You are on page 1of 290

UÇURUM KENARıNDA

DIŞ POLİTİKA
ONURÖYMEN

UÇURUM KENARıNDA
DIŞ POLİTİKA
(Eleştiriler, Yorumlar, Uyarılar)

Remzi Kitabevi
UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTİKA i Onur Öymen

© Remzi Kitabevi 2012


Her hakkı saklıdır.
Bu yapıtın aynen ya da özet olarak
hiçbir bölümü, telifhakkı sahibinin
yazılı izni alınmadan kullanılamaz.

Editör: Necla Feroğlu


Kapak: Başak Öymen Çelik

ISBN 978-975-14-1526-4

BIRINci BASıM: Ekim 2012

Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır.

Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-tstanbul


Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090
www.remzi.com.trpost@remzi.com.tr
Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri
100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-tstanbul
Içindekiler

Onsöz............................................................................................ 7
Giriş .............................................................................................. 9

Fırtına yaklaşırken ..................................................................... 12


Amerika'nın Irak'a Müdahalesi ................................................ 21
1 Mart Tezkeresi'nin Sonuçları ................................................. 41
Askerlerimizin Başına Çuval Geçirilmesi Olayı ....................... 55
Koalisyon Gücüne Asker Verilmesi Girişimi ........................... 58
Irak'ta İnsan Hakları lhlalleri ................................................... 63
Mahmur Kampı Meclis Gündeminde ...................................... 66
Irak'tan Kaynaklanan Terörist Saldırılar .................................. 68
Hükümetin Kürt Açılımı ........................................................ 125
Ortadoğu'daki Gelişmeler ...................................................... 146
Arap Baharı .............................................................................. 156
Füze Kalkanı Sorunu ............................................................... 162
Kıbrıs Nereye? ......................................................................... 167

Avrupa Birliği .......................................................................... 199


Ermeni Sorunu ve Ermenistan'la llişkiler .............................. 248
Yurtdışında Yaşayan Vatandaşlarım ız .................................... 268

Sonuç ....................................................................................... 276

Kaynakça .................................................................................. 279


Dizin ......................................................................................... 281
Önsöz

2002 yılından sonraki LO yıllık dönem, Türk dış politikası açısın­


dan zor, tehlikeli ve sıkıntılı oldu. Türkiye'nin komşusu Irak'ta bü-
yük devletlerin stratejik çıkarlarının zorladığı askeri müdahalenin so-
nucunda yüzbinlerce insan hayatını kaybetti. Aynı ülkenin kuzeyine
yerleşen terör örgütünün saldırıları çok sayıda şehit vermemize se-
bep oldu. Ortadoğu devletlerinin yapısında, liderlerinde, hükümet-
lerinde önemli değişiklikler oldu. Bölgeye yeni bir yapı kazandırma­
yı amaçlayan girişimler başlatıldı. Türkiye'den önemli kararlar alma-
sı istendi. Bunlardan bazıları, Türkiye'yi savaşın eşiğine getirebilecek
nitelikteydi.
Aynı dönemde Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik süreci büyük
umutlarla başlatıldı. Bunun gereği olan anayasal ve yasal değişiklikler
yapıldı. Ancak Avrupa Birliği içinde de ciddi sıkıntılar, krizler yaşan­
dı. Üyelik süreci yavaşladı ve zorluklarla karşılaştı. Bazı üye ülkelerin
hükümetlerindeki değişiklikler Türkiye'nin üyelik sürecini olumsuz
yönde etkiledi.
Kıbrıs ve Ermenistan'la ilişkilerde de büyük devletlerin beklentile-
ri doğrultusunda önemli girişimler başlatıldı. Türkiye açısından cid-
di sakıncalar yaratabilecek olan bu girişimler hem yurtiçinde hem de
yurtdışında yeni bazı sorunların ve güçlüklerin ortaya çıkmasına yol
açtı. Patrikhane'nin Türk Anayasası ve Lozan Antlaşması'yla bağdaş­
mayan bazı taleplerinin kabulü için uluslararası toplumun Türkiye'yi
baskı altına almak istediği görüldü.
Böyle sorunlarla dolu bir dönemde Türkiye' de siyaset tecrübesi
sınırlı olan yeni siyasi kadroların aldığı bazı kararlar Türkiye'yi ba-
zen uçurumun kenarına getirdi. Mecliste iktidar ve muhalefet arasın­
da zaman zaman yakınlaşma yaşandıysa da bazı önemli dış politika
konularında köklü görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Ana muhalefet par-
tisinin mecliste dile getirdiği görüş, düşünce ve eleştiriler, bazı önem-
li konularda Türkiye'nin uçurumun kenarından dönmesine yardımcı
oldu. Bu arada 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'de reddedilmesinin bü-
yük yankıları oldu.
Bu kitapta işte bu dönemdeki gelişmeler yer alıyor. Bu çalışma, bir
anlamda, tarihe not düşmek olarak da değerlendirilebilir.
O yıllardaki gelişmeleri inceleyip yorumlayacak olan araştırmacı­
lar ve yakın tarihe ilgi duyanlar bu bilgi ve görüşlerden yararlanırlar­
sa ne mutlu.
Kitabın hazırlanmasına değerli katkılarda bulunan çalışma ar-
kadaşlarım Petek Gürbüz, Burcu KanbaL, Merve Karadayı, Nilgün
Şahin, Nesrin Tüzün ve Evrim Yarımağan'a içtenlikle teşekkür edi-
yorum.
Eşim Nedret Öymen ile çocuklarım Burak ve Başak da her zaman-
ki gibi bana büyük bir sabır ve özveriyle destek oldular. Onlara da
şükran borçluyum.
Istanbul, Eylül 2012
Fırtına Yaklaşırken

"Ya bizden yanasınız ya teröristlerden yanasınız." Bu sözler ıı


Eylül 200ı tarihinde, New York'ta İkiz Kuleler'e yönelik terörist sal-
dırılardan hemen sonra 20 Eylül 200ı tarihinde söylendi. Sözlerin sa-
hibi ABD Başkanı George W. Bush'tu. Yaklaşık 3000 kişinin öldürül-
düğü böyle bir saldırıdan sonra ABD başkanı bütün dünyayı terörle
mücadelede ABD' nin yanında olmaya çağırıyordu. Bush Amerika'nın
amacının, bütün dünyadaki terör örgütleriyle sonuna kadar savaş ol-
duğunu söylüyordu. Bush şöyle diyordu: "Emrimizdeki bütün kay-
nakları, diplomasinin bütün olanaklarını, istihbaratın bütün araçla-
rını, bütün hukuk yollarını, bütün mali etkileme yöntemlerini ve bü-
tün savaş silahlarını kuııanarak dünyadaki terör şebekesini sarsacağız
ve yeneceğiz." Bu sözlerden çıkan anlam şuydu: Teröre hiçbir şekilde
hoşgörü gösterilmeyecek, gerekli bütün önlemler alınacak, Amerika
ve dünya terör belasından kurtarılacaktı.
Bu çağrıya Batılı ülkeler olumlu karşılık verdiler. Özellikle Türkiye
gibi terörist saldırılardan en büyük ıstırabı çekmiş olan ülkeler bu
çağrıyı adeta bir can simidi gibi karşıladılar. Dünyanın en büyük ve
en güçlü ülkesi bütün terör örgütleriyle sonuna kadar savaş taahhü-
dünde bulunduğuna göre, terörün saldırısına uğrayan bütün ülkeler
rahat bir nefes alabilirdi. Artık devletler terörü birbirlerine karşı giz-
li bir silah gibi kullanmayacaklar, herkes birlik olacak ve terör dünya-
nın başına bir dert olmaktan çıkartılacaktı.
ıı Eylül saldırıları bütün dünyada teröre karşı büyük bir tepki ve
nefret uyandırmıştı. NATO Stratejik Konsept belgesinde 'terörle mü-
cadele', Vaşington Antlaşması'nın 5. maddesinde öngörülen tehdit-
lerden biri olarak yer almıyordu. Yani bir müttefik ülke terör saldı­
rısına uğrarsa diğer bütün müttefiklerin bunu kendilerine yapılmış
konularında köklü görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Ana muhalefet par-
tisinin mecliste dile getirdiği görüş, düşünce ve eleştiriler, bazı önem-
li konularda Türkiye'nin uçurumun kenarından dönmesine yardımcı
oldu. Bu arada 1 Mart Tezkeresi'nin TBMM'de reddedilmesinin bü-
yük yankıları oldu.
Bu kitapta işte bu dönemdeki gelişmeler yer alıyor. Bu çalışma, bir
anlamda, tarihe not düşmek olarak da değerlendirilebilir.
O yıllardaki gelişmeleri inceleyip yorumlayacak olan araştırmacı­
lar ve yakın tarihe ilgi duyanlar bu bilgi ve görüşlerden yararlanırlar­
sa ne mutlu.
Kitabın hazırlanmasına değerli katkılarda bulunan çalışma ar-
kadaşlarım Petek Gürbüz, Burcu KanbaL, Merve Karadayı, Nilgün
Şahin, Nesrin Tüzün ve Evrim Yarımağan'a içtenlikle teşekkür edi-
yorum.
Eşim Nedret Öymen ile çocuklarım Burak ve Başak da her zaman-
ki gibi bana büyük bir sabır ve özveriyle destek oldular. Onlara da
şükran borçluyum.
Istanbul, Eylül 2012
Giriş

Oturum başkanı oylamanın sonucunu açıklıyordu. 2003 yılının


Haziran ayında yapılan seçimlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
Amerika Dostluk Grubu'nun başkanlığına CHP Gaziantep Mil-
letvekili Abdülkadir Ateş seçilmişti. CHP'li milletvekilleri bu sonuç-
tan memnun oldular. AKp'lilerde ise suskunluk ve şaşkınlık hakimdi.
Nasılolmuştu da iktidar partisinin milletvekillerinden daha az sayı­
daki CHp'liler bu önemli komitenin başkanını kendi üyeleri arasın­
dan seçtirebilmişti? Bunun sebebi şuydu: Oylamanın bu kadar erken
bitebileceğini hesaplayamayan AKP milletvekillerinden birçoğu top-
lantıya yetişememişlerdi.
Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni dönemde şekillenmesinde parla-
mentolar arasındaki ilişkilerin özel bir önemi vardı. Bu grubun üye-
leri Amerikan Kongresi üyelerine Türk parlamentosunun düşünce­
lerini anlatacaklardı. Iktidar partisi böyle bir gruba başkanlık yapma
şansını kaçırmıştı. En azından şimdilik ... Türkiye'nin iktidar par-
tisinin bu sonuçtan şaşkınlık ve rahatsızlık duyması şaşırtıcı değil­
di; şaşırtıcı olan, Amerikalıların da aynı rahatsızlığı hissetmeleriydi.
ABD Kongresi'nin Türkiye Dostluk Grubu Eşbaşkanı Robert Wexler,
Dışişleri komisyonuna yaptığı ziyaret sırasında bu rahatsızlığını sak-
layamadı. Belli ki, yeni dönemde parlamentolararası ilişkilerinin na-
sıl yürütüleceği önceden düşünülmüş ve hesaplanmıştı. Şimdi pişmiş
aşa su katılıyordu. Bu durum "düzeltilmeliydi". AKP Genel Başkanı
Erdoğan da bu seçimden rahatsız olmuştu. Partili milletvekillerin-
den bu durumu düzeltmelerini ve komite başkanlığına kendi üyele-
rinden birini seçtirmelerini istedi. Ortada seçilmiş bir başkan ve yö-
netim kurulu vardı. Bu seçimin iptal edilmesi mümkün değildi. Usul
açısından yapılabilecek tek şey, seçilen başkana başvurup yeni bir ge-
10 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTİKA

nel kurul toplantısının yapılmasını istemekti. Ama böyle yapılmadı.


Fiili durum yaratılarak AKP'li üyelerin bir toplantı düzenleyip kendi
arkadaşlarından Egemen Bağış'ı seçtirmeleriyle bu mesele çözülme-
ye çalışıldı. Abdülkadir Ateş'in Meclis Başkanı Bülent Arınç nezdin-
de yaptığı itirazdan sonuç çıkmadı. Yeni dönemde parlamentoda de-
mokrasinin nasıl işleyeceği belli olmuştu! Komisyonun seçilmiş baş­
kanı Ateş yargıya da başvurdu ama sonuç almak mümkün olamadı.
Dostluk grubunun Amerikalı eşbaşkanı Robert Wexel'e yazılan mek-
tup da cevapsız kaldı. ..
Sonunda görüldü ki, Türkiye ile Amerika arasındaki parlamen-
ter ilişkiler evvelce tasarlandığı gibi yürütülecekti. Bu ilişkilerin yön-
lendirilmesinde ana muhalefet partisine söz hakkı tanımak, iktida-
rın da muhtemelen Amerikalıların da aklından geçen bir şey değil­
di. Dostluk grubunun AKP'li üyeleriyle diğer bazı AKP milletvekil-
leri sık sık Vaşington'u ziyaret edeceklerdi. Dostluk grubu üyesi olup
da CHP yönetiminde yer alanların bu temaslara mümkün olduğu ka-
dar az katılıp "işleri bozması" önlenecekti. Eski kimliğini, Batı karşıtı
politikalarını bir tarafa bırakarak yenileşen AKP, Amerika'nın her ko-
nudaki desteği ne güvenebilirdi. Onlar Amerika'yı, Amerika da onla-
rı destekleyecekti. Artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu, onların dö-
nemi olacaktı.
Bu yeni dönemde Atatürk'ün temellerini attığı tam bağımsızlık
yanlısı, ulusal çıkarları korumayı her şeyin üstünde tutan dış politi-
ka çizgisinden sapmalar olabilirdi. Artık yeni bir dünya düzeni vardı.
Bu düzenin adı küreselleşmeydi. Bu dönemde dünya, küresel bir köy
gibi görülmeliydi. Ulusal çıkarları korumak artık geçmişte kalmış bir
düşünceydi. Soğuk savaş bitmişti. Tek kutuplu dünyanın lideriyle sı­
cak ilişkiler kurmak, onları rahatsız edecek politikalardan kaçınmak
yenileşmiş partinin hedefi olacaktı.
Bu düşüncenin bayraktarhğını yapacak çok sayıda gazeteci ve
"bilim adamı", televizyon ekranlarında ve gazetelerin köşelerin­
de yerlerini şimdiden almıştı. Yakında onlara yenileri eklenecek ve
Atatürk düşüncesini savunanların sesleri giderek daha az duyulacak-
tı. Türkiye kabuk değiştiriyordu. Artık yeni bir Türkiye olacaktı ve bu
Türkiye'nin kaptan köşkünde, evvelce din ağırlıklı bir partinin üye-
GıRış II

leri olan şimdiki ağır toplar yer alacaktı. Evvelce savunulan "milli gö-
rüş" gömleği artık çıkartılabilirdi.
O yıllarda Ortadoğu bir ateş topuna dönmekteydi. Kısa bir sü-
re içinde ateş her yanı saracak, yüzbinlerce insan büyük devletlerin
stratejik menfaatleri için yapacakları operasyonların kurbanı ola-
caktı. Bölgeye komşu olan ama aynı zamanda NATO'ya ve diğer ba-
zı Avrupa kuruluşlarına üye olan Türkiye bu çatışmalara sürüklen-
meden varlığını sürdürebilecek miydi? 1922 yılından beri bölgede-
ki kanlı çatışmaların dışında kalmayı başaran Türkiye'yi savaşların
cephesi ve karargahı yapmak isteyenler bunu başarabilecekler miydi?
Tecrübesiz bir siyasi kadroyla uçurumun kenarında yürütülen politi-
kalar ülkeyi felakete sürükleyebilirdi. Cumhuriyetin temel değerleri­
nin yanı sıra dış politika ilkelerini korumakta, ülkeyi tehlikeli mace-
ralardan, özellikle sıcak çatışmalardan uzak tutmakta ana muhalefet
partisi CHP'ye büyük bir görev düşecekti. Bu kolay bir mücadele 01-
mayacaktı. CHP lideri ve yönetici kadroları yeni iktidar sahiplerinin
boy hedefi olmaya hazırlanmalıydılar ...
Türkiye'deki 2002 yılı seçimlerinden bir yıl önce dünyayı sarsan
vahim bir olay yaşanmıştı. O zamana kadar örneği görülmemiş bir te-
rör eylemi "Tek kutuplu dünyanın" lider ülkesi Amerika'nın kalbin-
de gerçekleştirilmişti ...
Fırtına Yaklaşırken

"Ya bizden yanasınız ya teröristlerden yanasınız." Bu sözler ıı


Eylül 200ı tarihinde, New York'ta İkiz Kuleler'e yönelik terörist sal-
dırılardan hemen sonra 20 Eylül 200ı tarihinde söylendi. Sözlerin sa-
hibi ABD Başkanı George W. Bush'tu. Yaklaşık 3000 kişinin öldürül-
düğü böyle bir saldırıdan sonra ABD başkanı bütün dünyayı terörle
mücadelede ABD' nin yanında olmaya çağırıyordu. Bush Amerika'nın
amacının, bütün dünyadaki terör örgütleriyle sonuna kadar savaş ol-
duğunu söylüyordu. Bush şöyle diyordu: "Emrimizdeki bütün kay-
nakları, diplomasinin bütün olanaklarını, istihbaratın bütün araçla-
rını, bütün hukuk yollarını, bütün mali etkileme yöntemlerini ve bü-
tün savaş silahlarını kuııanarak dünyadaki terör şebekesini sarsacağız
ve yeneceğiz." Bu sözlerden çıkan anlam şuydu: Teröre hiçbir şekilde
hoşgörü gösterilmeyecek, gerekli bütün önlemler alınacak, Amerika
ve dünya terör belasından kurtarılacaktı.
Bu çağrıya Batılı ülkeler olumlu karşılık verdiler. Özellikle Türkiye
gibi terörist saldırılardan en büyük ıstırabı çekmiş olan ülkeler bu
çağrıyı adeta bir can simidi gibi karşıladılar. Dünyanın en büyük ve
en güçlü ülkesi bütün terör örgütleriyle sonuna kadar savaş taahhü-
dünde bulunduğuna göre, terörün saldırısına uğrayan bütün ülkeler
rahat bir nefes alabilirdi. Artık devletler terörü birbirlerine karşı giz-
li bir silah gibi kullanmayacaklar, herkes birlik olacak ve terör dünya-
nın başına bir dert olmaktan çıkartılacaktı.
ıı Eylül saldırıları bütün dünyada teröre karşı büyük bir tepki ve
nefret uyandırmıştı. NATO Stratejik Konsept belgesinde 'terörle mü-
cadele', Vaşington Antlaşması'nın 5. maddesinde öngörülen tehdit-
lerden biri olarak yer almıyordu. Yani bir müttefik ülke terör saldı­
rısına uğrarsa diğer bütün müttefiklerin bunu kendilerine yapılmış
FIRTINA YAKLAŞIRKEN 13

bir saldırı sayma zorunluluğu yoktu. Yıllardan beri NATO konseyi-


nin gündeminde terörle mücadele önemli bir gündem maddesi ola-
rak yer almamıştı. Buna rağmen NATO, ı ı Eylül saldırılarının ertesi
günü, tarihinde ilk defa ittifakın kurucu antlaşmasının 5. maddesini
işletme kararı aldı. Buna göre, bütün üye ülkeler ı ı Eylül saldırıları­
nı kendilerine yapılmış sayacaklar ve ellerindeki olanaklarla bu saldı­
rıların defedilmesine çalışacaklardı.
Gerçekten II Eylül saldırıları NATO' da büyük bir heyecan ve tep-
ki yarattı. İkiz Kuleler'e saldırı haberi televizyonlara ilk yansıdığı an-
da NATO konseyi üyesi ülkelerin daimi temsilcileri bir çalışma ye-
meğindeydi. Bu kitabın yazarı da orada Türkiye'nin temsilcisi ola-
rak bulunuyordu. Önce büyük bir sessizlik oldu. Daha sonra bütün
daimi temsilciler Amerikan delegesine baktılar. Büyükelçi Alexander
Wershbow serinkanlılığını korumaya çalışmakla birlikte büyük bir
şok yaşadığını saklayamadı. Diğer temsilciler de bir yandan üzüntü,
bir yandan da kaygı içindeydi. Dünyanın en güçlü savunma ittifakı­
nın en büyük ülkesine böyle bir saldırı yapılabilirse, diğer ülkelere de
haydi haydi yapılabilirdi. Şimdi birlik olma ve terörle birlikte müca-
dele etme zamanıydı. O tarihten sonra terörle mücadele yıllar boyun-
ca NATO konseyi gündeminin ı. maddesi oldu.
Amerika, Başkan Bush'un sözlerinin arkasında durabilir miy-
di? Gerçekten bütün dünyadaki terör örgütlerine savaş açabilir miy-
di? Yoksa onun hedefi doğrudan doğruya Amerika'nın menfaatlerini
tehdit eden terör örgütleri mi olacaktı? O sıralarda böyle düşüncele­
re ve kaygılara kapılmanın zamanı değildi. Şimdi teröre karşı birlik-
te harekete geçilecekti. Amerika müttefiklerinden ne yardım isterse
her ülke onu yerine getirmeye çalışacaktı. Doğrusu Amerika o aşama­
da fazla bir şey istemedi. Sadece Amerikan topraklarının AWACS
uçaklarıyla havadan gözlenmesine katkı isteniyordu. Diğer NATO
ülkelerinin pilot ve mürettebatı bu uçuşlarda görev yapacaktı. 3 pi-
lot ve 30 subaydan oluşan Türk ekibi de Amerika'yı havadan gözle-
yecek olanların arasındaydı. (l) Yani Türkiye ve diğer NATO ülkele-
ri Amerika'ya terörle mücadelesinde tam destek verdiler. Peki ken-

(l) Hürriyetgazetesi, 2 Şubat 2009.


14 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

dileri de terörist saldırılarla karşılaştıklarında ABD' den yeterli des-


tek alabildiler mi? Işte bu soruya olumlu cevap vermek zor. Özellikle
Türkiye, Kuzey Irak'tan kaynaklanan PKK saldırılarının önlenmesin-
de ABD'den beklediği düzeyde destek göremedi. Kuzey Irak PKK için
adeta güvenilir bir liman oldu.
Başkan Bush'un "Ya bizimle berabersiniz ya bize karşısınız" anla-
mındaki sözü acaba sadece terörle mücadele kapsamında mı düşü­
nülmeliydi? Amerika, önem verdiği konularda başka ülkelerin fark-
lı politikalar izlemelerine, kendisini eleştirmesine tahammül edebi-
lir miydi? Soğuk Savaş'ın sona erip bazılarının "Tek kutuplu dün-
ya" olarak tanımladığı yeni dönemde Amerika dünyaya yön ve-
ren tek ülke olma rolünü benimsemişti. Özellikle Amerika'nın dos-
tu olduğunu söyleyen ülkeler her konuda Amerika'nın görüşleri­
ni benimsemeliydiler. Beklenti buydu. Amerika bir ülkeye karşı as-
keri müdahale kararı almışsa bunun mutlaka haklı bir sebebi vardı.
Müttefik ülkeler bunu fazla sorgulamadan Amerika'ya destek olma-
lıydı. Özellikle Amerika başka bazı ülkelerle beraber Irak'a müdahale
ettiğinde, başta Irak'ın komşusu Türkiye olmak üzere, bütün NATO
ülkelerinden güçlü bir destek beklendi. Amerika bu desteği tam sağ­
layamadı. NATO ülkeleri içinde destek verenler olduğu gibi karşı çı­
kanlar da vardı. Amerika'nın politikalarına karşı çıkanlar, ne kadar
haklı gerekçelere sahip olurlarsa olsunlar, Amerikan karşıtı olarak
nitelendirilebilirlerdi. Fukuyama gibi bazı yazarların "tarihin sonu"
olarak nitelendirdikleri tek kutuplu dünya, anlaşılan ülkelerinin ulu-
sal çıkarlarını ve bağımsızlığını savunanlar için yeni güçlüklerle do-
lu olacaktı.
Türkiye gibi stratejik konumu özellik taşıyan ülkeler açısın­
dan hem ulusal çıkarları savunmak hem de her konuda Amerika'yla
uyum içinde bulunmak büsbütün zordu. Yalnız Irak konusunda de-
ğil, Kıbrıs ve Ege meselelerinde, Ermenistan'la ilişkilerde, Kürt soru-
nunda, Istanbul'daki Rum Patrikhanesi'nin taleplerinin yerine geti-
rilmesinde, Karadeniz'e ilişkin konularda, Kafkaslarda, Balkanlarda,
ısrail ve Ortadoğu meselelerinde Amerika'nın beklentileri vardı.
Bu beklentiler, çoğu zaman, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere
Amerika'nın stratejik çıkarlarıyla yakından ilgiliydi. Amerika, strate-
FıRTıNA YAKLAşıRKEN 15

jik ortak saydığı Türkiye'nin bütün bu konularda kendi talep ve bek-


lentilerini yerine getirmesini istiyordu.
Türkiye ise Atatürk'ün tam bağımsızlık ilkesini cumhuriyetin
kuruluşundan beri dış politikasının kutupyıldızı yapmıştı. Zaman
zaman bazı yalpalamalar olmuşsa da, başta Dışişleri Bakanlığı ol-
mak üzere, dış politikaya yön veren kuruluşlar bu ilkeye sıkı sıkıya
bağlı kalmaya özen göstermiş, hükümet sorumluluğunu taşıyan si-
yasetçiler de Dışişleri'nin önerilerine çoğu zaman kulak vermişler­
di.
2002 yılında yapılan genel seçimlerden sonra işbaşına gelen iktidar
dış politika alanında geçmiş tecrübelerden yararlanmaktan, cumhu-
riyetten bu yana izlenen politikalarla uyum ve tutarlılık içinde olmak-
tan çok, kendi bildiği yoldan gitmeye hevesli görünüyordu. Kıbrıs gi-
bi ulusal çıkarları yakından ilgilendiren duyarlı konularda bile geçmiş
hükümetlerin politikalarını bir bütün olarak suçlamakta sakınca gör-
müyor, Amerika'nın çok eleştirilen Büyük Ortadoğu politikasına sa-
hip çıkıyor, Azerileri karşısına almak pahasına Ermenistan'la ilişkile­
ri yeni bir mecraya sokmak istiyor, Kürt açılımı adı altında ulus dev-
let, üniter devlet anlayışıyla bağdaşmayacak bazı adımlar atmaya ha-
zır görünüyordu. Patrikhane'nin Lozan'la bağdaşmayan bazı taleple-
rine bile sıcak baktığı izlenimi veriyordu.
Bütün bu konularda 2002 yılından sonra muhalefete büyük bir
sorumluluk düşüyordu. Iktidarın bu yaklaşımlarına karşı ulusal Çı­
karları korumak, Atatürk'ün koyduğu temel ilkelerden taviz verilme-
sini engellemek, dış politikanın yabancıların telkinlerine ve baskıları­
na göre değil, Türkiye'nin temel çıkarları doğrultusunda yürütülme-
sine katkı sağlamak gerekiyordu. Bunun için sorumlu, tutarlı, cesa-
retli bir politika anlayışı sergilemek ve ülke çıkarlarını daima parti Çı­
karlarının üzerinde tutmak lazımdı. Türkiye'nin sürüklenmek isten-
diği bazı politikaların Türk halkına nasıl zarar vereceği topluma an-
latılmalı, yabancı düşmanlığı yapmadan, yabancıların bazı çelişkileri,
çifte standartları ve Türkiye'ye sık sık yaptıkları haksızlıklar dile ge-
tirilmeliydi.
Bu, kolay bir iş değildi. Muhalefetin mecliste yeterli çoğunluğu
yoktu. Hükümetten bekledikleri tavizleri muhalefetin direnişi nede-
16 UÇURUM KENARINDA DIŞ poLITIKA

niyle alamayan bazı yabancı devletler bu durumdan büyük rahatsızlık


duyuyorlardı. Basın giderek iktidarın etki alanı altına girmiş, dış bas-
kılara karşı direnip Türkiye'nin çıkarlarını savunanları çoğu zaman
boy hedefi haline getirmişti.
Bu arada dünya koşulları da değişiyordu. Küreselleşme, bazıları­
nın gözünde adeta yeni bir din haline gelmişti. Küreselleşmenin sa-
dece olumlu yönleri ön plana çıkarılıyor, küreselleşme çağında dün-
yanın bir bölgesinde çıkabilecek krizlerin bütün devletleri etkileyebi-
leceği dikkatlerden kaçırılmak isteniyordu. Bu riskleri dile getirenler
küreselleşme karşıtı, çağdaşlaşma karşıtı, yenidünya düzeninin far-
kına varmayan insanlar olarak nitelendirilmeye çalışılıyordu. Oysa
dünyanın değişen koşullarını eleştirisel bir gözle, olumlu ve olumsuz
taraflarıyla değerlendirmek gerekiyordu.
Örneğin Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra insan hakları
alanında bazı ilgi çekici gelişmeler olmuştu. Sovyetler Birliği'nin ve
Varşova Paktı'nın yıkılması sürecinde Batı dünyasında en geçer ak-
çe insan haklarından söz etmekti. Bu kavram 1 Ağustos 1975 tari-
hinde Batı ülkelerinin DoğU Bloku ülkeleriyle birlikte imzalandık­
ları Helsinki Nihai Senedi'nin de en önemli unsurlarından biriydi.
O yıllarda komünizmle yönetilen rejimierin yumuşak karnı olan in-
san hakları, Batı ülkelerinin en önemli silahıydı. Sovyetler Birliği'nde
hapse atılan Saharov gibi insan hakları savunucuları göklere çıkarı­
lıyor, onlara ödüller veriliyor, Batı'daki insan hakları örgütleri onla-
rı kurtarmak için kampanyalar yapıyordu. DoğU ülkelerine yönelik
yayın yapan Radio Free Europe ve Radio Liberty isimli iki radyonun
en önemli konuları DoğU Blokundaki insan hakları ihlalleriydi. Daha
sonraki yıllarda Çek Cumhurbaşkanlığı'na kadar yükselecek olan ün-
lü yazar Vaclav Havel ve birçok aydın hapisteydi. Doğu Avrupa ül-
kelerinde görev yapan Batılı diplomatların önemli görevlerinden bi-
ri hapisteki aydınların kurtarılmasına yardımcı olmak, insan hakla-
rı için savaşan gruplara destek vermekti. Bu kitabın yazarı da Prag
Büyükelçiliğinde müsteşar olarak görevliyken 12 Batılı dipIomattan
oluşan Prag Kulübü'ne katılmaya davet edilmişti. O kulübün de baş­
lıca ilgi alanı DoğU Bloku ülkelerinde insan haklarının yaygınlaştırıl­
masına katkıda bulunmaktı.
FıRTıNA YAKLAŞıRKEN 17

Tabii insan hakları alanında Batı dünyasında yürütülen çalışmala­


rın tek hedefi Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ülkeleri değildi. Türkiye
gibi 12 Eylül 1980 yılındaki askeri darbeden sonra insan hakları ala-
nında büyük sıkıntılar çeken ülkeler de Uluslararası Af Örgütü ve
benzeri kuruluşların hedefleri arasındaydı. Yurtdışındaki Türk diplo-
matları bu örgütlerin ve bazı hükümetlerin eleştirilerini göğüslemek­
te zorlanıyorlardı. Ülkelerini savunurken dürüstlükten ayrılmama il-
kesine de sadık kalmayı ilke edinen diplomatlar, dış dünyadan kay-
naklanan haklı eleştirileri kendi hükümetlerine bildiriyor, ülkelerinin
demokratikleşmesine katkıda bulunmaya çalışıyorlardı.
Soğuk Savaş yılları geride kaldıktan sonra dünyada insan hakları
alanındaki çalışmaların, eleştirilerin niteliğinde ve yoğunluğunda de-
ğişmeler oldu. Evvelce Doğu Bloku ülkelerini kuvvetle eleştiren dev-
letler, giriştikleri bazı savaşlar veya uğradıkları terörist saldırılar nede-
niyle aldıkları bazı önlemler sonucunda insan haklarının gerçek savu-
nucusu olan örgütlerin, kuruluşların, saygın bilim adamlarının eleş­
tirilerine hedef olmaya başladılar. Amerika'nın Guantanamo üssün-
deki tutukluIara yapılan muameleler, Amerikan askerlerinin Irak'taki
Ebu Gureyb hapishanesinde yaptıkları insanlıkla bağdaşmayacak uy-
gulamalar, CIA'in özel uçaklarla bazı terör örgütü mensuplarını baş­
ka ülkelere taşıyıp orada hukukla ve insanlıkla bağdaşmayan usuller-
le ifade almaya çalışmaları, İngiltere'nin terör sanıklarının tutukluluk
sürelerini Avrupa Konseyi'nin normlarına aykırı biçimde uzun tut-
ması kuvvetle eleştiriidi. Bazı Batılı ülkelerin geçmişte insan hakları­
nı bu kadar ön plana çıkarmaları yoksa daha çok siyasi beklentileri-
nin gereği miydi, sorusu akıllara takıldı. Kuşkusuz bütün insan hakla-
rı örgütlerini ve savaşçılarını bilerek veya bilmeyerek siyasetin bir ara-
cı olmakla suçlamak insaflı bir davranış olmaz. Ama evvelce başkala­
rını kuvvetle eleştirenlerin şimdi insan hakları alanında savunulması
güç durumlara düşmeleri de insan haklarının bazı dönemlerde siya-
sal amaçla kullanılıp kullanılmadığı konusunda kuşkular uyandırıyor.
Örneğin Bazı Batılı ülkelerin Türkiye'de kendilerine yakın gazeteci-
ler, sanatçılar ve fikir adamları suçlanınca güçlü tepkiler göstermele-
ri, kendilerine yakın olmayan ama ülkelerinin ulusal çıkarların savu-
nuculuğunu yapan başka aydın ve bilim adamlarının daha da büyük

UKD2
18 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

baskılara uğramaları karşısında adeta kayıtsız kalmaları kafalarda ba-


zı soru işaretleri yarattı.
Avrupa Birliği'yle ilişkilerde, özellikle Avrupa Birliği'nin geniş­
leme sürecinde de benzeri çifte standartlar görüldü. Avrupa'nın bü-
yük devletleri kolaylıkla etki alanlarına alabilecekleri küçük devletle-
rin üyeliğine ne kadar sıcak bakıyorlarsa kendileriyle rekabet edebi-
lecek, Avrupa'nın geleceğinde söz ve ağırlık sahibi olabilecek Türkiye
gibi ülkelerin üyeliğine de o kadar soğuk bakıyorlar, onların üyeliğin i
engellemeye çalışıyorlardı.
Evvelce Avrupa Birliği'ne büyük bir siyasal ve ekonomik güç ola-
rak girmeye çalışan İngiltere'nin üyeliği, benzeri düşüncelerle ve
ABD'ye yakınlığı gibi gerekçelerle Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle
tarafından iki kere vet o edilmişti. İngiltere ancak De Gaulle'ün ayrı­
lıp yerine George Pompidou'nun cumhurbaşkanı olmasından son-
ra AB'ye girebilmişti. Şimdi de AB'ye yön veren devletler geleceğin
Avrupası'nı şekillendirirken hangi ülkelerin söz sahibi olmasını iste-
diklerini önceden saptıyorlardı. Türkiye'nin bu ülkeler arasında yer
alması istenmiyordu.
Ortadoğu'da da dikkat çekici gelişmeler yaşanmaya başlamış­
tı. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi adı altında ABD Başkanı
George W. Bush tarafından ortaya atılan bir eylem planı bölgeye yeni
bir şekil verme iddiasını taşıyordu. Bu projeye göre bölge ülkeleri de-
mokratikleştirilecekti. Ama projenin metni okunduğunda bunun ger-
çek bir demokratikleşme olmayacağı hemen anlaşılıyordu. Zira pro-
jede laiklikten tek kelimeyle bile söz edilmiyordu. Büyük Ortadoğu
Projesi hakkındaki görüşümüzü soran Amerikalı diplomatlara bunu
açıklıkla söyledik ve halkı Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan
demokrasi olamayacağını, bu kavramdan söz etmeyen bir projenin
Ortadoğu'ya demokrasi getirmeyeceğini ifade ettik.
Cumhuriyetin ilanından beri gerçek bir demokratik devlet düzeni-
ne ulaşmayı hedefleyen Türkiye'yi laikliği en önemli ilkelerinden biri
yapması ve 1937'de bunu bir anayasa hükmü haline getirmesi sebep-
siz değildi. Bu nedenle halkı Müslüman olan ülkeler arasında çağdaş
demokrasi yoluna giren ilk ve tek ülke Türkiye olmuştu. Yurtiçinde ve
yurtdışında bazı çevreler bundan pek hoşlanmasalar da ...
FIRTINA YAKLAŞıRKEN 19

Türkiye başbakanı bu projenin eşbaşkanlığını üstlenebileceğini


söylüyordu. Projenin merkezlerinden birinin Diyarbakır olacağı açık­
lanıyordu. Bu proje yeterince destek bulamadı, hatta büyük tepkilerle
karşılandı. Başkan Bush'un yerine seçilen Obama da projeye pek sahip
çıkmadı. Ama bu vesileyle yapılan yayınlar, bazı çevreler tarafından ba-
sına verilen haritalar ve üst düzey yetkililerin söylemleri Amerika'nın
gerçek niyetleri hakkında kuşkular uyandırdı. Türk basınında ve ka-
muoyunda da yeni adıyla Genişletilmiş OrtadoğU Projesi kuşkuyla kar-
şılandı ve çok eleştiriidi. Hala da eleştirilmeye devam ediliyor.
Büyük ülkelerin sözcüsü gibi kamuoyunu yönlendirmeye çalı­
şanlara karşı dünyanın, Avrupa'nın ve Ortadoğu'nun bu gerçekleri-
ni dile getirmek, siyaseti doğru bir zeminde tutmak için çaba göste-
renler çoğu zaman bazı iç ve dış çevrelerin boy hedefi haline getirilme-
ye çalışıldı. Onların mümkün olduğu kadar sesi kesilmeli, görüşleri­
ne büyük medyalarda mümkün olduğu kadar az yer verilmeli, sözle-
ri çarpıtılmalı, itibarlarının zedelenmesine çalışılmalı, siyasette ve ka-
muoyunda etkinliklerinin azaltılmasına gayret edilmeliydi. Kamuoyu
hep öbürlerinin sesini dinlemeli, onların gösterdiği yönde düşünme­
ye alıştırılmalı, büyük devletlerin telkinleri her defasında desteklen-
meli, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını savunanlar hep çağdaşlık karşıtı,
Batı karşıtı, AB karşıtı, aşırı derecede milliyetçi, katı laik ve dogmatik
Kemalist insanlar olarak takdim edilmeliydi. Baskı altına alınan med-
ya patronlarının bu süreci engelleyecek gücü yoktu. Giderek bazı ta-
rafsız ve cesaretli gazetecileri görevden almaya veya onları pasif görev-
lere getirmeye mecbur kaldılar. Bazı tarafsız programlar ekranlardan
kaldırıldı. Bazı siyasetçiler ve aydınlar çok izlenen televizyonlarda gö-
rünmez oldular. Yalnız kamuoyunu değiL, genelolarak siyaseti yönlen-
dirmek isteyenler bu yollara sık sık başvurdular. İşadamları bu doğrul­
tudaki baskılara karşı çıkacak durumda değildi. Geçmişte başka ülke-
lerde seçimle işbaşına gelenlerin otoriter rejimler kurmaya giriştikle­
ri dönemlerde de işadamları onlara engel olamamış, hatta bazıları des-
tek olmuştu.(2)

(2) Öymen, Onur, Demokrasidm Diktatörliige, Remzi, Kitabevi, İstanbul, 2011, s.


156.
20 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Üniversitelerin, sendikaların ve basının önemli bir bölümünün


toplumu ulusal çıkarlar doğrultusunda etkileme gücü de zaman-
la azaldı. Siyasi etkilerden bağımsız olarak görev yapma durumun-
da olan yargı da güçlüklerle karşılaştı. Baskılar karşısında görev yapa-
mayacağını söyleyip istifa eden hakimler oldu. Bazı büyük devletlerin
basına sızan yazışmalarında ve İsveç'in Silkroad Enstitüsünün 2008
yılının Ekim ayında yayınladığı bir raporda o dönemde Türk siyase-
tinin yurtdışından nasıl yönlendirilmek istenildiğinin, en azından ya-
bancıların beklentilerinin neler olduğunun işaretleri varyı
Türkiye'nin son 10 yılı iç politikada, dış politikada, ekonomide,
toplum yaşamının çeşitli alanlarında bu gibi gelişmelerin örnekleriy-
le dolu. Peki, o dönemde çeşitli ülke ve dünya sorunları hakkındaki
görüşleri kamuoyundan saklanmak istenen veya çarpıtılarak sunulan,
itibarları zedelenmeye çalışılanlar neler diyorlardı, hangi görüşleri sa-
vunuyorlardı? Ulusal çıkarları savunan siyasetçiler mecliste ve mec-
lis dışında yaptıkları konuşmalarda hangi görüşlere yer veriyor, halka
hangi düşünceleri anlatmaya çalışıyorlardı? İşte bu kitapta bu görüş
ve düşüncelerin örnekleri yer alıyor.
Bugünden geçmişe doğru bakıldığında mecliste yapılan tespitle-
rin ve uyarıların ne kadar yerinde olduğu görülüyor. Başta insanları­
mızın can güvenliğini ilgilendiren terörle mücadele alanı olmak üze-
re, eğer o uyarılar hükümetçe dikkate alınmış olsaydı, eğer başka ne-
denlerle hükümeti destekleme durumunda kalan basının büyük bö-
lümü bu uyarılara sahip çıksaydı, belki de daha sonra yaşanan bazı ıs­
tıraplar önlenebilir, Türkiye'nin uluslararası alandaki hak ve çıkarla­
rıyla itibarı daha iyi korunabilirdi. 2002-2011 yıllarını kapsayan dö-
nemde neler söyledik, neler oldu?
Aşağıdaki bölümlerde, özellikle dış ilişkilerde uçurumun kenarın­
da yürütülen politikalar yüzünden ciddi sorunlar ve sıkıntılar yaşa­
nan bir dönemin hikayesi yer alıyor.

(3) Prospects for a 'Tom' Turkey: A Secular and Unitary Future?, Cornell, E. Svante,
Karaveli, Magnus, Halil, Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies
Program -A Joint Transatlantic Research and Policy Center Johns Hopkins
University, s. 74.
Amerika'nın Irak'a Müdahalesi

Türkiye için de dünya için de son LO yılın en önemli olayı, Ame-


rika'nın Ingiltere ve kendilerine destek olan bazı ülkelerle birlikte
2003 yılında Irak'a yaptığı askeri müdahaleydi.
Amerika'nın Irak'a yaptığı müdahalenin sebeplerinin değerlendi­
rilmesi için birkaç yıl geriye gitmek gerekiyor. Başkan Bush zamanın­
da hükümette ve devletin üst kademelerinde görevalacak olan yeni
muhafazakar hareket mensuplarının 26 Ocak 1998 tarihinde Başkan
Clinton'a gönderdikleri bir mektupta, Irak'ın kimyasal ve biyolojik
silahlar üretip üretmediğinin saptanmasının güçlüğüne değinildikten
sonra, Saddam bu silahlara sahip olursa bölgedeki Amerikan kuvvet-
leri ile Israil ve ılımlı Arap ülkelerinin zarara uğrayacağı ileri sürül-
mekte ve dünya petrol üretiminin önemli bir bölümünün tehlikeye
düşeceğine işaret edilmekteydi.
Diplomasinin başarısızlığa uğradığı görüldüğüne göre Irak'ın bu
silahlara sahip olmasının önlenmesinin en etkili yolunun bir aske-
ri müdahale olacağı vurgulanmakta, yapılması gerekenin Saddam
Hüseyin'i ve rejimini iktidardan uzaklaştırmak olacağı ileri sürül-
mekteydi.
Mevcut BM Güvenlik Konseyi kararlarının buna olanak verdiği
görüşünün savunulduğu mektupta, her halükarda Amerika'nın poli-
tikasının Güvenlik Konseyi'nde oybirliğinin sağlanmasında ısrar edi-
lerek zayıflatılmasının doğru olmayacağı görüşüne yer verilerek baş­
kanın bu doğrultuda harekete geçmesi istenmekteydi.
Mektubun altında, daha sonra Başkan George W. Bush dönemin-
de Amerikan hükümetinde ve bürokrasinin üst kademelerinde yer
alacak isimler bulunmaktaydı.
Bunlar arasında Richard L. Armitage, John Bolton, Francis Fuku-
22 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTİKA

yama, Robert Kagan, Zalmay Khalilzad, Richard Perle, Donald


Rumsfeld, Paul Wolfowitz de yer almaktaydı.
Başkan Clinton bu mektup doğrultusunda hareket etmedi ama
daha sonra iktidara geçen Başkan George W. Bush'un önemli görev-
lere getirdiği yeni muhafazakarlar altı yıl önce yazdıkları mektubun
gereğini yaptılar.
Ancak bu operasyonun sonucunda, müdahalenin başlıca gerek-
çesi olarak ileri sürdükleri, Irak'ın kitle imha silahlarına sahip oldu-
ğu iddiasının gerçek dışı olduğu net olarak anlaşıldı. Bu cins silah-
lar bulunamadı.
Amerikan ve İngiliz istihbaratının ülkelerini yanılttığı ortaya çık­
tı. Bazıları bunun dünya kamuoyunu etkilemek için imal edilmiş bir
bilgi olduğunu savundular.
Peki, o zaman Amerika Irak'a bu askeri müdahaleyi niçin yaptı?
Bu sorunun cevabını verebilmek için Amerika Birleşik Devletleri'nin
uzun yıllardan beri Ortadoğu'ya yönelik politikalarının temel unsu-
runa bakmak gerekiyor. Bu temel unsur tek bir kelimeyle özetlenebi-
lir: Petrol.
Amerikan ekonomisinin can damarı olan enerji kaynakları için-
de petrol % 40'la birinci sırayı alıyor. Onu % 24'le doğalgaz, % 23'le
kömür ve % g'le nükleer enerji izliyor. Diğer enerji kaynaklarının pa-
yı % S. Amerikan Enerji Bakanlığı bu oranların 2025 yılında da pek
değişmeyeceğini hesaplıyor. Dünya nüfusunun sadece % 5'ini barın­
dıran Amerika Birleşik Devletleri, dünya petrolünün % 25'ini tüke-
tiyor.(4)
Peki, Amerika'nın bu kadar petrol üretmesi mümkün mü? Hayır.
Amerika tükettiği petrolün yaklaşık yarısını ithal etmek zorunda.lthal
petrolün toplam petrol tüketimindeki payının 2025 yılında % 70'e
varması bekleniyor. Yani Amerikan ekonomisi yurtdışından sağlana­
cak petrole daha da bağımlı olacak. Dünya petrolünün büyük bir bö-
lümü Ortadoğu'da, Körfez bölgesinde üretiliyor.
Dünyanın en büyük büyük petrol rezervine sahip ülkeler ile bun-
ların dünyanın toplam rezervlerindeki payı şöyle:

(4) Klare, T. Michael, Blood aııd Oil, Metropolitan Books, New York, 2004, s. 7.
AMERIKA'NIN IRAK' A MÜDAHALESI 23

Ülkeler Rezerv/milyar varil Dünyadaki payı


Suudİ Arabistan 261,8 25,0
Irak 112,5 ıo,7

BAE 97,8 9,3


Kuveyt 96,5 9,2
İran 89,7 8,6
Venezuela 77,8 7,4
Rusya 77,1 7,4
ABD 30,4 2,9
Libya 29,5 2,8

BP, Statistica! Review of World Energy, London, Bp, June 2003, s.4

Yukarıdaki tabloya siyasi ve stratejik açıdan bakılacak olursa,


Amerika'nın Irak'a müdahalesinden ve Libya'daki son yönetim deği­
şikliğinden önce dünyanın en büyük petrol rezervine sahip dokuz ül-
kesinden beşinin Amerika'nın siyasi etki alanı dışındaki ülkeler oldu-
ğu görülecektir. Bunların dünya rezervlerindeki payı yaklaşık % 37'yi
buluyordu. Irak ve Libya'daki siyasi değişikliklerden sonra bu oran
yaklaşık % 24'e inmiştir. Gene de dünya petrol üretiminin % 25'ini
tüketen Amerika açısından bu önemli bir miktardır. Kaldı ki, Irak ve
Libya'nın siyasi geleceğinin ne olacağını da bugünden kestirmek zor-
dur.
Amerika açısından bu petrol kaynaklarının ve taşıma yolları­
nın güvenliğinin sağlanması öncelik taşımaktadır. El Kaide gibi ba-
zı terör örgütlerinin en önemli hedeflerinden biri, özellikle Suudi
Arabistan'da bulunan Amerikan petrol şirketlerinin tesisleridir.
Örneğin 2004 yılında Suudi Arabistan'daki bir Amerikan petrol şir­
ketine terörist saldırıda bulunulmuştu.
Başkan Roosevelt zamanından beri Amerika, Suudi Arabistan'a
güvenlik garantisi vermiştir. Bu ülkeye yönelik bir saldırı Amerika ta-
rafından önlenecektir. Taahhüdün özü budur. Suudi petrol tesisleri-
nin en önemli güvencesi Amerikan silahlı kuvvetleridir. Amerika ta-
24 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

rafından yayınlanan çeşitli strateji belgelerinde, Ortadoğu ve Batı


Asya'ya yönelik Amerikan askeri stratejik hedeflerinin temelinde böl-
gedeki petrol kaynaklarının korunmasının yer aldığı belirtilmektedir.
Başkan Carter tarafından kurulan ve merkezi Tampa, Florida'da bulu-
nan Merkezi Komutanlığın da başlıca görevi bu bölgedeki petrol kay-
naklarını ve ulaşım yollarını korumaktır. Bu gücün komutanlarından
General Tommy Frank, 2002 yılında Kongrede yaptığı bir konuşmada
dünyanın toplam petrol rezervlerinin % 68'inin bu bölgede olduğu­
nu açıklamış, bu merkezi bölgenin ve Hürmüz Boğazı'nın güvenliği­
nin sağlanmasının Amerika ve müttefikleri için hayati önemde oldu-
ğunu vurgulamışt!. Bu komutanlığın görevalanı, daha sonra Hazar
bölgesi ile Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan'ı da
kapsayacak şekilde genişletilmişti. (5)
Bütün bu unsurlar bir arada değerlendirildiğinde Amerika'nın
Irak'a müdahalesinin gerçek nedeninin bu ülkenin sahip olduğu id-
dia edilen kitle imha silahları değiL, zengin petrol kaynakları olduğu
açıkça görülecektir.
Amerika'nın, kendi hayati enerji ve ekonomik çıkarları açısın­
dan büyük önem taşıyan bu bölgedeki yönetimlerin Amerikan kar-
şıtı politikalar izleyen liderlerin elinde olmasından rahatsızlık duy-
duğu açıktır.
NATO başkomutanlığı yapan, daha sonra da cumhurbaşkan­
lığına adayolan Orgeneral Westley Clark, 3 Ekim 2007 yılında Kali-
forniya'daki Commonwealth Club'te yaptığı bir konuşmada Başkan
George W. Bush döneminde Amerika'da yönetimi elinde bulundu-
ran "yeni muhafazakarların" amacının, beş yıl içinde yedi ülkedeki
hükümetleri değiştirmek olduğunu söyledi. Bu yedi ülke şunlardı:
Iran, Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Sudan ve Somali. Bunlardan üçü-
nün Ortadoğu'nun en büyük petrol üreticileri arasında olduğu göz-
den kaçmamalıdır.(6)
İşte Amerika'nın Irak harekatı değerlendirilirken bütün bu un-
surlar göz önünde bulundurulmalıdır. Clark'ın bu sözlerine atıfta

(5) Klare, a.g.e., s. 38, 71.


(6) Greenwald, Gleen, Sa/0I1 Magasine, 26 November 2011.
AMERİKA'NIN IRAK'A MÜDAHALESİ 25

bulunan bazı yabancı yazarlar Ortadoğu'ya yeni bir şekil vermek için
hazırlanan ve zaman zaman basında da yer alan harita ve planlardan
söz ediyorlar. Bu konularda gerçeklerin nerede bitip kurguların ne-
rede başladığını saptamak kolay değiL. Ama önceki görevleri nede-
niyle General Westley Clark'ın sözlerini de hayal ürünü olarak nite-
lendirmek zordur. Öyle anlaşılıyor ki, Ortadoğu'nun geleceğiyle il-
gili olarak bazı düşünceler geliştirilmiş, hatta belki de planlar yapıl­
mıştır. Bu planların ne ölçüde uygulamaya konulacağını zaman gös-
terecek.
Türkiye gibi dünyanın en hassas coğrafyalarından birinde bulu-
nan bir ülkenin bütün bu ihtimalleri düşünerek ama her şeyden ön-
ce kendi ulusal çıkarlarını göz önünde bulundurarak kendi politika-
larını gerçekçi bir biçimde oluşturması önem taşımaktadır. Türkiye
Cumhuriyeti, kuruluşundan sonra başka ülkelerin hedeflerine hiz-
met edecek politikaların peşinden sürüklenmemeye özen göstermiş­
tir. Yakın tarihimizde yapılan bazı hatalar bir yana bırakılacak olursa,
bu çizgisini özenle sürdürmüştür. Şimdi de aynı yolu izlemesi ülke-
mizin geleceği açısından en isabetli yaklaşım olacaktır.
Amerika, Irak'a müdahaleden yaklaşık bir yıl önce siyasi zemin ha-
zırlama çalışmalarına başlamıştı. NATO üyesi ülkelerin büyükelçileri
Vaşington'a davet edilmiş, onlara Dışişleri ve Savunma bakanlıkların­
da verilen üst düzeydeki brifingler sırasında Irak konusu öncelikli bir
sorun olarak gündeme gelmişti. Benim de aralarında bulunduğum
büyükelçilerin çeşitli sorularına verilen cevaplardan Amerika'nın,
Bosna ve Kosova operasyonlarından farklı olarak, Irak'a bir müda-
hale yaparsa bunu NATO öncülüğünde değiL, kendi önderliğinde, ya-
nında yer alacak bazı ülkelerin desteğiyle bir "gönüllüler koalisyonu"
çerçevesinde yürüteceği anlaşılıyordu. Bunun anlamı, diğer NATO
üyelerinin, operasyonun hazırlanmasında, silah kullanılmasına iliş­
kin kuralların saptanmasında ve harekatın yönetilmesinde söz sahi-
bi olamayacaklarıydı. Amerika, belki de NATO'nun sorumluluğunda
yürütülen Kosova operasyonunda, Amerikalı komutanının adeta eli-
ni kolunu bağlayan titiz yaklaşımından rahatsız olmuştu. Gerçekten
özellikle sivillerin zarara uğramaması konusunda NATO ülkelerinin
gösterdiği duyarlık, komutanın yetkilerini ve harekat kabiliyetini bir
26 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

hayli sınırlandırmıştı. Şimdi Irak'ta Amerika daha rahat hareket et-


mek istiyordu.
NATO'nun denetiminden uzak, kendi sorumluluğunda bir
harekat yapacaktı ve koalisyon ortaklarının bu harekatta söz hakkı
çok sınırlı olacaktı. Türkiye'nin bu durumdan rahatsızlık duyması
doğaldı. Sınırlarında gerçekleştirilecek bir operasyonda Türkiye'nin
sözü, önerileri, tercihleri etkili olmayacak, muhtemelen Türkiye'den
sadece yardım istenecekti. Öyle de oldu.
Irak harekatı bir NATO operasyonu olabilir miydi? NATO'dan
böyle bir karar çıkabilir miydi? Kuşkuludur. Zira NATO'da bütün ka-
rarlar oybirliğiyle alınır. Birçok NATO üyesi böyle bir askeri müda-
haleye sıcak bakmıyordu. Ama eğer böyle bir karar çıksaydı, savaşın
şekli daha farklı olabilir ve muhtemelen bu kadar fazla sivil hayatını
kaybetmezdi. Çünkü NATO konseyi bu konuda büyük titizlik göste-
riyordu. Yine de, 2011 yılında Libya'ya yönelik yapılan NATO ope-
rasyonunda Bosna operasyonundaki kadar titizlik gösterildiğini söy-
lemek zordur.
Irak harekatından aylarca önce Amerikalılar Türkiye'yi ikna ça-
balarına başladılar. 16 Temmuz 2002 tarihinde Ankara'ya gelen ABD
Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz Başbakan Ecevit'le görüş­
tü. O sırada Ecevit sağlık sorunları yaşıyordu. Dışişleri Bakanı ısmail
Cem, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan ve 60 kadar millet-
vekili DSP'den istifa etmişti ve tesadüf bu ya, tam da Wolfowitz'in
Ankara'yı ziyaret ettiği gün Dışişleri Bakanı İsmail Cem DSP' den istifa
etmiş ve erken seçimin yolu gözükmüştü. Böyle bir ortamda Türkiye
ile Amerika arasında Irak'a yönelik bir savaşla ilgili somut işbirliği
mutabakatı sağlanabilir miydi? Kuşkusuz sağlanamazdı. Kaldı ki, iç
politika sorunlarının dışında da Türkiye'nin Irak'a askeri bir müda-
hale konusunda ciddi kuşkuları vardı. Ecevit-Wolfowitz görüşmesin­
de Türk tarafı somut bir taahhütte bulunmadı ama Türk ve Amerikan
taraflarının temasları sürdürmeleri kararlaştırıldı. Dışişleri Müsteşarı
Uğur Ziyaı 22 Ağustos 2002 tarihinde Vaşington'u ziyaret ederek gö-
rüşmelerde bulundu. Görüştükieri arasında Başkan Yardımcısı Dick
Cheney de vardı. Ziyaı, The Washington Institute isimli düşünce ku-
ruluşunda yaptığı konuşmada, "Bush yönetiminin Irak konusunda
AMERIKA'NIN IRAK'A MÜDAHALESl 27

harekete geçmeden önce uluslararası meşruiyet sağlaması gerektiğini,


ayrıca Türkiye'nin Irak'ın toprak bütünlüğünün korunmasına büyük
önem verdiğini" söyledi. Türk yetkililerin olası bir savaşın Türkiye'ye
maliyeti konusunda da değerlendirmeleri vardı. Hazine Müsteşarı
Faik Öztrak'ın, ABD'li yetkililere, savaşın Türkiye'ye en az 47 milyar
dolarlık zarar verebileceğini, bu zararın 58 milyara kadar çıkabilece­
ğini söylediği ifade edilmekteydi.
Uluslararası meşruiyet sağlanabilmiş miydi? Hayır, sağlanama­
mıştı. Irak'ın nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar ürettiğine dair ba-
zı ciddi kuşkular vardı. Birleşmiş Milletler Izleme ve Denetleme
Komisyonu (UNMOVIC) Başkanı Hans Blix ile Uluslararası Atom
Enerjisi Komisyonu (IAEA) Başkanı Muhammed El Baradey 8 Ekim
2002 tarihinde Irak Cumhurbaşkanı Danışmanı General Amir H. AI-
Saadi'ye gönderdikleri ortak mektupta, daha önce varılan mutabakat
gereğince Irak hükümetinden, yapılacak denetlemelerle ilgili taleple-
rini bildirmişlerdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de 8 Kasım
2002 tarihinde aldığı 1441 sayılı kararda UNMOVIC ve IAEA'ya kap-
samlı bir araştırma için görev veriyor ve Irak hükümetine de bu de-
netlemeye engelolmaması için kuvvetli bir çağrıda bulunuyordu.
Yani Birleşmiş Milletler de denetleyici kuruluşlar da işi sıkı tutuyor-
lardı ve süreç devam ediyordu. Bu arada Irak, Birleşmiş Milletler ka-
rarlarına uygun olarak elindeki füzeleri imha ediyordu. CNN televiz-
yonun 1 Mart 2003 tarihinde bildirdiğine göre şubat ayının sonunda
dört Samoud 2 füzesi imha edilmişti. Birkaç ay içinde 100- 120 füze-
nin imhası için gerekli teçhizat sağlanmıştı. Irak hükümeti de işin cid-
di olduğunu anlamış görünüyordu.
Amerika'nın Irak'a müdahalesinden çok kısa bir süre önce, 7 Mart
2003 tarihinde IAEA Genel Müdürü El Baradey bir açıklama yayınla­
yarak, Irak'ta 218 denetleme faaliyetinde bulunduklarını ve 21'i daha
önce hiç ziyaret edilmemiş toplam 141 tesisi denetlediklerini belirti-
yordu. El Baradey, yaptıkları incelemelerin sonucunda Irak'ın nükle-
er silah programı yürüttüğüne dair hiçbir kanıt elde edemediklerini,
denetlemelerinin devam edeceğini söylüyordu.
5 Şubat 2003 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Bir-
leşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmada, Irak'ın
28 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTİKA

kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair hükümetinin elinde bu-


lunan istihbarat bilgilerini aktarmıştı. Bu bilgiler Birleşmiş Milletler
adına Irak'ı denetleyen heyetlerin raporlarından çok farklıydı. Siz
onların raporlarını değil, bizim elimizdeki istihbarat bilgilerini de-
ğerlendirin, demek istiyordu. Ancak ne bu konuşma, ne de Irak'ı
Birleşmiş Milletler adına denetleyen denetçilerin raporları Güvenlik
Konseyi'nin askeri bir harekata yeşilışık yakacak bir karar almasına
olanak verdi. Bu arada Arap Ligi de şubat sonunda yayınladığı bir bil-
diride Irak'a karşı bir savaşın başlatılmasına açıkça karşı çıktı.
Colin Powell'in Güvenlik Konseyi'nde yaptığı açıklamadan ön-
ce, 24 Eylül 2002 tarihinde İngiliz hükümeti, istihbarat makamları­
nın hazırladığı bir dosyayı kamuoyuna açıklamıştı. Buna göre Irak'ın
elinde kimyasal ve biyolojik silahlar da dahilolmak üzere kitle im-
ha silahları vardı. Başbakan Tony Blair bu dosyaya yazdığı önsöz-
de, Irak'ın elindeki kitle imha silahlarının bir bölümünün, 45 dakika
içinde kullanılmaya hazır vaziyette olduğunu kaydediyordu. Bu rapor
İngiliz basını ve kamuoyu üzerinde büyük bir etki yaptı ve savaş yan-
lılarının elini güçlendirdi. İngiliz ve Amerikan istihbarat örgütlerinin
tam bir koordinasyon içinde çalıştıkları anlaşılıyordu. Ancak daha
sonraki yıllarda Irak savaşını bütün yönleriyle inceleyen Iraq Survey
GroupC?) bu dosyalardaki bilgilerin yanlış olduğunu açıkladı. Daha da
ilginci, o dosyayı hazırlamakla görevli grubun üyesi olan Tümgeneral
Michael Laurie, Sir John Chilcot başkanlığında oluşturulan araştırma
grubuna 2011 yılında verdiği ifadede, "Dosyayı hazırlamanın ama-
cı mevcut istihbarat bilgilerini ortaya koymak değiL, savaş için bir ge-
rekçe oluşturmaktı. Bu nedenle teyit edilmemiş bazı istihbarat bilgi-
leri bir araya getirildi," dedi.
Chilcot komisyonunun resmi sonuç raporu bu kitap yayına hazır­
lanırken henüz açıklanmamıştı ama Ingiliz basını, bu dosyadaki ra-
porda o zamanki Başbakan Tony Blair'in, özellikle kamuoyuna yan-
lış istihbarat bilgileri aktardığı için eleştirilmesinin beklendiğini yazı­
yordu. 26 Haziran 2011 tarihinde de Guardian gazetesi, bilgi edinme
yasası uyarınca Ingiliz Dışişleri Bakanlığı'nın bir yetkilisinden aldığı

(7) İngiliz Denetleme Grubu.


AMERIKA'NIN IRAK'A MüDAHALESI 29

bilgiyi açıkladı. Buna göre, "O tarihlerde Irak'ta kitle imha silahlarıyla
ilgili olarak kamuoyuna yanıltıcı bilgi vermek istisnai bir durum de-
ğildi." Yani bunu hep yapıyorlardı. ..
Her ne kadar ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile İngiltere Baş­
bakanı Tony Blair yaptıkları açıklamalarda, milli kaynaklarından al-
dıkları bilgilere göre {rak'ın kitle imha silahlarına sahip ve bunları kı­
sa bir süre içinde kullanabilecek yetenekte olduğunu söyledilerse de
Birleşmiş Milletler'in en yetkili kuruluşlarının raporlarına itibar et-
mek lazımdı. Bu raporlarda da böyle bir tehlikeden söz edilmiyordu.
Dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu kaygıları doğru­
layacak bir karar almamıştı.
Bu durumda Türk Anayasası'nın önşart olarak kabul etti-
ği meşruiyet koşulunun yerine getirildiğinden söz edilebilir miy-
di? Kuşkusuz edilemezdi. Sebebi ne olursa olsun, Amerika'nın ön-
cülüğünde Irak'a yapılan harekatın dayandığı en temel gerekçe olan
Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiası dayanaksız kalmış­
tı. Peki, Türk hükümetinin o tarihlerde Irak'ta kitle imha silahları
bulunduğu iddiasına bakışı nasıldı? Amerikan askerlerine bazı üs ve
tesislerin genişletilmesi için Türkiye'de çalışma izni verilmesine iliş­
kin 5 Şubat 2003 tarihli tezkerenin gerekçeleri arasında, "Kitle im-
ha silahları konusundaki son gelişmeler sonucu gergin ortam gide-
rek ağırlaşmış ve Irak sorununda nazik bir aşamaya gelinmiştir," de-
nilerek bu silahların varlığı kabul edilmiş oluyordu. Oysa Birleşmiş
Milletler ve IAEA denetçilerinin raporlarından bu sonucu çıkarmak
mümkün değildi. Anlaşılan Türk hükümeti, denetçilere değiL, o ta-
rihte Amerikan ve İngiliz hükümetlerinin yaptıkları açıklamalara da-
ha çok itibar etmişti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi ise 1 Mart Tezkeresi'ni kabul etme-
yerek anayasanın 92. maddesinde yer alan meşruiyet şartının gereğini
yerine getirmişti, yani hukuken de siyaseten de doğru bir iş yapmıştı.
İşin esasına bakılacak olursa, 2002 Kasımı'ndaki seçimleri ka-
zanan AKP, dış politikada deneyimli değildi. Kuvvetli İslami bağla­
rı nedeniyle, Müslüman bir ülke olan Irak'a askeri müdahaleyi yü-
rekten desteklemesi zordu. Ama Amerika'ya karşı bir tavır alması da
düşünülemezdi. Yenilenen Islami eğilimli partinin eski partinin yak-
30 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

laşımlarından en önemli farkı,


Amerika ve genelolarak Batı ülkele-
riyle yakın ilişki kurmayı öncelikli bir hedef olarak benimsemiş ol-
masıydı.
Birinci Körfez Savaşı Türkiye'ye 30 milyar doları aşan ağır bir eko-
nomik yük yüklemişti, 400 binden fazla Iraklı Saddam'ın baskısın­
dan kaçarak Türkiye'ye sığınmıştı ve savaştan sonra yaratılan boşluk­
tan yararlanan PKK Irak'ın kuzeyinde üslenmişti. Türkiye'ye gelen
göçmenlerden çoğu Batı ülkelerine iltica etmek istiyordu. Ama bü-
tün Batı ülkelerinin seçerek aldığı toplam göçmen sayısı bini aşma­
mıştı. Birleşmiş Milletler Yasası'nın 50. maddesi bu gibi savaşlarda
zarar gören ülkelere maddi destek sağlanmasını öngören hükümler
içeriyordu. Savaştan zarar gören ülkelerden Ürdün, bir ölçüde de ol-
sa zararının karşılamıştı. Türkiye'ye yapılan katkı ise, Körfez ülkele-
rince verilen birkaç tanker ham petrolden ibaret kalmıştı. İşte bütün
bu unsurlar Türk tarafının Amerika'nın yeni bir harekatından duy-
duğu kaygıları artırıyordu. Amerika önceliği Saddam'ın devrilmesi-
ne veriyordu. Türkiye ise savaştan sonra çıkacak istikrarsızlık orta-
mında Kürtlerin bağımsız bir siyasal bir güç olmaya çalışmasından
ve Kerkük Türkmenlerinin bunun bedelini ödemesinden kaygı du-
yuyordu.
Türkiye 3 Kasım 2002 tarihindeki seçimlere giderken Irak'ta böy-
le bir tablo vardı. Türkiye'de böyle bir ortamda yapılan seçimlerden
sonra Amerika kiminle müzakere edecekti? Bir yandan seçimleri ka-
zanmış partinin bir genel başkanı vardı ama o siyasi yasaklıydı ve hü-
kümetin başına geçememiş, hatta milletvekili olamamıştı. Gene de
onunla temas etmek gerekiyordu. Amerikan kaynakları bu temas sı­
rasında Erdoğan'a, biri işadamı olmak üzere üç kişinin refakat ettiğini
yazıyorlar. Ancak bunların hiçbiri Türk hükümetinin resmi temsilci-
si değildi. Bu temasların ayrıntıları hakkında Dışişleri Bakanlığı'na ve
Genelkurmay'a yeterince bilgi verilmediği de anlaşılıyor. Amerikalılar
aynı zamanda Başbakan Abdullah Gül ve askerlerle de ayrı ayrı görü-
şüyorlardı.
Türkiye'de farklı makamların farklı görüşleri vardı. Cumhurbaş­
kanı Ahmet Necdet Sezer, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kara-
rı çıkmadan askeri müdahaleye karşıydı. Dışişleri Bakanlığı ABD'yle
AMERIKA'NIN IRAK'A MÜDAHALESI 31

işbirliğine yatkın görünüyordu. Genelkurmay da ilke olarak böy-


le bir işbirliğini destekliyor ancak savaştan sonra Kuzey Irak'ta mey-
dana gelebilecek gelişmelerden kaygı duyuyordu. Kuzey Irak'taki ye-
rel yöneticilerin bazı eylem ve söylemleri de Ankara'daki rahatsızlığı
arttırıyordu. Kürdistan Demokrat Partisi'nin öncülüğünde 2002 yılı­
nın Ağustos ayında hazırlanan bir anayasa tasarısında Kürtlerin ge-
niş özerliğe sahip olacaklarından ve Kerkük'ü denetimleri altına ala-
caklarından söz edilmesi Türkiye'de tepki yarattı. Hükümet Habur
kapısını bir süre kapattı. KDp'nin sözcüsü konumundaki yerel ga-
zeteler, "Türkiye askeri müdahalede bulunursa Kuzey Irak'ın Türk
askerleri için bir mezarlığa dönüşeceği" yolunda yayınlar yaptı. İşte
Amerika'nın Irak'a müdahaleye hazırlandığı aylardaki gelişmeler
böyleydi ve Amerika'nın Türkiye'nin bu konulardaki duyarlılıkları­
nı yeterince dikkate almaması bir değerlendirme eksikliği olmuştu.
Başbakan Abdullah Gül Türkiye üzerinden bir Amerikan aske-
ri müdahalesini hararetle destekleyenlerden değildi ama AKP lide-
ri Erdoğan bu amaçla yapılacak bir işbirliğine sıcak bakıyordu. Gül,
bölge ülkeleri arasında varılabilecek bir görüş birliğiyle Irak sorunu-
na çözüm bulunabileceği düşüncesindeydi. Gül, bu arada savaş bu-
lutlarının ufukta görünmesine rağmen Irak hükümetiyle diplomatik
ilişki düzeyini yükseltmiş ve Irak'la ticareti arttırmak için 2003 yılı­
nın Ocak ayında, yani Amerika'nın askeri müdahalesinden sadece 3
ay önce, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'in başkanlığında 400'e yakın
işadamını Bağdat'a göndermişti.(R)
CHP Amerikan birliklerinin Türkiye'de konuşlandırılmasına kar-
şıydı, askerlerinin de sadece PKK'yı tasfiye etmek için Kuzey Irak'a
girmesini istiyordu. Amerika ise Türk Silahlı Kuvvetleri'nin PKK'yı
Irak'tan tamamen tasfiyesine sıcak bakmıyordu. Kuzey Irak'taki yerel
yönetim, adım adım önce özerk, sonra da bağımsız bir devlet yapı­
sı oluşturmaya yönelmişti. Bir meclis oluşturmuşlardı. Başbakanları,
Bakanlar Kurulu, valileri vardı.

(8) Migdalovitz, Carol, Speciıılist iıı Middle Ellstem Affııirs, Foreigıı Affııirs,
Defense, and Trade Division Congressional Research Service - The Library of
Congress, Iraq: Turkey, the Deployment ofU.S. Forces, Updated May 2, 2003.
32 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

Deniz Baykal 4 Şubat 2003 günü parti grubunda yaptığı konuşma­


da özetle şunları söylüyordu:

"Uluslararası hukuka aykırı hiçbir şeyolmamalıdır. Uluslararası


hukuka uygun kararlar alınsa, girişimler yapılsa da, biz Türkiye ola-
rak ülkemizin, Irak'a yönelik bir askeri harekatta cephe haline gel-
mesini istemiyoruz. Irak'ın toprak bütünlüğü kesinlikle tehlike altı­
na girmemelidir.
"Savaş denetçilerinin başındaki yetkili Blix, 'Geldiğimiz noktada
bize verilen yetki çerçevesi içinde bir savaşı haklı kılacak durum yok-
tur,' diyor.
"Irak'ta bir askeri müdahalenin siyasi ve ahlaki meşruiyeti de ke-
sinlikle söz konusu değildir. Füzelerle savaşı kazanırsın ız ama füzele-
rin üzerine oturamazsınız. Siz gidersiniz, biz kalırız ve biz, komşula­
rımızdan dostluk almaya devam etmek istiyoruz."

Savaş bulutları yaklaşıyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kon-


seyi'nden bir karar çıkmamış olmasına rağmen Amerika'nın aske-
ri bir müdahaleyi başlatmak üzere olduğu anlaşılıyordu. Bu arada
Kuzey Irak Parlamentosu, 23 Şubat 2003'te aldığı bir kararla, hiçbir
yabancı askeri gücün topraklarına girmesine izin vermeyeceğini açık­
ladı. Burada kastedilen kuşkusuz Türk askerleriydi.
Türkiye'yle yaptıkları müzakerelerde Amerikalıların Kuzey
Irak'taki Kürtlere çok sayıda uçaksavar füze verilmesinde ısrarlı ol-
dukları görüldü. Bu füzeler hangi uçaklara karşı kullanılacaktı? Irak
uçakları 36. paralelin kuzeyine geçemiyordu. Geçse bile Amerikalılar
herhalde Irak uçaklarına karşı mücadeleyi Kürtlere bırakacak değildi.
Kuzey Irak'ta sadece Türk ve Amerikan uçakları uçuyordu. O zaman
hedef Amerikan uçakları olamazdı.
Amerikalılar Kuzey Irak'a girecek Türk birliklerine bir Amerikalı
subayın komuta etmesini de istiyorlardı. Ayrıca Türk askerlerinin,
kendilerine ateş açılmadan, PKK dahil, kimseye ateş etmemesini şart
koşuyorlardı. Türklerin ısrarı üzerine Amerikalılar bu taleplerini da-
ha sonra geri çektiler. Amerikalılar Türkiye' de çok sayıda limanı ve
havaalanını da kullanmak istiyordu.
AMERIKA'NIN JRAK'A MÜDAHALESI 33

Vereceği bütün bu tavizlere karşılık Türk askerlerine, Türk- Irak


sınırının en çok 15-20 kilometre derinliğine kadar girme hakkı verile-
cek ama daha güneye, Kandil dağına kadar inerek terör örgütünü ta-
mamen tasfiye etme olanağı tanınmayacaktı.(9)
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 Mart Tezkeresi'ni reddetme-
si, o tarihe kadar Türklerle Amerikalılar arasında yapılan bütün gö-
rüşmeleri ve varılan mutabakatı anlamsız hale getirdi. Amerikalılar
savaşın başından itibaren lrak'ın kuzeyinde Kürtlerle işbirliği yaptı­
lar. Bazı Amerikan kaynakları meclis kararı alınmadan Türkiye'nin
Amerikalılara hava sahasını kullandırdığını, Amerikan Özel Kuv-
vetleri'nin Kuzey Irak'a geçmesine ve yaralanan Amerikalı askerlerin
İncirlik üssüne getirilmesine izin verdiğini yazıyorlar.(iO)
Başbakan Gül'ün bazı tereddütlerine rağmen hükümet, Ameri-
ka'ya Türkiye üzerinden bir cephe açma izni vermeyi kabul etti.
Türklerle Amerikalılar lrak'a kuzeyden bir cephe açılmasının koşul­
larını yaklaşık bir yıl müzakere etmişlerdi. Bu görüşmelerin sonucun-
da Amerikan 4. Piyade tümeninden 62 bin kişilik bir askeri birliğin
Güneydoğu Anadolu'ya gönderilmesi kararlaştırıldı. Bunlardan mu-
harip unsurlar Irak'a bir harekat düzenleyecek, gerisi Türkiye'de ka-
lacaktı. Amerikan hava unsurları da bu operasyonu destekleyecekti.
Meclis de bunun hukuki elbisesini giydirmeye çalışmaktaydı.
Bütün bu sorunlar nereden çıktı? Başından beri Amerika, sadece
bir hava operasyonunun Saddam Hüseyin rejimini devirmeye yeter-
li olmayacağını, güneyden yapılması öngörülen kara harekatının yanı
sıra kuzeyden, Türkiye sınırlarından ikinci bir cephe açmanın gerek-
li olduğu düşüncesindeydi. Özellikle Pentagon ve bölgeden sorumlu
merkezi komutanlık böyle düşünüyordu. Onlara göre Türkiye'yi ik-
na etmek zor olmayacaktı. Bu, Türk parlamentosunu ve muhalefe-
tin gücünü yeterince hesaba katmayan bir yaklaşımdı. Ayrıca Türk
kamuoyunun lrak'a yönelik bir Amerikan harekatına şiddetle karşı
olduğu da hesaba katılmamıştı. Gerçekten Amerika'nın ünlü PEW

(9) Kaya, Karen, "The Turkish American Crisis", An Analysis of 1 March 2003,
Mi/itar)' Review, July-August 2011, s. 69-75.
(ıo) Kaya, a.g.e., s. 74.

UKD3
34 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

araştırma kuruluşunun 2002 yılının Kasım ayında yaptığı bir kamu-


oyu araştırması, Türk halkının % 83'ünün Amerika'nın Türkiye'deki
askeri tesislerini kullanarak Irak'a bir harekat yapmasına karşı oldu-
ğunu göstermişti. Bunu destekleyenlerin oranı ise sadece % 13'tü.
Vaşington'daki Türkiye Büyükelçisi, 1 Mart Tezkeresi meclise sunul-
duğu tarihe kadar Amerikan harekatına karşı olanların oranın % 95'e
kadar yükseldiğini söylemişti. Tezkerenin oylanacağı gün savaş karşıtı
50 bin kişi meclis binasının önünde gösteri yapıyordu. Bütün bunla-
rın milletvekillerini etkilememesi mümkün değildi. Amerikalılar hu-
kuki, siyasi ve ahlaki sebeplerden tezkereye karşı çıkan CHP'yi "aşırı
milliyetçi bir parti" olarak nitelendiriyorlardı.(Il)
Amerikalılar gerekli ön hazırlıkları yapmış, Türk hükümetinin ön
mutabakatını sağlamıştı. Hatta 6 Şubat 2003 tarihinde iktidar par-
tisi milletvekillerinin oylarıyla meclisin verdiği bir yetkiye dayanı­
larak Güneydoğu Anadolu' da bazı topraklar kiralanmış, oralarda
Amerikan askerlerinin ve silahlarının konuşlandırılması için gerek-
li düzenlemeler yapılmıştı. ABD makamları hükümetle ve Türk as-
keri makamlarıyla görüşmelerde bulunmuş, harekatın koşulları üze-
rinde görüş birliğine varmıştı. Irak'a ilişkin gelişmeler 6 Şubat 2003
tarihli kapalı oturumda, TBMM tarafından değerlendirilmiş ve her
ihtimale karşı gerekli güvenlik tedbirlerinin alınması ve hazırlıkların
yapılması amacıyla hükümete yetki verilmişti. TBMM bu çerçevede,
"Türkiye' deki askeri üs ve tesisler ile limanlarda gerekli yenileştirme,
geliştirme, inşaat ve tevsi çalışmaları yapılmak ve altyapı faaliyetle-
rinde bulunmak amacıyla ABD'ye mensup teknik ve askeri persone-
lin 3 ay süreyle Türkiye'de bulunmasına, bununla ilgili düzenlemele-
rin hükümet tarafından yapılmasına Anayasa'nın 92. maddesi uya-
rınca izin verilmesi"ni, muhalefet milletvekillerinin itirazına rağmen
kabul etmişti.
Hükümet gerekli hazırlıkları buna uygun olarak sürdürmüş ve
bu faaliyetlerin hukuki ve teknik çerçevesini belirleyen mutabakat
muhtırası, ABD ile 8 Şubat 2003 tarihinde sonuçlandırılarak altya-
pı çalışmaları başlatılmıştı. Bu mutabakat muhtırasıyla ilgili olarak

(ll) Migdalovitz, a.g.e.


AMERIKA'NIN IRAK'A MÜDAHALES1 35

Dışişleri Bakanlığı'nın yaptığı açıklamada, muhtıranın, askeri te-


sis ve limanlarımızda
yürütülecek inşaat ve altyapı çalışmaları bağla­
mında Türkiye'ye gelecek Amerikan askeri personelinin hukuki sta-
tüsü ve yapacağı çalışmalarla ilgili olduğu belirtiliyordu. Açıklamada
Türkiye'nin ulusal çıkarlarını ve güvenliğini korumak için gerekli ön-
lemleri alma hakkının saklı tutulduğu da ifade edilmekteydi. Ancak
muhtıranın hangi üs ve tesisleri, hangi limanları kapsadığı belirtil-
miyordu. Basın haberlerine göre bu hazırlık çalışmaları çok geniş
bir alanı kapsayacak, sadece Güneydoğu Anadolu'daki askeri tesis-
lerden ibaret olmayacaktı. Bu tesisler Afyon, Adana, Batman, çorlu,
Diyarbakır, Erzurum, İncirlik, Mardin, Muş, Gaziantep ve İstanbul
Sabiha Gökçen havalimanları ile İskenderun, İzmir, Mersin ve Taşucu
limanlarını kapsayacaktı.(IZ)
Bu iddialar gerçeği yansıtıyor muydu? Ana muhalefet partisi bu
muhtıranın içeriği hakkında çeşitli vesilelerle hükümetten bilgi iste-
miş ama bu bilgi verilmemişti. Daha uzak geçmişimizle ilgili her tür-
lü bilginin açıklanmasını isteyen bazı siyasetçiler ve yazarlar nedense
bu konuda beklenen duyarlılığı göstermemişti.
1 Mart Tezkeresi'yle ilgili müzakereler tamamlanmıştı. Hükümet
tezkeresinin mecliste görüşülmesinden bir gün önce Milli Güvenlik
Kurulu toplandı. Oradan bir tavsiye kararı çıkmadı. Ama tezkerenin
kabulüne karşı bir hava da görülmedi. Amerikalılarla yapılan müza-
kerelerde askerler de vardı. Demek ki, onların da bir itirazı yoktu.
Muhalefetin itiraz i vardı ama meclisteki sayısı iktidarın çıkartmak is-
tediği kararı engellemeye yeterli değildi. Belki muhalefet milletvekil-
lerinden de bazı fireler olabilirdi. Herhalde ABD bunu ümit ediyor-
du. Bu doğrultuda milletvekillerini bağlayıcı bir grup kararı alınma­
mıştı ama meclis genel kurulundaki oylamada bir tek CHP milletve-
kili bile evet oyu vermedi, çekimser de kalmadı. Hepsinin tezkere-
ye oyu hayırdı. CHP'liler özellikle Anayasa'nın 92. maddesinde ya-
bancı bir ülkenin askeri birliklerinin Türkiye'ye girişine izin verilmesi
için uluslararası meşruiyet şartının arandığını ısrarla vurgulamışlardı.
ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden Irak'a yapacağı mü-

(L2) Deniz, Bölükbaşı, Dışişleri iskelesi, Doğan Kitap, Temmuz 2011, s. 394-395.
36 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTİKA

dahaleyi destekleyen bir karar alamadığı için Türkiye Cumhuriyeti


Anayasası'ndaki bu meşruiyet koşulu yerine getirilememişti. Bu du-
rumda meclisten çıkacak bir karar, hukuk açısından sakat olacaktı.
Siyasi açıdan da bu karar sakıncalıydı. Çünkü Amerika'nın id-
dia ettiği gibi Irak'ın nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlara sahip ol-
duğu kanıtlanamamıştı. II Eylül 2001 tarihinde New York'taki İkiz
Kuleler'e yapılan terörist saldırının arkasında Irak hükümetinin ol-
duğuna dair de hiçbir kanıt yoktu. Amerikalı diplomatların ifadesiy-
le "namlusundan duman tüten bir silah" bulunamamıştı. Bu koşul­
larda Türkiye'nin bir cephe ülkesi, bir karargah ülkesi durumuna ge-
tirilmesi son derece yanlış olacaktı. Üstelik Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu'nun bir kararına göre, eğer bir devlet komşu bir ülkeye saldırı
için üçüncü bir devletin askeri birliklerine topraklarını kullanma iz-
ni verirse kendisi de o savaşın bir parçası sayılacaktı. Eğer Türkiye, sı­
nırlarından bir cephe açılmasına izin verseydi, bu savaşın bir parçası
olacak ve savaş sırasında yüzbinlerce sivilin öldürülmesinin sorumlu-
luğuna da ortak olacaktı.
Mecliste bu konuda yapılan görüşmeler gizli oturumda gerçekleş­
ti. Bunların açıklanması için 10 yıl geçmesi gerekiyor. Ancak o zaman
meclis genel kurulunda kimin ne söylediği, hangi görüşleri savundu-
ğu görülecek. Yalnız bu konuşmalar değil, meclisin Irak konusunda
yaptığı toplam beş gizli oturum zabıtları da 10 yıllık sürenin geçme-
sinden sonra açıklanabilecek. Unutulmasın ki, bu beş gizli oturum-
dan dördü, Amerika'nın Irak'a müdahale ettiği yılolan 2003'te ya-
pılmıştı.
1 Mart tarihindeki gizli oturuma geçilmeden önce yapılan ön gö-
rüşmeler sırasında, özellikle CHP Genel Sekreteri Önder Sav'ın söy-
lediği sözler hatırda kaldı.
Sav, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
İstanbul'u işgal eden yabancı askerleri taşıyan gemilerin gelişi üzeri-
ne Atatürk'ün söylediği sözleri hatırlatacak şekilde, "Düşman gemile-
ri geldikleri gibi gideceklerdir," dedi. Sav daha sonra "düşman" keli-
mesini geri aldı, ama sözlerinin özü zabıtlara geçti.
Mecliste yapılan oylamanın sonucu Türkiye'de ve dünyada me-
rakla bekleniyordu. Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul, 250
ret oyu çıktı. 19 milletvekili de çekimser kaldı. Kabuloyları ret oyla-
AMERIKA'NIN lRAK'A MÜDAHALESI 37

rından çoktu. Tezkere kabul edilmiş miydi? Iktidar milletvekillerinin


çoğunluğunda bir memnuniyet havası görüldü. Ama tecrübeli po-
litikacı CHP Manisa Milletvekili Erdoğan Yetenç, içtüzüğe göre oy
verenlerin çoğunluğunun sağlanması gerektiğini, bu çoğunluk yok-
sa tezkerenin reddedilmiş sayılacağını söyledi. Oylamaya katılanların
yarısından fazlası evet dememişti. Demek ki, tezkere kabul edilme-
mişti. Meclis Başkanı Bülent Arınç kısa bir tereddüt geçirdikten sonra
bu gerçeği kabul etti. Tezkerenin kabul edilmediği resmen açıklandı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi dünyanın en büyük devletine, bu
kadar önem verdiği bir konuda hayır deme cesaretini göstermişti.
TBMM'nin aldığı bu tarihi karar Türkiye'de ve dünyada büyük yan-
kılar yaptı. Bazılarının daima Amerika'nın dümen suyundan gittiğine,
Amerika'nın hiçbir talebini reddedemeyeceğine inandığı Türkiye'de,
Büyük Millet Meclisi, hiç kimsenin kolay kolay unutamayacağı bir
karar alarak bölge ülkelerinde ve dünyanın birçok yerinde büyük bir
saygınlık kazanmıştı. Kuşkusuz içeride ve dışarıda bundan rahatsız­
lık duyanlar da olmuştu. Ama Türkiye'yi hukuka, anayasaya aykırı bi-
çimde bir savaşın parçası haline getirme girişimi engellenmişti.
Bu kitabın yazarı, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda, böyle
bir kararı alan bir meclisin üyesi olmaktan gurur duyduğunu söy-
lüyordu. Iktidar kendi meclis çoğunluğunu etkileyememiş olmanın
ezikliği içindeydi. Ama öyle anlaşılıyor ki, bazı bakanlar bile bu tezke-
renin reddinden gizli bir memnuniyet duymuşlardı.
Şimdi hükümet zor bir durumda kalmıştı. Bir yandan Amerika'ya
verdiği sözü yerine getirememiş, bir yandan daha önce yapımına izin
verilmiş olan bazı tesislerle ilgili kararlar boşlukta kalmıştı. Ana mu-
halefet partisi daha 6 Şubat tarihinde hükümetin meclise sunduğu ve
Amerikalılara bazı üs ve tesislerin inşaatına izin veren tezkereye karşı
çıkmıştı. Hükümet, meclis daha Amerikan askerlerinin Türkiye üze-
rinden bir cephe açması önerisini onaylarnadan, bu konuda bir so-
run çıkmayacağı kesinmiş gibi üs ve tesislerle ilgili tezkereyi oylatmış­
tı. Bu, arabayı atların önüne koymak anlamına geliyordu. Hükümetin
yarattığı bu ortam, Amerikalılarda da yanlış beklentilerin doğması­
na yol açmış, sanki işin esasının meclise kabul ettirilmesinin çok ko-
layolacağı izlenimini uyandırmıştı. 1 Mart Tezkeresi'nin reddi bunun
38 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

böyle olmadığını gösterdi. Ancak aynı akşam, Amerika'ya karşı mah-


cup duruma düşen bazı çevreler, hemen aynı amaçla yeni bir tezkere
çıkartılabileceğinden söz etmeye başladılar.
Bazı üslerin, havaalanlarının ve limanların yenileştirilmesi konu-
sunda meclisin evvelce hükümete verdiği yetkinin uygulanmasın­
da karşılaşılan sorunlar II Mart 2003 tarihinde mecliste görüşüldü.
Grup adına söz alarak özetle şu görüşleri dile getirdim:

"Meclis, işin esası hakkında karar vermeden, sanki bu karar alın­


mış gibi bunun uygulamasına yönelik bir tezkerenin gündeme getiril-
mesinin yanlış olacağını söylemiştik. Böylece, birinci tezkereyle veri-
len yetki boşlukta kalmıştır. Bu yenileme faaliyeti ne işe yarayacaktır?
Bu çalışmalar niçin sürdürülmektedir? Öyle anlaşılıyor ki, ülkemizde
9 yeni üs kurulacaktır. Bizim verdiğimiz yetkiyi aşan bir talimatı, hü-
kümet, ilgili kuruluşlara nasıl verebilir?
"Amerikan yetkililerine atfen bazı beyanlar çıkıyor; bu iş için 300
milyon dolar harcamışlar, geri dönemezlermiş... Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nden yetki almayan bir iş yapılmışsa, o işten geri dö-
nülür, kaça malolursa olsun o işten geri dönüıür. Türk Anayasası'nın
değeri, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin itibarı parayla ölçülemez.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetki vermediği hiçbir yabancı bir-
lik, Türkiye'nin şurasından şurasına gidemez."

Ana muhalefet partisinin kararlı tutumu ve kamuoyunun büyük


bir bölümünün buna destek olması sonucunda aynı nitelikte ikin-
ci bir tezkere meclise sunulamadı. Meclisin yeni bir tezkere çıkarta­
rak geri adım atacağını umanların hevesi kursağında kaldı. Amerikan
askerlerince başlatılan üs ve tesis kurulmasını amaçlayan hazırlık ça-
lışmaları sona erdirildi. Kıyılarımıza kadar gelen asker dolu gemi-
ler Irak'ın güneyine yönlendirildi. Bu Amerika tarafından kolay ko-
lay hazmedilebilecek bir durum değildi. ABD Dışişleri Bakanı Colin
Powell kongrede yaptığı bir konuşmada, "Türkiye'ye yardım paketi
artık masada değiL,» dedi.
Mecliste bu konuşmalar yapılırken Amerika'nın Irak'a askeri mü-
dahalesi henüz başlamamıştı. Bu müdahale 23 Mart 2003'te gerçek-
AMERİKA'NIN lRAK'A MÜDAHALESİ 39

leştirildi.Müdahaleyi yapan, Amerika öncülüğündeki 40 ülkenin bir-


liklerinden oluşan bir uluslararası güçtü. Bu güçte başlıca hangi ülke-
ler yer alıyordu ve bu ülkeler ne zaman bu güçten ayrıldılar. Aşağıdaki
tablo bunun ayrıntılarını gösteriyor:

Irak'a Müdahale Eden ABD Öncülüğündeki Koalisyon


Gücüne Asker Veren Başlıca Ülkeler

Ülke Asker Sayısı Geliş tarihi Ayniış tarihi


ABD 150-250.000 Mart 2003 Aralık 2011
İngiltere 46.000 Mart 2003 Temmuz 2009
Güney Kore 3.600 Mayıs 2003 Aralık 2008
İtalya 3.200 Temmuz 2003 Kasım 2006
Polonya 2.500 Mart 2003 Ekim 2008
Avustralya 2.000 Mart 2003 Temmuz 2009
Gürcistan 2.000 Ağustos 2003 Ağustos 2008
Ukrayna 1.650 Ağustos 2003 Aralık 2008
Hollanda 1.345 Temmuz 2003 Mart 2005

Amerikalılar kısa süre içinde Irak'ın önemli askeri hedeflerini ele


geçirdiler, ülkeyi işgaletmeye başladılar ve kısa bir süre içinde Irak
topraklarını işgal ettiler. Ama esas çatışmalar ondan sonra başlayacak
ve çeşitli grupların silahlı saldırıları ve Amerika'nın öncülüğündeki
koalisyon güçlerinin verdiği karşılık sonucunda çok sayıda insan ha-
yatını kaybedecekti.
Irak'taki gelişmeler Amerika'nın askeri müdahalesinden sonra da-
ha da kaygı verici bir duruma gelmişti. Irak'ın içeriden bölünme ris-
ki artıyordu. Etnik ve mezhepsel çekişmeler ön plana çıkmaya başla­
mıştı. Ayrıca yeni oluşturulacak rejimde din unsurunun ağır basaca-
ğı görülmüştü. Şiiler anayasada dinin tayin edici bir unsur olmasın­
da ısrarlıydı. Irak adım adım etnik kökene ve mezhebe dayalı bir bö-
lünmeye doğru gidiyordu. Üstelik her etnik grubun bir de merkez-
den bağımsız silahlı gücü vardı. Irak siyasetini, bu silahlı güçlere da-
yalı gruplar arasındaki güç mücadelesi tayin edecekti.
40 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Kuzey Irak'ta oluşturulan yerel yönetimin siyasi hedefleri belliydi.


