Professional Documents
Culture Documents
Anadolu Üniversitesi
İlâhiyat Önlisans Programı
Editör
Prof.Dr. Hasan AKSOY
Yazarlar
Prof.Dr. Bilal KEMİKLİ (Ünite 1, 10)
Prof.Dr. Mustafa İsmet UZUN (Ünite 2, 4)
Prof.Dr. Hasan AKSOY (Ünite 3, 8)
Prof.Dr. Alim YILDIZ (Ünite 6, 7)
Dr.Öğr.Üyesi Ali ÖZTÜRK (Ünite 5, 9)
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.
İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt
veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Öğretim Tasarımcıları
Doç.Dr. Mehmet Fırat
Arş.Gör. Nur Özer Canarslan
Kapak Düzeni
Prof.Dr. Halit Turgay Ünalan
Dizgi
Kitap Hazırlama Grubu
E-ISBN
978-975-06-3080-4
2144-0-0-0-1509-V01
İçindekiler iii
İçindekiler
Önsöz .................................................................................................................. viii
GAZEL ........................................................................................................................... 51
MÜSTEZAD ................................................................................................................. 53
MESNEVİ ...................................................................................................................... 53
KIT’A ............................................................................................................................. 55
RUBÂÎ ............................................................................................................................ 55
KOŞMA ......................................................................................................................... 56
TUYUĞ ......................................................................................................................... 57
MUSAMMAT ............................................................................................................... 57
MÂNİ ............................................................................................................................. 61
AĞIT .............................................................................................................................. 62
VARSAĞI ...................................................................................................................... 63
SEMAİ ........................................................................................................................... 63
DESTAN ........................................................................................................................ 63
TÜRKÜ .......................................................................................................................... 63
KAFİYE ........................................................................................................................ 63
Yapı Bakımından Kafiye .............................................................................................. 64
Şekil Bakımından Kafiye ............................................................................................. 64
VEZİN (ÖLÇÜ) ............................................................................................................ 65
ARUZ ............................................................................................................................. 65
1. Açık / Kısa Heceler .................................................................................................. 66
2. Kapalı / Uzun Heceler .............................................................................................. 66
ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALAR ............................................... 67
HECE VEZNİ ............................................................................................................... 68
SERBEST VEZİN ......................................................................................................... 69
Özet ................................................................................................................................ 71
Kendimizi Sınayalım .................................................................................................... 72
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı ......................................................................... 73
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı ............................................................................................. 73
Yararlanılan Kaynaklar ................................................................................................ 73
Önsöz
Edebiyat, düşünce ve hayallerin duygularla birlikte heyecan ve estetik zevk uyandıra-
cak şekilde ifade edilmesidir. Binlerce yıldan bu yana varlığını sürdüren Türk edebiyatı
İslâmiyet’le birlikte durmadan gelişmiş ve hatta yenilenmiştir . Türkler’in İslâmiyet’i kabul
etmelerinden sonra İslâm kültür ve medeniyetinin birleştirici, bütünleştirici etkisi altında
ortaya çıkan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı Osmanlı Dönemi boyunca var-
lığını güçlendirerek devam ettirmiş, Fuat Köprülü, Ali Nihad Tarlan, Nihat Sami Banarlı
ve Neclâ Pekolcay gibi Cumhuriyet Dönemi edebiyat araştırmacıları tarafından Türk-İslâm
Edebiyatı adı altında bilim dalı haline getirilmiştir.
Ana hatlarıyla ifade edilecek olursa, Türk-İslâm edebiyatı, din ağırlıklı edebî eser orta-
ya koyan şair ve yazarları inceleyen bir bilim dalıdır. Diğer İslâmî dallarda olduğu gibi, bu
alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerdir. Siyerler, kısas-ı enbiyâlar, tasavvuf ve
akaid, tefsir, fıkıh gibi İslâmî ilimler, devrin ilimleri, yerli malzeme, İran ve Arap Edebiyatı
bu bilim dalının diğer kaynakları arasında sayılabilir.
Ön lisans öğrencilerine hitap eden elinizdeki kitapta Türk-İslâm edebiyatı hemen bü-
tün yönleriyle ele alınmaya çalışılmıştır. Birinci ünitede din-edebiyat ilişkisi incelenmiş,
Türk-İslâm edebiyatının kapsamı ve diğer bilim dallarıyla irtibatı anlatılmıştır. İkinci üni-
tede Türk-İslâm edebiyatının kaynakları bütün yönleriyle incelenmiştir. Bu ünitede önce
Türk-İslâm edebiyatına konusunu ve özelliklerini veren kaynaklar tanıtılmış, sonra Türk
edebiyatı metinlerinin kaynakları ve Türk-İslâm edebiyatı çalışmalarında başvurulacak
kaynaklar hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında kullanılan
nazım şekilleri, vezinler, eski Türk edebiyatında sıklıkla kullanılan aruz kalıpları ve kafiyeler
örneklerle anlatılmıştır. Dördüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında çoğunlukla başvurulan
edebî sanatlar, belâgat ve unsurları tanıtılmış, edebiyat-sanat ilişkisi üzerinde durulmuştur.
Beşinci ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihinin XV. yüzyıla kadar seyri hakkında bilgi veril-
miş, Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak özellikleri
ana hatlarıyla aktarılmış, XIII-XV. yüzyılların edebî özellikleri anlatılmış, öne çıkan şair ve
yazarlar eserleriyle birlikte kısaca tanıtılmıştır. Altıncı ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihi-
nin XVI-XX. yüzyıllardaki seyri takip edilmiş, yüzyılların özellikleri şiirlerden seçmelerle
anlatılmış, bu edebiyatın canlı ve devam eden bir edebiyat olduğu gözler önüne serilmiştir.
Yedinci ünitede Türk-İslâm Edebiyatı’nda Allah’la, sekizinci ünitede Hz. Peygamber’le ilgili
edebî türler hakkında genişçe bilgi verilmiştir. Bu iki ünitede önce türler genel olarak tanı-
tılmış, sonra her türün tarihî gelişimi anlatılmış ve her tür önemli örneklerle desteklenerek
okuyucunun istifadesine sunulmuştur. Dokuzuncu ünitede dinî-edebî türler ile genel edebi-
yat türleri karşılaştırılmış, Türkçe dinî eserler edebî bakımdan değerlendirilmiş, dinî konu-
lu destânî mahiyetteki eserlerle ramazaniyye, ıydıyye, fetihnâme, gazavatnâme, mersiye ve
maktel gibi dinî-edebî türler hakkında etraflıca bilgi verilmiştir. Onuncu ünitede ise tasav-
vufun edebiyatla irtibatı ele alınmış, kültür tarihimizde önemli bir edebiyat ve sanat ortamı
olan tekkeler hakkında bir değerlendirme yapılmış, tasavvuf edebiyatının temel kavramları
tanıtılmış, dinî-tasavvufî türler zengin örneklerle anlatılmıştır.
Önsöz ix
Önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız bu kitap bir ekip çalışmasının ürünüdür.
1. ve 10. ünite Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Bilal Kemikli,
2. ve 4. ünite Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Mustafa Uzun,
3. ve 8. ünite Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Hasan Aksoy,
5. ve 9. ünite İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Ali Öztürk, 6.
ve 7. ünite Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Alim Yıldız
tarafında hazırlanmıştır. Yoğun mesai sarfederek kitabın en güzel şekilde tamamlanması
için titizlik gösteren ve büyük bir özveriyle çalışan ve hepsi de fakültelerinde Türk-İslâm
Edebiyatı Anabilim dalı öğretim üyesi olan kıymetli meslektaşlarıma teşekkürü borç bilirim.
Ön lisans kitaplarının koordinatörleri değerli meslektaşlarım Prof.Dr. İbrahim Hatipoğ-
lu, Prof.Dr. Ali Erbaş’a ve basım konusunda yardımlarını ve gayretlerini esirgemeyen Eski-
şehir Anadolu Üniversitesi Rektörü ile Açık Öğretim Fakültesi Dekanı’na ve çalışanlarına en
kalbî teşekkürlerimi sunarım.
Gayret bizden tevfik Allah’tandır.
Editör
Prof.Dr. Hasan Aksoy
1
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Din ve edebiyatı ilişkilendirebilecek,
Türk-İslâm Edebiyatını tanımlayabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini belirleyebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Din • Türkler
• Edebiyat • İslâm
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• M. Fuat Köprülü’nün Edebiyat Araştırmaları adlı kitabından “Türk
Ede-biyatı’nın Menşe’i” başlıklı bölümü okuyunuz.
• Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Edebiyat” maddesini
okuyunuz.
• Agâh Sırrı Levent’in Türk Edebiyatı Tarihi I. Cilt Giriş adlı kitabın
“Edebiyat Tarihimizin Başlıca Sorunları” başlıklı bölümü inceleyiniz.
İçindekiler
• GİRİŞ
• DİN VE EDEBİYAT
Türk İslâm Edebiyatı Din ve Edebiyat • TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI
• TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI VE
İSLÂMLAŞMA
Din ve Edebiyat
GİRİŞ
Din, farklı disiplinler açısından ele alınıp tanımı yapılan bir kavramdır. Kelimenin etimo-
lojik kökeni ve tariflerinin yanında, kaynağı, tasnifi, bireyi ve toplumu etkileyen ilkeleri
ve esasları itibariyle de tanımlanmıştır. Bununla birlikte edebiyat açısından dinin tarifini
yapmak güçtür. Çünkü din, bir yönüyle edebiyatın kaynağıdır; diğer yönüyle de, tanın-
masında, yayılmasında ve kültürel değerlerini oluşturmasında edebî eserin dil, ifade ve
formlarından yararlanan bir sosyal kurumdur.
Din bireyi mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştirir; ahlâkî bir ku-
rum olarak insanlara yön verir, bireyi içten kuşatarak yönlendirir. Bunu da büyük oranda
sözün büyülü gücünden yararlanarak yapar. Her şeyden önce, her dinin bir kutsal metni
vardır. Kutsal metin, bir yandan okuyana dinin temel ilkelerini öğretirken, öte yandan
da onu metafizik gerçeklikle buluşturur. Böylece dindar, kutsal kitabı okurken edebî bir
bilince ve dil zevkine de ulaşır. Ulaşılan bu bilinç ve dil zevki, sanatın merkezinde ye alan
estetik duyguyu ifade eder. Din, metafizik problemlere getirdiği çözümler, hayata yükle-
diği anlam, varlık, bilgi ve ahlak anlayışıyla estetik duyguyu besleyen en önemli kaynaktır.
Din ve edebiyat ilişkisi edebiyat bilimcilerinin ve eleştirmenlerin üzerinde durduğu
konulardan birisidir. Bu ünitede, öncelikle din ve edebiyat ilişkisi inceleme konusu edile-
cektir. Daha sonra Türk-İslâm Edebiyatı’nın tanımı yapılarak kapsamına işaret edilecek ve
diğer ilimlerle olan ilişkisi ortaya konacaktır. Buradaki asıl amaç, kitabın diğer ünitelerin-
de ele alınan konuların anlaşılmasına teorik bir temel oluşturmaktır.
DİN VE EDEBİYAT
Edebiyat, dile bağlı bir sanattır. Bir kavram olarak dilimizde Tanzimat sonrasında kulla-
nılmaya başlayan edebiyat, insana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali, yorumları, tutum-
ları, gözlemleri dilin imkânlarıyla en güzel şekilde anlatma sanatıdır. Diğer bir ifadeyle
edebiyat, duygu, düşünce veya hayallerin heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak
şekilde ifade edilmesidir (Okay:1994, 395). Bu sanat, bir dönemin, bir toplumun hissiya-
tını, inançlarını, irfanını, bilgilerini, algılarını, kavrayışını ve estetik dünyasını yansıtan
ayna konumundadır.
Alman düşünürü Hegel, güzel sanatları, plastik, fonetik ve söz sanatı olmak üzere üç
guruba ayırır. Plastik sanatlar, heykel ve dekoratif sanatlar, mimari ve resimdir. Fonetik sa-
nat, mûsikî; söz sanatı ise, edebiyattır. Beş temel sanattan birisi olan edebiyatın insanı mu-
kaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren ve ona ahlâkî açıdan yön veren
dinle bir ilişkisi var mıdır? Eğer var ise, bunun mahiyeti nedir? Her şeyden önce şunu
4 Türk İslâm Edebiyatı
ifade etmek gerekir: Güzel sanatların başlangıcı hakkında araştırmalar yapan ilim adam-
ları ve estetik zevkin ortaya çıkışını ve gelişimini araştıran uzmanlar, mûsikînin, raksın, şiir
ve edebiyatın menşeinin din olduğu kanaatine sahiptirler (Köprülü: 1989, 49). Diğer bir
ifadeyle sanatın ilk örnekleri ayinlerde ortaya çıkmıştır. Şiirin de ilk örnekleri bu ayinler-
de söylenmiştir. En azından Türk şiirinin, Şeylân, Sığır ve Yuğ adlarıyla bilinen ayinlerde
söylenerek geliştiğini bilmekteyiz. Dolayısıyla buralarda söylenen yahut okunan şiirler de
dinî içeriğe sahiptir.
Bazı dilbilimciler insanın varoluşuyla birlikte sözün de var olduğu kanısındadırlar. Hat-
ta bazı kutsal metinlerde, “önce söz vardı” denilmektedir. Bu ifadeyi esas alan bazı dil-
bilimciler, sözün insandan eski olduğunu düşünmektedirler. Her halükarda söz, insanla
yahut insandan evvel vardı ve bu söze bağlı olarak da edebiyat sanatı ortaya çıktı. Demek
ki, sözlü kültür içinde gelişen edebiyat sanatının kökleri insanlık tarihi kadar eskidir. Dil,
insanın yaptığı yeni keşiflerle, içine girdiği yeni toplum ve medeniyetlerle birlikte değişen
ve gelişen bir varlıktır. Edebiyat da dile paralel olarak gelişmiş, başlangıçta dinî törenler-
de söylenen dua ve ilahilerle sınırlı iken, zamanla dünyevî (maddi/seküler) alana doğru
dönüşmüştür.
Edebiyat sanatının yegâne malzemesi sözdür, kelimelerdir. Din, bu söz varlığını zen-
ginleştiren, değiştirip dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle din, kendi tefek-
kürünün ifadesini kendi dilinde taşır. Daha doğrusu, dinî inanç, duygu, düşünce ve tecrü-
benin oluşturduğu sembollerden oluşan bir din dili vardır. Bu dil, o medeniyet dairesine
giren toplumun dili üzerinde etkili olur. Toplumların geçirdiği tarihî süreç ve içine girilen
kültürel ortamlar, sanatı, sahip olunan dili ve edebî duyguyu geliştirir. Edebiyat ve din
öylesine iç içedir ki, “dinsiz edebiyat, edebiyatsız din olmaz” düşüncesini temel ilke olarak
benimseyenler olmuştur. Fuat Köprülü, sanat ve edebiyatın din ile olan bağlantısı hakkın-
da şunları dile getirir:
“Dinin mahiyeti hakkında yapılan tetkikler açıkça ortaya koymuştur ki, günlük hayatın
dayanılmaz meşakkatleri ile yorulan fikri eğlendirecek ve dinlendirecek oyun ve sanat gibi
şeylere serbest bir saha bırakmak, dinin aslî tabiatında mevcuttur. Sanatı her ne şekil ve ma-
hiyette olursa olsun, bütün ayinlerde mevcut bir zarûrî unsur gibi telâkkî etmeli, her dinde
mutlaka şiir olduğunu bilmeliyiz… Manevî varlığın muntazam bir surette işlemesi için ona
olan ihtiyaç, maddî hayatın devamı için gıdalara olan ihtiyaçtan daha kuvvetsiz değildir,
bir toplum ancak onunla varlığını devam ettirip kuvvetlendirebilir.” (Köprülü: 1989, 50-51)
Başlangıçta din adamları, aynı zamanda ilk sanatkârlardır. Dinî ayini idare eden şa-
man, bu görevinin yanında, şifacı, büyücü, mûsikîşinâs, rakkas ve şairdir. Toplumun
en önemli aktörü olan şaman, söylediği şiirlerle sözlü kültüre, sanata ve edebiyata hayat
vermiştir. Bu dönemde Kam, Oyun, Bahşı ve Ozan gibi isimlerle anılan şair (Köprülü:
1986, 67-69), toplumsal hadiseleri destân şeklinde şiire dönüştürmenin yanında, ölenlerin
arkasından sagu, lirik duyguları ifade eden koşuk ve hikmete ilişkin savlar söylemiştir.
İslâmlaşma öncesi bu edebî eserlerde, içinde bulunulan dinin değerlerini, inanç esaslarını,
ilkelerini ve beslediği duyguyu bulmak mümkündür.
İslâmlaşmayla birlikte edebiyat ve din ilişkisi daha zengin bir mahiyet kazanmıştır.
Nitekim Türkler İslâmlaşma sürecinde tabii bir kültür değişimi yaşamış, yeni bir estetik
anlayış içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Bu estetik anlayış, dünya görüşünde, yaratılış
telakkisinde, hayat ve varlık tasavvurunda kendini göstermiştir. Bütün bunlar içine girilen
yeni dil havzası içerisinde yeni edebî eserlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Bu dönemde
doğrudan doğruya dinî kaynaktan beslenen edebî eserlerin iki koldan gelişim gösterdiğini
söylemek mümkündür:
1. Dinî metinleri açıklamayı ve öğretmeyi amaçlayan edebî eserler.
2. Dinî duyguyu ve tecrübeyi aktaran edebî eserler.
1. Ünite - Din ve Edebiyat 5
Her iki kol da Kur’an, Hz. Peygamber’in sünneti, İslâm Tarihi gibi dinî metinlerden bes-
lenerek gelişmiştir. Fakat ilkinde, İslâmi ilimlerin temel kavramları, mantığı ve metodundan
yararlanarak gelişen bir edebiyat vardır. Daha doğrusu bu türden eserler, edebiyatın dil ve
ifade imkânından yararlanarak dinî düşünceyi ve ilmi birikimi sunan edebî eserlerdir. İkin-
cisinde ise, din dilinin tecrübeyle, hayatla ve zamanla buluşması söz konusudur. Bu da kendi
içinde iki kategoride kendini gösterir: Sanatı önceleyen eserler ve sufi şairlerin eserleri.
Sanatı önceleyen eserler, dinî duyguyu ve düşünceyi edebî eserde söz ve mana sa-
natlarıyla yoğuran eserlerdir. Şair, her şeyden önce sanatkârdır. Fakat bu sanatını ortaya
korken içinde yaşadığı kültürün dil zenginliklerinden yararlanır. Dinî duygu, düşünce ve
semboller, bu türden eserler için, sadece benzetme, tasvir ve çağrışımlar açısından bir
araçtır. Oysa sufi şair, dinî duyguyu yoğun bir şekilde yaşadığından, bizzat tecrübe ettiği
ve içselleştirdiği konuları sanata dönüştürür. Sanat onun için duyumsadığı ve idrak ettiği
hakikati sunmasına yarar. Her ne kadar o edebiyata faydacı nazarla baksa da, yine de ese-
rinde edebî heyecan, zevk ve ahengi ihmal etmez. Bu bakımdan onda hikmetli söz sanata
ve lirizme bürünmüştür.
İslâmlaşma sonrası edebî eserler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu görülecek-
tir: İçine girilen yeni hayatta edebiyat dinden; dinî kültür ve düşünce de edebiyattan etki-
lenmiştir. Bir bakıma bu dönemdeki edebî faaliyetler, dinî kaynaklıdır. Bu edebî anlayış
Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Tanzimat, Fransız aydınlanmasının etkisiyle
dünyevî (seküler) algıyı ön plana çıkardığından bu dönemde din ve edebiyat ilişkisi etra-
fında tartışmalar olmuştur. Yeni dönemde ortaya çıkan bu tartışmaları şu iki soruyla özet-
lemek mümkündür: Dinî duygu ve düşünceler edebî eserlere konu olabilir mi? Edebî eserler
dinî düşüncenin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunur mu? Bu sorulara cevap arayan
edebiyatçılar öncelikle, “edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusuyla karşılaşmışlardır.
Bu soru, modern bir sorudur. Çünkü klasik dönem edebiyatçıları, edebî eserin zevke
ve duygulara hitabeden estetik yönünden başka, tematik yönünün yani öğretici, mesaj ve-
rici ve etkileyici tarafının olmasına da dikkat etmişlerdir. Dolayısıyla onlara göre, edebî
eserin hedefi vardır. Edebî eser, ya lirik (garâmî) ya da didaktik (hikemî/felsefî) olmalıdır.
Oysa Tanzimatla birlikte içine girilen süreçte Fransız edebiyatından yapılan tercümelerle
yeni bir edebî anlayış gelişmiştir.
Batıda Yeni Eleştiri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen T. S. Eliot şöyle demektedir:
Bu yeni edebî anlayış, edebî esere farklı anlamlar yükleyerek yeni bir tartışma başlat-
mıştır. “Edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusu bu tartışmaların temelini teşkil eder.
Buna göre iki görüş belirmiştir:
1. Sanat sanat içindir.
2. Sanat toplum içindir.
“Sanat sanat içindir” görüşünü benimseyen edebiyatçılar, din ve edebiyat arasında
herhangi bir ilişkinin kurulamayacağı ve dolayısıyla da dinin edebî eserin oluşmasında
herhangi bir katkısının olamayacağı fikrindedirler. Ancak bu görüş, edebiyata bir bütün
olarak bakan edebiyat tarihçileri tarafından eksik bulunmuştur. Zira en saf şiirin bile, ya-
zıldığı çağın, toplumun ve çevrenin düşüncesini, inançlarını yansıttığı muhakkaktır.
Resim 1.1
Şairler Sultanı Ahmet
Paşa şiir okurken
(Kaynak: Aşık Çelebi,
Meşâirü’ş-şuarâ,
Millet Kütüphanesi,
Ali Emiri Bölümü,
772, 50b).
“Sanat toplum içindir” görüşünde olanlar, faydacı düşünceye sahiptirler. Edebî eserin
insana iyi, doğru ve güzel olanı öğreteceği ve dolayısıyla da topluma yararlı olacağı fik-
rindedirler. Bunların yaklaşımı, klasik dönemin sanat anlayışını andırır. Zira edebî eser,
tanıtıcı, öğretici ve hâli tasvir edici olmalıdır. Bu bakımdan da edebî eser, felsefi düşünce,
ilmi bakış ve estetik kaygının yanında dinî mahiyete de sahip olabilir. Dolayısıyla din,
edebî eserin oluşmasında etkili olabilir. Sadece din değil, estetikle beraber felsefe, ahlâk,
psikoloji, sosyoloji, tarih gibi diğer fikir ve ilim alanları da edebiyatla ilgilidir. Fakat yine de
edebî eserde temel belirleyici husus, estetik bir yapıya sahip olmasıdır; bu sebeple de sanat
değerini tamamıyla ihmal eden, apaçık güdümlü bir edebiyat her zaman tenkide uğrar.
Günümüz edebiyatçıları edebiyat ve din ilişkisinden yola çıkarak edebî eserleri, dinî
edebî eserler ve profane (lâ-dînî/dünyevî) eserler şeklinde iki grupta tasnif etmişlerdir. Türk
edebiyatını da bu tasnife göre ele alan edebiyat tarihçileri vardır. Ancak klasik dönem
olarak nitelendirilen, İslâmlaşma sonrası süreçle birlikte başlayıp Tanzimat’a kadar de-
vam edegelen edebî eserleri böyle bir tasnife tabi tutmak güçtür. Çünkü profane (dindışı)
olarak kabul edilen bazı eserlerde din dilinin sembollerinden yararlanıldığı görülmüştür.
1. Ünite - Din ve Edebiyat 7
Tarih içinde sanatın mahiyetine dair birçok teori geliştirilmiştir. Platon, sanatı bir taklit ola-
rak görürken; Aristoteles, gerçeğin taklidi diye nitelendirir. Aristotelese göre, sanatın eğlen-
dirme, eğitme ve arındırma etkisi vardır.
Türklerin kitleler halinde İslâm’a girmesi hangi savaştan sonra olmuştur? Araştırınız.
2
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı, başlangıçtan İslâm’ın kabul edildiği zamana kadar sürer.
Yazılı metinleri itibariyle miladi VIII. yüzyıldan itibaren başlayan bu edebiyat, sözlü kül-
tür içerisinde daha eskilere dayanır. Bu dönem, dil, ifade, duyuş ve zevk itibariyle millî
edebiyat dönemi olarak nitelendirilir. Çünkü daha çok göçebe bir toplum özelliğine sahip
olunması sebebiyle, başka toplumların ve kültürlerin etkisinden uzak kalınmıştır.
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı yazılı ve sözlü olarak gelişmiştir. Yazılı edebiyatın iki önem-
li kolu vardır: Köktürk (Göktürk) dönemi ve Uygur dönemi.
Köktürkler, yazılı edebiyatı bulunan ilk devlettir. Bu dönemden geriye kalan en önem-
li eser, VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen Orhon Abideleri(Orhon Kitabeleri, Orhon
Yazıtları)’dir. Miladi VIII. Yüzyılda Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş
olan bu abideler, dil, tarih ve edebiyat değeri bakımından önemlidir.
Orhun Abideleri hakkında daha geniş bilgi için Talat Tekin’in Orhun Yazıtları (1988) adlı
kitabını inceleyiniz.
8 Türk İslâm Edebiyatı
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ikinci kolu, Uygur dönemidir. Elimizde bu döneme ait
zengin malzeme vardır. Çince, Sanskritçe, Toharca, Sogdca ve Tibetçe’den çevrilen dinî me-
tinlere rastlanmaktadır. Uygurlar, Mani ve Buda dinlerine girmişler ve bu kültürlerin etkisiyle
eser vermişlerdir. Daha çok Budizm’in etkisiyle, dinî, ahlâkî ve hamâsî eserler yazılmıştır.
Türklerin kabul ettikleri en eski din, Şamanizm’dir. Şamanizm, doğaya tapma, doğa-
üstü güçlere inanma temeline dayanan bir inanç sistemidir. Şaman yahut kam, bu dinin
rehberidir. Aynı zamanda şair de olan şaman yahut kamın söyledikleri şiirler, İslâm Ön-
cesi Türk Edebiyatı’nın ilk sözlü edebî ürünleridir. Bunlar, destanlar, sagular, koşuklar ve
savlardır. Destanların çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. Türk destanlarından bazıları
şunlardır: Yaratılış, Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destan-
ları. Bu destanlardan en önemlisi, Oğuz Kağan Destanı’dır.
İslâm öncesi sözlü edebiyat, daha sonraki dönemde Âşık Edebiyatı veya Halk
Edebiyatı’nın oluşmasına kaynaklık etmiştir. Şaman şairin söylediği Sagu, Ağıt ve Mersi-
yelere ilham teşkil eder. Koşuklar ise, Koşma, Türkü ve Şarkı gibi edebî eserlerin öncülleri
olarak kabul edilebilir. Manzum olarak söylenen atasözleri ve hikmetli söz anlamına gelen
savlar ise, hikmetli söyleyişi, mesel ve irsâl-i mesel sanatını etkilemiştir.
Hikmetli söyleyiş, mesel ve irsâl-i mesel sanatı kavramlarının ne anlama geldiğini sözlükler-
den öğreniniz ve kitabınızın 4. Ünitesini inceleyiniz.
İslâmî edebiyatı sadece şiire dayalı bir edebiyat değildir. Daha çok şiir yazılmıştır; ancak ne-
sirle (düzyazı) de yazılan edebî eserler vardır. Bu eserlerin ilk örnekleri, Arap edebiyatı için-
de gelişen mürasalât, makâmât, hikâye ve masal türüdür. Nesir bu türler içinde gelişmiştir.
Ziya Gökalp eski Türk dinini toyunizm adıyla nitelendirerek millî bir din tasavvur etmiştir.
Prof. Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi adlı kitabında toyunizmin Budizmden başka
bir şey olmadığını ifade ederek, Türkler’in eski dinini Şamanizm olarak isimlendirmek ge-
rektiğini söyler.
İslâm, Türk toplumlarının medeni hayatında etkili olmuş, sosyal ve kültürel alanda bü-
yük değişmeler yapmış, dili ve edebiyatı geliştirmiştir. Türk-İslâm Edebiyatı, her şeyden
önce bu yeni edebiyatın adıdır. Diğer bir ifadeyle bu terim, hem müslüman hem de Türk
olan şair ve yazarın ortaya koyduğu edebî etkinlikleri ifade eder. Bu tanım genel bir tanım-
dır ve iki temel kavrama dayanır. Bunlar, Türk ve İslâm kavramlarıdır. Buradaki Türk, bir
kültür coğrafyasını işaret etmektedir. Bu kültür coğrafyasında Türkçe’den başka, Arapça ve
Farsça’yı da içeren zengin bir dil varlığı bulunmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir edebî ese-
rin Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi için, bu esere hayat veren sanatkârın
etnik olarak Türk olması zorunlu değildir. Temel belirleyici husus, edebî eserin, bu kültür
coğrafyasında yazılmış olması ve Türk kültür değerleriyle uyumlu olmasıdır. Bu bakımdan
Türk-İslâm Edebiyatı, özellikle Osmanlı Devleti döneminde İranlı, Arap, Boşnak, Arna-
vut gibi farklı etnik kökenden gelen edebiyatçıların yazdıkları eserleri de içine alan geniş
bir edebî alanı ifade eder.
Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’na millî edebiyat özelliği kazan-
dıran millî üslûp ve karakteri yok saymamıştır. Millî üslûp, dil, hece vezni, dörtlükler-
le oluşan nazım şekilleri ve kafiye anlayışıyla belirginlik kazanır. Bu üslûp, Türk-İslâm
Edebiyatı içinde kullanılarak gelişmiştir. Halk Edebiyatı, Aşık Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı
gibi isimlerle nitelendirilen edebî faaliyetler millî üslûpla varlık kazanmıştır. Tanzimat’tan
itibaren gelişen ve devam eden yeni edebî anlayışta millî edebiyatın formları şairler için
yeni imkânlar sunmuş; âşık yahut tasavvuf edebiyatı geleneğinde yetişmemiş şairler de
millî üslûpta şiirler yazmışlardır. Türk milletini diğerlerinden ayıran değerler manzûmesi
olan millî karakter ise, edebî eserde işlenen yiğitlik, bilgelik ve doğruluk gibi kavramlar,
ışık, ağaç, bozkurt, kadın, at ve su gibi imgeler ve mitolojik temaları ifade eder. Millî ka-
rakter, İslâmlaşmayla birlikte yeni bir ruha bürünmüştür. Bu ruhun temelinde tevhit ve
iman vardır.
değerler, tarihi miras ve formların da olması gerekir. Bu bakımdan İslâm bir medeniyetin
adıdır.Bu medeniyet, her hususta olduğu gibi zevk ve edebiyat hususunda da farklı dilleri
konuşan ve farklı edebiyatlara sahip olan müslüman milletleri etkisine almıştır. Dolayı-
sıyla Türk-İslâm Edebiyatı, millî üslûp ve karakteri içinde barındırdığı gibi, ortak İslâm
kültür ve medeniyetinin üslûp ve karakterine de sahiptir.
“İslâmiyetten evvel kavmî bir takım husûsiyetlere mâlik olan Arab Edebiyatı,
«Sâsânîler» devrindeki İran Edebiyatı, «Tu-kiie»ler zamanındaki Türk Edebiyatı birbi-
rinden pek derin farklarla ayrılıyordu; hâlbuki İslâmiyet’ten sonra, Arab edebiyatı -baş-
ka medeniyetlerle ve meselâ İran’la temas neticesinde- eski çöl edebiyatından çok farklı
bir hâle geldiği gibi, Arab istilâsından yüzyıllarca sonra meydana çıkabilen İslâmî İran
Edebiyatı da, birçok bakımlardan, İslâmî Arab edebiyatına benzedi; Türkler, İslâmiyet
dâiresine lâyıkıyla girdikleri sırada, Arab ve Acem’lerin müşterek mahsûlü olarak «Klâsik
bir edebiyat» ve ona dayalı olan bir takım umumî «edebiyat esasları» takarrür etmişti.”
(Köprülü:1986, 99)
Türkler, İslâmlaşma sonrası bir edebiyat vücuda getirmek istediklerinde, önceki tecrü-
belerden yararlanmışlardır. Her şeyden önce komşuları olan İranlıların edebiyatı, anlayış,
form, estetik değer ve dil bakımından klasik bir edebiyat halini almıştı. Bu sebeple de
Türk sanatkârlar, İran-İslâm Edebiyatı’nın şekil ve esaslarını alarak edebî eserler yazdılar
(Köprülü: 1986, 117). İranlı şair ve yazarların da Arap-İslâm Edebiyatından yararlandı-
ğı düşünülürse, Türk-İslâm Edebiyatının mahiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Dolayısıyla
Türk-İslâm Edebiyatı’nın, millî karakter ve üslûbu, ortak İslâm kültürü ve medeniyetinin
karakteri ve üslûbuyla mezceden edebî eserleri içerdiğini söyleyebiliriz.
Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını kullanarak şiir yazan şairler var
4 mıdır? Araştırınız.
Resim 1.2
Türk-İslâm Edebiyatı
Karahanlılar
döneminde
başlamııştır
Kaynak: Çetin, O
(2009), Türk-İslâm
Devletleri Tarihi,
Düşünce Kitabevi,
Bursa.
Tanzimat bir devlet politikasıdır. Bu politikaya bağlı olarak uygulanan zorunlu kültür
değişimleri, zamanla Batılı değerler, düşünceler ve bilgilerle birlikte gelişen yeni estetik
zevki ve anlayışı toplumda egemen kılmıştır. Fakat şu var ki, bütün bu değişimler, her ne
kadar bir kısım zihni değişimleri beraberinde getirse de millî üslûp ve karakteri bütünüyle
etkisi altına alamamıştır. İslâmiyet’le birlikte millî karakter ve üslûp, tevhitçi dünya algı-
sıyla yeni bir şekil almıştır. Dolayısıyla Tanzimat döneminde uygulanan değişim politika-
ları, şiirde bir kısım biçimsel ve tematik değişikliklerin yanında, düz yazıda roman, hikaye,
fıkra, tiyatro ve makale gibi yeni türleri ve formları kazandırmıştır. Batı’da gelişen maddeci
görüşlere dayalı felsefe okullar, bilim ve sanat anlayışları, din tasavvurları ve algıları zaman
içinde Türk aydınını etkisi altına almıştır. Bu etki, doğal olarak zihni değişmi beraberinde
getirmiştir. Böylece seküler (dünyevî) konuların ağırlıklı varlığını gösterdiği yeni bir sanat
anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu yeni anlayış içinde gelişen edebiyat, Batı Kültürü Etki-
sinde Gelişen Türk Edebiyatı olarak nitelendirilmektedir.
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı iki koldan gelişme gösterir:
1. Devam eden klasik edebiyat,
2. Yeni edebiyat.
Kasideleri, gazelleri, mesnevileri, manzum ve mensur eserleriyle kendine özgü bir
dünya anlayışını aksettiren ve klasikleşen İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiya-
tı, bu dönemde de varlığını korumuştur. Kullanılagelen biçim, form ve zihniyetle eserler
telif eden şair ve yazarların var olduğu bir gerçektir. Hatta bu şairlerin bir araya gelerek
Encümen-i Şuarâ adıyla bir topluluk oluşturdukları da bilinmektedir.
Encümen-i Şu’arâ topluluğu hakkında bir araştırma yapınız. Bu şairlerden üçünü zikrediniz.
5
Yeni edebiyat, klasik edebiyatın aksine, daha çok nesre dayanan, tiyatro, hikâye, ma-
kale, fıkra gibi yeni edebî türlerle birlikte, dindışı temalara öncelik veren bir sanat anlayışı-
nı ifade eder. Bu edebiyat, eskiye ait unsurların bir kısmını tasfiye eden, yaşatmak zorunda
olduğu unsurları ise yaşanan sosyal ve kültürel değişmenin gerektirdiği dil, tema ve form
yapısı ile kaynaştıran bir edebiyattır. Bu sebepledir ki, her ne kadar yeni türlere, dil, tema
ve forma sahip olsa da içinde eski olarak nitelendirdiği kültürden izler de taşır. Dolayı-
sıyla bu dönem de ve daha sonraki dönemler de Türk-İslâm Edebiyatı içinde ele alınıp
incelenmesi mümkün olan eserlere sahiptir. Şu halde Türk-İslâm Edebiyatı, Karahanlılar
döneminden başlayan ve devam eden bir edebiyattır.
12 Türk İslâm Edebiyatı
Necla Pekolcay, VI. Millî Türkoloji Kongresi’ne sunduğu “Yahya Kemâl’in Şair Olarak İslâmî
Türk Edebiyatındaki Yeri” başlıklı bildirisinde şunları söylemektedir:
“Şiir bâzı şahsiyetler için his ve inançları en iyi şekilde anlatma vasıtasıdır. Yahya
Kemâl de, bu guruba dâhil etmemiz gereken şahsiyetlerden biri olarak, İslâmî Türk Ede-
biyatı içinde belirli bir yere sahip olmuştur.
Yahyâ Kemâl’in yetiştiği devrede, İslâmî ve millî kültürün birçok sanatkârlar üze-
rindeki te’siri bârizdir. Fakat bu te’sir, bâzılarında sathî, bâzılarında derin izlerle kendini
gösterir. Yahyâ Kemâl ikinci tür sanatkârlardandır. Yaşadığı her an ve yerde, şâirimizin
milletini ve dînini hemen dâima hatırladığı, bu meyanda da eski ve yeniyi his ve ifadesiyle
mezcettiği görülmektedir. Aynı zamanda, onun şiirinin, hakîkat ve hayâlin karıştığı gidiş
yolu içinde millî ve dinî duygu da birleşmektedir.
İslâmî konuları, bu hususta sâhib olduğu kültür sayesinde, gereğince sıralayıp işleye-
bilen Yahyâ Kemâl, vatanının her parçasına ve milletinin fertlerine karşı duyduğu içten
sevginin ve millî kültüre vukufunun sâyesinde de, Türk milletini ve Türk vatanını lâyıkı
ile tanıtabilmiş, vatan ve vatandaşı kendi öz benliğiyle kaynaştırmıştır. Milletine güvenme
ve en zor anlarda bile ümit, onda dâimâ mevcuttur. Onun için, zaferlerimiz birer cihad
sonucudur; aydınlık, ışık timsâlidir.” (Pekolcay:1986, 81)
Tarihi açıdan geniş bir alana sahip olan Türk-İslâm Edebiyatı’nın, edebî eserin içeriği
itibariyle sınırlandırılması mümkündür. Bilhassa yeni edebiyat içinde, dinî ve tasavvufi
konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya dinî ve tasavvufi konularda yazılma-
makla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler
Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilebilir.
Edebiyat ve bilim ilişkisine dönük farklı yaklaşımları değerlendirmek için, Mermi Uygur’un
İnsan Açısından Edebiyat adlı kitabından Edebiyatta Bilgi başlıklı denemeyi okuyunuz.
Türk-İslâm Edebiyatı, hedefi olan bir edebiyattır. Bilgiye dayalı edebî eserlerin yanında,
hikemî tarzda didaktik eserler de yazılmıştır. Kur’an tercümeleri, Hadis tercüme ve şerhleri,
Siyer-i Nebiler, Mirâciye, Menâsik-i Hac ve Akâidnâme gibi türlerde görüldüğü gibi, doğru-
dan doğruya İslâmi ilimlerle alakalı edebî eserler yazılmıştır. Bu türden eserlerin, öncelikle
Tefsir, Hadis, İslâm Tarihi, Fıkıh ve Kelâm gibi İslâmî ilimlerin kaynaklarından ve kav-
ramlarından yaralanarak yazıldığı bir gerçektir. Bunlardan başka, görünürde her hangi
bir temayı öğretme amacı olmayan lirik şiirler, sosyal ve siyasi konuları tasvir eden eserler,
devlet erkânına sunulan kasideler ve aşk hikâyelerini konu edinen mesneviler gibi sanat
yönüyle öne çıkan edebî eserlerde de temel İslâmî ilimlerin ve devrin ilim anlayışının izle-
ri görülebilir. Bu demektir ki, Türk-İslâm Edebiyatı içerisindeki edebî eserlerin bilimlerle
ilişkileri iki açıdan izah edilir:
1. Sanatkâr, dönemin ilimlerini, edebî form içerisinde manzum ve mensur telif et-
miştir.
2. Sanatkâr, dönemin ilim ve bilim anlayışından yararlanmış ve bunların kavramları-
nı estetik değere dönüştürerek kullanmıştır.
Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm ilim ve kültür ortamının içinde doğmuştur. Bu edebiyata
hayat veren sanatkârın varlık ve güzellik anlayışı, dünya tasavvuru, hayat algısı ve este-
14 Türk İslâm Edebiyatı
tik telakkisinde Tasavvuf ve İslâm Felsefesi’nin derin izleri görülür. Kur’an ve Hadisler,
sanatkârın tercüme, iktibas ve telmih gibi sanatlarla müracaat ettiği temel kaynaklardır.
Bu temel kaynaklardan başka, Hz. Peygamber’i, dönemini, ailesini ve dört halifeyi anla-
tan ve mucizeleri nakleden İslâm Tarihi (Siyer-i Nebî) ve diğer peygamberlerin hayatla-
rını anlatan Kısâsu’l-enbiya türü eserler sanatkârın sıkça başvurduğu kaynaklardır. Aynı
zamanda herhangi bir şiirde, eski kültürlere, efsane ve mitlere ait bilgiler veren tarih ve
halk kitapları, dönemin sağlık anlayışını ele veren tıp kitaplarıyla tabiat bilgileri, gelenek
ve göreneklerin tasviri, savaş ve cenk bilgisi, atçılık ve okuçuluk gibi devrin spor anlayışını
ele veren bilgiler ve tarihi hadiselerin izine rastlamak mümkündür. Ayrıca bu dönem eser-
lerde, kimi uydurma (bâtıl) ve doğru (hakîkî) bilgiler içeren kimya, simya, nücûm, zâyiçe,
reml, sihir, tılsım, kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerin kavramlarını ve bilgilerini de bulabiliriz.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın metinlerinin bir bölümü, dinî-edebî türler olarak bilinen, sa-
tır arası veya manzum Kur’an tercümeleri, Kırk Hadis, Hilye-i Şerîf, manzum ilmihal,
akaidnâme, Kâbe-nâme, Siyer-i Nebî, Tasavvufnâme ve pendnâme gibi doğrudan doğruya
dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuları ele almaktadır. Bunlardan başka, cenknâme, sihhatnâme
ve kıyâfetnâme gibi tarih, sağlık ve ilm-i kıyâfet konularını anlatan eserler de yazılmıştır.
Edebiyat bilimi olarak Türk-İslâm Edebiyatı, hem geleneksel hem de modern bilim-
lerle ilişkilidir. Edebiyatçı, sanat eserini analiz edebilmek için eserin yazıldığı dönemdeki
bilgi anlayışını ve ilimleri dikkate almak durumundadır. O, analizleri, kendi döneminin
dil ve anlayışıyla takdim edebilmek için de filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve
felsefe gibi bilimlerin kuram ve kavramlarına aşina olmalıdır.
Bu konuda ayrıntılı bir bilgiye ulaşmak için İsmail Çetişli’nin Edebiyat Sanatı ve Bilim (An-
kara, 2007) adlı kitabını okuyunuz.
Ahmet Yesevî’nin şiirleriyle başlayan hikmet geleneğinin günümüzdeki izlerine ilişkin ola-
rak şu adrese başvurabilirsiniz:
http://www.hbektasveli.gazi.edu.tr/dergi_dosyalar/33-231-252.pdf
Hikmet geleneği, Anadolu’da Yunus Emre’nin sehl-i mümtenî üslûbuyla söylediği şiir-
lerle yeni bir tarza bürünmüştür. Yunus Emre, halkın kolayca okuyup anlayacağı bir dil-
le yazmıştır. Bu yüzden de yazılı edebiyatı olduğu kadar, belki de ondan daha çok sözlü
edebiyatı da etkilemiştir. Böylece Yunus tarzı yahut Yunus üslûbu adı verilen bir edebî
anlayış ortaya çıkmış ve Yunus Emre pek çok şair tarafından taklit edilmiştir. Yunus ve ta-
kipçilerinin şiiri, dinî-tasavvufi düşüncenin ve inançların Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık
kazanmasını sağlamıştır.
İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağla-
yan eserleri içeren dinî edebî türlerin her biri, aynı zamanda dinin yayılmasına da katkı
sağlamıştır. Bunlardan farklı olarak sözlü ve yazılı edebiyat içerisinde gelişen ve halk ir-
fanını besleyen Dede Kokut Hikâyeleri, Hz. Ali Cenknâmeleri, Hamzanâmeler, Battal-
nâmeler, Fütüvvetnâmeler, Menâkıbnâmeler, Sohbetnâmeler ve gaza fikrini oluşturan bazı
gazavatnâmeler de İslâm ahlak ve değerlerini aktaran eserlerdir. Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî (ö. 1273)’nin Mesnevi’si, Âşık Paşa(ö.1333 )’nın Garibnâme’si, Süleyman Çelebi (ö.
1422)’nin Vesiletü’n-necat’ı, Yazıcızâde Muhammed Bîcân (ö.1451)’ın Muhammediye’si ve
Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1484)’nin Müzekki’n-Nufûs’u gibi eserler, dinî-tasavvufi düşünceyi ge-
liştiren ve halk irfânını besleyen eserlerdir.
Sanatı öncelemekle birlikte kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin
oluşmasını sağlayan eserler de yazılmıştır. Leylâ vü Mecnûn, Mantıku’t-Tayr, Gül ü Bül-
bül, Şem ü Pervâne, Bülbülnâme ve Hüsn ü Aşk gibi eserler; sanat ve estetik özellikleri öne
çıkan eserlerdir. Bu eserlerde ele alınan konu, tasavvuf düşüncesinin aşk ve güzellik anla-
yışından; sabır, yalnızlık, çile ve gaye gibi idealizmi besleyen fikirlerinden yararlanılarak
oluşturulan alegorik sembollerle sunulmuştur. Türk-İslâm Edebiyatının en seçkin eserleri
olan bu türden aşk mesnevileri, İslâm sanatına ve dolayısıyla İslâm düşüncesine ilginin
oluşmasını sağlamıştır. Bunlardan başka Hayriye gibi, sanat ve estetik yönü hikmetle bu-
luşturan öğretici eserlerin de bu ilgiyi geliştirdiği söylenebilir.
Görüldüğü gibi, Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm dininin anlaşılmasını, kavranmasını ve
yayılmasını sağlayan eserlerin yazıldığı bir edebiyattır.
16 Türk İslâm Edebiyatı
Özet
Din ve edebiyatı ilişkilendirebilmek. Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini
1 Dile bağlı bir sanat olan edebiyat, başlangıçta dinî tö- 4 belirleyebilmek.
renlerde ortaya çıkmıştır. Zamanla dindışı konulara Edebî eserler yazıldığı dönemlerin bilimlerinden,
doğru kayan edebiyat sanatının, dinî duygu ve tec- kültür ve sanat anlayışından etkilenirler. Edebiyat
rübeye olan ilgisi hiçbir zaman bitmemiştir. Din dili, dili bu etkiyle oluşan bir dildir. İslâm ilim, kültür ve
edebiyat ve şiir dilini beslemiştir. Edebiyat da dinî dü- sanat ortamının içinde doğan Türk-İslâm Edebiyatı,
şünce, inanç ve değerlerin tanıtılması, anlaşılması ve Tefsir, Hadis, Tasavvuf gibi temel dinî ilimlerin yanın-
öğretilmesi için imkanlar sunmuştur. da, kimya, simya, nücûm, zâyiçe, reml, sihir, tılsım,
kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerden de yaralanmıştır. Bu
Türk-İslâm Edebiyatının tanımlayabilmek. alanları tanımlayan, anlatan ve çözümleyen bazı te-
2
Türk tarihi içerisinde en önemli hadiselerden birisi mel eserler, aynı zamanda birer edebî eserdir.
İslâmlaşmadır. İslâmlaşma, millet olarak yaşanan top-
lumsal ve kültürel değişimi ifade eder. Bu değişimle Türk-İslâm Edebiyatı, bir edebiyat bilimi olarak, hem
5
birlikte Türkler, yeni bir kültür coğrafyasının içine gir- geleneksel hem de modern bilimlerle ilişkilidir. Bu
mişlerdir. Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm öncesi gelişen edebiyat içinde üretilmiş olan sanat eserini analiz ede-
millî edebî formların yanında, içine girilen İslâm kül- bilmek, eserin yazıldığı dönemdeki bilgi anlayışını ve
tür coğrafyasının estetik değerleri, güzellik ve varlık bilimleri tanımayı gerekli kılar. Ayrıca filoloji, tarih,
anlayışı, bilgi telakkisi, dil zenginliği ve mûsikîsinden coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilimlerin
yararlanılarak ortaya çıkarılan edebiyattır. kuram ve kavramlarının da bilinmesi analiz ve değer-
lendirmeleri sağlıklı kılacaktır.
Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilmek.
3
İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eden Türk-İslâm
Edebiyatı, Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in
kaleme aldığı Kutadgu Bilig ile başlamıştır. Tanzimat
sürecinde Batı tarzı yeni bir edebiyat arayışının baş-
landığı dönemlerde, bu arayışlara uygun olarak form
değiştirmiş ve günümüze değin devam etmiştir. Bu
kronolojik süreklilikle birlikte, edebî eserin içeriği
esas alınarak alanın sınırlandırılması mümkündür.
Buna göre, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî
eserler ve doğrudan doğruya dinî ve tasavvufi ko-
nularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri
ve motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler
Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilmektedir.
1. Ünite - Din ve Edebiyat 17
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmlaşma Öncesi Türk Edebi- 4. Türk-İslâm edebiyatı hangi dönemde klasik hâle gelmiştir?
yatında şair kavramını karşılamaz? a. Babürlüler Dönemi
a. Kam b. Selçuklular Dönemi
b. Uluğ c. Osmanlılar Dönemi
c. Ozan d. Karahanlılar Dönemi
d. Bahşı e. Beylikler Dönemi
e. Oyun
5. Aşağıdaki şairlerden hangisi doğrudan İslâm’ı yayma ni-
2. I- Mecaz yetiyle hikmetler yazmıştır?
II- Tenasüp a. Yunus Emre
III- İrsâl-i mesel b. Hakim Süleyman Ata
IV- Teşbih c. Süleyman Çelebi
İslâm Öncesi Türk Edebiyatında bir tür olan sav, yukarıdaki- d. Aşık Paşa
lerden hangi edebî sanatın oluşmuna katkı sağlamıştır? e. Hacı Bektâş-ı Velî
a. Yalnız I
b. Yalnız II
c. Yalnız III
d. Yalnız IV
e. I-II-III-IV
Sıra Sizde 3
Hz. Peygamber’in şairleri şunlardır: Hassan b. Sabit El-
Ensârî, Ka’b b. Zuheyr b. Ebî Sulmâ ve Abdullah b. Revaha.
Sıra Sizde 4
Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını
kullanarak şiir yazan pek çok şair vardır. Bunlardan bir ka-
çını zikredebiliriz: Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip
Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Asaf Halet Çelebi ve Sezai
Karakoç.
Sıra Sizde 5
Encemün-i Şuarâ, Tanzimat’la birlikte başlayan yeni arayış-
lara karşı klasik edebiyatı canlandırmak ve yenilemek iste-
yen şairlerin oluşturduğu edebî bir topluluktur. Hersekli Ârif
Hikmet Bey’in evinde her hafta toplanan Encümen üyeleri-
nin şiirleri okunur, değerlendirmeler yapılırdı. Dönemin öne
çıkan pek çok şairi bu topluluğa katılmıştır. Özellikle Her-
sekli Arif Hikmet’ten başka, Leskofçalı Galib ve Tanzimat
döneminin ünlü şairi Namık Kemal bu toplulukta temayüz
eden şahsiyetlerdir.
1. Ünite - Din ve Edebiyat 19
Yararlanılan Kaynaklar
Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, MEB
Yayınları, İstanbul.
Eliot, T.S. (1990), Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev. S.
Kantarcıoğlu), KB Yayınları, Ankara.
Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebi-
yat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, An-
kara, s. 45-50.
Köprülü, M. F. (1989). “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i”, Edebi-
yat Araştırmaları 1, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Köprülü, M. F. (1986). Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayın-
ları, İstanbul.
Levent, A.S.(1962),Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, DİB Yayın-
ları, Ankara
Okay, O. (1994). “Edebiyat”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 10,
İstanbul, s. 395-397.
Pekolcay, N (1986), İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tet-
kik Metodları, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Turhan, M. (1987), Kültür Değişmeleri, MÜİF Yayınları, İs-
tanbul.
2
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Kaynak kavramını tanımlayabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının kaynaklarını sıralayabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının muhtevasını açıklayabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının özelliklerini ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Kaynak • Metinlerin kaynakları: Divan,
• Muhtevayı belirleyen kaynaklar: mecmua, cönk, vs.
Kur’an, Hadis, Kısas-ı Enbiya, • Araştırma kaynakları: Tabakat,
Tasavvuf. Tezkiretü’ş-şuarâ.
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce:
• Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV. İslam Ansiklopedisi,
İstanbul 1994, IX, 389.
• M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980, s. 5.
• Mustafa Uzun, “Kur’an ve Edebiyat (Türk Edebiyatı), Kur’an ve Tefsir
Araştırmaları II, İstanbul 2001, s. 21-38.
• Mustafa Uzun, “Kur’an (Edebiyat)” DİA, XXVI, 414-417.
İçindekiler
• GİRİŞ
• TÜRK-İSLÂM EDEBİYATINA
MUHTEVASINI VE ÖZELLİKLERİNİ
Türk İslâm Edebiyatı Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları VEREN KAYNAKLAR
• TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI
ÇALIŞMALARINDA BAŞVURULACAK
KAYNAKLAR
Türk-İslâm Edebiyatının
Kaynakları
GİRİŞ
Türk-İslâm edebiyatının kaynakları üç alt başlık altında ele alınmaya müsaittir. Bunu
Türkçe’de kaynak kavramına bir terim olarak verilen manalardan çıkarmak da mümkündür.
Türk-İslâm edebiyatının kaynaklarından ilk kısmını, bu edebiyata genel özellikleri-
ni ve muhtevasını veren kaynaklar meydana getirmektedir. İkincisi, edebî metinlere
ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma
ve matbu eserlerdir. Üçüncü kısım ise Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka
deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için
yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynaklardan oluşmaktadır. Bu son
kısma giren eserler için her tür araştırmada rastlanılan bibliyografya, kaynakça, müracaat
eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır.
Kur’ân–ı Kerîm
Yukarıda da ana hatlarıyla işaret edildiği üzere Kur’ân-ı Kerîm, İslâmî Türk edebiyatı-
na şeklinden, muhtevasına, sanat değerinin belirlenmesini sağlayan edebi sanatlarla
(belâgat) ilgili ölçülerinden, bazı türlerin doğmasına kadar hemen her alanda esas
vasfını veren birinci ve en önemli kaynaktır. Ayrıca Kur’an’ın belâgat yönüyle fevka’l-
beşer, üstün bir îcaza sahip olması, onu rehber edinen toplumların edebiyatları için de her
yönüyle en seçkin örnek kabul edilmesini sağlamıştır.
Öncelikle belirtmek gerekirse, Kur’an geniş ve zengin muhtevasıyla İslâmî Türk
Edebiyatının hemen bütün malzemesini teşkil etmiştir. Bunun boyutlarını anlamak
için Kur’an’ın Türk kültüründe yer etmiş en kapsamlı tanımına kulak vermek açıklayıcı
olacaktır. Aslında bağlamı farklı olmakla birlikte halkın, Kur’an’ın muhteva bakımından
hudutlarının genişliğini anlatmak için bizzat bu ilâhî kitaptan aktardığı “kuru ve yaş her
şey bu apaçık kitapta mevcuttur” şeklindeki kapsayıcı bir ifade (el-En’am 6/59) dikkat çe-
kicidir. Bu tanımlama, hayatını, ilim, kültür ve sanatını Kur’an’a göre şekillendirmeyi he-
def alan müslüman topluluklar arasında özellikle de, müslüman Türk halkının hayatında
ve kültüründe ilâhî kitabın ne kadar çok yönlü ve kuşatıcı bir yeri olduğunu en kapsamlı
v şekilde ortaya koymaktadır. Tabii olarak edebiyat ve sanat da bu geniş çerçevenin derin
etkisi içinde kalmış ve ondan büyük ölçüde faydalanmış ve edebî metinlerde yer verdiği
kâinat, mahlûkat, geçmiş ümmet ve milletler, onların peygamberleri ile başlarından
geçmiş olaylar, ibret verici kıssalar v.b. gibi hemen bütün malzemeyi bu kaynaktan der-
leyip işlemiştir.
Kur’an ayrıca, Türk edebiyatının günümüz ifadesiyle edebî sanatlar, eski ve özel ifade-
siyle de belâgat anlayışını temellendirmiştir. Çünkü Arap dilinin belâgati, aslında kendisi
de bir söz mucizesi olan Kur’ân-ı Kerim’den, onu daha iyi anlama zaruretinden doğmuş,
belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî kelâmın eşsiz ifadelerinden oluşturmuştur. Nitekim
Osmanlı-Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniyye’yi (İstan-
bul 1209) kaleme alarak ilk defa klasik İslâm belâgatini tam kadrosuyle veren ve örnek-
leri Türkçe olan bir eser ortaya koymasına kadar, asırlarca hem Arapça hem de misalleri
Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi, şerh, haşiye ve talikatlarının
yazımı ve okutulmasıyle gerçekleştirilmiştir.
Kur’an’ın Türk dili tarihi bakımından çok önemli olan bir başka etkisi de, Türkçe
Kur’an tercümeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu alanda oldukça geniş bir malzeme ve
bilgiye sahip olduğumuzu, bunu da Kur’an’a borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz.
Türkçe Kur’an tercemeleri ve bunların Türk dili ve edebiyatı bakımından önemi hakkında
geniş bilgi için bu konuda kıymetli araştırmalar yapmış olan Abdülkadir İnan’ın Makaleler
ve İncelemeler (Ankara 1991, s.128-186) adlı eserine bakılmalıdır.
24 Türk İslâm Edebiyatı
Elde mevcut en eski yazmaları on üç ve on dördüncü asırlara ait olan ve XI. yüzyılda
tercüme edilmiş bu metinler, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zen-
gin araştırma alanlarından birini, “Türkçe Kur’an Tercümeleri” sahasını teşkil etmektedir.
Bu arada, son yıllarda belirli bir ilgiye mazhar olsa da henüz yeterince incelenmemiş bir
diğer alan olarak Türkçe tefsirlerin de aynı öneme sahip oldukları, araştırmacıların ilgisini
bekledikleri belirtilmelidir.
Ferişteoğlu ve Kanun-ı İlâhî vb. gibi Kur’an lügatleri de yine Kur’an’ın etkisiyle, onu en
iyi şekilde anlama niyetinden ortaya çıkmış ve Türk dili tarihi bakımından eski ve değerli
malzemelerin bir araya toplanmasına imkân vermiştir.
Edebiyatımıza kazandırdığı başlıbaşına manzum tür ve eserlere geçmeden önce Türk
nesrinde Kur’anın örnek alınışına da dikkat çekmek gerekmektedir:
Eski Türk edebiyatında inşâ adıyla anılan nesir dilinde Kur’anın, cümle kuruluşundan
metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim “sözlerin
en güzeli” olan bu mukaddes ve taklid edilemez örnek ana özellikleriyle Türk nesrine ak-
tarılarak ta Dede Korkut Hikayeleri’ndeki sade nesirden başlayarak, Sinan Paşa ve emsâli
gibi büyük sanatkârlar elinde çok âhenkli ve zevkle okunup-dinlenen eserler vermiştir.
Banarlı bunun sebebini, “Kur’an diliyle daha iyi anlaşan ve sözün mûsıkîleşmesinden büyük
zevk alan Anadolu Türkçesi’nin Türk halk edebiyatındaki kafiye ve aliterasyon an’anesinden
istifade etmesidir.” şeklinde açıklayarak, Kur’an âyetlerindeki ahengin en önemli unsurunu
teşkil eden fasılaların seci adıyla Türkçe cümlelerin iç yapısıyla sonlarındaki ahenge etki-
sinden kaynaklandığını izah etmektedir.
Kur’an’ın Türk nesri üzerindeki bir başka önemli etkisi de âyetlerin asıl ibâreleriyle
Türkçe’nin cümle yapısına girmiş olmasıdır. İktibas, istişhad denilen edebî sanatlara baş-
vurarak manayı en güzel, en kuvvetli ve etkileyici biçimde kullanılma olarak vasıflandırı-
lacak bu anlayış Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabgûzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı
ile gelişerek Anadolu sahasında Behçetü’l-hadâik, Merzuban-nâme, Tazarru’ât gibi eser-
lerle gelişmiştir. Hatta Veysî ve Nergisî’den Namık Kemal, Muallim Nâci ve Ziya Paşa’nın
eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu ifade tarzı, mânayı en güzel ve
kesin bir şekilde anlatmak bakımından önemlidir.
Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bu ifade tarzının daha iyi anlaşılması için şu
örnekler izerinde düşünmek yeterlidir:
beytinde “aşığı sevgilisinin ayağı altındaki toprak olarak gören kâfir rakibin” kıskançlığını ve
pişmanlığını ifade için, tıpkı Nebe Sûresindeki (78/40) âyette yer alan, kıyamet gününde, dün-
yadayken yaptıklarına pişman ‘kâfirler gibi’ taşlarla bağrını döğüp ‘keşke toprak olaydım’ diye
döğünmesini ifade eden ‘yâ leytenî küntü türâb’ kısmı vezne uygun bir şekilde mısraa yer-
leştirilerek beytin mânası te’kid edilmiş, itiraza yer kalmayacak şekilde kuvvetlendirilmiştir.
beytinde Ahmed Paşa, Tâhâ sûresindeki (20/76) ‘cennâtü adnin / adn cennetleri’ keli-
melerinin başına Arapçada ‘bu’ mânasına gelen ‘hâzihî’ kelimesini eklemiş, ardından da
‘fe’dhulûhâ hâlidîn / ebedî olarak kalmak üzere oraya girin’ mânasında Zümer sûresinde
yer alan (39/73) âyetin bir parçasını öncekiyle birleştirerek son beyti meydana getirmiştir.
Böylece Sultan Bâyezid için yazılmış olan bu bahariyyedeki beytin mânası “Bahar gel-
diğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri ‘işte bu bir cennet bahçesidir. Haydi
oraya girin ve ebedî olarak kalın’ mânasını vermektedir” demek olur.
2. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları 25
Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan
“rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti” gibi isimleriyle, bazan “tâ-hâ, ve’l-leyl, ve’d-duha,
yâsîn, kevser, ihlâs, Yusuf, neml” gibi sûre adlarıyla, bazan da “elif lâm, elif lâm mîm,
nûn ve’l-kalem” gibi sûre başlarında yer alan ve mukattaât denilen, rumuzlu mânalar ta-
şıyan harflerin anılmasıyla, bazan ise sadece mânalarının iktibasları sûretiyle yer almıştır.
Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bestelenmiş meşhur na’tinin makta beyti olan:
beytinde adları zikredilen Duhâ (93) ve Leyl (92) sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i
insanlara getirişi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek anlatıldığından, şair tarafından
da ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın sonundaki Arapça cümle ise “küllü” keli-
mesi hariç En’am (6/5) ve Kehf (18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçala-
rıdır. Nesîmi’nin bir na’tindeki:
beytinde ise Hz. Peygamber’le alâkalı belli başlı sûre adları zikredilerek onun vasıflarının,
isimleri anılan sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmek istenmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının en zengin türlerinden biri olan Tevhidler ile Münacaatlar
hakkında ileride geniş bilgi verileceğinden şu kadarını söyleyebiliriz. Bu türler, özellikle
tevhid Kurân’ın tebliğ ettiği ana fikirden doğmuştur. Yani doğrudan Kur’andaki Allahın
varlığı, birliği, esmâ ve sıfatı ile bunları kâinattaki tezahürleri karşısında insanın aczi ve
Allah’a sığınması, dua ve münacatta bulunması hakkındaki âyetlere dayanmakta, bunların
mana ve lafızlarından hareketle şair ve ediplerin hayal-hanelerinden süzülerek beslenen
estetik unsurlarla lafza aktarılmış, nazma yahut nesre çekilmiştir.
Kur’an hakkında, bu mukaddes kitabın tanınması, sevilmesi, emir, yasak ve tavsiyele-
rinin benimsenmesi hakkında kaleme alınmış müstakil manzumeler de bir hayli yekûn
tutar. Bu şiirler Kur’an’ın bizzat kendisi hakkında sanatkârın muhayyilesine ilham ettiği
düşüncelerin edebiyatımızın estetik ölçüleriyle harmanlanmasından doğmuştur.
İsmail Safa’nın:
mısralarıyla başlayan Kitabullah şiiri bunların son devirde kaleme alınmış en güzellerin-
den biridir. Şair bu mısralarda Haşr suresinin (59) 21. âyetini nazmen ve çok güzel bir
şekilde tercüme etmiş, ayetteki hâşi’ ve mütesaddi’ kelimelerini son mısraya ustaca yerleş-
tirerek güzel bir iktibas örneği de vermiştir.
Mehmed Âkif ’in yayımlanan ilk şiirlerinden biri:
veya:
gibi beyitler güzel örneklerdir. Ayrıca bu beraberlik Hz. Adem’den beri bütün peygamber-
lerin tebliğ ettiği hakikatlerin aynı olduğunu da ortaya koymaktadır:
Kısas-ı enbiyâ hakkında pek çok bilgi, Kur’an ve hadiste mevcut olduğu halde onu
müstakil bir kaynak olarak zikretmemizin sebebi yukarıda işaret edildiği gibi bu alanın
İslâm dışı yazılı ve sözlü başka kaynaklardan beslenen malzeme ile zenginleşerek müsta-
killeşmesidir. Türk-İslâm edebiyatında aynı adla anılan bir türün ortaya çıkmasının sebebi
hakkında bir fikir vermek için XV. yüzyılda Anadolu’da Hz. İbrahimi konu alan Halilname
adlı eserin müellifi Abdülvâsi Çelebi’nin “Der medh ü sebeb-i nazm-ı kitab” bölümüne,
yani eseri neden yazdığını anlatan mısralara bakmak yeterlidir: Çelebi Sultan Mehmed,
şair Ahmedî’den Farsça Veys ü Ramin’i tercüme etmesini istemiş onun çalışmaya başladık-
tan kısa bir süre sonra, tercümeyi tamamlayamadan ölmesi üzerine mesneviyi Abdülvâsi
Çelebi’ye havale etmişti. Çelebi bu eski hikâyeyi:
beyitlerinde ifade ettiği üzre “peygamber kıssası nerde o nerde” diyerek Halilnâme’yi ka-
leme almıştır.
2. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları 29
Belli başlı peygamber kıssalarının Türk-İslâm edebiyatındaki yeri önemi ve değeri hakkında
daha geniş bir fikir elde etmek için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Hz. İb-
rahim”, “Hz. İsâ” ve “Hz. İsmail” gibi maddeler yanında, bütün peygamberler ve onlarla ilgili
diğer olayların tasavvufi olsun olmasın, birer divan mazmunu olarak beyitlere nasıl intikal
ettiği hakkında bilgi edinmek için Ahmed Talât Onay’ın Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar,
(Ankara 1992) adlı eserinin ilgili maddelerine bakılmalıdır.
Peygamber kıssaları içinde en çok sevildiği için pek çok örneği kaleme alınan
“Ahsenü’l-Kasas / Kıssaların en güzeli” diye vasıflandırılan Yusuf u Zeliha’lar da Kur’an
ve Hadis yanında diğer kaynaklardan da beslenen türün en dikkat çekici, karakteristik ve
sayıca zengin örneğidir.
Türk edebiyatında telif veya tercüme, bazısı tasavvufi mahiyette bu konuda on yedisi
elde bulunan otuzdan fazla mesnevi kaleme alınmıştır. (bk. “Yusuf ile Zeliha”, Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1998, VIII, 620-621)
Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en meşhur Yusuf u Züleyhâ mesnevisi kime aittir,
araştırınız. 2
Nitekim Türk edebiyatında başta tasavvufi mesneviler olmak üzere pek çok eser Hz.
Mevlâna ve Mesnevî’nin ilhamıyla yazılmıştır. Bunlardan ilk akla gelenler Aydınlı Dede
Ömer Rûşenî’nin Miskinlik-nâme, Ney-nâme, ve Çoban-nâme’sidir.
Yapılan araştırmalar Mevlânâ’nın edebiyatımız üzerindeki tesirinin eskisi kadar olma-
sa bile günümüz Türk şiirinde devam etmekte olduğunu göstermektedir (Geniş bilgi için
bk. Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu, Edirne 2002).
Tasavvufun Türk edebiyat ve sanatındaki yeri ve önemini anlamak için tekke edebiyat
ve musıkîsinde en kıymetli türünü meydana getiren, ilâhî’ye daha genel olarak bakmak
yeterlidir. Tasavvufî ve dinî yahut tekke ve cami ilâhileri olarak iki kısımda incelenebilecek
olan bu manzumeler, “Mağz-ı Kur’an ve lübbü ehâdis /Kur’an ve Hadisin özü” tanımlama-
sıyla nitelenen evliya sözlerinden oluşmaktadır. Burada söze ilâhî sıfatı verilmekle ondaki
rabbanî öze işaret edilmektedir. Nitekim Yunus Emre’nin:
ile
“Eski Araplar’da daha cahiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar telkin eden, kötülüklerden
korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususi bir
meslek olmuştu. Bu mesleği icra edenlere kass (cemi kussâs) veya kasas denirdi. Cahiliye dev-
rinde anlatılan kıssaların içinde ehl-i kitaptan gelen unsurlar vardı. Gerek bu dini kıssalar ge-
rek Araplar’a komşu kavim ve ülkelere dair ahbâr, hem sözlü yoldan, hem yazılı kaynaklardan
geliyordu. Bunlar eski muhitlerinde ve eski kitaplarda mevcut, hususiyetle Kur’ân-ı Kerîm’de
adı geçen peygamberler vesâir şahsiyetlere, kavimlere dâir ahbâr ve kıssaları, hatta bu kıssala-
rın benzerlerini Arapça’ya naklettiler (DİA, I, 488).
Nitekim Arap, Fars ve Türk edebiyatında cömertliğin timsali olarak kuvvetle yer bul-
muş olan cahiliye dönemi Arap şairlerinden Hâtim/Hâtem et-Tâî hakkındaki bilgiler
Ahbâr’dan intikal etmiştir. Hatta onun menkabevi hayatını ve özelliklerini anlatmak üzere
büyük Fars şairi Hüseyin Vâiz-i Kâşifi Kısâs u Âsâr-ı Hâtim-i Tâ’î adıyla bir eser yazmış,
bu Hikâye-i Hatim-i Tâ’î adıyla Türkçe’ye çevrilmiş, çeşitli yazmaları yanında bir çok kere
basılmıştır. Bunlar Hâtim/Hâtem et-Tâ’î hakkındaki rivayetlerin Türk-İslâm edebiyatının
her tür ve şekildeki eserine intikal ettiğini göstermekte olup günümüzde bile Anadolu
halkı arasında kuvvetle yaşamasının sebebini de gözler önüne sermektedir.
Bu bilgiler Türk-İslâm edebiyatının, özellikle etkilenip beslendiği Arap ve Fars edebi-
yatlarında yer bulmuş birikim ile daha İslâmiyet’le tanışır tanışmaz karşı karşıya kaldığını
gösterir. Hatta o zaman derlenerek kitaplara geçmiş ve tedvin edilmiş bulunan bu mal-
zemeyi kendilerinden önce müslüman olmuş bulunan Farslar’la beraber, ayrıca onların
kültüründen gelen unsurlarla birlikte alıp kullanmakta bir beis görmemişlerdir.
beyti bu unsurların pek çoğunu bir arada zikreden karakteristik bir örnektir.
2. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları 33
Devrin ilimleri
Türk-İslâm edebiyatını her yüzyılda o devirde mevcut veya kuvvetli olan her türlü ilim ve
fen etkilemiştir. Bunları devrin dinî ilimleri ile hakiki olan ve olmayan ilimler şeklinde
sıralamak mümkündür. Aşağıda yeri geldikçe sayılacak bütün ilimler yanında özellikle sa-
yılan alanların, önde gelen isimleri, kitapları, terimleri, başlıca meseleleri edebiyatımızın
çeşitli metinlerinde açık/kapalı bir biçimde, mazmun ve remiz halinde, kültürümüzde yer
etmiş unsurlarıyla zikredilmiştir.
1. Dini ilimler. Bunların her birinin edebiyat üzerinde etkili olmasının sebebi bu ede-
biyatı inşa edenlerin büyük çoğunluğunun medrese ve tekke gibi günümüz tabi-
riyle örgün ve yaygın birer dini eğitim kurumu sayılacak eğitim kademelerinden
geçmesi, bilgi ve kültürlerini buralardan elde etmiş olmasıdır. Bu zevatın çoğu me-
zuniyetlerinden sonra da müderrislik, kadılık, şeyhlik gibi dinî-idârî görevler ifâ
etmişlerdir. Ayrıca Osmanlı devletinin yönetiminde dinin hatırı sayılır bir etkiye
sahip olması da, resmi görevlerde bulunanların ahlâk, adalet, mes’uliyet, yardım
severlik, insanları Hakk’a ve hayra yöneltme hizmeti gereği dini özelliklere sahip
olmalarını icap ettirmiştir. Bu gibi sebeplerle Türk-İslâm edebiyatını ortaya ko-
yan, destekleyen ve yaşatanlar resmi veya özel manada hatırı sayılır derecede dinî
birikmleri olan kişilerdir. Neticede fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve akaid gibi klasik
dini ilimler, bunların kavram ve terimleri, hayata, bakış açısına getirdikleri izah ve
çözümler edebî eserlere doğrudan veya dolaylı olarak, açık/kapalı şekillerde intikal
etmiştir. Bu noktada verilebilecek pek çok örnek yanında sadece büyük sanatkâr
Fuzûlî’nin Matlau’l-i’tikad adlı bir akaid kitabı yazdığını hatırlamak yeterlidir. Ebu
Hanife gibi mezhep imamları, İmam Gazalî gibi alim ve ahlâkçılar, Fahreddin-i
Razî gibi müfessirler vs. de edebiyatımızın isimlerini sıkça andığı şahıs kadrosu-
nun başında gelmektedir.
a. Gerçek İlimler: Bu tabirin içine felsefe, matematik (riyaziye), mûsıkî, astronomi,
fizik, kimya, tıp vs. gerçek ilimler girmektedir. Burada zikredilen ve edilmeyen
bütün ilimler yanında özellikle sayılan alanların, önde gelen isimleri, eserleri ve
kavramlarına manzum-mensur metinlerde sıkça rastlanmaktadır. Buna karak-
teristik bir örnek olarak musiki terimleriyle yazılmış kaside ve gazellerle, kâr-ı
nâtık denilen büyük mûsıkî formunun güftelerini vermek mümkündür.
b. Gerçek olmayan ilimler: Bunlar astroloji (ilm-i tencim), simya, büyü (sihir) vs.
gibi havas yahut gizli ilimler denen alanlara ait bilgilerdir. Devrinde avam-
havas ayırımı yapmadan Padişahından sade vatandaşa kadar hemen herkesi il-
gilendiren bu ilimler de edebiyatımıza, alanlarının önde gelen isimleri, eserleri
ve kavramlarıyla girmiş bulunmaktadır. Bu alanların çoğunu beraberce ilgilen-
diren ve kabaca gelecekten haber vermeye yönelik bir alan olan fal ve bunun
edebiyata aksi olan fal-nâme karakteristik bir örnektir. Havas ilimlerine ait pek
çok özelliğe dayanan bu alanda ortaya konan eserlerden bir kısmı İmam Ali,
İmam Cafer (Cafer es-Sadık), Muhiddin Arabî gibi dinî hüviyeti önde gelen
kişilere atfedilirken, bazıları da Kur’an falnâmeleri, Falnâme-i nebî/esmâ-i nebî,
Kur’a falnameleri, Çiçek falnameleri gibi manzum-mensur eserdir. Bunun ya-
nında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’si ile Divan-ı Kebir’i, Sa’dî’nin Gülistân’ı, Hafız-ı
Şirâzî’nin, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî’nin divanlarıyla, Ahmediye, Muham-
mediyye ve Envârü’l-Âşıkîn gibi eserler de tefe’ül maksadıyla başvurulan dini-
edebî metinlerdir.
34 Türk İslâm Edebiyatı
Yerli Malzeme
Bu başlık altında, Türk milletinin kendine has yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün
ve geceleri kutlama şekli, sahip olduğu âdet ve an’aneler gibi hususlar toplanabilir. Bu
malzemenin en bol biçimde kullanıldığı, değerlendirildiği alan edebî metinler olmuştur.
Savaş-barış, düğün (sûr/hıtan)-eğlence, ramazan gün ve geceleri, Ramazan, kurban, nev-
ruz gibi bayramlar, Kadir gecesi, Mevlid, Mirac, Berat, Regaip kandilleri, bahar, yaz, kış
gibi mevsimler daima şiire konu edinilmiştir.
Burada önemli olan husus bu konuların Türk kültür ve adetleri arasındaki yeri özelliği
hem yeni türlerin ortaya çıkışına, hem de bu zaman dilimlerinin Türk kültüründe karşı-
lanması, kutlanması, bu esnada yapılan törenlerin de Türk milletinin değerlerini aksettir-
mesi sebebiyle mahallî unsurlar bakımından kendine has özellikler taşımasıdır. Nitekim
hem Hz. Peygamber’le ilgisi, hem din ile alâkası olduğu halde, milletimizce büyük bir
samimiyet ve heyecanla kutlanan, diğer müslüman milletlerden daha esaslı bir surette ve
derinlikte benimsenen bu konular daha farklı ele alındığından bu türlerin bazıları Türk
edebiyatına hastır. Nitekim ilk mevlid kutlamaları bir Türk Atabeği olan Selahattin Gök-
börü tarafından başlatılmış, zaman içinde Türkçe’de ikiyüze yakın manzum mevlid ka-
leme alınmış olduğu halde, Arapça mevlidler mensur olanlar da dahil onu geçmemekte,
Farsça’da ise Hz. Ali ve Fatıma mevlidi bulunduğu halde, Peygamberimiz hakkında XIX.
asırda İstanbul’da yaşamış İran asıllı bir Osmanlı şairinin kaleme aldığı mevlid dışında
başka bir eser bulunmamaktadır. Ayrıca Sûriyye/Sûrnâme, Ramazâniyye, Bayramiyye,
Nevrûziyye, Bahâriyye, Şitâiyye, Mevlid, Mi’râciyye, Regâibiyye vb. türler de Türk-İslâm
edebiyatı şairlerince mahallî renkleri ağır basacak şekilde ortaya konmuştur.
Divan
Türk şiirinin en önemli yazılı kaynaklarının başında Divan denilen şiir kitapları gelmektedir.
Bir divan, “bir şairin ha yatı boyunca yazdığı şiirleri toplayan kitab” şeklinde tarif edi-
lebilir. Yani Türk-İslâm edebiyatı şairleri şiirlerini bir yönüyle anonim bir ad altında tek
ki tapta toplamışlardır. Divanlarda çoğu kere şairlerin eski ve yeni bütün şiirleri bir araya
getirilmiştir. Buna divan tertib etmek denir. Bazı şairler divanlarını kendileri tertib eder-
ken bazılarının şiirleri ölümlerinden sonra yakınları tarafından derlenmiştir. Ancak bazı
şairler divanlarının, yazdıkları şiirlerin dağılıp kaybol maktan korunmasını sağladığını
açıkça ifade etseler de divan tertibinden sonra yazdıkları şiirler bunun dışında kaldığı gibi,
bazan önce yazıldığı halde beğenmedikleri manzumelere de divanlarında yer vermemiş-
lerdir. Böylece her şairin bir miktar şiiri divan dışında kalmış olmaktadır.
2. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları 35
Divanlarda şiirler nazım şekillerine göre sıralanır. En başta büyük nazım şekilleri yer
alır: kasideler (Tevhid, na’t, münacaat, medhiye), terkib-bend, terci’-bend ve musammat-
lar. Ardından orta hecimde şiirler sayılacak gazeller yer alır. Bu bölümdeki şiirlerin her
biri kafiyelerine göre elif ’ten ye’ye kadar sıralanır. Hemen hemen her harfte bir gazel yer
almışsa bu divan mürettep kabul edilir. Divanın son kısmında küçükten en küçüğe doğru
şu nazım şekilleri yer alır: rubâî, kıta, nazım, müstakil beyit ve mısralar.
Bu konuda daha fazla bilgi için Ömer Faruk Akün’ün Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’ndeki “Di-
van” maddesine bakılmalıdır.
Divanların genel ve kalıplaşmış şekli yukarıda belirtildiği gibi olmakla beraber, mu-
sammat ve şarkıların gazellerden sonra yer alması suretiyle alışılmış tertibin kısmen dı-
şına çıkıldığı da olmaktadır. Fakat böyle yer değiştirme ve kaymalar olsa da usulün şaş-
maz prensibi, her divanda kasidelere diğer bütün nazım şekillerinden önce yer verilmesi,
gazellerin ortada bulunması ve son kısımda da rubaîlerden başlayarak, müstakil beyit ve
âzâde (serbest) mısralarla divanın son bulmasıdır.
Anadolu Türkçesi’nin en eski divanlarının başında, çoğu hece ile yazılmış şiirlerden iba-
ret ve klasik ölçülere uygun olmasa da Yunus Divan’ı gelir. Orta Asya sahasında hatırlanacak
ilk eser de Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’idir. Bu iki eser Türk-İslâm edebiyatının en eski
ve değerli mahsullerini topladıkları için çok öremlidir. Osmanlı edebiyatı sahasının klasik
ölçülere uygun ve aruzla yazılmış şiirleri toplayan divanlarının başında Ahmedî’nin eseri
gelmektedir. Ahmed-i Dâî ve Şeyhî’nin divanları bundan sonraki önemli divanlardır.
Mesnevi
Bir nazım şeklinin de adı olan mesnevî, Türk-İslâm edebiyatında “kahra manları hep aynı
olan aşk maceralarının anlatıldığı uzun manzumeler” olarak tanımlanabilir. Mesneviler
klasik edebiyatın divanlar kadar önemli ve onlardan hacimli metinleridir.
Mesnevî bir nazım şekli olarak başlangıçta Arap edebiyatında yoktur. Kökü Pehlevî
edebiyatına kadar giden bu şekil, Fars edebiyatının İslâmî devrinde X. asırda Rûdegî
gibi şairlerin eserleriyle ortaya çıkmış, Firdevsî ile büyük bir gelişme gösterdikten son-
ra Araplar’a geçmiştir. Türk edebiyatına da İran şiirinden gelmiş olması düşünülebilirse
de Dîvânü lugati’t-Türk’teki manzum parçalar arasında rastlanması, Türk şiirinin İslâm
öncesi devresinde bu nazım şeklinin bilindiğini ve kullanıldığını göstermektedir. İslâmî
Türk edebiyatının bilinebilen ilk büyük manzum eseri Kutadgu Bilig’in mesnevi şeklinde
oluşunu, böyle bir birikime bağlamak mümkündür.
Divanların aksine her mesnevînin daima bir özel adı vardır: Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ ve
Mecnûn, Şâh u Gedâ, Şem’ u Perva ne, Hüsn ü Aşk vb. bir kısmı başlıca iki mühim kahra-
manının adıyla anılırlar. Bazıları ise Ferhadnâme, İskender-nâme gibi esas kahramanlarına
göre isimler taşırlar. Bir kısmı nazma çekilmiş küçük hikâyeleri anlatırlar: Hilyetü’l-efkâr,
Nefhatü’l-ezhâr, Suhbetü’l-esmâr, Cilâü’l-kulûb, Riyâzü’l-gufrân, Nakş-ı Hayâl, Hayrâbâd,
Gencîne-i Râz, Gülşen-i Aşk, Gülşen-i Envâr. Bazan da eserin adı, konusunun belir-
ten kelimenin sonuna “nâme” sözü eklenerek oluşturulmuştur: Pendnâme, firkatnâme,
sergüzeştnâme, Har-nâme, Hûban-nâme, Zenân-nâme, Sur-nâme, Selim-nâme, Süleyman-
nâme, Gazavat-nâme vb.
Mecmua
Mecmualar, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli büyüklükteki metinlerin ve risâle deni-
len küçük kitapçıkların derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve bazen derleyicisi
belli çoğu kere de derleyeni bilinmeyen eserler olarak tarif edilebilirler.
36 Türk İslâm Edebiyatı
Kelime, sözlükte “dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak” anlamındaki cem’
masdarından türeyen mecmû’ kalıbından (bir araya getirilmiş, toplanmış) gelmektedir.
Mecmûanın yanı sıra mecâmî’, mecma’, câmi’ gibi aynı kökten türemiş kelimelerle ‑yalnız
Osmanlı Türkçesi’nde‑ cüzdan, defter ve cerîde isimleri de aynı mânada kullanılmıştır.
Ancak bu isimlerden herhangi birini taşımadığı halde mecmua özelliğine sahip pek çok
eser bulunmaktadır.
Mecmualar, genelde bir veya daha fazla yazar yahut şaire ait çeşitli şekil ve hacim-
lerdeki dinî, din dışı, nesir ya da şiirlerden oluşan derleme kitaplardır: Dinî olanları
mecmûatü’l-ehâdîs, mecmûa‑i fetâvâ, mecmûa‑i ed’iye, gibi isimlerle anılmıştır. Edebî
olanları ise, mecmûa‑i eş’âr, mecmûa‑i tevârîh, mecmûa‑i münşeât, mecmûa‑i ebyat gibi ad-
lar taşır. Mecmua başlangıçta, birçok bakımdan benzediği cönk gibi âyetler, hadisler, fet-
valar, dualar, hutbeler, şiirler, ilâhiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla
ilâç tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevâid), notların, tarihî belge ve kayıtların derlendiği
bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir tertip ve şekle kavuşarak
benzerlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap veya telif çeşidi özelliği kazanmıştır.
İslâm kültüründe mecmua türü, henüz adı konulmadan Hz. Peygamber’in ha-
dis yazımına izin vermesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu iznin ardından bazı sahâbîler
Resûlullah’tan duyduklarını mecmua tertip etme anlayışı içerisinde kendi seçimlerine,
ihtiyaç ve değerlendirmelerine göre bir araya getirince hadis literatüründe sahîfe, cüz ve
kitap adıyla anılan ilk derlemeler doğmuştur.
Daha çok Osmanlı ve İran sahasında rağbet gördüğü anlaşılan mecmuaların kâğıdının
kalitesi, rengi, boyutları, cildi, yazısı, tezhibi, şekli gibi vasıfları ve maddî nitelikleri itiba-
riyle birbirlerinden çok farklı olduğu, bir kısmının düzensiz, âdeta karalama defteri, bir
kısmının çok düzenli ve özenli bir sanat eseri niteliği taşıdığı görülmektedir. Düzensizle-
rin çoğu doğrudan derleyicisinin eliyle yazılmış olduğu için okunaksız ve istinsah hatala-
rıyla dolu, babadan oğula veya elden ele intikal ettiğinden dolayı farklı kişilerin yazısına
ve ilgisine göre şekillenmiş, değişik konulara yer veren güvenilmez metinler halindedir.
Mecmualar Arapça, Farsça, Türkçe olarak tek bir dille kaleme alındığı gibi derleye-
nin bu dilleri bilip bilmemesine ve derlenen metinlerin diline göre bunların ikisinin veya
üçünün birlikte kullanıldığı metinler halinde de yazılmıştır. Çoğunlukla ilmî ve dinî ko-
nularda derlenmiş mecmuaların mensur ve Arapça, edebiyat ve sanat konularındakilerin
ise manzum ve FarsçaTürkçe olduğu görülmektedir.
Pek çoğu bir tür el kitabı mahiyetinde olduğundan fazla rağbet gören, ayrıca iddiasız
bir isim taşıdığı için kitap yazmaktan kaçınan müellifler tarafından tercih edilen mecmua
bundan dolayı Osmanlı dünyasında çok yaygınlaşmış ve ilim dallarına göre çeşitli türlere
ayrılmıştır. Bunlardan içinde edebî metinlerin yer aldığı başlıcaları şunlardır: divan, şiir,
nazîre, kaside, gazel, na’t, medhiye, mersiye, muamma, lugaz, rubâî, letâif, destan, lugat;
münşeat, inşâ, vefeyât, biyografi (terâcim); risâle; fevâid; musiki. Bunlar çoğu kütüphane
kataloglarına mecmua adıyla girmiş bulunan edebiyat ve kültürümüzün kaynaklarını mu-
hafaza eden önemli eserlerdir.
Cönk
Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı anonim ma-
hiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen bu gruptaki eserlere ad olan kelimenin, söz-
lüklerle ansiklopedilerde aslı, mâna ve muhtevası hakkında farklı bilgiler verilmektedir.
Cava ve Ma laya dillerindeki djong (conk) kelimesinden gelen cönk batı dillerine de yakın
bir telaffuzla geçmiş olup, “Çin denizlerinde kullanılan dibi düz ve dört köşeli, puruvası,
çıkıntılı baş bodoslaması ve kıç pupası, dümeni muallakta olan yelkenli gemiler için de
genel bir ad olmuştur (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi).
2. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları 37
Resim 2.1
XIX. yüzyılın
sonlarına ait dinî-
tasavvufî muhtevalı
bir cönkten iki
sayfa (M. Uzun özel
kitaplığı)
Kelimenin Türkçe olduğunu söyleyen bazı araştırıcılar cöngü “türlü konuların, özel-
likle çeşitli şairlerden seçilmiş şiirlerin yazılı olduğu kitap veya defter” şeklinde tarif eder
ve “büyük gemi, fakirlerin kullandığı satrançlı çul ve kilim, büyük nesne” anlamlarında
kullanıldığını söyler (Ferheng-i Nizâm, II, 408). Şeyh Süleyman Efendi de cönge “gemi,
sefîne” karşılığını verir ve bir edebiyat terimi olarak “mecmua” anlamına da geldiğini be-
lirtir (Lugat-ı Çağa tay ve Türkî-i Osmanî, s. 142).
Cönk ansiklopedilerde genellikle “uzunlamasına açılan ensiz, uzun yazma mecmuala-
ra verilen ad” olarak tanıtılmış ve “mecmua”nın belli konularda seçilmiş örnek metinler-
den oluşan yazma ve basma kitaplar için kullanıldığı söylenerek cönkle mecmua arasında
bir ayırım yapılmamıştır. Cönk kelimesi gerek gemi anlamıyla gerekse mecmua ve diğer
anlamlarıyla XV. yüzyıldan beri Türkçe’nin çeşitli lehçelerinde kullanılmıştır.
Kütüphanecilik açısından bir kitap şekli olarak da değerlendirilebilecek olan cönklere
şekillerinden dolayı “dana dili” denilmekte; halk arasında ise “sığır dili” olarak adlandırıl-
dığı bilinmektedir. Cönkler kütüphane kataloklarında çoğu kere “mecmûa-i eş’âr” adıyla
fişlenerek, fişin bir köşesine “cönktür” kaydı konulur.
Bazı cönklerde bulunan farklı yazılardan metnin tek elden çıkmadığı anlaşıldığı gibi
imlâ değişiklikleri de yine bu sebepledir. Ayrıca cönklerin ilk sahibinden sonra kaç el de-
ğiştirdiğini anlamak kolay değildir. Bir cönkte ayrı yüzyıllarda yetişmiş şairlerden örneklere
rastlanması da bu durumun başka bir tanığıdır. Okunamayacak kadar kötü yazılmış olanlar
yanında çok düzgün ve okunaklı, hatta hattat elinden çıkmış kadar güzel olanları da vardır.
Genellikle âşıkların, seyrek olarak da divan şairlerinin bir kısım şiirlerini ihtiva eden
cönklerde çeşitli dualar, sihirle ilgili notlar, ilâç tarifleri, sahibini ilgilen diren doğum ve
ölüm tarihleri, alacak verecek hesapları, anonim türkü, mâni ve ilâhiler, halk hikâyeleri ve
daha bir çok konu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Halk, gezgin şairlerin uğradıkları yerler
de söyledikleri türkü, koşma, destan ve fıkraları, hikâyeleri çok defa aklında tutabildiği ka-
darıyla eksik ya da yanlış olarak kâğıda geçirmiş, böylece sayısız ve birbirinden çok farklı
muhtevaya sahip cönkler meydana gelmiştir.
Günümüzde âşık edebiyatı, dinî-tasavvufî edebiyat ve birçok folklor örneklerinin yazı-
lı kaynaklarının başında cönkler gelmekte ve bu eserler ilk derlemelerin bulunduğu yazılı
kaynaklar olarak büyük önem taşımaktadır. Cönklerin bir başka özelliği de bunlarda çok
önemli dil malzemesi bulunmasıdır.
38 Türk İslâm Edebiyatı
Müntehabât
Sözlükte “seçilmiş, seçilerek bir araya getirilmiş” anlamındaki müntehab kelimesiyle ço-
ğulu olan müntehabâtın İslâm dünyasında bir telif türünü ifade eden terim olarak yaygın
bir kullanım alanı vardır. Geniş hacimli eserlerin içinden belirli kısım veya konuların se-
çilmesi, tekrarlardan arındırılıp özetlenerek bazan müelliflerince yeniden düzenlenmesiy-
le meydana gelen kitaplarla tanınmış müelliflerin eserlerinden yapılmış manzum-mensur
derlemelere müntehab (müntehabât) adı verilmiştir. Aralarında bazı küçük farklar bulun-
makla birlikte mecmûa, muhtâr / muhtârât, muktetaf / muktetafât gibi adlar taşıyan der-
lemelerle muhtasar / muhtasarât, mülahhas, telhîs, hulâsa, tehzîb, zübde başlığını taşıyan
eserlerin bir kısmı da bir tür müntehabât sayılır. müntehabat Türk edebiyatında manzum-
mensur eserlerden yapılmış seçkilerin adlandırılmasında görülmektedir
Türk-İslâm edebiyatı metinleri için kullanıldığında, günümüz Türkçesi’nde “seçki, şiir
seçkisi” kelimeleriyle karşılananan müntehabât, daha yaygın bir ifade ile antoloji manası-
na gelmektedir. Edebiyatımızın ekseriyetle kasideden mısra’ya kadar manzum eserlerini
derleyen kitaplar bu adla anılmaktadır. En eski örnekleri nazire mecmuaları olan bu metin
kaynağı, bizde daha çok XIX. yüzyıldan sonra gelişmiştir.
Manzum edebî eserlerden seçilerek oluşturulmuş mecmuaların birçok özelliği
müntehabât adı taşıyan eserler için de söz konusudur. Bu yakınlığı Mecmûa-i Müntehabât,
Mecmûa-i Müntehabât-ı Eş’âr, Mecmûa-i Müntehabât-ı Şi’riyye-i Arabiyye ve Fârisiyye,
Mecmûa-i Müntehabât-ı Kasâid ve Eş’âr-ı Fârisiyye gibi derlemelerle mecmûa-i edebiyye,
mecmûatü’l-eş’âr, mecmûatü’l-ebyât gibi adlarla anılan manzum eserlerin isimlerinden
başlayarak tespit etmek mümkündür.
XIX. yüzyıldan sonra gelişmiş müntehabatlara Şinâsi’nin (İstanbul 1289) Müntehabâtı
Eş’âr’ı ve Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Müntehabât-ı Dîvân-ı Fevzî adlı eserleri (İs-
tanbul, ts.) örnek verilebilir. Müntehabâtların Türk edebiyatında en tanınmış örneği Ziyâ
Paşa’ya aittir. 432 Türk, 448 Fars ve 382 Arap şairinin 1262 şiirini ihtiva eden Harâbât’ı
Türk edebiyatında bütünüyle şiire tahsis edilen müntehabâtların en hacimli ve en önemli
örneğidir (I, İstanbul 1291; IIIII, 1292).
XX. yüzyıl başlarında edebî metinleri derleyen antoloji niteliğindeki kitaplar arasında
Bulgurluzâde Rızâ Bey’in Müntehabât-ı Bedâyi’-i Edebiyye’si (I, İstanbul 1326 [manzum];
II, İstanbul 1326 [mensur]; İstanbul 1326 [zeyil]), Re’fet Avni ve Süleyman Bahri’nin
birlikte hazırladıkları Resimli Müntehabât-ı Edebiyye (İstanbul 1329), Fâik Reşad’ın
Muharrerât-ı Nâdire yâhud Hazîne-i Müntehabât’ı (İstanbul 1307), Mehmed Cevdet’in
Müntehabât-ı Sahâif-i Nefîse’si (İstanbul 1330) zikredilebilir. Sadece beyit ve mısraları
derleyen müntehabâtlar da vardır.
Tabakat
Bir telif tarzı olarak İslâm dünyasındaki ilk örnekleri, Araplar arasında ortaya konulmuş
ve onlardan İslâm kültürü etkisiyle Farslara intikal ettikten sonra Osmanlı öncesinden
itibaren Türk dünyasında da yaygın bir gelişme göstermiştir. Tabakatlar zamanla fark-
lı özellikler kazanarak gelişmişse de esas itibariyle günümüzdeki ansiklopedik biyogra-
fi kitaplarına benzeyen bir telif türüdür. Bu grupta yer alan kitaplar Osmanlı sahasında
daha çok terâcim/ terâcim-i ahvâl kitapları adıyla anılmıştır. Ancak aşağıda zikredilecek
örneklerden de anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde bu tür kitapların adlarında hemen
hiç rastlanmayan “tabakat” kelimesi gibi “teracim” de pek az kullanılmış, bunların yerini
“tezkire” kelimesi almıştır. Nitekim Mehmet Süreyya Beyin Meşhur eseri Sicill-i Osmani
veya Tezkire-i Meşahir-i Osmâniyye’nin adında ise tezkire kelimesi yer almaktadır.
Bu tür eserlerdeki hal tercemeleri (terâcim-i ahvâl) ve biyografiler (terâcim) genellikle
alfabetik bir sıralamayla ve ele alınan kişinin kısaca ailesi, hayatı ve yetişmesi, hocaları,
önde gelen arkadaşları, beraber ders okuduğu kişiler (ders şerikleri), ve eserleriyle bunla-
rın kısa tanıtımlarıyla biyografi sahibinin, ilmî ve edebî hüviyetine dair bilgiler, hakkın-
daki bazı rivayetler, şahsı ile ilgili nükteler, fikirleri ve sanatı üzerine bazı tenkidler, belli
eserleri, yazı ve şiirlerinden kısa örnekler aktarılmaktadır. Ancak tabakatlarda, bazen yu-
karıda sayılan her hususta yeterli malumatın bulunması mümkün olamayacağı gibi bazan
da bilgi verilen konular, işaret edilen hususların ötesinde, çok zengin ve çeşitli olabilmek-
tedir. Bunun hudutlarını ise ele alınan kişi hakkında, yazarın ulaşabildiği bilgiler yanında
onunla çağdaş veya arkadaş olması da belirlemektedir.
Osmanlı tabakat kitapları daha çok devlet adamları (vezirler ve sadrazamlar, şeyhülis-
lamlar, kaptanpaşalar, reisülküttaplar), alimler, şeyhler, şairler, hattatlar, kitap sanatkârları
başlığı altında toplanabilecek mücellit, müzehhip, nakkaş, minyatürcü, mücellit vb. gibi
üstadlar ile musikişinaslar hakkında yazılmıştır. Bunların içinde en zengin Türkçe taba-
kat, şairlerle ilgili olandır. Ardından ulema ve meşâyih hakkındaki eserler gelir. Dikkat
edilirse bu sayılan sınıflarda yer alan pek çok kişi Türk-İslâm edebiyatıyla ilgili manzum-
mensur eserler ortaya koymuş kişiler, bir başka deyişle, aynı zamanda şair, nasir, âlim ve
sanatkârlardır. Tabiî olarak bunlarla ilgili araştırma yapılırken çeşitli meslek gruplarıyla
ilgili tabakatları tanımak ve onlardan faydalanma yollarını bilmek gerekir.
Bu alan çok zengin olmakla birlikte belli başlı tabakat kitaplarından daha önce değişik
ünitelerde temas edilenler dışında şunlar zikredilebilir:
Molla Cami’nin Farsça yazdığı bir sûfi tabakatı olan Nefehâtü’l-üns, önce Ali Şîr
Nevâî tarafından 170 kadar Türk ve Hind sûfîsinin terceme-i hali eklenerek 901’de (1495)
Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve adıyla Çağatay Türkçesi’ne (nşr. Kemal
Eraslan, İstanbul 1979), Bursalı Lamii Çelebi tarafından da Fütûhul’-mücâhidîn li-tervîhi
kulûbü’l-müşâhidîn adıyla Anadolu Türkçesi’ne tercüme edilmiş ve otuz kadarı kadın ol-
mak üzere 629 sufînin hayat hikayesini kapsamaktadır. Eser, Osmanlı çevrelerinde Nefehât
Tercümesi olarak tanınmış (İstanbul 1270,1289; bugünkü yazıyla 1970; S. Uludağ’ın giri-
şiyle tıpkı basım 1980) ve Lamiî’nin daha geniş çevrede tanınmasını sağlamıştır.
Feridüddin Attar’ın yetmiş iki mutasavvıfın hayatına dair Farsça yazdığı Tezkiretü’l-
evliya’sı da Osmanlı sahasında çok rağbet bulmuş ve Türkçe’ye Sinan Paşa (nşr. E. Gürsoy
Naskali, Ankara 1987) başta olmak üzere birkaç kere tercüme edilmiş sûfî tabakatların-
dandır. En güvenilir Türkçe tercümesi ise Süleyman Uludağ tarafından yapılmıştır (İstan-
bul 1984, 1991). Osmanlı dünyasında rağbet bulmuş olan sufi tabakatlarına İsmail Hakkı
Bursevî’nin, Silsile-i Celvetiyye (İstanbul 1291), Sadık Vicdânî’nin Tomâr-ı Turuk-ı Aliy-
ye dizisi (I Melâmilik, İstanbul 1338; II Kadiriyye, İstanbul 1340; III Halvetiyye İstanbul
1341; IV Sûfî ve Tasavvuf, İstanbul 1342) eklenebilir.
40 Türk İslâm Edebiyatı
Tezkiretü’ş-Şuarâ
Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarına kaynaklık yapan eserlerin başında özellikle XV. yüz-
yıldan sonra ve Osmanlı sahasında şairler hakkında bilgi veren en önemli kaynaklar Sehi
Bey’in Tezkire’sinden itibaren Tezkire-i Şuarâ adıyla müstakil bir alan ve tür oluşturan tez-
kireler gelmektedir. Genel özellikleri itibariyle tabakatlarla aynı hususiyetleri taşısalar da
bunlar öncelikle devirlerinde şiir ve edebiyatla doğrudan meşgul olmuş kişiler hakkında
bilgi vererek şiirlerinden örnekler aktararak sanatları hakkında değerlendirmeler yaparlar.
Türk edebiyatın XV. Yüzyıl sonlarında Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alı-
nan ilk tezkiresi Mecâlisü’n-Nefâis 455 şairin hayat hikayesini aktarır. Osmanlı sahasında
ilk eser Sehî Bey’in XVI. asır Osmanlı şairlerinden 229’unu anlatan Heşt Bihişt’idir. Bu
asırda kaleme alınmış tezkirelerin ikincisi, Latifî tarafından kaleme alınan Tezkiretü’ş-
şuarâ ve Tabsıratü’n-nuzamâ olup 334 şair hakkında bilgi vermektedir. Bağdatlı Ahdi
ise Gülşen-i Şuarâ’sında 384 şairi söz konusu eder. Ardından Meşâiri’ş-şuarâ adlı eseriyle
Âşık Çelebi gelir. Hasan Çelebi ise Tezkiretü’ş-şuarâ adıyla yazdığı kitabında 631 şairin
hal tercümesini ele almıştır. Gelibolu Mustafa Âlî ise Künhü’l-ahbâr adıyla yazdığı tari-
hinin dördüncü rüknünü teracimi ahvale ayırmış ve bu kısım devrin 130 kadar ulema,
şuarâ ve fuzalasından bahseden önemli bir tezkire değeri kazanmıştır. Tezkirecilik bu ilk
ve önemli örneklerden sonra başlıcaları, Beyânî, Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Âsım, Güftî,
Safâî, Sâlim, Beliğ, Râmiz, Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Fatin gibi isimlerin eserleriyle iyi-
ce zenginleştikten sonra, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri isimli
dört ciltlik eseriyle (İstanbul 1930-1941) XX. asra bağlanmıştır. Sadettin Nüzhet Ergun’un
tamamlayamadığı Türk Şairleri ise tezkirneler başta olmak üzere çeşitli tabakat kitapla-
rındaki bilgilerin derlenmesi ve şairlerin şiirlerinden geniş çaplı örnekler aktarılmasıyla
oluşturulmuş bir kaynaktır.
İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışında yazdığı biyografik eserler
hangileridir? 3
42 Türk İslâm Edebiyatı
Özet
Türk-İslâm edebiyatına özelliklerini ve muhtevasını ve- Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bu edebiyatı
1 ren kaynakları belirleyebilmek. 3 tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktar-
İslâm dininin ve kültürünün Türk Edebiyatına kaynak mak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvuru-
olmak bakımından önemi, araştırıcıların bu edebi- lacak kaynakları tanıyabilmek.
yatın kaynaklarını dinî ve doğrudan dinî olmayan Bu kısma giren eserler için bibliyografya, kaynakça,
kaynaklar olarak iki bölümde ele almasında da gö- müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler
rülmektedir: kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır. Ancak bu
Dinî kaynakların başında Kur’ân-ı Kerîm gelmekte- eserlerin kendileri bir taraftan edebi eser hüviyetini
dir. İkincisi hadis veya sünnet-i nebevîdir. Üçüncüsü taşımakta diğer taraftan da devrin anlayışına göre
kısas-ı enbiyâ ve buna bağlı olarak eski kavimler- şekillenmiş bulunmaktadır. Bunlar genel olarak taba-
le ilgili tarihi bilgilerdir. Bir diğeri ise tasavvuftur. kat adını taşır. Türk-İslâm edebiyatını daha doğrudan
Doğrudan Dinî Olmayan Kaynaklar’a gelince bun- ilgilendiren biyografik eserler ise Şuara Tezkireleri
ları Arap ve Fars edebiyatı ve kültürü, Türk milletinin başlığını taşırlar. Bunların sayısı ilk örneklerin ortaya
kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve konduğu XVI. yüzyıldan bu yana yazılanlar dikkate
geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve alındığında 30’u aşmıştır.
an’aneler, devrin hakiki ve batıl ilimleri, efsâne ve
masallar, savaşlar vs. olarak sıralamak mümkündür.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Türk-İslâm edebiyatının doğru- 4. Aşağıdakilerden hanğisi Türk-İslâm edebiyatını tanı-
dan dinî kaynaklarından sayılmaz? mak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için
a. Sünnet yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak klasik kay-
b. Ahbârü’l-Arab naklardan biri değildir?
c. Kısas-ı Enbiyâ a. Sufi tabakatları
d. Fıkıh b. Tezkiretü’ş-Şuarâlar
e. Tasavvuf c. Tezkire-i Hattâtîn
d. Harabât
2. Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürün- e. Hadîkatü’l-vüzerâ
lerinin toplandığı anonim mahiyette bir mecmua türü olarak
tarif edilen eserlere ne ad verilir? 5. “Kur’an ve hadisin kaynak oluşu” kavramı ile ilgili aşağı-
a. Cönk daki ifadelerden hangisi doğrudur?
b. Tabakat a. Kur’an dinin kaynağıdır.
c. Müntehabât b. Hadis dini yaşamanın rehberidir.
d. Mesnevî c. Tasavvuf bir müslümanın asla ihmal etmemesi gerek-
e. Divan li bir alandır.
d. Peygamber kıssaları dini hayatın vazgeçilmezidir.
3. Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan tezki- e. Dinimiz ve kültürümüz en gür ve etkili şekilde bu
renin adı aşağıdakilerden hangisidir? kaynakların tamamından beslenmiştir.
a. Atrabül-âsâr
b. Tezkire-i Şuarâ-yı Bağdâd
c. Mecâlisü’n-nefâis
d. Gülşen-i Şuarâ
e. Menâkıb-ı Hünerverân
44 Türk İslâm Edebiyatı
Sıra Sizde 2
Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en mehur Yusuf u
Züleyhâ mesnevisi Fâtih’in hocası Akşemsedin Hazretlerinin
oğlu Hamdullah Hamdi’ye aittir. Türk Edebiyatı tarihçisi M.
Fuat Köprülü’ye göre “bu mesnevi, gerek zamanında ve gerek
XVI. asırda umumi rağbete mazhar olarak, onun şöhretini
teminde başlıca amil olmuştur. Şairimizden bahseden bütün
tezkireciler ve terâcim müellifleri bu hususta müttefiktirler.”
Sıra Sizde 3
İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışın-
da yazdığı biygrafik eserler Son Sadrazamlar, Hoş Sadâ, Son
Hattatlar,
3
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan nazım şekilleri hakkında bilgi sahibi olacak,
Türk Edebiyatında kullanılan vezinleri tanıyacak,
Eski Türk Edebiyatında sıklıkla kullanılan aruz kalıplarını öğrenecek,
Türk-İslam Edebiyatında kullanılan kafiyeler hakkında fikir sahibi olacaksınız.
Anahtar Kavramlar
• Mısra-Beyit-Kıta-Bend • Açık hece-Kapalı hece
• Aruz-Hece-Serbest • Kafiye-Redif
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe
Sözlük’e başvurunuz.
• Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türki-
ye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Neclâ
Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı eserin-
de ilgili yerlere bakınız.
İçindekiler
• GİRİŞ
• MUSAMMAT
• DİVAN
• MÂNİ
EDEBİYATI’NDA
• AĞIT
NAZIM BİRİMİ
• VARSAĞI
• MISRA
• SEMAİ
• BEYİT
• DESTAN
Türk-İslâm Edebiyatında • BEND
• TÜRKÜ
Türk İslâm Edebiyatı • KASİDE
Nazım Şekilleri • KAFİYE
• GAZEL
• VEZİN (ÖLÇÜ)
• MÜSTEZAD
• ARUZ
• MESNEVİ
• ARUZ KALIPLARIYLA
• KIT’A
İLGİLİ UYGULAMALAR
• RUBÂÎ
• HECE VEZNİ
• KOŞMA
• SERBEST VEZİN
• TUYUĞ
Türk-İslâm Edebiyatında
Nazım Şekilleri
GİRİŞ
Divan Edebiyatı Türkler’in İslâm dinini benimsemesinden sonra ortaya çıkan
yazılı edebiyattır. Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi altında gelişmiştir. Bu etki,
Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe’ye girmesinin yanı sıra, bu dillerin anlatım
biçimlerinin benimsenmesiyle de kendini gösterir. Bu akımın “Divan Edebiyatı”
olarak adlandırılmasının sebebi, şâirlerin, şiirlerini divan denen kitaplarda topla-
mış olmalarıdır.
Kur’an’ın Arapça olmasından dolayı pek çok toplumun kültürü ve dili deği-
şime uğramıştır. İranlılar, IX. yüzyılda edebiyat ürünlerini, “Yeni Farsça” diye
adlandırılan bir dille vermeye başlamışlardır. Fars Edebiyatı’nın bu ürünlerinden
Türk Edebiyatı büyük ölçüde etkilenmiştir. Öte yandan, Anadolu’da kurulan Türk
devletleri, ilk zamanlarda resmî yazışma dili olarak daha çok Farsça’yı kullanmış-
lardır. Bu durum, edebî dilin değişmesine de yol açmış; özellikle saray çevresinde-
ki şâirler ve yazarlar, eserlerini Arapça ve Farsça yazmaya başlamışlardır. Osmanlı
Devleti döneminde Arapça ve Farsça’nın yoğun etkisinde kalmış olan Osmanlı
Türkçesi, Divan Edebiyatı’nda kullanılan ana dildir.
MISRA
Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında beyti oluşturan iki satırlık(nesir yani düz yazı
gibi düşünülürse) nazım parçalarından her biri demektir. Sözlükte “yıkıp yere de-
virmek, yere çalmak” mânasına gelen sar’ / sır’ kökü “şiirin beytini iki mısralı
48 Türk İslâm Edebiyatı
yani iki kafiyeli, öte yandan da kapıyı iki kanatlı yapmak” anlamlarını ifade eder.
Ayrıca “ev” mânasındaki “beyt”in kapısındaki her bir kanada mısra denildiğine
işaret edilir. Ev kapılarla ki ekseriyetle de iki kanatlı olmaktadır tamamlanmakta
ve eve de kapıdan girilmektadir. İşte nasılki eve kapılardan girilmekte ise şiirle-
re de mısralarla başlanmaktadır. Bu açıklamalardan hareketle gerçek anlamı “ev,
çadır, oda, mesken, konak” olan beyit, bir edebiyat terimi olarak aynı vezinde iki
mısradan meydana gelen nazım birimini ifade etmekte olup mısra da terim olarak
beyti meydana getiren iki parçadan biri için kullanılır.
Son devirlerde dize kelimesiyle karşılanan mısrayı Türk edebiyatı kaynakları,
“ölçülü veya ölçüsüz bir satırlık nazım parçası” şeklinde tarif etmektedirler. Divan
edebiyatında mısra beytin yarısıdır; mânalı en küçük nazım birimidir. Diğer bir
ifadeyle bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra mısra adı verilir. Mısra şiirin
en küçük parçası olduğu gibi aynı zamanda en küçük nazım şeklidir.
Divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, terkib-bend ve tercî-bendde na-
zım birimi beyittir. Son dönem Türk edebiyatında Batı edebiyatının da etkisiyle
mısradaki mâna bütünlüğü kaybolmuş, serbest şiirlerin bir kısmında daha ileri
gidilerek mısraın sınırları belirsizleştirilmiş, bazan tek kelimeden ibaret mısralar
yazılmış, bu da şiiri nesre daha fazla yaklaştırıp boğmuştur.
Divan edebiyatında bir anlamı en kapsamlı şekilde ifade edebilecek, âhengiyle
ve derin manalarıyla zihinlerde yer alacak kadar dikkat çekici bir ustalık ve güzel-
liğe sahip mısralar vardır. Bu mısralar aynı zamanda zaman zaman atasözü gibi
kullanılmaya başlar. İşte bu mısralar “mısra-ı berceste” (son derece latif ve sağlam)
veya “şah mısra” adıyla anılmışlardır. Bunlar eser değerinde kabul edildiğinden
mısra-ı berceste söyleyebilen kişinin de şair sayılmasına yeterlidir. Böyle mısra-
lar şiirin en güzel parçası olup mânasının derinliği ile dillerde dolaşan, kolayca
hatırlanabilen, ifadelerdir. Bâkî’nin, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî ka-
lan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”; Bursalı Tâlib’in, “Çeşm-i insâf kadar kâmile
mîzân olmaz / Kişi noksânını bilmek kadar irfân olmaz” ve Koca Râgıb Paşa’nın,
“Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun / Şecâat arzederken merdi
kıptî sirkatin söyler” beyitlerinin ikinci mısraları bugün de dillerde birer atasözü
halinde dolaşmaktadır.
Divan şiirindeki örneklerden hareket edildiğinde mısraa beyit gibi kısa bir
nazım şekli olarak bakmak da mümkündür. Herhangi bir manzume içinde yer
almadan başlı başına bir şiir gibi yazılmış mısralar bulunmaktadır. Bir manzume
içinde yer almayan, bazan diğer mısraları tamamıyla unutulan ve mânaları kendi
içlerinde tamamlanan, mısra-ı bercesteler gibi dillerde dolaşan bu tek mısralara
“mısra-ı âzâde” veya yalnızca “âzâde” denilmektedir. II. Mahmud’un hekimbaşısı
Abdülhak Molla’nın ecza dolabının kapısı üzerine yazdırdığı, “Ne ararsan bulunur
derde devâdan gayrı” ve Muallim Nâci’nin gülümserken çekilmiş bir resminin al-
tına yazdırdığı, “Mudhikât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler” örnekleri birer
mısraı âzâdedir. Bunlar manzumelerden kopuk ya da tamamlanmamış şiir parça-
ları şeklinde kalmayıp “müfred” adını alan tek beyitler gibi genellikle divanların
son taraflarında “mesâri’(mısralar)” adıyla anılan özel bir bölümde yer alır.
BEYİT
Arapça “ev” anlamına gelen beyit iki mısradan oluşan nâzım parçasıdır. Divan
edebiyatında nâzım birimi sayılan beyit, anlam bütünlüğüne sahiptir. Beyit, ka-
fiyeli iki mısradan meydana gelirse “beyt-i musarra”, bir gazelin en seçme beyti
olursa “beytü’l gazel” bir kasidenin en güzel beyti olursa “beytü’l kaside”, içinde
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 49
BEND
Bend, sözlük anlamıyla “bağ, bağlanan şey, kuşak; fıkra ve makale gibi yazıların
kısımları” demektir. Nazım terimi olarak da Bend, birbirine vezin ve kafiyeyle
bağlanmış ikiden çok mısra topluluğudur. Bendler 3-10 mısra olabilir. Bunlara
parça anlamında kıt’a dendiği de olmuştur. Bendlerden meydana gelen nazım şe-
killeri tek ya da birden çok bendliler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Tek bendli nazım
şekilleri rubâ’î, tuyuğ, çoğu zaman kıta; çok bendli nazım şekilleri ise murabba ve
bunun değişik türleri olan terbî’ ve şarkı; muhammes ve tahmis, taştîr, tardiyye;
müseddes ve tesdîs; müsebba’ , müsemmen, mütessa’ , muaşşer , terkîb-bend ve
tercî’-bend’dir.
KASİDE
Arap, Fars ve Türk şiirinde en çok kullanılan eski ve uzunca bir nazım şeklidir.
Anadolu’da XIV. yüzyılda oluşmaya başlayan divan edebiyatı Arap ve İran ede-
biyatlarının nazım şekillerini kabul ederken konu yönünden eski koşuklara ben-
zeyen kasideyi de kolaylıkla benimsemişti. Türkler’in müslüman olmadan önceki
ozanlarının, hakanları yahut beyleri övmek için kopuz eşliğinde söyledikleri ko-
şuklarla kaside arasında muhteva yönünden fazla fark görülmüyordu. Türk edebi-
yatında ilk örnekleri XIV. yüzyılda yazılmaya başlanan kasidelerin Türk beylikle-
rinin ileri gelenleri hakkında düzenlenmiş olmasıyla ilk örneklerin ortaya çıktığı
XV. yüzyılda sultanlar ve devlet büyükleri için yazılmaya başlanması koşuk gele-
neğinin bir devamı gibi kabul edilebilir. Türk edebiyatının klasik özelliklerinin
bütünüyle teşekkül ettiği XVI. yüzyılda ise kasidenin bu edebiyata has kuralları
iyice belirlenip şekil ve bölümleri oluşmuştur. Konusu diğer İslâmî edebiyatlarda
görülmediği kadar genişleyen kaside buna bağlı olarak değişik isimlerle anılmaya
başlar. Hicviyye, mersiye, hasbihal, arzıhal gibi konuları da ihtiva edecek çeşitli-
likte yazılan kaside Hz. Peygamber’i ve diğer din büyüklerini, şairin çağında ya-
şamakta olan bir kişiyi öven örnekler yanında Allah’a yakarış, Resûl-i Ekrem’den
şefaat dileme, bir devlet büyüğünden mansıp ve memuriyet talebi, himaye görme
arzusuna yönelik istekte bulunma, bir cezadan kurtulmak için af dileme, hamâsî
duyguları açıklama, vatan sevgisini dile getirme gibi sebeplerle de düzenlenmiştir.
Türk edebiyatında kasideler hemen hemen en az otuz ile en fazla yüz beyit ara-
sında değişen uzunlukta düzenlenmiştir. Zaman zaman bu sınırların dışına çıkıl-
dığı olmuşsa da şairlerin genelde otuz-elli beyit uzunluğundaki kasideleri tercih et-
tikleri görülür. Kasidede ilk beyte doğuş yeri manasına matla’, son beyte kesiş yeri
manasına makta’ denir. Şairin mahlasını söylediği beyte taç beyit, en güzel beyti-
ne de beytü’l-kasîd denilmektedir. Kasidede ilk beyt kendi arasında daha sonraki
beyitlerin ikinci mısraları ilk beyitle kafiyelidir. Buna göre kafiye örgüsü “aa/ ba/
ca…” şeklindedir. Türk şairleri kasidenin altı bölümden oluşmasını benimsemiş ve
buna uymaya özen göstermişlerdir. 1. Nesîb (teşbîb). Kasidenin giriş bölümüdür.
Genelde bir gazel gibi âşıkane duygulardan bahseder. Bu şekilde olan girişler nesîb,
aşk dışında tasvir vb. herhangi bir konu işlenmişse teşbîb adını alır. Kaside bazan
burada işlediği konuya göre de özel bir adla da anılır. Nesîb veya teşbîb ortalama
50 Türk İslâm Edebiyatı
on-on beş beyit uzunluğunda olur. 2. Girizgâh (giriz / güriz). Bu bölüm şairin
methiyeye geçtiğini bildiren bir ya da iki beyitten ibaret olup kasidenin en kısa bö-
lümüdür. Burada konuya uygun bir nükte taşımasına ve nesîble methiye arasında
anlam ilişkisi kurulmasına dikkat edilir. 3. Methiye. Kasidenin en uzun bölümü
denilebilir. Kasidenin maksadına uygun olarak övülen kişi veya şeyden bahseden
asıl bölümüdür. Kasidenin en sanatkârane bölümü olup uzunluğu konuya ve şaire
göre değişir. 4. Tegazzül. Kaside içinde tecdîdi matla’ ile başlayan bir gazel olup
beş-on beyit arasında değişir. Bir kasidenin ilk bölümünden sonra da yer alabilir.
Bunun yanısıra başında yahut sonunda yer alabildiği gibi tegazzül bölümü olma-
yan kasideler de vardır. 5. Fahriyye. Şairin kendisini övdüğü ve bazan da dileğini
bildirdiği bölümdür. Beyit sayısı şairlere göre değişebildiği gibi fahriyye bölümü
konulmamış kasideler de mevcuttur. Türk kasideciliğinin üstadı sayılan Nef ’î’nin
fahriyyeleri sanatlı bir üslûpla yazılmış olup beyit sayısı hayli kabarıktır. 6. Dua.
Övgüsü yapılan kişi veya şey ile şairin kendisi ve bazan da şiiri okuyan hakkında
dua edilip iyi dileklerde bulunulan son birkaç beyitten ibarettir.
