You are on page 1of 10

Neleri Değiştirmeliyiz?

Erkan Baş

Normale göre biraz uzun yazacağım ve elimden geldiğince açık olması için çabalayacağım
ama başlarken değiştirmeyi başardığımız bir noktaya işaret edeyim.
Geçmiş dönemde iç yayınlarımızda ve toplantılarımızda daha ziyade “önemli başarılar” elde
ettiğimizi, ne kadar iyi şeyler yaptığımızı, ne kadar haklı çıktığımızı vb. paylaşır,
konuşmanın/yazının sonuna doğru parti örgütümüzün eksiklerine işaret ederdik.
Bunu büyük ölçüde değiştirdiğimizi söyleyebiliriz.
Kuşkusuz parti bir bütün olarak yol alıyor, ilerliyor. Eski yöntemi tercih etsek pek çok
başarımızı sayabiliriz. Ancak Türkiye’yi ve daha özel olarak devrimci hareketin içinde
bulunduğu durumu düşünüp, bu tabloya kuruluş iddialarımızla birlikte baktığımızda doğru
olan yaptıklarımıza değil, yap(a)madıklarımıza odaklanmaktır.
Bu yaklaşım doğrudur ve bu yazının da merkezinde bu yaklaşım olacaktır.
Bırakalım partimizin iyi taraflarını/başarılarını parti üyesi olmayanlar, dostlarımız,
emekçilerimiz anlatsın, biz hep daha iyisini yapmak üzere eksiklerimize, hatalarımıza
odaklanalım.
Usule ve esasa dair birer hatırlatma
İç toplantılarımızda ve iç yayınımızda bu tarzı hakim kılmamızı bir zorunluluk olarak
görüyorum. Önemli olduğunu düşündüğüm ve belki de bu zorunluluğun gerekçesi olarak
görülebilecek iki hatırlatma yapmak istiyorum.
Bugün genç yoldaşlarımızın pek bilmediğini düşündüğüm, zaman içinde oluşmuş bir
eğilimimiz var. Bizim hareketimizde, dünyada ve Türkiye’de pek çok örneği olan “eleştiri-
özeleştiri” kültürü yoktur ve bu bir tercihtir. Özeleştiri adı altında, kadroların kişiliklerinin
ezildiği, özgüvenlerinin kırıldığı örneklerle dolu, hristiyanlığın günah çıkartma ayinleri benzeri
bir “özeleştiri” kültürünün devrimci hareketin içinde yeri olmaması gerektiği doğrudur.
Bu, bizi geliştiren bir takım sonuçları da olmuş bir tercihtir. Ancak bu boşluğu dolduracak
geliştirici bir “iç muhasebe kültürü” yaratamamış olmak da bir eksikliktir. Partimizin sağlıklı
muhasebeler yapabileceği, kendi eksiklerini hatalarını dürüstçe değerlendirebileceği bir
kültür kazanması gerekiyor. Bu önemli bir eksiğimizdir.
Dünya’da bunu “bilanço” adı altında yapan devrimci hareketler var, benzeri bir tarzın
partimizde yerleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha iyisini yapmak üzere kişisel, yerel ve
merkezi düzeyde toplu değerlendirmeler yapmak. Birilerini mahkum etmek, taşlamak, suçu
faturalamak için değil daha iyisini yapmak üzere, deneyimlerimizin kollektif hafızamıza
yerleşmesi için “bilanço” çıkartmayı öğrenmemiz, parti kültürümünüz içine bu alışkanlığı
yerleştirmemiz gerekiyor.
İkinci önemli hatırlatma ise deyim yerindeyse kuruluş paradigmamıza dair. Partimiz sayısını
kimsenin tam olarak bilmediği devrimci örgütlerin yanına bir tanesini daha eklemek için yola
çıkmış bir hareket değildir. İçinden geçtiğimiz günlerde veya gelecekte böyle bir konuma
düşmek bir yana, belli bir süre için böyle bir görüntü vermemiz bile kabul edilebilecek bir
durum değildir.
TKP 12. Kongre iradesi, Türkiye devriminin öncü-devrimci komünist partisini emekçi halkın
içinde gerçek bir güç olarak örgütlemek iddasıyla toplanmıştır.
Bu iddia bizim varlık sebebimizdir.
Bunu biz unuttuğumuz veya ikincil konuma düşürdüğümüz anda dışarıdan herhangi bir enerji
bulmamız, yeni güçler kazanmamız mümkün değil.
Bu gün bu iddiayı bir kez daha hatırlamak, misyonumuzun tüm yoldaşlarımız tarafından bir
kez daha bilince çıkartılmasını sağlamak gerekiyor.