Irak Anayasası, merkezi hükümetin anayasasıyla çelişmemek kaydıy­
la, yerel yönetimlerin kendi anayasalarını hazırlayabileceklerini belir-
tiyordu. Kuzey Irak yerel yönetimi de 19 Nisan 2004 tarihinde böy-
le bir bölgesel anayasa tasarısı hazırlamıştı. 15 sayfalık bu anayasanın
başlangıç bölümünde Sevr Antlaşması'na duyulan özlem şu şekilde
ifade ediliyordu: "Kürtlerin kendi kendini yönetme hakkı Woodrow
Wilson'un, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ilan ettiği 14 ilke arasın­
da belirtilmiştir. 1920 tarihli Sevr Antlaşması'nın 62-64. maddelerin-
de self determinasyon hakkı tanınmış olmakla birlikte uluslararası çı­
karlar ve siyasi gerekler Kürtlerin bu haktan yararlanmasını engelle-
miştir. Antlaşmanın tanıdığı bu hakka aykırı olarak Güney Kürdistan
1925 yılında, halkın iradesi dikkate alınmadan, dört yıl önce oluş­
turulan Irak devletine bağlanmıştır." Burada Kuzey Irak'tan "Güney
Kürdistan" olarak söz edilmesi de dikkat çekiciydi. Demek ki, bir de
Kuzey Kürdistan vardı! Orası neresiydi? Belli ki, Kuzey Irak'taki ye-
rel yönetimin başında bulunanların siyasi hedefleri Irak sınırlarını da
aşıyordu.
Amerikalıların siyasi ağırlıklarını hangi yönde kullanacakları da
önem taşımaya başlamıştı. Türkiye de yalnız Kuzey Irak'ta varlığını
sürdüren PKK ile değil, Irak'ın iç dengeleriyle, iç siyasal oluşumla­
rıyla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi daha sonraki yıllarda
Türkiye ile Irak hükümeti arasında söz düellosuna varan gerginlikle-
re yol açacaktı.
1 Mart Tezkeresi'nin Sonuçları

Meclisteki ret kararı, henüz başbakanlık görevini üstlenmemiş


olan Recep Tayyip Erdoğan üzerinde de şok etkisi yarattı. AKP ikti-
darı Amerikalılara meclisten olumlu bir sonuç çıkacağına dair güven-
ce vermişti. Amerikalılar da bu güvenceye dayanarak planlarını yap-
mıştı. Gerçekten, Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz,
2002 yılının Aralık ayında Ankara'ya yaptığı bir ziyaret sırasında dü-
zenlediği basın toplantısında sonuçtan emin biçimde konuşmuş ve
"Türkiye her zaman bizimle beraberdi, şimdi de beraber olacak," de-
mişti. Wolfowitz bu izlenimini, Türk liderlerle yaptığı görüşmede
edindiğini de ifade etmişti.
Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ın 2003 yılının Şubat ayında Vaşing­
ton'da Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın evine giderek 92 milyar do-
larlık destek istediği ve Powell'ın bunu gayriciddi bulduğu yolundaki
haberler Amerikan basınına sızmıştı. Basının bu haberleri Türkiye'yi
incitici bir dille yansıtması da Türkiye' de tepkiyle karşılanmıştı.
Başkan Bush'un "at pazarlığı" olarak nitelendirdiği bu müzakere-
lerde Türk tarafı beklediğini alamamıştı. Amerika Türkiye'nin tale-
binin çok altında bir katkı verecek, ayrıca Türk askerlerinin Kuzey
Irak'ta PKK'nın saldırılarını önlemek için sınır boyunca sadece dar
bir alanın denetimini sağlamasına razı olacaktı. Peki, bu alanın de-
netimi PKK 'nın Irak'ın kuzeyinden tasfiyesine olanak verecek miy-
di? Hayır. Çünkü PKK'nın esas üssü, karargahı ve ağırlık merke-
zi Türk sınırının yaklaşık 60 km. güneyindeki Kandil dağındaydı ve
Amerikalılar Türk tarafıyla yaptıkları müzakerelerde Kandil dağı­
na bir Türk askeri müdahalesine hiçbir şekilde razı olmayacaklarını
açıkça belirtmişlerdi. Yani Türkiye, sınır bölgesinde kendi güvenliği­
ne yardımcı olacak bazı önlemler alabilecek ama PKK'nın Irak top-
42 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

raklarından tamamen tasfiyesini sağlayamayacaktı. Açıkça söylemek


gerekirse Türkiye PKK'yla o bölgede yan yana yaşamayı kabul ede-
cekti. İşte Türkiye'den istenen buydu ve Türk hükümeti bunu fiilen
kabul etmiş, bu doğrultuda ünlü 1 Mart Tezkeresi'ni hazırlayıp mec-
lise sunmuştu. ABD, tek başına iktidarda olan ve mecliste büyük ço-
ğunluğu bulunan AKP'nin gerekli kararı çıkartacağından emindi. O
kadar emindi ki, askerlerini gemilere yüklemiş. İskenderun açıkları­
na kadar getirmişti.
Bu arada ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney Başbakan Ab-
dullah Gül'e telefon ederek Başkan Bush'un 12 Şubat'a kadar Ame-
rikan askerlerinin Türkiye'ye kabul edilip edilmeyeceğini bilmek is-
tediğini söylemişti. O tarihe kadar Gül Amerikalılara net bir cevap
veremedi, çünkü henüz parlamentodan gerekli onay alınmamış­
tı. Amerikan askerleri günlerce İskenderun açıklarındaki gemilerde
beklediler.
Bütün bu gelişmeler olurken Ankara'daki değerlendirmeler sıra­
sında Amerika'nın Kuzey Irak'taki Kürtlere destek verdiği düşünü­
lüyor ve bunun daha ileri sonuçlar vermesinden kaygı duyuluyordu.
Amerikalılar acaba Türkiye' deki koşulları yeterince düşünme­
den aşırı bir talepte mi bulunmuşlardı? Amerikan kaynaklarına gö-
re, Amerika'da böyle düşünenler vardı. Bunlardan biri de Dışişleri
Bakanı Colin Powell'dı. Ona göre Türkler Amerikan hava kuvvetleri-
ne geçiş hakkı verebilirlerdi ama bir Amerikan tümeninin Türk top-
raklarından geçerek Müslüman bir ülkeye saldırmasına izin vermele-
ri ihtimali kuvvetli değildi. Powell bu düşüncelerini Ulusal Güvenlik
Konseyi'nde açıkça dile getirdi. Ama Savunma Bakanı Rumsfeld,
Bakan Yardımcısı Wolfowitz ve Merkezi Kuvvetler Komutanı General
Frank'ın aksi yöndeki görüşleri galip geldi. Amerika'nın Türkiye üze-
rinden bir cephe açmaya ihtiyacı vardı ve Türkler ikna edilebilirdi.
Amerikan kaynaklarına göre bunun için resmi olmayan kanallardan
olumlu işaretler de alınmıştı. Örneğin devlette resmi bir görevi ol-
mamasına rağmen Erdoğan'ın danışmanlığını yapan işadamı Cüneyt
Zapsu bu meselenin halledilebileceği mesajını vermiş ve Amerikan
Savunma Bakanlığı da bu mesaja güvenmişti. Amerikalılar duymak
istediğini duyuyordu.
1 MART 1EZKERESI'NIN SONUÇLARI 43

Amerikan Dışişleri Bakanlığı ise Başbakan Gül'ün AKP yetkilile-


riyle yaptığı bazı görüşmelerde rahatsızlığını dile getirdiğini öğren­
mişti. Amerika'nın Ankara Büyükelçisi Robert Pearson da sonuçtan
emin değildi. Başkan Bush'un 2002 yılının Kasım ayında Prag'da ya-
pılan NATO zirvesinden sonra Ankara'yı ziyaret etmesini önermiş
ama bu öneri kabul edilmemişti. Bush ve yardımcıları Prag'da, Hilton
otelinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'le görüşmekle yetin-
mişlerdi. O sıralarda Ankara'da Erdoğan'la görüşen ABD'nin Kıbrıs
koordinatörü Büyükelçi Tom Weston, Erdoğan'ın durumu yeterin-
ce değerlendiremediğini ve meclisteki oylamanın yönlendirilmesinde
başarılı olamadığını rapor etmişti.
Erdoğan, AKP'li milletvekilleri arasında gizli bir kamuoyu yokla-
ması yaptırdı. Bunun sonucuna göre 50 kadar AKP milletvekili tezke-
reye hayır oyu verebilirdi. Bu sonuca göre tezkere gene de meclisten
geçecekti. Erdoğan bunu bekliyordu. Bu rahatlık içinde tezkere mec-
lise geldiğinde ad okunarak oylama istemedi. Bu da aksi eğilimdeki
milletvekillerinin işini kolaylaştırdı.
Amerikalıların öğrendiğine göre, 31 Ocak 2002 tarihinde yapılan
Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Hilmi Özkök Amerikalılarla askeri ilişkilerin sürdürülmesinin öne-
mine değinmişti. Askerlerin görüşüne göre savaş kaçınılmaz olur-
sa savaştan sonra Türkiye masada yerini almalıydı. Herhalde, savaş­
tan sonraki gelişmelerin yönlendirilmesinde Türkiye'nin de söz hak-
kına sahip olacağı düşünülüyordu. Bu oldukça iyimser ve gerçekleş­
me şansı hemen hemen hiç olmayan bir beklentiydi. Savaştan sonraki
düzenlemeleri yapılırken Amerika'nın dışındaki ülkelerin önemli bir
etkisi olmadığı kısa sürede görülecekti.
Amerikalılarla yapılan müzakerelere askerler de katılmıştı. Kuzey
Irak'ta Türk askerlerinin görev yapacağı bir tampon bölge oluşturul­
malıydı. Bu PKK'ya karşı mücadelede önemli bir avantaj sağlayacak­
tı. Türk askerleri böyle düşünüyorlardı. Bu düşüncelerle bir muta-
bakat muhtırası hazırlandı. Müzakerelere katılan Amerikalı emekli
Yüzbaşı Jay Wilkins'e göre Türk askerleri bu konuda kamuoyunda
yapılan tartışmalarda ön plana çıkmak istemiyordu. Onlar da tezke-
renin meclisten nasılolsa geçeceğine inanıyordu.
44 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Sonuçta Mart Tezkeresi mecliste yeterince destek oyu alama-


yınca Amerikalılar hayal kırıklığına uğradılar ama her şeyi kaybet-
miş değillerdi. Co lin Powell'ın başlangıçta tahmin ettiği gibi, ikti-
dar milletvekillerinin yeterli çoğunluğu mart ayının sonlarında ye-
ni bir tezkereyi destekleyerek Amerikan hava kuvvetlerinin Türkiye
üzerinden Irak'a operasyon yapmasına izin verdi. Bunun sonucun-
da Amerikalılar 5000 paraşütçüyü Kuzey Irak'a indirdiler ve bunlar
Kürtlerle birlikte Saddam Hüseyin'in ordusuna karşı çarpıştılar.(IJ)
TBMM'nin kabul ettiği tezkerede böyle bir hava indirme harekatına
izin verilmiş miydi? Tezkerede bu yoktu ama anlaşılan uygulama tez-
kereden farklı olmuştu ve bundan Türkiye'de pek kimsenin haberi
olmamıştı.
1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesinden sonra ne gibi sorunlar ya-
şandı? ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 2 Nisan 2003'te Ankara'yı
ziyaret etti. Bu ziyaretin amacı 1 Mart Tezkeresi'nin meclis tarafın­
dan reddedilmesinden sonra Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan
soğukluğu gidermek ve bu aşamadan sonra Türkiye ile Amerika ara-
sında Irak'la ilgili olarak yapılabilecek işbirliğinin sınırlarını çizmekti.
Powell Ankara'da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakanlığa
yeni atanan Recep Tayyip Erdoğan ve bu görevi devrettikten sonra
Dışişleri Bakanlığına getirilen Abdullah Gül'le görüştü.
Bu görüşmelerden sonra bir açıklama yapan Powell, Türkiye'nin
Irak'a insani yardım göndereceğini, Kuzey Irak'taki gelişmeleri izle-
mek üzere Türkiye ile Amerika arasında bir ortak izleme komitesi ku-
rulacağını, Türkiye'nin, koalisyon güçlerine ait uçakların acil durum-
larda Türk havaalanıarına inmelerini kabul ettiğini, aynı şekilde, ya-
ralıların da havayoluyla Türkiye üzerinden taşınabileceğini söyledi.
Peki, Powell bu açıklamalarında, mecliste kabul edilen yeni tezkere-
ye göre Türkiye üzerinden uçacak Amerikan uçaklarının Irak'taki he-
defleri bombardıman edebileceğini de söylemiş miydi? Hayır, söyle-
memişti. Zaten gergin olan ilişkileri büsbütün germenin alemi yok-
tu.

(13) Kapsis, James E., "The Midle East Review of International Affairs," Volume
10, No. 3, Artiele 3/10, September 2006.
1 MART lEZKERESI'NIN SONUÇLARI 45

BBC'nin bu ziyaretle ilgili olarak 2 Nisan 2003'te verdiği haberlere


göre, Powell bunlara ilaveten Kuzey Irak'taki Kürtlerin Türkiye üze-
rinden petrol satışına da izin verilmesini istemiş, ancak Abdullah Gül
bu satışa karşı çıkmış, bu petrolden sağlanacak gelirden PKK'nın da
yararlanabileceğini ve bu parayla Türkiye'ye karşı kullanacağı silahla-
rı satın alabileceğini söylemişti.
Gene basında yer alan haberlere göre Powell, yaptığı görüşmeler­
de Türkiye'ye 1 milyar dolarlık hibe veya 8,5 milyar dolarlık kredi
vaadinde bulunmuştu. Ancak, Amerikan Senatosu bu paranın veril-
mesi için Türk birliklerinin Kuzey Irak'a girmemesini şart koşuyor­
du. Daha sonra Dubai' de Hazine Bakanı Ali Babacan ile Amerikan
Hazine Bakanı John Snow arasında 22 Eylül 2003 tarihinde bu amaçla
imzalanan anlaşma mecliste muhalefetin büyük tepkisine yol açacak
ve onay için meclise sunulamayarak gündemden düşecekti.
Colin Powell Ankara ziyaretinden sonra Brüksel'e gitti. Orada,
NATO müttefiklerini ve AB yetkililerini Amerika'nın Irak operasyo-
nunun doğruluğuna, haklılığına ikna etmeye çalıştı. Ama Fransa ile
Almanya'nın bu harekata karşı oldukları orada bir kere daha açık­
ça anlaşıldı. Irak savaşı konusunda NATO'da görüş birliği yoktu ve
AB'den de tam destek beklenmemeliydi. Yani Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin sergilediği tutumu anlayışla karşılayanların sayısı az de-
ğildi.
Powell'ın ilişkilerdeki gerginliği yumuşatma çabalarına rağmen,
bazı Amerikan yetkililerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ret
kararına gösterdikleri tepki uzun süre devam etti. ABD Savunma
Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz bu durumdan Türk Silahlı Kuv-
vetleri'ni sorumlu tutmaya kalkıştı. 6 Mayıs 2003 günü CNN Türk'e
verdiği demeçte şunları söyledi: "Ordu hangi nedenle olursa olsun o
önemli konuda kendisinden beklediğimiz güçlü liderlik rolünü oy-
nayamadı. Ordunun söylemesi gereken bir şey vardı: 'ABD'yi des-
teklemek Türkiye'nin çıkarınadır.' Bunu demeliydi. Sonuçta fark ya-
ratacak şekilde kendini güçlü biçimde ifade edemedi." Peki, şimdi ne
olacaktı? Paul Wolfowitz'in beklentisi şuydu: "Türkiye'yle ilişkileri­
mizde yeni bir sayfa açılabilmesi için Türkiye, Irak ve ABD'nin te-
rör destekçisi olarak suçladığı Iran ve Suriye konularında bizimle ya-
46 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTıKA

kın işbirliği yapmalıdır. Türkiye bir adım atmalı


ve 'Bir hata yaptık.
Irak'ta ne kadar kötü şeyler olduğunu bilmeliydik. Ama şimdi bunu
biliyoruz Amerikalılara nasıl yardımcı olabileceğimize bakalım,' de-
meliydi."
Türkiye'nin bunları söylemesi bekleniyordu. Özellikle ordunun
siyasetçilere liderlik yapmasının beklenmesi şaşırtıClydı. Bu beklen-
ti daha önceki söylemlerle açık bir çelişki oluşturuyordu. Zira Batılı
ülkelerin hükümet yetkilileri ve parlamenterleri öteden beri, ka-
muoyuna verdikleri demeçlerde Türkiye'de askerlerin değiL, sivil-
lerin söz sahibi olmasını öneriyor, askerlerin siviHere tabi olma-
sı gerektiği görüşünü sa~unuyorlardı. Askerlerin liderlik yapma-
sını beklemek bu yaklaşıma uyuyor muydu? Wolfowitz'in sözleri
Amerika'nın eski Savunma Bakanlarından McNamara'nın 1967 yı­
lında Temsilciler Meclisi'nde yaptığı bir konuşmadaki sözlerini ha-
tırlatıyordu. McNamara o konuşmasında şöyle demişti: "Askeri yar-
dımlarımızın amacı azgelişmiş ülkelerin askerlerini ABD ideolojisi-
ne göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte, gerektiğinde o ülke yöne-
timinde yararlanmaktır."(14) Amerikan yetkilileri hala aynı düşüncele­
ri mi taşıyorlardı? Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onların politikalarının
temsilcisi gibi hareket etmesini mi bekliyorlardı? Amerikalı yetkilile-
rin Türk ordusunun siyasetçileri etkileyebileceği düşüncesi nereden
kaynaklanıyordu?
Bazı kaynaklara göre Amerika başlangıçta 6 milyar dolarlık bir
yardım vaadinin, Türk hükümetinin parlamentoyu ikna etmesine ye-
teceğini düşünmüştü.
1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesinden sonra Amerikan Mec-
lisi'ndeki Türk-Amerikan Dostluk Grubu Başkanı Robert Wexler
Ankara'yı ziyaret etti. Başbakan Abdullah Gül ve diğer yetkililerle gö-
rüştü. ABD askerinin Türk topraklarından lrak'a geçişine ilişkin tez-
kerenin tekrar TBMM'ye getirilmesinin Türk hükümetinin vereceği
bir karar olduğunu söyledi. "ABD ve Türkiye birlikte yine tarihe dö-
nük bir şekilde hareket edebilirler. Zaman ve takvim Türk hükümeti
tarafından belirlenecektir. Benim buraya geldiğimde yaptığım tek şey,

(14) Öymen, Onur, Ulusal Çıkarlar, Remzi Kitabevi, 1stanbul, 2005, s. SI.
i MART TEZKERESl'NIN SONUÇLARI 47

umudumuzu dile getirmektir," dedi. Öyle anlaşılıyor ki, Amerikalılar


yeni bir tezkerenin meclise sunulmasının mümkün olup olamayacağı
konusunda nabız yokluyorlardı.
Konuyu değerlendiren bazı Amerikalı uzmanlar, kendileri açısın­
dan olumsuz bir sonucun alınmasının nedenleri arasında AKp'nin
deneyimsiz liderliğini de gösteriyorlardı. Onlara göre, ikinci bir
Körfez Savaşı bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yol açabilir-
di. Savaş başladıktan sonra Amerikan yönetiminin Türkiye' den tek
istediği Türkiye'nin hava sahasının Amerikan uçaklarına açılmasıy­
dı. Hükümetin meclisten aldığı yetkiden sonra hava sahası 21 Mart
2002 tarihinde Amerikan uçaklarına açıldı. Türkiye ayrıca, Kuzey
Irak'taki Amerikan kuvvetlerine yiyecek, yakıt ve bazı malzemeler
vermeyi kabul etti. Bu malzemeler arasında öldürücü silahlar olma-
yacaktı.(IS)

1 Mart Tezkeresi reddedilince Amerikalı ve İngiliz diplomatlar da


meclisin geri adım atmasını sağlamak için çok çalıştılar. Bunu sağla­
yamayacaklarını anlayınca diplomatik bir savaş oyunu oynadılar ve
özel istihbarat kaynaklarını kullanarak Saddam Hüseyin'e Türk or-
dusunun parlamentoyu ikna ettiği haberini ilettiler. Bunun üzeri-
ne Saddam Hüseyin Kuzey Irak'taki birliklerini geri çekmekten vaz-
geçti, bu da Amerika'nın Güneyden yaptığı operasyonun daha zayıf
bir Irak askeri gücüyle karşılaşmasını ve daha kolay sonuç alınması­
nı sağladı.
O tarihlerde Kuzey Irak'ta gerçekte neler oldu, Amerikalılar Kürt
peşmergelerle nasıl işbirliği yaptı? Bunu ileride tarihçiler yazacak.
Peki, başlangıçta Amerikalılarla Türkiye üzerinde bir cephe açılma­
sı görüşülürken İngiliz birliklerinin de aynı cepheden Kuzey Irak'a
geçirilmesi görüşülmedi mi? Görüşüldüğü anlaşılıyor. Ama Türkiye,
Birinci Dünya Savaşı'ndaki ve sonrasındaki deneyimlerini hatırlaya­
rak İngilizlere bu izni vermeyeceğini baştan bildirdi.(lb)
Türkiye açısından bakıldığında konunun bir de başka yönü var.
Bugün bile Türkiye' de askeri bir vesayetin olduğunu iddia edenler

(15) Migdalovitz, a.g.e.


(16) Keegan, John, The Iraq War, Hutchinson, London, 2004, s. 139- ı 40, ı 72.
48 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTıKA

var. Askerlerin bu tezkerenin meclisten geçmesini istediğini o za-


man da bilmeyen yoktu. Her ne kadar bu konudaki tercihlerini ka-
muoyuna açıklamamış olsalar ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Hilmi Özkök, "Meclisin vereceği karara saygılıyız," demiş olsa da,
Amerikalılarla yapılan müzakerelere askerlerin de katıldıklarını ve
varılan sonucu benimsediklerini herkes biliyordu. Türkiye'de aske-
ri vesayet olsaydı meclis, askerlerin de desteklediği bu kadar önemli
bir tezkereyi reddedebilir miydi? Tek başına bu olay bile askeri vesayet
yakıştırmasının inandırıcılığının olmadığını kanıtlıyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Mart Tezkeresi'ni reddederek
Amerika'nın Türkiye üzerinden bir kara harekatı yapmasını engelle-
di. Buna tepki gösteren Amerikalılar bunun bir şekilde telafi edilme-
sini istiyorlardı. Bulunan formül şöyleydi: Yeni bir tezkere çıkartıla­
rak Amerikan hava kuvvetlerine, Türk hava sahasını kullanarak Irak' a
operasyon yapma izni verilecekti.
Hükümet 19 Mart 2003 tarihinde meclise bu amaçla yeni bir tez-
kere sundu. Bu tezkerede terörle mücadele amacıyla Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a gönderilmesi ve bunun yanı sıra Türk
hava sahasının yabancı ülkelerin hava unsurlarına 6 ay süreyle açıl­
ması isteniyordu. Türk askerinin terörle mücadele için Kuzey Irak'a
gönderilmesi ile Amerikan hava kuvvetlerine Türkiye üzerinden uçuş
izni verilmesi arasında nasıl bir bağ olabilirdi? Bu iki konu nasıl aynı
tezkerede birleştirilebilirdi? Belli ki hükümet, Amerikan hava kuvvet-
lerine üst geçiş izni verilmesini meclise kabul ettirebilmek için, Türk
askerlerinin terörle mücadele amacıyla Kuzey Irak'a gönderilmesini
bir katkı maddesi, adeta bir elma şekeri gibi tezkereye koymuştu. İşin
esası şuydu: Kara kuvvetlerinin geçirilmesini sağlayamayan Amerika
bu defa Türk hava sahasını kullanarak Irak'taki hedeflerin bombalan-
ması için izin istiyordu. Bu konudaki görüşmeler meclisin gizli otu-
rumunda yapıldı. Bu görüşmelerin içeriği de 10 yıllık süre geçmeden
açıklanamayacak. Ama oylama sonucu belli: 535 milletvekilinin ka-
tıldığı oylamada 332 kabuL, 202 ret oyu çıkmış, bir milletvekili de çe-
kimser kalmıştı. Muhalefetin yanı sıra bazı iktidar partisi milletvekil-
lerinin bu defa da ret oyu verdikleri anlaşılıyor. ,
Uygulamada Amerikan hava harekatı derhal başladı ancak Türk
1 MART TEZKERESI'NIN SONUÇLARI 49

askerlerinin Kuzey Irak'ta PKK'ya karşı bir kara harekatı yapması bir
türlü mümkün olamadı. Bunun için Amerika'yla ayn bir mutabakat
sağlanması gerekiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet bu mutabakat
sağlanmadan alelacele tezkereyi meclise sevk etmişti.
Böylece tezkerenin amaçlanndan birinin ve bizim için en önem-
li olanın uygulanması bir başka bahara kaldı. Amerikalılar, Türk as-
kerlerinin Kuzey Irak'a girmesini önlemek için çeşitli yöntemlere baş­
vurdular.
Başkan Bush, "Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesi için hiçbir ne-
den yok," derken, Dışişleri Bakanı Powell, "Türk hükümetine Irak'a
girmemesinin en hayırlı sonuç olacağını açıkça söyledik," diyordu.
ABD Dışişleri Sözcüsü Boucher daha da açık konuşuyor ve şunları
söylüyordu: "Türkiye'nin tek taraflı her eylemine karşıyız. ABD ön-
derliğindeki koalisyonun denetimi dışına çıkacak her türlü askeri ey-
leme karşıyız." Bu koşullarda Türk hükümeti PKK'yla mücadele için
Kuzey Irak'a asker gönderme yoluna gidemedi. Atatürk'ün tam ba-
ğımsızlık ilkesine bu kadar önem vermesi boşuna değildi ...
Yeni dönemde yabancılar, yalnız Kuzey Irak konusunda değil,
Kıbrıs, Ermeni meselesi, Ege sorunları gibi alanlarda da Türkiye'nin
izleyeceği politikaları yurtdışından yönlendirme gayreti içine girdiler.
Onlara göre, başka ülkelerin de stratejik çıkarlarının bulunduğu bir
coğrafyadaki Türkiye'nin önemli dış politika konularında kendi başı­
na bırakılması istenmeyen sonuçlar verebilirdi.
Avrupa Birliği yetkilileri de Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesinin
AB üyeliği hedefine zarar vereceğini söylüyorlardı.
Amerika'nın Irak'a müdahalesine karşı çıkan sadece Türk millet-
vekilleri değildi. İngiltere' de iktidardaki İşçi Partisinin 120 milletvekili
başkaldırmıştı. Kalkınma Bakanı Clare Short, "Eğer, Güvenlik Konseyi
kararı olmazsa görevimden istifa edeceğim," demiş, 5 bakan yardım­
cısı da kendisini desteklemişti. Bakan Short Irak harekatı başladıktan
2 ay sonra görevinden ayrıldı. Short, Başbakan Tony Blair'e gönder-
diği istifa mektubunda İngiltere'nin Birleşmiş Milletler'de gizlice yü-
rüttüğü müzakerelerin kendisine Irak harekatının uluslararası huku-
ka uygun olarak gerçekleştirileceği konusunda verilen teminata ters
düştüğünü söyledi.

UKD4
50 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Short, 2010 yılında bir araştırma komisyonuna verdiği ifadede,


"Hükümet bir karar alma organı olarak çalışmadı. Parlamento da
bir lastik damga gibi hükümetten gelen önerileri olduğu gibi ka-
bul etti," diyerek Başbakan Tony Blair'e kuvvetli eleştiriler yönelt-
ti. Short, "Başsavcı da başlangıçta Birleşmiş Milletler Güvenlik Kon-
seyi kararı çıkmadan savaş meşru olmaz görüşündeydi, ama da-
ha sonra Amerikalı hukukçular ile bazı İngiliz diplomatlar kendisi-
ni ikna ettiler," dedi. Görülüyor ki, o sıralarda İngiltere' de ilkeleri-
ni koruma uğruna bakanlık koltuğunu feda edebilen politikacılar da
varmış ...

Demek ki, Türkiye'de ı Mart Tezkeresi'yle ilgili tartışmalar yapı­


lırken ve ana muhalefet partisi Irak savaşının uluslararası hukuka gö-
re meşru olamayacağını söylerken aynı tartışmalar İngiltere'de de ya-
pılıyormuş. CHP İstanbul milletvekili Şükrü Elekdağ 25 Mart 2003
tarihinde, Milli Savunma Bakanlığı bütçesi görüşülürken aynı konu-
ya değinerek şunları sordu:

"Sayın Savunma Bakanımızdan, şu beş soruyu sarih olarak yanıt­


lamalarını istirham edeceğim:
ı. Türkiye, ne zamandan beri kendi güvenliği için önlem almak
amacıyla Amerika'nın iznine ihtiyaç duymaktadır?
2. Kuzey Irak'ta bulunan Türk askeri Türkiye sınırından itibaren
kaç kilometre derinlikte konuşlanacaklardır?
3. Kuzey Irak'ta konuşlanacak Türk kuvvetlerine, bu bölgede ba-
ğımsız bir devlet kurulması yolundaki girişimleri caydırma yo-
lunda bir görev talimatı verilecek midir?
4. Türk kuvvetlerine, Musul, Kerkük kentlerini işgale yönelik
oldubittileri önleme yolunda bir görev talimatı verilecek mi-
dir?
S. İstikrarsızlık ortamında, Türkmenlerin mal ve can güvenli-
ği tehlikeye düştüğünde, Türk askeri kuvvetleri müdahale ede-
cek midir; etmeyecekse, tezkerede, Türk askeri mevcudiyetinin
Türkmenlerin güvenliğinin teminatı olduğu neden kaydedil-
miştir?"
1 MART 1EZKERESI'NIN SONUÇLARI 51

Elekdağ'ın bu sorularına cevap verilmedi. Zaten daha sonraki ge-


lişmeler hükümetin Kuzey Irak'a kara birliği göndermeye de niyetli
olmadığını gösterecekti. Gitmeyecek birliklerin görevinin ne olacağı
da herhalde düşünülmemişti.
Amerika Saddam' ı devirdi, yönetime el koydu, yeni yönetimi ve
devlet düzenini dilediği gibi şekillendirdi ama 2011 yılının sonunda
son askerini Irak topraklarından çektiğinde Irak'ta hala barış, huzur
ve istikrar sağlanamamıştı. Canlı bombalar çok sayıda masum insa-
nın hayatını almaya devam ediyordu. Irak'ta gerçek bir demokra-
si kurulamamıştı. Başta Kuzey Irak olmak üzere ülke terör örgütle-
rinden temizlenememiş, ekonomik kalkınma gerçekleştirilememişti.
Ülkede birlik ve bütünlük sağlanamamıştı. Başarılı olmayan bu so-
nucun sorumluları arasında Türkiye bulunmuyorsa bu, TBMM'nin
1 Mart 2003 tarihli hükümet tezkeresini reddetmesiyle sağlanmıştır.
Bugün hala "tezkere kabul edilse iyi olurdu, terörle mücadelede
daha iyi durumda olurduk," diyenler çıkıyor. Onlara şunu bir daha
hatırlatmak gerekir ki, ABD Türkiye'yle yaptığı müzakerelerin hiçbir
aşamasında, Kandil dahil, Kuzey Irak'tan PKK'nın tamamen tasfiye-
sine yeşilışık yakmış değildi. Türkiye Amerika'ya kendi toprakların­
dan cephe açma izni vermediği için Kuzey Irak'ta terörle mücadele iz-
ni alamadı diye düşünenler, müttefiklerin birbirlerinin terörle müca-
delesini bazı siyasi hesaplarla engelleyebileceğini de kabul etmiş olu-
yorlar. Bu NATO'nun kuruluş felsefesine ve temel ilke ve amaçlarına
açıkça aykırı bir yaklaşımdır. Amerika'nın kendi beklentilerine hiz-
met etmesi için Türkiye'yi terörle terbiye etmeye kalkışmasını kimse
kabul edemez. Amerika'nın buna yeltenebileceğini düşünmek de ak-
la uygun değildir.
ı Mart Tezkeresi'nin meclis tarafından reddedilmesinin sonuç-
ları değerlendirilirken bütün bunların dikkate alınması gerekiyor.
Akıllarda kalan soru şu: Hükümet meclisten yetki almadan nasıl
olup da Amerika'ya söz vermişti? Aslında böyle bir sözün verildiği­
ni inkar eden demeçIere de rastlanıyordu. Ama görevini tamamla-
yıp Türkiye' den ayrılmakta olan o zamanki Amerikan büyükelçisinin
sözleri Türk hükümetinin böyle bir vaatte bulunduğunu kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde kanıtlıyordu.
52 UÇURUM KENARıNDA DlŞ POLıTİKA

Bu konuda ana muhalefet partisinin tavrı belliydi: Baykal, 22


Temmuz 2003'teki grup konuşmasında şunları söylüyordu:

"Amerikan büyükelçisi verdiği bir mülakatta, bizim için çok ay-


dınlatıcı bazı noktaları ortaya koymuştur: Türkiye Cumhuriyeti
Hükümeti Kuzey Irak'ta bir cephe açılması için, Amerika Birleşik
Devletleri'ne, 3 Aralık 2002'de yapılan görüşmelerde söz vermiştir.
"Eğer, 1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesi sağlanmamış olsaydı,
Türkiye' de bugün 60 bin Amerikan askeri ülkemizin güneydoğusuna
yerleşmiş vaziyette olacaktı ... Bu Amerikan askerinin Türkiye'de ne
kadar süre kalacağı belli olmayacakt!. Türkiye, Irak'taki Ameri-kan-
Ingiliz askeri operasyonunun bir parçası haline dönüşmüş olacaktı.
"Bugün, Irak'ta hukukun üstünlüğü ve siyasi istikrar güvence al-
tında değildir ... Öyle anlaşılıyor ki, Amerikan kuvvetleri, savaşta ver-
dikleri kayıptan daha fazla kaybı savaş sonrası dönemde vermeye baş­
lamışlardır. Dün sayın başbakanın ağzından, 'Amerikalılar bizden as-
ker istiyorlar,' diye iftiharla, göğsünü kabartarak bunu söylemiş oldu-
ğunu duymak, gerçekten insanı şaşırtıyor. Şimdi, tabii Türkiye' den
asker istenirken başka bazı kayıtlar da ortaya konuluyor. 'Siz asker
verin ama askeriniz, sakın ha Kuzey Irak'ta olmasın.' Niye olmasın?
Kuzey Irak'ı bize niye yasak bölge haline getirmek istiyorlar?
"Uluslararası yeni bir hukuki meşruiyet temeli olmadan, orada-
ki bu maceraya karışması, Türkiye'yi büyük sıkıntılarla karşı karşı­
ya bırakır."

Gerçekten Amerika'nın Türkiye' den, Irak'taki operasyonlarda


görevalmak üzere, kendi liderliğindeki askeri koalisyona katılmak
için asker gönderme talebinde bulunulduğu da anlaşılmıştı. Bu ger-
çekleşseydi, Türkiye 1922 yılından beri izlediği "Yurtta sulh cihanda
sulh" politikasını bir kenara bırakacak ve ilk defa gerçek anlamda bir
savaşa katılacaktı. Muhtemelen yüzlerce Türk askeri Irak toprakla-
rında şehit olacaktı. Anlaşılan Atatürk'ün, "Ülkemize yapılan bir sal-
dırıyı defetmek için yapılmadıkça savaş bir cinayettir," sözleri unu-
tulmuştu. (Bu konuda, bundan bir sonraki bölümde daha ayrıntılı
bilgi verilecektir.)
1 MART 1EZKERESI'NİN SONUÇLARI 53

Sağlam hukuki ve siyasi temellere dayanmayan Amerika'nın Irak


harekatı, Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi ve Amerika'nın pet-
rol çıkarlarının şimdilik güvence altına alınması dışında elle tutulur
önemli sonuçlar vermedi. Irak'ta gerçek anlamda iç barış ve istikrar
sağlanamadı.
2011 yılında Amerika askeri birliklerini Irak'tan çektiğinde sa-
vaşın bilançosu neydi? Çeşitli kaynaklar farklı sayılar veriyor ama
BBC'nin verdiği sayılara güvenilecek olursa tablo şöyleydi: Amerikan
kuvvetleri 3492 ölü vermişti ve 32 bin asker yaralanmıştı. Amerikan
resmi kaynakları 100 bin civarında Iraklının hayatını kaybettiğini
söylüyordu ama İngiltere'nin ünlü tıp dergisi Lancet, bu sayıyı daha
2006 yılında 654.965 olarak veriyordu. Gene BBC'ye göre 1,6 milyon
Iraklı evlerini terk etmişti, bunlardan sadece 400 bini geri dönebildi.
Yüzbinlerce Iraklı Suriye ve Ürdün'e göç etti. Amerika'nın savaş har-
camaları 802 milyar dolara ulaştı. Bu paranın 6,6 milyar dolarlık kıs­
mının izi bulunamadı, yani kayboldu. Deborah White'ın US Liberal
Politics'de verdiği bilgiye göre, yapılan bir kamuoyu araştırması, Irak
halkının % 87'sinin yabancı birliklere karşı olduğ~nu, koalisyon güç-
lerinin Irak'ta güvenliği artırdığını söyleyenlerin oranın % l' de kaldı­
ğını gösteriyor. Sırf bu sayılar bile Türkiye'nin Irak savaşına katılma­
masının ne kadar isabetli olduğunu ortaya koyuyor.
Amerikan birlikleri ayrıldıktan sonra da terör faaliyetleri sona er-
dirilemedi. Kuzey Irak'ta kendi yönetim organları ve kendi güven-
lik güçleri olan ve dünyada örneğine pek rastlanmayan bir siyasi ya-
pılanma oluştu. Bu örgüt ile Bağdat'taki merkezi hükümet arasın­
da uyum sağlanamadı. 2012 yılının başına gelindiğinde, Türkiye ile
Bağdat'taki Irak hükümeti arasındaki ilişkilerde yeni gerginlikler or-
taya çıktı. Türkiye açısından özel önem taşıyan Türkmenlerin gü-
venliği sağlanamadı. PKK terör örgütünün Kuzey Irak'taki varlığı
sona erdirilemedi. PKK'nın etkisi altında olan Mahmur Kampı ka-
patılamadı.
Amerikan askerleri Irak'ı terk ettikten sonra görünen manzara
buydu. Bu tablonun Türkiye açısından tek olumlu yanı, yukarıda da
belirtildiği gibi, Türkiye'nin, Irak'ta yaşanan bu olumsuzluklarda so-
rumluluk payının olmamasıydı. Bu da meclisin hükümetin önerisine
54 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

karşı çıkarak 1 Mart Tezkeresi'ni reddetmesiyle sağlanmıştı. O neden-


le meclisin bu kararı, yakın tarihimizin en doğru ve en isabetli karar-
ları arasında şimdiden yerini almıştır.
Amerika'nın Irak harekatı bütün bu üzüntü verici olaylarla tarihe
malolurken hafızalarda kalan en önemli olaylardan biri, Amerikan
askerlerinin Kuzey Irak'taki Türk askerlerinin başına çuval geçirme-
si olayı oldu. Türk milleti haysiyet kıncı bu olayı unutmadı ve affet-
medi.
Askerlerimizin Başına Çuval
Geçirilmesi Olayı

Uzun zamandan beri Irak'ın kuzeyinde az sayıda Türk askeri bu-


lunuyordu. Bu askerler acaba Amerika'nın bilgisi ve onayı olmadan
PKK terörüne karşı veya başka amaçlı bir operasyon yapabilirler miy-
di? Öyle anlaşılıyor ki, Amerikalıların kafasını kurcalayan sorulardan
biri buydu. Bir de 1 Mart Tezkeresi'nin reddine karşı bazı Amerikalı
yetkililerde bir tepki gösterme arzusunun bulunduğu tahmin edile-
bilirdi.
Amerika'nın milli günü olan 4 Temmuz 2003'te 100 Amerikan as-
keri Süleymaniye kentinde Türk askerlerinin bulunduğu binayı bas-
tı. 11 Türk askeri ile 23 sivil görevlinin elleri kelepçelendi ve başlarına
çuval geçirildi. Amerikalıların iddiasına göre bu askerler Kerkük'e ye-
ni atanan Kürt asıllı valiyi öldürmeyi planlıyorlardı!(l7)
Kuşkusuz bu iddianın kanıtı da, kabul edilir tarafı da yoktu. Türk
askerleri Bağdat'a götürülerek orada 60 saat gözaltında tutuldu. Türk
askerlerine yapılan muameleyi müttefikler arasındaki ilişkilerle hiç-
bir şekilde bağdaştırmak mümkün değildi. Gözaltına alınan askerler-
den biri, "Bize savaş esiri muamelesi yaptılar," demişti. Genelkurmay
Başkanı Hilmi Özkök bu olayı "Türkiye ile Amerika arasındaki en
büyük kriz" olarak nitelendirdi. Bu konuda yapılan bir kamuoyu
yoklamasına cevap verenlerin % 88,3'ü Amerikalıların gerekçelerini
inandırıcı bulmamış, % 70,2'si ise iktidarın bu konuda yeterli tep-

(17) Banu, Eligür, "Turkish-American Relations Since the 2003 Iraqi War: A Tro-
ubled Partnership", Brandeis University, Crowl! Center for Middle East Studies,
May 2006, No. 6.
56 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTİKA

ki göstermediğini söylemişti. Türkiye'nin girişimi üzerine bunlar da-


ha sonra serbest bırakıldı ama askerlerimizin başına çuval geçiril-
mesi Türkiye'de halkın çok güçlü tepkisine yol açtı. Bu olay Türk-
Amerikan ilişkileri üzerinde yıllarca sürecek olumsuz etkiler yaptı.
Deniz Baykal bu konuda partisinin 8 Temmuz 2003 tarihindeki
grup toplantısında özetle şunları söyledi:

"ı ı subayımızın ve astsubayımızın Amerikan askerlerince Kuzey


Irak'ta, Süleymaniye'de, kendi karargahlarından zor kullanılarak
alınmaları, başlarına çuval geçirilip, elleri bağlanarak, aşağılayıcı mu-
amelelere tabi tutulmaları, Bağdat'a götürülerek sorgulanmaları,
Türk milletinin onurunu rencide etmiştir, devletimizin itibarını çok
ciddi biçimde zedelemiştir.
"Müttefik ülkeler arasında böyle vahim bir olayın örneğine rast-
lama olanağı yoktur. Amerikalıların Türk birliklerinin karargahına
yaptıkları saldırı tam bir sorumsuzluk ve pervasızlık örneği olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki, Amerikan hükümetinin Türkiye'nin dostluğun u
kaybetmemek, Türk halkının husumetini çekmernek gibi bir kaygı­
sı yoktur.
"Türk hükümetinin bu vahim olay karşısındaki tutumu da, maa-
lesef, tam bir basiretsizlik örneği olmuştur. Hükümet, bu kadar cid-
di bir saldırı karşısında Amerikalılara bir protesto notası verme cesa-
retini bile gösterememiştir. Türkiye'nin yapması gereken şey, derhal
NATO konseyini toplantıya çağırmaktı. Amerika Birleşik Devletleri,
Türkiye'den, yaptığı bu haksız muamele nedeniyle özür dilemelidir."

Baykal'ın bu sözleri Türk halkının duygularına tercüman oluyor-


du. Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent Ecevit, bu hareketin
"Türkiye'ye hakaret" anlamına geldiğini söylüyor ve hükümeti tep-
ki göstermekte geciktiği için eleştiriyordu. Sayın başbakanın sandığı
gibi, nota vermek, bir savaş ilanından önceki son adım değildi. ABD
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, açıklama yaptı, "Oradaki Türk askerleri-
nin rahatsız edici davranışları dolayısıyla bu eylem yapılmıştır," de-
di. Yani, "Siz rahatsız edici iş yaptınız, biz de size ceza verdik," diyor.
BaykaL, Amerika Birleşik Devletleri yetkililerinin, Kuzey Irak'ta, PKK
ASKERLERIMIzIN BAşıNA ÇUVAL GEÇIRILMESIOLAyı 57

ve KADEK mensuplarıyla temas ettikleri yolundaki haberlerin doğru


olup olmadığını da sordu. O sıralarda bir terör örgütü ile Amerikalı
yetkililerin konuşabileceğine ihtimal verilmiyordu. Kim bilebilirdi
ki, Türk hükümetinin görevlendirdiği bazı yetkililer, birkaç yıl sonra
Oslo' da PKK mensuplarıyla doğrudan görüşmeler yapacaklar.
Bu olaydan on altı ay sonra Amerika, 4 Kasım 2004 tarihinde yap-
tığı bir açıklamada Makedonya'dan söz ederken, Yunanistan'ın iste-
diği gibi "Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya" değil de doğrudan
"Makedonya" demişti. Bunun üzerine Yunanistan bir protesto no-
tası vermişti.(IS) Böyle bir protesto notasının verilmesi Amerika'nın
Yunanistan'la ilişkileri üzerinde olumsuz bir etki yaratmamıştı. Ama
bütün bunları düşünüp yapabilmek, dış politika alanında yeterli tec-
rübeye sahip olmayı gerektiriyordu ve Türkiye'deki iktidar henüz
böyle bir tecrübeye sahip değildi.

(L8) Kim, Julie, Macedonia, (FYROM) Post Conflict Situation and the U.S. Policy,
CRS Report for Congress, p. ı 6.
Koalisyon Gücüne Asker Verilmesi Girişimi
ve Dubai Antlaşması

Amerika'nın Irak'a müdahalesi ve çuval olayı uzun süre Türk dış


politikasındaki öncelikli yerini korudu. Bütün bu olumsuz, rencide
edici olaylar olmamış gibi, bir süre sonra Türkiye'nin, Amerika'nın
Irak'taki gücüne askeri destek sağlaması konusu gündeme geldi. Bu
öneri nereden çıktı? Türkiye'nin tavrı ne oldu?
19 Ağustos 2003 günü Bağdat'taki Birleşmiş Milletler merkezi-
ne büyük bir bombalı saldırı yapıldı. Bu saldırıda BM'in Bağdat'taki
temsilcisi Brezilyalı diplomat Sergio de Mello da dahilolmak üzere
çok sayıda BM görevlisi hayatını kaybetti. De Mello Kıbrıs'ta görev
yaptığım yıllarda yakından tanıdığım değerli bir diplomattı. Bu saldı­
rı Amerika için de büyük bir darbe oldu. Buna güçlü bir karşılık ver-
me gereği düşünüldü. Amerika'nın Bağdat Büyükelçisi Paul Bremer
III, Vaşington'a altı maddeden oluşan bir öneriler dizisi sundu. Bu
önerilerden biri de Türkiye gibi dost ülkelerin Irak'taki Amerikan as-
keri gücüne katılmasıydı. ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları bu
öneriye sıcak baktılar.
Türkiye'yle bazı temaslar oldu. Türk hükümeti bu talebe olumlu
yanıt verdi ve Türk askerlerinin Irak'ta Amerikan askerleriyle birlik-
te çarpışmasına yetki veren bir tezkereyi 6 Ekim 2003'te meclise sun-
du ve bu tezkere, muhalefetin itirazlarına rağmen iktidarın oylarıy­
la kabul edildi. Türkiye 1922 yılından beri ilk defa gerçek bir sava-
şa girmek üzereydi. Uçurumun kenarına gelinmişti. Ama talih Türk
milletinin yanındaydı. Bremer'in Türk askerlerini davet etme öneri-
si Irak'ın içinde büyük tepkiyle karşılandı. Tepki gösterenlerin başın­
da Iraklı Şiilerin manevi lideri Ayetullah Hüseyni Sistani geliyordu.
KOALISYON GÜCÜNE ASKER VERİLMESİ GİRİŞİMİ 59

Onun hayır dediği bir öneriyi o günün şartlarında Irak'ta hiç kimse
hayata geçiremezdi. Sistani'nin yanı sıra Irak'ın kuzeyindeki Kürtler
de kendi topraklarından Irak'a Türk askerlerinin girmesine kesinlik-
le karşıydılar. (19)
Hem Şiilerin hem de Kürtlerin karşı çıkması sonucunda Amerika,
Türkiye'den askeri destek talebini geri çekti. Türk hükümeti bu du-
rumdan rahatsızlık duyduğunu gizlemedi. Amerika önce Türkiye' den
asker istiyor, kısa bir süre sonra da bundan vazgeçiyordu. Bu yapı­
lır mıydı? Belli ki, hükümet oraya asker gönderirken bir yandan 1
Mart Tezkeresi'nin reddinin Amerika'da oluşturduğu tepkileri yu-
muşatabileceğini, bir yandan da Irak'taki gelişmeler üzerinde söz sa-
hibi olabileceğini sanmıştı. Oysa Irak'ta tek söz sahibi Amerika ola-
caktı. Iraklıların bile kendi ülkelerinde söz sahibi olmak için uzun yıl­
lar beklemesi gerekeeekti. Türkiye'nin masada oturup etkin bir siya-
si rol oynaması o sıralarda hiç kimsenin aklından geçen bir düşün­
ce değildi.
Irak'taki gelişmelerle, bu arada teröristlere af anlamına gelecek
Eve Dönüş Yasası'yla ilgili olarak mecliste yapılan görüşmeler, muha-
lefete görüş ve eleştirilerini bir kere daha dile getirme fırsatı verdi. 29
Temmuz 2003 tarihinde yürürlüğe giren bu yasanın 4. maddesi, te-
rör örgütü tarafından işlenen suçlara iştirak etmemiş ve kendiliğin­
den teslim olanlara ceza verilmeyeceğini, suç işlemiş ama sonra ken-
diliğinden teslim olmuş olanlara müebbet hapis yerine 12 ile 9 yıl ara-
sında değişen hapis cezaları verilmesini öngörüyordu. Yani terör ör-
gütü silahları bırakmadığı halde koşullu ve sınırlı bir af getiriliyordu.
Herhalde bu yasa çıkarsa örgütün eylemlerini sona erdirip silahlı mü-
cadeleden vazgeçeceği umuluyordu.
Muhalefet daha önce çeşitli vesilelerle hükümeti uyarmış, böyle
bir yasa çıkarsa terör azalmaz, artar demişti. Ne yazık ki, muhalefet
bir kere daha haklı çıkmış ve terörde büyük artış görülmüştü. Daha
kötüsü, hükümet Amerika'yla Dubai'de imzalanan bir anlaşma çer-
çevesinde, PKK'yla mücadele için Kuzey Irak'a asker göndermeme-

(19) Bremer, L. Paul III, My Year iıı Iraq, Simon & Schuster, New York, 2005, s. 164-
165.
60 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLITIKA

yi kabul etmişti. İçinde siyasi hükümler olan, süresi bir yılı aşan bir
anlaşma olduğu için bunu mutlaka, meclisin onaylaması lazımdı.
IS Kasım 2003 tarihinde grup adına yaptığım konuşmada özet-
le şöyle dedim:

"Hükümet, PKK'yla mücadele için Irak'ın kuzeyine asker gön-


dermek amacıyla meclisten aldığı yetkiyi kullanamamıştır. Çünkü
Amerika, Irak'a Türk askerlerinin gönderilmesi talebini geri çekmiş­
tir.
"Hükümet, öyle anlaşılıyor ki, yine Amerikalıların telkiniyle, mec-
listen 'Eve Dönüş Yasası' adı altında bir af yasası çıkarmıştır.
"Bu yasanın sonucu, tam bir fiyasko olmuştur; hapishanedeki
PKK teröristlerinin yanı sıra Hizbullah teröristleri ve Sivas katliamı
sanıkları serbest bırakılmış; ama dağdakileri indirmek mümkün ola-
mamıştır.

"Şimdi, hükümet 7 Ekim'de yeni bir tezkere geçirdi. Hükümetin


Irak'a asker gönderme niyetinde olduğunu görüyorsunuz. Burada
amaç PKK'yla mücadele etmek değil, ABD'nin öncülüğündeki koalis-
yon güçleriyle birlikte savaşmak. Hükümet diyor ki: 'Cumhuriyet hü-
kümeti, Türkiye'nin, çokuluslu güçlerin bir parçası olarak Irak'ta is-
tikrar ve güvenlik harekitına askeri güç katkısında bulunmasının ye-
rinde ve gerekli olduğuna karar vermiştir.' Bir ay geçiyor, 7 Kasım'da,
bu sefer 'Asker göndermemeye karar verdik,' diyor. Bunlar büyük çe-
lişkilerdir. Asker göndermemekle hükümet iyi yapmıştır ama izlenen
yollar, yöntemler Türkiye'nin itibarını son derece zedeleyen bir du-
rum yaratmıştır."

Peki, Kuzey Irak'a asker göndermeden PKK terörü nasıl sona erdi-
rilecekti? Acaba Amerikalılar, Türkiye'nin PKK ile müzakere yapma-
sını mı telkin etmişti.
Şükrü Elekdağ Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin görüşülme­
si sırasında bu soruyu sordu. Bakan, "Hiç böyle bir telkin olmamış­
tır, hiç böyle bir gelişme yoktur," dedi. Ancak, daha sonraki gelişme­
ler, Amerika'nın askeri ve sivil yetkililerinin yaptıkları beyanlar baka-
nı mahcup edecekti. Zira Amerikalılar açıkça Türkiye'nin teröre siya-
KOALISYON GÜCÜNE ASKER VERILMESI GIRIŞIMI 61

si bir çözüm bulmasını öneriyoriardı. Siyasi çözümün anlamı, müza-


kereden başka bir şey değildi.
Ekim ayında yaşanan gelişmeler gerçekten kaygı verici olmuş­
tu. Türkiye 1922 yılından beri gerçek anlamda bir savaşa girmemiş,
Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesini titizlikle uygulamıştı
ve o tarihten beri herhangi bir savaşan girmeyen tek bölge ülkesiydi.
Avrupa'da bu kadar uzun süre barış içinde kalabilen ülkelerin sayısı
bir elin parmaklarını aşmıyordu.
Turgut Özal Türkiye'yi Birinci Körfez Savaşı sırasında Irak'ta sa-
vaşa sokma düşüncesindeydi. Özal Amerika'nın Irak'a karşı yürüttü-
ğü savaşın "çabuk, ucuz ve kolayolacağına" inanıyordu. Bu konuda
kendisiyle bir görüşme yapan ünlü tarihçi Bernard Lewis kendisine
Türkiye'yi niçin savaşa sokmak istediğini sorduğunda Özal, "1945 yı­
lının Şubat ayında müttefiklerin yanında Ikinci Dünya Savaşı'na han-
gi nedenle girdiysek o nedenle," demişti. Türkiye'nin savaştan sonra
galiplerin masasına oturacağına inanıyordu.(20)
Özal'ın Irak'a askeri müdahale fikrine o zamanki Genelkurmay
Başkanı Necip Torumtay karşı çıkmış ve genelkurmay başkanlığından
vaktinden önce istifa etmişti. Özal da sonunda bu niyetinden vazgeç-
ti ve Türkiye Irak askeri operasyonuna katılmadı.
Şimdi ise AKP hükümeti, Amerika'nın talebine uyarak savaşa
girme kararı almış ve bu iş için gerekli tezkereyi de meclisten geçir-
mişti.
Belli ki hükümet, Türkiye'nin Cumhuriyeti'nin kuruluşundan
beri izlediği politikada özlü bir değişiklik yapmayı öngörüyordu.
Türkiye'yi artık uluslararası meşruiyet de aramadan, yani anayasası­
nın 92. maddesindeki koşulları da göz önünde bulundurmadan bü-
yük bir müttefikinin talebi doğrultusunda savaşa sokacaktı. Buna ha-
zırdı, kararlıydı ve bunun için meclisten, kendi milletvekili sayısının
çokluğuna dayanarak gerekli kararı da çıkartmıştı. Eğer Irak'taki ba-
zı grupların güçlü itirazı sonucunda Amerika bu talebini geri çekme-
seydi, Türkiye kendini savaşın içinde bulacaktı.

(20) Lewis, Bernard, Notes 011 a Ceııtıır)\ Weidenfeld & Nicolson, London, 2012, s.
325.
62 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POlıTİKA

22 Aralık 2003 tarihinde meclis genel kurulunda dışişleri bütçesi


görüşülürken ben de bu konuya değindim ve kısaca şunu söyledim:

"Amerikalılar, eğer tutumlarını değiştirmeselerdi, biz büyük bir


yangının ortasına atılmış olacaktık. Sayın başbakanın, 'Stratejik müt-
tefikimiz Amerika istedi diye bu tezkere çıktı,' sözü, siyasi tarihimize
üzücü bir sayfa olarak geçecektir. ı Mart günündeki kararımızIa dün-
yada kazandığımız itibar, hükümetin izlediği dümen suyu politikası
nedeniyle erimiştir."

Meclisteki bu konuşmalardan ve basında yer alan eleştirilerden


sonra iktidar Dubai Antlaşması'nı da onay için meclis getiremedi. Bu
paraya ihtiyacımız kalmadı diyerek antlaşmanın kadük olması, yani
geçersiz kalması yolunu seçti. Hükümet de anladı ki, para karşılığın­
da siyasi taviz vermek bu cumhuriyetin geçmişinde ve gelenekleri ara-
sında yoktur. Bu olay, meclisteki milletvekili sayısı iktidardan çok az
olan bir muhalefet partisinin ağırlığını koyabileceğini, iktidarın yan-
!ışlarını önleyebileceğini gösterdi; ı Mart Tezkeresi'nde olduğu gibi ...
Irak'ta insan Hakları ihlalleri

Irak konusu insan hakları boyutuyla da meclisin gündemine geldi.


Özellikle Ebu Gureyb hapishanesinde Amerikalı askerlerce Iraklı tu-
tuklulara yapılan insanlık dışı muamelelerin basına yansıması, işken­
ce niteliği taşıyan bazı eylemlerin fotoğraflarının yayınlanması bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de büyük infiale ve tepkilere yol açtı.
Baykal 4 Mayıs 2004 tarihindeki grup konuşmasında bu ihlalleri
eleştirerek şunları söyledi:

"Karşı karşıya bulunduğumuz sorunların bence en önemli olanı


Irak'ta yürütülmekte olan savaş ortamında kendisini gösteren insan-
lık dışı manzaralar olmuştur. Gerçekten bir savaş ortamının gergin-
liklerini anlamak mümkün; ama insanlık duygusunun, düşüncesinin
bu kadar yok olabileceği, insanlığın bu kadar kaybolabileceği bir or-
tanl1 tasavvur etmek kesinlikle mümkün değiL. Insan olarak utandım,
yeryüzünün hala yeterince aydınlatılamamış olduğunu görmekten,
hepimiz derin bir mahcubiyet duyduk.
"Bu, Cenevre Esirler Anlaşmasına aykın, devletler hukukunun
bütün ilkelerine aykın, uluslararası anlaşmalara aykın. Bunun için de
bu konu karşısında tepki göstermek, herkesin en öncelikli görevi sa-
yılmalıdır."

Irak'ta görevli Amerikalı komutanlar, 12 Eylül 2006 tarihinde


Amerikan Senatosu Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde, bu konuda Ce-
nevre sözleşmelerinin ihlal edildiğini kabul ettiler.
Uluslararası Kızılhaç Örgütü, 2004 yılının Şubat ayında yayınladı­
ğı 24 sayfalık raporda, bu ihlallerin bireyselolaylar olmadığını, siste-
matik bir işkence haline dönüştüğünü ortaya koydu.
64 UÇURUM KENAR IN DA DIŞ POLITlKA

Bazı haberlere göre Amerikan Adalet Bakanlığı'nın hukukçuları


uluslararası sözleşmelerin tam olarak uygulanmasının her zaman şart
olmadığı yolunda bir rapor vermişlerdi. Üstelik buna benzer insan-
lık dışı eylemler sadece Irak'ta olmuyordu. Küba'daki Guantanamo
Amerikan üssünde tutuklu bulundurulan şahıslara da benzeri eylem-
lerin yapıldığını, fiziki ve psikolojik baskılar uygulandığını gösteren
bilgiler dünya basınında yayınlanıyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi grubu 4 Mayıs'ta bir açıklama yaparak
bütün bu eylemleri kınadı. Bu açıklamada, "Kime, kimin tarafın­
dan, nerede ve hangi koşullarda uygulandığına bakılmaksızın şiddet
ve işkencenin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği" bildirildi. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ni bu olaylar karşısında çok kuvvetli bir tepki
göstermeye davet etti. Ama meclisin ortak bir açıklama yapması sağ­
lanamadı. Iktidarın, sebebi ne olursa olsun Amerika'yı eleştirmekten
kaçındığı görülüyordu.
Irak'ta meydana gelen olaylardan sonra, Amerikan başkanı özür
diledi. CHP Süleymaniye'deki çuval olayından sonra hükümete bir
çağrıda bulunup Amerikalılardan, özür dilernelerini isteyin, demiş­
ti. Dışişleri bakanı da bu çağrı üzerine gazetecilere şunları söylemişti:
"Amerika bir süper güçtür. Özür, ancak eşit güçler arasında beklene-
bilir. Büyük devletler özür dilemez.( 21 ı
Amerika'nın Ebu Gureyb hapishanesinde olanlar üzerine özür di-
lemesi, büyük devletlerin de özür dileyebileceğini göstermişti. Önemli
olan onlara özür diletebilmeyi başarmaktı.
Mecliste Irak'ın geleceğiyle ilgili olarak iktidar ve muhalefet grup-
larının girişimiyle bir ortak karar tasarısı hazırlanmıştı. Ancak bu ta-
sarı bir meclis kararına dönüştürülememişti. Sebebi tek bir kelimey-
di: Laiklik. Dışişleri bakanı bu kelimenin bildiriye girmesine kesinlikle
karşı çıktığı için girişim sonuçlandırılamadı. Bundan birkaç yıl sonra
sayın başbakanın Mısır, Libya ve Tunus'a laiklikönerisinde bulunması
kaderin garip bir cilvesiydi. ışin tuhaf tarafı, Irak'ta da diğer Ortadoğu
ülkelerinde de demokratik bir rejime geçilmesini savunan Amerika'nın
laiklikten hiç söz etmemesiydi. Büyük Ortadoğu Projesi'nde tek keli-

(21) Milliyet, 22 Temmuz 2003.


lRAK'T A İNSAN HAKLARI IHLALLERI 65

meyle bile laikliğe yer verilmemişti. Tam tersine, Amerikan Dışişleri


Bakanı Colin Powell, Irak'ta dini bir devletin kurulmasına karşı çık­
mayacaklarını söylerken "Islam dinine dayalı bir Islami hükümet ni-
çin demokratik olmasın" görüşünü ileri sürmüştü. (22) Oysa Irak'ta dini
bir devletin kurulmasına razı olmak demek, demokrasinin kurulma-
masını önceden kabul etmek demekti. Çünkü halkı Müslüman olan
bir ülkede laiklik yoksa demokrasiden söz edilemezdi. Türkiye'nin
80 yıldan beri savunduğu bu görüş, öyle anlaşılıyor ki, modern de-
mokrasinin kurucusu sayılan Amerika'nın Ortadoğu politikasında
yer bulamamıştı. ABD'nin kurucu cumhurbaşkanlarından Thomas
Jefferson'un, "Biz anayasayı hazırlarken din ile devlet arasında bir du-
var ördük," sözlerini bugün Amerika'yı yöneten devlet adamlarına ha-
tırlatmakta yarar vardı. Ne yazık ki, son yıllarda Amerikan yönetimin-
de Dışişleri bakanlığı görevinde bulunan Madeleine Allbright gibi po-
litikacılar, Amerika'nın, dış politikasında din unsurunu yeterince kul-
lanmamasını eleştiriyor ve bu politikanın değiştirilmesini öneriyor-
lardı.(23)

Daha sonra TBMM Irak'taki insan hakları ihlallerini kınayan bir


ortak açıklama yapabildi mi? Maalesef yapamadı. CHP'nin bu konu-
da genel görüşme önergesi kabul edildi mi? Edilmedi. Irak'ta güven-
liği sağlamak üzere bir Birleşmiş Milletler Barış Gücü kurulması öne-
risi hükümetçe benimsenip Birleşmiş Milletler'e taşındı mı? Hayır ta-
şınmadı. Basın bu görüş ve önerilere yeterince yer verip destek sağladı
mı? Maalesef sağlamadı. O nedenle, meclis görüşmelerini TV3'ün can-
lı yayınından izleyen vatandaşlarımızın dışında pek az kimse bu görüş
ve öneriler hakkında bilgi sahibi oldu.

(22) The New York Times, April2S, 2003.


(23) Allbright, Madeline, The Miglıty and Allmighty, Harper, Perennial, New York,
2006.

UKD5
Mahmur Kampı Meclis
Gündeminde

Irak'taki insan hakları ihlallerinin bir bölümü Mahmur Kampı'nda


yıllardan beri tutulan vatandaşlarımızla ilgiliydi. CHP bu konuyu da-
ha önce meclise getirmişti. Ancak bir türlü gelişme sağlanamıyordu.
ı ı bin civarında Türk vatandaşı, komşu bir ülkede, dikenli tel örgü-
lerin arkasında yaşıyordu. ı 995 yılında, bir terör örgütünün zorla-
masıyla Irak'a kaçırılan vatandaşlarımız, önce Atruş Kampı'nda tu-
tulmuş, orada terör örgütünün denetimi, baskısı altında bir süre ya-
şamış, kampa Birleşmiş Milletler'in bayrağı çekilmiş ve Birleşmiş
Milletler'ce gıda yardımı yapılmıştı. Bunlar orada, bir terör örgü-
tünün fiilen esiri gibi yaşıyorlardı. Sonra o zamanki Türk hükümeti
devreye girdi ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'ne
kuvvetli bir girişimde bulundu. "Siz, bir terör örgütünün kampının
üzerine Birleşmiş Milletler bayrağı dikemezsiniz; siz, bir terör ör-
gütünün kampına Birleşmiş Milletler yardımı yapamazsınız," dedi.
"Ya Birleşmiş Milletler bu işi bir hafta içerisinde halledecektir veya
Türkiye Cumhuriyeti ... " mesajını verdi.
Türkiye'nin bu kararlı tutumu karşısında, bir hafta içerisinde
Birleşmiş Milletler bayrağı indirildi. Birleşmiş Milletler, bu kampın
terör örgütünün baskısı altında olduğunu kabul etti, yardımı durdur-
du ve Atruş Kampı dağıtıldı. Orada yaşayanların büyükçe bir bölü-
mü Saddam Hüseyin'in yönetimindeki Mahmur Kampı'na kaçırıldı.
Mahmur Kampı'nın üzerinde, yine Birleşmiş Milletler bayrağı var ve
yine, Birleşmiş Milletler' den gıda yardımı alıyorlar.
8 Temmuz 2003 tarihindeki meclis oturumunda Mahmur Kam-
pı'ndaki vatandaşlarımızla ilgili olarak şöyle dedim:
MAHMUR KAMPı MECLIS GÜNDEM1NDE 67

"PKK teröristleri, bundan birkaç yıl önce II bin vatandaşımı­


zı zorla, bir kısmını kandırarak Kuzey Irak'a kaçırdılar. Bu vatandaş­
larımız orada, Atruş Kampı'nda, yıllarca, PKK'nın militanlarının in-
san kaynağı olarak kullanıldılar. Türkiye'nin müdahalesiyle Atruş
Kampı'ndan, Birleşmiş Milletler himayesi kaldırıldı kampı dağıttır­
dık. Bunlar, 36. paralelin güneyindeki Mahmur Kampı'na gittiler, şu
anda oradalar. Hükümetimiz ne yapıyor bunları kurtarmak için? Şu
anda Amerika'nın sorumluluğu vardır bütün Irak'ta, niçin oraya ka-
çırılan vatandaşlarımızı kurtaramıyoruz? Savaş ilan edelim diyen yok
size ama diğer ülkeler bu durumlarda ne yapıyorlarsa onu yapacağız."

Bir süre Emekli Orgeneral Edip Başer'le birlikte terör sorunu-


nu çözmek için koordinatörlük görevini üstlenen NATO'nun es-
ki Başkomutanı Amerikalı Orgeneral Ralston Mahmur Kampı'nı zi-
yaret ettikten sonra bana, bu kampın PKK'nın etkisi altında olduğu
yolundaki izlenimlerini aktarmış ve "Sekiz yaşındaki çocukların bi-
le cebinde mermi var," demişti. Mahmur'da kalanlardan birkaç tane-
si iktidarın açılım politikası çerçevesinde dağdaki PKK'lılarla birlikte
Habur'a getirilmişti. Onların davranışlarından PKK'nın güdümü al-
tında oldukları açıkça görülüyordu.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Ankara'daki
temsilcisi zaman zaman bize bu konuyla yakından ilgilendiğini, kısa
zamanda olumlu bir sonuç alınacağımdan ümidi olduğunu söylüyor-
du ama bu kitap yazıldığında 18 yıldan beri Mahmur Kampı'nda bu-
lunan vatandaşlarımızın kurtarılması hala sağlanamamıştı. Terörün
baskısı altında yaşayan masum kadınlar ve çocuklar Mahmur
Kampı'nda çile çekmeye devam ediyordu.
Irak'tan Kaynaklanan
Terörist Saldırılar

Ikinci Dünya Savaşı'nın bitiminden hemen sonra, 31 Ekim 1945'te


Filistin' de başlayan, daha sonra da Ortadoğu'ya ve dünyanın başka
bölgelerine sıçrayan terörist saldırılar, 1960'lı yıllardan itibaren dünya
gündeminde önemli bir işgal etti. (24) Filistinli terör örgütleri tarafın­
dan kaçırılan uçaklar, 7 Ekim 1985 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü
mensuplarınca açık denizde ele geçirilen ve bir Israilli yolcunun öl-
dürülmesiyle sonuçlanan İtalyan Adıille Lauro gemisine saldırı, 5-6
Eylül 1972 tarihinde Münih Olimpiyatları'nda 17 İsrailli sporcunun
öldürülmesiyle sonuçlanan terörist eylem ve benzerleri dünya kamu-
oyunun kuvvetli tepkisini çekiyordu.
O yıllarda Türkiye'ye yönelik terör eylemi yoktu. lIk eylem 27
Ocak 1973 tarihinde Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar
ve yardımcısı Bahadır Demir'in, Gurgen Yanikiyan isimli yaşlı bir
Ermeni tarafından öldürülmesi olayıydl. Bu olay Türkiye'de ciddi
tepkilere yol açtı ama arkasında bir örgüt tespit ediIemedi.
Örgütlü terör faaliyetleri, Türkiye'nin Kıbrıs harekatından sonra
Ermeni ASALA örgütünün saldırılarıyla ortaya çıktı ve 42 Türk diplo-
matın veya diplomatik personelin öldürülmesiyle sonuçlandı. Bu ey-
lemler 1984 yılına kadar sürdü. Bu konuda aşağıdaki bölümlerde da-
ha ayrıntılı bilgiler yer alıyor. Ama son yıllarda Türkiye'yi en çok meş­
gul eden, ASALA eylemlerinin bittiği 1984 yılında başlayan PKK terör
örgütünün eylemleri oldu. O tarihten beri Türkiye'nin gündeminde
terör konusu daima ön sırada geliyor.

(24) Prazan, Michael, Une Histoire du Terrorisıııe, Flammarion, 2012, s. 38.


lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 69

Uluslararası terörle mücadelenin en etkili yolu, teröre karşı ulus-


lararası işbirliğiydi.Bu amaçla Birleşmiş Milletler çok sayıda kararı
kabul etti. Avrupa Konseyi de 27 Ocak 1977 tarihinde bir sözleşmeyi
imzaya açtı. Ama daha bu sözleşmenin hazırlanması aşamasında bazı
devletlerin, ülkelerinde terör eylemi yapan yabancıların iadesini zor-
laştıracak kaçamak noktalar aradığı görüldü. Özellikle Belçika, siya-
si suç sayılabilecek bazı eylemlerin sorumlularını iade etmemenin ka-
pısını açık bıraktırmayı başardı. Ünlü bir işadamının öldürülmesine
karıştıktan sonra Belçika'ya kaçan bir kadın terörist orada yakalanıp
yargılandı ama Türkiye'nin bütün çabalarına rağmen ülkemize iadesi
sağlanamadı. Fransa da "özgürlük uğruna mücadele ettiği için yargı­
lananların siyasi sığınma hakkına sahip olacaklarını" açıkladı. Teröre
karşı mücadelede işbirliği konusu gündeme geldiğinde Avrupalılarda
bir tutukluk, isteksizlik göze çarpıyordu. O zaman uygulayamayacak-
ları uluslararası sözleşmeleri niçin imzalıyorlardı?
PKK teröristleri Türkiye'de olduğu gibi, başta Almanya olmak
üzere, yabancı ülkelerde de faaliyet gösteriyor ve o ülkelerin vatan-
daşı olan turistlere karşı Türkiye'de eylem yapıyorlardı. Almanya
1993 yılında PKK'yı resmen terör örgütü olarak ilan etti. Fransa ve
diğer bazı AB ülkeleri de onu izledi. Birkaç yıllık gecikmeden sonra
Avrupa Birliği Mayıs 2002'dePKK'yı resmen terörist örgütler listesine
aldı. Ancak bu yasaklama kararı alan Avrupa ülkeleri bir taraftan da
PKK liderleriyle temas ederek bu örgütün kendi topraklarında eylem
yapmasını engellemeye çalışıyorlardı. 1997 yılında üst düzeydeki iki
Alman yetkili Şam'da Öcalan'la görüşerek örgütün Almanya'da ey-
lem yapmamasını istediler. Andrew Mango'nun yazdığına göre, baş­
bakan Kohl'ün dış politika sözcüsü eDU milletvekilli Karl Lamers de
Öcalan'la görüşerek hükümetinin beklentilerini dile getirdi. Bu gö-
rüşmelerden kısa bir süre sonra Almanya'da yargılanan PKK'lılar ha-
fif cezalara çarptırılarak kurtuldular.(2S) Yani Türkiye'nin müttefik-
leri kendilerini terörist saldırılardan kurtarmak için terör örgütüyle
pazarlık yapmakta sakınca görmüyorlardı. Karl Lamers şöyle diyor-
du: "Biz Almanlar Türkiye'ye özel bir ilgi gösteriyoruz. Almanya'da

(25) Mango, s. 19.


70 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTIKA

yaşayan Türkler arasında çok sayıda Kürt var. Açıkça söyleyelim,


Kürdistan'da savaş, Alman sokaklarında da savaş demektir."(26)
Türkiye dış dünyanın yardımcı olmak şöyle dursun terörü hima-
ye etmek anlamına gelecek politikalarına rağmen terörle mücadele-
sini kararlılıkla sürdürüyordu. 1979 yılından beri Suriye'de yaşayan
terör örgütünün lideri ve teşkilatı Suriye'den ayrılmak zorundan bı­
rakıldıktan ve Öcalan Kenya'da Yunanistan Büyükelçiliğinde yaka-
lanıp Türkiye'ye getirildikten sonra örgütün ağırlık merkezi Kuzey
Irak'a kaymıştı ve Türkiye sık sık düzenlediği operasyonlarla örgütü
Irak topraklarında etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. PKK'nın 1978
ile 2002 yılları arasındaki saldırılarında yaklaşık 35 bin kişi hayatı­
nı kaybetmişti. Uluslararası boyutu olan örgütlü terör diğer ülkeler-
den sonra Türkiye' de de boy göstermişti ama verdiği zarar diğer ülke-
lerle kıyaslanmayacak kadar fazlaydı. Örneğin 1968-2002 yılları ara-
sında ETA örgütünün İspanya'da öldürdüğü insan sayısı 800, Kuzey
İrlanda'daki IRA örgütünün 1972 yılından sonra öldürdüklerinin sa-
yısı 1800' dü. (27)
Adalet ve Kalkınma Partisi'nden önceki hükümetlerin yıllar bo-
yunca Kuzey Irak'a yaptıkları operasyonların sonucunda terör bitme
noktasına gelmişti. 2002 yılında teröre verdiğimiz şehit sayısı 10' dan
ibaret kalmıştı. Ancak ABD'nin Türk hükümetine farklı bir yöntem
tavsiye edeceği başından belli olmuştu. Yukarıda da belirtildiği gibi
muhtemelen bu telkinlerin de etkisiyle hükümet "Eve Dönüş Yasası"
adı verilen bir yasayla terörist saldırılar sona ermeden bir af yasası
çıkartmaya çalışıyordu. Öyle anlaşılıyordu ki, hükümetin beklentisi,
böyle bir af yasası çıkararak, çok sayıda teröristin topluma kazandırıl­
masıdır. Bu yasayı çıkarırsak, hem bu insanları toplumumuza kazan-
dırmış olacağız hem de terörle mücadelede başarı sağlayacağız, diye
düşünülüyordu.
Diğerülkelerde de teröristleri affetmek yolunda bazı girişimler
olmuş, bunların hepsi hüsranla sonuçlanmıştı. İspanya' da Franco
rejimi sona erdikten sonra işbaşına gelen hükümetin ilk işlerinden

(26) Reuters,I Şubat 1995.


(27) Mango, Andrew, Tiirkiye'nilı Terörle Savaşı, Doğan Kitap, İstanbuL, 2005, s. 50.
lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 71

biri, ETA terör örgütü mensupları için bir af yasası çıkarmak oldu.
Bu yasa 1976 yılında çıkarılmıştı ve bu yasayı izleyen dört yıl içeri-
sinde (i 976-1980 arasında) ETA teröristleri, Franco'nun işbaşında
olduğu son altı yılda işlediklerinden tam LO kat fazla terör suçu işle­
mişlerdi.
İngiltere'de de buna benzer bir af yasası çıkarılmıştı. Ancak
İngiltere af çıkarmak için teröristıerin bütün silahlarını bırakmasını
şart koşmuştu. IlEylül saldırılarından sonra, Başkan Bush "Sebebi,
kökeni, hedefi ne olursa olsun, dünyadaki bütün terör örgütlerine
karşı savaş açıyoruz. Bizim gri sahamız yoktur. Ya teröristten yanası­
nız ya bizden yanasınız, demişti. Şimdi Amerika ne yapacaktı? Kuzey
Irak'ta kimden yana, kime karşı olacaktı? II Eylül saldırılarından
tam bir gün sonra, 12 Eylül tarihinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi 1368 sayılı kararı kabul etmişti. Bu kararda bütün ülkelere
çağrıda bulunuluyordu. Buna göre devletler bir araya gelerek, terör
suçunu işleyenleri, onları destekleyenleri, onlara para yardımı yapan-
ları, yardımcı olanları derhal yakalayarak adalete teslim edeceklerdi.
Bu kararın herhangi bir cümlesinde, "Bu teröristleri affetmek doğ­
rudur," denilmiyordu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1455
sayılı Kararı da aynı şeyi söylüyor, bütün devletleri teröre karşı müca-
deleye davet ediyordu. Hiçbir satırında, "Terör suçlularını affedin ve-
ya teröristlerle müzakere edin," denilmiyordu.
Ayrıca, II Eylül 2001 'deki terörist saldırıların ertesi günü NA-
TO'nun kabul ettiği bir karar vardı. NATO yaklaşık elli yıllık tarihin-
de ilk defa olarak, II Eylül saldırılarından sonra, bir 5. madde kararı
almıştı. Bu kararda, terörist saldırılara uğrayan Amerika destekleni-
yor, bütün NATO ülkeleri, bu saldırıları kendilerine yapılmış addede-
rek terörle mücadeleye davet ediliyordu.
29 Temmuz 2003 tarihinde mecliste yaptığım konuşmada yuka-
rıdaki örnekleri hatırlatarak Eve Dönüş Yasası hakkında şunları söy-
ledim:

"Bu yasa, bir af yasasıdır. Teröristlere af çıkartılması konusunda


İspanya'nın Birleşmiş Milletler nezdindeki daimi temsilcisi yaptı­
ğı bir konuşmada diyor ki: 'Terörle mücadelede herhangi bir tartış-
72 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTıKA

maya veya yoruma ihtiyaç yoktur. Terörizmden sorumlu olan terö-


ristlerdir. Temel hedefimiz, 21. yüzyılın belası olan terörizmi, dün-
ya yüzünden tamamen bertaraf etmektir. Hiç kimsenin terör su-
çu işlemeye hakkı yoktur ve terörü haklı göstermeye de hakkı yok-
tur. Bu, ETA için de doğrudur, PKK için de doğrudur IRA için de
doğrudur, Hamas, Hizbullah ve diğer Islami terör örgütleri için
de doğrudur. Terörle mücadele etmek için, uluslararası dayanışma
şarttır.'
"Bugün Amerika'dan beklenen, Kuzey Irak'taki bütün terör ör-
gütlerinin mensuplarının derhal yakalanması, Türkiye'ye iade edil-
mesi değil midir? Amerikan Savunma Bakanı Rumsfeld, 'Irak'ta Tür-
kiye'ye yönelik teröristlerle mücadele etmek için Türkiye'nin af yasa-
sını çıkarmasını bekliyoruz,' diyor.
"Bekledikleri, bugün meclisin gündeminde olan yasanın çıkarıl­
masıdır. Ya çıkarmazsak, ya meclis bu yasanın aleyhinde oy verirse? O
zaman, siz bu teröristleri yakalamayacak mısınız?
"Türkiye Amerika'ya veya başka bir ülke Amerika'ya, 'Bizim ülke-
mizde El Kaide teröristleri var ama bunları yakalamak için, size tes-
lim etmek için El Kaide teröristlerini affetmenizi bekliyoruz,' dese,
Amerika ne tepki gösterir?
"Eğer, milletin şefkatini ve merhametini düşünüyorsak, gayet ta-
bii ki, bunun zamanı vardır, bunun zamanı gelecektir ve biz, meclis
olarak, halkımızın bu şefkat duygularını değerlendireceğiz. Ama ar-
kadaşlar, bugün o gün değildir. Bizim şimdi çıkaracağımız af, bunlar
tarafından, bir alicenaplık gibi mi anlaşılacaktır, yoksa bir zaaf unsu-
ru gibi mi anlaşılacaktır?
"Eğer bu yasa çıktıktan sonra terör suçlan artarsa, masum insan-
lanmız, güvenlik kuvvetleri mensuplarımız öldürülmeye devam edi-
lirse, biliniz ki, bu yasaya oy verenler büyük bir vicdani sorumluluk
taşıyacaklardır. "

Eve Dönüş Yasası bütün bu uyanlara rağmen AKP'li milletve-


killerinin oylanyla kabul edildi. Hapishanelerdeki PKK'lılann ve
Hizbullah militanlarının önemli bir bölümü çıktı. Ama dağdaki te-
röristlerden neredeyse hiç inen olmadı. Bu yasanın çıkmasından son-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 'TERÖRiST SALDıRıLAR 73

ra terörist saldırılar sona ermedi, tam tersine büsbütün arttı ve daha


sonraki yıllarda Türkiye'nin teröre verdiği şehit sayısı 2002 yılına na-
zaran 20 katına çıktı. Ne yazık ki, muhalefetin tahminleri doğru çık­
mıştı ve o tarihteki uyarılara kulak tıkayanlar tarih karşısında sorum-
lu duruma düşmüşlerdi.
Daha o tarihte Amerikalıların Türkiye'nin PKK'yı tasfiye etmek
için bir sınır ötesi operasyon yapmasına karşı oldukları belli olmuş­
tu. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, Mehmet Ali
Birand'ın Manşet programında, "Türk birlikleri Kuzey Irak'ta görev
alacak mı?" sorusuna karşılık şunları söylüyordu: "Hayır. Bundan bi-
raz şüphe duyarım. Çünkü orada bir komplikasyona sebep oluruz.
PKK oradayken Türk birliklerinin orada olmaması herkesin yararına
olur."(2H) Grossman bu sözleri söyledikten sonra PKK/KADEK'in böl-
geden çıkarılacağını da sözlerine eklemiş. Türkiye hala bu sözün ye-
rine getirilmesini bekliyor. Bu arada ABD Irak'tan çıktı ama PKK'nın
çıkacağına dair bir işaret hala yok ...
Peki, halk bu konuda ne düşünüyor? Yapılan bir kamuoyu yok-
laması halkın % 75'inin PKK'yı Kuzey Irak'ta Amerikan askerle-
rinin koruduğuna ve Amerika'nın PKK konusundaki tutumunun
Türk-Amerikan ilişkilerini bozan en önemli unsur olduğuna inan-
dığını gösteriyordu. 2006 yılında International Strategic Research
Organization tarafından yapılan kamuoyu araştırmasında Türk hal-
kının % 83'ünün Amerikalıların Kuzey Irak'taki PKK kamplarını ka-
patmayacağına inandığını gösteriyordu. Halkın bu duyguları sebep-
siz değildi. Hemen her gün şehit haberleriyle sarsılan Türk halkı bu
terör faaliyetlerinin Kuzey Irak'tan kaynaklandığını, oradaki en bü-
yük askeri gücün de Türkiye'nin müttefiki Amerika olduğunu bili-
yordu. Bir müttefik ülkenin diğer bir müttefik ülkenin güvenliğine bu
kadar açıkça zarar vermesinin haklı bir sebebi olabileceğini Türk hal-
kına anlatmak mümkün değildi.
Amerikalı diplomatlar Türk siyasetçilerin bu konudaki söz-
lerine, eleştirilerine verecek cevap bulamıyorlardı. Ankara'daki
Amerikan Büyükelçisi Ross Wilson bir gün bana şöyle dedi: "Bir

(28) Milliyet, 30 Temmuz 2003.


74 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

deprem olsa, bütün Irak Basra Körfezi'ne gömülse PKK terörü bi-
tecek mi?" Kendisine şöyle cevap verdim: "Bir gün bir deprem ol-
sa ve Afganistan Hint Okyanusu'na gömülse El Kaide terör örgü-
tü bitecek mi? O zaman siz niye El Kaide'yle savaşmaya devam edi-
yorsunuz?"
CHP sözcüleri Kuzey Irak'tan kaynaklanan terör faaliyetlerinin
niçin önlenemediği konusunu sürekli olarak meclis gündemine geti-
riyorlardı. Şükrü Elekdağ, 18 Kasım 2003 tarihinde yaptığı konuşma­
da özetle şunları söyledi:

"Amerika, PKK/KADEK'i tasfiye konusunda Türkiye'ye verdi-


ği sözleri, hiç gecikmeden, derhal yerine getirmelidir. Aksi takdirde,
global terörle mücadeleyi, terör tehdidinin ortak olduğu ve bir bütün
oluşturduğu tezi üzerine bina eden Amerika'nın bu yaklaşımı tartış­
malı hale gelecektir; en kötüsü, PKK'yı bir koz olarak elde tutmak is-
tediği yolunda, bizim inanmak istemediğimiz fakat artan bir yoğun­
lukla yapılan spekülasyonlar güç kazanacaktır. Avrupa Birliği de terö-
re karşı daha aktifbir mücadeleyi, PKK/KADEK'i tüm Avrupa'da bir
terör örgütü olarak ilan etmek suretiyle başlatmalıdır."

Gerçekten hükümet Irak çöllerine asker göndermekte çok istekli


davranıyordu. Başbakan, partisinin 18 Şubat'ta yapılan grup toplan-
tısında şöyle demişti:

"Önümüzde iki seçenek var, ya sürecin dışında kalacak, bütün ka-


labalıklar gibi bu tarihin seyircileri olacaksınız ve sonuçlarına kadar
bekleyip o sonuca uyacaksınız ya da tarihin bizzat şekillenmesinde,
metnin yazılmasında aktif rol oynayacaksınız ... Bugünden çok ge-
leceği; önümüzdeki birkaç gün, birkaç haftadan çok, gelecek on yıl­
ları, yüzyılları düşünmeye mecburuz. Komşuda yangın çıkmışsa biz,
'Bana ne, herkes kendi yangınıyla meşgulolsun,' diyemez, bu duru-
ma bigane kalamayız."

Oysa bölgedeki terörden en çok zarara uğramış olan Türkiye'nin


yeni şehitler vermeye tahammülü yoktu.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDIRILAR 75

Bazı sayılar tek başına Türkiye'nin uğradığı kayıpları anlatmaya


yetiyordu. Örneğin 1984'le 1999 yılları arasında yaklaşık 37 bin ki-
şi terörist saldırıların sonucunda hayatını kaybetmişti. PKK'yla mü-
cadelenin Türk devletine maliyeti 100 milyar doların üzerindeydi. Bu
gerçeklere ve ABD'nin PKK'yı bir terör örgütü olarak kabul etmesi-
ne rağmen 1990'lı yılların başlarına kadar Avrupa Birliği Türkiye'nin
bu terör örgütüyle mücadelesini bir insan hakları ihlali olarak nite-
lendiriyordu. (29)
Almanya, 1992, 1994 ve 1995 yıllarında Türkiye'ye verdiği Doğu
Alman menşeli bazı zırhlı personel taşıyıcıların ve başka askeri malze-
melerin Türk ordusu tarafından Güneydoğu'da PKK'yla mücadelede
kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye'ye üç kere silah ambargosu uygula-
mıştı. Türk hükümetinin, Türk halkının ve Almanya'daki Türklerin
kuvvetle protestosuna yol açan ve kısa sürede kaldırılan bu ambargo-
lar Türk-Alman ilişkilerini olumsuz etkiledi ve NATO'nun tarihine
kara bir sayfa olarak geçti. Bir müttefik ülkenin, teröristlerle savaştığı
için başka bir müttefik ülkeye ambargo uygulamasının hiçbir ölçüye
göre savunulabilir tarafı yoktu.
Deniz Baykal terör konusuna değindiği bir grup toplantısında,
Güneydoğu Anadolu'daki terör yanlısı faaliyetleri kimin yönlendir-
diğini sordu:

"Bu eylemleri kim yapıyor sorusunun cevabı, 15 yılda 30 bin in-


sanımızı kim öldürdüyse o yapıyor. Ortada bir organizasyon var.
Organizasyon İmralı ve Kandil eksenlidir; Kandil İmralı'nın emrin-
dedir, İmralı Kandil'e hükmetmektedir, İmralı-Kandil bu kararı alı­
yor. Peki, kim uyguluyor bunu Türkiye'de? Kim uygulatıyor? O ço-
cuklar nasıloluyor da öyle ortalığa çıkıyor? Ne var onların arkasın­
da? PKK uzantısı siyasi hareketler var, yerel yöneticiler var, onlar or-
ganize ediyorlar.
"15 yıl boyunca 30 bin insanı kaybederek verdiğimiz mücadele,
şimdi başka yöntemlerle aynı şekilde sürdürülmektedir. Bunu yap-
tıranlar aynıdır. Şartlar değişmiştir, destekçileri değişmiştir, kol ka-

(29) Eligür, Banu, The Mobilitation ofPalitical Islamiıı Tıırkey, 2010.


76 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

nat gerenleri değişmiştir. Şimdi bunlar oluyor. Bana söyler misiniz,


bu olanlar demokrasinin insan hak ve özgürlüklerinin gereğidir de-
mek mümkün müdür?"

Aslında hükümet de Avrupa ülkelerinin PKK'ya destek olmaları n-


dan şikayetçiydi. 12 Nisan 2004 tarihinde Başbakan Erdoğan Norveç'te
yaptığı bir konuşmada, Batı'nın PKK'yı bütün Kürt halkının yeri-
ne koymasından şikayet etmişti. PKK' nın ihtiyaçlarını büyük ölçüde
Avrupa ülkelerinden karşıladığı biliniyordu. 2004 yılının Aralık ayın­
da Kuzey Irak'taki PKK kamplarından kaçarak Türk ordusuna sığınan
bir PKK 'lı, terör örgütünün telsiz telefon cihazlarını Hollanda' dan, ro-
ketleri de Ermenistan'dan sağladığını itiraf etmiştiYOl
Batı ülkelerinin PKK'ya karşı himaye edici tutumlarından Tür-
kiye' deki sosyal demokrat ve demokratik sol çizgideki politikacılar
da şikayetçiydi. Dışişleri Bakanlığı görevi de yapmış bulunan İsmail
Cem, 2001 yılında yayınladığı bir kitapta şöyle diyordu:

"Türkiye'nin 1980 ila 1990 yıllarında maruz kaldığı etnik ve ayrı­


lıkçı terörizmde Batı Avrupa'nın da bir sorumluluğu bulunduğuna
inanıyorum. Bu, Türkiye'nin hatalı yönetiminden doğan kendi so-
rumluluğunu mazur göstermez tabii. Bununla beraber, Batı'nın si-
yasi seçkinleri ve medyası, yanlış anlayış, peşin hükümlü yaklaşım ve
bazen kindarlıkla, Türkiye'nin maruz kaldığı trajedilere adeta çanak
tutmuştur."(31)

Bu arada German Marshall Found isimli kurumun yaptığı kamu-


oyu araştırması, Türklerin % 70'inin, terörizmle mücadelede askeri
yöntemlerin kullanılmasının en uygun yololduğuna inandığını or-
taya koydu. 2004 yılının Haziran ayında Başbakan Erdoğan, "Doğu
ve Güneydoğu' da yaşayan halk terörizmi desteklemiyor. Terörizme
ödün vermek gibi bir sorunumuz yoktur," dedi. Talabani'nin

(30) Manga, a.g.e., s, 124-125.


(31) Cem, İsmaiL, Tıırkey in the New Centııry, Rüstem Kitabevi, Lefkoşe, 2001, s.
ıo3.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDIRILAR 77

PKK'lılar için af çıkartılması önerisi de o tarihteki Türk hükümetin-


ce olumlu karşılanmadı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, "Yapılacak
olanı onlar değiL, biz kararlaştırırız," dedi. Hükümetin o tarihteki
söylemi daha önceki hükümetlerden farklı değildi. Daha sonra bu
politika niçin ve nasıl değişti? Bunu aşağıdaki bölümlerde görece-
ğiz.(32)

Dikkat çekici nokta, belki de eski hasmane tavırlarını affettirrnek


düşüncesiyle Suriye'nin o tarihlerde Türkiye'yle PKK konusunda iş­
birliği yapmaya başlamasıydı. 2004 yılında Başbakan Erdoğan, Suriye
makamlarının yakaladığı 59 PKK'lı teröristi Türkiye'ye iade ettiği­
ni açıkladı.(33) Oysa o tarihe kadar ve ondan sonra Irak veya Kuzey
Irak'taki yerel yönetim, yakaladığı hiçbir teröristi Türkiye'ye iade et-
memişti. Irak konusu ne zaman meclis gündemine gelse, o ülkenin
kuzeyinde konuşlanan PKK terör örgütüyle mücadele de milletve-
killeri tarafından dile getiriliyordu. Komşu bir ülkeden gelen terö-
rist saldırıların önlenememesi, bazı ülkelerin veya Kuzey Irak'taki ba-
zı yerel yöneticilerin o bölgede PKK'yla mücadeleye açıkça karşı çık­
maları Türkiye'nin kabul edebileceği bir durum değildi. Dünyanın
başka bölgelerinde bunun örneği görülmemişti. Hem Irak hüküme-
ti hem de 2003 yılından beri orada güçlü bir askeri mevcudiyeti olan
Amerika Birleşik Devletleri ne PKK'yı Irak'tan tasfiye ediyor ne de
bunu Türkiye'nin yapmasına izin veriyordu. Meclis buna tepkiliydi.
İktidar bu tepkisini açıkça ifade edemese de muhalefet her fırsatta bu-
nu gündeme getiriyordu.
23 Aralık 2004 tarihindeki meclis toplantısında Milli Savunma Ba-
kanlığı bütçesi görüşülürken söz alan Şükrü Elekdağ tehlikeyi üç baş­
lıkta özetliyordu:

"Bugün Türkiye üç değişik kategoride tehditle karşılaşmaktadır.


Birincisi iç tehdittir. İkinci kategori tehdit kaynağını, Irak'ın iç çatış­
ma dinamiklerinin yaratacağı ve Türkiye'yi içine çekebilme potansi-
yeline sahip krizler oluşturmaktadır. Üçüncü kategori tehdidi ise II

(32) Mango, a.g.e., s. 77-78.


(33) Mango, a.g.e., s. 79.
78 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

Eylül terör saldırılarından sonra Islami köktenci terörün küresel bo-


yutta tırmanışı ve bu bağlamda gelişen asimetrik tehditler oluşturu­
yor."

lrak'taki gelişmeler Amerika'nın askeri müdahalesinden sonra da-


ha da kaygı verici bir duruma gelmişti. Irak'ın içeriden bölünme ris-
ki artıyordu. Etnik ve mezhepsel çekişmeler ön plana çıkmaya başla­
mıştı.

Bu arada Kerkük ve civarında yaşayan Irak Türklerinin durumu


giderek kaygı verici bir hal alıyordu. Kerkük'e ve Telafer'e çok sayı­
da saldırı düzenlenmişti. Kuzey Irak'taki Kürt yöneticilerin Türklerin
yaşadığı yerlerin demografik yapısını değiştirmek için çaba gösterdik-
leri biliniyordu. 2004 yılının Eylül ayında Amerikan hava kuvvetle-
ri çok sayıda Türkmen'in yaşadığı Telafer şehrin i bombardıman et-
ti. llan edilen amaç o bölgedeki teröristleri etkisiz kılmaktı. Ama sivil
halktan da çok sayıda insan hayatını kaybetti. Irak Türkmenlerinin li-
derlerinden Abdülhamit Bayatb çok sayıda Türkmen'in evlerini terk
etmek zorunda kaldığını açıkladı. Başka bir lider Şakir Hacıoğlu,
Türkmenlerin çok zor durumda kaldıklarını, birçok kadının ve çocu-
ğun öldüğünü söyledi. Türkmenler Türkiye'den daha aktifbir politi-
ka izlemesini bekliyorlardı.
Telafer'e yapılan hava saldırısından sonra ben de bir demeç vere-
rek hükümetin bu saldırıyı kınama cesaretini bile gösteremediğini ve
bölgedeki Türkmenlerin hak ve çıkarlarını savunamadığını söyledim.
Bu saldırıdan bir süre sonra, Ankara' daki Türkmen Kültür ve Işbirliği
Derneği Başkanı Mahmut Kasapoğlu Telafer'e yapılan saldırılardan
sonra bu şehirde yaşayan 30 bin Türkmen'in evlerini terk ettiğini
açıkladı. 2005 yılında yapılan Irak Geçici Ulusal Meclisi seçimlerinden
önce çeşitli mali ve diğer teşvik tedbirleriyle, Irak'ın başka yerlerinde
yaşayan Kürtlerin Kerkük'e göç ettirilmesi sağlandı. Türkiye'nin bu
konudaki uyarılarına karşı Barzani, "Türkiye'nin ve başka ülkelerin
söyledikleri bizi ilgilendirmiyor, onların sözleri bizi bağlamaz, tehdit-
ler işe yaramaz. Seçimler Kerkük halkının şehrin geleceği için ne iste-
diğini ortaya koyacaktır," diyordu. Kuzey Irak'taki Kürt liderler açık­
ça Kerkük'ün bir Kürt şehri olduğunu iddia ediyor ve o bölgeyi ken-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIST SALDıRıLAR 79

di alanlarına dahil etmeye çalışıyorlardı. Mesut Barzani şöyle diyor-


du: "Kerkük bir Kürt şehridir ve Kürt kimliğine sahiptir. Ne Türkiye
ne de başka bir ülke Kerkük veya başka bir Irak şehri hakkında söz
söyleme hakkına sahiptir. Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı Celal
Talabani de aynı doğrultuda konuşuyor ve "Kerkük Kürdistan'ın bir
şehridir," diyordu.
2005 yılının Ocak ayında yapılan seçimlerden sonra Türkmenler
Kerkük, Musul, Selahattin ve Erbil şehirlerinde hile yapıldığı­
nı söyleyerek şikayet ettiler. Ama bu şikayetlerden sonuç alınama­
dı. Başbakan Erdoğan'ın da seçimlere yeterince katılım gerçekleşti­
rilemediği için etnik dengesizlik ortaya çıktığı yolundaki eleştirile­
ri de sonuç vermedi.(34) Kuzey Irak'taki Kürt liderler, özellikle birinci
Amerikan harekatından sonra Türk yetkililere, "Amerika'nın bir gün
Irak'tan ayrılacağını biliyoruz. llerisi için tek güvenebileceğimiz ül-
ke Türkiye'dir, onun için Türkiye'nin menfaatlerine zarar verecek bir
adım atmayız," diyorlardı.
1990'lı yılların ortalarında Barzani ve Talabani'ye bağlı peşmer­
geler arasında silahlı çatışma çıkmış, bu çatışma Türkiye, Amerika
ve Ingiltere'nin eşbaşkanlığında Ankara'da yürütülen Ankara süre-
ci çerçevesinde önlenmiş, Barzani ve Talabani kuvvetlerinin arasında
Türkmenler yerleştirilmiş, böylece bölgede barış sağlanmıştı. Benim
de eşbaşkan olarak görev yaptığım bu süreç içinde hem Barzani, hem
de Talabani terör örgütü olarak ilan ettikleri PKK'ya karşı silahlı ça-
tışmaya girmişlerdi. Şimdi ne olmuştu da bu iki grup PKK'yla mü-
cadeleden vazgeçmişler ve geçmişte kendilerine yardımcı olan, hatta
diplomatik pasaport veren Türkiye'ye karşı böyle hasmane bir tutum
içine girebilmişlerdi. Her ne kadar son yıllarda bu üsluplarında nis-
pi bir yumuşama görülse de genel tutumlarında kayda değer bir deği­
şiklik yoktu. Barzani üst üste verdiği demeçlerle ilk fırsatta bağımsız
bir Kürt devleti ilan edeceğini açıklıyordu. Hatta 2012 yılının Haziran
ayında Brüksel'de bir "Kürdistan" temsilciliği açarak bayrağını dik-
mişti. Bu girişimlere karşı Türkiye'nin daha etkili ve sonuç alıcı bir
politika izlemesi gerekiyordu.

