı ülkenin kalkınmasının sağlanmasıdır.
Kalkınma en büyük ütopik amaçlardan birisidir. Aslında bütün

298
ütopyalarda geniş ve verimli tarlalar, sürekli artan bir üretim
resmi çizilmektedir. Burada da yeni Ankara' da sürekli artan bir
üretim zinciri kurulmuştur (s. 1 86, 228) . Bunu insanlar daha
çok çalışarak yapmışlardır. Köylüler ve işçiler devletin kontro­
lünde ve güvencesinde çalıştıkları için hayatlarından memnun
ve geleceklerinden emin bir şekilde üretimi gerçekleştirmekte­
dirler. Yakup Kadri bu aşamada işçilerin başından "patron" be­
lasını kaldırdığını söyleyecek ve onun yerine "devlet"i geçire­
rek bu işin çözülebileceğini iddia edecektir. Artık işçilerin hep­
si birer devlet memuru olduğu için kimsenin esiri değil, devle­
tin çalışanları ve dolayısıyla kendileri için çalışanlardır (s. 1 87) .
Çünkü devlet kendilerinin devletidir, artık.
Fakat bunun gerçek olduğuna dair pek bir şey görülemez ye­
ni Ankara' da. İşçilerin, köylülerin veya sıradan halkın yönetim­
le ya da devletle, siyasetle bir ilişkisi kurulmamıştır. Zaten dü­
şünülmesine izin verilmeyen bir çalışma düzeni kurulduğu için
insanların siyasetle de uğraşmalarına gerek kalmamıştır. Hiç­
bir yerde seçim, yerel siyaset veya başka türden siyasi bir katı­
lım süreci tarif edilmemiştir. Fethi Naci bu durumu eleştirecek
ve , "Her konuda iyimserliği gülünçlüğe vardırmaktan kaçınma­
yan Yakup Kadri, halkın kendi kendini yönetmesine bir türlü
katlanamamaktadır," 1 5 diyecektir.
Sonuçta Yakup Kadri'nin ütopyası, bireyin ortadan kaldırıl­
dığı ve cemiyet, "umum" içinde yoğrulmanın gerçekleştiği bir
düzene dönüşecektir. Halkevlerine benzer toplumsal eğitim
ve kontrolün amaçlandığı içtimai Mükellefiyet Teşkilatı 'yla (s.
1 79) , Tarih ve Dil Cemiyetleri'nin birleştirilerek oluşturuldu­
ğu Türk A kademyas ı 'yla (s. 1 84) ya da modernize edilmiş halk
kültürünün kitlesel biçimde kutlandığı şölenlerin gerçekleştiği
Pınarbaşı (s. 205) gibi kurumlarıyla bireyin yerini kolektif de­
ğil, "bütünleşmiş kitlesel bir milli varlık" alacaktır. Bu milli ya­
pı içerisinde Türklük kimliği dışında herhangi başka bir ulu­
sal kimlik tanımlanmamış, tanımlanmaya çalışılmamıştır. Ar­
tık Türkleşmiş bir coğrafya ve ülkede, Yakup Kadri'nin ütop-

15 Fethi Naci, Yüz Yılın 1 00 Türk Romanı (lstanbul: Türkiye lş Bankası Kültür Ya­
yınlan, 2008) , s. 74.

299
yasında Halide Edib'de olduğu gibi herhangi bir gayrimüslime
ya da azınlığa rastlanmaz; adı bile anılmaz olur. Peyami Safa'da
da benzer bir biçimde Türklük dışında herhangi bir millet ta­
nımına rastlanmaz.
Ankara romanının içerisinde Yakup Kadri'nin yaşanan tarih­
ten yola çıkarak yine yakın bir gelecekte kurguladığı bu ütop­
ya , Batı ve yerel Türk kimliği karşıtlığından oluşmuş, kalkın­
mak için çalışmaya dayalı, düşünce ve eylemin yönünün öncü
kadrolar tarafından belirlendiği, otantik ve kültürel Türkçülü­
ğün hedef gözetildiği, doğru anlaşılmış ve uygulanmış bir "Ke­
malizm" tarif etmektedir. Yeni ve daha önce gerçekleşmemiş
bir tahayyülden daha çok, romanda da söylendiği gibi , bu ütop­
ya aslında "dünyanın ikinci yaratılışı" dır (s. 1 78) .
Türkiye'de muhafazakarlık denilince akla ilk gelen ve yaz­
dıklarıyla muhafazakar düşünceyi Türkiye'ye özgü bir biçim­
de kuramsallaştıran kişidir Peyami Safa . Cumhuriyet'in kuru­
luş yıllarında iktidarın modernleşme çabalarına tereddütlü bir
onay sunacak olan Safa , tek parti yönetiminin kurumsallaştı­
ğı, dil ve tarih alanında kendine özgü bir köken arayışına gittiği
dönemlerde iktidarın sıkı bir destekçisi olmuştur. Daha son­
raki hayatında iktidarla ilişkisini bozmamaya dikkat etmek­
le birlikte , Demokrat Parti'yle birlikte bu sefer yeni iktidarın
güçlü bir savunucusu haline gelecektir. Her dönemin iktidar­
larıyla tereddütlü ve sıkıntılı da olsa yakın bir ilişki kuran Sa­
fa , 27 Mayıs 1 960 Darbesi'nden sonra bu yakınlığı da kaybe­
decektir. 1 6
Peyami Safa'nın Yalnızız romanını yazdığı dönem, daha ön­
ce oluşmuş olan muhafazakar anlayışını mistisizmle birleştir­
diği ve ahlakçı yönü ön plana çıkan eserler verdiği , iktidar­
la ilişkileri açısından da yeni bir başlangıcın gerçekleşeceği ta­
rihsel bir dönüşüm anına denk düşmektedir. Modernleşme­
nin her evresine uygun olarak yenilenen ve genişleyen muhafa-
16 Peyami Safa'nın muhafazakarlığının dönemleştirilmesi ve genel anlamda Tür­
kiye'de muhafazakarlığın Peyami Safa'yla ilişkisi üzerine bkz. Sinan Yıldırmaz,
"Türk Muhafazakarlığında Doğu ve Batı Mitoslarının Çatışma Alanı: Fatih­
Harbiye,"Pasaj , Sayı 3 (2006); "ikinci Dünya Savaşı Sonrası Dönemde Muha­
fazakar Müdahale: Türk Düşüncesi Dergisi, " Top lum ve Bi l i m, Sayı 1 2 1 (201 1 ) .

300
zakar anlayış 1 7 özellikle lkinci Dünya Savaşı'nın ardından ken­
disini yeniden oluşturacak ve dönemin ruhuna uygun bir konu­
ma geçecektir. Daha önce aile, kültür ve tarihin Kemalist mo­
dernleşme karşısında muhafazası temelinde kendisini oluştu­
ran Türkiye'de muhafazakar anlayış, aynı kalıpları korumak­
la birlikte, bu yeni dönemde din ve antikomünizm konuların­
da daha açık bir tutum almayı öncelikleri arasına koyacaktır.
Yalnızız,Peyami Safa'nın, özellikle lkinci Dünya Savaşı sonra­
sındaki dönemde, çatışmalı toplum ve siyaseti uzlaştırmaya dö­
nük ahlaki bir müdahale ihtiyacının sonucu olarak oluşturul­
muş ve içinde bütün bu çatışmadan uzak yeni bir cennetin yara­
tıldığı muhafazakar bir tahayyüldür.
Yalnızız romanı, kitabın bütününde değil ama ana karakter
olan Samim'in yazdığı ve roman boyunca aralara girerek anlat­
tığı Simeranya isimli bir "mükemmel ülke" tahayyülü üzerin­
den, aynı Ankara gibi, ütopist karakterli olarak tanımlanmakta­
dır. Romanın içerisinde sanki bir karaktermiş gibi sunulan Si­
meranya çoğu ütopya gibi derli toplu bir içerikte sunulmaz . Ro­
manda karşılaşılan sorunlara bir çare olarak, "eğer böyle bir ül­
ke olsaydı" orada bu işlerin nasıl halledileceğine dair "mükem­
mel bir çözüm" olarak Peyami Safa tarafından önerilir.
"Yelkenli"yle gidilen bir "ada" formunda olan Simeranya var­
lık ve yokluk arasındaki dengenin oluşturulabileceği bir "cen­
net" olarak tanımlanmaktadır. Herhangi bir cennet tahayyü­
lünde de olduğu gibi buraya da ancak "eski dünya"ya ilişkin
her türden hissiyat ve kurumlaşmadan arınmış olarak girilebil­
mektedir. 1 8 Fakat yine de bu yeni toplum yeryüzündedir ve bu­
günden yaklaşık 1 50 yıl sonrasında (s. 1 1 7) gerçekleştiği söy­
lenen yeni toplum içerisinde, "eski dünya"dan kalma sorun­
ların çözüme kavuşturulduğu "eski dünya problemleri şube­
si" de bulunmaktadır (s. 55) . Eski dünyanın meseleleri prob­
lemleri veya Simeranya içerisinde daha önceki toplum yapısın-
17 Tanı! Bora, "Muhafazakarlığın Değişimi ve Türk Muhafazakarlığında Bazı Yol
l z leri, " Toplum ve Bilim, Sayı 74 ( 1 997) , s. 7.
18 Peyami Safa, Yalnızız, (lstanbul: Ötüken Yayınları , 2007, 1 7 . Baskı) , s. 28.
Bundan sonra Yalnızız'dan yapılacak alıntılar için bu kaynak esas alınacaktır.
Alıntıların sayfa numaralan metin içerisinde gösterilecektir.

301
da sorun olarak görülen her şey, Safa'nın "dip-zıtlık" adını ver­
diği "varlıkla yokluk" arasındaki temel bir çatışma alanına in­
dirgenmektedir. En genel anlamıyla Safa'nın Simeranya üzerin­
den anlatmaya çalıştığı "dip-zıtlık" , elektrik ışığında olduğu gi­
bi "pozitifi ve negatifi hayırlı bir senteze" kavuşturmaktır (s.
1 42) . Toplum içerisinde yaratılmış bütün zıtlıklar, toplumsal
varoluşu hastalıklı bir ruh haline sokan çatışmayı yaratmakta­
dır. Bu çatışmaların çözümü ise bu zıtlıkların uyumlaştırılma­
sı ve sınırlandırılmasında yatmaktadır. Bu nedenle Simeranya,
madde ile mana arasındaki ayrımların ortadan kalktığı, "mad­
denin katılaşmış bir ruh ve ruhun beş duyumuzla idraki müm­
kün olmayan ince bir madde olduğu kabul edil [ en ] " (s. 14 3)
günümüz dünya algılarının dönüştüğü bir metafizik evren ola­
rak oluşturulmuştur.
Bütün bu günümüzün algı ve bilgisini aşma isteği, aslında
dönemsel olarak kapitalizmin geldiği noktada aşılamayan bü­
tün çatışmaların çözümüne dönük bir çaba olarak tanımlanabi­
lir. Yeni dönemde kapitalizmin galibiyetinin yarattığı sınıflı dü­
zenin, muhafazakar hissiyatta yarattığı çaresizlik ve tam anla­
mıyla ruhsuz bir dünyanın ruhu olabilmek için, umudun Sime­
ranya gibi aşkın bir gerçeklikte yattığını söylemek istemektedir
Peyami Safa . Yalnızız romanının ütopik yanıyla birlikte bu fik­
ri geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. Zaten Safa da romanda yer
alan, "Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleş­
tirdiği bir dünyada yalnızım," (s. 3 5 1 ) sözleriyle giderek yal­
nızlaşan insanlığın çözümsüzlüğünü vurgular.
Bunu aşmanın yolu olarak da Yakup Kadri'nin çalışmayı te­
mel alan düşüncesinden daha farklı bir çözüm önermez. Yakup
Kadri'de olduğu gibi tembellik ve iç sıkıntısı insanın en büyük
düşmanıdır: "insanı yalnız bir illet öldürür: Sıkıntı" (s. 6 1 ) . Sa­
fa'nın "sıkıntı"yla ifade etmek istediği toplumsal ve bireysel ça­
tışma ve kararsızlık anlarıdır aslında. Farklı seçenekler ve seçe­
neksizlik arasında bunalım geçiren bireylerden oluşan Yalnızız,
baş karakter ve ütopya yazarı Samim'in "kutuplaşma dramı" (s.
56) adını verdiği gerilimi yaşatmaktadır okura. Hastalıklar bile
bu kutuplaşmayı, "hasta ile hastalığı arasındaki zıtlaşmayı or-

302
tadan kaldırmak" (s. 66) esasına göre tedavi edilecektir. Sosyo­
loji de fizyoloj i gibi çalışmaktadır. Diğer bir ifadeyle, insan be­
deni ile toplumsal varoluş arasında işleyiş bakımından tam bir
örtüşme görülmektedir. O yüzden iyi bir toplum tasarımı için
toplumun da hasta bedenler gibi "zıtlaşmayı ortadan kaldıra­
rak" tedavi edilmesi şarttır. Bunun için de herkesin "çalışması"
gerekmektedir, "çalışmamak yasaktır" (s. 78) .
Kapitalizmin emekle kurduğu eşitsiz ilişki, muhafazakarlığın
sürekli bir statüko isteğiyle çelişir. Emek ve sermaye arasında­
ki uzlaşmaz çelişkiyi, muhafazakarlık çoğu zaman korporatist
bir ekonomi siyaseti üzerinden aşmaya çalışır. Simeranya'da
da durum çok farklı değildir. Safa'ya göre kapitalizmin soru­
nu "çalışanlar ve sermayeciler arasındaki kazanç farkları [ nın]
nispetsiz" (s. 77) oluşudur. Bu da yine biyoloj ik rahatsızlık­
lar gibi toplumda bir çatışma ve huzursuzluk yaratacaktır. Çö­
züm ise üzerinde oldukça fazla düşünüldüğü belli olan devlet
ve kurumsal bir aracı üzerinden üretim sürecine müdahaledir
(s. 77-78) .
Eğitim de bu çalışmaya dayalı, mesleki ilkeler ve yeterlilikler
üzerinden planlanmıştır. Platon'dan beri aslında çoğu ütopya­
da insanların "doğuştan gelen yeteneklerine göre" ayrıştırılma­
ya çalışılan mesleki eğitim arzulanmaktadır. Simeranya'da da
buna uygun olarak genç yaşta çocuklar "istidatları tayin eden
mükemmel testler" uygulanarak "ayrı ayrı meslek şubelerinde
staj görürler" (s. 40) . Çünkü gereksiz olarak tanımlanan hiçbir
eğitim Simeranya'da bulunmamaktadır (s. 38) . Böyle mükem­
mel bir eğitim sisteminin temel sebebi insanların iş bulma kay­
gılarını ve bununla birlikte işsizlik gibi meseleleri baştan engel­
leyici ve düzenleyici bir mekanizmanın geliştirilmesinde yat­
maktadır. Mükemmel testler sonucunda belirlenmiş bir iş ha­
yatı, "istidatları" doğuştan patron ve işçi olmayı gerektiren bir
mesleki ayrım, meşru , sorgulanmaz ve böylelikle de çatışma­
dan uzak bir üretim ilişkisi yaratacaktır Safa'ya göre.
Ayhan Yalçınkaya'nın Yalnızız ve Simeranya'ya ilişkin eleşti­
rileri muhafazakar bir gelecek tahayyülünün yarattığı çıkmaz­
lara da işaret etmektedir:

303
Her ne kadar, kimileri Yalnızız'ı kurgusuyla ve değindiği ko­
nularla çağdaş Türk edebiyatında en derli toplu ütopya örne­
ği olarak nitelese de, bu kitabın ne kurgusu, ne değindiği ko­
nular ütopiktir. Eğer, her romanda, her defter tutup hayalleri­
ni yazanı ütopyacı; ahlak ve mistisizm üzerine her nutuk ata­
nı sufi saymayacaksak, Peyami Safa ne ütopyacı olmayı, ne de
mistik olmayı becerebilmiştir. Ü topyacılığı, muhafazakarlığı­
nın altında gizlenen arzularının depreşmesi, mistisizmi cin­
sel aşka düşmanlık ve açlığını üstünün örtülmesi, ahlakçılığı
genel geçer ahlakın bütün ikiyüzlülüğüyle meşrulaştırılması,
toplumculuğu ise var olan toplumsal düzenin savunusundan
öteye gitmemektedir. 1 9

Aslında bir muhafazakar olarak d a Safa'dan daha fazlasını


beklememek gereklidir. Zira Simeranya gibi muhafazakar bir
ütopya, bütün ahlakçılığı ve korporatist sistemiyle, dünyanın
ulaştığı ekonomik ve sosyal çöküntü karşısındaki çözümsüzlü­
ğünü göstermesi açısından anlamlıdır.

Üç tarz-ı tahayyül ve toplumsal cinsiyet

Klasik ve modern ütopyaların çoğu , özellikle toplumsal cinsiyet


algıları konusunda sorunlu bir tahayyül içermektedir. 20 Dünya­
daki ütopya edebiyatının önde gelen örnekleri toplumsal cinsi­
yet rollerini, yeni ve ideal olan kurguları içerisinde eski ve eleşti­
rilen toplum düzeninden çok da farklı bir biçimde tanımlama­
yacaklardır. Bu nedenle, özellikle 1 960'lardan itibaren yoğun
bir biçimde, kadınlar kendi ütopyalarını kendi toplumsal cinsi­
yet algıları üzerinden yazmaya başlayacaklardır. Halide Edib'in
yazdığı Yeni Turan ında bu eleştirel feminist ütopyaların erken
'

bir örneği olarak tanımlanması pek de yanlış olmayacaktır.


Halide Edib'in Yeni Turan romanında kurduğu sistemin te­
mel çatışma noktasını kadınların bu yeni düzen içerisindeki

19 Yalçınkaya, Eğerden Meğere, s. 2 1 6- 2 1 7 .


20 Klasik v e modem ütopyalarda toplumsal cinsiyet algılarının analizi için bkz .
Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz, Ütopyanın Kadınlan Kadınlann Ütopyası (İs­
tanbul: Sel Yayıncılık, 2005) .

304
politik ve toplumsal konumunu belirleme mücadelesinin oluş­
turduğu söylenebilir. Berna Moran'ın da söylediği gibi:

Adıvar'ın ilk yapıtlarında Türk okuruna sunduğu bir yenilik,


yarattığı bu kadın imgesidir. Bu imge toplumda birbirine kar­
şıt olarak algılanan bazı değerleri uzlaştırdığı için önemliydi.
İslam-Osmanlı geleneklerine göre ev kadını olarak yetiştiril­
miş, kapalı, basit ve cahil kadın, aydın kesimin gözünde geri
kalmış bir uygarlığın simgesi gibiydi. Beri yandan, Batılılaşmış
"asri" kadın da köklerinden kopmuş, değerlerini şaşırmış, ser­
best davranışları kuşku uyandıran bir kadındı. Adıvar'ın kah­
ramanları işte bu çelişkiyi kendilerinde uzlaştırmakla bir özle­
me cevap veriyorlardı. Çünkü bunlar hem Batılılaşmış hem de
ulusal değerlerine bağlı kalmış, hem okumuş ve serbest hem
de namus konusunda çok titiz, ahlakı sağlam kadınlardı. Ge­
rektiğinde bir erkek gibi spor yapan, ata binen bu kadınlar di­
şiliklerini de korumayı başarmışlardı üstelik. 21

Özellikle modernleşme sürecinde ve Doğu-Batı kavramları­


nın tanımlanmasında asli bir sorun olarak tanımlanan "kadın­
lar" , metonimik bir karakter olarak çoğu erken dönem Türk
edebiyatı metninde yer alacaktır. Batılılaşma ve son dönem Os­
manlı toplumundan erken dönem Cumhuriyet'e kadar yaşa­
nan dönüşümün eleştirisi "kadınsılaşma endişesi" 22 öğeleri­
ni taşımakla birlikte , Peyami Safa'da olduğu gibi " medeniye­
ti gözleriyle anlamaya mahkum kadınlar"23 benzeştirmesi üze­
rinden de yapılmaktadır. Kendine özgü bir yerelliğin kurgulan­
maya çalışıldığı Yeni Turan toplumunda da benzer bir karşılaş­
tırma gerçekleştirilir. Özellikle "eski dönem" ve "yeni dönem"
kadınlarının toplum içerisindeki işlevi eskinin eleştirisi üzerin­
den daha "etken" bir konuma getirilmek istenmektedir. Başka­
rakter olan "Kaya"nın yeni toplumun kuruluşunda gösterdiği

21 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1-Ahmet Mithat'tan Ahmet
Hamdi Tanpınar'a İstanbul: lletişim Yayınlan, 1 998) , s. 1 1 9 .
2 2 Nurdan Gürbilek, Kôr Ayna, Kayıp Şark ( lstanbul : Metis Yayınları, 200 7 ) .
Özellikle bkz. s. 5 1 -74.
23 Peyami Safa, Fatih-Harbiye (lstanbul: Ötüken Neşriyat, 2000, 20. Baskı) , s. 94.

305
öncü rol, kadınların politik birer özne olmak ihtiyacını da hay­
kıran bir öneme sahiptir. "Şimdi iki güçlü fakat karşıt ruh, ka­
dın ve erkek, karşı karşıya iki taraftan da , mübalağa edilmeye
çalışılan bir sağlamlık ve sertlikle, ayakta, birbirlerine bakıyor­
lardı," (s. 46) sözleriyle yeni toplumun kuruluşunda yaşanacak
çatışmayı ve kadınların da birer "güçlü ruh" olarak dirayetli bir
siyaset izlemesi gerektiği metnin birçok yerinde vurgulanmak­
tadır. Modern ve yeni bir toplum yaratmadaki öncü rol bir an­
lamıyla erkeklerden daha çok kadınlara verilmek istenmekte
ve Kaya'nın siyasette "Yeni Turan"ın lideri Oğuz'u aşan anah­
tar bir görevi olduğu vurgulanmaktadır (s. 48) .
"Yeni Turan" devletinin kadınları, modernleşme sürecini iş­
leyen çoğu romanda görüldüğü gibi, modern olmanın "kadın­
sılaştırıcı" etkisini ortadan kaldıran bir işlevi de üstlenmek­
tedir. İstanbul ve Anadolu arasındaki karşılaştırma ve bunun
üzerinden yalnızca "şekilci" bir modernleşme Halide Edib'in de
temel eleştirisi olacaktır. İstanbullu kadınlar "birer kukla, birer
ulussuz, işsiz, amaçsız, süslenmiş kukla" (s. 1 1 3) olarak tanım­
lanırken, "Yeni Turan" kadınları "ahlaki ve sosyal bir devrim
yapan; kadınları bir et, bir makine halinden çıkar [ an] " (s. 28)
bir işleve sahip olacaktır. Bu çerçevede aslında kadınları top­
lum içerisinde kontrol etmeye yarayan bütün şekli uygulama­
ların ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, modernizmin kadınları
"kukla" yapan değil "özgürleştiren" yanlarına vurgu yapan bir
yeni toplum arzusunu dillendirmektedir Halide Edib.
Bütün bunlara rağmen, lider konumunda tarif edilen Ka­
ya dışında yeni sistemin kadınları doğrudan bir siyasi aktör ya
da bağımsız politik özneler olarak değil , yine erkeklerin "ya­
nında " , onlara "yardımcı" rolleri üstlenmektedir. Kadınla­
rı birer "et parçası kuklalar" olmaktan çıkaran sistem aynı za­
manda onları "erkeklere temiz, çalışkan bir arkadaş, çocukla­
ra ve bütün memlekete bir ana, bir mürebbi yapmak için" (s.
28) oluşturulmuştur. Kaya her şeyden önce bir "öğretmen" ve
"Yeni Turan" okullarında "memleketi mezara sürükleyecek fe­
na fikir [ ler] " değil "pratik ziraat" , "sağlık" gibi Türk köylüsü­
ne dönük "nüfus çoğalımı" eğitimleri verilmektedir (s. 20-2 1 ) .

306
Bu haliyle verilen eğitim, Cumhuriyet döneminde uygulama­
ya geçecek olan Kız Enstitülerinin öncü bir uygulamasını an­
dırmaktadır. Fakat yine de yeni toplumda en çok tartışma, fe­
derasyon tartışmasıyla birlikte kadınlann öğrenimimeselesinde
ortaya çıkmaktadır. Oğuz'un ölümü de, Kaya'nın siyasetten dü­
şürülmesi de "Yeni Turan" da bile kadınların bu kadar ön plana
çıkarılmasına duyulan tepki sonucunda olacaktır. Aslında Ha­
lide Edib mevcut şartlar altında elde edilebilecek, sınırlandınl­
mış bir feminizm tahayyül etmekte, bu kadar kısa zamanda tam
anlamıyla kurtuluşu gerçekleştirmiş bir kadınlıktan daha çok,
kadınların kurtuluşunu sağlayabilecek yolu açacak merkezi­
yetçi erken dönem düzenlemelerini, bir nevi devlet feminizmini
önermektedir. Bu tavrını milliyetçi öğeler içeren federalist bir
yapı içerisinde Türklere tanınan yirmi yıl sürecek pozitif ay­
rımcılık uygulamasına benzer bir biçimde, temelini lslam'dan
daha çok Orta Asya Türk geleneğinde yer aldığı söylenen eşit
katılım ve birlikte çalışmaya vurgu yapan güçlü kadın figürüne
dayandıracaktır.
Halide Edib aslında içinde yaşadığı topluma dönük feminist
bir eleştiri getirmekte , bütün bu sorunların çözümünü ise ka­
dınların eğitimi ve çalışmasında görmektedir. Bu konuda genel
bir sonuç çıkartmak gerekirse , Ankara'da ve Yalnızız'da oldu­
ğu gibi Yeni Turan'da da "çalışmak" özgürlüğün anahtarı ola­
rak sunulmaktadır, demek çok yanlış olmayacaktır. Çalışmak
ülküsü de yine tek bir amaca hizmet etmek üzere gerçekleşti­
rilmektedir: Kalkınma. "Yolları ve küçük temiz evleri ve otelle­
riyle mütevazı bir İsviçre köyü" (s. 1 1 4) olan gelecekteki "De­
ğirmendere" , Anadolu'ya refahı, sanayileşmeyi ve teleferik gi­
bi yenilikleri getirecek olan, zorunlu ilköğretimle (s. 94) ye­
tişmiş yeni nesillerin kurabileceği bir yer olacaktır. Bütün bu
Türk milliyetçiliği ve çalışkanlık imgeleriyle kuvvetlendirilmiş
kadın hakları savunusunu Ayşe Durakbaşa şöyle gerekçelen­
dirmektedir:

Halide Edib'in Türk milleti ve Türk kadınları için kurduğu


ütopya ve idealler, dönemin Türk milliyetçiliği , söylemiyle

307
uyum içindeydi. Türk milliyetçiliği içinde Türk erkeği kadar
çalışkan, otantik bir Türk kadını imajı Türk'ün milli karakteri­
nin çekirdeğini oluşturuyordu; Osmanlı'nın lüks ve asalak ha­
rem yaşamını boş geçiren israfçı, Osmanlı aylak üst sınıf ha­
nımları yerine bu yeni imaj konuluyordu . Batı'daki Oryantalist
yazın içinde de "harem kadınları" nın Osmanlıları temsil etti­
ği düşünülüyordu. Bu nedenle Türk milliyetçiliği için otantik
Türk kadınına ilişkin bu karşı-imgenin yaratılmasının ve yay­
gınlaştırılmasının önemi anlaşılabilir. Güçlü bir Türk milliyet­
çiliği gelişirken bu yeni imge yalnız Batı'ya karşı bir savunma
değildi, aynı zamanda Osmanlı-Türk toplumunda geçerli olan
muhafazakar feminite biçimlerine ve imgelerine karşı yeni bir
model öneriyordu . 24

Fakat özellikle kadınların özgürleşmesine giden yolu açabi­


lecek müdahalelerle birlikte eğitim ve çalışma yaşamında yapı­
lacak düzenlemeleri içeren bu yeni modele geçiş , Halide Edib'e
göre hiç de öyle hemen gerçekleşebilecek bir ülkü değildir. Bu
özelliğiyle Yeni Turan diğer ütopya örneklerinden ayrılmakta­
dır. Yeni düzende siyasetten ayrı tutulmuş olan ordunun her an
müdahale edebileceği endişesinin varlığı (s. 43) "birtakım cahil
halkın" , özellikle kadınlara yönelik uygulamalardan memnun
kalmayacağı (s. 42) ve en nihayetinde Oğuz'un "şeriatı kaldı­
rıyor" gerekçesiyle öldürülmesi (s. 1 0 1 ) , yeni toplumun ko­
laylıkla alınacak bir karar sonucu gerçekleşemeyeceğinin, bu
uğurda daha çok mücadele edilmesi gerektiğinin bilinçli bir
göstergesi olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda özellikle
"Yeni Turan"ın iktidar olduktan sonra dahi, kadınların eğitim
ve öğrenimi için düzenlenen bazı yasaları geçirmekte zorlandı­
ğı söylenmektedir (s. 88) .
Halide Edib'in burada bilinçli bir biçimde kadın özgürleş­
mesinin yalnızca yasalarla sağlanamayacağını, kadınları göze­
ten bir iktidar bile olsa kurtuluşun yine kadınların sürekli mü­
cadelesine bağlı olduğunu vurguladığı görülmektedir. Bu kur­
gusuyla Halide Edib'in, gerçekleşmiş bir ütopyanın sonuçlarını

24 Durakbaşa, Halide Edib, s. 195.

308
göstermekten çok, okuyucuya kadınlardan yana yeni bir düze­
nin kuruluşunun yolunu göstermeye çalıştığını ve kurtuluşun
da ısrarlı ve kendisini feda etmekten bile çekinmeyen öncü ka­
dınların iradesiyle gerçekleşebileceğini düşündüğünü söyleye­
biliriz. l 9 70'lerden sonra gelişen "feminist ütopya" örnekleri­
nin de temelini oluşturan bu ucu açık ütopya yaklaşımı (h eu ris ­
tic ütopya) 2 5 Yeni Turan romanında da gözlemlenebilmektedir.
Yeni Turan bir siyasi mücadelenin romanı olduğu kadar üç­
lü bir aşk ilişkisi üzerinden kurgulanan bir yapıya da sahiptir.
Kaya'ya sadece cinsel bir aşkla bağlı "ihtiyar" Hamdi Paşa'nın
karşısında , Kaya ve Oğuz arasında yaşanan "göz kamaştıran
sert ve temiz aşk" (s. 1 22) yeni dünyanın da temelini oluştur­
maktadır. Hamdi Paşa Yeni Osmanlılar'ın lideri olduğundan,
Kaya'ya duyduğu aşk aynı zamanda siyasi bir hamle olarak da
görülmektedir. Yeni toplumun kuruluşunda kadın ve erkeğin
birbirlerine duydukları aşk aynı zamanda ideallerine duyduk­
ları aşkla iç içe geçmiştir ve bu "alçak ve köhne nefsinden baş­
ka" (s. 1 24) bir şey düşünmeyen Hamdi Paşa'nın aşkından çok
daha üstündür. Çünkü Kaya'nın sözleriyle, bu aşkta , "büyük
rüyasını gerçekleştirmek için ikimizin de, genç ve yıpranma­
mış kalbinde, dünyalarla karşı karşıya gelecek cesaret ve umut
var [dır] " (s. 1 1 7) .
Ankara'da ise Selma'nın duyduğu aşk ve aşkının tesiriyle
yaptığı seçimler, Türkiye'yi modern ve kalkınmış bir ütopyaya
götüren anahtar olacaktır. Bütün roman asıl olarak Selma'nın
yaptığı eş seçimlerine göre dönüşen politik ve toplumsal ala­
nı oluşturmaktadır. Selma , romanın her döneminde dinamik
ve yaratıcı olan erkekler arasından birisini seçerek Türkiye'nin
dönüşümüne uygun bir değişim geçirmektedir. Eski eşi Na­
ziften ayrılması ve Milli Mücadele'nin kahraman subayı Hak­
kı Bey'e yakınlaşması yalnızca karşı cinse duyulan bir sevgiye
değil, Hakkı Bey'in simgelediği yeni düzene de sevdalanmasına
yol açacaktır. Selma'nın dönüşümünü Yakup Kadri şöyle anlat­
maktadır: "Bu devir, Selma Hanım için, yalnız karılık kocalık

25 Temizarabacı Yıldırmaz, Ütopyanın Kadınları, Kadınların Ütopyası, s. 57-58,


1 08.