Konunun siyasal gelişmelere bağlı boyutu başka yazıların konusu olsun, bugün saflarımızda
konum almış tek bir yoldaşımızın bile solun genel durumunu veri alarak, içinden geçtiğimiz
sürecin kısıtlarına sığınarak, başlangıçta ortaya koyduğumuz iddiadan, cüretten biraz olsun
uzaklaşması, daha mütevazi hedeflere çekilmesi kabul edilemez.
Bu iddia, bu cüret yoksa bizim varlığımızın da bir anlamı yoktur.
Bu sadece bir iddia değil, günlük örgütsel faaliyetimizde somutlanması gereken bir görevdir.
Partimizin belirli bir tarih kavrayışı belirli bir gelecek projeksiyonu, çeşitli vadelere yayılmış
somut planları ve hedefleri vardır. En önemlisi ise tüm bunların içinde bulunduğumuz anın
görevleriyle arasındaki bağın kurulmasıdır.
Partimiz bu iddiasını teker teker kadrolarında, tüm çalışmalarında somutlandığı süreklileşmiş
devrimci eylemiyle yeniden ve yeniden üretmelidir. Önümüzdeki dönemin en önemli
görevlerinden birisi budur.
Olduğumuz gibi kalıp değiştirmek mümkün mü?
Hepimiz, sık sık bir kopuştan ve yeniden kuruluştan söz ediyoruz. Partimizin daha gelişkin,
daha nitelikli, daha üretken, daha disiplinli, daha devrimci olması gerektiğini, kadrolarımızın,
kurullarımızın, işleyiş sorunlarımızın eksikleri ve yanlışları üzerine pek çok eleştiriyi dile
getiriyoruz.
Peki teker teker bizlerin, olduğumuz gibi kalmaya devam ettiğimiz ve kurul çalışmalarımızın
“eskisi gibi devam ettiği” koşullarda, olmak istediğimiz yere varmamız mümkün mü?
Aslında bunun bir soru olmadığını sanırım bu satırları okuyan herkes fark etmiştir. Partimizin
önemli ve nitelikli bir kadro topluluğu, kendi hayatında hiç bir şeyi değiştirmeden (veya çok
az şeyi değiştirerek) partinin değişmesini istiyor, hatta bunu sadece bekliyor. Bunun imkansız
olduğunu ve yola çıkış iddiamız ile tümüyle çelişik bir tutum olduğunun altını çiziyorum.
Değiştirilmesi gereken her şeyi bir yazı boyutunda ifade etmek, en azından benim açımdan
mümkün değil. Ancak görece eksikliğini daha fazla hissettiğimiz ve gündelik faaliyetimizi
sekteye uğratan kimi konuları gündeme getirmek, üzerine düşünülmesine ve tartışılmasını
katkı koymak istiyorum. Daha fazlası da belki başka yoldaşlarımızın yazacağı başka yazılarda
ifade edilir.
Devrimin kayıp zamanları
İçinde yaşadığımız dönemde sadece bizlerin değil, tüm insanların en temel sorunlarından bir
tanesi zamanın yönetilmesidir. Ancak söz konusu olan sınırlı kaynaklarla hareket eden ve
büyük iddiaların taşıyıcısı olan bir politik özne olduğunda bu basit sorunun çok daha
büyüdüğünü söyleyebiliriz.
Herkesi için bir gün sadece (ve/ veya koskoca) 24 saatten ibaret, bu sürenin nasıl kullanıldığı
hem kişilerin hem örgütlü güçlerin geleceğinin belirlenmesinde önemli bir rol oynuyor.
Partimizin toplam olarak en başarısız olduğu alanlardan birisi zaman yönetimidir.
Bu konuda her şeyden önce tepeden tırnağa ciddi bir zaafiyet içinde olduğumuzu tespit
etmemiz gerekiyor. Planlı, programlı yürümeyen bir örgütlü faaliyetin başarı şansı olmadığını
hepimiz biliyoruz ama pek azımız günlük zorunlu işleri dışında kalan sınırlı zamanımızı planlı
yaşıyor, kurul çalışmalarımızın daha planlı-programlı yürütülmesi için zorlayıcı oluyoruz.
Herhangi bir yanlış anlamaya neden olmamaması için ekleyeyim, sözünü ettiğim tüm
vaktimizi başka hiç bir konuyla ilgilenmeden “parti işlerine” ayırmak değil. Tam tersine bunun
zaten imkansız olduğunu bilerek, ayırabileceğimiz sınırlı zamanın verimli kullanılmasının
zorunluluğuna işaret ediyorum.
Belki çok basit gelecek ama en sık muzdarip olduğumuz örnekle devam edeyim. Genel
Merkez binamızda biri sabah birisi akşam olmak üzere her gün 2 yoldaşımız nöbet tutuyor.
