You are on page 1of 27

T.C.

SİNOP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ANDREW HEYWOOD-SİYASİ İDEOLOJİLER KİTABI ÖZETİ

HAZIRLAYAN
Buse KÖSEREN

FİNAL ÖDEVİ
İ.İ.B.F. ANA BİLİM DALI

DANIŞMAN
Dr. Öğr. Gör. Habib AYDIN

SİNOP/HAZİRAN-2021
SİYASİ İDEOLOJİLER

BÖLÜM 1- İDEOLOJİ VE İDEOLOJİLER


FİKİRLERİN ROLÜ
Siyasi fikirlerin şekillenmesinde, içinde bulundukları toplumsal ve tarihsel koşullar etkilidir.
Fikirler hedefler için harekete geçirici etki yaratırlar, sistemleri belirlerler ve toplumu bir
arada tutarlar.
İDEOLOJİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER
İdeoloji üzerine çok farklı tanımlar yapılmıştır ve bu tanımlar belli siyasi görüşler arasında
değişiklik göstermektedir.
Genel olarak ideoloji, siyasi bir görüş, yönetici sınıfa ait bir görüş, özel bir grubun görüşü,
sınıfsal çıkarları işaret eden bir kavram gibi muhtelif tanımlamalar ile karşılaşmıştır.
İlk olarak “fikirlerin bilimi” olarak ortaya atılmıştır.
MARKSİST GÖRÜŞLER
Marksizme göre ideoloji bir yanılsamadır ve sınıfsal durumlara işaret eder. Onu yaratan
sınıfın çıkarlarına hizmet etmektedir.
Gramsci burjuva hegemonyasının hayata dair her alanda var olduğunu ve bu hegemonyayı
yenebilmek için siyasi ve entelektüel düzeyde bir proletarya hegemonyası kurulmasını işaret
eder.
MARKSİST OLMAYAN GÖRÜŞLER
Mannheim, Marks’ta olduğu gibi fikirlerin toplumsal koşullar bağlamında oluştuğunu
söylemiş fakat ideolojiye olumsuz bir anlam yüklememiştir. Ona göre ideolojilerin toplumsal
bir gerçekliği ortaya çıkarma özelliği vardır.
İdeoloji kavramı 1950’ler ve 60’lardaki Soğuk Savaşın etkisi ile daha gergin bir ayrıma
girdiği görülmektedir.
Liberal teorisyenler, İtalya, Almanya ve Rusya’da beliren ideolojileri baskıcı yönetim olmakla
suçlamışlardır.
1960’larda sonra ise ideoloji kavramı daha tarafsız ve nesnel olarak anılmaya başlanmıştır.
İDEOLOJİNİN TEMEL ÇİZGİLERİ
Bir dünya görüşünü açıklarlar, bir gelecek tasarımı yaparlar ve siyasi değişimin nasıl
gerçekleşmesi gerektiği ile ilgilenirler.
İDEOLOJİ, HAKİKAT VE İKTİDAR
İdeolojiler hakkında kesin bir hüküm verilebilecek bir ölçüt bulunmaktadır.
Kişiler toplum içerinde bir görüşe sahip oldukları için herhangi bir teoriyi yanlışlama veya
doğrulama konusunda objektif olamazlar, yalnızca inandıkları ideolojiye eşlik ederler.
ESKİ OLAN İÇİN YENİ İDEOLOJİLER Mİ?
Siyasi İdeolojilerin doğuşu feodalizmden kapitalist sisteme geçilen dönemde gerçekleşmiştir
denebilir. Ortaya çıkan sanayi toplumunu biçimlendirmek için ortaya, liberalizm,
muhafazakarlık ve sosyalizm gelenekleri çıkmıştır.
19. yy’ın ilerleyen dönemlerinde bu gelenekler toplumda sınıf ve tabakaların topluca
savunduğu ideolojiler haline gelmiştir. Sonrasında Klasik ideolojilere “Yeni ideolojiler” de
eklenmiştir ve yeni ideolojiler klasik ideolojileri bazı bakış açılarındaki farklılıklar sebebi ile
dönüştürmüştür.
Dönüşümün nedenleri arasında, sanayi sonrası yeni toplumsal hareketlerin doğuşu,
komünizmin çöküşü, küreselleşmenin ve kozmopolit duyarlılıkların artışı sayılabilir.
BÖLÜM-2 LİBERALİZM
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Liberalizmin kökenleri insanların ilk kez bir arada yaşamaya ve ticaret yapmaya başladıkları
tarım toplumlarına kadar dayandırılabilmektedir.
Avrupada liberalizm feodalitenin çökmesi ile var olan kapitalizmin bir ürünü olarak ortaya
çıktığı söylenebilir.
ANA TEMALAR: BİREYİN ÖNCELİĞİ
Liberalizm bireyin kendini var etme özgürlüğünün yanı sıra bir dizi ahlaki kavramı da
savunmaktadır. Bunlar bireyselcilik, özgürlük, akıl, adalet ve hoşgörüdür.
LİBERALİZM, YÖNETİM VE DEMOKRASİ
Liberal Devlet
Liberaller, savundukları birey özgürlüğünün başka bir birey tarafından kısıtlanabilme
durumunu engellemek için bir devlet organına işaret ederler. Bu da Hobbes ve Locke gibi
düşünürlerin geliştirdiği toplumsal sözleşme teorisini oluşturur. Buna göre bireyler, onsuz
düzen ve istikrarın sağlanamayacağı konusunda hemfikir oldukları devleti kurmak için bir
anlaşma yaparlar.
Teoriye göre devlet bireylerin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına cevap vermek için vardır. Ayrıca
devlet toplumu sömürme isteğinde olan belli bir zümrenin değil bütün insanların anlaşma
durumu ile ilgilenir.
Anayasalcılık
Liberaller devlete ihtiyaç duysalar da, yine de onu sınırlandıracak bir araca ihtiyaç duyarlar
çünkü devlet gücünün kötüye kullanımı bertaraf edilmelidir. Anayasa tam da burada devre
girer ve iktidarın kullanımını kısıtlar. Ayrıca anayasalcılık siyasi iktidarı kurumlar arasında
dağıtır ve iç kısıtlamalar ile bunları denetler.
Anayasalcılıktaki en önemli konu, Montesquieun’un kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Kuvvetler
ayrılığı ilkesindeki temel amaç bir kişinin diktatörlüğünün önüne geçmektir.
Liberal Demokrasi
Medeni özgürlükleri güvence altına almak, iç ve dış denetleme ağını ifade etmek, evrensel
seçilme hakkı, siyasi eşitlik, düzenli ve rekabetçi seçim sistemini tanımlar.
Liberallerin demokrasi kavramı üzerindeki endişeleri, bireyin değil çoğunluğun temsil
edilmesi sorunudur.
Liberaller için demokrasi toplum arasındaki uyumlama ihtiyacını yerine getiren kavram
olarak görülmektedir ve karmaşık toplum yapısının sürdürülmesine en uygun olan sistem
budur.
KLASİK LİBERALİZM
Kasik liberallere göre toplum kendi çıkarını en sağlıklı şekilde tayin edebilecek bireylerden
meydana gelir. Bireyin çevresi tarafından müdahale edilmediği ölçüde özgür olduğuna inanır.
Devletin rolü sınırlıdır ve devlet iç düzeni sağlamalı, sözleşmeleri garanti altına almalı ve
dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı toplumu korumalıdır. Toplumu sadece bir özgürlük
alanı olarak değil, bir denge ve uyum alanı olarak da görürler.
Doğal Haklar
Lock ve Jefferson’a göre doğal haklar insana doğa ve tanrı tarafından verilmiş haklardır. Her
kişi, insan olması nedeni ile bu haklara doğal olarak sahiptir ve bu haklar vazgeçilmezdir.
Lock’a göre, hayat, özgürlük ve mülkiyet bu haklardandır.
Faydacılık
Fayda ilkesi bir eylemin, bir politikanın doğruluğunun ölçütünün onun mutluluk getirme
ihtimaline göre belirlenmesi olarak tanımlanabilir.
Faydacılık yaklaşımı liberalizm üzerinde çok etkili olmuştur fakat yüksek sayıda insanın
mutluluğunun doğrunun ölçütü olma durumunu ne denli karşılayabildiği konusu tartışmalıdır.
Ekonomik Liberalizm
Smith, piyasanın özgür bireylerin isteklerine ve kararlarına göre işlediğine inanmaktadır.
Piyasa yönetimin müdahalesine karşı serbest olmalıdır, kendi kendini düzenlemelidir.
Sosyal Darwinizm
Kişi kendini geliştirdiği sürece yoksulluk kavramından uzaklaşmaktır iddiasına işaret eder.
Darwin’in, canlıların gerçekleşen değişim ve başkalaşımlara ayak uydurabilenlerin hayatta
kaldığını söyleyen teorisinin toplumsal ve siyasi teoriye entegre olmasıdır.
Neo-Liberalizm
Neo-liberalizm 1970’lerden bu yana ekonomik liberalizmin canlanmasını anlatmaktadır.
Piyasanın ahlaki ve pratik açıdan yönetime ve herhangi bir siyasi denetim biçimine üstün
olduğu düşünülmektedir.
Yönetimin kusurları çoktur, bunun karşısında piyasanın sağladığı koşullar ise tartışmasız
faydalıdır.

MODERN LİBERALİZM
Modern Liberalizm sanayileşmiş toplumun ilerlemesi ile paralel şekilde gelişmeye işaret eder.
Ayırt edici özellikleri, bireysellik, pozitif özgürlük, sosyal liberalizm ve ekonomik
işletmeciliktir.
Bireysellik
Mill’e göre özgürlük bireylere kendi hayatlarının kontrolünü ele alma, özerklik sahibi olma
veya kendini gerçekleştirme yeteneği vermektedir. Mill aynı zamanda bireyin haz tatmini ile
değil insani gelişim ile var olabileceğini söylemektedir.
Pozitif Özgürlük
Green, küçük bir azınlığın ekonomik özgürlüğünün büyük kesimin fırsatlara ulaşmasının
önünde engel olduğunu savunur. Green’e göre özgürlük, bireyin bireyselliğini geliştirme ve
elde etme yeteneği olmaktadır. Özgürlük demek kişinin bireyselliğini geliştirmesi, beceri ve
bilgiye erişebilmesi anlamına gelmektedir.
Pozitif özgürlük özgürlüğün toplumsal dezavantaj ve eşitsizlik tarafından tehdit edildiğinin
farkındadır.
Sosyal Liberalizm
20. yy’da modern devletler refah devletleri haline gelmiştir. Modern liberalizme göre refah
kendi kendine yetme ve bireysel sorumluluk erdemlerini yerine getirebilmektir.
Refahçılık anlayışı fırsat eşitliği ile paraleldir. Belirli bir kesim toplumda dezavantajlı bir
durumda ise devlet bu kesime daha eşit imkanlar sunmalıdır.
Ekonomi Yönetimi
Klasik ekonomistler işsizlik sorununa ve aslında diğer tüm ekonomik sorunlara bir piyasa
çözümü olduğunu ileri sürmüşlerdi buna karşılık Keynes, ekonomik faaliyetlerin ve buna
bağlı olarak işsizlik düzeyinin ekonomideki toplam talep miktarınca belirlendiğini ileri sürer.
Modern liberaller, toplumsal refahın sağlanmasıyla, ekonomi yönetiminin sivil toplum içinde
zenginliği ve uyumu teşvik edici yönde yapıcı olabileceği görüşüne sahip olmuşlardır.
KÜRESEL ÇAĞDA LİBERALİZM
Birçok yorumcuya göre küreselleşme neo-liberalizmin bir yüzüdür.
Neo-liberal küreselleşmenin sonuçlarından biri artan ekonomik bağımlılığın barışa ve
uluslararası hukuka neden olduğudur.
Ayrıca liberal demokrasi Batılı devletlerin ötesine geçmiş ve dünya genelinde bir güç haline
gelmiştir.
Bu ilerleme ve küreselleşmenin etik boyutu da olmuştur. İnsanlar artık dünyanın farklı
bölgelerinde meydana gelen olaylar ve var olan şartlar hakkında daha fazla bilgi sahibi
oldukça onların ahlaki hassasiyetlerini sadece kendi devletlerinin sınırları dahilinde tutmak
daha da güçleşmektedir.