(34) Eligür, a.g.e.


80 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Kerkük, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgeydi. İsmet Paşa


Lozan' da bu bölgenin Türkiye topraklarına katılması için büyük çaba
göstermiş, ancak İngilizlerinin şiddetle direnmesi üzerine bu gerçek-
leştirilememişti. Türk heyetinin plebisit yapılması önerisine karşı çı­
kan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, "Kürtleri niçin size bıra­
kalım?" demişti. Kürtler İngiliz soyundan geliyormuş gibi ...
Milletler Cemiyeti ve Uluslararası Adalet Divanı'ndaki çeşitli si-
yasi ve hukuki manevraların sonucunda Lozan'da çözüme bağla­
namayan Irak sınırı meselesi, daha sonra 5 Haziran 1926 tarihin-
de Türkiye ile İngiltere arasında imzalanan bir anlaşmayla çözümle-
nebilmiş, Kerkük ve Musul Irak tarafında kalmıştı. Bütün bu ihtila-
fın kaynağında petrol yatıyordu. Kerkük ve civarında Irak'ın toplam
petrol rezervlerinin % 12'si bulunuyordu ve İngilizler bu petrol zen-
gini toprakları Türkiye'ye vermek istememiş, Türkiye'nin muhte-
mel bir askeri harekchını önlemek için de Güneydoğu Anadolu'daki
bazı Kürt ayaklanmalarını Ankara hükümetine karşı kışkırtmış­
lar ve desteklemişlerdi. Bu konuda görevlendirilen Binbaşı Noel'in
Sivas Kongresi'ni engellemek için neler yaptığı ve nasıl engellenerek
Suriye'ye kaçmak zorunda bırakıldığı Atatürk'ün Nııtuk'unda anla-
tılıyorYS)

Türk topraklarının dışında kalan Türkmenler o tarihlerden be-


ri ciddi sıkıntılar içinde yaşamışlardı. Amerika'nın son Irak harekatı
sırasında da Kürt liderler bu bölgeyi ele geçirmek için oraya Kürt
nüfus kaydırarak demografik üstünlük sağlamak istemişlerdi. Irak
Anayasası'nın 140. maddesinde bölgede nüfus sayımı yapılacağı ve
bölgenin kaderinin bu nüfus sayımının sonucuna göre belirleneceği
belirtildiği için Kürtler bir yandan Türkmenleri evlerinden kaçırmak,
bir yandan da evvelce Saddam Hüseyin zamanında bu bölgeden uzak-
laştırılan Kürtlerin evlerine geri döndükleri gibi iddialarla bir nüfus
hareketi başlatmışlardı. Gerçekten evvelce evlerinden uzaklaştırılan­
lar Kürtler olmuştu ama şimdi yapılan gerçek anlamda bir nüfus kay-
dırmasıydı ve işte Türkmenler de bu tertiplere karşı Türkiye'nin daha
etkili politika izlemesini istiyorlardı.

(35) Atatürk, M., Kemal, Nutuk, s. 1 ıs.


IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDIRILAR 81

Bu konuda Ankara'da Türkmen temsilcilerinin de katıldığı birçok


konferans ve toplantı düzenlenmişti. Biz de bu toplantılara katılarak
Türkmenlerin haklı taleplerine destek verdik.
Irak'taki gelişmeler gerçekten kaygı vericiydi. Amerikalı sena-
törler James A. Baker ve Lee H. Hamilton'un başkanlığında oluş­
turulan Irak İnceleme Grubu'nun 2006 yılında yayınladığı raporda
bu kaygılar dile getiriliyordu. Raporda Irak'ın bir mezhep kavgası­
na sürüklenebileceği, şiddet eylemlerinin artabileceği ve bir kaos or-
tamının oluşabileceği belirtilmekteydi. Raporda, 2006 sonuna ka-
dar 2900 Amerikan askerinin öldüğü, 21 bininin yaralandığı kayde-
dilmekte, savaşın o tarihe kadar Amerika'ya 400 milyar dolara mal
olduğu ifade edilmekteydi. Rapora göre Irak kendini yönetebilecek
durumda değildi. O raporun yazılmasından, Amerikan askerlerinin
Irak'tan çekildiği 2011 yılinın sonuna kadar bu sayılarda büyük ar-
tış oldu. Yolsuzluk had safhadaydı ve her gün 150-200 bin varil pet-
rol çalınıyordu. Türkiye'nin Kuzey Irak'taki yerel yönetimin bağım­
sızlığını ilan etmesini engellemek için asker göndermesinden kaygı
duyuluyordu. Türklerin gerek Amerika'nın, gerek Irak'ın PKK'yla
mücadelede etkisiz kalmalarına tepki gösterdikleri de raporda vur-
gulanıyordu. Amerika gelişmelere yön verme yeteneğini kaybetmek-
teydi. Zaman aleyhte işlemekteydiY6) Raporda Amerikan hüküme-
tine yönelik 79 öneri yer alıyordu. Türkiye'yi yakından ilgilendiren
PKK terörüyle ilgili sayılabilecek sadece, komşu ülkelerin (bu arada
Türkiye'nin) Irak'a askeri operasyon yapmalarının önlenmesi, sınır­
ların korunması için ortak devriyeler çıkartılması ve terörle mücade-
lede daha iyi istihbarat toplanabilmesi için CIA'in Irak'taki faaliyetle-
rinin güçlendirilmesi önerileri yer alıyordu. PKK'nın Kuzey Irak'tan
tamamen tasfiyesi, PKK'lı teröristlerin yakalanıp Türkiye'ye iadesi
gibi önerilere raporda yer verilmiyordu. Bu inceleme grubunun üye-
lerinden biri de, daha sonra CIA başkanlığına ve sonra da Savunma
Bakanlığı'na getirilecek olan Leon E. Panetta'ydı. Anlaşılıyor ki, ha-
zırlandığı sırada çok ses getiren bu rapor, Amerikan yönetimi için bir
yol haritası olma özelliğini taşımışt!.

(36) The Iraq Study Group Report, Vintage Books, New York, 2006, s. IX, 23, 30.-33.

UKD6
82 UÇURUM KENARINDA DIŞ pOLİTIKA

Gerek bu rapor, gerekse Amerikalı yetkililerin verdikleri demeçler,


Kuzey Irak'ın PKK ve PJAK teröründen tamamen tasfiyesi konusun-
da Amerika'nın istekli olmadığını gösteriyordu.
2005 yılından itibaren ana muhalefet partisinin sözcüleri, ABD' nin,
Türkiye'ye PKK ile müzakereye girmesi yolunda telkinlerde bulun-
duğu yolunda bilgiler bulunduğunu açıklıyorlardı. O sıralarda hükü-
met ise bu yoldaki iddiaları yalanlıyordu. Zaman içindeki gelişme­
ler bu tahminlerin, duyumların ve değerlendirmelerin ne kadar isa-
betli olduğunu ortaya koydu. Türkiye'ye önerilen yöntem, teröristler
Türkiye'ye saldırırken ve can almaya devam ederken onlarla masaya
oturmaktı. Amerika El Kaide'yle masaya oturmayı düşünebilir miy-
di? Kendilerinin yapmayı akıllarından geçirmediklerini Türkiye'ye na-
sıl önerebilirlerdi?
Ortadoğu sorununun en kritik günlerinde Yaser Arafat öldü.ıı
Kasım 2004'te düzenlenen cenaze törenine Başbakan Erdoğan ile o
dönemde ana muhalefet lideri olan Deniz Baykal birlikte katıldılar. O
vesileyle hem Ortadoğu, Filistin sorunu hem de Türkiye'nin AB'yle
ilişkileri ele alındı. O tarihlerde iktidar ile muhalefet arasında böy-
le medeni konuşmalar yapılabiliyordu. Öfke henüz bir siyaset üslubu
olarak ortaya çıkmamıştı.
Irak sorunu ve Filistin'deki gelişmeler, daha sonra Sosyalist Enter-
nasyonal'in Güney Afrika'nın Johannesburg kentinde yapılan toplan-
tısında da ele alındı. Baykal partisinin görüşlerini orada da dile getir-
di.
Arafat'ın ölümünden sonra yeni bir lider arayışı başlamıştı. Yeni
lider nasılolmalıydı? Filistinliler Arap ülkeleri arasında siyasi tecrü-
besi en yüksek olan, demokrasiye en yakın topluluklardandı. Laiklik
düşüncesi, Filistinlilerin geniş bir kesiminde yeşeriyordu. Şimdi en
önemli konu Arafat'ın yerine kimin lider olacağı ve onun nasıl politi-
kalar izleyeceğiydi. CHP olarak beklentimiz, yeni liderin şiddet ve te-
röre açıkça karşı çıkan, terörü bir siyaset vasıtası yapmaktan uzak du-
ran bir yaklaşımı benimsemesiydi.
Türkiye' de ise terör ile ülkedeki bazı siyasi yapılanmalar iç içe gir-
miş gibi gözüküyordu. Şiddet yoluyla bazı beklentilerin topluma ka-
bul ettirilmesine çalışılıyordu. Bazıları terörün önlenmesi için bir af
lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRİsT SALDıRıLAR 83

çıkartılmasını savunuyorlardı. Ana muhalefet partisi bu görüşe kar-


şıydı. Diğer ülkelerdeki tecrübelerin gösterdiği gibi terör kesinlikle
sona ermeden 'af terörü azaltmaz, arttırır' görüşünü savunuyordu.
19 Eylül 2005 günkü grup toplantısında Baykal şunları söylüyordu:

"Terör, soğukkanlı, bilinçli bir biçimde, belli bir siyaset projesine


ulaşmak üzere uygulanmaktadır.
"Bu siyaset projesi, Türkiye'nin anayasal rejimini, millet tanımı­
nı değiştirmek, devlet yapısını değiştirmek üzere uygulanan bir siya-
set yöntemi haline gelmiştir. Toplumu, halkı, o siyaset projesine tes-
lim olmaya yavaş yavaş çekmek için bilinçli olarak uygulanmaktadır.
Şu anda mesela, terörün günlük hedefi af çıkarılmasıdır.
"Af talep edenler Türkiye'de ayrılıkçı bir şiddete dayalı siyaset
yapma anlayışını bırakacaklarını ifade ediyorlar mı, hayır. Af, bir an-
lamda, şiddet yoluyla ayrılıkçı bir mücadele vermenin aklanması tale-
bidir. Efendim, dış çevreler Türkiye'yi engellemek için bunu yapıyor­
lar; evet, öyle, daima öyle, Şeyh Sait isyanından beri öyle ama sadece
dış çevreler önlemek istiyor diyerek bu konuyu tüm karmaşıklığıyla
ortaya koymak mümkün değiL.
"Bu olayı halk planına çekme, toplumu, vatandaşı terör çatışma­
sının bir tarafı haline dönüştürme girişimi mutlaka bertaraf edilmeli-
dir, vatandaş bu işin dışına çekilmelidir."

Türkiye'nin birinci sorunu vatandaşlarının can güvenliğinin sağ­


lanmasıydı. Bunu göz ardı etmek mümkün değildi. Teröristlerle mü-
zakere etmenin ne kadar olumsuz sonuçlar verdiği uluslararası alan-
da yaşanan tecrübelerle de kanıtlanmıştı. Basına yansıyan bilgilerden
İspanyol hükümeti ile İspanyol teröristlerinin Türkiye'de buluştukla­
rı öğrenilmişti. Türkiye'de İspanyol hükümetiyle müzakereler yapan
bu teröristler birkaç gün sonra Madrid Barajas Havaalanı'nda bom-
baları patlatıp insanları öldürmüş, bunun üzerine İspanyol hüküme-
ti müzakerelere son vermişti. Peki, Türkiye, topraklarında İspanyol
teröristleriyle müzakere yapılmasına nasıl izin vermişti? Türkiye bu
yöntemi benimsediğine göre, acaba kendisi de başka bir ülkede terö-
ristlerle müzakere etmeyi düşün ür müydü?
84 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

Anlaşılan düşünülmüştü ve o ülkeler Türkiye'nin Oslo'da terör


örgütüyle müzakerelerde bulunması için çağrı yapmışlardı Çağınlan
her yere gitmek doğru değildi. Bu davet bizim ilkelerimize uygun de-
ğilse, hemen reddedilmesi gereken bir durumdu. Ama Türkiye bu
çağrıyı kabul etmişti. tıkelerin bir kenara bırakıldığı bir dönemden
geçiliyordu.
Muhalefet terör örgütüyle müzakerelere hazırlanıldığının işaret­
lerini alıyor ve bu konudaki görüş ve eleştirilerini dile getiriyordu.
Iktidar ve basının bir bölümü muhalefetin bu konuları iç politika
kaygılarıyla dile getirdiğini düşünüyordu. Oysa bu hassas konuları iç
politikaya karıştıran başkaları vardı. Başbakan, Amerika'ya yaptığı bir
ziyaret sırasında Cumhuriyet Halk Partisi'ni şikayet ediyor, soru so-
ran gazetecilere, "Amerikalılar Cumhuriyet Halk Partisi'ni hiç beğen­
miyorlar," diyordu.
Başbakan pek de haksız sayılmazdı. Daha sonra basına sızan ba-
zı belgeler bunda doğruluk payı olduğunu kanıtlıyordu. Ülkesinin çı­
karlarını kararlılıkla koruyanlar yabancılar tarafından pek beğenil­
mezdi. Onlara pişmiş aşa su katanlar gözüyle bakılırdı. CHP pişiril­
mekte olan pek çok aşa su katmış ve Türkiye'nin tehlikeli yollara gir-
mesini önlemişti.
Örneğin Amerikan Kongresi'nin bir kararı vardı. "Türkiye Ku-
zey Irak'a asker gönderirse her türlü yardımı keserim," diyordu.
Muhalefet bu kararı eleştirmeyecek miydi? Sınır güvenliği söz konusu
olduğunda "Acaba başka ülkeler ne der," diye kaygıya kapılmak doğ­
ru olur muydu? Uluslararası ilişkilerde başarının ölçüsü yabancı ül-
keler tarafından beğenilmek değildi. Örneğin ısmet Paşa'yı Lozan'da
hiç kimse beğenmemişti. Onu hep eleştirmişlerdi. Çünkü o yabancı­
ların dümen suyundan gitmiyor, Türkiye'nin menfaatlerini kararlı­
lıkla koruyordu. Ona daha çok çetin ceviz derlerdi. Yabancılar sizin
için bu deyimi kullanıyorsa, bu, doğru yolda olduğunuzun bir işare­
ti sayılabilirdi.
Terörizm yüzünden 35 bini aşkın insanımız ölmüştü. 6 belediye
başkanı, 21 gazeteci, 62 köy muhtarı, 117 öğretmen, 27 imam öldü-
rülmüştü. Bu acı gerçekler ortadayken "Acaba başka ülkeler ne der,"
diye sınırlarımızı korumaktan vazgeçebilir miydik?
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDIRILAR 85

Başbakan 26 Temmuz 2006 tarihinde, "NATO gelsin, bu işi yap-


sın," demişti. Türkiye, acaba böyle bir öneride bulunmadan önce
NATO ülkeleriyle görüşmüş müydü? Bizi destekleyeceğini söyleyen
olmuş muydu? NATO'nun en büyük ülkesinin ordusu tek bir teröristi
yakalayıp Türkiye'ye teslim etmemişken bu görevi Belçika, Portekiz,
Lüksemburg gibi NATO ülkelerinden mi bekleyecektik? Dışişleri
Bakanı, "Bizi kızdırmasınlar, Kuzey Irak'a verdiğimiz elektriği, mazo-
tu keseriz," diyordu. Acaba hükümeti kızdırmak için daha ne kadar
şehit vermemiz gerekiyordu?
29 Eylül 2006 tarihinde bu konularda mecliste bir konuşma yapa-
rak şunları söyledim:

"Birleşmiş Milletler'in 18 Aralık 2007 tarihli ve 1790 sayılı kara-


rında 'bütün ülkelerin, yurtdışından Irak'a, Irak'tan başka ülkelere,
komşu ülkelere terörist faaliyetlerin yansımasını, sızmasını önleme
yükümlülüğünde olduğu belirtiliyor.
"Irak hükümeti bunu yapamıyor. Amerika da yapmıyor. Bunu
yapma görevi Türkiye'ye düşüyor. Siz bu amaçla bu meclisten yetki
aldınız. Ama bu yetkiyi kullanamadınız.
"Sınırı koruyamıyorsunuz. Türk tarafından koruyun diyorlar.
Koruyamazsınız çünkü Türk tarafından bu sınır 3 bin metre yüksek-
liğindeki dağlardan geçiyor. Mecbursunuz Irak tarafındaki yamaçlar-
dan korumaya.
"Sınırın güvenliğini korumak ve oradaki teröristlerle mücadele
için asker bulundurmamız lazım.
"Bakın, bu hükümetten önceki bütün hükümetler bunu yapıyor­
du. nk defa bu hükümet zamanında yapılmıyor. Kuzey Irak'ta Türk
askeri olsaydı, emin olunuz, hiç kimse bizim askerlerimizin başına
çuval geçirmeye, hiç kimse Kerkük'e insan kaydırmaya cesaret ede-
mezdi.
"Biz, orada yaşayan hiç kimseye karşı değiliz, Kürtler de bizim
kardeşimiz, Türkmenler de kardeşimiz, Asuriler de, Araplar da, Şiiler
de, Sünniler de. Hem kendimizi koruyacağız hem de baskı altında
olanlara destek vereceğiz. Bir Şii kuşağı oluşuyor: İran, Irak'taki Şii
çoğunluk, Suriye' deki Şii yönetim, Lübnan' daki Şii Hizbullah. Yani,
86 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

bir taraftan İran 'dan Akdeniz'e kadar, bir taraftan İran 'dan Basra
Körfezi'ne kadar. Türkiye'nin bütün bunları düşünmesi lazım."

Komşu bir ülkeden gelen terörist saldırıların önlenememesi, ba-


zı ülkelerin veya Kuzey Irak'taki bazı yerel yöneticilerin o bölgede
PKK'yla mücadeleye açıkça karşı çıkmaları Türkiye'nin kabul edebi-
leceği bir durum olmamalıydı. Dünyanın başka bölgelerinde bunun
örneği görülmemişti. Hem Irak hükümeti hem de 2003 yılından beri
orada güçlü bir askeri mevcudiyeti olan Amerika Birleşik Devletleri
ne PKK'yı Irak'tan tasfiye ediyorlar ne de bunu Türkiye'nin yap-
masına izin veriyorlardı. Meclis buna tepkiliydi. İktidar bu tepkisi-
ni açıkça ifade edemese de muhalefet her fırsatta bunu gündeme ge-
tiriyordu.
Avrupa Birliği terörle mücadele konusunda bir ortak tutum bel-
gesi kabul etmişti. Bu belgede, terörle mücadele için neler yapılacağı
yazılıydı, altında da terör örgütlerinin listesi vardı. Bu listenin 17. sı­
rasında Hamas, 23. sırada da PKK yer alıyordu. 6 Şubat 2006 tarihin-
de Avrupa Birliği dönem başkanı Avusturya hükümeti adına yapılan
açıklamada şöyle denmişti: "Hırvatistan, Makedonya, Arnavutluk ve
Türkiye, bizim bu 29 Kasım tarihli terörle mücadele ortak tutum bel-
gemizi aynen kabul etmişlerdir ve milli mevzuatlarını da buna uydur-
mak için taahhütte bulunmuşlardır." Yani Türkiye bu listedeki örgüt-
lerin terör örgütü olduklarını kabul etmişti. Hamas niçin AB tarafın­
dan bir terör örgütü olarak kabul edilmişti? Çünkü bu örgüt, 1988 yı­
lında kurulurken kabul ettiği temel yasasında, açıkça, şiddete başvu­
ran Müslüman Kardeşler örgütünün devamı olduğunu belirtiyor, şid­
det kullanarak İsrail'i haritadan sileceğini söylüyor, müzakere yönte-
mini reddediyordu. Türkiye ise resmen terör örgütü olarak kabul et-
tiği Hamas'ın siyasi lideri Halid Meşal ile Dışişleri Bakanı düzeyinde
2006 yılının Şubat ayında Ankara'da görüşmeler yapıyordu. Bu gö-
rüşmeden sonra, iktidar partisi mensupları, muhalefetin eleştirilerini
cevaplandırırken, "Buraya kabul etmeseydik İran'a gidecekti. Hiç de-
ğilse İran'a gitmesini önledik!" diyorlardı.
Oysa Meşal, Ankara'ya gelmeden birkaç gün önce, 28 Ocak ta-
rihinde Şam'da, İran cumhurbaşkanıyla konuşmuştu; yani Türkiye,
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIST SALDıRıLAR 87

onun İran'la görüşmesini engellemiş değildi. Ankara'dan ayrıldık­


tan iki gün sonra da Tahran'a gitmiş ve orada, şiddet yoluna başvur­
maya devam edeceğini dünyaya ilan etmişti. Yalnız Avrupalılar değil,
Mısır cumhurbaşkanı bile bu örgütle görüşmeyi reddetmişti. Türkiye
ise AB'ye verdiği taahhüde rağmen, terör örgütleri listesinde yer alan
bu örgütle Dışişleri Bakanı düzeyinde görüşmekte bir sakınca görme-
mişti. Terörle mücadelede tutarlı olmak lazımdı.
2007 yılının başına gelindiğinde Irak'taki gelişmeler, gerçekten ar-
tık bütün ölçüleri aşan bir vahamet kazanmıştı. Kuzey Irak'ı ziyaret
eden ve orada Barzani ve yerel yönetimin üst düzey yetkilileriyle gö-
rüşen ABD Dışişleri Bakan Yardımcılarından Richard Holhrook, daha
sonra bana, orada Tayvan gibi, adı konulmamış bir devletin oluştu­
rulmakta olduğunu ve Barzani'nin PKK'yla mücadele etmeye niyet-
li olmadığını söylemişti. Holbrook bu izlenimlerini, Washington Post
gazetesine yazdığı bir makalede de açıkladı. Bu makalede Holbrook
özetle şu görüşleri dile getiriyorduY 7l

• Türkiye ile Kuzey Irak'taki Kürtler arasında bir yakınlaşma ge-


reklidir. Bu ancak ABD'nin güçlü teşvikiyle sağlanabilir.
• Belki Erbil bağımsız Kürdistan'ın başkenti olabilir.
• Belki de bu bölge Türkler ile Kürtler arasındaki yeni bir sava-
şın alanı olabilir.
• 2005 yılında yapılan bir referandumda Kuzey Irak'taki 4 mil-
yon Kürt'ün % 98'i Irak'ın bir parçası olmak istemediğini or-
taya koydu.
• Kuzey Irak'ta Irak bayrağının çekilmesi yasaktır. Sadece "Kür-
distan" bayrağı çekilebiliyor.
• Kürtler Amerikan birliklerine destek olmak için bazı seçkin bir-
liklerini güneye gönderdiler.
• Türkler Kuzey Irak'ta Kürtlerin bağımsızlığına karşı çıkıyorlar,
çünkü bunun kendi ülkelerindeki ayrılıkçı Kürt hareketlerini
teşvik edeceğine inanıyorlar.

(37) Holbrook, Ricard, Opportunities for Turks and Kurds, Was!ıington Post, Feb-
ruary 12, 2007.
88 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

• Türk askerlerinin Irak'taki bazı PKK üslerine karşı sınırlı bir


harekatta bulunacaklarını ihtimal dışı saymıyorum.
• Orgeneral Rolston'ın, özel temsilci olarak yaptığı müdahaleler
Türkiye'nin Irak'a bir saldırı düzenlemesini engelledi. Petrol ya-
taklarının ortasındaki çok etnisiteli Kerkük bölgesi "Kürdistan"
sınırlarının dışında kalıyor. Yeni anayasa Kerkük'ün bu bölge-
ye dahil edilip edilmeyeceği konusunda referandum yapılması­
nı öngörüyor.

• Türkiye bunu kabul etmeyeceğini açıkladı. Rolston'un görev


alanı Kerkük'ü kapsamıyor.
• "Kürdistan", Türkiye ile kargaşa içindeki güneyarasında bir
tampon bölge olabilir.
• Türkiye aynı zamanda, teknik olarak Irak topraklarında kala-
cak "Kürdistan"ı himayesine alabilir.
• Türkiye'nin Kuzey Irak'ta büyük ekonomik çıkarları var. Halen
300 Türk şirketi Kuzey Irak'ta çalışıyor.
• Barzani PKK'yı denetim altına almalı ve Türkiye'nin içişlerine
karışmamalıdır.

Amerikan Dışişlerinde çok etkili görevler yapan, Bosna krizine


siyasi çözüm bulunmasına Dayton Antlaşmalarını hazırlayarak ön-
cülük eden, benimle aynı zamanda Bonn'da büyükelçilik yaparken
yakından tanıdığım Richard Holbrook'un bu tespitleri ve görüşleri
Amerika'nın Kuzey Irak'a yönelik politikasının anlaşılması açısından
bazı ipuçları veriyor. Bu ipuçları Türkiye açısından rahatsızlık ve kay-
gı verici nitelikte de olsa ...
Irak'ta 2006 yılı sonuna doğru her gün, ölenlerin ortalama sayısı
94 kişiye ulaşmıştı. Öte yandan dünyanın en büyük ikinci büyük pet-
rol üreticisi olan Irak'ta kişi başına milli gelir 600 doların altına düş­
müştü. Irak Türkiye'den elektrik ve mazot ithal ediyordu. Can gü-
venliği kalmamıştı.
150 bin civarında Amerikan askeri, güvenliği sağlamaya yetmiyor-
du. Türk hükümeti ile Amerika arasında birçok konuda görüş ayrılığı
vardı. Amerika "Iran'a askeri müdahale yapabilirim," diyor, biz kar-
şı çıkıyorduk. Ebu Gureyb Hapishanesi'nde, Guantanamo'da bulu-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDIRILAR 89

nanıara yapılan insanlık dışı muameleler hakkında Türkiye'nin tep-


kileri belliydi. Amerika Lübnan'da Hizbullah'ı terör örgütü sayıyor,
Türk hükümeti saymıyordu; Amerika Güney Kıbrıs'ı bütün Kıbrıs'ın
meşru hükümeti sayıyor, Türkiye haklı olarak saymıyordu. Bütün bu
farklılıklar ortadayken, Türkiye ile Amerika'nın stratejik ortaklıktan
söz etmeleri inandırıcı olmuyordu.
Aslında müttefik ülkeler arasında bile bazı konularda görüş fark-
ları olması doğaldı. Doğalolmayan, bu kadar fazla görüş ayrılığı var-
ken stratejik ortaklıktan bahsetmekti. Amerika'nın gerçek anlam-
da stratejik ortakları İngiltere ile İsrail' di. Bunun dışındaki ülkeler-
le Amerika'nın stratejik ortak olduğunu söylemek en azından abartı­
lı bir değerlendirme olurdu.
Amerika'nın PKK'yı Kuzey Irak'tan tasfiye etmek için bir ope-
rasyon yapmayacağı, Türkiye'nin de silahlı kuvvetlerini kullanarak
bir operasyon yapmasına sıcak bakmadığı belli olmuştu. Öyle an-
laşılıyordu ki, Amerika'nın kendi stratejik çıkarları öyle operasyon-
lar yapılmasına izin vermiyordu. Bu bölgedeki tek NATO müttefiki
Türkiye'nin hayati çıkarlarına zarar verse de ...
Barzani ve Talabani PKK'nın tasfiyesine karşı çıkıyor, PKK'yla mü-
cadeleye ve PKK'lıların yakalanıp Türkiye'ye iadesine hiç yanaşmıyor,
Türkiye'nin operasyon ihtimaline karşı çok sert demeçler veriyorlar-
dı. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, aynı Barzani ve Talabani, 1990'lı
yılların ortalarında, benim eşbaşkanlık yaptığım Ankara süreci sıra­
sında PKK'yı bir terör örgütü olarak ilan etmiş ve bu örgütle fiilen
çatışmaya girmişlerdi. Şimdi ne olmuştu, ne değişmişti? Öyle anlaşı­
lıyor ki, 1997 yılının sonunda Ankara süreci bitip de Amerikalıların
bu Kürt heyetleriyle müzakereleri Vaşington'a kaydırılınca yeni bir
durum otaya çıkmış, yeni değerlendirmeler yapılmış ve Barzani ile
Talabani artık PKK'yla mücadeleden vazgeçmişlerdi. O tarihten son-
ra da bu tutumlarını değiştirmediler. Barzani PKK'yı bir terör örgü-
tü olarak nitelemek için bile bazı şartların oluşması gerektiğini söy-
lüyordu. Türkiye'nin Kuzey Irak'ta güç kullanması ihtimaline kar-
şı, "Olası bir sınır ötesi harekatı ve bize karşı bir saldırı yapılırsa biz
de meşru müdafaa hakkımızı kullanacağız," diyordu. Irak devlet baş­
kanlığına seçilen Talabani'nin sözleriyse şöyleydi: "PKK'yı siyasi bir
90 UÇURUM KENARINDA DIŞ POL1TIKA

parti olarak kalıp, şiddeti durdurmaya çağırıyoruz. Türkiye bizden


PKK yetkililerini istiyor. Kürt yetkililerin yakalanması ve teslim edil-
mesi gerçekleşmeyecek bir rüyadır. Biz değil bir Kürt'ü, bir Kürt kedi-
sini bile teslim edemeyiz."(3R)
Barzani, o tarihlerde Türkiye'ye karşı söylemlerinde Talabani'nin
bir adım ilerisindeydi. 2007 yılının Mayıs ayının başlarında, "Türkiye
Kuzey Irak'a askeri müdahale yaparsa biz de Diyarbakır'ı karıştırırız,"
demişti. Bu söz açıkça Türkiye'ye meydan okumaydı. PKK'ya destek
vererek Türkiye'de iç karışıklıklar çıkarma tehdidiydi. Barzani ayrı­
ca, "Kürt devleti 10- 15 yıl içinde kurulur," diyordu. Bu, Türkiye'nin
o tarihlerde savunduğu kırmızı çizgilerin hiçe sayılması anlamına ge-
liyordu.
LO Nisan 2007 tarihinde başbakan bu sözlere sert tepki verdi: "Bar-
zani burada ne yazık ki yine haddine tecavüz etmiştir, haddi aşmış­
tır," dedikten sonra, "Sözlerinin altında ezilirsin" ifadelerini kullan-
dı. Başbakan Talabani'ye cevap verirken de şöyle dedi: "Şunu tavsiye
ederim, altından kalkamayacakları sözler söylemesinler. Yerlerini, ko-
numlarını çok iyi tespit etmeleri gerekir. Sonra bu sözlerin altında ezi-
lirler. Türkiye'yle sınırdaş olan bir Kuzey Irak, şu anda attığı bu adım­
larla çok ciddi yanlışlar yaptı ve bunun bedeli onlar için çok ağır olur."
O sıralarda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Abdullah Gül de
Amerikan Dışişleri Bakanı Condolezza Rice'ı arayarak Amerika'nın
Barzani'yi uyarmasını istedi. Gül şöyle dedi: "Barzani'nin açıklamala­
rı Ankara'yı rahatsız etmek amaçlı, provokatif ve kabul edilemez nite-
liktedir. Bu açıklamalar, ABD hükümetinin de bağlı olduğunu defalar-
ca tekrarladığı Irak'ın toprak bütünlüğünü tehdit eder bir nitelik ta-
şımakla kalmıyor, aynı zamanda, Irak'ın komşuları olan Türkiye'nin,
lran'ın ve Suriye'nin de toprak bütünlüğünü tehdit ediyor. Bu ülke-
lerin ve bizim, toprak bütünlüğümüzü koruma hakkımız olduğunu
takdir edersiniz ... "

Barzani'ye sert tepki gösteren hükümet, Irak'ın Ankara Büyükelçisi


Sabah Ümran'ı Dışişleri Bakanlığı'na çağırarak PKK'yla mücadele

(38) Hürriyet, 22 Ekim 2007.


lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 91

konusunda sert bir nota verdi. Basında yer alan haberlere göre nota-
da, tüm uyarılara rağmen PKK'nın Irak'taki faaliyetlerinin müsama-
ha gördüğü belirtilmekte ve Türkiye'nin uyarılarına rağmen Bağdat
hükümetinin PKK'ya karşı gerekli önlemleri almadığı vurgulanmak-
taydı.
Artık Kuzey Irak'taki yerel yönetimin PKK'ya karşı harekete
geçmeyeceği belliydi. Erdoğan'ın ve Gül'ün sözlerinin ve Dışişleri
Bakanlığı notasının devamı, Türkiye'nin etkili bir kara operasyonu
yaparak Kuzey Irak'tan PKK'yı tasfiye etmekteki kararlılığını ortaya
koymasıydı. ışte bu hareket bir türlü gerçekleşmedi ve gerçekleştiği
zaman da kesin sonuç alınamadan kısa sürede tamamlandı.
Barzani ve Talabani Türkiye'ye karşı bu kadar açıkça tavır alma
gücünü, cesaretini nereden alıyorlardı? Amerika'nın desteğine gü-
vendikleri açıktı. Ama bunun yanında başka destekleri de vardı. 28
Haziran 2007 tarihinde Sosyalist Enternasyonal'in konsey toplantı­
sı Cenevre'de yapılıyordu. Bu toplantıya Barzani ve Talabani de ka-
tıldılar. O tarihe kadar bu örgütün genel başkan yardımcılığını yapan
Deniz BaykaL, yaptığı konuşmada, Irak yönetiminin PKK'yla müca-
dele etmekten kaçınan tavırlarını kuvvetli ifadelerle şöyle eleştirdi:

"Irak'taki durum giderek vahim bir hal alıyor. ıÇ istikrar, demok-


rasi ve ekonomik kalkınma umutları zayıflıyor. Koalisyon güçleri ta-
rafından yerleştirilen yönetim modeli Irak halkının asgari güvenlik
ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzaktır. Bağdat sokaklarında güven-
liğin sağlanamaması Irak'ın başka yerlerindeki terörist faaliyetler-
le mücadele edilememesini haklı çıkarmaz. Irak'ın kuzeyinde terör-
le mücadelede yetersizliğin sonucunda sadece geçen ay Türkiye' de SO
kurban verdik.
"Başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere, uluslararası toplumun
Irak'a terörist sızmaların önlenmesi yolundaki çağrılarına rağmen
şiddet eylemleri giderek artmaktadır. Irak ayrıca, komşu ülkelere te-
rörizm ihraç eden bir ülke haline gelmiştir. Kuzey Irak PKK terör ör-
gütünün merkezi ve üssü durumundadır. Bu merkezden Türkiye'ye
teröristler, silahlar ve patlayıcılar gönderilmektedir.
"Kuzey Irak'taki durumun muhtemelen dünyada başka bir örne-
92 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

ği yoktur. Bir terörist grubun bulunduğu her ülkede bu teröristler-


le mücadele etmekle görevli bir güvenlik gücü vardır ve hiçbir hükü-
met topraklarında bir terör örgütü bulunmasına müsamaha etmez.
Bunun tek istisnası Kuzey Irak'tır. Orada yaklaşık 3500 terörist ko-
nuşlandırılmış bulunuyor. Bunlar orada eğitim alıyor ve Türkiye'deki
hedeflere saldırı hazırlığı yapıyorlar. Irak'taki hiçbir güvenlik gücü
bunları durdurmak, etkisiz kılmak ve bertaraf etmekle görevli değil­
dir. Irak hükümeti topraklarındaki teröristlerle mücadele etmek ve
onların komşu ülkelere saldırıda bulunmasını önlemekle yükümlü-
dür. Özellikle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1373 sayılı ka-
rarı terörizme karşı uluslararası işbirliğini öngörüyor. Bütün ülkele-
rin terörizmin finansmanının önlemesi için çalışmasını öngörüyor.
Bütün ülkeler topraklarında terörist faaliyetleri finanse eden, plan-
layan, destekleyen ve terör eylemlerinde bulunan örgütlere güvenilir
bir liman olmamak zorundadır. Terörizmi destekleyenler adalete tes-
lim edilmelidir. Birleşmiş Milletler aynı zamanda teröristlerin hare-
ketlerini engellemek için etkili sınır kontrolleri yapılmasını da öngö-
rüyor. 2005 yılının Eylül ayındaki BM genel kurulunda da ülkeler, te-
rörist faaliyetlerin önlenmesi için 1624 sayılı kararı kabul ettiler.
"Irak Anayasası da Irak hükümetinin topraklarında terörizmle
mücadelesini amir bulunuyor. Bizim izlenimimiz Irak hükümetinin
PKK gibi terör örgütlerini meşrulaştırmak ve onları Irak'ın komşula­
rının güvenliğini tehdit eden terör örgütü muamelesi yapmaktan ka-
çınmak niyetinde olduğu yolundadır.
"Birkaç yıl önce Suriye'de de benzeri bir durum vardı. Biz karar-
lı bir tutum sergileyerek Suriye makamlarının PKK liderini toprak-
larından çıkarmaya zorladık. Maalesef Amerika'nın müdahalesinden
sonra Kuzey Irak PKK teröristleri için güvenilir bir bölge olmuştur.
Irak hükümeti uluslararası toplum tarafından PKK konusundaki tu-
tumunu değiştirmeye davet edilmelidir. Irak hükümetinin yanı sıra
ABD gibi Irak'ta kuvvet bulunduran ülkelerin de bu konuda oyna-
ması gereken önemli bir rol vardır. Amerikan hükümeti ve Avrupa
Birliği PKK'yı terörist örgüt olarak ilan etmişlerdir. Amerika PKK'nın
Irak topraklarından uzaklaştırılması gerektiğini resmen kabul etmiş­
tir. Amerika'nın Irak'ta yaklaşık 150 bin askeri vardır ama Amerika
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIST SALDıRıLAR 93

şimdiye kadar etkili bir eylemde bulunmamıştır. Türk ve Amerikan


hükümetleri arasında da bu alanda etkili bir işbirliği yapılmamıştır.
"Hepinizi bu konuda Irak'ı ve diğer ilgili ülkeleri uyarmaya ve
PKK'yla mücadelede Türkiye'yle işbirliği yapmaya davet ediyorum."

Ülkenin güvenlik çıkarları söz konusu olduğunda ana muhalefet


partisine düşen, üye olduğu bir örgüte hoş görünmek değil, Türkiye'ye
haksızlık yapanlara hak ettikleri cevabı vermekti. Kuzey Iraklı liderler
Barzani ve Talabani bu konuşmadan pek hoşlanmadılar. Hatta top-
lantıyı terk ettiler. Zira teröre hoşgörü gösteren politikaları herkesin
önünde ortaya konulmuştu. Belki Sosyalist Enternasyonal'in PKK ör-
gütüne hoşgörü gösteren bazı Avrupalı üyeleri de gerçeklerin bu ka-
dar açık ve çarpıcı bir dille anlatılmasından rahatsızlık duymuş ola-
bilirlerdi. Ama CHP olarak herkesi kollamak, hiç kimseyi incitme-
rnek düşüncesiyle hareket ederek, ülkemizin karşı karşıya bulunduğu
bu ciddi durumu bütün açıklığıyla ortaya koymamış olsaydık, nab-
za göre şerbet vermek yolunu seçseydik, görevimizi yapmamış olur-
duk. Keşke hükümet üyeleri de katıldıkları uluslararası toplantılarda
bu gerçekleri aynı açıklıkla dile getirebilmiş olsalardı. O zaman belki
her şey daha başka olabilirdi ve bu terör felaketinden kurtulmak da-
ha kolayolabilirdi.
Sosyalist Enternasyonal genel kurullarında genel başkan yardım­
cılıkIarında nöbet değişimi yapılması olağandı. Boşalan yerlere başka
bir ülkenin partisinin liderlerinin seçilmesi bekleniyordu. Öyle de ol-
du. Ancak biryıl sonra, 30 Haziran 2008'de Sosyalist Enternasyonal'in
Atina'da yapılan genel kurul toplantısında başkan yardımcılıkların­
dan birine Celal Talabani seçildi. O tarihlerde PKK'nın Türkiye'ye
yönelik terörist saldırılarına engel olmayan, hatta Türkiye'yi inciti-
ci bir dille eleştiren Talabani'nin bu göreve getirilmesi rahatsızlık ya-
rattı. CHP bu olumsuz gelişmeleri önceden tahmin ederek Sosyalist
Enternasyonal Başkanı George Papandreu'nun ısrarlı davetlerine rağ­
men Atina' daki genel kurul toplantısına katılmadı.
Suriye, Öcalan'ı topraklarından çıkarttıktan sonra 20 Ekim
1998'de Türkiye'yle imzaladığı Adana Protokolü'yle Türkiye'nin te-
rörle mücadelesine destek olacağı izlenimi vermişti. Ama Devlet
94 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITİKA

Başkanı Beşar Esad'ın 17 Ekim 2007 tarihinde yaptığı Ankara ziyare-


ti sırasında Türkiye'nin Kuzey Irak'ta PKK'ya karşı yapacağı bir aske-
ri operasyonu destekleme vaadinde bulunduğu yolunda basında çı­
kan haberler Suriye Enformasyon Bakanı Muhsin Bilal tarafından ya-
lanlandı. Suriye her ülkenin terörist saldırılara karşı kendini savunma
hakkı olduğunu kabul ediyordu ama Türkiye'nin bu meseleyi siyasi
yoldan çözmesi gerektiğini düşünüyordu.
Işin ilginç tarafı, kendisi her vesileyle terör örgütleriyle mücade-
le eden lran'ın görüşü de farklı değildi.lran Dışişleri Bakanlığı sözcü-
sü Muhammed Ali Hüseyni, "Inanıyoruz ki diplomasi ve müzakere
yöntemi Irak ve Türkiye için en iyi yoldur. Kriz yaratan çözümlerden
yararlanmak Irak'taki durumu daha da kötüleştirecek. En iyi yöntem
bölge ülkeleri arasında işbirliğidir," diyordu.
Terörle mücadele 18 Ocak 2007 tarihinde mecliste yeniden günde-
me geldi. Söz alarak özetle şunları söyledim:

"Görüyoruz ki Amerika'yla ilişkilerimizde Dışişleri Bakanlığı'nın


dışında kanallar oluşmuş. Sayın başbakanın bir danışmanı kalkıyor,
Amerika'da, basının önünde diyor ki: 'Biz, altı yedi yıl daha iktidar-
da kalmak istiyoruz, sayın başbakanımızı delikten süpürmeyin, kul-
lanın.' Bu, hiçbir ülkede, hiçbir dönemde söylenmemiş bir sözdür.
Biz şunu bekledik: Hemen dedik, sayın Dışişleri bakanı gidecek baş­
bakana, 'Bu ne biçim söz, böyle söz söylenmez, siz, dış politikayı on-
larla mı yapacaksanız benimle mi yapacaksınız? Onlarla yapacaksa-
nız, ben bu işte yokum, istifa ediyorum,' diyecek. Yapamıyorsunuz,
cesaretiniz yok, her şeyi sineye çekiyorsunuz, her şeyi içinize sindiri-
yorsunuz."

Tabii böyle şeyler söylenmedi. Diplomaside örneği görülmemiş ve


kendi ülkesinin itibarını sarsıcı sözler söyleyen danışman hakkında
da herhangi bir uyarıda bulunulduğu duyulmadı. Irak'ta çok odak-
lı askeri-siyasi bir varlığın bulunmasının dünya ülkelerinde pek ra-
hatsızlık yaratmadığı görüldü. Örneğin Kürdistan Demokrat Partisi
Başkanı Mesut Barzani, 26 Ekim 2005 tarihinde Başkan Bush'u Beyaz
Saray' daki makamında ziyaret ederken üzerinde askeri üniforması
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIsT SALDıRıLAR 95

vardı. Hiç kimsenin aklına bu üniforma hangi ülkenin ordusunun


üniformasıdır, sorusunu sormak gelmedi. Irak'ta birden çok ve bir-
birinden bağımsız orduların bulunması hayatın bir gerçeği gibi ka-
bul ediliyordu. Oysa elinde askeri güç bulunduranların siyasi gü-
cü de olurdu ve askeri gücü arkasına alanlar merkezi hükümeti is-
tedikleri siyasi kararları almaya zorlayabilir, hatta hükümetlerin olu-
şumunda siyasi güçlerinin çok ötesinde bir ağırlık sahibi olabilirler-
di. Anayasanın hazırlanmasında da sözlerini geçirebilirlerdi. Ülkenin
ekonomik kaynaklarının, özellikle petrol gelirlerinin paylaşılmasında
da askeri güç sahipleri pazarlık güçlerini artırabilirlerdi.
Aslında bu askeri güçlerin komşu devletlere karşı kayda değer bir
caydırıcılığı olamazdı. Nitekim, Barzani'nin Türk ordusunu tehdit
edici sözlerini Türkiye'de ciddiye alan olmamıştı. Ama onun arkasın­
da Amerika'nın ağırlığı hissedilince hesapların başka türlü yapılma­
sı gerekecekti. Açıkça anlaşılıyordu ki, Türkiye'nin Irak'la ilgili bek-
lentilerinin çözümleneceği yer Bağdat veya Erbil değiL, Vaşington'du.
Ne yazık ki Türkiye son 10 yıllık dönemde, en haklı olduğu davalar-
da, hatta terörle mücadelede bile Vaşington'u etkileyecek siyasi ağır­
lık sahibi olamamıştı. Başbakanın danışmanının Yaşington' da söyle-
diği, yukarıda nakledilen sözler, kuşkusuz Amerikan makamları ta-
rafından bir güç değiL, bir zaaf işareti olarak algılanmıştı. Kendi siya-
si beklentileri için Vaşington'dan destek arayan bir iktidar hangi ko-
nuda Amerika'ya karşı ağırlığını hissettirebilir ve sözünü dinletebilir-
di? Amerika'nın siyasi, askeri ve ekonomik gücü kuşkusuz birçok ül-
ke tarafından dikkate alınması gereken unsurlardı. Ama Amerika'nın
bir özelliği de demokrasiyle yönetilmesi ve o ülkede basının çok etki-
li olmasıydı.
Haklı davaları olan birçok devlet, Amerikan basını, Kongresi ve
kamuoyu aracılığıyla tezlerini anlatabiliyor ve Amerikan hüküme-
tinin alacağı kararlar üzerinde etkili olabiliyordu. Türkiye'nin te-
zi, Amerikan kamuoyuna anlatılması en kolay tezlerden biriydi.
Türkiye'nin komşusu olan bir ülkede konuşlandırılmış bir terör ör-
gütü sınırı geçerek Türk askerlerini ve sivil vatandaşlarını öldürüyor,
Türk ordusu bunları etkisiz kılmak için karşı operasyon yapmaya kal-
kıştığında Amerika buna engeloluyordu. Böyle bir durumun dünya-
96 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTıKA

da örneği var mıydı? Amerika'nın


bir müttefikinin kendisini savun-
masına engelolmasının izahı mümkün müydü? Türk devlet adamları
bu gerçeği bu kadar açık bir dille Amerikan televizyonlarında anlat-
tıkları zaman Amerikan hükümet yetkilileri veya basın sözcüleri bu-
na nasıl cevap vereceklerdi? Ama siz bu yolu kullanıp da haklı tezle-
rinizi ve şikayetlerinizi Amerikan kamuoyuna yeterince anlatamazsa-
nız Amerika'nın demokratik etkileme mekanizmalarından da yarar-
lanamazdınız. Işin özü buydu.
Bir de meselenin NATO boyutu vardı. Bir müttefikin kendini sa-
vunmasına başka bir müttefik ülke engel oluyorsa bunun görüşü­
leceği yer NATO konseyiydi. NATO antlaşmasının 4. maddesi ve
NATO'nun Stratejik Konsept belgesi bu gibi konuların NATO kon-
seyine getirilmesine imkan veriyordu. Türkiye bu gerçekleri ve eleş­
tirilerini NATO konseyinde bu açıklıkla dile getirdiği takdirde ora-
daki Amerikan temsilcileri herkesin içinde ne cevap vereceklerdi?
Gerçi II Eylül 2001 tarihinde New York'taki Ikiz Kuleler'e yapılan
terörist saldırılardan önce terörle mücadele konuları NATO konse-
yinin gündemine hemen hemen hiç gelmiyordu. Ama bu saldırılar­
dan sonra terör konusu NATO konseyinin gündeminin en önem-
li maddelerinden biri haline gelmiş, hatta NATO antlaşmasının ünlü
5. maddesi ittifakın tarihinde ilk defa böyle bir terörist saldırıya kar-
şı kullanılmış ve bütün ülkeler bu terörist saldırıyı kendilerine kar-
şı yapılmış sayarak ABD'ye destek vermişlerdi. Türkiye' de PKK sal-
dırıları sonucunda hayatını kaybedenlerin sayısı, İkiz Kuleler'e yapı­
lan terörist saldırılarda ölenlerin 10 mislinden fazlaydı. Türkiye'nin
bu konuyu gündeme getirmesini hiç kimse yadırgayamazdı. O za-
man niçin getirilmiyordu? İşte cevabı aranması gereken sorulardan
biri de buydu.
Çifte standartlardan biri de Lübnan'da konuşlandırılan Birleşmiş
Milletler Barış Gücü'ne hangi ülkelerin asker vereceği konusunda
yaşandı. Lübnan ile İsrail arasındaki sınır bölgesinde konuşlandırı­
lan Türk birliklerinin görev süresinin uzatılmasının görüşüldüğü 29
Mayıs 2007 tarihindeki meclis toplantısında söz aldım. Bu konudaki
görüşlerimizi dile getirirken Irak konusuna da değinerek şunları söy-
ledim:
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDıRıLAR 97

"Siz, asker bulundurmamızın çeşitli sakıncaları olan, ama fayda-


sı olmadığı aşikar bir bölgede asker bulunduracaksınız, ama asker
bulundurmamızın zorunlu olduğu yere asker göndermek için gelip
meclisten yetki istemeyeceksiniz! İşte bunu anlamak kabil değildir.
Kuzey Irak'tan bahsediyorum anlayacağınız gibi ...
"Bir yerde, bir terör örgütü olacak, ama o terör örgütünü etkisiz
kılmakla görevli bir güvenlik gücü olmayacak, böyle bir durum dün-
yanın hiçbir yerinde yok. Nerede bir terör örgütü varsa, o ülkede, o
terör örgütünü bertaraf etmek için görevli bir güvenlik gücü var. Tek
istisnası Kuzey Irak'tır. Böyle bir şeyolamaz.
"Kuzey Irak'taki terör örgütünü etkisiz kılmak için kim ne yapı­
yor? Hiç kimse, hiçbir şey yapmıyor, Türk hükümeti dahiL. Biz bu-
na isyan ediyoruz. Türk devleti, cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman
bu duruma düşürülmemişti. 'Efendim, yabancı ülkeleri ikna edeme-
dik. Irak'la temaslarda bulunduk, gittik geldik; Irak başbakanıyla ko-
nuştuk, yetkilileriyle konuştuk, Irak hükümetinin o teröristleri etki-
siz kılmasını sağlayamadık.'
"O zaman kim yapacak? Amerika yapacak. Orada ıso bin civa-
rında askeri var. Amerika'ya söylüyorsunuz, Amerika da yapmıyor.
Diyor ki: 'Benim oraya tahsis edecek askerim yok.' Biz Amerikalılara
dedik ki: 'Askeriniz yoksa uçağınız da mı yok? Yani, bir hava operas-
yonu dahi mi yapamazsınız sorumlu olduğunuz bir bölgedeki bir te-
rör örgütüne karşı?'
"Siz, asker göndermek yerine, 'Özel temsilciler çare bulsun,' di-
yorsunuz. Bu özel temsilciler yoluyla, acaba, nerede terörle mücade-
le ediliyor? Amerika, niçin Irak'taki başka terörist faaliyetlerle özel
temsilci vasıtasıyla mücadele etmiyor? Niçin Afganistan'a özel tem-
silci göndermiyor da, Türkiye'de özel temsilci vasıtasıyla, PKK'yı en-
gellemeye çalışıyor? Irak, sınırını korumak durumunda, terörle mü-
cadele etmek zorunda. Yapamıyor, Amerika da yapmıyor. 'Biz yapa-
lım,' diyoruz, 'Hayır, siz de yapmayın,' diyorlar. Bu ne demektir? Yani
bu, teröristlere nasıl bir mesajdır? Bu, Türkiye'ye nasıl bir mesajdır?
"ll Eylül saldırılarından sonra, biz Amerika'ya destek verdik.
Amerikalılar NATO' da dediler ki: 'Hiçbir ülke bizi Türkiye kadar des-
teklemedi' ve ben, burada, çok üzülerek, derin bir üzüntüyle söylü-
UKD7
98 UÇURUM KENARINDA DIŞ pOLİTİKA

yorum ki, Kuzey Irak'taki mücadelemizde hiçbir ülke bizi Amerika


kadar yalnız bırakmamıştır. Bu nasıl bir ittifaktır ki, birbirinin gü-
venliğini korumakla, birbirini desteklemekle görevli ülkeler olacak,
ama o ülkelerden biri öbürüne yönelik terörist faaliyetleri engellemek
için hiçbir şey yapmayacak ve terörist saldırıya muhatap olan ülkenin
kendini korumasına engel olacak!
"'Efendim, biz, Kuzey Irak'ta istikrarın korunmasına önem veri-
yoruz,' diyorlar. Biz dedik ki: 'Kuzey Irak'ın istikrarının bozulmama-
sının bedeli eğer Türkiye'nin istikrarının bozulması ise, siz bunu ka-
bul edemezsiniz.' Aman efendim, dokunmayın Irak'a orada istikrar
bozulmasın, ama Türkiye'de bozulsun. Böyle şeyolur mu?
"Biz Amerika'nın düşmanı değiliz. Ama bu ülkenin masum insan-
larının kanını akıtan, bu ülkenin askerlerinin kanını akıtan bir terör
örgütü, Amerika'nın etki alanındaki bir ülkede serbestçe faaliyet gös-
teriyorsa buna sessiz kalamayız. Ha, Türkiye teröristle mücadele et-
mesin diye bize fiziki engel koymak isteyenler çıkarsa, o zaman, de-
ğerli arkadaşlarım, size Ismet Paşa'nın sözüyle cevap vereyim: 'O za-
man, bu dünya yıkılır, yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de o dünya-
da yerini bulur.' "

Türk uçaklarına Amerika'dan hava operasyonu istihbaratı vaadi,


2007 yılı sonunda, Başbakan Erdoğan'ın Başkan Bush'la yaptığı gö-
rüşme sonucunda, yani Irak harekatının başlamasından dört yıl son-
ra alınabilmişti.
Türkiye artık seçimlere gidiyordu. 2007 seçimlerinden sonra top-
lanan meclisin en önemli konularından biri gene terörle mücadeley-
di. Terörist saldırılarda ve bunun sonucunda verdiğimiz kayıplar­
da büyük bir artış vardı. 2002 yılında bir yılda verdiğimiz şehit sayısı
10'dan ibaretti. Oysa 2007 yılında asker ve sivilolarak toplam 183 va-
tandaşımız terörist saldırılar sonucunda hayatını kaybetmişti.
Dört yılda Irak'taki savaşa fiilen katılan Ingiltere'nin verdi-
ği kayıplar kaza sonucunda ölenler dahil 171 askerden ibaretti. Bu,
Türkiye'nin uğradığı kaybın büyüklüğünü göstermekteydi. Tür-
kiye'nin son yirmi yılda teröre verdiği kurban sayısı, New York'ta Ikiz
Kuleler'e yapılan saldırı sonucunda ölenlerin tam LO katıydı.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIsT SALDIRILAR 99

23 Ekim 2007 tarihinde bu konuda mecliste kapsamlı bir görüşme


yapıldı.
Grup adına söz alarak şunları söyledim:

"Ülkemize yönelik örgütlü terör faaliyetleri 1975 yılının başın­


da başlamıştır. Daha önce Türkiye'ye yönelik tek bir örgütlü eylem
yoktu. Niçin 1975'te başladı? Türkiye'nin Kıbrıs Harekatı sırasında
EOKA terör örgütü açıklama yaptı 'Dünyanın her yerindeki Türk he-
deflerini vuracağız,' dedi ve ASALA Ermeni terörü o zaman başladı;
ASALA terörü biter bitmez PKK terörü başladı. Bu bir tesadüf mü-
dür?
"Atina'da 1970'li yılların ortasında Rum, Ermeni ve Kürt terörist-
lerden oluşan KüçükAsya Halkları Kurtuluş Derneği kuruldu. Şu anda
Imralı'da olan terörist başı nerede yakalandı? Yunanistan'ın Nairobi
Büyükelçiliğinde. Cebinde ne pasaportu taşıyordu? Kıbrıs Rum pasa-
portu. Bu bile birçok şeyi bize izah etmeye yeterlidir. Demek ki birile-
ri PKK'yı kullanarak Türkiye'ye karşı örtülü savaş yürütüyor. Bunun
farkında mıyız biz?
"Bazıları, PKK'nın ülkemizin güneydoğusundaki açlıktan yok-
sulluktan, vaktiyle yapılan baskılardan eziyetlerden kaynaklandığına
inanıyor. Dünyanın en zengin ülkelerinde terörist faaliyetler olduğu­
nu görüyoruz. Ispanya'daki ETA terörü ülkenin en zengin bölgesin-
de çıkmıştır.
"Hükümetin izlediği politika, maalesef, teröristleri teskin etme,
alttan alma politikasıdır. Bu yanlış bir politikadır, bu politikayla hiç-
bir yere gidemeyiz. Bugün, sınır ötesi harekat oluyor mu? Niçin yap-
mıyoruz? Hukuk mu karşı? Hukuk bizden yana. Gücümüz mü yok?
Avrupa'nın en güçlü ordusu biziz. Nedir eksik? Eksik olan siyasi ira-
de dir.
"Işin özü şudur: Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de te-
rör, belli siyasi amaçları olan, bu amaçları gerçekleştirmek için örgüt-
lenen, iç ve dış destek alan bir örgütlenme biçimidir. Bunların ama-
cı, Türkiye'yi bölüp parçalamaktır, Türkiye'nin bir bölümünü top-
raklarıyla ve halkıyla birlikte kopartmaktır. Ne yazık ki, PKK'yla yap-
tığımız mücadelede son yıllarda büyük zaaf gösterdik. Eve Dönüş
Yasası çıkarttık, dağdan kimse inmedi, hapisteki teröristler dağa çık-
100 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

tı; Terörle Mücadele Yasası getirdik ... Açın 6. maddenin ilk taslağını
okuyun, terör örgütünün kurucusuna Pişmanlık Yasası'ndan yarar-
lanma hakkı veriyor. Bunlar büyük hatalar."

Hükümetin uzun süre tereddüt ettikten sonra nihayet 17 Ekim


2007 tarihinde meclise bir tezkere sunarak sınır ötesi operasyon için
istediği yetki, meclisin büyük çoğunluğu tarafından verildi. Ancak
meclisin bu kararından sonra Başkan Bush'un söyledikleri pek çok
kimsenin gözünden kaçtı. Bush, Kuzey Irak'a kuvvet göndermenin
Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmeyeceğini söylüyordu. Günlük di-
le çevrildiğinde bu sözler, Kuzey lrak'a bir kara harekatı yapmaya kal-
kışacak olursanız zararlı çıkarsınız, demekti. Amerika'daki bazı sivil
toplum örgütleri ve bazı Türkiye uzmanları bu görüşü daha açık dille
ifade etmişlerdi. 1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesinden kısa bir süre
sonra yaptığı bir konuşmada Henry Barkey, Amerika'nın bu ret ka-
rarına büyük tepki gösterdiğini söylemiş, bunun Türk-Amerikan iliş­
kilerinin yanı sıra Türkiye'nin AB üyelik sürecini de olumsuz yönde
etkileyeceğini ileri sürmüştü. Aynı zamanda, Kuzey Irak'a yapılacak
bir operasyonda Türk ordusunun Musul ve Kerkük'ün Kürtlerin eli-
ne geçmesine engelolmaya çalışacağını söylemiş ve bir Kürt-Türk ça-
tışmasının çıkabileceğini, bunun da kongrede büyük tepkiyle karşıla­
şacağını ileri sürmüştü.
Amerika kara operasyonuna karşıydı ama Türkiye'yi tatmin ede-
cek bazı adımlar atmaya razı oldu. Bu çerçevede PKK'yı düşman ilan
etmeyi, Türkiye'ye anlık istihbarat vermeyi, yüksek düzeydeki as-
keri temsilciler arasında temaslar yapılmasını kabul etti. Bu adım­
lar PKK'nın Kuzey Irak'tan tasfiyesini sağlayabilecek nitelikte miydi?
Öyle olmadığı zaman içinde anlaşılacaktı. Halkın tepkisi ve heyeca-
nı yatıştırılmış, meclisteki tepkiler yumuşatılmış ama sonuç alıcı bir
adım atılmasının yolu açılamamıştı.

Hükümet, nihayet meclisten aldığı yetkiyi kullanarak 21 Şubat


2008 tarihinde Kuzey Irak'a kısa bir kara operasyonu yaptı. Bu, mu-
halefetin öteden beri ısrarla istediği bir harekattı. Ancak bu harekat
sadece 8 gün sürdü. Harekat başarılı olmuştu ama niçin bu kadar kısa
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 101

sürmüştü? Oraya giden askerlerimizin daha kapsamlı bir harekat ya-


pıp terör örgütünü Kuzey lrak'tan tamamen tasfiye edecek gücü her-
halde vardı. O zaman niçin böyle bir talimat verilmemişti? Bazıları
çok karlı ve soğuk havada yapılan harekatın daha uzun süremeyece-
ğini söylüyorlardı. Peki, bu hava koşullarını seçilmesinin sebebi ney-
di? Daha önceki hükümetler zamanında daha uygun hava koşulla­
rında daha uzun harekatlar yapmıştı. Şimdi neden yapılamıyordu?
Meselenin ikinci boyutu, teröre verilen dış destekti.
PKK lojistik desteği nereden sağlıyordu, silahları nereden alıyor­
du, parayı nereden buluyordu? Bazı devletlerin ve Kuzey lrak'taki
yerel yönetimin desteği olmasaydı PKK bunları sağlayabilir miydi?
Dağlara çıkan yollar etkili biçimde denetlenebilseydi PKK Türkiye'ye
saidıracak gücü ve olanakları bulabilir miydi?
Türkiye'nin konumunda, Türkiye'nin stratejik mevkiindeki bir
ülkenin güçlenmesi, bölgesel bir güç olması birçok ülkeyi rahatsız edi-
yordu. Dünyanın enerji kaynaklarının kalbi durumundaki bu bölge-
de bir tek güç olmalıydı, o da dünyanın tek süper gücü Amerika'dan
başkası olamazdı. Amerika'da pek çok kimse böyle düşünüyordu.
Bölgesel güçlerin ortaya çıkmasını küresel güçlerin hazmetmesi kolay
değildi. Türkiye gibi ülkelerin bazı gailelerinin bulunması ve bunların
gerektiğinde bu ülkelerin serbestçe hareket etmesini engelleyecek şe­
kilde kullanılması bazı devletlerin sık sık başvurdu kı arı bir dış politi-
ka yaklaşımıydı. Bu nedenle Kuzey Irak'tan PKK'nın tamamen tasfi-
ye edilmesi Türkiye'nin çok işine gelirdi ama başkalarının pek değil. ..
Türkiye bunun bilinci içinde hareket etmeliydi.
Hindistan gezisinden sonra Türkiye'yi ziyarete gelmekte olan
ABD Savunma Bakanı Robert Gates daha yoldayken bir demeç vere-
rek Türk birliklerinin bir an önce lrak'tan çekilmesini istedi. Bu ya-
pılmazsa Amerika'nın Türkiye'ye verdiği hava istihbaratını kesebile-
ceğini söyledi. Muhalefet buna tepki gösterdi. Yoksa Amerikalılar is-
tediği için mi harekatı yarıda kesmiştik! Hükümet ve Genelkurmay
bunun böyle olmadığını, harekatın başından itibaren bu tarihte bite-
cek şekilde planlandığını söylediler. Bu harekat hakkında Amerika'ya
önceden haber verilmemiş olabilir miydi? lrak'ta 150 bin civarın­
da askeri bulunan Amerika'yla koordinasyon yapılmadan bir kara
102 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITİKA

harekatına girişilmesimüttefik kuvvetler arasında yanlışlıkla çatışma


çıkmasına yol açmaz mıydı? Bu nedenle muhtemelen Türkiye önce-
den Amerikan makamlarını bilgilendirmişti. Peki, o zaman Amerikan
Savunma Bakanı bu demeci niçin vermiş, bu uyarıyı yapma lüzumu-
nu niçin hissetmişti? Meclisin 4 Mart 2008 tarihinde başka bir konu-
yu görüşmek üzere yaptığı toplantıda özetle şunları belirttim:

"Bu operasyon askeri açıdan gerçekten övünç verici bir başarıy­


la sonuçlanmıştır. Ama meselenin siyasi boyutunu, biz Cumhuriyet
Halk Partisi olarak yakında yüce meclisin huzuruna getireceğiz.
Çünkü burada hükümete yetki verdik, yapılacak operasyonun sını­
rı, kapsamı, şümulü, zamanı konusunda aldığı kararlar hakkında hü-
kümet Büyük Millet Meclisi'ne izahat verme durumundadır. Kuzey
Irak'tan bütün teröristlerin tasfiye edilmesi için hükümet bir direktif
vermiştir de bu direktife itiraz eden mi olmuştur? Hiç tahmin etmi-
yoruz. Türkiye'nin böyle bir operasyonu başarıyla sonuçlandıracak
çok yüksek bir gücü ve kabiliyeti vardır. O zaman hükümetin sınırlı
bir operasyon için talimat verdiği anlaşılıyor. Niçin böyle olmuştur?
Sebepleri nelerdir? Hangi dış faktörler bunu etkilemiştir?"

Hükümet bu konuda tatmin edici bir cevap veremedi. Ope-


rasyonun başlangıçtan itibaren kısa süreli olarak planlandığını söyle-
di. Genelkurmay başkanlığı, muhalefetin yabancı bir ülkenin etkisiy-
le operasyonun kısa kesildiği yolundaki eleştirisine, açıkça parti adı
vermeden kuvvetli tepki gösterdi. "Bu eleştiriler terör örgütünden bi-
le daha büyük zarar vermiştir," dedi. Muhalefet Genelkurmay'ın bu
tepkisine rağmen görüşünde ısrar etti. CHP sözcüleri her vesileyle
bu konuyu gündeme getirdiler. Muhalefet şunu vurguluyordu: "Biz
Genelkurmay Başkanlığı'yla polemiğe girmek istemeyiz. Bizim mu-
hatabımız hükümettir. Bize cevap vermesi gereken de siyasi makam-
lardır. Siyasi partilerle genelkurmayın tartışmaya girmesi doğru de-
ğildir."
Muhalefetin iktidara hatırlattığı diğer bir nokta da şuydu: Irak
Anayasası'nın 7. maddesinde "Devlet Irak topraklarının terör üs-
sü olmasına, teröristler için geçit yolu olmasına, bir saldırı merke-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIsT SALDıRıLAR 103

zi olmasına izin vermeyecektir" ifadesi yer alıyordu. Kuzey Irak'taki


Amerikan komutanı, "PKK'yla mücadele etmek, Kuzey Irak'taki ye-
rel yönetimlerin görevidir," diyordu. Oysa Cenevre Sözleşmesi, bir
ülkede asker bulunduran devlet, o ülkenin sadece bir kısmının gü-
venliğinden sorumludur, demiyordu, tamamından sorumludur, di-
yordu.
2008 yılının Ekim ayının başlarında Irak sınırına yakın Aktütün
karakoluna teröristlerce yapılan saldırı sonucunda ı 7 askerimiz şe­
hit oldu.
8 Ekim 2008 tarihinde yaptığım konuşmada bu olaya değinerek
şunları söyledim:

"Bu son saldırı, PKK terörüne karşı daha etkili ve sonuç alıcı bir
politika izlememizin artık kaçınılmaz hale geldiğini göstermektedir.
"Türkiye'nin doğusunda ve güneydoğusunda gerçekten çok ciddi
ekonomik ve sosyal sorunlar vardır. ışsizlik kabul edilemez düzeyde-
dir. Altyapı, sağlık, eğitim gibi alanlarda bölgenin koşulları, olanakları
Türkiye'nin diğer bölgelerinin çok gerisindedir. Irak ve İran sınırına
yakın illerimizdeki sağlık ve eğitim standartları, bırakınız Türkiye or-
talamasını, Diyarbakır'ın dörtte biri düzeyindedir. Bu gerçekleri he-
pimiz yerine giderek defalarca gördük
"İnsan haklarından bahsediyoruz, en önemli insan hakkı, yaşa­
ma hakkıdır. Biliyor musunuz ki, Türkiye'nin güneydoğusu ile ku-
zeybatısı arasında ortalama ömür beklentisinde on beş yıl fark var-
dır. Niçin? Çünkü onlara gerekli hizmeti götürememişiz. Ama bun-
lardan hiçbiri terörü mazur gösteremez, terörü haklı çıkaramaz.
Terör, çünkü bunlardan bağımsız bir siyasi projedir. Hiç kimse kal-
kıp da 'Bölgede bu sorunlar olduğu için silaha sarılanlar haklıdır,' di-
yemez, 'Bu sorunlar çözülürse terörü de çözeriz,' diyemez. Teröristler
ne yapmak istiyor? Açıkça söyleyelim, Türkiye'nin bazı bölgeleri-
ni adım adım Türkiye'den kopartmak, orada kendi bağımsız yöne-
timlerini kurmak, fırsat bulurlarsa başka bölge ülkelerinden kopara-
cakları parçalarla kendilerine özgü büyük bir devlet kurmak istiyor-
lar. Oradaki yerel yetersizliklere bakarak bu terörü haklı mı sayacağız,
haklı mı çıkaracağız?
104 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

"Size soruyorum: Kuzey Irak'ta PKK'yla mücadele etmekle görev-


li güvenlik gücü hangisidir? Irak devleti mi? Bir tek operasyon yaptı­
ğını duydunuz mu PKK'ya karşı? 'Efendim, güçleri yok, ne yapalım?'
diyorlar. Irak'taki bütün terör örgütleriyle mücadele ediyorlar, PKK
hariç. Acaba neden? Kuzey Irak'taki yerel yönetimler mi? Onların da
güçleri mi yok? Bundan on sene önce Türkiye'nin desteğiyle PKK'yla
silahlı mücadele yapıyorlardı. Nasıl o zamanki Türk hükümetle-
ri PKK'yla silahlı mücadele yapmaya bunları ikna ediyordu da, bu-
günkü ikna edemiyor? Ne değişti? Şu değişti: O zaman bir Ankara
süreci vardı, Türkiye'nin etkin denetiminde bir Ankara süreci vardı.
Kuzey Irak'taki Kürt yönetimleriyle, Türkmenlerle birlikte Ankara'da
Amerikalılarla, İngilizlerle birlikte yürütülüyordu ... Sonra ne oldu?
Ankara süreci Vaşington'a taşındı. Sonra ne oldu? Fikriniz var mı
ne olduğuna dair? Hükümet biliyorsa lütfen çıksın burada açıklasın.
Ondan sonra peşmergelerin PKK'yla silahlı mücadelesi kesildi.
"Orada Amerika'nın 140 bin askeri var. Amerika'nın, Dördüncü
Cenevre Sözleşmesi'ne göre, asker bulundurduğu ülkede güvenli-
ği sağlama yükümlülüğü var. Yapıyor mu? Türkiye'ye istihbarat veri-
yor, teşekkür ediyoruz. PKK'yı terör listesine soktu, teşekkür ediyo-
ruz. Efendim, 'Düşmanımızdır,' dedi, teşekkür ediyoruz ama PKK'ya
karşı fiilen bir mücadele yaptığını duydunuz mu?
"Biz Suriye'yle ilişkilerimizin en zor döneminde Abdullah
Öcalan'ın sınır dışına çıkarılmasını zorlamak için Suriye'ye çiçek mi
attık? Hayır. Bütün üst düzeydeki siyasi ilişkileri kestik; hiçbir ziya-
ret yapmadık, hiçbir ziyareti kabul etmedik. Sayın Erdalİnönü'nün,
Sayın Deniz Baykal'ın Dışişleri Bakanlığı dönemlerinde bütün bu
ziyaretleri kestik. Sonra Kara Kuvvetleri Komutanımız Atilla Ateş,
16 Eylül 1998'de Hatay-Reyhanlı'daki hudut bölüğünde kuvvet-
li bir demeç verdi ve Suriye çözüldü. Örgütün liderini de yolladı­
lar, karargahını da yolladılar, eğitim merkezlerini de sınır dışı ettiler.
Bunun yolu bu. Siz çiçek atarak bunu çözemezsiniz.
"Sayın cumhurbaşkanımız dün diyor ki: 'Kuzey Irak'ta otorite ek-
sikliği vardır.' Kuzey Irak'ta otorite eksikliği yok, otorite fazlalığı var.
Siz bana dünyada bir tane devlet gösterin, federal devlet olsun, o dev-
lette üç tane ordu olsun! Var mı bir örneği? Irak'ta merkezi hükü-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR ıos

metin ordusu var, Barzani'nin ordusu var, Talabani'nin ordusu var!


Kimse buna bir şey demiyor. Bu otorite eksikliği mi? Yabancı şirket­
lerle petrol anlaşması yapıyor. Otoritesi olmasa yapabilir mi? Irak hü-
kümetine başkaldırıyor. Otoritesi var.
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin PKK'yı Kuzey Irak'tan tamamen tas-
fiye edecek gücü yok mudur, birikimi yok mudur, tecrübesi yok mu-
dur; silahı, teçhizatı yok mudur? Hepsi vardır. Eksik olan ne? Eksik
olan bizde siyasi iradedir. Türk Silahlı Kuvvetleri'ne vereceğiniz tali-
mat sizin sorumluluğunuzdadır. Kuzey Irak'tan PKK 'yı tamamen tas-
fiye etmek için bir talimat verdiniz de Silahlı Kuvvetler mi yerine ge-
tirmedi?
"Hiç kimsenin şu veya bu bahaneyle PKK'nın arkasında durması­
na, onu himaye etmesine, ona arka çıkmasına da müsamaha etmiyo-
ruz. Teröre arka çıkan, terörün sorumluluğunu paylaşır."

Hükümet bir taraftan meclisten sınır ötesi harekat için yetki alıyor
ama bir taraftan da bu yetkiyi kullanmayıp siyasi yöntemlerle terörü
bitirmek için çareler arıyordu.
Cumhuriyet Halk Partisi daha ı 989 yılında yayınladığı Kürt Ra-
poru'yla Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunlarının çözümüne ön-
cülük yapmıştı. Etnik özelliklerin bir zenginlik olduğunu dile getir-
miş, ulusal kimliğin korunması ve eğitim dilinin Türkçe olması kay-
dıyla etnik alanda etnik özgürlüklerin en ileri devletlerdeki düzeye çı­
karılmasını savunmuştu. 2008 yılında kabul edilen yeni parti progra-
mında da bu görüşler tekrar belirtilmişti.
Ana muhalefetin beklentisi, Kürtlerin haklarını korumak için mü-
cadele ettiklerini söyleyenlerin, öncelikle terörün bertaraf edilme-
sinde tavır koymalarıydı. Evvelce PKK'nın merkezi, karargahı, bey-
ni Suriye'deydi ve o zamanki hükümet, Türk Silahlı Kuvvetleri tek
bir operasyon yapmadan, hükümet meclisten tek bir yetki alma-
dan, Suriye'yi PKK liderini ülkesinden çıkarmak zorunda bırakmış­
tı. Türkiye bir tek mermi atmadan bunu sağlamıştı. Demek ki, dip-
lomasi etkili biçimde kullanılabilirse askeri müdahaleye gerek kalma-
dan bir komşu ülkeden kaynaklanan terörün sona erdirilmesi müm-
kün olabiliyordu.
106 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

Şükrü Elekdağ da 8 Ekim 2008 tarihinde mecliste yaptığı konuş­


mada özetle şunları söylüyordu:

"Ülkemizde yüzlerce ocak söndü. Şimdi de Şemdinli'nin Aktütün


sınır karakoluna saldıran PKK teröristleri tarafından öldürülen 17 şe­
hit evladımız için yüreğimiz kan ağlıyor.
"Karşılaştığımız esas sorun, hükümetin terörle mücadelede gös-
terdiği zafiyetten ileri geliyor. Bu zafiyetin temel nedenlerinden biri
hükümetin caydırıcı bir strateji uygulama yeteneğini ortaya koyama-
ması. Barzani'nin PKK'ya yataklık yapmasının ve terör örgütüne des-
tek vermesinin nedenleri biliniyor. Barzani, PKK'yı, hayal ettiği ba-
ğımsız Kürt devletinin ilanında ve Kerkük konusunda Türkiye'ye kar-
şı bir pazarlık unsuru olarak kullanmak istiyor.
"Türkiye Barzani'nin PKK'yı koruma ve destekleme hususundaki
iradesini ve azmini kırmak zorundadır. Türkiye, caydırıcı politikasıy­
la Barzani'yi 'PKK mı Türkiye mi?' tercihini yapmaya zorlamalıdır."

2009 yılının Ekim ayının başında hükümet meclisten yeniden sı­


nır ötesi operasyon için yetki istedi. Ama Amerika'nın Türkiye'nin sı­
nır ötesi harekat yapmasına karşı olumsuz tavrı değişmemişti. Kuzey
Irak'taki Amerikan kuvvetlerinin başkomutan yardımcılığını yapan
General Odierno aynen şöyle diyordu: "Kuzey Irak'ta uzun vadeli çö-
zümün askeri olmadığına inanıyorum ama açıkçası onlara -terörist-
leri kastediyor- baskı kurmak gerekir ki böylece bu terörist unsurlar-
la konuşmaya ve pazarlık etmeye başlayalım." Yani General Odierno,
açıkça teröristlerle müzakereyi öneriyor, bunun koşullarının nasıl sağ­
lanabileceği yolundaki düşüncelerini açıklıyordu. Bütün Ortadoğu
bölgesindeki Amerikan kuvvetleri, Tampa, Florida'daki merkezi ko-
mutanlığa bağlıydı. Onun başındaki komutan Amiral FalIon, 2008 yı­
lının Mart ayında, Temsilciler Meclisi'nin ilgili komitesinde aynen şu­
nu söylüyordu: "Uzun vadeli çözümün bir cins uzlaşma olduğunu
biliyoruz." Yani Türk hükümeti PKK'yla er geç uzlaşmalıdır. Amiral
Fallon'un görüşü bu. Peki bu konu askerlerin görevalanına mı giri-
yor? Kuşkusuz hayır. Başka ülkelerde askerler görüşlerini açıklama­
sın diyenler, kendi askerlerinin bu kadar duyarlı siyasi bir konuda ko-
lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 107

nuşmalarından rahatsızlık duyuyorlar mı? Hayır, duymuyorlar. Bu da


üzerinde durulacak konulardan biri. Askerler böyle söylüyordu. Peki,
Amerikalı siviller ne diyordu? Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın terör-
le mücadeledeki başkoordinatörü Büyükelçi Day Dailey aynen şöyle
diyordu: "Biz, PKK meselesinin çözümünü bir askeri çözüm olarak
görmüyoruz. Bizim tercihimiz bir siyasi çözümdür." Dailey sıradan
bir memur değildi. Yirmi altı sene Amerikan Silahlı Kuvvetleri'nde
çalıştıktan, tümgeneralliğe yükseldikten sonra Dışişleri Bakanlığı'nın
terörle mücadele bölümünün başkanlığına getirilmişti.
Amerikalı askerler, yüksek bürokratlar PKK'yla mücadelenin si-
yasi bir çözüme kavuşturulmasını savunuyorlardı. Acaba siyasi so-
rumluluk taşıyanlar ne diyordu? Amerikan Savunma Bakanı Robert
Gates 2007 yılının Ekim ayında Milli Savunma bakanıyla görüştük­
ten sonra gazetecilere şöyle diyordu: "Türk bakan tek taraflı harekete
geçme konusunda isteksiz olduklarını ima ediyor ki, bu iyi bir geliş­
medir. Bundan cesaret alıyorum." Demek ki, Milli Savunma bakanı,
Amerikalı mevkidaşına, Türkiye'nin Kuzey lrak'a bir askeri harekat
yapmakta isteksiz olduğunu söylemiş. Acaba neden? Orada terör mü
bitmiş, ordu mu hazırlıklı değiL, hukuk alanında eksikliğimiz mi var?
Hayır, bunlardan hiçbiri yok. O zaman bu söylemin anlamı neydi?
Üzerinde düşünülmeye değer bir konu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, S Ocak 200s'de Vaşington'da
Başkan Bush'la görüştü. O görüşmeden sonra Beyaz Saray Sözcüsü
Büyükelçi Dana Perino şunları söyledi: "Sadece askeri değiL, siyasi çö-
züm de devreye sokulmalı. Buna Türkiye'nin güneydoğusundaki ko-
şullar da dahil." Beyaz Saray sözcüsü bu sözleri iki cumhurbaşkanının
görüşmesiyle ilgili olarak söylüyordu. Aldığı izlenim buydu.
Cumhurbaşkanı Gül, ertesi gün Woodrow Wilson düşünce kuru-
luşundaki konuşmasında şöyle diyordu: "Bu kamplardan gerek siviI-
lere gerek güvenlik güçlerine karşı saldırı olacak. Böyle bir durum-
da politik çözüm söz konusu olabilir mi? Bu mevzuları hiç görüşme­
dik Başkan Bush'la. Siyasi çözümü gündeme bile almayız, konuşma­
yız bile, konuşmadık zaten." Cumhurbaşkanının sözleri ile Amerikalı
sözcünün görüşleri çok farklı. Peki, sayın cumhurbaşkanının siyasi
çözümün söz konusu olamayacağı yolundaki sözleri ile daha sonra
108 UÇURUM KENARINDA DIŞ pOLİTİKA

Oslo'da devlet görevlilerinin PKK temsilcileriyle müzakereler yapma-


ları nasıl bağdaştırılabilir? Bu konuda cevabı bulunamayan sorular-
dan biri de budur.
Zaman zaman, görüştüğümüz ABD yetkilileri sorularımıza ikna
edici cevap veremediklerinde, biz terörle mücadele konusunu hükü-
metinizle görüşüyoruz diyerek, sorularımıZl cevapsız bırakıyorlardı.
Hükümetin bu konuda ABD'nin fazla üzerine gitmek istemediği an-
laşılıyordu. Amerikalıların hükümetle neleri görüştükIerinin ipuç-
ları Oslo görüşmelerinin basına sızmasıyla ortaya çıktı. Norveç ha-
ber ajansı bu görüşmelerin üçüncü bir tarafın daveti üzerine yapıl­
dığını yazdı. Bu üçüncü taraf acaba kimdi? Bu temaslar acaba niçin
Norveç'te yapılıyordu? David Phillips'in Kürt sorunu ile ilgili rapor-
larında bu çalışmalara Vaşington'daki Norveç Büyükelçisinin de ka-
tıldığı bildiriliyordu. David Phillips'in çalışmalarının Norveç hükü-
meti tarafından finanse edildiği de anlaşılıyordu.(39) Hem 2009 yılının
Haziran ayında yayınlanan raporda hem de PKK'ya yapılan görüşme­
lerde Norveç'in adının geçmesi acaba bir tesadüften mi ibaretti.
Bu arada Amerika'nın ünlü düşünce kuruluşlarından Atlantic
Council, Kürt meselesinin çözümü konusunda David Phillips'in baş­
kanlığında yukarıda sözü edilen çalışmayı yapıyor ve raporlar hazır­
lıyordu. Biri 2007 yılında, biri de 2009 yılında yayınlanan bu rapor-
larda aşağıda özetlenecek bazı çözüm önerileri yer alıyordu. Bunların
hiçbiri o tarihe kadar Türkiye'nin savunduğu görüşlerle uyum içinde
değildi. Peki, Amerika'nın resmi görüşü neydi?
Başkan Obama 6 Nisan 2009 yılında Türkiye Büyük Millet Mec-
lisi'nde yaptığı konuşmada Atatürk'ün en büyük mirasının Türkiye'ye
güçlü ve laik bir demokrasi kazandırması olduğunu söylemişti. Aynı
konuşmasında Terörle mücadele konusuna da değinen Obama, "Irak,
Türkiye ve Amerika aynı terör tehdidiyle karşı karşıyadır. Bunların
içinde Irak'ı parçalamak ve tahrip etmek isteyen El Kaide teröristle-
ri var. PKK da var. Hiçbir ülkeye yönelik terörün mazereti olamaz.
Başkan olarak ve bir NATO müttefiki olarak PKK'nın terörist faali-
yetlerine karşı bizim desteğimize sahip olacağınızı taahhüt ediyorum.

(39) Atlantic Council Report, June 2009.


IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR 109

Bu çabalar Türkiye, Irak ve Iraklı Kürt liderler arasında işbirliği bağ­


larının sağlanmasıyla ve Türkiye'deki Kürtlere eğitim ve fırsatlar ya-
ratılmasıyla güçlendirilecektir," diyordu.
Aynı konuşmasında Obama El Kaide terör örgütüyle Amerika'nın
nasıl mücadele edeceğini de anlatırken şöyle diyordu: "El Kaide'yi da-
ğıtmak, yerinden sökmek ve yenmek için daha fazla çaba gösterme-
yi taahhüt ettik."
Yani iki terör örgütüyle mücadele ederken farklı yöntemler uygu-
lanmasını öngörüyordu. El Kaide'ye karşı başka, PKK'ya karşı baş­
ka yöntem uygulanacakt!. Birinde silahlı mücadele yoluyla El Kaide
yenilecek, PKK konusunu çözmek için Türkiye Irak, Kuzey Irak'taki
Kürt liderlerle görüşmeler yapacak ve reformlar gerçekleştirecckti,
yani siyasi çözüm yoluna gidecekti.
Başbakan Erdoğan 17 Temmuz 2010 tarihindeki bir demecin-
de şöyle diyordu: "Sınır ötesi konusunda gereken ne ise yapılır.
Türkiye'de 5000, Türkiye'nin dışında 500 terörist olduğu söyleniyor.
Türkiye'deki mücadele bitti mi ki, Irak'ı istiyoruz. Türkiye'deki 5000
terörist engellensin ki, Irak'taki 500 teröristle uğraşılabilsin." Yani
PKK'nın ağırlığının Türkiye'de, küçük bir bölümünün Irak'ta oldu-
ğunu söylüyor ve Türkiye'nin mücadelesinin ağırlık merkezinin de
Türk topraklarında olması gerektiğini ifade ediyordu. Oysa yabancı
kaynakların da saptadığı gibi, PKK'nın Kandil dağında ve çevresinde
4000 ila 6000 militanı vardı. Bunları bertaraf etmek için Türkiye'nin
ıo-ıs 000 askerini görevlendirmesi gerekiyordu. Oysa Türkiye'nin
böyle bir harekata girişmesi Amerikalı müttefikleri tarafından arzu
edilmiyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Avrupa'da sorumlu bakan
yardımcısı Daniel Fried, Türkiye'yi böyle bir harekata girişmeme­
si için uyarıyor ve bunun "arzu edilmeyen sonuçlar verebileceğini"
söyleyerek dolaylı bir tehditte bulunuyordu. Türkiye bunu yapacağı­
na Iraklı Kürtlerle ilişkilerini geliştirmeliydi. Amerikan Genelkurmay
Başkanı Richard Myers de "Türkiye şimdi egemen bir Irak hüküme-
tiyle muhataptır. Artık bu tartışmaların çoğu Türkiye ile ABD arasın­
da değil, Türkiye ile Irak hükümeti arasında yapılmalıdır," diyordu.
Bazı ABD yetkililerinin bu hoşa gitmeyen açıklamalarına karşı bazı
ABD temsilcileri de Türkiye'nin duymaktan hoşlanacağı sözler söylü-
110 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

yordu. Örneğin Ankara'da ABD Maslahatgüzarı Nancy McEldowney,


bombaların İstanbul'da mı, New York'ta mı patladığı bizim için fark
etmez. Bizce, Usame Bin Ladin, Abdullah Öcalan ve AI-Zarkavi ara-
sında fark yoktur, diyordu. Bu görüşlerden hangisi Amerika'nın res-
mi görüşünü yansıtıyordu? Acaba farklı Amerikan makamları fark-
lı görüşleri mi savunuyorlardı, yoksa duruma ve yerine göre farklı
bir üslup kullanılarak herkesi tatmin etmenin yolu mu aranıyordu.
Galiba daha çok ikincisi doğruydu ...
Amerika'nın PKK konusunda izlediği tutum meclisin 6 Ekim
2009 tarihli toplantısında ele alındı. Söz alarak şunları söyledim:

"Öyle anlaşılıyor ki, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'nin Ku-


zey Irak'a bir askeri operasyon yapmasını istemiyor.
"Milli Savunma bakanımız Amerikan Savunma bakanına, 'Biz tek
taraflı müdahale yapmayacağız,' demiş. Ve bundan da çok memnun
Amerikan Savunma Bakanı. 'Çünkü büyük bir sınır ötesi operasyon
Türkiye'nin, bizim ve Irak'ın çıkarlarına ters düşer,' diyor. Bir de şu­
nu söylüyor: 'Eğer Irak'a bir hareket yaparsanız, Ermeni tasarısı soy-
kırım iddiası Kongrede kabul edilebilir.'
"Amerikan hükümetine yakın bir sivil toplum kuruluşu olan
Atlantic Council'in David Phillips'in başkanlığında hazırladığı ra-
porda: 'Nihai çözüm Türkiye'nin sürdürülebilir demokratikleşme­
sindedir. Ve aynı zamanda PKK liderleri ve birlikleri için af çıkar­
makta yatmaktadır. Af çıkarın, kademeli bir af çıkarın,' diyor. 'Yasal
reformlar yapın. Türkler federalizmi bölünmeyle eşanlamlı ola-
rak görürler, daha az göze çarpan ademimerkeziyet planları tasarla-
yın. Anayasa'nın Türklüğü vatandaşlık olarak tanımlayan maddesi-
ni değiştirin. Anayasa'da Türklükten bahsetmeyin. Terörle Mücadele
Yasası'ndaki bazı maddeler ve Ceza Yasası'ndaki 301. maddeyi kaldı­
rın,' diyor. 'Düşmanla konuşun. Ankara Öcalan'la konuşmayı redde-
debilir fakat demokratik seçimlerle gelmiş olan DTP üyeleri etkin bi-
rer muhatap olabilirler. Erdoğan DTP milletvekilleriyle görüşmeli ...
DTP'yi geniş kapsamlı görüşmeler için bir kanalolarak görün, böl-
gesel bir yaklaşım uygulayın, Kuzey Irak'la temas edin ... ' Yol haritası
bu, size bunları öneriyor.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDıRıLAR ııı

"Bu sivil toplum örgütü bir NATO ülkesi olan Norveç'in mali
desteğiyle çalışıyor,bu raporları hazırlıyor ve Norveç'in Yaşington
büyükelçisi bu çalışmalara aktif olarak katılıyor. Başka kim katı­
lıyor? Ankara'daki bundan önceki Amerikan büyükelçisi. Başka?
Evvelce Ankara' da büyükelçilik yapmış olan Ingiliz Büyükelçisi.
Başka? Generaller ... Başka? Türkiye'den ve Kuzey Irak'tan giden 14
kişi.
"Belli ki terör örgütünün amacı alfabeye bir-iki harf ilave etmek
değiL, birkaç tane köyün, kasabanın adını değiştirmek değiL. Tür-
kiye'de devlet içinde devlet kurmak istiyorlar. 'O bölgenin yönetimi-
ni bize bırakın,' diyorlar, 'Ekonomiyi de biz yönetelim, bir de ora-
da silahlı gücümüz olsun.' Değerli arkadaşlarım, bunun ötesinde res-
men devlet olmak için iki eksiği kalıyor: Bir, hutbe okutacaksınız; iki,
sikke kestireceksiniz. Osmanlı Imparatorluğu'nda bu işler böyle olu-
yordu.
"Sayın Başbakan, 12 Haziran 2007 tarihinde ne diyor: 'Yurt-
dışındaki terörü bir tarafa bırakalım. Biz Türkiye' deki terörü önle-
meye çalışalım. Dışarıdakilerin sayısı 500, içeridekilerin 5 bin.' Bir ke-
re rakamlar yanlış. Ikincisi, böyle sayıya göre bu işleri dengelemeye
çalışırsanız, beyin 250 gram, vücudun diğer tarafları 70 kilo, 80 ki-
lo. Siz beyin küçüktür diye onu az önemli sayabilir misiniz? PKK'nın
beyni orada, 'Beyni bırakın bir tarafa, biz Türkiye'dekilerle uğraşa­
lım,' diyor
"Sayın cumhurbaşkanı bu kürsüde birkaç gün önce, meclisin açı­
lışında ne dedi? Aynen okuyorum: 'Bugün gelinen noktada, Türkiye
daha fazla şehitler vermeden, daha fazla mali kaynak ve enerji harca-
madan, terör sorununu geride bırakmaya yarayacak yeni yöntemleri
devreye sokma kapasitesine ulaşmıştır.' Buyurun. Şehit vermeyeceğiz
yani mücadele etmeyeceğiz. Kim ister şehit vermeyi ... Keşke ... Enerji
harcamayacağız, para harcamayacağız, kaynak harcamayacağız, te-
rörü bitireceğiz. Bunun yolunu bulduk diyor. Lütfen, bize de söyle-
yin. Sizi tebrik edelim. Hep birlikte sevinelim. Sayın cumhurbaşkanı,
'Başka ülkeler bizim içişlerimize müdahale edebilir, biz tedbir alalım.
Almazsak başkaları gelir, bizim namımıza bu tedbirleri alır,' dedi. Bu
sözler bizi çok üzmüştür. Bu sözleri söyleyen insan ülkemizin kurtu-
112 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

luşunda bütün dış müdahaleleri elinin tersiyle iten büyük Atatürk'ün


kohuğunda oturuyor.
"Bu ülke sahipsiz değildir. Bu ülke yabancıların güdümüyle idare
edilecek bir ülke değildir. Bu ülke terörle mücadeleyi mutlaka sonuna
kadar sürdürecektir ve başarıyla sonuçlandıracaktır."

Herhalde şurası açıkça anlaşılıyordu ki, PKK, kuşkusuz Ame-


rika'nın ve Irak hükümetinin mücadeleye isteksiz ve Türkiye'yi fren-
leyici tutumundan destek alıyordu. Nitekim Abdullah Öcalan'ın kar-
deşi Osman Öcalan, "Amerika Kuzey Irak'ta PKK'ya karşı bir aske-
ri harekata girişmeyecektir, Amerika bütün Kürt gruplarla iyi ilişkiler
içindedir," diyordu. Diğer bir iddia da İsrail gazetesi Yediotlı Alıroııotlı
ile İtalyan gazetesi La Stampa'dan geliyordu. Bunlar PKK'lıları emek-
li İsrail subaylarının eğittiğini ileri sürüyorlardı.(40)
Bu arada David Phillips'in, muhtemelen hükümetin Kürt açı­
lımına ilham kaynaklığı yapan raporlarında yer alan bazı öneriler
dikkat çekicidir. Üstelik onun çalışmalarını ve önerilerini sadece bir
sivil toplum örgütünün düşünceleri gibi değerlendirmek doğru ol-
maz. Amerikan ve Norveç hükümetlerinin yetkililerinin de bu ça-
lışmalarda aktif biçimde yer aldıkları bilinmektedir. David Phillips,
16 Ekim 2007 tarihli ve "PKK'nın Silahsızlandırılması" başlığını ta-
şıyan raporundan sonra 2009 yılında aynı konuda bir rapor da-
ha yayınlamıştır. Phillips son raporunu hazırlamadan önce Nisan
2009'da, Amerika Birleşik Devletleri'nin Vaşington ve Boston kent-
lerinde, aralarında Türkiye'den gelenlerin de bulunduğu Norveçli,
Amerikan, İngiliz, Kürt ve Arap katılımcılardan oluşan 69 kişilik
bir grupla Atlantik Konseyi adlı kuruluşun düzenlediği toplantıla­
ra da başkanlık etmiştir. Raporda Türkiye'den davet edilenlerin sa-
yısı 14 olarak verilse de, değerli gazeteci Gürbüz Evren'in araştırma­
larına göre, gerçek sayı 20' dir. Evren'in açıkladığı bilgilere göre es-
ki bir Amerikalı diplomat, 1993'te Norveç'in Başkenti Oslo'da yapı­
lan İsrail-Filistin barışı görüşmelerinin ve Arafat-Rabin el sıkışma­
sının model alınarak, Türk yetkililerle PKK temsilcilerinin Oslo'da

(40) Eligür, a.g.e. 4-5.


IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDIRILAR 113

bir araya gelmesini sağlamak üzere çalışmalar yürütülmesini öner-


miştir. Toplantılara katılan ve 1993'teki Arafat-Rabin görüşmelerin­
de de görevalmış 2 Norveçli emekli diplomat da o süreçle ilgili tec-
rübelerini aktarmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, daha sonra Oslo' da Türk
devletinin yetkilileri ile PKK temsilcileri arasında yapılan ve basına
sızınca da büyük tepki doğuran görüşmelerin ilham kaynağı David
Phillips'in çalışmalarına katılanlar olmuştur. Aşağıdaki bölümlerde
de aktarılacağı gibi, Türkiye ile Ermenistan arasında yapılan ve iki
protokolün imzalanmasıyla sonuçlanan çalışmaların öncülüğünü de
gene David Phillips'in başkanlığındaki Türk-Ermeni Yakınlaştırma
Komitesi (TARC) yapmıştı.
David Phillips'in Kürt raporunda özetle şu görüş ve önerilere yer
veriliyordu:

• PKK sorunu silahla çözülemez. PKK'nın barıştan yana bir tavır


takınması durumunda, örgüt üyeleri için af ilan edilmelidir.
• Türkiye PKK'ya karşı sınır ötesi operasyon yapmamalıdır.
Çünkü böylesi operasyonlar, Türkiye'nin demokratik gelişimi­
ne zarar verir, ayrıca ülkedeki Kürtleri aşırılığa iter, bölgesel so-
runları canlandırır.
• Türkiye'nin PKK'ya karşı sınır ötesi operasyonu Türk-Ame-
rikan ilişkilerine de zarar verir, ayrıca Türkiye'nin Avrupa
Birliği üyeliğini tehlikeye atar.
• PKK sorununun çözümü için 'demokratikleşme' süreci gerek-
lidir.
• Demokratikleşme süreci için 'Sivil Anayasa' teklifi önemli bir
adımdır. Ayrıca, siyasi ve kültürel reformlar uygulanmalıdır.
• Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi ve Terörle Mücadele
Kanunu kaldırılmalıdır.
• Demokratik Toplum Partisi milletvekilleri PKK ile Türkiye ara-
sında arabulucu olabilir.
• Kürt bölgesel yönetimi, Mahmur Kampı'nda yaşayanların Tür-
kiye'ye dönüşünü sağlamalıdır.
• Türkiye Barzani'yle doğrudan ilişki kurmalıdır.

UKDR
114 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

Raporda ayrıca, PKK'ya karşı alınabilecek bazı ekonomik ve ma-


li önlemler, Kerkük konusunda bazı düşünceler, Amerikan hüküme-
tine, Türkiye ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimine ilişkin bazı öneri-
ler de yer alıyor. Bu öneriler sadece raporu yazanların önerileri miy-
di? Yoksa onlara esin kaynağı olan da bazı hükümetlerin politikaları
mıydı? Örneğin bu raporda sözü edilen Türk Ceza Kanunu'nun 301.
maddesi konusunda Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosunda bü-
yük bir kampanya yapılması da mı bir rastlantıydı? Türkiye'yle ilgi-
li konularda Avrupa'da, Amerika'da bu kadar büyük bir görüş birli-
ği oluşmasının ve herkesin Türkiye'yi belirli bir yönde adımlar atma-
ya zorlamasının arkasında acaba bir koordinasyon çalışması var mıy­
dı? Bunu kanıtlamak zor ama ortaya çıkan tablo en azından bazı kuş­
kulara yer bırakacak cinstendir.
Pek.i, Türk hükümetinin Kuzey Irak ve Ermenistan konularında
izlediği politikaların bu raporlarda öngörülen önlemlerle bu kadar
benzerlik göstermesi acaba bir rastlantıdan mı ibaretti, yoksa bu öne-
riler Türk hükümetine bir ilham kaynağı mı oluşturmuştu?
Bu konuda Dışişleri bakanına verdiğim soru önergesine, alışılagel­
mişin ötesinde bir cevap geldi. Dışişleri Bakanlığı'nın hiçbir zaman
başkalarının telkiniyle politika yapmayacağının ileri sürüldüğü ceva-
bın tonu, duyulan rahatsızlığı da yansıtıyordu. Bu konuya kuşkuyla
bakanlar açısından raporda dile getirilen öneriler ile hükümetin ay-
nı konularda izlediği politikaların bu kadar benzerlik göstermesi te-
sadüf olamazdı.
Esin kaynağı ne olursa olsun, bazı çevrelerce terörle mücadele-
yi başarıya ulaştırması beklenen açılım politikasının başarısız olaca-
ğı daha başından belliydi. Üstelik hükümetin bu amaca ulaşmak için
anayasamızda yer alan bazı temel ilkelerden taviz vermeyi bile göze
aldığı anlaşılıyordu.
Başbakanın bu konuda CHP genel başkanıyla görüşme önerisine
Baykal 12 Ekim 2009 tarihinde ana hatları aşağıda belirtilen mektup-
la cevap verdi:

'Açılım'ın içeriği ile ilgili herhangi bir somut açıklamanın yapı­


lamamış olması, milletimizin tedirginliğini arttırmıştır.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIsT SALDIRILAR 115

• Bu durum, Anayasamızdan 'Türk Milleti' sözünün çıkarılacağı,


eğitim dilinin değiştirileceği, PKK'ya af çıkarılacağı, İmralı' dan
gelecek yol haritasının 'uygun bölümlerinin' değerlendirileceği
beklentilerine yol açmıştır.
• PKK'nın siyasi hedefleri ile örtüşen böyle bir Anayasa bir hu-
zursuzluk kaynağı haline dönüşmüştür.
• Son iki aylık süre içinde ortaya çıkan can kaybımız, 2002 yılının
tümünde gerçekleşen şehit sayısının tam dört katıdır.
• Öyle anlaşılıyor ki, bu iktidarın zihninde, bulunabilecek makul
bir siyasal çözüm ile terör dönemine son vermenin mümkün
olduğuna dair bir kanaat vardır.
• Onun için, milli kimliğimizi, ulusal bütünlüğümüzü tartışma­
ya açan, Anayasanın ilk üç maddesinin değiştirilmesini talep et-
meyi makul karşılayan bir siyaset zemini oluşturulmuştur.
• Bütün bunlar milli bir ayrışma peşinde koşan terör örgütünün
siyasal amaçlarına yönelik bir açılımla karşı karşıya olduğumu­
zu göstermektedir.
• Terör örgütünün siyasi projesi, milleti ve devleti etnik temelde
ayrıştırmaktır.
• Bu amaçla, Milli Eğitim'in bünyesine üniversitelerden başla­
mak üzere, etnik dil eğitimini seçmeli ders olarak yerleştirmek,
ilk aşamayı oluşturacaktır.
• İmralı'dan gelen yol haritasının açıklanmasına bir türlü cesa-
ret edilememiştir.
• Ne yazık ki, terör örgütünün ayrıştırmacı siyasi taleplerini kar-
şılamaya çalışan bu siyasal açılım süreci daha şimdiden terör
örgütünün itibarını artırmış, bölgedeki meşruiyetini ve etkinli-
ğini giderek yükseltmiştir.
• Terör örgütüyle uzlaşma arayarak terörü ortadan kaldırma
heveskarlığının açmazı işte buradadır. Önce teröre karşı çık­
ma kriterinizi kaldırırsınız. Onlarla müzakereyi içinize sindi-
rirsiniz ama yetmez. Size, terörle doğrudan müzakere etmenizi,
onu muhatap almanızı söylerler.
• Bugün Türkiye'de vatandaşlarımızın anadillerini özgürce kul-
lanmaları, etnik kimliklerini ve kültürlerini özgürce yaşamaları,
116 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTİKA

bütün etnik kimliklerin aynı derecede saygıdeğer olduğu, her-


kesin kendi etnik kimliğiyle şeref duyma hakkına sahip olduğu,
tartışmasız şekilde kabul görmüştür.
• Biz, 1989 yılında 'Türkiye Cumhuriyeti bir ırk, kan ve kafatası
devleti değildir,' dedik. 'Devlet kimsenin etnik kimliğine müda-
hale edemez,' dedik. 'Herkesin etnik kimliği onun şerefidir,' de-
dik. Asimilasyona karşı çıktık.
• Ama aynı zamanda devletin etnik kimlik ya da anadil konusun-
da faaliyette bulunmasına da karşı çıktık. 'Etnik kültür ve ana-
dil konularına devlet ve resmi kuruluşlar karışmamalıdır, sivil
toplum bu konularla ilgilenmelidir,' dedik. Yasaklanan anadil-
lerin özgürce kullanılabilmesi için yirmi yıl önce kanun tekli-
fi verdik.
• Kürt kökenli vatandaşlarımızın sorunlarına ayrıştırıcı değiL,
kaynaştırıcı bir anlayışla yaklaşılmalıdır. Bölgede işsizlikle mü-
cadele büyük önem taşıyor. Devletin bölgeye yönelik ekonomi
politikası değişmelidir. GAP artık hızla bitirilmelidir. Yeni sınır
kapıları, Yüksekova ve Tatvan havaalanıarı hizmete açılmalıdır.
• Bölgedeki gençlere çok farklı bir gelecek umudu verilmelidir.
Gençlerimizi, terör örgütüne, yeraltındaki dini örgütlenmele-
re ya da mafyaya mahkum olmaktan kurtarmalıyız. Bunun için
de büyük bir eğitim projesi hazırlanmalı ve Türkiye'nin en kali-
teli eğitim kurumları, Anadolu liseleri, kolejleri, fen liseleri dü-
zinelerle bu bölge illerinde açılmalı ve en nitelikli öğretmenler­
le donatılmalıdır.
• Açılım, terör örgütüne yönelik değiL, Kürt kökenli vatandaşla­
rımıza yönelik olmalıdır.
• Bu nedenlerle çok önemli tutarsızlıklar, çelişkiler, belirsizlik-
ler içeren, tehlikeli tuzaklar barındıran bu 'açılım politikası'nda
hiçbir şekilde sizinle birlikte olmayacağımız çok açıktır.
• Bununla beraber mektubunuzdaki isteminiz doğrultusunda si-
zinle Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezinde, baş başa, iki-
li bir görüşme yapmaya hazırım.
• Toplumumuzun bu önemli konusunu kendi aramızda, kapalı
kapılar arkasında ele almakla yetinmemeliyiz. Ne zaman ve ne-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN TERÖRIST SALDıRıLAR 117

rede yayınlanacağına birlikte karar vermek üzere, görüşmemi­


zin bir televizyon ekibi tarafından kayda geçirilmesinin yararlı
olacağını sizin de takdir edeceğinizi umuyorum.

Görüşmenin kayda alınması ve ileride gerektiğinde halkın bilgi-


sine sunulması önerisi kabul edilmedi, bu nedenle görüşme yapıla­
madı.
BaykaL, ı 3 Ekim 2009 tarihli grup konuşmasında da bu konuya
değinerek şunları söyledi:

"Bu açılım paketinin içinde anayasa değişikliği var mı yok mu ko-


nusu büyük önem taşıyor. Eğer bir anayasa değişikliği varsa bu, Kürt
açılımı çerçevesinde biz anayasayı değiştirmeyi de göze alıyoruz de-
mektir. Anayasada ne var bu çerçevede önem taşıyan? Millet tarifi
var, devletin eğitim diliyle ilgili, devletin resmi diliyle ilgili hüküm-
ler var, bir de ulus devleti güvence altına alan diğer düzenlemeler var.
Türkiye' de 25 yıldır yürütülen terörün arkasındaki siyasi projenin te-
mel hedefi nedir? Anayasal, hukuksaL, siyasal bir ayrışmanın şartları­
nı sağlamak değil mi? Bu anayasa değişikliği değil mi?
"Bu açılım ın temel ilgi konusu terör yayan çevrelerin kafasındaki
projelere yeşilışık yakmaktır. Başbakanın 'Anayasa değişikliği masa-
da,' demesi bir ve 'Biz, politikamızı hazmettire hazmettire uygulaya-
cağız,' demesi iki, bu açılım ın içyüzünü ortaya koymuştur."

Başkan Obamfnın Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı ko-


nuşmanın PKK terörüyle mücadeleye ilişkin bölümü bu düşünceler­
den pek de uzak bir anlayışla kaleme alınmamıştı. Belli ki Yaşington' da
oluşturulan bazı düşünceler, bir yandan Atlantic Council, bir yandan
da Amerikan basını yoluyla kamuoyuna ulaştırılmaya çalışılıyordu.
Kamuoyunu yönlendirmeden bu gibi düşünceleri hayata geçirmek
kolay değildi.
Peki Amerika'nın bir müttefiki ile silahı bırakmamış bir terör ör-
gütü arasında arabuluculuk yaptığının örneği var mıydı? Terör örgü-
tüne duyulan güven nereden kaynaklanıyordu? Onların sözünde du-
racağı nereden belliydi? Bu sorulara cevap verilemese de belli ki bu
118 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

senaryonun hayata geçirilmesine çalışıldı. Oslo görüşmelerinin özü


de buydu: "Terörle müzakere yoluyla siyasi çözüm aramak." Bir yan-
dan askerleri şehit etmeye devam eden örgütle masada bir araya gel-
menin ne kadar büyük riskler taşıdığı görülmüyor muydu? Muhalefet
böyle bir süreci içine sindirebilir miydi? Muhalefetin tepkisine rağ­
men böyle bir müzakere sürdürülebilir miydi? Gene de bu kitap ya-
yına hazırlanırken başbakanın verdiği bazı beyanlar terör örgütünün
liderleriyle görüşme yaklaşımından büsbütün vazgeçilmediğinin işa­
retlerini veriyordu.
Kürt konusunda Türkiye'ye akıl vermeye, yol göstermeye çalışan­
lar sadece Atlantic Council gibi kuruluşlar ve David Phillips gibi uz-
manlar değildi. Finlandiya'nın eski cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari
başkanlığındaki bağımsız komisyonun 2009 tarihindeki raporun-
da da bu konuya değiniliyordu. Raporda PKK'nın ve Öcalan'ın, ger-
çekleştirdikleri çok sayıdaki terörist saldırı nedeniyle meşru bir siyasi
parti sayılamayacağı kaydedilmekte, bazı AB ülkelerinin PKK'ya kar-
şı oldukça yumuşak davrandıkları, bu ülkelerin istihbarat örgütleri-
nin bilgi toplama amacıyla PKK yetkilileriyle görüştükleri, ülkelerin-
deki PKK sorumlularının yasaları ihlal etmek pahasına adaletten kur-
tulmalarını sağladıkları, bunların iade edilmeleri için Türkiye'yle iş­
birliği yapmadıkları eleştirilmekteydi. Peki bu kadar eleştiriden son-
ra Türkiye'ye ne öneriliyordu? Kürt dilinin yalnız radyo ve televiz-
yon yayınlarında değil, kamu binalarında, okullarda ve siyasi demeç-
lerde serbestçe kullanılması için yasalarda ve anayasada değişiklik­
ler yapılması, yerleşim birimlerine Kürt isimlerinin verilmesi, üni-
versitelerde Kürtçe enstitülerin açılması öneriliyordu. Bütün bun-
lardan daha önemli olarak anayasada bir etnik gruba başka bir etnik
grup üzerinde imtiyaz sağlayan maddelerin eklenmesi öneriliyordu.
"Türkiye'deki Kürt vatandaşların" kendi dillerini ve kimliklerini tam
olarak kullanamamalarının Türkiye'nin AB üyeliğiyle bağdaşmaya­
cağı belirtiliyordu. (41) Yani bir taraftan binlerce insanın hayatını alan
terörü eleştireceksiniz, bir taraftan da teröristlerin silah zoruyla da-

(41) Turkey in Europe Breaking the vicious circle, Second report of the Indepen-
dent Comission on Turkey, September 2009, s. 24.
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDIRILAR 119

yatmaya çalıştıkları çözümleri bu örgütün silahlarını tamamen bırak­


masını şart koşmadan siyasi bir çözüm olarak devlete önereceksiniz.
Nobel barış ödülü sahibi Ahtisaari Güneydoğu Anadolu'yu da zi-
yaret ederek orada bazı siyasetçilerle ve yerel yöneticilerle de görüş­
melerde bulunmuştu. Basına yansıyan bazı bilgilere göre Ahtisaari
yaptığı temaslar sırasında devletin PKK ve Öcalan'la dolaylı diyalog
kurmasını, Kürtlerin birlikte hareket etmesini önermiş, Türkiye Kürt
konusunu çözemediği sürece AB'ye giremez, demişti. Gene basında
yer alan bilgilere göre Ahtisaari Türkiye'yle ilgili üçüncü bir rapor
hazırlamakta olduklarını, bu raporda geniş biçimde Kürt konusuna
değineceklerini söylemişti. Ahtisaari Türkiye ile PKK arasında ara-
buluculuk yaptığı iddialarını yalanlamıştı ama öyle anlaşılıyor ki son
zamanlarda Türkiye'de gündeme getirilen akil adamlar fikrini savu-
nanların aklında Ahtisaari'nin ismi olmasa bile onun yaklaşımları­
nı benimseyebilecek, önerilerini dile getirecek şahsiyetler olabilirdi.
Ahtisaari'nin gerek raporunda gerek basma yansıyan konuşmaların­
da Irak hükümeti üzerine baskı yapılarak PKK'nın Kuzey Irak'tan tas-
fiyesine ilişkin bir öneriye rastlanmıyordu. Irak bunu yapmadığı tak-
dirde Türkiye'nin bir askeri harekatla Kuzey Irak'tan PKK'yı bertaraf
etmesi yolunda bir düşünce de görülmüyordu. Yani özü itibariyle ge-
ne Türkiye'nin atacağı adımlar ve vereceği bazı tavizlerle bu mesele-
nin çözümlenmesi düşünülüyordu. Türkiye'de öyle düşünmeyenler
de vardı ama Ahtisaari komisyonunun raporlarına bakılacak olursa
bunlar daha çok laik ilkeleri savuma görünümü altında politik ve si-
yasi reformları engellemek isteyenlerdi.<42J
Peki Ahtisaari geçmişte başka hangi konularda uluslararası ara-
buluculuk rolü üstlenmişti? Sırbistan Bosna'ya saldırırken orada te-
maslar yapmıştı. Endonezya'nın bir bölümünde bağımsızlık için si-
lahlı mücadele veren ACE hareketi ile Endonezya hükümeti arasın­
da arabuluculuk yapmış, Kosova konusunda BM'nin özel temsilci-
si sıfatıyla temas ve girişimlerde bulunmuş ve Kosova'ya BM deneti-
minde kontrollü bağımsızlık önermişti. Kosova daha sonra bağımsız­
lığını ilan etmişti.

(42) a.g.e, s. 7.
120 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Ahtisaari raporundaki bu önerilerin David Phillips'in raporundaki


önerilere benzerlik gösterdiği dikkatten kaçmamalıdır. Ayrıca Avrupa
Sosyalist Partisi PES'te, Türkiye'yle ilgili olarak benzeri bir komi-
te kurmuştu. Finlandiya'nın eski başbakanlarından Paavo Lipponen,
Yunanistan'ın eski başbakanı George Papandreu ve Danimarka'nın
eski başbakanlarından Poul Nyrup Rasmussen'in üye olduğu bu grup
Türkiye'yi de ziyaret etmişti. Kendilerine CHP'nin görüşlerini an-
latmıştık. Grup üyeleri çeşitli konulardaki gözlem ve önerilerini ka-
muoyuna açıklamıştı. Bu grubun görüşüne göre, insan hakları, azın­
lık hakları ve askerlerin toplumda oynadıkları etkili rol Türkiye'nin
AB üyeliğinin önünde büyük engeloluşturuyordu. Güneydoğu'ya
istikrar getirmek için siyasi bir çözüm gerekliydi. Türkiye "Kıbrıs
Cumhuriyetini" tanımalıydı. Ayrıca ifade özgürlüğü geliştirilmeli,
kadın hakları, işçi hakları, sendikal haklar alanlarında iyileştirmeler
yapılmalıydı. Heybeliada Ruhban Okulu açılmalıydı.

Kuzey lrak'la ilgili gelişmeler görüşülürken 1 Mart Tezkeresi sık


sık gündeme getiriliyordu. Baykal, 24 Kasım 2009 tarihinde grupta
yaptığı konuşmada buna değinerek şunları söyledi:

"Dışişleri bakanımızın
bugün medyamıza da yansıyan bir açık­
lamasından öğreniyoruz ki, eğer 1 Mart 2003 tarihli tezkere geç-
miş olsaydı Türkiye bir savaş alanı olacakmış. Yani şu anda Türkiye
Cumhuriyeti'nin Dışişleri bakanı, bize, "İyi ki ı Mart Tezkeresi geç-
medi, eğer o tezkere geçmiş olsaydı Türkiye savaş alanına dönecek-
ti," diyor. Bunu tek başına Cumhuriyet Halk Partisi 2003 yılından
önce söylüyordu. Sene 2009, altı yıl sonra devletin Dışişleri Bakanı,
Cumhuriyet Halk Partisi'nin haklı olduğunu itiraf ediyor. Peki, o
tezkereyi meclise kim getirmişti? Bugünkü Dışişleri bakanımızın,
Türkiye'yi savaş alanına döndüreceğini söylediği tezkereyi bu mecli-
se kim getirmişti? Hangi kadro getirmişti, hangi parti getirmişti, han-
gi hükümet getirmişti?"

Muhalefetin bütün uyarılarına rağmen hükümet, PKK'nın Kuzey


Irak'tan tümüyle tasfiyesini öngören adımları atarnıyordu. 2011 yı-
IRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRlsT SALDIRILAR 121

lının sonlarında basına sızan bilgilerden hükümetin bu süre içinde


PKK'yla müzakere yolunu seçtiği ve Oslo'da yabancı bir ülkenin giri-
şimiyle bu görüşmeleri sürdürdüğü anlaşılacaktı. O tarihe kadar böy-
le müzakereler yapıldığının işaretleri vardı ama somut bilgiler yoktu.
Oslo görüşmeleriyle ilgili bilgiler basına sızınca Türk kamuoyunun
büyük bir kesimi tepki gösterdi. Hatta bazı savcılar bu konuşma ne-
deniyle o tarihlerde başbakanın danışmanı olan, daha sonra da MlT
müsteşarlığına atanan devlet görevlisine ve yardımcılarına karşı so-
ruşturma başlatma girişiminde bulundu. İktidar partisi meclisten sü-
ratle bir yasa geçirerek böyle durumlarda başbakanın izni olmadan
soruşturma yapılamayacağı yolunda bir kuralı kabul ettirdi. CHP te-
rörle mücadele konusunu sürekli olarak meclis gündemine taşıyor,
görüş ve eleştirilerini dile getiriyordu.
Türkiye, Dünya Barış Endeksi'nde (Global Peace Index), vatan-
daşlarını huzur ve güvenlik içinde yaşatabilme açısından 121. sıra­
daydı. 2011 yılındaki sıralamada 127. sıraya düştü. Teröre verilen şe­
hit sayısı 2002 yılından sonra yeniden tırmanışa geçmişti.
1984 yılında başlayan PKK terörü, hızlı bir artış seyri göstere-
rek 1993 ve 1994 yıllarında zirveye ulaşıyor. Sonra, alınan etkili ted-
birlerin sonucunda hızlı bir inişe geçiyor. 2002 yılında neredeyse
durma noktasında. Sonra yeniden yükselişe geçiyor. Bunun nede-
ni nedir? Kuşkusuz en önemli nedenlerden biri 2002 yılından son-
ra Kuzey Irak'a kara operasyonları yapılmasından vazgeçilmesidir.
2011 yılına gelindiğinde hala terörün sona ereceğinin işaretleri gö-
rünmüyordu.
Başka devletler komşu bir ülkeden gelen terörist saldırıların ön-
lenmesi için ne yapmışlardı? Mesela İspanyollar ne yapmışlardı?
Evvelce ETA teröristleri İspanya' da cinayet işler, ondan sonra Pirene
Dağlarını aşıp Fransa'ya geçerlerdi. İspanyollar bunların iadesini iste-
dikleri zaman Fransızlar, "Bunlar hürriyet mücahidi," gibi gerekçeler
ileri sürerek hiçbir teröristi iade etmezlerdi. 1980'li yılların başlarında
GAL isimli bir örgüt ortaya çıktı. Bu örgütün hiçbir yasal niteliği yok-
tu ama buna katılanlar arasında eski güvenlik kuvvetleri mensupları
vardı. Bu örgüt mensupları Fransa'ya geçerek oradaki ETA terör lider-
lerini birer birer öldürmeye başladı. Bu şekilde öldürülenlerin sayısı
122 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

20'yi geçtikten sonra Fransa politikasını değiştirip ETA teröristlerini,


önce başka ülkeler üzerinden, daha sonra da doğrudan İspanya'ya ia-
de etmeye başladı. Artık Fransa ETA teröristleri için güvenilir bir li-
man değildi. GAL mensupları daha sonra yargılandı ve hapis cezala-
rına çarptırıldı. Bu arada o zamanki İçişleri Bakanı Jose Barrionuevo,
LO yıl hapse mahküm 0Idu.(43) Sonuçta İspanya, Fransa'nın iade etti-
ği teröristleri yargıladı ve cezalandırdı. Orada, Habur' dakilere benzer
durumlar yaşanmadı. Bugün eğer İspanya'da terörizm bitme noktası­
na gelmişse bunun en önemli sebeplerinden biri, İspanya'nın bu ko-
nuda sağladığı diplomatik başarıdır. Öyle bir baskı yaptılar ki, Fransa
bunları iade etmeye mecbur oldu.
Ne yazık ki, başından beri savunduğumuz, "Elinden silahı bırak­
mayan bir terör örgütüyle müzakere edilmez, mücadele edilir," söy-
lemi bir süreden beri bir kenara bırakılmış görünüyor. Eğer bu mü-
zakerelerden amaç terör örgütünü eylemlerinden vazgeçirmek idiyse,
bunun da sağlanamadığı terör eylemlerinin devam etmesinden an-
laşılıyor. AB komisyonu üyesi Stefan Fühle'nin bir konuşmasından,
AB' nin, Türkiye'ye PKK ile görüşmesini önermediği anlaşılıyor. Peki,
kim önermiş olabilir? Bu bir AB üyesi değilse kimdir? AB'ye üye ol-
mayan Norveç mi? Öteden beri Türkiye'ye siyasi çözüm öneren ABD
mi? Bu sorunun cevabı zaman içinde anlaşılacak.
Bu kitabın baskıya verilmesinden bir süre önce hükümet, mec-
liste görev yapan siyasetçilerle görüşüleceğini açıkladı. Ama başba­
kan İmralı'yla da bazı devlet görevlilerinin görüşebileceklerini söyle-
di. Demek ki, hükümetin terör örgütüyle görüşme yoluyla terörü bi-
tirebileceği umudu kaybolmuş değiL. Türkiye'de ve dünyada yaşanan
acı tecrübelere rağmen ... Mecliste bütün partilerin katılacağı bir ko-
misyon kurarak veya bir Akil Adamlar grubu oluşturarak terörü bi-
tirmeyi önerenler var. Bu görüşü savunanlar mücadeleden çok müza-
kere yöntemini benimsediklerini ortaya koyuyorlar. Bu yöntemin so-
nuç vermeyeceği bir kere daha görülürse ve terör can almaya devam
ederse siyasi çözüm önerenler, müzakere yoluyla teröre çözüm bulu-
nabileceğini savunanlar sorumluluk taşımayacaklar mı?

(43) BBC, 29 Temmuz 1998.


lRAK'TAN KAYNAKLANAN 1ERÖRIST SALDıRıLAR 123

Hükümetin yaklaşımı yukarıda sözü edilen David Phillips rapo-


runda tavsiye edilen yaklaşıma çok benzemektedir. Orada da PKK'nın
mecliste sözcülüğünü yapan bir partiyle görüşülmesi öneriliyordu. O
tarihte bu parti mensuplarının ellerini sıkmayı reddeden hükümet,
şimdi aynı masaya oturup müzakere yapmayı kabul ediyor. Acaba ne-
den?
Yukarıdaki meclis konuşmalarından da anlaşılacağı gibi CHP 2002
yılından 2010 yılının başlarına kadar Irak ve PKK'yla mücadele konu-
sunda tutarlı, sürekli ve kararlı bir politika izlemiştir. Bu politikanın
sonucunda siyasi tarihimizin en parlak sayfalarından biri olan 1 Mart
Tezkeresi'nin reddedilmesi sağlanmış ve Türkiye'yi Kuzey Irak'a as-
keri müdahaleden alıkoyacak Dubai Antlaşması'nın meclise getiril-
mesi önlenmiştir. Böylece mecliste çoğunluğa sahip olmayan bir siya-
si partinin kararlı politikalarla sonuç alabileceği görülmüştür.
CHP terörle mücadeleyi öncelikli bir mesele olarak görüyor, bu
sorunun çözümü için de Kuzey Irak'taki PKK varlığının tasfiyesinin
şart olduğunu düşünüyordu. Irak'ta güçlü bir Amerikan askeri var-
lığı varken yapılacak müdahalenin Amerika'nın onayıyla gerçekleşti­
rilebileceği yaygın bir kanıydı. CHP ise sınırlarımızın korunması için
başka bir ülkeden icazet alınmasının doğru olmadığını, terörün ber-
taraf edilmesinin Türkiye'nin egemenlik hakkı, hukukun da bizden
yana olduğunu, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bunu gerçekleştirebilecek
güce ve olanaklara sahip bulunduğunu söylüyordu.
Özetle, Amerika Türkiye'nin Kuzey Irak'a askeri müdahalede bu-
lunmasını kendi menfaatleri açısından sakıncalı görüyor, Türkiye'yi
sürekli olarak siyasi çözüm aramaya yönlendiriyordu. 2007 yılına ka-
dar Türkiye'nin Irak'a yönelik bütün askeri operasyonlarına karşı çı­
kan ABD, 2007 yılı sonundan itibaren hava operasyonlarına istihba-
rat desteği vermeyi kabul etmişti. Ama gene da kara operasyonlarına
karşıydı. Türk ordusunun Kuzey Irak'a girerek Kandil bölgesi de da-
hil olmak üzere bütün PKK varlığını sona erdirmesi arzu edilmiyor-
du. Bunun Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde olumsuz etkiler yap-
tığını gözlerden saklamak mümkün değildi. Başkan Clinton zama-
nında Türk halkının Amerika'ya desteği % 53 iken, bu destek Başkan
Bush döneminde % 9'a kadar düşmüştü. ABD diplomatları bu düşü-
124 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

şün nedenleri hakkında ana muhalefetin de görüşlerini soruyorlar-


dı. Onlara cevaben, esas meseleyi Kuzey Irak'taki PKK mevcudiyeti-
nin tasfiyesine Amerika'nın engel olmasının oluşturduğu anlatılıyor­
du. CHP bu nedenle Amerika'nın bu politikasını değiştirmesini isti-
yordu. Bazıları bunu kamuoyuna, CHP' nin ABD karşıtı politikası­
nın bir yansıması olarak takdim etmeye çalışıyorlardı. Oysa CHP'nin,
hiçbir ülkeye karşı önyargılı, düşmanca politikası yoktu. ABD'yle de
iyi ilişkiler kurmayı, işbirliği yapmayı isterdi, ama ülkenin güvenlik
çıkarları söz konusu olduğunda yaşanan sorunları, karşılaşılan engel-
lemeleri göz ardı etmesi de mümkün değildi. Amerika'dan beklenen,
Türkiye'nin çıkarlarına saygı göstermesi ve Türkiye'ye diğer ülkeler-
den farklı olarak çifte standart uygulamamasıydı.
1 Mayıs 2005 tarihinde Ankara'daki MetroPOLL araştırma ku-
ruluşunun bir kamuoyu yoklamasının sonuçları yayınlandı. 31 ilde
1504 kişiyle konuşularak yapılan araştırma Türk halkının % 43'ünün
Amerika'yı en büyük tehdit unsuru olarak gördüğünü ortaya koyu-
yordu. Onu % 24'le İsraiL, % 3'le İran, % 2,3'le Yunanistan, % 2,1'1e
Irak, % L,7'yle Rusya ve % l'le Ermenistan izliyordu. Amerika'yı en
başta gelen tehdit unsuru olarak görenlerin ön plana çıkardıkları ko-
nu, Süleymaniye'de Amerikalılar tarafından Türk askerlerinin başına
çuval geçirilmesi olayıydı.(44) Aradan yıllar geçmesine rağmen, guru-
nu her şeyin üzerinde tutan Türk halkı bu olayı unutmamıştı ve af-
fetmemişti.

(44) Turkish Daily News, 1 May 2011.


Hükümetin Kürt Açılımı

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, 2009 yılından itibaren Kürt


sorununu çözmek amacıyla bir açılım politikası izlemeye başladı.
Kamuoyuna farklı isimlerle sunulmaya çalışılsa da bu politikanın
özünde terörün silahlı mücadeleyle çözülmesinin mümkün olmadı­
ğı, başka yöntemlerin denenmesi gerektiği yatıyordu. Bu çerçevede
her ne kadar ekonomik ve sosyal önlemler ön plana çıkarılmaya çalı-
. şıldıysa da esas hedefin, yukarıda da belirtildiği gibi, PKK ile müzake-
re yoluyla örgütün silahlı mücadeleden vazgeçirilebileceği düşünce­
si yatıyordu. Kendi siyasi hedefine silahlı mücadeleyle ulaşabileceğine
inanan bir örgütle müzakere yönteminin benimsenmesi, doğal ola-
rak bu terör örgütüyle siyasi pazarlık yapılması anlamına geliyordu.
Başka ülkelerde de terör örgütüyle görüşmeler yapılmasının örneği
vardı. Ama bunlar, bir iki istisnanın dışında, o ülkelerde terör örgütü
silahlı mücadeleyi tamamen bırakmayı ve silahlarını tümüyle teslim
etmeyi kabul ettikten sonra, işin ayrıntılarını ele almak üzere yapılan
görüşmelerdi. Oysa PKK silahlı mücadeleden vazgeçtiğini açıklama­
mış, sadece zaman zaman ve bazı koşullarda, kendi tabirleriyle ateş­
kes yapmaya yanaşmıştı.
Bu durumda PKK'yla müzakere, siyasi pazarlık yapılması kabul
edilebilir miydi? O tarihte işbaşında bulunan CHP yönetimine göre
edilemezdi. Elinden silahı bırakmayan ve silah zoruyla devlete ana-
yasa değişikliği, rejim değişikliği dayatmaya çalışan bir örgütle mü-
zakere edilmezdi, mücadele edilirdi. Ana muhalefet partisi CHP bu
konudaki görüşlerini "AKP'nin açılım fiyaskosu" başlıklı bir bro-
şürle kamuoyuna açıklamıştı. Ama iktidarın, bu politikasının yan-
lışlığını kabule niyeti yoktu. Yurtdışından da bu "açılım politikası­
na" destek vardı. O zaman tek yol PKK'yı müzakere veya pazarlık
126 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTIKA

yöntemiyle ikna etmeye çalışmaktı. AKP iktidarı böyle düşünüyor­


du.
Açılım politikasıyla ilgili tartışmalar sürerken Atatürk ilkelerinin
en temel unsurlarından biri olan Türk kimliği konusunda iktidarın,
cumhuriyetin kuruluşundan itibaren benimsenen, o tarihten itibaren
anayasamızda yer alan görüşü benimsemediği anlaşıldı. Cumhuriyet
anayasalarının benimsediği görüş, hangi etnik kökenden, hangi din-
den ve mezhepten gelirse gelsin bütün vatandaşların Türk olduğu il-
kesiydi. Yani Türk milleti herkesi kucaklayan bir üst kimlikti. Oysa
bazı siyasetçiler Türklüğü diğer etnik gruplardan farksız bir alt kim-
lik gibi görüyorlardı.
Baykal, 4 Ağustos 2009 tarihinde yaptığı grup konuşmasında bu
konuya değinerek şunları söyledi:

"Bugün ülkeyi yönetenler bu meselelerin farkında değiller. Hele


dışarıdan birileri onları yönlendiriyorsa, şöyle yap, böyle diyorsa yap-
tıklarının ne sonuç vereceğinin hesabını kitabını yapmadan sürükle-
niyorlar ve Türkiye'nin başına çok ciddi işler açabilirler.
"Ayrıştırma teşebbüsü böyle bir problemin olmadığı yerlerde top-
lumla entegre olmuş insanları da çok ciddi şekilde rahatsız edeceği
için, sıkıntıya sokacağı için, onların huzurunu bozacağı için de yan-
lış. Herkes etnik kimliğini özgürce yaşayacak ama hepimiz bir millet
olarak beraber olacağız. Sorun çözeceğiz diye Türkiye'yi çözmeyelim,
Türkiye'nin çözülmesine yol açmayalım. Bu ciddi bir tehlikedir ve bu
konuda hükümetin bilinçli olmadığını görüyorum. Bizim, Türkiye'yi
kaynaştıracak yaklaşımlara ihtiyacımız var."

Terörle mücadelede başarının nasıl sağlanabileceği konusunda ik-


tidar ile muhalefet farklı görüşleri dile getiriyorlardı. Yabancı ülkele-
rin Türkiye'ye telkinleri, bu sorunu mücadele değiL, müzakere yönte-
miyle çözme doğrultusundaydı. Iktidarın açılım politikası da bu gö-
rüşe yakındı. Sayın cumhurbaşkanı da iyimser demeçler vererek ar-
tık mücadele etmeye, şehit vermeye gerek kalmadan terör sorunu-
nun çözülebileceği kanısını dile getiriyordu. Onun bu iyimserliği ne-
reden kaynaklanıyordu? Bugün dahi bu sorunun cevabı bilinmiyor.
HÜKÜMETIN KÜRT AçıLıMı 127

Muhalefet ise elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm


dayatmaya çalışanlarla müzakerenin doğru olmayacağını, ancak te-
rör tamamen sona erdirilince devletin şefkat elini uzatabileceğini dü-
şünüyordu.
İktidarın açılım politikasıyla ilgili tartışmalar sürüyordu. Hükümet
açılımın ne anlama geldiğini, hangi önlemlerin alınacağını bir tür-
lü meclise açıklayamıyordu. Yabancıların ne önerdiği belliydi. Peki,
hükümetin tavrı neydi? Yabancıların önerileri kabul mü ediliyordu?
Yani PKK'yla mücadele yerine müzakere yöntemi mi benimsenmiş­
ti? Açılım bu anlama mı geliyordu? İşte bu soruya o sıralarda açık bir
cevap vermeye kimse yanaşmıyordu. Basında her vesileyle hüküme-
ti destekleyenler bir açılım politikasının iyi bir şeyolduğunu söylüyor
ama tam ne anlama geldiğini de açıklayamıyor1ardı. Yukarıdaki soru-
nun cevabı iki yıl sonra, 2011 yılında anlaşılacak ve daha o tarihler-
den itibaren hükümetin PKK ile Oslo'da müzakerelerde bulunduğu
ortaya çıkacaktı.
Hükümet, 2011 yılının sonlarında terörle müzakere politikası­
na yeni CHP yönetiminin de ilke olarak desteğini sağladı. 23 Ekim
201 I'de CHP genel başkanı "Eğer barış gelecekse İmralı'yla da görü-
şülebilir," diyordu. Onlar da hükümetin terör örgütüyle görüşebile­
ceğini söylüyorlardı. Oslo'da yapılan görüşmelerin zabıtlarının bası­
na sızmasından sonra iktidar yapılan işin yanlışlığını anlamış mıydı,
kuşkuludur. İktidar şimdi dağdakilerle görüşmeyiz ama onların mec-
listeki uzantılarıyla görüşebiliriz demeye başlamıştı. Bu tam da David
Phillips'in 2009'daki yol haritasına uygundu.
Baykal 20 Ekim 2009 tarihinde yaptığı grup konuşmasında bazı
PKK'lı teröristlerin sınır kapısından Türkiye'ye gelmeleriyle yaşanan
duruma değinerek şu görüşleri dile getirdi:

"Ortaya çıkan olay, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden gizli tu-


tulmuş bir senaryonun uygulanmaya başlanmasıdır. Zamanlamaya
bakın, dağdan birileri organize bir şekilde Mahmur Kampı'ndan bir
grup, 8 de Kandil'den, 4 erkek, 4 kadın, aynı anda karar alıyorlar, bir-
likte sınır kapısına geliyorlar. Özel yetkilendirilmiş savcılar orada ha-
zır bekliyorlar, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kadroları orada, Milli
128 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

İstihbarat Teşkilatı tepeden tırnağa orada, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı


orada, devlet tam kadro orada birilerini karşılıyor. Şimdi, bu tablo
bir senaryodur. Birileri bu senaryoyu yazdı. Yol haritası ne? Şimdi, bu
tablo göstermiştir ki İmralı'nın yol haritasını AKP iktidarı uygulama-
ya başlamıştır. İmralı muhatap alınmıştır. Ben, daha önce terörü red-
detmeyenleri muhatap almıyorum diyordun, ne oldu? Muhatap al-
dın bile. Onları buraya gönderen talimatı kim verdi? Niçin indiler on-
lar? Birileri 'İnin' dedi. Siz de bunu bilerek orada bütün devlet teşkila­
tı orada bunları karşıladınız, öyle değil mi?
"Karşılayanlar soruyor: 221. maddeyi uygulayalım mı sana? Hayır,
biz pişman değiliz. Biz silahı bırakmayacağız. Biz şiddeti bırakma­
yacağız. Sizinle mücadeleyi bırakmayacağız. Size şartlarımızı, teklif-
lerimizi taşımak üzere buraya geldik. Mektubumuz elimizde geldik.
Bunun gereğini yapın, yapmazsanız görürsünüz, diyorlar. Biz hukuk
düzenini, anayasasını değiştirmek için mücadele ediyoruz. Silahla
mücadele ettik, şimdi sizin bunu müzakere edebileceğinizi gördük,
sizinle bu müzakereyi deneyeceğiz diyorlar. İstediğimiz Türkiye'nin
anayasal temel kurumlarını ayrıştırmak, etnik temelde ayrıştırmak.
Ulusal bütünlüğü, devlet bütünlüğünü etnik temelde ayrıştırmak, tek
millet yerine iki millet ikame etmenin yollarına, yöntemlerine baş­
vurmak. Senin anlayışını buna müsait görüyorum, diyor. Sen milleti
parçalayabilirsin, diyor. Ağzına Türk milleti sözünü almaktan hep ka-
çınıyorsun, bunu görüyoruz diyor.
"Bu, Türkiye'yi parçalamanın, dağıtmanın çıkış yoludur. Bunu
güvence altına alacak eğitim uygulamalarını bize verin, diğer uygula-
maları verin, anayasal değişiklikleri yapın; şimdi karşı karşıya bulun-
duğumuz manzara budur değerli arkadaşlarım. Hükümetin onlarla iş
tutmaya başlaması, göstermiştir ki silahla mücadele edenler bir nok-
tada amaçlarına ulaşabileceklerini düşünmeye ve bölgede siyasi ağır­
lık kazanmaya başlamışlardır. Türkiye'den ayrışmanın peşinde koşan
yok o bölgede ama ayrışmanın peşinde koşan dağdakileri sen muha-
tap alırsan, otorite haline getirirsen bölgede bu defa, ha, bunlar de-
mek ki etkili insanlar, devlet de, hükümet de bunlarla iş tutuyor de-
meye başlar ve sıkıntıların sonu gelmez.
"Eğer Türkiye'nin ulusal bütünlüğü üzerinde bir pazarlık yapıldı
HÜKÜMETIN KÜRT AÇILIMI 129

da bu pazarlığın avans ödemesini yapmak için bu insanlar buraya gel-


dilerse, bu işin anlamını milletimizin çok iyi değerlendirmesi gerekir.
Müzakere etmeye geliyor, teslim olmaya değil, teslim almaya geliyor."

PKK'nın temsilcileri Habur'a geldiklerinde bazıları bunun


PKK'nın sonunu getirecek bir gelişmenin başlangıcı olarak değerlen­
dirmişlerdi. Basında olumlu, iyimser yorumlar yer almaya başlamış­
tı. Hükümete övgüler düzüıüyordu. Hatta bizzat başbakan, partisi-
nin grup toplantısında şöyle demişti: "Habur sınır kapısında yaşanan
manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Bu bir umuttur.
Türkiye'de bir şeyler oluyor, iyi, güzel şeyler oluyor. Umut verici ge-
lişmeler oluyor, 34 kişi sınırı geçti, yasalarımız çerçevesinde bırakıldı.
Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü
ifade etmek istiyorum. Bu bir sevinç tablosudur, gerek dağdakilere,
gerek Mahmur Kampı'nda gerek Avrupa'da olanlara, hepsine ülkele-
rine dönmelerini tavsiye ediyorum."
Ancak bundan birkaç gün sonra halk sokaklara döküldü ve kuv-
vetli bir tepki ortaya koydu. Özellikle şehit aileleri üzüntülerini, pro-
testolarını güçlü biçimde ifade ettiler. Habur' dan gelenlerin PKK le-
hinde siyasi gösteri yapmaya kalkışmaları tepkileri büsbütün arttır­
dı. Hükümet bu tepkiler karşısında bu projeyi askıya aldı. Başbakan,
Habur'dan girenleri suçladı. Onlar 'Şov yaptılar, bu şark kurnazlığı­
dır,' dedi. Avrupa'dan da bazı PKK'lıların getirilmesi planlanmıştı.
Bundan vazgeçildi. Başbakan bu gelişmeler üzerine, 'Bu işe ara ver-
dik,' dedi. Teröristlerle işbirliği yaparak terörün sona erdirilemeye-
ceği anlaşılmış mıydı? Türkiye'ye terörle müzakere ederek bu işi çö-
zün diyen yabancılar da bunun çıkar yololmadığını anlamışlar mıydı?
Şüphelidir. Bu doğrultudaki ısrarlarından vazgeçtiklerinin işareti yok-
tur. Habur'daki olumsuz tablodan sonra da hükümetin yetkili kıldığı
şahısların PKK temsilcileriyle Oslo'da gerçekleştirdikleri görüşmenin
bir yabancı devletin daveti üzerine yapıldığını ve o görüşmelerde ya-
bancı devletin temsilcilerinin bulunduğunu basına sızan bilgilerden
anlayanlar bu müzakere yönteminden vazgeçilmediğini anlamışlardı.
2009 yılının Kasım ayında hükümet açılım konusunu mecli-
sin gündemine taşımayı kararlaştırdı. Konu mecliste görüşülecek-
UKD9
130 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

ti. Hükümet bu görüşmeyi LO Kasım tarihinde yapmakta ısrarlıydı.


Niçin 10 Kasım? Bu tarih Atatürk'ün ölüm yıldönümüydü. O gün
mecliste Atatürk'ün anılması, ona ilişkin konuşmalar yapılması ge-
rekirdi. Iktidar niçin tam da o gün bu konuyu mecliste ele almak is-
tiyordu? Öyle anlaşılıyor ki, iktidar açılım politikasını savunmak için
Atatürk'ten medet ummaya çalışıyordu. Bazı iktidar mensuplap,
'Atatürk yaşasaydı o da bizim gibi yapardı,' yolunda beyanlarda bu-
lunuyorlardı. Yani Atatürk'ün kurduğu partiyi, Atatürk'ün sağ olsay-
dı destekleyeceği bir politikaya karşı çıkmakla suçlamak, bu yolla kö-
şeye sıkıştırmak istiyorlardı. Iktidarın mecliste oy çoğunluğu vardı.
Hangi konunun hangi gün görüşüleceğini kararlaştırmakta iktidarın
dediği olacaktı. Öyle de oldu. Konu 10 Kasım 2009 tarihinde meclisin
gündemine geldi. Iktidarın açılım politikası hakkında hala somut bir
projesi olmadığı bir kere daha görüldü. Merak edenler o günkü mec-
lis zabıtlarına bakıp iktidar sözcülerinin konuşmalarını okuyabilirler.
Bizim de söyleyeceklerimiz vardı. Söz alarak şunları söyledim: (ı O
Kasım 2009 tarihinde Meclis Genel Kurulu'nda yaptığım konuşma
bazılarınca uzun süre içeriğinden saptırılarak yorumlandığından söz-
lerimin herkesçe doğru anlaşılması için bu konuşmamın metninin
tümünü buraya alıyorum.)

"Sayın başkan, çok değerli milletvekilleri, hükümetin genel görüş­


me önergesiyle ilgili olarak Cumhuriyet Halk Partisi Grubu'nun gö-
rüşlerini arz etmek üzere söz almış bulunuyorum. Yüce meclise say-
gılar sunuyorum.
"Değerli arkadaşlar, bugün 10 Kasım, Atatürk'ün ölüm yıldönü­
mü. Hükümetin genel görüşme için böyle bir günü seçmiş olması ib-
ret vericidir. Bazıları, 'Atatürk öldüğüne göre meydan bize kaldı, şim­
di dilediğimizi yapabiliriz. Onun çizdiği hedeften saptırıp başka ufuk-
lara götürebiliriz,' diye düşünebilirler. Bunun örnekleri yok mu? Var.
Atatürk'ün en önemli eserlerinden biri laikliktir ve bugün iktidar-
da bulunan siyasi parti Anayasa Mahkemesi tarafından, ıı üyeden
ıO'unun oyuyla, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu için mahkum
edilmiştir. Bırakınız Türkiye'yi, dünyada bunun bir örneğini hatırla­
yan var mı? Hem Atatürk'ün eserine bu kadar karşı çıkacaksınız, on-
HÜKÜMETIN KÜRT AÇıLıMı 131

dan sonra da zaman geldiğinde, 'Biz de Atatürkçüyüz,' diyeceksiniz.


Geçiniz, kimse inanmıyor size.
"Atatürk'ün hayatı sona erdi 10 Kasım'da ama Atatürk'ün idea-
li, hedefleri, ilkeleri, devrimleri ve devlet anlayışı bu milletin kalbinde
yaşamaktadır ve size şunu söyleyeyim: Bu millet Atatürk'e sahip çık­
tıkça hiç kimsenin gücü Atatürk'ün eserlerini tahrip etmeye yetmeye-
cektir. (CHP sıralarından alkışlar)
"Değerli arkadaşlarım, bu görüşmenin 10 Kasım'da yapılması yal-
nız Atatürk'ün anısına bir saygısızlıktan ibaret değildir. Burada, genel
görüşmede hükümetin bir türlü dile getiremediği, ama kafasından
geçen proje, öyle anlaşılıyor ki, terörle mücadele değil terörle müza-
kere projesidir ve bu, Atatürk'ün terörle mücadele konusundaki poli-
tikasına taban tabana terstir, zıttır. Atatürk, terörle böyle mi mücade-
le etti arkadaşlar? Atatürk terörle mücadele ederken terörü yapanlar-
la, onların temsilcileriyle müzakere mi etti?
"Onların temsilcilerinin sınırlardan elini kolunu sallayarak girme-
sine müsaade mi etti? Yoksa kararlılıkla mücadele mi etti? Yoksa terör
örgütü mensuplarını kıskıvrak yakalayıp adalete mi teslim etti ve ce-
zalandınlmalarını mı sağladı? Atatürk sizin yaptığınızı mı yaptı?
"Atatürk'ün ölüm yıldönümünde yapılan iş, aslında maalesef,
Türkiye için üzüntü vericidir, ibret vericidir ve çok hazindir.
Atatürk, Şeyh Sait'le müzakere mi etti, Dersim isyanını yapanlar-
la müzakere mi etti? Onların sözcüleriyle, temsilcileriyle masaya mı
oturdu? Bunların hiçbirini yapmadı arkadaşlar. Yabancı ülkelerin is-
tihbaratından mı yararlandı? Hayır.
"Türkiye'nin istihbaratından yararlandı ve kısa bir sürede bütün
terör örgütlerini dize getirdi.
"Değerli arkadaşlarım, 'Analar ağlamasın,' diyorlar. Maalesef, bu
ülkenin anaları çok ağladı. Çok şehit verdik. Tarihimiz boyunca çok
şehit verdik. Çanakkale Savaşı'nda 200 bin şehidimiz var. Hepsinin
anası ağladı. Bir kişi çıkıp da 'Analar ağlamasın. Biz bu savaştan vaz-
geçelim,' demedi. Kurtuluş Savaşı'nda analar ağlamadı mı?
Kimse çıkıp da 'Analar ağlamasın. Biz şu Yunanlılarla anlaşa­
lım,' dedi mi? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isya-
nında analar ağlamadı mı? Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Bir tek ki-
132 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

şi Türkiye'de çıkıp da 'Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi dur-


duralım,' dedi mi? Dünyada diyen var mı? Amerika'da bir saat için-
de 3 bin kişiyi öldürdü teröristler. Bir Amerikalı devlet adamı Çı­
kıp da 'Aman, analar ağlamasın. Şu teröristlerle bir uzlaşalım,' dedi
mi? nk siz diyorsunuz. Niçin? Çünkü terörle mücadeleye cesaretiniz
yok. Sizden önceki bütün hükümetlerin gösterdiği cesareti siz göste-
remiyorsunuz. Sizden önceki hükümetler 32 defa sınır ötesi operas-
yon yaptılar. Bitmek üzereyken, terör bitmek üzereyken siz geldiniz.
Sizin geldiğiniz yıl, 2002 yılında şehit sayımız 6'dan ibaret. Şimdi
bunun neredeyse 20 misli şehit veriyoruz. 20 misli analar ağlıyor si-
zin döneminizde. Niçin? Çünkü yedi senede bir tek kere, o da ye-
di günlük sınır ötesi kara harekatı yapabildiniz. O da yabancı ülke-
ler müdahale etti, hemen geri çekilmek zorunda kaldınız. Bu mudur
terörle mücadele? Sayın bakan çıkıyor terörle mücadeleden bahsedi-
yor. Böyle mi mücadele edeceksiniz? Sizden önceki hükümetler böy-
le mi mücadele etti? Başka ülkeler böyle mi mücadele ediyor terö-
ristlerle? Ne yazık ki hükümetin bu konudaki davranışı çok yanlıştır
ve son derece üzüntü vericidir.
"Bazıları çıkıyorlar, Atatürk'ün, 'Yurtta sulh, cihanda sulh' anlayı­
şının arkasına sığınıyorlar. Atatürk bu sözü söyledi, fazlasını da söyle-
di, Atatürk, 'Ülkenin savunması için yapılmadıkça savaş bir cinayet-
tir,' dedi. Doğrudur ama bir şey daha söyledi, Atatürk, 'Milletimizin
topraklarına göz dikenlerin ve ülkemizi esir almak isteyenlerin aman-
sız düşmanıyım,' dedi. Atatürk bu. Atatürk'ün, 'Yurtta sulh, cihan-
da sulh' sözleri hiçbir zaman teslimiyetçi bir anlayışın limanı olarak,
bu anlayışı savunmak için kullanılamaz. Atatürk'ün sözlerini anla-
mından çıkararak, kapsamından çıkararak yorumlamayınız. Atatürk
Şeyh Sait'le mücadele ederken de, 'Yurtta sulh, cihanda sulh' anlayı­
şına sahipti ama bu onu mücadeleden alıkoymadı. Hatay'ı almak için
biliyorsunuz icabında savaşı göze aldı. Onun için kimse Atatürk'ü
yanlış anlamasın ve yanlış yorumlamasın. Atatürk aynı zamanda ne
yaptı? Bütün vatandaşlarımızın, Güneydoğu'da yaşayanlar dahiL, kal-
bini kazandı, sevgisini kazandı.
"O tarihlerde o bölgeden gelip bu masalarda, bu koltuklarda otu-
ran milletvekillerimiz acaba ne diyorlardı biliyor musunuz? Size bir
HÜKÜMETIN KÜRT AÇıLıMı 133

iki örnek vereyim. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey ... Bakınız ne di-
yor. Lozan müzakereleri sırasında mecliste çıkıyor kürsüye, 'Bendeniz
Kürt oğlu Kürt'üm. Sizi temin ederim ki Kürtler hiçbir şey istemiyor-
lar. Türklerle beraber kanımıZi döktük, onlardan ayrılmadık, ayrıl­
mak istemedik ve istemeyiz,' diyor Yusuf Ziya Bey.
"Başka ... Diyap Ağa ... 3 Kasım 1922'de meclis kürsüsüne çıkı­
yor diyor ki: 'Dinimiz diyanetimiz, aslımız neslimiz hep birdir. Düş­
manlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar kuruyorlar sen şöyle­
sin, ben böyleyim diye. Ne yaparlarsa nafile, biz hep kardeşiz.'
"Bu, eski tarihe ait şeyler zannetmeyin, daha yakın tarihte de ay-
nı şeyler söylendi. Bitlis'in çok tanınmış ailelerinden birinin evla-
dı olan değerli diplomat ve siyasetçi Kamran İnan bakın ne diyor:
'Kimsenin değiL, devletin adamı olmaya çalıştım. Tek partim Tür-
kiye'ydi. Düşüncem devlet ve millet hizmetiydi. 'Türk vatandaşı' ve
'Türk insanı' olur, kimse ayrım yapmasın.' Bunu söyleyen arkada-
şımız Bitlis'in evladıdır. Bugün bu mecliste, teröristlerle mücadele-
yi müzakereye tercih eden Kürt asıllı ıoO'e yakın milletvekilimiz var.
Onlar temsil etmiyor da terörün sözcüleri mi temsil ediyor o bölge-
de yaşayan vatandaşlarımızı? Değerli arkadaşlarım, her partide insan
var Kürt kökenli.
"Niçin onlarla değil de terörün sözcülüğünü üstlenenlerle mü-
zakere ediyorsunuz? Onlar bu vatandaşları temsil etmiyorlar mı? Siz
böyle yaparak terörü meşrulaştırıyorsunuz. Teröristleri muhatap alı­
yorsunuz. Teröristlere toz kondurmayanları, 'Terör liderini hükümet
muhatap alsın,' diyenleri karşınıza alarak terörü meşrulaştırıyorsu­
nuz, farkında mısınız?
"Değerli arkadaşlarım, 5 Mayıs 1920 tarihinde Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde bir bildiri yayınlanıyor. Bu bildiri, Mustafa Kemal Paşa'yı
destekleyen bildiridir. Altında kimin imzaları var: Diyarbakır, Urfa,
Hınıs, Viranşehir, Bitlis ve Van müftülerinin imzası var.
"Değerli arkadaşlarım, işte siz maalesefTürkiye'nin bu güzel gele-
neklerinden sapıyorsunuz. Üzülerek söylüyorum ki Türk milleti, hiç-
bir 10 Kasım'da, bu kadar üzüntü verici, bu kadar kasvetli ve bu ka-
dar kahredici bir tabloyla karşı karşıya gelmemişti. (CHP sıraların­
dan alkışlar)
134 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTİKA

"Aylardır bir açılımdan söz ediyorsunuz ama içeriğini açıklayamı­


yorsunuz. Biraz önce sayın bakan geldi, burada uzun uzun konuştu.
Açılımla ilgili bir cümlesini hatırlayanınız var mı? Neymiş bu açılım?
Kimse bilmiyor. Içeriğine ilişkin bir cümle söyleyemiyorsunuz. Altı
aydan beri ülkenin gündemini bu açılımla meşgul ediyorsunuz; mil-
let aç, millet işsiz, millet perişan. Bütün gündemini - Türkiye'nin- ör-
tüp 'açılım' diye bir konu attınız, onun da ne olduğunu bir türlü söy-
leyemiyorsunuz.
"Peki, kim söylüyor bunu? Kim destekliyor bunu? Bakıyoruz,
yurtdışında bazı siyasetçiler destekliyor. Ne tuhaf, geçenlerde Ingiliz
Dışişleri Bakanı geldi Türkiye'ye 'Hükümetin Kürt açılımını kuvvet-
le destekliyorum,' dedi. Biz İngilizleri tanırız, yıllardan beri tanırız.
Şimdiye kadar, bilmedikleri bir şeyi desteklediklerini hiç duymadık;
şimdi destekliyor; demek ki biliyor. Demek ki bizim bilmediğimizi
onlar biliyor. Nasıloluyor bu iş? Bize söylemediğinizi onlara mı söy-
lediniz yoksa? 2007 seçimlerinden sonra anayasa taslağını da ilk ön-
ce Amerikalılara okutmuştunuz, bunu hatırlıyoruz. Efendim, yok-
sa onun içeriğinin hazırlanmasına, açılırnın içeriğinin hazırlanması­
na sakın yabancılar destek olmuş olmasın? Bunun da örneği var. Kofi
Annan Planı'nı hatırlıyoruz. Kıbrıs Türk liderlerinin kabul etmedi-
ği bir metni, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine hazırlattılar ve siz
de onu desteklediniz, bunun örnekleri de var. Acaba yabancılar mı bu
yol haritasını hazırlıyor?
"Birileri çıkıyor diyorlar ki: 'Efendim, biz devlet olarak bu açı­
lımın hazırlanışında roloynamadık.' Gayet tabii ki böyle diyecek.
Böyle demezse şaşmaz mısınız? Ama sonunda bakıyorsunuz ki, bu
tasarıyı hazırlayanların arkasında evvelce birtakım yüksek devlet gö-
revlerinde bulunmuş kişilerden oluşan bazı sivil toplum örgütle-
ri var. Açılım operasyonunun içine giren insanlar, Norveç'in bugün
Yaşington' daki Büyükelçisi, Ankara' daki eski Amerikan Büyükelçisi,
eski Ingiliz Büyükelçisi, kısa süre önce emekli olmuş subaylar. Bunlar
size bir yol haritası hazırlıyor Kürt konusunda. Ne diyorlar? 'Sayın
başbakanın yakın zamana kadar, terörü lanetlemediği için görüşmeyi
reddettiği bir siyasi grupla görüşeceksin,' diyorlar. Düşünebiliyor mu-
sunuz, söyledikleri bu. Şimdi bunun raporunun size tarihini de söy-
HÜKÜMETlN KÜRT AÇILIMI 135

leyebilirim, bütün ayrıntılarını da verebilirim. Açınız bakınız, David


Phillips'in raporu, sayfa yirmi sekiz, satır on dokuz. Merak edenlere
bu raporları verebiliriz. Daha ne söylüyorsa o raporda adım adım bu-
nu uyguluyorsunuz.
"Değerli arkadaşlarım, dağdan inenleri alayı valayla karşıladınız.
Sayın bakan diyor ki: 'Biz illegal hiçbir örgütle görüşmeyiz.' Yani tesa-
düfen devletin valisinin, müsteşarının o sırada Silopi'ye gideceği tut-
tu, hakimin de oraya gideceği tuttu. Bir de baktılar ki karşıdan birileri
geliyor. Kimmiş bunlar? 'Aa, bunlar teröristlermiş. Bari bunları şöy­
le ayaküstü bir yargılayalım da serbest bırakalım.' lllegal örgütle gö-
rüşmediyseniz, nasıl bu düzeni orada tertiplediniz siz? Kim size bunu
sağladı? Kim size bu bilgileri verdi?
"Üstelik değerli arkadaşlarım, o insanları karşılayanlar arasında, .
bakıyoruz PKK bayraklarını sallayanlar var. Polis müdahale ediyor
mu? Etmiyor. Polis kime müdahale ediyor? ışte bu esef verici olayı
protesto eden, ellerinde Türk bayraklarıyla protesto eden şehit ailele-
rine müdahale ediyor. Sıhhiye'de şehit ailelerini copluyorlar. Türkiye
Büyük Millet Meclisi'ne girmek isteyen şehit ailelerinin elinden bayra-
ğını alıyorlar. Bu nasıl devlet anlayışı? Sayın bakan, sizin bakanlığınıza
bağlı bu polisler. Bu talimatı siz mi veriyorsunuz insanlara? Türk bay-
rağını şehit ailesinin elinden almaya kim cesaret edebilir Türkiye' de?
Bu insanı siz ağlatıyorsunuz. Yalnız evladını kaybettiği için ağlamı­
yor ama bayrağı elinden alındığı için ağlıyor. Nasıl yaparsınız bunu?
(CHP sıralarından alkışlar)
"Atatürkçü Düşünce Derneği mensupları Denizli'de Cum-
huriyet Bayramı kortejine katılmış. Ne var bunda? Katılmak iste-
miş. Cumhuriyet Bayramı kortejlerinde belediye araçları bile geçi-
yor, Atatürkçülere yer yok mu? Bu kadar mı tahammülünüz yok Ata-
türkçülere? Coplarla, kalkanlarla polis, yaşlı kadınları yerlerde sürük-
lüyor Denizli'de. Bu mu sizin demokratikleşme anlayışınız? Böyle mi
yapacaksınız demokrasiyi?
"Adam dağdan inmiş, diyorsunuz ki, 'Biz bunları serbest bırakı­
yoruz çünkü bunlar suç işlememiş.' Nereden biliyorsunuz? Aktütün
saldırısını, Dağlıca saldırısını yapanları tespit ettiniz mi tek tek? Diğer
saldırıların tek tek sicilini tuttunuz mu, parmak izi ellerinizde var mı?
136 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Nereden biliyorsunuz? Bunlar dağa niçin çıktılar acaba, ellerine silah


alarak niçin çıktılar? Oraya, patates soymak için mi çıktılar, çay ser-
visi yapmak için mi çıktılar? Dağda ne işi vardı bunların? Kim size
bunların sicİlİnİ verdi, tezkiyesini verdi 'suça karışmamışlardır' diye?
PKK' dan başka kim olabilir? Kim size diyebilir kİ 'Bunlar hiçbir suça
karışmamıştır.' Nereden biliyorsunuz da, bunları serbest bırakıyorsu­
nuz? Adamın üzerinde terörist üniforması var, zafer işareti yapıyor,
orada serbest, hir siyasi partinin otobüsünün üstünde büyük bir tö-
renle karşılanıyor. Eline silah alan, dağa çıkan adam serbest ama eline
kalem alan insanın zindanda yatması normaldir sizin hukuk anlayışı­
nıza göre. Silopi'de başka hukuk, Silivri'de başka hukuk ... Sizin, dev-
lete karşı başkaldıran insana tahammül ün üz var, hükümeti eleştirene
tahammülünüz yok. (CHP sıralarından alkışlar) Bir tanesi dağa çık­
mış, bir tanesi konferans yapmış; dağa çıkan serbest, konferans dü-
zenleyen, hükümeti eleştiren aylarca, yıllarca hapiste yatsını Bu mu
sizin demokratikleşme anlayışınız?
'" Herkes için demokrasi,' diyor sayın bakan; bravo. Silopi için de
demokrasi var mı? Var. Peki, Silivri için var mı? Hayır, onlar için yok.
Niye? Onlar hükümeti eleştiriyor.
"Değerli arkadaşlarım, bu, gerçekten savunulması mümkün ol-
mayan bir yaklaşımdır. Bazı terör örgütleriyle yabancı ülkelerin mü-
cadelesini örnek veriyorlar, IRA ile ıngilizler nasıl mücadele etmiş?
IRA meselesi çözülmeden önce, 7 Nisan 2005 tarihinde IRA bütün si-
lahlarını bırakmayı resmen kabul etti, ilan etti ve ondan sonra kuru-
lan bir komisyona son tabancasına kadar bütün silahları teslim etti.
Siz de böyle mi diyorsunuz? Sizin de böyle bir projeniz var mı? PKK
bütün silahlarını teslim etmeden çözüm yapmayacağız diyor musu-
nuz? PKK hazır mı silahları teslim etmeye?
"Bakın, size bir örnek vereyim: 29 Temmuz 2009 tarihinde,
Amerika' da yayınlanan World Policy dergisinde, PKK liderlerinin de-
meçleri var, bir-iki tane örnek vereceğim. Diyor ki: 'Bazıları PKK'ya
silah bırakma çağrısında bulunuyorlar -sayın bakan gibi- bizim en
çok yapabileceğimiz şey bir ateşkesten ibarettir.' Tarih 4 Ocak 2009,
imza İmralı.
"Başka ... 'Bir çözüm bulunamazsa bu süreçten çekİlirim. Son-
HÜKÜMETIN KÜRT AÇILIMI 137

bahara kadar çok şey değişebilir, savaş çıkarsa Kürdistan Türkiye' den
ayrılır.' Imza Imralı.
'" Silahsızlanmadan bahsetmenin hiçbir anlamı yoktur. Kürtler
var olmalarını sürdürmek için kendi savunma güçlerine ihtiyaç du-
yacaklardır.' Tarih 18 Mart 2009, imza KandiL.
'" Eğer 2009 yılı içinde savaş olursa, biz saldırılara karşı koymaya,
yani onları tahrip etmeye ve katletmeye hazırız.' Imza KandiL.
"'Silahları bırakmak tartışma konusu bile olamaz. PKK hiçbir za-
man silah bırakmayacaktır." Tarih 23 Haziran 2009, imza KandiL.
"Daha söyleyelim mi? Daha söyleyelim mi?
'" Kürtler ya bağımsız olacaklar ya da yaşamayacaklardır." 18
Haziran 2009, imza KandiL.
"Değerli arkadaşlarım, siz kiminle, neyi müzakere ettiğinizin far-
kında mısınız? Bu insanlarla konuşuyorsunuz ve kalkıp diyorsunuz
ki, 3 kişi sınırı geçti, demek ki silahları bırakıyorlar. .. Adam size bı­
rakmayacağım diyor, hiçbir koşulda bırakmayacağım diyor. Daha ne
istiyorsunuz? Ondan sonra da kalkıp büyük sözler söylüyorsunuz,
analar ağlamasın vesaire filan.
"Değerli arkadaşlarım, acaba hükümet bu konuda muhalefetle ni-
çin görüşmek istiyor, niçin uzlaşmak istiyor? Cumhurbaşkanı seçi-
minde uzlaşmadınız, meclis başkanı seçiminde de uzlaşmadınız, ana-
yasa değişikliğinde de uzlaşmadınız, hiçbir konuda uzlaşmadınız; bu
konuda illa uzlaşacağız ... Niye? Çünkü bizi bu politikanıza ortak et-
mek istiyorsunuz. Biz sizinle bu işlerde birlik olsak bu anlattıklarımızı
halka nasıl anlatacağız? Ne yüzle anlatacağız? Onun için sizin bu po-
litikanızın farkındayız, Cumhuriyet Halk Partisi'ni hiç kimse tuzağa
düşüremeyecektir, herkesin haberi olsun. (CHP sıralarından alkışlar)
"Bizim görüşlerimiz belli. 1989 raporumuza bakın, 1991 tarihli
yasa önergemize bakın, 2008 tarihli programımıza bakın, bütün bu
konuları açıkça söylüyoruz. Etnik köken servetimizdir diyoruz, hazi-
nemizdir diyoruz, saygı gösterelim, devlet olarak destekleyelim; milli
kimlik, milli birlik, eğitimde Türkçe konularına siz sıcak bakarsanız,
bunlara karşı çıkmazsanız, diğer konularda biz diyoruz ki çağdaş bir
ülkede etnik kökenli insanların bireysel hakkı neyse hepsini biz ka-
bul etmeye hazırız. Var mısınız? Var mısınız? Varsanız, bu tartışma-
138 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTIKA

lar niye çıkıyor? Niye çıkıp şu


cümleleri söyleyemiyorsunuz burada,
Anayasa'nın değiştirilmesine karşıyız diyemiyorsunuz? Bazılarınız
diyor, sayın başbakan dedi, bir-iki defa 'Anayasa'nın değiştirilmesi­
ne karşıyız,' dedi. Sayın Içişleri bakanı söyledi; Sayın Arınç diyor ki:
'Mecliste bir uzlaşma bulursak bir saniyede değiştiririz anayasayı.'
"Ne diyor İmralı'daki: 'Sayın başbakanın tutumundan hiç mem-
nun değiliz,' diyor; 'Bir daha kimse gelmeyecek Türkiye'ye,' diyor; 'Bir
daha hiçbir teröristi göndermeyeceğiz,' diyor; ama 'Sayın Arınç'ın tu-
tumundan memnunuz,' diyor.
"Zannediyorum ki Sayın Arınç bir terör liderinin bu gibi iltifatkar
sözlerinden çok sevinmemiştir. En azından biz kendi hesabına üzün-
tü duyduk.
"Değerli arkadaşlarım, Sayın İçişleri bakanını hep birlikte dinle-
dik. Onun sözleri arasında bu açılım ın ne olduğuna dair hiçbir ipu-
cu yok ama şu var: 'Çözümü şimdiye kadar hep erteledik,' diyor, yani
terörle mücadeleyi bir türlü beceremedik. Sayın bakana hatırlatıyo­
rum: Suriye'deki terör örgütünü, terör liderini, oradaki terörist örgü-
tün bütün eğitim kamplarını nasıl biz bertaraf ettik, nasıl temizledik?
Bir tek kurşun atmadan, bir tek operasyon yapmadan nasıl becerdik
biz bunu? Biz bunu diplomasiyle becerdik. Devletin öyle bir ağırlığı­
nı koyduk ki, çözüldü Suriye, mecbur kaldı, ondan sonra ilişkilerimiz
düzeldi. Siz niye yapamıyorsunuz?
"Biraz önce sayın bakan anlatıyor, diplomaside ne kadar başarı­
lıyız ... Niçin Irak hükümetini ikna edemiyorsunuz PKK'nın tasfi-
yesi için? Niçin Amerikalıları ikna edemiyorsunuz? Uluslararası an-
laşmalar var, Birleşmiş Milletler kararları var, Irak Anayasası'nın 7.
maddesi var. O kadar başarılıysanız diplomaside, sizden önceki hü-
kümetin başarısını niye yapamıyorsunuz? Ankara süreci vardı bura-
da. Eşbaşkanlar, Türkiye, Amerika, İngiltere. Bir tarafın1lZda Barzani,
bir tarafımızda Talabani oturuyor, karşımızda Türkmenler. Ne oldu
o dönemde? Hepsi PKK' nın terör örgütü olduğunu kabul etti, hep-
si PKK'yla silahlı mücadeleyi kabul etti ve silahlı mücadeleye girdiler.
Siz niye yapamıyorsunuz sayın bakan? Sayın bakan niye yapamıyor­
sunuz siz bunu? Sizden öncekilerin başarısını alicenaplık olarak kabul
ederiz diyorsunuz, bunu da söylesenize. Niçin o hükümetlerin yap-
HÜKÜMETIN KÜRT AçıLIMı 139

tığını siz yapamıyorsunuz,


niye siz beceremiyorsunuz? Sonra kalkıp
nasılolur da böyle bir diplomasiyle övünebilirsiniz?
"Değerli arkadaşlarım, bazıları bu diplomasiye 10 vermişler. Ben
sordum: Acaba 10 üzerinden mi 10 veriyorsunuz, 100 üzerinden mi
lA veriyorsunuz? Bu kadar hayati bir konumuzda komşu ülkeyi ik-
na edemeyeceksiniz, en büyük müttefikimizi ikna edemeyeceksiniz,
sonra diyeceksiniz ki 'Çok başarılıyız.' Başarılıysanız bir tane teröris-
ti iade etmelerini sağlayın, bir tane, Kuzey Irak'tan bir tanesi yaka-
lansın ve Türkiye'ye iade edilsin. Devri hükümetinizde bu oldu mu?
Olmadı.
"Bir de şu var: Efendim, sayın bakan açıklamadı ama basında gö-
rüyoruz, bazı uygulamalardan görüyoruz. Sayın cumhurbaşkanı­
mız Güroymak ilçesine gitmiş, demiş ki: 'Buranın adı 'Norşin' ola-
caktı, adını değiştirelim.' Sonra karar almışlar 'Norşin' yapmışlar.
Büyük bir endişe içindeyiz biz Bursa milletvekili olarak. Çünkü aca-
ba Bursa'ya gelirse sayın cumhurbaşkanımız, diyoruz, bakarsınız
Mustafakemalpaşa ilçesine gider. Oraya da 'Kirmaşti' mi diyeceksi-
niz? Eski adı 'Kirmaşti' imiş. Nerede duracaksınız? Osmanlı isimle-
rinde mi, Bizans isimlerinde mi, Roma isimlerinde mi? Nereye ka-
dar gideceksiniz?
"Hititlere kadar yolu var. Dünyada bütün devletler kendi güçle-
rini tesis ettikten sonra yerleşim birimlerine kendi isimlerini verir-
ler. Fransa' da da böyledir, Yunanistan' da da böyledir. Yunanistan
Cumhurbaşkanı Gümülcine'ye gittiğinde'Buranın adı Gümülcine'dir,'
diyor mu? Eski adı GÜmÜlcine. Onlar 'Kornotini' diyor. İskeçe'ye git-
tiğinde 'Burası İskeçe'dir,' diyor mu? Demiyor. 'Ksanti' diyor. Kim ya-
pıyor bunu? Sadece biz yapıyoruz, sadece Türkiye bu tavizleri veriyor.
"Değerli arkadaşlarım, çok örnekleri var, vaktimiz de yok ama si-
ze şu kadarını söylüyorum: Biz Cumhuriyet Halk Partililer bu oyun-
lara geçit vermeyeceğiz. Biz Cumhuriyet Halk Partililer milletimizle
birlikte, ülkemizin aydınlık insanlarıyla birlikte bu gidişi durduraca-
ğız. Türkiye'yi teröre teslim etmeyeceğiz. Terörle müzakereye razı ol-
mayacağız.
"Biz, hangi kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar bütün insanları­
mızIa el ele, çağdaş dünya insanlarının sahip oldukları bütün hakla-
140 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTıKA

ra sahip olarak demokrasi ve özgürlük içinde kalkınmalarını sağlaya­


cağız ve yurtdışından hazırlanan yol haritalarını yırtarak tarihin çöp-
lüğüne atacağız.
"Yüce meclisi saygılarımla selamlıyorum." (CHP sıralarından al-
kışlar)

Bu konuşma büyük yankı yaptı. Konuşmadan sonra yanıma gelen


bazı AKP milletvekilleri bütün sözlerinizin altına biz de imza atarız
dediler. Oktay Ekşi, Yılmaz Özdil, Hasan Pulur, Melih Aşık gibi kö-
şe yazarları bu konuşmayı övücü yazılar yazdılar. Türk basınının du-
ayenlerinden Bedii Faik, telefon ederek, "60 yılı aşkın zamandan be-
ri mecliste dinlediğim en güzel ve etkileyici 3-4 konuşmadan biriydi,"
dedi. Ama iktidar partisi ile PKK'nın sözcüsü gibi hareket eden bir si-
yasi parti bu sözlerden çok rahatsız olmuştu. Bir gün sessiz kaldıktan
sonra siyasi tarihimizde örneği az görülmüş bir karalama kampan-
yası başlattılar. Söylediğim hiçbir söze itiraz edecek durumda değil­
lerdi. Şu söz doğru değildir diyemediler. Atatürk'ün devlete karşı si-
lahlı başkaldırıda bulunanlarla mücadele ettiğini söylerken dile ge-
tirdiğim örnekler arasında Dersim ayaklanmasına da değinmemi is-
tismara müsait bir konu gibi gördüler. Dersim ayaklanmasının bas-
tırılması sırasında sivil halktan da birçok kişi hayatını kaybetmişti.
Benim 'analar çok ağladı' sözümü sivillerin öldürülmesini haklı gör-
düğüm şeklinde çarpıtarak yorumladılar. Oysa ben, çok açık bir şe­
kilde ve birkaç defa tekrarlayarak ülkeyi istila edenlerle veya devle-
te karşı ayaklananlarla mücadele edilirken çok şehit verildiğini ama
Türkiye'nin hiçbir zaman, "şehit vermeyelim, şehit anaları ağlamasın,
mücadeleden vazgeçelim" demediğini söylemiştim.
Yabancıların ünlü sözüdür: "Ikna edemiyorsan kafaları karış­
tır" derler. Işte bu yöntem uygulandı. Iktidara yakın basın organla-
rında, hatta tarafsız sayılan gazetelerin bazı köşelerinde aralıksız 40
gün siyasi bir linç kampanyasına giriştiler. Amaçları dikkatleri sade-
ce Dersim kelimesine çekerek diğer söylediklerimi gözlerden kaçır­
maktı. Nitekim konuya ilişkin yayın yapan bazı televizyon kanalla-
rı konuşmanın sadece Dersim'den bahseden bölümünü defalarca ya-
yınlayarak bu konuda bir kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Orada be-
HüKüMETIN KüRT AÇILIMI 141

nim hükümetin PKK'yla mücadele değil, müzakere yolunu seçtiği yo-


lundaki sözlerim, açılım politikasının yabancıların telkiniyle yürütül-
düğü yolundaki ifadelerim, PKK'nın hiçbir koşulda silah bırakmaya­
cağı yolundaki beyanlarım dikkatten kaçırılmak istendi. Bu konuş­
mamı dinlemeden, okumadan, yeterince değerlendirmeden veya ba-
zı radikal grupların tahriklerine kapılarak tepki gösterenler de oldu.
Hatta üstü kapalı biçimde beni, 'gereğini yapsın' diyerek görevim-
den istifa etmeye davet eden de çıktı. Bu çağrıya şöyle cevap verdim:
"Gereğini yapıyorum, Atatürk'e sahip çıkıyorum." Eleştiriler olmuş­
tu, hatta halkı sokağa dökerek aleyhime bir kamuoyu yaratmaya ça-
lışanlara da rastlanmıştı, ama söylenenleri anlayan vatandaşların bü-
yük çoğunluğu bana destek vermişti. CHP grubunun tamamına yakı­
nı da ne söylediğimi çok iyi anlamış ve kuvvetle desteklemişti. O ko-
nuşmadan sonraki iki hafta, salı günleri yapılan CHP grup toplantı­
sına her girişimde, milletvekilleri tarafından kuvvetle alkışlanmıştım.
Bütün bu aleyhteki kampanyalara rağmen sonuna kadar sözlerimin
arkasında durdum. Bu tartışmalar yıllarca sürdü.
Dersim konusunu farklı yönlerden anlatan pek çok kitap yayın­
landı. Bu kitaplardan biri, Dersim Isyaıı/arı, Seyid Rıza Gerçeği baş­
lığını taşıyordu. Alevi kökenli değerli yazar Rıza Zelyut kitabını ba-
na hediye ederken el yazısıyla şunları yazdı: "Sayın Onur Öymen'e ...
Ne kadar haklı olduğunuz bu kitapla ortaya çıkıyor." İşte içeriğinden
saptırılarak bir istismar vesilesi yapılmak istenen bir konuşma, so-
nuçta tarihimizin az bilinen bir bölümü hakkında böyle yararlı kitap-
ların yayınlanmasına fırsat vermişti.
2011 yılının sonuna doğru bir CHP milletvekilinin Dersim olay-
larıyla ilgili olarak Atatürk'ün bilgisi içinde devletin orada katliam,
hatta soykırım yaptığı yolunda bazı iddialar ortaya atması üzerine bu
tartışmalar yeniden canlandı. Basında yer alan bazı bilgilere göre, bu
konuda çeşitli televizyon kanallarında toplam 204 saat yayın yapıl­
dı, 2000'den çok yazı ve makale yayımlandı ama tarihi gerçekleri ört-
meye kimsenin gücü yetmedi. Bazı insanlar bir süre için aldatılabi­
lirdi ama tarih aldatılamazdı. Dersim konusunda Atatürk'ün, İsmet
İnönü'nün, Celal Bayar'ın, o zamanki İçişleri Bakanı Faik Öztrak'ın
neler düşündüklerini merak edenler o yıllara ait meclis zabıtlarından
142 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

okuyabilirlerdi.(4S) 2011 yılının sonlarına doğru devlet yetkililerinin


PKK'yla Oslo' da yaptıkları görüşmelerin zabıtlarını okuyanlar, bu ko-
nuşmamın iktidarı niçin bu kadar rahatsız ettiğini daha iyi anlamış­
lardır.

Amerika PKK'yı terör örgütü olarak tanıyan ilk ülkelerden biri


olmuşt, 8 Ekim 1997'de PKK'yı resmen terör örgütü olarak ilan et-
mişti. Ama nedense PKK' nın Kuzey Irak'tan tamamen tasfiyesine sı­
cak bakmamıştı. Acaba bunun sebebi aynı bölgede PKK'yl~ birlik-
te faaliyet gösteren PJAK'ın da bulunması mıydı? ABD, Uzun yıllar
PKK' nın kardeş kuruluşu sayılan, merkezi PKK gibi Kandil dağın­
da olan ve lran'a karşı terörist saldırılar düzenleyen PJAK'1 2009 yılı­
na kadar terör örgütü olarak ilan etmemişti. Ancak 2009 yılında ABD
Hazine Bakanlığı, varsa PJAK'ın ABD' deki kaynaklarına el konulaca-
ğı ve Amerikan vatandaşlarının PJAK'la iş yapmasının yasaklandığı­
nı açıkladı.
ABD Hazine Bakan Yardımcısı Stuart Levey, "Bu kararla, PJAK'ın
PKK'yla olan terörist bağlantısını ortaya koyuyoruz ve Türkiye'nin
vatandaşlarını saldırılara karşı korumasını destekliyoruz," dedi.
Evvelce Filistin-İsrail ihtilafına odaklanan Ortadoğu'daki sorun-
lar, yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Amerika'nın Irak'ı iş­
galinden sonra Irak'a yönlendi. İsrail'in Gazze'ye saldırdığı dönem-
ler bir yana bırakılırsa, son LO yılda Ortadoğu denilince akla Irak ge-
lecekti.
Amerikan askerlerinin ülkeden ayrılmasından sonra da Irak'ta
durum yatışmadı. Tam tersine yeni gerginlik unsurları ortaya çıktı.
Şii-Sünni gerilimi hükümete de sıçradı. Şii vekiller kendilerine ya-
pılan saldırılardan Sünnileri sorumlu tutuyor, Sünni vekiller ise Şii
Başbakan Maliki'nin kendilerini siyasetten siIrneye çalıştığını ileri sü-
rüyorlardı. Irak bir mezhep çatışmasına doğru mu sürükleniyordu?
2012 yılının başlarından itibaren Türkiye'nin Bağdat hüküme-
tiyle ilişkilerinde büyük bir gerginlik yaşanmaya başladı. Başbakan
Erdoğan Irak Başbakanı Maliki'yi en ağır sözlerle suçluyor ve ciddi

(45) Öymen, Onur, Demokrasiden Diktatörfiiğe, Remzi Kitabevi, İstanbul, s. 363.


HÜKÜMETIN KÜRT AÇILIMI 143

uyarılarda bulunuyordu. Bu eleştiri ve uyarılara kuşkusuz gerek var-


dı. Çünkü Irak yıllardan beri topraklarında barınan ve sınırı geçerek
Türkiye' de çok sayıda askerimizi şehit eden, masum vatandaşlarımızı
öldüren bir terör örgütünü görmezlikten geliyor, bu örgüte karşı hiç-
bir önlem almıyordu. O nedenle Türkiye Irak'a ne dese azdı. Ne var
ki, başbakanın son aylardaki uyarılarında Kuzey Irak'taki PKK mev-
cudiyetinden söz edilmiyor, esas olarak Irak Başbakanı Maliki'nin, ül-
kesindeki çeşitli mezheplerin mensuplarına uyguladığı farklı muame-
leler eleştiriliyordu.
Başbakan Erdoğan'ın bu eleştirilerini El- Hurra televizyonuna
verdiği bir röportajla cevaplandıran Irak Başbakanı Nuri el-Maliki,
"Türkiye'nin son açıklamaları Irak'ın içişlerine müdahaledir ve buna
kesinlikle izin vermeyiz. Eğer bizim yargı otoritemiz hakkında konu-
şuyorlarsa biz de onlarınki hakkında konuşabiliriz ve bizim tartışma­
larımız hakkında konuşuyorlarsa biz de onlarınkiler hakkında konu-
şabiliriz. Türkiye bölgeye felaket ve iç savaş getirebilecek bir rol oynu-
yor. Ancak bunun sonucunda zararlı çıkan Türkiye olur, çünkü bir-
çok mezhep ve farklı etnik gruplar barındırıyor," diyordu.
Başbakan Erdoğan ise bu gergin ortamda birçok Iraklı Sünni po-
litikacıyla görüşerek Bağdat'a dolaylı mesajlar yolluyordu. Erdoğan,
Bağdat hükümetine, "Mezhep savaşı çıkaranlar ve bunu engelleme-
yenler bu vebalin altından kalkamazlar," demişti. Erdoğan, Sünni
Irakiye grubunun lideri lyad Allavi ile telefonda görüşerek, "Irak'ta
demokrasi karşıtı ve mezhepçi yaklaşımların ülkeyi kaosa sürükleme-
sinden endişe duyduğunu" belirtmişti. Erdoğan, "Irak'ta da şu an-
da mezhebi bir anlayış ortaya çıkarılmaya başlandı; bu ne yazık ki
Irak'ı adeta bir kan gölüne döndürmüş vaziyette. Irak'ta sağlıklı bir
yönetimden bahsetmek mümkün değiL," demişti. Maliki de bu söz-
lere cevaben, "Türkiye bölgede düşman ülke haline geliyor," demişti.
Erdoğan bu sözlere karşılık Maliki'nin şov yaptığını söyledi ve "Irak'ın
içindeki her kesimle, her inanç grubuyla, her siyasi partiyle bugüne
kadar irtibat halinde olduk, yarın da oluruz, Maliki'nin bu tavırları bi-
zi hiçbir zaman Iraklı kardeşlerimizden ayıramayacaktır," dedi ve "da-
ha önce görüştüğü Şii liderlerin çoğunun Maliki'den rahatsız olduğu­
nu" belirterek, "Biz Irak ile 48 anlaşma yaptık o zaman herkes iyiydi.
144 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTIKA

Hatta, 'Türkiye bizim ikinci ülkemiz,' deniliyordu. Şimdi rahatsız ol-


mak niye? Irak'ın içişlerine karışma niyetimiz yok. Ekonomik olarak
Türkiye'nin Irak'a girmesini isteyen Maliki'ydi. Türkiye de bu konu-
da ekonomik seferberlik ilan etmiş durumda. Biz yabancı değiliz. Sınır
komşusuyuz. 10 bin km öteden başkaları gelip müdahale ediyor. Gidip
hesap veriyorsun. İran çağırınca gidiyorsun. Ama Türkiye'ye gelin-
ce bu lafları söylüyorsun. Maliki hiçbir sözünü tutmuyor. Maliki'nin
ceberut anlayışı demokrasiyle uyumlu değildir. Mezhepsel çatışma­
dan bahsediyor, bizim böyle bir derdimiz yok. Ama onun bekli ki var.
Kendi iç dünyasında mezhep problemi var," dedi.
Bu kadar ağır suçlamalara diplomasi alanında pek sık rastlanmaz-
dı. Üstelik Türkiye uzun zamandan beri Irak h ükümetiyle ve Başbakan
Maliki'yle iyi ilişkiler sürdürdüğü izlenimini vermişti. Şimdi ne ol-
muştu da ipler kopma noktasına gelmişti? PKK ön plana çıkartılma­
dığına göre Türkiye'nin daha önemli konularda şikayetleri olmalıy­
dı. Türkiye açısından PKK teröründen daha önemli mesele ne olabi-
lirdi? Yoksa Irak Türkiye'nin Ortadoğu'ya yönelik stratejik hesapla-
rı ve beklentileri açısından ciddi bir engeloluşturmaya mı başlamış­
tı. Başbakan, çeşitli vesilelerle, kısmen örtülü ifadelerle de olsa böl-
genin mezhepsel özelliklerine atıfta bulunuyordu. Irak hükümetinin
İran'la yakın dayanışma içinde olduğu, bu dayanışmanın mezhepsel
boyutu da olduğu biliniyordu. Bu dayanışmanın sonucu olarak Irak,
Suriye konusunda Türkiye'ye değil, İran'a yakın bir politika izliyor-
du. Yurtiçinde de Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi
terör faaliyetlerini finanse etmek ve üst düzey yetkilileri öldürmek-
le itham edilmiş, görevinden uzaklaştırılmış ve mahkemeye verilmiş­
ti. Kırmızı bültenle aranan Haşimi Türkiye'ye gelerek en üst düzeyde
kabul görmüştü. İşte Türkiye ile Irak arasında bu gibi konularda ciddi
görüş ayrılıkları çıkmış, hatta karşılıklı olarak ağır suçlamalarda bu-
lunulmuştu. 'Sıfır sorun politikası' diyerek yola çıkan Türkiye, birçok
ülkeyle, çatışma değilse de, 'soğuk barış' ortamına girmişti.
Yabancılar Türkiye'yi eleştirecekleri zaman söze, "Dostlar açık ko-
nuşur," diye başlarlar. İşte ana muhalefet genel başkanı ve sözcüleri
de meclisteki konuşmalarında görüş ve uyarılarını açık bir dille an-
latıyorlardı. Türkiye'nin, komşu bir ülkede konuşlandırılan terör ör-
HÜKÜMETIN KÜRT AÇILIMI 145

gütünün hiçbir engelle karşılaşmadan varlığını sürdürmesini ve sü-


rekli olarak sınırlarımızdan geçip askerlerimizi ve masum sivil vatan-
daşlarımızı öldürmesini sineye çekmesi kabil değildi. Hiç değilse o
zamanki ana muhalefet partisinin yöneticileri bunun sineye çekile-
meyeceğini vurguluyorlar ve her vesileyle görüşlerini açıkça dile ge-
tiriyorlardı. Atatürk, "Gerçekleri söylemekten çekinmeyiniz," demiş­
ti. İşte ana muhalefet partisi de hiç kimseden çekinmeden eleştirileri­
ni dile getiriyordu. Alman GSG9 anti-terör birliklerinin komutanlı­
ğını yapmış olan generaller Türk güvenlik makamlarına kendi ilkele-
rini anlatırken, "Bir terörist hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini ya-
rım saatten fazla güvenlik içinde hissetmemelidir," diyorlardı. Oysa
PKK yıllardan beri Kuzey Irak'ta güvenlik içinde yaşıyor ve o ülke-
de güvenlikten sorumlu hiçbir makam bu örgüte karşı mücadele et-
miyordu. Bunun dünyada örneği yoktu. Nerede bir terör örgütü var-
sa orada bu örgütle mücadele etmekle görevli bir güvenlik gücü var-
dı. İşte Irak'ta PKK'yla mücadele edilmemesinin sebeplerini ana mu-
halefet partisi sözcüleri, yukarıdaki bölümlerde açıklanan şekilde yo-
rumluyor ve değerlendiriyorlardı. Peki, mecliste bu değerlendirme­
lerin yanlış olduğunu, Amerikalıların ve Iraklıların haklı nedenler-
le PKK'yla mücadele etmediklerini söyleyen çıkıyor muydu? Hayır,
çıkmıyordu. Demek ki, başka partilerin mensuplarının da bu konu-
da ana muhalefetin eleştirilerine karşı dile getirebilecekleri makul bir
itiraz ve bir karşı görüş yoktu. tıeride bu yıııarın tarihini yazacak olan
tarihçiler, Türkiye'nin sınırının ötesindeki bir terör örgütünü berta-
raf etmek için niçin daha etkili diplomatik ve askeri önlemler alama-
dığını değerlendirmekte zorluk çekeceklerdir.
Türkiye kendi iç sorunlarıyla uğraşırken Ortadoğu'da gerilim artı­
yor, çatışma riski yükseliyordu. Türkiye bölgede barışı ve istikrarı ko-
rumak için etkili bir rol oynamalıydı ama nasıl?