Türk edebiyatında kasideler üç şekilde adlandırılmıştır. Bunlardan ilki teşbîb
veya methiyede ele alınan konuya göre yapılan adlandırmadır. Diğer nazım şekil-
leriyle yazılabilmekle birlikte daha çok kaside biçiminde kaleme alınmalarından
dolayı münâcât, tevhid, na’t, mersiye, hicviyye gibi manzumeler kasidenin konu
bakımından değişik türlerini oluşturur. Bu tanımlama genellikle şairin kasidesine
koyduğu başlığı esas alır. “Tevhîd-i Hazret-i Bârî” “der Na’t-ı Seyyidi’l-Mürselîn”,
“Der Sitâyîş-i Sultan ....”, “Kasîde der Medh-i ....”, “Hicviyye der Hakk-ı ....” gibi
ibarelerin yer aldığı bu başlıklar aynı zamanda kasidenin türünü de belirtmiş
olur. Bir kasidenin teşbîb bölümünde yer alan konuya göre bahardan bahseden
kasidelere bahâriyye (rebîiyye), kıştan söz eden kasidelere şitâiyye denmesi gibi
ramazâniyye, ıydiyye (bayramiyye), sayfiyye, nevrûziyye gibi zaman dilimlerini;
İstanbuliyye ve Bağdâdiyye gibi şehirleri; sünbüliyye ve rahşiyye vb. çiçek veya
hayvanları; sûriyye, hamâmiyye, cülûsiyye, kudûmiyye, istikbâliyye vb. olaylara
dayalı bir hayat kesitini; kasriyye, dâriyye vb. bir bina tebrikini konu alan kaside-
ler de yine teşbîbinde işlenen konuya göre isim almıştır. Kasidelerin ikinci şekil
adlandırması redifindeki kelimeye göre yapılır. Redifi güneş olan methiyeye güneş
kasidesi (şemsiyye), gül olana gül kasidesi (verdiyye), sünbül olana sünbül kaside-
si (sünbüliyye) vb. isimler verilir. Türk edebiyatında su, gül, benefşe, lâle, sühan,
tîğ, hançer, kalem, vb. kelimelerin redif olarak kullanıldığı kasideler ünlüdür. Son
adlandırma şekli Arap edebiyatında olduğu gibi kafiye harfine göre yapılandır.
Kafiye harfi râ ise râiyye, mîm ise mîmiyye, tâ ise tâiyye, lâm ise lâmiyye gibi.
Kaside yazan şair için edebiyatımızda daha çok kasîdegû (kaside söyleyen),
kasîdeperdâz vb. tabirler kullanılmıştır. Âşık Paşa’nın (ö.1332) Garibnâme’deki
na’tlarıyla Ahmedî’nin (ö.1412-13) divanındaki kasideler bu şeklin ilk örnekleri
sayılır. Türk edebiyatında gerçek anlamda kasidecilik ise divanında yer alan on
altı kasidesiyle bu nazım şeklini klasik özellikleriyle Türk edebiyatının malı yapan
Şeyhî (ö.1429’dan sonra) ile başlamıştır. Daha sonra Karamanlı Nizâmî (XV. Yüz-
yıl) on bir, Bursalı Ahmed Paşa (ö.1497) otuz bir, Necâtî Bey (ö.1509) yirmi altı
kaside yazmıştır. Bu yüzyıldaki en güzel örnekler Ahmed Paşa’nın kasideleridir.
XVI. yüzyıl kasidede İran örneklerinin aşılmaya çalışıldığı ve abartmalara yol
açıldığı bir dönemdir. Övülen kişilerin devlet ihtişamının gölgesinde kalmaması
için mübalağalı bir şekilde methedildiği bir dönemdir. Ancak bu yüzyılın kaside-
ciliğinde en önemli yer Fuzûlî’ye (ö.1556) aittir. Onun na’tları da dahil divanında
otuz yedi kaside mevcuttur.
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 51
XVII. yüzyılda Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olan Nef ’î (ö.1635),
İran ve Arap kasidecilerini geride bırakmıştır. Divanında en geniş hacmi işgal
eden elli dokuz kasidesi fahriyye bölümleriyle ünlüdür. Bu yüzyıl Türk kasidecili-
ğinin en parlak devri olmuştur.
XVIII. yüzyılın başlarında Yahyâ Nazîm (ö.1727) büyük bir cilt tutan divanının
tamamını na’tlara ayırmış, bunların pek çoğunu da kaside nazım şeklinde kaleme
almıştır. Nedîm’in (ö.1730) ince ve zarif bir âhenkle yazdığı kasidelerinin adedi
otuz sekizdir. Onu değişik konularda yirmi dokuz kaside ile Şeyh Galib (ö.1799)
takip eder. Yüzyılın sonlarında ise kasideleriyle dikkat çeken şairler Sünbülzâde
Vehbî (ö.1809), Enderunlu Fâzıl (ö.1810) ve Keçecizâde İzzet Molla’dır (ö.1829).
Divanındaki az sayıda kasidelerden bir veya birkaçı ile ün kazanmış yahut
söylediği kasidelerden biri diğerlerinden daha çok tanınmış şairler de vardır.
Sünbülzâde Vehbî’nin “Sühan Kasidesi” ile Sâbit’in ramazâniyyesi, Tanzimat dö-
neminde Âkif Paşa’nın ilk defa bir soyut kavramı konu edinen “Adem Kaside-
si” ve Nâmık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” diye meşhur olan şiiri bunlardandır.
Divan edebiyatında kaside yazma geleneği Tanzimat’tan sonra da sürmüş, hatta
Cumhuriyet’in ilk yıllarında kaside düzenleyen şairler çıkmışsa da modern Türk
şiiri bu nazım şeklini tamamen terketmiştir.
Daha geniş bilgi için bk. Mehmet Çavuşoğlu, “Kasîde”, Türk Dili Dergisi, Türk şiiri
Özel sayısı II (Divan şiiri), Sayı: 415-417, ss. 1-38.
GAZEL
Eski şiirin en çok kullanılan ve sevilen nazım şeklidir.
Gazel kelimesi sözlükte “sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek” anlamına gelir.
Arap edebiyatında gazel bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında aşktan, sev-
giliden söz eden bölümlere verilen addır ve “nesîb” karşılığında kullanılmıştır.
Daha sonraları şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu haller karşısındaki
duygularını anlatan şiirlere uzun yahut kısa olsun gazel denilmiştir.
İran’ın İslâmiyet’i kabulünden sonra gazel, Arap şiirinin etkisi altında oluşan
yeni İran edebiyatında lirik şiirin en beğenilen şekillerinden biri olmuştur. Yeni
İran şiirinde de ilk dönemlerde kasidelerin nesîb veya teşbîb kısmını oluşturmuş-
tur. Gazel tarzının gelişmesinde kasidelerden pek zevk almayan Moğol hüküm-
darlarının da rolü olduğu söylenmektedir. İranlı şairler bu hükümdarlar hakkında
kaside yazma yerine onların yol açtığı tahribattan duydukları elem ve kederle-
ri gazellerle dile getirmeyi tercih ettiler. Ferîdüddîn-i Attâr (ö.1221) ve Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî (ö.1273) gibi sûfî şairler gazellerinde ilâhî güzellik ve ilâhî aşk
konularını işlediler. Onlardan sonra gelen Hafız-ı Şîrâzî (ö.1390) ise gazellerinde
rindce hayal kurmaya, felsefî ve ahlâkî düşüncelere de yer vererek türün konusu-
nu genişletti.
Türk edebiyatına gazel XIII. yüzyılda İran’dan Fars edebiyatı yoluyla geçmiş-
tir. Anadolu edebiyatı sahasında yazılan ilk gazellerde daha çok dinî, ahlâkî ve
tasavvufî konuların işlendiği görülür. XIV. yüzyıldan başlayarak Kadı Burhâneddin
(ö.1398), Nesîmî (ö.1418) ve Ahmedî ile gelişmesini sürdüren gazel türü XV. yüz-
yılda Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî ve Çağatay edebiyatında da Ali Şîr Nevâî (ö.1501)
ile mükemmellik kazanmıştır. Zatî (ö.1546), Hayalî Bey (ö.1557) ve Nev’î (ö.1599)
XVI. yüzyılın tanınmış gazel şairleridir. Bu yüzyılda Anadolu’da Bakî (ö.1600),
Azerî alanında Fuzûlî gazeli doruğa eriştirmişlerdir. XVII. yüzyıla gelindiğinde
gazel, Nâilî’nin (ö.1666) öncülüğünü yaptığı sebk-i Hindî üslubuyla yeni bir ince-
52 Türk İslâm Edebiyatı
lik ve zarafet kazanır. Bu yüzyılın sonunda Nâbî (ö.1712) gazele fikrî bir ağırlık ka-
zandırmıştır. XVIII. yüzyılda Nedîm rindliği ve coşkunluğu, Şeyh Galib inceliği,
duyarlılığı ve Mevlevîlik neşvesiyle büyük gazel şairleri olmuşlardır. Tanzimat’tan
sonra Encümen-i Şuarâ şairleri gazelde yeni bir atılıma girmişlerse de onu daha
ileriye götürecek bir başarı ortaya koyamamışlardır.
Kafiye örgüsü “aa/ba/ca ...” olan gazelin bazı beyitleri ve içindeki kısımla-
rı özel adlar alır. Gazelin iki mısraı kafiyeli olan (musarra’) ilk beytine “matla”“,
matla’dan sonra gelen beytine “hüsn-i matla’”, son beytine “makta’” ve makta’dan
önceki beytine de “hüsn-i makta’” denir. Hüsn-i matla’ın matla’dan olduğu ka-
dar hüsn-i makta’ın da makta’dan güzel olmasına özen gösterilir. Gazelin en güzel
beytine “şah beyit” veya “beytü’l-gazel” adı verilir. “Tahallus” denilen makta bey-
tinde şairin şiirde kullandığı takma adı olan mahlas söylenir. Mahlas yerine az
olmakla birlikte doğrudan doğruya kendi asıl adını yazan şairler de vardır. Kadı
Burhâneddin ve Kemalpaşazâde gazellerinde mahlas kullanmayan şairlerdendir.
Türk edebiyatında gazellerin beyit sayısı genellikle dört-on beş arasında deği-
şir. Dört beyitli gazellere çok az rastlanır. En çok yazılanlar beş ve yedi beyitli ga-
zellerdir. Bakî’nin gazelleri genellikle beş, Fuzûlî’nin yedi beyitlidir. Şeyh Gâlib’de
daha uzun, on bir-on beş beyitli gazellerle karşılaşılır.
Gazeller genellikle beş, yedi, dokuz, on bir gibi tek sayılı beyitlerle söylenmiş-
tir. Sayıları az olmakla beraber on beş beyitten uzun gazellere “gazel-i mutavvel”
adı verilir. Ahmedî ve Nesîmî’nin otuz ve elli beyte kadar uzayan gazelleri var-
dır. Matla’ mısralarından bîrinin makta’ beytinde tekrarlanmasına “redd-i matla’”,
öteki mısralardan herhangi birinin tekrarlanmasına “redd-i mısra” denir. Redd-i
mısra’ daha çok Tanzimat’tan sonraki dönemin şairlerince rağbet görmüştür.
Şairler bazan mahlas beytinden sonra gazellerini bitirmeyip bir ya da bir-
kaç beyit daha eklerler. Bunlara “müzeyyel gazel”, adı verilir. Arapça, Farsça
ve Türkçe’den ikisi veya üçüyle karışık surette söylenmiş gazellere “mülemma’
gazel”(kaside için de geçerlidir) denir. Matla’dan sonra gelen beyitlerin mısra or-
talarının baştaki ilk mısra ile kafiyelendiği gazellere “musammat gazel”, bunla-
rın mısra ortalarındaki kafiyelerine “ara-iç kafiye” adı verilir. Bu tür gazeller dört
“mefâîlün”, dört “müstef ’ilün” gibi ortalarından iki eşit parçaya ayrılabilen aruz
kalıplarıyla yazılır.
Gazelin esas konusu aşk ve sevgili, sevgilinin güzelliği, ona duyulan hasret ve
bundan dolayı çekilen üzüntüdür. Sevgiliyle bağlantılı olarak ayrıca şaraptan ve
tabiat güzelliklerinden de söz edilir. Bunun yanı sıra bir düşüncenin, bir hayat
görüşünün, bahttan yakınma gibi başka konuların da işlendiği olur. XVIII. yüzyıl-
dan sonra gazelin konusunun daha da genişlediği görülmektedir.
Gazelde öncelikle beyit güzelliğine önem verilir. Her beytin kendi içinde bir an-
lam bütünlüğü vardır. Bundan dolayı gazelin her beytinde değişik konuların işlen-
mesi kusur sayılmamıştır. Bütünüyle belirli bir konuyu işleyen gazeller “yek-âhenk”,
bütün beyitleri aynı güzellik ve kuvvette söylenen gazeller de “yek-âvâz” adını alır.
Gazelden bazı nazım şekilleri de türetilmiştir. Çerçeve olarak gazelin her mıs-
raının altına gelmek üzere “ziyade” denilen kısa mısralar eklenerek müstezad
yapılmış, ayrıca her beytine değişen sayıda mısra katmak suretiyle bendlerden
meydana gelen daha hacimli şekiller elde edilmiştir. Bir şairin gazeline her beytin
mısraları arasına iki ya da üç mısra konularak taştîr, yine her beytin önüne iki
mısra eklenerek terbî’, üç mısra eklenerek tahmîs ve daha çok sayıda mısra eklene-
rek sırasıyla tesdîs, tesbî’, tesmîn vb. yapılmıştır. Bunlardan en çok kullanılanları
tahmîs ve tesdîs şekilleridir.
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 53
Gazel söylemeye “tegazzül”, başka bir şairin gazeline aynı vezin ve kafiyede
benzer bir gazel söylemeye “tanzîr etme” ya da “cevap verme”, bu gazele de “nazire”
denir. Hemen her şairin çok sayıda naziresi vardır. Nazireler, XV. yüzyıldan baş-
layarak “mecmûatü’n-nezâir” denilen şiir mecmualarında toplanmıştır. Nazirenin
tanzîr edilen gazelle aynı anlam ve üslûp doğrultusunda olması gerekir. Mürettep
divanlarda daima kasidelerden sonra gelen gazeller kolayca bulunabilmeleri için
Arap alfabesine göre kafiyelerinin son harfleriyle sıralanırlar. Şuarâ tezkirelerinde
çok defa şiirle eş anlamda kullanılan gazel, Tanzimat’tan sonraki yenilik dönemi-
ne kadar Türk edebiyatında çok önemsenen ve her şairin kullandığı başlıca nazım
şekli olmuştur.
MESNEVİ
Arapça’da ikişerli anlamına gelmekte olup Fars, Türk ve Urdu edebiyatlarında
beyitlerdeki mısraların kendi arasında kafiyeli olmasından meydana gelmiş bir
nazım şeklidir.
Türk edebiyatına daha çok Fars edebiyatından geçmiş olan mesneviler ile biz-
zat kendi içinde teşekkül etmiş olanlar arasında tertip, konu ve muhteva bakımın-
dan büyük ölçüde benzerlikler görülmektedir. Bu durum, mesnevi nazım şekli-
nin önce Fars edebiyatında ortaya çıkması ve Türk edebiyatındaki ilk örneklerin
bundan etkilenmesinin tabii bir neticesidir. Türk şairleri, Fars edebiyatındaki
daha çok tasavvufî konulu eserlerle İslâm âlemindeki ortak konuları işleyen bazı
mesnevilerden tesirlenmişlerdir. Buna karşılık bazı ortak yönleri olmakla bera-
ber bazı hadis çeviri ve şerhleri, menâkıbnâmeler, gazavatnâmeler, fetihnâmeler,
zafernâmelerle şehrengizler, sûrnâmeler, sergüzeşt, hasbihal vb. eserler bilhassa
işlenişleri açısından Fars edebiyatı etkisi dışında kalmıştır; mevlid, mi’râciyye ve
hilye gibi dinî türler ise daha çok Türk edebiyatına ait orijinal mesnevilerdir.
54 Türk İslâm Edebiyatı
KIT’A
İran ve bilhassa Türk edebiyatında kullanılan bir nazım şeklidir.
Sözlükte “parça, kısım” anlamına gelen kıt’a, Arap şiirinde mâna bütünlüğü ta-
şıyan aynı vezin ve kafiyedeki beyitler topluluğu için kullanılmaktadır. Eski Arap
şairlerinden intikal eden bazı kısa manzumeler arasında uzun şiirlerden kalmış
parçalar kadar kıta şeklinde söylenmiş kısa şiirler de vardır. Daha sonraki dönem-
lerde aşka dair konularla dinî, hikemî konuların işlendiği kıtaların çıkış noktası
bu şiirler olmuştur.
İran edebiyatında kıta, İranlılar’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tarihlerden itibaren
hem kaside veya gazelden ayrılmış parçalar hem de müstakil bir nazım şekli olarak
kullanılmıştır. Müstakil kıtalar en az iki, en fazla yedi ilâ on beyit kadardır. Türk
edebiyatında kıta daha çok iki veya nadiren üç-beş beyitten meydana gelmiş bir
nazım şekli olup matla’ ve mahlası (taç beyti) bulunmayan bir gazel gibi beyitlerinin
ikinci mısraları birbiriyle kafiyelidir. Dört mısralık kıtaların birinci ve üçüncü mıs-
raları da bazan birbiriyle kafiyeli olur. Kıtanın beyitlerle yazılan nazım şekillerinden
ayrılmasını sağlayan en belirgin özelliği, birinci beytinin mısralarının aynı kafiye-
de olmaması ve umumiyetle bütün beyitlerinde aynı konunun ele alınmasıdır. Öte
yandan bendler halinde yazılan nazım şekillerinin her bendine de kelimenin sözlük
anlamından hareketle kıta denilmektedir. Çok sayıda beyitten oluşan (iki beyitten
daha fazla olan) kıtalara “kıt’ai kebîre” denilmektedir. Bazan kıtanın birinci bey-
tindeki mısralar birbiriyle (musarra’), ikinci beytinin ikinci mısraı birinci beyitle
kafiyeli olabilmektedir. Bu şekilde kafiyeli olan kıtalara diğer nazım şekillerinden
ayırt edilmesi için “nazım” adı verilmektedir. Çok beyitli olanların gazel ve kaside-
den farkı nazmın konu bütünlüğü içinde bulunmasıdır. İki beyitten meydana gelen
nazımların kafiyelenişi aynı olan rubâîden farkı rubâîlerin özel aruz kalıplarıyla ya-
zılması ve daha çok hikemî konuları ele almasıdır. Çeşitli konularda bir bütünlük
içinde yazılmakla birlikte bilhassa düşünce, hikmet, nükte ve hicve dair kaleme alı-
nan kıtalar divanlarda “mukattaât” veya “kıtaât” başlığı altında toplanmıştır. Eski
Türk edebiyatında hemen her şair kıta yazmış ve bunlara divanında yer vermiştir.
RUBÂÎ
Dört mısralı nazım şeklidir.
Rubâî nazım şekli Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Eski Türk
şiirinde nazım biriminin dörtlük olması rubâînin Türk şairleri tarafından kolayca
benimsenmesini sağlamıştır. M. Fuad Köprülü’nün Türk şairlerinin XII. yüzyıl-
dan itibaren rubâî veznini kullandıklarını belirtmesi bununla alâkalı olduğu gibi
İran’da rubâînin ortaya çıkışında İslâmiyet öncesi Türk şiirinin etkisi büyüktür.
Divan edebiyatı şairlerinin çoğu bu nazım şeklini bir millî şiir gibi kabul etti-
ğinden her biri birkaç rubâî yazmıştır. Hikemî ve felsefî düşüncelerin yer aldığı
rubâîleriyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu nazım biçiminin Anadolu’da fikir ön-
cüsü olmuş, Dîvân-ı Kebîr’de yer alan rubâîleri pek çok Türk şairini etkilemiştir.
Türk edebiyatında rubâî XVI. yüzyılda olgun örneklerini vermeye başlamış ve
yaygınlaşmıştır. Fuzûlî (81 rubâî) ve Rûhî-i Bağdâdî (28 rubâî) XVI. yüzyılda rubâî
yazan diğer şairler arasında önemli bir yere sahiptir. XVII. yüzyıl Türk edebiya-
tında rubâînin altın çağı kabul edilebilir. Azmîzâde Hâletî 1000 kadar rubâîsiyle
Türk edebiyatının en çok ve en güzel rubâîlerini yazan şairi olmuştur. Daha son-
raki dönemlerde tesbit edilebilen örneklerine göre Cevrî (37), Nâbî (218), Sâbit
(24), Sezâî-yi Gülşenî (49), Erzurumlu İbrâhim Hakkı (82) ve Esrar Dede (145)
gibi rubâî yazmaya önem veren şairler yetişmiştir.
56 Türk İslâm Edebiyatı
TUYUĞ
Tuyuğ, Türkler’in oluşturup Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Mani-
nin divan edebiyatındaki karşılığı sayılabilir. Klasik Türk Edebiyatı’nda aruzun
“fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıyla yazılan dört mısralık milli bir nazım biçimidir.
Tek dörtlükten oluşur. Kafiyelenişi rubaiyle aynıdır: aaxa. Genellikle lirik tarzda
olan ve aaaa şeklinde kafiyelenen tuyuğlara “Musarra Tuyuğ” denir. Manide ol-
duğu gibi, cinaslı kafiye kullanılır. Halk şiirinde 11’li kalıpla söylenen mani biçi-
mindeki şiirlere de tuyuğ denir. Rubâîde işlenen konular tuyuğda da işlenir. XIV.
yüzyıl Azerî şairi Kadı Burhanettin bu türün kurucusu sayılır. Çağdaşı Azerî şairi
Nesimî ve XV. yüzyıl Çağatay şairi Ali Şir Nevâî bu türde çokça ürün vermişlerdir.
MUSAMMAT
Bendlerden kurulu nazım şekillerinin genel adıdır. Bunlara nazım birimi bend
olan nazım şekilleri de denilebilir.
Sözlükte “inci dizilen iplik, gerdanlık” anlamındaki sımt kökünden türeyen
musammat “inci dizisi” demektir. Arap edebiyatında daha çok müveşşah adıyla
58 Türk İslâm Edebiyatı
b) Terbî’: Bir şairin yazdığı gazele ait beyitlerin önüne aynı vezin ve kafiye-
de iki mısra ilâvesiyle meydana getirilir. Terbîin mütekerrir türüne rastlanmaz.
Terbî’de ilâve mısralar beyitlerin arasına konursa “taştîr” adını alır. Son bendde
hem gazel şairinin hem de onu musammata dönüştüren şairin mahlasının yer
aldığı terbî’lerde bazan gazel beyitlerinden birkaçının atlandığı da olur. Mehmed
Aydî Baba’nın (ö. 1865) tanınmış şairlerin gazellerine yaptığı terbî’ler meşhurdur.
c) Şarkı: Türk halk şiirindeki türkünün karşılığı olup yalnız Türk edebiya-
tında görülür. Genelde dört mısralı bendler halinde ve bestelenmek için yazı-
lan şarkılarda daha çok aşk ve ayrılık konuları işlenir. Mûsiki literatüründe bu
bendlerin ilk mısraına “zemin”, üçüncü mısraına “miyan” (miyanhâne), sonda
tekrarlanan mısraına “nakarat” denir. Bestelenmek maksadıyla yazıldığı için
şarkıların dili oldukça sadedir. Bend sayısı çoğunlukla iki-beş arasında deği-
şir. Şarkı adıyla yazılan ilk musammatlar XVII. yüzyılda ortaya çıkmış, daha
önceki dönemlere ait aşk konulu mütekerrir murabba’ların gittikçe daha yalın
dille söylenmesi ve besteye uygun şekle dönüşmesi şarkının yaygınlaşmasına
yol açmıştır. Murabba’ ile şarkıların kafiye düzeni aynıdır. XVII. yüzyıldan iti-
baren şarkıların ilk bendindeki kafiyeleniş biçiminde büyük bir zenginlik gö-
rülür. Türk edebiyatında şarkı formuna uyan ilk şiirleri Nâilî, en güzel şarkıları
Nedîm, şarkı formunda en çok musammatı (211 adet) Enderunlu Vâsıf kaleme
almıştır. Şeyh Galib, Enderunlu Fâzıl, İlhâmî (III. Selim), Leylâ Hanım, Şeref
Hanım, Osman Nevres şarkı formunda musammatlar yazan diğer şairler arasın-
da sayılabilir. Bazı şairlerin özellikle iki-üç bendden oluşan şarkılarında mahlas
kullanmadıkları olmuştur.
3. Beş mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muhammes: Aynı vezin-
de ve genellikle dört-sekiz bend halinde yazılır. Konuları çeşitli olmakla birlikte
hikemî, tasavvufî düşünceleri, aşkı ve övgüyü ele alan muhammesler çoğunlukta-
dır. Altmış bir şiirle Edirneli Nazmî Türk edebiyatında en çok muhammes yazan
şairdir. b) Tahmîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde üç mısra ilâve
edilerek yazılır. Tahmîsin başarısı, esas alınan beyitlerle ilâve edilen mısralar ara-
sındaki anlam bütünlüğünün derecesine göre ölçülür. Tahmîslerin son bendinde
her iki şairin de mahlası yer alır. Kasidelere yapılan tahmîslerde bend sayısı beyit
sayısı kadar olabilir. Musammatlar içerisinde en çok örneği bulunan nazım şekli
olan tahmîse XV. yüzyıldan itibaren hemen her şairin divanında rastlamak müm-
kündür. Şeyh Galib (17), İzzet Molla (12) ve Leylâ Hanım (12) en çok tahmîs
yazan şairlerdir. Fuzûlî ve Bâkî gibi şairlerle I. Süleyman ve III. Selim gibi şair
padişahların şiirleri çokça tahmîs edilmiştir.
c) Taştîr: Bir gazelin beyitleri arasına aynı vezinde ve anlam bütünlüğünü
koruyacak şekilde iki, üç veya dört mısra ilâvesiyle yapılır. Bunlardan üç mısra
ilavesiyle yapılanlarına “Tahmîsi mutarraf ” da denilir. XVIII. yüzyıldan sonra
pek kullanılmamıştır. Dört mısra ile yapılmış taştîrler beş mısralı taştîrler kadar
yaygın değildir. Türk edebiyatında Nedîm’in Nedîm-i Kadîm’e, Yahya Kemal’in
Bâkî’ye ait gazeller üzerindeki taştîrleri meşhurdur. İslâm edebiyatında pek çok
şair Kâ’b b. Züheyr’in Kasîdetü’l-bürde’sine tahmîs ve taştîr yazmıştır.
d) Tardiye: Aslında bir mesnevi içinde gazel veya kaside yazmanın adı iken
Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında musammat şekliyle kullanılmış ve bu isimle anı-
lır olmuştur. Muhammesin özel bir şekli olup aruzun yalnız “mef ’ûlü mefâilün
feûlün” vezniyle nazmedilir ve her bendin ilk dört mısraı kendi arasında, beşinci
mısraları ise diğer bendlerin beşinci mısralarıyla kafiyelidir. Diğer bir ifade ile
kafiye düzeni aaaab, ccccb ... biçiminde olup âşıkane konularda yazılmıştır.
60 Türk İslâm Edebiyatı
Buraya kadar anlatılan nazım şekilleri hakkıda daha geniş bilgi için bkz. Necla Pe-
kolcay, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul 1997; ayrıca Diya-
net Vakfı İslâm Ansiklopedisi‘nin ilgili maddelerine de bakınız.
MÂNİ
Divan edebiyatındaki tuyuğun karşılığı olan mâni, başta aşk olmak üzere hemen
her konuda yazılabilen bir halk edebiyatı nazım şeklidir. Çoğunlukla 7 heceli dört
mısralık bir kıtadan meydana gelir. Mısraları 4-5-8-10-14 heceli kalıplarla söy-
lenmiş mâniler de vardır. Birinci, ikinci dördüncü mısralar birbirleriyle kafiyeli,
üçüncüsü serbesttir. Şematik olarak kafiye dizilişi aaxa şeklindedir. İlk iki mısra
hazırlık için olup son iki mısra ile anlam bağlantısı yoktur. Asıl anlatılmak istenen
husus son iki mısrada verilir. Mâniler çok çeşitlidir. En çok kullanılanları düz ya
da tam mâni, kesik mâni, cinaslı mâni, yedekli mâni, artık mâni’dir.
Mâniler şekillerine göre 4’e ayrılırlar.
1. Düz (tam) mâni:
7’li hece ölçüsüyle söylenip dört mısradan oluşur, aaxa şeklinde kafiyelenir,
mâninin en yaygın şeklidir.
Şu dağlar olmasaydı
Çiçeği solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı
2. Kesik (cinaslı) mâni:
İlk mısraı cinaslı bir sözden oluşur. Bu ilk mısra hece sayısı bakımından diğer-
lerinden eksiktir. Kesik mânilere, cinaslı mâni, hoyrat da denir.
Güle naz
Bülbül eyler güle naz
Girdim bir dost bağına
Ağlayan çok gülen az
Bağ bana
Bahçe bana bağ bana
Değme zincir kâr etmez
Zülfün teli bağ bana
62 Türk İslâm Edebiyatı
AĞIT
Ağıt, genellikle bir ölüm’ün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk
türkü’südür. Doğal afet’ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, he-
yecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye ağıt
yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir. Halk edebiyatındaki ağıtın, di-
van edebiyatındaki adı mersiyedir.
Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir.
Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10
heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle ti-
yatroyu andıran ağıtlar, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar türkü ve destanla ya-
kın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar
söyler.
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 63
VARSAĞI
Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türkleri’nin özel bir ezgiyle söyle-
dikleri türkülerden gelişmiş bir şekildir. Dörtlük sayısı ve kafiye düzeni “Semâi”
gibidir. Varsağılar yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. 4+4 şeklinde 8’li ölçüyle
söylenen bu dörtlüklerde üslup “bre” “hey” “behey” gibi ünlemlerle sağlanır. Halk
edebiyatında en çok varsağı söylemiş şair Karacaoğlan”dır.
SEMAİ
Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır (4+4 duraklı ya da duraksız). Dörtlük sa-
yısı üç ile beş arasında değişir. Semâilerin kendine has bir namesi vardır ve bu
şekilde okunur. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda
Semâilerde daha çok sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir.
İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
DESTAN
Dört mısralı bentlerden oluşan, oldukça uzun bir nazım biçimidir. Kimi destan-
larda dörtlük sayısı yüzden fazladır. Genellikle hece ölçüsünün on birli kalıbıyla
yazılır. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda
Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler. Konuları bakımından destan-
ları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi gibi
gruplandırabiliriz.
TÜRKÜ
Çeşitli namelerle söylenen anonim halk şiiri nazım şeklidir. Söyleyeni belli Tür-
küler de vardır. Halk edebiyatının en zengin alanıdır. Anadolu halkı bütün acıla-
rını ve sevinçlerini türkülerle dile getirmiştir. Türkü iki bölümden oluşur. Birinci
bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir. İkinci bölüm
ise bentlerin sonunda tekrarlanan nakarattır. Bu bölüme “bağlama” ya da “kavuş-
tak” denir. Türküler, genellikle yedili, sekizli, on birli hece kalıplarıyla yazılmıştır.
Konuları çok değişik olabilir. Ninniler de bu gruptandır.
Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor dışarım serin
Zeynep”i bu hafta ettiler gelin ( bent )
Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim
Üç köyün içinde şanlı Zeynebim ( nakarat )
KAFİYE
Şiirlerin mısra sonlarındaki yazılış ve okunuşları aynı olan ses benzerliğine denir.
Kafiye, manzumenin dış yapı özelliklerinden olup âhengi temin eden en önemli
unsurdur.
Kafiye bir ses, bir hece veya bir kelimeden meydana gelir. Kafiye usulünü ilk ortaya
koyanlar Araplar’dır. Bu sebeple Arap edebiyatında aruzla kafiyenin birlikteliği esası
II. (VIII.) yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmış ve daha sonra da yüzyıllar boyunca
Arap, Fars ve Türk edebiyatları başta olmak üzere Doğu edebiyatlarında kafiyenin ay-
64 Türk İslâm Edebiyatı
Divan Edebiyatı ve divan şiirinde nazım şekilleri hakkında daha geniş bilgi için bkz.
Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, DİA, IX (İstanbul 1994).
VEZİN (ÖLÇÜ)
Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır.
Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir:
ARUZ
Aruz, Arap Edebiyatı’nda manzum sözlerdeki ahenk ölçülerini konu alan ilmin
adı olup Arapça bir kelimedir ve “Çadırın ortasına dikilen direk” anlamına ge-
lir. Bir edebiyat terimi olarak “hecelerin uzunluk ve kısalıkları temeline dayanan
nazım ölçüsü” demektir. Hecelerin uzunluk ve kısalıkları (Türk aruzunda kapa-
lı-açık) dikkate alınarak belli kalıplara göre düzenlenmiş bir vezindir. Bu vezin
Arap’lardan İranlılar’a, onlardan da bize geçmiştir.
İranlılar İslâmiyet’i kabul edince, Arap kültürünün de büyük tesiri altında kal-
dılar. Şiirde, Araplar’ın kullandığı nazım ölçüsü olan aruz’u kullanmaya başladılar.
Ancak Araplar’ın kullandıkları aruz ölçüsünü olduğu gibi kabul etmediler. Ken-
dilerine göre bir ayıklamaya tabi tutarak kulaklarına hoş, tabiatlarına uygun ge-
lenleri seçtiler ve kullandılar. Aruz vezni, V-XI. yüzyıllarda Hakaniye Türkçesi’ne,
VII-XIII. yüzyıllarda Anadolu Türkçesi’ne, VIII-XIV. yüzyıllarda Çağatay ve Aze-
ri Türkçesi’ne girmiş ve zamanımıza kadar birçok şiir bu vezinle yazılmıştır.
XI.-XVII. yüzyıllar arası ve sonrası bu vezinde edebiyatımızın Anadolu Türk-
çesi döneminde aruzla yazan bazı şairler ile bazı halk şairleri birbirlerinden karşı-
lıklı olarak etkilenmişlerdir. Bir kısım divan şairi hece vezniyle, bir kısım saz şairi
de aruz vezniyle şiirler söylemişler, Milli Edebiyat döneminde ve zamanımızda ise
şairler aruz veznini bırakarak hece veznine ve serbest tarza yönelmişlerdir.
Aruzda heceler uzun ve kısa(açık-kapalı) olarak ikiye ayrılır. Uzun heceler çizgi (-),
kısa heceler nokta (.) ile gösterilir. Uzun ve kısa heceler çeşitli biçimlerde yan yana ge-
lerek tef ’ileleri onlar da bahir denilen aruz kalıplarını oluşturur. Bu kalıplar yan yana
geliş biçimlerine göre, fâilâtün, fâilün, mefâilün ve benzeri değişik adlarla anılır. Aruz
ölçüsüyle şiir yazmak için mısralarda yer alacak kelimeleri bu kalıplara uydurmak ge-
66 Türk İslâm Edebiyatı
rekir. Aruzda kelimeleri ses özelliklerini bozmadan kullanmak her zaman mümkün
olmayabilir. Bu yüzden heceleri kimi zaman uzun, kimi zaman da kısa okumak ge-
rekir. Sık rastlanan bu iki duruma imâle (uzun okuma) ve zihaf (kısa okuma) denir.
Zihaf, aruzda kusur sayılır. Aruz ölçüsünde hece ölçüsündeki duraklar yoktur. Do-
layısıyla mısralardaki hece sayıları eşit olmayabilir. Mısra sonlarındaki heceler kısa
da olsa uzun kabul edilir. Aruzda bir kelime sessizle biter, ondan sonra gelen de sesli
harfle başlarsa, bu sesli harf birincinin sonundaki sessiz harfi kendisine çeker. Böylece
birinci kelimenin sonundaki sessizle biten uzun hece kısa hece durumuna gelir. Bu
duruma da vasıl (ulama) denir.
1. Aruz ölçüsü ilk olarak Arap edebiyatında kullanılmıştır. Daha sonra İran
Edebiyatı’na geçen bu ölçü, XI. yüzyıldan itibaren Türk şairlerince de kulla-
nılmaya başlanmıştır.
2. Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü,
aslında Türkçe’nin kelime yapısına pek uygun değildir.
Bundan dolayı Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar Türkçe’nin kelimelerini
bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. Türk şairleri daha sonra-
ları Türkçe’deki sonu sessizle biten kapalı heceler uzun, sonu sesliyle biten açık
heceler ise kısa hece olarak değerlendirmişlerdir.
Zamanla artık bu da yeterli olmamış, şairler Arapça ve Farsça kelimeleri sık sık
kullanmaya başlamışlardır. Bu durum giderek Türkçe’ye yabancı kelimelerin gir-
mesine yol açmıştır. Diğer yandan Türkçe, aldığı bu yabancı kelime ve kavramları
Türkçeleştirdiği zaman güçlü bir dil olmuştur. Aruzla birlikte, halk şairleri arasın-
da yaşamaya devam eden vezin ise millî şiir ölçümüz ola hece veznidir.
3. 1908’den sonra şairler arasında başlayan aruz-hece tartışmasında hece ön
plana çıkmış, ancak Divan Edebiyatı nazım ölçüsü olan aruzun da artık bir
Türk şiir ölçüsü olduğu kabul edilmiştir.
4. Aruzla yazılan ilk Türk eseri Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’dir.
5. Aruz XI. asırdan beri heceyle beraber kullandığımız ölçüdür. Bu ölçü za-
manla Türkçe’ye en iyi şekilde uygulanmış ve Mehmed Âkif, Yahya Kemâl,
Faruk Nafiz gibi şairlerimizin elinde ustalıkla kullanılmıştır.
Aruz vezninde heceler iki şekilde değerlendirilir:
Açık / kısa heceler ( . ) ( v ) | Kapalı / uzun heceler ( - )
Farsça tamlama eki olan “-i” ile “ve” anlamındaki “ü, vü” bağlacı vezin gereği
uzun da kısa da olabilir.
Medli heceler hafif bir “i, ı” sesi varmış gibi okunur. Bahâr kelimesi duruma göre
bahâr[ı], eşkden kelimesi ise bazan eşk[i]den şeklinde söylenmelidir.
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerde ilk tef ’ile bazı
mısralarda Fâilâtün, son tef ’ile ise Fa’lün olabilir. Bu sadece bu kalıba özgü bir
durumdur. Bu kalıpla yazılan şiirlerde başta imale yapmaya gerek yoktur. Farklı
tef ’ile parantez içinde hemen altında gösterilir.
Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup Türk
aruzu daha çok Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif Ersoy tarafın-
dan gerçekleştirilmiştir. Mehmet Âkif aruzda hayli başarılı olmuştur. O kadarki
bazı kişiler İstiklâl Marşı’nın hece ölçüsüyle yazıldığını zannetmektedir. Oysa bu
marş aruzun “Fe i lâ tün / Fe i lâ tün /Fe i lâ tün /Fe i lün” kalıbıyla yazılmıştır.
1. Bir şiirin vezni bulunurken şunlara dikkat edilmelidir:
a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek
yazmalıyız.
b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tesbit edilir.
c) Uzatmalı hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. Bu ihmal edi-
lirse bir mısradaki hece değeri eksik çıkabilir. Mısralardaki heceler sayıla-
rak uzatmalı hece olup olmadığı konusunda bir ipucu yakalanabilir.
d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. Önce eğer olabile-
cekse ulama, yoksa imale yapılır. Zihaf çok az bulunduğu için en son ihti-
mal olarak düşünülmelidir.
e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve
nokta şeklinde ayrı bir yere işaretlenir. Mısra sayısına göre tef ’ile sayısı tah-
min edilmeye çalışılır. İlk tef ’ile bazan az heceden de oluşabilir. Az heceli
Fa’, Fe i lün, Fâ i lün gibi tef ’ileler ekseriyetle sonda bulunur.
f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına mutlaka dikkat
edilmelidir.
XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana çıkmış şairlerimiz kimlerdir,
4 araştırınız.
HECE VEZNİ
Türkçe’de heceler uzunluk kısalık bakımından hemen hemen aynı değerdedir;
yani uzun hece bulunmamaktadır. Bu yapısal özellik şiirde hece vezninin kolay-
ca kullanılmasına imkân verir. İlk yazılı Türk edebiyatının ürünleri olarak bili-
nen Göktürk Yazıtları’nda şiir bulunmamasına rağmen şiirsel özellikler taşıyan
ve hece veznine uyan bölümler vardır. Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t-Türk
eserindeki şiirler de hece vezniyle yazılmışlardır. Türkler’in İslâmiyet’i kabulün-
den sonra divan edebiyatı ve aruz vezninin yaygınlaşması hece ölçüsünün yalnız-
ca tekke ve âşık edebiyatına has bir ölçü olmasına yol açmıştır.
Hece vezninde kalıbı mısralardaki hecelerin sayısı belirler. Her mısrasında 11
hece bulunan bir şiirin kalıbı “11’li hece ölçüsü” olarak gösterilir. Bir hecenin belli
bölümlere ayrılmasına “durgulanma”, bu bölümlerin okuma sırasında hafifçe du-
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 69
SERBEST VEZİN
Serbest vezin, hece, aruz gibi herhangi bir ölçüye bağlı kalınmayan bir vezin-
dir. Hecelerin açık veya kapalı olmasına ya da sayılarına bakmaksızın şairin
tamamen kendi üslup ve tarzına göre yazmasıdır. Serbest vezin, Türk şiirinde
1940’lardan sonra Orhan Veli Kanık ile yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüz-
de yazılan şiirlerin çoğu serbest vezinde yazılmaktadır. Herhangi bir ölçü veya
şekille kayıtlı değildir. Bundan dolayı da buna serbest vezin yerine serbest şiir
demek de uygun düşmektedir. Adeta bir nazım şekli denilebilecek bir durum
arzetmektedir.
Bu nazım şeklinde uzun, kısa, çok kısa dizeler bazen düzenli, bazen de dü-
zensiz olarak tekrarlanırlar. Kısa mısraların ölçüsü, şiirin ölçüsünün bir parçası-
dır. Bu şiirde kafiye düzeni belirli bir kurala bağlı değildir. Bu nazım biçiminde
düşünceler mısradan mısraya atlayarak devam eder. Nazım, giderek nesre yak-
laşmış olur.
70 Türk İslâm Edebiyatı
KIŞ
Yine kış,
Yine şems-i mesâda, ah o bakış,
Yine yollarda serseri dolaşan
Âşiyânsız tuyur-ı pür-nâliş( inleyen yuvasız kuşlar)Tehi kalan ovalar
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla
Harab olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavafil-i evrâk (yaprak yığını)
Mütemadî sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ıztırab u nermide.Yine kış, yine kış
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış
Ahmet Hâşim
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 71
Özet
Divan Edebiyatında nazım birimi. Halk Edebiyatında en çok kullanılan nazım şekilleri.
1 3
Divan şiirinde nazım birimi genellikle beyit Halk edebiyatında en sık kullanılan nazım şekil-
olup şiirler çeşitli nazım şekilleri içinde kural- leri koşma, mani, destan, türkü, varsağıdır.
larını Arap ve Fars Edebiyatı’ndan alan aruz
vezniyle yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan vezinler.
4
ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüy- Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze
le yazılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece,
Aruz vezninde açık ve kapalı heceler çeşitli Aruz ve Serbest vezindir. Aruz, manzum söz-
kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde lerdeki ahenk ölçülerini konu alan bir ilimdir.
sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri Divan edebiyatının vezni aruz veznidir. Hece,
kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas millî veznimiz olup, yüzyıllar boyunca halk
olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline şâirlerimiz ve ozanlarımız tarafından kullanıl-
dayanan bir şiir ölçüsüdür. mıştır. Divan şâirleri nadiren de olsa bu vezni
tercih etmişlerdir. Serbest vezin ise son dönem-
Türk-İslâm Edebiyatında en çok kullanılan nazım de revaç bulmuştur.
2 şekilleri.
Türk-İslâm edebiyatında en çok kullanılan na-
zım şekillerinin başında gazel, kaside, musam-
matlar, kıt’alar gelir.
72 Türk İslâm Edebiyatı
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi divan edebiyatı nazım şe- 4. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden
killerinden değildir? değildir?
a. Tuyuğ a. Tegazzül
b. Kıt’a b. Medhiyye
c. Semai c. Fahriyye
d. Rubai d. Dua
e. Gazel e. Mersiye
2. Aşağıdakilerden hangisi bendlerle kurulan nazım 5. Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda
şekillerindendir? aynı veznin bir cüzüyle yazılmış birer kısa mısra bulu-
a. Mâni nan manzumelere ne denir?
b. Kaside a. Müsebba
c. Koşma b. Müstezad
d. Muhammes c. Kaside
e. Mesnevi d. Taştir
e. Terbi
3. Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde dörder mıs-
ra ilâvesiyle tanzim edilen nazım şekline ne ad verilir?
a. Ta’şir
b. Müsemmen
c. Tesdis
d. Kaside
e. Müseddes
3. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri 73
Sıra Sizde 3
Yahya Kemâl Ömer Hayyam’ın rubailerini Türkçe’ye
çevirmiştir.
Sıra Sizde 4
XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana
çıkmış şairlerimizin başında Mehmed Âkif Ersoy ve
Yahya Kemal Beyatlı gelir.
4
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini belirlemede kullanılan klasik ölç-
me-değerlendirme birimi olan belâğat ilminin tarihçesini anahatlarıyla tanıyabilecek,
Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele aldığı farklı konuları kav-
rayarak muhtevalarını açıklayabilecek,
Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıyla bilinen Türk-İslâm
Edebiyatında sıkça karşılaşılan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp,
sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Belâgat, • Başlıca edebî sanatlar: Teşbih,
• Bedî’, Beyan, Meânî istiâre, telmih, leff ü neşr,
iktibas, irsâl-i mesel, vs.
• Metin değerlendirme.
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Belâgat, Bedî’, Beyân, Meânî” maddeleri-
ni, Türk edebiyatı bölümleri üzerinde daha dikkatle durarak, okuyunuz.
• TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Divan Edebiyatı” maddesinde yer alan
sanatkârın dünyasıyla ilgili kısmı okuyarak onu tanımaya çalışınız.
• İskender Pala’nın, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’ndeki (İstanbul
2000) “Teşbih, istiâre, telmih, leff ü neşr, iktibas, irsâl-i mesel, vs. gibi
edebî sanatlarla ilgili bilgileri değerlendiriniz.
• Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, (İstanbul 2007)
adlı eserinin ilgili maddelerini inceleyiniz.
İçindekiler
• GİRİŞ
• TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNİN
Türk-İslâm Edebiyatında DEĞERLENDİRİLMESİNDE
Türk İslâm Edebiyatı VAZGEÇİLMEZ ÖLÇÜ
Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar
• TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNDE
KARŞILAŞILAN BAŞLICA EDEBÎ
SANATLAR
Türk-İslâm Edebiyatında
Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar
GİRİŞ
İslâm dünyasında, Türkçe, Arapça, Farsça yanında müslüman milletlere ait, edebiyat dili
seviyesine yükselmiş bütün dillerle ortaya konulan edebî ürünlerin sanat değerini belirle-
mede kullanılan ölçü müşterektir ve adına da Belâgat denilmektedir.
İkinci ünitede, Kurân’ın Türk-İslâm Edebiyatına etkisini incelerken Belâgatin bu etki
altında ortaya çıkarak şekillendiğinden bahsedilmişti. Müslümanların kullandığı hemen
bütün dillerde aynı adı taşıyan bu ilim, eski adıyla ilm-i Belâgat üç ana konudan meyda-
na gelir. Bunlar Meânî, Beyan ve Bedî’dir. İlerleyen zamanlarda, fesâhat, aruz ve kafiye,
lügaz ve muammâ, ebcedle tarih düşürme gibi “levâhik/mülhâkât” denilen ek konularla
tamamlanan belâgat, İslâmî ilimler arasında bağımsızlığına en geç kavuşan ve en sonra
teşekkül etmiş bir disiplindir.
Belâgat, Araplar arasında büyük bir edebi varlığa ve değere sahip olan cahiliye şiiri
üzerinde, edebî tenkid maksadıyla yapılan çalışmalardan doğmuştur.
İslâm’ın ilk asırlarından sonra Arapça konuşan yeni nesillerle, İslâm câmiasına katılan
ana dili farklı olan toplulukların, Kur’an ve hadisi doğru anlama, onlardaki güzellikle-
ri lâyıkıyla kavrama ihtiyacı arttı. Bu sebeple, belâgat konuları, önceleri “İ’câzü’l-Kur’ân,
Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’l-Kur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-
i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti.
Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir belâgat mucizesi oluşu, onu anlamak için
Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV.
yüzyılları kapsayan bu ikinci devre, belâgatin bir ilim dalı olarak teşekkül etmeye başla-
dığı, terimlerinin ortaya çıktığı, yazılan eserlerde belâgat bahislerinin ağırlık kazandığı
ve böylece söz konusu ilim dalının Meânî, Beyan ve Bedî’den ibaret klasik şeklini ala-
rak teşekkülünü tamamladığı bir zaman dilimi oldu. Ayrıca bu devrede, sonraki yıllarda
Türk ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan
Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile Ebû
Ya’kûb es-Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan sahanın klasikleri sayılan
eserler de kaleme alınmıştı.
XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun süreyi kapsa-
yan üçüncü safha yeni eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye ve talikatların kaleme alın-
dığı duraklama yahut derinleşme devresidir. Nitekim Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü
dil bilgini Hatip el-Kazvinî (ö. 1338), es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun üçüncü bölü-
mününden faydalanarak Telhisü’l-Miftâh’ı kaleme almış, belâgat çalışmalarında mantıkî
tarif, tasnif ve değerlendirmelerle kelâm ve felsefe mektebinin en önemli eserini ortaya
76 Türk İslâm Edebiyatı
koymuştur. Bu dönemin edebiyat bakımından işaret edilmesi gereken önemli bir özelliği,
Arap edebiyatında, her beytinde en az bir bedîî sanat kullanarak Hz. Peygamberin med-
hini yapan bediiyyât adlı bir nazım türünün ortaya çıkması olmuştur. Bu diğer edebiyat-
larda da Hz. Peygamberle ilgili olarak kaleme alınan eserlerin daha sanatkârâne metinler
olmasına yol açmıştır.
Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesinin etkisiyle, biri klasik anlayışı
devam ettirmeye, diğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya çalışan yenilikçi
yazarların eserleri olmak üzere, iki farklı istikamette gelişmiştir. Bunlardan birincisine Türk
edebiyat camiasından Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Belâgat-i Osmaniyeniyye’si,
ikincisine Recâizade Ekrem’in Talîm-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar belâgat
meselelerini daha çok edebî tenkid ve estetik endişelerle birlikte ele almışlardır.
Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait ör-
neklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Kinâye, Telmih, Tecahül-i ârif,
Hüsn-i ta’lil, Tevriye, Teşhis ve intak, Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok
yüz yüze gelinmektedir.
Edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurları arasında hangilerini sayabilirsiniz?
1
Divan şiirinin kendine mahsus dünyası içinde gelişen ve onu derinlemesine anlayıp zevkine
varabilmeyi üst seviyelere taşıyan özelliği sebebiyle bilinmesi gereken Remiz ve Mazmun-
lar da başlı başına önemli bir alandır.
Belâgat
Tanım
Arapça “be-le-ga” kökünden gelen belâgat, sözlükte, sözün “fasih ve açık seçik olması”
demektir. Aynı kökten gelen “el-belîg”, fasih ve açık karşılığında kullanılmış olup “sözün
maksadı en güzel şekilde ifade edebilme özelliğini” anlatır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu
özelliğe sahip olan kitap anlamında “el-belâgu’l-mübîn/benzeri ortaya konamayacak
apaçık söz” olarak adlandırılmıştır.
Belâgatin bir edebiyat terimi olarak iki manada kullanıldığı görülmektedir. Birinci-
si meleke ve kabiliyet manasını taşır. Batı dillerinde “eloquence/elokuans” kelimesiyle
karşılanan belâgatin bu yönü “bir fikrin yazılı ve sözlü olarak yerinde, yeterince ve za-
manında ifadesi” manasına gelir. Bu tanım klasik belâgat kitaplarında “Sözün fasih ol-
mak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olması” şeklindedir. Bu anlamıyla belâgat insanda
doğuştan var olan ve ona has bir melekedir. Nitekim bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah
insana beyânı (düşündüğünü açık bir şekilde ifade etmeyi) öğretti” (er-Rahmân 55/3-4)
âyetiyle ifade edilmiştir.
Kelimenin, batı dillerinde “rhetorique/retorik” terimiyle karşılanan ve belâgat ilmini
ifade eden ikinci anlamı ise “en açık, akıcı, zamanında ve yerli yerinde söz söyleme/yaz-
ma kâidelerini inceleyen” bir ilmî disiplinin adı şeklinde tanımlanabilir. Bu tanım klasik
belâgat kitaplarında yine “Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olması-
nın usûl ve kaidelerini bildiren” ilim şeklinde yer almıştır. Belâgatin bu maksadına ulaşı-
labilmesi için şu üç bahis ve ekleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekir:
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 77
1. Meânî denilen ve “kelâmın mukteza-yı hâle uygunluğunu sağlamak için gerekli
olanları bilme” şeklinde tanımlanabilecek konular.
2. Beyân, “sözün açık-seçik, kolay ve anlaşılabilmesini temin etme yolları.
3. Bedî’, sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usulleri.
Bu sayılan vasıflara sahip olan söz, manzum olsun, mensur bulunsun kısa ve veciz,
kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin olur; okuyana-dinleyene zevk ve haz verir. İşte bu
sebepten dolayı da bütün edip ve yazarların maksadı da böyle bir söz söyleyebilmektir.
Konu
Belâgat ilminin içina aldığı konular yukarıda zikredilen Meânî, Beyân ve Bedî’ bahisleri al-
tında yer almış ana meseleler ile, tevâbi denilen ve belâgati tamamlayıcı edebî unsurlardan
meydana gelmektedir. Muhtevada yer alan başlıca konuları şöylece sıralamak mümkündür.
Ana hatlarıyla söylemek gerekirse, klasik belâgat kitapları fesâhat konusuyla ilgili bir
girişle başlar. Burada fesâhati bozan tenâfür, zincirleme tamlamalar (tetâbu-i izâfât), sık
tekrarlar (kesret-i tekrar), bir ifadedeki kelimeler arasında kulakla farkedilebilen uyuş-
mazlık (lüknet), alışılmamış sözlerin kullanılması (garabet), kelimenin dil kaideleri ve
yazarların kullanışlarına aykırılığı (kıyasa muhalefet), ifade zayıflığı (za’f-ı telif), ifadenin
kasdedilen manayı anlamayı zorlaştıracak şekilde kapalı olması (ta’kîd) ve yazım hataları
(imlâsızlık) hakkında bilgiler verilmiştir.
Meânî konularının başlıcaları şunlardır: İsnad, inşâ, dilek (temenni), emir, nehiy, ün-
lem (nidâ), yüklem (müsned), özne (fail, nâib-i fail), cümle ve unsurları, kısaltma veya
daraltma (kasr), bağlama (vasıl), ayırma (fasl), ölçülü söz söyleme (müsâvât), sözü bir
maksatla kısa söyleme (icâz), maksadı gereğinden fazla sözle ve uzun ifade etme (itnâb).
Beyân konuları ise şöylece sıralanabilir: Lafzın manaya delâleti, hakikat, mecaz,
kinâye, teşbih, istiâre, mecâz-ı mürsel, ta’riz vb.
Bedî’. Vücûh-ı tahsin/ sözü güzelleştirme yolları olarak da adlandırılan bu bahis
genel olarak edebî sanatları içine alır. Lafız ve mânâya ait olmak üzere ikiye ayrılan bu
sanatların başlıcaları şunlardır: İrsâl-i mesel, tecâhül-i ârifâne, mezheb-i kelâmî, tevriye,
îham, teşhis ve intak, hüsn-i ta’lil, mübalağa, nidâ, rücû, iltifat, tekrir, istifham, telmih,
iktibas, tazmin, mülemmâ, tenâsüb, tensîk, cem ve taksim, leff ü neşr, kelâm-ı edebî,
cinas, kalb ve aks, secî.
Tarihçeye geçmeden önce, Kuran, tefsir, hadis ve kelâm ilimleriyle ciddî bir biçimde
ilgilenmesi gereken ilâhiyatçıların, söz konusu ilim dallarıyla ilgili kaynakları doğru bir
şekilde anlayıp onlardan günümüz problemlerine çözümler çıkarabilmesi için âlet ilim-
lerinin en mühimlerinden sayılan belâgat hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları gereği-
ne işaret edilmelidir. Bu sebeple sadece edebiyat bakımından değil, belki daha çok dinî
ilimler açısından da belli bir seviyeye ulaşmak için, önce Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi
ve Teorileri Belâgat (İstanbul 1989) isimli eserini, ardından Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Os-
maniye’sini, daha sonra M. A Yekta Saraç’ın Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat (İstanbul 2000)
isimli eserinin okunması tavsiye edilir.
Tarihçe
Daha önce de belirtildiği gibi belâgat bütün İslâm dünyasındaki gibi bizde de, XIX. yüzyıla
kadar genellikle önce Arapça kitaplardan, sonra Arapça ve Farsça’dan tercüme eserlerden,
örnekleri çoğu kere Arapça ve Farsça metinler üzerinden okutulmuştur. Ancak özellikle
belirtilmelidir ki, İslâm ilim ve kültürüne başından beri büyük katkıları olanTürkler’in
bu ilme hizmetleri pek erkenden başlamış ve meselâ büyük Türk dil bilgini es-Sekkâkî
Miftahu’l-ulûm adlı eserinin üçüncü kısmını belâgat konularına ayırmıştır. Şam camii
hatibi, Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü dil bilgini Hatip el-Kazvini (ö. 1338) ise, es-
78 Türk İslâm Edebiyatı
İnşâ
İnşâ Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında “Resmî yazışmalarda kullanılan nesir dilini ifa-
de eden edebî tür ve dil bilimi” için kullanılmış, zamanla genel olarak her türlü nesir ve
düz yazı karşılığını da kazanmıştır. Bu çerçevede inşâ “yazıların münşî adıyla anılan usta
yazarların beğenecekleri özelliklere sahip olması için bilinmesi gerekenleri öğreten fen” ola-
rak tarif edilmiştir (Taşköprüzâde, I, 250). Benzer bilgileri tekrarlayan Kâtib Çelebi buna,
“İfadede yerine, konusuna ve amacına yakışan güzel ibareler kullanmaktır” şeklinde bir
ilâvede bulunur (Keşfü’z-zunûn, I, 181). Ayrıca yeni Türk edebiyatında bir tür kompo-
zisyon tekniği ve güzel yazı yazma sanatı olarak da anlaşılmıştır. Nitekim Ziyâ Paşa’nın,
“Şiir ve İnşâ” adlı makalesinde kelimeyi doğrudan doğruya nesir yerine kullanması dikkat
çekmektedir. Ayrıca inşa, kelimelerin cümle içinde söz dizimi (terkîb‑i kelâm) kurallarına
göre sıralanmasını da ifade etmektedir.
Genellikle nesir halinde yazılan mektup türünün de inşâ içinde özel bir yeri vardır.
Nitekim Kâtib Çelebi mektubu inşânın bir dalı olarak ele almıştır. Tanzimat’tan sonra orta
öğretim kurumlarına “usûl-i kitâbet ve inşâ” adıyla bir ders konulması, bu ders için ha-
zırlanan kitapların Usûl-i İnşâ ve Kitâbet (Mehmed Tevfik, İstanbul 1307), İlâveli Hazîne-i
Mekâtîb yahut Mükemmel Münşeât (Ahmed Râsim, İstanbul 1318) gibi adlar taşıması,
nesir/mektup beraberliğinin son zamanlara kadar sürdüğünü göstermektedir.
Tercüme ve (nr. 77-80) Türk Dili (nr. 274) dergilerinin mektup özel sayıları, bu alâkayı
ortaya koyan çeşitli örneklere yer vermenin yanı sıra, mektup türünde başlangıçtan beri
ortaya konan edebî birikimi büyük ölçüde yayımlayarak, türün gösterdiği gelişmenin me-
tinler üzerinden takip edilmesinı kolaylaştırmıştır.
İnşâ kelimesi dar anlamda, daha çok münşeât adıyla anılan her türlü resmî yazış-
ma ile bunların bir parçası sayılabilecek mektup vb. metinlerin kaleme alınmasının yol-
larını ve bu hususlarla ilgili kuralların bilgisini ifade eder. Selçuklular’da Dîvân-ı İnşâ,
Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun denilen, devletin resmî yazışmalarının yürütüldüğü da-
irede sultanlar adına kaleme alınan hatt‑ı hümâyun, irâdei seniyye, menşur, emirnâme
gibi resmî yazıların tamamı inşânın bu türü içinde yer alır. Ayrıca buyruldu, telhis, takrir,
tahrirat, tezkire, kaime, temessük, sened, ilmühaber, müzekkire, mazhar, mazbata, lâyiha
adını taşıyan belgelerle fetva, i’lâm, hüccet ve vakfiyeler de inşânın konusunu teşkil et-
mektedir. Münşeât mecmualarını, öğretici mahiyette eserlerle antoloji özelliği gösteren ve
sadece örneklerden ibaret olanlar şeklinde iki grupta ele almak gerekir. Dîvânı Hümâyun
ve diğer devlet kurumlarında nişancı, münşî, küttâb denilen kâtipler ve kalem efendile-
rinin yazdıklarıyla mahkemelerde ve özellikle Tanzimat’tan sonra gelişen nezâret kalem-
lerinde yazılan yazılar ayrı bir nesir dili ve üslûbunu geliştirmiştir. Bunlardan mahkeme
yazışmalarında kullanılan ve ilm-i sak adıyla anılan yazı türü konusunda müstakil kitaplar
hazırlanmış, Çavuşzâde Aziz Mehmed Efendi’nin Dürrü’s-sükûk adlı eseri gibi bazıları da
basılmıştır (İstanbul 1277).