BÖLÜM 3-MUHAFAZAKARLIK
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Fransız Devrimi ile oluşan toplumsal, ekonomik ve siyasi gelişmelere bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır.
Fransız Devrimi ve Batıda modernleşmeye karşı doğan bir ideoloji olduğu için Avrupa ve
Kuzey Amerika haricinde başka bölgelerde var olduğunu söylemek zordur.
Var olan gelenek ve milli kültürlere bağlılık şeklinde genel anlamda tanımlanabilmektedir.
Yeni sağ şeklinde adlandırılan ideoloji ise muhafazakarlıkla, serbest piyasa ekonomisini
destekleyerek, farklı bir bakış açısı sergilemiştir.
ANA TEMALAR: MUHAFAZA ETME ARZUSU
Genel anlamda değişimden kuşku duymak ve hatta değişime direnmek şeklinde bir tavır
sergileyen muhafazakarlık, neyi desteklediğini açıklamaktan ziyade neye karşı çıktığı konusu
üzerinden kendini tanımlamaya çalışan bir ideolojidir.
Merkezinde yer alan önemli inanışları, gelenek, insanın kusurluluğu, organik toplum,
hiyerarşi ve otorite ile hürriyettir.
Gelenek
Muhafazakarlık ideolojinin dayandığı temel argüman, gelenektir. Bazı muhafazakarların
geleneğe bağlılığı dine olan bağlılıkları ile açıklanmaktadır. Çünkü onlara göre dünya
üzerindeki her şey tanırının eseri ise onun kurduğu sisteme hiçbir şekilde müdahale
edilmemelidir. Ve gelenek geçmişin bilgeliğini yansıtır.
Gelenek ayrıca hem birey hem de toplum için bir kimlik oluşturmaktadır. Değişim ise
belirsizliğe ve istikrarsızlığa neden olabilmektedir.
İnsanın Kusurluluğu
Çoğu diğer ideolojinin aksine muhafazakarlık insanın kusurlu olduğunu söyler. İnsanlar
psikolojik açıdan sınırlı ve bağımlıdırlar. Ahlaken kusurlu ve entelektüel açıdan da
yetersizdirler. Bu anlamda hukukun rolü de özgürlüğü sağlamak değil düzeni korumaktır.
Organik Toplum
Muhafazakarlara göre toplum yaşayan bir organizmadır ve makinalardan farklı şekildeki
çalışma prensiplerine göre parçalardan biri tahrip olduğunda bütüne zarar vermektedir. Bu
bakımdan hassas oluşumlardır. Ayrıca doğal şekilde oluşmuşlardır.
Yeni sağ, muhafazakarlık içinde organizmacılık fikrine olan desteği zayıflatmıştır.
Hiyerarşi ve Otorite
Muhafazakarlıkta toplumsal eşitlik arzu edilmeyen ve erişilmesi de imkansız bir durum olarak
görülmektedir. Eşitsizliğin toplumun doğal yaşayışı içinde normal bir durum oluşuna paralel
olarak hiyerarşinin oluşması da olağandır.
Hiyerarşi kavramı otorite kavramı ile sağlamlaştırılmıştır. İnsanlar, nerede durması ve
kendilerinden ne beklendiği konusunda bir rehberliğe ihtiyacı olan varlıklar olduğu için
otoriteye duyulan ihtiyaç kaçınılmazdır.
Mülkiyet
Liberallere göre liyakate dayalı olan mülkiyet kavramı muhafazakarlara göre zenginliği
biriktirebilme yeteneğidir.
Onlara göre mülkiyet toplumsal hayatta psikolojik ve toplumsal avantaja da neden olmaktadır.
Ki bu avantaj çoğunlukla kişiliğin bir uzantısı gibi görülmeye başlanmaktadır.
Mülkiyet sadece bireyi ilgilendiren bir kavram değil toplumun genelini sorumlu tutan bir
kavramdır çünkü milliyet bir milli miras olarak da görülebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında
muhafazakarların özelleştirme karşıtı oldukları söylenebilir.
OTORİTER MUHAFAZAKARLIK
Asıl önemli olan düzenin korunmasıdır. Devrim veya reform gibi durumlar toplumu bir arada
tutan değerleri zayıflatmaktadır.
PATERNALİST MUHAFAZAKARLIK
Burkeçü muhafazakarlık daha temkinli, ılımlı ve pragmatiktir. Değişime direnmenin bir işe
yaramayacağını düşünmektedir. Ne tam anlamı ile birey desteklenir ne de tam olarak devlete
yaslanılmaktadır. Amaç bu ikisi arasında bir denge kurabilmektir.
LİBERTERYEN MUHAFAZAKARLIK
Özellikle klasik liberal fikirlerden etkilenmişlerdir. Liberal ekonominin otorite ve ödev gibi
değerler üzerine kurulu olan daha geleneksel, muhafazakar bir toplum felsefesi ile uyumlu
olduğuna inanmaktadırlar.
Klasik liberallerin aksine, kamu düzenini sağlamak ve otoriteye saygıyı garanti altına almak
için güçlü bir devlete ihtiyaç olduğuna inanmaktadırlar.
Piyasa, istikrarı koruyan güçlerle yan yana olmalıdır.
YENİ SAĞ
Yeni sağa birbirinden farklı iki ideolojinin birleşimi gibi düşünülmektedir. Bunlardan ilki
klasik liberalizm başlığında serbest piyasa teorileri ve geleneksel muhafazakarlığın dayandığı,
düzen, otorite gibi kavramlardır. Ekonomik liberteryenizm ile devlet ve toplum
otoriteryenizmini birleştirmeye çalışmaktadır.
Liberal Yeni Sağ
Devletçilik karşıtıdır. Bunun yerine bireylerin tercihlerinin toplumun genel faydasına yol
açacağı fikri ile piyasanın serbest bırakılması gerektiğini savunur.
Karma ekonomi ve kamu mülkiyetine de karşıdır. Refah devletin toplumun düzenini
bozacağını düşünmektedir. (çalışan anne gibi)
Muhafazakar Yeni Sağ
Liberal reformun ve serbestliğin bir toplumsal parçalanmaya yol açacağı endişesi taşır.
Topluluğu güçlendirmenin yolunun otoriteyi güçlendirmekte ve toplumsal disiplini empoze
etmekte olduğunu iddia etmektedir. Çünkü serbest bırakılmış bir toplumda kendi hayat tarzını
seçmiş bireyin ahlak dışı bir görüşü seçme ihtimali bulunmaktadır ve ayrıca insanlar farklı
ahlaki pozisyonlar da seçebilirler.
BÖLÜM 4-SOSYALİZM
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Sanayi işçileri sınıfının insani şartlarda olmayan ve çetin çalışma koşullarına işaret eden bir
tavır ile ortaya çıkan sosyalizm, kapitalizme karşı bir tepkidir. 19. Yy’da sendikaların, işçi
sınıfının, sosyal kulüplerin ve spor kulüplerinin gelişmesi ile birlikte ekonomi canlanmış ve
işçi sınıfı ile sanayi toplumu bir bütünleşme yaşamıştır. Sosyalistler, devrim isteyen ve rejimi
sandıkta değiştirmek isteyenler olarak ikiye ayrılmışlardır. Rus Devrimi ile bu ayrım iyiden
iyiye keskinleşmiş ve devrimciler komünizm, reformcu sosyalistler ise sosyal demokratlar
olarak anılmaya başlanmıştır.
20. yy.’dan bu yana sosyalizmin çöktüğünü iddia edenlerin dayandığı en büyük argüman ise,
1989-91’deki Doğu Avrupa devrimleri ile komünizmin çökmesi olmuştur.
ANA TEMALAR: HİÇ KİMSE BİR ADA DEĞİLDİR
Sosyalizm 3 farklı biçimde anlaşılır: ekonomik model olarak, işçi hareketinin bir aracı olarak
ve bir siyasi akım-ideoloji olarak. Siyasi akım veya ideoloji olarak ele alınmasının nedenleri
arasında içerdiği kavramlara bakmak doğru olacaktır: topluluk, işbirliği, eşitlik, sınıf siyaseti,
ortaklaşa sahiplik
Topluluk
Sosyalizmin insanları bireysel olarak değil, toplumsal ve ekonomik sorunlarla başa
çıkabilmede toplumsal varlıklar olarak görmektedir, bu da birleştirici bir güce işaret
etmektedir.
İnsan hayatının toplumsal hayatın tecrübeleri ve koşulları tarafından biçimlendirildiğine
inanmaktadırlar. Bireyin, toplumun ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemektedirler.
İşbirliği
Bireylerin birbirlerine karşı olmak yerine dayanışma içerisinde olmalarının toplumsal açıdan
ekonomik ve ahlaki fayda sağladığına inanmaktadırlar.
Ekonomik büyümeyi sağlamanın en temel koşullarından biri ise toplumdaki en yoksul ve
güvencesiz kesimlerin refaha ulaştırılması olarak görülmektedir.
Eşitlik
Eşitlik kavramı, sosyalizmi diğer ideolojilerden keskin bir biçimde ayıran en önemli
kavramdır. Beşeri eşitsizliğin toplum tarafından oluşturulduğunu düşünmektedirler.
Toplumsal eşitlik ile işbirliğinin destekleneceğini düşünmektedirler.
Bireyin bütünsel varlığını ortaya koymasının yolunun ihtiyaç tatmininden geçtiğini ve bu
ihtiyaç tatminin gerçekleşebilmesinin yolunun toplumsal eşitlik olduğunu ileri sürmektedirler.
Marksistler özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile toplumsal eşitliğin sağlanabileceğini
düşünürken, sosyal demokratlar zenginliğin kademeli vergilendirme sistemi şekliyle ve devlet