309
bakımından değil, fikirce, hisçe bütün benliğine şamil bir inkı­
labın kaynağı oldu . Naziften ayrıldıkça Ankara'ya Ankara'nın
ifade ettiği milli manaya bağlılığı artıyordu ," (s. 99) .
Milli Mücadele'nin ortaya çıkarttığı yaratıcı hamle karşısında
"bir cins arap kısrağı gibi, barut kokusu ve silah sesleriyle he­
yecana gelen Selma Hanım"ın (s. 9 1 ) , Cumhuriyet'in kurulma­
sının ardından giderek yozlaşarak bürokratlaşan ve modernleş­
meyi kadınsılaşmış bir davranış kalıbı olarak benimsemeye baş­
layan Hakkı Bey'e karşı olan aşkı da kısa sürede sona erecek­
tir. Hakkı Bey'in içine düştüğü durumu , "Yarabbi, asker ünifor­
ması içinde her hareketi, o kadar şahsi, o kadar kusursuz olan
bu adamı, sivil kıyafet, ne kadar acayipleştirmiş, salaklaştırmış,
kendiliğinden ayırıp sunileştirmişti ," (s. 1 24) cümleleriyle di­
le getiren Selma, geleceği ve ütopik Ankara'yı kuracak olan ye­
ni ve dinamik bir erkeğe yönelecektir.
Selma'nın seçiminin Türkiye'nin ve Ankara'nın seçimi olarak
simgeleştirilmiş olmasına rağmen, Yeni Tu ran 'da olduğu gibi
aktif bir özne olmaya yaklaşmış bir kadın karakter yoktur An­
kara romanında. Selma pasif bir seçici rolünü üstlenmekte, seç­
tiği erkekler Yakup Kadri'nin ideolojik yönelimine uygun birer
"Kadro" olarak tasvir edilmektedir. Selma hiçbir durumda ve
dönemde seçilen yolun belirlenmesinde bir etkide bulunma­
dığı gibi seçimin yönünü değiştiren bir etkileme gücüne de sa­
hip değildir. Yalnızca "doğru olan yolun" takipçisi ve destekçi­
sidir. Çünkü Selma'nın, "Beş yıldan beri bütün manasıyla haya­
ta, hayat mücadelesine atılmış olmakla beraber, gene, ruhunda
eski salon kadını pasifliğinden, zayıflığından bir şey vardı," (s.
1 77) ve ancak bir kadın olmanın getirdiği bütün bu zaaflardan
kurtulması halinde yeni Ankara'nın ruhunu yakalayabilecektir.
Selma ikinci dönem tercihlerinde bu zaaflarından da kurtul­
maya çalışacak ve modern, Avrupai olmaya çalışan Cumhuriyet
dönemi kadın ve erkeklerine rağmen kendisini milli bir gerçek­
likte bulmaya doğru yol alacaktır. Daha önceki dönemde Bin­
başı Hakkı Bey'in söylediği, "Anadolu ordusunda asker kadın­
lar yok mu? Vatan hizmeti Türk kadının yalnız evlerin çatısı
altında mı bekliyor? " (s. 70) sözleri Selma'ya bu ülkenin gele-

310
ceğinde aradığı rolü tanımlarken, yeni dönemin Avrupa'ya ya­
ranmaya çalışırken "yapmacıklaşması" karşısında hüsrana uğ­
rayacaktır. Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin şekilciliği­
ne karşı bir tavrı da içeren bu eleştiriyi Yakup Kadri şu şekilde
dile getirecektir romanda:

Eski Milli Mücadelecilerden bazıları gibi Hakkı Bey için de kı­


yafet değişiminden sonra milli dava adeta böyle bir mondenlik
iddiası şekline girmişti. Bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek,
bir Avrupalı gibi dans etmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlen­
mek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde, Avrupalılar ara­
sında muvaffak olmak bunlara büyük bir zafer kazanmak ka­
dar ehemmiyetli görünüyordu. (s. 1 1 2)

Selma Hakkı Bey'in bu durumundan oldukça rahatsız olacak


ve ilerleyen dönemde kurtuluşu Neşet Sabit'te bulacaktır. Cum­
huriyet bürokrasisi içerisinde kendisine yüksek bir mevki edi­
necek olan Hakkı Bey, Avrupalı olmanın getirdiği yozlaşmanın
etkisiyle Selma'yı aldatacak, fakat bu durum Selma'yı iki fark­
lı düzeyde yaralayacaktır: " [ K ] ocasının bir ecnebi kadınla bu
alakası , ona karşı iki katlı bir ihanetti. Onu , hem cinsiyetinde,
hem milliyetinde yaralıyordu ," (s. 1 6 1 ) . Kadınlık ve milliyetçi­
lik ilişkisi Ankara içerisinde kadına biçilmiş en başta gelen rol­
lerden birisidir. Selma aslında bir kadın olmasının dışında bü­
tün zaaflanyla milleti temsil eder. Bu anlamda Selma'nın seçi­
mi milletin de seçimidir. Yakup Kadri bu kurgusuyla, milletin,
nasıl bundan önce en dinamik ve yaratıcı müdahalede buluna­
bilecek siyasetlere destek verdiyse bundan sonra da geleceği en
doğru biçimde kuracak kadroları destekleyeceğini düşünmek­
tedir. Selma'nın üçüncü bölümde yaşlanmasına rağmen hala
güzelliğini ve diriliğini koruması (s. 1 78) da aslında her zaman
doğruyu seçecek olan milletin dinamizmini simgelemesi bakı­
mından anlamlıdır.
Yakup Kadri roman boyunca modernleşmeyi "züppelik"le
birlikte tanımlayacaktır. Peyami Safa ve Halide Edib'de olduğu
gibi modernleşmeyle gelen özgürleşme, biçimsel dönüşümden
daha fazlasını ve daha milli olanı içermediği takdirde kültü-

31 1
rel yozlaşmaya ve toplumsal çöküşe yol açmaktadır. Cumhuri­
yet'in yeni sahiplerinin gözünde kadınlar, hala süslü birer kuk­
la olarak, dans etmekten başka işe yaramayan ve aslında başka
bir ihtiyaçlarının kalmadığı, her türlü hakkın Cumhuriyet ta­
rafından verildiği kişiler olarak görülmeye devam edeceklerdir.
Bir zamanlar Selma'nın kadınları yücelttiği için hayran olduğu
Hakkı Bey bile Selma'nın bu bakışı eleştirmesi karşısında, "ge­
riye alırsak kıymetini o vakit anlarsınız" (s. 1 58) diyebilecektir.
Yakup Kadri burada Cumhuriyet'in kadınlara verdiği hakların
onları özgürleştirmek yerine hala aynı kadınlık rollerinde de­
vam etmelerinin istenmesinin ve bu hakların erkekler tarafın­
dan bahşedildiği yönündeki düşüncenin bir eleştirisini yapmak
istemektedir. Selma da roman içerisinde buna itiraz edecek ve
verilen hakların yetersiz olduğunu , "Ben, bize verdiğiniz 'cour­
tisane' hürriyetini istemiyorum. Ben, erkekle her hususta eşit­
lik talep ediyorum," (s. 1 63) sözleriyle dile getirecektir.
Yakup Kadri'nin kadınların eşitliği için getirdiği çözüm, bu­
rada incelenen diğer örneklerde benzer şekilde vurgulandığı
gibi, yine "çalışmak" olacaktır. Kadınların hakları konusunda
pek fazla yorumun görülmediği roman boyunca, kadınları mo­
dernleşmenin biçimsel yanlışlıklarından kurtaracak olan eko­
nomik özgürlüklerini kazanmak için çalışmak olarak tanım­
lanmaktadır:

" Çalışmak istiyorum. Fakat, hayatımı kazanmak için değil"


derken, bunu tamamiyle aksini düşünüyordu . Bilakis , onca ,
kadının hürriyeti demek, hiçbir hususta erkeğine muhtaç ol­
maması, ondan bir beklememesi, ona tabi bulunmaması idi .
Selma Hanım , her şeyden evvel, bu tufeyli vaziyetinden, bu
lüks eşya halinden kurtulmak istiyordu . (s. 1 59)

Kabaca dönemin çoğu aydın ve yazarında , kadınların ev­


de, çalışmadan oturduğu ve "erkeğinin" yanında süslü eşya gi­
bi gezdiğine dönük bir algı bulunmaktadır. Özellikle modern­
leşmeyi yalnızca üst sınıfa ait bir dönüşüm olarak gören bu ya­
zarların çoğu , alt sınıf kadınların, yalnızca erkeğin ekonomik
baskısından kurtulmak için değil , gerçekten çalışmak zorun-

31 2
da oluşuna dair pek fazla söz etmemesi, kadın ve modernleşme
ilişkisini yalnızca üst sınıflara ait bir olgu olarak kurguladıkla­
rını ortaya koymaktadır. Ev içi emeğin hiçbir zaman tanımlan­
maması, çalışmak denildiği zaman yalnızca ev dışında bir yer­
de çalışmayı kastettikleri düşünüldüğünde, kadının ev içi emek
üzerinden ailedeki durumunu çok da fazla sorun haline getir­
mediklerini söylemek mümkündür. Selma da benzer bir biçim­
de, "Bir bankada veya bir şirkette çalışmayı hiç cazip bulmu­
yordu. O yapacağı işin insani ve içtimai bir kıymeti olsun isti­
yordu ," (s. 1 64- 1 65) . Bu nedenle, neredeyse genel bir kanı ola­
rak kadınlara özgü addedilebilecek işlerden birisini kendisine
uygun görecektir: "Gözüm pek yükseklerde değildir. Himayei
Etfal'de bir çocuk bakıcılığı veya hastanelerin birinde bir hem­
şirelik benim içi yeter artar bile . . . " (s. 1 64) . Bu ve benzeri işle­
rin kadınlara "uygun" olarak tanımlanması genel anlamda ata­
erkil bir toplum yapısının tanımlamaları olduğu gibi, örneğin
Platon'un Devlet, Thomas Moore'un Ütopya ya da Campanel­
la'nın Güneş ülkesi gibi klasik ütopyalarda sıklıkta tekrar edi­
len bir görüştür. Çünkü Campanella'nın da açıkça söylediği gi­
bi, "Kadınlar erkekleri değil, yalnızca kadınları yönetebilir, ço­
cukların eğitim yönetimiyle uğraşabilirler. "2 6 Bu "klasik" anla­
yışın Ankara' da ve burada incelenen diğer ütopya örneklerinde
de benzer biçimlerde yer aldığı söylenebilir.
Yeni Ankara , yeni bir çalışma ve kültür anlayışıyla yeni bir
insan tipi yaratacaktır. Bu yeni nesil içinde Neşet Sabit'in ti­
yatro çalışmaları sırasında yakın olduğu zeki, çalışkan ve gü­
zel oyuncu Yıldız'a karşı Selma'nın duyduğu "kıskançlık" aynı
zamanda yeni neslin yeni kadınlık algısını da ortaya koyacak­
tır. Selma'yı kıskançlık benzeri düşüncelere götürecek olan bu
"mesai arkadaşlığı" , sonradan anlaşılacağı gibi cinsel bir yakın­
laşmaya yol açmayacak, açamayacaktır. Çünkü yeni nesil artık
Selma gibi on altı yaşından önce "bütün kötülüklere aklı eren"
(s. 226) bir insanın yetişmesine imkan sağlayacak bir kültür
içerisinde büyümemektedir. Sonuç olarak Yakup Kadri'ye göre
çalışmak, kadınların bu türden kadınlara özgü kötülüklere yö-
26 Temizarabacı Yıldırmaz, Ütopyanın Kadınlan Kadınların Ütopyası, s. 48.

313
nelmelerini engelleyeceği için toplumda ahlaksızlığın da önü­
ne geçilmiş olacaktır.
Peyami Safa, Yalnızız'da kadınlar arasında bir derecelendir­
me yapmaktadır. Ona göre her kadın aynı ahlak ve statüye sa­
hip olamayacağı için farklı isimlerle anılmalıdır. "Bu kız , Ya­
rabbi, bu kadın, nasıl, bu karı, of, bu mahluk nasıl benim hisle­
rimin tarihine ve içimin en mahrem galerisine, sonunda kovul­
mak için bile olsa, nasıl, nasıl girebildi," (s. 282) sözleri, ken­
disini etkisi altında bırakan "kadınlar" arasındaki sınıflandır­
mayı ortaya koyar. Kızdan mahluka uzanan bu derecelendirme,
her kadının aynı "hile yapma gücü" ne sahip olmadığını , erkeği
etkileyen kötülüğün kadınların kendi arasındaki sınıflandırma­
ya göre değişebileceğini vurgulamak için yapılmaktadır. Zira:

Kadınların hemen çoğu böyledir, fakat senin kadar değil. İd­


raklerine ve iradelerine ait noksanları hesapları ve hileleriyle
telafi etmek isterler. "Kadının fendi . . . " hikayesi. Bu "fend" ke­
limesinin sonundaki lüzumsuz "d" harfi yok mu ? Bu harf on­
ların cehaletini ve sırf iç güdüleri ile elde ettikleri iptidaihi­
le tekniğini yüksek bir "fen" zannettiklerini gösterir. En yük­
sek mekteplerde okumak onları mutlaka bu karanlıktan kur­
taramaz, çünkü bilmek için bilgi kafi değildir, anlamak da la­
zımdır. (s. 1 28) .

Safa'ya göre kadınlar, her söyleneni ve yapılanı anlamalarına


imkan vermeyecek noksanlara sahip oldukları için başvurduk­
ları hilelerle bu açıklarını kapatmaya çalışırlar. Fakat her kadın
bunu aynı derecede yapamaz. Kadından mahluka uzanan bu
derecelendirme, erkeklere karşı kadınların mücadelesinde uy­
gulanan hilelerin derecesine göre değişmektedir.
Masum bir kız olan Meral'in, kötü yola düşmesi an mesele­
si olarak görülen Feriha'dan etkilenmesini engellemek için Sa­
mim yoğun bir çaba göstermektedir. Bunun için de kadının
kendi içinde yaşadığı tereddüdü engellemek üzere hem sözlü
hem de yazılı müdahalelerde bulunur. Nurdan Gürbilek, mo­
dernleşmeyi sorunsallaştıran çoğu erkek edebiyatçının "roman
okuma" eyleminin "tehlikeleri"ne vurgu yaptığından bahseder.

314
Gürbilek'e göre, modernleşmeyle birlikte Osmanlı ve Türk top­
lumuna da girecek olan Batı tipi roman, içerisinde barındırdığı
kültür açısından özellikle dönüşüm yaşamakta olan toplumun
kadınlarını "baştan çıkarıcı" bir işleve sahiptir.27 Yalnızız'ın her
an baştan çıkabilecek olan karakteri Meral, henüz bu etkilen­
menin başındadır. "Her birinde beşer onar sayfa okunmuş, say­
falarının hepsi açılmamış romanlar"la (s. 1 7 4) dolu olan oda­
sında henüz romanların hepsi okunmadığı için, beklenen kö­
tü etki de oluşmamıştır. Bu nedenle, Samim hemen duruma
müdahale edecek ve Meral'in okuma açlığını kendisi giderme­
ye çalışacaktır. Fakat "tehlikenin farkında" olan Samim etkile­
menin yönünü garantiye almak için Meral'e verdiği Rilke'nin
bir kitabında "onun dikkatle okumasını istediği bazı sahifele­
rin kenarlarını kırmızı kalemle çizmişti [ r ] " (s. 1 77) . Safa , bi­
linçli bir biçimde kadınları modernleşme sonrasında karşı kar­
şıya kalacakları "şekilci" dönüşümün etkisinden kurtarabilmek
için egemen kültür tarafından yönlendirilmeleri gerektiğini di­
le getirmektedir. Aksi takdirde , "aşkı daima birinci planda, aç­
lığın bile önünde gör [ en] . . . kadın kısmı" (s. 96) toplumsal ah­
lakın ortadan kalkmasına yol açacak bir yozlaşmayla yüz yüze
kalabilir. Samim'in- yol gösterici erkek karakterin- aşık oldu­
ğu ve kendisini tercih etmezse doğru yoldan sapacağına inan­
dırmaya çalıştığı Meral'in annesiyle Meral doğmadan önce iliş­
kiye girmesi ve bu nedenle Meral'in kendi kızı olma ihtimali
bile Samim'in ahlaksız olarak tanımlanmasına yol açmayacak
(s. 252-253 ) , geleceğin uyumlu toplumu Samim'in çizdiği yol­
da kurgulanacaktır.
Ahlak ve namus Yalnızız'ın ütopik olmayan kısımlarında
en çok üzerinde durulan meselelerden birini oluşturmaktadır.
Modern ve geleneksel olan toplumsal yapıların ahlaki anlayış­
larının farklılığına romanda sıkça değinilmektedir. Bu farklılık­
lar, roman karakterlerinin içinde yer aldığı "dej enere" aile iliş­
kileri üzerinden tanımlanmaktadır ve bu durum toplumsal ah­
lakı zedelediği kadar, toplumsal bir çatışmaya da zemin hazır­
lamaktadır. Çünkü modernleşmenin yarattığı bu ahlaki yok-
27 Gürbilek, Kör Ayna, Kayıp Şark, s. 29 .

31 5
sunluk kişilerin yalnızlaşmasına ve toplumun kuralsızlaşma­
sına yol açacaktır. G enel ahlak bu anlamda aileyi, toplumu ve
ülkeyi bir arada tutan namus kavramı üzerinden değerlendiril­
mektedir. Meral'in erkek kardeşi Ferhat da bu konuda Meral'i
suçlayacak ve kurtuluşu ev, toplum ve ülke dışında arayan Me­
ral'in bu kuralsızlığını şöyle açıklayacaktır:

Bu evde boğuluyorsun, çünkü bu ev senin namuslu olmanı is­


tiyor. Seni boğan bu ev değil, bu cemiyet, bu memleket. Pa­
ris'te seni kimse tanımayacak. Orada Nail Beyin kızı, Ferhad'ın
kızkardeşi Meral değilsin. Sürü sürü aşifteler arasında bir Mat­
mazel Meral. . . Seni kimse tanımayacak, kimse senden hesap
sormayacak. Yanındaki o şıllıkla istediğin gibi fing atacaksın.
(s. 308) .

Yalnızız'da namus, kadınların toplum içerisinde kontrolü­


nün sağlandığı bir mekanizma olması açısından, bu kontrol iş­
levi üzerinden tanımlanmaktadır. Sınırların dışına taşan her
türden "aşırılık" toplumun da dışına itilmesi gereken "mah­
luk" sıfatını hak etmektedir. Çünkü toplumsal düzen, bu tür­
den aşırılıkların olması durumunda sağlıklı bir birlik olma ni­
teliğini kaybedecektir Safa'ya göre . lşte modernleşmenin getir­
diği yozlaşma temel olarak kadınların "yabancı" bir kültürden
etkilenerek toplumun değerleriyle çatışmasını ve "realiteyi"
-mevcut düzeni- bırakarak "meçhulü" -henüz gerçekleşme­
miş ve ne olacağı belirsiz geleceği- tercih etmesini doğurmak­
tadır. Muhafazakar bir zihniyet açısından mevcut düzeni teh­
dit edebilecek her türlü düşünce ve eylemi engellemek temel
bir yaklaşımdır. Peyami Safa bu düşüncesini Yalnızız'da, "Meç­
hul, daima malumun en korkunç rakibidir," (s. 1 54) sözleriy­
le dile getirecek ve çözüm ise meçhule duyulan arzuyu "öldür­
mektir" : "Öldürmekten maksadım hapsetmek ve ziyansız hale
getirmektir. Elimiz ve ayağımız gibi o da mutlak emrimiz altına
girebilir. Ve onun bizi tokatlamasını, yaralamasını, öldürmesi­
ni imkansız bir hale sokabiliriz, " (s. 1 56- 1 5 7) .
Bu kontrolü sağlamak için geleceği , diğer bir ifadeyle Sime­
ranya'yı bu türden ikiliklerin ortadan kaldırıldığı bir düzlem-

316
de kurmak istemektedir Peyami Safa. Simeranya bir uyum ve
tevekkül dünyasıdır: "Oraya ilk adımını atar atmaz , kendini
her tarafa yayılmış bir umumi intibak ve ahenk atmosferi için­
de bulursun. Herkes bu ruh sağlığının yollarını bilir ve hasta­
landıktan sonra, kendi kendisini, isyandan tevekküle giden yo­
lu açacak telkinlere uygun bir hazırlık �ulur," (s. 67) . Böylelik­
le hiçbir aşırılığa yer kalmamıştır. İnsanların geleceğe dönük
bir dönüşüm ihtiyaçlarının kalmadığı, "tereddüt ve buhranla­
ra" yer olmayan bir uyum ve düzen ülkesidir Simeranya. Bu dü­
zen, çatışmaların ortadan kaldırılması için her türden aşırılıkla­
rın zararsız bir hale sokulduğu ; yukarıdaki alıntıda olduğu gi­
bi her türlü duygunun öldürüldüğü veya baskılandığı bir yerde
gerçekleşmektedir.
Kadın ve erkek arasındaki çelişkiler de, daha önce bahsedi­
len emek yaşamındaki çelişkilere benzer biçimde sonuçlandı­
rılacaktır. Safa'nın "kutuplaşma dramı" adını verdiği olgu Si­
meranya'nın bütün varoluşunu belirleyen temel unsurdur. Bü­
tün Simeranya kurumları bu kutuplaşmayı ortadan kaldırmak
için çalışmaktadır. Bu nedenle, bütün sorunlar "ne cinsiyete, ne
menfaate, ne de gurura bağlanması mümkün olmayan bir aşk"
(s. 42) anlayışıyla çözümlenmektedir. Bütün çatışmalar "aşk
enstitüsü"nde halledilmektedir. Bu enstitü temelde "bütün" adı
verilen bir "bilimsel" anlayış etrafında çalışmaktadır. "Simeran­
ya ilminde fizik hadise, biyolojik hadise , sosyal hadise, diye bir­
birinden ayrı vak'a serileri yoktur," (s. 56) her şey bu "bütün"ün
bir parçası olarak incelenir. Böylece aslında Peyami Safa, bütün
sorunları birbirine bağlayarak, organik bir bütün olarak hareket
eden sınıfsız ve kaynaşmış bir toplum yaratmış olacaktır.

Sonuç

Nurullah Ataç modernleşme sürecini "Bugünkü Batı acunu ,


Batı uygarlığı yüzyılların ürünüdür, birdenbire doğuvermiş,
açılıvermiş değildir. Biz o uygarlığa birdenbire konmak istiyo­
ruz, " 2 8 sözleriyle eleştirmiştir. Osmanlı-Türkiye modernleşme-
28 Yalçınkaya, Eğerden Meğere, s. 1 54.

317
si açısından bu doğru olduğu kadar zorunlu bir gelişmeydi. Da­
ğılma ve yıkımdan kurtulabilmek için Batı gibi olmanın en kı­
sa yolunu bulmak ve bir an önce kalkınmak gerekliydi. Fakat
geçiş sürecinde Batı'nın değerlerinin mevcut toplumsal yapıyla
uyuşmaması ve kalkınmayla beraber gelen kültürel dönüşüm
çoğu entelektüel için bir sorun oluşturmaktaydı. Bu nedenle,
belki en büyük Türk ütopyası Batı'nın tekniğini alıp kültürünü
bırakmak düşüncesi olmuştur. Burada incelenmiş olan üç ütop­
yanın hepsinde ortak tema, Türkiye'nin gelişmiş ve kalkınmış
bir ülke olması için izlemesi gereken yol olmuştur. Çok açık
bir biçimde, herhangi bir başka ülke için değil, Türkiye toplu­
mu için önerilen bir yoldur, bu . Peyami Safa'nın Si m era ny a'nın
önsözünde seslendiği "insanlık" (s. 389) bile, kitabın genelin­
de yapılan Avrupalılaşma eleştirisi düşünüldüğünde , bütün in­
sanlığı kapsamamaktadır.
Kısa bir zaman döneminde yaşanmış ve yaşanacak temel po­
litik yönelime müdahale amacını taşıyan bu üç ütopya Batı'nın
değerleri üzerine sundukları eleştiri sonrasında aslında yine
Batı'nın kendisinden başka bir şey olmayan bir yere varmakta­
dırlar. Yalnızız'da Proust'tan Leon Blum'a kadar verilen örnek­
lerin bütün kaynağı Batı edebiyatı, felsefesi ve siyasetidir. Ye­
ni Turan yaratmaya çalıştığı yeni düzenini Anglosakson siya­
si kültürüne ve lsviçre'nin kalkınmış köylerine benzetmeye ça­
lışmaktadır. En nihayetinde Ankara Batı'nın neredeyse her şe­
yini reddetmek üzerine kurulu söylemine rağmen, ütopyayla
gerçekleşen yeni dünya, ya "Virgilus'un Bukolik'lerindeki kır
safaları" na ya da "Fransa'nın Provansa'sına" (s. 230) benzeye­
cektir. Batı'ya rağmen Batı gibi olmak sevdası ütopyaların teme­
lini oluşturmaktadır.
Bunun belki de en temel sebebini, hem yazarların hem de ro­
manlarda anlatılan karakterlerin Batı eğitimi görmüş, yöneti­
ci elit arasında bulunmuş ve halkla kaynaşmak gereğini ifade
etseler bile, kendinden menkul bir halk-millet yüceltmesi dı­
şında, pek de fazla halkla yakınlaşmamış kimseler olmaların­
da aramak gerekmektedir. Doğu-Batı eleştirisi de, kadın-erkek
ilişkilerinin biçimi de aynı elit çevrenin içerisinden çıkıp gel-

318
miş gibidir. Eleştirilen Batı tipi modernleşmenin sonucu olarak
erkekler kibar beyefendiler olmak dışında , kadınlar ise birer süs
nesnesi, kukla olarak erkeklerinin yanında gezmek dışında pek
bir iş yapmayacaklardır. Bu nedenle bu asalak, dejenere sınıfını
terbiye etmenin tek yolu olarak çalışmak gösterilecektir.
Çalışmak, bu üç ütopyada da merkezi bir yere sahiptir ve
hem kalkınmanın bir gereği hem de kötülüğün kaynağı olan
sıkıntının ortadan kaldırılması için en temel müdahale biçimi
olarak tanımlanmıştır. Alt sınıfların, köylülerin ve işçi sınıfı­
nın modernleşme olsa da olmasa da zaten çalışmak durumun­
da olması yalnızca devlet kontrolünde düzenlenmesi gereken
bir detay olarak yer alır. Aslında bir tarafıyla çalışma eyleminin
bu kadar yüceltilmesi Batı oryantalizminin egemen kıldığı tem­
bel Doğu imgesinin kabulü anlamına da gelir. Doğu toplumları
Batı gibi kültürel ve ekonomik dönüşüm geçirmediğinden de­
ğil, yalnızca teknik bir sorun olarak görülen tembelliği ve kon­
formizmi yüzünden geri kalmış olarak düşünülmektedir. Bugü­
ne kadar tekrarlanacak olacak Batı'nın tekniği ütopyasına ulaş­
mak için yapılması gereken tek şey daha fazla çalışmak ve ça­
lışmaktır.
Çalışmaya dayalı bu toplumsal yapıya ulaşabilmek için ise
kültürel ve toplumsal anlamda Batı gibi olmak gerekli değildir;
Türk milletinin kendine özgü vasıfları bu kalkınan Türkiye ide­
alini gerçekleştirecek gücü sağlamaktadır. Milliyetçilikle birleş­
miş bir kalkınan toplum ideali, bir anlamda yeni kurulan Tür­
kiye Cumhuriyeti'nin de ideali olduğu için burada ele alınan
aydınlar açısından bu koalisyon çok büyük bir sorun yaratmaz .
Yalnızca bu sürecin daha sağlıklı ve yazarlar açısından daha is­
tenilir sonuçlara ulaşması için gerekli bazı müdahalelere ihti­
yaç vardır. Bu nedenle, burada incelenen ütopyalar, daha ön­
ce de tekrarlandığı gibi, çok uzak bir geleceği kurmaya dönük
tahayyüller içermezler. Yeni Cumhuriyet zaten birçok konuda
doğru müdahalelerde bulunmaktadır; yalnızca bazı tehlikele­
rin ve doğru yolun tekrar gösterilmesine ihtiyaç vardır. Peyami
Safa açısından bu durum biraz daha farklıdır. Safa'nın muhafa­
zakar anlayışının ve dönemsel olarak yaşadığı sıkıntının bir so-

319
nucu olarak yaratılacak olan yeni gelecek, bugünle olan bütün
bağların ortadan kaldırıldığı bir toplumsal temele dayanmakta­
dır. En azından bugünü korumak kaygısıyla hareket edenlerin
geleceği ancak cennette kurabileceğinin bilincindedir.
Modernleşme süreciyle dertleri olan bu üç yazarın da, mo­
dernleşmenin en görünen tarafı olan kadınların yeni toplum
içerisindeki konumuna ilişkin de oldukça sorunlu çözümle­
ri bulunmaktadır. Öncelikle modernleşmenin getirdiği şekil­
ci dönüşüm içerisinde kadınlar her zaman bu şekilciliğin se­
bebi olarak tanımlanmaktadır. Erkeklerin kollarında birer süs
nesnesi olmaktan başka işe yaramayan bu kadınların da en
başta çalışarak yeni topluma katkıda bulunması beklenmek­
tedir. Modernleşmenin kadını bu konuma itmesinin ve ka­
dının da bunu kabullenmesinin ahlaksız bir düzen yarataca­
ğı öngörüldüğünden, çalışan kadının bu türden kötülüklere
vakti ve ihtiyacı kalmayacağı düşünülmektedir. Burada da yi­
ne benzer bir biçimde üç ütopyanın hepsinde yalnızca üst sı­
nıftan kadınların ve kadınların yalnızca ev dışındaki çalışma­
larının dikkate alındığı söylenebilir. Alt sınıf kadınların za­
ten çalışmak zorunda olması , modernleşmenin bu "nimetle­
rinden" yararlanan kesimlerin sınırlı olması meselesi yalnız­
ca Yakup Kadri'nin Selma'nın halktan "yabancılaşması"nı an­
latmak istediği bölümler dışında çok da dile getirilmemekte­
dir. Ankara'da Selma sıkıntılı bir halde gezerken eski mahal­
lesine gider ve oradaki kadınlarla karşılaşır ve modernleşme­
nin getirdiği farklılığı ilk defa fark eder: "Önlerinde duran bu
kürklü , kadife şapkalı ve beyaz eldivenli mahluk, onlar için,
kaç yıldır uzaktan uzağa yaratıldığını işittikleri bir alemin ( . .. )
merak uyandırıcı bir örneği idi" (s. 1 72) . "Mahluk" sıfatı , Pe­
yami Safa'nın da modernleşmiş ve bu nedenle kötü ve yaban­
cı kadınları tanımlamak için kullandığı bir sıfat olarak Yakup
Kadri'yle ortaklaştıkları yönlerden birini daha ortaya çıkar­
maktadır. Modern kadın , her üç romanda da, kötülüğe ve ah­
laksızlığa yatkın, toplumdan yabancılaşmış bir yaratık olarak
tanımlanır. Bütün yazarların bu tür kadınlara önerdikleri ise
yine çalışmaktır.