Partimizin karargahı, en önemli temsil mekanlarımızdan birisi olan bu binanın açılması,
kapanması, düzeni ile ilgili nöbetçi arkadaşlarımızın bıraktığı boşlukların partimize ne kadar
önemli vakitler kaybettirdiğini biraz olsun düşünüp özenli davranmayı başardığımızda önemli
bir vakit tasarrufumuz oluyor. Bir tek nöbetçinin 10 dakika geç kalması ise başka şeyler bir
yana sorun çözülene kadan en az 5-6 yoldaşımızın bunu gündem yapmasına ve her birisinin
zaman kaybına neden oluyor.
Herhangi bir birim/komite toplantısına 10 dakika geç kalan bir yoldaşımız, yine başka kimi bir
dizi sorununun yanı sıra, tüm birim üyelerinin 10’ar dakikasına ve toplamda partimizin en az
bir saatlik zaman kaybına neden olduğununun farkında bile olmayabiliyor.
Zamanında ve öncesinde hazırlanılmış olarak yapılmayan her toplantı, zamanında alınmayan
ve iletilmeyen yayınlar, genelgeler, düzenli ödenmeyen aidatlar, düzenli ve disiplinli biçimde
sürdürülmeyen eğitim çalışmaları bunlar hemen her gün partimizin toplam enerjisinin
israfına neden olan eksiklerimiz.
Bunlar devrimin kaybolan zamanı!
İçinden geçtiğimiz bu kaotik sürecin omuzlarımıza yüklediği zorlu görevlerin üstesinden
gelmenin “teknik” kimi zorunlulukları var. Bunları aşabilmek için yapılması gereken ilk şey,
partili arkadaşlarımızın kendi zamanını doğru ve verimli planlaması, zaman kaybına neden
olan davranışlarımızın saptanması ve radikal müdahaleler ile engellenmesi. Hepimizin günde
24 saati ve üç aşağı beş yukarı eşit düzeyde de devrim için verimli değerlendirilmek zorunda
olduğumuz daha çok daha kısıtlı bir zamanımız var. Bunu doğru kullanmak hem kendimize
saygımızın, hem yoldaşlarımıza, emekçi halkımıza borcumuzun bir gereğidir.
Kapitalizmin en büyük başarısı insanın her anına sızmayı başarmasıdır. Biraz dikkatli
baktığımızda belli bir yaş kuşağındaki kadrolarımızın örneğin aynı anda aynı kitapları
okumaya başladığını, aynı dizileri izlemeye, aynı şarkıları dinlemeye başladığını görebiliyoruz.
Aynı düzeyde içki-sigara tüketiminin yaygınlaştığını ve/ veya azalmaya başlaması bir başka
önemli örnektir. Örneğin kısa bir zaman dilimi içerisinden pek çok kadromuzun uyku
düzenlerinin aynı biçimde bozulup/düzenlendiği örnekler, oturup kalkma tarzımızın bile
birbirine benzediği evreler yaşıyoruz.
Bunların hiç biri tesadüf değil, devrim ve karşı devrim zamanın yönetimi konusunda da bir
mücadele içindedir.
Rutin, bir açıdan da kapitalizmin insanı kendi sınırları içinde sıkıştırması ve bir parçası haline
getirmesidir. İnsan, kendi devrimci dinamizmini yaratabildiği, günlük yaşamın akışını
belirleyebildiği ölçüde devrimcileşir.
Piyasada kötü para iyi parayı kovuyor olabilir, kanserli hücrelerin yayılma hızı daha fazla
olabilir ama devrimci partide olması gereken, iyinin, güzelin doğrunun yaygınlaşmasıyla, eski
düzene ait olanların silinmesidir.
Sabah kalktığında akşama kadar devrim için neler yapması gerektiğini bilmeyen, hafta
başından hafta sonuna kadar üstlendiği sorumlulukları planlayıp hayata geçirmek için çaba
harcamayan, bir siyasal mücadele döneminin başında koyduğu hedeflerle sonuna geldiğinde
kazandıkları arasında tutarlılık olmayan “devrimci” kadrolarla, birimlerle devrimci, öncü bir
işçi sınıfı partisi hüviyeti kazanmak ulaşılamayacak bir hayaldir.
Davası olan değişir ve değiştirir
Sevgili yoldaşlar, çok basit ve “teknik” gibi görünen kimi konuları sık sık dile getiriyor
olmamamızın kimi yoldaşlarımız tarafından sıkıcı bulunduğunu biliyoruz. Yoldaşlarımızın
tümüyle haksız olduğunu düşünmüyorum. Tümüyle teknik-örgütsel başlıklarda sorumluluk
almış yoldaşlarımızın da vakitlerinin büyük bölümünü daha keyifli işlerle doldurmaya,
yoldaşlarıyla siyasal-teorik konularda sohbet etmeyi, mesela kitap okumayı, müzik dinlemeyi,
film izlemeyi, gezmeyi vb. tercih edecekleri açık değil mi?