eli ile gerçekleşmesi durumunda oluşacağını savunmaktadırlar.
Sınıf Siyaseti
İlk olarak tarihin ilk aktörlerinin bireylerden çok toplumsal sınıflar olduğuna işaret ettikleri,
ikinci olarak toplumsal sınıf kavramını işçi sınıfı ile özdeşleştirdikleri görülmektedir.
Toplumsal sınıflar, toplumu var eden zorunlu bir kavram değildir ve asıl amaç sınıfsız
toplumdur.
Marksist gelenekte toplum burjuvazi ve proletarya olarak iki sınıfa ayrılmıştır.
Sosyal demokratlar ise toplumu beyaz yakalı, orta sınıf ve mavi yakalı şeklinde ayırmışlardır.
Ortaklaşa Sahiplik
Rekabetin ve eşitsizliğin nedenlerini üretken zenginlikle ve özel mülkiyetle
ilişkilendirmektedir. Özel mülkiyeti, gayri adil, yozlaştırıcı ve bölücü olduğu konusunda
eleştirmektedir.
Marks ve Engels sınıfsız topluma ulaşmak için özel mülkiyetin kaldırılması gerektiğini
söylemişlerdir.
Lenin ve Bolşevikler 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçirdiklerinde sosyalizmin devletleştirme
ile inşa edilebileceğine inanmışlardı.
Sosyal demokratlar ekonominin akılcı bir biçimde planlanması için devleti bir aracı olarak
görmüşlerdir. Bu anlamda tam bir devlet kolektifleştirmesini değil karma ekonomi inşa etmek
için devletleştirme uygulanmıştır.
SOSYALİZME GİDEN YOL
Devrimci Sosyalizm
İlk sosyalistler sosyalizmin var olan siyasi sistemin devrim ile ortadan kaldırılacağını ve bu
durumun özelliklerinden birinin de şiddet olacağını ileri sürmüşlerdir.
İlk başarılı sosyalist devrim olan Bolşevik Devrimi Lenin ve Bolşeviklerin önderlik ettiği bir
halk isyanından çok bir hükümet darbesi idi.
Devrimci sosyalistler devleti sermayenin yanında ve emeğin karşısında olan bir sınıf baskısı
ajanı olarak görmektelerdi.
20. yy’in ikinci yarısında devrimi en çok gelişmekte olan ülkeler, silahlı mücadele ile
benimsemişti.
Devrimci ve isyankar siyaset araçlarının tercih edilmesinin sosyalizm için önemli sonuçları
olmuştur ve devrimin eski düzenin kalıntılarını temizleyip yeni bir sistemin düzenlenmesine
olanak sağlamaktadır.
Devrimci partiler bir kez iktidarı ele geçirdikten sonra yönetimi iyice ele alan tipik askeri
tarzda yapıları benimsemişlerdir.
Eski düzeni yıkarken muhalif güçleri de yok ederek tamamen bir totaliter diktatörlük
kurulmasının yolunu da açmış olmaktadırlar.
Evrimci Sosyalizm
19. yy’ın sonlarında işçi sınıfı devrimci özelliğini yitirmişti ve toplumla bütünleşme yoluna
gitmişti.
Siyasi demokrasinin aşamalı olarak gelişmesi oy hakkının emekçi sınıfı da kapsayacak şekilde
genişlemesi, evrensel seçme hakkının tüm erkek nüfusu kapsayacak şekilde genişlemesi gibi
faktörler sosyalistlerin başkaldırı tavrını terk ederek daha evrimci ve demokratik bir tavır
sergilemelerini sağlamıştır.
Tedriciliğin Kaçınılmazlığı mı?
Evrimci sosyalistlerin düşüncesine göre: oy hakkının genişlemesi ve nihai evrensel oy hakkı
sonucunda siyasi eşitlik kurulacaktır, siyasi eşitlik pratikte çoğunluğun yani işçi sınıfının
lehine sonuçlar doğuracaktır, işçi sınıfının sosyalist partilere kayması sosyalist partilerin sayı
açısından artmasına neden olacaktır, sonuç olarak iktidara gelen sosyalist parti toplumda
kökten bir değişime sebep olacaktır.
Fakat gerçekler bu beklentileri hiçbir zaman karşılamamıştır, kapitalizmi yok etmek yerine
sadece onu ıslah etmekle kalmışlardır.
Marksistler burjuva ideolojisinin topluma işçi sınıfının kendi sömürülüşünü algılamasını
önleyecek biçimde nüfuz ettiğini ileri sürmektedir.
KOMÜNİZİM
Özel mülkiyeti ve kolektif sahiplenmeyi reddetmektedir. Sistematik olarak ilk şekilde
Marksizm ile ortaya çıkmıştır. Ortodoks Marksizm sonradan Sovyet komünizminin temelini
oluşturmuştur.
Klasik Marksizm
Marks, toplumsal ve tarihi gelişmenin temelini tamamen maddi koşulların oluşturduğunu
düşünmektedir.
Proletaryayı kapitalizmin “mezar kazıcısı” olarak görmektedir. İki sınıf arasındaki bu çelişki
nihayetinde komünist bir toplum oluşmasına neden olacaktır. Bu süreç bazı aşamaları
kapsamaktadır: ilkel komünizm topluluğu,, efendi ve köle arasındaki çatışmayla tanımlanan
kölelik, toprak sahipleri ve serfler arasında oluşan feodalizm ve burjuvazi ile proletarya
arasındaki çatışmayı barındıran kapitalizm.
Kapitalizm insanları yabancılaştırarak, onu ihtiyacı olan şeye değil satıldığında kar getirecek
olan şeyi üretmeye yönlendirmektedir. Ayrıca yöneticileri adına çalıştıkları için çalışma
sürecine de yabancılaşmaktadırlar. Bireyler kendi çıkarlarını düşünmeye zorlandıkları için
çalışma arkadaşlarına da yabancılaşmaktadırlar ve en sonunda kişiler kendilerine de
yabancılaşmaktadırlar.
Marksın komünizmi yalnızca siyasi olarak bir devrim değil toplumsal bir devrimi de
hedeflemektedir. Bu devrimin ilk hedefi de burjuva devletidir. Kurulacak olan proletarya
diktatörlüğü ile sınıf çelişkileri ortadan kalacak, devlet kaybolup gidecek ve özel mülkiyet
kavramı da geride kalacaktır.
Ortodoks Komünizm
Rus Devriminden sonra, başka yerlerde kurulan komünist partiler Bolşevikleri örnek
almışlardır. Böylece Sovyet Komünizmi ve Marksist-Leninist fikirler komünist dünyanın
hakimi haline gelmiştir.
20. yy komünizmi Marksist fikirlerden ayrılarak, devrimci hedefleri bir yana bırakıp, sendika
bilincinin ötesinde bir partileşme hedefi gütmüşlerdir. Ayrıca Marks’ın hedefi olan Batı
Kapitalizmini değil Çin ve Rusya gibi köylülüğün hakim olduğu ülkelerde iktidarı ele
geçirmişlerdir, böylece hedeflenen kentli proletaryaya değil sınıf devrimini gerçekleştirme
yeteneğinden uzak kitleye ulaşabilmişlerdir.
Lenin, proletaryanın, kapitalizmin etkisi altında olduğunu ve devrimi gerçekleştirebilmek için
mutlaka devrimci bir partiye ihtiyaçları olduğu görüşündedir. 1924-53 arasındaki Stalin
yönetimi de Lenin’in bu görüşündeydi ve tepeden inme bir yönetim anlayışı ile örneğin özel
teşebbüsün ortadan kaldırılmasını çabuklaştırdı, köylülerin kendi topraklarını bırakarak
devletin gösterdiği şekilde çiftliklerde çalışmak zorunda bırakıldılar. Bu yönetim tarzı
zamanla tek parti aracılığıyla yönetilen bir diktatörlük haline gelmiştir.
Neo-Marksizm
Klasik Marksizm fikirlerinin belirli yönlerine sadık kalınarak benimsenmesidir. Özellikle
Bolşevik Devriminin beslendiği Ortodoks Komünizmi tamamen itici bulmaktadırlar.
Marksizmin Ölümü
1989 yılında yaşanan gelişmeler, Berlin Duvarının çöküşü ile zirveye tırmandı ve 1991’de
Sovyetler Birliğindeki Ortodoks komünizmi çöktü. Çin, Küba, Vietnam, Kuzey Kore ve diğer
komünist yerlerde Stalinist yönetim piyasa yönelimli reformlar ile melezleşti ve bu sistemler
başta sanayileşme ile kendilerini kanıtlamaya çalışmış olsa da 1950’lerde artık Batı’daki refah
düzeyi ile savaşamaz hale gelmiştir.
Fukuyama gibi tarihin sonu teorisyenleri Marksist ideolojinin sonunun geldiğine işaret
ederken, Stalin’in yönetimindeki Ortodoks Komünizmin yaşadığı asimilasyonu da işaret
etmektedirler.
SOSYAL DEMOKRASİ
Sosyal Demokrasi, piyasa ile devlet müdahalesi arasında bir denge kurulmasını hedeflemiş,
kapitalizmin ortadan kaldırma fikrini benimsememişlerdir.
1945’ten sonra parlamenter sistemlerde yer alan partilerin çoğalması ile birlikte en üst
döneminiyaşamıştır. 1970’ler ve 80’lerde ise yükselen neo-liberalizm ile birlikte var olma
mücadelesi vermeye başlamıştır. 20. Yy’ın son yıllarında ise ideolojik olarak küçülmeye
başlamıştır.
Etik Sosyalizm
Sosyal demokratlar kapitalizme daha çok ahlaki açıdan eleştiriler geliştirmişlerdir. Daha çok
bütün insanları Tansı’nın yarattığı ilkesi ile Hıristiyan temelli bir hümanizm göstermişlerdir.
Öncelikle toplumdaki maddi kaynakların adil bir şekilde dağıtımı ile de ilgilenmişler ve
toplumda bir sosyal adalet ortamının sağlanmasını desteklemişlerdir.