UKD 10
Ortadoğu'daki Gelişmeler

Israil devletinin kurulmasından sonra Filistinlilerin evlerinden,


yurtlarından kovulmasıyla başlayan ve yüz binlerce Filistinliyi uzun
yıllar boyunca acılar içinde bırakan Filistin sorunu bölgede yaşanan
savaşların da başlıca nedeni olmuştu. Ortadoğu denilince akla tsrail-
Filistin ihtilafı ve ona bağlı olarak yaşanan savaşlar ve çatışmalar ge-
liyordu.
Ortadoğu bölgesinin sürekli bir çatışma ve istikrarsızlık ortamı
haline gelmesinde en önemli nedenlerden biri bölgeye demokrasinin
yerleşememiş olmasıydı. Samuel Huntington gibi bazı yazarlar de-
mokrasinin Hristiyanlığın ürünü olduğunu, halkı Müslüman olan ül-
kelerde demokrasinin gelişemeyeceğini, Türkiye'nin durumunun bir
istisna olduğunu ileri sürüyordu. Oysa Ortadoğu'da daha 20. yüzyı­
lın başlarından itibaren bazı demokrasi girişimleri olmuştu. Osmanlı
Imparatorluğu'ndaki 1876 Anayasası ve 1908'deki II. Meşrutiyet ha-
reketi bir yana bırakılsa bile Iran daha 1900'lerin ilk yıllarından itiba-
ren bir demokrasi tecrübesi yaşamıştı.
Halkın Kacar Hanedanı'na karşı başlattığı güçlü protesto hareket-
lerinden sonra 1906 yılında Kral Muzaffer El-din Şah, bir anayasanın
hazırlanmasına, seçimlerin yapılmasına ve meclisin açılmasına razı
oldu. Anayasasına göre ifade ve basın özgürlüğü garanti altına alını­
yor ve Şah'ın devletin ihtiyaçları için borç almadan önce parlamen-
tonun onayını alması kuralı getiriliyordu. Bu özgürlük rejimini kabul
eden Muzaffer El-din Şah anayasanın ilanından sadece 40 gün sonra
öldü ve yerine gelen Muhammet Ali Şah katı bir baskı rejimi uygula-
yarak demokrasiyi ortadan kaldırdı. 3 Haziran 1908'de onun onayıy­
la Rus topçu birlikleri parlamento binasını topa tuttular ve çok sayı­
da milletvekillinin ölmesine yol açtılar. Bu baskılara sadece Tebriz di-
ORTADOCU'DAKI GELIŞMELER 147

renebildi ve Tebriz' den yeni bir demokrasi hareketi başlayarak Iran'ın


diğer bölgelerine yayıldı. Ne yazık ki bu da çok uzun ömürlü olma-
dı. İngiltere ile Rusya'nın Iran'ı nüfuz bölgelerine bölmesinden sonra
İran'da demokrasinin yaşama koşulları tamamen ortadan kalktı. Rus
orduları Tahran'ı işgal ettiler ve o sırada devletin başında olan Ahmet
Şah'ı parlamentoyu lağvetmeye mecbur ettiler. (46)
Iran daha sonra 1950'li yılların başında Başbakan Musaddık'ın
önderliğinde yeni bir demokrasi tecrübesi yaşadı ve bu defa da onun
İran petrollerini millileştireme kararına tepki gösteren İngilizlerin
ve Amerikalıların ortak hareketleri sonucunda Musaddık devril-
di, demokratik süreç sona erdi ve petrollerin işletilme hakkı yeniden
İngilizlere ve Amerikalılara verildi. (47)
Ortadoğu ülkelerinde demokrasi, böyle dış müdahaleler nede-
niyle gelişemedi. Buna karşılık bazı güçlü siyasi akımlar ortaya çıktı.
Bunların başında Müslüman Kardeşler Örgütü geliyordu. Bu örgüt
Mısır' da Hassan Al Balla isimli bir din adamı tarafından 1928 yılın­
da kuruldu. Örgüt, İngiliz askerlerinin Mısır'da konuşlandırılması­
na olanak sağlayan 1936 anlaşmasına karşı başlattığı protesto eylem-
leriyle sesini duyurmaya başladı. Daha sonra birçok konuda protes-
to eylemi yaptı ve 1948'den itibaren de İsraillilere karşı Arap hakları­
nı savunmak üzere silahlı mücadeleye girişti. Müslüman Kardeşler'in
faaliyetleri 1954 yılında yasaklandı.(4R)
Müslüman Kardeşler daha sonra Suriye ve Filistin başta ol-
mak üzere birçok bölge ülkesine yayıldı ve zaman zaman şiddete
başvuran bir radikal örgüt olarak geniş toplum kitlelerini etkiledi.
Yasaklandığı dönemlerde de eylemlerini sürdürdü. Bu örgütün te-
mel dayanağı din unsuruydu ve bütün bölge ülkelerinde dini esasla-
ra dayalı siyasi rejimIerin işbaşına gelmesi için çalışıyordu. Bernard
Lewis'in deyişiyle Batı' da bir ülke içinde farklı dinler olabiliyordu,

(46) Kinzer, Stephen, Reset, Times Books, New York 2010, s. 3, 22.
(47) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Onur Öymen Çıkış Yolıı, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2010, s. 198.
(48) Lewis, Bernard, Notes of A eeııtury, Weidenfeld & Nicholson, Londan, 2012,
s. 234-235.
148 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POlıTİKA

fakat İslam aleminde dini bütünlük içinde farklı devletler oluşmuş­


tU.(49)

Türkiye dışında laik devlet sistemini kabul eden ülke olmadığı gibi
laiklikten söz etmek de çoğu zaman tepkiyle karşılanıyordu. Örneğin
1967 yılında Suriye'de bir genç subayordu dergisinde yazdığı bir ma-
kalede laiklikten söz ettiği için ömür boyu hapis cezasına çarptırıl­
mıştı. Müslüman Kardeşler'in yasaklandığı Mısır'da bile devletin di-
ni esaslara göre yönetilmesi ilkesi benimseniyor ve Mısır silahlı kuv-
vetleri resmi belgelerinde İsrail'e karşı yapılan savaşlar bir İslami ci-
hat hareketi olarak nitelendiriliyordu. (50) O nedenle İslam ülkeleri ile
Batı arasındaki ihtilaflar ve çatışmalar çoğu zaman din esasına da-
yandırılıyordu. Bölgeyi yakından izleyen bir tarihçi olan Bernard
Lewis bu durumu Atlantic Moımtlıly dergisine yazdığı bir makale-
de "Medeniyetler çatışması" olarak nitelendirmişti. Daha sonra bu
kavramı benimseyen Samuel Huntington'ın aynı isimle yazdığı kitap
dünyada geniş ilgi uyandırdı.
Ortadoğu' da özellikle 1948 yılından sonra yaşanan çatışmaların
özünde Filistin sorunu yatıyordu. 25 Eylül 1969' da kurulan İslam
Konferansı Örgütü'nün başlıca ilgi alanlarından biri de Filistin soru-
nuydu. İşte, Ortadoğu konusu, Filistin meselesi ve Ortadoğu ülkele-
riyle ilişkilerimiz daima Türkiye'nin gündeminde önemli bir yer tu-
tuyordu. Özellikle İsrail'in çeşitli vesilelerle Filistin topraklarına sal-
dırması, Lübnan'daki Filistin kamplarında yaşayanlara yönelik ey-
lemleri, Lübnan'a silahlı müdahalesi ve daha sonra Gazze'ye yöne-
lik hava ve kara harekatı Türkiye' de çok ciddi tepkilere yol açıyordu.
Bu vesilelerle mecliste yapılan görüşmelerde genellikle iktidar ve mu-
halefet arasında ortak bir çizgiden bahsetmek mümkündü. Türk par-
lamentosunda İsrail'in sivillere yönelik saldırılarını haklı göstermeye
çalışan hiçbir siyasi parti yoktu.
Bölge ülkeleri arasında Türkiye'nin, komşusu olan üç ülkeyle iliş­
kisi özel bir önem taşıyordu: Suriye, Irak ve İran. Bunlardan Irak'la
ilişkilerimize, özellikle bu ülkenin kuzeyinde üslenen bir terör örgü-

(49) Lewis, a.g.e., s. 236.


(50) Lewis, a.g.e., s. 238-239.
ORTADOCU'DAKI GELİŞMELER 149

tü vesilesiyle yukarıdaki bölümlerde ayrıntılı olarak değinildi. Suriye,


bütün bu komşular arasında özellik taşıyan bir ülkeydi. Bütün kom-
şularımız arasında Türkiye'nin bir bölümünü kendi toprakları içinde
gösteren tek ülke Suriye'ydi. Suriye'nin resmi haritalarında yıllardan
beri Hatay, Suriye toprağı gibi gösteriliyordu. Sonra, aramızda sular
meselesi vardı. Suriye Türkiye'den doğup kendi topraklarına ulaşan
Fırat nehrinin suları üzerinde de hak iddia ediyordu. Suriye uzun yıl­
lar boyunca Türkiye'ye yönelik saldırılar düzenleyen ve on binlerce
kişinin hayatını kaybetmesinden sorumlu PKK terör örgütünü top-
raklarında barındırmış, bu örgütün liderinin Şam' da oturmasına izin
vermiş ve Lübnan'ın, kendi denetimindeki Bekaa Vadisi'nde PKK'nın
eğitim kampları kurmasına olanak tanımıştı.
Suriye'yi bu yanlış ve komşulukla bağdaşmayan politikalarından
vazgeçirmek, yıllarca Türkiye'nin en önemli dış politika hedefleri ara-
sında olmuştu. Türk hükümetlerinin Suriye yönetimini terörü des-
teklemekten vazgeçirmek için sarf ettiği çabalar sonuç vermemişti. Bu
gidişe bir dur demek gerekiyordu. Deniz Baykal' ın Dışişleri Bakanı,
benim de Dışişleri Bakanlığı müsteşarı olduğum dönemde bu gidi-
şe daha fazla tahammül edilemeyeceği sonucuna varıldı ve güçlü bir
diplomatik girişim başlatıldı. Önce Suriye'ye çok kuvvetli bir nota ve-
rilerek terörü himaye etme politikası, diplomaside örneği az görülen
bir üslupla eleştiriidi. Öcalan'ın yakalanarak Türkiye'ye iadesi ve PKK
kamplarının kapatılması talep edildi.
Daha sonra Suriye'yle üst düzeyde siyasi ziyaretler durduruldu.
Davet ettikleri Türk siyaset adamlarından hiçbiri Suriye'ye gitme-
di. Onların ziyaret talepleri kabul edilmedi. Bir süre sonra Türkiye,
Suriye sınırı bölgesine kuvvet kaydırdı ve Kara Kuvvetleri Komutanı
Atilla Ateş sınır bölgesindeki askerleri denetlemek için gittiği Ha-
tay'da, 16 Eylül 1998 tarihinde çok kuvvetli bir dem eç vererek Tür-
kiye'nin sabrının sonuna geldiğini belirtti. Suriye bunun üzerine ge-
ri adım attı. Öcalan'ı yurtdışına çıkardı. PKK kamplarını kapattı.
Türkiye'ye karşı artık terör destekçiliği yapmayacağının işaretlerini
verdi. Bu gelişmeler, gerektiğinde diplomasinin bir baskı aracı ola-
rak kullanılıp somut sonuçlar alınabileceğinin de başarılı bir örneği­
ni oluşturdu.
150 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

Suriye Sınınndaki Arazilerin Mayınlardan Temizlenmesi


Türkiye'nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri uzun yıllar boyunca bü-
yük bir dikkatle yürütülmüştü. Türkiye Ortadoğu ülkeleri arasında­
ki çatışmalara taraf olmamaya özen göstermiş, şiddet eylemlerine da-
ima karşı çıkmış ve sorunlarını yapıcı diyalogla yürütmeye çalışmıştı.
1950'li yılların başlarında Suriye'den Türkiye'ye kaçak mal taşıyanlar
ciddi bir sorun yaratmıştı. Bunu önlemenin yolu olarak Suriye sını­
rı bölgesine mayın döşenmesinin etkili olacağı düşünülmüştü. 1954
yılında ülkemizin bu bölgedeki en verimli toprakları bir mayın tarla-
sı haline getirildi. Bu önlem etkili oldu mu? Pek değiL. Gene çok sa-
yıda vatandaşımız, bu defa hayatlarını tehlikeye atarak mayın tarlala-
rından geçip kaçak malları Türkiye'ye getirmeye devam ettiler. Birçok
vatandaşımız mayına basarak öldü veya yaralandı. 1990'lı yılların so-
nunda artık bu uygulamadan vazgeçilmesi kararlaştırıldı. Zaten ka-
ra mayınlarının temizlenmesini öngören Ottawa Antlaşması da bu-
nu zorunlu kılıyordu. Türkiye, diğer ülkeler gibi bu sözleşmeyi onay-
lamak durumundaydı. Mayınlar sökülecek, bu topraklar temizlene-
cek ve oradaki gerçek sahiplerine verilecekti. Bu proje hem ekonomik
hem de sosyal yönden büyük kazançlar sağlayacaktı. Işte 2003 yılında
bu konu meclise geldi.
Iktidar partisi, başlangıçta, Suriye sınırındaki mayınların temiz-
lenmesi işinin Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmasını öngö-
rüyordu. Nitekim Milli Savunma Bakanı Gaziantep'te yaptığı bir ko-
nuşmada diyordu ki: "Kara Kuvvetlerinin bu mayınları kaldırması
meselesi araştırılıyor. Üç şirketin imal ettiği üç ayrı makineden 16 ta-
ne alınması öngörüıüyor. Bunların 13'ünün alınması için ihaleye çı­
kılmıştır." Ama sonra hükümet yaklaşımını değiştiriyordu. Askerler
bu işi yapmak istemiyorlar, diyerek işi ihaleyle bir yabancı firmaya
verme seçeneğini benimsiyordu. Bu konuda yeterince tecrübe sahibi
Türk firması olmadığından ihaleyi bir yabancı şirketin, belki de ko-
nuya ilgi duyan İsrail şirketlerinden birinin, muhtemelen Türk ortak-
larıyla kazanması kuvvetli ihtimaldi.
Bu arada Kilis valisinin bir açıklaması basına yansıyordu. Vali,
"Kilis Özel Idaresinin, Kilis vilayetinin toprakları içinde kalan bü-
tün mayınları 29 milyon dolara temizlerneyi taahhüt ettiğini söylü-
ORTADOGU'DAKl GELİŞMELER 151

yordu. "Özel sektör bu iş için 758 milyon dolar istiyor; ama biz, Kilis
Vilayeti Özel Idaresi olarak, bunu 29 milyon dolara yapmaya hazı­
rız ve bu, 24 bin çiftçiye iş sahası yaratacaktır." Kilis valiliğinin araş­
tırmasında, bu toprakların üç yılda kendini amorti edeceği de belir-
tiliyordu.
ışin bir de Birleşmiş Milletler boyutu vardı. Ottawa Sözleşmesi'ne
göre bu mayınları, hatta ülkenin başka bölgelerine yerleştirilmiş ma-
yınları 2014 yılına kadar temizlemek zorundaydık. Birleşmiş Mil-
letler'in bu konuda teknik yardım sağlama olanakları da vardı. Ama
Türkiye'nin bu olanaklardan yararlanmak için başvuruda bulundu-
ğunun işareti yoktu. CHP Denizli milletvekili Mustafa Gazalcı, Milli
Savunma bakanından bu konudaki gelişmeler hakkında bilgi istemiş­
ti. Bakan cevabında şöyle demişti: "Önce, Kara Kuvvetlerimiz bunu
kendisi yapabilir mi diye gayret sarf etti; aşağı yukarı bir senelik çalış­
ma sonucunda, bunun Kara Kuvvetleri tarafından yapılmasının ica-
bında yeni şehitlere yol açacağı anlaşıldığından vazgeçildi." Yani Silahlı
Kuvvetler bu işi yapmak istemediğini söylediği için yabancılara iha-
le yoluna gidiliyor ve mayın temizleme karşılığında bu değerli arazi-
lerin işletme hakkının 49 yıllığına yabancı firmalara devredilmesi ön-
görülüyordu.
Cumhurbaşkanının Suriye'ye yapması öngörülen bir ziyaret vesi-
lesiyle CHP gene mayınlar konusunu hatırlattı ve "Sizin yapmayı ön-
gördüğünüz bir anlaşmayı Suriye yapmaya kalkışsa ne yapardınız?"
sorusunu sordu. 14 Mayıs 2009 tarihinde yaptığım konuşmanın bir
bölümünde şöyle dedim:

"Bir an için düşünelim. Benzeri bir durum Suriye tarafında ol-


du. Suriye de Türkiye sınırında 500 kilometre uzunluğundaki bir
arazinin mayından temizlenip tarıma açılması işini ihaleye çıkar­
dı ve o mayınların temizlenip o toprakların 49 yıllığına işletilme­
si hakkını bir Kıbrıs Rum şirketine verdi veya bir Yunan şirketine
verdi. Türk-Suriye sınırında bir Ermeni şirketinin, bir Rum şirke­
tinin, bir Yunan şirketinin elli yıllığına, yarım yüzyıllığına işleyece­
ği bir alan; ne hissedersiniz siz? Türk olarak ne hissedersiniz? Sınıra
sıfır olan bir bölgeden bahsediyoruz ve sınıra sıfır olan bir bölgede-
152 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITİKA

ki işletme hakkının Suriye için çok özellik taşıyan bir ülkenin fir-
malarına verilmesinin Suriye için ne anlama geleceğini lütfen düşü­
nünüz."

lsrail-Lübnan Sınırına Türk Askeri Birliği Gönderilmesi


Ortadoğu'yla ilgili olarak meclisin onayına sunulan bir tezkere de,
İsrail ile Lübnan arasındaki sınır bölgesinde görev yapan Birleşmiş
Milletler gücüne bir Türk askeri birliğinin de katılmasıyla ilgiliydi.
Bu kadar hassas ve tehlikelerle dolu bir bölgede görev yapmak üzere
Türk askerlerinin gönderilmesi öneriliyordu. Acaba niçin? Kimlerin
telkin i, tavsiyesi ve etkisiyle? İşte Meclis Genel Kurulu'nun 5 Eylül
2006 tarihindeki oturumunda bu konu gündeme geldi. Bir konuşma
yaparak özetle şunları söyledim:

"Bölgemizde çok önemli gelişmeler var. Irak, bir iç savaşın eşiğin­


dedir. Nükleer projesi dolayısıyla lran'a yönelik büyük bir saldırı ihti-
mali gündemdedir ve Ortadoğu'daki çatışmaların bütün bölgeye ya-
yılması, gerçekten, kuvvetle muhtemeldir. O bakımdan bizim, böyle
bir dönemde kendimizi Lübnan'da ateşe atmadan önce, Türkiye'nin
güvenlik çıkarlarını düşünmemiz lazım. Nedir bizim birinci güven-
lik çıkarımız, Kuzey Irak'tan Türkiye'ye yönelik terörist saldırıları ber-
taraf etmektir. Bunun için asker göndermek gerekiyorsa, oraya gön-
dereceksiniz. Bunun için hükümet meclisimizden yetki aldı 20 Mart
2003 tarihinde. Gönderebildi mi, gönderemedi. Sonra ne oldu? 7 Ekim
2003'te bir daha yetki aldı. O zaman da gönderemedi. Şöyle bir şey
oldu: 7 Ekim'de yetki aldıktan bir ay sonra 6 Kasım 2003 tarihinde
Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell'la Sayın Dışişleri bakanımız
bir telefon konuşması yaptı ve o günden itibaren Türkiye, politikası­
nı değiştirdi ve Kuzey Irak'a asker göndermekten vazgeçti. Hani bü-
yük devlettik?! Büyük devletler böyle mi yapar?! Kendine yönelik terö-
rist tehdide karşı asker göndermeye cesaret edemeyeceğiz, başka ülke-
lerin saldırılarını durdurmak için askerimizi ateşe atacağız, mayın tar-
lasına atacağız! Büyük devletler böyle mi yapar arkadaşlar?! Hangi bü-
yük devlet yapıyor bunu?!
"Özetle diyorum ki, lütfen, hükümetin tezkeresine 'hayır' oyu ve-
ORTADOGU'DAKI GELIŞMELER 153

riniz,1 Mart Tezkeresi'nde gösterdiğiniz cesareti gösteriniz, halkın se-


sine kulak veriniz."
Bütün bu uyarılara rağmen bu tezkere meclisten geçti. Türk asker-
leri bu tehlikeli bölgeye gönderildi. Deniz Baykal'la birlikte Sosyalist
Enternasyonal'in düzenlediği bir ziyaret vesilesiyle 16 Aralık 2006' da
Lübnan'a gittiğimizde birliğimizi de ziyaret ettik. Askerlerimiz yük-
sek bir görev bilinciyle çalışmalarını sürdürüyorlardı. Ama orada al-
dığımız bilgiler, mecliste dile getirdiğimiz kaygıların ne kadar yerinde
olduğunu da gösterdi. Daha sonra meclisin verdiği bu onay uzatıldı.

İşte hükümetin bu uzatma tezkeresinin görüşüldüğü 24 Haziran


2010 tarihindeki oturumda söz alarak şunları belirttim:

"Lübnan, 1948 yılından beri -2006 yılı da dahilolmak üzere- tam


9 kere savaşlara, çatışmalara, iç savaşa, İsrail saldırılarına muhatap ol-
muştur. Bu çatışmalar sırasında 19 binden fazla insan hayatını kay-
betmiştir.İsrail kuvvetlerinden de 1400 kişi ölmüştür. Sadece 2006 yı­
lındaki savaşta ölen insanların sayısı 1500 kişidir ve bunların çoğu da
sivillerden oluşmaktadır.
"İsrail'in saldırılarının sonucunda ortaya çıkan durum Lübnan'ı
gerçekten perişan etmiştir. Yirmi dokuz yıl 30 bin Suriye askeri
Lübnan'da işgal gücü olarak bulunmuştur. Suriye'nin kontrolünde-
ki Bekaa Vadisi'nde terörist kamplar oluşturulmuştur. PKK da Su-
riye'nin oradaki mevcudiyetinden yararlanarak o dönemde eğitimini
Lübnan'ın Bekaa Vadisi'nde yapmıştır. O bölgede Suriye'nin 400 tan-
kı bulunuyordu.
"Lübnan'daki Barış Gücü'nün 12341 personeli var, ama Kore Sa-
vaşı'ndan bu yana Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün dünyada en çok
zayiat verdiği bölge orasıdır. Bugüne kadar Lübnan'da hayatını kay-
beden Birleşmiş Milletler Barış Gücü mensuplarının sayısı 272 kişidir.
"Şimdi, oradaki fiili durum nedir? Lübnan ordusu gerçekten son
derece zayıftır. Lübnan ordusuna paralelolarak ikinci bir ordu var, o
da Hizbullah'm ordusudur. Lübnan'daki Hizbullah örgütünün elin-
deki roket sayısı 40 bine ulaşmıştır. Bunların bir bölümü 29 kilomet-
re menzilli Katyuşa 122 tipi roketlerdir. Ayrıca 100 tane gerçekten o
154 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

bölge için uzun menzilli sayılacak roketleri vardır. İran yapısı Fajr-3,
Fajr-5 roketlere sahiptir ve bu roketlerin menzili 75 kilometreye ulaş­
maktadır. Ayrıca uçaksavar sistemleri vardır, karadan havaya fırlatıla­
bilecek omuzdan atılan füzeleri vardır, anti tank sistemleri vardır, ge-
milere karşı kullanılabilecek füzeleri vardır.
"Lübnan parlamentosunda Hizbullah'ın da dahilolduğu bir
Direniş ve Kalkınma Partisi grubu var. Bu grubun parlamentodaki
temsiloranı yüzde 27,3'tür. Birçok Arap ülkesi Hizbullah'ı son derece
tehlikeli bir örgüt olarak kabul etmektedirler. Mesela, bir Mısır savcı­
sı, Mısır' da eylem yaptığı için 26 Hizbullah mensubunu tutuklamıştır.
"Hizbullah'ın başkanı Nasrallah diyor ki: 'Biz İsrail'in mevcu-
diyetine karşıyız. İsrail bir devlet olarak ortadan kaldırılmalıdır.'
Türkiye orada 495 asker bulunduruyor. Biz gittik, daha önceki Genel
Başkanımız Sayın Baykal'la birlikte oradaki birliğimizi ziyaret ettik,
askerlerimiz görevlerini üstün bir görevanlayışıyla yerine getiriyor-
lar, kendileriyle iftihar ettik. Ama şunu da ifade edeyim ki bir çatış­
ma çıktığı zaman bizim askerlerimizin bulunduğu bölge en çok teh-
dide maruz bölgelerden biridir. Bizim birliğimizin bulunduğu bölge-
nin civarına, ısrail Güney Lübnan'a en son hava saldırısında tam 100
bin misket bombası atmıştır.
Bütün bu uyarılara rağmen bu tezkere meclisten geçti.
ısrail'in Gazze'ye yaptığı saldırı bütün dünyada tepkiyle karşılan­
dı ama İsrail'le ilişkileri en çok bozulan ülke Türkiye oldu. ısviçre'nin
Davos kentinde yapılan ve dünya televizyonlarından canlı olarak ya-
yınlanan bir açık oturumda sayın başbakanın ünlü 'one minute' çı­
kışını yaptıktan sonra ısrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez'e, 'Siz in-
sanları öldürmesini iyi bilirsiniz,' yolundaki sözleri iki ülke arasında­
ki ilişkileri bir daha tamir edilmesi zor biçimde bozdu. Uluslararası
ilişkilerde çok ağır eleştiriler yer vardı, ısrail her türlü eleştiriyi hak
etmişti ama hakarete diplomaside yer yoktu. Başbakanın bu sözleri,
Türkiye' de ve bazı Arap ülkelerinde sevinçle karşılandı, halkı coştur­
du ama daha sonra haklı olduğumuz bir konuda Türkiye'yi uluslara-
rası ilişkilerde zor durumda bıraktı. İsrail Yunanistan'la stratejik iş­
birliğine girdi, Akdeniz'de ortak tatbikatlar yapmaya başladı, Kıbrıs
Rum kesimiyle ilişkilerini geliştirdi, Doğu Akdeniz'de ekonomik böl-
ORTADOCU'DAKl GELİŞMELER 155

gelerin paylaşması antlaşması imzaladı. Böylece RumIarın Kıbrıs dev-


letinin kurucu antlaşmalarına aykırı olarak bu bölgede doğalgaz araş­
tırma gayretlerine meşruiyet kazandırdılar.
Bu krizin üzerine bir de Mavi Marmara olayı geldi. O olayda
İsrail'in 9 vatandaşımızı öldürmesini meclis olarak oybirliğiyle kına­
dık. Yurtdışı temaslarımızda da İsrail'i kuvvetle eleştirdik. Ama me-
selenin başka bir yönü daha vardı. İsrail'in önceden yaptığı tehdit-
lere rağmen, içinde kadınlar ve çocuklar da bulunan 500 sivil yolcu
taşıyan Mavi Marmara gemisinin o sulara gitmesine izin verilmişti.
Üstelik bir savaş gemisinin koruyuculuğu sağlanmadan ...
"İsrail tehditleri bir yana, Türk mevzuatına göre geminin açık de-
nizde sefer yapma izni bile yoktu. Bu sakıncayı gidermek için geminin
Türk bayrağı indirilmiş, daha gevşek denizcilik kuralları olan Komor
devletinin bayrağı çekilmişti. Tabii bütün bunlar İsrail devletinin so-
rumluluğunu azaltmıyordu. Meclis olarak ortak bir açıklama yapa-
rak İsrail'i kınadık ve Türkiye'den resmen özür dilenmesi, ölenlerin
ve yaralananların ailelerine tazminat verilmesini istedik. İsrail buna
yanaşmadı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu bu konu-
da bir rapor hazırlayarak Türkiye'nin tezlerine büyük ölçüde hak ver-
di. Ama Türkiye, daha iyi bir rapor hazırlanacağı ümidiyle Birleşmiş
Milletler genel sekreterinden yeni bir inceleme komitesi oluşturma­
sını istedi. Bu yeni komitede Türkiye'nin ve İsrail'in birer temsilci-
si vardı ama komitenin başkanının ve özeııikle başkan yardımcısının
İsrail'e yakın oldukları biliniyordu. Böyle bir komiteden tarafsız bir
karar beklemek zordu ve böyle bir karar çıkmadı. Türkiye haklı oldu-
ğu bir konuda önemli bir fırsat kaçırmıştı. Artık Türkiye ile İsrail ara-
sında neredeyse bir soğuk barıştan bahsetmek mümkündü.
Ne yazık ki, Mavi Marmara olayında Türkiye arzu ettiği sonuçla-
rı alamadı. Türk-İsrail ilişkileri giderek kötüleşti. İsrail Yunanistan'la
stratejik işbirliği yaptı. Ortak manevralar düzenledi. Ayrıca Amerika,
Yunanistan ve İsrail'in katıldığı başka bir manevra da yapıldı. İsrail
Kıbrıs Rum kesimiyle yakın ilişkiler kurdu. DoğU Akdeniz'de ekono-
mik bölgenin paylaşılması için bir anlaşma imzaladı. Türkiye'nin bu-
na gösterdiği tepki sonuç vermedi.
Arap Baharı

Mecliste Ortadoğu'yla ilgili bu görüşmelerin yapılmasından kısa


bir süre sonra Tunus'tan başlayan halk eylemleri Ortadoğu'daki ba-
zı devletlerin yapısında, yönetimlerinde köklü değişikliklere yol açtı.
Bu değişimin nedeni neydi? Ortadoğu gerçek bir demokrasiye mi geç-
mekteydi, yoksa bu gelişmeler ileride yaşanacak daha büyük sorunla-
rın mı habercisiydi?
Ortadoğu'daki halk hareketi 2010 yılının IS Aralık'ında Tunus'ta
genç bir satıcının hükümetin baskılarını protesto etmek için kendini
yakmasıyla başladı ve kısa zamanda, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve
Suriye gibi ülkelere sirayet etti. Bu hareketlerin özünde ne yatıyordu?
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra başta Orta ve Doğu Avrupa ül-
keleri olmak üzere, Latin Amerika'da, Uzak Doğu ve Afrika'nın pek
çok ülkesinde demokratikleşme hareketleri süratle yayıldı ve uzun yıl­
lar ülkelerini otoriter yöntemlerle idare edenlerin yerini demokratik
idareler aldı. Bu gelişmenin tek istisnası Ortadoğu'ydu. Soğuk Savaş'ın
bitimini izleyen 20 yıl içinde tek bir Ortadoğu ülkesi bile demokrasiye
geçemedi. Dünyanın başka yerlerinde demokrasi hareketini destekle-
yen büyük devletler Ortadoğu ülkelerinin demokrasiye yönelmesine
katkı sağlamakta istekli davranmadılar. Öyle anlaşılıyor ki onların esas
amacı bölgede petrol kaynaklarını, üretim tesislerini ve petrol ulaşım
yolarını denetim altında tutan hükümetlerle iyi geçinmekti. Bu hükü-
metler kendi halklarına baskı yapan otoriter rejimler olsa bile ... Tabii
petrol üreticisi ülkeler içinde büyük devletlerin politikalarına ters dü-
şen, onlara karşı hasmane bir tutum izleyen devletler olursa bu ülke-
lerin durumu büyük devletlerce ayrıca değerlendirilir, onlar, Irak ve
İran örneklerinde olduğu gibi hedef haline getirilebilirdi.
Acaba Tunus'ta başlayan halk hareketi dalga dalga yayılarak bü-
ARAP BAHARI 157

tün bölgeyi gerçek bir demokrasiye dönüştürecek bir eylem haline ge-
lebilir miydi? Başlangıçta bunu ümit edenler çoktu ama zaman için-
de bölgenin bazı gerçekleri bu umutların kısa zamanda gerçeğe dön-
me şansının yüksek olmadığını gösterdi. Arap Baharı denilen süre-
ce olumlu bir yaklaşımla bakanların bazıları bile Arap dünyasında
gerçek bir demokrasinin yerleşebileceğinden kuşkuluydu. Sadece se-
çimlerin yapılması demokrasiyi getirebilir miydi? Örneğin Filistin'de
Hamas seçimleri kazanan bir parti olmuştu ama daha sonra yöneti-
mi ele geçirdiği Gazze bölgesine gerçek bir demokrasi getirmemişti.
Arap dünyasında Batı ülkelerindeki gibi seçimler yapılması acaba
beklenen sonuçları vermek yerine daha da ciddi sıkıntılara yol açabi-
lir miydi? Acaba Batı ülkelerinde yapıldığı gibi serbest seçimler yeri-
ne Arap dünyasının geleneklerine daha uygun olan istişare mekaniz-
maları kullanılabilir miydi? İşte bazı yazarlar bu gibi soruları sormaya
başlamışlardı. Bunlar seçimlerden radikalIslamcı partilerin kazançlı
çıkacağını düşünüyorlardı. Bunların cami cemaatleri üzerinde diğer
siyasi düşünceleri savunan partilere ve örgütlere nazaran daha büyük
etki gücü vardı.
Direnişçilerin ortak hedefi mevcut yönetimleri işbaşından uzak-
laştırmaktı ama yerine kimin getirileceği konusunda farklı görüşler
vardı. Bölgede en etkin siyasi güç Müslüman Kardeşler'di. Müslüman
Kardeşler'in iktidara geçmesi belki de Mısır ve diğer bazı Arap ülke-
leri için beklenmedik sonuçlar verebilirdi. Üstelik petrol kaynakla-
rı bir yana bırakılacak olursa bu ülkelerin sağlam bir ekonomik ya-
pıları yoktu. Bütün Arap ülkelerinin petrol hariç toplam ihracatı
Finlandiya'nın ihracatının altındaydı. Er veya geç petrol kaynakları tü-
kenince bu ülkeleri nasıl bir ekonomik ve siyasi gelecek bekleyecek-
ti? İşte bu gibi sorular Tunus'taki ilk direniş hareketinin başlanasın­
dan hemen sonra sorulmaya başladı.(SI) Bu sorular bazı bilim adam-
ları tarafından samimi kaygıların sonucu olarak dile getiriliyor olabi-
lirdi ama olaylar bu gibi düşünceleri ve tartışmaları geride bırakacak
bir hızla gelişti ve Ortadoğu'daki Islam coğrafyasının bir bölümünde
yepyeni bir siyasi tablo ortaya çıktı. İslam ülkelerinde serbest seçim-

(51) Lewis, a.g.e., s. 342-345.


158 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTİKA

ler yapıldığı takdirde Islami siyasi düşünceleri temsil eden partilerin,


oyların yarısı ile üçte ikisi arasında bir destek bulacakları ve devlet yö-
netimine ağırlıklarını koyacakları anlaşılıyordu. Bunların en güçlüsü
olan Müslüman Kardeşler tek başlarına en etkili siyasi hareketi oluş­
turuyordu. Bunların arkasından Selefiler geliyordu. Onların da oyla-
rı toplam seçmenlerin dörtte birinden daha az değildi. Islami akım­
ların üçüncüsü cihat yanlısı olan ve çoğu zaman şiddete yönelmeye
hazır partilerdi ve bunların da genelde halk desteği % 10'a ulaşıyor­
du. Bütün Arap alemindeki Müslüman Kardeşler örgütlerinin siyasi
eğilimleri aynı değildi. Örneğin Tunus'ta aynı çizgideki bir örgüt olan
Ennahda, Mısır'dakinden daha yumuşak bir çizgide görünüyordu.
Aşırı dinci bazı siyasi örgütlerinse El Kaide gibi terörist örgütlerle ya-
kın ilişkileri vardı. (52)
Işte Mısır'da, Tunus'ta, Libya'da Suriye'de yaşanan gelişmeleri iz-
leyenler, bu çatışmalar bitip de yeni rejimler işbaşına geldiğinde bun-
ların hangi çizgide olacağını, bölgenin barış ve istikrara kavuşmasına
katkıda mı bulunacağını yoksa daha büyük sorunlar mı yaratacağını
değerlendirmekte bazen zorluk çekiyorlardı.
Islami partilerin uzun yıllar savundukları düşünce demokrasiye
karşı bir yaklaşımı temsil ediyordu çünkü onlara göre güç ve egemen-
lik halka değil Allah'a aitti. Onlara yol gösteren ulemalar da günlük si-
yasi gelişmelerle ilgili olarak her konunun dini açıdan değerlendirme­
sini yapıyorlar ve ona göre görüş bildiriyorlardı. Aslında bu ulemaların
da pek çok ülkeyi kapsayan uluslararası birlikleri vardı. Bunlardan bi-
ri Müslüman Ulemalar Birliği (UOM) diğeri de Müslüman Ulemalar
Ligi (LOM) idi. Bu iki örgütün Arap Baharı'yla ilgili farklı görüş ve de-
ğerlendirmeleri vardı. UOM daha çok Müslüman Kardeşler örgütü-
nü destekliyordu. Katar'ın da bu örgüte yakın bir çizgide olduğu belir-
tiliyordu. LOM ise Müslüman Kardeşler'e karşı bir çizgiyi temsil edi-
yordu ve bunların yöneticileri arasında radikal mücadeleyi savunan-
lar da vardı. (53)
Son yıllarda Amerikalıların Müslüman Kardeşler'e karşı oldukça

(52) Guidere, Mathieu, Le Priııtemps Islamiste, Paris, 20 i 2, s. 13-14.


(53) Mathieu, a.g.e., s. 25-30.
ARAP BAHARI 159

ılımlı bir yaklaşım içinde oldukları görülüyordu. Örneğin ABD'nin


eski Dışişleri Bakanı Condolezza Rice, Müslüman Kardeşler'in se-
çim kazanarak iktidara gelmesine bir itirazları olmadığını söylüyor-
du. Mısır'ın eski başkanı Hüsnü Mübarek'in, Amerikalıların Müs-
lüman Kardeşler'e karşı yumuşak hatta destekleyici tavrını yıllar­
ca önce bazı Amerikalı gazetecilere şikayet ettiği biliniyor. Acaba
Amerikalılar Mübarek zamanında Müslüman Kardeşler'i Mısır yö-
netiminin kendilerini rahatsız eden bazı yaklaşımlarına karşı bir
baskı unsuru olarak mı düşünüyorlardı? Böyle değerlendirmeler ya-
panlar da var.
Tunus ve Mısır'daki direniş hareketleri bazı çatışmalara yol aç-
makla birlikte ülke içinde çözüme kavuşturuldu. Tunus'un eski lide-
ri Ben Ali ülkeyi terk etti. Bir geçiş döneminden sonra seçimler yapıl­
dı ve Müslüman Kardeşler çizgisindeki bir parti meclisteki en büyük
parti oldu ve devletin yönetimini ele geçirdi. Mısır'daki direniş ha-
reketleri daha kanlı oldu, yaklaşık 840 kişi hayatını kaybetti. Geçici
bir askeri yönetim iktidarı devraldı. Daha sonra yapılan seçimler-
de Müslüman Kardeşlerin kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi oyla-
rın % 44'ünü, onlardan daha radikalolan Selefilerin Nur Partisi ise
% 26'sını aldı. Yani bu iki İslami partinin toplam oyları % 70'e ulaş­
tı. Ancak bu iki ülkede, ülke içinde yeni bir düzene geçiş sağlandı.
Libya' da ise böyle olmadı. Orada büyük çatışmalar çıktı ve Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi askeri bir müdahaleye imkan veren bir
karar aldı. Başlangıçta Fransa ve İngiltere'nin öncülüğünde yürütü-
len askeri müdahale, daha sonra NATO'nun yönetimine devredildi.
Altı ay içerisinde 25 bin kişi hayatını kaybetti, 50 bin kişi ise yaralan-
dı.(S4) Libya lideri Kaddafi'nin önce bazı aile fertleri hava bombardı­
manında öldürüldü, daha sonra kendisi linç edilerek hayatını kay-
betti. Bir NATO operasyonu sonrasında böyle görüntüler yaşanma­
sı doğru olmadı. Libya operasyonuna öncülük eden bazı ülkeler, kı­
sa bir süre önce Kaddafi'yle yakın ekonomik ilişkiler kuran, kendisi-
ni ülkelerinde en üst düzeyde ağırlayan ülkelerdi. Libya demokrasi-
ye yumuşak geçiş yapamadı. Kaddafi'nin devrilmesinden aylarca son-

(54) Haber Türk, 4 Ekim 2011.


160 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

ra bile Libya' da tam bir istikrarın ve huzurun sağlandığını söylemek


mümkün değildi.
Suriye'deki direniş çok daha büyük can kaybına yol açtı. Üstelik
Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri olan Rusya'nın ve Çin'in itira-
zı üzerine askeri müdahaleyi öngören bir konsey kararı alınamadı. İç
çatışmalar, 2012 yılının Haziran ayına kadar yaklaşık 10 bin kişinin
ölümüne yol açtı. Rejim muhalifleri bir Suriye Ulusal Konseyi oluş­
turdular ve Beşar Esad'ın yönetimindeki rejimi silah zoruyla devir-
mek için mücadeleye başladılar. Türkiye Suriye'deki gelişmeler bo-
yunca başından itibaren etkili olmaya çalıştı. Beşar Esad'ın devrile-
rek yerini yeni bir yönetime bırakması için diğer ülkelerden daha faz-
la çaba harcadı ve ön plana çıktı. Ancak her ülke aynı siyasi tutumu
paylaşmıyordu. Rusya ve Çin 'den başka Irak ve İran hükümetleri de
Suriye'yi açıkça destekliyorlardı. Türkiye'nin bu kadar ön plana çık­
ması, bu ülkelerle ilişkilerimizi de olumsuz yönde etkiledi.
Belli ki bazı ülkelerin, özellikle Suriye konusunda farklı çizgide
olmalarına Ankara'nın tahammülü azalıyordu. Güneyinde İran 'dan
Akdeniz'e kadar uzanan ve İran'ın etkisi altında bir Şii kuşağının
oluşması kaygı vericiydi. Irak'ın Şii liderliğinin yanı sıra Suriye'nin
işbaşında olan Alevi yönetimi ve Lübnan' da hem siyasi hem de as-
keri alanda güçlü bir varlığı olan Şii Hizbullah örgütü bu Şii kuşağı­
nın önemli halkalarıydı. Bu kuşağın güçlenmesi Amerika ve İsrail'i
de rahatsız ediyordu. Bazı İsrail yetkilileri artık, neredeyse tarih de
vererek lran'ın nükleer santrallerine bir hava saldırıları düzenleye-
ceklerini söylüyorlardı. İran böyle bir saldırıya karşı ısrail'e muhte-
melen Şahap III füzeleriyle saldıracak, bununla da kalmayacak, ay-
nı zamanda Lübnan' daki Hizbullah örgütünü de elindeki 40 bini
aşkın Katyuşa füzesiyle ısrail hedeflerini vurmaya yönlendirecekti.
Suriye'ye yönelik ağır baskıların arkasında böyle düşüncelerin, böy-
le stratejik hesapların, mezhepsel çekişmelerin bulunabileceğini tah-
min etmek güç değildi. İsrail ve onun stratejik ortağı Amerika açısın­
dan belki bu gibi hesaplar yapılabilirdi. Ama Türkiye bu denklemle-
rin neresinde durmalıydı? Bir mezhebin Türkiye'nin güneyinde bir
kuşak oluşturarak Akdeniz'e kadar uzanan bölgeyi siyasi nüfuz alanı
içine alması kuşkusuz hoşa gidecek bir durum değildi. Ama Suriye'de
ARAP BAHAR! 161

Sünni radikal Müslüman Kardeşler örgütünün iktidarı ele geçirerek


Suriye'den Atlantik'e kadar uzanacak bölgede radikal Sünni bir di-
ni kuşak oluşturması ve muhtemelen Mısır'ın öncülüğünde bu ku-
şağın bölgesel dengeleri yönlendirmesi de Türkiye açısından sakınca­
h olacaktı. Türkiye için, bölge içinde en olumlu gelişme kuşkusuz la-
ik ve demokratik rejime sahip ülkelerin sayısının ve etkinliğinin art-
ması olurdu. Başbakanın Mısır, Libya ve Tunus'a laik devlet modelini
önermesi, Türk hükümetinin de böyle bir değerlendirme içinde oldu-
ğu düşüncesini uyandırmıştı. Ama her nedense başbakan, bu üç ülke-
ye önerdiği laik devlet modelini Suriye'ye önermemişti. Diğer üç ül-
keye yaptığı öneri de pek sıcak karşılanmamış, Mısır'daki Müslüman
Kardeşler örgütü buna kuvvetli tepki göstermişti.(55)
2012 ortalarına doğru Suriye'de yaşanan gelişmeler bu kaygıla­
rın ne kadar yerine olduğunu gösterdi. Suriye radikal Şii ve radikal
Sünni kuşaklarının düğüm noktasını oluşturuyordu. Suriye'deki ça-
tışmaların bu kadar sert ve kanlı olmasının arkasında böyle hesaplar
yatıyordu. Herkes gibi Türkiye de çatışmaların sona erdirilmesini is-
tiyordu ama sonra ne olacaktı? Bazı yabancı kaynaklar Türkiye'nin
amacının Müslüman Kardeşler'i Suriye'de iktidar yapmak olduğunu
söylüyordu. Gerçekten bazı Suriyeli Müslüman Kardeşler mensupla-
rı, Türkiye'nin askeri bir müdahale yaparak Beşar Esad rejimini de-
virmesini açıkça savunuyorlardı.(56) Oysa Türkiye bu iç hesaplaşma­
ların dışında durmalı, demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri yal-
nız Suriye için değiL, bütün bölge için savunmah ama Suriye'de ar-
tık bir iç savaşa dönmüş görünen çatışmaların içine sürüklenmeme-
liydi. Her şeyden önemlisi Irak'tan gelen terörist saldırıların önlen-
mesini dış politikasının en öncelikli hedefi haline getirilmeliydi. Zira
Suriye' den Türkiye'ye, sayısı 30 bine yaklaşan bir göç hareketi vardı
ama doğrudan bir terörist saldırı yoktu. Oysa yukarıda da değinildi­
ği gibi Kuzey Irak'ta üslenen terör örgütü Türkiye için ciddi bir gü-
venlik riski oluşturuyordu.

(55) 15 Eylül 2011, CNNTÜRK.


(56) Reuters, Nov. ı 7.201 ı.

UKDl
Füze Kalkanı Sorunu

26 Ocak 2010 tarihinde Amerikan Savunma Bakanı Robert


Gates'in Milli Savunma bakanımızIa yaptığı konuşmayla ilgili olarak
basına yansıyan bilgilerde, Türkiye açısından iki önemli unsur var.
Birincisi füze kalkanıyla ilgili. Amerikalı bakan, füze kalkanı radar-
larının Türkiye'ye yerleştirilmesi gerekmektedir, diyor. Bu radar sis-
temlerini Türkiye'ye yerleştirmezseniz, Türkiye'nin güneydoğusunu
biz bu füze kalkanı sisteminin korumasının içine alamayız ... Iran bu
nükleer silah üretme projesine devam ettiği takdirde, İsrail Iran'a bir
askeri müdahalede bulunma noktasına gelebilir. .. Böyle bir çatışma
olursa Ortadoğu'da Türkiye bunun dışında kalamaz ... Bunun için si-
lahlanın, askeri açıdan hazırlanın.
Ülkemizin güvenliği açısından işin füze kalkanı boyutuna gelin-
ce, niçin Türkiye'ye bu radarların yerleştirilmesi gerekiyor? Yani ra-
darların Türkiye'ye yerleştirilmesi kaçınılmaz mı? Hükümetimiz dedi
ki "Hedef Iran değildir. Iran olduğuna dair bir işarete biz NATO bel-
gelerinde yer verdirmedik." Oysa daha sonra yayınlanan bazı belge-
lerden hedefin doğrudan doğruya Iran olduğu görüldü. NATO zirve-
sinin hazırlığı kapsamında eski Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine
Albright başkanlığındaki komitenin zirveye sunmak üzere hazırla­
dığı raporda da açık bir şekilde hedefin Iran'daki füze sistemi oldu-
ğu yazılıdır. Peki o zaman niçin bu radarlar Türkiye'de konuşlandı­
rılacak? Sistem şöyle çalışacak: Bir ülkede radarlar konuşlandırılacak,
başka bir yerde füzeler olacak. Bunlar ya bir ülkede ya da en son bil-
gilere göre denizde olacak. Füzeler bu gemilerden veya platformlar-
dan fırlatılacak ve karşı tarafın saldırı füzelerini vuracak. Iran'ın bi-
rinci hedefi bu radarları köreltmek olacak. Nitekim bu rivayetler çık­
tığı andan itibaren Iran yetkilileri açıklama yaptılar. "Bizim ilk he-
FÜZE KALKAN! SORUNU 163

defimiz bu radarlar olacak," dediler. Niçin bu radarlar Türkiye'de


konuşlandırılacak? "Mesafe o kadar kısa ki Türkiye'nin dışında bir
yerde olursa İran' daki sistemleri göremez," diyorlar. Acaba öyle mi?
Daha önce bu sistem Amerika tarafından ilk düşünüldüğünde, öngö-
rülen şuydu: Çek Cumhuriyeti'nde radarlar, Polonya'da füzeler ola-
caktı. Buna bir taraftan Rusya tepki gösterdi, "Bu sistem Rusya'yı he-
defliyor," dedi. Bir taraftan da Polonya halkı çok ciddi tepki gösterdi.
Çek Cumhuriyeti'nden de tepkiler oldu. ABD, füze kalkanının hede-
finin Rusya değil, İran olduğunu açıkladı. Sonra sistemlerin bu ülke-
lere yerleştirilmesinden vazgeçildi.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Demek ki Çek Cumhuriyeti'nde ko-
nuşlandırılacak bir radar sistemiyle siz İran' daki füze faaliyetlerini
izleyebilirsiniz. Bu sistemlere sınır ötesi sistem diyorlar. Uzay bağ­
lantılı olarak çeşitli elektronik, teknolojik sistemler var. Bunun şu
önemi var: Çek Cumhuriyeti veya o uzaklıktaki bir ülke lran'ın bu-
günkü füze sistemlerinin menzili dışında. Yani eğer sizin için bu ra-
darlar çok önemliyse İran füzelerinin ulaşamayacağı bir yere koya-
caksınız. Çeşitli radar sistemleri var, çeşitli füze sistemlerine karşılık
vermek üzere Amerikalıların hazırladığı farklı radar sistemleri var.
Mesela bunlardan biri Alaska' dakilerdir. Onlar da füzesavar füze sis-
temleri çerçevesinde kullanılabiliyor. Bunların menzili 3500 mildir
yani yaklaşık beş bin kilometre mesafeden hedefleri algılamaları ka-
bildir.
Meselenin ikinci boyutu şu: Bu sistem Türkiye'yi kime karşı ko-
ruyacak? Açıklamalardan çıkarıyoruz ki, İran için düşünülmüş. Peki
ya başka bir yerden füze saldırısı gelirse Türkiye'yi ona karşı da ko-
ruyacak mı? Bu bir NATO sistemi olduğuna ve Türkiye de bir
NATO ülkesi olduğuna göre, nereden gelirse gelsin bir füze saldırı­
sına karşı Türkiye'nin korunmasılazım. Komşularımız arasında baş­
ka hangi ülkelerin saldırı amaçlı kullanılabilecek füze sistemleri var?
Bunlardan biri Suriye. Yunanistan'da da S300 füzeleri var. Şu anda
Girit'te ve çalışır vaziyette. Peki, tehdit unsuru Yunanistan için han-
gi ülke? Daha Soğuk Savaş bitmeden önce bile Yunanistan strateji bel-
gelerinde, "Yunanistan'a tehdit, doğudan gelir," diye yazılıyordu. Yani
bizim ülkemizi tehdit unsuru olarak görüyorlar ve elinde füzeler var.
164 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Siyaseten şu sorulabilir: "Bir NATO ülkesi başka bir NATO ülkesine


saldırır mı? NATO ülkeleri arasında bir çatışma olur mu? Bunlar böy-
le gerçekleşmeyecek hayali laflardır." Doğru. Fakat stratejik değerlen­
dirme yaptığınız zaman o andaki siyasi koşulları değiL, ülkelerin elle-
rindeki imkan ve kabiliyetlerini düşünmek lazımdır. Başka ülkelerin
elinde bu silahlar oldukça Türkiye'nin de kendini onlara karşı koru-
ma sistemlerine sahip olması lazım.
Muhalefet milletvekilleri olarak bunu Milli Savunma bakanı­
na meclis plan bütçe komisyonunda defalarca sorduk. Dedik ki,
"Türkiye'nin niçin bir milli füzesavar füze sistemi yok? Çok tatminkar
bir cevap alamadık. Milli projenin faydası şu, nereden gelirse gel-
sin bütün saldırılara karşı ülkenizi korur. Bu bir. İkincisi düğmeye
siz basarsınız. Komuta sizde olur. Başka ülkelerin milli sistemleri var
mı, var. Yani yalnız Amerika'da, Rusya'da değiL, mesela İsrail'in var,
Arrow 3 denilen bir milli sistemi var. Hindistan'ın var, başka ülkele-
rin de var. İsrail'in milli sistemi, hiç değilse başlangıç aşamasında, 1,6
milyar dolarlık bir projeydi. Türkiye için de başlangıçta düşünülen
rakam bir milyar dolar civarındaydı. Bütün komşularımızı da kapsa-
yacak bir sistem düşünseniz bu en çok üç ila dört milyar dolar yapı­
yor ki, bir ölçek olarak söylemek gerekirse bu Türkiye'nin bir aylık ih-
racatının üçte biridir. Milli sistem niçin gerekli? Biz NATO'ya tam an-
lamıyla güvenebilir miyiz? Gerçekten NATO Türkiye'nin güvenliğine
çok büyük hizmetler yapmış bir örgüttür. Türkiye de NATO'ya büyük
katkılarda bulunmuştur. İşin bu tarafını göz ardı edemeyiz. Ama bir
de yaşadığımız iki önemli tecrübe var. Biri şu: Birinci Körfez Savaşı
sırasında Irak'ın elinde füzeler vardı, Biz de Türkiye'yi muhtemel bir
füze saldırısından korumak için NATO'dan, Patriot füzelerini geçi-
ci olarak, çatışma ihtimali bitince iade etmek üzere istedik ve aldık.
Irak'tan bir saldırı olmadığı için bunları kullanma ihtiyacımız da ol-
madı ama bir caydırıcı gücü oluşturdu ve bu operasyonu başarıyla ta-
mamladık. İkinci Körfez Savaşı'nda yine istedik. Bir ülkenin itirazı­
nı gideremedik ve NATO konseyinden Türkiye'ye Patriot füzesi ve-
rilmesi için karar çıkartamadık. Ne oldu, en sonunda o ülke o tarih-
te NATO'nun askeri kanadına üye değildi, onun üye olmadığı NATO
Savunma Planlama Komitesi'nden karar çıkartarak biz bu füzeleri
FÜZE KALKANI SORUNU 165

alabildik ve o zaman anladık ki, orada bir garantimiz yoktur. Bugün


aynı ülke şimdi NATO'nun Savunma Planlama Komitesi'ne de üye.
Yarın benzeri bir kriz olsa ve aynı hükümet aynı politikayı izlese bu
füzeleri alamayacağız. Benim kanaatim şudur: "Hangi ülkeden gelirse
gelsin eğer komşularımızda saldırı nitelikli füze sistemleri varsa bizde
de kendimizi savunacak milli sistemlerimizin olması lazımdır."
lran'ın elindeki füzeler, Türkiye dışında hemen hiçbir NATO ül-
kesine etkili bir biçimde ulaşacak menzile sahip değiL. İran'ın fü-
zeleri iki bin kilometre, en çok iki bin beş yüz kilometre menzil-
li ve bu da füzelerin olduğu yerden Türkiye'yi ve Bulgaristan ile
Yunanistan'ın doğusundaki bazı sınır bölgelerini kapsıyor. Diğer
NATO ülkelerini vuracak kabiliyeti yok. İran'ın şu anda İsrail'i,
Ortadoğu ve bazı Orta Asya, Kafkas ülkelerini menzil olarak vura-
cak kabiliyeti var. Pek çok uzman, hatta İsrail'li siyasetçi diyor ki: .
"İsrail İran' daki nükleer tesislere bir füze saldırısında veya bir ha-
va harekatında bulunabilir." O zaman ne olacak? İran da İsrail'e bir
karşı saldırıda bulunacak. Peki İsrail'in böyle bir saldırıda bulun-
ması muhtemel midir? İsrail daha evvel bunu üç defa yaptı. Bir ke-
re Irak' a karşı yaptı 1981' de, bir kere uzun menzilli uçaklarla gidip
Irak'taki bir nükleer santral inşaatını tahrip etti, bir kere Tunus'ta
Arafat'ın karargahını yine uzun menzilli havadan ikmal yapabi-
len uçaklarla tahrip etti. Son olarak da 2007 yılında Suriye' deki bir
nükleer santral inşaatını tahrip etti. İran İsrail'e karşı saldırıda bulu-
nursa İsrail kimden destek isteyecek? Türkiye'deki füze kalkanı sis-
teminden destek isteyecek olması ihtimal dışı mıdır? İran' dan kal-
kıp İsrail'i vuracak bir füzenin havada imhası için Türkiye NATO'da
onay vermez, denilebilir mi? O kadar basit değil çünkü NATO' da
bunun kararı füzeler ateşlendikten sonra alınmayacak. NATO'da bu
işin kararı daha önceden alınacak. Hangi hallerde NATO bu füzesa-
var füze sistemlerini, Patriot veya başka sistemleri ateşleyecektir, bu,
önceden angajman kuralları dedikleri kurallarla tespit edilecek ve
NATO komutanlarına yetki verilecek. Aksi takdirde füze ateşlendik­
ten sonra NATO konseyinin toplanıp tartışma yapıp karar alması,
zaman olarak mümkün değiL. Hemen birkaç dakika içinde siz ateşle­
me kararını alacaksınız. Bu kararı da NATO önceden komutanlarına
166 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTİKA

yetki verdiği için komutanlar alacak. Biz onun için başından beri di-
yoruz ki, bir milli sistem kurduğunuz takdirde Türkiye'de bu sorun-
ların pek çoğuna bir çözüm bulabilirsiniz.
Ortadoğu önemli gelişmelere gebeydi ve Türkiye bir kere daha
uçurumun kenarında politika yapıyordu.
Kıbrıs Nereye?

2002 seçimlerini izleyen günlerden itibaren Kıbrıs Türkiye'nin


gündeminde önemli bir yer aldı. Öyle anlaşılıyordu ki, yeni bir hü-
kümetin işbaşına geldiğini gören yabancı devletler bu yeni dönem-
de Kıbrıs konusunda Türkiye'den Kıbrıslı RumIarı ve Yunanistan'ı
tatmin edecek önemli bir taviz sağlayarak Kıbrıs sorununu çözebi-
lir miyiz, arayışına girmişlerdi. AKP hükümeti başlangıçta daha ön-
ceki hükümetlerin Kıbrıs politikasına sadık kalacağı izlenimi vermiş­
ti. Erdoğan, 21 Mart 2003 tarihinde Kuzey Kıbrıs'ın Girne şehrin­
de, Dome otelinde, benim de bulunduğum bir toplantıda yaptığı ko-
nuşmada Türkiye'nin gelenekselleşmiş Kıbrıs politikasını anlatmış ve
herkesten övgü almıştı. Meclis Kıbrıs konusunda görüş birliği içinde
görünüyordu. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş 6 Mart 2003 ta-
rihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne davet edilmiş, orada etkile-
yici bir konuşma yapmış ve meclis, oybirliğiyle Kıbrıs konusunda bir-
lik içinde olduğunu gösteren bir karar almıştı.(57)
Daha sonra yapılan zirve toplantılarında ve 23 Ocak 2004 tarihin-
de yapılan Milli Güvenlik Kurulu'nda da eski politikalarda önemli bir
değişiklik olmayacağının işareti alınmıştı. O toplantıdan sonra yapı­
lan açıklamada, diğer unsurların yanı sıra, "Ada'nın gerçeklerine da-
yalı bir çözüme müzakereler yoluyla hızla ulaşılması konusundaki si-
yasi kararlılığa" işaret edilmekteydi. Diplomasi dilinde bu sözler ka-
zanımların korunacağı anlamına geliyordu.
2004 yılının başından itibaren Avrupa Birliği'nin Kıbrıs konusun-
daki baskılarında gözle görülür bir artış oldu. Türkiye'yi ziyaret eden
AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi ile genişlemeden sorumlu ko-

(57) TBMM Tutanakları, 6 Mart 2003, 42. Birleşim.


168 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTIKA

misyon üyesi Verheugen, Kıbrıs sorununun kendi istedikleri biçim-


de çözüme kavuşturulmasını Türkiye' de bazı güçlerin engellediğini
söylediler.
Deniz BaykaL, 20 Ocak 2004 tarihinde grupta yaptığı konuşmada
buna değindi ve şunları söyledi:

"Verheugen, Prodi ile birlikte Türkiye'ye geldi, biz de konuştuk.


'Türkiye' de derhal bir çözüm arayışının önünde bazı engeller var,' di-
yor. 'Nedir bu engeller?' diyorlar. Kendince sayıyor, 'Yargıda' demiş.
Yargıyı da anlamadım, yargının Kıbrıs çözümüne engelolduğu han-
gi mantıkla söylenebilir, o da ayrı bir mesele. 'Atatürk'ün kurduğu
Cumhuriyet Halk Partisi de inadını sürdürüyor,' diyor. Evet, inadımı­
zı sürdürüyoruz değerli arkadaşlar; yani, herkesi terbiye ettiniz, her-
kesi hizaya soktunuz, bırakın, bir Cumhuriyet Halk Partisi kalsın, o
da Türkiye'nin menfaatini söylemeye devam etsin."

Öyle anlaşılıyor ki, AB'nin baskısı hükümet üzerinde etkili olmaya


başlıyordu. Nitekim 24 Ocak 2004 tarihinde yapılan Davos toplantı­
sından farklı bir rüzgar çıkmıştı. Şimdi hükümet bir politika değişikli­
ği yoluna gideceğinin işaretlerini veriyordu. Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri Kofi Annan'a, büyük devletlerin telkiniyle ve Türkiye'nin de
talebiyle önemli bir görevverilmişti. Kıbrıs'taki Türk ve Rum tarafları
arasında yapılan görüşmelerde üzerinde görüş birliğine varılamayan
noktaları Kofi Annan kaleme alacak ve böylelikle oluşturularak metin
her iki tarafta ayrı ayrı yapılacak referandumlarda Türk ve Rumiarın
onayına sunulacaktı. Yani Annan'ın hazırlayacağı metni, Kıbrıs Türk
ve Rum hükümetleri onaylamadan halkın kabul etmesi istenecekti.
Dünya tarihinde herhangi bir uluslararası anlaşmazlığın bu yöntemle
çözüldüğünü duyan olmamıştı.
Sonunda ortaya çıkan metin 9000 sayfalık bir belge oldu. Bunun
tam metnini, Cumhurbaşkanı Denktaş dahil, gören olmamış­
tı. TBMM üyelerine bile yaklaşık 200 sayfalık kısa bir özet dağıtıldı.
Kıbrıslı Türklerden ve RumIardan, baştan sonra okuma olanağına sa-
hip olmadıkları bir metni onaylarnaları isteniyordu. Türk hükümeti
Kıbrıslı Türkleri Annan Planı'nı onaylamaya teşvik ediyordu. Avrupa
KIBRIS NEREYE? 169

Birliği üyesi bazı ülkelerin Lefkoşe'deki temsilcilikleri de plan lehinde


büyük bir propaganda faaliyeti yürütüyorlardı.
Türkiye' de ana muhalefet partisi dağıtılan özet metinde bile pek
çok sakıncalı hüküm bulmuştu ve bu haliyle planın onaylanmasına
karşıydı. Çünkü plan KKTC topraklarının önemli bir bölümünün
Rumiara bırakılmasını öngörüyordu. Geri kalan topraklara da 70 bin
civarında Rum yerleştirilecekti. Türklerin güvenliğini sağlayan Türk
askerleri geri çekilecek, geride 650 kişilik sembolik bir birlik kalacak,
o da Türklerin güvenliğini sağlayacak yetkilerle donatılmayacak, ile-
ride o da geri çekilecekti. En önemlisi Kıbrıs federal devletinin bir
parçası olacak olan Kıbrıs Türk devletinin egemenlik hakları olmaya-
caktı. Karar verme mekanizmalarında Rumiarın ağırlığı 1960 tarihli
Londra ve Zürich antlaşmalarından daha ileri düzeyde olacaktı. Işte
böyle bir planın Türkler tarafından onaylanması isteniyordu.
2003 yılının başlarından itibaren mecliste bu konuda ciddi gö-
rüşmeler ve tartışmalar yaşandı. 6 Mart 2003 günü Denktaş'ın yaptı­
ğı konuşmadan sonra mecliste konuyla ilgili görüşmelere geçildi .(58)
Grup adına yaptığım konuşmada şunları söyledim:

"Kofi Annan Planı'nın bir özelliği şudur: Diyor ki Kofi Annan,


'Kıbrıs'ta bir millet yaratacağız.' Değerii arkadaşlar, bir anlaşmay­
la bir devlet kurabilirsiniz ama bir millet yaratamazsınız. Makarios,
darbeden sonra Ada'ya döndüğünde verdiği ilk demeçte şunu söyle-
di: 'Hedefimiz, Türklerle uzun vadeli mücadeledir.' Uzlaşma demi-
yor, uzun vadeli mücadele diyor ve o tarihten sonra, Kıbrıs'ta bir ne-
sil boyunca insanlar Türk düşmanlığıyla yetiştirildiler.
"Bugün Kıbrıs'a önerilen Kofi Annan Planı, iki kesimliliği tah-
rip eden bir plandır. 1975 yılında Denktaş ile Klerides arasında ya-
pılan anlaşmayla tesis edilen iki kesimlilik, ilk defa olarak Türkler ile
Rumiarın barış içinde, huzur içinde, güvenlik içinde yan yana yaşa­
malarını sağladı, bugüne kadar bir kişinin burnu kanamadı. Niçin;
çünkü ayrı bölgelerde yaşıyoriardı. Işte, bu plan iki kesimliliği orta-
dan kaldırıyor, tekrar bunları iç içe yaşamak zorunda bırakıyor. Planın

(58) TBMM Tutanakları, 42. birleşim (6 Mart 2003).


170 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PO Ll TL KA

en zayıf noktası budur ve biz, başından beri bunun için bu plana kar-
şı çıkıyoruz. Yoksa gayet tabii ki, çözümü biz de istiyoruz, uzlaşmayı
biz de istiyoruz, barışı biz de istiyoruz, bundan daha normal ne ola-
bilir; ama toplumları tekrar birbiriyle çatışacak duruma getirmernek
kaydıyla.
"Niçin bu ambargoları uyguladılar? Hedef şuydu: Dış baskılar­
la Türkiye'yi dize getirmek. Ambargolara boyun eğmedik. 70 sen-
te muhtaçtık, petrolümüz yoktu, yağımız yoktu, ampulümüz yoktu
ama onurumuz vardı. Direndik, hiçbir taviz vermeden bu ambargo-
yu kaldırttık.
"Sayın Denktaş bundan önceki konuşmasını yaptığı zaman, Sayın
Abdullah Gül de mecliste bir konuşma yapmıştı ve şöyle demişti:
'Kıbrıs, Türkiye'nin milli meselesidir, partilerüstü bir meseledir. Kim
iktidarda olursa olsun, otuz senedir, Kıbrıs'a karşı yapması gerekeni
yapmıştır.' Sayın Erdoğan ise 'Otuz senedir Türk hükümetleri yanlış
yapmıştır,' diyor.
"Bakınız, beş buçuk yıl Kıbrıs Rum Kesimi'nde Dışişleri Bakanlığı
yapan Rolandis, 'Türklerle RumIarı iç içe yaşatırsanız, zorla ortak
köyler kurmaya çalışırsanız, şiddete, hatta ölümle sonuçlanacak ça-
tışmalara yol açarsınız. Türklerle RumIarın birlikte yaşayacağı 400
köy, 400 yanardağ olur,' diyor. Şimdi, Kıbrıslı Rum bunu söylüyor.
Biz, buna, 'Evet, yaşatırız, dostluk içinde, barış içinde yaşayabilirler,'
diyebilir miyiz? Bu riski alabilir miyiz? Kıbrıs'ı ikinci bir Filistin hali-
ne getirmeyelim."

Hükümet bazı iç ve dış çevrelerin de etkisiyle Kıbrıs konusunda


yeni bir yaklaşımı, yeni bir yol haritasını benimsemişti. Kofi Annan'ın
hazırladığı planı Kıbrıs Türklerine kabul ettirerek bu meseleyi çözme-
ye çalışıyordu. "çözümsüzlük çözüm değildir," diyerek eski Türk hü-
kümetlerini, Kıbrıs'ta da Denktaş'ı dolaylı yoldan eleştiriyor, şimdiye
kadar çözümü istemeyenıerin bunlar olduğu izlenimini yaratıyordu.
Artık onlar iktidar olmuştu ve öncekilerin isteksizliği yüzünden çözü-
lemeyen Kıbrıs sorunu şimdi çözülecekti. Kıbrıs'ta da Cumhuriyetçi
Türk Partisi aynı doğrultuda çaba gösteriyordu. Avrupa Birliği üyesi
ülkelerin büyükelçileri seferber olmuştu. Bütün çabaları Türkleri pla-
KIBRIS NEREYE? 171

nı kabule ikna etmeye yönelikti. Bu kampanyaları, propaganda faali-


yetlerinin masraflarını kimler karşılıyordu? Lefkoşe'deki yabancı bü-
yükelçilerinin web sayfalarında bazı şirketlerin buna katkıda bulun-
duğu kaydediliyordu. Bunların arasında Türk şirketleri de var mıydı?
lleride bu konularda ayrıntılı araştırma yapacak olan tarihçiler bu so-
runun cevabını bulacaklardır. Kıbrıs Kıbrıs olalı böyle bir baskıya ta-
nık olmamıştı.
RumIarın planı kabul edeceğinden kimse kuşku duymuyordu.
Türkler "evet" derse her şey çözülecekti. Kıbrıslı Türkler Avrupa
Birliği'ne katılacaklar, Türkiye'nin yardımlarına ihtiyaç duymadan
Avrupa'nın katkısıyla barışa, huzura ve refaha kavuşacaklardı. ışte
halka bunlar söyleniyordu. Kıbrıslıların deyimiyle, "Yes de be annem,"
diyerek konunun esasını bilmeyenler de ikna edilmeye çalışılıyordu.
Ankara'da, mecliste muhalefetin yaptığı eleştiriler ve Denktaş'ın iti-
razları halka duyurulmamaya çalışılıyordu. Türk basınının büyük bir
bölümü de evetçilerin yanında yerini almıştı. Türkiye'de bazı "AB
uzmanları" her gece televizyonlarda, Kofi Annan Planı kabul edi-
lirse Türkiye'nin de üzerinden büyük bir yükün kalkmış olacağını,
Türkiye'ye Avrupa Birliği'nin yolunun açılacağını söylüyorlardı. Peki
ya Rumlar planı reddederlerse ne olacaktı? Bunu düşünen de, soran
da yoktu.
Bu kadar önemli bir konuda meclisi ve ana muhalefet partisini
bilgilendirmek lazımdı. Hükümet bunu yapıyor muydu? ıktidar bilgi
verdiğini söylüyordu, ama bu bilgi tam bir yıl önce verilmişti. Ondan
sonraki gelişmeler hakkında muhalefetin bilgisi yoktu.
Dışişleri Bakanı da bir yıldan beri Meclis Dışişleri komisyonuna
gelmemişti. Muhalefet bu durumu eleştiriyordu. Çünkü diğer de-
mokratik ülkelerde işler böyle yürütülmüyordu. Hükümetleı; mecli-
se, muhalefete düzenli olarak bilgi vermeye özen gösteriyorlardı.
Kıbrıs sorunu Türkiye' de, yarım yüzyıldan beri, bütün siyasi
partilerin katılımı ve desteğiyle bir milli dava olarak yürütülmüştü.
Meclis bu davaya öncülük etmişti. Ancak, son zamanlarda hüküme-
tin izlediği tutum meclisin tavrının pek önemsenmediğini gösteriyor-
du. Hükümet o zamana kadar izlenen politikalardan önemli sapma-
lar yapmıştı.
1n UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

8 Ocak 2004'te Ankara'da cumhurbaşkanının başkanlığında ya-


pılan zirve toplantısının sonuç bildirisinde şu görüşlere yer veriliyor-
du: "Kıbrıs sorununa hakça ve kalıcı bir çözüm bulunması Türkiye ve
KKTCnin ortak arzu ve hedefi olup, Türkiye, BM Genel Sekreterinin
iyi niyet misyonuna olan desteğini sürdürmektedir ve Ada'nın ger-
çekleri temelinde bir çözüme, müzakere yoluyla hızla ulaşılması ko-
nusundaki siyasi kararlılığı teyit etmiştir."
Daha sonra kabul edilen Milli Güvenlik Kurulu kararında da çö-
zümün, Kıbrıs'ın gerçeklerinden hareket edilerek bulunacağı belir-
tilmiş, Kofi Annan Planı'ndan da "bir referans belgesi" olarak söz
edilmişti. Yani Kıbrıs'taki gerçekler ve kazanımlar çözümün temeli-
ni oluşturacaktı.
Kofi Annan Planı Kıbrıs'ın gerçeklerinden hareket eden bir belge
sayılabilir miydi? Sayılamazdı, çünkü oradaki gerçeklerle ilgisi olma-
yan bir yapı öneriyordu. Plan, özü itibarıyla öncelikle iki kesimliliği
ortadan kaldırıyordu, zira iki kesimlilik demek, her toplumun kendi
kesiminde yaşaması demekti. Türk kesiminin içine çok sayıda Rum
girecekti. Bu durumda iki kesimlilikten nasıl söz edilebilecekti. Yani
iki kesimliliğin adı olacak kendisi olmayacaktı.
Avrupa'da, bir ülkede, farklı etnik veya dinsel kökenden gelen in-
sanların nüfusu toplam nüfusun yüzde 8'ine ulaştığı zaman toplu-
mun dengesinin bozulduğundan söz ediliyordu. Kuzey Kıbrıs'ta fark-
lı dinden ve kökenden gelenlerin oranı en az yüzde 40'a çıkacaktı.
Kofi Annan Planı bunu öngörüyor, bunu hedefliyordu.
Bazıları Kıbrıslı Türkler Avrupa Birliği'ne girdikten sonra, huzur
içinde, barış içinde yaşayacaklarından, güvenlik sorunu olmayaca-
ğından söz ediyorlardı. Oysa İspanya ve İngiltere' de, AB üyeliğinden
sonra şiddet yanlısı gruplar yüzünden uzun yıllar huzur ve sükün sağ­
lanamamıştı. Kaldı ki, Kıbrıs'ın Rum kesiminde, hala PKK bayrakla-
rıyla, PKK liderinin fotoğraflarıyla büyük gösteriler düzenleniyordu.
Terör örgütünün liderinin Kenya'da, Yunan Büyükelçiliği'nde yaka-
landığı sırada cebinde Kıbrıs Rum pasaportu bulunduğu unutulma-
mıştı. Ayrıca Kıbrıs'ta Enosis yanlıları, EOKA yanlıları Türkleri tasfi-
ye etme projelerinden vazgeçmemişlerdi. Kıbrıs Rum kesiminde bun-
ları destekleyen partiler, dernekler, gazeteler vardı.
KIBRIS NEREYE? 173

5 Aralık 2003 günü Kıbrıs Rum parlamentosu bir karar almıştı. Bu


kararda, "Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye, Yunanlılara jenosit uy-
gulamıştır," deniliyordu. Yani Kıbrıs Rum Kesimi'nde hala Türklere
karşı husumet tohumları ekenler vardı ve bunlar kendi doğrultula­
rında önerdikleri kararları Rum parlamentosundan çıkarmakta güç-
lük çekmiyorlardı. Peki, Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı bunları bile bi-
le iki toplumu içiçe yaşatacak Kofi Annan Planı'nı nasılolup da ka-
bul etmişlerdi?
Kıbrıslı Rumiarın Türkiye'ye karşı hasmane tavırları daha önce de
olmuştu. Örneğin Rumlar Rusya'dan satın aldıkları S 300 füzelerini
konuşlandırmaya hazırlanıyorlardı. Füzelerin parası ödenmişti. Bazı
parçaları Kıbrıs'a getirilmişti. Ama o zamanki Türk hükümetleri öyle
bir tepki gösterdiler ki, Rumlar bu projelerinden vazgeçmek zorunda
kaldılar ve füzeleri Yunanistan'a devrettiler. O zamanki kararlı ve so-
nuç alıcı tutum şimdi sergilenemez miydi? Sergilenemedi.
Üstelik meselenin bir de güvenlik boyutu olacaktı. Kuzeydeki
Türk devletinde yaşayacak olan Türkleri kim koruyacaktı? Bir çatış­
ma olursa Ada'da kalan Türk askerleri Türkleri koruyabilecek miy-
di? Bunun için yetkileri olacak mıydı? Plana göre, Ada'da kalan Türk
birlikleri hiçbir şey yapmayacaktı. Onların sadece üç yetkisi olacaktı:
Birincisi karargahın içinde eğitim yapmak, ikincisi malzeme ve teçhi-
zatının bakım ve onarımını yapmak, üçüncüsü de törenlere katılmak.
Peki, sınırı koruma yetkileri olacak mıydı; hayır olmayacaktı.
Sınırı kim koruyacaktı; hiç kimse korumayacaktı. Plana göre Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin sınıra yaklaşması bile yasaklanacaktı. Rum mi-
litanlar, PKK'cllar, EOKA'cılar orada olacak ama Türk askeri olama-
yacaktı. Kıbrıslı Türklerden, bunlara güvenmeleri ve sınırlarını açma-
ları istenecekti.
Milli Güvenlik Kurulu'nda bütün bunlar konuşulmuş muy-
du? Özellikle meselenin güvenlik boyutu değerlendirilmiş miydi?
Kimbilir. Eğer bütün bunlara dikkat çekilmişse hükümet orada dile
getirilen kaygıları niçin yeterince dikkate almamıştı? Anayasaya göre
Milli Güvenlik Kurulu bir danışma organı olduğu için mi? Danışma
kurulu olduğu doğruydu ama bir kanaryasevenler derneği değildi.
Tavsiye kararlarının altında cumhurbaşkanının, başbakanın, Dışişleri
174 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

bakanının ve Milli Savunma bakanının imzası vardı. Genelkurmay


başkanının ve komutanların da imzası vardı.
Başbakan, Davos'ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine, An-
kara' da kamuoyuna açıklanan, Türkiye'nin resmi tutumuyla pek bağ­
daşmayan şeyler söylemişti. Kofi Annan'ın 4 Şubat günü Denktaş'a
gönderdiği mektuptan bu açıkça anlaşılıyordu. Türkiye evvelce Kofi
Annan Planı'nın bir müzakere zemini olarak kabul edilmeyeceğini
ortaya koymuştu. Bu plan bir müzakere zemini olarak kabul edilirse
bunun dışına çıkmak mümkün olabilir miydi?
Peki, plan yürürlüğe girdikten sonra geçmişteki acıları, sıkıntıla­
rı hatırlatacak saldırılar olursa ne olacaktı? Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri herhalde bu ihtimali düşünmüş olacak ki, çözümden sonra
da bir barış gücünün görevlendirilmesini öngörmüştü. Yani plana gö-
re, Kuzey Kıbrıs'ta bir barış gücü görevalacaktı. Böylece Kıbrıs, diğer
Avrupa ülkelerine benzer bir nitelik kazanmış olacak mıydı? Hangi
Avrupa ülkesinde barış gücü vardı?
Bu plan, 1960 tarihli Londra ve Zürich anlaşmalarıyla da bağ­
daşmamaktaydı. Bu anlaşmaları onaylamış bulunan Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin Kofi Annan Planı üzerinde mutabakatı sağlanabil­
miş miydi? Hayır.
Bu planın 1992 yılından 2003 yılına kadar, meclisin Kıbrıs ko-
nusunda oybirliğiyle aldığı kararlarla bağdaşır bir tarafı var mıydı?
Yoktu. TBMM Kıbrıs'la ilgili olarak aldığı kararlarda Kıbrıs meselesi-
ni milli bir dava olarak görmüştü. AKP'nin iktidar olmasından son-
ra, 2003 yılında oybirliğiyle kabul edilen kararda şu ifadeler de yer alı­
yordu:
"Kıbrıs meselesine bulunacak çözümün tarafların eşit statü ve
eşitliğine dayanması gerekir. Türkiye'nin garantörlük haklarını sür-
dürmesi gerekir. Kıbrıs sorunu, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sü-
recine bir önşart olarak takdim edilemez."
Kıbrıs sorunu yıllardan beri bütün siyasi partilerin görüş birliğiy­
le yürütülmüştü. Şimdi başbakan, "Kıbrıs konusunda 30 yıldır yanlış
yapılmıştır," diyordu. Mesela, otuz yıl içinde yapılanlardan biri Kıbrıs
Türk Barış Harekatı'ydı. Yanlış mı yapılmıştı. Kıbrıslı Türkler Yunan
cuntasının ve EOKA'cı cumhurbaşkanı Nikos Samson'un insafına mı
KIBRIS NEREYE? 175

terk edilmeliydi? Otuz yıldır yapılanlardan biri Türkiye'ye karşı uygu-


lanan Amerikan askeri ambargosuna direnerek bu ambargonun kal-
dırılmasını sağlamak olmuştu. Bu da yanlış yapılan işlerden biri miy-
di? Bütün dış baskılara direnmek yanlış mıydı?
Bazıları muhalefeti statükoyu korumaya çalışmakla suçluyorlar-
dı. Kuşkusuz uluslararası ilişkilerde statükoyu değiştirmeyi herkes is-
terdi ama kendi lehine değiştirmek için isterdi. Statükoyu avantaj-
larını kaybetmek için isteyen olmuş muydu? Türki siyasi hayatında
son zamanlarda, statükoculuktan adeta bir suç gibi söz ediliyordu.
Oysa statükoculuktan daha kötüsü, statükoyu kötü yönde bozmak-
tı. Örneğin Kardak krizinde Türkiye'nin başarısı Yunan askerini fi-
ilen işgal ettiği adadan çıkartarak statükoyu korumasıydı. O zaman,
Türkiye'nin statükoyu korumasından büyük başarı olarak söz edili-
yordu. Ayrıca Ege'de Türkiye Yunanistan'ın karasularını 12 mile ge-
nişletilmesine engelolarak 6 millik sınır statükoyu koruyor, böylece
Ege denizinde Yunanistan'ın şimdikinden çok daha geniş karasu ları­
na sahip olmasını engelliyordu. Bu yanlış bir iş miydi? Statükoyu de-
ğiştirmek için Yunanlılara taviz vererek karasularını genişletmelerine
izin mi vermeliydik?
Ana muhalefet partisi ise bu gidişin sakıncalarını ve tehlikelerini
görüyordu ve 2004 yılının Şubat ayında meclise Kıbrıs konusunda bir
genel görüşme önergesi verdi. 17 Şubat 2004 günü bu genel görüşme
önergesi hakkında genel kurulda söz alarak şunları söyledim:

"Sayın bakan, Dışişleri müsteşarının Kıbrıs konusunda bana


uzunca bir sure önce verdiği bilgilerden bahsetti. Kendisine ve sayın
müsteşara, bunun için içtenlikle teşekkür ediyorum.
"Şimdi, bu konuda hükümete yapabileceğim en büyük katkı, bu
konuşmanın içeriği hakkında yüce meclise bilgi vermemektir.
"Türkiye'nin, gerçekten, dış politikasına hakim olan düşüncele­
rin, hedeflerin, yöntemlerin, beklentilerin ne olduğunu öğrenmek­
ten çok derin üzüntü duydum. Bunu, bu kadar söylemekle yetinece-
~im huzurunuzda.
"Avrupa Birliği'ne girdik, artık, bundan sonra hiçbir şey olmaya-
rak, huzur içinde uyuyacağız diyeceğiz.
176 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

"Biz, uyuyamayacağız arkadaşlar. Siz olsaydınız nasıl çözerdiniz


diyorlar. Ne yapardık? Şunu yapardık; baskıları reddederdik. Güney
Kıbrıs'ın tek başına Avrupa Birliği'ne üye olmasına imkan vermemek
için bütün gücümüzü kullanırdık.
"Bu hükümet dahil, geçmiş bütün Türk hükümetleri, Rum kesi-
minin tek başına AB'ye üye olmasının uluslararası hukuka aykırı ol-
duğunu, antlaşmalara aykırı olduğunu Birleşmiş Milletlde tescil et-
tirmiştir. Otuz yıldır savunduğumuz bu tezden vaz mı geçtiniz?
"çözümsüzlük çözüm değildir," dedi sayın bakan. Biri çıkıp bu
kürsüden, çözümsüzlük istiyoruz mu dedi; kime cevap veriyorsunuz?
Fransızların 'niyet yargılaması' dediği gibi, bir partiye, birtakım in-
sanlara, birtakım niyetler atfediyorsunuz, sonra o niyetlere 'kahra-
manca' karşı çıkıyorsunuz. Bu niyette olan yok ki, çözümsüzlüğü sa-
vunan yok ki!
"Sayın bakana, huzurunuzda bir soru soruyorum ve bu sorunun
cevabını gerçekten merak ederek soruyorum: Türkiye'nin Avrupa
Birliği üyeliğine karşı çıkan Avrupalı siyasi partilerden bir tanesi, ama
bir tanesi, size, Kıbrıs meselesi çözülürse, biz Türkiye'nin üyeliğini
destekleriz dedi mi? Daha dün, bunların öncülüğünü yapan Alman
Hıristiyan Demokrat Partisi'nin Genel Başkanı Angela Merkel'le be-
raberdik. AKP'li ve CHP'li arkadaşlarımızIa birlikte, bir çalışma ye-
meğinde, onların görüşlerini değiştirmek için tam iki saat uğraştık.
Israrla, inatla, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkıyor ve Türkiye'ye özel
bir statü verilmesini istiyor. Iki saat boyunca bize, niçin Türkiye'nin
üyeliğine karşı olduklarını anlattı. Kıbrıs'tan, bir tek kelimeyle bile
bahsetmedi. Kıbrıs meselesi çözülürse, tutumumuzu değiştiririz, de-
medi. Peki, diğer Avrupalı partiler dedi mi? Onlar da demedi. Kıbrıs
meselesi çözülürse Avrupa'da bizim üyeliğimize karşı olanların tu-
tumlarını değiştireceklerini nereden çıkarıyorsunuz?
"Gazetelerde 'ver de kurtul' diye yazıyor. 'Yer de kurtul' politika-
sını eleştiriyor bazı yazarlar. Yer de kurtuldan daha kötüsü var; ver,
ama kurtulama! Hem verirsiniz hem hiçbir şeyalamazsınız! Işte, en-
dişe verici olan budur.
"Bu içinde bulunduğumuz aşama demin anlattığım nedenlerle,
seksen yıldan beri izlediğimiz, Lozan'dan beri izlediğimiz Türk dış
KIBRIS NEREYE? 177

politikasının bir kırılma noktasıdır. Bu politikanın adı, kaderimizi


başkalarının in safına terk eden politikanın adı diplomaside teslimi-
yettir."

Bütün uyarılarımıza rağmen hükümet Kofi Annan Planı'na des-


tek vermeyi sürdürüyordu. 30 yıldan beri Türkiye'de işbaşına gelen
bütün hükümetler Kıbrıs konusunda yanlış iş yapmıştı, yanlış poli-
tikalar izlemişti. çözümsüzlük çözüm değildi. AKP hükümeti böy-
le söylüyordu. Bazen örtülü bazen açık biçimde Denktaş suçlanıyor­
du. çözümsüzlüğün sorumlusu Denktaş'tı. O olmasaydı Kıbrıs so-
runu çoktan çözülmüş olacaktı. Şimdi AKP, KKTC cumhurbaşka­
nına rağmen bir çözümü zorluyor, Denktaş'ın karşı çıktığı bir pla-
nı Kıbrıs Türk halkına kabul ettirmeye çalışıyordu. O yol da Kofi
Annan Planı'ydı. Neye malolursa olsun bu plan desteklenmeli ve re-
ferandumda onaylanmalıydı. Geçmişte CHP hükümetinin Kıbrıslı
RumIarın AB üyeliğini onayladığını, o nedenle AKP hükümetine ya-
pacak iş kalmadığını ileri sürenlere rastlanıyordu. Geçmiş hükümet-
lerden hangisi, nerede, ne zaman Kıbrıs RumIarının AB üyeliğini
onaylamıştı? Bunun belgesi neredeydi? Bunlara değinen yoktu.
Sayın başbakanın ocak ayında Kofi Annan'la yaptığı görüşmeden
sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Belli ki, Türkiye yıllardan be-
ri Kıbrıs konusunda izlediği politikada önemli değişiklikler yapmaya
hazırlanıyordu. Bu değişim havasını gören ve Türkiye'nin köklü bir
tavize yanaşacağı izlenimini alan Kofi Annan, İsviçre'nin Bürgenstock
kentinde hazırladığı metne son şeklini vermişti. Taraf1arca üzerinde
mutabakata varılamayan ve imzalanamayan bu metin, 24 Nisan ta-
rihinde, Kıbrıs'ta her iki toplumun onayına sunulacaktı. Türkiye ve
Kıbrıslı Türkler yeniden uçurum kenarına gelmişti. Çok tehlikeli bir
oyun oynanıyordu. Şimdi, Kıbrıslı Türkler, ekleriyle birlikte 9000 say-
fayı bulan bir metni kabul veya reddedeceklerdi. Bu metnin henüz
Türkçe çevirisi bile yapılmamıştı.
Zaman içinde, federal parlamentonun temsilciler meclisi kana-
dında Türklerin dışında Türk kesiminden seçilmiş RumIar, Türk ke-
simindeki parlamentoda da Türklerin dışında Rumlar olabilecekti.
Rum kesimine yerleşmek isteyecek Türklerin sayısı yok denecek ka-
UKD 12
178 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

dar az olacağı için Rum parlamentosunda Türklerin sözü bile edil-


meyecekti.
Referanduma kısa bir süre kala konu gene meclis gündemine gel-
di. 6 Nisan 2004 günkü oturumda grubumuz adına söz alarak özet-
le şunları söyledim:

"Cumhuriyet Halk Partisi'nin içinde olduğu veya olmadığı, hiçbir


Türk hükümeti, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin Avrupa Birliği üyeliği
sürecini onaylamamıştır, onaylayan hiçbir belgeye imza atmamıştır.
"Kıbrıslı Türkler kendi kaderlerini, çocuklarının geleceğini ilgi-
lendiren hayati bir konuda, içeriğini tam bilmedikleri bir metin üze-
rinde, yabancıların yoğun propagandaları ve zaman baskısı altında
karar vermek zorunda bırakılmaktadırlar.
"Biz, bu 9000 sayfalık metni görmedik, aranızda gören var mı bil-
miyorum. Bizim elimizdeki 200 sayfalık bir metindir; fakat bu met-
nin içerisinde, hayati derecede önemli bazı belgeler yoktur.
"Şimdi biz, geçmişte bu gibi durumlara atıfta bulunup da Yüce
mecliste bunu bir teslimiyetçilik belgesi diye takdim etmiştik. Şimdi
bu sözlerimi geri alıyorum. Teslimiyetçilik belgesinde hiç değilse ne-
yi imzaladığınızı bilirsiniz. Bu belge teslimiyetçilik belgesinden de be-
terdir; çünkü içeriğini bilmiyorsunuz. Tarihimizin en kötü belgesi, ta-
rihimizin en utanç verici belgesi Sevr Antlaşması'nı imzalayanlar bile
neyi imzaladıklarını biliyorlardı, şimdi bilmiyoruz.
"Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti cumhurbaşkanı bu metnin
onaylanmaması gerektiğini, 'hayır' denilmesi gerektiğini açıkça ifa-
de ediyor. nk defa, siz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhur-
başkanıyla ters düştünüz. Sayın Denktaş geçen defa buraya geldiğin­
de ayakta alkışladınız. Şimdi niçin Denktaş'ı duymak istemiyorsu-
nuz? Çünkü onun söyleyeceklerinden rahatsızlık duyuyorsunuz.
"Geçen yıl da, 6 Mart'ta Sayın Denktaş yüce meclise hitap ettik-
ten sonra, burada, buna benzer bir önerge sunulmuş, meclisin da-
ha önceki kararlarına atıfta bulunulmuş ve meclisin tavrı açıklan­
mıştı. Bu defaki önergenin de, özü itibariyle farkı yoktur. Burada da,
Kıbrıs'la ilgili daha önceki meclis kararlarına atıfta bulunulmakta ve
Sayın Denktaş'ın tavrına destek verilmektedir. Biz, parti olarak, Sayın
KIBRIS NEREYE? 179

Denktaş'ın burada ifade ettiği görüşleri büyük bir takdirle karşıladık;


kendisine desteğimiz tamdır.
"Bazıları, bu anlaşmanın iki kesimlilik getirdiğini söylüyor; bu-
nu iddia edenler var -Sayın Denktaş'ın sözlerini tekrarlıyorum­
Sayın Denktaş, 'Bu metin iki kesimliliği sulandırıyor,' diyor. Bazıları,
'Egemenlik getiriyor,' diyor, Sayın Denktaş, 'Egemenlikten yoksun bı­
rakıyor, bir vilayet haline getiriyor,' diyor; 'Mal mülk meseleleri bir
saatli bomba haline gelecektir,' diyor; 'Türkiye'den gelenler açıkta ka-
lacaktır, yapılanlar insanlığa aykırıdır,' diyor; 'Garantörlük hakları
kağıt üzerinde kalacaktır,' diyor ve en önemlisi, 'Yeni düzeltme öneri-
leri geliyor,' diyor. Bu, hala, belki de Rumiarın telkiniyle planda deği­
şiklik yapılmaya çalışılıyor demektir? Bu 9 000 sayfanın içerisinde ne
gibi saatli bombalar olduğunu, şimdi yeni yeni öğreniyoruz; bu bil-
giler bölük pörçük ulaşıyor ve ulaştıkça, her gün yeni bir bilgi edini-
yoruz.
"Size bir örnek vereyim: Mesela, bizim Deniz Kuvvetlerimizin
hakları, dünyanın başka yerlerinde görülmemiş derecede kısıtlan­
maktadır. Deniz Kuvvetlerinin, dünyanın her yerinde, karasularından
zararsız geçiş hakkı vardır; Ege'de de vardır. Burada ne oluyor; bura-
da, kalkıyor. Kıbrıs sularından zararsız geçiş hakkı yok. Ne olacak; her
geçişte merkezi hükümetin onayı gerekecek.
"Sayın Denktaş halkının güvenliği konusunda endişe duymak-
tadır. 1974 yılında Kıbrıslı Türkler, Magosa'ya bağlı üç köyde ve
Limasol'a bağlı bir köyde katledildikleri zaman, Barış Gücü sadece
birkaç yüz metre uzaktaydı. Yani, Barış Gücü'nün bulunması, Kıbrıslı
Türklerin güvenliği için yeterli bir güvence değildir. Sayın Denktaş di-
yor ki: "Beş-on yıl içerisinde, Kıbrıs'tan tamamen çekiliriz.
"Ne yazık ki, Adalet ve Kalkınma Partisi grup başkanvekilleri, ilk
defa olarak, Sayın Denktaş'ın konuşmasından sonra, bir meclis kara-
rını, meclis bildirisini imzalamayı kabul etmemişlerdir."

Bütün çabalarımıza rağmen maalesef bütün dünya Türkiye'deki


iktidar partisinin KKTC cumhurbaşkanına destek vermediğini gör-
dü. Bütün ömrünü Kıbrıs davasına adamış olan Denktaş için bu
üzüntü verici bir tabloydu. Ama daha da üzüntü verici olanı Kıbrıs
180 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTİKA

Türklerine daima destek olan Türkiye'nin işbaşında bulunan hükü-


metinin şimdi bir mesafe koymaya başlamasıydı. Kıbrıslı Türkler bu-
nu hak etmemişlerdi. Aralarında bir an önce AB'ye girecekleri ha-
yaliyle aşırı tavizlere razı olanlar, artık Türkiye'ye ihtiyaç duymaya-
caklarını düşünenler çıksa da halkın çoğunluğu Türkiye'ye yürek-
ten bağlıydı. Ne var ki, şimdi Türk hükümeti kendileri açısından acı
bir reçete niteliğini taşıyan Kofi Annan Planı'nı onaylarnaları için
Kıbrıslı Türkleri teşvik ediyor, hatta baskı yapıyordu. Acaba Türkiye,
bazılarının ileri sürdüğü gibi, Kıbrıs sorununu Türkiye'nin AB'ye
üyeliğinin önünde bir engel gibi görüyor ve bu engelden kurtulma-
ya mı çalışıyordu? Eğer öyleyse Kıbrıslı Türkler açısından Türkiye'ye
destek olmak için bu planı kabul etmek anavatana şükran borcu-
nun bir ifadesi olmaz mıydı? Ankara'daki AKP hükümetinin yanı sı­
ra Kıbrıs'taki Cumhuriyetçi Türk Partisi de bu görüşleri savunuyor,
Annan Planı'nın onaylanması için büyük gayret gösteriyor, bu amaç-
la yoğun propaganda yapıyordu. Oysa Avrupa Birliği'nin önde ge-
len üyelerinden hiçbiri Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye'nin üyeliğin i
destekleriz dememişti ...
Bu ortam içinde Annan Planı 26 Nisan 2004 tarihinde KKTC'de
ve Kıbrıs Rum Yönetimi bölgesinde ayrı ayrı referanduma sunul-
du. Türkler, anavatan ın teşvik ve baskısıyla açık farkla % 64,90 evet,
% 35,09 hayır oyu kullandı. Rumlar ise % 24,17 evet, % 75,83 hayır­
la açık farkla planı reddetti. Bu durumda ne beklenirdi? Planı kabul
eden taraf ödüllendirilmeli, reddeden taraf cezalandırılmalıydı. Ama
bunun tam tersi oldu. Planı reddeden Rumlar mükafatlandırılarak
AB'ye tam üye yapıldılar, kabul eden Türklerin üzerindeki baskı­
lar devam etti, ekonomik, ticari ve diğer ambargolar kaldırılmadı
ve Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulmamasından gene Türk ta-
rafı sorumlu tutuldu. Bu nasıloldu? O sırada bütün Orta ve Doğu
Avrupa ülkelerinin AB'ye üyeliğinin son aşamasına gelinmişti. Başta
Almanya olmak üzere pek çok AB ülkesi bunu ısrarla istiyordu. Ama
onların üye yapılabilmesi için bütün AB üyelerinin desteği gerekiyor-
du. Yunanistan Başbakanı Simitis, "Kıbrıs'ın üyeliği kesinleşmediği
takdirde bütün Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğin i vet o ede-
riz" dedi. Bunun adı şantaj politikasıydı. Ne yazık bu politika sonuç
KIBRIS NEREYE? ISI

verdi ve evvelce Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs'ın üyeliğin i kabul


etmeyeceklerini açıkça söyleyen devletler geri adım attı ve sonunda
Güney Kıbrıs AB'ye üye oldu.
Bundan sonraki dönemde gene Kıbrıs meselesinin Türkiye'ye ya-
pılacak baskılarla çözüme kavuşturulmasına çalışıldı. Makarios'un
işaret fişeğini yaktığı "uzun vadeli mücadele" stratejisi sürdürülecek-
ti. RumIarın her istediği tavizi vermedikçe Türkiye de Kıbrıslı Türkler
de rahat yüzü görmeyecekti. Kendilerini Kıbrıs çözümünün mimarı
gibi gören bazı yabancı diplomatlar ile onların hükümetleri böyle is-
tiyordu. Türkiye'nin haklı, RumIarın haksız olması hiçbir şeyi değiş­
tirmeyecekti.
AKP hükümetinin çözümsüzlükten geçmiş Türk hükümetleri-
ni ve Denktaş'ı sorumlu tutan yaklaşımının ne kadar yanlış olduğu
bir kere daha ortaya çıktı. Kıbrıs Rum lideri Papadopulos açıkça pla-
na karşı çıktı ve vatandaşlarını hayır oyu vermeye çağırdı. Rumlar da
bu çağrıya uydular. Bazı basın mensupları RumIarın karşı çıkmasının,
planın Türkiye lehinde olduğunu gösterdiğini söylediler. Oysa gerçek
başkaydı. RumIar, daha fazla baskı yapılırsa Türk tarafının daha faz-
la taviz vereceğini ve sonunda her istediklerini alabileceklerini düşü­
nüyorlardı. Şimdi Kofi Annan Planı'nı ceplerine koyacaklar, daha faz-
lasını almak için mücadeleye devam edeceklerdi. Hem de AB üyeli-
ğinin getirdiği bütün hak ve avantajlardan yararlanarak ... RumIarın
AB üyeliğinden sonra müzakerelerin yeniden başlaması nasıl izah
edilecekti? Rum liderler, Kofi Annan Planı'nın öldüğünü resmen
ilan ettiler. O zaman ne görüşülecekti? RumIarın kendi açılarından
Annan Planı'ndan daha kötüsünü kabul etmeleri düşünülebilir miy-
di? Demek ki, gene Türklerden ilave tavizler istenecekti. Şimdi ne ola-
caktı? Gereğinden fazla taviz veren Türkler herhalde, "Artık üzerimi-
ze düşeni fazlasıyla yaptık, Rumlar bu planı kabul edinceye kadar ma-
saya oturmayacağız, hiç kimseye de tek taraflı taviz vermeyiz," diye-
ceklerdi. Beklenti buydu ama öyle olmadı. Türk tarafı yeniden masa-
ya oturdu. Üstelik diplomaside hiç yeri olmayan, "Masadan kalkan
tarafbiz olmayacağız," sözüyle ... Siyasette koltuğa yapışan politikacı­
lar görülmüştü ama masaya yapışana pek rastlanmamıştı. Şimdi rast-
lanıyordu.
182 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTıKA

Kıbrıs konusundaki gelişmeler kaygı


vericiydi. RumIarın AB'ye
üye yapılmasına katkıda bulundukları için pişmanlık duyanlar var-
dı. Bunların başında AB komisyonunun genişlemeden sorumlu üye-
si Verheugen geliyordu. Baykal 8 Mart 2005 tarihindeki grup toplan-
tısında bu konuya değinerek şunları söyledi:

"Maalesef, iktidarda bulunanlar, Türkiye'nin yararlarının ötesin-


de, Türkiye'ye yönelik güçlü çevrelerin bekleyişlerini esas alarak, o
bekleyişler doğrultusunda harekete geçerek politika götürmeyi tercih
ediyorlar ve o doğrultuda ilerledikçe yavaş yavaş Türkiye'de zemini
kaybettiğimizi ve giderek daha sıkıntılı bir noktaya geldiğimizi görü-
yoruz."