Hepimizin bildiği gibi sınıf savaşı tarihin en kanlı savaşlarından birisi. Savaşın kuralları var ve
çok büyük tesadüfler dışında hep bu kuralları daha iyi uygulayan kazanır. Hatta tüm strateji
ustalarının vurguladığı gibi savaşlar genellikle ayrıntı düzeydeki hataların veya başarıların
sonucunda kazanılıp, kaybedilir.
Örneğin genelde savaşı silah gücü daha gelişkin olan kuvvet kazanır. Burada istisnai durum
savaş meydanında bizzat kendisi de bir silah haline gelen insanın iradesi olabilir örneğin.
İstisnaidir ancak haklı bir savaş yürüttüğüne inanan buradan aldığı güç ile silah gücünü
dengeleyerek savaşı kazanan ordular vardır. Buna “dava enerjisi” diyebiliriz, güç dengesi
hesaplarını zorlaştıran bir öge olarak kayıt altına almamız gerekir.
Bizim silah gücümüzün zayıf olduğu tartışmaya gerek bile olmayan açık bir veridir. Öyleyse
“dava” pozisyonumuz açısından her şeyden daha önemli bir ögedir, eğer ordumuzu “davası
olan insanlar”dan kuramamışsak, hangi teknik-taktik bilgiyi kullanırsak kullanalım, hangi
disiplin kurallarını uygularsak uygulayalım kazanma şansımız yok.
Buradan çıkan temel sonuç, sosyalizm hedefimizin ve bunun güncel siyasal alandaki
izdüşümlerinin mücadelemizin merkezine yerleştirilmesi konusunda eksiksiz hale gelmemiz
gerektiğidir.
Partili kimliğimiz de dahil olmak üzere tüm yaşantısının merkezine devrim ve sosyalizm
davası yerleşmezse, eylemde/etkinlikte veya iletilen bir kararda bu bağı kuramadığımız
sürece ne yaparsak yapalım anlamlı bir sonuç almak mümkün değildir.
Bütün bunların söylenmesinin temel bir nedeni var, Türkiye solunda yanlış bir örgüt kültürü
yerleşmiş durumda.
Meksika devrimi sırasında orada olan bir İrlandalı bir devrimci yanında bolca dinamit
bulunmasıyla özel bir ilgi görür. Onun dinamiti anlatırken kurduğu şu cümle gerçekten
üzerine düşünülmeyi hak ediyor:
“Dinamit ile tanışmadan önce pek çok şeyi inanıyordum, şimdi sadece dinamite inanıyorum”
Dinamit yerine örgüt kelimesini kullandığımızda ise maalesef pek sık karşılaştığımız bir
Türkiye devrimcisi portresine ulaşıyoruz. Örgütlenene kadar, devrim, sosyalizm, eşitlik,
özgürlük gibi inançları olan ülkemiz ortalama devrimcisi örgütlendikten sonra sadece örgüte
inanıyor.
Örgüt önce deyim yerindeyse tanrı katına çıkartılıp yüceleştiriliyor, sonra son derece normal
biçimde eksikleri, yanlışları, hataları göründüğünde ise bu kez tanrı olmadığı anlaşılıp kolayca
terk edilip gidilebiliyor.
Bunlar birbirine çok zıt gibi görünen ancak biri birinin devamı yaklaşımlardır ve temel
sorunları hedefin, amacın veya bence daha güzel bir sözcük olan “dava”- nın unutulmasıdır.
Geliştirilmesi gereken önemli bir sorun olarak kaydetmiş olalım.
Eksik bağlanma-bütünleşememe
Yukarıdaki vurgu öncelikli olmak üzere savaş benzetmesi ile devam edecek olursak her
savaşın bir taşıyıcı, sürükleyici, süreklileştirici gücü olmalıdır. Örneğin komünist partisi işçi
sınıfının iktidar savaşımının, işçi sınıfı davasının yenilmezliğinin, yıkılmazlığının ve
sürekliliğinin örgütüdür.
Sosyalizm davasının, devrim davasının en önemli aracı partidir. Sosyalizm mücadelesi ile
parti-örgüt arasında bir bütünleşme sağlanmalı ve örgütlü yaşam, partili devrimci kimlik bu
bütünleşmeye paralel olarak kişinin kendisiyle tamamlanan bir nitelik kazanmalıdır.