Revizyonist Sosyalizm
Sosyalizmin, kapitazlimin proletarya devrimi ile yıkılacağı fikrini ve burjuvazi ile işçi sınıfı
arasındaki keskin farkı reddetmektedir. Çünkü kapitalizmin esnek ve orta sınıf katmanlarını
da sadece proletarya olarak değil çeşitli gruplardan oluşan homojen bir katman olarak
görmektedir. Kapitalizmin de ıslah edilebilir olduğunu savunmaktadır.
Yönetim İdeolojisi Teorisi
Yönetici sınıfın ne yalnızca kapitalist ne de yalnızca komünist olduğunu düşünmektedir. Özel
mülkiyetin tamamen reddedilmesinin gereksiz olduğunu, vergilendirme usulü ile adaletli
dağılımın gerçekleştiğini savunmaktadır.
Sosyal Demokrasinin Krizi
Sosyal demokrasi krizi 1980-90’larda siyasi, toplumsal ve uluslararası faktörler ile birlikte
yoğunlaşmıştır. İşçi sınıfının küçülmesi ve demokrasi kavramının anlamının çoğunluğun
çıkarlarını gözeten bir yere doğru evrilmiş olması bu duruma neden olmuştur.
Neo-Revizyonizm ve Üçüncü Yol
Hem kapitalizme hem de sosyalizme alternatif bir fikir olarak ortaya çıkmış olduğu
söylenebilmektedir. Kesin çizgiler ile belirlenmiş olmamasına rağmen üçüncü yolda,
yukarıdan aşağıya bir sosyalizm bulunmamaktadır. Neo-liberalizmin ekonomik görüşlerini
kabul etse de ahlaki sonuçlarını sorgulamaktadır. Ayrıca sosyal eşitliğin bireyin çabasına
bağlı olduğu görüşünü savunmaktadır. Son olarak, rekabet devleti fikrini benimsemektedir.
ANARŞİZM
KÖKENLERİ VE GELİŞMİ
Önemli bir temsilcisi Godwin’dir.19. yy sonlarında Rusya ve Güney Avrupa’daki topraksız
köylüler ve sanayi işçi sınıfı kitlesi arasında desteklenen bir görüş olmuştur.
Sendikalizm, anarşizmin 20.yy’ın başlarında gerçek bir kitle hareketine dönüşmesine
yardımcı olmuştur.
Anarşizm diğer siyasal ideolojiler arasında hiçbir zaman siyasi iktidarı ele geçirememiş
olması bakımından ayrılmaktadır. Bu da siyasi araçlarının sınırlı olmasından kaynaklanır.
Siyasetteki geleneksel araçları reddederler.
ANA TEMALAR: DEVLETE KARŞI
Devlete ve devletle ilgili kurumlara, hukuka karşıdır. Özgür bireylerin kendi işlerini
zorunluluk olmaksızın gönüllü anlaşmalarla yürüttükleri devletsiz bir toplumu tercih
etmektedirler.
Anarşizm ya aşırı liberal bireyselciliğe benzeyen ultra liberalizmin bir biçimi ya da aşırı
sosyalist kolektivizme benzeyen ultra sosyalizmin bir biçimi olarak anlaşılabilmektedir.
Devlet Karşıtlığı
Otorite, özgürlük ve eşitlik ilkelerine karşı bir kavram olduğu için anarşistler bir otorite
temsili olan devlete karşıdır. Otoriteye tabi olmak demek kişinin yok olması anlamına
gelmektedir.
Devlet egemen bir otorite olduğu ve zorunluluk gerektiren, sömürücü ve yıkıcıdır.
İnsanlar içerisinde bulundukları siyasi ve toplumsal koşullara bağlı olarak iyi ya da kötü
olmaktadırlar. Güç, ayrıcalık veya zenginlik gibi kavramlar devreye girmediği sürece insanlar
işbirliğine yatkın şekilde toplumsallaşabilmektedir.
Ütopyacılık
Anarşistler devletin kötü olduğunu düşünmekle birlikte onun gereksiz olduğunu da
düşünmektedirler. İnsanlar devlet olmadan da, özlerinde akılcı varlıklar oldukları için
muhakeme yetenekleri ile düzenli ve uyumlu bir hayat sürmeye eğilimlidirler.
Ütopyacılığa göre toplumsal düzen doğal olarak ve kendiliğinden ortaya çıkabilir.
Fakat salt insanın iyiliğine olan inanç, tüm ideolojiyi oluşturmamaktadır. İnsanlar işbirliği
yapabilmek için uyumlu oldukları kadar bencil ve rekabetçi de olabilmektedirler.
Ruhban Karşıtlığı
Anarşistler 19. Yy’da devlete yönelttikleri sert tavrı kiliseye de yöneltmişlerdir çünkü dinin ve
devletin, siyasi otoriteyi bir işbirliği içinde yürüttüklerini düşünmektedirler.
Ekonomik Özgürlük
19. yy anarşistleri kendilerini yoksul ve baskı altında tutulanlarla bağdaştırmış ve sömürülen
kitleler adına hem kapitalizmin hem de devletin söküp atılacağı bir toplumsal devrimi
hedeflemişlerdir.
KOLEKTİF ANARŞİZM
Kolektivizm insanların toplumsal varlıklar oldukları, bireysel öz çıkar için çabalamaktansa
ortak iyi için birlikte çalışmaya daha uygun oldukları inancıdır ve kökleri sosyalizme
dayanmaktadır.
Kapitalizmi reddeder, devrimi savunur, komünal örgütlenmeyi tercih eder, komünist
toplumun anarşik olacağına ve insanların bir siyasi otoriteye ihtiyaç duymayacağına inanır.
BİREYSELCİ ANARŞİZM
Birey üzerindeki her türlü sınırlamanın kötü olduğunu düşünürler. Bu sınırlama devlet
tarafından getirildiğinde mutlak kötülük halini almaktadır.
ANARŞİYE GİDEN YOLLAR
Anarşistler siyasi yaşamı reddetmekle kalmamı aynı zamanda siyasetin geleneksel
mekanizmasını da reddetmişlerdir. Hem parlamenter hem de devrimci siyasi partiler
bürokratik ve hiyerarşik örgütler olması nedeniyle başarısız olarak görülmektedirler.
Siyasetin kendi geleneksel araçlarına alternatif olarak kendi araçlarını geliştirmişlerdir.
Devrimci Şiddet
19. yy’da anarşist liderler baskı altındaki kitleleri isyana ve ayaklanmaya teşvik etmişlerdir
ancak anarşist ayaklanmalar dikkatli bir örgütlenme yerine kendiliğinden ayaklanmaya
duyulan inanç yüzünden başarısız olmuşlardır.
Bombalama ve suikast gibi eylemleri kendi içinde haklı eylemler olarak görmektedirler.
Fakat her şiddet eylemi insanlar üzerinde hedeflenenden tam tersi bir etki yaratmıştır.
Doğrudan Eylem
Yönetim ve devlet mekanizması ile kirletilmemiş olması ve siyasi bir halk eylemi olması
açısından avantajlı görülmektedir.
Şiddet İçermeyen Protesto
Çoğu anarşist şiddet eylemini kabul etmemektedir. Şiddetsizlik ve pasifizm ilkelerini
benimsemişlerdir. Bu şiddetsizlik insanlarda saygı duyma durumunu ortaya çıkardığı ve siyasi
bir strateji olarak cazip olduğu için avantajlıdır.
BÖLÜM 6-MİLLİYETÇİLİK
Her ne kadar tüm milletlerin eşit olduğu ve milletlerin kendi kaderini tayin edebilme inancına
sahip olsa da geleneksek kurum ve toplumsal düzeni savunma amacıyla savaş, fetih ve
emperyalizmi uygulamak için de kullanılmıştır.
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
1789’da 26. Louis’ye, Fransadaki devrimciler başkaldırmış ve bunu da halk adına
yapmışlardır. Onlara göre millet kendisinin efendisi olmalıydı.
Milliyetçilik birçok bakımdan diğer ideolojilerden daha tercih edilir akım haline gelmiştir. 2
yüzyıl boyunda tarihte milletlerin yeniden şekillenmesinde önemli roller oynamıştır. Milli
birlik ve anayasal yönetimi benimseyen yükselişini yaşayan orta sınıf tarafından
sahiplenilmiştir.
19. yy’ın sonlarına doğru milliyetçilik bayrakların, milli marşların, yurtsever eserlerin,
kamusal törenlerin ve milli tatillerin yaygınlaşması ile beraber gerçek bir halk hareketi haline
gelmiştir.
Bunlarla birlikte milliyetçiliğin karakteri de değişmiştir. Daha önceleri liberal ve ilerici
hareketlerle özdeşleştirilen milliyetçilik daha sonraları muhafazakar ve gerici politikacılar
tarafından benimsenmeye başlanmıştır. Milliyetçilik, devrim ve işçi sınıfı haklarını savunan
sosyalizmin aksine toplumsal düzen ve istikrarı savunmaktaydı.
Her millet kendisinin benzersiz ve üstün olduğu inancını taşımaktaydı ve diğer milletleri
güvenilmez olarak görmekteydi.
20. yy boyunca milliyetçilik Asya ve Avrupa halklarının sömürge yönetimine karşı çıkarak
ayaklanmaları ile küresel anlamda yaygınlaşmıştır.
ANA TEMALAR: ÜLKE SEVGİSİ İÇİN
Öncelikle milliyetçiliğin karşılaştığı sorun bir ideoloji olarak değil yalnızca bir görüş olarak
anılmasıdır. Sosyalizm, liberalizm gibi karmaşık ideolojilerin karşısında salt “millet” odaklı
düşüncesi ile yer almaktadır. Halbuki milliyetçilik kültürel milliyetçilik veya etnik
milliyetçilik şeklinde ele alınabilecek farklı türlere de sahiptir. Ayrıca milliyetçilik kavramı
siyasi olmaktan çok duygusal ve psikolojik olarak görülebilmektedir. Son olarak milliyetçilik
görüşü aslında kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Hatta sosyalizm ve liberalizm dahi bu
görüşe bazı konularda yakın durabilmektedir.
Milliyetçilik görüşünün oturduğu tabanda bulunan öğeler millet, organik topluluk, kendi
kaderini tayin ve kültürcülüktür.
Millet, milliyetçiliğin temel unsurudur, içerisinde dil, din, etnik unsurlar ve ırk esasını
barındırır.
Milliyetçilik ayrıca toplumun organik topluluk olduğuna inanır fakat, toplumsal cinsiyet, din,
dil gibi farklılıklar milli bağların arkasındaki bir önemdedir.
Her millerin kendi kaderini tayin etme konusunda ise egemenliğin millette olması gerektiğine
inanmaktadırlar. Bu yüzden milliyetçiliğin hedefi ulus-devleti kurmaktır.
Kültürel milliyetçilik siyasi nitelik taşıyan taleplere karşı kültürel kimliğin güçlendirilmesini