80 Türk İslâm Edebiyatı
Resmî ve hususi yazışmalarda ortaya koydukları usûl ve kaideler yanında geliştirdikleri imlâ
ve üslûpla bir gelenek oluşturan, kendilerinden sonra adları inşâda ortaya koydukları esas-
larla birlikte anılan bazıları aynı zamanda divan sahibi şair olan Osmanlı münşîlerinden
de bahsetmek gerekir. Tâcîzâde Câfer Çelebi ve Koca Nişancı lakabıyla bilinen Celâlzâde
Mustafa Çelebi bunların başında gelir. Celâlzâde kadar şöhret bulduğu için “Küçük Nişan-
cı” lakabıyla tanınan Ramazanzâde Mehmed Çelebi ile Münşeâtü’l-inşâ adlı eserin müel-
lifi Okçuzâde Mehmed Şâhî ve Hamza Paşa da bu sahanın tanınmış isimleridir. Bunlara
Münşeât sahibi Nergisî ile Veysî ve değişik yönleri olan Sinan Paşa, Lâmiî Çelebi, Âlî Musta-
fa Efendi, Kemalpaşazâde, Ganîzâde Mehmed Nâdirî ve Azmîzâde Mustafa Hâletî gibi bazı
şahısları da eklemek mümkündür.
Secî
İnşa ile yakın ilgisi bulunan ve daha çok bir nesir sanatı kabul edilen secî, söze güzellik
ve süs katan hususlardan biri kabul edilmiştir. Secîin biri klasik anlayışa göre, diğeri yeni
anlayışa göre, Recâizâde Mahmud Ekrem tarafından yapılmış iki türlü sınıflandırılması
vardır. Klasik anlayışta secî mensur bir sözün son kelimesinin, şiirde ise mısraın son keli-
meleri olan ve kafiyesini meydana getiren iki fâsılanın tek bir harfte birleşmesi üzerine ku-
rulmuştur: ‘’Kesâfet-i sehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk’’ cümlesindeki ‘’kesâfet-letâfet’’
ve ‘’sehâb-şihâb’’ arasında secîyi ‘’t’’ ve ‘’b’’ harfleri sağlamaktadır. Buna karşılık ‘’hâlemiz’’
ve ‘’lâlemiz’’ kelimelerini içeren bir cümlede her iki kelimenin son hecesi olan ‘’le’’ secîyi
meydana getirir. Klasik anlayışta secîyi oluşturan kelimeler arasındaki ses benzerliğinin
azlığı veya çokluğu esasına dayalı olmak üzere üç çeşit secî vardır: Yalnız fâsılalar sonun-
daki harflerin aynı olduğu mutarraf secî, fâsılaların vezin bakımından birbirine uygun
olduğu mütevazi secî ve cümlenin iki tarafının sonunda yer alan kelimelerin revî harfi-
nin vezin ve harf sayısı bakımından birbirine uygun olmasıyla gerçekleşen murassa‘ veya
müvâzî seci. Yerlerini esas alarak secileri yeniden tasnif eden Recâizâde Ekrem’e göre ise
iki çeşit secî vardır. Birincisi cümle ve fıkraların arasında olup bir kelime ile birbirine
bağlanmayan mutlak secîdir. Buna Nâmık Kemal’in şu sözleri örnek verilebilir: ‘’Sevk-i
rüzgâr eczâ-yı vücûdunu târumâr ettiğinden’’ Burada secîyi meydana getiren ‘’rüzgâr’’ ve
‘’târumâr’’ kelimelerinin son heceleridir. Bunlardan ikincisinin ardından gelen ‘’ettiğin-
den’’ kelimesini rüzgâra bağlamak imkânsız olduğundan secî burada mutlaktır. Mukayyed
veya rabtî secî denilen ikincisi cümle ve fıkraların sonunda bulunup aralarında bir kelime
ile bağ kurulan şekillerdir. ‘’İlâhî, vâkıf-ı keyfiyyet-i hâl ve âlim-i dekayık-ı ef ‘âlsin’’ cümle-
sinde ‘’hâl’’ ile ‘’ef ‘âl’’ kelimeleriyle biten cümleler ‘’ve’’ ile birbirine bağlanmaktadır.
Secîin tekellüfsüz olması, az ve eşit sayıda kelimelerden meydana gelmesi, bu eşitlik
sağlanamazsa ikinci cümlenin son kısmında yer alan kelimelerin öncekinden az olması
gerekir. Seci yapmak için mânanın tekrarı, lafza tâbi olması veya lafza feda edilmesi önem-
li birer kusurdur. Belâgat kitaplarında tasrî‘, muvâzene, mümâsele, lüzûm-ı mâ lâ yelzem,
tarsî‘ gibi seci ile ilgili ve ona bağlı sanatlardan da bahsedilmiştir (Bilgegil, s. 338-341
Türk edebiyatında secî uygulamasına düz yazı dilinde (inşâ) ve resmî yazışmalarda
daha önemle yer verildiği açık olmakla birlikte bazı örneklerin konuşma diline de girdi-
ği görülmektedir. Türk hitabet sanatının en eski belgesi kabul edilen Orhon yazıtlarında
ve konuşma dilinin zengin ve etkili örneklerini içine alan Dede Korkut hikâyelerinde bu
husus dikkat çekmektedir. Vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet saha-
sı secîin en etkili olduğu alandır. Nitekim günümüze intikal etmiş metinlerde bu özellik
açıkça görülmekte, çoğu Arapça kaleme alınmış vaaz ve hutbe mecmualarında bu tarz
örnekler bulunmaktadır. Kelime gruplarında da rastlanan secîler daha çok atasözleri ve
vecizelerde bir âhenk unsuru olarak yer almış, secînin sağladığı âhenk unsuru onların
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 81
ezberlenmesini kolaylaştırmıştır. Bunlara, ‘’Abdal tekkede hacı Mekke’de bulunur’’; ‘’Aç
koyma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin’’; ‘’Açın amanı olmaz, tokun imanı olmaz’’;
‘’Bir şeyi murad etme, olduysa inad etme’’; ‘’Yağmur yel ile, düğün el ile’’ gibi atasözleri
örnek gösterilebilir. Sözlü edebiyat alanının önemli bir bölümü olan dua metinlerinde
secî etkili bir ifade tarzı olarak dikkat çekmektedir. ‘’Duâ-nâme’’ adıyla anılan bu Türk-
çe eserlerin bilhassa mensur olanları bu üslûpla kaleme alınmıştır. Edirne Müftüsü Fevzi
Efendi’nin Mevhibetü’l-vehhâb adlı 30’a yakın baskı yapmış eserindeki Türkçe, Arapça ve
Farsça dualar, secili ifadenin başarılı örnekleridir. Daha çok Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi
tarikatlara ait manzum ve mensur dua metinleri sayılabilecek gülbanklar ve tercümanlar
da secîli olarak tertip edilmeleriyle dikkat çekmektedir.
Secînin yazılı edebiyattaki kullanımı daha geniş ve daha itinalıdır. Özellikle mensur
divan dîbâceleri başta olmak üzere manzum ve mensur eserlerin başlangıçlarında bu
üslûba daha çok önem verilmiştir. Bunlar birer mukaddime olmaktan öte müellif veya şai-
rin ifade sanatındaki gücünü gösteren metinler haline gelmiştir. Bütünüyle secîli ifadelerle
kaleme alınmış olduğu için burada özellikle anılması gereken eserlerin en önemlisi secî
sanatının Türk dilindeki en mükemmel örneği olan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sidir.
Bu eserin açtığı yolda kaleme alınan Müzekki’n-nüfûs, Tezkiretü’l-evliyâ, Menâkıbnâme
gibi tasavvufî kitaplarla Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’si gibi ansiklopedik
eserler, vak‘anüvis tarihleri başta olmak üzere çeşitli tarih kitapları, Siyer-i Veysî, Şekåik
tercüme ve zeyilleriyle şuarâ tezkireleri gibi biyografik eserlerde de bol secili ifadeler gö-
rülmektedir. Tanzimat’tan sonra Şinâsi, Nâmık Kemal ve Recâizâde Ekrem gibi ediplerin
bu konudaki tenkitleriyle secîli ifadeye rağbet ciddi ölçüde azalmıştır.
Itnâb
“Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi” anlamına gelen bu belâgat terimi,
hem olumlu hem de olumsuz olarak ele alınmıştır. Genellikle “sözü gereksiz yere uzatmak,
lafı dolaştırmak” biçiminde menfi mânasıyla anlaşıldığı için belâgat kitaplarında çok defa
“haşiv” yahut onun zıddı olan “îcâz” ile beraber işlenmiştir. Ancak anlamı bütün yönleri
kapsayacak genişlikte ve kuvvetle belirtmek için yapılan gerekli uzatmalar da ıtnâbla ilgili
bulunmuş, böylece ortaya makbul olan ve olmayan ıtnâb çıkmıştır. Türkçe belâgat kitap-
larında ıtnâbın üçe ayrılarak incelendiği görülmektedir.
1. Itnâb-ı Makbûl. Mânayı açıklığa kavuşturma, pekiştirme, mübalağa ve tasvir ama-
cına yönelik bir fayda elde etmek üzere sözü uzatma veya tekrarlamadır. Câiz görü-
len bu ıtnâb bir yahut birden fazla unsurla gerçekleştirilebilir. Nedim’in,
“Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
(Baş üzre yerin var)
Gül goncesisin kûşe‑i destâr senindir”
mısraları arasında paranteze alınmış olan cümle açıklama (tafsil) için yapılmış
makbul ıtnâba örnektir.
2. Itnâb-ı Mümil. “Bıktıran, usandıran uzun söz” demek olan bu tabirle ya manzu-
mede vezin doldurma veya gereksiz yere sözü uzatma, ifadeye lüzumsuz kelime
veya cümle katma işi kastedilmiştir. Bazı kitaplarda “ıtnâb-ı muhil” şeklinde de
zikredilmektedir. Sünbülzâde Vehbî’nin:
“Harfgîr olma zerâfet satma
Sözüne kizb ü dürûğu katma”
beytinde “yalan” mânasına gelen “kizb” ve “dürûğ” kelimeleri haşvi kabîh olarak
ıtnâb‑ı mümille örnek gösterilmiştir.
82 Türk İslâm Edebiyatı
3. Itnâbı Ma’nevî. Belâgat kitaplarında “haşv-i ma’nevî” şeklinde de yer alan bu ıtnâb
türü “ifadede mânanın farklı lafızlarla tekrarı” şeklinde tarif edilmiştir. “(İtaat kıl)
sözüme (olma âsî)” mısraı buna örnektir.
İktibas
“Kur’an ve hadisten alınmış bir ibareyi beyte/mısraa/cümleye yerleştirmek” şeklinde tanım-
lanabilecek bu sanatla, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde çokça karşılaşılmaktadır. Türk
edebiyatında yenileşme dönemine kadar âyet ve hadislerden seçilen ibarelerin aktarılması
şeklinde kullanılmışken sonraları iktibas edilen metinler çok çeşitlenmiş ve her türlü nakil
bu kapsama dahil edilmiştir. İktibas, ayrıca benzer özellikler gösteren irsâl‑i mesel (îrâd‑ı
mesel), telmih ve mülemma’ (ilmâ’) gibi sanatlarla karıştırılmıştır. Ancak atasözleriyle örnek
verme açısından irsâl‑i meselden, cümle veya beytin tamamını aktarma bakımından taz-
min, taştîr ve tahmisten, ibareyi esas lafzıyla nakletme yönünden telmihten ayrılmaktadır.
İktibas genel olarak iki başlık altında ele alınabilir.
Müstahsen İktibas. Söz veya yazıda dini ölçülere aykırı düşmeyecek şekilde yapılan
nakillerdir. Bu türde esas özellik aktarılan sözün asıl anlamı dışında kullanılamaz oluşu-
dur. Müstahsen iktibas da ikiye ayrılır.
a) Ahsen İktibas. İktibas edilen âyet veya hadis arasındaki uygunluğun hoş bir tesir
bırakması, muhatapta heyecan uyandırması ve anlamı güçlendirmesinin yanında
öğüt özelliği de taşımasıdır:
“Katl ile zulm‑i beşer eylemeden eyle hazer
‘Beşşiri’l-katile bi’l-katli’ dedi Peygamber.”
İkinci mısrada tırnak içinde verilen hadis “katili ölümle cezalandırılacağını belir-
terek ikaz edin” demektir.
b) Hasen İktibas. Nakledilen âyet veya hadisle içinde zikredildiği ibare arasındaki
ilginin öğüt verme dışında yukarıdaki şartları taşımasıdır. Yahya Kemal’in:
“Mesâğ olaydı eğer ‘lâ şerike leh’ derdim
Nazîri gelmedi âlemde hüsn ü ân olalı”
beytinin birinci mısraında iktibas edilen, “Onun eşi ve benzeri yoktur” (el-En’âm
6/163) manasındaki âyet güzel bir örnektir.
c) Müstehcen İktibas. Âyet ve hadislerden dinin ölçülerine aykırı ve İslâm âdâbına
uygun düşmeyecek şekilde yapılmış aktarmalardır. Özellikle hiciv ve hezel türü şi-
irlerde dinî esasları hafife alan bu çeşit iktibaslardan kaçınılması tavsiye edilmiştir
Bunun dışında iktibas tam ve nâkıs olarak da ikiye ayrılır. Bu türler, nakledilen âyet
veya hadisin bütününün yahut bir kısmının aktarılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bilhassa kısmî
iktibaslarda vezin zarureti sebebiyle nakledilen metinler üzerinde birtakım değişiklikler
yapıldığı görülmektedir.
Metinde kullanılan lafzın Kur’an ve hadiste aynen yer almadığı, fakat bu mânaya gelen
farklı ibarelere dayandırılarak yapılan iktibaslar da vardır. Şeyhî’nin bir na’tındaki:
“Ey fahr‑i halk kimde ola zehre utsae
Çün Hak dedi “leamrüke levlâke ve’d-duhâ”
beytinin ikinci mısraında önce Hicr sûresinin 72. âyetinin başında yer alan, Allah’ın Hz.
Peygamber’in hayatı üzerine yemin edişine ait ibare, ardından, “Sen olmasaydın âlemleri
yaratmazdım” anlamındaki kutsî hadisin ilk kelimesi, sonra da Resûl‑i Ekrem’e müjde ver-
mek için indirilen Duhâ sûresinin, “Kuşluk vaktine yemin olsun ki” mânasına gelen ilk
âyeti nakledilerek tam ve nâkıs iktibaslar bir mısrada toplanmıştır.
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 83
Günümüzde edebî veya ilmî her türlü iktibasa “alıntı” denilmektedir. Tanzimattan son-
ra âyet ve hadislerden başka Arapça ve Farsça kelâm-ı kibarlar (vecize) yanında meşhur
mısralar ve sözler de iktibas kapsamına girmiş, hatta âyet ve hadisleri meâlen zikretmenin
de iktibas çerçevesinde değerlendirildiği olmuştur. Sözlüklerde âyetlerden, hadislerden ve
edebî eserlerden örnek (şevâhid) aktarmanın adı olan istişhâd da bir nevi iktibastır.
Manzum kırk hadis tercümelerinde, hadis metinlerinin kıtaların son mısralarına yer-
leştirilmek suretiyle nakledilmesi de iktibas sayılabilir. Âlî utsafa Efendi’nin kırk hadis
tercümesinden alınan:
“San’at‑ı kesbe rağbet et her gâh
Onu bil devlet‑i ma’âşa güvâh
Hak sever kâsibi niteki Resûl
Dedi ‘el-kâsibü habîbullah’”
kıtası buna bir örnek teşkil eder, (Aksoy, s. 52-53).
İstişhad
Türk edebiyatında bir edebî sanat olarak istişhâddan ziyade ona çok benzeyen “irsâl‑i mesel”
veya “iktibas” tercih edilmiş, bu sebeple Türkçe belâgat kitaplarının çoğunda istişhâd bahsi
yer almamıştır. İrsâl‑i meselde, örnek olarak atasözleri veya benzer özlü sözler, iktibasta,
âyet ve hadisler zikredilir. İstişhâdda ise örnek söz veya mısraların kime ait olduğunun belir-
tilmesi gerekir. Belâgat terimi olarak istişhâdın asıl malzemesini doğruluk, güzellik, yaygın
kullanım gibi farklı özelliklere sahip kalıplaşmış ifadeler oluşturur. Şair veya yazarın ifadeyi
kuvvetlendirmek, anlamı zenginleştirmek, sözü daha sanatlı hale getirmek gibi amaçlarla
âyet veya hadis, atasözleri, vecize, mısra ve beyit zikretmesi istişhâdı ortaya çıkarır.
Türk nesrinin başlangıcından itibaren istişhâdın kullanıldığı görülmektedir. Orta Asya
devresinde kaleme alınan Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp kısa ve secili cüm-
le yapısına sahip Rabguzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı ile gelişen bu anlatım tarzı, Dede Korkut
hikâyelerinden bu yana atasözlerinin de bu amaç için kullanılmaya başlanmasıyla zen-
ginleşmiştir. Anadolu sahasında kaleme alınan ilk eserlerde çok sayıda istişhâd örneğinin
bulunduğu görülmektedir.
“Divan nesri” adıyla anılan yazı dilinde Sinan Paşa’nın Tazarruât’ından itibaren rağbet
gören bu üslûp özellikle sanatkârane nesirde yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Baş-
langıçta daha çok eserlerin mukaddime kısımlarında görülen ve âyet, hadis, İslâm bü-
yüklerinin ifadelerinden seçilmiş sözler, Arapça ibareler, XV. yüzyılın ikinci yarısından
sonra gelişen inşâ anlayışının da etkisiyle bilhassa mensur eserlerin bütününe yayılmıştır.
Ayrıca özellikle şiir şerhlerinde istişhâd için âyet ve hadislerden özlü sözlere, mısralardan
manzumelere kadar her çeşit malzemenin kullanıldığı görülür. İktibas ve istişhâd yoluyla
ifadeyi zenginleştirme ve süsleme anlayışı Türk nesrinde ayrı bir yeri olan divan mukad-
dimelerine de yansımış bulunmaktadır.
Teşbih
Klasik İslâm belâgatıyla Batı retoriğinde, mecazla birlikte ele alınmışbir sanat olarak üze-
rinde çok geniş bir şekilde durulmuştur. Teşbihle mecazın esas farkı kelimelerin gerçek an
lamıyla kullanılmasıdır. Türkçe’de teşbih edatı günümüzde kullanılan “gibi” takısıdır. Ancak
eski edebî metinlerde bunun yanında “tek, sanki, nitekim, çün, güya, gûne, mânend, kadar,
sıfat, misal” kelimeleriyle “-casına, -cılayın, -âsâ, -veş, -vâr” ekleri de çokça kullanılmıştır.
84 Türk İslâm Edebiyatı
İstiâre
Sözlükte ‘’ödünç istemek, ödünç almak’’ anlamına gelen istiâre kelimesi bir belagat terimi
olarak, ‘’bir kelime veya ibarenin, teşbihi kuvvetlendirmek, onu abartarak muhataba daha
güçlü yorum imkânı sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak ger-
çek anlamı dışında kullanılması’’ şeklinde tarif edilmiştir. İlk devrede bazı belâgat âlimleri
istiâreyi bir teşbih türü olarak kabul etmişlerse de daha sonra gelenler onu bir mecaz
türü olarak da görmüşlerdir. Ancak teşbihte benzeyen ve benzetilen birlikte kullanılırken
istiârede bunlardan yalnızca biri yer alır. Mecazda ise istiârenin aksine benzetme amacı
bulunmaz. Kur’ân-ı Kerîm en güzel istiâre örnekleri bakımından zengin olduğundan bu
vadide çok etkili anlatıma sahip örnek bir metin kabul edilmiştir. Onun îcâzını sağlayan
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 85
özelliklerden biri de engin tasvir ve mâna yüklü bu istiarî mecazlar olduğundan Türk-İslâm
edebiyatı şair ve yazarları da eserlerinin bu vasıflara sahip bulunmalarının onları okuyanlar
üzerindeki üzerindeki etkilerini artıracağından bu sanatı özellikle benimsemişlerdir.
İstiâre, Türk dilinin tabii yapısında ve özellikle deyimlerde çok yer bulmuş bir sa-
nattır. Hatta günlük konuşma dilindeki istiâreli anlatım Türkçe’yi güzelleştiren dil
husûsiyetlerinin başında gelmektedir. Bir kelimeyi asıl anlamını akla getirmeden kullan-
manın, mânayı güzel ifade etmede en etkili yol kabul edilmesi istiârenin önemini art-
tırmıştır. Bir süsten ziyade dilin tabii bir parçası olarak günlük dilde de yer alan bu tür
kelimelere: “sersem yerine ‘’kaz’’, inatçı yerine ‘’keçi/katır’’, asık suratlı veya zalim yerine
‘’Nemrut’’, âşık veya şaşkın yerine ‘’Leylâ’’ gibi” örnekler verilebilir. Ayrıca dilimizde pek
çok benzeri bulunan “ağır söz, baştan çıkmak, kulak kabartmak, sözünde durmak, yufka
yürekli” gibi istiâreye dayalı bazı deyimler de önemli bir yekün tutmaktadır.
Belâgat kitaplarında istiâre genellikle üç ana başlık altında incelenmiştir.
1. Açık İstiâre (istiâre-i musarraha). Yalnızca benzetilenle yapılan istiaredir. Benzeti-
len unsurun açık olarak zikredildiği bu türe güzel bir misal olarak Yahya Kemal’in:
‘’Zaman o gül gibi gül görmemiş zamân olalı
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı’’
beyti verilebilir. Burada gül kelimesiyle Peygamber Efendimiz kastedilmiştir. Çün-
kü Türk edebiyatında gül remzi öncelikli olarak peygamberimiz için kullanıldığın-
dan açık istiâre yapmıştır.
2. Kapalı İstiâre (istiâre-i mekniyye). Yalnızca benzeyenle yapılan bu türde benzetilen öğe
zikredilmeyip okuyucunun onu belirlemesini sağlayacak bir ipucu mevcuttur. Bâkî’nin:
‘’Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan’’
beytinde bahçedeki ağaçların dervişlere benzetilmesi kapalı istiâredir. Burada
ağaçlar (benzeyen) söylenmiş, fakat derviş (benzetilen) söylenmeyerek, onun ye-
rine ‘’tecrid hırkasına girmek’’ ve ‘’el almak’’ gibi dervişlere ait iki özellik ipucu
olarak zikredilmiştir. Her kapalı istiârede, ona bağlı biçimde hayal gücüne dayanan
‘’istiârei tahyîliyye’’ adı verilen bir istiâre türü daha ortaya çıkar. Bâkî’nin bu bey-
tinde hayal gücünün benzetilenin özelliklerini benzeyene (ağaçlar) isnat etmesi de
aynı zamanda istiâre-i tahyîliyye olur.
3. Mürekkep istiâre (İstiâre-i temsîliyye). Batı retoriğinde bu türe “alegori” denil-
mektedir. Bu sanat istiârede yer alan bir unsurun değişik yönleri ve özelliklerinin
benzetme konusu yapılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Gizl gizli iş yapan bir kimse
hakkında, ‘’Saman altından su yürütüyor’’ denilmesi de bu tür bir istiâredir. Bu tür
istiâreler dilde yaygınlık kazandığında mesel/atasözü haline gelir: “Ayağını yorga-
nına göre uzat!” atasözünde olduğu gibi.
Temsilî istiarenin en güzel ve beğenilmiş yeni örneklerinin başında Faruk Nafiz’in:
‘’Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor’’
mısralarıyla başlayan ‘’At’’ şiiri gelmektedir. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı’ndaki
şahlanışını yağız atla temsil eden bu şiir, temsilî istiare üzerine kurulmuş ve her
beyitte benzetmenin farklı yönleri sıralanmıştır. İstiârenin bunların dışında da
istiâre-i asliye, istiâre-i tebeiyye vb. başka bazı sınıflamaları da yapılmıştır.
İstiare sanatına Türk edebiyatında en çok klasik şairler ilgi duymuştur. Bunun sebebi, Os-
manlı şiirinin klasik üslûbu ve mazmun denilen klişeleşmiş mecazlar yaratma gayretidir.
Sevgili yerine “nigâr, büt, âfet” vb.; boy yerine “nihâl, servi, ar‘ar, şimşâd; dudak ve ağız
yerine “la‘l, kadeh, hokka, nokta, gonca, gül” gibi klişeler kullanmak hep istiâreli ifadelerdir.
Mecaz
Bir ilgi veya ipucu ile gerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi ifade eden bu
belâgat terimi, kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın ola-
nıdır. Bu konuyla ilgili bilgilere geçmeden önce kelimelerin anlam bakımından üç farklı
özelliği bulunduğunu hatırlamakta fayda vardır. Bunların ilki kelimenin manâ‑yı hakîkî/
aslî de denilen asıl anlamıdır. Günümüzde ise “öz anlam, temel anlam, düz anlam” terim-
leri kulanılmaktadır. “Göz” kelimesinin görme organının adı olarak kullanılması onun
hakiki mânasını karşılamaktadır. “Su kaynağı, su menbaı” yerine kullanılması da böyle-
dir. İkincisi manâ‑yı tâlî de denilen yan anlamdır. Kelimenin kullanımı sırasında zamanla
kazandığı ikinci derecedeki manasıdır. Günümüzde buna “türeme anlam, üreme anlam,
kullanış anlamı” gibi adlar da verilmiştir. Terazi kefesi için “göz” denilmesiyle kelimenin
yan anlamı ifade edilmiş olur.
Üçüncüsü mecâzî anlamdır (ma’nâ‑yı mecâzî). Kelimenin asıl ve yan anlamlarının
dışında ilişki ve benzerlik yoluyla daha başka ve farklı bir kavramı ifade etmek üzere ka-
zandığı yeni manadır. Günümüzde “mecâzî mâna” denildiği gibi “iğreti anlam, imgesel
anlam, değişmece anlamı” gibi yeni isimlendirmeler de kullanılmaktadır. “Gözü doymaz”
veya “aç gözlü” deyimlerindeki “göz” mecazi anlamdadır. İşte mecaz sanatı bu anlam-
dan hareketle doğmuş, kelimenin lafzı ile mânası arasındaki alâka üzerine kurulmuştur.
“Mecazda esas olan anlaşılır bir müphemiyettir. Yani kelimenin hakiki mânası ile mecaz
anlamı arasında bir taraftan bir ilginin, diğer taraftan gerçek mânasının anlaşılmasına
“karîne‑i mânia” denilen aklî bir engelin mevcudiyeti lâzımdır. Bu ise sözün gerçek anla-
mında kullanılmadığını gösterir. Bu delil bazan ibarenin içinde yer alır, bazan da “siyak
ve sibak” denilen sözün bağlamından anlaşılır veya hissedilir. Nitekim, “Onun otomobili
uçuyor” cümlesindeki “uçmak” kelimesi, otomobilin uçması mümkün olmadığı için ger-
çek anlamının dışında ve mecaz olarak kullanılmıştır. “Gözü açık” deyiminin “becerikli”,
“kulağı delik” tabirinin ise “olan bitenden haberdar” mânasına kullanılmasında da aynı
özellikler bulunmaktadır.
Mecazlar söze güzellik, canlılık ve etkinlik katar; konuşanın ifade etmek istediğinin
daha kuvvetle anlaşılmasına imkân tanır; muhatabın kavrayışını arttırdığı gibi ona güzel
bir duygu ve bir nevi heyecan verir. Ayrıca mecaz denildiğinde umumiyetle mecâz‑ı mür-
selin anlaşılması gerektiği hususunda bir görüş birliği bulunmaktadır.
Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre kaç kısımda ele alınmışlardır, araştırınız.
4
İrsâl-i Mesel
“Îrâd-ı mesel” diye de adlandırılan bu sanat manzum yahut mensur bir ifadede söze des-
tek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü,
özellikle “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan iktibasa, kullanılan
sözle asıl anlatımdaki mana benzerliği dolayısıyla teşbihe ve anlatımla örnek gösterilen
öğelerin denkliği yönünden leff ü neşre benzer.
Manzum yahut mensur her tür ve şekilde edebî metinde yer almakla birlikte çoğun-
lukla beyitler halinde yazılan şiirlerin ikinci mısraında bulunan atasözü üzerinde, onu
mısraa veya vezne uydurmak için küçük değişiklikler yapılabilir. Ayrıca ibarenin atasözü
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 87
olduğuna veya herkesçe kabul gören bir ifade bulunduğuna dair ‘’meşhurdur, meseldir,
derler, denilmişdir, zira, elbette, nitekim’’ gibi kelimeler de kullanılabilir. Nakledilen söz
başka dillerden geçmiş ve dilimizde de atasözü gibi kullanılmakta olan bir hükmü ifade
edebilir. Fuzûlî’nin:
“Geçtiğim dünyadan vü ukbadan seninçün oldu fâş
Doğru derler ‘küllü sırrı câveze’l-isneyni şâ’”
beytindeki kullanım buna iyi bir örnektir. Şair burada “bir sır iki kişiyi aşarsa fâş olur, onu
herkes duyar” manasına gelen Arapça atasözünü ustaca beyte yerleştirerek “doğru derler”
hükmüyle bunun bir atasözü olduğuna, işaret etmiş olmaktadır.
Şair herkesçe bilinen bir gerçeği örnek verirse buna ‘’îrâd-ı mesel’’ denir. İrsâl-i me-
sel belâgat açısından daha değerli olup mısraı berceste gibi kolayca hâfızada kalır. Ayrıca
vezne uygun atasözlerinin bir kısmının, ilk mısraları unutulmuş irsâl-i mesel örnekleri
olduğu düşünülebilir. Koca Râgıb Paşa’nın:
‘’Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun
Şecâat arzederken merd-i kıbtî sirkatin söyler’’
beytiyle Nev‘î’nin:
‘’Geldimse ne var ben şuarâ bezmine âhir
Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir’’
beytinin ikinci mısraları gibi.
Tazmin
Tazmin “başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılması”anlamına gelir. Eskiden
nazım ve nesir için müştereken kullanılırken gazeteciliğin yayılmasından sonra tazmin
nazma, iktibas nesre ait bir terim haline dönüşmüştür. Tazmin daha ziyade gazel ve kasi-
dede uygulanır. azen tek beytin başına mısra ilâvesiyle birden fazla bent oluşturularak taz-
min beytinin her bentte tekrarlandığı musammatlara da yazılmıştır. Tazminde alıntılanan
şiir parçasının kime ait olduğunu söylemek bir kuraldır. Nef‘î’nin:
“Bihamdillâh zamânında be-kavl-i Sabri-i Şâkir
Girîbân-ı felek mehcûr-ı dest-i âh-ı şekvâdır “
beyti buna iyi bir örnektir. Çok bilinen bir mısra veya beytin iktibas edilmesi halinde şai-
rin adının söylenmemesi kusur sayılmamaktadır.
Tecâhül-i ârifâne
Osmanlı edebiyat çevrelerinda kısaca “tecâhül” veya “tecâhül-i ârifâne” şeklinde anılan
tecâhül-i ârif sanatı, şiir ve nesirde, “bilinen bir hususun bir nükteye bağlı olarak bilin
miyormuş gibi ifade edilmesi”şeklinde tarif edilebilir. Batı retoriğindeki karşılığı ironidir.
Şair bunun için muhatabına aslında cevabını bildiği sorular sorar. Böylece hem maksadı
doğrudan söylemenin basitliği yahut yeknesaklığı kırılmış olur, hem de söze nükte ve za
râfet kazandırılır. Tecâhül-i ârifte gözetilen nükteler muhatabı neşelendirmek, azarlamak,
şaşırmasına sebep olmak, hislerinin şiddetini ortaya koymak ile övme ve yermede abartı
şeklinde sıralanabilir. Şeyhî’nin:
“Melek misin yâ perîsin yâ rûh-ı kudsî aceb
Bu hüsn ile bu melâhat beşerde buluna mı?”
88 Türk İslâm Edebiyatı
beytinde başvurduğu tecâhül güzel bir örnektir. Şair, sevgilisinin güzelliğini övmek için
onun insan üstü bir varlık olmadığını bildiği halde bilmez görünmekte onu melek, peri
hatta Cebrâil’e benzeterek güzelliğini abartmaktadır.
Azarlama yahut şaşırma amacıyla tecâhül-i ârife başvurulmasına Hüsnî’nin şu beyti
örnek gösterilebilir:
“Ey hâk-i Kerbelâ nedir ol sebz câmeler
Eyyâm-ı mâtemin bu mudur resm ü âdeti.”
Baharın gelişiyle Kerbelâ toprağının yeşillere büründüğünü gören şair onu Muharrem
matemine kayıtsız kalmakla suçlamakta matem renginin siyah olduğunu bildiği halde,
“Yoksa oralarda, matem günlerinde de yeşil giyinme âdeti mi vardır?” diyerek tecâhül
göstermektedir.
Tecâhül-i ârif daha çok soru sorma (istifham) yoluyla oluşturulduğundan klasik
belâgat kitaplarında istifham konusu bu bahis içinde ele alınmışsa da ilk defa Ta‘lîm-i
Edebiyyât’ta ayrı bir edebî sanat şeklinde tanımlanmıştır Buna göre istifhamda sorulan
soruya cevap beklenmez. Ancak ifadeyi güzelleştirmek, bir düşünceyi vurgulamak, dikkat
çekmek, söze samimiyet katmak gibi sebeplerle soru sorulması bir sanattır. İstifhama baş
vuran kimse bazan konuyu tam bilmeyen, onu anlamaya çalışan bir kişi hüviyetine bürü
nür; bu durumda istifham tecâhül-i ârife yaklaşır. Tecâhül-i ârifte istifham çoğunlukla bir
üslûp özelliği olarak kullanılmaktadır. İstifham sanatında düşünce soru şeklinde dile geti
rilir. Tecâhül-i ârifte cevap sorunun içine yerleştirilerek muhataba sezdirilir, ayrıca burada
mecâzî anlam gözetilir. Aksi takdirde ifade, beklenen etkiyi meydana getirmeyeceği gibi,
muhatabı incitici bir söz haline de dönüşebilir. İstifhamda ise kelimeler gerçek anlamıyla
kullanılır. Bununla birlikte istifhamla tecâhül-i ârif arasında kesin bir ayırım yapmak her
zaman mümkün değildir.
Hüsn-i ta’lil
Türk edebiyatında hüsn-i ta‘lîl’e, ‘’hüsn-i tevcîh’’ de denilir. Hüsn-i ta‘lîl, “bir olayın ger-
çek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılması” şeklinde tarif
edilebilir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, hayatı ve dış dünyayı gön-
lüne aksettiği gibi algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta‘lîle başvurur. Böylece, “yağmu-
run yağışı semanın kendisi için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe
benzeyen sevgiliyi hatırladığında hasretle göz yaşı dökmesine, miskin siyahlığı yüzünün
karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boylu-
yu seyretme arzusuna” bağlanır. Genellikle ilk mısrada sözü edilen husus, ikinci mısrada
alışılmışın dışında bir sebeple izah edilir. Zikredilen gerçek dışı sebep, muhatabın da aynı
hislere dalmasına ve hayrete düşmesine sebep olur. Fuzûlî ‘’Su Kasidesi’’ndeki:
‘’Hâki pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su’’
beytinde suyun gürül gürül akışını, Hz. Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için
hasretle başını taştan taşa vurarak akması şeklinde göstermektedir.
Hüsni ta‘lîl Türk-İslâm edebiyatı eserlerinde özellikle şiirde sıkça kullanılmıştır.
Tenâsüb
Sözlükte “uyum, orantı, yakışma” anlamına gelen tenâsüb kelimesi, edebiyat terimi olarak
“aralarında karşıtlık dışında bir ilgi bulunan iki veya daha çok kelimenin anlam güzel
liğini ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla aynı sözde bir araya getirilmesini” ifade eder.
Eski belâgat kitaplarında aynı veya yakın anlamda “cem‘iyyet, mürâât-ı nazîr, tevfîk, telfîk,
i’tilâf ” gibi terimler de kullanılmıştır. Tenâsübün sağlanması için genellikle birbirine ya
kın veya farklı ilim dallarına ait terim ve kavramların, tarihî ve efsanevî kahramanları
yahut bu isimler etrafında gelişen olayları hatırlatan kelimelerin, birbiriyle alâkalı hayvan,
bitki ve çiçek adlarının aynı ibare, mısra veya beyit içerisinde zikredilmesi gerekir.
Tenâsübün edebî sanat derecesine ulaşabilmesi için kelime seçiminde titiz davran
ılması gerekir. Anlamca yakın kelimelerin gelişigüzel veya zorunlu biçimde bir araya gel
mesiyle tenâsüp gerçekleşmez. Meselâ, “Öğrenci bugün okulda öğretmenini dinlemedi”
cümlesinde öğrenci, okul ve öğretmen kelimeleri anlamca birbirleriyle ilgili olmakla bir
likte cümlede tenâsüp sanatı yoktur.
Tenâsüp, diğer edebî metinlerde de yer almakla birlikte özellikle şiirde çok kullanılmıştır.
Divan şairleri tenâsübü bir nükte oluşturacak biçimde kullanmıştır. Bursalı Ahmed
Paşa’nın:
“Mest oluptur çeşm ü ebrûnun hayâlinde imam
Okumaz mihrâpta bir harf-i Kur’ân’ı dürüst”
beytinde imam, mihrap ve Kur’an kelimeleriyle tenâsüp yapılmış, imamın mihrapta sev
gilinin kaşı ve gözünün hayaliyle (divan şairleri mihrabı sevgilinin kaşına benzetirler)
kendinden geçtiği için âyetleri doğru okuyamayacak duruma geldiği nükteli bir şekilde
anlatılmıştır. Necâtî Bey’in:
90 Türk İslâm Edebiyatı
Leff ü neşr
Sözlükte ‘’toplama, dürme, bükme’’ anlamına gelen leff ile ‘’dağıtma, yayma’’ mânasındaki
neşr kelimelerinden oluşan leff ü neşr “cümlenin kuruluş ve dizilişiyle ilgili, anlama gü-
zellik katan” söz sanatlarından biri olarak tanımlanabilir. Bu sanatta önce iki veya daha
fazla unsur ayrı ayrı yahut kısaca zikredilir (leff), ardından bunların her biriyle ilgili öğe-
ler anılır (neşr). İlk bölümde yer alan öğelerin ikinci bölümdeki unsurlardan hangisine
ait olduğu açıkça belirtilmeden aralarındaki ilgiye göre, bunları belirleme işi okuyucuya
bırakılır. Neşr’e âit unsurlar, leff bölümündekileri tamamlayıcı ve açıklayıcı nitelikte olur.
Bu unsurlar ayrı ayrı zikredilmişse buna ‘’tafsilî’’, birden çok (müteaddit) cüz veya unsuru
içine alan bir tek lafız halinde anılmışsa ‘’icmâlî (mücmel)’’ denir. Leff ü neşr, kelimelerin
zikrediliş sırasına göre ikiye ayrılır; sıraya riayet edilmişse ‘’mürettep”, edilmemişse “gayr-i
mürettep” diye ayrılır.
Telmih
Arap-Fars-Türk kültür ve edebiyatına ait “bir metinde bu kültürlerin örnek gösterilecek
değerlerine sahip kişi ve olaylarla âyet, hadis kelâm-ı kibar, atasözü vb. kalıplaşmış iba-
relere gönderme yapma sanatı” olarak tarif edilebilir. Lügatte “göz ucuzla bakmak, ışığın
çakması, parıl parıl parlamak” gibi manalara gelen Arapça “lemh” kökünden türemiştir.
Günümüz edebiyatında telmih yerine gönderme ve anıştırma, batı edebiyatında ise
“allusion” ve “metalepsis” terimleri kullanılmaktadır.
Telmih sanatı ve malzemesi, Türk edebiyat ve belâgatine Arap-Fars edebiyatından inti-
kal etmiş olup, bu iki edebiyatın İslâm öncesi ve sonrasında sahip olduğu kültürel ve dini
unsurlardan meydana gelmektedir.
İktibas ile îrâd-ı mesel ve tazminin telmihten farkı, ilkinde ibârenin lafzen, bütünüyle
veya kısmen metne aktarılması, ikincisinde ise atasözünün bazı değişiklerle zikredilmesi-
dir. Telmihte ise bu gibi ibârelere sadece işaret edilir. Ancak bu işaretlerin açık (âşikâre) ve
kapalı (müphem) olmasına göre iki türlü telmihten söz etmek mümkündür. Bunlardan bi-
rincisinde, beyitte telmih edilen unsura delalet eden uygun bir kelime yer alır: Neşatî’nin:
“Hâl-i dili ne yâr u ne ağyâr ile söyleş
Ferhad-ı belâ-keş gibi kühsar ile söyleş”
beytinde “Ferhad” ve “kûhsâr” kelimleri telmihin adresini açıkça göstermektedir: Aşkı
uğruna dağları delen Ferhad’ın macerası. Kapalısında ise telmih edilen husus okuyucunun
üzerinde düşünüp bir tür isabetli yoruma erişmesiyle ortaya çıkar: Şeyhî’nin:
“Zaif ü acz ile sıkl-i tekellüfata hamûl
Zalûm u cehl ile himl-i emânete hammal”
beytinde Ahzâb sûresinin “Biz emaneti taşımayı göklere, yere, dağlara teklif ettik. Onlar
bunu yüklenmekten çekindiler. İnsan onu yüklendi. Çünkü o pek zâlim çok cahildir” şeklin-
de tercüme edilebilecek 72. âyetine telmih bulunduğu Kur’an kültürüne vukuf yanında,
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 91
insana yapılan ilahî teklifi bilme ve adem oğlunun bunu kabule yönelmesinin cehaletin-
den kaynaklandığını anlama nüktesi vardır.
Telmih divan edebiyatıyla, dinî ve tasavvufî edebiyat üzerinde yoğunlaşan Türk-İslâm
edebiyatında, müslüman milletlerin İslâm öncesi ve sonrasına ait müşterek kültürlerinde
yer almış peygamberler, onların içinde yaşadıkları kavimlerle olan maceraları, yakın ve
uzak çevresi, o devirde ahlâkî özellikleriyle öne çıkmış önemli şahıslar, mühim tarihî ve
destanî olaylar, bunları kalıplaşmış bir şekilde anlatan ifadeler olan atasözleri, beyit ve
mısralar, kelâm-ı kibarlar yanında, benzer muhtevaya sahip âyet ve hadislere yapılan gön-
dermeleri içine almaktadır. Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”ndeki:
“Hayret ilen parmağın dişler kim etse istimâ
Parmağından verdiği şiddet günü Ensâr’a su”
beytinde ise Hz. Peygamber’in Tebük gazvesi sırasında su sıkıntısı çeken ashâbının ihti-
yaçlarını karşılamak için parmaklarından su akıtması mucizesine ve bu hususu nakleden
rivayete de telmih vardır.
Türk-İslâm edebiyatında kullanılan telmih malzemesinin bir kısmı İslâmiyet öncesin-
deki cahiliye kültürü ile Arap edebiyatının ahbaru’l-Arap başlığı altında toplanabilecek
rivayetler, kıssalar, hikâyeler, ensab ve nevâdir gibi kadim malzemesinden -bunun için-
de Leylâ ve Mecnun kıssasının ayrı bir yeri vardır- gelmektedir. Ayrıca Fars edebiyatının
destanî ve hamasî -bu alandaki en önemli malzemeyi veren Findevsî’nin Şehname’si ile
başta İskendernâme, Tarîh-i Taberî, Âsâr-ı Bâkıye, Siyeru’l-Mülûk gibi tarihlerde yer alan
isimler ve olaylardan gelen millî veya tarihi malzeme de denebilir- birikiminden gelenler
olarak iki grupta toplamak mümkündür. Buna Hind destanlarından ve mukaddes kitap-
larından gelerek Fars kültürüne girmiş malzemeyi de eklemek lâzımdır. Her iki edebiyatta
da ilk devir şair ve yazarları telmihlerinde İslâm öncesi yerli, destanî, millî, ahlâkî ve ha-
masi malzemeyi daha çok kullanmışlar.
X. asırdan sonra ise Türk edebiyatının da katılmasıyla her üç edebiyatın telmihlerinde
kullanılan malzeme, bu eskilerle birlikte Kur’an, tefsir ve hadislerde yer alan peygamber kıssa-
ları (kısas-ı enbiya, özellikle Hz. Âdem ile Havva, cennetten çıkarılmaları; Hz. Nuh ve Tûfan;
Hz. İbrahim, putları kırması ve ateşe atılması; Hz. Yusuf, babası Ya’kub ve kardeşleri, Züley-
ha ile macerası; Hz. Musa, doğumu, Nil’e bırakılması, Peygamberliği, Firavunla ve Karun ile
maceraları, Tur’a çıkması, Hızır ile ab-ı hayatı aramak maksadıyla yolculuğu ve karşılaştığı
olaylar; Hz. Süleyman’ın başından geçenler: Saba melikesi Belkıs ile münasebeti, cinlere ve
hayvanlara hükmetmesi, hüthüt ve karınca hikayeleri vs.; Hz. İsa ve annesi Meryem’den ba-
basız doğması, beşikteyken konuşması, nefesinin ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri ve ashab-ı
kefh konusundaki bilgiler –bu bilgilere israiliyyattan gelen malzemeyi de eklemek lazımdır.-),
Hz. Peygamber’in hayatı (siyer, özellikle mucizât-ı nebi, mi’rac), ehl-i beyt ve hulefa-i raşidi-
nin içinde bulunduğu mühim olaylar, Kerbelâ hadisesi, tasavvuf ve ilk mutasavvıfların içinde
yer aldığı ibretlik keramet ve hadiseler olmak üzere dini-İslamî bir mahiyet kazanmıştır.
Ebced
Arap alfabesinin “ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi”
olarak tanımlanabilir.
Arap alfabesi hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, harflerin önceleri “et-tertîbü’l-
ebcedî” denilen “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fez, karaşet, dazığ” sıralamasıyla dü-
zenlenmiş oldukları ifade edilmektedir. Türkçe’de bu tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam
değerine sahip olmayan lâmelif ile bitirilerek “dazığlen” şeklinde söylenmekte ve ardına
da daima Mü’minûn sûresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llahü ahsenü’l-
hâlikın/her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah mubarek kılsın” ibaresi eklenmektedir.
92 Türk İslâm Edebiyatı
Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu kelimelerin ilk üçü birler (âhâd:
1-10), ortadaki ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de yüzler (miât: 101-1000) basama-
ğında bulunan rakamları gruplandırır.
Bu konuda açık bir fikir vermek için, aynı veya yakın anlamlara gelen bazı değişik
kelimelerin ebced karşılıklarının aynı sayıyı verdiği örneği gösterilebilir: Meselâ zebân/
dehân=60, ilim/amel=140, ayak/kadeh=112, tevbe/peşîmân=413, dîvâne/gönül=66 gibi.
Nitekim “Allah” ve “hilâl” kelimelerinin ebced değerleri (66) eşit olduğundan Türk bayra-
ğındaki hilâlin Allah’ı sembolize ettiği kabul edilmiştir. Lâle de ebcedle aynı rakamı ver-
diği için, bu çiçek de aynı sembolik değeri taşır. Ayrıca Türkçe bir deyim olan “işi 66’ya
bağlamak” da bu sebeple meseleyi Allah’a havale etmek şeklinde izah edilmiştir. “
Vak’anüvislerin çeşitli olayların tarihlerini tesbit maksadıyla bunların ebced karşılıkla-
rı olan kelimeleri yazdıkları, vakıf kayıtlarında da aynı usule başvurulduğu bilinmektedir.
Meselâ İstanbul fetih yılı Kurân-ı Kerim’deki “beldetün tayyibe” kelimesinin ebcedle karı-
şılığı olan (h. 857/1453) yılına rastgelmekte, bu ise müslüman topluluklar tarafında ilâhî/
Kur’anî bir mucize olarak kabul edilmektedir. Ayrıca pek çok alim ve şairin vefat tarihleri
“fevt, mevt, adn” gibi kelimelerin ebcedle karşılıklarıdır. Devlet tarafından yaptırılan bazı
sayım ve tesbitlerde ortaya çıkan rakamların değiştirilmesini önlemek için bunların yine
ebced tertibindeki kelimelerle ifade edildiği bilinmektedir.
Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı zannedilen, ger-
çekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere dayanan, evrensel gerçeklerin
sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır. XVII. yüz-
yıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced harfleriyle ilgili
olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde toplamıştır
Bilhassa Hurûfîlik’le Bektaşîlik’te ve genel olarak bütün tasavvufî edebiyatlarda ebced
harflerinin bazı sırları ve rakam değerlerinin de çeşitli havassı olduğu yolunda yaygın bir
kanaati yansıtan manzum veya mensur birçok örnek bulmak mümkündür.
Tarih Düşürme
Türkçe’de tarih manzumesi yazarak vuku bulan hadiselerin tarihlerini zikretmeye “tarih
düşürme, tarih yazma, tarih söyleme” denilir. Tarih düşürme sanatı, XII. yüzyılda önce
Fars edebiyatında ortaya çıkmış, XIV. yüzyılda Türkler’e, XV. yüzyılın ortalarından sonra
ise Türkler’den de Araplar’a geçmiştir.
Kanûnî devrine kadar mimari eserlerin çoğunlukla Arapça ve Farsça yazılan tarih
kitâbeleri XVI. asırdan itibaren daha çok Türkçe ve manzum olarak kaleme alınmıştır.
Cevdet Paşa, Türk edebiyatında manzum tarihin ilk defa Hızır Bey tarafından 850 (1446)
yılında Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı bir cami için söylenen, “Câmi’un zîde ömrü
men a’merehû/Bu camiyi imar edenin ömrü uzun olsun” mısraı ile başladığını söylemişse
de (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 170), mevcut bilgiler daha XIV. yüzyılda Türkler tarafından
tarih manzumeleri yazıldığını göstermektedir. Türk edebiyatında tarih manzumelerinin
en başarılı ve zengin örnekleri XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Başlangıçta öğrenme ve ezberleme kolaylığı için ortaya çıktığı tahmin edilen tarih
düşürme, daha sonra şairliğin gereklerinden biri sayılarak bir nevi sanat gösterme aracı
ve sanatkarın kudretinin göstergelerinden biri sayılmıştır. Türk edebiyatında XV, asırda
Ahmed Paşa’dan itibaren başlayan tarih düşürmeye rağbet, XIX. yüzyılda Nâmık Kemal,
Muallim Nâci, Recâizâde Mahmud Ekrem, Üsküdarlı Talat gibi birçok şair tarafından de-
vam ettirilmiş ve sanatkarane tarih manzumeleri kaleme alınmıştır. Başta alfabe değişikli-
ği olmak üzere eski edebiyat gibi kültürel unsurların Cumhuriyetten sonra gittikçe gözden
düşürülmesi/düşmesi sonucunda azalarak da olsa devam eden tarih manzumesi kaleme
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 93
alma işi Tâhirülmevlevî, Halil Nihat Boztepe, Hamâmîzâde Mehmed İhsan, Kemal Edip
Kürkçüoğlu, Ali Nihad Tarlan, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Çavuşoğlu ve özellikle Arif
Nihat Asya gibi şairler tarafından sürdürülmüştür.
Tarih düşürmede genellikle hicrî kamerî yıl kullanılmakla birlikte son devirlerde hicrî
şemsî, malî (rûmî) ve milâdî tarihe göre düzenlenmiş beyit ve şiirlere de rastlanmaktadır.
Tarih manzumeleri divan edebiyatının hemen bütün nazım şekilleriyle yazılmakla be-
raber eldeki örnekler daha ziyade kıta şekline rağbet edildiğini göstermektedir. Bunlar ya-
zıldığı nazım şekline göre divanların da aynı türden şiirlere ayrılan bölümlerinde (kasâid,
mukattaât, musammat vb.) yer alır. Birçok şair ise bu tür şiirlerini divanlarının “tevârîh”
başlığı altında ayrı bir bölümde toplanmıştır.
Tarihler farklı biçimlerde düzenlenmiştir.
1. Lafzan (lafzî/sûrî) tarih. Tarihi verilecek olayın rakamla değil sözle zikredildiği
tarihtir. Buna “düz tarih” adı da verilir. Kâtip Feyzi Efendi’nin kendi ölümü için
söylediği böyle bir tarih daha sonra mezar taşına yazılmıştır:
“Sıhhatimde Feyziyâ lafzan dedim târîhimi
Bin yüz elli sâlde (1737) kıldım âlem‑i lâhûtı câ”
2. Mânen (mânevî) tarih. Olayın tarihinin ebced hesabına göre harflerin sayı değerle-
rinden çıkarıldığı tarihtir. Zor söylenmesine rağmen en çok kullanılan şekil budur.
III. Ahmed’in 1139’da (1726) yaptırdığı köşke Nedim’in düşürüğü:
“Duâ edip Nedîmâ söyledi bu mısrâı ol dem
Bu kasr-ı pâk Sultân Ahmed’e yâ Rab saîd olsun”
beyti gibi.
3. Lafzan ve mânen tarih. Söylenmek istenen yılı hem sözle hem de harflerinin sayı
değerleriyle ifade eden tarihtir. 1030 (1620-21) yılında İstanbul Boğazı’nın donma-
sına Neşâtî’nin düşürdüğü tarih gibi:
“Lafzan vü mânen ona dedi Neşâtî târîh
Be-meded dondu sovukdan bin otuzda deryâ”
Tarihin hesaplanma şekline göre genellikle üç türlü tarihle karşılaşılmaktadır.
1. Tam (müstevfâ/mutlak) tarih. Hesaplandığında yılın tam olarak ortaya çıktığı tarih
olup en makbul ve en güç söylenen çeşittir: İstanbul’un fethinin müjdelendiği yılı
belirten Kur’an’daki “beldetün tayyibetün” (857/1453) ibaresi gibi.
2. Ta‘miyeli tarih. Tarih mısraındaki harflerin sayı değerinin istenen tarihi karşılama-
dığı durumlarda ekleme veya çıkarma şeklinde bir hesap yapılması gereğinin bir
önceki mısrada söylendiği tarihtir. Bu türde bazı kelime oyunlarıyla bir sayı veya bu
sayının karşılığı olan bir harf, kelime yahut tamlamanın tarih mısraından çıkarıl-
ması ya da eklenmesi suretiyle yılı gösteren sayı tamamlanır. Tarih mısraındaki ek-
sik veya fazla sayı bir muamma, bir bilmece özelliği taşıdığından bu türe “ta‘miyeli
tarih” denmiştir. Bu da açık ze gizli ta‘miye şeklinde iki türlü olur. İlkinde işaret edi-
len eksik veya fazla sayı kolayca bulunurken ikinci türün çözümü oldukça zordur.
Üsküdar’da Şehzâde Seyfeddin Efendi Çeşmesi’nin kitâbesi ikinci türe örnektir:
“Itâş-ı ‘nâse’ işrâb eyledim târîhin ey Rahmî
Ne a‘lâ çeşme âbâd eyledi Şehzâde Seyfeddin”.
Birinci mısradaki “nâse” kelimesi hem “insanlara, halka” hem de “nâ-se” şeklinde “üç
yok” anlamı taşıdığından tarih (1144-3= 1141) (1728-29) şeklinde hesaplanacaktır.
94 Türk İslâm Edebiyatı
Türk edebiyatında tarih düşürme bilhassa XVIII. yüzyıldan sonra bir tür hüner gösterme ya-
rışına dönüşmüş, şairler muamma veya lugaz biçiminde, kinaye, taklîb veya tashîf yoluyla,
akrostiş veya vefk tarzında anlaşılması çok zor sanatlı tarihler söylemiştir.
4. Ünite - Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar 95
Özet
Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıy-
1 belirlemede kullanılan klasik ölçme-değerlendirme 3 la bilinen Türk-İslâm Edebiyatında sıkça karşılaşı-
birimi olan belâğat ilminin tarihçesini anahatlarıyla lan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp,
tanımlayabilmek. sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabilmek.
Türk-İslâm edebiyatında metinlerin sanat değerini Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin
ölçe işi Belâgat ilmine havale edilmiştir. Bu ilim önce bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşı-
Cahiliye şiirini değerlendirme maksadıyla Araplar laşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Tel-
arasında başlamıştır. İslâmdan sonra ise bir belâgat mih, Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Teşhis ve intak,
mucizesi olan Kur’an-ı Kerim’in İlâhî maksadını bü- Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok yüz
tün yönleriyle anlama kaygısı bu konudaki çalışmaları yüze gelinmektedir Ayrıca belâgat konularının ekle-
daha da gerekli kılmıştır. Bunun neticesinde belâgat rinden olan ebced hesabı ve tarih düşürme bahisleri
konuları başlangiçta “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, de edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat
Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’l-Kur’ân, İ’râbü-Kur’ân, unsurlarındandır. Edebiyat konularıyla meşgul olacak
Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda her seviyedeki kişilerin bu konuları asgari özellikle-
yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti.. riyle bilmesi ve elde ettiği bilgileri metin üzerinde
değerlendirmesi gerekmektedir. Bu konuda başarılı
Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele
olmanın çok metin okuma ve okunanlar üzerinde çok
2 aldığı farklı konuları kavrayarak muhtevalarını açık-
yönlü olarak durmayla elde edileceği açıktır.
layabilmek.
Yine Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir metin
oluşu, Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da
bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV. yüzyılları
kapsayan bu ikinci devre belâgatin bir ilim dalı olarak
teşekkül etmeye başladığı, terimlerinin ortaya çıktığı,
yazılan eserlerde belâgat bahislerinin ağırlık kazandı-
ğı ve böylece söz konusu ilim dalının Meânî, Beyan
ve Bedî’den ibaret klasik şeklini alarak teşekkülünü
tamamladığı bir zaman dilimi oldu. Yine bu devrede,
sonraki yıllarda Türk ve Fars belâgati üzerinde tercü-
me ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan
Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz
ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile Ebû Ya’kûb es-
Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan
sahanın klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı.
XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar
devam eden uzun süreyi kapsayan üçüncü safha yeni
eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye ve talikatların
kaleme alındığı duraklama yahut derinleşme devresidir.
Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesi-
nin etkisiyle, biri klasik anlayışı devam ettirmeye, di-
ğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya
çalışan yenilikçi yazarların eserleri olmak üzere, iki
farklı istikamette gelişmiştir. Birincisine Türk edebi-
yat camiasından Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldı-
ğı Belâgat-i Osmaniye, ikincisine Recâizade Ekrem’in
Talim-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar
belâgat meselelerini daha çok edebî tenkid ve estetik
endişelerle birlikte ele almışlardır.
96 Türk İslâm Edebiyatı
Kendimizi Sınayalım
1. Belâgatin size sağladığı en önemli husus aşağdakilerden 4. Bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benim-
hangisi değildir? setmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü, özellikle
a. Metinleri derinliğine anlamayı sağlar. “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilecek belagat unsu-
b. Belâgat konuları hakkında bilgi sahibi olmayı temin ru aşağıdakilerden hangisidir?
eder. a. Mecâz
c. Şiirlerdeki edebi sanatları bulmamıza yardımcı olur. b. İrsâl-ı Mesel
d. Türk-İslâm edebiyatı metinlerini doğru okumayı c. İstişhad
sağlar. d. İktibas
e. Okuduğumuz şiirlerden zevk almamıza imkân verir. e. İnşâ
2. Belâgat ilminin klasik tarifi aşağıdakilerden hangisidir? 5. Başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılmasına
a. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle muta- ne ad verilir?
bık olması. a. Tecâhül-i ârifâne
b. Kısa, veciz, kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin; b. İktibas
okuyana-dinleyene zevk ve haz veren söz söyleme c. Teşhis
yollarını gösteren bir ilim dalı. d. İntak
c. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mu- e. Tazmin
tabık olmasının usûl ve kaidelerini bildiren bir ilmi
disiplindir.
d. Sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usûlleri hakkında
bilgi veren ilimdir.
e. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle muta-
bık olmasının usûl ve kaideleri.
Sıra Sizde 4
Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre dört kı-
sımda ele alınmıştır: Kelime veya lafızların sözlük mânası dı-
şında kullanılmasından kaynaklananlarına “lügavî”, bir fiilin
asıl fâilinden başkasına isnat edilmesiyle yapılanına “aklî” adı
verilir. Ayrıca “örfî” ve “şer’î” olarak da bir ayırım yapıldığı
görülmektedir. Bir örnekle açıklayacak olursak “toprak” ke-
limesinin “mezar” mânasında kullanılması lügavîye, hasretin
ifadesi olarak kullanılan “toprak gözümde tütüyor” cümle-
sindeki örfîye, namaza delâlet eden “salât” kelimesiyle dua
kastedildiği zaman şer’îye, “Ağustos buğdayları iyice sararttı”,
örneklerinde olduğu gibi zaman, mekân ve sebebe bağlana-
rak yapılanları ise aklî mecazlara örnektir.
Sıra Sizde 5
Tecâhül-i ârif en çok teşbih, istiare, tenâsüp ve mübalağa
sanatlarıyla birlikte bulunabilir.
5
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türklerin müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak
özelliklerini açıklayabilecek,
Türk İslâm Edebiyatına ait eserlerin dini ve tasavvufi vasıflarını ayırt edebilecek,
Türk İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi gelişimini
açıklayabilecek,
Tarihî hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşimleri yorumlayabilecek,
Türk edebiyatının XV. yüzyıla kadar gelişim seyrini aktarabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Orta Asya Sahası Türk Edebiyatı • Tekke ve Tasavvuf Edebiyatı
• Anadolu Sahası Türk Edebiyatı • Dîvân Edebiyatı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Türk dilinin tarihi dönemleri hakkında bilgi edininiz.
• Necla Pekolcay’ın İslamî Türk Edebiyatı kitabından ilgili bölümü oku-
yunuz.
• Nihad Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı kitabından “Dinî Ede-
biyat Cereyanı” ile “Tekke ve Halk Edebiyatı” konularını okuyunuz.