320
Feminist bir perspektife sahip olması açısından Halide
Edib'in diğerlerinden çok daha önde olan romanında bile ev içi
emek değerli kabul edilmemiş, dile getirilmemiştir. Kadınlık
rollerini bir gereği olarak, her kadının kendisine uygun düşen
işlerde çalışması dikkate alınırken, ev işlerinden ya da bu işle­
ri yapan kadınlardan çok da bahsedilmez. Ama anlaşılmaktadır
ki zaten başkarakter olan kadınlar daha üst sınıfa mensuptur ve
"o gibi" işleri yapacak hizmetkarlara sahiptirler. lster erkek is­
ter kadın olsun, yazarların kendisi gibi, kendilerinin yapmadı­
ğı işleri değersiz gören bir çalışma anlayışının bütün romanlar­
da ortak olduğunu ve bu nedenle ev içi emekten hiç bahsedil­
mediği ileri sürülebilir.
incelediğimiz her üç ü topyada da kadınlara , hemen her
ütopyada olduğu gibi , yaşanılan zaman ve topluma kıyasla da­
ha etkin roller, toplumsal yaşam içinde daha fazla yer verildiği
görülmektedir. Ancak, bu roller belirli alanlarla sınırlıdır. Ye­
ni Turan gibi feminist olarak nitelenebilecek bir ütopyada bi­
le, kadınlar genel olarak, kadınlara özgü olduğu kabul edilen
roller, etkinlikler ve mesleklerde yer almaktadırlar. Kadınlar
her ne kadar ailede, toplumda, siyasette bir alan kazanmışlarsa
da, üçünde de kadınların namuslu , dini değerlere ve/veya top­
lumun genel geçer ahlak kurallarına bağlı olması beklenmek­
tedir. Bu üç ütopyada esas olan topluma faydalı bireyler yetiş­
tirmek, toplumun kalkınma ve ilerlemesine hizmet etmek ol­
duğundan kadınların kendilerini geliştirmesi ve toplumsal ha­
yata katılımı bireysel bir hak ve özgürlük meselesinden ziyade
toplumsal fayda esasıyla savunulmaktadır. Aslında birçok baş­
ka ideolojide de görüldüğü gibi, burada incelenen birbirinden
farklı ideolojik yönelime sahip ütopya örneklerinde de kadınla­
nn kurtuluşu ancak milletin kurtuluşuyla gelebilecektir.

321
10
MtLLİYETÇİLİGİN ERKEK ANIATISI:
ERİL PASAJIARDA KADIN StLÜETLERİ

SiMTEN COŞAR - A YLIN ÖZMA N

Giriş

Türkiye'de Cumhuriyetçi ideolojinin temel bileşenlerinden biri


olan milliyetçiliğin söylemsel -metinsşel yeniden- kurulumu­
nun mit okumasını davet eden özellikler taşıdığı söylenebilir.
Resmi tarih yazımından, edebiyat ve gündelik konuşma diline
kadar uzanan bir yelpazede farklı pratikler içerisinden işleyen
milliyetçi söylem, Türk milli kimliğini bir yandan biricik -do­
layısıyla istisnai- varoluş biçimi olarak kurarken, diğer yandan
yine bu kimliği genelgeçerleştirmesiyle -dolayısıyla sıradanlaş­
tırmasıyla- tam da mitik bir kurguyu yeniden üretir. Böylelik­
le mit yazımına özgü durağanlık, 1 istisnai olarak tespit edile­
nin kapalı bir metin içerisinde süreğen bir şekilde yeniden üre­
timinde gerçekleşmiş olur. Öyleyse, ulus-devletin doğasına iç­
kin milliyetçi söylem, milleti ve milli olanı farklı dilsel biçimler
içerisinde sabitler. Bu , tarihsel evrilişin dinamizmi, müphem­
liği ve en fazla tahmin edilebilirliğinin yarattığı endişeyle hal­
leşme çabasına referansla anlaşılabilir. Milliyetçi söylem tarihle
halleşmek durumundadır; zira tarihin açıklığı, geri döndürüle-

Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, çev. Şen Süer - Selahattin Erkanlı; haz. Hil­
mi Yavuz ( lstanbul: Alan Yayıncılık, 1 986) .

323
mezliği milliyetçi söylem için varoluşsal bir tehdide işaret eder.
Milli kimlik bu şekilde ezeli ve ebedi kılınırken her türlü sor­
gulamanın bertaraf edilmesi söz konusudur.
Bu süreç içerisinde tarihin "yalan"a döndürülmesi ve/ya da
" örtülme"sinden ziyade eğilip bükülmesine işaret etmek ge­
rekir.2 Daha açık bir ifadeyle, milliyetçi tarih dökümü belirli
bir mitik inşadır: Ve "mit [ okuru ] arar" , çağırır.3 Okuru , tari­
he özgü durumsallığı ebedileştirmeye, tarihsel analizi tanımla­
yan müphemliği gidermeye, belirli bir tarihsel anı dondurma­
ya çağırır. Böylelikle, tarihi kapatır.4 Diğer bir ifadeyle , alterna­
tif tarih okumalarını ve alternatif özneleri yok hükmünde kı­
lar. Genelde tüm milliyetçi yazınlar özelde Türk milliyetçiliği­
ni temsil eden metinler böyle bir dışlama ve dolayısıyla yok kıl­
ma anlatısı üzerine kurulurlar. Yok kılmanın süreğenleştiril­
mesi, milletin tarihinin anlatılmasında, "basitliği, dramatikleş­
tirmeyi ve geçmişin anlatısının seçici bir şekilde kurulması"nı
gerektirir. 5 Anlatılar, milletin ezeli ve ebedi varoluşunu tespit
etme kaygısıyla işletilir. Bu anlatılarda , korku-cesaret, zayıflık­
güçlülük, ihanet-sadakat/kahramanlık, kötülük-iyilik, nefret­
aşk zıtlıkları, basitleştirici işlevleriyle ulus miti yazımının hiz­
metine sokulur. Milli özneyi arayan/çağıran mit(ler) bu basit­
leştirmeyi, aşkın addedileni kişisel hasletler vasıtasıyla keşfede­
rek gerçekleştirir(ler) . Dolayısıyla, anlatılar boyunca aşkın bir
olgu olarak temsil edilen milleti tariflemek için "kötü-zayıf­
hain"le "iyi-güçlü-sadık/kahraman" karşı karşıya getirilir. Bu­
radaki bağ aşk-nefret ikilisiyle ifadelendirilen duygularla kuru­
lur. Türk milliyetçi söyleminde sıklıkla karşımıza çıkan "hain
Yunan" ya da "korkak Yahudi" ya da "çalışkan Türk" "kahra­
man Türk" nitelemeleri , belirli bir tarihsel-siyasal bağlam içe­
risinden böyle bir duygulanımı temsil eden ve yeniden üreten
bir anlatının bileşenleri olarak görülebilir.

2 Roland Barthes, Myhtologies (Londra: Vintage, 2009/1993 ) , s. 1 53 - 1 54.


3 A.g.y., s. 1 49.
4 A.g.y., s. 1 54; Strauss, Mit ve Anlam.
5 Duncan S. A. Beli, "Mythscapes: Memory, Mythology, and National Identity" ,
Brtisih ]oumal of Sociology , Cilt 54, Sayı l (Mart 2003) , s. 75.
324
Tam da bu noktada dikkat edilmesi gereken mesele, yukarı­
da değindiğimiz "kişisel haslet"lerin ağırlıklı olarak erkeklere
özgü olduğu varsayılan deneyimlere referansla kurulmasıdır.
Milletin mitik anlatısında esasen "maddi bir forma sahip olma­
yan . . . [ sadece ] bir soyu tlama"dan6 ibaret olan millet kişilerle
özdeşleşen sıfatlar üzerinden tanımlarken, farklı cinsiyet halle­
rine işaret eder. Beth Baron'un da belirttiği gibi, milletin kişi­
selleştirilmesi, tarihsel ve sosyo-politik bağlamlara bağlı olarak,
"erkeklik ya da kadınlık" imgeleri üzerinden gerçekleştirilebi­
lir.7 Nitekim milletlerin ve milliyetçiliklerin cinsiyetlendiril­
miş söylemsel alanlar içerisinden geliştikleri tarihsel bir olgu­
dur. 8 Ancak, bu cinsiyetlendirme süreci millet tahayyülünde,
mitik anlatıyı niteleyen durağanlığa kısa bir ara verdirerek, eril­
dişi unsurlar arasında geçişler yapar. Bu geçişlerde millet, milli­
yetçiliğe içkin heteroseksizmle çelişecek şekilde, hem kadınla­
rın hem de erkeklerin aşk nesnesi olarak cinsiyetler arasıdır. Bu
çelişki yine mitik anlatı içerisinde "aşkınlık" iddiasıyla çözülür.
Bu bölümde, 2000'ler Türkiye'sinde "ulus miti"yazımını fe­
minist bir perspektiften okumayı amaçlıyoruz. Bunu yapar­
ken, son dönemde milliyetçi tarih dökümüne örnek teşkil et­
tiğini düşündüğümüz Turgut Özakman'ın seçili eserlerini -
yazarın ifadesiyle " Çanakkale , Milli Mücadele ve Cumhuri­
yet'ten oluşan üçleme"sini"9 çözümlüyoruz. " . . . [ M ] illiyet­
çi mit bir milletin . . . geçmişini [yeniden] inşa etmek vasıtasıyla
bugünkü [varoluşunu ] anlamlandıran bir hikaye"yse 1 0 Özak­
man'ın ilk baskısı 2005 yılında yayınlanan ve 407 baskısıyla
hala dolaşımda olan Şu Çılgın Türkler adlı kitabının yanı sıra

6 Beth Baron, "Nationalist Iconography: Egypt as a Woman" , Rethinking Na­


ıionalism in the Arab Midde East içinde, james Jankowski ve lsrael Gershoni
(der.) (New York: Columbia University Press, 1997), s. 1 0 5 .
7 A.g.y . , s. 1 0 5 .
8 Nira Yuval-Davis, Gender and Nation (londra: Thousand Oaks, Yeni Delhi: Sa­
ge, 1 99 7 ) ; Sylvia Walby, "Woman and Nation", Intemational ]oumal of Com­
parative Sociology , Cilt XXXl ll, Sayı 1 - 2 ( 1 992) , s. 8 1 - 1 00.
9 Turgut Özakman, Diri liş Çanakkale 1 915 (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2008), 95.
Basım, s. 9.
10 Beli, "Mythscapes: Memory, Mythology, and National Identity" , s. 75.

325
Diri liş ( 2008)ve Cumhuriyet-Türk Mucizesi, 1-II (2009 ; 20 1 0)
adlı kitaplarının tam da böyle bir hikayeleştirme denemesi ol­
duğunu düşünüyoruz. Özellikle Şu Çılgın Türkler, satış profi­
liyle farklı değerlendirmeleri davet etmiştir: Elisabeth Özdal­
ga'nın ifadesiyle sadece bir "elkitabı" ndan ibaret olan,1 1 Ayşe
Hür'ün değerlendirmesiyle 1 2 Türklüğün aşağılık ve üstünlük
kompleksi arasında salınımının bir çıktısı olarak görülebile­
cek bu kitaba ek olarak üçlemenin diğer bileşenleri, sosyo-psi­
koloj ik, siyasal, kültürel ve ekonomik alanları kesecek şekil­
de milletin cinsiyetlendirilmiş yeniden-kurulumunun örnek­
leri olarak alınabilir.Yazar ise çalışmasını "belgesel roman" 1 3
sınıfına dahil etmekte . Biz , bu bölümde metinleri edebi açı­
dan değerlendirmiyoruz ; Özakman metinlerin , hangi ede­
bi kategori içerisinde yer alırsa alsın , incelenmesinde "ulus
miti"yazımının referans alınmasının açımlayıcı olacağını dü­
şünüyoruz. 14 Bu ise, bizi her şeyden önce , mitin aradığı insan­
ların kim olduğu sorusuna götürüyor.
Bu sorunun yanıtını bulmak için Turgut Özakman'ın kurdu­
ğu hikayenin örüntüsünü çevreleyen bağlamsal unsurlara bak­
mak gerekiyor. Özakman, Cumhuriyet'in ilk kuşağı içerisin­
den Kemalist cumhuriyetçi politik duruşu temsil etmesi ve bu
duruşu bireysel-kolektif düzlemde eserlerinde yansıtıyor olma­
sı açısından önemli. Paralel şekilde, eserlerde Kemalist cumhu­
riyetçi duruşun, didaktik, aydınlanmacı üslupla aktarıldığını
görmek mümkün. Yazar ele aldığımız eserlerini belirli bir kit­
leyi hedefleyerek ifşa etmek ve aydınlatmak iddiasıyla sunuyor.
Kitapların yazar tarafından hazırlanan önsöz bölümlerinde ve
özellikle sonnotlarda açıkça görüldüğü gibi seslenilen ana kit­
le gençler. Burada Özakman iki farklı tarih yazımını, "biri öte­
kine benzemeyen iki tarih"i gündeme getirmekte . "Biri [ ken-

11 Elisabeth Özdalga, " Those Crazy Turks: 'Polemical' Pamphlet rather than His­
torical Novel" , Middle East Critique, Cilt 18, Sayı 1 ( 2009), s. 6 1 -7 1 .
12 Ayşe Hür, "Şu Çılgın Türkler v e Yaralı Ulusal Onur", URL: http://www.bi­
rikimdergisi. com/guncel/su-cilgin-turkler-ve-yarali-ulusal-onur ( 14 Ekim
2005) Erişim Tarihi: 20 Aralık 20 1 4 .
13 Özakman, Diriliş Çanakkale 1 915, s. 1 7 .
14 Bkz. Levi-Strauss, Mit ve Anlam; Barthes, Myhtologies.

326
di romanının Şu Çılgın Türkler] esas aldığı, sağlıklı ve dü­
-

rüst belgelere dayalı hepimize gurur veren gerçek tarih . . . Öte­


ki Cumhuriyet'i yıkmak için çabalayanların uydurdukları, ya­
lanlarla dolu sahte tarih. " 1 5 Didaktik, aydınlanmacı üslubuy­
la Özakman "yalanlan, iftiraları . . . saptırma ve çarpıtmaları ger­
çekmiş gibi benimsetmeye çalışan" 1 6 tarih yazımından etkilen­
diğini düşündüğü gençliği korumaya almakta, aydınlatmakta:

Ey sevgili gençler !
Bu savaşları, lütfen sabırla, dikkatle , düşüne düşüne okuyu­
nuz . Bunları irade, akıl, buluş, yurtseverlik, milli duruş, bilinç,
sebat, kararlılık, inanç , benlik, gerçek kahramanlık, insanlık
ve karakter sergisi oldukları için anlattım, bilmenizi istedim.
Karşımızdakiler dünyanın dörtte üçüne egemendi . Çok
güçlü, çok zengin, çok etkiliydiler.
Atalarımız bu kudreti yendiler. 1 7

Özakman'ın örtük olarak muhatap aldığı iki gruptan daha


söz etmek mümkün. llk olarak, içeriğin akışındaki mesaj lar­
la bağlantı kurulmaya ve desteklenmeye çalışılan nesiller-arası
ulusalcı kesim. ikincisinde ise, özellikle sonnotlarda haddi bil­
dirilen, Özakman'ın kurgusunda, Kemalist cumhuriyetçi çer­
çevenin dışında ya da karşısında duran "ağzı kalabalık, kalemi
karışık olanlar" 1 8 (liberaller, muhafazakar-milliyetçiler ve ls­
lamcılar) , diğer bir ifadeyle "sahte tarih" yazımının sorumlulu­
ları "kendi tarihini çarpıtan, abartan, küçülten, yalanlarla kirle­
ten yazarlar, aydınlar" 1 9
20 1 4 itibariyle Diriliş 'in 1 26. , yukarıda değindiğimiz gibi
Şu Çılgın Türkler'in 407. , Cumhuriyet'in birinci cildinin 84. ve
ikinci cildinin 36. basımlarının yapılmış olması kitapların po­
pülerliğini göstermekte . llber Ortaylı'ya göre "sosyoloj ik bir
15 Turgut Özakman , Şu Çılgın Türkler (Ankara: Bilgi Yayınevi, 2007) , 34 1 . Ba-
sım, s . 688. Benzer ifadeler için aynca bkz. Diriliş Çanakkale 1 91 5, s. 1 0-20.
16 Özakman, Şu Çılgın Türkler, s. 687
17 Özakman, Diriliş Çanakkale 1 915, s. 17
18 Turgut Özakman, Cumhuriyet, Birinci Kitap (Ankara: Bilgi Yayınevi , 20 1 0) ,
7 2 . Basım, s. 1 2.
19 Özakman, Diriliş Çanakkale 1 915, s. 20.

327
olay" olarak alınabilecek bu popülerlik,20 piyasa terimleriyle ,
yazarın kayda değer bir kitleye ulaşması hakkında bir fikir ve­
rebilir. Bu popülerliğin bir etmeni kitabın TSK ve bazı CHP be­
lediyeleri tarafından toplu olarak alınarak dağıtılmasında bulu­
nabileceği gibi dolaşım eksenli bu başarıda kitabın konjonktür
açısından uygun bir zamanda yayınlanmış olmasının da belir­
leyici bir payı olduğunu söylemek mümkün.
Bu bölüm, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz yaklaşımdan ha­
reketle üç alt-bölümden oluşuyor. llk bölümde, milliyetçi anla­
tılarda toplumsal cinsiyet rollerinin kurgulanışını feminist bir
perspektiften ele alıyoruz. ikinci bölümde Özakman'ın çalış­
malarında Türk milliyetçiliğinin toplumsal cinsiyet rolleri üze­
rinden yeniden-üretilişini inceliyoruz. Üçüncü ve son bölüm­
de, Özakman'ın bugüne dünden bakışını, bugünün belirli bir
okur kitlesine dünü hatırlatarak erişme çabasını 2000'lerin si­
yasal konjonktürüne ve dolayısıyla toplumsal cinsiyet rejimine
referansla okuyoruz.

Milliyetçi tedirginlik ve kadınlar:


Annelik, yurttaşlık, kahramanlık geçişliliği

Milliyetçiliğin feminist perspektiften okunmasına temel teş­


kil eden literatürün önde gelen ürünlerini vermiş olan Nira
Yuval-Davis, milliyetçi kurguya bakarken izlenebilecek, kıla­
vuz niteliğinde üç ana hat önerir: Köken kurgusu, kültür kur­
gusu , vatandaşlık söylemi ve pratikleri . Bu üç hattan yola çı­
kıldığında "en dışlayıcı/homoj en 'millet' tasavvuru"nu, esasen
sembolik [ işlevi olan] kültürel mirasın "'millet'in 'öz'ü olarak
. . . sabitlenmesi" ni21 ve nihayetinde bu süreçte eril toplumsal
cinsiyet ilişkilerinin yeniden-üretimini incelemek vasıtasıyla
ulus-devlet yapıları içerisinden işleyen toplumsal cinsiyet iliş­
kilerini feminist bir okumaya tabi tutmak mümkündür. Kısaca,

20 Fatih Şeyhanlıoğlu, "Şu Çılgın Türkler Kitabını istihbarat Yazdırdı" , Zaman


(27 Ekim 2005) , URL: http://www . zaman. corn. tr/gundem_su-cilgin-turkler­
kitabini-istihbarat-yazdirdi_223909.html. Erişim Tarihi: 20 Aralık 20 1 2.
21 Yuval-Davis, Gender and Nation, s . 2 1 , 4 1 .

328
homojen millet kaygısı, "milli çıkarlar açısından asli addedilen
milli topluluğu daimi kılmak ve nüfusunu artırmak" önceliği­
ne vurgu yaparken, milletin ezeli ve ebedi oluşu mitini sürdür­
mek amacıyla dolaşıma sokulan "milli hayali cemaatler"in mi­
tik birliği" içerisinde yinelenen "'biz' ve 'onlar"'22 ayrımı hakim
eril söylem içerisinden toplumsal cinsiyet rollerini ikili katego­
riler içinde özselleştirir. Söz konusu , hayali statü , düşten iba­
ret kılınan bir bütünlük, kök arayışından ziyade, mevcudu , bu­
gün ve sonrası için tahayyül edilen, arzulanan bir sosyo-poli­
tik inşanın tahkimine çağırmakla alakalıdır. Diğer bir ifadey­
le, hafızaya seslenen bir inşa sürecinde, ulus olarak hedeflenen
topluluk seçici bir unutuş-hatırlama sürecine davet edilir. Ge­
rek unutmanın gerekse hatırlamanın erilliği, ulusun köklerinin
temsilinden, bugününün inşasına ve geleceğinin idealleştiril­
mesine uzanan bir yelpazeye yayılan bütünsel anlatıda izlene­
bilir. Bu açıdan, kadınların milli mitler içerisinde var kılınma­
larında maddi yeniden-üretimle sembolik yeniden-üretimin iç
içe geçmişliği anlamlıdır: Kadınlar milletin hem "sembolik 'sı­
nır bekçileri' [ hem] topluluğun cisimleşmiş hali [ hem de] kül­
türel yeniden-üreticileri"23 olarak konumlandırılırlar.
Oysa millete üyelik aileye üyelik gibi basit bir düzlem­
de işler: " İçerisine doğarsınız ya da bazı durumlarda kabul
edilirsiniz. "24 Bu basitliğin siyaseten işaret ettiği tercihe/kara-
22 A.g.y., s. 23.
23 A.g.y .. Burada Yuval-Davis, john A . Armstrong'un milletler ve milliyetçilik
arasındaki tarihsel ilişki üzerine okumasında altını çizdiği, sembolik sınır çiz­
gilerine gönderme yapıyor. Öte yandan, Yuval-Davis ve Marcel Soetzler, top­
lumsal cinsiyet ilişkilerinin ve kadınların bu ilişkilenmedeki rollerini, ulus­
devletin sınırlarına işaret eden sınır kavramı yerine ulus-devletin hitap etti­
ği kolektivitenin sınırlanna işaret eden "çeper bekçileri"yle tanımlamayı ter­
cih ediyorlar. Bkz. Yuval-Davis ve Stoetzler, "lmagined Boundaries and Bor­
ders: A Gendered Gaze " , The European ]ournal of Women's Studies, Cilt 9, Sayı
3 ( 2002 ) , s. 3 29-344.
24 Burada Carol Delaney'in benzetmesini yer değiştirerek veriyoruz. Delaney il­
gili çalışmasında, Türkiye'de millli kimliğin kurgulanışında ailecimetaforlann
kullanımına eğiliyor. Bkz. Carol Delaney, "Father State, Motherland, and the
Birth of the Modern Turkey", Naturalizing Power içinde, Sylvia Yanagisako ve
Carol Delaney (der . ) (New York ve Londra: Routledge, 1995 ) , s. 1 77. Bu ya­
zıda, kültürelci bir perspektiften ziyade, Yuval-Davis'e paralel olarak, sırf kül­
türel analizin sosyo-politik olgulan "kültürleştirmek - toplumsal olanın kül-

329
ra dayalı üyelikten çıkılabilirlik durumu ise her iki kurumsal
oluşumun da doğallaştırılmasını -diğer bir ifadeyle , tarihleri­
nin kaçınılmazlığını, doğallaştınlmasını- gerektirir. Aksi , mil­
lete aidiyetin vazgeçilebilir olmasını beraberinde getirir. Milli
mitler tam da bu noktada devreye girer: Vazgeçilmezliği süre­
ğen bir şekilde koyutlamak milletin tarihinin organikleştiril­
mesi , inşa sürecinden çıkartılması , olmazsa olmazlaştırılma­
sı, diğer bir ifadeyle doğallaştırılması vasıtasıyla sağlanır. Söz
konusu doğallaştırma mitik anlatılara özgü bir şekilde tarih­
sel olarak tekrar tekrar üretilir. Bu süreçte kadınların ve er­
keklerin milletin üyesi olarak rolleri toplumsal cinsiyet ekse­
ninde bölünür, ayrıştırılır, birleştirilir. Ayrıştırmanın ve birleş­
tirmenin karşılaşmalarına içkin çelişkiler tarihin sosyo-politik
uzantılardan mit dolayımıyla kopartılması sayesinde örtülür.
Diğer bir ifadeyle, kadınlar milletin yeni üyelerinin -biyolo­
j ik ve sembolik olarak- üretimi için vazgeçilmezdirler: Doğur­
gan ve annedirler. Yanı sıra , biyolojik anne olamasalar da mil­
letin annesi olarak sembolik değerlerini korurlar. Öte yandan,
kadınlar aynı zamanda annelikten kopartılmayacak şekilde fe­
dakarlık -vesilesiyle- kahramandırlar. Çelişkinin en belirgin
olduğu anlatı düzlemi tam da bu noktada su yüzüne çıkar:
Annelik kaçınılmaz olarak cinsel rolleri çağrıştırırken, kahra­
manlık bir nevi aşkınlaştırılmış, dolayısıyla cinsiyetten olmasa
da cinsellikten arındırılmış bir kadınlık haline işaret eder. Çe­
lişki, annelik vatana işaret ettiği ölçüde daha da belirginleşir:
Vatan kahramanlığın alanıdır, kahramanlığın amacıdır; öznesi
değildir. 2 5 Oysa milletin mitik tarihinin kahramanları eril kod­
lar üzerinden kurulurlar.
Yukarıda kabaca çizilen milletin mitik kurulumunda top-

tür tarafından kolonizasyonu"na bağlı olarak "ekonomik, toplumsal ve siya­


sal" asimetrik iktidar/güç ilişkilerinin izlenebilirliğini eksik kıldığı argümanı­
nı benimsiyoruz. Bu nedenle, incelediğimiz metinlerde, kültürel olanla ilişki­
lenmemiz, ulus-devletin inşası ve kadınların ulus-devlet inşasındaki yerleri­
ne göre çizdiğimiz bir arka plan üzerinden seyreder. Bkz. Yuval-Davis, Gender
and Nation, s. 66.
25 Delaney, "Father State , Motherland , and the Birth of the Modern Turkey" ,
Gender and Nation, s. 1 86; Yuval-Davis.
330
lumsal cinsiyet ayrıştırması/birleştirmesi Türkiye'nin Cum­
huriyet tarihinde farklı evrelerde farklı bileşkelerle devam et­
tirilmiştir. Ulus-devletin inşa döneminde kadınlarla erkek­
ler millete aidiyet etrafında ve cumhuriyetçi yurttaşlık tanımı­
nın içerdiği görevler üzerinden eşitlenirken, 2 6 kadınlar mille­
tin sembolik ve/ya da biyolojik anneleri olarak erkek yurttaşlı­
ğın askerlik bileşeninden ayrıştırılmalarının telafisini vermiş­
lerdir. 2 7 Öte yandan, söz konusu telafi, kadınların, doğallaştı­
rılmış iki rol -kadınlık ve milletin üyeliği- arasında geçişken
bir konumda resmedilmeleriyle yer yer delinir: Kadınlar ka­
dın olmaklıktan ziyade Türk milletinden olmalarının getirdiği
potansiyel askerlik, dolayısıyla kahramanlık ölçütlerinden ta­
mamen azade kılınmamakla, erkeklere tanınan cinsel sabitlik
kadınlar söz konusu olduğunda geçerli olmaz . Kadınlar, mil­
li tarihin doğal akışı içi. nde yeri geldiğinde erkekleşerek kah­
ramanlaşırlar ve/ya da kahramanlaşarak-cinsellikten çıkarlar. 28
Cumhuriyet'in ilerleyen dönemlerinde kadınlarla erkeklerin
millet bünyesi içerisinde (potansiyel) kahraman-yurttaş nos­
yonu üzerinden kurulan eşitlikleri devam ettirildi. Türk mil­
liyetçiliğinin farklı versiyonlarında toplumsal cinsiyet eksenli
ayrıştırma/birleştirme ortak paydayı oluşturageldi. Hakim mil­
liyetçi söylemsel pratiklerde izlenebilen ve esasen kendi ken-

26 Ayşe Durakbaşa'nın Cumhuriyet tarihindeki ilk kuşak eğitimli ve meslek sahi­


bi kadınlar hakkındaki çalışmasında Hamide Topçuoğlu'ndan yaptığı alıntı bu
açıdan ömekleyicidir: "Biz gerçekten ayncalıklı idik, yani o küçük dünyamız­
da 'kız öğrenci' olmak gibi bir itibar fazlalığımız vardı. Meslek sahibi olma­
yı da başka türlü yorumluyorduk. Bu "hayatını kazanmak için değildi, sanki !
Bu bir işe yarama, bir hizmet görme, bir başarı gösterme içindi. . . . Atatürk ka­
dını görevli kırnak yoluyla kurtarmıştı." Durakbaşa, "Cumhuriyet Döneminde
Kemalist Kadın Kimliğinin Oluşumu" , Tarih ve Toplum, Cilt 1 Sayı 54, s. 43;
" Kemalism as Identity Politics in Turkey" , Deconstructing Images of "The Tur­
hish Woman " içinde, Zehra F. Arat (der.) (New York: St. Martin's Press, 1 998) ,
s. 1 40- 147. Yeşim Arat, The Patriarchal Paradox: Woman Politicians in Turhey
(Londra ve Toronto: Associated University Presses Inc . , 1 989) .
27 Zehra F. Arat, " Educating the Daughters of the Republic" , Deconstructing Ima­
ges of" the Turhish Woman içinde, s. 1 57- 180; özellikle bkz. Mustafa Kemal'in
l 923'te lzmir'deki konuşmasından alıntı, s. 1 75 .
28 Milliyetçilik-militarizasyon ilişkisi çerçevesinde, farklı kültürel v e politik bağ­
lamlarda kadınlık ve erkeklik kurguları için bkz . , Ayşe Gül Altınay (der. ) , Va­
tan Millet Kadınlar (lstanbul: iletişim Yayınları, 2000).
331
dini reddeden, erkekliğin tanımladığı milli oluş halinin kadın­
lara da tahvil edilebileceği önermesi Cumhuriyet tarihi boyun­
ca geçerliliğini sürdürdü . Ancak 1 980'lerle birlikte , sosyo-po­
litik yeniden yapılandırma süreci hakim milliyetçi söylemin de
dönüşümünü barındırdığı ölçüde gerek söz konusu ortak pay­
danın gerekse kadınların erkeklerle eril yurttaşlık üzerinden
eşitlenmelerine yönelik politikaların tedrici olarak silindiğin­
den bahsetmek mümkün.
Kısaca, 1 980 sonrası Türkiye siyasal yapılanması , önce­
ki dönemlerin cumhuriyetçi sınırlar içerisine yerleştirilen ha­
kim devletçi-milliyetçi söyleminde kodlanan toplumsal cinsi­
yet ilişkilerinden farklı bir cinsiyet tahayyülüne yaslanan milli­
yetçiliğin, kurumsal iktidar mekanizmalarına ve oradan politi­
ka uygulamalarına yansımasına sahne olmuştur. Yeğenoğlu ve
Coşar'ın tanımlamasıyla "neo-liberal-muhafazakar patriarka"29
üzerinden işleyen söylemsel pratiklere içkin bu patriarka tar­
zı, 1 980 Darbesi'yle birlikte önce kurumsal siyasete yerleşen ,
ardından toplumsal olarak yaygınlaşan Türk-lslam senteziyle
ilişkilenen Türk milliyetçiliğine referansla anlaşılabilir. Müs­
lümanlıkla Türklük arasındaki tarihsel bağlantıyı organikleşti­
ren, dolayı�ıyla, tarihsel olanı tarihe referansla tarih-dışılaştıran
bir okumanın belirleyici olduğu bu milliyetçilik türünde, pra­
tikteki eşitsizliklerin yurttaşlık üzerinden örtüldüğü bir top­
lumsal cinsiyet rejiminden ziyade toplumsal cinsiyet eşitliğinin
kategorik olarak reddedildiği bir rej imden bahsetmek müm­
kün. lronik olan, 1 980 sonrası dönemin ve özellikle 1 990'ların
Türkiye'deki kadın hareketinin gerek kurumsallaşma gerekse
siyaseten etkinlik açısından yükselişe geçtiği ve hukuk düze­
yiyle sınırlı kalsa da cinsiyet eşitliği yönünde önemli kazanım­
ların edinildiği bir sürece de ev sahipliği yapmış olması. Bu sü­
reç içerisinde yine Türk milliyetçiliğine referansla bakıldığın­
da, kadın hareketi içerisinde etnisite (Kürt-Türk kimlikleri ek-

29 Metin Yeğenoğlu ve Simten Coşar, "AKP ve Toplumsal Cinsiyet Meselesi: Ne­


oliberalizm ve Patriarka Arasında Mekik Dokumak" , lktidann Şiddeti, AKP'li
Yıllar, Neoliberalizm ve lslclmcı Politikalar içinde, Simten Coşar ve Gamze Yü­
cesan-Özdemir (der. ) Ostanbul: Metis Yayınlan, 20 14) , s. 165.