ve savunulmasını vurgulayan bir milliyetçilik türüdür. Devlet burada sadece bir yan unsur
olmalıdır.
MİLLİYETÇİLİK VE SİYASET
Milliyetçilik kavramsal olarak çelişkiler barındırması ile birlikte siyasi olarak da çelişkiler
barındırmaktadır. Hem özgürleştirici hedefleri vardır hem de baskıcı bir tavır sergilemektedir.
Hem her milletin kendi kaderini tayin etmesini savunur hem de savaşçı ve fetihçi bir tarafı
bulunmaktadır. Hem akılcı hem irrasyonel olabilmektedir. Bu zıtlıklar ile kendi içerisinde
farklı kategorilere ayrılmıştır.
Liberal Milliyetçilik
Halkın kendi kendini yönetmesi kavramı ile liberal duruş göstermiştir. Her türlü yabancı
baskıya karşıdır ve anayasalcılığı savunmaktadır. Denge ve doğal uyumu savunmaktadırlar.
Muhafazakar Milliyetçilik
Modern dönemde milliyetçilik birçok muhafazakarın inanç öğesi haline gelmiştir. Evrensel
kendi kaderini kendi tayin etme ilkesini milli yurtseverlik duygusu ile kamu düzeni için
savunurlar. İnsanları sınırlı ve kusurlu varlıklar olarak görmektedirler. Başlıca hedefleri sınıf
bilincini oluşturmayı hedefleyen sosyalizmin aksine bir millet bilinci oluşturmaktır.
Yayılmacı Milliyetçilik
Milletlerin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi ilkesine zıt olarak saldırgan ve militarist bir
görüş barındırmaktadır. Milli itibar bir imparatorluğa sahip olma ile paralel şekilde
görülmektedir.
Sömürge Karşıtı ve Post-Kolonyal Milliyetçilik
Sömürge faaliyetleri Asya ve Afrika halklarında milli duyguların uyanışını güçlendirmiştir.
20. Yy boyunca dünyanın büyük bir bölümünde sömürgecilik karşıtı akımlar oluşmuştur.
Başka bir deyişle milliyetçilik öğretisi aslında sömürgeci hareketler sayesinde doğmuştur
denilebilmektedir.
Batının bu sömürgeci tavrından dolayı sömürgeci olmayan milliyetçilik batılı olmayan bir
temsilci arayışı içine girmiştir. Bu temsilciler de genelde dini köktencilik ve siyasal islam gibi
araçlar olmuştur.
BÖLÜM 7-FAŞİZM
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Bireyin tek başına hiçbir şey olduğunu düşünmektedir.
Moderniteye, aydınlanmaya ve onun içinden gelen görüşlere karşı bir tepki olarak doğmuştur.
En çarpıcı örnekleri İtalya ve Almanya’da görülmüştür.
Demokratik rejimlerin başarısız olduğunun düşünülmesi, burjuva ve işçi sınıfı arasında sıkışıp
kalmış olan köylü ve esnaftan oluşan orta sınıfın temsil edilme ihtiyacı, Rus Devriminin etkisi
ve 1930 dünya ekonomik krizi faşizmin sesinin yükselmesinde rol oynamıştır.
Faşist rejimler halk ayaklanması ile değil ikinci dünya savaşında aldıkları yenilgiler ile
yıkılmışlardır.
ANA TEMALAR: BİRLİKTEN DOĞAN GÜÇ
Faşizmin bir ideoloji olarak ele alınıp alınamayacağı ile ilgili kuşkular bulunmaktadır. Bu
kuşku faşizmin sistematik ve akılcı bir zeminde bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca
tarihsel olarak nerede başlayıp devam ettiği konusunda bir tanımlama yapmak da zordur.
Faşizmi tanımlayama çalışırken incelenmesi gereken başlıklar, akılcılık karşıtlığı, mücadele,
liderlik ve seçkincilik, sosyalizm ve ultra-milliyetçiliktir.
Aydınlanma ve modern dönem karşıtı olarak doğan faşizm insanların zihin gücünden çok
duyguları ile güdülendiğine inanmaktadır.
İnsanın var oluşunun bir rekabet mücadelesine dayandığını ileri sürmektedirler. Çünkü onlara
göre insanın hayatta kalması ve var olması, çevresi ile girişebildiği ve başarılı olarak çıktığı
hayat mücadelesine bağlıdır.
Eşitliği tamamen reddeden faşizm tamamen ataerkil bir duruş sergilemektedir ve liderlik
denilen olgu birbirinden farklı şekilde ve yeteneklerle doğan insanlar arasında bazılarının
sahip olduğu bir özelliktir. Bu şekli ile liderlik tamamen kendisinden çıkan karizma ile
ilişkilendirilmiştir.
Sosyalizm
Hem İtalya faşist lideri Mussolini hem de Alman faşist lider Hitler kendi fikirlerini
sosyalizmin türleri olarak sunmuşlardır. Bu tavır, kentli işçilerin desteğini almak için
uygulanan bir tavırdı. Yine de faşizm ile sosyalizm arasında, al-orta sınıfın büyük şirket ve
finans kurumlarına duydukları nefret bağlamında kapitalizme duydukları öfke, kolektivizme
olan inanç, ve sosyalist tarzda piyasalar düzenlemek gibi ortak paydalar bulunmaktaydı.
Ultra-Milliyetçilik
Faşizm ultra milliyetçiliğin daha da uç yerlerden birinde yer almaktaydı. Buna göre milletler
eşit değil birbirlerine karşı mücadele veren düşmanlar olarak görülmekteydi.
FAŞİZM VE DEVLET
Faşizm kavramı bazı ortak paydalar içerse bile, bu rejimin en etkili temsilcileri olan İtalya ve
Almanya’da dahi bazı farklılıklar göstermiştir. Örneğin İtalya’da devlete aşırı devletçi bir
şekilde önem verilirken, Almanya’da ırk ve ırkçılık ön plandadır.
Totaliter İdeal
Sovyetler Birliği’ne yönelik karşıtlığı ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. Faşizmin en
uç noktasını ifade eder. Kamusal ve özel hayat içerisindeki ayrımı tamamen ortadan kaldırır.
Lidere sınırsız bir otorite hakkı verir. Çoğulculuk ve yurttaş özgürlüğü fikirlerine karşıdır.
İtalyan faşizmi devleti her şeyin üstüne koymaktadır. Fakat Alman faşizmi devlete bu denli
önem atfetmemiştir ve devleti bir araç olarak görmektedir. Alman faşizmi gücünü ırk
söyleminden almaktadır.
Korportarizm
Faşist ekonomi düşüncesi hem kapitalizm hem de sosyalizme alternatif olarak korportarizmi
geliştirmiştir. Hem serbest piyasaya hem de merkezi planlamaya karşıdır. İşletmelerin ve
bireyin organik ve manevi anlamda bir bağ içinde olduğunu savunur. Bu da toplumsal
anlamda uyum ve düzene işaret etmektedir.
Modernleşme
Tüm faşizm türleri geçmişe olan özlemi dile getirmektedir. Örneğin İtalyan faşizminde bu
özlem Roma İmparatorluğu’dur. Fakat modern teknoloji ve sanayileşme açısından
bakıldığında İtalya ileriye bakma durumundadır.
FAŞİZM VE IRKÇILIK
Bütün faşist rejimler ırkçı olmayacağı gibi bütün ırkçılık söylemleri de faşizm olarak
anılmamaktadır. Yine de çoğu faşist söylem ırkçılığa dayanmaktadır. En net şekli ile
Almanya’da görülmüştür.
Irk Siyaseti
Irk terimi, atalardan gelen ve değiştirilemez şekilde var olan deri rengi, saç rengi, kan gibi
öğelerle anılsa da kültürel özelliklere de işaret etmektedir.
Daha açık olarak, ırktan gelen ve üstünlük sağladığı iddia edilen bazı özelliklerin toplumsal
ve kültürel hayatta da aynı doğrultuda üstünlük sağlaması gerektiği ve sağladığı
savunulmaktadır.
Nazi Irk Teorileri
Kökenleri büyük ölçüde teolojiktir, Yahudilerin Mesih’in ölümünden sorumlu oldukları ve
buna bağlı olarak kötü oldukları düşüncesi hakimdi. Faşist Almanya’da benimsenen bu görüşe
ve Hitler’e göre dünya ırkları üçe ayrılmaktadır.
Üstün ırk(aryanlar): sanat, müzik, edebiyat ve felsefenin yani kültürün kurucularıdır.
İkinci olarak, kültürün taşıyıcıları olan yani onu üretmekten yoksun fakat fikirleri kullanıcı
hale getiren halk
Üçüncü olarak ise kültür tahripçileri olarak anılan Yahudiler yer almaktadır.
Köylü İdeolojisi
Faşist İtalya ile faşist Almanya arasındaki en büyük fark, Alman tarafının belirgin bir biçimde
modernleşme karşıtı bir söylem geliştirmiş olmasıdır. İtalya sanayi ve teknolojiye açıkken
Almanya onu tamamen çökmüş olarak nitelendirmektedir. Onlar kendilerini tamamen toprağa
dayalı ve asaleti bedensel emekten kaynaklanan köylüler olarak tanımlamışlardır. Kent
yaşamının Alman olmanın özünü yozlaştırdığını düşünmekteydiler.
Fakat bu görüşleri çelişkiliydi, çünkü savaş ve askeri yayılma sanayi toplumuna özgü
teknikler ve süreçler ile izlenebilirdi. Sonuç olarak Almanya halkı hiçbir zaman köye ve
toprağa dönmemiş aksine Hitler zamanında kentlerde büyüme göstermiştir.
BÖLÜM 8-FEMİNİZM
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
19. yy’a kadar hissedilir bir gelişme göstermeyen feminizmin ilk metni, Mary
Wollstonecraft’ın yazmış olduğu Kadın Haklarının Bir Savunusu adlı eseri olarak kabul
edilmektedir.
İlk çalışmalar kadınlara seçme yani oy kullanma hakkı ile başlamıştır. Bu dönem 1. Dalga
feminizmidir. Birinci dalga, 1893’te Yeni Zelanda’da kadınlara seçme hakkının verilmesi ile
son bulmuştur.
İkinci dalga feminizm, kadının varlığı için siyasi hakların yeterli olmadığını savunmaktaydı.
Kadınlar üzerindeki baskının kişisel, cinsel ve psikolojik boyutlarına da dikkat çekilmeliydi.
Buna bağlı olarak da kökten bir toplumsal değişim gerekmekteydi.
Radikal feminizm ile birlikte toplumsal cinsiyet kavramı akademik disipline girmeye başlamış
ve toplumsal cinsiyet sorunlarına daha da dikkat çekilmeye başlanmıştır.
ANA TEMALAR: KİŞİSEL OLANIN SİYASETİ
Radikal feminizme kadar feminizm, sosyalizm ve liberalizmin içinde bir alt görüş olarak var