İçindekiler
• GİRİŞ
XV. Yüzyıla Kadar • XI-XII. YÜZYILLAR (ORTA ASYA SAHASI)
Türk İslâm Edebiyatı • XIII. YÜZYIL (ANADOLU SAHASI)
Türk-İslâm Edebiyatı
• XIV. YÜZYIL
• XV. YÜZYIL
XV. Yüzyıla Kadar
Türk-İslâm Edebiyatı
GİRİŞ
VIII. yüzyıldan itibaren Türkler’in Müslüman Araplar’la ilişki kurmasıyla başlayan süreç,
bu milletin hayatında yepyeni bir dönemi başlatmış; pek çok alanda olduğu gibi edebî sa-
hada da etkisini göstermiş, İslâmî konu ve motiflerin hâkim olduğu bir edebiyatın ortaya
çıkmasına zemin oluşturmuştur. Türklerin Müslüman olmadan önce elbette bir edebi-
yatları vardı. Daha çok hafızalarda kayıtlı bu sözlü edebiyat, dâhil olunan yeni medeniyet
çevresinin etkisiyle yeni bir ruh ve heyecanla yoluna devam etmiştir. İslâm öncesinde Türk
boyları arasında yaşayan bazı destanlar sonradan İslâmî karaktere bürünerek Müslüman
Türk toplulukları arasında varlığını sürdürmüştür.
Müslüman Türkler’in kabul ettikleri yeni dinin kurallarını öğrenmek amacıyla Kur’an-ı
Kerim’in tercüme ve tefsiri işine giriştikleri bilinmektedir. Dolayısıyla İslâmî dönemde
Türklere ait ilk yazılı ürünlerin Kur’an tercüme ve tefsirleri olması muhtemeldir. Bununla
birlikte Türklerin İslâmiyet sonrasında meydana getirdikleri müstakil eserler Karahanlılar
dönemine (840-1212) rastlamaktadır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın Müslü-
man olmasıyla devletin resmî dini haline gelen İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmış-
tır. Buhara, Semerkant, Kaşgar, Fergana gibi Karahanlıların hâkimiyeti altında bulunan
kültür merkezlerinde Türk halkına hitap edecek olan ilmî ve edebî eserler meydana geti-
rilmeye başlanmıştır. Paralel dönemlerde hüküm süren Gazneliler (999-1030) devrinde
Türkçe yazılan eserlere rastlanmamıştır. Gazneliler sahasında, devlet yöneticileri her ne
kadar Türk de olsa Farsça konuşan toplulukların çoğunluğu oluşturması sebebiyle Farsça
eserlerin yazıldığı görülmektedir. Şöhreti günümüze kadar ulaşmış olan İranlı büyük şair
Firdevsî (ö. 1020) Şehnâme isimli mesnevisini Gazneli Mahmud (ö. 1030)’a sunmuştur.
Orta Asya’da Karahanlılar döneminde ortaya çıkan Türk İslâm edebiyatı bilinen bü-
yük eserlerini XI ve XII. yüzyıllarda meydana getirmiştir. Bu dönemde kullanılan Türkçe,
Hâkâniye Türkçesi olarak da isimlendirilen Karahanlı Türkçesidir. Bu dönemde yazılan
eserlerde Uygur yazısı ile birlikte Arap yazısı da kullanılmıştır. Anadolu’nun Türk ve İslâm
yurdu olmasından sonra Türk İslâm edebiyatı varlığını burada devam ettirmiştir. Selçuk-
lular hâkimiyetindeki Anadolu coğrafyası, Türk edebiyatı bakımından en zayıf dönemini
yaşamıştır. Beylikler devri ile birlikte canlanma aşamasına geçen Türk edebiyatı, Osmanlı
İmparatorluğu döneminde zirveye tırmanmıştır.
100 Türk İslâm Edebiyatı
Türk edebiyatının tarihi dönemleri ilgili daha geniş bilgi ve örnek metinler için www.turk-
ceciler.com sitesini inceleyiniz.
Kaynak: Caferoğlu,
A. (1970) Kaşgarlı
Mahmud, Mili Eğitim
Basımevi, İstanbul.
Karahanlılar döneminde medana getirilen ilk edebî eserlerin muhtevalarında hangi unsur-
1 lar öne çıkmıştır?
Orta Asya’da Ahmed Yesevî’nin önde gelen halifelerinden Süleyman Hakîm Ata’nın eserleri
hakkında bilgi edininiz. 2
Bugünkü Türkçesi
Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip
Tâliplere inci, cevher saçtım işte.
Riyâzeti katı çekip, kanlar yutup,
Ben defter-i sâni sözünü açtım işte
tercüme edilmiştir. Makâlât’ın temel konusunu dört kapı (şeriat, tarikat, marifet ve haki-
kat), ve her bir kapıda on prensibi ihtiva eden kırk makamın açıklaması oluşturmaktadır.
XIII. yüzyıl sona ererken edebî eserlerde Farsça ile birlikte Türkçe de kullanılmaya baş-
lamıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277 yılında devletin idaresini ele aldıktan sonra
yayımlamış olduğu “Bu günden sonra hiç kimse divanda, dergâhda, bargâhta, mecliste
ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.” şeklindeki fermanı, Türkçe yazma ko-
nusunda âlim ve edipleri cesaretlendirmiş olmalıdır. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö.
1312) eserlerini genel olarak Farsça yazmakla birlikte eserlerinin içinde Türkçe beyitler
de bulunmaktadır. Sultan Veled’in Divan, İbtidanâme, İntihanâme, Rebabnâme isimli
manzum; Maarif adıyla da mensur eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden İbtidanâme’de, 76,
Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır. Çok eser yazmakla birlikte Sultatn Veled
babası kadar güçlü bir şair değildir. Onun asıl önemi, temel prensiplerini Mevlâna’nın
koymuş olduğu Mevlevîliği sistemli bir tarikat haline getirmiş olmasıdır.
Yüzyılın sonlarında yaşadığı söylenen şairlerden biri hakkında fazla bilgi bulunmayan
Şeyyad Hamza’dır. Şeyyad Hamza’nın 1529 beyitlik Yusuf u Züleyha isimli mesnevisi, 36
beyitlik Dasitan-ı Sultan Mahmud adlı küçük bir mesnevisi ile az sayıda dini-tasavvufi
şiirleri bulunmaktadır.
On üçüncü yüzyılda yaşamış ve eserleri günümüze ulaşan şairlerden biri de Ahmed
Fakih’tir. Aslında bu yüzyılda birden fazla Ahmed Fakih adına rastlanmaktadır. Dün-
yanın geçiciliği, ölüm ve ahiret hayatına hazırlanmanın gerekliliğinden bahseden ve
bazı araştırmacılar tarafından edebiyatımızda ilk mevlid örneği olarak da kabul edilen
Çarhnâme; Şam, Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirleri ile buradaki kutsal mekânların
anlatıldığı Kitâbü Evsâf-ı Mesâcid isimli eserler Ahmed Fakih ismine izafe edilmektedir
(Sertkaya, 1989).
Türk tasavvuf edebiyatının şüphesiz en dikkate değer şairi Yunus Emre (ö. 1320) de
bu yüzyılda yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu menkabelere dayanmaktadır.
Kesin olmamakla birlikte Orta Anadolu ve Batı Anadolu bölgelerinde yaşadığı kabul edi-
lir. Eski kaynaklarda Yunus’un ümmî bir kişi olduğu nakledilmiştir. Eldeki bilgiler onun
tahsil yapıp yapmadığını açıklamaya yetmemektedir. Bununla birlikte o, tekke çevresinde
yetişmiş, ilahî bilgiyle donanmış âlim ve ârif bir kişidir (Tatçı, 1990).
Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiyye isimli mesnevisi bulunmaktadır. Yunus
şiirlerinde aruzun hece veznine uyan basit kalıplarını kullanmıştır. Dîvân’da daha ziyade
ilâhi aşkı konu edinen ilâhî, nutuk, nefes türünde şiirler yer almakla birlikte Münâcât, Na’t,
Miraciye, Nasihatnâme vb. türlere de rastlanmaktadır (Tatçı, 1990). Risâletü’n-nushiyye,
Yunus Emre’nin altı yüz beyitlik didaktik bir mesnevîsidir. 1307 yılında yazılmıştır. Eser,
Ruh ve akıl, kibir ve kanaat, buşu (gazab), sabır, buhl ve hased, gıybet ve bühtan olmak
üzere altı başlık halinde yazılmıştır (Tatçı, 1991).
Yunus Emre’yi önemli kılan onun dili, sanatı, âşıkane üslubu ve kendisinden sonra
gelen bütün mutasavvıf şairleri etkileme gücüne sahip olmasıdır. Kullandığı Türkçe dö-
nemin karakteristik özelliklerini yansıtır. Şiirlerinde bugün arkaik kabul edilen pek çok
Türkçe kelime kullanmıştır. Bunun yanı sıra dile yerleşmiş olan ve yaşadığı dönemde
kolayca anlaşılabilecek Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanmaktadır. Türkçe tasavvufî
terim dilinin kurucusu sayılmıştır (Tatçı, 1990). Tasavvuf edebiyatının bütün ürünlerinde
olduğu gibi Yunus’un şiirlerinin de amaç öğretmek olup şiir araç olarak kullanılmıştır.
Bununla birlikte Yunus’un şiirlerindeki lirizm, şiirsellik öylesine yoğundur ki öğreticilik
vasfı, dâhi bir sanatkârın dilinde âdeta eriyip gitmektedir. Onun şiirlerinin dikkat çekici
bir yönü de âşıkane bir üslupla yazılmış olmasıdır. Hemen hemen bütün şiirlerine hâkim
olan bu üslup “Yunus tarzı” olarak ekolleşmiştir. Sonraki yüzyıllarda yetişen Kaygusuz
5. Ünite -XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı 107
Abdal, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Ümmi Sinan, Aziz Mahmud Hüdayi, Vâhib Ümmî, El-
malılı Ümmî Sinan, Niyazi-i Mısri gibi meşhur mutasavvıf şairler Yunus’un açtığı yolda
yürümüşlerdir.
Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir. Birincisi,
Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus
Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini kullanarak ilerlemiştir.
Makâlât’tan
“Hakîkat Makâmın Beyân ider:
Hakîkatun Evvel Makâmı: Toprak olmakdur.
İkinci Makâmı: Yetmiş iki milleti ayıblamamakdur.
Üçünci Makâmı: Elinden geleni men’ itmemekdür.
Dördünci Makâmı: Dünyâ içinde yaradılmış nesneye emîn olmakdur.
Beşinci Makâmı: Mülk ıssına yüz sürüp, yüz suyın bulmakdur. Zîrâ kim vahdet evin-
dedür.
Altıncı Makâmı: Sohbetdür ve esrâr-ı hakîkat söylemekdür.
Yedinci Makâmı: Seyrdür.
Sekizinci Makâmı: Sırdur.
Dokuzuncı Makâmı: Münâcâtdur.
Onuncı Makâmı: Müşâhededür ve Çalab’a ulaşmakdur.”
(Yılmaz, 2005;81).
Mevlâna ve Yunus Emre’den sonra Anadolu’daki Türk edebiyatı ne şekilde bir gelişim seyri
izlemiştir? 3
108 Türk İslâm Edebiyatı
XIV. YÜZYIL
On dördüncü yüzyıl, Anadolu’da Türkçe’nin yazı dili haline gelmesinde bir dönüm nok-
tasıdır. Selçuklular’ın yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan Beylikler, siyasi tarih ba-
kımından olduğu kadar edebiyat tarihi bakımından da bir geçiş dönemini temsil ederler.
Bu dönem, konuşulan ve yazılan dilin özellikleri itibarıyla Eski Anadolu Türkçesi veya
Erken Dönem Osmanlı Türkçesi olarak adlandırılan Türk dilinin özel bir devresi kabul
edilmiştir (Özkan, 1999). İyi eğitimli Selçuklu sultanlarına göre Türkçe’den başka dil bil-
meyen Beyler, etrafında toplanan âlim ve sanatkârlardan Türkçe eser yazmalarını istemiş-
lerdir. Bu durum, Anadolu’da edebî dilin gelişmesinin itici gücü olmuştur. Bu yüzyılda ya-
zılan ve Anadolu’daki çeşitli Beylere takdim edilen kısa surelerin (Yasin, Tebareke, Fatiha
ve ihlâs sureleri) tefsirleri, Kısas-ı Enbiya ve Tezkiretü’l-evliyâ çevirileri Türk dilinin tarihi
gelişimi bakımından kıymetli belgeler olarak değerlendirilmiştir (Levend, 1949).
Anadolu’da Türkçenin edebî dil haline gelmesinde siyasî hadiselerin ne tür bir etkisi olmuştur?
4
On dördüncü yüzyıl dinî-tasavvufi edebiyatın verimli bir dönemi olarak göze
çarpmaktadır. Bu yüzyılda eser vermiş olan müelliflerden biri Gülşehrî (ö. 1317’den
sonra)’dir. Kırşehir’in Gülşehir kasabasında yaşadığı için bu mahlası kulanmıştır. Asıl adı
Süleyman’dır. Gülşehrî, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr isimli eserini bazı ilave ve de-
ğişiklerle çevirerek Türkçe’ye kazandırmıştır. Eser, vahdet-i vücud anlayışını işleyen yak-
laşık 5000 beyitlik bir mesnevidir. Gülşehrî’nin Türkçe ve Farsça başka eserleri de bulun-
maktadır.
Yüzyılın önde gelen mutasavvıf şairlerinden biri, Garibnâme isimli eseriyle şöhret bul-
muş olan Âşık Paşa (ö. 1332)’dır. Kırşehir’de doğmuş olup asıl adı Ali’dir. Soylu bir aileye
mensuptur. Adı, Babaîler isyanına karışan Baba İlyas Horasanî’nin torunu; XV. Yüzyılın
ünlü tarihçisi Aşıkpaşazâde’nin büyük dedesidir. Âşık Paşa, zahirî ve batınî ilimleri tahsil
etmiş, babasının ölümü üzerine Kırşehir’deki zaviyede şeyh olmuştur.
Âşık Paşa’nın Garibnâme isimli eseri aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılmış
dinî- tasavvufî öğütler içeren bir mesnevîdir. Yazımı 1330 yılında tamamlanmıştır. Eserin
matematiksel bir düzeni vardır. Başlıca on bölüme, her bölüm ayrı ayrı on kıssaya yer
vermiştir. Beyit sayısı on iki bin olarak bilinmekle birlikte eser üzerinde çalışanlar farklı
sayılar ileri sürmüşlerdir. Garibnâme’yi yayımlayan Kemal Yavuz 10.613 beyit tespit et-
miştir (Yavuz, 2000). Garibnâme, Allah aşkı, peygamber sevgisinden alimlere saygı ve mu-
habbete; hastalıklar ve çarelerinden aile, toplum ve devlet anlayışına uzanan oldukça geniş
ve çeşitli konu kadrosuna sahiptir. Yavuz’un tepsilerine göre işlediği konu sayısı 550’yi
bulmaktadır. Âşık Paşa’nın Garibnâme’den başka Fakrnâme, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi,
Sema Risalesi ve Tasavvuf Risalesi adlı eserleriyle muhtelif şiirleri vardır.
Garibnâme’nin sanat düşüncesinden ziyade okuyanları bilgilendirme amacına yöne-
lik olarak yazıldığı aşikârdır. Bununla birlikte şairin samimi üslubu okuyucularda tesir
uyandıracak niteliktedir. Garibnâme ayrıca, Süleyman Çelebi’nin mevlid manzumesine
kaynaklık eden eserlerden biridir. Âşık Paşa’nın Türkçeye verdiği değer onun eserinin
kıymetini artırmaktadır. Türk dilinin hakir görüldüğü bir dönemde her türlü eleştiriye
göğüsleyerek, halkı Hak’tan mahrum etmemek için eserini Türkçe yazmıştır.
Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi (ö. 1368) de mutasavvıf bir şairdir. Bugün Çorum’un
Mecitözü ilçesine bağlı, kendi adıyla anılan köyde yaşamıştır. Menâkıbü’l-kudsiyye isimli
2081 beyitlik bir mesnevisi bulunmaktadır.
On dördüncü yüzyılda yetişen dinî edebiyatın temsilcilerinden biri Erzurumlu Kadı
Mustafa Darîr’dir. Gözleri görmediği için anadan doğma kör anlamına gelen “Darîr” la-
kabını kullanmıştır. Hafıza gücüyle ilimleri tahsil ederek kadılık makamına ulaşmıştır.
110 Türk İslâm Edebiyatı
Onun en mühim eseri, İbn Hişam, Vakıdî gibi siyer müelliflerinin eserlerinden yararla-
narak meydana getirdiği altı ciltlik Siretü’n-Nebî‘dir. Himayesinde bulunduğu Mısır me-
liki Mansur Ali’nin isteği üzerine yazmıştır. Eser, mensur olmakla birlikte zaman zaman
manzum parçalar da ihtiva etmektedir. Konusu itibarıyla Türk İslâm edebiyatında siyer
türünün müstakil bir örneğidir. Âşık Paşa’nın eseri gibi Süleyman Çelebi’nin mevlid man-
zumesine kaynak oluşturmuştur. Darîr’in Siretü’n-Nebî’den başka Fütuhu’ş-Şam Tercüme-
si, Yüz Hadis Tercümesi ve Kıssa-i Yusuf isimli eserleri vardır.
Türk İslâm edebiyatına dair bu yüzyılda eser veren diğer temsilcilerini de şöylece sıra-
layabiliriz. Âzeri sahasında olmakla birlikte Seyyid Nesimî (ö. 1404) Türk tasavvuf edebi-
yatının bu asırdaki en büyük şairlerinden biridir. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufî
(ö. 1393)’ye intisap etmiş, onun fikirlerini savunmuştur. İnancı yüzünden Halep’te derisi
yüzülerek öldürülmüştür.
Divan şiirinin öncülerinden olan Ahmedî (ö. 1412), İskendernâme isimli meş-
hur mesnevisine dinî edebiyata ait bir tür olan “Mevlid” manzumesini eklemiştir. Yine
Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’nın kahraman-
lıklarını konu edinen Hamzanâme isminde mensur bir eseri vardır. Bunlardan başka yüz-
yılın dikkate değer simaları arasında Kıssa-i Yusuf isimli mesnevisi ile Sulu Fakih’i, Hz.
Ali Gazavatnâmeleri ve Muhammed Hanefi Cenknâmeleri’nin müellifi Dursun Fakih (ö.
1331’den sonra)’i, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât’ını Türkçeye tercüme ettiği rivayet edi-
len ve Yunus tarzı şiirleriyle tanınan Said Emre’yi ve Hacı Bektaş’ın takipçilerinden olup
Nasihatnâme’siyle tanınan Abdal Musa’yı sayabiliriz.
Garipnâme’den
Kim alursa bu kitâbı yâdına
İre cümle ma’nînün murâdına
XV. YÜZYIL
On beşinci yüzyıl Anadolu’nun siyasî coğrafyası önemli değişikliklere uğramıştır. İstanbul
fethedilmiş, İmparatorluğun başkenti yapılmıştır. İki büyük beylik olan Karamanoğulları
ve Candaroğulları yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletine iştirak etmiştir. Yüzyılın
başında Yıldırım Bazyezit (1389-1402)’in Ankara Savaşında Timur’a yenilmesi Osmanlı
Devletinde siyasi çalkantılara sebep olmuşsa da Çelebi Mehmed (1413-1421) siyasi birliği
tekrar sağlamıştır. Fetihle birlikte başkenti yapılan İstanbul, ilim, kültür, sanat, edebiyat
faaliyetlerinin de merkezi haline gelmiştir.
On beşinci yüzyıl, Türk edebiyatının Anadolu’da gelişiminin hız kazandığı, müellif
ve eser bakımından geçmiş yüzyıllara oranla hayli kalabalık olduğu bir dönemdir. Dinî-
tasavvufî gayelerle yazılan manzum-mensur eserler de sayıca çoğalmıştır. Bu yüzyılda
İslâmî Türk edebiyatının şaheserleri sayılacak kitapların yazıldığı görülmektedir.
Dinî edebiyatımız açısından on beşinci yüzyıla baktığımızda Vesîletü’n-necât isimli
mevlidiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuş olan Süleyman Çelebi (ö. 1422) ilk göze
çarpan müelliflerimizdendir. Süleyman Çelebi’nin hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur.
Kaynaklarda Ahmet Paşa’nın oğlu olan ve Orhan Gazi’nin değer verdiği Şeyh Mahmud’un
torunu olduğu belirtilmiştir. I. Bayezid’in dîvân-ı hümayun imamlığı, Bursa Ulu Camii
112 Türk İslâm Edebiyatı
Yunus Emre’nin mutasavvıf şairler üzerinde etkisi olduğu bilinmektedir. XV. yüzyılın sonu-
na kadar Yunus tarzı şiirleriyle tanınan beş şair ismi tespit ediniz. 5
Yüzyılın yetiştirdiği bilginlerden Sinan Paşa (ö. 1486), secili nesrin en başarılı örnek-
lerini vermiştir. Fatih Sultan Mehmet(1451-1481)’in İstanbul’a atadığı ilk kadı olan Hı-
zır Bey(ö. 1459)’in oğludur. Çok iyi bir eğitim almış, Edirne ve İstanbul medreselerinde
müderrislik yapmıştır. Tasavvufî bir mahiyette yazılan Tazarrunâme, varlık, aşk ve âşıkın
halleri, Allah’a karşı yakarış ve duaları içerir. İçinde çok sayıda manzum parça yer almak-
tadır. Maarifnâme (Nasîhatnâme), ahlâkî öğütler içeren bir eserdir. Tezkiretü’l-evliyâ ise
Feridüddîn-i Attar’ın eseri esas alınarak yazılmıştır. Bunların yanı sıra çok sayıda Arapça
eseri bulunmaktadır.
Yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri de Halvetiyye tarikatı mensubu olmakla bir-
likte Mevlâna ve Mesnevî hayranlığı ile tanınan Aydınlı Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487)’dir.
Dede Ömer gençliğinde nefsanî bir hayat sürmüş, içkiye düşkün bir şair olarak bilinen
Melihî ile de arkadaşlık yapmıştır. Bu dönemde daha çok hiciv ağırlıklı şiirler yazmıştır.
Hatta kendisini dahi hicvettiği söylenir. Aydınlı olduğu için şiirlerinde “Rûşenî” mahla-
sını kullanıştır. Daha sonra tövbe ederek Halvetî şeyhi ağabeyi Alaaddin Ali(ö. 1462)’nin
yanına Karaman’a gitmiştir. Daha sonra ağabeyinin tavsiyesiyle Bakû’ya giderek Yahya
Şirvânî’nin müridi ve halifesi olmuştur. Mürşidinin vefatından sonra Halvetiyyenin Ruşe-
niyye şubesini kurarak irşad faaliyetlerini Tebriz’de sürdürmüştür.
Ruşenî’nin eserlerinin tamamı manzum olup dini-tasavvufî mahiyettedir. Divan’ından
başka, tasavvufî inceliklerden bahsettiği Miskinnâme, Mesnevî’yi öven Der Medh-i Mes-
nevi, Ney’den bahseden ve Mesnevi’nin on sekiz beytinin tercümesini içeren Neynâme,
Mesnevî’de geçen Musa ile Çoban hikâyesinin genişletilmiş manzum bir çevirisi niteli-
ğinde olan Çobannâme, maşukun nezdinde âşıkın durumunu, kâtibin elindeki kaleme
benzeterek anlatan Kalemiyye isimli mesnevileri bulunmaktadır.
Yukarıda bahsedilenlerden başka bu yüzyılda Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser ve-
ren pek çok müellif ve mütercim bulunmaktadır. Özellikle dinî konulu eserlerin manzum
ya da mensur tercüme edildiği dikkat çekmektdir. XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile on beşinci
yüzyılın ilk yarısında yaşayan Divan şairi Ahmed Dâi (ö. 1421’deb sonra)’nin çok sayı-
da mensur tercümeleri bulunmaktadır. Bunlardan biri Ebu’l-Leys Semerkandi Tefsiri’nin
114 Türk İslâm Edebiyatı
tercümesi olup manzum bir mukaddimesi vardır. Miftâhu’l-cennet isimli, cennetin sekiz
tabakasına nisbetle sekiz meclisten oluşan fezâil kitabı ile Vesiletü’l-mülûk li-ehli’s-sülûk
isminde âyete’l-kürsi tefsiri tercümeleri vardır. Ayrıca yine ona atfedilen Tezkiretü’l-evliya
tercümesi bulunmaktadır. (Ertaylan, 1952). Şeyh Elvân-ı Şirazî (ö. 1425’ten sonra), Mah-
mud Şebusterî (ö. 1320)’nin Gülşen-i Râz isimli eserini nazmen tercüme etmiştir. Kaynak-
larda hayatı hakkında fazla bilgi edinilemeyen, yaptığı manzum çevirilerle kendisinden
söz ettiren bir şair Hatiboğlu Muhammed (1435’ten sonra)’dir. Hatiboğlu, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin Makâlât’ını nazmen tercüme etmiş ve eserine Bahrü’l-hakâik adını vermiştir.
Muslihuddin Muhammed isminde bir müellifin Mülk Suresi Tefsirini Letâyifnâme adıyla
nazma çekmiştir. Bir de Ferahnâme adında manzum yüz hadis tercümesi bulunmaktadır
(Coşan, 2008). Balıkesirli Devletoğlu Yusuf, Vikâye Tercümesi diye bilinen 6960 beyit-
lik fıkhî mesnevisini bu yüzyılda yazarak II. Murad (1421-1451)’a ithaf etmiştir. Yine II.
Murad’ın isteği üzere Muînüddîn bin Mustafa (ö. 1436’dan sonra) Mesnevî’nin birinci
cildini Mesnevî-i Murâdiye adıyla tercüme ve şerh etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in ho-
cası ve devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarından biri olan Akşemseddin (ö. 1459)’in
din, tasavvuf ve tıp konularında eserlerinin yanı sıra tasavvufî mahiyette hece ve aruzla
yazdığı az sayıda şiirleri de bulunmaktadır. Yunus Emre tarzında şiirler yazan, Divan ve
didaktik muhtevalı Kırk Armağan isimli mesnevileri ile Kemal Ümmî (1475), bu yüz-
yılda yetişen şairlerdendir. Vahdetnâme mesnevisi ve Kaside-i Bürde tercümesiyle bili-
nen Abdurrahim-i Karahisâri (ö. 1494) de on beşinci yüzyılda yaşamıştır. Karahisârî’nin
ayrıca Minyetü’l-ebrâr isminde tasavvufi mahiyette yazılmış bir eseri vardır. Bu yüzyılda
yaşayan mutasavvıf şairlerden biri de Yunus tarzı ilahileri ve dinî-ahlâkî mahiyette beş bin
beyit civarında Gülzâr-ı Manevi’si ile Akşemseddin’in müridlerinden İbrahim Tennûrî
(ö. 1482)’dir. Tennûrî’nin müridlerinden Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdi (ö.
1503) de Yusuf u Züleyha, Mevlid-i Nebi, Leylâ İle Mecnûn Tuhfetü’l-uşşâk, Kıyâfetnâme
isimli beş mesnevisiyle Anadolu’da ilk “hamse sahibi” şair olarak tanınmıştır.
Tazarru’nâme’den
İlâhî! Sen ol pâdişâhsın ki, lütfun hazînesi bî-pâyân; keremün deryâsı bî-kerân. Cûdun
sehâb-i kâyim; feyzun bârân-ı dâyim. Rahmetün in’âm-ı şâmil; kudretün âsâr-ı kâmil.
Cûdun denizinden dü âlem bir katre; mihrün havâsında iki cihân bir zerre.
İlâhî! Eğer halk-ı evvelîn ü âhırîn cem’ olup etbâk-ı âsümânı evrâk-ı defâtir itseler,
bir demde ittügün eltâf u in’âmun yüz binde birinün hisâbını göremeyeler ve eger benî-
âdemün her kılı dil ve her ahşâsı gönül olsa, bir nefeste kılduğun ihsân ü ikrâmun bahir-
den katresinün, zemînden zerresinün şükrin edâ idemeyeler.
İlâhî! Çün evvel bizden sevâbık-ı tâ’at ve levâhik-ı hizmet olmadın, kendü lütfı amîm
ve hulk-ı kerîmünden tevhîd milkine mâlik ve tefrîd silkine sâlik idüp “kâlû belâ” ahdini
alup tâc-ı “le-kad kerremnâ”y-ile müzeyyen ü mükerrem eyledün, gine ol lutf-ı bî-ivaz
ve kerem-i bî-garazundan, bu mücrim âsîlerün taksîr ü küfrânü’n-ni’meleri sebebi-y-ile,
kaht-ı târâcını musallat idüp, îmân tâcını başumuzdan alma. Şol şarâb-ı ezelî ki elst günin-
de içirdün, ebedî eksük eyleme.
İlâhî! Âsîlere azâb itmek adl-ise, afv itmek dahı ahdündür. İlâhî! Mücrimlere ikâb it-
mek hakk-ise, bağışlamak dahı va’dündür.
(Tulum, 1971;82)
5. Ünite -XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı 115
Eşrefoğlu Rûmî’den
İy aceb bilsem nedür yâ Rab bu derdün çâresi
Gün gün artar hiç onulmaz yüreğümün yâresi
Özet
Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getir- Tarihi hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşim-
1 dikleri ilk eserlerin ortak özelliklerini açıklayabilmek. 4
lerini yorumlayabilmek.
Türkler’in Müslüman olduktan sonra meydana getir- Tarihî hadiseler edebî eserleri doğrudan etkilemekte-
dikleri ilk müstakil eserler, Orta Asya’da Karahanlılar dir. Ancak bu etkinin hızı farklı olmaktadır. Türkler’in
zamanında Hâkâniye Türkçesiyle yazılmıştır. Bu dö- İslâm dinini kabul etmeleri, Fetihler, Anadolu’ya göç-
nemde yazılan eserler dinî muhtevalıdır ve didaktik ler, yapılan savaşlar, hâkimiyetin el değiştirmesi, fetret
gayelerle yazılmıştır. dönemleri, hepsi edebiyat eserleri üzerinde belirleyici
role sahiptir. Sözgelimi Selçuklular’ın dağılmasıyla
Türk İslâm edebiyatına ait eserlerin dinî ve tasavvufî ortaya çıkan yeni siyasî durumda, Beylikler’in başın-
2 vasıflarını ayırt edebilmek. da bulunan beylerin Türkçe dışında dil bilmemeleri,
Tasavvuf cereyanının Türkler arasında yayılması himayelerindeki âlim ve şairlerin eserlerini Türkçe
İslâmiyet’e girmelerinden çok sonradır. Dolayısyla yazmalarına yol açmıştır. Bu vesileyle Türkçe eserler
meydana getirilen ilk eserler sadece dinî eserlerdir. çoğalmış, Türk dilinin gelişmesini hızlandırmıştır.
Tasavvufî edebiyat, ilk tarikat kurucusu olarak kabul
edilen Ahmed-i Yesevî ile Orta Asya’da başlamıştır. Türk edebiyatının XV. Yüzyıla kadar gelişim seyrini
Yesevî’nin takipçileri Anadolu’da tasavvufî edebiya- 5 aktarabilmek.
tın temellerini atmışlardır. Anadolu coğrafyasında Yüzyıllara kabaca bakıldığında her yeni yüzyılda bir
meydana getirilen ilk edebî ürünlerin çoğu tasavvufî öncekine göre daha fazla eserin telif edildiği görül-
içeriklidir. Dinî eserler, akaid, tefsir, fıkıh gibi dinin mektedir. Özellikle edebî esererlere bakıldığında sa-
zahirine yönelik bilgileri; tasavvufî eserler ise ilâhî dece nicelik olarak değil; kullanılan dil, nazım tekniği,
aşkı, varlık bilgisini, nefsin mertebelerini, seyru sülûk üslup vb bakımlardan nitelik olarak da gelişmektedir.
yollarını öğreten bilgileri içerirler. Eserlerin mevzuları çeşitlenmiş, Arapça ve Farsça’dan
yapılan tercümeler bu çeşitliliği artırmıştır. Pek çok
Türk-İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya mütercim, tercümeyle yetinmeyip ilaveler yaparak
3 uzanan tarihi gelişimini açıklayabilmek. yarı tercüme yarı telif eserler meydana getirmişlerdir.
Her edebiyat eseri şüphesiz meydana getirildiği döne-
min bir ürünüdür. Bununla birlikte tıpkı tarihi olay-
larda olduğu gibi edebî eserelerde de süreklilik esastır.
Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk toplulukları ara-
sında âlim, şair ve mutasavvıflar da bulunuyordu. On-
lar bu yeni vatanlarında ilmî, edebî ve tasavvufî faali-
yetlerine devam ettiler. Anadolu’da yazılan llk eserlere
bakıldığı zaman tarihî sürekliliğin izlerini görmek zor
değildir. Ahmed Yesevî ile Yunus Emre arasında pek
çok benzerlik vardır. Bununla birlikte Orta Asya’daki
yazı dili, Anadolu’ya gelmemiştir. Anadolu’da Oğuz
Türkçesi kullanılmıştır.
5. Ünite -XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı 117
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmiyet sonrası meydana geti- 4. Oğuz Türkçesi’nin edebiyat dili haline gelmesi aşağıdaki
rilen eserlerin ortak özelliklerinden biri değildir? siyasi olayların hangisinden sonra gerçekleşmiştir?
a. Öğreticilik vasfı hâkimdir. a. Selçuklu Devletinin Kuruluşu
b. Eski Türk geleneklerinden izler taşımaktadır. b. Karahanlı Devletinin Kuruluşu
c. Türk kültürüne ait bazı öge ve motifler İslâmî hüviye- c. Göktürk Devletinin Kuruluşu
te bürünmüştür d. Karamanoğlu Beyliğinin kuruluşu
d. Sadece yöneticilerin okuması için yazılmışlardır. e. Osmanlı Devletinin Kuruluşu
e. İslâm öncesi Türk edebiyatının şekil yapısını kısmen
korumuşlardır. 5. XV. Yüzyıl Türk İslam edebiyatıyla ilgili aşağıdaki ifade-
lerden hangisi yanlıştır?
2. Aşağıdaki eserlerin hangisi tasavvuf ile ilgilidir? a. İslâmî Türk edebiyatının en meşhur eserleri bu yüzıl-
a. Battal Gazi Destanı da yazılmıştır.
b. Kur’an Tercümeleri b. Arapça ve Farsça’dan yapılan tercümeler yavaşlamıştır.
c. Sîretü’n-nebî c. Türk nesrinin en güzel örnekleri verilmeye başlan-
d. İskendernâme mıştır.
e. Garibnâme d. Şairler Türkçe’yi Arapça ve Farsça’ya tercih etmişlerdir.
e. Anadolu’da ilk hamse sahibi şair bu yüzyılda yetiş-
3. Aşağıda ismi verilen mutasavvıf şairlerden hangisinde miştir.
Ahmed Yesevî’nin etkisi görülmez?
a. Hacı Bektaş-ı Velî
b. Nesîmî
c. Kaygusuz Abdal
d. Yunus Emre
e. Âşık Paşa
118 Türk İslâm Edebiyatı
Sıra Sizde 3
Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana kol-
dan ilerlermiştir. Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisin-
de divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus Emre
çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini kullan-
mıştır.
5. Ünite -XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı 119
Yararlanılan Kaynaklar
Arat, R.R. (1991).Kutadgu Bilig I Metin, Ankara.
Arat, R.R. (1992). Atabetü’l-hakâyık, Ankara.
Caferoğlu, A. (1970). Kaşgarlı Mahmud, Ankara.
Çelebioğlu, A. (1967). Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirmesiy-
le Manzum Nahifi Tercümesi, İstanbul.
Çelebioğlu, A. (1996). Muhammediye, İstanbul.
Sertkaya, O.F. (1989). “Ahmed Fakih”, Diyanet İslam Ansiklo-
pedisi, İstanbul.
Eraslan, K. (1993). Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara.
Ertaylan, İ.H. (1952). Ahmed-i Dâi Hayatı ve Eserleri, İstanbul.
Gölpınarlı, A. (1981). Mesnevi I, Ankara.
Güneş, M. (2000). Eşrefoğlu Rûmî Dîvânı, İnceleme Karşılaş-
tırmalı Metin, Ankara.
Güzel, A. (1981). Kaygusuz Abdal, Ankara.
Hacı Bektaş-ı Veli, (2009), Makâlât (haz. Ali Yılmaz-Mehmet
Akkuş-Ali Öztürk), Ankara.
Köprülü, F. (1991). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara.
Mülk Sûresi Tefsîri, Adnan Ötüken Ktp. Nu: 329.
Özkan, M. (1999). “Eski Dönem Osmanlıca Türkçesi”, Os-
manlı c.I-VII, Ankara.
Pekolcay, N. Uçman, A. (1995). “Eşrefoğlu Rûmî”, Diyanet
İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Sinan Paşa, (1971). Tazarru’nâme, Haz. A. Mertol Tulum, İs-
tanbul.
Tatçı, M. (1990). Yunus Emre Dîvânı, Ankara.
Tatçı, M. (1991). Risâletü’n-nushiyye, Ankara.
Yavuz, K. (2000). Âşık Paşa-Garibnâme, İstanbul.
6
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilecek,
Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilecek,
XVI-XX. yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilecek,
Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebiyat olduğunu açıklaya-
bileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Türk-İslâm Edebiyatı • XVI-XX. Yüzyılda Şair ve
• XVI-XX. Yüzyılda Edebî Yazarlar
Durum • XVI-XX. Yüzyıl Şiirimizden
Örnekler
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Diyanet İslâm Ansiklopedisi “Divan Edebiyatı” maddesini okuyunuz.
• Mine Mengi’nin Eski Türk Edebiyatı Tarihi kitabını inceleyiniz.
• H. İbrahim Şener ve Alim Yıldız’ın Türk-İslâm Edebiyatı adlı kitabının
“Tarihi Süreç” kısmını gözden geçiriniz.
• Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un beşer
adet şiirini okuyarak üzerinde düşününüz.
İçindekiler
• GİRİŞ
• XVI. YÜZYIL
XVI-XX. Yüzyıl • XVII. YÜZYIL
Türk İslâm Edebiyatı Türk-İslâm Edebiyatı • XVIII. YÜZYIL
• XIX. YÜZYIL
• XX. YÜZYIL
XVI-XX. Yüzyıl
Türk-İslâm Edebiyatı
GİRİŞ
Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in İslâm’ı kabul etmelerinden başlayarak, klasik olarak de-
ğişikliğe uğramadan Tanzimat Dönemi’ne ve oradan da çeşitli değişiklerle günümüze ka-
dar ulaşan din ağırlıklı edebî ürünlerle müellif ve şairleri inceleyen bir bilim dalıdır. Tüm
İslâmî ilimlerde olduğu gibi, bu alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ile hadislerdir.
Kısas-ı Enbiyâlar (Siyerler ve diğer peygamberlerin kıssaları), Tasavvuf (Umumî tasavvuf,
Tarikat-Tekke Edebiyatı ve Menâkıb-ı Evliyâ), devrin ilimleri, yerli malzeme ve İran Ede-
biyatı da bu edebiyatın diğer kaynaklarıdır.
Türk-İslâm Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı yahut yaygın adıyla Divan Edebiyatı’ndan
bazı farklarla ayrılan bir edebiyattır. Eski Türk Edebiyatı, Türk edebiyatının gelişimi için-
de İslâm kültürü ve İran edebiyatı etkisiyle Anadolu’da XIII. yüzyıldan başlayarak klasik
dönemin sona erdiği Tanzimat’a kadar gelen, Türk şair ve müelliflerinin oluşturduğu bir
edebiyattır. Türk-İslâm Edebiyatı ise Türklerin müslüman olmalarından başlayarak gü-
nümüze kadar gelir. Bu itibarla Eski Türk Edebiyatı başlangıcı ve sonu itibariyle belli bir
zaman dilimi içerisinde yer alan bir edebiyatı incelerken, Türk-İslâm Edebiyatı hala ürün
vermeye devam eden ve canlılığını devam ettiren bir edebiyatı incelemektedir. Birincisi
tarihi temel alırken, ikincisi dini merkez kabul eder. Her iki alanın ortak çalışma sahası
Anadolu’da XIII. yüzyıldan Tanzimat Edebiyatı Dönemi’ne kadar olan dönemdir.
Eski Türk Edebiyatı kendi alanı içerisinde mütalaa edeceği eserlerde seçici davranır.
Manzum eserlerde İran şiirinin bütün geleneklerini benimsemiş ve onu kendisine yegâne
örnek almış olan eserler bu edebiyatın ilgi alanıdır. Bu kıstasa uymayan eserleri vezni aruz
bile olsa kendisinden saymaz (Akün: 1994: IX/389). Türk-İslâm Edebiyatı ise bu dönem
içerisinde meydana getirilen eserlerde bir ayrıma gitmez ve hepsini kendi bünyesinden
kabul eder.
XVI. Yüzyıl Osmanlı’nın en güçlü olduğu ve hemen her alanda mükemmeliyete erişti-
ği dönemdir. XV. Yüzyılın ortalarından itibaren edebiyatımız kurallarıyla, remiz ve maz-
munlarıyla klasik bir hale gelmiş ve XVI. yüzyılda zirve şairlerin eserleri edebiyat dünya-
mızda kendilerini göstermişlerdir. Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemleri diğer
alanlara olduğu kadar edebiyatımıza da yansımıştır. XVII. yüzyıldan itibaren edebiyatı-
mızda görülen bu duraklama XVIII. yüzyılın iki büyük şairi Şeyh Gâlib ve Nedim ile bir
soluk almışsa da XIX. yüzyılın ortalarında klasik dönem sona ermiştir.
Bundan sonra Tanzimat ve Yeni Türk Edebiyatı dönemleri başlayacaktır. XX. yüzyılın
başlarında aruz Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi şairlerce mükemmeliyete ulaşmışsa da
hece karşısında hayatiyetini devam ettirememiştir.
122 Türk İslâm Edebiyatı
Sosyal hadiselerin bir anda başlayıp bir anda bitmesi mümkün değildir. Her ne kadar
XX. yüzyılın başlarında önce hece daha sonra serbest vezinle şiir yazımı ağırlık kazansa
da eski edebiyatımıza uygun aruz vezniyle şiir yazmaya devam eden ve divan meydana
getiren şairler de olmuştur.
Şekil açısından olmasa da içerik açısından Divan şiiri geleneğinin tekrar başlaması,
eski edebiyatımızın kaynaklarından yararlanarak yeni ve modern tarzda eser veren şairle-
rin edebiyatımızda görülmesi 1950’den sonraki yıllara rastlar.
Bu dönemde dergilerin büyük bir öneme sahip oldukları görülür. Hisar, Büyük Doğu,
Diriliş, Edebiyat, Türk Edebiyatı, Dergah, Yedi İklim, Hece gibi edebiyat dergileri gelenek-
ten beslenen şair ve yazarların ürünlerinin yayımlandığı dergilerdir. Bu etki günümüzde
de devam etmektedir.
XVI. YÜZYIL
Divan edebiyatı ve şiiri için XVI. yüzyıl bir ihtişam dönemi, bir altın çağı mesâbesindedir.
Bu yüzyıl, aynı zamanda Divan şairlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Bu yüz-
yılın başta gelen şairleri, başta Âzerî lehçesiyle şiir yazmakla beraber, yüzyıllar boyunca
bütün Türk ülkesinde tanınan, sevilen ve okunan, şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadık-
ları çağı aşan Fuzûlî (ö. 1556) ve gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesi’ni genel bir şiir dili
hâline getirerek yüzyıllar boyunca unutulmayan Bâki (ö. 1600) olmak üzere, geniş hayal
gücüne sahip olan Zâtî (ö. 1546), aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayâlî (ö. 1557), sâde
diliyle Nev‘î (ö. 1599), insan ruhunu tahlilde gerçekten başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i
bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i Bağdâdî (ö. 1605) bu yüzyılın usta şairleridir. Fuzûlî
Divan’ı, Leylâ vü Mecnûn mesnevisi ile önem arz ederen, devrinin “sultânü’ş-şuarâ”sı olan
Bâki Divan’ı ile, Câmî-i Rûm lâkabıyla anılan Lâmii Çelebi (ö. 1532) Şevâhidü’n-Nübüvve,
Nefehâtü’l-Üns Tercümesi, Risâle-i Tasavvuf ve Hüsn-i Dil gibi eserleriyle şöhret bulmuştur.
Yine Fuzûlî, hamse alanında önem arz eden Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Lâmiî Çelebi ve Kara
Fazlı (ö. 1564) mesnevi tarzında eser yazan şairlerin başında gelmektedirler. Bu yüzyılın
diğer önemli şairleri olarak Emrî (ö. 1575), Figânî (ö. 1532), Hayretî (ö. 1534) ve büyük
bir aşkın mahsûlü olan ve Hz. Peygamber’in fizikî yapısı, tavrı ve ahlâkı hakkında hadis-
lerden derlediği esasları genişleterek mesnevî tarzında kaleme aldığı Hilye’siyle Hâkânî
Mehmed Bey (ö. 1606) sayılmalıdır. Bu yüzyıl, nesir alanında da önemli temsilcileri olan
bir yüzyıldır. Tezkire alanında Sehî Bey (ö. 1548), Lâtîfî (ö. 1582), Âşık Çelebi (ö. 1572),
Kınalızâde Hasan Çelebi (ö. 1603), Beyânî (ö. 1597) ve Ahdî (ö. 1593); tarih alanında Lütfi
Paşa, Hoca Sadeddîn (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve Kemâlpaşazâde (ö.
1534); denizcilik alanında Seydi Ali Reis (ö. 1562) ve Pîrî Reis (ö. 1554); münşeât alanında
Feridun Bey (ö. 1583) Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır.
Hz. Peygamber dışında hakkında hilye yazılan kimseler var mıdır? Araştırınız.
1
Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî (ö. 1555) ve Tatavlalı Mahremî (ö. 1535), Arapça ve
Farsça’nın dil ve edebiyatımıza en çok girdiği bir sırada, yepyeni bir iddia ortaya atmış-
lardır. Bu iki şair, aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkip kul-
lanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir
yazmışlardır. Bu iki şair, dil açısından oldukça önemli olan bu Türkî-i basit hareketini, bir
yandan arûzla öztürkçe şiir yazmanın güçlüğü ve bu veznin Türkçe’ye uygulanabilmesinin
mümkün olmayışı, diğer yandan, şairlik yönlerinin zayıf olması nedeniyle, bu Türkî-i ba-
sit hareketini bir heves olmaktan öteye götürememişlerdir.
M. Fuat Köprülü’nün “Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri” diye vasıflandırdığı ve hakla-
rında makâle yazdığı bu iki şairden biri olan Tatavlalı Mahremî, Türkî-i basit hareketinin
6. Ünite -XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı 123
öncüsü kabul edilmektedir. Âşık Çelebi, Mahremî’nin biyografisi hakkında bilgi verirken,
onun Türkî-i basit tarzında şiir yazmasını hiç önemsemeden, şöyle diyor: “...ve bir Basit-
nâmesi vardır ki elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî’dir; içlerinde lafz-ı Arabî ve Acemî
yoktur. Bu uslûbla bir iki gazel dahi derc eylemişti. Bu dahi andandır: “Gördüm seğirdir ol
ala gözlü geyik gibi / Düştüm saçı tuzağına bön üveyik gibi”. Görüldüğü gibi Âşık Çelebi,
Mahremî’nin Basit-nâme isimli bir eserinden ve manzum veya mensur mu olduğu bile
anlaşılamayan bu eserin “elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî” olduğundan söz edilmekte ve
hiçbir önem atfedilmemektedir.
M. Fuat Köprülü, Tatavlalı Mahremî için, millî edebiyat tarihinde ona ayrı bir yer verilmesi-
nin gerektiğini vurgulayarak şöyle demektedir:
“Her nereden mülhem olursa olsun, önce Türkî-i basit ile şiirler yazdığından, millî lisan ve
edebiyat cereyânının âdeta ilk müjdecisi sayabileceğimiz bu şair için, Millî Edebiyat tarihi-
mizde çok mühim bir yer ayırmak mecbûriyetindeyiz.” (Köprülü 1986: 281 vd.)
Durum böyle olmakla beraber, sonradan bazı şairler, Türkî-i basit çeşidi de bulunsun
diye bu tarzda da birkaç şiir yazmışlardır.
İbrahim Gülşenî (ö. 1534), Ahmed Sârbân (ö. 1546), Muhyiddin Üftâde (ö. 1580), Şah
Hatâyî (ö. 1524), Vâhib Ümmî (ö. 1595), Pir Sultan Abdal (ö. 1590), Hâşimî Emir Osman
(ö. 1595), Şemseddin Sivâsî (ö. 1597), Kul Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mu-
tasavvıf şairlerindendir.
XVI. Yüzyılda kaleme alınan ve klasik bir mesnevî örneği olan Fuzulî’nin Leylâ vü Mecnun
isimli eserini, modern roman tarzı ile benzerlik ve farklılıklarını göz önünde bulundurarak
inceleyiniz.
Gazel
Beni cândan usandırdı cefâdan yar usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Resim 6.1
Şemseddin Sivasî’nin
Gülşen-âbâd isimli
mesnevisinin ilk
sayfası.
Kaynak: Süleymaniye
Ktp. H Semsi F
Guneren Blm. No: 49
Gazel
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan
XVII. YÜZYIL
XVII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişin hemen ardından gelen bozgun, ye-
nilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve ekonomik gücünü giderek kaybetmeye başladığı durak-
lama dönemidir. Askerin bazı güçsüz padişahlar karşısında her fırsatta kazan kaldırması,
rüşvet olayının yaygınlık kazanması, Celali İsyanları adı altında devlete karşı çeşitli ayak-
lanmaların düzenlenmesi gibi belli başlı olaylar yüzyılın portresini meydana getirir.
Gerçekten de dışta ve içte çeşitli karışıklıkların yaşandığı bir dönem olan XVII. yüzyıl,
ilim ve fikir adamları ile sanatkârlar açısından oldukça zengin bir görünüm arz eder. Bu
dönemde, mimarî, musikî ve edebiyat alanlarında önemli temsilciler yetişmiştir.
Dönemin en önemli gelişmesi musikî alanında olmuştur. Bu yüzyıl Türk mûsikîsi açı-
sından çok önemli bir zaman dilimi ve aşamasıdır. Genişleyen mûsikî hayatı yalnız sarayla
sınırlı kalmamış, devlet adamları ve sultanların saraylarına, varlıklı kimselerin konakları-
na kadar girmiştir. Mûsikî, en parlak yıllarından birini Sultan IV. Murad’ın saltanatı sıra-
sında yaşamıştır. Mûsikîyi seven, aynı zamanda bestekar olan bu padişah, Enderûn’a yeni
sanatkarlar kazandırmış, her gittiği ülkeden tanınmış sanatkarları İstanbul’a getirmiştir.
Örneğin, neyzen ve çengi Mevlevî Yusuf Dede onun döneminde saraya girmiş ve onun
ölümünden sonra saraydan ayrılmıştır. Aynı padişah “Bağdat Seferi” dönüşünde hanende
Mehmed Bey ile şeştârî Hacı Murad Ağa’yı beraberinde getirmiştir (Özalp 2000: I/356).
Yahya Kemal’in de bir şiirine konu ettiği XVII. yüzyılın büyük bestekârı Itrî’nin hayatı hak-
kında kısa bir araştırma yapınız. 2
Enderûn, gelişmesini ve sanat akademisi durumunu almasını, öğrenci yetiştirmesini
sürdürmüş, bu sayede büyük mûsikîşinaslar yetişmiş, ünlü mûsikî üstatları burada hoca-
lık etmiştir.
126 Türk İslâm Edebiyatı
Başta Mevlevîlik olmak üzere bütün tekkelerde dinî mûsikîmizin her formunda eser-
ler verilmiştir. Bayatî makamındaki Mevlevî âyini bu dönemde bestelenmiştir. Edirneli
Derviş Mustafa Dede, Zâkirî Hasan Efendi, Bezci-zâde Mehmed Muhiddin ile Kovacızâde
Mehmed Efendi bu yüzyıldaki dinî mûsikînin gelişmesinde büyük katkısı bulunanlardan-
dır. Hafız Post’un öğrencisi olan Itrî ise devrin üstad şahsiyetlerindendir. (Özalp: 359).
XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının her dalında olduğu gibi, şiirde de en gelişmiş bir dö-
nemdir. Her ne kadar, şairler üzerinde İran şiirinin etkileri görülmeye devam ediyorsa da,
Türk şairleri nazım ve ahenk inceliğinde İran edebiyatı temsilcilerinden geri kalmamışlar,
hatta onlardan üstün olduklarını iddia eder duruma gelmişlerdir. Bu devir divan edebiya-
tımız, başka bir devrede görülmesi mümkün olamayacak çok geniş bir temsilci kadrosuna
sahip bulunmaktadır (Üzgör, 1991: 1-2). Sarayın, geçmiş asırlarda olduğu gibi, şair ve ilim
adamlarını korumaya devam etmesi, XVI. yüzyılda ulaşılan edebî seviyenin bu yüzyılda
da muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Dönemin padişahlarından III. Murad “Murad,
Muradî”, III. Mehmet “Adnî, Muhammed”, I. Ahmet “Bahtî”, II. Osman “Fârisî”, IV. Murat
“Murâdî” ve IV. Mehmet “Vefaî” mahlaslarıyla şiir yazan birer şairdirler (Ak 2001).
Divan edebiyatında, 1603 yılında klasik devir sona ermiş, onun yerine “Sebk-i Hindî”
diye isimlendirilen yeni bir akım başlamıştır. Şiir, bir önceki yüzyılın sağlam temelleri
üzerinde gelişmiştir. Türk edebiyatı, bu dönemde gazel ve kasîde alanında altın çağını
yaşar. Bu yüzyılın temsilcileri olarak kasîde ustası Nef ‘î (ö. 1635)’yi, hikemiyât şairi Nâbî
(ö. 1712)’yi, samîmî edâlı Şeyhülislâm Yahya (ö. 1644) ve Sebk-i Hindî akımının ilk tem-
silcileri olan Nâilî (ö. 1666) ile Neşâtî (ö. 1674) bu yüzyılın usta şairleridir. Bunlardan ayrı
Bahâî (ö. 1654), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712) ve Nâdirî (ö. 1626) de ilk akla
gelen diğer şairlerdir.
Şeyhülislâm Bahaî (ö. 1653), Fehîm-i Kadim (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712), Sabrî (ö. 1645),
Alî (ö. 1648), Riyazî (ö. 1645), Şehrî (ö. 1660), Nedîm-i Kadim (ö. 1670), Sabûhî (ö. 1647),
Vecdî (ö. 1660) gibi şairler gazel ve kasideleri ile tanınmışlardır (Banarlı; II/651-736).
Gani-zâde Nadirî (ö. 1626), Nev‘î-zâde Atâyî (ö. 1635), Nergisî (ö. 1635), Müftî Aziz (?)
ve Hulvî Mahmud (?) ise dönemin önemli hamse yazarlarıdır (Kortantamer 1997: 10-16).
Bu dönemde yazılan mensur edebî eserlerin başında “Şuarâ Tezkireleri” yer almakta-
dır. Tamamı yedi adet olan bu tezkireler şunlardır: Sadıkî’nin Mecmau’l-Havâs, Riyâzî (ö.
1644)’nin Riyâzu’ş-Şuarâ, Kaf-zâde Fâizî (ö. 1622)’nin Zübdetü’l-Eş‘âr, Rızâ (ö. 1671)’nın
Tezkire-i Şuarâ, Yümnî (ö. 1662)’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ, Âsım (ö. 1675)’ın Zeyl-i Zübdetü’l-
Eş‘âr ve Güftî (ö. 1677)’nin Teşrifâtü’ş-Şuarâ’sıdır (Kılıç 1998).
Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Veysî (ö. 1627) ve Nergisî (ö. 1635),
sanatlı ve süslü nesir üslubunun temsilcileridir. Bu yüzyılın nesir ürünleri olarak bir taraf-
ta Evliya Çelebi (ö. 1682)’nin Seyâhat-nâme’si, diğer yanda ise Veysî (ö. 1628)’nin Siyer-i
Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi (ö. 1657)’nin, başta Keşfü’z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlar-
da yazdığı ilmî eserlerle, Naîmâ (ö. 1716) ve Peçevî (ö. 1649) tarihleri; Koçi Bey’in Risâle’si
(telifi: 1631) bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Tarih sahasında ise Peçevî (ö. 1649) ve
Nâimâ (ö. 1716) bulunmaktadır.
Koçi Bey, 1631’de telif edip IV. Murad’a sunduğu 22 adet layihadan oluşan Risale’sinde yö-
neticilerin zulm etmekten kaçınmalarına dair şunları söyler: “Memâlik-i İslâmiyye’den
bir memlekette zerre kadar bir ferde zulm olsa rûz-ı cezâda mülûkdan suâl olunur… Küfr
ile dünya durur; zulm ile durmaz. Adâlet tûl-ı ömre sebebdir ve intizâm-ı ahvâl-ı fukarâ
Pâdişâhlara mûcib-i cennetdir”.
Tezkireci olarak da Sadıkî, Yümnî (ö. 1662), Riyâzî (ö. 1644), Kaf-zâde Fâizî (ö. 1622),
Rızâ (ö. 1671), Âsım (ö. 1675) ve Güftî (ö. 1677) anılması gereken isimlerdendir.
6. Ünite -XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı 127
XVII. yüzyıl tekke mensupları ile medreselilerin birbirlerini suçlayarak hararetli mü-
nakaşalara giriştikleri bir dönemdir. Bu dönemde birçok divan şairi de tasavvufun etkisi
altındadır. İlahi aşkı temiz bir dil ve üslûpla anlatan Şeyhülislâm Yahya, halvetiye tarikatı-
na bağlı yoğun hayallere, orijinal mazmunlara ve güçlü bir söyleyişe sahip Nâilî, divan ve
hilye-i enbiya sahibi Edirne, Muradiye mevlevihanesi şeyhi Neşati Ahmet Dede dönemin
tasavvuf etkisindeki başlıca divan şairleridir.
Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1628), Ankaravî İsmail Efen-
di (ö. 1631), Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nûrî (ö. 1650), Akkirmanlı Nakşî
(ö. 1651), Oğlan Şeyh İbrahim (ö. 1655), Elmalılı Ümmî Sinan (ö. 1657), Sarı Abdullah
Efendi (ö. 1660), Fenâyî (ö. 1665), Sun‘ullah Gaybî (ö. 1676), Niyazi Mısrî (ö. 1693) de bu
asırda yaşayan önemli mutasavvıf şairlerdendir.
Gazel
Dil aşk ile yâr oldu yâ Hû haberin söyler
Kapında kulun oldu tapu haberin söyler
Gazel
Vücûdum dârını ma‘mûr eden yâr
Beni zâkir iken mezkûr eden yâr
XVIII. YÜZYIL
Her yüzyılın, bir önceki yüzyıldan farklı tarafları olacağı şüphesizdir. Teknik ve estetik
açıdan aynı temel ve esaslara dayanmakla beraber, birbirinden bazı fark ve özellilerle
ayrılan XVII. yüzyıl divan edebiyatı, XVIII. yüzyılda her alanda usta şairlerini vermiştir.
Bu yüzden XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir
(Gölpınarlı 1954).
XVIII. Yüzyılda Osmanlı Devleti siyasi alanda otoritesini kaybetmeye başlamasına rağ-
men edebî açıdan gelişimini sürdürmüş, edebiyatta nazım ve nesir alanında önemli eserler
verilmiştir. III. Ahmet ve III. Selim’in de sanatçı kişilikleri sayesinde edebi hayat canlı
kalmıştır. Bu yüzyılın edebi özelliklerinin en belirgini Nedim’in öncülüğünde başlayan
Mahallileşme Akımı’dır. Ülkenin içinde bulunduğu rehavet yüzünden şiire, eğlenceye olan
düşkünlük artmış ve bu eğlenceler dönemin bütün şairlerinin şiirlerinde ve divanlarında
yer almaya başlamıştır. Şiirin merkezi Bağdat’tan İstanbul’a taşınmıştır. Şairler İstanbul’un
güzelliğinin farkına varmışlar ve şiirlerinde hayali olarak yer verdikleri Bağdat yerine can-
lı bir İstanbul’u işlemişlerdir. Mahallileşme sadece coğrafi açıda olmamıştır. Divan şiiri-
nin anlaşılmaz aristokrat yapısı çatırdatılarak, şiirlerinde halkın adetlerine, atasözlerine,
deyimlerine ve kısmen de olsa günlük konuşmada kullanılan kelimelere yer verilmiştir.
Hatta Divan Edebiyatı’nın iki önemli ismi Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle türküler
kaleme alarak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı arasındaki bağları güçlendirmişlerdir.
Daha önce XVI. yüzyılda Edirneli Nazmi ve Tatavlalı Mahremi’nin de ortaya attıkları
ama başaralı olamadıkları bu düşünce XVIII. yüzyıla damgasını vurmuştur.
Edebiyatımız, İran edebiyatının tesirinden kurtularak kendi benliğine kavuşmuş ve
mahallîleşmiştir. İstanbul Türkçesi’nin başta gelen temsilcisi ve büyük şairi Nedîm (ö.
1730), kendi döneminin orijinal şairi olduğu gibi, Divan edebiyatı döneminin de nev’-i
şahsına münhasır şairi sayılır. Şeyh Gâlib (ö. 1799) ise Sebk-i Hindî akımının ve bu döne-
min en güçlü temsilcisi ve şairidir.
Bu yüzyılda anılması gereken diğer şairler ise Nazîm Yahya (ö. 1727), Sünbül-zâde
Seyyid Vehbî (ö. 1736), Nahîfî Süleyman (ö. 1738), Koca Râğıb Paşa (ö. 1763), Haşmet (ö.