332
seninde) temelli dışlamaların yerini çatışmalı da olsa kabullen­
melerin, birlikte hareket etme pratiğinin almış olması özellikle
kayda değer bir gelişme.
Türkiye'deki kadın hareketinin tarihi ile Türk milliyetçiliği­
nin tarihini eşzamanlı okurken net bir şekilde gözlemlenebi­
lecek olan bu görünürde çelişkili, iki kollu gelişme 1 980 son­
rası işleyen sosyo-politik yeniden yapılandırma sürecinin son
aşaması olarak alabileceğimiz 2000'lerde çözülmeye başlamış­
tır. Bugün geldiğimiz noktada ise, ismi konmadan Türk-lslam
soslu bir neo-liberal-muhafazakar cinsiyet rej iminden bahset­
mek mümkündür. Kısaca bugün feminist politikanın, henüz
"geri tepme" olarak nitelendirilemeyecek,30 muhafazakar-mil­
liyetçi bir kurumsal dirençle karşı karşıya olduğu söylenebilir­
ken, bu direncin yapısal sınırlarını neo-liberal aklın ve politi­
ka uygulamalarının oluşturduğu , direncin ataklarının ise mu­
hafazakar-milliyetçi mitten beslendiği gözlemlenmektedir. He­
men burada, milliyetçi söylemin yayılmacı özelliğinin Özak­
man'ın metinlerinde "ulus miti"kurgusu üzerinden izleyebile­
ceğimiz milliyetçi çizgiyle, yine yazarın örtük olarak muhatap
aldığı milliyetçi-muhafazakar ve/ya da İslamcı grupların siya­
sal söylemlerinde izlenebilecek milliyetçi çizgi arasındaki or­
taklığı mümkün kılarken söz konusu çizgiler arasındaki ayrış­
maların, üzerinden işleyegeldikleri farklı toplumsal cinsiyet re-

30 Kuzey Amerika'da, lngiltere'de ve Kıta Avrupa'sında "geri tepme " yle ni­
telendirilen dönem , ikinci dalga feminizmin kazanımlarının somu tlaştığı
1 9 70'lerle birlikte tedrici olarak güçlenen yeni muhafazakar söylemsel pra­
tiklerin söz konusu kazanımlardan geri adım atılmasına götürecek şekilde ,
toplumsal cinsiyet eşitliğinin göz ardı edilmesi ve/ya da reddini örtük ya da
açık bir şekilde benimseyen yönetimlerin uyguladıkları politikalarda izlene­
bilir. ilgili uygulamalar, feminizmin kötü bir ünle anılmasından, kadınların
erkeklerle eşit olmadığını ve asli yerlerinin aile olduğunu benimseyen hü­
kümetler eliyle kotarılmıştır.Türkiye örneğinde ise feminist taleplerin he­
nüz tam anlamıyla kazanım hanesine yazılmadığı bir dönemde, sadece otuz
yıllık bir bağımsız feminist örgütlenme olduğu ve kadın hakları eksenli ta­
leplerin henüz yeni yeni kurumsal dile sızmaya başladığı göz önüne alındı­
ğında tepecek bir geri olmadığı söylenebilir. Kuzey Amerika ve l ngiltere ör­
nekleri için bkz. Susan Faludi, Bachlash: The Undeclared War Against Ame­
rican Women ( N ew York: Anchor Books, 1 992) ; Anne Oakley ve juliet Mitc­
hell (der. ) , Who's Afraid of Feminism: Seeing through the Bachlash (New York:
The New Press, 1 99 7 ) .

333
jimlerinin biçimleri ve işleyişlerine referansla netleştiğini söy­
lemek mümkün. Dolayısıyla Özakman'ın, yukarıda değindiği­
miz ulus inşa sürecinin milliyetçiliğini yeniden kurmaya yöne­
len son dönem milliyetçi bir girişim olarak okunabilecek me­
tinlerinde sahne arkasından konuşan toplumsal cinsiyet kodla­
rının işaretledikleri anne/kan olarak, yurttaş olarak ve potansi­
yel kahraman olarak Türk kadınlarla ilgili imgeler ve anlatılar,
2000'li yılların muhafazakar-milliyetçi çizgisinde şu ana kadar
geldiği şekliyle, Türk ailesinin geleneksel yapılanması içerisin­
de yer aldığı ölçüde ve doğası itibarıyla anne olarak, işçi olarak,
bakıcı olarak Türk kadınına işaret eden politika uygulamaları­
nın karşısına yerleşmektedir. Oysa, sonuç bölümünde de vur­
gulayacağımız gibi, söz konusu -burada hem Özakman'ın me­
tinlerindeki hem de günümüz Türkiye'sindeki cinsiyetçi söyle­
min işleyişinde haklılaştırıcı bir role sahip, ağırlıklı olarak ku­
rumsal iktidar kaynaklı- anlatılar feminist bir okumaya tabi tu­
tulduklarında aynı patriarkal zeminin farklı biçimlerine gömü­
lü oldukları açığa çıkar.
Özakman örneğinde ortaklık çok daha netleşir; zira Türk
milliyetçiliğinin farklı okumalarında karşımıza çıkan, anne­
lik-yurttaşlık-kahramanlık geçişlerinde bulanıklaşan kadın
olma hallerini yazarın anlatısında görmek mümkün değildir.
Bunun yerine, anlatının silik bir unsuru olan , sahnede figü­
ranlıkla devreye sokulan, ağırlıklı olarak sözsüz ve dolayısıy­
la etkisiz , ağırlıklı olarak ciddi/kamusal/herkesi ilgilendiren
meselelerle değil , kişisel meselelerle uğraşan, ciddiyete işa­
ret eden pratiklerinde -savaşta hizmet, medeniyetin gösteril­
mesi- erkeklerin dolayımıyla hareket eden kadınlar görürüz.
Böyle bir yerleştirme , bir yandan, milliyetçi tahayyüle içkin,
"an"a bağlı annelik-yurttaşlık-kahramanlık geçişlerinden do­
layı belirsizlik arz etmeleri itibarıyla kadınlarla ne yapacağını
bilememe halinin geçici de olsa üstesinden gelir. Öte yandan
ve ironik bir şekilde , Özakman'ın mitik kurgusunu , toplum­
sal cinsiyet ekseninde , haddini bildirmeyi hedeflediği gruba
yaklaştırır.

334
Mit yazılırken kadınlar:
Bedenler ve fıguran-kahramanlar

Özakman'ın ulusun önce kurtuluşu sonra inşasının izlerini sü­


ren anlatısında3 1 kadınlar mitik anlatının içerisine özenle, an­
cak görünmeyecek, yazar istediğinde hemen kaybolmak üzere
beliriverecek şekilde yerleştirilirler. "Mit olanların reddi olarak
değil, olanlar üzerinden yürütülen bir konuşma olduğu ; olan
biteni saflaştırdığı; masumlaştırdığı; doğal ve ebedi bir haklılaş­
tırma [ zemini] sunduğu ; netleştirdiği ve bütün bunları açıkla­
ma vasıtasıyla değil, bir gerçeğin bildirimi" şeklinde yaptığı öl­
çüde , kadınlar -ve erkekler- Özakman'ın işaret ettiği , hafıza­
da bildirmenin en tutarlı ve basit şekilde yapılabilmesinin va­
sıtaları olurlar. Milliyetçi söylemin farklı versiyonlarında ortak
noktayı oluşturan, erkeklerin -aslında tek bir erkek olma ha­
linin- ulusal kurtuluş ve inşa döneminin norm öznesi olduğu
göz önüne alındığında, kadınlar yer yer merkeze çağrılsalar bi­
le bu, olay örgüleri arasındaki boşlukları doldurma, bildirimin
hakikiliğini pekiştirme, erkekler vasıtasıyla netleştirilemeyeni
netleştirme amacıyla yapılır.
Kahramanın kim olduğu nihayetinde siyasal bir meseley­
ken, 32 Özakman'ın kurguladığı mit örgüsü içinde resmedilen

31 Buradaki tarihsel sıra bozumu "ulus miti" yazınında tarihsizleştinne vasıtasıy­


la dogallaştınna açısından önemlidir. Buna göre ulusun inşası , aslında mev­
cut özün açığa çıktığı kurtuluş ve akabinde kurumsallaş(tır)manın gerçekleş­
tirildiği devlet kurma-toplumsal dönüşüm evreleri boyunca izlenebilir. Özak­
man'ın bu bölümde ele aldığımız anlatılarında ulusun inşasına götüren ev­
re, Benedict Anderson'ın dikkat çektiği milletin hafızasının kurulum araçları­
na ve biçimlerine referansla okunabilir. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler:
Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, lskender Savaşır (çev . ) ( İstanbul: Metis
Yayınları, 20 1 1 ) , 6. Basım, özellikle bkz. s. 207-227. Bu kurulum sürecinde
geçmiş-bugün-gelecek arasındaki ilişkilenme, düz çizgisel ve döngüsel oku­
maların/temsillerin, tespit edilen evreler arasında boşluk kalmasını önleyecek
şekilde iç içe geçirilmesiyle resmedilir. Hafızanın doğrusal ve döngüsel tarih
anlatılan üzerinden kuruluşunu farklı zaman kavramsallaştırmalarının dökü­
müne referansla okuyan bir çalışma için bkz. Tatiana Mozhaeva ve Simten Co­
şar, "Constructing the Past through the Present in News Discourse: The Soma
Case" , MomentDergi, Cilt 1 , Sayı 2 (20 1 4 ) , özellikle bkz. s. 59-73.
32 Paul Gilchrist'ın dikkat çektiği gibi, kahramanlık nihai olarak kamusal tanı­
mayla bağlantılı olarak işler. Diğer bir ifadeyle, insanların ancak ve ancak bir

335
kahramanlar erkeklik ölçütleri içinden görünürler. Dolayısıy­
la, kadınların kahramanlık halleri ya istisnalar vasıtasıyla ka­
dınlığın geride bırakıldığı süreçlere ve/ya da sembolik düzlem­
de milletin ayrışmaz bütünlüğü iddiasından çıkan herkesin ay­
nılığına ya da nafile de olsa öykünme örneklerine refer�nsla an­
latıya yerleştirilir. Birbirini dışlamayan bu görünmelerin her bi­
rinde, kadınlar milliyetçi anlatılarda kahraman olarak görün­
dükleri anlarda bile figürandırlar. Öyleyse kahramanlık er­
kek işi olduğu ölçüde ve yukarıda da değindiğimiz gibi ya ka­
dınlar erkeklik vasıtasıyla kahramanlığa yamanırlar ya da kah­
ramanlık vasıtasıyla kadınlıktan eksilirler.Milliyetçi anlatıla­
rın ve pratiklerin "eşikte olma" hallerinin, içerdikleri toplum­
sal cinsiyet rejimlerinde örneklenen "ikiye bölünme, muğlak­
lık ve tereddüt"33 halinin tam da bu figüran-kahraman/kahra­
man-figüran simbiyozunda somutlandığını söyleyebiliriz . Bu
ise Özakman'ın ulusun tarihini anlatırken, tercihinin kadınla­
rın varoluşlarını tarihsellikten çıkartmak vasıtasıyla tarihin kı­
yısına yerleştirmek yönünde seyretmesinde görülür. Açmak ge­
rekirse, ulus mitleri doğallaştırılmış tarihsel gerçeklikte ısrar
eden metinler oldukları ölçüde, bu gerçekliğin eril kurgusu ka­
dınların yokluğundan ziyade bağımlı, ikincil ve önemi erkek­
ten menkul bir şekilde temsillerini gerektirir. Öyleyse , kadın­
lar, her şeyden önce erkeklerin ve dolayısıyla ulus-devletin ya­
şamının merkezinde, ama ulus mitinin ve milli hafızanın kıyı­
sında konumlandırılırlar.

arada eyleme süreçlerinde, biraradahğı bozmayacak şekilde insani kapasitele­


rini sergilemeleri sonucunda, kendiliğinden ortaya çıkan ve eşzamanh olarak
birlikte işletilebilen bir sıfattır. Öte yandan , bu evrensel/teorik okuma pratik­
te içerisinde yaşanılan tarihsel döneme, biraradıhğın gerçekleştiği ya da talep
edildiği coğrafi bağlama, hakim kültürel normlara ve bu olgulan çapraz ke­
sen söylemsel pratiklere göre değişir. Dolayısıyla, "kahramanca eylemin bile­
şenlerinin ne olduğuna karar vermek, [ kahramanlar grubuna ] dahil edilme­
nin sınırlarını belirleyen iktidar yapılarını belirlememizi sağladığı için siya­
sal [ bir meseledir] . " Bkz. Paul Gilchrist, "Motherhood, Ambition and Risk:
Mediating the Sporting Heroine in Conservative Britain" , Media, Culture & So­
ciety, Cilt 29, Sayı 3 (2007) , s. 398.
33 Homi Bhabba, "DissemiNation: Time , Narrative , and the Margins of the Mo­
dern Nation " , Nation and Narration içinde, Homi Bhabba (der.) (Londra ve
New York, 1 990; Yeniden Basım: 2000) , s . 298.

336
Yaşamın merkezinde, hafızanın kıyısında:
Figüranlar-kahramanlar, kahraman-figüranlar

Özakman'ın eserlerinde figüranlar ve kahramanlar arasında


kadınlar üzerinden kurulan bu örtüşmede -ve dolayısıyla yu­
karıda değindiğimiz, milliyetçi söyleme içkin toplumsal cinsiyet
çelişkisinde- bütün anlatılan kesen biçimsel bir tercih karşımı­
za çıkıyor: Savaş ve kurtuluş-kuruluş anlatılarının aralarına, bağ­
lam-dışı bir şekilde, kadınlarla ilgili anektodlann sıkıştırılması.
Böyle bir biçim içerisinde kadınlar, kopyala-yapıştır formülüy­
le, ana anlatının içerisinden gelip geçen figüranlar olarak resme­
diliyorlar. Diğer bir ifadeyle, Özakman'ın hafıza çağrılarında ka­
dınlar ana anlatıya yamalanıyorlar; metinlerin akışı boyunca, ana
konuya ara verircesine, yazarın ve okurun soluklanmasını sağla­
yan ara anlatılar içerisinden resmediliyorlar. Örneğin, Şu Çılgın
Türkler'de savaşın en şiddetli ve ümitsiz aşamalarından birinde
"çapraz silahlı kadın süvariler" o güne kadar hiç gülmemiş ye­
ni komutanı gülümseten bir şekilde tasvir edilirken, komutanın
"bu güzel birliği selamlayalım" notu yazarı/okuru bağlamın dı­
şına çekiyor.34 Özakman'ın anlatısında bir kez görünen figürler,
yazarın uygun gördüğü sahnelerde, çoğu kez, aralara serpiştiri­
lerek beliriverdikleri için (ilk göründükleri sahnede "Kara Fat­
ma diye ünlü bir çete reisimiz" olduğu da belirtilen) Fatma Seher
Hanım komutasında ara ara görünüyorlar. Kadınlardan kurulu
bu çetenin üçlemede yer alan ve figüranlıkla kahramanlık ara­
sında siluet olarak salınan diğer kadınlardan farkları, savaşma­
ları. Yazar Şu Çılgın Türkler'in en başında, Diriliş'te, lstanbul'da,
dönemin önemli feminist dergilerinden Kadınlar Dünyası oku­
maktan direnişe katılmak için Anadolu'ya geçmekte olan Nes­
rin'in dilinden kadınların savaştaki yerlerini tespit ediyor: "Bu
vatan yalnızca erkeklerin değil ki efendim. Mutlaka benim de
payıma düşen bir görev vardır. Kağnı süremem ama hastabakı­
cılık yapabilirim, asker için dikiş dikebilirim, kimsesiz çocukla­
ra bakabilirim. "35 Paralel bir şekilde, kadın savaşçıların Türk as-

34 Şu Çılgın Türkler, s . 1 18.


35 A.g.y. , s . 92.
337
kerleri arasına yerleştirilememesi romanın kendi doğal akışı içe­
risinde aktarılıyor. Nitekim ilerleyen sayfalarda, üstü örtük bir
şekilde de olsa, kadın çetecilerden biri Özakman'ın muhteme­
len açıkça bahsetmekten imtina ettiği namus davasını, "erkeğin
apış arasına art arda iki el ateş" ederek kendi temizliyor. Çeteci­
likle, eril bakışın tanımladığı kadınlık hallerinden çıktıkları baş­
tan koyutlanan kadınlardan beklenen erkekleşmenin bu örneği,
Mustafa Kemal Atatürk'ün kadın pilot Sabiha Gökçen'e Dersim'i
bombalamak üzere uçarken verdiği emirle örtüşüyor. 36
Benzer bir hissiyata savaş alanının gerisindeki hemşire tas­
virlerinde de rastlamak mümkün. Bu tam da, kadınlara biçilen
alanı gösteriyor. Kadınların yeri eril sahnenin arkasıdır. Sahne,
kah savaş alanı, kah karar odaları ve meclisleriyken,37 kadınlar
adanmışlıklarını savaşan/karar alan erkeklere yarenlikleriyle
ve itaatle gösterirler. Bu , cephedeki askerlere çorap örmekten,
cepheye para yardımına, karar alan erkeklerin bakımını üstlen­
mekten, cephede ya da cephe gerisinde yaralıları tedavi eden
erkek doktorlara yardımcı olmaya kadar uzanır. Özakman'ın
ifadesiyle "yaralıların anası, bacısı" olan hemşirelerin, kadın­
ların "eli, sesi ve şefkati yaralılara ilaçtan daha iyi"38 gelir. Sa­
vaş alanından dönen yaralıları karşılama sahnesine "hanım" ları
yerleştirilme biçimi kadın eril söylemde kadınlara ayrılan ala­
nı açık bir şekilde ortaya koyar: "Hanımlar yaralılara 'geçmiş
olsun' diyor, özverileri için teşekkür ediyor, yurtseverliklerini
kutlayarak, kolonya, çorap mendil, çamaşır takımı gibi arma­
ğanlar sunuyorlardı. Milletin gazilerine duyduğu minneti tem­
sil ediyorlardı. Canı yanmakta olan bir yaralı ağlıyorsa, bu şef­
katli karşılayıcılar da birlikte ağlıyorlardı. "39
36 Bkz. Altınay, "Ordu-Millet-Kadınlar: Dünyanın 1lk Kadın Savaş Pilotu Sabiha
Gökçen'' , Vatan Millet Kadınlar içinde, s. 270.
37 Burada hemen, Özakman'ın bu yazıda incelenen romanlarının tümünde sah­
nenin savaş metaforu üzerinden çizildiğine dikkat çekmemiz gerekiyor. Bu
doğrudan cephede savaştan, "gericiliğe" , "hurafeye" karşı savaşa kadar uza­
nan bir eksende biz-onlar arasında süregiden bir savaştır. Yazarın söz konusu
romanları yazma nedenini dile getirdiği önsözlerde ve dipnotlarda da, savaşçı
dili kullandığı söylenebilir.
38 Diriliş Çanakkale 1 91 5 , s. 348.
39 A.g.y. , s. 348.
338
Neredeyse her savaş-kahramanlık sahnesinin bir yerine iliş­
tirilen kadınların, pasajlardaki-satıraralanndaki varoluşlarının
sınırları kendilerine atfedilen kadınlık vasıjl an na referansla çi­
zilir. Kadınlar sahne arkasındaki yerlerini, erkeklerin/askerle­
rin konforunu sağlayarak garantileyen aktörlerdir. Cumhuriyet,
ikinci Kitap'ta yer alan "Antakyalı hamm"ların kışla temizliği
hikayesi bu durumu en çarpıcı şekliyle yansıtır.40

Tabur Fransızların boşalttığı kışlanın önüne geldi . Bir grup


Antakyalı hanım Tabur komutanının yolunu kesti. Komutan
"Hayrola hanımlar?" dedi.
"Komutan, yirmi yıl önce , 'düşman askeri gidince , kışlala­
rı bizim askerimiz için saçımızla süpüreceğiz diye and içmiş­
tik. Andımızı tutup burayı tertemiz etmedikçe askeri kışlaya
sokmayız"
Komutan bu mübarek kadınları saygı ile selamladı. Kadın­
ların upuzun saçları vardı. Birbirlerinin saçlarını kestiler, uzun
değneklere bağladılar. Kışlayı saçlarıyla süpürdüler, sildiler,
tertemiz ettiler. . .

Özakman'ın sahneyi v e kadınları tasvir etme biçimi eser­


lerinde kadınlara biçtiği alan ile tam olarak örtüşür. Çocu­
ğu , kocası, ailesi için saçını süpürge eden kadın profili vatanı
için saçım süpürge eden kadınla yer değiştir; mecaz gerçeğe
dönüşür. "Antakyalı hanım"lar "mübarek" ; sahne ise Özak­
man'ın dipnotunda belirttiği üzere "harika"dır.41 Kadın oku­
yucuya gönderilen mesaj açıktır: Saçınızı süpürge (etmeye de­
vam) edin !
Bu arkadalık durumu , savaş ve/ya da yüksek siyaset anlatıla­
rının eve referansla kesildiği sahnelerde karşımıza daha dolay­
sız bir şekilde çıkar. Özakman'ın, kadınları ara-anlatılar için­
de sunduğu bölümlerde kadın hakları meselesinden Osmanlı
geçmişi-Kurtuluş Savaşı-Cumhuriyet dönemi arasında yapılan
karşılaştırmalar üzerinden bahsedilir.

40 Cumhuriyet Türk Mucizesi, ikinci Kitap, s . 639.


41 A.g.y. , s . 808, dipnot 506.
339
Yunan büyük taaruzu yenilgi ile sonlanmıştı.

Bu sırada yaşlı, genç bazı kadınlar Millet Bahçesi'nde topla­


nıyor, durmadan kalabalıklaşıyorlardı. Zafer için çok dua et­
mişlerdi. Şimdi zaferin mutluluğunu paylaşmaya gelmişlerdi.
Kadınların evden dışan çıkıp da, bir olayı, hele bir eğlenceyi
böyle erkeklerle birlikte izledikleri şimdiye kadar pek görül­
memişti. Homurdananlar oldu ama homurtuları zafer coşkusu
içinde kaynayıp gitti. 42

Bugün, milli olan her şeye karşı çıkan, Türk sözcüğünü bi­
le yasaklayan, millicileri özel mahkemelerde yargılatan , hap­
seden, idama mahkum eden , İngili zlere ihbar eden, Malta'ya
sürdüren, Milli Mücadele'yi söndürmek için özel silahlı birlik­
ler kuran , Şeyhülislam'dan 'düşmanla savaşan millicilerin öl­
dürülmesi gerektiği' hakkında fetva alan, fetvayı İngiliz ve Yu­
nan uçaklarıyla Anadolu'ya attıran . . . çağdışı, ruhsuz, onursuz,
yurt sevgisinden ve bağımsızlık düşüncesinden yoksun, İngi­
liz işbirlikçisi ve hizmetkarı, suçu ve günahı bol İstanbul yöne­
timinin iflas ettiği gündü .
Kadınların , kızların peçesiz sokaklara dökülmeleri , bağı­
rıp çağırmaları, erkek işlerine karışmaları softaları çok rahat­
sız etmişti. Bunlara neden olan olaylara, insanlara dişlerini gı­
cırdatıyorlardı. Kadına hak tanımayan anlayış da iflas mı ede­
cekti yoksa ? 43

Hafızanın, geçmişle bugün arasındaki kıyasla ve bugün açı­


sından daha asli ve kök bir geçmişin, reddedilmeye çıkılan geç­
miş karşısına çıkartılarak bugünün kurulmasına yönelik ola­
rak işletildiği söz konusu karşılaştırmaların izleğinde teyak­
kuz çağrısının belirginleştiğinden bahsetmek mümkün. Bu te­
yakkuz çağrısı ise, aslen, kadınların bedenlerinin düzenlenme­
si üzerinden seyreder. Söz konusu olan kadın bedeni olduğun­
da, eril yazına özgü girift çelişkiler yumağıyla burada da karşı­
laşmak mümkün.

42 Şu Çılgın Türkler, s . 480.


43 Cumhuriyet, Birinci Kitap, s. 84.
340
Kadınlar ve bedenleri, Özakman'ın yazılarında, örtünme me­
selesiyle ön plana çıkartılır. Bu , metinlerdeki hafıza kurulu­
munun temel eksenlerinden biri olarak İslam-Türklük-Müslü­
manlık tariflemesini gündeme getirmektedir. Nitekim, söz ko­
nusu metinler lslamla Türklük ilişkisinin kurgulanışı açısın­
dan bir yandan ulusalcı duruşun milliyetçi-muhafazakar duruş
karşısında meydan okuyuşu diğer yandan iki duruş arasındaki
pazarlık alanlarını göstermesi açısından önemli. llk olarak, bu
metinlerde Cumhur Arslan'ın Nimetullah Öztürk düşüncesiyle
ilgili tespitlerinde dile getirdiği ve Kemalizm'in lslam'a yaklaşı­
mını özetleyen, "dinin ulusçu" okunmasına örnek bir çizgi tes­
pit edilebilir.44 Bu çizgi, aynı zamanda, Kemalist öğreti ve pra­
tikteki, Osmanlı'nın külliyen reddi üzerine kurulu Türklük ve
Cumhuriyet argümanının dayanağının geliştirilmesinde de iş­
levseldir:

Dinimiz düşmana hizmet etmeyi, hainliği, işbirlikçiliği, sefil­


liği, sürünmeyi, geri kalmayı, yenilmeyi, esir olmayı, şerefsiz­
liği, caiz gören bir din midir? Hiçbir din caiz görmez . İslami­
yet hiç görmez.
Öyleyse bu yapılanlar, bu yaşadıklarımız ne? N edir bu
utanç verici olayların sebebi?
Bunun bir açıklaması olmak gerekir. Medreselerde milli
duygudan, istiklal fikrinden, yurt sevgisinden yoksun yetişti­
rilmiş olmak mı, din eğitiminin yetersizliği mi, din eğitimi ve­
renlerin cahilliği mi, din devleti olmanın etkisi mi, son yüz yıl­
lık ezik Osmanlı ruhu mu , dine gömülüp hayatı izleyememek
mi , İslamlığı hiç anlamamış olmak mı, dini ortaçağ kafasıyla
yorumlamak mı, yoksa başka bir şey mi? 45

Özakman'ın lsmet Paşa'ya 192l'de cephede askerlere dönük


konuşması kapsamında sordurttuğu bu sorular, cepheden Ce­
beci Hastanesi'nde başhekimliğe geçen Dr. Hasan tarafından
hastanedeki gönüllü hemşirelere hitaben şu şekilde yanıtlanır:

44 Cumhur Arslan, "Halil Nimetullah Öztürk" , Modern Türhiye'de Siyasi Düşün­


ce, Kemalizm, Cilt 2 (lstanbul: lletişim Yayınlan , 200 1 ) 2 . Baskı, s. 205.
45 Şu Çılgın Türkler, s. 332.

341
Hanımlar !
Gönülü hemşire olarak uygarlık hareketinin öncüleri arasına
sizler de katıldınız. Bu cesur tavrınız dolayısıyla hepinizi kut­
luyorum.
Beni iyi dinleyiniz!
Oturduğum mahallede, kadınlar sokağa yüzlerini kara pe­
çeyle örterek çıkıyorlar. Bir erkek görürlerse, arkalarını da dö­
nüyorlar. Duvara dönüp çömelenler de var. Dini bir gereklilik
mi bunlar? Hayır. Peki ne? Düpedüz ilkellik. Yazık ki birçok
ilkelliğimiz daha var.

Durum şu : Bir yanda o hanımlar var, bir yanda da sizler. 11-


kellikle uygarlık yan yana. Bunlar zamanla karşı karşıya gele­
cekler. Ya ilkellik uygarlaşmanın önünü kesecek, ya uygarlaş­
ma ilkelliği yenecek. Türkiye'nin geleceği bu çatışmayı sizin
kazanmanıza bağlı.
Bu çizgide durun, gerilemeyin, ödün vermeyin, korkmayın,
kanmayın, geleceğimizi ilkelliğe kurman etmeyin ! 46

Bu argümanın temellendirilmesinde kadınların öncelikle be­


densel temsilleri ön plana çıkar. Nitekim Şu Çılgın Türkler'de
yine Kütahya-Eskişehir savaşlarının ( 1 9 2 1 ) anlatıldığı kısımda
"Yunan Kolordusu kıskaca girmek üzere"yken, "Ankara Öğret­
men Okulu'nun konferans salonu"nda toplanan kadınlarla ilgi­
li ilk tasvirini şöyle yapar: "Önde sıkma başlı, uzun mantolu , is­
karpinli İstanbullular, onların arkasında rengarenk çarşaflı, po­
tinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık Ankaralılar oturuyordu . "
Cepheden bahsedilen paragraflarda erkeklerin tasvirinde din
belirleyici bir işlev görmezken kadınlarla ilgili kısımlarda bas­
kın tasvir aracının din olması bir yana, yazarın İstanbul-Anka­
ra arasındaki karşılaştırmayı kadınların bedenleri üzerinden ve
manipülatif bir şekilde vurgulaması önemlidir. Toplantıya An­
kara'dan katılan kadınların çarşafları "rengarenk" tir; yüzlerinin
açık olduğu özellikle belirtilir; İstanbul' dan gelen kadınlar "sık­
ma baş" tır. Yanı sıra, İstanbul'dan gelen kadınların "iskarpinli"

46 A.g.y . , s. 4 1 9 . Vurgu bize ait.

342
-dolayısıyla Avrupai- Ankara'dan katılanlar "potinli" olduk­
ları özellikle belirtilir. Burada özellikle vurgulanması gereken,
kadınlar arasındaki karşılaştırmanın toplantıda yapılan konuş­
malar üzerinden değil, çarşaf ve "sıkma baş" , "iskarpin" ve "po­
tin" sembolleri üzerinden verilmesidir. Dikkat çekici başka bir
husus ise, Özakman'ın romanları boyunca izlenebilecek çizgi­
den vazgeçmeden burada da tek bir kişiyi, bu kez Halide Edip'i
ön plana çıkartmasıdır. Halide Edib kadınlardan cepheye mad­
di yardım isterken, anlatıcının araya girerek Halide Edib'in An­
karalı kadınların tutumluluklarını bildiğine işaret etmesi döne­
min Ankarası hakkındaki resmi tarih anlatısına uyar: Yoksul,
taşra, fedakar. Öte yandan, yukarıda değindiğimiz gibi, bahse­
dilen toplantı, erkeklerin savaştıkları koşullar altında bir pasaj
içerisinde aktarılır. Halide Edib'in kitapta ilk görünüşü bu top­
lantıda cephedeki askerlere para yardımı toplamak için yaptığı
konuşmayla olur. Takip eden sayfalarda ve üçlemenin diğer ki­
taplarında da hep satır aralarında ve genelde erkeklerin -yaza­
rın ya da romanlardaki erkeklerin- anlatımıyla görünür.
Özakman'ın üçlemesinde kadınlar hep pasajlarda yer alırlar.
Ağırlıklı olarak o anda sahnedeki ana olayın, ana ve/ya da yan
erkek aktörlerini konuşturmak ve/ya da duygulandırmak, bu
aktörlerin özelliklerinin açığa çıkmasına vasıta/vesile olmak ve
her zamanki gibi kurtarılmak için var olurlar. Bu durum, kadın­
ları genelde sözsüz kılar. Kadınların cümleleri erkeklerin ko­
nuşmalarına ve/ya da yapmalarına aracı olacak şekilde kurulur.
Kadınların erkeklerle diyalogları erkeklerin öğretici/eğiticive/ya
da kurtarıcı rolünü süreğen bir şekilde yeniden üretir. Bu , öğ­
retme-erkek/öğrenme-kadın halleri kah Diriliş'te Kadınlar Dün­
yas ı'nı okumaktan kah Şu Çılgın Türkler'de mücadeleye destek
vermek için önce Ankara'ya "kaçan" , kaçışı sırasında tanıştığı, o
zamanlar yüzbaşı ve artık lstanbul'da, binbaşı olan Faruk'la ya­
zışmalarıyla resmedilen Nesrin'le ilgili hemen her pasajda izle­
nebilir. Kısaca, Kadınlar Düny ası'nı okurken resmedildiği pasaj­
da bir silüetten öteye geçirtilmeyen Nesrin\ Şu Çılgın Türkler'de
milli bilinci süreğen bir şekilde gelişen ve Cumhuriyet'le birlik­
te Faruk'la ilişkisi üzerinden kadınlığa yeniden davet edilen bir

343
süreçte görüyoruz.Nesrin ile Faruk'un evlenmeleriyle somutla­
şan bu davet, aslında yeni bir öğretme/öğrenme, kurtarma/kur­
tarılma sürecinin de başlangıcını temsil ediyor. Nesrin'in mil­
li bilincinin gelişmesinde ya da militaristleşmesinde görüyoruz.
Bunun en çarpıcı örneğini Faruk'a olan aşkını ifade etmek için
üzerine, "Seni zafer ve barış kadar seviyorum," yazdığı"M. Ke­
mal Paşa ile muzaffer komutanları gösteren" bir kartpostal yol­
lamasında görüyoruz.47 asker kimliğiyle bir rol üstlendirilen Fa­
ruk'a, bu kez koca kimliğiyle, Nesrin'in toplumsal konumunu
iyileştirmek yolunda bir misyon yükleniyor. Nikahlarının ertesi
akşamı Nesrin'i akşam yemeğine götüren Faruk sayesinde Nes­
rin o güne kadar ilk kez o lokantaya giden "hanım"mertebesine
yükseliyor. Faruk'un "kendine bir duble rakı, Nesrin'e portakal
suyu" istediği sahnenin hemen ardından farklı bir pencere açı­
yor Özakman ve Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi'nin ağzın­
dan kadın haklan ve uygarlık ilişkisi çerçevesinde Nesrin'in bir
kadın olarak lokantada bulunmasının önemi vurgulanırken, Fa­
ruk'un kurtarıcı/öğretici rolü kutsanıyor.48
Aynı öğretme/öğrenme pratiği gerçek hayattan aktarılmış
portrelerde daha da belirginleştirilir. Zira Nesrin ve Faruk gi­
bi kurgu karakterler Özakman'ın büyük resmi tarih anlatısı­
nın içerisinde devamlı bahsedilmelerine rağmen süreğenlikten
mahrum kılınırlar, daha ziyade, büyük anlatının kenar motifle­
ri olarak sabitlenirler.49 Bu açıdan ismet Paşa'nın, karısı Mevhi­
be Hanım'la, kendisiyle Lozan görüşmelerine gelmesi için yap­
tığı ikna konuşması önemlidir:

47 A.g.y . , s. 679.
48 Cumhuriyet Türk Mucizesi, ikinci Kitap, s. 47-49.
49 Esasen bu, savaşın komuta kadrosu ve özellikle Mustafa Kemal söz konusu ol­
duğunda diğer tüm erkeklerin de motiflere-kadınlığa-itildikleri bir anlatı kar­
şımıza çıkar. Ancak, milli mitin yazılımına içkin cinsiyetçi çelişkilere refe­
ransla anlaşılabilecek şekilde, her vatanseverin kahramanlığının vurgulanma­
sı kahramanlığın ve dolayısıyla cinsiyetin muğlaklaşmasını da beraberinde ge­
tirir. Diğer bir ifadeyle , milliyetçi söylem ve "ulus miti" yazımı kahramanlara
ihtiyaç duyar, herkesi kahramanlığa çağınr; öte yandan, erillik üzerinden iş­
lemeye mahküm olduğu ölçüde "herkes"in bir kısmını kahramanlıktan men
eder. Nihayetinde, lidere yapılan vurgudan vazgeçilememesi, her erkeği hep
bir parça eksik kahramanlığa mahküm eder.