Siyasal bağlanmanın örgütsel bağlanmayı öncelemesi, deyim yerindeyse onu belirlemesi
gerekliliği ne kadar doğruysa, örgütün de bireyden tek tek kadrolardan önce gelmesi, onları
belirlemesi de o kadar doğrudur. Örgüte tapınma konusunda ortaya çıkan zaafların, hastalıklı
diyebileceğimiz bir tür “örgüt fetişzminin” alternatifi örgütü önemsiz bir ayrıntı olarak ele
almak değil, mücadelenin ihtiyaçlarına en uygun biçimde yerli yerine koymaktır.
Bir ara not olarak, solun örgüt fetişizminin aynı zamanda sol tarih açısından önemli bir zaaf
olarak tespit ettiğimiz “partililik bilinci zayıflığı”nın da nedeni olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Örneğin kopuşçu olmaktan korkmamak gerekir diyorsak ise, Türkiye’de hala yaygın olan
“örgütsüz” (aynı anlama gelmek üzere sorumsuz) solcu anlayışından, devrimci hareketteki
partililik bilinci zayıflığından da kesin olarak kopmak gerekir.
Ortalama örgütlü mücadele süresinin 5 yıl olduğu, binlerce “eski devrimci” olan bir ülkede
yaşadığımızı hepimiz biliyoruz. Bu durumun kuşkusuz, yanlış örgütlenme deneyimleriyle bir
ilgisi vardır. Tam bu nedenle doğrusunu, gelişkinini yaratmak üzere tartışmaya çalışıyoruz,
ancak bunun devrimci bir disiplinle örülmüş bir örgüt ihtiyacının yadsınmasına varmaması
kırmızı çizgidir.
Eksik bağlanma olarak kodladığımız bu zaafın yaşadığımız ayrışma sürecinin ve içinden
geçtiğimiz zor dönemin parti içine ve çevresine yönelik psikolojik ve örgütsel yansımaları nın
bir sonucudur. Ayrışmalar sonrası, “doğal olarak” parti yaşamına aktif katılma oranı
gerilemiş, heyecan ve coşku azalmıştır. Geçen sene topladığımız konferans bütün üyeleri
örgütlü yaşama aktif olarak katılan bir parti olmayı önüne bir kez daha koymuştur. Bu konuda
tüm örgütümüzü kapsayan bir ileri hamleyi istediğimiz ölçüde tamamlayamadığımızı
düşünüyorum. Ancak çok iyi sonuçlar alan örgütlerimizin varlığı girdiğimiz yönelimin esas
olarak doğru olduğunu göstermektir.
Örgüt sosyalizm mücadelesinin olmazsa olmazı, davanın zafere ulaşmasının zorunlu bir aygıtı
ise onu ihtiyacı karşılayacak biçimde geliştirmek üzere sürekli olarak değişime, gelişime
zorlamak ile gerektiğinde “önce örgüt” demesini bilmek biri olmadan diğeri olamayacak iki
ögedir. Bu ikisini birlikte yapmayı öğrenemediğimiz sürece hızlı ve kararlı adımlar atmamız
mümkün olmayacak.
Elbette örgüt de yanlış yapabilir, eksik yapabilir, sorunlu bir yapı haline gelebilir vb. ancak
tüm bunlar tek tek insanlar için, örgütün bütününe göre daha yüksek olasılıklardır.
Sosyalizm davasının öncüsü, temsilcisi, taşıyıcısı olacak bir örgüte bağlanmak yanlış bir şey
değildir. Örgütün en doğru kararları alması, en gelişkin yapıya kavuşması için çaba harcamak
örgütsel bağlanmanın ölçütlerinden birisidir. Bu doğrultuda çaba harcayan, emek veren
ortaya çıkan sonuca ve ara kararlara da sahip çıkar. Bu yolda yüründükçe de daha iyi olana
ulaşılır.
Örgütlü olan örgütler
Bu ara başlığı yazdığım anda iki biçimde okuyabileceğimizi fark ettim, her ikisinin de doğru
olduğunu vurgulayarak başlayalım.
İlk amacım, örgütlü bireyin başkalarını da örgütlemesine vurgu yapmaktı ama ikinci okuma
örgütlenebilmek için kendimizin örgütlü olması gerektiği biçimindedir ve içinden geçtiğimiz
evrede bu da diğeri kadar önemli bir uyarıdır.
Parti kendi içinde daha örgütlü olmalıdır, çünkü parti toplumu örgütlenmeye çağırmaktadır.
Bu çağrıyı yükseltebilmek, inandırıcı kılabilmek için örgütün iç dokusu sağlamlaştırılmalıdır.
Ancak içerinin derlenip toparlanması içe kapanarak değil, dışa dönük örgütlenmeyle olur.
Komünistler için örgütlenme başka herhangi bir siyasette olamayacak kadar önceliklidir.
Birey olarak bir komünistin veya bir komünist partinin temel güç kaynağı insandır.