1768), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Esrâr Dede (ö. 1796), Enderunlu Fâzıl (ö. 1810), Sürûrî (ö.
1814), gibi şairlerdir.
Nesir alanında tarihçilerden Silahdâr-zâde (ö. ?) ve Râşid (ö. 1735), tezkirecilerden
Sâlim (ö. 1743), Safâyî (ö. 1725), Belîğ (ö. 1729), Râmiz (ö. 1785) ve Esrâr Dede’dir. Değişik
konularıyla Kâmî (ö. 1723), bu yüzyılda dikkat çeken diğer yazarlardandır.
XVIII. yüzyıl tasavvuf şiirinde Lale Devri’nin etkisiyle genel olarak bir duraklama söz
konusu olmuştur. Dil ve söyleyiş tarzı açısından özgün eserlerin sayısında bir azalma gö-
rülmüş, kelime kullanımında tekrara çokça yer verildiği gibi kafiye ve vezin yanlışlıkları-
nın yapıldığı eserler kaleme alınmıştır. Çeşitli tekkelerin etrafında toplanan kişiler Yunus
Emre geleneğini devam ettirerek özgün olmayan ilahiler yazmışlardır.
Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk mesnevisini konu alan W. Holbrock’un Aşkın Okunmaz Kıyıları
isimli eserini okuyunuz.
Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724) ile Erzu-
rumlu İbrahim Hakkı (ö. 1772)’dır. Nasûhî (ö. 1717), Neccar-zâde Şeyh Rızâ, Cemâlî (ö.
1750) Salâhaddîn Uşşâkî (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) de bu dönemde yaşayan
diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır.
6. Ünite -XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı 129
Na‘t
Senin vasfın leb-i takrîre gelmez yâ Rasûlallâh
Nikât-ı midhatin tahrîre gelmez yâ Rasûlallâh
Gazel
Efendimsin cihânda i‘tibârım varsa sendendir
Miyân-ı ‘âşıkânda iştihârım varsa sendendir
XIX. YÜZYIL
XVIII. yüzyılda divan edebiyatı en büyük üstadlarını vermişti. Şeyh Gâlib, İran’ın neo-
klâsik şiirini Türkçe’de örneği görülmemiş bir tarzda kullanmış ve başarıya da ulaşmıştır.
Kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleri bütünüyle işlenmişti. Nedîm ise, daha önce en ince
hayalleri örmüş, en şuh şarkıları söylemişti.
Artık Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı
idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasîbini aldığı kadar, bu edebiyattan, Fransız ede-
biyatından da alacaktı.
Bu yüzyılın başında Arapça’dan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414)’nin el-Kâmûsu’l-muhît’ini,
Farsça’dan Burhân-ı Kâtı‘ isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsım (ö. 1819)’ı görü-
yoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme ce-
reyanının hızla ilerlemiş ve gelişmiş olmasıydı. Fakat, bu yerlileşme ve ilerleyiş, Nedîm’de
olduğu gibi estetik incelikte olmasa da, eskiyi istediği kullanamayan Enderunlu Vâsıf (ö.
1824), örnek alıp taklit ettiği eskiyi giyim-kuşama, kadın konuşmalarına, mahallî tabirlere
varıncaya kadar yerlileştirerek döneminin özelliklerini tespit ediyordu. Keçeci-zâde İzzet
Molla (ö. 1829) da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-
keşân isimli mesnevîsinde İstanbullu ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış
özelliklerini belirtmiş, bize, henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, ince-
lenmeye hazır bir belge vermişti.
Bu yüzyılda, Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859), divan şiirinde ustaca eserler veren şa-
irlerle birlikte, Âkif Paşa (ö. 1845) gibi bazı nesirlerinde sâde dil kullanan, hatta hece vez-
niyle bir de şiir yazan, sonradan yanlış bir hükümle Avrupaî edebiyatın müjdecisi sayılan,
veya Sadullah Paşa (ö. 1891) gibi divan şiiri tekniğine uyarak, içinde bulunduğu yüzyılın
keşif ve îcâtlarını dile getiren şairler de vardır.
Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının gerilemeye
yüz tuttuğu dönemdir. Artık, önceki yüzyıllar gibi usta şair ve yazarlar yetişmemekte, son
demlerini yaşamaktadır. Ancak, eskinin tekrarı gibi de olsa, Enderunlu Vâsıf (ö. 1824),
Keçeci-zâde İzzet Molla (ö. 1829), Âkif Paşa (ö. 1845), Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859),
Leskofçalı Gâlib (ö. 1864), Yenişehirli Avnî (ö. 1883), Osman Nevres (ö. 1876), Âdile Sul-
tan (ö. 1899) ve Kâzım Paşa (ö. 1889) bu edebiyat ve bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca,
Ahmed Sûzî (ö. 1830), Müştak Baba (ö. 1832) ve Turâbî (ö. 1868) dönemin önemli muta-
savvıf şairlerindendir.
Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî (ö. 1871), Ziya
Paşa (ö. 1880), Nâmık Kemâl (ö. 1888) gibi şairler ise, Divan edebiyatını çok iyi bilen ve
o kültürle yetişen kişiler olmakla beraber, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yı-
kılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânî-
zâde Atâullah (ö. 1826) ile Mütercim Âsım (ö. 1819), tarihçi Es‘ad Efendi (ö. 1848) anılma-
sı gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn (ö. 1867) ve Mehmed Emin
Bey (ö. 1874) sayılmaya değer isimlerdir.
Gazel
Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var
XX. YÜZYIL
XIX. yüzyılın ortalarında edebiyatımıza daha önceden kullanılmayan yeni tür ve şekiller
girmeye başlamış ve edebiyatımız klasik tür ve nevilerin dışında eserler vermeye başlamış-
tı. Tanzimatla başlayan bu süreç yeni toplulukların oluşmasına ve bazı dergilerin etrafın-
da toplanan yazar ve şairlerle farklı isimler altında çeşitli edebiyat akımları olarak ortaya
çıkmıştı. Tanzimat, Servet-i Fünûn, Edebiyat-ı Cedide gibi adlarla devam eden edebiya-
tımız, XX. yüzyılda Milli Edebiyat akımıyla devam etti. Edebiyatımızın yenileşmesinde
Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide edebiyatçıları büyük bir rol oynamış olmalarına rağmen,
bunlar edebiyatımızı daha çok Avrupalılaştırmışlardı. Ancak dil ve üslup olarak Arap ve
Acem terkiplerini kullanıyorlar, Fransız edebiyatına bağlı kalarak aruz veznini muhafaza
ediyorlardı (Kocatürk 1964: 196). Roman ve tiyatro türlerinde ise konular halkın hayatın-
dan oldukça uzaktı.
XX. yüzyılın ortalarına kadar, Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet
Çelebi (ö. 1958) gibi br kaç şairi istisna edersek, Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser veren
şair sayısı oldukça sınırlıdır. Cumhuriyet sonrasında yeni estetik anlayışın tesiriyle eskiye
ait ne varsa kötülenmeye tabi tutulmuş, özellikle klasik edebiyatla ilgili olumsuz bir hava
oluşturulmuştur.
XX. yüzyılın ilk yarısında klasik edebiyatımız, hayattan kopuk, yüksek zümrenin uğ-
raştığı bir edebiyat olarak görülmüş, kullandığı remiz ve mazmunlar yönüyle, daha sonra-
ları “Divan Edebiyatı Uzmanı” ünvanıyla karşımıza çıkan isimlerce bile küçük görülen ve
hafife alınan bir edebiyat olarak gösterilme gayreti içerisine girilmiştir.
XX. yüzyılda az da olsa aruz veznini kullanarak geleneğe uygun şiirler kaleme alan ve
Divan teşkil eden mutasavvıf şairler de bulunmaktadır. Alvarlı Efe olarak da tanınan Erzu-
rumlu Muhammed Lutfî (ö. 1956), Sivaslı Şeyh Halid (ö. 1931), Osman Kemâlî (ö. 1954),
Mustafa Fehmi Gerçeker (ö. 1950), Darendeli Osman Hulusî (ö. 1990) bunlardan bir kaçıdır.
Geleneksel edebiyatın yeniden ve fakat öncekinden farklı bir tarzda gündeme gelişi
Necip Fazıl (ö. 1983) ile başlar. Necip Fazıl, Nur Harmanı isimli eseriyle geleneksel edebi-
yatımızdaki manzum kırk hadis türünü yeniden gündeme getirmiştir.
132 Türk İslâm Edebiyatı
Necip Fazıl’ın Esselâm –Mukaddes Hayattan Levhalar- adlı eseri Hz. Muhammed’in 63
yaşında vefat etmesi dolayısıyla Hz. Peygamber’in hayatının devrelerini konu alan 63 ayrı
şiirden oluşan manzum siyer diyebileceğimiz modern bir mesnevîdir.
Necip Fazıl’ın çıkarmış olduğu Büyük Doğu mecmuası (1943), özellikle ikinci dönemi
olan 1945’ten sonra geleneğin dirilişi anlamında önemli bir görev üstlenmiştir.
Necip Fazıl’ın başlatmış olduğu bu hareketin ikinci ismi ise hiç şüphesiz Sezai
Karakoç’tur. Şiirinde kullanmış olduğu sembollerle geleneği güne ve geleceğe taşıyan
Sezai Karakoç, Leyla ile Mecnun gibi modern anlamda mesnevi tarzında yazmış olduğu
eserler ve denemeleri, hikaye ve monografileriyle edebiyat geleneğimizin yeniden inşası
yolunda örnekler meydana getirmiştir. Kurmuş olduğu Diriliş dergisi (1960) gençlerin
yetiştiği bir okul olmuş, Diriliş Yayınları ile de Türk-İslâm edebiyatının günümüzdeki ör-
neklerini vermiştir.
Cahit Zarifoğlu’nun bir şiir kitabına da isim olan “Yedi Güzel Adam” kimlerdir? Araştırınız.
3
Türk-İslâm edebiyatının XX. yüzyıldaki üçüncü adımı ise Maraş’ta başlayan ve Nuri
Pakdil’in Ankara’da çıkardığı Edebiyat dergisi (1969) etrafında devam eden edebî hareket-
tir. Bu dergi ve daha sonra çıkan Mavera dergisi (1976) çevresinde yer alan M. Akif İnan,
Cahit Zarifoğlu (ö. 1987), Erdem Beyazıt (ö. 2008), Rasim Özdenören, Alaattin Özdenö-
ren, Ebubekir Eroğlu, İsmet Özel gibi yazar ve şairler, Necip Fazıl’la başlayan Türk-İslâm
edebiyatı geleneğini devam ettirmişlerdir.
Hazırlıklarına 1949 yılı sonlarında “eski şiirimizden millî kültür ve edebiyatımızdan kop-
madan yeni ve güzel bir şiir sergilemek o yıllarda şiirimizi çıkmaza sokanlara ve yozlaştı-
ranlara karşı çıkmak ve tavır almak” parolasıyla başlanan Hisar dergisi ilk sayısını 16 Mart
1950’de yayımlamıştır.
Yunus Emre
Kaç mevsim bekleyim daha kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de, piştiğin bela kabında,
Kaynata kaynata buhara kalbet.
Özet
Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilmek. XVI-XX. Yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilmek.
1 3
Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in müslüman olmala- Osmanlı devletinin ihtişamlı çağı olan XVI. yüzyıldan
rından itibaren günümüze kadar meydana getirmiş günümüze kaynağı İslâm olan bir edebiyat var olagel-
oldukları, referanslarını İslâm’dan alan bir edebiyatın miştir. Bu dönemler içerisinde XIX. yüzyılın ortaları-
adıdır. Eski Türk Edebiyatı ile bazı ortak yönleri ol- na kadar aruz ve hece vezni ile şiirler kaleme alınmış,
masına rağmen, zaman itibariyle Eski Türk Edebiyatı XIX. yüzyılın ortalarından günümüze kadar ise hece
XIX. yüzyılın ortasında sona ererken Türk-İslâm Ede- ve serbest vezinle binlerce şiirler yazılmıştır. Ünite
biyatı hayatiyetini devam ettirmektedir. içerisinde dönemlerin önemli şairlerinden örnek şi-
irlere yer verilmiştir.
Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilmek.
2
XVI. yüzyıldan günümüze kadar her yüzyılda çok sa- Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebi-
yıda şair yetişmiştir. Fuzulî, Zâtî, Bağdatlı Ruhî, Nâbî, 4 yat olduğunu açıklayabilmek.
Neşatî, Nedim, Şeyh Gâlib, Yenişehirli Avnî gibi Di- Türklerin İslâm dinini kabul etmelerinden itibaren
van Edebiyatı içerisinde eser veren şairlerin yanında, ilk iki kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in
Şemseddin Sivasî, Aziz Mahmud Hüdayî, İsmail Hak- hadisleri olan Türk-İslâm Edebiyatı XX. yüzyılın ilk
kı Bursevî, İbrahim Gülşenî gibi mutasavvıf şairler ile yarısında bir süre sekteye uğrasa da ikinci yarısında
XX. Yüzyılda içerik açısından geleneğe bağlı M. Akif içerik ve muhteva anlamında tekrar ürün vermeye
Ersoy, A. Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Ka- başlamış ve vermeye de devam etmektedir.
rakoç gibi şairler yetişmiştir.
6. Ünite -XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı 135
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi XVI. yüzyılda yaşayan şairler- 4. XVIII. Yüzyıl edebiyatımız ile ilgili aşağıdaki ifadelerden
den biri değildir? hangisi doğrudur?
a. Fuzulî a. Verim devri
b. Hayretî a. Geçiş devri
c. Zatî c. Hazırlık devri
d. Nedim d. Gazel devri
e. Hayâlî e. Yükseliş devri
2. Aşağıdakilerden hangisi Türkî-i basit hareketinin öncü- 5. Aşağıdakilerden hangisi XX. yüzyılda geleneğe uygun ve
lerindendir? tasavvufî neş’eyle eser veren şairlerden biridir?
a. Tatavlalı Mahremî a. Mehmet Akif Ersoy
b. Enderunlu Vasıf b. Yahya Kemal Beyatlı
c. Şeyh Gâlib c. Muhammed Lutfî
d. Keçecizade İzzet Molla d. Ahmet Hamdi Tanpınar
e. Bursalı İsmail Hakkı e. Arif Nihat Asya
Sıra Sizde 3
Bu yedi güzel adamın altısı şair, hikayeci ve yazardır. Kuru-
cu altı kişi şu isimlerden oluşmaktadır: Erdem Bayazıt, Ersin
Gürdoğan, M. Akif inan, Aleaddin Özdenören, Rasim Öz-
denören, Cahit Zarifoğlu. Yedincisi ise yazar olmayıp ancak
sözü, saatlerce konuşsa bile dinlenebilen, dönemin en önemli
sohbetçisi diye bilinen Hasan Seyithanoğlu’dur.
6. Ünite -XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı 137
Yararlanılan Kaynaklar
Ak, C. (2001), Şair Padişahlar, Ankara.
Akün, Ö. F. (1994) “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklo-
pedisi, İstanbul.
Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I-II, İs-
tanbul.
Gölpınarlı, A. (1954) Divan Şiiri, İstanbul.
Kemikli, B. (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Dîvânı İnceleme –
Metin, İstanbul.
Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebi-
yat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, An-
kara, s. 45-50.
Kılıç, F. (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser
Üzerine Değerlendirmeler, Ankara.
Kocatürk, V. M. (1964), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara.
Kortantamer, T. (1997), Nev‘î-zâde Atâyî ve Hamsesi, İzmir.
Köprülü, M. F. (1986), Edebiyat Araştırmaları, Ankara.
Levend, Â. S. (1988), Türk Edebiyatı Tarihi I, Ankara.
Özalp, M. N. (2000), Türk Mûsikîsi Tarihi, İstanbul.
Pala, İ. (1996) “Osmanlı Edebiyatı”, Osmanlı Ansiklopedisi,
İstanbul.
Pekolcay, N. (1976), İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul.
Şener, H. İ.- Yıldız A. (2003), Türk-İslâm Edebiyatı, İstanbul.
7
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin neler olduğunu sıralayabilecek,
Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bulduğunu ifade edebilecek,
Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip ettiklerini belirleyebilecek,
Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde durulduğunu açıklayabile-
ceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Esmâ-ı hüsnâ • Münâcât
• Tevhîd • Edebiyatımızda adet ve gelenek
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden Esmâ-ı hüsnâ, Tevhîd
ve Münâcât maddelerini okuyunuz.
• Bulabildiğiniz bir Divan ve Mesnevî’nin ilk şiirlerini inceleyiniz.
İçindekiler
• GİRİŞ
• ALLAH’IN GÜZEL İSİMLERİ: ESMÂ- I
Türk İslâm Edebiyatı Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler HÜSNÂLAR
• TEVHÎDLER
• MÜNÂCÂTLAR
Allah Teâlâ ile
İlgili Edebî Türler
GİRİŞ
Eski edebiyatımız dinî temele dayanır ve ilk kaynağı da İslâmî ilimlerin tümünde olduğu
gibi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hiç kuşkusuz şiir, bu edebiyatımız içerisinde önemli bir yere sa-
hiptir. Şairlerimiz anlatmak istedikleri hemen her şeyi çeşitli na-zım şekilleriyle kaleme
almışlardır. Kasidelerle tevhid, münacat ve naatlar yazdık-ları gibi din ve devlet büyükle-
rine de methiyeler meydana getirmişlerdir. Aslen bir aşk şiiri formu olan gazel ile zamanla
felsefî ve mizahî konuları da ele almışlardır. Mesnevî nazım şekliyle dinî ve dünyevî he-
men her konuda kalem oynatmışlar-dır. Öyle ki bazen Arapça veya Farsça bir sözlüğün
bazense bir dilbilgisi kitabı-nın bile manzum olarak yazıldığını görmekteyiz.
Her ne kadar Eski edebiyatımızla ilgili olarak “dinî” ve “lâ-dinî” gibi tasnif-lere rastla-
sak da dinin yaşanan hayatın bir parçası olduğunu düşündüğümüzde “la-dinî” niteleme-
sinin çok da ayaklarının yere basmadığını görürüz. Belki bu tasnifle kastedilenin, içeriğin
tamamen dinî bir konu olup olmasına göre şeklinde anlamamız gerekir ki burada da yine
“lâ-dinîlik” tasnifi yerli yerine oturmaz.
Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan eserlerin hemen hepsinde önce
Allah’ın birliği ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde eden, Hz. Peygamber’i
medh edip öven parçalar ve manzûmeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak
İslâm sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkes-ce uyulan bir âdet ve gelenek
olagelmiştir. Bu âdet ve geleneğin dayanağını şu şekilde açmak ve açıklamak mümkündür.
Her şeyden önce eserlerin, mensûr ve manzûm olmak üzere iki tarz ve şekil-de ya-
zılmaları usûldendir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak
“Hamdele” ve “Salvele” ile devam etmesi ve “ammâ ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi
“âdet ve gelenek” idi. Ancak, bu âdet ve geleneğin bir dayanağı olmalıydı. İşte bu âdet ve
geleneğin delil ve dayanakları hakkında şu bilgileri vermek faydalı ve yerinde olacaktır.
Bu âdet ve geleneğin mensur eserlerde nasıl ve hangi sıraya göre uygulan-dığına ba-
kalım. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip ettiği sı-ra: “Besmele, ham-
dele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-
Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” şeklindedir. Di-vanlarda bu sıraya uyulduğu gibi,
mesnevîlerde de, genel olarak, böyledir. Bun-ları sıra ile açıklayalım.
Mensur Eserlerde
Besmele; “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” demek olan Besmele’nin da-yanağı, Hz.
Peygamber’in: “Her iyi ve güzel bir işe “Rahmân ve Rahîm olan Al-lah’ın adı” ile başlanma-
mışsa, o işten hayır gelmez, sonu güdük ve verimsizdir.” (Aclûnî: 1352) anlamındaki hadîsidir.
140 Türk İslâm Edebiyatı
Manzum Eserlerde
Manzum eserlerde de bu geleneğe bağlı kalınarak, önce yine “Besmele”, sonra “Hamdele”
yerine Tevhîd ve Münâcât, “Salvele” yerine ise Na‘t sıralamasına uyulur. “Ammâ ba‘dü”
deyimi yerine de özellikle mesnevîlerde “Sebeb-i te’lîf-i kitâb” ibaresi yer alır.
Manzum eserlerde “Besmele”den sonra, öncelikle Tevhîd, bazan da Tevhîd-Münâcât
birlikte bulunur. Türk İslâm Edebiyatı konularından olan Tevhîd, Münâcât ve Na‘t, konu
olarak, yerinde daha detaylı işleneceğinden, burada kısa bilgiler verilecektir.
Tevhîd’in kelime anlamı, “Vahdet” kökünden “birkaç şeyi bir etme, birleş-tirme, bir
addetme, bir nazarıyla bakma” anlamlarına geldiği gibi, Allah hakkında: “Allah’ın bir ol-
duğuna inanma, kâil olma, birleme” demektir. “Lâ İlâhe ille’llâh” cümle ve terkîbinin söy-
lenmesine de, İslâmî literatürde, “Tevhîd” veya “Kelime-i Tevhîd” denilmektedir.
doksan dokuz, yüzden bir eksik, ismi vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cen-
nete girer” ifadelerinden sonra Tirmizî ve İbn-i Mâce’de bu 99 isme yer verilmiştir.
Örnekler el-Musavvir :
Âlimü’l-gaybi ve’ş-şehâdeh: Her kimin olmasaydı ferzendi
Her kim etse edâ namâzını Bu hevâ olsa gönlünün bendi
Cân u dilden kılıp niyâzını Yedi gün pâk olup ola sâim
Akabince bu ismi yâd etse Dilde bu ismi zikrede dâim
Bu safâyı revâna zâd etse Vakt-i iftâr olıcak her bâr
Anı keşf ehli eyleye Rahmân Okuya bîst ü yek anı ey yâr
Ere Hak’dan revânına ihsân Ya‘ni su üzre okuya anı
Kılsa beş vakt namâzını âdem İçe ol dem safâ bula cânı
Okusa yüz kerre bunu ol dem Yedi gün eylese bu hâl üzre
Ana mekşûf ola kamu esrâr Hak murâdın vere kemâl üzre
Dola gönlü safâ ile envâr Hak ana bir oğul verse âşık
Ola ilmi ile izzete lâyık
es-Selâm :
Kim ki bir derd ile ola bîmâr el-Gaffâr :
Bunun ile olur ana tîmâr Her ki yüz nevbet okusa sâfî
Ola her derdine anun şâfî
Ger yüz on bir kez okısa anı
Bula sıhhat-i safâ-y-ıla cânı Cum‘adan sonra okusa her gâh
Açıla lûtf ile ana dergâh
el-Cebbâr :
Kim okursa yigirmi bir nevbet el-Hâfız :
Ermeye her güzin ana nikbet Her ki havf eyleye adûsundan
Ya adû ins ola yâhûd cinden
Ger olursa dilinde bu virdi
Zulm-i zâlimden olmaya derdi Ede bir halveti hemân hâlî
Okuya yetmiş ile bin hâli
el-Bârî : Ref ‘ ola düşmanın o dem şerri
Her ki yüz kerre okusa zâhir Ere Hakkın emân ile birri
Dahi yitmiş bir okusa âhir
Kabre vardığı dem işit anı es-Semî‘ :
Yalınuz olmaya anun cânı Her kim ister murâdını hâsıl
Ola maksûduna o dem vâsıl
Hak musâhib vere ana anda
Kalmaya havf ile gidüp anda Okuya beş yüz ismi her demde
Kalmaya kalbi hasret ü gamda
144 Türk İslâm Edebiyatı
Türkçe ilk manzum Esmâ-ı Hüsnalar arasında yer alan İbn Îsâ Sa-ruhânî’nin Şerhu Esmâi’l-
Hüsnâ isimli eserinde Rahmân ismi şu şekilde anlatılmaktadır.
Yâ Rahmân: (aded 298, sâat : Güneş) Eger vird edine bu ismi nâ-kes
Gel ey tâlib edin vird ism-i Rahmân Sahî olur ana bî-kes dimez hâs
Ki rahmetden erişe lûtf u ihsân
Olursan nâ-kesin birine meşgûl
Şumarınca sürersen her gün anı Sahî olup atâ eyler sana bol
Sa‘âdetle dutasın dû-cihânı
Bunu kim vird edine mâlı artar
Bunu terk etme dâim virdin olsun Kovan cismi içinde balı artar
Ki sürdükce gönül nûr ile dolsun
Hem artar mansıb u kadr u sehâsı
Kesâfet yerine gelsin letâfet Anılır Hâtem-i Tây’ın atâsı
Nühûset yerine dönsün sa‘âdet
Sehâvet her kime olduysa âdet
Kasâvet kalmasın bulsun safâ dil Ölünce gitmez andan ol sa‘âdet
Ziyâlar bağlar ol vakt hemçü kandîl
Şumarı iki yüz toksan sekiz hem
Ola ger nûr-ı Rahmân mazhar-ı dil Güneşdir sâ‘ati va’llâhü a’lem
Elest ahdine bulsun hem vefâ dil
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah ismi ilk olarak hangi surede yer almaktadır? Araştı-rınız.
2
TEVHÎDLER
Allah’ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzûm ve mensûr eserlere tevhîd denir.
Tevhîd konusu, daha önce kısmen işlenmişse de, Türk İslâm Edebiyatı konularının başın-
da gelmesi nedeniyle, burada daha geniş olarak üzerinde duru-lacaktır.
Kök itibâriyle vahdet kelimesinden gelen ve tef ‘il kalıbıyla ifâde edilen Tevhîd, kelime
olarak birlemek anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, “Allah’ın varlığına ve birliğine
dâir yazılan manzum ve mensur eserler”e Tevhîd ismi veril-miştir. Şairlerimiz Divanlarına
tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir âdet hâline ge-tirmiş ve böyle başlamayı kendileri için
de bir şeref kabul etmişlerdir.
7. Ünite - Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler 145
Manzum tevhîdler, çoğunlukla kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleriyle ya-zılmıştır.
Tevhîderde işlenen konular, âyet ve hadislerden alıntılar yapılarak veya bu iki ana kaynak-
tan faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Konuyla ilgili yayın yapan araştırmacıların edebiyatımızda biri tasavvufî, diğeri
dînî olmak üzere iki tür tevhîdden bahsetmektedirler. Ancak, tasavvufî tevhîdlerle dînî
tevhîdleri birbirinden ayırdetmek de oldukça güçtür. Nihayetinde tasavvuf da dinin içe-
risindedir.
Tevhîdlerde, öncelikle, Allah’ın zâtî (selbî) ve sübûtî sıfatları yer almakta-dır. Allah’ın
zâtî sıfatları altı tanedir. Bunlar: Vücûd, kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhâlefetün li’l-havâdis
ve kıyâm bi-nefsih denilen sıfatlarıdır. Sübûtî sıfatlar ise sekiz tanedir. Bunlar da: Hayat,
ilim, semî‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tek-vîn, sıfatlarıdır.
Dînî tevhîdlerde, Âdem peygamberi topraktan yaratmış olan Allah’ın ilmin-de sak-
lı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhûr edişi anlatılır. Tasavvufî
tevhîdlerde ise “Kenz-i mahfî / Gizli hazîne” esasına dayalı bir anla-tım yer almaktadır.
“Kenz-i mahfî” terkibi bir kudsî hadiste geçmektedir ki bu hadis şöyledir: “Hz. Dâvûd
(a.s), Allah’a: “Yâ Rabbi! Lime halakte’l-halka / Ey Allahım! Bu mevcûdâtı niçin yaratt-
tın?” der. Cenâb-ı Allah Hz. Davud’un bu sorusuna: “Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü
en u‘rafe, fe-halaktü’l-halka li-u‘rafe” diye cevap verir. Ehl-i tasavvuf ’a göre: “Ben, gizli
bir hazîne idim, bilinmek ve tanınmak istedim. Bu yüzden de, bilinmem ve tanınmam
için bütün varlıkları yarattım.” anlamına gelen bu kudsî hadisin dayanağı, “Ben, cinleri ve
insanla-rı, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât: 51/56) anlamındaki âyet-tir.
Bu kudsî hadîsten hareketle, özellikle İran ve Anadolu şâirlerinde, kâinâtın yaratılış
nedeni olarak “Allah’ın kendi güzelliğini temâşâ ve yokluk aynasında tecellî etmesi” sonu-
cu mevcudatın var oluşu inancı önem arzeder. Şâir, sanki şu beytinde, söz konusu kudsî
hadîsi tercüme edercesine, şöyle diyor:
Kendi hüsnüñ hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıkdan dönüp soñra temâşâ eylediñ
Tevhîdlerde yer alan ve işlenen diğer esas ve konuları şu şekilde sıralamak mümkündür:
Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinâtta var olan her şey ve-him, hayal,
aynadaki akis ve gölgeler gibidir.
Kâinât, Allah’tan bir nişan ve alâmettir. Eserden müessire (cüz’den kül’e) in-tikâl edip,
kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlûkta Hâlık’ı idrâk etmeli, anla-malıdır.
Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir fakat, gözlerden gizlenmişdir. Onu dünya gö-
züyle görmek mümkün değildir. Bunun delîli: “Gözler onu görmez, o gözleri görür; O latîf
(gözle görülmez veya lûtuf sahibi), her şeyi haber alandır.” (En’am: 6/103) anlamındaki
âyettir.
Allah’ın zâtı idrâk edilemez ve buna insan güç yetiremez. İnsan aklı onu an-lamaktan
âcizdir. Hz. Ebû Bekir’in, “el-aczü an-derki’l-idrâki idrâkü ” mısrâında çok açık bir şekil-
de, beşer aklının Allah’ın zâtını idrâk etmekten âciz olduğu ifâde edilmektedir.
Allah mülkün sâhibi, şehâdet ve gayb âleminin Hâlık’ıdır. Bunun delîli, şu iki âyettir:
“(O), her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am, 6/102) ve “O, öyle Allah’tır ki ondan başka tanrı yok-
tur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O, çok esirgeyen, çok acıyandır.” (Haşr, 59/22)
Allah, nasıllık (kemmiyet) ve nicelikten (keyfiyet) münezzehtir. “O’na benzer hiçbir
şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 42/11) âyeti bunun delîlidir. “Allah’ın nimetleri
hakkında istediğiniz kadar düşünün, kafa yorun; fakat, sakın Allah’ın zâtı hakkında kafa
yormayın, düşünceye dalmayın.” hadisi de, bunun sünnetteki delilidir. O’nun keyfiyyetini
anlamak isteyen sapıklıkta ve yanlış yol-dadır.
146 Türk İslâm Edebiyatı
O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu, Hakk’ın sonsuz ve sınırsız, zaman ve mekân
kayıtlarından uzak olduğunu ifâde eder.
Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır ama o hiç kimseye muhtaç de-
ğildir. Bir adı da Tevhîd sûresi olan İhlâs sûresi, Allah’ın “eşi ve or-tağı” olmadığının açık
delîlidir. “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey varlığını ve bekâsını ona borçlu-
dur. Her şey ona muhtaçtır, o, hiçbir şeye muh-taç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım
dileyeceği tek varlık odur.). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulma-
mıştır. Hiçbir şey onun dengi (ve eşi) olmamıştır.”
Evvel, âhir, zâhir ve bâtın odur. Bütün varlık ve eşyâda onun nûru zâhir olmuş, tecellî
etmiştir. Eşya, vehimler ve hayallerden ibarettir. Halbuki, bi-zâtihî mevcut ve var olan
sâdece Allah’tır. O, ezelî ve ebedîdir. Cemâl ve Celâl sahibi-dir. “O, İlk’tir (kendisinden
önce hiçbir varlık yoktur); Son’dur (kendisinden sonra hiç bir varlık yoktur, her şey yok
olurken O, kalacaktır); Zâhir’dir (delille-riyle varlığı gün gibi açıktır); Bâtın’dır (Zâtı’nın
hakîkatı gizlidir, akıllar O’nun zâtını idrâk edemez). O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)
âyeti, bunu açıkça ifâde etmektedir.
O, merhametlilerin en merhametlisi (Erhamü’r-râhimîn) ve Ekremü’l-ekremîn’dir.
Kur’an’da, bu ifade dört ayrı yerde geçmektedir: “Merhametlilerin en merhametlisi sensin
! ”(Âraf, 7/151)
Gönül levhasından mâsivânın (Allah’tan gayri her şeyin) silinmesi şarttır. Çünkü
Allah’a yakın olmak ve onun rızâsını kazanmak için gerekli olan amel ve ibâdet, gönülden
mâsivânın uzaklaştırılmasıyla gerçekleşebilir. Allah’a olan bağlı-lık ve muhabbet, dünyaya
bağlılık nisbetinde zayıflar ve azalır.
Mutasavvıf şâirlerin tevhîdlerinde, göze çarpan hususlar ise, daha çok vah-det-i
vücûd’la ilgilidir.
O, öyle bir “Vahdet denizi”dir ki, onun dalgaları (isim ve sıfatlarının te-cellîleri) hiçbir
zaman kesilmez. Çokluk (kesret), işte bu tecellîlerden, zorunlu ola-rak ortaya çıkmıştır.
“Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) ondan isterler (çünkü tüm varlıklarını ona borç-
ludurlar). O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür,
her ân hayatı tâzeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir).” (Rahmân, 55/29) âyeti bunun
açık delîlidir.
Tasavvufta gerekli ve önemli olan vahdet, kesret içinde olan vahdettir. Bu-nun anlamı,
toplum ve halkla birlikte, işiyle-gücüyle meşgul iken bile herkesin ve her şeyin Allah’ın
kudreti ile meydana geldiğini idrâk etmekten ibarettir. El yârda, gönül kârda olmalıdır. İşte
bundan yola çıkarak Vahdet-i vücûd nazariyesi doğ-muştur. Bütün varlıkların Vücûd-ı
mutlak olan Allah’ın isim ve sıfatlarından te-cellî ettiği nazariyesine dayanan Vahdet-i
vücûd, bir çeşit tasavvuf yoludur. Bu-na göre Vücûd (varlık) birdir ve o da Allah’ın varlığı-
dır. Bütün varlıklarda çe-şitli şekillerde tecellî eden de odur. Her şey, onun varlığına ve bir-
liğine delâlet eder. Kâinât, onun varlığının alâmetidir. Onsuz hiçbir şey olamaz. Vahdet-i
vü-cûd nazariyesi XIII. yüzyldan itibâren, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (1165-1240), Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), Sadreddin-i Konevî (1210-1274) gibi bilgin ve şâirlerle
büyük ilerleme kaydetmiştir.
Burada Vahdet-i vücûdla ilgili bir noktayı, önemli olması nedeniyle, açıkla-makta fay-
da vardır. Vahdet-i vücûd, panteizm değildir ve onunla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Allah,
hiçbir şeyle ittihâd hâlinde bulunmaz. Allah, Allah’tır, âlem de âlemdir. Âlem, Allah’ın
gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, varlığı mümkün ve son-radan olanla birleşemez. Allah, her
şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah, nasıllık ve nicelikten münezzeh, âlem
ise bunlarla sınırlıdır. Münezzeh olana, sınırlı olanın aynı demek ve Allah’ı, sonradan olan
şeyle bir ve aynı ka-bul etmek imkânsızdır. Ezelî olan Allah, asla sonradan olanın aynı
değildir.
7. Ünite - Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler 147
Mekândan münezzeh olan Allah, mekâna sığmaz. Mekândan münezzeh ola-nı, mu-
kayyet olan eşya ve varlıktan ayrı düşünmek gerekir. Dış dünya ve iç âlemde görünmüş
olanlar, Allah’ın varlığına delâlet eden şâhitlerdir; yoksa Allah demek değildirler. Eşyânın
Allah’ın aynı olduğu inancı, Vahdet-i vücûd demek değildir. Çünkü bu makâmda ittihâd
(birleşme), ayniyet (tıpkısı olma), tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Allah,
zâtı ile de, sıfâtıyla da değişmez, sonradan olanlara aslâ benzemez (Pekolcay: 1976). Çünkü
O, “muhâlefetün li’l-havâdis” sıfatıyla muttasıftır. Anlamını vereceğimiz şu âyete dikkatle
bakılırsa, Vahdet-i vücûda kâil olan ve inananların dediği gibi, Allah’ın eşyâda görünme-
sinden (cem‘) ziyâde farka delâlet ettiği, mahlûk ile Hâlık’ın birbirinden tamamıyla ayrı ol-
duğu anlaşılır: “De ki: İşte benim yolum budur: ‘Allah’a basîretle davet ederim. Ben (böyle
olduğum gibi) bana uyanlar da böyledir. Allah’ı şânına lâyık olmayan şeylerden tenzîh
ederim ve ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yûsuf: 12/108)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)’nin şu beyti, Vahdet-i vücûd inancına kâil
olanları, onu savunanları kökünden reddetmektedir: “Peygamber-ler, halkı Hakk’a ulaş-
tırmak, îsâl etmek için gönderilmişlerdir. Halk ile Hak, (Vahdet-i vücûd’a inanan ve onu
savunanların dedikleri gibi) yek-vücûd (aynı) olsalardı neyi îsâl edecek, ulaştıracaklardı?”
(Tahirü’l-Mevlevi: 1966)
Ehl-i tasavvufun, vahdet-i vücûd hakkındaki görüşü, birtakım şüphelerle dolu bir yol ve
metotla değil, tarîk-ı bedâhet (apaçık) ile şâhid olmuşlardır ki, buna göre, mevcûd-ı hakîkî
ancak, Allah’tır. Sonradan olan mümkinâta mevcûd demek ise tecellî alâkasıyla mecâzîdir.
Çünkü bir kısmı Allah ile, diğer bir kısmı da yaratılmış olan şeylerle var olan çeşitli varlıklar
yoktur. Varlık, Bir’dir, o da Allah’ın zâtından başka bir şey değildir (Kam: 1994).
Bu kısa bilgiden sonra, Vahdet-i vücûd inancının temel düstûrunun, şu iki sözde, özet-
lenmiş olduğunu söyleyelim: “Lâ-mevcûde ille’llâh / Allah’tan başka varlık yoktur” veya
“Leyse fi’l-vücûdi ille’llâh / Mevcudatta Allah’tan başkası yoktur”. Aşağıdaki, biri Arapça,
diğeri Türkçe olan beyitlerde Vahdet-i vücûd inanç ve akîdesi “uslûb-ı şâ‘irâne” ile şu şe-
kilde ifâde edilmiştir.
Leyse fi’l-kâinâti gayruke şey’ün
Ente şemsü’d-duhâ vü gayruke fey’ün
Küllü mâ-fi’l-kevni vehmün ev hayâl
Ev ‘ukûsün fi’l-merâyâ ev zılâl
“Kâinâtta senden başka hiç bir şey yoktur; sen kuşluk güneşisin, senden başka varlık-
lar gölgeden ibârettir. Kâinâtta mevcut olan her şey, vehim ya da hayâlden ibârettir; veya
aynadaki akisler, ya da gölgelerden ibârettir.”
Şair Nev‘î’nin şu kıtası Vahdet-i vücûdu çok güzel bir şekilde özetlemektedir.
Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsiñ
Tenlerde vü cânlarda nihân hep Sen imişsiñ
Senden bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir bunı bildim ki cihân hep Sen imişsiñ
Nev‘î
Tevhîdlerde âyetlerden zaman zaman alıntılar ve âyetlere telmih ve işâretler yapılmak-
tadır. Bir fikir verebilmek için, bu alıntı, telmih ve işaretlerle ilgili bazı beyitleri, örnek
olarak, veriyoruz.
Varır her zerreye bir râh Sen’den
Dü-âlem “semme vechü’llâh” Sen’den
Lâ-mekânî
148 Türk İslâm Edebiyatı
Bu beytin ikinci mısraında Bakara sûresi 2/115’den sâdece “semme vec-hu’llâh” kısmı
iktibâs edilmiştir. Âyetin tamâmı ise “Fe-eynemâ tüvellû fe-semme vechü’llâh..”tır.
Çıhâr rükn-i anâsır olunca mazhar-ı “Kün”
Mürekkeb oldı ‘ademden cevâhir-i eczâ
Râmî
Debistân-ı kıdemde ol Debîr-i Lem-yezel’sin kim
İki harf ile kıldıñ on sekiz biñ ‘âlemi imlâ
Âlî
Bu iki beyitte, sâdece “Kün” emrini almak sûretiyle, Kur’an’da sekiz yerde geçen
âyetlere telmih ve işârette bulunulmuştur. “Kün” emrinin geçtiği sekiz âyetten ilki olan
Bakara Sûresi 2/117’de yer alan âyetin metni: “Ve izâ kazâ em-ran fe-innemâ yakûlü lehû
kün fe-yekûn” : “Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sâdece “ol” der, o da hemen oluverir.”
Eyledi Âdem’i hem ol Mevlâ
Vâkıf-ı ilm-i “alleme’l-esmâ”
Subhî
Bu âyette de, Bakara Sûresi 2/31’den “alleme’l-esmâ” kısmı, aslı biraz de-ğiştirilerek,
alıntı yapılmıştır. Âyetin bu kısmı, tam olarak, “Ve ‘alleme Âdeme’l-esmâe..” şeklindedir.
“Âdem’e isimlerin tamâmını öğretti..” anlamına gelmektedir. Bu örnekler daha da çoğal-
tılabilir.
Tevhîdler, genel olarak, kasîde şeklinde yazılır ve kasîdenin türlerinden biri olarak ka-
bul edilir. Edebiyatımızda terkîb-i bend, tercî-i bend ve musammat şekil-leriyle yazılmış
tevhîdler de vardır. Özellikle tercî-i bendler, konu yönünden, tevhîde daha elverişli şiir-
lerdir. Kasîde tarzında yazılan tevhîdlerde, kasîdenin bölümlerinden olan nesîb, tegazzül,
fahriye gibi bölümler bulunmayıp, doğrudan doğruya konuya geçilir (İsen: 1992).
Edebiyatımızdaki en güzel tevhîdlerden biri Niyazii Mısrî (ö. 1694)’ye aittir. Tasavvufî
bir tevhîdin tüm özelliklerini taşıyan bu şiir şöyledir:
Zihî kenz-i hafî k’andan gelir her var olur peydâ
Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ
Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı
Bu kesret âlemi andan doğup nâçâr olur peydâ
Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyâr
O yüzden gayri yok tenhâ gelir dildâr olur peydâ
O yüzden görülen ağyâr döner şem’-i cemâlinden
Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ
Taşınır günde yüz bin cân adem iklîmine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur a‘mâr olur peydâ
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
O devr ile gelipdir enbiyâ mürsel merâtibce
Gehî mü’min zuhûr eder gehî küffâr olur peydâ
Tecellî eyledikçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda
Bu sûret âlemi içre satû bâzâr olur peydâ
7. Ünite - Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler 149
Anın zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok
Anınçün her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ
Tecellî eyler ol dâim celâl ü geh cemâlinden
Birinin hâsılı cennet birinden nâr olur peydâ
Cemâli zâhir olsa tez celâli yakalar anı
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ
Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde
Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ
Velî ârif celâl içre cemâlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ
Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâna
Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ
İçi ummân-ı vahdetdir yüzü sahrâ-yı kesretdir
Yüzün gören görür ağyâr içinde yâr olur peydâ
Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden
Niyazî kanda baksa ol hemân dîdâr olur peydâ
Osmanlı padişahlarından Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Sü-leyman
(ö. 1566)’ın bir tevhîdini de yine örnek olarak verelim
Osmanlı padişahlarından bir çoğu şairdir. Şair padişahlar da geleneğe uy-gun olarak tev-
hidler kaleme almışlardır. Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman (ö.
1566)’ın bir tevhîdi şöyledir:
Dest-i kudretle yoğ iken âlemi var eyledin
Kimini müslim kılıp kimini küffâr eyledin
Hârdan güller bitirdin nahlden hurma-yı ter
İbret için kullarına hikmet izhâr eyledin
Kimine verdin behişt ü hil‘at u tâc u kemer
Kiminin yerin cehennem menzilin nâr eyledin
Kiminin kaddini kıldın serv ü ‘ar‘ardan yüce
Gözleri yaşın kiminin cû-yı enhâr eyledin
Rûzı rûşen eyledin emrinle gün etdi tulû‘
Geceyi encümler ile zeyn edip târ eyledin
Güller ile gülşen içre hârı kıldın hem-nişîn
Geceler tâ subha dek bülbülleri zâr eyledin
Zâhide erzâni kıldın kevser ü hûr u behişt
Bu Muhibbî bendeni müştâk-ı dîdâr eyledin
MÜNÂCÂTLAR
Münâcât, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli ko-
nuşma” anlamları taşımaktadır. Bir kimsenin ellerini semaya kaldırarak di-lediği şeyi
Allah’tan gizlice istemesine münâcât denilmekle birlikte, edebiyâtımız-da, bağışlayıcı olan
Yüce Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan manzûmele-re verilen isimdir.
150 Türk İslâm Edebiyatı
Kelime anlamı olan “kulağa fısıldamak ve iki kişi arasındaki gizli konuşma” münaca-
tı tam olarak karşılamamaktadır. Kulağa fısıldamak normal konuşmalarda hoş karşılan-
mayan bir iletişim şeklidir. Münâcât aslında kulun acziyetini ifade ha-lidir. Kişinin yüce
Allah karşısında kulluğunun farkında olarak, edeple kendi ek-siklik ve noksanlığını itiraf
edip Allah’tan kısık bir sesle yardım istemesidir.
Eski edebiyatımızın vazgeçilmez şiir türlerinden biri olan münâcât, hemen her şai-
rin divan ve mesnevisinde ya ilk ya da ikinci şiir olarak yerini alır. Bu yönüyle de men-
sur eserlerdeki “hamdele”nin şiirdeki karşılığıdır. Bununla birlikte mensur olarak yazılan
münâcâtlar da vardır ki bunlara da “Tazarrû-nâme” adı verilir.
Divan edebiyatı şairlerince kaside, gazel, kıta, mesnevi, rubai gibi hemen her nazım
şekliyle yazılmasına rağmen Halk ve Yeni Türk edebiyatı şairleri tarafın-dan da hece ve
serbest vezinle verilen yüzlerce güzel örnekleri de vardır.
Dinî ve edebî bir nazım türü olan münâcâtlar ayet ve hadislerden alıntılarla İslâm’ın iki
ana kaynağından faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan münâcâtlar, tevhîdlerle benzerlik gös-termesine
rağmen aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Tevhîdlerde Al-lah’ın zât ve sıfatla-
rından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun hatalı, kusurlu ve
aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar.
Kul, kusurludur. Yapmış olduğu ibadetler ve amelleri Allah’a layık değildir. Buna rağ-
men Allah kulun ameline göre ceza vermez. Fuzulî bir münâcâtında bu durumu
Yok bende bir amel sana şâyeste âh eğer
A’mâlime göre vere adlin cezâ bana
mısralarıyla ifade eder.
Geçmişten günümüze güzel münâcât örnekleri için Cemal Kurnaz tarafın-dan hazırlanan
Müünâcât Antolojisi adlı kitabı okuyunuz.
152 Türk İslâm Edebiyatı
Özet
Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip
1 neler olduğunu sıralayabilmek. 3 ettiklerini belirle-yebilmek.
İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulun- Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan
durarak edebiyatımızdaki bir dinî-edebî nazım tür- eserlerin hemen hepsinde önce Allah’ın birliği ve ulu-
lerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda luğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde eden, Hz.
da üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım Peygamber’i medh edip öven parçalar ve manzûmeler
türleri, Hz. Peygamber’le ilgili nazım türleri ve dinî- bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak İslâm
ahlaki diğer nazım türleri. sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkes-
Allah’la ilgili edebî türleri şunlardır: Allah’ın Güzel ce uyulan bir âdet ve gelenek olagelmiştir. Müslüman
İsimleri olan Esmâ-i Hüsnâlar, Allah’ın zatî ve sübûtî bir müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak
sıfatlarından bahseden Tevhidler ve kulun acziyetini “Hamdele” ve “Salvele” ile devam etmesi ve “ammâ
dile getiren Münâcâtlar. ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi “âdet ve gele-
nek” idi. Mensur eserlerde müellifin âdet ve gelene-
Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bul- ğe göre, takip ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele,
2 duğunu ifade edebilmek. ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra:
Esmâ-ı hüsnâ “Allah’ın Güzel İsimleri” anlamıyla ede- “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb”
biyatımızda bir tür olarak kabul edilmiştir. Esmâü’l- şeklindedir. Divanlarda bu sıraya uyul-duğu gibi,
hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer mesnevîlerde de, genel olarak, böyledir
alan birer ayette geçmektedir. Edebiyatımızda Esmâ-ı
hüsnâların oluşumunda hiç kuşkusuz “Allah’ın doksan Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde du-
dokuz, yüzden bir eksik, ismi vardır. Bu isimleri kim 4 rulduğunu açıklayabilmek.
sayarsa (veya ezberlese) cennete girer” hadisinin bü- Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan tevhîdler ve
yük bir etkisi vardır. Ede-biyatımızdaki dinî edebî tür- münâcâtlar arasında benzerlikler olmasına rağmen
lerin birçoğunda da olduğu gibi bu hadisteki cennete ikisi arasında bazı farklılıklar da bulunmaktadır.
girme müjdesinden dolayı Arap, Fars ve Türk birçok Tevhîdlerde Allah’ın zât ve sıfatlarından, yüceliğinden
müellif ve şair bu türde eserler kaleme almışlardır. ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun
hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan
yardım isteği ön plana çıkar.
154 Türk İslâm Edebiyatı
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Allah’la ilgili edebî türlerden biridir? 4. Aşağıdaki isimlerden hangisi Esmâ-ı hüsna kaleme alan
a. Kırk Hadis Türk şairlerden biri değildir?
b. Na’t a. Şeyhoğlu Mustafa
c. Tevhîd b. Îsâ Saruhânî
d. Besmele c. Ahmed Şâkir Paşa
e. Âdet ve gelenek d. İbrahim Cudî
e. Abdurrahman Câmî
2. Aşağıdakilerin hangisinde tevhid türleri tam ve doğru
olarak verilmiştir? 5. Mensur olarak yazılan Münâcâtlara ne ad verilir?
a. Dinî-edebî a. Tegazzül
b. Ahlâkî-dinî b. Tercî-i bend
c. Dinî-tasavvufî c. Terkîb-i bend
d. Tasavvufî-ahlakî d. Tazarru‘-nâme
e. Edebî-tasavvufî e. Kasîde
Sıra Sizde 3
Cumhuriyet Dönemi’nde münâcât yazan oldukça çok şair
bulunmaktadır. Ünite içerisinde bunlardan A. Nihat Asya ve
Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri örnek olarak verilmiştir. Ayrıca
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yapılan ve Bahattin Kara-
koç’un Beyaz Dilekçe isimli şiirinin 1. olduğu yarışmada de-
receye giren şiirler de bir kitap halinde yayımlanmıştır.
8
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili türler hakkında bilgi sahibi
olacak,
Bu türlerin birbirleriyle olan irtibatını kavrayacak,
Bu türde yazılmış eserleri tanıyacak,
Örnek metinleri okuyarak bu türler hakkında fikir sahibi olacaksınız.
Anahtar Kavramlar
• Na’t, mevlid, siyer, hicret-i nebî • Mi’raciyye, regaibiyye, hadis-i
• Hilye, mucizât-ı nebî, şemâil erbaîn
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe
Sözlük’e başvurunuz.
• Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türki-
ye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Necla
Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı
eserinde ilgili yerlere bakınız.
İçindekiler
• NA‘T
• SİYER
• MEVLİD
• HİLYE
• Mİ’RÂCİYYE
Türk İslâm Edebiyatı Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler
• KIRK HADİS
• REGAİBİYYE
• MU’CİZÂT-I NEBÎ
• ESMÂ-İ NEBÎ
• HİCRET-NÂME
Hz. Peygamber ile
İlgili Edebî Türler
NA‘T
Sözlükte bir şeyin sıfatlarını saymak,bir kişiyi vasıflandırmak, medhederek anlatmak
mânâlarına gelen na’t edebiyatta Hz. Peygamber için yazılan medih şiirleridir. Türk ede-
biyatında diğer türlere göre örnekleri en bol ve yaygın olan na‘t XI. yüzyıldan itibaren
Türkler’in yaşadığı hemen bütün bölgelerde yazılmış, günümüze kadar da kuvvetli bir
gelenek halinde devam etmiştir. Sayıları binlerle ifade edilebilecek olan na‘tların belli baş-
lıları ayrıca bestelenerek cami ve tekkelerde okunmuş, tanınmış birçok beyti hattatlar eliy-
le levhalara nakşedilip mescid, dergâh, ev ve dükkân gibi mekânları süsleyen birer sanat
eseri olarak itibar görmüştür.
Şairleri na‘t yazmaya yönelten çeşitli sebeplerin başında Hz. Peygamber’e duyulan
sevgi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde ahlâkı ve üstün şahsiyeti methedildiğinden
Cenâb-ı Hakk’ın da habibi olan Resûl-i Ekrem’e duyulan bu sevgi aynı zamanda Allah’ın
rızasına uymayı ifade etmektedir. Na‘t yazma geleneğinde bir diğer amaç da Resûlullah’ın
şefaatine nâil olma ve peygamber sevgisini müminlerin kalplerine pekiştirme isteğidir.
Kâ‘b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’yi yazmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’ın affına mazhar ol-
ması gibi şairler de na‘tları ile Resûl-i Ekrem’in mahşerde tecelli edecek olan şefaatini ümit
etmişlerdir.
Na’tlar divan ve mesnevilerde genellikle tevhid ve münâcâtlardan sonra yer almakta-
dır. Nadiren de olsa bazı mürettep divanların doğrudan doğruya na‘t ile başladığı, bunun
yanında bazı şairlerin divanlarının mukaddimesinden itibaren hemen her bölümünde
na‘ta yer verdikleri görülmektedir. Na’lar daha çok kaside nazım şeklinde yazılmakla bir-
likte, gazel, mesnevi, kıta, müstezad, terci-bend ve terkib-bend, musammat, rubâî vb. şek-
linde pek çok na‘t örneği bulunmaktadır. Na’tlarda şairler Hz. Peygamber’i överken onun
üstünlüğü, bütün âlemin onunla ilgili olarak yaratıldığı hakkındaki ayet, hadîs-i kudsî ve
hadislere telmihte bulunmuş veya onlardan iktibaslar (alıntılar) yapmışlardır.
Na‘tlarda şairler Hz. Peygamber’i tavsif için divan şiirinin bütün söz sanatlarını, belâgat
kurallarını ve geleneğin kültür birikimini kullanarak hünerlerini gösterme imkânını bul-
muşlardır. Bununla beraber şairler Kur’ân-ı Kerîm’i Resûlullah’ın şanını âleme ilân eden
bir methiye kabul ederek Allah’ın övdüğü o yüce zâtı övmekteki âcizliklerini de itiraf
etmişlerdir.
Muhteva itibariyle na‘tlarda Hz. Peygamber’in ismiyle sıfatlarını, onun kâinatın efen-
disi olduğu, yaratılışın gayesi ve Allah’ın en sevdiği kul oluşu, örnek ahlâkı, üstün vasıfları,
fizikî özellikleri, mûcizeleri, diğer peygamberlerden üstünlüğü âyet ve hadislere dayanı-
larak dile getirilir. Na’tların son bölümlerinde şair günahkârlığını itiraf edip şefaat tale-
158 Türk İslâm Edebiyatı
binde bulunur. Ardından kıyamet gününün tasviri, o çetin günde şefaat yetkisinin yalnız
Peygamber’e ait olduğu belirtilerek onun âlemlere rahmet olarak gönderildiği vurgulanır.
Türk edebiyatında ilk na‘t örneğine Kutadgu Bilig’de rastlanmaktadır. Yûsuf Has Hâcib
ile başlayan bu gelenek Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü’l-hakåyık ve Ahmed Yesevî’nin
Dîvân-ı Hikmet’inden sonra Anadolu sahası dışında pek çok şair tarafından devam ettiril-
miştir. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevâî, divan ve mesnevilerinin tamamında ve mensur
eserlerinde çok sayıda na’t yazmış, bu yüzden de na‘t şairi unvanına lâyık görülmüştür. Bu
şekilde çok na’t yazan şairlere na’t-gu denilmektedir.
Anadolu sahasında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Farsça, Yûnus Emre’nin Türkçe
na‘tlarıyla bu tür XIII. yüzyıldan itibaren edebiyatın vazgeçilmez bir türü halini al-
mıştır. XVII. yüzyıldan başlayarak yalnızca nat‘lardan oluşan divanlar tertip edildiği
görülmektedir.
Bazı şiir mecmuaları tamamıyla na‘tlara hasredilmiştir Bu mecmualara ‘’mecmûa-i
nuût’’ denilmektedir.
Divan edebiyatındaki binlerce na‘t içinde en çok tanınanlar arasında ilk sırayı
Fuzûlî’nin “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su/ Kim bu denlü dutuşan odlara kıl-
maz çare su” beytiyle başlayan ‘’Su Kasidesi’’ adıyla da meşhur olan na‘tı alır. Daha sonra
Şeyh Galib’in, ‘’Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin efendim / Hak’tan bize sultân-ı
müeyyedsin efendim’’ beytiyle mütekerrir müseddes şeklindeki na‘tı, Fehîm-i Kadîm’in
daha çok edebî muhitlerde şöhret kazanan ve Nazîm, Neşâtî, Şeyh Galib gibi şairler ta-
rafından nazîre yazılan ‘’rûz ü şeb’’ redifli na‘tları zikredilebilir. Nâbî’nin, hac yolculuğu
esnasında Medine yolunda söylediği bildirilen ‘’Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı
Hudâ’dır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu’’ matla‘ beyitli na‘tı meşhurdur.
Divan edebiyatında Peygamberimiz için yazılan na’tlar ekseriyet teşkil etmekle bera-
ber peygamberler, veliler, din büyükleri, halifeler hakkında da na’tlar kaleme alınmıştır.
Dört halife için yazılanlara na’t-ı çehâr-yâr-ı güzin, Hz. Ali için yazılana na’t-ı Ali, veliler
için yazılanlara nuût-ı evliyâ denir.
Na‘tlar, Tanzimat’tan sonra gelişen yeni Türk edebiyatındaki örneklerle günümüze ka-
dar devam etmiştir.
Na’t Örneği
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
Açıklaması için bk. Necmettin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1940.
SİYER
Kelime anlamı hal, tavır gidiş, bir kimsenin hâli, tavrı, gidişi, ahlâkı, hâl tercüme-
si demek olan siyer, Arapça s-y-r kökünden sîret kelimesinin cem’idir. Edebiyatımızda
Peygamberimiz’in hayatını anlatan eserler için kullanılır bir terim olmuştur. Zaman için-
de soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine’de mey-
dana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan vefâtına
kadar Hz. Peygamber’in hayatından söz eden kitaplara da siyer / siyer-i nebî denmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarından bahseden hadis ilmi siye-
rin en önemli kaynaklarındandır. Sahabeden gelen rivayetler ve Hz. Peygamber’in savaş-
larının anlatıldığı Megazi kitapları da siyerin ana kaynakları arasında sayılır.
Siyer/sîre türü, Türkçe’de özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet öncesine kadar, tarih il-
minin konusu olmaktan daha çok, edebiyat alanında şekillenmiş görünmektedir. Bu ve-
rimli kaynağın en geniş ve bazen israiliyyata varan derinlemesine bilgilerle donanmış,
çeşitli mucizelerle heyecan verici hale gelmiş kısmı ise daha çok Hz. Peygamber’in şahsı,
hayatı ve çevresiyle ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece dinî ve tasavvufî edebiyatta
değil, halk edebiyatından divan edebiyatına varıncaya kadar Türk edebiyatının hemen bü-
tün devre, tür ve şekillerinde bu zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanıldığını ve
dolayısıyla da ana kaynak durumuna yükseldiğini söylemek yerinde olacaktır.
Bunda ilk eserlerin tercüme de olsa Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi ve saygının
etkisiyle samimi ve hisli bir şekilde, bir başka deyişle lirik edebî unsurlar bakımından zen-
gin olarak kaleme alınmasının tesiri de vardır. Ayrıca bütün müslüman milletlerin, özel-
likle de Türkler’in kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin en mühim
ve devamlı konularının başında siyerlerin geldiği de bilinmektedir. Padişah saraylarından
köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılmış bu meclislerde anlatılan-dinlenilen
olaylar hemen bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatı, ahlakı, mûcizeleri, savaşları ve Hz.
Ali başta olmak üzere halifeleri ve yakın arkadaşlarının (sahabelerin) yer aldığı hadiseler
etrafında geliştiğinden bunlar zamanla kitaplaştırılmış, ardından da meclislerde okunup
dinlenmiştir. Nitekim bilinen en eski Türkçe siyer kitabı olan Darîr’in XIV. yüzyıla ait ese-
ri de, Memlük Sultanlarının sohbet meclislerinde âmâ olan müellifin, kendisine okunan
Arapça bir siyer kitabını mecliste bulunanlara Türkçe anlatması suretiyle ortaya çıkmıştır.
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 161
Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli ilk eser-
lerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği sayılan Yazıcı-
oğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça Megâribü’z-zamân’ın Hz.
Peygamber’le ilgili kısmının Türkçe’ye manzum olarak çevrilmesinden doğmuştur. Hatta
çok beğenildiği için eserin ilk kaleme alınmasından itibaren ezberlenerek dinî törenlerde
ve sohbet meclislerinde okunduğu bilinmekte ve Türk edebiyatında siyer-mevlid türünün
de ilk örneği olarak kabul edilmektedir.