344
Hanımcığım, biz bu mücadeleye ailelerimize güvenerek gir­
dik. En büyük gücü , yardımı sizden alacağız. Eğer düşüncele­
rimi paylaşıyorsanız, memleketemizin, insanlarımızın esenliği
için alışkanlıklarınızı aşıp öteki hanımlara şimdiden örnek ol­
malısınız. Siz artık sadece benim eşim olarak kalamazsınız. Bi­
zim ikimizin beraberce topluma örnek olmamızın zamanı gel­
miştir. Yeni hayata birlikte başamak için sizden cesaret isti­
yorum. Sizin desteğinize , özverinize muhtacım. Özellikle Lo­
zan'da, beni bundan yoksun bırakmayınız. 50

Mevhibe Hanım hem bu seyahati hem de önce çarşaftan "sık­


ma baş"a, ardından Lozan'da şapkaya ve tayyöre geçişi, önce­
likle kocasına , onunla bağlantılı olarak da vatana karşı bir gö­
rev olarak yerine getirecek ve bu vesileyle özgürleşecektir.
Mevhibe Hanım'ın bedenin yeniden düzenlenmesi üzerinden
özgürleşimi Cumhuriyet'te bir nevi kahramanlaşma süreci ola­
rak aktarılır. Her halükarda erkek kılavuzluğu olmadan gerçek­
leşemeyeceğinin altı çizilen bu süreç, kadınlık halinden doğru
bakıldığında özelde Mevhibe Hanım'ı, genelde üçlemede yer
alan kadınları figüran rolünde sabitler:

. . . Gri bir pardösü ile iskarpin vs. aldı. Başını sıkma baş yapa­
caktı. Bunların ne büyük bir özveri olduğunu bir erkek acaba
bilebilir miydi?
Ama hak ve söz vermişti.
Milletinin şerefi ve saygınlığı için böyle giyinmek günah da
olsa sonucuna katlanacaktı. Yüce Allah'ın bu özveriyi, bu ken­
dini feda edişi beğeneceğini ümit ediyordu . Tersi sırf kendi­
ni düşünmek yani bencillik olurdu . Bunu ne Allah hoş görür­
dü , ne de kul. 51

Mitle hafıza, anlatıyla söylem arasında: Mit sahnesi

Kadınların tarihinin dışarıda bırakılması üzerinden seyreden


böyle bir anlatı, gündelik hayatın tarihinin gözden kaçırıldığı

50 Cumhuriyet, Birinci Kitap, s . 288.


51 A.g.y., s . 289-299.
345
ve buna bağlı olarak mucizelerin belirleyici olduğu bir çizgiyi
besler. Nitekim, Diriliş'te Çanakkale Savaşı'nın, Şu Çılgın Türk­
ler'de Bağımsızlık Savaşı'mn, Cumhuriyet'te kuruluş ve reform
sürecinin anlatılmasındaki ortak nokta bir olamazın oldurul­
ması olarak ortaya çıkar. Bu olamazlar arasında, Kemalist anla­
yışın cinsiyet eşitliği vaadi de sayılabilir. Örneğin Diriliş'te Nes­
rin'in duası bu durumu çarpıcı bir şekilde yansıtır: "Benim gü­
zel canım Allahım, hem Çanakkale hem de kadın hakları sa­
vaşım kazanalım ! Ne olur ! " Kadınların özgürleşmesinin mu­
cizevi şartlara bağlanması Özakman'ın ait olduğu neslin hafı­
za kurulumundaki bugüne yabancılığın yam sıra, bugünkü he­
def kitlesine yönelik mucize yaratmak çağrısıyla da ilişkilendi­
rilebilir: Erken Cumhuriyet'i ya da kendinin ve kuşağının ide­
al kıldığı geçmişi geri getirmek. Nihayetinde, bu halin, feminist
perspektiften karşılığı, kadınların gündelik siyaset içerisinden
özgürleşiminin "mucizevi" olduğu tespitidir.
Ö te yandan Özakman'ın romanlarında işaret edilen "ulus
miti" kurgusu , bir hafıza kurulum sürecinden ziyade mit sah­
nesinin (mythscape) oluşum sürecinebağlı olarak işler. Diğer
bir ifadeyle, romanlarda süreğen bir şekilde yeniden üretilen
mitik anlatı kolektif hafıza kurulumunu değil, mevcudun, bu­
günün içinde tespit edilen farklı hedef grupları için farklı açı­
lardan işlevsel olacak, "milletin mitlerinin oluşturulduğu , akta­
rıldığı, üzerinde pazarlık yapıldığı ve yeniden inşa edildiği za­
mansal ve mekansal olarak genişletilmiş söylemsel bir alan"a52
dahil olma çabasını temsil eder. Özakman'ın romanları bir yan­
dan, 2000'ler Türkiye'sinin gençlerini doğruhafızayla hatırla­
maya davet ederken, diğer yandan, örtük ve/ya da olarak mey­
dan okuduğu tarih ve siyaset okumalarına aynı anda hitap et­
meleri itibarıyla tam da böyle bir sahnelemenin işleyişine işaret
ederler. Bu konuda, özellikle Latife Hamm'la ilgili anlatı açık­
layıcıdır. Özakman, aslında, tam da geçmiş içinde özlenen, bu­
günden ideal leştirilen kadın imgesine en yakın duran Latife
Hamm'la ilgili, tam da bu bölümde değinegeldiğimiz milliyet­
çi ikircimliği sergilerken, Latife Hamm'la ilgili olumsuzlukları
52 Beli, "Mythscapes: Memory, Mythology, and National Identity", s. 63.

346
diğer kadınların hislerine havale ederek dile getirir. Buna gö­
re, Latife Hanım, eğitimlidir, çağdaş bir giyim tarzına sahiptir,
kararlıdır, kendini önce Mustafa Kemal'e ardından vatana ada­
maya hazırdır. Ancak, bir kadının kendi başına kararlılığı eril
okuma açısından fazladır; dolayısıyla, Latife Hanım aynı za­
manda sakıncalıdır. Bu sakıncalılık durumu , kah Zübeyde Ha­
nım'ın dilinden -"Latife iyi kız, çok iyi kız . . . Ama oğluma göre
değil. . . . O oğlumu değil, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'yı se­
viyor,"- açıkça kah Halide Edib'in Fikriye Hanım'ın aşkı karşı­
sında Latife Hanım konusundaki kararsızlığını muğlak bir şe­
kilde belirtmesiyle aktarılır. Özakman'ın, Latife Hanım'la ilgili
en net yargısı ise Latife Hanım'ın hayatını kadınların tarihi için­
den anlatan lpek Çalışlar'ı eleştirisinin satır aralarında okuna­
bilir. Buna göre:

İpek Çalışlar, Latife Hanım adlı kitabında Osman Ağa olayında


Mustafa Kemal ve Latife Hanım'ın durumu hakkında gerçeğe
aykırı olduğu eteklerinden dökülen bir açıklamaya yer vermiş.
Bu açıklama bir belgeye, kanıta, kaynağa, tanığa , yazılı bir anı­
ya, bir mektuba dayanıyor mu? Hayır. Bilinen bütün kaynak­
lara, belgelere aykırı yepyeni bir bilgi bu.

Latife Hanım adlı kitapta akıl, mantık, gerçek, vicdan, sağ­


duyu , izan, insanlık, yazarlık sorumluluğu , dikkat , özen ve
saygı dışı bu palavra yer alıyor. Haydi anlatanın aklı mutlak sı­
fır. Yazar bu deli saçmasını biraz akıl ve bilgi süzgecinden ge­
çiremez miydi? Bu aptal masalın olayların akışına da, karakter­
lere de, gerçeklere de, ayrıntılara da, mantığa da, olay yerlerine
de uygun olmadığını anlayamaz mıydı? 53

Tam da bu alıntıda mit sahnesinin bir örneğini görmek


mümkün. Çalışlar'ın bahsi geçen kitabı doğrudan Latife Ha­
nım'ın yakınlarının anlatılan üzerinden seyrederken, kadınla­
rın tarih yazımına bir örnek teşkil etmekle, Özakman'ın alıntı­
da değindiği belgelerin dönemin yönetici kadrosunun anılan
olduğu göz önüne alındığında, erkeklerin resmi tarihine alter-
53 Cumhuriyet. Birinci Kitap, s. 4 1 2, 423 , dipnot 1 06 .

347
natif bir okumayı da temsil etmektedir. Benzer bir sahneleme
Ayşe Durakbaşa'nın Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Femi­
nizm adlı kitabına referansla görülebilir. 54 Özakman'ın üçleme­
sinde kah cephe gerisinde Mustafa Kemal'i desteklemek üze­
re kah Ankara'da kadınlara konuşma -yaparken değil- yapma­
dan önce ve yaptıktan sonra, kah Ankara'da Mustafa Kemal'le
fikri tartışma içerisinde resmedilen, nihayetinde siyasi fikirle­
rini sürekli değiştirmesi ve dolayısıyla tutarsız olduğu imasıy­
la ve alınganlığı ve "küsme huyuyla" tespit edilen Halide Edib,
Durakbaşa'nın çalışmasında bağımsız entelektüel tutumuyla
ön plana çıkar. Yanı sıra, Özakman'ın üçlemesinde özellikle Şu
Çılgın Türkler'i konu edinen akademik ve entelektüel eleştiriler
söz konusu sahnenin yeniden inşasında işlevseldirler. 55
Esya Özyürek'in Cumhuriyet'in ilk döneminde yetişen ka­
dınlarla yürüttüğü etnografik çalışma da böyle bir mit sahne­
si içerisine dahiledilebilir.56 Çalışma, katılımcı kadınların anla­
tılarında gözlemlenebilecek hafıza kurulumu çabasını/özlemi­
ni örneklerken, kadınların anlatılarının tam da, 2000'ler Tür­
kiyesi'ndeki sosyo-politik yapısal dönüşümle sürtüşen söylem­
sel süreç üzerinden mit sahnesinin yeniden inşasına örnek teş­
kil ettiği söylenebilir. Bu anlatılar Özakman'ın ait olduğu kuşa­
ğın kadın bedenleri üzerinden Cumhuriyet tanımıyla ilişkilen­
dirilebilir. Özakman'ın eserlerinde izlenen hatırlamaya çağrıda
özellikle ön plana çıkan kadın bedeni, erken Cumhuriyet nes­
linin 2000'ler Türkiyesi'nin sosyo-politik dinamikleri karşısın­
da duydukları yabancılığın da bir göstergesidir. Özyürek'in ça­
lışmasında açıkça görüldüğü gibi yabancılık ve bu yabancılığın

54 Ayşe Durakbaşa, Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Feminizm (İstanbul: ileti­


şim Yayınlan, 2002) , 2. Baskı.
55 Örneğin bkz . Hür, Şu Çılgın Türkler ve Yaralı Ulusal Onur" , Those Crazy
Turks: 'Polemical' Pamphlet rather than Historical N ovel " ; Lema K. Yanık,
"Those Crazy Turks' that Got Caught in the "Metal Storm " : Nationalism in
Turkey's Best Seller Lists" , EUI Working Paper RSCAS (2008/4) , URL: http://
www . eui.eu/RSCAS!Publications/ Erişim: 20 Ağustos 20 1 1 .
56 Esra Özyürek, Nostalgia for the Modem: State Seculaıism and Everyday Politics
in Turkey (Durham: Duke University Press, 2006) . Türkçesi: Modernlik Nos­
taljisi: Kemalizm, Laiklik ve Gündelik Hayatta Siyaset. Ferit Burak Aydar (çev.)
(İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2007).

348
nedeni olarak işaret edilen muhafazakarlaşma kaynaklı tedir­
ginlik, örtünme pratiği üzerinden ifadelendirilir. Bu ifadelen­
dirmede erken Cumhuriyet yıllarıyla bugün arasında doğru­
dan bir karşıtlık kurulur: "O zamanlar peçe kullananlar çok az­
dı. . .Başörtüsü takarlardı. . . Bugünkü kadınların aksine saçının
bir tek telini bile göstermemen gerektiğine inanmazlardı. . . O
zamanlar kadınlar başlarını açmaya o kadar hazırdılar ki bu­
gün başlarını örtmeyi nasıl isteyebildiklerini anlamıyorum. "57
Özakman'ın metinlerinde , bu anlayamama haliyle bağlantı­
lı olarak okuyabileceğimiz , Erken Cumhuriyet geçmişi içeri­
sinden bugünün hedef kitlesine yöneltilen mesaj açıktır: "Al­
lah'ın emri mi bu [ türban ] ? Hayır. Kendini Allah yerine ko­
yan, O'nun adına yeni yasaklar getiren yobazın emri. "58 Öyley­
se uyanık olun ! Açıktır ki bu , kadın bedeninin Kemalist yöneti­
minin elden gidişinden duyulan rahatsızlığı imler.
Bu noktada, bugün, kadın bedeni üzerinden yapılan pazar­
lıktan bahsetmek yerinde olur. Bu pazarlığın tarafları olarak
ulusalcı, milliyetçi-muhafazakar ve Islamcı cenahları tespit et­
mek mümkün. Pazarlığın ana eksenini ise Cumhuriyet velya da
toplum velya da devlet için ideal insanın oluşturulması hedefi
oluşturuyor. Söz konusu cenahları birbirinden ayıran çizgi Is­
lam'ın okunmasında çiziliyor. Özakman'ın metinlerinde tem­
sil edilen Erken Cumhuriyet kurgusu içerisinde pozitivist gö­
rüş hakimdir. Bu durum, inancın Cumhuriyet bağlamında ye­
niden-ve yazara göre , kuşağını da temsilen, en doğru şekilde­
yorumlanmasını beraberinde getirir. Nitekim, Özakman, Türk­
lük-Müslümanlık ilişkisini tarihsel bir doğallık içerisinde ve­
rirken, Türklükle özdeşleştirdiği ideal Müslümanlık kurgusu­
nu merkeze alır:

Arap askerlerinin bazı halleri, tavırları, alışkanlıkları, tümende


bulunan Türk askerlerini şaşırtagelmişti.
Bazılarının adının Muhammed oluşu daha çok şaşırtıyordu.
Türkler peygamberlerine duydukları büyük saygı gereği, olur

57 A.g.y.
58 Diriliş Çanakkale 1 91 5 , s . 1 54.
349
olmaz yerde ve biçimde kullanılmaması için çocuklarına bu
adı vermez, onun hafifletilmiş biçimi olan Mehmet'i kullanırdı.
Bu Türklere özgü bir dikkatti.
Önlerine gelen yerde, gösterişli bir halde namaz kılmaları
da şaşırtıyordu. Türk kulluğu kulluğa yaraşır bir alçakgönül­
lülükle, derin bir sadelik ve saygı içinde, gözden uzak yapma­
ya çalışırdı.
Bu da Türklere özgü bir incelikti. 59

Bir yandan Müslümanlık pratiği üzerinden Türklüğü yücel­


tirken diğer yandan milliyetçi dil içerisindenyeni bir müslü­
manlık tanımını gündeme getirir. Bu vatan hizmeti'nin belir­
leyici bir bileşen olarak sunulduğu bir müslümanlık anlayışı­
dır. Gönüllü hemşire Rabia Ferit Hanım'ın eşinin uzak akraba­
sı olan ve Rabia'nın erkek hastalara bakmasından dolayı duy­
duğu rahatsızlığı/hayreti dile getiren Hayriye Hanım'la diyalo­
ğu bu çerçevede ömekleyicidir:

" Hastalara eliniz değiyor mu ? Yabancı erkeklere dokunuyor


musunuz? "
"Aa evet. Mesela dün iki ayağından yaralı bir gazi getirdiler.
Ameliyattan önce zavallının ayaklarını yıkadım. "
Hayriye Hanım mosmor oldu . . . . "boyunca günaha batmış
olduğunu, bunları yaparak ahretini yaktığını, bu hallerin ga­
vurluğa özenmek olduğunu" anlattı. . .
Rabia Hanım . . . yumuşak bir sesle . . . "Bu insanlar biz burada
şerefimizle, namusumuzla yaşayabilelim diye savaşıyor, şehit
oluyor, yaralanıyor, yanıyor, sakat kalıyorlar. . .Böyle zor gün­
lerde her insana büyük küçük görevler düşer. Bir kadının böy­
le zamanda evine gömülmesi ayıp olmaz mı? . . . Yaptiğım günah
değil . . . Eğer bu hizmet günahsa biz bu günahın sonucuna ra­
zıyız. Devletin milletin kurtuluşunun, şeref ve başarısının, ki­
şisel kurtuluştan daha önemli, daha gerekli, daha hayırlı oldu­
ğuna inanıyoruz . . . Müslüman sırf kendini, ahretini düşünen ,
başka hiçbir şeye hiç kimseye , devlete, millete, vatana önem
vermeyen, bencil biri olamaz. "

59 Diriliş Çanakkale 1 915, s . 297.


3 50
Rabia Hanım'ı "iki çocuklu , okuryazar, mutlu, olgun bir İs­
tanbul hanımefendisi" olarak tanımlayan ve bu çerçevede, an­
nelik, "hanımefendi"lik "olgun"luk "okuryazar"lık vasıflarına
yaptığı vurguyla Kemalist bir perspektiften idealleştiren Özak­
man, Hayriye Hanım'ın duruşunu kadınların/hemşirelerin "ev
dışında"ve "peçesiz çalışma"larına gösterdiği tepki üzerinden
eleştirir. Özakman'ın karşı karşıya getirdiği bu iki kadın ay­
nı zamanda iki farklı müslümanlık vurgusunu da temsil eder­
ler. Bu çerçevede, aydınlanmacı müslümanlık kurgusu , her açı­
dan olumlanan Rabia'nın devlet-millet-vatan bağlılığı temelin­
de sabitlenirken, Hayriye örneğinde vatan için işletilmeyen bir
inanç sisteminin ve/ya da dindarlığın cehaletle özdeşleştirilme­
sinde kendini gösterir.
Vatan hizmeti/sevgisi devletin vemilletin bekası üzerinden
kurgulanan lslam, aynı zamanda ve bağıntılı olarak Cumhuri­
yet'in laisitesi içerisinde işleyebilecek olan ve yine dolayısıyla
modern addedilene uyumlu bir Müslümanlık pratiğini de kap­
sar. Bu uyum, erken cumhuriyet neslinin dilinde, yine Özyü­
rek'den alıntıyla , şu şekildetezahür eder: "Ben cumhuriyetin
yetiştirdiği kadınlardan biriyim. Bununla gurur duyuyorum.
Ben dindarım. Ama modern bir yaşayışım var. Öyle açık sa­
çık olmayı sevmiyorum. Böyle yaparsam dincilerin eline koz
vermiş olurum. " 60 Bu duruş Özakman üçlemesinde de sıklıkla
kadın karakterler üzerinden okuyucuya bildirilir. Örneğin yu­
karıdaki alıntıdan gidecek olursak, Rabia'nın yabancı erkeklere
dokunmasının haklılaştırılmasıvatan sevgisine bağlı olarak şe­
ref ve namus meselesine referansla açığa çıkar. Zira Rabia'nın
ifadesiyle, bu erkekler "burada şerefimizle namusumuzla yaşa­
yabilelim diye" savaşmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle, Rabia as­
lında yaptığı işten hazzetmez ancak, vatan-millet-şeref-namus
uğruna böyle bir yükün altına girer. Öyleyse, geçmiş-bugün­
gelecek arasındaki pazarlık olarak da okunabilecek bu çekiş­
menin ana nesnesi kadınların bedeniyken, usulü iffet üzerin­
den işler.

60 Özyürek,Modemlih Nostalj isi, s. 69.

351
Sonuç

Özakman'm üçlemesinden bahsederken, 2000'ler Türkiyesi'nin


sosyo-politik ortamını tanımlayan unsur olarak milliyetçi-mu­
hafazakar duruşun yaygınlaştığı ve buna paralel bir şekilde, bu
duruşla Kemalist cumhuriyetçi cenahın kalkan olarak benim­
sediği ulusalcı duruş arasındaki söylemsel çatışmanın keskin­
leştiği bir dönemden bahsediyoruz. Ek olarak, lslamcı siyasetin
sıradanlaşması aynı dönemin belirgin bir özelliği olarak karşı­
mıza çıkıyor. Son olarak, bu döneme hakim siyasal çerçevenin
neo-liberal esneklikle çizildiğini söylemek mümkün. Bu esnek­
lik, farklı duruşların, belirli politika öncelikleri temelinde iç içe
geçmelerine zemin sağlayabiliyor. Nitekim 2000'ler, bir yan­
dan kimlik politikalarının meşru siyasal alanda yer alabilme­
sine sahne olurken diğer yandan farklı kimlikleri düşman üze­
rinden tanımlayan siyasal eğilimlerin genelgeçerleşmesine ta­
nıklık etmektedir. Bu ise Sevr Anlaşması'nın kök imge olarak
kurulduğu "paranoyak siyaset"6 1 anlayışının ya da korku te­
melli siyasetin devamlılık arz eden unsurlar üzerinden yeniden
üretildiği bir siyasal iklime referansla anlaşılabilir. Bu unsurla­
ra örnek olarak etnik kimlik, dini kimlik ve Batı kategorisiyle
bağıntılı olarak ABD ve/ya da AB verilebilir. Doğaldır ki, siya­
setin ağırlıklı olarak düşmanlık üzerinden okunması doğrudan
militarist bir siyaset tahayyülünü beraberinde getirir. Nihaye­
tinde, ulusalcı duruşla milliyetçi-muhafazakar duruş arasında­
ki çekişme alanını Müslümanlık-Türklük algısı belirlerken mi­
litarist siyaset her iki duruşun ortaklık zemini kurar.
Söz konusu militarist zemin, milliyetçi metinlerde geçmişle
bugünü örtüştüren temel unsurlardan biridir. Elimizdeki ma­
teryallerin feminist perspektiften okunması tam da bu açıdan
önemlidir. Böyle bir okuma, Özakman'ın metinlerinde oldu­
ğu gibi, geçmişin kurgusu üzerinden bugünün konjonktürü­
ne seslenen anlatılarla mevcut sosyo-politik bağlam arasındaki
ilişkiyi açığa çıkartır. Sesleniş, mitik bir göreve çağırma yönte-

61 Ervand Abrahamian, Khomeinism: Essays o n the Islamic Republic (Berkeley:


University of California Press, 1 993) , s. 1 1 5- 1 1 6 .

352
miyle gerçekleşir. Metinlerde mütemadiyen mitleştirilen Cum­
huriyet ve öncesinde Türklük, yazarın 2000'ler gençliğiyle ile­
tişim bağını oluşturur. Öncelikle yazar, kaybedilme tehlikesi
altında olduğunu hissettiği geçmişi yeniden canlandırmaya çı­
kar. Bu sürece geçmişin sayesinde varolduğuna inandığı genç
özneleri de eklemeye çalışırken verdiği mesaj açıktır: Teyak­
kuza davet. Gençlik, kayıp gitmekte olduğu düşünülen cumhu­
run değerlerini ya da Kemalist mirası korumaya davet edilir. Bu

davette işlevselleştirilen mitleştirme en temelde düzeni ve ba­


rışı şiddet dili içerisinden ve şiddet diline referansla kurgula­
yan bir zeminde seyreder. Bu dilin olağanlaştırılması şiddetin
hedefinin "düşman" metaforu temelinde kurulmasıyla gerçek­
leşir. Böyle bir kurulum, ulus-devletin kuruluş süreci hafızası­
nın, 2000'lerde savaş söylemi üzerinden tazelenmesini içerir.
Böylelikle, milliyetçi anlatının hedef kitleden talep ettiği hafıza
yeniden-militarizasyonu çağırır. Bu militarizasyonda iki unsur
ön plana çıkar: Emperyalizmin milli kimlik üzerinden somut­
lanması ve buna bağlı olarak "haklı savaş" hayaletinin süreğen
bir şekilde yinelenmesi.
Sonuç olarak Özakman'ın romanlarıyla girilen akademik­
entelektüel-popüler müzakere ve çatışma süreçlerinde ortaya
çıktığını, yeniden inşa edildiğini, bozulduğunu ve aşındırdıl­
dığını düşündüğümüz mit sahnelerine hakim dekor eril kod­
larla kurulmaktadır. Bu durum, kadınların apaçık figüran ola­
rak satırlar arasında dolandıkları anlarda değil, kahramanmış­
çasına sunuldukları anlarda bile figüran kılınmalarında örnek­
lenir. Alternatif kadın anlatılarında zorlanan esas kadınlık ta­
lepleri ise yazar tarafından akıVtarih/bilim-dışı olarak bir kena­
ra itilir. Öyleyse, üçlemede de örneklendiği gibi, Cynthia En­
loe'nun milliyetçilikle ilgili tespitine referansla milli mitlerin
"erilleştirilmiş bellek, erilleştirilmiş aşağılama ve erilleştirilmiş
umut" ta62 zemin bulan bir geçmiş-gelecek-bugün özdeşliği içe­
risine kurulduklarını söyleyebiliriz.

62 Aktaran Joane Nagel, "Masculinity and Nationalism: Gender and Sexuality in


the Making of Nations" , Ethnic and Racial Studies, Cilt 2 1 , Sayı 2 ( 1998) , s. 244.

353
11
MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKAR TAHAYYÜL
VE 1 2 EYLÜL FİLMLERİ

ÇA CLA KARABAC SARI

Gezi Parkı Direnişi'yle başlayan sürece kadar günümüz genç­


liği Demet Lüküslü'nün de vurguladığı gibi, 1 980'ler, 1 990'lar
ve 2000'ler arasında ayrım gözetmeksizin 1 980 sonrası kuşak
olarak adlandırılmakta , önceki tüm kuşaklar ve hatta kendi
kuşaktaşları tarafından "apolitik" , "depolitize" , "bencil" , "ka­
yıtsız" olarak olumsuzlanmakta ve eleştirilmekteydi. 1 Hazi­
ran direnişi ya da isyanıyla birlikte gençliğe dair ezberler bo­
zuldu ; alanları ve meydanları dolduran, yaratıcı, enerj ik, mi­
zah yüklü eylemleriyle öne çıkan " 1 990 kuşağı" na yönelik il­
gi ve merak yükselişe geçti; böylece, "Nasıl bir gençlikle karşı
karşıyayız? " sorusu da önem kazandı. Bu yazıda kullanılan ve­
riler, "Gezi öncesi"ne aitse de (Ekim 20 1 0-Haziran 20 1 1 ara­
sı) bugünün milliyetçi-muhafazakar gençlerinin dünyayı an­
lamlandırma biçimlerine ilişkin fikir vermek bakımından gün­
celliğini korumaktadır.2 Çalışmanın konusu ise üniversiteli

Demet Lüküslü, Türkiye'de Gençlik Miti: 1 980 Sonrası Türkiye Gençligi, (İstan­
bul: Iletişim Yayınlan, 2009) , s. 14.
2 Bu yazıda kullanılan veriler Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Radyo, Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı'nda yazılmış olan " 1 2 Eylül Film­
lerinin Üniversiteli Gençler Tarafından Alımlanması" başlıklı doktora tezin­
den alınmıştır. Alan çalışması kapsamında Ankara'daki devlet üniversitelerin­
de (Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Ortado-

355
gençlerin 2000 sonrası çekilen 1 2 Eylül filmlerini okuyup yo­
rumlarken, milliyetçi-muhafazakar tahayyülün "bağlamsal bir
söylem"3 ve bir okuma stratej isi olarak nasıl devreye girdiği­
dir. Böyle bir inceleme gençlerin film yorumlarında politik ve
kültürel anlamların nasıl (yeniden) üretildiğini gösterirken ,
onların hem filmlerle hem d e politikayla ilişkisi üzerine dü­
şünme imkanını sunar.
" Gerçek izleyiciler" in, "tarihsel olarak spesifik özneler"in
anlamlarına yönelik ilgiyi "etnografik dönüş"le (ethnograph­
ic turn) ilişkilendirebiliriz. Shaun Moores'un belirttiği gibi
l 970'lerin sonlarından itibaren, medya tüketimi üzerine yapı­
lan çalışmalarda böylesi bir dönüşten söz etmek mümkündür.4
Özelde sinema-izleyici ilişkisine baktığımızda , Robert Allen'a
göre başlangıçta sinema tarihi , izleyici boyutu göz ardı edile­
rek ya filmler herkes tarafından aynı biçimde izleniyormuş ya
da sinema tarihi, aygıtın ortaya çıkışından itibaren filmleri izle­
yen milyonlarca kişinin tarihinden uzak ve ayrıcalıklıymış gi­
bi yazılmıştır. 5 Film çalışmaları l 960'larda akademik bir disip­
lin haline geldiğinde de, temel olarak auteur'lere ve onların ya­
pıtlarına odaklanılmıştır. 6 Ancak, l 980'lerde ve l 990'larda film
çalışmaları alanında izleyicinin tarihsel olarak konumlandırıl­
masının giderek daha fazla merkeze çekilmesiyle , sinema tari­
hi sadece filmlerin ve yönetmenlerin değil, izleyicilerin filmlere
hangi anlamları atfettiğinin de tarihi haline gelmiştir. 7
ğu Teknik Üniversitesi) öğrenim görmekte olan 20 gençle, 1 2 Eylül filmlerini
nasıl alımladıklannı anlamaya yönelik olarak, her bir öğrenciyle üçer kez ol­
mak üzere toplam 60 yan-yapılandırılmış görüşme yapılmıştır. 2000 sonrasın­
da çekilen 1 2 Eylül filmleri arasından örneklem olarak seçilenler ise , Vizontele
Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004), Babam ve Oğlum (Çağan ırmak, 2005) ve Eve
Dönüş (Ömer Uğur, 2006) filmleridir.
3 Kavram janet Staiger'a aittir.
4 Shaun Moores, Interpreting Audiences (Londra: Sage, 1 995), s. 1
5 Robert C. Ailen, "From Exhibition to Reception: Reflections on the Audience
in Film History" , Screen, Cilt 3 1 , Sayı 4, ( 1 990) , s. 348.
6 Graeme Turner, " Cultural Studies and Film" , The Oxford Guide to Film Studies
içinde, john Hill ve Pamela Church Gibson (der.) (Oxford ve New York: Ox­
ford University Press, 1998) , s. 1 96.
7 Robert Stam, Film Theory: An Introduction (Maiden, MA: Blackwell, 2008), Ro­
bert Stam, Film Theory: An Introduction (Maiden, MA: Blackwell, 2008) , s. 23 1 .