“Değiştirmek”, son derece somut olarak, insanları değiştirmekten başlar, bu değişim bir ayağı
da örgütlenmektir.
Örgütlenebilmek ise yalnızca öznel bir çabaya bağlı değildir. İçinde yaşadığımız ve mücadele
verdiğimiz koşullar örgütlenmeyi daha olanaklı kılar veya önüne irili ufaklı nesnel engeller
diker. Fakat her durumda örgütlenemeyen, kendisini çoğaltamayan bir komünistlik ciddi
sorunlarla yüz yüzedir.
Bugün örgütlenmek için dengelerin aleyhimize olması örgütlenme uğraşını geri plana itmez.
Tam tersi, örgütlenmek dengeleri değiştirmenin en önemli unsurlarından birisi olur.
Sadece “insan örgütlemeye” indirgenmiş bir devrimcilik tanımının yetersizliğine, eksikliğine
işaret etmekle devrimci bir örgütlenme faaliyetini tümüyle ikincil bir kategoriye indirgemek
birbirinin zıddıdır.
Devrimciliğin “dışa vurumcu” biçimlerini eleştiriyoruz. Haklıyız, emekçi sınıfların
ortalamasıyla kendi aramıza kalın duvarlar çekmek, sürekli olarak farklılıkalarımızı
vurgulamak kendimizi yalnızlaştırmaktan başka bir sonuç vermez. İleri çekmek için insanların
koluna girmek, kitlelerin içinde olmak gerektiğini sık sık dile getiriyoruz. Öyleyse önce bunun
örneği olmalıyız.
Günümüz Türkiyesi’nde herhangi bir insan için örgütlülük zor hatta tehlikeli bulunabilir. Bu
durum karşısında, örgütlülüğü aşırı disiplin isteyen, bir sürü kuralı olan, ulaşılması güç bir
durum olarak değil, asıl insani olan durum olarak sunmamız gerekir. Birden çok atıf
yaptığımız “normal insanlar dönemi” vurgumuzun kadrolarımızdaki karşılığının “örnek
normal insanlar” olması daha doğru olur.
Yine bir örnek vermek gerekirse, doğal olan bilmek, öğrenmek, okumaktır. Bilmemek,
öğrenmemek, sorgulamadan kabul etmek insana yabancıdır. İnsan dünyayı, toplumu
anlamak güdüsüne sahiptir. Dayanışma içinde olmak, birbirine sahip çıkmak, başına bela
almak değil, normal davranıştır. İnsan kendi başına ne fiziki ne toplumsal sıkıntılara
direnemez. Hakkını aramak, bu uğurda kavga etmek, içerdiği tehlikeye bakarak
vazgeçilebilecek bir şey değildir. Çünkü insanlar eşitliği, özgürlüğü, adaleti hak ederler.
Komünistler her şeyi bilen ve sürekli “öğreten” değillerdir. Komünist paylaşmalı, dinlemeli,
anlamaya çalışmalı, gerektiğinde de ödünsüz tartışmalıdır. Komünistler diyaloglarında,
etkinliklerinde, eylemlerinde “şov” yapmamalı sonuç alıcı olmayı öncelemelidir.
Komünistlerin diyaloğu, etkinliği, eylemi komünist olmayanların katılabileceği, katılma isteği
duyabileceği nitelikte olmalı, en önemlisi iktidara talip olduğumuzu yansıtan bir ciddiyeti
yansıtmalıdır. Komünistlerin “dışa vurmaları” değilse de, dışa sunmaları gereken temel
özellikleri mücadelecilikleri ve dönüştürücülükleri olmalıdır. Kendimizi ve tüm insanları bitip
tükenmek bilmeyen bir değiştirme/ geliştirme çabası içinde olmak bir yaşam biçimi olarak
kavranmalıdır. Bu eksik kaldığında Parti, tanımından çok önemli bir şeyler yitirecektir.
Devrimci hareketin tarih, bu durumda iktidar amacıyla örgütlenmiş bir devrimciler topluluğu
olmaktan çıkıp, toplumu değiştirmekten umudu kesmiş insanların buluştuğu bir sığınağa
dönüşen çok sayıda örgüt örneğiyle doludur. Bizim isyanımız biraz da bunaydı… Uzatmamak
için iki kısa notla bitireyim. Partinin iç atmosferini, siyasal iddialarımız büyüten, kadrolarımızı
çok yönlü olarak geliştiren, buna paralel olarak daha güçlü bir örgütlülüğü ve örgütlü
yaşantının kendisini “örgütleyici” kılan bir biçimde dönüştürmeliyiz. İçinde bulunduğumuz
koşulların örgütlenmek isteyen komünistlere dayattığı bir koşul var, ikna edici olabilmek için
donanımımız arttırmak zorundayız. Örgütçülük bir doğa vergisi değildir, parti yayınlarını,
günlük basını, başka siyasi yorumları ne ölçüde izlediğimizle, marksist donanımımızı ne denli
derinleştirdiğimizle doğru orantılıdır.