Türk-İslam edebiyatında siyer türündeki ilk eserlerin Arapça ve Farsça’dan yapılmış
tercümeler oluşu, konunun hassasiyetinden kaynaklanmıştır. Çünkü Hz. Peygamber hak-
kında doğru bilgiye ulaşmak dinin bir gereği olduğu gibi, ondan yanlış ifadeler aktarmak
da dinî sorumluluğu gerektiren bir husustur. Bu arada Türk müelliflerin Arapça yazdık-
ları kitaplarla siyer türüne erken devirlerden itibaren önemli katkıları olmasına rağmen,
Türk edebiyatında türün gelişmesi ve Türkçe kaleme alınmış metinlerin ortaya çıkışı diğer
müslüman milletlerin edebiyatlarına nazaran daha gecikmiş ve dolayısıyla da teliften zi-
yade Arapça ve Farsça’dan tercüme veya telif-tercüme eserlerle başlamıştır.
Türk edebiyatında en eski Türkçe siyer, Darîr’in 790’da (1388) Kahire’de tamam-
ladığı ve muhtemelen Mısır Memlük Sultanı Berkuk’a takdim ettiği Tercüme-i Siyer-i
Nebî adlı beş cildlik manzum-mensur eserdir. Lamiî Çelebi (ö. 938/1532)’nin Terceme-i
Şevâhidi’n-Nübüvve li-takviyeti yakîni ehli’l- fütüvve’si, Altıparmak lakabıyla tanın-
mış Üsküplü Çıkrıkçızâde Muhammed b. Muhammed’in (ö. 1033/1624-25) Delâil-i
Nübüvve’si önemli tercüme siyerlerdir. Bunların yanında mensur ve manzum olarak
kaleme alınmış bir çok telif siyer mevcuttur. Veysi’nin Dürretü’t-tâc fî siret-i sahibi’l-
mi’rac’ı, buna Nabî’nin (ö. 1124/1712) Zeyl-i siyer-i Veysî’ ismiyle basılan ve edebi de-
ğeri çok yüksek olan zeyli, Nazmizâde Murtaza Efendi’nin Siyer-i Veysî’ye yazdığı zeyl,
Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (ö. 1068/1657) tarafından yazılan el-
Fevâyihu’n-nebeviyye fi’s-sireti’l-Mustafaviyye adlı eser, Eyüp Sabri Paşa’nın Mahmûdü’s-
siyer’i önemli örneklerdendir.
Siyer Örneği
Andan Âmine hâtun katı ağladı, çok zârılıh eyledi. Abdulmuttalib Resûl anasınun gönlü-
ni ala getürdi, and içdi, eyitdi: Yâ Âmine hâtun sana kulluh, hızmat ben eyleyem, senün
tapuna ben turayım, oğlunı ben bisleyem, dahi gişiye inanmayam, didi. Şeybe anun bigi
eyledi ki söyledi, Âmine hâtunun hızmatına turdı, işine yumuşına yügürdi. Kaçan kim
sekiz ay oldı, Âmine hâtunun gözine firişteler kuş sûratında görinürler, yaşıl kanatlar ile
gökyüzinde uçarlar idi. Hâtiften ün işidür idi kim “Behhun leki yâ Âmine” yani bahtlusın
yâ Âmine hâtun kim âhiri’z-zamân peygamberinün anası olısarsın diyü, beşâret işidür
idi. Kaçan kim ay tokuz ay oldı, Rebîü’l-evvel ayınun on iki gicesi isneyn gicesine geldi,
eyyâme’l-beyz gicelerinün evveli oldı; Abdulmuttalib’ün âdeti ol idi kim eyyâm-ı beyz gi-
celeri, yani ayun on iki gicesinden on beşine değin üç gün gice ve gündüz aydınlıh olur; ol
üç günün gicelerinde Abdulmuttalib Kâbe’den evine varmaz idi, irteye değin Kâbe’yi tavâf
eyler idi. Çün ol isneyn gicesi kim Resûl’ün mevlûdi gicesiydi. Şeybe Âmine hâtun katı-
na geldi, eksügin, geregin gördi, dahi kapusını üsdine kilidledi, kilid dilini bile aldı; zîrâ
korkar idi, eydür idi olmasun kim düşmanlar kulların, kırnakların yoldan çıkaralar, eve
yol bulalar, Âmine hâtuna kasd ideler dirdi, ihtiyât ider idi. Ol gice Şeybe oğlanları birle
yine tavâfa meşgûl oldılar. Âmine hâtun hücresinde yalunuz oturupdur. Ol gice Resûlün
mevlûdi gicesiydi. Acâyiblerden ne göründi, Resûl nice vücûda geldi, uçmak hûrilerinden,
ulu firiştelerden ne söylendi, nice göründiler, ne iş işlediler, ol gice olan ahvâlun râvisi,
habar viricisi Âmine hâtundur. Cemî-i nakl idenler, andan nakl eylediler, anun dilinden
söylediler.
162 Türk İslâm Edebiyatı
MEVLİD
Arapça “velede” fiilinden türeyip sözlükte doğum, doğum yeri ve zamanı mânâlarına gelen
mevlid terim olarak daha çok Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserlere de-
nir. Mevlid İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümünde yapılan
törenlere verilen isim; ayrıca bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin ortak adıdır.
Diğer İslâm edebiyatlarına nisbetle mevlidlerin Türk edebiyatında ayrı bir yeri var-
dır. Çoğunlukla manzum kaleme alınan bu eserler, Türk halkının peygamber sevgisinin
bir göstergesi olarak sayı itibariyle de hemen hemen dinî türlerin hiç birinde görülmeye-
cek zenginliktedir. Süleyman Çelebi’nin nazmettiği mevlidin herkes tarafından beğenilip
okunmasından dolayı bu konu sonraki yıllarda da çokça işlenmiştir.
İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda kesin bilgi yer almamakla birlikte Sü-
leyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-necât adlı mesnevinin ilk mevlid
olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Ancak bundan önce Türkçe yazıl-
mış mevlid benzeri eserlerin varlığı da bilinmektedir. Bunlardan biri Ahmed Fakih’e (ö.
650/1252) ait Çarhnâme olup Vesîletü’t-necât’ın hâtime kısmında Çarhnâme’dekine ben-
zer ifadeler yer alır. Süleyman Çelebi’den kısa bir süre önce Erzurumlu Mustafa Darîr’in
yazdığı manzum-mensur eseri Tercüme-i Siyer-i Nebî de yer yer mevlidi hatırlatmaktadır.
Şiirlerin yanı sıra mensur kısımdaki bazı ilâvelerle Darîr’in yaptığı bu tercüme bir telif
mahiyetindedir.
Türkçe’de kaleme alınan mevlidlerin sayısı 200 civarındadır. Bunlar üzerinde yapılan
çalışmalar bir kısmının Süleyman Çelebi’nin eserine aynen benzediğini, bir kısmının bazı
motifler yönünden ayrılık gösterdiğini, geri kalanların ise tamamen farklı olduğunu orta-
ya koymuştur.
Türkçe mevlid metinlerinin çoğu aruzun ‘’fâilâtün/fâilâtün/fâilün’’ kalıbıyla ve mes-
nevi tarzında yazılmıştır. Ortalama 600-1400 beyitten oluşan mevlidlerde genellikle
Hz. Peygamber’in doğumu üzerinde durulmakta, ardından mi‘racı ele alınmakta, çeşit-
li mûcizeleri anlatılmakta, daha sonra vefatından bahsedilmektedir. Bu eserlerin hemen
hepsi Ehl-i sünnet inancı doğrultusunda kaleme alınmış, yer yer âyet ve hadislerden ikti-
baslarla veya bunlara telmihlerle desteklenmiş, birtakım iddiaların aksine çoğunda bid‘at
denebilecek fikirlere yer verilmemiştir. Vesîletü’n-necât’ın ve diğer bazı mevlidlerin so-
nundaki ‘’Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin’’ gibi Hz. Peygamber’e nispet
edilen bazı mûcizevî olaylara dair hikâyeler eserlere sonradan ilâve edilen destanî manzu-
melerdir ve bunların asıl mevlid metinleriyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 163
Mevlidler umumiyetle tevhid, münâcât ve na‘t ile (bazılarında ashâb-ı kirâma, çehâryâr-ı
güzîne methiye ile) başlamakta, kâinatın zuhur kaynağı olan nûr-ı Muhammedî’den bah-
sedilerek Hz. Peygamber’in doğumuna geçilmekte, onun mi‘racı ve diğer mûcizelerinin
anlatılmasının ardından vefatı konusuna yer verilmekte, en sonunda Resûl-i Ekrem ve
ashabı başta olmak üzere eseri yazan, okuyan ve dinleyenler için bir dua ile sona ermek-
tedir. Hemen her faslın bitiminde içinde Hz. Peygamber’e salâtın da bulunduğu tekrar
beyitleri yer almaktadır. Bu beyitler Vesîletü’n-necât’ta, ‘’Haşre dek ger denilirse bu kelâm
/ Niçe haşrola bu olmaya tamâm / Ger dilersiz bulasız oddan necât / Aşk ile derd ile eydin
es-salât’’; Şemseddin Sivâsî’nin mevlidinde, ‘’Olmak istersen habîbe âşinâ / Ver salâtı bul
onunla rûşenâ’’ şeklindedir.
Mevlid Örneği
Âmine Hâtun Muhammed anesi
Ol sadeften doğdu ol dürdânesi
Türkiye’de mevlidler ve özellikle Süleyman Çelebi’nin mevlidi hakkında hangi bilim adam-
ları çalışmalar yapmıştır, araştırınız. 1
HİLYE
Sözlük anlamı süs, zinet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz demek olan hilye, Türk-İslâm
edebiyatında bilhassa Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını ve güzelliklerini an-
latan edebî eserlerle aynı konuda hüsn‑i hatla yazılmış levhalar için kullanılan terimdir.
164 Türk İslâm Edebiyatı
Sahâbîler, Resûl-i Ekrem’in vasıflarını kendi ilim ve idrakleri nisbetinde tesbit etmeye
çalışmış, bu durum hilye konusunda değişik rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş-
tur. Söz konusu rivayetlerde Resûl-i Ekrem’i lâyıkıyla tavsif edebilmek için devrin Arap-
ça’sında pek sık rastlanmayan kelimelerin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Bu sebeple
ilgili rivayetlerin anlaşılmasını sağlamak amacıyla bunların şerhedilmesi yoluna gidilmiş
ve bu ihtiyaç aynı zamanda tercümeyi de gerekli kılmıştır. Tirmizî’nin şemâil ve hilye türü
eserlere kaynaklık eden eş-Şemâ’ilü’n-nebeviyye’sinin pek çok şerhi bulunmaktadır. Diğer
bazı Türkçe eserler de “şemâil” adını taşımakla birlikte sadece hilye hadislerinin tercüme
ve şerhinden ibarettir. Bu husus şemâil kelimesinin hilye anlamında da kullanıldığını gös-
terir.
Hâkanî Mehmed Bey’in 1015’de (1606) Hilye adlı manzum eserini kaleme almasından
sonra hilye türü eserlerin yaygınlaştığı görülür. Hâfız Osman da (ö. 1110/1698) hilyeye
dair rivayetlerin metinlerini hat ve tezhip sanatının estetik ölçüleri içinde levha olarak
düzenlemiştir. Böylece Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini anlatan eserlerle hattat ve
müzehhiplerin ortaya koyduğu levhalar “hilye-i şerif, hilye-i saâdet, hilye‑i Resûlullah,
hilyetü’n-nebî” gibi adlarla anılmıştır.
Hilyenin müstakil bir tür olarak gelişmesinin en önemli sebepleri, Hz. Peygamber’i
rüyada gören bir müslümanın onu gerçekten görmüş sayılacağına dair hadisle, peygam-
ber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türkler’in bu sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen
bir şevkle edebiyata aktarmaları konusundaki gayretleridir denebilir. Hz. Ali’den rivayet
edilen, “Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa
Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur ” şeklindeki hadis de
bu rağbetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edileme-
mekle birlikte içinde hilye bulunan evin felâkete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan
kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu hususta teşvik edici bir rol
oynamıştır.
Hilyelerde genellikle Resûl-i Ekrem’in her vasfı ayrı ayrı ele alınarak önce bunu ifade
eden ibarenin Arapça aslı verilmiş, ardından on beş-yirmi beyit halinde tercüme ve şerhi
yapılmıştır. Bazı müellifler ise hilye hadislerindeki kelimelerin gramer özelliklerine dair
çalışmalar yapmışlardır.
Hilyelerde esas olarak Hz. Peygamber’in fizikî özellikleri anlatılmakla birlikte bazı
eserlerde ruhî portresiyle ilgili hususlara da yer verilmiştir. Bu tarzın en tanınmış örneği
Nahîfî’nin Hilyetü’l-envâr’ıdır. Zamanla diğer peygamberler, Hulefâ-yı Râşidîn ve aşere‑i
mübeşşere ile din ve tarikat büyükleri için de bu tür eserler kaleme alınmıştır.
Hilye Örneği
Dedi ol mazhar-ı envâr-ı celî
Esedullâh-ı velî yani Ali
Açıklama için bkz. İskender Pala, Hilye-i Saadet, İstanbul 2002, s. 114-117.
bu mânaya gelen Arapça ve Farsça kelimeler üzerinde kurulmuş söz sanatlarıyla başlar;
hadise, küfür karanlıklarını ortadan kaldıran nûrânî ve ilâhî bir mûcize şeklinde takdim
edilerek gecenin önemi vurgulanır. Ardından gecenin ve gökyüzünün tasvirine geçilir.
Bazan da mi’rac öncesi yine gece gerçekleşmiş olan şakk‑ı sadr mûcizesine temas edilir
ve mi’racın safha safha tasvirine girişilir. Ümmü Hânî’nin evinden başlayan bu yolculukta
Cebrâil’in burağı cennetten getirişi anlatılır. Burağın uzun uzadıya tasviri mi’râciyyelerin
en önemli konularındandır. Daha sonra Hz. Peygamber’in Mescid‑i Aksâ’ya gidişi, orada
diğer peygamberlere namaz kıldırması ve onlardan üstünlüğü vurgulanır. Kudüs’ten tek-
rar semaya yükselişi (urûc) sırasında sahrenin Resûl‑i Ekrem’in ardından harekete geç-
mesi ve “dur” ihtarıyla havada asılı kalması (hacer‑i muallak) mûcizesi telmihler, tecâhül‑i
ârifler, hüsn‑i ta’lillerle süslenerek nakledilir. Bunu gökyüzünde dolaşma, sema katlarında
diğer peygamberlerle tanışma, cennet, tûbâ, hûriler, köşkler, ırmaklar ve cehennem hayatı
tasvirleri takip eder. Resûlullah’ın “kabe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı
ve rabbi katındaki değeri anlatılarak sanatkârın bakış açısına göre farklı yorumlarla şekil-
lendirilir. Namazın mi’racda farz kılınması, Hz. Peygamber’in dönüşte hadiseyi ashabına
müjdelemesi, müminlerin kabulü ve müşriklerin inkârı gibi hususlar işlenir. Bu muhteva
Ganîzâde Mehmed Nâdirî’nin mi’râciyyesinde en güzel ifadesini bulmuştur. Mesnevilerde
ise tevhid, na’t ve münâcâtın ardından yukarıdaki konuların her biri bir kaside hacmine
ulaşan bölümler halinde bazan İsrâiliyat’a dayanan rivayetlerle anlatılır. Bu arada na’t ve
münâcâtlara, kaside ve gazellere de yer verildiği, namaz ve diğer ibadetler hakkında bilgi-
ler aktarıldığı dikkat çeker.
Anadolu sahasında ilk müstakil mi’râciyye XV. yüzyılın başında (808/1405) Ahmedî
tarafından yazılmıştır. Tahkik‑i Mi’râc‑ı Resûl başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanında-
ki kısa mi’râciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de
ayrıdır Zaman içinde belirgin özellikler kazanan mi’racnâmeler XV. yüzyıldan itibaren
daha fazla rağbet bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler ha-
linde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde mi’rac hadisesi-
ne bir bölüm ayrılması da yine XV. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. XIV. yüzyıla ait Âşık
Paşa’nın Garibnâme’sinde, XV. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sinde, Süleyman
Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında, Hâkanî Mehmed Bey’in Hilye’sinde mi’rac hadisesine te-
mas edilmiştir.
XVI. yüzyıldan itibaren divanların içinde mi’râciyyelerin artmaya başladığı, XVII ve
XVIII. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç mi’râciyyenin yer aldığı
görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi’ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdirî
ise türün meşhur mi’râciyyesinin şairidir.
XVIII. yüzyılda Nâyî Osman Dede’nin mi’rac kandillerinde okunmak üzere yazıp bes-
telediği Mi’râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir.
Nahîfî’nin Mi’râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik eserinde ilgili âyetler ve sahih hadisler başta
olmak üzere diğer rivayetler ve ulemânın mi’raca dair görüşleri değerlendirilmiştir.
Mi’râciye Örneği
1. Seyyid-i kevneyn ü Habîb-i Hudâ
Nûr-i ferîkayn ü Nebiyyü’l-hüdâ
1. İki cihanın efendisi ve Allah’ın sevgilisi, iki cihanın nuru ve hidayet yolunun pey-
gamberi.
2. Peygamberlerin sonuncusu ve padişahı, sonradan gelenlerin iftihar kaynağı önce-
kilerin şereflisi, büyügü.
3. Mirac sahibi; peygamberler şâhı, taç sahibi hükümdar ve ışık dolu ay.
4. Şakku’l-kamer (ayın yarılması) mucizesinin sahibi, yüce vasıflarıyla yaratılmışların
en şereflisi.
5. “Mâ kezebe’l-fuâdü mâ reâ” (Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.) âyetindeki
(Necm 11) doğru haberin mazharı; “Mâ zâga’l-basaru ve mâ tegâ” (Bakış kaymadı
ve haddi aşmadı.) âyetindeki (Necm 17) nazarın sahibi ve seyyidi…
6. “Sümme denâ” hürmetiyle şöhret bulan, “fe-tedellâ” sırrının alâmeti. (sümme
denâ fe tedellâ: Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. (Necm 8)
7. “Fe-terdâ” (razı olacaksın) (Duhâ 5) âyetindeki va’din muhatabı, şefaat hediyesinin
ve ihsanının kaynağı…
8. Zâtını iki dünya efendisi eyleyen Allah onun için “ve refa’nâ leke zikrek” (Biz senin
şanını ve ününü yücelttik) (İnşirah 4) dedi.
9. O öyle yüce bir peygamberdir ki, feth-i mübîn (Mekke’nin fethi) ile ilgili âyetler
onun alnının süsü oldu.
10. O “levlâk” ve “le-amrük” hitabıyla şereflenen, hak ve hidayet yolunun rehberi-
dir. (“levlâk” kelimesi “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l eflâke” [Sen olmasaydın
kâinatı yaratmazdım.] hadisinden iktibastır. “le amrük” ise Hicr Sûresi’nin 7. aye-
tinin “Habibim, senin ömrüne yemin ederim ki” mealindeki başlangıç kısmından
alınmıştır.)
KIRK HADİS
II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren, “kırk hadis”,
“hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-
erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özel-
likleri ile hem Arap ve Fars hem de Türk edebiyatında önemli bir tür halini almıştır.
Arapça’da “erbaûn hadîs”, Farsça’da ise “çihl hadis” denilmektedir.
İslâmî edebiyat türleri içerisinde en az mevlid, hilye, mirâciye, siyer vb. türler kadar
başarılı örnekleri verilmiştir. Kırk hadis türü Arap, Fars ve Türk ediplerinden büyük
alâka görmüş ve “hadis” ile “edebiyat” kavramlarının yan yana gelmesiyle kıymetli eser-
ler hazırlanmıştır.
Peygamberimiz’e ait hadislerden genellikle kırk adedinin bir araya gelmesiyle oluşan
kırk hadis tertib, şerh ve tercümelerini şekil bakımından mensur, manzum ve hem man-
zum hem mensur olarak üçe ayırmak mümkündür. Mensur olanların bir kısmı hem ter-
cüme hem şerh iken, manzum tercümelerde genellikle tercüme bir kıta ile yapılır hadis
metni bu kıtadan önce veya sonra verilir. Bunun dışında az da olsa metin ve tercümenin
aynı kıtada verildiği de görülmüştür. Böyle bir durumda hadis metnini vezne uydurmak
kolay olmadığından mevzu bütünlüğü her zaman sağlanamamaktadır. Mustafa Âlî’nin
Manzum Kırk Hadis Tercümeleri buna örnek gösterilmektedir.
Farsça ve Arapça kırk hadis tercümeleri daha çok kıt’a ve mesnevi nazım şekliyle ka-
leme alınırken aruzun en çok “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün”, “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” ve
“müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün” vezinleri kullanılmıştır. Kıt’alar halinde yazılan çihl hadis
tercümelerinin en ünlüsü İranlı Abdurrahman Câmî (ö.898/1492)’nin Farsça eseridir.
Mesnevi şeklinde yazılanların en meşhurları ise Hakânî Mehmed Bey’in (öl. 1015/ 1606)
ve Hazînî’nin eserleridir.
Kırk hadis türü çalışmalar müstakildir. Az sayıda da olsa divanların veya başka
eserlerin belli bölümlerinde yer alan kırk hadis tercüme ve şerhleri de mevcuttur. Bu
türün örnekleri arasında içindeki hadis sayısı kırkın üzerinde olanlar olduğu gibi sade-
ce hadis metinlerinin derlenmesiyle oluşan ve din eğitim ve öğretimine dayalı örnekler
de mevcuttur.
Kırk hadis türündeki eserleri muhteva bakımından aşağıdaki gibi tasnif etmek incele-
me açısından kolaylıklar sağlamaktadır.
a. Kutsi hadislerden seçilenler,
b. Peygamber’in hutbelerinden seçilenler,
c. Senetleri sahih hadislerden seçilenler,
ç. Zıt isnatlı, 7 ve 10 ile alakalı veya isnatsız hadislerden seçilenler,
d. 40 rakamına dayanılarak tertip edilenler,
e. Ezberlenmesi kolay ve kısa hadislerden seçilenler,
f. Veciz, camialı hadislerden seçilenler,
g. Fasih ve sahih hadislerden seçilenler,
h. Noktasız harflerden seçilenler,
i. Aynı râvîden rivâyet edilenler,
j. Aynı konuda tertip edilenler,
Kırk hadisler dinî her konuyu ihtiva edebilirler. Eser Kur’an’ın faziletleri, İslâm’ın şart-
ları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hukuk, toplumsal ve ahlâkî hayat
gibi konularla ilgili söylenen kırk hadis bir araya getirilerek oluşturulur.
Bazı kırk hadis kitapları tek bir konuyu ele alsa da çoğunluğu farklı konuları içeren
hadislerden oluşur.
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 169
Yazılma Sebepleri
Kırk hadis türündeki eserlerin yazılış sebepleri eserin içeriğinden ve özellikle müellifin
önsözde veya ilk tercümesindeki ifadelerinden anlaşılmaktadır. Bu sebepleri şöylece tasnif
etmek mümkündür:
a. Hz. Peygamber’in “Ümmetim içinde din işlerine ve dînî konulara dair kırk hadis
ezberleyeni, Allah Teâla kıyâmet gününde fakihlerle beraber haşreder’’ hadisine
nâil olmak için,
b. Hz. Peygamber’in şefaatine ulaşma umudu,
c. Okuyanların hayır duasını almak,
d. Hocasının veya dostlarının arzusunu yerine getirmek,
e. Devlet başkanı vb. tarafından görevlendirilmiş olmak,
f. İlgi duyulan bir konuda hadis derleme arzusu içinde olmak,
g. Hastalıklardan kurtulmak ve şifa bulmak beklentisi.
Kırk hadis tercüme ve şerhlerine edebî bakımdan en fazla kıymet gösteren ve en çok
manzum örneğini veren Türkler’dir. Osmanlı müellifleri çoğunlukla Arapça ve Farsça kırk
hadisler kaleme almışlarsa da bunların hiçbiri Türkçe yazılanlar kadar edebî-didaktik bir
kıymete ulaşamamıştır.
XIV. asırda Mahmud b. Ali’nin (öl.761/1360) Nehcü’l- Ferâdis adlı eseriyle ilk örneğini
veren Türkçe kırk hadis geleneği XV, XVI ve XVII. asırlarda gelişip genişlemiş, XVIII.
asrın ikinci yarısından sonra –ara sıra Köstendilli Şeyhî gibi dikkate değer manzum kırk
hadis mütercimleri ortaya çıkmış olsa da- sanat yönünden zayıf örnekler görülmeye baş-
lanmıştır. Buna rağmen didaktik mahiyetteki bu tür yayılmaya devam etmiştir.
XV. asırda Ali Şîr Nevâî, XVI. asırda Hazînî (trc. 930/1524), Usûlî (öl. 945/1538), Fuzûlî
(öl. 963/1556), Nev’î (trc. 977/1569), Âşık Çelebi (trc. 979/1571), XVII. asırda Hâkânî
(trc. 1012/1603), Ankaralı İsmâîl Rüsûhî (öl. 1041/1631), XVIII. asırda Osmanzâde Tâ’ib
(trc. 1120/1708), Bursalı İsmail Hakkı (trc. 1137/1724), Müstakimzâde Sâdeddin (trc.
1200/1786), XIX. asırda Köstendilli Şeyhî (öl. 1232/1827), Hüseyin Remzî (trc. 1309/1892)
önemli isimler arasında sayılabilir.
Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Aksoy, Mustafa Âlî’nin Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul
1991, s. 47-49
170 Türk İslâm Edebiyatı
Regaibiyye Örneği
1. Girdi çün mâh-ı Receb şehr-i Hudâ
Leyle-i Cum’a olunca ibtidâ
MU’CİZÂT-I NEBÎ
Na’tlarda, siyerlerde ve bilhassa mevlid vb. bazı mesnevilerde kimi zaman Hz. Peygamber’in
mûcizelerine yer verildiği gibi bazen de başlı başına eserler halinde de mucizelerin anla-
tıldığı görülmektedir. Bunlara örnek olarak, Güvercin Hikâyesi, Kesikbaş Destanı, Deve
Hikâyesi, İzzetoğlu’nun Tavus Destanı, Sadreddin’in Geyik Hikâyesi gibi halk tipi mesne-
viler gösterilebilir.
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 171
Hikâye-i Geyik’ten Örnek:
1. Yine başlarız söze Allah deyu
Evvelinde fazl-ı bismillah deyu
ESMÂ-İ NEBÎ
Esmâ kelimesi Arapça isim kelimesinin çoğuludur. Tamlama halinde “nebinin isimleri”
manasına gelmektedir. Terim olarak esmâ-i nebî Hz. Peygamber’in isimleri hakkında ya-
zılan eserlere denmektedir.
Eski Türk edebiyatında Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anlatan Esmâ-i Hüsnâ türü (bk.
Ünite 7) gibi Hz. Muhammed’in mübarek isimlerini konu alan Esmâ-i Nebî’ler de ka-
leme alınmıştır. Hz. Peygamber’in dinî kültürümüzde yer alan isimlerinin manzum
veya mensur müstakil eserler hâlinde toplanılması bir gelenektir. Bu eserlerde; Hz.
Peygamber’in isimleri ile dinî kültürde ona verilen adlar ve künyeler bir araya geti-
rilir. Bu isimlerde Hz. Peygamber’in üstünlükleri, hidayeti, rahmeti, şefaati, Cenab-ı
Hakk’ın huzurundaki konumu, seçkin oluşu, ümmetinin gözündeki değeri ile ona
duyulan sevgi ve hürmet Kurân-ı Kerîm’den âyet ve Hz. Peygamber’in hadislerinden
iktibas ve telmihler yardımıyla anlatılır. Hz. Peygamber’in medhine mahsus bir tür
olan na’tlarda da bu isimlere yer verilirken, şairler bu adları şairane benzetmeler veya
hüsn-i ta’lillerle ele alırlar ve bazı adlarındaki harflerden yola çıkarak ilginç tespitlerde
172 Türk İslâm Edebiyatı
bulunurlar. Diğer yandan dinî ve tasavvufî eserlerde de Esmâ-i Nebî’deki harflere dair
yorumlar mevcuttur.
Genellikle mensur olan bu türdeki eserlerden Hasib Efendi’nin Esmâ-i Nebî’si 1000
beyit olup Delâil-i Hayrât’tan istifade ile yazılmıştır.
HİCRET-NÂME
Hicret kelimesi Arapça hecr masdarından gelmektedir. Sözlük anlamı ayrılmak, göç et-
mek, ilgisini kesmek, uzaklaşmak olan hicret, Farsça mektup, kitap gibi mânâlara gelen
nâme ile birleşik isim olarak Hz. Peygamber’in hicretini konu alan türlere isim olmuş-
tur. Siyerlerin bir bölümü olduğu gibi bağımsız eserler olarak da kaleme alınan Hicret-
nâmelerde, Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicreti ele alınır. Mevlid,
mi’râciye ve hilyeler kadar çok olmasa da edebiyatımızda bu türde de eserler yazılmış-
tır. Bu türdeki önemli eserlerden birisi Süleyman Nahifî’nin (öl. 1551/1738-39), yaklaşık
800 beyitlik Hicretü’n-Nebî’sidir. Bu eserde, Hz. Peygamber’in doğumundan başlayarak
çocukluğu, Hz. Hatice ile evlenmesi, miracı ve peygamberliğe gelişi anlatıldıktan sonra
hicret konusuna yer verilir.
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 173
Özet
Türk-İslâm Edebiyatı’nda Hz. Peygamber ile ilgili türler. Daha çok tercüme ile edebiyatımızda ağırlık kazanan tür.
1 3
Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber ile ilgili tür- II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk ba-
ler denince akla na’t, siyer, hilye, mevlid, mi’râciye, sit örneklerini veren, “kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”,
kırk hadis, esmâ-i Nebî, mu’cizât-ı nebî, hicret-nâme “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl
gelir. hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan
Hz.Peygamberi öven, üstünlüklerini anlatan türler kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özel-
na’tlardır. likleri ile hem Arap ve Fars edebiyatında önem kazan-
mıştır. Te’lifleri de olmakla beraber özellikle tercüme-
Doğumundan vefatına kadar Hz. Peygamber’in haya- ler ile ön plana çıkan bu tür Türk edebiyatında en az
2 tını anlatan tür. na’t, mevlid ve miraciye kadar önem arz etmektedir.
Soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygam-
berliği, Mekke ve Medine’de meydana gelen olaylar Hz. Peygamber’in doğumundan ve başlıca mucizelerin-
ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğu- 4 den bahseden tür.
mundan vefâtına kadar Hz. Peygamber’in hayatını ele Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserle-
alan türe ve bu türde yazılan kitaplara siyer / siyer-i re mevlid denir. Çoğu mevlide Peygamberimiz’in do-
nebî denmiştir. ğumunun yanı sıra mucizeleri de yer alır. Türk-İslâm
edebiyatında yazılmış en önemli mevlidlerin başında
Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı gelir.
174 Türk İslâm Edebiyatı
Kendimizi Sınayalım
1. Hz. Peygamber medhetmek için yazılan şiirlere ne ad verilir? 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in fizikî özellik-
a. Mi’râciyye lerini, vasıflarını anlatan edebî eserlere verilen addır?
b. Medhiyye a. Siyer
c. Na’t b. Mevlid
d. Hilye c. Mucizât-ı nebî
e. Şemâil d. Evsâf-ı nebî
e. Hilye
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’le ilgili türler-
den biri değildir? 5. En önemli örneklerini Darîr, Yazıcıoğlu Mehmed, Altı-
a. Hicretnâme parmak ve Veysi’nin verdiği Peygamberimiz’le ilgili tür aşa-
b. Na’t-ı çehâr-yâr ğıdakilerden hangisidir?
c. Regaibiyye a. Na’t
d. Mevlid b. Mi’raciyye
e. Hilye c. Muhammediyye
d. Siyer
3. Kısaca “erbaîn” adıyla da anılan Peygamberimiz’le ilgili e. Mevlid
tür aşağıdakilerden hangisidir?
a. Mevlid
b. Mu’cizât-ı nebî
c. Kırk hadis
d. Esmâ-i hüsnâ
e. Münâcât
8. Ünite - Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler 175
Sıra Sizde 3
Türk-İslâm edebiyatında en tanınmış miraciye Ganizâde
Nadirî tarafından kaleme alınmıştır.
Sıra Sizde 4
Kırk hadislerle ilgili eserler Kur’an’ın faziletleri, İslâm’ın şart-
ları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hu-
kuk, toplumsal ve ahlaki hayat gibi konularla ilgili söylenen
kırk hadis bir araya getirilerek eser oluşturulur.
9
TÜRK İSLÂM EDEBİYATI
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaştırabilecek,
Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlayabilecek,
İslâmiyet’in Türk edebiyatına katkısını açıklayabilecek,
Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilecek,
Dinî konulu destânî mahiyetteki eserleri ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Dinî-edebî tür • Gazavâtnâme- Fetihnâme
• Mersiye-maktel • Nasîhatnâme-Pendnâme
• Ramazâniye-Bayramiye • Menkabe-menâkıb
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• Agâh Sırrı Levend’in “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri” başlıklı
makalesi ile Âmil Çelebioğlu’nun “Türk Edebiyatında Manzum Dinî
Eserler” başlıklı makalesini okuyunuz.
• Diyanet İslâm Ansiklopedisi ve Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklo
pedisi’ndeki “Fetihnâme”, “Gazavatnâme”, “Iydiye”, “Maktel”, “Mer
siye”, “Pendnâmeler” ve “Ramazan” maddelerini inceleyiniz.
İçindekiler
• GİRİŞ
• DİNÎ TÜRLER
Türk İslâm Edebiyatı Dinî Tür ve Konular
• DİNÎ EDEBÎ ESERLER
• DİNÎ DESTANÎ METİNLER
Dinî Tür ve Konular
GİRİŞ
Edebiyatımızda tür ve şekil konusu üzerinde tam bir uzlaşma sağlanabilmiş değildir. Bu-
nunla birlikte bir edebî ürünün dış yapısı ile ilgili unsurların şekil; muhtevası ile ilgili
unsurların da tür kapsamında değerlendirilmesi yaygınlaşmıştır. Dinî türler denildiğinde
dinî içeriğe sahip ve türe adını veren aynı konudaki edebî ürünler kastedilmiş olur.
Tarih boyunca din, kimi zaman amaç olarak, kimi zaman da araç olarak edebiyata
konu olmuştur. Sanat gayesiyle dini araç olarak kullananlar bir tarafa; dini amaç olarak
görenlerin vasıtasıyla zengin bir dinî edebiyat meydana getirilmiştir. Dinî duyguların etki-
siyle doğup gelişen bu edebiyatta, çok defa dini tebliğ etme, öğretme gibi pratik hedeflere
yönelik olarak sanat değeri zayıf eserlerin yanı sıra fevkalâde sanatkârane bir üslûpla dinî
lirizmin zirvesine yükselen eserler de meydana getirilmiştir.
Türk-İslâm edebiyatında dinî türlere baktığımızda en çok türün Hz. Peygamber ile
ilgili olarak geliştiği görülür. Allah ile ilgili daha az tür gelişmiştir. Hz. Peygamber’in bir
beşer olması sebebiyle kendisini hiç görmeyenler tarafından dahi kolayca anlatılabilmesi-
ne karşılık Allah’ın yüceliği ve varlığının insan idrakini aşması, ne kadar çaba gösterilirse
gösterilsin O’nun hakkıyla anlatılmasını imkânsız kılmıştır. Dolayısıyla bu alanda gelişen
edebî türler, O’nun vahdâniyeti, esma ve sıfatları ile O’na karşı sığınmayı, af dilemeyi içe-
ren edebî ürünlerle sınırlı kalmıştır.
Konusu Allah ve peygamber olan edebî eserler dışında dinî hayatın pek çok veçhesi
ile ilgili hayli eser yazılmıştır. Klasik edebiyatın ürünlerini verdiği tarihî ve kültürel or-
tam, yüzyıllar boyu dinî karakteriyle temayüz ettiğinden, din, edebiyatın hem ilham hem
de bilgi kaynağı olagelmiştir. Şairler, yaşadıkları dönemlerde üzüldükleri sevindikleri ve
heyecan duydukları her hadiseyi edebî bir form içerisinde kültür dünyamıza kazandırma
gayreti içerisinde olmuşlardır. Ramazan ayının coşkusundan, ölen kimsenin ardından du-
yulan üzüntüye kadar insanı ilgilendiren her hadise, dinî edebiyatımız içerisinde yerini
almıştır. Klasik şiir ustalarının birçoğu, asırlarca toplum hayatında yer etmiş ve özellikle
törensel içeriğe sahip dinî hadiselerin heyecanını hissedip duygularını nazma dökmüşler-
dir. Günümüzde de bu vadide eserler yazılmaya devam etmektedir.
Allah ve Hz. Peygamber ile ilgili türler müstakil üniteler halinde işlendiği için bu üni-
tede diğer dinî tür ve konular ele alınacaktır. Bu tür ve konuları üç başlık halinde tasnif
etmek mümkündür. Birincisi, Mersiye, Maktel, Ramazâniye gibi ortak bir ad altında anı-
lan türler; ikincisi, Kısas-ı enbiyâ, Tezkiretü’l-evliyâ ve Menâkıbnâme gibi biyografik bilgi
ihtiva eden yaşam öyküleri etrafında gelişen türler ile Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsiri,
itikat, ibadet, ahlâk vb. konularında yazılan eserler; üçüncüsü de destânî anlatım tarzının
benimsendiği dinî konulu eserlerdir.
178 Türk İslâm Edebiyatı
Resim 9.1
Satır arası Kur’an
Tercümesi (Kaynak:
Prof. Dr. Hüseyin
Elmalı’nın özel
kitaplığı, İzmir).
DİNÎ TÜRLER
Mersiyeler ve Makteller
“Mersiye”, dinî edebiyatımızda bir kimsenin vefatı üzerine duyulan üzüntüyü ifade etmek
üzere, ölenin meziyetlerini anlatmak suretiyle yazılan duygu yoğunluğu yüksek man-
zumelere denir. Ölenin arkasından söz söyleme geleneği İslâmiyet öncesi Türk şiirinde
“sagu”, Türk halk şiirinde ise “ağıt” olarak isimlendirilmiştir.
Mersiye daha çok bir yakının, sevilen bir şahsın, şair ile maddi manevi bir bağı bulu-
nan kişinin ölümü üzerine yazılır. Klasik edebiyatımızda mersiyeler genellikle, padişahlar,
şehzadeler, vezirler, devlet büyükleri, şeyhler, aile fertleri, dost ve arkadaşların kaybı üze-
rine yazılmıştır. Mersiyenin muhtevası şöyledir: Şair şiirin giriş kısmına dünyanın geçici
olduğunu, bu güzelliklere aldanmamak gerektiğini ve dünyanın ne kadar acımasız oldu-
ğunu vurgulayarak başlar. Daha sonra vefat eden kişinin övgüsünü ve böyle bir kişiyi kay-
betmekten dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirir. Bu bölüm şairin yasına tabiatın da katıl-
masıyla farklı bir hal alır. Kahramanın ölümüne âdeta bütün âlem ağlamaktadır. Ardından
böylesine değerli ve genç bir kişiye kıymış olmasından dolayı feleğe sitem edilir. Mersiye-
lerin son bölümü genellikle dua ve temennilerden meydana gelir (İsen, 1994). Klasik ede-
biyatımızın Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî, Zâtî Bakî, Fuzûlî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ, Nev’î,
Nâilî, Şeyh Gâlib gibi önde gelen şairleri mersiyeler yazmışlardır.
Mersiye genel olarak vefat hadisesini ele alırken, maktel sadece Hz. Hüseyin’in
Kerbelâ’da şehid edilmesini konu edinir. Dinî edebiyatımızda “maktel” ya da “maktel-i
Hüseyin” denildiğinde Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının Kerbelâ’da hunharca şehid edilmesi-
ni acıklı bir biçimde anlatan şiirler anlaşılmalıdır. Hz. Hüseyin’in şehadetiyle ilgili şiirlere
9. Ünite - Dinî Tür ve Konular 179
Kerbelâ mersiyeleri de denilmiştir. Mersiye genel anlamda kullanıldığı için aslında her
maktel bir mersiye sayılır. Ancak maktel hususi bir anlamda kullanıldığından her mersi-
ye maktel sayılamaz. Maktel türünün en güzel örneğini Hadîkatü’s-süedâ isimli eseriyle
Fuzûlî vermiştir. Lâmii Çelebi’nin Maktel-i Hüseyin’i de önemli örneklerdendir.
Ramazâniyeler
Ramazan ayı, genel olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarında dinî bir konu olarak yer almakla
birlikte, sosyal hayata kattığı canlılık ve renklilik sebebiyle edebiyatın da ilgi alanına gir-
miştir. Bu ayda, gerek dinî duyarlılıklar bakımından ortaya çıkan manevi atmosfer, gerek-
se dindar olan ve olmayan bütün toplum kesimlerinde oluşan Ramazan’a özgü hava, eski
ve yeni şairlerimiz tarafından gayet güzel değerlendirilmiş ve pek zengin bir Ramazan
edebiyatı meydana getirilmiştir. Edebiyatımızda Ramazan’a dair şiirler, XVI. yüzyıldan
itibaren yazılmaya başlanmıştır. XVIII. yüzyıla gelindiğinde sayıca artarak müstakil bir
tür oluşturacak boyutlara ulaşmıştır. İşte klasik dinî edebiyatımızda konusunu Ramazan
ayından alan bu şiirlere “Ramazâniye” denir. Ramazâniyeler, Ramazan ayı dolayısıyla, şa-
irlerin, padişaha veya devlet büyüklerine yahut dostlarına sunmak amacıyla yazdıkları ka-
side nazım biçiminde şiirlerdir. Bu şiirlerde, Ramazan ayının girmesi dolayısıyla sunulan
kişinin Ramazanı tebrik edilir, o kişi padişah veya devlet büyüğü ise pek tabii olarak öv-
güsü yapılır. Klasik edebiyatımızda bu türün en güzel örneklerini, Sâbit (öl.1712), Nazîm
(öl.1726), Nedim (öl.1730), Enderunlu Fâzıl (ö.1810) ve Enderunlu Vâsıf (ö.1824) ver-
mişlerdir. Ramazan ile ilgili dinî ve tasavvufî amaçla yazılan eserler dışında, edebî alanda
yazılan eserler şöyle tasnif edilebilir. 1. Ramazâniyeler, 2. Ramazan ilâhîleri, 3. Ramazan
mânileri, 4. Ramazan ile ilgili gazel, rubâî, koşma vs.
Klasik edebiyatımızda, dört mevsimin, belli ayların, bayramların, özel günlerin konu
edildiği şiirler vardır. Bu şiirler, özellikle kasidelerin nesîb denilen giriş bölümlerinde bir
mevsimin veya hususi ay ve günlerin gelmesiyle yazılır. Bahar mevsiminin gelmesiyle
“bahâriye”ler, kışın gelmesiyle “şitâiyeler”, nevruz için “nevrûziye”ler, bayramları karşı-
lamak için “ıydiye”ler yazıla gelmiştir. Toplum hayatında fevkalade önemi hâiz olan Ra
mazan ayının gelmesiyle de eski şairler, oruç ayının maddi ve manevi güzelliklerini, feyiz
ve bereketini, günahlardan arınma ayı oluşunu vesile ederek insanlara öğüt ve irşad ma-
hiyetinde şiirler yazmışlardır.
Ramazâniyelerin konusu, ilk başta Ramazan ayının rahmet ve bereket ayı oluşudur.
Allah’ın nimet ve rahmeti bu ayda dünyayı doldurmuştur. Mağfiret kapıları sonuna ka-
dar açılmış, bu aya mahsus olmak üzere şeytan zincire vurulmuştur. Bin aydan daha
hayırlı olan Kadir gecesi bu aydadır. Ramazâniyelerde ayrıca bu ay dolayısıyla girilen
manevî ortam ve buna paralel olarak sosyal hayatta meydana gelen değişiklikler de yer
almıştır. Hilâlinin görülmesi dolayısıyla yaşanan tatlı telaştan tutun, Ramazan muka-
beleleri, teravih namazları ve Ramazan eğlencelerine kadar bu aya mahsus çeşitli faa-
liyetler Ramazâniyelerde dile getirilmiştir. Osmanlı toplumunda Ramazan ayı ve mü-
teakiben kutlanan bayram vesilesiyle tertip edilen eğlenceler, sohbetler, kandillerle ve
mahyalarla süslenen camiler, iftar için hazırlanan türlü yemekler, bir sevinç ifadesi ola-
rak Ramazan şiirlerine yansımıştır. Diğer taraftan, Ramazan münasebetiyle toplumun
dindar kesimlerindeki hareketlilik ve buna ilaveten Ramazan öncesi ve sonrasında dinî
hayata mesafeli kişilerin, Ramazanın girmesiyle birlikte Ramazana özgü dindarlıkları
şairlerin gözünden kaçmamıştır. Bu tip kimseler ‘Ramazan sofusu’ olarak nitelendiril-
miş ve dindar kimseleri kıskandıracak derecede alışılmadık davranışları iğneleyici bir
üslûpla dile getirilmiştir (Uzun, 1994).
Ramazâniyelerden bu mübarek ay dolayısıyla tasavvufî mekânlarda ve camilerde
okunan Ramazan ilâhîleri vardır. Bu ilâhîlerin bir kısmı Ramazanın gelişini konu edinen
şiirleridir ve Ramazanın başladığı günlerde okunur. Bir kısmı da Ramazan ayını uğurla-
mak maksadıyla yazılan ve bu kutlu ayın sona ermesinden dolayı duyulan üzüntüyü dile
getiren ilâhîlerdir. Bunlardan bazıları bestelenmiş olup günümüzde okunmaya devam et-
mektedir. Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1628)’nin hocası Üftâde’nin bir Ramazan karşılaması
mahiyetinde olan ilâhîsi şöyledir:
9. Ünite - Dinî Tür ve Konular 181
Âşıklara eydin salâ
Oruç ayı geldi yine
Rahmet denizi cûş edip
Âlemlere doldu yine
Ramazan ayına dair şiirler için Filiz Kılıç ve Muhsin Mâcit’in hazırladığı Türk Edebiyatında
Ramazan Şiirleri (Güldeste) adlı kitabı okuyunuz.
Gazavâtnâmeler
Gazavât, cenk, savaş anlamına gelen gazâ/gazve kelimesinin çoğuludur. Gazâ kelimesi
din uğruna savaş anlamına gelen cihad kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. İslâm
tarihinde Hz. Peygamber’in fiilen iştirak ettiği savaşlara da gazve denilmektedir. Bir dinî
182 Türk İslâm Edebiyatı
edebiyat terimi olarak gazavâtnâme, düşmanlara karşı mukaddes değerler uğruna yapılan
savaşların anlatıldığı eserlerdir. Manzum ya da mensur olarak yazılmışlardır. Tek bir savaş
anlatılmışsa gazânâme, birden fazla savaş anlatılmışsa gazavâtname şeklinde isimlendiril-
miştir. İlk örnekleri Arap edebiyatında görülür. Arap edebiyatında savaşları ve bu savaş-
larda gösterilen kahramanlıkları anlatan eserlere megâzî denilmiştir.
Gazavâtnâmeler, genel olarak savaşları anlatan eserlerdir. Gazavat nâmelere benzeyen
zafernâme ve fetihnâmeler, küçük farklarla gazavâtnâmlerden ayrılır. Eğer savaş zaferle netice-
lenmişse galibiyeti anlatan eserlere zafernâme; savaş sonunda bir kale ya da şehir zaptedilmişse
bu hadiseyi hikâye eden eserlere de fetihnâme denilmiştir. Gazavâtnâmelerde savaşın bütün ay-
rıntıları anlatılmış olduğu için tarih bilimi bakımından önemli bir bilgi kaynağı durumundadır.
Gazavâtnâmeler başlıca şu konularda yazılmıştır:
1. Padişahlardan birinin hayatını esas alarak onun zamanında meydana gelen olayla-
rı mensur ya da manzum olarak anlatan Selimnâme, Süleymannâme gibi eserler.
2. Vezirlerin veya ünlü komutanların gazalarını tasvir eden gazavâtnâmeler. Bu eser-
lerde çoğunlukla Barboros Hayrettin, Köprülü Fâzıl Ahmed, Özdemiroğlu Osman
gibi bazı paşaların şahsiyetleri ele alınmıştır.
3. Bir seferi ya da bir kalenin fethedilmesini konu edinen gazavâtnâme, fetihnâme ve
zafernâmeler (Levend, 1956).
Fetihnâmeler
İslâm ve Türk-İslâm devletlerinde fethedilen beldeleri, kazanılan zaferleri haber veren
mektup ve fermanlarla bu fetihleri anlatan tarihî eserlerin genel adıdır. Ortaçağ İslâm
dünyasında hükümdarlar, ülke içinde ve dışında otoritelerini ve güçlerini göstermek için
süslü ifadelerle yazılmış mektup ve fermanlar göndererek kazandıkları zaferleri bildirme
ihtiyacı duyarlardı. Genellikle sefaret heyetleri vasıtasıyla ve ganimet olarak alınmış he-
diyelerle, bazan da savaşta öldürülenlerin başları ve alınan esirlerle birlikte gönderilen
bu mektuplar dost devletler için bir müjde, düşman devletlere karşı ise bir tehdit ma-
hiyetinde idi. Bundan dolayı fetihnâmeler bazan “zafernâme”, “be-şâretnâme”, bazan da
“tehditnâme” diye anılmıştır.
9. Ünite - Dinî Tür ve Konular 183
Osmanlı Devleti’nde fetihler, büyük zaferler, özellikle hıristiyan dünyasına karşı ka-
zanılan başarılar “nâme-i hümâyun” kategorisinde değerlendirilebilecek fetihnâmelerle
İslâm devletlerinin hükümdarlarına bildirilmekteydi. Osmanlılar’da yabancı devlet hü-
kümdarlarına gidecek fetihnâmeler o ülkenin diliyle ve genellikle Türkçe, Arapça, Farsça
olarak yazılırdı. Mukaddime sayılabilecek baş kısmı gönderildiği yerin durumuna uygun
âyet, hadis ve kelâm-ı kibarlarla süslenen ve Osmanlı diplomatiğinin mühim belgele-
rinden olan nâme-i hümâyun grubu belgeleri içinde yer alan fetihnâmelerin özel yazı-
lış şekilleri vardı. Osmanlı padişahlarına ait fetihnâmeler genellikle Allah’a hamd, Hz.
Peygamber’e salât, padişah için tebaanın işlerinin düzenlenmesi ve zulmün önlenmesinin
gereği, düşmanın ne sebeple cezalandırıldığı, padişahın hareketi, askerin çokluğu, düşma-
nın durumu ve cesaretinin anlatılması, Allah’ın padişaha yardımı, düşmanın yenilmesi.
Allah’a şükür, düşman ülkesinin zaptının anlatılması, hükümdarlara zafer haberinin gön-
derilmesi, fetihnâmenin kiminle gönderildiği ve padişahın Allah’a duası gibi on beş esasa
dikkat edilerek yazılmaktaydı. Fetihnâmelerde mutantan bir ifade kullanılır, ülke zaptında
padişahın kudretini göstermek için düşman askerinin fazlalığından bahsedilir ve olaylar
genellikle uzun uzadıya anlatılırdı. Düşmanlara gönderilen tehditnâmelerde ise ağır ve
küçültücü ifadeler yer alırdı.
Fetihnâmeler, ilgili oldukları savaşın bir tarihçesini ihtiva ettiklerinden ve zaferin he-
men ardından kaleme alındıklarından aynı zamanda değerli birer tarihî kaynak niteli-
ği taşırlar. Edebiyat tarihiyle ilgili kitaplarda ise fetihnâme ayrı bir edebî tür olarak bir
seferin başlangıcından sonuna kadar geçen olayları, bir şehrin, kalenin alınışı veya bir
savaşın kazanılmasını konu edinen eserler şeklinde ele alınmaktadır. Ancak bu tür eserler
doğrudan doğruya tarihin bir parçasıdır ve bunları gazavatnâme, zafernâme, sefernâme,
hatta Selimnâme ve Süleymannâme adlarıyla anılan eserlerden hem konu hem de üslûp
bakımından ayırt etmek mümkün değildir. Umumi tarihlerin dışında pek çok türü görü-
len bu tarz eserlerin başlıkları da böyle bir tasnif yapmayı zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla
bunları adlarından hareketle ayrı birer tür olarak gösterilmesi karışıklıklara yol açmakta-
dır. Aslında fetihnâme, doğrudan doğruya resmî bir hüviyeti olan, nâme-i hümâyunlarla
fermanların edebî bir türü gibi ele alınmalıdır.
Türk edebiyatında XV. yüzyıldan itibaren doğrudan doğruya müelliflerince “fetihnâme”
olarak adlandırılan manzum ve mensur eserler arasında Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan
Mehmed’i, Sa’yi’nin Fetihnâme-i Bağdad’ı, Murâdî’nin Fetihnâme-i Hayreddin Paşa’sı,
Nâbi’nin Fetihnâme-i Kamaniçe’si sayılabilir.
Fetihnâmeler hakkında daha geniş bilgi için Hasan Aksoy’un “Tarihî Bir Belge ve Türk-İslam
Edebiyatında Bir Tür Olarak Fetihnâmeler” başlıklı makalesi (İlam Araştırma Dergisi, II/2
(İstanbul 1997), s. 7-19) ve aynı müellifin DİA’daki “Fetihnâme” maddesine bakınız.
Kısas-ı Enbiyâlar
Kısas-ı Enbiyâ, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin hayat
hikâyelerinin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi sekiz peygam-
berin adı geçmekte ve bunların kıssalarına yer verilmektedir. İslâmiyet’in ilk asrından iti-
baren yahudi ve hıristiyanlarla temas kuran müslümanlar, bu din mensuplarının yazılı ve
sözlü kültürlerinde var olan geçmiş peygamberlerle ilgili bilgilere vâkıf oldular. Efsanevî
ve destanî unsurları ihtiva eden bu tarz bilgilere dayanarak ciltler dolusu peygamber kıs-
saları meydana getirdiler.
Arap edebiyatında yazılan ilk kısas-ı enbiyâlar, Kisâî (ö. ?)’nin Kitâbu Kısası’l-enbiyâ’sı
ile ondan sonra yazılan Sa’lebî (ö. 1035)’nin Kısasu’l-enbiyâ (Arâisü’l-mecâlis) isimli eseri-
dir. Sa’lebî’nin eseri kimliği bilinmeyen bir mütercim tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek
184 Türk İslâm Edebiyatı
Aydınoğlu Mehmet Bey (ö. 1334)’e sunulmuştur. Türk edebiyatındaki kısas-ı enbiyaların
çoğu adı geçen eserlerin doğrudan çevirileri ya da bazı ilavelerle hazırlanan genişletilmiş
çeviri mahiyetindeki eserlerdir. Son dönemlerde de Peygamber kıssalarıyla ilgili kitaplar
yazılmıştır. Bunların en meşhuru Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895)’nın yazmış olduğu Kısas-ı
Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ isimli eser olup günümüz harfleriyle de yayımlanmıştır.
Bütün peygamberlerin hikâyelerini ihtiva eden kısas-ı enbiyâlardan başka tek bir pey-
gamberin hayatını anlatan eserler de yazılmıştır. Hz. Yusuf ile ilgili kaleme alınan Kıssa-i
Yûsuf’lar ve Hz. Süleyman ile ilgili yazılan Süleymâniyye’ler bu tür eserlerdir.
Tezkiretü’l-Evliyâlar
Tezkire, bazı meslek sahipleri için yazılan biyografik eserlere verilen isimdir. Veliler tez-
kiresi anlamına gelen Tezkiretü’l-evliya da İslâm velilerinin hayat hikâyelerinin yazıldığı
eserlerdir. Tasavvufun yayılmasıyla birlikte isimleri öne çıkan tasavvuf büyüklerinin tanı-
tılması amacıyla telif edilmişlerdir. Feridüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ adını taşıyan
eseri bu türdeki ilk örkektir. Türk edebiyatında tezkiretü’l-evliyâlar, Feridüddin Attâr’ın
eserinin tercümesiyle başlamıştır. Bu tercümeler ya doğrudan çeviri ya da Attâr’ın eserini
esas alarak bazı ilavelerle yeniden telif şeklindedir. Tespit edilebilen ilk tezkiretü’l-evliyâ
9. Ünite - Dinî Tür ve Konular 185
çevirisi XIV. yüzyılda Aydınoğlu Mehmet Bey’e sunulmuştur. Klasik Türk nesrinin büyük
temsilcisi Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l-evliyâ’sı yazarın güçlü üslubu sayesinde telif hususiye-
ti göstermektedir (İz, 1996).
Türk edebiyatında meşhur olmuş bir evliyâ tezkiresi de Lâmiî Çelebi (ö. 1531)’nin
Nefhâtü’l-üns çevirisidir. Lamîî Çelebi, Molla Câmî (ö. 1492)’nin eserini çevirmekle yetin-
memiş, kendi zamanına kadar yaşamış olan tasavvuf büyüklerini de ekleyerek ilaveli bir
çeviri meydana getirmiştir.
Tezkire adıyla yazılan başka biyografik eserler var mıdır? Varsa kimlerle ilgili yazılmıştır?
2
Menâkıbnâmeler
Menâkıbnâmeler, tasavvufun yaygınlaşmasıyla birlikte tarikat pîrlerinin hayat hikâyelerini
ve kerametlerini müridlere anlatma ihtiyacından doğmuştur. Menâkıbnâmeler genellikle
mensur olarak yazılmış olmakla birlikte bazılarında manzum parçalar da bulunmaktadır.
Bu türdeki eserler, tarikat müntesibi kimselerin kolayca anlayabilmeleri için sade bir dille
yazılmışlardır.
Menâkıpnâmeler, XIV. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu sahasında yazılmaya
başlanmıştır. Halvetiyye, Bayramiyye gibi bir tarikat zümresi hakkında Menâkıbnâmeler
yazılmakla beraber bir mürşdin hayatını anlatan türleri çoğunluktadır. Hacı Bektaş-ı Velî,
Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Gülşenî, Şemseddin-i Sivâsî,
Niyazî-i Mısrî gibi pek çok tarikat önderine ait Menâkıbnâmeler bulunmaktadır. Ayrıca
Fatih’in hocası Akşemseddin ve veziri Mahmud Paşa gibi bilge kişilikleriyle meşhur olmuş
bazı devlet görevlileri hakkında da Menâkıbnâmeler yazılmıştır.
Menâkıb-ı Halvetiyye’den
“Zikrü menâkıb-ı Hazret-i Sünbül Sinân
Çelebi Efendi’nin halîfesi ve kâim-makâmı ve dâmâdı Şeyh Sünbül Sinan Efendidür ki
mevlidi Merzifon ve neşv ü nemâsı Hamîd ilinin Borlu olup ilm-i zâhirde Hidâye ve Şer-
hu Mevâkıf hıfzında idi. Mevâlîden Efdalzâde hizmetinde olup gâhî meşâyih meclisine va-
rırdı. Bir gün bir vâkı’a görür ki halk bir kuyudan su alur. Bu dahi almak murâd idinür.
Su kuyunun ağzına çıkup bilâ-ta’ab alur. Çelebi Efendi’ye ta’bîr etdürmeğe geldikde hemân
186 Türk İslâm Edebiyatı
“Mevlânâ! Vücûdunda mevcûd olan füyûzât-ı ilâhiyyenün galeyânı var, ancak eller ta’ab
ve nasb sebebi ile tahsîl etdikleri feyzler sana karşu gelür. Niçün kuvvetüni fi’le getürmez-
sin?” deyü işrâk-ı mâ fi’z-zamîr ider ve Sünbül Efendi’yi alup sînesine basup “sende râiha-i
mahabbetu’llâh var” deyü Sünbül ile koklaşırlar. Hemân Şeyh Sünbül örf ü izâfeti ve câh
ü riyâseti terk idüp mücâhede kemerin beline berk ider. Ol kadar şugl üzre olur ki Çelebi
Efendi hazretleri Sum’asında huzûr idemeyüp muttasıl Sünbül’ün hücresin devr idermiş. Üç
yıldan sonra hilâfet virüp diyâr-ı Mısr’a göndermiş. Çerâkise zamânında diyâr-ı Mısr’da
küllî i’tibâr bulup fazl ve irfânına cemî’-i ulemâ-i Mısr ikrâr itmişlerdir…”
(Yusuf b. Yakub, 1290[1873]; 32)
Türkler Müslüman olmadan önce başka hangi dinlerin kutsal metinleriyle ilişkileri olmuş-
3 tur? Araştırınız.
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümeleri dil bakımından ne gibi bir katkı sağlamıştır?
4
Satır Arası Kur’an Tercümesi’nden
Sûretü’l-Fâtiha
[Bismillâhirrahmânirrahîm]
Tanrı adı-y-ıla ya’nî başların yâ okırın gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı
1. Ögmek Tanrı’nundur; âlemlere issi – yâ bisleyicisi-
2. Gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı
3. Yanut güni issi ya’nî kıyamat güninde hükm eylemege mâlik olan
4. Sana taparuz; dakı senden arka virmek isterüz.
5. Yol göster bize toğru yol
6-7. Yol anlarun kim eylük eyledün anlarun üzerine; kakınılmışlar degüller ya’nî cuhûd
degüller; dakı azmışlar degüller ya’nî Nasrânî degüller.
(Muhammed bin Hamza,1976)
Türkler ilk dönemlerden beri Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme etmişlerdir. Kelimelerin anlamları
satır arasına yazıldığından dolayı bu tercümeler, satır arası Kur’an tercümeleri olarak nite-
lendirilmiştir. Satır arası Kur’an çevirileri ve sonra yazılan Türkçe tefsirler özellikle dil tarihi
bakımından çok kıymetlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercüme ve tefsirleri Türkçe’nin edebî
bir lisan haline gelmesine katkı sağlamıştır. Eski Kur’an çevirilerinde dil Türkçe olmasına
rağmen cümleler Arapça’nın söz dizimine (sentaks) uygundur. Bu şekil cümleler Türkçe’nin
söz dizimine aykırı olup anlaşılmayı zor hale getirmektedir.