3 56
Alımlama araştırmaları, izleyici tercihlerini ya da medya etki­
lerini öngörmek ya da elde edilen bulguları genellemek yerine,
görgül materyali kuramsallaştırarak izleyicilerin medya metin­
lerini nasıl anlamlandırdığını anlamaya ve açıklamaya çalışır.8
Bu çalışmalar, antropolojik araştırmalarla bazı genel niyetlerde
ortaklaşır; örneğin anlamlandırma ve sosyal bağlam açısından
ortak bir ilginin altı çizilebilir. Nitel izleyici araştırmaları, sosyal
özneler tarafından üretilen anlamları ve onların gündelik yaşam
pratiklerini, daha geniş yorumlama çerçeveleriyle iktidar yapı­
lan içinde konumlandırarak açıklamaya çalışır. Bu ise kültürü
yalnızca betimlemekle kalmayıp, onu eleştirel bir biçimde ana­
liz eden etnografik bir perspektife işaret eder.9
Sinemada alımlama çalışmaları konusunda bilişsel yakla­
şım, etnografik yaklaşım ve tarihsel materyalist yaklaşım ol­
mak üzere üç temel eğilimden söz etmek mümkündür. Bu bö­
lümde ise tarihsel materyalist yaklaşım ile etnografik yakla­
şım bir arada ele alınmaktadır. janet Staiger'ın ( 1 986) ilk ola­
rak "The Handmaiden of Villainy: Methods and Problems in
Studying The Historical Reception of a Film" başlıklı makale­
sinde önerdiği tarihsel materyalist yaklaşımda , inceleme ma­
teryali olarak film eleştirileri kullanılır; filmler etrafında kuru­
lan hakim ve alternatif söylemlerle bunların tarihsel bağlamı ir­
delenir. 1 0 Etnografik yaklaşımda ise gerçek öznelerin anlamları
sorgulanmakta, bu anlamlar tarihsel materyalist yaklaşıma pa­
ralel biçimde tarihsel ve kültürel bağlamlar çerçevesinde ana­
liz edilmektedir.
Etnografik yaklaşımın tarihsel materyalist yaklaşımla birlik­
te kullanılması hem tarihsel ve kültürel olarak spesifik özne-

8 J oke Hermes, "Practicing Embodiment: Reality, Respect, and Issues of Gender


in Media Reception" , A Companion to Media Studies içinde, Angharad N. Val­
divia (der.) (Oxford ve Maiden, MA: Blackwell, 2006), s. 383.
9 Moores, Interpreting Audiences, s. 4-5 .
I O J anet Staiger, "The Handmaiden o f Villainy: Methods And Problems i n Stud­
ying the Historical Reception of Film " , Wide Angle, Cilt 8 ( 1 ) ( 1 986) , s.
1 9-28;Interpreting Films (New jersey: Princeton University Press 1992) ; Per­
verse Spectators: The Practices of Film Reception (New York ve Londra: New
York University Press, 2000) .

3 57
lerin anlamlarını irdelemeyi hem de bağlamın öneminin altını
kalınca çizerek dolaşımdaki söylemlerin anlam çerçevesi ola­
rak nasıl devreye girdiğini göstermeyi mümkün kılar. Nitekim
bu bölümde üniversiteli gençlerin 2000 sonrası çekilen 1 2 Ey­
lül filmlerini okuyup yorumlarken, milliyetçi-muhafazakarlı­
ğın, "bağlamsal bir söylem" ve bir okuma stratejisi olarak nasıl
devreye girdiği nitel yöntem ve teknikler aracılığıyla toplanan
veriler çerçevesinde tartışılmaktadır. Bunu yaparken ilk olarak,
neo-liberalizmin milliyetçi-muhafazakarlıkla ilişkisine kısaca
değinilmekte , ardından analiz kapsamında ele alınan üç film
hakkında bilgi verilmektedir. Takiben, "anti-sol söylem" , "an­
ti-politika" , buna bağlı olarak toplumu "kaynaşmış bir kitle"
olarak tahayyül etme ve toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin öz­
cü kavrayış temaları üzerinden milliyetçi-muhafazakar tahay­
yüllün film okumalarındaki izleri sürülmektedir. Ayrıca milli­
yetçi-muhafazakar görüşmecilerin film karakterleriyle kurdu­
ğu ilişki de değerlendirilmektedir.

Neo-liberalizm ve milliyetçi-muhafazakarlık

Tanıl Bora milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık arasın­


da bir iç içelik olduğu varsayımından hareketle, bu üçünü "sağ
gövdenin birbiriyle uyumlu organları" olarak düşündüğünü ifa­
de eder. Fizikteki maddenin hallerini bir mecaz olarak kullana­
rak, milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılığı "birbirine dö­
nüşebilir oluş biçimleri" olarak yorumlayan Bora, milliyetçiliği,
"salt bir ideoloji değil, bir zihniyet örgüsü olarak" düşünmekte
ve "Türk sağının gramer/dilbilgisi olarak" ele almaktadır. Mad­
denin halleri mecazına başvurulduğunda milliyetçilik, Türk sa­
ğının katı halidir. İslamcılık "Türk sağının lügatçesi" , imge, de­
ğer ve ritüel kaynakları içinde en bereketli, en hareketli olanı­
dır. Kap değiştirme ve mecra bulma gücüyle de Türk sağının sı­
vı hali olarak düşünülebilir. Muhafazakarlık ise, "içeriklerin ve
zihniyet kalıplarının ötesinde bir ruh hali, duruş/duyuş biçimi,
üsluptur" ; "Türk sağının 'havasıdır' ( . . . ) gaz halidir. " 1 1 Bu sınıf-
11 Tanı! Bora, Türk Sağının Üç Hali (lstanbul: Birikim, 2007) , s. 7-8.

3 58
landırmaya göre 1 980 sonrası farklı milliyetçilik hallerinin or­
taklığı Sağ'ın "ruh hali, duruş/duyuş biçimi , üslubu . . . " olarak
muhafazakarlıkta kurulur. Tam da bu ortaklık, Türk-Islam Sen­
tezi'nde vücut bulan egemen milliyetçi söylemsel pratiklerin he­
gemonikleşmesini sağlar.
Milliyetçi-muhafazakarlığın neo-liberalizmle ilişkisi, ilk ba­
kışta çelişkili gibi görünse de devamlılıklar üzerinden takip
edilebilir. Piyasa güçlerinin ve bireyciliğin yükselişiyle neo-li­
beralizm, geleneği süpüren ana güçlerden biridir. Öte yandan
neo-liberalizm, meşruluğunu korumak ve muhafazakarlıkla
bağlantılı görünmek için ulus, cinsiyet, din ve aile gibi alanlar­
da geleneğin sürmesine bağımlıdır. 1 2 David Harvey'nin belirt­
tiği gibi neo-liberalizm ilk bakışta, kurumsal bir çerçeve için­
de güçlü özel mülkiyet hakları, serbest pazar ve serbest ticaret­
le nitelenen politik ekonomi pratikler teorisidir. Buna göre be­
şeri refahı geliştirmenin en iyi yolu , bireysel girişimcilikle ilgi­
li vasıf ve özgürlüklerin liberalleştirilmesidir. Burada devletin
rolü kurumsal çerçeveyi oluşturmak ve muhafaza etmekle ta­
nımlanır. 1 970'lerden itibaren dünyanın her yerinde neo-libe­
ral politik ekonomi pratiklere ve düşünüşe yönelim söz konu­
su olmuş, neo-liberalizm dünyayı anlama ve yorumlama konu­
sunda sağduyuya dönüşerek hegemonik bir söylem durumu­
na gelmiştir. 1 3
Harvey, neo-liberal dönüşte , rızanın nasıl inşa edildiğini
açıklamak için Gramsci'nin "ortak kanı" (common sense) kav­
ramına başvurur. Ortak kanı, yanıltıcı, zihin bulandırıcı ola­
bilir; ya da gerçek sorunların kültürel önyargılarla maskelen­
mesinde işlevsel olabilir. Kültürel ve geleneksel değerler (Tan­
rı inancı, kadınların toplumdaki yeri) ve korkular (komünist,
göçmen, yabancı ya da "öteki" korkusu) harekete geçirildiğin­
de, diğer gerçekliklerin üzeri örtülür. Gramsci politik sorunla­
rın kültürel maskeler altında gizlendiğinde "çözümsüz" duru-

12 Anthony Giddens, ( 2002) . Sağ ve Solun Ötesinde: Radikal Politikanın Geleceği.


Müge Sözen ve Sabir Yücesoy (çev.) (lsıanbul: Metis Yayınları, 2002) , s. 1 6.
13 David Harvey, A Brief History of Neoliberalism (Oxford ve New York: Oxford
University Press, 2005) , s. 2 3 .
-

359
ma geldiğini kaydeder. Politik alanda rızanın nasıl inşa edildi­
ğini anlayabilmek için de, politik anlamların altında gizlendi­
ği kültürel kabuğu incelemek gereklidir. Buna göre, neo-liberal
dönüşü meşrulaştıran popüler rızanın üretimi için çeşitli ka­
nallar kullanılmış, ideolojik etki, kurumlar, medya ve sivil top­
lumu oluşturan kuruluşlar (okul, dini kurumlar, meslek kuru­
luşları gibi) aracılığıyla dolaşıma girmiştir. 1 4
Pierre Dardot v e Christian Laval "çağdaş kapitalizmin ak­
lı " olarak nitelendirdikleri neo-liberalizmi "insanların evren­
sel rekabet ilkesi uyarınca yönetilmesinin yeni bir tarzını be­
lirleyen söylemlerin, pratiklerin, düzeneklerin bütünü " ola­
rak tanımlarlar. Yazarlara göre neo-liberalizm "bir ideoloji ya
da iktisadi politika olmadan önce öncelikle ve temel olarak bir
akı lsallık"tır "ve bu sıfatla, yalnızca yönetenlerin eylemini ya­
pılandırmaya ve örgütlemeye yönelmekle kalmayıp, yönetilen­
lerin de tutumlarını" yapılandırır ve örgütler. 1 5
Neo-liberal siyaset devletin basitçe geri çekilmesini değil, ye­
ni temeller, yöntemler ve hedefler ekseninde politikaya katılı­
mını gerektirir. Milliyetçi-muhafazakar siyasetle özdeşleştirilen
iç ve dış düşmanlar karşısında kendini savunma söylemi, poli­
sin ve devlet denetiminin güçlenmesi, yerleşik otoritenin, baş­
ta aile olmak üzere geleneksel kurum ve değerlerin yeniden te­
sisi. 1 6 Bu saptama Ümit Cizre'nin , 1 980 sonrasında milliyet­
çi-muhafazakar söylemin yönetsel düzeydeki taşıyıcıları olan
merkez sağ partiler üzerine okumasıyla paraleldir: Neo-libera­
lizm, " 1 980 sonrası Türkiyesi'nde siyasal demokrasi ve ekono­
mik liberalleşmenin arkasındaki itici güç" tür. 1 7
Neo-liberalizmin 1980 sonrası siyasal süreçlerde belirleyi­
ci konumu her şeyden önce 1 980- 1 983 askeri rejiminin mev­
cut sosyo-politik yapıyı çökertip yerine yeni bir yapı inşa etme-

14 Harvey, A Brief History of Neoliberalism, s. 39-40.


15 Pierre Dardot ve Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum üze­
rine Deneme. Işık Ergüden (çev.) (lstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınla­
n, 20 1 2) , s . 2, 8.

16 A.g.y . , s. 246.
17 Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti: Merkez Sağ-Ordu-lsldmcılık (lstanbul: lleti­
şim Yayınlan, 2005), s. 29.

360
siyle mümkün kılındı. Geçiş süreci ve onu takip eden sivil re­
jimlerde, bir yandan bireysel hak ve özgürlükler için neo-libe­
ralizm savunulurken öte yandan topluma, muhafazakar sosyo­
kültürel söylemlerle hitap edilmekteydi. Böylece rızanın inşa­
sı ikili bir eksende kuruluyordu : Bireysel hak ve özgürlükler
söylemi, homo economicus'a referansla inşa edilir ve pratiğe ge­
çirilirken, diğer taraftan muhafazakar sosyo-kültürel söylem­
ler aracılığıyla cemaat toplumu arzusu yeniden canlandırılı­
yordu . Bu ikilik, ekonomik ve sosyal alanların ayrımını çağıran
neo-liberal önceliklerle çelişmek bir yana, son derece uyumlu­
dur. 1 8 Türkiye'de 2000'li yıllarda söz konusu olan ise, "ustalık
dönemi"ndeki AKP'nin milliyetçi-muhafazakarlığı , başka de­
yişle Türk-Sünni lslam sentezini siyasal ve kültürel alanda he­
gemonik hale getirmesidir.
Bölümün izleyen kısımlarında ele alınacak olan veriler ,
tam da neo-liberal-muhafazakar-milliyetçi eksenlerde seyre­
den siyasal yeniden yapılanma sürecinin olgunluk evresi olan
2000'lerde , gençlerin 1 2 Eylül filmlerini yorumlarken, milli­
yetçi-muhafazakarlığın bir anlam çerçevesi olarak nasıl dev­
reye girdiğini göstermektedir. Veri analizine geçmeden önce
ise 2000 sonrası çekilen " 1 2 Eylül filmleri" içerisinden seçil­
miş olan Vizontele Tuuba (Yılmaz Erdoğan, 2004) , Babam ve
Oğlum ( Çağan Irmak, 2005) ve Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006)
filmleri hakkında kısaca bilgi vermek yerinde olacaktır. Takip
eden bölümde ise gençlerin milliyetçi muhafazakar bir söy­
lemsel çerçeveden bu filmleri nasıl yorumladıkları üzerinde
durulacaktır.

2000'lerin 1 2 Eylül filmleri

Bu yazıda örneklem olarak seçilen Vizontele Tuuba, Babam ve


Oğlum ve Eve Dönüş filmleri, 1 2 Eylül'e giden süreçten ya da

18 Simten Coşar, "The AKP's Hold on Power: Neoliberalism Meets the Turkish­
Islamic Synthesis" , Silent Violence: Neoliberalism, Islamist Politics and the AKP
Years in Turhey içinde, Simten Coşar ve Gamze Yücesan-Özdemir (der.) (Ot­
tawa: Red Quill Books, 20 1 2) , s . 87-88.

361
darbe sonrası yaşananlardan, ana karakterlerin öyküleri ara­
cılığıyla kesitler sunmaktadır. Filmler farklı türsel ve anlatı­
sal özelliklere sahiptir. Vizonte Tuuba komedi, Babam ve Oğlum
melodram, Eve Dönüş ise politik dram olarak tarif edilebilir.
Filmlerin öykülerine ve ana karakterlerine değinecek olur­
sak, Vizontele Tuuba'da 1 2 Eylül'e giden süreçte ülkenin Do­
ğu'sundaki bir kasabadaki gündelik hayattan kesitler sunul­
maktadır. Güner Sernikli (Tarık Akan) 1 9 eşi Aysel (ldil Fırat)
ve kızı Tuba'yla (Tuba Ünsal) birlikte siyasi görüşlerinden do­
layı Anadolu'nun kütüphanesi bulunmayan ücra bir kasabası­
na kütüphane müdürü olarak sürgün edilmiştir. Onları "kasa­
banın delisi" olarak görülen Emin (Yılmaz Erdoğan) karşılar.
Güner Bey kasabaya bir kütüphane kurmak ister. Belediye baş­
kanının (Altan Erkekli) , Emin'in ve Tuba'nın yardımlarıyla bu­
nu başarır. Halkı kütüphaneye çekebilmek için de yıllar önce
toprağın altına gömülmüş olan televizyonu kullanırlar. Bu ara­
da Emin ile Tuba arasında çocuksu bir aşk doğar.
Bir 1 2 Eylül filmi olarak baktığımızda , öncelikle Vizontele
Tuuba'nın darbeye ve sonrasında yaşananlara değil, darbeden
önceki süreçte, bütün yoksun bırakılmışlıklarına rağmen, ken­
di halinde yaşamları olan insanların gündelik hayatlarından ke­
sitlere odaklandığını söyleyebiliriz. 1 980 öncesi politik kutup­
laşmayı filmin geçtiği kasabada görmeyiz; siyasal mücadele, iki
devrimci grup arasında naif fraksiyon çekişmesiyle ve belediye
başkanı Nazmi ile Latif (Cezmi Baskın) isimli karakter arasında
kurulan "iyi niyetli, halkı için çalışan, dürüst politikacı" "kay­
pak, çıkarcı, üç kağıtçı politikacı" ikiliği üzerinden işlenmiştir.
Filmde memlekette olup bitenler ise televizyondaki haberler
aracılığıyla özet biçimde verilir. Filmin sonlarında 12 Eylül As­
keri Darbesi gerçekleşir. Kütüphane askerler tarafından darma­
dağın edilir. Güner Sernikli ve kasabanın gençleri askeri araçla­
ra bindirilip götürülürler. Tuba da hüzünlü bir şekilde Emin'le

19 Tarık Akan'ın filmde canlandırdığı Güner Sernikli, gerçek hayattan aynı isimle
alınmış bir karakterdir. Filmde Van'ın Gevaş ilçesine sürülen idealist bir dev­
let memuru olan Güner Sernikli, gerçekte 1 2 Eylül 1 980'de Hakkari'ye sürgün
edilmiş ve orada yedi yıl yaşamış bir kütüphane memurudur.

362
vedalaşıp annesi ve onları almaya gelmiş olan anneannesiyle
birlikte kasabadan ayrılır.
Babam v e Oğlum'da ise darbe, filmin hemen başında ger­
çekleşir. Gazeteci olan Sadık (Fikret Kuşkan) darbe yapıldı­
ğından habersiz eşi Aysun'u (Tuba Büyüküstün) doğum için
hastaneye yetiştirmeye çalışır. Taksi bulamazlar ve sokaklar­
da yardım edecek kimse yoktur. Aysun bebeğini bir parkta
doğurmak zorunda kalır ve hayatını kaybeder. Şok durumun­
daki Sadık kucağında bebeğiyle darbe olduğu haberini sokak­
taki askerlerden alır. Filmin açılış sekansının ardından j ene­
rik başlar. jenerik yazılarıyla birlikte perdeye yansıyan görün­
tüler bize Sadık'ın hapishanede gördüğü işkenceyi, bu arada
oğlu Deniz'in ( Ege Tanınan) sütannesi tarafından büyütülü­
şünü , ardından Sadık'ın hapishaneden çıkarak oğluna kavuş­
masını , Sadık'ın anne (Hümeyra) ve teyzesinin (Şerif Sezer)
ziyaretlerini gösterir. Yönetmen , 12 Eylül Darbesi'nin ardın­
dan Sadık'ın yaşadıklarını bu özet görüntüler aracılığıyla ak­
tarmayı tercih etmiştir.
Anlatı, aradan yedi yıl geçtikten sonra devam eder. Darbe gü­
nü sabaha karşı dünyaya gelen Deniz büyümüştür. Sadık, De­
niz'i de yanına alarak Seferihisar'daki baba evine doğru yola çı­
kar. Çeşitli ipuçları verilmekle birlikte seyirci , Sadık ve baba­
sı Hüseyin Efendi (Çetin Tekindor) arasındaki diyaloğa ve has­
tanede Hüseyin E fendi'nin doktordan öğrendiklerini diğer aile
üyelerine açıkladığı sahneye kadar, Sadık'ın hapishane koşulla­
rı ve işkence yüzünden ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve
kısa bir süre sonra öleceğini bildiği için oğlunu emanet etmek
üzere baba ve annesinin yanına döndüğünü bilmez.
Film doğrudan darbeye odaklanmak yerine, baba-oğul ilişki­
si üzerinden ilerlemekteyse de, anlatıdaki tüm acı olayların do­
laylı nedeni 1 2 Eylül'dür: Aysun'un sokak ortasında doğum ya­
parak ölmesi, Sadık'ın cezaevinde gördüğü işkence ve kötü mu­
amele sonucu ölümcül bir hastalığa yakalanması, Deniz'in an­
nesiz büyümesi ve sonunda babasını da kaybetmesi, Hüseyin
Efendi ve Nuran Hanım'ın bir yandan evlat acısı çekerken diğer
yandan torunlarını büyütme sorumluluğunu almaları.

363
Vizontele Tuuba ile Babam ve Oğlum' dan farklı olarak Eve Dö­
nüş filminde darbe sonrası yaşananlar, özellikle işkence boyu­
tuyla anlatının odak noktasında yer almaktadır. Mustafa (Meh­
met Ali Alabora) ve Esma (Sibel Kekilli) aldıkları renkli tele­
vizyon yüzünden borçlanmışlardır, maddi güçlükleri aşmak
için fazla mesaiye kalmaktadırlar. Fabrikada işçi olarak çalışan
Mustafa ve Esma vardiyaları çakışmadığı için birbirlerini pek
göremezler, bu yüzden de karşılıklı not yazarak haberleşirler.
Bu arada kızlarına da anneannesi (Perihan Savaş) bakmaktadır.
Tatil günlerini arkadaşlarıyla piknik yaparak değerlendirecek­
leri bir günde darbe olduğunu öğrenirler. Pikniğin iptal olma­
sına ve darbenin tatil gününe denk gelmesine üzülürler. Esma
ev kiralarının artmasından endişe eder. Ülkedeki politik müca­
deleden uzak olan bu çiftin, darbenin olası siyasi ve toplumsal
sonuçlarından haberi yoktur. Sokaklara asker hakimdir, Milli
Güvenlik Konseyi (MGK) emir ve bildiriler yayınlamakta; Es­
ma ile Mustafa'nın çevresinde durmadan tutuklamalar olmak­
tadır. Mustafa ve Esma ise gündelik hayatlarına devam eder.
Mustafa fabrika dışındaki zamanları kendisi gibi politik mev­
zularla ilgilenmeyen arkadaşlarıyla kahvede geçirir.
Bir gece kapının çalınma sesine uyanırlar. Sürekli onlara ev­
den çıkmaları için baskı yapan ev sahibinin geldiğini düşünür­
ler. Oysa gelen polislerdir. Esma ile kızlarının çığlıkları ve göz­
yaşları arasında Mustafa'yı alıp götürürler. Mustafa, örgüt üye­
si olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştır. 22 gün boyunca ağır bir
işkenceye maruz kalır. Şehmuz olmadığını defalarca söylemesi­
ne ve polislere yalvarmasına rağmen işkence devam eder. "Ho­
ca" olarak anılan, gözaltındaki bir başka kişi de (Altan Erkek­
li) gördüğü çok ağır işkenceye rağmen, onun Şehmuz olmadı­
ğını teyit etmiştir. Hoca, Mustafa'ya suçlamaları kabul etmeme­
sini söyler.
Mustafa, örgüt üyesi olmadığı anlaşılınca serbest kalır. Bun­
dan sonra Mustafa için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Eşin­
den bir türlü haber alamayan, hiçbir sebep gösterilmeden işten
çıkarılan, ev sahibi tarafından kapıya konulan ve çok zor gün­
ler geçiren Esma, baba evine yerleşmek durumunda kalmıştır.

364
Mustafa da dışarı çıkınca bu eve gelir. Tekrar fabrikaya dönmek
ister ancak içeriye girmiş olduğu gerekçesiyle işe geri alınmaz.
Kabuslar, halüsinasyonlar görür. İşkencenin yarattığı travma­
yı atlatamaz ve Hoca'yı aklından çıkaramaz. Sonunda bir gaze­
tede Hoca'nın çatışmada öldürüldüğü haberini okur, oysa onu
en son gördüğünde siyasi şubede vücuduna elektrik verilmiştir
ve ölmek üzeredir. Hoca'nın verdiği adrese gitmeye ve evdeki­
lere haber vermeye karar verir. Ayak seslerini duyar ve korkuy­
la oradan uzaklaşır. İçeridekiler Hoca'nın annesi ve kız karde­
şidir. Yolda siyasi şubeden polisler Mustafa'yı durdurur ve içeri
alıp öldürmekle tehdit ederler. Bu sırada onu örgüt üyesi oldu­
ğu gerekçesiyle ihbar eden kişinin ev sahibi olduğu ortaya çıkar.
Mustafa bir hışımla kahveye gelir, ev sahibini bulur ancak ona
hiçbir şey söyleyemez . Bu arada diğer bir masada okey oyna­
makta olan kişiler onun hakkında konuşmaya başlarlar; "bu iş­
lerle uğraşmayanlar"ın başlarının belaya girmeyeceğini düşün­
mektedirler. Tam bu konuşma sırasında polisler içeri girer, ta­
rifteki eşkale uydukları gerekçesiyle başlarına bir şey gelmeye­
ceğini düşünen iki adamı alıp götürürler. Adamlar şaşkın vazi­
yette götürülürken, duvarda asılı duran Kenan Evren ve MGK
fotoğrafını görürüz. Film darbenin bilançosuyla beraber, darbe­
cilerin yargılanmamış olduğu ve ülkenin halen 1 2 Eylül Ana­
yasası ile yönetilmekte olduğunu söyleyen yazılarla son bulur.

12 Eylül filmlerinin alımlanmasında


bir anlam çerçevesi olarak milliyetçi-muhafazakarlık

Bu bölümde milliyetçi muhafazakar olarak tarif edebileceğimiz


gençlerin, örneklem alınan 1 2 Eylül filmlerini nasıl yorumla­
dıkları incelenecektir. Gençlerin filmleri yalnızca ve bütünüy­
le bu bağlamda okudukları iddia edilmese de milliyetçi-muha­
fazakar söylemin bir anlam çerçevesi olarak devreye girdiği gö­
rülmektedir. Bu çerçeve , "anti-sol söylem" , "anti-politika " , bu­
na bağlı olarak toplumu "kaynaşmış bir kitle" olarak tahayyül
etme ve toplumsal cinsiyetin özcü kavranışı gibi kategoriler
üzerinden incelendiğinde açığa çıkmaktadır.

365
"Anti-sol" ve "anti-politika"

Bora'nın belirttiği gibi "solculuk hem kendini solcu sayan­


lar hem onların hasımları tarafından hem de bilimsel litera­
türde müştereken kullanılan bir adlandırma iken sağcılık öy­
le değildir; hasımları tarafından ve bilimsel literatürde sağcı­
lıkla tanımlananlar, kendileri bu adı-sıfatı kullanmayı tercih
etmezler. "20 Bora bunun, " . . . öncelikle, 'modern zamanlarda' sa­
ğı/sağcılığı belirleyen nihai ortak paydanın sol karşıtlığı olması­
nın bir işareti" olabileceğine dikkat çeker:

Sağı kendi "ideoloj ik duruşuyla" değil hasmının "anti"si ol­


masıyla tarif eden ve tayin eden, onun reak s iyoner niteliği­
ni gösteren bir işarettir bu . Tabii bu , sol ile sağ arasındaki ev­
rensel- tarihsel ayrıma bir anlam yüklüyor, onu önemsiyor­
sanız böyledir. Sağ bu ayrımı bilmiyor, önemsemiyor değil­
dir kuşkusuz , fakat bunu reddetmek, önemsizleştirmek ister.
Sağın düzen karşıtı, gelenek karşıtı (ki buradan bakıldığında
esas "anti"ci soldur ! ) hasmı olarak sola dönük bir reaksiyonu
vardır, fakat belki daha önemlisi sağın tümüyle sağ-sol ayrımı
bahsini kapatmaya çalışmasıdır. Bu , sağın anti-politik eğilimi­
ni gösterir: Sağ, politikayı bir toplumu/insanı değiştirme eyle­
mi olarak ve bunun içerdiği husumet-çatışma-müzakere dina­
miğiyle değil, bir idare tekniği olarak sunma ve öyle "idare et­
mek" ister. Solun mümeyyiz vasfını maraza çıkarmak olarak
sunar, sol-sağ ayrımı güderek meseleleri "ideolojikleştirmek"
de bu bozgunculuğa hizmet ediyordur. Solu ve bizzat sol-sağ
"davasını" bu nifakın sorumlusu olarak adlandırmak, böyle­
ce sağcılığı üstlenmeyi reddetmek , sağ adına tutarlı ve "akıl­
lı" bir stratejidir. 2 1

Buradan hareketle Türkiye'de milliyetçi-muhafazakar söyle­


min kurucu unsurlarından birini "anti-sol" duruş olarak tes-

20 Tanı! Bora, 'Türk Sağı: Siyasi Düşünce Tarihi Açısından Bir Çerçeve Deneme­
si" , Türk Sağı: Mitler, Fetişler, Düşman imgeleri içinde, inci Özkan Keresteci­
oğlu ve Güven Gürkan Ôztan (der. ) C lstanbul: lletişim Yayınları, 201 2 ) , s. 10.
2 1 A.g.y. , s. 1 1 .
366
pit edebiliriz. Bu düşünceyi doğrular biçimde, kimi görüşmeci­
ler kendilerine yöneltilen soruları yanıtlarken, politik filmlerin
ve 12 Eylül filmlerinin daha çok sol bakış açısından çekildiğini
söylemekte ve bundan duydukları rahatsızlığı dile getirmektey­
diler. Örneğin görüşmecilerden Ülkü (AÜ , 2, K, 22) 22 bu doğ­
rultuda bir görüş bildirmiş ancak söz ettiği konuda örnek ver­
mesi istendiğinde , filmlerden çok Hatı rla Sevgili, Çemberim­
de Gül Oya gibi televizyon dizilerinden söz etmiştir. Kendisi­
ni açıkça milliyetçi olarak tanımlamasa da , taşıdığı kimi sem­
bollerden (tuğra şeklindeki bir kolye , cep telefonunun ekra­
nındaki Türk bayrağı gibi) ve Kürt meselesi gibi ihtilaflı konu­
lara milliyetçi önceliklerle yaklaştığını söyleyebileceğimiz Ül­
kü, sağ-sol çatışmasını "yapay bir boğuşma" şeklinde görmek­
te , toplumu ise , "kaynaşmış bir kitle" olarak tahayyül etmek­
tedir. Nitekim Vizontele Tuuba filminde çatışma halindeki iki
devrimci grubu "saçma sapan bir şey yüzünden birbirine giren
sağcı ve solcu gençler" biçiminde yorumlamıştır. Yanı sıra, bu
karakterler üzerinden, 1980 öncesi sağ-sol çatışmasına da atıfta
bulunarak uğraştıkları şeylerin, içinde bulundukları çatışma­
nın ne kadar boş ve saçma olduğunu vurgulamıştır.
Ülkü , Vizontele Tuuba filmindeki iki farklı fraksiyonu temsil
eden devrimci gençler arasında geçen "Vatan tepesine yazı yaz­
ma mücadelesi" ni de komik ve anlamsız bulduğunu söylemiş­
tir. Onun düşüncesine göre filmde neden böyle bir sahne oldu­
ğu anlaşılmaya çalışıldığında, filmle doğrudan bağlantısını kur­
mamakla birlikte , dağlardaki Türk bayrağına ilişkin tam ola­
rak hatırlayamadığı bir haberden söz etmiştir: " ( . . . ) bizim dağ­
larımızda biliyorsunuz işte Türk bayrağı vardır, işte ay yıldızı­
mız vardır filan. Onlarla ilgili bir haber olmuştu , bir bakan mı
ne , onları oradan sileceğiz gibi. . . Yani onu bana çağrıştırdı, onu
mu acaba şey yapmak istemiyor diye . . . Bence alakası yok ama . . .
Alakası olmaması gerekir. . . " Ülkü'nün sözünü ettiği haberin
içeriğinin ne olduğu anlaşılamasa da -"dağlarımız, ay yıldızı-

22 Çalışmada görüşmecilerin gerçek isimleri değil onlara verilen takma isimler


kullanılmıştır. Adların yanındaki parantezlerin içinde ise, görüşmecinin oku­
duğu üniversite , kaçıncı sınıfta olduğu , cinsiyeti ve yaşı gösterilmektedir.