olmaktaydı. Radikal feminizmde bu dönüşümün yaşanmasının nedeni ise kadınların siyasi
önemine dikkat çekmeleri idi.
Feminizm içindeki ortak temalar, siyasi olanı tekrar tanımlamak, ataerkillik, cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet, eşitlik ve farklılıktır.
Geleneksel anlayış siyasi olanı özel alandan çok kamusal alan içerisinde bir yere koymaktadır.
Modern feministler ise siyasi alanın bütün toplum olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü
toplumsal çatışmanın olduğu her yerde siyasetin olduğu düşünülmektedir.
Toplumsal hayatın erkek egemen kalıplar üzerine kurulu olduğunu iddia etmektedirler.
Toplumsal cinsiyet vurgusunu da bu iddia üzerinden, erkek egemen toplumun
normalleştirilmesi üzerinden yapmaktadırlar.
Buna bağlı olarak kamusal alandaki erkek ve özel alandaki kadın ayrımına karşı
çıkmaktadırlar.
Toplumsal cinsiyet görüşünün de toplumda var baskın şekilde var olan ataerkillik üzerine inşa
edildiğini dile getirmektedirler. Ev ve özel alanda başlayan ataerkilliğin toplumun ve siyasi
arenanın her kesiminde uygulanması eleştirilmektedir.
Feminizm karşıtı tüm ideolojiler toplumsal cinsiyet algısının kadın ve erkeğin doğuştan gelen
farklılıkları ile doğal olarak belirlendiğini ileri sürmektedirler. Feminizm bu görüşe karşı
çıkmaktadır ve biyolojik ve fiziksel etmenlerin toplumsal cinsiyet kavramı üzerinde bir eki
sağlamaması yönünde eleştiride bulunmaktadırlar. Buna bağlı olarak cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet kavramları arasına net bir çizgi çekmektedirler. Kadınlar ve erkekler cinsiyetlerine
göre değil, birey olarak var olmalıdırlar.
Bazı feministler birbirlerinden farklı eşitlik tanımları yapmış bazıları ise eşitlik yerine farklılık
terimini tercih etmişlerdir. Liberal feministler erkeklerle hukuki ve siyasi eşitliği
savunmuşlarken sosyalist feministler kadınların toplumsal eşitlikten yararlanmadıkça eşit
haklara sahip olmanın bir anlamı olmadığını iddia ederler. Radikal feministler ise eşitlik
kavramının ailede yani çekirdek yapıda başlaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu farklı
görüşlere rağmen bütün bu görüşler farklılık’tan kurtulma amacı ile birleşmişlerdir. Bu görüşe
göre erkekler üzerinden tanımlanması yeni bir eşitsizlik durumu yaratmaktadır ki, bu kısır
döngüyü aşmanın tek yolu kadın ve erkeğin farklı olduğunu kabul etmekten geçer.
CİNSİYET VE SİYASET
Feminizm, diğer ideolojilere göre sosyalizm ve liberalizm ile “eşitlik” ilkesine yaptığı vurgu
nedeni ile daha iç içedir. Seçkinci teoriler ise feminizme karşıt bir duruş göstermektedirler.
Feminizmin içinde yer aldığı başlıca gelenekler ise şöyledir: liberal feminizm, radikal
feminizm, sosyalist feminizm, üçüncü dalga feminizm ve ötesi.
Liberal Feminizm
Birinci dalga feminizm liberalizmden çoğu yönü ile etkilenmiştir. Wollstonecraft’ın Kadın
Haklarının Bir Savunusu adlı eseri kadınların da bir insan olduğunu söyleyerek erkekler ile
aynı haklara sahip olmaları gerektiğini söylemektedir. Liberal feminizmin temel felsefesi
bireycilik her insanın eşit olması gerektiği ve olduğu iddiası ile liberalizm ile örtüşmektedir.
İnsanlar eşit olduğu için de eşit hak talebinde bulunmaktadırlar. Fakat liberal feminizmin
eksik kaldığı nokta eğitim ve toplumsal geçmişleri sayesinde diğer kadınlardan daha avantajlı
durumda olan kadınların karşısında, işçi sınıfına ait olan veya siyahi olan kadınların temsil
sorununu el almamış olmasıdır.
Sosyalist Feminizm
Sosyalist feministler liberal feministlerden farklı olarak toplumsal eşitsizliğin ekonomik
kapıda yattığına inanmaktadırlar. Büyük ve kökten gelen bir toplumsal değişim haricinde
hiçbir şeyin cinsiyet eşitsizliğini yok etmeye yetmeyeceğini savunmaktadırlar. Ataerkillik
ancak toplumsal ve ekonomik düzlemde bertaraf edilirse kadının toplumdaki yerinin
değişeceğine inanmaktadırlar.
Fakat Ortodoks Marksistlere göre sosyalist feministlerin, önce sınıf farklılaşmasına
odaklanması gerekmektedir, çünkü toplumsal sınıfların devamlılığı sürdükçe kadınların temsil
sorunu hiçbir şekilde ortadan kalkmayacaktır.
Radikal Feminizm
İkinci dalga feminizm kadın cinsiyetinin toplumun her yerinde bastırılmış olduğunu, kadınlara
erkekler tarafından tanımlanmış rollerin dışına çıkıldığında, kabul görmediklerini iddia
etmiştir. Hatta bu bastırılma durumunun kadının içindeki maceracı ve aktif tarafını körelttiğini
buna bağlı olarak hakiki cinselliğine bile ket vurduğunu söylemişlerdir.
Tüm toplumsal roller bir şartlanmadan doğmaktadır. Kız ve oğlan çocukların doğumlarından
itibaren maruz kaldıkları şartlanmaların bütün toplumsal hayatı etkilediğini savunurlar.
Cinsiye temelli bu baskı ve şartlanma devam ettiği sürece toplumda, siyasi arenada ve
ekonomide kadına uygulanan eşitsizliğin hiçbir şekilde çözüme kavuşmayacağını öne
sürmüşlerdir.
Radikal feminizm kadının erkekle veya erkeğin kadınla tamamlanmasına karşı çıkmış ve
bunun iki cinsin farklılıklar sebebi ile imkansız olduğunu dile getirmiştir.
Üçüncü Dalga Feminizmi ve Ötesi
Feminizmi, liberal, sosyalist ve radikal feminizm içerisinde tanımlamak, içerdikleri
farklılıklar sebebi ile zorlaşmıştır. Buna bağlı olarak üçüncü dalga feminizm olarak,
kadınların kendi içlerinde de farklılaştırılmadan temsil edildiği, yani kadınların orta sınıf
beyaz kadınların emelleri ve isteklerinden ibaret olmadığı görüşü ile aradaki farklar biraz
daha yumuşatılmış olarak ortaya çıkmıştır.
Bu akıma göre kadınlar kişisel tarz, giyim kuşam gibi onları dezavantajlı duruma getirdiği
iddia edilen olgulardan vazgeçmeyerek ekonomik, siyasi ve toplumsal eşitsizlikleri hedef
almalılardır. Kadınların, var oluşlarından doğan doğal hak ve eşitliklere “erkeksileşme” ile
sahip olmaya çalışma durumlarını şiddetle eleştirmektedir.
BÖLÜM 9 EKOLOJİZM
Ekoloji, biyolojinin canlı organizmalar ile onların çevreleri arasındaki ilişkiyi inceleyen bilim
dalı iken, gelişmekte olan yeşil hareket ile giderek siyasi bir terime dönüşmüştür.
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Bir fikre göre yeşil siyasetin ilk ilkeleri eski çağ pagan kültürüne kadar dayanmaktadır.
Sanayileşme sürecine bir tepki olarak sistematikleşmiştir. 1960’lardan bu yana gelişerek
yayılmasının en büyük nedeni sanayileşme ve kentleşmedir. Ayrıca çevre ile ilgili kaygılar ve
ekonomik büyümenin insan, hayvan ve doğa hayatı üzerindeki olumsuz etkileri görüşe
keskinlik kazandırmıştır. Kar amacı gütmeyen çevre koruma vakıflarından sonra siyasi
partilerde de temsilcilikler bulan bu görüş uluslararası arenada da ilgi odağı haline gelmiştir.
ANA TEMALAR: DOĞAYA GERİ DÖNÜŞ
Ekoloji ideolojisi diğer tüm ideolojilerin aksine yalnızca insanı değil dünyadaki diğer tüm
canlı ve cansız varlıkları dahi düşüncesinin ve savunduğu fikrin temeline koymaktadır.
Dünyanın efendisi olmak gibi bir bakış açısının insanlık adına, en iyi tabirle, üzücü olduğunu
söylemektedirler. Kimlik siyasetinden tamamen farklı olarak bir duyarlılık siyaseti
yapmaktadır. Ana temaları ise. Ekoloji, holizm, sürdürülebilirlik, çevre ahlakı, sahip
olmak’tan olma’ya şeklindedir.
Ekoloji, merkezi ilkesidir. Canlı veya cansız her ekosistemin kendi içinde ve çevresi ile
uyumlu bir şekilde, sistematik şekilde çalıştığını ileri sürmektedirler. İnsan türü de bu
bağlamda bu ekosistemin bir parçasıdır, efendisi değildir.
17. yy filozofları dünyayı bir makine gibi görüp, dünyanın bütününün anlaşılması için küçük
parçalarının anlaşılması gerekiyordu. Dünyayı adeta sökülüp takılabilen bir makine gibi
gördükleri için bu iddia, bozulan parçanın yerine yenisinin gelebileceği düşüncesini
içermekteydi. Fakat Jan Smuts tarafından eksik ve yanlış olarak nitelendirilmiştir ve dünyanın
bir bütün olarak görülmesi gerektiğini savunmuştur. Bu bakış açısı “Holizm”dir. Her parçanın
diğer parça ile birlikte anlamlı olduğu anlamına gelmektedir.
İnsanlar dünya üzerinde sanki sonsuz kaynaklara sahiplermiş gibi vahşice tüketim davranışı
sergilemektedirler. Fakat dünya da bir gün enerjisini aldığı güneş gibi tükenme tehlikesi ile
karşı karşıyadır. Bu sistemlere kapalı sistemler denmektedir. İnsanların kolektif bilinçten uzak
olan bu tüketme faaliyetlerinin sonucu yıkıcı olabilmektedir. Ekolojistler insanların bu
tüketim davranışlarına sınırlar getirerek “sürdürülebilirlik” ilkesini benimsemişlerdir.
Ekolojistlerin karşılaştıkları en derin sorun gelecek kuşaklara bırakılacak dünya ile ilgili ne