Rum bakanın çözümsüzlüğü desteklediklerini savunduğu yolun-


daki ifadeler Fikret Bila'nın Milliyet'teki 10 Mart 2005 tarihli yazısın­
da da yer alıyordu.
Bu gelişmeler olurken 17 Nisan 2005 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti'nde cumhurbaşkanlığı seçimi olmuş, Kıbrıs Türklerinin
kahramanı olarak kabul edilen kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
görevini, yeni seçilen Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı
Mehmet Ali Talat'a devretmişti. Bu vesileyle parti grubunda bir ko-
nuşma yapan Deniz Baykal şunları söyledi:

"Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yeni bir cumhurbaşkanı seçti ve


yeni bir dönem başladı. Demokratik bir anlayış içinde tamamen eşit
koşullarda, hepimizin iftihar edeceği bir seçim bir kez daha Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde gerçekleşmiştir. Sayın Mehmet Ali Talat
cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Kendisini kutluyorum, başarılar
diliyorum.
"Bakın, bir süre önce kuzey ve güneyarasında karşılıklı olarak bir
referandum yapıldı. Bunun anlamı, artık Kuzeyde yaşayan insanlar,
kendi geleceklerini kendileri tayin etme hakkına sahiptir, sen tanısan
da tanımasan da.
"Annan Planı kabul edilmedi. Şimdi, yeni bir çözüm istiyoruz.
Annan Planı'nı kabul edebilir hale gelsinler diye RumIarı, onların uy-
KIBRIS NEREYE? lS3

gun göreceği aşamaya kadar haklarımızdan vazgeçerek, onları daha


da güçlendirerek ikna etmeye mi çalışacağız?
"Atina'da yayınlanan en yüksek tirajlı gazetenin, Ta Nea gazete-
sinin genel yayın yönetmeni yaptığı açıklamada diyor ki, 'Türklerle
Rumlar Annan Planı oylamasında kadife bir boşanma kararı almış­
lardır. Yani, anlaşarak, uzlaşarak, sen kendi yoluna, ben kendi yoluma
demişlerdir. Artık çözümü, bunu içimize sindirerek aramalıyız.' Bu
sözleri dikkatle değerlendirmek lazımdır."

Avrupa Birliği'nin baskısı altında Türkiye, Kıbrıs Rum Yönetimi'ni


"Kıbrıs devleti" olarak tanımaya götürecek olan "ek protokolü" 29
Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. lmzalarken de hangi görüşle bu
metni kabul ettiğini bir deklarasyonla açıkladı. AB, Türk hükümeti-
nin deklarasyonunu bir saat içinde reddetti. Imzalanan metinde, böy-
le yorum yapıcı bir deklarasyana yer yoktu. Avrupa Birliği böyle di-
yordu. AB, aynı yılın eylül ayında da karşı bir metin kabul ederek
Türk deklarasyonunu resmen geçersiz kıldı. Türkiye'den, !imanları­
nı ve havaalanıarını Rum uçak ve gemilerine açmasını ve "Kıbrıs dev-
leti" ile ilişkilerini normalleştirmesini, yani Kıbrıs Rum Yönetimi'ni
Kıbrıs devleti olarak fiilen tanıyıp ilişkilerini buna göre yürütmesini
istedi. Bunlar makul bir süre içinde yapılmazsa Türkiye'nin AB üyelik
süreci tehlikeye girebilirdi. Yani Kofi Annan Planı'nı kabul etmek yet-
memişti. Rumlar neyi istiyorsa o yapılacaktı. Yapılmazsa Türkiye'nin
AB üyeliği tehlikeye girebilirdi.
Avrupa Birliği'nin bu talebinin arkasında, kuşkusuz Yunanis-
tan'ın ısrarcı tutumu vardı. Yunanistan'ın o zamanki Dışişleri Ba-
kanı Dora Bakoyannis, Oxford-St. Anthony's College'de yaptığı bir
konuşmada şöyle diyordu: "Türkiye AB'ye üye olmak istiyor ama
AB üyelerinden birini tanımayı kabul etmiyor. AB'yle ticaret yap-
mak istiyor ama limanlarını üyelerden birine kapatıyor. AB'ye uyum
sağlaması gereken Türkiye' dir, Türkiye'ye uyum sağlamak isteyen
AB değildir."(59) Kıbrıs meselesinin geçmişini bilmeyenler, bu devleti

(59) Bogdani, Mirela, Tıırkey and the Dilenıma ofEU Accession, 1. B. Tauris, New
York, 2011, s. 33.
184 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

kuran antlaşmalardan haberdar olmayanlar, RumIarın nasıl bu ant-


laşmalar açıkça ihlal edilerek AB'ye üye yapıldığını hatırlamayanlar
için bu sözlerin belki bir anlamı olabilirdi. Ama gerçekleri bilenle-
rin Yunanistan'ın bu tepeden bakan yaklaşımını yadırgamamaları
mümkün değildi. Acaba Yunanlılara böyle sözleri söyleme cesaretini
veren Türk hükümetinin alttan alıcı, haksızlıkları çoğu zaman sineye
çekici tutumu muydu?
Peki, istedikleri yapılırsa AB'nin kapısı açılacak mıydı? Buna açık
bir cevap veren, böyle bir taahhütte bulunan yoktu. Diplomasideki
havuç ve so pa politikası denilen yöntemin havuç kısmı RumIara, sa-
dece so pa kısmı Türkiye'ye uygulanacaktı. Türkiye 2004 zirvesinde
Kıbrıs sorunu ile AB üyeliği arasında bağ kuran yazılı bir taahhütte
bulunmanın bedelini ödemeye başlamıştı. Hem de ağır bir şekilde ...
RumIarın arkasında artık sadece Yunanistan ve ıngiltere yoktu, bütün
Avrupa Birliği ülkeleri vardı. Türkiye ise tek başına "uçurumun ke-
narındaki politikasını" sürdürecekti. Üstelik dış politikada tecrübesiz
bir hükümetin yönetiminde ...
Türkiye'yi başka nedenlerle AB'ye almak istemeyenIerin Kıbrıs'ı
bir bahane gibi kullandıkları Ankara' da anlaşılmaya başlanmış mıy­
dı? Henüz değiL. Hala medyalarda "ver de kurtul" lobisi etkinliğini
sürdürüyordu. Küçücük Kıbrıs uğruna, 200 bin Kıbrıslı Türk uğruna,
koskoca AB üyeliği projemizden vaz mı geçecektik? Türkiye'yi Kıbrıs
ipoteğin in altına mı sokacaktık? ışte bunlar söyleniyor, her şeyi her-
kesten çok bilen ve adeta AB sözcüsü gibi televizyonlarda boy göste-
ren bazı "uzmanlar" Kıbrıs'ta tek taraflı taviz verilmesine karşı çıkan­
lara, adil ve şerefli bir çözüm isteyenlere ateş püskürüyorlardı.
II Aralık tarihinde Avrupa Birliği dışişleri bakanları üyelik mü-
zakereleri sürecinde sekiz başlığın görüşülmesini, Türkiye ek pro-
tokolde öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiy-
le resmen dondurmuş, geri kalan tüm maddelerde de daha geçici so-
nuçlanma aşamasına gelmeden önce, Türkiye'nin, Kıbrıs konusun-
da Avrupa Birliği'nin beklediği tavizleri vermesi şart koşulmuştu.
Ayrıca, Türkiye'nin, Güney Kıbrıs'ı Kıbrıs devleti olarak tanıması ta-
lep edilmişti. 2007, 2008 ve 2009 yıllarında verilecek komisyon rapor-
larının değerlendirilerek Türkiye'nin bu konularda taviz verip ver-
KIBRIS NEREYE? 185

mediğinin tespit edileceği ifade edilmiş, yani önümüze bir de takvim


konulmuştu.
AB dönem başkanı Finlandiya Türkiye'ye bir öneride bulunmuş­
tu. Diyordu ki: "Bu ambargoların kaldırılması için siz Maraş'ı iki yıl­
lığına Birleşmiş Milletlere, Magosa Limanı'nı da iki yıllığına Avrupa
Birliği'nin yönetimine verin."
Finlandiya dönem başkanından aylarca önce, bir büyük Avrupa
Birliği ülkesinin diplomatları bu öneriyi bize söylemişti. Kendilerine
şöyle cevap vermiştik: "Sakın bunu ağzınıza almayın, ilişkilerimiz bo-
zulur. Siz, bir koyundan iki post çıkarmaya çalışıyorsunuz." Hükümet
ise şu izlenimi veriyordu: Ercan Havaalanı'ndan doğrudan ulaşıma
imkan tanırsanız, biz de bu sizin önerilerinizi kabul edebiliriz, hiç de-
ğilse bir kısmını. ..
Rum tarafı böyle pazarlıklara yanaşıyor muydu? Yanaşmıyordu.
Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Papadopulos diyordu ki: "Kesinlikle, biz
Maraş'ı müzakere bile etmeyiz, bizim için egemenlik sorunudur."
Avusturya Başbakanı Schüssel şunu söylüyordu: "Türkiye'yle ya-
pılan müzakerelerin sonucu üyelikten başka bir şeyolacaktır, hiç-
bir zaman tam üyelik olmayacaktır. Avusturya iş piyasası hiçbir za-
man Türk işçilerine açılmayacaktır. Müzakereler Türkiye'nin üyeli-
ğiyle sonuçlanacak olursa, derhal Avusturya referanduma gidecektir."
Son kamuoyu yoklamasında, Avusturya'da Türkiye'nin üyeliğini is-
temeyenler yüzde 80 düzeyindeydi. Yani, Schüssel, "Halkın oyuyla si-
zi reddedeceğim!" diyordu. Türk hükümeti buna tepki göstereceği­
ne Avusturya firmalarına milyarlarca dolarlık ihaleler, projeler veri-
yordu.
Fransa, Türkiye'nin üyeliğini kamuoyuna götürmek için, referan-
duma götürmek için Anayasasını değiştirmişti.
Iktidar, başlangıçta attığı adımların yanlışlığını görmüş de hata-
sından dönmenin yollarını mı arıyordu? ı 7 Aralık 2004 tarihinde ya-
zılı olarak Kıbrıs sorunu ile Türkiye'nin AB üyeliği arasında bağ ku-
racak şekilde ek protokolü imzalamayı kabul etmesi, daha sonra da
29 Temmuz 2005 tarihinde imzalaması işleri içinden çıkılmaz duru-
ma getirmiş ve Türkiye'nin AB üyeliğin i engellemek isteyenlere fır­
sat vermişti.
186 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTİKA

2007 yılının Ocak ayında Anavatan Partisi, Dışişleri bakanı hak-


kında bir gensoru önergesi verdi. 18 Ocak 2007 tarihinde bu genso-
runun görüşülmesi sırasında söz alarak şunları söyledim:

"ı 7 Aralık 2004 tarihinde yapılan AB zirvesinde müzakere edilen


metnin içine Rum Kesimi'ni Kıbrıs devleti olarak, aynen diğer Avrupa
ülkeleri gibi tanımamıza yol açacak bir metin koydurmaya çalıştılar.
Biz CHP olarak itiraz ettik. Maalesef, Sayın Beşir Atalay imzasıyla hü-
kümet, yazılı taahhütte bulundu. Sonra ne oldu? 29 Temmuz 2005 ta-
rihinde bizzat Dışişlerinin talimatıyla Ek Protokol imzalandı. Adım
adım geriliyoruz.
"O protokolü imzalarken, hiç değilse bir rezerv koyacaktınız, di-
yecektiniz ki: 'Biz bu protokolü imzalıyoruz ama bu, Kıbrıs'ı tanıma
anlamına gelmez, Kıbrıs'la ilgili politikamız değişmemiştir.' Rezerv
koyacaktınız ve ben, bu şartla imzalıyorum, yani, dokuz ülke için uy-
gulayacağım, Kıbrıs için, Kıbrıs meselesi çözülünce uygulayacağım.
Koyamadılar bu rezervi, koyamadılar, ya güçleri yetmedi veya akılla­
rına gelmedi, koyamadılar. Onun yerine, tek taraflı deklarasyon ya-
yınladılar. Biz, onu o gün söyledik; tek taraflı deklarasyon kimseyi
bağlamaz."

20 Şubat 2007'de Avrupa Birliği'yle ilişkilerimiz hakkında yapılan


bir görüşme vesilesiyle de söz alarak şunları söyledim:

"Siz de biliyorsunuz, Kıbrıs Rum Yönetimikalktı, dedi ki: 'Kıbrıs'ın


etrafındaki bütün karasuları bana aittir, bütün kıta sahanlığı bana ait-
tir, ekonomik bölge bana aittir.' Bunun için gitti, Mısır'la bir anlaşma
yaptı, oradaki bitişik bölgeyi paylaştılar Mısır'la. Lübnan'la da bir an-
laşma yaptı, onunla da paylaştılar. Bu paylaştıkları bitişik bölge, de-
niz arazisi ve altındaki madenIer, petrol, değerli sahaların büyük bir
bölümü Türkiye'nin ekonomik bölgesiyle kesişiyor. Bir kere sizin ne
hakkınız var bütün Kıbrıs adına böyle bir iş yapmaya? Kıbrıs devle-
tini kuran Londra ve Zürich antlaşmaları size böyle bir yetki veriyor
mu? Vermiyor. Norveç ve Çin firmaları, Kıbrıs'ın civarındaki kıta sa-
hanlığında 8 milyar varil petrol bulmuş, 400 milyar dolar değerin-
KIBRIS NEREYE? 187

de. Şimdi, bu petrol benimdir diyor ve bunu işletmek için ihale açı­
yor, Türkiye'nin itirazlarını dikkate bile almıyor. Birkaç gün önce, 15
Şubat tarihinden itibaren ihale taleplerini kabul ediyor, birkaç ay son-
ra da sonuçlandıracak ve orada petrol aramaya başlayacaklar. Biz bu-
nu durdurmak için ne yapıyoruz? Avrupa Birliği'nin Genişlemeden
Sorumlu Komiseri Olli Rehn açıklama yaptı: 'Türkiye'nin itirazları
yersizdir. Kıbrıs'ın, egemen bir devlet olarak, bu konularda her tür-
lü anlaşmayı yapmaya ve tasarrufta bulunmaya hakkı vardır,' diyor.
Dönem Başkanı Almanya da RumIara arka çıkıyor. Hani herkes bi-
zi destekliyordu sayın bakan? Siz, mecliste çıkıyorsunuz, meclis za-
bıtlarına girecek şekilde, 'Yirmi ülke, Kıbrıs konusunda Türkiye'yi
destekliyor,' diyorsunuz. Hangi ülkelermiş, bunları bir de biz bile-
lim. Ambargolar niye kaldırılmadı madem herkes bizi destekliyor?
Bu meclisin kürsüsüne çıkıp da iyimserlik dağıtmak için, vatandaşa
her şey yolunda gidiyor demek için gerçek dışı beyanlarda bulunursa-
nız tarih sizi affetmez."

KKTC'nin yeni Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Rum Yöne-


timi Başkanı Tasos Papadopulos 5 Eylül 2007 tarihinde ilk kez bir ara-
ya geldiler. Talat, "2-2,5 aylık hazırlık sürecinden sonra tam teşekkül­
lü müzakerelerin başlamasını ve 2008 sonuna dek çözümün hedef-
lenmesini" önerdi. Ancak bu öneriler Rum tarafınca kabul edilmedi.
Rumlar daha işin başından itibaren ağırdan alacaklarının işaretini ve-
riyorlardı. Nitekim, Papadopulos, "Birkaç komite kuralım, Kıbrıs so-
rununu onlara havale edelim," önerisinde bulundu.
Öte yandan Ankara'da muhalefetin verdiği bilgilerden ve yaptı­
ğı uyarılardan sonra bile hükümet Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin
antlaşmalara aykırı olarak Kıbrıs'ın karasularında ve ekonomik böl-
gesinde petrol ve doğalgaz araştırmalarında bulunmasını, başka ülke-
lerle ve şirketlerle bu konuda antlaşmalar yapmasını maalesef önle-
yemedi. Tam tersine, işler daha da kötüye gitti. 2007'yi izleyen yıllar­
da RumIar, Mısır ve Lübnan'a ilaveten İsrail'le ekonomik bölge konu-
sunda anlaşmalar yaptı.
Rum Yönetimi daha sonra Noble Energy isimli bir Amerikan şir­
ketiyle anlaştı, araştırma çalışmalarını sürdürdü ve 2011 yılı sonla-
188 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

rında doğalgaz yataklarına ulaştı. İsrail de aynı şirketle anlaştı ve bu


doğalgazın çıkarılması konusunda Kıbrıslı Rumlarla yakın işbirliği­
ne başladılar. Türkiye'nin buna tepkisini İsrail yakışıksız ifadelerle
reddetti. Piri Reis gemisiyle aynı sularda petrol arama girişimimizin
de ne sonuç verdiği anlaşılamadı. Rumlar uluslararası antlaşmaların
kendilerine vermediği hakkı kullanarak fiili durum yarattııar. Yabancı
ülkelerin de bu hukuksuzluğu onaylaması Türkiye'yi zor durumda
bıraktı. Ver de kurtul politikasının sonucu buydu ... Hükümet dört
yıl önce ana muhalefet partisinin yaptığı uyarıyı zamanında değerlen­
direbilseydi siyasi, ekonomik ve hukuki açılardan çok sakıncalı olan
bu gelişmeleri engelleyebilirdi. Ama Türkiye' de maalesef muhalefetin
sözünü, haklı eleştirilerini dinleyip onlardan ülke yararına sonuç çı­
kartma adeti yoktu.
Güney Kıbrıs'ta 2008 yılının Şubat ayında yapılan cumhurbaşkan­
lığı seçimlerini, Dimitris Hristofyas kazandı. Bu seçim sonucunda çö-
züm olasılığı artacak mıydı? Talat ve Hristofyas 21 Mart 2008 tarihin-
de "tam teşekküııü" görüşmeler hususunu ele almak üzere bir araya
geldiler. Böylece diplomasi dili de yeni bir deyim kazanmış oldu! Tam
teşekküııü hastane biliniyordu ama tam teşekküllü diplomatik görüş­
me kavramı ilk defa duyuluyordu. Belki de kapsamlı görüşmeler ya-
pılacağı söylenmek isteniyordu. Liderler bu defa üç aylık bir hazırlık
sürecinden sonra görüşmelerin başlaması hususlarında mutabık kal-
mışlardı. Ayrıca, Lokmacı barikatının açılmasını da kararlaştırmışlar­
dı. Buna acaba niçin gerek görülmüştü? Türk tarafı iyi niyetini bir ke-
re daha gösterme ihtiyacını mı duymuştu? Şimdiye kadar yapılan iyi
niyet jestlerinden sonuç alınmamıştı. Belki bu defa alınabilirdi. En
azından KKTC tarafının umudu buydu.
Artık Kıbrıs'ta yakın bir gelecekte kalıcı bir çözüme ulaşılabilme­
si beklenebilir miydi? Daha sonraki gelişmeler aşırı iyimserliğe yer ol-
madığını gösterecekti. Ama o sıralarda halka olumlu ve iyimser me-
sajlar vermek her iki tarafın da işine geliyordu.
25 Temmuz 2008 tarihinde yapılan görüşmelerden sonra, müza-
kereleri 3 Eylül 2008 tarihinde başlatma kararı alınmıştı. Bu müzake-
relerin amacı, Kıbrıs sorununa karşılıklı olarak kabul edilebilecek ve
Kıbrıslı Rumiarın ve Kıbrıslı Türklerin temel ve meşru hak ve çıkar-
KIBRIS NEREYE? 189

larınıkoruyacak bir çözüm bulunması olacaktı. Üzerinde anlaşmaya


varılacak olan çözüm, ayrı ayrı ve eşzamanlı olarak referanduma su-
nulacaktı.
Liderler, Alexander Downer'in, genel sekreterin Kıbrıs özel da-
nışmanı olarak atanmasını memnuniyetle karşıladılar. Bu atama çö-
zümü kolaylaştıracak mıydı? Şimdi ümitleri yeşertme zamanıydı.
Gerisini zaman gösterecekti.
Nihayet II Eylül 2008'de kapsamlı müzakereler başladı. Talat ve
Hristofyas Eylül 2008 ve Ağustos 2009 arasında 40 toplantı gerçekleş­
tirdiler ve "Yönetim ve Güç Paylaşımı", "Mülkiyet", "AB Konuları",
"Ekonomi", "Toprak" ve "Güvenlik ve Garantiler" konularını görüş­
tüler.
Bu arada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde 19 Nisan 2009 tari-
hinde genel seçimler yapıldı. Bu seçimlerin galibi Ulusal Birlik Partisi
(UBP) oldu. UBp, 50 sandalyeli Cumhuriyet Meclisi için 26 millet-
vekili kazanarak tek başına hükümeti kurdu. Başbakanlığa getirilen
Derviş Eroğlu müzakere sürecinde Mehmet Ali Talat'ı destekleyece-
ğini söyledi.
Kıbrıs'ta bu gelişmeler olurken AB'ye yakın çevreler de "çözü-
me katkıda bulunmak" amacıyla bazı görüşleri oluşturmaya çalı­
şıyorlardı. Bu girişimlerin en etkililerinden biri de eski Finlandiya
Cumhurbaşkanı Ahtisaari'nin başkanlığındaki Türkiye hakkındaki
bağımsız komisyonun önerileriydi. Bu raporda Kıbrıs meselesi çö-
zümlenmemiş olmasına rağmen bu ülkenin AB'ye üye yapılmasının
meseleyi bir AB konusu haline getirdiği belirtilmekte, Kofi Annan
Planı'nı Türklerin % 6S'i kabul ederken RumIarın % 76'sının reddet-
tiği kaydedilmekte, buna rağmen Kıbrıslı RumIarın adanın tek tem-
silcisi gibi AB'ye alındığına, fakat AB'nin Kıbrıslı Türklere doğrudan
ticaret düzenlemeleri konusundaki vaatlerinin yerine getirilmediği­
ne değinilmekteydi. Raporda BM'nin eski genel sekreteri U Thant'ın
da 1964 yılında Kıbrıslı Türklerin dünyadan tecrit edilmesi çabala-
rını "gerçek bir kuşatma" olarak nitelendirdiği hatırlatılmakta ve bu
defa da AB'nin uyguladığı yanlış tutumun Türkiye'yi ek protokolün
RumIara uygulanması konusunda geri adım atmaya zorladığı belirtil-
mekteydi. Raporda bütün bunlara rağmen Avrupa Adalet Divanı'nın
190 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITİKA

Kuzey Kıbrıs'la ilgili Rum mahkemelerinin kararının bütün AB üye-


lerinde geçerli sayacağı yolundaki kararına işaret edilmekteydi.
Bu kadar doğru ve haklı saptamalara rağmen raporun Kıbrıs'la
ilgili tavsiyeler bölümünde Türkiye'nin havaalanıarını ve \imanla-
rını Kıbrıslı Rumiara açması önerilmekte ve eğer Kıbrıs meselesi-
ne bir çözüm bulunamazsa bunun Ada'daki gerginliği artıracağı ve
Türkiye'nin AB üyeliği sürecini sonsuza kadar engelleyeceği ifade
edilmekte, bunun sonucunda Kıbrıs'ın bölünmesinin AB içinde de
bölünmelere yol açabileceği kaydedilmekteydi. Yani Türkiye ve Kıbrıs
Türklerine yapılan haksızlıklar kabul ediliyor ama çıkış yolu olarak
gene Türk tarafından tek yönlü tavizler bekleniyordu.
Müzakerelerin ikinci aşaması 3 Eylül 2009 tarihinde başladı ve 30
Mart 2010 tarihine kadar sürdü. Ekim 2009' da Talat, Brüksel' de görüş­
tüğü Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso'ya RumIarın
üyeliği yüzünden bir AB sorunu haline gelen Kıbrıs sorununun çö-
zümünde AB'ye daha fazla görev düştüğünü, ayrıca Kıbrıs sorunu-
nun çözümünün Türkiye-AB üyeliğinde bir önkoşul olarak belirlen-
memesi gerektiğini söyledi. Artık seçim zamanı gelmişti. KKTC'de 18
Nisan 2010 tarihinde seçim yapılacaktı. Bu nedenle görüşmelere 30
Mart'ta ara verildi.
Liderler 30 Mart 20 LO tarihinde ortak bir açıklama yaparak, yö-
netim ve güç paylaşımı, AB ve ekonomik konularda önemli ilerle-
me kaydettiklerini, bu ilerlemeden dolayı kapsamlı çözüme varılaca­
ğı hususunda ikna olduklarını belirttiler. Ancak müzakere sürecinin
başında mutabık kaldıkları gibi "her konuda anlaşma olmadığı süre-
ce hiçbir konuda anlaşma olmayacağı" prensibine bağlı kalınacaktı.
Yani her şey üzerinde anlaşma olmadan hiçbir şey üzerinde anlaşma­
ya varılmış sayılmayacaktı.
Gene de Talat, iki toplumlu ve iki kesimli siyasi eşitliğin bulunaca-
ğı, eşit statüde Kıbrıs Türk ve Rum kurucu devletlerin olacağı, fede-
ralortaklık temelinde anlaştıklarını söyledi. Yönetim ve güç paylaşı­
mı, AB ve ekonomi konularında ciddi ilerlemeler kaydettiklerini be-
lirtti ve 31 ortak belge ürettiklerini bildirdi.
18 Nisan 2010 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde,
Başbakan ve Ulusal Birlik Partisi Başkanı Dr. Derviş Eroğlu, ilk tur-
KIBRIS NEREYE? 191

da oyların % 50,4'ünü alarak, KKTC'nin üçüncü cumhurbaşkanı ol-


du ve görevine başlar başlamaz müzakere sürecine kaldığı yerden de-
vam edeceğini açıkladı. Eroğlu, BM genel sekreterine 23 Nisan 2010
tarihinde bir de mektup göndererek BM sürecinin esas çerçevesiniri
Kıbrıs Türk tarafınca tam olarak desteklendiğini ve "1960 Garantiler
Sistemi'nin ve iki halkın eşit egemenliği ilkesinin Kıbrıs Türk tarafı
için yaşamsalolduğuna" değindi.
Eroğlu ayrıca, "Iki bölgelilik, iki halkın siyasi eşitliği, iki kurucu
devletin eşit statüsü ve çözümün yeni bir ortaklık yaratacağı gibi te-
mel Birleşmiş Milletler parametrelerinin Kıbrıs'taki herhangi bir çö-
züm çabasının temel taşları olmayı sürdüreceğini" de vurguladı.
KKTC'deki cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle ara verilen mü-
zakereler, 26 Mayıs 2010' da kaldığı yerden yeniden başladı.
Eroğlu, 2004 referandumunda Avrupa Birliği'nin Kıbrıs Türk
halkına verdiği Doğrudan Ticaret Tüzüğü'nün hayata geçirilmesi-
nin yanı sıra ambargoların kaldırılması sözlerinin tutulmasını istedi.
Eroğlu, Kıbrıs Türk halkının Avrupa Birliği'ne güveninin sarsıldığını
ifade ederek, bu güvenin yeniden kazanılması için Avrupa Birliği'nin
verdiği taahhütleri yerine getirmesi gerektiğini vurguladı.
Bütün iyimser beyanlara rağmen Kıbrıs konusunda bir ilerleme
sağlanamıyordu.
2010 yılının sonunda BM Genel Sekreteri Ban KiMoon müzake-
relere destek vermek amacıyla Kıbrıs'a bir ziyaret gerçekleştirdi Bu
ziyaret sırasında yaratılan olumlu hava Rum Yönetimi Temsilciler
Meclisi'nin 18 Şubat 20ıı'de garantör hakları ve garantörlerin ada-
ya müdahale haklarını reddeden yasayı oybirliğiyle kabul etmesiyle
bozuldu.
Buna karşılık toplanan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet Meclisi de
Türkiye'nin etkin ve fiili garantisinin, Kıbrıs Türk halkı için Ada'da
bulunacak kapsamlı çözüm anlaşmasının hayati ve en temel unsuru
olduğu vurgulayan karar tasarısını 24 Şubat 2010 tarihinde oybirli-
ğiyle kabul etti.
Bu arada Ingiltere Istinaf Mahkemesi'nde yaklaşık altı yıl sü-
ren Orams davası, 19 Ocak 2010 tarihinde, Kıbrıslı Rum Meletis
Apostolides lehinde sonuçlandı. Mahkeme, Orams çiftinin, 1974 ön-
192 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

cesinde Rum malı olan o zamanki adıyla Lapta'daki arazinin üzeri-


ne inşa edilmiş evlerinin derhal yıkılması ve Apostolides'e mala veri-
len zarar ve kullanım bedeli olarak faiziyle beraber tazminat ödenme-
si kararı verdi. Bu karar, Kıbrıs Türk halkı tarafından, tepkiyle karşı­
landı.
2010 yılının Mart ayında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise
KKTC'de kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu'nun etkin bir iç hukuk
yolu olduğunu kararlaştırdı.
Bütün bu gelişmelerin ayrıntıları ve özellikle Türk ve Rum yetki-
liler arasında yapılan görüşmeler hakkında TBMM'ye bilgi verilmi-
yordu. Çeşitli vesilelerle görüştüğümüz Yunanlı parlamenterler ken-
dilerine Kıbrıs'taki gelişmeler hakkında düzenli bilgi verildiğini söy-
lüyorlardı ama Türkiye'de böyle bir adet gelişmemişti. Bu nedenle
Kıbrıs meselesi meclis gündeminin neredeyse dışında kalmış gibiydi.
Mayıs 20l0'da hükümeti kurma görevi, Cumhurbaşkanı Eroğlu
tarafından Ulusal Birlik Partisi (UBP) Genel Başkanı lrsen Küçük'e
verildi. Küçük, Demokrat Parti'nin dıştan desteğiyle yeni bir UBP
azınlık hükümeti kurdu. Ekim 201O'da Demokrat Parti'den ayrılan
iki milletvekilinin Ulusal Birlik Partisi'ne katılımıyla hükümet mec-
listeki milletvekili sayısını 26'ya çıkararak azınlık olmaktan kurtuldu.
Son yıllarda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Kıbrıs'la ilgili ola-
rak kapsamlı bir görüşme olmuyordu. Hükümet bu konuyu mecli-
se taşımaya istekli görünmüyordu. Gene de çeşitli vesilelerle mecli-
se gelen konular Kıbrıs'la ilgili gelişmelere de değinme fırsatı veriyor-
du. 23 Şubat 201 ı tarihinde grup adına yaptığım konuşmada şunla­
rı söyledim:

"Türkiye Kıbrıs Harekatı'na girişirken iki önemli hedefi vardı.


Bunlardan biri, Kıbrıs'ta yaşayan soydaşlarımızın can ve mal güvenli-
ğinin korunması, ikincisi de, Kuzey Kıbrıs'ın demokratik bir ülke ola-
rak gelişimine katkıda bulunmaktı.
"Kuzey Kıbrıs'ta demokrasinin olanak verdiği hususların hayata
geçirilmesinden rahatsızlık duymamamız lazım. Şunu unutmayınız
ki, bütün dünya ülkeleri içinde, halkı Müslüman olan ülkeler arasın­
da laik bir demokrasiyi gerçekleştirebilen iki ülke vardır: Biri Türkiye
KIBRIS NEREYE? 193

Cumhuriyeti'dir, biri de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'dir. Bütün


Ortadoğu ülkeleri arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ulaş­
tığı demokratik düzeye ulaşan başka bir ülke yoktur. O bakımdan,
Kuzey Kıbrıs'taki demokrasinin değerini bilmemiz gerekiyor.
"Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde siyasi mahkum yoktur,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde hapiste bir tek gazeteci yok-
tur, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde idam cezası hiç olmamış­
tır, yargı bağımsızlığı konusunda en küçük bir kuşku yoktur, Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde basın özgürdür, sendikalar özgürdür ve
Türkiye, Kuzey Kıbrıs'ın böyle bir rejime ulaşmasına katkıda bulun-
duğu için ne kadar övünse azdır.
"Kıbrıslı Türklere biz niye yardım yapıyoruz, başından beri ni-
ye yardım yapıyoruz? Çünkü Kıbrıslı Türkler, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti dünyanın en insafsız ambargolarından birine muha-
taptır. Ben, dünya ülkeleri arasında bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cum-
huriyeti'nin muhatap olduğu düzeyde ambargolara muhatap olan
başka bir ülke bilmiyorum. Şimdi, bu kadar ambargolar altında yaşa­
yan bir ülke, Güney Kıbrıs gibi serbestçe bütün dünyayla ticaret ya-
pan, ulaşımını sağlayan, turist getiren bir ülkeyle mukayese edilebilir
mi? Bugün Kuzey Kıbrıs böyle bir yardıma ihtiyaç duyuyorsa bu on-
ların suçu değildir.
"Şu sırada bugün Dışişleri Bakanımızın bir konuşmasını izledik
televizyonda. Libya'dan tahliye edilen vatandaşlarımııı anlatıyor, on-
lar için yapılan, sarf edilen gayretleri anlatıyor. Efendim, "Türkiye
Cumhuriyeti tarihi boyunca hiçbir zaman böyle bir tahliye ope-
rasyonu yapmamıştır," diyor. Yanlıştır. Unutmayınız ki, biz Güney
Kıbrıs'taki İngiliz üsleri ile Adana arasında kurduğumuz bir hava
köprüsüyle, daha sonra kara yoluyla 60 bin soydaşımızı tahliye et-
tik. Binlerce soydaşımız Güney Kıbrıs'tan Türkiye'ye, Türkiye'den de
Kuzey Kıbrıs'a feribotlarla taşınmıştı. Kendi yaptığınız işle övünür-
ken, sizden önceki hükümetlerin, sizden önceki devlet yetkililerinin
sarf ettikleri gayretleri de unutmamak lazım."

Yaptığımız konuşmalarda Kıbrıs'taki müzakere sürecinde Rum-


ların uzlaşmaz tutumu nedeniyle yaşanan güçlükleri vurguluyor ve
UKD 13
194 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITİKA

bu sürecin adil ve kalıcı bir barışa götüreceği konusunda ciddi kuşku­


ları dile getiriyorduk. İktidar partisi ise halka olumlu ve iyimser me-
sajlar vermeye çalışıyordu. 2011 yılının başlarında iktidarın bu iyim-
ser havasında ciddi bir değişiklik görüldü.
30 Mart 20 11 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıs'taki
müzakerelerin Rum tarafının "zamana oynayan tutumu" nedeniyle
tıkanma noktasına geldiğini belirterek, "Biz, bu gerçeğin görülmesi-
ni istiyoruz. Müzakerenin sonsuza kadar sürüncemede kalması ka-
bul edilemez. Daha fazla zaman kaybetmeden adadaki iki taraf ve ga-
rantörlerin katılımıyla yüksek düzeyli toplantı düzenlenmesi, kayde-
dilen ilerlemenin bir anlaşmaya bağlanması açısından çok önemlidir.
Kıbrıs'ta garantör ülkeler olarak İngiltere ve Yunanistan ile devreye
girmek suretiyle süreci bir anlaşmayla sonuçlandırmayı önemsiyo-
ruz," dedi. Oysa kısa bir süre önce Dışişleri Bakanı Davutoğlu, "2011
sonu çözüm, 2012 başı referandum," diyerek çözümün yakın oldu-
ğu izlenimini yaratmıştı. Şimdi ise Kıbrıs müzakereleri durma nok-
tasına gelmişti.
Bunca yıl geçmesine, iktidarın, "çözümsüzlük çözüm değildir",
"30 yıldır Türk hükümetleri yanlış iş yapmıştır", "Onlar bir adım
atarsa biz iki adım atarız", "Masadan kalkan taraf biz olmayaca-
ğız" yolundaki sözlerine rağmen Kıbrıs sorununun çözümü yolun-
da somut bir gelişme olmadı. Bu kitap baskıya verildiğinde Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Ban KiMoon'un gözetiminde zaman zaman
New York'ta, çoğu zaman da Lefkoşe'de yürütülen görüşmeler pek de
ümit verici olmayan bir şekilde sürdürülüyordu. Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti'nde de Türkiye'de de artık bu anlamsız görüşmelere bir
son verilmesi ve iki taraf arasında gerçekten adil, kalıcı, şerefli bir ba-
rış antlaşması yapma iradesi ortaya çıkana kadar tarafların kendi böl-
gelerinde egemen ve bağımsız devletler olarak ve dış baskılardan uzak
biçimde yaşamalarının en iyi çare olacağı yolundaki görüşler güç ka-
zanıyordu.
Hristofyas 2013 başkanlık seçimlerinde adayolmayacağını açıkla­
dı. Bu gelişmeler üzerine, "Bu iş kötü bitti," diyen Talat, B planı olsa
bile görüşmelerin B planının uygulanamayacak şekilde bittiğini, mo-
ral üstünlüğünün kaybedildiğini savundu.
KIBRIS NEREYE? 195

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmek istediğini düşündüğünü


kaydeden Talat, Türkiye için AB üyeliğinin bir uygarlık projesi oldu-
ğunu, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu çözülmeden AB'ye giremeyeceğini
bildiğini kaydetti.
Bazı AB üyesi ülkelerden samimi tavır göremediğinden, Tür-
kiye'nin AB üyeliği çabalarından geçmişe kıyasla soğuduğunu da kay-
deden Talat, AB hedefinden vazgeçmeyen Türkiye'nin çözümden de
vazgeçemeyeceğini söyledi. Kıbrıslı Türkler arasında da Kıbrıs soru-
nu hakkında soğuma olduğunu belirtti.
KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ise şöyle konuştu: "Kıbrıs
müzakerelerine artık bir son verme zamanı gelmiştir diye düşünüyo­
rum. Şu anda üzerinde hassasiyetle durduğumuz konu, bu müzake-
relerin artık ucu açık bir şekilde devam edemeyeceğidir. Bir zaman li-
miti koyalım. Diyelim ki mesela 6 ay içinde Kıbrıs sorununu şöyle ya
da böyle bitirme kararındayız. 48 yıldır Kıbrıs sorununun görüşül­
meyen, tartışılmayan bir tarafı kalmamıştır. Niyet varsa bir hafta için-
de bile anlaşılabilir. Ama komşumuzda niyet yok.
"Avrupa Birliği Türkiye'yi birliğe almazken, henüz problemleri
bitmemiş, sorunları çözülmemiş Güney Kıbrıs Rum Devleti'ni üye
yapmıştır ve 1 Temmuz' da dönem başkanı olacaktır. Türkiye'ye gelin-
ce, 'Kıbrıs sorununu çöz öyle gel,' diyorlar. Kıbrıs sorunu çözülse bi-
le Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi mümkün görünmüyor. Ama
şu anda ambargolar altında yaşamaya mahkum edilen tarafız. Kim
uyguluyor bunu bize; bütün dünya. O nedenle de ambargolar altında
müzakerelere devam etmenin anlamı yok. Ambargolar altında mü-
zakerelere oturduğumuz sürece ucu açık müzakereler devam edecek.
RumIarın düşüncesi kabul görürse müzakere masasında dirsek çürü-
teceğiz, onların uzlaşmazlığına seyirci kalacağız. Kıbrıs'ta bir çözüm
olacaksa sadece karşı tarafın değil benim istediğim de olmalı. 2013'ün
Şubat ayında RumIarın cumhurbaşkanlığı seçimi olacağını dikkate
alırsak bu arada görüşmenin bir anlamı yok. Bizim inancımız odur ki
ucu açık müzakerelerin devamından bir sonuç almak mümkün değiL.
"Önerimiz üç garantör ülke ile Türk ve Rum toplum liderlerinin
de katılacağı beşli bir zirvede bu sorunu çözmeye çalışalım. Sorunun
çözülüp çözülmeyeceğini dünya da görsün, anlasın.
196 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

"Bende de umut kalmadı. Müzakerelere umutla başlamıştık.


RumIarı tanıdıkça öyle bir anlaşma niyetlerinin olmadığını gördük.
Sadece almayı düşünen bir zihniyetle karşı karşıyayız."
"Özetle Türk tarafının tutumu şudur: Müzakerelere Kıbrıs Rum
Yönetimi'nin AB dönem başkanlığını üstleneceği 1 Temmuz'dan
sonra devam etmenin anlamı yoktur. Rum tarafının yeni cumhurbaş­
kanını seçeceği Şubat 20l3'ten önce de müzakere masasına oturmak
sonuç vermez."
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban KiMoon da, "Kıbrıs soru-
nunda ilerleme sağlanamadı. Bu nedenle çoklu konferans toplanma-
yacak. Ancak bugüne kadar yapılan müzakereleri de çöpe atamayız.
Süreç devam etmeli," görüşünü savunuyor fakat Türk tarafının öner-
diği, garantörlerin de katılacağı beşli konferans fikrine bugünkü ko-
şullarda sıcak bakmıyordu.
Başbakan Erdoğan'ın, "Bıçak kemiğe dayanmıştır. Rum tarafı ya
müzakerelerde sonuç alınması için gayret gösterecek ya da artık biz
kendi yolumuzda gideceğiz. Kıbrıs'ta ne bir karış toprak veririz ne de
bir asker çekeriz. KKTC hak ettiği yere gelecektir," sözleri, Türkiye'nin
de artık sürekli olarak taviz vermesi beklenen ama karşılığında hiçbir
şeyalamayan ülke konumunu sürdürmeye niyetli olmadığını göste-
riyor. Erdoğan, "AB'nin 27 üyesine şunu net açık söyledik. KKTC'ye
karşı uygulanan izolasyonlar kalkmadığı sürece ne liman ne de hava-
alanı konusunda bizden bir şey beklerneyin dedik. Annan Planı'na
evet diyen Türkler cezalandırılacak, hayır diyen Rumlar ödüllendi-
rilecek. Biz bu adalet anlayışına karşıyız. Asla izolasyonlar kalkmadı­
ğı sürece limanları açmayacağız. Çok açık söylüyorum, bizden kim-
se adım beklemesin. Efendim kriz çıkar müzakereler dururmuş, du-
rursa dursun," dedi.
Bu arada, nereden kaynaklandığı tam anlaşılamayan bir düşün­
ce ortaya atıldı: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin adı değiştiril­
sin! KKTC yerine Kıbrıs Türk Devleti denilsin diyenler oldu. Bu ne
anlama geliyordu. Devletin adından "Cumhuriyeti" çıkarmak, bir
anlamda egemenlik haklarından vazgeçrnek gibi yorumlanabilir-
di. Egemenlikten vazgeçrnek ise şimdiye kadar sağlanan kazanım­
lardan vazgeçrnek demek olurdu. Üstelik Kıbrıs Türk Devleti ifade-
KIBRIS NEREYE? 197

si, Kofi Annan Planı'nda öngörülen kuzeydeki federe devletin adıy­


dı. Rumiarın uzlaşmazlığı üzerine yukarıda özetlenen tepkileri gös-
teren Türkiye ve KKTC şimdi tek taraflı taviz vererek Kofi Annan
Planı'ndaki yapıyı kabul etmeye mi razı olacaklardı? Daha sonra baş­
ka bir öneri ortaya çıktı. Hatta KKTC Meclisi'nden bu yolda da karar
çıkartıldı: Pasaportlarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti denilmesin,
onun yerine Kıbrıs Türk Cumhuriyeti denilsin. Öneri buydu. Peki
buna neden ihtiyaç duyulmuştu. Dünyada hangi devlet durup du-
rurken adını değiştiriyordu. Makedonya, Yunanistan'ın bütün baskı­
larına rağmen yıllardan beri adını değiştirmernek için kararlı bir mü-
cadele sergiliyordu. KKTC adından Kuzey kelimesinin çıkartılması­
nın ne gibi bir gerekçesi olabilirdi. Bazı devletlerin adında coğrafi ko-
numları da yer alıyordu: Güney Afrika Cumhuriyeti gibi. Orada kim-
se "Güney" sözünü çıkartmayı öneriyor muydu? Bazıları bu gibi öne-
rileri ve girişimleri, küçük ve önemsiz adımlar gibi görebilirler. Kıbrıs
konusu başından beri uçurumun kenarında yürütülen politikalarla
yönlendiriliyordu. Uçurumun kenarında yanlış yönde atılacak küçük
bir adım bile çok ciddi sonuçlar doğurabilirdi ...
Esas mesele şuydu: Acaba büyük devletler ve AB Türkiye'ye ve
Kıbrıs Türklerine baskı yapmaktan vazgeçebilecekler miydi? Çünkü
yaklaşık 50 yıldan beri Kıbrıs konusunda büyük devletlerin izlediği
politika, Türk tarafına baskı yaparak Rumiarı tatmin edecek bir çö-
züme ulaşma politikasıydı. Bu baskılar sonuç vermezse ikinci seçe-
nek daha fazla baskı yapmaktı. Belki başka stratejik, siyasi ve ekono-
mik nedenlerden Türkiye'nin sürekli olarak baskı altında tutulma-
sından menfaat umanlar vardı. Onlar belki de Kıbrıs sorununu bir
bahane gibi kullanıyorlardı. Baskılardan kurtulmuş bir Türkiye'nin,
bölgesinde daha büyük bir güç ve etki sahibi olmasından kaygı du-
yanlar olabilirdi. Ama sebebi ne olursa olsun, ufukta büyük devletle-
rin Türkiye'ye baskı uygulamaktan vazgeçeceklerinin işareti görün-
müyordu. Acaba Türk tarafı bu baskılara son verecek bir yaklaşımı
benimseyebilecek iradeyi gösterebilir miydi? Çözüme ulaşılamama­
sının sorumluluğunun tamamen Rum tarafına ait olduğunu, bu ne-
denle ne kadar baskı yapılırsa yapılsın tek taraflı taviz vermeyi kabul
etmeyip müzakereleri uygun şartlar oluşana kadar kestiğini söyleye-
198 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

cek cesarete sahip olabilecek miydi? Soru buydu. Şimdi, RumIarın 1


Temmuz 2012'de başlayan AB dönem başkanlığı süresince temas ya-
pılmayacağı ilan edilmişti. Ondan sonra da Rum kesiminin 2013 yılı­
nın Şubat ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine kadar da gö-
rüşmelerde bulunulmasının bir anlamı olamazdı. Peki, daha sonra ne
olacaktı? Başbakanın 2012 yılının ortalarında göstermeye başladığı
tepkiler, karşı tarafın tutumunda özlü bir değişiklik olmadıkça Türk
tarafının masaya oturmayacağı anlamına geliyor muydu? Bunu söyle-
mek için erken. Ancak hükümetin, Kıbrıs sorununun çözümünü en-
gelleyenin Denktaş veya daha önceki Türk hükümetleri olmadığını,
esas sorumluluğun Rum tarafında olduğunu sonunda anladığı umu-
lur. Bu da az bir kazanç sayılmaz.
Avrupa Birliği

Avrupa Birliği'ne adayolan ülkeler arasında üyelik süreci en uzun


süren ülke Türkiye'dir. Bu süreç halen devam etmektedir ve ne za-
man, nasıl biteceği belli değildir. Aslında 1963 yılında Başbakan İsmet
İnönü tarafından imzalanan Ankara Antlaşması'nın 28. maddesi, he-
defin Türkiye'nin tam üyeliği olduğunu ortaya koymuştu. O zaman
Avrupa'da devlet adamları vardı ve hiç kimse Türkiye'nin Avrupalı
olup olmadığını sorgulamıyordu. Ama Türkiye'nin üyeliğe hazırlan­
ması için uzun bir süreye ihtiyaç vardı. Çeşitli yasal reformlarla, eko-
nomik ve sosyal önlemlerle Türkiye üyeliğe hazırlanmalıydı. Bunun
için AB'nin esaslı bir katkı sağlaması gerekiyordu. Bülent Ecevit'in
1978 yılında başbakanlığı üstlenmesinden sonra Devlet Planlama
Teşkilatı'nın yaptığı hesaplar Türkiye'nin yaklaşık 8 milyar dolarlık
bir desteğe ihtiyaç duyacağı doğrultusundaydı. Bunun altındaki bir
miktar Türk ekonomisinin sağlıklı biçimde AB üyeliğine hazırlanma­
sı için yeterli olmayacaktı. AB bunu aşırı buldu sadece 600 milyon av-
roluk bir yardım yapılması kararlaştırıldı. Gene de genelde Türkiye-
AB ilişkilerinde olumlu bir hava esiyordu.
1980 darbesi Türkiye'nin AB ilişkileri üzerinde soğuk bir duş etki-
si yaptı. Askeri yönetim altındaki bir ülke AB'ye üye yapılabilir miy-
di? Birkaç değerli yıl bu nedenle kaybedildi. Ayrıca bir de Yunanistan
faktörü ortaya çıktı. 1981 yılında Yunanistan AB'ye üye olunca
Türkiye'nin karşısına yeni güçlükler çıktı. Yunanistan'ın Türkiye'yi
engelleme çabaları daha ilk günden belli oldu. Yunanistan'ın ilk işi
AB'nin Türkiye'ye vaat ettiği 600 milyon avroluk yardım paketini en-
gellemek oldu.(60)

(60) Maliye Bakanlığı, Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2010.


200 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

Turgut Özal'ın başbakanlığı döneminde Türkiye tam üyelik baş­


vurusuna hazırlanmaya başlamıştı. Bu sırada özelikle Almanya'dan
Türkiye'ye gelen parlamento heyetleri Türk hükümetini başvuru­
dan caydırmaya çalışıyorlardı. İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi ba-
na, "Eğer başvurunuz reddedilirse ne yapacağınızı düşündünüz mü?"
diye sormuştu. Kendisine Avrupa'nın buna cesaret edemeyeceğini
düşündüğümü söylemiştim. Gene de güçlükler ortadaydı. Dışişleri
Bakanı Vahit Halefoğlu'nun başkanlığında yaptığımız bir toplantıda
Dışişleri olarak bütün sorunlara rağmen başvuruda bulunmayı des-
teklemeyi kararlaştırdık. Özal'ı ziyaret ederek bu görüşümüzü bildir-
dik. Özal, Devlet Planlama Müsteşarlığı zamanında AB karşıtı görüş­
leriyle tanınıyordu. Bu görüşlerini doğrudan doğruya kendi ağızın­
dan duymuştum. Ama şimdi devletin en sorumlu mevkiinde bulunu-
yordu ve yeni bir değerlendirme yapmak zorundaydı. Sonunda baş­
vuruda bulunmayı kabul etti.
Türkiye'nin başvuru notasını AB'den Sorumlu Devlet Bakanı
Prof. Ali Bozer 14 Nisan 1987 tarihinde Brüksel'de AB yetkilileri-
ne verdi. Türkiye zorlukların farkındaydı. Özal bunun, "Zor, yokuş
yukarı ve taşlı bir yololacağını" söylemişti. Gerçekten de öyle oldu.
Üyelik başvurusu De Gaulle tarafından iki kere reddedilen İngiltere
bile bu kadar büyük güçlüklerle karşılaşmamıştı. Türkiye'nin başvu­
rusunun AB komisyonu tarafından incelenmesi uzun zaman aldı.
Sonunda kapıyı tamamen kapatmayan ama zamanın ve koşulla­
rın üyelik sürecini başlatmak için elverişli olmadığını öne süren bir
karar verildi. Türkiye yeniden bir mücadele dönemine girdi. Ama
Türkiye'nin geri vitesi yoktu ve aklın yarısı sabırdır sözü hatırlar­
daydı. Türkiye sabrederek sonuca ulaşacaktı ve bu yolda sonuna ka-
dar gitmeye kararlıydı. Hiç değilse o zamanın devlet adamları böy-
le düşünüyordu. Merkezin sağındaki politikacılar da, soldakiler de
Avrupa'nın değerler sistemine inanmışlardı ve başka bir ufuk arayı­
Şı içinde değillerdi.
Gene de sık sık hayal kırıklığı yaşandı.
1995 yılı sonunda Yunanistan, Gümrük Birliği antlaşmasının im-
zalanmasından hemen sonra, AB'nin, birliğin Türk ekonomisi üze-
rinde yaratabileceği olumsuz etkileri gidermek üzere taahhüt ettiği
AVRUPA BIRLİGI 201

bütün mali yardımları çeşitli bahanelerle engelledi. Tansu Çiller'in


başbakanlığı süresinde Türkiye bu ekonomik desteğin yeniden baş­
latılması için büyük çaba gösterdi ama AB'nin katkıları uzun süre di-
ğer Akdeniz ülkelerine yapılan yardım çerçevesinde ve çok düşük dü-
zeyde gerçekleşti.
O dönemde özellikle Hristiyan demokrat partilerin Türkiye'nin
üyeliğine soğuk baktığı görüldü. 4 Mart ı 997 tarihinde Almanya,
Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya ve İspanya'nın katıldı­
ğı, Brüksel'de yapılan muhafazakar liderler toplantısında Türkiye'nin
üyeliğine karşı görüş çoğunluk kazandı. O toplantıda varılan ortak
görüşü basına açıklayan eski Belçika Başbakanı Wilfred Martens,
Türkiye'nin AB üyeliğinin olumlu karşılanmadığını açıkça belirtti.(61)
Sosyal Demokrat partiler genellikle Türkiye'nin üyeliği fikrini destek-
liyorlardı ama onların içinde de karşı görüşte olanlar vardı. Örneğin
Almanya'nın eski başbakanlarından ve Sosyal Demokrat Parti'nin es-
ki başkanlarından Helmuth Schmidt öteden beri Türkiye'nin üyeli-
ğine karşı çıkanlardandı. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi de aynı
olumsuz görüşü savunuyordu.
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin üye adaylığına resmen kabul
edildikleri ı 997 Lüksemburg zirvesinde Türkiye dışarıda bırakıldı.
Bu büyük bir haksızlıktı. Brüksel'deki araştırma kuruluşu eRE, "Eğer
çıtayı Türkiye'yi almayacak kadar yükseğe koyarsanız hiçbir Orta
Avrupa ülkesi bu çıtanın üzerinden atlayamaz," diyordu.(62) Ama
kimse böyle görüşleri dinleyecek durumda değildi. O tarihte AB'nin
önde gelen ülkelerindeki iktidarlar kararını vermişti: Doğu Avrupa
ülkeleri üye yapılacak, Türkiye onların katılacağı üyelik sürecine da-
hil edilmeyecekti. Bunun tarihi, siyasi ve ekonomik sebepleri vardı.
Kimse bunu sorgulamamalıydı.
Bir süre sonra Avrupa'nın siyasi yelpazesinde değişiklikler oldu.
ı 997 yılının Mayıs ayında iktidara geçen İngiliz İşçi Partisi Başkanı
Tony Blair Türkiye'nin üyeliğini destekliyordu. Almanya' da da ı 998
yılında, Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakan Sosyal Demokrat-Yeşiller

(6 ı) Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 4 Mart ı 997.


(62) Öymen, ünur, Tiirkiye'ııiıı Gücü, Remzi Kitabevi, 6. basım, 2008, s. 289.
202 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLITIKA

koalisyonu iktidara gelmişti. Başbakan Schröder Türkiye'nin üyeliği­


ni kuvvetle destekliyordu. Oysa ondan önce 16 yıl aralıksız başbakan­
lık yapan Hristiyan Demokrat Parti'nin Başkanı Helmut Kohl, bir ke-
re bile, 'şu şartlar yerine getirilirse Türkiye'nin üyeliğine destek olu-
ruz' anlamına gelecek bir söz söylememişti.
Fransa'da Cumhurbaşkanı Chirac'ın ilk yıllarıydı. O, Türkiye'nin
üyeliğine, hiç değilse o yıllarda sıcak bakıyordu. Tansu Çiller'le buluş­
masında bu desteğini dile getirmişti. Fransız Dışişleri Bakanı Herve
de Charette 3 Nisan 1997 tarihinde Ankara'ya yaptığı ziyaret sıra­
sında AB'nin gelecekteki en önemli dört ülkesinin Fransa, Almanya,
Türkiye ve Polonya olacağını, zira bu ülkelerin Avrupa dışında da et-
kileri olduğunu söylemişti.
Bu gerçekten samimi bir değerlendirme miydi, yoksa üyeliğe da-
ha çok zaman olduğu için Türkiye'nin gönlünü kazanmayı amaçla-
yan bir girişim miydi? Kimbilir.
Amerika da Türkiye'nin üyeliğine sıcak baktığı izlenimini veri-
yordu. Müsteşarlık yaptığım yıllarda Amerika'nın AB ülkelerine özel
temsilciler göndererek Türkiye'nin üyeliğin i destekleyici çaba gös-
terdiğini hatırlıyorum. Başkan Clinton 1999 yılının Kasım ayında
Türkiye'ye yaptığı resmi ziyaret sırasında, "Bizim, bölünmüş olma-
yan, demokratik, tarihte ilk defa birbiriyle savaşmayan Avrupa viz-
yon um uz, Türkiye olmadan hiçbir zaman hedefine tümüyle ulaşmış
olmayacaktır," dedi. Dışişleri Bakanı İsmail Cem de "Bizim AB üye-
li ği hedefimiz öncelikli bir hedeftir, ama bir saplantı değildir," diyor-
du. Nasıloldu da o günlerden buraya gelindi? Bu, cevabı kolay olma-
yan bir sorudur.
Neticede, Avrupa'daki bu siyasi değişikliklerin de etkisiyle 1999
AB Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'ye, kapı değilse de bir pencere açıl­
dı. 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde yapılan zirvede Türkiye'ye resmen
üye adayı sıfatı verildi.
Üstelik Türkiye'ye diğer adaylarla eşit kriterler uygulanacağı, ya-
ni ayrım yapılmayacağı da kararlaştırıldı. Gene de bazı zorluklarvardı
ama önemli bir eşik aşıımıştı. Helsinki Zirvesi'nde ayrıca, Kıbrıs so-
rununun çözümü isteniyor, 2004 yılına kadar Ege meselelerinde uz-
laşmaya varılmazsa Uluslararası Adalet Divanı'na gidilmesi beklenti-
AVRUPA BIRllGI 203

si dile getiriliyordu. Bunlar önşart mıydı? Önce bu böyle anlaşıldı ve


Ankara'nın haklı tepkisini çekti. AB'nin dış politika sorumlusu ola-
rak atanan Xavier Solana ile genişlemeden sorumlu komisyon üyesi
Günther Verheugen Ankara'ya gelerek Başbakan Ecevit'le görüştüler
ve amaçlarının Türkiye'ye baskı yapmak veya önşart koşmak olmadı­
ğını söyleyerek Ecevit'i ikna ettiler. Gene de Ecevit yazılı bir açıklama
yaparak Ege meselelerini Adalet Divanı'na götürmeyi kabul etmedi-
ğini bildirdi.
Bu gelişme Türkiye'de çok olumlu bir hava yarattı. ıstanbul bor-
sası bir günde % ıo,9'luk artışla kapandı. Ecevit Türkiye'nin 2004 yı­
lına kadar AB'ye üye olabileceğini düşünüyordu. Ancak daha sonraki
yıllarda Almanya ve Fransa gibi ülkelerde kimlerin ve hangi partilerin
iktidar olacağını bilebilseydi belki daha ihtiyatlı konuşurdu.
Helsinki kararından sonra Türkiye bir reform süreci başlattı. Bu
süreç daha hızlı yürütülebilir miydi? Muhtemeldir. Ama bazı iç siya-
si sorunlar gecikmelere yol açıyor ve devlet AB üyeliğinin gerektirdi-
ği idari yapılanmayı oluşturmakta zorlanıyordu. Gene de 2001 yılının
Ekim ayında 1982 Anayasası'nın 37. maddesi değiştirildi. ıdam ceza-
sı kaldırıldı.
Tansu Çiller bunu S yıl önce taahhüt etmişti ama onun görev yap-
tığı hükümetlerin yapısı böyle radikal bir değişikliğe uygun değildi.
Niyet vardı ama uygulamada gecikmeler oluyordu. Yapılan kamu-
oyu yoklamaları Türk halkının AB üyeliğine, bütün Avrupa ülkele-
ri halklarından daha büyük destek verdiğini gösteriyordu. Neticede
2001 Aralığında Belçika'nın Laeken şehrinde yapılan AB zirvesinde
Türkiye'nin yaptığı reformlar olumlu karşılandı ve üyeliğin yolunun
açıldığı söylendi.
ışte Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara geldiği 2002 yılının so-
nuna kadar meydana gelen gelişmeler özetle böyleydi. Bunları bilme-
den son 10 yılda yaşananları anlamak kolay değildir. Şimdi Türkiye' de
yeni bir iktidar vardı. O AB konusunda nasıl bir politika izleyecekti?
Bu partinin önde gelen isimleri geçmişte başka isimli partilerde görev
yaparken AB üyeliğine karşı çıkan, Avrupa'yı bir Hıristiyan Kulübü
olarak gören ve onların Türkiye'yi hiçbir zaman üye yapmayacağı­
na inanan siyasetçilerdi. Şimdi değiştik diyorlardı ama nereye ka-
204 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

dar değişmişlerdi. Bunu zaman gösterecekti. En azından başlangıçta


AB üyelik sürecine sahip çıktılar veya öyle gözüktüler. Ana muhalefet
partisi de bu çabalara açık destek verdi. Türkiye'nin AB üyeliği mil-
li bir davaydı, burada iç politika amaçlarıyla engelleme yapılması dü-
şünülemezdi. Türkiye-Avrupa Karma Parlamento Komisyonu'nun
CHP'li üyeleri, başından beri, tam üyelik doğrultusundaki çalışma­
lara destek verdiler.
Benim de eşbaşkan yardımcısı olarak görev yaptığım komisyonda
CHP'li üyeler ile AKP'liler arasında oldukça uyumlu bir çalışma var-
dı. Brüksel' deki Karma Parlamento Komisyonu toplantılarında, dip-
lomatik tecrübe isteyen bazı konuların görüşülmesinde AKP'li üyele-
rin, konuşma haklarını CHP'li üyelere devrettikleri bile görülüyordu.
CHP 'li üyeler Türkiye'nin üyeliğini kuvvetle desteklemekle beraber
Türkiye'ye karşı yapılan haksızlıkları, zaman zaman karşılaşılan çifte
standartları açıkça dile getiriyorlardı.
2002 yılı sonlarından itibaren Türkiye'nin AB üyeliği konusu sık
sık mecliste ele alındı. İktidar sözcüleri çok parlak ve umut verici ko-
nuşmalar yaptılar. Ana muhalefet partisi, üyelik sürecini destekle-
mekle beraber, daha dikkatli ve ihtiyatlı bir yaklaşımla bu konuyu ele
aldı. Sürecin tehlikeli ve sakıncalı görünen yönleri hakkında uyarılar­
da bulundu, zira daha sonraki yıllarda karşımıza çıkacak bazı güçlük-
lerin işaretleri alınmaya başlamıştı.
1998 yılında kaleme aldığım Türkiye'nin Gücü isimli kitapta,
Türkiye ile AB 'ye üye olmaya çalışan diğer ülkeler kıyaslanıyor, Tür-
kiye'nin, demokrasi dahil, pek çok alanda onlardan ileride olduğu so-
mut verilerle, rakamlarla kanıtlanıyordu.
Ne yazık ki, daha sonraki yıllarda gelişmeler beklendiği gibi olma-
dı. Orta ve DoğU Avrupa ülkeleri AB'ye katıldıktan sonra, kısa bir sü-
re içinde birçok alanda Türkiye'yi geride bıraktılar. Yani örneğin 201 ı
yılına gelindiğinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye hak-
kında, bütün Orta ve DoğU Avrupa ülkelerinden, hatta 47 Avrupa
Konseyi üyesinin tümünden fazla mahkumiyet kararı veriyordu.
Türkiye'nin üyelik süreci, hükümetin ve yargı makamlarının bu ko-
nuda daha duyarlı olmalarını sağlamaya yetmemişti.
AVRUPA BİRLlGİ 205

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde En Çok


Mahkumiyet Kararı Verilen Ülkeler (2011)

Toplam İnsanlık Soruşturma Adil Yargılama


mahkumiyet dışı eksikliği yargılama sürecinin
muamele eksikliği uzunluğu

Polonya 71 5 - 14 15
Romanya 68 20 6 9 10
Rusya 133 62 22 40 13
Sırbistan 12 - 1 4 3
Türkiye 174 36 37 30 53
Ukrayna ıos 15 9 21 66

European Court of Human Rights, Aımııal Report, 2011

Yıllardan beri yasalarda yapılan değişikliklere, AB sürecinde sağ­


lanmaya çalışılan iyileştirmelere, yabancı ülke ve kuruluşlardan ge-
len uyanlara rağmen 2011 yılında Türkiye'nin bu görünümü gerçek-
ten üzüntü vericidir.
Bazı Avrupa ülkeleri Türkiye'nin insan hakları alanındaki eksiklik-
lerini her vesileyle hatırlatıyor, bazen de 'dost acı söyler' diyerek kuv-
vetli eleştirilerde bulunuyordu. Bazen de teşvik edici sözler söyleyen-
lere rastlamıyordu. Örneğin, lsveç Dışişleri Bakanı Sosyal Demokrat
Anna Lindh 2003 yılının Şubat ayında Ankara'ya geldiğinde, henüz
daha başbakanlık koltuğuna oturmamış olan Erdoğan'ın reform vaat
eden sözlerinden o kadar etkilenmişti ki, "Türkiye'de yaşasaydım si-
ze oy verirdim," demişti. (63) Lindh maalesef bir süre sonra lsveç'te bir
süper markette bıçaklanarak öldürüldü (ll Eylül 2003). Bu olay bü-
tün Avrupa' da ve Türkiye' de büyük üzüntü ve tepki yarattı. Lindh ya-
şasaydı ve bugün Türkiye' de yaşananları görseydi acaba hala aynı şey­
leri söyler miydi? Kuşkuludur.
26 Mart 2003 tarihinde Dışişleri Bakanlığı bütçesinin görüşülme­
si sırasında söz alarak Avrupa Birliği'yle ilişkilerimizde daha üyelik

(63) Dismorr, Ann, Turkey Decoded, Saqi, London, 200S, s. ıso.


206 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

sürecinin başından itibaren karşılaşılan güçlüklerden söz ettim, AB


tarafının yükümlülüklerini yerine getirmediğine değindim, Kıbrıslı
Rumiarın uluslararası hukuka aykırı olarak Türkiye'den önce AB'ye
üye yapılması yönündeki girişimlerin Türkiye açısından ciddi sakın­
calar yaratacağını anlattım.
Avrupa Birliği'nden Türkiye'ye yönelik haksız değerlendirmele­
ri, çifte standartları yalnız biz dile getirmiyorduk. Ahtisaari'nin baş­
kanlığındaki "Türkiye Bağımsız Komisyonu"nun raporlarında da bu
doğrultuda bazı eleştiriler yer alıyordu. Raporda, bir kısım Avrupalı
liderin, Türkiye bütün koşulları yerine getirse bile üyeliğe kabul edil-
meyeceği yolundaki ifadeleri yer almaktaydı.(64) Bu liderlerin müza-
kerelerin ucu açık bir şekilde yapılacağı konusuna sık sık atıfta bu-
lundukları ve tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık veya özel statü gi-
bi kavramları ön plana çıkardıkları söylenmekteydi. Raporda Avrupa
Konseyi'nin ve bazı ülkelerin açıkça veya üstü örtülü biçimde müza-
kere başlıklarının yarısından fazlasını engelledikleri de söylenmektey-
di.(6S) Bu engellemelerin büyük bir haksızlık olduğuna değinilen ra-
porda Türkiye'nin, AB'nin siyasi çizgisine yaklaşmak için çaba gös-
terdiği ve bu çerçevede örneğin 2008 yılında AB' nin çeşitli konu-
larda yayınladığı 124 ortak deklarasyondan ıo9'una destek verdiği,
Bosna'da ve Kosova'da AB'yle yakın işbirliği yaptığı kaydedilmektey-
di. Engellenen müzakere başlıkları arasında AB'nin dış ilişkileri, ener-
ji, dış politika ve güvenlik politikası gibi başlıkların bulunmasının da
dikkat çekici olduğu kaydedilmekteydi. Bu olumsuz tutumun Avrupa
kamuoyunu da aynı yönde etkilediğine işaret edilmekteydi. Bu geliş­
melerin Türk kamuoyunu da AB üyeliğine karşı olumsuz etkilediği,
2004 yılında % 70 olan halk desteğinin 2008' de % 42'ye düştüğü be-
lirtilmekteydi. (66)
Bu arada Türk Silahlı Kuvvetleri, Avrupa Birliği çevrelerin-
de sürekli olarak boy hedefi haline getiriliyordu. AB komisyonu-

(64) Turkey in Europe Breaking the vicious circle, Second report of the Indepen-
dent Comissian on Turkey, September 2009, s. 7-8.
(65) a.g.e. s. 10.
(66) a.g.e. s. 1 ı.
AVRUPA BİRLlGİ 207

nun Türkiye ilerleme raporlarında sık sık askerlerin siviller tarafın­


dan denetim altına alınması gereğinden söz ediliyordu. Bu çerçeve-
de, Hollanda'nın eski savunma Bakanı Van Ekelen'in başkanlığında
CESS isimli Hollanda sivil toplum örgütü çerçevesinde bir komite
kuruldu. AB'nin de destek verdiği bu komitenin görünürdeki ama-
cı Türk Silahlı Kuvvetleri'ni Avrupa ülkelerindeki konuma getirmek-
ti. Bu komitenin hazırladığı kapsamlı raporda ve yıllık değerlendir­
melerde Türk hükümetinin alması gereken önlemler hakkında tav-
siyeler yer alıyordu. Bunların arasında Genelkurmay Başkanlığı'nın
Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması ve askeri yetkililerin hiç-
bir konuda basına beyanat vermemeleri gibi noktalar dikkat çe-
kiyordu. Bu raporları okurken, ABD Savunma Bakan Yardımcısı
Wolfowitz'in yukarıdaki bölümlerde sözü edilen Türk Silahlı Kuv-
vetleri'ni eleştiren sözlerini hatırlamamak mümkün değildi. O, as-
kerleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni etkileyip, hatta liderlik ya-
pıp ı Mart Tezkeresi'nin kabulünü sağlayamadıkları için suçluyor-
du. Yani eleştirilen husus askerlerin konuşması mıydı, yoksa bazı ül-
kelerin bekledikleri doğrultuda konuşmaması mıydı? Örneğin asker-
ler Kıbrıs konusunda tek taraflı tavizleri savunsaydı, Ermenistan pro-
tokollerinin koşulsuz onaylanmasını de stekles eydi, Kuzey Irak' a ope-
rasyon fikrine karşı çıksaydı, Patrikhane'nin talepleri doğrultusun­
da Heybeliada Ruhban okulunun derhal açılmasını destekleseydi, bu
gibi raporlarda askerlerin konuşmasına karşı çıkan ifadeler yer alır
mıydı? Çok kuşkuludur.
ışin bu tarafı bir yana, doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye,
AB üyeliğine hazırlık sürecine hızlı başlamıştı. ı 500 hakim ve savcı
İngiltere ve İsveç gibi ülkelere gönderilerek AB'nin hukuk standartla-
rı konusunda seminerlere katıldılar, eğitim aldılar. Gerçi, onların al-
dıkları eğitimi daha sonra hangi davalarda kullandıkları bilinmiyor
ama Avrupa'nın hukuk standartlarını öğrenen bu kadar çok hakim ve
savcıya sahip olmak Türkiye için önemlidir. Yeter ki, bu birikim ye-
rinde değerlendirilsin.
Ekonomik alanda AB' den alınan yardımlar beklentilerin çok al-
tındaydı. 2003 yılında AB'nin Türkiye'ye verdiği destek Malta'ya ve-
rilenle hemen hemen aynı düzeydeydi. Daha sonra bunda bir miktar
208 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLıTİKA

artış olduysa da üyelik sürecindeki diğer ülkelere verilen düzeye yak-


laşamadı.
Mecliste iktidar ile muhalefet tam üyelik hedefi doğrultusunda ya-
kın işbirliği yapıyordu. CHP Türkiye'nin AB üyeliğin i güçlü biçim-
de destekliyordu. Buna rağmen iktidara yakın bazı gazeteciler televiz-
yonlarda CHP'nin AB üyeliğine karşı çıktığını iddia ediyorlardı. Bazı
iktidar sözcüleri de Brüksel'de AB yetkilileriyle yaptıkları konuşma­
larda CHP'yi aynı şekilde suçluyorlardı. Televizyon programlarında
iktidar yandaşı gazeteciler ve profesörler AB'nin Türkiye'ye yaptığı
haksızlıkları, uyguladığı çifte standartları dile getirmemizden rahat-
sızlık duyuyorlar ve bu eleştirilerimizi Avrupa Birliği karşıtlığı olarak
yorumlamaya çalışıyorlardı. Oysa eleştirilmesi gerekenler, Avrupa'da
kendi ülkelerinin çıkarları gereği Türkiye'nin üyeliğine engel olmak
isteyenlerdi.
Bu arada 6. Uyum Paketi mecliste kabul edildi. Muhalefet yapı­
cı eleştiri ve uyanlarını sürdürmekle birlikte bu paketin kabulünü
destekledi. O tarihlerde Isveç'in Ankara Büyükelçiliğini yapan Ann
Dismorr, bu paketin cumhurbaşkanının ve askerlerin muhalefetine
rağmen kabul edildiğini söyıüyor.(fi7) Bu izlenimi nereden aldığı bel-
li değil, ama eğer iddia edildiği gibi askerler bu pakete karşı çıktıysa
ve meclis askerlere rağmen iktidarıyla, muhalefetiyle bunu kabul et-
tiyse askeri vesayetin varlığından nasıl söz edilebilirdi? Belli ki yaban-
cılar bu konuları her zaman mantık süzgecinden geçirme fırsatı bu-
lamadan görüş açıklıyorlardı. Herhalde mecliste görev yapan millet-
vekillerinin şu veya bu kurumun etkisiyle karar alma gibi bir alışkan­
lıkları yoktu. Sonunda, tahmin ettiğimiz gibi AB yetkilileri ve üye ül-
keler yeterince tatmin olmadılar. Daima önümüzde yeni beklentileri
içeren bir liste oldu. Daha sonraki yıllarda anayasa değişiklik referan-
dumu için bazı çevrelerin söylediği "Yetmez ama evet" sözleri adeta
AB'nin değişmez tutumunu yansıtıyordu. Türkiye ne yaparsa yapsın
cevap aynıydı: "Yetmez ama evet."
Peki bu yaslarla yapılan değişiklikler uygulamaya yeterince konul-
du mu? Bu beklentiler yerine getirildi mi? Hükümet gerçekten Avrupa

(67) Dismorr, a.g.e., s. 59.


AVRUPA BİRLİGİ 209

Birliği üyeliğini gerçekleştirmeye, Türkiye'yi her yönüyle Avrupalı bir


devlet haline getirmeye çalıştı mı? Çok kuşkuludur. Muhalefet hem
uyum komisyonunda, hem de genel kurulda görüş ve uyarılarını dile
getiriyordu. Bu yasalardan biri bilgi edinme yasasıydı.
Aslında AKP iktidarının ilk döneminden itibaren AB'yle ilişkileri­
mizde ciddi sorunlar yaşanmıştı. Örneğin birliğin ı 2- ı 3 Aralık 2003
tarihinde yapılan Brüksel Zirvesi'nde Fransa ile Almanya ortak bir
görüş sundular, Türkiye'nin üyelik müzakerelerine başlama tarihiy-
le ilgili kararın, 2004 yılı sonundaki zirvede alınmasını önerdiler. Yani
daha başlangıçta bir yıllık gecikme yaşandı. Dışişleri Bakanı Yaşar
Yakış bunu reddetti.(6H) Yapılacak bir şey yoktu. Değerli bir yıl kaybe-
dilmişti. Ama tabii bu, Türkiye kamuoyuna bir başarısızlık gibi tak-
dim edilmemeliydi ve edilmedi. Bu arada Türkiye konusunda Fransa
ile Almanya'nın birlikte çalışacaklarının, gerektiğinde birlikte engel-
leyeceklerinin de işareti alınmış oldu.
2004 yılının Eylül ayında AB komisyonunun genişlemeden so-
rumlu üyesi Günther Verheugen Türkiye'yi ziyaret etti. Bu, ortak ça-
lışmaları yoluna koymak için bir fırsat olabilirdi. Ama tam bu sıra­
da hiç beklenmedik bir kriz çıktı. Başbakanın zinayı suç sayan bir ya-
sa çıkarmak istediği anlaşıldı. Bu, Avrupa'da büyük tepkilere yol açtı.
Sonunda vazgeçildi ama Avrupalıların zihninde Türkiye'nin gerçek-
ten Avrupa'ya mı yoksa Ortadoğu'ya mı yönelmek istediği yolunda
soru işaretleri oluşmaya başladı.
Gerçekten, hükümetin bir süreden beri zinanın suç sayılmasını
isteyen talebi Türkiye'nin gündemindeydi. Avrupa Birliği yetkilileri
buna şiddetle karşı çıkıyor ve bunun Avrupa Birliği'nin hukuk anla-
yışına ters düştüğünü söylüyorlardı. Sayın başbakan Brüksel'e yaptı­
ğı bir ziyaret sırasında bu konuda ciddi eleştirilerle karşılaşmış ve bu
meseledeki ısrarından vazgeçmişti.
AB üyelik süreciyle ilgili olarak öteden beri dile getirdiğimiz bazı
kaygı ve kuşkular maalesefkısa bir süre içinde gerçekleşti. Türkiye'nin
üyelik süreciyle ilgili 2004 yılında kaleme alınan raporun daha da
ağırlaştırıldığı, hiçbir aday ülke için kullanılmayan ifadelere rapor-

(68) Dismorr, s. 58.

UKD 14
210 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

da yer verildiği görüldü. Bu rapor daha sonra AB zirvesinin kararına


dönüştürülerek üyelik müzakerelerinde Avrupa Birliği'nin izleyeceği
politikaların esasını oluşturdu.
2004 yılının sonuna doğru Avrupa Birliği'yle ilişkiler Türkiye'nin
en önemli gündem maddelerinden biri haline gelmişti. Bir yandan
Türkiye'nin üyelik sürecinin başlaması için hazırlıklar yapılırken bir
yandan da Avrupa' da bu sürecin daha başından itibaren engellenmesi
için çaba gösterenler siyaset adamlarını ve kamuoyunu olumsuz yön-
de etkilemek için hiçbir gayreti esirgemiyorlardı
Bu çabaların öncülerinden biri olan Avrupa Birliği komisyon
başkanına danışmanlık gibi önemli bir görevde bulunduktan sonra
Fransa'ya dönen Profesör Sylvie Goulard, 2004 yılında yayınladığı bir
kitapta, müzakerelerin başlamasına engel olmak için Türkiye'nin ni-
çin Avrupa Birliği'ne üye olmaması gerektiği konusundaki görüşle­
rini dile getiriyordu. Fransız televizyonundaki bir tartışma progra-
mında Goulard bu kitaptaki görüşlerini tekrarladı, ben de kendisine
hak ettiği ,cevapları verdim. Goulard Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı
Valery Giscard d'Estaing'in bu konudaki olumsuz görüşlerini kendi-
sine dayanak yapıyordu.
Gerçekten d'Estaing, AB' nin yeni anayasasını hazırlamak için ku-
rulan konvansiyonun başkanlığını yaptığı dönemde, 9 Kasım 2002
tarihinde şöyle diyordu: "Türkiye Avrupa'ya yakın, önemli bir ül-
kedir ama bir Avrupa ülkesi değildir. Türkiye'nin üyeliği Avrupa
Birliği'nin sonu olur." 2004 yılının Ocak ayında Ankara'yı ziyaret
eden AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi, "Avrupa kamuoyunun
Türkiye'nin üyeliğini destekleme konusunda görüş birliği içinde de-
ğildir," diyerek Türkiye'ye bir uyarı mesajı veriyordu. Türkiye'nin
üyeliğine karşı çıkanlar, AB'nin kurucu antlaşmasında din faktörü-
ne atıfta bulunulmadığını kabul etmekle birlikte, Avrupa medeniye-
tinin Hristiyanlık temeline dayandığını da her vesileyle dile getiriyor-
lardı. Bazıları Türkiye'deki laiklik anlayışının Avrupa'dan farklı ol-
duğunu söylüyordu. Hatta Türkiye'deki belli kesimlerin, AB üyeliği­
ni türban serbestliğini sağlamak için bir vasıta olarak düşündüğünü
ileri sürenlere de rastlanıyordu. Türkiye' de kadınların yarısına şid­
det uygulandığına ilişkin raporlara atıfta bulunanlar, üyelik halinde
AVRUPA BİRLİGİ 211

Türkiye mi çağdaşlaşacak yoksa Avrupa mı geriye gidecek, sorusu-


nu da soruyorlardı.(69) Üyelik sürecine karşı çıkanlar, kendi tezleri-
ni desteklemek için akla gelecek, gelmeyecek her türlü bahaneyi ile-
ri sürüyorlardı. Örneğin Ankara'nın sözde Ermeni soykırımını tanı­
maması bu gerekçelerden biriydi. Başlangıçta üyeliğimizi destekleyen
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac bile bu üyelik sürecinin uzun,
çok uzun süreceğini, on yılı bulacağını, belki de aşacağını söylüyordu.
Oysa başlangıçta Avrupa Türkiye'ye farklı mesajlar veriyordu.
1963 tarihinde Ankara Antlaşması imzalandığında komisyon başka­
nı olan Walter Hallstein, "Atatürk'ün Avrupalılaşma doğrultusunda
yaptığı büyük reformlar Türk devletine her alanda damgasını vur-
muştur. Türkiye Avrupa'nın bir parçasıdır," diyordu. Hallstein daha
sonraki yazılı ve sözlü beyanlarında da Türkiye'yi Avrupa'nın gele-
cekteki tam üyeleri arasında sayıyordu. O tarihlerde Fransa cumhur-
başkanı olan De Gaulle ile Almanya Başbakanı Adenauer Türkiye'nin
üyeliğin i destekleyenler arasındaydı.<70)
Son yıllarda durum değişti. Başlangıçta Türkiye'nin üyeliğini
destekleyen Hubert Vedrine, Bernard Kouchner ve Alain Juppe gi-
bi Fransız Dışişleri bakanları sonradan bu görüşlerini değiştirerek
üyeliğimize karşı bir tutum içine girmişlerdi. Buna karşılık Michel
Rocard gibi ünlü politikacılar ise Türkiye'ye desteklerini sürdürü-
yorlardı. Rocard, "Türkiye'nin üyeliğini reddetmek bizi felakete gö-
türür. Çocuklarım var, korkuyorum," diyordu. Türkiye'nin üyeliği­
ni destekleyenlerden biri de eski Almanya başbakanlarından Gerhard
Schroder'di. O, "Türkiye Almanya'ya güvenebilir," diyordu. Avrupa
dışından da Türkiye'yi kuvvetle destekleyenler vardı. Başkan Bush
2004 yılının Haziran ayında İstanbul'da yapılan NATO zirvesinde,
"Türkiye Avrupalı bir güçtür, AB'ye üye olmalıdır," diyordu.(71)
Aksi görüşte olanlar Türkiye'ye karşı olumsuz düşüncelerin oluş­
turulmasında Avrupa kamuoyunun tutumunu ileri sürüyorlardı.

(69) Goulard, Sylvie, Le Grarıd TIırc et la Republiqııe de Verıise, Fayard, Paris, 2004,
s.27-3L.
(70) Goulard, a.ge.e, s. 69, 76, 83.
(71) Goulard, a.g.e., s. 22, 43, 57.
212 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTİKA

Oysa Avrupa'da kamuoyu Türkiye'den önceki genişleme süreçleri-


ne de sıcak bakmamıştı. Örneğin Eurobarometre kamuoyu araştırma
kuruluşunun 2004 yılında yaptığı bir araştırmada on Doğu Avrupa
ülkesinin üyeliğiyle ilgili görüşleri sorulan Avrupalıların sadece
% 49'u olumlu görüş bildirmişti. Aslında o tarihlerde Türkiye'nin
üyeliğiyle ilgili kamuoyu araştırmaları da pek farklı sonuçlar vermi-
yordu. Aynı yıl Figaro Magasine'in kamuoyu araştırmasında halkın
% 50'sinin Türkiye'nin üyeliğin i desteklediği, % 43'ünün karşı oldu-
ğu ortaya ÇıkmıŞtı. (72)
Bütün bu tartışmaların altında yatan neydi? Türkiye'nin üyeliğine
karşı çıkanlar en çok neden kaygılanıyorlardı? Bunlardan biri bütçe
sınırlamalarıydı. AB bütçesinin bugünkü koşullarda Türkiye'nin üye-
liğini finanse etmesi mümkün değildi, ama bundan da daha önemli
olan AB 'deki oylama sistemiydi.
Nice Zirvesi'nde şekillendirilen Avrupa temel yasasının 1-24 mad-
delerine göre AB kararlarının oylanmasında üyelerin % 55'inin oyu
aranacaktı ama bu üyelerin nüfusunun Avrupa'nın toplam nüfusu-
nun % 65'ini oluşturması gerekecekti. Türkiye Avrupa'nın 2. en bü-
yük nüfusa sahip ülkesiydi. Üyeliği halinde kararların alınmasın­
da büyük ağırlık taşıyacaktı. Avrupa Parlamentosu üyesi Jonathan
Evans, Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa ülkeleri arasındaki oy denge-
sine açık bir başkaldırı olacağını söylüyordu. Gerçekten eğer Türkiye
2015 yılında üyeliğe kabul edilirse Avrupa Parlamentosu'nda 82 mil-
letvekiline sahip olacaktl.(73) Bu da Türkiye'ye büyük bir ağırlık ka-
zandıracaktı. Aynı durum Avrupa Birliği konseyindeki oylarnalarda
da ortaya çıkacaktı.
Fransa'nın eski cumhurbaşkanlarından olan ve Türkiye'nin AB
üyeliğine karşı görüşleriyle tanınan Valery Giscard d'Estaing bu olum-
suz tutumunu gazeteci Özgen Acar'a şu gerekçelerle açıklıyordu:

"Üye ülkeler Avrupa Parlamentosu'nda nüfuslarıyla orantılı temsil


edilir. Türkiye AB'ye girdiğinde Almanya'nın ardından, Ingiltere'nin

(72) Goulard, a.g.e., s. 60.


(73) Bogdanİ, a.g.e., s. 39.
AVRUPA BİRLİL;} 213

önünde ikinci büyük grup olacaktır. 21. yüzyılda Avrupa'nın kaderini


Türk politikacıları çizecektir.
"AB karargahında görevler yine nüfus oranına göre paylaşılıyor.
Türkiye yürütmenin de ikinci gücü olacaktır. Bu durumda dağdan
gelen bağdakinin yerine bu koltuklarda oturacaktır. Kim koltuğunu
kaptırmak ister.
"Zengin üyelerin AB bütçesine aktardığı fonlar, az gelirli ülke-
ler arasında belirli oranlara göre dağıtılır. Böylece öteki ülkelerin de
AB'nin refah ortalamasını yakalamaları hedeflenir. Bu durumda ye-
ni katılacak Doğu Avrupa ülkeleriyle Türkiye'ye daha fazla fon akta-
rılacağı için örneğin Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerin AB' den al-
dıkları payazalacaktır. Kim pastadan daha az dilim almak ister?"(74)

Bu görüşlere baktığımızda Türkiye'nin üyeliğin i, Kıbrıs sorunu-


nun veya Türkiye'nin içindeki Kürt meselesi, Ermenistan'la ilişkiler
gibi konuların etkilediği görüşlerinin havada kaldığı görülüyor. Bu
sorunlar halledilse Giscard d'Estaing'in sözünü ettiği sorunlar çözül-
müş olacak mı?
Üstelik Almanların nüfus çoğunluğu nedeniyle bütün oylama-
larda ağırlık sahibi olmalarına itiraz eden var mıydı? Yoktu. Çünkü
onların Avrupa'da söz sahibi olmaları hayatın bir gerçeğiydi. İkinci
Dünya Savaşı'nın izleri çoktan silinmişti. Şimdi yeni Avrupa'da kural
buydu. Ama Türkiye'nin ağırlık sahibi olmasına tahammül edilemez-
di. İşte işin esası budur.
Şimdi cevaplandırılması gereken soru, bu gerçekleri gördükten
sonra Türkiye, kaderine razı olarak geri adım atıp AB üyeliğinden vaz
mı geçmelidir, yoksa mücadele ederek hakkını almaya mı çalışmalı­
dır? İkinci yol daha doğru görünüyor.
Kaldı ki, sonunda Norveç'in yaptığı gibi üyeliğin kabulü için bir
referandum yaparak halkın oyuna başvurmak da mümkündür.
Görülüyor ki, Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanları en çok korku-
tan Türkiye'nin nüfusuydu. Birleşmiş Milletler'in geleceğe yönelik
nüfus istatistikleri onlar açısından kaygı verici bir tablo sergiliyordu:

(74) Şimşir, Bilal, AB, AKR Kıbrıs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003, s. 90-91.
214 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

Almanya, Fransa, İtalya ve Türkiye'nin


2050 Yılına Kadar Nüfus Tahminleri

Almanya Fransa İtalya Türkiye


2005 82,5 60,7 57,2 73,3
2020 82,5 63,6 54,2 85,7
2050 79 64,2 44,9 97,8

Goulard. s. ıo1.

Bu veya başka gerekçelerle Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanlar,


esasen Avrupa Birliği'nin bugünkü koşullarda devam edemeyeceği­
ni söylüyorlardı. Fransa'nın eski başbakanlarından, 2012'de Dışişleri
Bakanlığına getirilen Laurent Fabius'ün düşünceleri şöyleydi:

"Avrupa'nın geleceğini üç çember gibi düşünmek lazım.


"Birinci çemberde Birleşik Avrupa olacak. Burada özellikle eko-
nomik, sosyal, bilimsel ve diplomatik alanda AB'nin altı kurucu üye-
si, yani Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya ile
halen Avro bölgesinde bulunan ülkeler yer alacak. Bu çemberin temel
direğini ve motorunu Fransa ile Almanya oluşturacak.
"Ikinci çember, genişletilmiş Avrupa olacak. Burada halen AB
üyesi olan ama entegrasyon sürecinde daha ileri gitme arzusuna veya
kabiliyetine sahip olmayan ülkeler bulunacak. Bu gruba 2007'ye ka-
dar AB'ye üye olacak ülkeler de katılabilir.
"Üçüncü çemberde ise Avrupa'ya ortak olacak ülkeler yer alacak.
Bu grupta Doğu Avrupa'nın ve Akdeniz bölgesinin diğer ülkeleri ile
Türkiye yer alabilir."(75)

Görüldüğü gibi, burada da Türkiye'ye biçilen yer tam üyelik de-


ğil, ortaklık statüsü. Üstelik Fabius Fransız Sosyalist Partisi'ne men-
sup bir siyasetçi ve partisinin genellikle Türkiye'nin üyeliğini destek-
lediği bilinir. Görülüyor ki, Fabius'ün sıralamasında da Kıbrıs ve ben-

(75) Fabius, Laurent, Uııe Certaine 1dee de ['Europe, Plon, Paris, 2004, s. 14-15.
AVRUPA BlRLİGl 215

zeri sorunlar çözülürse Türkiye'nin birinci veya ikinci çembere gire-


bileceğinin işareti yok.
Türkiye'nin AB üyeliğine açıkça karşı çıkanlar arasında, yukarıda
da söz edildiği gibi, Almanya'da sosyal demokrat parti başkanlığı ve
1980-82 yıllarında başbakanlık yapmış olan Helmuth Schmidt de yer
alıyor. Schmidt bu konudaki görüşlerini 2000 yılında yayınlanan kita-
bında açıkça dile getiriyor. Schmidt'in görüşleri özetle şöyle:

"Bir süre önce görüştüğüm bir Türk başbakanı bana Türkiye'deki


hızlı nüfus artışından söz ederek ileride Almanya'ya 20 milyon daha
Türkü gönderebileceklerini söylemişti. Bu durumda AB içinde ser-
best dolaşımdan vazgeçmek gerekir.
"20. yüzyılın sonuna doğru Türkiye nüfusu 100 milyonu bulacak
ve Fransa ile Almanya'nın toplamından daha fazla olacak.
"Türkiye'nin güney ve doğu komşuları arasında İran, Irak, Suriye
ve Ermenistan gibi ülkeler var. Bu da AB için ciddi sıkıntılar yarata-
bilir. Türkiye'nin Ortadoğu'da güvenlik çıkarları var. Bölgedeki itilaf-
larda doğrudan veya dolaylı olarak taraf olabilir. Türkiye'nin AB üye-
si Yunanistan'la köklü itilafları devam ediyor.
"Türkiye'nin bir de Kürt sorunu var. Birinci Dünya Savaşı'nın ga-
lipleri maalesef 20 milyon Kürt'e kendi devletlerini kurma hakkı ver-
medi.
"Orta Asya ülkelerinin bağımsızlığına kavuşmasından sonra
Türkiye ile Rusya arasında bu bölge ile ilgili itilaflar da çıkabilir.
"ABD Ortadoğu'ya hükmetme politikası çerçevesinde Türkiye'yi
kendisi açısından önemli bir ülke görüyor ve bu nedenle AB'ye üye
olması için ısrar ediyor.
"Milli Güvenlik Kurulu'nda askerler çok güçlüler ve siyaseti etki-
liyorlar.
"Türkiye'de yeni bir İslamıaşma süreci hatta köktendincilik geli-
şebilir.
"Türkiye ile AB arasında ciddi bir kültür farkı var. Bu fark
ABD'nin Rusya ve Ukrayna ile olan kültür farkından daha fazladır.
Türkiye'yi üye yaparsak Mısır, Fas, Cezayir ve Libya'yı niçin yapma-
yalım?
216 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTIKA

"Doğru olan Türkiye ile ortaklık, işbirliği ve gümrük birliği yap-


maktır. Ama tam üyelik doğru değildir."