367
mız" gibi- kullandığı sözcüklerdeki aidiyet/sahiplenme vur­
gusu dikkat çekmektedir. Bu noktada, vatan toprağını sahiplik
üzerinden anlamlandıran, bayrak gibi simgelere kutsallık atfe­
den bir tahayyülde, o topraklardan bayrağı silmek isteyen "düş­
man" algısıyla, beğenilen bir filmi yan yana getirmeme arzusu­
nun yorumu yönlendirdiğini söylemek mümkün.
Ülkü , filmin son sahnesine ilişkin yorumunda da yine si­
yasi meselelerin boş olduğunu vurgulayarak, Vizontele Tuu­
ba'nın siyasetin ötesinde , asıl önemli olan şeyi -Tuba-Emin
aşkı üzerinden- iki insan arasındaki sevgiyi gösterdiğini söy­
lemiş; Babam ve Oğlum filmini de, benzer bir şekilde "insana
verilmesi gereken değeri" gösteren bir film olarak tarif etmiş­
tir. Ona göre filmin izleyicisi , olaylan hem Sadık karakterinin
hem de babasının bakış açılarından görebilmekte ve onların
neler yaşadığını anlayabilmektedir. Sadık'ın ailesini geride bı­
rakıp politik nedenlerle evden ayrılışına ilişkin Ülkü , kendi
yaşantısından hareketle , insanın bazen doğru olduğunu dü­
şündüğü şeyler uğruna gidebildiğini , ancak bunun da bir be­
deli olduğunu , sonuçta yanlış şeylere sebep olabildiğini anlat­
mıştır. Vizontele Tuu ba gibi B abam ve Oğlum'u da "geriye ka­
lan tek şey sevgi" önermesiyle özetlenebilecek bir biçimde yo­
rumlamaktadır. 2 3

Orada işte, yani önemli olan benim filmden çıkardığını da


önemli olan hani işte bu etkisinde kaldığımız şeyler değil, ya­
ni bizim özümüzde olan şey, sadece insanların birbirleriy­
le yaşadığı şeyler ne bileyim geçen filmde de aynı şeyleri söy­
lemiştim ama insanların birbirine duyduğu sevgi, dayanışma
yani. Bu şekilde bir yaşam şekli . . . Çünkü geriye kalan bun-

23 Kadın görüşmecilerden bir diğeri olan Delal de (HÜ, 1, K, 18) Ülkü gibi Vizon­
tele Tuuba ile Babam ve Oğlum filmlerini yorumlarken insanların birbirini sev­
mesinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Fakat Ülkü'den farklı ola­
rak Delal, Viwnte Tuuba filminde Emin ve Tuba karakterlerinin bir araya ge­
lişlerini "öteki"likleri üzerinden anlamlandırmakta, Babam ve Oğlum'da baba­
sının Sadık'ın mücadelesine omuz vermesi gerektiğini düşünmekteydi. Dola­
yısıyla Delal için sevgi, "çatışmanın ve mücadelenin boş, anlamsız" olduğu dü­
şüncesiyle değil, birbirini anlamanın, dayanışmanın, yan yana durmanın, bir­
likte değiştirmenin ve dönüştürmenin imkanıyla anlam bulan bir kavramdı.

368
lar oluyor yani. O kadar olan şeyden sonra insanları birleşti­
ren de tek şey bu .

Tam da burada , muhafazakar düşünceye içkin , "insan de­


neyimini aşan normatif bir yapının varlığına dair sarsılmaz
. . .inanç" tan söz etmek gerekiyor.24 Ülkü'nün de başta poli­
tik çatışma olmak üzere, her şeyin ötesinde, normatif bir de­
ğer olarak sevgi ve dayanışmayı göstermesinde muhafazakar
düşünceye özgü mevcudu aşkın bir değer arayışı görülebilir.
Bu , "sevgiye giden yol" olarak tarif ettiği halin çelişkisiz , ça­
tışmasız , mücadelesiz bir bütünlük olmasında daha da belir­
ginleşir. Ülkü , 1 2 Eylül'le ilgili bildiklerinden ve düşüncele­
rinden söz ederken, darbe ve darbe sonrası yaşananları değil,
darbe öncesi siyasal şiddet ve çatışma ortamını öne çıkarmış­
tır. Paralel biçimde , darbeye giden süreçte insanların yaşam­
larından kesitler sunan Vizontele Tuuba'yı olduğu gibi, dar­
be sonrası yaşananlar üzerinden ilerleyen Babam ve Oğlum'u
da , filmin çok özet biçimde geriye dönüşlerle anlattığı , 1 980
öncesini , başka deyişle Sadık'ın "gittiği" dönemi öne çıkara­
rak yorumlamıştır. Buna göre Ülkü'nün imgeleminde kötü ve
yanlış olanın, darbe ve darbe sonrasından çok, 1 970'lerin si­
yasal olarak kutuplaşmış ve çatışmalı ortamı olduğunu söyle­
mek mümkün. Eve Dönüş filminin 12 Eylül'e ilişkin neler söy­
lediği sorulduğunda da Ülkü'nün yorumu paralel bir çizgide
seyretmiştir:

( . . . ) darbenin ne kadar kötü şeylere sebep olduğunu anlatan


bir film. En çok onu bence veriyor. Darbeden daha öncesi yok.
Yani neler yaşandı bitti, işte kim ne yaptı, bunlar yok hiç. Sa­
dece darbe üzerine yani, hani daha önce, darbenin öncesinde
yaşanan şeylerde bir kötülük yok da sanki hani darbe gelince
her şey tamamen değişti ve çok kötü bir hal aldı gibi bir izle­
nimi ediniyor yani insan izleyince. 1 2 Eylül'le ilgili en çok bu­
nu gösteriyor bence.

24 McAllister'dan aktaran Şükrü Argın, "Siyasetin 'Taşra'sında Taşranın Siyaseti­


ni Tahayyül Etmek" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce 5: Muhafazakarlık için­
de, Ahmet Çiğdem (der.) (İstanbul: lletişim Yayınlan , 2006), s. 47 1 .

369
Eve Dönüş filminde ana karakter Mustafa'nın arkadaşı Cahil
ile sendikanın iş yeri temsilcisi arasında geçen diyalog üzerine
konuşurken Ülkü , insanların mutlaka temel haklarının sağlan­
ması gerektiği ; ancak sınıf çatışması eksenindeki politik mü­
cadelenin "bizi ayrıştırdığı için" yanlış olduğu düşüncesini di­
le getirmiştir. Ülkü'ye göre demokrasi, özgürlük gibi "soyut te­
rimlerle" bir şeylerin çözülmesi mümkün olmadığından, sen­
dikal mücadele içindeki karakterin söyledikleri, Mustafa ve ar­
kadaşları için anlamlı değildir ve bu da anlaşılabilir bir şeydir:

(. .. ) en belirgin kavramların bile içinin boşaltıldığı zamanımız­


da hani sadece işte özgürlüktü , demokrasiydi, hak hukuktu ,
yani sadece bu kelimelerden, bu kelimeler üzerinden o kadar
çok şey dönüyor ki . (. . . ) Bilmiyorum hani bunu herkes ken­
dine çevirebilecek durumda oluyor böyle olunca. Nasıl olma­
lı derseniz . . . (. . . ) Yani bilmiyorum öyle bir hal aldı ki bilemi­
yorum, çözüm yok kafamda benim de. Ama açıkçası şey diye
görüyorum ya . . . En azından bunlar zaten olması gereken şey­
ler, hani alınması gereken haklar, zaten hem başımızdaki in­
sanlar tarafından, insanlarımıza sağlanması gereken şeyler, te­
mel şeyler. Hani bu böyle bir sınıf gibi ayrılarak gösterilmesine
ben şey yapıyorum. Öyle olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü daha çok ayrılmış oluyoruz, yani . . .

Tam da burada , muhafazakar siyasal tahayyülü niteleyen,


çatışma yerine uzlaşma , farklılık yerine aynılık, çokluk yeri­
ne birlik vurgusunun izlerini görmek mümkün. Bu vurgu , ay­
nı zamanda , popülizmin halkı "halktan olmayan" hasım sınıf­
lar/zümreler/gruplar karşısında homoj en bir kitleye indirgeme­
sine de işaret eder. Buna göre halk, iç ayrımlardan, çıkar çatış­
malarından muaftır. Ancak burada yapısal bir imkansızlık da
söz konusudur. Çünkü halkın içinde her zaman "kendinden
olmayan" unsurlar da mevcuttur. Bu nedenle "cemaate ve gele­
neğe dayalı bir toplumsal bütünlük ve saydamlık arayışı olarak
muhafazakar popülizm aradığı saydamlığı yüce nesnesi 'halk'ta
bulamaz" Bu noktada da devreye seçkincilik ve vesayetçilik gi­
rer; halk çocuksu-naif bir karakterle idealize edilirken, onun

370
çıkarlarının en iyi popülist seçkinler ve aydınlann vesayeti altın­
da korunacağı düşünülür.25
Böyle bir seçkincilik, organizmacı toplum anlayışını ve radi­
kal ve devrimci değişim önerilerinin, geleneğin korunması ve­
silesiyle reddini çağırır.26 Ülkü'nün filmler üzerine yaptığı yo­
rumları, toplumu organik bir bütün olarak gören, siyasal çatış­
manın yerini "insanüstü" bir hakikat ve ölçüt olan "sevgi"nin
aldığı , hak olgusunu mücadeleyle edinilen değil, "başımızda­
ki insanlar tarafından sağlanması gereken" bir olgu olarak an­
lamlandıran sağ-muhafazakar söylemin içinde konumlandıra­
biliriz . Süleyman Seyfi Öğün de muhafazakarlar için kamusal
hayatın, politik değil , kültürel bir anlamı olduğunu söyler. Bu­
na göre "kamusal hayat orta sınıf değerler üzerinden iyi, dü­
rüst insanların oluşturduğu ahlaki bir hayat küresidir"27 ve Ül­
kü'nün vurgularıyla söylersek bu kürenin içinde siyasal kutup­
laşma boş ve anlamsızdır. Bu düşünme biçimi, aynı zamanda
neo-liberalizmin siyaseti "yönetişim"e indirgeme ve politik ça­
tışma olasılıklarının üzerini tutucu kültürel söylemlerle örtme
stratejileriyle de uyumludur.
Milliye tçi-muhafazakar söylemin anti-sol karakterine bir
başka görüşmeci olan ve kendisini milliyetçi olarak tarif eden
Tuğrul'un (GÜ , 2, E, 2 1 ) sözleri örnek gösterilebilir. Tuğrul'a
göre 12 Eylül'den önceki süreçlerde "Marx, Lenin, bunların ga­
zına gelip Türkiye'de birtakım insanlar bir şeyleri değiştirme­
ye çalışmış, bazıları da buna ( . . . ) müdahale etmeye çalışmış" tır;
dolayısıyla kavgayı başlatan solculardır ve ülkücülerin buna
karşı mücadelesi haklıdır. Tuğrul'un Eve Dönüş filminde de
darbeye ilişkin gördüğü şey, "suçlu"nun yanında "suçsuzlar"ın
da işkence görmüş, acı çekmiş oluşudur. 28 Tuğrul'un sözleri-

25 Tanı) Bora ve N ecmi Erdoğan, "Muhafazakar Popülizm" , Modem Türkiye'de


Siyasi Düşünce 5: Muhafazakarlık içinde, s. 632.
26 Bekir Berat Özipek, "Muhafazakarlık, Devrim ve Türkiye" , Modem Türkiye'de
Siyasi Düşünce 5: Muhafazakarlık içinde, s. 37.
27 Süleyman Seyfi Öğün , "Türk Muhafazakarlığının Kültürel Politik Kökleri" ,
Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce 5: Muhafazakarlık içinde, s. 5 5 7 .
28 Tuğrul Eve Dönüş filminde darbeye ilişkin gördüğü şeyleri şöyle ifade etmiştir:
"Darbe, darbenin yanlışları, darbenin işte, darbe iyi olsa bile her zaman iyi ol-

371
nin işaret ettiği şeyi Bora'nın "ülkücü hareketin uyguladığı şid­
det ve terörü meşrulaştırmak için başvurduğu" gerekçenin adı
olan "milli refleks " kavramıyla açıklamak mümkündür:

Köseoğlu , ülkücülerin komünistlere karşı uyguladığı şiddeti,


tehdit altındaki milli bünyenin kendini korumaya dönük insi­
yaki hareketi olarak izah etmişti. Devletin resmi güvenlik kuv­
vetlerinin basiretsizlik ve aczi, bu tabii reaksiyonu zaruri kıl­
mıştı. Milli hayat-memat davası söz konusu olduğundan m eş­
ru , meşru olduğu kadar da doğal bir refleksti bu . Refleksi, yani
"doğal" , güdüsel eylemi politik eylemin değerleri, tercihleri ve
sorumluluğu tartan ölçülerinden muaf hatta onun "yapaylığı­
29
na" üstün saymak, faşist ideoloj inin temel bir "dürtü"südür.

Bu bağlamda savunduğu milliyetçilikle, faşizmin farkına


vurgu yapan Tuğrul'un, milli refleks savını, faşizmin temel mo­
tifleriyle ilişkilendirebiliriz .30 Tuğrul faşizmi "dünyada kendi
ırkından başka ırk olmadığı"nı düşünmek olarak tanımlar. Oy­
sa faşizm başka ırkların varlığını reddetmek olmadığı gibi, "Fa­
şizmin en çok 'ünlenmiş', harcıalem belirtisi, ırkçılık" ve "'aşı­
rı'-milliyetçilik" tir:

mayacağı . . . ( . . . ) doğru insanları gönderse bile, doğruların yanında işte yanlış,


işte o işlere karışmayan insanları götürdüğünü izleyiciye aktarıyor bence. izle­
yen insan da bunu düşünür. Demek ki o zamanlar böyle şeyler olmuştur. işte
suçlunun yanında suçsuzlar da işkence görmüştür, film onu açmış. "
29 Bora, "Türkiye'de Faşist ideoloj i " , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce 9 : Dö­
nemler ve Zihniyetler içinde, Ömer Laçiner (der.) (İstanbul: lletişim Yayınları,
2009 ) , s. 360.
30 Tanı) Bora Türkiye'de resmi ideolojinin millet tanımındaki salınımlarla faşizm
ilişkisini şöyle açıklar: "ideolojik düzlemde faşist rejim unsurlarını koğuştu­
racağımız yer, milliyetçiliktir. Türkiye'de resmi ideolojinin omurgası, 'sert do­
kusu', her türlü lügatçeyi 'kendine benzeten' grameri olan milliyetçilik, vatan­
daşlık bağı temelinde sivil-politik bir millet tanımıyla kültürel-etnisist bir öze
göre tarif edilmiş özcü-fundamentalist bir millet tanımı arasında salınagelmiş­
tir ve özcü-fundamentalist yöndeki-zaten ritmi belirleyici olan-salınımın art­
ması oranında, faşizan bir tesir şiddetlenir. 'Zevke göre', ırki, etnisist ya da ta­
rihsel-kültürel kimlikle tarif edilen-ideolojik muhtevası muğlak-bu milliyet­
çilik yorumundan doğan faşist etki, ırkçı ayrımcılığa cevaz vermesinden çok,
hayatın her alanında boğucu bir teftiş rüzgarı estirmesiyle ortaya çıkar" Tanı]
Bora, Medeniyet Kaybı: Milletçilik ve Faşizm Üzerine Yazıla, Clstanbul: Birikim,
2006) , s. 1 52 .

372
Faşist hareket, tematik-programatik açıdan asli ideoloj ik il­
ham ve başvuru kaynağını teşkil eden "aşın" -milliyetçi ve ırk­
çı fikriyattaki özcü karakteri, sorunsalını belirleyen totaliter ve
radikal dünya görüşü içinde uçlaştırmış, aşkınlaştırmıştır. Fa­
şist ideoloj i ırkçı-milliyetçiliği, bir politika ya da gelişme/kal­
kınma/kurtuluş/diriliş stratej isi olmaktan öte, bizatihi dünya
görüşü ölçeğinde yeniden üretir. Doğuştan "verilmiş" , ezelden
ebede giden "sahih" bir üstün kimliğin oluşturduğu hale, fa­
şizmin hedef kitlesini tatmine uygundur. 31

Özetle faşist ideoloj i , özsel bir üstün ırk anlayışına daya­


nırken, "Yahudi" , "komünist" gibi yine özsel düşman figürle­
ri üretir. Tanıl Bora'nın (2006, s. 146) belirttiği gibi şiddeti ise
"en 'sahih' araç olarak benimser. "32 Tuğrul'un zihninde solcu­
lar düşman imgesine tekabül ederken,33 onlara karşı kullanı­
lan şiddet de "doğal bir refleks" olarak görünmekte ve meşru­
laştırılmaktadır.

Aile, kadınlık ve erkeklik rolleri

Daha önce de belirtildiği gibi neo-liberalizm , meşruluğunu


korumak ve muhafazakarlıkla bağlantılı görünmek için ulus,
cinsiyet, din ve aile gibi alanlarda geleneğin sürmesine bağımlı­
dır. 34 Buradan hareketle gençlerin aileye ve toplumsal cinsiyet

31 A.g.y. , s. 1 44 .
32 A.g.y. , s. 1 46.
33 Sağ tahayyülde solcu imgesinin şeytanlaştırılan bir "düşman" figürü olması­
nı, özellikle Soğuk Savaş döneminin "anti-komünizm"iyle başlatabiliriz. Sinan
Yıldırmaz'ın belirttiği gibi "ikinci Dünya Savaşı sonrası dönemin en yaygın po­
litik unsurlarından biri" olan anti-komünizm, savaş öncesi dönemde de var­
dır. Ancak, savaş sonrasının öncekinden farkı, "artık anti-komünizmin bir ne­
vi devlet politikası olarak uygulanması ve bunun uygulanmasına yönelik yeni
araçların geliştirilmesidir" .Yıldırmaz, bu dönemde "Türkiye'deki anti-komü­
nist propagandanın temel unsurları"nı '"milli gurur' eşliğinde kurgulanan mil­
liyetçilik, toplumsal paranoya ve korkular ve toplumsal grupların yaşam tarz­
larına yönelik muhtemel tehditler" olarak sıralar. Sinan Yıldırmaz, "Nefretin
ve Korkunun Rengi: 'Kızıl"' , Türk Sagı: Mitler, Fetişler, Düşman imgeleri için­
de, s. 48, 56-57 .
34 Giddens, Sag ve Solun Otesinde, s. 16�

373
rollerine ilişkin yorumlan hem muhafazakar zihinsel örüntüle­
ri göstermek hem de neo-liberal zamanların ruhunu ifşa etmek
bakımından anlamlı görünmektedir. Görüşmecilerin ifadeleri­
ne bakıldığında milliyetçi-muhafazakar düşüncelerin genellik­
le "aileden geldiğinden" söz edilebilir:

Ya tabi aslında hani lisede bazı düşünceler oluyor da o da­


ha . . . Ya ne bileyim küçüksünüz bence lisedeyken, ben öyley­
dim yani. Aileden gelen bir siyasi görüşünüz, bir politikanız il­
laki vardır ama üniversiteye geçince neyin ne olduğunu daha
açık, daha net konuşulduğu için hani arkadaşlarınızın, hoca­
ların görüşlerini de göz önüne alıp yeni bir . . . Yani düşünceniz
değişebiliyor o açıdan önemli üniversite. (. . . ) benim pek değiş­
medi . Hani ben lisede de öyle aşın bir şekilde siyasetle ilgilen­
mezdim, belli bir görüşüm vardı, aileden gelen gerçi ama hani
böyle karşı görüşleri de böyle tamamen sırtını dönüp tek ken­
di görüşüm değil, hani anlan da dinlerim. Onlarda da mantık­
lı gelen şeyler vardır, bizde de, hani bizim, benim siyasi görü­
şümde de (Alper (GÜ , 2, E, 1 9 ) .

Alper, Babam ve Oğlum filmindeki baba-oğul çatışması üze­


rine konuşurken, kendisinin de babasıyla çatışmaları olup ol­
madığı sorusuna babasıyla düşüncelerinin aynı olduğunu , bu
yüzden filmdekine benzer anlaşmazlıkları yaşamadığını söyle­
miştir. Yine Babam ve Oğlum filminde Sadık ve arkadaşlarının
birlikte rakı içtikleri ve "gitmek-kalmak" üzerine konuştukla­
rı sahneden söz ederken kendisinin giden değil, kalan olacağı­
nı , çünkü anne ve babasını üzmek istemeyeceğini belirtmiştir.
Bir diğer görüşmeci Mehmet (GÜ , 2 , E , 20) ise Babam ve Oğ­
lum filmi üzerine konuşurken, kendisini Hüseyin Efendi'nin
yerine koyduğunu ifade etmiş, bunun sebebini açıklaması is­
tendiğinde kendisinin de onun gibi " gelenekselci" olduğunu
söylemiştir. Gelenekselciliğin tarifini ise "aile değerleri" üze­
rinden yapmıştır. Teknoloj inin gelişimi gibi yeniliklere açık
olunması gerektiğini, ancak belli tabuların yıkılmamasının da­
ha doğru olduğunu söyleyen Mehmet, aileyi ayakta tutan şeyin
gelenekler olduğunu , bu yapıyı korumak için de belli kural-

374
ların ve değerlerin muhafaza edilmesi gerektiğini düşünmek­
tedir. Ona göre aksi halde ailelerin dağılması, boşanmalar gi­
bi olumsuz durumlar ortaya çıkmaktadır. Tayfun Atay'ın ifa­
desiyle gelenekçilik, '"gelenek' addedilen her ne ise onu ala­
bildiğine öne çıkaran, özneleştiren, hatta bazı örneklerde kut­
sallaştırma noktasına kadar varabilen bir fikriyattır" .35 Muha­
fazakar düşüncede aileye ve ona ilişkin değerlere kutsallık at­
fedildiği gibi büyüklerin, özellikle de babanın otoritesi mutlak
kabul edilir. Aileye bakışla millet tahayyülü arasında da bir de­
vamlılık vardır: Buna göre millet-organizmacı toplum anlayı­
şıyla uyumlu bir şekilde-genellikle aileye benzetilir ve bu kez
"devlet baba" nın otoritesi mutlak ve meşrudur. Ülkü , Alper ve
Mehmet'in aileye ilişkin görüşleriyle devlet otoritesine bakışla­
rı arasında böyle bir paralellikten söz etmek mümkün. Üç gö­
rüşmecinin de aile ve millet nosyonlarında "birlik ve beraber­
lik" vurgusunun ağırlıkla yer aldığı gözlemlenmiştir. Ayrıca ai­
leyi kutsayan bu muhafazakar söylem, başta da belirtildiği gibi
neo-liberalizmin ihtiyaç duyduğu geleneksel kurum ve değer­
lerin yeniden tesisi için de hayati önem taşımaktadır. Dolayı­
sıyla, gençlerin aileye ilişkin sözlerinin neo-liberal zamanların
ruhuyla uyumlu olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Bunun
yanında ailenin muhafazasının, kadınlara ve erkeklere yükle­
nen geleneksel-ataerkil rollerin de muhafazası anlamına geldi­
ğini hemen belirtmek gerekir.
Şöyle ki, milliyetçi-muhafazakarlık özcü bir zihniyet örüntü­
süne gönderme yapar. Bu kalıp içinde millet, milliyet, vatan ai­
le, din gibi kavramların yanı sıra kadınlık ve erkeklik de özcü
bir biçimde kavranır. Görüşmecilerden Mehmet, Eve Dönüş fil­
minden hareketle, onun düşüncesinde şiddetin meşru olduğu
durumlar olup olmadığı sorusuna verdiği yanıtta, erkeklik ve
şiddet ilişkisini bu türden bir özcülükle açıklamaktadır:

Mesela belli durumlarda , kendini savunma . . . Nasıl diyeyim,


kavga etmeye mecbur kaldığın durumlar oluyor yani başıma

35 Tayfun Atay, "Gelenekçilikle Karşı-Gelenekçiliğin Gelgitinde Türk 'Gelenek­


çi' Muhafazakarlığı" , Modem Türkiye'de Siyasi Düşünce 5: Muhafazakarlık için­
de, s . 1 64.

375
çok geldi. Nasıl diyeyim, bu , erkeklerin genel özelliğidir di­
yeyim, hani yanında bir kız olursa mesela, sevgilin olsun, ha­
ni arkadaşın olsun, başkası senin yanında ona sulanıyorsa, ha­
ni ona karşı bir şey yapıyorsa, bu erkeklerde böyledir, hani bu
nasıl diyeyim bu genetik olarak açıklanabilir bence, ben bu
açıdan düşünüyorum. lnsan hani bir saldırma psikolojisi, ha­
ni kadım koruma psikolojisi ya da kendi sinir olmasından do­
layıdır da diyebiliriz. Hani kavga edebilir ya da belli durumlar
var eğer kaçamıyorsan, hani kavga etmek zorundaysan mec­
bur kavga edeceksindir.

Mehmet burada kadının, daha doğrusu erkeğin "yanında­


ki kız"ın "korunması" gerekliliğini , "milli refleks"i çağrıştıran
bir şekilde "erkeklik refleksi" olarak tarif ederken, bu durum­
da kullanılan şiddeti de kelimenin tam anlamıyla doğal görmek­
tedir. Babam ve Oğlum filmi üzerine konuşurken annesine çok
önem verdiğinden ve onunla çok yakın olduklarından söz eden
Alper de, Mehmet'inkine benzer bir yaklaşımla kadını, erkek ta­
rafından korunması gereken bir varlık olarak görmekte, anne­
sine olan bağlılığını ve düşkünlüğünü de annenin "korunma
ihtiyacı"yla ilişkilendirmektedir: "Yani babamla da her şeyi ko­
nuşuruz, annemle de ama. Hani annem ne bileyim, anneme kar­
şı daha böyle bir içim şeydir. . . Korumacıyımdır yani sonuçta ba­
bam kendisini koruyabilir, şey yapabilir ama anneme karşı daha
şeyimdir" Kadını ikincilleştiren cinsiyetçi söylemin yalnızca sağ
ideolojilere özgü olduğu iddia edilmemekle birlikte, sağ muhafa­
zakarlığın, bütün toplumsal eşitsizlikleri olduğu gibi, kadınla er­
kek arasındaki eşitsizlikleri de toplumsal olarak görmekten çok
doğal ve verili kabul ettiğini söyleyebiliriz. Muhafazakarlık en
basit anlamda geleneğin korunması ise , erkeklere ve kadınlara
geleneksel olarak yüklenen rollerin de korunması anlamına gelir
ki bu da tanımı gereği ataerkil yapının devam ettirilmesi demek­
tir. Öyleyse milliyetçi-muhafazakarlık gerek militarist, gerekse
geleneksel ve dinsel referanslarıyla erkek egemenliğe eklemlenir.
Yanı sıra, kadını her türlü fiziksel saldırıdan koruma göre­
viyle vatanı ve milleti savunma sorumluluğu arasında da hege-

376
monik erkeklik düzleminde rahatlıkla bağlantı kurulabilir. Üs­
telik milliyetçi söylemde çoğunlukla vatanın kadın bedeni ola­
rak temsil edildiği düşünüldüğünde36 kadının korunmasıyla
vatanın korunması arasındaki devamlılık belirgin biçimde dik­
kat çekmektedir. Ayşe Gül Altınay milliyetçilik çalışmaların­
daki ortak varsayımları sıralarken "milliyetçiliğe sırf dar anla­
mıyla bir siyasi ideoloji olarak değil, sosyal, ekonomik, kültü­
rel oluşumların arkasındaki fikirler ve pratikler bütünü , dün­
yayı algılayış biçimi olarak bakmak" gerektiğine dikkat çeker. 37
Bu da bakışın "siyasi arenadan kültürel alana" kaydırılması de­
mektir. Nira Yuval-Davis'in de vurguladığı gibi milliyetçiliğe
içkin kültürelleşmiş söylemde, cinsiyetlendirilmiş beden­
ler ve cinsellik" milletlere ve topluluklara dair anlatıların yeni­
den üreticisi ve işaretleyicisi konumundadır. Toplumsal cinsi­
yet ilişkileri de kültürel mücadelenin temel eksenlerinden biri­
ni oluşturmaktadır.38
Genel olarak milliyetçi-muhafazakar gençlerin film yorum­
larında öne çıkan vurgulara baktığımızda politik bir pozisyonu
savunmaktan çok kadın ve aileye bakışlarında doğal ve verili
kabul edilen kültürel söylemleri yeniden üretiyor olmaları dik­
kat çekicidir. Bu da milliyetçi-muhafazakarlığın ideolojik ola­
nı, kültürün diline çevirip doğallaştırma stratej isi olarak görü­
lebilir. Gramsciyan bir ifadeyle söylersek bu strateji sayesinde
politik anlamlar kültürel kabuğun altına gizlenmektedir. Mu­
hafazakar düşüncede kültür, nesilden nesile geçen bir pratikler
bütünü olarak görüldüğünden, kadın-erkek ilişkileriyle top­
lumdaki kadınlık ve erkeklik rollerinin de dünden bugüne ge­
len özsel bir karakteri olduğu savunulur. Bu "doğallık" , "otan­
tiklik" , "özsellik" söylemi ataerkinin yeniden inşası için önem­
li ve gereklidir:

36 Afsaneh Naj mabadi, "Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplen­
mek, Korumak " , Vatan, Millet, Kadınlar içinde, Ayşe Gül Altınay (der) . (lstan­
bul: lletişim Yayınlan, 20 1 1 ) , s. 1 29, 1 3 1 - 134.
37 Ayşe Gül Altınay, "Giriş: Milliyetçilik, Toplumsal Cinsiyet ve Feminizm" , Va­
tan, Millet, Kadınlar içinde, s. 1 7
38 Nira Yuval-Davis, Cinsiyet ve Millet. Ayşin Bektaş (çev.) (lstanbul: iletişim Ya­
yınları, 20 10) , s. 83-84.

377
Hegemonik kültürler, dünyanın anlamı ve toplumsal düzenin
doğası hakkında özgül bir görüş sunarlar. Bu tür bir perspek­
tif için kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler hayatidir ve bu
yüzden birçok toplumda kadınların erkekler tarafından de­
netlenmesi de hayatidir. Kadınlar topluluk sınırlarının kültü­
rel sembolleri olarak, topluluğun "şerefi"nin taşıyıcıları olarak
ve topluluk kültürünün nesillerarası yeniden üreticileri ola­
39
rak kurulurlar.