yapılabileceğidir. Gelecek kuşaklar, hayvan hakları gibi konular çevresel etiğin çerçevesini
oluşturmaktadır.
Ayrıca ekolojistler sadece çevre duyarlılığı değil insanın mutluluğu ve iyiliği ile de
ilgilenmektedir fakat bu mutluluğun meta ve tüketimle gerçekleşiyor olmasını
eleştirmektedirler.
DOĞA VE SİYASET
Ekolojistler geleneksel siyasi akımları, merkezilerine insanı koydukları için eleştirmişlerdir.
Onlar, kendilerine göre bir ekolojik ve holistik bir ideoloji geliştirmişlerdir.
Yine de bazı ekolojist düşünürler diğer geleneksel siyasi ideolojilerden az da olsa
yararlanmışlardır. Ekolojizmin alt temaları, modernist ekoloji, sosyal ekoloji ve derin
ekolojidir.
Modernist Ekoloji
Modernist ekolojinin temel özelliği kirlilik, artan karbondioksit emisyonları, yenilenebilir
olmayan enerji kaynaklarının tükenmesi ve diğer çevresel bozulma biçimlerinin nihai olarak
refahı ve ekonomik performansı tehlikeye düşürmesi anlamında çevresel büyüme sınırlarının
varlığının farkına varmasıdır.
Sosyal Ekoloji
Her bir çevresel bozulmanın ardında toplumsal yapılarla ilgili bir ilişkinin olduğunu ileri
sürerler. İçerisinde 3 ayrı geleneği barındırmaktadır: Eko-sosyalizm, eko-anarşizm, eko-
feminizm.
Eko-sosyalizm: daha çok Marksizm ile anılan bu görüş, çevre krizinin kapitalizmden
kaynaklandığını ileri sürer.
Eko-anarşizm: anarşistlerin, devletsiz bir toplumda kendiliğinden gerçekleşecek olan uyum ve
düzeni iddia etmeleri gibi ekolojistler de denge ve uyumun doğada kendiliğinden var
olduğuna ve hiçbir müdahale ve otoriteye ihtiyacı olmadığını iddia ederler.
Eko-feminizm: toplumsal çevrenin erkeklere hem doğanın hem de kadınların efendisi gibi bir
rol biçtiğini söylemektedirler.
Derin Ekoloji
Doğayı ahlaki iyiliğin kaynağı olarak görmektedirler. Başka bir deyişle “hayat-merkezcilik”
benimsenmiştir ve bir şeyin doğru olması için biyotik topluluğun bütünlüğünü ve güzelliğini
koruyor olması gerekmektedir.
Ayrıca çevre krizini siyasi veya ekonomik nedenlere bağlamak yerine altında daha derin
kültürel ve entelektüel nedenlerin olduğunu iddia etmişlerdir.
Bunların yanında daha geniş bir kaygı yelpazesi bulunmaktadır, bunlar yaban hayatın
korunması, nüfus kontrolü, basit yaşama ve hayat bölgeselciliği başlıklarında
toplanabilmektedir.
BÖLÜM 10-DİNİ KÖKTENCİLİK
KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
Dünyanın birçok bölgesinde dini hareketler yenilenmiş bir güç elde etmiştir hatta siyasi bir
biçim almıştır. En keskin örneği 1979 İran İslam Devriminde görülmüştür. Fakat köktenci
hareketler yalnızca İslam’da görülen bir hareket değil Hıristiyanlık, Hinduizm ve Sihizm
içinde de görülmüştür.
Çıkış noktası üzerinde karar varılmış tek bir nokta bulunmasa da, derin sorun yaşayan
toplumlarda bir anlam arayışı amacıyla görülmektedir, şeklinde açıklanmaktadır.
“medeniyetler çatışması” kavramı da bu köktencilik hareketlerini açıklamak için karşımıza
çıkan bir kavramdır. Öyle ki küresel terörizmin dahi İslam ve Batı arasındaki çatışmadan
kaynaklandığı ileri sürülmektedir.
ANA TEMALAR: TEMELLERE DÖNÜŞ
Köktencilik toplumun kapsamlı bir biçimde dini çizgilere göre ve dini ilkelere uygun olarak
yeniden yapılandırılmasını amaçlayan bir ideolojidir. Belirli durumlarda ulus-ötesi boyutlara
ulaşmaktadır. Ana temaları ise, siyaset olarak din, köktenci dürtü, modernizm karşıtlığı ve
militanlıktır.
Köktencilik din ile siyaset arasındaki ayrımı reddeder. Dinin siyaset üzerindeki etkisi özellikle
Batı’da liberal kültürün yayılması ise sınırlandırılmıştır fakat sekülerizm hiçbir zaman din
karşıtlığı anlamına gelmemektedir.
Dini köktencilik kamusal-özel ayrımını reddetmektedir. Din, bir aidiyet duygusu vermesi ile
bir kolektif kimlik yaratmaktadır. Dini kişisel bir kavram olarak ele almak toplumsal
yozlaşmaya ve çözülmeye neden olmaktadır.
Dini köktenciliğin temelleri genel olarak kutsal metinleri içerdiğinden tamamen hakikat
olduklarına inanılmaktadır.
En belirgin özelliklerinden biri modern dünyaya kesin bir biçimde karşı olmalarıdır. Çünkü
modernleşmenin tanrısız sekülerleşmenin yayılmasına neden olduğuna işaret ederler.
Devlet merkezli siyaseti benimsemiş olmakla birlikte militan ve hatta bazen şiddet içeren bir
tarzlarının olduğu da söylenebilmektedir. Bu durumu meşrulaştırmanın yolu da kötülüğü
tanrı adına yok etmeye amaçlamalarından geçmektedir.
KÖKTENCİLİKLER FAMİLYASI
Köktencilikler belli bir familyadan geliyor olabilir fakat bu familya kendi içinde bazı
başlıklarda farklılaşır, ilk olarak hepsi farklı dinlerden türemiştir ve bazı dinler köktenciliğe
diğerlerine nazaran daha yatkın olabilmektedir. İkinci olarak, çok farklı toplumlarda ortaya
çıkabilmektedirler buna bağlı olarak doğaları doğdukları toplumdan etkilenmektedir. Son
olarak özdeşleştikleri siyasi davalara göre farklılaşmaktadırlar.
Başlıca biçimleri, İslami köktencilik, Hıristiyan köktencilik ve diğer köktenciliklerdir.
İslami Köktencilik
İslami köktenciler dinin siyaset üzerindeki üstünlüğünü var etme arzusundadırlar. Bu teoride
bir şeriatla yönetilen bir İslam devleti kurma anlamına gelmektedir.
En belirgin şekilde görüldüğü yer İran’da Humeyni’yi iktidara getiren 1979 halk devrimidir.
Köktenciliğin militan türüne örnek ise Bin Ladin önderliğindeki El-Kaide’dir.
Modern dünyada İslami köktenciliğin gelişmesine neden olan açıklamalara bakıldığında ise,
öncelikle karşımıza çıkan, İslami değerler ile liberal Batı arasında yaşanan çatışmanın
doğurduğu “medeniyetler çatışmasıdır.” Ayrıca İslami köktencilik belli durumlara tepki
olarak hayat bulmaktadır ve İslami olmayan hem de dışa yönelik nefretten beslenen bir siyasi
olgudur. Son olarak sosyalizm ve seküler Arap milliyetçiliğinin başarısızlığı da İslami
köktenciliğin gelişmesinde rol oynamıştır.
Ayrıca İslami köktencilik Batıcılık karşıtı bir alternatif görüş olarak konumlandırılmıştır.
İslamcılığın Çeşitleri
İslamcılığın, selefilik, şii islam, ılımlı veya liberal islam gibi farklı islami köktencilik anlaşları
barındırdığı söylenebilmektedir. Selefilik(Vahabilik) ilk köktenci islam devleti Suudi
Arabistan’daki hakim İslam biçimidir. İslam dünyasındaki en önemli köktenci örgütlenme
olan Müslüman Kardeşler üzerinde önemli bir rol oynamıştır. Selefiliğe göre İslam dini
sapkınlıklardan ve yeniliklerden arındırılmalıdır. Müslüman Kardeşler İslamiyeti sadece
kişisel ahlak konusunda değil ekonomik ve siyasi arenada da var etme amacı gütmüştür.
Müslüman Kardeşler içinden çıkan en önemli düşünür Seyyid Kutub’dur. Kurubizm olarak
anılan felsefeye göre yeni dünyanın özellikle Amerika’ya hakim olan yozlaşma ve toplumsal
çözülmeye bağlı olarak yayılan ahlaksızlığın tek çözümü İslam’dır. Bu öğretinin en belirgin
örneği Taliban Afganista’nıdır.
Şii’ler dünya üzerindeki ilahi rehberliğin “kayıp imam”ı olan Mehdi’nin geri geleceğine ve
doğrudan Tanrı tarafından yönlendirileceğine inanmaktadırlar. Şii mezhebi Sunni mezhebe
oranla daha siyasi olmuştur.
Ancak İslamcılığın bütün türlerinin militan ve devrimci bir yol izlediğini söylemek yanıltıcı
olmaktadır.
Hıristiyan Köktenciliği
Hıristiyanlık dini her ne kadar İncil’e dayansa da kendi içerisinde üç farklı mezhebi
barındırmaktadır: Katolik, Ortodoks ve Protestan.
Roma Katolikliği, Roma’daki Papa’nın 1871’de ilan edilmiş olan papanın yanılmazlığı
öğretisi üzerine kuruludur.
Doğu Ortodoks Hıristiyanlığı, Roma ile 1054’te ayrılmadan önce doğmuş ve en önemlileri
Rus Ortodoks ve Rum Ortodoks Kiliseleri olan farklı özerk kilise haline gelmiştir.
Protestanlık, reform sırasında Roma otoritesini reddeden ve Hıristiyanlığın ıslah edilmiş milli
versiyonlarını inşa eden çeşitli hareketleri içine almaktadır.
Reformdan bu yana Hıristiyanlığın önemi hissedilir şekilde azalmıştır.
Hıristiyan köktenciler çoğulcu ve anayasal bir çerçevede faaliyet göstermişlerdir.
Yeni Hıristiyan Sağ
Özel hayatlarında dinlerine bağlılık gösteren ABD halkı siyasi arenada köktenci siyasi
oluşumlara rağbet göstermemiştir. 1970’lerde ortaya çıkan Hıristiyan Yeni Sağ bu anlamda
yeni bir oluşumdur.
Oluşumun ortaya çıkmasındaki iki faktör 1960’ların başında okullarda ibadet edilmesi
aleyhine Yüksek Mahkemece verilen kararda olduğu gibi kısıtlayıcı tedbirler ve siyahilerin,
kadınların ve eşcinsellerin temsil edildiği ve geleneksel Amerikan toplum yapısını tehdit ettiği
iddia edilen oluşumlardır.
Diğer Köktenciler
Diğer köktenci hareketler milli veya etnik kimliğin netleştirilmesi veya yeniden tanımlanması
ile ilgilenmişlerdir.