Mızmızlanmak değil sorumluluk üstlenmek gerek
Plan dedik, hedef dedik, araç dedik, aracı geliştirmek dedik, bir adım daha atalım ve
sahiplenmek ve değiştirmek arasındaki diyalektik bağ üzerinden devam edelim.
Parti bir fetiş nesnesi değil önünde sonunda bir araçtır ve parti sosyalizm mücadelesinde en
önemli araçtır. Partiye bağlılık mevcut durumun muhafazası anlamı taşımaz. Parti, yani
kendimiz, ilerlemek, gelişmek adına eleştirilmelidir. Burada önemli olan eleştirilerin, ilerleme
ve gelişme zeminine oturtulması için çaba harcamaktır.
Elbette bu “tamam” dendiğinde hemen hayata geçirilebilecek bir şey değil. Muhafazakar
olmayan, devrimci içerikli bir parti bağlılığı, öğrenilecek, geliştirilecek bir özelliktir. Partinin
merkezi siyaseti, bu siyasetin kitlelere ve kamuoyuna nasıl taşındığı, yayınlar, siyasetimizin
temellendirilmesini sağlayacak olan eğitimler, parti içi diyaloglar, birim ve genel üye
toplantıları, partinin tarihi, örgütlenme alanlarında işlevli, aktif bir parti yaşamı, “basit parti
görevleri”, eylemler, kitle örgütü çalışmaları hatta aidat, yayın parası, nöbet, vb., bunların
tümü devrimci içerikli örgütsel bağlılığın yeniden üretildiği faaliyetlerdir. Partimiz bu açıdan
bir dizi aksaklık barındırıyor. Bunları gidermeye, aşmaya kararlıyız. Bu kararlılığı paylaşan
yoldaşların bir adım daha ileri çıkması gerekir.
Elbette mükemmeli yapmaya çalışacağız, ancak bu çaba sırasında elimizden gelenin en iyisini
de yapmak zorundayız! Bu aşamada daha da düz biçimde ifade etmemiz gereken bir nokta
var, gerçekten daha iyisini aramak ile mızmızlık arasında bir fark vardır. Daha iyi olma çabası
partiyi daha kararlı kılarken, mızmızlanmak bir savaş örgütünü kararsızlaştırır. En temel
belgelerimizi bile okumayan veya okusa bile ifade edilen ekseni, görevleri hayata geçirmek
için de en küçük bir çaba harcamayan yöneticilerimiz, yoldaşlarımız olduğu gerçeğini açıkça
ortaya koymak durumundayız. Mızmızlanmak kendini tekrar eden ve esas olarak edilgen bir
düşünmeme halidir. Takıntılı biçimde belli düşüncelere odaklanılır ve hep o daire içinde
dolanıp durunur. Partimizde herkesin düşüncesini, çok geniş bir zeminde özgürce ifade
edebilme hakkı vardır.
“Yetersiz Yoldaşlık”
Partimizi imkansızlıklar içinde kurduğumuzu, pek çok şeyi elimizin tersiyle iterek devrimcilik
de karar kıldığımızı bu süreci birlikte yaşadığımız pek çok yoldaşımız kabul edecektir. Bir
iddayı, önemli bir iddiayı sırtlandık. Bunun belli bir asabiyet yaratması, parti içinde bir gergin
atmosfere neden olması kaçınılmazdı. Kimi zaman yol aldığımızda, yeni sorumluluklarımız da
doğduğu için bu gerilim azalmayıp arttığı gibi, görece başarısız olduğumuz dönemlerde de bu
sefer doğal olarak artacaktır. Türkiye’nin depremle yaşamaya alışması gibi devrimci bir
partinin de gerilimle yaşamaya alışması gerekiyor. Buradaki en büyük güçlerimizden birisi
ortak bir ideal uğruna birlikte dövüşen insanlar olarak birbirimize karşı açıklığımız,
dürüstlüğümüz, güvenimizdir. Her birimiz insanız ve hepimizde insanlığın tüm halleri vardır.
Örgüt ve yoldaşlık iyi olan taraflarımızın sivriltilmesi, eksik olanların kapatılması ile
somutlanır. Gerçek bir yoldaşlık hukukunun tesisi konusunda daha hızlı ve daha kararlı
adımlarla yürümek üzerine düşünmemiz gerekiyor. Örneğin tüzük önemlidir ama Parti
yaşamını sağlıklı kılan sadece yazılı tüzük kuralları değildir. Örgütsel süreçler öze ilişkindir.