Almanya' da başbakanlık düzeyine kadar yükselmiş bir siyaset ada-


mının ve bir sosyal demokrat liderin Türkiye'nin üyeliği konusunda
bu kadar olumsuz düşünceler beslemesi ve Türkiye'yi Libya ve Fas
gibi ülkelerle kıyaslaması, kültür farkını engelleyici bir unsur olarak
görmesi son derece düşündürücü ve kaygı vericidir. Esas kaygısının
Türkiye nüfusu olduğu anlaşılmakla birlikte bu unsurları da engel-
leyici faktörler olarak dile getirmesi yalnız Türkiye bakımından de-
ğil, Avrupa'nın geleceği açısından da kaygı vericidir. Eğer Avrupa'nın
geleceği hakkında hüküm verecek insanlar çağdaş değerlerle bağdaş­
mayan bu gibi düşünceleri benimsiyorlarsa bu, Avrupa açısından çok
hazin bir tablo oluşturur.
Acaba Türkiye'nin üyeliğini desteklediğini söyleyen bazı ülkeler
kendileri açısından önem taşıyan bazı konularda Türkiye' den taviz
almak için mi üyeliği bir boş vaat gibi önümüze sürüyorlar, sorusunu
soranlar da az değiL.
İşte bu tartışmaların ve farklı görüşlerin dile getirildiği günlerde,
2004 yılının Mart ayında, Finlandiya'nın eski cumhurbaşkanlarından
Martti Ahtisaari'nin başkanlığında üst düzeydeki şahsiyetlerden olu-
şan "Türkiye Hakkında Bağımsız Komisyon" kuruldu. Komisyonun
üyeleri arasında Fransa'nın eski başbakaHlarından Michel Rocard,
Almanya'nın Saksonya Eyaleti Başbakanı Kurt Biedenkopf, İtalya'nın
Senato Başkan Yardımcısı ve AB komisyonu eski üyesi Emma Bonino,
Hollanda'nın Dışişleri eski Bakanı Hans Van der Broek, Polonya
Dışişleri eski Bakanı Bronislaw Gerernek, İspanya'nın Dışişleri eski
bakanı Marcelino Oreja Aguirre ve Avusturya'nın Dışişleri Bakanlığı
eski Müsteşarı Albert Rohan yer alıyordu. Bağımsız komisyonu Açık
Toplum Enstitüsü ile British Council da destekliyorlardı. Komisyonun
amacı Türkiye'nin AB üyeliği konusunda tarafsız ve mantıklı tartış­
ma ortamının yaratılmasına katkıda bulunmaktı. Ahtisaari başkanlı­
ğındaki komisyon, biri 2004 yılında, biri de 2009 yılında iki rapor ha-
zırladı. Her iki raporda da bir yandan Türkiye'nin AB üyeliği ilke ola-
rak destekleniyor, bu üyeliğe karşı çıkan Avrupalı siyasetçiler eleştiri-
AVRUPA BIRLlGI 217

liyor ancak bir yandan da Türkiye'nin Kıbrıs konusunda, Ermenistan


meselesinde ve Kürt konusunda atması gereken adımlarla ilgili öne-
rilerde bulunuyor.
İşte bütün bu tartışmaların yapıldığı ortamda, Avrupa Birliği'nin,
Türkiye'yle üyelik sürecini nasıl yönlendireceğine ilişkin olarak ara-
lık ayında yapılacak zirveye sunacağı rapor komisyon tarafından
6 Ekim 2004 tarihinde hazırlandı. Komisyonun Türkiye Ilerleme
Raporu olarak adlandırılan bu belgesinde Türkiye'nin müzakere-
lere başlamak için yeterli ilerleme kaydettiği belirtilmekte ama tam
üyelik için açık bir işaret verilmemekteydi. Geleceğin neler getireceği
belli değildi. Ucu açık müzakereler kavramından söz edilmeye başla­
mıştı. Nasılolduysa başbakan Erdoğan, raporun yayınlanmasından
birkaç saat sonra bu raporun olumlu ve dengeli olduğunu açıkladı.
Avrupalılar, demek ki Türkiye bu kadarıyla yetinmeye hazır olacak
izlenimini edindiler. Bu bir kırılma noktasıydı. Raporun eksiklikle-
rini ve belirsizliklerini ortaya çıkarıp, zirvede bundan daha olumlu
ifadeler ve taahhütler içeren bir metnin onaylanması için çaba gös-
termek daha doğru olurdu. Bu rapor hakkında ana muhalefet partisi
kapsamlı bir değerlendirme yaptı ve 12 Ekim 2004 tarihli grup top-
lantısında Deniz Baykal partinin görüş ve değerlendirmelerini şöy­
le özetledi:

"Avrupa Birliği komisyonunun Türkiye'yle ilgili raporuyla ilgili


olarak bir büyük sevinç ve coşku ülkemize yaygınlaştırılmak isten-
miştir; ama bunun temelsiz olduğu, o tavsiyenin altında bizi kaygı­
landıracak çok unsurun bulunduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.
"Hükümet adına yapılan değerlendirmeler, konunun gereken ni-
telikte anlaşılamadığını bize göstermektedir. Bu rapor Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne girmesini güvence altına alan bir rapor olmaktan
çok, Avrupa umudunu tümüyle ortadan kaldırmadan tam üye ola-
rak yer almasının önüne her türlü engelin konulduğu bir rapor ola-
rak ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği bekleyişiyle Türkiye'yi yönetebili-
riz, yönlendirebiliriz diye düşünüyorlar. Mesela üye olmak için müza-
kereye oturun diyor. Ama dur bakalım, senin hukuk, demokrasi, in-
san hakları tablon üye olmaya elverişli mi, bu konuyu daha inceleye-
218 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

lim diyorsanız, bizimle gerçek anlamda üyelik müzakeresine henüz


geçme kararını almamışsınız demektir.
"Bugüne kadar üyelik müzakeresine oturmuş ne kadar ülke varsa,
tümü üye olmayı gerçekleştirmiş. Şimdi Türkiye'yle üyelik müzake-
resine başlıyorlar, diyorlar ki, "Bu ucu açık bir üyelik müzakeresidir;
bu, her an askıya alınabilir." Bir de ayrıca diyorlar ki, "Müzakereler
kesilirse sizin Avrupa'yla ilişkilerinizi, Avrupa'ya demir atmış du-
rumda kalmanızı sağlarız. Bunun gerçekten kabul edilebilir bir tarafı
yoktur. Sorunu çözmekten çok sorun üretmeye elverişli bir müzake-
re mekanizması ortaya konulmuştur. Çok net bir şekilde, "Tam üyelik
dediysek, elbette sizin için bu, serbest dolaşım içermeyen bir tam üye-
lik olabilir," denilmiştir. Sayın başbakanın dengeli bulduğu, adil bul-
duğu rapor işte bu rapor.
"Ayrıca Avrupa Birliği diyor ki, müzakereler bittikten sonra,
2014'ten sonra oturup yeniden değerlendirmek durumundayız. Bu
rapor aralık ayındaki zirvede kabul edilecek olursa, Türkiye Helsinki
Zirvesi'nin gerisine düşmüş olacaktır.
"Ayrıca, Türkiye'de zorla azınlık yaratma gayretini görüyoruz.
Kardeşim, birtakım insanlara, sen bulunduğun toplumda sen azın­
lıksın, demeyi, demokrasi adına da, insan hakları adına da anlamı­
yorum. Bir de tabii can sıkan bir sürü tespit var. Neymiş, 'Türkiye
Avrupa Birliği'ne girerse, Fırat ve Dicle sularını Avrupa Birliği'nin
öncülüğünde bölgeselolarak planlamak ve bu planlama çerçevesin-
de OrtadoğU sorunundaki İsrail'in su sıkıntısına çare olacak çözüm-
ler üretmek de mümkündür,' diyor.
"Fransa'da, Türkiye'nin üyelik müzakereleri bittikten sonra, her
şey bittikten sonra, dur bakalım, bir de Fransa halkına soralım diyor-
lar! Bu karar, Türkiye'ye haksızlık, kabul edilemez."

Muhalefetin mesajı açıktı. "Tam üyelik için herkesle işbirliği yapa-


rız ama Türkiye'ye diğer adaylardan daha farklı, kısıtlayıcı muame-
le yapılmasını kabul etmeyiz. Çifte standart uygulanmasını, ucu açık,
sonucu belli olmayan bir sürece girilmesini sakıncalı görürüz."
Avrupa Birliği'nin Türkiye'yle ilgili olarak alacağı kararın tasla-
ğı sürekli değiştiriliyordu. Son olarak elimize geçen dördüncü taslak-
AVRUPA BIRLlGI 219

tı. Deniz Baykal 9 Aralık 2004 tarihinde yaptığı grup konuşmasında


AB'yle ilişkilerimizin içinde bulunduğu duruma değinerek hüküme-
ti şiddetle eleştirdiY6) 14 Aralık 2004 tarihinde konu meclise geldi.
Yapılan görüşmeler sırasında söz alarak şunları söyledim:

"Şimdi, sayın bakana sormak istiyoruz. Sizin kabul edemeyeceği­


nizi söylediğiniz unsurlar önünüzdeki taslakta olursa ne yapacaksınız?
Esas bizim merak ettiğimiz budur, tavrınız ne olacak? Hükümetin gö-
rüşünü anladık, tavrını henüz anlayamadık. Yani, şunu mu yapacak-
sınız: Bu metinde kabul etmediğimiz pek çok unsur var ama yine de
masaya oturuyoruz, bunları zaman içerisinde iyileştirmeye çalışaca­
ğız mı diyeceksiniz? Yoksa, bunlar bizim için o kadar önemlidir, o ka-
dar hayatidir ki, Türkiye'nin hiçbir zaman kabul edemeyeceği bu un-
surlarla masaya oturmam mı diyeceksiniz?
"Avrupa Birliği Dönem Başkanı Bernard Bot, Türkiye, şunla­
rı kabul edemeyiz diye kırmızı çizgilerden filan bahsedince, 'Avrupa
Birliği'nin kitabında kırmızı çizgi yoktur,' demiş. Biz de diyoruz ki,
'Türkiye'nin kitabında baskılara boyun eğmek yoktur.' O bakımdan
hiç kimse Türkiye'yi, önüne uzatılacak her belgeyi gözü kapalı kabul
edecek ve onunla masaya oturacak bir ülke gibi görmemelidir. İşte bu
noktada, biraz önce genel başkanımız da söyledi, biz iktidarla tek bir
yumruk gibi çıkmasını biliriz ortaya; yeter ki, iktidar bu direnci gös-
tersin."

Ne yazık ki, 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel'de yapılan Avrupa


Birliği Zirvesi sırasında yapılan toplantıda Türkiye'ye büyük baskılar
yaptılar. Deniz Baykal o gün Ankara' da düzenlediği basın toplantı­
sında özellikle Kıbrıs'la ilgili baskılara hükümetin direnmesini öner-
di. "Bunları kabul etmeyin, hemen uçağınıza binin geri dönün, daha
iyi koşullar içeren bir metin üzerinde müzakereler başlamalıdır," de-
di. Ama maalesef bu uyarıyı dikkate alan olmadı.
Bu süreç öncesinde hükümet bir yandan Avrupa Birliği üyeliği
doğrultusunda uyum yasaları çıkarırken bir yandan da bu üyelikle

(76) Genel Kurul Tutanağı 23. Dönem 5. Yasama Yılı 69. Birleşim 22/Şubat /201 ı.
220 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTıKA

bağdaşmayan, hatta anayasamızın özüne aykırı bazı anlaşmalar ya-


pıyordu. Bu anlaşmalardan biri İslam Kalkınma Bankası'yla yapıl­
mıştı. Türkiye tarafında 1 Eylül 2003 tarihinde imzalanan anlaşma,
İslam Özel Sektörünün Geliştirilmesi Kurulu'na Türkiye'nin de ka-
tılmasını öngörüyordu. Türkiye'nin kuruma katılma payı 11 milyon
760 bin dolar olacaktı. Anlaşma 17 Ağustos 2004 tarihinde Başbakan
Erdoğan imzasıyla meclise sevk edildi. Bu anlaşmaya göre kurulan
fonda birikecek paralardan, sadece İslam kurallarına göre çalışan
özel sektör firmalarına kredi verilecekti. Kurum, üç kişiden oluşa­
cak İslam Hukuk Komitesi'nin İslam'a uygun bulmadığı yatırım ka-
tegorisine giren faaliyetleri gerçekleştirmeyecekti. Yani hangi alanda
faaliyet gösterileceğine ulema karar verecekti. Kurum ile üyeliği so-
na eren bir üye arasında ihtilaf çıkarsa üçüncü hakemi İslami ada-
let mahkemesi başkanı atayacaktı. Hangi firmanın İslami usulle ça-
lıştığının belirlenmesinde son söz Cidde' de bulunan İslam Adalet
Divanı'na ait olacaktı.
Bu anlaşma Meclis Dışişleri Komisyonu'nda görüşülürken mu-
halefet bu anlaşmaya şiddetle karşı çıktı. Bu anlaşmadaki hüküm-
ler vatandaşlarımız arasında eşitsizlik yaratacaktı, bu da anayasa-
mıza aykırıydı. Ayrıca dini, siyasete olduğu gibi ekonomiye de ka-
rıştırmak siyasete de dine de zarar verecekti. Üye olmak istediğimiz
Avrupa Birliği'nde böyle fonlar kurulsa ve sadece Hıristiyanlık ilke-
lerine göre hareket eden firmalar bu fonlardan yararlanır denilseydi
biz ne tepki gösterirdik? Öyle anlaşılıyordu ki, Türkiye hem Avrupa
hem de İslam ülkeleri atına aynı zamanda binmek istiyor. İngilizler,
"Aynı anda iki ata binebilenler sadece sirk cambazlarıdır," derler-
di. Türkiye çok geçmeden iki ata birden binilemeyeceğini anlaya-
caktı. Birkaç yıl içinde Avrupa hayali sönecek, Türkiye dış siyasi ve
ekonomik ilişkilerinde önceliği Ortadoğu ülkelerine verecekti. Öyle
anlaşılıyor ki, bazı siyasetçiler Avrupa'nın değerler sistemi yerine
OrtadoğU ülkelerinin dine dayalı otoriter rejimierini kendilerine da-
ha yakın buluyorlardı!
Bu anlayışla hükümet 30 Mayıs 2006 tarihinde bir de, İslam
Finansman Kurumu kurulmasıyla ilgili antlaşma imzaladı. Bu anlaş­
manın 18. maddesinde, kurumun bütün faaliyetlerinin şeriat ilkele-
AVRUPA BIRLlGI 221

riyle uyumlu olacağı belirtilmekteydi. Her ne kadar hükümet meclise


sevk ettiği antlaşmanın gerekçesinde Türkiye'nin anayasasının ve im-
zaladığı başka anlaşmaların izin verdiği çerçevede bu kurumun faa-
liyetlerine katılacağını belirtse de bu 18. madde kurumun faaliyetle-
rinin tümünü kapsamaktaydı ve uluslararası hukuka göre bir antlaş­
manın tümüne rezerv koymak mümkün değildi.
Avrupa Birliği yetkilileri, bir yandan hükümetin bu politikalarını
izliyor, bir yandan da ana muhalefet partisinin Türkiye'nin AB üyeli-
ğine nasıl baktığıyla yakından ilgileniyordu. Brüksel'e yaptığımız çe-
şitli ziyaretler vesilesiyle AB yetkilileriyle görüşmelerde bulunuyor,
tam üyeliği destekleyen, özel statü önerilerine karşı çıkan görüşleri­
mizi savunuyorduk. Zaman zaman bazı AB ülkelerinden, AB konse-
yi, komisyonu veya Avrupa Parlamentosu'ndan kaynaklanan haksız­
lıklara çifte standartlara karşı tepkilerimizi dile getiriyorduk. Deniz
Baykal da hem Ankara'da AB büyükelçilerine, hem de Brüksel'de ko-
misyon başkanı Barosso ile genişlemeden sorumlu komisyon üyele-
rine, Avrupa Parlamentosu'nun sosyalist grubuna partinin görüşleri­
ni anlatıyor ve konferanslar veriyordu. Bu temasların daha sürekli kı­
lınması için CHp'nin Brüksel' de bir temsilcilik açması için hazırlıkla­
ra başlamıştık. Bu temsilcilik birkaç yıl sonra açıldı. Ankara'ya gelen
üst düzeydeki AB yetkilileri de Bayka!'ı ziyaret ederek onun görüşle­
rini öğrenmeye çalışıyorlardı.
2005 yılının Mart ayında genişlemeden sorumlu AB komisyon
üyesi ülli Rehn Ankara'yı ziyaret etti ve Deniz Bayka!'la da bir ko-
nuşma yaptı. Baykal bu konuşmayla ilgili olarak grupta şunların al-
tını çizdi:

"Şimdi, yavaş yavaş bazıları anlamaya başlıyorlar ki, 17 Aralıkta


alınmış olan karar, bizim beklediğimiz karar değildi. Tam üyelik dışın­
da özel statülü ilişki, imtiyazlı ortaklık niteliğinde Avrupa Birliği'yle
ilişki kurmaya yöneliktir, 17 Aralık'ta bize teklif edilenin birisi budur.
Öbürü de, eğer şartları yerine getirirsek, çok uzun bir sürecin sonu-
cunda tam üyelikten yine eksik, noksan bir statüdür, tam üyelik değil­
dir. Kalıcı delegasyonların, kalıcı istisnaların, sürekli istisnaların var
olmaya devam ettiği, serbest dolaşımın hiçbir zaman düşünülemeye-
222 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

ceği, tarımsal kalkınmaya, bölge kalkınmasına hiçbir zaman Avrupa


ölçülerinde destek verilmeyeceğinin bize açıkça ve sürekli kalıcı bir
biçimde kabul ettirildiği bir düzenlemedir."

22 Haziran 2005 günü mecliste yapılan görüşmede söz alarak,


AB'nin hazırladığı tutum belgesiyle ilgili şunları söyledim:

"25 Nisan tarihinde, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi toplantısında,


Avrupa Birliği bir "ortak tutum belgesi" yayımladı. Bu belgede, açık
bir şekilde RumIarın beklentileri desteklenmektedir. Limanlarınızı
açın diyorlar, havaalanlarınızı açın diyorlar, Rumlarla ilişkilerinizi
normalleştirin diyorlar. Bu, onları tanıyın anlamına gelir.
"Bakın, Fransa' da iktidar partisinin başkanı olan Sarkozy, çok açık
bir şekilde diyor ki: 'Türkiye'yle üyelik askıya alınmalıdır.' 18 Eylül'de
iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Alman Hıristiyan Demokrat
Partisi lideriAngela Merkel aynı şeyi söylüyor, kısa bir süre öncesine ka-
dar komisyon başkanlığı yapan Prodi aynı şeyi söylüyor: "Türkiye'nin,
görünebilir bir gelecekte üyeliği için şartlar oluşmamıştır," diyor. Daha
önce, genişlemeden sorumlu komisyon üyesi Verheugen de aynı şeyi
söylüyordu.
"O zaman ne yapmak lazımdır? Tam üyelik hedefini sürdürece-
ğiz, ama bize tek taraflı dayatmalarla kabul ettirilmek istenen koşul­
ları kabul etmeyeceğiz. Hiçbir üye adayının kabul etmediği koşulları
kabul etmeyeceğiz. Hele Kıbrıs gibi milli bir davada, onlar istiyor di-
ye boyun eğmeyeceğiz.
"Dışişleri Bakanı diyor ki: 'Avrupa Birliği, Türkiye'nin dönüşüm
sürecidir. Türkiye, iç dinamikleriyle bunu seksen yılda gerçekleştire­
memiştir; dolayısıyla, dışarıdaki bir siyasi gücün desteğiyle bunu ya-
pıyor.' Bunu esefle karşılıyoruz. 80 yıldan beri en büyük reformları
yapan ülke Türkiye Cumhuriyeti'dir. Hiçbir dış baskı altında kalma-
dan, hiçbir ülkenin, hiçbir milletlerarası kuruluşun talebi olmadan
biz dünyanın en büyük dönüşümlerini yaptık 20. yüzyılda. Şimdi, ge-
riye dönüp de 'Seksen yılda biz hiçbir şey yapamadık, beceremedik,
yabancıların zorlamasıyla bugün bunu yapıyoruz,' demek, tarihimize
karşı saygılı bir davranış değildir. Bu sözleri kınıyoruz.
AVRUPA BİRLİGİ 223

"Değerli arkadaşlar, şimdiye kadarki bütün Türk hükümetleri


Kıbrıs konusunda yapılan baskılara, haksız ambargolara cesaretle gö-
ğüs germişlerdir. Hiçbir hükümet kalkıp da şimdiye kadar, bugüne
kadar, 'Baskılar karşısında biz kuzu kuzu çekiliriz,' dememiştir.
"Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti başbakanı, ülkemizi bir 'kuzu dev-
let' olarak tanımlamamıştır. Şimdi diyoruz ki, önümüze dayatmalarla
getirilen metinleri kuzu kuzu imzalarız.
"Bakınız, Sayın Abdullah Gül, Dışişleri Bakanımız, 21 Ocak
1997' de yüce meclisin kürsünde ne diyordu: 'Kıbrıs, Türkiye'nin
milli meselesidir, partilerüstü bir meseledir. Kim iktidarda olursa ol-
sun, otuz senedir, Kıbrıs'a karşı yapılması gerekeni yapmıştır; bun-
dan sonra da yapacaktır. Kıbrıs'ta bugünkü problemin sorumlusu ke-
sinlikle Türkiye değildir.' Şimdi, ne diyoruz: 'Otuz yıldır yanlış işler
yaptık. çözümsüzlük, çözüm değildir. Bizden önceki hükümetler çö-
zümsüzlük politikası izledi.'
"Hangisi sizin görüşünüz? Geçmişteki yanlışların sorumlusu
Türkiye midir, karşı taraf mıdır? Kendiniz diyorsunuz ki, 'Hiçbir hata
yapmadık.' Bugün diyorsunuz ki, 'Bütün hatayı biz yaptık.'"

Bu arada Avrupa'da Türkiye'nin üyelik sürecine olumsuz etkiler


yapabilecek iki gelişme oldu: Fransa ve Hollanda'da yapılan referan-
dumlarda AB' nin yeni anayasası reddedildi. Ortaya çıkan bu belir-
sizlik durumu üyelik müzakerelerini nasıl etkileyecekti? Daha mü-
zakereler başlamadan kaygılı bir hava ortaya çıkmıştı. Aynı tarih-
lerde Almanya'da yapılan seçimleri, Türkiye'nin üyeliğini destek-
leyen Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonu kaybetmişti. Artık ikti-
darda Türkiye'nin üyeliğine karşı olan Angela Merkel'in Hıristiyan
Demokratları ile Liberal Parti koalisyonu olacaktı. Hıristiyan
Demokratlar Türkiye'ye tam üyelik değil, özelortaklık statüsü veril-
mesini istiyorlardı. Böyle bir statü şimdiye kadar hiçbir ülkeye ve-
rilmemişti. 3 Ekim 2005 tarihinde AB'yle müzakere çerçeve belgesi
bu ortamda imzalandı. Bu belge şimdiye kadar genişleme müzakere-
lerine başlayan ülkelerden hiçbirine konulmamış ağır koşulları içe-
riyordu. Gene de Başbakan Erdoğan iyimserdi. AB büyükelçileriyle
Ankara' da yaptığı bir toplantıda, "İster 5 yıl, ister LO yıl, isterse 15 yıl
224 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POlıTİKA

sürsün Türkiye AB'ye tam üye olacaktır," diyordu.(77) Onun bu söz-


leri söylenmesinden 7 yıl sonra henüz tam üyelik ufukta görünmü-
yordu.
Hükümet 2006 yılının başında meclise AB'yle ilişkilerimiz konu-
sunda bilgi vereceğini söyledi. Ne yazık ki bu, hükümetin kendi arzu-
suyla yaptığı bir iş değildi. AB'ye üye ülkeler ile aday ülkelerin Avrupa
İşleri Komisyonlarının üye olduğu COSAC örgütünün zorunlu kıldı­
ğı bir uygulamaydı. Bu vesileyle ana muhalefet partisi olarak Avrupa
Birliği komisyonunun Türkiye llerleme Raporu'nda yer alan husus-
larla ilgili görüşlerimizi dile getirdik. Bu raporda yer alan eleştirilerin
büyük bölümünü biz de paylaşıyorduk. Bazılarını haksız ve ölçüsüz
buluyorduk. Raporda hangi iddialara yer veriliyordu?
Mesela, deniliyordu ki: "Türk hükümeti, giderek daha fazla geçi-
ci görevlendirme yapıyor, cumhurbaşkanının reddettiği insanları ge-
çici görevle üst düzeylere tayin ediyor." Ceza yasasıyla ilgili eleştiriler
vardı ve bununla ilgili kaygılar dile getiriliyordu. "Türkçe ile Türkçe
konuşmayan etnik grupların arasında hukuki çeviri yapacak insanı­
nız hiç yok," deniliyordu. Türkçe bilmeyen vatandaşlarımızın hu-
kukunu biz nasıl koruyacaktık? Bunlar çok ciddi ve dikkate alınma­
sı gereken eleştirilerdi. Raporda, "Reşit olmayan çocuklar ile reşit ço-
cukları hapishanede aynı yerde yatırıyorsunuz; bu, bizim usullerimi-
ze aykırıdır," deniliyordu. Hükümet bu iddialara hiçbir şey demiyor-
du. Raporda, Türkiye'de kıdemli yargı mensuplarının, adaletin işleyi­
şi, hakimlerin tayiniyle ilgili eleştirileri yer alıyordu. Polis ve jandar-
manın, gözaltına alınanları hukuki yargı talebinde bulunmaktan cay-
dırdıklarını söylüyordu.
llerleme Raporu'nun ı 7. sayfasında yolsuzluk iddialarına deği­
niliyor ve şunlar söyleniyordu: "Türkiye'de yolsuzluk ciddi bir so-
run olmaya devam ediyor. Bugün birçok kamu kurumu mali dene-
timden muaftır." Bu yolsuzluk iddialarını Uluslararası Saydamlık
Kuruluşu da söylüyordu. Kuruluşun raporunda birinci sırada, yol-
suzluğun en az olduğu "en saydam" ülkeler vardı. Türkiye'nin ye-
ri, Gana'yla, Meksika'yla, Panama ve Peru'yla birlikte 65. sıradaydı.

(77) Dismorr, Ann, a.g.e., s. 67.


AVRUPA BİRLİGİ 225

nerleme Raporu'nun 18. sayfasında "Milletvekilleri dokunulmazlığı­


na ilişkin hiçbir gelişme kaydedilmemiştir," deniliyordu.
AB raporda hükümetin insan hakları konusunda pek çok uygu-
lamasını eleştiriyor, "işkence yapan kamu görevlilerinin cezalandırıl­
maması için özel çaba gösterildi," deniliyordu. "Zamanaşımının kal-
dırılması, işkence suçları için çok yanlıştır," görüşüne yer veriliyor-
du. "Yargısız infazlar artmıştır," deniliyor, Alevi topluluğunun ibadet
yerlerinin tanınmadığına işaret ediliyordu. Süryani ve Keldani din
adamlarının görev yapmasına izin verilmediği' söyleniyordu, bu aca-
ba doğru muydu? Bazı gayrimüslim toplulukların, aşırı gruplar tara-
fından şiddete ve tacize maruz bırakıldığı söyleniyordu. Bunlar çok
ciddi iddialardı; bunların üstüne gitmek lazımdı. Acaba bu iddialar
hakkında ne gibi bir soruşturma yapılmıştı?
Kadın hakları, okuma yazma bilmeyenıerin durumu, cinsiyete da-
yalı ayırımcılık, Türkiye'nin kadınların işgücüne katılma oranında
Avrupa'nın en son sırasında geldiği, gençler arasında işsizliğin yüzde
20,5'i bulduğu raporda yazıyordu. Dahası Türkiye'nin, Avrupa Sosyal
Şartı'nın kadınların annelik hakkıyla ilgili 8. maddesini kabul etme-
diği' ve Temmuz 2005'te kabul edilen çocukların korunmasına ilişkin
yeni yasanın uluslararası standartlara uygun olmadığı söyleniyordu.
iktidarın daha bir yıl önce meclise sunduğu bir yasanın uluslararası
standartlara uymaması dikkat çekiciydi.
En vahim iddialardan biri şuydu: "Kimsesizler yurdundaki has-
talar yetersiz beslenmektedir." Kimsesizler yurdundaki insanlar,
devlete emanet edilmişti. Buradaki kimsesizlerin yeterince beslen-
mediği iddiası doğru muydu? Bunlar çok ciddi iddialardı ve bun-
ların mutlaka üzerine gitmek lazımdı ama ne yazık ki hükümetin,
en haklı eleştirileri bile yapıcı bir anlayışla değerlendirme alışkanlı­
ğı yoktu.
Raporda sendikaların örgütlenme ve grev hakkı, toplu pazarlık
haklarında önemli kısıtlamalar olduğu söyleniyordu. Türkiye'nin
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün standartlarını hala karşılayamadığı
belirtiliyordu. Raporda yasal kısıtlamalar yüzünden işgücünün büyük
bir bölümünün toplu sözleşmelerin korumasının dışında olduğu söy-
leniyordu. Avrupa Birliği'ne üye olmak isteyen bir ülke için bu eleş-
UKD IS
226 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

tiriler gerçekten çok ciddiydi. Avrupa Birliği'nden önce Türkiye'nin


kendisi bunları saptayıp, eksikleri gidermeliydi.
Bazı şaşırtıcı iddialara da yer veriliyordu: "Ders kitaplarında azın­
!ıklardan, güvenilmez, hain ve devlete zarar veren kişiler olarak bah-
sediliyor." Bu doğru olabilir miydi? Talim Terbiye Dairesi böyle kitap-
ları onaylamış olabilir miydi? Eğer doğruysa bunun derhal düzeltil-
mesi lazımdı.
"Yargı, Kürtçe konuşma hakkını teminat altına alamamıştır." Tür-
kiye'de anadili Kürtçe olan ve Türkçe bilmeyen insanlarımızın Kürtçe
konuşmasını engelleyen bir usul, uygulama varsa bu derhal sona er-
dirilmeliydi.
Raporda güvenlik güçlerinin zaman zaman orantısız güç kullan-
dığına yönelik eleştiriler de yapılmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki polisin
bazı olaylarda başvurduğu yöntemler AB'de de endişe yaratmaktadır.
Yerlerinden edilmiş kişilerin durumundan söz ediliyor ve bazı etken-
lerin bunların köylerine dönüşünü engellediği söyleniyordu. Bu et-
kenler nelerdir? Yıllardan beri hiçbir kusurları olmadığı halde evleri-
ne, köylerine dönme imkanından mahrum olan vatandaşlarımızın bu
sıkıntısı öyle anlaşılıyor ki AB'nin de dikkatini çekmişti.
Yurtdışındaki Süryani kökenli vatandaşlarımızdan çok azının ge-
ri dönebildiği söylenmekte, bunların boş kalan mülklerine el konul-
duğu ve geri dönenlerin de köy korucularının tacizine maruz kal-
dığı da iddia edilmekteydi. Bunlar çok ciddi iddialardı ve mutlaka
üzerine gidilmeliydi. Acaba Avrupa Birliği uzmanları ve yetkilileri
kendilerine ulaştırılan her iddiayı rapora koymuş olabilirler miydi?
Eğer öyleyse bu iddiaların gerçek olup olmadığı kısa sürede anlaşı­
labilir ve hükümet gerçekleri kamuoyuna açıklayabilir, AB'yi de bu
yanlı tutumu nedeniyle mahcup edebilirdi. Ama iddialar karşısın­
da sessiz kalınması dolaylı olarak da olsa bunların kabulü anlamı­
na geliyordu.
Bunlara karşılık, raporda, muhalefetin de benimsemediği, hat-
ta Lozan Antlaşması'yla çelişen pek çok iddia ve dayatma da vardı.
Örneğin, "Patriğe (siyasi güç verilmesi anlamına gelecek olan) ekü-
meniklik sıfatı hala verilmedi," ifadesi yer alıyordu. Kıbrıs konusun-
da da, azınlıklar hususunda da bazı haksız eleştiriler de raporda yer
AVRUPA BİRLlGİ 227

alıyordu. Mesele doğru, haklı, isabetli, eleştiriler ile diğerlerini birbi-


rinden ayırmaktı.
17 Ocak 2006 tarihinde bu vesileyle yapılan görüşmelerde özetle
şunları söyledim:

"Biraz önce sayın bakan çok iyimser bir hava içinde, işlerin so-
runsuz yürüdüğü izlenimini verecek tarzda bir konuşma yaptı.
Acaba Avrupalılar da bu kadar iyimser mi? Bakınız, 1 Ocak 2006 ta-
rihli ll1tematioıuıl Herald TribUlıe gazetesinde, Avrupa Birliği dönem
başkanlığını üstlenmiş bulunan Avusturya Başbakanı Schüssel'in
demeci var: 'Türkiye Avrupa Birliği'ne hiçbir zaman üye olmaya-
bilir,' diyor ve müzakerelerin ucunun açık olduğunu tekrarlıyor.
Avusturya başbakanı, 'Diğer aday ülkeler de hiçbir zaman üye olma-
yabilir,' diyor mu; hayır, demiyor tam tersini söylüyor: 'Hırvatistan
ve Makedonya üye olacaklardır,' diyor ama 'Türkiye'nin katılımı be-
lirsizdir,' diyor.
"Bakınız, Avusturya'da, iktidardaki Avusturya Halk Partisi üye-
si ve Graz Belediye Başkanı Siegfried Nagl 21 Temmuz 2005 tari-
hinde Avusturya televizyonu ORF'e demecinde aynen şöyle diyor:
'Türkleri oturma odamızda istemiyoruz. Biz Türkiye'yle evlenmek
istemiyoruz. Türkiye AB'ye girerse, herkese bu Avrupa'nın ortadan
kalkacağını garanti ederim. Graz şehri, Avrupa'nın batısını korumak
için Türklere karşı yüzyıllarca önce kale görevi görmüştür. Şimdi de
Türklere karşı aynı kale görevini göreceğiz.'
"Avusturya'da yapılan son kamuoyu yoklamasında, Türkiye'nin
üyeliğin i destekleyenler yüzde lO, Türkiye'nin üyeliğine karşı olanlar
yüzde 80, kararsızlar yüzde 10' dur."

Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye karşı tutumunda eleştirilecekçok şey


vardı ama Sezar'ın hakkını da Sezar'a vermek lazımdı. Avrupa Birliği
komisyonu pek çok alanda Türkiye'nin röntgenini çekmiş ve birçok
hastalığa, eksikliğe teşhis koymuştu. Daha sonraki yıllarda yayınlanan
raporlarda da büyük ölçüde benzeri ifadeler yer alıyordu. Iktidarın bu
eleştiriler karşısında gerekli düzeltmeleri yapması çoğu zaman müm-
kün olamıyordu. llgili devlet kuruluşlarının kadroları mı yetersizdi?
228 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

Çeşitli bakanlık ve kuruluşlar bu gözlem ve eleştirilere yeterince önem


mi vermiyorlardı? Iktidarın siyasi iradesinde mi eksiklik vardı? Belki
de bunların hepsi. Ama sonuç büyük ölçüde işte bu raporda yazıldı­
ğı gibiydi.
Tabii Avrupa'dan söz ederken Avrupa ülkelerindeki kamuoyu-
nun Türkiye'nin üyeliğine nasıl baktığını da hatırlamak lazımdı.
Eurobarometre'nin 2006 yılında yaptığı bir kamuoyu araştırması­
na göre, Türkiye üyeliğin bütün şartlarını yerine getirse bile Avrupa-
lıların % 49'u Türkiye'nin üyeliğine karşıydı. Destekleyenler % 39' da
kalıyordu. Bu rakamlar Avrupa'nın ortalamasını yansıtıyordu. Bazı
ülkelerdeki tablo çok daha kötüydü. Avusturyalıların % 80'i, AI-
manların ve Lüksemburgluların % 69'u, Kıbrıslı RumIarın % 68'i
ve Yunanlıların % 67'si Türkiye'nin üyeliğine karşıydı. (7H) Bu ülkele-
rin en üst düzeydeki siyaset adamları Türkiye'nin üyeliğine bu kadar
açıkça karşı çıktığına göre halkın eğiliminin de olumsuz yönde şekil­
lenmesinde şaşırtıcı bir şey yoktu.
Muhalefet bunları söylüyordu. Peki muhalefetin bu sözleri, eleşti­
rileri basında yeterince yer alıyor muydu? Ne yazık ki hayır. Herhalde
basının yazacak çok daha önemli konuları vardı. Üstelik hükümete
yönelik eleştirilere yer vermek her gazetecinin harcı değildi. Basının
büyük bölümü böyle önemli görüşmelerin yapıldığı meclis toplan-
tılarından söz ederken çoğu zaman ilgili bakanın ne dediğini yazı­
yor, muhalefetin görüşlerini görmezlikten geliyordu. Eğer o tarihte
bu konularda etkili bir kamuoyu oluşturulabilseydi, belki de hükü-
metin daha basiretli davranması sağlanabilir ve daha sonra yaşanan
üzüntü verici olayların bir bölümü yaşanmayabilirdi.
Siyasi alanda Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye bakış açısında önemli
bir değişim ortaya çıkmaya başlamıştı. Başlangıçta verilen sözler unu-
tuluyor, Türkiye'nin tam üyeliği konusunu buzdolabına kaldırma gi-
rişimleri göze çarpıyordu. Iktidarın iyimser söylemlerine rağmen iş­
ler kötüye gidiyordu ve muhalefet bu kötüye gidişe her vesileyle dik-
kat çekiyordu. Deniz Baykal 28 Mart 2006 tarihindeki grup toplantı­
sında bu hususlara değinerek şunları söyledi:

(78) Bogdani, a.g.e., s. 85.


AVRUPA BIRLlGI 229

"Değerli arkadaşlarım, artık,Avrupa Birliği ilişkisi giderek sıkın­


tılıbir noktaya geliyor. Bu, Cumhuriyet Halk Partisi bakımından hiç
şaşırtıcı değildir, bunu ta başından beri hep söylemişizdir. Geçen haf-
ta içinde bir Avrupa zirvesi toplandı. Türkiye'nin üyeliğine karşı olan
bazı ülkeler, bu toplantıyı bir gövde gösterisi haline dönüştürdüler ve
genişleme politikasına karşı çok açık, net öneriler geliştirdiler. Yani
genişlemenin artık sınınna geldik, daha kimseyi taşıyamayız, kimseyi
aldatmayalım, açıkça bunun adını koyalım, bunu ilan edelim tezleri
ortaya atılmaya başladı, genişleme konusu tamamen ikinci plana bı­
rakıldı ve bu işe karşı olan ülkeler, Avrupa Birliği'ne yön vermeye baş­
ladılar. Bu toplantıya ilk kez, genişlemeden sorumlu komisyon üye-
si OBi Rehn çağınlmadı. Fransa, çok açıktan, artık bu işi noktalaya-
lım demeye başladı. Avusturya, zaten Türkiye'nin üyeliğine hiç sıcak
bakmıyor, biliyorsunuz. Şimdi, Avusturya, müzakerelerin başlaması
için, bizim daha önce kararlaştırılmış olan yol haritamızda, Türkiye
ile Avrupa Birliği arasında kabul edilmiş olan yol haritasında, müza-
kere çerçeve belgesinde yer almayan bazı yeni siyasi koşulları müza-
kereye fiilen geçerken, şimdi talep etmeye çalışıyor. Yani seninle mü-
zakereye geçmenin önünde bir engel yok, bu bir teknik süreç. Ama
kusura bakma, şimdi, sen bazı yeni siyasi koşulları da kabul et de, öyle
seninle müzakere sürecine başlayalım. Bilim konusunda mesela, mü-
zakereye geçeceksin, ihtilaflı hiçbir şey yok; yeni, siyasi koşulları da
koyalım. Şimdi bu, Türkiye'ye geçmişte yapılmış olan haksızlıkların
bir yenisinin daha dayatılmakta olmasıdır. Bu konuda hükümetin se-
si soluğu çıkmıyor. Açıkça bir yandan müzakereleri, genişlemeyi so-
na erdirelim diyorlar, öbür taraftan müzakere için taviz ver diyorlar
ve biz de bunu değerlendirmeye açık duruyoruz. Bu anlayış, bu yak-
laşım, maalesef, hala devam ediyor."

Gerçekten Avrupa Birliği bir yandan Türkiye'nin tam üyeliği fik-


rini unutturmaya çalışırken bir yandan da tam üyelik verilmesi kesin-
leşmiş gibi Kıbrıs ve insan hakları konularında taviz üzerine taviz is-
tiyordu. Ünlü tabirle, maç başladıktan sonra oyunun kurallarını de-
ğiştirmeye çalışıyorlardı.
Öte yandan, gerçek sebebi ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin,
230 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Türkiye, insan haklarıyla ilgili eleştirileri göz ardı edemezdi. Çünkü


insan hakları alanında çağdaş ülkelerin düzeyine ulaşmak Türkiye'nin
temel hedefiydi. Tam üye olmak istediğimiz Avrupa Birliği'nin de-
ğerler sisteminin özünü insan hakları oluşturuyordu. Türkiye'nin bu
alandaki eksiklikleri sürekli olarak eleştiri konusu yapılıyordu. Bir
kısmı haksız veya abartmalı da olsa bu eleştirilerin büyük bölümün-
de haklılık payı vardı.
Ana muhalefet partisi sözcüleri, her vesileyle insan hakları konu-
sunu mecliste dile getiriyor ve hükümetin yanlış politika ve uygula-
malarını eleştiriyordu. 31 Mayıs 2006 tarihindeki oturumda Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 14. protokolünün onaylanması vesile-
siyle söz alarak görüşlerimi dile getirdim. (79)
2006 yılının Haziran ayında ilk başlık müzakereye açıldı. Ama da-
ha işin başında güçlükler ortaya çıkmaya başlamıştı. AB Türkiye'nin
tek taraflı bir taviz vererek limanlarını Kıbrıs Rum gemilerine, ha-
vaalanlarını da Rum uçaklarına açmasını, "Kıbrıs"la ilişkilerini nor-
malleştirmesini istiyordu. Kıbrıs dedikleri Kıbrıs Rum Kesimi'ydi ve
Türkiye'den, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin diğer AB ülkeleri gibi meşru
bir hükümet olarak tanıması bekleniyordu. Bu yapılmazsa bazı engel-
lemeler yürürlüğe girebilirdi. Kısa bir süre sonra bu tehditlerin ne an-
lama geldiği görüldü. 2006 yılının Aralık ayındaki AB zirvesinde 8 mü-
zakere başlığı, Türkiye Kıbrıs'la ilgili beklentileri yerine getirmediği
gerekçesiyle donduruldu. Bu durum, daha işin başında Türkiye'nin
üyelik süreci ile Kıbrıs meselesi arasında bağ kurulmasına Türkiye'nin
razı olmasından kaynaklanıyordu. 17 Aralık 2004 tarihinde Türkiye,
Beşir Atalay imzasıyla verdiği yazılı belgede bu bağı fiilen kabul etmiş­
ti.(RO) Başbakan Erdoğan daAB büyükelçileriyle birlikte katıldığı bir ça-
lışma yemeğinde Kıbrıs için Belçika modelini savunmuştu. (RI) Oysa bu
modelin Kıbrıs'a uygulanma şansı yoktu. Bu fikrin nereden kaynak-
landığı anlaşılamadı, zaten bir süre sonra da unutuldu. Ama yabancı­
ların kafasında, Türkiye'nin o zamana kadar ısrarla ve tutarlı biçimde

(79) Bkz. TBMM Tutanakları, 31 Mayıs 2006.


(80) Doğan, Yalçın, Hürriyet, 19 Aralık 2004.
(81) Ntvmsnbc, 5 Kasım 2002.
AVRUPA BIRllGI 231

izlediği Kıbrıs politikasının özünde bazı değişiklikler yapabileceği izle-


nimi de uyanmış oldu.
2007 yılının Şubat ayında AB'yle ilişkilerimizdeki son gelişmeler
meclisin gündemine geldi. 18 Şubat 2007 tarihli oturumda söz alarak
şunları söyledim:

"Özellikle, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türk diplomasi-


si, en zor şartlarda, en büyük devletlere karşı çok başarılı sınavlar ver-
miştir ve bu, Türkiye için gurur kaynağı olmuştur. Ne olmuştur da
son üç dört yıldan beri Türkiye, dış politika alanında üst üste darbe-
ler almakta, hak etmediği muamelelere maruz kalmakta, hatta maale-
sef, yenilgilere uğramaktadır?
"Değerli arkadaşlarım, size soruyorum: 2002 yılında, Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidar olduğunda Avrupa'da herhangi bir siyaset-
çi Türkiye'ye AB üyeliği yerine özel statü verilmesinden bahsediyor
muydu? Bugün bakıyoruz, birçok Avrupa lideri, başbakanlar, parti li-
derleri, Türkiye'ye özel statü verilmesinden bahsediyor.
"Nasıloldu bu? Bu şöyle oldu: 2004 yılının 6 Aralığında, meşhur
Avrupa Birliği'nin nerleme Raporu'nda, şimdiye kadar hiçbir aday
ülke için kullanılmayan ifadeler kullanıldı. Size 'ucu açık müzakere-
ler,' dediler, 'insan dolaşımına sürekli kısıtlama getireceğiz,' dediler,
'tarımda, sosyal politikalarda kısıtlama yapacağız,' dediler. O zaman
sayın başbakan çıktı, dedi ki: 'Bu çok olumlu ve dengeli bir rapordur.'
İşte bu nokta, bir kırılma noktasıdır.
"Peki, sayın Dışişleri bakanımızın bundan haberi yok muy-
du? Sayın başbakan Dışişleri bakanına sormadan mı bunu söyledi?
Sormadan söylediyse vahim. Sorarak söylediyse, Dışişleri bakanı da
bunu olumlu karşıladıysa daha da vahim. Bugün karşılaştığımız güç-
lükler, maalesef o devirdeki sıkıntıların ürünü.
"Kalkıyor, açıkça rapora yazıyor: 'Fırat ve Dicle nehirlerinin üze-
rindeki barajların ve sulama sistemlerinin yönetimi uluslararası bir
idareye verilebilir.' Niçin? Altında yazmış: 'Çünkü,' diyor, 'bunlar
İsrail'in stratejik çıkarlarını ilgilendirir.' Siz ne diyorsunuz böyle bir
rapora: 'Olumlu ve dengelidir.' Daha önce de söyledik, 17 Aralık zir-
vesinde bu olumsuz metinler çıktığı zaman, önce Ankara'da Sıhhiye
232 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Meydanı'nda bayram yaptınız, sayın Dışişleri bakanımız bu bayra-


ma katıldı,
oradan Balgat'a gitti Dışişleri Bakanlığına, orada, Avrupa
Birliği'ne bir nota yazdı. Nota 23 Aralık 2004 tarihlidir. Notada, böy-
le sürekli kısıtlamalar filan getirirseniz biz üye olamayız, diyor, şikayet
ediyor, düzeltin bunları, diyor. Bunlar düzeltilmiyor; bunların hiçbi-
rinde, bugüne kadar bir tek kelime düzeltilmiş değildir değerli arka-
daşlar. Ona rağmen, bu metinlere dayalı olarak 3 Ekim' de çıkan karar
için sayın Dışişleri bakanı çıkıyor, 'Tarihe karşı bir hediyedir,' diyor. Bu
kadar olur mu?"

İktidar bu eleştirilerimize cevap veremiyordu. Sonuç eğer başarı


idiyse niçin üç gün sonra kuvvetli bir nota yazıp oradaki ifadelere iti-
raz etmiş, onların düzeltilmesini istemiştiniz. Eğer sizi rahatsız eden
ifadelerin metinde yer aldığını gördüyseniz, niçin bayram yaparak hal-
ka yanlış izlenimler, yanlış umutlar vermiştiniz. Dış politikanın önem-
li kurallarından biri tutarlı olmaktı. Muhalefet bu çelişkileri dile getir-
diği zaman iktidarı destekleyen gazeteciler söyleyecek şey bulamıyor,
"Muhalefet ne de olsa muhalefetliğini gösterecek" gibi içi boş sözlerle
iktidara arka çıkmaya çalışıyorlardı. Türkiye, dış politika tarihinin en
önemli dönemeçlerinden birinde yalpalayarak ilerliyordu.
Kurtuluş Savaşı'nı izleyen yıllarda, Atatürk'ün gayretleriyle ger-
çekleştirilen Türk-Yunan dostluğu, 1955 yılında Kıbrıs'ta EOKA sal-
dırılarının başlamasından sonra büyük bir gerginliğe dönüşmüş, so-
runların çoğu çözülemez hale gelmişti. Türkler ve Yunanlıların bir
araya gelerek gerçek bir dialog başlatmalarının zamanı gelmişti. 1996
yılında o zamanki Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı George
Papandreu özel bir ziyaret için İstanbul'a gelmişti. Ben o sırada dışiş­
leri müsteşarlığı görevinde bulunuyordum. Kendisini özel bir akşam
yemeğine davet ettim. İkili meseleler hakkında genel bir görüş alışve­
rişinde bulunduk. Daha sonra beni Atina'ya davet etti. Orada düzen-
lenen bir konferansta ikirniz de ülkelerimizin görüşlerini açıkladık.
Daha sonra İsmail Cem'in Dışişleri bakanlığı döneminde Papandreu
da Dışişleri bakanlığına getirilmişti. İki bakan samimi bir diyalog
kurdular. Bütün mesele karşılıklı olarak görüşlerimizi açıklayabile­
ceğimiz bir ortam yaratmak ve bu görüşleri yayınlayarak herkesin
AVRUPA BIRLlel 233

bilgisine sunabilmekti. Benim ve bazı Yunanlı uzmanların görüşleri


Atina' daki Panteon Üniversitesi tarafından yayınlandı.(82)
Diyalog arayışları vardı, çözüm önerileri vardı ama sorunlar da
devam ediyordu. Uygulamada kabul edilemeyecek durumlar yaşanı­
yordu. Bu durumlardan biri Merkezi Finans ve İhale Birimiyle ilgili
kanun tasarısının görüşülmesinde dile getirildi.
Meclisin 26 Mayıs 2007 tarihindeki toplantısında yaptığım konuş­
mada düşüncelerimi dile getirdim.
Son yıllarda Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin Türkiye'yi Av-
rupa Birliği'nden dışlayıcı sözleri sık sık gündeme getirildi. Sarkozy
bu konuda özetle şunları söylemişti: "Türkiye'nin üyeliği karmaşık ve
hassas bir konudur. Kişisel olarak ben bu konuda dikkatli olunması,
hatta rezerv konulması gerektiğini düşünüyorum. Unutmayalım ki,
Türkiye topraklarının % 98'i Avrupa' da değiL, Asya' dadır. Halkımızın,
20 yıl içinde Avrupa'nın en büyük nüfusuna sahip olacak ve laik de
olsa, İslam kültürüne bağlı bir ülkenin Avrupa ülkesi olmasını anla-
yabileceğinden emin değilim ... Buna rağmen, Türkiye'nin umudunu
kırmamak, reddedilmiş bir ülke durumuna düşürmemek lazım. Bu
nedenle bu ülkeyle ekonomi ve savunma alanlarında imtiyazlı ant-
laşmalar yapabiliriz ... Avrupa projesi en küçük ortak payda üzerine
kurulamaz. Ortak değerler, coğrafi sınırlama ve ortak tarih olmadan
oluşturulamaz ... İsteseniz de istemeseniz de Avrupa, coğrafi olarak
İstanbul Boğazı'nda biter. Bu tanım Türkiye'yi dışarıda bırakır. Aynı
zamanda bir de ortak demokratik kriterler unsuru var. Türkiye, örne-
ğin İspanya ve İsveç kadar yerleşmiş demokratik alışkanlıklara sahip
bir ülke değildir. Üstelik Avrupa Birliği üyelerinin sayısı 2S'e ulaşmış­
tır. Avrupa'yı sınırsız olarak genişletmemeliyiz. Aksi halde bu sulan-
dırılmış bir Avrupa olur ve sonunda tamamen yok olur. .. İslam kül-
türüne sahip bu ülkeyi Avrupa Birliği'ne üye yaparsak ortak kimliği­
miz değişir ve Avrupa projesinin doğal yapısı bozulur."(83)

(82) Öymen, Onur, "Turkey-EU relations, problem s and Prospects, Turkey, on the
European Doorstep, Cener of Eastem Studies", Panteion University, Athens,
2012.
(83) Sarkozy, Nieolas, La Republique, les religions et l'esperanee, Entretiens avee
Thibaud Collin et Philippe Verdin, Les Ediitions du Cerf, Paris 2004, s. 150, 151.
234 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

Sarkozy bu sözleri, daha sonra kitap olarak yayınlanacak bir ne-


hir söyleşide söylüyordu. Henüz cumhurbaşkanı seçilmemişti ama
seçildikten sonra aynı görüşleri savunmaya devam etti. Sarkozy'nin
görüşlerinde pek çok bilgi ve değerlendirme eksikliği var. Bir ke-
re Türkiye topraklarının sadece % 98'inin Avrupa'da olduğu doğru
değiL. ıkincisi, bu gerekçeyi ileri sürüyorsanız topraklarının tamamı
coğrafi olarak Avrupa'da değil Asya kıtasında sayılan Kıbrıs'ın üye
yapılmasını nasıl izah edeceksiniz? Türkiye'yi ıspanya'yla kıyaslaya­
caksanız, öncelikle Türklerin 500 yıl önce Yahudileri ıspanya'daki
engizisyon zulmünden kurtararak Türkiye'ye getirdiğini, daha ya-
kın tarihlere, Avrupa ülkeleri totaliter rejimIerin pençesindeyken,
Fransa'daki Vichy hükümeti 76 bin Yahudi'yi Almanya'daki temer-
küz kamplarına gönderirken Fransa'da görevli Türk diplomatlarının
Yahudileri nasıl kurtardığını hatırlayacaksınız. Herhalde Türklere in-
sanlık dersi verecek ülkelerin başında Fransa gelmiyor. Ama gerek-
çesi ne kadar haksız da olsa Fransa, Sarkozy döneminde Türkiye'nin
üyeliğini yıllarca olumsuz yönde etkiledi ve beş müzakere başlığına,
sırf Türkiye'yi AB üyeliğine götürebileceği gerekçesiyle veto koydu.
Bazen teknik bir konunun müzakeresi böyle önemli siyasi meseleIe-
rin dile getirilmesine fırsat veriyordu. Şimdi bugünden geriye doğ­
ru baktığımızda o zamanki değerlendirmelerimizin ne kadar gerçek-
çi olduğu ortaya çıkıyor.
Ne yazık ki, o zaman da söylediğimiz gibi, Türkiye üyelik müzake-
releri sürecinde ikinci bir başlığı kapatamadı. 20 ı 2 yılının ortalarına
gelindiğinde müzakereye açabildiği başlık sayısı 13'te kaldı. ıki yıldan
beri tek bir yeni başlık açılamamıştı. Üyelik müzakereleri fiilen askıya
alınmış gibiydi. Oysa Müzakere Çerçeve Antlaşmasına göre, müzake-
relerin askıya alınabilmesi için üyelerin üçte ikisinin oyu gerekiyordu.
Bu koşula uyulmaya bile gerek duyulmadan müzakereler dondurul-
muştu. Fransa'da Sarkozy, 2012 Mayısı'ndaki cumhurbaşkanlığı se-
çimlerini kaybetmişti. Yerine sosyalist aday François Hollande seçil-
mişti. O Türkiye'yle ilişkilerin canlandırılacağından söz ediyordu, ba-
sında beyaz bir sayfa açılacağı söyleniyordu. Böyle bir niyet varsa bu-
nun ilk işareti Fransa'nın tek başına veto ettiği beş müzakere başlığı
üzerindeki engellemenin kaldırılması olacaktı. Bu kitap yayına veril-
AVRUPA BIRLıCı 235

diği sırada Fransa'nın bu yolda bir adım atacağının işareti henüz gö-
rünmüyordu.
Türkiye, AB üyelik müzakerelerinde karşılaşılan güçlüklere karşı
tepkiliydi. 2007 yılının Aralık ayında Cumhurbaşkanı Gül, kabul et-
tiği lsveçli parlamenter Lennmarker'e bu süreçten duyduğu hoşnut­
suzluğu açıkça ifade etti.(84)
Avrupa Birliği başlangıçta esas olarak bir ekonomik ve ticari bü-
tünleşme örgütü olarak düşünülmüşken zaman içinde dış politika ve
savunma boyutu da kazanmaya başladı. Bu NATO içinde ciddi tartış­
malara yol açtı. AB'nin bir ordusu olacaktı ama planlama, lojistik gi-
bi önemli alanlarda NATO'nun desteğine ihtiyacı vardı. Türkiye gibi
AB'ye henüz üye olmayan ülkelerin durumu ne olacaktı? Uzun müza-
kerelerden sonra 1999 yılında Vaşington'da yapılan NATO zirvesinde
bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye'nin konumundaki NATO ülkelerinin
Batı Avrupa Birliği (BAB) bünyesi içinde özel bir durumları vardı.
Fiilen tam üye gibiydiler. Her düzeydeki toplantılara diğer üyeler gi-
bi katılıyor, karar alma süreçlerinde de söz sahibi oluyorlardı. NATO
zirvesinde alınan karara göre, henüz AB'ye üye olmayan NATO üyele-
rinin AB'nin savunma boyutuyla ilişkileri BAB sisteminde öngörülen
yapı üzerine bina edilecekti. Yani fiilen tam üye gibi muamele göre-
ceklerdi. Önemli bir ihtilaf böylece çözülmüştü veya çözüldü zanne-
dilmişti. Daha sonraki gelişmeler durumun böyle olmadığını göster-
di. AB üyeleri türlü bahanelerle Vaşington mutabakatından geri adım
atmak istiyor, Türkiye de onlara direniyordu. Türk diplomatlar her
yönden gelen baskılara direndiler. O tarihlerde NATO'nun 19 üyesi
vardı. Bir toplantıda Amerikalı üye bana dönerek, "18 ülkenin mu-
tabakatını sağladık, siz de evet deyin de bu işi bitirelim," dedi. Yani
bizden, o zamana kadar haklı olarak savunduğumuz görüşlerden ge-
ri adım atmamızı istiyordu. Kendisine, "NATO'da 18,l'den büyük
değildir," dedim. Gerçekten NATO'daki oybirliği mekanizması, her
üyenin gerektiğinde karar alınmasını engelleme hakkına sahip olma-
sı anlamına geliyordu. Onlar geri adım attılar ve birçok noktada bi-
zim görüşlerimize yanaştılar. Gene de o tarihte tam mutabakat sağla-

(84) Dismorr, a.g.e., s. 68.


236 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

namamıştı. Ben NATO'daki görevimi tamamladığımda bu sorun de-


vam ediyordu.
2002 yılının sonlarında AKP'nin Türkiye'de iktidar olmasından
sonra bu sorunun çözüldüğü ilan edildi. Sorun mu çözülmüştü, yok-
sa Türkiye çözülerek geri adım mı atmıştı?
Türkiye'nin AB üyeliğinin Avrupa'ya neler kazandıracağı konu-
su görüşülürken ön plana çıkarılan konulardan biri de Türkiye'nin
Avrupa'nın güvenliğine katkısı oluyordu. Gerçekten NATO'nun
Amerika' dan sonra en büyük askeri gücüne sahip Türkiye, AB' nin yeni
oluşturmakta olduğu silahlı güce önemli katkı sağlayabilirdi. Ama her-
kesin böyle düşünmediği anlaşılıyor. Eğer öyle olsaydı AB Türkiye'nin
bu yeni oluşurnda rol alma talebini olumlu karşılar, Türkiye'yi Avrupa
Silahlanma Ajansı'ndan çıkarmazdı.
Eurobarometre'nin 2006 yılında yaptığı bir kamuoyu araştırması­
na göre, Avrupalıların % 33'ü, Türkiye'nin gerçekten Avrupa'nın sa-
vunmasına destek olacağını düşünüyordu, ama çoğunluğu oluşturan
% S l'i aksi görüşteydi. (85)
23 Aralık 2008 tarihinde Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nin büt-
çesi görüşülürken Türkiye-AB ilişkilerinin durumuna da değinildi.
Bu vesileyle yaptığım konuşmada şunları söyledim:

"Son zamanlarda, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde bir yavaşla­


ma, bir duraklama olduğu kanaati yaygındır, biz de aynı kanaati pay-
laşıyoruz. Ne yazık ki, hem Türkiye'den hem Avrupa'dan kaynakla-
nan bazı sıkıntılar olduğunu görüyoruz. Mesela, S Kasım tarihinde
Avrupa Birliği komisyonu tarafından yayınlanan llerierne Raporu'na
baktığımızda, on bir müzakere başlığının açılmamasının sebebi ola-
rak Türkiye'nin gerekli ön hazırlıkları yapmamış olması gösteriliyor.
Belli ki Türkiye'den kaynaklanan bir gecikme var. Üç yılolmuş mü-
zakerelere başlayalı, hala daha gerekli yasaları hazırlayamamışsınız.
Bunu bir eksiklik olarak görüyoruz.
"Değerli arkadaşlarım, Avrupa Birliği bizden ne istiyor? nerierne
Raporu'nu açtığınız zaman diyor ki: 'Milletvekili dokunulmazlığını

(85) Bogdani, a.g.e., s. 41.


AVRUPA BİRLİGI 237

kaldırın.' Hiçbir AB ülkesinde adi suçlar için milletvekilleri doku-


nulmazlık zırhıyla korunmaz. Ulusal Program'a bakıyorsunuz, bir
satır yok bunun kaldırılacağına dair. 'Yargı bağımsızlığını sağlamak
için Adalet bakanını ve müsteşarını Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu'ndan çıkarın.' Ulusal Program'da, bundan hiç bahis yok.
"nerleme Raporu'nda yedi paragraf Türkiye'deki yolsuzluklara
ayrılmış. Avrupa Konseyi'nin GRECO Raporu'na atıfta bulunuyor. O
raporda diyor ki: 'Türkiye, yolsuzluklarda Avrupa'nın en ileri nokta-
sına ulaşmış bir ülkedir.' 21 tavsiyede bulunuyor hükümete. En son
raporda görüyoruz ki bunların sadece 7'sini yapmış hükümet, onlar
da tali konularda.
"Fransa tek başına beş müzakere başlığını durdurdu, bloke etti.
Dün Fransız yetkililerle konuştuk, dedik ki: 'Şimdiye kadar herhan-
gi bir ülkenin müzakere sürecinde Fransa bir başlığı vet o etti mi? Bir
örnek verin.' Veremediler! Türkiye'yle beş başlığı veto ediyor. Niye?
Çünkü bu başlıklar Türkiye'yi tam üyeliğe götürürmüş! Hani amacı­
mız tam üyelikti? Hani bizim imzaladığımız anlaşmalarda tam üyelik
hedefi belirtiliyordu? Buna ne tepki gösteriyorsunuz? Buna da tep-
ki yok! Yani tepkisiz bir ülke haline geldik bu hükümet zamanında.
"Haksızlıklara direnme unsuru yok Ulusal Program'da. Ne var?
Başka şeyler var. Diyor ki: 'Din özgürlüğünün önündeki engeller kal-
dırılacaktır.' Türkiye'de, din özgürlüğünün önünde engeller mi var?
Bizim bundan haberimiz yok! Kürsü burada, sayın bakandan rica
ediyoruz, buyursun çıksın, Ulusal Program' da devlet görüşü olarak
yazılan Türkiye'de din özgürlüğünün önündeki engelleri şuradan bir
anlatsın, biz de öğrendim.
"Yurtdışında Türkiye'nin üyeliğini destekleyen çok önemli ku-
ruluşlar var. Bunlardan biri International Crisis Group. Bunların 15
Aralık tarihinde hazırladığı rapora bakınız, o raporda çok açık bir şe­
kilde, 'Ulusal Program, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde Avrupa'ya
kuşkulu bir bakış olduğunu yansıtıyor,' diyor. 'Erdoğan ve AKp'nin
AB'ye ilgisi azalmıştır,' diyor. 'Türkiye, Hırvatistan'ın AB müzakere-
lerini yürüttüğü kadronun tam yarısı kadar kadroyla çalışıyor,' diyor
ve aynı zamanda Türkiye'nin vaat ettiği 114 kanunun sadece 19'unun
yasalaştığını söylüyor. Gerçekten bu, dikkat çekici bir tablodur.
238 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

"İşin hazin tarafı şu: Bütün bu eleştirilere karşı hükümet savunma


yapacağına, eleştirilere cevap vereceğine kalkıp muhalefeti eleştiriyor,
'Muhalefet yüzünden bu işler gecikti,' diyor. Biz Avrupa Birliği yetki-
lileriyle görüşmek için Brüksel'e gittiğimizde yabancı gazeteciler bize
dediler ki: 'Sizin Dışişleri bakanınız, Avrupa Birliği'yle ilgili bütün so-
runlarından muhalefeti sorumlu tutuyor.'
"Ermenistan konusuyla ilgili de birkaç cümle söyleyeceğim: Sayın
cumhurbaşkanımız gitti Ermenistan'a, o ziyaretten bu yana ne so-
nuç aldık? Ermenilerin toprak işgalinin sona erdirilmesi konusunda
gelişme oldu mu? Olmadı. Soykınm konusunda? Olmadı. Ne oldu?
Bir tek gelişme oldu: Ermenistan cumhurbaşkanı, başbakanı, Yukarı
Karabağ'ın bağımsızlığını ilan edeceğini söylediler. Bizim tepkimiz
ne oldu? Sayın bakan diyor ki: 'Yeni Ermeni yönetimi çok olumlu
bir yaklaşım içerisinde, bundan çok memnunuz.' Ermenistan açık­
ça diyor ki: 'Soykınm mücadelemizi iki misline çıkaracağız ve Yukarı
Karabağ'ın bağımsızlığını ilan edeceğiz.'
"Şimdi sayın bakana soruyorum: Buna ne tepki gösterdiniz?
"Değerli arkadaşlarım, bir-iki kelimeyle şunu söyleyeyim: Tür-
kiye'nin bazı milli davaları vardır ve bundan da önemlisi milli hay-
siyeti vardır. Kalkıp da birileri tarihimizde atalarımızın suç işlediği­
ni, katliam yaptığını ilan ederse buna tepki göstermek hepimizin gö-
revidir. Sayın başbakan tepki gösteriyor, ana muhalefet tepki göste-
riyor, MHP tepki gösteriyor, sayın cumhurbaşkanı ne diyor? Sadece,
'İnsanların görüşlerini açıklama özgürlüğü vardır.' Eksik. Siz tarihi-
mize sahip çıkacaksınız, milletin onuruna sahip çıkacaksınız, ata-
larımızı suçlayan ifadelere tepki göstereceksiniz. Biz bunu bekliyo-
ruz ve böyle bir tepki gelmediği için Dışişleri Bakanlığı belki tarihin-
de ilk defa bocalıyor, iki gün arayla, birbiriyle çelişen açıklama ya-
pıyor. Bir gün cumhurbaşkanımızın söylediği doğrultuda açıklama,
iki gün sonra başbakanın söylediği açıklama. Sayın bakan ne diyor?
'Efendim, bu açıklama müzakerelerimizi zedelemiştir.' Müzakereleri
zedelemeyi bir tarafa bırakın, bu açıklamanın özüne taraftar mısınız
karşı mısınız? Siz bu ülkenin Dışişleri bakanısınız. Lütfen bir tavır ta-
kının. Bir tutum izleyin."
AVRUPA BIRLlGI 239

Bu sorulara ve eleştirilere iktidardan hiç cevap gelmiyordu.


Muhalefet haksız mıydı? Tepki gösteriyordunuz da muhalefetin ha-
beri mi olmuyordu? Bazı büyük devletler sizin tepki göstermenizi mi
engelliyordu? Size baskı mı yapıyorlardı? Bu soruların cevabını gele-
ceğin tarihçileri arayıp bulacaklar.
Zaman geçiyor ve AB konusu eskisi kadar sık olarak meclis gün-
demine gelmiyordu. Gelse de iktidar eskisi kadar iyimser yorumlar,
değerlendirmeler yapamıyordu. Bu ilişkilerde yaşanan sıkıntılar artık
saklanamayacak hale gelmişti. ışte bu ortamda 14 Mayıs 2009 tarihin-
de yapılan oturumda söz alarak şunları söyledim:

"Adalet ve Kalkınma Partisi grup başkan vekili, devlet adamları­


mızın yurtdışı ziyaretlerinde çok başarılı işler yapıldığından söz etti.
Özellikle Avrupa Parlamentosu'na yapılan ziyaretten bahsetti. Orada
nasıl Türkiye'ye 'Evet' pankartları kaldırıldığından bahsetti. O ba-
kımdan, bu gibi dış ziyaretlerin eleştirilmemesi gerektiğini söyledi.
Biz çağdaş bir dünyada yaşayan bir ülke olarak devlet adamlarımız
yabancı ülkeleri ziyaret ediyorlar diye üzülür müyüz? Memnun olu-
ruz. Yeter ki Türkiye'nin lehine sonuçlar alınsın.
"Evet, doğrudur, birkaç sene önce müzakereler başlayacağı sırada,
Avrupa Parlamentosu'nda çeşitli dillerde, Türkiye'nin üyeliğini des-
tekleyen pankartlar kaldırıldı. Hepimiz de çok sevindik, 'Demek ki
Avrupa'da artık Türkiye'ye sıcak bakan bir iklim oluştu,' dedik. Peki,
aynı Avrupa'da üç gün önce ne oldu? Fransa cumhurbaşkanı kalkı­
yor, diyor ki: 'Türkiye'yi hiçbir zaman Avrupa Birliği'ne aImayaca-
ğız.' Niçin? 'O bir Asya ülkesidir.' Almanya Başbakanı Merkel çıkıyor,
ne diyor: 'Efendim, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne üye yapamayız, olsa
olsa özel bir statü veririz.' Bizim devlet adamlarımız buna nasıl cevap
veriyor? Son derece kibar ve terbiyeli bir üslupla diyor ki: 'Efendim,
acaba bazı ülkelerde vizyon eksikliği mi var?' Yani bu kadar kibarlı­
ğa da doğrusu tahammül etmek biraz zor ama dedikleri budur. Sayın
başbakan çıkıyor, ne diyor: 'Efendim,' diyor, 'Avrupa Parlamentosu
için seçimler var, iç politika mülahazasıyla yapıyorlar.'
"Bize hakaret ediliyor, farkında mısınız? Türk milletine hakaret
ediliyor. Ne demek, 'Siz Avrupa ülkesi değilsiniz.' Biz elli yıldan beri
240 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLlTIKA

neredeyiz? Avrupa Konseyi üyesi değil miyiz biz? Yarım yüzyılı geçti,
altmış yıldan beri Avrupa Konseyi üyesiyiz. Niye o zaman demediniz
bize, 'Avrupalı değilsiniz, burada işiniz yok, gidin Asya'da bir konsey
kurun,' diye?
"Asyalı olmak ayıp değil ama Avrupalı olan bir ülkeye, 'Sen Av-
rupalı değilsin,' demek ayıp. Size soruyorum: Atatürk dönemin-
de bir yabancı devlet adamı Türkiye'ye bu dille hitap edebilir miy-
di? İsmet Paşa devrinde hitap edebilir miydi? Demirel devrinde hitap
edebilir miydi? Ecevit devrinde hitap edebilir miydi? Nereye gidiyo-
ruz? Ülkemize karşı bu kadar incitici sözler söylenecek ve biz diyece-
ğiz ki: 'Bu sadece bir vizyon eksikliğinden ibarettir.' Biraz hafif kaç-
mıyor mu tepkimiz?
"Bu anlattığım, işin birinci kısmı. İkinci kısmı, diyorsunuz ki:
'Avrupa'da bize itibar gösterdiler o tarihte.' Niçin? 'Çünkü bizi Avru-
palı ülke, Avrupa Birliği üyeliğine namzet bir ülke olarak kabul etti-
ler.' Değerli arkadaşlarım, bugün ne durumdayız biliyor musunuz?
Bırakınız Fransız, Alman devlet adamlarının sözünü, sayın başbakanı­
mızın çok övgüyle bahsettiğiniz Davos toplantısını düzenleyen Davos
uluslararası forum örgütü birkaç gün önce iki rapor yayınladı, bili-
yor musunuz siz onu? Bir tanesi yargı bağımsızlığıyla ilgili. 'Türkiye
dünya ülkeleri arasında yargı bağımsızlığında 64. sıradadır. 134 ülke
arasında 64. sıradadır,' diyor Davos. İki, basın özgürlüğünde, dikkat
edin Davos diyor ki: 'Basın özgürlüğünde Türkiye 134 ülke arasında
106. sıradadır.' Düşünebiliyor musunuz? Bütün bunları niçin söylü-
yorlar acaba? Freedom House, çok itibarlı Amerikan örgütü, diyor ki:
'Türkiye, dünya ülkeleri arasında basın özgürlüğünde 101. sıradadır.'
Türkiye'nin geldiği nokta burası. Bu Türkiye'yi biz Avrupa Birliği'ne
sokacağız değerli arkadaşlar!
"Herkesin kendine çekidüzen vermesi lazım. Hangi makarnda
olursa olsun, siyasi makarnda olanlar da efendim, yargı görevi üstle-
nenler de, savcılar da, hakimler de ...
"Şu içinde bulunduğumuz duruma bakınız değerli arkadaşla­
rım. Avrupa Birliği Parlamentosu'nun yayınladığı rapora bakınız.
Ergenekon davasıyla ilgili çok ciddi iddialar var, çok ciddi eleştiriler
var. 'Usul kurallarını ihlal ediyorsunuz,' diyorlar. 'Uluslararası alan-
AVRUPA BIRllGI 241

da Türkiye'yi de bağlayan usul kurallarını ihlal ediyorsunuz,' diyor-


lar."

Bu konuşmadan yaklaşık bir ay sonra, 2009 yılının Haziran ayının


başında Avrupa Birliği'ne üye ülkelerde Avrupa Parlamentosu üyelik-
leri için seçim yapıldı. Bazı ülkelerde adaylar ve siyasi partiler Türkiye
karşıtı söylemlerde birbirleriyle yarıştılar. Anlaşılan, Türkiye'nin üye-
liğine karşı olmak oy getiriyordu. Bu Avrupa'nın da Türkiye'nin de
geleceği açısından kaygı vericiydi. Peki, bunun sebebi neydi? Türkiye
yakınlaştıkça Avrupa niçin uzaklaşıyordu. Yoksa bazılarının tahmin
ettiği gibi bu meselenin dini ve kültürel yönü mü ağır basmaya, daha
etkili olmaya başlamıştı.
Bazı din adamlarının öteden beri Avrupa Birliği'nin Hıristiyanlık
değerleri üzerine kurulu olduğu görüşünü savundukları biliniyordu.
Örneğin eski Papa Jean Paul II. Avrupa'nın esas olarak Hıristiyanlığın
bir ürünü olduğuna inanıyordu ve Avrupa'nın yeni uygarlık kimliğini
de Hıristiyanlık üzerine bina etmesi gerektiğini savunuyordu. Onun
ölümünden sonra yerine geçen Papa XVI. Benedikt de farklı görüşte
değildi. Daha kardinal olduğu dönemde AB'nin bir Hıristiyan birliği
olduğunu savunmuştu. 2006 yılının Ocak ayında Hıristiyan partilerin
liderlerine yaptığı bir konuşmada AB'nin kalbinin Hıristiyanlık değer­
lerinden oluşmasını istemişti. Aynı yılın eylül ayında Regensburg'da
yaptığı konuşmada Islamiydi kılıç zoruyla yayılan bir din olarak ta-
nımaması dünyada tepkilere yol açmıştı.(86) Acaba Avrupalı siyasetçi-
lerin hiç değilse bir kısmı bu gibi düşüncelerin peşinden mi sürükleni-
yorlardı. Türkiye'ye karşı olumsuz yaklaşımı bilinen bazı muhafazakar
politikacılar böyle yaklaşımların etkisi altında mı kalıyorlardı?
Bu arada Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nin teşkilat yasası mec-
lise sunuldu. 24 Haziran 2009 tarihindeki oturumda söz alarak şun­
ları belirttim:

"Birkaç gün önce sayın cumhurbaşkanımız şöyle söyledi: "Tür-


kiye'de şeffaflık var, hiçbir şey gizli kalmaz." Uluslararası Şeffaflık

(86) Bogdani, a.g.e., s. 7-8.

UKD 16
242 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

Örgütü listesine bakıyoruz, 2008 yılında yayınlanan verilere göre


Türkiye, dünya ülkeleri arasında 58. sırada geliyor şeffaflıkta, yani 57
ülke Türkiye'den daha şeffaf. İşte, bunu düzelteceksiniz.
"Değerli arkadaşlarım, uluslararası verilere göre, istatistiklere gö-
re son altı yıl içinde, son yedi yıl içinde bütün bu konularda Türkiye
ileri gitmemiştir, geri gitmiştir. Yani biz, mevzuatı Avrupa Birliği'ne
yakınlaştıracağız derken ülkemizi Avrupa Birliği'nden uzaklaştırıyo­
ruz.İşte, yanlış olan budur. Değerli arkadaşlarım, eğer bir ülkede yar-
gı bağımsız değilse o ülkede demokrasiden bahsedilemez. Hiç kimse
kendini aldatmasın. Yargı bağımsızlığını mutlaka sağlayacağız. Bakın,
bu demin söylediğim listeye bakın, Türkiye'yi 64. sırada sayan liste-
ye bakın. Demokrat ülkeler, demokrasiyle yönetilen ülkeler arasın­
da yer almayan pek çok ülke yargı bağımsızlığında bizden ileridir.
Canım, iftira mı ediyorlar acaba, yargının bağımsız olmadığını ne-
reden çıkarıyorlar? Türkiye'de çok ünlü hukukçular, yüksek mahke-
meler hariç, yargının bağımsız olmadığını açıkça ve defalarca ilan et-
tiler. Ama bir şey daha var. Geçenlerde son derece önemli bir gelişme
oldu. Ergenekon davasında bir sanığı delil yetersizliği olduğu gerek-
çesiyle tahliye eden, tahliye kararı veren bir hakim birkaç gün önce
mahkemeden çekildi. Niye çekiliyor? Şunu söylüyor: 'Üzerimde ku-
rumsal baskı vardı, onun için çekildim.' Değerli arkadaşlar, son de-
rece vahimdir. Hangi kurum baskı yapıyor bu hakime? Herhalde Et
Balık Kurumu değiL. Hangi kurum baskı yapıyor bu hakime? Bunu
soruyoruz size.
"Sağlığıyla oynuyorsunuz insanların. Demokratik ülkelerde olu-
yor mu bu? Hangi demokratik ülkelerde oluyor bu gibi şeyler? Şimdi,
gayet tabii ki biz yargıya saygılıyız, yargı bağımsızlığına saygılıyız,
hakimlerin, savcıların bağımsız karar vermesini isteriz. Ama bundan
önemli bir şey var; yargıdan da, hukuktan da, demokrasiden de da-
ha önemli bir şey var, o da insan haysiyetine saygıdır, insan vicdanı­
nın ön planda tutulmasıdır. Eğer siz vicdanınızı kaybetmişseniz, vic-
dani değerlerden uzaklaşmışsanız demokrasinin de kıymeti yoktur,
hukuk devletinin de kıymeti yoktur. Önce insana değer vereceksiniz,
insan sağlığına değer vereceksiniz, devlete emanet edilmiş insanların
sağlığını bozmayacaksınız.
AVRUPA BIRllGI 243

"Değerli arkadaşlarım, hepimiz yaşadık, kısa bir süre önce çok de-
ğerli bir bilim adamımız, dünyaca ünlü bir bilim kadınım ız Türkan
Saylan kanser hastalığının en son aşamasında, evine yapılan baskın
sonucunda yedi saat evinde kalmak zorunda kaldı, tedavisi aksadı,
büyük bir şok geçirdi ve ondan kısa bir süre sonra da maalesef ve-
fat etti. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı. 36 bin genci-
mize burs vermiş, 36 bin genç kızımızı eğitmiş, böyle bir kuruluşun
başkanı. Bunun cenazesine, değerli arkadaşlarım, hükümetten bir tek
üye katılmadı, bir çelengi çok gördüler. Düşünebiliyor musunuz, in-
sanlık duygusunu kaybettik. Bu hükümet zamanında Türkiye sürat-
le Avrupa'dan uzaklaşıyor, çağdaş değerlerden uzaklaşıyor ve daha da
vahimi insani değerlerden uzaklaşıyor."

Türkiye' de hukuk, demokrasi, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı


gibi konular giderek ön plana çıkıyordu. Içeride iktidarı destekleyen
çevreler demokrasinin daha güçlendirildiğini, daha çağdaşlaştırıldığı­
nı ileri sürerken aydınlar, bilim adamları bu alanlarda Türkiye'nin ge-
ri gittiği görüşünü savunuyorlardı. Ana muhalefet de bu görüşteydi.
Bazı uluslararası kuruluş da demokrasi ve özgürlükler alanlarında ha-
zırladıkları ve dünya ülkelerini birbiriyle kıyaslayan araştırmaların­
da Türkiye'yi gittikçe daha geri sıralara yerleştirmeye başlamışlardı.
BaykaL, 6 Ekim 2009 günkü grup toplantısında bu konulara deği­
niyordu:

"Türkiye Avrupa Birliği'yle ilişkiler doğrultusunda önemli adım­


lar attı, anayasal düzenlemeler yaptı, yasal düzenlemeler yaptı. Şimdi
bana söyler misiniz, AKP iktidarının bu yedinci yılını tamamla-
dığımız şu noktada Türkiye demokrasi, insan hakları ve özgürlük-
ler bakımından yedi yıl öncesine göre daha ileri gitmiş midir, gitme-
miş midir? Yani AB'yle ilişki ne demektir? Insan hakları ve demokra-
si, hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü, ka-
dın hakları, kadın özgürlüğü konularında daha ileri gideceğiz diye
yola girdik değil mi? Yedi yıl sonra geldiğimiz noktada, bana söyler
misiniz bugün, Türkiye'de basın yedi yıl öncesine göre daha özgür
müdür? Bizzat başbakan medyaya ailesiyle mülkiyet tesis etmek üze-
244 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

re projeler uygulamış,
devlet tarafından finanse ettirmiş, televizyon
satın almış, gazete satın almış, işin içine bizzat kendisi girmiş, arka-
daşları girmiş, Almanya' da Deniz Feneri yolsuzluğuna adı karışmış
insanlara televizyonlar kurdurtmuş, gazeteler yaptırtmış. Artık sayısı
giderek azalmış üç beş kişinin yazıyor olmasından teselli bulma nok-
tasına geldik. Gazete manşetlerinde siyasetten kaçma korkusunun
herkese egemen olduğunu görüyoruz. Bu korkuyu da haksız sayma
imkiını var mı? Herkes, gazetecilik yapacak olan herkes kahraman
olmak zorunda mı? Her türlü tehlikeyi, tehdidi göze almak zorun-
da mı? Eğer öyle ise o ülkede basın özgürlüğü yok demektir. Basın
özgürlüğü en tehlikeli yöntemle bizzat gazeteyi çıkaranların yüreği­
ne korku salarak, beynine korku yerleştirerek denetlenir hale getiril-
miştir.
"2002 öncesi hükümetlere, Ecevit'e, Özal'a, Demirel'e özgürce her
şeyi yazıp söyleyen gazeteciler şimdi yazıp söyleyebiliyorlar mı? O ga-
zeteler var mı? Böyle bir tablo var mı? Bitmiş. Ne oldu? Hani Avrupa
Birliği, hani demokratikleşme? Peki, yargı daha bağımsız mı değerli
arkadaşlarım? Yani yargı daha bağımsız mı? AKP öncesi döneme göre
hakimler kendilerini daha güvende hissediyorlar mı? Yargı daha gü-
venle çalışabiliyor mu?
"Türkiye'de kadın erkek eşitliğinin 2002 öncesine göre daha gü-
venceli olduğunu söyleyebilir misiniz? Türkiye' de kılık kıyafet özgür-
lüğü, yaşam tarzı özgürlüğü daha öncesine göre daha güvence altına
alındı diyebilir miyiz?
"Uzunca bir süreden beri yabancı hükümetlerin finanse ettiği ve
çalışmalarını fiilen yönlendirdiği bazı yabancı sivil toplum örgütle-
ri Türkiye'ye yol haritaları düzenlemeye başlamışlardır. Neyi nasıl
yapacağımızı onlar bizden daha iyi biliyorlar. Bize her gün yeni ye-
ni telkinler ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Dedikleri özetle şu: PKK ile
mücadeleden vazgeçin. Teröristlerle bir masaya oturmazsanız onla-
rın temsilcileriyle oturun. Anayasanızdan Türk Milleti adını çıkarın.
Azınlık dillerini eğitim dili yapın. Teröristlere kademeli bir af çıkarın
vesaire. Bunlar bize, uluslararası kuruluşların ve bazı yabancı devlet-
lerin ve doğrudan methaldar olduğu, finanse ettiği çalışmalar sonu-
cunda ortaya konulan önerilerdir. Bu öneri geldi, biliyorsunuz, tartı-
AVRUPA BIRLlGI 245

şıldı. Başbakan ispatlayın, asarım keserim dedi. Her şeyortada, şim­


di hiç gıkını çıkaramıyor başbakan. Raporlar ortada, kimin yazdı­
ğı ortada, ne olduğu ortada. Bu rapor yayınlandı, arkadan Avrupa
Konseyi'nin Insan Hakları raportörünün raporu ile Avrupa Birliği ta-
rafından finanse edilen azınlıkları koruma gruplarının raporu geldi
Türkiye'ye. Tesadüf bu ya, iki ayrı rapor ama ikisi de hemen hemen
aynı çizgide. Ne mutlum Türküm diyene demeyeceksiniz, İstiklal
Marşı'nı olur olmaz söylemeyeceksiniz, okullarda milli ant okumaya-
caksınız, Lozan' daki azınlık tarifini genişleteceksiniz, Alevileri azınlık
yapacaksınız, Kürtleri azınlık yapacaksınız, Müslüman etnik grupları
ve bazı mezhepleri azınlık arasına sokacaksınız falan."

2009 yılının sonunda Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nin 2010


yılıbütçesi meclise geldi. 16 Aralık 2009 tarihindeki toplantıda söz
alarak AB'yle ilgili gelişmeler hakkında grubumuzun görüşlerini açık­
ladım.

"Evvelce üyeliğimizi destekleyen bazı Avrupalı yöneticiler, Fransız


devlet adamları, şimdi çıkıyorlar geri adım atıyorlar. Fransız Dışişleri
Bakanı Bernard Kouchner, 7 Nisan 2009 tarihinde yaptığı bir konuş­
mada 'Türkiye'nin daha az laik bir yöne doğru gitmesi beni endişe­
lendiriyor, onun için Türkiye'ye desteğimi geri çekiyorum,' diyor.
Fransa'nın Avrupa Bakanı Pierre Lellouche şimdiye kadar üyeliğimi­
zi destekliyordu, o da desteğini geri çekti. 'Türkiye ancak Avrupa'nın
yanında yer alabilir, içinde yer alamaz,' diyor.
"Değerli arkadaşlarım, kısa bir süre önce Lizbon Antlaşması yü-
rürlüğe girdi, Avrupa Birliği'ne bir başkan seçildi iki buçuk yıl­
lığına, Herman Van Rompuy, Belçika'nın eski başbakanı. Ne di-
yor Türkiye konusunda biliyor musunuz? Aynen şunu söylüyor:
'Türkiye Avrupa'nın parçası değildir ve hiçbir zaman da olmayacak-
tır. Hristiyanlığın da temellerini oluşturan Avrupa'da geçerli, evren-
sel değerler Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin kabulü durumun-
da gücünü kaybedecektir.'
246 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

"Geçenlerde yayınlanan Avrupa Birliği strateji belgesinde den ili-


yor ki: 'Hırvatistan, müzakereleri 2010 yılında bitirecek, muhtemelen
2012 yılında üye olacak.'
"Türkiye ne durumda? 35 müzakere başlığının sadece ll'ini mü-
zakereye açabildik, 1 tanesini de açıp kapayabildik. Bunun ötesin-
de, üyelik müzakerelerine başlayan bütün ülkelerin vatandaşlarına
Avrupa Birliği'ne vizesiz seyahat hakkı tanınmışken bu hak Türkiye'ye
tanınmadı. Strateji raporunu açıyorsunuz, Sırbistan, Karadağ,
Makedonya vatandaşları 20 LO yılından itibaren vizesiz girebilecekler
Avrupa Birliği ülkelerine, yılın ortasından itibaren Bosna-Hersek ve
Arnavutluk vatandaşları da girebilecekler. Türkiye? Türkiye'nin adın­
dan bile bahis yok."

20 II yılında milletvekili seçimleri yapılacaktı. iktidarın AB üyeli-


ği konusunu artık iyice arka plana bıraktığı görülüyordu. Başbakan
konuşmalarında AB'ye hemen hiç değinmiyordu. Muhalefet gene de
her fırsatta bu konuyu gündeme taşıyordu. Hükümetin meclise sun-
duğu bir yasa tasarısında AB üyeliğiyle bağlantılı olarak özgürlükle-
ri artırıcı bazı önlemlerin alınacağı söyleniyordu. Bu konunun görü-
şüldüğü 15 Şubat 2011 tarihli toplantıda söz alarak özetle şunları söy-
ledim:

"Sayın başbakan bile söylüyor, 'Türkiye'yi üye yapacak mısınız,


yapmayacak mısınız; artık, kararınızı verin,' diyor. Ne yazık ki şu an-
da Türkiye'nin üyeliği yakın bir ihtimalolarak gözükmüyor. Şimdi,
metne bakıyoruz. 7. maddenin başında o kadar özgürlükçü hüküm-
ler var ki. 'Savaş da olsa, terörist saldırı da olsa ifade hürriyeti, basın
hürriyeti kısıtlanamaz; haber alma hürriyeti, ifade hürriyeti kısıtlana­
maz,' diyor. Çok güzel. Altına bir madde koyuyor: 'Ama kamu düze-
ninin tehlikeye düşebileceği yolunda şüpheler olursa başbakan veya
tayin edeceği bakan yayın yasağı koyabilir,' diyor.
"Önce bir özgürlük vaat edeceksiniz, arkadan kısıtlama madde-
si getireceksiniz. Maalesef, son yıllarda, son aylarda, son günlerde ba-
sın üzerinde, yayın organları üzerinde büyük bir baskı olduğunu gö-
rüyoruz.
AVRUPA BIRLlGI 247

"Başka ülkelerde de benzeri durumlar oldu, yargı hataları oldu, bu


yargı hatalarına karşı çıkanlar oldu. Ünlü Dreyfus Davası'nı hatırlayı­
nız. Hükümetin, belli çevrelerin baskısı altında mahkeme Dreyfus'u
mahkum ediyor, ama orada cesaretli insanlar var. Emile Zola diye bir
insan çıkıyor ve yıllarca mücadele ediyor, sonunda bağımsız bir mah-
keme bunun hata olduğunu kabul ediyor, beraatına karar veriyor yıl­
larca hapis yatırdıktan sonra.
"Bugün Dreyfus'u mahkum eden hakimlerin ismini hatırlıyor
musunuz? Ama Dreyfus'un adı ve aynı zamanda Emile Zola'nın ismi
unutulmazlar arasındadır.
"Değerli arkadaşlarım, huzurunuzda ifade ediyorum, haksızlık­
lara karşı, baskılara karşı, özgürlükleri sınırlayacak girişimlere karşı
CHP'liler birer Emile Zola'dır.
"Değerli arkadaşlarım, sizi uyarmak istiyoruz: Tuttuğunuz yol
yanlıştır. Size muhalif olanları ülke düşmanı gibi görmekten vazge-
çiniz, demokrasiyi tahrip etme yoluna gitmeyiniz ve şunu unutmayı­
nız ki, karanlığın en yoğun olduğu an sabahın en yakın olduğu andır."

Bu kitap yayına hazırlanırken bu son konuşmanın üzerinden tam


bir yıl geçmişti. Avrupa Birliği'yle ilişkilerde yaşanan sorunlardan
hiçbirinde ilerleme kaydedilmemişti. Türkiye-AB ilişkileri fiilen askı­
ya alınmıştı. Evvelce Türkiye'nin AB üyeliğini güçlü biçimde destek-
leyen veya öyle görünen ABD artık bu konudaki ilgisini, hevesini kay-
betmiş görünüyordu. ABD Dışişleri Bakanı Bayan Clinton 13 Şubat
2012 tarihinde, Vaşington'da Dışişleri Bakanı Davutoğlu'yla yaptığı
ortak basın toplantısında, Ortadoğu'daki sorunların önceliği nede-
niyle Türkiye'nin AB üyeliği konusunun buzdolabına konulması ge-
rektiğini söylüyordu. Bayan Clinton ülkesinin Türkiye'nin AB üyeli-
ği desteklediğini tekrarlamakla birlikte, akıllarda kalan, hiç değilse bir
süre için bu üyeliğin buzdolabına konulması önerisi oldu.
Türk hükümetlerinin neredeyse 50 yıldır milli bir hedef olarak be-
lirledikleri Avrupa Birliği'ne üyelik amacından vaz mı geçiliyordu?
Öyle anlaşılıyor ki, AKP iktidarı da bu konudaki hevesini büyük öl-
çüde kaybetmişti. Göstermelik bazı temasların ve konuşmaların dı­
şında AB konusu geri planda bırakılmıştı.
Ermeni Sorunu ve Ermenistan'la
İlişkiler

2002 yılının sonundan itibaren Türk dış politikasının öncelik-


leri Irak'a Amerikan müdahalesine karşı izlenecek tutum, Kıbrıs
sorunu ve Kofi Annan Planı gibi konular olmuştu. Bir süre son-
ra Ermenistan'la ilişkiler gündemin ön sıralarına çıktı. Ne olmuştu
da Ermenistan konusu önem kazanmıştı? Sonradan anlaşıldı ki, da-
ha sonra Kürt konusunda da bir rapor hazırlayıp öneriler sunacak
olan Amerika' daki Atlantic Council'ın uzmanlarından David Phillips
Türkiye ile Ermenistan arasında bir "Yakınlaşma Komitesi" (TARC)
kurmuş, iki ülkeden çağırdığı bazı uzman ve düşünürlerle toplantılar
düzenlemiş ve "çözüm için" bir zemin oluşturmaya çalışmıştı. 2001
yılında ABD Dışişleri Bakanlığı'nın girişimiyle oluşturulan bu komis-
yon, çalışmalarına 2004 yılının Nisan ayında son verdi. Amaç Türkiye
ve Ermenistan'daki sivil toplum kuruluşlarının önde gelen isimleri-
ni bir araya getirerek uzlaşma olanaklarını araştırmaktı. Bu komisyo-
nun araştırma konularından biri Osmanlı Imparatorluğu zamanın­
da Türkler Ermenilere soykınm uyguladı mı sorusuna cevap aramak-
tl. TARC bu sorunun cevabını bulma işini International Center for
Transitional Justice isimli kuruluşa havale etti. Bu kuruluş da "Evet,
Türkler soykınm yapmıştır" sonucuna vardı. Iki tarafı yakınlaştır­
ma amacıyla yola çıktığını söyleyen bir kuruluşun uluslararası huku-
ka aykın böyle bir görüşün ortaya çıkmasına yol açacak yönde ça-
lışması, komisyonun Türk üyelerinden bazılarının istifasına yol açtı.
Bunlar arasında Gündüz Aktan, Şadi Ergüvenç, Özdem Sanberk de
bulunuyordu. Diğer Türk ve Ermeni üyeler çalışmalara devam ettiler.
Komisyon, çalışmalarının sonuç raporunu kamuoyuna açıklamaya-
ERMENI SORUNU VE ERMENISTAN'LA ıLışKİLER 24 t )

cağını bildirdi. Ancak American University'nin internet sayfasında ra-


porun tamamı yayınlandı. Üniversitenin açıklamasında bu çalışmala­
rın finansmanının Üniversitenin Center for Global Peace bölümü ta-
rafından sağlandığı açıklandı. Bu bölümün ABD hükümetinden ma-
li destek aldığı yolundaki bilgiler ilgili internet sitelerinde yer alıyor.
Üniversitenin sitesinde yer alan açıklamada, Türk ve Ermeni hü-
kümederine şu önerilerde bulunulduğu belirtiliyor:
• Resmi temaslar artırılmalıdır.
• Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın 2004 yılında açılacağı
açıklanmalı ve uygulanmalıdır.
• ıki hükümet eğitim, bilim, kültür ve turizm uygulamalarında
sivil toplum örgütlerinin programlarını resmen desteklemeli-
dir.
• Doğal afetlerde işbirliği yapılmasını öngören bir mekanizmayla
sağlık alanında işbirliği çalışması yürütülmelidir.
• Dini konularda karşılıklı anlayış geliştirilmelidir.
• Geçmişte yaşanan güçlükler konusunda Türk ve Ermeni hükü-
metleri, halklarına daha fazla itimat verecek şekilde çalışmalı­
dırlar.

Türkiye ile Ermenistan arasında Cenevre'de imzalanan protokol-


leri okuyanlar, başta sınırların açılması olmak üzere TARC'nin öneri-
lerinin esas itibariyle iki hükümet tarafından da benimsendiğini gö-
receklerdir.
Aslında, Ermeni sorunundan söz edenler bu sorunun köklerine
pek az değiniyorlardı. Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni meselesi bü-
yük ölçüde propaganda malzemesi yapılmıştı. O nedenle tarafsız de-
ğerlendirme yapanlara pek az rastlanıyordu. Oysa Ermeni eylemci-
ler, daha 1915 yılından önce yaptıkları bombalı saldırılarla amaçla-
rını belli etmeye başlamışlardı. Bu eylemlerin ve propagandaların da
etkisiyle dünya kamuoyu çok uzun yıllardan beri Türkler hakkında
olumsuz izlenimlere sahip olmuştu. Yunan ayaklanmasından itiba-
ren Türkler Amerikan ve Avrupa kamuoyuna hep kötü kişiler ola-
rak tanıtılmıştı. Başkalarının Türklere yaptıkları saldırılar ve zulüm
hep görmezlikten geliniyor, Türklerin karşı saldırıları ise aşırı derece-
250 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLİTIKA

de büyütölerek anlatılıyordu. O nedenle o devirde Türklerin herhan-


gi bir nedenle haklı görülmesi mümkün değildi.
1890'lı yıllardan itibaren Ermeniler Osmanlı Imparatorluğu'na
karşı yer yer silahlı ayaklanmalar başlattılar. Askerleri, polisleri ve
devlet memurlarını öldürdüler. Iki Ermeni ihtilalci partisi, Hınçaklar
ve Taşnaklar bu saldırıları düzenliyorlardı. 1887 yılında Cenevre'de
kurulan Hınçak partisi, Ermeni çetelerinin Sason ve Zeytun saldırıla­
rının tertipleyicisiydi. Taşnak Partisi ise 1890 yılında Rusya'nın Kaf-
kasya bölgesinde kurulmuştu. Onlar da 1896 yılında Van 'daki ayak-
lanmanın tertipleyicisiydi.
1894 yılında Bitlis'in Sason ilçesinde devlete vergi ödememe ba-
hanesiyle gerçekleştirilen Ermeni ayaklanması 12 gün sürdü ve so-
nunda Erzincan'dan gönderilen Hamidiye alayları tarafından bastı­
rıldı. Amerikan resmi makamları Sason' da 6- LO bin Ermeni'nin öldü-
rüldüğünü bildirdi. Amerikan basını ise bu sayıyı 25 bin olarak ver-
di. Öldürülen Türklerden bahis yoktu. O sıralarda Türkiye'de açtık­
ları 400 okulda 25 bin öğrenciyi eğiten Amerikan kurumları açıkça
Ermenileri destekleyen bir tutum içine girmişti.(R7)
1895 yılının 20 Ekim günü Maraş'ın Zeytun ilçesinde başlatılan
ayaklanmada bazı görevli jandarmalar canlı canlı yakıldı. 650 kişilik
bir garnizon Ermeni çetecilerce teslim alındı. Bunlardan 57 asker ha-
riç gerisi öldürüldü. İsyancılar civardaki Türk köylerine de saldıra­
rak çok sayıda masum insanı katlettiler. Yabancı diplomatik temsil-
ciler derhal araya girip oradaki ermeni isyancıların bağışlanmasını
istediler. Sonunda isyan 24 Aralıkta bastırıldı. İsyancıların bir bölü-
mü Güney illerine kaçtı. Liderleri Aghassi Avrupalıların girişimi üze-
rine affedildi. Aghassi, daha sonra yazdığı kitapta Zeytun' da 20 bin
Müslümanın öldürüldüğünü, Ermenilerin ise sadece 125 kayıp ver-
diklerini söylüyor. (8R)
26 Ağustos 1896 tarihinde Ermeni çeteciler İstanbul'da Osmanlı
Bankası'na silahlı ve bombalı bir saldırı düzenledi. Bankanın bazı ça-

(87) McCarthy, Justin, The Tıtrk in America, The University of Utah Press, Utah
2010, s. llL.
(88) McCarthy, a.g.e., s. 106-110.
ERMENI SORUNU VE ERMENISTAN'LA ILIşKILER 251

lışanları öldürüldü. Batılı ülkeler gene araya girip Ermeni çetecileri


kurtardılar ve onların bir yatla İstanbul' dan uzaklaştırılmasını sağ­
ladılar.
1896 yılının Eylül ayında İstanbul'da birkaç bin Ermeni, Patrik-
hane'den hükümet binalarının olduğu Babıali'ye yürüdü. Bunların
öncülüğünü Hınçak örgütü yapıyordu. Ermeni yanlısı olarak bilinen
İngiliz Büyükelçisi Philip Curie bile bu olayı, "Ermeni Hınçak örgü-
tünün kargaşa yaratıp kan dökerek Avrupa ülkelerinin Ermenilere
desteğini sağlamak için düzenlediğini" hükümetine bildirdi. Bu olay-
da 15 polis ile 62 Ermeni çeteci öldürüldü.(89)
Aynı yıl Ermeni çeteciler Van'da bir saldırı düzenlediler, civardaki
Türk köylerini basarak çok sayıda Müslümanı öldürdüler.
1905 yılında Abdülhamit' e bir suikast girişiminde bulunuldu.
Ermeni teröristıerin yerleştirdiği bomba patlamayınca padişah bu
saldırıdan kurutuldu. Peki bombayı yerleştiren Ermeni teröristlere ne
oldu? Hiçbir şeyolmadı. Gene çeşitli etkilerle padişahın affından ya-
rarlandılar. (90)

O dönem ve 1915 yılındaki olaylar hakkında özellikle İngiliz


Propaganda Bakanlığı Wellington House tarafından yapılan yayınlar
hep Ermenileri masum gösteren ve Türkleri suçlayan iddialarla do-
lu. Türk Tarih Kurumu verilerine göre o yıllarda Ermeniler tarafın­
dan öldürülen Türklerin sayısı 518 bin kişidir. Ama o zamanki Batılı
kaynaklarda bu verilerin izini bulmak hemen hemen mümkün değiL.
Çok sayıda Ermeni'nin çatışma bölgelerinden uzaklaştırıldığı güney
illerine gönderilmesi sırasında çatışmalar, açlık, hastalık nedeniyle
pek çoğunun hayatını kaybettiği biliniyor. Ama şu da biliniyor ki, sa-
vaş yıllarında bütün Türkiye' de büyük bir açlık ve kıtlık yaşanıyordu.
23 Mart 1916'da İstanbul'daki Amerikan Maslahatgüzarı Dışişleri
bakanına Kızılhaç örgütü adına çektiği telgrafta şöyle diyordu: "Başta
İstanbul ve civarı olmak üzere, Marmara denizi kıyı bölgelerinde,
Edirne'de, Bursa'da ve İzmir'de büyük ıstıraplar yaşanıyor. Bu böl-
gelerde, Ermeni göçmenlerin dışında soo bin kişi ekmek bulamıyor,

(B9) McCarthy, a.g.e., s. ıoB.