Özetle , burada anılan sağ görüşlü gençlerin, araştırma kap­


samındaki filmleri , genel olarak zihinlerindeki toplum ve po­
litika kavrayışlarına uygun, onları destekleyen ve pekiştiren
bir biçimde anlamlandırdıkları ; başka deyişle zihinlerinde var
olan şeyleri "muhafaza" ettikleri görülmüştür. Bunu filmlerin,
egemen anlamlarda ve anlatılarda değişim ve dönüşüm yarat­
ma konusunda yeterince etkili olamayışına bağlayabiliriz. An­
cak, böylesi önemli kırılmaların birkaç film izleyerek gerçek­
leşmesinin pek de mümkün olmadığının da altını çizmek ge­
rekir. Dolayısıyla filmlerin söylemlerde büyük yarıklara değilse
bile , kimi çatlaklara yol açmış olmaları da önemlidir. Bu çatlak­
lardan söz edebilmek için, izleyicilerin film karakterleriyle kur­
dukları ilişkiye bakmak gerekiyor.

Film karakterleri üzerinden yapılan okumalar:


Milliyetçi-muhafazakar söylemdeki çatlaklar
ve kadın bakışının yokluğu

Popüler-ticari filmlerin, izleyiciyi kurmaca dünyaya dahil ede­


bilmek için faydalandığı en temel yollardan biri olan özdeşleş­
me, genellikle bir karaktere sempati duymak ya da onunla iz­
leyicinin/okurun kendisi arasında bir bağlantı kurması olarak
görülmektedir. Kavram aynı zamanda "bakış açısı" üzerinden
de tarif edilmektedir: Bir karakterin bakış açısından filmi iz­
lemek ve olayları takip etmek. Buna göre özdeşleşme , film ve
edebiyat çalışmalarında, izleyici/okur ve kurmaca kişiler ara-

39 A.g.y . , s. 1 3 1 - 1 32.

378
sındaki çeşitli bağlantıları tanımlayan bir kültürel süreçler bü­
tününe gönderme yapar. Sinemasal özdeşleşmeye ilişkin ça­
lışmaların önemli bir bölümü Freud'çu ve Lacan'cı psikanali­
ze dayalıdır. Bunlardan farklı olarak jackie Stacey Star Gazing
isimli kitabında özdeşleşmenin kadın izleyiciler için ne anlama
geldiğini; sinemasal özdeşleşmenin, sadece erken dönem psişik
gelişimle analoj i kurarak değil, sinemanın ötesindeki sosyal an­
lamlarla ilişkili kültürel bir süreç olarak nasıl kavramsallaştırı­
labileceğini sorgular.40
Kişisel deneyim, tarihsel ve toplumsal koşullar içinde inşa
edildiğinden bu çalışmada da görüşmecilerin film karakterle­
riyle kurdukları ilişki, kültürel ve politik bir bağlamda ele alın­
maktadır. Görüşmeci gençlere filmleri izlerken kendilerini ye­
rine koydukları bir karakter olup olmadığı, yakın-uzak/sempa­
tik-antipatik/olumlu-olumsuz buldukları karakterlerin hangi­
leri olduğu ; kimi zaman da tek tek karakterleri sayarak onlar
hakkında neler düşündükleri sorulmuştur.
Milliyetçi-muhafazakar gençler , Eve Dönüş filminde genel
olarak Mustafa karakterine olumlu , Hoca dışındaki solcu-dev­
rimci karakterlere karşı ise, milliyetçi-muhafazakarlığın anti­
sol karakteriyle uyumlu biçimde , olumsuz bir bakışla yaklaş­
maktadırlar. Erdemli, akil bir karakter olarak çizilen Hoca'nın
devrimcilere karşı olumsuz yargılan bütünüyle altüst etmese
de bir miktar aşındırdığını söylemek mümkün. Benzer bir du­
rumu Babam ve Oğlum filmindeki Sadık ve Vizontele Tuuba'da­
ki Güner Sernikli karakterleri için de tespit edebiliriz . Sadık ve
Güner Sernikli örgütlü mücadele içindeki devrimci karakterler
değilseler de, birer solcu temsili olarak milliyetçiler dahil tüm
görüşmeciler tarafından olumlanmaktadırlar. Bir örnek vermek
gerekirse Tuğrul "sosyalist bir adama benziyor" diye tarif ettiği
Sadık'ın iyi bir karakter olduğunu , oğlunu çok sevdiğini, baba­
sının onun için çizdiği yola isyan edip kendi inandığı değerle­
rin peşinden gittiğini söylemiştir.
Görüşmecilerin politik konumları ve siyasetle ilişkilenme bi-

40 Jackie Stacey, Star Gazing: Hollywood Cinema and Female Spectatorship (Lond­
ra ve New York: Routledge, 1994), s . 130, 1 3 5 .

379
çimleri onların film karakterleri hakkındaki görüş ve yorum­
larında etkilidir. Ancak hemen burada filmde karakterin na­
sıl temsil edildiğinin, hangi özellikleriyle öne çıkarıldığının da
son derece önemli olduğunu vurgulamak gerekir. Örneğin Ba­
bam ve Oğlum filminde Sadık, politik duruşu ve eylemliliğiyle
değil, bir baba ve oğul olarak aile ilişkileri çerçevesinde ele alın­
maktadır. Üstelik acı çeken, çaresiz ve mağdur bir insan por­
tesi çizilmektedir. Dolayısıyla izleyiciler film hakkında konu­
şurken sürekli olarak hislerinden söz etmekte, Sadık karakte­
riyle de duygusal bir ilişki kurmaktadırlar. Hemen hemen tüm
görüşmeciler Babam ve Oğlum filminde ve film karakterlerin­
de "kendilerinden bir şeyler buldukları" m söylemişler; "tipik
Türk ailesi" , "tipik Anadolu insanı" , "tıpkı babama benziyor" ,
"bizim insanımız" gibi aşinalığa vurgu yapan sözcükler sıklıkla
tekrar edilmiştir. Kurulan bu duygusal bağ sayesinde, milliyet­
çi bir gencin gözünde Sadık "sosyalist bir adama benziyor"sa
da "iyi" biridir.
Buradan hareketle ve milliyetçi-muhafazakarlığın temel un­
surlarından birinin "anti-sol" karakteri olduğunu göz önün­
de bulundurarak, örgütlü milliyetçilerin ve "banal milliyetçi­
lerin" solcu-devrimcilere ilişkin olumsuz imgesini aşındırmak
için, insani ve evrensel duygu ve durumlar üzerinden anlatıyı
kurmak bir temsil stratej isi olarak önerilebilir. Öte yandan, bu
duygulanım durumunun, bir ruhsal boşalımla sonuçlanmasını
engelleyecek, film bittikten sonra izleyicinin "normal yaşamı­
na" dönmek yerine , sinema salonundan kafasında soru işaretle­
riyle ayrılmasını sağlayacak anlatı stratej ilerinin nasıl olabilece­
ği üzerine ayrıca düşünmek gerekir. Yanı sıra , film karakterle­
rinin anlatıda deneyimleri sonucu değişip dönüşmelerinin, ba­
sit fakat etkili bir politik strateji olduğu öne sürülebilir.
Sonuç bölümüne geçmeden önce film karakterlerine ilişkin
okumalarda ortaya çıkan kadın bakışının yokluğu meselesine
değinmek yerinde olacaktır. Buna göre yalnızca milliyetçi-mu­
hafazakar olarak tarif ettiklerimizin değil, genel olarak kadın
görüşmecilerin, kendilerini yerine koydukları ya da kendileri­
ne yakın buldukları film karakterleri çoğunlukla erkektir. He-

380
men ilk bakışta bu durum, örneklem alınan filmlerin anlatısın­
da erkek karakterlerin (Vizontele Tuuba'da Emin, Babam ve Oğ­
lum' da Sadık, Eve Dönüş'te Mustafa) kadın karakterlere göre da­
ha merkezi konumlarda bulunmasıyla ilişkilendirilebilir. Bu­
nunla birlikte Vizontele Tuuba'da filme ismini veren Tuba'nın,
Babam ve Oğl um'da (diğer filmlerdeki kadın karakterlerle kar­
şılaştırıldığında daha ikincil olmakla birlikte) Sadık'ın anne­
sinin, Eve Dö n üş te Esma'nın önemli karakterler oldukları da
'

gözden kaçırılmamalıdır. Dolayısıyla hikayelerin genellikle er­


kek karakterler üzerinden takip ediliyor oluşunu yalnızca ka­
rakterlerin metindeki konumlanışlarıyla açıklamak yeterli ol­
mayacaktır. Buradaki mesele şu soruyla formüle edilebilir: Ka­
dın izleyiciler neden filmlerdeki kadın anlatılarına odaklanma­
makta ve öyküleri kadın karakterler üzerinden anlamlandırma­
maktadırlar?
Kadınların erkek kahramanlarla özdeşleşiyor olmasına da­
ir kuramsal ve spekülatif açıklamaları psikanalitik metinlerde
bulmak mümkündür. Laura Mulvey'ye göre erkek kahraman­
la özdeşleşen izleyici, perdedeki vekili sayesinde olayları de­
netlemekteki iktidarın ve gücün sağladığı tatmini yaşar.41 Yi­
ne Mulvey, Hollywood tür filmlerinin, etken bakış açısıyla öz­
deşleşmeyi öneren eril hazlar etrafında yapılanmış olduğunu ve
söz konusu filmlerin kadın izleyicinin, "cinsel kimliğinin kayıp
yönlerini" yeniden keşfetmesine izin verdiğini; "eylem" fanta­
zisini harekete geçirdiğini söyler.42
Ancak Hollywood tür filmleriyle karşılaştığında bu çalışma­
da ele alınan üç filmde , ana erkek karakterlerin neden-sonuç
zinciri etrafında anlatıyı ilerleten, filmin temel çatışması ekse­
ninde eyleyen ve anlatıyı sonuca doğru taşıyan özneler olma­
dıklarını öne sürebiliriz. Bu bağlamda düşünüldüğünde içlerin­
deki en aktif karakterin Vizontele Tuuba'daki Emin'dir. Kasaba-

41 Laura Mulvey, "Visual Pleasure and Narrative Cinema " , Film Theory: Critical
Concepts in Media and Cultural Studies lll içinde , Philip Simpson, Andrew Ut­
terson ve K. ] . Shepherdson (der.) (New York: Routledge, 2004 ) , s. 56-67 . .
42 Mulvey, "Afterthoughts on 'Visual Pleasure and Narrative Cinema' Inspired by
King Vidor's Dud in the Sun ( 1 946) " , Film Theory: Critical Concepts in Media
and Cultural Studies lll içinde, s. 68-77
381
ya bir kütüphane yapılması, insanları kütüphaneye çekebilmek
için oraya konulan televizyonun tamiri gibi konularda etken
bir karakter olan Emin, Yılmaz Erdoğan tarafından canlandırı­
lıyor olması dolayısıyla da cazibe kazanmaktadır. Fakat anlatı­
nın kapanışında Emin de diğer karakterler gibi pasif bir konu­
ma gelir. Darbe olur, kütüphane darmadağın edilir, Güner Bey
kasabanın solcu gençleriyle birlikte tutuklanır. Emin'in yapa­
bildiği tek şey ise, ayrılmak zorunda olduğu Tuba'nın adını bü­
yük harflerle dağa yazmaktır.
Babam ve Oğlum'da Sadık, Eve Dönüş'te Mustafa değiştirme
ve dönüştürme gücü olan değil , acının ve mağduriyetin mer­
kezine konumlandırılmış karakterlerdir. Sadık babasıyla küs­
künlüğünün son bulması konusunda bile aktif bir rol üstlen­
mez ; aralarındaki buzların çözülmesi ancak hastalandığı ve öl­
mek üzere olduğu gerçeğinin ortaya çıkışıyla mümkün olabilir.
Eve Dönüş'teki Mustafa siyasi şubede geçirdiği 22 gün sonun­
da "bu işlerle ilgisi olmayanların" da darbe dolayısıyla başları­
na gelebilecek korkunç şeyleri acı biçimde deneyimlemiş olur.
Fakat bu deneyimden karaktere kalan mücadele arzusu değil,
korku ve travmadır. Dolayısıyla bu filmlerdeki ana erkek ka­
rakterler üzerinden anlatıyı takip etmek, kahramanların aktif­
liğinden çok mağduriyetin yarattığı duygusal yakınlıkla ilişki­
lendirilebilir. 43
Kuşkusuz ki biyolojik olarak kadın olmak, kadın bakış açı­
sına sahip olmayı , kadınların hikayelerine merak duymayı , an­
latılardaki kadınların yerine kendini koyarak film izlemeyi ge­
rektirmez. Erkek egemen bir kültürde ve toplumda bütün bun­
lar ancak feminist bilince, ataerkil sisteme ya da toplumsal cin­
siyet eşitsizliğine ilişkin farkındalığa sahip olmakla mümkün­
dür. Görüşmeci kadınların öykülerle ve karakterlerle kurduk­
ları ilişkiye bakıldığında önemli bir kısmında böyle bir bilincin
ya da farkındalığın bulunmadığı söylenebilir.

43 Burada hemen belirtmek gerekir ki kadın izleyicilerin bu üç karakter dışında


Güner Semikli, Hüseyin Efendi, Deniz , Mahmut gibi başka erkek karakterleri
de kendilerine yakın bulmaları ya da olayları onların perspektifinden takip et­
meleri söz konusu olabilmiştir.

382
Bununla beraber kadın görüşmecilerin karakterlerle kurduk­
ları ilişkide, erkeklerle karşılaştırıldığında ortaya önemli bir
fark çıkmaktadır ve bunu "çoklu özdeşleşme" biçiminde tarif
edebiliriz. Kadın görüşmeciler erkeklerden çok daha sık biçim­
de , olayları yorumlarken birden fazla karakterin bakış açısını
öne çıkarmışlardır. Buna göre kadınların filmleri izlerken olay­
ları farklı açılardan anlama ve yorumlama olasılıklarının erkek
izleyicilerden daha yüksek olduğunu iddia etmek mümkün. Bu
durumu da kadınların gerek özel, gerekse kamusal alanda bir­
birinden farklı, zaman zaman da çatışmalı ve çelişkili olan rol
ve kimlikleri taşırken ve performe ederken kazandıkları bece­
riyle ilişkilendirebiliriz .

Sonuç

Elbette ki milliyetçi-muhafazakarlık, okuma ve yorumlama sü­


recini bütünüyle kuşatıp , anlamları tamamen kapatamaz . Fa­
kat yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere milliyetçi-muha­
fazakar söylem, filmlerin alımlanmasında bir anlam çerçevesi
olarak devreye girmektedir. Filmleri yorumlayan gençler, içine
doğup büyüdükleri tarihsel ve toplumsal koşullarda özne ol­
muştur. Dolayısıyla zihinlerinde halihazırda kavram haritaları
bulunmaktadır. Öte yandan anlamlar sabit ve değişmez olma­
dığından, tüketilen kültürel ürünler, mevcut çerçevelere yeni
şeyler ekleyebilir ya da bunları aşındırabilir. Örneğin yukarıda
görüldüğü gibi milliyetçi-muhafazakar düşüncenin karakteris­
tik özelliklerinden biri sol karşıtlığı olsa da, milliyetçi-muhafa­
zakar bir genç, solcu bir karakterle duygusal düzlemde ilişkile­
nebilir ve onun "iyi bir adam" olduğunu söyleyebilir.
Görüşmecilerin filmleri okuyup yorumlarken içinden ko­
nuştukları milliyetçi-muhafazakar söylemin açığa çıkma biçim­
lerini şu şekilde özetleyebiliriz: Aşkın bir değer arayışı, siyase­
ti "yönetişim" e indirgeme ve politik çatışma ve çelişkilerin üs­
tünü tutucu kültürel söylemlerle örtme , sol karşıtlığı ve solcu­
lara yönelik şiddeti meşrulaştıran "milli refleks"i savunma, ai­
le, gelenek ve devlete kutsallık atfetme, kadın-erkek eşitsizliği-

383
ni, cinsiyete dayalı geleneksel rolleri doğal ve verili kabul etme,
kadınları, vatanı ve milleti koruma görevini üstelen bir hege­
monik bir erkeklik kavrayışı.
Bu yazıda yorumları incelenen milliyetçi-muhafazakar genç­
ler, 2000'lerin 1 2 Eylül filmlerini genel olarak zihinlerindeki
toplum ve politika kavrayışlarına uygun, onları destekleyen ve
pekiştiren bir biçimde anlamlandırmaktadır; başka deyişle zi­
hinlerindeki anlam çerçevelerini "muhafaza" etme eğiliminde­
dirler. Eleştirel politik bilinç ve farkındalık yaratmanın yolu ,
popüler kültürden muhakkak geçmekteyse de anlam üzerinde­
ki mücadelede muhalif anlamlan üretmek/yeniden üretmek ve
yaygınlaştırmak zorlu bir iştir ve ancak uzun vadeli, kapsamlı,
bir politik mücadeleyle mümkün olabilir.

384
YAZARLAR HAKKINDA

SUAVİ AYDIN 1 962 yılında Ankara'da doğdu . Lisans eğitimini Ha­


cettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde tamamladı. Yüksek li­
sansını aynı alanda yaptıktan sonra , aynı üniversiteden Sosyal/
Kültürel Antropoloji alanında doktora derecesi aldı. Başlıca çalış­
maları arasında Modernleşme ve Milliyetçilik ( 1 993) ; Kimlik Soru­
nu, Ulusallık ve "Türk Kimliği " ( 1 998) ; Mardin Tarihi. Cemaat-Aşi­
ret-Devlet (2000, Oktay Özel, Kudret Emiroğlu ve Süha Ünsal ile
birlikte) ; Antropoloji Sözlüğü (2003 , Kudret Emiroğlu ile birlikte) ;
Küçük Asya'nın Bin YüzÜ: Ankara (2005 , Kudret Emiroğlu, Ömer
Türkoğlu ve Ergi Deniz Özsoy ile birlikte); "Amacımız Devletin Be­
kas ı ": Demokratikleşme Sürecinde Devlet ve Yurttaşlar (2005) ; "Bi­
raz Adil, Biraz Değil . . . " Demokratikleşme Sürecinde Toplumun Yar­
gı Algısı ( 2009 , Mithat Sancar ile birlikte) başlıklı yayınlar bulun­
maktadır. Aynca çeşitli akademik dergilerde ve derlemelerde kim­
lik sorunu , tarih yazıcılığı, devlet sorunu, düşünce tarihi, milliyet­
çilik, etnik gruplar ve aşiretler, yerleşme tarihi konularında çok
sayıda makalesi ve kitap bölümü yayımlanmıştır. Halen Hacettepe
Üniversitesi tletişim Fakültesi'nde öğretim üyesidir.

AKSU BORA Emekli öğretim üyesi. 20 1 1 -20 1 9 arası faaliyet gösteren


Ayizi Yayınları'nın editörlerinden. Işık'ın annesi.

385
TAN IL BORA 1 963 Ankara doğumlu . İstanbul Erkek Lisesi'ni ve
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. 1 984-88
arasında haftalık haber dergisi Yeni Gündem'de gazetecilik yap­
tı. 1 988'den beri lletişim Yayınları'nda araştırma-inceleme dizi­
si editörüdür. O zamandan beri kitap çevirmenliğiyle de meşgul­
dür. 1 993'ten 20 14'e kadar üç aylık sosyal bilimler dergisi Toplum
ve Bilim dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. 1989'dan beri dü­
zenli yazdığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim'in 20 1 2'de yayın
koordinatörlüğünü üstlendi.
Ağırlıklı çalışma alanlan, Türkiye'de siyasal düşünceler, özellikle
sağ ideoloji ve milliyetçiliktir. Bu konularda yayımlanmış kitapları:
Devlet Ocak Dergah - 1 980'lerde Ülkücü Hareket (Kemal Can'la bir­
likte - Iletişim Yayınlan, 199 1 ) , Milliyetçiliğin Kara Bahan (Birikim
Yayınları, 1 995 ) , Türk Sağının Üç Hali (Birikim Yayınları , 1 998) ,
Devlet ve Kuzgun - 1 990'lardan 2000'lere MHP (Kemal Can'la birlikte
- lletişim Yayınlan, 2004 ), Medeniyet Kaybı - Milliyetçilik ve Faşizm
Üzerine Yazılar (Birikim Yayınları, 2006) , Türkiye'nin Linç Rejimi
(Birikim Yayınlan, 2008) , Sol, Sinizm, Pragmatizm (Birikim Yayınlan,
20 1 0) , Cereyanlar - Türkiye'de Siyasi ldeolojiler (tletişim Yayınları,
20 1 7) , Zamanın Kelimeleri (Birikim Kitapları, 20 1 8) , Hasan Ali Yücel
(tletişim Yayınlan, 202 1 ) .

SİMTEN COŞAR 1 968 İstanbul doğumlu . llkokulu Mersin'de, ortao­


kul ve liseyi Adana'da , üniversiteyi lstanbul'da okudu . Akdeniz'i,
yazmayı ve çeviri yapmayı seviyor.

KADİR DEDE 1 983 yılında Değirmendere'de doğdu . Lisans ve yük­


sek lisans eğitimini sırasıyla Kocaeli ve Hacettepe üniversitele­
rinde tamamladı. 20 1 1 yılında " 1 945- 1 950 Yılları Arasında Tür­
kiye'de Sol Basın: Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları" başlık­
lı yüksek lisans teziyle Behice Boran Sosyal Bilimler Ödülleri'nde
üçüncülük derecesine layık görüldü . 20 1 3 yılında misafir araştır­
macı olarak Gent Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi'nde
bulundu . 20 1 5 yılında "Türk Ulusunun İnşasında Romanın Rolü ,
1 923- 1 938" başlıklı tezi ile Hacettepe üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Kamu Yönetimi Bölümü'nden doktora derecesini aldı. 2007 yı­
lından bu yana Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yö­
netimi'nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Başlıca akade­
mik ilgi alanlarını Türkiye'de siyasal düşünce , milliyetçilik, ede-

386
biyat-siyase t ilişkisi, gündelik yaşam ve popüler kültür konula­
rı oluşturmakta ve bu alanlarda makaleleri ve kitap bölümleri bu­
lunmaktadır.

TUBA KAN C I Doktorasını 2008 yılında siyaset bilimi alanında ta­


mamlamıştır. 20 1 2 yılından bu yana Yıldırım Beyazıt Üniversite­
si, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bö­
lümü'nde görev yapmaktadır. Ocak 20 1 5 itibariyle misafir araş­
tırmacı olarak çalışmalarına Center for the Study of Democracy,
University of California, lrvine'da devam etmektedir. Başlıca araş­
tırma alanları sivil toplum, vatandaşlık ve milliyetçilik çalışmaları,
kimlik ve toplumsal cinsiyet alanlarındaki çalışmalardır; özellikle
bu alanları ve eğitimi mercek altına alan disiplinlerarası araştırma­
lar yapmıştır. Ayrıca karşılaştırmalı siyasal analiz , modern Türki­
ye ve siyasal düşünce tarihi alanlarında da çalışmaktadır.

FUNDA GENÇOCLU ONBAŞI Onbaşı Lisans ve yüksek lisans eği­


timini Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölü­
mü'nde tamamladıktan sonra ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yö­
netimi Bölümü'nden doktora derecesini almıştır. 20 1 3 yılında si­
yasal düşünce alanında doçent ünvanı alan G ençoğlu-Onbaşı, ça­
lışmalarında siyaset teorisi ile pratik meseleler arasında bir bağ
kurmaya çalışmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye'de sivil toplum tar­
tışmaları, demokrasi teorisi ve siyasi partiler ile kadınlar, Roman­
lar, Kürtler, ve LGBT bireyler gibi toplumda dezavantajlı konum­
da olan gruplarla ilgili yayınları bulunmaktadır.

EYLEM ÖZDEMlR 1 976 Mersin doğumlu . 1 998'de Ankara Üniver­


sitesi SBF Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu . Yüksek li­
sans ve doktora eğitimlerini İstanbul Üniversitesi SBF'de tamam­
ladı. Aynı fakültede Kamu Yönetimi Bölümü'nde 200 1 - 20 1 3 yılla­
rında araştırma görevlisi olarak çalıştı; 20 1 3'ten beri yardımcı do­
çent olarak çalışıyor. Akademik çalışma alanları siyaset bilimi, si­
yasal teori, siyaset sosyolojisi ve kent sosyoloj isidir. Kent araştır­
maları, yerel siyaset, siyasal davranış ve kimlik sorunları üzerine
çeşitli dergi ve kitaplarda yayınlanmış makaleleri vardır.

AYLİN ÖZMAN Lisans eğitimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Si­


yaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı . Bilkent

387
Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü'nde yüksek lisans ve doktora
derecelerini aldı. 1 997-20 1 2 yıllan arasında çalışmalarım Hacette­
pe Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü , Siyaset
ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı'nda öğretim üyesi olarak sürdür­
dü. Halen TED Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası llişki­
ler Bölümü'nde öğretim üyesidir. Türk siyasal hayatı, Türkiye'de
siyasal düşünce, siyaset kuramı ve toplumsal cinsiyet konuların­
da çalışmakta olan yazarın, bu alanlarda çeşitli kitap ve dergilerde
yayınlanmış makaleleri bulunmaktadır.

ÇAGLA KARABAG San Ankara Üniversitesi lletişim Fakültesi Rad­


yo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nden mezun oldu ; AÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Radyo , Televizyon ve Sinema Anabilim Da­
lı'nda yükseklisans ve doktorasını tamamladı. Sinema tarihi ve
kuramı, Türkiye sineması tarihi ve 1 990 sonrası Türkiye sine­
ması, Avrupa sanat sineması , politik sinema, sinema ve toplum­
sal cinsiyet, izleyici araştırmaları ve alımlama çalışmaları akade­
mik ilgi alanlarıdır.Halen Hacettepe Üniversitesi lletişim Fakül­
tesi Radyo , Televizyon ve Sinema Bölümü'nde öğretim üyesi ola­
rak çalışmaktadır.

BURCU ŞENEL Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölü­


mü mezunu . Hacettepe Üniversitesi lletişim Fakültesi lletişim Bi­
limleri Bölümü'nde yüksek lisans yaptı ve şu anda aynı bölümde
doktora öğrencisi. Akademik ilgi alanları toplumsal cinsiyet çalış­
maları, gündelik hayat çalışmaları , azınlık medyası, kültürlerarası
iletişim ve medya etnografisi toplumsal cinsiyet çalışmaları, gün­
delik hayat çalışmaları, azınlık medyası, kültürlerarası iletişim ve
etnografVmedya etnografisidir.

NAGEHAN TOKDOGAN Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Ede­


biyatı Bölümü'nde lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisansını ve
doktorasını Hacettepe Üniversitesi lletişim Fakültesi lletişim Bi­
limleri Bölümü'nde yaptı. 20 1 8'de lletişim'den yayımlanan Yeni
Osmanlıcılık kitabı ile 20 1 9 Yunus Nadi Ödülü'ne layık görüldü .
Akademik ilgi alanları arasında Milliyetçilik, Erkeklik Çalışmala­
rı, Kürt Kadın Hareketi, Duygular Sosyolojisi, LGBTl Çalışmaları,
Feminizm ve Etnografi bulunmaktadır. Bu alanlardaki akademik
yayınlarının yam sıra çeşitli kitap, kitap bölümü ve makale çevi-

388
rileri vardır. Aynı zamanda Kampfplatz Felsefe ve Sosyal Bilimler
Dergisi yayın kurulu üyesidir.

SİNAN YILDIRMAZ İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi


Öğretim Üyesi. Lisans eğitimini 1 998 yılında l . ü . İktisat Fakülte­
si Siyaset Bilimi ve Uluslararası llişkiler Bölümü'nde tamamladık­
tan sonra, 2002 yılında yüksek lisans, 2009 yılında ise doktora de­
recelerini Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü'nden aldı. Prak­
sis ve iktisat Dergisiyayın kurulu üyesi. Temel çalışma alanı Tür­
kiye sosyal ve siyasal tarihi olmakla birlikte, siyaset bilimi ve si­
yasi tarihin çeşitli alanlarında da araştırmalarını sürdürmektedir.
Türkiye'nin toplumsal ve siyasal tarihine ilişkin çalışmaları dışın­
da, Türkiye'de muhafazakarlık ve edebiyat üzerine çeşitli makale­
leri yayınlanan Yıldırmaz'ın temel ilgi alanları arasında emek ta­
rihi, köylülük çalışmaları, sosyal tarih, kitap/okuma tarihi ve dü­
şünce tarihi yer almaktadır. Türkiye'de köylülüğün sosyal tarihini
incelediği Politics and the Peasantry in Post-War Turhey: Social His­
tory, Culture and Modemization başlıklı kitabı 20 1 5 yılı içerisinde
l.B. Tauris yayınevinden yayınlanacaktır.

YASEMİN TEMİZARABACI YILDIRMAZ İstanbul Üniversitesi Mü­


hendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü'nden 1999 yılın­
da, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışma­
ları Yüksek Lisans Programı'ndan 2002 yılında mezun oldu. 2006-
20 1 3 yılları arasında Filmmor Kadın Kooperatifi'nin Filmmor Ka­
dın Filmleri Festivali, Atölyemor: Kadınların Sinema Atölyesi,
konferans ve sergi organizasyonları, film yapım ve kitap yayın
çalışmalarında yer aldı. Ütopyanın Kadınları, Kadınların Ütopya­
sı başlıklı kitabı 2005 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlandı.

389
"Mllliyetçlllğln farklı veçhelerle kişiselden toplumsala ve kamu­
sala uzanan bir hatta birdenbire, kendiliğinden, bağlantıda ol­
duklarımızın dilinde ve doğrudan kendi dilimizde beliriverdiği,
kurumsal iktidar mekanizmalarmm çekirdeğinden çıkan, kurum­
sa/ iktidarı ellerinde bulunduranların gönüllü benimsedik/eri bir
söylem olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. [... ] Mll/lyetçlliğl böy­
lesine sirayet edici kılan asli etmenin farklı biçim/eriyle cinsi­
yetçi/iği içermesi, farklı tarihsel-siyasal dinamikler içerisinde
farklı cinsiyetçi pratikler/ işletebilmesi olduğu düşüncesiyle,
mllliyetçlllğin erkek yüzünü fark edip göstermenin ötesinde Tür­
kiye 'de cumhuriyet tarihi boyunca karşılaşılan toplumsal cinsi­
yet rejimlerinin hangi milliyetçilik versiyonlarına temel teşkil
ettiklerine dair ipuçları sunmaya çalışıyoruz. "

SİMTEN COŞAR - A YLİN ÖZMAN

illiyetçiliğin cinsiyetçilikle "mutlu beraberliğini" ,

M
birçok cephesiyle ele alan yazılardan oluşan bir der­
leme: Eğitim düzeninin cinsiyetçilikle milliyetçiliği
birbirine lehimleyerek yeniden üreten yapısı. . . Med­
ya ve haber dilinden güzellik yarışmalarına, Kurtlar
Vadisi'ne, milliyetçiliğin eril karakterinin tezahürleri . . . Buna karşılık,
kadınların milliyetçiliği "eğip bükmedeki" becerisi. . . Halkevleri sah­
nelerinden ve Halide Edib Adıvar, Peyami Safa, Yakup Kadri Kara­
osmanoğlu romanlarından Turgut Özakman'ın popüler milli hama­
set metinlerine ve 12 Eylül filmlerine uzanan tarihsel seyirde, milli­
yetçiliğin cinsiyet hiyerarşisiyle eklemlenmesinin analizi . . .

Derlemede Suavi Aydın, Aksu Bora, Taml Bora, Simten Coşar,


Kadir Dede, Tuba Kancı, Funda Gençoğlu Onbaşı, Eylem Özde­
mir, Aylin Özman, Çağla Karabağ Sarı, Burcu Şenel, Nagehan
Tokdoğan, Sinan Yıldırmaz ve Yasemin Temizarabacı Yıldır­
maz'ın yazılan yer alıyor. •

�,,,,
- . ,

İletişim

You might also like