Partinin biçimi partinin siyasetiyle, parti üyelerinin aralarındaki ilişkiler, kurullar ve üyeler
arasındaki ilişkiler... hepsi partinin ve üyelerinin üretkenliğiyle bire bir ilişkilidir. Mesele iyi
veya mükemmel bir tüzük yazınca, “çok iyi” bir kural formüle edince bitmiyor. Örgütlülüğün,
mücadelenin ve bunlara bağlı olarak üretkenliğin zayıfladığı durumda en iyi tüzük bile fazla
işe yaramaz. Zaman zaman siyasal gerekçelerle hızlı kararlar almak durumunda kalabiliyoruz.
Hareketli bir toplumda, hızlı akan bir siyasal atmosfer içinde devrimci bir partinin de
reflekslerinin güçlü olması gerekir. Ancak bu değişimler açıklanarak, tartışılarak, ikna edilerek
hayata geçirilmelidir. Genellikle karşımıza çıkan ise, ilgili kademenin bağlı üyelerle zaman ve
olanak varken bile paylaşma yoluna gitmemesidir. Hal böyle olduğunda hızlı refleks
göstermek, gerçekten acil olarak gerektiği anda partinin tereddüt göstermesi, inanç
besleyememesi sorunları doğmaktadır. Partimizde yöneticilik/sorumluluk bir statü veya
rütbe değildir. Doğru yerde doğru kişinin sorumluluk alması veya sorumlunun değişmesi,
herhangi bir kompleks yaşanmaksızın, kişisel sürtünmeler akla gelmeksizin, mümkün
olduğunca akılcı bir zeminde hayata geçebilmelidir. Bir görevi mevcut koşullarda en iyi, nasıl,
kimin yerine getireceğinin yanıtı verilirken, sağlıksız parametrelerin etkisinde kalınmamalıdır.
Sözünü ettiğimiz konu, merkezi ve yerel önderliğin rolü kapsamına girer. Bu rolün yerine
getirilebilmesi için üyelerin parti önderliğe güven duymaları gerekir. Bu güvenin
oluşturulması için özgür tartışmanın mümkün olması, insanların birbirleriyle yoldaşça
tartışabilmeleri bir zorunluluktur. Parti’de merkezi düzeyde sorumluluk alan tüm
yoldaşlarımız buna sonuna kadar açıktır. Aktif ve üretken partililer, açık, akılcı, uyanık bir
yönetim, özgür ve ilerletici bir tartışma ortamı, siyasal gelişmelere ayak uyduran bir hız... Bu
öğelerin hepsinin uyumlu biçimde yan yana gelmeleri ideal bir durumdur. Gerçek yaşamda
modelin şu veya bu parçası aksayacaktır. Bunun tek güvencesi parti içinde bu aksamaları
kanıksamayan bir devrimci iradenin varlığıdır. Örneğin solun önemli bir hastalığı olan
kariyerizme karşı güvence sadece kurallar koymak değidir. Mevcut durumla yetinmemeyi ilke
haline getirmiş bir parti örgütü ve kadrolar, genellikle mevcut durumdan memnuniyeti esas
alan kariyerizmi yenmenin en etkili silahıdır.
Bitirirken…
Türkiye ve parti açısından son derece önemli bir zaman aralığındayız. Bu gibi dönemlerde
kendini yenilemekten/geliştirmekten uzak, gerilimlerden kaçarak kendi “sıradan” kişiliğine
sığınan kadro olamaz. Partinin ilişkileri, dostları, sempatizanları, kimi sol gruplar ve teker
teker kişiler partimize, komünistliğe, devrimciliğe solculuğa itibarını yeniden kazandıracak
biricik odak olarak yardımcı olmak arzusundalar ve bu doğrultuda beklenti içindeler. Bu
beklentileri karşılamak üzere enerjik, disiplinli, kararlı bir örgütlenme ve iç örgütlenme
çalışması yürütmeliyiz. Özellikle yeni üyelerimizden ve genç yoldaşlarımızdan beklentimiz bu
durumu iyi kavramaları ve hakkını vermeleridir. Devrimci mücadele hazır reçetelerin
uygulandığı bir süreç değildir. Belirli bir doğrultuda sürekli denemeler yapmaya devam
edeceğiz. Yeni zirveler belirleyip oralara ulaşmaya, başarılar elde etmeye çabalayacağız.
Gerilimlerimizin tümünü yaratıcı ve yoldaşlığımızı geliştiren bir örgüte dönüşerek çözmenin
yollarını arayacağız. Hedeflerimize ulaşmak için kendimizin ve birbirimizin yapabilirliğimizi
geliştirmek için uğraşacağız. Hep birlikte yaparsak başaracağımız kesin.

You might also like