(90) Mango, a.g.e., s. 12-13.
252 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTIKA

yüzlerce insan açlıktan ölüyor. Ufukta hiçbir yardım görünmüyor.


Tifüs yayılıyor ve ölümlere yol açıyor. (91)
Andrew Mango, Justin McCarthy, Guenter Lewy gibi çağdaş ya-
zarlar o dönemde yaşananları bilimsel araştırmalara dayanarak ob-
jektif biçimde yansıtmaya çalışıyorlar. Kamuran Gürün, Bilal Şimşir
gibi diplomat yazarlarımız da bilimsel kaynaklara dayanarak gerçek-
leri ortaya koymaya çalışıyorlar. Peki, o devirde de Ermeni propa-
gandalarının etkisinde kalmayarak gerçekleri dürüstçe yazan olma-
mış mıydı? Sayıları az da olsa olmuştu. Bunlardan biri Fransız yazar
Pierre Loti'ydi. Bu yazar 1918 yılında yayınladığı 40 sayfalık bir kitap-
ta Türklere yönelik haksız suçlamaları açık yüreklilikler dile getiriyor.
O zamanki olaylarda Ermenilerin taşıdığı sorumluluğu anlatıyordu.
Yaşanan insanlık dramıarını saklamıyor ama Türk karşıtı propagan-
daların etkisinde kalmadan gerçekleri açık bir dille yazıyor. Bu kita-
bın 27. sayfasında, Türkiye'ye gelen Fransızların büyük çoğunluğu­
nun Türklere büyük sempati duyduklarını ama bunların pek küçük
bir bölümünün Ermeniler için aynı duyguları beslediklerini yazdığı
satırlardan hemen sonraki sayfa sansürlenmiş. 27. sayfanın ortasında
"sansürlenmiştir" yazısı var.(92) Demek ki, 1918 yılında Fransa'da ki-
taplar sansürlenebiliyor, yazarların düşüncelerinin okunması yasak-
lanabiliyormuş. Sadece 100 nüsha basılan bu kitabın hemen bütün
nüshalarının Ermeniler tarafından satın alınıp okunmasının engel-
lendiği söylenir. Ama gene de geride kalan birkaç nüshadan Pierre
Loti'nin Türklere duyduğu olumlu ve insancıl düşünceleri okumak
mümkün. İşte şimdi ismi Eyüp'teki bir kahveden kaldırılmak istenen
Pierre Loti budur.

9 Mart 2005 tarihinde başbakan ile ana muhalefet lideri Deniz


Baykal arasında Ermeni konusunda bir görüşme yapıldı. Şükrü
Elekdağ'la benim de hazır bulunduğumuz görüşmelerde ortak dü-
şünceler ortaya çıktı.

(91) Lewy, Guenter, The Amıeııiau Massacres iu Ottomau Turkey, The University of
Utah Press, Utah 2005.
(92) Loti, Pierre, Les Massacres d'Arıııeııie, Calman- Levy, editeurs, Paris, ı 9 ı 8.
ERMENİ SORUNU VE ERMENİsTAN'LA İLİŞKİLER 253

Bütün bu süreç içinde mecliste neler görüşüldü? Önce 8 Mart


2005 günü parti grubunda bir konuşma yapan Baykal bu konuya de-
ğinerek özetle şunları söyledi:

"Geride bıraktığımız günlerde Türkiye, bu Ermeni sorunuy-


la ilgili bir temel tartışma yapmak durumunda oldu. Bildiğiniz gibi,
Cumhuriyet Halk Partisi olarak, bu konuda önemli bir girişim yaptık.
Hükümeti, bu konuda ortak bir davranış ın içine çağırdık. Yararlı bir
görüşme oldu. Sayın başbakan ve sayın dışişleri bakanı, bu konuda
tam bir mutabakat içinde olduklarını ifade ettiler. Bir an önce Türkiye
olarak, partimizin önerisi doğrultusunda, bir adımı hep birlikte at-
malıyız diye düşünüyoruz. Bildiğiniz gibi biz, iki temel iddia ortaya
atmıştık. Bu iddialardan biri, Türkiye'de Ermeni soykırımı yapıldı­
ğına yönelik iddiaların temel dayanağı olarak gösterilen İngiltere' de
yayınlanmış "Mavi Kitap"ın, bir propaganda belgesi olduğunun ka-
bul edilmesini istemiştik. Türk tarihini çok ciddi şekilde araştırmış
olan İngiliz Araştırmacı Andrew Mango çok açık bir şekilde bu kita-
bın bir propaganda belgesi olduğunu ifade etmiştir. Tarafsız yaban-
cı gözlemciler bunu söylerken, bazı yerli aydınlarımızın, bu "Mavi
Kitap"a böyle saldırmayın, mahcup olursunuz, o çok sağlam akade-
mik bir çalışmadır, dediklerini de ibretle izliyoruz.
"Üstünde durduğumuz bir nokta da, bu konuda arşivlerimizin
ve diğer ülke arşivlerinin birlikte açılması ve değerlendirilmesiydi.
Ermenistan dışişleri bakanının yaptığı açıklama gösteriyor ki, bu ar-
şiv çalışmasını Ermeniler kabul etme anlayışı içinde değildirler.
"Bu konuda almış olduğumuz inisiyatifi memnuniyetle görüyo-
rum. Buna aklı yatmayanları da, bu konuda tereddüdü olanları da
yavaş yavaş etkilemeye başlamıştır. Herkes, söylediği sözün sorum-
luluğunu üstlenmeye başlamıştır, başlamalıdır. Uluorta öyle kolayca
önüne gelene soykırımı yapıyor diye bir iddia ifade etmenin ağır bir
vebali olduğu, sorumluluğu olduğu daha iyi anlaşılmaya başlamıştır.
O bakımdan çok yerinde bir girişim yapmış olduğumuzu düşünü­
yorum. Bunu takip ediyoruz ve hükümetin bu hafta, bu konuda bir
netleşme içine girmesini, AKP grubunun da, Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nde bu girişimi bir an önce somutlaştırmasını bekliyoruz."
254 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLİTıKA

13 Nisan 2005 tarihinde meclise verilen bir genel görüşme önerge-


si vesilesiyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal İngiliz
Avam Kamarası'na ve Lordlar Kamarası'na gönderilecek bir mektu-
bun metnini birlikte imzaladılar. Mecliste örneği pek görülmeyen bu
imza sırasında iktidar ve muhalefet milletvekilleri, iki lideri ayakta al-
kışladılar. Ne yazık ki, bu bahar havası diğer konulara sirayet etme-
di ve kısa ömürlü oldu. İşte o oturumda söz alarak özetle şunları söy-
ledim:

"Bakınız, İngiliz Devlet Bakanı Baroness Ramsey of Cartvale ne


diyor: 'Osmanlı idaresinin Ermenilerin yok edilmesi kararını kanıt­
layacak bir belgenin yokluğu nedeniyle, İngiliz hükümetleri, 1915
ve 1916'daki olayları soykınm olarak tanımamaktadır.' Açıkça bunu
Avam Kamarası'nda söylüyor, 'Biz, bu olayları soykınm olarak tanı­
mıyoruz,' diyor. Yine, devam ediyor ve diyor ki: 'Bizce, seksen yıl ön-
ce cereyan etmiş olayların bugünkü hükümetler tarafından değerlen­
dirilmesi uygun değildir zira, bu olaylar hukuki ve tarihi tartışmalar­
dır.'
"İngiliz bir başka bakan, Çevre Bakanı Beverley Hughes 24 Ocak
2001 tarihinde bir beyanat veriyor ve şunu söylüyor: 'Bir süre önce
İngiltere hükümeti, Ermeni konusunda sunulmuş olan delilleri göz-
den geçirdi. 1915 ve 1916'da meydana gelmiş olan olayların belgeleri-
ni inceledi ve bu olayların Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış
olan soykınm tanımlamasına uymadığına karar verdi. Bunlar, İngiliz
hükümetinin tutumudur ve değişmeyecektir.'
"Değerli arkadaşlar, bir meseleye daha değinmek zorundayız, o
da şudur: İstanbul işgal altındayken, İngilizlerin baskısıyla bir mah-
keme kuruluyor. Nemrut Mustafa Divanı adıyla anılan bu mahke-
me, İngilizlerin verdiği listelere dayanarak, bazı vatandaşlarımızı,
devlet görevlilerimizi yargılıyor, bir kısmını idama mahkum ediyor,
bir kısmına da ağır cezalar veriyor. Bunların içinde çok değerli dev-
let görevlileri vardır: Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey gibi, Urfa
Mutasarrıfı Nusret Bey gibi. Bu değerli insanlarımızı, bu mahkeme,
idama mahkum ediyor ve idam ediyor. Ondan sonra devlet yapılan
ERMENI SORUNU VE ERMENIsTAN'LA ILIŞKILER 255

vahim hatayı kabul ediyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra, bunların


çocuklarını devlet okutuyor.
"Şimdi, değerli arkadaşlarım, bir görevimiz daha var; işte, bu gibi
dış baskılarla, adalete politika karıştırılarak mahkum edilen insanla-
rımızın itibarını iade etmek.
"Atatürk ne diyor bu konuda: Bakınız, Atatürk, 1 Mart 1920 ta-
rihinde, İstanbul'da bulunan İtilaf devletleri temsilcilerine ve Ame-
rika'nın yüksek komiseri Amiral Bristol'e gönderdiği mektupta ne di-
yor; sadece kısa bir paragrafını okuyorum: 'Bu uydurma Ermeni kı­
nmı meselesi ve tüm dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs
ürünü propagandaların niteliği hakkında uygarlık ve insanlık dün-
yasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle, haksızlığa uğramış
olan Türk ulusunun iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması
için İtilaf devletleri ile Amerikan hükümetinin adalet severlik duygu-
larına müracaat ediyoruz.'
"İşte, Atatürk bunu söylüyor, değerli arkadaşlar. O bakımdan, biz
de Atatürk'ün bu mirasına sahip çıkarak, bu haksız ve asılsız iddialar-
la sonuna kadar mücadele edeceğiz.
"Yabancı ülkelerle ilgili de benzeri iddialar var. Fransa'nın, biliyor-
sunuz, sömürgelerinde soykırım uyguladığı, katliamlar yaptığı iddi-
aları çok yaygın. Cezayir'de 1 milyon insan ölmüş, bunlar eceliyle öl-
medi; Çin Hindi'nde 400 bin insan öldü; Madagaskar'da 90 bin in-
san öldü. Bu iddialar karşısında Fransa ne diyor; eski Başbakan Lionel
Jospin, 26 Kasım 2000 tarihinde verdiği bir demeçte şunu söylüyor:
'Cezayir'de Fransa işkence yapmadı. Fransız ordusunda da böyle bir
emir verilmedi. Bazı yüksek rütbeli subaylar böyle zulümler yaptılar­
sa bile Fransa bu olaylardan sorumlu değildir. Bu konuyu tarihçilere
bırakalım.' GüzeL .. Siz, sizinle ilgili iddiaları tarihçilere bırakacaksı­
nız ama bizimle ilgili iddialar gündeme gelince, hemen meclisinize gi-
deceksiniz ve 'Türkler soykınm yaptı,' diye karar alacaksınız. İşte biz
bunu reddediyoruz, biz bunu kabul etmiyoruz.
"Geçenlerde Fransız Meclis Başkanı Debre geldi. Bize, 'Birleşmiş
Milletler veya UNESCO himayesinde bir komisyon kurulsun.
Tarihçiler otursunlar, araştırsınlar soykınm iddiasını,' diyor. Ken-
disine, 'Yani, siz demek istiyorsunuz ki, bu meselenin araştırılması-
256 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

nı istiyoruz. Bilim adamları bize, soykırım oldu mu olmadı mı, bu-


nu söylesinler. Bunu mu istiyorsunuz?' dedim. 'Evet, bunu demek is-
tiyorum,' dedi. 'Peki o zaman, bunu bilmeden, öğrenmeden bu soy-
kırım kararını niçin aldınız parlamentonuzda?' dedim, hiçbir cevap
veremedi.
"Size şunu soruyorum: Sözü edilen olaylar 1915'te olmuş, ASA-
LA teröristleri diplomatlarımızı öldürmeye 1975 yılında başlıyor­
lar. Acaba neden? Acaba, bu saldırıların, Türkiye'nin Kıbrıs Ha-
rekatı'ndan sonra başlaması bir tesadüf müdür?! Türkiye'nin Kıbrıs
Harekatı'ndan sonra, Rum terör örgütleri açıklama yaptılar: 'Şimdi
Türk ordusu Kıbrıs'ta hakimdir, biz onlara karşı bir şey yapamayız
ama dünyanın her yerindeki Türk hedeflerini vuracağız,' dediler ve
ondan sonra, birer birer, değerli büyükelçilerimizi, diplomatlarımı­
zı öldürmeye başladılar.
"Devletin elinde, bu konuda, Kıbrıslı Rumlar ile Ermeni terörist-
ler ve PKK teröristleri arasındaki işbirliğinin kanıtları vardır, belge-
leri vardır, fotoğrafları vardır. Şimdi, hükümetten rica ediyoruz, lüt-
fen bunları açıklayınız. Türk diplomatlarının hangi komplonun so-
nucunda öldürüldüğünü öğrensinler, Ermenilerin hangi siyasi amaç-
lara alet edildiklerini, tetikçilik yaptıklarını görsünler.
"Değerli arkadaşlarım, sözlerimi bir Ermeni'nin görüşleriyle bi-
tirrnek istiyorum. Türkiye'de yaşamış, Türkiye'de doğmuş ve Tür-
kiye'ye de vaktiyle hizmet etmiş Gülbenkyan, bakınız bu konu-
da ne diyor; 24 Nisan 1965 tarihinde Gülbenkyan şunları söylüyor:
'Türkiye'deki Ermeni kardeşlerim, anavatanlarında sulh, sükôn, gü-
venlik ve refah içinde yaşamaktadırlar. Onların rahatını bozmaya
kimsenin hakkı yoktur. Eski olayların canlandırılmasını kimse iste-
memektedir. Zaten bu gibi kışkırtmalar içeriden değil, dışarıdan gel-
mektedir. Hepimiz Türkiye'de doğduk, anavatan olarak Türkiye'yi
bildik. Bugün, Türkiye' deki Ermenilerin Türklerden hiçbir farkı yok-
tur.'"

Oysa Fransa parlamentosunda başka bir gelişme yaşanıyordu.


Ermeni asıllı Fransızların oylarını almak isteyen Fransız milletvekille-
ri bir yasa tasarısını meclise sunmuşlardı. Daha önce 2001 yılında çı-
ERMENI SORUNU VE ERMENIsTAN'LA ILIŞKILER 257

karttıkları bir kararla ı 9 ı 5 olaylarını, uluslararası antlaşmaları hiçe


sayarak, soykınm olarak ilan etmişlerdi. Şimdi daha ileri gidecekler-
di ve bu olayların soykınm olmadığını söyleyenleri para ve hapis ce-
zasına çarptıracaklardı. İşte bu çağdışı yasa tasarısını engellemek için
bir Türk parlamento heyeti olarak Fransa'ya gittik. Fransız milletve-
killeriyle görüştük. çoğunun verdiği cevap şöyleydi: "Biz sizin tezleri-
nizde haklı olduğunuzu biliyoruz. Ama bizim seçim bölgemizde güç-
lü bir Ermeni seçmen topluluğu var. Bu tasarıya karşı oy kullanırsak
bir daha seçilerneyiz."
Bunlardan pek azı oylamaya katıldı. Fransız parlamentosunda
vekaletle oy kullanmak mümkündü. Bazıları vekaletle oy kullandılar.
Bir kısmı hiç oy kullanmadı. Ama sonunda tasarı çok az sayıda millet-
vekilinin katıldığı toplantıda kabul edildi. İktidar Partisi UMp'nin ve
onun lideri Sarkozy'nin bu tasarıyı desteklediği biliniyordu. Şaşırtıcı
olan Sosyalist Parti milletvekillerinin çoğunun da onlarla birlikte oy
kullanması oldu. Bu vesileyle Fransız televizyonlarının canlı yayın­
lanna katılma imkanım ız da oldu. Bir programda Fransız televizyo-
nu muhabiri bana şöyle bir soru yöneltti: "Tarihinizle yüzleşmeyi dü-
şünmüyor musunuz?" Kendisine şöyle cevap verdim: "Tarihle yüz-
leşmekten kastınız tarihimizde yaşanan acı olayları olduğu gibi genç
nesillere anlatmaksa, bunun ne sonuçlar vereceğini de önceden dü-
şünmek gerekir. Biz ülkemizde büyük acılar yaşadık. Yüzbinlerce
Türk bir yandan Ermenilerin bir yandan da Kurtuluş Savaşı sırasında
Yunanlıların mezalimine uğradı, feci şekilde katledildiler. Onlardan
da kuşkusuz çok sayıda insan hayatını kaybetti. Şimdi bunları olduğu
gibi anlatırsak Türk çocukları Ermenilere ve RumIara karşı dostluk
duygusu duyabilirler mi? Kardeşçe yaşayabilirler mi? Tarihten düş­
manlık çıkartmamak lazım." Televizyoncu buna cevap veremedi.
Bu arada Ermeni lobisi Amerikan Kongresi üzerindeki baskısını
artırmıştı. Bu baskıların sonucunda ABD Kongresi'nin Dışişleri ko-
misyonu 2007 yılının sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu'nun
Ermenilere soykınm uyguladığı görüşüne yer veren bir kararı kabul
etti. Bu komitede evvelce Türkiye'yi destekleyen üyeler sessiz kaldılar.
Özellikle Ermeni lobisine karşı çıkan Yahudi lobisi, Türk-İsrail iliş­
kilerinde yaşanmaya başlayan gerginliklerden sonra artık Türk tezi-
UKD 17
258 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

ne destek olma arzusunu kaybetmişti. Türkiye, komisyonun bu ka-


rarına tepki gösterdi. Büyükelçisini bir süre için geri çekti. Neticede
Temsilciler Meclisi Başkanı Bayan Nancy Pelosi'nin LO Ekim 2007'de
tasarıyı genel kurulda oylatma yolundaki ısrarlı girişimine rağmen
Beyaz Saray'ın baskıları sonucunda bu oylama yapılmadı ve Türk-
Amerikan ilişkilerine büyük darbe vuracak olan soykınm tasarısı
kongrede kabul edilmemiş oldu.
übama'nın başkanlığa seçilmesi Amerika'nın Ermeni talepleriy~
le ilgili yaklaşımını etkileyebilir miydi? Obama'nın senatörlük dö-
neminde Ermeni lobilerinin talepleri konusunda onları tatmin edi-
ci söylemler kullandığı biliniyordu. Ama şimdi, başkanlık sorumlulu-
ğunu üstlendikten sonra daha dikkatli olması ve Türkiye ile Amerika
arasındaki ortak menfaatleri bu lobileri tatmin etme uğruna feda et-
memesi beklenirdi. 10 Şubat 2009 tarihinde mecliste yaptığı konuş­
mada Şükrü Elekdağ bu konuya değinerek özetle şu görüşleri dile ge-
tirdi:

"Bilindiği üzere her yıl nisan ayı yaklaşırken Türk-Amerikan iliş­


kileri bir sınavdan geçer. Amerika'daki Ermeni lobisi, Ermenistan'ın
da desteğiyle, bir taraftan devlet başkanına Türklerin soykınm yap-
mış olduklarını telaffuz ettiren yazılı bir açıklama yaptırmak, diğer ta-
raftan da kongreye Osmanlı Devleti'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin
Ermenilere karşı soykınm suçunu işlediklerini içeren bir kararı ka-
bul ettirmek için yoğun bir faaliyet içine girer. Ermeni lobisinin bu
yıl da geçmiş yıllardaki girişimlerini Vaşington'da aynen sürdür-
meyi öngördükleri görülüyor. Yani Ermenistan tarafı, Ermenistan
Anayasası'ndan DoğU Anadolu üzerindeki hak iddia eden ifadeleri
çıkarmadan ve Türk-Ermenistan sınırlarını çizen Kars Antlaşması'nı
tanımadan Türkiye ile Ermenistan arasında diplomatik ilişki kurul-
masında ve Türkiye'nin sınır kapılarını açmasında ısrar ederken, aynı
C

zamanda Amerikan kongresi nezdinde de Türkiye'yi soykınmla suç-


layıcı girişimleri sürdürüyor.
"Özellikle Davos'ta Başbakan Erdoğan ile ısrail Cumhurbaşkanı
Peres arasında cereyan eden olaydan sonra, Amerika'daki Yahudi 10-
bisinin geleneksel desteğini Türkiye'den çekeceği yolundaki izlenim-
ERMENI SORUNU VE ERMENISTAN'LA ILlşKILER 259

ler, Ermeni diasporasını, sözde soykınm kararını geçirmek için en


uygun şartların oluşturulduğuna ve bu fırsatın heba edilmemesine
inandırmış görünüyor.
"Son seçimlerde, Amerika'nın başına demokrat bir başkan gelmiş­
tir. Kongrenin her iki kanadında da yani hem Temsilciler Meclisi'nde
hem de senatoda demokratlar çoğunluktadır. Böyle bir durumda
Başkan Obama kongreye, 'NATO müttefikimiz Türkiye'yle ilişkileri­
miz kritik önemdedir, özellikle Ortadoğu' da karşılaştığımız sorunlar
ulusal çıkarlarımız açısından bu müttefikimizle ilişkilerimizi ve işbir­
liğimizi incitmeden sürdürmemiz gerekiyor' yolunda bir mesaj verir-
se Ermeni iddialarını içeren karar tasarılarının kongrede kabul edil-
me şansı sıfıra düşer. Bush döneminde bu mümkün değildi çünkü
cumhuriyetçi Bush kongrede çoğunluğa sahip olmadığı gibi presti-
je de sahip değildi. Bugün ise tamamen değişik bir tabloyla karşı kar-
şıyayız.

"Peki, Başkan Obama kongreye böyle bir mesaj verir mi? Vermesi
için çok neden mevcut. Şu anda Obama yönetiminin önünde son de-
rece önemli, yakıcı sorunlar var: Irak'tan istikrarı bozmadan bir mik-
tar asker çekme sorunu; Afganistan'da çıkmaza girmiş bir savaş; İran
sorunu; Karadeniz ve Kafkas bölgesini özel çıkar alanı olarak ilan
eden ve Amerika'ya meydan okuyan bir Rusya; Pakistan'ın kuzeyinde
Amerika'nın askeri müdahalesine yol açabilecek, her an patlak vere-
bilecek bir kriz ve Ortadoğu'daki tüm krizlerin anası Filistin sorunu.
"Çok geniş bir coğrafyaya yayılan tüm bu çatışma ve sorunları bir
bütün olarak ele aldığınızda, Avrupa'da ve Ortadoğu'da bu sorunlar-
la Türkiye gibi yakın ilişkisi olan başka bir devlet yoktur. Yine tüm-
eel bir perspektiften bakarsak, bu coğrafyada bu ihtilaf ve çatışma­
ların çoğunluğunu belli ölçülerde etkileyebilecek, Türkiye'den başka
bir devlet de mevcut değildir.
"Bu bakımdan ben, yeni Amerika başkanının, uluslararası denge-
lerin merkezinde bir konuma sahip olan Türkiye'yle ilişkilerini mar-
jinal bir iç politika meselesi için bozmayı göze alabileceği kanısında
değilim, yeter ki Türkiye'nin siyasi liderleri ülkemizin izah ettiğim bu
gücünü kavrasınlar ve akılcı, gerçekçi, sağduyulu ve profesyonel bir
dış politikayı uygulayabilsinler ve Vaşington'a dış siyasette müteka-
260 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

biliyetin esas olduğunu, Türkiye'nin çıkarlarına zarar vereceği ve ta-


rihsel onurunu zedeleyeceği bir davranış ın karşılık görebileceğini en
münasip diplomatik fakat etkili bir lisanla anlatabilsinler."

Ne yazık ki, Elekdağ'ın bu beklentileri gerçekleşmedi. Obama çe-


şitlivesilelerle yaptığı konuşmalarda Ermeni taleplerini büyük ölçüde
tatmin edecek şekilde konuştu.
Bu arada anlaşıldı ki, İsviçre hükümetinin ev sahipliğinde Ce-
nevre'de Türk ve Ermeni hükümetlerinin temsilcileri arasında giz-
li görüşmeler yapılmaktadır. Bu görüşmelerin Amerika'nın ve ba-
zı başka ülkelerin desteğiyle düzenlendiği ortaya çıktı. Daha son-
ra, 2009 yılının Nisan ayında Başkan Obama Türkiye Büyük Milet
Meclisi'nde yaptığı konuşmada Türkiye'nin Ermenistan'la sınırını
koşulsuz açmasını önerdi. Obama Ermenistan'dan da buna karşılık
bazı adımlar atmasını, örneğin, işgal ettiği Azeri topraklarından çe-
kilmesini, 1 milyon göçmen in evlerine dönmelerine müsaade etmesi-
ni, Türkiye'ye karşı yürüttüğü hasmane kampanyalardan vazgeçme-
sini istemiş miydi? Kars Antlaşması'nı teyit etmesini talep etmiş miy-
di? Böyle taleplerde bulunduğunun işaretleri yok. Adım atması bek-
lenen tek ülke Türkiye'ydi, diğer konular daha ileri tarihe bırakıla­
bilirdi. Cenevre'deki görüşmelerin sonunda iki protokol imzalandı.
Bu protokollerde tam Ermenilerin istediği gibi, diplomatik ilişkile­
rin kurulması, sınırların açılması gibi hükümler var. Yukarı Karabağ
sorununun nasıl çözüleceğine dair atıf var mı? Yok. Ermenistan'ın iş­
gal ettiği Azeri topraklarından çekileceğine dair hüküm var mı? Yok.
Türkiye açısından büyük önem taşıyan 1921 Kars Antlaşması'na atıf
var mı? O da yok.(93) Dikkat çekici nokta, Türkiye ile Ermenistan ara-
sındaki protokollerin Ermenilerin her yıl soykınm iddialarıyla orta-
ya çıktıkları ve sözde soykırırnın simge olarak takdim etmeye çalıştık­
ları 24 Nisan tarihinden çok kısa bir süre önce imzalanmış olmasıy­
dı. Acaba böylece Obama'nın başkan olmadan önce bu sözde soykı­
rımı tanıyacağı yolunda verdiği vaatleri yerine getirmesinin önlene-

(93) Dışişleri Bakanlığı, Dış Politika, Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cum-
huriyeti Arasında Diplomatik llişkilerin Kurulmasına Dair ProtokoL.
ERMENİ SORUNU VE ERMENİsTAN'LA İLİŞKİLER 26 ı

bileceği mi hesaplanmıştı?Böyle düşünenlerin sayısı az değiL. Gene


de Başkan Obama'nın o yılın 24 Nisanı'nda yaptığı açıklama Türkiye
açısından kabul edilebilir nitelikte değildi. Obama o konuşmasın­
da, 20. yüzyılın başlarında yaşanan vahşetten söz etmekte, 1,5 mil-
yon Ermeni'nin katledildiğini ileri sürmekte ve Ermenilerin soykı­
rım anlamına kullandıkları Meds Yeghern sözlerine yer vermektey-
di. Başbakan Erdoğan buna sert tepki gösterdi. Tarihin bu şekilde yo-
rumianmasının gerçekleri yansıtmadığını söyledi. Cumhurbaşkanı
Gül, Başkan Obama'nın o tarihlerde Ermeniler tarafından öldürülen
Türklerden söz etmemesini eleştirdi. Ama Türkiye bu sözleri protes-
to edecek kadar ileri gitmedi.
Baykal, 13 Ekim 2009 tarihinde grupta yaptığı konuşmada bu ko-
nuya değinerek şunları söyledi:

"İsviçre'de
imzalanan ve Türkiye'nin Ermenistan'la sınırının açıl­
masını öngören iki protokol konusu ne yazık ki gizlilik içinde bir dip-
lomasiyle götürüldü. Bir süre bunun imzalanması ihtiyacı ortaya çık­
tı. O zaman kamuoyuna bu protokoller yansıtıldı. Sayın Elekdağ,
Sayın Öymen gerçekten olayın içyüzünü ortaya koydular. Şimdi bu
protokollerin imza törenine tanık olduk.
Azerbaycan'da bir işgalolduğu, o işgale son vermek zorunda ol-
duğunun Ermenistan yönetimi tarafından kabul edildiğine dair en
küçük bir işaret bize gelmiş değildir. Bunu telaffuz dahi edemeyenle-
rin önümüzdeki makul bir süre içinde bunun gereğini yapacaklarını,
icabatını hayata geçireceklerini ümit edebilir miyiz? Tam tersine biz
bunu konuşmadık diye imzanın ertesinde söylüyor."

Belli ki Türkiye'nin Ermenistan ile imzaladığı iki protokol ün ha-


zırlanmasında ABD'nin, İsviçre'nin ve belki de başka bazı devletle-
rin etkisi olmuştu. Kürt konusundaki raporu ve önerileriyle dikka-
ti çeken Atlantic Council'in yetkililerinden David Phillips'in oluş­
turduğu Türk Ermeni Yakınlaştırma Komitesi'nin hazırladığı ra-
pordaki öneriler bu protokollerin hazırlanmasına fikri düzeyde des-
tek sağlamıştır. Ama sadece komitenin raporu değil, Finlandiya es-
ki Cumhurbaşkanı Ahtisaari başkanlığındaki Bağımsız Türkiye
262 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLITIKA

Komisyonu'nun da bu konuda söyleyecekleri vardı. Onların rapo-


runda da Türkiye ile Ermenistan arasında İsviçre'de yürütülen gizli
görüşmeler övülmekte, ilişkilerin normalleştirilmesi için atılan adım­
lar desteklenmekte ancak Türkiye'nin, bu protokollerin hayata geçi-
rilmesini Yukarı Karabağ meselesiyle bağlantılı hale getirmesi eleşti­
rilmekteydi. Raporda her ne kadar Ermenistan'la ilişkilerin normal-
leştirilmesi resmen Türkiye'nin AB üyeliği için bir önşart olarak be-
1irtilmediyse de son aşamada Türkiye'nin üyeliğini onaylayacak olan
Avrupa Parlamentosu'nun Ermeni konusunda çok duyarlı olduğu
hatırlatılmaktaydı. Yani özetle Ermenistan işgal ettiği topraklardan
geri çekilmese de Türkiye'ye yönelik soykırım iddialarını savunmak-
tan vazgeçmese de Türkiye Cenevre' de imzaladığı protokolleri onay-
lamalı, sınırları açmalı ve ilişkileri normalleştirmeliydi. Ahtisaari ko-
misyonunun yukarıda özetlenen Kıbrıs ve Kürt meselelerine bakışı ile
Ermeni meselesine bakışı arasında özde bir fark yoktu. Türkiye'nin
haklı beklentileri zaman zaman teslim edilmekle birlikte, bu beklen-
tilerin yerine getirilmesi için Türkiye'nin karşısındaki taraftan güç-
lü taleplerde bulunmak yerine bütün bu meselelerin çözümü için tek
taraflı tavizler vermesi çıkış yolu olarak gösterilmekte, bunlar yapıl­
madığı takdirde AB üyeliğinin tehlikeye düşeceği kaydedilmekteydi.
2009 yılı sonunda ana muhalefet partisi sözcüleri, başka vesileler-
le yaptıkları konuşmalarda da yeri geldiğinde Ermeni sorununa deği­
niyorlardı. Şükrü Elekdağ, 18 Aralık 2009 tarihindeki konuşmasında
Irak'taki gelişmelerden bahsettikten sonra Ermenistan'la yapılan an-
laşmalara değindi ve özetle şunları söyledi:

"Başkan Obama 7 Aralıkzirvesinde, bu konuda tüm ağırlığını


Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan'dan yana koyarak Başbakan
Erdoğan'a şu mesajı verdi: 'Protokolleri gecikmeden Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nden geçirerek onaylayın ve bu suretle Ermenistan'la
diplomatik ilişkileri kurun ve sınırı açın. Onay işlemi ile Karabağ so-
rununun çözümü arasında bağ kurmanıza karşıyız. Protokolleri onay-
lamadığınız takdirde, nisan ayında Amerikan Kongresi'nde soykınm
tasarısını durdurmak çok zor olur.' Verdiği mesaj bu Obama'nın.
Başbakan Erdoğan Obama'ya verdiği cevapta ise 'Protokoller hakkın-
ERMENİ SORUNU VE ERMENİsTAN'LA İLİŞKİLER 263

daki son karar Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından verilecektir,'


dedi. Oysa, başbakan 13 Mayıs'taAzerbaycan Parlamentosu'ndaAzeri
halkına şeref sözü vermiş ve 'Karabağ'ın Ermenistan tarafından işgali
sona ermeden sınır kapısı açılmaz,' demişti. Başbakanın Yaşington' da
ve Bakü' de yaptığı açıklamalar birbiriyle çelişkilidir. Bunların hangisi-
nin doğru olduğunu bilmek hakkımızdır değerli arkadaşlarım."

Bu arada 20 ı Oyılı 24 Nisanı'nda Ermeniler Erivan ve Vaşington' da


büyük taşkınlıklar yaptılar. O gün başka bir vesileyle mecliste bir ko-
nuşma yaparken şunları söyledim:

"Bu tartışmaları biz bu yüce meclisin çatısı altında yaparken şu


anda Erivan'da Türk bayrakları yakılıyor, sayın başbakanın, sayın
cumhurbaşkanının posterleri yakılıyor. Vaşington büyükelçiliğimizi
Ermeni saldırılarından korumak için oradaki vatandaşlarım ız etten
duvar ördüler, büyüke1çiliğimizin etrafında.
"Biz, burada, şimdi birlik içinde, bize yapılan bu haksızlıkları tep-
kiyle karşılayacağımıza birbirimize saldırıda bulunuyoruz; çok yakı­
şıksız buluyorum. Biz bu çatının altında Ermenistan konusunda oy-
birliğiyle karar aldık geçen dönemde. Ne değişti? Değişen tek şey hü-
kümetin politikasıdır. Bir anlaşma imzalıyorsunuz, bir protokol im-
zalıyorsunuz, içinde, Türkiye'nin -sizin dönem dahil- on yedi sene-
dir uyguladığı politikalar bir tarafa bırakılıyor. Bir tek cümle yok için-
de, ne Karabağ'la ilgili ne Ermenistan'ın işgal ettiği topraklardan çe-
kilmesiyle ilgili. Çok hazin bir tablo ...
"On yedi seneden beri, AKP Iktidarı da dahilolmak üzere, biz bu
konuda şu politikayı izliyoruz: Biz, Ermenistan işgal ettiği Azeri top-
raklarından çekilmeden ve Karabağ meselesi halledilmeden sınırı aç-
mayacağız, diplomatik ilişkiler kurmayacağız. Ama öyle bir anlaşma
imzalıyoruz ki değerli arkadaşlarım, bu anlaşmada bu bizim en çok
önem verdiğimiz hususlar yer almıyor.
Ermenistan Anayasa Mahkemesi bildiğiniz gibi bir karar aldı. Bu,
bizim de tahmin ettiğimiz gibi Ermenistan'ın tutumunun bizimkinin
tam tersi olduğunu ortaya koyan bir karardır. Bu karar Ermenistan'ı
da bağlayacağı için, bizi son derece rahatsız edici bir tablo ortaya çıktı.
264 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLlTlKA

"Bir kere bu kararda açıkça diyor ki: 'Türkiye ile Ermenistan ara-
sında imzalanan bu anlaşma, başka bir ülkeyle yapılacak bir bağlantıyı
hiçbir şekilde etkilemez. Yani bizim Ermenistan olarak Azerbaycan'la
yapacağımız, yapmayacağımız bir mutabakatla bunun hiç alakası
yoktur, anlaşmada ne yazılıysa Türkiye onu yapacak.'
"İki: 'Anlaşmada birçok husus yer alıyor, siz sınırı açmadan geri
kalan hususlara hiç bakmayız bile,' diyor.
"Bizim için son derece önemli olan Kars Antlaşması'nın Erme-
nistan için geçerli olmayacağı izlenimini veren ifadelere yer veri-
yor. Başka? Ermenistan Anayasası'na atıfta bulunuyor. Ermenistan
Bağımsızlık Bildirgesi, biliyorsunuz Ermenistan Anayasası'nın baş­
langıç bölümüne göre anayasanın ayrılmaz bir parçasıdır ve bunun
1 ı. maddesine atıfta bulunuyor. Ne diyor bu 1 ı. madde? Diyor ki:
'Bugünkü Ermenistan Doğu Ermenistan'dır.' Peki, Batı Ermenistan
nerede? Bugünkü Ermenistan Doğu Ermenistan'sa Batı Ermenistan
neresi? Türkiye'nin doğu toprakları! Yani şu anda yürürlükte olan
Ermenistan anayasasında ve Bağımsızlık Bildirgesi'nde Türkiye'nin
sınırlarının tanınmadığı bu ifadeyle açıkça ortaya konuluyor ve
Ermenistan Anayasa Mahkemesi de buna atıfta bulunuyor.
"Başka ne diyor? Ermenistan'ın Türkiye'ye karşı soykınm iddia-
larını sürdüreceğine dair Bağımsızlık Bildirgesi'nde ve anayasada yer
alan maddelere atıfta bulunuyor. Bu şu demek oluyor: Türkiye'yle bu
anlaşmayı imzalamış olmamıza rağmen, biz Türkiye aleyhindeki soy-
kınm iddialarını sürdürmeye devam edeceğiz."

Baykal da, 9 Mart 2010 tarihindeki grup konuşmasında şöyle dedi:

"Değerli arkadaşlarım, 116 yıldır Amerikan Kongresi bu olay-


larla ilgili olarak bizi suçluyor. Şimdi önümüzdeki tasarının bir yeni
noktasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu tasarı, 1915'te yaşanan
olaylar dolayısıyla Amerikan Kongresi'nin karar almasını istemiyor.
1915-1923 arası yaşanan olaylar dolayısıyla Amerikan Kongresi'nin
karar almasını talep ediyor yani artık 1915 olayı geride kalmıştır,
şimdi hedef sadece Osmanlı yönetimi değil, Osmanlı dönemi de-
ğiL, 1923, yani Türkiye Cumhuriyeti dönemi. Yani Mustafa Kemal
ERMENI SORUNU VE ERMENIsTAN'LA ILIŞKILER 265

Atatürk dönemi de Ermeni ithamlarının hedefi haline getirilmek is-


tenmektedir.

26 Nisan 2010 tarihinde bu konu meclisin gündeminde daha kap-


samlı biçimde görüşüldü. O oturumda şu görüşleri dile getirdim:

"Amerikan Başkanı Obama her yılolduğu gibi Ermeni soykırımı­


nı anma günü vesilesiyle yaptığı konuşmada 1915 olaylarını korkunç
bir mezalim olarak nitelendirmiştir; 1,5 milyon Ermeni'nin katledil-
diğini ileri sürmüştür ve bu olaylar hakkında daha önce ifade ettiği
görüşlerde bir değişiklik olmadığını söylemiştir. Bildiğiniz gibi, daha
önce Başkan Obama bu olayları 'soykırım' olarak nitelendirmişti. Bu
defa, geçen yılolduğu gibi 'soykırım' sözünün Ermenice karşılığı olan
'mets yegern' sözünü kullanmıştır.
"Sayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu sözlerin kabul edile-
mez olduğunu, adaletsizlik olduğunu belirtmiş, Dışişleri Bakanlığımız
da esef verici olarak nitelendirmiştir.
"Sayın Başbakanımız ne demiştir? 'Hassasiyetlerimizi bilerek o
yolda bir açıklama yaptl.' Yani bu açıklamadan memnun! Aynı hükü-
metin Başbakanı ile Dışişleri Bakanlığı arasındaki bu çelişkiyi dikka-
tinize sunmak istiyorum.
"Biz Obama'nın konuşmasını dinlerken bekledik acaba aynı ta-
rihlerde Ermenilerin öldürdüğü 518 bin Türk hakkında da bir üzün-
tü kelimesi söyleyecek mi? Söylemedi. Acaba Ermeni ASALA te-
röristlerinin katlettiği 40 diplomatımız hakkında bir üzüntü keli-
mesi ifade edecek mi? Etmedi. Onun için biz, Sayın Başbakan gibi
'Hassasiyetlerimize uygun konuştu,' diyemiyoruz, kusura bakmayın.
"Bir de şu var, Amerikan Başkanı 1915 olaylarının soykırım olup
olmadığını açıklama yetkisini nereden alıyor? 1948 tarihli Birleşmiş
Milletler Soykırımla Mücadele Sözleşmesi'ne göre, bir olayın soykı­
rım olup olmadığını tespit etmek ancak yetkili bir uluslararası mah-
kemenin görevidir. Siz mahkeme misiniz? Bunu ne Amerikan Başkanı
tayin edebilir ne herhangi bir parlamento tayin edebilir.
"Değerli arkadaşlarım, o protokollerde hangi sözün ne anlama
geldiğini tespit edecek bir ortak anlayış yok, bir ortak anlayış muh-
266 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLıTİKA

tırası da yok ortada. 'Kars Antlaşması geçerlidir,' diyor sayın bakan.


Neye dayanarak söylüyor? Efendim, uluslararası hukuka göre öyley-
miş! Peki, bu iki yıl müzakere ederken, 'Siz bu Kars Antlaşması'nı
tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz?' sorusunu soramadınız mı?
Ermenistan'ın herhangi bir beyanı var mı bu antlaşmaları tanıdığına
dair? Sözleşmede hüküm var mı? Yok.
"Yoksa her iki taraf da kendi anlayışına göre halkına anlatsın diye
bir bilinçli muğlaklık politikası mı izlediniz?
Ermenistan Anayasa Mahkemesi'nin kararından sonra, 'Biz, bu
koşullarda bu protokolleri geçerli saymıyoruz, meclisten çekeceğiz,'
diyecektiniz,' demediniz, diyemediniz. Bunu biz üzüntüyle kaydettik.
"Bu kürsüde, hatırlayacaksınız, Atlantic Council denilen bir dü-
şünce kuruluşunun uzmanı David Phillips'in bir raporundan bahset-
miştik, Kürt raporundan. Tesadüf bu ya, aynı zat Ermeni konusun-
da da bir çalışma yapıyor, Türkiye'den ve Ermenistan'dan üst düzey
insanları topluyor ve gizli bir rapor hazırlıyorlar, hükümetlere veri-
yorlar, kamuoyuna açıklamıyorlar, ama sonra Amerikan Temsilciler
Meclisi'nde açıklandı, öğrendik.
"Ne diyor o raporda? 'Türkiye koşulsuz olarak sınırı açmalı­
dır.' Amerikan Cumhurbaşkanı Sayın Obama bu kürsüden ne de-
di? 'Türkiye koşulsuz olarak sınırları açmalıdır.' Protokolde ne ya-
zıyor? 'Türkiye sınırları açacaktır,' diyor. Koşul var mı? Koşul yok.
Bütün bunlar bir tesadüf olabilir mi? Şimdi, size geçmişten kısa bir
örnek vermek istiyorum: Bu olaylar 1915'te başlamıyor. 1914 yılında
Yaşington Büyükelçimiz Ahmet Rüstem Bey, Eveııilig Star gazetesine
bir demeç veriyor, diyor ki: 'Amerikan basını Müslüman Türklerin
Hıristiyan Ermenileri kılıçtan geçirdiği yolundaki iddialarla dolu.
Bunları reddediyoruz, doğru değildir. İngilizler ve Fransızlar bunu
Amerikan kamuoyuna anlatmaya çalışıyorlar, doğru değildir ve biz
bu konunun gerçeklerini Amerikan halkına anlatacağız.'
"Başkan Wilson hemen kendi Dışişleri bakanına diyor ki: 'Çok ile-
ri gitti, söyleyin özür dilesin.' Mektup yazıyor Dışişleri bakanı, Ahmet
Rüstem Bey cevap veriyor: 'Ben ülkernin haklarını ve çıkarlarını ko-
rudum. Sizin yaptıklarınızı da gayet iyi biliyoruz, Kızılderililere yap-
tıklarınızı, Filipinlerde yaptıklarınıZl çok iyi biliyoruz. Özür dilemi-
ERMENİ SORUNU VE ERMENİsTAN'LA İLİŞKİLER 267

yorum,' diyor. Amerika Türkiye'nin büyükelçisini sınır dışı ediyor,


daha 1915 olayları yok! Bizim geçmişimizde böyle insanlar var ve dış
baskılar karşısında böyle yürekli, cesaretli tepki göstermesini bilen
insanlar var. Ahmet Rüstem Bey, sonra Kurtuluş Savaşı'na katılıyor
Atatürk'ün yanında ve Büyük Millet Meclisi'nde görevalıyor. Kendisi
Polonya asıllı, ama gerçek bir vatansever. İşte, biz geçmişte bu insan-
larla bu memleketi idare ettik.
Kitap baskıya hazırlanırken bazılarının, Ermenistan'la imzala-
nan protokollerin onaylanması için yeni bir gayret içine girdikleri,
Türkiye'ye bu doğrultuda baskıların artacağı yolunda bazı haberler
alınıyordu.
Yurtdışında Yaşayan
Vatandaşlarımız

Danimarka'da ve özellikle Almanya'da büyükelçi olarak görev


yaptığım yıllarda oradaki vatandaşlarımızın bir yandan övünç veri-
ci bir gayretle ulusal değerlerimizi canla başla koruduklarını, bir yan-
dan da içinde yaşadıkları toplumlara uyum sağlamak için büyük çaba
gösterdiklerini yakından ve gururla izleme olanağı bulmuştum. Siyasi
hayatımda da hem onların sorunlarını, hem de ülkemize katkılarını
mecliste dile getirme fırsatı buldum.
2003 yılının Nisan ayında yurtdışındaki vatandaşlarımızın duru-
muyla ilgili bir meclis araştırma önergesi verilmişti. Bu önerge kabul
edildi. Çok kapsamlı bir çalışma yapıldı, bir rapor hazırlandı ama ne
yazık ki, bu rapor meclisin tozlu raftarında kaldı. Yurtdışındaki tem-
silciliklerimize bile raporun gönderilmediği anlaşıldı. Oysa bu değer­
li çalışma bir kitap haline getirilip yurtiçinde ve dışındaki bütün ilgili
kuruluşlarımıza, vatandaş derneklerine gönderilebilir ve sürekli ola-
rak güncelleştirilebilirdi. Bu kaçırılmış fırsatlardan biri oldu.
Avrupa'daki Türkler büyük bir güç haline gelmiştir. Avrupa'daki
Türk işletmelerinin sayısı 140 bin civarındadır (Almanya' da 70
bin). Bu işletmeler, yaklaşık 640 bin kişiye istihdam sağlamaktadır
(Almanya'da 330 bin). Bu işletmelerin yıllık toplam cirosu 50 mil-
yar avroyu aşmıştır (Almanya'da 32,7 milyar avro). Son istatistikle-
re göre, batı Avrupa'daki Türklerin tüketim harcamaları 22,7 milyar
avrodur.
5 Temmuz 2011 itibariyle yurtdışına Türkiye'den gönderilen öğ­
retmen sayısı 1479'dur ve 838 bin Türk çocuğu yabancı ilk ve ortaöğ­
retim okullarında okuyor. 130 bin üniversite öğrencimiz var. Bu sa-
YURTDıŞıNDA YAŞAYANVATANDAŞLARıMIZ 269

yı, yurtdışındaki Türklerin hem kendileri, hem aileleri, hem bulun-


dukları ülke, hem de ülkemiz açısından ne kadar büyük bir varlık ol-
duklarını ortaya koyuyor. Bu insanlarımızın sorunlarının çözümü,
Türkiye'yle insani, kültüreL, manevi ve ekonomik bağlarının güçlen-
dirilmesi ve çocuklarının daha iyi eğitim alması için bugünkünden
çok daha büyük bir gayret göstermemiz gerektiği açıktır.
Başta yabancı düşmanlığı olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerinde
görülen sosyal hastalıkların oradaki vatandaşlarımızın huzur ve gü-
venliğini bozmaması için ilgili ülkelerle daha büyük bir işbirliği yap-
mamız gerekiyor. Yabancı düşmanlığının sosyal ve tarihsel nedenle-
ri, yeni Nazilerin eski Nazilerin çocuklarıyla ve torunlarıyla bağları
gibi konularda uluslararası alanda yapılmış olan çalışmaları bu ara-
da Wiesenthal Enstitüsü'nün raporunu dikkatle değerlendirmeliyiz.
Maalesef yurtdışındaki vatandaşlarımızı kendi siyasal amaçla-
rı için kullanmak isteyen, onların mali olanaklarından gene kendi
amaçları için yararlanmak isteyen çok sayıda aşırı, hatta şiddet yanlı­
sı örgüt vardır. Bu vatandaşları iş bulma vaadiyle yasa dışı yollardan
yurtdışına kaçıran şebekeler de mevcuttur. Bu konuda bazı gazetecile-
rin yaptığı araştırmalar sonucunda yabancı ülkelerde televizyon film-
leri ve kitaplar yayınlanmıştır. Soğuk Savaş'ın sona erdiği 1990 yılın­
dan önce, özellikle Almanya'daki vatandaşlarımızın bazı yabancı ül-
keler tarafından kendi siyasal amaçları için nasıl istismar edildikleri
de biliniyor. Hangi ülkelerin, Almanya' daki Kuzey Afrika kökenli bazı
radikal din örgütlerine parasal kaynak sağladıkları da bilinmektedir.
Özetle bu konuların bir bütünlük içinde ve şimdiye kadar yapılan­
lardan daha kapsamlı ve ayrıntılı bir biçimde değerlendirilmesi, baş­
ta terörizm olmak üzere, Türkiye'nin karşılaştığı pek çok sorunun çö-
zümüne yardımcı olacak ipuçları bulmamızı sağlayabilir. Ama bütün
bu sorunların varlığına rağmen öncelikle yurtdışındaki vatandaşları­
mızın potansiyelini ve gücünü değerlendirmeye çalışmamız öncelik-
li bir önem taşıyor.
Almanya'ya büyükelçi olarak gittiğim de gazetecilerin ilk sorusu şu
oldu: "Almanya'daki Türklerin sorunları hakkında ne düşünüyorsu­
nuz?" O zaman Almanya'da 1,6 milyon Türk yaşıyordu. Şöyle cevap
verdim: "Almanya'daki 1,6 milyon Türk'ten her birinin bir sorunu
270 UÇURUM KENARıNDA DIŞ poLITIKA

olsa benim 1,6 milyon sorunum var demektir. Ama her Türk'ün bir
umudu varsa benim de 1,6 milyon umudum var. Ben işe umutlardan
başlayacağım," dedim ve öyle yaptım. Geriye dönüp baktığımda, bu
yaklaşımın doğru olduğunu görüyorum. Yurtdışında görev yapan bü-
tün arkadaşlarıma da işe umutlardan başlamalarını tavsiye ediyorum.
Mecliste soydaş konusu görüşülürken Batı Trakya konusu sürek-
li olarak gündeme geliyordu. Çünkü Batı Trakya' daki vatandaşlarımı­
zın özel bir durumu vardı. Lozan Antlaşması İstanbul'daki RumIara
tanınan hakların aynısının Batı Trakya'daki soydaşlarımıza da tanın­
masını öngörüyordu. Yani Yunanistan'ın, bu soydaşlarımızIa ilgi-
li olarak antlaşmalardan doğan yükümlülükleri vardı ve bu yüküm-
lülüklerin yerine getirilip getirilmediğinin izlenmesi ve denetlenme-
si Türkiye'nin hakkı ve göreviydi. Bu konu hem insani hem de Türk-
Yunan ilişkilerini etkilernesi açısından siyasi bir nitelik taşıyordu.
Türkiye' deki gayrimüslim azınlıkların vakıfları konusu yaban-
cı ülkeler tarafından sık sık dile getiriliyor ve Türkiye'nin bu alan-
da adımlar atması isteniyordu. Kuşkusuz meselenin bir insani boyutu
vardı ama bir de Lozan'dan kaynaklanan siyasi boyutu vardı. Lozan
Antlaşmasıİstanbul'daki Rumlar ile Batı Trakya'daki Türkler arasın­
da karşılıklılık ilkesini kabul etmişti. Bu konu önce 19 Haziran 2003
tarihinde ele alındı. O vesileyle yaptığım konuşmada şunları söyle-
dim:

"Biliyor musunuz ki, Yunanistan Avrupa Birliği'ne girdikten son-


ra, yirmi yıl boyunca, orada yaşayan 45 bin soydaşımız 'yasak bölge'
denen bir bölgede yaşıyorlardı. Daha önce de söyledik; Yunanistan,
AB üyesi olduktan sonra, yirmi yıl, bu insanları orada yaşatmaya de-
vam etmiştir; Türklerin yaşadığı bu bölgeye, bir tek yabancı gireme-
miştir; bunları biliyor musunuz?
"Evet, iyileştirmeler yapalım, gayet tabii ki yapalım. Ben, Batı
Trakya'da görev yapmış bir arkadaşınızım; orada soydaşlarımız, bi-
ze her zaman şunu söylüyorlardı: 'Bize burada bu kadar kısıtlama ge-
tiriliyor, buna mukabil siz, Türkiye'de hiçbir karşılık vermiyorsunuz,
hiçbir şey yapmıyorsunuz. Biz, İstanbul'daki RumIarın durumuna
gıpta ediyoruz.' Şimdi bir parça düzeldi belki, eskisi kadar sıkıntılı
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ 271

durum yok denilebilir birçok bakımdan; ama gene de, arada çok fark
var. İşte, vakıflar, bunun örneklerinden biridir.
"Birkaç gün önce, hükümete, bir sözlü soru önergesi verdik. Buna
henüz cevap alabilmiş değiliz.
"Kendine saygısı olan devlet, altında imzası olan anlaşmaları çiğ­
netmeyen devlettir. Bu anlaşmaları imzalayan insanlar büyük çaba-
larla en zor şartlar altında dünyanın en büyük devletlerine direnerek
bunu sağlamışlardır. Şimdi, bunun aşındırılmasına göz yummaya bi-
zim hakkımız var mı arkadaşlar. Bu konu son derece önemlidir, bir
kere daha dikkatinize getiriyorum, biz, Avrupa Birliği'yle bütünleşe­
ceğiz diye, temel haklarımızdan, çıkarlarımızdan, itibarımızdan vaz-
geçmeyeceğiz.
"Ekümenik patrik demek ne demektir; evrensel patrik. Bu, sade-
ce bir sıfat mı acaba? Kartvizite yazılan bir kelimeden ibaret mi, yoksa
bundan fazla bir şey mi? Bu demektir ki, ben bütün OrtodoksIarın ki-
lisesinin başkanıyım, yani İstanbul'daki Rum OrtodoksIarın dışında,
başka Ortodoks kiliseleri de var, onun da başıyım diyor. Hangi hakla,
nereden alıyor bu yetkiyi?! Patriğe, bütün din adamlarına saygı göste-
ririz, hangi dinden olursa olsun ama bu konularda, Lozan'!, Türk ya-
salarını ihlal etmeye kimse kalkışmasın. Devlet olarak biz bunu, bü-
yük bir hassasiyetle izlemek zorundayız, hükümetten de aynı hassa-
siyeti bekliyoruz. Bunu yapmadığımız takdirde, kendimize olan say-
gımızı kaybederiz, devlet olarak ciddiyetimizi kaybederiz, altında im-
zamız olan anlaşmaları koruyamaz duruma düşeriz. Hükümetten, bu
konularda hassasiyet bekliyoruz.
Aynı konu 1 Haziran 2005 tarihindeki meclis oturumunda günde-
me geldi. Söz alarak şunları söyledim:

"Batı Trakya'da yaşayan 120 bin soydaşımızın eğitim hakları, dini


hakları ve özgürlükleri sürekli olarak kısıtlanmaktadır. Sayın başba­
kanın Yunanistan'a yaptığı seyahatten sonra kendisine soru önergesi
verdik, "Batı Trakya'da yaşayan Türklerin haklarını korumak için ne
yaptınız?" diye sorduk. Yeterli cevap alamadık.
"Değerli arkadaşlarım, kısa bir süre önce Yunanistan yüksek mah-
kemesi, bir derneğin isminde Türk kelimesi olduğu için derneğin ka-
272 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLlTlKA

patılmasına karar vermiştir. İskeçe'de ve Gümülcine'de, Türk isimli


dernekler şuanda çalışamıyor. Orada, halkın seçtiği müftüler, ulusla-
rarası anlaşmalara aykırı biçimde, görev yapamaz haldedirler.
"Biz, İstanbul' daki Rumiarın vakıflarla ilgili haklarını, çıkarlarını
koruyoruz. Peki, acaba, onlar da Batı Trakya' daki Türklere ait vakıf­
lardaki haklarımızı koruyorlar mı? Tam tersine, 1967 yılından itiba-
ren Türk vakıfları, Yunan cuntasının o zaman tayin ettiği kayyumlar
eliyle idare ediliyor. Vakıflara, hiç hesapta yokken,S milyon avro ci-
varında vergi çıkarılmıştır. Vakıflar, hiçbir mallarını değerlendireme­
yecek durumdadır, vakıflarını yönetemiyorlar bile; camiierinin tamir
edilmesinde çok ciddi sıkıntılarla karşılaşıyorlar.
"Yunanistan, kalkan vatandaşlık yasasının 19. maddesine göre va-
tandaşlıktan ihraç edilen 60 bin civarındaki soydaşımızı tekrar vatan-
daşlığa almıyor.
"Bizim Irak'ta da soydaşiarımız var, İran'da da soydaşlarım ız var,
Bulgaristan' da da var, Romanya' da da var, başka yerlerde de var. Başka
ülkeler, Türkiye' de, kendileriyle hiçbir soy bağı olmayan insanların
haklarını, kültürel haklarını, insan haklarını korumak için olağanüstü
çaba gösteriyorlar. Artık, uluslararası ilişkilerin tabiatı, bu gibi konu-
ları, kültürel konuları, insani konuları bir iç mesele olarak saymama-
yı gerektiriyor. O nedenle, yabancılar gelip de Türkiye' de bazı grupla-
rın, bazı etnik grupların insan haklarıyla ilgili eleştirilerde bulunduk-
ları zaman, biz onlara, siz ne karışıyorsunuz diyemiyoruz. Peki, biz
niye başka ülkelerdeki insanların insan haklarıyla, kültürel haklarıyla,
eğitim haklarıyla yeterince ilgilenmiyoruz? Bu bizim hakkımız ve gö-
revimiz değil mi? Soydaşımız olmayanların bile, eğer insan haklarına,
kültürel haklarına bir engelleme gelmişse, onlara müdahale etmek, o
konuyla ilgilenmek, bizim hem hakkımız hem görevimiz.
"Bu bölgedeki tek demokratik ülke Türkiye'dir ve bize, burada
çok büyük görevler düşüyor. Balkanların gerçek anlamda demokra-
tikleşmesinde Türkiye bir seyirci değildir; Türkiye aktif bir oyuncu
olmak zorundadır ama dikkatinizi bir kere daha çekiyorum, yalnız
Kosova'da 218 camimiz var, bunların büyük bir bölümü tahrip edil-
miştir; medreselerimiz, tekkelerimiz, hamamlarımız, kütüphanele-
rimiz tahrip edilmiştir; bir kısmı, savaştan sonra bilinçli olarak tah-
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ 273

rip edilmiştir. Bu konuda herhangi bir siyasi beyan duydunuz mu?


Herhangi bir tavır duydunuz mu? Herhangi bir tepki duydunuz mu?
Avrupa Konseyi'nin bu konuda aldığı kararı destekleyen resmi bir
açıklama duydunuz mu? İşte biz, hükümeti, bu konularda daha aktif
olmaya davet ediyoruz."

Azınlıklar konusunun gündeme geldiği 16 Mayıs 2006 tarihindeki


toplantıda da grubumuz adına söz alarak şunları söyledim:

"Değerli arkadaşlar, bizim, insan hakları açısından, azınlık hakla-


rı açısından gocunacak bir tarafımız yoktur. Amerika Kıtası keşfedil­
diğinde, biz 192 yaşında bir devlettik. Daha o tarihte, azınlık hakla-
rını en iyi şekilde koruyan bir devlettik. Aynı yıl, biz, Yahudileri en-
gizisyon zulmünden kurtaran bir milletiz. Beş yüz yıldır Yahudiler,
Türkiye'de huzur içinde yaşıyor, bütün dini gereklerini serbestçe ye-
rine getiriyor.
"Türkiye'deki bazı azınlık mensuplarına da bu vesileyle hitap et-
mek istiyoruz: Bir sıkıntınız varsa, bir derdiniz varsa, gelin, bize söy-
leyin, başkalarının himayesini aramayın. Bu ülkenin vatandaşısınız,
siz de bu ülkenin çocuğu olarak burada doğdunuz, yetiştiniz, başka­
larının himayesi altında bir topluluk gibi kendinizi göstermeyin; bu
sizi yükseltmez, bu sizi güçlü kılmaz.
"Bu konuda problemlerimiz yok mu; vardır. Bu konuda problem-
lerimiz şuradan kaynaklanıyor: Türkiye'nin 1923 yılında imzaladığı
Lozan Antlaşması, azınlıkların haklarını ve çıkarlarını düzenlemiştir
ve bu antlaşmanın 37 ila 44. maddesi, İstanbul'daki Rum azınlığının
haklarını düzenliyor; orada, hangi dini haklar olacak, hangi kültürel
haklar olacak, ayrıntılı olarak yazıyor. 45. madde ne diyor? 45. mad-
de diyor ki: 'Batı Trakya'da yaşayan Türkler de aynen Istanbul'daki
Rumiarın haklarından yararlanacaklardır.' Yani, Lozan Antlaşması
tam bir eşitlik getirmiştir.
"Biz diyoruz ki, azınlıklar konusunu tek taraflı olarak görme-
yin, azınlıklar konusunun iki boyutuna da bakalım. İstanbul'daki
RumIarın durumu nedir, Batı Trakya'daki Türklerin durumu nedir?
Bakıyoruz, Türkiye'yi eleştiren yabancıların neredeyse hiçbiri Batı

UKD IR
274 UÇURUM KENARıNDA DIŞ PoLITIKA

Trakya'yla ilgili bir kelime söylemiyor, İstanbul' daki RumIarın dini


hakları hakkında çok şey söylüyor. Peki, Batı Trakya'daki Türklerin
dini hakları nedir; bundan bahseden yok. Eğitim hakkı nedir; bah-
seden yok. Kültürel hakkı. .. Bahseden yok. Bunun neredeyse tek
istisnası Helsinki Watch isimli insan hakları kuruşulu adına Batı
Trakya' da incelemeler yaptıktan sonra adil ve tarafsız bir rapor hazır­
landı. Danimarkalı Profesör Erik Ayby'nin açıklamalarıdır.
"Değerli arkadaşlar, biz işte buna itiraz ediyoruz. Batı Trakya' daki
Türklerin haklarını, çıkarlarını gözetmeden, tek taraflı baskıların so-
nucunda taviz verirsek, gerçekten oradaki soydaşlarımıza çok büyük
bir haksızlık yapmış oluruz. Bunlar bizim atalarımızın, ecdadımızın
bize emanetidir. Onların haklarını korumak bize atalarımızın verdiği
bir görevdir. O bakımdan, bunları yok farz ederek, bütün mesele san-
ki sadece İstanbul'daki azınlıkların haklarıymış gibi düşünürsek yan-
lış yaparız. İstanbul'daki azınlıkların haklarını tanımayalım mı; tam
tersine, çağdaş bir ülke, demokratik bir ülke hangi hakları tanıyorsa
biz de o hakları tanıyacağız; ama bir şartla: Siz de, Yunanistan'da bir
Avrupa Birliği ülkesi olarak, Türk soydaşlarının haklarını tanıyacak­
sınız.

"Batı Trakya'daki Türk toplumunun müftülerinin cemaat tara-


fından seçilmesi, 1913 tarihli Atina Antlaşması'nın 11. maddesin-
de açıkça belirtilmiştir. Yunanistan 1920 tarihli kanunda bu antlaş­
manın hükmünü kabul ediyordu; şimdi bu hakkı tanımıyorlar. 1990
tarihli kanunda bunu reddediyor. 'Ben, Yunan hükümeti olarak ta-
yin edeceğim,' diyor. Düşünebiliyor musunuz, Yunan hükümeti ta-
yin edecekmiş bizim müftülerimizi! Ve halkın seçtiği müftüyü, göre-
vini yapmaya başladı diye mahkemeye verdiler, hapse attılar, yargıla­
dılar, mahkum ettiler. Sonra ne oldu? Müftü, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'ne müracaat etti ve mahkeme müftüyü haklı buldu; 17
Ekim 2002 tarihinde Yunanistan'ı mahkum etti. 'Yapamazsınız bu-
nu,' diyor, 'bu hakkını elinden alamazsınız,' diyor, mahkum ediyor.
Sonra ne oluyor; hala bu görevi yapamıyor; meseleler bunlar ...
"Oradaki Türk çocuklarının eğitimi ... Batı Trakya' daki SO Türk
köyü orada ortak deklarasyon yayınladılar, 'Çocuklarımızın dilini bo-
zuyorsunuz, Türkçesini bozuyorsunuz,' diyorlar. Orada Yunanlıların
YURTDIŞINDA YAŞAYAN VATANDAŞLARIMIZ 275

bir medresede yetiştirdikleri öğretmenler, Türk çocuklarına Türkçe


öğretecekmiş! Söyledikleri lafların yarısı Türkçe, yarısı Rumca; yani
kurdukları Türkçe cümlelerin yarısı Rumca kelimelerden oluşuyor;
olacak iş değil! Türkiye'de yetişmiş öğretmenler var, bunları sokmu-
yorlar. Orada 120 Türk okulu var, 15 Türkiye eğitimli öğretmen gö-
rev yapıyor. Geri kalan öğretmenlerimiz orada işsiz olarak bekliyor.
Bunlar olacak şeyler değiL.
"Ders kitaplarına izin vermiyorlar, Türkiye'de yazılmış, ders ki-
taplarına izin vermiyorlar; otuz yıl, kırk yıl, elli yıl evvelden yazılmış
kitapları okutuyorlar."

Gerek yurtdışındaki vatandaşlarımızın, gerek soydaşlarımızın du-


rumu Türk dış politikasının öncelikli meselelerinden biri olmalıdır.
Uluslararası ve ikili antlaşmaların hükümlerinden yararlanarak onla-
rın hak ve çıkarlarını titizlikle korumalıyız.
Sonuç

Türkiye, 2003-2012 yılları arasında dış politika alanında çok zor,


sorunlu ve tehlikeli bir dönem geçirmiştir. Bu dönemin sona erdi-
ği de söylenemez. Bir yandan yurtdışından gelen tehditler, bir yan-
dan da izlenen bazı politikalar Türkiye'yi uçurumun kenarına getir-
miştir. Bu yıllarda, özellikle Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği ko-
nusunda bazı umutlar yeşertilmiş fakat daha sonra bu umutlar, bü-
yük ölçüde hayal kırıklığına dönüşmüştür. Bazı hallerde Türkiye'nin
çok daha büyük sıkıntılarla, sorunlarla karşılaşması, hükümetin ira-
desi dışında, çoğu zaman yabancı ülkelerdeki tepkiler nedeniyle ön-
lenebilmiştir. Bunun örneklerinden biri 2003 yılının Ekim ayında
Türkiye'nin Amerika'nın öncülüğündeki Irak savaşına fiilen katıl­
ması kararının, hükümetin meclisten aldığı yetkiye rağmen, Irak'taki
Şii ve Kürt grupların tepkisi nedeniyle uygulamaya geçirilememesi-
dir.
Bir diğer örnek de Türkiye ve Kıbrıslı Türkler açısından çok va-
him sonuçlar doğurabilecek olan Kofi Annan Planı için düzenlenen
referandumun, Türk hükümetinin etkisiyle Kıbrıslı Türkler tarafın­
dan onaylanmasına rağmen, Rumlar tarafından reddedilmesi nede-
niyle yürürlüğe girememesidir.
Üçüncü bir örnek de Türkiye'nin Ermenistan'la imzaladığı, te-
mel çıkarlarımıza ve dış politika hedeflerimize zarar verebilecek olan
iki protokolün Azerbaycan tarafından gösterilen güçlü ve haklı tepki
sonucunda meclisin onayına sunulamadan fiilen geçersiz kılınması­
dır. Son bir örnek de Türkiye'nin Amerika'yla imzaladığı ve 1 milyar
dolarlık hibe veya 8 milyar dolarlık kredi karşılığında Kuzey Irak'a
terörle mücadele için asker göndermeme taahhüdünün, muhalefetin
ve kamuoyunun tepkisi üzerine onay için meclise sunulamaması ve
SONUÇ 277

geçersiz hale gelmesidir. Bütün bu olaylarda Türkiye, uçurumun ke-


narından dönmüş, büyük zararlara uğramaktan kıl payı kurtulmuş­
tur.
Bütün bu konularda ve genel olarak dış politikayla ilgili gelişme­
lerde muhalefet, ülke çıkarlarını koruyan, sorumlu ve yapıcı bir po-
litika izlemiştir. Dönemin başında Kıbrıs ve Ermenistan konularında
iktidar ile muhalefet arasında bir görüş birliği sağlanmasına, meclis-
te ortak kararlar alınıp ortak açıklamalar yapılmasına rağmen, hükü-
met, daha sonra çeşitli nedenlerle ve etkilerle farklı politikalar izleme-
ye yönelmiş, bu da ülkemizin milli davalarda, istikrarlı ve tutarlı bir
yaklaşım sergileyerek birlik ve beraberlik içinde hareket ettiği görün-
tüsünü zedelemiştir.
Bu dönemde yabancı ülkelerin Türk dış politikasını kendi bek-
lentileri doğrultusunda etkilemeye çalıştıkları, basının bir bölümü-
nün de maalesef yabancıların görüşlerinin adeta sözcülüğünü yapma
yoluna gittiği görülmüştür. Daha sonra muhalefetin haklılığının ka-
nıtlandığı durumlarda bile, evvelce muhalefet sözcülerinin yaptıkları
eleştiri ve uyarıların hakkını teslim edenlerin sayısı çok olmamıştır.
Bazı yabancı ülkelerin, daha sonra dünya basınına sızan resmi bel-
gelerinin incelenmesinden, Türk muhalefetinin, özellikle CHP'nin,
ulusal çıkarlar doğrultusunda izlediği politikaların büyük rahatsızlık
yarattığı ve muhalefetin yeniden yapılandırılması konusunda bazı gö-
rüş ve temennilerin dile getirildiği görülmüştür.
Aynı dönemde, algı yönetimi yöntemleriyle Türk kamuoyu-
nun etkilenmeye çalışıldığı, birçok durumda hangi politikaların iz-
lenmesinin Türkiye'nin haklarına ve çıkarlarına daha uygun olaca-
ğı konusunda kafa karışıklığının yaratıldığı görülmüştür. Basın öz-
gürlüğünün çeşitli yöntemlerle kısıtlanması, bazı hallerde farklı gö-
rüşlere sahip gazetecileri görüşlerini açıklayamaz duruma getirmiş,
bazen de basın fiilen kendi kendini sansürlemek durumunda kal-
mıştır. Bu ortamda muhalefet sözcülerinin görüşlerinin büyük bir
bölümü basında yeterince yer almamış, bazen de çarpıtılarak, anla-
mı değiştirilerek, muhalefete farklı niyetler atfedilerek yansıtılmış­
tır. Bütün bunlar Türkiye'de demokrasinin güç ve irtifa kaybetme-
sine yol açmıştır.
278 UÇURUM KENARıNDA DIŞ pOLİTİKA

Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye'nin bu dönemde


silahlı bir çatışmaya sürüklenmekten kurtulması ülkemiz açısından
büyük bir şans olmuştur.
Bundan sonraki dönemlerde Türkiye'nin benzeri tehlikelerle kar-
şılaşmaması için dış politikanın yönetiminde daha büyük bir dikkat,
basiret ve ileri görüşlülüğün sergilenmesi önem taşımaktadır. Dış po-
litika kararlarının alınmasında Atatürk'ün gösterdiği barışçı, gerçekçi
ve Türkiye'yi maceralara sürüklemekten kaçınan, fakat aynı zamanda
ulusal çıkarları cesaret ve kararlılıkla savunan bir yaklaşımın benim-
senmesi büyük önem taşımaktadır. Bütün bu konularda, geçmişte ol-
duğu gibi, gelecekte de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ve özellikle
muhalefet partilerine büyük görev düşecektir. Atatürk'ün dünya gö-
rüşüne, koyduğu ilkelere ve temellerini attığı politikalara sahip çıkma
görevi, herkesten önce onun kurduğu partiye düşmektedir.
Kaynakça

A1lbright, Madeline, The Mightyand Allmighty, Harper, Perennial, New York, 2006.
A1tug, KurtuL, Aydınlık gazetesi, 31 Ocak 2012.
Atatürk, M. KemaL, Nutuk.
Atlantic Council Report, June 2009.

Barkey, J. Henri, Wal/ Street Journal, June 22, 2009.


BBC, 29 Temmuz 1998.
Bogdani, Mirela, Turkeyand the Dilemma ofEU Accession, L. B. Tauris, New York, 201 ı.
Bölükbaşı, Deniz, Dışişleri ıskelesi, Dogan Kitap, Temmuz 20 ll.
BR Statistical Review of World Energy, London, BR June 2003.
Bremer, L. Paul III, My Year in Iraq, Simon & Schuster, New York, 2005.

Dismorr, Ann, Turkey Decoded, Saqi, London, 2008.


Dogan, Yalçın. Hürriyetgazetesi. 19 Arahk, 2004.
Dışişleri Bakanhgı, Dış Politika, Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti
Arasında Diplomatik tlişkilerin Kurulmasına Dair ProtokoL.

Eligür, Banu, "Turkish-American Relations Since the 2003 Iraqi War: A Troubled
Partnership," Brandeis University, Crown Center for Middle East Studies, May 2006,
No.6
European Court of Human Rights, Amıual Report, 201 ı.

Fabius, Laurent, Une eertaine Idce de l'Europe, Plon, Paris,2004.

Greenwald, Gleen, Salon Magasine, 26 November 201 ı.


Goulard, Sylvie, Le Grand Turc et la Republique de Venise, Fayard, Paris, 2004.
Guidere, Mathieu, Le Printemps Islamist, Ellipses, Paris, 2012.

Holbrook, Ricard, Opportunities for Turks and Kurds, Washington Post, February 12,
2007.

James E. Kapsis, "The Middle East Review of International Affairs," Volume 10, No. 3,
Artiele 3/10, September 2006.
Johns Hopkins University-SAIS, Washington, D.C 20036 Institute for Security and
Development Policy, Stockholm, Sweden.
280 UÇURUM KENARINDA DIŞ poLITIKA

Kaya, Karen, "The Turkish American Crisis," An Analysis of 1 March 2003, Military
Review, July-August 2011.
Keegan, John, The Iraq War, Hutchinson, London, 2004.
Klare, T. MichaeL, Blood and Oil, Metropolitan Books, New York, 2004.
Kim, Julie, Macedonia,(fYROM) Post Conthct Situation and the U.S. Policy, CRS
Report for Congress.
Kinzer, Stephen, Reset, Times Books, New York 2010.

Lewis, Bernard, Notes on a Century, Weidenfeld& Nicolson, London, 2012.


Lewy, Guenter, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, The University of Utah
Press, Utah 2005.
Loti, Pierre, Les Massacres d'Annenie, Calman-LCvy, editeurs, Paris, 1918.

Mango, Andrew, Türkiye'nin Terörle Savaşı, Doğan Kitap, 200S.


McCarthy, Justin, The Turk in America, The University of Utah Press, Utah 2010.
Migdalovitz, Carol, "Specialist in Middle Eastem Affairs," Foreign Affairs, Defense,
and Trade Division Congressional Research Service - The Library of Congress, Iraq:
Turkey, the Deployment ofU.S. Forees, Updated May 2,2003.

Öymen, Onur, Demokrasiden Diktatörlüge, Remzi, Kitabevi, Istanbul, 20 ll.


Öymen, Onur, Çıkış Yolu, Remzi Kitabevi, Istanbul, 2010.
Öymen, Onur, Türkiye'nin Gücü, Remzi Kitabevi, Altıncı Basım, 2008.
Öymen, Onur, Ulusal Çıkarlar, Remzi Kitabevi, Istanbul, 200S.

Prazan, Michael, Une Histoire du Terrorisme, Flammarion, 2012.


Prospects for a 'Tom' Turkey: A Secular and Unitary Future?, Corneli, E. Svante,
Karaveli, Magnus, Halil, Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies
Program -A Joint Transatlantic Research and Policy Center.

Sarkozy, Nicolas, La Rcpublique, les Religions et l'esperance, Entretiens avec Thibaud


Collin et Philippe Verdin, Les Editions du Cerf, Paris 2004.
Soler Lecha, Eduard. "Debating Turkey's accession: National and ideological cleavages
in the European Parliament."

Şimşir, Bilal, AB, AKR Kıbrıs, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003.

The Iraq Study Group Report, Vintage Books, New York, 2006.
Turkey in Europe Breaking the vicious circle, Second report of the Independent
Comission on Turkey, September 2009.

Update on Turkish Economy, Turkish Treasury, 23 Eylül 2003.


Dizin

1 Mart Tezkeresi, 8, 29, 33-5, 37, 42, 44, 140-1,145, 168, 2ll, 232, 240, 255,
46-8, 50-2, 54, 55, 59, 62, 100, 120, 264,267,278
123, 153, 207 Ateş, Abdülkadir, 9, Lo
Ateş, Atilla, 104, 149
Abdülhamit (Padişah), 251 Atlantic Council, 108, 1l0, 117-8, 248,
Acar, Özgen, 212 261,266
Achille Lauro, 68 Atruş Kampı, 66, 67
Açık Toplum Enstitüsü, 216 Avrupa Birliği (AB), 7, 18-9,45,49,69,
Afganistan, 74, 97, 259 74-5, 82, 86-7, 92, 100, 113-4, 118-
Aghassi, 250 20, 122, 167-8, 170-2, 174-8, 180-7,
Aguirre, Marcelino Oreja, 216 189-91,195-247,262,270-1,274,276
Ahtisaari, Martti, 118, 189,216 Avrupa Konseyi, 17, 69, 204, 206, 237,
Aktan, Gündüz, 248 240,245,273
Aktütün, 103, 106, 135 Avrupa Sosyalist Partisi, ı 20
Alaska, 163 Avusturya, 86, 185,201,216,227-9
Allavi, lyad, 143
Allbright, Madeleine, 65 BAB,235
AI-Saadi, Amir H., 27 Babacan, Ali, 45
AI-Zarkavi, LLO Bağdat, 31, 53, 55, 56,58,91,95, 142-3
Ankara Antlaşması, 199,211 Bağış, Egemen,I °
Ankara süreci, 79, 89, 104, 138 Bahreyn, 156
Annan, Kofi, 168-9, 170, 174, 177 Baker, James A., 81
Arafat, Yaser, 82, 112-3, 165 Bakoyannis, Dora, 183
Arap Baharı, 157-8 Balla, Hassan Al, 147
Arap Ligi, 28 Ban KiMoon, 191, 194, 196
Annç, Bülent, 10,37, 138 Barkey, Henry, 100
Armitage, Richard L., 21 Barrionuevo, Jose, 122
Arnavutluk, 86, 246 Barraso, Jose Manuel, 190
ASALA, 68, 99, 256, 265 Barzani, Mesut, 78-9, 87, 88-91, 93-5,
Aşık, Melih, 140 105-6, 113, 138
Atatürkçü Düşünce Derneği, 135 Başer, Edip, 67
Atatürk, Mustafa Kemal, L0, 15, 36, Batı Avrupa Birliği (BAB), 235
49, 52, 61, 80, 108, 112, 126, 130-3, Bayar, Celal, 141
282 UÇURUM KENARıNDA DIŞ POLITIKA

Bayatlı, Abdülhamit, 78 Chilcot, John, 28


Baydar, Mehmet, 68 Chirac, Jacques, 21 i
Baykal, Deniz, 32, 52, 56, 63, 75, 82-3, Clark, Westley, 24-5
91, 104, 114, 117, 120, 126-7, 149, Clinton, Bill, 21-2,123,202
15-4, 168, 182, 217, 219, 221, 228, Clinton, Hilary, 247
243,252-4,261,264 CO SAC, 224
Bedii Faik (Akın), 140 Curie, Philip, 25 i
Biedenkopf, Kurt, 216 Cem, İsmail, 26, 76, 202, 232
Bila, Fikret, 182
Çek Cumhuriyeti, 163
Bilal, Muhsin, 94
Çiller, Tansu, 20 i - 3
Birand, Mehmet Ali, 73
Çin, 160, 186
Birinci Körfez Savaşı, 30, 61
Çin Hindi, 255
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi,
çuval olayı, 58, 64
27,29-30,32,35,50,71,91-2,159
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ko- Dağlıca, 135
misyonu, 155 Dailey, Day, 107
Birleşmiş Milletler İzleme ve Denet- Davos, 154, 168, 174,240,258
leme Komisyonu (UNMOVIC), 27 Davutoğlu, Ahmet, 194,247,265
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek De Gaulle, Charles, 18,200,21 i
Komiserliği, 66-7 Debre, Michel, 255
Blair, Tony, 28-9, 49-50, 201 Demir, Bahadır, 68
Blix, Hans, 27 Demirel, Süleyman, 240, 244
Bolton, John, 21 Denktaş, Rauf, 167-71, 174, 177-9,
Bonino, Emma, 216 181-2,198
Bosna-Hersek, 246 Dersim, 131, 140, 141
Bot, Bernard, 219 d'Estaing, Valery Giscard, 210, 212-3
Boucher, Richard, 49 Dismorr, Ann, 208
Bozer, Ali, 200 Diyap Ağa, 133
Bosna, 25-6,88, 119,206 Doğu Ermenistan, 264
Broek, Hans Van der, 216 Downer, Alexander, 189
Bush, George w., 12-4, 18-9, 21-2, 24, Dreyfus Davası, 247
26,42-3,49,71,94,98,100,107,123, Dubai Antlaşması, 62, 123
21 1,259 Dünya Barış Endeksi, i 2 i
Bulgaristan, 165,272
Büyük Millet Meclisi (BMM), 37, 102, Ebu Gureyb, 17, 63-4, 88
267 Ecevit, Bülent, 26, 56, 199,203,240,244
Ekelen, Willem E Van, 207
Carter, Jimmy, 24 Ekşi, Oktay, 140
Cenevre sözleşmeleri, 63 El Baradey, Muhammed, 27
Cezayir, 2 i 5 Elekdağ, Şükrü, 50-1, 60, 74, 77, 106,
Charette, Herve de, 202 252,258,260-2
Cheney, Dick, 26, 42 el-Maliki, Nuri, 143
DlzlN 283
Endonezya, 11 9 German Marshall Found, 76
Ennahda, 158 Goulard, Sylvie, 210
EOKA, 99, 172-4, 232 Grossman, Marc, 73
Erbil, 79, 87, 95 Guantanamo, 17, 64, 88
Erdoğan, Recep Tayyip, 9, 30-1, 41-4, Gül, Abdullah, 30- 1, 33, 42-6, 77, 90,
76-7, 79, 82, 91, 98, 109-10, 142-3, 91,107,170,223,235,261
167,170,194,196,205,217,220,223, Gülbenkyan, Kalust Sarkis, 256
230,237,254,258,261-2 Gümülcine, 139,272
Ergüvenç, Şadi, 248 Güney Afrika Cumhuriyeti, 82, 197
Ermenistan, 7, 14-5, 76, 113-4, 124, Güney Lübnan, 154
207,213,215,217,238,248-9,253, Güroymak, 139
258,260-4,266-7,276-7 Gürün, Kamuran, 252
Eroğlu, Derviş, 189-92, 195
Esad, Beşar, 94, 160-1 Habur, 31, 67,122,129
ETA, 70-2,99,121-2 Halefoğlu, Vahit, 200
Evans, Jonathan, 212 Hallstein, Walter, 211
Eve Dönüş Yasası, 59-60, 70-2, 99 Hamas, 72, 86,157
Evren, Gürbüz, 112 Hamilton, Lee H., 81
Haşimi, Tarık el, 144
Fabius, Laurent, 214 Hatay, 104, 132, 149
Fallon (Amiral), 106 Havel, Vaclav, 16
Fas, 215, 216 Helsinki Nihai Senedi, 16
Filistin, 68, 82, 112, 142, 146-8, 157, Helsinki Zirvesi, 202, 218
170,259 Heybeliada Ruhban Okulu, 120
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 68 Hınçak, 250-1
Finlandiya, 118, 120, 157, 185, 189,216, Hırvatistan, 86, 227, 237, 246
261 Hizbullah, 60, 72, 85, 89, 153-4, 160
Franco, E, 70, 71 Holbrook, Richard, 87, 88
Frank, Tommy, 24 Hollanda, 39, 76, 201, 207, 214, 216,
Freedom House, 240 223
Fukuyama, Francis, 14,21 Hristofyas, Dimitris, 188-9, 194
Fühle, Stefan, 122 Huntington, Samuel, 146, 148
füze kalkanı, 162, 165 Hürriyet ve Adalet Partisi, 159
Hüseyni, Muhammed Ali, 94
GAL, 121, 122
Gana,224 International Center for Transitional
Gates, Robert, 101, 107, 162 Justice, 248
Gazalcı, Mustafa, 151 International Strategic Research Orga-
Gazze, 142, 148, 154, 157 nization, 73
Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi IRA, 70, 72, 136
(GOP), 18, 19 Irak, 7, 14, 17, 21-36, 38-41, 44-55,
Gerernek, Bronislaw, 216 58-61, 63-7, 70, 72-4, 77-82, 85-98,
284 UÇURUM KENARINDA DIŞ pOLİTİKA

ıol-5, 108-ıo, 112, 119, 123-4, 138, Kirmaşti, 139


142-5, 148, 152, 156, 160-1, 164-5, KKTC, 167, 169, 172, 177, 179-180,
215,248,259,262,272,276 187-8, 190-2, 195-7
Irak Geçici Ulusal Meclisi, 78 Kofi Annan Planı, 134, 168-9, 171-4,
Iraq Survey Group, 28 177,180-3,189,196-7,248,276
Koh!, H., 69, 202
İkinci Körfez Savaşı, 164
Komor,155
İmralı, 75,99,115,122,127-8,136-8
Kosova, 25,119,206,272
İnan, Kamran, 133
Kouchner, Bernard, 211, 245
İngiltere, 194, 207
Kuzey Irak, 14,31-3,40-5,47-54, 56,
Inönü, Erdal, ıo4
59-60, 67, 70-4, 76-9, 81-2, 84-94,
Inönü, Ismet, 80, 84, 98,141,199,240
97-8, 100-7, 109-12, 114, 119-21,
tran, 23-4, 45, 85-8, 90, 94, ıo3, 124,
123-4,139,142-5, 152, 161,207,276
142, 144, 146-8, 152, 154, 156, 160,
Kuzey Irak yerel yönetimi, 40
162-3,165,215,259,272
Kuzey İrlanda, 70
Iskeçe, 139, 272
Küçük Asya Halkları Kurtuluş Derneği,
Islam Kalkınma Bankası, 220
99
İspanya, 233
Küçük, Irsen, 192
İsrail, 14,21, 86, 89, 96, 112, 124, 142,
Kürdistan Demokrat Partisi, 31, 94
146-8, 150, 152-5, 160, 162, 164-5,
Kürdistan Yurtseverler Birliği, 79
187-8,218,231,257-8
Kürt açılımı, LS, 112, 117, 134
İsveç, 20, 205, 207-8, 233

Jefferson, Thomas, 65 Ladin, Usame Bin, 110


Juppe, Alain, 211 Lamers, Karl, 69
La Stampa, 112
Kacar Hanedanı, 146 Laurie, Michael, 28
Kaddafi, M., 159 Lellouche, Pierre, 245
Kagan, Robert, 22 Lennmarker, Göran, 235
Kandil dağı, 33, 41, 51, 75, ıo9, 123, Lewis, Bernard, 61,147,148
127,137,142 Lewy, Guenter, 252
Karadağ, 246 Libya, 23-4, 26, 64, 156, 158-61, 193,
Kardak, 175 215,216
Kasapoğlu, Mahmut, 78 Lindh, Anna, 205
Katar, 158 Lipponen, Paavo, 120
Kazakistan, 24 Lizbon Antlaşması, 245
Kenya, 70, 172 Lord Curzon, 80
Kerkük, 30-1, 50, 55, 78-80,85,88,100, Loti, Pierre, 252
106,114 Lozan, 7, 15,80,84, 133, 176,226,245,
Khalilzad, Zalmay, 22 270-1,273
KıbrısRum Yönetimi, 180-1, 183, 186-7, Lübnan, 24, 85, 89, 96, 148-9, 152-4,
196,230 160, 186, 187
Kırgızistan, 24 Lüksemburg, 85, 201, 214,228
D!Z!N 285

Mahmur Kampı, 53, 66-7, 113, 127, Obama, Barack Hussein, 19, 108-9,
129 117,258-62,265-6
Makarios, 169, 181 Odierno (General), 106
Makedonya, 57,86, 197,227,246 Orams davası, 191
Maliki, Nuri el, 142-4 Ottawa Antlaşması (Sözleşmesi), 150-1
Mango, Andrew, 69, 252, 253
Öcalan, Abdullah, 69-70, 93, 104, 110,
Martens, Wilfred, 201
112,118-9, 149
McCarthy, Justin, 252
Öcalan, Osman, 112
McEldowney, Naney, 110
ÖzaL, Turgut, 61, 200, 244
McNamara, Robert, 46
Özdil, Yılmaz, 140
Meksika, 224
Özkan, H üsamettin, 26
Mello, Sergio de, 58
Özkök, Hilmi, 43, 48, 55
Merkel, Angela, 176, 222-3, 239
Öztrak, Faik, 27,141
Meşal, Halid, 86
MetroPOLL, 124 Pakistan, 259
Milli Güvenlik Kurulu, 35, 43, 167, Panama, 224
172-3,215 Panetta, Leon E., 81
Mısır, 64, 87, 147-8, 154, 156-9, 161, Papadopulos, Tasos, 181, 185, 187
186-7,215 Papa Jean Paul II, 241
Muhammet Ali Şah, 146 Papandreu, George, 93, 120,232
Musaddık, Muhammed, 147 Papa XIV: Benedikt, 241
Musul, 50, 79,80,100 Patrikhane, 7,14,15,207,251
mutabakat muhtırası, 34, 43 Patriot, 164, 165
Muzaffer El-din Şah, 146 Paul Bremer III, 58
Mübarek, Hüsnü, 159 Pearson, Robert, 43
Müslüman Kardeşler, 86, 147-8, 157-9, Pelosi, Naney, 258
161 Pentagon, 33
Müslüman Ulemalar Birliği (UOM), Perez, Şimon, 154
158 Perino, Dana, 107
Müslüman Ulemalar Ligi (LOM), 158 Perle, Richard, 22
Myers, Richard, 109 Peru, 224
PEW, 33
Nairobi,99 Phillips, David, 108, 110, 112-3, 118,
Nasrallah, Hasan, 154 120,123,127,135,248,261, 266
NATO, ll, 13-4, 24-6, 43, 45, 51, 56, PJAK, 82, 142
67,71,75,85,89,96-7,108, lll, 159, Polonya,39,163,202,205,216,267
162-5,211,235-6,259 Pompidou, George, 18
NA1D StratejikKonsept, 12,96 Portekiz, 85, 213
Noel,80 Powell, Colin, 27-9, 38, 41-2, 44-5, 49,
Norşin,139 65, 152
Norveç, 76, 108, 111-3, 122, 134, 186 Prodi, Romano, 167-8,210,222
Nur Partisi, 159 Pulur, Hasan, 140
286 UÇURUM KENARINDA DIŞ POLITIKA

Rabin, İzak, 112, 113 Sezer, Ahmet Necdet, 30, 43-4


Radio Free Europe, 16 Sovyetler Birliği, 16, 17
Radio Liberty, 16 Sudan, 24
Ralston,67 Suriye, 24, 45, 53, 70, 77, 80, 85, 90,
Rasmussen, Poul Nyrup, 120 92-4, 104-5, 138, 144, 147-53, 156,
Rice, Condolezza, 90, 159 158, 160- 1, 163, 165,215
Rocard, Michel, 211,216
Şahap III, 160
Rohan, Albert, 216
Şeyh Sait, 83, 131 -2
Rolandis, Nikos, 170
Şimşir, Bilal, 252
Roosevelt, Franklin Delano, 23
Rumsfeld, Donaıd, 22, 42, 72 Tacikistan, 24
Rusya, 23, 124, 147, 160, 163-4, 173, Talabani, CelaL, 76, 79, 89-91, 93, 105,
205,215,250,259 138
Talat, Mehmet Ali, 182, 187-90, 194-5
Saddam Hüseyin, 21, 30, 33, 44, 47, 51,
TARC, 248, 249
53,66,80
Taşnak Partisi, 250
Saharov, Andrey, 16
Telafer,78
Samson, Nikos, 174
Terörle Mücadele Yasası, 100, 110
Sanberk, Özdem, 248
The Washington Institute, 26
Sarkozy, Nicholas, 233-4, 257
Torumtay, Necip, 61
Sason, 250
Tunus, 64,156-9,161,165
Sav, Önder, 36
Türk- Ermeni Yakınlaştırma Komitesi
Schmidt, Helmuth, 201, 215
(TARC),113
Schröder, Gerhard, 202
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM),
Schüssel, Wolfgang, 185,227
8-9,29,33-4,37-8,44-6,48,51,64-5,
Selahattin (Irak), 79
108, 117, 127, 135, 167-8, 174, 192,
Selefiler, 158, 159
207,253,262-3,278
Sergio, Mello de, 58
Türkmenler, 24, 30, 50, 53, 78-81, 85,
Sevr Antlaşması, 40, 178
104, 138
Sh ort, Clare, 49, 50
Tüzmen, Kürşat, 31
Sırbistan, 119, 205, 246
Silivri, 136 Ukrayna, 39, 205, 215
Silkroad Enstitüsü, 20 Ulusal Güvenlik Konseyi, 42
Silopi, 135, 136 Uluslararası Af Örgütü, 17
Simitis, Kostas, 180 Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu
Sistani, Ayetullah H üseyni, 58 (IAEA), 27, 29
Sivas Kongresi, 80 Uluslararası Çalışma Örgütü, 225
Snow, John, 45
Solana, Xavier, 203 Ümran, Sabah, 90
Somali, 24 Ürdün, 30, 53
Sosyalist Enternasyonal, 82, 91, 93,153 Varşova Paktı, 16
Süleymaniye, 55-6, 64, 124 Vaşington Antlaşması, 12
DIZIN 287

Vedrine, Hubert, 211 Yakınlaşma Komitesi" (TARC), 248


Verheugen, Günther, 168, 182,203,209, Yanikiyan, Gurgen, 68
222 Yedioth Ahronoth, 112
Vichy hükümeti, 234 Yemen, 156
Yetenç, Erdoğan, 37
Wellington House, 251 Yukarı Karabağ, 238, 260, 262
Wershbow, Alexander, 13 Yunanistan, 57, 70, 99, 120, 124, 139,
Weston, Tom, 43 154-5, 163, 165, 167, 173, 175, 180,
Wexel, Robert, LO 183-4, 194, 197, 199,200,213,215,
Wexler, Robert, 9, 46 232,270-2,274
White, Deborah, 53 YusufZiya Bey, 133
Wilkins, Jay, 43
Wilson, Ross, 73 Zapsu, Cüneyt, 42
Wilson, Woodrow, 40,107, 266 Zelyut, Rıza, 141
Wolfowitz, PauL, 22, 26, 41-2, 45-6, Zeytun,250
207 Ziyaı, Uğur, 26

You might also like