Akâid ve fıkha dair eserler, öğretici amaçlarla yazılmış dinî eserlerdir. Bu eserlerin bazı-
larında, inanç ve amele dair bazı mevzuları öğrencilere daha kolay öğretmek, okuyanların
aklında kalmasını sağlamak amacıyla manzum anlatım tekniğinden yararlanılmıştır. Böy-
lelikle manzum akâidler, manzum ilmihaller, manzum menâsik-i haclar, manzum feraizler
vb. ile din, dil ve edebiyat tarihi bakımından önemli bir külliyat meydana getirilmiştir.
Ravzatü’l-îmân’dan
(Halîlî, ö. 1578’den sonra)
Bâb-ı Sünenü’l-vuzû’
Gel beru gel ey Muhammed ümmeti
On durur bil âbdestin sünneti
Dinî-Destânî Eserler
Savaş kabiliyetine sahip Türkler’in yerleşecek yurt arama teşebbüsleri, Müslümanlıkta-
ki cihad ve gaza ruhu ile birleşince fetihler kaçınılmaz hâle gelmiştir. Anadolu’nun Türk
hâkimiyetine girerek müslümanlaşması sürecinde, bazı gazi-mücahid komutanların savaş-
larda gösterdikleri fedakârlık, yiğitlik ve kerametler destanlara konu olmuştur. Bu destan-
ların en eskisi Hâricîlerin ünlü kahramanı Hamza’nın adı etrafında gelişen Hamzanâmeler
ile Horasanlı Ebû Müslim’in destanî hayatını anlatan Ebu Müslim Kitabı’dır. Bunlardan
başka, Bizanslılara karşı giriştiği savaşlarda ismi öne çıkan Seyyid Battal Gâzi’nin men-
kabelerini anlatan Battalnâme, Anadolu içlerine kadar birçok şehri fetheden Dânişmend
Gâzi’nin fetihlerini anlatan Dânişmendnâme, Anadolu ve Rumeli’deki fetihlerde gösterdiği
kahramanlıklarla Sarı Saltuk’un maceralarını anlatan Saltuknâmeler meydana getirilmiş-
tir. Söz konusu destanların tamamı başlangıçta sözlü olarak dilden dile aktarılmış, sonra-
dan yazıya geçirilmiştir (İz, 1996).
Anadolu’nun Türklerin hâkimiyetine geçmesi bir dizi fetihlerin sonunda olmuştur. Bu fetih-
leri gerçekleştiren bazı komutanların, savaşlarda gösterdikleri başarılar, destanlaştırılarak
milli hafızaya kaydedilmiştir. Bu destanlarda, Müslüman Türk komutanların keramet motif-
leriyle zenginleştirilmiş kahramanlık anıları anlatılmaktadır.
9. Ünite - Dinî Tür ve Konular 191
Battalnâme’den
…Seyyid çağırdı er diledi meydana kimsenün zehresi olmadı kim meydana gire ayruk
kimse meydana girmedüğin Seyyid Hazreti bildi atından aşağa indi kolanın muhkem berkit-
di girü bindi sağ kola hamle eyledi yitmiş seksen kişi öldürdi birisi Seyyid’ün önüne turmadı
yine meydan yirine geldi çağırdı kim iy âsîler din düşmanları meydana gelsenüze didi bu
yana Kayser kakıdı çağırdı kim ne oldunuz ortanuzda bir er yokdurur kim işbu nâbkâre ce-
vap viremeyicek yüzi suyun yirine getüre diyü yürürken ezin cânib karşudan toz uyandı gün
yüzi tutuldı toz içinden yüz bir alay yüz bir alem çıka geldi İsmâil Semerkandî irdi sünnîler
karşu vardılar muâneka kıldılar Halîfe’i sordılar İsmâil ayıtdı uş irişdi didi anun ardınca elli
bin kişiyle Husrev Şah Şirvan geldi saf bağladı durdılar anun ardınca Minuçihr-i Gîlânî çıka
geldi otuz bin er ile saf bağladılar turdı anun ardınca altı bin kişiyle Baturânî Hindî çıka geldi
ne kıssai draz idelüm tolup tolup müsülmanlar geldiler alaylar bağladılar durdular himmet-
leri budur kim Kayser’e kendüler uralar ezin cânib bu tarafdan Kayser teferrüc iderdi nâgâh
bir acâyib toz belürdi toz içinden Halîfe’nün alemi peydâ oldı ve Rasûlullâh’un alemi Ahmedî
ve Muhammedî peydâ oldı bir ak fil üzerine taht bağlamışlardı üstünde çetr-i hümâyun
yeşil atlastan dutulmuş kubbe içinde Halîfe-i rûy-ı zemîn oturmuşdı bin beşyüz müftî ve
müderris sağında ve solunda yidi yüz cârî hâfız-ı kelâmullah hoş-âvâzla okırdı dört yüz hoş
mugarri ve münevverin önünce âşıkâne ez-derûn-i dil ü cân birle aydurlardı lâ ilâhe illallâh
Muhammedü’r-rasûlullah dirlerdi dört bin fülân bin fülân gömgök demür geyüp Halîfe’nün
önünde yalın kılıçlar durup yürürlerdi dört bin has er sağ yanınca yayalar kabzasın durup
oklar gizleyüp yürürlerdi dört bin er solunda gürzler getürürlerdi dört bin kişi akabince ağır
bozdoğanlar getürürlerdi bu azametle Halîfe nikaabı yüzinde oturmışdı üç yüz altmış fil
çünkü ardınca yürürlerdi bin yidi yüz altun eyerlü bedevî ve arabî atlar önünce yidürleri
bu vech ile çıkageldiler Emir Ömer ve gaazîler karşu vardular piyâde olup görüşdiler yüz
yire urdılar Halîfe dükelin nevâhat kıldı çünkim Kayser bunı gördi kanı kudurdı gövdesine
ditreme düşdi dahi sıtma dutdı ezin cânib bu yana Seyyid dahi meydan içinde at başın
çeküp teferrüc iderdi Halîfe dahi tahtından ol kenâr-ı leşkerin teferrüc iderken gözi Seyyid’e
tokandı aydur şol meydan ortasında turan kimdür didi ayıtdılar yâ Emîre’l-mü’minîn bir
cins yiğitdür ne erlükler idüpdür hiç kimse mukaabil olamaz bizüm leşkerümüzi ol turdurdı
yohsa Kayser bizüm günümüz keserdi ve külümüz göğe savururdı ammâ Hüdâvend kad u
kâmeti yâl ü bâli söz kelecisi yüzi gözi kaşları ve dişleri ve duruşı oturuşı vurması dutması
dükelisi ana benzer ammâ Battal ağ idi bu siyahdur didiler şol karşu dağdan iner erlikler
gösterür kim hezârân Rüstem destanlar gerekdür kim bunun erlüğin kıla gice olıcak yine ol
tağa gider didiler çünkim Halîfe bu sözleri işitdi el getürdi Seyyid’e duâ kıldı sünnîlerden biri-
si segirdüp Seyyid’e geldi aydur iy gâziler serveri Halîfe senünçün duâ kıldı didi Seyyid bunu
işidicek atınan sıçradı aşağa indi Halîfe’ye karşu yüz yire urdı yine atına bindi bir müddet
silâhşörlük gösterdi yitmiş iki lu’bile tarafeynden mütehayyir kıldı hayran oldılar Seyyid’ün
yârenleri Halîfe’ye ayıtdılar Şâh-ı âlem işbu hünerler kim gösterür hamusu Battal’dur illâ
kim bu siyahdur Halîfe ayıtdı Hakk Taâlâ kaadirdür her kimi kim dilerse Battâl sûretinde
viribir kim İslâma meded yitişe…
(Pekolcay, 1994; 282)
Özet
Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaş- Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilmek.
4
1 tırabilmek. Klasik Türkçe dinî eserler, halkı dinî konularda ay-
Bir edebî eser, doğrudan doğruya dinî bir konu üzeri- dınlatmak amacı taşıdığından sade bir dil ve üslupla
ne yazılmış ya da dinî konuları içermiş olabilir. Hatta kaleme alınmışlardır. Yine bu amaca hizmet etmek
dinî kavram, motif ve mazmunları ihtiva ediyor da amacıyla bazı dinî eserler manzum olarak yazılmıştır.
olabilir. Bir eserin dinî edebiyat kapsamında değer- Böylelikle dinî konuların kolay öğrenilebilmesi hatta
lendirilebilmesi için tek başına bunlar yeterli değildir; bazı kuralların ezberlenebilmesi imkânını doğurmuş-
dinî bir gaye ve heyecanla yazılmış olması da gerekir. tur. Halkın dilinin kullanılmış olması sebebiyle söz
Zira dinî amaç gözetilmeksizin sadece sanat kaygısıy- konusu eserler, dönemin dili ve edebiyatı hakkında
la dinî kavram ve motifler kullanılmış olabilir. Bu tür çok değerli bilgiler ihtiva etmektedir.
edebî ürünleri dinî türler arasında değerlendirmek
mümkün değildir. Destânî mahiyetteki dinî konulu eserleri ayırt ede-
5 bilmek.
Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlaya- Destânî konulardaki eserler genel olarak destansı an-
2 bilmek. latıma dayanan eserlerdir. Anadolu’da gelişen savaş ve
Dinî duygu ve heyecan uyandıran bazı olayların ede- fetih konulu destanlar, kahramanlığı veya kerametleri
biyata yansıması tabii bir durumdur. Birbirinin aynı sebebiyle halk üzerinde tesir bırakmış şahıslar etrafın-
veya benzeri hadiseler üzerine yazılan eserlerin za- da gelişmiştir. Bir de okuyan ya da dinleyeni heyecana
man içerisinde sayıca artmasıyla o konu etrafında getirmek için çeşitli dinî konularda çoğunlukla man-
edebî türler meydana gelmiştir. Söz gelimi vefat hadi- zum olarak yazılan hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin
sesi üzerine yazılan şiirler ağıt ve mersiyeleri, savaşları birçoğunun başkahramanı Hz. Muhammed’dir. Yine
konu edinen şiirler gazânâmeleri, ramazan ayı müna- dinî hikâye türünde olmakla beraber cenknâmelerde
sebetiyle ortaya çıkan manevî havayı anlatan şiirler sadece Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin sa-
Ramazaniyeleri meydana getirmiştir. vaşları anlatılmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi dinî-edebî türde yazılan eserle- 4. Aşağıdaki eserlerden hangisi Türkçe dinî kelimeler bakı-
rin konusu olamaz? mından diğerlerinden daha zengindir?
a. Hac ziyareti a. Satır arası Kur’an Tercümeleri
b. Kandil geceleri b. Kısas-ı Enbiyâlar
c. Babanın oğluna tavsiyeleri c. Ahlâk kitapları
d. Düğün törenleri d. Menâkıbnâmeler
e. Cenaze törenleri e. Dinî destanlar
2. Aşağıdaki türlerden hangisi toplum hayatıyla diğerlerine 5. Dinî-destânî metinlerle ilgili aşağıdaki ifadelerden han-
göre daha çok ilgilidir? gisi yanlıştır?
a. Zafernâme a. Manzum metinlerin yanı sıra mensur olanları da vardır.
b. Mersiye b. Tarih bilimi açısından doğrudan kaynak olarak
c. Maktel kullanılabilir.
d. Gazavâtnâme c. Çoğunlukla halkın anlayabileceği bir dille yazıl-
e. Ramazâniye mışlardır.
d. Kahramanları genellikle gerçek kişilerden oluşur.
3. Yaşam öyküsüne bağlı gelişen edebî türlerle ilgi aşağıdaki e. Başlangıçta sözlü anlatıma dayanmakla beraber son-
yargılardan hangisi yanlıştır? radan yazılı hâle getirilmiştir.
a. Kısasü’l-enbiyâlarda gerçek ile gerçek dışılık çoğu
kez iç içedir.
b. Menâkıbnâmelerde ağır ve ağdalı bir dil kullanılmıştır.
c. Evliya tezkirelerine ait bazı çeviriler, yapılan ilaveler-
le telif özelliği kazanmıştır.
d. Tek bir tarikat pîrin anlatıldığı Menâkıbnâmeler ol-
duğu gibi bir tarikatın bütün pîrlerinin anlatıldığı
Menâkıbnâmeler de vardır.
e. Bu türdeki eserler genellikle mensur olarak yazıl-
mışlardır.
196 Türk İslâm Edebiyatı
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilecek,
Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak tekke hayatı hakkında
değerlendirme yapabilecek,
Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlayabilecek,
Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Tasavvuf • Tekke
• Edebiyat • Tarikat
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
• M. Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabı-
na başvurunuz.
• Mustafa Kara’nın Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler adlı
eserini inceleyiniz.
• Bilal Kemikli’nin Dost İlinden Gelen Ses adlı kitabından “Temel Nite-
likler Üzerine” başlıklı bölümü okuyunuz.
• Mahmut Erol Kılıç’ın Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası
adlı kitabından “Tasavvufî Dünya Görüşü ve Osmanlı Şiiri” başlıklı
kısmı okuyunuz.
İçindekiler
• GİRİŞ
Türk İslâm Edebiyatı Tasavvuf ve Edebiyat • TASAVVUF VE EDEBİYAT
• TASAVVUFÎ TÜRLER
Tasavvuf ve Edebiyat
GİRİŞ
Türk-İslâm Edebiyatı’nda dinî konularla birlikte tasavvufî konular da ele alınmıştır. Bilin-
diği gibi tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış bir düşünme ve yaşama
biçimidir. Kelime olarak sof giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak ve suffa ashabı gibi yaşa-
mak anlamlarına gelen tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Genel olarak, bir mânâda
tecrûbî bir ilim ve insanın kendini tanıması yöntemidir. Bu yüzden o, bir öğretiyi (tarîk), bu
öğretinin öğretimini (sülûk) ve metodunu (usûl-erkân) bünyesinde bulundurur.
Tasavvuf, tefsir, hadis ve kelâm gibi dinî bir ilim olarak kabul edilir. Dolayısıyla onun
bir ilim olarak kendine has kavramları, özel bir dili, konuları, değerleri, anlayışı ve yön-
temi vardır. Bu ilmin yegâne gayesi, sâlik, derviş, tâlib, mürid ve cân gibi isimlerle anılan
sûfiyi ma‘rifet kavramıyla ifade edilen bir bilgiye ulaştırmaktır. Bu bilgi, tecrübeyle elde
edilen, irfân olarak nitelendirilen bilgidir.
“Marifet. Bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, âşinâlık. (Tas.) Sûfîlerin rûhanî halleri
yaşayarak, mânevi ve ilâhî hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak) elde ettikleri
bilgi, irfân. Bu yoldan Hakk’a dair elde edilen bilgiye marifetullah, buna sahib olan kişiye
ârif-i billâh (ârif, urefa) denir. Sûfîler marifetin kendisinden çok onun sebep, sonuç ve belir-
tileri hakkında açıklamalar yapmışlardır. Kuşeyrî’ye göre sâlik önce Hakk’ı, onun sıfat, isim
ve fiillerini tanır, sonra ibâdet ederek ve çile çekerek nefsini arındırır, ona yaklaşır. O zaman
Hak kendisini ona tarif eder. İşte marifet budur. Hakk’ın kendi hakkında sâlike verdiği bil-
gidir. Bu bilgiyi alan sâlik artık ârif veya ârif-i billâhtır. Sâlik kendine ve çevresine yabancı-
laştığı ölçüde Hak ile tanışır. Sûfîlere göre ulu ve yüce Allah hakkında tam anlamıyla marifet
sahibi olmak imkânsızdır. Bir insan onu tanımak için olanca gücünü harcadıktan sonra onu
tanımasının imkânsız olduğunu anladı mı, hakîkî ve en mükemmel marifete ermiş olur.
İrfâna, seyr ve sülûk (seyr ü sülûk) kavramlarıyla işaret edilen bir süreç içerisinde ula-
şılır. Bu süreç, tarîkat adı verilen farklı irfan okullarının doğmasını sağlamıştır. Tarîkat,
ma’rifete ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları ve esasları (usûl-erkân) bulunan yol
demektir. Tarihî süreç içerisinde Bektâşîlik, Kadirilik, Yesevîlik, Nakşîlik, Mevlevîlik,
Halvetîlik, Şazelîlik, Bayramîlik ve Rifâilik gibi adlarla anılan tarikatlar olmuştur. Bütün
bu yollar, zamanla tekke adı verilen kurumların doğmasını sağlamıştır. Tekke, tarikatın
usûl ve erkânının öğretildiği, dervişlerin ruhen ve ahlâken eğitilip olgun ve yetkin kişiler
hâline geldikleri yerdir.
200 Türk İslâm Edebiyatı
Tasavvuf, kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları, ilkeleri, bilgi ve varlık anlayışı
ve bu anlayışa bağlı olarak oluşan diliyle mûsikîşinasları, mîmarları, geleneksel güzel sa-
natlarla uğraşan hattatları, müzehhibleri, nakkaşları ve diğer sanatçıları etkilemiştir. Ta-
savvufun sanatkâr üzerindeki tesiri, belki de en çok şairler ve yazarlarda görülür. Nitekim
bu tesir, Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf
Edebiyatı, Tasavvufî Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi adlarla anılan bir edebiyatın
oluşmasını sağlamıştır.
TASAVVUF VE EDEBİYAT
Çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte tasavvuf, daha çok bir hâl ilmi olarak kabul edilir.
Sûfî, hâl sahibidir. Hâl sahibi, gönlü zengin, ruhu temiz, ahlâkı düzgün, manevi yaşayışı
güzel, Hakk’ın rızasını ve sevgisini kazanan kişidir. Bu ise, zâhidâne yaşantıyla sağlana-
caktır. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde zâhidâne yaşayan pek çok sahabe vardı. Bu
hayat biçimi daha sonraki dönemlerde sistematik olarak gelişecek olan tasavvuf düşün-
cesinin habercisi olarak değerlendirilmektedir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşim (ö.
150/768)dir. Daha sonra Süfyânü’s-Sevrî (ö. 168/785), Zü’n-Nûn el-Mısrî (ö. 245/860),
Horasanlı Bâyezid-i Bistâmî (ö. 261), düşüncelerinden ötürü idam edilen Hallâc-ı Mansûr
(ö. 309/922) ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfiler yetişmiştir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim el-
Kuşeyrî (ö. 465/1073) ve İmâm-ı Gazzâlî (505/1112) gibi büyük âlimlerin tasavvufu sis-
temleştiren eserler yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır.
Başlangıçta herhangi bir kurumsallaşma içerisinde teşekkül etmeyen tasavvuf, IV.
yüzyıldan başlayarak VI. asra kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle
tarîkatler olarak kurumsallaşmıştır. İlk Abbâsî asrında görülen sosyo-ekonomik refah,
halk içerisinde zühdî hayatın gerekliliğine ilişkin bir anlayışı da beraberinde getirmiştir.
Farklı mezheplerin ilk dönemlerden itibaren yaydıkları itikatlar, eski Yunan filozofların-
dan yapılan tercümelerle gelişmeye başlayan felsefî hareketler, Hind ve İran’ın kültür ve
dinî geçmişinden alınan bazı nazariyeler, bilhassa Yeni Eflâtuncu varlık anlayışından da
ilham alınarak zenginleştirilen bu zühdî hayat, İslâm tasavvufunun oluşumuna kaynak
teşkil etmiştir. Bu hareket, yaratılışın sırlarını anlamak istemeye yöneliktir. İlk sûfî ya-
zar Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö. 223/838)’den başlayarak, ünlü düşünür İbnü’l-
Arâbî’ye kadar bütün büyük sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi düşünce-
sinin varlık, bilgi ve ahlâk anlayışını ortaya çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan
Melâmiliği ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır. Bunların fikirlerinin teme-
linde vücûdiye mesleği (vahdet-i vücûd) olarak da ifade edilen varlık düşüncesi egemen
fikir olarak kabul edilebilir.
Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sûfilerin
söz ve menkıbelerinde görülen vücûdiyye mesleği, İbn Sinâ, Sühreverdi-i Maktûl gibi İşrâkî
felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Horasan
Melamiliği ile İbnü’l-Arâbî’nin eserlerinde sistematik bir mahiyet kazanan bu düşünce,
sadece tasavvuf şiirimiz için değil, bütünüyle Türk şiiri için önemli bir tesir icra etmiştir.
Kısaca bu düşüncede vücûdun tek olduğu fikri işlenmektedir. Vücûd tektir; yegâne sâhib-i
vücûd, Vücûd-ı Mutlak olan Allah’tır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda mutlak hayır (hayr-ı
mutlak) ve mutlak güzellik (hüsn-i mutlak)tir. Hâdiseler âlemi olan dünya hayatının kay-
nağı, O’dur. Sufilere göre, zaman yaratılmazdan önce, mutlak güzellik vardı; ancak o güzel-
liği temaşa edecek başkaca bir göz yoktu. Hâlbuki güzellik (hüsn) doğası gereği görülmek,
takdir edilmek ister. İşte varoluşun sebebi, güzelliğin kendini gösterme arzusudur.
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 201
Resim 10.1
Türkmen sûfi şairi
Ebû Sâid Ebu’l-
Hayr’ın Sultan Sencer
tarafından yaptırılan
türbesinin kapısı,
Mehne-Türkmenistan
Her şey zıddıyla bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan Vücûd-ı
Mutlak’ın bilinmesi, adem ile gerçekleşir. Adem, yokluk, hiçlik demektir. Adem, müsta-
kil olarak mevcut değildir; zarûrî olarak Vücûd-ı Mutlak’ta dahildir. Adem bir hayalden
ibarettir; tecellî dolayısıyla geçici bir süre için varlık evreninde bulunur. Adem, Vücûd ile
karşılaşınca, vücut bir aynada aksetmiş gibi akseder. Bu akis gerçekte hayalden öte bir şey
değildir. Durgun bir göle akseden güneş gibi, göz makamında olan insanda da mutlak
güzellik akseder. Bu nedenledir ki, insan adem unsurunu mümkün olduğu kadarıyla yok
etmeli (mâsivâ), Hakk’ın visâline ulaşmak için Hak ile Hak olmalıdır. Bu, fenâ kelimesiyle
anlam kazanır. Fenâ, ancak nefsi adem, kubh ve şirkten arındırmakla mümkün olacaktır.
Bunun yolu ise aşktır. Hüsn-i Mutlak ancak aşkla görülür; böylece tabii aşktan hakîkî aşka
geçiş gerçekleşir. Tabii aşk, ademe duyulan aşktır; karanlıklarla doludur. Oysa aşk-ı hakîkî,
hakîkat dünyasıdır. Bu uzunca bir yolculuğu gerektirir (seyr). Aşkı, kitabi bilgileri okuyup
öğrenmekle (ta’allüm) değil, bizzat yaşayarak, tecrübe ederek (tahalluk) tatmak gerekir.
Diğer bir ifadeyle aşk yolu olan tasavvuf, aklî bilgiye dayalı sözle (kâl) değil, yaşananın dili
olan hâlle öğrenilir.
Tasavvuftaki varlık ve aşk anlayışının şiir diline katkısına dair geniş bilgi için Beşir
Ayvazoğlu’nun Aşk Estetiği (İstanbul 1993) kitabını inceleyiniz.
Kısaca tarihsel sürecine ve felsefesine işaret edilen tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle
yüzleştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyurur. Bu düşünce bi-
çiminin şairane hayaller için önemli bir kaynak teşkil edeceği açıktır. Tasavvuf şiiri, baş-
langıçta Halac-ı Mansûr’dan başlayarak Mısırlı şâir Ömer b. Fâriz’e kadar Arap edebiyatı
içerisinde sınırlı bir daire dâhilinde gelişti. Ömer b. Fâriz’in Kasîde-i Tâiyye isimli eseri
tercüme, tahmis ve şerh olunarak tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır. İran’da
İbn Sinâ’nın sûfiliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında, Şeyh Ebû Sâid
Ebu’l-Hayr da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulundular. Bilhassa rubaileri ile tanınan Ebû
Sâid, Rudegi, Firdevsî, Hâkim Senâî ve Feridüddin-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha
sonraki dönemlerde eserlerini Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsimü’l-
Envâr gibi büyük şairler yetişmiştir.
202 Türk İslâm Edebiyatı
Burada bir hususa işaret etmek gerekir; mutasavvıf düşünürler, tasavvuf düşüncesini felsefî
anlamda sadece bir metafizik / ezoterik zeminden öte, başlı başına bir ontolojik, epistemik
ve etik anlayış olarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Böylece tasavvuf, fikir ve sanat haya-
tına ışık tutmuş, ince sezgi, derin ilâhî hayat ile İslâm düşüncesinin sanat formu almasını
sağlamıştır. Dolayısıyla tasavvufun, sadece bu disiplinin öngördüğü içsel tecrübeye sahip
olan mutasavvıf şâirleri değil, bir doktrin olarak tasavvufun geliştirdiği ritüelden haberdar
olan şâirleri de etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu etkilenmeyi, yukarıda işaret
edildiği gibi İran tesirinde gelişen edebî atmosfer ve tasavvufun sosyal hayatta sahip olduğu
seçkin mevki bağlamında değerlendirmek, izahı zor olmayan bir durumdur. Ancak sade-
ce İslâm’da değil, bütün uygarlıklarda metafizik düzlemin sanata olan etkisinin bir takım
haricî âmillerin ışığında değerlendirilmemesi gerekmektedir. Nitekim hem Doğu ve hem
de Batı’nın bâtinî yönelişleri hakkında karşılıklı mukayese yapabilecek yetkinlikte olan F.
Schoun’un da açıkça işaret ettiği gibi, bâtinî temâyülün geliştirdiği sembolik dil zâhirî düzle-
me entellektüel bir nitelik ve derinlik kazandırmakta, bu yolla da onun yitip gitmesini engel-
lemektedir. Bu itibarla lâ-dini (din dışı) şiirde de estetik ve aşkın boyutta varlığını gösteren
tasavvuf etkisinin felsefî ve metafizik bir temele sahip olduğu açıktır. (Kemikli: 2004, 71)
XIV. yüzyıl, daha çok Yunus takipçilerinin asrı olarak kabul edilir. Bu dönemde bir
yandan Yunus’un izinde giden şairler tekkelerde şiirler söylerken, öte yandan kurumsal-
laşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak
İslâm kültürünün ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında, kendi elit zümresini oluşturma
sürecinde önemli başarılar sağlamıştır. Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla
Garibnâme’yi kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333), doğrudan doğruya tasavvufu konu edi-
nen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Menâkıbnâme tarzının ilk
örneği olan Menâkıbü’l-Ârifîn’in yazarı Eflâkî (ö.1360), Hacı Bektâşî Velî’nin müridi olup
Yunus tarzını bu muhit içerisinde en güzel temsil eden Said Emre ve Attar’ın Mantıku’t-
Tayr isimli ünlü mesnevîsini Türkçe’ye kazandıran Gülşehrî’yi de bu dönemde anmak
mümkündür.
Bu yüzyılın sonlarında, şiirlerinde ele aldığı konular şeriata aykırı bulunan ve bu yüz-
den idam edilen Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte, tasavvuf düşüncesi içerisinde bâtinî tevil
ve tefsirleriyle başlı başına bir ekol olan Hurûfîlik de Türk edebî hayatına dâhil olmuştur.
Bilhassa İslâmî edebiyatlarda aşk şehidi olarak kabul gören Hallac-ı Mansur’a benzetilen
Nesîmî, yaşamı, düşünceleri ve şiirleriyle mutasavvıf şairleri etkilemiştir.
XV. asır, Timur’a karşı kaybedilen Ankara Savaşı’yla Anadolu’da Türk birliğinin da-
ğılmasıyla başlar. Bu dağınıklık Timur’dan da sonra devam etmiş, şehzâde ve beyler ara-
sındaki iktidar mücadeleleri halkta siyasi ve iktisadi buhranların oluşmasına sebebiyet
vermiştir. Bununla birlikte Çelebi Mehmed’in etrafında yeniden bir toparlanma gerçek-
leşmiş, kısa zamanda toparlanan yönetim, daha güçlü bir devlet ve toplum oluşturma-
yı başarmıştır. Bu yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi hâline
dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir süreci de
içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden
muhite yayıldığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak tasavvuf edebiyatı da çığ gibi
büyümüştür; bu bakımdan dönem, gerek şâir, gerekse eser yönünden oldukça zengindir.
Nitekim dönem içerisinde, Mevlid türünün oluşmasını sağlayan Vesîletü’n-Necât’ın şâiri
Süleyman Çelebi (ö. 1422), Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî (1325-1413), Emir
Sultan (1368-1429), Hâlilnâme’yi kaleme alan Abdülvâsî Çelebi, Ankara’yı merkez edine-
rek çiftçi ve esnaf üzerinde derin tesirler icra eden Bayramiye Tarîkatı’nın kurucusu Hacı
Bayram-ı Velî (1332-1429), Fatih’in hocası Akşemseddin (1389-1458), Muhammediye’nin
yazarı Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), Yazıcıoğlu’nun kardeşi ve Envâru’l-Âşıkîn’in müellifi
Ahmed Bîcan (ö. 1466), Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî (ö.
1444), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469), Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487), Kemal Ümmî (ö. 1475),
Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim Tennûrî (ö. 1482) gibi sûfi şairler yetişmiştir.
XVI. asır siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. Anadolu merkez edinilerek ku-
rulan Osmanlı Devleti’nin coğrafî planda sınırlarının en geniş olduğu bir dönemdir. Buna
paralel olarak iktisadi ve sosyal gelişmeler de bariz bir şekilde kendini gösterir. İstanbul,
sadece Türkler için değil, bütün bir dünya için önemli bir kültürel ve siyasi merkez ol-
muştur. Bununla birlikte bu dönemde tasavvuf edebiyatında güçlü temsilcilerin yetiş-
tiğini söylemek güçtür. Yunus’u takip eden birkaç güçsüz soluk dışında mutasavvıf şair
görülmemektedir. Bununla birlikte, Bayramiyye tarikatı içerisinden çıkan ve İkinci Devre
Melâmîliği olarak kabul edilen vahdet-i vücutçu tasavvufî yorumun, Ahmed-i Sarban ve
İdris-i Muhtefî ile edebî sahada yer edinmeye başladığı görülmektedir.
Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Nakşî şeyh-
lerinden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri Fusûsu’l-Hikem’i tercü-
me eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599), Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri tel-
kin edici mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Kerbela faciasının
destanı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 205
aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn
Tercümesi’ni yazan Fuzûlî (1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen Bakî (1526-
1610) yetişmiştir. Bunlardan başka Kara Fazlî, Hilye-i Hakânî ve Hadîs-i Erbâin Tercümesi
ile haklı bir şöhrete ulaşan Hakânî Mehmed Bey (ö. 1606), Dükâkinzâde Ahmed (ö. 1557),
Halvetîlik içinde Gülşeniyye kolunun kurucusu olan İbrahim Gülşenî (ö. 1533), Ahmet
Sarban (ö. 1545), Vahib Ümmî, Üftâde (1477), Şemseddin Sivâsî (ö.1597), Seyyid Seyful-
lah (ö. 1601), Hurûfî şâir Arşî ve şathiyyesi ile tanınan Azmî Baba dönemin sûfi şairleri
olarak kabul edilmektedir.
XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Devlet, bozgun, yenilgi ve iç
karışıklıklarla siyasi ve iktisadi alanda gücünü giderek kaybederken, içeride de iç ayak-
lanma ve fikrî tartışmalarla sosyal buhranlar artmıştır. Siyasi alanda gelişen Celâlî isyan-
larının yanında, dinî kültürel alanda da Sivâsîler-Kadızâdeliler mücadelesi adıyla tarihe
geçen tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıkmıştır. Bununla birlikte bu münakaşala-
rın edebî hayatı canlandırdığı ileri sürülebilir. Geçen asırda adeta sindirilen sûfî çevreler,
entelektüel anlamda çıkışlarını yaparak medreseliler tarafından ileri sürülen eleştirilere,
ilmî ve edebî üslup içerisinde cevap vermişlerdir. Böylece dinî-tasavvufî edebiyat alanın-
da canlanma görülmüştür.
Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumladığı ünlü eseri hangisidir?
Araştırınız. 2
Bu dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve he-
ce-aruz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır.
Dönemin sûfî şairleri içinde, Muhyî (ö. 1611), İdris-i Muhtefî (ö. 1615), Zâkirî (ö. 1622),
Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Derviş Osman (ö. 1627), Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1628),
Şeyhî (ö. 1639), Abdulehad Nûrî (ö.1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Zâkirzâde Abdul-
lah Biçâre (ö. 1657), Cahîdî (1659), Sarı Abdullah Abdî (1584-1660), Sinan-ı Ümmî (ö.
1664), Sunu’llâh-i Gaybî (ö. 1676), Divitçizâde Mehmed Talib (ö. 1679), Derviş Himmet
(ö. 1683), Niyâzi-i Mısrî (ö. 1693) ve Mehmed Nazmî (ö. 1700)’yi zikredebiliriz.
XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir.
Lâle devrini kapatan Patrona Hâlil İsyanı ve ıslahat hareketlerinin öncülerinden olan III.
Selim’in ölümüne sebebiyet veren Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iki önemli sosyal hareket
yaşanmıştır. Aynı şekilde bu dönem, özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir duraklama
ve gerilemenin ortaya çıktığı çağ olarak da gösterilebilir. Çünkü sûfi şairlerde eski coş-
kunluk kalmamıştır. Bununla birlikte, Mesnevî Tercümesi ile tanınan Süleyman Nahifî
(1648-1738), tasavvufî yaşantıyı kendine şiar edinen Şeyh Galib (1757-1799), onun ünlü
müridi Esrar Dede (ö. 1796), Mirâciye ve Rûh-ı Mesnevî gibi pek çok eser bırakan Bur-
salı İsmail Hakkı (ö. 1724), Edirne’de Sezâî-i Gülşenî (ö. 1738), Nakşî mürşidlerinden
Neccarzâde Rıza (1679-1746) ve Mârifet-nâme adlı ansiklopedik eseriyle tanınan Erzu-
rumlu İbrahim Hakkı (1703-1772) gibi şairler de yetişmiştir. Bunlardan başka, Mahvî,
Mehmed Nasûhî, Mehdî, Hasan Senâyî, Mustafa Azbî, Süleyman Zâtî, Cemâleddîn-i
Uşşâkî, Üsküdarlı Hâşim, Fahreddin Fahrî ve Mustafa Zekâî de tasavvufî şiir vadisinde
eserler ortaya koymuş şairlerdir.
XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği dönemdir. Ye-
niçeri Ocağı’na karşı Nizâmî-ı Cedîd Ocağı’nın kuruluşuyla başlayan bu asırda, Tanzîmat
Fermânı ve Islahat Fermânı gibi batılılaşma yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Sosyal
değişmelerin hızla geliştiği, siyasî-ideolojik kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî
edebiyat zayıflamıştır. Bununla birlikte, Târifü’s-Sülûk isimli eserin müellifi Nazif Dede
(1794-1861), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Bektâşî mürşitlerinden
206 Türk İslâm Edebiyatı
Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), Edib Harâbî Baba (ö. 1918), Hanya Mevlevîhânesi
dedelerinden Kara Şemsî (1828-1884), Terzi Baba adıyla anılan Hayyat Vehbî (ö. 1847),
âşık tarzındaki deyişleriyle tasavvufî duygularını ifade eden Dertli, Seyrânî ve Türâbî gibi
şahsiyetler bu asırda yetişmiştir.
Sûfî şairlerin eserlerini inceleyiniz ve bunlardan tasavvufî halk edebiyatı alanında eser veren
3 iki şairi tespit ediniz.
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 207
Bu iki temel koldan başka konuları ele alış biçimlerine göre de üç temel zümreden
bahsetmek mümkündür. Bunlar;
1. Zühdî edebî zümre
2. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı
3. Bektâşî zümre edebiyatı
Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi telkin eden eserleri içerir.
Bu zümrede, ne Melâmî-Hamzavî edebiyatındaki irfan, vahdet inancı, aşk ve cezbe; ne de
Alevî-Bektaşî edebiyatının karakteri vardır. Bu edebiyat içinde daha çok, ibadetlerden,
peygamberlerin ve Hz. Muhammed’in hayatından, hac yollarından, dünyanın geçiciliğin-
den, ölümden, cennet ve cehennemden bahseden, bu arada bazı sahabenin ve velilerin
menkabelerinden söz eden eserler yazılmıştır.
Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) benimse-
yen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin eserlerini içermektedir. Bu zümre içinde
daha çok lirik ve coşkun bir üslupla eserler yazılmıştır. Bu eserleri, tecelli, vâridât ve sunuhât
gibi tasavvufî kavramlarla, doğrudan doğruya ilâhî aşkın, mânevî sarhoşluğun ve cezbenin
eserleri olarak nitelendirilir. Bu zümre içerisinde vahdet neşesini tatmış, kalender-meşrep
ve âşık şairler eser vermiştir. Bu türden şairlere hemen her sûfi ekol içinde rastlamak müm-
künse de, daha çok Bayramî-Melâmî muhitten geldiklerini söylemek mümkündür.
Bilindiği gibi, Melâmiler, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi, kendini be-
ğenme (kibir) kabul ederler. Onlara göre, kendilerini herkesten aşağı görmek ve göstermek,
her yaratıktan aşağı saymak, bir özellik olmuştur. Hatta şeriata aykırı olmayacak şekilde,
toplumun hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunarak, toplumun kınamasını sağlamayı ter-
cih etmişlerdir. Bu sebeple onların daha çok şatahata varan sözler söyledikleri görülür.
Şatahat ve şathiye konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için Cemâl Kurnaz ve Mustafa Tatcı’nın
Türk Edebiyatında Şathiyye (Ankara 2001) adlı eserini inceleyiniz.
Bu zümre içerisinde eser veren bazı şairleri zikredebiliriz: Yunus Emre yolunda giderek
şiir söyleyen Hacı Bayram-ı Velî, Sarban Ahmed, Kaygusuz Vizeli Alaaddin, Emir Osman-ı
Haşimî, Muhyî, İdris-i Muhtefî, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Sunullah Gaybî, Sarı Abdullah
Efendi, Dukâkinzâde Ahmed Bey, Hüseyin Lâmekânî, Osman Kemâlî, Ahmed Rindî...
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, bu zümrenin şiire yüklediği anlamı şu şiirinde açıkça ortaya kor:
Bektaşî zümre edebiyatı, bir yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını andırmak-
la birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır. Bu özel karakter, bir yönüyle
Bektâşiliği öne çıkartmanın yanında, esas itibariyle ata ve baba adlarıyla anılan Yesevî
dervişlerinin edasına dayanan köklü bir geleneği ifade eder. Bu eda, rindâne söyleyişi
mûsikî ile buluşturur.
Zamanla Babâî, Kalanderî, Hurûfi, Kalenderi, Kızılbaş, ve Tahtacı gibi isimlerle anılan
muhitleri de içine alarak genişleyen bu zümre içerisinde, Hacı Bektâş-ı Velî’den başlamak
üzere, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal Viranî, Teslim Abdal, Yemini, Muhyiddin Abdal, Şah
İsmail Hataî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Seyrani ve Kalender Abdal gibi büyük şairler
yetişmiştir.
TASAVVUFÎ TÜRLER
Sufi şairler, manzum (şiirsel) ve mensur (düzyazı) pek çok eser yazmışlardır. Bazı sufi
müellifler, aynı eser içinde şiiri ve düzyazıyı birleştirmişlerdir. Onların asıl maksadı bir
düşünceyi, bir bilgiyi yahut bir manayı kaydetmek veya okuyucuya ulaştırmaktır. Dolayı-
sıyla heceyle aruzu bir arada kullandıkları gibi, şiirle de düz yazıyı birleştirmişlerdir. Bu-
nunla birlikte sanatı öne çıkartan sûfi şairler de vardır. Bu şairlerin eserleri, klasik tasavvuf
edebiyatına hayat vermiştir. Bu eserler, divan edebiyatında olduğu gibi, tevhid, münâcaat,
na’t, mirâciye, hilye, ramazaniye, maktel ve hicretnâme gibi dinî-edebi türlerde yazılmış-
tır. Bunlardan başka, özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut tekke edebiyatı olarak kabul
edilen saha içerisinde ortaya konan, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme,
destur ve düvazdeh gibi türler de vardır.
Tasavvufî eserleri genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür:
1. Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler.
2. Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler.
Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı, telkin edici, yolun usul ve
erkânını öğretici eserlerdir. Bunlar başta tasavvufî mesneviler olmak üzere, tezkiretü’l-
evliya, menakıbnâme, evliyânâme velâyetnâme ve mansûrnâme gibi tekke geleneğini
ve tarihini aktaran manzum ve mensur eserler; nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme,
faziletnâme, tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun esaslarını telkin eden
eserler; telkinnâme, erkannâme, tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren
eserlerdir. Bunlardan başka, vahdetnâme, vücûdnâme, şathiye ve devriye gibi tasavvuf dü-
şüncesinin temel konularını açıklayan eserleri; şefaatnâme, desturnâme ve istimdadnâme
gibi ululardan yardım dilemeyi salık veren eserleri; besmelenâme, ihlâsnâme ve ayetnâme
gibi sûfiyi Kur’anın anlamıyla buluşturan eserleri ve salatnâme, oruçnâme, ramazannâme,
hacnâme, kıyametnâme, mahşernâme ve fetvanâme gibi dinî görevleri ve temel hukuki
meseleleri öğreten eserleri de zikretmek gerekir. Ayrıca istihracnâme gibi geleceğe ilişkin
çıkarımlar yapan manzumeleri, tahassürnâme gibi gafletle geçen zamanın muhasebesini
yapan eserleri de bu grupta değerlendirebiliriz.
Sûfi şair, edebi eseri çoğunlukla bir amacı yerine getirmek için yazar. Onun öncelikli
konusu sanat yapmak değildir. Dolayısıyla onun eserlerinde, faydacılık esastır. Bu bakım-
dan hikmet ve ilâhî gibi musiki yönü öne çıkan türlerde de öğretici ve telkin edici amaçlar
güdülür. Ancak yine de tevhid, münacat, na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nu-
tuk, devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle söylendiği görülür. Bu eserler, hâl
dilinin dışa yansıdığı eserlerdir.
Burada zikredilen türlerden bazıları kitabınızın önceki ünitelerinde ayrıntılı bir şekilde
açıklanmıştır. Bunun için özellikle 7., 8. ve 9. Üniteleri yeniden inceleyiniz.
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 209
Tasavvuf edebiyatının temel özelliklerini gösteren, hikmet, ilâhî, nefes, devriye, gülbank
ve menakıbnâme türlerini ayrıntılı olarak ele almakta fayda vardır.
Hikmet
Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm vermek ve yargılamak anlamına
gelir. Türkçede, mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına gelir. Bu bilgi, tec-
rübe ve test edilen bir bilgidir. Daha doğrusu, varlığı, eşyayı olduğu gibi bilmektir. Diğer
bir anlamı ise, düşünme melekesinin itidal hâlinde olmasıdır. Bu anlamda hikmet, daha
önceleri felsefe kelimesinin yerinde kullanılmıştır. Filozofa ise, hakîm denmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının bir türü olarak hikmet, ahlâk ve değerleri telkin eden
manzûmeleri ifade eder. Doğu edebiyatlarının temeli hikmetli (hikemî) anlatıma dayanır.
Kainata, dünya hayatına ve hadiselere ibret gözüyle bakan sufi şair, görünenin arkasında-
kinin farkına varır. Bu farkedişi hikmet adı verilen şiire dönüştürür. Böylece o, insanların
fark edemikleri yanlışlıkları, eksiklikleri ve aksamaları şiir diliyle göstererek doğru dü-
şünmenin, bakmanın ve anlamanın yolunu gösterir. Dolayısıyla hikmetlerde kötü huylar
kınanır, güzel huylar övülür.
Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı söylenen şiirlerde görülür. An-
cak diğer türlerde de hikmetli söyleyiş bulunabilir. Hikmetli anlatım taşıyan şiirlerde di-
daktik (öğretici) bir üslup, bazen rindâne bir eda, dervişâne bir kanaat ve tevekkülü amaç-
layan telkinler görülebilir. Hikmetler, felsefe, tasavvuf, zühd, şeriat, ahlâk, adab, gelenek,
adetler gibi konular üzerine söylenir.
Hikmet, öncelikle Ahmed Yesevî’nin manzumelerine verilen isimdir. Zaten onun ese-
ri, Divan-ı Hikmet adıyla bilinmektedir. Ahmed Yesevî, hikmetleri İslâm’ın ve tasavvu-
fun ilkelerini öğretmek için yazmıştır. Yesevî’nin heceyle yazdığı hikmetlerin ölçüsü 14’lü
(7+7)’dür. Bu hikmetler zamanla dilden dile dolaşmış, sözlü kültür içinde bazı değişiklik-
lere uğrayarak günümüze değin gelmiştir.
Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Kemal Eras-
lan, hikmet kavramını ve Yesevî’nin hikmetlerini şöyle değerlendirmektedir:
“Değişik telaffuzlarıyla îbranice (hakhmâ) ve Süryanlce’de (halkhmethâ) de yer alan “hik-
met” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nazil olan âyetlerinde “Hz. Peygamber’in vaaz ve irşad-
ları” mânasında kullanılmıştır. Ulema arasında hikmet’e “Nazarî İlimler iktisap etmek ve
yapılabildiği kadar iyi, müstahsen ameller işlemek itiyadını kazanmak sâyesinde, insan ru-
hunun kemalini ifade eder” veya “En iyi ilim vasıtası ile, en iyi şeyin bilinmesi” gibi mânalar
verilip tarifler yapılmıştır. Sözlüklerde ise hikmet’e çok değişik mânalar verilmiştir: İlim ve
adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı şerife, mârifet-i hakayık-ı mevcûdât; âdet ve
ahlâkla ilgili özlü söz; gizli sebep; insanın mevcudâtın hakîkatini bilip hayırlı işler yapmak
sıfatı; eşyanın iç ve dış keyfiyetlerinden bahseden ilim; kâinat ve yaradılıştaki ilahî gâye;
ahlâka faydalı özlü söz; Hakk’ı hak bilip bağlanma, batılı batıl bilip kaçınma; Allah’a itaat
ile salih amel sahibi olma; akıl ve hareketlerdeki uygun Hak emrine mutlak şekilde uymak;
Tanrı hakikatini ifade eden dinî, tasavvufî, ahlâkî ve öğretici özlü söz ve benzerleri gibi. Bu
çeşitli tariflerde ağırlığı teşkil eden husus hikmet’in dinî, tasavvufî ve ahlâkî hususiyet taşı-
masıdır. Bir başka deyişle hikmet, İslâmî esaslar içinde kalmak şartıyla, metafizik mes’eleler
üzerinde tefekkürdür, İnsanın Rabb’ini bilmesi ve kendisinin âlemdeki yerini ve değerini
idrâk edip özlü şekilde ifade etmesidir. Allah ve insan sevgisini gönüllerde yerleştirmeği
gâye edinen, Hz. Peygamber’in şeriatına ve sünnetine uymağı telkin eden, insanı kötü amel-
lerinden kurtarmağa çalışan ahlâkî prensiplerdir. Denilebilir ki hikmet, İslâmiyet’in man-
zum olarak ifadesidir.” (Eraslan: 1983, 154)
210 Türk İslâm Edebiyatı
İlâhî
İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türk-İslâm edebiyatının bir kavramı ola-
rak ilâhî, Allah aşkıyla dile getirilmiş her türlü şiire denir. Diğer bir ifadeyle, ilâhî; sûfi
şairlerin Allah aşkıyla söylediği dinî ve ahlâkî manzumelerdir. Daha çok Allah’ın varlığını,
birliğini, azamet ve kudretini, ilâhî aşkı ve muhabbeti anlatan veya telkin eden eserlerdir.
Çeşitli usullerle bestelenip okunan ilahîlerde tasavvuf neşvesi hakimdir. Mutlak varlık,
yaratılış, rahmet kapısı, kerem denizi, çokluk âlemi, gönül mülkü, cemal şevki ve celal
ateşi, aşk, tevbe, gözyaşı, dünya hayatı, terk, fena, mürşide bağlanmak ve manevi zevklere
ermek gibi konular işlenir. Bu bakımdan hemen her tekkede, aruz yahut hece vezni kul-
lanılarak ilâhîler yazılmış ve besteli olarak okunmuştur. Bazı tekkelerde farklı isimlerle
anılsa da özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır:
a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin, Mevlevi tekkelerinde zikir ve
semâ sırasında okunmak üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri
okuyan kişilere âyinhan adı verilir.
b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî eşliğinde okunan ilâhîlerdir.
c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin eden ilâhîlerine verilen
addır. Bunlar vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) nefeslerle telkin ederler.
Bektâşiler, na’t ve Hz. Ali medhiyesini de nefes olarak isimlendirirler. Nefesler, ga-
zel ve koşma tarzında heceyle yazıldığı gibi, aruzla yazılanları da vardır. Bektaşi
tekkelerinde daha çok âyin-i cemlerde saz eşliğinde okunur.
d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında bir veya iki
zâkir tarafından okunan ilahîlerdir.
e. Cumhûr: Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere verilen addır.
Edebiyatımızda ilahî denildiğinde akla gelen isim Yunus Emre’dir. Onun bir ilâhîsini burada
zikretmek mümkündür:
Devriyye
Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine hareketi, bir şeyin etrafında do-
laşma, bir memleketin her tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine teslimi, askerî bölük
veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması, zaman ve asır gibi anlamlara gelir.
Kelime tasavvufta iki farklı anlamda kullanılmaktadır: Bunlardan ilki, bazı tarîkatlarda
dervişlerin dönerek icrâ ettikleri zikir ve semâ’ı ifade etmektedir. İkincisi ise, varlıkların
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 211
Hak’tan gelişini ve tekrar ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir nazariyedir. Esâsen semâ
ve devrân da Hak’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde melekle-
rin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devran mefhûmuyla
ifade edilmektedir.
Devir düşüncesinin bir izahı şöyledir: “Başlangıçta mutlak varlıktan ayrılan ilâhî nur, sı-
rasıyla “akl-ı küll” (taayyün-i evvel), “ukûl-ı tis’a”, “nüfûs-ı tis’a”, “tabâyi-i erbaa” (dört mi-
zac), “anâsır-ı erbaa” (toprak, hava, su ve ateş) ve oradan da toprağa kadar inmiştir. İşte
bu merâtib, “mebde” (başlangıç) veya “kavs-i nüzûl”dür. Akl-ı kül, yaratıcı kudretin aktif
kâbiliyeti olup “nefs-i kül” denilen pasif kâbiliyeti meydana getirmiştir. Akl-ı kül ve nefs-i
külden “eflâk-ı tis’a” (dokuz gök), “tabâyi-i erbaa” (dört mizac) ve “anâsır-ı erbaa” meydana
gelmiştir. Eflâk-ı tis’a ve anâsır-ı erbaanın birleşmesinden cansızlar, bitkiler ve hayvanlar
meydana gelmiştir. Bu oluş içerisinde insân en son ve en mükemmel varlık olduğundan, en
yüce mertebede yer almaktadır. Bu nedenle insân, en son durak kabul edilmiştir. Bütün bu
mertebelerden sonra toprağa inmiş olan ilâhî nur, aynı sırayı takip ederek topraktan made-
ne, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insâna ve insândan da insân-ı kâmile
geçmek sûretiyle, ilk geldiği yere, yani mutlak varlığa ulaşır. Bu ikinci devreye “maâd”,
“suûd” (son) veya “kavs-i urûc” denilmektedir.” (Kemikli: 2004, 47)
Gülbank
Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına gelir. Terim olarak, tekkelerde
ayinlerde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makamla okunan dualara denir.
Gülbanklar, yapılacak işin hayırlı, uğurlu olması veya sağlık, esenlik dileğiyle ve kalıp-
laşmış bir ifade tarzıyla Allah’a yalvarıp yakarmayı dile getiren dua metinleridir. Osmanlı
cemiyet hayatında çeşitli toplantılar yanında dinî törenlerde, özellikle tarikat âyinlerinde
okunan birbirinden farklı gülbank metinlerinin en belirgin vasfı, dualar gibi seci ve iç
kafiyelerin de yardımıyla ve belli bir eda ile yüksek sesle okunmaya elverişli melodik bir
yapıya sahip bulunmalarıdır. Gülbankler, genellikle bitirilen işin ardından gülbank çek-
mekle görevli kişi tarafından okunur.
Tekkelerde doğum, ad koyma, sünnet olma, mektebe başlama, tarikata giren yeni der-
vişe arakıyye giydirme, evlenme gibi törenlerde ve cenazelerde bir şeyh veya hoca efendi
tarafından gülbank okunurdu.
Mevleviyye, Bektâşiyye ve Halvetiyye’nin bazı kollarının yanı sıra Yeniçeri Ocağı’nda
da gülbank okunması yaygın bir âdetti. Fütüvvet ehli esnaf arasında yapılan yâran toplan-
tılarıyla çıraklık, kalfalık, ustalık gibi esnaf teşkilâtı merasimlerinde de gülbangin önemli
bir yeri vardı.
Abdulbâki Gölpınarlı Mevlevi Âdab ve Erkanı isimli kitabında Mevlevi gülbanglerine de yer
verir. Onlardan bir tanesi şöyledir:
“Vakt-i şerîf hayrola, hayırlar fethola, şerler defola. Allâhu azîmüşşân ism-i zâtının nûru ile
kalbimizi pür-nûr eyleye. Demler safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i
Tebrîzî, kerem-i İmâm-ı Alî; hû diyelim, hû!”
Menâkıbnâme
Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet anlamına gelir. Terim olarak, din
büyüklerinin manevî hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder.
Menâkıbnâme ise, bir velinin hayatının çevresinde oluşmuş menkabe veya kerametleri
anlatan eserlerdir. Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır. Bunlar;
1. Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve manevî kuvvetlerini konu edi-
nen destansı eserler.
2. Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler.
Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı gazavatnâmeleri birinci gru-
bun içerisinde değerlendirmek mümkündür. İkinci grup eserler ise, iki çeşittir:
1. Biyografik menâkıbnâmeler
2. Derleme menâkıbnâmeler
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 213
Biyografik menâkıbnâmeler, konu edilen velîlerin devrinde yahut çok kısa bir zaman
sonra kendisiyle aynı çevrede yaşayan kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Bu türden eser-
lerde, velînin doğumu, yetişmesi, şeyhliğe geçmesi, çeşitli faaliyetleri ve vefatı bir irtibat
dahilinde anlatılır.
Derleme Menâkıbnâmeler ise, velînin ölümünden uzun bir zaman sonra yazılmış olan
eserlerdir. Bu eserler, ayrı ayrı kişiler veya velînin takipçileri tarafından yazılır.
Resim 10.2
Yahya b. Bahşı’nın
Emir Sultan’ı konu
edinen Menâkibü’l-
cevâhir adlı eserinin
başlangıcı.
Kaynak: Süleymaniye
Kütüphanesi, Hacı
Mehmet Efendi
Bölümü, No: 4559.
Özet
Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilmek. Tekkelerde, yolun kurucu şahsiyetlerinin (pir) veya
1
İslâm toplumu içinde ortaya çıkan tasavvuf, insanın temâyüz eden rehberlerinin edebi eserleri, haklarında
nefsini arındırması ve olgun ahlâka sahip olmasını yazılan menkıbeler, tasavvuf düşüncesini öğreten te-
sağlayan bir disiplindir. Bu ise, öncelikle insanın ken- mel kitaplar ve divanlar grup hâlinde okunur. Bu tür-
dini tanıması, çevresinin ve diğer varlıkların farkına den uygulamalar da müridin dinleme, anlama, ezber-
varmasıyla mümkün olacaktır. İnsanın kendi iç ale- leme ve benzeri metinleri yazma melekesini geliştirir.
mini tanıması, evreni tanıması ve bütün bu varlıklara Böylece her tekkenin kendine has özel bir dili ortaya
hayat veren Allah’ı isim ve sıfatlarıyla idrak etmesi, çıkar. Bütün bu özellikler, tekkeleri tarihi süreç içeri-
sanatçı kişiliği besleyen hususlardandır. Her şeyden sinde edebi hayatın merkezi hâline getirmiştir. Çoğu
önce sanat, yalnızlık ve derin düşünceyle beslenir. Ta- tekke aynı zamanda bir edebi muhit (çevre) olarak da
savvuf bu anlamda sanatı besleyen en önemli kaynak- kültür tarihimizde işlev görmüştür.
lardan birisidir.
Tasavvuf düşüncesinde murâkabe ve müşâhâde gibi Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlaya-
bilgi edinme yolları vardır. Bu yollarla edinilen bil- 3 bilmek.
giler, keşif, vâridât, tecelli, sünûhât ve ilham gibi kav-
Tasavvuf edebiyatının temel kavramları, tasavvuf,
ramlarla ifade edilen çok özel bilgilere dönüşür. Bu sûfî, mürid, mürşid, vahdet-i vücûd, devir ve marifet
bilgiler, tecrübeyle elde edilen öznel bilgilerdir. Bu ise, gibi tasavvufî düşünce içerisinde kullanılan tabirler-
sanatta aranan bir durumdur. Sanatkar, sezgisi, hayali dir. Bunun yanında, tasavvufî edebi zümrelerin isim-
ve ilhamıyla eserini anlamlı hâle getirecektir. Ancak leri, tekkeler, buralarda yazılan eserler ve tasavvuf
bunu yaparken tasvirlerinde ve konuyu aktarırken edebiyatında kullanılan türleri de içerir. Bu kavramlar
kullandığı dilde çok özneldir. Dolayısıyla tasavvuf, ünite içinde yeri geldiğinde açıklanmış, bazı durum-
zikredilen bilgi kaynaklarına ilişkin görüşünün ya- larda ilgili kaynaklar gösterilmiştir.
nında, kendine has diliyle de şairleri etkilemiş ve ede-
biyata yön vermiştir. Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabilmek.
4
Tasavvuf edebiyatında, divan edebiyatı ve halk edebi-
Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak yatıyla birlikte kullanılan türler olmakla birlikte, özel
2 tekke hayatı hakkında bir değerlendirme yapabilmek. türler de vardır. Bu türlerdeki ürünler, bazen divan
Tasavvufun düşüncesi zaman içinde gelişmiştir. Fe- edebiyatının, bazen de halk edebiyatının nazım şe-
tihlerle genişleyen İslâm coğrafyası içerisinde değişik killeri (formlar) kullanılarak yazılmıştır. Bunlar içeri-
kültürlerle karşılaşyan sufiler, bu yeni kültürlerden de sinde en çok kullanılan, hikmet, ilâhî, nefes, devriye,
yararlanarak zamanla farklı tasavvufî görüşlere sahip gülbank ve menâkıbnâme türleri ayrıntılı bir şekilde
olmuşlardır. Böylece tarikat adı verilen tasavvuf ekol- açıklanmıştır. Diğer türler ise, ilgili konu içerisinde
leri ve yolları ortaya çıkmıştır. Tekkeler, bu yolların ve açıklanmıştır.
ekollerin kurumlaşmış hâlidir.
Tekkeler temsil ettikleri yolun ve ekolun usul ve er-
kanını öğreten kurumlardır. Bu kurumlarda, mürid,
sâlik ve tâlib gibi isimlerle anılan öğrencinin, yolun
usul ve erkanını öğrenip manevi yolları katedebilmesi
için bazı sanatlarla uğraşması telkin edilir. Gelenek-
sel sanatların yanında mûsıkî ve şiir burada öğreti-
len başlıca sanat dallarıdır. Bu bakımdan hemen her
tekke bir yönüyle edebiyat eğitimi veren bir okul gibi
değerlendirilebilir.
10. Ünite - Tasavvuf ve Edebiyat 215
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî türlerden değildir? 4. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî zümreler içeri-
a. Âyin sinde değerlendirilmez?
b. Nefes a. Bektâşîlik
c. Semâî b. Mevlevîlik
d. Tapuğ c. Tâhirîlik
e. Durak d. Melâmîlik
e. Halvetîlik
2. Tekkede cemaat hâlinde okunan ilâhîlere ne ad verilir?
a. Ferşiyye 5. Aşağıdakilerden hangisi 15. yüzyılda yazılan tasavvufî-
b. Medednâme edebî eserlerden değildir?
c. Desturnâme a. Vesîletü’n-Necât
d. Hikmet b. Hâlilnâme
e. Cumhur c. Muhammediyye
d. Fakrnâme
3. Aşağıdaki eserlerden hangisi destansı menâkıbnâmelerden e. Envâru’l-Âşıkîn
değildir?
a. Hamzanâme
b. Velayetnâme
c. Cenknâme
d. Gazavatnâme
e. Battalnâme
216 Türk İslâm Edebiyatı
Sıra Sizde 2
Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumla-
dığı eseri, Mizânü’l-Hak’tır. Bu eser İslâm’da Tenkit ve Tartış-
ma Usûlü adıyla, Mustafa Kara ve Süleyman Uludağ tarafın-
dan yeniden yayınlanmıştır.
Sıra Sizde 3
Birçok sûfi şair, halk edebiyatının nazım şekillerini kullan-
mıştır. Bu bakımdan onların çoğunu halk şâiri yahut halk
âşığı olarak da zikretmek mümkündür. Ancak özellikle
Bektâşî şairlerde bu durum daha açık bir şekilde görülür. Bu
şairlerden özellikle Kaygusuz Abdal ve Pir Sultan Abdal’ın
halk şiiri açısından öne çıktığını görüyoruz.
Sıra Sizde 4
Mevlânâ’nın menkabevî hayatını anlatan en önemli eser, Ah-
med Eflâkî’nin yazdığı Menâkıbü’l-Ârifîn’dir.