BÖLÜM 11-ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK


KÖKENLERİ VE GELİŞİMİ
1960’larda Amerika’da siyasi hareketin faaliyetleri dolayısıyla ortaya çıkmıştır. Martin Luther
ulusal çapta bir hareket haline gelmiştir.
1960’ların sonu ile 1970’lerin başı Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın pek çok yerinde
azınlıkların siyasi taleplerinin arttığı bir dönem olmuştur. Ayrıca birçok toplumda çok-
kültürlülük mevcuttu.
2000’lerin başında Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse tamamı çok-kültürcülüğü bir politika
olarak benimsemiştir. Çünkü artık dünya genelinde gerçekleşen göç ve mülteci sayısı geri
dönülemez şekilde artmıştır.
ANA TEMALAR: BİRLİK İÇİNDE ÇEŞİTLİLİK
Çok-kültürlü kamu politikaları, eğitimde, sağlıkta, sosyal politikalarda, özel kültürel grupların
farklı ihtiyaçlarının resmen tanınması ve bu gruplar içinde ve arasında fırsat eşitliğinin
güvence altına alınmasını nitelemektedir. Önemli temaları, tanınma siyaseti, kültür ve kimlik,
azınlık hakları, çeşitlilik.
Çok kültürcüler toplum içindeki çoğunluğun, azınlık karşısında avantajlı konumda olduklarını
ve bu durumun karşısında önlemler alınması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bunun yolunun da
“haklar siyaseti” olarak adlandırılan cumhuriyetten geçtiğini savunurlar.
Ayrıca insanlar arasında yalnızca hukuki veya siyasi açılardan değil, yoksulluk, eğitim,
işsizlik gibi konularda da farklılık ve adil olmayan bir dağılım olduğunu ileri sürmektedirler.
Çok kültürcüler insanlar arasındaki farklılığa dikkat çekmiş ve bu farklılığın aslında pozitif
anlamda desteklenmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Çok kültürcülük kendini kültürel olarak ortaya koyma siyasetinin bir örneğidir. Başka bir
deyişle bir kimsenin kendi kültürünün var olduğu kamusal alanda kabul görmesi kişiyi
onurlandırır ve toplumda var olduğunu hissettirir, bunun aksine kabul görmeyen bir kültür
kişiye soyutlanmış hissettirmektedir.
Kültürel siyaset komüniteryenizm ve kimlik siyaseti şeklinde iki güç tarafından
şekillendirilmektedir. Komüniteryenizme göre insan var olduğu toplum içerisinde
tanımlanmaktadır ve toplum dışında anlaşılamazlar.
Azınlık hakları altında yer alan temalar, öz-yönetim hakları, çok-etnili haklar ve temsil
haklardır.
Öz-yönetim hakları belirli bir arazi parçası üzerinde, ortak bir dile sahip anlamlı bir hayat
tarzını benimsemiş olan yerli bir halkı tanımlar.
Çok-etnili haklar göçle oluşturulmuş etnik gruplara ve dini azınlıklara kendi kültürel
farklılıklarını ifade etme ve sürdürme konusunda destek olan haklardır.
Bazı çok-kültürcülere göre yerli halkların veya ulusal azınlıkların, göç ile oluşmuş azınlıkların
haklarından daha ileride bir durumda olmaları doğaldır. Çünkü yerli halk zaten mevcut
durumda da vardır fakat göç yolu ile gelmiş olan halkın, geldikleri ülkenin düzenine uymayı
bir şekilde kabul ederek geldikleri var sayılmaktadır.
Çok-kültürcüler toplumdaki çeşitliliğin siyasi bütünlükle bağdaştığını ve bütünleşme için en
elverişli ortamı sağladığını savunmaktadırlar.
ÇOK-KÜLTÜRCÜLÜK VE SİYASET
Liberalizm ile çok-kültürlülük arasında mutlak bir ilişki bulunmaktadır. Bazı düşünürler
liberalizmin çok-kültürcülükle tamamen zıt olduklarını söylerken bazı liberal düşünürler çok-
kültürcülüğü daha fazla ciddiye almaya başlamışlar ve hatta liberal çok-kültürcülük biçimini
geliştirmişlerdir. Ortak paydaları olan, bireyin kültürel ve ahlaki seçimlerine karşı olan
hoşgörü bakışı karşısında liberalizm yine de derin çeşitlilik konusunda bu görüşten
ayrılmaktadır.
Liberal çok-kültürcülük özel ve kamusal alanı birbirinden ayırmakta ve liberal demokrasiyi
tek meşru sistem olarak görmektedir.
Çoğulcu-Çok Kültürcülük
Berlin’e göre toplum ancak bireysel özgürlüğe saygı duyan bir toplum çoğulculuğun değerini
koruyabileceğine inandığı ölçüde liberaldir. Parekh’e göre insanlar her ne kadar bir tür
olmaktan gelen fiziki ve zihinsel bir yapıya sahip doğal yaratıklarsa da tutumlarının
davranışlarının ve hayat tarzlarının, mensubu oldukları gruplar tarafından biçimlendirilmiş
olması anlamında kültürel olarak da inşa edilmişlerdir.
Kozmopolit Çok-Kültürcülük
Kozmopolit görüş, kültürel melezliği olumlu olarak benimsemektedir. Yaşadığımız modern
dünyada farklı kültürlerden etkilenmemek ve hatta bazılarını benimsememek
imkansızlaşmıştır. Çok-kültürcülüğün bu görüşe faydası ise tek dünya yaklaşımının doğuşuna
yol açacak olan ahlaki ve siyasi duyarlılıkları genişletmesidir.
ÇOK KÜLTÜRCÜLÜĞÜN ELEŞTİRİLERİ
Çok-kültürcü fikirlerin desteklenmesi ile görüşe muhalif sesler de yükselmeye başlamıştır. Bu
muhalif seslerin beslendiği kaynaklar, liberalizm, muhafazakarlık, feminizm ve toplumsal
reformculuktur.
Bazı liberaller çok-kültürcülük fikrine sıcak bakarken bazıları ise akımı şiddetle eleştirmiştir.
Eleştirinin temeli, çok-kültürcülüğün, liberalizmin temel ilkesi olan bireyselciliği ve kişisel
kimliği, grup kimliği içerisine yerleştirmiş olmasıdır.
Muhafazakarlık ise çok-kültürcülük ile tam zıt bir görüştür. Muhafazakarlığa göre bir milleti
ayakta tutan en önemli şeyin ortak kültürel değerler olduğu görüşü ile, çok-kültürcülük fikri
taban tabana zıt durumdadır.
Feminizme göre ise, çok-kültürcülüğün “azınlık hakları” görüşünü, toplumdaki dezavantajlı
gruplara karşı olan önyargıların yeniden üretilmesine katkı sağladığı şeklinde eleştirmektedir.
Toplumsal-reformcular ise çok-kültürcülüğü toplumdaki dezavantajlı grupların çıkarlarını
savunmadaki yetersiz ve yanlış yöntemleri olduğu gerekçesi ile eleştirmektedir.
BÖLÜM-12 İDEOLOJİ SONRASI BİR ÇAĞ MI?
SONCULUK

İdeolojinin Sonu mu?


İdeolojinin sonu fikri ikinci Dünya Savaşından sonra Batı’daki siyasetin bir uzlaşmaya vardığı
veya siyasi tartışmanın yok olduğu fikri ile doğmuştur. Var olan ideolojiler de kimin
ekonomik veya siyasi hayatta en başarılı olduğunu konusunda uzlaşıya varamamıştır. Bu da
büyük partiler arasındaki ideolojik tartışmadan uzaklaşılması ile sonuçlanmaya doğru
evrilmiştir.
1960’larda Marksizm ve anarşizme olan ilgilinin yükselişi 1970’lerdeki ekonomik durgunluk
ile yerini ilginin yine serbest piyasa ekonomisine kaymasına neden olmuştur. Bu durum bir
yerde kapitalizmin zaferi olarak görülmüştür.
Tarihin Sonu mu?
Fukuyama “Tarihin Sonu” adlı eserinde batılı liberalizmin diğer ideolojilere karşı bir zafer
kazandığını söylemiştir.
Yine de tarihin sonunun geldiğinin tezi özellikle Asya ve Afrika’da yükselişe geçmiş olan
siyasal İslam ile sarsılmaktadır. Bir ideolojinin ölümünün başka ideolojilerin doğumuna sebep
olabileceği ihtimali, komünizmin çökmesi ve onun yerine milliyetçilik, ırkçılık ve dini
köktencilik gibi görüşlerin ortaya çıkması ile bir kez daha güçlenmiştir.
Sonuç olarak kapitalizmin tüm dünyada sadece hakim çoğunluğun çıkarını gözetecek şekilde
var olduğu düşünüldüğünde, hala ideolojik çatışmalara gebe bir ortam yarattığı fikri yok
sayılamamaktadır.
Solun ve Sağın Ötesinde mi?
Başka bir yoruma göre ise ideolojiler yok olmamış, yalnızca şekil değiştirmişlerdir. Örneğin
modernizm temelcilik ile nitelendirilmiştir fakat post-modernlik temelcilik karşıtı olmuştur.
Bu bakış açısı ile sağ-sol arasındaki kesin sınırın daha da bulanıklaştığı sonucuna
varılabilmektedir. Aslında tüm ideolojik yaklaşımlar piyasa ile devlet arasındaki dengeyi
kurma çabasında olup bunu farklı yöntemler ile gerçekleştirme arzusundadır.
Soğuk Savaş’ın sora ermesi ile birlikte tüm dünyada var olan kapitalizm ve sosyalizm
arasındaki çetin savaşın da söndüğü ve dünyada siyasi zıt kutuplaşmanın yerini daha çok
kültürel temelli zıtlıkların var olmaya başladığı söylenebilmektedir.
Son olarak, Giddens’a göre tüm dünyada yaşanan hızlı küreselleşme ile de ideolojiler
arasındaki net sınırlar ortadan kalkmaya başlamıştır.
Aklın Zaferi mi?
Bilim ve ideoloji arasındaki temel ayrım ilk olarak Marks tarafından yapılmıştır. İdeoloji sınıf
çıkarlarının hizmetinde olduğu için Marksa göre tümüyle yanlıştır. Bilim özü itibariyle
içerisinde ideoloji gibi beşeri bir kavram barındıramayacak bir terimdir.
Bunun ötesinde bilimin kendisinin ayrıca bir ideoloji olarak görülebileceği fikri oluşmuştur.
Bu fikir içerisinde bilimin seçkinler grubu içerisinde kullanılabileceği fikri ile, yine kuvvetli
sosyal güçlerle ilişkilendirilmiştir.
Ekolojistlere göre ise bilim ve teknoloji, çevre krizlerinin başlıca sorumlusudur.
Çok kültürcüler ve dini köktencilere göre ise bilim kültürel asimilasyonun önemli bir
nedenidir.
SONU OLMAYAN İDEOLOJİ
Ancak tüm bu son senaryolarına rağmen ideolojinin dönüşüyor olması onun esnekliğini
göstermektedir. Bir ideoloji, tarih içerisinde başarısızlığa uğramışsa bile, doğacak olan yeni
ideolojilere ilham kaynağı olmuştur.
İdeolojilerin kaybolmak yerine esnek bir şekilde dönüştüğü gerçeği, siyasetin anlam tabanını
oluşturduğu gerçeği ile de desteklenmektedir. Anlamlı bir siyasi hayatın ve toplumun devamı
için ideolojilerin devamlılığı esastır.

You might also like